1 Sahibi Kıran, Yavuz Selim Hüner Şencan Bir krala Sahibi Kıran

advertisement
1
Sahibi Kıran, Yavuz Selim
Hüner Şencan
Bir krala Sahibi Kıran unvanının uygun görülmesi yakıştırma işi… Artık ne kadar uyuyorsa veya bu
iddianızla ne kadar inandırıcı olabiliyorsanız… Vezir, şair ve müneccimler kırk dereden su getirip
“vallahi çok yakıştı” diyerek bu unvanı hizmet ettikleri şah’lara bir madalya olarak takmaya çalışmışlar hep.
Birinci Selim, 1512’nin ilk aylarında sadece “Şêhi-Zâde” ve “Asâkir-i mensûre komutanı” iken Mart
ayından itibaren “hüküm tahtına” oturur ve “Sultan” olur. Sadece Sultan… “Sahibi Kıran” köşküne
çıkabilmesi için bir şeyler yapması gerekir, o da bunun farkındadır. İlk işi, babasının son zamanlarında ortaya çıkan adaletsizlik duygularını gidermek ve Doğu bölgelerinde Safavîlerin kışkırtmasıyla
ortaya çıkan olumsuz gelişmeleri önlemek.
Kutlu liderin “Yavuz” lakabıyla meşhur olması iki yüzyıllık bir gelişme. Eski Türkler kelimeyi “yabız”
şeklinde ifade eder, olumsuz manada bir kişiyi kötülemek için kullanırlarmış. Rivayete göre, bu
lakabı Birinci Selim’e yakıştıranlar muhalifleri. Anadolu’da gelişen Safavî Şii yayılmacılığına müsaade etmeyince insanlar hedef tahtasına oturtarak “Yavuz” demişler kendisine. Benim teorim farklı.
Evet tarihteki manası olumsuz ama, zaman içinde yeni anlamlar kazanmış bu terim. “Sert”, “ciddi”
ve “yüzü gülmez ” anlamları ön plana çıkmış. Bana, “amansız mücadele eden” manası daha uygun
geliyor. Sonuçta, ortaya çıkan yeni “anlam yumağını” benimsemiş ve kabul etmişiz.
Kimileri Ön-Türkler zamanındaki “hilekâr”, “numaracı”, “aldatan”, “kötü” manalarına gelen “yab”
ve “yov” kelime köklerinden hareket ederek bazı “imâlarda” bulunmaya çalışıyor. Oysa sözcükler
her iklimde, her kültür coğrafyasında “farklı anlam elbiseleri” giyer. Örneğin, bir araştırmacıya
göre, “yabız” on altıncı asırda mülâyim, iyiliksever, cömert ve yiğit anlamlarına gelmektedir. Bu tür
bulgulara mı bakacağız, yoksa bin yıl geriye gidip hayatın gerçekliğinden kopmuş antik anlamları
mı temel alacağız. İnsanlar “Yavuz” kelimesi karşısında kendileri için “konum” belirliyorlar. Ya yanında, ya karşısında veya mavi boncuk satıcıları olarak... Bizim için “Yavuz” kelimesinin anlamı
bellidir. Yiğittir, Deli Dumrul’dur… Gözü pek ve gözünü budaktan esirgemeyendir. Deli fişektir.
İdris Bitlisî onun yönetimini, “adâlet ve cömertlik hanlığı” olarak adlandırıyor. Farklı yazarlar ise
kendisi için “mutasavvıf ve arif bir hükümdar” tanımlaması yapmışlar.
Yavuz, “Mekke ve Medine şehirlerinin hizmetçisi” unvanını kendine layık görerek hutbeler okutan
bir lider… “Adlî” unvanını seviyor ve Selim-i Adlî olarak anılmak istiyor. Babası “Bâyezîd-i Adlî”,
kendisi “adlî”, çocuğu “Süleyman Adlî”… “Adalet” onun birinci önceliği… Allah’a tâbi olup şeriatına
uyan, tebaası arasında müsavatı gözeten, dünyanın geçici güzelliklerinden çok ahiretin ebedî hazinelerini önemseyen, kibirlenmeyen, tevâzû ile ibadetlerini yerine getiren… Böyle bir kişi.
Sonra, insafsızca kendisine “zâlim” yaftasının yakıştırıldığını görüyoruz. Batılıların ağzına bakılıyor,
kendisine “le féroce” diye hitap ediliyor. Oysa o, “muzaffer bir savaşçı”. Onun için hicap edilmeden
“azâmet müptelası “, “vahşi” ve “yırtıcı” sözcükleri nasıl kullanılabilir?
Mısır’da Memlüklüler devletine son vermiş ve tarihten silmiş, fakat kendisine ne “emir-ül müminîn” demiş, ne de “Halife”… Sadece Osmanlı devletini “ebed-i müddet” kılmak istemiş ve cihadı
önemsemiş, unvanları değil. Evet, Roma’yı, İran’ı, Arabistan’ı ve Hint’i alarak ölünceye kadar Yüce
Zât adına at koşturmaya ahdetmiş. Bunu biliyoruz. Belki “Büyük İskender” olmayı da arzu etmiştir
fakat, Batılıların anladığı manada değil. Onun düşlediği “hüküm tahtı”, Zül-Karneyn ile özdeş. Rol
modeli, Büyük İskender-i Yunanî değil, Büyük İskender-i Zül-Karneyn. Bu konuda mâsum, çünkü
yaşadığı devrin kültür birikimi Kuran kahramanı Zül-Karneyn adına çalışma sehpasının üstüne İs-
2
kender-i Yunanî’nin fotoğrafını koymuş. Gerçek rol modeli Büyük İskender değil, Zül-Karneyn…
Öyle rivayet edilir ki, Safavîlere karşı savaşı kazanırsa Budapeşte’de, Kudüs’te ve Roma’da büyük
camiler inşa etmeyi vadetmiş. Çorlu’ya1 kadar gelebildiği son seferinin nereye olduğunu kimse
bilmiyor ama, askerler birbirlerinin kulaklarına “Roma” olduğunu fısıldaşıyorlarmış. O, gerçekte
“minareleri”, yani “Hak ve adâleti” yükseltmeyi düşünen bir lider…
Yavuz Selim, 1514’te Şah İsmail ile Çaldıran ovasında karşı karşıya gelir… Rakibine baktığımızda çok
sayıda unvana sahip olduğunu görürüz. İmam, halife, sultan, mehdi ve sahib-i devleti Hak… Böyle
bir kişiyle savaşacaksınız… Psikolojik unvan üstünlüğü daha baştan Şah İsmail’de. Fakat yeniliyor…
Bütün unvanları tuz-buz… Unvanlar değersizleşiyor ve kıymetini kaybediyor. İsmail en büyük rakibi
olduğundan Yavuz’un durduğu yeri saptamak için Şah’ı daha yakından tanımamız gerek.
Şah İsmail, kitaplarda mürşid-i kâmil ve büyük sûfi olarak isimlendirilmiş. Yani “ermiş” bir kişi.
Kendini Allah’ın sırrı ve “küntü kenzen” zamanında yaratılan “peygamberin nuru” olarak tanımlıyor. Askerleri onun uluhiyetine o kadar inanmışlar ki “Allah” “Allah” sözcükleri yerine “Şeyh”
“Şeyh” diye haykırarak savaşıyorlar. Şeyhlerinin kendilerini gözeteceğine inandıklarından üzerlerine zırh giymiyorlar, okların ve kılıçların kendilerine işlemeyeceğini düşünüyorlar. Onlara göre Şah
İsmail ölümsüz bir kişi. Bağlıları onu bir peygamber gibi görüyor, hatta tanrısallık atfediyorlar. Namaz kıldığı seccadesini düğme büyüklüğünde parçalar halinde kesip askerlere dağıtmışlar. Savaşçılar bu bez parçalarını harpte kendilerini koruyacak kutsal bir tılsım olarak görüyor. Kızılbaş askerlere göre, Şah İsmail Tanrı tarafından gönderilen on ikinci “gâip” imam. Askerlerini ve tebaasını
inandırmış, “sizlere şefaat edeceğim, sorgusuz cennete kabul edileceksiniz” demiş. O dönemde
bölgeyi ziyaret eden Venedikli tüccarlar gezi anılarında, tebaasının kelime-i şehadete “Şah İsmail,
Allah’ın yardımcısıdır” sözünü eklediklerini, fakat İsmail’in bundan memnun olmadığını yazmışlar.
Şiilerin ezanında gördüğümüz “Aliyyen Veliyullah” ve “Hayye alel hayr-ül amel” ifadeleri Şeyh İsmail zamanından kalma.
Şah İsmail’in anne tarafından dedesi olan “Uzun Hasan” bir Sahibi Kıran. Kendisi Sahibi Kıran’ın
torunu ama bu unvanı kullanmamış veya kullanamamış. Sahibi Kıran eğer “her zaman başarılı olan
ve galip gelen” demekse Çaldıran Savaşı mağlubiyeti onu bu anlamda “bahtiyar insan” olmaktan
uzaklaştırmış. Şah İsmail cihan hükümdarı değil, ama manevî yönden “âlem penah”. Yani “âlemi
kurtaracak” bir mehdi. “Başı sıvanmış”, “Tanrının seçtiği insan”… Akkoyunluların, Safavîlerin, Hindistan’daki Türk-Mogul devletlerinin Timur zamanından gelen bir Sahibi Kıranlık geleneği var ve bu
gelenek Osmanlıyı da etkiliyor. Sahibi Kıran çok yönlü bir “geçer akçe”. Aranıyor, yakıştırılıyor,
uymasa bile, bir taraftan bir şeyler tutturuluyor.
“Cihan hükümdarıdır” olamadı mı;
O halde “kıran yıldızlarının altında doğmuştur”,
Uymadı mı; “âdildir”,
Yakışmadı mı; “Doğuyu ve Batıyı feth etmiştir”,
Yine mi olmadı; “Allah’ın kendisine tasarruf yetkisi verdiği mehdidir”.
Böylece devam eder…
1
Yavuz Sultan Selim’in vefat ettiği yerin günümüzde neresi olduğu konusundaki bilgiler net değildir. Çorlu’nun yakınındaki Sırt Köyü’nden söz edilmektedir. Çorlu’nun yakınında bu özelliklere sahip tek yer vardır, o da Organize Sanayi Bölgesi’nin bulunduğu bölgedir. Hem, eski tarihlerde söz konusu düzlükte bir köyün bulunması ihtimali yüksektir, hem de
ordunun geniş düzlükte konaklama kolaylığının bulunması bu ihtimali güçlendirmektedir. Muratlı’daki Yukarı Sırt köyü
ise, kaynaklarda geçen “yakın mesafe” sözü ile değerlendirilemeyecek kadar uzaktır. Ordunun Edirne’ye giderken Muratlı yolunu izlemiş olması uzak bir ihtimaldir.
3
Otuz yıl hükmetmiştir, hikmet sahibidir, velidir, çift boynuzludur, taç sahibidir, Kutup’dur, Cemaat
sahibidir, Zaman’ın sahibidir, yüzyıla mührünü vurmuştur, Peygamber değildir ama kitabı vardır,
kendisinden bir şey söylememiş Allah yazdırmıştır, Allah söyletmiştir… O halde Sahibi Kıran’dır…
Halife ve mehdi olan Şah İsmail yenilince savaş meydanından kaçmış ve kaybolmuş. Sonraki günlerini avcılık yaparak, şarap içerek ve şiirler yazarak geçirmiş... Onun bu yeni yaşam biçimi bezm-ü
rezm olarak adlandırılıyor… Yavuz’la karşılaşmasını bir “hata” olarak gördüğünden sonraki şiirlerini
“Hatâî” olarak imzalamış.
Yerine geçen oğlu Tahmâ-sab kendisini “Zill-Ullah” ilan ediyor. Yani Allah’ın yer yüzündeki gölgesi… Gölge ışıkla ilgili. Işığın cisme vuran yansıması... Bir rivayete göre tüm yeryüzü Allah’ın gölgesi
olduğundan Zill-Ullah, Allah’ın gölgesini yöneten “kutsal kişi” demek…
İran kültürünün Sâsânîlerden ödünç aldığı “gölge” kavramı Osmanlıya taşınıyor, kurtulamıyoruz. Beyhaki’nin Sünen isimli kitabında (c.8, s. 162) peygamberimizden şöyle bir hadis rivayet ediliyor: “Sultan, yer yüzünde Allah’ın gölgesi ve kalkanıdır.”
Beyhâkî, çok sayıda zayıf ve mevzu hadis rivayet etmiş bir kişi. Bu nedenle “gölge” temasından
uzak durmak istiyorum. Bu temayı İbni Arabi’de, Abbasi Halifesi El Mensur’da ve 1260’lı yıllarda
Hindistanlı Türk kral Giyas-ud-din Balaban’da da görüyoruz. Kendisini ilk Zill-Ullah ilan eden kişi
Mansur. Balaban ve Muhammed bin Tuğluk onu izliyorlar. Balaban, krallığı “ilahi bir kurum” olarak
görüyor ve kralın “Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisi” olduğunu iddia ediyor. Bir tür paralel “Halifelik”... Mevcut halifeye boyun eğmeyi kabul etmeyerek ben Zill-Ullah’ım diyor. “Sen halifeysen ben
de Allah’ın gölgesiyim” demek istiyor. Bu arada Osmanlının zevât-ı kibriyâsı da Hint Müslümanlarından etkilenerek Selim için Zill-Ullah unvanını uygun görür. Zevât-ı kibriyâmız konuyu fazla araştırmaz, buna gerek de duymaz.
Yavuz Selim 1517’de Mısıra girer ve “Mısır Fatihi” olarak anılır. Daha sonra Mekke Şerifi Ebu Albaraka kendisine tabi olur ve Kâbe’nin anahtarlarını gönderir.
Halifeliğin Osmanlıya nasıl geçtiği net değildir. Yazılanlar çelişkilidir. Bir rivayete göre Osmanlı sultanlarının “Halife” olarak anılması Kânûnî’den sonradır. Yavuz hiçbir zaman kendisini “Halife” olarak tanımlamamıştır. Başka bir rivayete göre ise Abbasi Halifesi Mütevekkil İstanbul’a gelmiş ve
halifelik makamını Ayasofya’da kaftan giydirerek Yavuz’a tevdi etmiştir. Eğer bu görüş doğruysa
Yavuz, o günden sonra İmam-ül Müslimin olmuştur. Yavuz’un unvanları zenginleşir: İmam, müceddit, sahibi kıran, hâdim-ül harameyn-i şerifeyn ve sâhib-i zaman.
Artık kendisinden sonra gelen bütün padişahlar “bil irs vel istihkâk” Sahib-i Kıran olacaktır. “İrsî
olarak geçen hak edilmiş” bir unvandır artık, Zill-Ullah, Sahibi Kıran, hâdim-ül harameyn-i şerifeyn
ve sahib-i zaman terimlerinin her biri.
Yavuz Sultan Selim Zill-Ullah’tır, ama buradaki manası “Allah’ın gölgesi” değil, bana göre “Halifetullah” veya “Yeryüzünün Yöneticisi” anlamında. Terimin ilk kullanımı Emeviler zamanına kadar
uzanıyor. Abdül Melik bastırdığı paraların üzerine “Halifetullah” yazısını yazdırıyormuş. Halifetullah sözcüğü o dönemde yaygın kullanıma sahip olmuş ama, Ömer İbni Abdül Aziz bu uygulamaya
karşı çıkarak “Emir-ül Mü’minin” lakabını tercih etmiş.
İyi anlamamız gerekiyor Sahibi Kıran, ne Zill-Ullah, ne de Halifetullah... “Bahtiyar Yönetici” demek.
Kaynaklarda belirtildiğine göre Şah İsmail’i yenmesi, arkasından Suriye ve Mısırı zapt etmesi üzerine Birinci Selim Müceddit ve Sahibi Kıran olarak anılmaya başlanmış. O halde, Şah İsmail dalâlete
4
düşüp “mehdilik” ilan etmesi yönüyle Sahibi Kıran iken, Yavuz Selim, “ehli sünnet vel cemaati”
ihya etmesiyle… Görüyoruz ki, Sahibi Kıran terimi her yemeğe tat veren egzotik bir baharat.
Yavuz Selim sağlığında Sahibi Kıran unvanını üç yıl kadar taşıma bahtiyarlığına ermiş. Bu unvana
değer vermiş mi, hiç sanmıyoruz. Onun önemsediği unvan “Hâdim”… Ona “Kıran” unvanını uygun
görüp yakıştıranlar Mogulların ve İranlıların teneke madalyonlarında bir “şey” olduğunu zanneden
kişiler. Veya zihinlerinin arka planında Timur’un propagandasını yaptığı “Tanrı’nın seçtiği kral”
temasına değer verenler. İçi gerçek olmayan “kut’larla” doldurulmuş bir “medh-ü senâ” kelamı…
Osmanlı insanları ve Türkler Birinci Selim’e yakıştırılan bu teneke madalyayı fazla önemsememişler. Bu yüzden tutmamış, yaygınlaşmamış.
Fatih Sultan Mehmet’e “dünya fatihi” anlamında Sahibi Kıran unvanını Tursun bey yakıştırmıştı.
Şimdi torunu Birinci Selim’e Doğuyu feth etmesi üzerine, aradan 20 yıl geçtikten sonra, ikinci kez
bu unvan layık görülüyor.
Ben Sahibi Kıran’ı teneke bir madalya olarak adlandırıyorum ama, Osmanlı’nın “havâs’ı” ve devlet
adamlarının çevresinde bulunan “mukarrabîn’ler”, yakın zevat, Sahibi Kıran unvanını önemsemeye
devam ediyor. Çünkü Doğu bölgelerinde yaşayan insanlar “Sahibi Kıran” unvanı ile “mehdi” unvanı
arasında ilişkiler kuruyor, bu hükümdarların Allah tarafından seçilmiş kişiler olduklarını düşünüyorlar. Bu nedenle Osmanlıda Birinci Selim’e Sahibi Kıran-ı heft iklim olarak hitap etmeye başlamışlar.
Yani, “yedi iklimin Sahibi Kıran’ı… Bu unvan yıldızların buluşmasıyla ilgili değil, dünya hakimi, dünya hükümdarı anlamında.
Sahibi Kıran unvan tanımlaması bir taraftan mağlup olan Şah İsmail’in şanını değersizleştirmeye,
diğer taraftan kitleler üzerinde Çaldıran Savaşı’nda “Allah’ın nusretini verdiği asıl kişi” manasını
pekiştirmeye yönelik. Çünkü Doğu toplumlarında Sahibi Kıran unvanı, “kendisine tasarruf yetkisi
verilmiş veli komutan” algısını oluşturmak için kullanılıyor. O dönemde Celalzade Mustafa Selimname isimli eserinde Yavuz’a “sen âhir zamanın mehdisisin” diye şiirler yazıyor. “Mehdi” kavramının yanında, kökü İran’a uzanan “Zill-Ullah fil arzeyn”, “Doğu ve Batıda Allah’ın gölgesi” tanımlaması yapılıyor Selim için. Kimi tarihçiler Birinci Selim’in biraz daha yaşasaydı Büyük İskender veya
Cengiz Han gibi büyük bir dünya imparatoru olacağını ileri sürüyorlar. Demek ki, bu yazarlar onun
Sahibi Kıran’lığını tam görmüyorlar. Havas ve mukarrabîn, her ne kadar Selim’i “yedi iklime” sığdıramasa da, modern tarihçiler onun Sahibi Kıran’lık unvanını tam dolduramadığı kanısındalar.
Biliyoruz ki Timur’dan beri Sahibi Kıran’lık babadan oğula geçen bir unvan. Eğer Fatih Sultan Mehmet Sultan-ı Selatini şark ve garp, ve sahip kıran-ı memâlik-i Rum
ve Acem ve Arap ise Birinci Selim de aynı unvanlara sahip… Fazladan Sahib-i Kıran heft iklim... Yazının başında söylemiştik, kimin ne
söylediği önemli değil, bu adlandırmayı kabul eden eder, etmeyen
etmez. Önemli olan, bu “medhü senâ kelamına” nasıl bir anlam
yüklediğimiz.
Şekil 1 Selim han geçip tahta kıldı karar.
Timur, sahip olduğunu iddia ettiği Sahibi Kıran’lık unvanı için Güneş, Uranüs ve Jüpiter’in bir araya gelmesini temsil etmek üzere üç
benek simgesinden yararlanıyordu. Üç beneğe pelengi deniyordu.
Cengiz Han ve Çinliler başka anlamlarda kullanmış olsalar da Timur’dan itibaren üç benek anlam değiştirmiş Sahibi Kıranlık simgesi
olmuştu. Osmanlı da benimsemişti üç beneği ve onu “çintemani”
olarak adlandırmıştı. Timur’un Sahibi Kıranlık simgesi Osmanlıda bir
tür “nazarlık” olarak algılanıyordu. İnsanlar üç beneği kilimlerine,
elbiselerine dokuyorlar, seramik kaplarını çintemani desenleriyle
süslüyorlardı. Üç benek; kötülükten koruyan, uğursuzlukları gide-
5
ren, şans getiren bir “Maşallah” idi. “Allah korusun”, “Allah esirgesin” anlamında Timur’un üç beneğini artık kültürümüze emdirmiş, kültürümüzün bir parçası haline getirmiştik. Birinci Selim’in,
Kânûnî’nin üç benekli “entarilerini” görünce şaşırmıyoruz. Gözlediğimiz üç benekli desenler “tüü,
tüü Maşallah beyime” anlamında ama, öte yandan Timur’a, Cengiz Han’a, Mezopotamya’ya uzanıyor, Sahibi Kıran terimine işaretle “güç ve iktidarı” temsil ediyor.
Birinci Selim’in unvanları, simgeleri ve yaşam çevresini araştırıyorum onu daha iyi tanımak için.
Menkîbelerini artık ezberledim. Sahibi Kıran terimiyle ilgili ne görebilirim diye bakıyor, cülüs’ünü
temsil eden minyatür üzerine odaklanıyorum. Büyük bir sarığı var, mücevvez biçimli ve üzerinde
tek tüy. Siperliğe değil, kavuğa “siplenmiş”. Bu, battal mücevvez bir sarık… Tepesi “düz olan” bu
sarık biçimine sonradan “Selimî” adı verilmiş. Kendisini takip eden padişahlar benzeri sarıkları
giymişler hep. Sarığın “destar” adı verilen tülbent kuşağını inceliyorum. Bir dağınıklık yok. Tersine
insicam ve düzen içinde. Selimî adı verilen sarığın destarı “perişanî” tarzda sarılmamış. Yani, Mesut
Barzani’nin türbanında, Safavî şahlarının ve İkinci Şah Abbas’ın türbanlarında gördüğümüz gibi
destar bezinin burma yapılarak serbest bir şekilde kavuğa dolanması yaklaşımı uygulanmamış. Elli
santimetre genişliğinde ve dört metre uzunluğundaki destar bezinin “sıkı burma biçimli” derilmesi
Osmanlıya ait bir uygulama değil. “Sıkı burma biçimli destar” Safavîlere ait. Ona kısaca “burma
destar” diyeceğim. Kulağında küpe bulunan, “burma destarlı Yavuz sarığı” onu temsil etmiyor.
Tıpkı küpenin temsil etmemesi gibi. Burma destarın “serbest” veya “dağınık” sarılış biçimine Osmanlı “perişanî” adını vermiş. Bu kelime, “dağınık sarım” anlamına geliyor. Padişahlar destarlarını
hiçbir zaman “perişan” sarmamışlar. Perişan sarıklı olanlar dünyadan elini eteğini çekmiş “zâhit
dervişler”… Veya kulağına küpe takan toplumlar; Safavîler, Mogullar, Sümerliler…
Şekil 3. Konstantin Kapıdağlı 1803
Bana göre, Selimî adı verilen sarığın kendisi zaten
“kıran”. Bu sarık, eski zamanlarda kralların başlarına takılan “boynuzlu taçları” temsil ediyor. Yüksek
ve dolgun biçimli yapılması bu yüzden. Fakat Osmanlı ona anlam yüklemiyor, sadece arkaik kültürü
devam ettiriyor. Tebaanın sarığı ile hünkarın sarığı
arasında fark olması gerektiğinden bu sarıklar
normalden daha büyük yapılıyor. Kişinin sarığına
baktığımız zaman anlıyoruz ki, o bir Sahibi Kıran’dır. Algılamakta zorlanırsanız “tüy” imdadınıza
yetişir. Sarık “ben Sahibi Kıran’ım” diye mırıldanarak konuşurken, tüy “haykırır”. Tavus veya ibiş
kuşundan alınmış olması durumu değiştirmez, tüy
bize “ayağını denk al, ben Sahibi Kıran’ım” mesajını verir.
Osmanlıda değişik kesimler kavuklarına tüy siplemişler ama hepsi Sahibi Kıran değil. Çokları onu üç
benek simgesi gibi “tılsımlı” bir alamet olarak
görmüş. Tüyler, günümüzdeki subayların göğüslerine taktıkları bröveler veya başarı madalyaları
gibi değerlendirilmiş. Fakat, padişahların “tüyleri”
Sahibi Kıran’lık alameti olarak her zaman diğerlerinden farklı bir manaya sahip. Onlar, yüceliği
temsil etmek üzere kıymetli taşlarla süslü, özel
tüylü, özel tasarımlı…
Şekil 2. Aga Han Müzesinde İkinci Selim Portresi 1570.
Hünernâme’den alınan minyatürde Yavuz’un cülüs töreninde giydiği sarıkta görülen tüy böyle bir
6
alâmet… Kendisine henüz Sahibi Kıran unvanı verilmemiş ama, tüm cülus törenlerinde olduğu gibi
onun da başına tüylü Sahip Kıran’lık tacı giydirilmiş. Malazgirt Savaşı’nın kahramanı Alp Arslan’dan
bu yana gelen bir gelenek bu. Hatta çok daha eskilere uzanıyor. Mezopotamya’ya, eski Mısır’a...
Mısır tanrıçası olan Maat’ın başında her zaman bir tüy var. “Hak ve adâleti” temsil ediyor. Bu Sahibi Kıran’lık tüyü “adâlet” anlamında. Tüy tellerinin her iki tarafta eşit dağılıma sahip olması bütün
vatandaşlara eşit muamele yapılacağı anlamına geliyor. Selimname’lerdeki minyatürlerde Yavuz,
çoğu kez sarığına “Sahibi Kıran tüyü takılı” olarak resmedilmiş.
Padişahlar tören ortamlarında kavuklarına tek veya üç
tüy takıyorlar. Yavuz’un cülüs merasiminde tek tüylü
sarık giydiğini görüyoruz. Yunan asıllı “Konstantin Kapıdağlı” üç yüz yıl sonra 1800’lü yıllarda yaptığı minyatürde Selimin sarığını üç tüylü veya üç püsküllü olarak
resmetmiş. Yanlardaki püskülleri dikey çizerek “tüye”
benzetmiş, siperlikteki püskülü ise serbestçe aşağıya
doğru salmış.
Şekil 4. Birinci Selim John Young çizimi (1815).
Şekil 5 . İkinci Selim'in portresi (Nakkaş Nigarî)
Oysa 1560’lı yıllara dayanan Nakkaş Osman’ın eserlerinde bütün sarıklar, ya “tüysüz” veya “tek tüylü”…
Batılı ressamların bir bölümü de bu sarığı tüysüz çizmişler.
Yorum yapmak gerekirse, tören yapılmadığı zamanlarda Yavuz sarıklarını “tüysüz” giymiş olabilir. Fakat önce
Kapıdağlı sonra John Young niçin onun sarığındaki tüy
sayısını artırma ihtiyacı hissetmiş, bilmiyoruz. Aklımıza
“ululama” düşüncesi geliyor. Kapıdağlı ve Young önceki
yüzyılların nakkaşlarından, İran ve Mogulların minyatürlerinden etkilenmiş olabilirler. John Young’un çalışmaları 1815 yılına rastlıyor. Portraits of the Emperors
of Turkey isimli bir eser yayımlamış. Bu çalışmada Kapıdağlı gibi o da, Yavuzu “üç püsküllü” olarak resmediyor.
Yazıyı kendisine okuduğum dostum farklı bir yorum
getirdi. Ona göre resimde “bir püskül” ve “iki süpürge”
var. Püskül, adaletin simgesi iken, uçları yukarı bakan
iki süpürge, “Mekke ve Medine haremlerinin hizmetinde olmayı” ifade ediyor. Bu yorum hoşuma gitti. İnsanımız, arkaik verilere bakmaz elindeki gerçekler doğrultusunda olguya yorum getirir.
Şekil 6. Birinci Selim Nakkaş Osman 1560.
John Young, Yavuz’dan sonra Kanunî’nin sarığını da üç
püsküllü çizmiş ve böylece hüküm tahtına geçecek
müteakip padişahlar için püsküllü ve çok tüylü sarıklar
çığırını açmış.
Nakkaş Nigarî, bir Osmanlı ressamı. İkinci Selim’in gençlik yıllarında iken okçuluk sporuyla meşgul
olmasını temsil eden bir portre yapmış. Mizâhî minyatürler çizdiği söyleniyor. Uzmanlar portre için
1561-1562 yıllarına ait tarihleme yapmışlar. Resmi incelerken ben de epey düşündüm. Üç tüy ve
iki püskül... Nigarî’nin Şehzademize epey bir “benlik” ve “sosyal prestij” takviyesi yaptığı anlaşılıyor. İki püskülün “boynuz” algısı yaratmasına belki tebessüm ediyoruz ama, Sahibi Kıranlık unvanı
7
işte böyle bir şey... Dedesi Birinci Selim gibi İkinci Selim de hazırlanıyor… “Kıranlık” tahtına çıkmak
ve Edirne’deki “Selimiye Camii’nin” minarelerini yükseltmek için.
Yeri gelmişken belirtmemiz gerekiyor ki, sarıklarda gördüğümüz püskül ile tüy aynı anlamda. Veya
ben öyle değerlendiriyorum. Tüy eğer Sahibi Kıran’lık simgesi ise, püskül de öyle. Püskül aşağıya,
tüy yukarıya bakıyor. Tek farkı bu. Padişah sarıklarındaki püskülün manası “ben toplumun lideriyim; onlara her zaman adaletle, ahlakla ve irfanla muamele edeceğim” demek. Vatandaşların püsküllü fes giymeleri ise, “ben tüy veya püskül takan liderimin bağlısıyım, o sarığın bendesiyim ve
tüm püsküllüler hep birlikte biz biziz; yani ümmet” şeklinde yorumlanabilir. Kuşkusuz bu tür yorumlarımız bir yakıştırma. Kültür; miras alarak yeni davranışlar edinme, taklit etme, özenme ve
yeni bir içerikle nesneleri yeniden topluma sunma olgusu. Günümüzde artık ne tüyün, ne de püskülün bir anlamı var. Hepsi, nostalji duygusunu yaşatan “kültürel içerikli objeler”. Evet öyle ama,
Osmanlı fesinde yer alan sırma püsküle ait “davranış genlerinin” tâ Osman Gazi’ye kadar uzandığını da unutmayalım.
Osmanlı veya Selçuklu hünkarları bilinmeyen bir tarihte “tüy” uygulamasını pratik bulmayarak onu
“püsküle” dönüştürmüşler. Püskülün binlerce farklı görünümü olsa da “bu kültür” temelsiz değil. Kökleri ZülKarneyn’e, İdris peygambere uzanıyor.
1803 yılında Amerika’da Boston Weekly adlı dergide
çıkan şu yorumu önemsiyorum:
Doğu imparatorları içinde Selim en âdil olanıdır. Gün
geçmez ki sarayın adâlet kulesinden bir insan çıkıp seslenmesin: “Selim âdildir. Selim âdildir. Bir adaletsizlik
duyduğunda, sorun giderilinceye kadar Selim asla uyumaz.”
Şekil 7. Hünername'de Tüylü Sarık
İsmi, tebaanın diniyle öyle bütünleşmiştir ki, Selim sözcüğü geçmeden hiçbir kul Allah’a yakarışta bulunmaz, hiçbir kulun gözünden Selim’i suçlayan gözyaşı düşmez,
hiçbir çehrede Selim’i suçlamaktan derinleşmiş bir yüz
kırışıklığı olmaz.
Bu satırlar, herhalde Üçüncü Selim için yazılmıştı ama, bana göre fark etmez. Çünkü, her üçünün
de sarığında aynı tüy var. Birinci Selim’e verilen Sahibi Kıran’lık unvanı için “cihan hükümdarı” anlamını çok görenler, terimin “Hak ve adâlet” anlamında kullanılmasına itiraz etmeyeceklerdir. O,
Hak’kın ve adâletin peşinde koşan yavuz bir Sahibi Kıran.
Ey, hazreti Sahib-i Kıran, cihâd-ı menkabet, serir-i saltanat…
Selam sana, devlet tahtı’nın “cihatlarından övünç duyduğu” saygıdeğer Bahtiyar İnsan. Cihan mülkünün parası üzerine ismi yazılan.
Download