Son Dönemeç 7 Haziran Türkiye kritik bir seçime doğru gidiyor. Siyasi partiler milletvekili adaylarını belirledi ve halkın beğenisine sundu. Parti liderleri ilan etikleri seçim beyannamelerini, miting meydanlarında her gün halka anlatıyorlar. Son on yıldaki seçimlerin hepsi önemliydi. Ama bu seçim pek çok yönüyle bir ilk ve gerçekten de tam bir dönüm noktasıdır. Zira Türkiye ya siyasi istikrarını koruyarak kaldığı yerden demokratik reformlarına devam edecek ya da 1990’lı yıllarda olduğu gibi koalisyonlara geri dönüp yerinde saymaya ve patinaj yapmaya başlayacak. Dileğimiz güçlü Türkiye adına istikrarın devam etmesidir. Tüm dünya ciddi bir siyasi ve ekonomik krizle boğuşurken, Orta Doğu ve İslam dünyası içten içe yanarken yüz yıldır ilk kez siyasi ve ekonomik anlamda kendi ayakları üzerinde durmaya başlayan Türkiye’nin yoluna devam etmesi gerekiyor. Gezi olayları ve 17-25 Aralık ile devam eden iç ve dış operasyonlara direnebilmesi ve başta İslam dünyası olmak üzere tüm mazlumların ümidi olmayı sürdürebilmesi için Türkiye’nin istikrarı bozulmamalıdır. Zira son on yılda demokratik güçler eski Türkiye’yi tasfiye için önemli bir dayanışma sergilediler ve vesayetin geriletilmesi hususunda başarılı da oldular. Ancak Türkiye’nin elde ettiği demokratik kazanımları kalıcı kılabilmesi için şimdi kurumsal inşa sürecini başlatması gerekiyor. Çözüm sürecinin geleceği, darbelerin yolunu kapatacak yeni bir anayasanın yapımı ve siyasi istikrarın sigortası olarak görülen başkanlık sistemine geçişin yolu “demokratik devrim” hikayesinin devam etmesine bağlıdır. Tarihin bu kritik konjonktüründe yapılacak olan seçimlerde tek bir oy dahi önem addediyor. HDP’nin ilk kez parti kimliği ile gireceği seçimlerde % 10 barajını geçmesi durumunda iktidar partisinin Anayasayı değiştirecek güce ulaşması kolay olmayacaktır. CHP ilginç şekilde ilk kez ideolojik temelde siyaset yapmıyor; daha çok sosyo-ekonomik sorunların çözümüne yönelik popülist söylem ve önerilere dayalı bir seçim kampanyası yürütüyor. AK Parti ise ilk kez Erdoğan’sız bir seçime giriyor. Önümüzdeki seçimlerin bu anlamda yeni genel Başkan Davutoğlu için de bir siyasi test niteliği taşıdığında hiç şüphe yok. Pek çok sürprize açık, çok bilinmeyenli bir denkleme dönüşen parlamento seçimlerinin yapılacağı 7 Haziran günü herkes için gerçekten çok uzun olacak. Yalnızca Türkiye’de yaşayanlar değil, küresel ve bölgesel aktörler ile Suriyeli mülteciler gibi seçimlerin gündemine oturan mazlum halklar için de 7 Haziran seçimleri önemlidir. 24 Nisan tarihinde arka arkaya “Ermeni soykırımı” açıklamaları yapan Batılı aktörlerin amacı yalnızca masum Ermenilerin acılarını paylaşmak değildi elbette. Tarih üzerinden Türkiye’yi köşeye sıkıştırmak ve mümkünse seçime giden Türkiye’deki ideolojik-siyasi akrabaları lehine Türk halkının iradesini etkileme çabalarıydı. Unuttukları bir şey varsa eğer, o da Anadolu insanının engin tarihi tecrübesi, güçlü basireti ve derin irfanıdır. Demokrasilerde herkes halkın ma’şeri vicdanına, sağduyusuna ve hakemliğine güvenmek zorundadır. Saygılarımla. Prof. Dr. Birol AKGÜN SDE Başkanı İÇİNDEKİLER STRATEJİK DÜŞÜNCE • SAYI: 66 • MAYIS 2015 61 Türkye Kmlk Poltkalarına Teslm Olacak Mı? Dr. Murat Yılmaz..................................................................................... 6 Yemen’de Hus Darbes ve Körfez Cephes’nn Zorlukları Doç. Dr. Ahmet Uysal ..........................................................................61 Seçme Gderken Abdulkadr Selv Röportajı................................................................... 9 Tanrısı Nemess Olanın Tarh Prof. Dr. Yasn Aktay ...........................................................................64 HDP’nn Seçm Beyannames Doç. Dr. Vahap Coşkun .......................................................................14 Batı’ya Nasıl Güvenelm K! (Ermen Soykırımı İddası) Prof. Dr. Talp Özdeş ............................................................................68 MHP’nn Seçm Bldrges Görücüye Çıkıyor... Prof. Dr. Turgay Uzun .........................................................................18 Kürt ve Alev Kmlğnde Kamufle Olmuş Gerçekler! Alper Tan ................................................................................................73 Seçmn Nabzı İhsan Aktaş Röportajı .........................................................................22 Küresel Ekonom Kan Kaybedyor Doç. Dr. Selm Kayhan ........................................................................78 CHP’nn Seçm Stratejs Herkes İçn Beklent Oluşturmak Prof. Dr. Bekr Berat Özpek ..............................................................28 Büyümedek Yavaşlamaya Neşter Prof. Dr. Muhsn Kar ............................................................................82 Balyoz’a Beraat: Vesayet Sstem Btt M? Aydın Bolat ............................................................................................32 Makbul Türkler’n, Makbul Kürtlerle Ateşten İmthanı Orhan Mroğlu .......................................................................................37 Çağlayan ve Fenerbahçe Saldırıları; Elektrklern Keslmes Aynı Merkezn İş M? Bülent Orakoğlu ...................................................................................40 İran-ABD (Batı) Barışının Muhtemel Küresel ve Bölgesel Etkler Prof. Dr. Brol Akgün............................................................................48 Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın İran Zyaret ve Türkye-İran İlşkler Doç. Dr. Mehmet Şahn.......................................................................53 Çn-İran İlşkler Doç. Dr. Erkn Ekrem...........................................................................56 Alt Yapıdan Üst Yapıya Geçş: GAP Yenden Doç. Dr. Bahar Burtan Doğan ...........................................................86 Papa’nın Soykırım İftrasının Ardındak Ekonomk Gerçekler Dr. M. Levent Yılmaz ...........................................................................89 Yüz Yıl Sonra 1915’ Konuşmak Basın Bldrs SDE Haber ..............................................................................................98 Uluslararası Surye Sempozyumu SDE Haber ........................................................................................... 101 Uluslararası İslamofob Çalıştayı SDE Haber ........................................................................................... 108 Dünyada ve Türkye’de 1 Mayıslar: Çalışanların 1 Mayıs’a Bakışları Panel SDE Haber ........................................................................................... 109 18 06 Stratejik Düşünce ve Araştırma Vakfı İktisadi İşletmesi Adına Sahibi Dr. Nurol Canbolat Genel Yayın Yönetmeni Prof. Dr. Birol Akgün www.sde.org.tr 32 Andreas Gross le Avrupa Üzerne Zeynep Songülen İnanç .....................................................................94 14 48 89 Yayın Kurulu Prof. Dr. Yasin Aktay Doç. Dr. Mehmet Şahin Dr. Murat Yılmaz Dr. Cemil Ertem Orhan Miroğlu Aydın Bolat Alper Tan 28 Danışma Kurulu Prof. Dr. Muhsin Kar Prof. Dr. Murat Çemrek Doç. Dr. Yusuf Tekin Doç. Dr. B. Berat Özipek Bülent Orakoğlu Dr. M. Levent Yılmaz Prof. Dr. Mustafa Aydın Prof. Dr. Şaban H. Çalış Prof. Dr. H. Tahsin Fendoğlu Prof. Dr. Haluk Alkan Prof. Dr. Talip Özdeş Prof. Dr. Ali Şafak Prof. Dr. Mehmet Şişman Prof. Dr. Osman Can Doç. Dr. Yaşar Akgün Doç. Dr. Caner Arabacı Dr. Zafer Aydın Ecemiş Mehmet Akif Ak Bayram Girayhan Veli Şirin Sinan Tavukcu Yazı İşleri Müdürü Mehmed Cahid Karakaya Yayın Asistanları Adem Karaağaç İbrahim Kaya Hasan Gökmeşe Reklam Sorumlusu Gamze Kılıç Fotoğraflar AA, İHA, ShutterStock Yönetim Yeri Ç. Emeç Bulv. A. Öveçler Mah. 4. Cad. 1330 Sokak No: 12 Çankaya / Ankara Tel: 0 312 473 80 45 Faks: 0 312 473 80 46 Tasarım-Baskı Başak Matbaacılık ve Tan. Hiz. Ltd. Şti. Tel: 0 312 397 16 17 www.basakmatbaa.com Bu dergi içeriğinin telif hakları Stratejik Düşünce Enstitüsü’ne ait olup 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu uyarınca kaynak gösterilerek kısmen yapılacak alıntılar dışında önceden izin alınmaksızın hiçbir şekilde kullanılamaz ve yeniden yayımlanamaz. Bu dergide yer alan SDE’nin kurumsal bilgileri ile SDE Akademik Personeli’nin çalışmaları dışındaki diğer görüş ve değerlendirmeler, yalnızca yazarının düşüncelerini yansıtmaktadır; SDE’nin kurumsal görüşünü temsil etmemektedir. 06 Türkye Kmlk Poltkalarına Teslm Olacak Mı? Dr. Murat Yılmaz Seçme Gderken Abdulkadr Selv Röportajı 14 HDP’nn Seçm Beyannames Doç. Dr. Vahap Coşkun MHP’nn Seçm Bldrges Görücüye Çıkıyor... Prof. Dr. Turgay Uzun 22 İhsan Aktaş Röportajı Prof. Dr. Bekr Berat Özpek 28 Balyoz’a Beraat: Vesayet Sstem Btt M? Aydın Bolat Makbul Türkler’n, Makbul Kürtlerle Ateşten İmthanı Orhan Mroğlu 40 18 Seçmn Nabzı CHP’nn Seçm Stratejs Herkes İçn Beklent Oluşturmak 32 09 Çağlayan ve Fenerbahçe Saldırıları; Elektrklern Keslmes Aynı Merkezn İş M? Bülent Orakoğlu 37 İÇ POLİTİKA TÜRKİYE KİMLİK POLİTİKALARINA TESLİM OLACAK MI? Dr. Murat YILMAZ SDE İç Politika ve Demokratikleşme Programı Koordinatörü 7 Haziran 2015 genel seçimlerine neredeyse 1,5 ay kaldı. Böylece 30 Mart 2014 yerel seçimleriyle başlayan, 10 Ağustos 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimleriyle devam eden uzun seçimin üçüncü turu tamamlanmış olacak. Meşruiyete riayet edilmeden paralel yapının devlet imkânlarını kullanarak siyasi alanı tanzim etmek için gerçekleştirdiği gayrimeşru dinlemelerden ve siyasi amaçlı iddianamelerden, sokak hareketlerinden silahlı propagandaya, yurt dışındaki kara propagandadan ekonomik kriz senaryolarına varana kadar her yolun denendiği dönemin yorgunluğuyla 7 Haziran seçiminin ana hikâyesi hala berraklaşmış değil… 6 MAYIS 2015 Türkiye, 27 Mayıs darbesinden sonra kurulan vesayetçi rejimle son 13 yılda hesaplaştı ve sonuçta vesayetçi sistem çöktü. Bu hesaplaşma döneminde siyasi kutuplaşma, vesayet sistemiyle mücadele eden AK Parti ile vesayet sisteminin bir siyasi uzvu olarak vesayet sistemini savunan CHP arasında yaşandı. Bu kutuplaşma her iki partiyi hem oy oranı hem de temsil ettikleri tezler itibarıyla Türkiye’nin 2 ana partisi haline getirdi. Vesayet sistemiyle mücadele veya Türkiye’de egemenliği kimin kullanacağını belirlemek için yapılan savaş, vesayet sisteminin ve kurumlarının, dolayısıyla CHP’nin ağır yenilgisiyle sonuçlandı. Bu yenilgi CHP’nin oylarında büyük bir azalmaya henüz yol açmadıysa da, CHP’nin tezlerinin 2 ana tezden biri olma özelliğini ve dolayısıyla ana muhalefet pozisyonunu sona erdirdi. Bu durumu, 30 Mart yerel seçimlerinde CHP’nin paralel yapının propaganda sahnesine dönüşmesinde ve 10 Ağustos Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Kemalist bir aday gösterememesinde net bir şekilde gördük. Vesayet sisteminin çöküşü, PKK şiddetinin müzakere süreci dolayısıyla sona erme ihtimalinin belirmesi, Suriye’deki iç savaşın mezhebi karakteri ve en son Kobani kuşatması etrafındaki gelişmeler yüzyıllık etnik, mezhebi kimlik sorunlarının önündeki barajın yıkılarak siyasetin ana gündemi haline gelmesine yol açtı. Kimlik meseleleri etrafında yaşanabilecek bir kutuplaşmanın AK Parti-CHP kutuplaşması yerine, kimlik meseleleri etrafında yeni bir kutuplaşmanın önünü açması beklenebilirdi. Kimlik partilerine dönüşen MHP-HDP kutuplaşmasının önünün açılması beklenebilecek bu yeni dönemde, HDP’nin CHP’nin bıraktığı boşluğu doldurmaya başladığı ve Kobani mitini iyi kullanarak ana kutuplardan biri olmayı başardığı görülüyor. Fakat aynı şey MHP için söylenemez. Bunun sebebi üzerinde durmak gerekiyor. MHP’nin HDP’nin karşı kutbu olarak ortaya çıkmaması, sadece MHP yöneticilerinin tercihi veya başarısızlığıyla ilişkili değildir. Buradaki asıl sebep, HDP’nin kimlik politikaları eksenindeki yükselişinin AK Parti’ye sert muhalefet ekseninde gelişmesidir. HDP’nin etnik temelde gelişen kimlik politikalarının karşısındaki asıl güç etnik bir başka parti değil, etnik kimliğe savrulmayan ana akım siyasi partilerdir. Bu partiler de AK Parti ve CHP’dir. Bu bağlamda HDP’nin, CHP ve AK Parti karşısındaki politikalarını ele almakta fayda var. Selahattin Demirtaş ve HDP, 10 Ağustos 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde AK Parti adayı Başbakan Recep Tayyip Erdoğan karşısında CHP-MHP’nin çatı adayı belirleme sürecinde yapılan hata ve eksiklerden çok iyi faydalandı. HDP ve Demirtaş, bir yandan müzakere sürecinin verdiği imkânla, Türkiyelileşme, siyasileşme ve demokratikleşme vurgusuyla PKK’nın silah bırakması seçeneğini kullandı, diğer yandan da CHP-MHP cephesinin bıraktığı boşluğu Erdoğan karşıtı sert bir siyasi söylemle doldurdu. Demirtaş, CHP ile yakın, hatta onu ittifaka zorlayan, bir pozisyonda ısrar etti. Böylece CHP seçmenini Demirtaş’a karşı yumuşattı. CHP Kemalist veya solcu bir aday göstermeyince de bir kısım CHP ve sol seçmeni Demirtaş’a oy verme konusunda ikna etmek mümkün oldu. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde katılımın MAYIS 2015 7 düşük olması sayesinde Demirtaş % 9,8 nispetinde oy alarak baraj konusundaki psikolojik engeli aşmış oldu. HDP oyunu neredeyse % 50 arttırmış olmanın ve CHP-MHP bloğunun dışında bir siyasi söylem ve seçenek inşa etmenin moraliyle 7 Haziran 2015 seçimlerine gidiyor. HDP’nin 7 Haziran seçim stratejisi ikili bir siyasi söylem üzerine oturuyor ve iki farklı seçmen kitlesini hedefliyor. İlk seçmen kitlesi, HDP’nin hâlihazırdaki tabanı ve müzakere sürecinin verdiği yumuşamayla başka partilere oy veren Kürt seçmenlerdir... İkinci seçmen kitlesi ise Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ilişki kurulan CHP ve sol seçmendir. İlk seçmen kitlesine daha ziyade müzakere sürecinde rol oynayan Öcalan ve HDP temsilcileri hitap ederken; ikinci seçmen kitlesine Erdoğan, Davutoğlu ve AK Parti karşıtlığı üzerinden Demirtaş, HDP içerisindeki Ertuğrul Kürkçü gibi sosyalist aktörler ve KCK sözcüleri hitap ediyor. Bu iki kesime hitap eden sözcü ve söylemlerin zaman zaman birbirleriyle çelişmesine rağmen, bir kriz olmadıkça durumun tevil edilebildiği görülüyor. Bu iki dili telif edilemez hale getirebilecek gelişmeler, müzakere sürecinin 7 Haziran seçimleri öncesi hızlı ilerlemesi ve mesela PKK’nın 7 Haziran öncesi silah bırakma ve şiddetten vazgeçme kararı alacağı bir kongre toplaması veya müzakere sürecinin son ermesi olabilir. HDP ve Demirtaş, 10 Ağustos öncesi CHP’ye ve AK Parti’ye yönelik söylemini zenginleştirerek devam etmektedir. CHP, Demirtaş’ın bu dili karşısında mecburi bir çaresizlik yaşamaktadır. Çünkü HDP’nin seçim barajını aşması, Erdoğan ve AK Parti’nin hareket alanının daraltılması açısından elzemdir ancak HDP’ye barajı aştırabilecek oylar CHP’den gideceği için CHP’yi ve Kemal Kılıçdaroğlu’nu zayıflatacaktır. CHP, HDP’ye karşı cevabını, ertelediği kadro değişimini 7 Haziran seçimleri vesilesiyle gerçekleştirerek, önseçimlere giderek verdi. CHP ön seçimlerinde, bir yandan Kılıçdaroğlu karşısındaki parti içinde mücadele edebilecek hizipler temizlendi, diğer yandan da Alevilerin ve sert AK Parti karşıtlarının önü açıldı. CHP böylece, Aleviler üzerinde HDP’ye kayabilecek tabanını konsolide etmiş oldu ve aynı zamanda 8 Haziran’dan itibaren yaşanabilecek parti içi iktidar mücadelesinde Kılıçdaroğlu hizbinin elini güçlendirmiş oldu. Selahattin Demirtaş ve HDP, 7 Haziran seçimlerinde CHP üzerinde başarılı olan stratejinin bir benzerini AK Parti’ye karşı da uygulamayı amaçlamaktadır. Buna 8 MAYIS 2015 göre HDP, bir yandan müzakere sürecinin sağladığı yumuşama ve PKK’nın silah bırakma ihtimaliyle barajı aşmak ve müzakere sürecinin devamı için AK Parti tabanından oy almak hesabı yaparken, diğer taraftan Erdoğan karşıtlığı üzerinden sert bir şekilde eleştirerek kendi tabanını konsolide edip AK Parti’yi müzakere baskısıyla kendisine karşı savunmasız bir hareketsizliğe mahkum etmek istemektedir. Demirtaş ve HDP’nin bu seçim stratejisi, AK Parti’yi Kürt sorunu ve müzakere süreci üzerinden kurt kapanına almak isteyen muhalefet stratejisiyle örtüşmektedir. HDP’nin AK Parti stratejisi işlerse, HDP, AK Parti tabanını yumuşatırken, MHP de AK Parti tabanındaki reaksiyoner oyları koparacaktır. Fakat AK Parti daha önce 2009 yerel seçimlerinde karşılaştığı bu kurt kapanına karşı tedbir almakta gecikmedi. 6-8 Ekim’de Demirtaş’ın da çağrısıyla yaşanan ve 50 kişinin öldürüldüğü sokak kıyımlarından sonra Başbakan Davutoğlu önce “kamu düzeni” sonra da, kamu düzeni için “iç güvenlik paketi” formülüyle HDP’nin etrafına bir set çekmişti. Demirtaş, HDP ve Kandil bu sedde rağmen AK Parti’yi kurt kapanına alacak stratejide ısrar edince Erdoğan’ın müdahalesiyle, AK Parti savunma pozisyonunu terk etti. AK Parti, Suriye ve Irak iç savaşlarıyla yükselen ve Türkiye’de de vesayet sisteminin mirasından dolayı makes bulan kimlik politikaları karşısında, kimlik politikalarına savrulmamıştır. AK Parti, 14 Nisan’da Başbakan Ahmet Davutoğlu tarafından açıklanan seçim beyannamesinde görüleceği üzere insan özgürlüğü ile insan onuru arasında, özgürlük ile güvenlik arasında anayasal demokrasi çerçevesinde bir denge arayarak Türkiye’nin istikrar, kalkınma, demokrasi ve barış adası olma arzusunu taşıyan siyasi aktör olma iddiasını devam ettiriyor. AK Parti, vesayet sisteminin tasfiye edildiği egemenlik savaşında kazandığı zaferin yurt içinde ve yurt dışında yarattığı kaçınılmaz tahribatı telafi edecek ve Türkiye’yi orta gelir tuzağı ile orta demokrasi tuzağını aşıracak yeni ve nitelikli bir reform hamlesine ihtiyaç duymaktadır. Bu, yıkılan köhne binanın tasfiyesi ve kaba inşaatın bitmesinden sonra, iç mimari ve ince işçiliği icap ettiriyor. Bu yüzden de usulden üsluba daha fazla özen ve rızanın devşirileceği bir siyasi çabaya ihtiyaç var. AK Parti, kendi içinde kurumsallaşma ve parti kurullarının ortak aklıyla iş yapma sürecinden başlayarak bunu Türkiye ölçeğine yayacak bir kurucu aktör sorumluğuyla hareket ederse, nitelikli reformların ve nitelikli kalkınmanın önü açılacaktır. röportaj Seçime Giderken Röportaj: İbrahim KAYA Abdulkadr Selv kmdr? Usta gazetec ve yazar Abdülkadr Selv 1964 senesnde Svas’ın Yıldızel lçesnde dünyaya gelmştr. Yükseköğrenmn Gaz Ünverstes Metalurj bölümünde okuyup mezun olmuştur. Ünlü gazetec karyerne Yen nesl ve Yen asya gazeteler le başlamıştır. Çeştl basın kuruluşlarında muhabrlk ve haber müdürlüğü yapmıştır. Şuan Yen Şafak Gazetes Ankara Temslcsdr. Gazetecnn, Muhsn Yazıcıoğlu’nun hayatını anlatan “İşkence koğuşlarından syaset meydanlarına: Alperen”, 2010 senesnde yazmış olduğu “İçmzdek Glado le yüzleşmek” ve 2011 senesnde yazmış olduğu “Ateşten Yıllar: Syasette Sad Nurs tartışması” sml 3 adet ktabı bulunmaktadır. Usta gazetec evl ve 3 çocuk sahbdr. SDE Asistanı Hazran seçmlerne gderken partlern seçm stratejlern değerlendrr msnz? Her parti adaylarını belirlerken farklı stratejilerle hareket etmiş. Örneğin AK Parti Güney Doğu’da HDP’nin varlığına göre, Orta Anadolu’da Milliyetçi Hareket Partisi’ni dikkate almak suretiyle, büyükşehirlerde ise hem kendi oy tabanını korumak için hem de CHP, HDP ve MHP’nin aday profiline dikkat ederek adaylarını belirlemiş. Bir anlamda partiler adaylarını belirlerken bir diğerini de dikkate almışlar ama ben aday profillerine baktığımda ilk kez bu sefer, çok yeni ve genç isimlerin ve kadınların milletvekili listelerinde yer aldığını görüyorum. Tabi bunda üç dönemden dolayı aday gösterilmeyenlerin de payı var ama tüm siyasi partilere baktığımızda -MHP’yi dışarıda tutuyorum% 60-70 seviyelerinde listelerde değişim var. MAYIS 2015 9 Bu süreçte aday profillerinden ziyade değişimin listelere damgasını vurduğunu söyleyebiliriz. AK Part’nn seçm beyannamesnn açıklandığı toplantıda bulundunuz. Bze kısaca oradak ortamdan bahseder msnz? Beyannamede, başka br fade le Yen Türkye Sözleşmes’nde ne gb farklılıklar görüyorsunuz? AK Parti’nin seçim beyannamesini açıklandığı toplantı, gerçekten bir demokrasi şöleni gibiydi. Sanki bir kongre gibiydi ama orada sadece seçim beyannamesi açıklanıyordu. O nedenle heyecanlı ve kıpır kıpır buldum. Yeni Türkiye Sözleşmesi’nin farkına gelecek olursak; bence bu sözleşme ile siyaset, bir seviye ve bir derinlik kazandı. Çünkü halkı yönetmek isteyenler yönetmeye talip oldukları halka “Ben seni bu esaslar dâhilinde yönetmek istiyorum, böyle bir Türkiye vizyonum var” diyor. Halk da beğenirse, “sen beni bu ilkeler ışığında yönetebilirsin” gibi karşılıklı bir akitleşme söz konusu. Siyaseti biz tartışma, polemik, kavga ve gerilim dili olarak görüyoruz ama bu Yeni Türkiye Sözleşmesi ile birlikte siyasete bir perspektif kazandırılmış oldu. Bu açıdan önemsiyorum. AK Part üç dönem kuralından dolayı 7 Hazran Genel Seçmlerne büyük oranda yenlenerek gdyor. Szce bu yenlenme, AK Part’nn oylarını öneml ölçüde etkler m? Mutlaka etkileyecektir ancak AK Parti, öncelikli olarak genel seçimlerde zafer kazanmakla birlikte; genç, değişik ve dinamik olan yapısını da korumayı esas alıyor. Bu kural bence Türk siyasetinde bir dönüm noktası olacak. AK Parti böylece geleneği geleceğe taşırken, diğer taraftan kendi iç değişimi ile yaşlı bir parti olmaktan kurtulacak, hangi yaşa gelirse gelsin değişen, yenileşen genç bir parti imajını koruyacak. Türk siyasetinde gelenek ve birikim çok önemli ancak gelenek ve birikim ile birlikte Türkiye gibi genç ve dinamik nüfusun yüksek olduğu bir ülkede gençleri de siyasete katmak; onların enerjilerinden, onların hayallerinden, onların hedeflerinden de yararlanmak gerekiyor. CHP’ye geçecek olursak CHP aday seçmnn br bölümünü ön seçm le yaptı. Bu durum CHP’ye genel seçmlerde nasıl br katkı sunacak? CHP’nn seçm stratejlern nasıl değerlendryorsunuz? CHP’ye şu yönde bir katkısı olmasını bekliyorum: CHP’deki ön seçim genelde Kürt-Alevi ağırlıklı bir aday profili ortaya çıkardı. Böylece CHP kendi doğal tabanı olarak gördüğü Alevi oylarını HDP’ye kaptırmamış olacak. Bu CHP’nin yeni kitlelere açılmasını da önlemiş olacak ancak kendi oyunu da muhafaza edebilecek. Ben CHP’nin seçim stratejisini biraz Cem Uzan’a benzetiyorum, daha çok sokağı esas alan bir strateji olarak görüyorum. İdeolojik bir kampanya yürütmüyorlar, daha çok popülist bir kampanya yürütüyorlar. Süleyman Demirel’in “Onlar ne verirse ben beş fazlasını vereceğim” mantığının hâkim olduğu bir Kemal KılıçdaroğluCem Uzan ortak kampanyası yürütüyorlar. MHP bu seçmde dğer partlere nazaran daha pasf br poltka zlyor. MHP’nn bu seçmlerdek rolü nasıl olur? MHP çok uzun bir süredir pasif politikalarla varlığını sürdürüyor. Ülkücü kesimin dinamik gençliğe dayalı partisi gitti, onun yerine yaşlılar partisi geldi. Krizlerden beslenen bir parti olmayı tercih ediyorlar ama keşke MHP; Türkiye’ye yeni bir vizyon ortaya koyabilse, Orta Doğu’da yeni bir vizyon ortaya koyabilse, milliyetçi düşüncenin günümüz olaylarına, 10 MAYIS 2015 süreçlerine bakış açısını ortaya koyabilse… O zaman Türkiye siyasetine daha yararlı bir parti haline gelir. HDP’ye geçecek olursak; anketlerde HDP’nn oyları baraja çok yakın seyredyor. Szce HDP, barajı geçeblr m? Geçmes durumunda nasıl br mecls öngörüyorsunuz? Devlet Bahçel kongrede bütün delegelern oyunu alarak seçld. Ancak MHP, 12-13 senedr seçmler kaybedyor. Bunu nasıl okumak lazım? HDP eğer terörle, silahlı propaganda ile arasına çok net bir ayrım koyabilirse barajı geçme ihtimali var. Bu şunu gösteriyor ki, Türk halkı hiçbir partiye önyargılı değil. HDP’ye dahi oy verebiliyor, bunu Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de gördük. Selahattin Demirtaş, kendisine açılan bu krediyi bir Türkiye partisi olmak için değerlendirmek yerine, tam tersine PKK ile HDP arasına sıkışmış bir profil çiziyor. Eğer HDP; silahlı propaganda, terör ve PKK’nın silahı konusunda net bir tavır ortaya koyamazsa o zaman barajın altında kalır. Bu aşamada HDP’nin en önemli rakibi PKK gözüküyor. Eğer barajı aşarsa mecliste dört siyasi partinin de grupları ile temsil edildiği bir sistem söz konusu olacak. Bu demokrasi açısından, katılımcı demokrasiyi güçlendiren bir sistem olur. Bu arada barajı sadece anti - Erdoğancılık ile geçerse bunun Çözüm Süreci’ne, Türkiye’nin sorunlarının çözümüne bir faydası değil MHP başbuğ kültüründen gelen, liderin sorgulanmadığı bir hareket. Mevcudu muhafaza etmeyi daha çok tercih ediyorlar. Bu anlayıştan dolayı Bahçeli; partisi barajın altına düştüğü zaman, tüm partilere istifa edin çağrısı yaptığı halde, kendisi istifa etmedi. Ancak bu dahi sorgulanmadı. İddiasız bir şekilde mevcudu muhafaza ederek devam etmeyi düşünüyor. Önemli olan parti kongrelerini kazanmak değil, önemli olan Türkiye’de seçimleri kazanmak. Parti kongrelerini kazanarak kendi kendinizle yarışmış olursunuz. Tek taraflı yarış, size Türkiye’yi yönetme hakkını vermiyor. MHP bir süredir Bahçeli etrafında bir kısır döngüye girdi. Bu kısır döngüden çıkmak için de bir çaba yok, tam tersine kısır döngü daha da derinleşiyor. MAYIS 2015 11 muoyu buna reaksiyon gösterir. Eğer Hükümet, bu konuda dışarıya karşı bu tepkileri göğüsler ise kamuoyu yanında yer alır, pasif kalırsa kamuoyu Hükümeti bu konuda tenkit eder. Görünen o ki kamuoyu da Hükümet de buna hazırlıklı. Her 24 Nisan geldiğinde benzer şeyler yaşanıyor. Genel seçmlerden sonra Başkanlık sstemne yönelk tartışmaların daha yüksek sesle yapılacağı anlaşılıyor. Bu konuda sz neler düşünüyorsunuz? tam tersine zararı olur. HDP; siyaseti geren, kaosa ve krize oynayan bir parti olur. Erdoğan karşıtlığı; HDP’nin, barajı geçse bile Meclis’te uzun ömürlü bir parti olmasına engel olur. HDP’nn barajı aşması veya barajın altında kalması çözüm sürecnde br değşklğe neden olur mu? Elbette ki bir süreliğine; ya bir ivme kazandırır, ya da bir türbülansa yol açar, süreci olumlu ya da olumsuz etkiler. Ama şu var; HDP bu sürecin mimarı değil, bu sürecin aracısı. HDP bu süreçten beslenen bir parti. Bu sürecin mimarı Recep Tayyip Erdoğan’dır. Erdoğan, Türk halkı karşısında en büyük riski alıp onun altına iradesini koyan, Türkiye’de kredisi tüm kesimlerde geçerli olan birisi. Bir başka unsur ise, tüm riski alarak masayı devirmeden ayakta tutan Hükümet’tir. Bir diğer unsur da İmralı... O nedenle saydığımız aktörler Erdoğan, Hükümet ve İmralı, Çözüm Süreci’nde devam etme kararı alıp iradelerini sürdürdükleri sürece HDP’nin tavrı sadece kısa süreli türbülansa ya da ivmeye neden olur. Seçme gderken brçok üzücü olay le karşılaşıyoruz. Szce bu olaylar seçm etklemeye yönelk provokatf eylemler m? Seçm gününe yaklaşırken daha büyük provokasyonlar beklyor musunuz? 12 MAYIS 2015 Daha büyük provokasyonların olmasından endişe ediyorum. Çünkü Türkiye’de ne zaman seçim atmosferine girilse, seçimlere etki etmek adına birtakım mühendislik faaliyetleri yürütülür. Özellikle Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde bu ayyuka çıkar. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde; hükümetlere muhtıra verecek, darbe yapacak kadar sancılar geçmişte yaşanmıştır. 367 kararı, 28 Şubat Post-modern ve 12 Eylül Askeri Darbesi, 12 Mart Müdahalesi bu sancılara örnektir. Bugünkü seçim sürecinde ise savcımızın şehit edilmesi ile birlikte, kaos ve kriz isteyenlerin düğmeye bastıklarını düşünüyorum. Fakat milletin buna karşı gösterdiği reaksiyon, bence bu işi çok daha büyük olaylara götürmelerinin önündeki en büyük engel. Eğer milletten bu konuda bir yılgınlık, bir korkaklık ya da bir destek bulsalardı o süreci provoke etmek isterlerdi ama millet onlara kırmızı kart gösterdi. Dış perspektften bakmak gerekrse; Papa’nın 1915 Ermen Olayları’na lşkn br açıklaması var. Bunun akabnde de Avrupa Parlamentosu’ndan br karar çıktı. Bunlar seçm etkler m? Bunlar daha çok 24 Nisan 2015 nedeniyle yüzüncü yıl sendromundan kaynaklanan girişimler. Eğer bunu Türkiye’ye yönelik bir baskı ve tehdit unsuruna dönüştürmeye kalkarlarsa Türkiye’de iç ka- Bu tartışmaların yapılması kaçınılmaz çünkü Türkiye de parlamenter sistem; darbe dönemlerinde örselenmiş, meclisin üzerinden tanklar geçmiş… Askeri vesayet, yargı vesayeti, bürokrasi vesayeti ile birlikte milli iradenin vesayetler tarafından cendereye alındığı bir dönemde, Türkiye’deki parlamenter sistemin gerçekten milli iradenin temsil edildiği bir parlamenter sistem olmadığı görülmüştür. Ayrıca Türkiye’de Cumhurbaşkanı’nın doğrudan halk tarafından seçilmesi ile birlikte zaten sistemde bir ikili güç odağı ortaya çıktı. Bu çok sürdürülebilir bir durum değil. Geçmişte cumhurbaşkanları ile başbakanlar arasında çok ciddi sorunlar yaşandı. Bunların hiçbiri Türkiye’ye zarar vermek ve birbirleri ile kavga etmek isteyen cumhurbaşkanı ve başbakanlar değildi. Netice itibariyle sistem, kriz ve sorun üretiyordu. Artık bu çok sürdürülebilir bir sistem değil. Seçimlerden sonra kaçınılmaz olarak bu yeniden gündeme gelecek. Türkiye çok tartışmasız bir şekilde, ya parlamenter sistemi düzgün bir parlamenter sistem yapacak ya da Başkanlık sistemine geçecek. Darbe dönemlerinin, ara rejimlerin demokrasimiz üzerinde yaptığı tahribata, zayıf siyasi iktidarların, koalisyon hükümetlerinin kurulduğu dönemlerde yaşanan siyasi istikrarsızlıklara bakacak olursak, Türkiye’nin çok zaman ve enerji kaybettiğini açıkça görürüz. Birlikte yola çıktığımız ülkeler 30-35 bin Dolar gelir seviyesindeyken biz on bin Dolara yeni ulaştık. O nedenle Türkiye’nin bundan sonra daha hızlı kalkınması, daha hızlı büyümesi, daha iyi büyümesi için Başkanlık sistemini tartışmasız bir şekilde gündeme almalı ve daha fazla zaman ve kan kaybetmeden biran önce gerçekleştirmeli. Nasıl br Başkanlık stem Türkye’ye daha uygun olur? Demokratik bir Başkanlık sistemi olduğu takdirde, güçler dengesinin çok iyi bir şekilde tanzim edilmesi şartıyla adının Amerikan sistemi, Brezilya sistemi ya da Fransız sistemi olması o kadar önemli değil. Biz aslında sistemler konusunda çok deneyimi olan bir ülkeyiz. 1876’dan bu yana, tek partili dönemle ve darbelerle kesintiye uğrasa da önemli bir birikimimiz var. Burada yapılacak olan şudur: İcrayı denetleyecek, yargının, yasamanın güçlü olduğu bir sistem kurulması elzemdir. Bu sistem kurulduğu takdirde Türkiye; seçim tarihlerinin çok önceden belli olduğu, seçimlerin demokratik yöntemlerle bağımsız hakimler tarafından denetlendiği ve herkesin seçimlere katılabildiği bir ülke olur. Böyle bir ülkede de başkanlık sistemi diktatörlüğe gitmez çünkü ömrü bir sandıktan diğer sandığa giden bir diktatör olmaz. Diktatörler sandığa girmezler. Zaten Türkiye tercihini yapmıştır. Demokratik başkanlık sistemi olduğu sürece hiçbir sorun olmadan Türkiye yoluna devam eder, kaybettiğimiz yüz yıllık açığı kapatırız ve Türkiye uçar. 1982 Anayasası brçok yönden Türkye’nn önünü tıkamaktadır. Yen Anayasa’da nelere öncelk verlmeldr? Darbe Anayasasının Türkiye’nin önünü açmasını beklemiyoruz. Darbe Anayasası darbe lideri Kenan Evren’in devlet başkanlığına göre, güvenlik ve yasaklar esas alınarak yapılmıştır. Ben Türkiye’nin çok büyük ve geniş Anayasalara da ihtiyacı olduğuna inanmıyorum. Ormanlarla ilgili konulardan akarsularımıza kadar her şeyin Anayasada yazmasına gerek yoktur. Anayasa, temel mutabakat metnidir. Bu da temel hak ve özgürlükler esas alınmak suretiyle yapılmalıdır. Vatandaşlık tanımı herkesi kuşatacak bir şekilde yapılmalıdır. Herkesin kendini eşit vatandaş olarak görebildiği kucaklayıcı bir şekilde yapılmalıdır. Adaleti, özgürlükleri ve özünde insanı yansıtan on maddelik bir Anayasa Türkiye için yeterlidir. Çok teşekkür edyoruz zaman ayırdığınız çn. Ben teşekkür ediyorum. MAYIS 2015 13 İÇ POLİTİKA lerini yeni seçmenlere dikiyorlar. Nitekim HDP’den gelen tüm açıklamalar da bunu teyit ediyor. Hemen her HDP’li, Demirtaş’ın kazandığı oyu bir hareket noktası olarak kabul ediyor ve bunun üzerinden ne kadar oya ihtiyaç duyulduğunun hesabını yapıyor. HDP’nin beyannamesinin de tamamen bu fikre göre kaleme alındığını söylemek mümkün. Bölgeden gelecek oyların barajı aşmaya yetmeyeceğini, ancak metropollerde anlamlı bir oy artışıyla amacına varabileceğini düşünen HDP, beyannamesinde Türkiye’nin Batısındaki seçmenlerin hassasiyetlerine sesleniyor. HDP’NİN SEÇİM BEYANNAMESİ Doç. Dr. Vahap COŞKUN* Akademisyen 7 Haziran’da yapılacak olan genel seçimlerde en çok, HDP’nin seçim barajını aşıp aşmayacağı ve yeni oluşacak parlamentoda bulunup bulunmayacağı hususu merak ediliyor. Politik tartışmaların merkezinde bu soru var, herkes bu soruya cevaplar arıyor, HDP’nin Meclis’teki varlığının ve yokluğunun olası sonuçları üzerine yorumlar yapıyor. İlginin HDP’nin üzerinde yoğunlaşması aslında son derece doğal. Diğer üç partinin üç aşağı beş yukarı ne kadar oy alabileceği kestirilebiliyor. Buna göre parlamentonun nasıl şekillenebileceğine dair tahminler de yürütülebiliyor. Ama asıl HDP’nin alacağı sonuç önemli. Çünkü diğer partilerin bir-iki puan eksik veya fazla almaları ile HDP’nin bir-iki puan eksik veya fazla alması arasında siyasal dengeleri etkileme bakımından çok büyük bir fark var. HDP’nin elde edeceği netice anayasal rejimin değişip değişmeyeceğinden, değişecekse nasıl değişeceğine, çözüm sürecinin seyrinden yeni bir anayasanın yapılıp yapılamayacağına kadar birçok hayati mevzua direkt tesir edecek. Dolayısıyla HDP’nin tartışmaların odağında yer almasında, göstereceği 14 MAYIS 2015 performansın kendisi kadar diğer partilere de dert olmasında şaşılacak bir durum yok. HDP’nin barajı geçebilmesi ise, üç seçmen grubunu biraya getirebilmesine bağlı. HDP ancak; a) geleneksel tabanını muhafaza ettiğinde, b) Cumhurbaşkanlığı seçiminde kazandığı yeni seçmenlerini elde tuttuğunda ve c) hatırı sayılır miktarda yeni seçmen kazandığında hedefine ulaşabilir. Çünkü Demirtaş’ın 10 Ağustos’ta aldığı her oyu tek tek muhafaza etse dahi HDP’nin hanesine -asgari600-700 bin oy daha yazdırması gerekiyor. “Büyük İnsanlık” Bu gereklilik altında HDP seçmenlerin karşısına “Büyük İnsanlık” isimli beyannamesiyle çıkıyor. 50 sayfadan ve 12 başlıktan oluşan bu beyannameye bakıldığında HDP’nin bilhassa “yeni kazanılacak seçmen” üzerinde odaklandığı görülüyor. HDP kurmayları muhtemelen geçmişten bugüne gelinceye değin her şart altında kendine oy verenler ile Cumhurbaşkanlığı seçiminde Demirtaş’ı tercih edenlerin, bu seçimde de başka yere gitmeyeceğini hesap ediyorlar. Bunları “elde var bir” olarak görüp göz- Birkaç hedef kitlesi var HDP’nin. Bunların başında; nefret düzeyinde AKP’ye ve Erdoğan’a karşıt olanlar, CHP’ye oy veren Aleviler ve “Beyaz Türkler” geliyor. HDP beyannamesinde bu grupları memnun edecek bir dil kullanıyor. Bu bağlamda beyannamede vurgulanması gereken dört önemli nokta var: 1. Başkanlık Karşıtlığı HDP’nin seçim stratejisi, Erdoğan ve AKP karşıtı bir temel üzerine oturuyor. Toplumun sol ve seküler kesimlerinde AKP’nin 13 yıldır süren iktidarına ve Erdoğan’ın şahsına karşı biriken bir öfke ve hatta nefret var. AKP’nin anayasal düzeni değiştirmeyi ve parlamenter sistemden başkanlık sistemine geçmeyi bir hedef olarak belirlemesi bu kesimlerdeki endişe, öfke ve nefreti kabartıyor. CHP’nin mevcut haliyle AKP’yi durdurma yönünde bir umut vermemesi bir arayışı beraberinde getiriyor. HDP bu arayışa bir yanıt olma iddiasıyla seçime giriyor. AKP’nin ancak kendisinin parlamentoya girmesi halinde frenlenebileceğini söylüyor ve tamamen AKP karşıtı argümanlara dayanan bir söyleme yaslanıyor. Nitekim seçim beyannamesinde HDP, parlamenter sistemi demokratikleştireceklerini belirtiyor ve başkanlığa karşı olduğunun altını şu cümleyle çiziyor: “HDP, açık bir biçimde karşı olduğu ‘Başkanlık Sistemi’nin anayasa değişikliklerinin temel koşulu haline getirilmesini kabul etmeyecek, Başkanlık sistemine geçit vermeyecek.” Kısa vadeli ve konjonktürel siyasi hesaplar açısından bakıldığında bu tavrın bir açıklaması var. HDP “başkanlık bistemine açıkça karşı olduğunu” söyleme ihtiyacı hissediyor. Çünkü AKP karşıtlığı sebebiyle kendine oy verecek/vermeyi düşünecek seçmenlere bir teminat vermesi gerektiğini düşünüyor. Böylelikle ileride AKP ile işbirliği yapacaklarına ve birlikte anayasayı değiştireceklerine dair iddiaları boşa çıkarmaya çalışıyor. Başka partilere oy veren ama AKP’yi cezalandırma noktasında kendi partisinin performansını yeterli bulmayan seçmenleri kendi tarafına, saflarına çekmek için AKP karşıtı söylemi en uç noktalara taşıyor. Fakat uzun vadeli ve ilkesel düzeyde bakıldığında HDP’nin tavrı yanlış. Herhangi bir anayasal rejim (parlamentarizm, yarı-başkanlık, başkanlık) mutlak olarak doğru/iyi veya yanlış/kötü değildir. Zira her üç rejim de demokratik rejimlerdir. Bunların iyi örnekleri olduğu gibi kötü örnekleri de vardır. Önemli olan nasıl kurgulandıklarıdır. Bu itibarla siyasi partiler kategorik olarak bu rejimlerin yanında veya karşısında durmaktan imtina etmelidir. Mesela yerel demokrasiyi genişleten, kontrol-denge mekanizmalarına yer veren ve Kürt meselesinin çözümü için muazzam olanaklar yaratan bir başkanlık sistemi önerisi gelirse, HDP nasıl bir tavır alacaktır? “Hayır, Kürt meselesini çözse de biz başkanlık sistemini istemeyiz” mi diyecektir? Eğer derse, bunu seçmenlerine nasıl izah edecektir? 2. Aleviler İçin CHP İle Mücadele HDP’nin barajı aşıp aşmamasında Alevilerin tercihi çok belirleyici olacak. Aleviler, bugüne kadar genel olarak CHP’ye oy verdiler ve hatta denilebilir ki CHP siyasi varlığını Alevilere borçlu. Eğer Alevilerin verdiği destek olmasaydı CHP, Türkiye siyasetindeki bugün taşıdığı ağırlığa sahip olmayacaktı. HDP, Alevi vatandaşların bu tercihini değiştirmeye çalışıyor. Alevilere, şimdiye kadar CHP’nin arkasında durduklarını ama CHP’nin onlara gerektiği gibi sahip çıkamadığını söylüyor. Eğer HDP’ye oy verirlerse, Alevileri daha iyi temsil edeceklerini ve haklarını daha iyi savunacaklarını iddia ediyor. Bunun için de beyannamede Alevilerin taleplerine yer veriliyor. Mesela Diyanet İşleri Başkanlığı’nın lağvedileceği, zorunlu din dersi uygulamasına son verileceği, cem evlerine ibadethane statüsünün tanınacağı, “özgürlükçü laiklik ilkesini ortadan kaldıran 4+4+4 uygulamasına” son verileceği belirtiliyor. Araştırmalar CHP ile HDP arasında % 4’e varan bir oy geçişinin imkân dâhilinde olduğunu gösteriyor. Bu rakam her iki parti için de hayati bir önem taşıyor. Eğer Alevilerin bir kısmının oylarının kendisine MAYIS 2015 15 HDP kurmayları muhtemelen geçmişten bugüne gelinceye değin her şart altında kendine oy verenler ile Cumhurbaşkanlığı seçiminde Demirtaş’ı tercih edenlerin, bu seçimde de başka yere gitmeyeceğini hesap ediyorlar. Bunları “elde var bir” olarak görüp gözlerini yeni seçmenlere dikiyorlar. Nitekim HDP’den gelen tüm açıklamalar da bunu teyit ediyor. Hemen her HDP’li Demirtaş’ın kazandığı oyu bir hareket noktası olarak kabul ediyor ve bunun üzerinden ne kadar oya ihtiyaç duyulduğunun hesabını yapıyor. akmasını sağlarsa HDP’nin barajı aşması mümkün olacak. CHP ve Kılıçdaroğlu için ise Alevilerin oyunu kaybetmesi, zor günlerin başlaması anlamına gelecek. CHP % 25’in altına düşerse Kılıçdaroğlu’nun koltuğunu muhafaza etmesi güçleşecek. Buna mukabil CHP, Alevi oylarını kendinde tutmayı başarırsa, CHP’nin oylarını bir miktar artırma ihtimali doğacak, Kılıçdaroğlu rahatlayacak ve konumunu tahkim edecek. Fakat bu durumda da HDP’nin barajın üstüne çıkması güçleşecek. Bu nedenle seçime kadar olan sürede, Alevi oylarını almak için CHP ile HDP arasındaki rekabetin kızışacağı, Alevileri kendi taraflarına çekmek için iki partinin sert bir mücadeleye gireceği öngörülebilir. 3. Kimlik Değişimi HDP’nin seçim beyannamesinde öncelikli olarak gözetilen grupların yanı sıra, toplumda mağdur olan/edilen tüm kesimlerin duyarlılıklarına da hitap edilmiş. HDP, mağdurların sözcülüğüne soyunmuş; Kürtlerin, Alevilerin, LGBT’lilerin, kadınların, çocukların, işsizlerin, vb. taleplerine ses vermek istemiş. Bu, HDP’nin “Kürt partisi” olmaktan çıkıp bir “sol parti”ye dönüşme yolunda attığı bir adım olarak okunabilir. Elbette HDP’nin öteden beri kendini sol olarak nitelendirdiği söylenebilir. Ama halk nezdinde HDP geleneği hep bir “Kürt partisi” olarak yer edindi. HDP de öncelikli olarak bir Kürt partisiydi, bir sol partisi değil. Seçim beyannamesi, HDP’nin bu algıyı değiştirmek için kararlı olduğunu gösteriyor. HDP 16 MAYIS 2015 artık bir Kürt partisi olarak değil de sol parti olarak anılmayı talep ediyor. HDP’ye dönük önemli eleştirilerden biri de, yapıcı değil yıkıcı bir siyaset tarzının olmasıydı. Sürekli olarak yapılanları eleştirmesi ama çözüm adına bir plan ve proje ortaya koymamasıydı. Beyannamede HDP bu tavrını değiştirmeye çalışmış. Eğitimden sağlığa, çevreden iş güvencesine, dış politikadan yargıya, şehircilikten ekonomiye birçok alanda vaatlerini sıralamış. Böylelikle negatif değil pozitif bir siyaset izleyeceğinin işaretlerini vermiş. 4. HDP ve Çözüm Süreci “Kürt Sorunu ve Çözüm Süreci” beyannamenin 12 ve 13. sayfalarında yer alıyor. Burada dikkat edilmesi gereken üç önemli konu var: a. HDP, Dolmabahçe Mutabakatının önemini hatırlatıyor ve burada deklere edilen 10 maddeyi çözümün ilkesel çerçevesi olarak kabul ediyor. Bilindiği üzere Öcalan tarafından yazılan on maddede, demokratik siyasete, özgür ve anayasal vatandaşlığa, kadın ve çevreye dair toplumsal taleplere, çözüm sürecinin sosyo-ekonomik yapısına dair hükümler var. Öcalan, bu on maddenin yeni bir anayasada somutlaşması gerektiğini belirtiyordu. Burada önem taşıyan husus; adı geçen on maddenin bugün HDP’nin oylarına talip olduğu kesimleri rahatsız edecek bir içeriğe sahip olmaması, tersine birçok yerde örtüşmesidir. b. HDP, “birlikte yaşama iradesine” vurgu yapıyor ve çözümü Türkiye’nin sınırları içinde sağlamayı esas alıyor. Zaten “demokratik cumhuriyet ve ortak vatan” Öcalan’ın on maddesinin özünü teşkil ediyordu. Öcalan, milletin demokratik ölçütlerle yeniden tanımlanmasını ve bunun çoğulcu demokratik sistem içinde yasal ve anayasal güvencelere bağlanmasını istiyordu. HDP de buna paralel olarak, devletin tüm ayrımcı ve anti-demokratik uygulamalarına rağmen Türkiye halklarının bir arada yaşamaya devam ettiğini belirtiyor. Tarihi dayanakları olan bu birlikteliğin demokratik bir cumhuriyetin de temelini oluşturduğunu iddia ediyor ve HDP’nin siyasi misyonunu da “demokratik cumhuriyetin inşası” olarak belirliyor. HDP, çözümü ve barışı da bu minvalde değerlendiriyor ve başta Kürt meselesi olmak üzere Türkiye’nin tüm demokrasi sorunlarının çözümü için çalışmayı taahhüt ediyor. Bu, çözümü, Türkiyelileşme siyaseti içinde okuyan bir dil. HDP, klasik seçmeninin kendi çerçevesini kabul ettiğinden emin, bu nedenle çözüm sürecine dair konuşurken de daha ziyade Türkiye’nin Batısına konuşuyor ve buradaki seçmenlere bazı güvenceler veriyor. HDP, Türkiye’nin birliğine aşırı hassasiyet gösteriyor. Çünkü ancak sınırları tartışma konusu olmaktan çıkararak Türkiye’nin her yerinde siyaset yapabileceğini ve herkesten oy isteyebileceğini görüyor. Birlik konusunda teminat vererek, geçmişteki olaylar nedeniyle kendisi hakkında oluşan algıyı ve endişeleri silmek istiyor. Şüphesiz bu zaman alacak. Fakat “birlik siyaseti”nin bu derece açık ilanı, HDP’nin kimlik değiştirme ve Türkiye partisi olma iradesinin güçlüğüne karine teşkil ediyor. c. HDP “her koşulda silahsız çözümü ve demokratik siyaseti savunacağının” sözünü veriyor. “Her koşulda” ifadesinin kullanılması iki açıdan önemli: İlkin, bu sözün verilmesi çözüm sürecinde bundan sonraki dönemde karşılaşması muhtemel bazı problemlerin ancak demokrasiyle giderilebileceğini benimsemek ve başka bir çare aramamak anlamına geliyor. İkincisi, her koşulda silahsız ve demokratik siyasetin arkasında durulacak olması, bundan böyle PKK’nin herhangi bir gerekçeyle Türkiye’de tekrardan silahlı mücadeleye girişmesini kabul edilemez kılıyor. Zannımca HDP beyannamesinin en önemli taahhüdü budur. Bu meyanda çözüm sürecinin öneminin ve değerinin altı bir kez daha çizilmelidir. Çözüm süreci sayesinde bütün siyasi aktörler, ülkenin tüm sorunlarına ancak demokratik siyaset içinde bir çare bulunabileceğini kabul eder bir noktaya geldiler. Bir başka ifadeyle süreç, demokratik yönde zihinsel bir dönüşüme ve sıçramaya yol açtı. Sadece bu bile, sürecin Türkiye demokrasisine ne kadar büyük bir katkı yaptığını göstermeye yeter. Siyasetin Merkezine Hareket HDP’nin genel seçimlere parti olarak girme kararı vermesi onu yeni yükümlülüklerin altına soktu. HDP artık sadece belli bir kimliğe değil Türkiye’deki her kimliğe ve bireye seslenmek durumunda. HDP’nin her kesimle ilişkiye geçmesi, herkesin isteklerine kulaklarını açması, endişelerini gözetmesi, taleplerini bilmesi ve bunlara karşılık vermesi gerekiyor. Bütün vatandaşlara derdini anlatması, bütün vatandaşların derdini dinlemesi ve herkesin hassasiyetlerine saygı göstermesi, Doğu ile olduğu kadar Batı ile de konuşması icap ediyor ki, bu beyannamede HDP daha ziyade Batı ile konuşuyor. HDP, bütün Türkiye’nin temsilciliğine soyunduğuna göre artık ondan ülkenin her problemine dair sözünün olması bekleniyor. Bir tek Kürt meselesi artık HDP’ye yetmez. HDP’nin ekonomi, dış politika, şehircilik, sağlık, eğitim, çevre, ulaşım vb. diğer konularda da sorunları bilmesi, bunlar için uygulanabilecek çözümler üretmesi gerekiyor. Dolayısıyla parti olarak seçime girmek HDP’yi hem alanını (tüm Türkiye) hem muhataplarını (tüm seçmenler) ve hem de ilgilerini (tüm sorunlar) genişletmeye ve büyütmeye zorluyor. HDP’nin beyannamesini de bu eksende değerlendirmek lazım. Elbette HDP’nin vaatleri eleştiriye oldukça müsait. HDP’nin iktidara gelmeyeceğinin verdiği rahatlıkla bütün iyi niyetlerini bir sepetin içinde topladığı söylenebilir. Bazı vaatlerin gerçeklikle bağının kopuk olduğu belirtilebilir. Bazı vaatlerindeki tutarsızlıklara değinilebilir. Fakat kanımca asıl önemli olan her kesimi yakalamaya çalışan bir programla halkın önüne çıkmaktır. Bu, siyasetin merkezine yürüme iradesinin göstergesidir. Merkeze yolculuk devam ettikçe, söylem ve eylemde aşırılıklar zamanla törpülenecektir… * Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyesi. MAYIS 2015 17 İÇ POLİTİKA 1980 öncesnde, kendsn deolojk olarak “ülkücü” dye tanımlayan kesmden destek gören ve Orta Anadolu’nun küçük kentlernden sınırlı oy desteğne sahp olan MHP, 90’lar le brlkte metropollerdek genç seçmenlere açılarak, terör olaylarından şkâyet eden ve daha sert önlemler alınmasını steyen mllyetç ve muhafazakâr kesmlern sözcüsü olmayı başardı. AK Part ve MHP’nn toplumsal tabanlarının benzerlğ nedenyle k part arasında oy geçşkenlğnn yüksek olması, özellkle bu yörelerde seçm rekabetn artıran öneml br unsur. Bu nedenle MHP’nn 7 Hazran’da yapılacak seçmlerdek performansı hemen tüm partler ve hükümet kompozsyonu açısından da öneml. unsur. Bu nedenle MHP’nin 7 Haziran’da yapılacak seçimlerdeki performansı hemen tüm partiler ve hükümet kompozisyonu açısından da önemli. MHP’NİN SEÇİM BİLDİRGESİ GÖRÜCÜYE ÇIKIYOR... Prof. Dr. Turgay UZUN* Akademisyen 7 Haziran seçimlerine az bir zaman kala partiler seçim bildirgelerini açıklamaya devam ediyorlar. Parlamentoda yer alan partilerden Milliyetçi Hareket Partisi’nde de seçim bildirgesine yönelik ana hatlar ortaya çıkmaya başladı. Türk siyasal yaşamının köklü partilerinden olan Milliyetçi Hareket Partisi 1980 sonrası ilk seçim başarısını 1999 seçimlerinde göstererek sürpriz bir biçimde % 18 civarında bir oy alarak 57. Hükümetin koalisyon ortağı oldu. 2002 seçimlerinde tekrar geleneksel tabanına çekilen parti, % 8 oy alarak meclis dışında kaldı. 2011 ve 2014 seçimlerinde % 14’ler 18 MAYIS 2015 civarında oy alarak bu düzeylerde oy desteğini devam ettirdi. 1980 öncesinde, kendisini ideolojik olarak “ülkücü” diye tanımlayan kesimden destek gören ve Orta Anadolu’nun küçük kentlerinden sınırlı oy desteğine sahip olan MHP, 90’lar ile birlikte metropollerdeki genç seçmenlere açılarak, terör olaylarından şikâyet eden ve daha sert önlemler alınmasını isteyen milliyetçi ve muhafazakâr kesimlerin sözcüsü olmayı başardı. AK Parti ve MHP’nin toplumsal tabanlarının benzerliği nedeniyle iki parti arasında oy geçişkenliğinin yüksek olması, özellikle bu yörelerde seçim rekabetini artıran önemli bir 7 Haziran seçimlerinde MHP seçim bildirgesinin, “ekonomi ve sosyal politikalar”, “yolsuzluk”, “güvenlik ve terörle mücadele” ve “dış politika” olarak dört ana eksene oturtulduğu görülüyor. Öncelikle dikkat çeken husus, bildirgenin ana hedefinin AK Parti’nin seçim başarılarının nedenleri olarak gösterilen unsurlar üzerinde yoğunlaşarak, halktan destek gören ve AK Parti’ye oy akışını gerçekleştiren uygulamaların devlet politikası ve “anayasal hak” olduğu ve iktidarın el değiştirmesi nedeniyle bu uygulamaların devam edeceği yönünde MHP olarak halka garanti vermek. AK Parti bugüne kadar geliştirdiği sosyal yardım mekanizmaları sayesinde geniş bir kesimden destek almaya devam ediyor. Muhalefet ise bu yardımların gelir dağılımı adaletsizliği üzerinde yapısal çözümler geliştirmekten uzak, yoksul ve yardıma muhtaç kesimlerin desteğini almak yönünde bir uygulama olduğunu ifade ediyordu. MHP ve CHP’nin seçim bildirgelerinde de benzer biçimde, sosyal yardımların devam edeceği güvencesi verilerek bu desteği kendilerine çevirme stratejisi izledikleri görülmektedir. Nitekim, MHP seçim bildirgesinde vatandaşa, “Bu yardımlar zaten senin Anayasal hakkın. MHP iktidarında yardımlar aynen devam edecek” mesajı açık biçimde veriliyor. Ekonomik Çözümler ve Vaatler Bildirgenin, ekonomik çözümler ve vaatler başlığı altında, “işsizlik ve üretim” konusunda bir açılım sergilendiği dikkat çekiyor. MHP’nin geleneksel söylemi ve ideolojisinde önemli bir yer tutan “sana- yileşme” ve kalkınmanın milli kaynaklar kullanılarak gerçekleştirilebileceğine yönelik inancın burada da devam ettiği ve üretim artışının sağlanması yoluyla işsizliğe yönelik çözümler üretilebileceği, milli kaynakların seferber edilerek yatırımlara devlet desteği sağlanacağı ve böylelikle yeni istihdam alanları açılarak işsizlik oranının aşağı çekileceği söylemine yer verildiği görülüyor. “Üreten Ekonomi Programı” olarak adlandırılan bu program ile hem işsizliğin makul düzeylere çekilmesi hem de enflasyon oranının % 5’ler civarına kalıcı biçimde indirilmesi hedefleniyor. Yine büyüme oranının da % 7’lere çekilerek istihdam ve üretim artışı sağlanacağı ifade ediliyor. Programda, daha güçlü ve küresel krizlere dayanaklı bir ekonomik yapının temel hedef olarak belirlendiği dikkat çekiyor. MHP geleneğinde önemli bir yer tutan tarıma ve köylüye yönelik verilen önemin bu bildirgede de devam ettiğini görüyoruz. Geleneksel olarak orta sınıflara dayalı bir toplumsal tabanı bulunan MHP’nin, bildirgede saydığı çözüm önerileri ve vaatlerle bu kesimlerden kaynaklı oy desteğini artırma isteğinde olduğunu söyleyebiliriz. 1980 öncesi dönemde “Tarım Kentleri” projesiyle tarımsal kalkınmayı sağlamayı hedefleyen MHP’nin, bütün seçimlerde özellikle Orta Anadolu’da yaşayan kesimlerden önemli miktarda oy aldığı görülmekte. Bildirgede, AK Parti’nin tarım politikası eleştirilerek, tarımsal alanların genişletileceğinden söz edilirken, küçük çiftçilerin aldıkları mazot, gübre, ilaç, tohum ve fideden ÖTV ve KDV alınmayacağı, orta ve büyük ölçekte üretim yapan çiftçiler için de tarımsal girdiler üzerindeki ÖTV ve KDV’nin kademeli olarak yüzde 50 oranında düşürüleceği vaat edilmektedir. MAYIS 2015 19 Finansal piyasalar ve bankacılık alanında da MHP’nin daha teknik ve önceki bildirgelere göre nispeten detaylı değerlendirme ve çözüm önerileri sunduğunu söylemek mümkün. Bildirgede, Ziraat Bankası’nın yeniden yapılandırılacağı ve kamu bankası olarak kalacağı ifade edilirken, Merkez Bankası’nın bağımsızlığına vurgu yapılıyor. Halk Bankası’nın özelleştirileceği, Vakıfbank ve Türkiye Kalkınma Bankası’nın yeniden yapılandırılacağı ve yönetimlerindeki kamu ağırlığının azaltılacağı dikkat çeken vaatler arasında yer alıyor. MHP’nin piyasaya müdahale edecek girişimlerden kaçınmakla birlikte devletin tümüyle piyasadan çekilmesi fikrini benimsemediği de görülüyor. Bu bağlamda, özelleştirmelere devam edileceği ancak “stratejik kurum ve kuruluşların” özelleştirilmeyeceği ve yöntem olarak halka arzın ve meslek kuruluşlarına öncelik verilmesinin planlandığı belirtiliyor. Yolsuzlukla Mücadele ve Yargı MHP’nin seçim beyannamesinde bir başka önemli başlık ise “adalet” ve “yolsuzlukla mücadele”. Bildirgede, özellikle 17-25 Aralık olayından sonra, AK Parti’yi yolsuzluk ekseninde zayıflatmayı hedef alan muhalefet stratejisinin, bu programda da devam ettiği, yolsuzlukların önemli bir sorun olduğu ve MHP iktidarında kamu yönetiminde yolsuzluğun önüne geçilmesi için gereken reformların ya- 20 MAYIS 2015 pılacağı üzerinde durulurken; 17-25 Aralık’a özel vurgu yapılıyor ve yolsuzluk yapanlardan “tek tek hesap sorulacağı” dile getiriliyor. “Geciken adaletin adalet olmadığı” ilkesinden hareketle, adil ve hızlı yargılamanın sağlanması için gerekli altyapı oluşturulacağı, yargı bağımsızlığının teminat altına alınacağı gibi vaatler üzerinde durularak, hukuk devletinin temel ilkeleri olan “kişi masumiyeti” ve “suçsuzluk karinesi” gibi ilkeler özellikle öne çıkartılarak adaletin, temel hak ve özgürlüklerin güvencesi ve devletin temel amaçlarından biri haline getirileceği ifade ediliyor. Bu noktalardan, hükümetin Gülen Cemaatine yönelik aldığı tavır ve yaşanan olaylar bağlamında Cemaatin oylarına da MHP’nin “göz kırptığı” ve yargısal süreçlerde mağduriyet yaşadığı düşünülen kitlelere MHP’nin “güvenli bir adres” olduğu gösterilmeye çalışıldığı söylenebilir. Diğer yandan, yargı ile ilgili olarak yüksek yargıda reform yapılacağı ve kuvvetler ayrılığı ilkesini korumaya yönelik düzenlemelerin gerçekleştirileceği ifade ediliyor. Anayasa Reformu ve Çözüm Süreci MHP’nin seçim bildirgesinde yeni bir anayasaya ihtiyaç olduğu belirtilirken, MHP’nin yapacağı yeni anayasa temel hatlarıyla tanımlanıyor. ‘Toplum Sözleşmesi Belgesi’ niteliğinde, toplumsal uzlaşmayla yeni bir Anayasa hazırlanacağı ve yeni Anayasa’da Cumhuriyet’in temel niteliklerinin korunacağı ifade edilirken, özellikle başlangıç kısmındaki ilk üç maddenin korunacağı teminatı veriliyor. Bu doğrultuda, MHP iktidarında Cumhuriyetin temel nitelikleri, Türk milli kimliği, demokratik rejim ve temel insan hakları gibi değerlerden vazgeçilmesine, bunların tartışılmasına izin verilmeyecek. Özellikle MHP’nin ideolojik söyleminin burada etkili olduğu ve AK Parti’nin anayasa projesi ile birçok noktadan farklılaştığı dikkat çekiyor. Türk kimliğinin anayasada vurgulanması ve diğer milli niteliklerin öne çıkartılarak korunacağı teminatı verilerek, çözüm sürecinde konuşulan “Türk” sözcüğünün anayasada yer almayacağı ve “yurttaş” vurgusunun hakim olacağı yeni anayasaya karşı bir duruş sergilendiği görülüyor. MHP’nin mezhep, inanç ve etnik köken gibi özellikleri, millî bütünlüğün ayrılmaz parçası olarak değerlendirmesine karşın bunların anayasada yer alamayacağını, etnik ayırımcılığın önünü açan düzenlemelere izin verilmeyerek “tek millet-tek devlet” esasına dayalı üniter yapının korunacağı bildirgede ifade ediliyor. Bildirgede, “Temiz yönetim ve siyaset” anlayışının hakim kılındığı, demokrasiye aykırı uygulamaların bertaraf edildiği teşebbüs, örgütlenme, temel hak ve hürriyetlerin güvence altına alındığı bir anayasa vaat ediliyor. Türkçe’nin korunacağı, Kürtçe gibi Türkçe dışındaki dillere statü kazandırılmasına izin verilmeyeceği belirtilen bildirgede, ülkenin bölünmez bütünlüğüne özelikle dikkat çekiliyor. Milliyetçi ideolojiye sahip bir parti olması nedeniyle MHP, farklı anlamalara ve dolambaçlı anlatımlara gitmeden açık bir biçimde Türk kimliğinin ağırlıklı olduğu ve alt kültürel grupların anayasada tanımlanmadığı bir anayasa vaat edilmesi açısından da seçmene net bir mesaj veriyor. Diğer yandan, çelişkili gibi görünse de, MHP’nin bundan önceki bildirgelerinden farklı olarak daha güçlü biçimde demokrasi, hukuk devleti ve sivil toplum vurgusu yaptığı ve bu söylemle özellikle dezavantajlı kesimler, Aleviler ve Kürt oylarına da MHP’nin eskisinden daha güçlü biçimde talip olduğu söylenebilir. Nitekim MHP’nin milletvekili adaylarına bakıldığında sınırlı da olsa bu profile sahip adaylara yer verdiği görülmektedir. Bildirgede çözüm süreci ile ilgili olarak PKK ile sürdürülen müzakerelerin sonlandırılacağı ve “milli birlik ve beraberlik” düzleminde bir politika izlenece- ği söylenmektedir. Bildirgede, iktidarın yürüttüğü çözüm süreci ve İmralı müzakereleri eleştirilirken, “güvenlik” başlığı altında, “terörle mücadele” konusuna özel vurgu yapılıyor. Terör suçları için genel siyasi affın asla gündeme gelmeyeceği, Öcalan’ın örgütü yönetmesinin engellenerek müzakerelere derhal son verileceği belirtiliyor. Sorun ile ilgili MHP askeri çözüme ağırlık vererek PKK’nın zayıflatılarak geriletilmesi yöntemini benimsediği görülmekle birlikte, bölgeye yönelik yatırımların ve kaynak aktarımının sağlanarak bölgenin ekonomik durumunun iyileştirilmesini hedeflediği görülmektedir. Dış Politika MHP çizgisinin AK Parti hükümetine kadar genel olarak devletin geleneksel dış politika stratejisiyle örtüştüğü söylenebilir. Başta Kıbrıs olmak üzere uluslararası sorunlarda milli çıkarlar bağlamında tavır alınacağı ifade edilirken, Avrupa Birliği ile ilişkiler konusunda ise AB üyeliğinin bir kader sorunu olarak görülmediği ve üyelik müzakerelerinin yine Türkiye’nin eşit taraf olduğu gerçeğinden hareketle sürdürülmesi gerektiği belirtiliyor. Bildirgede, Irak’ın toprak bütünlüğü tartışılmayacağı, Irak’taki Türkmen varlığı korunacağı, Kuzey Irak bölgesinin, Türkiye için güvenlik tehdidi olmaktan çıkarılacağı ifade ediliyor. Kafkasya - Balkanlar - Orta Doğu üçgeninde de iş birliğinin geliştirilmesini ve istikrarın hâkim olmasını sağlayacak bir dış politika takip edileceği belirtiliyor. MHP iktidarında, Türkiye’nin içinde yer aldığı bölgeyi istikrarsızlaştıracak hiçbir “küresel projenin” içinde yer alınmayacağı, Türkiye’nin, Doğu-Batı ve Kuzey-Güney ekseninde hava, deniz ve kara taşımacılığı ile haberleşme alanlarında küresel bir köprü ve koridor yapılacağı ve Orta Asya ve Hazar havzası enerji kaynaklarının dış piyasalara ulaştırılmasında bir enerji köprüsü ve terminali olmanın ötesinde, bu durumu stratejik ve vazgeçilmez bir üstünlüğe dönüştürüleceği vaat ediliyor. Kapsamlı ve detaylı değerlendirme ve çözüm önerilerine yer verilen seçim bildirgesinin seçmene ne düzeyde ulaşacağı ve kabul göreceği ve seçmenin ne oranda MHP’ye destek olacağını görebilmek için elbette 7 Haziran akşamını beklememiz gerekiyor. * Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü öğretim üyesi. MAYIS 2015 21 röportaj Seçimin Nabzı Röportaj: Adem KARAAĞAÇ SDE Asistanı İhsan Aktaş kmdr? 1964 yılında Bayburt’ta doğan İhsan Aktaş lkokul, ortaokul ve lse öğrenmn Bayburt’ta btrmş, lsans eğtmn se Uludağ Ünverstes İlahyat Fakültes’nde tamamlamıştır. Yüksek lsans eğtmn Uludağ Ünverstes Sosyal Blmler Ensttüsü Dn Eğtm Ana Blm Dalı’nda gerçekleştrmş olan Aktaş, doktorasını se Arel Ünverstes Fen Edebyat Fakültes Şehrclk Bölümü’nde sürdürmektedr. İnglzce ve Arapça blen Aktaş, Mll Gençlk Vakfı Başkan Yrd. ve Başkanlık görevlernde toplam on yıl süreyle bulunmuştur. Aktaş, SDE Yüksek İstşare Kurulu üyesdr. GENAR ARAŞTIRMA Yönetm Kurulu Başkanlığı görevn yürüten Aktaş, 3 çocuk babasıdır. 22 MAYIS 2015 AK Parti’nin diğerlerinden ayrıldığı bir nokta da yeni anayasayı yaparsak başkanlık sistemini de geçiririz düşüncesi var. Aslında AK Parti, yeni anayasa ile birlikte Kürt meselesini, Türkiye’deki toplumsal kesimlerin diğer problemlerini çözmeye ve ülke vatandaşları ile devlet arasında kalıcı bir sözleşme yapma fırsatını elde etmeye çalışıyor. Statükonun devam etmesini isteyenler de çeşitli yöntemler ile bunun önünü kesmeye çalışıyorlar. Bence bu seçimin en ilginç tarafı Sayın Cumhurbaşkanının kendi iradesini ve siyasi hayatını ortaya koymak pahasına başlattığı çözüm sürecini, HDP’nin AK Parti’yi zayıflatarak, bir şekilde engellemeye çalışmasıdır. Bakalım seçimlere kadar bu süreç nasıl işleyecek. Seçm beyannamelern ve stratejlern nasıl değerlendryorsunuz? Kmler dersne çalışmış, kmler çalışmamış görünüyor? Seçmlern yaklaştığı şu günlerde syas manzara nasıl gözüküyor? Genel seçmlere yön verecek tartışma konuları szce nelerdr? Önümüzdek günlerde bu tartışmalara yen konuların eklenmesn beklyor musunuz? 7 Haziran seçimlerine geçmiş seçimlere oranla biraz daha farklı bir iklimde giriliyor. AK Parti’nin başlatmış olduğu çözüm süreci, öncelikli olarak, AK Parti ve HDP’nin olumlu şekilde destek görmesine sebep oldu. Süreç içerisinde AK Parti ile HDP arasındaki tartışmalar enteresan bir şekilde milliyetçi kesimde bir uyanmaya sebep oldu. Bu seçimde ülkenin ikinci partisi CHP’de sinerji yani oy artışı olmayınca diğer iki muhalefet partisinde, MHP ve HDP’de oy artışı oldu. Bugüne kadarki seçimlerin doğasına aykırı bir seçim süreci işliyor. Normal şartlarda ana muhalefet partisi sinerjiyi oluşturur, toplumu arkasına alır, iktidarı eleştirir ve topluma iktidarı değiştirmeyi vaat eder. Ama CHP’de böyle bir durum yoktur. Birkaç parametreye bakacak olursak; Türkiye’nin demokratikleşmesi, sistemin yerleşmesi meselesi bitmiyor. Bugün hala 12 Eylül Anayasası ile yaşıyoruz. Bu seçimin karakteristik özelliklerinden birisi de yeni anayasa yapma fikri. Yeni anayasa yapma fikrinde Seçim beyannameleri aslında AK Parti’nin milletin önüne koyduğu bir kültürdür ve bugüne kadar da bu konuda başarılı oldu. AK Parti’nin iddiası şu; bizim seçim beyannamelerimiz hükümet programıdır. Bu seçimde CHP’de dersine iyi çalışmış gözüküyor. Özellikle bugüne kadar yapılan seçimlerde ağırlıklı olarak laiklik ve ideolojik meselelerden yola çıkardı. Bence mesele sadece laiklik ya da başka dini konular değil, CHP’de AK Parti’yi sistem dışı görme eğilimi vardı. Bu ülkenin gerçek sahibi biziz, siz ne kadar büyük olursanız olun bu ülkeyi biz kurduk, biz yaşatacağız, siz sistem dışısınız düşüncesi vardı. Fakat geçen zaman zarfında şu görüldü ki CHP ne kadar dışlayıcı olursa olsun, AK Parti toplumun yüzde elliye yakın desteğini almaya devam ediyor. Cumhuriyetin sahibi biziz, bizim dışımızda herkesi dışlarız zihniyetinin artık geçerli olmadığı ortaya çıktı. Bu arada AK Parti’nin sürekli demokrasi ve özgürlüklerden yana tavır takınması aslında seçim beyannamelerinde CHP’yi de bir çizgiye getirdi. CHP’nin seçim beyannamesine baktığınız zaman sosyal yardımlar birinci, ekonomi ikinci sırada. Yani doğrudan toplumun ihtiyaçlarına yönelmiş. Bu açıdan olumlu bir gelişme olarak değerlendiriyorum. Dikkat ederseniz birkaç gündür ideolojik meseleler değil ekonomi tartışılıyor. Vaatlerin abartılı olduğu, bütçenin nereden karşılanacağı gibi daha makul bir zeminde tartışmalar yaşanıyor. Bu yönüyle ben AK Parti’nin diğer partileri de dönüştürdüğünü düşünüyorum. Yaptığınız anketlerde seçmen terchlernde belrgn br değşm var mı? İlgnç sonuçlar çıkıyor mu? 2011 seçimlerinden bugüne kadar çok köklü değişiklikler olmadı. MHP ve HDP’nin oyları birkaç puan artarken AK Parti ve CHP’nin oyları birkaç puan düştü. Bütün partiler aşağı yukarı oylarını muhafaza ediyor. AK Parti % 46-48, CHP % 24, MHP % 1415, HDP’de % 9 bandında gözüküyor. Bir önceki seçime baktığınızda % 5’lik bir değişim var. Esk Türkye’y blmeyen ve bu seçmde lk kez oy kullanacak gençlern tutumunu nasıl görüyorsunuz? Partileri tek tek değerlendirecek olursak; MHP’de genç seçmenin oyu biraz daha fazla, kadın seçmen oranı da AK Parti ve CHP’ye oranla düşük. Fakat özellikle batı bölgelerde kadın seçmenler erkek seçmenler kadar MHP’ye oy veriyor. HDP’de terör ile yakın duran görüntüsü nedeniyle kadın seçmeni tedirgin eden bir durum var. CHP’de genç seçmen oranı çok düşük, 18-25 yaş arasındaki genç seçmen ile 55 yaş üstü seçmen oranında nerdeyse yarı yarıya bir düşüş var. CHP bu anlamda gençler açısından gelecek vaat etmiyor. AK Parti’de genç ve yaşlı seçmen birbirine yakın, MHP ve HDP’de genç seçmen fazla, CHP’de ise büyük bir genç seçmen kaybı var. Bunlar sandığa gitmiyor olabilirler, protesto ediyor olabilirler veya marjinal küçük partilere oy veriyor olabilirler. Kadın seçmenn terchlernde farklılık var mı? Özellkle Kürt kadın seçmenn terchlernde br farklılık görüyor musunuz? Kadın seçmenler daha ziyade sağduyulu bir şekilde merkez partilere yakın dururlar. Yani AK Parti’nin kadın seçmen oranı her zaman erkek seçmenden MAYIS 2015 23 fakat buna karşılık halkın % 60’ının da sosyal yardımlardan memnun olduğunu gördük. AK Parti’nin uygulamış olduğu sosyal yardım politikalarından halkın % 60’ı memnun. CHP muhtemelen bunu görmüştür. O gün örselediği, aleyhte konuştuğu kesimlere bugün projelerle mesaj veriyor. Muhalefetin yapmış olduğu bu tür çalışmalar iktidarın yaptığı işi doğrulayan çalışmalardır. MHP’nn zledğ seçm stratejsn nasıl anlamamız lazım? Partnn sesszlğ nedenyle henüz kamuoyu bunu kavramış değl. Dünyadaki en kolay strateji MHP’nin izlediği seçim stratejisi. Bence iyi bir oyun kurdular ve oturup bekliyorlar. HDP yükseldikçe MHP’de yükselmiş oluyor. Birleşik kaplar kanunu gibi HDP kendi kovasına su doldurduğu zaman MHP’nin kovasına da su doldurmuş oluyor. MHP çözüm sürec üzernden br söylem alanı buldu. Bunun MHP’ye katkısı ne olur? fazladır. Hâkezâ CHP’de de yaşam tarzı endişesi olan ve bu nedenle oy veren kadın seçmen kitlesi var. HDP’de kadın seçmen oranı erkek seçmenden yarı yarıya daha düşüktü, ilk kez bu seçimde Türkiye partisi olma iddiasından dolayı Batı’dan oy almaya başlayınca, bu anlamda bir toparlanma başladı. MHP’de Batı bölgelerde kadın seçmende oy artışı var. Sonuç olarak AK Parti ve CHP’nin kadın seçmeni, MHP ve HDP’ye oranla daha fazla. Kürt seçmende HDP syasallaştı düşüncesyle onu destekleme yönünde br eğlm var mı? Bugüne kadar Kürt seçmende AK Parti ile HDP’nin oyları eşit dağılıyordu. Bir Kürt partisi barajı aşsın diye Kürt seçmende eşitlik HDP lehine bozulmuştur. HDP, Kürt seçmenin birinci tercihi durumunda, AK Parti ikinci konuma geçti. Bu iki partinin Kürt oylarının % 85’ini alacağını hesap edersek, % 45-40, % 47-38 HDP öne geçti. Sol eğlmn güçlü olduğu kıyı şerdnde seçmen hala bu eğlmn koruyor mu? Türkiye’de bizim anladığımız anlamda bir sol eğilim kalmadı. Baktığınız zaman sol eğilimi küçük marjinal gruplar temsil ediyor. CHP biraz ulusalcı, biraz 24 MAYIS 2015 cumhuriyetçi, biraz rejimi kuran parti, biraz da hayat tarzından dolayı bir karma parti görünümünde. Kıyı şeridi dediğiniz zaman, Antalya’da son yerel seçimleri AK Parti kazandı, Mersin’de dört partinin birbirine yakın oyu var. Mersin ve Adana 1980 yıllarının siyasetine benziyor. Türkiye’de siyaset ikili gidiyor, AK Parti var ve diğerleri var. Sadece Adana ve Mersin’de üç veya dört parti başat olabiliyor. Mersin’de dört partinin de oyları % 20 civarında, bir parti biraz öne çıktığı zaman kazanmış oluyor. Part bazında değerlendrrsek, CHP, seçm bldrgesnde lk defa sosyal devlet anlayışıyla gençlere ve alt gelr grubuna seslend. Bu söylemn CHP’nn oylarına olumlu yansıyacağını düşünüyor musunuz? Bir konuda partiler çalışırlarsa, kafa yorarlarsa ve halkı düşünürlerse, bundan olumlu karşılık alırlar. Bir önceki seçimde, hatırlayın, CHP yoksul seçmeni çok örselemişti, çok aşağılamıştı, bir kömüre ve bir makarnaya onurunuzu satıyorsunuz diye çok ağır ifadeler kullanmıştı. Biz o zaman bir araştırma yapmıştık: “CHP, sosyal yardımları çok örseliyor, aleyhtarlık yapıyor, acaba toplumun beğenisi nedir?” diye. Bizim yaptığımız araştırmada toplumun % 4’ünün sosyal yardıma muhatap olduğunu gördük Çözüm süreciyle alakalı iktidar ile HDP’nin geçtiğimiz üç dört ay içerisinde lüzumsuz tartışmaları oldu. Bu bir devlet politikasıdır, öndeki tartışma ne olursa olsun çözüm süreci yürümeye devam ediyor. Bunu toplum önünde bir didişmeye, bir düelloya dönüştürmek aslında AK Parti’ye zarar verdi. Nihayetinde ağır bir süreçtir, devletin vaatleri vardır, vereceği tavizler vardır. Diğer taraftan Kürt tarafının zorlanarak kabul edeceği konular vardır. Belki çok daha diplomatik yürütülmesi gereken süreçti ama bunu medya önüne fazla taşıdılar. Bir de Kobani olaylarını ben hiç tekin görmedim, Suriye’nin içerisine IŞİD diye bir bela soktular. Sadece ülkelerin ve bölgenin politikasını tasarımlamak için oluşturulmuş bir cinayet grubudur IŞİD. Bağımsız bir grup olduğunu düşünmüyorum. Batı istihbarat gruplarının elinde, bir gün Türkiye’yi şekillendirmek için, bir gün Irak’ı şekillendirmek için, gerekirse başka bir ülkeyi terbiye etmek için camcı dükkânına sokulmuş öküz gibi istedikleri dükkâna sevk edip ülkeleri şekillendirdikleri bir örgüt. Kobani’de, hiçbir gerekçesi olmadığı halde, IŞİD’in Kürtlerin üzerine saldırması 150 bin insanın Türkiye’ye geçmesine neden oldu. Türkiye’de bir infial oldu, Güney Doğu’da insanlar öldürüldü… Bu olaylar HDP’nin kamuoyunda destek kaybetmesi olarak yorumlandı ama Kürtleri yanına çekmesi açısından kendi adına iyi oldu. Türkiye’deki birçok mesele dış sorunlardan bağımsız değil ve Türkiye ile birçok devletin meselesi var. Almanya olsun, İngiltere olsun birçok devletin öncelikli hedefi çözüm sürecini engellemek. Bunun için de Batılı müttefikler IŞİD’in, Kobani saldırısı gibi planlar yapmaktadır. Türkiye için acı bir durum var. Türkiye ile meselesi olan devlet çok ve her devletin Türkiye’de uzantıları var. Bu uzantılarını da istedikleri zaman harekete geçirebiliyorlar. Devletimiz güçlendikçe, kurumlarımız olgunlaştıkça, bu uzantıların etkilerinin azalacağını düşünüyorum. HDP’nn barajı geçebleceğn düşünüyor musunuz? Barajı geçememe htmalne karşı tabanını hareketlendrmek adına sert br dl kullanıyor. Szce bunun etks olacak mı? Yaptığımız anketlerde HDP’nin barajı geçmediği görünüyor ama nihayetin de bu anketlerin de hata payı vardır. Sonuç % 9 da olabilir % 10 da olabilir. O yüzden biz iki ihtimali de değerlendiriyoruz ama daha önemli olan bir şey var. Şu an HDP ikircikli bir pozisyon kullanıyor. Birincisi Güney Doğu’da kendi örgütlediği terör örgütünün gücünü kullanarak tehdit yoluyla oy almaya çalışıyor. Batı’da da hürriyetçi gözükerek oy almaya çalışıyor. Yeri gelmişken bir olay anlatayım. Hüda-Par Genel Başkan Yardımcısının bir ifadesi olmuştu; mezranın birisinden iki seçmen aramış: “Biz sizin partinize oy vermek istiyoruz bizi koruyabilir misiniz?” demişler. Hüda-Par’lı yetkililer de: “Köylerden kazara bize yüz bin oy verecek olsalar, biz yüz bin kişiyi koruyacak orduyu nereden bulalım?” diye cevap vermişler. Seçmeni korumak devletin görevi ama Doğu’da böyle bir durum var maalesef. Aslında HDP ile PKK Güney Doğu’nun yeni Kemalistleri... Kemalist rejim nasıl bugüne kadar milleti dışlayıp, baskı altına alıp tehditle işini gördüyse, Güney Doğu’da da HDP işini doğrudan tehdit ile yürütüyor. Batı’da da demokrat bir parti olarak görünüyor. Batılılar, HDP veya PKK’yı çok sevdiklerinden değil, acaba AK Parti’ye zarar verip Cumhurbaşkanına karşı durabilir miyiz ideali ile hareket ediyorlar. AK Parti’ye nefretten başka ideali olmayan bir sınıf türedi maalesef. Daha ziyade Batı yanlısı, yabancı vakıflar ile de iş tutan, kendi ülkesinin kültüründen ve gerçeklerinden kopuk ve ülke yönetimine nefret kusan bir sınıf var. Hükümet aleyhine, Cumhurbaşkanı aleyhine ittifak kurabileceği kimi bulursa birlikte hareket edecekleri ortak alan üzerinden nasıl zarar verebiliriz diye düşünen bir sınıf bu. Bu sınıfı bugün HDP kullanır, MAYIS 2015 25 yarın başkası kullanır, yeri geldiğinde Alman vakıfları kullanır, yeter ki sizde böyle bir potansiyel olsun. AK Part 367’den fazla mlletvekl çıkarablr m? AK Part’dek lder değşm oy oranlarında herhang br değşklğe sebep oldu mu? Bizim araştırmalarımızda iktidarı değiştirecek bir tablo gözükmüyor. Özellikle de iktidarı ana muhalefet partisinin girişimlerinin değiştireceği düşünüldüğünde, iktidar değişimi hiç mümkün gözükmüyor. Böyle bir durum herhalde dünyanın hiçbir seçiminde yoktur. CHP seçim sürecinde oy kaybettiği için diğer iki muhalefet partisine işi yükleyerek, “siz çok çalışın, ben iktidara geleyim” mantığı yürütüyor. Şu an kendi oyumu koruyabilir miyim, koruyamaz mıyım derdinde. HDP barajı aşsa da iktidarı değiştirecek bir durum görünmüyor. Barajla ilgili de partilerin şöyle bakması lazım; biz önümüzü kış tutalım, yaz gelirse bahtımıza. HDP barajı aşabilir de, aşamayabilir de ama başta AK Parti olmak üzere siyasi partilerin hesabı, HDP’nin barajı geçmesi üzerine yapması lazım. AK Part’nn yen anayasa ve başkanlık vaadnn seçmendek karşılığı nasıl olur? Başkanlık sistemi ve mecliste tartışılan birçok demokratikleşme yasaları toplum içerisinde entelek- tüel algı gibi duruyor. Sadece yeni anayasada bu durum farklı, toplumun % 70’i yeni anayasa istiyor. Bu durumun oy oranına yansıması fazla olmayabilir ama toplumda bir beklenti var. Mesela yeni anayasa beklentisi AK Parti’de % 85’lere ulaşırken CHP’de % 56 oranında. Oy oranına az veya çok yansıyabilir ama yeni anayasa vaadi toplumda karşılık bulmuştur. Nihayetinde toplum değişiyor, dünya değişiyor, bütün devlet yapılanmasının bu düzene ayak uydurması lazım. Bir ülkenin de en temel kanunu anayasadır. Eğer anayasamız yenilenir ve çağa uygun hale gelirse, toplum da kendisini daha hızlı bir şekilde yeniler diye düşünüyorum. AK Part şmdye kadar katıldığı bütün seçmlerde oy oranını artırdı. Bu seçmlerde AK Part’nn oy oranıyla lgl ne gb br beklentnz var? AK Parti’nin şöyle bir şanssızlığı var; 2011 seçimlerinde % 50’ye yakın oy aldı. Bu çok yüksek bir oy oranı. Onun da geri planında muhtıralar ve diğer partilerin zayıf tutumları vardı. O çok zirve bir oy oranıydı. Bu oy oranını tekrarlaması büyük bir başarı olur ama % 50’ye yakın oy alacağını düşünüyorum. Bugünkü tabloda AK Parti ve CHP’de bir durağanlık var, diğer partilerde ise küçük bir oy artışı var. Tabi sahaya inildiği zaman kampanyalar bunu değiştirebilir. Sürprz bekledğnz br l var mı? Adaylar açıklandıktan sonra böyle br tesptnz oldu mu? Adaylar politikayı büyük illerde çok etkilemiyorlar. Fakat bıçak sırtı yerlerde kamuoyunda sevilen adayların etkisi olur. Ama Güney Doğu ile alakalı AK Parti ve HDP adaylarının seçmende memnuniyetsizliğe sebep olduğu yönünde bir algı var. İki parti açısından da çok iyi hesap edilmemiş gibi duruyor. Mesela Van’da konuştuğum HDP’li vatandaşlar: “Biz Kürt’üz, partimizi de seviyoruz ama adayları tanımıyoruz ki niye sevdiğimizi bilelim” gibi bir espri yapmışlardı. Seçmler öncesnde yaşanan ve yaşanacak provokasyonlar seçmler nasıl etkler? Seçimden önce SDE’de seçim riskleri ile ilgili bir toplantı yapmıştık. O toplantıda konuşulanlar ile bugün yaşanan provokasyonlar benzer hadiseler; savcının şehit edilmesi gibi… Bu ülkenin çok enteresan bir konumu var. Dünyada, Türkiye ile ilgili hesabı olan çok fazla ülke var. Dolayısıyla kaos’tan 26 MAYIS 2015 da her seçim öncesi medet umulur. Biz bugüne kadar şunu gördük; kaos ortamı ve kaos senaryoları ortalama vatandaşı devlete daha yakın tutuyor. Nihayetinde bir devlet kendi ülkesinde kaos çıkarmak istemez. Bu ancak kaostan medet uman ya uluslararası müstemleke devletlerin ya da içeride bunların temsilciliğini yapan, uşaklığını yapan insanların işidir. Cinayetler olabilir, insanlar öldürülebilir ama nihayetinde bunun seçimleri etkileyecek bir karşılığı olmuyor, uğraşanlar da boşuna uğraşmasınlar. Paralel yapı seçmlern neresnde? Bu yapıyı seçmler etkleyecek güce haz görüyor musunuz? Yerel seçimlerde ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde görüldü ki paralel yapının Türkiye’de seçmen sayısı olarak veya potansiyel olarak bir karşılığı yok. Yüzde bir mi yarım mı tartışmaları yapılıyor… Fakat onlar asıl yetenekli oldukları alana yöneldiler. Diğer partilere lojistik ve istihbarat desteği vererek, AK Parti’yi gözden düşürmeye çalışıyorlar. Ben 5-6 yıl önce bu örgütün insanları itibarsızlaştırma, gözden düşürme sistemini bildiğini fark ettim. Bu aslında devletlerin işidir, kimisini yok ederler, kimisini var ederler, kimisinin itibarını yükseltirler. Bir cemaat bu itibarsızlaştırma modelini nereden biliyor? Bu bir modeldir, birikimdir, deneyimdir. Sonradan gördük ki paralel yapının insanları itibarsızlaştırma veya iti- bar kazandırma konusunda birlikte çalıştığı başta İsrail olmak üzere uluslararası güçler var. Paralel yapı paranoyak ve vehimli bir harekettir. Dünyadaki güç dengelerine bakar, en güçlü kimse dünyada Allah’a tapmak yerine gider ona taparlar, öyle vehimli ve korkak bir durumları vardır. Şimdi paralel yapı en yetenekli olduğu itibarsızlaştırma, gözden düşürme ve ellerindeki devletten çaldıkları bilgiler ile diğer partilere lojistik destek sağlama alanına yöneldi. CHP ile sıkı ittifak yapıyor fakat ben paralel yapının HDP’ye oy vereceğini düşünüyorum. 2015 genel seçmnde 2014 yerel seçmlerne yakın br sonuç beklyor musunuz? 8 Hazran sabahı nasıl br güne uyanacağız? Toplamda baktığınız zaman büyük bir değişiklik yok. CHP’nin genel seçim oyları yerel seçimlerden düşük olur, o yüzden bu seçimlerde CHP’nin oylarında % 4-5 puanlık bir düşüş bekliyorum. AK Parti’nin yerel seçimlerden biraz daha yüksek % 46-47, MHP’nin yerel seçimlerden daha düşük, HDP’nin ise yerel seçimlerden daha yüksek oy almasını bekliyorum. Bir önceki genel seçime biraz daha yakın, yerel seçime göre de CHP’nin daha çok oy kaybedeceği bir seçim sonucu bekliyorum. Sonuçlar da hareketliliğe sebep olacak konu HDP’nin barajı aşıp aşmaması. Çok teşekkür edyoruz bze vakt ayırdığınız çn. MAYIS 2015 27 İÇ POLİTİKA maktadır. Ancak bu yapılırken, CHP’nin tarihi, temel ideolojisi ve dayandığı dar bir sosyal tabana dair anlamlı bir eleştiri, sorgulama veya reddediş söz konusu edilmemekte, bu anlamda partinin Atatürkçü ideolojisi muhafaza edilmektedir. Bu çerçevede gerek parti adına yapılan açıklamalarda, gerekse de “Yaşanacak Bir Türkiye” başlıklı 2015 seçim beyannamesinde göze çarpan ve “Yeni CHP”nin söylemlerine yansıyan üç temel özelliğinden söz edilebilir: CHP’NİN SEÇİM STRATEJİSİ HERKES İÇİN BEKLENTİ OLUŞTURMAK Prof. Dr. Bekir Berat ÖZİPEK* Akademisyen C umhuriyet Halk Partisi (CHP) 2015 Genel Seçimlerine, öncekilerden farklı bir strateji ve söylem ile özenli bir siyasal iletişim diliyle hazırlanmış bir Beyanname ile çıkmaktadır. Bu strateji, aslında CHP’nin son yıllarda içine girdiği imaj ve söylem değişiminin bir devamı ve sonucu olarak değerlendirilebilir. Kemal Kılıçdaroğlu’nun lider olmasıyla birlikte başlayan ve “Yeni CHP” kavramında somutlaşan deği- 28 MAYIS 2015 şim, partinin temel ilkelerinde ve ideolojisinde anlamlı bir farklılaşma olmaksızın, partinin söylem ve imajının yenilenmesini ifade etmektedir. Bu yeni durumda, Cumhuriyetin temel ilkeleri, laiklik ve ulusalcılık temaları geriye itilmekte, din ve vicdan özgürlüğüne ilişkin hak taleplerinin “irtica” olarak tanımlanarak “mütedeyyin” kesim doğrudan hedef alınmamakta veya orduyu göreve çağırmaya ilişkin militarist mesajlara başvurmaktan kaçınıl- Bu yeni durumda, Cumhuriyetin temel ilkeleri, laiklik ve ulusalcılık temaları geriye itilmekte, din ve vicdan özgürlüğüne ilişkin hak taleplerinin “irtica” olarak tanımlanarak “mütedeyyin” kesim doğrudan hedef alınmamakta veya orduyu göreve çağırmaya ilişkin militarist mesajlara başvurmaktan kaçınılmaktadır. İkili dil: Seçim sürecinde CHP, birbirinden farklı, hatta karşıt kesimlere aynı anda hitap etmek ve onların oyunu alabilmek için ikili bir dil kullanmaktadır. Atatürkçülüğü ve ona dayalı resmi ideolojiyi terk etmeden aynı anda sosyal demokrat bir dil de kullanmakta, Kürt Sorununa çözümden yana olmakla ulusalcı duyarlılıkları aynı anda seslendirmekte, din ve vicdan özgürlüğüne taraftar ve karşıt isimlere milletvekili listelerinde aynı anda yer vermekte1 ve iktidar partisinin yeni havaalanı gibi projelerini açıkça reddeden eski CHP’den farklı olarak onlara karşı çıkmamakta, ama onları reddeden kesimleri de ihmal etmeyen bir dille “yeniden değerlendirmek”ten söz etmektedir. Bu ikili dil, ülkenin en temel sorunlarıyla ilgili açık bir tutum almayarak veya alınan tutumu bir “belirsizlik perdesi”yle gizleyerek, söz konusu temel sorunla ilgili olarak iki zıt pozisyon alan kesimlerin aynı anda ikna edilmesine ilişkin stratejinin bir ürünü olarak değerlendirilebilir. Örneğin seçim beyannamesinde laiklik ilkesinde CHP açısından yeni bir tanımla, bu ilke evrensel anlamını çağrıştıracak doğru bir yaklaşımla “devlet tüm inançlara ve bireysel tercihlere eşit mesafede duracak, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bu ilke çerçevesinde hareket etmesi sağlanacaktır”, “zorunlu din dersi kaldırılacaktır” ve “cemevlerini diğer ibadethaneler gibi yasal statüye kavuşturacağız” denmektedir. Bu vaatler özgürlükçü bir nitelik taşımakta olup, AK Parti’ninkinden daha ileri bir noktayı ifade etmektedir. Ama aynı CHP, eski anti-demokratik ve anti-liberal laiklik anlayışının göstergesi olan “dini siyasete alet etmeme” kalıbını da tekrarlamakta ve daha da önemlisi, anayasa önerisinde din ve vicdan özgürlüğünü keyfi biçimde sınırlandırmaya kaynaklık eden 1982 anayasasının yasaklama kriterlerini yeni anayasaya da taşımak istemektedir.2 Kürt Sorunu konusunda da aynı muğlak yaklaşımın tercih edildiği görülmektedir. Örneğin beyannamede “Kürt sorunu, birinci sınıf demokrasiyle, daha fazla özgürlükle ve siyaset yoluyla çözülecektir. Çözüm, TBMM’de tüm siyasi partilerin katılımıyla, geniş bir uzlaşı ve mutabakatla sağlanacaktır. Atılacak adımlarda hukuk kurallarının bağlayıcılığı gözetilecek ve kamu vicdanının yaralanmasına izin verilmeyecektir” denilmektedir. Ama sorunun hem daha fazla özgürlükle çözüleceğini söylemek, hem de buna TBMM’de tüm partilerin, bu kapsamda doğal olarak MHP’nin de katılımıyla mutabakat şartı koymak, aslında çözüm konusunda sorumluluğu MHP’ye yıkarak eski pozisyonunu korumaktan başka bir anlam taşımamaktadır. Özellikle MHP’nin anadilde eğitim ve vatandaşlık başta olmak üzere, çözüm için zaruri olan sivil ve siyasi haklara itiraz edeceğini öngörmek güç değildir. Öte yandan “atılacak adımlarda hukuk kurallarının bağlayıcılığının gözetileceği”ne ilişkin vurgu da, bu hukuki çerçeve ile çözümün mümkün olamayacağı göz önüne alındığında, olası bir iktidar durumunda herhangi bir köklü adım atmamanın peşin mazereti olarak okunmalıdır. “Kamu vicdanını MAYIS 2015 29 yaralaması”ndan söz edilmesi de aynı bilinçli belirsizlik dilinin bir örneğidir. Burada kamu vicdanını yaralayacak olan nedir? Kürtlere iade edilecek haklar mı, yoksa bu hakların yeterince tanınmaması mı? Atılacak adımların buna izin vermeyeceği söylendiğine göre ilki doğru olmalıdır. Abartılı ekonomik vaatler: Beyannamede, emeklilere dini bayramlarda birer maaş ikramiyeden asgari ücreti net 1.500 TL yapmaya, 437 TL’lik 65 yaş aylığını 900 TL’ye çıkarmaktan imar affına, genç girişimcilere verilen şirket kredilerine özel teşvikler sağlamaktan işsizlik sigorta fonundan yararlanmayı yarı yarıya kolaylaştırmaya, 800 bin işsizi asgari ücret karşılığında ödeme alacakları 9-12 aylık eğitim programlarına yerleştirmekten mazotun litresini 1,5 TL’ye düşürmeye, tarım sektöründe çalışanların sosyal güvenlik primlerini 30 yaşına kadar Hazine’den karşılamaktan yeni iş kuracak kadın girişimcilere faturalı harcamaları karşılığında 33 bin TL’si avans olmak üzere 88 bin TL hibeye kadar ciddi bir kaynak gerektiren uzun bir vaatler listesine yer verilmektedir. Beyannamede, öğrencilerin askerlik hizmetlerini yaz tatillerinde üçer aylık dönemler halinde tamamlayabilmesini sağlamak veya yurtdışında alınan “askerlik yapamaz” belgesinin Türkiye’de de geçerli sayılmasından altı aylık mama ve bebek bezinden oluşan “bebek sandığı”na ve yerel düzeyde “Emekli Meclisleri”nin kurulmasına 30 MAYIS 2015 kadar çok sayıda vaatte somutlaştığı üzere hiçbir kesimin unutulmadığı görülmektedir. Ancak bu vaatlerdeki zenginlik, çeşitlilik ve yer verilen geniş alan ölçüsünde, bütün bu vaatlerin karşılanması için gereken kaynaklarla ilgili bir bölüme yer verilmediği görülmektedir. Seçmenin bu kadar ayrıntılı biçimde anlatılan ve büyük miktarlarda ayrılacağı önerilen kaynağın nasıl sağlanacağı konusunda aynı şekilde ayrıntılı bilgi sahibi olmasının ihmal edilmiş olması önemli bir eksikliktir.3 Yabancı düşmanlığı ve mültecilerin hedef alınması: CHP’nin bu seçim sürecinde sıklıkla kullandığı ve bütün politik tartışmaların ötesinde endişe verici olan stratejisi, ülkedeki Suriyeli sığınmacılara yönelik ayrımcı önyargı ve nefrete seslenmesi ve onu çoğaltmasıdır. MHP dâhil hiçbir siyasi parti, “1,5 milyon Suriyeliyi almak vatana ihanettir” diyen Kılıçdaroğlu kadar ayrımcı bir dil kullanmamıştır. Özellikle bu vaatlerini nasıl karşılayacağına ilişkin genel eleştirileri cevaplarken emeklilere verilebilecek çift maaşın kaynaklarından biri olarak “2 milyon Suriyeliye 5.5 milyar dolar para buluyorsun” diyerek, toplumun bir kesimini mültecilerle karşı karşıya getiren bir dil kullanması, “Ben Suriyelileri göndereceğim dedim, vay efendim sen nasıl gönderirsin” diyerek bunu tekrarlaması, Kılıçdaroğlu CHP’sini Avrupa’daki aşırı sağ partilerle aynı siyasi tavır ve söylem kümesinde değerlendirmeyi mümkün kılmaktadır. CHP liderinin “Suriyeli kardeşlerimizi de geri göndereceğiz. ‘Kusura bakma’ diyeceğiz. Git kendi ülkene. Her insan doğduğu toprakta mutlu olur” şeklindeki sözleriyle Ermeni Tehcirinin 100. yılında yeni bir tehcir vadetmesi, İttihat Terakki-CHP siyasi geleneği ve çizgisinin sürekliliğini göstermesi bakımından anlamlı olup, “yeni CHP” iddialarının geçerlilik düzeyinin ne kadar düşük olduğunu da göstermektedir. “Yeni CHP”nin farklı duyarlılık ve siyasi tutumları aynı anda kazanmaya ilişkin söylemleri, eskisinden farklı olarak bu partinin başarılı bir siyasal iletişim stratejisiyle hareket ettiğini düşündürmektedir. Sığınmacılarla ilgili olarak tercih edilen dilin, toplumda o insanlara yönelik ayrımcı önyargının düzeyi ve onun sağlayacağı oya ilişkin kamuoyu yoklamalarına dayanıyor olması da mümkündür. Dipnotlar Örneğin, bir yandan İslami görüşleriyle tanınan ve doğal olarak başörtüsü yasağına karşı olan Mehmet Bekaroğlu’na, diğer yandan 28 Şubat sürecinde başörtülü kadınlara yönelik ihlal üreten yasaklamalarda ifadesini bulan faşizan laikliğin savunucularından Şanal Saruhan’a milletvekili listelerinde yer verilmektedir. Bekaroğlu’nun seçilmesi kolay olmayan bir sıradan, ama Saruhan’ın Kemal Kılıçdaroğlu’nun da önünde 1. sıradan aday gösterilmiş olması, bu süreçte hangi duyarlılığın daha gerçek veya sahici olduğuna bir karine olarak Bu anlamda, özünü koruyan ama formunu revize değerlendirilebilir. etmiş olan bir siyasi partiyle karşıya olduğumuz 2 TBMM’nin Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nun hazırladığı “Anayasa Taslak Metni”ndeki CHP önerisi, 1982 Anayasöylenebilir. Eski CHP, diğer milliyetçi partilerin sasının bir dizi ihlal üreten ve hukuki bir anlam ifade edekaba ve vülger ayrımcılığından çok daha ince ve meyecek ölçüde muğlak ifadelerle dolu olan bu maddeyi, yeni anayasada da şu bölümüyle muhafaza etmeyi sofistike bir ayrımcılığı temsil ediyordu. Dersim’de öngörmektedir: “Din, vicdan, inanç ve ibadet özgürlüğü, anaları ağlatan devlet pratiği, 2000’li yıllarda bu pardevletin sosyal, ekonomik, siyasal veya hukuki temel düti tarafından, MHP’ninkinden farklı olarak çok daha zenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma veya siyasal veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla ince ve diplomatik bir dille, çözüm diye sunulabilikullanılamaz. Kimse dini veya dini duyguları ya da dince yordu. Ancak insan haklarına aykırılık bu diplomakutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanatik zarafete rağmen nispeten görünür durumdaydı. maz. Bu fıkraya ilişkin yaptırımlar kanunla düzenlenir.” Bugün ise Kemalizm’in mağduru bir kimlikten gelen 3 Eğer bütün bunlar için kullanılacak kaynak “yolsuzlukları engelleyeceğiz ve paramız olacak”tan ibaret değilse, bu Kılıçdaroğlu’nun liderliğinde, bu nispi görünürlüğün kaynak iktisadi anlamda başlıca daha da azaldığı, demokiki biçimde sağlanabilir: Üretilen milli gelir pastasından bir kesirasi mesajlarının daha çok Son dönemde me ayrılan dilim artırılarak veya verildiği ama sığınmacılara pasta büyütülerek. CHP’nin bu Türkiye’nin geride yönelik yaklaşımda da beiki konuda da suskun kalmasının anlaşılır bir durumu ifade ettiğini lirginleştiği üzere eski zihnibıraktığı düşünülen tespit etmek mümkündür. Çünyet ve tutumun da perdenin kü eğer birinci yol seçilecekse, seçim ekonomisi ve arkasından zaman zaman yani milli gelir pastasından bir kesime ayrılan dilim artırılacaksa, bu kapsamda gerçekle başını uzattığı bir durum bu durumda başka bir kesimin söz konusudur. Son döpayı azaltılacak demektir. Örbağlantısı olmayan nemde Türkiye’nin geride neğin eğitime ayrılan dilimin arSüleyman Demirel ve tırılması tarım sektörü pahasına bıraktığı düşünülen seçim olmayacaksa hangi sektör veya ekonomisi ve bu kapsamCem Uzan tarzı seçim kesim aleyhine olacaktır? Seçim beyannamesinde bundan bahda gerçekle bağlantısı olvaatlerinin belirgin sedilmesini beklemek anlamlı mayan Süleyman Demirel değildir. Eğer ikinci seçenek söz biçimde CHP’de nüksetmiş ve Cem Uzan tarzı seçim konusuysa, yani pasta büyütülecekse, bu kez bunun iktidarın vaatlerinin belirgin biçimde olması da ayrı bir soruna “neo liberal” olarak eleştirilen CHP’de nüksetmiş olması ekonomi politikasından başka işaret etmektedir. da ayrı bir soruna işaret ethangi yöntemle yapılacağının izah edilmesi ve aynı anda bu mektedir. kadar geniş bir yeniden-dağıtımcı politikayla büyümenin nasıl entegre edileceğinin gösTarihi tecrübe, toplumun tüm kesimlerini aynı anda terilmesi gerekir ki böyle bir çaba öteden beri yoktur. memnun etmenin imkânsızlığına ve ortalama insanın akıl ve vicdan sahibi bir varlık olarak, kolayca ikna olamayacağına işaret ediyor. 1 * İstanbul Ticaret Üniversitesi öğretim görevlisidir. Ağırlıklı olarak çağdaş siyasi teoriler, insan hakları ve ifade özgürlüğü alanında çalışmalar yapmaktadır. MAYIS 2015 31 İÇ POLİTİKA Kuvvetleri Komutanı E. Org. Aytaç Yalman, “Balyoz diye bir planı hiç duymadık.” dediler. Yeni bilirkişi heyeti de davadaki dijital verilerin “sahte” olduğu yönünde rapor hazırladı. Balyoz Mu Kumpas Mı? BALYOZ’A BERAAT VESAYET SiSTEMi BiTTi Mi? Aydın BOLAT SDE Stratejik Planlama Kurulu Başkanı Balyoz’a Beraat A nayasa Mahkemesi’nin verdiği “Hak İhlali” kararının ardından tahliye edilen 236 tutuksuz sanığın yeniden yargılandığı Balyoz Davasında, Anadolu 4. Ağır Ceza Mahkemesi tüm sanıkların beraatına karar verdi. Davaya konu dijital verilerin sahte olduğunun anlaşıldığını belirten mahkeme, sahteciliği yapanlar hakkında suç duyurusunda bulundu. Davada beraat edenler arasında eski 1. Ordu Komutanı E. Org. Çetin Doğan, eski Hava Kuvvetleri Komutanı E. Org. Halil İbrahim Fırtına, eski Deniz Kuvvetleri Komutanı E. Oramiral 32 MAYIS 2015 Özden Örnek, Gen. Kur. eski 2. Bşk. E. Org. Ergin Saygun, E. Org. Bilgin Balanlı, MHP İstanbul Milletvekili E. Korg. Engin Alan, CHP Milletvekili Adayı E. Kur. Alb. Dursun Çiçek de bulunuyor. Temyiz Hakkı Saklı! Ancak Anadolu Cumhuriyet Başsavcılığı adına Başsavcıvekili Mehmet Aydın ve Başsavcıvekili Abdurrahman Üşenmez, beraat kararı veren Anadolu 4. Ağır Ceza Mahkemesi’ne karara ilişkin temyiz incelemesinde bulunulacağını belirterek: “Usul ve yasaya aykırı hususları içermesi nedeniyle, kararın bozulması için temyiz yoluna gidilecektir. Gerekçeli kararın yazılmasından sonra, dosyanın Başsavcılığımıza gönderilmesi kamu adına talep olunur.” denildi. Mahkeme gerekçeli kararı yazıp Başsavcılığa gönderdikten sonra, Başsavcılık temyiz talebinden feragat edebilir ya da gerekçeli temyiz dilekçesi sunabilir ve Yargıtay yolu açılır. Yargıtay incelemesinde beraatın onanması yönünde bir karar verirse karar kesinleşir, değilse başa dönülür. Yani Balyoz Davasında beraat kararı henüz kesinleşmemiştir. Balyoz Davası Süreci “Balyoz”, 2003 yılının Mart ayında 1. Ordu Komutanlığında dönemin hükümetini devirmek için hazırlandığı iddia edilen askeri darbe planıydı. 20 Ocak 2010 tarihinde Taraf gazetesinde yayımlanan “Balyoz Harekât Planı” haberi üzerine başlatılan soruşturma sonucunda 361 sanık yargılandı, sanıklardan 237’si Eylül 2012’de toplam 3 bin 904 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Mahkûmiyet kararları Yargıtay’da onanan sanıklar, bireysel başvuru hakkından yararlanarak Anayasa Mahkemesi’ne gitti. Anayasa Mahkemesi 18 Haziran 2014 tarihinde, Balyoz Davasında dijital deliller ve tanık dinlenmesi konusunda hak ihlali olduğuna karar verdi. Bütün sanıklar ardı ardına tahliye edildiler. Anadolu 4. Ağır Ceza Mahkemesinde görülen yeniden yargılamada tanık olarak dinlenen dönemin Genel Kurmay Başkanı E. Org. Hilmi Özkök ve Kara Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan yaptığı açıklamada, “Milli orduya kumpas kuruldu.” dedi. Akdoğan, 24 Aralık 2013 günü Star Gazetesi’ndeki köşe yazısında, “Millet; kendi ülkesinin milli ordusuna, milli istihbaratına, milli bankasına, milletin gönlünde yer edinen sivil iktidarına kumpas kuranların bu ülkenin hayrına bir iş yapmış olmayacağını çok iyi bilir. Amaca ulaşmak için her yolu mübah görenlerin nasıl hastalıklı anlayışlar ürettiğini çok iyi bilir.” ifadesini kullanmıştı. Akdoğan’ın “kumpas” açıklaması farklı boyutlarda tartışılırken, yolsuzluk iddialarıyla da birlikte hızlı gelişmeler yaşanmıştı. Hükümet, HSYK başta olmak üzere yargıda ciddi yasal değişiklikler gerçekleştirmiş ve ÖYM’leri de kapatarak yetkilerini ceza mahkemelerine devretmişti. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan yakın bir tarihte Harp Akademileri Komutanlığı’nda komuta kademesinin ve kurmay subayların katıldığı toplantıda yaptığı konuşmada: “Suçluyla suçsuzun, gerçekle yalanın, doğruyla yanlışın aynı torbaya konularak yürütüldüğü bu operasyonlarla, şahsım başta olmak üzere, tüm ülke yanlış yönlendirildi, aldatıldı. Kurumlarımızın içinde örgütlenmiş, güçlü medya desteğiyle teçhiz edilmiş bir yapının, Türkiye’yi ele geçirmek için yürüttüğü bir kumpasa, bir darbe teşebbüsüne hep birlikte maruz kaldık. Samimiyetle ifade ediyorum; eski Genelkurmay Başkanımız başta olmak üzere, birlikte mesai sarf ettiğim için yakından tanıdığım pek çok komutanın tutuklanmasına şahsen gönlüm hiçbir zaman razı olmadı. Tereddütlerimi, itirazlarımı o dönemde bu işin sorumlularına ifade ettim, hatta kamuoyu önünde de dile getirdim. Ama o zaman önümüze konan, ancak çoğunun sahte ve çarpıtılmış olduğu daha sonra ortaya çıkan belgeler, bilgiler karşısında hukuka saygı gereği, yapacak bir şeyimiz kalmadı. Bu süreçte, Başbakan ve Hükümet olarak bizim de Genelkurmay Başkanımızın ve Türk Silahlı Kuvvetlerimizin de hukuk devleti ilkesine saygının gereğini yerine getirmek dışında bir duruşumuz olmadı. Uzun süredir temkinle yaklaştığım, faaliyetlerini takibe aldığım bu yapı, biliyorsunuz, 17-25 Aralık 2013’te doğrudan hükümeti devirmeye ve adeta MAYIS 2015 33 Türkiye’ye topyekûn el koymaya yönelik bir teşebbüse girişti. Yolsuzluk kılıfı altında başlattıkları bir operasyonla, şahsımla birlikte ülkemizin tüm milli kurumlarını, milli projelerimizi hedef aldılar. Milletimizin desteğiyle bu teşebbüsü akamete uğrattık. Türkiye için bir tehdit olarak değerlendirdiğimiz paralel devlet yapılanmasına karşı süratle gerekli tedbirleri almaya başladık. Bu meseleyi Milli Güvenlik Kurulumuzun da takibine aldık. Tüm kurumlarıyla devlet olarak bu konuda kararlı bir duruş içindeyiz. Milletimiz de, gerek mahalli seçimlerde, gerekse Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ortaya koyduğu iradeyle bu konuda devletinin yanında olduğunu gösterdi. Hukuk devlet sınırları içinde, kararlılıkla, azimle bu yapının üzerine gidiyoruz, gitmeye devam edeceğiz. Geçmişte hangi sıkıntıları yaşamış olursak olalım, T.C. Devletinin “Demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti” vasıflarından asla taviz vermeyeceğiz. Türkiye, demokrasi ve insan hakları yolundaki mücadelesinden asla vazgeçmeyecek. Vatandaşlarının inanç özgürlüklerinin teminatı olan laiklikten asla geriye gitmeyecek. Sosyal devlet ilkesinin gereği olarak tüm vatandaşlarının refahtan pay almasını sağlamaya devam edecektir.” dedi. Bir tarafta 1. Ordu karargâhında 5-7 Mart 2003 tarihinde icra edilen Balyoz Plan Semineri’nin bir darbe hazırlığı ve provası olduğu yönünde iddia var. Diğer tarafta Balyoz Davası üzerinden orduya kumpas kurulduğu, aslında TSK’nin yıpratılarak, zayıflatılmasının amaçlandığı iddiası… TSK’nin geçmişteki sicili, bu tür darbe iddiaları ortaya çıktığında bunların ciddiye alınmasını haklı kılıyor. 27 Mayıs 1960, 9 Mart-12 Mart 1971, 12 Eylül 1980, 28 Şubat 1997 darbeleri, sayısız müdahale ve muhtıralar bunun acı örnekleridir. İçerisindeki yapısal bir zarfla darbeci geleneği hep yaşatmış cunta oluşumlarına, muhtıra heveslerine, demokrasiye ve siyasete müdahale çabalarına yakın tarihimiz maalesef defalarca şahit olmuştur. Sahiciliği kimse tarafından tartışılmayan ses kayıtları ve resmi yazışmalar Balyoz Plan Semineri’nin bir darbe hazırlığı olduğu konusunda ciddi şüpheler uyandırıyor. Plan seminerindeki üslup ve bazı konuşmalarda kamu hizmetinde olanların uyması gereken demokratik terbiyeyle ilgili çok problemli durumlar var. Seçilmiş siyasi otoriteye ve hükümete 34 MAYIS 2015 Balyoz davasıyla anlaşıldı k; bazıları abartıldığı kadar güçlü değlmş. Bazılarının amacı demokras değl kend gücünü pekştrmekmş. Brlernn her türlü krl çamaşırı ortaya dökülünce gerçek kmlkler fşa oldu. Ülkenn hal pür mealnn özet de resmedlmş oldu. karşı saygısızlık, görevi kötüye kullanmak, işgüzarlık, emirlerin uygulanmaması, itaatsizlik, durumdan vazife çıkarmak ne ararsan var… Askeri yetkililerin hükümet otoritesine yönelik saygısız dil kullanmaları, emir komuta sorunu, orgeneral düzeyinde disiplinsizlik sorunu var. Plan seminerini organize eden bazı komutanların iyi niyetli olmadıklarını gösteren önemli ifade ve çabalar sezilebiliyor. Ancak askeri hiyerarşi ve emir komuta gereği plan seminerinde bulunan çok masum askerler de var. Bir de dijital deliller var... Hepsi dijital ortamda üretildiği iddia edilen, hemen hemen hiç birisinde ıslak imza olmayan belgeler… İşte bu belgeler üzerinden TSK’ya kumpas iddialarını güçlendiren çok ciddi çelişkilerden söz ediliyor. Sahte oldukları söylenen bu dijital delillerle birlikte, kumpasın görünen tarafında; mahkeme heyeti, soruşturma savcıları, tutuklama yapan hâkimler, polis fezlekelerini hazırlayanlar, aramaya katılan polisler ve TÜBİTAK bilirkişileri var deniliyor. Kumpasa kamuoyu yaratmak için çabalayan gazeteler, gazeteciler… Arka planda ise yabancı istihbarat örgütleri, cemaatin ileri gelenleri, belki bazı siyasiler… Hatta ABD derin devleti, yani CIA’dan bahsediliyor. 1 Mart tezkeresi nedeniyle TSK’yi cezalandırmak istemesi olasılığı ve Yeni Orta Doğu’yu şekillendirirken mıntıka temizliği yapmak ihtiyacı v.s. Balyoz Darbesi mi, kumpas mı? Belki biraz Balyoz, biraz kumpas… Yani darbe hazırlığı çabası da var, onu istismar ederek kumpas kurmak da… Çünkü yeni bir vesayet ihya edebilmek için var olan vesayet gücünü etkisizleştirmek gerekli görülmüş. Aslında; çok haklı ve herkes tarafından kolayca kabul görecek “darbe” iddiasıyla orduya kumpası kamufle etmek; yine çok haklı ve savunulamayacak “yolsuzluk” iddiasıyla hükümete darbeyi gizlemek istediler. İşte bu süreç paralel yapıya devlete sahip olmanın yolunu açacak operasyondu. Balyoz’a Beraat Kararına Tepkiler… Genelkurmay Başkanlığı’ndan, beraatla sonuçlanan Balyoz Davasına ilişkin yapılan yazılı açıklama şöyle: “Kamuoyunda “BALYOZ DAVASI” olarak adlandırılan, çeşitli sahte delillerin kullanıldığı ortaya çıkan ve süreç içerisinde Türk Silahlı Kuvvetleri mensuplarını derinden üzen bu dava beklediğimiz şekilde beraat ile sonuçlanmıştır. Türk Silahlı Kuvvetleri olarak; hukukun üstünlüğüne saygının gereği ve adil yargılanma ilkesi çerçevesinde, söz konusu yargılamanın hakkaniyete uygun neticeleneceğine olan inancımız sürekli olarak muhafaza edilmiş, verilen karar ile birlikte bu yöndeki inanç ve beklentilerimizin haklılığı ortaya çıkmıştır. Yaptığımız suç duyuruları kapsamında, etkili ve süratli soruşturma yapılarak silah arkadaşlarımızı, ailelerini ve Türk Silahlı Kuvvetlerini derinden yaralayan kişilerin tespit edilerek, adil bir yargılama sonucunda hak ettikleri şekilde cezalandırılmaları beklenmektedir.” Balyoz Davasında net bir tutum takınmadığı için eleştirilere hedef olan Eski Genelkurmay Başkanı Emekli Orgeneral Hilmi Özkök, söz konusu davada mahkemenin tüm sanıklar için beraat kararı vermesinden çok büyük mutluluk duyduğunu söyledi. Özkök, “En samimi duygularımla şunu söylemek isterim ki, çok mutluyum” dedi. Genelkurmay eski Başkanı İlker Başbuğ, gazetecilerin, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, Harp Akademileri Komutanlığı’nda yaptığı konuşmada, “Kurumlarımızın içinde örgütlenmiş bir yapı- MAYIS 2015 35 İÇ POLİTİKA nın yürüttüğü bir kumpasa hep birlikte maruz kaldık” açıklamasıyla ilgili soruyu yanıtladı. Türkiye’de söylenen sözlerin artık fazla önemi ve değeri olmadığını düşündüğünü belirten Başbuğ; “Önemli olan bu sözlerin arkasında hareket, eylem ve fiillerin olması... Sadece sözler bir şey ifade etmiyor. Ayrıca bu bütün yaşananlar, Türk milletinin gözü önünde yaşandı. Türk milleti her şeyi gördü. Ben Türk milletine güveniyorum. Her şeyi, yaşananları en iyi şekilde değerlendireceğine yürekten inanıyorum” dedi. Başbakan Davutoğlu da Balyoz Davası beraatı kararı üzerine; “Kumpas olması bazı unsurların masum olduğu anlamına gelmiyor. Bu ülkede e-muhtırayı biz yaşadık.” dedi. TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı Prof. Dr. Burhan Kuzu da başka herhangi bir delil ortaya çıkmadığı takdirde Balyoz Davasının bittiğini belirtti. Kuzu, Balyoz Davası’na ilişkin verilen tezat kararların halkın yargıya olan güvenini sarstığını belirterek, “hukukçu olarak ortada kalıyoruz” dedi. “Elbette ki bu insanların yatmış olması bizi sevindirmez. Mantık, adalet yerini bulsun. Bir hukukçu olarak dehşete düşüyorum. Ağırlaştırılmış müebbet, müebbet vs. tonlarca ceza yağıyor, arkasından başka bir mahkeme geliyor “beraat” diyor. Şimdi hangisi doğru bunların? Hukukçu olarak ortada kalıyoruz. Hapis mi doğru, bu mu doğru? Böyle olunca da milletin adalete güveni sarsılmış oluyor. Tamamı mı suçlu, tamamı mı suçsuz? Bunlar nasıl ayıklanacak? 2010’da getirdiğimiz AYM’ye bireysel başvuru sayesinde bu adamlar önce tahliye oldular şimdi de beraat ettiler…” dedi. Sonuç: Beraat Ettiniz Ama Hepiniz Masum Değilsiniz! Balyoz Davası, Ergenekon Davası, Casusluk davaları ve diğerleri ülke ve toplum açısından bir hayal kırıklığı olmamalıdır. 27 Mayıs ihtilalini, 12 Mart ve 12 Eylül’ü, 1993 örtülü darbesini ve 28 Şubat müdahalesini, 27 Nisan e-muhtırasını yaşamış bir millet olarak ümitlenmiştik. Davalar başladığında diğer NATO müttefikleri gibi gladio yapılarından bir arınma ve güçlü-ileri demokrasiyi kurmamız için gerekli “iç hesaplaşma” ve bir “yüzleşme” gerçekleştirebileceğimiz beklentisi vardı. Vesayet sistemini bitirmek şansı doğmuştu. Ancak Gladio’dan Neo-gladio’ya geçileceğini kimse hesaplamamıştı. Yani bir vesayetten başka bir vesayete kapılmak hesapta yoktu. 36 MAYIS 2015 Balyoz dâhil derin davalar “eski Türkiye’nin”, Kemalist statükonun tasfiyesi, bürokratik vesayet rejiminin son bulması ve darbelerin mahkûm edilmesinin sembolü idi. MAKBUL TÜRKLER’İN, MAKBUL KÜRTLERLE Paralel yapı; darbelerle, askeri vesayetle ve statükoyla mücadele sürecini yeni bir vesayet odağı inşa etmenin imkânı olarak istismar etti. Derin vesayet rejimini tasfiye etme çabasına, siyaseti ve devleti dizayn etme ihtirası galebe çaldı. Geciktirilen, bulandırılan, sahteciliklerle hedefinden saptırılan adalet zulüm oldu ve hak tecelli etmedi. Önce tahliyeler şimdi de beraat kararları; bu davaların yanlışlığından, haksızlığından, yersizliğinden ve temelsizliğinden değil, paralel yargının dava sürecindeki hukuk ihlallerinden, maksatlı hatalar, yanlışlar ve aksaklıklarından kaynaklandı. Bu davalar aslında haklı ve doğru zemindedirler. Sonuçta beraat kararları kesinleşmiş de değildir. Beklenti şudur: Usül hataları, hak ihlalleri ve mağduriyetler hukuk içinde giderilsin ama darbe suçluları da cezasız kalmasın. ATEŞTEN iMTiHANI Paralel yargıya yönelik tepki ve tedbirlere sığınılarak bu derin davalar çökertilmemeli, içleri tamamen boşaltılmamalı, aklanmamalı ve cezasız bırakılmamalıdır. Aksi halde millet vicdanı yaralanır, değişim iradesi sarsılır, iç ve dış riskler harekete geçer, yazık olur. Gelinen bu aşamada herkesin ciddi bir özeleştiri yapma sorumluluğu vardır. Ordu, siyaset, devlet ve kişilerin yaşanan sürecin muhasebesini yaparak dersler çıkarması gerekmektedir. Hukuksuzluk, delilsizlik ve hak ihlalleri üzerinden işleyen süreçlerin devlete, millete, hukuka ve demokrasiye katkısı olamaz. Gerçek bir hukuk devletine ulaşmak istiyorsak her şeyi demokrasi ve hukuk zemini üzerinde gerçekleştirmek sorumluluğu vardır. Balyoz Davasıyla anlaşıldı ki; bazıları abartıldığı kadar güçlü değilmiş. Bazılarının amacı demokrasi değil kendi gücünü pekiştirmekmiş. Birilerinin her türlü kirli çamaşırı ortaya dökülünce gerçek kimlikleri ifşa oldu. Ülkenin hali pür mealinin özeti de resmedilmiş oldu. Son söz: Kuruların yanında yaşların yanmadığı, yaşları kurtarmak için kuruların da korunmadığı, adaletin ve hukukun tecelli ettiği adil bir Türkiye, Yeni Türkiye umuduyla… Orhan MİROĞLU SDE Tarih ve Toplumsal Hafıza Araştırmaları Programı Koordinatörü A teşten imtihanı diyorum çünkü, Türkiye’nin siyasi tarihi boyunca pek denenmemiş bir şey, 7 Haziran seçimlerinde deneniyor. sonra da, çözüm gelip kapıya dayandığında, halkın inkâr sürecine karşı toplumsal tepkileri arttığında, bu sorunu, şiddetle buluşturdu. Makbul Türkler, Makbul Kürtlerin sandalına binerek nehri geçmeye çalışıyor. Makbul Türkler, cumhuriyet döneminin ayrıcalıklı kesimiydi. Cumhuriyet’in kuruluşundan başlayarak oluşturdukları iktidar biçimi, özü itibariyle patrimonial (babadan kalma) bir iktidar biçimiydi. Bu iktidar biçimi, Türkiye’ye pahalıya patladı. Bu iktidar biçimi inkâr ve yok sayma politikalarını hayata geçirerek, Kürt sorununu üretti, 12 Eylül 1980 sonrası dönemde devletin şiddeti kendi karşıtını üretti ve siyasetin belirlendiği alan, hem devlet hem örgüt tarafından yaklaşık otuz yıl boyunca silahların ve şiddetin gücüyle belirlenen bir alan oldu. AK Parti iktidarıyla beraber, inkâr süreci bitti, devlet, Kürt taleplerini şiddetle bastırma alışkanlığını terk MAYIS 2015 37 Makbul Türkler, Makbul Kürtlern sandalına bnerek nehr geçmeye çalışıyor. Makbul Türkler, cumhuryet dönemnn ayrıcalıklı kesmyd. Cumhuryet’n kuruluşundan başlayarak oluşturdukları ktdar bçm, özü tbaryle patrmonal (babadan kalma) br ktdar bçmyd. Bu ktdar bçm, Türkye’ye pahalıya patladı. Bu ktdar bçm nkâr ve yok sayma poltkalarını hayata geçrerek, Kürt sorununu ürett, sonra da, çözüm gelp kapıya dayandığında, halkın nkâr sürecne karşı toplumsal tepkler arttığında, bu sorunu şddetle buluşturdu. etti. Ama bu defa da HDP/PKK’yle tanımlanan siyaset, 90’lı yılların yöntem ve araçlarıyla hareket etmeye, şiddet alanını boşaltan devletin yerini almaya başladı. Mardin’deyim ve milletvekili adayı olarak seçim çalışmalarını aday arkadaşlarımla beraber sürdürüyorum. İlçe başkanlarımızı dinlerken, içime ağır bir hüzün oturuyor. Kızıltepe ilçe örgütümüz, sonuncusu 6-7 Ekim olaylarında olmak üzere tam üç kez yakılıp yıkılmış. Bu sadece bir örnek… Durum diğer yerlerde de farklı değil. Partili arkadaşları dinlerken, aklıma 90’lı yıllarda yakılıp yakılan HEP/HADEP binaları, bombalanan genel merkezler geliyor. Bu yüzden geçen hafta yazdığım yazı, ‘AK Parti, 90’lı yılların HEP’i gibi’ başlığını taşıyordu. HEP ve daha sonra kurulan partiler, 90’lı yıllarda, diğer partilere göre, nasıl ki eşitsiz ve dezavantajlı olarak seçime giriyorlardıysa, AK Parti de aradan geçen bunca yıldan sonra aynı dezavantajlarla seçime giriyor. Kırsal alanda çalışmak yer yer imkânsız, gidilebilen köylerin çoğu, korucu ya da PKK’ye boyun eğmemiş, nüfuslu ailelerin köyleri. Bazı ilçelerde parti flaması ve bayraklarıyla dolaşmak göze alınamayacak kadar riskli bir şey. Mardin Kadın Kollarından bir arkadaşımız, tamamen güvenlik nedeniyle parti sembolleriyle giydirilmiş araç istemiyordu! Bölgede adıyla sanıyla maruf yeni bir sınıf, adına rahatlıkla ve tereddüt etmeden ‘Makbul Kürt’ diyebileceğimiz yeni ve muktedir bir sınıf var. Bu sınıf, bölgede devletten sonra en büyük işveren olan HDP’li belediyelerden besleniyor. Kendisi dışındaki Kürt’ü, 38 MAYIS 2015 ötekileştiriyor. Kürtleri ikiye ayırmak mümkün: ‘Makbul Kürtler’ ve her bakımdan ötekileştirilen, Kürtlükleriyle alay edilen, baskılanan Kürtler… Gri bölgede kalanlar ise, ulusal bir psikolojinin yarattığı mahalle baskısıyla susturulmuş vaziyette. ‘Makbul Kürtler’in yönettiği, ama tabanı önemli oranda savaş mağdurları kitlesinden oluşmuş HDP, baraja rağmen ve kanaatimce kendi zeminini feda etmek pahasına, seçimlere, ‘Makbul Türkler’in çıkarları doğrultusunda giriyor. Seçim beyannamesi iktidarını kaybetmiş ‘Makbul Türklerin’ yani bir zamanların makbul vatandaşlarının hassasiyetleri düşünülerek kaleme alınmış. ‘Suriye iç savaşının sona ermesi için’ çalışacakmış HDP, ama bu arada İsrail’in katliamlarını da durduracakmış. İsrail’in yaptığı katliam, ama Esat’ın yaptığı değil! Esat’a hiçbir şekilde toz kondurmayan HDP, aslında sadece CHP’nin değil, Doğu Perinçek’in seçmenine de göz kırpıyor sanki! Haziran seçimleri öyle görülüyor ki, ‘Makbul Türklerle’ ‘Makbul Kürtler’in AK Parti’ye karşı son bir siyasi şans olarak kucaklaşmayı denediği bir seçim olacak. Bu kucaklaşmanın, bir üst aklın marifetiyle, bir siyasi tasarı olarak hesaplanıp hayata geçirildiğinden hiç şüphe yok. Dolayısıyla şu bir gerçek ki, HDP’nin seçimlere parti olarak girmesi, Kürt Sorunu ve Çözüm Sürecinin bir ihtiyacı olarak değil, iktidarı kaybetmiş ‘Makbul Türkler’in bir ihtiyacı olarak kurgulandı. Türkiye’nin ‘Makbul Vatandaşı’ olan beyaz Türkler, iktidarlarını kaybettiler. CHP iktidara taşınamadı. Teşebbüsün ötesine geçemeyen darbe girişimleri, Gezi, 17-25 Aralık, mezhep kışkırtıcılığı ve tabi ki PKK’nin yeniden silahlı mücadele alanına çekilmesi… bütün bunlar denendi ve hiçbir sonuç alınamadı. Haziran seçimlerinde, belki de son bir şans olarak, yeni bir şey deneniyor. Mahiyeti ve yaratabileceği sonuçlar üzerine bir kaç şey söylemek lazım: ren kürdü, siyasal şiddeti elinde bulunduran yegane güç olmanın verdiği çeşitli imkanlarla baskılamaya gayret ediyor. Doğu’da, savaş mağdurlarının siyasi hafızası, daha doğrusu hala devam eden yas ve acıdan ibaret mağduriyetler üzerinden sürdürülen politika, bugün artık kendi ‘Makbul Kürt’ünü yaratmış görünüyor. ‘Biz’ ve ‘onlar’ söylemi HDP’nin en kıymetli söylemi. Kürtler’in yoğun olarak yaşadıkları şehirlerde, 1999’dan bu yana yerelde iktidar olmak, meyvelerini vermeye başladı. Yeni bir sosyoloji ve yeni bir sınıfsal ayrışma ve bu ayrışmanın gerekli kıldığı siyasi tercihler, bugün HDP’nin yol haritasını belirleyen faktörler haline geldi. HDP’nin savaş mağdurlarından ibaret ana kitlesi içinden çıkıp gelen ve , yerel iktidarın imkanlarından yararlanan yeni bir elit zümre, bu siyaseti baştan sona kontrol ediyor. Bir dönem, devletin zulmüne karşı bedel ödeyenlerin itibar gördüğü bu siyaset alanını idare edenler, bugün, çatışma dönemlerinin ağır yükü altında ezilip kalmış insanların geleceği için hiçbir tahayyüle sahip değil. Maddi imkanlar, refahtan eşit oranda yararlanma söz konusu olduğunda, mağdurların payına bir şey düşmüyor, onların payına düşen savaşın hatıraları ve acılarıyla avunmaktan başka bir şey değil. Savaşın, acı ve hatıralarının, 90’lı yıllarda olduğu gibi, slogan ve sembollerle siyasal alana taşınması, HDP’nin bölgedeki yegane politikası durumunda. Savaş psikolojisini ve bu psikolojinin üstüne inşa edilen bir çeşit ‘Kürt ulusalcılığı’, ‘makbul Kürt’ kimliğini elde etmenin de bir yolu aslında. ‘Makbul Kürt’, kendi ötekisi gibi gördüğü, makbul olmayan, hayatın her alanında öteki muamelesi gö- Meclise ‘Biz’ gitmeliyiz, ‘ötekiler-onlar’ değil! Ama Batı’da durum farklı. Batı’da, sütten çıkmış kaşık gibi, siyaset yapmaya çalışıyor HDP. Çünkü ne de olsa savaşın acılarını bile hatırlamak, Türk ulusalcıların oyunu almaya engel olabilir! Batı’da bu yüzden tek söylemi var HDP’nin: AK Partiyi durdurmayı vaat etmek. HDP, yeni anayasayı, çözüm sürecini, ve başkanlık sistemini tartışmanın bile mümkün olmayacağı eski Türkiye’yi iktidar kaybına uğrayanlarla beraber geri getirmek istiyor. Yani, her ikisi de ulusalcılıktan beslenen, iki ulusalcı ideoloji, bu seçimde kader birliği yapıyor. ‘Makbul Türkler’, Türkiye’ye büyük acılar yaşatmış bir çatışmanın mağdurları üzerinden, iktidarı yeniden elde etmek için bir savaşın yarattığı ‘makbul Kürtler ’le işbirliği yapıyor. Kürt savaşının mağdurlarını, iktidarlarını kaybetmiş ‘makbul Türklerin’, bir basamağı haline getirenler, yası da acısı da büyük insanları, Beyaz Türkler sarılsın diye, seçimin ortasına bir cankurtaran simidi gibi fırlatıp atanlar, hiç şüpheniz olmasın, seçimi kazansalar bile kaybedecekler. Bir sözüm de, olup bitenleri sükunetle izleyen, Kürt demokrat dostlarımızadır. HDP, ulusal kulvarlara cephe açar, ve işi büyütüp sadece Kürtler’ in değil, Türkiye’nin CHP’si olmak isterken, bu siyaset aynı zamanda Kürdistan’ı kantonlara bölüp paramparça etmek isterken, AK Parti ve HDP arasında, ‘gri bölgede’ kalmak, çok mu ‘Kurdi’ bir tavır acaba? Hazran seçmler öyle görülüyor k, ‘Makbul Türklerle’ ‘Makbul Kürtler’n AK Part’ye karşı son br syas şans olarak kucaklaşmayı denedğ br seçm olacak. Bu kucaklaşmanın, br üst aklın marfetyle, br syas tasarı olarak hesaplanıp hayata geçrldğnden hç şüphe yok. Dolayısıyla şu br gerçek k, HDP’nn seçmlere part olarak grmes, Kürt sorunu ve çözüm sürecnn br htyacı olarak değl, ktdarı kaybetmş ‘Makbul Türkler’n br htyacı olarak kurgulandı. MAYIS 2015 39 İÇ POLİTİKA ÇAĞLAYAN VE FENERBAHÇE SALDIRILARI; ELEKTRİKLERİN KESİLMESİ AYNI MERKEZİN İŞİ Mİ? Bülent ORAKOĞLU SDE Başkan Danışmanı T ürkiye, 7 Haziran 2015 tarihinde yapılacak olan genel seçimler nedeniyle “seçim sath-ı mailine” girildiği bir süreçte, 31 Mart saat 10.36’da neredeyse ülke genelinde aynı anda elektriklerin kesilmesi, arızanın “Enterkonnekte sisteminin” çökmesinden kaynaklanması nedeniyle kesintinin uzun sürebileceği şokunu yaşarken; bu kez, 12.36’da Çağlayan Adliyesi’nde Berkin Elvan davasına bakan savcı Mehmet Sevim Kiraz’ın iki DHKP-C militanı tarafından odasında rehin alınması ve infaz edilmesi ile ikinci bir şok yaşadı. Terörist saldırılar sonrasında DHKP-C terör örgütünün, devletin bir savcısını şehit etmesini neredeyse basit bir eylem gibi göstererek skandal açıklamalara imza atan, teröre meşruiyet kazandırma ve destek vermeye yönelik, terör örgütünün propaganda amaçlı fotoğraflarını yayınlayan medya kuruluşları bir kez daha millet iradesine ihanet işinde suçüstü yakalandılar. 40 MAYIS 2015 Türkiye genelinde sistemin çökmesi veya çökertilmesi sonucu yaşanan uzun süreli elektrik kesintisi, Çağlayan Adliyesi’nin teröristlerce basılarak önemli davalara bakan bir savcının şehit edilmesi, aynı gece terör örgütüne mensup bir teröristin intikam amaçlı, Vatan caddesindeki Emniyet Müdürlüğü önündeki güvenlik görevlilerini hedef alan uzun menzilli silahlı ve bombalı saldırısı, Rize deplasmanından dönen Fenerbahçe otobüsüne düzenlenen silahlı saldırıda futbolcuların hayatlarına kastedilmesi, PKK’nın Ağrı-Diyadin Provokasyonu, seçim öncesi birbirinden bağımsız spontane gelişmiş olaylar zincirini mi gösteriyor? Yoksa Yeni Türkiye’nin kaderini belirleyecek, 7 Haziran seçimleri öncesi süreci maniple ederek, Kaos ve istikrarsızlık yaratacak eylem ve organize olaylar ile iktidarı zayıflatma stratejisi ve taktikleriyle hareket eden bu amaçla klasik ve siber terör kartlarını öne süren üst aklın devreye girdiğine mi işaret ediyor? Asimetrik Savaş’ın yaygın bir tanımı: “Meşru olarak harp etmeden, özel hayati hedeflere alışılmamış usullerle saldırı, siber ve bilgi savaşı şeklinde halkın yaşam ve psikolojisini felç eden hatta kitle imha silahları dahi kullanarak yapılabilecek her türlü savaştır” şeklindedir. Asimetrik tehdit kavramının diğer bir tanımlaması ise “Yarattığı ani ve hazırlıksız durum nedeniyle ülkelerin siyasi, sosyal ve ekonomik sistemlerinde istikrarsızlığa neden olan, düşük seviyede kuvvet ve teknoloji kullanarak etkin olmayı amaçlayan tehdit algılaması” biçiminde ifade edilmektedir. Küreselleşmiş dünyamızda, asimetrik tehditlerden biri ve en önemlisi siber terör olarak değerlendirilir. Bugüne kadar karşılaşılan olaylar incelendiğinde, klasik ve siber terör eylemleri arasında, amaç-etkifiziksel risk gibi birçok açıdan, çok farklı hususlar içerdikleri açıkça görülmektedir. Geleneksel terör eylemi yoluyla yapılmak istenen propaganda geniş kitlelere ulaşabilse de eylemin bizatihi kendisi lokaldir. Ancak siber terörde, eylemin etki alanı, bilgisayarı yönlendiren ‘fare’nin bir hareketiyle inanılmaz şekilde genişletilebilir. Bir tıklama ile devlete ait binlerce internet sitesi aynı anda çökertilebilir. Menderes hükümetini iktidardan uzaklaştırmak için uyguladıkları kara propaganda ve dezenformasyon yöntem ve taktiklerinin, günümüzde bire bir AK Parti ve üst düzey yöneticilerine uygulandığı bir süreçten geçiyoruz. 55 yıl önce rahmetli Menderes’in, darbe öncesi yaptığı radyo konuşması günümüze ışık tutacak mahiyette; sanki 2013 tarihli Gezi Kalkışması’ndaki olaylar dile getirilmiş. “Belirli merkezlerden yönetilen hadiselerde, Ankara ve İstanbul başta olmak üzere sokağı ele geçiren küçük gruplar arasına karışmış yıkıcı propaganda ile görevlendirilmiş ajanların halkı Demokrat Parti aleyhine kışkırtarak nasıl sokağa döktükleri ve darbeye zemin hazırladıkları” anlatılmıştı. Örneğin, metropollerde bilgisayarlar aracılığıyla yönetilen su ve elektrik dağıtım şebekelerinin merkezlerine yapılacak olan siber saldırılar o şehirde yaşayan tüm bireyleri doğrudan etkileyecektir. Şer güçlerce gerçekleştirilen, bu tür bir terör saldırısına hedef olan bir devlet kurumunun içine düşeceği karmaşanın yarattığı toplumsal huzursuzluk, çeşitli psikolojik harp veya harekât yöntemleri ve algı operasyonları ile ülkeyi idare eden üst düzey yöneticilere veya iktidara yönlendirilerek, mevcut otoriteye karşı bir güvensizlik ve nefret dalgası oluşturulması hedeflenebilir. 1’nci Gezi Kalkışması ile ilgili sokak terörü ve eylemleri Türkiye geneline yayılarak sürerken, dönemin Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım, hackerlerin Türkiye elektronik haberleşme ve finans sektörünün internet ağlarını çökertmek, elektrik sistemlerini bozarak, kentleri karatmak için saldırılar yaptığını ancak bunlara karşı teknik savunmayla hepsinin akim bırakıldığını açıklamıştı. Ancak 31 Mart saat 10.36’da neredeyse, Türkiye genelinde elektriklerin kesilmesi kentlerde hayatı felce uğratmakla kalmadı, milyonlarca insanın günlük yaşamının altüst olmasına neden oldu. Tıpkı 27 Mayıs’ta olduğu gibi. 55 yıl önce darbecilerin, 27 Mayıs 1960 darbesi ile şehit ettikleri Adnan Yetkililer yaptıkları açıklamalarda “Enterkonnette Sistemin” çökmesinden kaynaklanan bir kesinti ya- MAYIS 2015 41 55 yıl önce darbecilerin, 27 Mayıs 1960 darbesi ile şehit ettikleri Adnan Menderes hükümetini iktidardan uzaklaştırmak için uyguladıkları kara propaganda ve dezenformasyon yöntem ve taktiklerinin, günümüzde bire bir AK Parti ve üst düzey yöneticilerine uygulandığı bir süreçten geçiyoruz. şandığını açıkladılar. Enterkonnette sistem sadece elektriği bir yerden bir yere ileten sistem değil. Değişik gerilim ve yüklerde elektriği taşıyan, bu akımı dengeleyen merkezlerden geçirerek ihtiyaç olan yöne yönlendiren akıllı bir sistem... Bu sistem daha çok bilgisayarlar tarafından yönetiliyor. 2007’de yaz aylarında elektrik talebinin çok yüksek olduğu saatlerde o anki elektrik fiyatını beğenmeyen bazı üreticiler “ben arızalandım” diyerek şalteri kapattı. Elektrik üretimindeki bu azalma yüzünden sistem sıkıntıya girdi ama sıkıntı Türkiye’nin belli bir bölgesiyle, Ege ile sınırlı kaldı. Çünkü enterkonnette sistemin “aklı” arzdaki bu yetersizliği dengeledi. lararası bir programına, kısa bir süre için emniyetteki görevim nedeniyle katılmıştım. Toplantıya katılan Yunanistan Delegasyonundan bir konuşmacının neredeyse bire bir konjonktürel olarak Yunanistan’ın dış politikasını savunurken, Türk Delegasyonunda yer alan İGD sözcülerinin, Türkiye’yi yerden yere vuran açıklamaları doğrusu her açıdan ibretlik bir duruma işaret ediyordu. Peki, sistem bu kez bu dengelemeyi neden yapamadı, tümüyle yurt çapında çöktü? Bu çöküntünün ekonomik maliyeti hayli yüksek ama toplumda yaratılmak istenen manevi maliyet, yetkililerin 7 saat gibi beklenenden çok kısa bir sürede sistemi yeniden devreye sokmasıyla ucuz atlatıldı. 7 Haziran 2015 genel seçiminin, Yeni Türkiye ve hedefleri açısından hayati bir önem taşıdığı yadsınamaz bir gerçek olarak karşımızda duruyor. Devlet yönetiminde milli iradeyi önceleyen özgürlükçü, insanı ve insan onurunu yücelten, hukuk devleti nosyonları ile öne çıkmış, Yeni Anayasa ve Başkanlık Sistemine geçmiş, bölgesinde ve dünyada güçlü bir Türkiye’yi, kendi ülke çıkarları için tehdit olarak gören bazı Orta Doğulu ve Batılı ülkeler, genel seçimde AK Parti’yi sandığa gömmek amacıyla, Türkiye’deki yerli işbirlikçi etki ve nüfuz ajanları ile birlikte topyekûn saldırıya geçmiş görünüyorlar. Bu nedenlerle son iki haftada ülkemizde yaşanan yukarıda açıkladığımız olayların, bir merkezden idare edilen klasik ve siber terör saldırılarının asıl amacı, çözüm sürecini bozmak suretiyle, 1 Mayıs’ta, Gezi Kalkışmasının 3’üncü yılında sokak terörüne çok sayıda katılımın sağlanması olduğu anlaşılıyor. Gezi’nin 3’ncü sene-i devriyesinden sadece 4 gün sonra, Genel Seçimlerin yapılacak olması, 20-25 milyon taraftar desteğine sahip Fenerbahçe takımına yapılmak istenen katliam girişiminin arka planını da açıkça gözler önüne seriyor. ÇAYKUR Rizespor maçından dönen Fenerbahçe futbolcularını taşıyan otobüse yapılan saldırının yapıldığı yer ve şoförün hedef alınması, otobüsün 110 km’ye yaklaşan hızıyla şarampole yuvarlanmasının amaçlandığı anlaşılıyor. Emniyet Genel Müdürlüğü ve Jandarma Genel Komutanlığı’ndan olayı araştırmak için görevlendirilen 50 kişilik terör ve istihbarat konularında uzman ekipler yaptıkları çalışmalarda Fenerbahçe otobüs şoförünü hedef alan silahlı saldırının tamamen profesyonelce gerçekleştirildiğini, tetikçinin bu konularda deneyimli olduğunu belirtiliyorlar. Karanlık güçlerin, Fenerbahçe futbolcularını taşıyan otobüse düzenledikleri suikast saldırısı ile seçimler öncesinde Fenerbahçe taraftarlarını sokağa dökerek sokak terörünü iktidar aleyhine azdırma gayreti içinde oldukları; olay yerinde bulunan av tüfeğinin hedef şaşırtmak için saldırganlar tarafından olay yerine bırakıldığı anlaşılıyor. 7 Haziran öncesi güvenlik ve istihbarat birimlerimize ve birlik beraberliğimizi bozmaya yönelik sokak terörüne geçit vermeyen yüce milletimize bu kez de önemli görevler ve ödevler düşüyor. DHKP-C, Grup Yorum, CHP, Esed ilişkileri Hatırlayabildiğim kadarıyla 1977 veya 78 yılında, İstanbul’da Moskova eğilimli TKP çizgisindeki İGD’nin (İlerici Gençler Derneği) bölgesel veya ulus- 42 MAYIS 2015 Aradan geçen 35 yıl gibi uzun zaman diliminde, ülkemizde bu konuda bırakın olumlu bir gelişme yaşanmasını, tam tersine bir durum söz konusu oldu. Kendi ülkesinin, Orta Doğu veya Suriye’ye yönelik devlet politika ve stratejilerine, eleştiri sınırlarını aşarak karşı çıkan, kanlı Suriye Rejimi’ne ve 21’inci yüzyıl kasabı Esed ve DHKP/C terör örgütüne açık destek veren bir ana muhalefet partisi, marjinal Vatan Partisi, millet iradesine karşı devşirilmiş, Doğan ve Paralel örgüt medyasının açık işbirliği ile oluşturduğu şer koalisyon cephesi tüm güçleri ile iktidarı hedef alarak etkisizleştirmeye çalışıyorlar. 31 Mart 2015 tarihinde, Savcı Mehmet Selim Kiraz, 2 DHKP-C’li terörist tarafından şehit edilmiş, aynı gün terörist Elif Sultan Kalsen, Vatan caddesindeki Emniyet Müdürlüğü önündeki güvenlik görevlilerine intikam amaçlı uzun menzilli silahlı ve bombalı saldırı düzenlediği sırada kısa bir süre içinde etkisiz hale getirilmişti. Bu terörist saldırılar sonrasında DHKP-C terör örgütünün, devletin bir savcısını şehit etmesini neredeyse basit bir eylem gibi göstererek skandal açıklamalara imza atan, teröre meşruiyet kazandırma ve destek vermeye yönelik, terör örgütünün propaganda amaçlı fotoğraflarını yayınlayan medya kuruluşları bir kez daha millet iradesine ihanet işinde suçüstü yakalandılar. DHKP-C’li teröristlerin propaganda amaçlı fotoğrafını yayınlayan Doğan Grubu’na ait yayın organları (Hürriyet, Radikal, Posta, CNN Türk, Kanal D), Paralel Yapı Medyası ( İMC TV, Samanyolu TV, Bugün TV, Zaman, Bugün, Millet, Taraf), Sözcü, Ortadoğu, Yeniçağ, Cumhuriyet ve Bir gün gazeteleri gibi basın organlarına ülke menfaatlerine aykırı ve etik olmayan gazetecilik faaliyetleri nedeniyle akreditasyon uygulanarak cenaze törenine alınmamışlardı. CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ise DHKP-C terör örgütünün Türkiye’de gerçekleştirdi- MAYIS 2015 43 ği tüm sansasyonel terör eylemlerinde olduğu gibi son terörist saldırılar sonrasında da yine hükümeti ve güvenlik güçlerini suçlayan açıklamalar yaptı. Kılıçdaroğlu, Çağlayan Adliyesi’ndeki terör eyleminde hükümetin parmağı olduğunu öne sürerek, resmi twitter hesabı üzerinden attığı tweetlerde akıl almaz iddialarda bulunmuştu. Kılıçdaroğlu “Hükümetin kesinti sonrası ‘Terör saldırısı olabilir’ açıklaması, rehin alma olayında parmağı olduğunun göstergesi midir? Adliyenin var olan jeneratörü devredeyse, bu malzemelerin içeri sokulmasında kimler yardım etmiştir? Bu malzemelerin adliyeye sokulmasında yaşanan elektrik kesintisi etkili mi olmuştur? Yoksa elektrik bu iş için kasıtlı mı kesilmiştir?” diyebilmişti. CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun geçmişte de eleştiri sınırlarını aşan “Esed ve DHKP-C yanlısı” tutum ve davranışları, MİT ve Türk Polisinin kurumsal kimliğine yönelik iftiraları sabırları zorlayan marjinal açıklamaları, başta güvenlik güçleri olmak üzere kamuoyunda tepkilere neden olmuştu. Kılıçdaroğlu, Adana ve Hatay’da, Paralel Örgüte mensup polis, jandarma ve savcılar tarafından organize bir şekilde durdurulan, Türkiye’yi, teröre destek veren ülkeler kategorisine aldırmaya yönelik kumpas ve algı operasyonlarına destek vererek, Suriye’de Bayır-Bucak Türk’lerine insani yardım malzemesi götüren MİT tırları için “MİT silah kaçakçılığı” yapıyor iddiası ve iftirasını ortaya atmıştı. Ankara Dikmen Polisevi ve Emniyet Genel Müdür- lüğü binasına DHKP/C’li militanlarca yapılan çifte roketatarlı saldırılar ile ilgili olarak, “Polis evine yapılan saldırı iğrenç bir tezgâh” açıklaması, Reyhanlı saldırılarını El-Kaide bağlantılı İŞİD adlı örgütün üstlendiği yönündeki asparagas iddialar üzerine “hem hükümetin hem emniyetin El-Kaide ile işbirliği içinde olduğu” yönündeki akla ziyan suçlamaları bir bütün olarak düşünüldüğünde, yanlış bilgilendirme sonucu siyasi gaf ve hatalara mı işaret ediyor yoksa işin içinde bir bit yeniği mi var sorusunu ister istemez akıllara getiriyordu. 7 Haziran 2015 genel seçimleri nedeniyle seçime katılan siyasi partiler aday listelerini YSK’ya bildirmişlerdi. DHKP-C terör örgütü ile organik bağ içinde bulunan, Grup Yorum‘un eski solisti Hilmi Yarayıcı, CHP tarafından 2011 genel seçimlerinde Hatay’da 7’nci sıradan aday gösterilmiş, sıralamayı beğenmediği için istifa etmişti. Bu kez 7 Haziran 2015 genel seçimlerinde Yarayıcı’nın Hatay CHP listesinde 1’nci sırada milletvekili adayı gösterilmesi, Kılıçdaroğlu’nun iktidar ve güvenlik güçlerini hedef alan gayri milli açıklamalarının ardındaki esrar perdesinin aydınlanmasına vesile oldu. Savcı Mehmet Kiraz’ın odasını basan iki terörist, astıkları flamalarla ‘karargâh evi’ne çevirdikleri odada talepleri gerçekleşmediği için şehit Savcı’mızın vücudunu kesici aletle yaralamış, işkence müziği olarak da Grup Yorum’un parçalarını dinletmişti. Bugüne kadar DHKP-C’ye insan ve para finansı sağlamakla suçlanan Grup Yorum bu hain saldırıdan sonra bir kez daha gündeme gelmişti. Daha önce defalarca Esed’e kayıtsız şartsız desteğini bildiren Grup Yorum, Esed diktatörlüğünü en açıktan savunan grup olarak biliniyor. EsedMuhaberat-Grup Yorum ilişkisi şüphesiz Dursun Karataş’ın, 1994 yılında DHKP-C’yi Şam’da kurması ve örgütün Şam’ın arka bahçesi olarak muhaberat tarafından kullanılmasıyla yakından ilgili. DHKP-C Terör örgütünün, Gladyo’nun maşası ve taşeron bir örgütü olması, legal faaliyetlerini daha gizemli kılarken, Terör Örgütünün illegal ve legal unsurlarının, Batılı ülkelerin derin yapı veya gizli servisleri ile ilişkileri, Türkiye’de medya ve siyaset mekanizmaları içindeki gücünün bilinen kaynağını! deşifre veya açık edilebilecek operasyonel çalışmalara hız verilmesini elzem hale getiriyor. 44 MAYIS 2015 PKK’nın, Ağrı- Diyadin Provokasyonu Ağrı’nın Diyadin ilçesi Yukarıtütek Köyü kırsalında, Bahar Şenliği etkinliği adı altında bölücü örgüt mensupları tarafından organize edilen toplantıda vatandaşlara HDP’ye oy vermeleri yönünde baskı ve tehditte bulunulduğu ihbarı üzerine olay yerine intikal eden Jandarma Komando birliğine PKK’lılar tarafından ateş açılması üzerine çıkan çatışmada 3’ü hafif 4 asker yaralandı; 5 PKK’lı etkisiz hale getirildi. Doğan ve paralel yapı medyası Sözcü ve Cumhuriyet gazeteleri akla ziyan bir yaklaşımla ‘terör’ün AK Parti’nin oylarını arttırdığı için” bu provokasyonun arkasında hükümetin olduğu iddialarını dillendirdiler. Oysa Kandil’in Provokasyon için özellikle Ağrı ilini seçmesi HDP’nin 1’nci sıra adayı ile ilgili bir durum. Zira Leyla Zana, HDP’nin kabul etmediği ‘Başkanlık Sistemi’ için biz parlamenter sistemin devam edemeyeceğini 2000’li yılların başından beri söylüyoruz. Benim için kimin başkan olacağı önemli değil. Bizim için, bu halkın bütün değerleri için, bütün farklılıkları için o sistemin içeriği önemli. Bireylerle uğraşırsak, mevcut sistemin yaptıklarını unutmuş olacağız. Bizim sorunumuz şahsiyetlerle, bireylerle değil. Bizim sorunumuz bizatihi bu sistemin kendisiyledir” açıklamasında bulunmuştu. Günümüzde ‘silah bırakma’ çağrısının ardından, Ağrı 1’nci sıra adayı Leyla Zana’nın, Çözüm süreci ve Başkanlık Sistemine geçilmesinde AK Parti’ye verdiği destek nedeniyle, Kandil’in Zana üzerinden çözüm sürecini hedef alması açık bir provokasyona işaret ediyor. Ağrı Valisi Musa Işın yaptığı açıklamada, PKK içinde çözüm sürecini sabote etmek isteyenler olduğuna dikkat çekerek, “Devlet içinde devlet gibi hareket etmek istiyorlar. Etkinlik adı altında eli silahlı teröristlerin propaganda yapmasına izin veremezdik” demişti. Cumhurbaşkanı Erdoğan ise yaptığı konuşmada, “Bugün Ağrı Diyadin’de askerleri hedef alan saldırıda barışı dinamitlemeyi, çözümü baltalamayı amaçlayan bölücü terör örgütü güvenlik güçlerimize saldırıda bulundu. Bu saldırıyı şiddetle kınıyorum. Çatışmalar halen devam ediyor. 25 terörist askerlerimize karşı çatışmanın içinde. Malum siyasi parti bu terör örgütünün bu eylemleri ile oy toplama gayreti içinde. Demokrasi diyorlarsa bunun yolu silahtan geçmez, sandıktan geçer. Bu kafayla hiçbir zaman bunlar bir yere varamaz. Kimileri hala eski alışkanlıklarını sürdürerek halkımızın iradesine ipotek koymaya çalışıyorlar. Kamu düzenini bozmaya yeltenenlere asla müsamaha gösterilemez. Seçim öncesi Türkiye’yi karıştırmak isteyenler her fırsatı kullanıyor.” açıklamasında bulunmuştu. MAYIS 2015 45 DIŞ POLİTİKA İRAN-ABD (BATI) BARIŞININ MUHTEMEL KÜRESEL VE BÖLGESEL ETKİLERİ Prof. Dr. Birol AKGÜN SDE Başkanı İ ki yıldır sürmekte olan İran ve P5+1 (ve Almanya) arasındaki nükleer krizi aşmaya yönelik diplomatik görüşmeler nihayet uzlaşıyla sonuçlandı. Tarafların uzlaştığı ve 30 Haziran tarihine kadar son şekli verilecek olan çerçeve belgesi (temel parametreler) basına yansıdı. Başkan Obama Amerikalılara, Cevat Zarif de kendi halkına anlaşmanın kendi beklentilerine cevap verdiği ve kendileri açısından diplomatik başarı olduğuna ilişkin açıklamalar yaptılar. Aslında her iki taraf için önemli olan ve anlaşmayı “tarihi bir dönüm noktası” haline getiren şey, uzlaşılan parametrelerden çok otuz yıldır kopuk olan İran-ABD (Batı) siyasi ilişkilerinin normalleşmesidir. Eğer her şey yolunda giderse İran, nükleer programına sınırlı ölçüde devam edecek, on yıl boyunca sıkı bir denetime tabi tutulacak ve buna karşılık 48 MAYIS 2015 olarak da 1979’dan bu yana İran’a uygulanan tüm yaptırımlardan kurtulacaktır. Başka bir deyişle artık İran İslam Cumhuriyeti, ekonomi-politik anlamda uluslararası sistemin normal bir parçası haline gelecektir. Böyle bir tarihsel antlaşmanın siyasi, stratejik ve jeopolitik sonuçları olacağı kesindir ve bölgenin önemli bir aktörü olarak biz de bu sonuçları önümüzdeki yıllarda yakından hissedeceğiz. Tarafların Temel Siyasi Motivasyonları Tahran ve Washington’u Lozan’da zorlu da olsa bir antlaşmaya götüren bazı temel stratejik, siyasi ve ekonomik motivasyonlara değinmek gerekir. ABD açısından uzlaşma: ABD açısından İran ile uzlaşmanın arka planındaki birkaç önemli stratejik çıkarı görmek gerekir. Öncelikle stratejik açıdan ABD’nin değişen küresel politikalarına bakılmalıdır. ABD, Bush dönemindeki tek taraflılık politikasını yürütecek eski gücüne sahip değil. O nedenle zayıflayan hegemonyasını sürdürebilmek için yeni strateji olarak offshore balancing, yani küresel sorunları bölgesel ortaklar üzerinden çözmeyi öncelemektedir. Nixon dönemi detente politikasıyla Obama dönemindeki bu reset politikalarının bu bağlamda ciddi bir benzerlik gösterdiği söylenebilir. Diğer yandan ABD ulusal güvenlik strateji belgelerinde ABD açısından esstrateas tehdit olarak Çin görülmektedir. O halde ABD, orta ve uzun vadede Çin’i çevrelemek ve Rusya’yı dengelemek için Orta Doğu ülkeleriyle ilişkilerini yeniden tasarlamak istemektedir. İşte Washington’un İsrail’e rağmen İran’la yakınlaşma siyaseti, ABD’nin yeni büyük (grand) stratejisinin bir sonucudur. Öte yandan Obama doktrini olarak bilinen ve askeri araçlar yerine diyalog ve diplomasinin ABD dış politikasının temel aracı haline getirilmesini öngören yaklaşım da İran ile uzun ve zorlu müzakere sürecinin yolunu açmıştır. Son olarak içeride ve dışarıda çok başarılı bulunmayan Nobel Barış Ödüllü Obama için İran ile stratejik açılımı başarıya ulaştırmak aynı zamanda kişisel siyasi bir tutkuya dönüşmüştür. Kongreden gelen bütün baskılara rağmen Obama, Küba’nın ardından ABD’nin düşmanlarıyla ülkesini barıştıran siyasi bir lider olarak tarihe not düşmek istemektedir ki, bunu da başarmış gözüküyor. Her şeyin yolunda gitmesi durumunda Obama’nın başkanlık döneminin sonlarına doğru, siyasi jübile yapma adına Tahran’ı ziyaret etmesi hiç sürpriz olmayacaktır. İran açısından uzlaşma: İran, siyasi tarihinde hiç bu kadar uzun bölgesel tecride maruz kalmamıştır. Ancak İslam Devrimi sonrasında halkın desteğini sağlama konusunda İslami yönetim güçlü bir meşruiyete sahip olsa da, küresel ve bölgesel düzlemde çok kapsamlı yaptırımlara ve ambargolara maruz kalmıştır. Bu nedenle devrim liderliği vaat ettiği pek çok şeyi halkına sunamamıştır. Özellikle 2010 yılından itibaren artırılan 4. Kuşak yaptırımlar İran’ı ekonomik olarak dünyadan kopartmış ve İran, petrolünü satamayacak ve para transferini dahi yapamayacak duruma gelmiştir. Diğer yandan petrol fiyatlarındaki % 50’ye varan düşüşlerin yarattığı gelir kayıpları ve İran’ın, Irak ve Suriye’de yürüttüğü askeri operasyonların artan maliyeti de Tahranı diplomatik müzakerelere zorlamıştır. Bu anlamda Obama yönetiminin zorlayıcı diplomasi aracı olarak Eğer her şey yolunda gderse İran, nükleer programına sınırlı ölçüde devam edecek, on yıl boyunca sıkı br denetme tab tutulacak ve buna karşılık olarak da 1979’dan bu yana İran’a uygulanan tüm yaptırımlardan kurtulacaktır. tasarladığı smart yaptırımların gerçekten başarılı olduğu söylenebilir. İç politika ve güvenlik açısından bakıldığında ise, aslında İran için Nükleer faaliyetlerin bir amaç olduğu kadar bir diplomatik pazarlık aracı olduğu görülmektedir. Gerçekten nükleer faaliyetlerin amacı; rejimin güvenliğini garanti altına almak kadar, siyasi ve ekonomik izalosyonu aşmak ve İslam Devrimi’nin uluslararası meşruluğunu sağlamak için Batıyı diplomasi masasına çekmenin bir siyasi aracı olarak da tasarlanmıştır. Bu anlamda da İran’ın straejisinin başarılı olduğunu kabul etmek gerekir. Son olarak, müzakerelerin başarılı olmasında, Orta Doğu’da ve özellikle Irak ve Suriye’de giderek güçlenen ve hatta küresel boyut kazanan El Kaide ve IŞİD gibi örgütlerin ABD ve İran’a yönelik yarattığı ortak tehdit ve ortak düşman algısı da aktörlerin yakınlaşmasında önemli bir psikolojik zemin yaratmıştır. Bugün artık İran ve ABD Tikrit Operasyonu’nda görüldüğü üzere de facto olarak askeri işbirliği yapmaya başlamışlardır ki, bunun bölgesel düzlemde ciddi yansımaları olacağı açıktır. Karşılaşabilecek Sorunlar Nihai antlaşmaya yönelik çerçeve parametrelerin üzerinde mutabakata varılması her şeyin bittiği anlamına gelmiyor. Tarafları pek çok zorluklar bekliyor. Obama ve Ruhani’nin siyasi iadesine rağmen, her iki tarafta da anlaşmaya karşı çıkanlar ve eleştirenler var. ABD’de neo-con çevre ve İran’da radikal muhafazakârları ikna etmek kolay olmayacaktır. Kaldı ki İsrail ve S. Arabistan gibi ABD üzerinde etkili olan bölge ülkeleri de antlaşmaya karşıdırlar. Tüm bu nedenlerle, taraflar nihai antlaşmaya varamayabilirler; varsalar da uygulamada sorun çıkabilir veya gelecek on yıl içinde her iki ülkede ortaya çıkacak olan yeni siyasi aktörler de antlaşmayı iptal MAYIS 2015 49 edebilirler. Tüm bu olasılıklara karşı şimdilik her iki başkentteki siyasi aktörlerin antlaşmaya sadakatleri tam gibi durmaktadır ve halklarını ikna konusunda önemli mesafe kat ettikleri de söylenebilir. Muhtemel Küresel Etkileri Antlaşmanın en önemli küresel siyasi sonucu İran’ın 30 yıl aradan sonra uluslararası politikaya meşru ve normal bir aktör olarak geri dönmesi ve Batı dünyası ile barışması olacaktır. Yaklaşık 1,6 milyon km2 coğrafi büyüklüğe sahip olan İran’ın jeopolitik ve jeo-stratejik olarak çok ciddi bir derinliği, tarihsel ağırlığı ve güçlü bir siyasi/ dini kimliği vardır. Siyasi etki alanı, Afganistan’dan Akdeniz’e uzanan bir hattı kapsamaktadır. 2014 yılı itibariyle nominal olarak 400 milyar Dolarlık bir milli gelire sahiptir. Yaklaşık 78 milyonluk bir nüfusu olan İran’da kişi başı mili gelir 5000 Dolar civarındadır. En önemli gelir kaynağı ise petrol ve doğalgazdır. İspatlanmış enerji rezervleri bakımından Rusya’dan sonra dünyada ikinci sıradadır. Bu özellikleriyle İran, bir bölgesel güç olma potansiyeline ve küresel politikaları etkileme kapasitesine sahiptir. Dolayısıyla İran’ın normalleşmesinin, bölgesel güç denklemini değiştirme ve küresel ittifaklar sistemini etkileme gibi önemli sonuçları olacaktır. Diğer yandan İran, İslam dünyasındaki nüfusun % 13’ünü oluşturan Şii mezhebinin Humeyni versiyonunu temsil etmektedir. Ancak Şiiliğin asıl tarihsel ve teolojik merkezi olan Kerbela ve Necef’in Irak’taki siyasi karışıklıkların yarattığı krizler nedeniyle, İran’ın askerisiyasi desteğine bağımlı hale geldiği için ideolojik ola- 50 MAYIS 2015 rak da giderek İran’ın etkisi altına girmektedir. Şunu söylemek yanlış olmaz: Son yıllarda İran’ın bölgedeki gücünü artıran asıl faktör İran’ın yumuşak gücünden çok acımasız biçimde uyguladığı askeri yöntemlerdir. Lübnan’da, Suriye’de, Irak’ta ve Yemen’de İran’ın gücünü artıran temel neden, buralarda oluşan iç karışıklık ortamından İran’ın azami derecede istifade etmesidir. Ağır yaptırımlara ve askeri tehditlere rağmen İran’a bölgede geniş bir manevra alanı açılmış, ABD’nin bıraktığı boşluğu bölgedeki Türkiye ve S. Arabistan gibi diğer aktörler doldurmakta isteksiz ve mütereddit davranınca İran’ın eli güçlenmiştir. Bugün Suriye’de İran’ın desteklediği 60 bin kişilik bir yabancı savaşçı ordusu olduğu söylenmektedir. Irak’ta merkezi hükümetin ordusu yanında İran destekli ciddi bir Şii milis gücü oluşturulmuştur. Kasım Süleymani bölge ülkelerinde İran’ın etkisinin görünen sembolik gücü haline gelmiştir. Yemen’deki İran destekli Husiler üzerinden oluşan kutuplaşma neticesinde S. Arabistan öncülüğünde kurulacağı açıklanan ortak Arap gücünün bölgede İran’ın gücünü dengeleyip dengeleyemeyeceğini önümüzdeki aylar ve yıllar bize gösterecektir. ABD ile İran arasındaki antlaşma sonrasında İran’ın bölgesel ve küresel düzlemdeki rolü üzerine iki senaryo öngörmek mümkündür. İki Senaryo Birinci senaryo, iyimser bir yaklaşımla İran’ın gerçekten rasyonel ve sorumlu bir uluslararası aktör haline gelmesi olasılığıdır. Buradaki temel varsayım şudur; İran gibi tarihsel olarak, güçlü bir devlet ve toplum geleneğine sahip bir aktör için uluslararası sistemden dışlanmak kabul edilebilir bir durum değildir. Bu mantıktan hareketle, İran’ın nükleer güç olma girişimi esasen ulusal güvenliğini temin etmeye yönelik caydırıcılık arayışı olduğu kadar, siyasi rejiminin kimliği nedeniyle kendisini dışlayan ABD ve diğer Batılı ülkeleri diplomasi masasına çekmenin de bir aracı olarak planlanmıştır. O nedenle Lozan Antlaşması, 30 yıl aradan sonra İran Devrimi’nin siyasi açıdan normal kabul edildiğinin tescilidir. Batı için de dışlamayla elde edemediği sonuçları, yapıcı ve ihtiyatlı bir işbirliği (constructive engagement) yoluyla elde etmeyi deneme imkânını kullanmasıdır. Beklenen siyasi sonuç, İran’ın hem küresel düzlemde hem de bölgesel düzlemde ifsat edici bir (spoiler) siyasi aktör olmaktan vazgeçmesi ve uluslararası hukuka uyan iyi niyetli bir “normal” aktör olmasıdır. Nitekim Cumhurbaşkanı Ruhani’nin antlaşma sonrası İran TV’lerine çıkıp, Batının vardıkları antlaşmaya sadık kalmaları durumunda kendilerinin de antlaşma hükümlerine uyacaklarına ilişin neredeyse yemin etmesi bu konudaki beklentileri artırmaktadır. İran kamuoyuna bakıldığında Dışişleri Bakanı Zarif’in Tahran’a dönüşünde sokaklara taşan kitlesel sevinç gösterileriyle karşılandığı görülmektedir. Başka bir deyişle, İran’daki dar muhafazakâr kesimler dışında, geniş halk kitlelerinin İran’ın Batı ile her türlü alanda işbirliği yapmasını çoktan satın aldığını söylemek mümkündür. Nitekim Ruhani’nin konuşmasındaki şu cümleler tam da bu siyasi zihniyet değişiminin yansıması olarak okunabilir: “Birileri bizim ya tüm dünyayla savaşmamız ya da büyük güçlere teslim olmamız gerektiği kanısındalar. Biz ikisine de karşıyız. Üçüncü bir yol daha var. Dünya ile işbirliği yapmamız pekâlâ mümkündür.” Kötümser senaryo ise; İran devrimci elitinin otuz yıllık anti-Batı retoriğini terk etmekte zorlanması ve Lozan’da varılan nükleer antlaşmayı daha önceki dönemlerde yaptıkları gibi suiistimal ederek oyalama taktiği gütmesi ve zamana oynamasıdır. Bu durumda Ruhani-Zarif ikilisinin temsil ettiği normalleşme taraftarlarının kaybetmesi ve sertlik yanlısı muhafazakârların sistem içinde güç kazanması muhtemeldir. Siyasi takiyye geleneği göz önüne alındığında İran için bu tür ikili oynama olasılığı her zaman vardır. Böyle bir politika, ABD’nin zayıfladığı, bölgenin içine çöktüğü bir konjonktürde İran’ın artan bölgesel gücünü konsolide etmesine fırsat da sağlayabilir. Antlaşma metnindeki yoruma açık muğlak noktalar da İran’ın elini güçlendirebilir. Üstelik ABD ve Rusya arasındaki artan kutuplaşma da İran’ın Rusya ile ittifakını güçlendirmesine fırsat sağlayabilir. Bu iki senaryodan hangisinin uygulamada ağırlık kazanacağını önce Haziran sonuna kadar sürecek olan yoğun diplomasinin sonuca ulaşıp ulaşamayacağı ve eğer ulaşırsa, özellikle Temmuz ayından itibaren tarafların varılan antlaşmanın ruhuna uygun şekilde davranıp davranmayacağı ile ortaya çıkacaktır. Ancak İran rejiminin gerek ekonomik, gerek siyasi ve gerekse toplumsal açıdan nefes alabilmesi için ciddi bir rehabilitasyona ihtiyaç duyduğu çok açıktır. İçeride devrimin vaat ettiği adil ve eşitlikçi bir yapının kurulamaması, özellikle toplumun önemli bir kesimini oluşturan gençlerin dışa açılma talepleri, dibe vuran ekonominin ayağa kaldırılması için bu antlaşmaya ihtiyaç vardır. Cumhurbaşkanı Ruhani’nin TV’de neredeyse yemin edercesine antlaşmaya sadık kalacaklarını vurgulaması da bunun işaretidir. Kaldı ki, Batı dünyasının da antlaşmanın uygulanması konusunda gerek ince denetim sistemi kurması, gerekse bugün İran’ın canını çok sıkan ekonomik yaptırımları topyekûn kaldırmak yerine gerektiğinde hemen geri getirilmek üzere “askıya alma” maddesini antlaşmaya yazması gibi tedbirleri göz önüne alındığında İran’ın bu uzlaşma metnini çok fazla esnetme imkânı da bulunmamaktadır. İran Bölgesiyle de Barışmalıdır! Yalnız burada vurgulanması gereken konu şudur; Batının zorlayıcı diplomasi ile İran’ın nükleer programını şimdilik durdurması için geliştirdiği parametreler, İran’ın bölge halkları ile ilişkilerinde de geçerli olacak mıdır? Zira uluslararası kamuoyunun beklentisi, İran’ın barışçıl amaçlı nükleer faaliyetlerine devam edebilmesi ama buna karşın İran’ın da uluslararası hukuk ve diplomasi geleneklerine uygun hareket eden bir normal ülkeye dönüşmesidir. Bu çerçevede özellikle Irak, Suriye ve Yemen gibi komşu coğrafya ülkelerinde silahlı gruplar oluşturmaktan vazgeçmesi ve bu ülkelerde kalıcı iç barışın ön şartı olan halkların demokratik dönüşüm taleplerinin karşılanmasında yapıcı bir işbirliği ve diyalog sürecine destek vermesidir. Aksi halde İran, bugün ABD ile nükleer dosyasını halletmiş bir devlet olsa bile, başta S. Arabistan olmak üzere Arap ülkeleriyle yaşamakta olduğu kutuplaşmanın sıcak bir sa- MAYIS 2015 51 DIŞ POLİTİKA Ateş çemberne dönüşen bölgenn stkrarlı geleceğ, İran syas eltlernn yalnız Batıyla değl, kend Müslüman coğrafyasıyla da kırılan lşklern toparlamasından ve sarsılan karşılıklı syas güvenn yenden nşa edlmesnden geçyor. vaşa dönüşmesi riski giderek yükselecektir. Kendisini İslami bir Cumhuriyet olarak tanımlayan ve tüm Müslümanların sorunlarını kendi sorunu olarak gören bir ülke olan İran, bu konuda Türkiye, Pakistan, Mısır ve S. Arabistan gibi ülkelerle ciddi bir diyaloğa başlamalıdır. Ateş çemberine dönüşen bölgenin istikrarlı geleceği, İran siyasi elitlerinin yalnız Batıyla değil, kendi Müslüman coğrafyasıyla da kırılan ilişkilerini toparlamasından ve sarsılan karşılıklı siyasi güvenin yeniden inşa edilmesinden geçiyor. İran İle Nükleer Uzlaşının Temel Parametreleri • İran, nükleer bomba yapmak için uranyum zenginleştirilmesinde kullanılabilen santrifüjlerini yaklaşık 3’te 2 oranında azaltmayı kabul etti. Haziran’da varılacak anlaşmayla, İran’ın şu anki 19 bin civarındaki santrifüjlerinin sadece 5 bin kadarının faaliyet gösterilmesine izin verilecek. • Ayrıca İran, uranyum zenginleştirmesini, 15 yıl boyunca, nükleer silah yapmaya yetmeyecek düzey olan % 3,67 ile sınırlayacak ve zenginleştirilmiş uranyum stokunu da 10 bin kilogramdan 300 kilograma düşürecek. Kalan tüm santrifüjler ile zenginleştirilmiş altyapılar ise Uluslararası Atom Enerji Kurumu’nun (UAEK) izlediği depolarda tutulacak ve bunlar, sadece işleyen santrifüjler ile ekipmanın değiştirilmesinde kullanılacak. • İran’ın şu anda bir tane nükleer bomba yapmak için yeterli materyale ulaşma süresi 2-3 ay iken, bu zaman en az bir yıla çıkarılacak. • Fordo’da uranyum zenginleştirilmeyecek. • Çerçeve anlaşmaya göre İran, 15 yıl boyunca uranyum zenginleştirilmesi amacıyla yeni bir tesis de inşa etmeyecek. • Anlaşma kapsamında İran, Fordo’daki tesisini en az 15 yıl uranyum zenginleştirmek için kullanmaya- 52 MAYIS 2015 cak, sadece barışçıl amaçlara yönelik bir tesis haline getirecek. İran ayrıca, bu tesiste 15 yıl boyunca uranyum zenginleştirilmesiyle ilgili Ar-Ge faaliyetleri yürütmeyecek ve nükleer fizyona girebilen “fisiyon” maddesi bulundurmayacak. • Anlaşma çerçevesinde, Fordo’dan 3’te 2 civarındaki santrifüjler ile ilgili altyapılar sökülecek ve UAEK’in izlemesi altına verilecek. Kalanlarla da uranyum zenginleştirmeyecek. • Uzlaşı noktasında, İran 10 yıl boyunca sadece Natanz nükleer tesisinde ve sadece birinci nesil 5 bin 60 IR-1 ile uranyum zenginleştirebilecek, uranyum zenginleştirmedeki daha gelişmiş santrifüjleri ise UAEK’in denetimindeki depolara kaldıracak. • İran’ın nükleer faaliyetlerinin izlenebilmesi ve şeffaflığın sağlanabilmesi açısından UAEK’in, Natanz ve Fordo dahil İran’ın nükleer tesislerine düzenli girişi olabilecek. Müfettişlerin İran’ın nükleer programının tedarik zincirine ve uranyum madenlerine de erişimi olacak. İran’a, UAEK’in şüpheli gördüğü veya gizli tesis olduğu iddialarının yer aldığı noktaları inceleyebilmesine imkan vermesi zorunluluğu getirilecek. İran, UAEK’ye daha fazla erişim ve bilgi sağlayan UAEK’in ek protokolünü uygulamayı da kabul etti. • İran, P5+1 ile karar kılınan dizayna göre ve nükleer silah elde etmeye uygun plütonyum üretmeyecek şekilde Arak’taki ağır su reaktörünü yeniden inşa edecek. Reaktörün, silah yapmaya uygun plütonyum üreten orijinal ana kısmı ise imha edilecek ve ülkeden çıkarılacak. CUMHURBAŞKANI ERDOĞAN’IN İRAN ZİYARETİ ve TÜRKİYE–İRAN İLİŞKİLERİ Doç. Dr. Mehmet ŞAHİN • İran, bu reaktördeki kullanışmış yakıtları ülkeden gönderecek, kullanılmış nükleer yakıtı geliştirme ve yeniden üretme işlemlerine girmeyecek. • UAEK’in İran’ın nükleerle ilgili tüm kilit adımları attığını teyit etmesinin ardından ABD ve AB’nin, İran’a, nükleer programına yönelik getirdiği yaptırımlar askıya alınacak. BM Güvenlik Konseyi’nin de İran’ın nükleer meselesiyle ilgili tüm geçmiş yaptırımları, İran’ın kilit kaygıları gidermesiyle eş zamanlı olarak kaldırılacak. Ancak, hassas teknolojilerin transferiyle ilgili bölümler yeni bir BM Güvenlik Konseyi tasarıyla tekrar düzenlenecek. • İran’ın herhangi bir zamanda taahhütlerinden cayması halinde ise bu yaptırımlar geri yerine getirilecek. SDE Dış Politika ve Uluslararası İlişkiler Programı Koordinatörü C umhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan 7 Nisan’da İran’a günü birlik önemli bir ziyaret gerçekleştirdi. Daha Erdoğan’ın ziyareti başlamadan tartışmalar başladı. Erdoğan’ın ziyaretten önce İran’a yönelik sert açıklamalar yapması ve İran’dan gelen tepkiler ziyareti daha da dikkate değer hale getirdi. Erdoğan yaptığı açıklamada “Bölgede, Yemen’de gelişmeler, gerçekten tahammül sınırlarını zorlamaya başlamıştır. İran’ın böyle bir açıklama yapması, şu ana kadar Irak ve Suriye’deki gelişmelerde de kendisini göstermiştir. İran, bölgeyi kendine domine etmenin gayre- ti içerisindedir. Buna müsaade edilebilir mi? Bu bizi de Suudi Arabistan’ı da Körfez ülkelerini de rahatsız etmeye başlamıştır. Tahammül mümkün değil. İran’ın bunu görmesi lazım” dedi. Kısaca, Erdoğan, İran’ın bölgesel hegemonya peşinde olduğunu ve bunun bölgenin istikrarını bozduğu yönündeki fikirlerini açıkça beyan etti. Aynı zamanda Yemen’deki İran destekli Husi yayılmasına karşı on Arap ülkesinin bir araya gelerek başlattığı operasyonu desteklediğini açıkladı. Ziyarete yakın bir tarihte yapılan söz konusu açıklamalara İran’dan cevap gecikmedi. 5+1 ülkeleri ile İran arasındaki müzake- MAYIS 2015 53 releri yürüten Dışişleri Bakanı Cevad Zarif yaptığı açıklamada, “Stratejik hatalar ve hırslı politikalarla bölgede onarılmaz hasarlara neden olanların, sorumlu politikalar benimseyerek kapasitelerini barış ve huzurun sağlanmasında kullanmaları iyi olur” diyerek Türkiye’yi suçladı. İşte karşılıklı yapılan bu açıklamalardan dolayı tüm gözler Erdoğan’ın İran ziyaretine çevrildi. Ziyaret sırasında iki ülke arasında gerginliklere neden olacak bir tavır bekleyenlerin sayısı az değildi. Ziyaret beklenildiği gibi olumsuz geçmedi. Ziyarette işbirliği teması öne çıktı. Her iki ülkeden önemli sayıda bakanın katıldığı Yüksek Düzeyli İşbirliği toplantısı yapıldı. Her ne kadar ziyarette ikili ilişkiler ön plana çıksa da başta Irak ve Yemen olmak üzere bölgesel konuların da ele alındığı yapılan açıklamalarda dile getirildi. Ziyarette en fazla öne çıkan konunun ekonomi olduğu rahatlıkla söylenebilir. Ekonomik konuların ağırlıklı olduğu sekiz anlaşmanın imzalandığı açıklandı. Toplantı sonrası yaptığı açıklamada Erdoğan, görüşmede, gaz fiyatını gündeme taşıdığını ve en pahalı gazın İran’dan alındığını söylediğini açıkladı. Enerji Bakanı Taner Yıldız ise İran doğalgazı piyasa fiyatına düşürürse İran’dan alınan gazda artırıma gidilebileceğini belirtti. Fakat İran’dan bu konuda tatmin edici bir cevap alındığı söylenemez. Mevcut durumda yaklaşık 14 milyar Dolar olan iki ülke arasındaki ticaret hacminin 30 milyar Dolara çıkarılmasının hedeflendiği açıklandı. 54 MAYIS 2015 Ziyaretin başta ekonomik başlıklar olmak üzere ikili ilişkiler açısından da faydalı olduğu söylenebilir. Fakat başta Yemen olmak üzere bölgesel konularda işbirliği teması vurgulansa da ortak hareket etmenin zor olduğu rahatlıkla anlaşılmaktadır. Bugün itibariyle Orta Doğu’da var olan ve bölgeyi derinden etkileyen konuların neredeyse tamamında Türkiye ile İran farklı düşünmekte ve ona göre hareket etmektedirler. Suriye’deki iç savaş ve Malatya Kürecik’e NATO Radar Üssü’nün kurulmasından beri başlayan iki ülke arasındaki bölgedeki gelişmelere farklı bakışlar, Irak ve Yemen’de yaşananlarla artarak devam etti. Suriye’de 2011 yılının Mart ayında başlayan halk ayaklanmasının iç savaşa dönüşmesi ve Esad rejiminin katliamlara devam etmesi Türkiye ile İran’ı farklı cephelere itti. İki ülke tamamen farklı cephelere destek verdiler/veriyorlar. Türkiye, Esad rejimi katliamları artırmaya devam edince halk hareketlerini meşru gördüğünü beyan ederek muhaliflere destek vermeye başladı. İran ise tam tersi Esad rejimine siyasi, ekonomik ve askeri desteğini artırarak devam ettirdi. Dini, idealist ve devrimci dış politik söylemini bir tarafa bırakan İran, reelpolitiğin en acımasız örneğini Suriye’de halkı katleden Esad rejimine destek vererek gösterdi/göstermektedir. İran’ın buradaki gayesi 1979’dan beri “direniş ekseni”nin önemli bir halkası olan Suriye’deki Esad rejimini ayakta tutmaktır. Esad rejiminin yıkılmasıyla “direniş ekseni”nin çökeceğini ve dolayısıyla Lübnan’daki Şiilerle/Hizbullah’la ilişkisinin büyük oranda kopacağını düşünmektedir. Ayrıca İran, Suriye’de Esad rejiminin düşecek olmasının Irak’ta Şiiler aleyhine, dolayısıyla İran aleyhine, sonuçlarının da olacağını hesap etmektedir. Türkiye ile İran arasında diğer bölgesel anlaşmazlık konularının başında Irak gelmektedir. 2003 yılında ABD’nin Irak’ı işgalinden sonra İran’ın Irak’taki varlığı artarak devam etmektedir. 2011 yılında ABD muharip güçlerini Irak’tan çektikten sonra Irak, İran’ın neredeyse tarihinde görmediği kadar rahat hareket edebildiği bir alan haline dönüştü. IŞİD’in Irak’ın ikinci büyük kenti Musul’u ele geçirmesinden sonra hızla Irak içlerinde ilerlemesinin, İran’a iyice Irak’ın içlerine nüfuz etme fırsatı verdiği rahatlıkla söylenebilir. IŞİD’e karşı mücadele adı altında İran destekli Şii milislerin/Haşti Şaabilerin bir anlamda Irak’ta İran’ın öncü gücü gibi hareket ettikleri görülmektedir. İran destekli Haşti Şaabilerin arazide yaptıklarına bakıldığında, yapılanların IŞİD terörüne karşı mücadeleden farklı yönlerinin de olduğu anlaşılmaktadır. İran’ın Irak’taki orantısız varlığının/nüfuzunun sadece Irak’ın değil, bölgenin de istikrarsızlığının artmasına neden olduğu görülmektedir. Irak’ta görüldüğü gibi, İran’ın bölgesel güç oluşturma çabalarından, Arap ülkelerinin neredeyse tamamı gibi Türkiye de kaygı duymaktadır. Türkiye’nin, her gelişmekte olan ülke gibi, Irak’ta istikrarın sağlanacağı bir sürecin başlatılmasının çabası içinde olduğu görülmektedir. Çünkü Irak’ın istikrarı yakalaması başta güvenlik ve ekonomik olmak üzere tüm yönlerden Türkiye’nin faydasına olacaktır. Türkiye için Irak’ın istikrarı hayati önem taşırken, İran kendi güvenliği için Irak’ın istikrarını tehlikeye atabilmektedir. Türkiye ile İran son dönemde Yemen’de yaşananlar konusunda da ayrı düştüler. İran, Yemen’de yayılmacı bir politika takip ederek ülkeyi iç savaşa doğru sürükleyen Husilere ve onun silahlı kolu olan Ensarullah’a destek vermektedir. Lübnan Hizbullah’ına, Irak’taki Haşti Şaabiler diye adlandırılan Şii milislere ve Yemen’deki Ensarullah’a İran’ın desteği göz önünde bulundurulduğunda, İran’ın bölgede Hizbullah deneyimi üzerinden bazı ülkelerin iç politikalarına ve bölgeye derinlemesine müdahil olmak istediği görülmektedir. Cumhurbaşkanı Erdoğan, İran destekli Husilere karşı müdahale etmek üzere bir araya gelen on Arap ülkesine desteğini açıklayarak İran’ın Yemen’deki faaliyetlerinden rahatsızlık duyduğunu açıkça dile getirmiştir. Ezcümle, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın İran ziyareti başta ekonomik konular olmak üzere ikili ilişkiler açısından olumlu görülse de iki ülke arasında bölgesel konularda ciddi farklılıkların olduğu açıkça kendini göstermektedir. Fakat önemli anlaşmazlık konuları olsa da iki ülke her zaman ilişkileri belli bir düzeyde tutabilme ve diplomasiyi kullanabilme başarısını gösterebilmişlerdir. Öyle anlaşılıyor ki; ekonomik konularda gelişmeler yaşansa da Türkiye ile İran arasındaki bölgesel rekabetin devam edeceği rahatlıkla görülmektedir. MAYIS 2015 55 DIŞ POLİTİKA ÇİN-İRAN İLİŞKİLERİ Doç. Dr. Erkin EKREM SDE Uzmanı Varılan Anlaşmaya Göre Atılması Gereken Adımlar İran, nükleer bomba yapmak için uranyum zenginleştirilmesinde kullanılabilen santrifüjlerini yaklaşık 3’te 2 oranında azaltmayı kabul etti. Haziranda varılacak anlaşmayla, İran’ın elinde bulunan 19 bin civarındaki santrifüjlerin sadece 5 bin kadarının faaliyet gösterilmesine izin verilecek. 2 İran, uranyum zenginleştirmesini, 15 yıl boyunca, nükleer silah yapmaya yetmeyecek düzey olan yüzde 3,67 ile sınırlayacak ve zenginleştirilmiş uranyum stokunu da 10 bin kilogramdan 300 kilograma düşürecek. Kalan tüm santrifüjler ile zenginleştirilmiş altyapılar ise Uluslararası Atom Enerji Kurumu’nun (UAEK) izlediği depolarda tutulacak ve bunlar, sadece işleyen santrifüjler ile ekipmanın değiştirilmesinde kullanılacak. Nükleer silaha sahip olmak için yüzde 90 oranında zenginleştirilmiş uranyum gerekiyordu. Tehlike sınırı ise yüzde 20 olarak belirtiliyordu. Anlaşılan oran, Batı’nın istediği oranı karşılıyor. 3 İran’ın şu anda bir tane nükleer bomba yapmak için yeterli materyale ulaşma süresi 2-3 ay iken, bu zaman en az bir yıla çıkarılacak. Çerçeve anlaşmasına göre İran, 15 yıl boyunca uranyum zenginleştirilmesi amacıyla yeni bir tesis de inşa etmeyecek. 1 Tartışmalı Bir Anlaşma N isan ayının başında İran’ın nükleer programına ilişkin 5+1 ülkeleriyle Lozan kentinde yürütülen müzakerelerde tarafların büyük ölçüde uzlaştığı bildirilmiştir. Söz konusu mutabakat taslağı üzerindeki çalışmalar 30 Haziran’a kadar tamamlanacaktır. Bu çerçevesel müzakerenin sonucu Batılı ülkeleri memnum ederken, İsrail ve bazı Arap ülkeleri bu durumdan memnun olmamış gözükmektedirler. Gelişmeleri ‘tarihi’ olarak niteleyen ABD Başkanı Barack Obama şunları ifade etmiştir: “İran’ın nükleer silah elde etmemesine yönelik teyit edilebilir bir anlaşmada, İran’ın İsrail’i tanımasını şart koşmak demek, İran tamamen dönüşüm geçirmeden herhangi bir anlaşma imzalamayacağımızı söylemekle gerçekten aynı şey. Dolayısıyla, bunun ha- 56 MAYIS 2015 4 Anlaşma kapsamında İran, Fordo’daki tesisini en az 15 yıl uranyum zenginleştirmek için kullanmayacak, sadece barışçıl amaçlara yönelik bir tesis haline getirecek. İran ayrıca, bu tesiste 15 yıl boyunca uranyum zenginleştirilmesiyle ilgili Ar-Ge faaliyetleri yürütmeyecek ve nükleer fizyona girebilen “fisiyon” maddesi bulundurmayacak. 5 Uzlaşı noktasında, İran 10 yıl boyunca sadece Natanz nükleer tesisinde ve sadece birinci nesil 5 bin 60 IR-1 ile uranyum zenginleştirebilecek, uranyum zenginleştirmedeki daha gelişmiş santrifüjleri ise UAEK’in denetimindeki depolara kaldıracak. İran, “IR-2, IR-4, IR-5, IR-6 veya IR-8” olarak adlandırılan modellerdeki santrifüjleri ise uranyum zenginleştirmek için en az 10 yıl boyunca kullanmayacak ve gelişmiş santrifüjleriyle sadece sınırlı Ar-Ge yapabilecek. 6 İran’ın nükleer faaliyetlerinin izlenebilmesi ve şeffaflığın sağlanabilmesi açısından UAEK, Natanz ve Fordo dâhil İran’ın nükleer tesislerini düzenli olarak denetleyebilecek. Müfettişlerin İran’ın nükleer programının tedarik zincirine, uranyum madenlerine de erişimi olacak. İran, UAEK’nun şüpheli gördüğü veya gizli tesis olduğu iddialarının yer aldığı noktaları inceleyebilmesine olanak verecek. İran, UAEK’na daha fazla erişim ve bilgi sağlayan UAEK’nun ek protokolünü uygulamayı da kabul etti. 7 İran, P5+1 ile karar kılınan dizayna göre ve nükleer silah elde etmeye uygun plütonyum üretmeyecek şekilde Arak’taki ağır su reaktörünü yeniden inşa edecek. Reaktörün, silah yapmaya uygun plütonyum üreten orijinal ana kısmı ise imha edilecek ve ülkeden çıkarılacak. 8 İran bu reaktördeki kullanılmış yakıtları ülkeden gönderecek, kullanılmış nükleer yakıtı geliştirme ve yeniden üretme işlemlerine girmeyecek. İran ayrıca 15 yıl boyunca ek bir ağır su reaktörü de inşa etmeyecek. 9 İran’ın bu taahhütlere uyması halinde ise ülkeye yönelik bazı yaptırımlar kaldırılacak. UAEK’nun İran’ın nükleerle ilgili tüm kilit adımları attığını teyit etmesinin ardından ABD ve AB’nin, nükleer programına yönelik İran’a getirdiği yaptırımlar askıya alınacak. BM Güvenlik Konseyi’nin de İran’ın nükleer meselesiyle ilgili tüm geçmiş yaptırımları, İran’ın kilit kaygıları gidermesiyle eş zamanlı olarak kaldırılacak. Ancak, hassas teknolojilerin transferiyle ilgili bölümler yeni bir BM Güvenlik Konseyi tasarıyla tekrar düzenlenecek. İran’ın herhangi bir zamanda taahhütlerinden cayması halinde ise bu yaptırımlar yeniden getirilecek. talı bir yargı olduğunu düşünüyorum. Çünkü rejimin yapısının değişip değişmeyeceğine bel bağlayamayız, nükleer silah istemememizin asıl nedeni de bu zaten. Ama tabi eğer İran birdenbire Almanya’ya, İsveç’e veya Fransa’ya benzerse, o zaman onların nükleer altyapılarına yönelik konuşmalar da farklı olur.” Ancak İsrail Savunma Bakanı Moşe Yaalon, İran’ın nükleer programı hakkında yapılan anlaşmanın tarihi bir hata olduğunu belirtmiştir. ABD ile İsrail arasında İran’ın nükleer programı konusunda anlaşmazlık olduğunu dile getiren Yaalon, anlaşmanın İran’ın üzerindeki engelleri kaldıracağını, dolayısıyla da teröre desteğe dönüşecek olan maddi gelirin de artmasına neden olacağını ileri sürmüştür. Ancak ABD tarafından İran’a yönelik beyan edilen eylem planı parametrelere göre umut vermektedir. Bu anlaşma İran tarafından olumlu olarak görülmüş, İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani Twitter’daki hesabında: “Çözüme ulaşıldı.” ifadesini kullanırken, İran Dışişleri Bakanı Cevad Zarif de Twitter hesabında: “Çözüm bulundu, taslak üzerinde çalışmaya hazırız.” diye açıklama yapmışlardır. İran toplumu varılan anlaşmayı İran’a yönelik ambargonun kalkması olarak algılamıştır. Ancak ABD Beyaz Saray Sözcüsü Josh Earnest’in ifadesine göre, müzakerelerde nihai anlaşmaya varılması halinde yaptırımların tamamı hemen kaldırılmayacak, ABD ve uluslararası toplum bunun İran’ın nükleer programını teyidine bağlı olarak aşamalı gerçekleşecektir. İran Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif bunun üzerine; ABD’nin anlaşmaya aykırı hareket etmesi halinde, nükleer programı sürdüreceklerini söylemiştir. İran Dışişleri Bakanı Zarif, Avrupa Birliği Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Federica Mogherini’nin de ABD’li yöneticilerin açıklamasına tepki gösterdiğini iddia etmiştir. Anlaşıldığı gibi nihai anlaşmaya varmadan söz konusu anlaşma tartışmaya yol açmıştır. 5+1 ülkeleri İran’ın nükleer silahlara sahip olmasını önlemeyi, İran da kendisine yönelik ekonomik yaptırımların kaldırılmasını hedeflemiştir. Bu konudaki nihai anlaşmanın nasıl sonuçlanacağı da meçhuldür. Nitekim Kuzey Kore nükleer sorunu üzerindeki müzakereler benzer sorunlardan dolayı henüz çözüme ulaşamamıştır. İran’ın nihai anlaşmaya sadık kala- MAYIS 2015 57 İran nükleer sorunu, Nükleer Slahların Yayılmasının Önlenmes Antlaşması’nın öneml eksklklern göstermştr. Nükleer projelern svl ve askerî olarak net br ayrımının yapılamaması, nükleer enerj kullanma hakkı le nükleer slahları üretme yasağı arasında gr bölgelern mevcut olması ve bazı ülkelern nükleer enerjnn barışçıl amaçlarla kullanımı bahanes le nükleer slahları gelştrmesnn engellenememes gb sorunlar çözüm beklemektedr. madığı veya eksik uygulamalar yaşandığı takdirde yaptırımlar tekrar gelebilir mi? Gelirse nasıl uygulanabilir? Yaptırım uygulamasının kalkması ile birlikte İran’ın bölgesel gücü kaçınılmaz olarak artacaktır. Bu durum ABD, İsrail ve Suudi Arabistan gibi güçlerin çıkarlarını nasıl etkileyebilir? İşte önümüzdeki süreç bu soruların cevap bulacağı kaygı verici bir süreçtir. İran nükleer sorunu üzerinde varılan dönemsel anlaşma, Batı ile İran arasındaki diplomatik mücadele için bir açılım niteliğindedir. Bu gelişme, ABD ve İsrail’in İran’ın nükleer tesislerine saldırmasını da önlemiş olacaktır. Aynı zamanda ABD ile İran arasındaki 30 yıllık diplomasi krizine de son verilmiş gibidir. Ancak İsrail’in güvenliği ile ilgili konularda ABD Kongresi’nin nasıl davranacağı ve İran’ın nükleer tesislerinin, özellikle askerî nitelikteki tesislerinin, nasıl denetim altına alınacağı konuları hala sorun olarak gündemdedir. İran nükleer sorunu, Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması’nın önemli eksikliklerini göstermiştir. Nükleer projelerin sivil ve askerî olarak net bir ayrımının yapılamaması, nükleer enerji kullanma hakkı ile nükleer silahları üretme yasağı arasında gri bölgelerin mevcut olması ve bazı ülkelerin nükleer enerjinin barışçıl 58 MAYIS 2015 amaçlarla kullanımı bahanesi ile nükleer silahları geliştirmesinin engellenememesi gibi sorunlar çözüm beklemektedir. Söz konusu anlaşma üzerinde yapılan tartışmalar ve gidişatın belirsiz olması, İran’ın yaptırımdan kurtulup dışa açılma politikası için bir fırsat yaratmaktadır. Çin-İran İlişkilerinde Yeni Bir Dönem Çin ve İran arasındaki diplomatik ilişkiler 16 Ağustos 1971’de, yani Çin-Türkiye diplomatik ilişkilerinin tesis edilmesinden (4 Ağustos 1971) hemen sonra gerçekleşmişti. İran İslam Devrimi’nden sonra da Çin-İran ikili ilişkileri belli bir düzeyde gelişmişti. 1980’li yılların sonuna doğru, özellikle de Çin’in ilk defa 1993 yılında petrol ithalatçısı olarak enerji bağımlısı konumuna düşmesiyle ikili ilişkiler hızlı gelişmeye başlamıştı. Batı’nın İran’a uyguladığı ambargodan dolayı zaman zaman etkilemiş olmasına rağmen Çin-İran ikili ilişkileri güven içinde ilerlemişti. İran’ın nükleer sorunun bir ölçüde çözümlenmesi ile birlikte ikili ilişkilerin önemli bir ivme kazanacağı muhtemeldir. Nitekim İran, 5+1 grubuyla geçici bir anlaşma yapmasının ardından ikili ilişkilerini artırmak için Çin’e bir heyet göndermiştir. Çin-İran Ticaret İlişkileri (Milyar Dolar) Yıl Hacim İhracat İthalat Artış % 2010 29.38 11.09 18.29 38.5 2011 45.11 14.76 30.35 53.5 2012 36.467 11.603 24.864 -19.1 2013 39.542 14.148 25.394 8.4 2014 51.851 24.345 27.506 31.5 İki ülke arasında üst düzey görüşmeler bu yeni ilişkilerin bir göstergesidir. Asya-Afrika Konferansının 60. yıl dönümü ile Yeni Asya-Afrika Stratejik Ortaklığı’nın 10. yıl dönümü Anma Töreni’ni düzenlemek için Endonezya’nın başkenti Cakarta’da gerçekleşen Asya-Afrika Zirvesi’ne katılan İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani, Çin ve İran arasındaki derin dostluk ilişkilerine değinerek, “iki ülke, ilişkilerinde, bölgesel ve küresel meselelerde birçok ortak çıkar ve hedeflere sahip” ifadesini kullanmıştır. İran ile ilişkilerini geliştirmeye büyük önem verdiğini ifade eden Çin Devlet Başkanı Xi Jinping, geçmişteki mirası üstelenip geleceğe doğru yol almanın (chéng-qián qi-hòu) öneminin arttığı bir döneme girildiğini dile getirmektedir. Her düzeydeki ilişkilerin karşılıklı stratejik güveni artırdığını da ifada eden Xi Jinping, Bir Kuşak ve Bir Yol Projesi (İpek Yolu Ekonomik Kuşağı ve 21. Yüzyıl Deniz İpek Yolu) Anahattı üzerinde hızlı tren, otoyol, inşaat malzemeleri, tekstil, telekomünikasyon, elektrik enerjisi ve inşaat makineleri işbirliği yapabileceklerini de belirtmiştir. Nükleer sorun üzerinde İran ve ilgili taraflarla iletişimi sağlayacağını söyleyen Başkan Xi Jinping, söz konusu nükleer müzakere sürecinde biran önce adil, eşitlikçi, karşılıklı yarar ve kazan-kazanı sağlayan kapsamlı bir anlaşmanın yapılması için yapıcı rolünü icra etmeye devam edeceğini ifade etmişti. Cumhurbaşkanı Ruhani de enerji, bilim ve teknoloji, demiryolları, limanlar ve diğer altyapı alanlarında Çin ile işbirliği yapılmasını arzu ettiğini belirtmiştir. nayi, tarım, ulaştırma ve metro sistemleri, barajlar, balıkçılık ve çimento fabrikaları alanlarında yatırımları bulunmaktadır. Çin, İran’dan günde ortalama 630 bin varil ham petrol ithal etmekte, bu rakam Çin’in petrol ihtiyacının % 12’isini oluşturmaktadır. Çin’in İran petrol ve doğalgazı üzerinde yaklaşık 86 milyar Dolar yatırımı vardır. Dünyada dördüncü ve bölgesinde ikinci petrol kaynağına sahip olan İran, Çin’in üçüncü petrol tedarikçisi ülkesidir. Çin de son 10 yıldan beri İran’ın birinci ticaret ortağı ülke statüsünü korumakta ve İran’ın en büyük petrol ve petrol dışı ürün pazarını oluşturmaktadır. İki ülke 2024 yılına kadar ikili ticaret hacmini 200 milyar Dolara çıkarmayı hedeflemektedir. 2010 yılında İran’a yönelik kapsamlı yaptırım uygulamasından bu yana Çin, İran için en güvenilir ticaret ortağı olmuştur. İran, Çin ile olan güçlü ilişkileri sayesinde Batı’nın yaptırımından kısmen kurtularak para biriminin devalüe olmasını önlemeye çalışmıştır. Bundan önce de Çin ile İran liderlerinin görüşmeleri olmuştu. İran’ın yeni Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani, Eylül 2013’te, Şanghay İşbirliği Örgütü’nün Bişkek zirvesinde Başkan Xi Jinping ile görüşmüştü. Mayıs 2014’te iki lider Şanghay kentinde düzenlenen Asya’da İşbirliği ve Güven Arttırıcı Önlemler Konferansı’nda tekrar görüşmüştü. Şubat 2015’te Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi’nin İran ziyareti ve İran Cumhurbaşkanı Ruhani, Meclis Başkanı Ali Laricani, Ayetullah Ali Hamaney’in danışmanı Ali Ekber Velayeti ve Dışişleri Bakanı Cevad Zarif ile yaptığı görüşmeler, Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’in İran’ı ziyaret edeceğinin işaretini vermektedir. Ayrıca İran’ın nükleer çalışmasının başlangıcında Çin’in teknoloji ve kaynak temini de söz konusudur. Bu nedenle İran’ın nükleer çalışmasına ve hassas teknolojisine destek verdiği gerekçesi ile Çin’in bazı şirketleri ABD tarafından cezalandırılmıştır. Karadan havaya ve havadan havaya füzeleri, savaş uçakları, radar sistemi ve hızlı saldırı füze gemilerinin üretimi konusunda Çin’in, İran’a önemli ölçüde yardımı olmuştur. Çin-İran ticaret ilişkileri 2000-2011 yılları arasında ortalama % 40 artış ile ilerlemiştir. 2011 yılında ikili ticaret tarihin en yüksek seviyesine ulaşmıştır. 2012 yılında ticaret hacmi bir önceki yıla göre 8 milyar Dolar azalmış ve Çin’in İran’dan petrol ithalatı % 10 düşmüştür. Petrol dışı ticaret ise 13 milyar Dolar seviyesine inmiştir. Bu durum, uluslararası yaptırımın bir sonucu olarak görünmektedir. Bu tarihten sonra ikili ticaret ilişkileri artışa geçmeye başlamıştır. İran, Çin’e en çok enerji ile madeni (kömür, çinko, kurşun, bakır) ve kimyasal ürünleri satarken, Çin ise demir ve çelik, madencilik, silahlar, elektronik ürünler, ulaşım ekipmanları, taşımacılık, otomobil ve oyuncak satmaktadır. Ayrıca, Çin’in İran’da enerji, kimya sa- 5+1 grubuyla varılan anlaşmalar, zor durumda olan İran ekonomisinin iyileşmesine yararlı olacaktır. Ka- 5+1 ülkeler İran’ın nükleer slahlara sahp olmasını önlemey, İran da kendsne yönelk ekonomk yaptırımların kaldırılmasını hedeflemştr. Bu konudak nha anlaşmanın nasıl sonuçlanacağı da meçhuldür. Ntekm Kuzey Kore nükleer sorunu üzerndek müzakereler benzer sorunlardan dolayı henüz çözüme ulaşamamıştır. MAYIS 2015 59 DIŞ POLİTİKA potansiyel nükleer gücü ile de bölgede dominant güç olmaya çalışmaktadır. Bütün bunlar İran’ın arzu ettiği Büyük İran (Iran-zaman) rüyasını gerçekleşmesine fırsat ve zemin hazırlamaktadır. sım 2013’te varılan geçici anlaşmaya göre İran’ın günde ortalama 1 milyon varil daha petrol ihraç etmesine izin verilmişti, yaptırım öncesi İran günde 2,3 milyon varil petrol ihraç edebiliyordu. Haziran 2014’ten beri petrol fiyatının % 40’a oranında düşmesi sebebiyle İran ekonomisi muazzam bir baskı ile karşı karşıya kalmış, bütçe açığı ve mali zorluklar yaşamaya başlamıştı. Dünyanın birinci ticaret ülkesi ve ikinci ekonomik gücü olan Çin, enerjiye duyduğu muazzam ihtiyaçtan dolayı İran için istikrarlı bir pazar oluşturmaktadır. Bu bağlamda İran nükleer sorunu üzerinde kısmen ya da kapsamlı anlaşmaya varılması ile birlikte Çin-İran ekonomik ve ticari ilişkilerinin daha fazla artacağı beklenmektedir. Bölgesel işbirliği de Çin-İran arasındaki önemli konulardan biridir. ABD’nin, Afganistan ve Irak’a yönelik düzenlediği askeri saldırı ile birlikte İran doğusundaki Taliban Hükümeti ile batısındaki Saddam Yönetiminin düşmanca tehdidinden kurtulmuştu. Tahran Hükümeti bir yandan Orta Doğu’ya yönelik Şii kuşağı stratejisini geliştirerek bölgesel etkisini oluştururken, diğer yandan Çin ve Rusya ile ilişkilerini geliştirerek 2005’te elde ettiği Şanghay İşbirliği Örgütü gözlemci ülke statüsü sayesinde de Orta Asya’da Pers etkisi yaratmaktadır. Sınırlı ekonomik gücü ile kavuştuğu ciddi askei kapasitesiyle İran bölgesel güç olma yolunda ilerlerken, sahip olduğu orta menzilli balistik füze sistemi (S-300 hava savunma füze sistemini satın alması söz konusu) ve 60 MAYIS 2015 İran’ın bölgesel bir güce dönüşmesi ve Rusya ve Çin ile birlikte bölgede etki sağlaması ABD ve Batı için büyük bir tehdit olarak algılanmaktadır. Zbigniew Brzezinski’nin Büyük Satranç Tahtası’nda, RusyaÇin-İran stratejik ittifakının bir Avrasya gücü oluşturarak, Batı’nın bölgedeki çıkarlarını tehdit edeceğini ve Atlantik güçleriyle mücadele edebileceğini tahmin etmektedir. İran’ın, Çin ve Rusya ile işbirliği yapabileceği en uygun zemin ise Şanghay İşbirliği Örgütü’dür. Şanghay İşbirliği Örgütü’nün 2015 zirvesi Temmuz 2015’te Başkurdistan’ın başkenti Ufa’da düzenlenecektir. Örgüte gözlemci ülkelerden Hindistan ve Pakistan’ın resmi üye olması söz konusudur. Gözlemci konumda olan İran’ın ise nükleer sorunundan dolayı resmi üyeliği askıya alınmıştı. Tahran ile 5+1 grubu arasında yapılan geçici anlaşma İran’a örgüte üye olmanın yolunun açıldığı anlamına gelmektedir. Rusya’nın desteğini alan İran’ın üyeliği toplantının gündemine gelebilir. Çin’in sürdürmekte olduğu Bir Kuşak ve Bir Yol Projesi kapsamında Doğu Türkistan’ın Kaşgar’ından Pakistan’ın Gwadar limanına uzanan ekonomik koridorun bir uzantısı ise Pakistan-İran doğalgaz boru hattıdır. İki milyar Dolarlık söz konusu boru hattı Çin tarafından inşa edilecek ve bu hat Pakistan’ın doğalgaz ihtiyacını karşılamakla birlikte Pakistan-İran enerji işbirliğini de arttıracaktır. Çin ise Orta Asya enerji boru hatlarını Doğu Türkistan’a bağladığı gibi İran-Pakistan-Doğu Türkistan doğalgaz boru hattını da bağlamış olacaktır. Barış Boru Hattı adı verilen bu bağdan dolayı Çin-İran ilişkileri de artacak ve İran’ın Çin yanındaki jeopolitik ve enerji stratejisindeki konumu da önem kazanacaktır. YEMEN'DE HUSİ DARBESİ VE KÖRFEZ CEPHESİ’NİN ZORLUKLARI Doç. Dr. Ahmet UYSAL SDE Uzmanı Y emen, fakir ve dünyanın en kritik bölgelerinden birinde yer alıyor. Afrika ve Hint kıtalarını birbirine bağladığı gibi İslam’ın kutsal şehirleri Mekke ve Medine’ye de yakındır. Ama en önemlisi Kızıl Denizi Akdeniz’e bağlayan Bab el-Mendeb Boğazı’na sahiptir. Kuzey’de Suveyş Kanalı’nın stratejik önemi iyi bilinmesine rağmen buranın önemi yeteri kadar takdir edilmez. Yemen diğer Arap Baharı ülkeleri gibi kötü yönetim, yoksulluk, işsizlik ve dış müdahalelerden mustarip olduğu için Tunus ve Mısır’dan sonra gösteriler Yemen’e de sıçramış ve uzun süredir ülkeyi yöneten Al Abdullah Salih 2011 yılında düşmüştür. Yemen demokratik tecrübesi az olmasına rağmen devrimden sonra görece demokratik geçiş için iki yıl ulusal diyalogla yoluna devam edebilmişti. Ancak Mısır ve Libya’da şahit olduğumuz gibi Yemen’de de demokrasiden hoşlanmayan Körfez ülkeleri ve eski rejimin adamları demokratik geçişi engelleyecek hamleler yapmışlardır. Körfez ülkeleri hem demokrasiden hem de İhvan-ı Müslimin Hareketi’nden rahatsız oldukları için süreci kendi lehlerine olacak şekilde tasarlamaya çalışmışlardır. Bu durumun en önemli göstergesi, diğer Arap Baharı ülkelerinde görülmeyen bir şekilde, Ali Abdullah Salih’in Partisi’nin ulusal diyalog koalisyonunda kalmasını şart koşmalarıydı. Mısır’da devrimden sonra demokrasiye geçiş sürecini ordunun yönetmesinin getirdiği bir tuzağa benzer şekilde, daha önce ülkeyi sol cumhuriyet ideolojisi ile yöneten Salih ve adamları, Mısır’dakinin tersine MAYIS 2015 61 ABD’de yapılan değerlendrmelere göre Körfez ülkelernn ABD’ye danışmadan böyle br harekete grştkler anlaşılsa da bölgede mezhep çatışmasından ve slah satışlarından ABD’nn genel olarak memnun olacağı söyleneblr. Yemen operasyonuna 14 ülkenn destek verdğ düşünüldüğünde, operasyonun özellkle Körfez ülkeler ve Mısır tarafından yönetldğ gözükmektedr. Dğer ülkeler daha çok moral ve lojstk destek vermektedrler. Suud’a haber vermeden, Eylül 2014’te bir Husi darbesi gerçekleştirmişlerdir. Salih döneminde orduda ciddi bir Zeydi azınlık hâkimiyeti olduğu için Salih’e bağlı komutanlar, Zeydi olan Husilere Başkent San’a ve diğer önemli şehirleri açmışlar, hatta cephanelikleri bile teslim etmişlerdir. Lübnan Hizbullah’ı gibi İran’ın stratejik bir kolu olarak hareket eden Husilerin Arap Yarımadası’nın güneyine hakim olmaları, Irak ve Suriye’den sonra Körfez ülkelerinin İran’a yakın yönetimlerce sarılması anlamına geldiğinden, bu gelişmeler Suudi Arabistan başta olmak üzere Körfez ülkelerinde ciddi rahatsızlık uyandırmıştır. Yemen’deki darbenin eski Suud Kralı Abdullah’ın ölüm döşeğinde iken gerçekleşmesi ABD’nin zımni izniyle olduğu ihtimalini güçlendirmektedir. Diğer bir ihtimal ise ciddi İhvan ve demokrasi antipatisi olan eski Suud Kralı’nın ve Birleşik Arap Emirlikleri kampının Yemen’de başa gelmesini istemedikleri İhvan çizgisindeki Islah Partisi ile Husileri çatıştırmak istemesi olabilir. Ancak buradaki zorluğu gören Islah Hareketi bu mücadeleye girmekten kaçınmış ve beklentileri bozmuştur. Bu arada Körfez ülkeleri Yemen’in tekrar bölünmesine de razı olmuş görünüyorlardı. Ancak, Ocak 2015’te Husiler’in Başkent San'a’yı ele geçirdikten sonra Sünni bölgesi olan Aden’e yürümeleri Suudi ve diğer Körfez yönetim- 62 MAYIS 2015 lerinde paniğe yol açmış ve Husileri durdurmak için Saddam’ın Kuveyt’i işgalinden bu yana görülmemiş operasyona 26 Mart’ta başlamışlardır. parçalanmışlığından güç almaktayken, daha sonra aleyhlerine dönebilecek bir projeye sıcak bakmaları kolay değildir. ABD’de yapılan değerlendirmelere göre Körfez ülkelerinin ABD’ye danışmadan böyle bir harekete giriştikleri anlaşılsa da bölgede mezhep çatışmasından ve silah satışlarından ABD’nin genel olarak memnun olacağı söylenebilir. Yemen operasyonuna 14 ülkenin destek verdiği düşünüldüğünde, operasyonun özellikle Körfez ülkeleri ve Mısır tarafından yönetildiği gözükmektedir. Diğer ülkeler daha çok moral ve lojistik destek vermektedirler. Türkiye de operasyona söylemsel destek vermiştir. Bu destek hem Türkiye’nin savunduğu demokratik prensiplere hem de çıkarlarına uygun olduğu için yerinde olmuştur. Türkiye ve Pakistan ayrıca Suudi Arabistan’a bir saldırı olursa ülkeyi savunacaklarını deklare etmişlerdir. Özellikle, Suriye ve Irak’tan sonra İran’ın, Arap Yarımadası’nın güneyini kontrol etmesi Türkiye’nin de çıkarlarına terstir. Bu operasyon yeni Suud Kralı Selman için de bir test olacaktır. Öncelikle küçük ada ülkesi Bahreyn’e tankları göndermesi sayılmazsa Suud liderliğinde girilen böyle bir operasyon ilktir. IŞİD’e ve El Kaide’ye karşı yapılan müdahaleler, sadece hava bombardımanı ile sonuç alınamayacağını göstermiştir. Ali Abdallah Salih’e bağlı yerleşik ordu, darbeyi desteklediği için kara operasyonu da gerekmektedir. Kara operasyonun yapılıp yapılmayacağı ve yapılsa bile başarılı olup olamayacağı onların Husilere karşı başarısı kadar, İran ve ABD’nin tavrıyla da bağlantılıdır. Ayrıca başarı, yerel olarak alanda Husilerle mücadele edecek Islah (İhvan) Hareketi’nin desteğine ve bu hareketle ilişkilerin normalleşmesine bağlıdır. Yemen coğrafyasının zorluğu da düşünüldüğünde buradaki başarısızlık jeo-stratejik açıdan olduğu kadar ekonomik ve siyasi olarak da Suudi Arabistan’da karışıklığa yol açabilecektir. Ancak operasyon sanıldığı kadar kolay sonuç alacak durumda değildir. Öncelikle dış savunmalarını ABD üstleriyle sağlayan Körfez ülkeleri, dış ülkede operasyon yapmaktadırlar. Bu konuda tecrübeleri pek olmadığı gibi kendi aralarında yürütmeye çalıştıkları işbirliği ve hatta küresel stratejileri farklılaşmaktadır. Örneğin ABD’nin, her ne kadar istihbarat desteği vereceğini ve silah satacağını söylese de, İran’a nükleer anlaşmada neler vaat ettiği net değildir. Mısır devriminde olduğu gibi ABD Hükümeti’nin söyledikleri ile yaptıkları arasında fark olması mümkündür. Körfez ülkeleri ve Katar arasında Arap Baharı politikalarında farklılık vardı. Yeni Suud Kralı Selman ile Mısır ve Arap Emirlikleri arasında da farklılaşma olduğu görülmektedir. Ancak, son zamanlarda Suud, İhvan konusunda söylemini yumuşatmıştır. Arap kamuoyunu meşgul eden en önemli mesele ‘ortak ordu’ meselesidir. Ortak Arap ordusu projesi konuşulsa da çok kolay değildir. Örneğin, Mısır, Yemen benzeri krizlere ortak çözüm bulunması için ortak Arap ordusu kurmak istemektedir. Ancak Sisi’nin bu fikri savunmasının asıl sebebi, Yemen’den çok Hafter darbesine yardım etmek ve Libya’nın petrolünü kontrol etmektir. Ayrıca böyle bir ordu inşası için Sisi 200 milyar dolar talep etmektedir ki bu miktarın sağlanması kolay değildir. Daha da önemlisi İsrail ve Amerikan çıkarları Arapların Suud Yönetimi, Mısır ve Libya’da yaptığının tersine Yemen’de Abdurabbu Mansur Hadi’yi desteklemektedir. Ancak bazı eski bakanların Husilerin elinde esir olduğu için Hükümet görevini yapamamakta ve direniş için organize güçler bulunmamaktadır. Halktan, gönüllülerden ve bazı demokrasi yanlısı askerlerden oluşan direniş cephesi en başta koordinasyon sıkıntısı çekmektedir. Hem etkin çalışacak bir hükümet olmadığı gibi bir ordu olarak hareket eden Husilere karşı duracak ciddi bir kuvvet oluşturmak zaman almaktadır. Ancak hava saldırıları ile sonuç alınmaya çalışılmakta ve bu da yeterli olmamaktadır. Pakistan Parlamentosu’nun Suudi Arabistan’a kara askeri göndermeyi reddetmesi kara operasyonu ihtimalini zayıflatmış ve Arabistan’ı mesafe koymaya çalıştığı Sisi’ye mahkûm etmiştir. Mısır’da da 1960’lardaki kötü Yemen tecrübesi bu konuda Mısır’ın müdahalesini zorlaştırmaktadır. Yemen halkı arasında yaygın silahlanma olgusuna rağmen, halkın elindeki küçük silahların merkezi ordudan alınan tank, top ve ağır silahlara karşı direnmesi zor olduğu gibi halk komiteleri örgütlü ve eğitimli değildir. Gönüllülerin eğitilmesi, örgütlenmesi zaman alacaktır. Diğer taraftan BM Güvenlik Konseyi’nde Husi darbecilerine silah ambargosu konusunda karar alınmıştır. Yemen’in havadan ve karadan silah ablukası altında olmasına karşın, İran bir askeri filo göndermiştir. Bu filonun savaşa katılıp katılmayacağı ve katılırsa nasıl bir tepki ve sonuç alacağı da belli değildir. “Yemen’e sahip olamazsınız, belki kiralayabilirsiniz“ mealindeki Arap atasözü, Yemen misyonunun kolay olmadığına işaret etmektedir. Suud’un kara operasyonuna kendi güney sınırından girmesi icap etmekte ama bu bölge Zeydi bölgesi olduğu gibi dağlık ve zor bir bölgedir. Diğer taraflardan müdahalenin maliyeti yüksek olacağı gibi daha uzun zaman alacaktır. 1960’larda Mısır’ın enerjisini tüketen yüksek maliyetli Yemen müdahalesi, 1967’de Abdunnasır Yönetimi’nin İsrail karşısında yenilgisine yol açmıştı. Bu yenilgiden sonra Abdunnasır’ın geleceği büyük darbe almış, İsrail ve Batı ile işbirliğine giren bir Mısır karşımıza çıkmıştı. Birçok şehrin Husilerin eline geçmesi sebebiyle kara harekatı şehir direnişi ve sokak çatışmalarına dönüşeceği için insani maliyet de artacaktır. Ayrıca, savaş dolayısıyla oluşmaya başlayan mülteciler ayrı bir insani ve güvenlik meselesi olmaya başlamıştır. Suriye’den sonra yeni bir mülteci sorununun yönetilmesi de ayrı bir zorluk taşımaktadır. Körfez ülkelerinin bu konuda ciddi bir tecrübesi olmadığı gibi bu konudaki yetenekleri de test edilmemiştir. Özellikle Suudi Arabistan, eski otoriter rejimin adamlarını destekleyerek, kendisini büyük bir çıkmaza sokmuştur. Bu çatışma İran ve Suud arasında uzlaşma ile çözülmediği takdirde, ihtimaller alandaki mücadele kadar bölgesel ve uluslararası güçlerin öncelikleriyle de yakından ilgili olduğu için, 2015 Yemen operasyonu belirsizliğini koruyacaktır. Ancak Suriye’den sonra Yemen ve Suudi Arabistan’ı da zor günlerin beklediği açıktır. MAYIS 2015 63 DIŞ POLİTİKA Tanrısı Nemesis Olanın Tarihi Prof. Dr. Yasin AKTAY SDE Onursal Başkanı P apa’nın geçtiğimiz yüzyılın ilk soykırım olarak 1915 yılında Ermenilere yapılanları zikretmesiyle Türkiye’ye karşı açıklama yapma sezonu hem erkenden açılmış oldu hem de bu hareket beklendiği gibi diğer açıklamalara cesaret verdi. Avrupa Parlamentosu da (AP) geçtiğimiz günlerde Papa’dan aldığı teşvikle Tanrı Krallığında yer kapmaya çalıştı. AP’de yapılan görüşmelerde, tarihle ilgili lise seviyesinde bilgisi olamayacak tipler, ezberletilmiş ve önceden yazılmış metinleri kurulda okuyarak, Ermeni Soykırımı deyimini kullandı ve toplamda Türkiye’nin, bu soykırımı yapmış olduğunu kabul etmesi, kendine kahretmesi, gereğini yapması, örneğin tazminatı ödemesi, ölen masum bir buçuk milyon insanın yaşayan torunlarına mallarının iadesinin gerektiği gibi, akla gelebilecek her şey söylendi. AP’nin Ermeni propagandasının baskılarına dayanamayarak nihayet böyle bir karar almış olduğu söylenebilir. Gerçekten de Ermeni diasporası bu konuda olağanüstü bir lobi faaliyeti yaptı ve bu faaliyetleriyle en sıradan Avrupalı parlamenterin ensesinde boza pişirdi. Bu konuda elbette ki Türkiye’nin mukabil bir çalışma yürütmemiş olduğu da söylenebilir. Kabul edilmeli ki Ermeni diasporasına mensup insanlar Avrupa’nın her ülkesinde doğuştan orada bulunmuş insanlardan oluşuyor, her ülkenin dilini akıcı bir biçimde konuşan mensupları var ve bu üyeler kendi iddialarını anlatma konusunda sürekli ve ısrarlı bir çaba içinde oldular. Bu çabalar, 100 yıl önce ne olup bittiğine dair hangi masalı isterlerse insanlara ezberletmeyi mümkün kılacak türdendi. En inanılmaz yalanı bile bu yoğunlukta ve bu ısrarda tekrarlayanın muhatabını inandırması mümkündür. Gerçeklik gerçekler âleminde olandan ibaret değil, büyük ölçüde algıladığımız şeylerden oluşuyor. Ger- 64 MAYIS 2015 çekleri değiştiremeyenler, gerçekliğin algısını oluşturarak insanları kendi dünyalarına tıkabiliyorlar. Bu tabii ki dürüst ve ahlaki bir yol değildir. Ama bu mücadelede kimden ahlaklı olmasını bekleyebilirsiniz ki? Ermeni Diasporası, kendi tezlerini anlatma konusunda inanılmaz bir sebat ve ısrar içinde oldu. Bu işi hayatlarının tek davası kılmış durumdalar. O yüzden de aslında acınacak durumdalar. Onların gerçekliğini var eden tek şey de hem başkalarına hem de kendilerine anlattıkları ve neticede kendilerini içine hapsetmek zorunda kaldıkları bu Türk algısıdır. Hrant Dink’in daha iyi anlaşılabilecek şekilde düzenlenmiş ifadesiyle Türk nefreti Ermenilerin kanını zehirleyen, onların varlığını tüketen tehlikeli bir şeye dönüşmüş durumda. nu, hele Anadolu’nun bütün savaşan evlatlarının cephelerde olduğu bir dönemde, Osmanlı tebası Ermeni çetelerininse Rus üniforması giyerek Müslümanları katletmekle meşgul olduğu bir dönemde alındığını biliyor musunuz? Bu katliamlarda kaç Müslüman Türk, Kürt, Arap evladının hayatını yitirdiğinden haberiniz var mı? Bir tek Ermeni mi ölmüş bu dönemde? Ermenilerin acılarını da saygıyla analım ama bir tek onların canı mı candı? Diğerlerininki can değil miydi? Ayrıca, gerçekten biliyor musunuz, Ermeniler nereye nakledildi? Osmanlı arazisinin dışına mı kovuldular? Yoksa Osmanlı toprakları içinde sadece yerleri mi değiştirildi? Kısaca böylesi bir olay bağlamında Yine kabul edelim ki Türkler, en akla ilk gelebilecek bu basit sohaklı oldukları konuda bile rular bile duyurulamamıştır. sadece haklılıklarına güve1915’e, yani tarihe niyor, bu haklılığı ifade İşin aslı tam bir Türk soygitsek de, Türkiye bir savunma etmeye ayrıca fazla bir kırımına hazırlanılan 1. önem atfetmiyorlar. değil bir iddia makamında olacak Dünya Savaşı şartlaHaklılığını bıktıracak rında, bu soykırıma konumdadır. Osmanlı askeri yedi şekilde anlatarak karşı kendini savudüvele karşı bilmem kaç cephede bir de çevreye ranarak, Çanakkale savaşırken Ermeni çetelerini kışkırtıp hatsızlık vermesavunmasıyla, Erdevlete isyan ettiren, muhtemelen mek gibi bir mahmeni nüfusu ülkecupluk var adeta. Balkanlarda yaptıkları soykırımın bir nin başka bölgeTürkiye’nin son tekrarını da Anadolu’da yapmaları lerine nakletmekle, zamanlarda bu açıİstiklal Savaşı’yla var için hazırlayan odaklar içinde Vatikan ğı görerek önemsekalabilmiş Anadolu da vardı, bugün Ermeni soykırımı meye başladığı kamu Müslümanlarından bir iddialarına sahip çıkan diplomasisi faaliyetleri türlü alınamamış bir intide Ermeni meselesindeki birçok ülke de vardı. kam vardır. İçlerinde ukde algıyı düzeltmeye yetmedi. kalmış bir Türk Soykırımı varHer gün Ermeni diasporasının dır. Balkanlarda gerçekleşmiş her yere sirayet etmiş militanlarınolanın Anadolu’da gerçekleşememiş dan defalarca “Ermeni soykırımı” deyimini olmasının hıncı vardır. duymaya alışmış kulaklara, alternatif bir sesi duyurmaya yetmemiştir bu çabalar. Örneğin, nereden çıktı şu 1,5 milyon rakamı? Durup dururken mi oldu bu ölümler? Ermeni çetelerinin 1870’li yıllardan itibaren yaptıkları katliamları biliyor musunuz? Ya Balkanlardan açıkça ve kastı mahsusa ile katledilen yüzbinlerce, milyonlarca Müslüman Türk evladından haberiniz var mı? Ermeni tehciri kararının tam da Balkan trajedisinin üstüne gelmiş olduğu- Papa da AP’de normalde üstlerine vazife olmayan böylesine riskli bir konuya giriyorsa, bunun arkasında haçlı bir motivasyon aranmasına da açık hale gelmişler demek. Yoksa ne bilsin parlamenterler 1915’te ne olup bittiğini? Sadece lobi faaliyetlerinin propagandasıyla tarihte neler olup bittiğinin anlaşılamayacağı, bununla sadece bir tarih algısının pazarlanabileceğini herkesten çok onların bilmesi gerekiyor. MAYIS 2015 65 Ama bir malın pazarlamacısı ne kadar usta ve ısrarlı olursa olsun, o malın alıcısı da bir tercih yapmış oluyor neticede. Hem AP hem Papa dünyada bugün bile olup biten o kadar insanlık suçu varken yüzyılın derinliklerinden gelip kendilerine vicdan görüntüsünde intikamlarını ve kinlerini pazarlayanların çürük mallarını almayı tercih etmiştir. Bu sahte malı tercihte kimse kusura bakmasın, ben sadece haçlı motivasyonunu görüyorum. Kin ve Nefretle Yazılan Tarih Ermenilerin Türklerle olan kan davası kendine Hıristiyan dünyasında taraftar toplamakta fazla zorlanmıyor. Gerçi onu tatmin edecek, gözünü doyuracak kadar bir destek yok yine de, ama Ermeniler, birçok ülkenin parlamentosundan olağanüstü çabalar neticesinde 1915 yılında yaşananların bir soykırım olduğu yönünde kararlar çıkarmayı başarmıştı. Birçok ülke Türkiye’nin bu konudaki hassasiyetini bildiği ve Türkiye ile aralarını bozmak istemediği için bu desteği vermekten kaçınıyor ve bu durum bile Ermeni intikamcılarını büyük bir tatminsizlik duygusuna gark etmeye yetiyor. Bazı ülkelerin veya aktörlerin vereceği veya vermeyeceği destek bu noktada epeyce dert haline gelmiş oluyor mesela. Obama’nın mezkûr tarihte yapacağı bir anma konuşmada “soykırım” sözcüğünü kullanıp kullanmaması hem Ermeni diasporası açısından hem de Türkiye tarafından çok önemseniyor tabi. Obama veya ondan önceki ABD liderleri de her seferinde iki arada bir derede kalarak her iki tarafın beklentilerine cevap verecek özgün bir ifade bulmaya çalışıyorlar. Bakalım 100. yılda Obama bu iki taraflı baskıya bakarak ne diyecek? 66 MAYIS 2015 Her ne demiş olursa olsun, bunun 1915 yılında yaşanmış olanların niteliğini değiştiremeyeceği çok açık. Neticede 100 yıl önceki hadiselerle ilgili yeni bir gerçek ortaya çıkarılarak bu durum ifade edilmiş olmayacak. Tam tersine olay, daha önce de defalarca ifade ettiğimiz gibi 100 yıl önce değil bugün cereyan ediyor. larını hatırlamaz, ama bizzat Haçlıların kışkırtmalarıyla ayaklandırılan Ermenilerin, Osmanlı halkına karşı tam bir katliamın ortasındayken son derece makul bir tedbir olarak yapılan tehcir uygulamasını bir trajedi olarak hatırlar. Bu hafızanın ciddiye alınabilecek bir tarafı yoktur. Müslüman Türk’e karşı kinle, nefretle, intikam duygusuyla beslenen hasta bir hafızadır. Obama gibi, bu yıl da ne diyeceği merakla beklenen Katoliklerin ruhani lideri Papa Francesco erken davrandı. 1915 olaylarının 100. yıldönümü sebebiyle Vatikan’da düzenlediği ayinde, “20. yüzyılın ilk soykırımının Ermenilere yapıldığını” söyledi bile. Daha önce de ifade etmiştik. 1915’e, yani tarihe gitsek de, Türkiye bir savunma değil bir iddia makamında olacak konumdadır. Osmanlı askeri yedi düvele karşı bilmem kaç cephede savaşırken Ermeni çetelerini kışkırtıp devlete isyan ettiren, muhtemelen Balkanlarda yaptıkları soykırımın bir tekrarını da Anadolu’da yapmaları için hazırlayan odaklar içinde Vatikan da vardı, bugün Ermeni soykırımı iddialarına sahip çıkan birçok ülke de vardı. Söyledi de ne oldu? 1915 yılına ait gerçekliğe biraz daha mı yaklaşmış olduk? O gün yaşanan olaylarla ilgili bizi aydınlatan yeni bir bilgiye mi ulaşmış olduk? Yoksa en arkaik duygularla hareket eden ve Müslüman Türk’e karşı nefret duygularıyla hareket etmekte olan Ermeni tarafının güttüğü ilkel kan davasına bir prim mi vermiş olduk? Dahası, 1915’ten sadece bir kaç yıl önce Balkanlar’dan toplu katliamlarla yok edilen ve sürülen 3 milyona yakın Müslüman Türk’ü hiç hatırlamayıp “20. yüzyılın ilk soykırımının Ermenilere yapıldığını” söylemenin anlamı nedir? Gerçekten Papa, insanlığa karşı işlenen suçlar veya tarihsel acılara dair bir duyarlılıktan hareket ediyorsa, önce lütfen bir Balkanları, sonra Ermeni tehciriyle aynı tarihlerde dört bir cephede ve toplumda ölen yüzbinlerce Müslüman Türk’ü de hatırlasaydı ya? Hatırlamaz, hatırlayamaz, çünkü Papa’nın hafızası ırkçı ve haçlı bir hafızadır. O haçlı zihniyetinin yaptık- Aslında Ermeni soykırımı iddialarının arka planında içlerine ukde kalmış, başarılamamış bir “Anadolu Müslümanı soykırımı” vardır. Bu ihtimal hiç de bugünden farazi olarak kurgulanan bir ihtimal değil. 1915’te tehcir planını devreye sokan veya o günlerde devlet sorumluluğunu taşıyan bütün Osmanlı devlet ricalinin hepsinin (Talat Paşa, Enver Paşa, Sait Halim Paşa, Trabzon Valisi Cemal Azim, “Teşkilât-ı Mahsusa”nın yöneticisi Bahattin Şakir, yanısıra Azerbaycan eski Başbakanı Fetali Han Hoyski, eski Adalet Bakanı Halil Bey Hasmemmedov ve daha niceleri) Ermeni Taşnak örgütünce akıllara durgunluk veren bir sürek avı neticesinde bulunup suikastla vurularak öldürüldüğünü hatırlamamız belki yeter de artar bile. Bu suikastlar Taşnak örgütünün Erivan’daki 9. Kurultayında kararlaştırılmış, adına Yunanca intikam tanrıçası anlamına gelen “Nemesis operasyonu” denilerek önemli bir bütçe tahsisi ve büyük bir organizasyonla sistemli bir biçimde uygulamaya konulmuştur. Operasyonun hedefinde Tehcirde katkısı olan yüzlerce insan vardır ve bunların öldürülmesine karar verilenlerinin birçoğu da öldürülmüştür. Osmanlı’nın aldığı tehcir tedbirinin hiç de haksız olmadığını gösteren yeterince çarpıcı bir örnektir bu. Aktif bir biçimde çalışmakta olan ve gözünü kan bürümüş çetelerin çok daha büyük bir Müslüman katliamı girişiminde olduklarını teyit eden bir örnek. Aslında söz konusu olan intikamsa Ermeni örgütleri tarafından bu intikam defalarca alınmıştır: Zaten 1870’li yıllardan itibaren propaganda çerçevesinde girişilmiş katliamlar var. İşgal kuvvetlerinin saflarında Türklere karşı açık işbirliği var. İngilizlerin işgal yönetiminin gözetimi altında kurulmuş mahkemelerde idama mahkûm edilmiş olanlar var. ASALA’nın suikastlarıyla öldürülmüş diplomatlar var. İntikam tanrıçasını kendine rehber edinince, intikamı da bir hayat tarzı haline getirmek mukadder oluyor. İntikamı bir tanrı gibi tasavvur eden, böylece gözünü intikam ateşi bürümüş bir yapıyı doyurmanın imkânı olmaz. İntikama doymayan, intikam duygusuyla beslenen hasta bir kan davasıdır Ermeni davası. Bu hastalığını yüz yıl önceye davet eden burada da sadece kendi acılarını önemseyen çağrısının peşine düşenlerin artık ne duruma düştüklerini görmelerini umuyoruz. Akıllılarının Papa olduğunu varsayarsak, bu umudumuzun boş bir umut olduğunu bilsek de... MAYIS 2015 67 DIŞ POLİTİKA “Müşriklerin, Allah’ın ve peygamber yanında bir ahitleri (söz vermeleri/anlaşmaları) nasıl olabilir ki? Onlar size karşı dürüst davrandıkları müddetçe siz de onlara dürüst davranın. Çünkü Allah (ahdi bozmaktan) sakınanları sever. Nasıl olabilir ki! Onlar size galip gelirlerse, sizin hakkınızda ne bir ahit, ne de antlaşma gözetirler. Onlar ağızlarıyla sizi razı ediyorlar, hâlbuki kalpleri (buna) karşı çıkıyor. Çünkü onların çoğu yoldan çıkmışlardır. Bir mümin hakkında ne ahit tanırlar ne de anlaşma. Çünkü onlar saldırganların ta kendileridir.” Tevbe, 9/7, 8, 10 M ümin bir kabileye baskın düzenleyerek Hudeybiye anlaşmasını bozan putperestlerle ilgili yukarıdaki ayetler, kendisini Allah’tan müstağni görüp büyüklenen, kendi dışındakileri küçümseyen, nefsi arzularının peşinde koşarak dünyevi çıkarlar karşılığında Allah’ın ayetlerini feda eden kimselere ve özellikle de Kur’an’ın “mütref” adını verdiği politik liderlere ve kompradorlara güven olmayacağına vurgu yapmaktadır. Ayetlerde, insan ve toplumları sömürmeyi ilke edinen, her türlü zulüm, hile ve düşmanlıkla müminleri Allah yolundan çevirip kendi süfli emellerine köle etmek isteyen inkârcıların, güçlü oldukları takdirde müminler hakkında hiçbir ahit ve zimmet gözetmeyeceklerine, sözleşmelerine ihanet edeceklerine açıkça işaret edilmektedir. Son zamanlarda Türkiye ve İslam dünyası olarak muhatap olduğumuz birtakım durumlar, birtakım güç merkezleri ve global aktörler tarafından üzerimizde çevrilmeye çalışılan dolaplar tam da bu ayetlerin muhtevasına uygun bir durum arz etmektedir. BATI’YA NASIL GÜVENELiM Ki! (Ermeni Soykırımı İddiası) Prof. Dr. Talip ÖZDEŞ SDE Uzmanı 68 MAYIS 2015 Katolik dünyasının lideri Papa Fransuva’nın Ermeni soykırımı iddiasına sahip çıkan talihsiz açıklamasının hemen akabinde, söz birliği etmişçesine, Avrupa Parlamentosu’nun 1915’te yaşananları “soykırım” olarak nitelendiren karar tasarısını oy çokluğuyla kabul etmesi oldukça manidardır. Rusya devlet başkanı Viladimir Putin’in de koroya dâhil olup Ermeni soykırım iddialarına sahip çıkması, Batı ve Hıristiyanlık dünyası için tam bir tarafgirliğin, ikiyüzlülük ve münafıklığın göstergesi durumundadır. Dün Birinci Dünya Harbi’nde Osmanlı imparatorluğunun topraklarını yağmalamak için ittifak ve işbirliği içerisinde olanlar, bugün de aynı şeyi yapıyorlar. Türkiye 7 Haziran seçimlerine doğru giderken Papa, Avrupa devletleri ve Rusya tarafından gündeme getirilen, tarihi gerçeklerle bağdaşmayan soykırım iddiasının gerisinde İslam ve Türk düşmanlığı üzerine kurulu bir zihniyet yatmaktadır. Söz konusu bu menfur zihniyet devreye girdiğinde, Batılı politik aktörler ve dini liderler için insan hakları, özgürlükler, hukukun üstünlüğü, objektiflik, insaf ve merhamet kavramları fazla bir anlam ifade etmemektedir. Ermeni meselesi bahane edilerek Türkiye’ye karşı ortaya konulan tavır, Hıristiyan dünyası ile İslam dünyası arasında barış ve diyalog köprüleri kurmayı amaçlayan sözüm ona dinler arası diyalog projelerinin de samimi olmadığını, içinin boş olduğunu göstermiştir. Ne yazık ki Batı dünyası şimdiye kadar ülkemize ve İslam dünyasına yaklaşımlarında hep ikiyüzlü, çifte standartlı politikalar izlemiş, taahhütte bulunduğu sözlerinin çoğunu yerine getirmemiştir. Bir taraftan demokrasi havariliğine soyunurken, diğer taraftan İslam dünyasında ve ülkemizde meydana gelen demokratik gelişmelerin önünü kesmek, darbeleri, diktatörlükleri ve totaliter rejimleri desteklemek, anarşi ve terörü teşvik etmek için elinden geleni arkasına koymamıştır. Gezi parkı eylemlerinden beri ülkemiz üzerinde oynanan oyunlar, Arap Baharı’nın Arap kışına döndürülmesi, Mısır’da darbecilere, Suriye’de kendi halkını katleden bir tiranlık rejimine verilen destekler bu söylenenlerin ispatıdır. Kur’an’da, yukarıda yaptığımız açıklamalarımıza delil teşkil eden başka ayetler de vardır: “İnsanlardan öyleleri vardır ki, dünya hayatı hakkında söyledikleri senin hoşuna gider. Hatta böylesi kalbinde olana (samimi olduğuna) Allah’ı şahit tutar. Hâlbuki o, hasımların en yamanıdır. Hâkim konuma (yönetme durumuna) geldiğinde, yeryüzünde bozgunculuk çıkarmak, ekini ve nesli helak etmek için koşar. Allah ise bozgunculuğu sevmez.” Bakara, 2/205 “Onlara: ‘Yeryüzünde bozgunculuk çıkarmayın’, denildiği zaman, ‘Biz ancak ıslah edicileriz (barıştan yanayız)’ derler. İyi bilin ki onlar, bozguncuların ta kendileridir, lakin farkında değillerdir.” Bakara, 2/11-12 Batı’nın, Ortaçağda, yirminci yüzyılda ve günümüzde İslam dünyasında gerçekleştirdiği yıkım ve tahribat, ayetlerde işaret edilen bu bozgunculuğun, harsı ve nesli helak etmenin en açık örneklerinden- MAYIS 2015 69 Papalık ve Batı dünyası, Müslümanları suçlayacak yerde, önce kend krl tarhleryle yüzleşmek durumundadır. Batı dünyası başta olmak üzere bütün nsanlık, 1992 yılının Şubat ayında Rusya’nın 366 numaralı motorze alayına at zırhlı araçların ve asker personeln desteğnde Ermenstan Slahlı Kuvvetler tarafından Azerbaycan’ın Hocalı kentnde Müslüman Azer Türklerne karşı şlenen soykırımı görmek durumundadır. dir. Haçlı seferlerinden beri sömürgecilik zihniyetiyle dini de istismar edip araçsallaştırarak İşgal ettikleri her yerde vahşet ve barbarlığın en uç örneklerini sergilemişler, kadın, çocuk, yaşlı, sivil ayrımı yapmadan herkesi kılıçtan geçirip acımasızca katletmiş, her tarafı kan gölüne çevirmişlerdir. İspanya’da işgal ettikleri şehir ve bölgelerde Müslümanlara ve Yahudilere hayat hakkı tanımayıp onları zorla Hıristiyanlaştırmaya çalışmışlardır. Batı’nın son yüz elli yıllık sömürgecilik tarihi, sadece Müslümanlara karşı değil, kendi dışındaki bütün insanlığa karşı zulmün, zorbalığın, katliam ve soykırımların zirve yaptığı bir dönemin tarihidir. Batı’nın sadece Afrika’da milyonlarca insanın katledilip bir o kadarının köleleştirilmesiyle sonuçlanan insanlık dışı uygulamaları, tarihte hep kara bir leke olarak hatırlanmaya devam edecektir. Ermeni soykırım tasarısına sahip çıkanlar, önce Çanakkale’de 250 bin Müslüman gencin şehit edilmesinin hesabını vermelidirler! Ayrıca Afrika’dan, Hindistan’dan, Avustralya’dan, Yeni Zelanda’dan toplayarak bilinçsizce harbe sürdükleri, ölümlerine neden oldukları gencecik insanların hesabını vermelidirler. Fransa’nın Cezayir’de gerçekleştirdiği büyük katliam henüz unutulmadı. Afrika’daki kabile savaşlarının gerisinde de Batı emperyalizmi vardır. 1994’te Ruanda’da bir milyona yakın Afrikalının soykırıma uğratılması, tamamen Fransa’nın orada uyguladığı sömürgecilik politikasının bir sonucudur. Ne yazık ki bu politika, ABD başta olmak üzere diğer Batılı devletler tarafından da destek görmüştür. 1945’te Japonya’da Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombaları, bu şehirleri harabeye çevirmiş, yüz binlerce insanın ölümüne, sakatlanmasına ve hastalanmasına neden olmuştur. Nazi Almanya’sında Yahudi soykırımına imza atarak Siyonizm’i insanlığın başına bela eden yine Batı’nın kendisidir. Balkanlarda Sırp ordusu ve milisleri tarafından BM’e bağlı 70 MAYIS 2015 Hollandalı askerlerin gözetimleri altında Müslüman Boşnaklara uygulanan katliam ve soykırım, dünya durdukça Batı medeniyeti için kara bir leke olarak anılacaktır! Osmanlı Devleti’nin hükmü altında asırlarca sadık bir millet olarak yaşayan Ermenilerin 19. yüzyılın sonlarıyla yirminci yüzyılın başında siyasi bağımsızlık talebiyle silahlı milisler kurup isyan etmeleri modernitenin öne çıkardığı etnik milliyetçilik rüzgârının da etkisiyle Batılı devletlerin ve Rusya’nın kışkırtmalarıyla olmuştur. Gerek Balkanlardaki ayaklanmalar gerekse Ermeni isyanı, Emperyalist emellerin gerçekleştirilmesi için Osmanlı devletinin din ayrılığı ve azınlıklar üzerinden parçalanmasına hizmet etmiştir. 19. yüzyılın başlarından itibaren Anadolu’daki Ermenilere yönelik misyoner okullarının sayısının hızla artmış olması bir tesadüf değildir. Anadolu’daki Ermeni milliyetçiliği Batı ve Rusya tarafından açıkça desteklenmiş, bunun sonucunda Doğu Anadolu’da bağımsız bir Ermenistan devleti kurmak için Osmanlı Devleti’ne isyan edip Müslüman halka karşı savaşmayı planlayan silahlı örgütler ve komitalar oluşmuştur. Temelinde Batılı devletlerin kendi aralarındaki çıkar mücadelesinin yattığı Birinci Dünya savaşı, Osmanlı coğrafyasındaki halkları derinden etkilemiştir. Ermeniler Batılı devletler ve Rusya tarafından Osmanlı’ya ve Müslüman halka karşı kışkırtılmış, Ermeni komitacıları Van, Muş, Bitlis, Erzurum, Yozgat, Erivan gibi Müslümanların yaşadığı bölgelerde, şehir, köy ve kasabalarda Müslüman halka karşı birçok öldürme, yaralama ve yakma eylemleri gerçekleştirmişlerdir. Birçok Ermeni gönüllüsü ve milis kuvvetleri Kurtuluş Savaşı’nda İngiliz ve Fransızların yanında yer alırken, Osmanlı Rus harbinde Rus ordusunun saflarına katılarak Osmanlı kuvvetlerine karşı aktif olarak savaşmış, Müslüman halka karşı yapılan tahrip ve katliamlara fiilen iştirak etmiştir. Erzurum’un Ruslar tarafından işgali, Ermenilerin Osmanlı’ya ve Müslümanlara karşı Ruslarla ittifakı sayesinde gerçekleşmiştir. Sarıkamış Harekâtı’nda Ermeni Gönüllü Tugaylarının Rus kuvvetlerinin başarısında önemli etkileri olmuştur. Bütün bu durumların gerisinde Doğu’nun ve İslam coğrafyasının zenginliklerini yağmalamayı amaç edinen Haçlı zihniyeti olmuştur. Osmanlı’nın Ermeni vatandaşlara uyguladığı zorunlu tehcir politikası, devlete karşı yapılan isyanın, TürkKürt Müslüman halka verilen zararların ve savaş şartlarının getirdiği güvenlik politikasının bir sonucu olarak devreye girmiştir. Tehcirin hedefinin göçe tabi tutulanların devletin belirlediği yerlerde iskân edilmesine yönelik olduğu anlaşılmaktadır. Bu konuda devletin bir soykırım kararı olmadığı gibi, Ermenileri yok etmek için bir halk iradesi de olmamıştır. Tehcir sırasında bir trajedi yaşanmış olmakla beraber, konu ile ilgili kaynaklar Müslüman halkın tehcire tabi tutulan Ermenilere nazik davrandıklarını, birçok Müslüman ailenin Ermeni komşularını koruduklarını ifade etmektedir. Bu konu ile ilgili yazılıp anlatılanlar, tehcir edilen Ermenilere karşı birtakım fanatikler tarafından yapılan suistimallerin devlet tarafından çok ağır şekilde cezalandırıldığı yönündedir. Tarihi gerçekler çarpıtılıp tahrif edilerek barışa hizmet edilemez. Ne yazık ki emperyalist devletlerin emellerine hizmet eden Ermeni İsyanları, hem Müslüman halka hem de Ermenilere çok büyük zararlar vermiş, her iki taraftan da binlerce insanın hayatına ve mağduriyetine neden olmuştur. Tehcir sırasında birçok masum Ermeni’nin yerini yurdunu terk edip hastalanması, hayatını kaybetmesi, saldırıya uğraması, acı ve sıkıntılar çekmesi elbette ki üzücü bir durumdur. Ama meydana gelen olayların tek taraflı yorumlanması objektif ve dürüst bir tavır olmadığı gibi, sadece yaraları kaşımaya, kin, nefret ve düşmanlıkları artırmaya hizmet eder. Hâlbuki hadiselere dürüstlük ve adalet prensiplerinden yaklaşmak, gerçeklerle yüzleşmek, acıları beraber paylaşmak gerekir. Dün ülkeyi kaos ve istikrarsızlığa mahkum etmek, devleti zaafa düşürmek, ülkenin birlik ve bütünlüğünü bozmak için etnik terörü destekleyen, mezhep çatışması yaratmak için taş ören örgütleri devreye sokup cinayetler işletenler, başarısız olacaklarını anlayınca tekrar Ermeni meselesini gündeme getiriyorlar. Amaç istikrar içerisinde ilerlemesine devam eden, bölgesinde demokratik, sosyal ve hukuki yapısıyla örnek teşkil eden, içeride ve dışarıda barış, huzur ve güvenliğe dayalı siyaset izleyen, tarihi misyonundan hareketle Türk ve İslam dünyasına açılan Türkiye’nin önünü kesmek! Afganistan ve Irak’ta 12 milyon Müslüman’ın katledilmesinden sorumlu Batı, bunun hesabını vermek yerine yüzyıl önceki Ermeni konusunu sahipleniyor! Srebrenitsa’da Müslüman soykırımına destek verip göz yumanlar, Suriye’de yüz binlerce insanın rejim tarafından katledilmesine seyirci kalanlar, Filistin’de çocukların Siyonist yönetim tarafından öldürülmesine gözlerini kapatanlar, Ermeni konusunda birdenbire vicdanlı ve merhametli kesiliyorlar! Batı dünyası ve Rusya, Stalin döneminde Kırım’dan Sibirya buzullarına sürülen milyonlarca Müslüman Kırımlının akıbetini, Karabağ meselesini, Rus desteği ile Ermeni milisler tarafın- MAYIS 2015 71 DIŞ POLİTİKA Dün Brnc Dünya Harb’nde Osmanlı mparatorluğunun topraklarını yağmalamak çn ttfak ve şbrlğ çersnde olanlar, bugün de aynı şey yapıyorlar. Türkye 7 Hazran seçmlerne doğru gderken Papa, Avrupa devletler ve Rusya tarafından gündeme getrlen, tarh gerçeklerle bağdaşmayan soykırım ddasının gersnde İslam ve Türk düşmanlığı üzerne kurulu br zhnyet yatmaktadır. Söz konusu bu menfur zhnyet devreye grdğnde, Batılı poltk aktörler ve dn lderler çn nsan hakları, özgürlükler, hukukun üstünlüğü, objektflk, nsaf ve merhamet kavramları fazla br anlam fade etmemektedr. dan Müslüman Azerilere karşı gerçekleştirilen Hocalı katliamını hiç gündeme getirmiyor, hatırlamak bile istemiyor! Ama artık bu gerçeklerin gündeme getirilerek sorumluların yüzlerine çarpılmasının zamanı gelmiştir! Papalık ve Batı dünyası, Müslümanları suçlayacak yerde, önce kendi kirli tarihleriyle yüzleşmek durumundadır. Batı dünyası başta olmak üzere bütün insanlık, 1992 yılının Şubat ayında Rusya’nın 366 numaralı motorize alayına ait zırhlı araçların ve askeri personelin desteğinde Ermenistan Silahlı Kuvvetleri tarafından Azerbaycan’ın Hocalı kentinde Müslüman Azeri Türklerine karşı işlenen soykırımı görmek durumundadır. Hocalı katliamının yirminci yüzyılın en acımasız katliamlarından biri olduğunda şüphe yoktur. Bu konuya dair tarihe vesika olarak yazılan, katliama tanıklık yapan fotoğrafların yer aldığı bir eserde, 1992 yılının Şubat ayının 25’ini 26’sına bağlayan geceden bir sahne şöyle anlatılıyor: “Saldırı başlayınca, Hocalı halkı Azerbaycanlıların yaşadığı en yakın yerleşim birimlerine ulaşmak için bir yol bulmak ümidiyle evlerini terk etti, ama buna hiçbir fırsat verilmedi. Hocalıyı işgal eden Ermenistan Silahlı Kuvvetleri sivil halkı hunharca katletmeye girişti. Dehşetli bir geceydi o. Alevler, katledilenlerin bağırma sesleri, gözleri önünde yakınlarının canına kıyılanların feryatları, soğuk ve karanlık gecede uykudan korku ve ürpermeyle uyanan çocukların ağlaması, yerlerinden kıpırdanmaya bile fırsat bulamayan yaşlıların inlemeleri dört bir yanı sarmıştı… Ermeni askerleri kaçıp canını kurtarmak isteyen silahsız, sivil insanları kurşuna diziyor, yakaladıklarını vahşice katlediyorlardı. Çocuk, yaşlı demeden insanların gözlerini oyuyor, kafasını 72 MAYIS 2015 kesiyor, derisini yüzüyor, kadınların karnını yırtıyor, göğüslerini kesiyor, çocukları öldürüyorlardı. Sokaklar ve yollar insan cesetleriyle doluydu…”1 Adı dipnotta verilen kaynakta, Rus bayrağı altında Ermeni milisler tarafından Azeri Türklere karşı icra edilen çok daha acı ve dehşet verici olayların yaşandığı anlatımları görmek mümkündür. 1915 olaylarının Papa, Avrupa Parlamentosu ve Rusya tarafından soykırım olarak ifade edilmesi, İslam dünyasına ve ülkemize yönelik kötü niyetlerin bir tezahürü olarak okunabilir. Batı dünyası, temsil etmekte olduğu sömürge politikaları ve icra ettiği soykırımlarla yüzleşmek durumundadır. Asıl tarih ve hukuk önünde kendilerini savunmaları gerekenler, kuzu postuna bürünmüş canavarlar değil mi? Ermenilerin de emperyalizmin dümen suyuna girip konuyu istismar zeminine çekmek yerine kendilerini de sorgulamaları, Türkiye’nin iyi niyetli yaklaşımlarına olumlu cevap vermeleri beklenir. Çünkü içerisinde yaşanan coğrafya ortak, tarih ortak, acılar ortaktır. Kayıplar her iki taraftan da olmuştur. Eski yaraları kaşıyarak, ayrımcılık üzerinden kin ve nefret pompalayarak, farklı olana düşmanca bakarak barış gerçekleştirilemez. Türkiye, her şeye rağmen; önüne konulan bütün engellemelere, üzerinde oynanmak istenen oyun ve senaryolara rağmen, medeniyetinin asli kaynaklarından ve tarihi misyonundan aldığı ruhla büyük yürüyüşüne devam edecektir. Dipnot 1 Bk. Ganire Paşayeva-Havva Memmetova, Hocalı Soykırımı (Tanıkların Dilinden), Bakü 2013, s. 9 KÜRT VE ALEVİ KİMLİĞİNDE KAMUFLE OLMUŞ GERÇEKLER! Alper TAN SDE Yüksek İstişare Kurulu Üyesi 2015 ’in Nisan ayı, Birinci Dünya Savaşı sırasında yaşanan 1915 olaylarının yoğun biçimde tartışılmasıyla geçti. Papa başta olmak üzere 28 AB üyesi ülkenin 11’i, 1915 olaylarını “soykırım” olarak kabul ediyor. Avrupa’nın önde gelen kurumlarından Avrupa Parlamentosu, 1987’de aldığı kararla zaten “soykırım” saymıştı. 15 Nisan 2015’te yaptığı toplantıda bir adım daha atarak bunu, Ermeni diasporasının “soykırım” konusunda sembolleştirdiği “24 Nisan” tarihinin “Dünya soykırım günü” olarak kabul edilmesi kararı aldı. ABD Başkanı Obama’nın bu seneki 24 Nisan’da ne diyeceği beklendi. Neyse “soykırım” dememiş oldu. “Büyük katliam” dedi! Bu hikâyeler yıllardır hatta bir asırdır konuşuluyor. 1915’in üzerinden tam 100 yıl geçti. 1915 olaylarına “soykırım” diyenler neye göre söylüyorlar? Hani şu pozitif bilimlere çok büyük değer veren Batı ülkeleri, bunu söylerken hangi bilimsel gerçeklere dayandırıyorlar kararlarını? Kaç Ermeni’nin kim tarafından nasıl öldürüldüğünü, kim hangi belgelere dayanarak ispat etti? Hiç! MAYIS 2015 73 Batı ve Batının yörüngesinekonomik, kültürel ve askeri Kürt meselesi ve deki devletler, birçok konuda ittifaklarını daha fazla güçlenolduğu gibi bu konuyu da dirmeli. İslam ülkeleri aralaAlevi meselesinde gerçeğe ulaşmak ve 1915’i rındaki uluslararası kurumları çözümden yana destek aydınlatmak için değil, başka kuvvetlendirmeli ve daha olmayan, aksine çözüm maksatlarla kullanıyorlar. Biz, fazla işlevsel hale getirmeli. çabalarını sabote etmek ne kadar masum olduğuBirçok alanda yeni ve ortak muzu savunarak veya “Biz üzere çalışan, kendilerini kurumlar ihdas edilmeli. Baöldürmedik, aslında ontının “Haçlı bloku”na karşı Kürt kimliğiyle veya Alevi lar bizi öldürdüler” diyeni bir “İslam bloku” acikimliğiyle tanıdıklarımızın yerek “ağlak veya utanlen inşa edilmeli. önemli bir kısmı aslında gaç” bir üslupla savunmacı Orta Doğu’da yaşananlara reflekslerle asla tezlerimizi kendini Alevi veya Kürt bakarsak topyekûn bir sakabul ettiremeyiz. Bunun kimliği altında kamufle vaşın ortasında olduğumuz sebebi açık. Karşı taraf geretmiş Ermeni vatandaşlar hemen anlaşılacaktır. Böyle çeğe ulaşmak için değil, bizi olduğu gerçeği ile bir savaşta hiçbir İslam ülkesi bir kere daha cezalandırmak tek başına tam başarı sağlaamacıyla saldırıyor. Bu saldırıyüzleşmeliyiz. yamaz. Başarının yolu ittifak nın temelinde hiç şüphesiz ve ve ittihattan geçiyor. Müslükesinlikle din temelli açık bir man ülkelerle hızlı şekilde, her alanda entegrasyona dayanışma var. Osmanlı’yı, Türkiye’yi “soykırım”la suçlamanın bilinçaltında “Haçlı ruhu” var. En başlamalıyız. Başlayan entegrasyonları hızlandırmaönemli sebebi budur. Bu tarz postmodern saldırı- lıyız. larla “soykırımcı-katil” olarak gösterilen Türkler, Haçlı ruhunun, ülke içindeki kötü niyetli, açık ve gizli Müslüman topluluklar nazarında “itibarsızlaştırıluzantılarına karşı da son derece dikkatli ve tedbirli maya” ve “yalnızlaştırılmaya” çalışılıyor. olmalıyız. Biz savunmacı davrandıkça onlar daha çok üzeOsmanlı döneminde her etnik ve dini grup inancırimize gelecekler. Hiç şüphe yok ki Papa’nın, nı, örf ve âdetini geniş bir özgürlük çerçevesinde AP’nin, Avrupa ülkelerinin aldıkları bu kararlar, ABD sürdürüyordu. Cumhuriyet döneminde uygulanan Kongresi’nin her sene “Bak biz de soykırım deriz despot devlet politikaları, toplumun tüm kesimlerini haa!” tarzında hareketleri, Türkiye’ye karşı yapılmış postmodern saldırılardır. Bizim onlara vereceğimiz baskıladı, ezdi ve asimile etmeye çalıştı. “Tektipcevaplar da aynı türden cevaplar olmalıdır. Biz de çi” bir vatandaşlık empoze edildi. Bu da insanların onlara postmodern taarruzda olmalıyız. Ancak böy- gerçek kimliklerini gizlemelerine yol açtı. le hareket edersek sonuç alabiliriz. Osmanlı Ermenilerinin bir kısmı, işgalci devletlerle ve komşumuz işbirliği yapıp isyanlar çıkarmaya ve çete faaliyetleErmeni vatandaşlarımızla Ermenistan’la olan ilişkilerimiz elbette iyi ve olum- rine başlayınca, devlet, Ermenilerin tehcir edilmesilu olmalı. Tarihte ve günümüzde yaşanan karşılıklı ne dair kararlar aldı ve uygulamaya çalıştı. Tehcir olumsuzluklar oturulup baş başa konuşulmalı ve sadece şimdiki Türkiye sınırlarının dışına yapılmadı. çözüme kavuşturulmalı. Ama Türkiye “Ermeni Şimdiki sınırlar içinde de yer değiştirmeler oldu. meselesi”ni Türklere ve Müslümanlara karşı bir Yapılan araştırmalar, bu noktada fazla bilinmeyen, kılıç gibi kullanmaya çalışan Haçlı zihniyetine, anla- farklı gerçekleri gösteriyor. dıkları dilden cevaplar vermeli. Anadolu’da bir yerden başka bir yere göç ettirilen Görünen gerçek şudur ki; Batı dünyası Haçlı ruhu etrafında safları sıklaştırıyor. Böyle bir koalisyona karşı Türkiye tek başına kalmamak için aynı tarzda hareket ederek Müslüman ülkelerle, siyasi, 74 MAYIS 2015 Ermenilerin, taşındıkları yeni yerleşim bölgelerinde kendilerini kamufle etmek ve korumak için Ermeni kimliğini gizledikleri anlaşılıyor. Müslüman isimleri kullanarak kendilerini daha çok Alevi veya Kürt ola- rak tanıttıkları belirtiliyor. İçlerinde çok aşırı Türkçü görünenlerden tutun da, hatta Müslüman din adamı olarak tanınan isimlerden bile söz ediliyor. Devletin de onların başına olumsuz işler gelmemesi için bunları deşifre etmediği anlaşılıyor. PKK yönetimi içinde, çözüm sürecine ayak direten, hatta çözüm isteyen PKK yöneticilerini devre dışı bırakmaya çalışan kesimlerin kahir ekseriyetini Kürt kimliği ile tanıdığımız, “kamufle” olmuş Türkiye ve Suriye Ermenilerinin oluşturduğu söylenebilir. HDP’nin seçim beyannamesinde “soykırım” gerekçesiyle “Ermenistan’dan özür dileyeceğini” beyan etmesi bu makalede anlatmaya çalıştığımız gizli “misyon”un bir tezahürü gibi görünüyor. HDP bu vaadiyle, temsil ettiğini söylediği Kürtleri de “soykırımcı” ilan etmiştir. Çünkü Osmanlı Ermenileri, DoğuGüneydoğu’da Kürtlerle içi içe yaşıyorlardı. Eğer HDP’nin iddia ettiği gibi bir soykırım oldu ise, bu suçlamanın en fazla muhatabı Türklerden çok, Kürtlerdir. Aslında HDP içine yerleşmiş “kripto zihniyet” Kürtlerin temsilcisi görünen HDP’ye böyle taahhütler yaptırarak Kürtlerden de “intikam” almış oluyor! 1915’in üzerinden tam 100 yıl geçti. 1915 olaylarına “soykırım” diyenler neye göre söylüyorlar? Hani şu pozitif bilimlere çok büyük değer veren Batı ülkeleri, bunu söylerken hangi bilimsel gerçeklere dayandırıyorlar kararlarını? Kaç Ermeni’nin kim tarafından nasıl öldürüldüğünü, kim hangi belgelere dayanarak ispat etti? Hiç! Yine aynı şekilde yeni devlet anlayışının Alevi meselesini çözme konusunda son derece istekli ve kararlı olmasına rağmen meseleyi “Cem evleri ibadethane olmalıdır” veya “Alevilik İslam’ın yorumu değil ayrı bir dindir” dayatmasına getirip, çözüm arayışlarını sabote eden kesimlerin hepsini değil ama büyük çoğunluğunu da aynı kapsamda değerlendirmek gerekir. Tabii ki tüm Aleviler bu şekilde görülmemeli. Aleviliğin gerçek talepleri karşılanmalı ve mağduriyetler giderilmeli. Kısaca belirtmek gerekirse Kürt meselesi ve Alevi meselesinde çözümden yana destek olmayan, aksine çözüm çabalarını sabote etmek üzere çalışan, kendilerini Kürt kimliğiyle veya Alevi kimliğiyle tanıdıklarımızın önemli bir kısmı aslında kendini Alevi veya Kürt kimliği altında kamufle etmiş Ermeni vatandaşlar olduğu gerçeği ile yüzleşmeliyiz. Bu yüzleşme, kesinlikle onlara “düşmanlık” şeklinde olmamalı. Onların bu tür kamuflaja ihtiyaç duymadan, kimliklerini açıkça ortaya koyabilecekleri siyasi ve sosyal ortamlar sağlanmalı. Bu sayede gerçek Kürt ve gerçek Alevi vatandaşlarımız da kimliklerini işgal eden kesimlerin tasallutundan kurtarılmalılar. Kendilerini, farklı kimliklerle saklayarak “korunmaya” veya “mücadeleye” mecbur hissedenler de içinde oldukları marazi durumdan kurtarılmalılar. Gerçek Kürtlerin ve gerçek Alevilerin, kimliklerini işgal eden, kimliklerini ve ilişkilerini zehirleyen dış unsurların etkilerinden kurtulmaları gerekiyor. Aksi halde, “Kürt kimliği” veya “Alevi kimliği”ne bürünmüş “Ermeni politikaları,” geniş Kürt ve Alevi kitleleri bu örtülü faaliyetler altında istismara devam etme eğilimi taşıyor. Devlet, hiç kimsenin gerçek kimliğine karşı olmamalı, kimlikleri asimile etmeye yeltenmemeli. Ancak gizli/örtülü faaliyetler uğruna kimliklerin istismarına ve ilişkilerin zehirlenmesine de izin vermemeli. Gerçek kimlikler aydınlandığında, Türkiye vatandaşı olan Ermenilerin sayılarının şimdilerde söylendiği gibi 40-50 bin değil aslında bundan kat kat daha fazla olduğu anlaşılacaktır. Hatta kimlikliklerin gizlenerek hangi kritik makamların tutulduğu da gün yüzüne çıkacaktır. Önümüzdeki süreçte bu konularda sarsıcı ve şok edici gelişmeler olur ve bazı gerçekler ortaya dökülürse şaşırmamak gerekir. Kişilerin ve grupların kamuflajdan çıkarılıp gerçek kimliklerine kavuşturulmalarının hayırlı ve faydalı olacağını düşünüyoruz. Tıpkı Osmanlı döneminde olduğu gibi... Böyle bir durum, Türk, Kürt, Arap, Alevi, Ermeni; herkesi daha mutlu edebilir. MAYIS 2015 75 Küresel Ekonom Kan Kaybedyor Doç. Dr. Selm Kayhan Büyümedek Yavaşlamaya Neşter Prof. Dr. Muhsn Kar Alt Yapıdan Üst Yapıya Geçş: GAP Yenden Doç. Dr. Bahar Burtan Doğan Papa’nın Soykırım İftrasının Ardındak Ekonomk Gerçekler Dr. M. Levent Yılmaz EKONOMİ KÜRESEL EKONOMİ KAN KAYBEDİYOR Doç. Dr. Selim KAYHAN* Akademisyen Global Ekonomideki Belirsizlikler Global ekonomideki belirsizlikler 2008 krizinin etkilerinin silinmesine engel oluyor. Belirsizlikler tüketim ve yatırım harcaması kararlarının alınmasında olumsuz etki yapıyor. Belirsizliklerden bir tanesi petrol fiyatlarındaki dalgalanmalar. Petrol fiyatlarındaki düşüş sanayi üretiminin artması için olumlu bir gelişme olsa da petrol ihracatçısı ülkelerin alacakları karar ile olası arz daralması küresel ekonomiyi olumsuz etkileyecek. Risk unsuru olan bu durum küresel çapta üreticileri ve yatırımcıları belirsizlik içerisinde bırakıyor. Bir diğer belirsizlik ise, küresel finans piyasalarındaki dalgalanmalardan kaynaklanıyor. ABD Dolarının son dönemde hızlı bir şekilde değer kazanması ve Dolar karşısında özellikle gelişmekte olan ülke para birimlerinin değer kaybetmesi, bu ülkeler için ciddi enflasyon risklerini gündeme getiriyor. Enflasyonun yükselişi ile birlikte finansal sistemde meydana gelmesi muhtemel aksaklıklar belirsizlikleri daha da derinleştirebilir. Politik istikrarsızlıklar ve sosyal gerginlikler bir diğer belirsizlik sebebi. Rusya ve Ukrayna arasında toprak ilhakına uzanan anlaşmazlık, Suriye ve Irak’taki terörist faaliyetler, Yemen’deki iç savaş jeopolitik belirsizlikleri gündeme getiriyor. Tüm bunlar başta Avrupa olmak üzere tüm dünyanın enerji güvenliğini tehdit ediyor. K üresel ekonomik göstergeler hem gelişmiş hem de gelişmekte olan ekonomilerdeki durgunluğun veya yavaşlamanın devam ettiğini gösteriyor. IMF’ye göre, her iki ülke grubunun durumları farklılık gösteriyor. Gelişmiş ülkelerin temel sorunları, kriz öncesi döneme göre üretimde devam açıkları ve hedefin altında kalan enflasyon oranı iken; gelişmekte olan ülkeler için ise hedeflenen enflasyon oranının üstünde gerçekleşen enflasyon oranı ve makroekonomik politikaları uygulayabilmek için kurumsal kapasitenin yetersizliği risk oluşturmaktadır. Petrol üreticisi ülkeler için ise düşen petrol fiyatları ile birlikte yüksek enflasyon riski. Tüm bunlar ise küresel çapta reel ekonomik ve finansal sorunların halen devam ettiğini gösteriyor. Zira 2008 yılında yaşanan krizin ardından toparlanmaya çalışan dünya ekonomisi, 2014 yılında yaşa- 78 MAYIS 2015 nan politik olaylar ve meydana gelen riskler (Orta Doğu, Rusya-Ukrayna krizleri) küresel krizin etkilerinin devam etmesine neden oluğu gibi uzun vadeli ekonomik durgunluk, işsizlik oranında artış ve büyümede yavaşlama konularını gündeme getirdi. Belirsizliklere paralel olarak, global ekonomideki problemlerin 2015-2016 döneminde de devam edeceği anlaşılıyor. IMF, ülke ekonomilerinin 2014 yılı performansına bakarak 2015 yılı global büyüme tahminini % 3,5’ten % 3’e düşürdü. Gelişmiş ülkelerin 2015 yılında % 2,2 ve gelişmekte olan ülkelerin ise % 4,8 oranında büyümesi tahmin ediliyor. Latin Amerika bölgesi için büyüme oranını % 1,5’a düşürürken, Avro bölgesi ve Sahraaltı Afrika bölgesi için de benzer bir projeksiyon söz konusu. Bu ise durgunluğun hem gelişmiş hem de gelişmekte olan ülkeler için devam ettiğine işaret ediyor. Faiz oranlarında ve risk primlerinde artışa sebep olan bu belirsizlikler, yatırım ve tüketim harcamalarının baltalanmasına neden olurken, ekonomik büyümenin istenen oranlara ulaşmasını engelliyor. Gelişmiş Ülkeler Aynı Oranda Toparlanmıyor Gelişmiş ülkeler, iş çevrimlerinin (konjonktürel dalgalanmaların) farklı evrelerinde bulunuyor. ABD ve İngiltere’nin toparlanma dönemine girdiği ve üretim çarklarının yavaşta olsa dönmeye başladığı görülüyor. Atlantik’in iki yakasında durum iyi iken, Avrupa anakarasında durum o kadar iyi değil. Avro bölgesi ve Japonya ekonomilerinde ekonomik aktivitede durgunluk devam etmekte, düşük talep ve deflasyonist riskler halen mevcut. Bu ise iş çevriminin daralma evresinde olduğunu gösteriyor. Dahası, gelişmiş ülke ekonomilerindeki bu farklılıklar gelişmekte olan ülkelerde de konjonktürel farklılıkların meydana gelmesine neden oluyor. İhracatlarının önemli kıs- mını ABD ya da İngiltere gibi ülkelere yapan ülkeler daha yüksek büyüme hızlarına ulaşırken, Avro bölgesinin ticarî ortakları daha düşük büyüme performansları ile yüzleşmek zorunda kalıyor. IMF, ABD’nin 2015 yılına ait büyüme oranı öngörüsünü % 4,6’ya yükseltti. Zira ABD’de tarım dışı işsizlik oranı % 5,9’a düştü. Bu gelişmeler ABD’de faiz artırımını savunanların elini güçlendirse de muhtemel bir faiz artırımının zaten değerlenen Doların daha fazla değerlenerek ihracat kanalı ile reel ekonomiyi olumsuz etkileyeceğinden korkuluyor. Zira olumlu gelişmelerin yanında talepteki canlanmanın yeterli olduğu tartışılmakta. Örneğin talepteki değişimin önemli bir göstergesi olan inşaat sektörü istatistikleri halen zayıf bir seyir izliyor. Japonya 2014 yılının ikinci çeyreğinde % 7,1 küçüldü. IMF, 2015 yılında Japon ekonomisinin büyüme oranı tahminini % 0,8’e düşürdü. IMF, Avro bölgesindeki büyüme tahminini 2015 yılı için % 0,6 puan aşağı çekerek, bu yıl büyümenin ancak % 1,1 oranında gerçekleşeceğini öngördü. Zira bölgedeki işsizlik oranı % 10’un üstünde, genç işsizlik oranı ise % 20’nin üstüne çıkmış durumda. Avro bölgesinin en büyük ekonomisi olan Almanya ise, 2014 yılının ilk çeyreğinde % 0,2 oranında küçüldü. Bu oran Avro bölgesindeki durgunluğun önemli bir tezahürü. Rusya ile karşılıklı yaptırımlar, Alman ekonomisindeki daralmanın önemli sebeplerinden bir tanesi. Avro alanının diğer iki önemli ekonomisi Fransa ve İtalya’daki ekonomik gelişmelere bakıldığında ise benzer bir tablo görmek mümkün. Avrupa Merkez Bankası’nın faiz oranları ile ilgili herhangi bir değişikliğe gitmemesi, bunun yanında parasal genişleme (quantitative easing) programının Mart ayında başlamasının bölgedeki canlanma için yeterli olup olmayacağı merak konusu. Avro bölgesinde, otomobil satışları gibi çok az değişkende olumlu değişmeler yaşansa da, IMF başkanı Lagarde bunların Avro bölgesi için ileriye yönelik olumlu sinyaller olduğu görüşünde. Programın, küresel kriz sonrası İngiltere ve ABD ekonomilerinde başarılı olması bölge ülkeleri için umut olsa da Avro bölgesindeki başarısı belirsizliğini koruyor. Yükselen Ekonomilerde Büyüme Yavaşlıyor 2008 sonrası dönemde gelişmiş ülkelerdeki daralmayı dengeleyerek küresel ekonomik performansa MAYIS 2015 79 önemli destek veren yükselen ekonomilerde de, büyümenin tempo kaybettiği ve yavaşladığı gözleniyor. Neredeyse tüm ülkeler için 2014 yılı büyüme oranları hayal kırıklığı oluşturdu. Bu nedenle IMF’nin 2015 yılı büyüme öngörüleri aşağı doğru revize edildi. Büyüme hızının düşmesinde ihracattaki daralma, güven endekslerinde görülen azalma ve yerel politikalardaki başarısızlıkların etkili olduğu görüşü hakim. Gelişmekte olan ülkelerin birçoğunda enflasyonist baskılar devam etmekle birlikte, düşük talep, yüksek atıl kapasite ve gerileyen emtia fiyatları nedeniyle, küresel düzeyde enflasyonist baskı azaldı. Brezilya ve Türkiye gibi ülkelerde ise enflasyonist baskı halen devam ediyor. İşsizlik problemi ise gelişmekte olan ülkelerde, gelişmiş ülkelere nispetle daha iyi durumda. Bu ülkelerde, yavaşlayan ekonomik büyümeye rağmen istihdam olanaklarındaki artış, yükselen işgücü arzını ve/veya işgücüne katılım oranındaki olumlu gelişmeleri massetmeye yeterli. 2014 yılında Çin ekonomisinde konut sektörünün yavaşlaması reel ekonomiye ait göstergelerin zayıflamasına ve büyüme oranlarında azalmaya neden oldu. Her ne kadar IMF, Çin ekonomisinin büyüme tahminlerini değiştirmese de, görüntü Çin’de de ekonomik büyümenin mevcut konumunu sağlaması için tedbirlerin alınması gerektiğini gösteriyor. Nitekim Çin hükümeti 2014 yılında mini bir teşvik paketi uyguladı. Paket ile birlikte tüketim ve yatırımların arttırılması amaçlanırken, hükümetin borçlanma ve altyapı yatırımları ile ilgili gevşetici maliye politikası niteliğindeki ek tedbirleri de ekonomi üzerinde belirli bir miktar etkili oldu. Geçtiğimiz günlerde ise Çin Merkez Bankası zorunlu karşılık oranlarını düşür- IMF, ABD’nn 2015 yılına at büyüme oranı öngörüsünü % 4,6’ya yükseltt. Zra ABD’de tarım dışı şszlk oranı % 5,9’a düştü. Bu gelşmeler ABD’de faz artırımını savunanların eln güçlendrse de muhtemel br faz artırımının zaten değerlenen Doların daha fazla değerlenerek hracat kanalı le reel ekonomy olumsuz etkleyeceğnden korkuluyor. 80 MAYIS 2015 mek suretiyle yatırımların finansmanında maliyetleri azaltacak bir hamle yaptı. ABD’deki canlanmanın ihracat kanalı ile Çin ekonomisine olumlu katkı yapması bekleniyor. Rusya ekonomisinde; siyasi gerilim, Avrupa Birliği ile karşılıklı yaptırımların etkisi ve tüketici güven endeksindeki azalmayla tüketim ve yatırım harcamaları azaldı. Petrol fiyatlarındaki düşüş Rusya’nın ihracat gelirlerini düşürürken, endüstriyel üretimdeki azalma da Rus ekonomisinin 2015 yılında toparlanma ihtimalini düşürmekte. Nitekim ülkeden çıkan sermaye ve düşen petrol fiyatları Ruble’nin değerinin düşmesine neden olurken, Rus Merkez Bankası’nın yedi milyar ABD Doları tutarındaki piyasa müdahalesini de etkisiz bıraktı. IMF, raporunda, gelişmekte olan ülkelerin büyüme oranlarında etkili olan unsurları iç ve dış faktörler olarak iki sınıfta tasnif etmekte. Yurtdışı kaynaklı faktörler; • ABD gibi büyük ekonomilerdeki toparlanma gelişmekte olan ülkelere yönelik mal talebini artıracağından, gelişmekte olan ülkelerin ihracatlarında da artış yaşanacak olması, • Avro bölgesindeki durgunluğun ticaret ortağı konumundaki ülkelerin büyüme oranlarını düşürmesi, • Düşük emtia fiyatları 2013 öncesi dönemde kalmaya devam edeceğe benziyor. Emtia üreticisi olan gelişmekte olan ülkelerin ise kriz sonrası dönemde ulaştıkları yüksek büyüme oranlarına tekrar ulaşmak için zorlu bir sınav içerisine girecek olması, • Düşük petrol fiyatlarının, petrol ihraç eden ülkelerdeki ticari aktiviteleri yavaşlatacak olmasıdır. Yurtiçi kaynaklı faktörler ise; • Siyasi yönetimlerin uyguladıkları politikalar, • Farklı gerekçeler ile toplum içerisinde oluşan sosyal gerginlikler, • Yapısal reformların uygulanmasında yaşanan problemlerden oluşuyor. Gelişmekte olan ülkelerin istikrarlı bir büyüme trendi yakalaması için ise önlerinde bir takım riskler mevcut; Finansal piyasalarda küresel kriz sonrası dönemde oluşan riskler: Gelişmekte olan ülkelerde büyümenin finansmanında kullanılan dış kaynakların gelişmiş ülkelerin politikalarını normalleştirmesi ile nasıl etkileneceği belirsiz. Avro Bölgesi’ndeki ve Japonya’da devam eden durgunluğun oluşturduğu riskler: Avro Bölgesi’nde enflasyon oranı hedeflenenin altında çıkarken toplam talepteki yetersizlikler sürekli hale geldi. Tüm bu gelişmeler, büyüme potansiyelinin düşmesi şeklinde tezahür eden seküler daralmanın bir göstergesi olabilir. Bu ise hem Avro Bölgesi hem de Japonya’nın ticari ortakları konumundaki gelişmekte olan ülkeleri olumsuz etkileyecek, dış ticaret kanalı ile durgunluk girdabının içine çekebilecek. Çin’in ekonomik yavaşlamasında yaşanabilecek dengesizliklerin meydana getireceği riskler: Her ne kadar Çin hükümeti konut sektöründeki daralmanın ekonomiyi durgunluğa çekmesini önlemek amacı ile bir dizi tedbir alsa da olası bir sert dalgalanma, Çin gibi büyük bir ekonomiye hammadde tedarik eden az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeleri olumsuz etkileyecektir. Son bir ayda üç büyük firmanın iflas istemesi, üstelik bunlardan bir tanesinin devlete ait olması Çin ekonomisi için ciddi risklerin varlığının bir tezahürü. Jeopolitik gerginlikler bir diğer önemli risk unsuru: Rusya ile Ukrayna arasında yaşanan gerginlik, Orta Doğu’da yaşanan ve yaygınlaşan terör faaliyetleri, Yemen’de yaşanan iç savaş ve benzeri gelişmeler enerji güvenliğini gündeme getirmekte. Bu durum farklı kanallardan, doğrudan gelişmiş ülkeleri, dolaylı bir şekilde de gelişmekte olan ülkelerin ekonomik büyüme oranlarını olumsuz etkileme riskleri taşıyor. Afrika kıtasında yaşanan Ebola salgını ekonomik büyümenin karşısındaki risk unsurlarından bir tanesi: Her ne kadar son aylarda vaka sayısında azalma görülse de Afrika ve kıta ile bağlantılı ekonomiler için tehlike devam etmekte. Bu durum işgücü kaybının yanında Afrika ülkelerinin başta Avrupa olmak üzere dünyanın geri kalanı ile olan gerek sosyal gerekse ekonomik ilişkilerinin kısıtlanmasına, ticari ilişkilerin zayıflamasına neden olabiliyor. Global ekonomide gerek gelişmiş gerekse gelişmekte olan ülkeleri etkileyen üç önemli konu bulunuyor. Bunlardan bir tanesi ABD faiz oranındaki artışın 2015 sonrası dönemde küresel finans koşullarında daralmaya neden olma ihtimali. Bu ihtimalin daha şimdiden ülke politikalarında etkileri görülmeye başlanırken bazı gelişmekte olan ülkelerde döviz kuru baskısı kendini göstermeye başladı bile. ABD Dolarının son dönemde hızlı br şeklde değer kazanması ve Dolar karşısında özellkle gelşmekte olan ülke para brmlernn değer kaybetmes, bu ülkeler çn cdd enflasyon rsklern gündeme getryor. Enflasyonun yükselş le brlkte fnansal sstemde meydana gelmes muhtemel aksaklıklar belrszlkler daha da dernleştreblr. İkincisi ise emtia fiyatlarındaki dalgalanmalar. Özellikle petrol fiyatlarındaki düşüşün makroekonomik etkilerinin takip edilmesi gerekiyor. Bununla birlikte petrol üreticisi ülkelerin oluşturduğu OPEC’in arzı arttırması petrol ve diğer emtia fiyatlarının mevcut seviyede kalacağını gösteriyor. Üçüncüsü, gelişmekte olan ülkelerin ihracat performansları gelişmiş ülkelerdeki toparlanmadan farklı şekillerde etkilenecek. ABD’deki hızlı büyüme bazı gelişmekte olan ülkeleri itecek iken, diğerleri Avro bölgesinin ve Japon ekonomisinin anemik toparlanması ile geride kalacak. Potansiyel büyüme oranının arttırılması hedefine yönelik yapılması gerekenler; kısa vadede toplam talebi desteklemek, orta vadede ise potansiyel büyümeyi artırmak için altyapı yatırımlarına ağırlık vermek. Yükselen ekonomilerin özellikle birkaç hususu yakından takip etmesi lazım. Öncelikle başta ABD olmak üzere gelişmiş ülkelerin toparlanma sürecine girmesi ile birlikte gelişmekte olan ülkelerin para politikalarını daha normal (paranın bol olmadığı) finansal koşullara göre düzenleme noktasında hazırlıklı olmaları gerekiyor. İkinci olarak, gelişmekte olan ülkelerin bu dönemde karşılaşabilecekleri iş çevrimlerinin genişleme kısmında mali olanaklarını ihtiyaç olduğu dönemde kullanmak üzere sağlamlaştırmalıdırlar. Son olarak, gelişmekte olan ülkeler istihdam, büyüme ve ticareti teşvik eden yapısal reformları bir an önce uygulamaya koymalıdırlar. * Necmettin Erbakan Üniversitesi Sosyal ve Beşeri Bilimler Fakültesi İktisat Bölümü öğretim üyesidir. MAYIS 2015 81 EKONOMİ bir politika paketi görünümündedir. Paket içerisinde işgücünün niteliğinin ve verimliliğinin arttırılması, işsizliğin azaltılması, katma değer üretecek inovatif faaliyetlerin arttırılması ile üretim yapımızın niteliksel dönüşümünün sağlanması ve son dönemde üretime katkısı azalan girişimcilerin imalat sanayine geri dönmesini sağlayacak uygulamalar bulunmaktadır. Nitelikli İşgücünün Oluşturulması BÜYÜMEDEKİ YAVAŞLAMAYA Neşter Prof. Dr. Muhsin KAR SDE Ekonomi Programı Koordinatörü T ürkiye’de siyasi iktidar, son birkaç yıldır, küresel ekonomideki yavaşlamanın ve artan belirsizliklerin olası etkilerini minimize etmek için bilinçli olarak yavaşlamayı tercih etti. Bu tercihin yapılmasında ekonomik yapının etkili olduğu açık. Zira yurt içindeki tasarruf yetersizliği, yüksek büyüme hedefinin ancak dış tasarruflarla sağlanmasını olanaklı kılıyor. Belirsizliklerin artması ise, dış kaynağa ulaşımı da zorlaştıran ve pahalılaştıran bir unsurdur. Dış şoklardan mümkün olduğunca az etkilenmek ve mali disiplinini bozmamak için, AK Parti iktidarı düşük büyüme performansına razı oldu. Ancak Türkiye, 2014 yılında potansiyel performansının (yaklaşık % 5) oldukça altında bir büyüme oranı (% 2,9) yakalayabildi. Ayrıca tüketici güven endeksi, sanayi üretim endeksi ve kapasite kullanım oranı 82 MAYIS 2015 gibi öncü göstergelerdeki zayıflık ve gerileme, 2015 yılı büyümesinin de Orta Vadeli Planda (OVP) hedeflenen büyümenin altında kalınacağı tartışmalarını başlatmıştı. Ekonomideki yavaşlamayı hisseden AK Parti hükümeti, ekonomik canlanmayı sağlayabilmek için çok boyutlu bir eylem planı açıkladı. Başbakan Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu tarafından açıklanan “İstihdam, Sanayi Yatırımı ve Üretimi Destekleme Paketi”nin bir yandan yatırım talebinin arttırılarak işsizliğin azalmasına diğer yandan nitelikli üretimin artmasına katkı verecek şekilde düşünüldüğü görülüyor. Zira paket konvansiyonel, tek boyutlu makro ekonomik politikaların ötesinde ekonominin farklı problemlerini çözebilmek amacı ile hazırlanmış, çok boyutlu yesindedir. Ne yazık ki 28 Şubat sürecinde İmam Hatip Liselerine karşı alınan önlemler mesleki eğitim veren ortaöğretim kurumlarına olan talebin azalmasında etkili oldu. Paket ile hayata geçecek olan işbaşı eğitim uygulaması bu eksikliğin üstesinden gelebilmek adına önemli bir adım. Diğer yandan Ar-Ge ve tasarım faaliyetlerine yönelik teşviklerin üretim yapısında oluşturacağı değişiklik işgücü talebinin de niteliğini değiştirecektir. Bu Thomas Friedman’ın ünlü kitabı Lexus ve Zeytin Ağacı’nda bahsettiği, nesiller arasındaki nitelik farklarından doğan işsizliğin oluşması ihtimalini ortadan kaldırmaya dönük bir uygulamadır. İşgücünün işbaşı eğitimi, bu tür işsizliğin ortadan kaldırılması için de önemli bir manevra olacağa benziyor. İstihdamı arttırmaya yönelik hazırlanan paket, işgücünün işbaşında eğitilmesini öngörüyor. Bu sayede işgücü eğitim almak suretiyle nitelikli işgücüne dönüşürken işveren de istihdam edeceği işgücünü ihtiyaçları çerçevesinde yönlendirme şansı bulacak, bunun yanında işveren kendisi için önemli bir maliyet kalemi olan sosyal güvenlik harcamalarını da dört yıla kadar minimize edebilecektir. İşverenin Üretimin Arttırılması maliyetlerindeki azalma ile artan işPakette dikkat çeken bir diğer gücü talebi, istihdamı arttırarak nokta ise teşviklerde öncehem işsizliği azaltacak hem liğin imalat sanayine vede özellikle imalat sanaAvro alanında rilmiş olmasıdır. 2008 yindeki üretimin artmaküresel finans krizinin yaşanacak parasal bolluk sına neden olacaktır. dünya ekonomisi Dahası yurtiçinde Türkiye gibi istikrarlı ekonomilerin üzerindeki etkileri maliyetlerdeki azalhala devam ediyor. finansal sisteminde değerlenecek, ma ile alternatif dış Özellikle Avrupa piyasalar karşısın2008 küresel finans krizi sonrası Birliği, durgunda daha rekabetluğu aşmak için ABD’de uygulanan benzer politikanın çi bir üretim yapısı farklı politikalar yakalanacaktır. gelişmekte olan ülke finans sistemleri deniyor. Benzer Paketin hem kısa üzerinde bıraktığı etkiye benzer bir şekilde ABD işsizlik hem uzun vadede oranlarındaki düşüş etkiyi Türkiye finans etkin olması bekve üretim endeksleleniyor. Kısa vadede sistemine yansıyacaktır. rindeki artış için uzun işsizliği azaltırken, uzun bir süre parasal genişvadede, işgücünün işbaleme politikaları uyguladı. şında alacağı eğitim ile alaTürkiye’de ise, son birkaç yıldır, nında uzman işgücü oluşturulması diğer gelişmekte olan ülkelerde olplanlanıyor. Türkiye gibi genç nüfusun duğu gibi potansiyel milli gelir büyüme hızında toplam nüfusa oranının yüksek olduğu bir ekonobir yavaşlama gözleniyor. Bunu imalat sanayi enmide kalifiye işgücünün ya da mesleki bilginin az deksinde olduğu kadar diğer öncü göstergelerde olması aslında temel sorun. İngiltere, Almanya ya de görmek mümkün. Göstergeler, eğer müdahale da ABD gibi gelişmiş ülkelerde mesleki eğitim veedilmez ise, ilerleyen dönemlerde büyüme perforren ortaöğretim kurumlarına olan talebin, toplam mansının daha da düşeceğini işaret ediyor. talebin % 70’inden fazla olması aslında üretimde mesleki eğitimin ne derece önemli olduğunun bir göstergesidir. Aynı oran Türkiye’de % 30’lar sevi- Büyüme hızındaki yavaşlamanın en önemli sebebi yatırımların finansmanı için gerekli olan tasarrufla- MAYIS 2015 83 rın yetersizliğidir. Özellikle uzun vadeli tasarrufların arttırılması için daha önce uygulanmaya başlayan bireysel emeklilik sistemi teşviki ve konut kredisi desteğiyle 2015-2017 Orta Vadeli Program’da (OVP) tasarrufların % 17 seviyesine çıkarılması planlanıyor. sı amaçlanıyor. Böylece mevcut işgücü, verimliliği daha yüksek sektörlerde ve nicel olarak daha yüksek miktarlarda istihdam edilebilecektir. Pakette üretimin arttırılması için öne çıkan bir diğer husus ise, yatırım talebini arttırmak için özel sektör üretimini destekleyici maliye politikalarının hayata geçiriliyor olmasıdır. Zira işgücünün istihdam edilmesi ve eğitilmesinin yanında özel sektörün yapacağı yatırımlara yönelik teşviklerde ciddi artışlar söz konusudur. Özellikle teknoloji yoğun yatırımlar özendiriliyor. Bu noktada Avrupa Birliği’nde yaşanan ekonomik krizin atlatılması için Avrupa Merkez Bankası’nın uygulamaya koyduğu parasal genişleme (quantitative easing) programı, yatırımların finansmanı noktasında “İstihdam, Sanayi Yatırımı ve Üretimi Destekleme Paketi”nin Paket, 2015-2017 dönemi başarısını arttıracağı muhteOVP’sinde belirtilen kamu OVP ile meldir. Zira Avro alanınharcamalarının özel sekda yaşanacak parasal verimliliğin arttırılması törün üretken faaliyetbolluk Türkiye gibi islerini destekler niteamaçlanırken, işbaşı eğitim tikrarlı ekonomilerin likte olması, kamu finansal sisteminprogramında da istihdam harcamalarının de değerlenecek, oranı artarken işgücünün tarım Ar-Ge faaliyetle2008 küresel firini desteklemek sektöründen daha üretken olan imalat nans krizi sonrası suretiyle özel sekABD’de uygulasanayine kaydırılması amaçlanıyor. törün cari açık venan benzer poliBöylece mevcut işgücü, verimliliği rilen sanayi kollarıtikanın gelişmekte na yönlendirilmesi olan ülke finans daha yüksek sektörlerde ve nicel hedefi ile uyumlu bir sistemleri üzerinde olarak daha yüksek miktarlarda şekilde hazırlanmıştır. bıraktığı etkiye benzer Örneğin, işbaşı eğitim istihdam edilebilecektir. bir etkiyi Türkiye finans programlarında sosyal sistemine yansıyacaktır. güvenlik ödemelerine getiBir diğer önemli sebep de rilen muafiyetler ile birlikte teşistihdam olanaklarının ve toplam viklerdeki artışlar, Kaynak Kullanımını faktör verimliliğinin yeterince artmamasıDestekleme Fonu (KKDF) oranının sıfırlanması dır. 2015 Ocak ayı işsizlik oranı, son beş yılın en OVP ile uyumludur. yüksek seviyesine, % 11,3’e yükseldi. 2012 yılından beri işgücüne katılım oranı artarken istihdam Üretimde Niteliksel Dönüşüm olanakları aynı oranda artmıyor ve bu da işsizliğin artmasında etkili oluyor. Yani yaratılan iş alanları, çalışma çağına gelmiş ve çalışmak isteyen kişileri massetmede yetersiz kalıyor. Bu durum yeni iş alanlarının açılmasının yolunun ancak yeni yatırımlardan geçtiğini gösteriyor. Paket ile birlikte, 2015-2017 dönemi OVP’sinde belirlenen hedeflere ulaşmak amaçlanıyor. Zira OVP ile verimliliğin arttırılması amaçlanırken, işbaşı eğitim programında da istihdam oranı artarken işgücünün tarım sektöründen daha üretken olan imalat sanayine kaydırılma- 84 MAYIS 2015 Paketin bir diğer önemli boyutu ise, Ar-Ge ve tasarım faaliyetlerini desteklemesidir. 2023 hedefleri kapsamında ulaşılması planlanan millî gelir ve ihracat rakamlarının, mevcut üretim kapasitesinin tamamının kullanılması durumunda dahi neredeyse yakalanması imkansız görünmektedir. Orta gelir tuzağı şeklinde adlandırılan bu durumda, üretim kapasitesinin tamamının kullanılmaya başlamasının ardından milli gelirdeki artış durağanlaşıyor. Zira geliri arttırmak için kullanabilecek ek bir kapasite bulunmuyor. Birçok gelişmekte olan ülke üretim teknolojisini değiştirmediği sürece bu tuzağa saplanıp kalmıştır. teknolojisindeki değişim ile birlikte artık katma değeri daha yüksek ürünler üretilecektir. Grafik-1’de yükselen ülkelerden bazılarının kişi başına GSYİH’leri (2005 sabit fiyatlarıyla) yer almaktadır. Grafik, İrlanda ve Güney Kore’nin diğer ülkelerden yıllar itibariyle nasıl ayrıştığını ve fark attığını ortaya koyuyor. 1980’li yıllarda Türkiye, Malezya, Brezilya ve Güney Afrika ekonomileri, Güney Kore ile benzer kişi başına milli gelir seviyesinde iken; Güney Kore, ekonomisinde gerçekleştirdiği yapısal değişimle muadili ülkeler ile arayı açmış durumdadır. Benzer şekilde, İrlanda’da Avrupa Birliği’ne girişinin ardından uyguladığı politikalarla yabancı sermaye açısından bir üretim üssüne dönüşmüş ve kişi başına gelirini oldukça kısa sayılabilecek bir dönemde katlayarak arttırmıştır. Diğer yükselen ekonomilerden ayrışan her iki ülkenin katma değeri yüksek ve bilgi yoğun mal üreten ekonomilere dönüşmesinin bu ayrışmada önemli bir faktör olduğu açıktır. Konuya dış ticaret boyutundan da bakmak gerekiyor. Türkiye yıllarca, Avrupa için önemli bir tekstil merkezi iken; 2000’li yıllara gelindiğinde otomotiv sektörü ihracatın en önemli kalemi oldu. Bu değişim ne yazık ki katma değeri yüksek mal üretmeye başlandığı anlamına gelmiyor. Zira ithal girdisi yüksek olan sektörün ekonomiye katkısı ya da katma değeri mevcut durumda ancak işçilik ile sınırlı iken, olası Ar-Ge ve tasarım faaliyetlerinin desteklenmesi sonucu gerçekleştirilecek ulusal otomotiv üretiminin ihracı, katma değeri yükseltecektir. Teknoloji yoğun ürünlerin ülke içerisinde üretilmesi ile ekonomi ve ödemeler bilançosu sadece ihracat kanalı ile etkilenmiyor. Aynı zamanla ithalatın yapısı da değişiyor. Ar-Ge ve tasarım faaliyetleri sonucunda elde edilen yeni teknoloji ile yerli üretimin artması, ileri teknoloji ithalatında da ciddi düşüşlere sebep olacaktır. Bu ise, Grafik-1: Seçilmiş Ülkeler İçin Kişi Başına GSYİH (2005 Sabit Fiyatlarıyla) 2015-2017 OVP’de de vurgulandığı gibi orta ve ileri teknoloji ithalatının azaltılması yoluyla cari açığın azaltılmasına önemli bir katkı yapacaktır. Sonuç Yerine… Kaynak: Dünya Bankası Paket, üretim yapısının orta gelir tuzağından kurtulacak şekilde değiştirilmesini de amaçlıyor. Bu çerçevede inovatif düşüncenin önünün açılması önem arz ediyor. İnovatif düşüncenin hayata geçirilmesi ise, Ar-Ge faaliyetleri ve paket içerisinde vurgu yapılan tasarım faaliyetleri ile mümkündür. Bu tip faaliyetler ile oluşan yeni bilgi, icat, know how, patent ve benzeri çıktının artmasına neden olacak, üretim Her şeyin ötesinde, açıklanan bu paket ile hükümet, ekonomideki yavaşlamanın farkında olduğunu ve büyümenin yeniden hızlandırılması için alması gereken önlemlerin neler olduğunu bildiğini gösteriyor. Yatırım teşviklerindeki artış ile hem üretimi hem de istihdamı arttırmaya yönelik tedbirler alıyor. Bu sayede hem ekonomik büyümede son dönemde yaşanan yavaşlamayı telafi etmek hem de artan işsizlik probleminin çözülmesi öngörülüyor. Diğer yandan işbaşı eğitim programı ile işgücünün nitelik kazanması, Ar-Ge ve tasarım faaliyetlerine verilen destekler ile de üretim teknolojisinin yükseltilmesi planlanıyor. Diğer bir ifadeyle, paket içerisinde planlanan destek ve teşviklerin reel ekonomiye katkısı çok yönlü olarak ortaya çıkacaktır. MAYIS 2015 85 EKONOMİ Güneydoğu Anadolu Bölges’ne, özellkle son yıllarda yapılan kamu yatırımlarının payı gderek artmaktadır. GAP Bölges yatırımlarının toplam kamu yatırımları çersndek payı 1990-2007 dönemnde ortalama % 7 ken, bu oran 2008-2012 dönemnde % 11’n üzernde gerçekleşmştr. ALT YAPIDAN ÜST YAPIYA GEÇİŞ GAP YENİDEN Doç. Dr. Bahar BURTAN DOĞAN* Akademisyen İ ktisat biliminin bir alt disiplini olarak İkinci Dünya Savaşı sonrasında gelişen kalkınma iktisadının anlamı da önemli değişikliklere uğradı. İlk başlarda büyüme ile kalkınma birbirinin yerine kullanılırken, iktisadi kalkınma ilerleyen yıllarda, yoksulların; barınma, beslenme, eğitim ve sağlık gibi temel gereksinimlerini kapsayan temel ihtiyaçlar yaklaşımına, ardından çevresel faktörlerin dikkate alındığı sürdürülebilir kalkınma anlayışına, ve son olarak insani (beşeri) kalkınma yaklaşımına doğru evrilmiştir. Diğer taraftan ilk başlarda gelişmiş ülkelerle aradaki gelişmişlik farkının azaltılmasının devlet müdahalesi ile mümkün olduğu anlayışının bir sonucu olarak, ithal ikameye dayalı korumacı ve planlamacı bir yaklaşım benimsenmiştir. Ancak özellikle 1970’li yıllardan itibaren liberal bakış açısının ön plana çıktığı ve kalkınma anlayışının piyasa güçlerine bırakıldığı bir döneme girilmiştir. 86 MAYIS 2015 Ülke coğrafyasında dengeli bir gelişme sağlanması hedefi, ülke ekonomisi için hedef alınan yüksek bir kalkınma hızı kadar önemlidir. Dengeli gelişme amacı doğrultusunda alınması gereken tedbirlerin ve uygulanacak politikaların, beşeri ve fiziki kaynakların dağılım deseni ile tutarlı olması ve kamu yatırımlarının dağılımında ekonomik coğrafyanın ve bölgesel gelişmenin dikkate alınması, kısacası; mekân ile ilişkinin sağlanması oldukça önemlidir. Bölgesel Kalkınma Yaklaşımında Dönüşüm İktisadi kalkınmanın tüm toplumsal kesimleri ve bölgeleri kapsaması için, kalkınmacı devlet anlayışının uzantısı olarak merkezden geliştirilen plan ve programların değişik bölgelerde uygulanması yaklaşımı, yaygın bir şekilde uygulanmıştır. Bu çerçevede 1970’lere kadar bölgesel kalkınmada hâkim model konumundaki ekzojen (dışsal) kalkın- ma yaklaşımı çerçevesinde kalkınmanın, “kalkınma kutupları” olgusunda olduğu gibi, gelişmiş bölgelerden az gelişmiş ya da geri kalmış bölgelere doğru yayılma göstereceği kabul görmüştür. 1970’li yılların sonlarına doğru bu tür modeller, bölgelerin sürdürülebilir kalkınmasını desteklemediği için terk edilmeye başlanmış, büyük ölçüde yerel kaynaklara dayalı, yerel aktör ve dinamikler tarafından gerçekleştirilen ve sürdürülen bir kalkınma anlayışı olarak tanımlanabilen endojen (içsel) kalkınma yaklaşımı ön plana çıkmıştır. Endojen bölgesel kalkınma ise; bölgesel önceliklere, yerel kaynaklar ve yerel faaliyetlerin endojen potansiyellerine önem veren bir kalkınma stratejisidir. Bu kalkınma anlayışı; yerel–bölgesel aktör ve dinamiklerin kalkınma sürecinin başlaması, planlanması, uygulanması ve izlenmesi faaliyetlerine aktif olarak katılımına imkân sağlamaktadır. Endojen kalkınma yaklaşımının iktisat politikaları kapsamında gündelik yaşama en somut yansıması hiç kuşkusuz ki bölgesel kalkınma ajanslarıdır. Bölgesel Kalkınma Ajansları’nın temel kuruluş nedenleri; bölgesel stratejilerin uygulanması, yerel ve bölgesel girişimciliği destekleme, alt yapı hizmetlerinin sunulmasına yardımcı olma, özel sektörün yakın geleceği için yerel–bölgesel çözümler araştırma ve bölgesel talepleri karşılayacak yeni ürün ve hizmet üretimi için finansal garantiler ve çözümler arama şeklinde özetlenmektedir. Genel olarak kalkınma ajansı kavramının 1980’lerde yaygınlaşan kamu işletmeciliği anlayışı ve küreselleşme ile artan yerel rekabetle birlikte 1990’larda yaygınlaşan yönetişim anlayışının bir ürünü olduğu söylenebilir. Buna göre bölgesel kalkınma ajansları, yeni kalkınmacılık anlayışının örgütsel biçimi olarak tanımlanabilir. GAP’ın Bölgesel Gelişmeye Katkısı Bu bağlamda bölgesel kalkınma ajansları, küreselleşme süreci ile birlikte şiddetlenen rekabet koşullarında özel sektör ile yerel aktörlerin kalkınma sürecine aktif katılımlarını sağlamakla görevli ana unsur konumuna yükselmiş olup, Türkiye’de de Güneydoğu Anadolu Projesi için kurulan GAP Kalkınma İdaresi’ni Avrupa Birliği’ne uyum çalışmaları çerçevesinde çıkarılan “Kalkınma Ajanslarının Kuruluşu, Koordinasyonu ve Görevleri Hakkında Kanun”un 08 Şubat 2006 tarihinde yürürlüğe girmesi bölgesel kalkınmaya yeni bir dinamizm imkanı sağlamıştır. Bölgeler arası gelişmişlik farklarının ekonomilerin tek başına kendi dinamiklerinin işleyişiyle mümkün olamaması, kamunun devreye girmesi zorunluluğunu beraberinde getirmiştir. Ülkemiz de Dünya geneli için geçerli olan bu eğilimden payını almış ve planlı ekonomiye geçişle birlikte bölgeler arasındaki gelişmişlik farklarının ortadan kaldırılması amacıyla devlet tarafından finanse edilen projeler ivme kazanmıştır. Bugüne kadar hazırlanan bölgesel kalkınma plan ve programları arasında en etkin olarak uygulananı Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP) olmuştur. Cumhuriyet tarihimizin en kapsamlı projesi olan GAP, entegre bölgesel kalkınma yaklaşımı ve sürdürülebilir insani gelişme felsefesi ile uluslararası literatüre geçen ve marka değeri olan bir projedir. Güneydoğu Anadolu Bölgesi’ne, özellikle son yıllarda yapılan kamu yatırımlarının payı giderek artmaktadır. GAP Bölgesi yatırımlarının toplam kamu yatırımları içerisindeki payı 1990-2007 döneminde ortalama % 7 iken, bu oran 2008-2012 döneminde % 11’in üzerinde gerçekleşmiştir. Bölgede okullaşma oranlarında artış sağlanmıştır. 2007-2008 eğitim öğretim yılında brüt okullaşma oranları okul öncesi eğitimde (4-5 yaş) % 22,6, ilköğretimde % 103,1 ve ortaöğretimde % 57,8 iken, 2013-2014 eğitim öğretim yılında okul öncesi eğitimde (4-5 yaş) % 32,2, ilköğretimde % 114,5 ve ortaöğretimde % 86,6 olarak gerçekleşmiştir. 2007-2008 eğitim öğretim yılında ilköğretimde derslik başına düşen öğrenci sayısı Türkiye genelinde 32 iken, 2013-2014 yılı itibariyle 3 birimlik iyileşme sağlanarak 29’a gerilemiş, GAP Bölgesi’nde ise 44 iken 5 birim iyileşerek 39’a düşmüştür. Birinci GAP Eylem Planı Birinci GAP Eylem Planı’na özgü bir program olan ve daha sonra diğer bölgelere yaygınlaştırılan Sosyal Destek Programı (SODES) ile meslek edindirme, MAYIS 2015 87 EKONOMİ sosyal içerme, kültürel, sanatsal ve sportif faaliyetler gibi alanlarda 2008-2013 döneminde yaklaşık 420 milyon TL kaynakla 3.242 proje desteklenmiştir. Köy Altyapısını Destekleme Projesi (KÖYDES) kapsamında 2005-2013 yılları arasında GAP Bölgesi’ndeki illere yaklaşık 1,25 milyar TL ödenek tahsis edilmiştir. 2005-2014 döneminde yol projelerinde 13.964 km stabilize, 15.629 km asfalt olmak üzere toplamda yaklaşık 31 bin km yol yatırımı yapılmıştır. İçme suyu yatırımlarında 1.715 susuz ve 6.282 suyu yetersiz üniteye içme suyu yatırımı götürülmüştür. Su ve Kanalizasyon Programı (SUKAP) kapsamında GAP illerinden 77 içme suyu projesi, 119 kanalizasyon projesi olmak üzere toplam 196 proje yer almaktadır. Sanayi altyapısını geliştirmeye yönelik 7 adet organize sanayi bölgesi (OSB) ve 8 adet küçük sanayi sitesi (KSS) tamamlanmış; Bölge’deki OSB sayısı 17’ye, KSS sayısı ise 36’ya yükselmiştir. Plan döneminde tamamlanan 1.405 ha büyüklüğünde 7 OSB’deki tüm parsellerde üretime geçilmesi halinde yaklaşık 35.000 kişiye istihdam olanağı sağlanacaktır. Tamamlanan 1.150 işyerlik 8 KSS ile, 5.500 kişiye daha sağlıklı koşullarda çalışma olanağı sağlanmıştır. Diğer taraftan, Türkiye geneli ve GAP Bölgesi’nde ABD Doları bazında Kişi Başına Gayrı Safi Katma Değer meblağlarının yıllar içindeki seyri Tablo1’dedir. Tablo-1’deki veriler, Türkiye genelinde 2011 yılı GSKD’sının 2007’ye kıyasla % 11,82 oranında arttığını ortaya koyarken, bu oran GAP Bölgesi için % 26,80 olmuştur. Tablo 1’deki verilerden de anlaşılabileceği üzere 2008 yılında uygulamaya konulan Birinci GAP Eylem Planı, projenin tamamlanması adına kamu yatırımlarının önemli oranda arttırıldığını net bir şekilde göstermektedir. dönüşümleri beraberinde getirmesinden esinlenerek hazırlanan ve 8 Mart günü Başbakan Davutoğlu tarafından açıklan İkinci GAP Eylem Planını, bölgesel gelişme açısından yeni bir soluk olarak değerlendirmek mümkün. Planın beş ana ekseni olarak lanse edilen; ekonomik kalkınmanın hızlandırılması, sosyal gelişmenin güçlendirilmesi, şehirlerde yaşanabilirliğin arttırılması, altyapının geliştirilmesi ve kurumsal kapasitenin arttırılmasıyla, yaşam standartları ve kalitesinin geliştirilmesi hedeflemektedir. Planda; tarımdan turizme, eğitimden sağlığa, 26.7 milyar değerinde toplam 115 proje var. Ayrıca İkinci GAP Eylem Planı, çözüm sürecinin başarısının sigortası olacaktır. Bunun yanı sıra, İkinci GAP Eylem Planı’nın; ülkemizin yanı başında yaşanan yüzyılın en büyük insanlık dramının sahnesi konumundaki Suriye’den ülkemize olan olumsuz yansımaların etkisinin bertaraf edilmesi ve uzun vadede de bu ülkenin restorasyonu için gereksinim duyulacak altyapı, insan kaynağı ve lojistik ihtiyaçların karşılanabilmesi için gereksinim duyulan faktörlere yatırım olması açısından oldukça kritik misyonu bulunmaktadır. Bu misyonun başarılmasıyla, hem ülke içi barış ve güven ortamı ile Çözüm Sürecinin başarısı, hem de bölgesel konumumuz perçinlenmiş olacaktır. * Dicle Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi İktisat Bölümü öğretim üyesidir. Tablo–1: Türkiye ve GAP Bölgesi’nde Gayrı Safi Katma Değer (GSKD) ve Kişi Başına GSKD ($) İİBS Düzey 2 2007 2008 2009 2010 2011 TRC1 TRC2 TRC3 TRC TR 4.157 3.417 3.405 3.660 8.267 4.597 3.724 3.812 4.044 9.384 3.925 3.380 3.549 3.618 7.769 4.909 4.165 4.531 4.535 8.926 4.952 4.282 4.689 4.641 9.244 Gaziantep, Adıyaman, Kilis Şanlıurfa, Diyarbakır Mardin, Batman, Şırnak, Siirt GAP Bölgesi Türkiye Kaynak: Kalkınma Bakanlığı ve GAP İdaresi Başkanlığı, 2014: 22. 88 MAYIS 2015 EKONOMİK GERÇEKLER İkinci GAP Eylem Planı’nın büyümeden ziyade kalkınma odaklı olduğunu ve iktisadi gelişmeye ilave olarak toplumsal gelişimi hızlandırmaya, istihdamı arttırmaya odaklı, insani kalkınmayı teşvik eden yeni politikalar içerdiği tartışmaya mahal bırakmayacak şekilde ortaya koyulmaktadır. GAP’a Yeni Soluk Birinci GAP Eylem Planı ile sağlanan üstün performans ve insan odaklı yatırımların bölgede önemli PAPA’NIN SOYKIRIM İFTİRASININ ARDINDAKİ Dr. M. Levent YILMAZ SDE Uzmanı 2015 yılı Nisan ayına damgasına vuran en önemli konulardan birisini Papa’nın Türkiye’ye yönelik olarak ifade ettiği Ermeni Soykırımı iftirası oluşturuyor. İlk etapta sadece tarihi ve dini temelleri olduğu düşünülen bu konunun aslında uluslararası yansımaları olan pek çok ekonomik konuyu da içerisinde barındırdığını göz ardı etmemek lazım. Gezi eylemleri ile başlayan, ardından 17-25 Aralık ile devam eden ve nihayetinde Papa’nın açıklamasına kadar geçen sürecin temelinde yatan en önemli unsur “söz dinlemeyen” Türkiye’nin inşa ediliyor olmasıdır. Türkiye bu süreç içerisinde, içeriden ve dışarıdan pek çok örtülü finansal operasyona maruz kalmış, 200 milyar Doların üzerinde kayıplara yol açan sokak eylemlerini yaşamış, elektrik sistemi sabote edilmiş, savcısı makamında şehit edilmiş ve çözüm süreci sürekli sekteye uğratılmaya çalışılmıştır. Peşinen söylemek gerekir ki; Türkiye’yi soykırım iftirasıyla kıskaca almaya çalışanlarla, ekonomi üzerinden esaret kurmaya çalışanların ipi aynı yerin elinde… Soykırım iftirasının ısıtılıp ısıtılıp gündeme getirilmesinin ardında, Türkiye’nin son 10 yılda hayata geçirdiği, küresel sonuçları olan projeler ve küresel finans oligarşisine karşı net tavrının etkisinin olduğunu unutmamak lazım. Papa’nın açıklaması esasen bireysel veya tekil bir durum değil, uzunca bir süreden bu yana Türkiye’ye karşı yürütülen küresel propagandanın da devamı niteliğini taşımaktadır. Gezi Parkı eylemleri ile başlayan ve ardında gizli servislerin, bazı yabancı vakıfların ve paralel yapının olduğu ispat edilmiş sürecin, 17-25 Aralık darbe planı ile devam ettiğini, 6-8 Ekim olayları ile çok ciddi aşama kaydedilen çözüm sürecinin baltalanmaya çalışıldığını unutmamak lazım. Papa’nın açıklaması esasen, Türkiye’ye yeni bir cephe daha açmak amacı taşımaktadır. 7 Haziran seçimlerine giderken özellikle finansal bazı operasyonlara maruz kalan Türkiye’yi uluslararası ilişkiler alanında da yıpratmayı hedefleyen bu açıklamaya karşılık Türkiye’den gelen “arşivleri açma” teklifinin karşılık bulmaması da art niyetin en büyük ispatıdır. MAYIS 2015 89 Türkiye’nin cesaretle ve kararlılıkla hayata geçirdiği Çözüm Süreci projesinin halkta olumlu karşılanması ve artan toplumsal barış umudunun küresel arenadaki pek çok çevreyi rahatsız ettiği bilinmektedir. Ancak çözüm süreci ile birlikte toplumsal barışın yanı sıra yine oldukça önemli bir konuda da fayda sağlanacaktır. Yaklaşık 100 yıldır, savaşlar, mezhep çatışmaları, diktatör yönetimler ve terör ile kapalı tutulmaya çalışılan İpek Yolu hattı, bölgede barışın ve huzurun tesis edilmesi ile yeniden canlanacak ve Orta Doğu’daki Müslümanların refah artışı beraberinde küresel aktör olma fırsatını da sağlayacaktır. Özellikle Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi ile Türkiye arasında sürekli gelişen diplomatik ve ticari ilişkilerin Batı’da yol açtığı endişe dillerine, söylemlerine ve politikalarına yansımaktadır. Bu süreçte Erdoğan’ın resmi İran ziyareti kapsamında: “Benim dinim Sünnilik değil, inanıyorum ki, sizin dininiz de Şia değildir” diyerek, İranlı yöneticilere yaptığı mezhepsel değil dini birlik çağrısının ardından gelen Papa’nın açıklaması son derece manidardır. Hele nükleer müzakerelerin olumlu geçmesinin ardından iki ülkenin yerel para birimleri ile ticarete ilişkin aldığı prensip kararının ardından ortaya çıkan potansiyelin Batı’da oluşturduğu şok etkisini de göz ardı etmemek gerekir. 90 MAYIS 2015 Öte yandan Türkiye’nin, İran ile ilişkilerinin düzelmesi, Kuzey Irak ile gelişen ticari ve siyasi ilişkiler, Suriye politikasının ne kadar doğru olduğunun anlaşılması gibi başlıklar; Türkiye’nin bölgesel lider ve küresel aktör olma yolunda hızla ilerlemesini sağlamıştır. Bu durum ortaya çıkınca da zamanında kapımıza bir sorun olarak bırakılan Ermenistan kozunun oynanması gereği ortaya çıkmıştır. İpek Yolu’nun hem enerji hatlarıyla (TANAP, TÜRK AKIMI ve Kuzey Irak Petrolü) hem de lojistik projeleriyle (3. Köprü, 3. Havaalanı, Kanal İstanbul, Hızlı Tren Hatları ve Limanlar) yeniden hayata geçirilmesinin Anadolu’ya 3000 yıllık tarihi misyonu olan, ticaret kavşağı olma özelliğini yeniden kazandıracağı hemen hemen herkes tarafından tahlil edilmektedir. Bununla birlikte IMF ile yeni bir stand-by anlaşmasının imzalanmaması ve IMF’e olan borcun bitmesinin ardından bağımsız ekonomi politikaları geliştirebilen bir Türkiye’nin, Erdoğan gibi uluslararası vizyonu olan bir lider eşliğinde “Başkanlık” sistemini dillendirmesinin Batı’yı rahatsız etmesinden başka bir sonucu olamazdı. Gezi eylemleri ile başlayan, ardından 17-25 Aralık ile devam eden ve nihayetinde Papa’nın açıkla- masına kadar geçen sürecin temelinde yatan en önemli unsur “söz dinlemeyen” Türkiye’nin inşa ediliyor olmasıdır. Türkiye bu süreç içerisinde, içeriden ve dışarıdan pek çok örtülü finansal operasyona maruz kalmış, 200 milyar Doların üzerinde kayıplara yol açan sokak eylemlerini yaşamış, elektrik sistemi sabote edilmiş, savcısı makamında şehit edilmiş ve çözüm süreci sürekli sekteye uğratılmaya çalışılmıştır. Hemen hemen hepsinin temelinde yatan ekonomik nedenler göz önünde bulundurulursa ve Türkiye’nin tüm bu saldırıları başarı ile püskürtüp, daha da güçlenerek olayların içinden çıktığı göz önünde bulundurulursa, Papa’nın açıklamaları ve zamanlaması daha net anlaşılacaktır. Yeni Türkiye İnşa Ediliyor Bir yandan Türkiye’ye karşı yapılan tüm bu saldırılar devam ederken bir yandan da Yeni Türkiye’nin inşası devam etmektedir. Özellikle “Başkanlık” sistemine ilişkin oluşan toplumsal farkındalık ve bu konuya verilen desteğin her geçen gün artması inşa sürecini de hızlandırmaktadır. Üretim ve istihdam odaklı, reel sektörün uygun koşullarda finansmanının hedeflendiği yeni bir ekonomik modelin temel- lerinin atılması da gelecek adına önemli bir avantaj olarak karşımıza çıkmaktadır. KOBİ’lerin uygun koşullarda finansman imkanlarına ulaştığı, üretim ve istihdam odaklı, yüksek katma değeri olan ürünlerin üretildiği, Ar-Ge ve bilimsel gelişmeler için uygun ekonomik ortamın tesisinin daha da kolaylaşacağı, yatırım ortamının iyileştiği ve bürokratik engellerinin kalktığı bir ekonomik patika için “Başkanlık” sistemi büyük önem arz etmektedir. Ekonomik istikrar ve siyasi istikrar birbirinden ayrılmaz iki önemli unsurdur. Esasen Türkiye’nin son dönemde elde ettiği kazanımlarda güçlü ekonomi politikalarının yanı sıra siyasi istikrarın sağladığı güven de önemli bir rol almıştır. Türkiye koalisyon hükümetleri döneminde karşılaştığı en küçük bir riskte bile hemen siyasi ve ekonomik krize girerken, siyasi istikrarın tesis edildiği 2002 sonrası dönemde çok daha büyük krizlerle (2008 Küresel Krizi, E-Muhtıra, 7 Şubat MİT Krizi, Gezi Olayları, 17-25 Aralık Darbe Girişimi) başa çıkmayı başarmıştır. Bu bakımdan önümüzdeki süreç açısından en önemli konuyu siyasi istikrarın devamlılığı oluşturmaktadır. MAYIS 2015 91 Andreas Gross le Avrupa Üzerne Zeynep Songülen İnanç Yüz Yıl Sonra 1915’ Konuşmak Basın Bldrs SDE Haber Uluslararası Surye Sempozyumu SDE Haber Uluslararası İslamofob Çalıştayı SDE Haber Dünyada ve Türkye’de 1 Mayıslar: Çalışanların 1 Mayıs’a Bakışları Panel SDE Haber GENEL Bu itibarla Avrupa’daki krizlerin aşılmasında demokrasinin yeniden tanımlanmasının ve doğrudan demokrasi uygulamalarının temel alınmasının önemine dikkat çekti. ANDREAS GROSS İLE AVRUPA ÜZERİNE Zeynep SONGÜLEN İNANÇ SDE Uzmanı S tratejik Düşünce Enstitüsü’nde 14 Nisan 2015 Salı günü saat 10.30’da “Avrupa Demokrasisinin Karşılaştığı Krizler ve Çözüm Yolları” başlıklı bir konferans düzenlendi. Konferansın konuşmacısı değerli bilim adamı ve politikacı Andreas Gross’dı. Gross, politika ve sosyoloji üzerinden modern demokrasiyle ilgilenen ve özellikle Avrupa çapındaki demokrasi üzerine düşünen bir entelektüel. 20 yılı aşkın süredir İsviçre Parlamentosu’nda, İsviçre Sosyal Demokrat Partisi’nden milletvekili olarak görev yapıyor. 1995 yılından itibaren ise Avrupa Konseyi Parlamenterler Asamblesi’nin üyesi ve Asamble’deki sosyalist grubun lideri. 2014 yılında Asamble’ye “Daha İyi Bir Avrupa Demokrasisi: Fe- 94 MAYIS 2015 deral Avrupa’nın Meydan Okumalarıyla Karşı Karşıya Gelmek” başlıklı bir rapor sundu. Akademik ve siyasi görevlerinin yanı sıra Gross, otuz yıldan fazla zamandır sivil toplum örgütleriyle demokrasi üzerine çalışmalar yürütüyor. Bu çalışmaların kurumsal bir yansıması olarak 1998 yılında kurulan Doğrudan Demokrasi Atölyeleri (Atelier pour la Démocratie Directe) çerçevesinde çalışmalarını sürdürüyor. Stratejik Düşünce Enstitüsü’nde verdiği konferansta Gross, neden demokrasinin daha fazla Avrupa’ya ve Avrupa’nın daha fazla demokrasiye ihtiyacı olduğunu tezleriyle irdeledi. Öncelikle kendisini tanımlarken, Avrupa’ya inanan biri olduğunu ve bunun ötesinde demokrasiye inandığını ifade etti. İlk olarak Gross, demokrasinin çelişkili zamanlardan geçtiğini belirtti. Bir yandan demokrasinin bir değeri olarak iyi yönetişimin evrensel olarak kabul gördüğünü, öte yandan demokrasinin özünü kaybettiğini belirtti. Demokrasinin yalnızca seçimlere katılmaktan ve meclise milletvekili göndermekten ibaret olmadığını dile getirdi. Konuşmacı, doğrudan demokrasiden söz ederken iki öncelikli noktayı vurguladı. İlk olarak herhangi bir karardan doğrudan etkilenenlerin karar alma sürecine doğrudan dâhil olmaları gerektiğini ifade etti. Ardından doğrudan demokrasiyi, herkesin kendi hayatını kader gibi yaşamaması ve kendi varlığını ortaya koyarak kendi hayatını yönlendirmesi olarak tanımladı. Doğrudan demokrasinin birey için yer açtığını ve bireyi siyasal bir varlık olarak etkin kıldığını ekledi. Bir anlamda doğrudan demokrasinin, bireylerin kendi hayatlarının iplerini kendi ellerinde tutmaları anlamına geldiğini ortaya koydu. Doğrudan demokrasinin özgürlük ile olan yakın bağının altını çizdi ve demokrasinin çatışma üzerinden anlaşılabileceğini öne sürdü. Çatışmanın şiddet anlamına gelmediğini aksine özgürlük alanının ancak zihni çatışmalar ve karşılaşmalar ile gelişebileceğini savundu. Bu doğrultuda demokrasinin hiçbir zaman tamamlanmayan ve bitmeyen bir süreç olduğuna işaret etti. Gross, demokrasinin mikro seviyede gücün dağılması ve paylaşılması olduğunu, bu nedenle de demokrasilerde tüm vatandaşların sistemin aktörleri haline gelmelerinin zorunlu olduğunu vurguladı. Ayrıca vatandaşların, seçimler arasında da sahnede olmalarının ve kendilerini ifade edebilecekleri geniş alanlar bulmalarının önemine değindi. Demokrasinin bir öğrenme süreci olmasından hareketle demokrasinin bir ferman işlevi görmemesi gerektiğini ve yalnızca demokrasinin yüzeysel unsurlarıyla demokratik bir yaşam sürülemeyeceğini ortaya koydu. Demokrasinin, örneğin üç yüz parçalı bir sanat eseri olduğunu ve eseri oluşturan parçaların tümünün işleyişinin sürekli denetlenmesi gerektiğini belirtti. Böylelikle eserin bütün unsurlarıyla var olabileceğini vurgulayan Gross, bu çerçevede politikacılar ile vatandaşlar arasındaki mesafenin kısalması gerektiğini, politikacıların kibirli ve aşırı gururlu olmak yerine mütevazı ve alçakgönüllü olmalarının önemine dikkat çekti. Konuşmacı, ulusal demokrasilerin yukarıda belirtilen demokrasi unsurlarını yerine getirmek için çok küçük olduklarını ve fakat küçük meselelerin çözümü için de çok büyük olduklarını ileri sürdü. Ekonomi ile siyaset arasındaki dengenin bozulmasından ve piyasa güçlerinin demokrasiyi araçsallaştırmalarından dolayı Avrupa’daki merkezi devletlerin, piyasalar lehine güçlerini kaybettiklerini ifade etti. Bu çerçevede Avrupa’daki ulusal demokrasilerin yetkilerinin ve hareket alanlarının piyasalar karşısında daralmasını ve vatandaşların devletlerle kurdukları ilişkilerdeki merkezi eğilimleri demokrasi açısından sorunlu olarak nitelendirdi. Gross yaptığı saptamaların ardından devletlerin güçlerini yeniden tesis etmeleri için demokrasinin ulus-aşırı şekilde veya en azından kıtasal ölçekte düşünülmesinin önemine değindi. Avrupa Konseyi’nin, Avrupa entegrasyonunun ruhunu taşıdığına işaret etti. Herkesin saygı duyacağı evrensel demokrasi standartlarına odaklandığını ifade etti. Bunun için temel çıkış noktası olarak “küresel seviyede demokrasinin ilham kaynağı ne olmalı?” sorusunun sorulduğunu ekledi. Ayrıca Avrupa seviyesinde demokrasinin gelişmemesi durumunda ulus-aşırı seviyede bunun gerçekleşmesinin zorluklarına değindi. Konuşmacıya göre Avrupa Birliği, tarihinin en derin krizini yaşıyor ve pek çok Avrupalı için AB, artık bir “Bozulan Birlik” olarak görülüyor. Ayrıştırıcı ve bozucu güçlerin, bütünleştirici ve birleştirici güçlerden çok daha etkili olduklarını söyleyen Gross, pek çok boyutuyla Birliğin hiç olmadığı kadar bölünmüş olduğuna dikkat çekti. Gross, Avrupa demokrasisini değerlendirirken girdi ve çıktı meşruiyetlerini irdeledi. Birliğin çıktı meşruiyetinin azaldığını, girdi meşruiyetinin ise her zaman zayıf olduğunu belirtti. Bunun nedenini, Birliğin yapısının anlaşma temelli olmasına bağladı. Birliğin temelini oluşturan bir anayasa olmadığı için siyasetin, halkların ve demokrasinin dışlandığını öne sürdü. 1949 yılında Avrupa Konseyi bünyesinde Parlamenterler Asamblesi kurulmasının altında yatan nedeni, tüm devletlerin temsilcilerinin katılımıyla bir anayasa hazırlanması olarak gösterdi. Böylelikle anayasa temelli bir Avrupa toplumunun yaratılması MAYIS 2015 95 yona ve sosyo-ekonomik refaha hizmet etmediğini ve demokrasiyi zayıflattığını belirtti. Oysa AB’nin, ulusal demokratik kazanımları tehlikeye sokmak değil; korumak üzere oluşturulduğunu ekledi. hedefine dikkat çekti. Bu yaklaşımın terk edilmesi ve yetki devrinde yaşanan sorunlardan dolayı Avrupa Konseyi’nin, Avrupa bütünleşmesi sürecinde dışarıda bırakıldığını ifade etti. Anayasa temelli Avrupa Konseyi fikrinden uzaklaşılarak, antlaşma temelli bir yaklaşım benimsenince, Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu’nun hayata geçirildiğini ekledi. AKÇT’nin ekonomiye odaklandığını ve ekonomik entegrasyonun siyasi entegrasyonu beraberinde getireceğinin öngörüldüğünü vurguladı. Ancak Gross’a göre günümüzde ekonomik entegrasyon seviyesi çok yüksek olmasına rağmen siyasi entegrasyon zayıf kaldı ve bu durum Avrupa demokrasisinin gelişmesini engelledi. Konuşmacı, günümüzde bu bakış açısının devamı olarak hazırlanan Lizbon Antlaşması’nın, ikinci iyi çözüm olarak Bakanlar Konseyi tarafından kabul edildiğinden söz etti. Bir başka deyişle siyasi entegrasyon ile ekonomik entegrasyon kendi alanlarını belirleyemediler. Gross’a göre ekonominin, siyasi alanı aşındırarak etkisiz kılmasından dolayı AB’nin işleyişi, devletler ve halklar arasında milliyetçilik, egoizm ve yeni gerginlikler üretti. Bu haliyle mevcut yapının ne Avrupalıların çoğunluğuna ne de küresel sisteme hizmet edemeyeceğini belirtti. Konuşmacıya göre ekonomik entegrasyon ile siyasi entegrasyon arasındaki dengenin bozulmasına ek olarak AB’nin güç merkezleri arasındaki denge de bozuldu. Buna göre Avrupa Adalet Divanı, antlaşmaları yalnızca piyasa mantığı çerçevesinde Anayasa gibi yorumluyor. Herhangi bir ulusal devletin sosyal düzlemde bile olsa karşı çıkması veya düzeltmesi mümkün kılınmamış. Buna ek olarak Bakanlar Konseyi de yapısal olarak bu konuda yetkili değil. Gross, 1984 yılında Jacques Delors’un parasal birliği önerirken, parasal birliğin siyasi birliğin öncülü olarak işlev göreceğini düşündüğünü dile getirdi. Delors’a göre Avro’ya dâhil olmak, çeşitliliğin ve farklı halkların bir araya gelmeleri anlamına geliyordu. Gross, bu öngörülerin doğru çıkmadığını ve ekonomik entegrasyon ile siyasi entegrasyon arasındaki ayrışmanın arttığını ileri sürdü. Bu nedenle Delors’un 2010 yılında verdiği bir demeçte demokrasi ile piyasa arasındaki dengenin kaybolmasından dolayı AB’nin ruhunu kaybettiğini ifade ettiğini aktardı. Gross’a göre AB usulü bu federasyon, merkezi referanslara dayanıyor ve bu nedenle de Bakanlar Konseyi yani ulusal çıkarları temsil eden organ nihai sözü söyleme hakkını elinde tutmaya devam ediyor. Bunun sonucunda Parlamento, Bakanlar Konseyi karşısında güçlü hale gelemiyor. Bu durumda konuşmacıya göre Divan, bir politikayı empoze etmenin aracı haline geliyor ve bir politika alanıyla ilgili tartışma imkanlarını ortadan kaldırıyor. Gross, yürütmenin ve “hukuk yoluyla entegrasyonun” hâkim olduğu bu antlaşma temelli federasyon modelinin, entegras- 96 MAYIS 2015 Gross, pek çok araştırmacının Avro birliğinin, demokratik bir siyaset alanıyla uyumlu biçimde tasarlanmadığı konusunda fikir birliği içerisinde olduklarının altını çizdi. Devletler arasındaki yapısal farklılıkların çok büyük ve Avro’yu korumak için yapılan fedakârlıkların çok fazla olduğunu hatırlattı. Avro birliğini demokratik bir yapıya kavuşturmak için çok fazla maddi kaynak gerektiğini ve bu kaynağın bulunmadığını belirtti. Örneğin Yunanistan ile Almanya arasındaki dengenin sağlanması için hiçbir devlette bulunmayan bir maddi kaynağa ihtiyaç duyulduğunu dile getirdi. Bu doğrultuda vatandaşların bireysel hayatlarında demokrasinin kazanımlarını hissetmelerinin de zorlaştığını söyledi. Konferansın son bölümünde Avrupa demokrasisinin içerisinden geçtiği krizin aşılması için Gross, Avrupa’nın 1946-1950 yılları arasındaki köklerine geri dönmesi gerektiğini belirtti. Gerçek bir federal anayasa yapım sürecinin devreye girmesiyle yeni bir başlangıç yapılmasını öneren Gross’a göre bu anayasanın, halkların ve devletlerin çoğunluğunun oyuyla onaylanması ve biri halklar diğeri senatörler aracılığıyla devletleri temsil eden iki meclisli bir yasama sistemi kurması gerekiyor. Böylelikle vatandaşları Avrupa entegrasyonuna yeniden dâhil etmek söz konusu olabilecek ve devletlerin entegrasyonunu, halkların entegrasyonuyla aşmak mümkün hale gelebilecek. Ayrıca doğrudan demokrasinin Avrupa sistemine girmesiyle vatandaşlar, entegrasyonun daha fazla parçası haline gelebilecekler. Böylelikle vatandaş temelli ulus-aşırı, kıtasal bir gerçek demokrasi inşa etmeye başlanabilecek. Gross, ulus-aşırı federal Avrupa yapısında yalnızca merkezi seviyede çözülmesi mümkün olan sorunların federal seviyede ele alınmasının ve bunun dışında kalan ve vatandaşa yakın olması gereken unsurların yerel seviyede çözülmesinin önemine değindi. Bu şekilde Avrupa’da demokrasinin artmasıyla, AB’nin bütünleşme kapasitesinin artabileceğine ve çeşitlilik ile birleşmenin bir araya gelebileceğine işaret etti. Avrupa’nın bütünleşme kapasitesinin önemine dikkat çeken Gross, birilerinin dışarıda kaldığı bir yapıyla AB’nin barış yapma misyonunu üstlenemeyeceğini savundu. Konuşmacıya göre Avrupa entegrasyonunun siyasi katılım ve demokrasi üzerinden yeniden şekillenmesi sürecinde demokrasi tartışmalarını vatandaşlara taşımak ve vatandaşları bu gelecek tartışmasının içerisine çekmek son derece büyük önem taşıyor. Zira tüm vatandaşlar, bu demokratik topluluğun birer üyesi olacakları için tartışma süreçlerinin de doğal öznelerine karşılık geliyorlar. Konuşmacı bu noktada yüzmeyi öğrenme örneğini vererek, yüzmeyi öğrenmek için suya girmek gerektiğini ve suyla temas etmeden yüzmenin öğrenilemeyeceğini belirtti. Özetle Avrupa meselesinin, vatandaşların yaşamlarındaki gündelik konulardan bir tanesi ha- line gelmesinin öneminden bahsetti ve bir elit projesi olarak AB’nin sürdürülemeyeceğini savundu. AB’nin, vatandaşların projesi olarak ikinci bir şansı olabileceğini eklerken ne kadar uzun süre beklenirse, bu sürecin o kadar zorlaşacağını söyledi. Gross verdiği aydınlatıcı konferansın ardından Avrupa’daki Müslümanlarla ve genişlemeyle ilgili sorulara yanıt verdi. Avrupa’da Müslümanların çoğunluğunun liberal ve fanatik olmadıklarını ve fakat İslam ile ilgili algının teröristler üzerinden şekillendiğini belirtti. Ancak Müslümanlar ile ilgili meselenin dinin ötesinde toplumsal ve ekonomik sorunlara bağlı olduğunu dile getirdi. Bu çerçevede Avrupa’daki demokrasi krizlerinin kamusal alandaki karşılaşmaları sınırlandırdığını ve ötekileşmenin arttığını saptayarak demokrasi sorunlarının çözülmesiyle paralel şekilde İslam ile sorunların da çözüleceğini düşündüğünü ifade etti. AB’nin genişlemesiyle ilgili olarak Gross, mevcut durumda Birliğin bu tür bir kapasitesi bulunmadığına dikkat çekti. AB’nin genel yaklaşımının, herkesi katılmaya davet etme üzerine kurulması ve bunun için de siyaset yapısının değişmesi gerektiğini vurguladı. Mevcut yapısıyla ve işleyişiyle AB’nin herhangi yeni bir üyeyi kabul etmesinin zorluğuna ve bütünleşme perspektifinin korunmasının önemine değindi. Güçlü merkezi yapısıyla AB’nin daha fazla üye kabul etmeye elverişli olmadığını belirttikten sonra Gross, Kopenhag Kriterleri’nin özellikle siyasi olarak önemli olduğunu söyledi. Bulgaristan’ın ve Romanya’nın üyelikleri sürecinde de AB’nin küresel politikanın baskısı altında hareket ettiğini, bu ülkelerin yüzlerini doğuya dönmelerinden korktuğu için bütünleşmeyi kabul ettiğini ve fakat bu korku temelli ve hızlı yaklaşımın Avrupa için hata olduğunu ekledi. MAYIS 2015 97 haber Yüz Yıl Sonra 1915’i Konuşmak Basın Bildirisi la ilgili hiçbir Avrupa ülkesi bir yüzleşme içine girerek yaşananlara yönelik olarak özür dileme hassasiyetini göstermemiştir. Ayrıca Türkler sadece Çanakkale’de 250 bin insanını kaybederken, Ermeniler de savaş şartlarının ürettiği güvenlik sorunları nedeniyle 1915’te zorunlu göçe tabi tutulmuşlar ve bu süreçte pek çok kişi hayatını kaybetmiştir. Türkiye’nin Ermeniler konusunda gösterdiği hassasiyet Batılı ülkelerden çok daha ileri düzeyde olmuştur. Daha Osmanlı döneminde tehcir dolayısıyla mahkemeler kurulmuş ve tespit edilen sorumlular idam edilerek cezalandırılmıştır. Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı sıfatıyla Recep Tayyip Erdoğan’ın 24 Nisan 2014 tarihinde yayınladığı “taziye mesajında” vurguladığı gibi “Birinci Dünya savaşı esnasında yaşanan hadiseler, hepimizin ortak acısıdır. Bu acılı tarihe adil hafıza perspektifinden bakılması, insani ve ilmi bir sorumluluktur.” Tarihin tek yanlı okunması acı çeken halkların acılarını azaltmayacağı gibi taraflar arasında ihtiyaç duyulan güven, barış ve diyalog ortamının geliştirilmesine de hizmet etmeyecektir. Birinci Dünya Savaşı sırasında Anadolu’da yaşanan elim hadiselerin 100. Yılı münasebetiyle, son günlerde Avrupa Parlamentosu (AP) ve Papa Fransuva başta olmak üzere bazı uluslararası aktörlerce yapılan açıklamalarla ilgili olarak, 20 Nisan 2015 Pazartesi günü SDE öncülüğünde bir grup akademisyence hazırlanan deklarasyon metni yayınlanmıştır. SDE öncülüğünde bir grup akademisyence hazırlanan deklarasyon metni: Uluslararası Aktörler “Ortak Acıları” Türkiye’ye Karșı Siyasi Silaha Dönüștürmek Yerine Daha Yapıcı Bir Rol Oynayabilirler Kökeninde Avrupalı Emperyalist güçlerin kendi aralarındaki siyasi ve ekonomik çıkar çatışmalarının bulunduğu I. Dünya Savaşı, Osmanlı coğrafyasındaki halkları da derinden etkilemiştir. Bu çerçevede 1915’e giden süreçte, Osmanlı Devleti’nde barış ve huzur içinde birlikte yaşayan Türkler ve Ermeniler emperyalist politikalardan ve savaştan her anlamda en fazla zarar 98 MAYIS 2015 gören iki halk olmuştur. Türkler ve Ermenilerin ortak acılarını anlayabilmek için yalnızca Anadolu’da yaşananlara değil, daha geniş bir çerçevede 1900’lü yılların başından itibaren Balkanlar ve Kafkasya’da yaşananlara da bakmak gerekir. 1918’e gelindiğinde en az iki milyon insanın yerlerinden kopartılarak Anadolu’ya göç ettikleri görülmektedir. Bugüne kadar geride kalanlar- Bu bağlamda bizler de o dönemde hayatını kaybeden herkesin acılarını paylaştığımızı belirterek, insani duyarlılığımızı bir kez daha göstermek isteriz. Türkler ve Ermenler Arasındaki Normalleşmeyi Gerekli Görüyor ve Diyalogu Destekliyoruz Türkiye’nin önde gelen bir Sivil Toplum Kuruluşu olan SDE, Türkler ve Ermeniler arasında tarihten kalan sorunların hak ve adalet ilkeleri temelinde çözülmesi için ister devlet ister STK’lar arasında yapılsın her türlü diyalogun ve işbirliği girişiminin desteklenmesi gerektiğine samimiyetle inanmaktadır. Ancak Başbakan Ahmet Davutoğlu tarafından da defalarca vurgulandığı gibi iki halk arasındaki sürdürülebilir barışçıl ilişkiler ancak ortak bir “adil hafıza” yaratılmasıyla mümkün olabilir. Bu çerçevede, ilişkilerin normalleştirilmesinin bir yolu olarak 2009 yılında Türkiye ve Ermenistan devletleri arasında ve BMGK üyeleri ile AB Dış İlişkiler Yüksek Temsilcisinin müzaheretinde Zürih’te imzalanan proto- kollerle çizilen yol haritasının bir an önce uygulamaya geçirilmesini temenni ediyoruz. Yine protokollerde öngörülen, tarihi olayların araştırılması için ortak bir tarih komisyonunun kurulması ve iki ülke arasında kapsamlı diplomatik, ekonomik ve siyasi ilişkilerin geliştirilmesini de destekliyoruz. Zira şuna inanıyoruz ki, tarihin ve coğrafyanın kader arkadaşı yaptığı Ermeni ve Türk halkları eninde sonunda tarihin ağır yükünün yarattığı kırgınlıkları ve siyasi ön yargıları aşarak yeniden insani, siyasi ve ekonomik ilişkilerini mutlaka geliştireceklerdir. İki Halk Arasındaki İlişkilerin Tamirinde Avrupa’ya da Sorumluluk Düşüyor Bir asır sonra Türkler ve Ermeniler arasındaki ilişkilerin yeniden normalleşmesi için herkesin ve bu arada özellikle Birinci Dünya Savaşı’nın, dolayısıyla savaşta yaşanan tüm acıların da müsebbibi olan Avrupalı dostlarımızın daha yapıcı roller oynaması istenir ve beklenir. Hatta yüzyıl önce kendilerinin sebep olduğu insani yaraların sarılması için yapıcı siyasi katkı sağlamak, Batılı aktörlerin insani, siyasi ve ahlaki yükümlülüğüdür de. Yaşananlarla birinci derecede yüzleşmesi gerekenler öncelikle Avrupa ülkeleridir. Avrupa’nın Tek Taraflı Bakışı Yanlıştır Buna rağmen, son günlerde Ermenilerce ilan edilen sözde soykırımı anma tarihi olan 24 Nisan 2015 tarihi yaklaştıkça Katolik dünyasının dini lideri Papa Fransuva’nın yapmış olduğu açıklamalar ve Avrupa Parlamentosu’nun (AP) aldığı tavsiye kararları, ne yazık ki bu sorumluluktan uzaktır ve tarihi olayların tek yönlü olarak okunması üzerine inşa edilmiş çarpık bir bakış açsısını yansıtmaktadır. Yalnızca Ermenilerin ürettiği tarihi anlatıyı yansıtan açıklamaları “mutlak gerçeklikmiş” gibi okumak ve Türkiye’nin yıllardır ısrarla vurguladığı, sorunun çözümü için ortak komisyon tekliflerini ve diaspora da dahil olmak üzere tüm Ermenilerle iyi niyetle diyalog kurma çabalarını görmezden gelmek haksızlık ve insafsızlıktır. Bu yaklaşımın uluslararası ilişkilerin temelini oluşturan iyi niyet ve nesafet ilkeleriyle bağdaşmadığı da açıktır. MAYIS 2015 99 haber Yüz Yıl Sonra 1915’i Konuşmak Basın Bildirisi Papa ve AP’nin Tutumu Uzlaştırıcı Değil, Kutuplaştırıcı Katolik dünyanın dini otoritesi olarak kabul edilen Papa’nın 12 Nisan’da, hiçbir dini ve bilimsel temele dayanmayan ve tamamen siyasi nitelikli olan 1915 olayları ile ilgili açıklamaları, tarihsel gerçeklerle kesinlikle bağdaşmamaktadır. Papa’nın bu siyasi yaklaşımı, yakın dönemde Türkiye’ye yaptığı ziyarette vurguladığı Hristiyan dünyası ile Müslüman dünyası arasında barış ve diyalog köprüleri kurmayı amaçlayan “uzlaştırıcı Papa” misyonuyla da uyuşmamaktadır. Papa Fransuva’nın konuşmasından hemen sonra, Avrupa Parlamentosu’nun Türkiye’yi “soykırımı” tanımaya ve hatta “24 Nisan’ın dünya soykırım günü olarak kabul edilmesine” yönelik bir karar almasını da bir tesadüf olarak görmüyoruz. Batı medyasının önemli bir kısmının da benzer bir dil kullanması, son olayların birbirleriyle bağlantılı bir girişim olduğu izlenimini güçlendirmektedir. Türkiye’ye yönelik bu açıklamaları yapanların ve bu kararları alanların, geçmişte yaşanan travmalarla yüzleşmeyi teşvik etmek ve inandırıcı olmak için, öncelikle kendilerinin neden olduğu insanlık trajedileriyle yüzleşmeleri gerekir. Bu çerçevede Katolik Kilisesinin Engizisyon Mahkemeleri’nden başlaması ve Avrupa’nın 1492’de Endülüs’ün Hıristiyanlarca geri alınması sonrasında Müslümanlar ve Yahudilere karşı yapılan muameleyi ve Batının emperyalizm döneminde dünyanın dört bir tarafında işlediği siyasi ve askeri günahları insanlık vicdanında unutulmuş değildir. Ayrıca 1994’te Ruanda’da, 1995’te Bosna’da işlenen “soykırım” suçları Batının ihdas ettiği uluslararası mahkemelerce de kabul edilmişken AP ve Papa’nın henüz tam olarak aydınlanmamış 1915 olaylarından dolayı 24 Nisan tarihini “soykırım günü” kabul etmelerini iyi niyetle telif etmek hiç mümkün değildir. Amaç Yükselen Türkiye’nin İmajını Bozmak Uluslararası aktörlerce yapılan bu son hamlelerin insani bir duyarlılık adına yapıldığına inanmak çok zordur. Türkiye’nin yüzyıl sonra yeniden ekonomik olarak güç- 100 MAYIS 2015 lendiği, iç sorunlarını demokratik yöntemlerle çözme cesareti gösterdiği; sahip olduğu insani-ahlaki değerleriyle uluslararası politikaya yön vermeye çalıştığı ve Orta Doğu gibi karmaşık bir bölgede istikrar ve denge unsuru olarak görülmeye başlandığı bir dönemde bu tür girişimlerin başlatılması; Türk halkı tarafından doğru biçimde değerlendirilecektir. Biz tüm bu girişimleri, tarihi acıların suiistimal edilerek Türkiye’ye karşı siyasi bir baskı aracına dönüştürülmesi olarak okuyoruz ve yanlış buluyoruz. Uluslararası Suriye Sempozyumu Oysa Türkiye, Orta Doğu’da gerçek demokrasiye sahip tek ülkedir. Demokrasisini her geçen gün Avrupa standartlarını merkeze alarak geliştirmekte ve çoğulcu bir demokratikleşme yönünde önemli adımlar atmaktadır. Türkiye izlediği politikalarla bugün savaşın ve insanlık trajedilerinin yaşandığı Orta Doğu’da tüm halkları kucaklayacak bir demokratik dönüşümü gerçekleştirebilecek yegâne bölge ülkesidir. Ülkesindeki azınlıkların hakları konusunda önemli yasal düzenlemelere imza atan Türkiye’nin, bu aşamada desteklenmesi ve cesaretlendirilmesi yerine baskı altına alınmaya çalışılması en azından sonuç getirmeyecek yanlış bir stratejidir. Bu bağlamda, Papa’nın ve AP’nin son yaklaşımları Türkiye öncülüğündeki Müslüman dünyaya karşı yeni bir Haçlı Seferi’nin işaret fişeği gibi algılanacak ve olumlu hiçbir katkı sağlamayacaktır. Tarihte yaşanmış olumsuzlukları kaşıyarak, bölgesinde ve İslam dünyasında öne çıkan ve lider ülke konumuna gelen Türkiye’yi küçük düşürme amacı taşıyan bu tutumu SDE ve imzacı akademisyenler olarak şiddetle reddediyoruz. Türk ve Ermeni halklarının barışçıl geleceği, dışarıdan kurgulanan yanlış stratejilerle veya bu halkların ortak tarihinin tek yanlı siyasi yorumu üzerine inşa edilemez. Ortak gelecek, Türk ve Ermeni halklarının kararıyla şekillenecektir. Bu nedenle üçüncü tarafların ikili ilişkileri bu tür kararlarla yanlış yönlere çekmek yerine, gerçekten yapıcı bir rol oynamaları en doğru yaklaşım olacaktır. Kamuoyuna önemle arz ederiz. Stratejik Düşünce Enstitüsü ve Yıldırım Beyazıt Üniversitesi tarafından ortaklaşa düzenlenen “Uluslararası Suriye Sempozyumu: Tarih, Siyaset ve Dış Politika” başlıklı toplantı 24-26 Nisan 2015 tarihinde Ankara’da gerçekleştirildi. Sempozyuma yurtiçi ve yurtdışından toplam 34 akademisyen ve araştırmacı katıldı. Alanının önde gelen uzmanlarının katıldığı sempozyumda, Suriye’nin tarihi, sosyolojisi, siyasi yapısı ve ekonomik dinamikleri mercek altına alındı. Özellikle Arap Baharı sürecinde Suriye Krizine taraf olan aktörler ve pozisyonları ele alınarak, Suriye’nin geleceğine projeksiyon tutulmaya gayret edildi. Sempozyum, 24 Nisan 2015 Cuma günü protokol konuşmaları ile başladı. Protokol konuşmalarını; Prof. Dr. Mustafa Eravcı (Sempozyum Düzenleme Kurulu Başkanı), Prof. Dr. Birol Akgün (SDE Başkanı ve Sempozyum Düzenleme Kurulu Eş Başkanı) ve Prof. Dr. Metin Doğan (Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Rektörü) gerçekleştirdiler. Protokol konuşmalarının ardından Prof. Dr. Fred. H. Lawson, “Suriye Krizi ve Orta Doğu’da Bölgesel Düzenin Geleceği” başlıklı açılış konuşmasını gerçekleştirdi. Sempozyum, protokol ve açılış konuşmalarının ardından oturumlarla devam etti. 3 gün boyunca süren oturumlarda Suriye’nin dünü, bugünü ve geleceği; tarih, siyaset ve dış politika perspektiflerinden alanlarında uzman araştırmacı, bürokrat ve akademisyenler tarafından ele alındı. Sempozyum 3. gününde değerlendirme toplantısı ile son buldu. MAYIS 2015 101 Uluslararası Suriye Sempozyumu Uluslararası Suriye Sempozyumu Sonuç Bildirisi 2010 yılı sonunda Tunus’ta başlayan Arap Baharı süreci, Osmanlı Devleti’nin tarihsel mirası olan topraklar üzerinde hızla yayılarak sistemik bir değişim dalgası başlattı. Mısır ve Libya’da eski kuşak yönetici elitlerin yönetimindeki askeri diktatörlüklere karşı gelişen halk ayaklanmalarının başarılı olması bölgede demokrasi umutlarını yeşertmişti. Fakat gerek küresel aktörlerin, gerek devrik rejimlerin devlet içindeki kalıntılarının eski yapıyı muhafaza etmeye yönelik çabaları Arap Baharı sürecinin başta umut edilen neticeleri vermesinin önüne geçmiştir. Arap Baharının domino etkisinin daha geniş bir coğrafyada hissedilmesi beklenirken, belki de 21. yüzyılın en kanlı tecrübesi olan Suriye Krizi sürecin Orta Doğu’da duraksamasına ve tersine dönmesine yol açmıştır. Bu durum, Suriye’de yaşanan sürecin tarihsel süreklilik içerisinde yeniden ele alınmasını zorunlu kılmaktaydı. Uluslararası Suriye Sempozyumu bu zorunluluğun bir sonucu olarak tertip edildi ve Suriye meselesinin bütün yönleriyle ele alındığı, Türkiye içinde tertip edilmiş ilk Uluslararası Suriye Sempozyumu olma özelliğini kazandı. Suriye’de beşinci yılına giren kriz, bölgesel ve uluslararası güç mücadelesinin yeni arenası olarak, Soğuk Savaş’ın adeta yeniden başlamasına yol açmıştır. Bunun yanı sıra, süre giden kriz, Orta Doğu’da tarihsel temelleri olan mezhepsel fay hat- larını yeniden harekete geçirerek bölgesel denklemleri derinden etkilemiştir. Suriye Krizinin bölgesel ve küresel düzeydeki etkileri yeni güç hesaplaşmalarının yaşanmasına neden olmuştur. Suriye ve Türkiye halkları arasında bulunan kadim tarihsel ve kültürel bağlar yaşanan krizin ülkemizde derinden hissedilmesine yol açmıştır. Siyasi ve insani boyutlarıyla derin sorunlar üreten Suriye Krizi üzerine bugüne kadar müstakil bir sempozyum yapılmamış olması kanaatimizce önemli bir eksiklikti. Bu sempozyumda, tarihsel süreklilik içerisinde, Suriye’de yaşanan mevcut sürecin ve Suriye’nin geleceğinin interdisipliner bir perspektifle ele alınması hedeflenmekteydi ve yapılan sunumlar neticesinde Suriye krizine ışık tutan önemli sonuçlar elde edildi. 3 gün boyunca devam eden toplantıda yerli ve yabancı akademisyenler, Suriye Krizinin 21. yüzyılda insanlığın tecrübe ettiği en büyük trajedilerden biri olduğu noktasında ortak kanaatlerini belirtti. 200 binden fazla insanın öldüğü, 10 milyona yakın insanın Suriye içinde ve dışında mülteci konumuna düştüğü ve bu durumun giderek tutarlığını kaybeden uluslararası toplumun meşruiyetine zarar verdiğinin altı çizildi. Sempozyumda yer alan katılımcılar, Suriye Krizinin çok boyutlu ve çok karmaşık bir hal aldığını ifade ederek, bu durumun ortaya çıkmasında uluslararası toplumun ihmalinin bulunduğu açık bir biçimde dile getirildi. BM ve NATO gibi uluslararası örgütlerin krize müdahale etme noktasında yetersiz kalmasının Batı dünyası için ciddi bir tutarlılık ve güvenilirlik sorunu doğurduğu beyan edildi. Özellikle Baas rejimi tarafından kimyasal silah kullanılmasının ardından yaşanan sürecin bu güvenilirlik krizini derinleştirdiği konusunda katılımcıların hemfikir olduğu gözlemlendi. bütün Avrupa’nın yalnızca 200 bin insana kapısını açması ve ölümden kaçarken Akdeniz’in derin sularına gömülen mültecilerin trajedisinin oluşturduğu bariz tenakuz şiddetle vurgulandı. Suriye Krizinin Çözümüne Dair Kanaatler, Öngörüler Uluslararası kuruluşların, özellikle Birleşmiş Milletlerin krizin çözümünde daha fazla inisiyatif alması gerektiği vurgulandı. Suriyeli mültecilerin sadece Suriye’ye komşu ülkelerin değil, bütün uluslararası kamuoyunun sorumluluk hissetmesi gereken insani bir yükümlülük olduğu ve özellikle Batı ülkelerinin mültecilere uyguladığı kapalı kapı uygulamasını yeniden gözden geçirmesinin zarureti ortak bir kanaat olarak ifade edildi. Suriye’nin geleceğinde Baas rejiminin yeri olmadığı ve artık eski düzenin sürdürülemez olduğu belirtildi. Suriye’de bütün tarafların ve bütün aktörlerin söz sahibi olacağı demokratik bir yapının tesisinden başka bir çözüm yolu olmadığı ortak bir muvafakat zemini olarak belirdi. Suriye’nin toprak bütünlüğünün korunması gerektiğinin ve yeni sınır projelerinin bölgeyi karmaşadan çıkaramayacağının altı çizildi. Ulusal güç merkezlerinin ve bölgesel aktörlerin vekâlet savaşına dönüşen Suriye’nin kendi yolunu ancak kendi dinamikleriyle bulabileceği dışarıdan yapılan bütün müdahalelerin krizini daha da derinleştirdiği ve içinden çıkılmaz hale getirdiği vurgulandı. Suriye’de en öncelikli yapılması gereken şeyin sivillerin hayatlarının korunmasını ve giderek kötüye giden insani şartların düzeltilmesini mümkün hale getirecek uluslararası kamuoyu tarafından desteklenmiş bir yapının oluşturulmasının gerekliliğinin altı çizildi. Suriye Krizinin en önemli mağduru olan mülteciler ve Türkiye’nin mültecilere karşı izlediği politika ayrı bir oturumda detaylı bir biçimde irdelendi. Türkiye’nin kriz boyunca izlediği insani politikanın ve 2 milyona yakın insanı misafir etmesinin tarihte eşi benzeri olmayan bir ev sahipliği olduğu vurgulandı. Avrupa’nın dillere pelesenk hümanist söylemleriyle, 102 MAYIS 2015 MAYIS 2015 103 Sempozyumla ilgili yapılan röportajlar... Prof. Dr. BİROL AKGÜN SDE Başkanı Değerl hocam! Yaşadığımız dünyada her yerde kan ve gözyaşı var. Özellkle hemen yanı başımızda yaşanan dram son yılların en büyük dramlarından br… Dünya bu drama sessz kalırken sz böyle br semner düzenlemeye teşvk eden sebepler nedr? BMGK de, Çin gibi Rusya gibi aktörler hiçbir zaman arka arkaya iki kez veto gücünü kullanmadı. Suriye’de 20. yüzyılda kullanılmayan kimyasal silahlar kullanılmasına rağmen Çin ve Rusya iki kere değil üç kere veto hakkını kullandı. Bunu sorgulamak akademisyen olarak da 21. yüzyıla şahitlik eden insanlar olarak da bizim hakkımız. Bu konuda eğer yapılabilecek bir şey varsa yeniden uluslararası sistemin dizaynı konusunda katkılarımızı da yapmak zorundayız. Tarih bundan yüz yıl sonra bin yıl sonra bugünleri yazarken, bugünleri yargılarken ne yapıldığını da kaydedecektir. 5 yıldır süren savaşta yaklaşık 4 milyon insan Suriye’nin dışına kaçmak zorunda kaldı. Bizim ülkemizde 2 milyondan fazla mülteci var. Dünyanın hiçbir ülkesinde bizdeki kadar mülteci yok. Bütün Avrupa Birliği’nin barındırdığı mülteci sayısı 60 bini geçmiyor. 21. yüzyılın ortasında Akdeniz’de 700 kişi bir geminin batması sonucu ölüyor. Bu insanlar keyfinden gitmiyor, göç etmek zorunda oldukları için gidiyorlar. Biz insaniyet göstererek kardeşlerimize karşı tarihi sorumluluğumuzun gereğini yaptık ve Türkiye 104 MAYIS 2015 Uluslararası Suriye Sempozyumu olarak kapılarımızı sonuna kadar açtık. Bütün dünyanın kabul ettiği mülteci sayısı maalesef Türkiye’nin misafir ettiği kadar değil. Batılıların özellikle de Avrupalıların aynı duyarlılığı göstermediğini görüyoruz. Bu bir insanlık ve vicdan sorunudur ama aynı zamanda uluslararası sistemin de en temel çıkmazlarından, açmazlarından birisidir. Bu toplantıyı yaparken biz bunları da konuşmak istedik. 1945’te kurulan BM, 5 üyeye veto hakkını veriyor ama bu 5 daimi üyeye verilen veto hakkı aynı zamanda onlara ahlaki, siyasi ve hukuki olarak da dünyanın bir yerinde herkesi ilgilendiren güvenlik sorunu varsa bu soruna müdahale etme sorumluluğu veriyor. Eğer 5 yıldır Suriye’de 300 bin insan hayatını kaybetmiş, 4 milyon insan yurt dışına kaçmış, yarısı Suriye içerisinde yer değiştirmiş ve her gün asgari 50-60 kişi ölüyor ise, BM sistemi de gözünü kapatıp hiçbir şey olmuyormuş gibi orada hareket ediyor ise bu durumda BM uluslararası alanda büyük ve derin bir meşruiyet krizi ile karşı karşıyadır. 1939’da Polonya işgal edilirken, Mançurya işgal edilirken, Habeşistan işgal edilirken üç maymunu oynayan Milletler Cemiyetinin çöktüğü gibi bugün de BM çöküyor. Bunu görmezden gelemeyiz. Biz akademisyenlere düşen de bunları dile getirmek, yazmak, anlamak, anlatmak… Hiçbir şey değiştiremesek bile tarihe bu anlamda kayıt düşmek ve vicdani sorumluluğumuzu yerine getirmek en önemli görevimizdir. Bütün dünya bunu görmezden gelse de bu ülkede, bu coğrafyada yaşayan ve bu coğrafyanın yükünü çekme konusunda her türlü fedakârlığı sonuna kadar yapan bir ülke, bir devlet, bir millet olarak ve bu ülkenin akademisyenleri, kurumları olarak biz sorumluluğumuzu yerine getirmeye çalışıyoruz. Bu sempozyumu yapmak için yola çıkarken düşündüğümüz en önemli konu budur ve umarım bu anlamda biz akademisyenler üç gün içerisinde tarihi ve siyasi yönleriyle ve geleceğe yönelik olarak çözüm önerilerimizle dünyaya Ankara’dan bir çağrı yapabiliriz. Prof. Dr. MUSTAFA ERAVCI Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Öğretim Üyesi Öncelkle SDE le brlkte böyle br sempozyumu gerçekleştrdğnz çn teşekkür edyoruz, tebrk edyoruz. Çünkü gerçekten dünyanın duyarsız olduğu ya da lglendğnde de bzm stedğmz stkamette lglenmedğ br konuyla yüz yüzeyz. Böyle br sempozyumu düzenleme fkr nereden çıktı? Dünya’nın, dört yıl geçmesine rağmen, altı milyondan fazla Suriyeli vatandaş mülteci durumuna düşmesine rağmen, bir o kadarı da ülke içerisinde evlerinden, yurtlarından yoksun bırakılmasına rağmen ve yüzbinlerce insan Esed rejimi tarafından katledilmesine rağmen, ne yazık ki bu konuya ilgi göstermediğini görmekteyiz. Ancak her gün televizyonlarda, basın organlarında bu tür trajik olaylarla karşılaştığım zaman kendimi hem dinen hem vicdanen hem de bilimsel olarak sorumlu addettim. Bu bağlamda özellikle SDE’nin Başkanı Prof. Dr. Birol Akgün kardeşimizle beraber bir ortak proje geliştirip, dünyanın sessiz kaldığı bu hadiseyi tekrar dünya gündemine taşıyarak, bu trajediyi, Orta Doğu’nun bitmeyen kan yarasını durdurmak adına böyle bir projeyi geçekleştirdik. Kuşkusuz daha önce Orta Doğu ile ilgili birçok proje gerçekleştirilmişti, sempozyum düzenlenmişti. Ancak bu sempozyumun diğer sempozyumlardan belirgin bir farklılığı vardır. Her şeyden önce Suriye üzerine özellikle sahanın uzmanlarını bir araya getirerek profesyonel bir şekilde düzenlenen uluslararası alanda ilk sempozyumlardan birisini gerçekleştirdik. Biz, esas bu bağlamda uluslararası sahanın bilim aktörleri üzerinden bu meseleyi uluslararası alana taşıyıp, örgütler ve devletler bazında konuyu gündeme taşıyarak, konuyu canlı hale dönüştürmek ve burada bir fikir üretmeyi, bir çözüm aracı olmayı amaçlamaktayız. Temel amacımız bu nokta üzerine kilitlenmiş durumdadır. Bu çerçevede de sempozyum kitapçığından da anlaşıldığı gibi, özellikle yurtdışından Londra ve Amerika merkezli üniversitelerden sahanın uzmanlarını çağırarak bu alana çözüm üretmek adına bu meseleyi taşımayı düşündük. Bu mesele bizim meselemizdir. Suriye ve Suriyelilerle ortak bir tarihimiz var… 1000 yılın üzerinde Suriye halkları ile Türkiye halkları ortak bir tarih yaşadılar. Osmanlı Dönemi’nde, 500 yıllık süreç içerisinde Bilad-i Şam (Suriye) diye nitelendirdiğimiz vilayette hiçbir huzursuzluğun olmaması, bu bölgenin herkesin mutlu olduğu bir coğrafya olması gerçekten dikkate şayandır. Bugün Suriye’deki krizi daha çok etnik, mezhebi ve dini parçalanmaya dayalı olarak izah etmelerine rağmen özellikle Osmanlı tecrübesinden faydalanılmaması çok hazindir. Bu sempozyumda, tarih disiplini ile uluslararası disiplini bir araya getirerek, bu konudaki tarihsel tecrübemizin bugünü anlamamıza ve yarını inşa etmemize yardımcı olmasını bir hazine olarak gördük ve bu anlamda da özel oturumlar planladık. Braz önce bahsettğnz gb gerçekten bölge, son asra kadar dünyada barış ortamı dye tarf edlen br bölgeyd. Pek, son asırda yaşanan ve sürekl olumsuza gden sürec nelerle zah etmek mümkün? Bu, çok açık ve net. Skyes-Picot anlaşmasından sonra yani I. Dünya Savaşı’ndan sonra emperyal güçler buralarda suni yapılar oluşturdular, suni yapılar ve diktatörlükler inşa ettiler. Bu yönetim tarzlarıyla, bu yönetim yapılanmalarıyla ne yazık ki bölgenin kodları, dokuları uyuşmamaktadır. Bizim tarihe referans vermemizin sebebi de budur. Kuşkusuz tarihi tecrübeden faydalanarak kodlara uygun bir gelecek inşa edilmesi gerekmektedir. Bunun özellikle altını çiziyoruz. Kuşkusuz uluslararası örgütlerin ve devletlerin de insani, demokratik, kültürel, modern bazı parametrelerle, paradigmalarla beraber bu tarihsel perspektifi de göz önüne alarak, bölge halkının belirleyeceği bir yönetim yapılanmasına acilen geçilmesi gerekir. Bir noktaya daha değinmek gerekirse; burada normalleşmeyi sağladıktan sonra uluslararası ve bölgesel güçlerin buradaki emelleri, amaçları noktasında ellerini buradan çekmeleri gerekmektedir. MAYIS 2015 105 Sempozyumla ilgili yapılan röportajlar... Prof. Dr. METİN DOĞAN Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Rektörü Surye Sempozyumu’nu düzenleyen kurumlardan br olan Yıldırım Beyazıt Ünverstes’nn rektörü olarak bu kongrey neden organze ettnz ve bu kongrenn önem nedr? Bu sempozyum öncelikle Suriye için, ikinci derecede de Türkiye için çok önemlidir. Çünkü günlük hayatımız içerisinde her adım başında, her kırımızı ışıkta, Türkiye’nin her tarafında Suriyeli mültecilerle, Suriyeli kardeşlerimizle karşılaşıyoruz. Türk halkı bütün Suriyeli kardeşlerimizi bağrına bastı. Fakat dünya, Suriye’de yaşanan drama sessiz... Sadece, Müslüman olmayan Yezidi topluluğunun başına bir şey geldiğinde veya Sosyalist-Kürt birimlerinin başına bir şey geldiğinde dünya ayaklandı. Ama 300 bin insanın şehit olduğu bu drama, dünya halen sessiz. İşte bu sessizliği kırabilmek için, dünyanın ilgisini buraya çekebilmek için, yanı başımızda yaşanan dramı durdurabilmek adına biz akademisyenler yaşananları dünyaya duyurmakla mükellefiz. SDE Başkanı Birol Bey ifade ettiler; Dünya her konuda ikircikli davranmaya devam ediyor. Hristiyanların veya Katoliklerin başına bir şey geldiğinde Papa bile sahip çıkabilirken, 300 bin Müslümanın öldüğü bu drama kimse ses çıkarmıyor. Hatta bin yıllar boyunca Gregoryan olduğu için dışlanmış olan Ermeni topluluğuna bile Papa’nın sahip çıkması, aslında bize Hristiyan ülkelerde ya da gelişmiş ülkelerde yeni bir haçlı zihniyetinin doğduğunu düşündürmektedir. Biz, bu ikircikli tavrı yenmek istiyoruz. Aslında bu durum son yılarda, Batı Dünyası’nda ve buralarda yaşayan Müslümanlara dönük olarak sürekl karşımıza çıkıyor. 106 MAYIS 2015 Uluslararası Suriye Sempozyumu Yan aynı anlayışı hem kend topraklarında, hem de İslam topraklarında yürütüyorlar, öyle değl m? Fransa’da yakın zamanda yaşanan olayları biliyoruz. 10 civarında Hristiyan’ın katledildiği ve bütün Müslümanlar tarafından nefretle kınanan hadisede bütün dünya ayağa kalktı. Ama yanı başımızda her gün yüzlerce, binlerce insan bombalarla öldürülüyor ve kimsenin bundan haberi yok ve bu normal bir olaymış gibi algılanmaya başladı. Burada şu konuya özellikle dikkat çekmek istiyorum: Biliyorsunuz Gregoryan Hristiyanlar bin yıllarca gerçek Hristiyan olarak bile kabul edilmemiş. Belki Müslüman inanışına en yakın Hristiyanlık mezhebi, en eski mezheplerden birisi. Katolik Papa, Gregoryanlara sahip çıkıyor. Bu, çok önemli bir şey, bana göre yeni bir haçlı zihniyetinin doğuşunun göstergesidir. Bu coğrafya, son yıllarda, son asırda çok karışık br coğrafya olmasına rağmen özellkle Osmanlı dönemnde barışın hâkm olduğu; lmn, rfanın, medenyetn, kültürün beşğ olan topraklardı. Ne değşt de br asır çersnde bu bölge, dünyanın en probleml bölges halne geld? Osmanlı, hüküm sürdüğü 600 yıl boyunca hiçbir zaman insanların; milliyetine, diline, dinine, ırkına yönelik olarak bir baskı oluşturmadı. Her zaman bütün milletler Osmanlı yönetimi altında; hem dinlerini hem dillerini hem de kültürel özelliklerini özgürce ve rahat bir şekilde sürdürebildiler. 20. yüzyılda ateşlenen milliyetçilik çalışmaları, milliyetçilik doktrini yüzünden, -aslında bir doktrinden ziyade imparatorlukların ve son imparatorluk olan Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanarak, bu parçalanan toprakların nasıl paylaşılacağı ile ilgili geliştirilmiş olan bir doktrindir- Anadolu haricinde Balkanlar’da, Kafkaslar’da ve Orta Doğu’da 100 yıldır barış tesis edilemedi. Çünkü burada Skyes-Picot Anlaşması’yla oluşturulan sınırlar, aslında Osmanlı İmparatorluğu’nun nasıl parçalanacağı ve bu bölgedeki zengin kaynaklara nasıl ulaşılacağı ile ilgili oluşturulmuş bir siyasi yapıdır. Barış hedefiyle oluşturulmuş bir siyasi yapı değil, toprakların ve zengin kaynakların parçalanmasına yönelik oluşturulmuş bir yapıdır. Şii çoğunluğun yoğun olduğu yerlerde Sünni yönetim ve diktatörlükler; Sünni çoğunluğun olduğu ülkelerde ise Şii diktatörlükler ve her zaman kaşınmaya maruz kalabilecek topluluklar oluşturulmuş. FRED H. LAWSON California Üniversitesi Surye’de yaşananların gerçek sebeb nedr? Suriye’de yaşanan dramın iki temel sebebi var; bunlardan biri ekonomi, diğeri ise ekolojidir. Bölgenin sahip olduğu petrol başta olmak üzere tabii kaynaklar bölgeye olan ilgiyi arttırmış, paylaşım hesapları ve bu alandaki anlaşmazlıklar soruna sebep olmuştur. Bu sorun maalesef artarak devam etmektedir. İkinci sebep olan ekoloji ise başlı başına bölgedeki tüm halkların ve devletlerin sorunudur. Özellikle ekonomik sorunlardan ayrı düşünülmemesi gereken ekolojik sorunlar her geçen gün tesirini arttırmaktadır. Çevresel etkiler; Suriye’deki sorunun çözümüne değil, kökleşmesine sebep olmaktadır. Surye ve cvarı, Osmanlı dönemnde barış bölges dye blnrd. Son asırda ne oldu da bu bölge savaşın merkez halne dönüştü? Evet, Osmanlı zamanında bu bölgede barış hâkimdi. Bütün dinler ve mezhepler barış içinde hayatlarını sürdürmekteydiler. Ancak Osmanlı’nın son zamanlarında ve Osmanlı’dan sonra bölge din ve mezhep ayrılığının körüklenmesi ve milliyet farklılıklarının ön plana çıkması sebebiyle barış ortamından uzaklaşmaya başladı. Bu durumun pek çok sebebi var… Ancak en önemli sebep, bölgede yaşayan insanların barışın kıymetini bilmemeleridir. Surye’de yaşanan bu dramın ortadan kalkacağına ve sorunların çözüleceğne nanıyor musunuz? Öncelikle şunu ifade etmek isterim: Suriye’de yaşanan sorun son birkaç yılın sorunu değildir. Bu soru- nun önceki on yıllara uzanan temelleri vardır. Konuyu tam anlamıyla ortaya koymadan çözüme ulaşmak da mümkün olmayacaktır. Biliyorsunuz Suriye’de, yerel toplulukların yönetimi yerine orada bir merkezi idarenin bütün yapıların üzerine tek başına egemen olmaya çalışması vardı. Suriye ve Irak’ta yeni bir formül bulunabilirse, oradaki bir tür özerkliği, oradaki bir tür çeşitliliği bir şekilde benimseyen bir yapı ortaya çıkartılabilirse belki bu yaşadığımız sorunların önemli bir kısmı çözülebilir. Türkye’de 2 mlyon cvarında mültec var. Avrupa’dak toplam mültec sayısı dkkate alındığında Türkye’dek çok fazla, Türkye mülteclere kapısını açmışken hala Batı tarafı konunun çnde görülmüyor. Szce bunun sebeb nedr? Bence gerek Avrupa’da gerek ABD’de Türkiye’nin oynadığı rol yeterince tanınmıyor, bilinmiyor. Türkiye, mültecilerle ilgilenme konusunda ekonomik ve politik olarak diğer ülkelerin atmadığı kadar önemli adımlar attı. Kişisel olarak utanç verici bir durum; ben kişisel olarak ABD’nin büyük ölçüde rol oynamamış olmasından utanıyorum. Bu uzun vadeli sorunlara yardım etmenin kendi stratejik yararlarına olduğunu Avrupa ve ABD neden anlamıyor? Ben de bu konuyu anlamakta güçlük çekiyorum. Lübnan, Ürdün, Irak gibi yerlerde kesinlikle mülteciler Türkiye’de gördükleri ilgiyi, rahatlığı bulamıyorlar. Bu, daha sonra bir takım stratejik sorunlar, güvenlik sorunları ortaya çıkartacak. Türkiye’nin stratejilerini, Türkiye’nin bu konuya yönelik attığı adımlarını bir tür model olarak görmeli ve takdir etmeliyiz. Böyle br konu çn Türkye’de bulunmaktan dolayı mutlu musunuz? Ne hssedyorsunuz? Öncelikle Irak’taki, Suriye’deki o kaosa bu kadar yakın olmamıza rağmen bunun izinin bile olmaması, son derece güvenli ortamda bulunmamız, bir yandan da açık düşüncelerle bunları tartışabilmemiz gerçekten de çok önemli… İfadeye yönelik, düşünce alışverişine yönelik bir ilginin olması gerçekten önemli, gerçekten takdire değer. Türkiye’de bu kadar geniş bir yelpazeye mensup kişilerin ve üniversitelerin de böylesi bir tartışmaya girebilmeleri, bu seçeneği benimsemeleri benim için gerçekten çok önemli. Bu açıdan Türkiye’de olmaktan ve böyle bir sempozyuma katılmaktan dolayı son derece mutluyum. MAYIS 2015 107 haber Uluslararası İslamofobi Çalıştayı Stratejik Düşünce Enstitüsü tarafından düzenlenen ve 2 gün süren Uluslararası İslamofobi Çalıştayı 29 Nisan 2015 Çarşamba günü protokol konuşmaları ile başladı. Çalıştayın açılış Açılış konuşmalarını SDE Başkanı Prof. Dr. Birol Akgün, Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanı Doç. Dr. Kudret Bülbül ve eski Başbakan Yardımcısı ve Ankara Milletvekili Prof. Dr. Emrullah İşler gerçekleştirdiler. SDE Başkanı Prof. Dr. Birol Akgün konuşmasında, Müslüman dünyada yaşanan gelişmelerin uluslararası alandaki negatif algıyı besler duruma geldiğini ve bu gelişmelerin dışarıda yanlış anlaşılmaya mahal verir şekilde cereyan ettiğini ifade etti. Bu sorunun yalnızca Müslümanların sorunu olmayıp bir uluslararası barış sorunu olduğunu söyleyen Prof. Akgün, Batı dünyasındaki medya ve entelektüellerle birlikte uluslararası barışa, huzura ve güvene katkı sağlamak için çalışmalar yapılması gerektiğini belirtti. Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanı Doç. Dr. Kudret Bülbül, İslamofobinin bilinmemeden, tanınmamadan kaynaklanan bir korku olduğunu ve masum bir korku olmayıp belirli çevrelerce teşvik edildiğini belirtti. İslamofobinin bir diğer nedenin de Avrupa’da yaşanan 108 MAYIS 2015 ekonomik durgunluk olduğunu ifade eden Doç. Dr. Kudret Bülbül, İslamofobi konusunda uluslararası arenada ciddi bir duyarsızlığın söz konusu olduğunu belirtti. Avrupa’da artan İslam korkusuna karşı bir umursamazlıığın var olduğunu, bu korkulara yönelik önlemler alınmazsa çok daha vahim sonuçlar doğacağını ve bu sonuçun da Avrupa’nın içe kapanması demek olduğunu ifade etti. Prof. Dr. Emrullah İşler, İslam’ın terör ve şiddetle ilişkilendirilmeye çalışıldığını ve İslamofobinin İslam’a ve Müslümanlara duyulan temelsiz ve hoşgörüsüz bir bakış açısını ifade ettiğini söyledi. İslam korkusu ve nefreti iki milyona yakın insanı ilgilendiren küresel barışla doğrudan ilintilidir diyen Prof. İşler, ırkçılığın ve yabancı düşmanlığının bir çeşidi olan İslamofobinin, bir insan hakları olgusu olduğunu ifade etti. Prof. İşler, 11 Eylül hadisesi ile başlayan ve Paris’te Charlie Hebdo saldırısı ile devam eden süreçte İslamofobi daha da ilerlediğini, başta Avrupa’da yaşayan Müslümanlar olmak üzere dünyanın her yerinde yaşayan Müslümanların bu tehdit altında olduğunu belirtti. Uluslararası İslamofobi Çalıştayı, 1. gününde basına açık olarak gerçekleştirilen açılış oturumunun ardından iki gün boyunca kapalı oturumlar şeklinde devam etti. Çalıştay 30 Nisan Perşembe günü kapanış oturumu ile sona erdi. haber Dünyada ve Türkiye’de 1 Mayıslar: Çalışanların 1 Mayıs’a Bakışları Paneli Stratejik Düşünce Enstitüsü ve Öz Orman İş Sendikası tarafından hazırlanan “Dünyada ve Türkiye’de 1 Mayıslar: Çalışanların 1 Mayıs’a Bakışları” raporunun tanıtımı münasebetiyle Stratejik Düşünce Enstitüsü’nde 30.04.2015 tarihinde yapılan panelin açılış konuşmalarını SDE Başkanı Prof. Dr. Birol Akgün, TBMM AK Parti Çorum Milletvekili Salim Uslu, TBMM AK Parti Malatya Milletvekili Ömer Faruk Öz ve Öz Orman-İş Sendikası Genel Başkanı Settar Aslan gerçekleştirdiler. Tarkan Zengin, alan çalışmasıyla elde ettiği verileri ortaya koymakta ve dikkat çekici önemli tespitlerde bulunmaktadır. Çalışmada aslında 1 Mayıs’larda yaşanan şiddet görüntülerinin hem sebepleri hem de müsebbipleri tartışılmaktadır. Açılış konuşmalarının ardından; çalışma hayatı bakımından ve tüm çalışanlar açısından büyük öneme sahip olan 1 Mayıs Emek ve Dayanışma Günü’nün ülkemizde oluşturduğu çatışma ve tartışmaların nedenlerini ortaya koyan raporun tanıtımı gerçekleşti. Panel kapanışı; 1 Mayıs 1960 tarihinde Türkiye’de işçi bayramının kutlanmasının yasak olduğu bir tarihte dönemin başbakanı Adnan Menderes’in radyodan kendi sesinden yayınlanan kutlama mesajı dinletilerek son buldu. “Dünyada ve Türkiye’de 1 Mayıslar: Çalışanların 1 Mayıs’a Bakışları” başlıklı rapor iki bölümden oluşmaktadır. Çalışmanın ilk bölümünde teorik bir çerçeve çizen Rapor, 1 Mayıs’ın evrensel ölçekte tarihsel gelişimi ile ülkemizde 1 Mayıs’ın tarihsel sürecini içermektedir. Raporda ayrıca ülkemizdeki çalışanların 1 Mayıs’a bakışlarının içeren araştırma da yer almaktadır. “Bugün 1 Mayıs işçi bayramı, işçi kardaşlarımıza elemsiz, kedersiz birçok bayramlar idrak etmelerini ve onların da şu anda saadetlerini temenni ederken bu gayede kendilerine her zaman yardımcı olmanın en aziz emelim olduğunu ifade etmek isterim.” Adnan Menderes MAYIS 2015 109 V.. Ara ap-Tü ürk k Sosy yal Biilim mler Kongre esi 5tth Ara ab-Turk kish h Congress of Socia al Sciences g1(0/ú7$5ú+/(5 +$=ú5$1 +$=ú5$1 1 EYLÜL 2015 30 EYLÜL 2015 Son Özet Gönderme Tarihi Kabul Edilen g]HWOHULQúODQ× Son Makale Gönderme Tarihi Kabul Edilen 0DNDOHOHULQúODQ× .DG×,\ \D]8 8QLY YHUVLWHVL Lütfen özetleri (300-400 kelime) [email protected] e-mail adresine gönderiniz. g]HO7HPD$UDS7UNúOLüNLOHUL (Ekonomik, Sosyal, Kültürel, Politik) www.atcoss.org www.sde.org.tr GREIGEC