bilimname, XXII, 2012/1, 61-85 HAMDİ YAZIR’DA HAK KAVRAMI Özet Mehmet DEMİRCİ Yrd. Doç. Dr., Erciyes Ü. İlâhiyat F. [email protected] Bu makale, Hamdi Yazır’ın fikirlerinde ve eserlerinde etkin olan hak kavramını aydınlatmaktadır. Öncelikle hak kavramı açıklanmış ve Yazır’ın dünyasında söz konusu kavramın önemine işaret edilmiştir. Daha sonra hak ile ilim arasındaki ilişki, son bölümde ise hak ile din arasındaki ilişkiye açıklık getirilmiştir. Anahtar kelimeler: Yazır, Hak, İlim, Din, Kur’an Dili. THE CONCEPT OF TRUTH IN HAMDI YAZIR’S THOUGHT Abstract: This article, highlights the concept of truth/haqq that we frequently encounter in Hamdi Yazır’s thought, and works. At first, the concept of truth, has been explained and pointed out its significance in Yazır’s thought. Then, the relation, between truth and knowledge; between truth and religion are described. Keywords: Yazir, Truth/haqq, Knowledge, Religion, Language of Quran. Mehmet DEMİRCİ Giriş Sayfa | 62 Dini ilimler literatüründe yer alan tefsirler, yazarlarının ilmi birikimlerini, dini ve sosyal meselelere dair fikir ve düşüncelerini İslami ilimler bütünlüğü içinde ortaya koydukları kapsamlı eserlerdir. Türkçe yazılmış tefsirler içinde son yüzyıla damgasını vuran eser, kuşkusuz merhum Elmalılı Hamdi Yazır’ın “Hak Dini Kur’an Dili” isimli tefsiridir. Söz konusu tefsirin klasikler arasında kendisine yer bulacak şekilde bir itibara sahip olmasında, içinde yer alan bilgiler kadar bu bilgileri düzenleyen ve onları bir sistem dahilinde okuyucuya sunan bir zihin yapısının önemi büyüktür. Bir düşünce sistemini, bir eseri yakından tanımanın ve aydınlatmanın yollarından birisi de, onu kendi içinden incelemek başka bir ifadeyle onun kendisini konuşturmaktır. Yazır’ın eserlerini bu gözle incelediğimizde onun belli başlı kavramlara sıkça vurgu yaptığını görmekteyiz. Bunların en başında geleni ise “hak” kavramıdır. Hak kavramı, başta onun Hak Dini Kur’an Dili isimli tefsiri olmak üzere diğer makale ve yazılarında sıkça atıfta bulunduğu varoluşsal önem ifade eden ve çalışmalarına yön veren dini-felsefi nitelikli merkezi bir kavramdır. Dindar kişiliğiyle ve dini ilimlerde derinleşmiş bir ilim adamı yönüyle Yazır, eserlerinde hakka vurgu yaparken, her konuda olduğu gibi özellikle ilim ve dinde hakka izafet, hakka isabet meselesini daima büyük bir hedef olarak bütün her şeyin önüne koymuştur. Onda belirgin bir şekilde ifadesini bulan hak ve hakikat sevgisi, eserlerindeki bu hak vurgusu, kendisinin dindar-alim-filozof bir şahsiyet olarak ilim dünyasında yer almasında etkili olmuştur. Bu makalenin konusu, Yazır’da hak kavramının yerini ve önemini çeşitli yönleriyle tespit etmek ve aydınlatmaktır. Amacımız ise onun ilmi mesaisinde önemli bir yer tutan bir kavramdan hareketle Yazır’ın kendisinin daha iyi tanınmasına ve eserlerinin daha vazıh bir şekilde anlaşılmasına katkı sağlamaktır. Çalışmayı yaparken başta kendisinin tefsiri olmak üzere diğer yazılarını inceledik ve buradaki verilerden hareketle konuyu ortaya koymaya çalıştık. I. HAK KAVRAMI 1. Lügat Anlamı Hakk kelimesi, lügatte sabit/var olan; sübutu/varlığı zorunlu olan; mutabakat ve muvafakat anlamlarına gelir. Hamdi Yazır’da Hak Kavramı Sübut anlamına göre hakk, inkarı mümkün olmayacak derecede sabit/var olan şey; 1 gerçekten sabit 2/var olan şey 3 anlamına gelir. Hakk kelimesindeki bu sübut/var oluş anlamı, aynı zamanda zorunlu bir var oluşu ifade eder. Bu yüzden hakk kelimesi diğer bir yönüyle de zorunlu/vacip bir Sayfa | 63 sübut/var oluş bildirir 4 Hakka eş-şey’u bir şey zorunlu bir şekilde var/sabit oldu, demektir. 5 Burada görüldüğü gibi hem sübut hem de vücub kelimeleri vücud/varlık anlamıyla ilişkili olan kelimelerdir. Buna göre hakkın sübut ve vücup kavramları ile ifade edilmesi onun değişmez ve zail olmaz özelliğine vurgu yapmaktadır. Hak kelimesinin zıddı ise “bâtıl”dır. 6 Bu kelimenin kökünde kaybolup gitmek; yok olmak 7 yani sübutun zevali anlamı vardır. Sözlükte hakk kelimesinin bir diğer anlamı da “mutabakat” ve “muvafakat”tır. 8 Örfî anlamda hak, vakıa (dış dünyaya) mutabık olan hükümdür. Durumun vakıa mutabık olduğunu belirtmek üzere “hak söz”, “hak itikat”, “hak din”, “hak mezhep” şeklinde kullanılır. 9 Hak kelimesindeki bu mutabakat ve muvafakat anlamının da sübut/vücud anlamıyla ilişkisi bulunduğu söylenebilir. Mevcut durumda veya mevcut varlıkta bir değişiklik veya bir zeval/yokluk söz konusu olmadığı takdirde hâlihazırdaki durum/varlık ile önceki hal arasında bir mutabakattan ve muvafakatten söz edilebilecektir. Yani mutabakat ve muvafakat, varlığın var olma/sübut durumunun olduğu gibi muhafaza edildiğini bildiren iki kelimedir ki bunlar da sübuta racidirler. Dolayısıyla hakkın açıklaması niteliğindedirler. Buna göre hem sübut hem de mutabakat şeklinde ifade edilen her iki anlam da birbiriyle irtibatlı olup bunlardan birisi, varsayılan bir süreç dahilinde, hak kelimesinin önceki durumunu yani zorunlu olarak var olmaklığı durumunu esas almakta, diğeri ise değişmezliğini ve zail olmazlığını esas almaktadır. Bunlardan birisine sübut, diğerine mutabakat denilmiştir. Zebîdî, Muhammed Murtazâ el-Huseynî, Tâcu’l-Arûs,XXV/167, Kuveyt, 1989; Cürcânî, Kitabu’tTa’rifât, s. 94, Beyrut, 1985. 2 “Subût”: Arapça’da yok olmak anlamına gelen “zevâl”in zıddıdır. Rağıb el-Isfahânî, el-Müfredat fi Ğaribi’l-Kur’an, s. 84, Beyrut, 2005. 3 Tehânevî, Keşşâfu Istılahâhti’l-Fünun ve’l-Ulum, I/682, Beyrut, 1996. 4 Halil b. Ahmed el-Ferâhidî, Kitabu’l-Ayn, I/339, Beyrut, 2003. 5 Ebu’l-Bekâ, el-Külliyyât, s. 390, Beyrut, 1998. 6 Halil b. Ahmed, age., I/339. 7 İbn Manzur, Lisanu’Arab, XIII/59, Bulak (Mısır), 1302 h. 8 Rağıb el-Isfahânî, el-Müfredat fi Ğaribi’l-Kur’an, s. 125, Beyrut, ty. 9 Taftazânî, Sa’düddin, Şerhu’l-Akâidi’n-Nesefiyye, s. 12, Kahire, 1988; Zebîdî, Muhammed Murtazâ el-Huseynî, Tâcu’l-Arûs,XXV/167, Kuveyt, 1989. 1 Mehmet DEMİRCİ Mutabakat anlamı çerçevesinde hak ile doğru (sıdk) kelimelerinin aralarında şöyle bir ilişki bulunduğuna dikkat çekilmiştir: Dış dünyada var olan şeyin zihindekiyle mutabık bulunmasına hakk; zihinde var olanın ise dış dünya ile mutabık bulunmasına ise sıdk denir. 10 Buna benzer bir şekilde, hakkın sıdktan Sayfa | 64 daha umumi olduğu belirtilmiştir. Bir şeyin olması gereken yerde bulunmasına hakk, olduğu şekliyle bir şeyden haber vermeye de sıdk denir. 11 Türkçedeki gerçek kelimesi ise daha çok Arapçadaki sıdk kelimesiyle ilişkilidir. “İslam düşüncesinde hak kavramı, genellikle “dış dünyada gerçekten mevcut olan, mevcudiyeti sabit ve devamlı olan varlık, gerçeğe uygun bilgi, hüküm, söz” anlamlarında kullanılır.” 12 Farabi de hakkın vücuda müsavi anlamda olduğunu belirtir. 13 Yazır, tefsirinde hakkın lügat anlamlarından her ikisine de değinerek hakkı şöyle açıklar: “Hak, nefselemirde sabit olan ve aklın inkar edemeyeceği derecede sübutu vacip olan demektir. Vücubi lizatihi olan, Hak tealâdır. Onun inayetiyle “liğayrihî” olan da zatında mümkinattan olanlardır. Bu mana ile hak ve hakikat zâten (zât bakımından) birdir. İtibaren ayrıdır, ikisinin de cem’i hakaik gelir. Hukukun müfredi olan hak da islamda bu manadan me’huzdur ki lehte olarak sabit ve vacip olan demektir. Aleyhte olursa vazife ve vecibe olur. Hasılı hak, fikrin, kelamın mutabakat ettiği vakıın ismidir. Mamafih bu itibar ile mutabık olan kavil ve itikada dahi ıtlak olunur. 14 Burada Yazır özellikle hakk’kın var olmak anlamını tercih etmesi “Mutlak varlık” fikrinin onun dünyasında varoluşsal bir öneme sahip olduğunun bir delilidir. 2. Mutlak Varlık Anlamında Hak Yazır’a göre varlık, özü itibariyle hayır getiren, hayır doğuran bir hususiyettir. Bunu şöyle izah eder: Âfâtın (belaların) hakikati, yokluk ile yokluğa götüren şeylerdir. Hayırların özü de, varlık ve varlığa sebep olan şeylerdir. Belalara dair bütün acılarımız, bize bir hayrın yok oluşunu haber verdikleri için birer acıdırlar. Bu acıların başı da haktan ve hakkın rahmetinden ümitsizliktir. Ebu’l-Bekâ, age., s. 559. Ebu Hilal el-Askerî, el-Furûku’l-Lügaviyye, s. 48, Kahire, ty. 12 Çağrıcı, Mustafa, “Hak”, Diyanet İslam Ansiklopedisi, XV/138, İstanbul, 1997. 13 Ebu Nasr el-Farabi, Medinetü’l-Fazıla, s. 48, Beyrut, 1986. 14 Yazır, Elmalılı Muhammed Hamdi, Hak Dini Kur’an Dili, I/280, İstanbul, 1935. 10 11 Hamdi Yazır’da Hak Kavramı Hayır ve nimetlere dair olan bütün lezzetlerimiz de bize varlıktan bir pay müjdesi verdiklerinden dolayı birer lezzettirler. Bu lezzetlerin başı da hakka ve hakkın rahmetine iman etmektir. 15 Bu yüzden kendisi mutlak varlık olan Rahman, hayır murat etmesiyle kendisi Sayfa | 65 dışında başka varlıklara vücut dilemiştir. Kendisi Rahman olanın (mutlak) “rahmeti”, olması imkan dahilinde olan bütün şeylerin yokluktan varlığa çıkarılışını ifade eden “varlık dilemek” ve “varlık nimeti vermek” demek olduğundan her mümkinin varlık sahasına çıkarılmasını gerekli kılar. Çünkü varlık, her hayrın ve her nimetin aslıdır. 16 Lakin bunda (akıllı ve istediğini yapacak varlıklar yaratmada) iradelerin çoğalması hasebiyle varlıkta bir nevi sonradan olma bir şirk ortaya çıkar. Halbuki şirk ile varlık ve bu varlığın devam etmesi mümkün değildir. Çünkü hakkın şeriki (varlık ortağı) batıl, yani özü itibariyle yokluk olduğundan her varlık vahdetle tecelli eder ve çoklu varlıklar bir vahdet teşkil etmedikçe (var olmaya) devam edemezler. 17 Hak’tan yani vacibü’l-vücuttan başka bir vacibü’l-vücut çıkarmak, vahdet prensibini yok sayarak gerçek anlamda bir çokluğa saptığı için Hakkın zıttı anlamında batıl olurlar ve buna şirk adı verilir. Şirk koşanlar, her varlığın vahdetle (bir varlıkla) tecelli ettiği gerçeğini göz ardı ettiklerinden dolayı, mümkün varlıklarını hakiki varlık olan Hakk’a nispet edemeyip burada hakiki varlığı çoklu ya da alternatifli bir varlık imiş gibi düşünerek vahdetten sapıp kesrete yönelmişler ve kendilerine başka bir ilah arayışı içine girmişlerdir. Mutlak varlık olan hakkın Allah ismiyle isimlendirilmesine gelince Yazır burada şöyle bir ilişki bulunduğunu belirtir: Mümkün hakikatlerin üzerinde olan hakkı vacib, gerek ilmimizin, gerek varlığımızın ilk başlangıç noktası ve ilk sebebidir. Ve "Allah" onun ismidir. İnsan üzerinde etki gösteren ve insanı teshir eyleyen hiçbir şey düşünülemez ki, arkasında Allah bulunmasın. 18 Hakkın Allah olarak isimlendirilmesinde, diğer isimlendirmelerden farklı olarak şöyle bir incelik bulunduğunu ifade etmektedir: “Allah” ismi, bütün hislerimizin kavramlarımızın ilk şartı olan öyle derin ve yegane bir gizli hissin, görünen ile görünmeyenin buluşma noktası ola bir Yazır, Hak dini, I/76. Yazır, age., I/76. 17 Yazır, age., I/77. 18 Yazır, age., I/ 18. 15 16 Mehmet DEMİRCİ parıldama anında ihata edilmeksizin Hak tealanın zatına delalet eden bir “özel isim” veya “alem ismi”dir. Özel isim oluşu ile alem ismi oluşu arasındaki mahiyet farkını şöyle izah eder: Yani bu isim, önce zihinsel bir mana sonra da o vasıta ile hakkın zatına isim Sayfa | 66 oluşu itibariyle bir özel isimdir. Zihinsel bir mana olduğu düşünülmeden bizzat belirli ve yegane bir zatın ismi ise, bu bir alem ismidir. Birincisinde kelimeden malum manaya, manadan da hakikate geçeriz ve ismi bu mana ile tarif ederiz. İkincide ise bizzat hakikate geçeriz. 19 Elmalılı hak ile Allah kelimelerinin birbirinin müteradifi olarak kullanıldığına dikkat çeker: Kur’an dilinde, din örfünde İslam, mutlak boyun eğme değil, hakka boyun eğmek, Allah’a boyun eğmektir. Allah’dan, Hak’tan başkasına boyun eğmek İslam’a zıttır. 20 Yalnız vacibü’l-vücut olan Hak ile Allah kelimeleri arasındaki bu eş anlamlılık ilişkisinin, varlıkta gerçek anlamda bir kesret bulunduğu vehmine götürmemesi gerektiğini şöyle izah eder: “Allah’dan başka mevcut yoktur” demekle “Her mevcut Allah’dır” demek arasındaki farkı, yani hak varlığın tek oluşunu, mantıktaki çelişmezlik ilkesiyle şöyle izah etmektedir: Bizim nazarımızda tevhidi vücud, alelıtlak münker değil, belki keşfen müsbettir. Lakin “Allah’dan başka mevcut yoktur” demekle “Her mevcut Allah’dır” demek arasında pek büyük fark vardır. Evvelkisi tevhidi mahz olabilir, lakin ikincisi şirki mahızdır. “Her mevcud Allah’dır” denildiği zaman vücudda hakiki bir çokluk kabul edilmiş ve hepsinin Allah olduğu iddia edilmiş oluyor ki, bunda tevhit yok bil’akis Allah’ı çoğaltma ve bir şirk koşma vardır. Bu, bir vahdeti vücud değil, ittihadı vücud veya hulûl nazariyesidir, veyahut Allah’ı inkar ile ancak alemi ispattır, “bir”e “her” demektir. 21 3. Yazır’ın Dünyasında Hak “Hakk”, Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’ın dünyasında kendisinin ve kendi dışındaki varlıkların her şeyini belirleyen varoluşsal bir öneme sahiptir. Başka bir ifadeyle hak, bünyesinde gerçek-zorunlu varlık ve vakıa mutabakat anlamlarını barındıran sağlam bir zemin olduğu için, varoluşu anlamlı kılan merkezi bir kelimedir. Bu öneminden dolayı Hak, Hamdi Yazır’da bir hakikat arayışını ifade eder. Ona göre Hakkı aramak/bulmak, Vücubi lizatihi olanı bulmak, buradan da vücubi liğayrihi olan kendini, kendi varlığını bilmekle Yazır, age., I/21; Yazır, “Hz. Muhammed Aleyhisselam’ın Dini İslam (2)”, Makaleler (Hazırlayanlar: Cüneyd Köksal, Murat Kaya), I/24, İstanbul, 1997. 21 Yazır, Hak Dini, I/576-577. 19 20 Hamdi Yazır’da Hak Kavramı eşdeğer gibidir. Bu yüzden Yazır, tefsirinin girişinde “Ben yoktum var ettin, varlığından haberdar ettin” 22 ifadeleriyle Vücubi lizatihi olanın Hak, vücubi liğayrihi olanın da kendisi olduğunu ikrar etmektedir. Bir ilim adamı olarak eşyayı kendi hali üzere bilmek ilkesini prensip edinmiş olan Yazır, bu hakikat arayışında da aynı tavrı devam ettirmektedir. Çevresinde Sayfa | 67 olup bitenleri ve bu çevre içinde kendisinin konumunu tespit etme çabası içindeyken en geniş bir perspektiften uzay-zamana bir göz atmakta ve bu gözlemini şöyle ifade etmektedir: “Gördüm ki: gecesi gündüzü ardı ardına birbiriyle döğüşüb değişib giden şu fani hayatta baki kalmak için biçare beşeriyetin elinde hiçbir tutamak yok.” 23 Elmalılı, gece ve gündüz gibi önündeki varlıkları sürekli olarak ifna edip duran fani hayatta beka arayışı içinde olan insanın çaresizliğine dikkat çekiyor. Bu çaresizlik içinde çırpınıp duran ve bundan kurtuluş arayan insanın yalnız olmadığına, kendisine kurtuluş vaat eden içsel bir sesin kendisine seslenişini şöyle anlatır: “Gördüm ki: Onun yer ile gök arasında maziden istikbale doğru kaynaşan, coşan, coşub coşub çarpışan dalgaları arasında her dem kendine çağırıb duran ebedî hayatın nidâi da’veti çınlıyor. Her dem hak: “bana gel” diye çağırıyor. İnsan kulak kısıyor, duymak istemiyor, sanki kaçınmak için çırpınıyor. Fakat çırpınıp çırpınıp âkibete teslim olmaktan başka ne yapıyor? Halbuki sevmediğine teslim olmakla sevdiğine teslim olmak arasında ne büyük fark vardır? Demek ki insan için hakkı sevmek, hakka hizmet etmek, akıbet cemali hakka ermekten büyük bir hazzı saadet yoktur.” 24 Elmalılı, bu ifadelerle hak tasvirine başlarken çevresinde cereyan eden olayları gözlemliyor; “yer ile gök”, “maziden istikbale” ifadeleriyle uzay-zamanda cereyan eden bu olayların görünürde sürekli bir fenaya doğru akıp gittiğine şahit oluyor. Fenaya doğru giden bu olaylara şahit olmanın verdiği dehşet içinde bir kurtuluş, bir “tutamak” ararken vicdanının ta derinliklerinden gelen ve kendisine kurtuluş vaat eden “Sen duyurmazsan ben duyamam” diye ifade etmiş olduğu bir sesi hakkın sesini işittiğini belirtiyor. Yazır’ın vacibu’l-vücud olan hakka karşı duyduğu sevgi ve o varlığın hükmüne teslim olma arzusu İbrahim (a.s.)’ın üful etmeyen varlığa karşı olan sevgisine ve marifetine benziyor. Hakkın nidasına dair açıklamaları da İbrahim (a.s.)’ın “Şayet rabbim bana hidayet etmezse elbette sapıtan güruhtan olurum” ifadelerine benziyor. Beyzavi İbrahim (a.s.)’ın bu sözlerini “o, kendisinin bu Yazır, age., (Mukaddime), I/7. Yazır, age., (Mukaddime), I/8. 24 Yazır, age., (Mukaddime), I/8. 22 23 Mehmet DEMİRCİ konudaki aczini gördü ve hakkı bilme hususunda rabbinden yardım niyaz etti” şeklinde açıklamaktadır. 25 Elmalılı, hak kavramı çerçevesinde hak ile ontolojik bir ilişki kurar. Kısmen geride geçtiği üzere bu ilişki, başka varlıklarla birlikte kendisine de vücut ve Sayfa | 68 hayat veren kendisini ayakta tutan varlıkla kurmuş olduğu varoluşsal bir nispettir. Yazır, hakk ile arasındaki içten münasebeti dile getirdiği bu ifadelerinde hakk ile arasında üç türlü nispet bulunduğuna dikkat çekiyor. Bu nispetleri şöyle açıklayabiliriz: Hakkı sevmek derken, sevginin insandaki en köklü duygu olması sebebiyle hak ile kendisi arasında varoluşsal türden bir ilişki kurmuş oluyor. Hakka hizmet derken, hakkın kurallarına ve isteklerine göre hareket etmek anlaşıldığı için, hak ile arasında düzenli olan bir bilgi nispetine yani hak kanununa işaret etmektedir. Cemali hakka ermenin mutluluğundan söz ederken, hak ile arasındaki hayır ve mutluluğa ulaştıracak bir kanundan yani hak din kanunundan söz ediyor. Makalenin devamında bu yönler açıklığa kavuşturulacaktır. II. HAK-İLİM İLİŞKİSİ İlmin hak ile ilişkili yönlerini ortaya koymadan önce ilim denilen hususiyetin, varlık karşısında nasıl başlı başına bir değere sahip bulunduğuna temas etmek gerekir. İlim adı verilen özellik, yani gerek bir zerreyi gerekse bütün bir kainatı sahibine tecelli ettirebilmekte mahiyeti başkalaşmayan bu üstün kuvve, kuşkusuz mevcudatın kendisinden başka kısımlarına tabi olarak hakimdir. Şu kadar var ki ilim sıfatı hayat ile kaimdir. 26 Burada ilmi üstün kılan özellik, mahiyetinin başkalaşmamasıdır. Bu başkalaşmama özelliğinin, ilmin hak ile bir parça ilişkili olmasından dolayı olduğu düşünülebilir. Çünkü hakta sübut ve başkalaşmazlık özelliği mevcut idi. İşte bu özelliğinden dolayı ilim, zerre ve küreyi ilim sahibine kendi tecelli ettirebilmektedir. Bu tecelli zaman zaman bilen öznede hakimiyet olarak dahi ortaya çıkabilmektedir. Yine ilmi üstün bir kuvve yapan özelliklerden birisi de, onun hiçbir şeriki, ortağı olmayan bir hak tanıması ve daima vahdet (birlik) ölçüsüyle yürümesi ve ulaşmak istediği neticenin doğruluğunu temin etmek için o neticenin hakka olan izafetini bulmaya çalışmasıdır. 27 Beyzâvî, Envâru’t-Tenzil ve Esrâru’t-Te’vil, II/169, Beyrut, ty. Yazır, “Küçük Bir Düşünce”, Makaleler, I/285-286. 27 Yazır, Hak Dini, I/69. 25 26 Hamdi Yazır’da Hak Kavramı Bu nitelikte olan ilmin Yazır, mutlak ilim ve izafi ilim olarak ikiye ayrıldığını belirtir. Mutlak ilim, hakkın kendine tecellisi, izafi ilim ise hakkın bize tecellisidir ki bu da bir çeşit ilimdir. 28 Yazır, insanda tecelli eden bu izafi ilmin herkeste aynı şekilde tecelli Sayfa | 69 etmediği gerçeğine bu tecellinin hakkı idrak etme kuvveti oranında gerçekleştiğine şöyle dikkat çeker: İnsanlarda ilim gibi manevi nurların tecellisi kalp denilen ruhî sırrın özel kabiliyetine bağlıdır. Ve bu kalp herkeste eşit değildir. Çok kimseler vardır ki ilmi kabiliyetleri kütlesel hareketlerin görünüşteki ruhsuz ve duygusuz hareket kabiliyetinden ileri gidemez. Aynı kanunun (yaratılıştaki farklılık kanununun), ruhiyat alanında da geçerli bir kural olduğunu görürüz. Şüphe yok ki insanların hayatında iradelerinde ve idraklerindeki farklar, ruhlardaki farkın eseridir. Bundan dolayı her insanın ilmi kabiliyeti bir değildir. 29 Hatta bazı kişiler, ilmin gerçekleşme yeri olan kalp ve ruhtan bihaber olduklarından dolayı ilmin ilk basamağı olan şuur hadiselerini dış dünyadan ibaret zannederek şuurdan ilme geçemezler. 30 Yazır, ilmi “nefsin manaya ulaşması” olarak tanımladıktan sonra bunun idrak eden bir öznede meydana geliş basamaklarını şöyle izah eder: “İlim, nefsin manaya vusulüdür. Ve bu vusulün bir takım mertebeleri vardır ki şuur bunların birincisi, yani nefsin manaya ulaşmadaki ilk mertebesidir. O mananın tamamına nefsin vukufu hasıl olunca tasavvur, bu mana şuurun gitmesinden sonra tekrar geri getirilebilir bir şekilde ruhta baki kalmış ise hıfz, bunu talebe tezekkür, tekrar bulan vicdana zikir adı verilir. Şuur, bir haysiyetle ilmin en zayıf şeklidir, çünkü sebatı yoktur. Bu sebeple Allah’ın ilmine şuur denmez. Diğer bir haysiyetle en canlı bir ilimdir. 31 Şuurların, hak ile bağlantılı bir şekilde ilme nasıl dönüştüğünü ve aklın bunlar üzerindeki rolünün ne olduğunu Yazır şöyle ifade eder: Şuurlar birleşir. Tasavvura ve zihinsel ilmi suretlere kadar gider. Aklın bunlar üzerindeki seyrine nazar ve fikir denilir. Asıl ilim bu terkiplerdeki son şuurlanma oranının gerçek nispetine yani gerçekliğine ait hüküm iledir. Yani Yazır, age., I/69-70. Yazır, “İlhad Ne Büyük Cehalettir (1)”, Makaleler, I/136-137. 30 İkilik içinde bir ilişki gibi görünen şuur olayını, hareket, titreşim ve maddi intiba olaylarından ayırıp seçemeyenler, ruhu ve kalbin sırrını bilemezler de, "kalp" ve "ruh" diyecek yerde "dimağ" (beyin) derler dururlar. Göz ile fotoğrafı, gramofon borusu ile kulağı, ağzı bir gibi zannederler. Beyin bir kütüphane olsun, onu okuyan kim? Bunu aramazlar. (Yazır, Hak Dini, I/227.) Bu şuur hadisesinin algılayıcısı olan ruhu sezememek ilim hassasını kullanmaya mani bir durumdur. 31 Yazır, Hak Dini, I/223. 28 29 Mehmet DEMİRCİ şuurun başlangıcı mutlak hak olduğu gibi fikrin akıl ve ilmin hedefi de muayyen haktır. 32 Yazır, mutlak hak kaynaklı olarak şuur ile başlayan ilim hadisesinin akıl vasıtasıyla mutlak hakkı idrak edemese de bir yönüyle hakkın tecellisine dair bir Sayfa | 70 kıymet ortaya koyabileceğini bu şekilde izah etmektedir. Yazır, hak varlık olan zatın dışındaki mümkün varlıklarda izafi bir ilmin meydana gelebilmesi için hakkın bir tasdikinin gerekli olduğunu belirtir. Ona göre hakkı tanıma eylemi ilmi şanındandır. Buna, ilmin hakka nispeti de denilebilir ki, bu nispet sayesinde şuur ile ilim birbirinden ayrılır. Bunun ilmi yönünü ise şöyle açıklamaktadır: Varlık kavramını tasavvur, nedensellik ilişkisini tasdik ettirmeksizin bize en küçük bir hakikat bildirebilen hiçbir fen yoktur. Şu vardır şunun için: işte bütün ilimlerin çalıştığı gaye budur. Varlık, hak ve nedensellik ilişkisi bütün fenlere hakim olan tasavvuri ve tasdiki ilkelerdir. 33 Bu tasdiki Yazır, daha ayrıntılı bir şekilde şöyle izah eder: İlim her şeyden önce hiç şerik olmayan bir hakk tanır ve daima vahdet ölçüsüyle yürür ve ulaşmak istediği her neticenin hakkiyetini temin etmek için onun o Hakkı âlâya izafetini, nisbetini bulmaya çalışır. Şayet tabiat ve tabiî tekamül mefhumlarında hakka ve hak terbiyesine izafet bulamazsa onlara tahakkuk, hakkiyet bile isnat etmez. İlmi mutlak, hakkın zatının kendine tecellisi ve onun ilmi kadimidir. Hakkın bize tecellisi de bizim izafî ve nisbî olan hâdis ilmimizdir. Hak ve hakkın ilmi olmasaydı bizim bütün ilimlerimiz ve hatta kendi varlığımıza ait kanaatlerimiz, izafetlerimiz hep batıl olurdu. Asıl ilim ise tasavvur değil, hakkı tasdiktir. Yani iki tasavvur arasında vaki olan bağı bütün vicdan ile idrak etmektir. 34 İlmin hakkı tasdik sayesinde asıl ilim hüviyetini kazandığını vurgulayarak tasdik etme hadisesinin, insan vicdanında haktan bağımsız bir şekilde değil de, hakkın insanda izafi bir tecellisiyle yani hak ile birlikte nasıl gerçekleştiğini şöyle izah eder: Keşfen sabit olduğu üzere biz âlem namına ne biliyorsak hepsi, hislerimiz, hayalimiz, zihni suretler ve ruhi izlenimlerimizden ibarettir. Bunları a’yân (bizim dışımızda kendi başına varlıklar olarak) tasavvur etmemiz ve izafi olarak hak diyebilmemiz, zatında tam manasıyla bir olan Hak mefhumunun ezeli ve ebedi olarak tahakkukunu tasdik sayesinde mümkün olabilir. 35 Yazır, Hak Dini, I/225. Yazır, age., I/19. 34 Yazır, age., I/69-70. 35 Yazır, age., I/576. 32 33 Hamdi Yazır’da Hak Kavramı Başka bir yerde bunu şöyle ifade eder: Hak Teala öyle bir vacibü’l-vücuttur ki gerek enfüsî ve gerek afakî bütün seyri vücudumuzda (varlık yolculuğumuzda) zorunlu varlığını gösterir ve bizim ruhumuzun derinliklerinde her şeyden evvel hakkın zatına yönelik kesin bir tasdik bulunmaktadır. Hatta bizim mevcudiyetimizde bu yüce hakikate yönelik gizli bir hissimiz vardır ve bütün Sayfa | 71 ilimlerimizin kökü olan bu gizli his, sonlu hislerimizin, şuurlarımızın, akıllarımızın, fikirlerimizin hepsinden daha hak, hepsinden daha kuvvetlidir. 36 İnsanlardaki bilginin temelinin hakkı kesin tasdikten doğan bu gizli hisse dayandığını şöyle izah ediyor: Yüce Hakkın tek varlığı tasdik edilmeksizin alem ve nizamı alem şuuru bir hayalden bir seraptan ibaret kalacağı gibi “Allah” ismi hassı üzerinde birleştirilmeyen ve (buna göre) düzenlenmeyen ilimlerimiz, fenlerimiz, bütün malumatımız iki ucu bir yere gelmeyen perişan (dağınık) fikirlerden ibaret kalır. 37 Buna göre başka varlıklar için dahi hak tabirinin kullanılması hak mefhumunun ezeli ve ebedi olarak tahakkukunun tasdik edilmesi dolayısıyladır. Vicdanda gerçekleşen bu hak tasdikinin ne şekilde gerçekleştiğine dair şu açıklamaları yapmaktadır: Şuurlarımız ve onların bağlantılı olduğu suretler, izlenimler ise bizde yani bizim ruhumuzdadır. Halbuki biz bu izlenimlerden bizim dışımızda sabit görünen kendi başına varlıklar (a’yân) da idrak ederiz. Şimdi bu a’yanın böyle bizdeki bu suretlerinden başka bir zahir oluşları elimizde yokken onları bizdekinden ayrıca, bizim dışımızda ve zâtî (özsel) bir zahir oluş ile tanımaya niçin ve nasıl mecbur oluyoruz? Neden ben onları benim haricimde bir gerçeklik olarak tanıyorum? Tanımasan niçin vicdanımda yalancılıkla mahkum oluyorum? Ve sonra her şeyden önce ben kendi bulunuşum olan vücudumla buluşum olan vicdanım arasında kendi kendime doğru ve (vakıa) mutabık olduğumu kesin ve kuşkusuz bir şekilde niçin ve nasıl tasdik ediyorum? Bunları (bu tasdikleri) yapıyorsam demek ben bütün bunlardan önce, bütün bunların ötesinde önünde sonunda beraberinde beni ve benim dışımı dışarıdan ve içerden kuşatmış, bütün hadise ve olayların şahidi kefili vekili mucidi yapıcısı Rabbi olan vacibu’l-vücud bir hak teâlâya bir bağlılık (ruh bağlılığı) taşıyorum. Ve bende varoluş itibariyle zaruri olan bu bağlılık mahkumiyeti altında, onun hakimiyetinden faydalanarak, önce onu dolaylıca tasdik etmiş oluyorum. 36 37 Yazır, age.,, I/20. Yazır, age., I/20. Mehmet DEMİRCİ Eğer bunu yapan (ben ile hariç arasındaki tasdik ilişkisini kuran), sadece benim ruhum ise bu durumda benim ruhum hem benim hem de hariçteki eşyan en gerçeği (mutlak varlık) ve ilk sebebi demektir. Halbuki o bana öyle demiyor. Bana o “ben öyle olmuş olsaydım her istediğimi yapar ve sana ezelden beri hiç Sayfa | 72 yokluk göstermezdim” diyor. Gerçekte ben kendimi duyarken (bilirken, fark ederken) önümden sonumdan dışımdan içimden beni kuşatan hakkı ve hakka nispeti beraberinde tasdik etmiş olmasa idim iki taraf ile olan bağlılığı bulamaz (ben varım, ben benim) diyemezdim. Vicdanımdan vücuduma geçemez, vicdanımla vücudumun uyumuna eremezdim. Neticede görünürde hiçbir hakikati tasdik edemezdim. 38 Yazır, “Ben benim” gibi hakka’l-yakin ifadelerin, aslında ilimde gerçekleşen bu hak nispetinde hakkın belirleyici ve hakim unsur olduğuna ve elde edilen neticenin (kanunun) izafi bilgi sahibi olan beşere ait olmayıp mutlak varlık oluşundan dolayı mutlak bilginin de sahibi olan Hakka izafe edilmesi gerektiğini şöyle izah eder: Beşer ruhu hak ilminde fail değil kabildir. Malumat uydurulmaz alınır ve bunun için ilimde nefs ile hariç (idrak eden ile idrak edilen) arasında bir hak nispeti vardır ki bu bir vaz’ı ilahidir. Ruhun kendinde, tercihlerini karıştırarak ürettiği fikirlerde ise ilim gah bulunur, gah bulunmaz, bu da bir vaz’ı beşeri olur. Demek ki her ilmi yakin bir vaz’ı ilahidir. Böyle bir hak tasdiki de ihtiyar ve beşer iradesinden tecrit ile mülahaza edilmeye mütevakkıftır (bağlıdır.) 39 Nefsin hariç ile örtüşmesindeki bu hak nisbetinin yukarıda da ifade edildiği gibi birbirinden çok farklı derecelerde olduğunu; bunun kalpte gerçekleşen bir tasdik olması, her kalbin de birbirinden farklı olması dolayısıyla, hak nispetinin ortaya konmasında kişilerin birbiriyle eşit olmayacağını şöyle ifade eder: (Mesela öyle) ruh ve kalp vardır ki hakkı idrak için (hakkın) hafif bir iltifatı yeterli olur, küçük bir hadiseden en büyük kanunu keşfeder. Yine insan vardır ki binlerce olayın tecrübe sahasında yuvarlanır da hiçbirinden ibret alarak bir ilmi yakine ulaşamaz. 40 Yazır sağlıklı bir kalbin bu hak tasdikindeki önemine şöyle dikkat çeker: Çatlak gözlükle pürüzsüz bir manzara seyredilemediği gibi bozuk veya garazlı (ön yargılı) bir kalp ile de hakikat hissedilemez. İlim ehli en küçük bir hakikatin zayi olmasından korkarak senelerce çalışır. Fakat ilmi kabiliyeti Yazır, age., I/72-73. Yazır, Hak Dini, I/87. 40 Yazır, “İlhad Ne Büyük Cehalettir (1)”, Makaleler, I/137. 38 39 Hamdi Yazır’da Hak Kavramı olmayanlar binlerce hakikatin üstünden atlayarak şahsi amaçlarına ermeyi bir hüner sayarlar. 41 Elmalılı bu hak tasdikini idrak mertebelerini izah ederken hakka’l-yakin ifadeleriyle izah etmektedir. İdraklerimizi üç kısım olarak tasnif edebiliriz: Hakk-ı yakin, ayn-i yakin, ilmi yakin. “Ben varım” dediğim zaman hakka’l-yakin bir şeyi ifade ederim. Burada bilen ile bilinen tek bir hakikattir. “Fakat benim bedenim var” dediğim zaman da ayne’l-yakin bildiğim şeyleri ifade etmiş olurum. Burada bilinen, bilenin kendisi değil, onun yanında ve huzurundadır. Nihayet “yer bir küredir” dediğim zaman da ilme’l-yakin bir şey ifade etmiş olurum. Bununla ben, kendisi gıyabımda olup eseri ve delili huzurumda olan şeyleri bilirim. Bu ikisinin de dayanağı hakka’lyakin olan bilgimizdir ki benliğimizin kendisidir. 42 Demek ki bütün tasdikler hakka’l-yakin bir tasdike dayanması gerekir ve ilim denilen şeye bu nispete göre bir değer atfedilir. III. HAK-DİN İLİŞKİSİ 1. Hak-Kanun İlişkisi İlimde hak nispetinin önemi bu şekilde olunca ilimden maksat olan genel geçer kanunlarda da durum aynıdır. Çünkü Yazır’a göre ilim ve felsefede asıl iş, birbirinden farklı malumatları yığmak değil, o malumatlar arasındaki münasebetleri tensik ederek mutlak bir çoğunluğa varmak demektir. 43 İlmin hak ile olan bu ilişkisinden bir mutlak çoğunluğa ulaşılırsa yani ilim denilen özellik, genel geçer bir doğruya ulaştırırsa o zaman ilim kanun adını alır. Yazır, ilimde sürdürdüğü hakka izafet ilişkisinin gerekliliğinin kanunlarda da geçerli olması gerektiğini belirtir. Yani ilim hak nispetindeki düzenlilikten – vicdanın hak ile bir değil, defalarca tekerrürü ile birlikte- çıkan tasdik neticesinin adı kanundur. Burada ilmin hak ile daha üst düzeyden bir ilişkisi olduğu görülür. Hak da sübut/değişmezlik mutabakat anlamı bulunduğu gibi kanunda da böyle bir anlam mevcuttur bu yüzden kanun ile hak ortak bir değişmezlik ve mutabakat paydasına sahiptirler. Yazır, İslam düşüncesinde kanunların nasıl ele alındığını şöyle özetler: İslam düşüncesine göre ilahi kanunlar iki çeşittir. Birisi tabiat kanunları ve olaylarıdır ki bunların beşeri müdahale ile değişmesi mümkün değildir. Diğeri şer’i kanunlardır ki beşer bunların uygulamasını ihmal edebilecek hürriyet ve Yazır, agm, I/137. Yazır, agm., I/161. 43 Yazır, “Dîbâce”, Metâlib ve Mezâhib: Metafizik ve İlahiyat, s.33, İstanbul, 1978. 41 42 Sayfa | 73 Mehmet DEMİRCİ iradeye sahiptir. Bununla birlikte her iki kanun da beşerin durumu kanun koyucu olmak değil, nihayet kanun keşfedicisi olabilmektir. Ancak şer’i kanunların hikmetleri beşerin şuur ve iradesine yakın olmak gibi bir şarta bağlı bulunduğundan dolayı, beşer bu kanunları kendi eseri zannetmek gibi hatalara Sayfa | 74 düşerek sırf kendi ürünü olanların da nimetlere ve mutluluğa ulaştıracağı gibi bir yanılgıya kapılmaktan geri kalmamış ve alemde görülen beşeri sefalette bu yanılgının büyük etkileri görülegelmiştir. Son asırda ise bu yanılgı çok ileri gitmiş ve hak kavramının halen ciddi ve gerçek bir kıymeti bulunduğu kabullenilmiş değildir. İslam, yasama işlerinin (evamir-i teşriiyye) ifade eylediği hak ve kanun manalarını hakiki ve ciddi bir esas ile telakki etmiştir. 44 Bu ifadelerle Yazır, hak ile kanun arasındaki nisbetin tam olarak idrak edilememiş olmasından yakınmaktadır. Kendisi kanunların hakka nispetini şöyle açıklar: Allah Teala alemlerin Rabbi olduğundan alemlerin hepsinde onun kanunları geçerlidir. Tabiat dahi Hak kanunlarının mahkumu olmak itibariyle bunların irade kanunundan başkasına tabiat kanunları adı verilir. Fakat hepsinin koyucusu Hak Teala olduğundan bunlara Hak kanunları ve sünneti ilahiye demek elbette daha doğrudur. Bu kanunları bilmeye ilim ve fen denildiği gibi, onların iyiliğe götürenlerine de din, millet ve şeriat denilir. 45 Görüldüğü üzere o, kanunların hepsinin Hak Teala tarafından vaz edilmiş olduğunu koyucusu Hak olduğu için bunlara hak kanunu-sünneti ilahiye demenin daha doğru olduğunu, kanunları bilmeye ise ilim ve fen dendiğini hatırlatır. 2. Din-Kanun İlişkisi Kanunlar içinde Hakkın vaz’ına mutabık olup ta bunların hayra götürenlerine genel anlamda “din” denir. Yazır, kanunlara uymanın “istikamet” demek olduğunu ifade ederek tabi olsun şer’i olsun bütün kanunlarla beşerin iki yönlü bir ilişkisi bulunduğunu şöyle izah eder: Beşerin bu kanunlarla iki yönlü bir ilişkisi vardır. Biri vicdani ilişki, diğeri ameli (pratik) ilişkisidir. Kanunun doğruluğuna inanmak vicdani ilişki, hal ve hareketlerinde bu kanuna uygun davranmak ise ameli ilişki olup bunun adı istikamettir. Şu halde istikamet bir insanın zahir ve batını ile Hakk’a ve Hakkın kanununa uymak demektir. 46 Yazır, “Hz. Muhammed Aleyhisselam’ın Dini İslam (4)”, Makaleler, I/41. Yazır, Hak Dini, I/125-126. 46 Yazır, “Hz. Muhammed Aleyhisselam’ın Dini İslam (4)”, Makaleler, I/41. 44 45 Hamdi Yazır’da Hak Kavramı Bunlardan özellikle hayra götüren din kanununda vicdani ilişki çok önem arz etmektedir. Bu vicdani ilişkinin bir ayağı ferdin irade ve hürriyeti, diğer ayağı ise fertteki aşk ve muhabbettir. Buradaki vicdani ilişkinin kanunun doğruluğuna inanmak demek olduğu belirtilmişti. İşte hakperestlik hak kanununun bu yönüne racidir. Beşerin hak kanunu ile olan vicdani ilişkisinin ayrıntılarına ilerde biraz Sayfa | 75 daha ayrıntılı temas edilecektir. Dinin bir hak kanun oluşunu Yazır şu açıklamalarla sürdürür: Şüphesiz din, hayrı tercih etmeye yönelik vazife ve sorumluluk yükleyen ilahi kanundan ibarettir. Fakat Cenab-ı Hak adil olduğu ve hiçbir şeye ihtiyacı olmadığı için yüklediği vazife haşa kendi ihtiyacı değil, belki bütün insanların ihtiyaçları açısından bir takım umumi menfaatleri temin etmek ve o menfaatlerin düzenli ve muntazam bir şekilde bahşedilmesi için; kanunlar, yollar göstermek hikmetini de içine alır. 47 Bu kanun(lar) ebedi mutluluğu temin etmeyi hedeflediği için kendilerinden hakkıyla faydalanma konusunda öncelikle kulun tercihinin önemli bir yer tutar. Bu şöyle izah edilir: Beşer ruhunda sürekli birbirine zıt gibi görünen iki his vardır. Birisi hürriyet ve ihtiyar, diğeri ise vazife hissidir. Eğer insanlarda bu iki histen ikisini de mutlak olmak üzere kabul edecek olursak her ikisinin de yok oluşuna hükmetmiş olacağız. Çünkü vazife mecburiyet demektir ki, hürriyet ve ihtiyar bunun zıddıdır. İnsan vazifeli ise hür değil, hür ise vazifeli değildir. Halbuki insan her ikisidir. 48 (İnsanın kendi yapısı bu kıvamda olduğu için) İşte İslam, insana kendisini bu fıtratta tanıtır. Onu hem hürriyet zevkinden hem de vazife feyzinden çok kolay istifade edeceği bir ana kanuna davet eder ki bu kanun Allah’a karşı kulluk, başkalarına karşı da hürriyet kanunudur. Bu kanun, şuurlu şuursuz bütün vazifeleri tek bir bakış açısına irca ederek hem uygulanmasını kolaylaştırır hem de zorunlu fiiller ile iradeli fiillerin tam bir ahengini devam ettirerek insanları asli fıtratlarından şaşırtmaksızın sonsuz terakkilere doğru ilerletir. 49 Bu sonsuz terakkiler ebedi mutluluk demektir. Hak kanununa hür bir ifade ile uymaktan hasıl olan bu mutluluk Yazır’da şöyle ifade edilir: Hak Teala beşerin mutluluğunu ibadet kanununa bağlamış ve bu kanunun uygulamasını da beşerin seçimine bırakmıştır. 50 Yazır, “Hz. Muhammed Aleyhisselam’ın Dini İslam (3)”, Makaleler I/29. Yazır, agm., I/31. 49 Yazır, agm., I/34. 50 Yazır, “İlhad Ne Büyük Cehalettir (6)”, Makaleler, I/172. 47 48 Mehmet DEMİRCİ 3. Hak Dini Yazır, ilimde olduğu gibi dinde de Hakka izafetin gereği ve önemine ilişkin açıklamalarda bulunur. O, tabi olsun şer’i olsun bütün kanunların koyucusunun Hak olduğunu ifade etmişti. Yine Yazır’ın ifadelerine göre din, bir kulluk demek Sayfa | 76 olup ancak ilmi yönü bulunan bir kulluktur. Ona göre din itidalli ilim adamlarının kabul edecekleri bir emre uyma bir kulluktur. Çünkü o hakka tapmaktır. Yazır’ın ifadelerinde geçen ilmi yönü bulunan kulluk ifadesi, dinin hakka izafeti gerçeğini ifade etmesi bakımından önemlidir. Çünkü tapmak, itaat etmek Hakka yapılan bir eylem ise buradaki hak ile olan ilişki, ilmi yönü içine alan bir kulluk anlamına gelmektedir. Bir önceki bölümde geçtiği üzere bir şeyin hakka izafeti o şeyde kendi izafimümkün varlığından önce hakkın varlığının hakim olmasını sağlamaktadır. İşte hakkın bir şeydeki tecellisi, onu mutlak şahsiyet sahibi bir nitelik olmaktan çıkarıp ona ilmi bir nitelik kazandırmaktadır. Din kanunu da hakka tapmak demek oluşu dolayısıyla ilmi hüviyeti haiz bir kulluk niteliğindedir. Din kanununun hakka izafeti, bu kanunun vaz’ı ilahi (ilahi kaynaklı) bir nitelikte olduğunu gösterir. Bu vaz’ı ilahide beşer iradesinin etkin olmaması onun belirgin özelliğidir. Yazır bunu şöyle dile getirir: Vaz’ı ilahi ile vaz’ı beşerin önemli farkı, o mevzuun tecellisinde beşer iradesinin etkin olmamasıdır. Yoksa vaz’ı ilahinin behemehal harici beşeriyette tecellisi şart değildir. 51 Vaz’ı ilahi olan bir dinin diğer belirgin bir özelliği ise hak ve hakikati akaidinin başına yerleştirmiş olmasıdır. Dinin tarifini açıklarken o bunu şöyle izah eder: Din akıl sahiplerini kendi iradeleriyle bizzat hayırlara ulaştıran bir vaz’ı ilahidir. Burada biraz duralım. Bu, öncelikle hak dinin bir tarifidir. Çünkü bizzat hayra (doğru) gerçek sevk ancak ondadır. Batıl dinlerde ise bu sevk vehmî olur. Mesela kendi bakış açısına göre bir hayır gibi yalana, yalancılığa ve hırsızlığa teşvik edebilir, çünkü hak ve hakikati akaidinin başına koymuş değildir. 52 Yazır vaz’ı ilahinin zuhurunda vahyin rolüne şöyle işaret eder: İnsani ruhtaki tecellilerin önemli bir kısmı vaz’ı beşeri değildir. Binaenaleyh, hak dini teşkil eden hitap ve vaz’ı ilahi evvela fıtrat levhi mahfuzunda kulun çabası olmaksızın ve Allah’ın iradesini gösteren bir zorunluluk ile sabit olur da, bizzat hakka nispeti ile külli ruhu temsil eden bir kudsi ruhta bütün açık delillerin 51 52 Yazır, Hak Dini, I/87. Yazır, age., I/83. Hamdi Yazır’da Hak Kavramı prensiplerini ihtiva eden görünür ve zaruri bir ilmi yakin ve açık bir vahiy ile aşikar hale gelir. 53 Yazır “fıtrat levhi mahfuzu”, “külli ruhu temsil eden kudsi ruh” ile peygamberlik vicdanını ve peygamberi kastetmekte, buradaki vahiy de bu vaz’ı Sayfa | 77 ilahinin ortaya çıkışını ifade etmektedir. Yazır vaz’ı ilahinin vahye mazhar olmayan diğer insanlar tarafından nasıl anlaşılacağını sorarak bunu şöyle cevaplandırır: Delillerle anlaşılır ki bunların en kuvvetlisi Kur’an gibi hitabullahtır. Kalp ve akıl bu hitabı zorunlu olarak veya akıl yürütmeyle anlar. Bu noktada bazı filozoflar vicdani zevki yeterli görürüler. Fakat bu çok sübjektiftir. Her şahsın kendine mahsus bir vicdan zevki olduğu için bu fertler sayısınca din var etmektir. Halbuki Hak bir olduğu gibi hak din de birdir. Ve Hakkı bulmak için vicdanın ötesine bir nazar atfetmek icap eder. Şu halde kuşatıcı vicdanı veya bunu temsil eden bir kuşatıcı ruhu bulmak ve o ruhun kalbini ölçü olarak almak zaruri olur. Diğer bazıları aklı ölçü alarak yalnız akla müracaat etmişler ve aklın hak ve hayırda yegane hakim olduğunu zannetmişlerdir. Çünkü akıl şahıs değildir. Nitekim Hak bir olduğu için aklın yolu birdir deriz. Fakat akıl en iyi bir idrak vasıtası olmaklar beraber kalp meselelerinde hakim olamadığından ruhun bütün mevcudiyetine intibak edemez. O halde vaz’ı ilahi evvelemirde insani ruha bütün mevcudiyeti ile mutabık görünür ve aşikar bir zaruri ilim ile tecelli etmelidir ki, bu tecelli bizzat Hakkın vaz’ ve hitabı olduğu kendi kendine belirgin ve aşikar olsun. İşte bu zaruri ilme şer’î dilde vahy, ve bu mazhariyete de nübüvvet denir. İşte hak din, başlangıçta nübüvvet denilen böyle bir vaz’ı ilahi ile sabit olur ve bu tecelli beşerde zuhur eder de vaz’ı beşeri olmaz. Doğrusu beşer ruhu hak ilminde fail değil kabildir. Malumat uydurulmaz alınır. 54 Buna göre vaz’ı ilahi diğer insanlar tarafından peygamberler vasıtasıyla anlaşılabilir. Yazır bu kanunun vaz’ı ilahi olduğunu vurgulamak için peygamberlerin rolüne şöyle dikkat çeker: Yüce Peygamberlerin hiçbirisi din vaz etmemiş, nakl ve tebliğ eylemiştir. Nitekim (haklarında) mecazen mucit ve muhteri (icat eden) kelimeleri kullanılan dahi bilginlerin yaptıkları da birer keşiften başka bir şey değildir. 55 Yazır, age., I/87. Yazır, Hak Dini, I/86-87. 55 Yazır, “Hz. Muhammed Aleyhisselam’ın Dini İslam (1)”, Makaleler, I/22. 53 54 Mehmet DEMİRCİ Din, hakkı bulmak ve tanımak demektir. Hak dinini tanıtanlar ise filozoflar değil, peygamberler ve evliyadır. Filozoflar bu bapta, peygamberlerin talimatını, öğrettiklerini izah ve tatbik ile hakîm ve veli olabilirler. 56 Bu ifadelerle vaz’ı ilahi karşısında peygamberler ile hakim ve velilerin rolleri Sayfa | 78 hatırlatılarak, dinin hakka nispeti bir kez daha vurgulamıştır. Peygamberlerin vaz’ı ilahiye mazhar olmaları ise onların külli vicdanı mükemmel olarak temsil eden bir külli ruha sahip bulunmaları olarak gösterilmiştir. 57 İşte bir dini hak dini yapan unsur, onun fıtrat levhi mahfuzuna doğru enfüsi bir yolculuk yaparak vahiy gibi bir bilgiye ve nübüvvet gibi bir mazhariyete sahip bir şahsiyette ortaya çıkmış olmasıdır. 4. Hak Dinini Temsil Eden İslam Yazır’ın vaz’ı ilahi nitelikte olan hak dinin özellikleri ve hakka izafet yönleri bu dinin vahiy yolu ile külli ruhu temsil eden peygamberlerde zuhuruna dair açıklamalarına yer verdikten sonra, onda vaz’ı ilahiyi başka bir ifadeyle hak dinini temsil eden kanunun özel ismi olan İslam’ın nasıl tanıtıldığına göz atalım: Bu kanunun dindeki yansıması, örneği ise İslam’dır. O yüzden İslam bir hak dinidir. Yazır, İslam dininin tarifi hakkında şunları kaydeder: Fatiha suresinin son üç ayetinde hak yolunun ve İslam dininin efradını cami ağyarını mani tam bir tarifi, tasvirine doyulmaz bir belagat ile tespit edilmiştir. Gazaba uğratmadan, dalalete düşürmeden doğruca ve selametle Allaha ve Allahın nimetlerine götüren büyük, aşikar, düz, doğru, hak yolu, istikamet yolu. İşte İslam dini böyle hak bir kanundur. 58 Buna göre asıl İslam dini, ilahi nimetlere ulaştıran dosdoğru yodur. Bu tarif Fatiha suresinden açıkça anlaşılmaktadır. 59 Yazır bu tarifi İslam dininin özel manası olarak takdim etmektedir. Yazır İslam dininin hakka nispetini şöyle ifade eder: İslam mutlak anlamda itaat etmek, boyun eğmek, ihlas… demek olacağı cihetle her hangi şeye olursa olsun boyun eğmek ve samimiyet hakkında kullanılır. Fakat Kur’an dilinde ve din örfünde İslam, mutlak anlamda boyun Yazır, “Dibace”, Metalib ve Mezahib: Metafizik ve İlahiyat, s. 36. Yazır, Hak Dini, I/86. 58 Yazır, İslam dininin hak bir kanun oluşuna tarihi şahit olarak göstererek şöyle diyor: Bunda şüphe edenler misali şuhûdî ve tecribîsini Hatemü’l-enbiya Muhammed Mustafa (sav) efendimizle eshabı kiramın bu (hak kanununa uymak) saye(sin)de mazhar oldukları ilahi nimetlerin azamet ve kutsiyetini tarihte gözleri kamaşa kamaşa okuyabilirler. Elhamdülillah kitabı ilâhî bir harfine bile halel gelmeksizin aynen mevcut ve Nebevî sünnet de muhafaza edilmiş olduğundan İslam dininin hakikatine hiçbir inhiraf hiçbir dalâl arız olmamıştır. Ve bu suretle bizim için ilim-din, akıl-nakil ile memzuçtur. (Yazır, Hak Dini, I/143-144.) 59 Yazır, “Hz. Muhammed Aleyhisselam’ın Dini İslam (2)”, Makaleler, I/27. 56 57 Hamdi Yazır’da Hak Kavramı eğmek değil, hakka boyun eğmek, Allah’a boyun eğmektir… İlmi bir ifadeyle elislam’daki elif-lam bir manayı ahdiyi (niteliği bilinen bir teslim olmayı) bildiriyor. 60 Bu vicdanı başka bir ifadeyle ‘hakperestlik’ şeklinde özetleyebiliriz. Mutlak Sayfa | 79 Hak olan Cenab-ı Allah’ın birliğine inan eden bir vicdan hakikatlere kendi bakış açısına göre değil, ilahi nazara göre bir kıymet verir ve bu kıymeti haiz herhangi bir hak emrini inkar ve ihmal etmekten haya eder. Binaen aleyh hak ve hakikat sevgisi birleşmiş olan kalplerde taassuba yer kalmaz. “Peygamberini hidayet ve hak dinle gönderen O’dur” 61 ayetinde dinin hakka izafeti bu bakış açısını ortaya koymaktadır. Buna binaen Kur’an-ı Kerim “Ey Ehli Kitab! Neden hakkı batıl ile karıştırıyor ve bile bile hakkı gizliyorsunuz” 62, “Ey Ehli Kitab! Dininizde aşırı gitmeyin ve Allah hakkında haktan başkasını söylemeyin” 63, “Ey Ehli Kitab! Dininizde hakkın dışına (çıkarak) haddi aşmayın” 64 mealindeki ayetlerde taassubu ve aşırı gitmeyi yasaklayarak hakta ısrarı tavsiye etmiştir. 65 “İslam, yegane hayrı daima hakta tanımıştır. Hak olmayan şeyde hayır gözetmemiştir.” 66 Yazır “iman” ile “istikamet”i İslam dininin ünvanı ve remzi saymaktadır. İman ile istikamet İslam dininin ünvanı ve remzi sayılabilecek en büyük özelliklerdendir. Nitekim birisi Resulü Ekrem (s.a.v.)’in huzurlarına gelerek “Ya Resulellah, dini bana bir ta’rif et ki, bundan sonra kimseye sorma ihtiyacı hissetmeyeyim” dediği zaman Resulullah (s.a.v.) “Allah’a inandım de, sonra da istikameti takip et” 67 buyurmuşlardır. 68 Böyle bir hak kanununa sahip olan Müslümanların bu kanuna karşı nasıl bir tutum içinde olmaları gerektiğini belirtmeden önce beşerin kanunlar karşısında biri vicdani diğeri de ameli olmak üzere iki yönlü ilişkisi bulunduğunu belirtmiş olduğunu hatırlatalım. Müslümanın hak kanunu olan İslam karşısındaki vicdani ilişkisini şöyle izah eder: “Allah katında razı olunan din olan İslam, ne olursa olsun boyun eğmek ve körü körüne itaat demek olmayıp ancak Cenabı Hakk’a boyun eğmek manasına raci olduğundan nezdi ilahide hak olan şeylere boyun eğerek hak ehli ile tam bir dostluk ve barış üzere yaşamak, gayri meşru zevklerden ve batıl arzulardan Yazır, agm., I/24-25 Tevbe, 33. 62 Ali İmran, 71. 63 Nisa, 171. 64 Maide, 77. 65 Yazır, agm., I/26. 66 Yazır, agm., I/26. 67 Müslim, Ebu’l-Huseyn Müslim b. El-Haccac, Sahihu Müslim, İman, 13, c.I, s. 39, Riyad, 2006. 68 Yazır, “Hz. Muhammed Aleyhisselam’ın Dini İslam (4)”, Makaleler, I/39. 60 61 Mehmet DEMİRCİ kaçınarak gayri meşru zevk ve arzu sahiplerine karşı mücahedede bulunmak vicdanına müncer olur. Bu vicdanı başka bir ifadeyle hakperestlik diye telhis edebiliriz. Mutlak hak olan Cenabı Allah’ın birliğine iman ile nasiplenmiş bir vicdan hakikatlere kendi Sayfa | 80 bakış açısına göre değil, nazarı ilahiye göre bir kıymet verir ve bu kıymeti haiz her hangi bir hak emrini inkar ve ihmal etmekten haya eder.” 69 Bu vicdani ilişki, özellikle din kanununda çok daha belirgin bir şekilde kendisini hissettirir. Hatta Yazır, son yüzyıllarda İslam milletlerindeki geriliğin sebebini, hak kanununa karşı toplumsal vicdani ilişkinin zayıflaması olarak gösterir: İslam milletlerinde görülen gerileme ise, dine karşı hassaslığın azalması, aşk ve zevkin sönmesi ve akidelerin donmuş bir hale gelmesi yüzündendir. İslam akidelerinin akla uygunluğu Allah’a şükür her zaman sabit ve emin olup tecrübe ile görülmüş iken bu itikat esaslarının namzet bulunduğu ilmi gelişmelerden ve ameli neticelerden mahrum kalınması dine karşı hassaslığa gereği gibi dikkat edilmemesinden ileri gelmiştir. 70 Yazır, kanuna karşı olan vicdani ilişkiye böyle temas ettikten sonra kanuna uymak demek olan ameli ilişkiyi yani istikamet ilişkisini şöyle ifade eder: Alemde ben Allah’tan başkasına hürriyetimi vermem, ancak ona ve onun emrine boyun eğerim. Taatı sever isyandan nefret ederim. Hayra koşar şerden sakınırım. Hayrın başını da hakta bilirim… Hayır ile haksızlıklara göğüs gererim. Katlanamaz geremezsem ölürüm, onun emri zaten öleceğim evvelim hak ahirim hak olur, haktan gelir hakka giderim. İşte ben hakkın böyle bir kuluyum. 71 Yazır kanun ile kanuna uymanın aynı şeyler olmadığını şu şekilde izah eder: Din, hak kanunudur. Fakat din adına yapılanlar noksandır ve doğru olmayabilir. İlim ve fendeki her hak kanun da böyle değil midir? İnsanlar, kendilerini hakkın kanununa uydurmakla yükümlü iken, o hak kanununu kendilerine uydurmaya çalışırlarsa kusur o kanunun değil o insanın olur. 72 Ancak Yazır, böyle bir hak kanunu olan dinin her ne zaman doğru bir şekilde uygulandığı takdirde aynı neticeyi vereceğini şöyle ifade eder: Bunları (bu kanunları) samimiyet ve doğrulukla tatbik edecek olan toplumların tecrübe ile sabit olan aynı neticeleri elde edeceklerinden şüphe etmek için hiçbir hak yoktur. İlim ve fen adına böyle bir şüphe ortaya atmak, dün Yazır, “Hz. Muhammed Aleyhisselam’ın Dini İslam (2)”, Makaleler I/26. Yazır, “Dibace”, Metalib ve Mezahib: Metafizik ve İlahiyat, , s. 54. 71 Yazır, Hak Dini, I/103.. 72 Yazır, age., I/144. 69 70 Hamdi Yazır’da Hak Kavramı beni aydınlatan güneşin yarın aydınlatamayacağını iddia etmek gibi, tümevarım kanununu inkar etmektir. Fakat ilim ve fende tecrübe ve tümevarım kanununa pek büyük önem veren Avrupalılar, bu tümevarımımı yerinde yapmayarak fikirleri karıştırıyorlar. 73 Yazır, İslam dininin hak bir kanun oluşuna tarihi şahit olarak göstererek şöyle diyor: Bunda şüphe edenler, bunun görülmüş ve tecrübe edilmiş örneğini peygamberlerin sonuncusu Muhammed Mustafa (sav) efendimizle eshabı kiramın bu (hak kanununa uymak) saye(sin)de mazhar oldukları ilahi nimetlerin azamet ve kutsiyetini tarihte gözleri kamaşa kamaşa okuyabilirler. Elhamdülillah kitabı ilâhî bir harfine bile halel gelmeksizin aynen mevcut ve Nebevî sünnet de muhafaza edilmiş olduğundan İslam dininin hakikatine hiçbir inhiraf hiçbir dalâl arız olmamıştır. Ve bu suretle bizim için ilim-din, akıl-nakil ile birbirine mezcedilmiş vaziyettedir. 74 Yazır’a göre İslam söz konusu özellikleri dolayısıyla hak dinini temsil etmektedir. 5. “Hak Dini”-“Kur’an Dili” İlişkisi Hakka ait olan bu din kanununun behemehal harici beşeriyette tecellisinin şart olmadığını belirten Yazır, bu kanunun başlangıçta zaruri bilgi olan vahiyle ve nübüvvet gibi bir mazhariyetle beşerde tecelli edeceğini belirtmişti. Artık beşeriyette zuhur edince bu vaz’ı ilahi bir dilde ifadesini bulur ve kendisinin bir dili olmuş olur. Yazır, vaz’ı ilahinin nasıl anlaşılacağını sorusunu cevaplarken “delillerle anlaşılır ki bunların en kuvvetlisi Kur’an gibi hitabullahtır” 75 ifadesini kullanmıştı. Buna göre Kur’an dili vaz’ı ilahi olan Hak dinin dil düzeyindeki bir yansımasıdır. Dil düzeyindeki bu yansımanın, “Rahman. Öğretti Kur’anı. Yarattı insanı. Belletti ona güzel beyanı” 76 mealindeki ayetlerde ifade edildiği üzere, kendisine beyan öğretilmiş külli ruhu temsil eden bir peygamber 77 tarafından okunması neticesinde ortaya çıkan ifade biçiminin adı Kur’an dilidir. Buradaki “beyan”ı Yazır şöyle açıklar: Konuşma ve lisan nimetini belletti ki, ilim ve Kur’an öğretimi nimeti de bununla meydana gelir. Hz. Adem (a.s.) Yazır, age., I/144. Yazır, age., I/144. 75 Yazır, age., I/86. 76 Rahman, 1-4. 77 Bazı alimler bu ayetteki “İnsan” ile kastedilenin Adem (a.s.), bazıları da Kur’an’ın işaretiyle Muhammed (s.a.v.) olduğunu söylemişlerse de hepsini içine almak üzere insan cinsi olması daha doğru olabilir. Mamafih Kur’an’ın talimine mahall olan insanı kamil murad olunması da melhuzdur. (Yazır, Hak Dini, 6/4663.) 73 74 Sayfa | 81 Mehmet DEMİRCİ yaratıldıktan sonra kendisine isimlerin öğretilmesi sayesinde meleklerin bilemediklerini bildi onların eremediklerine erdi. Peygamberlerin nübüvvete mazhar olması, Allah tarafından tebligat yapabilmeleri, Kitaplar getirmeleri, ümmetlerin onlardan istifade edebilmeleri hep beyan ilmi ve dil nimeti Sayfa | 82 sayesinde olduğu gibi; Kur’an’a ve Kur’an’ın tefsir ve tercümesi nimetine kavuşabilmemiz ve ondan istifade etme derecemiz de o nimetten aldığımız hissemiz oranındadır. 78 Kendisine beyan öğretilen külli ruhu temsil eden Hz. Muhammed Mustafa’yı (s.a.v.) ve onun bu özelliğini Mevlana şöyle anlatır: “Malı çalışıp didinen elde eder. Bir defineye rastlayan kişi, pek azdır. Nerede Hz. Mustafa ki, mübârek bedeni can olsun da, “Cenâb-ı Hakk ona Kur’ân’ı öğretti” sırrına ersin.” 79 Mevlana (k.s.) bu beyitte Kur’an dilinin seçilmiş bir şahsiyette (Hz. Mustafa s.a.v.) öğretme yoluyla ifadesini bulduğuna dikkat çekmiştir. Rahmani bir talim ile öğretilen Kur’anın kendine has bir ifade biçimine sahip olması, aynı zamanda onun ilim ve sanatı birleştiren bütüncül bir dil yapısına sahip olması dolayısıyladır. Yazır bunu şöyle ifade eder: Kur'an ne bir fen kitabı ne de bir şiir divanıdır. Fen ve şiirin üstünde ledünni bir nazımdır. Bundan dolayı mucizedir. Ona sırf bir fen kitabı gözüyle bakılırsa sanatı karşısında ümitsizliğe düşülür. Bir şiir kitabı gözüyle bakılırsa ilmiliği karşısında hayal kırıklığına düşülebilir. 80 Kur’an dili, birleştirici bu özelliğini hak dininin kendisinden almaktadır aslında. Çünkü Kur’anın dili ile tercümanlık ettiği din de, “ne fen, ne de sanattır. Fen ve sanatın hem başı hem de sonu olan doğuşta mevcut bir temeldir. 81 Bu temeli ifade ettiği için Kur’an dili, fen ve şiirin üstünde ledünni bir nazımdır. Kur’an dilinin bu bütüncül yapısı, diğer taraftan hadisi şeriflerde geçen “cevâmiu’l-kelim” kavramını hatırlatmaktadır. Hz. Peygamber (s.a.v.) “Ben cevâmiu’l-kelim ile gönderildim” 82 buyurmuştur. Hadis şarihlerine göre buradaki cevâmiu’l-kelim’den maksat Kur’an’dır. 83 Yazır, Hak Dini, VI/4663. Mevlana Celaleddin Rumî, Mesnevi, Terc: Şefik CAN, c. III, s. 59, Byt no: 592, İstanbul, 2004. 80 Yazır, “Dibace”, Metalib ve Mezahib: Metafizik ve İlahiyat, s. 44. 81 Yazır, age., s. 44. 82 Buhari, Ebu Abdillah Muhammed b. İsmail el-Buhari, el-Camiu’s-Sahih, el-İ’tisâm bi’s-sünne, Bab: 1, c. IV, s. 358, Kahire, h. 1400. 83 İbn Hacer Askalânî, Fethu’l-Bârî, c. 13, s. 261, Riyad, 2001. 78 79 Hamdi Yazır’da Hak Kavramı İbn Arabî’ye göre Resulullah (s.a.v.)’in Rabbine doğru olan delillerin en belirgini olması, Ademin (a.s.) isimlerinin müsemması olan cevâmiu’l-kelim’in kendisine verilmesi sebebiyledir. 84 Bu cevâmiu’l-kelim sayesinde Allah’ın bir kelimesi olan İsa (a.s.)’da harika Sayfa | 83 olan hususlar Kelimelerin kendisinde toplandığı Muhammed (s.a.v.)’de bir sünnetüllah olmuştur. Yazır bunu şöyle ifade eder: Ölüleri diriltmek İsa (a.s.)’da bir mucize Muhammed (s.a.v.)’de ise bir kanundur. 85 Rahmanî öğretim ile öğretilen Kur’an dili sayesinde Hz. İsa (a.s.) gibi bir peygamberde harikalar yardımıyla münferit olarak tecelli eden hususlar, Hz. Muhammed’de (s.a.v.) sünnetullah olarak tecelli etmiştir. Bu tecelli de Kur’an dilinde ifadesini bulmuştur. İşte Kur’an dili, fen ile sanatı, harika ile sünneti birleştiren apayrı bir nazımdır. Yazır’ın Kur’an Dili ifadesini kullanırken referans aldığı ayetlerden birisi “Ve işte biz o Kur’an’ı Arapça bir hüküm olarak indirdik” 86 mealindeki ayeti kerimedir. O, ayetin tefsirinde şunları kaydeder: Kur’an, Arap diliyle ifade edilmiş ve bu şart ile bütün ihtilaflara hakim bir kanun, incelikleri çözmede bir hikmet olarak indirdik onu. 87 Buradaki ihtilaflara hakim kanun ifadesi vaz’ı ilahi’yi yani hak dinini hatırlatmakta; bu amaca yönelik olarak onun hakkında “indirme” ifadesi de Kur’an dilini hatırlatmaktadır. Yazır, Hak dininin ifadesi demek olan Kur’an dilinin Arapça olması özelliğine şöyle açıklama getirmektedir: Kur’an’a Kur’an isminin verilmesi bizzat nazmı itibariyledir. “Biz onu Arapça Kur’an olarak indirdik” 88 buyrulmuştur. Şu Arapçadır şu Türkçedir denilen ise lafızlardır. Çünkü mananın bir dile tahsis edilmesi söz konusu olmaz. Manası itibariyle Kur’an, daha ziyade “Furkan, Hüda, Nur vb.” isimlerle isimlendirilmiştir. Ve bunlar, Arapça olmakla nitelendirilmemiştir. Kur’an’ın bir ismi de “hüküm”dür. Bu da hem nazım hem de mana itibariyledir. 89 Yazır’a göre Kur’an’a isim olan “hüküm” kelimesi, hem vaz’ı ilahi olan hak dinine hem de bu kanunun diline vurgu yapan çift yönlü bir anlama sahiptir: İşte Kur’an böyle her kitabın üstünde ve bütün milletler üzerinde hakim bir hak Kitaptır. Bununla beraber Arapçadır. Arap dili ile nazil olmuş ve dile getirdiği hak hükümleri Arapça olarak ifade edilmiştir. Muhyiddin İbnü’l-Arabî, Fususu’l-Hikem, s. 214. Beyrut, ty. Yazır, Hak Dini, II/1114. 86 Ra’d, 37. 87 Yazır, Hak Dini, IV/2997. 88 Yusuf, 2. 89 Yazır, Hak Dini (Mukaddime), I/12. 84 85 Mehmet DEMİRCİ Sayfa | 84 Ayette geçen “hükmen” ifadesi hak hükümlerine başka bir ifadeyle hak kanununa, “arabiyyen” ifadesi ise bu kanunun diline işaret etmektedir. Yazır’ın Kur’an’ın “hüküm” ismiyle dikkat çektiği hususun bu olduğunu söyleyebiliriz. SONUÇ Elmalılı Hamdi Yazır’ın “Onlara dış dünyada ve kendi içlerinde delillerimizi öylesine göstereceğiz ki sonuçta O’nun hak olduğunu anlayacaklar” (Fussilet, 53) ayetinde sözü edildiği şekilde hakka doğru biri âfâki diğeri enfüsi olmak üzere iki boyutlu bir ilim yolculuğu içinde olduğunu gördük. Bunlardan âfâki olanının güzergahı fizik alem olup buradan elde edilen bilgilerin hak ile mutabakatından fizik kanunları ortaya çıkar. Hak yolculuğunun ikinci boyutu ise enfüsi olanıdır. Metafizik alana doğru gerçekleşen bu yolculukta ferdin vicdanının hak ile münasebeti ve onun hakka olan izafeti önemli olup bu izafetin kuvveti oranında hakkın enfüsi ayetleri/kanunları demek olan din kanunları o vicdanda tecelli eder. Her iki alanda da hakka izafet önemlidir. Yani fizik ya da metafizik her iki alan da varlığını hak’tan alıp hak ile varlık kazandıkları gibi bu iki alana dair bilgilerin de hakka nispetle bir geçerliliği söz konusudur. Dolayısıyla hak, fizik olsun metafizik olsun her iki alanın da varlığının temeli, bilgilerinin doğruluğunun da teminatıdır. Hamdi Yazır’ı önemli kılan şey, hak kavramını merkeze koymak suretiyle fizik alemde bilginin yerini, metafizik alemde ise dinin yerini tutarlı bir şekilde tespit etme çabası içinde olmasıdır. Yazır’a göre metafizik alanın bilinip idrak edilmesine doğru giden enfüsi yolculukta vicdan önemli bir yer tutar. Bu idrak yolculuğu, külli ruhu temsil eden ve toplum vicdanının tamamını kapsayacak derecede geniş bir yapıda olan “cevâmiu’l-kelim” sahibi bir peygamber önderliğinde başlar ve oradan kendisini örnek alacak bir toplumun/ümmetin vicdanına doğru yayılırsa bu “Hak Din” olarak adlandırılır. Yazır’ın ilmi çabasının önemli bir kısmı, hakkın metafizik alandaki kuralları demek olan “Hak Dini”nin anlaşılmasına ve bu kuralların cevâmiu’l-kelim nitelikte bir ifade biçimi olan “Kur’an Dili”nin anlatılmasına ayrılmıştır. Bu yüzden onun ilmi hayatının en kapsamlı çalışmasının adı “Hak Dini Kur’an Dili” olmuştur. Hamdi Yazır’da Hak Kavramı KAYNAKÇA Beyzâvî, Ebu Saîd Nasırüddin Abdullah b. Ömer b. Muhammed, Envâru’t-Tenzil ve Esrâru’t-Te’vil, Beyrut, ty. Bilgin, Mustafa, “Hak Dini Kur’an Dili”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, İstanbul, 1997. Sayfa | 85 Buhari, Ebu Abdillah Muhammed b. İsmail el-Buhari, el-Camiu’s-Sahih, Kahire, h. 1400. Cürcânî, Seyyid Şerif, Kitabu’t-Ta’rifât, Beyrut, 1985. Çağrıcı, Mustafa, “Hak”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, İstanbul, 1997. Ebu Hayyan, el-Bahru’l-Muhit, Beyrut, 1993. Ebu Hilal el-Askerî, el-Furûku’l-Lügaviyye, Kahire, ty. Ebu’l-Bekâ, el-Külliyyât, Beyrut, 1998. Fârâbî, Ebu Nasr el-Farabi, Medinetü’l-Fazıla, Beyrut, 1986. Halil b. Ahmed el-Ferâhidî, Kitabu’l-Ayn, Beyrut, 2003. İbn Hacer Askalânî, Fethu’l-Bârî, Riyad, 2001. Mevlana Celaleddin Rumî, Mesnevi, Terc: Şefik CAN, İstanbul, 2004. Muhyiddin İbnü’l-Arabî, Fususu’l-Hikem, Beyrut, ty. Müslim, Ebu’l-Huseyn Müslim b. El-Haccac, Sahihu Müslim, Riyad, 2006. Rağıb el-Isfahânî, el-Müfredat fi Ğaribi’l-Kur’an, Beyrut, ty. Taftazânî, Sa’düddin, Şerhu’l-Akâidi’n-Nesefiyye, Kahire, 1988. Tehânevî, Keşşâfu Istılahâhti’l-Fünun ve’l-Ulum, Beyrut, 1996. Yavuz, Yusuf Şevki, “Elmalılı Muhammed Hamdi”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, İstanbul, 1995. Yazır, Elmalılı Muhammed Hamdi, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul, 1935. Yazır, Makaleler, I-II, İstanbul, 1997. Yazır, “Dîbâce”, Metâlib ve Mezâhib: Metafizik ve İlahiyat, İstanbul, 1978. Zebîdî, Muhammed Murtazâ el-Huseynî, Tâcu’l-Arûs, Kuveyt, 1989; Zemahşeri, el-Keşşaf, Riyad, 1998.