5.Bediüzzaman ve Risale-i Nur Sempozyumu / Ankara, 27 Mayıs 2012 hayratvakfi.org | risaleinursempozyumu.org Tarihten Günümüze İttihad-ı İslam Said Yavuz Nüzulü ile âlemi nurlandıran Kur’an-ı Azimüşşan, insanın enfüsi, yani iç âleminde, nefsinde, aklında, kalbinde ve ruhundaki dertlerine deva, bütün ihtiyaçlarına yegâne çaredir. Keza afaki âlemde, dış dünyasında da insanın huzur ve sükûnunu temin edecek her türlü çare ve çözümleri ihtiva eder. Bu meyanda Kur’an, sosyal hayatın vahşet ve bedeviyetle dolu bütün çıkmaz yollarını, getirdiği nurani ilaçlarla sonuna kadar selamete açtığı gibi; adeta sağırlar diyaloğuna dönmüş cemiyet hayatını ittihad ve tesanüd esasları ile canlandırarak yeniden inşa etmiştir. Tevhid esası üzerine kurulu olan İslamiyet, kalblerin birlik ve beraberliğini ister. Keza itikaddaki birlik dahi, içtimai hayattaki bütünlüğü iktiza eder. Günümüz dünyasında olduğu gibi, cahiliye döneminde de temel ahlak esaslarını kaybetmenin zaruri neticesi olarak kas katı kesilen kalbler, bu nur ile kasavetlerini terk ederek, birbirleriyle imtizaç ve ittihad ettiler. ون إِ ْخ َوٌة ٌَ ِإَّن َما ا ْل ُم ْؤ ِمُنsemavi akdinin neticesi olarak, kan bağı ile teessüs eden kardeşlikten çok ileri derecede, kabir kapısına kadar değil, sonsuza dek kardeşlikleri tescil edilen müminler, yek vücud bu halleriyle, insanlık tarihinin bir daha asla şahid olamayacağı bir medeniyetin temellerini attılar. O güzel insanlar “isar hasleti” tabir edilen bu birlik ve kardeşlik anlayışı içerisinde, sırr-ı uhuvvet ve ittihad-ı maksad ve ittifak-ı vazife ile ِت ِ مٌم ٌٌفَئةًٌ َكثِ َيرةًٌبِِإ ْذ ِنٌالمّ ِه ِّ ٌ َك ْ ٌغمََب َ نٌفَئ ٍةٌ َقمِيمَ ٍة “Nice az bir topluluk, Allah'ın izniyle çok bir topluluğa galip gelmiştir.” ayetinin sırrına mazhar olarak, kendi güç ve kuvvetlerinden kat be kat daha fazla maddi ve manevi muzafferiyetlere mazhar oldular. Bu ittihat anlayışı sayesinde, toplumun o birbirinden uzak çeşitli tabakaları birbirleriyle kaynaştı; aralarındaki sevgi bağları güçlendi. Bu kardeşlik duygusu, asla onulmaz zannedilen kabilecilik gururunu ve çeşit çeşit düşmanlıkları ortadan kaldırdı. Birbirine karşı anlayışlı, hoşgörülü ve fedakâr bir sahabe toplumu meydana geldi. Mekke döneminde başlayıp devam süregelen bu birlik ve beraberlik anlayışı ve ahlakı aynen Medine-i Münevvere'ye de tevarüs etti. Kardeş çocukları oldukları halde, sık sık aralarında çıkan anlaşmazlıklar sebebiyle yıllarca birbirlerini hırpalayan Evs ve Hazrec kabileleri kadim düşmanlıklarını bırakarak, birbirleri için canlarını dahi verebilecek bir hamiyet-i islamiyeye sahip oldular. Kur’an, Mekke ve Medineli müminlerin, muhacir ve ensarın bu mümtaz ahlakı ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır: “Daha önceden Medine’yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık hissetmezler. Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” Ashab-ı Kiramdaki, kardeşlerinin nefislerini kendi nefislerine dünyevi her meselede tercih etme esası üzerine kurulu bu anlayış, onları, zaferlerden zaferlere koşturdu, aşılamaz gözüken engelleri aştırdı ve kısa bir sürede onları Arap yarımadasının adil hâkimleri kıldı. Anadolu’ya kadar Arab yarımadası, İran, Kıbrıs gibi, Kuzey Afrika gibi mühim fetihlere imza atıldı ve o zamana kadar yapılamayan en büyük deniz galibiyetleri gerçekleşti. 1 5.Bediüzzaman ve Risale-i Nur Sempozyumu / Ankara, 27 Mayıs 2012 hayratvakfi.org | risaleinursempozyumu.org Bu hal ve keyfiyet vefat-ı nebeviyeye ve raşid halifeler döneminin sonuna, Emevi idaresine kadar devam etti. Zaman-ı sadette başlayıp devam edip giden ve eğer böyle devam edebilse idi uzak doğu Asya’ya, büyük okyanusa varıp dayanması muhtemel bu muzafferiyetler ve muvaffakiyetler durakladı ve harice karşı sarf edilmesi gereken enerji, maalesef dâhili ihtilaf ve fitnelerle tüketildi. Çünkü “Mühim ve büyük bir umur-u hayriyenin çok muzır manileri olur, şeytanlar o hizmetin hadimleriyle çok uğraşırlar” hükmünce maalesef insi ve cinni şeytanların desiseleri ile fitne ateşi yanmaya ve ümmetin birlik ve dirliği bozulmaya başladı. Emevîler, İslam birliği yerine, ırk birliğini diğer bir ifade ile Emevî - Arap milliyetçiliğini esas aldılar. Onların kendileri dışındaki diğer milletlere “memalik” yani köle nazarıyla bakmaları ve gurur-u millilerini kırmaları İslam coğrafyasının hayat-ı ictimaiyesini incitti. Menfi milliyetçiliğin esasları, adaleti ve hakkı takip edemediğinden zulme düştüler ve gayet gaddarane ve merhametsizcesine meşhur ve malum faciaya sebebiyet verdiler. Hulasa Emeviler fikr-i milliyeti siyasetlerine karıştırdıkları için, hem âlem-i İslâmı küstürdüler, hem kendileri de çok felâketler çektiler. Neticede tevhid dininin olmazsa olmazı olan ittihad-ı islam esası sarsıldı, olumsuz cihetleri günümüze kadar devam edegelen ve halen de tam olarak telafi edilememiş derin yaralar açılmış oldu. Daha sonra hilafet bayrağını devralan Abbasiler, Emevîler gibi hareket etmeyip islam birlik ve beraberliğini esas aldılar. Ve böylelikle hadis-i nebevide müjdelenen uzun müddet islam ümmetinin idareciliğini deruhde ettiler. 750-1258 yılları arasında hüküm süren Abbasîler, İslam tarihinde Osmanlılardan sonra en uzun ömürlü hanedandır. İslam medeniyeti en parlak devrini bu hanedan zamanında yaşamıştır. Abbasîler devrinin özellikle de ilk dönemleri İslam kültür ve medeniyetine damgasını vuran çok önemli bir çağdır. İslam dünyasında çeşitli müesseseler ve ilimler bu devirde şekillenmiş, zamanla gelişerek modern Avrupa medeniyetinin doğmasında da etkili olmuştur. Tefsir, fıkıh, hadis, kelam, mezhepler tarihi, tasavvuf, felsefe ve hikmet ve emsali bütün İslamî ilim ve meşreblerin tedvin ve tekevvünü bu döneme tesadüf eder. Ezcümle: Fıkıhta, İmam-ı Azam, İmam Şafiî, İmam Malik, İmam Ahmed b. Hanbel; Tefsirde, Taberî, Zemahşerî, Fahreddin er- Razî; Hadisde, Kütüb-ü Sitte müellifleri Buharî, Müslim, İbn-i Mace, Ebu Davud, Tirmizî, Neseî ve hadis dünyamızın bir çok muteber ismi; Kelamda, İmam Eş’arî ve İmam Maturidî, Tasavvufta, Abdülkadir-i Geylani, Ahmed er- Rufaî, Bayezid-i Bistamî, Cüneyd-i Bağdadî, Ma’ruf-u Kerhî ve ayrıca İmam Gazalî, Kıraatte, bir ikisi müstesna bütün kıraat imamları, bu devirde yetişen yüzlerce alim ve fazıl simalardan birkaç tanesidir. Sadece İslami ilimler değil, astronomi, geometri, cebir, tıp, kimya, coğrafya vb müsbet ilimler sahasında da dünya tarihinde ismi anılan ve tesirleri günümüze kadar gelen pek çok bilim adamı yine bu devrin birer meyvesidirler. Bu âlimlerin eserleri sadece İslam dünyasını değil, diğer coğrafyaları, hususen Suriye, İspanya, Sicilya üzerinden Avrupa’ya geçerek Ortaçağ Avrupa’sını da derinden etkilemiştir. Unsuriyet ve menfî milliyet esasları üzerine hareket etmeyip ittihad ittifak ve tesanüd esasları üzerine rıza-yı İlahiyi esas yapan Arap Devlet-i Abbasiye’sine Cenab-ı Hakk bu şekilde beş yüzyıl hizmet etmeyi nasip etmiştir. Devr-i saltanatlarının sonlarına doğru Abbasîler istikameti muhafaza edemediklerinden, yine Resul-ü Ekrem (sav)’in [«Æ«h«B²5!ö¬G«5ö¯±h«-öw¬8ö¬Æ«h«Q²V¬7ö°u²<«:] (Yaklaşmakta olan bir şerden vay Arapların haline) deyip haber vermiş olduğu gibi, Cengiz ve Hülâgu'nun dehşetli 2 5.Bediüzzaman ve Risale-i Nur Sempozyumu / Ankara, 27 Mayıs 2012 hayratvakfi.org | risaleinursempozyumu.org fitneleriyle, Abbasi Halifeliğine Moğollar tarafından feci bir şekilde son verilmiştir. Abbasî Devletinin ardından hılafet-i İslamiye sembolik olarak devam etmekle ve aynı zamanda yeryüzünde Müslüman devletler pek çok yerde bulunmakla beraber ümmet bütün Müslümanları layıkıyla temsil edecek bir mümessil bekler iken (yÁV7!ö¬u[¬A«,ö]¬4ö«-:G¬;@«D<ö«w<¬h¬4@«U²7!ö]«V«2ö¯?Åi¬2«!ö«w[¬X¬8ÌYW²7!ö]«V«2ö¯^Å7¬)«!öy«9xÇA¬E<«:ö²vZÇA¬E<ö¯•²x«T¬"öyÁV7!ö]¬#²@«<) ayet-i kerimesinin sırrına mazhar Osmanlı devleti bu en mühim vazifeyi üzerine aldı. Anadolu’da küçük bir uç beyliği iken, Cenab-ı Hak kendilerine bütün Anadolu Türk beyliklerinin, daha sonra kademe kademe bütün İslam coğrafyasının birlik ve beraberliğini temin etmeyi nasip etti. Müjde-i peygamberi ile haber verilen İstanbul’un fethi ile birlikte Osmanlı Devleti, 1516 yılından itibaren hem fiili, hem de hukuki olarak İslam aleminin mümessili ve hamisi oldu. Osmanlı devleti, gücünün doruğunda olduğu 16. ve 17. yüzyıllarda üç kıtaya yayılmış ve Güneydoğu Avrupa, Orta Doğu ve Kuzey Afrika'nın büyük bir bölümüne hükmetmiştir. 29 eyalet ve vergiye bağlı üç prensliklerinden oluşan Osmanlı İmparatorluğunun yüz ölçümü yine bu dönemde etki alanlarıyla birlikte 24 milyon km2’ye dayanmıştı. Osmanlı Devleti ırk birliğine dayanan bir imparatorluk değildi. Avrupa Birliği emsali yaklaşımların kurmaya çalıştıkları beraberliğin, asırlar önce kurulmuş ve 600 sene hakimane devam etmiş mükemmel bir uygulaması idi, dünya İslam birliğinin harika bir örneği idi. Bu gün için Osmanlı topraklarında altmışa yakın devletin bulunuyor olması, bu hizmetin devasa büyüklüğünü ortaya koymaktadır. Osmanlılar bu kadar geniş bir coğrafya da asırlar boyunca İslam millet ve devletlerin birlik ve beraberliğinin, dirlik ve düzeninin bihakkın temsilcisi olmakla birlikte, bu kadar geniş bir coğrafyada hak ve hukukun, İslam ahlak ve faziletinin hizmetkâr ve hamisi olmuştur. Bu husus o kadar köklü ve esaslıdır ki Osmanlı, gayr-i Müslim halkların dahi tahassungahı ve mercii olmuştur. Osmanlının İslam birlik ve beraberliği, adalet ve hakkaniyet anlayışının ne kadar muvaffakiyetli olduğu şuradan da rahatlıkla anlaşılabilir ki, onun yıkılıp dağılmasından sonra bu topraklarda kan ve gözyaşı devamlı akmış, sadece Müslümanların değil gayr-i Müslimlerin dahi yüzleri gülmemiştir. Hulasa Osmanlı devleti, insanlık tarihinde nadir görülen ve üzerinde güneş batmayan geniş bir coğrafyada altı asır boyunca İslam ittihad ve hâkimiyetini icra etmiştir. Fakat sonlara doğru o da istikameti muhafaza edemediğinden önce 1922 yılında Osmanlı devletine, iki yıl sonra da hilafet-i islamiyeye son verilmiştir. Bu gün Hristiyan ve Yahudi dünyasının yeryüzünde ruhani liderleri ve temsil müesseseleri mevcut iken, İslam dünyası halen bin dört yüz yıl boyunca devam edegelen mümessilini aramakta ve bunun eksiklik ve acısını her daim derin bir şekilde hissetmektedir. Osmanlının maruz kaldığı feci akıbetin hikmeti ile alakalı Bediüzzaman Hazretlerinin yapmış olduğu izahatı önemine binaen burada zikretmek istiyoruz: Hakikatlı bir rü'ya-yı hayalide, Harb-i Umumî'nin beşinci senesinde, bir acib rü'yada benden soruldu: "Müslümanlara gelen bu açlık, bu zayiat-ı mâliye ve meşakkat-ı bedeniye nedendir?" Rü'yada demiştim: "Cenab-ı Hak, bir kısım maldan onda bir veya bir kısım maldan kırkta bir, kendi verdiği malından birisini bizden istedi; tâ bize fukaraların dualarını kazandırsın ve kin ve hasedlerini men'etsin. Biz 3 5.Bediüzzaman ve Risale-i Nur Sempozyumu / Ankara, 27 Mayıs 2012 hayratvakfi.org | risaleinursempozyumu.org hırsımız için tama'kârlık edip vermedik. Cenab-ı Hak müterakim zekatını, kırkta otuz, onda sekizini aldı. Hem her senede yalnız bir ayda, yetmiş hikmetli bir açlık bizden istedi. Biz nefsimize acıdık, muvakkat ve lezzetli bir açlığı çekmedik. Cenab-ı Hak ceza olarak yetmiş cihetle belalı bir nevi orucu beş sene cebren bize tutturdu. Hem yirmi dört saatte bir tek saati, hoş ve ulvî, nuranî ve faideli bir nevi talimat-ı Rabbaniyeyi bizden istedi. Biz tenbellik edip, o namazı ve niyazı yerine getirmedik. O tek saati diğer saatlere katarak zayi' ettik. Cenab-ı Hak onun keffareti olarak, beş sene talim ve talimat ve koşturmakla bize bir nevi namaz kıldırdı." demiştim. Resulullah (sav) ümmetinin dünyevi ve uhrevi her meselesi ile hemderd olduğundan Abbasi ve Osmanlı devletlerini gerek kuruluş gerekse dağılmaları alakalı yukarıda zikrettiğimiz hadislerin dışında bir mühim hadis-i şerifi Bediüzzaman Hazretlerinin şerh ve izahıyla ehemmiyetine binaen burada mealen zikretmekte fayda mülahaza ediyoruz: Hadis-i sahihte vardır ki Resul-ü Ekrem (Aleyhisselâtü Vesselâm) ferman etmiş: إن أحسنج أمخي فبقاؤها يوم مه أيام اآلخرة وذلك ألف سنت وإن أساءث فنصف يوم evkemakâl. Bu hadis-i şerife her nasılsa kıyamete işaret ediyor suretinde mânâ verilmiş, mucize-i Nebeviye gizlenmiş, anlaşılmamış. يَ ْومtabiri ون َ ف َسنَت ِّمما حَ ُع ُّد ِ َوإِن يَ ْو ًما ِعن َد َرب َِّك َكأ َ ْل Evet, hâdiste âyetinin delaletiyle bin seneden ibarettir. Yani ümmet istikamet üzre gitse bin seneden ibaret bir gün yaşayacak. Abbasi hılafeti tam istikamet üzre gitseydi bin yıl yaşayacaktı. Fakat Abbasiler başlangıçta olmasa da sonlara doğru istikameti muhafaza edemediğinden yarım günden ibaret olan beşyüz sene yaşadı ve Hülagû’nun hücumuyla son buldu. Daha sonra Osmanlılar bu hizmete talip oldular. Osmanlılar da aynen Abbasiler gibi başlangıçtaki istikametlerini muhafaza edemediklerinden yaklaşık beş yüzyıldan ibaret olan yarım gün devam ettiler. Bu Mucize-i Nebeviye pek parlak bir surette tezahür etti. Abbasiler yarım gün olan beş yüz sene yine Osmanlılar da yarım gün olan beş yüz sene hizmet ettiler. Fakat bu iki kardeş olan iki unsurun ittihadından tam istikâmete mazhariyet sırrı vardır ki, bin sene olan bir günü tamam aldılar. Yani Abbasi ve Osmanlıların müşterek hizmetleri tam gün olan bin yıl sürmüş oldu. Tarihten aldığımız dersle, inşallah ümid ediyoruz ki İslam Dünyası, tekrar tevhid esasının gereği olan ittihad ve tesanüdü kendi arasında tesis edecek, asr-ı saadete benzer bir çağı insanlık âlemine yeniden yaşatacaktır inş.. Bu duygu ve düşüncelerle hepinizi muhterem heyetinizi saygı ve muhabbetle selamlıyorum. 4