Başkan`dan - Stratejik Düşünce Enstitüsü

advertisement
Başkan’dan
Hem Türkiye’de hem de bütün dünyada birçok
bakımdan devrim niteliğindeki olumlu gelişmelere
tanık olduğumuz 2011 yılı ne yazık ki son
günlerinde yaşanan Uludere faciası ile çok kötü
kapanmış oldu. 2012 yılının ilk ayı da bu faciaya
ilişkin tartışmaların bütün boyutlarıyla neredeyse
ana gündemi oluşturduğu bir ay oldu. Bu konu
etrafındaki tartışmalar ve bu tartışmalarda
başvurulan ifadeler ve tavırlar, Türkiye’de siyasi
iradenin bürokrasinin iradesiyle henüz tam bir
uyumu başaramamış olduğunun resmi olarak
okunabilir. Zira facianın her gün ortaya çıkan
boyutları bu süreçte alışıldık bir elin yine devrede
olduğunu gösteriyor. Bu iradenin bu kadar etkili
olabildiği bir ortamda demokratik duyarlılığın
daha bir teyakkuz içinde olması gereği ciddi bir
uyarı olarak kendiliğinden ortaya çıkmıştır. 15.
yılını “idrak” etmekte olduğumuz 28 Şubat’ı
değerlendirirken, 28 Şubat’ın simgelediği karanlık
gerçekliğin varlığını hiç unutturmayan, arada
kendisini hissettiren bu eylemlerin içerdikleri
bütün hileler, illüzyonlar ve manipülasyonlarını takip
altında tutmakta her zaman sonsuz fayda var.
Ortadoğu’da merkezinde İran’ın yer aldığı
bir alçak basınç dalgası kendini iyiden iyiye
hissettirmeye başladı. Bu durum bir yanıyla Irak
bir yanıyla da Suriye’de olup bitenleri yakından
ilgilendiren gelişmelere gebe bir durum ortaya
çıkarıyor. İran’ın ırak ve Suriye’deki ilgisinin bir
Şii teo-politiğine ne ölçüde dayanıyor olduğu
konusunda rivayet muhtelif. İran Şiiliği ile Baasçı
Suriye Nusayriliği veya Maliki oportünizminin öne
çıkardığı Şiilik arasında nasıl bir Şii-jeopolitik hattın
kurulabileceği, doğrusu merakı mucip bir sorudur.
Bir yandan da nükleer programı dolayısıyla Batılı
ülkelerle İran arasındaki gerilim giderek artmakta,
İran her geçen gün Acem siyasetçiliğinin bütün
kozlarını tüketmektedir. Siyaseti bir satranç olarak
algılayan ve kaçınılmaz olarak sıfır-toplam ilkesine
göre yaklaşımda bulunan İran’ın çatışmanın
diğer taraflarının başka bir oyunun kurallarıyla
oynuyor olabileceği ihtimaline ne kadar yer veriyor
olduğu beli değil doğrusu. Satrançtaki bütün
hamleler tükenmiş, ama İran hala hiçbir taşına
dokunulmamış gibi davranıyorsa, ortadaki sorunu
başka bir oyunun kavramlarına müracaat ederek
yeniden anlamaya çalışabiliriz.
Kurulduğu günden beri Türkiye’nin kronik
sorunlarına ilişkin tespit ve analizleriyle, kendine
özgü bir yaklaşım sergileyen Stratejik Düşünce
Enstitüsü daha önce
“Vesayetsiz ve Tam
Demokratik Bir Türkiye İçin İnsan Onuruna
Dayanan Yeni Anayasa” raporunu kamuoyuyla
paylaşarak Yeni Anayasa çalışmalarına katkıda
bulunmuştu. Bu katkısını konferans ve panellerle
devam ettiren SDE, 21 Ocak 2012’de TBMM
Başkanı Cemil Çiçek’in Katılımlarıyla, “Yeni
Anayasada Temel Sorunlar ve Çözüm Önerileri
Sempozyumu” düzenledi. Meclis Başkanı Çiçek’le
SD Dergisi için bir de röportaj gerçekleştirdik.
SDE kadrosu olarak yeni anayasa çalışmaları ve
tartışmalarının toplumun daha geniş kesimlerine
ulaşmasına gayret göstermeyi sürdüreceğiz. Bu
sayıda da farklı yaklaşımların yer aldığı makaleleri
sayfalarımız arasında bulabileceksiniz.
Bir yönüyle de uluslararası ilişkiler dergisi
olan ve Türkiye’yi dolaylı ve dolaysız bir şekilde
etkileyebilecek uluslararası politikalara ve
gelişmelere yer veren SD, bu sayısında ağırlıklı
olarak İran’ın dış politikasına ilişkin yazılara
yer vermektedir. Özellikle Arap Baharı sonrası
Ortadoğu’daki siyasal ve toplumsal çözülme yeni
dinamiklerin ortaya çıkmasına imkân vererek
Ortadoğu’daki güç merkezlerinde ciddi bir
hareketliliğe yol açtı. Böyle bir ortamda İran’ın
jeopolitik konumu, bölgedeki devletler ve Türkiye
ile ilişkilerinin artan önemi İran üzerinde ayrı bir
ihtimamla durmayı gerektirdi.
Çevremizdeki bütün olumsuzluklara rağmen hem
iç politikadaki hem de dış politikadaki gelişmeleri
uzmanlarımız ve yazarlarımızın kaleminden siz
değerli okurlarımızla bir defa daha paylaşmanın
mutluluğuyla, keyifli okumalar…
Prof. Dr. Yasin Aktay
ŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
1
STRATEJİK DÜŞÜNCE
Stratejik Düşünce ve Araştırma Vakfı
İktisadi İşletmesi Adına Sahibi
Dr. Nurol Canbolat
Genel Yayın Yönetmeni
Prof. Dr. Yasin Aktay
Yayın Kurulu
Prof. Dr. Yasin Aktay
Prof. Dr. Birol Akgün
Prof. Dr. Aytekin Geleri
Prof. Dr. Muhsin Kar
Doç. Dr. Murat Çemrek
Doç. Dr. Levent Korkut
Doç. Dr. Yusuf Tekin
Doç. Dr. Bekir Berat Özipek
Yrd. Doç. Dr. Necdet Subaşı
Dr. Murat Yılmaz
Aydın Bolat
Ahmet Ünal
Danışma Kurulu
Prof. Dr. Tayyar Arı
Prof. Dr. Mustafa Aydın
Prof. Dr. İbrahim S. Canbolat
Prof. Dr. Şaban H. Çalış
Prof. Dr. Beril Dedeoğlu
Prof. Dr. Hasan Tahsin Fendoğlu
Prof. Dr. Cihat Göktepe
Prof. Dr. Talip Özdeş
Prof. Dr. Ali Şafak
Prof. Dr. Mehmet Şişman
Doç. Dr. Yaşar Akgün
Doç. Dr. Caner Arabacı
Doç. Dr. Ertan Beşe
Dr. Zafer Aydın Ecemiş
Mehmet Akif Ak
Bayram Girayhan
Veli Şirin
Yazı İşleri Müdürü
Ahmet Ünal
Yayın Asistanları
Feyzan Ece Çapa, Yasemin Küçer
Reklam Sorumlusu
Özlem Pınar ORAN
Grafik ve Sayfa Tasarımı
OMEDYA - www.omedya.com
Uzayçağı Cad. Uzayçağı Tic. Mrk. 29/47 Ostim ANKARA
T: 0312 385 58 20-21 F: 0312 385 18 37
Fotoğraflar
AA, Cihan, ShutterStock
Baskı Yeri
Özyurt Matbaacılık
Büyük Sanayi 1. Cadde Süzgün Sok.No:7 İskitler Ank.
Tel : 0.312 384 15 36 - Fax : 0.312 384 15 37
Stratejik Düşünce Entitüsü Çetin Emeç Bulvarı
A. Öveçler Mah. 4. Cad.1330 Sok.
No: 12 Çankaya / ANKARA / Türkiye
T: 0312 473 80 45 - F: 0312 473 80 46
www.sde.org.tr
Bu dergi içeriğinin telif hakları Stratejik Düşünce
Enstitüsü’ne ait olup 5846 Sayılı Fikir ve Sanat
Eserleri Kanunu uyarınca kaynak gösterilerek
kısmen yapılacak alıntılar dışında önceden izin
alınmaksızın hiçbir şekilde kullanılamaz ve yeniden
yayımlanamaz. Bu dergide yer alan SDE’nin
kurumsal bilgileri ile SDE Akademik Personeli’nin
çalışmaları dışındaki diğer görüş ve değerlendirmeler,
yalnızca yazarının düşüncelerini yansıtmaktadır;
SDE’nin kurumsal
görüşünü DÜŞÜNCE
temsil etmemektedir.
| ŞUBAT 2012
2 STRATEJİK
47
İhsan DAĞI
Dağı: “Türkiye, Şii Hilali
Kamplaşmasına Zorlanıyor”
SDE Yüksek İstişare Kurulu Üyesi ve ODTÜ
İİBF Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim
Üyesi Prof. Dr. İhsan Dağı, Ortadoğu’daki son
gelişmeler ve Amerika’nın Irak’tan çekilmesi
sonrası İran’ın dış politikasındaki muhtemel
değişimler üzerine SD’nin sorularını
cevaplandırdı.
67
Aydın BOLAT
ABD Artık İsrail’i
Taşıyamıyor!
İsrail’in pervasız, başına buyruk, ABD’yi
emrivakilere mecbur eden yanlış politik
alışkanlıkları, ABD’nin de müttefikleri olan
Türkiye ve Mısır’ı kaybetmesi ve nihayet
Arap Baharı’nın ortaya koyduğu yeni stratejik
Ortadoğu dengeleri, yalnızlaşan İsrail’i ABD
için taşınması giderek ağırlaşan bir ‘yük’
haline getirmiş durumda.
103
Rasim YILMAZ
Yunanistan’daki Banka Mevduat
Hücumları ve Etkileri
Yunanistan’daki finansal krizler -banka
hücumları- güvenlik önlemleri tartışmalarına
yeni boyutlar getirmiştir. Yunanistan’daki
banka mevduat hücumlarının nedeni banka
spesifik etkilerden ziyade makro ekonomik
risk olarak görünmektedir. Yunanistan borç
krizi bize mevduat sigortasının sınırlarını
göstermiştir.
27
Zeynep SONGÜLEN İNANÇ
Hrant Dink’ten
Ermeni Meselesine
Hrant Dink davası, Türkiye açısından son
derece önemli bir fırsata karşılık geliyordu.
Dava, Türkiye’deki demokratikleşme ve
şeffaflaşma sürecinde karanlık ve derin
ilişkilerin ortaya çıkmasında ve Ergenekon
sürecine desteğin devam etmesinde bir eşik
haline gelmişti.
İÇİNDEKİLER
95
05 Cemil Çiçek: “Yeni Anayasa Ön Şarttır”
Borç Kriziyle
Farklılaşan Avrupa
Sarkozy, AB için hem genişlemenin
hem de federasyonun aynı anda
gerçekleştirilmesinin imkânsız olduğunu,
zira AB’nin kapılarını Balkan ülkelerine
açtığını, çok sayıda üyesi olan bir
AB’de federalizmin imkânsız olduğunu
belirterek, “iki-vitesli Avrupa” önerisinde
bulunmuştur.
99
08 Yeni Anayasada Temel Sorunlar ve Çözüm Önerileri ...
SD Haber
16 Yeni Anayasada Vatandaşlık
Hamit Emrah BERİŞ
22 Eskiyle Hesaplaşmak ve Yeni Anayasa
Murat YILMAZ
27 Hrant Dink’ten Ermeni Meselesine
Zeynep SONGÜLEN İNANÇ
30
Muhsin KAR
Nefret Suçlarına Karşı Yasal Düzenleme Arayışları
Selvet ÇETİN
36 Uludere’den 28 Şubat’a Bir Yol
Avrupa İçin Krizden Çıkış
Seçenekleri
Avrupa’nın temel makroekonomik
göstergelerine bakıldığında önemli
bir problemin olmadığı görülmektedir.
AB’nin bir bütün olarak cari açık sorunu
bulunmamaktadır. Amerika ve İngiltere
gibi cari açık veren büyük ekonomilerden
daha iyi durumdadır. Mali denge
açısından da aynı durum söz konusudur.
51
Röportaj: Ahmet ÜNAL
Dilek YİĞİT
Yasin AKTAY
43 İran - ABD Gerginliği: Sanal mı Gerçek mi?
Birol AKGÜN
47 Dağı: “Türkiye, Şii Hilali Kamplaşmasına Zorlanıyor”
Röportaj: Bedir SALA
51 ‘Şii Hilali’ Kimin Meselesi?
Talip ÖZDEŞ
55 İran’a Petrol Ambargosunun Faturası Türkiye’ye
Serkan ŞAHİN
Talip ÖZDEŞ
‘Şii Hilali’ Kimin Meselesi?
“Şii Hilali” veya başka ne şekilde telaffuz
edilirse edilsin, İslam dünyası için
bir Sünni ve Şii olgusunun varlığı söz
konusudur. Mezhebi veya etnik farklılıklar
çatışmayı gerektirmez. Ancak etnik veya
mezhebi algılar yanlış yönlendirildiğinde,
ideolojik zemine oturtularak fanatizm
teşvik edildiğinde, birileri tarafından her
an bir fitne ateşinin, bir çatışmanın fitili
ateşlenebilir.
59 ‘Bahar’ İran’a da Gelir mi?
Öner BUÇUKCU
67 ABD Artık İsrail’i Taşıyamıyor!
Aydın BOLAT
71 Yükselen Çin’e Karşı: Obama Yönetiminin Güvenlik Stratejisi
Erkin EKREM
80 Pakistan’da Darbe İhtimali ve Hükümetin Geleceği
Khalilullah RASULİ
84 El-Baradei ve Tahrir Devrimi
59
Ahmet UYSAL
Öner BUÇUKCU
‘Bahar’ İran’a da Gelir mi?
Son Cumhurbaşkanlığı seçiminde
reformistlerin seçimlerde hile yapıldığı
iddiasıyla sokaklara dökülmesi ve
çeşitli kitle gösterilerinde bulunması
Batı kamuoyu tarafından dikkatle takip
edilmişti. Ardından “Arap Baharı” adı
verilen halk hareketlerinin İran’da da
hissedilmesi beklendi, bu minvalde bir
takım gelişmeler de yaşandı.
89 AB Perspektifiyle ‘Özgürlük, Güvenlik ve Adalet Alanı’
Ömer ERSOY
95 Borç Kriziyle Farklılaşan Avrupa
Dilek YİĞİT
99 Avrupa İçin Krizden Çıkış Seçenekleri
Muhsin KAR
103 Yunanistan’daki Banka Mevduat Hücumları ve Etkileri
Rasim YILMAZ
108 Yazılım Sektörünün Sorunları SDE’de Tartışıldı
SD Haber
İÇ POLİTİKA
4
STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012
Röportaj
Cemil Çiçek:
“Yeni Anayasa Ön Şarttır”
TBMM Başkanı Cemil
SD: Yeni Anayasa’nın Türkiye için
Çiçek, Stratejik Düşünce
önceliği nedir? Olmazsa olmaz bir
şart mıdır?
Enstitüsü’nde düzenlenen
mutlu, huzurlu ve refah
Önemlidir. O kadar keskin bir ifade
kullanmasak bile çünkü Türkiye’nin
bir anayasası var. Yeni bir anayasa
yapmazsak hepimiz şikayet ettiğimiz anayasaya hayat hakkı tanımış
oluruz ve devlet buna göre idare
edilecek. Bu anayasanın doğurduğu sakıncaları 30 senedir birebir
yaşıyoruz. O kadar keskin bir dille
ifade etmesek bile iyi işleyen bir
devlet düzeni ve insanların mutlu,
huzurlu ve refah içerisinde bulunduğu noktaya gelebilmesi bakımından en azından bir ön şarttır
diye söyleyebiliriz.
içerisinde bulunduğu
SD: Yeni Anayasanın ismi “2012 Ana-
noktaya gelebilmesi
yasası” olabilecek mi? Çalışmalarda
hangi aşamaya gelindi?
“Yeni Anayasada Temel
Sorunlar ve Çözüm
Önerileri Sempozyumu”na
katıldıktan sonra SD’nin
konuyla ilgili sorularını
cevaplandırdı. Çiçek, ‘Yeni
Anayasa’nın, iyi işleyen bir
devlet düzeni ve insanların
bakımından en azından bir
‘ön şart’ olduğunu belirtti.
Onun ismini şu an ben koyamam.
Bu biraz da algılama meselesidir.
Tanıtım meselesidir. Biz kendi pratiğimizden biliriz kanunların bir
kendi ismi vardır bir de kamuoyunda algılanış biçimi vardır. Mesela
bizim mevzuatımızda pişmanlık
yasası diye bir yasa yoktur. Onun
uzun uzun isimleri var; filanca kanunda değişiklik diye. Medyada bu
konu baştan böyle takdim edilince,
olmuştur 8 tane pişmanlık yasası...
Onun için İnşallah anayasayı yapalım da, ismini ne koyacağımıza ona
göre bakarız.
Çocuk doğsun da, ismini sonra koyarız. Doğduktan sonra ismini ya
vatandaş koyar veya Meclis. 4 partinin oluşturduğu Uzlaşma Komisyonu, bu işi 2012 sonuna kadar bitirmeyi hedefliyoruz diye bir mutabakata vardı. Bunu da kamuoyuna
ilan etti. 15 maddelik kendi iç çalışma tüzüğünde bunu 2012 yılı sonu
olarak ifade etti. Bence de 2012’de
bitmesinde sayısız fayda var. 2013’e
ŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
5
“Son zamanlarda
kamuoyunda, benim de
tahrikkâr ifadelerimden
sonra biraz daha
hareketlenme başladı.
Ama doğrusunu isterseniz
beklenti ile gelenler
arasındaki makas hâlâ
çok açık. 30 yıldır bu kadar
şikâyet edilen bir konuyla
ilgili katkının bu kadar
sınırlı ve zorlama olmaması
gerekirdi.”
ve sonrasına kaldığında Türkiye’de
reel olarak başka öncelikler gündeme gelecektir. Arka arkaya seçimler
geliyor. Seçim atmosferinde de bu
türlü önemli düzenlemeleri yapmak da zorluk var. Onun için 2012
en uygun zaman dilimi olarak gözüküyor.
6
STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012
SD: STK’ların yeni anayasa konusundaki katkılarını yeterli buluyor musunuz?
Son zamanlarda kamuoyunda, benim de tahrikkâr ifadelerimden sonra biraz daha hareketlenme başladı.
Ama doğrusunu isterseniz beklenti
ile gelenler arasındaki makas hâlâ
çok açık. 30 yıldır bu kadar şikâyet
edilen bir konuyla ilgili katkının bu
kadar sınırlı ve zorlama olmaması
gerekirdi. Biraz daha, özellikle sivil
toplum kuruluşlarının, meslek örgütlerinin ve siyasi partilerin daha
hazırlıklı olması gerekirdi. Bu sonuç
benim için sürpriz değil.
Ben zaten Türkiye’de bu tür sorunların slogan bazında konuşulduğunu, kimsenin bu sloganı projeye
dönüştürmediğini bilirim. Birçok
konu da böyledir. Siyaset de böyledir. Zaten siyasetteki kalite sorunu
da buradan çıkıyor. O nedenle son
15 - 20 gündür biraz daha hareketlenme oldu. Biraz daha katkı arttı.
Ama doğrusunu isterseniz ben yeterli görmüyorum. Gelen katkılar
da daha çok genel söylem tarzındadır. Yani “Özgürlükçü bir anayasa
istiyoruz” diyorlar. Bu ne kadar katkıysa o kadarlık bir katkıdır.
SD: Şimdiye kadar kaç kurumdan
yeni anayasa için öneri geldi. Bu
sayıyı yeterli buluyor musunuz?
O türlü rakamları söylemem. Bu
yanlış olur. Başkalarının yapacağı
katkıyı sınırlamak gibi bir değerlendirme olur. Biz de bu sürede
bundan kaçınıyoruz. Ancak istiyoruz ki daha fazla katkı olsun. 86
bin dernek var fakat gelen rakama
baktığınızda devede kulak kabilinden kalıyorsa, demek ki bu sürece
o seviyede bir katkı olmayacak.
O halen demokrasi konusundaki
anlayışımızdan kaynaklanıyor. Biz
“katılımcı demokrasi” diyoruz ama
bizim toplumumuz halen “temsili
demokrasi” merhalesinde, o basamakta duruyor. Nasıl olsa seçtiklerimiz var. Hele hele belli isimlere
karşı da bir güven varsa, bu biraz
da kültürümüzün de ortaya koyduğu bir şey. Biz her işi bir yerlerin
Doğru yapan mükâfatlandırılmalı,
yanlış yapan da cezalandırılmalı.
Cezadan kasıt, cezaevine koymak
anlamında söylemiyorum. Toplumsal bir karşılığı olmalı. Bu işlerde
çalışan ile çalışmayanların, olumlu
katkı verenle vermeyenlerin bir
müeyyidesi olmalı.
Onun için de biraz bu işi sivil toplum canlı tutsun, “Bu işi muhakkak
yapmalısınız” demeli. Bu bizim mademki taahhüdümüz, bu dönem
yapmalıyız.
SD: Anayasa konusunda görüş
açıklamaktan kaçınan yahut 1982
Anayasası’nın aynen korunmasını
isteyen siyasi parti yahut STK var mı?
üzerinden, bir kişiye güvenerek düşünüyoruz. Bunu daha fazla ileriye
götürürsek zülfü yâre dokunur. Bir
kişi düşünsün onun dediğini yapalım. Bu kültürün demokrasiye yansıması da böyle oluyor. Nasıl olsa
biz seçtik, milletvekillerinin görevi
ne, Meclis bizim adımıza yapsın
diye bir noktada duruyoruz. Bence
bu çok doğru olmaz.
SD: Temel tartışma konuları olan,
vatandaşlık tanımı ve anayasanın
değişmez maddeleriyle ilgili ciddi bir
sorun yaşanacağını düşünüyor musunuz? Bu tür sorunları aşmak için bir
yöntem geliştirdiniz mi?
Bu konuda görüş serdedecek olanlar siyasi partilerdir. Yazılım kısmında yani Mayıs başından itibaren,
bütün bu görüşmeler ve değerlendirmelerden sonra bir taslak anayasa metni çalışması başlayacak. Şu
an siyasi partiler kendi içe dönük
çalışmalarını yapıyor, yapmalı.
STK’lar bu sürece katkı sağlamalı.
Biz henüz içerikle ilgili şu madde
şöyle olmalı, bu madde böyle ol-
malı diye bir tartışmaya girmedik.
Bunu biraz da mahzurlu görüyoruz.
Eğer bu safhada bu işe girerseniz
kamuoyundan beklentilerinizin bir
anlamı kalmaz. Nasıl olsa bu komisyon belli konuları kararlaştırmış,
kafaya koymuş, bize de usulen soruyorlar gibi bir anlayışa götürür. Şu
safhada, şu madde şöyle olacak bu
madde böyle olmalı tarzındaki bir
tartışmayı yapmadık, yapılmasını
da doğru bulmadık. Yöntem ise yazılım sırasında kendi içinde tartışılır.
SD: Konuyla ilgili siz daha önce “Masayı deviren altında kalır diye bir ifade kullanmıştınız?
Tam bu anlamda böyle bir şey
söylemedim ama benim maksadıma da ters düşmez. Bazen basında maksadımızı aynen ifade eden
cümleleri almak yerine yazanın da
ifadeleri karışıyor. Söylemek istediğim şey şudur: Yani bu işten yan
çizen, bu işe katkı vermeyen, bu işin
olumlu sonuçlanmasını istemeyenlere karşı da bir müeyyide olmalı.
Siyasetin de bir müeyyidesi olmalı.
Onu söylesem doğru olmaz. Böyle bir parti (Meclis dışından) var.
O da onun bir düşüncesidir. Bunu
niye söyledi, vay nasıl söyler, diye
bir muahezede bulunamayız. Biz
herkesten düşüncesini söylemesini
istedik. O kişi ve kuruluşlar zahmet
edip yazmış, komisyona kadar da
gelmiş. “Bizim düşüncemiz budur”
diyorsa, katılmayız ama bu komisyonun kuruluş felsefesine de ters
düşmüş olmasına rağmen bir görüştür. Onu da kabullenmek gerekir. Kaldı ki, bu özgürlükler konusu
olduğunda AHİM kararlarına atıfta
bulunulur. Eğer onu bir kriter kabul ediyorsak, cebir ve şiddet içermemek kaydıyla çok aşırı ifadeler
bile olsa, onu dinleyeceksiniz, ona
söyleme imkanı sağlayacaksınız.
Uzlaşma komisyonunda bulunan
partilerin zaten yeni bir anayasa fikrini kabullendiklerini ise herhalde
belirtmeye gerek yoktur.
SD: Sorularımızı cevaplandırdığınız
için çok teşekkür ederiz efendim.
Ben teşekkür ederim.
Röportaj: Ahmet ÜNAL
ŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
7
SD Haber
Yeni Anayasada Temel Sorunlar ve
Çözüm Önerileri Sempozyumu
TBMM Başkanı Cemil
Çiçek’in Katılımlarıyla,
Stratejik Düşünce
Enstitüsü’nde “Yeni
Anayasada Temel Sorunlar
ve Çözüm Önerileri”
başlıklı bir sempozyum
gerçekleştirildi. SDE
Konferans Salonunda
düzenlenen toplantının
açılış konuşmasını Prof. Dr.
Yasin Aktay yaptı.
8
STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012
T
BMM Başkanı Cemil Çiçek’in
Katılımlarıyla, Stratejik Düşünce Enstitüsü’nde “Yeni
Anayasada Temel Sorunlar ve Çözüm Önerileri” başlıklı bir sempozyum gerçekleştirildi. 21 Ocak 2012
Cumartesi günü SDE Konferans
Salonunda düzenlenen toplantının
açılış konuşmasını Prof. Dr. Yasin
Aktay yaptı.
SDE Başkanı Yasin Aktay; “Yeni anayasa Türkiye’nin 1982 yılında kabul
ettiği günden beri en önemli sorunlardan biri. Türkiye bu zaman
süresince çok mesafe kat etti. 82
Anayasası kabul edildiği günden
bu yana tüm siyasi partilerin en
önemli eleştiri odağı oldu. Tüm
seçimlerde anayasadan doğan
sorunlar gündeme getirildi. 2007
seçimlerinin kampanyası özellikle
Türkiye’ye yeni bir anayasa kazandırmak üzere şekillendirildi. Tarihimizde ilk defa siyasetin vesayet
kurumlarını kaldırmaya yönelik
direnci oldu. Türkiye’nin şimdiye
kadar yönetildiği bütün anayasalar
bir darbenin sonucunda yürürlüğe
girdi. 12 Haziran seçimleri yeni anayasa konusunda daha yüksek bir
beklenti yarattı. Anayasalar darbe
sonucunda halka zorla imzalatılan
bir sözleşme olmaktan çıkmalı”
dedi ve yeni anayasa konusunda
SDE’nin çalışmalarına değindi ve
sözü TBMM Başkanı Cemil Çiçek’e
bıraktı.
Meclis Başkanı Çiçek; “SDE
Türkiye’nin bu tip meselelerine
karşı kurulduğu günden bu yana
duyarlı oldu. Öncü hizmetlerinden
dolayı SDE’ye teşekkür ederim.
Burada konuşulan konular tam da
konuşulmasına ihtiyacımız olan konulardır. Bugünkü toplantı anayasanın sorunlu alanlarını teşkil eden
konuları içeriyor. Buradan çıkacak
sonuç komisyonumuzda değerlendirilecektir.”
“Türkiye’nin 30 yıldır gazete manşetlerinde olsa da olmasa da bir
anayasa sorunu var. Bugün yaşanan her sorun anayasadan kaynaklanmıyor olabilir ancak birçok
sorunlu alana neden oluyor. Önümüzde anayasadan ya da anayasanın yorumundan ve uygulamasından kaynaklanan sorunlar duruyor.
Böyle bir sorun varsa bu sorunu
kaynağında çözmek gerekiyor.”
üyesi var) ve bu komisyonun başkanlığını Meclis Başkanı yapacak.”
Sayman ise oturumun müzakeresini yaptı.
“Yeni anayasa için uzlaşılacak konuları ortaya koymak ve toplumu
bu şekilde motive etmek lazım.
Yeni anayasaya ‘benim anayasam’
değil, ‘bizim anayasamız’ diyebilmeliyiz. Müzakerelere, ön yargılarla
yaklaşırsak bir sonuca varamayız.
STK’lardan bir diğer beklenti budur.”
“Anayasanın 100’den fazla maddesi
değişti. Ama bu değişiklikler sorunları çözmeye yetmedi. Anayasanın
neden değişmesi gerektiği konusunda bizim bir şey söylememize
gerek yok. 30 yıl içinde bir anayasa
17 defa değişti ise o ülkede hukuk
istikrarını sağlamak kolay olmaz. Bu
anayasa ile sayısal istikrar mümkün
ama siyasal istikrar mümkün olmadı. Bu anayasa ile hukuksal ve siyasal istikrar mümkün olmuyor. Şu an
mecliste temsil edilen partiler de
yeni anayasa konusunda topluma
taahhütte bulundular. Siyasi partilere bu yükümlülükleri hatırlatılmalıdır. STK’lardan beklentimiz budur.”
“STK’lardan beklenen diğer husus ise yeni anayasadan beklentiyi
makul seviyede tutmaları. Yeni bir
anayasadan sıfır sorunlu bir Türkiye
beklemek doğru olmaz. Beklentiyi
makul bir seviyede tutmak lazım.
Yeni bir anayasa Türkiye’yi dikensiz
bir gül bahçesi haline getirmez.”
“Yeni Anayasada İnsan Haklarının
Genel Rejimi” konulu sunumu Prof.
Dr. Yusuf Şevki Hakyemez, “Yeni
Anayasada Sivil-Asker İlişkilerinin
Demokratik Modeli” konulu sunumu Yrd. Doç. Dr. Vahap Coşkun,
“Yeni Anayasada Türkiye’nin İdari
Yapısı ve Yerinden Yönetim İlkesi”
konulu sunumu Doç. Dr. Ramazan
Çağlayan gerçekleştirdiler. “Mecliste temsil edilen siyasi partiler şu konular üzerinde anlaştılar:
Yeni anayasayı bugün oluşmuş parlamento yapacak. Bu anayasa
uzlaşma komisyonu aracılığıyla yapılacak (Her partinin komisyonda 3
Birinci Oturum
“STK’dan bir diğer beklenti şu; bize
gelen görüşler daha çok genel
söylemlerden ibaret. Ancak derinlemesine görüşler bize ulaşmıyor.
Yasama-yürütme-yargı arasındaki
ilişki ne olacak, bu dengeler nasıl
kurulacak gibi konularda STK’ların
görüşlerini bekliyoruz.”
Açılış konuşmalarının ardından gerçekleştirilen ilk oturumun moderatörü SDE İç Politika ve Demokratikleşme Programı Koordinatörü Dr.
Murat Yılmaz oldu. Prof. Dr. Yücel
İnsan Haklarının Genel Rejimi
Prof. Dr. Yusuf Şevki Hakyemez
1982 Anayasasının 5, 17, 13, 14.
maddelerine ve ne olması gerektiğine değindi ve şunları kaydetti;
“Türkiye’nin insan hakları ile ilgili karşı karşıya olduğu sorunların
önemli bir kısmı yürürlükteki anayasadan kaynaklanmaktadır. 1982
Anayasasının kişi hakları, sosyal
haklar ve siyasal haklar başlıkları
altında düzenlenen hak ve özgürlükler yanında sınırlama, kötüye
kullanma, durdurma ve benzeri
insan haklarının genel rejimini düzenleyen maddelerinde de önemli
sorunlar mevcuttur. Özelikle Anayasanın belli bir ideolojik tercihi benimsemesi ve bu bağlamda başlangıç kısmında yer alan ifadeler 1982
Anayasasının insan haklarına ilişkin
yaklaşımını önemli ölçüde sorunlu
ŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
9
hale sokmaktadır. Anayasada önce
insan haklarının niteliği, önemi,
vazgeçilmezliği, korunması ve bu
bağlamda insan hakları konusundaki devletin temel görevi ile ilgili
hükme yer verildikten sonra, somut
olarak hak ve özgürlüklerden Anayasada düzenlenmesi gerekenlere
maddeler halinde yer verilmeli ve
en sonunda insan haklarının sınırlandırılması ve olağanüstü hallerde
tabi olduğu hukuksal rejim formüle edilmelidir. Ayrıca özgürlüklerin
sınırlandırılması sürecinde sadece
her bir özgürlük için geçerli olan
özel sınırlandırma nedenlerine yer
verilmeli, kötüye kullanma yasağı
ya da 1982 Anayasasının başlangıç
kısmında yer aldığı biçimde genel
sınırlama hükmü olarak yorumlanabilecek maddelerden kaçınılmalıdır.”
Sivil-Asker İlişkilerinin
Demokratik Modeli
Yrd. Doç. Dr. Vahap Coşkun, MGK,
genelkurmay başkanının konumu,
askeri yargı, genelkurmay başkanı
ve kuvvet komutanlarının yargılanması, sıkıyönetim, vicdani ret, askeri
okullar sorunu, Yüksek Askeri Şura
konuları üzerinde durdu. Coşkun
şunları kaydetti; “Türkiye’de, 27 Mayıs 1960 askeri darbesinden sonra,
merkezinde askeri bürokrasinin yer
aldığı bir “vesayet rejimi” kuruldu.
Cumhuriyet’in başlangıcından beri
10
STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012
“vesayet”, rejimin asli özelliklerinden biri olmakla birlikte, 27 Mayıs
darbesinden sonra vesayetin kurumsallaşma düzeyi en üst seviyeye
çıktı. 1999, 2001 ve 2004 yıllarında
yapılan anayasal değişiklikler ve
bunlara paralel olarak gerçekleştirilen birtakım yasal reformlar sayesinde, askeri otoritenin -seçilmiş
yöneticilerin kararları üzerinde etkili olmalarını sağlayan yetkilerinin
bir kısmı tasfiye edilmiştir. Bununla
birlikte Türkiye’deki asker-sivil ilişkileri tamamıyla demokratik bir modele uygun hale getirilmiş değildir.
Türkiye’nin tam manasıyla demokratik bir ülke olabilmesi için, yeni
anayasasında askeri ve bürokratik
vesayete sebebiyet veren hiçbir
kurum ve ilke barındırmaması ve
asker üzerinde evrensel ölçülerde
bir demokratik sivil denetim sistemi kurması gerekir.”
Türkiye’nin İdari Yapısı ve
Yerinden Yönetim İlkesi
Doç. Dr. Ramazan Çağlayan konuşmasında mahalli idarelere değindi.
“1900’lü yıllarda merkeziyetçi görüş
ön plana çıkmıştır. 1921 Anayasası
ise daha çok yerinden yönetim konusuna ağırlık vermiştir. 1924 Anayasasında yine merkeziyetçi görüş
benimsenmiştir. 1961 Anayasasında ise yerinden yönetim ilkesini benimsemişti. 82 Anayasasında da bu
durum çok değişmemiş merkezin
yerel üzerinde büyük bir ağırlığının
olduğu bir sistem benimsenmiştir. Şimdi ki duruma baktığımızda
ise üç farklı görüş ekseninde yeni
anayasa için bir şekillendirilme yapılabilir. Mevcut yapı korunmalı,
mevcut yapı ıslah edilerek devam
ettirilmeli ve bazı yeni düzenlemeler olmalı. Biz yeni bir idari yapı modeli tasarlayabiliriz.”
Prof. Dr. Yücel Sayman oturumun
müzakerecisi oldu. Sayman; “Devletin örgütlenmesinin temelinde
amaç olarak insan onurunun yer
alması dile getiriliyor. İnsan onuru
kavramı doğru tanımlanmazsa tıpkı milli irade gibi tıpkı başka kavramlar gibi, bireyin üzerine çıkartılan dokunamayacağımız kavramlar
haline dönüşüyor. İnsan onuru kavramı ile her şeyi yasaklayabilirsiniz,
her şeyin önünü de açabilirsiniz.
İnsan onuru kavramı Birleşmiş Milletler Sözleşmesi çıkartıldığı zaman;
insan türünün özünü korumak üzere çıkartıldı. Sanat yapabilmek, düşüncemi yansıtabilmek, din ve vicdan özgürlüğüm, bunlar doğada
var olan haklarım. Bu haklarımın da
sınırlandırılması değil, kullanılması
söz konusu. Ben bu haklarımı kendi
maddi ve manevi varlığımı geliştirebilmek için kullanacağım. Kendi
kaderimi bizzat tayin edebilmek
için kullanacağım. Madem yeni bir
anayasa yapıyoruz toplumsal karar-
ları, kendi lehimize nasıl alacağız;
özgürlüklerimizi kısıtlamadan birlikte bunu kullanacağız” dedi. İkinci Oturum
İkinci oturumun moderatörlüğünü
ise SDE İç Politika ve Demokratikleşme Programı Uzmanı Doç. Dr.
Hamit Emrah Beriş yaptı. İkinci oturumda “Yeni Anayasada Türkiye’nin
Hükümet Sistemi” konulu sunumuyla Prof. Dr. Yusuf Şevki Hakyemez, “Din ve Vicdan Özgürlüğü:
Türkiye İçin Bir Anayasal Çerçeve
Önerisi” konulu sunumuyla Doç. Dr.
Bekir Berat Özipek, “Yeni Anayasada Vatandaşlık” konulu sunumuyla
Yrd. Doç. Dr. Levent Korkut birer konuşma yaptılar. Prof. Dr. İhsan Dağı
oturumu müzakere etti.
Türkiye’nin Hükümet Sistemi
Prof. Dr. Yusuf Şevki Hakyemez şunları kaydetti; “Hükümet sistemleri
konusu Türkiye’de kolay kolay ülke
gündeminden
düşmemektedir.
Konunun güncelliğinin bir nedeni
koalisyon hükümetleri döneminde yaşanan istikrarsızlıklar iken,
önemli bir diğer nedeni ise değişik
zamanlarda siyaset adamları, yazarlar ve akademisyenlerin mevcut
hükümet sistemindeki aksaklıkları
göz önünde bulundurarak bu konuda farklı modeller önermeleri ve
bunlarla ilgili olarak siyasal alanda
yapılan tartışmalardır. Anayasacılık
geleneğimizde yukarıdan aşağıya
ve merkeziyetçi bir yaklaşım sorunu olduğu dikkate alındığında,
hükümet sistemi formülasyonunda
tabanın temsiline önem verme gereği katılımcı bir modelin tesisi açısından zorunlu hale gelmektedir.
Buna ek olarak hükümet etmede
etkinliğin sağlanabilmesi açısından
yürütmeyi mümkün olduğunca
vesayetten arındırmak gerekmektedir. Eğer bu arındırma olmadan
model oluşturulursa, geçmişte olduğu gibi sistem sorun doğurmaya
devam edebilir.”
Din ve Vicdan Hürriyeti
Doç. Dr. Bekir Berat Özipek din ve
vicdan özgürlüğünü tanımladı,
yeni anayasada din ve vicdan özgürlüğünün yeni anayasada nasıl
tanımlanması gerektiği üzerinde
durdu ve şunları kaydetti; “Din ve
vicdan özgürlüğü, insanın insan
olmasından dolayı sahip olduğu ve
tanınmaması durumunda onun insan onuruna yaraşır bir biçimde yaşamasının mümkün olmadığı çok
temel bir hakkı ifade etmektedir.”
Özipek, din ve vicdan hürriyeti konusunda ideal bir formülasyonun
nasıl olacağını sıraladı;
• Bireylerin, tek başlarına veya ko-
lektif biçimde, özel veya açık biçimde din ve vicdana dayalı pratiklerini
güvence altına almalıdır. Buna Türkiye toplumunun sosyolojik bir gerçeği olmasına karşın yasa dışı sayılan cemaat ve tarikatlarla, Sünni ve
Alevi dergahları, tekkeleri, cemevleri, manastır, şapel veya apartman
katında ibadethane benzeri ibadet
mekanları da dahildir. Hiç kuşkusuz,
bu pratikler, din karşıtı düşünce ve
ifadeleri ve onlara ait mekanları da
kapsamaktadır.
• Din ve vicdan özgürlüğü temelli
sivil oluşumların her türlü vakıf, dernek, sendika türü gönüllü örgütleri
aracılığıyla yürütecekleri faaliyetlerin, dini olmayan herhangi bir faaliyet gibi koruma görmesi sağlanmalıdır. Azınlıkların din ve vicdan
özgürlüğüne ilişkin statüleri, onların Lozan’ın güvencelerine ihtiyaç
duymayacakları, kendilerini azınlık
şemsiyesine muhtaç hissetmeyeceği biçimde düzenlenmelidir.
• Zorunlu din kültürü ve ahlak bilgisi dersinin anayasal temeli kaldırılmalı, bu dersin tercihe bağlı
olduğu açıkça belirtilmelidir. Bu
kuralın ayrılmaz bir parçası olarak,
din eğitimi ile dini eğitimin de bir
hak olarak herkese tanındığı hükme bağlanmalı, böylece Türkiye’nin
sivil alanda dini eğitim veren eğitim
kurumları oluşturmayı kendi toplu-
ŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
11
korunmasını öngörmesi önemli
olacaktır. Çünkü bugünkü durumda anayasanın laikliğin tanımı konusundaki suskunluğu ki bunun
bilinçli bir suskunluk olduğunu düşünmek için haklı nedenler vardır.
Keyfiliğe ve ihlallere kapı aralamaktadır. Bu yapılmadıkça, bugünkü
tartışmaların devam etmesi ve siyasi konjonktüre, ara dönemlere bağlı
olarak insan hakları ihlallerinin yaşanması söz konusu olabilecektir.
muna yasaklayan tek demokratik
ülke olma özelliği ortadan kaldırılmalıdır.
• Dini veya din karşıtı propagandanın ifade özgürlüğü kapsamında
serbest olduğu açıkça belirtilmelidir.
• Dinin, mezhebin veya başka türden inanca ilişkin tercihin kimlik
belgelerinde ifadesine yer verilmemeli, ancak bireylerin tercih
etmeleri durumunda bunu yazdırmalarının da ifade, din ve vicdan
özgürlüğünün bir parçası olduğu
göz önüne alınmalıdır.
• Bu özgürlüğü sınırlandırmada bir
ölçüt belirlenecekse, bunun geniş
tutulmaması önemlidir. Bu bağlamda din ve vicdan özgürlüğünün,
“ancak başkalarının temel haklarına yönelik açık bir tehdit ve fiili bir
zorlama söz konusu olduğunda,
özüne dokunulmaması koşuluyla
ve kanunla” sınırlandırılabileceği
hükme bağlanmalıdır.
• Sivil bir anayasa söz konusu olacaksa, tıpkı diğer tüm ilkelerde olduğu gibi, laiklik konusunda da bir
tercih yapılacak ve yeni anayasanın
bu ilkeyi içerip içermeyeceğine,
toplum karar verecektir. Anayasada laikliğe yer verilecekse, bunun
özgürlükçü bir içerikle formüle edilmesi ve devletin dinler ve inançlar
karşısında kesin tarafsızlığını ve bireysel özgürlüklerin herkese karşı
12
STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012
• Din ve vicdan özgürlüğünün ideal
formülasyonu, aynı zamanda ifade
özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü
ve eğitim hakkının da nasıl formüle edileceğiyle yakından ilgilidir. Bu
bağlamda, anayasadaki diğer maddelerin de genel özgürlük çerçevesiyle uyumlu biçimde içeriklendirilmesine dikkat edilmelidir.
• Mevcut anayasadaki 14. madde
(kötüye kullanma yasağı) ile 15.
Madde (temel hak ve hürriyetlerin
kullanımının durdurulması) türü
hükümlere yer verilmemelidir.
Vatandaşlık Kavramı
Yrd. Doç. Dr. Levent Korkut, vatandaşlık kavramının tarihsel süreçte
gelişimini ve bugün gelinen noktayı anlattı. Korkut şunları kaydetti: “İnsan hakları alanında son iki
yüzyılda görülen gelişmeler sonucunda, temel hak ve özgürlüklerin
sadece vatandaşlar için değil, devlete vatandaşlık bağı ile bağlı olmayan fakat devletin egemenlik alanında yaşayan tüm bireylerin hak
ve özgürlükleri olduğu ilkesi tüm
anayasal demokrasilerde kabul
edilmiştir. Bununla birlikte, siyasi
katılım haklarının sadece vatandaşlara tanınan haklar kategorisi olarak düzenlenmesi uygulamasına
devam edilmektedir. Siyasi katılım
hakkı ve hukuk önünde eşitlik günümüzde de vatandaşlığın temel
özellikleridir. Avrupa Birliği üyesi
devletlerin düzenlemelerinde ise
Birlik üyesi devletlerin vatandaşlarının diğer üye devletlerin ülkelerinin yerel yönetimlerinde seçme
ve seçilme haklarına sahip olması
ilkesi benimsenmiştir. Bu ilke ile
birlikte siyasi hakların vatandaşlara
münhasır haklar olma özelliği, yerel yönetimlerle sınırlı olmak üzere,
Birlik üyesi devletlerin vatandaşları
bakımından terkedilmiştir diyebiliriz. Modern devlet sistemlerinde
siyasi haklar alanı dışında eşitlik
ilkesi de yabancıları içine alacak şekilde bireysel haklar alanına ilişkin
bir ilke halini almaktadır. Tüm bu
gelişmeler vatandaşlarla, vatandaş
olmayanlar arasındaki uçurumun
giderek kapandığına ve çağımız
ulus devletlerinin bireylerin hak ve
özgürlüklerinden hareketle anayasal sistemlerini şekillendirdiklerine
işaret etmektedir. Ancak, günümüz
devletlerinde de vatandaşlık, devlet ile birey arasındaki siyasi ilişkinin
oluşturulması bakımından önemini korumakta, vatandaşlar siyasi
haklarını bu statü ile kullanmakta
ve kendi ülkeleri dışında vatandaşı
oldukları devletlerin korumasından
yararlanmaktadır” dedi.
Prof. Dr. İhsan Dağı şunları kaydetti;
“Anayasanın yapım mühendisliği
ve anayasanın içeriğine ilişkin çok
derin bir literatür oluştu. Anayasa
tanımı gereği yurttaşların temel
hak ve özgürlüklerini güvence altına alan bir metin. Anayasa aynı
zamanda devletin otoritesini sınırlandırıp bu şekilde bireyi daha güvenli kılar. Biz anayasayı tartışırken
aslında çok farklı şeyleri tartışıyoruz. Herkes kendi varlığını ve yokluğunu anayasa üzerinden tartışıyor.
Bizde anayasa aynı zamanda “nasıl
bir yurttaş istiyoruz”u tanımlıyor.
Anayasalar devletin nasıl bir resmi
yurttaş istediklerini de tanımlıyor.
Bu nedenle anayasa yapımı bir siyasal çekişme alanı haline geliyor.
Saydığımız nedenlerden ötürü
Türkiye’de yeni bir anayasa yapmak
zor.”
Cemil Çiçek’in
Konuşmasının Tam Metni
D
eğerli katılımcılar, değerli konuklar, saygı değer
basın mensupları hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Bugün önemli bir konuyu sizlerle tartışmaktan ve fikirlerinizi
paylaşmaktan büyük bir mutluluk duyacağımı ifade etmek
istiyorum. Evvela bir teşekkür
borcumuz var; Stratejik Düşünce Enstitüsü, Türkiye’nin bu gibi
meselelerine karşı kurulduğu
günden bu yana her zaman
duyarlı oldu. Ben de imkân oldukça, fırsat buldukça bu gibi
toplantılara katıldım. Doğrusu
anayasa çalışmaları gibi bir
kısım çalışmalara öncülük etti
ve bugünkü çalışmalar yapıldı.
Bugün de önemli bir toplantıyı
birlikte gerçekleştiriyoruz. Teşekkürüm SDE’nin bu öncü hizmetlerinden dolayıdır. İkincisi
bugünkü toplantının içeriğine,
değerli konuşmacılara, konu
başlıklarına baktığımızda tam
da ihtiyacımız olan konulardır.
Anayasa yapım süreciyle ilgili
çalışmalara başladığımız günden beri toplumun çeşitli kesimlerinde ister vatandaş, ister sivil
toplum kuruluşu, ister meslek
kuruluşu, ister meclis dışındaki
partiler dahil olmak üzere bunların hepsinden görüş istedik,
katkı istedik. Gelen görüşlere
baktığımızda önemli bir kısmı
genel söylemden ibaret. Ayrıntılı görüş bildirenler de var ama
çok önemli bir kısmı genel söylem. İşte; özgürlükçü bir anayasa talep ediliyor. Demokratik
bir anayasa isteniyor. Bugüne
kadar söylediğimiz bu sorunun
bir bölü bir milyon ölçeğindeki
kaba başlıklarını yazılı metne
döken görüşler. Bunların hepsi
de bizim için önemli, hepsine
teşekkür ediyoruz. Hiçbir şey
yapmamaktansa, hiçbir şey
yazmamaktansa, hiçbir görüş
bildirmemektense zahmet edip,
anayasa konusu olsun olmasın
meclisimize görüş bildirmiş olmalarını önemli buluyoruz ve
teşekkür ediyoruz. Ama geldiğimiz noktada biraz daha özele
inmemize ihtiyaç var. Yani bu
bir bölü bir milyon ölçeğindeki
anayasa sorununu 1 bölü 10
bin’e, 1 bölü 5 bin’e hatta 1 bölü
bin’lik ölçeğine indirmemizde
fayda var. İşte bugünkü toplantının konusu zaten uzunca
bir süreden beri anayasanın
sorunlu alanlarını teşkil eden
ve uzun süredir de düzeltilmesi
noktasında arzunun, beklentinin, zaman zaman da çalışmanın olduğu önemli konuları
içeriyor. Ümit ediyorum bugün
buradan çıkan sonuçlar, komisyonumuza rapor olarak da
kısa sürede bildirilirse, bundan
sonraki çalışmalarımızda bunlardan istifade etme imkânımız
olabilecektir. Uzaktan yakından gelen değerli hocalarımıza,
bilim adamlarına ve sizlere de
teşekkür ediyorum. Her ülkenin olduğu gibi bizim de birçok
sorunumuz var. Bunlar zaten
siyasi zeminde konuşulan ve
tartışılan konular. Ama bütün
bunlara ilaveten Türkiye’nin
30 yıldır gazete manşetlerinde
olsa da olmasa da 30 yılı aşan
bir süredir anayasa sorunu var.
Bugün yaşadığımız her sorun
anayasadan kaynaklanmıyor
olabilir. Ama bizi uzun süre
meşgul eden, Türkiye’de kutuplaşmalara, gerginliklere birçok
siyasi, sosyal sıkıntılara sebep
olan gelişmelerin önemli bir
kısmı anayasadan kaynaklanıyor. Biz de bunları anlatarak bu
toplantılara katılıyoruz. Bizim
bu toplantılara katılışımız fikir
beyan etmek için değil. Bulunduğumuz konum ve anayasa
yapım süreci daha somut fikirleri ve görüşleri söylememize
imkân vermiyor. Biz bu toplantılara katılıyoruz, sivil toplum
kuruluşlarından, sizlerden, bilim çevrelerinden ve herkesten
beklentilerimizi ortaya koyuyoruz. Bu beklentiler karşılandığı
nispette, ikinci etapta yeni bir
anayasa taslağı hazırlanırken
bunlardan istifade edeceğiz.
Onun için beklentilerimizi söylüyoruz. İki gün evvel SETA’nın
bir toplantısı vardı ona katıldık,
bugün buradayız, yarın 13 büyük konfederasyonun, meslek
örgütünün düzenlediği Kon-
ya’daki bir toplantıya katılacağız. Bu toplantıları mümkün
olan süratle Türkiye’nin her tarafında yapmaya çalışıyoruz.
Türkiye’nin tartıştığı şu son 15,
20 gün, bir aylık gazete manşetlerine,
televizyonlardaki
tartışmalar, siyasi partilerimizin grup toplantılarındaki atışmalarına bakarsanız özünde
bu anayasadan kaynaklanan
sorunlar var. Mesela neyi tartışıyoruz; cumhurbaşkanlığının
süresi beş yıl mı, yedi yıl mı?
Bu kadar zamandır bu işi netleştiremedik demek ki, 5 yıl mı
yedi yıl mı daha bir süre de
tartışılacak. Devletin birliğini, bütünlüğünü milleti temsil
eden en yüce makamla ilgili
tartışma toplumda çok değişik
sıkıntıları meydana getirir. 7
yıl diye evvelsi gün TBMM’den
geçti ama 5 yıldır deniliyor. Veto
edilsin, edilmesin, eğer gidilecekse Anayasa Mahkemesi
süreci, ondan sonraki durumlar
ve açıklamalara bakarsanız bu
önemli bir tartışma konusu olarak önümüzde duruyor. Anayasadan ya da anayasanın
yorumundan kaynaklanan bir
sorun. Bir yargılama yapılacak
yetkili mahkeme Adliye Mahkemeleri midir yoksa Yüce Divan
mıdır bunu da tartışıyoruz. Neden; 145 ya da 148. Maddenin
yorumundan kaynaklanan, uygulamasından kaynaklanan
ve yine anayasadan kaynaklanan bir sorun. Dokunulmazlıkları tartışıyoruz, anayasal sorun.
Bir milletvekilinin evi aranır mı
aranmaz mı, yine anayasal
sorun. Tutuklu milletvekillerinin
durumu anayasal sorun. Bu
bir aylık tartışma konumuza
baktığımızda ortada ciddi bir
anayasa sorunu olduğu ortada.
Böyle bir sorun varsa bunu kaynağında çözmek lazım. Kısmi
değişikliklerle biz bu işi rayına
oturtamadık. Hepimiz biliyoruz
17 defa 100’den fazla maddesi değişti ama bu binanın, 82
Anayasası ile kurulan sistemin
orasını burasını tamir ederek,
restore ederek bu binada yaşama hakkımız yok. Yepyeni
bir binaya yepyeni bir inşaata
ŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
13
ihtiyaç var. Bunu yaparken de
tabi ki 30 yılın tecrübesinden de
iyi istifade etmek lazım. Bir iş
yanlış yapılırsa, iyi yapılmazsa,
doğru yapılmazsa, dengeleri
doğru kurulmazsa bir ülkede
ne tip sorunlar çıkarın laboratuar olarak Türkiye bilim tarihine
bir armağanda bulunmuş oluyor. 82 Anayasasını iyi irdelersek toplum açısından ne gibi
sorunlarla karşılaşabiliriz, Türkiye bu manada bir ülkedir. O
nedenle bu anayasanın neden
değişmesi gerektiği konusunda
bizim bir şey söylememize gerek yok. Zaten bu anayasa ile ilgili o kadar çok olumsuz şeyler
söylendi ki daha yapılış sırasında, yapıldıktan sonra, aradaki
değişiklikler esnasında…
Bir konuya dikkatinizi çekmek
istiyorum; 30 yıl içerisinde 17
defa değişti ise o ülkede hukuk
istikrarını temin etmek kolay olmaz. Hâlbuki biz siyaset adamları olarak en çok vurgu yaptığımız konu güven ve istikrardır.
İstikrar deyince biz daha çok
bir partinin mecliste çoğunluğu
elde etmesi ve tek başına iktidar olmasını anlarız, ona vurgu yaparız. O biraz da işimize
gelen izahtır. Bunun doğru yanı
var ama bu anayasa döneminde tek başınıza mecliste çoğunluğunuz da olsa, çok kuvvetli bir
çoğunluğunuz da olsa istikrarın temin edilmediğini gördük.
Bu anayasa ile sayısal istikrar
mümkün ama siyasal istikrar
mümkün olmadı. İşte açılan
Kapatma Davası, kuvvetli bir
çoğunluk var. Ama Türkiye’yi
bir sene arafta bıraktı. Bunun
neler kaybettirdiğini işin içerisinden olanlar bilir. Hani derler
ya soğanın acısını yiyen değil
doğrayan bilir. Doğrayan tarafta olduğumuz için bir Kapatma
Davası’nın nelere mal olduğunu biz biliyoruz. Bunun parasal
olarak da hesabını kimse yapamaz ki hayat sadece paradan
da ibaret değil. Onun için bu
anayasayla hukuk istikrarı da
mümkün olmuyor. Zaman zaman siyasi istikrar da mümkün
olmuyor. Hatta ve hatta yaptığınız iş ve işlem bu anayasa
14
STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012
uygun olsa bile yine de sorun
çıkarmaya devam ediyor. Çünkü anayasanın kendi dengeleri, balansı bozuk. Böyle olunca
da düzenli bir yolculuk yapma
şansınız yok. Doğru bir yaklaşımla, tespitle konuşula konuşula 12 Haziran seçimleri sonucu yeni bir anayasa yapılması
konusunda toplumda genel bir
mutabakat oluştu. Önde gelen
siyasi partilerimiz, seçime giren
partiler, şu an mecliste temsil
edilen partiler, yeni anayasa
konusunda topluma taahhütte
bulundular. Dolayısıyla bugün
siyaset kurumunun özellikle de
Mecliste temsil edilen partilerin
yeni bir anayasa yapma borcu,
yükümlülüğü vardır. Kimse bu
yükümlülükten kaçamaz. Herkes hesabını kitabını ona göre
yapmalıdır. O halde bizim sivil
toplumdan birinci beklentimiz
bu yükümlülüklerini siyasi partilere hatırlatmalarıdır. Bu talebi
canlı tutmaları, bunun gereğini
yapmadıkları takdirde siyaset
kurumlarının neleri kaybedecekleri açık ve net bir şekilde
ortaya koymalarıdır. Doğru bir
yaklaşımla yeni anayasa konusunda dört partinin ittifakı var.
Bunu şu sebepten söylüyorum;
ileride bir kısım tartışmalar, müzakereler yapılacaksa bunun
şimdiden bilinmesinde, kayda
geçmesinde fayda var. Mecliste
grubu bulunan dört siyasi parti
5 konuda anlaştı. Birincisi yeni
bir anayasa. İkincisi bu anayasayı bugün oluşmuş olan 24.
Dönem parlamentosu yapacak.
Biz bu yetkiye dayanarak bu
çalışmaları başlatıyoruz. Dört
siyasi parti ve şahsi olarak ben,
bu meclise yeni bir anayasa
yapmaya ehliyetinin, etkisinin,
liyakatinin olduğunu kabul ediyoruz. Teorik tartışmaların bize
bir faydası olduğu kanaatini
şahsen taşımıyorum. Bunun dışında başka anayasa yapım
yöntemlerini şu anda tartışmanın bu sürece katkı sağlayacağı kanaatinde değilim. Üçüncüsü bu anayasanın uzlaşma
komisyonu aracılığıyla yapılması lazım. Meclisimizde 90’lı
yıllardan itibaren oluşmuş bir
gelenek olarak siyasi partilerin
meclisteki temsil oranlarına bakılmaksızın eşit üyeden oluşan
ve görüş birliği içerisinde sorunların çözülmeye çalışıldığı, karara bağlandığı bir yöntem var.
Dolayısıyla bu hazırlık çalışmaları uzlaşma komisyonu yoluyla
yapılacaktır. Ve bugün, iktidardaki partinin de bu komisyonda üç üyesi var en küçük muhalefet partisinin de üç üyesi var.
Dolayısıyla 4 parti 12 üye ile tüzel kişiliklerini temsil ederek bu
çalışmaları yapıyorlar. Üzerinde anlaştıkları başka bir konu
bu komisyonun başkanlığını
meclis başkanının yapmasıdır.
Benim talip olduğum bir görev
değil. Mecliste grubu bulunan
dört siyasi parti bunun üzerinde anlaştı. Benim yerime başka
bir kişide meclis başkanlığını
yapıyor olsaydı bu işin başkanlığını o yapıyor olacaktı. Ben de
19 Ekim tarihinden itibaren hiç
aksatmadan bu görevi sürdürmeye çalışıyorum. Dört partinin
anlaştığı konu bu çalışmaların
görüş birliği içinde sürdürülmesidir. Söz konusu partiler parmak hesabına dayalı bir komisyon çalışmasını arzu etmediklerini ifade ettiler. Dört partinin ilk
anlaştığı konu budur. Bir takım
siyasi kişilikleri, tüzel kişilikleri hesaba katarak deniliyor ki,
falanca partiyle filanca anlaşır
mı? Kendimizi onların yerine
koyarak olumsuzluk üretmek
yerine anlaşmaları gerektiğini,
bu görevin kendilerinin yükümlülüğü olduğunu, yeni bir anayasa yapmak noktasında tarihi bir sorumluluk taşıdıklarını
söylemek, hatırlatmak ve baskı
yapmak öbür olumsuzlukları
gündeme getirmekten daha
faydalıdır diye düşünüyoruz.
Aksini yöntem olarak söyleyenler meclis pratiğini bilmiyorlar
demektir. 12 kişilik komisyonda
muhalefet çoğunlukta ancak
genel kurula geldiğimizde komisyonda azınlık olan genel
kurulda çoğunlukta olmaktadır. Aşağıda kabul ettiğiniz yukarıda kabul görmeyecekse o
zaman bu çalışmalar beyhude
olur. Onun için her koşulda uzlaşmayı sağlamamız gerekiyor.
Bizim sivil toplumdan ikinci
beklentimiz toplumda bir uzlaşı
havası yaratmasıdır. Bir anayasa yapılacaksa bu benim anayasam değil bizim anayasamız
olacaksa sadece dört partinin
değil, herkesin belli bir noktada buluşması gerekiyor. Her
kuruluş “en doğrusu benimkidir
diğerleri yanlıştır” inatlaşması
içerisinde olursa, böylesine bir
fikri sabitlik söz konusu olursa
binlerce anayasa metni ortaya
çıkarmamız gerekir. Benim değil bizim anayasamız, diyebilmek noktasında uzlaşmacı bir
tavrı ve uzlaşılacak noktaları
ortaya koymak ve toplumu bu
yönde motive etmek lazımdır.
Demokratik olgunluk bunu gerektirir. Eğer siz “dediğim dedik,
bu olmazsa olmaz” diyorsanız
82 Anayasası’nın nesini tenkit
ediyorsunuz? 82 Anayasası da
bu mantıkla hazırlandı. Aynı
felsefe ile aynı anlayışla bir
anayasa yapılamaz. Elbette
“benim söylediğim doğrudur
ancak başkalarının da söylediğinin doğru olma ihtimali
vardır” toleransı olmadığı zaman bizim binlerce anayasa
metni çıkarmamız lazım. Ancak
bunda ülke yararına bir sonuç
çıkmaz. Onun için bizim anayasamızı yapacak bir ortalama
yol bulacağız. Önyargılarla
bu tartışmalara başlarsak bu
tarihi fırsatı hep beraber heba
etmiş oluruz. Bu sebeple siyasi
partilerden evvel, böylesine bir
uzlaşı havasının topluma egemen olması noktasında sivil
toplum kuruluşları bu atmosferi
yaratmalıdır. Aksi takdirde yarın istediği cümleyi anayasada
görmeyenler, bu anayasayı yapanları vatan haini ilan edeceklerdir. Bizim hain olmaya niyetimiz yok. Biz ülkemizi seviyoruz.
Bunlar da kolayca kullanılacak
sıfatlar değildir. Bir anayasa
tartışmasını bu türlü, yaralayıcı,
kırıcı üsluplardan, kavramlardan, sloganlardan arındırmamız gerekiyor. Bu noktada sivil
toplum bu konuya öncülük etmelidir diyorum. Bizim sivil toplumdan beklediğimiz bir başka
husus da şudur; biz genelde
çok uç noktalardan genellikle
hareket ediyoruz. Evet, toplumda birçok sorun var. Bunların bir
kısmı anayasadan kaynaklanıyor. Eğer “yeni anayasa = sıfır
sorunlu bir Türkiye” dersek anayasaya haddinden fazla anlam yüklemiş oluruz. Beklentiyi
makul bir seviyede tutmak gerekir. Onun için sivil toplumun,
meslek kuruluşlarının daha iyi
bir anayasa yapılabilmesi noktasında bir gayretin içerisinde
birlikte olmalarını istemekteyiz.
Ancak vatandaşımıza da şunu
söylemek lazım ki; “Yeni bir
anayasa Türkiye’nin bütün sorunlarını sıfırlayacak, dikensiz
bir gül bahçesi meydana gelecek gibi bir beklenti gerçekçi
olmaz” Elbette 20-30 yıl sonra
ne olacak onu kestiremeyebiliriz ama anayasanın sorun çözmeyi kolaylaştıracak bir alan
açması, buna imkân vermesi
lazım. Anayasalar ayak bağı
olmamalıdır. Anayasa üzerinde
yapılan son 17 değişikliğe baktığımızda Türkiye’nin belli bir
konuda acil ve önemli bir karar
alması gerektiğinde karşısına
hep bir anayasa problemi çıkmış ve bu değişiklikler de bu
mahiyette yapılmıştır. Özellikle
yargılamalar konusunda yapılmış bu. Sizlerde hatırlarsınız. O
halde siyasetin sorun çözmesine imkân verecek temel hak
ve özgürlükleri olabildiğince
teminat altına alacak bir anayasa oluşturmak gerekir. Buna
başka özelliklerde eklenebilir.
Bizim şu günlerde sivil toplumdan beklediğimiz başka şeyler
de var; şu ana kadar bize gelen
görüşlerin önemli bir kısmı genel söylemlerden, genel değerlendirmelerden ibaret. Bunlar
bize heyecan verir, bizi motive
eder. Arkamızda halk desteğini
görmüş olmak bizim açımızdan
önemli ama devlet organlarının
işleyişi konusunda görüşler yeteri kadar gelmiyor. İşin kritik
noktalarından bir tanesi budur.
Yasama, yürüme, yargı arasındaki denge ve yürütmenin kendi modeli ne olacak? Bu konulara da artık ısınmamız lazım.
Bunlarla ilgili vatandaşlarımızın görüşlerini bildirmesi lazım.
Başkanlık Sistemi mi, Yarı-baş-
kanlık sistemi mi, Parlamenter
Sistem mi? Her şey buna göre
düzenlenecek. Yaşadığımız sıkıntıların büyük bir kısmı temel
hak ve özgürlüklerin yeterince
sağlama alınamamış olması
ve bu noktada getirilen kısıtlamalar hiç şüphesiz konuşulmalı
ama öbür tarafta da geldiğimiz
noktayı iyi görmemiz gerekir.
Devletin üç tane erki var ama
bu erklerin birbirleri ile olan
ilişkileri iyi değerlendirilmeli.
Üstelik bu anayasanın 30 yıllık süresi içerisinde bu erklerin
birbirlerinin yetkisini nasıl gasp
ettiğini, görev alanına nasıl müdahale ettiğini son 3-4 senedir
hep beraber yaşadık, yaşıyoruz.
Bu arada en fazla zarar gören
kurumların başında parlamento geliyor. Parlamento, bir taraftan yargının müdahalesi ile
sıkıştı öbür taraftan yürütmenin
müdahalesi ile sıkıştı. Her şeyin
çözümü meclistir diyoruz ama
faaliyet alanı en dar olan erklerin başında yasama gelmektedir. Her şeyi biz çözeceksek o
zaman bu durumu baştan gözden geçirmekte fayda var.
Uzun lafın kısası; biz görüş bildirmek yerine beklentilerimiz
ifade etmeye çalıştık. Elbette
söylediğim konularla ilgili olarak şahsi düşüncelerim, kabullerim, kanaatlerim var. Ama bu
sürecin tarafsız yürütülmesi, komisyondaki görüş birliğini sağlamak ve bu çalışmaları verimli
götürebilmek adına çok keskin
görüşlerimin olduğu konuda
bile hiçbir görüş bildirmemeye
azami gayreti gösteriyorum. Bu
kararıma bugün burada da
uyacağım. Sözlerimi burada
bitireceğim. Çok teşekkür ediyorum hepinize.
İnanıyorum ki çok faydalı bir
toplantı olacak ve sonuçları da
bizim çalışmalarımıza büyük
ölçüde katkı sağlayacaktır. Başarılar diliyorum.
ŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
15
Yeni Anayasada
Vatandaşlık
20. yüzyıl boyunca
demokrasinin küresel
yükselişi, ulus-devletin
anlam ve işlevleri, bireyin
ve toplumun siyasal
zemindeki konumu gibi
sorunlar vatandaşlığın da
yeniden tanımlanmasına
neden olmuştur. Bu
anlamda, yeni anayasada
yer alacak vatandaşlık
kavramının evrensel
örneklerle uyumlu olması
önem taşımaktadır. Bu
süreçte ilk kritik eşik,
Cumhuriyetin türdeş bir
yapı meydana getirmeyi
amaçlayan bakışının
yerini çoğulcu bir anlayışa
bırakmasıdır.
16
STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012
Y
eni anayasaya yönelik hazırlıklar son dönemde iyiden
iyiye hız kazandı. Bu süreçte,
evrensel demokratik standartlarda
yeni bir anayasanın hazırlanması
düşüncesi üzerinde tüm siyasal
partilerin ve toplumsal kesimlerin
ittifak ettiği görülüyor. Dolayısıyla
artık asıl yapılması gereken, yeni
anayasada yer alacak unsurları somut bir şekilde tartışmaktır.
Vatandaşlık Kavramının Ortaya
Çıkışı
Günümüzden bakıldığında oldukça “yeni” gibi görünen vatandaşlık
aslında, siyaset teorisinin tarihsel
açıdan en uzun geçmişi olan kavramlarından birisidir. Siyaset teorisinde vatandaşlığın ilk kullanımı,
Eski Yunan polislerinde, yaklaşık
olarak M.Ö. 8. yüzyıldan itibaren
olmuştur. Sınıflı bir toplum yapısına
sahip olan Eski Yunan’da, nüfusta
Hamit Emrah BERİŞ*
çoğunluğu oluşturmalarına rağmen siyasal hakları bulunmayan
meteikos (yabancılar) ve kölelerin
aksine devlet aygıtının yönetimi vatandaşların elindedir. Polislerde vatandaşlık, kan yoluyla kazanılan ve
dolayısıyla doğumla gelen bir statüdür. Vatandaş olmanın ilk koşulu,
devletin kuruluş sürecinde yer alan
bir aileye mensup bulunmak, başka bir ifadeyle oikos sahibi olmaktır.
Bunun dışında erkek olmak ve 18
(veya 20) yaşını doldurmak vatandaş olabilmenin diğer koşullarını
teşkil eder. Kuşkusuz, her vatandaşın ekonomik durumu, toplumsal
veya siyasal konumu bir diğeriyle
aynı değildir. Yani köleli toplum
yapısı, bunun karşısında tüm vatandaşların ekonomik açıdan iyi
bir durumda olması gibi bir sonuç
doğurmaz. Tıpkı geçmişten günümüze insan topluluklarının tamamında olduğu gibi Eski Yunan’da da
yoksul ve zengin vatandaşlar vardır
ve kâğıt üzerinde herkesin siyasal
haklardan eşit şekilde yararlanma
imkânı olmasına rağmen pratikte
durum tam da böyle işlemez. Bunun yanında getirilen kısıtlamalar
nedeniyle örneğin Atina’da genel
nüfusun yalnızca yüzde 10’luk bir
kısmının vatandaşlık haklarına sahip olduğunu belirtmek gerekir.
Tekrar altını çizmek gerekirse, kabaca nüfusun yarısını oluşturduklarını
söyleyebileceğimiz kadınların vatandaşlık hakları yoktur.
Polislerin varlıklarına son veren
Roma İmparatorluğu açısından da
önemli bir kavramdır, vatandaşlık. Dönemine göre oldukça gelişmiş bir hukuk nosyonuna sahip
Roma’da, devlet yönetimi, fiilen dar
bir grubun elinde olmasına rağmen
kentlerde ve köylerde yaşayan ve
“köle” statüsünde olmayan insanlar
vatandaş olarak tanımlanırlar. Hatta
Roma’da İmparatorluğun büyümesi ve sınırlarının genişlemesiyle
yöneticiler Eski Yunan’a göre çok
daha fazla vatandaş desteğine yaslanmak zorunda kalırlar.
Roma sonrasında, önce Hıristiyanlığın siyasal alanı adeta kapatması, ardından da mutlak krallıkların
yükselişi vatandaşlığın tarih içinde
uzunca bir süre için unutulmasına
neden olmuştur. Bu şekilde, nispeten insanların siyasal özgürlüklerine gönderme yapan vatandaşlık
kavramı, yerini yöneticilerin mutlak üstünlüğüne gönderme yapan
bir “hükmetme” anlayışına bırakır.
Aslında bu süreçte, bugün vatandaşlara özgü olarak kabul edilen
birtakım haklar, devletin yönetme
gücünün sürmesini sağlayan kişiler
tarafından elde tutulmaya devam
edilir. Burada, iki ölçütün kullanıldığı söylenebilir. İlk ölçüt, kamu giderlerinin karşılanması için siyasal
iktidara vergi desteği; ikinci ölçüt
ise ihtiyaç duyulduğu zaman asker
sağlamaktır. Ancak siyasete katılma
hakkının oldukça dar bir grup için
geçerli olduğu; hatta mutlak monarşilerin güçlerini artırmalarıyla
koşut olarak söz konusu etkinin son
derece sınırlı kaldığı söylenebilir.
Bunun dışında kalan halkı nitelemek için uyruk kavramı daha uygun düşer. Buradan da anlaşılabileceği gibi mutlakıyetçi krallıkların
hükümran olduğu evrede hükümdara tam bir bağlılık sergileyen ve
kral tarafından verilenler dışında
haklarının bulunduğu kabul edilmeyen “bağımlı” bir insan grubu
söz konusudur. Birbirleriyle ilişkilerinde bazı haklara sahip oldukları
düşünülen halk kitlelerinin devlet
karşısında da benzeri haklarının bulunduğu düşüncesi demokrasinin
yeniden tarih sahnesine çıkmasıyla
olacaktır.
Demokrasi İçinde Vatandaşlık
Vatandaşlığın ikinci yükselişi modern devletin ortaya çıkışı ile birlikte
olur. Ancak bu kez kavram, devletin
hükmettiği tüm coğrafya üzerinde
yaşayan tüm insanları kapsayacak
Ulus-devlet anlayışı,
bu bağlamda, tüm
vatandaşların aynı
haklardan eşit şekilde
yararlanmaları,
ayrıcalıklara sahip
olmamaları ya da
ayrımcılığa maruz
bırakılmamaları ilkesi
üzerine kuruludur ve
bu açıdan siyasal bir
türdeşlik varsayar.
şekilde bir anlam değişikliğine uğrar. Avrupa’da 17. yüzyıldan itibaren
yaşanan siyasal devrimlerin bu yeni
anlayışın ortaya çıkmasında doğrudan etkili olduğu açıktır. Bu süreçte,
ilk kritik eşiğin 1688 İngiliz Devrimi
olduğu söylenebilir. İngiltere’de
16. yüzyıl boyunca Tudor ve Stuart
hanedanları arasında yaşanan güç
mücadelesi, bu süreçte ülkenin
Papalıktan kopuşu ve Anglikan kilisesinin kuruluşu nedeniyle halkın
adeta ikiye ayrılması bir “iç savaş”
doğurur. Hem iç savaşın meydana
getirdiği gerilim hem de bu sürecin kralların mutlak ve tek başlarına
yönetme iddialarını zaman içerisinde önemli ölçüde geriletir. Aynı
süreçte 1688’de kabul edilen Bill
of Rights, yönetilenlerin yöneticiler, daha genel bir ifadeyle devlet
karşısında haklara sahip olduğunu
ortaya koyar. Bu süreç, izleyen dönemde İngiliz sisteminin demokrasiye doğru evrilmesini beraberinde
getirecektir. Zayıf krallar karşısında
parlamento kurumunun giderek
yükselmesi, siyasal arenada halkın
kurucu özne olarak belirmesini sağlayacaktır. Ancak henüz vatandaşlık
kavramı ile ifade edilen bir durumun tam olarak ortaya çıkmadığını
da eklemeliyiz. İlk aşamada öne çıkan husus, tüm insanların siyasal ve
ŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
17
Yeni anayasanın Türkiye’de
evrensel demokratik ve
özgürlükçü değerlerin
hayata geçirilmesi
bakımından bir fırsat
olduğu açıktır. Bu
bağlamda, geçmişle
kapsamlı bir muhasebeye
girişilerek mevcut siyasal
ve toplumsal sorunların
çözülmesi önem
taşımaktadır.
hukuksal açılardan eşit oldukları ve
devletle aralarındaki ilişkinin karşılıklılık esasında kurulacağıdır.
Vatandaşlığın modern dönemde
yeniden sistemin merkezine yerleşmesi açısından Amerikan ve Fransız
Devrimlerinin meydana getirdiği
etki sürecin diğer önemli halkalarıdır. 4 Temmuz 1776’da ilan edilen
Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi, “[b]
ütün insanların eşit yaratıldıklarına;
yaratıcıları tarafından onlara hayat,
özgürlük ve mutluluğu arama hakkı gibi geri alınamaz bazı haklar verildiğine inanıyoruz” ifadesini içerir.
Locke ve Rousseau’nun düşüncelerinden etkilendiği çok açık şekilde
kendini gösteren bildirge, devlet
karşısında belirli haklara sahip bir
insan grubunu, daha doğrusu adı
konulmamış şekilde vatandaşlığı
tasvir eder. Aynı Bildirge, toplumsal
sözleşme kuramının vücut bulmuş
halidir adeta. Bu açıdan, Amerikan
Devriminin İngiltere’de ortaya çıkan temsil sisteminin demokrasiyle
bütünleştirilmesi anlamına geldiği
ifade edilebilir.
Fransız Devrimi vatandaşlık kavramını yeniden devlet kuramının
en merkezi yerlerinden birine yerleştirir. 5 Mayıs 1789’da toplanan
Etats Généraux, öncelikle kendisini
ulusal meclis olarak ilan edip ülkenin kaderini eline alır; 26 Ağustos
18
STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012
1789 tarihinde de İnsan ve Yurttaş
Hakları Bildirisini kabul eder. Bildiri, Fransa toprakları içinde yaşayan
tüm insanları “vatandaş” sıfatıyla tanımlar ve herkesi eşit olarak kabul
eder. Ülke içinde özellikle aristokratların sahip oldukları tüm ayrıcalıklar ortadan kaldırılır. Aynı süreçte
benimsenen ulusal egemenlik ilkesi aracılığıyla da hiçbir vatandaşın
yasaların üstünde yer almayacağı
ve herkesin iradesinden çıktığı kabul edilen yasaların istisnasız herkesi bağlayacağı kabul edilir.
Madalyonun diğer tarafında ise
Devrimin tek tip vatandaş meydana getirme ideali bulunur. Bu süreçte öncelikle vatandaşlar arasında tıpkı Atina’dakine benzer şekilde
ekonomik temelli bir ayrıma gidilir.
Devrimin öncülerinden Sieyés’e
göre, devletin giderlerinin karşılanmasına katkıda bulunmayan insanların vergi vererek bu yönde çaba
harcayan diğer insanlarla eşit haklara sahip olması doğru değildir. Bu
nedenle, siyasal haklardan yalnızca
25 yaşını doldurmuş, devlete vergi
ödeyen erkek vatandaşlar yararlanabilecektir. Dolayısıyla vatandaşlar arasında vergi ödeyip ödememe
durumlarına göre aktif/pasif ayrımı
yapılır. Ancak bu süreçte, bu ayrımdan çok daha önemli sonuçlar doğuran başka gelişmeler de yaşanır.
Bu dönemde, izleyen yüzyıllar boyunca başka devletlere de ilham
kaynağı olacak uygulamalara gidilir. Örneğin zorunlu ortak eğitim
kurumları aracılığıyla tüm vatandaşların devletin resmi ideolojisini
içselleştirilmelerini sağlayacak bir
endoktrinasyon faaliyetinden geçmeleri sağlanır. Dolayısıyla küçük
yaşlardan itibaren farklı sorunlar
karşısında devletin çıkarları için ortak hareket etme yeteneğine sahip
bir kitle meydana getirilmeye çalışılır. Aynı süreç, belirli bir yaşa gelen
tüm erkeklere yükümlülük olarak
verilen zorunlu askerlik hizmeti aracılığıyla bir üst aşamaya taşınır. Aslında herkesin askerlik yaptığı, pro-
fesyonel ordunun bulunmadığı sistem Bağımsızlık Savaşından sonra
ABD’de de uygulanır; ama militarist
yönelim bu ülkede daha sınırlı kalır.
Bu anlamda, askerlik hizmeti yalnızca devletin savunma ihtiyaçlarının
karşılanmasıyla ilgili değildir. Belki
de bundan daha önemli olarak zorunlu eğitim sürecinden bir şekilde
“kaçan” insanları yakalamak ya da
unutulanları yeniden hatırlatmak
gibi resmi ideolojinin korunması-
na ilişkin unsurları da kapsar. Hatta
1889’da çıkan vatandaşlık yasası
aracılığıyla Fransa’ya ait topraklarda
(örneğin kolonilerde) doğan insanların askerlik yapabilmeleri için onlara Fransız vatandaşlığı verilir.
Fransız Devrimiyle birlikte ulusdevlet modeli, dünyanın farklı
coğrafyaların en güçlü modeli olarak belirir. “Vatandaşlar topluluğu”
olarak görülen “ulus” bu model aracılığıyla doğrudan devletle özdeşleşmiş olur. Ulus-devlet anlayışı, bu
bağlamda, tüm vatandaşların aynı
haklardan eşit şekilde yararlanmaları, ayrıcalıklara sahip olmamaları
ya da ayrımcılığa maruz bırakılmamaları ilkesi üzerine kuruludur ve
bu açıdan siyasal bir türdeşlik varsayar. Söz konusu türdeşlik, aynı
soydan gelen, aynı dili konuşan,
aynı tarih ve kültür mirasını paylaşan ve hatta aynı dine mensup bir
insan grubunu idealize eder. Buna
karşılık, vatandaşların bu tür mutlak
bir türdeş yapı içinde bulunmadıkları, hatta tam tersine pek çok ayrılık
ve farklılığa sahip oldukları açıktır.
Dolayısıyla ulus-devletlerin vatandaşlık anlayışlarıyla ilgili sorunların
tam da bu noktada başladığını söylemek yanlış olmayacaktır. Nitekim
20. yüzyılda çıkan farklı vatandaşlık
anlayışları da bu farklılıkların altının
kalın bir şekilde çizilmesiyle yakından ilişkilidir. Ancak bu bölüme
geçmeden son olarak dünyanın her
yerinde geçerli vatandaşlık statüsünün hukuksal olarak kazanılmasının yollarına da kısaca değinelim.
Vatandaşlığın belirlenmesinde kullanılan ilk ölçüt, doğum yerine göre
bu hakkı veren jus soli’dir. Latince
hak ve toprak sözcüklerinin birleşiminden türetilen bu terim, belirli
bir ülkenin sınırları içinde doğan
insanlara, ana babalarının uyruklarına bakılmaksızın vatandaşlık hakkının verilmesi anlamına gelir. Bu
anlamda, vatandaşlık kişisel bir hak
olarak değerlendirilir ve ebeveynlerin vatandaşı oldukları devletin
hukukuyla bir ilişki kurulması aran-
1982 Anayasasının
statükoyu koruma
amacından hareket ettiği
açıktır. 1982 Anayasasının
vatandaşlık hakları da
dahil olmak üzere pek
çok hak ve özgürlük
konusunda, bunların,
topluma adeta devlet
tarafından bahşedildiği
gibi bir yaklaşım
benimsediği söylenebilir.
maz. Günümüzde ABD ve Kanada
gibi ülkeler bu yöntemi benimserler. Diğer ölçüt ise kan bağına
dayanan, yani ataların aynı hakka
sahip olup olmadığını göz önünde bulunduran jus sanguinis’tir.
Hâlihazırda dünyanın büyük kısmında uygulanan bu yöntemde ise
doğan çocuklar, kendi ailelerinin de
vatandaşı olduğu devletin uyruğuna başka bir işleme gerek olmaksızın girmiş kabul edilirler. Dünyanın
pek çok ülkesinde ve Türkiye’de vatandaşlığı belirlemekte bu yöntem
uygulanır.
Türkiye’de Vatandaşlığın
Doğuşu
Türkiye’de vatandaşlığın tarihsel gelişimini Cumhuriyet dönemi ile başlatmak mümkündür. Osmanlı’da
uyrukların sistemle ilişkileri “Osmanlı millet sistemi” adı verilen bir
anlayış çerçevesinde şekillenir. Bu
bağlamda, millet sistemi, sosyolojik
anlamda bir tabakalaşma durumuna gönderme yapar. Birey düşüncesinin belirmediği bu anlayışta,
insanların sahip oldukları siyasal,
toplumsal ve hukuksal haklar, kendileriyle aynı millete mensup diğerleriyle aynıdır. Millet sisteminde
ayrım ölçütü, etnik unsurlar değil;
dindir. Buna göre Müslümanlar,
İmparatorluğun temel, asli unsuru
olarak kabul edilirler ve sistemin
ŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
19
1982 Anayasasının
66. maddesine “Türk
devletine vatandaşlık
bağı ile bağlı olan herkes
Türk’tür.” Buradan
rahatlıkla anlaşılabileceği
gibi, Anayasa
aslında vatandaşlığı
tanımlamamakta,
vatandaşı etnik
bir kategori içine
sokmaktadır.
merkezinde yer alırlar. Gayrımüslimler ise kendi dinsel inanışlarına
göre ayrı ayrı gruplandırılırlar. Hıristiyanlar, kendi mezheplerine göre
değerlendirilirler. Dolayısıyla Katolik, Protestan ve Ortodokslar ayrı
milletlerin parçaları olarak kabul
edilirler. Belirttiğimiz gibi burada kişinin sahip olduğu etnik kimliğin bir
önemi yoktur; belirleyici unsur dindir. Örneğin bir kişi “Ermeni” olması
nedeniyle değil, Protestan veya Katolik inancına mensup bulunması
nedeniyle belirli bir grubun parçası
olur. Diğer taraftan, modern vatandaşlık anlayışından farklı olarak
uyrukların aynı hak ve ayrıcalıklara
sahip olmadıklarını da belirtmek
gerekir. “Millet-i hâkime” sıfatına
mensup Müslümanlar diğer dinsel
unsurların üzerinde konumlanırlar.
Hiyerarşi piramidinin en altında ise
Museviler vardır. Bu noktada, her
bir milletin kendi fıkhî sorunları karşısında göreli özerklikleri bulunduğunu belirtmek gerekir.
Buna karşılık, Cumhuriyet dönemi
ile birlikte rejimin değerlerini içselleştirmiş, devlete yönelik haklarından çok yükümlülüklerine vurgu
yapılan bir vatandaşlık anlayışı
söz konusudur. Cumhuriyetin ilanından kısa bir süre kabul edilen
1924 Anayasası, daha sonraki sü20
STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012
reçte uzunca bir dönem etkisini
gösterecek vatandaşlık anlayışının
temellerini atmıştır. Vatandaşı tanımlamak için kullanılacak sıfatın
ne olması gerektiği bu süreçteki
temel tartışma konusunu oluşturur.
1876 Kanuni Esasisi’nin bu konuda
bulduğu çözüm olan “Osmanlı” ifadesi, 1921 Anayasası tarafından da
benimsenmiştir.
Belirttiğimiz gibi 1924 Anayasasındaki sınırlı yaklaşım dışında vatandaşlık kavramı, Türk hukuk literatürüne, daha geniş kapsamlı olarak
1928 yılında kabul edilen Vatandaşlık Kanunu ile girer. Kanuna göre,
“Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle Türk
ıtlak olunur.” Görüldüğü gibi burada vatandaşları tanımlamak için
doğrudan bir etnik terimden yararlanılmıştır. Bu bağlamda, daha fazla
nüfusu vatandaş tanımının içine çekebilmek, bu şekilde daha güçlü bir
devlet görüntüsü verebilmek için
kapsam geniş tutulmuştur. Ancak
Cumhuriyet rejiminin vatandaşlık
yaklaşımının toplumun çoğulculuğuna gönderme yapan değil, tam
tersine tektip bir yapı meydana getirmeyi amaçlayan bir yaklaşım benimsendiği söylenebilir. Dolayısıyla
asıl olarak, rejimin değerlerini içselleştirmiş, etnik, kültürel, dinsel ve
dilsel unsurlar bakımından mümkün olduğunca türdeş bir vatandaş
topluluğu oluşturulması başlıca
amaçtır. Bu kapsamda, vatandaşlık,
haklardan daha çok bireyin devlete
ve topluma karşı yükümlülükleri ile
tanımlanır ve sınırlı bir çerçeve içine
yerleştirilir. Rejim, endoktrinasyon
faaliyetleri aracılığıyla tamamen
kendisine bağlı olacak bir vatandaş
topluluğu meydana getirmek açısından yoğun bir çaba harcar. Tıpkı
Fransız Devrimi sonrasındaki uygulamalarda olduğu gibi, tüm müfredatı devlet tarafından belirlenen
zorunlu ortak eğitim ve zorunlu
askerlik gibi hizmetlerden bu amaç
doğrultusunda yararlanılır.
Rejim, çalışmayı ve ülke kalkınması-
na katkıda bulunmayı da yurttaşın
görevleri arasında sayılır; bu bağlamda, çalışma ve ulusal işgücüne
katılma kişinin sırasıyla ülkeye, topluma ve kendi ailesine karşı görevi olarak görülür. Bunun yanında
Medeni Kanun aracılığıyla kadınlara “anne” sıfatıyla iyi ve sorumlu
vatandaşlar yetiştirme yükümlüğü
verilir. Dolayısıyla yalnız kamusal
alanla sınırlı kalmayan ve adeta özel
alanın tüm veçhelerine nüfuz eden
bir vatandaşlık anlayışı söz konusudur.
Yeni Anayasada Vatandaşlık
Yeni anayasanın Türkiye’de evrensel
demokratik ve özgürlükçü değerlerin hayata geçirilmesi bakımından
bir fırsat olduğu açıktır. Bu bağlamda, geçmişle kapsamlı bir muhasebeye girişilerek mevcut siyasal ve
toplumsal sorunların çözülmesi ve
yenilerine kapı aralanmaması önem
taşımaktadır. Anayasanın içermesi
gereken vatandaşlık anlayışı da bu
kapsamda değerlendirilebilir. Nitekim 1982 Anayasasının statükoyu
koruma amacından hareket ettiği
ve vatandaşlık konusunda rejimin
geleneksel tavrının ötesine geçemediği açıktır. 1982 Anayasasının
vatandaşlık hakları da dahil olmak
üzere pek çok hak ve özgürlük konusunda, bunların, topluma adeta
devlet tarafından bahşedildiği gibi
bir yaklaşım benimsediği söylenebilir. Söz konusu anayasada temel
hak ve özgürlükler hemen sonralarında çeşitli kısıtlamalar ile birlikte
anılır. Ancak konumuz açısından
asıl sorun teşkil eden nokta, Anayasanın getirdiği vatandaşlık tanımıdır. 1982 Anayasasının 66. maddesine “Türk devletine vatandaşlık
bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür.”
Buradan rahatlıkla anlaşılabileceği
gibi, Anayasa aslında vatandaşlığı
tanımlamamakta, vatandaşı etnik
bir kategori içine sokmaktadır. Bu
yaklaşımın toplumun tamamı tarafından benimsenmediği, geçmişten günümüze uzanan çizgi içinde
yaşanan siyasal sorunların devletin
insanları biçimlendirmek açısından
kendisine çizdiği bu rolle ilgili olduğu açıktır. Dolayısıyla yeni anayasanın bu sorunlu bakış açısını değiştirmesi önem taşımaktadır.
Her şeyden önce yeni anayasanın
vatandaşlığı etnik temelli bir şekilde tanımlamaması ve toplum
içindeki çoğulcu yapıyı yansıtacak
düzenlemeler içermesi gerekmektedir. Vatandaşlık, bireylerin devletle olan ilişki çerçevelerini düzenleyen bir kavramdır. Farklı birey ya da
toplulukların aynı siyasal kategori
içinde tanımlanmaya çalışılması ise
otoriter tavırların önünü açacaktır. Etnisite dışında dinsel, kültürel
ve yerel unsurlara yönelik vurgu,
gönderme ya da ima da yeni vatandaşlık tanımında yer almamalıdır. Zira bu tür yaklaşımlar, devletin
farklı aidiyet unsurları arasında bir
“tercih”te bulunduğunu gösterir ve
anayasal tarafsızlık ilkesine aykırılık
teşkil eder. Devletin farklı toplumsal kesimlere eşit mesafede durması ve tarafsızlığı ancak bu tür bakış
açısıyla sağlanabilir.
İkinci olarak vatandaşlık, toplum içindeki farklılıkları
yansıtacak, çoğulcu bir
bakış açısıyla anlamlandırılmalıdır. Bu
bakımdan,
devletin
geçmişten bu yana izlediği türdeş
bir kitle meydana getirmeyi amaçlayan vatandaşlık algısını ortadan
kaldıracak bir yaklaşım benimsenmelidir. Dolayısıyla devlet, tanımlayan ya da belirleyen değil, farklı
toplumsal kesimlerin ve bireylerin
haklarını güvence altında tutan bir
aygıt rolünü üstlenmelidir. Ayrıca
halihazırdaki anayasada vatandaşların “Türk” sıfatıyla tanımlanmaları,
diğer etnik kimliklerin hepsinin yok
sayıldığını gösterir. Oysa demokratik bir devlet, sistem içindeki farklılıkları törpülemek değil, çoğulcu bir
zemin içinde bireylerin farklılıklarını
yaşamalarını sağlayacak önlemleri
almakla yükümlüdür.
Burada asıl sorun, Anayasaya vatandaşlığın ne şekilde yerleştirileceği noktasında ortaya çıkmaktadır.
Stratejik Düşünce Enstitüsü tarafından bu amaçla hazırlanan raporun
da gösterdiği gibi günümüzde
vatandaşlık çok az ülkede etnik temelli bir yaklaşım içerisinde tanımlanmaktadır. Pek çok anayasada ise
vatandaşlık
konusunda
herhangi
bir tanımla-
ma bulunmamaktadır. Aslında bu
durum hukuk kültürü ve temel hak
ve özgürlüklerin mantığı düşünüldüğünde oldukça anlaşılabilir bir
bakış açısını yansıtır. Zira her tanım, doğal olarak birtakım sınırlamalar içerir ve tanımlayan gücün
belirleyiciliğine vurgu yapar. Bu
nedenle, vatandaşlığın anayasada yer almaması ve vatandaşların
sahip oldukları haklar ve devlet ile
olan ilişkilerinin genel çerçevesinin
çizilmesi yeterli olacaktır. Böylece
kamu otoritesinin birey ve toplum
ile kurduğu ilişkilerde tüm etnik,
dinsel ve kültürel gruplara karşı eşit
mesafede kalması ve tarafsız olması
sağlanabilecektir.
Yeni anayasanın Kürt sorunu başta
olmak üzere ülkenin karşı karşıya
kaldığı pek çok sorunu çözme açısından bir başlangıç noktası anlamına geldiği söylenebilir. Ancak
beklenen amaca ulaşılabilmesi için
farklı toplumsal kesimlerin istek, talep ve beklentilerinin anayasa aracılığıyla sisteme yansıması zorunludur. Bu nedenle, yeni anayasayla,
türdeş bir siyasal ve toplumsal yapı
meydana getirme şeklinde özetleyebileceğimiz rejimin geleneksel
tavrından vazgeçilmesi gerekmektedir. Bunun en belirgin örneği
vatandaşlık tanımı bağlamında
görülebilir. Çoğulcu, demokratik
toplum değerlerine uygun ve
özgürlükçü bir vatandaşlık
anlayışı, farklı toplumsal kesimleri şiddete
başvurmaya ihtiyaç
duymadan, ortak
idealler etrafında
toplamak işlevini
görebilir. Aksi takdirde yeni anayasanın meşruluk zemini
zayıf olacak ve çıkarıldığı ilk günden itibaren anayasa yeni
tartışmalar ve sorunlar başlatacaktır.
SDE Uzmanı, Doç. Dr.*
ŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
21
Eskiyle Hesaplaşmak ve
Yeni Anayasa
Murat YILMAZ*
Yeni Türkiye’nin inşa
süreci inişli çıkışlı bir
şekilde devam ediyor. Yeni
Türkiye’nin yolunu açan
gelişmelerin başında,
Eski Türkiye’nin çöküşü
geliyor. Eski Türkiye’nin
yavaş yavaş ortadan
kalkışı, Yeni Türkiye’yi
kaçınılmaz hale getiriyor.
Eski Türkiye kamuoyundaki
tartışmalarla, suça karışmış
aktörlerin yargılanmasıyla
ve yeni dünyaya intibak
edemeyen zihniyetiyle
yıkılıyor.
22
STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012
Y
eni Türkiye’nin inşa süreci
inişli çıkışlı bir şekilde devam
ediyor. Yeni Türkiye’nin yolunu açan gelişmelerin başında,
Eski Türkiye’nin çöküşü geliyor. Eski
Türkiye’nin yavaş yavaş ortadan
kalkışı, Yeni Türkiye’yi kaçınılmaz
hale getiriyor. Eski Türkiye kamuoyundaki tartışmalarla, suça karışmış aktörlerinin yargılanmasıyla ve
yeni dünyaya intibak edemeyen
zihniyetiyle yıkılıyor. Yıkılan bu enkazın üstünde reformlarla yeni bir
yol açılmaya çalışılıyor. Demokratikleşme istikametindeki birçok
paketten sonra 12 Eylül 2010 anayasa değişiklik paketi de bu yolu
açmak içindi. Bugün bu açılan yola
rağmen Eski Türkiye’nin mevzuatı, kurumsal yapısı ve zihniyetinin
hâlâ ciddi sorunlar yarattığı görülüyor. En son Hrant Dink’in cinayetini
yargılayan mahkemenin verdiği bu
karar problemin derinliğini gösteriyor. Problemin derinliği ise, reform-
ların ötesinde kurucu bir dönemin
ve Yeni Anayasa’nın gerekliliğine
işaret ediyor.
Yeni Anayasa’nın Arkasındaki
Halk Desteği
12 Haziran 2011 seçimlerinden
sonra Yeni Anayasa yapmak için
TBMM’de temsil edilen dört siyasi
partinin katılımıyla teşekkül eden
Uzlaşma Komisyonu’nun varlığına
rağmen Yeni Anayasa’nın yapılmayacağına ilişkin kötümser bir hava
yaygınlaşıyor. Bu havaya rağmen
sürecin işlemeye devam etmesinin üzerinde ayrıca durmak iktiza
ediyor. Öyle siyasi partiler ve siyasi
liderler, siyasi bir akla ve hesaba
dayanmıyorsa Uzlaşma Komisyonu’ndaki varlıklarını neden devam
ettiriyorlar? Bu soruya cevap vermek için Yeni Anayasa hakkındaki
kamuyu yoklamalarını hatırlamak
yerinde olacaktır.
İsmail Küçükkaya bu soruyu iktidar
partisi AK Parti üzerinden sorarak
şöyle cevaplandırıyor: “Kamuoyunda, gerçekten yeni anayasa talebi
var mı? Erdoğan ölçtürdü. Masasındaki raporlara göre yüzde 65 ila 69
arasında değişen oranlarda ‘evet’ rakamı çıkıyor. Üstelik partiler henüz
kendi konumlarını belli etmemişler.
Bu oranın 75 civarına çıkacağını hesap ediyorlar.” Bu oldukça yüksek
bir oran ve diğer araştırmalar tarafından da teyit ediliyor.
Bu oran, aynı zamanda siyasi tansiyondaki yükselmeye ve siyasi
partiler arasındaki ciddi anlaşmazlık noktalarına rağmen Uzlaşma
Komisyonu’nun Yeni Anayasa sürecine neden devam ettiğini izah ediyor. Bu durumu iktidar partisi şöyle
tahlil ediyor. “Erdoğan’ın önündeki anket vs yoklamalar ‘masadan
kalkan partinin siyaseten tasfiye
edileceğini’ söylüyor. Anayasa uzlaşma çalışmalarında başarısızlık
olursa faturayı halk kesecek. Ama
burada ince bir nüans var. Halkın,
‘oyunbozanın kim olduğunu’ net
biçimde görmesi, belirleyici olacak.
İşte bunun için de siyaset stratejileri
her zamankinden daha fazla önem
kazanacak.” (İsmail Küçükkaya,
“Yeni Anayasa Mümkün mü? İşte
Başbakan’ın Stratejisi”, Akşam, 23
Ocak 2012).
Muhtemelen diğer siyasi partiler
de bu ihtimali gördükleri için masadan kalkan taraf olmak istemiyorlar.
Bu siyasi durum, Yeni Anayasa’nın
bütün olumsuzluklara rağmen yapılmasını mümkün hale getiriyor.
Nitekim birçok sivil toplum kuruluşu, kamuoyundan gelen bu desteği
arkalarında hissederek Yeni Anayasa yapım sürecine ciddi katkılar
sunmaya devam ediyorlar.
Eski Türkiye ile Hesaplaşma:
Yargılamak
Yeni Türkiye, Eski Türkiye ile hesaplaşmadan kurulamaz. Türkiye’de
demokrasinin konsolidasyonu bakımından bu hesaplaşma şarttır.
Çünkü daha önce bu hesaplaşmalar
yapılmadığı için Türkiye’de demokrasiyi tehdit eden asker-sivil bürokrasinin vesayetinden kurtulmak
mümkün olamamıştır. Türkiye’de
asker-sivil bürokratik vesayet salt
Türkiye’nin darbecilerle
hesaplaşmasının
kaçınılmazlığı kabul
ediliyor. Ancak bu
gelişmelere rağmen,
darbeci cenahta hâlâ
bir itiraf, pişmanlık ve
özür dileme hali yok. Bu
durum, hesaplaşmanın
ve yargılamanın ciddi
bir şekilde ilerlemesini ve
tamamlanmasını zaruri
kılmaktadır.
mevzuattan kaynaklanmıyor. Bu
mevzuatı aşan ve hatta dışına çıkan
darbeleri, post-modern darbeleri,
darbe tehditleri ve darbe teşebbüsleri de bu vesayeti pekiştirir.
Bu vadide Ergenekon, Balyoz gibi
davaların açılmasıyla Türkiye bu
darbelerle hesaplaşmak bakımından mühim bir eşiği aşmıştı. Son
olarak İnternet Andıcı davasında
ŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
23
Başbuğ’un tutuklanmasıyla
darbelerle hesaplaşma
bakımından, yeni bir eşik
aşıldı. Son darbecileri
yargılayabilmek, darbeci
geleneği en güçlü olduğu
yerde mahkûm etmek gibi
stratejik bir üstünlüğü tesis
ediyor.
dönemin Genelkurmay Başkanı
Orgeneral İlker Başbuğ’un yargılanması ve 12 Eylül darbecileri
hakkında hazırlanan iddianamenin
kabul edilmesi bu bahiste alınan
mesafenin büyüklüğünü göstermeye yetmiştir. Bu süreç ilerledikçe şaşkınlık ve usul tartışmalarına
rağmen, Türkiye’nin darbecilerle
hesaplaşmasının kaçınılmazlığı kabul ediliyor. Ancak bu gelişmelere
rağmen, darbeci cenahta hâlâ bir
itiraf, pişmanlık ve özür dileme hali
yok. Bu durum, hesaplaşmanın ve
yargılamanın ciddi bir şekilde ilerlemesini ve tamamlanmasını zaruri
kıldığı açıktır.
12 Eylülcüler ve İlker Başbuğ
Yargılanıyor
12 Eylül darbecileri nihayet yargılanıyorken son 5-6 yılda yaşanan darbe teşebbüsleri sırasında Genelkurmay Başkanı olan emekli orgeneral
İlker Başbuğ, İnternet Andıcı davasından tutuklandı. “AK Parti’yi ve
Gülen Cemaatini bitirme Planı” ile
birleştirilen İnternet Andıcı davası
bu şekilde, dönemin Genelkurmay
karargâhının yargılandığı çok ciddi
bir davaya dönüştü. Ortaya çıkan
bilgi, belge ve şahitlikler karşısında İlker Başbuğ’un şüpheli sıfatıyla
ifadesinin alınmasında gecikilmesi,
bir süredir kamuoyunda rahatsızlık
yaratıyordu. Başbuğ iddialar karşı24
STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012
sında askeri mahkemenin kovuşturmaya yer olmadığı yönündeki
kararından sonra, basının karşısına
çıkarak çok sert ifadelerle İstanbul
Cumhuriyet Başsavcılığına şöyle
seslenmişti:
“Askeri savcılığın kovuşturmaya gerek olmadığı yönündeki kararını beğenebilirsiniz, beğenmeyebilirsiniz.
Ancak bu karara karşı saygısız, küçümseyici tavırlar içine giremezsiniz.
Biz ne istiyoruz! Biz, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’ndan şunu istiyoruz.
Bu kâğıt parçası kimler tarafından,
ne amaçla hazırlandı bunu bulunuz.”
Bu kâğıt parçasının Genelkurmay
karargâhının bir belgesi olduğu bugün orgeneralden yüzbaşıya İlker
Başbuğ’un emri altındaki personel tarafından
kabul edildiği
h a l d e,
Başbuğ’un tutuklandıktan sonra
hâlâ üst perdeden konuşması gerçekliği algılamadaki probleminin
devam ettiğini gösteriyor.
Başbuğ’un tutuklanmasıyla darbelerle hesaplaşma bakımından, yeni
bir eşiğin aşıldığı meydana çıkıyor.
Son darbecileri yargılayabilmek,
darbeci geleneği en güçlü olduğu
yerde mahkûm etmek gibi stratejik
bir üstünlüğü tesis ediyor. Bundan
sonra “şimdi sıra kimde?” soruları
gündeme geliyor. 12 Eylül hakkındaki soruşturma tamamlandı ve iddianame mahkemeye sunuldu. 27
Nisan e-muhtırası ve 28 Şubat’ın da
soruşturulması artık kuvvetle muhtemeldir.
Yargılama: Türkiye’nin Reşit
Olması
Ergenekon, Balyoz, İnternet Andıcı
ve en son 12 Eylül davaları neyi gösteriyor? Türkiye, darbeler rejiminden ve bürokratik vesayetten çıkıyor. Türkiye siyaseti ve hukuku eski
rejimden koparak “gecikmiş bir aydınlanma” yaşıyor. Bu aydınlanma
Yeni Türkiye’yi kuracak olan zemini
olarak ortaya çıkıyor. Bu aydınlanmayı anlayabilmek için Immanuel
Kant’ın aydınlama nedir sorusuna
verdiği cevabı hatırlatmak yerinde
olacaktır:
“Aydınlanma, insanın kendi suçu
ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu
ergin olmayış durumu ise, insanın
kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. İşte bu ergin olmayışa insan
kendi suçu ile düşmüştür; bunun
nedenini de aklın kendisinde değil,
fakat aklını başkasının kılavuzluğu
ve yardımı olmaksızın kullanmak
kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aramalıdır Sapere
Aude! Aklını kendin kullanmak cesaretini göster! Sözü şimdi Aydınlanmanın parolası olmaktadır.”
Türkiye toplumunun, siyasetinin
ve hukukunun üzerinde tesis edilen vesayetten çıkışın yolu, ergin
olmama halini reddetmek, aklını
ve yargılama kudretini vesayet kurumlarına devretmeden kendisinin
kullanmasına cesaret etmekten,
yani reşit olmaktan geçiyor. Bugün Türkiye’de siyaset ve hukuk,
aklını ve yargılama kudretini kendi
kullanabilecek cesareti gösteriyor.
Böylece reşit bir toplum, siyaset ve
hukuk ortaya çıkıyor.
Eğer bir ülke kendisine yapılan darbeyi yargılayabiliyorsa darbenin tesis ettiği düzen çökmüş ve yeni bir
rejim kurulmuş demektir. Bugün,
Türkiye’de olan tam da budur. Türkiye, bir darbe(ler) rejiminden çıkarak Yeni Türkiye’yi inşa etmektedir.
Yeni Türkiye’nin son eşiklerinden
biri 12 Eylül 2010 anayasa değişikliği referandumuyla aşıldı. Darbecilerin 1982 Anayasası ile ihdas ettikleri dokunulmazlık zırhı, bu referandumla kaldırıldı. Yine bu referandumla 1982 Anayasası’nın sıklet
merkezi olan bürokratik
vesayet onulmaz bir yara
aldı. Türkiye, bu şekilde
darbelerin olağanüstü veya anormal rejiminden çıkarak
normalleşmeye başladı.
Normalleşme,
bir
Türkiye’de toplumun,
siyasetin ve hukukun
üzerinde tesis edilmiş
vesayetten çıkış yolu,
ergin olmama halini
reddetmekten, aklını
ve yargılama kudretini
vesayet kurumlarına
devretmeden kendisinin
kullanmasına cesaret
etmekten, yani reşit
olmaktan geçiyor.
norma bağlanmak anlamına geliyor. Yeni rejimin, Yeni Türkiye’nin
normu demokratik hukuk devleti
olarak şekilleniyor. Yeni Türkiye bu
istikamette şekillendikçe olmaması
gerekenlere karşı, olması gerekenler oluyor. Normun dışına çıkanlar
norma uygun bir şekilde yargılanıyor. Dolayısıyla Yeni Türkiye’nin
sadece Yeni Anayasa ile değil, darbecilerle hukuk yoluyla hesaplaşarak kurulabileceği artık toplumun
müşterek kanaati haline gelmiştir.
12 Eylül 2010 referandumunda
özellikle yargıdaki bürokratik vesayet mekanizmalarının tasfiye
edilmesi, darbecilerle hukuk marifetiyle hesaplaşmanın önünü açtı.
HSYK’nın bürokratik vesayetin bir
aracı olarak tanzim edildiği eski
dönemde hesaplaşmaya, aklını ve
yargılama kudretini kullanmaya,
yani reşit olmaya kalkan savcılar
Sacit Karasu ve Ferhat Sarıkaya örneklerinde görüldüğü üzere savcılıktan ve hukuk mesleğinde ihraç
edilmekteydiler. Bugün bu yargılamaları sözüm ona hukuk adına
ŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
25
Demokrat ve sivil, hatta
darbe karşıtı oldukları
iddiasıyla mangalda kül
bırakmayan kimi isimlerin
ısrarla darbecilerin
yargılanamayacaklarına
dair argüman
üretmelerindeki gariplik
yargılanmayla daha da
dikkat çekici hale gelecektir.
eleştirenler, HSYK’nın o zamanki tasarruflarını alkışlıyorlardı.
12 Eylül 2010 referandumu sırasında darbecilere dokunulmazlık
veren geçici maddenin kaldırılması
karşısında, darbecilerin bu madde
kaldırılsa dahi yargılanamayacağını
iddia edenlerin tezleri bu şekilde
çökmüş oluyor olacak. Demokrat
ve sivil, hatta darbe karşıtı oldukları
iddiasıyla mangalda kül bırakmayan kimi isimlerin ısrarla darbecilerin yargılanamayacaklarına dair
argüman üretmelerindeki gariplik
yargılanmayla daha da dikkat çekici hale gelecektir. Bugün 12 Eylül
darbesine giden yolun darbeyi olgunlaştırmak için tertiplendiği hakkındaki iddianın da ele alındığı soruşturmada, 1 Mayıs 1977 katliamı
başta olmak üzere 16 Mart katliamı,
Maraş ve Çorum olayları gibi bir çok
suç dosyasının yeniden açılması
karşısında bu konularda yıllarca konuşan, yazan ve eylem yapan çevrelerin suskunlukları ibret vericidir.
Şili’deki, Arjantin’deki, İspanya’daki ve Yunanistan’daki darbecilerin
yargılanmasını emsal gösterenlerin
şimdi Türkiye’deki darbeciler yargılanırken, fail-i meçhul cinayetler,
katliamlar soruşturulurken büründükleri suskunluk kayda değerdir. Eski rejimin içinde muhalif bir
26
STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012
kanatta yer alan bazı kesimlerin,
kendilerinin dışında gelişen yeni
ve demokratik rejimin yerine adeta
eski rejimi tercih etmeleri, onları da
eski rejimle beraber tarihe havale
etmektedir.
12 Eylül darbecileri hakkında hazırlanan iddianamenin Kenan Evren’in
avukatı Ömer Nihat Özgün, Evren
ve Şahinkaya’nın ağırlaştırılmış
müebbet hapsinin talep edilmesine ilişkin kısmının 12. Ağır Ceza
Mahkemesi’nce reddedileceğini
ileri sürdü. Savcı Kemal Çetin’in
iddianamesi için ise Evren’in avukatı Özgün şu iddiada bulunuyor:
“Madem savcılık dava açılmasına
karar verdi, buna saygılıyız. Ancak
hukuka göre bu davanın yeri özel
yetkili mahkeme değildir. İddianamede isnat edilen suç görevlerinden dolayı işledikleri iddia edilen
suçlara ilişkindir. Müvekkillerimde
görevlerinden dolayı suçlanıyorlar.
Dolayısıyla kanuna göre, mahkemenin dosyayı Yargıtay’a görevsizlikle göndermesi ve buradan da
davanın Yüce Divan’da görülmesi
amacıyla Anayasa Mahkemesi’ne
gitmesi gerekiyor.”
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu başta olmak üzere bir takım
isimlerin özel yetkili mahkemeleri
eleştirdikleri hatırlanırsa, Evren ve
Başbuğ gibi isimlerin görevleriyle ilgili suçlardan dolayı Anayasa
Mahkemesi’nde yargılanmaları talebi üzerinde durulabilir. Darbe suçunu görevle ilişkilendirmek, ordunun ve askeri personelin görevleriyle ilişkili bir muğlâklığı gündeme
taşımaktır. Vesayet anlayışına prim
veren bu iddia kabul edilemez bir
anlayıştır. Hâlâ bu iddiayı dile getirenler, demokratik hukuk devletine
ve Yeni Türkiye’ye intibakta zorluk
çekenlerdir.
Sonuç
12 Eylül 2010 referandumuyla hukuk kurumu üzerindeki bürokratik
vesayet ve darbe rejimi kalktıktan
sonra, darbecilerin hukuk karşısın-
da hesap vermesinin önü açıldı. Bu
yargılamalar, artık kamuoyunun
önünde cereyan ediyor. Hukuk kurumunun içinden veya dışından
herhangi bir kişi, makam, kurum
ve odağın bu yargılamaları engellemesi söz konusu olamaz. Yargılama
kendi mecrası içinde devam ederek
neticelenecektir. Bu şekilde darbeler rejiminden çıkış ve darbelerle
hesaplaşma bakımından yargı üzerine düşeni yapmış olacak. Şimdi bu
hesaplaşmanın diğer ayaklarının
hızlanması gerekiyor. Yürütme ve
yasama, darbeler rejiminden çıkış
ve darbecilerle hesaplaşma bakımından üzerine düşeni hızla yerine
getirmeli. Anayasadan kanunlara,
yönetmeliklerden tüzüklere kadar bütün mevzuat, kurumsal yapı
gözden geçirilmeli, darbecilerin ve
darbecilerin adları bütün kamusal
yerlerden silinmeli ve darbeler ders
kitaplarında darbe olarak demokratik bir bakış açısıyla anlatılmalı,
darbecilere devlet töreni düzenlenmemeli vs.
Yürütme ve yasama dışında kalan
medya, üniversiteler, meslek kuruluşları ve sivil toplum kuruluşları da
bu sürece katılırlarsa, darbecilerle
hesaplaşma aynı zamanda bir toplumun kendisiyle yüzleşmesine dönüşebilir. Çünkü reşit olmak ve aklını kullanmaya cesaret etmek, kendi
kendini eleştirebilmek anlamına da
geliyor. Bu kadar darbe, toplumun
bir kısmı, medya, meslek kuruluşları, üniversiteler, sivil toplum kuruluşları tarafından desteklendiği için
yapıldı. Dolayısıyla “Ordu Göreve”
pankartını taşıyanlar ve bu pankart
istikametinde yazı yazan, bildiri yazanlar olup bitenlere ilişkin bir muhasebe yapmayacaklar mı?
SDE İç Politika ve Demokratikleşme
Programı Koordinatörü, Dr.*
Hrant Dink’ten Ermeni
Meselesine
Hrant Dink davası,
Türkiye açısından son
derece önemli bir fırsata
karşılık geliyordu.
Dava, Türkiye’deki
demokratikleşme ve
şeffaflaşma sürecinde
karanlık ve derin ilişkilerin
ortaya çıkmasında ve
Ergenekon sürecine
desteğin devam etmesinde
bir eşik haline gelmişti.
Ermeni asıllı bir Türkiye
vatandaşı olarak siyasi
suikasta uğrayan
Hrant Dink için talep
edilen adalet, aslında
Türkiye’deki adaletten neler
beklendiğinin sembolik
yansımasıydı.
F
ransa’da Ermeni soykırımını
inkâr edenlerin cezai yaptırıma
uğramalarını öngören düzenleme Fransız Ulusal Meclisi’nden
22 Aralık 2011’de ve Fransız
Senatosu’ndan 23 Ocak 2012’de
geçti. Türkiye bu düzenlemenin kabul edilmesiyle birlikte alacağı sert
tedbirlere ve uygulamaya koyacağı
yaptırımları işaret ederek durduğu noktayı son derece yüksek bir
tondan ifade etti. Böylelikle tarihi
yargılama girişimlerine ve bunun
siyasi alanda araçsallaştırılmasına
yönelik tepkisini Fransa özelinde tüm dünyaya duyurdu. Ancak
Türkiye’nin haklı tepkisinin önüne
geçen unsurlar var ki Türkiye’nin
hem içerideki hem dışarıdaki inandırıcılığına set çekiyor.
Hrant Dink davası, Türkiye açısından son derece önemli bir fırsata
karşılık geliyordu. Dava, Türkiye’deki demokratikleşme ve şeffaflaşma
Zeynep SONGÜLEN İNANÇ*
sürecinde karanlık ve derin ilişkilerin ortaya çıkmasında ve Ergenekon sürecine desteğin devam
etmesinde bir eşik haline gelmişti.
Ermeni asıllı bir Türkiye vatandaşı olarak siyasi suikasta uğrayan
Hrant Dink için talep edilen adalet,
aslında Türkiye’deki adaletten neler
beklendiğinin sembolik yansımasına karşılık geliyordu. Hrant Dink davası, yalnızca hukuk sisteminin evrensel standartlara uygun biçimde
dönüşümü açısından değil; aynı zamanda toplumsal birlikte yaşama
kodlarının yeniden düşünülmesi
açısından da işlevsel bir rol üstlenmişti. Buna göre Türkiye’yi oluşturan farklı etnik, dinsel, vs. grupların aynı çatı altında yaşamalarına
dair gerçeklik daha fazla tartışılır
hale geldiği gibi devletin baskıcı
ve ezberci uygulamalarının aksine
“vatanını seven” ötekilerin varlığı
daha görünür oluyordu. Ancak bu
fırsatlar 5 yıllık dava sürecinin soŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
27
Türkiye’de ve başka
“İki Yakın Halk”, “İki Uzak Komşu”
ülkelerde yaşayan
Ermeni meselesine değinirken öncelikle Türkiye ile Ermenistan arasındaki ilişkilerden başlamak gerekir. Dağlık Karabağ konusu, Türkiye
ile Ermenistan arasındaki sınırın
tanınması sorunu ve soykırımın kabul edilmesi tartışmaları olarak sıralanabilecek temel başlıklar, Türkiye–Ermenistan ilişkilerinin normalleşmesini engelliyor. İkili ilişkilerde
ilerleme kaydedilmesi amacıyla
2009 yılında İlişkilerin Geliştirilmesi
Hakkındaki Protokol ve Diplomatik
İlişkilerin Kurulmasına Dair Protokol
Zürih’te imzalandı fakat hayata geçirilemedi. Böylelikle protokollerin
imzalanmasıyla ortaya çıkan ve futbol diplomasisiyle sürdürülmeye
çalışılan olumlu ortam ve iyi niyetli
girişimler sonuçsuz kaldı ve ikili ilişkiler donmaya bırakıldı.
Ermenilerle yeniden
buluşulması önemli
bir girişim olacaktır.
Ayrıca müzik, yemek,
tiyatro gibi alanlar
sayesinde Ermenilerin
yeniden görünür hale
gelmeleri ve Ermeni
kültürünün bu topraklarda
canlandırılması önem
taşımaktadır.
nunda hayal kırıklığına dönüştü.
Devlet ile halk arasındaki makasın
zannedildiği ölçüde kapanmadığı
ve toplumsal vicdanın kurumsal
yapılanmada karşılığı olmadığı son
derece üzücü ve yaralayıcı bir biçimde ortaya çıktı.
Hrant Dink davası, genel itibarıyla
“bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi
olmasın ve olmayacak” diyenlerin
umuduna ve vicdanına karşılık geliyordu. Türkiye’nin yenilenmesi sürecindeki önemli bir kavşağa işaret
eden bu dava ve Hrant Dink gerçeği, aynı zamanda Ermeni meselesi
özelinde de tartışmayı hak ediyor.
Zira Hrant Dink’in öldürülmesine
göz yumulması ve Hrant Dink davasının talihsizce sona erdirilmesi,
Ermeni meselesinde Türkiye’nin
insani olanı savunamadığını ortaya
koyuyor. Üstelik bir ucu içeride bir
ucu dışarıda; bir ucu toplumsal gerçeklikte diğer ucu devletler arasında olmak üzere son derece karmaşık bir soruna karşılık gelen Ermeni
meselesi üzerinden Türkiye’nin
hem içerde hem de dışarıda sınandığı bir durum ortaya çıkıyor.
28
STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012
Günümüzde Dağlık Karabağ sorununa endekslenmiş Türkiye–Ermenistan ilişkileri, kapsamlı Ermeni meselesinin önemli bir ayağını
oluşturuyor. Bu sebeple devletler
arasındaki donmuş ilişkilerin yeniden canlandırılması ve yakınlaşmanın sağlanması için protokollerin
işler hale gelmesi ve sınırın açılması
gibi girişimlere ihtiyaç duyuluyor.
Ayrıca sivil toplum örgütlerinin katkısıyla siyasi ve sosyal bağların güçlendirilmesi bekleniliyor. Bu itibarla
turizm, ticaret, kültür, eğitim, çevre
gibi alanlarda ikili ilişkilerin altyapısını oluşturacak ortaklıklar kurulması önem taşıyor. Hrant Dink’in
deyişiyle “iki yakın halk” arasındaki
yakınlığın yeniden keşfedilmesi “iki
uzak komşu” arasındaki ilişkilere
katkı sağlayacaktır.
Ermeni meselesinin Türkiye içerisindeki ayağına bakıldığında Ermeniler açısından zorlu bir tablo ortaya çıkıyor. Tekleştirilen Türkiye’nin
ötekilerinden biri olan Ermenilerin,
öncelikle bir nefret ve hakaret söyleminin öznesi oldukları görülmektedir. “Ermeni” kelimesine karşılık
olarak kullanılan “kötü” ifadelerin
mevcut toplumsal gerçeklik içinde
birlikte yaşamayı zorlaştırdığını ifade etmek gerekir. Buna ek olarak
Ermenilerin sayılarının azal(tıl)ması,
inanç pratiklerine dair imkânların
kısıtlanması, eğitim faaliyetlerinin
durma noktasına gelmesi gibi çoğaltılabilecek bir dizi unsur, Türkiye’deki Ermenilerin yaşadıkları ve
fakat seslerini duyuramadıkları sorunlardır.
Türkiye’deki Ermeniler her ne kadar
Türkiye’ye “en azından” vatandaşlık bağıyla bağlı olsalar da bu bağı
hissettirecek bir çerçeveden söz
etmek pek mümkün görünmüyor.
Devlet yapılanmasında hukuki ve
siyasi olarak yabancılaştırılan Ermenilerin toplumsal yaşamdan da
uzaklaştırıldığı anlaşılıyor. Bu noktadan bakıldığında Türkiye’de ve
başka ülkelerde yaşayan Ermenilerle Türkiye’nin ve Türkiye insanının yeniden buluşması önemli bir
girişim olacaktır. Ayrıca müzik, yemek, tiyatro gibi alanlar sayesinde
Ermenilerin yeniden görünür hale
gelmeleri ve Ermeni kültürünün bu
topraklarda canlandırılması önem
taşıyacaktır. Böylelikle Ermenilerin
eşit vatandaşlar olarak var olmalarının toplumsal güvence altına alın-
Turizm, ticaret, kültür,
eğitim, çevre gibi alanlarda
ikili ilişkilerin altyapısını
oluşturacak ortaklıklar
kurulması önem taşıyor.
Hrant Dink’in deyişiyle “iki
yakın halk” arasındaki
yakınlığın yeniden
keşfedilmesi “iki uzak
komşu” arasındaki ilişkilere
katkı sağlayacaktır.
ması söz konusu hale gelebilir.
1915 olayları ve bunların soykırım
olarak adlandırılması konusu Ermeni meselesinin belki de en karmaşık ve çok yönlü boyutunu teşkil
ediyor. Zira hem yatay hem dikey
ilişkiler açısından “soykırım” konusu
Türkiye içinde, uluslararası alanda,
Ermenistan ile ilişkilerde ve halklar
arasında ortaya çıkıyor. Soykırım
konusunun Ermeni meselesinin kilidi haline gelmiş olması düşmanlık
ve kindarlık zeminini güçlendiriyor.
Oysa 1915’te yaşananlara nedensel
olarak soykırım gözlüğünden bakmak yerine sonuç odaklı biçimde
insani değerler üzerinden yaklaşmak daha anlamlı olacaktır. Bu itibarla, soykırım olarak adlandırma
veya adlandırmama hallerinden
bağımsız olarak 1915’te yaşananların Türkiye’de tartışılabilir ve incelenebilir hale gelmesine, acıların
teslim edilmesine ve paylaşılmasına, ölenler için bir anıt dikilmesine,
tarafsız ve bağımsız bir tarih komisyonu oluşturulmasına, ortak çalışmalar yapılmasına yönelik girişimler sosyal ve siyasi yakınlaşmanın
hızlandırılmasında rol oynayabilir.
Bir ucu içeride bir ucu
Türkiye’nin hem daha yaşanılabilir
hale gelmesi hem de uluslararası
alanda etkinleşmesi için özgüvenle
ve cesaretle bir yüzleşme sürecine
girmesi gerekir. Aksi takdirde Hrant
Dink cinayeti ve Hrant Dink davasının sonucu hem Türkiye’deki hem
dünyadaki vicdanları sarsmaya ve
Türkiye’yi mahkûm etmeye devam
edecek. Bu çerçevede Türkiye’nin
inandırıcılığının ve saygınlığının
teyit edilmesi için Cezayir’lerde çözüm aramak yerine içeriye bakılması her zamanki ve her meseledeki
gibi daha önemlidir. Çünkü Anadolu, kendi meselelerimize çözüm
üzere son derece karmaşık
dışarıda; bir ucu toplumsal
gerçeklikte diğer ucu
devletler arasında olmak
bir soruna karşılık gelen
Ermeni meselesi üzerinden
Türkiye’nin hem içerde
hem de dışarıda sınandığı
bir durum ortaya çıkıyor.
bulabilecek ve yeni alternatifler
üretebilecek kadar zengin ve tarihsel tecrübesi olan bir coğrafyadır.
SDE Uzmanı*
ŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
29
Nefret Suçlarına Karşı
Yasal Düzenleme Arayışları
Selvet ÇETİN*
Hrant Dink cinayeti
davasında mahkemenin
örgütlü suç delili
bulunmadığı gerekçesiyle
sadece tetikçi Ogün Samast
ve azmettirici Yasin Hayal’i
mahkûm eden kararına
hukuk çevreleri ve kamuoyu
tarafından ağır eleştiriler
yöneltildi. Karar sonrasında
mahkeme savcısı ve
hâkimi tarafından yapılan
açıklamalar ise nasıl
bir hukuk skandalı ile
yüzleşmekte olduğumuzu
gösteriyor.
30
STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012
H
rant Dink cinayeti davasında
mahkemenin örgütlü suç
delili bulunmadığı gerekçesiyle sadece tetikçi Ogün Samast ve
azmettirici Yasin Hayal’i mahkûm
eden kararına hukuk çevreleri ve
kamuoyu tarafından ağır eleştiriler
yöneltildi. Karar sonrasında mahkeme savcısı ve hâkimi tarafından
yapılan açıklamalar ise nasıl bir hukuk skandalı ile yüzleşmekte olduğumuzu gösteriyor. Netice olarak
karar, mahkeme savcısı tarafından
temyiz edilse de nefret saiki ile işlenen suçlara karşı cezai yaptırımların nasıl düzenleneceğine dair
tartışmalar yeniden gündeme geldi. Bu yüzden günümüzde nefret
suçu olarak adlandırılan eylemlerin
hukuki çerçevesini şekillendiren
metinlerden yola çıkarak Türkiye’de
nefret suçlarıyla mücadele bakımından yasal bir düzenlemeye ihtiyaç duyulduğu ifade edilmektedir.
Hukuk bilimi dünyasında nefret
suçu aynı zamanda önyargı suçu
olarak terimleşmiş ve 1990’lı yılların başlarında kullanılmaya başlanmıştır. The Guide to Legal Periodicals
(Süreli Hukuk Yayınları Rehberi)
1991 yılında yeni oluşturduğu “önyargı suçu” konu başlığı altında dokuz bilimsel makale sıralamışken,
nefret suçlarıyla ilgili bilimsel makale sayısı, 1993–1995 yılları arasında
86’ya ulaşmıştır.1“Nefret suçu” oldukça yeni bir kavram olup, 1980’li
yılların ortalarına kadar literatürde
yer almadığı gibi, hukuki düzenlemelere de konu olmamıştır. 1985
yılında ABD’de Hate Crimes Statistics Act (Nefret Suçları İstatistikleri
Kanunu) tasarısına destek veren
Temsilciler Meclisi üyeleri John Conyers (Demokrat–Michigan), Barbara
Kennelly (Demokrat–Connecticut)
ve Mario Biaggi (Demokrat–New
York)’nin nefret suçu terimini popüler hale getirdikleri ileri sürülmektedir.2
AGİT, nefret suçlarını önlemek için
hazırladığı kılavuzda “nefret suçlarını” aynı zamanda “önyargı suçları”
olarak da tanımlamaktadır. Nitekim nefret suçlarını diğer sıradan
suçlardan ayıran en önemli unsur,
önyargılardır. Çünkü suçu işleyen,
koruma altındaki özelliği kasıtlı olarak hedef seçmiştir. Hedef seçilen
koruma altındaki özellik ırk, dil, etnisite, ulus ya da benzer nitelikteki
diğer genel faktörler gibi bir grup
tarafından paylaşılan bir özelliktir.3
Irkçılık ve Hoşgörüsüzlüğe Karşı
Avrupa Komisyonu (ECRI) da ırkçı
söylem olarak nitelendirilebilecek,
özellikle de ırk, din, dil, renk, uyruk
ya da ulusal veya etnik kökene dayalı ayrımcılık, nefret ve şiddete kasıtlı ve alenen tahrikin yasalarca suç
sayılması gerektiği yönünde tavsiyelerde bulunmuştur.4
Uluslararası hukuk çevrelerinin üzerinde ittifak ettikleri ortak bir tanım
bulunmasa da ağırlıklı görüşe göre
nefret suçu; “Din, mezhep, dil, ırk,
cinsiyet ve kişilerin doğuştan veya
sonradan kazandıkları ve aidiyetlerini gösteren diğer kimliklerinden
dolayı, gerçek veya tüzel kişiliğin ya da topluluk üyelerinin
maddi ve manevi varlığına ya da mülklerine karşı,
genellikle şiddet içeren
suç” olarak tarif edilmektedir. Nefret söylemi ise;
“Belirli bir kişi ya da gruba
karşı nefret, nifak, ihtilaf
ve hoşgörüsüzlüğe veya
şiddete tahrik, teşvik veya
kışkırtma olup, yazılı veya
sözlü olarak veya bir davranışla, kamuya açık olan veya
olmayan herhangi bir alanda
gerçekleşebilir.”
AİHM nefret söylemi ile ifade özgürlüğü arasında yakın bir ilişki kurarak açıklamayı yapan kişinin asıl
amacının ne olduğuna bakmaktadır. Bunu tespit etmek zor olabileceğinden mahkeme, açıklamanın
bağlamına büyük önem atfetmektedir. Bir başka ifadeyle, mahkeme
şunu tartışmaktadır: Açıklamayı yapan kişi, nefret söylemi kullanarak
ırkçı ve hoşgörüsüz fikirleri kasıtlı
olarak yaymaya mı yoksa kamu yararına bir konu hakkında halkı bilgilendirmeye mi çalışmaktadır? Öte
yandan, mahkeme, nefret söylemini yayma konusunda politikacılarla
ilgili olarak daha katıdır ve hoşgörüsüzlüğü alevlendirecek bir dil kullanmamaları konusunda sorumlulukları olduğunu vurgulamaktadır.5
Avrupa’da İslamofobik Nefret
Suçları
Özellikle 11 Eylül saldırılarından bu
yana Avrupa genelinde Müslümanlara yönelik nefret suçlarında kaygı
verici artış olmuştur. Genel olarak
din özgürlüğüne yönelik kısıtlamalar, ayrımcılığın yaygınlaşması, ana
akım medyadaki İslam karşıtı retorik ve siyasetçilerin söylemi, Müslümanlara yönelik saldırılara önemli
bir meşruiyet alanı açmış, saldırganların da cezasızlık zırhına kavuşmasını sağlamıştır. Buna karşılık,
sadece birkaç ülke bu saldırıları resmen izleyip raporlaştırmaktadır.
Bu ülkeler arasında yer alan Avusturya, “İslamofobik” suçları, aşırı
sağcı akımlar çerçevesinde izlemeye başlamış, 2007’de 2, 2008’de
12 suç bildirmiştir. Kanada resmi
AİHM nefret söylemi ile
ifade özgürlüğü arasında
yakın bir ilişki kurarak
açıklamayı yapan kişinin
asıl amacının ne olduğuna
bakmaktadır. Bunu tespit
etmek zor olabileceğinden
mahkeme, açıklamanın
bağlamına büyük önem
atfetmektedir.
verilerine göre ise, 2006’da 46,
2007’de 29 Müslüman karşıtı suç
işlenmiştir. Fransa, Müslümanlara
yönelik şiddeti, ırkçı ve yabancı karşıtı suçların içinde bir alt başlık olarak izlemektedir. Fransa’da 2007’de
321, 2008’de ise 467 ırkçı ve yabancı düşmanı nefret suçu işlenmiş
olup, bunların yüzde 37’sinin
Müslümanlara yönelik olduğu değerlendirilmektedir.
İsveç’te İslam karşıtı suçların sayısı 2007’de 206
iken, 2008’de 272’ye çıkmıştır. İngiltere’de Nisan
2007 ile Mart 2008 arasında 106 vaka, 89 suç
kaydedilmiştir. Müslüman karşıtı suçları uzunca bir zamandan beri sistematik olarak izleyen ABD’de
ise FBI raporları, 2007’de 115,
2008’de de 105 suça yer vermektedir.6
Avrupa Birliği Temel Haklar
Ajansı’nın Azınlıklar ve Ayrımcılık Araştırması’na göre ise, son 12
ayda Avrupa’da yaşayan her üç
Müslüman’dan biri ayrımcılığa uğramıştır. 27 AB üyesinde toplam
23,500 göçmen ve etnik azınlık
mensubu kişiyle görüşülerek yaŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
31
çekmek, sorunu abartmak
dırı ve tehditleri, yüzde 92’si de ağır
tacizi polise bildirmemiştir. AB Temel Haklar Ajansı’nın araştırmasına
göre, Türkler kendilerine saldıranları genellikle polise şikâyet etmedikleri gibi polislerden de çok fazla
şikâyetçi olmamışlardır. Azınlıkları
kapsayan AB anketinde, göçmen
ya da etnik azınlık oldukları için
polisten dayak yediklerini beyan
edenlerin oranı Kuzey Afrikalılarda yüzde 58 ve siyahlarda yüzde
35 olurken, Türkler arasında yüzde
25’te kalmıştır.7
ya da olduğundan farklı
Bir Nefret Suçu: Dink Cinayeti
Türkiye’nin etnik temelde
gelişen ve maalesef ciddi
bir sosyolojik karşılığı
da olan ayrımcılık
sorununun karşılıklı
olarak nefret suçlarına
dönüştüğüne dikkat
göstermek anlamına
gelmemektedir.
pılan araştırmanın Müslümanlarla
ilgili bölümünde Almanya, Avusturya, Belçika, Hollanda ve Bulgaristan’daki Türklerle birlikte farklı
ülkelerdeki Kuzey Afrikalılar, Siyah
Afrikalılar ve eski Yugoslavya Müslümanları (Boşnaklar ve Arnavutlar)
dikkate alınmıştır. Araştırmaya göre,
Müslümanlarda ayrımcılığa en fazla
gençler ve kadınlar maruz kalırken,
yaş ilerledikçe ayrımcılığa hedef
olma ihtimali azalmaktadır. Bulundukları ülkelerde göçmenlerin ve
etnik azınlıkların ayrımcılığa uğradığını düşünen Türklerin oranı ise,
Belçika’da yüzde 69, Hollanda’da
yüzde 61, Danimarka’da yüzde 58,
Almanya’da yüzde 52, Avusturya’da
yüzde 32 ve Bulgaristan’da yüzde
15 düzeyinde çıkmıştır. AB’de son
12 ayda en az bir kez ayrımcılığa
uğrayan Müslüman azınlıkların
oranı, Siyah Afrikalılarda yüzde 41,
Kuzey Afrikalılarda yüzde 36, Türklerde yüzde 23 ve eski Yugoslavlarda yüzde 12 olduğunu gösteren
Araştırma’ya göre Türkler, kendilerini hedef alan ırkçı saldırıları polise
en az rapor eden göçmen ya da
etnik azınlık olarak belirlenmiştir.
Türklerin yüzde 78’i uğradıkları sal32
STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012
Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink’in 19 Ocak 2007
tarihinde gazetesinin önünde uğradığı suikast sonucu yaşamını yitirmesi, ülkede dini ve etnik gruplara karşı giderek tırmanan ırkçılık ve
nefret suçlarında bir dönüm nok-
tası olmuştur. Hrant Dink sadece
gazeteci olduğu için değil, Ermeni
asıllı bir gazeteci olduğu için öldürülmüştür ve zaman içinde cinayet
sanıklarının devlet içindeki yasadışı
güçler tarafından yönlendirildikleri
ve himaye edildiklerine dair güçlü
ipuçları ortaya çıkmıştır. Temmuz
2008’de TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu tarafından yayınlanan inceleme raporu, güvenlik
güçlerinin cinayeti engellemek konusunda açık ihmalleri bulunduğunu dile getirmektedir.8 Öte yandan
Başbakanlık Teftiş Kurulu tarafından hazırlanan rapor ise Trabzon
polisinin olaydan bir yıl önce saldırı tehdidi konusunda bilgi sahibi
olmasına rağmen, ne emniyetin
ne de jandarmanın bu tehlikeyi
gündemlerine almadıklarını ortaya
koymuştur.9 Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi de 2010 yılında açıkladığı kararında Türkiye’yi, Dink’in ya-
şam hakkını koruyamadığı ve öldürülmesiyle ilgili etkili bir soruşturma
yürütmediği gerekçesiyle mahkûm
etmiştir. Son olarak Cumhurbaşkanı Gül tarafından olayı incelemekle
görevlendirilen Devlet Denetleme
Kurulu’nun cinayet ile ilgili ayrıntılı
bir incelemeyi sürdürdüğü bilinmektedir. Bu süreçte elde edilen
ve olayın arka planındaki örgütsel
bağlantıları açıklamaya yarayan
delillerin mahkeme tarafından görülememesi şaşkınlık uyandırmıştır.
Türkiye’de özellikle son yıllarda yeniden tırmandırılan ırkçı söylemler,
etnik ve dini gruplara yönelik hoşgörüsüzlük ve ayrımcılığın artmasına, hatta yer yer nefret suçlarının
işlenmesine yol açmıştır. Bu bağlamda, 2006’da Trabzon’da Rahip
Andrea Santoro’nun, 2007’de Hrant
Dink’in, yine 2007’de Malatya’da Zirve Yayınevi çalışanı üç Protestan’ın
öldürülmesi, hemen akla gelen ilk
örnekler olarak sayılabilir. Bu olaylara karışan tüm sanık ve şüphelilerin
ifadelerinde, dini ve etnik azınlıklara karşı nefret dolu cümleler bulunmaktadır. Bu olaylarla ilgili olarak
hâlâ devam etmekte olan yargı
süreçleri ilerledikçe, bu tür saldırılara yönelik örtülü bir koruma ve
cezasızlık politikasının sürdürüldüğüne ilişkin kuşkular da toplumda
yaygınlaşmaktadır. 2010 yılının yaz
aylarında Bursa İnegöl ve Hatay
Dörtyol’da yaşanan olayları, nefret
suçlarındaki artışın bir göstergesi
olarak görmek mümkündür. Kamuoyuna Kürt-Türk kavgası olarak
yansıyan söz konusu olaylar, Kürt
sorununun siyasaldan toplumsala
doğru evrildiği bu süreçte, konunun Kürtlerle devlet arasındaki bir
sorun olmaktan çıktığını ve giderek Türk kimliği üzerinden siyasal
ve toplumsal yaşama dâhil olan
kesimlerle de yaşanan bir soruna
dönüşmeye başladığını göstermektedir. Türkiye’nin etnik temelde
gelişen ve maalesef ciddi bir sosyolojik karşılığı da olan bu sorununun
karşılıklı olarak nefret suçlarına dönüştüğüne dikkat çekmek, sorunu
abartmak ya da olduğundan farklı
göstermek anlamına gelmemektedir.10
Değişik alanlarda yaşanan nefret suçları göz önüne alındığında,
Türkiye’de uzunca zaman uygulanmış olan ayrımcı polarizasyon
politikalarının, artık nefret suçları
halinde meyvelerini vermeye başladığı görülmektedir. Kaldı ki, nefret
suçlarına kaynaklık eden ayrımcılık
ve hoşgörüsüzlüğün yaygınlaşması, sadece suç oranlarının artmasına
neden olmamakta, aynı zamanda,
toplumsal barışın ve huzurun bozulmasına da yol açmaktadır. Bu
yüzden nefret suçlarına karşı toplumsal duyarlılığı artırmak ve farklı
etnik, dini, kültürel grupların örgütlendiği sivil toplum örgütleri ile bir
dayanışma ağı kurmak son derece
önemlidir. Çünkü ayrımcılık ve hoş-
Anayasada ve TCK’da yer
alan bütün maddeler,
ayrımcılıkla etkin bir
şekilde mücadele
edilmesine olanak
sağlamamakta ve
ayrımcılığın hak edildiği
şekilde cezalandırılmasına
imkân tanımamaktadır.
görüsüzlük, önyargılardan beslenmektedir; dolayısıyla farklı gruplar
arasında empati ve tolerans kültürünü geliştirmek ve birlikte tartışarak önyargıları yenmeye çalışmak
gerekmektedir.
Nefret Suçlarıyla Mücadelede
Yasal Durum
Türkiye’de nefret suçlarıyla ilgili
özel bir yasal düzenleme bulunmamakla birlikte, anayasa ve ceza
yasası kapsamında ayrımcılığı yasaklayan çeşitli maddeler bulunmaktadır. 1982 Anayasası’nın 10.
maddesinin yanı sıra, Türk Ceza
Kanunu’nun (TCK) 3. maddesi (2.
fıkra), 216. maddesi, 153. maddesi ve 115. maddesini bu kapsamda değerlendirmek mümkündür.
1982 Anayasası’nın ayrımcılığı düzenleyen 10. maddesi şu şekildedir:
“Herkes dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi
düşünce, felsefi inanç, din, mezhep
ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.
Kadınlar ve erkekler eşit haklara
sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama
geçmesini sağlamakla yükümlüdür. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye
veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları
bütün işlemlerinde kanun önünde
ŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
33
Ayrımcılık ve nefret
suçlarıyla ilgili gerekli
yasal düzenlemeler
bir an önce yapılmalı,
ceza kanununda nefret
söylemi ve nefret suçu
açık olarak tanımlanmalı
ve bu suçlarla ilgili etkili
yaptırımlar geliştirilmelidir.
34
STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012
eşitlik ilkesine uygun olarak hareket
etmek zorundadırlar”.
Ancak anayasada ve TCK’da yer
alan bütün bu maddeler, ayrımcılıkla etkin bir şekilde mücadele
edilmesine olanak sağlamamakta
ve ayrımcılığın hak edildiği şekilde
cezalandırılmasına imkân tanımamaktadır. Türkiye kamuoyunda
uzunca bir süredir dile getirilen ‘ayrımcılıkla mücadele yasası’ talebi de
bu gerekçelere dayanmaktadır. Hükümet, 2009 yılında başlattığı ‘demokratik açılım süreci’ kapsamında
söz konusu taleplere kulak kesilmiş
ve bu doğrultuda adımlar atmaya
başlamıştır. 12 Haziran 2011 Mil-
letvekili Genel Seçimleri öncesinde
İçişleri Bakanlığı tarafından hazırlanarak Başbakanlığa sunulan, ancak
henüz yasalaşamayan “Ayrımcılıkla
Mücadele ve Eşitlik Kurulu Kanun
Tasarısı Taslağı” bu doğrultuda atılan adımların en önemlisidir. Uluslararası sistemde ayrımcılık ve nefret
suçu olarak bilinen birçok hususun
artık Türkiye’de de suç unsuru oluşturmasını ve bunun sağlanması için
de ‘Ayrımcılıkla Mücadele ve Eşitlik
Kurulu’ oluşturulmasını öngören
söz konusu tasarının, yasalaşması
halinde, ayrımcılığın önlenmesinde
ve cezalandırılmasında etkin bir rol
oynayacağı kuşkusuzdur.11
Sonuç
Genel olarak nefret suçları, mağduru ve mensup olduğu grubun diğer
üyelerini korkutmakta ve tüm grup
üyelerinin, kendilerini tecrit edilmiş,
savunmasız ve hukuk tarafından
korunmasız olarak hissetmelerine
yol açmaktadır. Söz konusu suçların
doğurduğu bu öldürücü hissiyat ve
psikolojik etki, ırksal, dinsel ve etnik
gerilimleri daha da tırmandırmakta
ve hatta bazen misillemelere neden olabilmektedir. Yani nefret suçlarının en önemli özelliklerinden
birisi, bünyesinde her zaman kontrol edilemez bir misilleme potansiyelini barındırıyor olmalarıdır. Bu da
toplumsal huzurun ve barışın sürekli tehdit altında olması demektir.
Bu yüzden, karar alıcılar, kanaat önderleri ve kamuoyunu etkileme kapasitesi olan diğer aktörlerin, bütün
insanların eşit haklara sahip olduklarına ilişkin bir toplumsal bilinç ve
nefret suçlarından yana farkındalık
yaratmak amacıyla ciddi bir işbirliğine gitmesi gerekmektedir.
Çok farklı kimlikleri bünyesinde barındıran Türkiye’nin de var olan toplumsal çoğulculuğu tanıma ve koruma konusunda bir dizi düzenleme yapması ve önlem alması artık
ertelenemez bir zorunluluk olarak
1.
karşımızda durmaktadır. Bu çerçevede Türkiye, bir an önce ayrımcılıkla ve ayrımcılıktan beslenen nefret
suçlarıyla ilgili çerçeve yasalarını çıkarmak, bu suçları işleyenlerle ilgili
cezai yaptırımlar geliştirmek ama
bunlara paralel olarak da mutlaka
bir dizi toplumsal ve kültürel politikalar geliştirerek yepyeni bir siyasal
dil, söylem ve iklim yaratmak mecburiyetindedir.
Bu çerçevede yapılması gerekenleri
şu şekilde sıralamak mümkündür;
Ayrımcılık ve nefret suçlarıyla ilgili
gerekli yasal düzenlemelerin bir an
önce yapılmasıyla ceza kanununda
nefret söylemi ve nefret suçu açık
olarak tanımlanmalı ve bu suçlarla
ilgili etkili yaptırımlar geliştirilmelidir. Sadece hukuki düzenlemelerle
yetinilmemeli; toplumsal algıyı dönüştürecek önlemler alınmalıdır.
Bu amaçla, örneğin eğitim müfredatlarının tamamı gözden geçirilmeli, etnik ve dini milliyetçiliğe
dayalı ayrımcılığa kapı aralayan
unsurlar ders kitaplarından çıkarılmalıdır. Medyada nefret söylemi
olarak tanımlanan her türlü haber,
yazı ve görsel içerik taşıyan film,
dizi ve reklam gibi yayınlar sorumlu kuruluşlar tarafından düzenli
olarak izlenmeli ve bu suçları işle-
diği belirlenen yayınlar kesinlikle
yaptırıma tabi tutulmalıdır. Kolluk
ve yargı görevlilerine yönelik olarak, nefret suçlarının, bu suçların
kurbanlar ve kurbanların mensup
olduğu topluluklar üzerindeki etkilerinin ve nefret suçu dosyalarının
nasıl soruşturulacağına dair ayrıntılı eğitimler verilmeli; gerekirse bu
suçlarla ilgili özel birimler oluşturulmalıdır. Nefret suçları izlenmeli,
raporlaştırılmalı ve bu suçlarla ilgili
şikâyet mekanizmaları geliştirilmelidir. Ayrımcılıkla Mücadele ve Eşitlik Kurumu bir an önce kurulmalıdır.
Hükümet, cemaatler başta olmak
üzere dezavantajlı kesimlerle yakın ilişki ve iletişim içerisine girerek
onların korku ve kaygılarını azaltmalıdır. Anayasa başta olmak üzere, tüm hukuk mevzuatı türdeş bir
toplum yaratma amacına yönelik
düzenlemelerden ayıklanmalıdır.
Nefret suçlarıyla ilgili resmi verilerin
toplanması konusunda hükümet
bir an önce harekete geçmeli ancak
sivil toplum örgütleri de tematik ve
gölge raporlar hazırlayarak nefret
suçlarını sürekli takip altına almalıdırlar.
Araştırmacı*
Donald Altschiller, Hate Crimes, A Reference Handbook Second Edition. ABC-CLIO (Contemporary World Issues),
California, 2005.
2.
Jacobs ve Peter, age., s. 3–4.
3.
Hate Crime Laws, A Practical Guide, OSCE/OIDHR 2009
4.
Bkz. ECRI’nin 1 ve 6 No.lu Genel Tavsiye Kararları. 6 No.lu kararın Türkçe çevirisine
www.ihop.org.tr/dosya/coe/ecri/ECRI_6tr.doc adresinden ulaşılabilir.
5.
6.
http://www.nefretsoylemi.org/detay.asp?id=21&bolum=makale
HRF, Violence against Muslims: 2010 Violence against Muslims Update, s.5.
Raporun tamamına http://www.humanrightsfirst.org/discrimination/pdf/3-2010-muslim-factsheet-update.pdf adresinden ulaşılabilir.
7.
European Union Agency for Fundamental Rights (FRA), European Union Minorities and Discrimination Survey: Data in Focus Report/Muslims, 2009. Araştırmanın
tam metnine şu adresten ulaşılabilir: http://fra.europa.eu/fraWebsite/attachments/EU-MIDIS_MUSLIMS_EN.pdf
8.
http://www.tbmm.gov.tr/komisyon/insanhaklari/belge/Hrant_Dink_Alt_Komisyon_Raporu.pdf
9.
http://arsiv.ntvmsnbc.com/news/465614.asp#storyContinues
10.
Ahmet Kızılkaya, “Dikotomik Kaostan Demokratik Kozmosa”, Stratejik Düşünce Dergisi, Sayı: 10, 2010, s. 33.
11.
İçişleri Bakanlığı Tarafından Hazırlanan Ayrımcılıkla Mücadele ve Eşitlik Kanunu Tasarı Taslağı
ŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
35
Uludere’den
28 Şubat’a Bir Yol
2011 yılının son günlerinde
yaşanan Uludere faciası
hem Kürt meselesinin hem
de terörle mücadelenin yeni
bir mecraya girmesine yol
açtı. Bu mecranın henüz
bizi nereye götüreceği
açık değil, çünkü olayla
ilgili bilgiler ilk anda
bazı basın organlarına
yansıdığı kadar açık değil
aslında. Nitekim olayla ilgili
detaylar ortaya çıktıkça,
tablodaki bazı çizgilerin
biraz daha netleştiği,
bazılarının da biraz daha
muğlâklaştığı görüldü.
36
STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012
2
011 yılının son günlerinde
yaşanan Uludere faciası hem
Kürt meselesinin hem de terörle mücadelenin yeni bir mecraya girmesine yol açtı. Bu mecranın
henüz bizi nereye götüreceği açık
değil, çünkü olayla ilgili bilgiler ilk
anda bazı basın organlarına yansıdığı kadar açık değil aslında. Nitekim olayla ilgili detaylar ortaya çıktıkça, tablodaki bazı çizgilerin biraz
daha netleştiği, bazılarının da biraz
daha muğlâklaştığı görüldü.
Olayın kısmen de olsa netleşmiş çizgileri devlet içindeki bazı odakların
halen hükümete karşı ciddi bir direnişin içinde olduğunu, hükümeti
yanıltmak, yanlışa sürüklemek
ve tuzaklara çekmek hususunda
aktivitesini sürdürdüğünü gösteriyor.
27 Mayıs’tan, belki tek parti
dönemlerinden beri devlet adına
iş gören zümrelerin rutin faaliyet
kalemlerinden biri olarak rahatlıkla
anlaşılabilecek bir olay bu. Bu
hareketin yakın tarihimizdeki son
Yasin AKTAY*
büyük hamlesi olan 28 Şubat’ın
da 15. yıldönümünü bugün artık
kelimenin tam anlamıyla “idrak
ediyoruz”.
Uludere hadisesini 28 Şubat’a bağlamak zorlama gibi gelebilir ama
devlet adına işleyen birimlerin yasalardan almadıkları yetkiyi kendilerine emanet edilen silahtan almaya kalkışmaları açısından bu eylem
biçimleri arasında tam bir devamlılık sözkonusu. Bu devamlılık daha
önceleri İttihat ve Terakki ile tezahür ettiği gibi sonraları, Gladyo, 27
Mayıs, 9-12 Mart, 12 Eylül, Susurluk, 28 Şubat ve Ergenekon olarak
boy vermeye devam etti. Başka bir
deyişle 28 Şubat hiçbir şekilde 28
Şubat’ta başlamış bir tarz-ı siyaset
olmadı, bin yıl sürme hevesi çok
açık olsa da bütün şımarıklığıyla
ilelebet payidar kalabilecek değildi.
Bugün 28 Şubat ruhu veya ait olduğu daha yaşlı gelenek büyük ölçüde geriletilmiş durumda, ama aynı
tarz-ı siyasetin yetiştirdikleri, hala
dünyanın ve Türkiye’nin gerçeklerinin değişmiş olduğunun farkında
değil. Hala siyasi iradeye karşı direnmenin yollarına bakmakta, siyasetin alanını işlemez hale getirmek
için fırsat kollamaktadırlar.
Bu izlenimleri pekiştiren, olayla ilgili
en dikkat çekici taraf, olay daha olur
olmaz çok acele her şey hakkında
net bir kamuoyu yargısının hazır bir
biçimde sunulmuş olmasıdır. Benzerini bugünden geriye baktığımızda ancak sansasyonel faili meçhullerde gördüğümüz bir acelecilikti
bu. Bahriye Üçok’tan Muammer
Aksoy’a, Uğur Mumcu’dan Ahmet
Taner Kışlalı’ya, en son da Danıştay cinayetinin ardından harekete
geçen veya geçirilene yakın bir “kamuoyu yargısından” bahsediyoruz.
Bu, hükmünü vermiş, hatta infaz
aşamasına geçmiş bir yargı. Bu tür
sansasyonel olayların ardından hiç
kimsenin sağduyulu bir değerlendirme yapması mümkün olmaz.
Toplumun en sağduyulu görünen
insanlarını bile acele tavır koymaya
davet ederler.
Danıştay’dan Uludere’ye
Cenaze Siyaseti
Bu tavrın aslında cinayeti işleyenlerin istediği tavır olduğu o anda kimsenin aklına gelmez, aklına gelenin
de diline gelmez. Bir sözü bitirme
telaşı, söze hiçbir fırsat tanımama
telaşı alır kuşatır herkesi. Böyle zamanlarda susup konuşmamak, hiçbir tavır takınmamak, olayların seyrini izlemek en iyisidir aslında. Çünkü o anda söylenen her şey olayın
etkisiyle, akla hiçbir alan bırakmayan dar bir alanda söylenmek durumundadır. Danıştay cinayetinde
biraz daha net bir biçimde anlaşıldığı gibi, cinayeti işleyenler ile herkesin sesini kendi kurdukları koroya
katılmak üzere avazı çıktığı kadar
bağırmaya çağıranlar aynı odaklar.
Kendi işlettikleri cinayetin ardından
düzenledikleri cenaze merasimine
de en önde katılarak, katillere lanet
okumak; bu, aşağı yukarı Türkiye’de
işlenmiş bütün sansasyonel faili
meçhul cinayetlerde tekrarlanan
bir model. Uludere hadisesi belki
bazı yanlarıyla farklılıklar göstere-
bilir ama birçok bakımdan aynı modelin bütün parametrelerini de ele
vermekte gecikmedi.
Bu saldırının sadece bir
Olayın bazı detaylarını hatırlamak
gerekirse, Uludere’de kaçakçılıkla
uğraşmakta olan ve savaşın bir tarafı olmayan köylüler rutin “kaçak”
seferlerinden dönüşlerinde TSK
uçakları tarafından saldırıya uğradı ve bu saldırı sonucunda 34 kişi
hayatını kaybetti. Seferler “rutin”
di, çünkü bölge halkının zorunlu
bir geçim kaynağı olarak bu yolu
tutturduğu herkesin malumu ve
bölgedeki karakollar köylülerin bu
seferlerinden haberdar. Sınırdan
kimin saat kaçta ne tür yüklerle giriş çıkışlar yapıyor olduğuna kadar
bütün detaylar biliniyor.
söylemenin mümkün
Bölgede kaçakçılığın yasadışı olsa
da yerine başka bir şeyin ikame edilemediği bir geçim kaynağı olduğu
gerçeği devlet tarafından da kabullenilmiş ve fiili durum meşrulaşmış.
Bunca terör trafiğinin olduğu bir
ortamda bu geçişlerin güvenlik
teminatı da sağlanmış ve bu geçişler üzerinden PKK’dan gelebilecek tehditler de borsa deyimiyle
tabiri caizse “satın alınmış”. Zaten
geçişler naklen izleniyor. Buna karşılık, 28 Aralık günü bir tuhaflıklar
zinciri oluyor. Her gün normal bir
şekilde karşılanan geçişe yönelik
Genelkurmay’da bir ilgi ve tavır hareketliliği oluşuyor.
Kendi sıralarını kullanmakta olan
köylülerin baştan itibaren heronlarla tespit edilip sınırı geçtikten
döndükleri saate kadar bütün hareketleri kaydediliyor. Kimlikleri
tespit edilmiş oluyor, ama Genelkurmay henüz tam anlaşılamayan
bir nedenle bunları vurmaya karar
veriyor. Anlaşılamayan nedenler
büyük ihtimalle bu grubun bütün
kaçak seferlerini yaptıkları dört saatlik süre içinde kaydedilen heron
görüntüleri içinde bulunabilecektir. Başbakan Erdoğan kamuoyuna
olayla ilgili ilk açıklamasında bu
dört saatlik kayıtları işaret etti, ama
bu görüntülerin olayın mahiyetiyle
ilgili ilk anda yansıyandan farklı olarak ne olduğu hala açıklanmış değil.
Görünen kadarıyla sürekli devletin
kaza sonucu olduğunu
olmayacağı kadar açık
veriler var. Bir şekilde
“kasıtlı” olduğunu söylemek
ise, öncelikle bu kastın
sahibini de tahsis etmeyi
gerektiriyor. Bu kasıt kime
ait? Her düzeyde kasıt
olması mümkün de değil,
doğru da değil.
bilgisi dâhilinde ticaretini yapmakta olan ve devleti kendilerine dost
gören gruba önce aydınlatma fişeği, akabinde topçu saldırısıyla işlem
yapılmış. Bu işlemlere karşılık grup
devletten yana bir saldırı gelmeyeceğinin özgüveniyle dağılmadan ve
tek sıra halinde yürümeye devam
etmiş. Ancak akabinde F16’ların
bir saat süren ağır bombardımanı
altında çok azının kurtulduğu bir
katliama maruz kalmışlar.
Bu saldırı ve katliamın sadece bir
kaza sonucu olduğunu söylemenin mümkün olmayacağı kadar
açık veriler var. Bir şekilde “kasıtlı”
olduğunu söylemek ise, öncelikle
bu kastın sahibini de tahsis etmeyi
gerektiriyor. Bu kasıt kime ait? Her
düzeyde kasıt olması mümkün de
değil, doğru da değil. Ancak ortaya
çıkan sonuç devletin kendi masum
vatandaşını katletmiş olduğu gerçeğidir.
Türkiye’de Kıbrıs savaşında devletin kendi gemisini batırıp onlarca
askerini öldürdüğü vakalara işaret
edilerek bunun da benzer bir vaka
olarak geçiştirilmesi mümkün değil, çünkü günümüzde hem iletişim
ve istihbarat tekniklerinin bu kadar
gelişmiş olduğu bir ortamda bu
kadar büyük bir karışıklığın hiçbir
mazereti olamaz. Ayrıca Kıbrıs’taki
olayda her şey bir anda olup bitmiştir. Oysa Uludere’deki katliam
bir anlık bir karışıklıkla gerçekleşmiş
ŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
37
Olay sanılandan çok
daha ciddidir ve büyük
den ocaklarının bulunduğu,
5.
ihtimalle en hafifinden,
Kürt sorununda şimdiye
kadar işlenmiş çözüm
konseptini sabote
etmeye dönüktür. Daha
6.
Olaydan sonra hiçbir resmi kurumun cenazeleri almak için
girişimde bulunmadıkları ve
askerlerin olay bölgesinden
tamamen çekildikleri, cenazelerin köylüler tarafından alınarak kendi imkânları ile Gülyazı
köyüne getirildikleri,
7.
Hastane koşullarının otopsi
işlemine elverişli olmadığı, cenazelerin gelişigüzel odalara
bırakıldığı, cenazelerin akrabaları tarafından battaniyelere
sarıldıkları, hastane personelinin yetersiz sayıda olduğu
hatta gördüğümüz kadarıyla
neredeyse yok denecek sayıda
olduğu ve cenazelerin aileler
tarafından otopsiye ve ambulanslara taşındığı,
geniş planda Ak Parti
hükümetinin çözüm
iradesini felce uğratmak
gibi bir potansiyeli de
barındırmaktadır.
gibi değil. Saatlerce süren ayrıntılı
istihbarat, öncesinde varolan beşeri istihbarat birikimi ve tam bir saat
süren bombardıman…
Mazlum-Der Olay Tespit
Raporu
Olay üzerine bölgeye giden
Mazlum-Der ekibinin olayın ayrıntılarıyla ilgili tespitleri şöyle:
1.
Olayda tamamı sivil olan insanların öldürüldüğü ve yaralandığı,
2.
Olay esnasında gruba DUR ihtarı yapılmadığı ve uyarılmadıkları, hiçbir surette güvenlik
güçlerine ateş açılmadığı, askerlerin de bireysel olarak ateş
etmedikleri, olayda uçakların
bombardıman yaptıkları ve
ölümlerin bu nedenle olduğu,
3.
4.
38
Sivillerin olay yerinde bulunan
güvenlik güçlerince tanınan ve
bilinen insanlar oldukları, güvenlik güçlerinin sınır ticareti
nedeniyle yapılan bu gidiş ve
gelişlerden haberdar oldukları,
Tarafımızdan görülmemekle
beraber görgü tanığının ve
köylülerin anlatımından sınır
ticareti için aynı güzergahın
sürekli kullanıldığı ve güvenlik
kuvvetleri dâhil herkesçe bilindiği, kullanılan yolun patika yol
olmadığı, yolun üstünde maSTRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012
Resmi açıklamaları aksine olay
yerinin Sinat- Haftanin olarak
adlandırılan bölgeye uzak olduğu, saldırıya uğrayan bir
grubun Türkiye tarafında olduğu bir grubun da Irak-Türkiye
sınırının üstünde olduğu,
8.
Cenazelerden otopsi sonucunda elde edilecek delillerin mevcut koşullar nedeniyle usulüne
uygun şekilde alınamayacağı,
bu nedenle delillerin karartılma ihtimalinin yüksek olduğu,
9.
Hastanede heyetimiz tarafından görülen cesetlerin yanmış,
iç organlarının dışarıda olduğu,
çoğunun kafatasının parçalandığı, vücut bütünlüklerinin
parçalanmak suretiyle bozulduğu,
10. Olayda tahrip gücü çok yüksek,
yakıcı nitelikte mühimmatın
kullanıldığı,
Bu tespitler hem olayın oluş şekline hem de olaydan sonra devlet
ve hükümet cenahından yapılan
ihmallere ışık tutuyor. Aslında bu
olayla ilgili olarak asıl üzerinde durulması gereken husus da bu. Katliamda bir kasıt varsa bile bu kastın
hükümete ait olamayacağını her
vicdan sahibi takdir edebilir. Ancak
hükümet ne kadar kasıtsız da olsa
bu olayın sorumluluğunu başka
kimseye atma lüksüne sahip değil. Neticede hükümetin yönettiği
bir ülkede, hükümetin emrindeki
TSK’nın uçakları şu veya bu nedenle, şu veya bu hatayla kendi halkından 34 kişiyi katletmiş durumda.
Olay sanılandan çok daha ciddidir
ve büyük ihtimalle en hafifinden,
Kürt sorununda şimdiye kadar işlenmiş çözüm konseptini sabote
etmeye dönüktür. Daha geniş planda Ak Parti hükümetinin çözüm
iradesini felce uğratmak gibi bir potansiyeli de barındıran bu vakada
çok daha aktif bir tutum sergilemek
hükümet üzerinde ağır bir mecburiyet. Olayın başından itibaren bazı
çevrelerce kullanılma şekli ve etkisi,
bu katliamın failleri hakkında yeterince ipucu verirken bu faillerin
ulaşabildikleri kötülük potansiyeli
hakkında da bir fikir veriyor.
Olayın ilk saatlerinde hükümetin
tam bir şaşkınlık içinde olduğu görüldü. Bu şaşkınlıkla olaya sağlıklı
veya yeterli bir tepki geliştiremedi.
Olaydan sonraki ikinci gün Cuma
namazı çıkışı Başbakan’ın sorulara
verdiği cevaplarda yaşadığı açıkça
hissedilen sıkıntı bile cinayete mazeret aramanın zorluğu olarak ifade
edildi. Diğer yandan, sınırda cenazelerin toparlanması ve getirilmesi
esnasında devletin veya hükümetin yokluğu örgüt tarafından tam
bir fırsat olarak değerlendirildi.
PKK’nın 34 Cesette Bulduğu
Ganimet: “Yaşayan Korucular
Düşman, Ölenler Bizimdir!”
Ölen köylüler korucu ailesi ve
normalde PKK’nın hedefi olacak
durumdaydılar, ama bu ölüm
şeklinin örgüt tarafından da BDP
tarafından da değerlendirilme
biçimi tam örtük bir sevinç
gösterisine dönüştü. Açıkçası,
örgüt kendi telsiz konuşmalarına
yansıyan
değerlendirmelerinde
de söylendiği gibi beş karakol
basmış olsa bu kadar büyük
bir propaganda yapamazdı. 34
kişinin ölümü örgütün kendi
propagandası ve son zamanlarda
kendilerine yönelik artmış olan
operasyonlara ara verilmesine yol
açma ihtimali dolayısıyla çok iyi
olmuştur. Epey zamandır haklılık
zeminini bir hayli yitirmiş bulunan,
ne Türk’e ne de Kürd’e anlatacak hiç
bir şeyi kalmamış olan BDP›liler bu
olayla birlikte can suyu içmiş gibi
konuşmaya başladı. PKK, Siirt›te,
Batman›da, Silvan›da daha yakın
zamanda yaptığı çoluk, çocuk, kadın, sivil Kürt katliamlarındaki payını unutturmanın ve aksi bir söylemsel üstünlük sağlamanın fırsatı
olarak değerlendirdi durumu.
Cenazelere ganimet gibi yapışırken «devlet nerede?» diye bağıran BDP›liler bir yandan da Hasip
Kaplan›ın ağzından devlet adına
buraya gelecek olanları açıkça tehdit etti. «Buralarda herkes silahlı,
Atalay veya devlet adına kimse buraya gelmesin, kimseyi tutamayız,
provokasyon olur» derken, aslında
her şeyden önce Kürtlere hakaret
etmiş oluyordu. Çünkü taziye adabı
Kürtlerin en iyi bildikleri ve uyguladıkları geleneklerden biridir. Bu
geleneğin içerdiği sonsuz derinliği
ve bilgeliği yıktığınızda Kürt kültüründen geriye bir şey bırakmamış
olursunuz. Uludere köylüleri o yüzden taziyenin gereklerini hakkıyla
yerine getirdiler. Kendilerine taziye
ziyaretinde bulunan kaymakamı bir
saat karşılamaları gerektiği gibi kadim Kürt geleneğinin şanına yaraşır
bir biçimde karşılarken, Kaplan›ın
sözleriyle tahrik olan eli silahlılar
kaymakamı linç etmeye kalkıştı.
Kaymakamı o ellerden kurtaran da
cenaze sahipleri, yani ateşin düşerek yaktığı yüreklerin sahipleri oldu.
Uludere’nin doğrudan sonuçlarından biri Temmuz ortalarında
PKK’nın hiçbir şekilde izah edemediği yeniden şiddete geri dönüşe
karşılık hükümetçe başlatılmış olan
operasyonların duraklatmış olması. Bu operasyonların haklılık ve
meşruiyet açısından hiçbir mazerete ihtiyacı yoktu, çünkü açıkçası
bunu PKK’nın istemiş olduğuna
dair kanaat işlemekteydi. Daha
önce devletin istediği savaşı bu
sefer PKK istemişti. Ama zaten hep
öyle olmuyor muydu? Bazen savaşı
devlet ister, PKK “barış” der, bazen
de PKK, devlet için savaşa mazeret
üretir. Savaş efendilerinin bütün
işlerinin özeti bu. Devlet adına savaşı gerçekten bitirmek isteyen Ak
Parti hükümetinden bu saldırıyla
beklenen şey belli ki yeniden savaşın kısır döngüsüne dönmek. Bu
zamana kadar kat edilen mesafenin
bir anda geri alınma ihtimali artmış
olabiliyor. Ancak bütün bu ihtimal
yine de hükümetin süreci ne kadar yönetebildiğine bağlı olacaktır.
Doğrusu hükümet olayın başından
itibaren kapıldığı şaşkınlığı bir türlü
tam olarak atlatmış görüntüsü veremedi. Tereddütler savaş lobisinin
çok kolaylıkla kullanabildiği pozisyonları ortaya çıkardı.
Hükümetin Tavrı: Özürden
Yana Özürlü
Hükümetin katliamda ölenlerin
ailelerine 123’er bin lira tazminat
ödemeye karar vermesi, ailelerine
defalarca ifade edilen üzüntü ve
taziyeler, hatta üç bakanın olaydan
birkaç gün sonra olay mahalline
intikal edip yakınlara taziyede bulunması doğru ama yeterli olmayan adımlar. Bütün bu adımları bir
“özür” ile tamamlamaması, tamamlamamakta adeta diretiyor olması
gerçekten tuhaf olmuştur. Oysa
özür dilemek ne devleti ne de Ak
Parti’yi küçültmez aksine daha da
büyütürdü. Sonuçta daha bir ay
önce tek parti döneminde yapılmış
olan Dersim katliamı dolayısıyla
özür dilemesini bilmiş, bu özürden dolayı da küçülmemiş aksine
büyümüş Başbakan’ın kendi yönetimi altındaki bir ülkede kazayla bile
olsa yaşanmış bir katliamdan dolayı
özür dilemekte bu kadar çekingen
davranmış olmasının izahı mümkün değil. Bu durum olayda bizzat
Başbakan’ı ve partisini hedef alan
kastın işini daha çok kolaylaştıran
bir etki yaptı.
Bu arada Danıştay cinayetinde tetiği çektiren ellerle görkemli cenaze
merasiminde en ön safta yer alanların aynı çevreler olduğu katilin
suçüstü yakalanması sayesinde
kısa süre içinde anlaşıldı. Ama o
cenaze merasiminde bir fail olarak
hiç kuşku yokmuş gibi hükümet ve
PKK, Uludere hadisesini
Siirt’te, Batman’da,
Silvan’da daha yakın
zamanda yaptığı çoluk,
çocuk, kadın, sivil Kürt
katliamlarındaki payını
unutturmanın ve aksi
bir söylemsel üstünlük
sağlamanın fırsatı olarak
değerlendirdi.
bakanlar aleyhine yapılan protesto
ve
tezahüratları
hatırlayalım.
Katillerin maktullerinin taziyelerine
ilk katılanlardan olması klasik bir
mafyatik racon. BDP’lilerin taziye
çadırına herkesten önce koşması
ve sonradan gelenleri gelmemeye
davet etmesi de bu mafya raconuna çok uygun olmuştur.
Bu olayın benzerleriyle tipik özelliklerinden birisi de şu: Olay olur
olmaz sağlıklı bir soruşturma beklenmeden olayı tezgâhlayanların
gösterdiği hedeflere hemen yönelmek oluyor. Bunlar 28 Şubat döneminden daha önceki ve sonraki
bütün dönemlerde bu tür olayların
tipik tamamlayıcı unsurları. Uğur
Mumcu, Bahriye Üçok, Muammer
Aksoy cinayetlerinde de, Bingöl’de
33 erin şehit edilmesinde de, Madımak katliamında da, hatta en son
Danıştay cinayetinde de aynı tipoloji bütün unsurlarıyla çalıştı. Olaya
dair ilk tepkinin ötesinde yeni bir
soruşturmaya, yeni bir soruya veya
fail arayışına hiçbir alan bırakılmadı.
Demek ki, olayı yapanlar, olayı üstlenecek faili de göstermiş oluyorlar.
Aslında tam da bundan dolayı bu
tür sansasyonel suikastlarda aceleci davranmamak, bütün ihtimalleri
göz önünde bulundurmak ve bizi
aceleye getirmeye çalışanlara kuşkuyla bakmak çok önemli.
Uludere hadisesinin gerçekleştiği gün, birileri için daha ilk saatte
bile aydınlanmış durumdaydı. Dolayısıyla yapılması gereken şey de
belliydi, cezalandırılması gerekenler de ayan beyan ortadaydı. İpini
ŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
39
Ülkede kazayla bile olsa
maya götürür.
yaşanmış bir katliamdan
Oysa bu savaş Türklerin Kürtlere
karşı bir savaşı değil. Hele bu zamanlarda bütün sorunların siyaset
sahnesinde konuşulup çözüme
kavuşturulabildiği bir Türkiye’de
Kürtlerle Türklerin Kürt ve Türk
olarak birbirleriyle karşı karşıya
gelmelerini gerektirecek hiçbir
sebep kalmamıştır. Olayın hemen
akabinde gerçekleşen yılbaşı kutlamalarının iptal edilmemiş olması
büyük ayıp, ancak bunu “Kürtler
ölürken Türkler eğleniyor” diye sunmak hem tehlikeli hem de çok insafsızca bir değerlendirme. Bir defa
Türkiye toplumunu bir nebze tanıyorsak yılbaşı kutlamalarının halk
nezdinde büyük bir yaygınlığa sahip olmadığını da biliriz. Türkiye’de
yılbaşı kutlamaları başlangıcından
beri halkın çoğunluğu ile batılılaşmış azınlık arasındaki bir gerilimin
konusudur. Türklerin büyük çoğunluğunun da bu kutlamalara karşı
mesafeli olduğunu da biliyoruz.
dolayı özür dilemekte
bu kadar çekingen
davranmış olmanın izahı
mümkün değil. Bu durum
olayda bizzat Başbakan’ı
ve partisini hedef alan
kastın işini daha çok
kolaylaştıran bir etki
yaptı.
çekersiniz olur biter. Oysa sonraki
günlerde ilk saatlerde gelen bilgiler
olayın sorumlularının göründüğü
kadar kesin olmadığını ortaya
çıkardı. İlk saatteki bilgilere göre
hareket edilse muhtemelen çok
büyük bir yanlış hedefe yönelmek
durumunda kalınabilirdi. Olay olduğundan beri her gün yepyeni bir
hikâye tedavüle giriyor ve olayın
öyle birkaç gün içinde bütün boyutlarının ortaya çıkarılamayacağı
anlatılıyor. Yine de olayın bütün
detaylarına herkesten daha çok
vâkıf olan devletin veya hükümetin
olayın açıklığa kavuşturulması ve
kamuoyunun daha doyurucu bir
bilgiyle aydınlatılması zarureti hala
orta yerde duruyor.
Aydın Sorumluluğunun
Dayanılmaz Hafifliği
Doğrusu olayla birlikte Kürt kesiminde hem hükümete hem de
genel olarak sürece dair önemli
bir kırgınlık yaşandı. Bu kırgınlığın
Kürtlerle Türkler arasında topyekûn
bir duygusal ayrıştırmaya dönüşmemesini sağlayacak adımlar
hükümetten ve Başbakan’dan beklenebilir. Ama aydınların da bu konuda sorumluluktan muaf olduklarını düşünmemek gerekiyor. Olayı
“Türklerin Kürtleri katletmesi” olarak nakletmek ve sürekli “Kürtlerin
Kürt olarak karşılaştığı bir şiddet”
olarak göstermek PKK’nın bütün
strateji ve tanımlamalarını baz al40
STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012
Haberlerin bu şekilde verilmesi,
olayın bu anlatımla ifade edilmesi Kürt sorununun çözümünü
kolaylaştırmıyor, olsa olsa Kürtlerin
Türklere karşı nefretini kışkırtıyor ki
bu da PKK’dan ve halkların çatışmasını isteyenlerden başka hiç kimsenin işine yarayan bir şey değil. Bu
söyleme en fazla rağbet eden kişinin Ahmet Altan olması Türkiye’de
aydınların sorun çözme basiretleri
konusunda ciddi bir tartışmayı hak
etmiş oluyor. Şayet Türk kesiminin
bu yazılardan kendi ahlaki konumuna yönelik içerden ve samimi bir
uyarı alacağı hesaplanabilirse bu
tür değerlendirmeler bir nasihat,
bir sert uyarı olarak anlayışla karşılanabilir. Oysa Altan’ın bu tarz bir
yazısının muhatapları hiçbir zaman
Türkler olmadı, olmuyor. Aksine bu
tarz yazılar zaten PKK’nın Kürt duygusallığına yatırım yapan mağduriyet ve şovenizm söylemlerini daha
fazla pekiştirmiş, halkları birbirinden iyice uzaklaştırmış oluyor.
Ömrünü demokratik mücadeleye
adamış ve askeri vesayete karşı
destansı bir kavga vermiş Altan gibi
birinin bunu göremeyecek duruma
gelebilmesi, demokrasi iradesinin
ne kadar çetin sınavlara tabi
olabildiğini gösteriyor. Böyle bir
yolda en sağlam müttefiklerin bile
kafalarının basit provokasyonlarla
karışabildiğinin resmidir bu durum.
Kuşkusuz bunun telafisi çok daha
fazla dikkatli, duyarlı ve sabırlı
olmaktan geçiyor. Demokratik süreç, Ergenekon davaları ve askeri
vesayetle mücadele başladığı andan itibaren her aşamada türlü sınavlardan geçiyor ve her aşamada
irtifa kaybederek ilerliyor. Bu da
davanın en önemli sorunlarından
biri. Sonuna kadar gidebilmesi için
müttefiklerinin razı tutulmalarının
çok önemli olduğunu da tekrar
kaydetmek gerekiyor.
28 Şubat Bir İbret Konusudur
Bin yıl sürmesi planlanan 28 Şubat’ı,
15. yıldönümünde savunacak bir
Allah›ın kulu olmadığı gibi biraz
olsun geçerli bir argümanın kalmamış olmasını anlayanlar için de büyük ibretler vardır.
Söze bir ibret hatırlatması ile başlamamız 28 Şubat ile ilgili bugün en
uygun yaklaşım biçimi olmalı. Bu
ibretlik birilerinin yapıp ettiğinden
mutlak haklılık duygusuyla iman
tazeleme, bugün kendilerini artık
savunamayacak kadar zavallı hale
gelmiş olanlara da bir lanet okuma vesilesinden ibaret değil. İbret
kuşkusuz çok daha derin bir duygu
veya varoluş hali gerektirir. Bir intikam veya ölçüsüz bir zafer hissinden ziyade insanın bu dünyadaki
faniliğinin, sınırlılığının, gelip geçiciliğinin sırrına bir nebze olsun vakıf
olmayı gerektiren bir bilinç...
Çok değil daha bir kaç yıl öncesine
kadar 28 Şubat sürecinin bütün
kötülüklerini teslim etse bile
yine de birkaç olumlu yanından
hele çok hayırlı sonuçlara vesile
olduğundan bahseden kalemlere
rastlanabiliyordu. Oysa bugün o
dönemleri bu kadarlık bir hayırla
bile yâd eden kimsenin kalmamış
olması gerçekten de ibretlik bir durum değil midir?
Dindar kesimin 28 Şubat darbe-
sinde yaşadıklarından ders alarak
çok daha rasyonel ve ölçülü bir siyasi çizgi geliştirmiş olduğu tabii ki
doğrudur, ama salt bundan dolayı
darbeye en ufak bir şükran borçlu
olması düşünülemez. Aksine maruz kaldığı zulüm bloğunun boyutlarını iyi görüp, bunlara karşı uygun
mücadele dilini geliştirmiş olması
o zulüm bloğuna hiçbir erdem kazandırmaz. Türkiye›de bizatihi halkı
temsil eden dindar kesim en erdemli siyasal çizgisini geliştirirken,
o iktidar bloğu, kendi entrikalarını,
darbe planlarını ve açgözlü iktidar
heveslerini uygulamaya devam etti
durdu.
Bugün yaşadığımız hukuk sürecinin ışığında 28 Şubat sürecinde
neler olup bittiğini çok daha iyi
anlıyoruz. Bu sürecin hiçbir derin
plan içermediğini sadece ahlaksızların oluşturduğu ve o günler
için bir güç görüntüsü ifade eden
bir ittifaka dayandığını çok net bir
biçimde görebiliyoruz. O günlerin
iktidar sarhoşluğu içinde sarf edilmiş «bin yıllık» heves, olayın aktörlerinin yüksek kibir ve istiğnalarının
cahilce bir ifadesinden başka bir
şey değil aslında. İnsan olduğunun
farkında olan hiç kimse bu kadar
büyük konuşamaz. Tarih tam da bu
kibre kapılarak ebedilik veya mutlak güç iddiasında bulunan aciz
Bu savaş Türklerin
Kürtlere karşı bir savaşı
değil. Hele bu zamanlarda
bütün sorunların
siyaset sahnesinde
konuşulup çözüme
kavuşturulabildiği bir
Türkiye’de Kürtlerle
Türklerin Kürt ve Türk
olarak birbirleriyle karşı
karşıya gelmelerini
gerektirecek hiçbir sebep
kalmamıştır.
tanrıların zavallılılıkla biten ibretlik
hikâyeleriyle doludur. Bugün o tanrıcıkların yerlerinde yeller esiyor.
Dindar kesimin 28
28 Şubat, yapanlara bin yıllık bir
ebedilik duygusu vermiş olabilir.
Doğrusu onun zulmüne maruz
kalanlar açısından da bir sonsuz
karanlık duygusu vermiştir. Hâlen
başörtüsü üzerindeki yasaklamalar
gibi 28 Şubat ürünü uygulamalar
sayısız insanı mağdur etmeye devam ediyor. Bu hukuksuz uygulamalar insanlarda bir normallik duygusuna bile yol açmış olabiliyor.
yaşadıklarından ders
28 Şubat neresinden bakarsanız
bakın ahlaksız ve hukuk dışı uygulamaların sahneye konulduğu bir
sürecin adı. Ancak bu hukuksuzlukları tespit edip bunların ağır cezaları hak eden uygulamalar olduğunu
tespit etmesi gereken hukukun, bu
süreç tarafından işe alınmış yargıçların elinde olması onun bu boyutunun ortaya çıkmasını bir nebze
geciktirmiştir. Ülkenin bütün meşru kurumlarını haksız bir biçimde
ele geçiren ahlaksız müdahale ne
yazık ki ilk etapta yüksek yargıyı
karargâhında yalan yanlış bilgilerle
brifing vererek darbe düzenine ortak etmiştir. 28 Şubat›ın süreklilik
planı ancak hukukçuların sürece
ortak olmasıyla temin edilmiştir.
Bugün 28 Şubat nöbetini de cübbeleriyle brifinge koşan hâkimlerin
tutmaya devam ettikleri görülüyor.
Stratejik Düşünce Enstitüsü›nün iki
sene önce düzenlediği “Demokratikleşme Sürecinde Hukukun Üstünlüğü ve Yargı Konferansında”
Taha Akyol, hukuk söylemlerinin
de medyada yer alma biçimlerine
dikkat çekmişti. 1997-1998 yılları
arasında kendi gazetesinde yaptığı
taramada Akyol «hukukun bağımsızlığı» ile «hukukun tarafsızlığı»
kavramlarının kullanılma oranında
birincisinin yüzde 98 oranında ikincisinin (tarafsızlık) sadece yüzde 2
oranında kullanıldığını tespit etmiş.
Bu oran 2006 tarihinde neredeyse
eşitlenmiş. Hukukun bağımsızlığının sıkça hatırlandığı buna mukabil
tarafsızlığının neredeyse hiç hatırlanmadığı dönem tam da 28 Şubat
yıllarıdır.
Şubat darbesinde
alarak çok daha rasyonel
ve ölçülü bir siyasi çizgi
geliştirmiş olduğu tabii
ki doğrudur, ama salt
bundan dolayı darbeye
en ufak bir şükran borçlu
olması düşünülemez.
Bu dönemde bağımsızlığını tepe
tepe kullanmakta olan yargı erkinin bu bağımsızlığı kendi adına mı
kullandığı yoksa asker adına mı kullandığı aslında hiç önemli değildir.
Önemli olan bu bağımsızlıktan hukuka hiçbir pay bırakılmamış olmasıdır. Tıpkı bu dönemde tepe tepe
kullanılan YÖK›ün özerkliğinden
üniversitelere ve bilim adamlarına
hiçbir pay bırakılmamış olması gibi.
Bütün bu vesayet zincirinin tepesine getirip askeri koymanın tam
da bu yüzden açıklayıcı olmaktan
uzaklaştığını fark etmek gerekiyor.
Doğrusu 28 Şubat veya diğer bütün darbeler askerin tek başına kotardığı işler olmaktan ziyade bir ahlaksız ittifaka dayanıyor ve bu ittifakın içinde her kesimden tamahkâr
yer alabiliyor.
Ne yazık ki diğer tüm darbelerde
olduğu gibi 28 Şubat›ı da engelleyebileceği halde engellemeyen,
dahası içerdiği iktidar ihtimali dolayısıyla hemen selamlayanlar da
yine siyasetçiler olmuştu.
Bugün muhtemel darbe niyetlerinde kendileri için bir fırsat ihtimali
görmeye tenezzül eden siyasetçilerin sadece o siyasetçilerin akıbetine bakarak alacakları çok ibretler
vardır.
SDE Başkanı, Prof. Dr.*
ŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
41
İRAN DOSYASI
VE DIŞ POLİTİKA
İran - ABD Gerginliği:
Sanal mı Gerçek mi?
Birol AKGÜN*
İran rejiminin ülke
içindeki otoritesini
konsolide eden en önemli
faktör Tahran’ın dış
dünya ve özellikle ABD
ile yaşadığı gerilimlerdir.
Humeyni rejimi için dış
dünya ile derinleşen
çatışmalar içeride rejime
nefes aldıran anlardır.
Dolayısıyla İran’ın ABD’ye
yönelik “Büyük Şeytan”
söylemi ve İsrail’e karşı
amansız düşmanlığı
İslam rejiminin kendi
halkı nezdinde ve
İslam dünyasındaki
ideolojik meşruiyetini
güçlendirmekte önemli
roller oynamaktadır.
A
rap Baharı’nın tüm Ortadoğu’daki siyasi ve stratejik
dengeleri derinden sarstığı
bir dönemde, bölgede İran ve ABD
arasında artan siyasi, diplomatik ve
askeri gerginlik uluslararası toplumun gündemini yeniden Körfez
bölgesine çevirdi. Uluslararası Atom
Enerjisi Kurumu’nun Kasım ayında
yayınladığı ve İran’ın nükleer teknoloji geliştirme faaliyetlerinin barışçıl
amaçlardan öte anlam taşıdığına
ilişkin raporu, Batının İran üzerindeki baskısını artırmasına yol açtı.
ABD ve Avrupa Birliği ardı ardına
İran’a yönelik yeni ağırlaştırılmış
yaptırım kararları almaya başladılar. İran’da ise nükleer fizik uzmanı
olan bilim adamları ilginç yöntemlerle saldırılara maruz kalmaya başladılar. Özellikle petrol ihracatını
durdurmayı amaçlayan karar tasarıları karşısında İran, tüm dünyayı
Hürmüz Boğazı’ndan geçen petrol
akışını durdurmakla tehdit etti. Ayrıca İran Kum şehri yakınlarındaki
Fordo’da, hava bombardımanından
etkilenmeyecek derinlikte kurulmuş
olan yeni bir yer altı nükleer tesisini
uranyum zenginleştirmek için kullanıma soktuğunu açıkladı. Dahası
İran Körfezde balistik füzelerin de
kullanıldığı geniş çaplı bir deniz tatbikatı icra etti. ABD ve İsrail de İran’a
ortak bir tatbikatla cevap verdiler.
İsrail, İran’ın nihai hedefinin nükleer
bomba üretmek olduğunu ve bunu
önlemek için gerekirse tek başına
İran’ın nükleer tesislerine yönelik
hava saldırısı düzenleyebileceğini
açıkladı.
Bu arada bölgede denge sağlayıcı bir rol oynamaya çalışan Türkiye
ve İran ilişkileri de gelişmelerden
ciddi şekilde etkilendi. Zira İran,
NATO’nun Türkiye’ye yerleştireceği
ve füze kalkanı projesinin bir parçası
olan radar sistemini kendi güvenliğine yönelik bir tehdit olarak gördüğünü açıkladı. Ankara ve Tahran arasında diplomatik trafik de hızlandı.
İran’ın bölgedeki müttefikleri olan
Bağdat ve Lübnan Hizbullahı’ndan
ŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
43
İran’ın nükleer silah
üretmeye yönelik
çabalarını da kendi ulusal
çıkarlarına veya siyasal
kimliğine yönelik ağır
tehdit algılamasına sahip
herhangi bir ulus devletin
gösterebileceği doğal bir
davranış olarak görmek
gerekir.
Türkiye’ye karşı sert açıklamalar
gelmeye başladı. Irak’ta Türkiye’ye
yakınlığı ile bilinen Sünni lider ve
Cumhurbaşkanı yardımcısı Tarık
Haşimi hakkında tutuklama kararı
çıkartıldı. Böylece Suriye’deki rejimin geleceği konusunda ters düşen Ankara ve Tahran arasındaki
gerginlik yeni boyutlar kazanmaya
başladı. Burada temel sorun, İran
ve Batı arasındaki gerginliğin gerçekten bölgede sıcak bir çatışma
ve hatta topyekûn bir savaşa dönüşme riski taşıyıp taşımadığı ve
eğer böyle bir durum ortaya çıkarsa
Türkiye’nin bu gelişmelerden nasıl
etkileneceğidir. Türkiye’nin komşularla sıfır sorun söylemi ve açılım
politikalarının yarattığı beklentiler
ile Türkiye’nin bölgede oyun kurucu bir rol üstlenmeye yönelik siyasi
kararlılığına dayalı Pax Turcica projesi ciddi bir biçimde test edilecektir. Bu nedenle, Arap Baharı’nı
yaşayan ülkelerdeki halkların ümidi
haline gelmiş olan “yeni Türkiye’nin”
kritik dönemlerde ve kriz anlarında
sergileyeceği duruş bölge halkları
tarafından da yakından izlenmektedir. İran ve Nükleer Teknoloji
1979 İslam devriminden bu yana
ağır ekonomik yaptırımlara maruz
kalan İran Batının tecrit etme ve
kuşatma politikalarıyla yaşamaya
alışmış durumda. Hatta denebilir
44
STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012
ki, İran rejiminin ülke içindeki otoritesini konsolide eden en önemli
faktör Tahran’ın dış dünya ve özellikle ABD ile yaşadığı gerilimlerdir.
Deyim yerindeyse, Humeyni rejimi
için dış dünya ile derinleşen çatışmalar içeride rejime nefes aldıran
anlardır. Dolayısıyla İran’ın ABD’ye
yönelik “Büyük Şeytan” söylemi ve
İsrail’e karşı amansız düşmanlığı
İslam rejiminin kendi halkı nezdinde ve İslam dünyasındaki ideolojik meşruiyetini güçlendirmekte
önemli roller oynamaktadır. Gerçekte ise İran dış politikası son yirmi
yıldır devrim ihracına öncelik veren
yaklaşımı büyük ölçüde terk etmiştir ve ulus devletlere özgü ulusal
çıkar temelli pragmatik bir yaklaşım
benimsemiştir. İran’ın nükleer silah üretmeye yönelik çabalarını da
kendi ulusal çıkarlarına veya siyasal
kimliğine yönelik ağır tehdit algılamasına sahip herhangi bir ulus
devletin gösterebileceği doğal bir
davranış olarak görmek gerekir.
Bu anlamda İran NPT (Nükleer silahların yayılmasını önleme antlaşması) rejimine taraf bir devlet
olarak elbette ki nükleer faaliyetlerinin silah üretmeyi değil barışçıl
amaçlara yönelik olduğunu söyleyecektir. Ancak nükleer silah üretmeyi kendi ulusal güvenliğinin garantisi olarak gören bir ülke olarak
İran’ı bu amacına ulaşmada kimsenin engelleyebilmesi de mümkün
değildir. Hindistan’ın nükleer silah
denemesi yapması karşısında fakir
Pakistan halkı nasıl her şeyi göze
alarak atom bombası yapmayı başardıysa, İran’ın da ABD ve İsrail tehdidini bertaraf etmek için aynı silahı
er ya da geç üretmesi kaçınılmazdır.
Aslında rejime yön veren Mollalar
1979’daki İslam devriminden sonra kitle imha silahlarını üretmenin
haram olduğunu söyleyerek Şah
döneminde başlayan nükleer faaliyetleri durdurmuşlardı. Ancak
Irak ile yaşanan kanlı savaşta modern silahların ülke güvenliğini
sağlamada ve rejimin geleceğini
garanti altına almada oynadığı rolü
gördükten sonradır ki İran uleması
nükleer teknolojiyi geliştirme faaliyetlerine cevaz vermişlerdir. İran’ın
kendi insan ve teknolojik kapasitesiyle nükleer bir silahı ne zaman
üreteceğini öngörmek güç olsa da,
bu kaçınılmaz bir sonuçtur ve Batılı
ülkeler dahi “nükleer bir İran” fikrine
alışılması gerektiğini düşünmeye
başlamışlardır.
Bugün İran siyasi elitleri Batıyla yaşadıkları otuz yıllık siyasi gerginlik
politikasının kendilerine kazandırdığı manevra kabiliyetine güvenerek, kendi stratejik amaçları
doğrultusunda yüksek siyasetin
gerektirdiği tüm taktikleri ustaca
kullanmaktadırlar. Bu çerçevede
İran-ABD arasında son zamanlarda
artan gerginliği ABD ve İran arasında ertelenen nihai hesaplaşmanın
yaklaştığı şeklinde okumak kanaatimizce doğru bir değerlendirme olmaz. Bu gerginliği daha çok
İran’da yaklaşan meclis seçimleri,
Suriye’yi Batıya kaptırmama ve Batıyla yaşadığı krizde elini güçlendirme arayışı olarak okumak gerekir.
İran-ABD Gerginliğinin İç
Politik Temelleri Ortadoğu’daki değişim daha çok
Arap Baharı olarak bilinse de, aslında demokrasi dalgası Moskova’dan
İran’a kadar tüm dünyayı etkilemeye başladı. Otoriter bir rejim olan
İran’ın da bu gelişmelerden eninde
sonunda etkilenmemesi mümkün
değildir. Hatta 2009’daki Cumhurbaşkanlığı seçimleri sürecinde bu
ülkede başlayan “yeşil hareket”i
bölgede erken gelen ve şimdilik
bastırılarak ertelenen bir “Fars Baharı” olarak görenler de vardır. 2012
Mart’ında yapılacak olan Meclis
seçimleri yaklaşırken İran rejiminin
kendi içinde yeni bir hesaplaşma
korkusu yaşadığı bilinmektedir. İçerideki özgürlük hareketlerini engellemenin yolu ise ölçülü gerginlikler
yaratarak halkın ilgisini ve dikkatini
dışarıya yöneltmekten geçmektedir. Basra Körfezi’ndeki son olayları
bu anlamda Tahran’daki muhafazakar siyasi elitin yeni bir taktiği olarak
görmek gerekir. Diğer yandan Basra Körfezi’ndeki
gerginlikten siyasi menfaat bekleyen yalnızca İran değildir. En az
mollalar kadar ABD’deki 2012 Başkanlık seçiminin taraflarının da durumdan memnun olduklarını söy-
lemek yanlış olmayacaktır. Özellikle
muhafazakar medyanın güvenlik
konularında sürekli olarak zayıf
ve dirayetsiz olmakla suçladıkları
mevcut Başkan Obama için İran ile
yaşanacak her gerginlik kendisinin
siyasi liderliğini ve cesaretini göstereceği bir fırsat olarak görülecektir.
Kaldı ki gerginliğin doğrudan doğruya İsrail’in güvenliği ile de ilgili
olması Obama yönetimine İran
tehdidi üzerinden Washington’daki
Musevi lobisi ile arasını düzeltme
fırsatı sunmaktadır. Dolayıyla ölçülü
gerginlik politikasını İran’daki rejimin toplumsal meşruiyetini güçlendirmesi kadar Washington’daki
Obama’nın seçmen koalisyonunu
genişletici bir etkisi de olacaktır ve
konunun bu iç politik yönü asla küçümsenmemelidir.
Peki, savaş ve çatışma riski hiç mi
yoktur? Elbette vardır. Bu tür gerginlik ortamlarında güvenlik örgütlerindeki radikal-fanatik unsurların
provokasyonlarının çatışma ve risk
yaratacağı gözardı edilmemelidir.
Ya da açık denizlerde yapılan geniş
çaplı askeri tatbikatlarda yaşanması
muhtemel kazalar da sıcak çatışma
olasılığını artırabilir. Ancak yine de
bugün itibariyle ABD ve İran arasında topyekun bir savaş beklemek
gerçekçi bir senaryo değildir.
Esasen bundan sonraki dönemde
kendi hegemonik gücü giderek zayıflayan ve hâlâ Irak ve Afganistan
savaşlarının yarattığı olumsuz sonuçlarla uğraşmak zorunda kalan
ABD ve rejim sorunlarını aşamayan
Bugün İran siyasi elitleri
Batıyla yaşadıkları otuz
yıllık siyasi gerginlik
politikasının kendilerine
kazandırdığı manevra
kabiliyetine güvenerek,
kendi stratejik amaçları
doğrultusunda yüksek
siyasetin gerektirdiği
tüm taktikleri ustaca
kullanmaktadırlar.
İran arasında adı konulmamış bir
soğuk savaşın yaşanmaya devam
etmesi beklenmelidir. Özellikle,
nükleer bomba üretme potansiyeli
arttıkça İsrail ve ABD’nin İran’a karşı
dolaylı saldırılarında da artış beklenmelidir. 1950’li 60’lı yıllarda ABD
ve Sovyetler Birliği arasında gözlenen örtülü operasyonlar, teknolojik
saldırılar ve siber alandaki mücadele giderek hız kazanacaktır. İran
kendi hava sahasında Amerika’ya
ait bir insansız hava aracını düşürmesi ile 1960’lı yıllarda Sovyetler
Birliği’nin ABD’ye ait U-2 gözetleme
uçağını düşürmesi arasındaki paralellik açıktır. Diğer yandan 2007’den
bu yana İran’ın kendi içinde nükleer
programda çalışan beş bilim adamının saldırıya maruz kalması da
yeni casus oyunlarını hatırlatmaktadır. Yine İran’ın nükleer çalışmalarında kullanılan süper bilgisayarlarını işlevsiz hale getiren stuxnet virüsünün İsrail tarafından üretildiği ve
saldırı amaçlı olarak kullanıldığına
ilişkin gelişmeler de bize İran-ABD
arasında yeni bir soğuk savaşın başladığını göstermektedir.
Adından da anlaşıldığı üzere Soğuk Savaş, esasen tarafların sıcak
çatışma riskini göze alamadıkları
durumlarda ortaya çıkan bir mücadele şeklidir ve kendine özgü
yol ve yöntemleri vardır. Ancak taraflar çoğu zaman üçüncü ülkeler
üzerinden hesaplaşırlar ve zaman
ŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
45
Özellikle Suriye
konusunda Türkiye’nin
Batıya paralel biçimde
Esat karşıtı ve demokratik
değişim yönünde bir
politika izlemesi Tahran’ın
gözünde Ankara’nın
Batının işbirlikçisi
olarak görülmesine yol
açmaktadır.
zaman periferide sıcak çatışmalar
da yaşanabilir. Taraflar kendi etraflarında geniş bir müttefikler ağı ve
cepheler oluştururlar. ABD ve İran
arasında da bu anlamda Ortadoğu
bölgesinde yeni mücadele alanları
ve derin bir kamplaşma yaşanacaktır.
Yeni Soğuk Savaş, Suriye ve
Türkiye Ortadoğu’daki yeni soğuk savaşın
tarafları yavaş yavaş belirmeye başlamıştır. Bir yandan İran, Suriye, Irak
ve Lübnan (Hizbullah); diğer yanda
ise ABD, İsrail, S. Arabistan ve Körfez
emirlikleri yer almaktadır. İran ve
ona dışarıdan zaman zaman destek
veren Rusya ve Çin, Arap baharını
ABD ve Batının bir projesi olarak
görme eğilimindedirler. Dolayısıyla
onların gözünde düşen her bir domino taşı, ABD ve Batının hanesine
yazılan stratejik bir kazanç olarak
okunmaktadır. Bu çerçevede Suriye
bölgedeki yeni kamplaşmada en
önemli stratejik mücadele alanına
dönüşmüş durumdadır. Devrimden bu yana kendisinin en yakın
müttefiki olan Suriye, İran için vazgeçilmez önemdedir. Esat rejimi de
bu durumun farkındadır ve kartlarını oldukça iyi oynamaktadır. İran’ın
ABD ve Batı tarafından nükleer kriz
üzerinden aniden sıkıştırılmaya
başlanmasının bir nedeni de İran’ı
Suriye’den vazgeçirmeye ikna etmektir. Şimdilik bu başarılamasa
46
STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012
da bahar aylarına doğru Suriye rejiminin iyice zayıflaması ile birlikte
İran’ın nükleer silah için zaman kazanmak adına Suriye’den vazgeçmesi sürpriz olmayacaktır.
Öte yandan hem İran hem de ABD
bu yeni soğuk savaşta Türkiye’yi
kendi yanlarında görmek istemektedirler. Oysa eski soğuk savaş şartlarını en can yakıcı biçimde tecrübe
eden ülkelerin başında Türkiye gelmektedir. Batı ve Doğu Bloklarının
jeopolitik fay hatlarının kesişim
noktasında bulunan Türkiye cepheleşmenin yarattığı gerginliklerin
sonuçlarını yakından bilmektedir.
Şimdi bir yandan geleneksel müttefiki ABD ve NATO ile ilişkilerini
kopartmamaya çalışırken, diğer
yandan yeni cepheleşmede taraf
değil denge unsuru ve arabulucu
olmak istemektedir. Türkiye’nin bu
hassas duruşu özellikle İran’ı rahatsız etmektedir. Son günlerde Bağdat ve Beyrut’tan gelen eleştirilerin
arkasında işte bu memnuniyetsizlik
yatmaktadır. Özellikle Suriye konusunda Türkiye’nin Batıya paralel
biçimde Esat karşıtı ve demokratik
değişim yönünde bir politika izlemesi Tahran’ın gözünde Ankara’yı
Batının işbirlikçisi olarak görülmesine yol açmaktadır. Oysa Türkiye için
önemli olan bölgedeki eski soğuk
savaş döneminden kalan otoriter
yapıların bir an önce tasfiye olması
ve yerine özgürlüklere dayalı demokratik rejimlerin kurulmasıdır.
Bu anlamda bölgede yaşanan rekabet bir anlamda İran’ın katı otoriter
sistemiyle Türkiye’nin demokratik
vizyonu arasındaki ayrışmadan
kaynaklanmaktadır. Özetle, ABD ile İran arasında
Ortadoğu’da yeni bir soğuk savaş
dönemi başlamıştır. Basra körfezindeki mücadele ve Suriye konusundaki ayrışmaları bu gözle okumak
mümkündür. Türkiye bu rekabette
cephe ülkesi değil, alternatif bir
vizyonun temsilcisi olması gerekir.
Bu vizyon çatışma yerine karşılıklı
çıkarları koruyan ekonomik işbirliği ve entegrasyonu; özgürlükler
temelinde demokratik meşruiyete dayalı yeni rejimlerin kurulmasına destek vermeyi içermelidir.
Türkiye’nin tarihsel tecrübesi ve
bölgeye yönelik ilişkiler ağı bu özgün rolü oynamaya elverişli bir ortam ve fırsat sağlamaktadır. SDE Uluslararası İlişkiler Programı
Koordinatörü, Prof. Dr.*
Röportaj
Dağı: “Türkiye, Şii Hilali
Kamplaşmasına Zorlanıyor”
SDE Yüksek İstişare Kurulu
Üyesi Prof. Dr. İhsan Dağı,
ODTÜ İİBF Uluslararası
İlişkiler Bölümü öğretim
üyesidir. “Ortadoğu’da
İslam ve Siyaset”, “Türk
Dış Politikasında Gelenek
ve Değişim”, “Türkiye’nin
Dış Politika Gündemi:
Kimlik, Demokrasi,
Güvenlik” kitaplarının
yanısıra birçok kitabın
yazarı olan Dağı ayrıca
Zaman ve Today’s Zaman
gazetelerinde gündeme
ilişkin yazılar yazmaktadır.
Dağı, Ortadoğu’daki son
gelişmeler ve Amerika’nın
Irak’tan çekilmesi sonrası
İran’ın dış politikasındaki
muhtemel değişimler
üzerine SD’nin sorularını
cevaplandırdı.
SD: ‘Şii Hilali’ kavramını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Uzun süredir tedavülde olan bir
kavram bu. Bir yandan Amerika ve
Batı çevrelerinde duyuyoruz bunu,
öte yandan da Suudi Arabistan ve
Körfez ülkelerinden. Tarihsel SünniŞii ayrımını yaratan teolojik görüş
farkına dayansa da ‘Şii Hilali’ aslında
bugüne ilişkin ve stratejik bir anlatı.
Buna göre, İran’ın yükselen bölgesel gücünü dengelemenin ve durdurmanın bir yolu olarak mezhepsel dayanışmayı meşrulaştırmak
üzere ‘Şii tehdidi’ meselesi öne çıkarılıyor; ‘Şii İran korkusu’ bölgedeki
Sünni devletler ve kitleler arasında
bir dayanışma ve hatta blok yaratmak üzere abartılıyor. Öte yandan
İran’ın da ‘Şii’ unsurunu kendisi için
stratejik bir araca dönüştürdüğüne
kuşku yok. İran, bölgeye yayılan Şii
unsurları ve bunların gücünü kendisine yönelik bölgesel ve küresel
tehditleri durduracak bir ileri savunma hattı olarak görüyor. Körfez
ülkeleri, Irak, Suriye ve Lübnan’daki
kayda değer Şii nüfus İran’ın bölgesel politikasında ‘İran’ın stratejik
çıkarlarını’ koruyucu demografik
bir kalkana dönüştürülmek isteniyor. İran ulus devleti ve rejimi bölgedeki Şii demografisinin koruyuculuğu altına alınmaya çalışılıyor.
Sonuçta bir tarafta Suudi Arabistan
ve ABD öte taraftan da İran bölgesel rekabeti ve güç mücadelesini
mezhep dinamikleriyle yürütmeye
kalkışıyorlar. Bence bu son derece
tehlikeli. Şii hilali kavramını daha
çok Sünniler arasında, özellikle de
Suudi Arabistan, Ürdün ve Mısır’da
duyuyoruz ama bu gerginliğin çatışmaya dönüşmesi halinde ‘çatışma alanları’ İran değil Sünni coğrafya olacak.
SD: İran, Amerika tarafından as-
keri olarak çevrelenmişti. Şimdi
ŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
47
ABD’nin Ortadoğu’daki
varlığı ve müdahaleleri
İran’ın konumunu
güçlendirici sonuçlar
yaratıyor. Irak’ın ABD
tarafından işgali aslında
orta vadede İran’ın Irak’a
girmesinin yolunu açtı.
ABD’nin çekilmesiyle de
Irak merkezi yönetimi
neredeyse tamamen Şii
denetimine geçti.
ise Amerika’nın Irak’tan çekilmesi,
Afganistan’da başarısız olması ve Ortadoğu’daki son gelişmeler sonrası
etkinlik alanının zayıflaması İran’ın
bölgedeki konumunu –‘Şii Hilali’ tartışması bağlamında- nasıl etkileyecek?
Amerika’nın Ortadoğu’daki varlığı
ve müdahaleleri İran’ın konumunu güçlendirici sonuçlar yaratıyor.
Irak’ın Amerika tarafından işgali
aslında orta vadede İran’ın Irak’a
girmesinin yolunu açtı. Amerika’nın
çekilmesiyle de Irak merkezi yönetimi neredeyse tamamen Şii denetimine geçti. Başbakan Maliki, yönetimdeki Sünni unsurları uzaklaştırdı. Irak Kürt yönetimiyle de ilişkileri
kopma noktasında. İçerde Sünniler
ve Kürtlerle merkezi yönetimi tamamen kontrol etmek için mücadele eden Maliki liderliğindeki
Şiilerin bölgede yaslanabilecekleri
yegâne güç İran. Irak’ın içişlerine
Türkiye’nin müdahale ettiğinden
yakınan Maliki nedense ülkesinde
adeta Irak içi bir unsura dönüşen
İran varlığından ve nüfuzundan
48
STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012
şikâyet etmiyor. Çünkü dediğim
gibi, İran ülke içi iktidar mücadelesinde rakiplerine karşı kullanılabilecek bir güç olarak görülüyor. Sonuçta da Irak’ta İran nüfuzu tarihte
görülmedik düzeyde artıyor. Tabii
bu durumda Amerikan işgali öncesinde ‘Şii İran’a karşı ‘Sünni Arap’
dünyasının önemli bir parçası olan
Irak’ta gelinen bu nokta özellikle
Körfez ülkelerinde ‘Şii Hilali’ korkularını depreştiriyor.
SD: Peki, Amerika’nın hegemonya
alanının daralması ve zayıflaması,
diğer taraftan da İran’ın bölgesel gücünü ve diğer küresel güçlerle olan
ilişkilerini geliştirmesi Amerika’nın
İran politikasını nasıl etkileyecek?
Şunu not etmek gerek; Amerika’nın
İran
politikası
tek
başına
Amerika’dan veya İsrail’den de kaynaklanmıyor. Amerika’nın İran’a
yönelik politikalarında bir diğer
önemli faktörün Suudi Arabistan
olduğunu unutmayalım. Bölgede artan İran nüfuzuna tek başına
direnemeyeceğini bilen Suudiler
Amerika’nın İran’a yönelik sert politikalarını teşvik ve tahrik ediyorlar.
Örneğin İran’ın nükleer programına
yönelik küresel siyasetin sadece
Batı çıkarları veya İsrail’in korunması saikleriyle oluştuğunu düşünürsek meseleyi eksik analiz etmiş oluruz. Bu noktada Suudi Arabistan’ın
Batıyı İran’a karşı harekete geçirici
gücünü atlamamamız gerekir.
Benzer bir Suudi lobisi Türkiye’ye
yönelik olarak da yapılıyor. Suriye meselesi üzerinden Türkiye’nin
de ‘Şii Hilali’ne karşı oluşan Suudi
merkezli bloğa katılması çabaları
yoğunlaştı. Türkiyesiz ‘Şii Hilali’nin
İslam dünyasını saracağı düşünülüyordu. Türkiye’nin de katılacağı bir
‘anti Şii blok’ bölgeyi mezhepsel kutuplara böler. Türkiye bunun farkında. Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun
son Tahran gezisinde ‘Bölgeyi
mezhep savaşlarına götürmeye
çalışıyorlar’ uyarısı Türkiye’nin bu
kamplaşmaya katılmayacağının bir
işareti sayılabilir. Ancak Irak’ta Mali-
ki yönetimiyle sertleşen ilişkiler ve
Suriye’de Esad rejiminde artan İran
nüfuzu Türkiye’de de kaygılar yaratıyor. Her geçen gün Türkiye’nin
Güneyden İran-Şii nüfuzuyla çevrelendiğine ilişkin algı pekişiyor. Bu
da orta vadede Türkiye’yi ‘Şii Hilali’
tezine yakınlaştırabilir.
SD: Amerika-İran arasında uzun
yıllardır devam eden soğuk savaşın
danışıklı bir dövüş gibi her iki tarafında lehine sürdüğüne ilişkin argüman
kamuoyunda zaman zaman gündeme gelmektedir. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Ben bunun bir ‘oyun’ olduğunu
sanmıyorum. Sözünü ettiğiniz soğuk savaş 1979 devrimiyle başladı.
Bu devrimi de Amerika istemedi. Şah döneminde İran-Amerika
ilişkileri yıllarca pürüzsüz gelişti.
Üstelik bu yıllarda Amerika’nın bölgedeki diğer önemli müttefiki de
Suudi Arabistan’dı. İran ve Suudi
Arabistan’la yakın stratejik işbirliğine dayanan ‘çift sütunlu’ bir Ortadoğu politikası izledi Amerika bu dönemde. Yani bu iki ülkeden birisiyle
kurulan stratejik işbirliği ötekini
dışlamayı gerektirmedi. Her iki ülke
de Amerika’yla birlikte olmakta sakınca görmediler. Yani anlatmak
istediğim şu; 1979 öncesinde görüldüğü üzere Amerika İran’a karşı
bir pozisyon alarak Ortadoğu’da
kendine bir alan açmak zorunda
değil. Sonuçta Amerika ve İran arasında yürüyen soğuk savaş her iki
tarafa da avantajlar yaratmış olabilir. Ama Amerika’nın İran’la, İran’ın
da Amerika ile çatışmak yerine
işbirliği yaparak da bölgesel ve küresel siyasette çıkarlarını maksimize
edebileceklerini unutmamak lazım.
1979 sonrası konjonktür buna izin
vermedi. Bilinçli bir tercihten ziyade verili koşullarda geliştirilen yeni
stratejilerden söz edebiliriz.
SD: Önümüzdeki Mart ayında İran’da
seçimler yapılacak. Son bir senedir
Ortadoğu’da esen Arap Baharı’nın
İran’daki muhalefet üzerinde nasıl bir
etkisi olabilecek? Benzer bir gelişme
İran’da da yaşanabilir mi?
Evet, Mart’ta İran’da Meclis seçimleri yapılacak. Mısır ve Tunus’la kıyaslanacak türden seçimler değil bunlar. Bir tür ‘iç iktidar’ mücadelesine
sahne olacak. Dini lider Hamaney
ile Cumhurbaşkanı Ahmedinejad
yanlıları arasında cereyan edecek
rekabet. Ama sonuçta bu İran’da bir
iktidar değişikliği anlamına gelmeyecek. Seçimler, içinde iktidar değişikliği imkânını ve ihtimalini barındırmazlarsa zaten temel işlevlerini
görmüyorlar demektir. Dolayısıyla
heyecan, ilgi, katılım yaratmazlar.
Bu, İran’da toplumsal ve siyasal muhalefet olmadığı anlamına gelmez
elbette. 2009 Cumhurbaşkanlığı
seçimlerinin ardından bunu gördük. Ancak İran’da rejimin ideolojik
ve kurumsal aygıtları hala güçlü.
Üstelik toplumun alt katmanlarından gelen büyük bir destek de
sözkonusu. Ayrıca İran’ın devam
Dışişleri Bakanı
Davutoğlu’nun son
Tahran gezisinde ‘bölgeyi
mezhep savaşlarına
götürmeye çalışıyorlar’
uyarısı Türkiye’nin
bu kamplaşmaya
katılmayacağının bir işareti
sayılabilir.
edegelen dış politika sorunları da
muhaliflerin siyasal gündeme nüfuz etmelerini, aslında düpedüz
muhalefet etmelerini zorlaştırıyor.
Aslında devrimden bu yana İran’da
muhalif unsurlar dışarıdan gelen
tehditlere karşı rejim ve ülke güvenliği gerekçesiyle susturuldu.
Amerika’nın İran’a müdahalesi gündemde oldukça İran’da muhalefetin rejime karşı meşru ve kitlesel bir
pozisyon geliştirmesi çok zor olacak. Amerika’nın müdahaleci politikaları sadece rejimi güçlendirmeye,
muhalefeti sindirmeye yarıyor. İran,
‘bahar’ını 1979 yılında yaşamıştı;
ama o bahardan ideolojik bir devlet doğdu.
SD: İran’ın Suriye’ye ilişkin politikala-
rında kısa veya orta vadede uluslararası baskılardan kaynaklı bir değişiklik öngörüyor musunuz?
İran’ın Suriye politikasının değişeceğini sanmıyorum. İran için Suriye
bir ‘ön cephe’. Suriye düşerse sıranın İran’a geleceğini düşünüyorlar.
Dolayısıyla Esad rejimini savunmak
İran’ı savunmakla eşdeğer görülüyor. Üstelik Esad tutunursa İran’ın
bölgesel gücünün artacağını da
biliyorlar. Yani Suriye bir yandan bir
‘ileri savunma hattı’, öte yandan da
bir zıplama tahtası. Lübnan, Filistin
ve Ürdün’e uzanan bir hatta İran etkisi Esad rejimiyle tahkim edilebilir.
Hesabın bir yanı da bu. Öte yandan
ŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
49
Sorun İran ve Türkiye’nin
‘bölgesel rekabet’i. Bu
bağlamda da gerçek iki
sorun var. Birincisi Irak’ın
geleceği ve bu gelecekte
İran’ın ve Türkiye’nin ne
denli etkin olacağı, ikincisi
de Suriye krizi.
İran için bir de Türkiye meselesi var.
Daha geçen yıla kadar Suriye hızla
Türkiye’nin etki alanına doğru kayıyordu. Esad, Türkiye üzerinden
dünyaya açılmaya çalışıyor, Türk
hükümetiyle derin işbirlikleri kuruyordu. Türkiye’de Suriye’nin istikrar
içinde dönüşümüne katkıda bulunmak adına siyasal ve ekonomik ilişkilerini geliştirmişti. Ama değişim
ve reform taleplerine kulaklarını
tıkayan Esad’a karşı Türk hükümeti
net bir pozisyon aldı ve sonuçta ilişkiler gerildi. Esad gitmeden TürkiyeSuriye ilişkilerinin normalleşeceğini
sanmıyorum. Esad ile Türkiye’nin
yolları ayrıldı bugün. Dolayısıyla bu
İran için bir fırsat. Suriye için de İran
bir nimet. Çünkü bölgede başka bir
dayanağı ve hatta dostu kalmadı.
Sonuçta İran ve Esad rejimi tencere
kapak oldular. Birbirlerine muhtaçlar.
SD: Kısa bir süre öncesine kadar Tür-
kiye-İran arasındaki ilişkiler kısmen
iyi durumdaydı. Ancak füze kalkanının Malatya’ya yerleştirilmesi ve
Suriye nedeniyle ilişkiler gerginleşti.
Bundan sonrası için İran ve Türkiye
ilişkilerinin nasıl olacağını düşünüyorsunuz?
Açıkçası ben Türkiye ile İran arasındaki sorunun NATO füze kalkanı
radarlarının Türkiye’ye yerleştirilmesi kararı olmadığını düşünüyorum. NATO’ya yeni üye olmuş değil
Türkiye. Ortak savunma kavramını
yıllardır NATO’yla birlikte hazırlıyor.
NATO savunma sistemi bütün bölgeden gelebilecek tehditlere göre
tasarlanıyor zaten. Bence sorun İran
ve Türkiye’nin ‘bölgesel rekabet’i.
50
STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012
Bu bağlamda da gerçek iki sorun
var. Birincisi Irak’ın geleceği ve bu
gelecekte İran’ın ve Türkiye’nin ne
denli etkin olacağı, ikincisi de Suriye krizi. Güney komşularımızdaki
iki krizde de İran çıkıyor karşımıza.
Bu iki kriz alanında da İran işbirliği
yapmaya yanaşmaz ve Türkiye ile
birlikte çalışmaya razı olmazsa İranTürkiye gerginliği artarak devam
eder. Çünkü aksi, İran’ın Türkiye’yi
güneyden ‘çevrelemeye’ çalıştığı
algısına yol açar. Bu, Türkiye’nin
Ortadoğu’dan koparılması anlamına gelir. Böyle bir algı yerleştikçe
de Türkiye-İran ilişkileri gergin kalır.
Sorunun çözümü, rekabet ve çatışma yerine işbirliği odaklı bölgesel
siyasetten geçiyor. Herkesin kazandığı bir senaryo ancak böyle mümkün.
Röportaj: Bedir SALA
‘Şii Hilali’
Kimin Meselesi?
S
“Şii Hilali” veya başka ne
şekilde telaffuz edilirse
edilsin, İslam dünyası için
bir Sünni ve Şii olgusunun
varlığı söz konusudur.
Mezhebi veya etnik
farklılıklar çatışmayı
gerektirmez. Ancak etnik
veya mezhebi algılar
yanlış yönlendirildiğinde,
ideolojik zemine
oturtularak fanatizm
teşvik edildiğinde, birileri
tarafından her an bir fitne
ateşinin, bir çatışmanın
fitili ateşlenebilir. Tarih
bunun sayısız örnekleriyle
doludur.
ovyetler Birliği’nin dağılmasıyla beraber tek kutuplu hale gelen dünyamızda, Batı dünyası,
çatışma algısı üzerine kurulu geleneksel politikalarını devam ettirme
noktasında kendisine yeni bir rakip
aramış, bu siyasetini İslam dünyası
üzerinden uygulama yönüne gitmiştir. Zaten uzun bir müddetten
beri Batılı güçlerin sömürü politikalarına hedef olan İslam dünyası,
hedef tahtasına oturtulmasıyla beraber radikal hareketlere, işgallere,
etnik ve mezhebi çatışmalara muhatap olmuştur. Artık bütün bunların İslam dünyasını zayıflatmaya,
anarşi, istikrarsızlık ve kaosa sürüklemeye matuf plan ve projelerin bir
sonucu olduğu herkesin malumudur. Ancak İslam dünyasındaki ideolojik tutumlar, etnik milliyetçiliği
ve mezhepçiliği öne çıkaran fanatik yapılanmalar, bunlar üzerinden
yapılan saltanat ve çıkar kavgaları,
tiranlıklar, köhneleşmiş zihniyet ve
kurumsal yapılar söz konusu plan
Talip ÖZDEŞ*
ve projelerin karşısında tutarlı stratejilerin geliştirilmesinin önünde
büyük bir engel oluşturmaktadır. Bu
olumsuz durumların etkisi ve baskısı altındaki İslam dünyası, küresel
çapta meydana gelen değişim ve
dönüşümler karşısında tıkanmakta,
direnmekte, makul olmayan tepkiler ortaya koymaktadır. Günümüzün
siyasi, hukuki, ekonomik ve sosyal
problemleri karşısında tutarlı proje
ve çözümler üretemeyenler, geçmişin siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel şartları içerisinde teşekkül etmiş
anlayışlara, zihniyet ve ideolojilere
sarılmakta, bu bağlamda fanatik ve
radikal tutumlar sergilemektedirler.
“Şii Hilali” veya başka ne şekilde telaffuz edilirse edilsin, İslam dünyası
için bir Sünni ve Şii olgusunun varlığı söz konusudur. Mezhebi veya
etnik farklılıklar çatışmayı gerektirmez. Ancak etnik veya mezhebi
algılar yanlış yönlendirildiğinde,
ideolojik zemine oturtularak fanaŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
51
Problem olan şey, ortaya
çıkan dini anlayış ve
yorumların doğrudan
İslam’ın kendisiyle
özdeşleştirilmesi, mutlak
hakikat olarak kabul
edilip ideolojik zemine
taşınması, farklı görüşlere
tahammülsüzlüğün,
bağnazlık ve fanatizmin
zihinlerin üzerini
örtmesidir.
tizm teşvik edildiğinde, birileri tarafından her an bir fitne ateşinin, bir
çatışmanın fitili ateşlenebilir. Tarih
bunun sayısız örnekleriyle doludur.
Gerek ulusal gerek uluslar arası siyaset, çıkara ve sömürüye endekslendiğinde, hedeflerini gerçekleştirmek için etnik, mezhebi ve her
türlü farklılaşmayı şartlar müsait
olduğunda çatışma zeminine taşıyabilir. Nitekim İslam dünyası, İslam
tarihinin ilk dönemlerinden itibaren en büyük darbeyi “Fitne Hareketleri” adı verilen kargaşa, anarşi
ve çatışma durumlarından almıştır.
İslam dünyasında Hz. Peygamberin
632 yılında vefat etmesinden kısa
bir müddet sonra ortaya çıkan ihtilafların merkezinde siyaset konusu
yer almıştır. Osmanlı padişahı Yavuz
Sultan Selim’le Şah İsmail ve taraftarları arasında ortaya çıkan, etkileri
günümüzde hâlâ hissedilen ihtilaf
ve çatışmanın kaynağı da aslında
dini veya mezhebi değil, büyük
ölçüde siyasidir. Mezhep olgusu,
bu çatışmada sadece bir argüman
olarak kullanılmıştır. İslam dünyasında yaklaşık son iki yüz yıldır dini,
mezhebi veya ideolojik söylemlerle
ortaya çıkan hareketlerin merkezinde de siyaset konusu yer almaktadır. Müslümanlar aynı dine, kitaba
ve peygambere inanmalarına rağmen, sosyo-politik, ekonomik ve
kültürel farklılıklar, siyaset merkezli
52
STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012
yapılanmalar, kabilecilik, etnik milliyetçilik ve mezhepçilik gibi durumlar dinin asli kaynaklarına farklı
yaklaşım ve yorumların ortaya çıkmasına neden olmuştur.
Hz. Peygamber’in Medine’de vefatından otuz yıl geçtikten sonra
iç-dış birtakım faktörlerin etkisiyle
Müslümanların kendi aralarında siyasi çekişmelere girmeleri, üçüncü
halife Hz. Osman’ın isyancılar eliyle
şehit edilmesi, Hz. Ali’nin Medine’de
hilafete seçilmesinin ardından yaşanan Cemel ve Sıffin olayları, Hz.
Ali’nin şehit edilmesi ve daha sonra
meydana gelen Kerbela olayı hilafet
ve imamet konusu üzerindeki ihtilafları derinleştirmiştir. Söz konusu
ihtilaf ortamında İslam’ın politik
yönünü merkeze alarak sistemini
buna göre oluşturan Şia, “imamet”
adını verdiği devlet başkanlığının
Hz. Peygamber’den sonra gizli veya
açık bir nassla Hz. Ali’ye geçtiğine,
Ehl-i Beyt’ten gelen imamların masumiyetine (günahsızlığına) inanan
ve ona tabi olduklarını söyleyen fırkanın adıdır. Şia, siyaset konusunda
“İmamet”, “Velayet” ve “Masumiyet”
teorilerini öne çıkarırken, Sünnilik, ona alternatif olarak “Hilafet”,
“Biat” ve “İcma” teorilerini öne çıkarmıştır.1 Şia kendi iç bünyesinde
de başlıcaları İmamiyye, İsmailiyye,
İsna´aşeriyye, Keysaniyye, Nusayriyye ve Zeydiyye diye bilinen gruplara ayrılmıştır. İmamiyye, bunların
içerisinde en fazla öne çıkan ve bugün İran ve Irak’taki Şiilerin büyük
çoğunluğunu oluşturan fırkadır.
İmamiyye’ye göre Hz. Ali, bizzat Hz.
Peygamber tarafından vasiyetle ve
sadık bir nassla devlet başkanı olarak tayin olunmuştur. Dinde imam
tayininden daha önemli bir iş yoktur. Ehl-i Beyt’ten gelen veya onların temsilcisi durumunda bulunan
imamlar, masumiyet sıfatına sahip
olarak kanun koyma ve teşri´ (yasama) konusunda tam bir yetkiye
sahiptirler. Onların bütün dedikleri
şeriattandır. Kur’an ayetlerinin zahiri anlamlarının yanında bir de Batıni anlamları vardır. Bu anlamlara
ancak masumiyet sıfatı ile muttasıf
imamlar muttali olabilirler.2 Şia,
Kur’an ve sünnet nasslarını siyasi
görüşleri doğrultusunda tevil ederek haklılığına delil getirme yönüne
gitmiştir.
Ehl-i Sünnet veya Şia gibi Kur’an’ın
nüzul döneminden ve Hz.
Peygamber’in vefatından sonra siyasi-itikadi anlamda ortaya çıkan
yönelimlerin asli çizgilerini ve kurumsallaşmış yapılarını korumakla
ABD’nin bölgeden
çekilmesinden sonra
ortaya çıkan otorite
boşluğunun Şii gruplarca
doldurulmasına fırsat
verilmesi, Batının İslam
dünyasına yönelik
politikalarında mezhep
kartını oynayabileceğinin
işaretlerini vermektedir.
beraber zaman içerisinde birtakım
değişim ve dönüşümlere, kendi içerilerinde farklılaşmalara konu olmaları doğal bir durumdur. Problem
olan şey, dinin kaynaklarına yaklaşımda, dini nassları anlama ve yorumda farklılıkların ortaya çıkması
değildir. Çünkü yaklaşım ve yorum
farklılığı birçok faktörün devreye
girmesiyle ortaya çıkan doğal ve
kaçınılmaz bir durumdur. Problem
olan şey, ortaya çıkan dini anlayış
ve yorumların doğrudan İslam’ın
kendisiyle özdeşleştirilmesi, mutlak
hakikat olarak kabul edilip ideolojik
zemine taşınması, farklı görüşlere
tahammülsüzlüğün, bağnazlık ve
fanatizmin zihinlerin üzerini örtmesidir. Bu durum İslam’ın kardeşliği,
adaleti, insan hak ve özgürlüklerini,
sevgi ve dayanışmayı öne çıkaran
evrensel prensiplerinin ihmal edilmesini, birbirini dışlamayı, kutuplaşmaları, çatışma ve istikrarsızlıkları beraberinde getirmektedir. İslam
açısından Sünnilik veya Şiilik gibi
bir etiket dini bir zorunluluk değildir. Geçmişin düşünce kalıplarını
kutsallaştırarak, geleneği ve belirli
sosyo-politik, kültürel ve ekonomik
şartlar içerisinde teşekkül eden kurumsal yapıları İslam’ın önüne geçirerek çağı ve gelişmeleri yakalamak
mümkün olmadığı gibi, etnik milliyetçilik ve mezhepçilik üzerinden
siyaset yaparak güç olma isteği,
emperyalizmin İslam dünyasına ve
Ortadoğu’ya yönelik politikalarını
boşa çıkarma talepleri boş bir hayal
olmanın ötesine geçemez.
Kum ve Necef’in Tarihi Yakınlığı
Bugün
Türkiye
ile
birlikte
Ortadoğu’da belirli bir politik ve
askeri güce sahip İran’ın, özellikle
1979’daki İran Devrimi’nden sonra
gerek Irak’ta ve gerekse Lübnan,
Suriye ve Körfez ülkelerinde mevcut Şii nüfusla ilgilenmesi, onlar
üzerinden etkinlik ve hâkimiyet
alanını genişletmek istemesi anlaşılmayacak bir durum değildir.
İran’daki Kum kentiyle Irak’taki Necef kenti arasında her zaman belirli bir yakınlık olmuştur. İran’dan
Irak’a, Suriye’ye, Lübnan’a, Körfeze
ve Yemen’e uzanan Şii hattı, Afganistan ve Pakistan’daki Şii varlığı
İslam dünyasının inkârı mümkün
olmayan bir gerçeğidir. Mezhepçilik üzerinden meydana gelebilecek
bir ayrışım ve çatışma İslam dünyasını istikrarsızlaştırarak büyük bir
kaosun içerisine itebilir. Nitekim Afganistan ve Irak’ın işgalinden sonra
oralarda ciddi bir Şii oluşumunun
ortaya çıkmış olması, ABD’nin bölgeden çekilmesinden sonra ortaya çıkan otorite boşluğunun Şii
gruplarca doldurulmasına fırsat
verilmesi, Batı’nın İslam dünyasına yönelik politikalarında mezhep
kartını oynayabileceğinin işaretlerini vermektedir. ABD ve Batı’nın bir
taraftan Ortadoğu’da İran’ın İsrail
karşısında nükleer silaha sahip bir
güç olarak ortaya çıkmasını engellemeye matuf bir siyaset izlerken,
diğer taraftan yine İran ve ŞiilikSünnilik karşıtlığı üzerinden Türkiye dahil bütün bir İslam dünyasını
kaosa götürebilecek mezhebi bir
çatışmayı teşvik edip kışkırtması
pragmatist politika anlayışına ters
düşmez. Obama’nın yönetimde
olması, demokrasiye vurgu yaparak problemlerin politik zeminde
çözülmesini öne çıkaran bir stratejiyi benimsiyor olması, Ortadoğu
ve İslam ülkelerine yönelik politikalarda bazı değişiklik ve esneklikleri
beraberinde getirse bile, bu durum
ABD ve Batı politikalarının gelenekselleşip kurumsallaşan temel çizgilerinin değiştiği anlamına gelmez.
Şii Hilali kavramı Sünni Arap ülkelerinin Şia tarafından kuşatılmakta olduğuna matuf olarak ilk defa
Ürdün Kralı Abdullah tarafından
seslendirilmiş, Hüsnü Mübarek ve
Sünni krallar tarafından da benzer
açıklamalar yapılmıştır. Bu açıklamalar bölgedeki Sünni Arap liderlerin uzun vadede Şia faktörünü tehdit olarak algıladıklarının bir göstergesi olarak anlaşılabilir. İran İslam
Cumhuriyeti dini lideri Ayetullah
ŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
53
Türkiye için Suriye’nin
bütünlüğünün korunması
önemli olduğu kadar,
halkın önemli bir kesimini
oluşturan yönetim
karşıtı kitlelerin Esat
yönetimi tarafından
katledilmelerinin önüne
geçilmesi de önemlidir.
Ali Hamaney, yayınladığı hac mesajında “Şii Hilali tehdidi” iddiasında
bulunanları sert bir dille eleştirmiş
olmasına rağmen, Irak’ta yönetimin Maliki ve ekibinin uhdesine verilmesi, Lübnan’da Şii Hizbullah’ın
giderek saygınlık kazanması, Yemen’deki Şii ayaklanması, Pakistan
ve Afganistan’da Şii kökenlilerin
yönetimde etkin hale gelmeleri Şii
yayılmacılığını güçlendiren argümanlar olarak değerlendirilebilir.
ABD ve Batı’nın İran’a uygulamak
istedikleri yaptırımlar karşısında
İran’ın, dış politikada manevra alanını genişletmesi için Şiilik faktörünü bir araç olarak kullanıyor olması
da ihtimal dışı değildir. Nitekim
İran’ın, Arap Baharı’nın etkisiyle
son zamanlarda Suriye’de meydana gelen muhalif halk hareketleri
karşısında Esat yönetimi’ne destek
vermesi söz konusu stratejinin bir
parçası olarak algılanabilir. Bu arada
Irak’ta Maliki’nin de Suriye konusunda benzer politikayı sergiliyor
olması dikkat çekicidir.
Gelinen noktada Türkiye ve İran
dâhil bütün bir İslam dünyası, her
zaman olduğundan daha fazla bir
şekilde istikrara, bütünlüğün korunmasına ve dayanışmaya muhtaçtır. Etnik ve mezhebi farklılıklar
bu dünyanın inkâr edilemez bir
gerçeğidir. Etnik veya mezhebi
yönden farklılıkları kışkırtarak kutuplaşmaları ve çatışmayı körükleyen her söylem ve faaliyet hiçbir
İslam ülkesi için asla iyi bir sonuç
ortaya çıkartmaz. Farklılıkta birlik
esas olmalıdır. Türkiye’nin en yakın komşularıyla çatışarak bir yere
ulaşması mümkün değildir. Ancak
İslam dünyasının küresel düzeyde
ortaya çıkan değişim, dönüşüm ve
gelişmeleri görmesi, siyaset, hukuk
ve ekonomi alanlarında gereken
dönüşüm ve açılımları gerçekleştirmesi önemlidir. Artık tiranlık ve diktatörlüklerle ülkeleri yönetme dönemi son günlerini yaşamaktadır.
Çok iyi niyetli olarak yorumlanıyor
ve hesapta olmayan bazı aksaklıklar çıkıyor olsa bile, Türkiye’nin İran
ve Suriye başta olmak üzere bölgede izlediği İslam kardeşliği, barışı,
demokrasiyi, hukukun üstünlüğünü, halkların birlik ve bütünlüğünü,
insan haklarının korunmasını öne
çıkaran siyaset, tarihi misyonu ile
uyumlu, ilkeli, dengeli ve onurlu
bir siyasettir. Türkiye için Suriye’nin
bütünlüğünün korunması önemli olduğu kadar, halkın önemli bir
kesimini oluşturan yönetim karşıtı
kitlelerin Esat yönetimi tarafından
katledilmelerinin önüne geçilmesi
de önemlidir. Türkiye’nin İran ve Suriye ile Batı ve ABD arasındaki problemlerin çözümünde diplomatik
kanalları öne çıkararak inisiyatif
kazanmaya çalışması, çok boyutlu
politikalar izleyerek bölgesindeki
ülkelerin yönetimlerini kendi liderliğinde oluşan istişare zeminlerinde
bir araya getirerek bölgesel problemlerin çözümü için ortak karar
alma süreçlerini teşvik etmesi ciddi
bir örneklik oluşturmaktadır. Ancak
Türkiye ve bölge ülkelerindeki sivil
toplum örgütlerinin de bu sürece
dâhil edilmeleri gerekmektedir. Bu
örgütler aracılığı ile ve ayrıca bölge
ülkeleri arasında iktisadi, kültürel ve
sosyal ilişkilerin geliştirilip canlandırılması yoluyla kimlikler ve gelenekler inkâr edilmeksizin İslam’ın yüce
değerlerini, insanlığın evrensel
kazanım ve tecrübelerini merkeze
alan zihniyet dönüşümlerinin gerçekleştirilmesine ihtiyaç vardır.
SDE Uzmanı, Prof. Dr.*
1.
Geniş bilgi ve değerlendirme için bk. Celal Kırca, “İlimler ve Yorumlar Açısından Kur’an’a Yönelişler”, Tuğra Neşriyat, İstanbul 1993, s. 89-100
2.
İmamiyye hakkında geniş bilgi için bk..Muhammed A. Ebu Zehra, İslam’da Siyasi ve İtikadi Mezhepler Tarihi, çev. Ethem Ruhi Fığlalı-Osman Eskicioğlu, Yağmur
Yayınevi, İstanbul 1970, s. 68-79
54
STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012
İran’a Petrol Ambargosunun
Faturası Türkiye’ye
Serkan ŞAHİN*
Ham petrol tedariki
yönünden yarı yarıya İran’a
bağımlı olan Türkiye, İran’a
karşı uygulanacak bir petrol
ambargosu yahut Hürmüz
Boğazı’nda yaşanabilecek
bir kriz esnasında Suudi
Arabistan’ın da kaynaklarına
muhtaç olabilecektir. Coğrafi
konumu muhtemel bir petrol
krizinde Türkiye’yi derinden
etkileyebilir.
T
ürkiye’nin nükleer enerji serüveni ayrı bir hikâye olsa da
komşumuz İran’ın nükleer
enerji tutkusu bizimkinden çok
daha karışık ve çok daha kritik bir
konu olarak dünya kamuoyunda
kendisine yer bulmaktadır. Buradaki ana meselenin İran’ın kendisi mi,
ABD’nin çıkar noktalarına jeostratejik yakınlığı mı, yoksa nükleer teknolojide büyük paylaşımlar içinde
olduğu Rusya’ya yakınlığı mıdır, tartışılır ancak bir gerçek var ki, neden
ne olursa olsun bu hikâye sadece
İran’ı, ABD’yi ve bölge ülkelerini değil, tüm dünyayı yakından ilgilendirmektedir.
Konu bu kadar küreselleşmişken,
bundan komşusu olarak Türkiye’nin
de etkileneceği ve hatta şu an etkilenmekte olduğu kesindir. Bu etki,
Türkiye’nin dış politika hamlelerini
zorlaştırması bir kenara, enerji arz
güvenliğini ve ekonomik çıkarlarını
da tehdit eden bir noktaya doğru
gitmektedir. Buradaki tehdidin tek
kaynağının doğrudan İran’dan geldiğini söylemek insafsızca olabilir
ancak yine de işin özünde İran’ın
nükleer teknolojiye kavuşmadaki
inadından vazgeçmemesi var.
Farklı tartışmalar İran’ın bu inadından vazgeçip geçmemesi gerektiği
üzerine dönmekte ve bu tartışmaların belirli bir noktada uzlaşması da
pek mümkün gibi gözükmemekte.
Buradaki fikir ayrılığının ise temelinde ABD ve Fransa gibi İran’ın nükleer teknoloji serüvenine şiddetle
karşı çıkan ülkelerin enerji arzlarında yerel nükleer teknolojileri kullanması, hatta kendi bünyelerinde
nükleer silahları bulundurmaları var.
ABD gibi dünya tarihinde, savaşta
nükleer silah kullanmış bir ülkenin
İran’ın nükleer teknolojiye kavuşma
çabasına, İran’ın asıl amacının nükleer silah sahibi olmayı amaçlaması
ŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
55
İran’ın Hürmüz
Boğazı’ndaki tanker
trafiğini engelleyici bir
hamlesi, Çin’in, Hürmüz
Boğazı’ndan geçen ham
petrole olan ihtiyacı
düşünüldüğünde
tamamen ihracata dayalı
ekonomisini zar zor
ayakta tutmaya çalışan
Çin için de çok tehlikeli
olacaktır.
olduğunu söyleyerek karşı çıkması
biraz da trajikomik.
Türkiye’nin enerji arz güvenliğine etkisinin ne olabileceği kısmı
bizi birinci elden ilgilendirdiği için
bu konuyu incelemek bu yazının
amacı olarak seçildi. İran’a yapılacak herhangi bir fiziki müdahale
ya da İran’ın direnişi ile ortaya çıkacak petrol arz sıkıntısı ile Avrupa
Birliği’nin daha derin bir ekonomik
sıkıntıya düşmesi muhtemel. Bu
durumda genel ihracat pazarımız
olan Avrupa Birliği’nin durumundan etkilenmememizin pek mümkün olmadığı da bir gerçek.
İran petrolüne yüzde 14 oranında
bağımlı olan Yunanistan’ın, henüz
içinde bulunduğu sorunları aşamamışken İran’dan ithal edeceği petrolde bir sıkıntı yaşaması, durumunu kesinlikle derinleştirir. Buna ek
olarak mecbur kalması durumunda
daha pahalı kaynaklardan daha dezavantajlı
kontratlarla ham petrol ithal etmesi
yahut ihtiyaç duyduğu vadelere
ulaşamaması durumunda, zaten
durmak üzere olan ekonomisinin
enerji sıkıntısı nedeniyle çökmesi
pek de uzak bir ihtimal değil.
Euro Bölgesi’nin sıkıntı çeken diğer
ülkeleri olan İtalya ve İspanya’nın
da İran petrolüne olan bağımlılığının faturası ani bir arz kesilmesinde
çok ağır olur. Standard&Poors’un
Avrupa Birliği’nin mali kurtarma
notunun ve Fransa’nın kredi notunu AAA’dan AA+’ya düşürmesi de
her ne kadar diğer kredi derecelendirme kuruluşlarından destek
görmemiş olsa da yatırımcıların
paralarını bölgeden uzaklaştırma
konusundaki adımlarını bir adım
daha uzaklaştırmalarına yetti. Euro
Bölgesi’nin yaşadığı sıkıntılara
Fransa’nın da dâhil olmaya başladığını gösterir bu işaretin ardından
İran’dan gelecek bir arz sıkıntısının
Avrupa için enerji maliyetlerini tırmandıracağı kesin.
Avrupa için durumun sadece ham
petrol ve akaryakıtta kalmayacağını da unutmamak lazım. Genel
anlamda doğalgaz alımlarını petrol
ürünlerine endeksli formülasyonlarla yapan Avrupa için ham petrolde artacak fiyat ve maliyet, bölgenin tamamı için ciddi bir sıkıntı çıkaracak gibi görünmekte.
Ham petrolde küresel
‘benc-
hmark’ olarak kullanılan Brent’in
ana pazarı olan Avrupa Birliği’nin
bu durumu, hâlihazırda son yıllarda üretimi çok ciddi şekilde düşen
Brent’in arkasındaki en kuvvetli güç
olan ana alıcısı ve en yakın pazar
olan Avrupa Birliği’nin sahip olduğu ekonomik gücü, alım gücünü
ve istikrarı yitirmesi ile benchmark
ünvanının ciddi şekilde sarsılması
da kaçınılmaz bir durum olur. Bu
durum başta Kuzey Avrupa ülkeleri
ve İngiltere, Fransa, İtalya ve Hollanda gibi üretici ülkelerin petrol
gelirlerinde çok keskin azalmaların
habercisi olur. Muhtemelen içinde
bulunduğu bu sıkıntılı günlerde
Avrupa’nın en son ihtiyacı olan durumlardan birisi bu.
Çin Açısından Ambargonun
Etkileri
Bütün bu durumlar alevlendiğinde
İran’ın Hürmüz Boğazı’ndaki tanker trafiğini engelleyici bir hamlesi,
Çin için de tehdit edici bir duruma
dönüşebilir. İlk bakışta İran’a konulacak bir ambargo ile İran’dan
daha uygun fiyatlı kontratlarla petrol alması muhtemel gibi gözüken
Çin’in, Hürmüz Boğazı’ndan geçen
ham petrole olan ihtiyacı düşünüldüğünde, birkaç hafta sürecek arz
sıkıntısında enerji maliyetlerindeki fiyat artışı ve arz/talep kaynaklı
enflasyondan zarar göreceği kesin.
Tamamen ihracata dayalı ekonomisini ABD ve Avrupa Birliği’ne yaptığı
ticaretin azalmasıyla zar zor ayakta
tutmaya çalışan Çin için bu durumun ne derece etkili olabileceğini
tahmin etmek de zor olmayacaktır.
Çin’in bu konuda sahip olduğu
en kritik pozisyon ise elindeki
Euro stoğu ile ABD Doları’na karşı Euro Bölgesi’ne “arka çıkma”sı.
ABD Senatosu’nun Yuan’ın aşırı
değerlenmesine karşı geçen sene
Çin’i açıkça uyarmasının ardından
Euro’nun da aşırı değer kazanmasından Çin’i sorumlu tuttuğu dile
getirilmektedir. Öte yandan Çin,
daha pahalı petrol alma mecburi-
56
STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012
yeti oluştuğunda elindeki Dolar rezervini arttırma çabası içine girerse
bunun Euro üzerindeki etkisini de
dikkate almak konunun ciddiyetini
daha net ortaya koyacaktır.
Türkiye Petrolde İran’a Bağımlı
Bütün bu analizlerden sonra
Türkiye’nin durumunun ne olduğunu incelemeye geçebiliriz. Bu incelemelerin temelindeki savımızı da
netleştirirsek konuya daha bir açıklık getirebiliriz. Buradaki ana senaryonun iki ihtimali olabilir: Birincisi
İran’a muhtemel bir ambargonun
uygulanması ve İran’ın Hürmüz
Boğazı’na müdahalesinin hızlı bir
şekilde sonlandırılması, ikincisi de
krizin daha da derinleşerek küresel
anlamda bir petrol krizine dönüşmesi.
Bu yazı kaleme alındığında
(20.01.2012) EPDK’nın petrol piyasası hakkında yayınladığı Kasım
2011 Petrol Piyasası Raporu’nun verilerini kullanarak bir resim çizmeye
çalışalım. Ekim ve Kasım 2011 aylarında Türkiye’nin İran’dan toplam
ham petrol ithalatı sırasıyla 742.686
ve 727.751 ton olarak gerçekleşmiş.
Aynı dönemde Türkiye’nin toplam petrol ithalatı ise 1.547.823 ve
1.493.087 ton olarak yayınlanmış.
Bu miktarlara bakıldığında İran’ın
bu dönemlerde toplam ithalattaki
payı yüzde 47,98 ve yüzde 48.74.
Bu oranlar İran petrolünün Türkiye için ne kadar önemli olduğunu
göstermekle beraber bu bağımlılığın İran petrolüne uygulanacak
olası bir ambargonun Türkiye’ye ne
gibi bir zarar verebileceğini de ortaya koymakta.
yüzde 8. Ancak Türkiye’nin İran
için önemi bambaşka çünkü İran,
yaptığı ihracatın büyük bir kısmını tanker taşımacılığı ile yaparken
Türkiye’ye yaptığı ihracatı boru hatları vasıtasıyla yapmakta. Bu boru
hatları da sadece Türkiye ve İran
topraklarından geçmekte. Bu da
İran’ın Hürmüz Boğazı’nı kapatması
durumunda petrolünü Batı’ya açabileceği en yakın rotanın Türkiye
olması anlamına geliyor.
Peki bu durum bir avantaj mı? Türkiye her ne kadar jeopolitik olarak
önemli bir noktada gibi gözükse de
temelde bu durumu ile ana tedarikçisi İran ve en büyük“resmi”müttefiki ABD arasında kalmaktan kendisini kurtaramıyor. Aynı nedenlerden
dolayı Rusya’nın da baskısına maruz kalıyor. Bütün bunlar bir araya
geldiğinde Türkiye “yukarı tükürse
bıyık, aşağı tükürse sakal” pozisyonunda sıkışıyor. Bundan da vahimi
Türkiye’nin İran’a yaklaşması ABD,
Avrupa, İsrail ve Suudi Arabistan’ı
kızdırırken, Irak’taki Sünni rejimini
de tehdit eder bir noktaya geliyor.
Ekonomik olaraksa durum daha vahim. Şu an için enerji ithalatçısı durumundaki Türkiye İran’a uygulanacak bir ambargonun ya da İran’ın
Hürmüz Boğazı’na müdahalesinin
sonucu olarak ortaya çıkabilecek
yüksek petrol fiyatlarından kaynaklanan maliyetlerin altında ezilirken,
bir yandan da Rusya’dan alacağı
doğalgazın faturasının da artması
Türkiye, İran’ın Hürmüz
Boğazı’na müdahalesinin
sonucu olarak ortaya
çıkabilecek yüksek
petrol fiyatlarından
kaynaklanan maliyetler
altında ezilirken, bir
yandan da Rusya’dan
alacağı doğalgazın
faturasının da artması
tehdidiyle karşı karşıya
kalacaktır.
tehdidiyle karşı karşıya kalacaktır.
Bu da ana ihracatçısı Avrupa Birliği
ekonomik sıkıntılar yaşarken yeni
pazarlar bulma mücadelesindeki
Türkiye’nin dış pazarlardaki rekabet
gücünü çok daha aşağı çekebilir.
Buradaki diğer bir handikap ise bütün bu fırtınalı ortamın Türkiye’nin
hemen dibinde cereyan etmesi. Bu
durumda Türkiye’nin yakın pazarlarının sorunlarla boğuşmasından
kaynaklanan bir pazar bulma sıkıntısı yaşaması da muhtemel.
Türkiye’nin ithal ettiği ham petrolde önemli paya sahip olan Suudi
Arabistan’ın da Hürmüz Boğazı
kanalıyla Türkiye’ye sağladığı tedariğin de zarar görmesi ihtimalinde,
Türkiye’nin durumu daha da derinleşebilir. Olası bir arz sıkınıtısı durumunda şu an Türkiye için en uygun
çözüm Rusya’dan yapılan ithalatın
Olası bir ambargo kararına karşı
Türkiye’nin ABD’den muafiyet alma
çabası içinde olduğu bazı yayın organları tarafından da dile getirildi.
Bu muafiyet çabası ise bu tabloya
bakıldığında çok normal olarak
gözükmekte. OPEC’in ikinci büyük
ham petrol üreticisi konumundaki
İran’ın toplam ham petrol ihracatında Türkiye’nin payı ise yaklaşık
ŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
57
Artan petrol fiyatlarından
ve Avrupa üzerindeki
enerji kartelinden
ziyadesiyle haz alan
Rusya’nın bölgede
elindeki en büyük koz
olan İran’ın etkinliğinin
Türkiye yüzünden
azalmasına göz
yummayacağı aşikar.
arttırılması gibi düşünülebilir ancak Rusya’nın Avrupa Birliği’nin
artan talebine yetişmeye çalışması
durumunda altyapısının Türkiye’ye
destek verecek kadar yeterli olup
olmağını iyi irdelemek gerekebilir.
Suudi Arabistan’ın elindeki stokları
acil bir ihtiyaç durumunda pazara
sunabileceği resmi kaynaklardan
açıklandı ancak Suudi Arabistan’ın
doğusundaki üretimi batısına aktaran boru hatlarının yeterliliği ve
kapasitesi bu durumun şekillenmesi için önemli teknik kriterler olarak
kesinlikle çok iyi şekilde anlaşılmalı.
Bütün bu senaryolar üstüste konduğunda Euro’nun olası değer kaybının Türk Lirası karşısında etkisini
göstermesi zorlaşacağı gibi, ABD
Doları’nın değerinin artması ile
ham petrol, petrol ürünü ve doğalgaz faturaları daha da kabaracaktır.
Bu durumda Türkiye’nin ihracat gelirleri azalırken ithalat giderlerinin
artması, cari açığını derinleştirebileceği için Türkiye ekonomisinin
önündeki en büyük engel daha da
büyüyecektir.
Ekonomik zararları bile bu kadar
derinken politik zararlara bakmak
içimizi daha da karartabilir ancak
resmin tamamını görmek için bu
kesinlikle gerekli. Türkiye’nin komşusu olan Suriye ile şu an yaşadığı
58
STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012
gerilimin tırmanmasının temelinde de Suriye-İran arasındaki ilişkilerin etkisi olduğu çok açık. İsrail’e
karşı Hizbullah’ı ileri süren İran’ın,
Suriye’yi Hizbullah’la arasında bir
iletişim köprüsü olarak kullanması,
İran’ın şu anki Suriye yönetimine
verdiği desteğin en büyük nedenlerinden biridir. Bu da Türkiye’nin
Avrupa ve ABD’den uzaklaşmadan komşuları ile yakın ilişki kurmasına ve uluslararası politika
rüzgârlarından etkilenmeden bu
ilişkilerini şekillendirmesine karşı en
büyük sıkıntıdır. Bu sıkıntı Türkiye’yi
zor tercihler yapmaya zorlarken
ekonomik olarak içinde bulunduğu
zor durumdan dolayı Rusya ve ABD
arasında daha da sıkıştırmaktadır.
Artan petrol fiyatlarından ve Avrupa üzerindeki enerji kartelinden
ziyadesiyle haz alan Rusya’nın bölgede elindeki en büyük koz olan
İran’ın etkinliğinin Türkiye yüzünden azalmasına göz yummayacağı aşikâr. Ayrıca İran açısından şu
an gayet kârlı olan yüksek petrol
fiyatlarının İran’a ek kaynak sağlamasından rahatsız olan Suudi
Arabistan’ın kendisi gibi Sünni çoğunluğa sahip Türkiye’nin İran ve
Suriye’nin ekmeğine yağ sürmesinden rahatsız olacağı da kesin. İsrail
ile halen çok gergin bir durumda
olan Türkiye’nin, İsrail’e rağmen
İran’ın yanında bulunması bu nedenlerden dolayı çok mümkün
olamamakta. Nitekim her ne kadar
ham petrol ithalatında neredeyse
yarı yarıya İran’a bağlı olsa da Türkiye için ABD’nin bölge müttefiki
Suudi Arabistan’ın da kaynaklarına
muhtaç olduğu, hatta olası bir İran
petrol ambargosunda elinin Suudi
Arabistan’a mahkûm olabileceğini
de hiçbir şekilde gözden kaçırmaması gerekir.
Bütün bu olası senaryoların en
kötü durum senaryosuna göre düşünüldüğünü burada belirtmekte
fayda var. Ancak en kötü durum
senaryosu bazen en az olası durum
senaryosu olmayabilir. Bu nedenle
Türkiye’nin önündeki bu olasılıkları
çok iyi analiz edip, durumunu ve
pozisyonunu buna göre şekillendirmesi ve kaynak çeşitliliğini ve
arz güvenliğini de bu ihtimalleri
hesaplayarak yeniden şekillendirmesi makul olabilir. Aksi takdirde
Türkiye normal şartlarda görmesi
muhtemel bir zarardan daha fazlasını görebilir. Daha da kötüsü bu
zarar düşünülenden daha kalıcı ya
da uzun süreli olabilir.
Araştırmacı*
‘Bahar’ İran’a da
Gelir mi?
Son Cumhurbaşkanlığı
seçiminde reformistlerin
seçimlerde hile yapıldığı
iddiasıyla sokaklara
dökülmesi ve çeşitli kitle
gösterilerinde bulunması
Batı kamuoyu tarafından
dikkatle takip edilmişti.
Ardından “Arap Baharı” adı
verilen halk hareketlerinin
İran’da da hissedilmesi
beklendi, bu minvalde
bir takım gelişmeler
de yaşandı. Ancak İran
hükümeti gösterilerin
büyümesini engelleyecek
adımlar atarak reformist
muhalifleri kontrol altına
aldı.
2
010 yılı sonu 2011 yılı başında Kuzey Afrika’da başlayıp
etki alanını hızla genişleten
halk hareketleri birinci yılını geride
bırakmış bulunuyor. Bu süre içerisinde Tunus ve Mısır’da barışçıl yollardan iktidar değişiklikleri gerçekleşirken Libya’da iktidar değişikliği
NATO kuvvetlerinin ülkeye silahlı
müdahalesi sonrasında gerçekleşti.
Bahreyn’deki halk hareketi Suudi
Arabistan liderliğindeki Körfez İşbirliği Teşkilatı’na mensup askerler
tarafından bastırılırken Yemen’de
ve Suriye’de kriz halen devam ediyor.
Özellikle Suriye’deki rejim değişikliğinin nasıl ve ne zaman gerçekleşeceği sorusu bugün üzerinde en
fazla durulan konulardan birisini
oluşturuyor. Hatırlanacağı üzere
2011 yılı sonbahar aylarında Suriye
konusu Birleşmiş Milletler Güvenlik
Konseyi’nde gündeme getirilmiş
Öner BUÇUKCU*
ancak Güvenlik Konseyi’nin beş
daimi üyesi arasında bulunan ve
dolayısıyla veto hakkına sahip olan
Rusya ve Çin tarafından bu girişim
engellenmişti. Suriye konusunda
uluslararası bir uzlaşı için Çin ve
Rusya’nın tavrının belirleyici olacağı muhakkak ancak Suriye’deki
rejimin görece sağlıklı bir biçimde
uzaklaştırılması İran’ın ne kadar direnebileceği ya da direnmeyi tercih
edip etmeyeceği noktasında tıkanıyor. Suriye rejimine hem siyasî
hem de iktisadî yatırımda bulunmuş olan ve Arap yarımadasının
kuzeyindeki coğrafyaya Suriye ve
Hizbullah eliyle müdahil olabilme
imkânı bulunan İran’ın Suriye’den
vazgeçmesi, en azından kolay kolay vazgeçmesi, mümkün gözükmüyor. Bu bağlamda İran’da Mart
ayında gerçekleştirilecek Cumhurbaşkanlığı seçimleri çok daha fazla
önem kazanmış bulunuyor.
ŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
59
Modern-kapitalist bir
devlet kurmak isteyen
İran Şah’ı, yabancı
sermaye yatırımları ve
şişkinleşen sermaye
neticesinde güçlenen
işçi hareketlerinden
tedirgin olduğundan
1970’lerin başında kızıl
devrime karşı “ak devrim”i
başlatacaktır.
Geçen Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde reformistlerin seçimlerde
hile yapıldığı iddiasıyla sokaklara
dökülmesi ve çeşitli kitle gösterilerinde bulunması Batı kamuoyu
tarafından dikkatle takip edilmişti.
Ardından “Arap Baharı” adı verilen
halk hareketlerinin İran’da da hissedilmesi beklendi, bu minvalde bir
takım gelişmeler de yaşandı. Ancak
İran hükümeti gösterilerin büyü-
60
STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012
mesini engelleyecek adımlar atarak
Musavi, Rafsancani gibi reformist
muhalifleri kontrol altına aldı. Mart
2012’de gerçekleştirilecek seçimler
Batı dünyası açısından Suriye sorununun çözümü için ayrı bir önem
arz ediyor. İran’da yaşanacak ciddi
bir iç karışıklık İran’ın bölgedeki pozisyonlarından bir kademe geri çekilmesi ile sonuçlanabilir ve Suriye
rejimi üzerindeki baskı ve gerekirse
silahlı müdahale daha çabuk sonuçlar doğurabilir.
1989’da İmam Humeyni’nin ölümü
ve Haşimi Rafsancani’nin Cumhurbaşkanı seçilmesinin ardından
bölgeye yönelik “rejim ihracı” politikasından vazgeçmiş olmasına
rağmen, İran, bölgenin çeşitli açılardan bir gerçekliği olarak tebarüz
ediyor. Bununla birlikte bölge politikasını İran’ın hareket alanını daraltmak olarak belirleyen ABD, halk
hareketlerine yönelik politikasının
İran ayağını “beşinci kol” mantığı
üzerine oturtmuş durumda. 2009
seçimlerinden sonra kısa süreli bir
politik istikrarsızlık sürecine giren
İran’da, reformistlerin Tunus ve Mısır’daki gelişmeler üzerine yeniden
sokaklara çıkması ABD’yi demok-
ratik talepleri İran’ın yönetici erkini
zayıflatmak üzere iç politikada kullanma konusunda iştahlandırmıştı.
Daha net bir şekilde ifade edilirse
Batılılar İran’daki seçim sürecinde
Mısır, Tunus, Libya, Suriye gibi ülkelerde yaşanan ve merkezi otoriteyi
tehdit eden “yasemin” devrimlerinin İran’da başarıya ulaşıp ulaşamayacağı üzerinde düşünüyorlar. Peki,
İran ülkeye “Kuzey Afrika eksenli
bir bahar” gelmesine ya da diğer
bir ifadeyle bir “burjuva devrimi”
sürecine ne kadar hazır? Kuşkusuz
bu sorunun yanıtlanabilmesi için
İran’ın içsel bir takım dinamiklerini
yerli yerine oturtmamız gerekiyor.
Politik ve Ekonomik Arka Plan:
Ulema ve Çarşı1
İran, siyaset bilimi ve tarihi disiplinleri içerisinde sıklıkla devlet geleneğine yapılan atıfla hatırlanır olmasına rağmen, modern İran tarihinin
başlangıcı olarak kabul edebileceğimiz tarih 1501’de Safeviler’in iktidarı ele geçirmesinden 20. yüzyıl
başlarına kadar, İran’da, merkezi
bir otoriteden bahsetmek oldukça
güçtür. İktidara geldikleri dönemde
doğuda Sünni Afganistan ve Türk-
men kabileleri batıda Sünni İslam’ın
ileri karakolu Osmanlı ile çevrilmiş
Safeviler’in var olmalarının anlamlı
hale gelmesi farklılaşmaya dayandığından Safevi hanları Sünnilere
karşı katliamları da içeren bir Şiileştirme politikası izlemeye başlamıştır. Bu dönemden itibaren merkezi
otoritenin meşruiyetinin sağlanmasında en önemli öğe Şiilik olarak
belirecektir.
Esasen Şii siyaset felsefesi dünyevi iktidarın XII. İmam Mehdi’ye ait
olduğu ve o gelip dünyevi iktidarı
yeniden ele geçirinceye kadar bütün otoritelerin gayri meşru olduğu
düşüncesine dayanmaktadır. Yani,
Safevi iktidarı da bir yetki gaspından başka bir şey değildir. Ancak Şii
inancının tarihsel olarak ulemaya
biçtiği misyon devlet ve yönetilenler arasındaki mesafenin kapatılmasında ulemanın rolünü önemli
hale getirecek ve neticede 18. yüzyıl ve sonrasındaki İran tarihinin belirleyicileri ulema sınıfı olacaktır. Örneğin 1905 – 1906 yıllarında meşrutiyet idaresinin ilan edilmesinde,
1911’de meşrutiyet karşıtı darbede, 1921’de Şah Rıza Pehlevi’nin
darbesinde, 1953’te Başbakan Dr.
Musaddık’ın CIA destekli bir darbe
ile devrilmesinde belirleyici olan
ulemanın tavrı olmuştur. 1979 İran
İslam Devrimi’nin de ulemalar tarafından gerçekleştirilmesi ve sonrasında devlet yönetiminin ulema
eksenli kurulması, İran’daki ulema
örgütlenmesinin sistem içerisindeki yerinin tespit edilmesini zorunlu
hale getirmektedir.
me noktasına gelmiş, önemli içtihatta bulunmuş ulemanın başında
olduğu dinsel vakıflardır. Bu dinsel
vakıflar gönüllü bağış, evlilik resmi
ve benzeri yerlerden elde edilen
geliri; söz konusu ulemanın havzasında yer alan yani onu taklit eden
insanlardan ihtiyaç sahiplerine dağıtır. Bu durum devletin ulemaların
havzalarına etki etme şansını son
derece kısıtlamaktadır.
İran ulemasının yukarıda çizilen
durumu ülkede Şah’ın konumunu
sadece sembolik hale getirmekle
birlikte 1970’lerin başına kadar Şah,
ulemaya karşı açık bir tavır almaktan kaçınmıştır. Bu süreç içerisinde
ulemanın bir takım özerklikleri ko-
Reformistler olarak
adlandırılan grubun
ilk temsilcisi aynı
zamanda rejimin
önemli simalarından
biri olan Hüccet’ül İslam
Haşimi Rafsancani’dir.
Bu dönemde İran
İslam rejiminin
kazanımlarından hızla
geri dönüş niteliğinde
liberal önlemler alınmaya
başlanmıştır.
Şii itikadına göre her Şii kendisine
bir “âlim/yol gösteren” seçerek onu
taklit etmek mecburiyetindedir.
Tarihsel olarak ulemanın devletle
organik bir bağı bulunmamaktadır.
Ancak meşruiyetini halka dayandırmak zorunda olan merkezi iktidarlar ulema ile iyi geçinmeye gayret
etmiş, bu sınıfa bir takım ayrıcalıklar
tanımış ve onların desteğini almaya
çalışmıştır. Ulemayı toplumda güçlü kılan örgütlenme ise taklit edilŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
61
Halk kitlelerinin yeni
kapitalistler ve Şah
rejiminden kalma
“bin aile” tarafından
talan edildiğini
savunan Ahmedinejad,
reformistleri suçlamayı
da ihmal etmemiş,
Rafsancani’yi, Petrol
Bakanlığı’nı aile çiftliğine
çevirmekle suçlamıştır.
runmuş olmasından, devlet, müçtehitlerin havzalarına etki edememiştir. Esasen modern-kapitalist bir
devlet kurmak isteyen İran Şah’ı,
yabancı sermaye yatırımları ve şişkinleşen sermaye neticesinde güçlenen işçi hareketlerinden tedirgin
olduğundan2 1970’lerin başında
kızıl devrime karşı “ak devrim”i başlatacaktır. Bunu bir avantaja ve kafasındaki İran’ı şekillendirmede bir
merhaleye dönüştürmek isteyen
Şah, ilk planda, ulemaya değil “çarşı” adı verilen ülkenin geleneksel
üretici güçlerine yönelmiştir. Yabancı yatırımları destekleyen, ağır
sanayiye geçmeye yönelik cazip
krediler sağlayan Şah Muhammed
Rıza çarşıyı iktisaden zor duruma
sokmakla birlikte tam manasıyla
bitiremeyince, çarşı ile karşılıklı ilişki içerisinde olan ve birbirlerini var
ettiklerini düşündüğü ulema örgütlenmesine yönelmiştir. Dinsel vakıflara el koyan ve 1930’lar Türkiye’sini
andırır çok sayıda “medenileştirme”
kanunları çıkarttıran Şah, tabir caizse, arı kovanına çomak sokmuş
olacaktır. Zira bu tarihten itibaren
Şah rejimi ile halk arasındaki bağ
kopacaktır.
Bu süre içerisinde rejim karşıtı söylemler geliştiren Ali Şeriati ve İmam
62
STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012
Humeyni, rahatsız olan kesimlerin
sözcüsü durumuna gelecekler ve
Humeyni, nispeten erken bir tarihte, 1964 yılında Türkiye’ye sürgün
edilirken Şeriati 1977 yılında bir
suikast neticesinde öldürülmüştür.
Humeyni’nin bir dönem çekilmek
zorunda kaldığı Kum günlerinde ve
sürgünde geliştirmeye başladığı ve
Şii siyaset felsefesi açısından devrimsel nitelikte bir kırılmaya işaret
eden “velayet-i fakih” teorisi, şah
tarafından otoriteleri ve uhrevi eylemleri tehdit edilen ulema arasında kabul görmeye başlayacaktır. Bu
çerçevede yine İmam Humeyni’nin
“monarşinin eski İran geleneklerinden beslenen ‘tağuti’ bir rejim olduğu ve dinsel açıdan hiçbir meşruiyeti bulunmadığı” düşüncesi yaygınlaşacak ve neticede 1979 yılında
İran İslam Devrimi gerçekleşecektir.
yatmaktadır. Buna göre yüzyıllar
boyunca İmam Mehdi’yi beklerken
bir nev’i pasif direniş halini alan Şii
düşüncesi ulemaların kontrolünde
dünyevi iktidara el koymuştur. Ulema, İmam Mehdi gelinceye kadar
ona vekâlet edecektir ve dünyada
yalnızca ona karşı sorumludur.
İran İslam Cumhuriyeti İmam Ayetullah Humeyni’nin “velayet-i fakih”
teorisi çerçevesinde kurumsallaşmıştır. Teorinin temelinde geleneksel Şii siyaset düşüncesinin reddi
İmam Humeyni ölmeden önce, bir
manada, rejimi emin ellere bırakabilmek için Batı karşısında “safları
sıklaştırma” politikasına yönelecektir. Amaç ulema arasındaki “çü-
İran İslam Cumhuriyeti’nin dayandığı bir diğer sacayağı Şah’ın bitirmeye çalıştığı “çarşı” örgütlenmesi
olmuştur. Devlet, devrimden sonra
yabancı sermayeyi yasaklayarak,
ağır sanayinin tümünü devletleştirerek ve bütün finans hareketlerini
devlet kontrolüne alarak çarşıyı
aşındırıcı rekabet karşısında güçlendirmiş ve korunmuş bir iç piyasa
sağlamıştır.
İran Siyasetinde ‘Karşı Devrim’:
Reformistler
rük elmaları” ayıklayabilmektir. Bu
çerçevede 1988 yılında, İran – Irak
Savaşı bittikten hemen sonra kurulan mahkemeler, Uluslararası Af
Örgütü’nün “vicdan mahkûmları”
diye nitelediği 2800 kişiyi, inanmadıkları gerekçesiyle, idam edecektir.
İmam Humeyni ise Salman Rüşdi
hakkında “Şeytan Ayetleri” kitabında Hz. Peygamber’i hicvetmesi sebebiyle “mürtet” olması yüzünden
şer’i olarak öldürülebileceği yönündeki ünlü fetvasını yayınlamıştır.
Humeyni’nin bu politikası sonuç
getirecek, İmam Humeyni’den sonra başa geçmesi beklenen Büyük
Ayetullah Hüseyin Muntezari gelişmeleri protesto ederek istifa edip
Kum kentine çekilecektir. İmam
Humeyni’nin ölmeden önce atadığı Anayasal Reform Konseyi bir
sonraki lider olarak Ali Hamaney’i
belirlemiştir. Ali Hamaney aslında
bir hüccet’ül İslam olmasına rağmen koşullar gereği ayetullah ilan
edilecektir. Bu ve benzeri sebepler,
Ayetullah Ali Hamaney’in izleyen
yıllarda reformistlerin bir takım girişimleri karşısında kendisini güçsüz
hissetmesine ve sessiz kalmasına
sebep olacaktır.
‘Kapitalin’ doğasında olan genişleme isteğini kontrol altına alan bir
iktisadi düzen kurulmasına rağmen
1980’li yıllar içerisinde çarşı içerisinden “büyük çarşı” diye adlandırılabilecek kesimlerin çıkmasının önüne geçilememiştir. Bu durumun
ortaya çıkmasında başlıca amil, hiç
kuşkusuz, 1980 – 1988 arasında
süren İran – Irak Savaşı olmuştur.
Karaborsacılık, tefecilik ve benzeri
paraziter kapitalist gelişme modellerinin savaş ekonomisi içerisinde
kendisini göstermesi yanı sıra, özellikle Afganistan’dan gelen mülteci
göçünün sağladığı ucuz işgücü
bazı kesimlerde ciddi bir sermaye
birikimine sebep olacaktır. Ancak
ülkede büyük çaplı özel teşebbüs
tamamen devlet egemenliğine
alındığından biriken sermayenin
akacağı ve kartopu gibi büyüme
temayülü gösterebileceği bir alan
bulunmamaktadır. Çarşı içerisinden palazlanan bu kesim, siyasetin
belirleyicisi konumundaki ulema
içerisinde ‘liberal’ hususiyetleri bulunanlar ile bağ kurmakta gecikmeyecektir.
Reformistler olarak adlandırılan
grubun ilk temsilcisi aynı zamanda rejimin önemli simalarından
bir olan Hüccet’ül İslam Haşimi
Rafsancani’dir. Bu dönemde İran
İslam Rejiminin kazanımlarından
hızla geri dönüş niteliğinde liberal
önlemler alınmaya başlandı. Temel
tüketim mallarının yanı sıra bir takım malların da ithaline izin veren,
beş serbest bölge oluşturan, ulusal
borsayı yeniden canlandıran Rafsancani; Çin ziyareti dönüşü Çin
kalkınmasının örnek alınması gerekliliğinden, 1979’da devletleştirilen şirketlerin özelleştirilmesinden,
karın piyasada serbest dolaşımından, gıda, petrol gibi ürünlerdeki
sübvansiyonların kaldırılmasından
bahsetmeye başladı. Bu arada Amerikan Conoco şirketiyle de bir milyar
dolarlık petrol antlaşması imzalanmıştı. Rafsancani’nin bu nitelikteki
önerilerinden çoğu fiiliyata dökülemedi ancak rejim eski heyecanını
kaybetmişti. Emperyalizm, mustazafin, cihad, mücahid, şehid ve
benzeri kavramların yerini hızla demokrasi, çoğulculuk, moderniyat,
azadi(kurtuluş), beraberi(eşitlik),
cemm-i medani(sivil toplum) gibi
kavramlar almaya başladı. Tam böyle bir dönemde Rafsancani’nin görev süresi bitti ve yerine Rafsancani
tarafından önü açılan Hüccet’ül
İslam Seyyid Muhammed Hatemi
geçti. Hatemi yüzde 80 katılım olan
seçimlerde oyların yüzde 70’ini almıştı.
Hatemi’nin reformistlere yerel seçimlerde de yüzde 75 üzerinde bir
oy sağlaması İran siyasetinde derin
bir kırılmaya işaret olarak algılandı.
Örneğin The Economist İran’daki
gelişmeleri şöyle değerlendiriyordu: “İran bir İslam devleti olmasına,
Bugün Ortadoğu’da yeni
bir düzenin kurulması
arifesindeyiz. Öyle
gözüküyor ki bu düzenin
belirleyicileri demokrasi,
insan hakları, sivil
toplum, internet gibi
“küreselleşme” çağının
argümanları olacak
ve bölge ekonomileri
kapitalist gelişmeye
ardına kadar açılacak.
dinin ve dinsel simgelerin etkisinde
kalmasına rağmen giderek ruhaniler
sınıfına karşı gelen bir ülkeye dönüşüyor. İranlılar başlarındaki mollalarla dalga geçme, onlarla ilgili hafif şakalar yapma eğilimi göstermekte…
En çok da siyasal molla takımından
hoşlanmıyorlar. Ruhaniler sınıfı ise
halkın yüzde 70’ten fazlasının günlük
ibadetlerini yerine getirmediklerinden ve Cuma günü camiye gidenlerin yüzde 2’nin altında kaldığından
şikâyet ediyor.”
1997’de 10 dolar olan petrolün varilinin Irak müdahalesi arefesinde 65
dolara yükselmesi İran’a gelir akışını
hızlandıracak ve iç politikada iktisaden de eli rahatlamaya başlayan
Hatemi, arkasına aldığı rüzgârı dış
politikada kullanmaya başlayacaktır. Bu çerçevede Hatemi ABD
ile ilişkileri önemseyecek, örneğin
CNN televizyonuna verdiği mülakatta batı uygarlığına ve özellikle
ABD’ye duyduğu hayranlığı itiraf
edecek, yabancılara İran’da petrol
alanında yatırım yapmaya yönelik
çağrıda bulunacaktır. Hatemi ayrıca
eğer Filistinliler rıza gösterirlerse iki
devletli çözüme taraf olabileceklerini söyleyerek seleflerinden açıkça
ayrılmıştır. Bunun karşılığında Britanya 1979’da kestiği diplomatik
ŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
63
İran küreselleşmenin ve
buna dayalı üst yapısal
kurumların dalga dalga
yayıldığı bir coğrafyanın
tam ortasında bakir bir
alan, kapitalizmle entegre
edilememiş bir coğrafya
olarak mevcudiyetini
sürdürüyor.
ilişkileri yeniden başlatmış, Tahran
borsasına avro cinsinden para akışı hızlanmış, IMF mali reformları ve
denk bütçesi sebebiyle İran’ın notunu yükseltmiştir. ABD, 1953’teki
CIA darbesi için neredeyse özür dileyecek noktaya gelirken İran, “BM
Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın
Kaldırılmasına İlişkin Sözleşmesi”ni
imzalayacaktır.
İç ve dış politikada bu gelişmeler
yaşanırken yukarıda açıklandığı şekliyle rejimin temeli olan iki
grup, çarşı ve ulema ciddi rahatsızlık duymaya başlamıştı. Aşındırıcı
rekabet karşısında güç yitiren çarşı
ve devrimin temel prensiplerinden
sapma endişesi içerisindeki ulema,
reformistler karşısında kendilerine
bir tutamak aramaya başladılar.
Ayrıca sermayenin özel teşebbüse
yönelmesi sebebiyle emek-sömürünün artması, büyük kentlerde
sınıf farklılıklarının gözle görülür
hale gelmesi rejimin temel prensibini yani “mustazafin”i tehdit ediyor
ve müthiş bir öfke birikmesine neden oluyordu. Bugünden bakılınca
muhafazakârlar olarak adlandırılan
grubun arayıp da bulamadığı fırsat / tutamak bir anda önlerinde
beliriverdi. Kapalı kapılar ardında
Afganistan’daki Taliban rejiminin
devrilmesi ve yeni Afganistan düzeni üzerine görüşmeler yapmaya
64
STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012
da başlamış olan İran – ABD ilişkileri, ABD Başkanı G. W. Bush’un ünlü
“şer ekseni” açıklaması ile bir anda
tersine dönecek ve bugünkü fotoğraf belirmeye başlayacaktır. Batının
“sert tokadı” Bush aracılığıyla reformistlerin yüzünde iz bırakacaktır.
2005 yılında yapılan seçimlerde
muhafazakârların adayı olan Mahmud Ahmedinejad işte böyle bir
ortamdan beslenmiştir. Mustazafin
kavramını seçim propagandasında
yeniden tedavüle sokan Ahmedinejad, rejimin kurucu ilkelerine de
dolaylı bir mesaj göndermiştir. Halk
kitlelerinin yeni kapitalistler ve Şah
rejiminden kalma “bin aile” tarafından talan edildiğini savunan Ahmedinejad, reformistleri de suçlamayı ihmal etmemiş, Rafsancani’yi
Petrol Bakanlığı’nı aile çiftliğine çevirmekle suçlamıştır.
Batı’nın Mevcut İran Algısının
Analizi
Batılı stratejistleri özellikle Hatemi
dönemindeki yoğun halk desteğinden ve seçimlere katılım oranlarından hareketle İranlı seçmenlerin
çok büyük bir kısmının reformist olduğunu düşünüyorlar. Öyle ki 2009
yılındaki son seçimlerin ardından
seçim sonuçlarını tanımama kararı
alan, 2011’de Kuzey Afrika’daki halk
hareketleri sonrası canlanan ve
sokağa çıkan muhalifler batı tarafından kendi analizlerinin bir kanıtı
olarak telakki edildi.
Ancak İran’daki sosyolojik ve politik
arka plan bu analiz biçiminin sorgulanması gerektiğini göstermektedir. Özellikle Ayetullah Humeyni’nin
vefatından sonra reformist hareketin devrimin heyecanını yitirmesine
sebep olması ve büyük çoğunluğu
devlet desteğine ihtiyaç duyan İran
halkına ve taşrasına sırtını çevirmesi, varlık sebebi bu kitleler olan
ve kitlenin büyüklüğü kadar güçlü
olabilen ulemanın da reformistler
arkasındaki desteğini çekmesi ile
sonuçlandı. Ayrıca reformist tecrübenin İran’da sosyal sınıfların
belirginleşmesi ile neticelenmesi
Ahmedinejad’ın
söylemlerinde
kendisini bulan bir öfkeye de dönüştü. İran rejimi “Her yer Kerbela,
her gün aşura, her ay muharrem”
üzerine kurulmuştu ve reform hareketleri zamanla rejimi “büyük
çarşı”nın kontrolüne verme çabası
olarak algılanmaya başlanmıştı. Kısacası reformist tecrübe İran’daki iki
başat grubun yani reformcular ve
muhafazakârların toplumsal tabanlarının netleşmesi ve farkın keskinleşmesi ile sonuçlandı.
İran’ın Konumlanması
Bugün Ortadoğu’da yeni bir düzenin kurulması arefesindeyiz. Öyle
gözüküyor ki bu düzenin belirleyicileri demokrasi, insan hakları, sivil
toplum, internet gibi “küreselleşme” çağının argümanları olacak ve
bölge ekonomileri kapitalist gelişmeye ardına kadar açılacak. Böyle
bir yol, düzenin jandarması rolünü
üstlenen ABD için oldukça maliyetsiz de gözüküyor. The New York
Times’ın Pulitzer ödüllü dış politika
yazarı Thomas Friedman “110 Milyar Dolarlık Soru”3 başlıklı yazısında
ABD’nin Afganistan’da 110 milyar
dolarlık harcama yaptığını, Pakistan ve benzeri ABD dominyonları
da düşünüldüğünde bu rakamın
daha da arttığını söyleyerek bölgede kurulacak demokratik rejimlerin
kapitalizmle ve ABD ile münasebetlerinin daha insancıl ve daha az maliyetli bir kontrol mekanizması olabileceğinden bahsetti. Tam da bu
argümanı tamamlayan bir öneri ise
The Washington Post’un ünlü dış
politika yazarı David İgnatius’tan
geldi.4 İgnatius Ortadoğu ekonomilerinin yeniden yapılandırılması
için çağdaş dünyaya ve elbette ki
ABD’ye düşen en önemli görevin
Marshall Planı benzeri bir planla
yeni rejimleri destekleyici bir proje
ortaya koymak olduğunu söyledi.
Bununla birlikte ABD kamuoyu,
bölgede İran ve radikal İslami rejimlerin yayılmasından hâlâ ciddi
endişe ediyor ve yönetimin her
hamlesinde buna özen göstermesini istiyor.
İran İslâm Cumhuriyeti daha enternasyonal bir söylemle kurulmuş olmasına rağmen bugün dış politika
çıktılarını “Şiilik” düşüncesi üzerinden oluşturuyor. Diğer bir ifadeyle
İran devrimden sonra geçirdiği aşamalar neticesinde üst kimliği / tutunum ideolojisi Şiilik olan bir “ulusdevlet” formu almış bulunuyor. Bu
bağlamda tutunum ideolojisi tarafından içselleştirilen bölgesel uzantıları marifetiyle savunma hattını
sınırlarının çok uzağında kurmakla
birlikte, Şii hilali tartışmalarının da
ortaya koyduğu üzere bir bölge-
sel etki alanı meydana getiriyor.
Irak’tan ABD askerlerinin çekilmesi
sonrası merkezî otoritede Şii grupların artan etkisi ve diğer bölgesel
gelişmeler de dikkate alındığında
İran bölge için hem ciddi bir imkân
hem de ciddi bir engel olarak beliriyor.
Kapitalizme açık ancak
Yeni Devrim ya da Rosa
Lüksemburg’u Hatırlamak
manasıyla açılabilmesinin
Sosyo-politik arka planda ve Batı algısının çözümlenmesinde de kısaca açıklanmaya çalışıldığı üzere İran
denkleminin çözümlenmesi batının zannettiği kadar kolay olmayacak. ABD, reformistleri İran’ı çözebilmek için bir “beşinci kol” olarak
istikrar ve güven vaat
etmeyen Ortadoğu’nun
dönüştürülmesinin
ve kapitalizme tam
önündeki en büyük
engel olarak beliren
İran’ın sistem tarafından
içselleştirilmesi bir
gereklilik olarak beliriyor.
değerlendirme eğiliminde. 2009’da
yaklaşık bir ay süren protesto gösterilerinin ardından yeniden sokaklara çıkmaya niyetlenen İranlı
reformistlerin beslendiği taban ise
üniversite öğrencileri, kadınlar ve
gençler olarak beliriyor. İran’da her
geçen gün artan işsizlik, nüfus piramidinin en geniş kesimini oluşturan 18-25 yaş arası kesimde rahatsızlık meydana getiriyor. Bunun
yanı sıra özellikle kitle iletişiminde
meydana gelen olağanüstü gelişmeler gençleri batıda gördüklerini
istemeye yöneltiyor. Kadın ve erkek
arasındaki sınırların kalktığı(!) bir
dünyada İran’da hala bu yönde kısıtlamalar bulunması, internet erişiminin zaman zaman engellenmesi
gibi uygulamalar zihin dünyası batılı televizyonlar tarafından şekillendirilen gençleri sokaklara çıkmaya
itiyor. Büyük çoğunluğunun ailesi
devletin sağladığı alış-veriş kuponları olmaması halinde açlık tehlikesi
ile karşı karşıya kalacak gençler bir
bakıma ekmeğin değil, Behman
Ghobadi’nin “No One Knows About
Persian Cats” filminde çerçevesini
çizip eleştirdiği dünyanın değişmesinin özlemini çekiyorlar.
İran’daki rejim değişikliğinin ya da
rejimin yola gelmesinin önemli
ŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
65
olduğu noktalardan birisi de yabancı sermayenin ülkeye akacak
olması. Bu durum iki açıdan önem
arzediyor. Birincisi 1980-1988 arası
dönemde palazlanmış olan “Büyük
Çarşı” diye adlandırabileceğimiz
sermayedarlar sermayelerinin gelişiminin devamı için uluslararası
yatırımcıların tecrübe ve finans
desteğine ihtiyaç hissediyorlar. Diğer taraftan İran küreselleşmenin
ve buna dayalı üst yapısal kurumların dalga dalga yayıldığı bir coğrafyanın tam ortasında bakir bir alan,
kapitalizmle entegre edilememiş
bir coğrafya olarak mevcudiyetini sürdürüyor. Bu noktada Rosa
Lüksemburg’u anmadan geçmek
imkânsızlaşıyor.
20. yüzyıl’ın ilk çeyreğinde Sermaye
Birikimi kitabında I. Dünya Savaşı’nı
açıklamaya girişen Lüksemburg,
kapitalizmin tarihsel serüvenini
1.
çözümleyerek sistemin dönemsel
krizlere girdiğini ve bu dönemsel
krizlerin yeni coğrafyaların kapitalizme açılması ile atlatıldığını iddia
etmişti. Hatırlanacağı üzere ABD
1970’lerin ilk yarısında Bretton
Woods sisteminin çöktüğünü ilan
etmiş ve üretim eksenli bir iktisadi
düzenden finans kapital düzenine
geçmişti. 1970 ve 80’ler boyunca
ABD sermayesi oldukça şişkinleşmiş ve sistem üzerinde bir baskı
unsuru olmaya başlamışken çöken
Sovyet coğrafyasının kapitalizme
açılması dönemsel krizin atlatılmasında en önemli vesilelerden birisi
olmuştu. Bugün kapitalizm yeni
bir dönemsel krizle karşı karşıya
bulunuyor. AB’nin yaşadığı kriz,
ABD ekonomisinin gittikçe daha
kırılgan bir yapı arzetmesi; buna
mukabil BRICS ülkeleri gibi kapitalist sistemde yeni rol talepleri güç
dönüşümlerinin ayak sesleri olarak
yorumlanabilir. Kapitalizme açık
ancak istikrar ve güven vaat etmeyen Ortadoğu’nun dönüştürülmesinin ve kapitalizme tam manasıyla
açılabilmesinin önündeki en büyük
engel olarak beliren İran’ın sistem
tarafından içselleştirilmesi bir gereklilik olarak beliriyor.
Buraya kadar yapılan ekonomik ve
sınıf eksenli analizin de göstereceği
üzere muhafazakârlar ilelebet iktidarda kalamayacaklar ancak reformistler iktidara gelseler bile Batının
arzu ettiği noktaya gelmeleri çok
uzun bir süre alacak ya da böyle bir
gelişme hiç olmayacak. İran halen
yerküre üzerinde bir yerlerde bulu-
nuyor ve dünyadan çokça etkileniyor. Yine de İran’da kimlik inşasının
en önemli iki unsuru olarak beliren Şiilik ve İrancılık, her şeye rağmen, etkisini sürdürüyor. Örneğin
“çarşı”nın önemli bir kısmını Azeri
Türkleri oluşturuyor ancak bu kesim
Farsçanın ana dil olması yönündeki
politikaya destek veriyor. Bununla
birlikte İran’ın dönüştürülmesi ve
içselleştirilmesinde ABD’nin bölgesel krizi ve İsrail’i kontrol etmesinin
önemli bir rolü olacak. ABD, nükleer
silah edinmeye çalışmakla suçladığı
İran üzerindeki uluslararası baskıyı
arttırdıkça içerde rejimin elini güçlendiriyor. Yine İsrail’in uluslararası
hukuk tanımaz eylem ve söylemleri
ABD tarafından çeşitli platformlarda sahiplenildikçe bölgedeki İran
etkisi ve İslami hareketlerin söylemleri keskinleşiyor. Kısacası İran’da
“beşinci kol” faaliyetinin başarıya
ulaşabilmesi öncelikli olarak İran
rejiminde ulemanın rolünün aşındırılmasına ve İran gibi nüfusun
büyük çoğunluğu kırsalda yaşayan
İran toplumsal yapısının radikal bir
biçimde dönüştürülmesine dayanıyor gibi görünüyor. İran nüfusunun
büyük bir bölümünün devletin sağladığı imkânlarla hayatını devam
ettirdiğinin de analiz yapılırken hatırdan çıkartılmaması gerekiyor.
SDE Asistanı*
Bu yazıda kullandığım başlıca kaynaklar şunlardır: Ervand Abrahamian, “Modern İran Tarihi”, İşBankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2005. Hamid Ahmedi (ed.), İran
Ulusal Kimlik İnşası, Küre Yayınları, İstanbul, 2009 (içinde Hamid Ahmedi “İran’da Din ve Milliyet”, Hüseyin Beşiriye “İran’da Siyasal İdeoloji ve Toplumsal Kimlik”,
Muhammed Hubruyipak “Yerel Seçkinler, Küreselleşme ve Federalizm Rüyası”). Mutahari, İslam Devrimi, Akademi Yayınları, İstanbul, 1989. İmam Humeyni, Cihad-ı
Ekber, Akademi Yayınları, İstanbul, 1989., İmam Humeyni, İslam’da Devlet, Objektif Yayınları, İstanbul, 1991. Atay Akdevelioğlu, İslam’da Dış Politika Anlayışı ve İran
Örneği, Basılmamış doktora tezi, Süleyman Uludağ, İslâm-Siyaset İlişkileri, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2008. Yusuf Kerimoğlu, Devlet ve Siyaset Üzerine Notlar, Misak
Yayınları, Ankara, 2006.
2.
Bu dönemde Ortadoğu’da en etkin sosyalist hareketlerden birisi de İran’daki Tudeh (Kitle) Partisidir.
3.
http://www.nytimes.com/2011/03/06/opinion/06friedman.html?ref=opinion
4.
http://www.washingtonpost.com/wp-dyn/content/article/2011/03/09/AR2011030904334.html
66
STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012
ABD Artık İsrail’i Taşıyamıyor!
Aydın BOLAT*
İsrail’in pervasız, başına
buyruk, ABD’yi emrivakilere
mecbur eden yanlış politik
alışkanlıkları, ABD’nin de
müttefikleri olan Türkiye
ve Mısır’ı kaybetmesi ve
nihayet Arap Baharı’nın
ortaya koyduğu yeni
stratejik Ortadoğu
dengeleri, yalnızlaşan
İsrail’i ABD için taşınması
giderek ağırlaşan bir ‘yük’
haline getirmiş durumda.
Batının Şımarık Çocuğu İsrail
İsrail 14 Mayıs 1948’de kurulduğundan itibaren ABD’nin yakın
koruması altında olmuş ve kayıtsız
şartsız desteklenmiştir. Sorunlu
doğan İsrail zamanla etrafını tehdit
ederek, işgal ederek ve tehdit algılayarak problemleri katmerlemiş,
yıllar süren savaşlarla kadim ‘İsrailArap anlaşmazlığı’nı ve ‘Ortadoğu sorunu’nu bölgeye ve dünyaya
armağan etmiştir!
ABD ile birlikte Avrupa ülkelerinin
de desteğiyle şımartılan İsrail; bölgede Batının ‘Truva atı’, sopası ve
ileri karakolu olmuştur. Özellikle
ABD’nin bölgesel ve küresel politikalarını ipoteği altına alabilmiştir.
Amerika’da Yahudi Lobisi, siyasetçiler, gazeteciler ve akademisyenlerden oluşan network’ünü kullanarak ABD politikalarını etkileyebilmiştir. Amerika’da önemli basın organlarında İsrail yanlısı yazar sayısı
61 iken, İsrail karşıtı yazar sadece
5’tir. ABD, İsrail’e kurulduğundan
beri her yıl 3 milyar dolar karşılıksız
yardım yapıyor. Baba Bush bu yardımı bazı şartlara bağlamaya kalkınca seçimi kaybetti. ABD, NATO
müttefiklerine vermediği bazı stratejik istihbaratları İsrail’e veriyor ve
nükleer silahlarına göz yumuyor.
300 milyon Amerikalı içinde oranları yüzde 3 olan Yahudi asıllıların
yüzde 80’i Demokratlara oy veriyorlar. Seçimlerde Demokrat Parti’ye
yüklü mali yardım yapıyorlar. Mesela seçim kampanya gelirlerinin
yarısını onlar karşılıyor. George W.
Bush döneminde Neocon’lar içinde
bulunan Yahudilerden oluşan İsrail
Lobisi, Evangelist Hıristiyanlardan
büyük destekler almıştı. İsrail’in güvenlik kaygıları ABD politikalarının
eksenini belirlemiştir. Ortadoğu
sorununda, İran, Suriye ve İslam
dünyası hatta Türkiye ile ilgili meselelerde ABD’nin tercih ve favorisi
ŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
67
Ortadoğu’da ‘tehdit:
İran’ , ‘yaşasın İsrail’
politikası ABD’ye
sürekli kaybettiriyor.
Irak ve Afganistan’dan
kaybederek çekiliyor,
Arap Baharını ıskalıyor,
ekonomik, siyasi
ve stratejik gücünü
zayıflatıyor ve ABD’ye
büyük mali ve stratejik
bedeller bırakıyor.
hep İsrail olmuştur.
Afganistan işgali; El-Kaide, Taliban
ve uluslararası terör kapsamında
İsrail’in güvenliği de öncelenerek
gerçekleştirilmiştir. İsrail Lobisi Irak
işgalini İsrail’e yönelik kitle imha
silahları ve Saddam tehdidi için
tezgâhladı, şimdi de İran’a saldırmak için ABD’yi teşvik etmekten
öte emrivakilere zorluyor. Örtülü
işgalini sürdürdüğü Pakistan’da
ABD’nin hedefi; ‘terörle savaş’ değil öncelikle İsrail için tehdit haline
gelmesin diye Pakistan’ın nükleer
silahlarını kontrol altında tutmaktır.
Mavi Marmara olayında bütün uluslararası hukuki gerçeklikler İsrail’in
karşısında olmasına rağmen Palmer Raporu ve BM’deki tutumuyla
ABD, İsrail’in yanında yer aldı. NATO
füze kalkanında, NATO ülkelerinin
savunmasından çok İsrail’in İran
füze saldırılarından korunması konusu tartışıldı.
İsrail, ABD İçin Stratejik Bir
‘Yük’ mü?
Esasında İsrail, ABD’nin demokratik değerleriyle hiç uyuşmayan bir
Yahudi din-şeriat devleti. Çıkarları
mevzubahis olduğunda ABD’ye
karşı casusluk bile yapabilen bir
devlet. Amerikan kamuoyuna
rağmen İsrail’e verilen destekten
dolayı ABD’nin İslam dünyası ile
68
STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012
ilişkileri bozuluyor ve küresel politikaları zarar görüyor. Ortadoğu’da
‘tehdit: İran’ ‘yaşasın İsrail’ politikası ABD’ye sürekli kaybettiriyor.
Irak ve Afganistan’dan kaybederek
çekiliyor, Arap Baharını ıskalıyor,
ekonomik, siyasi ve stratejik gücünü zayıflatıyor ve ABD’ye büyük
mali ve stratejik bedeller bırakıyor.
Bütün bu sonuçlar düşünüldüğünde ABD ve müttefikleri için İsrail,
stratejik bir ‘kart’ olmaktan öte,
giderek stratejik bir ‘yük’ oluyor.
2009’da Obama’nın gelmesiyle
değişen küresel güç dengeleri ve
dünya konjonktürü ABD’nin yaklaşımları ve özellikle İslam dünyasına
bakışına yeni perspektifler getirdi,
Obama’nın önceliği, Müslüman
dünya ile barışmak ve kayıtsız şartsız İsrail’i desteklemekten sakınmak
oldu.
İşgaller sonrasında ABD’nin içine
yuvarlandığı küresel finansal ekonomik kriz, işgal bölgelerinden
çekilmeyi ve stratejik olarak küçülmeyi gerektiriyor. İsrail’in pervasız,
başına buyruk, ABD’yi emrivakilere mecbur eden yanlış politik alışkanlıkları, ABD’nin de müttefikleri
olan Türkiye ve Mısır’ı kaybetmesi
ve nihayet Arap Baharı’nın ortaya
koyduğu yeni stratejik Ortadoğu
dengeleri, yalnızlaşan İsrail’i ABD
için taşınması giderek ağırlaşan
bir ‘yük’ haline getirmiş durumda.
Bundan dolayı olsa gerek İsrail istihbarat servisi (MOSSAD) şefi Meir
Dagan; “İsrail’i, ABD artık eskisi
gibi bir güç olarak değil bir ‘yük’
olarak algılanmaya başladı” diyor.
Cumhurbaşkanı Gül de İngiltere
seyahatinde İsrail’in bugünkü politikalarıyla müttefiklerine çok büyük
bir ‘yük’ olduğunu ifade etmişti.
İşte bu ‘yük’ hali ABD-İsrail ittifakında ciddi görüş ayrılıklarına ve ‘çatlak’lara neden oluyor. İsrail-Filistin
sorununda “İsrail 1967 sınırlarına
çekilmeli” diyen Obama topa tutuluyor “MOSSAD Obama’yı vursun!” (Atlanta Jewish Time isimli
ABD’de yayımlanan Yahudi gazetesinin sahibi ve yazarı Andrew Adler)
denilecek kadar hedef haline getirilebiliyor. G-20 zirvesinde mikrofon
açık kalınca Sarkozy Netanyahu
için “onu daha fazla görmeye tahammül edemiyorum, tam bir
yalancı” derken, Obama “sen ondan bıktın, bense onunla her gün
görüşmek zorundayım” yanıtını
verdi.
ABD-İsrail Arasında İran /
Tatbikat Çatlağı
Amerikan hükümeti, karşı çıkmasına rağmen İsrail’in İran’a bir askeri
harekât hazırlığında olduğundan
endişelenerek, bölgedeki kuruluşlarını korumak amacıyla bir acil plan
yürürlüğe koydu. Başkan Obama,
Savunma Bakanı Panetta ile diğer
üst düzey yetkililer, İsrailli yöneticilere, böyle bir saldırının sonuçları
konusunda ciddi uyarılarda bulundular. İran konusundaki bu görüş
ayrılığının ortaya çıkmasının ertesi
gün İran’a karşı İsrail ve ABD’nin baharda yapılması öngörülen “Austere Challenge 12” adlı ortak askeri
tatbikatın 2012 sonuna ertelendiği
duyuruldu.
İsrail Dışişleri Bakanı Moşe Yalon:
“Amerikan yönetiminin İran’ın
nükleer programı karşısında
yaptırımların sertleştirilmesine
yönelik tereddütlerinin kendilerinde hayal kırıklığı yarattığını”
belirterek ‘İran çatlağı’nı doğrulamış oldu.
Ortak tatbikatın ertelenme belki de
iptal gerekçesi olarak bütçe kısıntısı,
teknik ve lojistik nedenler, Hürmüz
boğazı krizi, gerilim ve istikrarsızlıklar gibi gerekçeler gösterilse de gerçek neden, İran konusundaki görüş
ayrılığıdır ve İsrail politikalarına reel
politik bir tepkidir.
Türkiye politikaları
Obama’nın Favorisi
Türkiye mi?
ABD’nin istediği
Jarusalem Post’ta yayınlanan bir makalede
Başbakan Erdoğan birçok konuda ABD’nin
çıkarlarına karşı adımlar atsa da “40 yıldır
ilk defa İsrail, Amerika Başkanının favori
müttefiki
değildir.
Bunun yerine bu rolü
Türk hükümeti oynuyor. Bu ‘eski’ Türkiye,
yani laik cumhuriyet olsaydı o kadar
kötü bir şey olmazdı. Ama maalesef,
Başkan Obama’nın
bölgesel liderler arasında favori danışmanı Türk Başbakanı
Erdoğan’dır” görüşüne yer verildi.
Bu çerçevede Time dergisine verdiği röportajında Obama, dünyada güven bağı kurduğu beş lider
arasında Başbakan Erdoğan’ın
ismini de saydı. Almanya şansölyesi Angela Merkel, Hindistan Başbakanı Manmohan Singh, Güney
Kore Cumhurbaşkanı Lee Myung,
İngiltere Başbakanı David Cameron ve Türkiye Başbakanı R. Tayyip
Erdoğan’ı en güvendiği, yakın çalışma ilişkisi içinde bulunduğu beş
lider arasında sayan Obama, “Beni
onlara sorabilirsiniz” dedi.
Obama’nın, güven oluşturduğu
isimler arasında İsrail Başbakanı
Benyamin Netanyahu ve Fransa
Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’yi
göstermemesi dikkat çekici olmalı.
Türkiye ABD’nin çıkarlarının aleyhine zaman zaman adımlar attı,
atıyor. ABD ordusuna Türkiye
üzerinden Irak’a girmesine izin
verilmemesi (1 Mart tezkeresinin
TBMM’de reddi), T.C. hükümetinin
İran’a yaptırımlara karşıt tutumu,
Hamas liderlerinin Ankara’da kah-
doğrultuda değil. Buna
rağmen Türkiye, Obama
için neden önemli,
Erdoğan neden güvenilir
dost? Çünkü Türkiye
Ortadoğu’nun ve İslam
dünyasının vicdanıdır.
raman olarak karşılanması, İsrail ile
ilişkilerin dondurulması gibi konularda Türkiye politikaları ABD’nin istediği doğrultuda değil. Bu duruma
rağmen Türkiye, Obama için neden
önemli, Erdoğan neden güvenilir
dost? Çünkü Türkiye Ortadoğu’nun
ve İslam dünyasının vicdanıdır.
Tarihsel coğrafya içinde, kültür ve
medeniyet derinliğinde bu bölge
Türkiye’nin jeopolitik havzasıdır. Bu
bölgede Türkiye’nin içinde olmadığı hiçbir oyun kurulamaz. Türkiyesiz burada barış, istikrar, demokrasi
olmaz. Çevre ve bölgesine duyarlı
yeni Türkiye vizyonu iyi niyetli Obama yaklaşımlarına aradığı güveni
verebilmiştir. Türkiye’nin bölgesel
liderliği ve gücü kabul görmüştür.
Böyle bir ülkenin Başbakanı olarak
R. T. Erdoğan ABD başkanından ülkesi adına hak ettiği iltifatı almıştır.
ABD’nin Obama yüzü Türkiye’nin
şansıdır ve iyi değerlendirilmelidir.
Reel politik bakışla; Ortadoğu’da
gelişen halk hareketleri karşısında
Türkiye’nin takındığı tutum ve kararlılık Obama politikalarıyla bütünleştirici zemin hazırladı. Arap
Baharıyla Türkiye’nin yakın ilgi ve
desteğini almak isteyen ABD yönetimi, NATO füze sistemiyle ilgili Türkiye’nin kararıyla rahatladı.
Tunus, Mısır, Libya ve Suriye ile
ilgili Türkiye’den yansıyan mesajlar Obama yönetimi ile paralellik
göstermesi yoğun ve olumlu bir
diyalog kurulmasının yolunu açtı.
ŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
69
Bu bölgede Türkiye’nin
•
İsrail NATO üyesi olursa, Türkiye
NATO’dan çekilecek
•
Suudi Arabistan (ABD’ye rağmen) kendi nükleer silahlarını
geliştirecek
•
Mısır, İran’a askeri müdahale
isteyecek ancak Türkiye buna
engel olacak
•
AB, İran’a yaptırımların sıkılaştırılmasını isteyecek
•
Rusya, Ortadoğu’daki nükleer
silahlanmayı durdurmak için
ABD ile savunma işbirliği anlaşması yapacak
içinde olmadığı hiçbir
oyun kurulamaz.
Türkiyesiz burada barış,
istikrar, demokrasi olmaz.
Çevre ve bölgesine
duyarlı yeni Türkiye
vizyonu iyi niyetli Obama
yaklaşımlarına aradığı
güveni verebilmiştir.
•
Obama-Netanyahu arasında yaşanan kriz ortak resim karesinde görünmemek noktasına gelmişken,
Türkiye’ye John Biden ve Panetta
gibi üst düzey ziyaretlerde bulunan
ABD’nin bu süreçte İsrail’den ziyade
Türkiye’nin desteğini önemsediği
ve ona daha çok ihtiyaç duyduğunun göstergesidir.
Bu tahmin ve kehanetler gerçek
olur mu bilemeyiz ancak bizde bu
senaryoya bazı sorularla katılalım:
•
İran nükleer silah yaparsa Türkiye de yapar mı?
•
Pakistan, İran, Türkiye ortak bir
nükleer silah geliştirme aşamasına gelebilir mi?
•
ABD ve Batı Türkiye’yi
NATO’dan çıkartabilir mi veya
çıkarmayı bugünkü dünya
dengelerinde göze alabilir mi?
•
Türkiye NATO’dan hangi şartlarda ve ne zaman çekilir?
•
Bölgesel güç ve küresel bir
aktör olması için Türkiye’nin
nükleer güce sahip olması gerekmez mi?
•
NATO füze radarları Türkiye’de
faaliyetlerini sürdürebilir mi?
•
ABD İsrail’e stratejik istihbarat
verirse Türkiye de İran’a verir
mi?
•
İslam dünyası küresel güç dengelerinde kendini savunacak
ve global barış ve istikrara katkı
verecek bir güç haline gelebilir
mi?
Türkiye NATO’dan Çıkar(mı)?
İran’ın nükleer programına karşı
askeri operasyona ABD’yi ikna edemeyen İsrail, Türkiye’ye karşı ABD
politikalarını etkilemek ve bölgeye
yönelik komplo senaryolar üreterek
jeopolitiği ve güç dengelerini uyarmaya çabalıyor.
İsrail’de bir düşünce kuruluşu olan
Güvenlik Çalışmaları Enstitüsü
(INSS)’nde gerçekleştirilen bir simülasyon oyununda, “İran’ın nükleer
silah ürettiğini duyurmasının ertesi günü” neler olacağı kurgulandı. “Ateş olmayan yerden duman
çıkmaz” ve “korkunun ecele faydası yoktur” atasözlerimizi hatırlayarak İsrail düşünce kuruluşundaki
beyin fırtınasında ortaya konulan
senaryodaki öngörüler neymiş, görelim:
•
Ortadoğu’daki tüm güç dengeleri değişecek
•
ABD, İsrail’in NATO’ya katılmasını önerecek
70
STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012
Çin, İran’a yönelik BM yaptırımlarına katılacak ama bunları yumuşatacak
•
İsrail ‘yük’ünden kurtulmuş bir
ABD acaba nasıl olurdu?
•
Batının ve özellikle ABD’nin
desteğini almayan bir İsrail’in
geleceği ne olur?
Sonuç
Artık Yeni Türkiye, Yeni Ortadoğu ve
Yeni Dünya gerçekleri var. Küresel
ve bölgesel güç dengeleri değişiyor
ve dönüşüyor. Türkiye eski Türkiye
değil, ABD eski ABD değil, AB eski
AB değil, tüm dünya değişmekte.
Evet ABD özellikle Obama yönetimi
İsrail ‘yük’ünü taşımakta zorlanıyor.
Hatta o yükten elinden geldiğince
kurtulmaya çalışıyor. Kayıtsız şartsız İsrail ipoteğine direniyor. ‘Yeni
Dünya’yı Amerikan halkı için algılamaya çalışıyor. ABD’yi dünyadan
çekmeye daralan kaynaklarını ve
güçlerini Amerika için değerlendirmeye yöneliyor. Tek kutuplu dünyanın süper gücü olmak ABD’yi çok
yordu ve tüketti. ABD çok kutuplu
dünyanın bölgesel güçlerinden biri
olmaya çoktan razı ancak SSCB gibi
‘geri çekilme’ senaryosunu bir türlü yazamıyor.
Bu konjonktürde bile Obama New
York Yahudi Cemaatine: “hiçbir
müttefik İsrail’den daha önemli
olamaz” derken ne kadar inanarak
söylüyordu acaba?
Ama söylem değil eylem önemlidir. Obama’nın da söylediklerinden
ziyade yaptıklarına ve vücut diline
bakın inandıklarını ve gerçek iradesini anlayabilirsiniz sanıyorum.
SPK Başkanı*
Yükselen Çin’e Karşı: Obama
Yönetiminin Güvenlik Stratejisi
Erkin EKREM*
Son zamanlar da Çin’in
yükselişi ile beraber
ABD’nin gerilemesi ile ilgili
tartışmalar tekrar gündemi
meşgul etmeye başladı. Bir
olgu olarak Çin’in yükselişi
son yirmi yıldır uluslar
arası kamuoyu tarafından
tartışılırken ABD’nin
gerilemesi ise özellikle 11
Eylül sonrası Afganistan
ve Irak savaşı sonrasındaki
performansı ve 2008
yılında ortaya çıkan global
borç kriz ile daha yoğun bir
şekilde gündeme gelmiştir.
B
ush yönetimi döneminde,
Çin’in ekonomik büyümesi
ve askerî modernizasyonu ve
bununla birlikte yükselen Çin’in
küresel etkileri, ABD’nin çöküşüne
neden olabileceğine ilişkin kanaatler var. Aslında 11 Eylül sonrasında
ABD’nin Çin’i hedef alan güvenlik stratejisi değiştirildi ve küresel
terörizm ile mücadeleye kaydırıldı. Obama yönetimi döneminde,
Çin’in yükselişinin yaratacağı olumsuz sonuçlar göz önünde bulundurularak Çin ile karşılıklı çıkara dayalı
ilişkiler geliştirilmeye çalışıldı. Ancak Çin, kendi ulusal çıkarlarından
vazgeçmediği gibi bölgesel ve küresel ortamda ABD ile stratejik işbirliği yapmaktan uzak durdu. Diğer
yandan ABD, Afganistan ve Irak’a
yönelik askerî başarısını siyasal ve
ekonomik alanlara kaydıramadığından birçok zorlukla karşı karşıya
kaldı. Bu gelişmelerden sonra ABD,
Çin’i hedef alan güvenlik stratejisini
yeniden gündeme getirdi.
Çin’in Yükselişine Karşı ABD’nin
Çin Fobisi
Son zamanlar da Çin’in yükselişi ile
beraber ABD’nin gerilemesi ile ilgili
tartışmalar tekrar gündemi meşgul etmeye başladı. Bir olgu olarak Çin’in yükselişi son yirmi yıldır
uluslar arası kamuoyu tarafından
tartışılırken ABD’nin gerilemesi ise
özellikle 11 Eylül sonrası Afganistan
ve Irak savaşı sonrasındaki performansı ve 2008 yılında ortaya çıkan
global borç kriz ile daha sık bir şekilde gündeme gelmiştir.
11 Eylül saldırısından Haziran
2011’e kadar ABD, 3.7 trilyon dolar
savaş harcaması yapmış ayrıca bu
sürede ölenlerin sayısı ve güvenlik için yapılan masraflar ağır bir
bedele neden olmuştur. Bu nedenle Nobel ekonomi ödülü sahibi ve
Dünya Bankası Başkan Yardımcısı
ŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
71
Entelektüellerin ve
bilim adamlarının
bazı verilere ve tarihsel
olgulara dayanarak
ABD’nin çöküşünü ispat
etmeyi gelenek haline
getirdiklerini ifade eden
David A. Bell, bu tür bir
geleneğin olumlu tarafı
olduğunu ve eksiklikleri
kapatma açısından
önemli olduğunu
vurgulamaktadır.
Joseph E. Stiglitz, Başkan Bush’un
11 Eylül olayına olan tepkisinin
ABD’nin ekonomisine zarar verdiğini, güvenlik durumunu da kötüleştirdiğini ve dolayısıyla Bush yönetiminin Irak’a yönelik müdahalesinin
yanlış olduğunu belirtmektedir.
Harvard Üniversitesi Kennedy
School of Government’an Prof.
Stephen M. Walt ise Bush yönetiminin Irak savaşı sırasında Afganistan’ı
ihmal ettiğinden dolayı ABD’nin
aslında her iki savaşı kaybettiğini
vurgulamaktadır. Üstelik Bush yönetiminin vergi indirimi ve yanlış
maliye politikası, ABD’yi uzun yıllar
boyunca finansal sorunlar içinde
kilitleme durumuna sokmuştur.
Stephen M. Walt’e göre, bütün bu
gelişmeler ABD’nin çöküş yolunun
başına geldiğini gösteriyor. Çin
uzmanları da ABD’nin bu yolun
başında olduğunu ileri sürmektedirler. Singapur Üniversitesi Kamu
Lee Kuan Yew Politikası Enstitüsü
müdürü Kishore Mahbubani, 11 Eylül olayları ile başlayan süreç içinde
ABD’nin kaybettiğini Bin Laden’in
ise kazandığını belirtmektedir. Bazıları bu süreci ABD’nin stratejik çekilme dönemi olarak tanımlarken
bazıları ise bu sürecin ABD’nin artık
güvenli olmayan bir ülke olduğunu
ortaya koyduğunu ifade etmektedir.
Fakat, Harvard Üniversitesi eko72
STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012
nomi Prof. Charles Wolf, ABD’nin
ekonomik açıdan çöküşte olmadığı görüşündedir. Charles Wolf’e
göre, bir ülkenin çöküşü rakamlarla
ölçülemez, bir ülkenin etkisini
ölçmek için bazen yaratıcılık,
yenilikçilik, girişimcilik ruhu ve
macera ruhu gibi gizli faktörlerin
dikkate alınması gerekir. Çünkü
rakamlarda bir ülkenin uzun
ve kısa vade etkisini yaratan
kültürü, fikri mülkiyeti, yasa ve
siyasal özgürlüğünü görmek pek
mümkün değil. Bu nedenle ABD’nin
çöküşünden bahsetmek henüz
erken olduğu gibi meselenin özü de
karışıktır. Harvard Üniversitesi’nden
Prof. Joseph S. Nye ise tarihteki tecrübeleri dikkate alarak ABD’nin her
şeyi yapabilecek imkânı olmadığını
ortaya koyduğunu, ABD’nin çöküşünün yeni güçlerin yükselişiyle
kıyaslandığında bunun göreceli
bir çöküş olduğunu belirtiyor. Yani,
yeni güçlerin yükselişi ile birlikte
ABD’nin çöküşe doğru gittiği görülmektedir. Joseph Nye’ye göre,
geçmişte çöküşe doğru giden
ülkelerin tarihlerine bakıldığında
ABD’nin hala bazı güç avantajlarına
sahip olduğu görülecektir. En
önemlisi ABD, hala eşsiz jeopolitik
konuma sahip, sömürge bölgesi
olmayan ve iki okyanus tarafından
güvenlik bariyeri ile kuşatılmış
bir ülke olmasıdır. Dolayısıyla
ABD’nin üç düzeyde avantajı vardır:
bunlardan ilk düzey, askerî olarak
en ileri düzeyde olması; İkinci düzey
ekonomidir. ABD, Avrupa, Japonya
ve Çin ile eşit durumdadır; Üçüncü
düzey ise küresel konulardır.
Terörizm, uyuşturucu kontrolü,
ağ güvenliği ve veba gibi küresel
konular ABD’yi ilgilendirmektedir.
Freeman Spogli Institute for International Studies kuruluşunun uzmanı Josef Joffe, Çin’in yükselişiyle
ABD’nin çöküşünü ortaya koymanın doğru olmayabileceğini ifade
etmektedir. Josef Joffe’ye göre,
ABD’nin iki savaşa girmesi ve Büyük
Buhran’dan bu yana en kötü krizi
geçirdiği bir dönemde ABD, askerî,
ekonomik, diplomatik ve kültürel
olarak hala en güçlü konumdadır.
Çin’in yükselişi ABD’nin nispeten
çöküşünü göstermektedir ancak bu
ABD’nin dibe kadar çöktüğü anlamına gelmiyor. Bazı Çinli uzmanlar
da, ABD’nin çöküşünden bahsetmenin henüz erken olduğunu ve
11 Eylül olayları da ABD’nin çöküşünün başlangıcı olmadığını saptamaktadır. The Ekonomist dergisinin
Asya editörü Gideon Rachman de
ABD’nin hala dünyanın en güçlü ülkesi olduğu kanaatindedir. Gideon
Rachman’a göre, ABD dünyanın en
büyük ekonomisine sahip olmaya
devam etmekte, dünyanın en iyi
üniversitelerine ve dünyadaki
büyük
sektörlerin
birçoğuna
sahiptir. ABD ordusunun rakibi
olmadığı gibi ABD’nin girişimci
ruhu ve teknoloji kapasitesi
dünyanın en ileri seviyesindedir.
Yetenekli göçmenler hala ABD’ye
akın etmektedir. Buna rağmen
ABD’nin bazı alanlarında yetersiz
kaldığı da bir gerçektir. Princeton
Üniversitesi tarih Prof. David A.
Bell, ABD’nin çökeceğinden bahsetmenin henüz erken olduğunu
ve ABD’nin çökeceğini sürekli dile
getirmenin sadece entelektüel
alışkanlıklardan kaynaklandığını
açıklamaktadır. Amerikalı entelektüeller ve bilim adamları bazı verilere ve tarihsel olgulara dayanarak
ABD’nin çöküşünü ispat etmeyi bir
gelenek haline getirdiklerini ifade
eden David A. Bell, bu tür bir geleneğin olumlu tarafı olduğunu
ve eksiklikleri kapatma açısından
önemli olduğunu vurgulamaktadır.
Bazı uzmanlara göre, 11 Eylül sonrası Washington devlet dışı aktörlerin tehdidine fazla önem vererek
geleneksel güçlerin yaratacağı riski
göz ardı etmiştir. ABD, Afganistan
ve Irak savaşı ve küresel terörizm
sorunlarıyla meşgul olurken, Çin
ise bu fırsatlardan yararlanarak
ekonomik büyümesini ve askerî
modernizasyonu ile birlikte böl-
gesel ve küresel düzeyde etkisini
arttırmış ayrıca ABD’nın borç krizi,
Çin’in askerî yayılmacılığı için de
fırsat yaratmıştır. Prof. Dr. Aaron L.
Friedberg, Çin’in “savaşmadan savaşı kazanan” bir ülke olduğunu ve
Çin’in ABD’nin Asya-Pasifik bölgesindeki çıkarlarına zarar vereceği
gibi ABD’nin bu bölgedeki varlığını
da kaldıracağını ileri sürmektedir.
Bu bağlamda bazı ABD think-tank
kuruluşları Çin’e ulusal güvenliği
tehdit eden bir ülke olarak bakılmasını önermektedirler. Güvenlik
stratejisi tehdide göre oluşturabilir
ve bu şekilde Çin ABD’nin stratejik
güvenliği için hedef haline
getirilebilir. Son yıllarda ABD ve
dünya kamuoyunda yükselen
Çin’in, tarihte yaşanan yükselen
gücün mevcut hegemonya gücüne
meydan okuduğu olgusundan
hareketle
ABD’nin
sonunu
getirebileceğine ilişkin endişeler
ve görüşler var. Ancak ABD Başkan
Yardımcısı Joe Biden gelişmelerin
bu şekilde cereyan etmeyeceğini
ve Çin’in yükselişinin ABD’nin sonunu getirmeyeceğini iddia etmektedir.
ABD-Çin İlişkilerinin Isınması
30 Ocak 2009’da, Çin Devlet Başkanı Hu Jintao’nun Demokrat aday
Barack Obama’nın ABD Başkanı
olarak seçilmesini kutlamak için
gerçekleştirdiği telefon görüşmesinde Başkan Hu Jintao, Çin-ABD
ilişkilerini güçlendirmek için diyalogu güçlendirmek, karşılıklı güveni
artırmak ve işbirliğini genişletmek
istediklerini; karşılıklı temel çıkarlara saygı ve ilgi duymak, ortak küresel sorunlarla başa çıkmakla ilişkilerinin sürekli ve istikrarlı bir şekilde
gelişeceğini ifade etmiştir. Başkan
Obama da ABD yönetiminin Çin ile
daha olumlu, daha yapıcı ilişkiler
geliştirmek için istekli olduğunu
belirterek, ABD ve Çin açısından
iki ülke ilişkilerinden daha önemli
ikili ilişkilerin olmadığını vurgulamıştır. Başkan Obama’ya göre,
iki ülke pek çok konularda ortak
çıkarlara sahiptir, ABD-Çin arasında
yapıcı diyalogun ve işbirliğinin
güçlendirilmesi sadece iki ülkenin
yararına değil, aynı zamanda bütün
dünyanın yararına olacaktır. ABD,
önemli uluslararası ve bölgesel
konularda Çin ile işbirliğini güçlendirmeyi ummaktadır. Obama yönetiminin Çin politikası olumlu bir
diyalog ile başlamış ancak Clinton
yönetimi dönemindeki stratejik işbirliğinin ortaklık ilişkileri düzeyine
ulaşamadığı görülmektedir.
Başkan Bill Clinton döneminden
ABD, Afganistan, Irak
ve küresel terörizm
sorunlarını çözmekle
meşgul olurken, Çin ise bu
fırsatlardan yararlanarak
ekonomik büyümesini ve
askerî modernizasyonu
ile birlikte bölgesel ve
küresel düzeyde etkisini
artırmaya çalışmıştır.
itibaren ABD’nin Çin’e yönelik politikalarından biri Çin’in demokratikleşmesidir. Başkan Obama Çin
ile yakın bir ilişki kurmak için Çin’e
yönelik demokratik baskıyı değişik
bir şekilde askıya almaya çalışmıştır.
Başkan Obama’nın Eylül 2009’da,
BM Genel Kurulu’ndaki konuşmasında, demokrasinin dışarıdan bir
ülkeye empoze edilemez olduğunu ifade ederek her ülkenin kendi
yolunu bulması gerektiğini ayrıca
hiç bir yolun mükemmel olmadığına değinerek geçmişte ABD’nin
demokrasi teşvikinin fazla seçici
olduğunu itiraf etmiştir. Hâlbuki
Başkan Obama ile yakın duran
Center for a New American Security kuruluşunun Eylül 2009’daki
raporu farklı önerileri sunmaktadır.
Rapora göre ABD’nin Çin’in yükselişini engellemesine gerek yok. Çin
ile ilişkilerini ve işbirliğini devam
ettirmelidir. Bu şekilde Çin’i şekillendirmeye çalışmak lazım. Ancak
demokrasiyi teşvik etme stratejisini uygulaması önemlidir. Özellikle
Çin’e karşı Asya Pasifik’te demokratik ülkeler birliğini vücuda getirmelidir. ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı James B. Steinberg söz konusu
raporun ilan edilmesinden iki gün
sonra aynı düşünce kuruluşundaki
konuşmasında, ABD bir yandan
kendi ulusal çıkarlarını koruyacak,
diğer yandan da Çin’in yükselişine
de alışacak diyerek Washington’un
politik
düşüncesini
ortaya
koymuştur.
ABD-Çin ilişkilerini olumlu bir düŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
73
Clinton ABD’nin Pakistan
ve Müslüman topluluklar
ile ilişkileri konusundaki
bir konuşmasında
ABD’nin tek başına
dünyanın sorunlarını
çözemeyeceğini, ancak,
ABD olmadan da
dünya problemlerinin
de çözülemeyeceğini
belirtmişti.
zeye ulaştırmak için Başkan Obama iktidarın ilk yılında Çin ziyaretini gerçekleştirmesi gündeme
gelmiştir. Bu hazırlıklar için ABD
Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, Şubat 2009’da Çin’i ziyaret etmiştir.
Bakan Clinton’nun göreve gelir
gelmez Asya ve Çin’i ziyaret etmesi,
ABD’nin yeni hükümetinin Asya ve
Çin ile ilişkilerine önem verdiğini
göstermektedir. Bakan Clinton
da iki ülke arasındaki olumlu
işbirliğinin yeni bir dönemin
başlangıcı olduğunu belirtmiştir. Bu
görüşmede Başkan Hu Jiantao 21.
yüzyıldaki Çin-ABD ilişkilerini dünyanın en önemli ikili ilişkilerinden
biri olarak tanımlamıştır. Ayrıca Çin
tarafı da küresel çapta ABD ile iyi bir
ilişki sürdürmeye çalışmaktadır. Ancak Çin, daha çok ABD’nin Çin’in temel çıkarlarına (Core interests) saygı göstermesini beklemektedir. Çin
uzmanları bu dönemdeki Çin-ABD
ilişkilerine olumlu bakarak Başkan
Hu Jintao’nun liderliğinde Çin-ABD
ilişkilerinin ilerlediğini ileri sürmektedirler.
ABD Dışişleri Bakanı Hillary
Clinton’un Asya turuna çıkmadan
önce ABD’nin Asia Society düşünce
kuruluşunda ABD-Asya İlişkileri:
Geleceğimiz İçin Vazgeçilmezler
konulu bir konuşma yapmıştır. Konuşmasına Çin’in ABD için ne kadar
önemli olduğunu ve Çin’in barış ve
74
STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012
refahının sadece Asya-Pasifik bölgesi için değil, dünya çapında da
çok önemli olduğu sözleriyle başlayan Bakan Clinton, ikili ilişkilerini
bir Çince deyimle anlatmıştır: “aynı
teknede olanlar birbirine destek
çıkarlar”, yani aynı teknede olduğunuzdan, nehri geçmemiz için barış
içinde birlikte olmanız lazım. Aynı
ifadeyi Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi ile ilgili
bir toplantıdaki konuşmasında da
kullanan Bakan Clinton, Çin ziyareti
sırasında Çin Başbakanı Wen Jiabao
ile görüştüğünde Jiabao bu ifadeyi
takdirle karşılamıştır. Başbakan Jiabao, Bakan Clinton’un kullandığı
Çince deyimin devamı olan “el ele
verip birlikte ilerlerler” ifadesini kullanmıştır. Bakan Clinton da, ABD ve
Çin’in gelecekte birlikte çalışmak
için çok iyi bir fırsatları olduğuna
gerçekten inandığını belirtmiştir.
Obama yönetimi yaşanan iki savaş
ve küresel borç krizinden sonra
küresel politikasını sürdürebilmek
için başka güçlerle işbirliği yapma
çabası içine girmiştir. Bakan Clinton ABD’nin Pakistan ve Müslüman
topluluklar ile ilişkileri konusundaki
bir konuşmasında Amerika Birleşik
Devletleri’nin tek başına dünyanın
sorunlarını çözemeyeceğini, ancak,
ABD olmadan da dünya problemlerinin de çözülemeyeceğini belirt-
mişti. Yani ABD, finansal kriz, iklim
değişikliği, nükleer silahsızlanma,
terörizm ve başka konularda diğer
ülkelerin işbirliğine ihtiyaç varsa
bile yine de öncü bir rol oynamak
zorundadır.
Ocak 2011’de, ABD Dışişleri Bakanı Clinton, diplomat Richard C.
Holbrooke’un cenaze töreninde
ABD-Çin ilişkileri üzerinde bir konuşma yapmıştı. Bakan Clinton,
Çin’in bir tehdit olmadığını ve ABDÇin arasında sıfır toplamlı veya dost
ya da düşman ilişkileri olmadığını
belirterek, iki ülke aynı teknede
olduğundan dolayı aynı yönde
ilerlemesinin gerektiğini, aksi halde bunun kargaşa ve girdaplar
yaratacağını ifade etmiştir. Bakan
Clinton’a göre, bu olumsuz ilişkiler
sadece ikili ilişkilere zarar vermek ile
kalmıyor, aynı zamanda diğer alanları da etkilemektedir. Çin’in 30 yıllık
başarısını takdir ettiklerini ve yükselen bir Çin’i karşılayacaklarını belirten Bakan Clinton, Çin ile olumlu
ilişkileri geliştirmek ve olumlu geleceği yaratmak için birlikte mevcut ve gelecekteki zorluklara karşı
işbirliği yapmaya hazır olduklarının
altını çizmiştir. Dört gün sonra 1821 Ocak tarihlerinde, Çin Devlet
Başkanı Hu Jintao, ABD ziyaretini
gerçekleştirmiş ve iki ülke arasında
ortak bir bildiri yayınlamıştır. Çin
uzmanlarına göre söz konusu bildiri Çin-ABD ilişkileri için bir eylem
programıdır.
Bakan Hillary Clinton’un Mart
2011’de, ABD Senato Dış İlişkiler
Komitesi’nde yaptığı konuşmada
Çin’in Pasifik ada ülkelerinde ve
enerji konusunda ABD ile yarıştığını ve ABD’nin gerçek rakibinin Çin
olduğunu anlatmıştır. Bakan Hillary
Clinton’a göre, ABD diğer güçlerle
rekabette zayıflık göstermekte ve
enformasyon savaşını da kaybetmektedir; bu da ABD’nin dünyadaki
liderlik konumunu zedelerken Çin
ile İran gibi ülkelerle mücadelesini
de olumsuz etkilemektedir. Doğal
olarak Çin’in tepkisi de gecikmedi.
Verilen tepkide Çin’in bu ülkelerin
kendini geliştirme kapasitesini güçlendirmesine yardım ettiğini ve bunun ada halkı tarafından memnuniyetle karşılandığı cevabı verilmiştir.
ABD-Çin İlişkilerindeki
Gerilemeler
Obama yönetimi Çin ile yeni ilişkiler geliştirmeye çalışırken, iki ülke
arasında bölgesel ve küresel çıkarların farklı olması, siyasal ve toplumsal değerlerden kaynaklanan
yapısal sorunlar ile birlikte, yaşanan ticaret anlaşmazlıklarının ikili
ilişkilerin belli bir düzeye ulaştırılmasını zorlaştırmaktadır. Özellikle
Başkan Obama’nın Asya’ya geri
dönüş politikası Çin’in bölgedeki
etkisini kırma olarak okunmaktadır. Aslında ABD’nin Asya Pasifik ve
Çin’e yönelik politikası yeni değildir.
Obama iktidara geldiğinde bu politikayı yürürlüğe koymuş, bu durum
ABD’nin Asya’ya geri dönüşü olarak
tanımlanmıştı. ABD’nin Asya’ya geri
dönüşü Başkan Obama’nın 2009
yılının sonunda Asya turu ile birlikte belirginleşmeye başlamış ve şu
anda da bir gerçek olarak gündemdeki yerini korumaktadır.
Başkan Obama, 2009 yılının sonunda Çin ziyaretini gerçekleştirmişti.
Obama, Çin ziyareti öncesi, Çin’i
“önemli ortak ve aynı zamanda
bir rakip” (vital partner, as well as
a competitor) olarak gördüğünü
belirtmiş ancak “sorunlarımızın bir
kısmını çözmezsek, bence hem
ekonomik hem de siyasi açıdan
ilişkilerde büyük çaplı gerilimler ortaya çıkacak” şeklinde ikili ilişkilerini
tanımlamıştır. Başkan Obama’nın
ifadesine göre, ABD ve Çin dünyanın en güçlü ülkeleri arasındadır ve
küresel meselelere karşı geniş çapta işbirliği yapmaları gerekmektedir. İkili ilişkilerde rekabetlerin adil
ve dostça olması gerekir. Obama,
iklim değişikliği, ekonomik krizden
çıkış, nükleer silah sızlanması gibi
konularda Çin ile birlikte çalışmayı dile getirerek ABD’nin bunları
tek başına başaramayacağını belirtmişti. Başkan Obama, ABD-Çin
ekonomik ilişkilerinin çok önemli
olduğunu ancak ticaret ilişkilerinde dengesizlik olduğunu ve bu
durumun sebeplerinden birinin
Çin’in para birimi Yuan’ın değerini
düşük tutmasından kaynaklandığı tespitini yapmıştı. ABD’nin Çin’e
artık sürdüremeyecek kadar büyük
çapta borçlandığını anlatan Obama, aralarındaki dengesizlik ticaretini düzeltebilmek için Çin’den
çok ucuz mamül almak yerine Çin’e
daha fazla mal satmaları ve böylece
Amerikalılar için istihdam yaratmaları gerektiğini belirtmiştir. Obama,
çok fazla dolar rezervine sahip olan
Çin’i de uyardı ve ABD’nin ekonomideki başarısızlığının Çin’i de etkileyeceğini ifade etti. Obama ikili
ilişkilerinde her zaman sorun olan
insan hakları konusuna da değinerek “ifade, basın ve din özgürlüklerinin sadece Amerikan değerleri
değil, evrensel değerler olduğuna
inanıyoruz. Çin heyetleriyle görüşmelerimizde bu konular her zaman
gündeme gelmiştir ve böyle de devam edecektir.” “Küresel ölçekli konular bağlamında iklim değişikliği,
İran ve Kuzey Kore nükleer sorunu
ikili görüşmelerde yer alacağı gibi
söz konusu alanlarda da işbirliği
arayışında bulunulacaktır.
Obama’nın Asya’ya geri
dönüş politikası Çin’in
bölgedeki etkisini kırma
olarak okunmaktadır.
Aslında ABD’nin Asya
Pasifik ve Çin’e yönelik
politikası yeni değildir.
Obama iktidara
geldiğinde bu politikayı
yürürlüğe koymuş, bu
durum ABD’nin Asya’ya
geri dönüşü olarak
tanımlanmıştı.
Obama’nın Çin için kullandığı
“önemli ortak ve aynı zamanda bir
rakip” ifadesini daha çok ekonomiticaret ilişkileri bağlamında kullandığı anlaşılmaktadır ancak ABD-Çin
ilişkileri ikili ilişkiler dışına çıkarak
küresel boyut kazandığı için kullanılan ifadenin mahiyeti daha farklı
olabilir, yani bazı konu ve alanlarda ortak olunabilirken bazı konularda da rakip olunabilmektedir.
Obama’nın Çin ilişkilerini “ortak” ve
“rakip” olarak tanımlaması, Clinton
dönemindeki “stratejik işbirliği ortaklık” ile Bush dönemindeki “stratejik rakip” tanımının kombinasyonu hâlini göstermektedir.
Obama yönetimi Çin’in egemenlik
iddiası olan konulara da girmektedir. Temmuz 2010’da Dışişleri
Bakanı Hillary Clinton, Vietnam’ın
başkenti Hanoi’de düzenlenen
ASEAN Bölgesel Güvenlik Formu
toplantısında (ASEAN Regional Forum, ARF) Spratly Adaları ve Paracel
Adaları’nın ABD’nin ulusal çıkarlarını ilgilendirdiğini ve adalar üzerinde
egemenlik talepleri olan bütün ülkeleri desteklediğini ifade etmiştir.
Bakan Clinton, söz konusu adalar
üzerindeki ihtilafları işbirliği diplomasisi ile çözüme kavuşturulmasını istediklerini, kuvvet veya kuvvet
tehdidi kullanımına dayalı operasyonlara karşı olduklarını belirtmiştir. Çin ile bazı Güneydoğu ülkeleri
ŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
75
Başkan Obama’nın
Çin’e baskı yapması ve
Asya Pasifik’te ABD’nin
etkisini tesis etme
çabası ikili ilişkileri
gerginleştirmektedir. Ama
asıl Çin’i endişelendiren
gelişme Obama
yönetiminin yeni savunma
stratejisidir.
arasında Güney Çin Denizi’nde
bulunan bazı adalar üzerinde
egemenlik sorunu yaşanmaktadır.
Bakan Clinton’un bu açıklaması
mevcut sorunun tekrar alevlenmesine neden olmuştur. Çin’in tepkisi
gecikmemiş ve ABD’nin ihtilaflı
adalar üzerindeki tutumu adil gibi
görünüyorsa da aslında Çin’e yapılan bir saldırı olarak okunmuştur.
Diğer yandan ABD’nin Asya Pasifik bölgesinde ekonomik stratejik
işbirliğini teşvik eden Trans-Pasifik
Ortaklık (TPP) yapılandırmasına hız
vermesi de Çin’in bölgedeki etkisini
kırmayı hedeflediği anlaşılmaktadır.
Başkan Obama’nın Kasım 2011’de
Hawaii’nin Honolulu’da düzenlenen APEC zirvesinde söz konusu
Trans-Pasifik Ortaklık, normal ticaret anlaşması kapsamını aşan daha
geniş bir anlaşmanın örneği olacağını belirtmiştir. Obama, sistemde
boşluklardan yararlanan herhangi
biri ile ilişki kurmayacağını belirterek Çin’e gönderme yapmıştır.
Obama-Hu Jintao görüşmelerinde,
Çin’in ekonomi-ticaret kurallarına
uyulması gerektiğini ifade etmiş Çin’in mutlaka küresel ticaret
kurallarına göre oynamasını ve
yetişkin biri gibi hareket etmesi
gerektiğini de vurgulamıştır.
2005’te ortaya çıkan ve 2008’de
ABD’nin katılması ile vücuda gelen
76
STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012
Trans-Pasifik Ortaklık örgütüne üye
olan ülkeler Avustralya, Brunei, Şili,
Malezya, Yeni Zelanda, Peru, Singapur, ABD ve Vietnam gibi ülkelerdir. Japonya, Güney Kore, Kanada
ve Meksika ülkeleri de üye olma
yolundadır. Üye ülkelerin artışı ile
örgüt 800 milyon nüfuslu bir pazar
oluşturacak ve küresel ekonominin
yaklaşık % 40’ını teşkil edecektir.
27 üyesi olan AB’den daha büyük
bir güce sahip olacak bu örgüt,
ABD’nin geleneksel serbest ticaret
anlayışı ve Dünya Ticaret Örgütü dışında yeni bir ticaret alanını
açmış olacaktır. Bu nedenle Bush
döneminden itibaren Washington
yönetimi bu örgüte önem vermektedir. Çin’in yer almadığı TransPasifik Ortaklık örgütü, öteden beri
büyük enerji sarf ederek bölgede
oluşan ASEAN+3 (ASEAN+Çin,
Japonya, Güney Kore) sistemini
gölgede
bırakacak
sonuçları
yaratmayı
hedeflemektedir.
Tayvan’ın da örgüte sıcak bakması
ve ilerdeki uygun bir zamanda
üyeliğe başvurma talebi, uzun
süreli
diplomatik
ve
ticari
zorluk durumunu açmasına ve
Çin’in uluslararası ortamındaki
baskılarından kurtulmasına ve
böylece Çin’in Tayvan üzerindeki
kontrol
etme
kapasitesini
zayıflatacaktır. Bu gelişmeler,
Çin’in girişimini ve dolayısıyla etkili
olan Asya-Pasifik bölgesindeki
ekonomi-ticaret yapılandırmasının
kırılma tehlikesini yaratacaktır.
Çin tarafı ABD’nin TPP planına
karşı çıkmasına rağmen bazı
Çin uzmanları Çin’in de TPP
yapılandırmasına müdahil olmasını
ve bu yeni yapılandırmada etkili
olmasını tavsiye etmektedirler.
Hawaii’deki APEC toplantısında
Çin ve ABD liderleri arasındaki bu
ihtilaflar ikili ekonomik ve ticari
anlaşmazlıkların belli bir düzeye
ulaştığını gösteriyor. Ancak Obama yönetiminin Asya’ya geri dönüş politikası ikili ilişkileri germektedir. ABD Başkanı Obama, Kasım
2011’de Avustralya parlamentosunda yaptığı konuşmada ABD’nin
bir pasifik ülkesi olduğunu ve hep
burada kalacağını beyan etmiştir.
Başkan Obama’ye göre “şüphesiz,
21. yüzyılda ABD Asya Pasifik’te
tam girişimde bulunacaktır”. Bu
Obama’nın Pekin’e ABD’nin Asya
Pasifik’te kendi etkinliğini arttıracağına ilişkin açık mesajıdır. Başkan Obama, savunma harcama
kesintisi yapılmasına rağmen Asya
Pasifik bölgesindeki etkisinin kurban etme niyetinde olmadıklarını
vurgulamaktadır. ABD Asya Pasifik
bölgesinde “güç projeksiyonu yapacak ve barışa yönelik tehditleri
caydıracaktır.” Başkan Obama’nın
Asya Pasifik’te gücünü yeniden tesis edeceğine dair ifadeleri bundan
daha net olmamıştı. Başkan Obama, Avustralya’da ABD’nin Asya
Pasifik’te daha büyük ve uzun vadeli rolleri icra edeceğini ve Asya
Pasifik bölgesinde barışı, ekonomik
özgürlüğü ve insan haklarını sağlamak için çabalayacaklarını ifade
etmiştir. ABD’nin Çin’den korkmadığını, Çin’in denizde navigasyon özgürlüğü ve serbest dalgalı kur dâhil
birçok alanda uluslararası standartlara uyması gerektiğini de istemişti.
Ayrıca ABD, Avustralya’nın Darwin
limanında 2500 kişiden oluşan yeni
bir kalıcı askerî üssün kurulmasına
da karar vermişti. Bütün bu gelişmeler ABD-Çin ilişkilerini geren konulardır.
Bununla birlikte ABD Dışişleri Bakan Hillary Clinton’un Güneydoğu
Asya ülkeleri ile Çin arasında
tartışmalı olan Paracel ve Spratly
adaları üzerindeki politikası da Çin’i
rahatsız etmektedir. Bütün bu gelişmeler Çin tarafından ABD’nin Çin’in
bölgedeki etkisini kırmak ve bölgede hegemonyasını kurmak olarak
algılanmıştır. Kasım 2011’de ABD
Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’un
yazdığı ABD’nin Pasifik Yüzyılı makalesinde ABD-Çin ilişkilerinin geleceğine açıklık getirilmişti. Makalede, ABD’nin geleceğine yönelik
siyaseti Asya’ya bağlı ve geleceğin
on yılında ABD’nin dış politikasının
misyonu ise büyük ölçüde Asya
Pasifik bölgesine yatırım yapmak
olacağı vurgulanıyordu. Aynı makalede, ABD’nin Çin ile olan ilişkileri
ABD’nin kuruluşundan bu güne en
zor ve etkisi büyük olan ikili ilişkilerden biri olacağının altı çizilmektedir. Bakan Clinton’a göre, ABD-Çin
ilişkilerinin kılavuzu yoktur ancak
çıkarlarının önemli olduğu için bu
zorluğun başarılması gerekmektedir.
Obama Yönetiminin Hedefi Çin
olmalıdır. İkincisi: Asya Pasifik bölgesi yükselen büyük güçlerin merkez sahnesidir ve ABD stratejisinin
odak noktası olmalıdır. Asya Pasifik
bölgesi dünyanın en dinamik alanıdır, küresel ekonomik büyümenin
motorudur ve 21. yüzyılın küresel
düzene şekil verebilecek etkin merkezidir. Bundan dolayı Asya Pasifik
bölgesi dünyanın en belirsiz ve en
fazla risk altında olan alanlarından
biridir. Bu bölge ABD’nin küresel
liderliğini ilgilendiren bir bölgedir.
Bu nedenle Asya Pasifik bölgesi için
ABD’nin gelecekteki küresel stratejisinin önemli alanı olmalıdır.
Obama yönetimi iktidara geldiği
dönemde ABD strateji çevreleri ABD’nin stratejik hedefleri ve
öncelikleri gibi temel meseleler
üzerinde tartışmalarda bulunmuşlardı. Bu tartışmaların sonucunda
iki noktada uzlaşıldı. Birincisi: Terörizmle mücadele ve büyük güçlerin
yükselişine yanıt vermek ABD’nin
uzun vadede yüzleşeceği iki önemli stratejik görevdir. Bush yönetimi terörle mücadele gündemi ile
meşgul olup yükselen güçlere karşı
hazırlıksız konuma düşerek stratejik
hata yapmıştır. Terörizmin ağır darbe alması ve Irak ile Afganistan’ın
dönüşümü yavaş yavaş sonuç vermeleri ile birlikte, büyük güçlerin
yükselişine karşı alınacak tedbirler
Obama yönetiminin ciddi görevi
2009 yılının sonunda ABD Başkanı
Obama’nın Asya ziyareti sırasında,
Obama yönetiminin Asya Pasifik
bölgesine geri dönüşünün sinyali
verilmişti. Temmuz 2010’da, Dışişleri Bakanı Clinton’un Vietnam’ın
başkenti Hanoi’deki konuşması ise,
ABD’nin bölge sorunlarına iştirak
etme politikasının göstergesi gibiydi. Bununla birlikte, Washington’un
Asya Pasifik’teki askerî varlığını
devam ettirme kararı ve bölge güvenliği için müttefiklerle askerî tatbikatları daha sık ve yaygınlaştırma
amacıyla bir dizi ortak tatbikatlar
yapılmıştır. Başkan Obama’nın, Kasım 2011’deki Asya Pasifik ziyaretinde, ABD-Avustralya güvenlik ittifakı
ve Avustralya’da asker konuşlandırma kararı, Çin’in bölgedeki etkisine
Başkan Obama’nın
konuşmasında “Çin”
adı geçmemektedir
fakat Asya Pasifik’te
ABD’nin çıkarlarını
tehdit edebilecek gücün
Çin olduğuna işaret
edilmektedir. Ancak,
Pentagon’un raporunda
Çin adı üç yerde
geçmektedir.
karşı üstünlük kazanmanın çabası olarak yorumlanmıştı. ABD’nin
Asya Pasifik’teki askerî ve güvenlik
girişimleri, Çinli uzmanlar tarafından “Asya NATO’sunu”n (Asian version of NATO) oluşturulması olarak
tanımlanmış ayrıca ABD, Japonya,
Avustralya ve Hindistan arasında
oluşturulmaya çalışılan “değerler
ittifakı”nın Çin’i kuşatması olarak
algılanmıştır. Obama yönetiminin
Asya Pasifik bölgesine dönüş politikası, ABD-Çin ilişkilerini derinden
etkilemeye başlayarak Çin-ABD ilişkilerini ciddi bir testten geçirmektedir.
Başkan Obama’nın Çin’e baskı yapması ve Asya Pasifik’te ABD’nin etkisini tesis etme çabası ikili ilişkileri
gerginleştirmektedir. Ama asıl Çin’i
endişelendiren gelişme Obama
yönetiminin yeni savunma stratejisidir. 5 Ocak 2012’de, Başkan Obama, ABD Savunma Bakanı Leon
Panetta, ABD Genelkurmay Başkanı Orgeneral Martin Dempsey ve
diğer üst düzey askerî komutanlar
ile Pentagon’da düzenlediği basın
toplantısında, ABD’nin yeni askerî
stratejisini açıklamıştır. Başkan
Obama’nın Pentagon’a bizzat giderek bu açıklamayı yapması söz
konusu askerî stratejinin önemini
ve kendisinin de bu strateji belgesinin arkasında olduğunu göstermiştir. Başkan Obama’nın ABD’nin
ŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
77
Çin Savunma Bakanlığı
Basın Sözcüsü Geng
Yansheng, ABD tarafından
yayımlanan savunma
stratejisi rehberine dikkat
ettiğini ve ABD’nin askerî
stratejisinin Asya-Pasifik
bölgesinde ve küresel
güvenlik çevresini nasıl
etkileyeceğine yakından
bakılacağını ifade etmiştir.
yeni savunma stratejisi hakkındaki
konuşması, Pentagon’un yayımlandığı ABD’nin Küresel Liderliğini
Sürdürmek: 21. Yüzyıl Savunma
Öncelikleri (Sustaining U.S. Global Leadership: Priorities for 21st
Century Defense) adlı rapor üzerinden yapılmıştır. Başkan Obama
konuşmasında söz konusu rapor
üzerinde durmuştur. Çin adının
hiç geçmediği raporda, Başkan
Obama’nın açıklamasına göre,
ABD, Asya Pasifik’teki varlıklarını
güçlendirecektir.
Pentagon
raporuna göre, ABD askerî, küresel
güvenlik için katkıda bulunmaya
devam edecek, aynı zamanda AsyaPasifik bölgesine doğru yeniden
stratejik ayarlamalar yapacaktır.
ABD, Asya’daki müttefikleri ve
ortakları ile arasındaki ilişkilerini
arttıracaktır bu da bölgedeki
güvenlik ve diğer ortak çıkarlar
açısından önemlidir. ABD, Hindistan
ile uzun vadeli stratejik işbirliği
ilişkilerini geliştirmiş ve Hindistan’ın
bölgesel ekonomik güç ve Hint
Okyanusu bölgesinde güvenlik
sağlayıcısı rolünü desteklemiştir.
Raporda, Çin’in yükselişinin yarattığı sonuçlar, Kuzey Kore’nin meydan
okumaları, Arap Uyanışı, İsrail’in güvenliği, İran nükleer sorunu, Avrupa
müttefikler ve işbirliği ortaklarının
önemi ve NATO’nun Avrupa ve diğer bölgelerdeki önemli rolü, NATO
78
STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012
müttefikleriyle “akıllı savunma
(smart defense) yaklaşımının geliştirilmesi, Rusya ile ortak çıkarlar
üzerinde işbirliğinin önemi ve küresel güvenlik ve işbirliği alanlarına
Afrika ve Latin Amerika ülkelerinin
dâhil olması gibi konulara da yer
verilmiştir.
Başkan Obama’nın konuşmasında “Çin” adı geçmemektedir fakat
Asya Pasifik’te ABD’nin çıkarlarını
tehdit edebilecek gücün Çin olduğuna işaret edilmektedir. Ancak,
Pentagon’un raporunda Çin adı üç
yerde geçmektedir. Raporun Değişen Küresel Güvenlik Çevre bölümünde ABD’nin Çin ile olan stratejik ilişkileri anlatılmaktadır:
“Barışın ve istikrarın temininin sürdürülmesi, ticari faaliyetlerin ve
ürünlerin serbest dolaşımı ve ABD
etkinliğinin bu dinamik bölgede
sağlanması, askerî kapasite ve mevcudiyetinin devamında saklıdır.
Uzun vadede ele alındığında, Çin’in
bölgesel bir güç olarak ortaya çıkışının, ABD ekonomisi ve bizim
güvenliğimize çeşitli şekillerle ve
yollarla potansiyel etkileri olacaktır.
Doğu Asya’da barışın ve istikrarın
sürdürülmesi ve işbirliğine dayalı
karşılıklı ilişkilerin inşası konularında iki ülkenin (ABD ve Çin) birbirine
sıkı sıkıya bağlı ve güçlü temellere
dayanan çıkarları vardır. Fakat Çin’in
askeri gücünde yaşanan büyüme,
Çin’in stratejik niyetlerinin daha
açık bir biçimde tasvirine ihtiyaç
duyulmaktadır; böylece bölgede
doğacak sürtüşmelerin engellenmesini de mümkün kılacaktır. ABD,
gerekli yatırımları yaparak bölgesel
erişimin sağlanması ve anlaşmalarımıza dayanan yükümlülükler ve
uluslararası hukuka bağlı kalınarak,
serbestîye dayalı özgürce faaliyetlerini sürdürmeye devam edecektir.
Müttefiklerimiz ve ortaklarımızla
kurduğumuz ağlarımız yoluyla
çalışarak; temel istikrarın teminini
sağlayan, yeni güçlerin barışçıl yükselişini teşvik eden, ekonomik dinamizm ve yapıcı savunma işbirliğini
özendiren, kurallara (hukuka) duyarlı uluslararası düzenin devamını
sağlamaya kararlıyız”.
Raporun ABD Kuvvetlerinin Temel
Görevleri bölümünde Çin, İran ile
anılmaktadır:
Çin ve İran gibi devletler asimetrik
araçların kullanımını sürdürerek,
güç projeksiyonu kapasitemize
karşı çıkmaya devam edeceklerdir,
bunu yaparken de karmaşık silah
sistemleri ve teknolojilerinin devlet-dışı aktörlere yayılmasına yardımcı olmayı da sürdüreceklerdir.
Bu nedenle ABD ordusu gereken
yatırımları yaparak, girişimi engelleme (Anti-Access) ve bölgeye
hapsetmede (Area Denial) (A2/
AD) etkin bir şekilde faaliyetlerini
sürdürmenin yollarını arayacaktır.
Bu faaliyetler, Ortak Operasyonel
Erişim Konsepti Kavramı’nın uygulanmasını da kapsayacak, deniz-altı faaliyetlerdeki kapasitelerimizin
geliştirilmesi sürdürülecek, radara
yakalanmayan yeni bir hayalet avcı
bombardıman uçağı geliştirilecek,
füze savunma sistemleri geliştirilecek ve kritik öneme sahip uzay
merkezli kapasitemizin esneklik ve
etkinliğinin artırılması, geliştirilmesi
bağlamındaki çabalarımızın devamı sağlanacaktır.
Başkan Obama’nın konuşmasında
ve Pentagon’un raporunda Çin’i hedef alan konulara karşı Çin’in resmi
yanıtı 9 Ocak’ta geldi. Çin Dışişleri
Sözcüsü Liu Weimin: “Çin’in stratejik
niyeti net, açık ve şeffaftır. Çin, barışçıl gelişme yolunda hiç sapmadan
ilerlemektedir, bağımsız ve barışçıl dış politika ve müdafi savunma
politikası izlemektedir” açıklamasını yapmıştır. Sözcü Liu Weimin’in
açıklamasına göre, Çin’in savunma
alanındaki modernizasyonu ulusal
güvenlik ve kalkınma ihtiyaçları
için hizmet etmektedir, bölgesel
barış ve istikrar için olumlu bir
faktördür ve hiçbir ülke için tehdit
oluşturmamaktadır. Sözcü Liu’a
göre, Pentagon’un raporundaki
Çin’e yönelik suçlamalar asılsızdır,
insanları
inandıramazlar.
Açıklamasını Çin tarafının söz
konusu raporun muhtevasını
derinden incelemek için ele
alınacağı şeklinde devam ettiren
sözcü Liu Weimin, şu uyarıyı da yapmıştır: “Asya-Pasifik’in barış, istikrar
ve refahı, bölge ülkelerinin ortak çıkarları olduğu bir gerçektir, ABD’nin
bu konuda yapıcı bir rol oynaması
gerektiğini umuyoruz.” Çin Dışişleri
Sözcüsü Liu Weimin, Asya Pasifik
bölgelerinin güvenliğini ve istikrarını bozan tarafın Çin değil, ABD
olduğunu işaret etmiştir.
Çin
Savunma
Bakanlığı’nın
ABD’deki gelişmelere olan tepkisi
de 9 Ocak’ta verildi. Çin Savunma
Bakanlığı Basın Sözcüsü Geng Yansheng, ABD tarafından yayımlanan
savunma stratejisi rehberine dikkat
ettiğini ve ABD’nin askerî stratejisinin Asya-Pasifik bölgesinde ve küresel güvenlik çevresini nasıl etkileyeceğine yakından bakılacağını ifade etmiştir. Sözcü Geng Yansheng’e
göre, Asya-Pasifik bölgesinde barış
ve istikrar bir trenddir, kalkınma ve
refah ise bölge insanlarının arzusudur. ABD, çağın gidişatına ters
düşmeden objektif ve rasyonel
yaklaşım ile Çin ordusuna bakmalıdır; ABD, sözlerinde ihtiyatlı ve hareketlerinde dikkatli olmalıdır; ABD,
iki ordu arasındaki ilişkilerin gelişmesine kolaylık sağlamalı, bölgede barış ve istikrarı sağlayan işlerle
meşgul olmalıdır. Sözcü Geng Yansheng ayrıca söz konusu rapordaki
suçlamaların asılsız olduğunu ve
Çin’in savunma gücünün ve askerî
modernleşme stratejisinin tutarlı ve açık olduğunu ifade ederek,
Çin’in barışçıl gelişmelerinin ABD
dâhil bütün uluslararası toplum için
bir fırsat olduğunu ve bunun bir
meydan okuma olmadığının altını
çizmiştir.
Çin uzmanları, öteden beri 2012
yılının Çin-ABD ilişkileri açısından
çok zor olacağı ve Çin-ABD
ilişkilerinin 2012 yılında tarihî bir
döneme gireceği kanaatindedirler.
Onlara göre, 2012 yılında iki ülke
arasında daha fazla yapısal riskler
ve bilirsizlik faktörleri mevcut
olacak, yaşanacak olaylara dönük
gerçekçi yaklaşım ve zorluklara
karşı aktif girişimde bulunmakla
ancak değişken ve riskli 2012 yılı
atlatılabilecektir. Bazı uzmanlara
göre, ABD başkanlık seçimleri, ÇinABD ticaret ve döviz kuru anlaşmazlıkları ve ABD’nin Asya’ya geri
dönüş stratejisi ikili ilişkileri daha da
zor duruma sokabilir. ABD’nin Çin
uzmanlarına göre, Asya Pasifik’te
ABD-Çin çatışması kaçınılmazdır ve
iki ülke bu gerilimi yönetemediği
takdirde ciddi sorunlar yaratabilecektir.
Ancak, Başkan Obama’nın konuşması ve Pentagon raporu sonrası
Çin’in ABD uzmanları arasında yine
iki çeşit görüşe yol açmıştır. Genel
bir görüş, ABD’nin söz konusu Çin
politikasının Çin’e zarar vereceği ve
ABD’ye karşı tedbir alması gerektiği yönündedir. Çin-ABD arasındaki
çatışma kaçınılmaz bir durum
yaratmaktadır. ABD’li Çin uzmanlarının bazıları, ABD’nin söz konusu
savunma stratejisine karşı Çin’in
2012 yılında karşı koyma ihtimali
olduğu görüşündedirler. Diğer bir
görüş ise, ABD’nin söz konusu stratejisi Çin’e fazla zarar veremeyeceği
ve iki ülke arasında bir çatışmanın
çıkmayacağı yönündedir. China
Foreign Affairs University rektör
yardımcısı ve China Institute of International Relations kuruluşunun
başkanı Wang Fan, ABD’nin Asya’ya
dönüşü ile birlikte Çin’i değiştirebilecek kapasiteye sahip olmadığını,
ABD’nin sadece bölgedeki müttefiklerle işbirliği yapma arzusunda
değil, aynı zamanda Çin ile işbirliği
yapmak istediğini vurgulamaktadır.
Çin Renmin Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Enstitüsü Prof. Jin Canrong, söz konusu raporun sadece
ABD Savunma Bakanlığı’nın uluslararası duruma yaptığı bir tespit
ve plan olduğunu bunun ABD’nin
umumi görüşü olmadığını ileri sürmekte ve Çin’in bu durumu rahat-
Prof. Zhu Feng’a göre,
Çin-ABD arasında daha
önce olduğu gibi rekabet
devam edecek ancak yeni
bir Soğuk Savaş meydana
gelmeyecektir. Ancak
Pentagon, 2011’den beri
Çin’e yönelik Soğuk Savaş
zihniyetine dayalı askeri
strateji oluşturmaya
çalışmaktadır.
lıkla karşılaması gerektiği şeklinde
görüşünü belirtmiştir. Pekin Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Enstitüsü
Prof. Zhu Feng’a göre, kısa vadede
Çin-ABD ilişkileri ciddi bir zarara
uğramayacaktır, Çin’in tutumu
nispeten sakin olduğu gibi acele
bir şekilde ABD’ye karşı koymaya
çalışmamıştır çünkü neticede bu
yeni bir Soğuk Savaş’a dönüşebilir.
Bunu ne Çin ne de ABD görmek
istiyor. Şanghay Savunma Stratejik
Araştırmalar Enstitüsü uzmanı
Zhao Chu da, Çin-ABD arasında
Soğuk Savaş yaşanmayacağını ileri sürmektedir. Nitekim Pentagon
raporunun sadece stratejik bir belge olduğunu bunun askerî açıdan
Çin’e karşı tedbir almak ve hazırlanmak anlamına geldiği belirtilmektedir. Prof. Zhu Feng’a göre, ÇinABD arasında daha önce olduğu
gibi rekabet devam edecek ancak
yeni bir Soğuk Savaş meydana
gelmeyecektir. Ancak Pentagon,
2011’den beri Çin’e yönelik yeni
bir Soğuk Savaş zihniyetine
dayalı askeri strateji oluşturmaya
çalışmaktadır.
SDE Uzmanı, Doç. Dr.*
Not: Makalenin orjinal halinde, atıfta bulunulan kaynaklar dipnotlar şeklinde gösterilmiştir. Ancak makalenin uzunluğu sebebiyle,
yazarın da izniyle dipnotlara yer verilmemiştir.
ŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
79
Pakistan’da Darbe İhtimali ve
Hükümetin Geleceği
Khalilullah RASULİ*
Son günlerde Pakistan
kamuoyunda yaşanan
tartışmalar ordu ve
hükümet arasındaki
ilişkileri oldukça
gerginleştirmiştir.
Pakistan’da daha önce
buna benzer gerginlikler
karşısında ordu, tereddüt
etmeden hükümeti
devirebiliyordu. Ancak
mevcut durumda
Pakistan’ın içinde
bulunduğu koşulları ayrıca
bölgedeki ve dünyadaki
koşulları dikkate alan ordu,
hükümeti alışageldiği gibi
devirmenin pek mümkün
olmadığını fark etmiştir.
80
STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012
P
akistan,
1947
yılında
Hindistan’dan ayrıldıktan sonra bugüne kadar dört defa askeri darbe ile karşı karşıya kalmıştır.
İlk askeri darbe 1958 yılında General Muhammed Eyüp Han, ikinci
askeri darbe 1969 yılında General
Yahya Han, üçüncü askeri darbe
1977 yılında General Muhammed
Ziya-ul-Hak ve dördüncüsü ise
1999 yılında General Pervez Müşerref tarafından gerçekleştirilmiştir.
Son günlerde Pakistan kamuoyunda yaşanan tartışmalar ordu ve hükümet arasındaki ilişkileri oldukça
gerginleştirmiştir. Pakistan’da daha
önce buna benzer gerginlikler karşısında ordu tereddüt etmeden
hükümeti devirebiliyordu. Ancak
mevcut durumda bölgedeki ve
dünyadaki koşulları dikkate alan
ordu, hükümeti alışageldiği gibi
devirmenin pek mümkün olmadığını fark etmiştir. Bu bağlamda
ordu, hükümete karşı yumuşak güç
kullanarak onu düşürebilecek girişimlerde bulunmayı denemektedir.
Bu çerçevede, ilk olarak parlamentoyu devreye sokarak hükümeti
düşürme girişiminde bulundu ancak parlamento hükümete güvenoyu konusunda tam destek vererek bunu engelledi. Parlamento
mecrasında amacına ulaşamayan
ordunun bu kez Yüksek Mahkeme
ile bu amacına ulaşmaya çabaladığı öne sürülmektedir. Dolayısıyla
iki yıl öncesine dayanan bir davayı Yüksek Mahkeme’nin yeniden
gündeme getirmesini, ordunun bu
amacına yönelik bir hazırlık olarak
değerlendirmek mümkündür.
Zerdari ve 2007’de öldürülen eşi
Benazir Butto, 2003’te, İsviçre’deki
bir mahkeme tarafından milyonlarca dolar aklamak ve İsviçre şirketlerinden komisyon almaktan
dolayı gıyaben suçlu bulunmuş-
Pakistan Cumhurbaşkanı
Asıf Ali Zerdari ile ordu
arasındaki gerginliğin
merkezinde, Mayıs
2011’de ABD’li Amiral
Mike Mullen’e gönderilen
ve Pakistan’da ordunun
darbe hazırlığına karşı
yardım talebinin yer
aldığı bir bilgi notu yer
almaktadır.
görevini sürdürebilecektir.
lardı. O dönemde Zerdari ve Butto
karara itiraz etmişlerdi. 2008’de ise
dönemin Pakistan hükümetinin isteği üzerine dava düşürüldü. Fakat
2009’da Yüksek Mahkeme, bu affın
anayasaya aykırı olduğuna karar
vererek yargı sürecini yeniden başlattı.
Şu andaki gerginliğin sebepleri
konusunda farklı iddialar dile getirilmektedir. Bir iddiaya göre, bugünkü gelişmeleri hazırlayan süreç,
2011 Mayıs ayında El Kaide lideri
Usame bin Ladin’in öldürülmesinin
ardından, olası bir askeri darbeye
karşı hükümet kanadının ABD’den
yardım istediğini iddia eden imzasız bir notla başlamıştır. Bu gerginlik
sırasında Yüksek Mahkeme, Cumhurbaşkanı Asıf Ali Zerdari ile diğer
siyasi isimler hakkındaki yolsuzluk
davalarının yeniden açılmasını reddettiğinden dolayı Başbakan Yusuf
Rıza Gilani’yi mahkemeye karşı itaatsizlikle suçladı. Yüksek Mahkeme
Başbakan Gilani’nin, 19 Ocak’ta
yapılacak mahkemeye şahsen katılmasını da istedi.
Ordu ve Hükümet Arasında
Restleşmeler
Pakistan Cumhurbaşkanı Asıf Ali
Zerdari ile ordu arasındaki gerginliğin merkezinde, Mayıs 2011’de
ABD’li Amiral Mike Mullen’e gönde-
rilen ve Pakistan’da ordunun darbe
hazırlığına karşı yardım isteyen bir
bilgi notu yer almaktadır. İmzasız ve
kimin yazdığı açıklanmayan notta,
ABD’nin Usame Bin Ladin’i Pakistan
sınırları içinde operasyon düzenleyerek öldürmesinden sonra ordunun muhtemel darbe girişimine
karşı yardım istendiği ifade ediliyor.
Olay, Ekim 2011’de, Pakistan asıllı ABD’li işadamı Mansoor Ijaz’in
Financial Times’da yazdığı makalede ortaya çıktı. Ijaz, Pakistan’ın
Washington Büyükelçisi Hüseyin
Hakkani’nin söz konusu notu yazdığını ve kendisinden bu notu göndermesini istediğini iddia etmişti.
Ijaz, ayrıca Zerdari’nin de notta yer
alan yardım isteğine destek verdiğini açıkladı. Büyükelçi Hakkani ve
Zerdari olayı yalanlarken, Pakistan’a
çağrılan Büyükelçi daha sonra istifa
etti. Konu ile ilgili ABD’li yetkililer
notu aldıklarını fakat herhangi bir
adım atmadıklarını açıkladılar.
Pakistan’da seçimle işbaşına gelmiş
olan hükümet, dört yıldan bu yana
her an devrileceği tahminlerine
meydan okuyordu ama bu kez durum ciddi görünüyor. Çünkü Yüksek Mahkeme, Başbakan Gilani’nin
mahkeme kararlarına itaatsizlik
ettiğini açıklayarak yargılama yolunu açtı. Bununla birlikte Başbakan
Gilani mahkeme süreci boyunca
Gilani, geçen ay doğrudan orduyu
suçlamadan, dış mihrakların hükümeti devirmeye çalıştığını vurgulamıştı. Gilani’nin bu açıklamaları
Başbakan’ın doğrudan orduyu işaret ettiği şeklinde yorumlanmıştı.
Ayrıca Başbakan konuşmasında,
“tüm devlet kurumlarının kendi
alanlarında görevlerini yerine getirmelerini sağlamak hükümetin bir
görevidir” ifadesine yer vermişti.
Pakistan hükümetinin ordunun
darbe ihtimaline karşı ABD’den
yardım istediği iddialarıyla başlayan skandalın bir uzantısı olarak
Başbakan Gilani Savunma Bakan
yardımcısı Khalid Naim’i görevden
aldı. Pakistan Genelkurmay Başkanı Orgeneral Ashfaq Kayani ise
Gilani’nin açıklamalarının “acı sonuçları” olabileceğinin altını çizerek
hükümeti açık bir şekilde uyardı.
Kayani’nin açıklamasından yola çıkan siyasetçiler Pakistan’da yeni bir
darbe olma ihtimali üzerinde durmaya başladılar. Ancak Kayani, ordunun darbe planladığı iddialarını
yalanlayarak, askerin ülkedeki demokrasiye destek vermeye devam
edeceğini belirtti.
Gilani hükümetinin meclis oylamasıyla düşürülebileceğini hesaplayanların amaçları doğrultusunda
16 Ocak Pazartesi günü güven oylaması yapıldı. Ancak oylama PakisŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
81
Başbakan Gilani, “tüm
devlet kurumlarının kendi
alanlarında görevlerini
yerine getirmelerini
sağlamak hükümetin bir
görevidir” açıklamasında
bulunmuştu. Genelkurmay
Başkanı Orgeneral Ashfaq
Kayani ise Gilani’nin
açıklamalarının “acı
sonuçları” olabileceğinin
altını çizdi.
tan Meclisi’nin hükümete tam destek vermesiyle beklentilerin tersi biçimde sonuçlandı. Gilani, meclisten
tam destek almasına rağmen ordu
ile hükümet arasındaki mevcut gerginliği bir an önce gidermek için
geri adım attı. Gilani, İslamabat’ta
yapılan savunma komitesi toplantısındaki konuşmasında “Hükümetimiz, meclisimiz ve vatansever tüm
yurttaşlarımız cesur silahlı kuvvetlerimizin ve güvenlik güçlerimizin
her zaman arkasında durdular” diyerek hükümet-ordu arasında tırmanan gerginliği azaltmaya çalıştı.
Yüksek Mahkeme ve Hükümet
Arasındaki Anlaşmazlık
Yüksek Mahkeme Cumhurbaşkanı
Zerdari’yle ilgili yolsuzluk davasının yeniden açılması için Gilani’nin
İsviçre makamlarına başvurmasını
istemiş fakat Gilani bu talebi reddedince mahkemeye itaatsizlikle suçlanmıştı. 19 Ocak Perşembe günü
Kazi Nasirülmülk başkanlığında
Yüksek Mahkeme’nin altı kişilik komitesi tarafından duruşması yapıldı.
Gilani, duruşmasında mahkemeye
ve Pakistan anayasasına saygı duyduğunu, amacının yargıya meydan
okumak olmadığını ve hükümetinin Pakistan’ın anayasasının 248.
Maddesi gereğince Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın dokunulmaz82
STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012
lığı hakkını kullanarak İsviçre makamlarına başvurmadığını belirtti.
Yüksek Mahkeme’nin üyesi Kazi
Sarmad Celal Osmani ise; “Gilani
anayasaya ve Yüksek Mahkeme’nin
hükümlerine saygı duymakta olduğunu iddia ediyor ancak neden
İsviçre makamlarına yazı yazmaya
karşı çıkmıştır” diyerek Gilani’nin
iddialarının sorunlu olduğunu vurguladı. Bir saat boyunca devam
eden duruşma önümüzdeki Şubat
ayının ilk haftasına ertelendi. Eğer
Gilani Şubat duruşmasında suçlu
bulunursa kamu görevinin yasaklanması gündeme gelebilir.
Mahkeme’nin ordunun yanında yer
alarak Zerdari ve Gilani’yi düşürmeye çalıştığı iddia edilmektedir. Her
ne kadar Gilani hükümeti, Cumhurbaşkanı Zerdari’nin yargıdan muaf
olduğunu savunsa da Gilani’nin
avukatı Aitzaz Ahsan, Başbakan’ın
bu tavrını değiştirebileceğini söy-
lüyor. Ahsan, “İsviçre makamlarına
bir mektup yazmanın sakıncası
yok” diyerek söz konusu mektubun
gönderilebilmesi için Zardari’nin
cumhurbaşkanlığı makamından
ayrılması gerektiğinin de altını çiziyor. Yüksek Mahkeme, Devlet Başkanı Zedari’nin mektupta parmağı
olup olmadığını araştırmak için
soruşturma başlatmıştı. Mahkeme
Zerdari’yi bir yandan da yolsuzluk
iddialarıyla sıkıştırmaya başladı. Ancak Yüksek Mahkeme her ne kadar
tarafsız davrandığını savunsa da
aldığı kararların zamanlaması soru
işaretleri doğurmaktadır.
Memo-gate Skandalı ve Sonuç
Bugüne kadar dört darbe geçiren
Pakistan’da ordunun doğrudan
askerî bir darbe girişiminde bulunmasına ihtimal verilmiyor. Bunun
yerine Yüksek Mahkeme eliyle hükümetin düşürüleceğine ilişkin ön-
Hükümet hem generaller,
hem de Yüksek Mahkeme
tarafından köşeye
sıkıştırılmış bulunmaktadır.
Hükümet, Yüksek
Mahkeme’nin kararı
ile düşürülürse ya da
erken seçimlere gidilirse,
Pakistan’da hangi partinin
kazanacağı tartışmaları da
görüler var. Devlet Başkanı Zerdari
ve Başbakan Gilani’yi düşürmek
için Yüksek Mahkeme’nin elinde iki
araç bulunmaktadır. Bunlardan biri
ABD’ye “darbe şikâyetinde” bulunan kişinin yani Memo-gate skandalının sorumlusunun Zerdari olduğunun ortaya çıkarılması, diğeri
de yolsuzluk davası. Zerdari suçlu
bulunursa Gilani de ona destek
vermek ve kanun ihlallerini hasıraltı
etmekle suçlanacak ve onunla birlikte düşürülecektir.
Geçen hafta generalleri anayasaya
aykırı davranmakla suçlayan Gilani daha sonra gerilimi düşürmeyi
amaçlayan bir konuşma yaptı. Başbakan, “Silahlı Kuvvetler Pakistan’ın
gücünün dayanağıdır. Meclisimiz
Bugüne kadar dört darbe
geçiren Pakistan’da
ordunun doğrudan
askerî darbe girişiminde
bulunmasına ihtimal
verilmiyor. Bunun
yerine ordunun Yüksek
Mahkeme’yi kullanarak
sivil yönetimi düşüreceğine
ilişkin ihtimaller daha
yüksek.
cesur ordu ve güvenlik personelinin
arkasındadır” açıklamasında bulundu. Bütün bu gelişmeleri etkileyebilecek yeni bir gelişmede Mansoor
Ijaz’in Pakistan’a gelmesi ve söz konusu mektupla ilgili sağlam deliller
ortaya koymasıdır. Ijaz’in ortaya
koyacağı deliller Zardari’nin Memogate skandalına konu olan mektupta parmağı olduğunu ispat etmesi
halinde Yüksek Mahkeme’nin hükümeti düşürmesi beklenmektedir.
Aksi takdirde krizde başrolü oynayan Pakistan Genelkurmay Başkanı
Orgeneral Ashfaq Kayani ve InterServices Intelligence (ISI) başındaki
Ahmed Shuja Pasha’nın Başbakan
Gilani tarafından görevlerinden
alınma ihtimali doğacaktır.
Şu anda Pakistan’da hükümet hem
generaller, hem de Yüksek Mahkeme tarafından köşeye sıkıştırılmış
bulunmaktadır. Hükümet, Yüksek
Mahkeme’nin kararı ile düşürülürse
ya da erken seçimlere gidilirse, hangi partinin kazanacağı tartışmaları
da önem arzedecektir. Muhtemel
bir erken seçimde Nevaz Şerif başkanlığındaki Müslimlik Partisi’nin
iktidara geleceği tahmin edilmektedir. Ancak ordu Şerif’in başbakanlığındaki bir hükümet yerine İnsaf
Partisi Başkanı İmran Han tarafından kurulacak bir hükümeti tercih
etmektedir. Bu çerçevede Halk ve
Müslimlik gibi büyük partilerden
ayrılmış bazı önemli küskün isim-
önem arzedecektir.
lerin İmran Han’ın partisine katılma
ihtimali de yüksek görülmektedir.
İmran Han, askeri darbeye karşı bilinen ünlü bir isimdir. Ancak bazı
Pakistanlılar İmran Han’ın askerce
desteklendiğine inanıyor. İmran
Han kendisinin asker tarafından
desteklenip
desteklenmediğine
ilişkin bir soruya; “Aslında bütün
siyasetçiler bu konu ile ilgili endişe
duymaktadır. Eğer asker bana yardım etmişse o zaman ABD’li PIO
(anket) şirketinin sonucuna da askerlerin el uzatmış olması gerekir,
çünkü bu kurumun gerçekleştirdiği
anket sonuçlarına göre son altı aydan beri diğer partilere göre İnsaf
Partisi’nin oyu daha fazladır. Biz Pakistan ve İngiltere’de yapılan anketlerde de birinciyiz. Bununla birlikte
son haftada Lahor ve Karaçi’deki
topluluğun bu partiyi desteklediğini de unutmamak gerekir” diyerek partisinin gücünü ve gelecekte
gerçekleştirilecek seçimleri kazanabileceğine ilişkin inancını vurgulamaktadır.
Pakistan’daki son siyasi gelişmelere
bakıldığında, durumun İmran Han
ve onun partisinin lehinde geliştiği
ve gelecekte iktidara gelme ihtimalinin yüksek olduğu değerlendirilmektedir.
SDE Uzmanı*
ŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
83
El-Baradei ve Tahrir
Devrimi
Muhammed El-Baradei
Mısır’ın Nobel ödüllü
nadir diplomatlarından
birisidir. Laik, liberal
ve milliyetçi kimliğiyle
bilinmektedir. Uzun süre
yurtdışında diplomatik
görevlerde bulunmuştur.
1990’ların sonunda ve
2000’li yıllarda Uluslararası
Atom Enerjisi Kurumu
Başkanlığı yapmıştır. ABD
nükleer silah yapmaya
çalıştığı gerekçesiyle Irak’ı
işgal etmek için bahane
ararken, Irak’ta nükleer
silah faaliyeti olmadığı
konusunda direniş
göstermiştir.
84
STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012
S
osyologlar toplumsal yapı ile
bireysel etkiyi (agency) tartışırken daha çok yapının önemli
olduğunu savunurlar. Mısır’daki
devrim sürecine büyük katkıda bulunan ve cumhurbaşkanlığı sürecinin önemli adaylarından birisi olan
Muhammed El-Baradei’nin etkisini
yapı ve birey çerçevesinde nasıl
anlamak gerekir? Ocak ortasında
cumhurbaşkanı adaylığından vazgeçen El-Baradei’nin Ortadoğu’nun
en kritik ülkesi olan ve 5000 yıllık bir
medeniyet mirasına sahip Mısır’da
ve 2011 devrimindeki rolünü iç ve
dış dengeler açısından değerlendirmek gerekir.
Uluslararası hukuk doktorası ile
Muhammed El-Baradei Mısır’ın Nobel ödüllü nadir diplomatlarından
birisidir. Laik, liberal ve milliyetçi
kimliğiyle bilinmektedir. 1970’lerde dışişleri bakan yardımcılığı yapmıştır. Uzun süre yurtdışında dip-
Ahmet UYSAL*
lomatik görevlerde bulunmuştur.
1990’ların sonunda ve 2000’li yıllarda Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu Başkanlığı yapmıştır. Bu süreçte
özellikle ABD’nin nükleer silah yapmaya çalıştığı gerekçesiyle Saddam
Hüseyin yönetimindeki Irak’ı işgal
etmek için bahane ararken, Irak’ta
nükleer silah faaliyeti olmadığı konusunda direniş göstermişti. Ancak
daha önce diplomatik görevlerde
hizmet ettiği Mısır’daki son siyasi
macerası 2009 yılında bu kurumdan emekli olduktan sonra başladı.
Mısır’da 2011 yılı Eylül’ünde yapılması planlanmış başkanlık seçimlerine hazırlıkların ve Hüsnü
Mübarek’in kendi yerine oğlu
Cemal Mübarek’i hazırladığı bir
dönemde, Şubat 2010’da Mısır’a
döndü. Özellikle Uluslararası Atom
Enerjisi Kurumu Başkanlığı döneminde aldığı yüksek profili ve Nobel Ödülü ile gelen popülaritesi
Mısır’da değişim umutlarının artmasına yol açmıştır. Bu amaçla Ulusal Değişim Topluluğu’nu kurmuştur. Otuz yıla yakın Mübarek yönetiminin baskısı ve kötü yönetiminin
getirdiği yoksulluk ve yolsuzluk
Mısır toplumunu iyice bezdirmişti.
Herkes umudunu Mübarek’in ecelinin gelmesine bağlamışken oğul
Cemal’in gelme ihtimali de Mısır
toplumunda kabus gibi belirmekteydi.
Cemal Mübarek, babasının siyasi
gücü ile önce rejimin tek partisi
Ulusal Demokratik Parti’ye hakim
olarak siyaset ve iş çevrelerine hakim olmuştur. Ancak babasının
karizması Cemal’de yoktu. Özellikle uluslararası yüksek kariyeri
Cemal’i gölgede bırakmış ve verasetle liderlik değişimini zora sokmuştu. 2010 yazına kadar değişim
için oldukça ciddi bir rüzgar estirse de rejimin karşı hamleleri de
El-Baradai’in favori olarak ortaya
çıkmasına engel oluyordu. Müba-
rek rejiminin kontrol ettiği basın
ve yayın organları El-Baradei’nin
özellikle uzun süre yurtdışında kalmasını bahane göstererek ciddi bir
karalama kampanyası başlatmıştır. Mısır toplumunu tanımadığı ve
Mısır’a Amerika’nın siparişi ile gelen
bir piyon olduğu yönündeki propagandalar El-Baradei’nin çok etkili
olmasına engel olmuştur.
Muhammed El-Baradei değişimi gerçekleştiremese de Mısır’da
önemli bir değişim rüzgarı estirmiş ve Cemal Mübarek’in yönetimi devralmasını engellemiştir. Bu
süreçte Mısır’da daha önce hiç olmayan bir durum ortaya çıkmıştır.
1952 Devrimi’nden bu yana bütün
başkanların askeriyeden olması
dolayısıyla Cemal Mübarek’in ilk
sivil başkan olacağı ihtimali askeri
elitler arasında dirence yol açmıştı.
Bu yüzden eskiden yönetimi eleştirmekte zorlanan medya organları
daha önce görülmemiş biçimde
Cemal Mübarek’e ve onun destek-
Basın ve yayın organları
El-Baradei’nin uzun süre
yurtdışında kalmasını
bahane göstererek
karalama kampanyası
başlatmıştır. Mısır
toplumunu tanımadığı
ve Mısır’a Amerika’nın
siparişi ile gelen bir
piyon olduğu yönündeki
propagandalar ElBaradei’nin çok etkili
olmasına engel olmuştur.
lediği iş çevrelerinin yolsuzluk haberlerine yer vermeye başlamıştır.
Bu süreç, bir yandan dolaylı olarak
rejimin kokuşmuş yüzünü daha net
ortaya çıkarırken yavaş yavaş özgür
bir tartışma ortamı da oluşmaya
başlıyordu. Bu süreçte özellikle Dream TV gibi özel uydu kanalları ve
sosyal medya organları kamuoyunda etkin olmaya başlamıştı.
El-Baradei özellikle sanal alemde
ciddi bir taraftar kitlesine sahip
olmuştur. 2010 Baharı’nın ilkbaharında Mısır’a dönüşünün ilk haftasına Facebook takipçileri 200 bini
geçmiştir. Bugün ise yarım milyona yakın takipçisi vardır. Özellikle
El-Baradei Mısır’da değişim umutlarının hem kaynağı de hem temsilcisi olmuştur. Hatta 2010 yılının
son baharında Mısır toplumunun
patlayacağını, yani devrimi, öngörmüştür. Devrim’den bir ay önce
Hüsnü Mübarek yönetimini, halkın
patlayacağı ve şiddet çıkacağı konusunda uyarmıştır.1 2010 yazında
el-Baradei, oluşturduğu değişim
rüzgarları sonuç getirmeyince beklemeye çekildi.
2011 başında Tunus’ta bin Ali’nin
sürpriz şekilde devrilmesi Mısır’da
da ciddi bir devrim rüzgarı yaratmıştı. Bu devrim hareketine daha
önce rejimle mücadeleden canı
ŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
85
İslami hareketler,
anayasada İslam’a
referansın kaldırılacağı
endişesiyle seçimlerden
önce anayasa yapılmasını
istemiyorlardı. El-Baradai
ve onu destekleyen liberal
ve laik gruplar ise farklı
düşünerek önce anayasa
yapılmasını istemişlerdir.
yanmış olan İhvan ve İhvan’a karşı
rejimin tolerans gösterdiği dini hareketler ve rejimle anlaşmış olan
Vefd gibi resmi muhalefet partileri devrimci harekete önce mesafeli durmuşlardır. Bu süreçte, ElBaradei’nin değişim hareketi hem
grup olarak hem de kişisel olarak
aktif rol almıştır. Hemen yurtdışından dönerek iki haftadan fazla süren gösterilerde tekrar tekrar Tahrir
86
STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012
Meydanı’na gelmiştir. Ancak bu
hareketin gücü devrimin sonuçlanmasına yetmemiştir. Bu süreç,
en büyük muhalif örgüt olan Müslüman Kardeşler’in devrime destek
vermesiyle başarıya ulaşmıştır. Dış
ve iç tepkileri azaltmak için İhvan
Hareketi cumhurbaşkanlığına aday
göstermeyeceğini açıklamıştır.
Mübarek’in düşmesini desteklediği
izlenimi veren Yüksek Askeri Kurul
gösterilerin durmayacağını anlayınca Mübarek’i görevden alarak
yönetimi devralmıştır. Bu süreçte
eski rejimin reformu anlamına gelecek ve geçiş sürecini de belirleyen
anayasa referandumu yapılmıştır.
İhvan ve İslami hareketler bu değişikliği desteklerken El-Baradei
ve diğer laik gruplar anayasanın
baştan yapılması gerekçesiyle karşı
çıkmışlardır. Ancak değişiklik üçte
iki ağırlıkla onaylanmıştır. Geçiş süreci oldukça yavaş sürmüş ve asker
kontrolündeki rejimin ayak sürmesi
ve değişimin geciktirilmesi rahatsızlık yaratmış ve ölümlerle sonuçlanan ciddi gösteriler olmuştur.
Uluslararası dengeler ve özellikle İsrail ve ABD için önemli olan Mısır’da
rejimi fazla değiştirmeden yola devam edilmesi çabaları farkediliyordu. Askerin bu geçiş sürecindeki
tutumunu en ciddi şekilde eleştiren
lider el-Baradei olmuştur. Burada
laik ve liberal olmasına rağmen
El-Baradei’nin Batı destekli geldiği
tezini desteklemek zordur. Devrimden sonra Mısır’da ciddi tartışmalar
yaşanmıştır. Bunlardan birisi öncelikle anayasanın yazılması veya
seçimlerin yapılması konusuydu.
İslami hareketler anayasada İslam’a
referansın kaldırılacağı endişesiyle
seçimlerden önce anayasa yapılmasını istemiyorlardı. El-Baradei
ve onu destekleyen liberal ve laik
gruplar ise farklı düşünerek önce
anayasa yapılmasını istemişlerdir.
Ancak El-Baradei bu tutumunu değiştirmiş ve seçimlerin önce yapılmasına karşı çıkmamıştır. Bu açıdan
bakıldığında sanıldığının aksine
ABD’nin el-Baradei’yi desteklemekten çok eski sistemi ve orduyu desteklediği net olarak ortaya çıkmıştır.
Parlamento seçim turlarının devam
El-Baradei bir liderden çok
teknokratı andırmaktadır,
karizmatik bir lider
değildir. Mübarek ile
karşılaştırıldığında
güçlü bir hitabeti de
yoktur. Yarışa erken
girişinden sonraki uzun
süreçte yıpranmıştır.
Kişisel kararsızlığı dikkat
çekmektedir.
ettiği bir süreçte El-Baradei’nin başkanlık yarışından çekilmesi sürpriz
olmuştur. Son seçimlerde belli bir
siyasetçiyi destekmese de liberal ve
laik partilerle arası iyiydi. Ancak son
kamuoyu araştırmalarında başkanlık ihtimalinin düşük çıkması hem
de parlamento seçimlerini büyük
oranda İslamcıların kazanması onu
yeni bir çıkış yolu aramaya itmiş
olabilir. Devrimin yıldönümündeki gösterilere katılımı artıran bir
faktör olduğu düşünülmektedir.
El-Baradei’nin kararı devrimin meşruiyetini koruduğunu söyleyerek
geçiş sürecini yöneten Yüksek Askeri Konsey’e ve askeriye ile işbiliği
halinde görülen hareket ve liderlere ciddi bir uyarı mesajı olabilir.
En favori olmasa bile önemli başkan
adaylarından birisinin çekilmesi yarış dinamiklerini ve diğer adayların
1.
(Amr Musa, Abdülmun’in Ebul-Futuh, Selim el-Avva vb.) şansını etkileyecektir. Başkanlık seçimlerinde
Ebul Fütuh’u destekleyeceği konusunda söylentiler var. Bu durumda
İhvan aday göstermeyeceği için en
favori adaylardan görülen eski Arab
Ligi Genel Sekreteri Amr Musa’nın
seçilme şansını tehlikeye sokabilir. Eğer bugünkü şartlar devam
ederse parlamentonun gücü sınırlı
olduğundan hükümeti yeni başkan atayacaktır. Ayrıca, bu başkan
anayasa yazımı sürecini de kontrol
edecektir. Dolayısıyla, önümüzdeki
süreç Mısır ve dolayısıyla bölge için
çok kritiktir. Başkanlık yarışını kazanan kişi yeni rejimin nasıl olacağını da büyük ölçüde etkileyecektir.
Bu karmaşık yapıda bir taşın yerinden oynaması öngörülemeyen sonuçlara da yol açabilecektir.
Her fırsatta Türkiye tecrübesinin
örnek alınmasını söyleyen Muhammed El-Baradei’nin, Mübarek rejimine doğrudan meydan okuyan
nadir kişilerden olmasına, uluslararası kariyerine ve devrimde büyük rol oyanamasına rağmen bu
şekilde tıkanmasını nasıl anlamak
gerekir? Öncelikle el-Baradei bir liderden çok teknokratı andırmaktadır, karizmatik bir lider değildir. Mübarek ile karşılaştırıldığında güçlü
bir hitabeti de yoktur. Yarışa erken
girişinden sonraki uzun süreçte yıpranmıştır. Kişisel kararsızlığı dikkat
çekmekteydi, Mübarek başta iken
veya devrimden sonra da net bir
şekilde aday olduğunu açıkla(ya)
maması takipçileri arasında da
ciddiyeti ve liderliği konusunda tereddütler yaratmıştır. Bir de genel
olarak dindar Mısır toplumunda
laik yaklaşımıyla tanınması toplumsal tabanını sınırlandırınca ciddi bir
cazibe merkezi haline gelememiştir. Ancak bütün bunlara rağmen
şu ana kadar el-Baradei önemli bir
siyasi rol oynamıştır ve gelecekte
de Mısır’da önemli bir siyasi figür
olmaya devam edecektir.
SDE Uzmanı, Doç. Dr.*
http://www.nytimes.com/2012/01/15/world/middleeast/mohamed-elbaradei-pulls-out-of-egypts-presidential-race.html?_r=1
ŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
87
AVRUPA’DA
KRİZ
88
STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012
AB Perspektifiyle ‘Özgürlük,
Güvenlik ve Adalet Alanı’
Ömer ERSOY*
Soğuk Savaş’ın bittiği ve
Doğu Bloku’ndan kopan
yeni ulusal sınırların AB
içinde eritilmeye başlandığı
düşüncesinin hayata
geçirildiği 1990’lı ve 2000’li
yıllar Avrupa Birliği için
adalet ve içişleri alanında
derinleşmeye gerekçe
sunan yıllar olmuştur.
11 Eylül 2001 tarihinde
ABD’ye düzenlenen terör
saldırısıyla güç bulan
küresel terör tehdidi
fenomeni, 2004 yılında
Madrid ve 2005 yılında
Londra’da vuku bulan
bombalama eylemleriyle
AB’nin iç güvenlik algısında
köklü değişimlerin
yaşanmasına neden
olmuştur.
Giriş
Avrupa Topluluğunu kuran 1957
Roma Anlaşması, ekonomik entegrasyonu hedeflemiş, ancak güvenlik alanında ortak bir konsept
geliştirme fikrini bünyesinde barındırmamıştır. Ancak zaman içerisinde, özellikle iç sınırların kaldırılmasından sonra artan ortak güvenlik
ihtiyacına paralel olarak ‘Avrupa
adli düzeni’fikrinin hayata geçirilmesine yönelik önemli adımların
atıldığını görüyoruz.
Özellikle soğuk savaşın bittiği ve
Doğu Bloku’ndan kopan yeni ulusal
sınırların AB içinde eritilmeye başlandığı düşüncesinin hayata geçirildiği 1990’lı ve 2000’li yıllar Avrupa
Birliği için adalet ve içişleri alanında
derinleşmeye gerekçe sunan yıllar
olmuştur. 11 Eylül 2001 tarihinde
ABD’ye düzenlenen terör saldırısıyla güç bulan küresel terör tehdidi
fenomeni, 2004 yılında Madrid ve
2005 yılında Londra’da vuku bulan
bombalama eylemleriyle AB’nin iç
güvenlik algısında köklü değişimlerin yaşanmasına neden olmuştur.
Daha sonra 2009 yılında Tunus’ta
başlayan Arap baharıyla AB topraklarına yönelik artan düzensiz göç
dalgası, AB üyeleri arasında, Schengen alanının daha sıkı korunması
ve ortak iltica politikasının devreye
girmesi gibi konularda tartışmaların yaşanmasına sebep olmuştur.
Halen de bu tartışmalar devam etmektedir. Avrupa adli düzeninin ya
da 1999 Amsterdam Anlaşması’nda
belirtildiği gibi Avrupa’nın ‘özgürlük, adalet ve güvenlik’ alanı haline
getirilmesi sürecinin işletilmesinde,
egemenlik ve güvenlik kavramlarından kaynaklanan ulusal refleksler mümkün olduğunca aşağıya
çekilirken Birliğe herkesi bağlayan
ortak adımların atılması konusunda daha fazla söz hakkı veren bir
ŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
89
1989’da AB Konseyi’nce
kabul edilen ‘Palma
Dokümanı’nı hazırlayan
Koordinatörler Grubu,
bu dokümanla birlikte,
kişilerin Topluluk içinde
serbest dolaşımının
sağlanması için gerekli
olan ortak tedbirlerin
neler olması gerektiğini
ortaya koymuştur.
yaklaşımın devrede olduğu görülmektedir. Ancak bu anlayışın bazen
duvara tosladığı, yavaşlatıldığı ya
da bazı üye ülkelerce delindiği birçok örnek de mevcuttur.
Bu yazıda, AB bünyesinde adalet
ve içişleri alanında 1970’lerden günümüze kadar yaşanan gelişmeler
kısaca incelenecektir.
TREVI ile Başlayan Geçici
Gruplar Dönemi
1977’de dönemin Fransa Cumhurbaşkanı
Valery
Giscard
d’Estaing’in “Avrupa Adli Düzeni”
kurulmasına ilişkin görüşleri, Roma
Anlaşması’nın getirdiği ekonomik
entegrasyonun ötesinde bir entegrasyonu işaret etmekteydi. Ancak
üye ülkeler, Avrupa Hukukunun
dışında hükümetler arası bir yolla
bile “Avrupa Adalet Düzeni” oluşturulması fikrine soğuk bakılmış, böylece Fransızların suç konularında
daha fazla yardımı öngören teklifleri, o yıllarda pek rağbet görmemiştir. Buradaki başarısızlıkta, adalet ve
içişleri alanında yapılabilecek olası
işbirliğinin üye devletlerce bağımsızlığın aşındırılması olarak algılanmasının önemli bir payı vardır.1
Bunun o yıllardaki en önemli istisnası AB üyesi ülkelerin içişleri
90
STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012
yetkililerini ve polis müdürlerini
bir araya getiren TREVI grubunun
kurulmasıdır. Kuzey İrlanda’nın
İrlanda’yla birleşmesi amacıyla faaliyette bulunan terör örgütü IRA’nın
(İrlanda Cumhuriyet Ordusu) şiddet
eylemlerine hız vermesi ve 1972 yılında Münih olimpiyat oyunlarına
düzenlenen terör saldırısı, bu grubun oluşturulmasında etkili olan
hadiselerdir.
1976 yılında kurulan TREVI (Terrorism, Radicalim, Extremism and
International Violence), Topluluk
hukuku dışında ve geçici bir yapıda
işletilmiştir. Başlangıçta sadece terörizme karşı polis işbirliğini öngörmüşse de, sonradan uyuşturucu,
yasadışı göç, iltica, sınır kontrolleri,
futbol holiganlığı, kamu düzeni,
polis eğitimi ile kriminalistik konularda işbirliğinin sağlanmasını öngören hükümetler arası bir forum
haline gelmiştir.2
TREVI’den sonra 1987 yılında iltica
ve göç politikalarının koordinasyonunu sağlamak amacıyla geçici bir
Grup daha kurulmuştur. Ardından
1988 yılında AB Konseyi tarafından
Koordinatörler Grubu kurulmuştur. 1989’da AB Konseyi’nce kabul
edilen ‘Palma Dokümanı’nı hazırlayan Koordinatörler Grubu, bu dokümanla birlikte, kişilerin Topluluk
içinde serbest dolaşımının sağlanması için gerekli olan ortak tedbirlerin neler olması gerektiğini ortaya
koymuştur. Palme Dokümanı, polisiye konular, terörizm, göç, iltica ve
adli işbirliği ile ilgili koordineli bir
programı öngören ilk AB belgesidir. 3
Kişilerin Serbest Dolaşımı ve
Schengen
1986 yılında imzalanan Avrupa Tek
Senedi, adalet ve içişlerini de etkileyecek önemli değişiklikler öngörmüştür. Bu anlaşmayla, “malların,
kişilerin, hizmetlerin ve sermayenin serbest dolaşımının sağlandığı
iç sınırlardan arındırılmış bir ‘Tek
Pazar’ın 1992’ye kadar kurulması
hedefi, Roma Anlaşmasına dâhil
edilmiştir.
Böylece, AB’nin temel hedeflerinden birisi haline gelen ‘kişilerin serbest dolaşımı’ konusu üye ülkeler
arasında tartışılmaya başlanmıştır.
İtalya, İngiltere ve İrlanda gibi ülkeler, Avrupa Tek Senedi uyarınca
tesis edilecek olan kişilerin serbest
dolaşımının sadece üye devletlerin
vatandaşları için geçerli olması gerektiğini, dolayısıyla, üye olmayan
ülke vatandaşlarının kimliğini denetlemek için üye devletler arasında sınır denetimlerini sürdürmenin
lüzumlu olduğunu ileri sürmüşlerdir.
Bu görüşe karşı çıkan üyeler ise, iç
sınırlardaki denetimlere artık gerek olmadığını öne sürerek daha
liberal ve özgürlükçü bir yaklaşımı
benimsemişlerdir. Bu görüşte olan
ülkeler aslında kişilerin serbest dolaşımı hedefini mikro düzeyde kendi aralarında gerçekleştirmiş olan
ülkelerdi. Örneğin Benelüks ülkeleri
(Belçika, Lüksemburg ve Hollanda) ortak pasaport alanını 1970’de
kurmuştur. Fransa ve Almanya arasındaki sınır kapısında uzun bekleyişlere karşı tır şoförlerince yapılan
protestolar sonrasında iki ülke ortak sınırlarındaki kontrolleri 1984
yılında kaldırmıştır.4
AB içinde yaşanan bu tartışmalar
sonuç vermeyince ikinci görüşe
sahip ülkeler, AB hukuku dışında
1985’te Schengen Anlaşması’na
imza atmıştır. Böylece, Belçika,
Lüksemburg, Hollanda, Fransa ve
Almanya, kendi aralarında iç sınır
noktalarında polis ve gümrük kontrollerinin kademeli olarak kaldırılmasını karara bağlamıştır. Bugün
Schengen alanı, Fransa, İtalya ya da
Danimarka gibi bazı üye ülkelerce
kısmen eleştiriliyor olsa da, 26 ülkeye pasaportsuz gidilebilen özgür
bir seyahat alanı haline gelmiş durumdadır. Bu idealin gerçekleşmesi, Avrupa Birliği’ni sui jeneris yapan
bir durumu da ortaya koymuştur.
1990 yılında imzalanan Schengen
Uygulama Sözleşmesi, vizeler, iltica, polis ve adli konularda işbirliğini; dış sınır tanımının yapılmasını,
Schengen bölgesine 3’üncü ülkelerden gelecek olanlar için vize ve
kısa süreli ikamet koşulları konusunda standardizasyonu, suçluların
sınır aşan sıcak takibini, sınırların
izlenmesi ve arananlar hakkında
bilgi değişimini kolaylaştıracak
Schengen Bilgi Siteminin (SIS) kurulmasını öngörmüştür.5 Getirilen
bu tedbirlerle, kişilerin Schengen
bölgesine yasadışı yollardan giriş
yapmasının engellenmesi ve sınıraşan suçlarla mücadelede etkili işbirliğinin sağlanması hedeflenmiştir.
Tüm bu gayretlerin ve tedbirlerin
ortak çıkış noktası, sınırların ortadan kalkmasıyla sınır aşan suçluluğun artacağı endişesiydi. Bu endişe
AB ülkelerini suçla mücadelede
daha yakın bir işbirliğine yöneltmiştir. Zira 1990’da onaylanmış
olan Sözleşme’nin ancak bundan 5
yıl sonra 26 Mart 1995’te yürürlüğe
girmesi, Doğu ve Güney Avrupa
ülkelerinden gelebilecek toplu göç
endişesi ve Schengen dış sınırların
koruma sisteminin kısa sürede tesis
edilememesi nedeniyledir.
2009 yılında
Maastricht ve Amsterdam
Anlaşmaları
Birliği’ne adalet ve içişleri
Schengen alanının kurulması, 1992
tarihli Maastrich Antlaşması’nda ve
bunu tadil eden 1997 tarihli Amsterdam Antlaşması’nda, üye ülkeler
arasında adalet ve içişleri konusunda daha yakın bir işbirliğine ağırlık
verilmesinin en önemli sebebi olmuştur.
1992’de imzalanan ve 1993’te yü-
onaylanan Lizbon
Anlaşması, Amsterdam
Anlaşması’nın getirdiği
üç sütunlu yapıyı ortadan
kaldırarak Avrupa
alanında daha fazla söz
hakkı tanımıştır.
rürlüğe giren Maastricht Antlaşması (Avrupa Birliği Antlaşması),
Schengen sistemindeki polis ve adli
işbirliğinde kazanılan tecrübelerden yararlanarak ‘Avrupa Adli Düzeni’ fikrini benimsemiştir. Bu Antlaşma ile “adalet ve içişleri alanlarında işbirliği”, AB’nin üç sütunundan
biri haline gelmiş ve ayrı bir başlık
altında toplanmıştır. Bu sayede, bu
alandaki işbirliği, hükümetler arası
formatta olmak kaydıyla AB bünyesinde kurumsallaşmıştır.6 Böylece, Fransız Cumhurbaşkanı’nın
1977’de önerdiği ancak o zamanın
ruhuna uygun olmayan Avrupa adli
düzen önerisi, bundan 16 yıl sonra
olumlu bir cevap bulmuştur.
Maastricht Antlaşmasıyla, vize uygulanacak üçüncü ülkelerin belirlenmesinde ve tek tip vize modeli
oluşturulmasında, Topluluk yetkili
kılınırken, vize verilme şartları ve
ortak vizenin tesisi konusu, Topluluğun yetkisi dışında bırakılmıştır.
Sözleşme, ad hoc grupların birleşmelerini ve AB hukuku içinde daimi
hale getirilmelerini kolaylaştırmıştır. Ayrıca, Sözleşmeyle, üst düzey
görevlilerden oluşan bir Koordinasyon Komitesi’nin (K 4 Komitesi)
kurulması sağlanmıştır. Uygulamada, TREVI’nin yerini alan bu Komite,
Göç konusundaki Ad Hoc Grubu ile
Koordinatörler Grubu’nu da içine
almıştır.7
ŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
91
2005-2010 yıllarını
kapsayan Lahey
programı ve buna bağlı
bir eylem planı kabul
edilmiştir. Bunun devamı
niteliğindeki Stokholm
Programı ise 2010-2014
dönemini kapsayacak
ve özellikle göç, sığınma,
yasadışı göç konusuna
ağırlık verecek şekilde
yürürlüğe girmiştir.
Maastricht Antlaşması, Avrupa’daki artan organize suçlara karşı bir
Avrupa Polis Biriminin (Europol)
kurulmasını sağlayacak yolu da açmıştır. Europol’ün oluşturulmasında en önemli basamak olan Avrupa
Uyuşturucu Birimi’nin (EDU) kurulması Masstrischt’in onaylandığı yıla
denk gelmiştir. 1994’ün başından
itibaren operasyonel hale gelen
EDU, başlangıçta sadece AB içinde
uyuşturucu ile mücadeleye odaklanmış daha sonra görev alanı, göçmen kaçakçılığı ve insan ticareti,
nükleer madde kaçakçılığı ve araç
hırsızlığını da kapsayacak şekilde
genişletilmiştir.8 Bu süreç, 1995’te
Europol Sözleşmesi’nin imzalanması ve 1999’da Europol’ün faaliyete geçmesiyle tamamlanmıştır.
Bugün Europol, güçlü analiz kapasitesiyle, organize suçlar ve terörizm
alanında hazırladığı tehdit değerlendirme raporlarıyla, sahip olduğu
hızlı ve güvenli bilgi ve istihbarat
değişim hattıyla AB’nin ortak güvenlik sektörü alanında önemli bir
işlev üstlenmiş durumdadır.
Maastricht’ten sonra, 1997 yılında
imzalanan ve 1999’da yürürlüğe giren Amsterdam Antlaşması da üye
devletlerin, polis ve adli işbirliği ala92
STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012
nındaki öncü rolünü teyit etmekle
beraber bu alanda Komisyon’a da
belli oranda inisiyatif alma yetkisi
vermiştir. Antlaşma ayrıca, suçla
mücadele alanında Europol’ün
merkezi rolünü ve fonksiyonlarını
güçlendirmiştir.
“Özgürlük, Güvenlik ve Adalet” başlığı altında yeni bir alan oluşturan
Amsterdam Antlaşması, “üçüncü
sütun”un özünde önemli değişiklikler yapmıştır. Buna göre, polis, gümrük ve cezai alanda işbirliği üçüncü
sütunda bırakılırken; göç, iltica ve
medeni hukuk konularındaki adli
işbirliği, birinci sütuna aktarılmıştır.9
Örneğin bu çerçevede, geri kabul
konusu, Avrupa Topluluğu’nun
yetki alanına girmiştir. Amsterdam
Antlaşmasına eklenen bir Protokol ile de Schengen müktesebatı,
AB’nin hukuki ve kurumsal yapısı
içine dâhil edilmiştir.
2004 yılında imzalanan ancak Fransa ve Hollanda’da halkın olumsuz
yanıt verdiği ve neticede rafa kaldırılan Anayasa denemesinden sonra
2009 yılında onaylanan sonuncu
Anlaşma olan Lizbon Anlaşması,
Amsterdam Anlaşması’nın getirdiği
üç sütunlu yapıyı ortadan kaldırarak Avrupa Birliği’ne adalet ve içişleri alanında daha fazla söz hakkı
tanımıştır.
Son on yılda Avrupa ortak güvenliği üzerinde önemli etkileri olan
iki zirveye de bakıp, bu dönemde
hayata geçirilen ortak mekanizmaların neler olduğunu kısaca incelemekte yarar vardır.
Tampere ve Sevilla Zirveleri
1999 yılında düzenlenen Tampere
Zirvesi, Amsterdam Antlaşması’nın
ortaya koyduğu hedeflerin uygulanması amacıyla, adalet ve içişleri
alanında atılması gereken adımların netleşmesine yardımcı olmuştur. Bu kapsamda özellikle ortak
bir Avrupa iltica sisteminin oluşturulması yönünde çalışılması ve dış
sınırların korunmasında kontrol ve
denetimlerin üye ülkeler arasında
daha yakın işbirliğini sağlayacak
şekilde artırılması ve adli işbirliğinin
güçlendirilmesi, bu Zirve’de alınan
en önemli kararlardır.
2002’de düzenlenen Sevilla Zirvesi de, yasadışı göçle mücadeleye
vurgu yaparak vize uyguladığı ve
vizeden muaf tutuğu ülkeler listesinin gözden geçirilmesini, AB ortak
vize veri tabanı oluşturmasını, geri
kabul anlaşmalarının yaygınlaştırılmasını ve iade politikalarının topluluklaştırılmasını öncelikli hedefler
olarak belirlemiştir.10
Her iki Zirvede de, dış sınırların
korunması, yasadışı göç, vize ve
iltica konuları en öncelikli konular
olmuştur. Özellikle yasadışı göç,
etkileri ve olumsuz yönleri bakımından kamuoyunun dikkatini en
çok çeken sorunların başında gelmektedir. Schengen alanına giren
yasadışı göçmenler buradan başka
bir Schengen üyesi ülkeye geçmekte herhangi bir sorun yaşamamakta ve genellikle iltica talebinde bulunarak, hedeflediği ülkede yasal
ikamet ve çalışma hakkı elde etmek
için her iki taraf açısından da sıkıntılı
ve zor bir süreci başlatmaktadırlar.
Son On Yılın İlkleri
Sözleşmelerden ve Zirvelerden alınan güçle adalet ve içişleri alanında
son on yılda önemli mekanizmalar
ve kurumsal yapılar hayata geçirilmiştir. Bunları kısaca zikredecek
olursak;
2002 yılında, AB Konseyi Avrupa
yakalama müzekkeresi hakkında
bir çerçeve kararı kabul etmiştir.
1 Mayıs 2004’ten itibaren Avrupa
Birliği topraklarında uygulanmaya
başlanan “Avrupa Yakalama Müzekkeresi” daha hızlı, basit ve politik
unsurdan uzak bir iade sistemini
benimsemiştir. Bu müzekkereye istinaden yakalanan şahıs, en geç 90
gün içinde iadesini isteyen ülkenin
yetkili makamlarına teslim edilmesi
gerekmektedir.
AB üyesi ülkeler arasında adli işbirliğini güçlendirmek, birden çok
üye ülkeyi ilgilendiren suç soruşturmalarının koordinasyonunu kolaylaştırmak amacıyla 2002 yılında
Hollanda’nın Lahey kentinde Eurojust kurulmuştur.
2003 yılında Avrupa Otomatik
Parmak İzi Tanımlama Sistemi (EURODAC) hayata geçirilmiştir. Bu
sistemle, mülteci başvurusu yapan
kişilerin ya da yasa dışı göçmenlerin parmak izlerinin karşılaştırılması
ve bu sayede kimliklerinin tespiti
amacıyla bir veri tabanı oluşturulmuştur.
Avrupa Birliği’nin dış sınırlardaki
operasyonel işbirliğinin yönetimini
sağlamak ve üye devletlere teknik destek vermek amacıyla 2004
yılında Avrupa Dış Sınırlar Ajansı
(FRONTEX) kurulmuş ve merkezi
Varşova’da olacak şekilde 2005 yılında faaliyete geçmiştir.
AB Veri Saklama Direktifi 2006 yılında kabul edilerek yürürlüğe girmiştir. Böylece, kolluğun suç soruşturmaları yürütürken ihtiyaç hissettiği
iletişim trafik verilerinin, telekomünikasyon şirketleri tarafından ne
kadar süreyle, hangi şartlarda ve
ne oranda saklanması gerektiğine
ilişkin, bir yönüyle güvenliği diğer
yönüyle özel hayatın gizliliğini ilgilendiren önemli bir kanun hayata
geçmiştir.
Avrupa Birliği’nde özgürlük, adalet
ve güvenliğin güçlendirilmesi amacıyla 2005-2010 yıllarını kapsayan
Lahey programı ve buna bağlı bir
eylem planı kabul edilmiştir. Bunun devamı niteliğindeki Stokholm
Programı ise 2010-2014 dönemini
kapsayacak ve özellikle göç, sığınma, yasadışı göç konusuna ağırlık
verecek şekilde yürürlüğe girmiştir.
Bu adımları tamamlayıcı ve destekleyici nitelikteki ‘AB İç Güvenlik Stratejisi’ ise 2010 yılında kabul edilmiştir. Bu belgede AB’nin önümüzdeki
4 yıl boyunca odaklanması gereken
öncelikler sıralanmaktadır. Bunlar
sırasıyla: uluslararası suç ağlarının
ortadan kaldırılması, terörizmin ve
radikalleşmenin önlenmesi, kişilerin ve şirketlerin siber alandaki güvenlik seviyesinin artırılması ve sınır
yönetimi aracılığıyla güvenliğin
güçlendirilmesidir.
2011 Ekim ayında Vize Bilgi Sistemi
(VIS) operasyonel hale getirilmiştir.
İlk olarak Kuzey Afrika ülkelerindeki
AB üyesi ülkelerin Konsoloslukları
bu sisteme dâhil edilmiş durumdadır. Önümüzdeki iki yıl içinde, Orta
Doğu ve Körfez ülkelerinden başlayarak dünyanın geri kalanı da bu
sisteme entegre edilecektir. Bu sistemle Schengen ülkeleri arasında
kısa süreli vize başvurularına ilişkin
hızlı bilgi akışı sağlanacak, başvuru
sahibinin daha önce herhangi bir
Schengen ülkesinden yaptığı vize
başvurusunun akıbeti de sistem
arşivinde yer alacaktır. Parmak izleri ve digital yüz imajı da sisteme
kaydedileceğinden Schengen dış
sınırlarındaki kontrollerde vize sahibinin gerçek kimliğinin tesbitinde
tüm üye ülkelere büyük bir kolaylık
sağlanmış olacaktır.
Avrupa Komisyonu tarafından geçen yılın son çeyreğinde somut bir
öneri olarak AB organlarında tartışmaya açılan Avrupa Sınır Takip Sistemi de (EUROSUR) Schengen alanının dış sınırlarının korunmasında
üye ülkelerin sınır muhafaza birimleri arasında ve bunların Frontex’le
yapacakları bilgi değişiminde hızlı
ve etkin bir mekanizmanın haya-
ŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
93
ta geçirilmesini hedeflemektedir.
Buna göre, ilk etapta Birliğin güney
deniz sınırı ve doğu kara sınırı üzerinde bulunan üye ülkelerinde uygulamaya geçirilecek olan sistem
2014 yılına kadar tüm Schengen
alanındaki dış sınırlara genişletilmiş
olacaktır.
Bu amaçla üye ülkelerde ulusal koordinasyon merkezleri kurulacaktır.
Yapılacak bilgi değişiminin konusu
yasadışı geçişlerin meydana geldiği
yerler, bunların uydu fotoğrafları
ya da grafiksel görüntüleri, devriye
hizmetlerinin yerleri, analiz edilmiş
bilgiler ve istihbarat raporları gibi
operasyonel bilgilerle sınırlı olacaktır. Frontex bu amaçla, AB Uydu
Merkezi ve Avrupa Deniz Güvenliği
Ajansıyla, takip sistemlerinin kulanılması konusunda yakın bir işbirliği yapacak ve sınıraşan suçlarla
ilgili istihbarat değişimi amacıyla
Europol’le irtibatlı olacaktır.
bu rakamın yüzde 75’inin Fransa,
Almanya, Belçika, İsveç, İngiltere ve
İtalya gibi sadece 6 ülkede yoğunlaşması bu ülkelere diğer üyelere
nazaran ek külfetler getirmektedir.
Bu külfetin ve sorumluluğun paylaşımı konusu ortak bir iltica sisteminin belki de en can alıcı noktasını
oluşturmaktadır. Bunun yanında,
İltica Prosedürleri Direktifi, Kabul
Şartları Direktifi, Dublin II Regülasyonu ve EURODAC Regülasyonu
gibi tadil edilmesi gereken çok
önemli enstrümanlar bulunmaktadır.
Önümüzdeki Dönemin Kritik
Başlıkları
Diğer bir husus, Avrupa Komisyonu’nun, AB topraklarına vizesiz
seyahat hakkına sahip olan ülkelere
yönelik olarak, bazı acil durumlarda
bu hakkın geçici olarak durdurulabilmesine imkân verecek değişikliğin Schengen mevzuatında yapılmasına dair önerisidir. Bu husus da
üye ülkeler arasında henüz ortak
bir tutumun oluşmadığı konulardan birisidir.
Önümüzdeki dönemin en önemli konularından birisi hiç şüphesiz
1999 Tampere Zirvesinden beri
AB’nin gündeminde olan Avrupa
Ortak İltica Sisteminin Kurulması
meselesidir. Bu hedef son olarak
Stokholm programına dâhil edilmiş
ve nihai kuruluş tarihi olarak 2012
yılı belirlenmiştir. AB ülkelerine
2000’li yıllarda yıllık toplamda 400
binlerin üstünde görülen iltica başvuruları son birkaç yıldır 250-300
bin seviyelerine gerilemiştir. Ancak
Avrupa Soruşturma Emri Direktifi
de yine Adalet ve İçişleri alanının
gündemindeki konulardan olacaktır. Yolcu bilgilerinin (PNR) ABD
makamları ile paylaşılmasına dair
işbirliği anlaşmasının imzalanması
konusunda Konsey uzlaşıya varmıştır. Bundan sonra mesele Avrupa
Parlamentosu’nda ele alınacak ve
bir karara bağlanacaktır. Bu konu,
insan hakları ve kişisel verilerin korunması yönüyle tartışmalı meselelerden birisidir.
Sonuç
Avrupa Birliği, 1990’lara kadar ekonomik pazar olgusunun ağırlık
kazandığı bir örgütlenme modeli
ortaya koyarken, daha sonraki dönemde özellikle 2000’li yıllardan
itibaren, terörizm, yasadışı göç, sınırların kontrolü, uyuşturucu madde kaçakçılığı ve organize suçlar
nedeniyle artan güvenlik risklerine
cevap verebilmek amacıyla özgürlük, adalet ve güvenlik alandaki
işbirliğine ağırlık veren bir görüntü
sergilemeye başlamıştır.
Ancak her halükarda, AB dış sınırlarının güvenliğinden sorumlu
bir AB sınır polisinin kurulması ya
da Europol’e AB çapında suçları
soruşturma yetkisinin verilmesi
gibi ülkelerin egemenlik alanlarına doğrudan müdahale edecek
şekilde ancak federal bir yapıda
olabilecek ortak mekanizmaların
yakın zamanda gündeme gelmesi
mümkün görünmemektedir. Üye
ülkeler kendi hukuklarıyla ve ulusal
öncelikleriyle örtüştüğü ölçüde AB
hukukunu ve ortak mekanizmaları
desteklemeye devam edecektir.
Bununla birlikte özellikle 2001 sonrası hayata geçirilen mekanizmaların, AB’nin, dış sınırlarını ulaşılmaz
bir duvar gibi örme gayretinden
kaynaklandığı ve bu süreçte temel
hak ve özgürlüklerin ağır yaralar
aldığı eleştirisinin de özellikle sivil
toplum nezdinde güç bulduğunu
ve daha kuvvetli argümanlarla dile
getirildiğini belirtmeliyiz.
SDE Uzmanı*
1.
Nicola Vennemann, “Country Report on the European Union”, http://edoc.mpil.de/conference-on-terrorism/index.cfm
2.
Arif Köktaş, “Avrupa Birliği Adalet ve İçişlerinde İşbirliği Politikası”, ATAUM Ders Notları, s.4.
3.
Alessandro Politi, “European Security: The New Transnational Risks”, Bkz. http://www.iss-eu.org/chaillot/chai29e.html
4.
http://www.migrationinformation.org/Feature/display.cfm?ID=338
5.
http://europa.eu.int/comm/justice_home/fsj/freetravel/frontiers/printer/fsj_freetravel_schengen_en.htm.
6.
http://www.historiasiglo20.org/europe/maastricht.htm.
7.
Alessandro Politi, a.g.e.
8.
http://www.ex.ac.uk/politics/pol_data/undergrad/pollard/html/history.htm.
9.
Arif Köktaş, a.g.e. s.4.
10.
http://www.europarl.eu.int/summits/pdf/sev1_en.pdf
94
STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012
Borç Kriziyle
Farklılaşan Avrupa
Genişlerken derinleşememe
ya da derinleşirken
genişleyememe, dolayısıyla
AB’nin farklılaşacağı
kaygısı ekseninde üretilen
“çok-vitesli”, “değişken
geometrili” ve “A la Carte”
Avrupa kavramları,
AB’nin genişlerken
derinleşebileceği
ya da derinleşirken
genişleyebileceği anlaşılmış
olduğundan gündemin ön
sıralarından düşmüştü; zira
genişlemenin gündemde
olduğu 90’lı yıllarda üç
antlaşma onaylanarak
yürürlüğe girmiştir.
A
vrupa
Kömür
Çelik
Topluluğu’nun (AKÇT) kuruluşundan, Avrupa Birliği’nin
(AB) oluşumuna varan süreç, Avrupa entegrasyon hareketinin dinamik niteliğini açıkça sergilemekte,
kurucu antlaşmalarda yapılan her
bir değişiklik bu dinamizmin sembolü niteliğini taşımaktadır. Eğer
“dinamizm” kavramı, sadece entegrasyon hareketinin derinleştirici
faktörleri değil, entegrasyon hareketini olumsuz etkileyeceği hususunda tereddütler hasıl olsa bile,
Birliği değişime tabi tutan her faktörün etkilerini kapsayacak şekilde
tanımlanırsa; Avro alanında yaşanan borç krizinin Avrupa entegrasyon hareketinin dinamik niteliğini göz önüne sermekte olduğu
ileri sürülebilir. Zira Avro alanında
borç krizi ile mücadelede atılan ve
atılması planlanan her adım AB’yi
değişime tabi tutacak unsurlar içer-
Dilek YİĞİT*
mekte ve dolayısıyla entegrasyon
hareketinin dinamik yapısını sürdürücü etki yapmaktadır. Ancak asıl
mesele, bu dinamizmin Avrupa’yı
nereye götüreceğidir.
Avrupa entegrasyon hareketinin
dinamik doğası nedeniyle, farklı dönemlerde farklı sorunlar ve
farklı sorunlara ilişkin tartışmalar
Avrupa gündeminin ön sıralarını
almıştır. 1980’li yıllarda başlıca mesele iç pazarın tamamlanması ve
bu amaçla alınacak önlemler iken;
1990’lı yıllarda AB’nin öncelikli meselesi genişleme ve genişlemenin
muhtemel etkilerinin değerlendirilmesi olmuştur. 1990’lı yıllarda,
genişleme politikasının gündemde
olması bağlamında, üzerinde en
fazla durulan sorun ise “genişleme”
ve “derinleşme” ikileminin nasıl çözülebileceği meselesidir ve bu kapsamdaki tartışmalar, genel olarak
“farklılaşan Avrupa”yı ifade eden
ŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
95
Sarkozy, AB için hem
genişlemenin hem de
federasyonun aynı anda
gerçekleştirilmesinin
imkânsız olduğunu, zira
AB’nin kapılarını Balkan
ülkelerine açtığını, çok
sayıda üyesi olan bir AB’de
federalizmin imkânsız
olduğunu belirterek, “ikivitesli Avrupa” önerisinde
bulunmuştur.
“çok-vitesli”, “değişken geometrili”
ve “A la Carte” Avrupa kavramlarını
gündeme getirmiştir.
Avro Alanının İkilemleri
Genişlerken derinleşememe ya da
derinleşirken genişleyememe, dolayısıyla AB’nin farklılaşacağı kaygısı ekseninde üretilen “çok-vitesli”,
“değişken geometrili” ve “A la Carte”
Avrupa kavramları, AB’nin genişlerken derinleşebileceği ya da derinleşirken genişleyebileceği anlaşılmış
olduğundan gündemin ön sıralarından düşmüştü; zira genişlemenin gündemde olduğu 90’lı yıllarda, kurucu antlaşmalarda değişiklik
yapan üç antlaşma -Maastricht,
Amsterdam ve Nice Antlaşmaları- onaylanarak yürürlüğe girmiştir.
Ayrıca genişleyen AB’de Anayasal
Antlaşmayı reddeden Fransa ve
Hollanda’nın kurucu üyeler olması ve Lizbon Antlaşması’nda tüm
üyeler tarafından onaylanarak 1
Aralık 2009 tarihinde yürürlüğe
girmesi, genişlemenin derinleşme
96
STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012
üzerindeki etkisinin –en azından
antlaşma değişiklileri hususundaöngörüldüğü kadar yıkıcı olmayacağını göstermiştir. Ancak, Avro
alanında borç krizi ile mücadele
sürecinde, Fransa ve Almanya’nın
Avro alanında daha sıkı mali kurallar ile bu kurallara riayet etmeyen
devletlere karşı daha sert yaptırımlar öngörülmesi amacıyla Lizbon
Antlaşması’nda değişiklik yapılmasına dair önerisi Birleşik Krallığın
itirazı ile karşılaşınca, söz konusu
durumun Avrupa’yı farklılaştıracağı kaygısı kapsamında, “farklılaşan
Avrupa”ya ilişkin kavramlar tekrar
karşımıza çıkmıştır.
Bu sefer, anılan kavramlar yeni bir
ikilem kapsamında gündemdedir;
bu ikilem “Avro alanının dağılması”
ve “Avro’nun kurtarılması” ikilemidir. “Avro alanının dağılmasının” yaratacağı siyasi ve ekonomik etkiler
dikkate alındığında bu ihtimalin
tercih edilemez nitelikte olduğu
açıktır; ancak “Avro’nun kurtarılması” ise, Avro bölgesinde mali disiplinin temini için entegrasyon hareketini derinleştirecek unsurlar taşıyan,
-ulusal bütçelerin supranasyonel
düzeyde denetlenmesi, ulusal bütçelerden sorumlu bir komiserin
atanması ya da maliye politikaları
kapsamında Adalet Divanı’na yeni
yetkiler verilmesi gibi- önlemleri
gerekli kılabilecektir. Birleşik Krallığın Lizbon Antlaşması’nda değişiklik yapılmasına itiraz etmesi
neticesinde, Avro alanında mali disiplin için hazırlanmakta olan yeni
antlaşmayı bu çerçevede okumak
gerekmektedir.
Dolayısıyla Avro alanındaki borç
krizinin etkisiyle, “çok-vitesli”, “değişken geometrili” ve “A la Carte”
Avrupa kavramlarının tekrar gündeme gelmesi, “Avro alanında yaşanan borç krizinin tekrarlanmasının önlenmesi amacıyla daha sıkı
kurallar ve sert yaptırımlar içeren, bu
kapsamda AB’nin kurumlarını yetkilendiren, dolayısıyla entegrasyon
hareketini derinleştirecek bir antlaş-
ma AB’nin tüm üyeleri tarafından
kabul edilecek midir?” sorusunun
cevabının, Birleşik Krallık’ın Lizbon
Antlaşması’nda değişiklik yapılmasına ilişkin açık itirazı nedeniyle,
olumsuz olmasıdır.
8 Kasım 2011 tarihinde Strasbourg
Üniversitesi’nde yaptığı konuşmada Sarkozy, AB için hem genişlemenin hem de federasyonun
aynı anda gerçekleştirilmesinin
imkânsız olduğunu, zira AB’nin
kapılarını Balkan ülkelerine açtığını, üye sayısının 32, 33 ya da 34
olacağını, dolayısıyla çok sayıda
üyesi olan bir AB’de federalizmin
imkânsız olduğunu belirterek,
“iki-vitesli Avrupa” önerisinde bulunmuştur. Birinci vites, daha fazla
entegrasyonun
sağlanabileceği
federal Avro alanını, ikinci vites ise
Avro alanı üyesi olmayan AB üyelerinin yer aldığı konfederal Avrupa’yı
ifade etmektedir.1 Sarkozy’nin konuşmasında dikkat çeken ilk husus
“genişleme-derinleşme” ikilemine
tekrar vurgu yapılmış olmasıdır;
Sarkozy genişleme sürdüğü müddetçe derinleşmenin zorlaşacağının altını çizmektedir. Dikkat çeken
ikinci husus ise, ikinci vitesi, Avro
alanında yer almayan devletlerin
oluşturacağının belirtilmesidir; Birleşik Krallık ve Danimarka dışında,
şimdilik Avro alanında yer almayan
tüm AB üyelerinin, Maastricht kriterlerini karşıladıklarında Avro alanına dahil olmak zorunda oldukları
dikkate alınırsa, ikinci vitesin nihai
halinin -gelecekte Birliğe katılacak
yeni devletler için sürekli bir derogasyon öngörülmediği müddetçeBirleşik Krallık ve Danimarka’dan
ibaret olacağı aşikardır. Sarkozy’in
konuşması, entegrasyon hareke-
tinde daha fazla ilerlemek istemeyen üye devletlerin, entegrasyon
hareketini daha da derinleştirmek
isteyenlere mani olmasının kabul
edilemeyeceğinin altının çizilmesi
olarak da nitelendirilebilir.
Bu durum bize, Joschka Fischer’in,
Mayıs
2000’de
Humboldt
Üniversitesi’nde yaptığı ünlü konuşmasını hatırlatmaktadır. Fischer,
entegrasyon hareketinin geleceği
üzerinde dururken “avant-garde
Avrupa” kavramını kullanmış, entegrasyon hareketinde daha fazla
ilerlemek isteyen üye devletlerin,
daha ileri entegrasyonun dışında
kalan üye devletler için çekim merkezi (centre of gravity) yaratabileceğini ifade etmiş ve söz konusu çekim merkezinin antlaşmalar içinde
ortaya çıkabileceği gibi, antlaşmalar dışında da ortaya çıkabileceğinin
altını çizmiştir.2 Dolayısıyla Fischer,
Avro alanında daha sıkı mali disiplin için tasarlanan ve onaylanması
halinde entegrasyon hareketine
derinleştirici etki yapacak olan yeni
antlaşmanın, Birlik çerçevesi dışına
alınmakta olduğu sürece benzer
süreçlerin yaşanabileceğini daha
önce ifade etmiş olmaktadır. Ancak,
entegrasyon hareketini derinleştirici unsurlar taşıyan Avro alanı için
yeni bir antlaşma, Fischer’in deyişiyle “avant-garde Avrupa” yaratsa
da; yeni antlaşmanın, antlaşmaya
taraf olmayanlar için “çekim merkezi” oluşturup oluşturmayacağı zamanla gözlemlenebilecektir. Ancak
Avro
alanındaki
borç
krizi sonrasında
aşikar olan husus, Avrupa entegrasyon hareketinin değişime tabi olduğudur; bu
değişimin, entegrasyon hareketi
açısından “gelişim” olup olmayacağı, değişimin yarattığı “farklılaşan
Avrupa”nın niteliğine bağlı olacaktır. “Farklılaşan Avrupa”nın niteliği
ile kastedilen nedir? Bu kapsamda, Avro alanındaki borç krizinin
Avrupa’yı farklılaştıracağı kaygısıyla
tekrar gündeme gelen ve tamamı
“farklılaştırılmış entegrasyonu” ifade eden “çok-vitesli”, “değişken geometrili” ve “A la Carte” Avrupa kavramları arasındaki, çoğunlukla göz
ardı ediyor olsa da, önemli farkların
altını çizmek gerekmektedir.
Çok Vitesli Avrupa
“Çok-vitesli” ya da günümüzde
daha sık karşılaştığımız “iki-vitesli Avrupa” kavramı ile kastedilen
farklılaştırılmış entegrasyon modeli, daha ileri bir entegrasyonu arzu
eden ve böyle bir entegrasyona katılabilen üye devletlerin entegrasyonun çekirdeğini oluşturmasını,
diğerlerinin çekirdek grubu daha
sonra takip etmesini ifade etmektedir. “Çok-vitesli” ya da “iki-vitesli
Avrupa” kavramı, entegrasyonun
“zaman” bakımından farklılaştırılmış halidir ve halihazırda Avro alanı –Birleşik Krallık ve Danimarka’ya
sağlanan sürekli derogasyonu hariç
tutarsak- bu modelin örneğidir;3
zira üye devletler, fiyat istikrarı, devletin mali durumu, döviz kurları ve
uzun dönemli faiz oranlarına dair
rakamsal ve rasyo olarak belirlen-
“Çok-vitesli” ya da “iki
vitesli Avrupa” kavramı ile
kastedilen farklılaştırılmış
entegrasyon, üye devletler
arasında “geçici” ayırıcı
çizgiler yaratmaktadır
ki, anılan kavram üye
devletler arasında
“zaman” bakımından
farklılaşmanın “kalıcı”
kılınmasını ifade
etmemektedir
miş referans değerlerini içeren Maastricht kriterlerini karşıladıklarında
Avro alanına dahil olmak zorundadırlar. Dolayısıyla, “çok-vitesli” ya
da “iki vitesli Avrupa” kavramı ile
kastedilen farklılaştırılmış entegrasyon, üye devletler arasında “geçiçi”
ayırıcı çizgiler yaratmaktadır ki, anılan kavram üye devletler arasında
“zaman” bakımından farklılaşmanın
“kalıcı” kılınmasını ifade etmemektedir.
Diğer taraftan “değişken geometrili
Avrupa” kavramı, “alan” bakımından farklılaşmayı ifade etmektedir
ve daha derin entegrasyona doğru ilerleyen “iç halka” ile daha derin entegrasyona katılmayan “dış
halka”da yer alacak üye devletlerarasında kalıcı ayrılıklar yaratılması
anlamına gelebilmektedir.4 Yukarıda, Birleşik Krallık ve Danimarka’nın
durumu hariç tutulursa, Avro alanının “iki vitesli Avrupa” örneğini teşkil ettiği belirtilmişti. Zira, Birleşik
Krallık ve Danimarka’nın Avro alanına dahil olmaması, Avro alanında
dahil olmak zorunda olmamaları
nedeniyle, “iki-vitesli Avrupa” değil,
“değişken geometrili Avrupa” örneğini oluşturmaktadır.
A la Carte Avrupa
“A la Carte Avrupa” kavramı da,
minimum sayıda ortak hedeflerin
ŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
97
Avrupa, hem mekân
açısından hem de
politika açısından –ulusal
maliye politikalarının
supranasyonel düzeyde
kontrol edilmesi
politikasını kabul
etmeyen devletler
mevcut olacağından–
farklılaşacak ve üye
devletlerarasında ayırıcı
çizgi “sürekli” nitelik arz
edecektir.
korunarak, üye devletlere, politikalardan oluşan menüden katılmak
istedikleri politikaları seçme hakkı
verilmesini ifade etmektedir5; dolayısıyla “iki-vitesli Avrupa” kavramı
“zaman”, “değişken geometrili Avrupa” kavramı “mekan” bakımından
farklılaşmayı ifade ederken, “A la
Carte Avrupa”, “politikalar” bakımından farklılaşmayı ifade eder ki;
Danimarka ve Birleşik Krallığın Avro
alanına dahil olmaması, ortak para
politikasını kabul etmediklerinin
göstergesi olarak, “değişken geometrili Avrupa” ile birlikte “A la Carte
Avrupa” örneğini teşkil etmektedir.
Dolayısıyla, anılan kavramlardan
“iki-vitesli Avrupa”, er ya da geç tüm
üyeler tarafından ortak amaçlara
ulaşılmasını ifade etmesi açısından,
entegrasyon hareketi için olumsuz
sonuçlar yaratacak mahiyette olmasa da, Avro alanında yaşanan
borç krizi neticesinde farklılaşan
Avrupa’nın “değişken geometrili
Avrupa” ya da “A la Carte Avrupa”ya
dönüşmesi, entegrasyon hareketinin Birliğin tüm üyelerini kapsayacak şekildeki ilerleyişini, bir başka
deyişle entegrasyon hareketinin
1.
2.
3.
4.
5.
6.
98
homojenliğini bozacaktır.
Avro alanındaki borç krizi sonrası
farklılaşmakta olan Avrupa’nın ilk
sinyali olan, Avro alanında daha sıkı
bir mali disiplin sağlanması amacıyla Mart ayı içinde imzalanması
planlanan ve Britanya’nın itirazı
nedeniyle Birlik çerçevesi dışında
tutulan yeni antlaşmayı, Avrupa
entegrasyon hareketinin tamamıyla dışında değerlendirmek, bir
başka deyişle Avrupa entegrasyon
hareketinden soyutlamak ise doğru bir yaklaşım olmamaktadır. Zira
yeni antlaşmaya taraf olabilecek
devletlerin tamamı AB üyesidir ve
anılan antlaşmanın hükümetlerarası niteliği sürekli vurgulansa bile,
antlaşmanın hükümlerinin uygulanmasında AB kurumları yetkili kılınmaya çalışılmaktadır. Dolayısıyla
“farklılaşmış Avrupa” ya doğru atılmış bir adım olan yeni antlaşmanın
yaratacağı Avrupa’nın, “çok-vitesli”,
“değişken geometrili” ve “A la Carte
Avrupa” kavramlarının hangisi ile
ifade edilebileceği önem taşımaktadır.
Avro alanında yaşanan borç krizi neticesinde farklılaşmakta olan
Avrupa’yı “iki-vitesli Avrupa” olarak
tanımlamak, -“iki vitesli Avrupa”
kavramının tanımı gereği- mali disiplin için yeni antlaşmaya yönelik
Britanya’nın halihazırdaki itirazının
geçici olduğu varsayımına dayanıldığını ifade eder ki, Birleşik Krallığın
Başbakan Yardımcısı Nick Clegg’in
9 Ocak 2012 tarihinde yaptığı açıklamada Britanya’nın vetosunun
geçici olduğunu tahmin ettiğini
belirtmesi6 bu varsayımı güçlendirmektedir.
Diğer taraftan Birleşik Krallık dışında, AB’nin Avro alanına dahil olmayan diğer üyelerinin de Avro alanın-
da mali disiplin için yeni antlaşmaya
taraf olmaması ihtimali mevcuttur;
yeni antlaşmaya taraf olmayacak
Birlik üyelerinin antlaşmaya itirazı
sürekli olacak ise, bir başka deyişle itiraz eden üye devletler AB’nin
tüm üyelerine açık antlaşmaya hiç
bir zaman katılmayacak ise, kriz
sonrası farklılaşan Avrupa için “iki
vitesli Avrupa” yerine “değişken geometrili Avrupa” ve “A la Carte Avrupa” kavramlarını kullanmak daha
uygun olacaktır. Zira bu durumda
Avrupa, hem mekân açısından –iki
halka oluşacağından-, hem de politika açısından –ulusal maliye politikalarının supranasyonel düzeyde
kontrol edilmesi politikasını kabul
etmeyen devletler mevcut olacağından–farklılaşacak ve üye devletlerarasında ayırıcı çizgi “sürekli”
nitelik arz edecektir. Ancak Birleşik
Krallık dahil, yeni antlaşmaya taraf
olmayacak devletler tutumlarını
değiştirir ve antlaşma yürürlüğe
girdikten sonra antlaşmaya taraf olmaya karar verirlerse, bir başka deyişle yeni antlaşma taraf olmayanlar için bir “çekim merkezi” yaratabilirse, Avro alanında yaşanan borç
krizinin etkisiyle zaman bakımından farklılaşmış “iki-vitesli” Avrupa
örneği tecrübe edilmiş olacaktır.
Hazine Müsteşarlığı, Dr. *
Two-speed Europe, or two Europes?, 10 November 2011, www.economist.com
Speech by Joschka Fischer, From Confederacy to Federation: Thoughts on the Finality of European Integration”, at the Humboldt University in Berlin, 12 May 2000.
Claus-Dieter Ehlermann, “Increased Differentiation or Stronger Uniformity”, EUI Working Paper, No 95/21, Italy.
A. Stubb, The Semantic Indigestion of Differentiated Integration: The Political Rherotic of the pre-1996 IGC Debate, Thesis at the Department of Politics and Administration, College of Europe,
Bruges, 1995.
A.g.e.
British deputy PM: EU veto is “temporary”, 10 January 2012, http://euobserver.com
STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012
Avrupa İçin Krizden
Çıkış Seçenekleri
Avrupa’nın temel
makroekonomik
göstergelerine bakıldığında
önemli bir problemin
olmadığı görülmektedir.
AB’nin bir bütün
olarak cari açık sorunu
bulunmamaktadır.
Amerika ve İngiltere gibi
cari açık veren büyük
ekonomilerden daha
iyi durumdadır. Mali
denge açısından da aynı
durum söz konusudur.
Avro Bölgesi’nin bütçe
açıklarının GSYİH’ya oranı
yüzde 4 civarındadır. Oysa
bu değer Amerika için
yüzde 10’dur.
D
Muhsin KAR*
ünya ekonomisinin en
önemli ağırlık merkezlerinden biri olan Avrupa’daki kriz, küresel ekonomiyi tehdit
etmeye ve en büyük risk unsuru
olmaya devam ediyor. Avrupa’nın
kriz karşısında aldığı önlemlerin
yavaşlığı ve yetersizliği, büyük imparatorlukların sonunun dış saldırıdan ziyade içyapısındaki sorunların
çözümüne duyarsızlıktan kaynaklandığı tezini doğrular niteliktedir.
%10’luk durumuna göre daha iyi
bir durumu göstermektedir. Benzer şekilde, enflasyon Amerika ve
İngiltere’den daha düşük durumda
olup, ücretler baskı altında olduğundan yükselmesi de beklenmemektedir. Son olarak, üzerine
çok konuşulan büyüme hızı konusunda da Avrupa’nın performansı
Amerika’nın çokta gerisinde değildir. Eğer durum böyle ise, sorun nedir ve nereden kaynaklanmaktadır?
Avrupa’nın temel makroekonomik
büyüklüklerine bir bütün olarak
bakıldığında önemli bir problemin
olmadığı görülebilir. AB’nin bir bütün olarak cari açık sorunu bulunmamaktadır. Amerika ve İngiltere
gibi cari açık veren büyük ekonomilerden daha iyi durumdadır. Mali
denge açısından da aynı durum söz
konusudur. Avro Bölgesi’nin bütçe
açıklarının GSYİH’ya oranı %4 civarında olup, bu değer Amerika’nın
Sorun tasarrufların ve yatırımların
AB içinde dağılımı ile yakından ilgilidir. Avro bölgesi tasarruflarının
miktarı ülkelerin ihtiyacı olan finansman için yeterlidir. Sorun tasarrufların Birlik içinde bir ülkeden
diğerine gitmemesinden kaynaklanmaktadır. Özellikle 2002’de tek
paraya, Avro’ya, geçişle birlikte reel
ücretleri baskı altında tutan, verimliliğini ücret artışlarının üstünde
gerçekleştiren ve rekabetçiliklerini
ŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
99
Kamu gelir-gider dengesini
sağlamaya yönelik mali
disiplin (kemer sıkma),
kısa dönemde daha
fazla daralma anlamına
gelir. Yapısal reformların
etkisini gösterip verimlilik
artışı ve büyümeye katkı
yapabilmesi zamanla
ortaya çıkmaktadır.
artıran Almanya gibi ülkeler, cari
fazlalık verirken; ücretlerin verimlilikten daha fazla arttığı, kamu harcamalarının vergiler yerine borçlanma ile karşılandığı Yunanistan gibi
ülkelerde ise, cari açık verilmektedir. Problem, cari fazlası olan kuzey
ülkelerin cari açık problemi yaşayan
güney ülkelerini finanse etmemelerinden kaynaklanmaktadır.
Avrupalı liderler ise, sorunu çözmekten ziyade, aldıkları önlemlerle
sorunu daha da içinden çıkılmaz
hale getirmektedirler. Bu yavaşlığın, kararsızlığın ve yetersizliğin
arka planında ise, krizden çıkış senaryolarının yükünün hangi ülke
tarafından üstlenileceği veya paylaşılacağı tartışması yatmaktadır.
Peki, muhtemel krizden çıkış senaryoları nelerdir?
Almanya’nın Enflasyon
Korkusu
Birinci seçenek, çevrede (periphery) yer alan ülkelerin rekabetçiliklerini yeniden kazanacak şekilde
kemer sıkarak ve yapısal reformları
gerçekleştirerek büyümeye başlamalarının sağlanmasıdır. Böylesi
bir politik seçeneği, Avrupa Merkez Bankası’nın, Amerika’daki FED
benzeri, bir miktarsal genişlemeye
(quantitative easing) gitmesi ve
zor durumda olan ekonomilere en
son borç verme merci olarak sınırsız likidite sağlaması, cari açıkları
kapatacak şekilde Avro’nun hızla
değer kaybetmesi ve çevre kemer
sıkmaya zorlanırken merkezinde
mali canlanmanın uygulamaya konulması anlamına gelir. Bu politika
seçeneğine, Almanya ve Avrupa
Merkez Bankası, başta Almanya ol-
mak üzere diğer merkez ülkelerindeki enflasyonu hızlandırabileceği
endişesi ile karşı çıkmaktadırlar.
Kemer Sıkmanın Daraltıcı Etkisi
Almanya ve AMB, birinci seçenek
yerine, kemer sıkma ve yapısal
reformlarla verimliliği artırma ve
emeğin birim maliyetini düşürme
ve böylelikle reel değer kaybetme
(real depreciation) ile rekabetçiliği
sağlamak gerektiğini öneriyor. Bu
ikinci seçenek birçok sorunu içinde
barındırmaktadır. Özellikle kamu
gelir-gider dengesini sağlamaya
yönelik mali disiplin (kemer sıkma),
kısa dönemde daha fazla daralma
anlamına gelir. Yapısal reformların
etkisini gösterip verimlilik artışı ve
büyümeye katkı yapabilmesi zamanla ortaya çıkmaktadır. Kemer
sıkma ve yapısal reform paketleri,
Yunanistan örneğinde olduğu gibi
işçilerin çıkarılmasını, sübvansiyonların askıya alınmasıyla verimsiz işletmelerin kapanmasını ve yatırım
100 STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012
Avro’dan çıkan ülkeler
kendi paralarının
devalüasyonuna izin
vererek rekabetçi hale
gelebilir ve böylelikle
büyümeyi tekrar
sağlayabilirler. Ancak
Avro üyesi bir ülkenin
iflasına böylesi bir
yöntemle izin verilmesi
durumunda; iflas, Birlik
dışına çıkan bu ülkelerle
sınırlı kalmayabilir.
ortamının iyileştirilmesini içerir.
Bu tür uygulamalar ise zaten özünde daraltıcı niteliktedir. Dış dengeyi
sağlamak için gerekli olduğu ifade
edilen bu tür kemer sıkma ve yapısal reformlar ile rekabetçi hale
gelinemezse, büyüme olamayacağından makro göstergeler daha da
kötüleşecektir. Nitekim eğer, ekonomik büyüme olmaz ise, bütçe
açığının ve borçların GSYİH’ya oranları artacaktır. Yakın gelecekte ekonomik büyüme sağlayarak düze
çıkmayı öngörmeyen bir program,
geniş toplumsal kesimler tarafından da direnç ile karşılaşacağından,
böylesi bir programı uygulamak
demokratik bir ülkede siyaseten de
sürdürülebilir olmayacaktır. Böylesi
bir seçenek eninde sonunda bu ülkelerin iflasına yol açacaktır.
Bırakınız Batsınlar(!) Kolaycılığı
Üçüncü seçenek, borçluluk oranları
artan, dış dengesi kötüleşen ve do-
layısıyla makroekonomik dengesi
bozulan ve ayrıca Birlik tarafından
belirlenen kuralları sağlayamayan
ülkelerin batmasına ve Avro’dan
(Para Birliğinden) ayrılmasına izin
verilmesidir. Avro’dan çıkan ülkeler
kendi paralarının devalüasyonuna
izin vererek rekabetçi hale gelebilir ve böylelikle büyümeyi tekrar
sağlayabilirler. Ancak Avro üyesi
bir ülkenin iflasına böylesi bir yöntemle izin verilmesi durumunda;
iflas, Birlik dışına çıkan bu ülkelerle
sınırlı kalmayabilir. Çünkü Avro alanında ve daha geniş bir açıdan Avrupa Birliği alanında borçlanmanın
yarattığı karşılıklı bir bağımlılık söz
konusudur. Örneğin, Yunanistan’a
borç verenlerin başında Alman ve
Fransız bankaları gelmektedir. İngiliz bankalarını ve Yunan bonolarını
ellerinde tutan diğer Güneydoğu
Avrupa ülkeleri de dikkate alındığında bağımlılığın boyutu daha
kolay anlaşılabilir. Aynı durum
borçluluk miktarı ve oranları yüksek
diğer ülkeler içinde aynı şekildedir.
Dolayısıyla düzensiz bir ayrılma (disorderly breake-up), Birlik için domino etkisi yapabilir ve Birlik geneli
için tahmin edilenden daha yıkıcı
sonuçlar ortaya çıkabilir.
Almanlar, Yunanlıları
Kurtarır mı?
Avro’dan düzensiz çıkışın yıkıcı etkilerinden korunmak için, dördüncü seçenek, tasarruf fazlası olan
Almanya gibi Kuzey ülkelerinin tasarruf açığı (ve dolayısıyla cari açığı)
olan Yunanistan, İspanya, İtalya ve
Portekiz gibi Güney ülkelerini mali
transferlerle desteklemeleridir. Diğer bir ifadeyle, Kuzey ülkelerinin
Güney ülkelerini rekabetçiliklerinin ve büyüme oranlarının düşük
seviyede kalmaları konusunda razı
etmeleri gerekmektedir. Böylesi
bir seçenek, borçların yeniden yapılandırılması ile özel ve kamunun
sermaye kayıplarını da beraberinde getirecektir. Ayrıca ekonomik
olarak iyi durumda olan Almanya
gibi ülkelerin zor durumda olan
Yunanistan, İtalya, İspanya ve PorŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
101
Sorun tasarrufların ve
yatırımların AB içinde
dağılımı ile yakından
ilgilidir. Avro bölgesi
tasarruflarının miktarı
ülkelerin ihtiyacı olan
finansman için yeterlidir.
Sorun tasarrufların
Birlik içinde bir ülkeden
diğerine gitmemesinden
kaynaklanmaktadır.
tekiz gibi ülkelere mali transferler
yapması da gerekecektir. Böylesi bir
transfer mekanizması ancak siyasi
birlik içinde geçerli olabilir. Ulusal
ekonomilerde zengin bölgelerin
fakir bölgeleri desteklediğine sıkça rastlanmaktadır. Dolayısıyla bu
AB’nin ekonomik, mali ve siyasi birlik olması ile mümkün olabilir. Avro
Bölgesi ülkelerinin vatandaşlarını
ortak bir payda etrafında demokratik tek bir yapıda örgütlenmesini
sağlamaya yönelik adımlarının üye
ülkelerin yurttaşları tarafından kolaylıkla kabul görmesi Avrupa anayasasının reddedilmesi örneğinde
olduğu gibi, kolay bir seçenek olarak gözükmemektedir.
Hangisi Daha Az Maliyetli?
Avrupa Birliği’nin geleceğine yönelik bu seçeneklerin her biri yükün belirli ülkelerce paylaşımını
öngörmektedir. Birinci seçenekte
yükün daha çok Almanya tarafından üstlenilmesi öngörülmektedir.
İkinci seçenek, acı reçetenin çevre
ülkelerince benimsenmesi ve dolayısıyla yükün ekonomik olarak zor
durumda olan ve iyi yönetilemeyen
ülkelerce üstlenilmesini içermektedir. Üçüncü seçenek, her iki tarafında yükü paylaşmasını öngörüyor.
Ancak kontrolsüz bir dağılmanın
102 STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012
yaratacağı yükün büyüklüğünün
kestirilememesi ciddi bir sorun olarak ortaya çıkmaktadır. Dördüncü
seçenek, Avrupalı halkların kader
birliği yapmasına ve birbirlerini karşılıksız çıkar ilişkisi içinde desteklemelerini öngörüyor.
Avrupa ekonomik krizini çözmeye
yönelik atılan adımlar, krizden çıkış
yükünün kim tarafından yüklenileceği konusunda uzlaşma sağlanmadığını gösteriyor. Bu yönde bir
uzlaşmanın sağlanması durumunda önlemlerin hızla hayata geçi-
rilmesini ve güvenin temin edilmesini kolaylaştıracaktır. Karşılıklı
bağımlılık, ulusal hassasiyetler ve
Avrupa’nın geleceğine ilişkin ortak
bir tasavvurun geliştirilmesindeki belirsizlikler ise, krizi her geçen
gün daha da derinleştirmekte ve
içinden çıkılmaz hale getirmektedir. Çözüm, hangi seçeneğin daha
az maliyetli olduğu ve bu maliyetin
kimin tarafından karşılanacağı ile
yakından ilgilidir.
SDE Uzmanı, Prof. Dr.*
Yunanistan’daki Banka Mevduat
Hücumları ve Etkileri
Rasim YILMAZ*
Yunanistan’daki finansal
krizler -banka hücumlarıgüvenlik önlemleri
tartışmalarına yeni
boyutlar getirmiştir.
Yunanistan’daki banka
mevduat hücumlarının
nedeni banka spesifik
etkilerden ziyade makro
ekonomik risk olarak
görünmektedir. Yunanistan
borç krizi bize mevduat
sigortasının sınırlarını
göstermiştir.
Y
unanistan’ın 483 milyar dolarlık dış borcunu ödeyemeyecek duruma düşmesi
ve sonrasında ülkedeki mevduat
sahiplerinin bankalara mevduatlarını çekmek için hücum etmeleri
finansal krizler-banka hücumlarıgüvenlik önlemleri tartışmalarına
yeni boyutlar getirdi.
Bir bankanın net değeri negatif olduğu zaman, yani yükümlülükleri
varlıklarını aştığı zaman, bir bankanın iflas ettiği söylenir. Bir banka mevduat sahiplerinin mevduat
çekme taleplerini “ilk gelen önce
hizmet görür” prensibine göre yerine getirir. Eğer mevduat sahipleri
mevduatlarının bulunduğu bankanın gücü konusunda şüpheye
düşerlerse, diğer mevduat sahiplerinden önce hızla paralarını çekmek isteyeceklerdir çünkü banka
mevduat sahiplerinin taleplerini
“önce gelen önce hizmet görür”
prensibine göre cevaplayacaktır.
Bir bankanın karşı karşıya kaldığı
bu durum “banka hücumu veya
mevduat hücumu” olarak adlandırılır. Bir bankanın varlıkları genellikle likit olmadığından dolayı,
mevduat sahiplerinin böyle bir saldırısı ile karşılaşmış bir banka tüm
mevduat sahiplerinin taleplerini
karşılayamama tehlikesi ile yüzleşebilir. Banka hücumları, mevduat
sahiplerinin bankaların risk durumları hakkındaki görüşlerinde
değişime yol açabilecek her hangi
bir olay tarafından tetiklenebilir.
Ekonomik durgunluk belirtileri,
bankaların yoğun olarak kredi
kullandırdığı bir sektörün bilançolarındaki bozulma, hızlı bir kredi
büyüme sürecinin ardından gelen
kötü haberler, bankanın kefalet
ve garanti verdiği müşterilerinin
yükümlülüklerini yerine getirememesi sonucu doğan yükümlüŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
103
Banka mevduat
hücumlarında, normal
koşullarda, önce küçük
mevduat sahiplerinin
bankalara hücum
ettiği, daha sonra bunu
gören büyük mevduat
sahiplerinin bu trende
katıldıkları gözlemlenir.
Yunanistan’da bunun
tam tersi bir süreç
izlenmektedir.
lükler, benzer portföye sahip finansal kuruluşların iflasları gibi haklı
nedenler mevduat sahiplerinin
bankalara hücum etmesine neden
olabilir. Bu tür hücumlar “asimetrik
bilgiden kaynaklanan bankacılık
hücumu” olarak adlandırılır. Bankacılık hücumları hiçbir haklı sebebe
dayanmaksızın kendi kendine de
meydana gelebilir. Bir bankanın
bilançosu çok sağlıklı olmasına
rağmen, mevduat sahipleri diğer
mevduat sahiplerinin mevduatlarını çektiklerine ve eğer beklerlerse
bankanın iflas edeceğine inanıyorsa ve bu durumdan korkuyorsa,
mevduat sahipleri bir bankaya hiçbir sebebe dayanmaksızın da hücum edebilirler.
Yunanistan’da meydana gelen
banka mevduat hücumları haklı
bir nedene bağlı bankacılık hücumları sınıflamasına girmektedir.
Yunanistan’daki banka mevduat
hücumlarının nedeni olarak “makro ekonomik risk” gösterilebilir.
Yunanistan’ın 483 milyar dolarlık
dış borcunu ödeyemeyecek duruma düşmesi ve Başbakan Georgios
Papandreou’nun ikinci Yunanistan
yardım paketini referanduma sunma duyurusu politik kaosa yol açmış ve bu durum Yunanistanlı hane
halklarını belirsizliğe ve nihayetinde bankalardaki mevduatlarına hücum etmeye yönlendirmiştir. Hane
halklarının Yunan bankacılık sistemindeki vadeli ve vadesiz mevduatlarının toplamı 2010 yılının başında 237,7 milyar Euro iken bu rakam
2011 yılının Ağustos ayında 49 milyar Euro’ya düşüş göstermiştir. Bu
tarihten sonra mevduat çekilişleri
daha da hızlanmış ve Eylül ayında
5,4 milyar Euro ve Ekim ayında ise
8,5 milyar Euro düşüş göstermiştir. Ekim ayındaki mevduat çıkışı
borç krizinin patlak vermesinden
(2009 yılının son ayları) bu yana en
yüksek aylık mevduat çıkışı olarak
gerçekleşmiştir. Avrupa’daki diğer
liderlerin referanduma tepki göstermelerinden sonra yardım planı
fikri geri çekilmiştir. Yeni hükümet
Kasım ayının 11’inde kurulmuştur.
Hükümet değişikliğinin bankalardaki mevduat çekilişini yavaşlattığı
gözlemlenmiştir.
İşsizlik ve yükselen vergilerin yanında Yunanistan’ın Euro bölgesini
terk etmek zorunda kalacağı korkusu birçok Yunanistanlının bankalardaki mevduatlarını çekmelerine neden olmaktadır. Ağustos
ayında işsizlik oranı %18,4 olarak
gerçekleşmiştir. İşlerini kaybeden
ve emekli aylıklarının veya ücretlerinin kesilmesi ile karşı karşıya
kalan hane halkları bankalardaki
tasarrufları ile ayakta kalmaktadırlar. Bunun yanında mevduat sahiplerinin mevduatlarını bankalardan
çekmelerinin ardındaki temel neden Yunanistan’ın Euro bölgesini
terk etmek zorunda kalacağı korkusudur. Mevduat sahipleri bankanın batma korkusundan dolayı
değil, bankadaki paralarının değer
kaybetmesinden korktuklarından
dolayı tasarruflarını bankalardan
çekmektedirler. Mevduat sahiplerinin korkusu şudur: devlet Euro bölgesinden çıkacaktır; bankalardaki
Euro hesapları drahmi hesaplara
dönüştürülecektir; bu dönüştürme
işlemi drahmiyi devalüe ederek
yapılacaktır; sonuçta mevduat sahibinin Yunan bankalarındaki mevduatları değer kaybedecektir. Böyle
bir senaryoya karşı alınacak önlem
paranın yastık altında tutulması
veya mevduatın yurtdışındaki bankalara aktarılmasıdır.
Banka mevduat hücumlarında,
normal koşullarda, önce küçük
mevduat sahiplerinin bankalara
hücum ettiği, daha sonra bunu
gören büyük mevduat sahiplerinin
bu trende katıldıkları gözlemlenir.
Yunanistan’da bunun tam tersi bir
süreç izlenmektedir: banka hücumlarının başında büyük mevduat
sahiplerinin mevduatlarını çektiği
görülürken, daha sonraları küçük
mevduat sahiplerinin mevduatlarını çektikleri görülmektedir.
Mevduat sahipleri paralarını bankadan çektikten sonra aşağıdaki üç
104 STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012
stratejiden birini izleyebilirler:
Daha güvenilir olduğu düşünülen
bir başka bankaya yeniden yatırılır
(Kaliteye yönelme),
Daha güvenilir olduğu düşünülen
yatırım araçları satın alınabilir (Yatırım araçlarına yönelme),
Nakit olarak tutulabilir (Nakitte kalma).
Yunanistanlı mevduat sahiplerinin
mevduatlarını bankalardan çektikten sonra nakitte kalma stratejisini
izledikleri gözlemlenmektedir. Yunanistan Merkez Bankası mevduatlarını çeken her beş kişiden birinin
mevduatlarını yurt dışına taşıdığını
tahmin etmektedir. Almanya, İsviçre ve Lihtenştayn gibi çevre ülkelerdeki bankalar Yunanistanlı mevduat sahiplerinin içinde bulunduğu
güvensizlik duygusundan yararlanmakta ve mevduatları kendi ülkelerine çekmeye çabalamaktadırlar.
Sistemik Etki
Yunanistan Borç Krizi sırasında batma noktasına gelen ilk banka Proton Banktır. Proton Bank 13 şubeye
sahip küçük bir bankadır. Yunan
Bankacılık Sisteminde en çok batma riski taşıyan bankalar Proton
Bank gibi küçük bankalardır. Bu tür
bankalar yanlış bankacılık uygulamaları ve likidite krizi nedeniyle
zorluk yaşamaktadırlar.
Bankacılık iflasları ile ilgili ana negatif dışsallık ekonomik aktörler
arasındaki ödeme sisteminin işleyişinin aksamasıdır. Finansal sistem
içindeki bir banka yükümlülüklerini yerine getiremezse, bu durum
diğer bankaların yükümlülüklerini
de yerine getirebilme kapasitelerini
olumsuz yönde etkileyecektir çünkü bankalar birbirleriyle interbank
balanslar ve interbank transferler
yoluyla iç içe girmişlerdir. Böylece,
bir bankanın içinde bulunduğu
olumsuz durum finansal sistemdeki diğer bankalara da kolayca
yansıyacaktır. Bu durumun farkında
olan Yunanistan’ın en büyük dört
bankası (National Bank of Greece,
Alpha Bank, EFG Eurobank ve Piraeus Bank) Proton Bank’ı yeniden kapitilize etmek amacıyla 50 milyon
Euro’luk Proton Bank değiştirilebilir
tahvili satın alma konusunda anlaşmışlardır. Ayrıca devlet de Proton’a
100 milyon Euro’luk acil durum
transferi yapmıştır.
Yunan Hükümetinin 483 milyar
dolarlık borcunu ödeyemeyecek
duruma düşmesi, Yunan bankacılık
sisteminin çökmesi ve Yunanistan’a
borç veren diğer Avrupa ülkelerindeki bankaların da zor duruma düşmesi anlamına gelir. Bu ise Avrupa
çapında zincirleme bir reaksiyona
yol açar. Yunanistan veya diğer bir
Avrupa ülkesinin borcunu ödeyemez duruma düşmesi Avrupa
çapında banka batışlarını tetikleyecektir. Bu ise Avrupa’yı resesyona
itecektir. Avrupa’daki resesyon başta ABD olmak üzere diğer ülke ekonomilerini de olumsuz bir şekilde
etkileyecektir.
Böylece, Proton Bankın iflas etmekten kurtarılması ülkenin kırılgan
bankacılık sistemi üzerine olabilecek daha büyük bir mevduat
hücumunu tersine çevirmek için
faydalı olmuştur ve sistemik etkiyi en azından engellemiştir. Diğer
yandan ise Yunanistan’daki mevduat hücumları, Yunanistan’ın mali
destek verilmek suretiyle iflastan
kurtarılmasının maliyetini daha da
artırmaktadır.
Yunanistan’ın 483
milyar dolarlık borcunu
ödeyemeyecek duruma
düşmesi, Yunan
bankacılık sisteminin
çökmesi ve Yunanistan’a
borç veren diğer Avrupa
ülkelerindeki bankaların
da zor duruma düşmesi
anlamına gelir. Bu
ise Avrupa çapında
zincirleme bir reaksiyona
yol açar.
Resesyonu Derinleştirme
Kredibilitesi olan bir mevduat sigorta sisteminin ve merkez bankasının
azalan rezervlere karşı telafi edici
bir enjeksiyonun yokluğunda, eğer
bankacılık hücumu “nakitte kalma”
durumuna dönüşürse, yani hem
mevduat sahipleri hem de devlet
menkul kıymetlerinin satıcıları fonlarını bankacılık sisteminin dışında
tutmaya karar verirlerse, mevduatlar ve rezervler bir banka veya bir
grup bankadan kaybolmakla kalmayacak ayrıca toplam bankacılık
sisteminden de kaybolacaktır. Bu
durum para arzında, kredi hacminde ve toplumun refah seviyesinde
bir azalmaya yol açacaktır. Mevduatlar ve kredi hacmindeki azalma,
ŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
105
Bankacılık hücumlarının
ve finansal krizlerin
olumsuz etkilerinden
kaçınmak için,
hükümetler bankalar için
korunma sistemleri temin
etmektedirler. Böylece,
zaman içinde finansal
güvenlik şemsiyesi
kurumları ortaya
çıkmıştır.
bazı ihtiyatlı bankaların olası mevduat kayıplarını telafi etmek için
zorunlu olmayan karşılıklarını artırmaları nedeniyle daha da artabilir.
Toplam para arzının azalması, kredi
ilişkilerindeki zedelenme ve banka
varlıklarının zorunlu olarak olması
gereken değerinin çok altında satılması bu negatif şokun ekonominin
diğer sektörlerine de sirayet etmesine yol açacaktır. Bu şok, eğer fiyatlar tam esnek değilse, hem nominal
hem de reel geliri azaltacaktır.
Bankaların bir ekonomi içindeki eşi
olmayan rollerinden birisi de kredi
anlaşmalarını izleme ve değerlendirme fonksiyonunu yerine getirmeleridir. Bu fonksiyonun yerine
getirilmesi sırasında banka ile kredi
müşterisi arasında zaman içinde bir
ilişki (güven ilişkisi) gelişir. Bankalar
kişi, şirket ve kurumlar hakkında
gizli bir bilgiyi bireylere göre daha
ucuza derleyen aracı kuruluşlardır.
Bankalar, bu gizli bilginin değerlendirilmesi sonucunda müşterilerine
kredi açarlar. Böylece, zaman içinde
banka ile kredi müşterisi arasında
bir “bankacılık ilişkisi” gelişir. Banka
ve kredi müşterileri arasındaki uzun
dönemli bir ilişki, bu kredi müşterisinin kredi değerliliği konusunda diğer bankalara ve taraflara bir
enformasyon sağlar. Bir bankanın
iflası ile banka müşterisi ile banka
arasındaki bu bankacılık ilişkisi bozulur ve bir “kredi daralması”na yol
açabilir çünkü kredi ihtiyacı olan
106 STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012
kimsenin iflas eden bankanın izleme fonksiyonunu yerine getirecek
yeni bir borç veren (banka) bulması
zaman alacaktır. Alternatif finansman kaynakları sınırlı olduğundan
dolayı, bu durum özellikle küçük ve
orta boy işletmeler için tehlikeli olacaktır. Yeni bir borç veren (banka)
bulma işlemi, reel sektör için banka
kredisinin hem miktarını hem de
bulunabilirliğini azaltacaktır. Böylece, toplumun reel gelirini azaltacaktır.
Bu arada, bankalar kredi arzını
azalttıkça ve faiz marjlarını yükselttikçe, eğer fiyat seviyesi hemen reaksiyon göstermezse, para arzı azalacak ve reel faiz oranları artacaktır.
Toplam talepteki azalma finansal
olarak kırılgan durumda bulunan
kredi kullanıcıları üzerindeki baskıları artıracaktır. Tersine
seçim etkisinden
dolayı,
kredi
değerliliği en
düşük olan
kredi müşterileri daha
yüksek faiz
oranları ödemek isteyebilirler. Bu durum sağlıklı bankaları daha az kredi
kullandırmaya ve daha dikkatli
olmaya itebilir. Sonuçta, özel yatırımlar teşvik edilmemiş ve finansal
sektördeki ve makro ekonomideki
diğer aktiviteler olumsuz etkilenmiş olur.
Yunanistan Merkez Bankasının
Başkanı Georgios Provopoulos’a
göre Yunanistan ekonomisinin resesyondan çıkamamasının altında
Yunan bankacılık sisteminin ekonomik büyümeyi finanse edecek
kapasiteden yoksun olması yatmaktadır. Yunanistan’daki mevduat
sahiplerinin Yunan bankalarındaki
mevduatlarını çekmeleri ülkede yaşanan resesyonu daha da derinleştirmektedir. Mevduat sahiplerinin
mevduatlarını bankalardan çekmeleri bankaların kredi verebilme
kapasitesini azaltmaktadır. Bu ise
ülkedeki resesyonu daha da derinleştirmektedir.
Yunan bankalarının likidite problemlerini kötüleştiren diğer bir etken de şüpheli alacaklar ve batık
kredilerdir. Bankaların batık kredilerinin toplam krediler içindeki payının 2012 yılında %20’ler seviyesine
yükselmesi beklenmektedir.
Mevduat Sigortası
Banka mevduat hücumlarından ve
bunların sistemik etkilerinden kaçınmak için 20.000 Euro’ya kadar
kısmi mevduat sigortası uygulayan
Yunanistan, mevduat sigortasını
%100 olarak uygulamaya başlamıştır.
Bankacılık hücumlarının ve finansal
krizlerin olumsuz etkilerinden kaçınmak için,
hükümetler
bankalar için
korunma
sistemleri
temin etmektedirler. Böylece,
zaman içinde
finansal güvenlik
şemsiyesi
kurumları
ortaya çıkmıştır: merkez bankasının
son kredi merci faaliyetleri, mevduat sigortası, bankacılık düzenleme ve denetlemesi gibi güvenlik
şemsiyesi kurumları bir veya bir kaç
bankada meydana gelen problemlerin tüm finansal sisteme sirayet
etmesini önlemek için geliştirilmişlerdir.
Mevduat sigortasının amacı, bankacılık sistemini bankacılık hücumlarından ve finansal panikten korumak yoluyla bankacılık sistemindeki ve finansal sistemdeki istikrarı
sağlamaktır.
Kısmi sigorta sistemi altında, mevduat sigortasının kapsamı belli
bir maksimum miktar ile sınırlı tutulmaktadır. Kısmi sigorta sistemi
genellikle, mevduatlarını tuttukları
bankanın durumunu analiz etmek için gerekli araçlardan ve yetenekten yoksun küçük mevduat
sahiplerini korumak için getirilir.
Mevduat sigortasının kapsamı
dışında kalan büyük mevduat sahiplerinin, mevduatlarını tuttukları
bankanın koşullarını dikkatli bir
şekilde izlemek yoluyla bankacılık
sistemi üzerinde bir piyasa disiplini
uygulayacakları düşünülür. Büyük
mevduat sahipleri eğer mevduatlarını bulundurdukları bankanın aşırı
risk aldığına inanıyorlarsa, yüksek
mevduat faizi talep edecekler veya
mevduatlarını başka bir bankaya
transfer edeceklerdir. Bu yolla, bankalar büyük mevduat sahiplerinin
disiplini altında tutulurken diğer
yandan da küçük mevduat sahiplerinin yol açabileceği kendiliğinden
banka hücumlarından korunmuş
olacaklardır.
%100 mevduat sigortası durumunda, mevduat sigortası mevduat sahiplerinin mevduatlarını tuttukları
bankanın faaliyetlerini ve sağlamlığını izlemeleri konusundaki istekliliklerini/ hassasiyetlerini azaltır. Aksi
durumda, mevduat sahipleri eğer
mevduatlarını tuttukları bankanın
aşırı risk aldığını düşünüyorlarsa birikimlerini bu bankadan çekecek ve
daha güvenli olarak düşündükleri
diğer bir bankaya aktaracaklardır.
%100 mevduat sigortası durumunda, mevduat sahipleri mevduatla-
rını hangi bankaya yatıracaklarına
karar verirken bankanın sağlamlığı
konusunda fazla dikkatli davranmayacaklar ve sağlıksız olduğunu
düşündükleri bankalardan mevduatlarını çekip başka bir bankaya
yatırmayacaklardır. Mevduat sigortasının tam koruması altındaki
mevduat sahipleri, mevduatlarını
yatıracakları bankayı seçerken tek
dikkate alacakları faktör bankanın
mevduatlarına teklif ettiği faiz oranı
olacaktır. Böylece, bankaların üzerinden piyasa disiplini kalkacaktır.
Sonuç olarak, mevduat sigortası /
devlet güvencesi bir yandan kendiliğinden veya bilgiye dayalı bankacılık hücumlarını azaltmak yoluyla
bankacılık sektöründe istikrarı tesis
ederken, diğer yandan da risk alımını teşvik etmesi ve mevduat sahiplerinin bankaları veya bankaların
birbirlerini gözlemesini/dikkatle izleme istekliliklerini azaltması yoluyla bankacılık sektöründeki istikrarı
azaltabilir.
Yunanistan’daki yüzde yüz mevduat sigortası uygulaması mevduat
sahiplerinin bankalara hücumunu
engellememiştir ve engelleyemeyecektir. Bunun nedeni mevduat
sahiplerinin bankalara hücum etmelerinin ardındaki sebepte saklıdır. Mevduat sahipleri bankalara
güvenmediklerinden veya bankaların batacağından korktuklarından
değil, devletin mevduatları üzerinde kendi zararlarına olacak çeşitli
hareketlerde bulunmasından korktuklarından dolayı mevduatlarını
çekmektedirler. Bu sebep ortadan
kalkmadıkça mevduat çekilişleri
devam edecektir.
Yunanistan’daki finansal krizler
-banka hücumları- güvenlik önlemleri tartışmalarına yeni boyutlar
Yunanistan’daki banka
hücumları finansal krizler
ve güvenlik önlemleri
tartışmalarına yeni
boyutlar getirmiştir.
Yunanistan borç krizi bize
mevduat sigortasının
sınırlarını göstermiştir.
Mevduat sigortası
olsa bile, önemli olan
kurumun ve nihayetinde
hükümetin kredibilitesidir.
getirmiştir. Yunanistan’daki banka mevduat hücumlarının nedeni
banka spesifik etkilerden ziyade
makro ekonomik risk olarak görünmektedir. Yunanistan borç krizi
bize mevduat sigortasının sınırlarını göstermiştir. Mevduat sigortası olsa bile, önemli olan mevduat
sigortası kurumunun ve nihayetinde hükümetin kredibilitesidir.
Eğer mevduat sahipleri mevduat
sigortası fonunun sorumluluğunu
yerine getirebilme yeteneğinden
şüphe duyuyorlarsa veya hükümetin kredibilitesi yoksa mevduat
sigortasının varlığı altında bile banka mevduat hücumları meydana
gelebilir. Hatta mevduatların tamamının mevduat sigortası altına
alınması (%100 mevduat sigortası)
bile banka mevduat hücumlarını
engelleyemeyebilir. Burada nihayetinde önemli olan hükümetin kredibilitesinin olmasıdır. Yunanistan
olayında da hükümetin kredibilitesinin yükselmesi ile birlikte finansal
istikrar sağlanacaktır.
Namık Kemal Üniversitesi, İktisat Bölümü,
Prof. Dr.*
KAYNAKLAR
1.
Batzoglou, Ferry (2011) “Euro Crisis Uncertanity: Anxious Greeks Emptying Their Bank Accounts”,Spiegel Online International, http://www.spiegel.de/international/europe/0,1518,802051,00.
html
2.
Hope, Kerin (2011), Greeks Act to Avert Bank Failure, Financial Times, http://www.ft.com/intl/cms/s/0/ad8d17a2-cc07-11e0-9176-00144feabdc0.html#axzz1iEXGD2S9
3.
Yeyati, Eduardo Levy, Martinez-Peria, Maria Soledad, Schmukler Sergio (2011), Triplet Crises and the Ghost of the New Drachma, VoxEU.org, http://www.voxeu.org/index.php?q=node/6704
4.
Yılmaz, Rasim (2005), Finansal Krizler ve Banka Hücumları, Ekin Kitabevi, Bursa.
ŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
107
SD Haber
Yazılım Sektörünün Sorunları
SDE’de Tartışıldı
SDE ve ODTÜ Bilim
ve Teknoloji Politikası
Çalışmaları (TEKPOL)
işbirliği ile “Türkiye’de
Yazılım Sektörü” konulu
bir konferans düzenlendi.
Açılışı Bilim, Sanayi ve
Teknoloji Bakan Yardımcısı
Prof. Dr. Davut Kavranoğlu
tarafından yapılan
konferansın kapanış
konuşması ise Kalkınma
Bakanı Cevdet Yılmaz
tarafından gerçekleştirildi.
108 STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012
S
tratejik Düşünce Enstitüsü
(SDE)’de , 29 Aralık 2011 tarihinde düzenlenen Konferans
SDE Başkanı Prof. Dr. Yasin Aktay’ın
açılış konuşması ile başladı. Aktay,
geleceğin dünyasında Türkiye’nin
yazılım alanında gelişmesi ve dünya ile rekabet edebilecek iyi bir
noktaya gelmesi gerektiği üzerinde
durdu.
ODTÜ Bilim ve Teknoloji Politikası Çalışmaları (TEKPOL) temsilcisi
Derya Fındık, TEKPOL’ün faaliyetlerini anlattı. Eski Sanayi Bakanlığı
Müsteşarı ve Afyon Milletvekili Ali
Boğa da bu tür toplantıların önemine dikkat çekti. “Doğal ve beşeri
büyüme sınırımıza henüz ulaşmadık” diyen Boğa, gençlerin en iyi
değerlendirilebileceği sektörün ise
yazılım sektörü olacağının altını çizdi.
Açılış oturumunun son konuşmacısı Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakan
Yardımcısı Prof. Dr. Davut Kavra-
noğlu oldu. Kavranoğlu özetle şunları söyledi;
“30 yıl önce bilgisayar sadece üniversitelerde bulunan bir imkandı.
Bilgisayarların olduğu yerlere girmek, bir gizli odaya girmek kadar
zordu. Bilgisayarlara ulaşmak oldukça zordu. Şimdi bakıyoruz, o
zaman bahsettiğimiz bilgisayardan
daha donanımlı olan akıllı telefonlar var. 80’lerin ikinci yarısında
ise kişisel bilgisayarlar yaygınlaştı.
Çoğu kişi bir bilgisayarının olmasını
hayal ediyordu. Personal Computer (PC) devrimi dediğimiz konu,
herkesin bir bilgisayarının olmasını
sağladı. 90’larda internetin yaygınlaşması ile beraber ise bir devrim
yaşandı. Bu devrim dünyadaki en
önemli devrimlerden biridir. Artık
bilgisayar maliyetleri 100 doların altına düşecektir ve hizmet sunumu
şekline dönüşecektir. Bu dönüşüm
zaten başladı. Bu kapsamda FATİH
projesine bakmayı teklif ediyorum.
Bu proje çoğu şeyi kökünden değiştirecek bir proje. Biz 15 bin bilgisayar dağıtacağız. O bilgisayarların
girdiği her ev, bilgisayar çağına girecektir. Bunun verimli kullanılması
çok önemlidir. FATİH Projesi tüm
dünyaya büyük bir imkan sunuyor.
Kendimizi buna göre şekillendirmemizde yarar var.”
“Microsoft, Apple ve IBM yazılım
sektörünün önde gelen şirketleridir. Biz kendi yazılımlarımızı piyasaya sunabilmeliyiz. Aksi takdirde
yine hizmet veren değil, alan olacağız. Bu yeni düzeninin sömürü düzeni olmaması için dikkat etmeliyiz.
Veren el, alan elden evladır. Yazılım
sektöründe de bu söz doğrudur.
Bizlerin de bu konuda kendimizi
geliştirmemiz gerekmektedir. Hizmet sunucu hale geleceğimiz sistemler oluşturmamız gerekmektedir. Stratejik düşünmek ve stratejik
adımlar atmak iyi yazılım yazmaktan bile daha önemlidir. Yazılımcılarımız gelsinler çalışsınlar, biz de
devlet olarak bu çalışanlara yardımcı olalım. Ayakları güven içinde yere
basan bir yeni Türkiye istiyoruz.”
Birinci Oturum
Açılış oturumunun ardından “Yazılım Sektöründen Genel Durum,
Potansiyel Fırsatlar ve Sorunlar”
başlıklı Birinci oturum başladı.
Toplantının
moderatörlüğünü
TEKPOL’den Derya Fındık yaptı.
“Türkiye’nin Yazılım Sektörü Üzerine Düşünceler” başlıklı sunumuyla ilk konuşmayı TÜBİTAK BİLGEM
Bilgi Teknolojileri Enstitüsü (BTE)
Müdür Yardımcısı Dr. Nedim Alpdemir yaptı. Projelendirme ve yazılım alt yapısı kavramının Türkiye’de
oturmamış olduğunu belirten
Alpdemir; projelendirme, değişim
yöntemi, test yöntemi-planlama,
süreç tanımlarının kurumsallaşma düzeyi, süreçlerde metrikler ve
ölçme yöntemi, teknoloji takibi,
patent marka tescilleri, toplum ne
kadar hazır, 2011 bilgi toplumuna
hazırlık endeksi, Türkiye’nin konumu (devletler daha hızlı ilerlediğinden, Türkiye’nin konumunda rölatif
bir gerileme vardır) başlıklarından
oluşan bir sunum gerçekleştirdi.
Alpdemir görüş ve önerilerini şu
başlıklar altında topladı:
“Uzmanlaşma, kamu-özel sektör
ilişkileri, standardizasyon, uluslararasılaştırma stratejisinin yürütülmesi, sektör yapısının değişmesi,
performansın (ürününün kalitesi ve
süreç verimliliği gibi) sürekli iyileştirilmesi yaklaşımının benimsenmesi, sosyal dönüşümün tamamlanması.”
Alpdemir’in ardından YASAD Eski
Başkanı, TEKİMED Genel Müdürü
Gülara Tırpançeker; “Türkiye’de Yazılım Sektörü ve Yazılımın Yarattığı
Katma Değerler” başlıklı sunumunu
yaptı. Tırpançeker; “Türkiye’de yazılım üreten 1600 firma var. 10’dan
az çalışanı olan firmaların oranı
yüzde 10 civarında. Yeterli kaynak
yok. 1600 firmanın yüzde 35’i teknoloji geliştirme merkezlerinde yer
almakta. Üretim, otomasyon, elektrik, kamu, sağlık, turizm ve pek çok
alanda yazılım geliştirilmektedir.
Türkiye’de yazılım sektörü istenilen
yerde değildir. Türkiye’de bilgi-iletişim teknolojilerinin büyük rakamlara ulaşması, bu koşullarda söz
konusu değildir” dedi. Tırpançeker,
yazılımın yarattığı katma değerleri;
GSYH, Diğer sektörlerdeki rekabetçiliğe etkisi, Ar-Ge faaliyetlerine etkisi, istihdama etkisi, ihracata etkisi
şeklinde sıraladı. “Türkiye şuan tamamen iç pazara yönelik çalışmaktadır. Türkiye’nin bu konudaki şansı
yeterli iş gücüne sahip olmasıdır”
diyen Tırpançeker, devletlerin yazılım sektörünün gelişmesini; doğrudan destek, teşvik ve dolaylı teşvik
uygulamalarıyla desteklediklerini
kaydetti.
Kalkınma Bakanlığı, Bilgi Toplumu
Dairesi Başkanı Emin Sadık Aydın
ise “Bilgi Toplumuna Dönüşüm Süreci ve Yazılım Sektörü” başlıklı bir
sunum gerçekleştirdi. Sunumunda
yazılım sektöründen nasıl gerçekten istifade edebiliriz sorusuna cevap aradı. “Türkiye enerjiden eğitime, ulaştırmadan sağlığa her alanda bilişimden hakkıyla yararlanmak
için ne yapılmalı sorusuna cevap
bulmak zorunda” diyen Aydın,
“Uluslararası rekabet gücü kavramını, bilişim ve yenileme kavramı ile
doldurmalıyız. Yazılım sektöründe
1600 firma var. Bu sektör sayı olarak
küçük ancak diğer sektörleri desteklediği için etki alanı son derece
geniş” diyerek sözlerine devam etti.
İkinci Oturum
Birinci oturumun soru-cevap böŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
109
lümü ile son bulmasının ardından
“Yazılım Sektörüne Verilen Destek
ve Teşviklerin Yazılım Sektörü Üzerindeki Mevcut Etkileri ve Öncelikler” başlıklı ikinci oturum başladı.
Bu oturumun ilk konuşmacısı Bilim,
Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Hüseyin Rahmi
Çetin oldu. Çetin şunları kaydetti;
“Ülkemizde özel sektörün Ar-Ge
harcamaları artmaktadır. Ar-Ge
harcamalarına ayrılan kaynak bir ülkedeki gelişmişliğin en önemli göstergesidir. Üniversiteler ile sanayi
işbirliği geliştirilmelidir. Bu nedenle
Bakanlığımız bu konuda Ar-Ge destekli programlar yürütmektedir. Bilgi teknolojilerinde uluslararası rekabet için; deneyim, uzmanlık, kalite faktörleri ön plana çıkmaktadır.”
Çetin’in konuşmasının ardından
ise YASAD Yönetim Kurulu Üyesi
Ertan Barut “Yazılım Sektörüne Verilen Destek ve Teşviklerin Yazılım
Sektörü Üzerindeki Mevcut Etkileri
ve Öncelikler” başlıklı sunumunu
gerçekleştirdi. Barut,ulusal yazılımlar, dış kaynaklı yazılımlar, gömülü yazılımlar, karma yazılımlar,
toplama yazılımlar, katma değerli
olanlar, diğerleri olarak yazılımları
belirttikten sonra, sektör bileşenlerini şu şekilde sıraladı: üreticiler,
ithalatçılar, ihracatçılar, kullanıcılar,
eğiticiler, danışmanlar, yatırımcılar,
destekleyiciler, girişimciler. Bunlara
ek olarak desteklere de değinen Barut; Finansal, Ar-Ge, yenilikçilik, vergi, istihdam, teknopark, iş geliştirme, teknolojik, girişimcilik, ihracat,
pazarlama, tanıtım, fuar, internet,
web, portal, e-ticaret, eğitim, danışmanlık, sertifikasyon, patent, marka
tescil, risk sermaye, teşvikler olarak
destekleri belirtti.
Üçüncü Oturum
“Türkiye’de Yazılım İhracatında
Mevcut Durum, Potansiyel, Fırsatlar
ve Temel Sorunlar” başlıklı üçüncü
oturumun ilk konuşmacısı Ulaştırma Bakanlığı’ndan Mustafa Canlı
oldu. Canlı, “Bölgesel ve Küresel Pa110 STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012
zarda Konumlama, Açılım ve Fırsatlar” başlıklı sunumu gerçekleştirdi.
Canlı şunları kaydetti; “Türkiye’de
yazılım hala dar bir alanda. Donanım yazılıma ezici bir üstünlük
sağlıyor. Ancak Türkiye yazılımın
daha çok maddi getiri sağladığının
farkına varmış durumda. Yazılım
sektörü donanıma göre ivmelenerek artıyor. Dünyadaki pazarı gördüğümüzde çok güzel rakamlar
var. Örneğin oyun pazarı yıllık 70
milyon doların üstüne çıktı. Dünya
pazarlarına benzer rekabet koşullarına sahibiz. Dünyada çok hızlı büyüyen yazılım sektöründen Türkiye
çok az pay alıyor. Yazılım alanında
sorunlu konular var. Bunlara çok
net çözüm önerilerinin sunulması
gerekiyor. Dünyada Facebook’u,
Google’ı devletler desteklemiyor.
Risk sermayesine katkıda bulunan
yatırımcılar bunu destekliyorlar. Yazılım ürünlerinin diğer ülkelere ihracı konusunda, yazılımın gideceği
ülkede paket ürünlerin daha geliştirilme aşamasında o bölgenin kültürel alt yapısının bilinmesi çok önem
taşıyor. Bu noktada bölgeden yerel
partnerlerle iş birliği yapmak önem
taşıyor.”
Canlı’nın sunumunun ardından
YASAD Yönetim Kurulu Üyesi Ertan
Barut; “Türkiye’de Yazılım İhracatında Mevcut Durum, Potansiyel, Fırsatlar ve Temel Sorunlar” başlıklı konuşmasını yaptı. Barut; “Türkiye’de
ihracat hamlesi yaşandı. Biz istiyoruz ki, yazılım sektöründe de bu ihracatın bir parçası olsun. Türkiye’nin
bunu yapmak için potansiyeli var.”
Diye konuştu.
Dördüncü Oturum
“Yazılım Sektöründeki İşbirliklerinin
Yapısı” başlıklı dördüncü oturuma
ise “Yazılım Sektöründe İşbirlikleri
Modelleri ve Politika Üretme Paydaşları” başlıklı sunumu ile Türkiye
Bilişim Vakfı Ankara Temsilcisi Dr.
Aydın Kolat’ın konuşması ile başlandı.”“Kolat, küreselleşme ve küme
politikaları çerçevesinde bir kümeleşmenin en önemli özelliklerine
değindi.” En önemli özellikleri şu
şekilde sıraladı; cevap verme yeteneği, tepkime yeteneği, firmaların
piyasalardaki değişeme cevap verme becerisi.
“Yerel yenilikçi ortam; belli bir bölgedeki yeniliklerin ve yenilikçi firmaların inkubatörü rolünü oynar.
Bu varsayıma göre yenilikçi unsurlar firmalar değildir. Yerel yenilikçi
ortamın vazgeçilmez özellikleri
vardır, bunlar şunlardır; mekan
yakınlığı, sinerji, kişisel ilişkiler,
networkler. Bu özellikleri yaratan
unsurlar ise; oyuncular topluluğu,
fiziksel elemanlar, Know-how ve
kurumsal elemanlar, ilişki mantığı,
öğrenme mantığıdır” diyen Kolat,
yerel yenilikçi ortamların işlevlerini
sıraladı; “arama, seçme, sinyal, kodlama, transformatör, denetim işlevi,
bütün bu işlemler bir kümeyi arada
tutan zamktır.”
Kolat şunları kaydetti; “Küme politikası taşlaşmış yapıları kırıp, inovasyona yol açar. Siyasi ve yerel oyuncular, zaten kıt olan kaynakların israfını önlemek için küme kavramını
doğru anlamalı ve uygulanmalıdır.
Küme politikasının dört ayrı modeli vardır; ulusal üstünlük, KOBİ
network, bölgesel küme geliştirme,
araştırma-sanayi ilişkileri. Ortak politikalar için ise şunları söyleyebiliriz;
küme politikaları tek tek firmaları
değil tüm network’u desteklemeye
yöneliktir. Küme politikası yalnızca
seçilmiş kümelerle ilgilidir. Amaç bu
sektörel değer zincirlerini bir omurga haline getirerek bir dizi çarpım
etkisiyle geliri istihdama araştırma
ve ürün performansını arttırıcı bir
ekonomik büyümeyi gerçekleştirmektir. Küme içi öğrenmeyi, inovasyonu hedef alır.”
Microsoft
Türkiye,
Bilişim
Derneği’nden Erdem Erkul ise “Yazılım Sektöründeki İşbirlikleri” başlıklı
sunumunu yaptı. Erkul, işbirliği yapmanın önemi üzerinde dururken,
“Özel sektör, kamu, üniversitelerin
bir arada ortak akıl ile çalışmalarını
çok önemlidir” dedi.
Kapanış Oturumu
Kapanış oturumunda, Konferansın
moderatörü Derya Fındık, toplantının genel bir değerlendirmesini
yaptıktan sonra SDE Başkanı Aktay, genellikle sosyal konular ve
dış politika konularına yoğunlaşan
Enstitü’nün bugün değişik bir alanda program düzenlediğine dikkat
çekti. Ekonomi ile ilgili konuların
kamuoyunda fazla tartışılmamasının ekonominin iyiye gittiğinin
işareti sayılabileceğini belirten Aktay, “Genellikle sorun olan, hastalıklı
olan konular gündem oluşturuyor.
Ancak iyiye gidiyor olsa da önemi
sebebiyle ekonomi ve yazılım sektörünün sorunlarının da konuşulması gerekiyor” şeklinde konuştu.
Aktay’ın konuşmasının ardından
Kalkınma Bakanı Cevdet Yılmaz
kürsüye çıktı. Bakan Yılmaz şunları
kaydetti; “Türkiye’de yazılım sektörü
konferansını düzenleyen arkadaşlarımıza teşekkür etmek istiyorum.
Bu vesile ile kamu, özel sektör, sivil
toplum bir araya geldi. Türkiye’nin
şu an yürürlükte olan planı, 9. Kalkınma Planı, stratejik olarak hazırlanmıştır. 2007-2013 dönemini
kapsayan ve “istikrar içinde büyüyen, gelirini daha adil paylaşan, küresel ölçekte rekabet gücüne sahip,
bilgi toplumuna dönüşen, AB’ye
üyelik için uyum sürecini tamamlamış bir Türkiye” vizyonuyla geliştirilen Dokuzuncu Kalkınma Planında
ülkemizin yazılım ve hizmetler sektöründe bölgesel bir oyuncu olarak
konumlanacaktır. Bu yüzden gelişmeleri ve teknolojileri doğrudan
takip etmek zorundayız. Özellikle
bilgi teknolojileri dediğiniz andan
itibaren, beşeri sermayeler ön plana çıkıyor. Değişimler fırsat sunduğu kadar, tehditleri de barındırıyor.
Değişimi iyi anlayıp iyi yorumlayamazsanız, çok hızlı bir şekilde oyunun dışında da kalabilirsiniz. Biz
kapsayıcı bir büyümeden yanayız.
Bunu başaramazsak diğer ülkelerle
aramızdaki gelişmişlik farkı daha da
açılmış olur. Bu noktada yazılım konusu büyük önem taşımaktadır. Yazılım, bilgi ve teknoloji sektörünün
en önemli ayaklarından birini tesis
ediyor.”
“Araştırma geliştirme faaliyetleri, katma değeri yüksek ürünler
üretmek için alan bazlı, tematik,
uzmanlaşmış çalışmaların yapılması önemlidir. Bilişim sektörünün
gelişimi noktasında bilgi toplumu
stratejisi hazırlıyoruz. 2012 yılında
bu sektörün katkısını göreceğiz.
Daha nitelikli istihdam ortamları
hedefliyoruz” diyen Bakan Yılmaz,
sadece ülke içi talebini değil, dünya
pazarının ihtiyaçlarını da kapsayacak nitelikte düşünülmesi gerektiği
üzerinde durarak konuşmasına son
verdi.
ŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
111
Ali Kocamaz
112 STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012
karikadüş
Download