Bahçeşehir Üniversitesi

advertisement
BAHÇEŞEHİR ÜNİVERSİTESİ
HÜKÜMET VE LİDERLİK
OKULU
iii
İÇİNDEKİLER:
ÖNSÖZ
1
Rauf DENKTAŞ
“Kıbrıs”
3
Mesut YILMAZ
“AB”
39
M.Ali TALAT
“Kıbrıs”
71
Süheyl BATUM
“Anayasa Ve Seçim
Sistemleri”
103
Faruk ÇELİK
“Türkiye’de Siyasi Parti
Yapılanması”
135
Hasan KÖNİ
“Dış Politika”
169
A. Müfit GÜRTUNA
“Yerel Yönetimler”
193
iv
Turhan ÇÖMEZ
“Türk-Amerikan İlişkileri”
225
Ali KIRCA
“Siyaset-Medya İlişkisi”
251
M. Ali BAYAR
“Türkiye’de Diplomasi
Ve Lobiler”
279
v
ÖNSÖZ
Bu kitap, Türkiye’deki
reformunun ispatıdır.
çok
önemli
bir
eğitim
2004 tarihinde Bahçeşehir Üniversitesi Rektörü’nün
odasında kendisiyle yaptığımız bir konuşma esnasında, iki
farklı konu üzerinde görüş alışverşinde bulunduk. Bunlardan
ilki, Sayın Batum’un da defalarca belirttiği gibi, bir üniversite
sadece ve sadece ÖSS’yi kazanan değerli öğrencilerimizin
okuduğu ve eğitim aldığı ve sadece ama sadece kayıtlı
öğrencisine akademik eğitim verip onları mezun eden bir
kurum değil, halkın her kesiminden ekonomik durumu, eğitim
seviyesi, ihtisas alanı ne olursa olsun, eğitime aç ve muhtelif
konularda kendini geliştirmek isteyen insanlara açık olan bir
kuruluş olmalıdır. Yani Üniversitenin, bir kitlenin veya grubun
malı değil, bütün topluma eğitim vermekle mükellef bir kurum
olduğu gerçeğidir
Sohbetimizin diğer konusu ise Türk siyasetindeki gizli
kahramanların, diğer bir deyişle partilerin il, ilçe, belde
teşkilatlarındaki çok kıymetli siyasetçilerin ve siyasetçi
adaylarının ülkelerinin idare ve geleceğine dair ellerine bir
imkan geçtiğinde bu imkanları kullanmak için ne kadar
donanımlı olduklarıdır.
Bu iki mühim soru ve görüşten yola çıkarak
Bahçeşehir Üniversitesi Hükümet ve Liderlik Okulu
1
bünyesinde oluşturulan Siyaset Okulu, Türk toplumuna ve
siyasetçisine büyük bir hizmet sunmak için hayata geçirilmiştir.
Siyaset Okulu, her meslek grubundan, her siyasi
partiden ve farklı görüşten ayırım yapmaksızın kaydolan
öğrencilerine yine bir çok siyasi partinin ve farklı görüşlerin
temsilcilerinden eğitim alma olanağı vermiştir. Doğrunun, her
zaman farklı bakış açılarından değişik görülebildiğini, şartların
her koşulu değiştirebildiğini, insanların uzlaşmak, hizmet
etmek ve toplumun ihtiyaçlarını karşılamak için yaptıkları
siyasette, en önemli şartın analitik düşünce ve önyargısız bir
fikir olduğunu ispatlamaya çalışmıştır.
Okuyacağınız bu kitap, Siyaset Okulu 1’e katılan
değerli konuşmacılarımızın, diğer bir deyişle sevgili
hocalarımızın yapmış oldukları konuşmalardan seçilmiş ve
derlenmiştir.
Böyle önemli bir eğitim reformunun yapılmasında çok
ciddi katkı sahibi olan ve üniversitenin akademik
bağımsızlığını ve tarafsızlığını, net bir şekilde ortaya koyan
Bahçeşehir Üniversitesi Mütevelli Heyeti Başkanımız Sayın
Enver Yücel’e ve Bahçeşehir Üniversitesi Rektörü
Prof.Dr.Süheyl Batum’a tüm Siyaset Okulu öğrencileri adına
sevgi ve şükranlarımı sunarım.
Burak KÜNTAY
Başkan
Hükümet Ve Lidelik Okulu
2
Rauf DENKTAŞ
“Kıbrıs”
3
Kıbrıs’ı konuş diyorlar bana. 1964’te Kıbrıs ateşler
içerisindeyken Roma’dan geçiyoruz. BBC, acele randevu
istedi. Kıbrıs’ı konuşacağız. 3 dakikada bize meseleyi anlat
dediler. Hayretler içerisinde kaldım. Üç dakikada Kıbrıs
meselesini anlatabildiğim kadar anlattım. Üç dakika... O
zamanlar bir telefon konuşması üç dakikaydı biliyorsunuz ve
uzun bir zamandır; eğer hayatta dakikaların kıymetini,
zamanın değerini bilirseniz. New York’a geçtik, Amerikanın
Sesi Radyosu acele randevu istedi. Kıbrıs meselesini bir
dakikada konuşabilir miyim! Bunlar ders olarak kaldı bizim
aklımızda.
Kıbrıs meselesi nedir, konuşur musun dendiğinde
verilen zamana göre kendimizi ayarlarız. Ve o zaman dilimi
içerisinde Kıbrıs meselesini anlatırız. Kıbrıs meselesi nedir?
Size göre nedir? Bir düşününüz ve kendi cevabınızı lütfen
veriniz ve sonra benim söylediklerimle örtüşecek mi bir
bakınız. Nedir Kıbrıs meselesi sizin için? Milli dava mı? O
halde Annan Planı nedir? Milli hâl çaresi mi? Milli dava ise
niçin milli davadır ve Annan Planı niçin milli hâl çaresi değildir?
Kıbrıs meselesinin tarifi yapıldı mı? Bir teşhis kondu mu? 40
yıldır bir mesele halledilmiyorsa bunu halletmeye soyunmuş
olan Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere gibi, Güvenlik
Konseyi gibi taraflar Kıbrıs meselesine bir teşhis niye
koymuyorlar? Maksatları nedir? Bunları hiç düşünüyor
musunuz?
Zaman zaman uzlaşamamanın nedeni olarak bir
günah keçisi bulurlar. Bu bir zaman Kipriyanu, çoğu zaman
4
Denktaş, şimdi de Papadopulos olur! Acaba öyle bir uzlaşmaz
var da Kıbrıs meselesi onun için mi uzlaşılamadı?
Zaman içerisinde iyi niyetle “aman bu mesele
halledilsin, halkımız kan vermekten, can vermekten kurtulsun”
diye ödünler verirsiniz. “Aman Türkiye’nin başına bela
olmaktan kurtaralım artık bu meseleyi hallederek” diyerek iyi
niyetle ödünler verirsiniz. Karşı taraf bunları cebine atar. Bir
noktada görüşmeler kesilir. Yeniden başlar. Verdiğiniz
ödünlerden başlamak mecburiyetindesiniz. Niçin, çünkü
meseleye teşhis konmamıştır. Çünkü meseleyi çözmek için
soyunmuş olanların bir art niyetleri vardır. “Zaman her şeyi
halleder”, diyorlar. Bu doğru olabilir, zaman uzadıkça 30 yıllık
arşivler açılır. O arşivlere bakarsınız ve meselenin niye
halledilmediğini görmeye başlarsınız. Adada adalet için değil,
kendi çıkarları için uğraştıklarını görürsünüz. Çıkarlar üzerine
idare edilen bir dünyada adalet arıyorsanız, adalet
bulamazsınız. Hakkınızı koruyacak güçte ve kararlılıkta
değilseniz büyük devletler sizi “sizin dediğiniz asla olamaz ve
kabul edilemez” diyerek kendi istedikleri yere sürüklemeye
çalışırlar. Uluslararası ilişkilerde hak ve adalet yoktur, milli
çıkarlar vardır. Gördüğünüz gibi bugün Amerika Birleşik
Devletleri Irak meselesinde Birleşmiş Milletler’i ayaklar altına
alarak, masum insanlara gece gündüz bomba yağdırarak,
işgale direnenleri terörist addederek, “O ülkeye demokrasi
götürdük, o ülkeyi bir diktatörden kurtardık”, diyebiliyor. Bu
gelişmeler
karşısında
dirilmek
ve
ayağa
kalkmak
mecburiyetindesiniz. Dirilecek ruhunuz yoksa sinersiniz ve
susarsınız. Hatta korku içinde yaşamaktansa bunları
5
yapanlarla birleşmek onlara yardımcı olmak daha iyi
diyebilirsiniz. O halde tekrar soruyorum. Kıbrıs meselesi nedir?
Annan Planı’nın reddedilmemesi için uğraşan
Clerides, Papadopulos’a evet deyin diyor. İngiliz Dışişleri
Bakanı Jack Straw da EVET deyin diye ısrar ediyor ve
Papadopulos’a soruyor: “Türk askerinin adadan tümüyle
çıkmasını istemiyor musunuz?” Annan Planı bunu yapıyor.
Rum göçmenlerin yeni yerlerine gitmesini istemiyor musunuz?
Annan Planı bunu da hallediyor. KKTC’nin tanınmamasını
istiyorsunuz. Annan Planı bunu da yapıyor. Türk askerinin
Ada’dan çıkmasını da sağlıyor. Gerisi size kalmış bir iştir. Ne
demektir bu? Yine Clerides ve Papadopulos’un da iştirak ettiği
Akritas Planı mucibince 1960’daki yazılı bir anlaşmayı nasıl
halletmişlerse -1960 Uluslararası Anlaşmasını- bunu da
hallederiz diyor. Esas mesele Türk askerinin Adadan çıkması.
Türkiye’nin haklarının ortadan kaldırılması. Annan Planı bunu
yapıyor, daha ne istiyorsunuz?
Demek ki Rumlar için mesele Türkiye’nin 1960’ta
Kıbrıs üzerinde temin etmiş olduğu hakların ortadan
kaldırılmasıdır. Ne idi bu haklar ve niçin temin edilmişti? Özel
haklar ve garantiler 1960 antlaşmalarına niçin konmuştu? Ne
vardı Kıbrıs’ta? Kıbrıs’ta İngiliz Müstemleke İdaresi’ne karşı
Rumların başlattığı bir direniş, bir terör aktivitesi vardı: Eoka
tethiş örgütü kurulmuştu; adayı Müstemleke idaresinden
kurtarıp bağımsızlığa kavuşturmak için değil, Enosis için,
benzeri mücadeleler bağımsızlık için yapılan mücadelelerdir.
Tabiatı ile bütün halk buna iştirak eder. Dünyanın her yerinde
bu olmuştur. Kıbrıs’taki mücadele, bilinmiyor belki ama,
6
bağımsızlık için değildi. Enosis içindi. Ve dünyaya verilen
mesaj şuydu: Kıbrıs halkı kendi kaderini tayin etme hakkını
kullanarak Enosis istiyor. Tek halk varmış Kıbrıs’ta, iki
toplumdan oluşan, yüzde 80’i Rum, yüzde 20’si Türk tek bir
halk! O çerçeve içerisinde, Kıbrıs’ın geleceğini tayin etme
hakkını kendilerinde görüyorlar ve Kıbrıs’ı almak istiyorlar;
1954’te Yunanistan Kıbrıs meselesinin bu formülünü Birleşmiş
Milletler’e götürüyor. Ancak o zaman Türkiye uyanıyor ve itiraz
ediyor. “Kıbrıs’ta iki halk vardır, iki eşit cemaat vardır. Tek
halkın arzusu üzerine Kıbrıs, koloni idaresini değiştiremez.
Yunan kolonisini getirmek istiyorlar.”
Mücadele Enosis için başlıyor 1954-55’te; terör ‘58’e
kadar devam ediyor. 1958’de Yunanistan bakıyor ki Türkiye
kararlı. Duvar gibi önüne çıkmış. Ya Kıbrıs Türkiye’ye gider,
tarihi jeopolitik hakları vardır veyahut da Türk-Yunan savaşı
olur. İki Nato üyesi savaşmasın diye ABD araya girer. İngiltere
Rum-Yunan ikilisine “kaderi tayin hakkı Kıbrıs’ta iki tarafındır,
tek yanlı kullanılamaz” der. Taksim formülü (çift Enosis)
gündeme gelir. Rum-Yunan ikilisi bunu reddeder. Makarios
“katıksız, ödünsüz Enosis” der. Türk köyleri basılmaktadır. 33
köyden göç başlar. Şehit sayısı yüzlere tırmanır. Türkiye
Taksim’de kararlı azimli duruyor. Yunanistan’ın siyaseti,
Kıbrıs’ı Türkiye ile savaşmaksızın almak. Türkiye’nin savaşı
dahi göze aldığını görünce diyorlar ki o halde ortaklaşa bir
cumhuriyet kuralım Kıbrıslılar arasında eşit şartlarda.
Garantileyelim ve Enosis’i, Taksim’i yasaklayalım. Siz de
rahat, onlar da rahat, bu iş bitsin. Türkiye iyi niyetle bunu da
kabul ediyor. Ve 1960 Anlaşması bu şekilde yapılıyor. İki eşit
halk ve iki eşit garantör. 1960’daki anlaşmalar, Lozan’daki
7
Türk-Yunan dengesini Kıbrıs üzerine getiriyor. Buna dikkat
buyurun. Türk Yunan dengesi Kıbrıs’ı da içeren bir hale
sokuluyor. Ve Kıbrıs’ta yapılacak herhangi bir anlaşmanın
kalıcı olabilmesi için bu dengenin korunması lazım. Bu denge
Yunanistan lehine bozulursa, 1960 anlaşmalarında Türkiye’ye
verilmiş olan haklar ortadan kalkarsa, Enosis’i önleyecek hiçbir
şey kalmamış demektir.
Ve ne yapıyorlar? 1960’da anlaşma imzalanıyor. Aynı
aylarda Makarios, Rum parti liderlerine milis kuvvetler kurma
hakkını tanıyor. İçişleri Bakanı, eski Eoka vurucusu Yorgacis’in
başkanlığında bir teşkilat kuruluyor: Akritas teşkilatı. Teşkilatın
önemli hususu şu, diyor ki: Esas hedef Enosis, ancak katiyen
bunu söylemeyeceksiniz. Safha safha açılacağız. Birinci
safha, Silahlı Kuvvetlerimiz hazır olduğunda anayasayı tadil
etme safhasıdır. Dünyayı inandırmalıyız ki 1960 Anlaşması
Rumlara haksızlıktır. Kıbrıs halkına haksızlıktır. Ve değişmesi
lazım. İkinci safha, bunu başardıktan sonra eğer Türkler itiraz
ederlerse baskı uygulamak. Baskı şiddete dönüşürse süratle
Türkleri top yekün sindirmek; öyle ki kimse müdahale
edemesin. Türkiye’nin müdahale etme olasılığı var. Hiç merak
etmeyiniz milli güçler ve Amerika Birleşik Devletleri bunu önler.
Hangi safhaya geldik? 1963’ten 1974’e kadar içteki
dengeyi bozdular. Bizi küçücük bölgelere hapsettiler. Yola
çıkanları alıp kaybettiler. Direnen varsa toplu mezarlara
gömdüler.
Ekonomiyi
sıfırladılar.
Kızılay’la,
Kızılay
yardımlarıyla yaşayan bir duruma geldik ama direnişe devam
ettik, niye? Çünkü Ankara, milli davadır, garantörlük
haklarımızdan asla vazgeçmeyiz, Kıbrıs’ı Yunan’a asla
8
bırakmayız diyor. Bir avuç Kıbrıs Türk’ü bu inanç içerisinde.
Milli davaya, Türkiye’nin jeostratejik davasına, milli davasına
öncülük ediyor, cephede vuruşuyor, inancı, güveni, gururu
içerisinde görevini yapıyor. Her şeyini ortaya koyarak. Er geç
gelecekler, er geç bizi bırakmayacaklar inancı içerisinde tarihi
bir direniş. Ve 1974 oluyor. Yunanistan artık bakıyor ki
Makarios işi uzatmakta! Yunan Cuntasının acelesi var. Halbuki
Makarios akıllı davranıyor, sorunu zaman içine yayarak safha
safha halledecek. Makarios kralcıdır. Kıbrıs’ı Cunta’ya
bırakmaz. Cunta aleyhine çalışmakta, Cunta aleyhine ses
çıkarmakta, hatta Kıbrıs’tan Atina’ya diplomatik yollardan silah
göndermekte. Dolayısıyla Cunta Makarios’tan kurtulmak istiyor
bir an evvel ve darbeyi yapıyor.
Türkiye garantör İngiltere’ye gidiyor. Diyor ki;
“Kıbrıs’taki üslerinizden birlikte göstermelik bir müdahale
başlatalım. Etkili olmazsa, ilerleriz, kan akmasın, darbe
hakkımızı kullanmış olalım. Yunanistan bunu anlar, mesele
halledilir.” İngiltere hayır diyor. Hangi İngiltere? 1963’te
uluslararası anlaşmaları çiğnemiş olan, Kıbrıs’ta insan
haklarını çiğnemiş olan, masum insanları toplu mezarlara
gömen ve anayasaya rağmen “ben meşru hükümetim” diyen,
İngiliz’in garanti ettiği ortaklık haklarını ortadan kaldırıp
Türklere “azınlık hakkını kabul et, etmezsen istediğin yere git”
diyen Makarios’u meşru Kıbrıs hükümeti olarak tanımış olan
İngiltere. Türkiye’ye “böyle bir müdahaleyi gerektirecek bir
durum yok” diyor. Niye böyle diyorlar? Çünkü Türkiye’nin bir
savaş yapamayacağı inancındadırlar. Gitsin, rezil olsun,
ondan sonra icabına bakarız düşüncesindedirler. Niçin böyle?;
çünkü İngiltere’nin esas yaklaşımını ve Amerika’nınkini
9
arşivlerinden görüyoruz. “Kıbrıs meselesinin halli, Kıbrıs’ın
Yunanistan’a verilmesi ile mümkündür. Türkiye de
gücendirilmemelidir.” görüşündeler.
Bu nedenledir ki bizim direnişimiz devam ederken 6374 yılları arasında ellerini uzatıp, parmaklarını uzatıp zerre
kadar yardım yapmadılar. Çökmemizi beklediler. Direnişin
sona ermesini beklediler. Direndik, direnişe devam ettik ve
direnişin devam etmesinde rol oynadık diye bizi uzlaşmaz
düşman bildiler. Barış harekatının başarılı olması nedeni ile
Türkiye’ye ceza verdiler. ABD dört yıla varan silâh ambargosu
uyguladı, Kıbrıs’ta Türk’ün hakkını korudu, soykırımını önledi
diye!
Türkiye gelmeseydi Kıbrıs’ta muazzam bir katliam
olacağının bilinci içerisindedirler. Geldiği halde katliam
olmuştur. Üç dört köyde, arka arkaya, Türkiye oralara
gidinceye kadar, bütün köy halkı sivil halk toplanarak kadın
çocuk çoluk 16 günlük bebekler, birkaç yaşına giren çocuklar,
90 yaşındaki ihtiyarlar dahil kurşuna dizilmiş, toplu mezarlara
gömülmüştür. Ve bu dostlar, parmaklarını bile oynatmadılar.
Niçin; çünkü çökmemizi beklediler.
Başlangıçta 40 yıl devam eden bir meselenin nasıl
olup da çözülmediğine değinmiştim. Cevabı basitti.
Çözülmesini istemeyenler, Kıbrıs’ın Yunanistan’a verilmesi
sureti ile meselenin halledilmesini kendi çıkarları açısından
tercih edenler “meşru Kıbrıs hükümeti Makarios’un idaresidir”
demek sureti ile esas siyasetlerini yürütmüşler ve halen de
yürütmektedirler!
10
Devamlı surette yazdık ve söyledik. Ortaklık
cumhuriyetini yıkıp bütün Kıbrıs’a sahip çıkmak için bunu
yapıyorlar. Siz ABD ve diğerleri kendilerine “meşru Kıbrıs
hükümeti” dediğiniz sürece bunların bizimle yeni bir ortaklık
kurmak ihtiyaçları olmaz. Bunlara meşru hükümet
olmadıklarını, Türklerin hükümetleri olamayacaklarını söyleyin
ki Kıbrıs’ın birleşmesi için bize ihtiyaçları olsun.
Bunları söylememekle kalmadılar ve 1992’lerde
garantör İngiltere’nin öncülüğü ve desteği ile “meşru Kıbrıs
hükümeti” olmayan, sadece bu ismi alıp kaçmış olan, terörist
bir idareyi Avrupa Birliği’ne Kıbrıs’ın tümünü temsilen üye
yapma yoluna girdiler.
Bunlar
acı
gerçeklerdir.
Bunları
görmeden,
değerlendirmeden ve bilmeden Kıbrıs meselesini halletmeye
kalkmak bunların istediği yola girmek demektir ve bu öyle bir
yoldur ki bu yola girdiniz mi geri dönüş hakkınız yoktur meğer
ki geri dönüş hakkınızı kararlılıkla ve büyük bir dirilişle, milli bir
ruhla, siz kendiniz kullanmış olasınız. Aksi takdirde korumaya
çalıştığınız ne varsa gider. Annan Planı’nı hazırlayanlar aynı
Amerika Birleşik Devletleri ile İngiltere’dir. Genel sekreterin
adını kullanarak, onunda yardımcısının yardımları ile
birdenbire bir Annan Planı ortaya çıkarılmıştır.
Klerides’in beyanatı var. Basın kendisine soruyor:
“Denktaş gülümseyerek çıktı bu son toplantıdan, İsviçre’den
bir taviz mi verdin?”. Cevabı: “Ne tavizi ya? Bilmiyor musunuz
biz masaya taviz vermek için değil, taktik icabı otururuz.
Taktiğimiz çok başarılı olmuştur. Türk tarafını uzlaşmaz
11
göstermekteyiz. Onun için buna devam edeceğiz. Ne tavizi?”.
Ve devam ediyor, başka bir defa da diyor ki: “İçimizde bir Türk
Cumhurbaşkanı muavini yok. Türk başbakanlar yok. Türk
personel yok. Bütün buna rağmen dünya bizi meşru hükümet
diye tanıyor. O halde biz ne diye Türkleri tekrar içimize
alacağız? Ya tekliflerimizi kabul ederler yada çekip giderler”.
Şimdi Amerika ve İngiltere, sendromu; 1964’te ülkede
kan akarken, duman varken, silahlar patlarken, açlık devam
ederken, 103 köy yıkılıp yakılırken, Türkler küçük küçük
bölgelere hapsedilmişken, “anayasa ölmüştür, gömülmüştür”
diyen uluslararası anlaşmaları çiğneyen bir adamı meşru
hükümet diye başına taç yapmış olan ABD, İngiltere ve
Sovyetler artık meselenin Rumlar için halledildiğini görmüyor
muydular? Tabiatı ile görüyorlardı, bilerek yaptılar. Çıkarları
bunu gerektiriyordu. Bugün ne yapıyorlar? Annan Planı deyip,
Annan Planı ile oturup, Annan Planı ile kalkıyorlar. 9000
sayfalık bir planı halkın önüne koyuyorlar. Halka olmadık
yalanı söylüyorlar, aklınıza gelmeyecek kadar para
yağdırıyorlar. Yalan yanlış propaganda gece gündüz devam
ediyor. Ve biz; “Aman sakın ha, hayır deyiniz, aksi takdirde
pazarlık gücünüz elden gider, daha pazarlık yapılması
gereken çok şeyler vardır. Biz bile bunların tümünü görmedik”
diye feryat ederken son ağırlığı Türkiye de koyuyor. Türk
hükümeti “Annan Planı kabul edilebilir, görüşülebilir” deyince
ve hatta halkımıza “Evet dediğiniz takdirde Kuzey Kıbrıs Türk
Cumhuriyeti’nin tanınma yolu açılacaktır ve açacağız” vaatleri
yapılınca “hayır derseniz neticesine katlanırsınız” diye tehdit
konunca Türk kökenli vatandaşlarımıza özel ulaklarla,
telefonlarla “Evet demeniz Türkiye’nin lehinedir, Anavatanın
12
istemidir” diye haberler gidince yüzde 65 oyla halkımız buna
evet dedi. Bu şartlarda halkın yüzde 35’inin “hayır” demiş
olması, milli omurganın sağlamlığını gösterir!
Evet dediğimiz takdirde mükafatlandırılacaktık. Hayır
demiş olsaydık neticesine katlanacaktık. Rumlar hayır dedi.
Papadopulos diyor ki “Hayır dersek cezalanacağız diyordunuz.
İşte görüyorsunuz Avrupa Birliği üyesi olduk. Hiçbir hakkımız
kısıtlanamaz ve kısıtlanamamıştır. Dolayısıyla ben haklıydım”
diyerek övünüyor ve “Sertlikle aldığımızı sertlikle koruyacağız”
diyerek yoluna devam ediyor.
Geçenlerde bir bakanının itirafı ilginçtir: “Biz Avrupa
Birliği üyesi olarak Türkiye’nin önünü kesmek, Türkiye’den
istediklerimizi çeke çeke almak niyetindeyiz. Biz hiçbir zaman
uzlaşma niyetinde değildik!” Evet diyen kardeşlerime ben
diyorum ki “Herhalde Annan Planı’nda beğendiğiniz bir şeyler
var ki onun için evet dediniz.” “Evet çok şey var” diyorlar,
hakikaten bunların altını boşaltmamış olsalardı güzel şeyler
vardı. O “güzel şeyler” plana nasıl girdi? Benim masa başımda
dirsek çürütmemle. Bütün görüşmelerde bizim koruduğumuz
ilkelerin bazılarını almışlar, plana koymuşlar ama tümünü
okuduğunuzda, bunların altını nasıl boşalttıklarını görürsünüz.
Ben diyorum ki, ben bir mimar isem, yaptığım bu binayı
beğenmiş iseniz, “aman girelim” diye kapıya yığılmışsanız,
ben bu binanın mimarı, mühendisi olarak haykırıyorum,
diyorum ki: “Aman ben inşa ettim ancak sağlam değildir,
bunun demiri eksik, kumu bozuk, şusu busu bozuk. Girerseniz
başınıza yıkılacak, yapmayın bekleyin”. Beklemediler. Ne
oldu? Yine büyük ülkelerin kalleşliğine bakınız. Bize evet
13
dedirtinceye kadar- Rumların da evet diyeceklerine inandıkları
için- bütün baskıyı bize yaptıklarını unutmayalım. Hiçbir şart
yok, “Evet derseniz kapılar açılacak, ambargo kalkacak,
uçaklar gelecek, turistler dolacak, paralar yağacak, işler iyi
olacak.” Rum hayır deyince diyorlar ki “Annan Planı’nda
devletiniz yok, egemenliğiniz yok, bağımsızlığınız yok. Annan
Planı’na evet demekle Rumlarla birleşmeyi kabul ettiniz. Aferin
akıllı çocuklarsınız, sizi çok severiz. Sakın bu çizgiden
yukarıya tekrar çıkmayasınız, çıkmamanız kaydı ile size
yardımcı olmaya çalışacağız.” Yardımcı olabilmeleri için de
“üyemiz Kıbrıs hükümetinin rızasını almaya çalışıyoruz”
diyorlar. Bizi getirdikleri noktayı görüyor musunuz? O halde o
bayramlar neydi, o zaferler, o kazandık hikayeleri. Neyi
kazanmışız? 40 yıldır Rum’un önüne duvar gibi koyduğumuz,
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nce altı çizilmiş kararlarla tespit
edilmiş bir siyaseti bırakıyoruz. Yani devleti, egemenliği
bırakıyoruz ve Rum’a yama olacak bir duruma getiriliyoruz.
Evet’in mükafatı bu ise başlarına çalsınlar diyecek bir halk ve
hükümetler bekliyoruz. Bu yapılmadığı takdirde demek ki
girdiğimiz bu kanalda yürüyeceğiz, bilerek yürüyeceğiz, hem
de bizi nereye götüreceklerini gördüğümüz halde. Yani
Kıbrıs’tan Türk askeri, şehidin kemiklerini de torbalara koyarak
çıkacak. Bu millete bu acı da yaşatılacak.
Neticede ne kazanılmıştır belli değil. Ucu açık bir yolda
Türkiye 10-15 yıl gidecek 15 yıl sonra bakalım tam üye olur
musunuz, olmaz mısınız, olmaya layık mısınız, değil misiniz
münakaşası başlayacak. Bunları görüyoruz ve şöyle
değerlendiriyoruz. Annan Planı 1960 Uluslararası Antlaşmaları
ile Kıbrıs üzerinde stratejik haklarını korumuş olan; bu
14
haklarını tespit ve tescil etmiş olan Türkiye’yi adadan çıkarmak
için hazırlanmış bir plandır. Avrupa Birliği “stratejik açıdan
Kıbrıs’ı istiyoruz” diyor. Kıbrıs’ın bütününü yani! İngiltere
Avrupa Birliği üyesi olduğu halde üslerini Avrupa Birliği’ne
sokmadı. Amerikalılarla birlikte kullanabilsin diye. Samimi olan
diplomatlara soruyorum. “Nedir bu küçük adanın sizce bu
kadar ehemmiyeti? Üzerimize düştünüz, 40 yıldır meselenin
hallini önlüyorsunuz.” Samimi olanların cevabı: Bölgede İslam
terörü baş göstermiştir. Petrol kuyuları meselesi vardır.
Teröristlerin eline geçmesi önlenmelidir vs; Devam ediyorlar.
Biraz daha samimi olanlara soruyoruz: “Peki Türkiye’nin
stratejik hakkını niye ihlal ediyorsunuz? Niye Türkiye’yi
çıkarıyorsunuz adadan?” Cevapları düşündürücüdür. “Gün
gelir Türkiye’de de kökten dinci bir idare yerleşebilir. Türkiye’yi
de kontrol etmemiz gerekiyor. Türkiye stratejik açıdan adadan
çıkacak, Rumlar gelecek. Peki Türkiye buna evet diyebilir mi?
Evet, demek tabiatı ile elinde. Büyük Millet Meclisi’nde kararı
alır, Kıbrıs’ı veriyorum der, verir. Veyahut da Kıbrıs’ta verici bir
idareyi kullanarak verir. Barış budur, Türkiye böyle istiyor
diyerek verir, verdirtir. Ve “Kıbrıs Türkleri böyle istedi, ne
yapalım?” der millete.
Kıbrıs davası Kıbrıs Türkleri’nin kendilerine öz bir dava
değildir. Milli davadır. Atatürk’ün sözü var. Genç subaylara
soruyor 1938’de. “Yeniden İstiklal Savaşı verecek olsak, işgal
altındayız, ikmal yollarımız nelerdir?” Genç subaylar Suriye
üzerinden, İran üzerinden yol gösterirler, Irak derler, şu derler,
bu derler. Atatürk haritaya gider, “Beyler Kıbrıs’a dikkat ediniz,
Kıbrıs düşman elinde ise ikmal yollarınız tıkanmıştır” der.
İnönü ile, 1965’te Kıbrıs’ta kan gövdeyi götürürken Ankara’ya
15
bir heyet gelir. Heyetle birlikte kendisini ziyaret ederiz. Heyetin
dediği şu: “Paşam artık sabredemiyoruz, sabrımızın sonuna
geldik. Bir aya kadar ya gelir bizi kurtarırsınız veya biz artık
teslim olmak mecburiyetindeyiz.” O günkü günleri
hatırlayanlar, gazete okuyanlar, düşünenler bunun abartılı
veyahut sorumsuz bir söz olmadığını bilirler. İnönü bakınız ne
dedi: “Biz mesuduz, bahtiyarız ki Kıbrıs’ta vatanını korumak
için ayağa kalkmış insanlarımız var. Size elden gelen yardımı
yapıyoruz. İşte Kızılay’la şu kadar un, şu kadar şeker, şu bu
her ay gönderiyoruz. Vatan müdafaasında Türk’ün sabrı bittiği
yerde başlar. Türk, vatan müdafaasında sabrım bitti diye
teslim olmaz. Türk iseniz sabredeceksiniz. Karşınızdaki Yunan
ise göreceksiniz, birbirlerine düşecekler.” Sanki 1974’ü görmüş
gibiydi. Ve Türk halkı sabretti hala sabrediyor. Rahmetle
anıyorum. Korutürk’e göre “Kıbrıs düşman elinde ise Türkiye
denizlere açık bir ülke olmaktan çıkar.” Güney sahilleriniz 12
ada ile zaten sarılmış. Kıbrıs adası 13. ada olarak birleşti mi
Yunan adaları ile, bu iş bitmiş demektir. “Safha safha Enosis”
diye yola çıktılar, en son söylenecek sözü söyleme safhasına
geliyorlar, Avrupa Birliği bunları alır almaz “dolaylı Enosis”
başarılmıştır demeye başladılar. Kiliselerde şampanya açıldı.
Daha ne desinler ve ben daha ne diyeyim?
Halkıma benim söylediğim şu: Yeniden Annan Planı’nı
canlandırmak isteyenler var. Annan Planı’ndan başka bir plan
yoktur diyorlar. Evet oyumuzu yorumlamışlar ve devlet
istemediğimiz kararını vermişler. Rumlar pazarlık kozlarını
ellerinde tutarak daha neler neler istiyorlar? Yani Annan Planı
masaya tekrar gelirse Rumları daha nasıl memnun edeceğiz,
Rumlara daha neler vereceğiz? Bunları konuşacağız ve tekrar
16
ediyorum, devletten, bağımsızlıktan vazgeçeceğiz. Türk
askerini güle güle uğurlayacağız. Türkiye’nin müdahale hakkı
kalkacak, garantörlük hakkı kağıt üzerinde kalacak. Genel
sekreter Rumlara diyor ki “Müdahale hakkı kalkmıştır, merak
etmeyin”. Halkıma ben diyorum ki bağımsızlık bir kitlenin, bir
milletin ulaşabileceği en yüksek zirvedir. En kıymetli şeydir.
Bunu verip de aynı kıymette, ondan daha kıymetli, daha güzel
bir şey alamazsınız. Yoktur böyle bir şey. Atatürk der ki “Barış
diliyorsam, bağımsızlığımı murat ediyorum.” Bağımsız
değilsen barış yapamazsın. Bağımsız değilsen azınlıksın.
Başkalarının verdiği ile yetineceksin ve başkaları da sana
verdiğini geri almak hakkına sahiptir. 1960’da bunu yaşadık.
Dolayısıyla biz ne istiyoruz? Kalıcı bir barış istiyoruz.
Yırtılıp atılmayacak bir barış istiyoruz. Fiili durumun yeni
barışa temel olmasını istiyoruz ki Rum yeniden “Türk azınlık
isyan etti” diyemesin. Çok mu istiyoruz? Amerika’ya göre çok
istiyoruz. İngiltere’ye göre çok istiyoruz. Ben Türk milletine
göre çok mu istediğimi öğrenmek istiyorum. Ve gittiğim
yerlerde gördüğüm heyecan, bulduğum destek bana diyor ki
Türk milleti, Türk askerinin şehit kemiklerini toplayarak adadan
çıkmasını hazmedemeyecek durumdadır. İnşallah o günleri
görmeyiz.
O halde Kıbrıs meselesi nedir bize göre?
Bağımsızlığımızı koruyarak, yeni bir ortaklık anlaşması
yapmak
meselesidir
yapabilirsek.
Yapamazsak
bağımsızlığımızı sonuna kadar korumak meselesidir.
17
Rum’a göre Kıbrıs meselesi nedir? Ben meşru Kıbrıs
hükümetiyim. İşgal kalksın, göçmenler yerlerine gitsin. Türk
askeri adadan çıksın ve bir daha müdahale hakkı olmasın
meselesidir. Annan Planı bu meseleyi hallediyor kendilerine.
Bunları bilerek konuşmalıyız ama bunları bilemezsiniz,
çünkü basın bunları size söylemez duyurmaz ve
duyurmayacaktır. Türk milletine ve Avrupa Birliği’ne basının
vermiş olduğu mesaj “Kıbrıs’ta Türk tarafı şimdiye kadar
uzlaşmazdı ama bak şimdi uzlaşır hale geldi. İşte Rumlar da
masaya gelsin, bu iş bitsin”. Verilen mesaj bu. Türkiye
üzerindeki baskılar da bu ölçüde artıyor. Halbuki Avrupa Birliği
bilse ki Türk ulusu Kıbrıs meselesini sadece jeopolitik bir
mesele olarak değil, aynı zamanda bir namus ve şeref
meselesi olarak görmektedir ve şehitlerinin kemiklerini
sızlatmayacak, Kıbrıs’ı (hiç olmazsa kuzeyini) Rum’a, Yunan’a
bırakmayacaktır; Halkın hissiyatı budur. Bunu bilseler Türk
hükümeti üzerinde bu kadar baskı olmayacaktır. Kıbrıs
Rumları uzlaşma peşinde değil Kıbrıs’ın tümüne sahip olma
peşindedir. Rum’un bundan başka bir davası yoktur. Ve ben
Avrupa Birliği’ne diyorum ki Kıbrıs’ta iki ayrı referandum
yaptınız. Bunun manası nedir? Hiç olmazsa oradan başlayın.
Evet, Rumların dediği gibi tek halk olmuş olsaydı, tek
referandum yapılırdı. Niye çift referandum yaptınız; çünkü iki
halk var. Tek başına Rum, Kıbrıs’ın kaderini tayin edemez.
Rum, Kıbrıs Türkünü temsil edemez. O halde çift referandum.
Oradan başlayın. Masaya yeniden oturmadan Rum’a hiç
olmazsa bunu kabul ettirin. İki halk vardır, iki halkın hükümeti
vardır ve bu hükümetler devam edecektir. Konuşulacak konu,
uluslararası arena açısından ortaklık olur mu olmaz mı. İkincisi
18
Türkiye’nin demesi lazım ki, 1960 anlaşmaları Kıbrıs’ın,
Türkiye’nin üye olmadığı bir yere giremeyeceğine amirdir.
Kıbrıs meselesini biz Avrupa Birliği’ne girdiğimizde karara
bağlarız. O güne kadar halledilmesi için uğraşırız ama o güne
kadar madem ki sen bana ucu açık bir yol verdin, ben de
Kıbrıs meselesini ucu açık bırakıyorum. Ben AB’ne tam üye
olduğumda Kuzey de girebilir ve hangi şartlarda gireceğini işte
o zaman konuşacağız. Bu konuda Türkiye fiilen haklıdır.
Uluslararası anlaşmalarla haklıdır. Ama bu haklılığın
gerektirdiği sesi henüz duyamıyoruz. İnşallah bundan sonra
duyarız.
•
Rauf Bey, sadece şunu sormak istiyorum ben: Kıbrıs
sorununun
bu
hale
gelmesinde,
iyice
çözümsüzleşmesinde Türk diplomasisinin zayıflılığını
görüyor musunuz? Örneğin 1974’te yapılan müdahale
gerçekten uluslararası anlaşmalar çerçevesinde gayet
haklı bir müdahale iken daha sonra Rumların masaya
oturmamakta direnmesi üzerine pazarlıkta kullanılabilecek
daha fazla toprak almak için ikinci bir işgalin yapılması ya
da Gümrük Birliği Anlaşmaları sırasında, Türkiye’nin
kabul edilmesi için bu anlaşmaya sessiz bir onay
verilmesi. Bu tarz şeyleri Kıbrıs sorunun çözülmemesine
bir sebep olarak görüyor musunuz acaba?
(DENKTAŞ): Biraz evvel söylediğim gibi 1964’te Kıbrıs kan
revan içerisinde ve Makarios bütün hukuk kurallarını, insanlık
açısından bütün kuralları çiğnediği, Amerika ve İngiltere kendi
çıkarları için Rumları meşru Kıbrıs hükümeti olarak tanıdıkları
andan itibaren Kıbrıs meselesinin bizim istediğimiz şekilde,
19
yeni bir ortaklık kurarak halli imkansız hale getirildi. Meşru
Kıbrıs hükümeti olsunlar diye saldırdılar. Bizim mukavemetimiz
devam ediyor. Biz boyun eğmiş değiliz. Doktor Küçük’ün
idaresi altında Türk idaresi kurulmuş. Küçük küçük bölgelerde
olsa dahi Türkler direnişe devam ediyor ama meşru Kıbrıs
hükümeti unvanı Rumlara hediye edildi. Yıllar sonra ben bu
haksızlığı niçin yaptıklarını sorduğumda bana Amerikalı
diplomat şöyle dedi: “Makarios bizi tehdit ediyordu. Sovyetler’i
getirecek diye Kıbrıs’a. Kıbrıs Akdeniz’de bir Küba olacaktı. Bu
korku ve endişe nedeni ile kendisini meşru Cumhurbaşkanı ve
yüzde yüz Rumlardan oluşan idareyi de meşru hükümet olarak
tanımak zorunda kaldık.” Peki yıllar geçti hala niye ısrar
ediyorsunuz? Neye göre devam ediyorsunuz? Soruma “Artık
siyasi karar verilmiştir, değişemez” demiştir. Dolayısıyla bizim
sonradan yapmış olduğumuz veya yapmamış olduğumuz
şeyler Rum’a sadece yoluna devam etmek için bir imkan
vermiş olabilir ama meselenin halledilmesi için bir neden teşkil
edemez., çünkü Rum meselesini halletmiştir. Söylediğini size
açıkladım. Bütün dünya bizi tanıyor, ne diye Türk’e biz tekrar
taviz vereceğiz diyor. İkinci Harekât toprak almak için değildi.
İkinci Harekât; Rum’dan istediklerimiz vardı. Cenevre’de ben
Klerides’e gidip şu taleplerde bulundum: “İşgal altında bulunan
çevrelediğiniz halkımızı derhal serbest bırakınız. Normal hayat
yaşasınlar. Değirmenlik civarında Türk askeri etrafına mayınlar
döşemektesiniz, derhal durdurunuz, mayınları sökünüz.
Yunanistan’dan yola bugün iki gemi dolusu asker çıkmıştır,
buraya geliyor, derhal geri gönderiniz. Türk askeri ile sizin
aranızda bir tampon bölge çizelim ki Türk askeri bu daracık
yerde sıkışmış olmasın. Tehlike içerisinde olmasın.” Bunların
tümünü Klerides reddetti. Türkiye Yunanistan’dan aynı şeyleri
20
istedi, onlar da reddetti. İkinci Harekât bu nedenle yapıldı.
Toprak almak için değil. Güvenlik için ve Kıbrıs Türkleri’ne
yapılan zulmün sona ermesi için yapıldı. Ticaret anlaşması,
Gümrük Anlaşması konusunda atılan adımları, Avrupa Birliği
Türkiye’nin bir tavizi olarak kabul etti. O zamanın hükümeti
Sayın Karayalçın her ne kadar da bu açılımın Kıbrıs Rum
İdaresi’ni tanıma anlamına gelmediğini yazılı ve sert bir belge
ile duyurmuşsa da bize Avrupa Birliği üyeleri devamlı suretle
biz Türkiye’nin bu açılımı yaptığı kanaatindeyiz ve bunu böyle
değerlendiriyoruz demek suretiyle kendi açılımlarını müdafaa
etmektedirler. Bütün mesele şu. Yunan ve Rum diplomasisi
büyük başarıdır kendileri için. Avrupa Birliği üyelerini şuna
inandırdılar: Denktaş ile Klerides görüşüyor. Çok az fark kaldı
aralarında. Eğer Kıbrıs’ı Avrupa Birliği’ne alacağınızı
gösterirseniz artık o farklar da ortadan kalkacak ve bu suretle
Kıbrıs meselesi halledilecek. Kıbrıs’a yani Rumlara bu davet
yapıldığında ve müracaatları kabul edildiğinde bu konuyu
yürüten diplomatla konuştum ben. Maalesef dedi, oybirliği ile
alınan bu karardan önce hepimiz aldandık, aldatıldık. Ama
şimdi oybirliği ile bir karar aldık, bunu değiştiremeyiz. Onun
için bir siyasi durumla karşı karşıyasınız. Bununla yaşamak
mecburiyetindesiniz. İşte ben de diyorum ki direndiğimiz
takdirde Avrupa Birliği madem ki Kıbrıs’ın tümünü istiyor ve
yarısı bizim elimizdedir, en büyük koz bizim elimizdedir.
Pazarlık yapmak için acele etmeye lüzum yok. Boyun eğmeye
lüzum yok. Türkiye’ye verilen 10-15 yıllık ucu açık zaman yarın
için öbür gün için değil. Pazarlığımızı erkekçe yürütmek
mecburiyetindeyiz, başka çaremiz yok.
21
• 50 yaş üstündekiler çok iyi hatırlıyoruz. Mitinglerde ya
istiklal, ya ölüm dedik. Sizin ve Türkiye Cumhuriyeti’nin
sayesinde bağımsız bir devlet kuruldu ve 21 yıldır yaşıyor.
Şimdi soruma geliyorum müsaade ederseniz. AKP
hükümeti “win, win, win” yani “kazan, kazan, kazan”ı
Irak’ta uyguluyor. Avrupa Birliği’nde uyguluyor kendisine
göre ve Kıbrıs’ta uyguluyor. Şimdi ben bunu şöyle
diyorum. Bu “kazan, kazan, kazan” değil kazı kazan.
Şimdi Kuzey Irak’ta askerimizin başına çuval geçirildi. Ve
Irak’ta yokuz, yani kazındık. Ve Kıbrıs’ta Annan Planı’na
evet denildi; oradan da kazınmak üzereyiz. Sizden bir şey
öğrenmek istiyorum. Nisan’da seçim var. Acaba
Ankara’da milli bir hükümet, milli duruşlu bir hükümet
olursa siz göreve devam eder misiniz?
(DENKTAŞ): Efendim ben buraya hükümetleri tenkit etmek
için gelmiyorum. Ve henüz cumhurbaşkanlığı mevkiinde
olduğum içinde bu sorulara açıkça cevap vermek istemiyorum.
Çıktıktan sonra daha rahat konuşabiliriz ama şu hükümet
olsaydı bu hükümet olsaydı değil bütün mesele şu. Şunu
söyleyeyim. Sayın Erdoğan hatırlayacaksınız Genel Sekreter
Annan Planı konusunda beni kandırmıştır, aldatmıştır,
demiştir; biz rahat ettik. Sonra birden bire görüşülebilir
denmiştir. Kırmızı çizgilerimiz var denmiştir. Hemen hemen
hiçbirini koruyamadılar. Ve tekrar ediyorum. Eğer Annan
Planını tekrar masaya taktik icabı getirirlerse ve yani “Biz
uzlaşmaya hazırız da Rum yine göreceksiniz hayır diyecek”
oyunu oynanacaksa, ne kazanacaksınız? “Annan Planı’nı
kabul etmekle bağımsızlık istemiyorsun, devlet istemiyorsun”
tefsiri yapılmıştır. Buna ne KKTC Hükümeti, ne de Türk
22
Hükümeti itiraz etmiştir. Bu tefsiri kabul etmediğimizi
Türkiye’nin kayda geçirmesi lazım, haykırması lazım. Basının
haykırması lazım. Bunları bekliyoruz biz. Ben aday olur
muydum olmaz mıydım? Annan Planı kabul edildikten sonra
benim aday olmam düşünülemez. Eğer başka bir hükümet de
kabul etmiş olsaydı, ben yine aday olamazdım. Hükümet
meselesi değil, icraat meselesidir. Annan Planı kabul
edildikten sonra ben bunun çerçevesinde yürütülecek bir
müzakerenin Kıbrıs’ta bizi 1960 anlaşması gibi bir kağıt
üzerine bağlayacağını, Türkiye’nin 60 anlaşmalarındaki
haklarını alıp götüreceğini, Türkiye’yi adadan çıkaracağını
gördüğüm için son nefesime kadar karşısında olacağım ve
benimle olan halkımla, sesimizi millete duyurmaya çalışacağız.
• Sayın Cumhurbaşkanım, 1967’de yarım kalan çıkartma
harekatından geri dönüldü. O tarihte ben askerdim. 45 gün
Trablus’ta kaldık biz. O harekat o zaman gerçekleşseydi,
ikinci harekattan daha mı iyi bir neticeye ulaşacaktık?
İkinci sorum 45 yıllık Kıbrıs davanızda keşke diye bir
kelime kullanacağınız bir olay oldu mu?
(DENKTAŞ): Efendim tabi 67’de çıkarma olsaydı ne olurdu?
67’de biliyorsunuz iki köye baskın yapmışlardı. 40 kadar kişi
ölmüştü. Bütün halk büyük bir tehlike içerisinde idi ve Demirel
hükümeti çıkarma kararını aldı. Araya Amerikalılar girdi. Ve
şöyle bir durum hasıl oldu: Amerikalı Sayın Çağlayangil’e veya
Demirel’e soruyor, diyor ki: Peki gideceksiniz, görüyoruz,
tamam hazırlığınız var, gidiyorsunuz. Maksadınız ne? Maksat
bu kangreni durdurmak mı? Evet. Yunan askeri var, onları
çıkartmak mı? Evet. Köy halkına, ölenlere Makarios’un
23
tazminat vermesi mi? Evet. Ve müzakerelerin başlaması.
Makarios Türklerle müzakere etmiyordu o güne kadar,
konuşmuyordu. Azınlık hakkını kabul ederseniz geliniz
diyordu. Rum tarafı 1960 Antlaşmaları ile Enosis’ten
vazgeçme sözünü vermişti ancak Yunanistan ile birlikte bu
sözünü tutmayıp Enosis için harekete geçer geçmez Türkiye
hazırlıklı değildi, ama 67’lere doğru hazırlanmıştı. Keşke peki
Enosis’i kabul ediyorum, Enosis’i yapın siz, ben de Enosis’i
yapıyorum diyerek taksim sentezine dönmüş olsaydık ve bunu
güçlü bir şekilde müdafaaya başlasaydık. O zaman belki
Rumlar eşit şartlarda yeni bir ortaklığa razı olurlardı. Yani
pazarlık yapacakken insan aklından bir çizgi koyar, ben
buraya ineceğim ama pazarlığa o çizgiden başlarsan bir daha
seni o çizgiye çıkartmazlar tabiatı ile. Barış Harekâtı’ndan
sonra “federasyon” dedik. Rum bunun içini oya oya üniter bir
devlet şekline sokmaya çalıştı. Sonra, yıllar sonra Sayın
Cem’in Dışişleri Bakanı olduğu zamanda baktık ki olmayacak,
federasyon istemiyorlar, konfederasyon dedik ama onda da
bizi yine ABD ve diğerleri desteklemediler. Hele hele bu Annan
Planı’ndan sonra konfederasyon büsbütün ortadan kalktı.
Bence şimdi konfederasyondan başka bir şey olmaz. İki
bağımsız devlet esasında bir ortaklık. Bunda ısrar etmeliyiz
sonuna kadar; eğer kalıcı bir anlaşma istiyorsak. Bir kağıt
anlaşması iki üç sene sonra bizi yine belaya sokacak. Bu sefer
Türkiye de içimizde olmayacak. Türkiye’nin müdahale hakkı da
olmayacak. Avrupa Birliği tümüyle Kıbrıs’ın içerisinde olacak.
Felaket olacak onun için iki bağımsız devlet esası üzerinde
konfederasyon varılacak bir neticedir, kalıcı neticedir. Kalıcı
barış isteyenler bu bölgede konfederasyona dönmek
mecburiyetindedirler.
24
• Bağımsızlık mücadelenizde inanıyorum ki tarih sizi
hep anacaktır. Onun için saygı duyuyorum. Sayın
Cumhurbaşkanım, Kıbrıs’ta Türklere soykırım yapılmıştır
diyebilir miyiz? İki, devletin varlığına inanmayan sayın
Mehmet Ali Talat yerinize cumhurbaşkanı seçilirse 50
yıldır sürdürülen Türk politikaları devam edebilir mi? Tabi
Türkiye’deki mevcut Türkiye Cumhuriyeti hükümetini de
dikkate alırsak.
(DENKTAŞ): Efendim. Sayın Mehmet Ali Talat Cumhuriyetçi
Türk Partisi’nin başkanıdır. Bu parti çok uzun yıllar Rum Akel
Partisi ile işbirliği içinde çalışmıştır. Komünistler kardeştir,
komünistler ırkçılık yapmaz inancı içerisinde ve bu bayrak
altında da hakikaten bizleri ve Türk ulusunu inciten, rencide
eden çok şeyler söylenmiştir, çok şeyler yapılmıştır. Sayın
Talat’ın bir beyanatı var geçenlerde. Akel beni kandırdı, diyor.
Komünist Partisi’nin evet diyeceğini zannediyordum, ‘evet’
diyeceklerini söylediler, referandumda onun üzerine ben de
halkıma evet dedirttim kabilinden bir beyanatı var. Ve
başbakan olduğu günden itibaren Rumların kendisine yapmış
olduğu muamele, yapmış olduğu hakaret, verdikleri sözlerden
dönmüş olmaları vs. Rumları iyice anlamasına neden
olmuştur. Rumlar uzlaşma istemiyor. Kıbrıs’ın tümünü
istiyorlar. Rumlar bizim hükümetimiz değildir, hiçbir zaman
hükümetimiz olmayacaklar diyor ama Türk hükümetinin
doğrultusunda Annan Planı çerçevesinde bir uzlaşma
yapabileceğine inanıyor, hala taktik icabı ve ambargoların
kalkması için uğraş veriyor. Talat’ın bu yaklaşımına -yani
KKTC için tanınma istememesine- Türkiye’de büyük reaksiyon
25
oluştu, “Senin bu söylediğin saçmalık” diye! Onun cevabı şu
oldu: “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti olarak tanınmayı
beklemek hayaldir dedim. Devlet yoktur, devlet hayaldir
demedim”. Şimdi efendim, demokratik bir düzende evet
kampanyasını yüzde 65 oranında yürüten bir kardeşimiz son
seçimlerde yüzde 44 oy aldı. Yüzde 20, 21 eksilme oldu yani .
Şimdi cumhurbaşkanlığı seçimlerine girecek karşıtlarını bir
görelim. Nasıl çalışacaklar bir görelim. Kazanabilir farz
edeceğiz. Kazandığı takdirde devleti ve bağımsızlığı korumak
için and içip makama oturacak. Devleti ne kadar kaale alacak
göreceğiz. Mesele bence sayın Talat değil, mesele Türk
hükümetidir. İnşallah Türk hükümeti sayın Talat’a milli davanın
bağımsızlığımızı korumaktan geçtiğini söyler ve kendisini o
yönde destekler. 44 bin oy aldı. 44 bin oy Milli dava dediğimiz
Kıbrıs davasında 70 milyonun jeopolitik hakkını ortadan
kaldırmaya kafi değildir. Türkiye ayağa kalktığında Kıbrıs’ta
deprem olur. Konu Türkiye ne diyor? Ne yapacak? Kıbrıs’tan
vazgeçecek mi konusudur.
• Sayın Cumhurbaşkanım, aslında ben 34 yaşındayım.
34 yıldan beri Kıbrıs davası kanımıza kadar işlemiş. Hangi
hükümet ne kadar oy alırsa alsın, Türk halkı Kıbrıs’ı
bırakmayacaktır. Şimdi Sayın Cumhurbaşkanım benim
sorum
şöyle
olacaktır:
Bizim
köyümüzde,
memleketimizde, çok özür diliyorum, bir merkep inatçılık
yaptığında “Makarios gibisin” sözü çok söylenir.
Bildiğiniz gibi Annan Planı’na yüzde 60’tan fazla evet çıktı
Kıbrıs halkında. Belki Türkiye halkında bu yapılsa, bu
yüzde 50’lere yüzde 40’lara gerileyeceği inancındayım.
Acaba Annan Planı gerçekten Kıbrıs halkına anlatılamadı
26
mı? Yoksa Kıbrıs halkının başka sıkıntıları mı vardı?
Başka dertleri mi vardı? Bunu neye bağlıyorsunuz?
(DENKTAŞ): Her ikisi de gerçek. Evvela yıllardır beni
uzlaşmaz kişi olarak takdim ettiler halkıma ve özellikle
gençlere, beni yakından tanımayan gençlere. Denktaş sarayda
otursun diye, cebini doldursun diye Kıbrıs meselesini
halletmiyor ve bak büyük fırsatlar kaçıyor, diye gençlik benim
aleyhime iyice hazırlandı. Orta yaş insanlar geçmiş
hükümetlerin istikrarsız haksızlığı veyahut da yan tutması taraf
koruması gibi nedenlerle öfkeli. Milliyetçi olduğu halde öfkeli.
Dolayısıyla referandum öncesi seçimlerde bir öç alma yoluna
gitti çoğu. Milliyetçi olduğu halde CTP’ye verdi oyunu.
Referandum safhasına geldiğinizde yine içimizde yıllardır
hazırlanan sivil toplum örgütleri vardı. Bunların başları
Amerika, Avrupa Birliği ya da İngiltere tarafından ele
geçirilmiş, beslenmiş takviye edilmiş ve gruplar halinde
bilahare sivil toplum örgütü kurulmuş. Biz farkında değiliz ki
bunlar hep aynı yolda yetiştirilmektedir. Bunlar da kullanıldı ve
referandum gününe geldiğimizde muazzam bir kampanya
başlatıldı. Dediğim gibi Rum tarafı taktik icabı evet diyecek
diye Amerika’yı ve İngiltere’yi sonuna kadar kandırdı. Onlar da
Türkiye’yi kandırdı. ‘Evet’ denecek, bizimkiler de evet derse bu
iş bitecek, Türkiye Kıbrıs’tan kurtulacak ve önü açılacak. Buna
inandırıldı Türkiye de ve üzerimizde muazzam bir baskı
başladı. Bu tehdit biraz önce söylediğim gibi: “Hayır derseniz
neticeye katlanırsınız.” Yani başınıza ne gelirse Türkiye artık
yanınızda yok. “Evet derseniz Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti
tanıtılacaktır, yüceltilecektir.” Göçmenlerimize gazetelerde her
gün villaların resimleri çıktı. Bu villalar verilecek size diye.
27
Yalan, hepsi yalan. Ondan sonra ambargolar derhal kalkacak,
uçaklar derhal inecek, turistler dolup taşacak, gençlerimiz
Avrupa’da okuyacak vs. Bütün bunlar yığıldı ve bu
propagandaya muazzam paralar sarf edildi. Nereden geldiği
bilinmeyen paralar sarf edildi. Bu kadar kampanya karşısında
yüzde 35 halkımın beni dinleyerek hayır demiş olması bence
büyük başarıdır. Ve o evet diyenlerin içerisinde de yine birçok
insan vardır ki dediğim gibi reaksiyon olarak o tarafa vermiştir.
Şimdi devletinden vazgeçilecek desek bu tarafa gelir. Nasıl
yüzde 20 yine geriye dağılmıştır. Türkiye kökenliler yüzde 30
oy sahibidirler. Belki de fazla. Türkiye’den muazzam bir telkin
gelmiştir. Türkiye’nin çıkarı için evet demeniz lazım diye. O
yüzde otuzu milliyetperver Türkiye kökenli insanlar, Anavatana
bağlı insanlar verdiler. Bu yüzde otuzu bu tarafa alsanız işte
yüzde 65 hayır demiş olurdu. Dolayısıyla, “Kıbrıs Türkünün
iradesine saygılı olmalı” dediklerinde ben hafifçe gülümserim.
Çünkü Kıbrıs Türkünün iradesi değil Türkiye’nin iradesi geçerli
olmuştur ve kısmen de diğer ülkelerin paraları ve baskıları.
Bizi serbest bırakmış olsalardı ve Kıbrıs Türküne sen Annan
Planı’na evet dersen devletin ortadan kalkacak egemenliğin
kalkacak, Rumlar senin içine dolacak meselesi iyice anlatılmış
olsaydı, sonuç bu olmazdı. Sonuç %70-80 hayır olurdu.
Evet’in oluşumunda Türkiye’nin ağırlığı var.
• Sayın Cumhurbaşkanım, gençlerin çoğunluğunun
Güney Kıbrıs Rum kesiminden pasaport almaları... Bunun
oranı ne durumdadır ve bunun Kıbrıs’ın geleceğine etkisi
nasıl olur? Ve gençler bu konunun idrakında mı?
28
(DENKTAŞ): Gençlere, evet derseniz Avrupa Birliği pasaportu
alacaksınız, derhal Avrupa’ya açılacaksınız, dünya dili
konuşacaksınız diye büyük telkinler yapıldı ve gençlerin çoğu
bu düşünce ile evet demiştir. Şimdi pasaport meselesi
şöyledir. 1960 ile 63 arasında Kıbrıs pasaportu hakkı olanlar
müşterek pasaport aldılar. O zaman pasaportu olanların ve
onların çocuklarının bu pasaportu alma hakkı var. Ve bu
pasaport yoluyla Avrupa Birliği pasaportu alırlar, alabilirler. Bu
büyük bir kolaylık sağlar kendilerine. Şimdi biz yasaklamayı
düşündük ve yasaklasaydık ve kimse bizi dinlemeseydi, Rum
tarafında olduğu gibi o zaman tabiatı ile çok zor durumda
kalacaktık. Yasaklanmadı, meclis yasaklama koymadığına
göre bu açıktı. Dolayısıyla biz şunu dedik. 1960-63 arası bu
hakkı olanlar Avrupa Birliği pasaportu almak için, yani gasp
edilmiş bir hakkı almak için uğraşırlarsa biz müdahale
etmeyeceğiz. Söyledikleri gibi yüz binle falan değildir.
Geçenlerde bir istatistik gördüm ben galiba 5000 mi ne bir şey
denmiştir alanlar. Daha da alacak olanlar olabilir. Mesele şu ki
bu pasaport konusunda binlerce çocuğumuz aldı aldı aldı.
Kimse bir şey söylemedi. Benim torunum alınca Denktaş’ı
kötülemek için bir sebep daha bulundu. Denktaş’ın torunu bile
aldı. Torununa bile aldırttı falan diye. Halbuki bu çerçeve
içerisinde atılmış bir adımdır. Bu çocuklar hiçbir şekilde
pasaport aldı diye Rum tarafına tabi değildirler. Kuzey Kıbrıs
Türk Cumhuriyeti’nin sadık kullarıdırlar, askerliklerini bizde
yaparlar ama ellerine bir imkan geçmiştir. Avrupa Birliği’nden
istifade edebilirlerse buyursunlar etsinler.
29
• Basının Avrupa’ya ve Türkiye’ye bazı şeyleri
söylememesinin nedeni nedir? Burada söylediklerinizin
basında yayınlanmasını yasaklayan kim?
(DENKTAŞ): Evet kim yasakladı ben bilmiyorum ama basın
yazmıyor. Ve bunların çoğu arkadaşım benim. Yüz yüze
geldiğimde konuşuyorum şikayetimi de yapıyorum. Gülüp
geçiyorlar. Zannediyorsam patronların siyasetine uygun
gelmiyor Kıbrıs meselesinin gerçeklerini söylemek . Bu halka
“Avrupa Birliği’ne girmek için Kıbrıs’tan vazgeçelim mi?”
sorusu sorulsa yalan bir soru sorulmuş olur. Çünkü Türkiye
Kıbrıs’tan vazgeçse de kimse size, Türkiye’ye Avrupa Birliği’ne
giriş garantisi vermez ve veremez. Yolun ucu yine açıktır. Yine
Ermeni meselesi gelecektir. Yine Kürt meselesi gelecektir.
Yine efendim vilayetlere özerklik, bilmem ne meselesi
gelecektir. Gelecektir, gelecektir. Dolayısıyla Kıbrıs’ı verirsek
yol açılır diye bir durum yok. Bütün mesele şu Avrupa Birliği’ne
girebilmek için hangi hükümetten, hangi üye devletten milli bir
davasından vazgeçmesi istenmiştir ki Türkiye’den isteniyor ve
niçin Türkiye’den isteniyor Kıbrıs meselesinin halli? Kıbrıs
meselesini yaratan Türkiye mi? Devam ettiren Türkiye mi?
Rum halâ ilan ediyor, açıklıyor, “Biz uzlaşma istemiyoruz, biz
Avrupa Birliği’ne girmek suretiyle Türkiye’den hak koparmak
niyetindeyiz” diyor. Hala bu gerçeği görmüyor mu Avrupa
Birliği? Kıbrıs meselesini başlatan, devam ettiren, kan akıtan,
anayasayı ayaklar altına alan, uluslararası anlaşmaları
çiğneyen, toplu mezarlar açan Rum idaresine bunları hallet
öyle gel denmiyor, Türkiye’ye bu söyleniyor. Bunun karşısında
Türkiye’nin isyan etmesi lazım, bunu yapamazsınız demesi
lazım. Geliniz Kıbrıs’taki gerçekleri görünüz demesi lazım ve
30
benim telkinim ve devamlı surette söylediğim şu: Şimdi
durmadan Türkiye’ye Kıbrıs meselesini hallet, Kıbrıs’ı tanıt
dediklerinde bir beyaz kitap hazırlanmalıdır. Beyaz kitabın
içinde bunların kim oldukları, yaptıkları soykırım anlatılmalı.
Kıbrıs’ta eğer Türkiye gelmeseydi, bugün tek bir Türk
kalmayacaktı. Türk askeri çıksın, Türkiye çekilsin, kısa bir
zaman içinde yine tek bir Türk kalmaz orda. Mümkün değil
bırakmazlar. Soykırımmış, Ermeni soykırımı. Sen olmamış
hikayeyi al Türkiye’nin önüne koy. Kıbrıs’ta soykırım var,
geliniz toplu mezarları görünüz diyorum. Tek bir diplomatı
toplu mezarlara götüremedim. Rum kızar diye gelmezler.
Ondan sonra otururlar, Lefkoşe’nin Rum kesiminde Kıbrıs
hakkında rapor yazarlar. Dolayısıyla bu haksızlık karşısında
biz hakikaten milli bir davadan böyle soğuyup vazgeçersek bir
şeyler alacağız diye bekliyoruz ve ne alacağımızı da pek
bilmiyoruz. Alıp almayacağımızı da hiç bilmiyoruz. En haklı en
güçlü olduğun davada ver Kıbrıs’ı. Bu çorap söküğünün başı.
Bundan çektin mi arkasından hepsi gider. Bu kadar haklı ve
güçlü bir davayı koruyamayan bir Türkiye hangi davasını
koruyacak? Ve artık Türkiye’den kim, falan davasını dış
Türklerin filan meselesini halletmesi için yardım isteyebilecek?
Çok önemli bir konumdayız.
• Öncelikle sayın Denktaş, politikanıza çok hayran
olduğumu belirtmek isterim. Birbiri ile bağlantılı iki kısa
sorum olacak. Kıbrıs sorununun dünü, bugünü, yarını...
Konumuzda dün ibaresi, başlangıç tarihi iki cumhuriyet
için de, hem Kıbrıs Cumhuriyeti için, hem de Türkiye
Cumhuriyeti için aynı tarih midir? Hemen arkasından
Kıbrıs sorununun çözümü konusunda 1960 yılından
31
sonraki stratejik çıkarlar doğrultusunda politika yapılıyor.
Yunanistan, Türkiye, İngiltere ve ABD için. Acaba bu
sorunun çözümünde 1960 yılının öncelerini tartışmaya
gerek görülmüyor mu?
(DENKTAŞ): Tabi Türkiye açısından 1950’lilere kadar ada
İngiliz idaresinde. Biz, Rumların Enosis için faaliyetlerini
görüyoruz. Türkiye’yi uyarmaya çalışıyoruz. Sedat Simavi,
Allah rahmet eylesin, Hürriyet Gazetesi’nde, Kıbrıs’a geliyor,
Kıbrıs’taki durumu görüyor ve ateşli yazılar yazarak bir Türklük
vardır meselesini ayyuka çıkarıyor. O günlerde Yunanistan
kımıldamaya başlamış Enosis için. Türk Dış İşleri Bakanı’na
bir gazeteci soruyor; sizin için Kıbrıs meselesi var mı diye.
Cevabı hayır, bizim için Kıbrıs meselesi yoktur. Bunu
Türkiye’nin aleyhine kullanmaya çalışırlar. Halbuki bence
akıllıca bir cevaptı. İngiltere orada oturmuş ben çıkmayacağım
diyor. Yunanistan tahrik etmeye başlıyor. Türkiye de müttefiki
İngiltere’nin yanında, bizim için Kıbrıs meselesi yoktur diyor
ama bizim için vardı. Biz tehlikeyi görüyorduk. Doktor Küçük,
ikide bir Ankara’ya gelir, hükümeti görmeye çalışır, kendisini
kabul etmezler, bekletirler vs. vs. Hasılı 1956’lara kadar
‘55’lere kadar Türkiye pek ilgili olmadı Kıbrıs meselesi ile. biz
devamlı surette Türkiye’yi uyarmaya çalıştık. Bugün benim
bilmek istediğim tek bir şey vardır. Kıbrıs meselesini
halledeceğiz, uzlaşmadan yanayız, uzlaşacağız diyen
hükümetler, bizim hükümetimiz ve Türk hükümeti uzlaşmanın
temelini bağımsızlığımızın teşkil etmesi olarak kabul ediyor
mu? Etmiyor mu? Bu konuda ben sade bir cevap istiyorum ve
halkımın hakkıdır diyorum bu cevabı bilmesi. Uzlaşmayı
hepimiz istiyoruz. Ama uzlaşmanın temeli bağımsızlık
32
olmalıdır. Bağımsızlık olmazsa kağıt üzerinde bir anlaşmadır
ve yok edilmiş oluruz. Bu Kıbrıs meselesinin 1960’da geçici bir
ortaklık cumhuriyeti şeklinde halledilmesini Amerika’da,
İngiltere’de
destekledi.
Tekrar
ediyorum
arşivlerime
baktığımda görüyorum ki Yunanistan gibi onlar da bunun
geçici olabileceğini kabul etmişler. Bu nedenle Makaryos 60
Anlaşması’nı ‘63’te bozduğunda ses çıkartmadılar. Onun için
bu arşivleri çok iyi tetkik etmek lazım. Bugün hala Amerika
aynı akılda gidiyor öyle anlaşılıyor. Ama Türkiye kendilerine bir
şeyi anlatabilir diye düşünüyorum. İstikrar istiyor musunuz
Akdeniz’de? İstiyorsanız Kıbrıs’ta kalıcı bir anlaşma yapın.
Kağıt üzerinde bir anlaşma yaparak 3-5 yıl sonra yeniden kan
akmasını, yeniden Türk milletinin ayağa kalkmasını
gerektirecek bir anlaşmaya cevaz vermeyin diye uğraşmak
lazım.
• Sayın
Cumhurbaşkanım,
şimdi
Türkiye’nin
iradesinden bahsettiniz. Bizim burada kalıcı bir anlaşma
olmazsa Kıbrıs’tan bir tek asker çekmeyiz diyen Kara
Kuvvetleri Komutanımız, Finlandiya gezisini Rum
Büyükelçisi gelecek diye erteleyen bir Cumhurbaşkanımız
ve Papadopulos’u diplomatik muhatap kabul edip,
Kıbrıs’ta Lefkoşe’de kabul edip sorunu çözeriz diyen bir
hükümetimiz var. Hangi halkın hangi iradesi? Siz bunu
nasıl tanımlıyorsunuz? İkincisi Kuzey Kıbrıs gündemine
uygun bir soru sormak istiyorum. Siz Cumhurbaşkanı
seçimlerinde müsteşarınız Ergün Olgun’u işaret etmenize
rağmen halen daha kronik partizanlıkla kaybedeceği çok
belli olan Derviş Eroğlu’nun demokrat partiyle
anlaşamayarak
aday
olduğunu
görüyoruz.
33
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde halen daha sizin
tabirinizle Annan Planı’na karşı uluslararası duruş
sergileyen partilerin bu şekil hareket edebilmelerini nasıl
yorumluyorsunuz?
(DENKTAŞ): Ben kendilerine müşterek birini çıkarmalarını
söyledim. İsim verdim. Kendilerinin ortaya koydukları isimleri
destekleyeceğimi söyledim. Bir türlü uzlaşamadılar. Büyük bir
eksiklik hissediyoruz. Neticede demokrasi çarkları dönecek,
ortaya bir şey çıkacaktır. Türkiye’nin iradesini Büyük Millet
Meclisi’ndeki Kıbrıs’la ilgili kararlarda görürüm. Güvenlik
Konseyi kararlarını da görürüm. Bunun ötesinde Türk
hükümetlerinin meseleyi halletmek için mücadelesi bizce
yakından izlenmektedir. Ama bu kararlar çerçevesinde
kalındığı sürece biz rahatız. Kararların dışında hareket
edildiğini gördükçe büyük huzursuzluk içerisinde oluruz. Ama
ben Büyük Millet Meclisi’ndeki kararlar değişinceye kadar
Kıbrıs meselesinin çözümünü iki bağımsız devlet üzerinde
konfederal bir şekilde ve Türkiye’nin haklarının devamı
şeklinde görüyorum. Türkiye’nin elinde büyük koz vardır. Ben
üye oluncaya kadar Kıbrıs meselesinin hali düşünülebilir,
konuşulabilir. Ama Kuzey Avrupa Birliği’ne benimle birlikte
girer, kozunu güçlü bir şekilde kullanabilir diye düşünüyorum.
• Kıbrıs için savaş yapıldı, kazanıldı. Kıbrıs 21 yaşında
genç bir ülke. Bu ülkemizde bulunan, özellikle KKTC
sınırları dahilinde bulunan Maraş bölgesi ile ilgili bir soru
sormak istiyorum. Burada bulunan evler Rumlara mı aitti?
Şu an KKTC vatandaşı Türkler burada niye oturamıyor?
Birleşmiş Milletler niye bunu Kıbrıs’a dayatıyor? Rum
34
kesiminde de Türklere ait olan bir bölgede onlar
oturamıyor mu? Ben bunu merak ediyorum. Ayrıca ikinci
sorum da BM, Nato ve AB ülkeleri özellikle hangi
ülkelerden oluşmakta? Nato’ya üye olan bir ülke, özellikle
biz Türkiye, ilerde AB’ye gireceğiz. AB’ye girdiğimizde AB
bizden bir şeyler isteyecek, NATO bizden bir şeyler
isteyecek. Biz hangisinin dediğini yapmak zorundayız. Bu
birliklerin büyükten küçüğe doğru nasıl bir yaptırımı var?
Daha neyi dayatıyor, neyi yapmaya çalışıyorlar?
(DENKTAŞ): Efendim, bu kadar detaylı cevap verebilecek
miyim bilmiyorum ama Maraş meselesini halledelim. Maraş
eğer görmüşseniz otelleri, büyük binaları ile gayet modern bir
kasaba. Bu binaların yapıldığı toprak, % 70 vakıf toprağıdır.
Vakfa aittir ve vakıftan hile ile alınmıştır. Habersiz alınmıştır.
Karşılığı verilmeksizin alınmıştır. Zamanında efendim okula
verilmiştir. Buraları benim küçüklüğümde hatırlıyorum.
Tamamen kum yığını ve verimsiz yerlerdi. Halk herhalde bu
nedenle ilgilenmedi. Ondan sonra oralar parsellendi ve satıldı.
O binalar meydana geldi. Şimdi biz bunun % 70’i vakıf malıdır
diye davalar açıyoruz ve bu konu üzerinde hakkımızı bulmaya
çalışıyoruz. Büyük bir olaydır. Aynı şekilde daha fazla büyük
bir vakıf arazisi vardı: “Efendiler Çiftliği”. Bu da aynı şekilde
alınmıştır. Rumlar parselledi ve aldılar. ‘74’te ben bir tapu
yasasına atfen bunlara ihbarname gönderdim. Dedik ki yanlış
kayıt edilmiştir. Bir aya kadar itirazınız varsa bildiriniz, aksi
taktirde vakıf mallarına geçecektir. Hiçbiri itiraz etmedi.
Maraş’ta bu yapılamadı çünkü binalar var. Şöyle bir durum
hasıl oldu. ‘74 harekatı yapıldı. Türkiye bir beyanatta bulundu
dedi ki; “Bizim harekat planımızın içerisinde Maraş yoktu. Boş
35
bırakıldığı için muhafazaya alındı. Mal sahiplerine iadeye
hazırız.” Bu kayda geçti. Ambargolar devam ediyor.
Ambargoların kalkması için daima bu kayıt çerçevesinde
hareket edildi. Ve biz Rumlara çağrı da yaptık geliniz diye,
gelmediler çünkü onlar bütün Kıbrıs’ı istiyor. Sadece Maraş’ı
alırlarsa aleyhlerine olur düşüncesiyle gelmediler. Tabi birçok
bina harap oldu. Neticede bir gün üniversitede yurt ihtiyacı
doğdu ve dolayısıyla ben iki oteli çocuklara yurt olarak
açtırdım. Beni New York’a davet ettiler derhal. Sırf bu konu
için. Gittim öfkeli öfkeli insanlar bağırıyor, çağırıyor. Biz bu
binayı sırtımıza alıp başka yere götürmedik. Tamir ettik,
içerisine sokakta kalmak zorunda olan öğrencilerimizi koyduk.
Günü geldiğinde kim kimindir, kime verilecektir kararı
verildiğinde yine bu karar uygulanabilir dedim. Ve aleyhimize
bir karar çıktı yine. Türkiye sorumludur vesaire diye. Hala
Türkiye’yi sorumlu tutuyorlar Maraş’tan ve kaş oynatmıyorlar.
Keşke o zaman 2 otel yerine 22 otel açsaydım. Yanımıza
kalacaktı. Onun için, madem ki siyaset okulundayız, şunu bilin
ki bu gibi hallerde hakkınızı alırsanız alırsınız, kimse size
vermez. Kim verecek bize hakkımızı? Kimse vermez,
aldığımız kadarını verecekler. Esasen şimdi size ne diyor
Avrupa Birliği? Siz istediniz üye olmayı, üyelik şartlarımızı
biliyorsunuz. Bizimle fazla dalaşmayın. Şartlarımızı uygulayın
ve gelin diyorlar. Onun için işimiz zor.
• Sayın Cumhurbaşkanım yaklaşık 40 seneden beri
Kıbrıs meselesinin savunucususunuz. Ve eğer batılılar
açısından- özellikle Avrupa ve İngiltere açısından
söylüyorum- madem bu meselenin önündeki en büyük
engel sizdiniz, niçin Rahmetli Özal, ya da Arafat ya da
36
Bitlis Paşa gibi sebebi belli olmayan bir ölüme kurban
gitmediniz de 40 seneden beri bu dava sürüyor ve bu
mesele kilitlendi?
(DENKTAŞ): Belki o kadar önemli atfetmiyorlar beni. Birkaç
defa teşebbüs edildi ama Allah korudu. Daha da hayat
olduğuna göre inşallah görmezsiniz o günleri de. Şimdilik
varız.
• 45 yıldır Kıbrıs’ta çözüm arayan bir Türkiye
Cumhuriyeti iradesi var. Ve yıllar öncesine gittiğimiz
zaman Hatay’da savaşmadan çözümü bulan başka bir
Türkiye Cumhuriyeti iradesi var. Peki bu iki iradenin farkı
nedir? Daha doğrusu eksiklikler nelerdir ki biz hala
bugüne kadar bir çözüm bulamadık. Bunun hakkında
birşeyler söyleyebilirseniz sevinirim.
(DENKTAŞ): Efendim biz çözümü bulduk da bulduğumuzun
farkında değiliz. Nasıl bulduk? Rum bütün Kıbrıs’ı almak istedi.
Meşru Kıbrıs hükümeti ünvanını çaldı ve Amerika ile İngiltere
kendi çıkarı için bu ünvanı ona verdi. Rum da bu nedenle artık
bizimle uzlaşma gereğini duymadı. Bu ünvanın arkasına
saklanarak bütün Kıbrıs’ı alma mücadelesini yürütüyor. Bize
saldırdığı an bizim müdafaamız neydi? Hükümetimiz değilsin
ve olamazsın. Kıbrıs tümüyle senin değildir, bir ortağınız var,
bizim de hakkımız var. 11 yıl bu müdafaadan sonra barış
harekatı oldu. Rum’la anlaştık iki kesimli, bundan sonra iki
kesimde olacak hayatımız. Biri diğerinin hükümeti olmayacak
vesaire. Türkiye’nin garantisi devam edecek. Rumlar ile
Federasyonu konuştuk. Adamların federasyon istemediğini
37
anladık ve 1983’te devletimizi ilan ettik. O an mesele
halledilmişti. Kıbrıs’ın tümünü alamazsın deyip biz görüşmeye
devam etmemiş olsaydık ve ancak kabul edildiğimiz taktirde
görüşürüz demiş olsaydık Kıbrıs meselesi şimdiye başka türlü
halledilmiş olurdu. Ama saldırı karşısındayız, Kıbrıs’ta hak
iddia eden biziz. Hakkımızı almak isteyen Rum’dur. Hakkımızı
1983’te en nihayet devlet ilan etmek suretiyle ve Türkiye’de de
tanınmak suretiyle kurtarmış olan biziz. Hala bunu teraziye
koyup tartmanın, masaya koyup pazarlık etmenin anlamı
yoktur. Bu kabul edilmeden görüşmeyiz demek zamanıdır.
Bunu ancak Türkiye söyleyebilir. Bu kabul edilecektir. İşte,
Türkiye’nin elinde şimdi en büyük fırsat vardır. Ucu açık yolda,
ucu
açık
Kıbrıs
meselesi.
Siz
bu
bağımsızlığa
dokunamazsınız. Dokunmayacaksınız. Bunu söylemek
Türkiye’nin elindedir. Bizim içimizde bu siyaseti tamamıyla
benimsemeyen bir hükümetimiz oluşmaktadır. İnşallah bu
siyasete yaklaşır ama Türkiye’nin kendisine yol göstermesi
lazım.
38
Mesut YILMAZ
“Avrupa Birliği”
39
Bir Avrupa Birliği fikri, geçmişte ve Avrupa Birliği’nin
kuruluşundan çok önce birçok defalar dile getirildi. Bunu
zannediyorum ki ilk defa ortaya atan ünlü Fransız yazar Victor
Hugo’ydu. Bir Avrupa Birleşik Devletleri, bir Avrupa Birliği fikri,
ilk defa onun tarafından dile getirilmişti. Fakat bugünkü Avrupa
Birliği’nin asıl temelini oluşturan düşünce, 1948’de yani İkinci
Dünya Savaşı’nın bitiminden sonra, İkinci Dünya Savaşı’nın
galip ülkelerinden İngiltere’nin savaş sırasındaki Başbakan
Churchill’in savaştan sonra muhalefet lideri veya eski
başbakan olarak İsviçre Zürih’te yaptığı bir konuşmasında dile
getirilmiştir. Churchill, 1948’de Zürih’te verdiği bir konferansta,
Avrupa’da barışın kalıcı olarak sağlanmasının yolunun Fransa
ve Almanya liderliğinde kurulacak bir ekonomik birlikten
geçtiğini dile getirmişti. Churchill’in 1948’de ortaya attığı bu
fikir bugünkü Avrupa Birliği’nin ilk çekirdeğini oluşturmaktadır.
Daha sonra bu yönde Almanya ile Fransa arasında temaslar
yürütüldü ve ilk defa 1950 yılında Schumann deklarasyonu
diye bilinen Fransa ile Almanya’nın ileride, İkinci Dünya
Savaşı’na benzer felaketlerin yeniden yaşanmaması için
Avrupa’da demokratik yönetimler arasında bir ekonomik
işbirliği kurulmasına ilişkin çağrısı yayınlandı. 1950 yılında
yayınlanan bu Schumann Deklarasyonu’nda Fransa ile
Almanya kömür ve çelik üretiminde işbirliği yapmak için bir
teşkilat kurmayı amaçladıklarını ve bu teşkilata katılmak için
Avrupa’daki bütün demokratik ülkelere çağrıda bulunduklarını
ilan ettiler. O zaman ki Avrupa ülkelerinden Belçika, Hollanda,
Lüksemburg bir de İtalya bu çağrıya olumlu cevap verdiler ve
neticede 1951 yılında altı ülke arasında (yani Almanya,
Fransa, Hollanda, Belçika, Lüksemburg ve İtalya) Avrupa
Kömür ve Çelik Teşkilatı’nın kurulmasına ilişkin anlaşma
40
imzalandı. Dolayısıyla Avrupa’nın bugünkü Avrupa Birliği’nin
kurulmasına ilişkin ilk hukuki dökümanı, 1951 yılında Paris’te
imzalanan Avrupa Kömür Çelik Teşkilatı’nın kurulmasına
ilişkin yapılan anlaşmadır. Eğer bunu başlangıç kabul
ederseniz Avrupa Birliği bugün itibari ile 1951’den 2005’e,
demek ki 54 senelik bir geçmişe sahiptir. ‘51’de Paris’te
imzalanan bu anlaşma ile kurulan Kömür Çelik Teşkilatı 1953
yılında resmen yürürlüğe girdi. Özellikle o zamanki Avrupa’nın
sanayi ülkeleri açısından, en önemli girdilerini oluşturan bu iki
üründür. Bu konularla, sınırlı ve münhasır bir işbirliği kurmak
için altı ülke böylece bir araya gelmiş oldular. Avrupa Kömür
Çelik Teşkilatı 1953’ten 1957’ye kadar beş yıl süre ile oldukça
etkili bir şekilde yaşamına devam etti. 1957 yılı geldiğinde üye
ülkeler artık bu işbirliğini sadece kömür ve çelikle sınırlı
tutmayıp, bunu daha geniş bir alana yaymak, ekonominin
tümünü kapsayacak bir şekilde genişletmek amacıyla; yeniden
bir araya geldiler ve 1957’de Roma’da yeni bir anlaşma
imzaladılar. Bu anlaşma iki yeni teşkilatın kurulmasına ilişkin
anlaşmadır. Birisi Avrupa Ekonomik Topluluğu’dur ve ikincisi
Avrupa Atom Enerjisi Teşkilatı’dır. Yani ilk olarak kömür ve
çelik alanında başlayan bu işbirliği 1957 Roma Anlaşması ile
ekonominin tümünü kapsayacak şekilde genişletilmiştir. Bir de
ayrı bir teşkilat olarak atom enerjisi alanında da işbirliği yapan
yeni bir kuruluş oluşturulmuştur. 1957’de Roma’da imzalanan,
Roma’da kuruluşu anlaşmaya bağlanan bu iki teşkilat 1958
yılında Roma Anlaşması’nın yürürlüğe girmesi ile fiilen hayata
geçmiştir. Dolayısıyla 1958’den itibaren Avrupa Kömür Çelik
Teşkilatı artık Avrupa Ekonomik Topluluğu olarak yoluna
devam etmiştir. O zaman halk dilinde, sadece bizde değil
Avrupa’da da halk dilinde, Ortak Pazar olarak adlandırılan
41
teşkilat böylece 1958’de ilk defa hayata geçmiştir ve bunun
hukuki dayanağı da 1957 Roma Anlaşması’dır. Avrupa
Ekonomik Topluluğu bugünkü Avrupa Birliği’nin, geçmişteki
şeklini oluşturan teşkilat, 1958’den 1973 yılına kadar 15 yıllık
bir konsolidasyon devresi, bir gelişme dönemi yaşamıştır. Bu
15 yıl içerisinde teşkilat biraz önce saydığım Kömür Çelik
Teşkilatı’nın kurucusu niteliğinde olan altı üye ülke ile yoluna
devam etmiştir. Ama bu süre içerisinde teşkilata üye olmak
için başta İngiltere olmak üzere bazı ülkelerin başvuruları
gündeme gelmiştir. Aslında bu noktada, o tarihte Avrupa’da
yaşanan rekabeti de dile getirmem gerekiyor. Avrupa
Ekonomik Topluluğu’nun birinci amacı; üyeleri arasında bir
gümrük birliğini oluşturmaktır. Aynı amacı izleyen rakip bir
kuruluş olarak İngiltere’nin öncülüğünde, EFTA kurulmuştur.
EFTA ile Ortak Pazar’ın yani EFTA ile Avrupa Ekonomik
Topluluğu’nun rekabeti 1960’lı yıllarda olanca hızıyla devam
etmiştir; ama görülmüştür ki bu rekabette bariz bir şekilde
Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun üstünlüğü söz konusudur. Ve
bunun üzerine EFTA üyesi ülkeler Avrupa Ekonomik
Topluluğu’na katılmak için başvuruda bulunmuşlardır. Bunların
en önemlisi olan İngiltere’nin başvurusu Fransa’da iki defa
veto edilmiştir. O tarihte Fransa’nın yönetiminde söz sahibi
olan General Charles de Gaulle iki defa İngiltere’nin üyeliğini
veto etmiştir.(1963 ve 1967’de) Daha sonra Charles de
Gaulle’un ölümünden sonra Fransa’da İngiltere’nin üyeliğine,
dolayısıyla Avrupa Ekonomik Teşkilatı’nın geleceğine Charles
de Gaulle’den farklı bir yaklaşımla bakılmasının sonucu olarak
1972’de Avrupa Ekonomik Topluluğu İngiltere’nin ondan sonra
Danimarka’nın, İrlanda’nın ve Norveç’in katılmasını kabul
etmiştir. 1972’de altı üyeli Avrupa Ekonomik Topluluğu, bu dört
42
üyeyi de arasına almayı kabul etmesine rağmen, Norveç’te
yapılan halk oylamasında Norveç halkının yarıdan fazlası
Avrupa Ekonomik Topluluğu’na katılmayı reddetmiştir. Yani
Norveç’in başvurusu Avrupa Ekonomik Topluluğu tarafından
kabul edilmiş olmasına rağmen halk oylaması ile Avrupa
Ekonomik Topluluğu’na katılmaktan vazgeçmiştir. 1973
yılından itibaren artık Avrupa Ekonomik Topluluğu yeni üç
üyenin de katılımı ile 9 ülke olarak yoluna devam etmektedir.
İngiltere, İrlanda ve Danimarka altı kurucu üyeye ilaveten
Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun diğer yeni üyeleri olmuşlardır.
Böylece Avrupa Ekonomik Topluluğu veya bugünkü adı ile
Avrupa Birliği ilk genişleme dalgasını, ilk büyüme hareketini
1973’te gerçekleştirmiştir. Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun
ikinci genişlemesi 1981 yılında olmuştur. Komşumuz
Yunanistan 1981 yılında Avrupa Ekonomik Topluluğu’na üye
olarak katılmıştır. Biliyorsunuz Yunanistan’da 1960’lı yıllarda
bir askeri darbe olmuştu. O askeri darbeden sonra -ki o askeri
darbe 1974 Kıbrıs Harekatı ile son bulmuştur- hemen
Karamanlis’in başkanlığındaki Yunan Hükümeti, Avrupa
Ekonomik Topluluğu’na üyelik başvurusunda bulunmuştur ve
1981’e kadar geçen yedi yıllık bir süre sonunda da
Yunanistan’ın tam üyeliği gerçekleşmiştir. Dolayısıyla Avrupa
Ekonomik Topluluğu’nun veya bugünkü adı ile Avrupa
Birliği’nin ikinci genişlemesi 1981 yılında gerçekleşmiştir ve
Yunanistan’ın üyeliği ile birliğin dokuz olan üye sayısı ona
çıkmıştır. Yunanistan’ı da arasına alıp on üyeli bir teşkilat
olarak yola devam eden Avrupa Birliği, 1986’da General
Franco ve Salozar yönetimlerinin tarihe karışmasından sonra
yeniden demokrasiye geçen İspanya ve Portekiz’i de tam üye
olarak almıştır. Ve 1986’da Avrupa Birliği’nin üçüncü
43
genişleme dalgası bu iki İber ülkesinin, İber Yarımadası’ndaki
bu iki ülkenin katılımı ile gerçekleşmiştir. Yani 1986’da Avrupa
Birliği 12 üyeye ulaşmıştır. 1986’dan sonra biliyorsunuz
dünyada çok önemli bir değişim yaşandı. 1980’lerin sonunda
demir perde çöktü ve Doğu Avrupa ülkeleri -o zamana kadar
komünizm yönetimi ile yönetilen- demokrasiye geçtiler.
Demokrasiye geçtikten sonraki ilk hedefleri de Avrupa Birliği
üyeliği oldu. Doğu Avrupa’daki bütün üyeler ve bütün ülkeler o
güne kadar Sovyetler Birliği’nin hegamonyası altında yaşayan
Doğu Avrupa ülkeleri birbiri ardına Avrupa Birliği’ne başvuruda
bulundular. Onlarla birlikte artık fiilen işlemez hale gelen veya
etkinliğini geniş ölçüde yitirmiş olan EFTA’nın geri kalan
üyeleri de Avrupa Birliği’ne üyelik için başvurdular. Bu ülkeler
zaten uzun zamandan beri çok partili demokratik rejimi
uygulayan ülkelerdi. Bunların üyeliği herhangi bir sorun
yaratmadı ve 1996 yılında Avusturya, İsveç ve Finlandiya üç
eski EFTA ülkesi de dördüncü genişleme dalgası olarak
Avrupa Birliği’ne katıldılar. Dolayısıyla Avrupa Birliği’nin
dördüncü genişlemesi bu üç eski Efta ülkesini Avusturya,
İsveç ve Finlandiya’yı da arasına katmak sureti ile 1995 yılında
gerçekleşti.
Avrupa Birliği’nin eski sosyalist bloğa mensup Doğu Avrupa
ülkeleri tarafından bu şekilde rağbet görmesi sonunda Avrupa
Birliği, genişleme meselesini gündemindeki en önemli
konulardan birisi haline getirdi ve Kopenhag’ta yapılan zirve
toplantısında özellikle bu Doğu Avrupa ülkeleri için ve o
tarihten sonra üye olacak ülkeler için yeni bir takım kriterler
tesbit etti. Bu kriterler Türkiye’de de Türkiye’nin adaylık
sürecinde geniş ölçüde gündeme girmiş olan “Kopenhag
44
Kriterleri” diye anılmaktadır. Ve Kopenhag Kriterleri Avrupa
Birliği’ne 1990’lı yılların ikinci yarısından itibaren aday olacak
ülkelere uygulanacak kriterlerdir. 2004 yılında yani geçtiğimiz
sene Avrupa Birliği 10 yeni ülkenin daha katılımıyla 25 üyeli bir
birlik haline gelmiştir. Bu 10 ülke bildiğiniz gibi üç Baltık ülkesi
Estonya, Letonya, Litvanya; iki Akdeniz ülkesi Malta ve Güney
Kıbrıs ile Polonya, Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Macaristan ve
Slovenya olmak üzere Orta Avrupa ülkeleridir. Bu on ülkenin
katılımı ile geçtiğimiz yılın Mayıs ayından itibaren Avrupa
Birliği artık 25 üyeli bir birlik haline gelmiştir. 25 üyeli Avrupa
Birliği bugün dünyanın en önemli ekonomik birliğidir, aynı
zamanda da dünyanın en etkili siyasi güçlerinden birisi olma
yolundadır. Gerçi bu alanda daha kat edeceği çok mesafe
olduğu bizzat birlik yetkilileri tarafından da dile getirilmektedir.
Ama hiç şüphe götürmeyen bir husus Avrupa Birliği’nin bugün
dünyadaki en önemli birlik olduğu ve tarihin kaydettiği en
başarılı ekonomik entegrasyon hareketi olduğudur.
Avrupa Birliği’nin bugüne kadarki gelişimini bu şekilde
özetledikten sonra Avrupa Birliği bugün genişleme sürecinin
neresindedir, onu da eklemem lazım. Avrupa Birliği’ne üye
olmak için başvurup da henüz üye olmamış dört tane ülke var.
Bunlardan ikisi Bulgaristan ve Romanya. Zaten üyelik süreci
takvime bağlanmış olan iki ülkedir. 2007 yılında Bulgaristan ve
Romanya eğer bundan sonra herhangi bir aksilik söz konusu
olmazsa bu ülkelerden kaynaklanan bir gecikme söz konusu
olmazsa Avrupa Birliği’ne tam üye olacaklardır. Müzakerelerini
tamamlamışlardır. Dolayısıyla 2007 yılında artık Avrupa
Birliği’nin 27 üyeli bir birlik haline geleceği bugünden
bilinmektedir. Romanya ile Bulgaristan’ın bu durumunu da
45
ifade ettikten sonra geriye iki ülke kalmaktadır. Bunlardan bir
tanesi Türkiye’dir, bir tanesi de Hırvatistan’dır. Türkiye ile
Avrupa Birliği ilişkileri zaten bu toplantının konusunu
oluşturmaktadır. Ona ayrıca geleceğim. Hırvatistan konusu,
geçtiğimiz günlerde önemli bir gelişme yaşamıştır. Hırvatistan
dört, dört buçuk milyon nüfuslu bir ülkedir. Avrupa kültürünün
geniş ölçüde egemen olduğu bir ülkedir. Avrupa Birliği’nin tam
üye olarak alma konusunda herhangi ciddi tereddüt
yaşamadığı bir ülkedir. Ama Lahey Savaş Suçları Mahkemesi
ile Bosna krizine ilişkin yeterli işbirliği yapmadığı gerekçesi ile
Avrupa Birliği yaklaşık iki hafta önce Hırvatistan’ın üyelik
sürecini askıya almıştır. Burada bir parantez açmak istiyorum.
Hırvatistan’ın üyelik sürecinin bu şekilde askıya alınması
Türkiye’nin geçtiğimiz Aralık ayında Brüksel’de Brüksel
Zirvesi’nde belirlenen üyelik sürecini nasıl etkiyecektir sorusu
kamuoyunda gündeme getirilmiştir. Bunun Türkiye üzerinde de
olumsuz etkileri olabileceği ifade edilmiştir ama esas itibari ile
Türkiye’nin üyeliğinin Hırvatistan’ın üyelik süreci ile herhangi
bir doğrudan ilişkisi sözkonusu değildir. Dolayısıyla bunun yani
Hırvatistan’ın AB ilişkilerinde ortaya çıkan bu pürüzün bizim
üyelik sürecimizi olumsuz etkileyeceğine ben şahsen ihtimal
vermiyorum. Türkiye’nin üyelik sürecini etkileyecek başka
unsurlar gündeme gelebilir. Onları zaten biraz sonra mercek
altına alacağız. Dolayısıyla Avrupa Birliği şu anda 25 üyeli
ekonomik ve siyasi bir birliktir. Bu dediğim kronoloji içerisinde
artık Avrupa Ekonomik Topluluğu olmaktan çıkmış Avrupa
Birliği adını almıştır. Avrupa Birliği olarak aynı zamanda siyasi
bir birlik niteliği de kazanmıştır.
46
Avrupa Birliği’nin bu genişleme konusu yanında yakın
geçmişteki diğer bir faaliyeti de bir Avrupa Anayasası’nın
hazırlanması olmuştur. Bu amaçla 2000 yılında Brüksel’de bir
Avrupa Konvansiyonu toplanmıştır. Bir buçuk yıl süren bu
konvansiyon çalışmaları sonunda bir Avrupa Anayasası kabul
edilmiştir. Bu anayasanın çalışmalarına Türkiye de katılmıştır.
Ben oraya hükümet temsilcisi olarak katıldım. Ayrıca
parlamento temsilcileri, sivil toplum temsilcileri her ülkeden
katılmışlardır. Ve bir buçuk yıllık bu konvansiyon çalışması
sonunda bir Avrupa Anayasası hazırlanmıştır. Bu Avrupa
Anayasası, ilgili ülkelerin mevzuatlarına göre bazı ülkelerde
parlamento kararı ile bazı ülkelerde ise doğrudan doğruya halk
oylaması ile yürürlüğe girecektir. Şu anda Avrupa Birliği
içerisindeki en önemli tartışma yeni anayasanın halk oyuna
sunulacağı
bazı
ülkelerde
reddedilme
ihtimalidir.
Zannediyorum 29 Mayıs’ta Fransa’da ve Haziranın başında da
Hollanda’da referandum yapılacaktır. Yapılan kamuoyu
araştırmalarına göre hem Fransa’da, hem de Hollanda’da
gerçi az bir çoğunlukla da olsa anayasanın reddi eğilimi ağır
basmaktadır. Anayasanın reddedilmesi Türkiye’nin üyelik
süreci de dahil Avrupa Birliği’nin gündemindeki bir çok konuyu
yakından etkileyebilecektir. Onun için şu anda Avrupa
Birliği’nde bütün öncelik başta bu iki ülke olmak üzere Avrupa
Anayasası’nın halk oylamasına sunulacağı diğer ülkelerde
kamuoyunun anayasa lehine yönlendirilmesine verilmiştir. Bu
Avrupa Anayasası’nın bizi özellikle ilgilendiren bazı
noktalarına da kısaca değinmek istiyorum. Avrupa Anayasası
evvela ulusal vatandaşlık yanında, bir Avrupa vatandaşlığı
kavramını gündeme getirmiştir. Yani birlik üyesi ülkelerin
vatandaşları bu anayasanın yürürlüğe girmesinden sonra iki
47
ayrı kimliğe sahip olacaklardır. Birisi mensup oldukları ülkenin
kimliğidir. İkincisi Avrupa Birliği kimliğidir. Avrupa Birliği kimliği
ile Avrupa Birliği’ne dahil olan insanlar istedikleri ülkede
serbestçe dolaşma ve yerleşme hakkına sahip olacaklardır.
Burada dikkat çeken bir husus, anayasa, üye ülke
vatandaşlarına otomatikman birlik üyesi herhangi bir ülkede
çalışma garantisi getirmemektedir. Halbuki şu andaki
uygulamaya göre Avrupa Birliği’ne üye olan herhangi bir ülke
vatandaşı diğer bir üye ülkede gidip rahatça iş bulabilir,
çalışabilir ve o ülkenin mevzuatındaki çalışma hayatına ilişkin
bütün haklardan yararlanabilir. Bu Avrupa Birliği’nin daha
önceki konsey kararlarında alınmış olan, yapılmış olan bir
düzenlemedir ve şu anda Avrupa Birliği üyesi ülkelerin
vatandaşlarına bu hakkı vermektedir. Fakat yeni anayasa
serbest dolaşımı, serbest yerleşmeyi, ikameti düzenlediği
halde üye ülke vatandaşları için çalışma hakkını bir hak olarak
vermemektedir. Bunun Türkiye’yi ilgilendiren yönüne biraz
sonra Türkiye ile ilgili bölümde tekrar döneceğim. Bu
anayasanın konvansiyon tartışmaları sırasında en çok
üzerinde durulan konulardan birisi başlangıç kısmında
Hristiyanlık’a atıf yapılıp yapılmaması konusu olmuştur. Bazı
üye ülke siyasi partileri, özellikle Katolik partiler, Hristiyan
partiler Hristiyanlık’ın Avrupa’nın ortak değeri olduğunu ve
mutlaka anayasanın başlangıç bölümünde Hristiyanlık
kültürüne, Hristiyanlık dinine atıf yapılması gerektiği görüşünü
savunmuşlardır. Ama tartışmalarda Avrupa’daki laik gelenek
ağır basmıştır ve neticede başlangıç bölümünde böyle bir
ifadeye yer verilmemiştir. Bu Türkiye açısından çok önem
taşıyan bir konuydu. Bizim konvansiyonda özellikle üzerinde
durduğumuz bir konuydu. Netice itibari ile orada bizi rahatsız
48
edecek herhangi bir ifadeye yer verilmemiştir. Yeni anayasa
Avrupa Birliği’nin yeni yönetim yapılanmasını da beraberinde
getirmektedir. Mesela anayasanın yürürlüğe girmesinden
sonra Avrupa Birliği komisyonunun, komisyon başkanının
yetkileri bugünküne oranla çok daha arttırılmaktadır. Avrupa
Parlamentosu’nun yetkileri arttırılmaktadır. Aynı zamanda
bugün yüksek komiser denilen bir komisyon üyesi tarafından
yürütülen dış ilişkiler, Avrupa Birliği Dış İşleri Bakanı
denilebilecek bir şahsın kontrolüne verilmektedir. Yani bir
anlamda Avrupa’nın dış işleri bakanı yeni anayasa ile
belirlenmektedir. Yeni anayasa ulusal hükümetlerle Avrupa
Birliği organları arasındaki yetkileri yeniden düzenlemektedir.
Yerel yönetimlerin yetkileri önemli ölçüde arttırılmaktadır,
velhasıl yeni anayasanın getirdiği en önemli yenilik Avrupa
Birliği’nin bugünkünden farklı bir yönetim şablonuna
kavuşmasıdır.
Avrupa Birliği’nin bu genel çerçevesi içerisinde Türkiye’nin
yeri nedir? Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinin bugüne kadarki
gelişimi nasıl bir seyir izlemiştir; onu kısaca izah edeceğim.
Türkiye daha Avrupa Birliği, Avrupa Ekonomik Topluluğu iken
1959 yılında Avrupa Birliği’ne veya o zamanki adı ile Ortak
Pazar’a veya Avrupa Ekonomik Teşkilatı’na üye olmak için
resmen başvuruda bulunan ikinci ülkedir. Birinci ülke
Yunanistan’dır; o da 1959’da başvurmuştur. Yunanistan’ın
hemen arkasından zannediyorum iki üç hafta sonra ilk
başvuruyu yapan ülke Türkiye olmuştur. 1959 Temmuz
ayında. Türkiye’nin 1959’da bu başvuruyu yapmasındaki en
dikkat çekici husus şudur: Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun
Türkiye’nin geleceği açısından Türkiye’de ciddi bir analizi
49
yapılıp, bir fayda maliyet hesabı yapılıp böyle bir başvuru
yapılmış falan değildir. Zaten o zaman Türkiye’de bir planlama
teşkilatı filan söz konusu değildir; ama bugün geçmişe dönüp
baktığımız zaman, o zamanki belgeleri incelediğimiz zaman,
ne hükümet katında, ne Dış İşleri Bakanlığı, ne Hazine ne de
diğer bir kurum içerisinde böyle bir çalışmanın yapıldığını
göremiyoruz. O zaman Türk Hükümeti’ni, Türk siyasi karar
organlarını Avrupa Ekonomik Topluluğu’na başvuru için
harekete geçiren en önemli saik zaten 1964’te bu anlaşmayı
imzalayan o zamanki Dış İşleri Bakanının da söylediği gibi
Avrupa trenine kanca atmak olmuştur. Zamanlama konusunda
en önemli saikte Yunanistan’ın gerisinde kalmamak,
Yunanistan’dan
ayrı
düşmemek
veya
Yunanistan’ın
Avrupa’daki bu entegrasyon hareketinde Türkiye’ye göre
öncelik almasını önlemek olmuştur. Yoksa Avrupa Ekonomik
Topluluğu gelecekte nasıl bir lehçe kazanacak, bu Türkiye’nin
gelişimini nasıl etkileyecek, Türkiye açısından bu konuda nasıl
bir strateji geliştirilmesi lazım; bu soruların hepsi o günkü kısır
siyasi tartışmalar içerisinde arka plana atılmıştır. Ama o
zaman bu başvuruyu yapanların, yani o zamanki Demokrat
Parti yöneticilerinin bu konuda samimi olduklarına, bu konuyu
içtenlikle arzuladıklarına hiç şüphe yoktur. Hatta 1961’de
Yassıada’dan İmralı’ya haklarında verilen ölüm cezalarının
infazı için götürülürken rahmetli Celal Bayar’la rahmetli Fatin
Rüştü Zorlu’nun sohbet konusu Türkiye’nin Ortak Pazar üyeliği
idi. Yani kendi hayatlarının ötesinde bu konuya gönül veren
insanlar olmuşlardır. Bu konuya o kadar inanan, bu konuyu
gönülden arzulayan insanlardır ama dediğim gibi baktığınız
zaman bu konu Türkiye’de ne akademik çevrelerde, ne siyasi
çevrelerde öyle geniş şekilde tartışılmış, oluşturulmuş bir konu
50
olma özelliğini taşımamıştır. Halka hele hiç intikal etmemiştir.
1959’da Türkiye’nin yapmış olduğu bu başvuru 1963 yılında ilk
meyvesini vermiştir. Biliyorsunuz 1960’da Türkiye’de bir askeri
darbe yaşanmıştır. 1961’de tekrar parlamenter sisteme
geçilmiştir. İşte bu gelişmeler nedeni ile dört senelik bir süreç
sonunda 1963’te Ankara Anlaşması imzalanmıştır. Ankara
Anlaşması, Türkiye’nin Avrupa Ekonomik Teşkilatı’na üyeliği
için gerekli şartları sağlamayı amaçlayan bir anlaşmadır. 22
yıllık bir süreç sonunda Türkiye’nin Avrupa Birliği ile, Avrupa
Ekonomik
Topluluğu
ile
ekonomik
entegrasyonunu
öngörmektedir. Türkiye için birtakım koruma tedbirleri
öngörülmüştür. Avrupa Birliği baştan itibaren pazarlarını
Türkiye’ye açmaktadır ama Türkiye etkileyici bir süreç
sonunda ancak Gümrük Birliği’ni gerçekleştirecektir.
Türkiye’nin Avrupa Ekonomik Topluluğu’na ileride tam üye
olarak kabulü veya katılması ise anlaşmada bir hedef olarak
tesbit edilmiştir. Türkiye’nin bu anlaşmadan doğan bir talep
hakkı söz konusudur. Türkiye 1987 yılında o zamanki
Anavatan Partisi iktidarı döneminde bu hakkına dayanarak
Avrupa Birliği’ne resmen üyelik başvurusunda bulunmuştur. 14
Nisan 1987’de Türkiye Avrupa Birliği’ne üye olmak için resmi
başvurusunu yapmıştır. ‘87’de Türkiye’nin yaptığı bu başvuru
demin söylediğim Avrupa Birliği’nin genel genişleme kronolojisi
hatırlanırsa Avrupa Birliği’nin en fazla rağbette olduğu henüz
daha demir perde yıkılmamakla birlikte EFTA’nın fiilen
etkisizleştiği EFTA üyesi ülkelerin de Avrupa Birliği’ne katılmak
için sıraya girdikleri bir döneme rastlamaktadır. Zaten ‘89 yılı
geldiğinde Avrupa’da demir perde de çökecektir ve bütün
Avrupa, Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri de Avrupa Birliği’ne tam
üyelik için başvuracaklardır. Avrupa Birliği Türkiye’nin bu
51
başvurusunu iki sene bekletmiş ve 89 yılında Türkiye’nin
Avrupa Birliği üyeliğine ehil bir ülke olduğunu teslim etmekle
birlikte bunun ancak uzun bir süreç sonunda ve Türkiye
tarafından
belli
edimlerin
yerine
getirilmesi
ile
sonuçlanacağına ilişkin karar almıştır. Bir anlamda Türkiye’nin
üyeliğini zamana bırakan flu bir karar almıştır. 1989’da alınan
bu karar Türkiye’yi ‘89 yılından sonra başvuruda bulunan
Doğu ve Orta Avrupa ülkeleri ile yani geçtiğimiz sene üye olan
şu anda da bazıları üyelik sürecinde olan diğer ülkelerle aynı
kategoriye itmiştir. Türkiye aslında bu ülkelerden çok daha
önce Avrupa Ekonomik Topluluğu ile işbirliği yaptığı halde,
bununla ilgili bir anlaşma imzaladığı halde, bu anlaşmayı
uyguladığı halde, o ülkelerle aynı kategori içerisine
sokulmuştur. Ama buna rağmen Türkiye bir önemli adım daha
atmıştır. 1995 yılı sonunda Avrupa Birliği ile Gümrük Birliği
Anlaşması imzalamıştır. Bu Avrupa Birliği’nin tarihinde ilk defa
yaşanan bir olaydır. Yani henüz tam üye olmayan bir ülkenin
kendi pazarını Avrupa Birliği ülkelerine tümü ile açması Avrupa
Birliği ile bir gümrük birliği gerçekleştirmesinin ilk örneği
Türkiye’dir. Türkiye’nin Gümrük Birliğine geçmesinde en
önemli amil, en önemli etken bunun Türkiye’nin tam üyelik
sürecini hızlandırabileceği ümididir. Ama görülmüştür ki
Türkiye’nin bu 1950’lerden beri Avrupa Birliği ile devam ede
gelen müktesebatı, 1990’ların ortasında Avrupa Birliği’ne
pazarlarını tümüyle açması, Gümrük Birliği Anlaşması’nı
imzalaması dahi Türkiye’ye adaylık statüsü verilmesi için
yeterli olmamıştır. 1997 yılında, 1997 sonunda Lüksemburg’ta
toplanan AB zirvesi kendisine o tarihe kadar başvuruda
bulunan 13 ülkeden 12’sine adaylık statüsünü vermiştir.
Türkiye’ye vermemiştir. Diğer 12 ülke için, -ki bunların on
52
tanesi demin söylediğim geçen sene tam üyeliği gerçekleşmiş
olan ülkelerdir, iki tanesi de 2007’de üyeliği kesin
gerçekleşecek olan iki ülkedir- Avrupa Birliği adaylık statüsünü
tanımıştır. Bazıları ile hemen müzakerelere başlama kararı
almıştır. Bazıları ile müzakere takvimini belirlemiştir. Ama
Türkiye’ye gelince yeni bir ilişki statüsü önermiştir. Bu imtiyazlı
üyelik denilen, imtiyazlı ortaklık denilen aslında Türkiye’nin
Ankara Anlaşması ile kazandığı statüden hiç bir farklılık
göstermeyen ne olduğu Avrupa Birliği tarafından da açıkça
konamayan yeni bir statüdür. Türkiye buna çok sert tepkide
bulunmuştur. Özellikle kendisinden çok sonra başvuruda
bulunan, birçok açıdan -çoğulcu demokrasi açısından,
ekonomik sistemin olgunluğu açısından- kendisinin çok daha
gerisinde olan ülkelere göre Türkiye’ye uygulanan bu
muamelenin ayrımcı bir muamele olduğu gerekçesi ile Avrupa
Birliği ile siyasi diyaloğunu askıya alma kararı almıştır. Bu tabi
Avrupa Birliği Türkiye ilişkilerinde çok ciddi bir kriz yaratmıştır.
Bu kriz 1997’den ‘99’a kadar sürmüştür. ‘99’da Avrupa Birliği
Lüksemburg kararını revize etmiştir. Yani Lüksemburg’ta
Türkiye’ye vermemiş olduğu üye adaylık statüsünü Helsinki’de
tanımıştır. Helsinki’de Türkiye’ye tam üyelik için yeni bir
perspektif verilirken aynı zamanda Türkiye’nin diğer üye
ülkelerle eşit muameleye tabi olacağını hükme bağlamıştır.
1999 sonunda Helsinki Zirvesi’nde alınan bu karar TürkiyeAvrupa Birliği ilişkilerinde bir dönüm noktası olmuştur. O
tarihten itibaren Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri büyük bir ivme
kazanmıştır. 2002 Kopenhag Zirvesi’nde Helsinki Zirvesi’nden
sonra Avrupa Birliği Komisyonu tarafından hazırlanan Katılım
Ortaklığı Belgesi’ne göre Türkiye’nin tespit ettiği ulusal
stratejide yapması gereken hususların büyük kısmını yerine
53
getirmiş olduğu tespit edilmiştir. Geri kalanlarının da
tamamlanması ve 2004 yılı sonundan önce Avrupa Birliği
Komisyonu’nun Türkiye’nin Kopenhag kriterlerini yeterince
yerine getirdiğine ilişkin bir rapor hazırlaması halinde yani
Türkiye için pozitif bir rapor hazırlanması halinde Türkiye ile
üyelik müzakerelerinin bekletilmeksizin başlatılması 2002
Kopenhag Zirvesi’nde karara bağlanmıştır. Türkiye bu
kararında vermiş olduğu teşvikle reform sürecini devam
ettirmiştir ve 2004 Ekim ayında yayınlanan Avrupa Birliği
komisyon raporunda Türkiye’nin Kopenhag kriterlerini yeterli
ölçüde yerine getirdiği tespit edilmiştir. Buna rağmen Avrupa
Birliği komisyonu diğer daha önceki aday ülkelere yapmadığı
bir muameleyi Türkiye için yapmıştır ve Türkiye’nin müstakbel
üyeliğine ilişkin yeni birtakım koşullar önermiştir. Bu koşullar
nedir? İşgücünün serbest dolaşımının daimi sayılabilecek bazı
kayıtlara bağlanması. Türkiye’nin tam üyelik süreci içerisinde
daha doğrusu bu müzakere süreci içerisinde o güne kadar var
olmayan yeni bir prosedürün belirlenmesi. Bu iki hususu biraz
açmak istiyorum. Serbest dolaşım aslında Avrupa Birliği’nin en
önemli ilkelerinden birisidir. Ortak Pazar’dan itibaren Avrupa
Birliği’ne vücut veren ilkeler içinde en önemlisi mal ve
hizmetlerin, sermayenin ve insanların işgücünün birlik
içerisinde hiçbir kaydı olmadan serbestçe dolaşımı ilkesidir.
Avrupa Birliği Nice Zirvesi’ne kadar bu ilkeyi tam olarak
gerçekleştirmiştir. Yani Avrupa Birliği 1990’a kadar söylediğim
o genişleme süreci içerisinde yeni üye olarak arasına aldığı
ülkelerin vatandaşlarına serbestçe üye ülkeden diğer bir üye
ülkeye gidip orada o ülke vatandaşları gibi serbestçe iş sahibi
olabilmelerine, çalışabilmelerine de 1990 yılına kadar hiçbir
kayıt altına almadan müsaade edebilmiştir. Ama Avrupa’da
54
ekonomik konjonktür değişince, özellikle Almanya başta olmak
üzere işsizlik sorunu Avrupa Birliği ülkeleri içerisinde ciddiyet
kazandıkça bu konuda kısıtlamalar getirilmesi fikri gündeme
gelmiştir. İlk defa ‘91 yılında Alman Başbakanı bir
konuşmasında bu konunun eski üyelerinde ekonomik
çıkarlarını gözeten şekilde yeni bir düzenlemeye bağlanması
fikrini gündeme getirmiştir. Neticede bu söylediğim son
genişleme hareketinde yani 10 tane yeni üyenin Avrupa
Birliği’ne katılmasında Avrupa Birliği o güne kadar
uygulamadığı yeni bir düzenleme getirmiştir. Bu yeni
düzenleme şudur: Yeni 10 üye ülkeden ikisi için, Malta ve
Güney Kıbrıs için hiçbir kısıtlama yoktur. Bu iki ülkenin
vatandaşları tıpkı diğer daha önceki ülkeler gibi istedikleri bir
ülkeye gidip orada serbestçe çalışabilirler. O ülkenin
mevzuatının kendi vatandaşlarına tanıdığı bütün haklardan
yararlanabilirler. Ama diğer sekiz ülke bunlar Polonya, Çek
Cumhuriyeti, Macaristan, Estonya, Litvanya, Letonya,
Slovenya, Slovakya, bu ülkeler üye olmakla birlikte iki yıl süre
ile bu haktan yararlanamayacaklardır. Yani bu ülkelerin
vatandaşlarının 2 yıl süre ile tam üyeliklerinin gerçekleştiği
2004 yılından itibaren -uzatılması ve eğer konjonktür
gerektiriyorsa sonsuza kadar ertelenebilmesi imkanı
zorlanmakla birlikte- serbest çalışma hakkı yoktur. Fakat bunu
sağlamak için ne AB Anayasası’nda ne AB’nin bugüne kadar
kabul etmiş olduğu dökümanlarda bir hukuki zemin mevcut
değildir çünkü dediğim gibi insanların serbest dolaşımı tıpkı
malların ve sermayenin serbest dolaşımı gibi AB’ye vücut
veren ana ilkelerden birisidir. Herhangi bir ülkeyi hem tam üye
olarak aramıza almak hem de onun vatandaşlarına AB’nin
temel ilkelerinden birisini, temel haklarından birisini vermemek
55
AB’nin kendi hukukçuları arasında da şu anda bir tartışma
konusudur. Ve böyle düzenlemenin AB yargı organları
tarafından da iptal edilebileceği şu anda galip düşüncedir.
Türkiye’nin tam üyelik sürecinin neresindeyiz; onu
zannediyorum hepiniz yakından izliyorsunuz. Bürüksel’de 17
Aralık’ta kabul edilen karar uyarınca Türkiye’ye müzakerelere
başlaması için bir tarih verilmiştir. Ama Türkiye’ye verilen bu
tarihin fiilen geçerlilik kazanabilmesi için gerek Türkiye’nin
gerekse AB’nin yerine getirmesi gereken bazı yükümlülükleri
söz konusudur. Bu yükümlülükler iki taraf tarafından da aradan
geçen 4 ay içerisinde yerine getirilmemiştir. Türkiye için
Ankara Protokolü’nün yeni üye ülkelere uygulanması şartı söz
konusudur. Bu Türkiye açısından siyasi sorun yaratabilecek bir
konudur çünkü Güney Kıbrıs’ın Türkiye tarafından resmen
tanınması anlamına gelecektir. Şimdi bunu aşabilmek için
Türkiye diplomatik bir yol arayışı içerisindedir. Bu tanımanın
nasıl resmen tanıma anlamına gelmeyeceği arayışı içindedir.
Öbür taraftan da AB Türkiye ile müzakerelere başlamak için
evvela bir tarama süreci yapmak zorundadır. Tarama
sürecinden kasıt AB mevzuatıyla, müktesebatıyla Türkiyedeki
mevzuat arasında bir karşılaştırma. Türk mevzuatının AB
müktesebatından farklılıklarını ortaya çıkarmayı amaçlayan bir
tarama çalışmasıdır. Bu çalışmanın yapılabilmesi için evvela
dökümanların tercüme edilmesi lazım. Bu dökümanlar 140150 bin, 160 bin sayfa tutuyor. Bunların 4 ayda henüz
tercümesine
bile
başlanmamıştır.
Bunların
tercüme
edilebilmesi, ondan sonra bu şekilde birlikte bir tarama
sürecinin yürütülebilmesi, şu anda ekim ayına kadar mümkün
görülmemektedir. Geçen 4 ay içerisinde bu konuda hiçbir şey
56
yapılmamıştır. Yine AB’de şu anda Türkiye’ye yönelik yapılan
eleştirilerden birisi Türkiye’nin Aralık zirvesinden itibaren bu
tarihe kadar çok hızlı ve çok verimli bir şekilde yürüttüğü
reform çalışmalarını birden bire askıya almış olmasıdır. Bu da
hepimizin tesbit etmiş olacağı gibi bir gerçektir. Hatta 1
Nisan’da yürürlüğe girmesi öngörülen yeni Türk Ceza
Kanunu’nun yürürlüğe girmesi dahi 2 ay ertelenmiştir. Aradan
geçen zaman zarfından daha önceki reformların devamı
niteliğinde olan, tamamlanması gereken reformların hiçbirisi
gerçekleşmemiştir. Türkiye bir anlamda reform yorgunluğu
yaşamaktadır. Ama bütün bunlar AB’ye, bu yeniden yapılanma
ihtiyacının
Türk
Hükümeti
tarafından
yeterince
özümsenmediği, yapılanların sadece AB’ye hoşgörünmek, AB
ile müzakereleri başlatmak amacıyla olduğu izlenimini
vermiştir. Dolayısıyla genel olarak Türkiye’nin, özel olarak da
bugünkü Türk Hükümeti’nin AB gözündeki itibarı Aralık’tan bu
yana geçen 4 ay içerisinde düşüş göstermiştir. Tabi buna işte
kadınların polis tarafından coplanması, yok bilmem bir takım
gereksiz tartışmaları da eklerseniz şu anda maalesef
geçtiğimiz Aralık ayının daha gerisinde kaldığımız üyelik süreci
açısından, ümit ediyorum ki Türkiye’de önümüzdeki aylarda bu
eksiklik kamuyonun da baskısıyla Hükümet tarafından
çözülmek istenecektir ve bunun gereği yerine getirilecektir.
Maalesef üyelik müzakerelerinin yürütülmesine yönelik
kurumsal düzenlemelerin de hiçbiri yapılmamıştır. Ne
Türkiye’nin bir müzakere stratejisi belirlenmiş ne de bir baş
müzakereci belirlenmiştir. Şu anda 17 Aralık gününe oranla
atılmış olan en ufak bir adım, katedilmiş en ufak bir mesafe
söz konusu değildir. Dolayısıyla geçtiğimiz 4 ay Türkiye-AB
arasında aslında kaybedilmiş süre olarak göze çarpmaktadır.
57
Aslına bakarsanız Türkiye’nin AB ilişkileri bugün itibariyle bir
kaybedilmiş fırsatlar tarihi niteliğindedir. Türkiye 1970’li
yıllarda, o zaman da Avrupalı’ların da teşvikine rağmen
atmadığı adımları atmış olsaydı bugün AB sürecinin çok farklı
bir noktasında olurduk. Ama o tarihte Türkiye’nin kendi iç
kavgalarına,
çekişmelerine
hapsedilmiş
olması
AB
misyonunun henüz daha kamuoyu tarafından benimsenmemiş
olması, o zamanki yönetimlerin de AB fikrini tam olarak
özümsememiş olmaları Türkiye’nin bu fırsatları kaçırması
sonucunu doğurmuştur. Şimdi Türkiye bir anlamda kaçırdığı
fırsatları telafi etmenin çabası içerisindedir. Burada da bir
mehter hızıyla yürüdüğümüzü söyleyebilirim. Helsinki’den
Bürüksel’e kadar Türkiye büyük bir mesafe katetmiştir.
Avrupalı’ları bile şaşırtan bir hızla reform süreci yaşamıştır.
Ama o tarihten beri de büyük bir duraklama içerisindedir.
Kamuoyunun bu meseledeki desteğinin de zaman içerisinde
giderek azaldığı gözlenmektedir. Bu tabi bir yandan AB’nin
Türkiye’ye uyguladığı ayrımcılıktan, çifte standarttan
kaynaklanmaktadır. Ama bir yönüyle de gündemde bu kadar
önemli bir yer işgal etmiş olmasına rağmen AB’nin Türk halkı
için
önemini
kaybetmesi,
insanlar
için
sağladığı,
sağlayabileceği faydaların, artıların vatandaşlara yeterince
anlatılmamasından, AB konusunda toplumun yeterince
aydınlatılamamasından kaynaklanıyor. Türk halkı zaman
içerisinde karanlıkta, el yordamıyla kendi geleceğini
iyileştirebilecek olan bir proje olduğunu sezmiştir ve buna şu
anda araştırmalara göre 3/2 oranında bir destek
sözkonusudur. Ama zaman içerisinde bu desteğin
korunabilmesi zannediyorum Türkiye’deki AB destekçilerinin
en önemli kaygısı olacaktır. Çünkü yaşanan bütün olumsuz
58
gelişmeler
bu
desteği
aynı
olumsuzluk
içerisinde
etkileyebilmektedir. Türkiye AB ilişkilerinin bütün bu söylediğim
kronoloji içerisinde birkaç özelliğini sonuçta tekrar vurgulamak
istiyorum. Birincisi Türkiye AB’ye bütün bu aday ülkeler
içerisinde, yeni üye ülkeler içerisinde, hatta eski üyeler
içerisinde en eski ilişki kurmuş olan en köklü geçmişe sahip
olan ülkedir, daha 1959’dan beri AB’ye üyelik amaçlayan bir
ülkedir. İkincisi Türkiye AB’ye tam üye olmadan AB ile Gümrük
Birliğini gerçekleştiren tek ülkedir. Üçüncüsü AB’nin bugüne
kadar katetmiş olduğu tüm genişleme süreçleri içerisinde
Türkiye en büyük ülkedir. Türkiye’nin nüfusu itibariyle
söylüyorum, Türkiye çapında bir ülke, Türkiye büyüklüğünde
bir ülke şu ana kadar AB’ye katılmamıştır. Bu aslında AB
üyelik sürecinde yaşadığımız sorunların da en önemli nedenini
oluşturmaktadır. AB, Türkiye konusunda bir anlamda hazım
güçlüğü çekmektedir, çünkü Türkiye sadece nüfus olarak
Avrupa’ya göre çok fazla olan bir ülke değildir. Aynı zamanda
fert başına geliri çok düşük olan bir ülkedir. AB ortalamasının
¼’ü düzeyinde bir ülkedir. Böyle fakir ve büyük bir ülkeyi içine
almak AB açısından çok ciddi bir uyum sorunu yaratmaktadır.
Tabi buna kültürel ve din farklılıklarını da eklediğiniz zaman
AB içerisinde Türkiye’ye karşı çok ciddi bir direnç söz
konusudur. Bu dirençle Türkiye’nin üyeliği aşamasında, halk
oylamaları çok ciddi bir engel oluşturmaktır. Onun için
önümüzdeki dönemde Türkiye bir yandan AB ile müzakereleri
yürütürken, AB ile mevzuat durumunu gerçekleştirecek
çalışmaları yaparken, diğer yandan bu ülkelerin kamuoyunu
hem aydınlatmak hem de kendi yolunda etkilemek için çok
ciddi bir strateji izlemek zorundadır. Ama dediğim gibi ne bu
yönde ne de öbür yönde şu anda Türk hükümeti’nin böyle bir
59
çaba içerisinde olduğunu söylemek mümkün değildir. Adeta
geçtiğimiz Aralık ayında savaş kazanılmıştır. Şu anda savaşın
kutlaması devam etmektedir. Oysaki orada kazanılan bir
savaş değil, başlayan bir savaş sözkonusudur ve ondan sonra
Türkiye’nin her gününü değerlendirmesi sorumluluğu vardır.
Ama bugüne kadarki görünen kesinlikle bir kayıp süre
olmuştur. AB’nin Türkiye’yi içine alma, tam olarak üyeliğine
alma kaygılarından birisi de yeni anayasaya göre Türkiye’nin
nüfusu itibariyle yönetimde sahip olacağı ağırlıktır. Yeni
anayasaya göre AB Parlementosu’nun üye sayısı 750 olarak
dondurulmuştur. Şimdi 750 üyeyle Avrupa Parlementosu’nda
en fazla nüfusa sahip ülkenin nüfusu ne olursa olsun sahip
olacağı üye sayısı dondurulmuştur. Bu da 96’dır. Yani şu
demektir; Türkiye bu nüfusuyla AB’ye katıldığı taktirde 750
parlementerin 96 tanesi Türk olacaktır. AB aynı zamanda
Bakanlar Kurulu niteliğindeki komisyonların sayısını da
anayasayla dondurmuştur. Buna göre toplam komite sayısı
15’dir. Bu 15 komitenin bir tanesi daim Türk olacaktır. Bu
nüfus oranına göre, bazı dönemlerinde iki tane Türk olacaktır.
Dolayısıyla Türkiye, Parlemento’ya % 20'ler oranında etki
edecek, bazen 15 üyeden biri bazen ikisi olarak çok önemli bir
yönetim ağırlığına sahip olacaktır. Türkiye’nin bu kadar ağırlıklı
olarak AB içerisinde söz sahibi olması da Avrupa’nın diğer
önemli bir direnç nedenidir. Dolayısıyla AB Türkiye ile
ilişkilerinde önümüzde hala çözülmesi gereken zorunluluklar
ve aşılması gereken engeller ve sağlanması gereken
uzlaşmalar sözkonusudur.
• Sayın Yılmaz, Türkiye 17 Aralık’tan sonra 4 aylık bir
kayıp süreci yaşıyor dediniz. Aynı zamanda çok köklü bir
60
işleyişi var Türkiye-AB ilişkilerinin. 1997–99 yılları
arasında da birtakım böyle iç süreçler başlaması,
dondurulması gibi olaylar nedeniyle toplamda sizce ne
kadarlık bir kayıp var zamanlama açısından?
(YILMAZ) Tabi matematik bir cevap vermemi istiyorsanız
veremem. Şunu söylüyorum; daima Türkiye’nin kendi
konjonktürü Avrupa’nın konjoktüründen bu kadar farklı
olmasaydı Türkiye 1980’li yıllarda AB’ye tam üye olabilecek bir
ülkeydi. AB, Yunanistan’ı tam üye olarak arasına almakta bir
direnç göstermiştir. Yunanistan aslında AB açısından Türkiye
gibi hazmı güç bir ülke değildir. Nüfus itibariyle değildir.
Gelişmişlik olarak değildir. Ayrıca biliyorsunuz Avrupa
uygarlığının kökleri de Yunanistan’la büyük ölçüde
özdeşleşmiştir. Dolayısıyla Avrupa’nın gözünde Yunanistan
kolayca üye olabilecek bir ülkeydi. Fakat bu süreç bazı
nedenler öne sürülerek kesintilerle uzatıldı. Bunun esas
nedeni Türkiye ile bağlantı kurmak suretiyle Yunanistan’ın
üyeliğini de zamana bırakabilmekti. Geciktirebilmekti. Ama ne
yazık ki Türk yöneticileri bunu iyi değerlendirememişlerdir.
Zaten bugünkü süreç içerisinde AB fikrini de yeterince
benimsememişlerdir. Dolayısıyla Türkiye 1970’li yıllarda
konjonktürü çok daha müsait olduğu halde böyle bir başvuruda
bulunmamıştır. Türkiye’nin böyle bir başvuruda bulunmaması
ve Fransa’nın AB içerisindeki ağırlığını Yunanistan’ın tümüyle
arkasına vermiş olması Yunanistan’ın aslında birçok
tereddütlere, birçok dirençlere rağmen 81 yılında tam üye
olması sonucunu doğurmuştur. Yunanistan’ın üyeliği
konusuna konuşmamda değinmedim. Belki sizin sorunuz
üzerine onun altını çizmekte fayda var. Yunanistan’ın üyeliği,
61
Türkiye’nin tam üyeliğini geciktiren en önemli etkenlerden birisi
olmuştur. Türkiye ile Yunanistan arasındaki ikili sorunlar
nedeniyle Yunanistan uzun zaman Türkiye ile alınmış kararları
bloke ile veto etmiştir. Ve Türkiye için tesbit edilmiş ekonomik
yardımların önemli bir bölümü Yunanistan’ın vetosu nedeniyle
gerçekleştirilememiştir. Avrupa Birliği adeta Türkiye’ye yardım
etmek için Yunanistan’ı by pas edecek suni yollar arayışı içine
girmiştir. Çoğu zaman da bunları başaramamıştır. Dolayısıyla
Türkiye AB ilişkileri 1981 Yunanistan’ın tam üyeliğinden sonra,
tabi buna bir de Türkiye’deki askeri darbeyi eklerseniz ciddi bir
gecikmeye uğramıştır.
• Dönemin dışışleri bakanı Murat Karayalçın tarafından
imzalanan
Gümrük
Birliği
anlaşması
konusunda
Türkiye’de çeşitli görüşler vardır. Olumlu veya olumsuz.
Bu konudaki görüşlerinizi alabilirmiyiz?
(YILMAZ) Ben bu konudaki görüşlerimi daha önce çeşitli
vesilelerle dile getirdim. O tarihde ben Muhalefet Partisi
Başkanı’ydım. ‘94 sonrası Gümrük Birliği Anlaşması
imzalandığı zamanda ifade ettim. Bu anlaşma netice itibariyle
Türkiye’nin lehine olan bir anlaşmadır. Türkiye AB ilişkilerine
ivme kazandıran bir anlaşmadır. Ankara anlaşmasının da
devamı niteliğinde olan bir anlaşmadır. Dolayısıyla, Türkiye AB
ilişkilerinde Gümrük Birliği’ne karşı olmak o zaman işte bazı
liderlerin ileri sürdüğü gibi bunun Türk ekonomisini batıracağı,
Türkiye’nin yerli sanayiini öldüreceği iddiaları destek
görmemiştir. Biz prensip olarak Gümrük Birliği’ne taraftar olan
bir siyasi kuruluştuk ve bizim açıklamalarımız bu yöndedir.
Bizim itirazımız şudur: Böyle bir anlaşma yapılırken Türkiye’nin
62
bazı konularda çok daha iyi pazarlık etmesi gerekirdi. Türkiye
iç politikadan kaynaklanan bir telaş içerisinde bu pazarlığı
yeterince yerine getirmemiştir. Anlaşma bir sene daha geç
yapılabilirdi. Bu bir seneden Türkiye’nin bir zararı olmazdı.
çünkü Türkiye’nin esasen AB ile yapılan Ankara Anlaşması’yla
ve 71. Protokol’e dayalı olarak ikili ilişkileri, ekonomik ilişkileri
yürüyordu. Türkiye’de maalesef, o tarihte kamuoyu AB
konusunda o kadar az aydınlatılmıştı ki, Gümrük Birliği’ne
girmek o günkü iktidar tarafından AB’ye girmek diye
kamuoyuna takdim edilmişti. Hatta hatırlıyorum okulları filan
tatil etmişlerdi. Talebeler çıkıp AB ve Türk bayrakları
sallamışlardı sanki Türkiye AB’ye üye olacak gibi, tabi mesele
anlaşılana kadar. Bir ay sonra da seçim olacağı için bunun o iç
politika
kargaşası
içerisinde
meyvelerinin
alınması
amaçlanmıştı. Ben her zaman Türkiye’nin dış politika
meselelerinin iç politika malzemesi yapılmasına karşıyım. O
zamanda savunduğum şu idi; bu anlaşmayı artılarıyla
eksileriyle oturalım mecliste görüşelim. Bunu iktidarıyla,
muhalefetiyle mecliste birlikte şekillendirelim. Seçim
kaygısından uzak bir şekilde. Tercihen seçimden sonra
sonuçlandıralım. Böyle olmadı. Adeta Gümrük Birliği
Anlaşması meclisten kaçırılarak yapıldı. Kıbrıs meselesinde
bugün hala yaşadığımız pürüzün altında yatan önemli bir
sebep bu meselenin Türkiye açısından sakıncalı bir şekilde
düzenlenmiş olmasıdır ve bu sakıncalar bugün önümüzdedir.
Bugün Ankara Protokolü’nün yeni üye ülkelere uygulanması
meselesiyle Türkiye’nin karşı karşıya olduğu sorun aynı
Gümrük Birliği Anlaşması’nda Kıbrıs’la ilgili düzenlemenin
benzeridir. Ve onun daha arkasında da Türkiye’nin Kıbrıs
meselesi ile ilgili kalıcı ve sağlıklı bir politikasının olmamasıdır.
63
Ama netice itibariyle söyleyeceğim şu: Gümrük Birliği hele
bugün geriye baktığımız zaman 13 senelik bir uygulama
sonunda Türkiye’nin yararına olmuş bir anlaşmadır. O zaman
bu anlaşmadan sonra çökeceği iddia edilen otomotiv sanayi şu
anda
Türkiye’nin
ihracatının
önemli
bir
bölümünü
oluşturmaktadır. Dolayısıyla Gümrük Birliği ayrıca Türk
sanayiine rekabet kazandırmada çok önemli bir etken
olmuştur. Ama bizim o zaman eleştirdiğimiz husus burada
Türkiye’nin haklarını yeterince korumadığı ve pazarlığın
Türkiye açısından yeterince iyi yürütülmediği konusundadır.
Bu görüşlerimizi hala muhafaza ediyoruz.
• Siz Avrupa’ya sık sık gittiniz. Görüşmelere katıldınız.
Gerçekten Avrupalılar bize karşı ön yargılı ve kompleksli
mi? Biraz açar mısınız?
(YILMAZ) Şimdi AB içerisinde özellikle kamuoylarında
Türkiye’ye karşı ciddi bir direnç olduğunu daha önce de
söyledim. Bana göre Türkiye’ye karşı AB’de hakim olan bu
direnci ikiye ayırmak lazım. Bunun bir bölümü Türkiye’yi hiçbir
zaman tam üye olarak aralarında görmek istemeyen,
Türkiye’nin farklı bir kültüre, farklı dine mensup olduğunu
düşünen ve bu ayrı özelliklerini kıskançlıkla korumak isteyen,
bunu kendi tekelinde tutmak isteyen bir anlayıştır. Kimdir
bunlar? Daha çok Hristiyan partileridir. Muhafazakar partilerdir.
Bazen Türkiye’nin coğrafi yerinin Avrupa’da olmadığını
söylüyorlar. Mesela Alman Hristiyan Partileri, Hristiyan
Demokrat Partileri... Geçen sene, evvelki sene, Türkiye bir
Avrupa ülkesi değildir, Türkiye’nin çoğu, yüzde 95’i Asya’dadır,
dediler. Biz de dedik ki, Türkiye’nin Avrupa ülkesi olduğunu
64
sizin imza koyduğunuz Ankara Anlaşması kabul etmiştir. Sizin
Kohl’ün başbakan olduğu zirve toplantılarında Türkiye’nin
üyeliğe aday ehil bir ülke olduğu kabul edilmiştir. Coğrafi
nedenlerle Avrupa Birliği’ne üye olamayacak bir ülke örneği
arıyorsanız mesela Fas başvurmuştur. Fas’a verilen cevapta
siz Avrupa ülkesi değilsiniz, Avrupa’da toprağınız yok, onun
için sizin müracaatınızı dikkate alamıyoruz demişlerdir. Ama
Türkiye’nin başvurusunu her zaman siz Avrupa Birliği üyeliğine
ehilsiniz ama şu şu şu şartları yerine getirmeniz lazım şeklinde
cevaplamışlardır. Dolayısıyla coğrafi argüman aslında
Türkiye’ye karşı bu süreç içerisinde veya bundan sonra hiçbir
zaman kullanılamayacak olan bir argümandır. Buna rağmen
daha yeni, geçen sene mesela, bu argümanı Alman
politikacılar dile getirebilmişlerdi ama bu argüman aslında
paravan bir argümandır, asıl argüman değildir. Bazen de
Türkiye’deki demokratik eksiklikleri söylerler bu çevreler; bu da
asıl kastettikleri değildir. Bazen ekonomik zorlukları söylerler.
Onlar da aşılabilir veya başka düzenlemeler yapılabilir. Ama
bunları hiçbir zaman Türkiye’nin üyeliğine ikna edemezsiniz
çünkü bunların üyeliğe temelde bir karşıtlığı söz konusudur.
Bu
da
bizim
dinimizden,
bizim
kültürümüzden
kaynaklanmaktadır. Bu çevreleri, bu mihrakları tam üyeliğimiz
açısından ümitsiz vaka olarak kabul etmek lazım. Bunlarla
uğraşmamak
lazım.
Bunların
Avrupa
politikalarının
belirlenmesinde belirleyici bir ağırlığı da yoktur. Eğer olsaydı
Avrupa Anayasası’na Hristiyanlık’ı koyarlardı, koyamadılar.
Avrupa’da halen laik partiler, merkez partiler, sol partiler şu
anda yönetimde ağırlıktadır ve yakın gelecekte de bu
dengenin değişmesi söz konusu olmayacaktır. Öyle
gözükmektedir. Tutucu çevrelerin, muhafazakar çevrelerin
65
Türkiye’yi hiçbir zaman aralarında görmek istemeyen
çevrelerin Avrupa siyasetindeki ağırlığı giderek azalmaktadır.
Ama şu olabilir, belli ülkelerde o ülkelerin kendi iç
konjonktürüne dayalı olarak bu partiler iktidara gelebilirler ve
bu partilerin iktidara gelmeleri Türkiye ile üyelik sürecinde
Avrupa Birliği’nin Brüksel’de benimsediği yeni stratejinin
verdiği imkanlarla çok ciddi engeller çıkarabilir. Yani bu ülkeler
bize gelecekte çok ciddi pürüzler yaratabilirler. Gecikmelere
neden olabilirler, ama bizi önleyemezler. Asıl bizim dikkate
almamız gereken diğer çevrelerin bize yönelttiği eleştirilerdir.
Bu çevreler Türkiye’nin üyeliğine temelde karşı olmayan
Türkiye ile bir arada yaşamayı, Türkler’le bir arada yaşamayı
içlerine sindirebilen ama Türkiye’nin de bu konuda belli
adımları atmasını haklı olarak bekleyen çevrelerdir. Nedir bu
adımlar?
Büyük
kısmı
bizim
attığımız
adımlardır.
Demokrasimizi geliştirmektir. İnsan haklarına saygılı olmaktır.
Hukuk devletini güçlendirmektir. Azınlık haklarını korumaktır.
Velhasıl demokratik uygar bir ülke olmaktır. Bu yönde adım
attığınız bu çevreleri kazandığınız zaman ekonomik
meselelerde de belli konsansüsleri, belli uzlaşmaları
sağlamamız gerekir. Mesela serbest dolaşımda, biz tam üye
olduğumuz gün bütün vatandaşlarımız için serbest dolaşımı,
bütün Avrupa Birliği ülkelerinden talep ediyoruz dersek bu
gerçekçi bir talep olmaz. Adamlar Polonya’ya, Çek
Cumhuriyeti’ne, Macaristan’a dahi yedi yıllık bir bariyer
koymuşlar, bir geçiş dönemi koymuşlar ve Türkiye gibi yüzde
on işsizliği olan yetmiş milyon nüfuslu bir ülkede üstelik
kendileri de böyle bir işsizlik, istihdam sorunu yaşarken bu
geçiş sürecinin makul bir süre olması lazım. Belki bizim için on
senelik on beş senelik geçiş süresi olması lazım. Dolayısıyla
66
bu tür uzlaşmalar sağlanarak bugüne kadar Avrupa Birliği
sürecinin yardımı ile atmış olduğumuz demokratik adımları
devam ettirerek bu çevreleri yanımıza çekersek bize karşı olan
grupların direncini aşabiliriz.
• Geçtiğimiz hafta Profesör Mahir Kaynak bize bu
noktada bir konferans verdi ve Avrupa Birliği Türkiye
ilişkilerine değindi. Almanya ve Fransa’nın bizi
almamasının temel nedeni olarak global sermayeyi
gösterdi. Yani İtalya ve Polonya gibi ülkelerde global
sermaye etkilidir. Ve Türkiye’yi de bu yüzden almak
istemiyorlar. Çünkü Türkiye’de de global sermaye etkili.
Eğer Türkiye alınırsa Avrupa’daki ekonomik ve siyasal
güç global sermayenin etkisi altına girecek. Bu yüzden
bizi almak istemiyorlar dedi. Bu konu hakkında
görüşleriniz nelerdir? Doğruluk payı var mıdır?
(YILMAZ) Yani ben meselenin tek yönlü ve bu kadar basit izah
edilebilecek bir mesele olduğunu sanmıyorum. Şüphesiz ki
benim burada dile getiremediğim, zaman nedeniyle
değinemediğimiz çok çeşitli nedenler arasında bu da
zikredilebilir bir neden olabilir. Fakat sadece bununla bu
direnci izah etmek bence gerçekçi olmaz.
• Benim sorum Avrupa Birliği ile ilgili olmayacak. Eski
Başbakan’ımız ve eski Dışişleri Bakanı’mız olarak son bir
haftadan beri Türk kamuoyunu veya Türk basınının
özellikle dile getirdiği ve Türk kamuoyunu meşgul eden bu
Ege’deki 12 mil meselesini nasıl görüyorsunuz?
67
(YILMAZ) Türkiye’nin Yunanistan’la arasındaki varolan ikili
sorunlar ve Kıbrıs sorunu Türkiye’nin Avrupa Birliği üyesi
olması halinde farklı çözüm imkanına sahiptir. Türkiye’nin
Avrupa Birliği üyesi olamaması halinde çok daha pürüzlü, çok
daha çetin meseleler olarak kalmaya devam edecektir. Eğer
Türkiye Avrupa Birliği’ne tam üye olursa karasularının genişliği
meselesi iki ülke arasında artık bugünkü gibi ciddi bir ikili
sorun halinde kalamaz. Bugün Türkiye Yunanistan’ın 12 millik
karasuyu iddiasını kabul ederse, bunun pratik sonucu nedir
biliyor musunuz? İstanbul’dan kalkan geminin diyelim
Marmaris’e gitmek için en az dört beş defa Yunan
karasularından geçmesi demektir. Yani Yunan bayrağı takmak
mecburiyetinde kalması demektir. Ege’nin tümünün yaklaşık
yüzde 85’inin 86’sının Yunan egemenliğine girmesi demektir.
Türkiye’nin bunu kabul etmesi mümkün değil. Türkiye’nin bunu
kabul etmemesi için çok haklı uluslararası anlaşmalara dayalı
nedenleri vardır. Dolayısıyla 12 millik karasuyu meselesi,
Yunanistan’ın Türkiye’ye karşı uluslararası platformda haklı
olarak savunabileceği bir mesele değildir. Türkiye’nin bu
konuda eli daha kuvvetlidir. Türkiye’nin arkasındaki
uluslararası hukuk desteği daha fazladır. Burada Türkiye
Yunanistan’ın bir emri vaki ile tek taraflı olarak karasularını 12
mile çıkarmasını bir savaş nedeni olarak kabul edeceğini daha
önce ilan etmiştir. Zannediyorum Yunanistan’ı caydıran en
önemli neden de budur. Türkiye-AB ilişkileri bir netlik
kazanmadan, Türkiye’nin AB üyeliği bir kesinlik kazanmadan,
Ege Denizi’ni bir Yunan gölü haline getirecek olan böyle bir
emrivaki karşısında Türkiye’nin daha önceki tutumunda
tereddüt yaratacak açıklamalar bence yanlıştır. Böyle ciddi
konuların özellikle sorumluluk taşıyan insanlar tarafından daha
68
dikkatli dile getirilmesi gerekir. Bunlar hükümetten hükümete
günden güne değişebilecek olan konular değildir. Türkiye’nin
bu konudaki tutumu bugüne kadar değişen hükümetler
tarafından hiçbir zaman bir farklılık göstermemiştir. Farklı
hükümetlere rağmen hep aynı tutum devam ettirilegelmiştir.
Şimdi şu veya bu nedenle burada tereddüt yaratacak
Türkiye’nin bu tutumundaki devamlılığı sorgulayacak bir
değişiklik bence yanlıştır.
69
70
Mehmet Ali TALAT
“Kıbrıs”
71
Şimdi tabi konuya nereden başlıyacağım diye düşünürken,
bu sürecin her şeyden önce hangi noktada olduğunu
tanımlamak
ile
başlamanın
daha
doğru
olacağını
düşünüyorum. Şimdi nasıl bir noktadayız? Çok kısa olarak,
belki geriye bakarak, bu noktaya nasıl geldik, ona da değiniriz,
sonra da nereye gidiyoruz, geleceğe dair ne yapmalıyız?
Herhalde esas ağırlıklı olarak onun üzerinde dururum.
Önce hangi noktadayız? Bugün Kıbrıs Rum tarafı, bütün
Kıbrıs’ı temsilen Avrupa Birliği üyesi. Bu tespit çok önemli,
şimdi niye bütün Kıbrıs’ı temsilen? Bu niçin böyle oluyor? İşte
bütün Kıbrıs’ı temsil etmiyorlar, sadece Kıbrıslı Rumlar’dan
oluşuyorlar. Kıbrıs’ın kuzeyinde egemenlikleri yok, sadece
güneyde var. Kıbrıs Cumhuriyeti anayasasına göre 70’e 30
oranında Kıbrıslı Türk ihtiva etmesi gereken kurumlarının tümü
Kıbrıslı Rum. Yani meclisin 15 üyesi Türk, 35 üyesi Rum
olması gerekirken şimdi tümü Rum. Gerçi sayıyı da biraz
yükselttiler ama oran aynı kaldı; 35 Rum, hiç Türk yok.
Hükümette 3 tane Türk bakan olması lazım, hiçbiri yok.
Mahkemelerinde Kıbrıslı Türk yargıçlar olması gerekir, onlar
da yok. Hepsini sayabilirsiniz. Ama niye bütün Kıbrıs’ı temsil
ediyorlar? İşte kritik soru bu. Bütün Kıbrıs’ı temsil ediyorlar
çünkü 1963 yılında Kıbrıs Cumhuriyet’i yıkılırken, Kıbrıslı
Türkler hükümet organlarından, devlet kurumlarından atılırken,
Kıbrıs Türk tarafı da o dönemde taksim fikri ile, yani ayrılık fikri
ile zaten aynı hedefi güdüyordu. Devlet organlarından bu kez
kaçma hedefi güdüyordu. Sonuçta Kıbrıs Cumhuriyeti,
Birleşmiş Milletler’in üyesiydi ve bir devletin devamlılığı
esastır. Yani onun hükümeti ile anayasasının bozulması veya
düzgün çalışmasıyla bağlantılı değildir. Ve sonuçta, 1963
72
yılında ortaya çıkan yeni durumda egemen hale gelen Kıbrıs
Rum tarafı Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararlarıyla da
tescil edilerek Kıbrıs Cumhuriyeti fonksiyonlarını tek başına
üstlendi. Tabi biliyorsunuz bu durumlarda bir sürü mahkemelik
konular ortaya çıkar. Kıbrıs Yüksek Mahkemesi’nde davalar
açıldı. Dendi ki; Kıbrıslı Türkler burada yoktur, o yüzden bu
geçerli değildir. Kıbrıs Yüksek Mahkemesi de dedi ki
zorunluluk ilkesi nedeniyle bu kararlar yasaldır ve meşrudur.
Böylece zorunluluk ilkesi nedeni ile Rum yönetiminin yaptığı
bütün icraatlar yasal kabul edildi. Tabi ki bu durum Kıbrıslı
Türkleri büyük ölçüde rahatsız etti ama Kıbrıs Rum tarafı
bütün dünyaya sürekli olarak çözüm istediğini, Kıbrıslı Türkler’i
de sisteme katmak istediğini, Kıbrıs sorununu çözmek
istediğini ama bundan sürekli olarak Kıbrıslı Türkler’in kaçtığını
anlattı. Nitekim 1974’ten sonra bunun, birçok planın Kıbrıs
Türk tarafınca ve günün Türkiye hükümetleri tarafından
reddedilmesini gerekçe olarak gösterip: “İşte bakın biz yeniden
birleşmek istiyoruz ama buna rağmen Kıbrıslı Türkler kaçıyor
ne yapalım yani? Demek ki zorunluluk doktrini gereği,
zorunluluk ilkesi gereği biz meşrutiyetimizi sürdürmeliyiz”
dediler ve bu hep böyle kabul edildi. Dikkat ederseniz,
bilmiyorum belki aranızda Kıbrıslı’lar varsa onlar çok iyi
bilecek, Kıbrıs’ı izleyen varsa da tabi ki bilecek; referanduma
kadar Kıbrıs Rum tarafının ve Kıbrıs Rum halkının çözümden
yana olduğuna bütün dünya kalıbını basardı. Kıbrıslı Türkler’in
ise çözüm istemedikleri düşünülür; Kıbrıslı Türkler Türk
ordusunun, güçlü Türk ordusunun koruması altında Kıbrıs’ın
bir bölümünü kullanan fırsatçı bir toplum olarak görülürdü. Bu
uzun yılların yarattığı imaj. Sonuçta biliyorsunuz Kıbrıs sorunu
gündeme bir şekilde geldi. Annan Planı öncesi 1999 yılı
73
sonunda Türkiye’nin Helsinki’de Avrupa Birliği’ne aday kabul
edilmesi ve onun arkasından aynı günlerde başlatılan Kıbrıs’la
ilgili müzakereler Kıbrıs sorunu ile Türkiye’nin Avrupa Birliği
sürecini ilişkilendirdi ve sonuçta Türkiye’nin Avrupa Birliği
sürecinin bir unsuru haline geldi. Zorunlu bir gelişme olarak
görüldü Kıbrıs sorununun çözümü. Türkiye’nin Avrupa Birliği
sürecinde; sınır sorunları başta olmak üzere aday ülkenin
kendi aralarında ve ülkelerle sorunlarını çözmesi, çözemezse
Dünya Adalet Divanı’na başvurması şeklinde işlettildi Helsinki
Zirve kararları. Dolayısıyla Kıbrıs sorunu Türkiye’nin önüne bir
engel olarak kondu demeyeceğim, zaten vardı; tescil edildi,
işaret edildi. Niçin zaten vardı dedim? Çünkü takdir edersiniz
ki sorunlu, özellikle sınır sorunları olan ülkeler, birlikte, Avrupa
Birliği’nde bulunamazlar. Kıbrıs Rum tarafı belli ki daha önce
girecekti Avrupa Birliği’ne, o zaman henüz girmemişti. Ama
Rum tarafı girdikten sonra, Kıbrıs’la sorunu olan Türkiye’nin
girebilmesi için Avrupa Birliği’ne, Kıbrıs
sorununu
çözümlemesi gerekiyordu, bu kadar doğaldı bu. Onun için bu
zaten vardı ama Helsinki kararı ile işaret edildi sadece.
Sonunda Türkiye’nin Avrupa Birliği sürecinin ayrılmaz bir
parçası haline gelen Kıbrıs sorunu az önce anlattığım
zorunluluk ilkesi de düşünüldüğünde, artık Türkiye tarafından
mutlaka çözümlenmesi gereken bir sorun olarak görülmeye
başlandı bütün dünya tarafından da. Zor da değildi bu, çünkü
zaten Rum tarafı hazırdı, zaten onlar çözüm istiyordu, zaten
onlar Kıbrıs’ın yeniden birleşmesini istiyordu, sorun Türk
tarafındaydı. O yüzden Türk tarafı bu sorunu çözmeye karar
verirse hiçbir sorun kalmayacaktı. Hatta bilmem yine hatırlar
mısınız, Kıbrıs Rum tarafı, Kıbrıs sorunu çözülsün, Kıbrıs öyle
Avrupa Birliği’ne girsin iddiaları yapıldığında şu gerekçe ile
74
karşı çıkıyordu: “Biz Kıbrıs sorununu zaten çözmek istiyoruz.
Ama yani kusura bakmayın, Türkiye hem Kıbrıs sorununun
çözümünü engelliyor hem de bu yolla, yani çözümü engelleme
yolu ile Kıbrıs’ın Avrupa Birliği’ne girişini bloke ediyor. Üye
olmayan bir ülkenin, Kıbrıs’ın Avrupa Birliği’ne girmesini nasıl
veto edebileceğini Avrupa Birliği kendisi açıklamalıdır,
açıklayabilmelidir; böyle bir şey mümkün değil. Hem Avrupa
Birliği üyesi olmayan bir ülke olacaksınız, hem de Avrupa
Birliği’ne girmek isteyen bir ülkeyi veto edeceksiniz. Nasıl?
Çözümü sağlamayarak, çözümü engelleyerek. O yüzden
çözümü bir koşul olarak koymamanız lazım, Kıbrıs’ın Avrupa
Birliği’ne girişinde.” En güçlü argümanları buydu ve bu yer
buldu. Sonuçta dediğim gibi Helsinki’de Güney Kıbrıs’ın
Avrupa Birliği üyeliğinin önünde, Kıbrıs sorununun çözümü
şartı kaldırıldı. Aynı zamanda o günün şartlarında “durum
yeniden gözden geçirilecek” ibaresi konularak, el altından da
kimin çözümden yana kimin çözüme karşı olduğu bakılarak
karar verilecek dendi. Dolayısıyla bütün bu ilişkileri
düşündüğünüzde, bütün bu bağlantıları düşündüğünüzde
görüyorsunuz ki zorunluluk ilkesi nedeniyle bütün Kıbrıs’ı
temsil eden Kıbrıs Rum tarafı, çözüm istemeye devam
ediyordu, bunu engelleyen Türk tarafıydı; o yüzden bu iş eğer
Türk tarafı isterse kolayca çözülebilirdi. Nitekim müzakerelerde
bunun böyle olduğu izlenimi daha da pekişti. 1999 yılı
sonunda Aralık’ta iki toplumun dolaylı görüşmeleri başladı,
aracılı görüşmeleri başladı. Newyork’ta Cenevre’de devam
etti. Sonra birdenbire Rum tarafını doğrularcasına sayın
Cumhurbaşkanı Denktaş Türkiye’ye geldi, Türkiye hükümeti ile
görüşmelerde bulundu ve Ankara’da görüşmelerden çekildiğini
açıkladı. Yani Rum’ların iddiasını bir kez daha doğruladı:
75
çözüm istemiyorduk, birleşme istemiyorduk; Rum tarafı
istiyordu, biz her olanağı kullanarak kaçıyorduk. Bu izlenim
daha da pekişti. Ta ki hep beraber gözlemledik Annan Planı
hazırlık aşamalarına gelinceye kadar. O sıralarda Türkiye’de
bazı hareketlenmeler oldu, Kıbrıs’ta hareketlenmeler oldu.
Kıbrıs’ta kitle hareketleri başladı, eylemler başladı. Önce
bunlar Kıbrıs sorununa yönelik değildi, bu eylemler, toplumsal
kimlik ve toplumsal onur içindi. Bu arada bankalar krizi patlak
verdi, birçok banka Kıbrıs’ta battı. Bu sırada Türkiye’de krizler
yaşandı ve Türkiye’deki krizler nedeniyle Kıbrıs’a ekonomik
paketler gönderilmeye başlandı; kemer sıkma paketleri. Buna
Kıbrıslı Türkler’in tepkileri doğdu. Bu neredeyse Türkiye
karşıtlığına dönüşürken Kıbrıs sorununda genel sekreterin
planı gündeme geldi. O sıralarda kitle eylemleri vardı bankalar
krizine yönelik. Az önce söylediğim toplumsal onur eylemleri
neredeyse almış başını giderken bir de Annan Planı gündeme
geldi. Annan Planı tartışmaları Kıbrıs Türk tarafında çok yoğun
bir biçimde olmuştur. Bu tartışmalara katılan birisi olarak, hatta
bu tartışmaların belki öncülüğünü yapan partinin başkanı
olarak ben çok televizyon programları, çok açık oturumlar, çok
radyo programları, sorulu cevaplı tartışmalı köy gezileri, kahve
toplantıları gördüm, her türlü etkinliğe katıldım. Annan
Planı’nın en ince ayrıntısına kadar Kıbrıs Türk toplumu içinde
tartışmasını hep beraber yaşadık. O dönemde hareketlenme
daha da büyüdü. Kıbrıs Türk halkı, Cumhurbaşkanı Denktaş’ın
politikalarının yanlış olduğu düşüncesi ve az önce söylediğim
“Kıbrıs Avrupa Birliği’ne girerse de artık daha da güçlenecek
ve Kıbrıs Türkü’nün önüne büyük engeller çıkaracak, ancak
Kıbrıslı Türkler 1960’taki hakları ile Kıbrıs Cumhuriyeti’ne bir
yama olabilecekler” endişesi, korkusu, düşüncesi Kıbrıslı
76
Türkleri daha da kamçıladı. Çözümün gerekliliğini kavrama
konusunda Kıbrıslı Türkler önemli zihinsel değişimler yaşadı.
Daha önceki ben sonuna kadar direnirim, iki ayrı devlet olarak
kalırım diye haykıran, kararlılık gösteren insanlar, birer birer
“iyi de bu iş nasıl olacak” demeye başladı. Bir yandan Türkiye
Avrupa Birliği’ne girecek, bunun için Kıbrıs sorununu çözmek
zorunda. Eşyanın tabiatına aykırı Kıbrıs sorununun devam
etmesi, mutlaka çözülecek. Çözülürken “Eğer Kıbrıs Rum
tarafı Helsinki kararına göre çözümden önce Avrupa Birliği’ne
girerse büyük bir güç elde edecek, benim karşıma dikilecek.
Bu işin sonu nereye varacak?” diye değerlendirmeler
yapılmaya başlandı. O eylemlerin de etkisiyle bu bir harekete
dönüştü, bir heyecana dönüştü, bir kabarma yaşandı. Kıbrıs
Türk halkı arasında çok büyük eylemler, tarihi büyüklükte
eylemler gerçekleşti. Bu eylemleri küçümseyen, bunlara karşı
tavırlar sergileyen ve Kıbrıslı Türklerin o günlerde moda
deyimiyle de statükocu dediği hükümet ve cumhurbaşkanlığı
sonuçta toplumdan büyük bir kopuş ve savrulma yaşadı.
Cumhurbaşkanı Denktaş’a sordular: “Referandum olursa ve
Kıbrıslı Türkler evet derse bu plana, Annan Planı’na, siz ne
yaparsınız?”, “Ben yine imzalamam” dedi. Yani halkın
iradesine rağmen ben imzalamam diyebildi Cumhurbaşkanı;
bu tam bir kopuş demekti. Halktan kopuş, halktan ayrılma
demekti. İşte bütün bu kaynaşmaları siz de gözlemlediniz;
öğrenciler olarak, öğretim üyeleri olarak, basın mensupları
olarak. Siz de gözlemlediniz ve sonuçta bilinen gelişmeler
oldu. Kopenhag zirvesinde Kıbrıs Türk tarafı anlaşmaya hayır
dedi, reddetti. Daha sonra Lahey’e davet yapıldı, Lahey’de
yine Türk tarafı reddetti ama bu arada Türkiye’de de seçim
oldu ve yeni bir hükümet kuruldu. AK Parti hükümeti
77
çözümden yanaydı, AK Parti hükümeti Avrupa Birliği’nden
yanaydı, AK Parti hükümeti Avrupa sürecini ciddiye alma
eğilimi içindeydi. Bu sıralarda Kıbrıs’ın kuzeyinde de bu
hareketlenmeler yaşanıyordu. Kıbrıslı Türkler en nihayetinde
11 Mart Lahey Zirvesi’nde Denktaş’ın yine planı reddetmesiyle
büyük bir hayal kırıklığı yaşadı ve toplum kendi içine döndü, iç
hesaplaşmaya döndü yani. Sonuçta lideri ve hükümeti,
kendinden ayrı bir düşünceyle, kendinden farklı bir
düşünceyle; desteklediği bir çözüme, desteklediği bir plana
hayır demişti ve artık iş bitmişti. Başka yapılacak bir şey yoktu.
2003 yılı sonunda seçimler vardı, toplum ona yöneldi, ona
konsantre oldu. Tabi bu arada 16 Nisan’da sayın Papadopulos
bütün Kıbrıs adına Avrupa Birliği’ne giriş anlaşmasını imzaladı
ve Kıbrıs böylece 1 Mayıs 2004’de Avrupa Birliği üyesi olmayı
bekler duruma geldi. Anlaşma imzalandı, mesele kapandı.
Yani aslında artık 1 Mayıs yürürlüğe giriş tarihiydi; onu
durdurmak, onu geri çevirmek mümkün değildi. Esas anlaşma
16 Nisan 2003’te imzalandı ve işte o günden sonra dediğim
gibi seçimler oldu. Seçimlerde benim partim birinci parti geldi,
hükümeti kurduk. Bu hükümet toplumsal barış ve çözüm
hükümeti adını aldı, bu hükümet çok kritik bir denge üzerine
kuruldu. Yirmi altı milletvekili, ellide yirmi altı milletvekilinin
desteği vardı ve sonuçta bu hükümet bu hedefle yola çıkarken
Türkiye hükümeti de artık son aşamalara gelindiğinin farkında
olarak Kıbrıs sorununun çözümlenebilmesi için başbakan
nezdinde genel sekreterle temas ederek “Türk tarafı bir adım
önde olacak” sözünü verdi ve görüşmelere hazır olduğunu
duyurdu. Sonra da biliyorsunuz süreç başladı, müzakereler
başladı, müzakereler Kıbrıs’ta oldu, Kıbrıs’ta devam etti.
Sonuçta da 24 Nisan referandumuna doğru artık son günleri
78
saymaya başladık. Rum tarafı Newyork’a davet olunduğunda
nasıl olsa Denktaş bu işi bozacak, Denktaş bozmazsa Türk
ordusu bozacak, o yüzden gidelim şu Newyork’a sonuçta yine
temiz taraf olarak diğer tarafı suçlayarak geri döneriz
düşüncesindeydiler. Bunu tahmin olarak söylemiyorum, Rum
önde gelen politikacılarla yaptığım konuşmalardan edindiğim
bilgiler çerçevesinde söylüyorum. Hiçbir zaman Türk tarafının
Newyork’tan olumlu bir duruşla geri döneceğini düşünmediler,
inanmadılar buna hiç. Dolayısıyla Newyork’a gittik, dedikleri
gibi olmadı. Burada nasıl olsa bu işi bozar dediler, burada da
bozulmadı. Sonra biz haberleri aldık, Kıbrıs’ta Rum yönetimi
lideri hayır kampanyasını, “Ohi” kampanyasını başlatmıştı bile
resmi devlet kampanyası olarak. Diğer partiler, iki büyük parti,
“evet”ten yana bir durum içindeydiler, ancak, toplum lideri
başlatmıştı kampanyayı, çünkü artık iş başa düşmüştü. Belliydi
ki Kıbrıslı Tükler kabul edeceklerdi, Kıbrıslı Türkler’in kabulü
ile Kıbrıs sorunu çözülecekti. Halbuki Papadopulos’un esas
niyeti Kıbrıs sorununu çözmemekti, daha doğrusu Kıbrıslı
Türklerle güç paylaşımına girmemekti. Devleti eşit olarak
bölüşmek niyeti kesinlikle yoktu. Nitekim konuşmasında “Ben
bir devlet aldım, toplum teslim edemem gelecek nesillere”
diyerek ağladı bile, 7 Nisan konuşmasında. Ve onun da
etkisiyle Güney Kıbrıs’tan hayır oyu çıktı. Burada konuşmamın
başında sözünü ettiğim zorunluluk ilkesi ile bir bağ kurmaya
çalışalım. Ne yapalım Kıbrıslı Türkler kaçtı veya atıldı;
herneyse, hiç önemli değil, Kıbrıslı Türkler yoktur; anayasada
yeri olsa bile, olmayanlar yüzünden devlet fonksiyonları durur
mu diyerek, zorunluluk ilkesi gereği bu devlet fonksiyonları
devam edecek diyen anlayışla bu kez yepyeni bir tartışma
gündemi çıktı. Kıbrıslı Türkler çözüme, adanın yeniden
79
birleşmesine, Birleşmiş Milletler’in bugüne kadar ortaya
koyduğu, Güvenlik Konseyi’nin ortaya koyduğu ilkelere uygun
bir birleşmeye, bir çözüme evet dedi ama öte yandan, o
mutlaka normal bir devlet yapısına dönmek için elinden geleni
yapması gereken ve hükümeti, devleti elinde tutan Rum tarafı
ise hayır diyerek zorunluluk ilkesinin elinde tuttuğu avantajları
kullanmaya devam ediyor. Yani hem çözüme hayır diyor hem
de çözümsüzlüğün nimetlerinden yararlanıyor, hem hayır
diyeceksiniz hem de hayırın size sağladığı nimetlerden
yararlanmaya
devam
edeceksiniz,
yani
çözümü
engelleyeceksiniz ve çözümsüzlükten elde ettiklerinizi
korumayı sürdüreceksiniz. Bu zorunluluk ilkesini artık ortadan
kaldırıyor. Yani demek ki şimdiye kadar Rum yönetimi meşru
değildi. Bunu kimse inkar edemez. Meşru değildi çünkü iki
toplumdan bir tanesini temsil etmezdi. Yani Kıbrıslı Türkler
açısından meşru bir yönetim değildi. Kıbrıslı Türk
Papadopulos’u kendi Cumhurbaşkanı olarak görmedi, Rum
polisini kendi polisi olarak görmedi, Rum yargıçları kendi
yargıcı olarak görmedi; bunu demek istiyorum. Meşru değildi
yani Kıbrıslı Türkler açısından ama uluslararası hukuk
bakımından yasaldı, zorunluluk ilkesi gereği. Artık galiba yasal
da değil, çünkü zorunluluk ilkesi artık geçerli değil. Geçerli
olmadığına göre hem çözümü engellemek, hem bunun
avantajlarını kullanmak sürdürülebilir bir durum olmadığına
göre artık Rum yönetimi yasal da değil. İyi güzel de Avrupa
Birliği ile anlaşmayı imzaladı, yani Kıbrıs Rum tarafı bütün
Kıbrıs’ı temsilen Avrupa Birliği’ne girdi. Genişleme
anlaşmasının, katılım anlaşmasının altında imzası var Kıbrıs
Cumhurbaşkanı olarak. Yani orada bir yasal yükümlülüğe
Kıbrıs’ı soktu, o günün şartlarındaki Kıbrıs’ı soktu, bütün Kıbrıs
80
adına soktu. Peki o zaman bu yasallık tartışması bizi nereye
götürebilir? Şimdi bu yasallık tartışması tabi ki Birleşmiş
Milletler nezdinde yapılması gereken bir anlaşmadır. Çünkü
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi 1964 yılında Kıbrıs’a barış
gücü gönderirken aldığı kararda Kıbrıs hükümetinin izni ile
gönderdiğini ifade etmiştir. Kıbrıs Cumhuriyeti’ni elinde tutan
Rum tarafı olduğu için de Rum tarafının egemenliğini, bir
anlamda zorunluluk ilkesinin de getirdiği zorlamalarla boyun
eğerek kabul etti. Ama bugün Rum tarafı hayır diyerek,
çözüme hayır diyerek, adanın birleşmesine hayır diyerek, hem
Birleşmiş Milletler’in kendisinin bizzat, hem de Avrupa
Birliği’nin destek vererek öne çıkardığı bir planı, gündeme
getirdiği bir planı, yani Kıbrıs’ın yeniden birleşme planını,
Annan Planı’nı reddetti. Bundan dolayıdır ki Genel Sekreter
Güvenlik Konseyi’ne sunduğu raporda Rum tarafı sadece basit
bir planı reddetmediğini dile getirmiştir. Sadece bu planı
reddetmedi, doğrudan doğruya çözüm mantığını reddetti.
Ayrıca bundan dolayı Genel Sekreter, geçmişte Kıbrıslı Türkler
ayrılıkçıdır diye onları izole etme yönünde takındığımız tavrı
yeniden gözden geçirmeliyiz; çünkü Kıbrıslı Türkler artık
ayrılıkçı olmadıklarını ispat ettiler, diyor. Bu da çok önemlidir.
Buna bizim hayır cephesi büyük tepki gösterdi. Kıbrıslı Türkler
ayrılıkçı olmadıklarını, ayrı devlet peşinde koşmadıklarını ispat
ettiler dediği için Genel Sekreter ‘bakın işte evet dediniz
devletten vazgeçtiniz’ diye anladılar, evet demenin zararıdır bu
diye göstermeye kalkıştılar. Halbuki söylediği o değildi Genel
Sekreter’in, Genel Sekreter: “Kıbrıslı Türkler ayrılıkçı
politikalardan vazgeçtiler, o nedenle onları izole etmeye gerek
yoktur, tersine izolasyonu kaldırarak Kıbrıslı Türkler’i gereksiz,
anlamsız baskılardan kurtarmalıyız.” dedi ve devletlere çağrı
81
yaptı, uluslararası kuruluşlara çağrı yaptı. İşte tam da bu
noktada Birleşmiş Milletler’le Güvenlik Konseyi’nin konuyu ele
alması bildiğiniz gibi engellendi. Özellikle Rusya tarafından ve
biraz da Fransa tarafından. Halbuki Güvenlik Konseyi bu
konuyu ele alsaydı, izolasyonların kaldırılması konusunda
karar vermiş olsaydı, bugün yasal zemin çok daha farklı
olacaktı. Az önce söylediğim gibi, biliyorsunuz Güvenlik
Konseyi kararları uluslararası hukukun bir parçasıdır.
Uluslararası hukukta yeri olan, yeni bir durum tescil edilmiştir.
Bu henüz başarılabilmiş değil. Ama değerli katılımcılar,
dinleyiciler biliyorsunuz ki bu tür çabalar, bu tür mücadeleler
öyle üç beş ayda sonuç vermez. Otuz yılın getirdiği bir sonuç
bir yılda ortadan kaldırılamaz. Şu anda Kıbrıslı Türkler’in ve
Kıbrıslı Türkler’in politikasının dünya tarafından onaylandığı bir
süreç yaşıyoruz. Kıbrıslı Türkler’in tutumunun benimsendiği,
desteklendiği, alkışlandığı bir dönem yaşıyoruz. Bu kez
geçmişte bizim başımıza gelen tecritte, Rum tarafının, Rum
liderliğinin başına gelme eğilimi görülüyor. Henüz adım atılmış
sonuç alınmış değil ama Rum yönetimi, Papadopulos
hükümeti, onun büyükelçileri, hatta Yunan büyükelçileri artık
dünyada eskiden olduğu gibi ellerini kollarını sallayarak
gezemiyorlar. Büyük bir sıkıntı içindedirler, büyük bir tecrit
içindedirler.
Bizim
geçmişte
yaşadıklarımıza
benzer
davranışlarla karşılaşmaktadırlar. Ve tabiki bizim her zaman
öne çıkardığımız beklentimiz izolasyonların kaldırılmasıdır.
Bunu niçin istiyoruz? İzolasyonların kaldırılmasını istiyoruz
çünkü hem Kıbrıslı Türkler için hayatın kolaylaşmasını
sağlayacaktır bu, yani doğrudan ticaret, doğrudan uçuşlar,
Ercan’dan dünyanın diğer ülkelerine uçuşlar ile sportif, kültürel
izolasyonların kaldırılması hem Kıbrıslı Türkler’in hayat
82
kalitesini hem de ekonomik durumunu ileriye doğru
götürecektir ama bundan da önemlisi Rum yönetimini tekrar
masaya getirecektir. Bugün Papadopulos “Ben masaya
oturmam” diyor. Türkiye Kıbrıs’ı da içine alan ek protokolü,
Ankara Anlaşması’nı içine alan ek protokolü imzalasın sonra
düşünürüz diyor. Acelesi yok, çünkü alıştı hayır diyerek,
çözümsüzlüğü
destekleyerek
onun
nimetlerinden
yararlanmaya. Şimdi de Avrupa Birliği üyeliğinin nimetlerinden
yararlanıyor. Dolayısıyla Rum yönetimini, Papadopulos’u
bundan uzaklaştırmak ancak izolasyonların kalkması ile olur.
Yabancılara hep bunu anlatıyoruz. Niçin? Çünkü Papadopulos
hayır çağrısı yaptığında: “Merak etmeyin Kıbrıslı Türkler hiçbir
şey kazanamayacak, biz Avrupa Birliği’ne gireceğiz. Daha
güçlü olacağız, her şeyi dayatacağız.” demişti. Bunun doğru
olmadığını, bunu tolore etmeyeceğini kanıtlarsa dünya, o
zaman Papadopulos masaya oturacak. Ben Türkiye ile
konuşurum, niçin? Şu imajı yaratmak için: “Benim sorunum
Türkiye iledir, Kıbrıslı Türkler’le bir sorunum yok. Türkiye ile
sorunum da malum Türk askerinin Kıbrıs’taki varlığıdır, yani
işgaldir. Yani Kıbrıs’ta aslında Kıbrıs Devleti ile Türk Devleti
arasında bir sorun vardır. 1974 yılında Türkiye durup dururken
veya genişleme amacıyla Kıbrıs’ı işgal etmiştir. O yüzden ben
o devletle görüşürüm.” diyor. “İç sorunlar, ufak tefek sorunlar
var, onları da Kıbrıslı Türklerle görüşürüm.” demektedir.
Avrupa Birliği üyeliğiyle kendisini Türkiye ile denkleşmiş kabul
ediyor, çünkü o eşit Avrupa Birliği üyesidir. Veto hakkı var,
üstelik Türkiye’yi de veto edebilir. Bu hakla, bu yetkiyle, bu
güçle Türkiye ile denklik görmektedir, denklik iddiasında
bulunmaktadır. İşte bütün bunlara karşı bizim çözüm öngören
esnek Avrupa Birliği’nin temelinde olan değerlere bağlı
83
politikalarımızı sürdürmemiz gerekiyor. Kıbrıs Türk tarafı
olarak ve Türkiye olarak, dayanışma içinde, işbirliği içinde,
yakın görüş birlikleri oluşturarak, Avrupalı ve dünyalı çağdaş
insanların, devletlerin kabul edebileceği bugünkü politikamızı
hiç aksatmadan sürdürmek ve geçmişte bizi dünyanın tecrit
etmesini sağlayan faktörleri, yani uzlaşmazlık ve esnek
olmama gibi faktörleri Rum tarafına yükleyerek, Rum
yönetimini
köşeye
sıkıştırmamız
gerekiyor.
Bunu
yapabildiğimiz takdirde Kıbrıs sorununun çözümünde hem
önemli adımları atabiliriz, hem de avantajlar elde edebiliriz.
Şunu bilmeliyiz; 3 Ekim’den sonrası daha zor olacak, 3
Ekim’den sonrası eğer Kıbrıs sorunu çözülmemiş olursa
Türkiye için daha zor olacak. Çünkü 3 Ekim’de masaya
oturduğunda Türkiye her kademede balıkçılıktan tutun tarıma,
ticarete, hava güvenliğine, neresi aklınıza gelirse, hangi
konuda Avrupa Birliği ile uyum süreci yaşayacaksa ve masaya
oturacaksa, karşısında Kıbrıslı Rumları da bulacaktır, çünkü
eşit ülkedir. O nedenle 3 Ekim’e kadar yani Türkiye
müzakerelere başlayıncaya kadar Kıbrıs sorununda önemli
gelişmeler yaşanmasını Türkiye ve Kıbrıs Türk tarafı olarak
istiyoruz. Dünya da bunu böyle benimsiyor, böyle kabul ediyor.
Zaten genel eğilim, genel inanış biliyorsunuz bütün dünyada
cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra Kıbrıs sorununda
hareketlenme yaşanacağı ve Kıbrıs sorununun çözümü için
masaya oturulacağıdır. İnanç budur, konuşulan budur.
Basından tutun hükümetlere kadar herkes bunları konuşuyor,
bunları tartışıyor. Genel inanış bu olduğuna göre bu politikayı,
bu inanışı bizim de desteklememiz ve Papadopulos’un “3
Ekime kadar benim yapmam gereken bir şey yoktur.” iddiasını
engellememiz gerekmektedir. Şu anda böyle bir yol izliyoruz.
84
Geleceğe dair umutsuz olmaya gerek yok, çünkü Rum tarafı
uzun süreli bir mücadele yürüterek, sorumlulukları hep Türk
tarafının üzerine yıkarak, kendi uyumsuzluklarını hep
gizleyerek bugünkü noktaya gelebilmiştir, Avrupa Birliği’ne üye
olabilmiştir. Bunun için hepimizin sorumlulukları vardır. Eski
hükümetlerin, eski yönetimlerin sorumlulukları vardır. Birçok
kez uyarılmışlardır, buna rağmen farklı bir politika güderek
bunu engellemek yerine adeta teşvik etmişlerdir. Sonuçta bu
noktaya gelinmiştir. Ama dediğim gibi bundan sonra artık
dünya gerçekleri ile uyumlu yeni politikaları istikrarlı bir şekilde
sürdürmek dışında bir seçeneğimiz yoktur. İşte bu nedenle
geçtiğimiz günlerde 20 Şubat’ta yapılan seçimlerde KKTC
Birleşik Güçleri yani benim partim, Kıbrıslı Türkler’in yüzde 45
oyunu almıştır. Avrupa Birliği izolasyonları kaldırmadığı halde,
dünya kaldırmadığı halde, Kıbrıslı Türkler kırgın, öfkeli ve
üzüntülü oldukları halde CPT Birleşik Güçler’e her iki
vatandaştan biri oy vermiştir. Niçin, nedeni gayet açıktır.
Çünkü bu politikanın dışında alternatif inandırıcı bir politika
yoktur, böyle bir politika tanımlanmamıştır. Bu nedenle bütün
kırgınlıklara, kızgınlıklara, hayal kırıklıklarına rağmen CPT
Birleşik Güçler iki kişiden birinin oyunu alabilmiştir. Bu
politikayı halkın da verdiği destekle ve tabiki Türkiye’nin verdiği
destekle götürmek durumundayız.
• Avrupa Birliği’nden, özellikle bu KKTC’de yapılacak
başkanlık
seçimlerinden
sonra
izolasyonların
kaldırılmasına yönelik bazı adımlar bekliyor musunuz,
bekleyebilir miyiz? İkinci sorum da Güney Kıbrıs, yahut
bütün problemin temelini teşkil eden Papadopulos’un
85
toplumdan bulduğu desteğin
emareler görüyor musunuz?
zayıflaması
yönünde
(TALAT) Evet Avrupa Birliği veya dünyanın izolasyonlar
karşısındaki tutumu gerçekten zaman zaman şaşırtıcı
olabiliyor ama gelin görün ki özellikle Avrupa Birliği’nin
izolasyonları kaldırma konusundaki sıkıntıları çok büyük.
Çünkü Avrupa Birliği bir sözleşmedir. Yani bir anlaşmalar
bütünüdür. Bu anlaşmalar bütünü ne yazık ki izolasyonların
kaldırılması konusunda fazla umut vermiyor. Ama Amerika
Birleşik Devletleri hem süper güç olarak hem de hızlı karar
alabilen ve çoğu zaman da uluslararası hukuku teğet
geçebilen kararlar da alabilen bir güç olarak izolasyonları
kaldırma konusunda daha fazla adım atma imkanına sahiptir
diye düşünüyorum. Ve bu konuda özellikle direkt uçuşlar, yani
Ercan Havaalanı’na yapılacak direkt uçuşlar, ortak projeler,
Amerikalı işadamlarının Kıbrıs’ta yatırım yapması, şu anda
yürüttükleri Kıbrıs Türk yönetiminin statüsünü birazcık daha
yükseltmeye yönelik tutumlar oldukça etkili olabilir. Sadece bir
grup Türkiye’de konuşlanmış Amerikan iş çevresi temsilcisinin
Kıbrıs’a yaptığı ziyarete Papadopulos’un tepkisini hatırlayacak
olursanız bunun ne kadar etkili olduğunu da görürsünüz.
Ancak Avrupa Birliği’nin Papadopulos’un biraz daha
uzlaşmazlığını tescil ederek dışlanması ve basitçe dikkate
alınmaz hale gelmesi gibi bir sürecin sonunda adım
atabileceğini düşünüyorum. Özellikle doğrudan ticaret
konusunda, yani ne denir ona, açık olmayan diplomasi yoluyla
da yürütülen müzakereler bana bunu gösteriyor. Yani henüz
açığa çıkmamış kamuoyu önünde tartışılmamış konular
gösteriyor ki Avrupa Birliği’nin daha süreye ihtiyacı var. Avrupa
86
Birliği’nin büyük bir telaşı var. O meşhur 259 milyon
EURO’nun onaylanacağı, acilen hemen onaylanacağı bir
çalışma yapmak istiyorlar çünkü eğer bu yıl da geçecek olursa
yani 2005 yılı da geçecek olursa bu paranın kullanımı çok zora
girecek. Bu nedenle ivedi olarak onu geçirip doğrudan ticareti
biraz daha geride tutma gibi bir eğilim içindedirler. Sanıyorum
ki seçimlerden sonra bu konuda adım atacaklar. Güneyde
Akel’in tutumunda bir değişiklik olabilir mi? İzolasyonların bir
miktar zayıflaması bize yönelik olarak Akel’in tutumunda da
ciddi olarak bir değişikliğe yol açabilir. Bu olmazsa Akel’in
tutumunda değişiklik olabilir mi? Bunun için bir sene
beklememiz lazım, 2006 yılı yanılmıyorsam Eylül veya
Ekim’inde seçimler var güneyde. Bu seçimlerde Rum
halkından alacakları destek onlar için uyarıcı olacak. Ben oy
desteklerinin düştüğü izlenimini ediniyorum. Eğer bu gerçek,
bir şekilde sandığa yansırsa Akel için bir uyarıcı olacak, ciddi
bir uyarı olacak. Bunun dışında, izolasyonların kalkması ancak
onları uyarabilir. Ve bunlar olduğu takdirde de Papadopulos’un
masaya gelmesi mümkün olabilir. Bunun dışında bugünkü
şartlar devam ettiği takdirde Papadapulos çok rahattadır.
• Daha önce sayın Denktaş bize konuşmacı olarak katıldı.
Kendisine Kıbrıs davası ile ilgili keşkelerini sordum.
“60’daki tek yanlı taksimde keşke biz de tek taraflı
bağımsızlığımızı ilan etseydik.” şeklinde konuştu. Sizin
bununla ilgili bir keşkeniz var mı? Bir de kendisi
cumhurbaşkanı adayı değil tabi. Olmayacakmış fakat
davasına devam edecekmiş. Oğlu Denktaş’ın sizinle olan
koalisyonu ve Denktaş’ın davasına devam etmesi çelişki
87
değil
midir?
etkileyecektir?
Veya
sizin
koalisyonunuzu
nasıl
(TALAT) Benim keşkem var tabi. Benim keşkem, Kopenhag
Zirvesi’ni kaçırmasaydık. Yani Kopenhag Zirvesi esas dönüm
noktası oldu. Kopenhag Zirvesi’ne kadar gündemde olan
Annan Planı’nın birinci versiyonu. Birinci versiyonunda
yapılacak olan referandumun sorusu şöyleydi, diyordu ki:
“Garanti ve ittifak anlaşmalarını kabul ediyor musunuz, bir.
İkincisi bu anlaşmayı ekleri ile birlikte kabul ediyor musunuz?
Üçüncüsü Kıbrıs’ın Avrupa Birliği üyeliğini kabul ediyor
musunuz?” Üçüne birden ya evet ya hayır diyecektik. Ve Rum
tarafı hiçbir zaman buna hayır diyerek Avrupa Birliği üyeliğini
de gözden çıkaramazdı. O yüzden eğer Kopenhag Zirvesi’ne
kadar çözüm sağlanmış olsaydı, yani onu kaçırmasaydık,
sanıyorum ki durum çok farklı olacaktı bugün. Kıbrıs bir bütün
olarak Avrupa Birliği’nde olacaktı ya da Kıbrıs sorunu eğer
çözülmezse yine Rumların hayırı ile Kıbrıs, Avrupa Birliği üyesi
olmamış olacaktı. Türkiye onun çok önünde olacaktı Avrupa
Birliği üyeliği sürecinde. Bunu daha detaylı tartışmak mümkün
ama bu kadarını söyleyeyim. Davasına devam edeceği tabi bir
hayaldir, zemini olmayan bir dava olamaz, bir davanın zemini
olması lazım, üzerinde yükseleceği onu besleyecek bir
ortamın olması lazım. Eğer uygun bir ortam olmazsa orada bir
şey üremez. Eğer uygun bir toprak olmazsa orada bitki
yetişmez, ağaç büyümez. Dolayısıyla Sayın Denktaş’ın
davasının büyüyebileceği bir ortam yok. Annan Planı’na
örneğin yüzde 35 hayır oyu çıktı. Bugünkü durumun bir felaket
olduğunu söylüyor birileri, halbuki siz ona hayır diyerek hiç
olmazsa bugünkü durumu muhafaza etme şansına sahipsiniz.
88
İnsanlar o yüzden “Aman Tanrım, daha kötüsü olacağına bari
hiç olmazsa bu olsun, bu devam etsin.” diyebildiler. Ve
incelerseniz, analiz ederseniz kimler hayır dedi, bunlar yaşlı,
eğitim düzeyi düşük insanlar oldu. Denktaş Bey’in destekçileri
bunlar. Bunlarla hangi davayı yürütecek bilmiyorum. Buna
bağlı olarak sorduğunuz, bizim sayın Serdar Denktaş’la
hükümetimizin bununla bağlantısı veya çelişkisi. Tabi ben
şimdi Serdar Bey adına konuşamam ama bizim üzerinde
uzlaştığımız koalisyon protokolü, Kıbrıs sorununun çözümünü
öngörüyor. Kıbrıs sorununun Annan Planı esas alınarak
müzakereler yoluyla çözümünü öngörüyor. Dolayısıyla biz o
zeminde bu koalisyonu yürütüyoruz. Bundan sonra da bu
zeminde
yürütmeye
devam
edeceğiz.
Sayın
Cumhurbaşkanı’ndan bağımsız ve farklı olarak.
• Konuşmanızın başından beri çözümsüzlük politikası
sürdürdüğünü belirttiğiniz Rum kesimi ile ortak bir devlet
kurma uğruna savaşılarak uzun mücadeleler sonunda
kurulan ve başbakanı olduğunuz, cumhurbaşkanlığına
adaylığınızı
açıkladığınız
Kuzey
Kıbrıs
Türk
Cumhuriyeti’nin tanınması hayaldir diyerek neden
bağımsızlığından vazgeçiyorsunuz? Türkiye’de olmayan
bir azınlık meselesi yaratmaya çalışan Avrupa Birliği’ni,
Türkiye, Yunanistan ve İngiltere’nin garantörlüğüne
rağmen yaşatılamayan iki toplumun ortak devleti Kıbrıs
Cumhuriyeti’ni Rumlar’ın hakimiyetinde yeniden kurma
girişimi acaba Anadolu Türklüğü’nün Anadolu’ya
hapsedilmesi projesinin bir parçası mıdır? Sizde,
Türkiye’de bazı siyasi parti liderleri barışı bozacak
konuşmalar yapıyor. İç işlerinize karışmasın derken
89
Avrupa Birliği uğruna yapılan siyasi teslimiyetin
gerçekten barışı sağlayacağına inanıyor musunuz? 1974
yılından bu tarafa Kıbrıs’ta barışı bozucu bir unsur var
mıdır? Ayrıca Kıbrıs Davası ne sizin, ne sayın Denktaş’ın
şahsi davanızdır. Bu dava Kıbrıs Türkü’nün olduğu kadar
Türkiye Cumhuriyeti’nin hayati ve milli davasıdır. Bu
nedenle
Kuzey
Kıbrıs
Türk
Cumhuriyeti’nin
bağımsızlığından vazgeçerken Türkiye Cumhuriyeti’nde
bir referandum yapılması gerekmez mi? Çünkü Kıbrıs
adası en az Anadolu kadar bedeli Türkler tarafından
ödenmiş bir Türk yurdudur.
(TALAT) Evet şimdi bakın. Tabi ideolojik duruşunuza karşı
söyleyecek bir şeyim yok. Hayır ona bir şey söyleyemem.
Hakkım da yok zaten. Bu ideolojik duruş sonuçta Avrupa Birliği
karşıtlığı. Yani bütün söylediklerinizden o çıkıyor. Böyle bir
yorumu yapmanıza da olanak sağlıyor tabi. Ben buna bir şey
söyleyemem. Avrupa Birliği’nin Türkiye’yi böleceğine, Avrupa
Birliği’nin Kıbrıs Cumhuriyeti’ni destekleyerek Kıbrıslı Türkleri
yama yapacağına veya dışlayacağına, Avrupa Birliği’nin
Türkiye’nin milli davasına karşı olduğuna inanan bir anlayış,
bir ideolojidir. Ben buna saygı duyarım, ama katılmam. Fakat
benim bildiğim Türkiye’nin milli politikası, Türkiye’nin ulusal
politikası,
Türkiye’nin
zenginleşmesi,
çağdaşlaşması
Avrupalılaşması, Türkiye’nin Avrupa Birliği’nin saygın ve güçlü
bir üyesi haline gelmesi, Türkiye’nin bölgede ve dünyada güçlü
bir ülke ve sözü dinlenen bir ülke olması hedefini güder. Benim
bildiğim Türkiye’nin milli politikası, Türkiye’yi batılılaşmaktan
ayıran bir politika değildir. Burada iki ayrı duruş var. Bu iki ayrı
duruşun arasını bulmaya çalışmaya gerek yok diye
90
düşünüyorum. Sonuçta bir taraf galip gelecek, diğer taraf
kaybedecek. Şimdi burada önemli olan nokta şudur; bir kere
Kıbrıs sorunu elbette ki şahsi davası olamaz kimsenin ama
Kıbrıs sorununu bugünkü şekli ile sürdürebilir miyiz, nasıl
sürdürebiliriz? Bunun izah edilmesi lazım. Kıbrıs Türk halkı
buna inanmıyor, inanmıyor ki yüzde 65 riskleri olmasına
rağmen, evini değiştirecek, yerini değiştirecek, ne olacağını
bilmiyor, birçok alanda. Buna rağmen bir plana, bir anlaşmaya
evet diyor. Niçin, çünkü inanıyor ki bu durum sürdürülemez.
Siz daha rahat olabilirsiniz. Ama Kıbrıslı Türkler rahat olamaz,
çünkü sonuçta belki bu Türk milletinin davasıdır, belki uğrunda
yine ölümlere gidilecek bir davadır ama sonuçta eğer bu dava
kaybedilirse Kıbrıslı Türkler’in gidecek başka bir yurdu yoktur.
Kıbrıslı Türkler, Kıbrıs’ta yaşamak istiyorlar ve Kıbrıs’ta onurlu
bir toplum olarak yaşamak istiyorlar. Bundan dolayıdır ki
Kıbrıslı Türkler Kıbrıs sorununun çözümünü ve bu işin artık
bitmesini istiyor. Bu referandum veya buna benzer bir anlaşma
taslağı için; referandum 5 yıl önce olsaydı belki de bu sorun
çıkmazdı, çünkü o zaman Kıbrıslı Türkler de inanırlardı ki bu
mesele sürdürülebilir. Türkiye’ye sığınarak Türkiye’nin
arkasına saklanarak Türkiye’nin koruması altında sürdürülebilir
diye görüyorlardı. Ama Türkiye’nin artık öylesine büyük
projeleri var ki bu projelerin içerisinde Kıbrıs sorununu
çözmeme uğruna bu projeleri mahvetme hakkı kimsenin yok.
Dolayısıyla sürdürülemez bir sorun olduğu için Kıbrıs sorunu,
artık bu sorun çözümlenmek durumundadır. Ve bunu sadece
Kıbrıslı Türkler değil; Türkiye içinde Türkler de istemektedir,
sadece kendileri için değil. Çünkü bunu görüyorlar,
gözlemliyorlar, bu sorun devam edemez. Ben size bir şey
söyleyeyim, Türkiye, Avrupa Birliği’nden vazgeçsin, bu sorun
91
yinede devam edemez, çünkü Türkiye’nin bütün uluslararası
ilişkilerini zehirleyen bir sorun olmaya devam ediyor Kıbrıs
sorunu. Bu sorunu çözmek zorundasınız, çözmek için
elinizden geleni yapacaksınız. Artı çözmek demek Kıbrıs’tan
vazgeçmek demek değil, tersine Kıbrıs’ta sahip olduklarınızı
dünyasal düzeye çıkarıyorsunuz bir çözümle. Şu anda
esamelerinizi okuyan yok Kıbrıs Türk Devleti olarak. Ama
Kıbrıs sorunu çözüldüğü zaman size çok basit bir şey
söyleyeyim, Paris, Londra, Newyork, Washington, bir Avrupa
Birliği, Türkiye, Yunanistan, bu yerlerde Kıbrıs’ın bütününü
temsilen -on yerdir bunlar- beş tanesinde Kıbrıslı Türkler
bulunacak büyük elçi olarak. Şu anda biz sadece Rum
tarafının verdiği pasaportları alabiliriz, halbuki o zaman bu
pasaportları vereceğiz. Kıbrıs’ı kaybetmek ne demek? Çözüm
Kıbrıs’ı kazanmak demektir, kaybetmek değil, yanlış
değerlendiriyorsunuz. Niye yani, çözüm niçin kaybetmek
demek değildir, neyi kaybediyoruz? Kıbrıs’ın kuzeyinde
egemen olarak bizim yetkilerimizi anayasada, anlaşmada
yazan yetkilerimizi biz kullanacak değil miyiz? Neyi
kaybediyoruz?
Üstelik
de
bu
devleti
dünya
ile
kucaklaştırıyoruz, dünyada temsiliyeti olan bir hale getiriyoruz
ve siz bana bunu kayıp olarak niteliyorsunuz. Bu kayıp değil
tersine kazançtır!
• Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin Avrupa Birliği ile
bütünleşmesi ve dünya ile bütünleşmesi, bundan
bahsettiniz. 80 yıl kadar evvel Türkiye’yi bölen Türkiye’yi
parçalayan Yunanistan, Fransa, İngiltere ve İtalya’yla
beraber bir birliğe katılmak için 40 senedir uğraşıyoruz.
Şu öneriye nasıl bakarsınız?: Kuzey Kıbrıs Türk
92
Cumhuriyeti, Egemen Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti,
Türkiye, İran ve mesela Rusya; biz Avrupa Birliği’nden
vazgeçsek, hani bağımsızlıktan falan vazgeçiyoruz ya,
vazgeçsek de şöyle dörtlü bir birlik kursak. Bu öneriye
nasıl bakarsınız?
(TALAT) Şimdi bu öneri tabiki zemini olmayan bir öneri, çünkü
böyle bir şey yok. Avrupa Birliği var ama. Avrupa Birliği var,
ben batılılaşma demedim sadece, Avrupa Birliği ile
bütünleşme dedim. Avrupa Birliği var, Avrupa Birliği’ne
katılmakla bölünen dağılan ülke yok. Avrupa Birliği’ne
katılmakla sadece zenginleşen, yapısı güçlenen ülkeler var.
Ama sizin dediğiniz başka bir ittifaktır. O ittifakı Avrupa Birliği
içerisinde de kurabilirsiniz, Avrupa Birliği kurallarına göre.
Avrupa Birliği bir uygarlık projesidir, Avrupa Birliği bir ittifak
olarak alınamaz. Bir uygarlık projesidir, oraya katılırsınız ve o
vardır, öbürü yoktur sadece bir güzel hayaldir belki o kadar.
• Bir konuşmanızda sayın Denktaş Bey’in dünyaya açılan
pencereleri kapattığını söylemiştiniz. Sizin liderliğinizde
bu pencereyi açacak ilk adımınız ne olacaktır? Bir de
Denktaş Bey buradaki konuşmasında Türkiye’nin
Kıbrıs’taki gölgesi, yani politikalarının bir gölgesi
olduğunu söylemişti. Rum tarafının da kesinlikle uzlaşır
tarafı olmadığını, yani bizle anlaşmak için masaya
oturmadıklarını söylemişti. Yapılan anlaşmalara bakıldığı
zaman da bizim lehimize gelişen hiçbir şey olmadığını
görüyoruz. Acaba sizin liderliğinizde önceki tarih tekerrür
eder mi? Yani savaşta aldığımız yerler masada geri
verilebilir mi?
93
(TALAT) Şimdi bir konuda daha anlaşmamız lazım bu
sorulara cevap verebilmek için. Aldığımız yerler geri verilebilir
mi? Bakın Türkiye’nin hiçbir politikasında yer alma yoktur. Var
mı, ben duymadım. Bakın şöyle bir Dışişleri Bakanlığı’nın ta
eskiden, yani yeni değil, bugüne kadarki açıklamalarına bakın,
böyle bir şey görmezsiniz. “Biz Kıbrıs’ta bir şey aldık.”, yok
böyle bir şey, yok. “Kıbrıslı Türkler’in can ve mal güvenliklerini
ve 1960’ta Kıbrıslı Türkler’e sağlanan güvenceleri
sağlamlaştırmak için Türkiye 1974’te adaya müdahale etti ve 2
bölgeli, iki kesimli bir federal çözümle bu Kıbrıs sorununu
taçlandırmak, bitirmek, tamamlamak istiyoruz.” Ben böyle bir
şey duymadım. Yani “Aldığımız yerleri, kanla aldığımız yerleri
nasıl verirsiniz?” falan. Alma ve verme yok. Türkiye ne için
müdahale etti? Kıbrıslı Türkler’in haklarını korumak,
güvencelerini sağlamak için. Onu yaparsak yetmez mi? Çünkü
zaten benim bildiğim Türkiye Kıbrıs’ı ilhak etmedi, Türkiye’nin
Kıbrıs üzerinde toprak iddiası yok. Hiç duymadım. Bazen
zaman zaman duyuyorum münferit kişilerden ama Türkiye’nin
böyle bir politikası yok. Varsa o açıklanır, onu tartışırız ama şu
benim duyduğum; ne şimdi, ne geçmişte, hiçbir hükümet
döneminde, Türkiye’nin böyle bir politikası olmadı. Dolayısıyla
bunu varsaymıyorum ben. Kıbrıs Türk halkının güvencesi için,
Türkiye’nin Kıbrıs sorununa müdahil olduğunu kabul ediyorum.
Ve eğer böyleyse de sonuçta varılacak bir anlaşmada bunları
elde etmesi Türkiye’nin, bir başarı olacaktır, hedefine ulaşmış
olacaktır. İlk adım ne olacak? Şimdi pencereleri kapattı
demiştim, Denktaş keşke sadece pencereleri kapatsa yani,
bütün dünyayla kavga ettik. Avrupa Birliği Büyükelçisi’nin
kuzeye geçişine biz yasak koyduk. O dönemlerde yasaktı
kuzeye gelişi, o günün hükümetinin ve Denktaş Bey’in kararı
94
ile yasaklanmıştı, bütün dünya ile bağlarımız kesilmişti. Bugün
cumhurbaşkanlığında Avrupa Birliği sorunlarından anlayan bir
tek özel kişi yoktur, sadece işte sayın müsteşar çok engin bilgi
sahibi bir insandır, birikimli bir insandır, onun bilgileri dışında
bilgisi olan bir insan yoktur neredeyse. Niçin, çünkü öyle bir
oryantasyonu, öyle bir yönelimi yoktu Cumhurbaşkanı’nın. İşte
benim temel hedefim; cumhurbaşkanlığını, dünyayla Kıbrıslı
Türkleri bütünleştirecek bir mekanizma haline dönüştürmektir.
Dolayısıyla ilk yapacağım, elbetteki cumhurbaşkanlığını bu
görevleri yükümlenebilecek hale getirmektir. Kadroları ile
örgütlenişi ile vesaire. İlk hedef bu olmalıdır diye
düşünüyorum.
• Rum tarafının politikası belli, dünyanın tanımadığı bir
KKTC var, diğer taraftan AB’ye girmek isteyen bir Türkiye
var. Ve sizin biraz önceki söylemlerinizden, AB ile
Türkiye’nin masaya oturduğu tarihe kadar bir çözüm veya
çözüme yönelik adım atılması gerekli. Eğer yanlış
algılamıyorsam bu adımların atılması için de sadece
Papadopulos’un ya masaya gelip oturması canı isterse,
yahut da bizim onu zorlayıcı birtakım şeyler yapabilmemiz
gerekiyor.
Sorum
şu:
3
Ekim
tarihine
kadar
Papadopulos’u masaya getirecek bizim zorlayıcı veya
onun gelmesini sağlayıcı yöntemlerimiz var mı? Varsa
somut olarak nedir? Eğer gelmezse 3 Ekim’den sonra
daha zorlaşacak olan dönemde ne yapılabilir? Yine somut
olan adımlar var mı?
(TALAT) Şimdi efendim, tabi gerçekten son derece zor bir
soru. Cevaplaması zor bir soru. Onu da söyleyeyim, bazı
95
adımları önce ufak ufak atarsınız, önünüze bir şeyler görünür,
bir şeyler çıkar ve ona göre politikalarınızda ince ayarlar
yaparsınız. Şimdi şu anda geldiğimiz noktada bizim bana göre
yapabileceğimiz; yani Türk tarafı olarak, Türkiye ve Kıbrıs Türk
tarafı olarak yapabileceğimiz yegane iş veya atabileceğimiz
yegane adım dünyanın izolasyonları kaldırmak konusunda
hareketlenmesini sağlayıcı diplomatik ve bazen de zorlayıcı
tedbirler almak. Zorlayıcı tedbirler var aslında. Ne var; işte
biliyorsunuz, 17 Aralık’a yönelik komisyon raporunu hatırlayın,
Türkiye ile ilgili orada bir şeye işaret ediyordu. Kıbrıs, Türkiye
limanlarına Kıbrıs bandıralı gemilerin girişi hala yasak diyordu.
Ve bu doğru değil, şimdi Ankara Anlaşması’nı Kıbrıs’ı da
kapsayacak şekilde genişleten ek protokolle Avrupa
limanlarının Kıbrıs gemilerine açılacağı doğal sonucunu
bekliyor. Ama biz Türk tarafı olarak hayır diyoruz, bu doğal
sonuç değil. Gemilere limanların açılabilmesi için mutlaka
Kıbrıslı Türklerin de doğrudan ticaret imkanına kavuşması
lazım, yani Magosa Limanı’nın açılması lazım. Yani eğer siz
Türk limanlarına Kıbrıs bandıralı gemilerin gelmesini, serbest
ticaret için, gümrük birliği için zorunlu görüyorsanız; Kıbrıslı
Türkler’in de serbest ticaret hakkı olduğunu kabul ediyorsunuz
demektir. O zaman Kıbrıslı Türkler’in de serbest ticaret hakkını
sağlayacak adımları atın diye Türkiye bir pazarlığa oturmalıdır.
Bu önemli bir güçtür ve sanıyorum ki haklıdır da. Bu bir
tanesidir, bunun dışında tabi Türkiye’nin büyük bir ülke olarak
yapabileceği birçok şey var. Biliyorsunuz Türkiye hava sahası
Kıbrıs uçaklarına kapalıdır vesaire, yani Türkiye’nin
yapabileceği şeyler vardır. Ama bunlar nasıl ele alınacak?
Bunlar benim işim değil, her şeyden önce Türkiye’nin işidir.
96
Ama benim de konuyla ilgili görüşlerim vardır, zaten
yaptığımız görüşmelerde de bunları iletiyoruz.
• Geçmişte bir dönem Rum Akel partisiyle çalıştığınız,
ortak çalışmalarda bulunduğunuz biliniyor. Bu dönemi
kısaca biraz anlatabilir misiniz?
(TALAT) Geçmişte değil hâlâ çalışıyoruz. Partiler arası diyalog
her zaman için vardır ve olmalıdır. Biz hiçbir zaman
diyalogdan kaçmadık. Bizde diyalogdan kaçan bir tek parti var,
o da Ulusal Birlik Partisi’dir. Hiçbir zaman Rum partileri ile bir
araya gelmemiştir. Ama onun dışındaki bütün partiler
katılmıştır, bütün partiler. Benim partim bu işin duayeni
olmuştur. En baştan beri organizatör de olmuştur. Ben
başbakan iken ve işte Annan Planı referanduma konulacağı
günlerde yine Güney’e gittim, Akel’i ziyaret ettim ve plana
destek vermelerini istedim. Disi’yi ziyaret ettim. Plana destek
vermesini istedim. Geçtiğimiz günlerde Akel Genel Sekreteri
beni ziyaret etti. Galiba Salı günü, önümüzdeki Salı günü Disi
Genel Başkanı geliyor ziyaretime, dolayısıyla benim her
zaman için Rum partileri ile diyaloğum vardır, olmuştur ve
bundan sonra da olmaya devam edecektir. Ama bunun
herhangi bir sakıncası olduğunu da sanmıyorum.
• 1995 yılından beri KKTC’de milletvekili olarak
bulunuyorsunuz. Ettiğiniz yemine sadık kalarak ve şu anki
mevcut hükümetin de başbakanı olarak uluslararası
platformlarda yapmış olduğunuz veya yapacağınız
görüşmelerde, halen mevcut olan devletinizin temsilcisi
olarak mı, yoksa Kıbrıs’ta mevcut bulunan iki toplumdan
97
birinin temsilcisi olarak mı bulunuyorsunuz? Devletinizi
temsilen görüşmelere katılıyorsanız KKTC meclisinde
etmiş olduğunuz yemine sadakatla bağlısınız demektir.
Ben Kıbrıs Türk toplumunun temsilcisiyim diyorsanız,
ettiğiniz yeminle çelişkiye düşmüyor musunuz?
(TALAT) Ben 1998’den beri milletvekiliyim. Daha önce
yeminim yoktu yani. Şimdi ‘98 Aralık’ta yemin ettim ve tabi
bilmediğiniz bir şey var, onu anlatmaya çalışayım. Kıbrıs’ta
Birleşmiş Milletler şemsiyesi altında yürütülen görüşmeler
KKTC ile Kıbrıs Cumhuriyeti veya Kıbrıs Rum yönetimi
arasında yürütülmüyor. İki toplum lideri arasında yürütülüyor.
Onun için Birleşmiş Milletler şemsiyesi altında yürütülecek
olan çözüm müzakereleri iki toplum lideri arasında yürütülecek
yine. Niye? Şundan, biz Kıbrıs Rum Yönetimi’ni devlet olarak
tanımıyoruz. Onlar da KKTC’yi devlet olarak tanımıyor, o
nedenle Birleşmiş Milletler bir formül buldu. Madem ki Birleşik
Kıbrıs kurulacak, sonunda tek bir devlet çatısı, şemsiyesi
kurulacak o zaman iki toplum müzakere etmelidir dedi ve iki
toplumu siyasi eşit olarak masaya oturttu. Yani BM şemsiyesi
altındaki görüşmelerde toplum liderleri görüşüyor. Denktaş
Bey o sıfatla görüşüyordu. KKTC’nin kurucusu ilan edilen kişi
olarak, Kıbrıs Türk toplumu temsilcisi olarak görev yapıyordu.
Ben de aynı yapacağım ama örneğin Avrupa Birliği’ne ben bir
mektup yazdığımda Avrupa Parlamentosu’na veya Avrupa
Konseyi’ne veya Komisyon’a kullandığım unvan, o arenada
kullandığım unvan, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti
Başbakanı’dır. Bunu onlar kabul etmez, ama Kıbrıs Türk
toplumu adına diye kabul eder. Fark etmez ama ben öyle
gönderirim. Cumhurbaşkanı olarak, yine işte President Office
98
olarak gönderirsiniz mektubu, cumhurbaşkanı olarak imzayı
atarsınız. Onun ne kabul ettiği, o kendine bağlıdır. Kuzey
Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin Türkiye dışında herhangi bir başka
ülke tarafından tanınmadığını sanıyorum biliyorsunuz.
Dolayısıyla siz ne sıfat öne sürerseniz sürünüz sonuçta
karşınızdaki sizi alan, sizi dinleyen ne kabul ederse odur. Siz
yine iddianızı yaparsınız. Yeminime sadık mıyım? Sonuna
kadar. Ben Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti halkının çıkarlarını
sanıyorum ki birçok geçmiş politikacıdan daha iyi koruyorum
ve daha iyi sonuç alıyorum. Kıbrıs Türkü’nün hakları, çıkarları
dünyada şimdi daha iyi algılanıyor görülüyor. Dünya bize şimdi
daha fazla rağbet ediyor. Farkında değil misiniz bunun? Ne
diyorlar bize yani? Bunlar işte davalarından vazgeçtiler mi
diyorlar? Yok öyle bir şey. Biz haklarımızı çok daha iyi
koruyoruz, çok daha iyi savunuyoruz. Kıbrıs Türkü’nün
bağımsızlığını sanıyorum benim kadar savunan yoktur.
Dolayısıyla bu konuda işte yemine sadık mıyız değil miyiz
vesaire gibi şeyleri öne çıkarmak sanıyorum ki doğru değil.
Kıbrıs’tan da yapılıyor bunlar ama. En azından buradan
bakarken daha objektif olabilmeyi ben bekliyorum. Daha
objektif, çünkü gerçekler buradan daha rahat görülüyor.
Kıbrıs’a göre, burası daha rahat objektif bakılabilecek bir yer,
çünkü biz tam göbeğindeyiz. Onun için yeminimize de sadığız,
halkımızın bize yükümlediği diğer görevleri de yerine getirmek
için elimizden gelen her türlü çabayı ortaya koyuyoruz.
• 1999 ve 2003 senelerinde Kıbrıs’taydım. Benim Kıbrıs’ta
gördüğüm, Kıbrıs gençlerinde gördüğüm, Avrupa Birliği’ni
sadece dolaşım hakkını kolaylaştıran, bir şekilde ticarete
açık, ülkeyi daha çok zenginleştirecek bir birlik olarak
99
düşünüyorlar. Bunun haricinde bir şekilde Rum tarafının
kendilerini çok kolay bir şekilde sindirebileceğini
düşünmüyorlar. Çünkü Kıbrıs gençliğinde gördüğüm,
Annan Planı okunmuyor veya belli bir şekilde ticaret
bağları düşünülmüyor. Sadece dolaşımın kolaylaşacağı
düşünülüyor. En fazla İngiltere’ye gidip gelmenin
kolaylaşacağı düşünülüyor. Benim demek istediğim,
Kıbrıs gençliği çok kolay bir şekilde sindirilebilecek bir
durumda benim gördüğüm. Ayrıca sizin biraz önce
dediğinizde, üç tane bakanlık verilecek. Peki Kıbrıs, iki
taraf arasında anlaşma olduktan sonra bu üç bakanlıkta
milletvekillerimiz de sindirilemez mi? Ben bunu çok kolay
bir şekilde sindirilebilecek görüyorum, yani benliğinizi çok
kolay bir şekilde kaybedebileceğinizi görüyorum Kıbrıs’ta.
Özellikle gençlerin benliğini çok kolay bir şekilde
verebileceğini görüyorum. Çünkü hiç kimse şu an yapılan
planı okumuyor.
(TALAT) Evet peki şunu söyleyin, bakın. Gençlik güvendiği
liderlerin, akademisyenlerin, toplum önderlerinin yorumlarını
dikkatlice dinliyor. Belki katılırım size, belki okumayan genç
sayısı fazladır, belki öyle bir zahmete girmek istemiyorlar. Ama
bunun nasıl bir çoğunluk olduğunu ben bilemem. Siz içinde
yaşadığınız için o dönem gençliğini benden iyi bilebilirsiniz.
Ama mesela Nice Anlaşması kaç sayfaydı? İşte binlerce
sayfaydı, tüm Avrupalılar Nice Anlaşması’nı okuyarak gidip oy
vermediler referandumda. Kime baktı? Güvendiklerine baktı.
Bu işi komisyonlar inceledi. Annan Planı 9000 sayfadır, yani
150 sayfa ana metindir. Ekleriyle, yasalarıyla 9000 sayfadır ve
bütün yasaları ben dahi okumadım. Okuyamam zaten
100
anlamam da okusam. Düşünün, telekomünikasyonla ilgili
yasayı kaç kişi anlayabilir? Çok teknik, son derece bilgi sahibi
olanların anlayabileceği bir yasadır. Ya da örneğin
müktesebatla ilgili yasalar vesaire. Bütün bunlar sadece 48
tane. 112, 118 yasanın 48 tanesi denizcilikle ilgili yasadır.
Denizcilikten kaç kişi anlar bu salonda, okuyacak da
anlayacak bu yasaları? Yani 9000 sayfayı insanlar okuyarak
karar vermez sonra araştıran, inceleyen, bu konuda rapor
veren, görüş veren güvendiği kurumlara veya kişilere göre
davranır. Dolayısıyla gençler bunu belki biraz daha fazla yapar
ama buna güvenerek oy verir.
101
102
Prof. Dr. Süheyl
BATUM
“Anayasa Ve Seçim
Sistemleri”
103
Baktığınız zaman özellikle anayasa varsa, kuralları neler
getirmiş, yazılı anayasacılık dönemlerinin başlamasıyla
birlikte, bu anayasa kuralları neler getirmiş, devleti nasıl
sınırlamış, bunlarla yetinilir. İlk anayasacılık hareketlerinin,
yani yazılı anayasa yapma hareketinin ortaya çıkmasıyla da ilk
amaçlanan şuydu: Devletler, krallar, imparatorlar güçlü, bütün
yetki ellerinde. İmperyum, hükmetme yetkisi ellerinde.
İnsanlara karşı, uyruklara karşı kurallar koyuyorlar. Acaba bu
uyrukların hakları var mıdır? Kralların, padişahların,
imparatorların yetkileri nerede sınırlanabilir? Nereye kadar
sınırlanabilir? Bu ilk anayasalar hep bunu düşündüğü için
acaba kral nasıl seçilecek, yönetici nasıl seçilecek, bu konuda
herhangi bir düzenleme getirilmesine gerek yoktu. Zaten
düşünülmüyordu da. Önemli olan kralın karşısındaki,
imparatorun karşısındaki, padişahın karşısındaki kişilerin,
uyrukların hakları var mıdır yok mudur? Kralın yetkilerinin
sınırı şudur, insanların dinine, malına, namusuna dokunulmaz,
mülküne dokunulmaz gibi bir takım düzenlemeler getirmek
suretiyle anayasalar ilk düzenlemeleri yapıyordu. Şimdi 20.
yüzyıldaki ilk anayasalarda baktığınız zamanda sadece şu
vardır. Devlet nedir? Hangi organlar vardır? Nasıl kurulur? Bir
düşünün; bizim de ilk anayasamızı 1876 anayasasını. Meclisi
Mebusan nedir? Heyeti Ayan nedir? Heyeti Mebusan nedir?
Neye hangi yetkileri vardır? Padişahın yetkileri bunlara karşı
neler getirir? Sadece bunlarla sınırlı bir de Osmanlı
vatandaşlarının hak ve özgürlüklerini içeren kurallardı. Peki bu
meclisler nasıl seçilir, ne şekilde seçilir, ne yapılır, o bile bir
muvakkat yani talimatı muvakkat ile bir geçici düzenlenme ile
düzenlenmişti, anayasanın içinde yeri yoktu. Çünkü kimse
seçimlerle anayasaların, hatta devletin iç içe girmesi
104
gerektiğini düşünmezdi. En önemli unsurlardan bir tanesi
oydu. Anayasa öğretisinde de yoktu. Oysa, yavaş yavaş
anayasa kuralları uygulanmaya başlandığında şöyle bir gerçek
çıktı ortaya. Bir ülkedeki aynı kurumları, parlamento mu,
parlamento; ikili parlamento mu, ikili parlamento; işte başkan
mı, başkan; cumhurbaşkanı mı, cumhurbaşkanı; kral mı,
kral.... Aynı kurumları başka bir ülkeye getir, aynı
uygulanmıyor. Farklı uygulamalara yol açıyor. İlk başta bu, o
uygulandığı
toplumun
farklılığından
kaynaklanıyor,
kültüründen ileri geliyordu. O ülkedeki faraza, siyasal kültürün
farklılığından ileri geliyordu. Aynı kuralları koyduğunuz zaman
bile değişiyordu.O zaman sadece yazılı anayasa kurallarının
dikkate alınmaması, bunun dışında farklı bir şeylerin daha
dikkate alınması gerektiği anayasa hukuku öğretisinde
anlaşılmaya başlandı. Yani biz sadece anayasayı koyuyoruz,
kuralları koyuyoruz. Oradan sistemi anlamaya çalışıyoruz,
olmuyor. Aynı kuralları başka bir ülkeye getirirsen farklılaşıyor.
Nitekim bunun en önemli örneklerinden bir tanesi: Amerika’da
başkanlık sistemi uygulanır. Amerika’daki başkanlık sistemini
alıp aynıyla başka bir ülkeye getireyim koyayım dersiniz.
Türkiye’de de bu çok tartışıldı. İstanbul Üniversitesi Hukuk
Fakültesi kürsüsünde beraber asistanlık yaptığımız, şu anda
Anayasa Komisyonu Başkanlığı yapan Burhan Kuzu
arkadaşımız var. Biz beraber asistanlık yaptık orada. Yardımcı
doçentlik yaptık, doçentlik yaptık. Şimdi o mesela başkanlık
sistemini savunurdu, halen de savunur. Tabiki farklı sistemleri
savunabilecektir. Ama bir de şöyle savunanlar var: Getirelim
Amerika’daki sistemi buraya oturtalım işte. Olur, bunu sadece
Türkiye değil mesela Güney Amerika’da bir sürü ülke söyledi.
Afrika’daki bir sürü ülke söyledi sömürgelikten kurtulduktan
105
sonra. Dediler, bak ne güzel Amerikan sistemi var. Amerika’da
dünyanın hakimi, yeniden Amerika’yı keşfetmeye gerek yok
ya. Alalım onun sistemini getirelim. Başkan ne yapar?
Karşısında meclis ne yapar? Bir bakıldı ki sistem çok farklı.
Meclis başka çalışıyor. Hatta o denli ki Şili’de aynı sistemi
getirdiler. Amerika’da şimdi görüyorsunuz başkanla meclis
gayet güzel çalışabiliyor. Ayrı fikirlerden olsalar da
çalışabiliyor. Şili’de farklı, parti meclis birbirlerine girdiler. Kan
gövdeyi götürmeye başladı. Tabi biraz da Amerika’nın ITT ’nin,
CIA’in etkisi ile parlamento destekli silahlı kuvvetler Başkanlık
Sarayı’nı bastı. İşte meşhur Allende’yi öldürdü. Bu tek
Şili’dedir. Başkanlık sisteminin uygulandığı başka yerde böyle
bir şey olmaz. Oysa bir bakıldı ki farklı bir nedenle, çok da geç
değil bundan 10 sene önce Rusya’da benzer bir olay oldu.
Yeltsin, Parlamentosu’nu -aynı sistem aşağı yukarı- topa tuttu.
Amerika’nın da o zaman Parlamentosu’nu böyle bir 10 senede
bir topa tutması lazım. Ha demek ki bir takım kurallar başkanın
getirdiği filan değil, başka bir şey var farklı yürüyen. Başka bir
şey var. Nedir? O zaman işte demek ki seçim sistemleri ve
partiler sistemi gibi birtakım farklı unsurların anayasal
kuralların uygulanmasında, o kuralın kendisi kadar hatta daha
fazla etkisi var. Bugün artık 21. yüzyılda baktığımız zaman
şunu söylüyoruz değerli arkadaşlar. Dünyada ne kadar ülke
varsa, o kadar farklı anayasal sistem var diyoruz. Bunların
anayasaları bazılarında aynı. Hatta Sovyetler Birliği yıkıldıktan
sonra Sovyetler Birliği’ne eski bağımlı ülkeler demokratik
esaslara göre anayasalarını yeniden yaparken asla her biri dur
bakayım ne yapayım diye düşünmedi. Bu Avrupa Konseyi’nin
içersinde Venedik Komisyonu denilen bir örgüt vardır. Hukuk
yolu ile demokrasi esas adı. O, hazır anayasalar verdi o
106
devletlere. Macaristan, Romanya, al dedi, bu anayasalar hazır,
ne uğraşacaksın. Al anayasayı yap. Onlar da aldılar, tamam
dediler. Arka tarafta parmakları kaldırın, kabul mu kabul.
Parmakları kaldırdılar, anayasaları oldu. Yine dediğim gibi, ne
kadar ülke, o kadar farklı anayasal sistem. Ne kadar ülke
varsa o kadar anayasal sistem var, neden? Çünkü anayasal
sistem dediğiniz şey; farklı farklı birtakım kurumların, siyasal
kurumların birbirleri ile ilişkilerinin, hatta kendi içlerindeki
ilişkilerin oluşturduğu bütünlüktür. Tekrar söylüyorum.
Anayasal sistem dediğimiz şey salt bir anayasa varlığı değil, o
ülkede ne kadar anayasal veya anayasal olmayan kurum
varsa, siyasal kurum varsa, onları kendi içlerindeki ya da
birbirleri ile olan ilişkilerinin oluşturduğu bütün. Ne var? Bir
kere ilk temel, hiç değişmeyen iki tane kilit kavram var her
ülkede. Bir tanesi bireylerden oluşan toplum. Bir tanesi de hani bir zamanlar hep kalkacak kalkacak diye baktığımızdevlet. Ama görün ki devlet şu anda kalkmıyor. Nitelik
değiştiriyor falan ama devlet hala duruyor. Dolayısıyla iki tane
kilit kavram var, ama bu iki kilit kavramın içersinde işte
cumhurbaşkanı, başkan, bir meclis, iki meclis, her biri bunların
birer kurum. Yeterli değil. Temel hak ve özgürlükler her ülkede
farklı farklı. Hak ve özgürlükler listesi var. Yeterli değil. Bunları
birbirine bağlayan çok önemli bir unsur var, nedir? Seçim. Her
ülkede farklı farklı var. Yeter mi? Hayır. Her ülkede farklı farklı
siyasal parti anlayışları var. Siyasal parti sistemleri var. Yeter
mi? Hayır. Her ülkede farklı yerel yönetimler var. Yerel
yönetim anlayışları var. Yeter mi? Yetmez, anayasal sistem
için. Her ülkede farklı baskı grupları, NGO dediğimiz hükümet
dışı kuruluşlar var. Sivil toplum örgütleri diyoruz bugün. Bazı
ülkelerde var. Bazı ülkelerde şimdi bir ülkeyle Fransa’yla aynı
107
sistemi getir, bundan 10 sene önce Türkiye’ye yerleştir. Aynı
olabilir mi? Hayır, neden? Çünkü 10 sene önce bizde siyasal
baskı grupları yasaktı. Baskı gruplarının siyasete girmesi,
siyasetle uğraşması, partiyi desteklemesi yasaktı. Fransa’da
yasak değildi. Tam tersine yap diyordu. Demek ki aynı
kuralları da getirsen sistemin aynı olabilmesi mümkün değil.
Bir unsur farklılaşıyor. Sadece bu da değil. Siyasal kültür,
ekonomik sistem, ordunun yeri, hepsi oturuyor ve neyi
oluşturuyor? O ülkenin anayasal sistemini oluşturuyor.
Dolayısıyla onun işleyişini oluşturuyor. Bir ülkedeki partiler
sistemi; seçim sistemi, insanların anlayışı farklı. Tek parti mi,
çok parti mi, başkan mı az, yetkili başkan mı çok, ordunun
gücü mü, sivil toplum örgütleri mi, onların yetkisi mi? Hepsi
değişebildiğine göre anayasal sistem de hem onlara göre
değişiyor, hem de bunların hepsine bağlı. İşte değerli
arkadaşlar, bu anayasal sistemin içersinde en önemli etken
olan unsurlardan bir tanesi de seçim, seçim sistemleri. O
yüzden bugün bu anayasal sistem içersinde seçimden
bahsedeceğim. Seçim sistemlerinden bahsedeceğim. Çünkü
çok önemli, dünyanın uygulayabildiği bir seçim sistemini bir
farklı özelliği nedeni ile biz Türkiye’de ‘60 öncesinde
uyguladık, kan gövdeyi götürdü. Neden? ‘60 öncesinde hangi
seçim sistemini uygulamıştık? Çoğunluk sistemi dediğimiz
sistemini uygulamıştık. Çoğunluk sistemini uygularken listeli
çoğunluk sistemini uygulamıştık biz. Yani bir yerde oyların bir
tane fazlasını alan parti oradaki milletvekilliklerinin tamamını
alıyor. Faraza deyin ki İstanbul’da seçime katılıyor veya
Ankara’da seçime katılıyor. 24 milletvekilinin tamamını alıyor
bir oy fazla alsa. Böyle bir listeli çoğunluk sistemi
uyguluyorduk. Kan gövdeyi götürdü. Tek unsur tabi o değil.
108
Peki çoğunluk sistemi dünyada uygulanıyor mu? Uygulanıyor.
Demek ki o kadar önemli ki, bir maddesini değiştiriyorsun, bir
sistemini değiştiriyorsun, tamamıyla farklı sonuçlara yol
açabiliyor. Bir de demin söylediğim gibi başka şeyler de
değiştiği için. Fransa’da o kadar belirgindi ki, Fransa dünyada
en fazla cumhuriyet yaşatan ülkelerden bir tanesi. Bugün
beşinci cumhuriyetteler. Onların beşinci cumhuriyeti şöyle: Her
arada bir darbe ile ya da bir olayla kesilmiş cumhuriyetlerin her
birine ad veriyorlardı. Birinci cumhuriyet sonra bir imparatorluk
dönemi yaşandı. İkinci cumhuriyet sonra yine bir krallık ve
imparatorluk dönemi yaşandı. Sonra üçüncü cumhuriyet.
Üçüncü cumhuriyetin sonunda savaş çıktı bitti. Dördüncü
cumhuriyet 2. Dünya Savaşı oldu bitti. Faşist bir hükümet
geldi. Beşinci cumhuriyet. Hep böyle aralar verildiğinde bir
şeyle kesiyorlar onu. Bir, iki, üç, dört, beş cumhuriyet. Üçüncü
ve dördüncü cumhuriyetler Fransa’da bugünkü sistemin
aynısını uyguladılar. Bugünkü sistemin neredeyse aynısını
uyguladılar. Üçüncü, dördüncü cumhuriyet istikrarsızlıklar
dönemi diye geçti, üç ayda bir hükümet değişti. Aynı seçim
sistemi, ancak bir farklılık vardı. Birazdan söyleyeceğim o
farklılığın ne olduğunu. Dedim ya her şey değişir diye.
Fransızlar 3. ve 4. cumhuriyetten illallah dediler, aman dediler
bir daha kimse yaklaştırmasın. Hatta 4. cumhuriyette yine De
Gaulle, böyle yapmayın, 3. cumhuriyete benzer yapmayın
demişti ama diğer partilerin hepsi, bu şekilde yapacağız
dediler. De Gaulle de üzüldü gitti benim dediğimi dinlemediniz
diye. Sonra Fransa’da Cezayir krizi çıktı. İlk önce biz orda
hemen birkaç kişi öldürürsek çözeriz dediler. Bir baktılar ki bir
milyon kişi öldürdüler. Çözülmüyor, mümkün değil, sonra şunu
söylediler. Dediler ki Cezayir’de hiçbir Cezayirli kalmasa dahi
109
biz Cezayir’i çözeceğiz. Baktılar, gene çözülmüyor. Bunun
üzerine De Gaulle'ü tekrar çağırdılar. Hatta o arada yine
çözemeyeceklerdi de Fransa’da büyük bir kavgaya, içeride
büyük bir gürültüye sebebiyet verdi. Bayağı ordu üstünden
uçmaya başladı. Cezayir’deki ordu isyan etti, tanımıyoruz
Paris’i dedi. De Gaulle'e sen gel bari kurtar bizi dediler. De
Gaulle’de çıktı meclise ve bir şartla kurtarırım sizi dedi. Bütün
yetkileri bana vereceksiniz, ben size ilk önce bir seçim sistemi
yapacağım. Bu dördüncü cumhuriyette bırakacağım bu işleri,
böyle partilerle benim işim yok dedi. Hayır dediler, olmaz
dediler. O zaman dedi ben de gidiyorum şimdi. Birazdan
paraşütçüler iner buraya. Ben dedi, sizin başınıza gelenleri
düşünmekle emeklilik günlerimi geçireceğim. Sizin başınıza
gelenlere üzülmekle deyince, tamam dediler. Oyları kaldırdılar,
De Gaulle'e bütün yetkileri verdiler. De Gaulle'de ne yaptı?
Hem anayasayı değiştirdi, hem de seçim sistemini değiştirdi.
Şimdi demek ki seçim sisteminin uygulanması dahi farklılık
yaratabiliyor. Sonra bir tane daha var seçim sistemini
değiştiren: İtalya. İtalyanlar, malum temiz eller operasyonu
olurken, siyasal sistemi suçladılar. Dediler ki siyasal sistem
suçlu. Siyasal sistem yüzünden oluyor bu. Haklı mıydılar?
Haklıydılar ve seçim sistemini tamamıyla değiştirdiler. İtalya
gibi nisbi temsilin uygulandığı bir ülkede çoğunluk sistemine
geçtiler. Bir düzelticisi var onun. Birazdan onu da
söyleyeceğim. Demek ki değerli arkadaşlar seçim sistemi bir
ülkenin en önemli unsurlarından bir tanesi. Her zaman da öyle
olmuş. Haklı, çünkü her şeyi etkiliyor . Seçim sisteminin bir
özelliği daha var. Ülkede uygulanan siyasal parti sistemini de
belirler. Ülkede uygulanan siyasal parti sistemini de çok
yakından etkiler. Nasıl etkiler? Öyle tecrübeyle, deneyimle
110
görülmüştür ki bir ülkede nisbi temsil sistemini uygularsanız,
saf nisbi temsil sistemini, aşırı çok partililik olmaktadır. 20
parti, 30 parti, 40 parti 50 parti. Çok partililik oluşmaktadır
genelde. Eğer iki türlü çoğunluk sistemini uygularsanız, o
ülkede ılımlı çok partililik olmaktadır. Yani genelde iki, üç bloğa
ayrılmış, onların etrafında toplanmış bir çok partililik.
Bloklaşmış bir çok partililik. Eğer tek türlü çoğunluk sistemini
uygularsanız bu sefer de, yani Amerika’da görüldüğü gibi,
İngiltere’de görüldüğü gibi iki partili sisteme yol açar.
Nedir bu uygulanan seçim sistemleri? Nerede
düzenlenmiştir? Ve Türkiye’nin bu konudaki konumu, yeri,
uyguladığı nedir? Türkiye’nin özellikle uygulaması nedir? Bir
kere bizim anayasamıza bakalım. Yani gördüğümüz gibi seçim
sistemi çok önemli bir şey. Her ülke için önemli. Ancak
diğerleri önemli değil mi? Önemli. Partiler sistemi önemli
dediğim gibi. Baskı grupları var mı, önemli. Toplumun hakları
önemli, toplumun kültür anlayışı önemli, siyasal kültürü
algılaması çok önemli. Her şey önemli. Tekrar bir şeye dönüp
söyleyeyim. O yüzden bazen diyorlar ki başkanlık sistemini
uygulayalım. Uygulayalım diyenler bile bazen diyorlar ki biz
sonra bunları düzeltiriz. Bir kere bir başkanlık sistemine
geçelim, istif arkadan gelir. Hayır, gelmez. Dünyanın hiçbir
yerinde gelmemiş. Neden? Amerika’da bir başkan çıkıp dese
ki ben çok sıkıldım arkadaş, biraz diktatörlük yapalım, partisi
de ona olmaz, olsa senden iyi diktatör mü olur dese, helal
olsun. Şu yasaları şöyle değiştirelim, parmakları kaldırın dese,
hepsi de kaldırsa parmakları, tamamıyla istisnasız diktatörlüğe
geçebilir mi? Hayır. Neden geçemez? Bırakın o sivil toplum
örgütünü, bir kere eyaletlerin çoğu der ki bana ne, senin yasa
111
yapma yetkin yok ki. Sadece dış ticareti düzenlersin. Bütün
ceza yasalarını ben kendim düzenlerim. Medeni yasaları
kendim düzenlerim. İş yasalarını ben kendim düzenlerim.
Partilerin yasası varsa ben kendim düzenlerim. Dalga mı
geçiyorsun, Washington’da oturmuş beni yöneteceksin der.
Yani hepsi birbirine bağlıdır bu hususta. En önemlisi de seçim
sistemidir. Şimdi anayasamız ne demiş seçim sistemi için?
Bizim anayasamız bakalım ne getirmiş seçim sistemine? Bizim
anayasamız şunu söylemiş: Vatandaşlar kanununda gösterilen
şartlara uygun olarak seçme, seçilme ve bağımsız olarak veya
bir siyasi parti içinde siyasi faaliyetlerde bulunma ve halk
oylamasına katılma hakkına sahiptir. Demek ki nedir?
Seçeceğiz, seçileceğiz. Bu hakkımız var çünkü bu zaten
toplumla devlet arasındaki o söylediğim her siyasal sistemde
mutlaka olan iki kilit unsur arasındaki ilişkiyi sağlayan en
önemli unsur. Eskiden seçme var mıydı? Yoktu. XIV. Lui’nin
en önemli sözü nedir? Adam, devlet benim demiş. Neden
‘Devlet benim’ demiş? Haklı mı? Haklı tabi. O zaman devlet
dediğiniz kendi kendine orada oturan, nerden sen buraya
geldin dediğinde, beni tanrı buraya seçti, Allah buraya seçti
getirdi ya da benim babam da kraldı, babamın babası da kraldı
diyen, ırKtan geçen, orada oturmuş, etrafına soylulardan veya
akrabalarından birkaç kişi toplamış bir adam. Seçim var
mıydı? Bu adam seçimle mi gelmiş? Hayır. Toplum tarafı da
şuydu. Hani o kral 14. Lui bir gün böyle komşu ülkenin kralı
gelse, bir tepenin üstüne çıksa, gösterdiği şey; “Bak görüyor
musun? Şu ağaçtan şu güneşin battığı yere kadar burada
oturan bütün adamlar benim uyruğum, tebaam, istediklerime
uyarlar.” dedikleri bir kalabalıktır. Burası da tanrıdan geldiğine,
seçildiğine inanılan, atanıldığına inanılan ya da babası, onun
112
babasının babası, babasının babası, babasının babası da kral
olduğu için orada oturan bir adam. Ne zaman seçim geldi
sistemin içine, toplum ve devlet ilişkisi yavaş yavaş bir anlam
kazanmaya başladı. Şimdi bu ilişkinin temel unsurlarına
anayasal sistem diyoruz. Bu anayasada ne diyor? Seçimler
serbest, eşit, gizli, tek dereceli, genel oy, açık sayım ve döküm
esaslarına göre yargı, yönetim ve denetimi altında yapılır. 18
yaşını dolduran her Türk vatandaşı da seçme ve
halkoylamasına katılma hakkına sahiptir. Ondan sonra şunlar
şunlar şunlar da oy kullanmazlar. Bu kadar. Hangi sistem
getirilmiş burada? Hiçbir şey. Hangi sistem acaba? Hatta son,
son derken ‘95’te şöyle bir şey eklendi: Seçim kanunları,
temsilde adalet, ve yönetimde istikrar ilkelerini de
bağdaştıracak şekilde düzenlenir. Demek ki ilkeleri belirliyoruz;
hangi seçim sistemi var ve birde hangi seçim sistemini
benimsediğini söyleyeceğiz. Temsilde adalet, yönetimde
istikrar ilkelerini bağdaştıracak biçimde düzenlenir diyor. Bu bir
ipucu veriyor şimdi. Hangi seçim sistemi? Ama ipucu geçerli
değil. Şimdi geri döneceğim oraya tekrar. Demek ki, ne diyor?
Bu hangi seçim sistemi? Şimdi açıklıkta bunu bir daha görmek
lazım. Diyor ki seçimler serbest olur. Ne demek serbest
olması? Yani herkesin seçimlere katılabilmesi demek. Şu
koşulları taşımak koşuluyla: belli bir yaşta olacak, kısıtlı
olmayacak, asker olmayacak, taksirli suçlardan hüküm
giymemiş olacak, ceza infaz kurumunda hükümlü olmayacak.
Demek ki herkesin oy kullanma hakkı var. İki, eşit olacak. Ne
demek eşit? Bir oy, bir kişi; bir kişi, bir oy demek. Farklı olur
mu? Tabi İngiltere’de, Avustralya’da, Zelenda’da, çok uzun
süre Fransa’da şu uygulandı: Soyluların oy hakkı daha fazla
olarak uygulandı. Bugün yok, eşit. Gizli ne demek?
113
Gideceksen bir yerde, kimse görmeden, baskı altında
kalmadan kullanacaksın. Tek dereceli ne demek? Bir kerede
oy kullanacaksın ve adamını belirleyeceksin demek. Eskiden
tek dereceli oyun olmadığı dönemler vardı. Mesela bizim 1876
anayasasının, o Talimatı Muvakata demiştim, orada da tek
dereceli değildi. İlk önce belirli ikinci seçmenleri seçerlerdi. O
ikinci seçmenler de otururlardı, seçilecek olan livaların
temsilcilerini seçerlerdi. Bugün iki dereceli seçimin uygulandığı
bir yer var. Artık biraz tek dereceliye dönüşmüş ama hangi
ülke? İki dereceli bir seçim sistemi uygulanıyor. Hep yaşıyoruz
da böyle balonlar atılıyor, biz de hep beraber izliyoruz, kim
seçilecek diye. Bir ülkede uygulanıyor. Amerika Birleşik
Devletleri’nde. Amerika Birleşik Devletleri’nde başkanı
seçerken iki dereceli bir seçim yapılıyor. Halk ilk önce gidiyor
ikinci seçmenleri seçiyor. Onlar gidiyorlar bir yerde toplanıp
başkanı belirliyorlar. Ama sistem değişti dedim. Çünkü ikinci
seçmenler zorunlu olarak kendilerini seçenlerin doğrultusunda
oy vermek zorunda olduğu için artık bir anlamda bu ikinci
seçmen olarak anlamını biraz yitirdi. Ama Türkiye’de böyle bir
şey yasak. Neden? Anayasasında diyor ki tek dereceli olacak.
İşte açık sayım döküm. Yani herkesin önünde açacaksın ve
sayacaksın. Bizim kanunumuz olağanüstü düzenlemeler
getirmiş. Bakmayın siz bizim kanunumuzun seçim
sistemimizin çok tartışıldığına ve kötü olduğuna, hakikaten
kötü. Ama neyimiz kötü? Seçim sistemimiz kötü. Oysa seçim
uygulamamız genelde birçok ülkeden daha iyidir. Neden? Çok
iyi düzenlenmiştir. ‘61 anayasası döneminden itibaren çok
önemli bir gelenek elde edilmiştir. O yüzden bu uyum yasaları
sırasında maalesef nasıl olduysa biz şöyle bir yanlışlığa
kapıldık. Haydi gidiyoruz, uyum yasaları, ne yapalım, ne
114
isterlerse çıkartalım derken Avrupalılar şöyle bir madde de
koydular. Seçimler için her seçimde uluslararası gözlemciler
gelip Türkiye’deki seçimlerin demokratik olup olmadığına
bakacaklar . Biz de bunu alkışlarla kabul ettik, muhteşem bir
madde diye. Ya dedik, saçmalamayın, bu ancak yeni
bağımsızlığına kavuşmuş ülkelerde olabilir, sömürgeden yeni
çıkmış. Adam anayasasına, yasasına böyle şey koyar mı gelip
bakacaklar diye? İşte şimdi yeni Sovyetler Birliği güdümünden
çıkan Kazakistan seçim yapıyor, gidiyor oraya bakıyorlar.
Hatta ilk başlarda seçimlerde şöyle çıkıyordu: 100 kişinin oy
kullandığı yerde 104 kişi başkana oy veriyordu. Böyle yerlerde
olur. Türkiye çok önemli bir geleneği olan bir ülke. Bazı yazılar
çıktı, Avrupa’dan mı korkuyoruz, gelsin baksınlar diye. Zihniyet
inanılmaz. Türkiye’de çok önemli bir gelenek vardır. Seçimlerin
temel hükümleri hakkındaki kanunu açın. Çok uzun bir
kanundur. Ama oldukça güzel bir kanundur. O kadar güzel
yapmış ki.. Seçimlerde mutlaka partilerden müşahitler vardır.
Onlar imzalamadan bu sistem kabul edilmez. İtiraz edebilirsin.
Hatta der ki oylamayı yapacağın zaman böyle bir salonda yap
der, hakim burada otursun der, sizler de burada oturun der.
Çok mu kalabalık? Bir ip çek der, bir ip. Bir ipi belirle, sen yine
bu tarafına geçme. Yani güzel, iyi seçimlerin dürüstlüğüne
ilişkin denetimi getirmiş güzel bir kanundur. Bakmayın, biz
bunu bilmeyiz. Yabancıları getirelim, onlar daha iyi bilirler
zannederiz ama, iyi bir kanundur. Hatta bir şey daha
söyleyeyim; seçimler sırasında, 1990’ların başında, 89’larda
Sovyetler Birliği yıkılınca Sovyetler Birliği’nin eski toprakları
içerisinde yaşayan devletlerden, cumhuriyetlerden 6-7 tanesi
birleşti. Moskova Üniversitesi de İstanbul Üniversitesi’ne geldi.
Ben o zaman İstanbul Üniversitesi’nde idim. Bunlar seçim
115
komitelerinde yer alan adamlar. Bunlara bir “seçim nasıl
yapılır” dersi verelim dendi. Yani istiyorlar. Çünkü ilk
seçimlerini yapmışlar, felaket. Adam 120 oy kullanmış. 200 oy
çıkmış sandıktan. Tabi rezillik derken, ben onları küçümsemek
için söylemedim. Kötü manasında söyledim. Ve geldiler
buraya, bir de Antalya efsane gibi anlatılıyor. Antalya’ya gittik.
Antalya’da İstanbul Üniversitesi’nden birkaç arkadaş var.
Antalya'da Ersin Kalaycıoğlu vardı ve birkaç kişi de
İstanbul’dan, İlhan Hoca da bunlardan biri. Biz bunlara seçimi
anlattık ve adamlar şaşırdı bizim sistemimize. Şaşırdı, sizde
şimdi, ilçe seçim kurulları var, il seçim kurulu var. Bunun içinde
hakim var. İktidar doğrudan doğruya atamaz mı adamı oraya?
Olmaz dedik. Allah Allah, dediler. Amma acayip iş
yapıyorsunuz dediler. Türkiye’de iyi bir seçimin temel
hükümleri hakkında kanun vardır. Birazdan seçim kanunu
hakkındaki sıkıntıları söyleyeceğim. Şimdi anayasamızdaki
sistem bu. Gizli oyla, açık sayımla, eşit, serbest. Peki hangisi
seçim sistemi? Peki hangi seçim sistemi olabilir, dünyada
hangi seçim sistemleri var ki bunlardan bir tanesi olabilir?
Dünyada, değerli arkadaşlar, hangi ülkeye bakarsanız bakın
farklı bir seçim sistemi uygulanmakta olduğunu görürsünüz.
Her ülkede farklı farklıdır ama esasında bunların sayısı sadece
ve sadece 2 tanedir. Yani bütün farklı seçim sistemleri
esasında iki tane temel seçim sisteminin uygulaması
niteliğindedir. Nedir bu seçim sistemleri? Biri nisbi seçim
sistemi, biri çoğunluk sistemidir. Nisbi temsil sisteminin özelliği
şudur: ne kadar oy, o kadar sandalye. Bir yerde 100 kişi mi oy
kullandı, prensip olarak, A partisi 30, B partisi 30, C partisi 30,
D partisi de 10 mu aldı? 3 sandalye varsa 10 tane sandalye
dağıtılacak, üç, üç, üç, bir olarak dağıtılır. Ne kadar oy, o
116
kadar sandalye. Ama tabi biz öyle bir uyguladık ki birazdan
söyleyeceğiz. Çoğunluk sisteminden bile acayip sonuçlara
varabildik uzun zamandır. İkincisi de çoğunluk sistemidir.
Çoğunluk sisteminin özelliği nedir? Çoğunluk sisteminin
özelliği de kim daha fazla oy almışsa, milletvekilliğini ya da
milletvekilliklerini o alır. Yani ilkinin ilkesi temsilde adalettir.
Temsilde adalet ne kadar oy aldıysan o kadar sandalyen
olsun. Öbürü ise bir yerde bir fazla oy aldıysan çoğunu sen al.
Bunun da adı yönetimde istikrardır. Birinin ilkesi temsilde
adalet, birinin ilkesi yönetimde istikrar. Bizim anayasamızda ne
diyor? Seçim sistemleri, temsilde adalet ve yönetimde istikrar
ilkelerini bağdaştıracak biçimde uygulanır diyor. Demek ki biz
öyle bir seçim sistemi uygulayacağız ki, hem temsilde adalet
olacak, hem yönetimde istikrar olacak. Yani hem biraz
çoğunluk olacak hem biraz da nisbi temsil olacak. Tabi bunu
yapabilen yok. Yaptığımızda çok inanılmaz sonuçlar çıktı.
Şimdi onu kısaca söyleyeceğim. Demek ki seçim kanunlarının,
seçim sistemlerinin en önemli unsuru budur. Uygulanacak
seçim sistemini belirleyeceksin. Nisbi mi, çoğunluk mu, ya da
bunların varyantlarından bir tanesi mi? Dünyadaki bütün seçim
kanunlarını açıp bakın. Her ülkede seçim kanunu var. Her
ülkede siyasi partiler kanunu yok ama her ülkede seçim
kanunu var. Bu seçim kanunlarının ayırt edici özelliği şu:
Birinci yaptığı şey seçimde nisbi temsil mi, çoğunluk mu
bunların hangisi düzenleyici onu düzenlerler. Bunu
düzenlerken de çok kısaca genel ilkeler üzerinde şöyle biraz
daha durayım. Nisbi temsilde farklı farklı uygulamalar vardır.
Barajlı nisbi temsil koyarsın, barajsız koyarsın. Mesela bizdeki
gibi dersin ki nisbi temsili kabul ediyorum, partiler arasında
dağıtılacak ama şu kadar oy almamış partiler bu sıralamanın
117
bu sınıflandırmanın içine girmesinler. Bunun adı ne? Bizim
ülkede uygulanan barajlı sistem. Biz bazen bunu ‘83
sonrasında hatta ‘86 sonrasında çok abarttık. O zaman sayın
Turgut Özal cumhurbaşkanı olmamıştı, hesapta adamı olduğu
için başbakanlıkta, seçimlerde baktı ki oylar gidebilecek, yani
yavaş yavaş oylar düşüyor. O zaman oturdular bir seçim
sistemi geliştirdiler ve bu seçim sistemi seçimlerden de 15 gün
önceye kadar çok tartışıldı. En son 15 gün önce Anayasa
Mahkemesi karar verdi ve dünyanın enteresan seçim
sistemlerinden birini uyguladık: çift barajlı ve kontenjanlı bir
sistem. Neydi çift baraj? Bir, genel baraj vardı. Genel baraj
yüzde 10’u aşmayan partiler bir kere kafadan dışarıda
bırakılıyordu. İkincisi, çevre barajı vardı. O da neydi? Bir yerde
3 milletvekili mi çıkıyor alınacak oyu üçe bölüyordun. Yani
yüzü üçe bölüyordun. Yüzde yüzün oylarından 33,3’den az oy
alanlara milletvekilliği vermiyorduk. Dolayısıyla şöyle oluyordu:
Genelde bir tek ANAP’ın 33,3’ü aştığı yerlerde, 32 alanların
hepsi dışarıda bırakılıyordu ve de üç milletvekilini nisbi temsil
olmasına rağmen 3’te 3 çıkartıyordu. Peki ya 7 milletvekili
olursa, yine aradan biri sıyrılır, ikisi sıyrılabilir. Onun da önlemi
alınmıştı. Kontenjan getirildi. Dendi ki bir tanesi kafadan atılır.
Altı ise beşe bölünür. O altı da en çok oyu alan partiye verilir.
Beş yüzde on gitti. Çevre barajı da gitti. Dolayısıyla diğer
partilere bir tane ancak kalabiliyordu. Ama adı nisbi temsil idi.
Şimdi çoğunluk sistemi de böyle nisbi temsil, iki barajlı, üç
barajlı uygulanabilir. Bunun üstünde sonra siz sorarsanız
tartışırız. Çoğunluk sisteminin de dünyada iki tane uygulanışı
vardır. Biri, İngilizler’in ve Amerikalılar’ın uyguladığı sistem, biri
de özellikle Fransızlar’ın uygulamaya başladığı ve bugün
dünyaya yayılmış olan sistem. İngiliz ve Amerikalılar’ın
118
uyguladığı tek turlu çoğunluk sistemidir. Tek tur. Gladyatör
savaşı gibi bir şey. Girersin ülke bölgelere, dar bölgeye ayrılır.
Her bölgede bir milletvekili çıkacaktır. Ve orda yoğun bir
kavgaya girerler. Diğerinden bir oy fazla alan milletvekilliğini
alır. Budur. İsterse tabi bunun sonucu şu olabiliyor: Varsayın ki
bir parti 577 bölgenin 577’sinde de bir tane oy çoğunluğu ile
aldı. Yani düşünün ki %50,01 oy aldı. Öbürü %49,99’la sıfır
milletvekili çıkartabilir. %50,1 oyla 577 milletvekilini de alır.
Böylesi de olur mu, insaf, hiç olmaz. Ama şu oluyor,
İngiltere’de son seçimlerde oldu. Daha önce çok oldu. Bir parti
çok oy almasına rağmen az milletvekili çıkartabiliyor. Neden
dar bölge sisteminden ve tek turlu çoğunluk sisteminden.
Çünkü tam bir gladyatör savaşı. Giriyorsun, çarpışıyorsun biri
kırılıyor. Fransızlar demişler ki sistem bu kadar da gaddar
olmasın. İki turlu yapalım. Nedir bu? Birinci turda insanlar
gitsinler oylarını versinler. Bu oyların eğer salt çoğunluğunu bir
parti alıyorsa bir aday seçilsin. Yani yüzde 50’nin üstünde oy
almış ise seçilsin ama yüzde 50’nin üstünde oy almamışsa,
isterse yüzde 49’da kalmış olsun, bir ikinci tur yapılsın. İkinci
turda çoğunluğu alan seçilsin. Böylece şu imkanı vermek
istiyor Fransızlar: Bir bakalım, 50’yi almışsa zaten tamam,
halkın yüzde 50’si bunu kabul ediyor demektir. Ama
almamışsa belki birbirlerine oy verirler. Çekilirler, güç birliği
yaparlar. Nitekim bariz örnekleri görülmüştür. Mesela Sosyalist
Parti ‘98 seçimlerinde ilk turda yüzde 33,3’le en çok oyu alan
parti olmuştur ülke genelinde. Fakat ikinci tura gelindiğinde
sağ partiler aralarında anlaşabildiler, dediler ki, burada senin
için çekiliyoruz. Burada senin için çekiliyorum. Sosyalistler ise
yanlarına yandaş bulamadılar. Ve ikinci turda yüzde 33,3’le
aşağılarda kaldılar. Sağ partiler iktidarı ele geçirdiler. Amaç
119
şunu vermek halka. Yüzde 50 aldıysa tamam senin adayın
budur almadıysan bir ikinci tur daha var. Aranızda anlaşın.
Koalisyon yapın görüşün. Yüzde 50’yi alabilecek bir adamı
bulun. Bulamıyorsanız 33’ü alan gene 1. olur. İktidarı alır.
Şimdi demek ki bir seçim sisteminin birinci özelliği budur. Nisbi
temsili çoğunluk sistemi bunu belirliyor. İki tane daha temel
unsur vardır. Dünyadaki bütün seçim sistemlerini açsanız
kanunlarını, bu ikisini görürsünüz. Bizde maalesef buna biraz
tepki vardır. Ve son derece sınırlı düzenlenmişlerdir. İkincisi
şu, adayların belirlenmesi. Seçeceğiz ya kimi seçeceğiz?
Adayların belirlenmesi. Maalesef partilerimiz bunu biraz
dejenere etti. Mesela şöyle söyleyeyim: İlk ‘83 seçimi askerlerin döneminde yapılan 83 seçimi yasası- daha sonraki
kadar anti demokratik değildi. Adaylar ön seçimle belirlenir
diyordu. Tabi askerlerin kafasında şu vardı. Bunu aynen
onların ifadesiyle söylüyorum. Siyasiler pencereyi kirletiyor.
Kirletmeyenleri belirlemek için ön seçimle gidelim. O gücü
ellerinden alalım. Siyasi partilerin ilk değiştirdikleri o oldu.
Hatta ‘86’da ‘87’de ön seçim yasaklandı. Bu Türk siyasetinin
hani kült denir ya veya tabu noktası, işte bu o noktalardan bir
tanesidir. Ben 2001 yılında bir siyasi partiler kanunu
hazırladım. Öneri hazırladım. Hatta TÜSİAD bunu bastırdı,
sundu. Ankara’da bir toplantı yapıldı. Bütün siyasi partiler,
2001’deki partilerle, bir toplantı yapıldı. Hatta bizim şimdiki Milli
Eğitim Bakanı’mız da o zaman Doğru Yol Partisi’nin Van
Milletvekili idi. O da katılmıştı. Ben bu adayların belirlenmesi
konusunun demokratik olmadığını, demokratik olması
gerektiğini, bunun için Amerika’yı keşfetmeye gerek
olmadığını, birtakım önerileri bunun için getirdiğimi
söylemiştim. Aşağı yukarı bütün partiler büyük bir tepki
120
gösterdiler. Dediler ki olmaz böyle bir şey. Oysa bana göre bu,
tabi sadece bana göre diyorum, tartışabiliriz onu, burası bir
Siyaset Okulu diye söylüyorum, Türk siyasetinin en kötü
yönlerinden bir tanesidir. Dünyanın hiçbir yerinde, Edirne’nin
bir ilçesine atanacak belediye başkan adayının, tek başına
elinde kalem, Ahmet olsun, Mehmet olsun, Hüseyin olsun diye
belirlenebildiği, bu yetkinin olduğu bir uygulamanın olmaması
gerekir. Tabi başka şeyler de var. Bir partiden ayrılıp diğer
partiye geçtiğinde ilk partide, ilk kontenjanda veya merkezden
gösterilememesi gibi bir öneri getirmiştik. Çünkü o paraşütle
inmeler artık Türk siyasetini allak bullak etti . Adam bir partinin
içinde yüzyıllarca çalışır. 10 yaşından başlar bilmem kaç
yaşına kadar gider. Sonunda bir bakarsınız seçime bir gün
kala partiden istifa eden adam, diğer partiye gelmiştir. Neden?
O daha garantidir. Bunların hepsinin değiştirilmesi gerekli diye
düşünmüştük. İkinci kilit, tabu noktası budur. Bir partinin seçim
sistemini düzenleyebileceği, kanunun düzenleyebileceği
üçüncü şey de şudur: Seçimlerin parasal denetimi nasıl
yapılacak? Seçimlerde harcamalar nasıl denetlenecek? Buna
ilişkin de Amerika’da, Fransa’da, İngiltere’de maddeler var.
Onlara benzer, ama yine de onlardan da biraz farklı olarak bir
sistem getirmiştik. O da çok etki yapmadı. Bizim partilerin
seçim denetimi yok. Efendim, yapmıyor mu Anayasa
Mahkemesi? Anayasa mahkemesi neyi yapacak? Binlerce işi
arasında belge üzerinden yapıyor. Hiç etkisi yok, hiç. Hatta
öyle kurallar koymuştuk. Bunlar Türkiye’de hep yaşandığı için
söylüyorum. Bir zamanlar Türkiye’de bir tane kanal vardı, TRT.
Sonra yanına bir de İnter Star televizyonu çıktı. Biz seçimlere
girdik. İnter Star televizyonunda ilk önce 15 dakikada bir,
sonra 5 dakikada bir, sonra, 1 dakikada bir, sonra da sırf o,
121
hadi bakalım eller, Mesut Yılmaz’ın propagandası, hiç
unutmayacaksınız. Haklı, tabi yapacak ama artık dakikada bire
döndü. Başka program yok. Bir dakikada bir, devamlı hadi
eller. Harika da bir seçim, herkes oynuyor hep beraber. Ben
tahmin ediyorum ki yüzde üçü dördü olmuştur. Peki bunun
denetimi var mı? Yok. Peki buna bir para ödüyor mu? Yok.
Televizyon, yok ağabey, ben onu sevabına yaptım diyor. Onu
sevabına yapıyor. Öbür partiye neden sevabına yapmıyor?
Ben tanırım, çok severim onu diyor. Böyle bir şey yok.
Dünyanın hiç bir yerinde olamaz böyle bir şey. Anayasa
Mahkemesi paralı reklamı iptal ettiği için böyle. Ben para
almıyorum, çok severim arkadaşı diyorlar. Böyle bir sevme
sevmeme unsuru değil bu. Bu bir demokrasi sorunu. Bir
dakika ona veriyorsan, bir dakika da öbürüne vereceksin.
Mecbur. Bunun parasal denetimini getirdik. Bir de milletvekili
ne kadar harcıyor bakalım. Ne harcıyor seçilirken? Bu
denetimler milletvekilliği düşürür. Fransa’da iki milletvekilinin
milletvekilliği düştü. Getir dediler ne harcadın. Tabanı aştın
dediler düşürdüler. Neden? Çünkü seçim adaleti var. Benim
elimde namütalait paralar var. Ben milyarderim, o parasız. Ben
seçileceğim o zaman. Böyle bir şey olabilir mi? İstediğim
televizyonda reklam da verebiliyorum. Bir dakikada bir
gösterebiliyorum. Bunun bir denetimi de yok o zaman. O
zaman ben seçilirim. Ben seçmenler, delegeler adamı paraya
göre seçer demiyorum. Para alıp seçerler demiyorum. Ama en
azından böyle bir imkan var. Dolayısıyla bunun denetlenmesi
lazımdı. Türkiye’de bunları açın, çok güzel kanunlardır ama
milletvekili seçimi kanununda bunlar eksiktir. Maalesef
düzenlenmemiştir. Oysa bunların çok iyi düzenlenmesi lazım.
Seçim nasıl yapılır? Nerden yapılır? Ne şekilde yapılır? Bunlar
122
çok ayrıntılı olarak düzenlenmiştir. Türkiye’de bu seçim
sistemlerinden hangileri uygulandı? 1876 anayasasından
itibaren Türkiye’de ilk başta bir iki dereceli çoğunluk sistemi
uygulanmaya başlandı. Daha sonra, esas 1960 sonrasında,
Türkiye’ye çoğunluk sistemi girdi. Fakat bu çoğunluk
sisteminin bir kötü yönü vardı. Listeli çoğunluk sistemiydi. Yani
bir yerde 10 milletvekili seçiliyor. Diğerinden bir oy fazla alan
10 milletvekilini de götürüyor. 15 milletvekili seçiliyor.
Diğerinden bir fazla oy alan parti 15 milletvekilini de götürüyor.
Çok büyük bir dengesizliğe yol açtı. Hele ‘57 seçimlerinde, ilk
başta Demokrat Parti CHP’ye inanılmaz farklar atıyordu.
Parlamento da ona göre anormal farklarla oluşuyordu. Neden?
Çünkü dediğim gibi bir yerde bir tane de olsa oy çoğunluğunu
alan milletvekillerinin tamamı listeyi kaplıyordu. ‘61 buna bir
tepki olarak doğdu. Tepki olarak diyorum bunu da bir parantez
içinde söyleyeyim, değerli arkadaşlar, bizde bir laf vardır
böyle: tepki anayasası. Bu tepki kanunu. Dünyada tepki
anayasası olmayan hiçbir anayasa yoktur. Neden? Çünkü
bütün anayasaların dünyada hatta yasaların bile diyebiliriz, iki
tane altın değişmez kuralı vardır. Biri eski döneme tepki
duyarak gelmiştir. Zaten güllük gülistanlık olsaydı eski dönem,
yeni anayasa yapmaya ne gerek vardı? Bir şey olmuştur farklı,
tepki duyarak onu değiştirmeye yönelir anayasa. Mutlaka
hafızalı rejimlerdir anayasal rejimler. Hafızalı rejimlerdir. Eskiyi
hatırlar. Ona göre düzen getirir. Dünyanın her ülkesinde. İkinci
altın kural da, o anayasayı yapan güçler dengesi ya da
dengesizliği ne şekilde ise anayasayı o yapsın. O yapsın
mutlaka. O güçler dengesi devam ediyorsa anayasa devam
eder. Bugün Fransız anayasası bizim anayasamızdan iyi.
Bizde, ‘82 anayasası çok kötü bir anayasa, rezil anayasa,
123
dünyada örneği görülmemiş. Açın bakın ‘82 anayasasını.
Elimize gelen bir tane temel hak ve özgürlük maddesi yok. Ne
güvencesi, ne koruması, tek bir tane güvence maddesi yok.
1958 Anayasası’nda Cumhurbaşkanı’na acayip yetkiler
vermiş. 1958 Anayasası Cumhurbaşkanı ile Başbakan, Meclis
arasındaki
ihtilaflara
çözüm
getirememiş.
Anayasa
Mahkemesi’ni komik bir durumda ilk başta düzenlemiş. Neden
eskiyi hatırlamış getirmiş? Ama Fransız Anayasası’ndaki o
denge bozulmadığı için bugüne kadar geldi 1958 Anayasası.
Oysa biz ‘61 Anayasası’nı hazırlattık. Kime hazırlattık?
Demokrat Parti yaptı. Onun devamındaki partide yaptık. CHP
hazırladı. İlk seçimde CHP iktidarı kaybetti. Denge pat dedi
bozuldu. O anayasanın bozulması mümkün değildi. Anayasa
kötü olduğundan mı, hayır, dengeye dayalı, güçler dengesi
yansıtacak ya da yansıtmayacak. ‘60 sonrasında tepki olarak
oradan geldi. Tepki olarak nisbi temsil kuruldu. Saf nisbi
temsil. Ne kadar oy, o kadar sandalye. O kadar ileri götürdük
ki, ‘68 seçimlerinde milli bakiye sistemini uyguladık. Yani
küçük partilere daha fazla oy verdik. Artık oyları topladık.
Milletvekili çıkartamamış partilere dağıttık. Türkiye İşçi Partisi,
Türkiye’de ilk defa, 15 milletvekili çıkarttı. Öyle bir nisbi
temsildi ki, hatırlayacaksınız, ‘77 seçimlerinde Ecevit yüzde 42
oy aldı. Çoğunluğu sağlayamadı. 42 ye 42 tam nisbi temsil. 42
oy mu aldın 42 sandalye alırsın mecliste. Böyleydi. Ve bu da
çok hoş değildi. İyi değildi, değiştirdik. Yunanlılarda da iyi
değildi, Yunanlılar da değiştirdi. ‘83’te neye geçtik? Yine nisbi
temsil. Bir barajlı nisbi temsil. Ne barajı? Yüzde 10 barajı.
‘86’da iki barajlı ve kontenjanlı nisbi temsili devam ettirdik.
Daha sonra ‘91’de Anayasa Mahkemesi ilk defa kontenjan
sistemini iptal etti, ve ‘95’te de çevre barajını iptal etti.
124
Anayasa’ya aykırı buldu. O günden beri tek baraj sistemini
uyguluyoruz. O günden bugüne tek barajlı yani yüzde 10
barajlı bir seçim sistemi uyguluyoruz. Şimdi de tartıştığımız bu
barajı daha da küçültme. Düşürmeyelim mi? Ne yapalım bunu
tartışıyoruz. Demek ki Türkiye’de genelde çoğunluk sistemi
çok başarılı olmadı. Nisbi temsil sisteminde de çok başarılı
olduğumuz
söylenemez.
Çünkü
memnunsuzuz.
‘80
sonrasında da memnunsuzduk. 2000’lerde de memnunsuzuz
ama memnunsuz olmamızın tabi bir nedeni de var. Sonuç
itibarıyla oldukça kötü bir durum ile karşı karşıyayız. Nisbi
temsili uyguluyorum diyen bir ülkede yüzde 50 aşağı yukarı
oranındaki oyun parlamentoya hiç yansımamış olması bir nisbi
temsili en azından nisbi temsil anlayışından tamamıyla
uzaklaştıran bir sistem. Bu sistemi bugünkü siyasi partiler mi
getirdi? Hayır ama sistem kötü bir sistem ve öyle bir nisbi
temsil ki yüzde 30 oyla icabında yüzde 35 oyla, parlamentoda
onun çok üstünde bir parlamenter çıkartabilme imkanınız var,
koşullar yerine gelirse. Nitekim son örnekte görüldüğü gibi.
• Yıllardır Türkiye Milletvekilliği diye bir şey duyarız. Bu
pratikte uygulanabilecek bir şey midir? Doğru bir şey
midir?
(BATUM) Türkiye Milletvekilliği şunun için getirilen bir şeydi:
Partiler her zaman şöyle bir ayırım yaparlar aralarında. Ben bu
ayrıma esasında karşıyım. Bir siyasette uzun zamandan beri
çalışan, uzun zamandan beri uğraşan, bunun püf noktalarını
iyi bilenler, delegeleri daha fazla bilenler başarılı olurlar.
Partilerde de hep şöyle bir şey vardır. Bir de çok başarılı, çok
yetenekli insanlar var, biz bunları bir şekilde parlamentonun
125
içine atalım. O yüzden merkez yoklaması ile başka
kontenjanla adamlar getirirler. Birinci sırada da kontenjan
koyarlar. Bunların şahikasından bir tanesi sayın Tansu
Çiller’dir. A takımı diye bir şey getirmişti. Beş altı kişiyi A takımı
diye yerleştirdi. Bakıyorsunuz olağanüstü kendi alanlarında.
Ben bunların siyasette çok başarılı olduğu kanaatinde değilim.
Böyle bir tür kelaynak kuşu gibi onlar oturur parlamentoda, bir
ay sonra sıkılırlar. Gel git, parmak kaldır indir filan. Bana göre
bu, sistemi düzenleyen bir şey değil. Ha milletvekilinin seçimle
gelmesi, seçimle derken, o adayın belirlenmesindeki nedenin
çıkması daha önemli bir unsur diye düşünüyorum. Daha
demokratik bir unsur ama bu husus siyasi partileri hep meşgul
etti. Şöyle meşgul etti. Biz böyle yapınca, partilere
parlamentoya bir türlü değerli insanlar -tırnak içinde
söylüyorum- değerli insanlar giremiyor. O zaman biz
Türkiye’nin ihtiyacı olan değerli insanları bir şekilde
parlamentonun içine atalım. Nasıl atalım? Türkiye
milletvekilliği diye bir şey koyalım. Bunlar ayrı bir kontenjandan
belirlensin. Adam, oy kullandığında kullandığı oya göre, aldığı
oy oranında bir de Türkiye milletvekilliği belirleyelim. Anayasa
Mahkemesi haklı bir gerekçe ile Türkiye milletvekilliğini iptal
etti. Biz de Türkiye milletvekilliği diye ayrı bir milletvekilliği
getirilmişti,onu iptal etti. Bana göre de iptal etmesi zorunluydu.
Ama tekrar söylüyorum, bu Türkiye milletvekilliği çok tartışılan
bir şeydir. Prensibi budur. Tartışılan derken, bu aspirin gibi her
derde deva ileri sürülen bir şeydi. Yani bu parlamentoya
değerli insanlar, tekrar tırnak içinde söylüyorum, girmiyorlar.
Biz bunları bir şekilde böyle parlamentoya, siyasete fazla
bulaştırmadan içeri atalım. Bana göre bu iyi bir şey değil. Yani
parlamentonun tabiki değerinin yükselmesi lazım ama bunun
126
için önemli olan şu esastır: Orada oturan adamın oturduğu
yerin Türkiye Cumhuriyeti’nin Parlamentosu olduğunun
bilincinde olması lazım. Biz parlamentoyu zaten 10, 20 yılda
bir ortadan kaldırmışız. İkincisi oraya gelirken adam biliyor ki
ben liderle iyi geçinirsem hep orda olurum. Hatta bir şey daha
söyleyeyim. Adını da vermeyeceğim ama bu partilerle bu
görüşme tartışılma yapılırken bir tane milletvekili vardı. Çok da
değerli insandı . Dört dil bilir, beş dil bilir. Şimdi bu atanmanın
işini söylediğimde en çok o karşı çıktı. Olmaz böyle saçma
şey, dedi. Ben dedim ki tabi olmaz. Ya biz bunları biliyoruz
zaten dedi. Ne anlatıyorsunuz bunları dedi. Niçin getirdiniz
bunu dedi. Ben de onun üzerine dedim ki, tam sizin gibi
değerli milletvekilleri için getirdim. Ön seçime girip son sırayı
alan ama lideri tarafından birinci tarafa çıkartılmış milletvekili
adayları, değerli milletvekilleri adayları için getirdim dedim.
Orası karıştı tabi ki, onun da hoşuna gitmedi, sonra dediler ki
böyle yanlış anlaşıldı. Şimdi bu bana göre, Türkiye
milletvekilliği olur ama kelaynak kuşu gibi kalmasının da bir
esprisi yok. Hep kendimden örnek veriyorum. Bir gün
partilerden bir tanesi bana; seni genel idari kurula sokalım dedi
ama epey oldu. Ben dedim ki, peki ne yapacağım. Ben
İstanbul’dayım, üniversiteden, öğrencilerden, öğrencilerle
beraber olmaktan çok memnunum. Gelmenize gerek yok
zaten, orda kalın dediler. Yani bir koltuk olacak orda. Profesör
oturttuk diyecek adam oraya ve de orda kendince iş yapacak.
Düşününce, bana göre Türkiye milletvekilliği de bunun biraz
daha tatlı bir versiyonu. O bakımdan Anayasa Mahkemesi iptal
etti. Ben karşıyım. Ama diyorum ki böyle kesin olmaz diye bir
şey yok. Bunu Anayasaya’ya uygun bir sistemde
getireceksiniz ama dediğim gibi Türk siyasetinin en önemli
127
eksiğini gidermez. Gidermeyeceği en belirgin olarak Tansu
Çiller’in getirdiği parlamentoda gözüktü.
• Cumhurbaşkanlığı süresi ile parlamento seçimi süresini
birleştirmenin mantığı doğru mudur? Bence doğrudur.
Cumhurbaşkanı’nın, milletvekilleri seçimleri ile beraber
halk tarafından seçilmesini bağdaştırır mısınız? 1924
anayasası, 1961 anayasası, 1982 anayasası ve bugün
Türkiye yeniden anayasayı tartışıyor. Bir anayasa
yapılırken, size göre -anayasa profesörüsünüz- hangisini
temel almak Türkiye için daha yararlı olur?
(BATUM) Siyaset Okulu’nda da Hukuk Fakülteleri’nde de
söylediğimiz hiçbir şeyin tek doğrusu kesinlikle yok. Zaten
hukukun tek doğrusu yok. Bir prizma gibi herkes ne tarafından
bakıyorsa kendi tarafını görüyor. Önemli olan bu farklılıkların,
bu farklı görüşlerin belli platformda söylenebilmesi, insanların
da bunlardan hangisi hoşuna gidiyorsa veya kendi bilgisine,
görgüsüne, düşüncesine uygun geliyorsa onu seçmesi. Ben
Türkiye’de denenmiş şeyleri tekrar tekrar denemenin çok
yararı yok diye düşünüyorum. Parlamenter rejimin özelliği
şudur: Cumhurbaşkanı çok yetkili değildir. Esas yetkili olan
başbakandır. Cumhurbaşkanı’nın sadece yürütmenin başı
olarak onu denetleme ve bir anlamda frenleme gücü vardır.
Nerden çıkmıştır bu frenleme gücü? Bundan 250-300 yıl önce
Montesquieu şöyle dememiş mi? “Ezeli bir tecrübe ile sabittir
ki elinde kuvvet bulunduran onu kötüye kullanmaya meyleder.”
O günden bugüne çağdaş, liberal, demokratik anayasa
hukukunun hiç istisnasız bir ilkesi olmuş. Kuvvetleri birbirinden
ayırabilmek mümkün olduğu kadar, yasamayı, yürütmeden
128
ayırmak, yargıyı ikisinden ayırmak, mümkünse yasamayı iki
tane organ olarak birbirinden ayırmak. Senato, temsilciler
meclisi gibi, heyecanla bir anda iş yapmasın diye. Bugün çıktı,
yerel yönetimleri onlardan ayırmak. Sivil toplum örgütlerini
ayırmak. Amaç budur, çoğulculuğu yaratmak. Bu çoğulculukta
ne olacak? Anayasanın verdiği şeylere göre başbakan mı
yönetecek? Veya Amerika’da başkan yönetecek. Başbakan
yönetirken cumhurbaşkanı biraz onu denetleyecek. Yargı tam
denetleyecek. Sistemin özü buna dayanmıştır. Bizde bu tam
algılanmaz. Bizde denir ki; Cumhurbaşkanı nereden çıkıyor
kardeşim. Biz istediğimizi yaparız. Hatta bizim Meclis
Başkanımız da, bana göre tekrar söylüyorum, onu hiç
anlamadığını gösterdi dedi ki: Ben Meclis Başkanıyım,
istediğimi yaparım bunlar ne oluyor? Halbuki öyle değil. Onlar
orda, yoksa bir meclis seçerdik, başka kimseye de gerek
kalmazdı. Bunlar hepsi o meclisi frenleyebilsin diye. Meclis
kanun yapsın; öbürü, hukuk, insanlık, demokrasi filan
çerçevesinde kalmasını denetlesin. Başbakan iş yapsın;
öbürü, Sayın Başbakan burada bir hata var, bunu
imzalamayayım ben desin. Denetlesin, güç tek elde
toplanmasın. Şimdi bu güçleri aynı elde topladığınız takdirde
hep sıkıntı yaşanmıştır. Hele Türkiye gibi ülkede yargı var mı?
Var. Yani bir Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu ile çok iyi
hakimlerimiz var ama çok ciddi bir hakimler denetiminin
olduğunu söyleyebilmek mümkün değil. İki, sivil toplum
örgütleri var mı? Baskı, sıfıra yakın. Yerel yönetimler var mı?
Var sıfıra yakın. Zavallılar ne yapsınlar? Zaten ne yapacağız,
herhangi bir denetleme işlemleri yok. Peki kim denetleyecek
birbirini? O arada eğer bunları da aynı ele toplarsanız sıkıntılar
yaratır. Başka ülkelerde toplayabilir miyiz? Eğer bunu
129
hakikaten yargının çok güçlü olduğu Amerika’da toplarsan
topluyorsun. Toplayabiliyorsun, ama yargı çok güçlü. Koskoca
Amerikan Başkanı Clinton’u, hırsızlık yaptı falan diye bile
değil, Monica Lewinsky ile beraber oldu, halka da yalan
söyledi diye, dünyanın en güçlü başkanını yargı denetledi.
Oturttu böyle karşısına, söyle dedi. Adam ezik büzük, kusura
bakmayın, yanlış yaptım dedi. Kusura bakmayın. Şimdi
düşünebiliyor musunuz? Bizde öyle oturtacak, maalesef
iktidardan düştükten sonra yapabilir ancak Yüce Divan. Şimdi
öyle bir ülkede, cumhurbaşkanının görev süresini mecliste
aynı süreye koyduğunda, 1950-60 arasında olan olur. Her
meclis haklı olarak kendi milletvekilini seçer. Kendi başkanını
seçer. Her başkan da o meclisin başkanıdır. O başkan, ya
cumhurbaşkanı ya o partinin lideri olur. Sayın Turgut Özal
örneğinde gördüğümüz gibi bütün ipleri yanına alır. Amerikan
Başkanı ile görüşmeye gittiğinde Cumhurbaşkanı, Başbakan’a
sen kenarda bekle bakayım der. Anayasal sistemin tamamıyla
dışında Dışişleri Bakanı’nı içeri sokmaz. Bunlar hatıralarda
var. Çık dışarı der. Ya da o partinin lideri olmaz. Bir
cumhurbaşkanı gene ne imzalayayım sayın başbakanım, ne
yapayım der durur. Oysa Türkiye’de bu olduğu için Türkiye ‘61
anayasasında bunu değiştirme yoluna gitmiştir. Demiştir ki
birini 4 yıl yapayım. Birini 7 yıl yapayım. Birinin yetkilerini tam
belirleyeyim, öbürünü belirlemeyeyim. Birinde ilkokul mezunu
olmak, yani Türkçe okuma yazmak yeterli olsun, öbürünü
yüksek tahsilli yapayım. Birini senatodan çıkartayım. Niçin
yapmış bunu? Bunları birbirinden ayırmak için yapmış. Ben
bunun tekrar aynı elde toplanmasının Türkiye açısından
yaşadığımız bitmiş unutulmuş tartışmaları tekrar geri
getireceğini tahmin ediyorum. Türkiye’nin bunlara ihtiyacı yok.
130
Yani böyle tartışmalara ihtiyacı yok. Türkiye derhal ciddi yollar
almak zorunda. Fransa bunu çok yaşadı. Fransa gibi bir
ülkede ki Cumhurbaşkanı güçlü, Başbakan seçilmiş gelmiş o
gün. Cumhurbaşkanı dedi ki imzalamıyorum kardeşim yürü
dedi. Fransızlar buna ne getirdiler? Oturdular, anayasamızı
tamamen değiştirelim demediler. Kuabilitasyon dedikleri
yöntemi getirdiler. Türkiye böyle bir anayasa ile kuabilitasyon
yani beraber oturma sistemini yapamayınca sonunda boş
verin siyasal iktidar kimi istiyorsa onları seçsin, onları atasın,
onları getirsin, kendi yürütsün işini dedi. Bunu demeyi ben
Türkiye’nin birikimine uygun görmüyorum. Bana göre efendim
24, 61, 82 tekrar söylüyorum çok tartışmalıdır. Ama liberal
demokratik sistemi, liberal demokratik, insan haklarına dayalı,
bireyin ön plana çıktığı bir hukuk devletini kim daha iyi
gerçekleştiriyorsa o anayasa bana göre en iyi anayasadır. Ben
bakıyorum 1961 Anayasası, bu demokratik liberal, insan
haklarına dayalı hukuk devletini daha iyi yansıtıyor gibime
geliyor. Anayasa Mahkemesi’ni ilk defa o getirdi. Yargı
denetimini ilk defa o getirdi. Sivil toplum örgütlerini ilk defa o
getirdi. Özel kuruluşları ilk defa o getirdi. Bana göre iki meclisi
o getirdi. Bana göre 1961 anayasası çok iyi bir anayasaydı.
İşlememesi son derece normaldir. Tekrar söylüyorum, güçler
dengesini yansıtmadığın sürece o anayasanın yürümesi
mümkün değildir. Bugün anayasamıza açın bakın. Hiçbir
yerde partilerin içişleri liderlere bağlı olur diye yazmaz. Ne
yazar? Tam tersine çok demokratik olacaktır diye yazar.
Bugün hiçbir partinin çok demokratik olduğunu görmezsiniz.
Neden? Çünkü yazdığınız kuralla güçler birbirine uymaz. İşte
‘61 anayasasının ortadan kalkması kötü bir anayasa
olmasından
değildi.
O
güçlerin
birbirleri
ile
131
örtüşmemesindendi. Bir yerde haklıydı Adalet Partisi. Diyordu
ki bu anayasayı ben yapmadım. Bu anayasayı bana karşı
yaptın. Beni sokmadın söz söyletmedin. Demirel ilk gününden
şunu diyordu . Bu anayasa ile ülke yönetilmez. Haklı mı, haklı
kendine göre. Ama anayasa var, o yüzden uygulanamadı.
Dünyanın hangi ülkesinde çoğunluğu eline geçiren bir akım, o
anayasanın yapılışında dışlanmış olursa veya bu anayasa ile
bu ülke yönetilmez derse, o ülke, o anayasa ile yönetilmez.
Bakın Fransızlar şimdi bir şey taktılar kafaya. Fransa
anayasası çok acayip, Avrupa çok mu kötü? Diğerleri kabul
ediyor. Fransızlar dediler ki bu anayasayı biz istemedik.
Reddedeceklerdi, bu, o anayasanın çok kötü olduğunu kabul
eden diğer ülkelerin salak olduğunu mu gösteriyor? Hayır.
Fransızlar buna dediler ki siyasi akım olarak biz bunu
beğenmedik, yaşaması mümkün değildir.
• Bir milletvekilinin milletvekili olmadan önceki suçundan
dolayı
dokunulmazlık
zırhını
muhafaza
etmesi,
dokunulmazlık zırhına girmesi anayasal bir hak mıdır?
(BATUM) Seçilmeden önce soruşturmasına başlanmamış
olmak kaydıyla. Dokunulmazlık bizde böyle. Yani eğer
milletvekili olursanız hakkınızda açılmış soruşturma yarıda
kalır, daha sonra işlerseniz de hakkınızda soruşturma açılmaz.
Bu Anayasa’nın bir düzenlemesi. Bu düzenlemenin çok geniş
olduğu kanaatindeyim ben de. Ben, milletvekilini sadece ve
sadece tutuklanmaktan, göz altına alınmaktan, suçüstü
prosedürünün uygulanmasından, ve diğer kişi özgürlüğünü
ortadan kaldıracak güvenlik tedbirlerine çarptırılmaktan muaf
tutulması dışında soruşturmanın yapılması kanaatindeyim.
132
Ağır cezalık ve suçüstü hali olursa ayrı, ama ben bunun
dışında da milletvekilinin sorgulanabilmesi, milletvekilinin
soruşturulabilmesi gerektiği kanaatindeyim. Bizdeki uygulama
geniş bir dokunulmazlık veriyor. Bunun böyle devam etmesi
gerektiğini savunanlar şunu söylüyorlar: Bunların içlerinde
milletvekilleri de var. Diyorlar ki, bizde yargı bağımsız değil ki.
Bizi iktidarın gücüyle alır içeri atar adamlar veya hakkımızda
soruşturma
açarlar.
Dikkat
edin,
bunu
söyleyen
milletvekillerinin olduğu bir ülkenin, hukuk devleti olduğuna
inanıyoruz ve öğrencilere onu anlatıyoruz. Ve bizler de hukuk
devletinde yaşadığımızı zannediyoruz. Halbuki o yöneten
milletvekili, burada hukuk devleti olmadığı için ben bunu
değiştirmem diyor. Biz de bu yaman çelişkinin farkına
varmadan devam ediyoruz. Ama dediğim gibi Türkiye bunu
aşacaktır. Çok önemli birikimi olan bir ülkedir. Yavaş yavaş o
hukuk devletini de milletvekili dokunulmazlığını da, bir takım
yalan yanlış şeyleri de ortadan kaldıracaktır diye
düşünüyorum. Çünkü Türkiye önemli, büyük, birikimli, çok
birikimli bir ülkedir. Fransızlar kendilerine laboratuar ülke
derler . Biz 20 tane anayasa yaptık. Türkiye Bugüne kadar
1808’den başlayarak bir sürü anayasa 1808, ‘39, ‘61, ‘76,
1909, ‘21, ‘24, ‘61 ve ‘82 ve bunun dışında da çok temel 1971
ve 2001 değişiklikleri gibi neredeyse yeni bir haklar sistemi
düzenleyecek kadar önemli anayasalar ve anayasal belgeler
yapmış bir ülkedir. Bunun birikimi, biz beğenmesek de
istemesek de farkına varmasak da karşımızdadır diye
düşünüyorum.
133
134
Faruk ÇELİK
“Türkiye’de Siyasi
Parti Yapılanması”
135
Sizlerle beraber olmaktan duyduğum memnuniyeti
ifade etmek istiyorum. Şimdi Siyaset Okulu diye duyunca;
“Allah Allah, siyasetin okulu olur mu?” dedim. Bu nasıl bir şey;
benim bildiğim siyasetin okulu olmaz. Siyasetin okulu yok diye
bize öğretildi veya biz siyasi yaşamımızda siyaset okulu
deneyimlerinden istifade ederek gelemedik. Farklı yerlerden
geldik. Şimdi 1989 seçimlerinde Bursa’da adayım, yeni
ismimiz çıkmaya başlamış. Arkadaşlar da merak etmişler,
Bursa’nın merkezine davet ettiler. Dediler ki buyrun orada
konuşma yapın. Gittik, büyükçe bir köy ve o köyde kalabalık
bir kahve de konuşmaya başladık. Konuşurken Osman
Gazi’den başladım, Orhan Gazi’nin Bursa’yı fethine geldim.
Işıklar Askeri Lisesi’nin bahçesine gelip Bursa’ya bakışını
anlattım. Ve Osman Gazi, ben eğer Bursa’yı fethedemezsem oğluna vasiyette bulunuyor- karşıdaki tepeye beni
defnedersiniz, götürürsünüz diyor. Düşünün, Osmanlı’nın
kuruluşu, Bursa’nın fethinden başladık; nereye geleceğiz,
bugüne geleceğiz. 700-800 yıllık bir tarihi özetlemeniz
gerekiyor. Fatih’i atladık, geliyorum geliyorum; fakat karşıda
kazan sobalar vardır köyde. O sobanın yanında kasketli bir
adam, böyle yan yan bakıyor. Tam bana doğru oturmuyor.
Yan bakarak beni izliyor. Ben de huylanıyorum aslında,
hoşuma gitmiyor, çünkü ilgisi hoş değil. Ne olacak dedim.
Biraz daha devam edince, 1700’lerde dururken dedi ki; be
oğlum, sen ne anlatıyorsun. Domatesleri, traktörlerle götürüp
dereye devirdik, domates satamadık, sen bilmem tarihten
coğrafyadan bahsediyorsun. Şimdi tabi kahvede bir sessizlik
oldu, cümleyi nasıl tamamlayacağımı da şaşırdım. Ama bir
şekilde toparladım ve oradan ayrıldım. Bence çok ciddi bir
siyaset dersiydi benim için. Oturdum dedim ki bu işin okulu
136
mahalle, köy, kahve, vatandaş, insan ve ondan sonra halkla iç
içe olma, halkın sorunlarını birebir alma ve halkla diyalog
neticesi sonunda problemlere çözüm üretme çabası içinde
olma. Yani bize siyaset okulu olmalı mı diye sorulur idi. Biz
dedik ki siyaset okulu olmaz. Siyaset okulu; halkın içinde,
halkın arasında elde edeceğiniz birikimler ve onlara
üreteceğiniz çözümler veya halkla birlikte düşünebilme, halkla
birlikte çözüm üretebilme işidir. Söyledik ama zaman değişmiş
tabi. 1989’dan 2005’e geldik. Bu süre içersinde böyle bir
girişimi saygıyla karşıladığımı, takdirle karşıladığımı ifade
etmek istiyorum. Mutlaka işin bilimsel yönü de olmalı. Bu
bilimsel yönüyle birlikte de mutlaka hatıralar da ortaya
konacak. Onlar da aynı zamanda bizi mahallelere, köylere
götürmüş olacak.
Değerli arkadaşlar, bana konu olarak Türkiye’de siyasi
parti yapılanmalarını vermişler. Siyasi parti yapılanması önemli
bir konu. Ve zor bir konu; hele siz siyasetin içinde iseniz bu
konuyu anlatmak çok daha zor. Objektif olursak, şimdi deseniz
ki ben doğruyu konuşacağım; o zaman mevcut durumunuzla
bir çelişki arzediyor konu. Hayır, siyasi yapılanmalarda mevcut
durumu savunacağım dediğinizde de gerçeklerle çelişki
arzedeceksiniz. Çok zor bir olay bir siyasetçi için, siyasi parti
yapılanmalarını ve Türkiye’deki siyaseti konuşmak; ama bir
çıkış kapısını da mutlaka bulmamız gerekiyor. Temel birgün
bir lokantaya girer. Lokantadan çıkmadan der ki bana hesabı
kitabı getirin. Hesabı kitabı getiriyorlar; bakıyor ki çok yüksek
bir rakam. Beklemediği bir fiyat geliyor. Kim diyor lokantanın
sahibi, çağırın gelsin. Garson gidiyor, lokantanın sahibine
haber veriyor, geliyor adam; tabi halk tabiri ile çam yarması bir
137
adam. İri yapılı, 2 metre boyunda. Temel şöyle süzüyor,
bakıyor. Ne istiyorsun kardeşim diyor lokantanın sahibi. Diyor
ki fiş getirdiler ama altında kdv’yi ilave etmemişler. Şimdi bizde
zor bir konu, karşımızdaki arkadaşların da çok deneyimli
olduğunun bilincindeyiz. Aylardır da bu programları
yapıyorsunuz. Uzaktan duyabildiğimiz kadarıyla enteresan
sorularla da insanları terletiyorsunuz. Ama bu zor konu
içerisinden Temel gibi bir çıkış noktasını bulacağız inşallah ve
yara bere almadan buradan ayrılacağız.
Şimdi efendim, insanlık, yönetimde en iyiyi aramanın
çabası içerisinde olmuş. Ve bunu hep sorgulayarak gelmiş
bugüne kadar. Nasıl bir yönetim olmalı ki mükemmel yönetim
olsun? Yıllarca uğraşmış ve ilk insandan bugüne, krallıklar,
şahlıklar, sultanlıklar, hakanlıklar, önderlikler adı altında, tek
kişi yönetimi altında, tek kişinin diktatöryası altında çok acılar
çekerek, çok deneyimler elde ederek bu noktalara gelmiştir
insanlık. Ve seçtiği yöneticilerle de acılarını bir nebze olsun
dindirme noktasına ulaşmış. Demokratik yönetim, en iyi
yönetim olarak değil ama en az kusurlu yönetim olarak bugün
insanlığın ulaştığı yönetimdir. En az kusurlu diyorum; çünkü
doğrudan demokrasi imkanı yok. Bugünkü şehirler ve bugünkü
nüfus açısından, bugünkü yapılanma açısından, sosyolojik
açıdan
baktığınız
zaman
doğrudan
demokrasiyi
gerçekleştirme
imkanı
olmadığından,
yani
temsili
demokrasiden dolayı demokrasiye dört dörtlük bir sistem, dört
dörtlük bir yönetim anlayışı deme şansını maalesef elde
edemiyoruz. Çünkü hemen karşımıza şöyle bir soru çıkıyor.
Acaba temsili demokrasi ne derece vatandaşın taleplerini
gerçekleştirme konusunda başarı elde ediyor? Bizler
138
seçilmişiz. Sizler adına iş yapıyoruz. Ama ne derece biz siziz?
Biz siz miyiz, değilmiyiz konusu demokrasinin bir açığı, açık
kapısı olarak öteden beri sorgulanıyor. Bunu kapatmak için
referandum müesseseleri anayasamıza konmuş. Çok önemli
konularda halka gidilerek bu açık veya demokrasinin bu az
kusurlu tarafının kapatılma çalışmaları yapılmaktadır. Aynı
zamanda demokrasi bildiğiniz gibi çoğunlukçu bir sistem değil.
Çoğunlukçu bir yönetim anlayışı değil. Çoğulcu bir yönetim
anlayışıdır. Yani demokrasi, demokratizm değildir.
Böyle bir girizgahı yapma ihtiyacını neden duydum? Siyasi
partiler demokrasilerin vazgeçilmez unsurlarıdır. Bunların
yapılanmaları demokrasinin varlığı ile mümkündür. Demokrasi
demek ki ulaştığımız en az kusurlu sistem, en az kusurlu
yönetim anlayışı. Bu anlayışa ulaşmışız ve siyasi partiler de bu
sistemin vazgeçilmez unsurları. Ve bunların yapılanmaları
konusunu işleyeceğiz. Bu anlamda siyaset, siyasi partiler ve
seçim çok önem arzediyor. Şimdi siyasi partilerin
yapılanmaları ve siyasi partileri tarihsel olarak iki dakika içinde
özetlemek istiyorum. Tarihi olarak ilk siyasi örgütlenmeler,
Osmanlılar’da 1839 Tanzimat Fermanı ile birlikte başlıyor.
1878’e kadar cemiyetler adı altında çeşitli siyasi oluşumlar
meydana geliyor. 1878’de İstibdat dönemi, meclis kapatılıyor
ve 1908’e, İkinci Meşrutiyet’e kadar da yine siyasi
yapılanmalar devam ediyor ama zemin bulamadıkları için ya
yurtdışında yapılanmalar ya da yurt içinde gizli örgütlenmeler
şeklinde devam ediyor. İşte yeni Osmanlılar Cemiyeti,
Ferayiler Cemiyeti gibi sayabileceğiniz onlarca cemiyet gerek
1878 öncesinde gerekse 1878 sonrasından 1908’e kadar
çalışmalarını sürdürmüşler. 1908’de bu yapılanmalar bir
139
farklılık arz ediyor. Kurtuluş Savaşı’na kadar fırka ismini alıyor.
Fırka Farsça parti demek. Cemiyetten fırka ismine dönüşüyor.
Ve İkinci Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e, Kurtuluş Savaşı’na
kadar da çeşitli fırkalar kuruluyor. İttihat Terakki Fırkası gibi.
Bildiğiniz gibi Radikal Avam Fırkası, Müstakil Sosyalist Fırkası
gibi birçok fırkalar bu şekilde oluşturuluyor. 1919-1923 tarihleri
arasında ise 1. meclis kuruluyor. Kurucu meclis. Bu meclis
döneminde de meclis içinde gruplar oluşuyor. Gruplarda o gün
Türkiye’nin ihtiyacına göre isimler alıyorlar. Mesela gruplardan
bir tanesi Islahat grubu. Türkiye’nin değişime, dönüşüme,
ıslaha ihtiyacı var. İmparatorluk sonrası Türkiye’de böyle bir
grup oluşuyor. Tesanüt grubu diye bir grup oluşuyor. Tesanüt
dayanışma grubu. Milli birliğin, bütünlüğün oluşturulması ile
ilgili bir grup oluşuyor. İstiklal grubu diye bağımsızlığı öne alan
bir grup oluşuyor. Müdafai hukuk, merhum Atatürk’ün de
içinde bulunduğu grup. Hakkın, hukukun müdafaasını ön
planda tutan gruplar oluşuyor ve devamı da var. Ve bunların
sonunda da Cumhuriyet’le birlikte 29 Ekim 1923’te Halk
Fırkası kuruluyor. 1924’de de Cumhuriyet Halk Fırkası adını
alıyor. İlk siyasi parti diyebileceğimiz fırka bu şekilde oluşmuş
oluyor. 1924’le 1946 yılları arasında 19 parti kuruluyor. 19
partinin 12’si kapatılıyor. 5’i kendiliğinden kapanıyor. 1946’da
Demokrat Parti kurulduğu için Demokrat Parti ile Cumhuriyet
Halk Fırkası ancak varlığını sürdürebiliyor. 1946’dan 1980
yılına kadar 71 parti kuruluyor, 12’si kapatılıyor. 1980’den
2005 yılına kadar ise 18 parti kapatılıyor. Şu anda Türkiye’de
Yaşar Nuri Öztürk Hoca’nın kurmuş olduğu partiyle beraber
49’dan 50’ye çıktı parti sayısı. Tabelası fiili olarak var olan 50
parti, siyasi hayata devam ediyorlar. Bunların 20’sinin, yani 50
partiden 20 partinin 2001-2002 yıllarında kurulması çok
140
enteresandır. Biliyorsunuz çok ciddi ekonomik krizlerle, belki
de sosyal bunalımlara götürecek sorunlarla karşı karşıya
bulunduğumuz bir noktada 20 siyasi partinin kurulması
değerlendirmeye değer bir konu diye düşünüyorum.
Türkiye’nin demokraside aldığı mesafeler açısından ben çok
önemsiyorum bunu. Çözüm siyasettir diyorum, vatandaş veya
ilgililere veya böyle bir önemli sayıdaki parti kurucularına.
Türkiye’nin bu sorunlarını ancak siyasetle çözebiliriz. Benim
bildiğim, benim düşündüğüm tarzdaki bir siyasi yapılanmayla
çözeriz deyip siyasi partiye yönelmeleri, zor dönemde
yönelmeleri dikkate değer bir durum diye düşünüyorum. Siyasi
partiler ilk defa 1961 anayasası ile bir güvenceye kavuşuyorlar
ve 1965’de çıkan siyasi partiler yasası ile de yasal bir
güvenceye kavuşmuş oluyorlar. Şimdi siyasi partiler tarihçe
olarak 1879’dan bugüne bu şekilde özetlendi. Siyasi partilerin
yapılanmalarında tabiki fikri temelleri çok önemlidir. Bir fikir
olacak ki bir siyasi parti, bir siyasi oluşum olsun. Eğer bir fikri
temel yoksa siyasi partiden de bahsetmek sözkonusu değildir
ama Türkiye’nin özel şartlarında bir anlamda bu fikirlerin halkla
uyumu, halk tarafından benimsenip, benimsenmediği önem
arz ediyor. Diğer açıdan da bu fikirlerin devletle uyumu ne
ifade ediyor diye, her kurulan siyasi parti, mutlaka bunu da
perde arkasında gözden geçirme durumu ile karşı karşıyadır.
Çünkü Türkiye Cumhuriyeti yeni bir devlet, yeni kuruluyor,
sistem oturtulmak isteniyor ve tek parti, bugünkü ifade ile
Cumhuriyet Halk Partisi, solu da sağı da temsil ediyor. Adeta
devletin partisi. Sistemi oturtmaya çalışan bir siyasi parti
olarak 1946’lara kadar görevini yapıyor. Dünyadaki gelişmeler
dikkate alınarak 1946’da çok partili sisteme geçilme kararı
alınıyor. Ve özellikle yine bazı sosyologların ifadesine göre
141
Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümünden sonra merhum İnönü ile
başlayan ‘38 sonrası süreçte Cumhuriyet Halk Partisi daha
ağırlıklı sol bir ideolojiye doğru kaydığından dolayı buna
muhalefet eden Cumhuriyet Halk Partisi içindeki siyasiler
Demokrat Parti’de bir araya gelerek Demokrat Parti’yi
oluşturuyorlar. Aslında sistemin istediği de, dünyadaki
gelişmelerden kastım da o. Türkiye’yi iki eksenli siyasetin
üzerine oturtmak veya ulaşılması mümkün olmayan bir vadide
karşılıklı olarak insanları buluşturmanın yolu olarak iki ayaklı
bir direk üzerinde, iki kolon üzerine tabanı döşeyip vatandaşın
rahat bir şekilde üzerinde yürümesini sağlamak. Hedef budur.
Bu hedefin kaynağı nedir? Bildiğiniz gibi, 1789 Fransız
İhtilali’yle toplanan ulusal mecliste, yeni düşüncelerini
savunanlar meclisin sol tarafında, eskinin ve kralın yanında
olanlar ise meclisin sağ tarafında oturdukları için sağcılar ve
solcular ifadesi o şekilde siyasi literatürde yerini almıştır. Daha
sonra Avrupa’da ve demokratik ülkelerde Sanayi Devrimi’nden
sonra işçi hareketleri, sermaye işçi karşıtlığı neticesinde sağ
ve sol zemin, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda da çok
partili sisteme geçerken böyle bir oluşumun temelleri üzerinde
Türkiye Cumhuriyeti inşa ediliyor. Siyasi inşasından
bahsediyorum. İki parti üzerinde sistem oturtulmaya çalışılıyor.
Madem sol ve sağ eksenler üzerinde siyaset bütünleştirilecek,
Cumhuriyet Halk Partisi ne kadar solcu? Veya Demokrat Parti
ve onun devamı olan partiler; Anavatan Partisi, Doğru Yol
Partisi, Adalet Partisi gibi partiler ne kadar sağcı? Veya
sağcılıktan ne anlıyoruz. Solculuktan ne anlıyoruz? Bu konular
ister istemez gündeme geliyor. Türkiye Siyasi tarihinin belirli
dönemlerinde aileler ikiye bölünmüş idi. Birbirleri ile ilişkileri
keser noktaya gelmişlerdi. 1950’li, 60’lı, 70’li yıllarda sen
142
solcusun, sen sağcısın diye ayrıma girmişlerdi. İdeolojik
çatışma dönemini söylemiyorum. Demokrat Parti ve Halk Parti
dönemlerinde yaşanan sıkıntılardan bahsediyorum. Şimdi
solcu olan parti, 50’lilerde şeker fabrikası, çimento fabrikası,
barajlara karşı çıkıyor. Demokrat Partiye karşı bir mücadele
veriyor. Adalet Partisi döneminde boğaz köprüsüne karşı
çıkıyor, yapılmayacak diyor. Daha sonra köprüyü, yapılan
köprüyü sattırma mücadelesi veriyor. Şimdi bugün de biz
iktidardayız, mesela programlarımızda var. 2B işgal edilen
orman arazileri, vasfını kaybetmiş orman arazileri satılsın.
Çünkü işgal altında zaten, ikimizin de programında var. Buna
engel olunuyor. Yerel yönetimler, kamu reformu, köy
hizmetlerinin devri, sağlıkta bir bütünlük, sosyal güvenlikle ilgili
birçok konuda karşı çıkıyorlar. Özelleştirme ile ilgili
sıkıntılarımız var mesela. Bunu bir antiparantez olarak
söylüyorum. Özelleştirmelerde tenkit edilecek konular var,
tenkit edilmeyecek konular var. Onlar tenkit edeceklerine,
tümden özelleştirme karşıtı politika izliyorlar. Aslında
özelleştirme nasıl olmalıyı konuşmamız gerekiyor. Ondan
ziyade satıyorsunuz, sattırmam, satılır, satılmaz gibi sığ bir
tartışma içerisinde konu değerlendiriliyor. Neden böyle diye
baktığımız zaman değerlendirmede devletin partisi olmadan
kurtulamıyor. Oysa siyaset halkla yapılıyor. Devlet, hepimizin
devleti ama halkın talepleri demokratik yapı içerisinde son
derece önem arz ediyor. Bir bürokratik çevre ve orta sınıf
diyebileceğimiz, orta sınıf üstü seçmen kitlesi, yani seçmen
kitlesi dediğiniz zaman bir sol partide olmaması gereken bir
seçmen kitlesine hitap eden bir siyasi sol parti ile karşı
karşıyayız. Bunları siyasetçi olarak konuşuyoruz da amaç o
değil. Türkiye’deki çarpıklığı ortaya koyma açısından
143
söylüyorum yoksa Cumhuriyet Halk Parti’li arkadaşlar da sizin
gördüğünüz gibi değil. Ekranda hep kavga etsek bile perde
arkasında dostluklarımız çok derin. Şimdi sebepleri nedir diye
bakıyoruz. 1965’e, 1970’lere kadar Cumhuriyet Halk Partisi’nin
bir rakibi olmamış. Devletin kuruluşundan beri olan bir siyasi
hareket, rakip de olmayınca kendi sol kulvarında, kendisini
geliştirme konusunda ciddi sıkıntılarla karşı karşıya kalmış.
Oysa sağ kulvarda çok didişmeler var, çok çatışmalar var,
dolayısıyla siyasi kulvarın sağda gelişimi, kendisini geliştirmesi
daha bir farklılık arz ediyor. Ama solda bu durum 70’li yıllara
kadar ne yazık ki olamamış. Dünyadaki değişim ve dönüşüm
takip edilememiş. Ve bundan dolayı da halen belki de bir çağ
gerisinden olaylar takip edilmeye çalışılıyor. Yani sosyal devlet
anlayışı, 19. yüzyılda yok denecek noktada idi. Üretim araçları
devletin elinde, işçi sınıfının karşı karşıya bulunduğu bir durum
var. İşçi sınıfının örgütlenmesi var, hak arayışları var ama
zaman içerisinde devlet, sosyal devlete dönüşünce, devlet
sosyal devlet olma vasfını kazanınca, üretim araçları el
değiştirip devletler zengin olunca, sosyal devlet imkan
sunmaya başlayınca, 19. yüzyıldaki sol anlayış, 20. yüzyılın
sonunda çok farklı bir noktaya gelmiş oldu. Bunları
izleyememenin veya izleseniz bile bunlara çözüm
üretememenin getirmiş olduğu sıkıntılar solun açmazı olarak
karşımızda duruyor. Dolayısıyla bu gelişmeleri okuyamamanın
neticesinde halktan kopuk bir anlayış ortaya çıkıyor. Şimdi sağ
partilere bakıyorsunuz, sağ partiler meydanlarda çok farklı,
ama Ankara’da çok daha farklı. Meydanlardan Ankara’ya
dönünce farklılık arz ediyorlar. Yani meydanlarda halkın
partisi, Ankara’da da devletin partisi... Sağ partilerin de böyle
bir sıkıntısı olagelmiş eskiden beri. Ve daha ağırlıklı seçmen
144
kitleleri, sol seçmen kitlesi olması gereken kitleler, sağ seçmen
kitlesi olarak sağ partileri desteklemiş. Köylüler, işsizler, kentin
varoşunda olan kitleler sağ partileri destekliyorlar,
desteklemeye de devam ediyorlar ve bu da sağ partilerin daha
popülist bir yapıya kavuşmalarını sağlamış. Gelene
veriyorsunuz, geçene veriyorsunuz, iki anahtardan tutun
bilmem neye varıncaya kadar, ver Allah ver. Verip oyu aldıktan
sonra da hesap verememe gibi bir durumu yıllarca yaşamışlar,
yaşamaya da devam ediyorlar. Şimdi, iki eksen üzerine
oturtulmak istenen siyasi partilerimizin de iç dünyaları böyle.
Bence, gayet net söylüyorum, ne sağcılar sağcı, ne solcular
solcu. Ama sağcılığa da solculuğa da ihtiyaç var mı derseniz,
bence artık ihtiyaç da kalmamıştır. Değişen üretim araçlarının
el değiştirmesiyle gelişen dünya şartlarına baktığınız zaman,
varlıklarına ihtiyaç yoktur demeyelim de çok ciddi bir yeniden
yapılanmaya ihtiyaçları var. Rastgele bir gelişleri olmuş.
Sorumsuz bir gelişleri olmuş ve topluma da bu sorumsuzlukları
yüklemişler ve toplum bunun maliyetinin altında şu anda
ezilmektedir. Bunun yanında siyasi partilerde yapılanmadaki
fikri temellerin dışındaki sıkıntılardan bir tanesi de ihtilaller.
1960’da başlayan ihtilalleri, ‘71’i, ‘80’i, 28 Şubat’ta devam
eden süreçleri Türk Siyasi hayatı ve Türk milleti ne yazık ki
yaşadı. Bu siyasetin kurumsallaşmasında çok ciddi engel
teşkil etti. Siyasetin yapılanmasını, yeniden yapılanmasını
zorlaştırdı. Nitelikli insanların siyasetten uzaklaşmasına sebep
oldu. Yani millet bilmez anlayışı hakim kılınmaya çalışıldı.
Siyasetçiler, “Bunlar da hiçbirşey bilmez, bu halk tercihini
yapıyor ama hiçbir şey bilmez.” mantığı çerçevesinde, ana
sorunlara temas etmeden, bu problemler nereden geliyoru
düşünmeden hareket etmişler, düşünüp çözme noktasına
145
gelseler bile çeşitli müdahalelerle karşı karşıya kalmışlardır.
Yapılan müdahalelere halk hep tepki göstermiştir. İlk etapta
memnuniyet gibi algılanan müdahalelere bir göz geçirip
kapatalım. Menderes’i yok ettik dedik ama onun devamında
Süleyman Demirel’i getirdik oturttuk. Yani vatandaş. Bu nedir?
Tepkidir. ‘80’de Süleyman Demirel’i götürdük dedik ama Özal
çıktı oraya oturdu. 28 Şubat’ta Erbakan’ı götürelim dedik ama
o siyasi hareketin içinden çıkan insan daha büyük oy alarak
geldi oturdu. Bunu niye söylüyorum? Bence Türk siyasetine
müdahalelerin halk tarafından verilen cevabını herkesin iyi
hesap etmesi gerekiyor. Çünkü bu ülke bizim. Gidecek başka
bir yer yok. Başka bir Türkiye yok. Halkı hiçe sayarak bir
siyaset, halkı hiçe sayarak bir yönetim anlayışı olamaz,
olmamalı. Demokrasi demokrasi diyorsak, bu platformları
oluşturuyorsak mutlaka bu hassasiyetleri de dikkate almamız
gerekiyor. Ve tepeden inme yapılanmaların demokratik bir
yapıyla bağdaşmadığını, halkın bilincinin yükseltilmesi ile bu
sorunların çok daha kolay aşılabileceğini değerlendirmemizin
doğru olacağını düşünüyorum. Bir diğer konu; sistem
Türkiye’de çatışma ve korku üzerine kurulmuş. Bakın bizim
gençliğimizde ben hatırlıyorum. Sabahleyin komünizm geliyor,
gelmiyorsa akşama kesin geliyor. Sahip çıkın vatanınıza.
Bugün mahsurlu gördüğümüz birçok şeyi de o gün çok meşru
diye nesillerimize takdim ettik. Bugün mahsurlu diyoruz. 20 yıl
önce niye mahsurlu değildi peki? O gün, başka bir şey ile
korkutuluyor idik. Bugün başka bir şey ile korkutuluyoruz.
Korku üzerine bir sistemi bina ederseniz, çatışma üzerine
kavgadan medet umar bir sistem oluşturursanız, ondan birileri
istifade ediyor ama yetmiş milyonun istifade etmediği kesindir.
70 milyon bundan bir fayda sağlamıyor. Böyle bir sistem
146
yıllarca devam etti. Şu son günlerde ibretle hepiniz
izliyorsunuz. Bayrak olayı. Terör örgütünün toplantılarında ben
hiç Türk bayrağı görmedim. Bazı illegal yaptıkları toplantılarda
hiç Türk bayrağı göremedim. Böyle bayrak falan yok. Ama iki
çocuğun eline bayrak tutuşturulmuş. Amaç ne? Provokasyon.
Bir bayrak olayı aldı gidiyor Türkiye’de. Ya bayrak hepimizin
bayrağı, kanımız canımız her şeyimiz. Yapılan ne, devamında
yapılmak istenen ne? Yeni çatışma alanları. Ulusallıktı,
milliyetçilikti. Bu ülkenin evladı, nüfus cüzdanını taşıyan biri,
bu ülkenin insanıyım diyor ise bu insan milliyetçi bir insandır.
Vatanperver bir insandır. Vatansever bir insandır. Büyük
hedefi belirlemiş Mustafa Kemal Atatürk’ün, Cumhuriyet’i
kuranların muasır medeniyet seviyesi batılılaşma. 200 yıllık ve
son Cumhuriyet döneminde çok ciddi ivmelerin kat edildiği
batıya yürüyüşte, çağdaş dünyayla entegre konusunda eğer
çok kritik bir noktada, 17 Aralık sonrasında siz ulusalcılık ve
milliyetçilik tartışmalarının ayarını kaçırıyorsanız, o zaman biz
oturur başka konuşabiliriz. Oturun buyrun konuşalım.
Türkiye’nin hayrı neyse onu konuşalım. Ama neydi bu 70 yıllık
80 yıllık geniş yürüyüş, neydi bu hedef gösterilen? Hedefte bir
yanlışlık yoksa doğru gidiyoruz şu anda. Eğer o hedefte bir
yanlışlık varsa o zaman 40 yıldır niye birilerine takılıp
gidiyoruz. O zaman oturup baştan değerlendirelim. Böyle bir
zemin, böyle bir platform, böyle bir tartışma ortamı değil;
istenenler çatışma, gürültü, kaos ve belli kesimlerin bundan
nemalanması.
Bu
konuda
çok
hassas
olunması
kanaatindeyim. Devletler hedef belirlerler. 10 yıllık, 20 yıllık, 50
yıllık hedefleri olacak, planları olacak, o planlar çerçevesinde
iktidarlar da değişse devletin ve milletin hedefinin
değişmemesi gerekiyor. O hedefe doğru elbirliği ile koşmamız
147
gerekiyor. Yoksa gerisi günü birlik politikalardır. Anı
kurtarmadır, ayı kurtarmadır. Mevsimi kurtarmadır. Mevsimleri
kurtararak biz bir yere varamadık ama ana bir plan
çerçevesindeki Türkiye’nin Avrupa Birliği konusu, devlet
politikası haline gelmiştir. Devlet politikasıdır. 1959’dan
başlayan bu yürüyüşte farklı zeminlere olayı kaydırmayı ben
sağlıklı bir düşüncenin ürünü olarak görmüyorum. Şimdi iki
devlet açısından da baktığınız zaman ikinci bir önemli konu
var. Bakınız. Biz Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılması
neticesinde oluşan bir devletiz. Osmanlı İmparatorluğu toprak
parçasına, Osmanlı coğrafyasına bakınız. Türkiye Cumhuriyeti
Misak-ı Milli sınırlarına bakınız. Şimdi bütün kavgaların
sürdüğü, bütün sıkıntıların yaşandığı şu andaki coğrafya
Osmanlı coğrafyasıdır. Kafkaslar’da öyle, Ortadoğu’da öyle,
Balkanlar’da öyle. Bu coğrafya eski bizim coğrafya. Şimdi
diyoruz ki Türkiye Cumhuriyeti öyle bir misyon üstlensin ki bu
coğrafyaya hükmedecek veya bu coğrafyada tekrar dengeleri
oluşturacak bir anlayışı öne çıkaralım. Balkanlar, Kafkaslar ve
Ortadoğu’da gücünü koruyan bir Türkiye anlayışı bizim
planımız, projemiz olsun. Bu hedef doğrultusunda koşalım.
Alacağın cevap; olmaz. Neden? O defteri biz kapattık. İyi,
saygı duyuyoruz. Kapattık. Açtığımız defter ne? Açtığımız
defter çağdaş muasır ülkeler, çağdaş dünyayla entegre,
batıyla buluşma. O halde bu konuda ne yapılması gerekiyorsa
onu yapmamız gerekiyor. Bu konuda çok şey yapmaya
kalktığın zaman olmaz. Bakın, Türkiye’nin açmazı bu. Siyaset
üstü siyasetin oluşturduğu sıkıntı bu. Batıysa buyur. Ne
gerekiyorsa bir sene içinde elbirliği içinde yaparız biz. Avrupa
Birliği’nden yana isek, entegrasyondan yana isek, samimi isek,
gelin kolkola girelim. Türkiye Büyük Millet Meclisi yaz tatilinde,
148
tatili aradan çıkaralım. Bir senede, karar süreci de dahil,
yapılması gereken tüm değişiklikleri yapalım. Bitsin bu iş.
Fransız Cumhurbaşkanı da, geçen hafta Başbakan onu ifade
ediyordu, 10 yıl 15 yılı bırakın diyor. 3-5 yıl içerisinde derelerin
altından çok su akar diyor. Çok şeyler değişecek diyor. Bugün
sıkıntılı bir süreç var. Biliyorsunuz batıdaki seçimlerden dolayı
yaşanan, kriz olmayan bir kriz, kriz olarak takdim ediliyor. Baş
müzakereci var mı, yok mu? Öyle bir şey, böyle bir talep yok
ki. Uygulamada, çalışmada, Avrupa Birliği sürecinde baş
müzakereci belirlendi mi belirlenmedi mi diye bir talep yok
Türkiye için. Ama böyle bir şey varmış gibi son derece
enteresan yaklaşımlar manşette ve süreci sorgulamaya dönük
değerlendirmeler yapılıyor. Şimdi demek ki Türkiye’de,
birilerinin
derin
devlet
diye
tabir
ettiği,
eski
cumhurbaşkanlarının sayfa sayfa işlediği konularda, bizim
aslında derinliklerde de hangi hedefe doğru Türkiye’yi
koşturduğumuz, hangi plan çerçevesinde Türkiye’yi nereye
taşımak istediğimiz konusunda da çok belirgin bir görüş ortada
yok. Avrupa sıkıntı, tarihi miras, o da sıkıntı. Bence esas
sıkıntı, bu iki noktada kararsızlığımızdır. Yoksa Türkiye çok
hızlı bir şekilde yol alacak ve yoluna devam edecektir. Ayrıca
diğer bir konuda kavramlar bir türlü netleştirilemiyor. Şimdi bu
dönemde de bakın tekrar bütün konuşmaları dinliyorsunuz.
Laiklik. Bu milletin laiklikle bir derdi yok. Bu hükümetin laiklikle
bir derdi yok. Bu parlamentonun laiklikle ilgili derdi yok. Böyle
bir sorun yok. Tanımlayalım, şu laiklikten ne anlıyorsanız
yazalım. Sizin dediğiniz gibi yazalım ve millet neye uyacaksa,
şuna uyulacak diye. Hiç gereği yokken, hiç hesapta yokken
laiklik tartışmalarını, hani böyle ciddi bir sorun varmış gibi
ortaya çıkarmanın anlamı ne? Ama amaç şu: Tanımlanmayan
149
kavramlar var ve herkes o kavramlara kendisine göre bir
elbise giydiriyor, kendisine göre tanım yapıyor. Oysa bu
kavramlar netlik kazansa vatandaş da bilecek ki bu budur, ben
de buna uymak durumundayım diye. Çünkü hukuk devleti.
Ama bu konuda da bir kargaşanın yaşandığını hepiniz
biliyorsunuz. Peki dünyada demokrasi ne? Dünyadaki bakış
ne? Arkadaşlar maalesef dünyayı da izliyorsunuz,
görüyorsunuz. Dünyanın patronu olduğunu söyleyen devletleri
de dikkatli izliyoruz. Menfaat varsa demokrasi sonuna kadar.
Menfaat varsa oligarşik bir yapı sonuna kadar. Yani bir
düşünün; şu yaşadığımız terör ve terör olayları ile ilgili çeşitli
isimleri besleyenler, büyütenler, yaşatanlar, onlarca yıl
bölgemizde savaşları çıkaranlar ve bu savaşlarda milyonlarca
insanın ölümüne sebep olanlar, Birleşmiş Milletler’i kuranlar,
bu kurdukları uluslararası kurumların kararlarını hiçe sayanlar.
Hangi açıdan ele alırsanız alın. Bir bakıyorsunuz ki dünyada
da görüntüde bir demokrasiye evet ama menfaat ilişkileri
geldiği zaman hiç önemli değil. Menfaatim devam etsin, orada
ne olursa olsun anlayışı ne yazık ki hakim. Bu samimiyetsizlik
insana reva görülecek bir samimiyetsizlik değildir. Çünkü bir
can çok önemlidir. Bir insanın mutlu olması çok önemlidir. Bir
insanın ömrünü, kısacık ömrünü huzurlu geçirmesi çok
önemlidir. İnsanların mutluluğuna olacak şeylere katkı
sağlayacaklarına, mutsuzluğuna katkı sağlayacak olaylarda
var olan ve sözde de çok demokrat nutuklar atanlar, artık
aydınlanmış ufku açık nesiller ve insanlar tarafından çok daha
sağlıklı bir şekilde değerlendiriliyor. Yani sorun yalnız kendi
ülkemizde mevcut değildir. Dünyanın yönetimi açısından
baktığımızda da bazı flu sahnelerin olduğunu belirtmek
istiyorum.
150
Son olarak bir iki cümlede partilerin yapılarını anlatalım.
Partiler yukarıdan aşağıya doğru teşkilatlanıyorlar. Genel
başkan, Genel Merkez, il, ilçe, belde teşkilatları delegeler...
Burada gerçekçi olmamız gerekiyor. Parti kuruluncaya kadar
benim partimdir. Kurulduktan sonra artık benim partim değil.
Yani benim partim derken ben de o partiliyimdir ama benim
partim olamaz o parti. Çünkü demokrasinin vazgeçilmez
unsuru, toplumun malı haline gelmiştir artık. Herkesin partisidir
veya gönül verenlerin partisidir. Sevenlerin partisidir. Çünkü
bizde ana sıkıntı nedir? “Partiyi ben kurdum, buradan çivi
söktürmem, çivi çaktırmam arkadaş.” Ana sıkıntı buradan
kaynaklanıyor. Oysa o rahatlığa bir ulaşabilsek; partiyi
kurdum, topluma emanet ettim, bu sağlıklı kuracağım yapı
beni tercih ediyorsa ben baştayım, beni alaşağı ediyorsa
başkası baştadır. Ve ben inanıyorum ki bu düzen, bu anlayış
en sağlıklı anlayıştır. Ama biz topluma hiçbir şey emanet
edemiyoruz. Çünkü ben öncelikli bir anlayış tüm siyasilerde
hakim. Şimdi çok uzatmadan delege sayısı sorunu nerede
başlıyor,ona bakalım. En alt kademede başlıyor. İl teşkilatında
bir problem yok. Genel merkezde bir problem yok. Siz ilçedeki
yapılanmayı sağlıklı hale getirirseniz siyasi partiler tümden
düzelir. Nasıl yapacaksınız bunu? 400’den aşağı üyesi varsa
partinin, delege seçimi yapmıyor. O üyeler, ilçe başkanının
yazdığı üyelerle kongreye gidiyor, kendisi birilerini seçiyor.
Seçtikleriyle de il başkanını seçiyor. İl başkanı da il yönetimini
seçiyor. Sıkıntının bir tanesi bu. Şimdi de atadınız bir ilçe
başkanını, partiyi kurarken o ilçe başkanı kafasına göre
yönetimi oluşturuyor. O, yukarı doğru seçimleri devam ettiriyor
gidiyor. Benim kanaatim ilçe yönetim ve ilçe başkanlık
seçimleri üye bazında yapılmalı. Üye bazında çarşaf liste ile
151
yaparsanız, aşağıdaki, tabandaki vatandaş yönetiminde kimi
ilçe başkanı görmek istiyorsa, kimi il delegesi yapmak
istiyorsa, vatandaşın iradesi ile bir yapı oluşur. O insanlar da il
başkanını seçmiş olurlar. Onlar da genel başkanı seçerler.
Ama hastalık tabanda duruyor. Merkezin rahatsızlığı, hastalığı
yok mu? Hepimiz biliyoruz, lider cuntası diyoruz. Lider
cuntasını halletmenin yolları vardır. Başkanlık sistemine
baktığınız zaman orada seçmen tabanlı, halk tabanlı bir siyasi
yapılanma var. Parlamenter sistemde ise şu bahsettiğimiz bir
iki ciddi düzenlemeyi yapacak olursanız teşkilat başındaki
insana tabi olmayacak, halktan destek alıp geldiği için, yönetici
olduğu için halka hesap veren konuma gelecek. Dolayısıyla
doğruyu söyleme, yanlışa müdahale etme imkanı olacak.
Şimdi seçimler oluyor, genel merkez adayları belirliyor. Ön
seçim yok, ön seçimi delege bazında yapsanız hiçbir anlamı
yok. Üye bazında ön seçimi yapıyorsanız bir anlam ifade eder.
Ön seçim yapılmadan ağırlıklı olarak siyasi partiler
parlamentoyu oluşturuyorlar. Esas bir sıkıntı da parlamentoda.
Yasama, yürütmenin emrinde gibi. Neden seni ben seçmişim,
milletvekili yapmışım? İçinden de Bakanlar Kurulu’nu
çıkarmışım. Biz yaparız, siz el kaldırırsınız onaylarsınız.
Yasamanın, yasama faaliyetine katkısı çok sınırlıdır öteden
beri. Türkiye’de gerçekten tavrını net koyabilen, açık sözlü, ne
yaptığını bilen, hizmetten başka bir şey düşünmeyen
insanların sayısı böyle çoğalırsa inanıyorum ki o zaman
yasama faaliyetinde bir renklilik meydana geliyor. Aksi taktirde
hükümet yani yürütme tasarıyı hazırladı. Siz de ne
yapacaksınız; bunu onaylayacaksınız. Onay makamı
konumundasınız. Böyle bir yapı var. Bunun değişmesi çok zor
değildir. Önümüzdeki süreçte inanıyorum ki Türk siyasi
152
hayatında bu anlamda önemli değişimler olacak, siyasi partiler
kanununda olsun, seçim kanununda olsun, milletvekili seçim
kanunlarında olsun. Çok ciddi değişiklikler yapılacak, gerekirse
anayasa değişiklikleri yapılacak ve Türkiye, Avrupa normları
çerçevesinde demokrasiyi daha da özümsemiş, parlamenter
sistem içerisinde bir buyruk gibi değil, gerçekten toplumun
talepleri doğrultusunda bir yasama faaliyetini, denetim
faaliyetini gerçekleştirir bir noktaya ulaşacak. Bu yasal
düzenlemeleri umuyorum ki elbirliği ile gerçekleştireceğiz.
Şimdi söylenecek çok şey var ama son bir fıkra ile bitirelim.
Temel, Valide Sultan Cami’nin oraya geliyor. Valide Sultan
Cami’nin orada kuşlar var, kuşlara bir tabak buğday atıyor.
Kuşun birisi de havalanıyor, Temel’in kafasına ediyor. Temel
diyor ki bu kuşlar var ya, bunlar aynı bizim siyasetçiler gibi.
Beslersiniz, beslersiniz, sonunda da yükselince Ankara’ya
çıkıp oturunca bu kuşun yaptığı gibi yaparlar insana diyor.
Maalesef Türk siyaseti böyle olumsuzluk dönemlerini yaşadı.
Toplumdan yana değil, belki siyasi menfaatler doğrultusunda
çok daha fazla çaba sarf etti. Ve neticede de acıları hep
birlikte 70 milyon olarak çektik. Şu andaki durumla ilgili olarak
Yaşar Bey’in söylediğine göre çok farklı değerlendirmeler
yapılıyor. Ama ben şunu söyleyeyim. Popülizme kaçmadan,
çok ciddi, ne yaptığını bilen, adımlarını bilerek atan bir yönetim
anlayışını sergilemeye çalışıyoruz. Eğer popülizme dönük,
halkı günübirlik sevindiren, mevsimlik sevinçlere boğan bir
anlayışı hakim kılmaya çalışsak işimizin çok kolay olduğunu
biliyoruz. O imkanlar da iktidarın elinde var ama o çözüm
değildir. Türkiye enflasyonu mahkum etmek durumundadır.
Türkiye faizle, yüksek faizle, uzun süreli reel faizlerle daha
fazla yaşama şansına sahip değildir. Türkiye yeni bir ekonomik
153
krize hiç hazır değildir. Türkiye’deki makro dengeler oturmak
durumundadır. Yeni Türkiye’de, Avrupa Birliği’ne açılan
Türkiye’de herkes hesabını yeni Türkiye şartlarına göre
yapmak durumundadır. Bu derli toplu gidiş, sosyal güvenlik,
yakın
zamanda
bankalar
ve
özelleştirmedeki
seri
uygulamalarla desteklenirse inanıyorum ki Türkiye çok kısa
süre içerisinde bu badirelerden sıyrılacaktır. Tekrar bize bu
imkanı verdiğiniz için çok teşekkür ediyorum.
• Sayın başkan, bu meclis yasama dönemi tatilleri sizce
gerekli mi? Gerekli ise bu kadar uzun olması gerekli mi?
Demin siz de bahsettiniz, bir sürü bekleyen mesele var.
Sizin kişisel siyasi tecrübenize göre bunu nasıl izah
edersiniz?
(ÇELİK) Tatil, 1 Temmuz’dan 1 Ekim’e kadar sürüyor. Uzun
bir süre gibi geliyor ama şöyle bir sıkıntı var. Uzaktan bakınca
uzun bir tatil. Ama işin içinde olanlar açısından söylüyorum,
mecliste bir genel kurul çalışmaları var bir de genel kurulun
perde arkası çalışmaları var. Yani komisyon çalışmaları var.
Bunlar çok yıpratıcı ve çok zaman alıcı çalışmalar. Dolayısıyla
dikkat ederseniz son 2.5 yılda biz normal çalışma saati olan
15-19 saatleri arasında çalışma yapmadık. Hiç yapmadık
desem yeridir. Ağırlıklı olarak 8 saat 10 saatlik çalışmalar
gerçekleştirdik, dolayısıyla yorucu bir dönemden çıkıyorsunuz.
Bu bir. İki, tabi seçmen kitlesi ile karşı karşıyasınız.
Seçmenleriniz var, seçim bölgeleriniz var. Buradaki
vatandaşlara da meclisin mesai dönemlerinde çok zaman
ayırma imkanı bulamıyorsunuz. Size gelip ulaşabilen veya
hafta sonu bir gün ulaşabildiğiniz insanlarla görüşme
154
imkanınız var ama yaz döneminde dükkan dükkan, mahalle
mahalle, köy köy gezme imkanı buluyorsunuz. Dolayısıyla
görev yalnız yasama ve denetim değildir. Aynı zamanda, o üç
aylık dönem içerisinde vatandaştan alacağınız izlenimleri
yasamaya taşıma, parlamentoya taşıma açısından da, halktan
kopmama adına son derece önemli bir tatil süreci diye
değerlendiriyorum. Ama bir milletvekili bu süreyi böyle değil de
Antalya’da tatilde geçiriyorsa o anlamda çok haklısınız. Bir ay
bile fazladır.
• Sayın başkan, konuşmanız esnasında demokrasiden
bahsederken çoğunluk ve çoğulcu demokrasi deyimini
kullandınız. Onu biraz daha açmanızı istiyorum. Bir de
Türkiye’de
parti
enflasyonundan
bahsetmenizi
isteyeceğim. Şöyle ki ‘46’dan bu yana 50 parti kuruldu
tahmin ediyorum. 50 küsur. Şu an yeni kurulan partiler de
var. Avrupa’da durum nasıl? Orada bir ülkede, Fransa’da
veya Almanya’da veya İngiltere’de kaç tane parti var?
Bunları biraz anlatırsanız sevineceğim.
(ÇELİK) Batıdaki rakamları yanıma almadım ama batıda
bence siyasal sistem oturmuş durumda. Biz geçen ay Amerika
Birleşik Devletleri’nin başkanlık sistemini incelemek için heyet
olarak gittik. Orada da sistem başkanlık sistemi çerçevesinde
oturmuş durumda. Ama sorun gelişmekte olan ülkelerde.
Dikkat ederseniz İngiltere’de seçimlerde 3 parti yarıştı, yine
Blair ipi göğüsledi. 3. kez göğüsledi. Arkasından Hristiyan
demokratlar, muhafazakarlar yanılmıyorsam geldiler, yani
orada böyle bir sorun yaşanmıyor. Çünkü ana sorunlar
çözülmüş. Ana sorunlar çözülünce siyaset bir hizmet aracına
155
dönüşmüş. Burada ise ana sorunlar çözülemediği için ben
çözerim
anlayışının
ortada
olmasını
ben
pozitif
değerlendiriyorum. Ben çözerim anlayışı yok olursa, çok
tehlikelidir diye düşünüyorum. Varsın partiler kurulsun. Varsın
siyasete ilgi artsın ki bu toplantılar da siyasete ilgiyi arttırma
toplantıları. Bu ve benzeri kuruluşların, siyasi yapılanmaların,
toplum üzerinde çok müspet katkıları var diye düşünüyorum.
• Maliyet olarak da
kurulmasından dolayı?
artış
olmuyor
mu
partilerin
(ÇELİK) Maliyet olarak, bu elli partinin tamamı yardım almıyor.
Yardım alan partiler için yasal olarak sınırlar konmuş nasıl
yardım alacakları ile ilgili. Baraj şartları var. Dolayısıyla bu
yardımlarda da, o yardımlarda da sıkıntı var. Oranları düşürme
çalışmamız var şu anda. Partiler kaynaklarını tabanlarından,
üyelerinden bulmalı. Bir aidiyet sözkonusu ise, siz bir partinin
mensubu iseniz o partiyi ekonomik olarak da belli bir ücret
karşılığı desteklemeniz gerekiyor. Bu sistem Türkiye’de iyi
çalışmıyor, tam tersi şeyler oluyor. Bakıyorsunuz bir parti, bir
milyon üyesi var. Bir milyon üyem var diyor. Seçime giriyor,
300 bin oy alıyor. Yani böyle bir üyelik anlayışı ve temel
sıkıntılar var. Bizde siyaset bu anlamda tam oturmadığı için,
kurumsallaşma tam gerçekleşmediği için bir bocalama
döneminin neticeleridir. Yani demokrasi, azınlıkları ezen bir
sistem değil. Onun için demokrasiyi çoğunlukçu diye anlamayı
hiç kimse, demokrat olan hiç kimse kabul etmez. Bu onun için
demokratizm dedim. Bu demokrasi çoğulcu bir anlayışı ortaya
koyar ve o anlayış çerçevesinde de çoğul yani çok olanlar
azınlığın
fikirlerine
itibar
ederler,
dikkate
alırlar,
156
değerlendirmeye alırlar. Eğer bunu gerçekleştiremiyorsanız o
zaman çoğunlukçu bir anlayıştan yanasınız ki bence
demokrasiye de yapabileceğiniz en büyük kötülüktür.
• Bir ülkede Başbakan’la Cumhurbaşkanı aynı paydada
buluşamazsa, Anayasa Mahkemesi Başkanı ile Türkiye
Büyük Millet Meclisi Başkanı aynı paydada buluşamazsa,
Cumhurbaşkanı Meclis’ten gelen her yasayı veto ederse
ya da birtakım kişiler Meclis’te yapılan her önergeye bir
açıklama yaparsa, bu ülkede yasama, yargı, yürütme
organları nasıl uyumlu bir şekilde işler?
(ÇELİK) Şimdi vatandaş şunu istiyor: Bir Cumhurbaşkanı,
Başbakan -ben sürekli halkla olan, halkın içinde olan bir
milletvekili olarak söylüyorum- Genel Kurmay Başkanı, yan
yana, diyelim ki Milli Güvenlik Kurulu toplantısından çıkıyorlar
ve kahve içiyorlar. Bir yerde buluşuyorlar ve faizlerin iki puan
düşeceğine inanıyorlar. Faizler iki puan aşağı düşer ama bu
maalesef gerçekleştirilemiyor. Neden gerçekleştirilemiyorun
siyasi anlamdaki cevabına gelince bence açık siyasette bir
problem yok. Siyasi anlamda söylüyorum. Bir problemin
olmadığını net bir şekilde ifade edebiliyorum. Bunun olması
gerekir. Türkiye artık bu açılımları, bu rahat görüntüleri
sergilemeli. Neticede Başbakan dediğiniz milletin seçtiği
Başbakan, Cumhurbaşkanı dediğiniz Parlamento’nun seçtiği
Cumhurbaşkanı. Genel Kurmay Başkanı dediğiniz, ömrünü
Türkiye’nin Milli Birlik beraberliği ve Türkiye’nin harici ve dahili
olumsuzluklarına karşı adamış kendisini yetiştirmiş kıymetli
komutan. Yani zirve noktasında Türkiye bu görüntüleri
sağlamalı. Mesela Genel Kurmay Başkanı’mız bu konuda çok
157
farklı bir yapıya sahip, onu da kabul edelim. Çok demokrat bir
yapıya sahip Genel Kurmay Başkanı. Bu tür platformlarda
bulunmaktan ve bu platformlara katılmaktan, görüntü
vermekten çekinmediğini ben müşahede ediyorum. Çok rahat
bir yapı. Ama Cumhurbaşkanı için aynı şeyi söyleyemiyorum.
• Eti, Hava Kurumu, Petrol Ofisi, Şişe Cam, Pektim, Seka
şimdi de Ereğli Demir Çelik’in özel teşebbüsü terk edilip
telekom ve bankacılık da yabancı sermayeye yüksek
oranda teslim edilirken, acaba ne kadar haklarımız
savunulabilmektedir? Ve milli menfaatlerimiz nasıl ve ne
oranda korunuyor? Bunu sizden öğrenmek istiyorum. Ben
çok önemli bir husus olarak görüyorum.
(ÇELİK) Şimdi efendim özelleştirmede son rakamlar, belki 3-4
ay önceki rakamlar olabilir, ortalama 11 katrilyon gelir, 11
katrilyon giderimiz var. Şimdi bizden sonra Varşova Paktı’na
bağlı olan ülkelerin nasıl mesafe almaya başladıklarını iyi
biliyorsunuz. Almanya, Doğu Almanya’yı aldığı zaman oradaki
fabrikaları, bizim sanayicilerimize alın götürün mesalesinde
dağıttılar. Şimdi özelleştirmeyi tartışalım. Olmayıversin
özelleştirme. Devletçi bir anlayışla bütün bu kurumlar devletin
elinde kalsın yürütelim. Yürütemediğimiz için bu noktaya
geldik. Şöyle düşünelim ütopik olarak. Nitelikli insanları,
vatanperver insanları bu işletmenin başına getirelim ve bu
insanlar, bu kurumları kar ettirsinler. Bu doğrudur, olabilir ama
sürekliliği mümkün değil. Şu saydığınız kurumlara bir bakınız,
geçmiş dönemlerde nasıl arpalık olarak kullanmışlar. Neler
yapılmış, neler yapılmamış? Siyasetin oyuncağı haline
getirilmiş devletin elinde olduğu için bunlar. Size bir örnek
158
olsun diye söylüyorum. Bir adam bir yerin bakanı olmuş,
oradaki ilçelerin tümünde spor salonu yaptırmış. 2-3 bin
nufüslu ilçelerde. Şimdi bir fabrikayı bulmuşlar; bakın TRT
Genel Müdürü geçenlerde diyor. 2700 kişi ile diyor TRT’yi
götürme imkanınız varken, 6400 kişi var şu anda kurumda.
2700 kişi bana yeter diyor adam. Şimdi bu TRT kalsın diyoruz.
Kalsın, o zaman şöyle yapalım. Ben şimdi yeni iktidara geldim.
Bana da tanıyın 1000 kontenjan, 7400 olsun ne olacak ki. Biz
de alalım öyle ya. Yıllar boyunca böyle olmuş bu işler.
Erdemir’de böyle olmuş. Bakın ben mesela Murgul Bakır
İşletmeleri’ni biliyorum. Aynen bu şekilde batırıldı. Türkiye
dediğim gibi hukuk devletidir efendim. Türkiye’de bir şeyin
peşkeş çekilmesi filan söz konusu değil. Yargıyı görüyorsunuz,
yargıdan dönüyor. Ama bizim istediğimiz o değil. Bizim şu
anda yaklaşımımız şu: Yasaması, yürütmesi, yargısı, oturalım
Türkiye’de;
artık
Türkiye’nin
kaldıramadığı
işleri,
sürükleyemediği işlerle ilgili atacağımız adımları hep beraber
öncesinde konuşalım. Ne gibi yasal düzenleme gerekiyorsa, o
düzenlemeleri gerçekleştirelim ve bunları elden çıkaralım.
Hangi oranda çıkaralım, nasıl çıkaralım? Türkiye sahipsiz
değil, efendim. Yani hepimiz aynı hassasiyeti gösteriyoruz
ama böyle bir yapının, yani özelleştirmeye direk karşı olma
gibi bir anlayışın sergileniyor olmasından rahatsızlık ifade
ettim ben. Yoksa Türkiye’nin bu konudaki menfaatleri
konusundaki görüşünüze zaten katılıyorum.
• Konuşmanızın başında dediniz ki demokrasi en az
kusurlu sistemdir. Bize göre ideal sistemdir. Size göre
demokrasi en az kusurlu bir sistemse, ideal olanı nedir
birinci sorum bu. İkinci sorum AKP kurulurken Fazilet
159
Partisi’nden seçilen milletvekillerinin katılımı ile kuruldu
ve hazineden çok büyük paralar alarak seçim
kampanyasını yürüttü. Cumhuriyet Halk Partisi kurulurken
o zamanın SHP’sinden ayrılarak milletvekilleri partiyi
kurdu ve yine hazineden çok büyük yardımlar aldı. Son
dönemlerde beş milletvekili CHP’den ayrıldı, bir başka
siyasi partiye gitti ve sizden de beş on tane milletvekili
ayrıldı, bir başka oluşuma katıldı. Her ne hikmetse
devletin çok önemli konularında bir türlü bir araya
gelemeyen AKP ve CHP bir akşamda bu iki partinin birer
trilyon parasını kesmek için anlaştı ve ısrarla
Cumhurbaşkanı’nın vetosuna rağmen tekrar geri gönderdi
ve yasa onaylandı. Bu devletin iki trilyonuna acıdığınız
için midir; yoksa o iki tane hareketin birisinin sizin için,
birisinin de CHP için tehlike oluşturduğu için mi böyle bir
karar aldınız, teşekkür ediyorum.
(ÇELİK) Şimdi demokrasi en az kusurlu sistemdir derken
demokrasiye yönelen bir eleştiri değil bu. İnsanlığın bugüne
kadar gelişte bulabildiği en iyi, ideal sistem demokrasi ama
bunun da tanımı yapılırken en az kusurlu sistem denebilir,
mükemmel değil. Çünkü mükemmeli siz bu şekilde
sınırlarsanız bundan sonrası için kapıları kapatmış olursunuz,
arayışları durdurmuş olursunuz. Ben o anlamda söylüyorum,
bu benim tanımım da değil. Genel bir yaklaşımdır, ideali
vardır. İdeali belki demokrasinin daha gelişmiş şeklidir. Belki
bizler değil, bizden sonraki nesiller yine koşmaya devam
edecekler. Bilimsel gelişmeler, toplumsal değişmeler sürdükçe
sistemlerde de bu tür değerlendirmeler olur anlamında; yoksa
başka bir yere çekilmesine ben de üzülürüm. AK Parti’ye
160
kuruluşunda Fazilet Partisi’nden arkadaşlar katıldılar dediniz,
doğrudur, ama Hazineden yardım alamadılar, zaten seçim
oldu. Yani alelacele bir seçim kararı alındı ve seçime gidildi.
AK Parti seçime girişte çok ciddi ekonomik sıkıntılar yaşadı.
Seçimden çıktıktan sonra büyük bir oy oranına çıktığı için,
seçim öncesinde siyasi partilere yapılan cüzi yardımı
almışken, seçimden sonra ciddi bir yardım daha aldı. Şimdi
CHP’li bu üç milletvekili ile ilgili düzenlemeye gelince, daha
önce bundan 7-8 ay önce Cumhuriyet Halk Partisi’ne mensup
bir arkadaşımızın kanun teklifi bu bahsettiğiniz. Siyasi
partilerin bu ek 16. maddesi yanılmıyorsam, 1992 yılında
Ecevit seçime giriyor ama barajı aşamıyor biliyorsunuz. Sayın
Ecevit’e bir imkan sağlama açısından yapılan bir düzenlemedir
geçici 16. madde. Şimdi şöyle bir durumla karşı karşıya kalındı
bakınız. Parlamentoda 2,5 yılını doldurunca seçim olur mu?
Erken seçim olmaz, bunu bütün samimiyetimle paylaşıyorum.
Olabilir de, adam düşünüyor. Şimdi beni bu parti tekrar aday
yapar mı, yapmayabilir. Ben bir arayışa gireyim mi gibi, 2,5 yıl
sonrasında -parlamentoda olan biri- arayışlara, zemin
yoklamalarına veya ziyaretlere başlar. Gelecek dönem acaba
ben tekrar seçilebilir miyim anlayışı yavaş yavaş hakim olmaya
başlar. Şimdi bu yasal açık kenarda durunca, mevcut herhangi
bir partiye 3 milletvekili katılsa bu gece bu parayı alır. İki hafta,
bir hafta sonra da istifa eder. Bir başka partiye katılsa yine 3
milyar parayı alır. Yani istismara açık bir kapı. İyi niyetle belki
geçmişte 91 seçimlerinde sayın Ecevit’e sağlanan bu imkanın,
bu dönemde açık bir şekilde istismara dönüşeceği kulislerde
çok net bir şekilde ifade ediliyor. Diyor ki mesela adam,
geçelim partiye, 3 milyar lirayı alırız, 2 milyar alırız, bakarız
çaresine. Şimdi 50 tane parti söyledim ben size. Tabi olarak
161
duruyor bunların çok önemli bir bölümü. Siz gitseniz, bir
partiye, bir buçuk trilyon lira alırsınız. 500 milyar o partiye
verirsiniz. 1 trilyon lira siz alırsınız. Bunlar konuşulması bile
doğru olmayan şeylerdir. Ama ne yazık ki bu yasal, iyi niyetle
yapılan düzenlemeyi istismara dönük çabalar ve çalışmalar
2,5 yılın sonunda başladı. Bu anlamda bu teklifi ben çok
önemsiyorum. Hatta başka şeyler de varsa ki ben az önce
konuşmamda da söyledim, siyasi partilere yapılan yardımla
ilgili bölümü tekrar gözden geçirmek gerekiyor. O marjları
düşürmek gerekiyor. Daha çok kendi üyelerinden sağlayacak
bir düzene kavuşturmak gerekiyor. Bir istismarı önlemek içindir
o. Bütün samimiyetimle söylüyorum.
Bir soru daha vardı. Bir araya gelmeyen iki parti, bu doğru
değil. Yani siyasette kavgalar, gürültüler tartışmalar oluyor
ama şu anda mecliste iktidarı ile ana muhalefeti ile çok önemli
tasarılara, çok önemli yasalara imza attık. Elbirliği ile, beraber.
Bunlar belki anlatmakta zorlandığımız yasalardı çünkü 550’yi
geçti. Geçmiş dönemlerde, iki yasama döneminde, iki
dönemde çıkarılan yasaları 2,5 yılda çıkarabilmiştir ve
muhalefetinde ortak paydada buluştuğumuz yasalarda çok
büyük desteğini gördüğümüzü burada ifade etmek
durumundayım.
• AK Parti’nin kuruluş aşamasında ve hatta daha
öncesinde fikir babası olan sayın Korkut Özal da
buradaydı. Sizin oturduğunuz koltukta, iki ay önce
yaklaşık şöyle bir tespitte bulunmuştu bize. Siyasal
partiler kanunundaki değişiklik Türkiye’nin en önemli
dönüm noktasıdır demişti. Bu hükümet, bu parti bunu
162
yaparsa bu işi başarır. Bunu yapamazsa onların da işi
biter demişti ve süreç bu şekilde de işledi. Yasama yılı
bitecek. Siyasi partiler yasasında bir değişiklik
gündeminizde mi? Çünkü siz konuşmanızda da
bahsettiniz, delegenin, seçmenin katılımının olmadığı bir
partiler kanununda istediğimiz kişiye oy veremiyoruz.
Genel başkanın seçtiği bir milletvekili de haliyle yanar
döner bir şekilde 3-5 partiyi gezebiliyor. Bu ikisini
birbirine bağlamanızı istiyorum. Çünkü maalesef 3 Kasım
seçimlerindeki listelerde bir genel başkan hakimiyetini
duyduk. Birçok milletvekilinden de duyuyoruz, duymaya
da devam ediyoruz. Bunun önünü kesmek için miydi? Az
önceki soruyla da bağlamak istiyorum.
(ÇELİK) Şimdi Anayasa değişiklikleri gündemimizde, meclis iç
tüzüğü ile ilgili çalışmalarımız gündemimizde. Mecliste etik
kurul kurulması ile ilgili yani milletvekilleri kendi sorunlarını,
kendi bünyelerinde halletsinler anlayışı çerçevesinde bir etik
kurul kurulması ile ilgili çalışmalarımız gündemimizde. Ve
siyasi partiler yasasında, seçim yasalarında yapılacak olan
değişiklikler gündemimizde. Umarım 2007 yılı, biz seçim
takvimini öyle belirledik. Yani ilk olarak Türkiye 5 yılda bir
seçim yapsın. 2005’in sonu ve 2006’nın başlarında şu
saydığım değişiklikleri gerçekleştiririz. O çaba içerisinde
olacağız, ama burada bir şey var. Toplumsal konsensüs çok
önemli. Gerek anayasa metinlerinde, gerekse siyasi partilerle
ilgili. Türkiye’nin özel şartı dediğimiz bir şey var. Mesela bu
yüzde 10 barajı ile ilgili sıkıntı var. Şimdi bunu yüzde 5’e
indirelim. Bu temsilde adaletin yanında yönetimdeki istikrarı
çok ciddi sıkıntıya sokuyor. Buna karşı bir çabamız var, işte bu
163
değişiklikler
için
söylüyorum.
Türkiye
milletvekilliği.
Biliyorsunuz Anayasa Mahkemesi iptal etmişti. Acaba bütün
insanların, siyasal görüşlerin, bütün fikirlerin mecliste temsilini
sağlayacak bir yapılanma nasıl olabileceği konusunda şu anda
ciddi çalışmalar var. Umuyorum ki böyle bir paket olarak, bir
bütün olarak iç tüzüğü ile siyasi partiler kanunu ile, anayasa ile
yeni bir reforma imza atmış oluruz ve böyle buyrukçu bir
siyasetten ziyade gerçekten halka dayalı, halka hesap veren,
seçmene hesap veren bir parlamentonun oluşumunu hepimiz
arzu ediyoruz. Yani bu konuda samimiyiz. Aksi takdirde
görüyorsunuz iki yıl sonra, üç yıl sonra bazı sıkıntılar
parlamento bünyesinde meydana geliyor. Milletvekilleri halka
dayalı gelmiş olsa bence Ankara’da da hiçbir sıkıntı
veremeyecektir. Çünkü halkta güçlü olan, tabanda güçlü olan
bir insan yukarıda parti yönetimi ile ne bir sorun yaşar, ne de
parti yönetimi onun önüne sorun koyar. Onun için ciddi bir
çalışma içindeyiz.
• Az önceki siyasi partilere yapılacak yardıma ilişkin
görüşünüze katılmıyorum. Neden; çünkü orada parti
milletvekillerine değil, siyasi partilere verilir. Dolayısıyla
da siyasi partileri denetleyen bir Sayıştay vardır. Sayıştay
da o yardımın nereye gittiğini, milletvekiline mi verildiğini
çok net bir şekilde önünüze koyar. Dolayısıyla da sayın
Cumhurbaşkanı’nın yasayı tekrar mecliste görüşülmesi
için gönderme gerekçeleri çok açık. Şimdi benim sorum
dokunulmazlıkların kaldırılması ile ilgili. En son meclisimiz
enteresan bir şeye sahip oldu. Sanırım İzmir milletvekili,
CHP milletvekili. Artık benim dokunulmazlığımı kaldırın
deyip kafasını kürsüye vurdu ve de siz iktidara gelirken
164
halka bu konuda söz verdiniz. Dokunulmazlıkları kaldırma
hususunda. Bu konuda talebi olan milletvekillerine şu ana
kadar
hiçbir
şekilde
cevap
vermediniz.
Hep
dokunulmazlıklarla ilgili fezlekelerin görüşülmesini dönem
sonuna bıraktınız. Bu konuda niçin samimi değilsiniz?
(ÇELİK) Evet siyasi partilerin hesapları Anayasa Mahkemesi
tarafından inceleniyor. Şimdi bu bir. İkincisi dokunulmazlıklarla
ilgili çok samimiyiz. Nasıl samimiyiz söyleyeyim. Şimdi 83.
madde değişsin. 100. madde değişsin. Nasıl değişecek? Bizim
teklifimizde Avrupa Birliği sürecinde Avrupa Birliği’nde bu
dokunulmazlıklar konusunda nasıl alındıysa o şekilde
değişsin. Oturup çalışalım. Ama bir şey daha söylüyoruz,
diyoruz ki mecliste bir uzlaşma veya uyum komisyonu gibi bir
komisyon kurulmuş; neden, siyasi partilerin görüşleri var. ‘83’le
ilgili ben böyle istiyorum. Siz farklı bir şey söylüyorsunuz. Bu
anayasa metni olduğu için, bir uyum komisyonu, eşit üyeliğin
uyum komisyonu, bugüne kadar hep çalışmış, biz bunun
başkanını atadık. Kendi komisyon üyelerimizi verdik.
Cumhuriyet Halk Partisi’ne diyoruz ki siz de verin 3 tane üyeyi.
Bunlar bir ay, on beş gün, ne kadar çalışacaklarsa çalışsınlar.
Hangi maddeleri getireceklerse getirsinler. Dokunulmazlık
maddesi başta olmak üzere bu düzenlemeyi yapsınlar
komisyondan geçirelim. Diyor ki hayır biz getirmeyiz. Arkadaş
verin üyeyi, bu komisyon çalışsın getirsin ne şekle
sokacaksınız. Kesinlikle diyorlar hayır. Şimdi bakın RTÜK
yasası geliyor. RTÜK’le ilgili anayasa değişikliği geliyor. Ayın
24’ünde RTÜK’le ilgili değişiklik gelince Cumhuriyet Halk
Partisi diyor ki evet birlikte değiştirelim. Şimdi komisyon
çalışıyor. Yani iki grubun RTÜK’le ilgili değişiklik talepleri bir
165
araya geliyor, değerlendirme yapıyoruz. O değerlendirmede
mutabakat var. Şimdi göreceksiniz 24’ündeki ilk oylama,
26’sındaki ikinci oylamayla RTÜK’le ilgili anayasa değişikliği
gerçekleşecek. Peki RTÜK’le ilgili gerçekleştiriyoruz da ‘83’le
ilgili neden gerçekleştirmiyoruz? Bunu Cumhuriyet Halk
Partili’lere sorun. Bakın ben Grup Başkan Vekiliyim. Gayet net,
meclisin kürsüsünden de söylerim. Açık ve net, hiç sağa sola
çekmeye gerek yok. Biz anayasa değişikliğinin bir paket
olmasının, ama bu paketin ilk maddesinin de 83. madde
olmasından yanayız. Nasıl olacak, siz dokunulmazlığı
kalkacak deyince arkadaşlarımız ne anlıyorlar, ben onu
bilemiyorum.
Dokunulmazlığın
kalkması,
yani
dokunulmazlığın
sınırlandırılması yasama, yürütme, yargı erkleri çerçevesinde
birlikte düşünülmesi gereken bir olaydır. Yani yalnız
yasamanın dokunulmazlığını kaldıralım, o zaman dengeyi
nasıl sağlayacaksınız? Yargının meydana getireceği bir
sahneyi, bir tabloyu nasıl dengeleyeceksiniz? Onun için üçlü
saç ayağı üzerine oturan bu sistemde dokunulmazlık konusu
üçlü saç ayağı üzerinde değerlendirilmesi gereken bir konu.
Biz bu konuda çekinmiyor, kaçınmıyoruz ki. Buyrun diyoruz,
bakın arkadaşlar üyeyi versinler, pazartesi gününden itibaren
biz çalışmaya başlayacağız. Ve 83. maddeyi getireceğiz. Ama
ısrarla diğer anayasa değişiklerinde destek veren Cumhuriyet
Halk Partisi, bunu bir politika malzemesi yapmaya devam
ediyor, bakın açık ve net söylüyorum.
• Sayın Başkan, eskiden bir milletvekilinin veya bir
bakanın bir demeci ile İstanbul Borsası değeri düşerken,
166
Türk lirasının değeri düşerken, geçenlerde 30 bin
insanımızın katili, bölücü başının İnsan Hakları
Mahkemesi’nde yeniden yargılanması kararının çıkmasına
rağmen İstanbul Borsası yükseldi. Türk lirası değer
kazandı. Ben de gerçekten ümitlendim. Dedim ki herhalde
ekonomik tablolarda gördüğümüz durum gerçekleşiyor
ama aynı gün IMF’den sağlanan krediye rağmen borç
ertelemesine gidildi. Neden?
(ÇELİK) IMF’nin ertelediği borç, 2006 yılı borcu, öyle tahmin
ediyorum, 2007’ye ertelendi. IMF ilişkiler stand-by 3 yıllık bir
anlaşma biliyorsunuz. Bu yeniden imzalandı. Bu borsanın
yükselmesinin altında yatan da o antlaşmadır. Yoksa
bölücübaşı ile ilgili bir durum değil. Orda da yanlış şey var.
Henüz nihai karar Avrupa Konseyi’nden, Bakanlar
Konseyi’nden verilmiş değil ve çıkan kararın da bir usul kararı
olduğunu hatırlatmak istiyorum. Usulde bir yanlışlık şeklinde.
Yoksa esasta Türk mahkemelerinin almış olduğu kararda
oraya bir atıf sözkonusu değil. Onunla ilgili süreç ayrı bir
süreç. Şimdi Türkiye’nin ekonomik sorunları aşılmaya
başlanmış durumda. Ve genel yapı son derece pozitif bir
şekilde gidiyor. Ama geçmiş yıllardaki yüksek faizle
borçlanmaların getirdiği sıkıntılar ve krize giren Türk
ekonomisinin IMF’nin kapısına dayanması, IMF’ye mahkum
duruma gelmesi, 2.5 yılda telafi edilecek bir olay değildir. Ve
IMF’den aldığımız 30 milyar doları, o kriz döneminde, Sayın
Derviş döneminde krizden çıkış için aldığımız 30 miyar doların
getirdiği sorunları takdir edersiniz ki çok kısa süre içerisinde
çözmek mümkün değil. Şu anda bu borç 18 milyar dolara
inmiş durumdadır. İyi ilişkilerin neticesinde de bu borçların
167
ötelenmesi, Türk ekonomisi açısından bir kayıp değildir. Artı
bir değerdir. İnanıyorum ki bu 3 yılın sonunda, mali disiplinden
kopmadan, 70 milyona sıkıntıyı paylaştırarak- bakın, belli
kesimlere değil 70 milyona- ve toplumun alt katmanlarını biraz
daha destekleyerek, enflasyonun üstünde destekleyerek
kimseye muhtaç olmadan Türk ekonomisi kendi ayaklarının
üzerinde duracaktır. Onun için bu ayarlamaları da bu
çerçevede değerlendirmeniz doğrudur diye düşünüyorum.
Saygılarımla
168
Prof. Dr. Hasan KÖNİ
“Dış Politika”
169
Son günlerde derste işlediğimiz bir konuyu önünüze
getirmek isterim. Bu konu ekonomik güvenlik ve ekonomik dış
politika. Bu konunun bir değişik şekli “uluslararası ilişkilerin
ekonomi politiği” adı altında birkaç üniversitede ders olarak
okutuluyor. Aslında ekonomik güvenlik ve ekonomik dış
politika üzerinde eskiden beri duruluyor. Ancak konu diğer
konuların arasına kaynamış olarak ele alınıyor. Şimdi ise konu
artık ayrı bir ders konusu olarak ele alınıyor.
Ekonomik dış politika ne demek? Ekonomik dış politika
devletin ekonomik araçlarla hem ekonomik çıkarlarını
koruması hem de ekonomik araçları kullanarak dış politika
çıkarlarını kabul ettirmesidir. Ekonomik dış politika araçlarının
kullanılmasının örnekleri çok var. Örneğin teknoloji transferi,
ekonomik yardımlar, hibeler, kredi ve borç verme, yatırım
fonlarını yönlendirme, bankaları satın alma, uzmanlar
göndererek yardım etme -Kemal Derviş örneği gibi- Türkiye
tarihine bakıyoruz 1939-1945 arası bir tarafsızlık dönemi var.
Ancak o dönemde dahi ekonomik olarak Almanya’ya
dayanmışız. Niye? Almanya Türk kromunun büyük bir kısmını
yüksek fiyatla satın alıyor. Böyle bir pazar bulmak mümkün
değil. O 1939-41 yıllarını gözden geçirirseniz ve Türkiye’deki
azınlıkları dinlerseniz Türkiye’de birden bire milliyetçi akımların
coştuğunu görürsünüz. Alman Subayları Türk Harp
Okullarında ders vermektedir. Birdenbire Orta Asyacılık ve
Turancılık canlanır ve azınlıkların mallarını kaybetmesine
neden olan “Varlık Vergisi” yasası çıkarılır. Niye? Almanya’nın
Kromla Türkiye’yi kendisine bağlamış olması belli davranış
kalıplarını Türkiye’ye transfer etmiştir. Daha sonra 1941’de
Kiralama Ve Ödünç verme adı altında Amerikan yardımları
170
başlıyor. İkinci Dünya Savaşının nedenlerini araştıranlar,
savaşın asıl nedeninin zayıflayan ekonomilerin doğurduğu
gerilimden kaynaklandığını anlıyorlar. Yeni bir savaşı
önlemenin koşulunun uluslararası ekonominin kurallarını
yeniden kurmak yeni ekonomik örgütler oluşturmak olduğunu
anlıyorlar. İşte daha savaş bitmeden IMF, Dünya Bankası, ve
ticareti özgürleştirmek için Gümrük Ve Tarifeler Birliği (GATT)
bugünkü adıyla Dünya Ticaret Örgütü, Uluslararası Eximbank
ve Avrupa’yı kalkındırmak için Marshall Planı bugünkü adıyla
Avrupa Ekonomik İşbirliği Örgütü’nü yapılandırıyorlar. Dikkat
ederseniz bir askeri yapının kurulması Sovyetler Birliği’nin bu
ekonomik yapılara üye olmayı reddetmesinden sonradır.
NATO denilen askeri savunma örgütü 1949’da kurulmuştur.
NATO’nun önemli bir boyutu kendisine bağlı üyelerin
ekonomik yapılarını çok iyi denetim altına almasıdır.
Günümüzde Avrupa’nın ayrı bir savunma örgütü kurma
çabalarının altında NATO’nun ekonomik egemenliğinden
kurtulma güdüsü yatmaktadır. Marshall planının birde pek
bahsedilmeyen bir siyasi yanı vardır. Bu planın sağladığı
ekonomik yardımdan faydalanan ülkelerin demokratik, çok
partili ülkeler olması gerekmektedir. Sovyetler Birliği bu kriteri
kabul etmediği için ekonomik yardımı da kabul etmemiş
olmaktadır. Türkiye’de Amerikan yardımlarını almaya
başladığında ve 1945’de savaşı demokrasiler kazandığında
çok partili yaşama geçmek durumunda olmuştur. İktidardaki
parti seçimleri kaybedeceğini bilerek çok partili bir yaşamı
kabul etmek zorunda kalmıştır. Ülkenin varlığının korunması
için iktidarlarını feda etmek zorunda kalmışlardır.
171
Önce ekonomiyle siyaset iç içe girmiş bulunuyor. Eğer
serbest bir ticari yapıya sahipseniz aynı zamanda siyasi
açıdan demokratik de olmak zorundasınız. Bu dengeler in
olabilmesi için. İşte ekonomiyi dünyanın şekillendirme boyutu
bu şekilde ortaya konuyor ki bir daha Nazizme, faşizme, daha
sonra uğraşacakları komünizme ve aşırı sosyalizme
dönülmesin. Hatta arşivlerde araştırırken bulduğumuz bazı
telgraflar var. Mesela çok ilginç bulduğumuz bir telgraf.
Fransız Dışişleri Bakanlığı Amerika’ya bir telgraf çekiyor. Diyor
ki, “Biz biliyorsunuz çok şarap içilen bir ülkeyiz. Çocuklara da
sulandırılmış şarap veriyoruz. Bununda ihracatını yapıyoruz.
Fakat sizin bir içeceğiniz var, Coco Cola. Bu içecek bütün
piyasayı kapladı. Şarap satışlarında müthiş bir azalma oldu.
Özellikle genç kesim öğle yemeklerinde bunu tercih ediyor.
Acaba bu Coco Cola içeceklerinizi geri çekmeniz mümkün
değil mi. Bu içeceği geri çekin çünkü gıda yardımları içinde
bunlarda geliyor.” Şimdi Amerika’nın verdiği cevap çok ilginç,
diyor ki, “Dünya skoda uçaklarını görünce Alman Nazizmini
hatırlıyor. Dünya doğan ve batan güneşi görünce Japon
hegemonyasını hatırlıyor. Dünya Rusya’yı düşününce demir
perdeyi hatırlıyor. Fakat dünya Coco Colayı görünce
demokrasiyi hatırlıyor. Geri çekelim mi?” Tabi Fransa “Hayır
kalsın.” diyor. Anti demokratik olmak istemiyor. Dikkat
ederseniz bizde hem Coco Cola, hem Pepsi kola ikisi de var.
Türkiye bu yüzden demokratik bir ülke olduğunu Amerika’ya
gösteriyor. Hatta Turka kola da var. Tabi bu malın yani bu
telgrafların ifade ettiği olay şu. Bir ekonomik mal, bir rejimin
örneği olabiliyor. Bu düşünce tarzı ‘45’ten sonra yoğun şekilde
sistemin içine giriyor. Tabi az gelişmiş ülkelerin stratejiyi bu
boyutlu algılamaları mümkün değil çünkü ekonomiyi bilmeleri
172
mümkün değil. Dikkat ederseniz biz siyaset bilimi derslerinde
veya uluslararası ilişkiler bölümünde çok ekonomi okutmayız.
Yani siyaset ilişkileri, ne kadar askeri var, onun ne kadar gücü
var, sınır sorunları, etnik sorunlar, son zamanlarda çıkan dini
sorunlar. Fakat makroekonomik çözümlemelerde dünya
sistematiği nasıl yönetiliyor tarzında bir analizimiz yoktur.
Siyaset bilimini bilen ekonomiyi bilmez. Ekonomi departmanı
da pek siyaseti bilmez. Ayrı bir boyutmuş gibi gelir fakat
ikisinin karışımı asıl yönetim boyutunu oluşturuyor. Ama bunu
pek ortaya koymadan 1973’lere kadar klasik ekonomi
politikaları ile uluslararası sistemi yönlendirmişlerdir. İşte
dikkat ederseniz bizim Amerika’dan aldığımız yardımlar daha
çok askeri yardımlar. İlk Truman Doktrin’i ile gelen para askeri
yardım. Marshall Planı ile gelen para askeri yardım. Sonra
tarımsal alanlara, diğer alanlara gelmişti ama genellikle ana
müttefikin sağladığı yardımlar askeri yardımlar tarzında.
Çünkü kendisi ile ilgili ön cephe imajını geliştiriyor. Öbür türlü
temel ürünlere ana teknolojileri Türkiye’nin boyutlarını
değiştirme olayı yok ama Türkiye’de de bunu anlayan yok. Bu
klasik güvenlik stratejileri yani silahların gelişmesi nükleer
yarış konvansiyonel güçlerin oluşturulması, askeri stratejiler,
uluslararası ilişkiler literatüründe 1973’lere kadar çok önemli
yer tutmuştur. Fakat 1973’te o zamana kadar hiçbir makalede
incelemediğimiz ve görmediğimiz -bizde zaten yok da dışarıda
da çok az- bir Filistin-İsrail savaşı sonunda petrol ambargosu.
İlk defa az gelişmiş ülke bir batı için kolay elde edilen bir
kaynağı kullanarak batı siyasal yapısını kökünden sarsmıştır.
Petrol ambargosu. Hollanda’da kuyruklar. Amerika stokunda
tüketimler ilk defa dünya fiyatlarının üzerinde. Amerika içinde
kargaşa, piyasaların altüst olması ve beklemedikleri Arap
173
ülkelerinden gelen bir sermaye büyümesi. Petrodolarlar o
dönemde ortaya çıkmıştır. Ajda Pekkan’da şarkı yarışmasına
katılırken aman petrol diye o şarkıyla onun yansımasıdır,
sosyal hayata kadar gelen bir boyut. Şimdi ilk defa olarak,
Walter Mondeo Amerikan Başkan Yardımcısı Ekim 1974’te
şöyle bir yazı yazmış. Yumuşamanın ilerisinde uluslararası
ekonomik güvenliğe doğru Mondeo şöyle diyor: Uluslararası
güvenlik sorunları stratejik nükleer silahlarda gelişme ve
çatışma boyutunun ortaya çıkması. Değişik siyasal sistemler
arasında bu dönemde sağ sol çatışma. Avrupa’da ittifaklar
arasında çatışma. Büyük güçlerin küçük güçleri kullanarak,
yani proksi savaşlara katılım gibi hususlar şimdi uluslararası
ekonominin, batının denetiminden çıkmasıyla gölgede
kalmıştır diyor. Şimdi 1974 yılında bu cümlenin ne olduğunu
Türkiye’de anlayan kimse yoktu. Silah almaya çalışıyoruz.
Kıbrıs nedeniyle fark ediyorlar ki Türkiye’nin üç tarafı deniz
ama çıkarma gemisi yapmayı unutmuş. Herhalde karadan
Kıbrıs’a saldırmayı düşünüyorlardı. Benim babam kaptandı.
1964 yılında ne kadar şehir hatları vapuru varsa askeriye
toplamıştı. Şehir hatları vapurları ile Kıbrıs’a çıkarma
yapacaklardı. Bu yapı diyor ki bu gelişme yani uluslararası
ekonominin bizim kurduğumuz denetimin dışına çıkması batı
demokratik yönetiminin ulusal güvenliğine bundan daha büyük
bir darbe düşünülemez. Ekonomik sorunlar dünya siyasal
liderlerinin ajandalarında iç ve dış politikanın önüne geçerek
yeni bir yer işgal ediyor. Şimdi bu yazı önemli. Çünkü Amerika
yapacağı stratejilerin bir kısmını böyle yayınlıyor. Dış ilişkiler
konseyinin çıkarttığı bir dergide. Önce ne yapacağını karşı
tarafa bildiriyor. Yani gelip seni döveceğim diye açıkça
söyliyeyim der, bir güce sahip olduğu için. Petrol parasının
174
ortaya çıkması ve bunun çeşitli fonksiyonları hakikaten dünya
stratejisini önemli ölçüde değiştirmeye başlamıştır. 1979’da
İran devrimi ikinci bir petrol krizi daha yaratmıştır. İran
krizinden sonra tekrar bir toparlanma dönemine girilmiştir.
Özellikle enerji konusunda yeni enerji kaynakları, yeni enerji
boyutları ortaya çıkarılmıştır. Hızla fiyatlar düşürülmüştür ama
az gelişmiş ülkeler Rusya 1973 sonrası krizini ememediği için
sallanmaya başlamıştır. Tabi 1982’de de Kaliforniya’nın
tanınmış kovboylarından Ronald Reagan sahaya çıkıyor ve
diyor ki: “Bu kötülük imparatorluğunu artık bitirme zamanı geldi
ama kötülük imparatorluğunu nasıl bitirecek. Kötülük
imparatorluğunu yeni bulunan nükleer silahlar, uçaklar, top
tüfekle mi bitiriyor arkadaşlar. Rusya’nın çöküşüne
bakıyorsunuz bir tek kurşun atıldığını görmeniz mümkün
değil.” Bu o zamana kadar dikkat edemediğimiz -bugünde pek
öğrendiğimizi zannetmiyorum- izlenen ekonomi politikaları ve
ekonomik araçların ortaya konması ile olmuştur ve 1980’den
itibaren ekonomik liberalleşme dünyaya yayılmıştır. Tüm
boyutları ile uluslararası yeni düzen adıyla ortaya çıkan bu
boyut 1990’lara kadar çok büyük umut veren bir sistem ortaya
çıkarmıştır. Yeni ortaya çıkan uluslararası şirketler 1980’de
dünyaya yayılmaya başlamıştır. Rekabet bloklar arası
ekonomik rekabete dönüşmüştür. Yani Avrupa Birliği’nin o
zamanki adı ortak Pazar. Ortak pazarın karşısında Pasifik’te
gelişen Japonya’nın başı çektiği Aseyan bölgesi ve
Amerika’da yavaş yavaş kendi etrafında bir ekonomik blok
oluşturmaya başlamıştır. Dünyaya baktığınızda bu senelerde
Sovyetler Birliği ve uyduları ekonomik açıdan sarsılırken
Amerika Avrupa Birliği rekabetine karşı kendi ekonomik
bloğunu oluşturma çabaları içerisinde ve Latin Amerika’yı da
175
kendisine bağlıyor. Avrupa Birliği ortaklık antlaşmalarıyla
Türkiye ve Afrika’nın kuzeyini tamamen içine alarak genişleme
moduna girmiş. Asya Pasifik bölgesinde de büyük bir
genişleme var. 1976 yılında Çin, Çin denizine bakan, yani
Pasifik’e bakan dört büyük şehrini batı ekonomisine açmış.
Böylece sosyalist ülkeler bu ekonomik blokların içine
sıkışmıştır. Ve sermaye akımı gittikçe serbestleşerek bu
alanlara yayılıyor ve arka arkaya yeni yatırımlar bu alanlara
yöneliyor ve elde de yoğun şekilde birikmiş petrol parası var.
Mesela 1973 başında Suudi Arabistan’ın petrolden elde ettiği
para 6 milyar 250 milyon dolar. 1979’da sadece petrol satışı
net kar 92 milyar dolar. Suudiler ne yapacaklarını şaşırıyorlar.
Yüzme havuzları bedava, okullar bedava, bedava hastaneler,
Amerika’da kullanamayacakları kadar silahları alıyorlar.
Mecburen Amerikalı uzman veya pilotları getirmek zorunda
çünkü o teknolojiyi anlamaları mümkün değil ama olsun. Hatta
şuraları buralarıda altın kaplatmaya başlıyorlar. 92 milyar
dolar. 10-12 milyonluk bir ülke için kişi başına 300-400 milyon
dolar düşüyor. Bu sadece bir Suudi Arabistan’la körfez
şeyhlikleri durak İran şahı, İran şahı biliyorsunuz 1976’da
İran’da Awacs uçakları vardı. Daha Türk ordusu Awacs
uçağının yanından geçti mi geçmedi mi bilmiyorum. Ne
olduğunu uçarken görmüşümdür ama 1976 yılında var ,sene
2005 işte burda F16. 2050 de de böyle giderse F16’ya devam
edeceğiz gibi geliyor. İlginç bir boyut petrolün getirdiği bu para
kredi ve borç olarak bütün dünyaya yayılıyor 1978 yılında.
Ekonomist dergisi bu haftadaki de yazdı. Diyor ki dünyanın
hiçbir yerinde bu kadar büyük kredi miktarı bu kadar risk
alınarak bedava şekilde dağıtılmamıştır. Korkunç bir para
dağıttı. Bu sırada tabi Japonya’da korkunç bir üretim boyutu
176
içine girmiş. Amerika kendisi diyor ki pazarlarını aç yoksa kötü
olacak. Fakat ekonomik ve teknolojik açıdan güçlenen
Japonya bir kitap yayınlıyor. O sırada ben de Wasıngton’da
John Hepton da öğretim üyesiydim. Bu kitap Amerika’yı sarstı.
Kitabın adı Japan De No. Haydi gülen Japonya. Sony
grubunun genel müdürü olan kişi yazmış. Diyor ki siz ırkçı
Amerikalılar bize iki tane atom bombası attınız. 1945 ten sonra
sizin gösterdiğiniz yolları takip ettik. Serbest piyasa
ekonomisiyse serbest piyasa ekonomisi, demokrasi ise
demokrasi ama diyor sizi geçtik. Şimdi elimizde sizde olmayan
mikroçip teknolojisi var. Bizi kızdırırsanız bunu diyor Sovyetler
Birliği’ne veririz. Daha 91 yıkılmadan önce. ve diyor bu nükleer
silahların tam hedefe vurmasına neden olur. Bilgisayar
teknolojisi de sizin önünüze geçer bizi kızdırmayın. İkincisi
diyor ki elektromanyetik teknoloji de bizde bunu da diğer
ülkelere verdiğimizde ulaşım hızları korkunç artacağından size
karşı ulusal bütünleşmelerini çok çabuk tamamlayıp karşınıza
yeni bloklar çıkartırlar. Onun için yine bizi kızdırmayın diyor.
Hemen alelacele o yıllarda Amerika’da yeni bir kitap yayınladı.
Psikolojik olarak Japonlar korksun diye. Kani World japan.
Japonya ile yaklaşan savaş. Bizde de Metal Fırtına çıktı
biliyorsunuz. Korkudan titremeye başladık. Bu kitabın
benzerini 1998 de sayın Kamuran İnan büyükelçi Hayır
Diyebilen Türkiye diye yazdı ama arkasındaki Japonya’nın
ekonomik tehdit yüzü yoktu. Böyle bir ortama girdik. Fakat
1990’lardan sonra küreselleşme yeni bir boyut ortaya koymaya
başladı. Şöyle bir boyut ortaya koymaya başladı. Karşılıklı
bağımlılık, bazı ülkeleri korkuturken ekonomik intedependisi.
Ekonomik olarak karşılıklı bağımlı olma olayı az gelişmiş
ülkelere de değişik boyutlarda rol oynar. Mesela Asya Pasifik
177
bölgesinde Taylan, Tayvan, Endonezya, Filipinler bu karşılıklı
bağımlılığa yapışarak kendi dış politikalarını geliştirdiler. Yani
kendilerinin karşısındaki Çin, Sovyetler Birliği gibi ülkelere
karşı Batı ile yoğun ekonomik işbirliği içine girerek Batının
vazgeçilmez bir parçası olarak bunların karşısında durdular.
Diyorlardı ki Sovyetler bize saldıramaz. Çünkü Batının bir sürü
üretimini biz kendimizde yapıyoruz. Mallarının bütün
boyutlarını teknoloji devleri bizden alıyorlar. O halde bunlar
bize saldıramaz. Yani ekonomi politikaları güvenlik
stratejilerinin en önemli boyutunu oluşturmaya başladılar.
Giren yatırımlar belli bir boyutta bu ülkelerin kalkınmasına yol
açtı. Mecburen askeri kesimde çoğu ülkelerde geleneksel
uluslararası politikadan vazgeçmek zorunda kaldılar. Yani
askeri gücün öne çıktığı stratejilerden bir başka boyuta
geçmek zorunda kaldılar. Stratejideki oranlar değişti.
Ekonomik stratejiler yüzde 60, öbür stratejiler yüzde 40. Bu
ikisi daima var olacaktır ama oran değişti ne gibi. Çünkü askeri
teknolojideki gelişmeyi, gelişmiş batı ülkelerinde bu sermayeye
sahip olan sivil sektör yapmaya başladı. Eğer sivil sektörün bu
önemini ortaya koyamazsanız konvansiyonel askeri yapınızda
da gerileme çıkmaya başlar. Yeni müesseseler, yeni boyutlar.
Ekonomi askeri sektörün bir zamanlar ikinci dünya savaşında
olduğu gibi ertkisi altındaydı. Askeri sektör ekonomiyi çeken
bir boyuttaydı. İşte 25 bin tank üreteceğini söyleyen bir
politikacımız vardı. Hala var galiba ama aktif değil dimi. Diyor
di ki amma palavra atıyor. Ama Amerika 2. Dünya savaşında
bunu yapıyordu. Sene de 25 bin tank, 3 bin uçak, bilmem ne
kadar gemi. Buda tabi ekonomiyi çeken bir boyut oldu.
Değişen 80 lerden sonra özel sektörün ve ekonominin
kalkınmayı çekmesi askeri teknolojiyi yukarı çekmesi. Değişen
178
boyut bu. Stratejilerde değişen boyut bu oldu. Ekonomik
Exchange, değiş tokuşa girmeyen uluslararası piyasalara
giremeyen ülkelerde hızlı bir askeri boyutta gerileme
görülmeye başladı. Buna da mecbur kaldılar. Ama öte yandan
bu küreselleşme ve patlayan uluslararası ekonomik gelişmeler
devletler açısından bazı zor durumları ortaya çıkardı. Bir
tanesi üretim özel sektör tarafından yapıldığından devletlerin
diğer devletlere karşı kullandıkları ekonomik araçları kullanma
imkanı kalmadı. Çünkü özel sektörde artık mesela
Amerika’daki büyük firmaların ana merkezleri vergi vermek için
Amerika içinde değil nerde Panama’da, işte Kuveyt’te
Dubai’de şurada burada. Artık ulusal sektörden uluslararası bir
ekonomik sektöre girdi. Biliyorsunuz ki şu malı Irak’a satmayı
yasaklıyorum. Adam diyordu ki kârımı azaltamam.
Amerika’daki üreticiyi tutuklarsanız öbür tarafta üretim yapıp
yine satmaya devam ediyor. Böylece state centrik yani devlet
merkezli ekonomik politikalarda bir zayıflama oldu. Ve kaynak
sağlama çeşitlendi. Dünyanın bu tarafında yasaklarsanız öbür
tarafından o malı veriyor. Aynı mal birkaç fiyatla her yerde
üretiliyor. Size ambargo koyuyor. Ben 74 ambargosunu
hatırlıyorum. O sırada askerlik yapıyordum. Bayağı malzeme
konusunda lojistik konusunda sıkıntıya girmiştik. Bugün yok.
Her yerden istediğiniz malı bulabilirsiniz biraz paranız varsa.
Bir zamanlar Çeçenler evin önüne tankı alıp koyuyorlardı.
Rusya’ya gidiyorsunuz. Çeçen lobisine ne lazım. Ya işte
İstanbul’da trafik zor tank getirin. 25 bin dolar abi. Peki. Bir ay
sonra evinizin önünde tank duruyor. Rus tankı araba şeklinde
modernize edilmiş ve ondan sonra sabah korkmadan saat
8’de köprüyü vuruyorsunuz. Bu kadar basit bir hale gelmiş.
Zaten Rus halkından silah almaya kalkarsanız zor görürsünüz.
179
Ama kalaşnikov istiyorsanız 120 dolara satıyorlar tanesini.
Doğuda her evde var. Yani arz konumda devletin yapabileceği
bir şey kalmadı. Bu da korkuttu. Ekonomik boyutu az
kullanılabilir hale geldi. Çünkü özel ekonomiler çok fazla
kuvvetlendiler. Bir başka boyut daha oldu. Sınır güvenlikleri
kalktı. Denemek için mesela bir malı Endonezya’da sisteme
sokuyorlar. Bir buzdolabı çok ucuza yapılmış ve takip
ediyorlar. Bu nereye kadar satılıp gidebiliyor. Çeşitli gümrükler
var. Gümrüklerden geçmeden mal gümrük kaybı yok.
Endonezya’dan başlıyor Tayvan, Tayland, Vietnam, Çin,
Güney Kore, Kuzey Kore. 1500-2000 millik yolu hiçbir
gümrükten geçmeden takip edip öbür tarafta çıkıyor. Burada
devletin kontrol etmesi mümkün değil ve aynı zamanda illegal
örgütlerde öyle. Ordan başlayıp öbür taraflara çatışmaya
giriyor. Yani Afganistan’daki herif gidip Avrupa içinde de
vurabiliyor. Onun hesapları Avrupa içinde de kendisini takip
ediyor. Böylece ulus devlet gücünde bu sermaye boyutuyla
yeni bir tehdit oluşturuyor. Peşinden bu sermayenin girişi ile 2.
bir boyut oluşuyor. Çünkü kuralları koyanlar uluslararası
ekonominin kurallarını koyanlar, birlikte oturup bu kuralları
gelişmekte olan ülkelerle bir arada kurmamışlar. Bu kurallarını
kendilerine göre kurmuşlar. Mesela 90’lardan sonra en büyük
kültür boyutu özelleştirme. Özelleştirme yeterli değil. Yanında
delegilasyon, yani finansal piyasalardaki sermaye girişini ve
sermaye üzerine yapılacak işlemleri yeniden düzenleme ve
azaltma gerekli. Bu boyut içinde milyarlarca dolar bu ülkelere
doğru geliyor. Bu ülkelerin bankaları da bu paraları çekmek
için -şimdi ekonomik terimler kullanmayayım- usulsüzlükler
yapıyor faiz yükseltiyor aman bana gelin. Ben sizin dolarınıza
yüzde 20 veriyorum. Para girince faiz yüzde 25’e çıkıyor.
180
Öbürü diyor ki ben yüzde 30 vereceğim. Çünkü bir saniyede elektronik olarak bunlara elektronik sürü diyorlar- bir milyar
dolar, beş milyar dolar, bankanın senelerce yahut binlerce kat
vererek toplayabileceği para geliyor. bilgisayardan. Patronuna
diyorlar ki Latin Amerika üzerinden iki milyar geldi. Suudi
Arabistan üzerinden 800 milyon dolar geldi. Bilmem nerden şu
kadar ve sizde onu 5 misli kredi veriyorsunuz. Kredi alanlar
memnun bankalar memnun. Fakat faizi indirmeye kalktığınız
zaman diyor ki ne kadar indi, şu kadar. Tayvan ne kadar
veriyor. Türkiye’den yüzde beş daha fazla veriyor. Bilgisayara
giriyor. Türkiye’deki bir milyar bilmem kaç doları Tayvan’daki
bilmem ne bankasına geçiriyor. Az gelişmiş ülkeler yerlerde.
Meksika, Latin Amerika, Afrika’da kalkınmakta olan ülkeler,
sosyalist blok 1988, ‘89 krizlerinde tepeden aşağı gitmiştir.
Biliyorsunuz Polonya’da bir Solidanuş hareketi vardı. Bir işçi
devletinde işçiler devlete karşı yürüyorlardı. Sebebi
maaşlarımızı ödeyin. Bundan daha büyük bir sarsıntı
olamazdı. Tabi bütün sarsıntılarda maneviyata bir dönüş
oluyor. Polonya asıllı papayı tam Hıristiyanlığın da merkezi
olan Polonya’da 2 milyon kişi karşılayıp papa bizi kurtar dediği
zaman o rejim sallanıp bitmiştir. İstediğiniz kadar askeriniz
olsun. Silahlar, toplar, stratejiler, özel güçler, otuz saniye.
Tahmin edilemeyen boyutlar ve sallantılar. Bakın bir örnek
anlatayım. O dönemde, 1987 sonları 88-89 Haziranında
Bulgaristan’da yaşayan soydaşlarımıza karşı yapılan olayları
uluslararası insan hakları konferansında görüşmek üzere -sivil
bir konferanstı- Türkiye adına ben Danimarka’daki bu
konferansa katıldım. O zamanki Danimarka büyük elçisi Onur
Öymen dedi ki bunların patronu bu Rus elçisidir. Konferanstan
sonra iyice bir giydir. Yahu uluslararası insan haklarının
181
geliştiği ortamda böyle bir şey yapılır mı Türklerin dinini, ismini
değiştiriyorsunuz başka yapıyorsunuz. İşte Türkiye’ye
gönderiyorsunuz falan. Onu dedi şeye gönderin. Lüks bir
lokantada yemek yedir. Bunların karnı tamamen aç ve dedi
durumu anlat Rus elçisine. Götürdük konuştuk konuştuk.
Hakikaten pahalı bir lokanta. Pahalı lokantalarda Ruslar çok
konuşur. Dedim ki ben bir mülkiyeli öğretim üyesi olarak
anlamadığım bir şey var. Siz dedim üstün nükleer teknolojiye
sahipsiniz. Siz uzaya adam gönderen bir komünikasyon
sistemine sahipsiniz. Nasıl oluyor da dedim Sovyetler Birliği
çöküyor. Bunu anlamak mümkün değil. Teknoloji ise teknoloji
silahsa silah, strateji ise strateji. 2 milyon 600 bin kişilik bir
askeri güç. Mig 29 uçakları, 600 yüzbin KGB ajanı filan. Ben
klasik bir öğretim aldım dedim. Dedi ki bazı sorular soracağım.
Bu soruları cevaplarken durumu anlayacaksınız. 1. sorusu
dedi ki siz bir Rus müzik seti almak istiyor musunuz? Varsa
alırız yani dedim. Dedi Rus buzdolabı almak ister misiniz?
Dedim sizde buzdolabı yok zaten orası soğuk. Yok dedi var
öyle şey mi olur. Soruyor Rus çamaşır makinesi, Rus giyim
markası, Rus bir tek nükleer silah var bildiğim. Başka hiçbir
şey yok. Bakın elimizde makineli tüfek fakat altımızda donla bu
uluslararası ortamda yaşamamız mümkün değil diyor.
Sistemin yaşaması için gereken hem topu hem de yağı aynı
eşitlikte üretmek. Hatta yağın toptan biraz daha fazla olması
lazım. Bu mümkün değil. Jigordan da korkmayın dedi. Bir iki
ay içinde çöker. Hakikaten Ağustos Eylül ayında Jigon
ışınlandı gitti. 300 bin vatandaş kazanmış oldu. Bir kısmı
sonradan tahmin ediyorum geri döndü. İstanbul’daki
sarışınların çoğu ordan Bulgaristan’dan gelenlerin bir kısmıdır
diye düşünüyorum. Bu yapılar tabi uluslararası güvenlikte yeni
182
terminolojileri oluşturdu. O da ekonomik güvenlik. 1990’lardan
itibaren Birleşmiş Milletler toplanarak şöyle bir konu ortaya attı.
Güvenlik Konseyi artık klasik kalmıştır ve uluslararası
güvenliği koruyamamaktadır. O halde ne kuralım? Aynı güce
sahip az gelişmiş ülkelerinde bulunduğu ekonomik güvenlik
konseyini kuralım. Bu 2000 yılında Ottova’da tartışıldı.
Peşinden 1945’lerde kurulan IMF, Dünya Bankası, Dünya
Ticaret Örgütü gibi örgütler uluslararası ekonomik güvenliği
koruyamadılar. Bunların da yapısını değiştirdiler. Şimdi hem
yeni uluslararası güvenlik konseyi bunlardan sonra kurulma
çabaları devam ediyor. Az gelişmiş ülkelerin tekrar bu krizlere
düşmemeleri açısından. Hem de ülke içlerinde bir daha
çatışmalara neden olunmaması için. Yeni yapılanmalar
mesela finansal sistemlerin düzenlenmesi. Az gelişmiş
ülkelerin gece gündüz gözetlenmesi. Sermaye piyasalarının,
yahut piyasa sistemlerinin derinleştirilmesi. İşte geçen gün biz
de de bir uyanma var. Dışarıdan gelen sıcak paranın en aşağı
Türkiye’de 6 ay kalması ve de vergilendirilmesi. Yani yüzde
25, yüzde 30 faiz alıp, yüzde bir yüzde iki hiç vergi bile
ödemeden zıp zıp büyük karlarla girip çıkmasının önlenmesi
gibi boyutlar uluslararası sisteme geliyor. Hele Sovyetler Birliği
çöktükten sonra eşit güç kalmayan Amerika’da asıl
çatışmaların bu yüzden çıkacağını hesaplıyor. Ve eğer az
gelişmiş
ülke
iseniz
bu
boyutu
tek
başınıza
karşılayamayacağınız için bu ekonomik bloklardan birine
çeşitli fedakarlıklar yaparak girmek zorunda kalıyorsunuz.
Eğer ekonomik bloklardan birine girmemişseniz, sizi bekleyen
yapı sınır çatışmaları, etnik çatışmalar, dini çatışmalar. Ya bu
veyahut vereceğiniz bazen ulus devlet modeli içinde yetişmiş
183
insanların tahammülünü aşan istekler bundan sonraki ortamda
tercih, tabi kamuoyunun olacaktır.
• Ekonominin siyaset üzerinde ve dünyadaki gelişmeler
üzerindeki etkisini anlattınız. İkisinin askeri güçle bir
arada olduğunu. O zaman kapitalist ülkelerde, güçlü iş
çevrelerinin dünya siyasetini yönlendirdiğini söyleyebilir
miyiz?
(KÖNİ) Size Amerikan Dışişleri Bakanlığı’nın konuşmasından
bir parça okuyacağım. Diyor ki, biz milli güvenliğimizi neye
borçluyuz? Amerikan şirketleri uluslararası alanda oynadıkları
rolle Amerika’nın güvenliğini sağlayan en önemli kurumlardır
ve bu kurumlar bizim askeriyemizin önündedir. Alan Pirlarson
Amerikan Dışişleri Bakanı Yardımcısı. Konuşmasının adı da
‘Uluslararası Ekonomik Politikayla Güç ve Güvenlik
Oluşturmak’. Peşinden diyorki, hükümetlerin rolü de iş
çevrelerine yardım etmektir. Küçük ve büyük firmalarımız
bizim dışarıya gönderdiğimiz en büyük silahlarımızdır, diyor.
• Yerel alanda enerjinin hammaddesinin bulunduğu bir
bölge olarak Zonguldak’tan Çinliler ihaleleri takip ediyor
ve Çinliler burada ihale kazanıyor. Kendi işçileri ile
geliyor. İşi yaptıktan sonra geri dönüyor. Ulusal alanda da
Venezuela gibi petrolün çokça çıktığı bir ülke ki buraya
Avrupa Birliği bile müdahale edemiyor, Amerika kıtasında
olduğu için burada yine Çinliler anlaşma yapıyor. Buradan
uygun fiyatla petrol alıyor. Çinlilerin dünya enerjisini,
dünyadaki bu hammaddeyi alması daha etkin, daha büyük
bir ülke olmaları açısından son derece önemli. Kendilerini
184
bu derece büyütüyorlar, bu derece geliştiriyorlar.
Türkiye’nin Çinlilerle bu ilişkisi sizce ne olmalı? Dış
politika da ne kadar birliktelikleri olmalı? Türkiye’nin
Çin’le birlikteliği ne olmalı?
(KÖNİ) Hem Çin’le epeyce gidip gelme oldu. Hatta bu
ilişkilerin gelişmesi pahasına Sikiyan bölgesindeki gelişmelere
de ses çıkaramıyoruz. Dikkat ederseniz orda bir takım
kımıldanmalar var. Doğu Türkistan yani açıkçası. Onu bile
gözardı ederek gelişiyoruz. Amerikan stratejilerinde 2020 yılı
Çin’le dönüp uğraşacakları bir yıl olarak gözüküyor. Şu anda
ekonomik yayılmalarına ses çıkarmıyorlar. Sebebi şöyle;
Adam Smith’ten gelen bir düşünce tarzı. Eğer ihtiyacı olan
hammaddeleri pazarlık yoluyla alabiliyorlarsa uluslar ve onun
karşılığında da bir şey veriyorlarsa savaş çıkmayacak. Şimdi
Çin biliyorsunuz çok yakında Dünya Ticaret Örgütü’nün bir
parçası da oluyor. Böylece çatışma boyutundan yoğun
ekonomik rekabet boyutuna doğru kaydırıyorlar yoksa 1 milyar
300 milyonluk bir ülkeyle savaşa girmeyi ve belli teknolojisi de
var, cesaret edemeyeceklerini biliyorlar. Bu yatıştırma ve
içeriye çekme politikaları uygulanıyor. Türkiye’de tahmin
ediyorum böyle bir yakınlaşma içinde. Şu anda tekstil
korkumuz var. Tekstilde de bizi perişan edebilecek bir duruma
doğru hızla geliyorlar. Orda hafif bir kota sistemimiz var ama
diğer konularda yakınlaşma olduğunu tahmin ediyorum.
• Amerikan Başkanı’nın Savunma Bakan Yardımcısını
Dünya Bankası Başkanlığına önermesini hem yakın
Ortadoğu politikaları hem de dünyanın yakın politikaları
185
çerçevesinde ve ekonomik
değerlendiriyorsunuz?
güvenlik
olarak
nasıl
(KÖNİ) Volfovitz Johns Hopkins’de bizim dekanımızdı. O
zaman sakin bir Museviydi. Yani başının arkasına kızdığı
zaman şey takıyorlar ya, öyle değildi. Fakat herhalde ona sert
rol oynama emri verildi çünkü bunlar iki tane büyük parti
olduğu için bir kısmı demokrat, yumuşak rolü oynuyor, o tarafa
geçiyorlar. Bir kısmı cumhuriyetçi sert rolü oynuyor. Sonra
değişiyorlar aynı adam bu tarafa geçiyor, o tarafa geçiyor.
Fakat hepsinde belli bir lobi iktidarda kalıyor. Şimdi tabi Dünya
Bankası’na Volfovitz’un gelmesi az gelişmiş ülkeler açısından
Amerika’nın bir ekonomi politikası uygulayacağını gösteriyor.
Yani onları sıkıp, kendi dostlarına daha çok kredi açan bir
boyut uygulayacağını gösteriyor ki bundan sonra dostu
olmayan ve de gelişmekte olan ülkeler açısından durum
tehlikeli. Bu içerde de oluyor. Niçin bu kadar büyük siyaset
yarışı yapılıyor? Çünkü siyaset şu: Kimin, neyi, nasıl, ne
zaman alacağının belli bir otorite tarafından belirlenmesi
maddi manevi. Şimdi sizin partiniz geldiği zaman bütün
ihaleleri siz alıyorsunuz. Birden bire yeni iş adamları, yeni
zenginler türemeye başlıyor. Öbür tarafta da yeri öpenler
başlıyor. Aynı şey uluslararası alanda da geçerli. O yüzden
bundan sonra İsrail’e daha iyi davranmaya başlayacağız gibi
geliyor.
• Sayın hocam bu Amerika’daki yapı ile ilgili özet bir bilgi
verebilir misiniz acaba?
186
(KÖNİ) Devlet, federal devlet kuruluşu ve içerdeki diğer
devletlerin ekonomik politikalarını kontrol ediyor. Şimdi bizde
bu Avrupa Birliği anlatılırken pek anlatılmayan bir konu var.
Anlatılmayan konu şu: Amerika, Fransa ve Almanya’ya büyük
yatırımlar yapıyor, altyapılarına. Fakat bu yatırımlar yoğun
şekilde emiliyor çünkü Fransa, Almanya’nın tekrar
birleşmesinden tekrar Nazizmin horlaşmasından korkuyor. O
yüzden Almanya’ya karşı hak teminatı ve diğer baskıları
ortaya koyuyor. Almanya’da Fransa’yı dengelemeye çalışıyor.
Zaten yakılmış, yıkılmış ülkede gelen bütün parada tüketimde
emiliyor. Şimdi 1948 yılında New York Times’ta bir yazı çıkıyor
81 işadamı imzalı. Başında da o zamanki New York valisi var.
Standart oyunun başkanı diyor ki, bu iki ülke birbirini böyle
yemeye, bizim de yatırdığımız sermayeler bu iki ülke
tarafından emilmeye devam ederse biz bu yatırımı keseceğiz
ve bu ülkelerin nereye doğru kayacağına da aldırmayacağız.
Size bir model öneriyorum, diyor. Model, Amerikan Federal
sistemidir. Yani pazarlarınızı birleştirin, hiç olmazsa
birleşebileceğiniz bir mal bulun. O sırada yeniden yapılanma
sırasında en önemli mal, çelik ve kömür. Bu ikisi birleşip birkaç
tane ufak Avrupa Birliği Benelüx ülkelerini aldığında öyle
büyük kâra geçiyorlar ki bunun üzerine bir ortak banka kurmak
zorunda kalıyorlar. Niye? Değiş tokuş hadlerini sabit
tutabilmek için kendi içlerindeki para geçişlerini sağlayabilmek
açısından. İşte Federal Rezerv Bank bu boyutu sağlıyor. 50’ye
yakın eyalet arasındaki para dengeleri, paranın korunması,
altın rezervlerinin sağlanması ve federal yapıya göre
denetlemesini yürütüyor ve Avrupa’nın kuruluşuna bakarsanız
‘supranational’ yani uluslar üstü bir takım kuruluşlar ve yetkiler
oraya devrediliyor. Ve en önemli devredilen yetkide paranın
187
oraya devredilmesi. Para konusundaki yetkilerin devredilmesi.
İşte bu Federal Rezerv Bank para konusundaki yetkilerin
devredildiği federe devletler tarafından ana merkez bankası
rolünü oynayan bir boyut. Şimdi yeni teklifleri de bir
uluslararası merkez bankası kurulması. Yani Avrupa, Amerika,
Kanada, NAFTA ülkelerini, Asya ülkelerini alan isteyenin
katılabileceği bir uluslararası rezerv bank. Şimdi bu disiplini
sağlamak için mesela cari açığınız fazla ise Avrupa Birliği
içinde açığı fazla olan ülke mali disipline uymadığı için bu
bankaya ceza parası ödüyor. İşte ne bilim bakıyorsunuz ki
çiftçiler çok fazla ondan oy alacaksınız onlara bir sübvansiyon
veriyorsunuz cari açık büyüyor. Banka diyor ki sübvansiyon
verdiğin kadar bana ceza vereceksin. Böylece ülke içinde
hokkabaz politikalar uygulanmasın diye. Federal Rezerv
Bank’ın rolü budur. Aynı boyutu da diğer ekonomik kuruluşlara
ve dünyaya yetirme çabası içindeler. Kendi içlerindeki modeli
şu anda uyguluyorlar. Biliyorsunuz bu yüzyıl maalesef veya
beğenirseniz Amerikan yüzyılı.
• Sayın hocam ben de bu elektronik sistem ile müsaade
ederseniz
bir
soru
sormak
istiyorum.
Thomas
Reagan’ında bir tanımı belki bilmiyorum siz mi yaptınız.
Bu elektronik sürünün bugünkü küresel sistemin en
büyük oyuncularından biri olduğunu sizler de ifade ettiniz
ama ben bu elektronik sürünün tamamen kendi başına
hareket etmediği, başında bazı siyasi çobanlar olduğunu
değerlendiriyorum. Siz bu konuda ne diyorsunuz?
(KÖNİ) Amerikan sisteminde hükümetle özel sektör iç içedir.
Biliyorsunuz dışişleri bakanları genellikle büyük şirketlerin
188
başkanları oluyor ve hukuki yöneticileri oluyor. Bizdeki gibi az
maaşlı memur yükselerek büyük elçi olmuyor. Az maaşlı insan
çok büyük kararlar alamaz. Devlet memurundan çok büyük
kararlar beklemek yanlış onu fark etmişler bugünkü sistemde.
Risk göze alabilen davranışlarda bulunuyorlar. O yüzden
dediğiniz doğru ama zaten özel sektörden devlete geldi.
Devlet insanların refahı için var. Devlet merkezli toplumdan
insan merkezli topluma geçildi. Bunu anlayamayanlar
kaybetmiş devletler olacaklar.
• Hocam 90’ların başındaki bir Amerikan Japon
çekişmesi bugün hala devam ediyor mu yada ne oldu da
sona erdi bu çekişme?
(KÖNİ) Çekişme devam ediyor. Şimdi Japonya kayıtsız şartsız
dışa açılma yapmamış. Mesela Amerikan mallarına açmıyor.
İki elma yarım kilo falan ediyor Japonya’da beş dolar. Bunu
Amerika’dan alırsa 10 sent. Ama bir daha elma üretmeyecek.
Onun yerine yatırımlarını Amerika içine yapıyor. Birde
Amerikan lobi sistemini öğrenmiş. Mesela telekomünikasyonu
özelleştirecek, gidiyor Amerika’nın içinde oturuyor. O
özelleştirme de hatalar var, o özelleştirmeyi yapan Amerikalı
yüksek memurları yüksek maaşla işe alıyor veya Amerikan
bürokrasisine karşı onları gönderiyor. Mesela eski bakan,
maliye bakanı gelip size Japon endüstrisi konusunda lobi
yapıyor. Amerikalılar buna çok kızdılar. Amerika’da bazı
üniversitelerde öğle yemeklerinde de ders devam ediyor. Şu
tarzda mesela Japon elçiliğinden 8 kişiyi getiriyorlar. Saat
ikideki derslere kadar Amerikalılarla tartışmalar yapıyorlar.
Mesela Amerikanın bütün ekonomik grubu gelmişti oraya.
189
Onlar da dediler ki biz çok çalışarak teknik açıdan tüketim
mallarında sizi geçtik. Siz de bu ticareti öğrenin yani tekniğinizi
geliştirin sizde bizi geçin sizin mallarınız satsın. Bir de tabi
Japonya ekonomik açıdan Amerika ile savaşıyor. Asıl savaş
boyutunu öğrenmiş. O daracık adada bir takım askeri nükleer
silah bilmem ne filan geliştirse yine perişan olacak ama
ekonomik boyutta onları geçerse ki asıl boyut o Amerika’yı
perişan edeceğini biliyordu. Mesela 1978’de dostluk olsun diye
Japon araba şirketlerine piyasayı açtılar. Arabalar çok ucuz ve
ufak. Biliyorsunuz Amerikan arabalarını yerleştirmek zor
oluyor, Ditroit’te bir sürü araba fabrikası iflas etti. Japonlara
diyorlar ki siz bizim arabalarımızı alacaksınız. O ejderha gibi
arabaları Japon adasında nereye sokacağım, almıyoruz.
Bunun üzerine Amerikalılar kafayı yedi ve Japonların büyük
şirketini sıkıştırdılar ve Sony firmasının Genel Müdürü de bu
kitabı yazdı. Sonradan Japonlarla konuşurken dedim ki siz bu
1945’lerde size atılan atom bombasından dolayı bir üzüntü
duyuyor musunuz? “Hayır, bizim kimseye garezimiz yoktur.
Biz böyle şeyleri unuttuk. Kimseyi de kınamak istemiyoruz.
Amerika’ya karşı bir garezimiz yok.” Peki, dedim ben
Mitsubishi firmasının, Sony firmasının Genel Müdürü ile
görüşmek istiyorum. Onu görevden attınız mı Amerika kızınca,
dedim. Yok, dedi, bir görev yapıyor ama bilmiyorum. Sonra
tekrar, “Bir saniye, o Tokyo valisi oldu” dedi. Yani çaktırmadan
herkes intikamını içinde saklıyor. Onu da fark ettim.
• Biraz önce bir beyefendi sormuştu ama üzerinde
durmadık kanaatindeyim. Volfovitz’in Dünya Bankası
Başkanlığına önerilmesi konusunun üzeri kapalı kaldı.
Sizce bu kaymakamlıktan vali yardımcılığına bir terfi yapıp
190
şık bir tasfiye mi? Yoksa Amerika’nın mevcut, bilhassa
Ortadoğu’daki o Büyük Ortadoğu Projesi esasında
yürüttüğü hadise içerisinde ekonomik kıstasları da göz
önünde bulundurularak oluşturulacak bir yaptırımı mı?
(KÖNİ) Şimdi artık çok fazla askeri güç kullanma olayı yavaş
yavaş bitiyor. Ekonomik araçları kullanacaklar. Artık Araplarda
dövüşecek hal kalmadı. Öbür tarafta seçim yaptırdı, bundan
sonra Araplar kendi aralarında Irak’ta dövüşür hale gelecek
gibi geliyor bana. O halde artık ekonomik Levoris politikalarını
yani ekonomik kaldıraç politikalarını uygulayacak. Bunu da 12
lobinin güvenlik görüşüne göre düzenleyecek bir adama
ihtiyaçları var. Bu adam Volfovitz yani hem Musevi lobisinin en
iyi adamlarından biri hem de Amerikan sağ politikasını
ekonomi politikasını en iyi uygulayacak adam. Ona göre de
danışmanları var. 76’ya yakın Washington’da düşünce grubu
var. 56’sı Musevi asıllıdır. Bu kadar düşünce gücü en aptal
adamı bile zekiye çevirebilir. Ekonomi bilip bilmemesi hiç
önemli değil.
191
192
Ali Müfit GÜRTUNA
“Yerel Yönetimler”
193
Bütün dostları, sevgiyle saygıyla selamlıyorum… Öncelikle
Siyaset ve Liderlik Okulunu önemseyip burada toplanmış
olmanızı doğrusu ben de çok önemsiyorum. Bu benim en çok
üzerinde durduğum konu. Onun için hepinizi tebrik ediyor,
başarılar diliyorum. Böyle bir organizasyon içerisinde bizi de
davet eden sevgili Burak Küntay’ı da başarılardan dolayı tebrik
ediyor, kendisine teşekkür ediyorum.
Bize ayrılan konu “yerel yönetimler ve liderlik” olarak ifade
edildi. Türkiye’de maalesef bu konuların çok fazla
anlaşılmadığı kanaatindeyim. Çok fazla teknik konulara
boğulmak istemiyorum ama yerel yönetimler konusunda da
çok öz olarak, bilgi sahibi olmak bakımından arz etmek
istiyorum.
1983 yılında siyasete atılma noktasında merhum Turgut
Özal’dan teklif aldım, fakat ben siyasetin içine çok girmek
istemedim o zaman. Kurucu olarak ve yine milletvekili olarak
arzu etmedim. Fakat 1984 seçimlerinde gıyabımda benim
ismim belediye meclis üyesi listesinde başa yazılmış. Bir gün
baktım önüme liste geldi. Dedim ki “Ben belediyecilikten
anlamam benim adımı buraya niye yazdınız?” Yerel yönetimler
ile ilgili bazı araştırmalarım, çalışmalarım olmakla beraber;
belediyecilik konusunda belediye başkanlığı kavramının
ötesinde fazla bir bilgim yoktu. Ve ısrarla, “Olsun burada
faydalı olacağınıza inanıyoruz…” diyerek bizi ikna ettiler.
Kader işte… 1984… Şimdi 2005… Huzurlarınızda yerel
yönetimleri anlatma durumundayım.
194
Türkiye’de yerel yönetimlerin tarihine şöyle bir bakarsak;
özellikle İstanbul’da 1453’te Kadı Hızır Bey Çelebi ilk Belediye
Başkanı ve Kadı olarak tayin edilir. Ondan itibaren belediye
teşkilatı oluşturulur ve daha çok ihtisab ağalığı denilen tarzda
ortaya çıkar. Daha sonra bu subaşılık şeklinde herşeyi görüp
gözeten, organize eden bir yapıya geçer. 19. asrın
ortalarından itibaren de modern belediyecilik anlamında
tanzimatla birlikte çabalar oluşur ve bu anlamda belediye
teşkilatı kurulur. Belediye reisi daha sonradır. 20. yüzyılda
belediye başkanı ve belediye teşkilatı ortaya çıkar. Çok özet
ifade ediyorum. 1876 da Kanun-i Esasi ilk ana metin olarak
yerel yönetim, genel yönetim yapılanmasını belirler ve 1924
anayasamız da o ayrışmayı esas alarak düzenlemeye devam
eder. Fakat bana göre en önemli en bariz düzenleme 1930’da
yürürlüğe giren 1580 sayılı belediye kanunudur. Bana göre o
kanun, o döneme göre çok ileri bir kanundur. 1930’ları
düşünün bütün dünyada totaliter rejimlerin hakim olduğu
totalitarizm, faşizm, komünizm benzeri sistemlerin dominant
bir rüzgar estirdiği dönemde gerçekten halka dönük,
demokrasiye dönük önemli bir atılımdır. Bizim insanımıza
duyulan önemli bir güvendir ve verilen de önemli bir görevdir.
Bu bakımdan 1930’da çıkan kanunu fevkalade önemsiyorum.
Daha sonraki yıllarda bunun gelişmesi gerekirken maalesef
yeteri kadar geliştirememişiz. 1984’te merhum Özal’ın
Başbakan olduğu süreçte 3030 sayılı Büyükşehir Belediye
Kanunu çıkmış ve yine 1580 sayılı kanunda değişiklikler
yapılarak 1930’dan sonra en önemli aşamayı kaydetmiş ve
ciddi yetkiler verilmiştir yerel yönetimlere. Fakat ne yazık ki
1988-89’dan itibaren siyasi iktidarın zayıflamasından sonra
yetkilerini ellerinden kaçırmış olan Ankara bürokrasisi huruç
195
harekatı ile tekrar kaybettiği yetkileri geri almaya başlamışsa
da, kısıtlama yeniden başlamış ve ne yazık ki 1997’den
itibaren çok bariz bir şekilde kısıtlama geri gelmiştir. Ben bir
hesap, daha doğrusu bir bilanço çıkartmıştım. 1997, 20022003 arasında 50’den fazla ortaya çıkarılan kanun, genelge,
bakanlık talimatları, başbakanlık talimatları vs. Hepsini
topladığımızda hemen hemen hepsinin yerel yönetimlere
verilen yetkilerin hatta verilmeyenler de dahil olmak üzere iyice
kısıtlandığı bir süreci yaşadık. Onun için o sürecin arkasından
biz 1999’da kurulan hükümetin de ortaya koyduğu ilk tavırdan
çok ümitlenmiştik. İşte yerel yönetim reformu çıkıyor, çıkacak.
Biz de o zaman yeni belediye başkanıyız. Bütün Anadolu’da
yeni belediye başkanlarımızla bir araya geldik. Her partiden.
Her partinin temsilcisi arkadaşlarımızla, ciddi bir yerel yönetim
reformu diyebileceğimiz kanun taslağını üç gün çalıştık. Tabi
öncesi var da, üç gün bir kodifikasyon yaptık. Yani onu bir
metne dönüştürdük aynı zamanda. Ve en son gün, İçişleri
Bakanlığı Mali İdareler Genel Müdürlüğüne geldi bir kanun
metni olabileceği şekli ile. İdari şekli ile değil, olabileceği şekli
ile dönüştürdük. 1999 Kasım ayı, Ekim-Kasım’dı yanlış
hatırlamıyorsam, neyse gönderdik. Tabi o tarihte biz çok
ümitvar olmakla beraber bazı tecrübeli arkadaşlarımız,
örneğin; Celal Doğan bize demişti ki “Ya sakın fazla
ümitlenmeyin ben 10 senedir hep bunları yaşıyorum”. Fakat
bize öyle bir hava verilmişti ki, biz cidden ümitlenmiştik. Ama
zaman geçtikçe ümitlerimiz eridi. En son bu hükümet
kurulduğunda aynı hava esti. Aynı toplantıları yaptık ama
zaman geçtikçe yine eridi ve geçtiğimiz yıl iki farklı kanunda Belediye Kanunu ve Büyükşehir Belediye Kanunu- değişiklikler
yapıldı, ama bu sadece biraz düzenleme şeklinde oldu. Bizim
196
düşündüğümüz ciddi anlamdaki yerel yönetim reformu
maalesef asla gerçekleşmedi. İşte bütün bunlara baktığımızda
Türkiye’de ortaya çıkan bir eksikliği ifade etmiş oluyoruz. “İlle
de kanun”. Osmanlı’nın son döneminde kanunu Muatkat bir
geçici kanun olarak çıkmıştı, 100 yıldır devam ediyor. İyi ki
geçici demişler kalıcı deselerdi herhalde kaç yüzyıl sürecekti.
Tabii ne iş yapar bu yerel yönetimler? Önemi ne? Niye
uğraşılsın, niye yetki verilsin? Şöyle baktığınız zaman insanın
doğumundan ölümüne kadar hayatının pratik yaşantısının her
alanına yerel yönetim hizmeti yansıyor. O bakımdan ciddi bir
önem ifade ediyor. Şehirlerimizin var olması, gelişmesi ve bir
iddia sahibi olması açısından büyük önem ifade ediyor. Ve
yerel yönetimlere biz gereği gibi önem vermediğimiz için bu
gün şehirlerimizin haline baktığımızda genel olarak hiç de iç
açıcı olmadığını görüyoruz. Halbuki yerel yönetimler en az
merkezi yönetimler kadar önemlidir. Eğer biz merkezi
yönetimleri bir ülkeyi önden çeken motor olarak algılıyorsak bir
tren katarının, yerel yönetimler de en az arkadan iten veya o
kadar değilse bile birincil güce yakın önemde güçleridir. Çünkü
şöyle baktığınızda şehirlerin alt yapı hizmetlerini belediyeler,
veya köylerde, kentlerde özel idareler yapıyor. Yerel yönetim
deyince tabi aklımıza -onu da bir cümle ile ifade edeyimsadece belediyeler değil, belediyeleri kademelendirirsek
büyükşehir belediyeleri, il, ilçe belediyeleri, İl genel meclisi, il
özel idaresi ve muhtarlıklar şeklinde köy ve mahalle
muhtarlıkları ortaya çıkıyor. Her birinin kendine göre görevleri
var. Detaya girmek istemiyorum. Ana hatları ile ifade etmek
istiyorum. Ama yıllar yılı parasızlık, yetkisizlikle boğuşan yerel
yönetimlerimiz şehirlerimizi dünyanın gereği şekilde maalesef
197
hazırlayamamıştır.
Birçoğu
tecrübesizlikten,
birçoğu
imkansızlıktan, Ankara kapılarında para aramaktan şehirlerine
hizmet verme imkanı ve fırsatı bulamamıştır. Bugünün
meselesi olarak demiyorum. Elli yılın meselesi belki.
Dolayısıyla yapılması gereken hizmetlerin yeteri kadar
üremediğini görüyoruz. Nedir? Bir kere planlama hizmeti bir
şehrin nereye taşınması gerektiğini ifade eden o şehrin
vizyonunu,
misyonunu
belirleyen
planlama
kavramı
şehirlerimizde yeteri kadar yer almamıştır. Hep planlama
deyince oluşanı legalleştirme şeklinde kavranmıştır. Halbuki
plan, oluşan marangozluk hatalarını legalize etme anlamında
değildir. Plan demek; her şeyden önce o şehre bir misyon, bir
vizyon yüklemektir ve onun gereğini bir sürece bağlamaktır.
Süreç yönetimine bağlamaktır. Maalesef bu olgu yeteri kadar
yerel
yönetimlerimize
yerleşmediği
için
bunu
gerçekleştiremiyoruz. Bakıyorum yeni seçilen belediye
başkanlarımıza veya bazı bakanlarımıza şöyle beyanatlar
duyuyorum. Şehirde toplu konut hamlesi yapacağız. İşte
sosyal konut yapacağız benzeri cümleler. Bunlar elli sene
evvelinden kalmış cümleler değerli dostlar. Sosyal konut
atakları, toplu konut atakları elli sene evvel bile yanlış olan
kavramlardı, değil şimdi… Şehirlerimizi insan deposuna
dönüştüremeyiz. Bakın şehir ayrı bir şey, bina ayrı bir şey.
Şehir binalardan ibaret insan deposu değildir. Yerel
yöneticilerimizin ve merkezi yöneticilerimizin herşeyden evvel
bunu iyi görmesi lazım. Ankara merkezi yönetimi, yerel
yöneticilerimizi hep birer çöp toplama memurluğu olarak gördü
ve algıladı. İkincisi güvenmedi. Yani ideolojisine güvenmedi,
fikrine
güvenmedi,
kalitesine
güvenmedi,
kariyerine
güvenmedi. Bunlar, işte sağdan soldan toplama adamlar
198
memleketi şehirleri mahvederler. Haklılık payı yok mu? Vardır.
Ama peki memleketi mahvedenler merkezi hükümet değil mi?
Eğer olay sadece mahvetme kavramına dayanıyorsa ölçeğin o
olmaması lazım. O zaman bizim mahvetmeyen sistem
üretmemiz gerekiyor. Hatta benim teklifim şu olmuştu. Seçim
olsun, üç ay sonra göreve başlasın seçilen başkan ve meclis
üyeleri. Neden? Çünkü biliyorum ki seçilen arkadaşlarımızın
birçoğu daha evvel belediye konusunda bilgisi olmayan,
tecrübesi olmayan insanlar. Onu öyle diye suçlamamak lazım.
O zaman sistemin açığını başka bir şekilde kapatmak lazım.
Seçilen arkadaşlarımız geliyor, kulaktan dolma bilgilerle işte
toplu konut yapacağız diyor. Şurda şunu yapacağız, burda
bunu yapacağız. Şehri irdelememiş, şehrin misyonunu
bilmiyor, olması gerekeni bilmiyor. Dünya ölçeğinde
araştırması yok. Birikim yok. Ne olacak, işte kulaktan dolma
bilgilerle iş yapmaya çalışacak. Kulaktan dolma bilgilerle bir
şehir yönetilemez asla, bir ülkenin yönetilemeyeceği gibi. Şehir
yönetimi ülke yönetiminin bir şekilde daha küçük bir ölçeğidir.
Birbirinin tamamlayıcısıdır. O bakımdan en azından işte o üç
aylık süreçte belediye başkanı ve ekibi, meclis üyeleri bütçe
nedir? Kaynak kullanımı nedir? Planlama nedir? O şehrin
üstlenmesi gereken rol nedir? Bunların irdelenip yerleştirilmesi
lazım. Dünya ölçeğinde yerel yönetim nedir? Türkiye
ölçeğinde nedir? Başarılı örnekler nelerdir? Başarısızlar
nelerdir? Bunların hep bilinmesi lazım. Çünkü neticede
başarıya giden yol bir şekilde bazı hatalardan da geçer.
Hani bir başarılı kişiye, bilgeye sormuşlar. “Başarınızın
sırrı nedir?” demişler. İki kelime demiş cevap “Doğru kararlar”.
Peki doğru kararın sırrı ne? Bir kelime demiş: “Tecrübe”. Peki
199
tecrübenin sırrı ne? Tecrübeyi neye bağlıyorsunuz? Onun da
cevabı iki kelime demiş: “Yanlış kararlar”. Şimdi elbette
yöneticinin yanlış karar vermekten korkmaması gerekiyor.
Ama kararların habire yanlış olarak tekrar edilmesi bir ülke
adına kötü. Onu filtre edecek, onu süzecek mekanizmaların
oluşması lazım. Tecrübeleri bir başka kuşağa aktaracak ve
sonradan gelenlerin de aynı hataları yapmamasını sağlayacak
mekanizmalar oluşturmak gerekiyor. İşte bir başka olay da şu;
seçiliyor belediye başkanımız veya yerel yöneticimiz yanında
seçimde çalışan bir sürü arkadaşlar var. Heyecanla hepsini
belediyeye dolduruyor. Doldurduğu her adam bir adım
sonrasında başının püsküllü belasıdır. İki sebepten: bir torpille
gelmiştir iş yapmaz, çalışmaz o ayrıcalıklıdır. Diğer self gibi
gördüğü belediye personeli gibi hissetmez kendini. O
ayrıcalıklı, seçilmiş adam olarak geldiği için farklı hisseder.
İkincisi bir sürü adamı doldurduğu için bir müddet sonra onun
maaşını veremez hale gelir ve dolayısıyla bir eğitimden de
geçirmeden getirdiği için, kendini de üstün insan gördüğü için,
o gelen belediye başkan yardımcısı oluyor veya işte üst düzey
müdür oluyor. Aşağısını da kabul etmezler yani öyle geldikleri
için, alın size bir kıyım makinesi. İlla kötü niyetli olmak şart
değil. Yani iyi niyetli de olsa bu anlamda yapılan hatalar
neticede o şehre yansıyor. Bu bakımdan ben şahsen bir üç
aylık eğitim sürecinin seçilenlere de çok yardımcı olacağını
düşünüyorum. Yani burada demek ki, değerli arkadaşlar yerel
yönetim kavramını evvela yerli yerine bir oturtmak lazım.
Ankara’nın baktığı gibi çöp toplama memurluğu olarak
bakmamak lazım. Yerelden bakıldığı gibi adam doldurulan
veya rant üreten mekanizmalar olarak bakmamak lazım. O
zaman ne diye bakacağız. Peki nedir yerel yönetimlere bakış
200
açımız. Bir yerel yönetimler o şehri geleceğe hazırlayan
beyinlerdir iradelerdir, güçtür. Şehir nedir peki? Yani şehir ne?
Şehir insan deposu mu? Toplu konut deposu mu? Hayır. Kent
dediğimiz kavram, bir insanın bir toplumun yaşayışı içerisinde
ihtiyacı olan herşeyin insanca karşılandığı yaşama
mekanlarıdır. Bakın birinci ölçek komşuluğun olduğu, hakkın
hukukun olduğu, yardımlaşmanın olduğu, dayanışmanın
olduğu, insanların birbirini tanıdığı, sevdiği, sevginin saygının
üretildiği mekanlar. İki, kültürün, sanatın üretildiği mekanlardır
şehir. Şehir eski dilde medeniyetin köküdür. Medeniyetle şehir
aynı kelimeden gelir özdeştirler. Şehirsiz medeniyet olmaz.
Medeniyetsiz şehre de şehir denmez. O zaman demek ki
bizim şehirlerimizin kültür, sanat, bilim, bilgi ve bilgin üretmesi
gerekiyor ki bu üretimlerden uygarlık dediğimiz üst kavram
sistem ortaya çıksın. Bunun altyapısı sadece fiziki altyapı değil
sosyolojik altyapı, kültürel altyapı, sanatsal altyapı, tarihi
altyapı. Şehirlerimizde bunları oluşturabilirsek şehirlerimizi
uygarlık merkezine dönüştürebiliriz. Aksi halde şehirlerimizi
değer üreten mekanizmalar olmaktan çıkartırız. Peki ne olur?
Değer yutan dev kara deliklere dönüşür. İşte bakıyorsunuz
çöküyor. Değer yutuyor. Komşuluk var mı? Sanat ne kadar?
Kültür ne kadar? Yani özü itibari ile şu kadarını söylemek
istiyorum. Büyüyen şehirlerimiz büyük şehirlerimiz iki olayı iç
içe taşırlar. Bakın bunun altını çizerek söylüyorum. Hem
fırsattırlar, imkandırlar. Hem büyük dezavantajdırlar. Stratejik
olarak. Eğer siz onu iyi değerlendirirseniz o fırsatı bir ülkeyi
taşıyan güce dönüştürürsünüz. Lokomotife dönüştürürsünüz.
O şehirle siz kültür üretirsiniz, sanat üretirsiniz, gelecek
üretirsiniz, uygarlık üretirsiniz, muazzam medeniyeti üretirsiniz.
Sizin için bir güçtür aynı zamanda. Ekonomik alanda da güç
201
üretirsiniz.
Ama
bunu
iyi
yönetemezseniz
bunu
algılayamazsanız bunun ne olduğunu gelecek vizyonunu
oluşturamazsanız,
değer
yutan
kara
deliklere
dönüştürürsünüz. O bakımdan bu avantajlı ve dezavantajlı iki
olgu iç içe geçmiştir. Bunu okuyamayan bunu algılamayan
olayı götürür, çok kötü bir noktaya taşır. Onun için değerli
dostlar, yerel yönetim kavramı son derece önemlidir. Evvela
bu önemi bu anlamda kavramamız lazım. Stratejik olarak,
kültür, sanat, uygarlık açısından, ekonomik üretim açısından,
hepsi bir bütündür. Onun için burada Türkiye’deki bu yerel
yönetimlerin geri kalışının da sebebini bir nebze ifade etmek
istedim. Ama batıda bakınız. Birçok araştırmalarım oldu
benim. Özellikle Avrupa’da, Amerika’da Dünya Bankası’nın
çalışmalarında dünyadaki önemli organizasyonlarda hep
gördüm ki, yerel yönetimler fevkalade önemseniyor. Ve bu
önemseme içerisinde de hem kaynak olarak desteklenmiş
hem de yetki olarak desteklenmiş. Türkiye’de ise tam bir
vesayet altında tutulmuş. İdari vesayetle kıpırdayamazsın. Bir
bakan gerektiğinde belediye başkanını “şak” diye görevden
alabilir. Kaynak yönünden de vesayet altında. Bütçe olarak
Ankara ne kadar para verirse o kadar bütçeniz var. Böyle bir
şey olamaz. Kendi kaynağını üretme yetkisi yok. Kendi
planlarını bile üretme yetkisi tam anlamıyla yok. O şekilde de
hukuki, idari ve mali olarak vesayet altındadır ve politik tavırla
karşı karşıyadır. Ben hiç unutmuyorum. New York Belediye
Başkanı’nın seçim kampanyasını incelemiştim. Adam öldürme
ile ilgili cezadan tutun vatandaşlık kabulüne kadar her alanda
yetki üretiyor ve vaatlerde bulunabiliyor. Biz yıllar yılı bırakınız
bu yetkileri; dış politika, vatandaşlık kabulü filan gibi kendi
görev alanımız ile ilgili olaylarda mücadele verdik ve maalesef
202
istediğimiz noktaya getiremedik. Onun için batıdaki yerel
yönetim, bir kere kaynak olarak Avrupa’da ortalama yüzde 4050’lerdedir. İskandinav ülkelerinde ise; kuzey ülkelerinde
üretilen kaynağın yüzde 70’i, 80’i yerel yönetimlere
devrediliyor. Newyork belediyesinin bütçesi 45 milyar dolardır.
İstanbul olarak bizde bütçe- ki nüfus olarak aynı- yaklaşık 3
milyar dolar. Şimdi aradaki farkı düşünün. Ama buna rağmen
Allah’a şükür Newyork belediye başkanı bizi ziyaret ettiğinde,
bizim hiç borcumuzun olmadığını söylediğimizde çok
şaşırmıştı. Bizden hatta borç para istemişti. Şimdi demek ki
gerekli destek olduğu zaman çok şey hallediliyor. Tabii bilgi
toplumuna geçişin yansımalarını batıda görmek mümkün.
1980 sonrası insana bakış açısının yansımasını yerel
yönetimlerde görmek mümkün. Batıyla ilgili kısaca birkaç şey
söylemek istiyorum. Hizmet yerelleşiyor hatta diyebilirim ki
yerel bile yerelleşiyor. Onun için yerelleşme anlamında sadece
fiziki hizmet değil katılım anlamında da bu yerelleşmenin
cidden sağlanması gerekiyor. “İdari etkinlik” ve “yönetişim”
kavramı yine benim üzerinde durduğum ve Türkiye’de
konuşulur hale gelmesini istediğim bir kavramdır. Bunun
üzerinde çok çaba gösterdim. Bize görev verildi ama “bunu
paylaşalım, kararların en doğru alınması için her türlü katılımı
sağlayalım” tarzına olayı taşımaya gayret ettik. Bunun tabi
hukuki altyapısı olmadığı için bir yere kadar yapabiliyorsunuz.
Ama önemli olan karşılıklı sektörler arasında iletişim. Sosyal
gruplar arasında iletişim, hatta meslek örgütleri arasında
iletişim. Bunlar olabildiğince sağlandığında ciddi faydaların
olduğunu da gördük.
203
Burada benim başka üzerinde durmak istediğim bir
konuda yerelleşme ile ilgili. Değerli dostlar yerelleşme
olmadan demokratikleşmenin olamayacağı kanaatine vardık.
Çok açık olarak söylüyorum. Bu bir süreçtir. Yerelleşme,
sivilleşme ve demokratikleşme. Yerelleşme ile, yerel
dinamiklerin harekete geçmesi ile, yerel kültürün güç
kazanması ile sivil olgu gelişiyor. Sivilleşme süreci gelişiyor.
Sivil toplum olayı gelişiyor. Kültürel yapı gelişiyor. Bireyin
varlığı ve gelişmesi ile birlikte toplumsal organizasyonlar
gelişiyor ve bunlar demokrasinin doğal sahipleri haline
geliyorlar. Bu süreç yaşanmadığı zaman, yerelleşme ve
sivilleşme süreci yaşanmadığı zaman demokrasi bir üst kurum
olarak kalıyor. İsteyenin istediği gibi uğraştığı, karıştırdığı,
oynadığı, sağa sola çektiği kavramlar dizisine dönüşüyor. O
bakımdan arzu ettiğimiz demokratikleşme olayı yerelleşmeden
başlıyor. Ha genel bir söz var. “Yerel idareler demokrasinin
beşiğidir” diye. Fakat bu Türkiye’de biraz şu anlamda
algılanmış: “Demokrasinin büyüdüğü değil de, uyuduğu bir
beşik” şeklinde algılanmış onun için bu beşiği de artık biraz
değiştirmemiz lazım. Demokrasinin hakikaten büyüdüğü
güçlendiği bir beşiğe dönüştürmemiz lazım. Onun için bu
kavramı da demokrasinin geleceği açısından önemsiyorum.
Yerelleşmenin bir başka etkisi ise; bakınız yerelleşme ne
kadar güçlü ise alınan kararlar o kadar doğrudur çünkü bir
karar halka ne kadar yakın bir noktadan alınıyorsa o kadar
doğruluk payı vardır. Halktan ne kadar uzakta alınıyorsa,
doğruluk payı o kadar azdır. Onun için halka yönelik hizmette
alınan kararların en doğrusu halka en yakın noktadan alınan
kararlardır. İkincisi kararın uygulama hızı, yine halka ne kadar
yakınsa o kararın uygulama hızı da o kadar fazladır. Ankara
204
bürokrasinin bakanlıkl odalarından birisinde bir bürokratın
aldığı kararın Erzurum’un hangi ilçesinde veya İstanbul’un
hangi bölgesinde veya Eskişehir’in hangi mahallesinde
uygulanacağı oradaki insanın çok umurunda değildir. Çok da
bilmez. Ve alınan kararların birçoğu yanlıştır. Doğru olsa bile
oraya gidinceye kadar o kararın güncelliği ortadan kalkar. Artık
ona ihtiyaç kalmamıştır. Bir başka olay da maliyettir. Bir bakan
dostumun söylediği bir şey vardı ilginçtir! “Bir yere spor salonu
yaptıracağım demişti. Ben oradaki yerel yönetici ile belediye
başkanı ile anlaştım. 70-80 milyara mal ettim, halbuki
Ankara’dan
yaptırsaydım
600-700
milyara
yaptıramayacaktım.” Demek ki; yerele indirgediğiniz zaman
kararların doğruluğu ve hızının yanında uygulanan projelerin
maliyetinin de son derece düşük olduğunu, dolayısıyla ülkede
kaynak israfının ortadan kalktığını da görmüş oluyoruz. Onun
için hangi açıdan bakarsak bakalım burada ciddi anlamda
faydayı görüyoruz. Tabi burada yerel siyaset kavramı ortaya
çıkıyor. Türkiye’de yerel siyaset hep küçümsenen bir olaydır.
Özellikle son 20 senede bu biraz daha ortaya çıktı. Yerel
yönetimin, yerel siyasetin ülke için de, şehirler için de ne kadar
önemli olduğunu, iyi yöneticiler getirdiğiniz zaman o şehrin
nasıl ihya olduğunu, ama iyi yöneticiler getirmediğiniz zaman
da nasıl berbat olduğunu çok bariz bir şekilde gördük. O
bakımdan
yerel
siyasetin
önemsenmesi
gerektiğini
düşünüyorum.
Üniversitelerde kariyer ve liderlik konferanslarına çok
gidiyorum. Bunu önemsiyorum. Hemen hemen birçok
üniversiteye gittim. Hepsini de bitiremedik ama imkanımız
olduğunca kariyer yönetimi ve liderlik dersleri, ders
205
demeyeyim de konferansları veriyoruz. Burada kitabi anlamda
değil anlattıklarım. İşte bu kitabi anlamda “Şöyle duracaksınız,
böyle karar vereceksiniz, karar verirken şunlara dikkat
edeceksiniz”… filan gibi üniversitede hocalarımızın zaten çok
güzel ifade ettikleri konuların ötesinde ben Türk insanının
başının dikleşmesi anlamında motivasyon sağlamaya gayret
ediyorum. Ama genel olarak bizim siyaset kültürümüz slogana
dayanmış, hamasete dayanmış ve istismara dayanmış.
Hazırlık yapmak uzun bir iştir. Program üreteceksiniz, projeler,
vizyon araştıracaksınız. Çok uzun iş bunlar. Ama iki slogan
söylediniz mi çok kolay. Hamaset: “Vatan, Millet, Sakarya...”
İstismar: Din, etnik kök, mezhep, yoksulluk… o kadar çok
istismar edilecek şey var ki Türkiye’de, ne diye uğraşacaksınız
plan, proje diye. Şimdi böyle olunca siyaset üretken olamıyor.
Pazarı düşünüyor siyasetçimiz, yani seçimi. Bir de bunun
Pazartesisi var değil mi? Pazartesi seçildiniz işe başladınız.
Gittiniz bürokrasi soracak, hani dağarcığınızda ne getirdiniz
bize? Biz bürokrasiden bekliyoruz. Çok beklersiniz. Ondan
sonra da bürokrasiden şikayet etmek zorunda kalırsınız.
Türkiye de çok bekler. Onun için herşeyden evvel
önemsediğim konu olayın bu yönünün kavranması. Kolaycılık
değil. Sakallı Celal isimli malum cumhuriyetimizin ilk yıllarının
meşhur bir yazarı var. Onun güzel bir sözü var. Der ki:
“Meşrutiyeti ilan ettik olmadı. Cumhuriyeti ilan ettik olmadı.
Bari ciddiyet ilan etsek…” Şimdi; ideolojiler güzeldir, sloganlar
güzeldir, hamaset güzeldir ama siz bir yönetime talipseniz,
talip olmasanız bile bir birey olarak bir vatandaş olarak ciddiyet
içerisinde olmamız gerekiyor. Ciddiyetten maksat asık
suratlılık, ben merkezlik değil. Ne iş yapıyorsak onu en güzel
şekilde yapma iradesidir. Ona layık olmaktır. Onun gereğini
206
yapmaktır. Herşeyi ile gereğini yerine getirmektir. Onun için
burada işte ortaya çıkan konu evvela iddia sahibi olmaktır.
Türkiye iddiasını kaybetti. Maalesef üzülerek söylediğim bu.
Hepimize iddiamızı kaybettirdiler. Başaramayız, beceremeyiz,
yapamayız, edemeyiz başkası yapsın biz işte tabi olalım.
Hayır, hayır bu ülke dünyanın en nadir ülkesidir. Asla hamaset
olsun diye söylemiyorum. Bu millet dünyanın gelmiş geçmiş en
büyük milletidir. Birçok ülkesini gezdim dünyanın, önem ifade
eden hemen hemen her yerini dolaştım. İnanın bizim
insanımız kadar becerikli, kabiliyetli, hareketli, üretkenini
görmedim. Ama eksik olan ne? iddiamız gitmiş. İddiamız yok.
Onun için herşeyden evvel işte iddia sahibi olmayı
önemsiyorum. Emperyal duygular yani büyük devlet olma
olgusu kayboldu. Büyük millet olma duygusu kayboldu.
Eskiden Osmanlı deyince imparatorlar düşünün, kimler:
Fatihler, Yavuzlar, Kanuniler gelirdi akla değil mi? Şimdi
imparator deyince kim geliyor aklınıza İbrahim Tatlıses geliyor,
Fatih Terim geliyor.
İşte iki ruh halimiz değerli dostlar. Asla küçümsediğim için
değil, yani bir kıyas yapmak babında. İşte bu haleti ruhiyeyi bir
kere bizim terk etmemiz lazım. Kötü bir elbiseyi çıkarır atar gibi
o haleti ruhiyeyi atmamız ve kendine güvenen lider insan, lider
ülke duygusunu bizim içimize sindirmemiz sığdırmamız
gerekiyor. Tabi bu topyekün bir olaydır. Topyekün bir dalgadır.
Vedat Dalokay’ı bilirsiniz Ankara belediye başkanlığını yapmış
kıymetli bir mimarımız. Bir gazeteci dostum geçenlerde anlattı.
O zaman mesleğe yeni başlamış 1970’lerde Süleymaniye ile
ilgili bir haber yapmak için oraya gitmiş. O sırada Vedat
Dalokay orayı geziyormuş. Bu gazeteci arkadaşım demiş ki
207
Vedat Dalokay’a işte “Biz şimdi niye Mimar Sinan gibi mimarlar
yetiştirip böyle Süleymaniye gibi eserler yapamıyoruz?” Biraz
Vedat Bey alınmış, bir mimar olarak. Yani sanki onun eksikliği
gibi. O da ilginç bir cevap vermiş. “O zaman başımızda
Muhteşem Süleyman vardı, şimdi Çoban Sülü var” gibi bir
cevapla ifade etmiş duygularını. Şimdi, hepsi birbirini pozitif ve
negatif etkiliyor. O bakımdan değerli arkadaşlar, evvela birey
olarak kendimizden başlayacağız. “Ben varım! “ Bunu diyor
muyuz? Orada var olmaya başlıyoruz demektir. Bunu
demediğimiz sürece biz yokuz. Fiziken varsak bile güç olarak
yokuz. İşte nerde olursak olalım, hangi atmosferde ne iş
yaparsak yapalım; bu ortamı bizim üretmemiz, bu duyguyu
üretmemiz lazım. Bir yazarımızın, bir fikir adamımızın
enteresan bir cümlesi var yine, diyor ki: “Eskiden vezirler üç
tuğlu olurdu, şimdi üç tüylü oluyor”., İşte bu genel görüntü.
Siyaset, sanat, mimari, şehircilik, yönetim, aydınlarımız,
üniversitelerimiz… Çöküş “genel”. Öyleyse; diriliş de varoluş
da “genel” olacak hep beraber. İşte bir tane adam çıkaralım bir
lider bu ülkeyi kurtarsın. Böyle bir şey yok arkadaşlar. Hem o
insanı aldatırız hem kendimizi aldatırız. Türkiye’nin üretmesi
gereken ne peki? “Liderlik”. Lider demiyorum, “liderlik”. Liderlik
bir bütün halinde bir ülkenin yönetme kabiliyetidir. Algılama,
algıladığını bilgiye dönüştürme, geleceği üretme, geleceği
yönetme ve iddiasını ortaya koyma kabiliyetidir. O bakımdan
burada bu kavramı önemsiyorum. Acizane şahsım adına nasıl
yansıttığımı şöyle arz etmek istiyorum: 1998 Kasım ayında
belediye meclisinden belediye başkanı seçildim önce. Sonra
Nisan’da halk tarafından seçildim. Düşündüm Allah’ın lütfu.
İstanbul’a belediye başkanı olmak gibi bir şerefe nail oldum.
Peki ne yapmam lazım? Önümde iki yol vardı. Bir: Rutin
208
hizmetleri sürdürmek. İşte çöp, şu, bu benzeri şeyler… bir sürü
iş yapabilirsiniz. Ama düşündüm ki –bu da ikinci yoldu- bana
düşen misyon, İstanbul’un geleceğini belirlemektir. Ben nasıl
bir İstanbul düşlüyorum? Nasıl bir İstanbul düşünüyorum?
İstanbul’un fonksiyonu ne olmalıdır? Misyonu ne olmalıdır? Ve
bu misyonu, bu görevi üstlenirken ne gibi bir gelecek
üretilmelidir?
Nasıl
bir
vizyon
üretilmelidir?
İşte
üniversitelerimizden kendi uzmanlarımızdan oluşturduğumuz
değişik komisyon ve heyetlerle İstanbul’un 25 yılını planladık.
1998-2023 yani Cumhuriyetimizin 100. yılına vardığımızda
nasıl bir İstanbul’u ben Türkiye’ye dünyaya hediye etmeliyim?
25 yıllık periyot. Üçe ayırdık. Birinci etap: yaşanabilir İstanbul.
Bu birinci etap 2005’e kadar. İkinci etap: Yöneten Şehir
İstanbul’u üretmek. Bu da 2010 yılına kadar. Yaptığım
araştırmalarda gördüm ki; dünya gittikçe şehirleşiyor. Türkiye
de öyle. 1950’de şehirlerde yaşayan nüfus % 30’larda iken
1975’lerde % 50’lere çıkmış. 2000’leri geçerken bu % 70’leri
geçmiş. Gelecekte % 90’lara varacak. Yani dünya nerdeyse
şehirlerden ibaret hale gelecek. İkincisi 10 önemli şehir öne
çıkacak. Dünya şehirlerden yönetilecek. Küreselleşme olgusu
ile birlikte devlet kavramı eridi. Ama yerelleşmenin önemi arttı.
Şehirlerin önemi arttı. Onun için küreselleşme sürecini iyi
okumak, yerelleşme dediğimiz lokalizasyonu da iyi kavrayıp
onu iyi algılayarak bir program üretmek gerekiyor. Biz bunun
adına
küreselleşme
veya
globalizasyon
dedik.
Küreselleşmeyle yerelleşmeyi birlikte algılayıp küresel
düşünüp küresel algılama yapıp yerel programları üretebilme
kabiliyetini geliştirelim istedik. Onun için yöneten şehir
olmamız lazım. Bu lafla olmaz asla. Nasıl olacak siz kongre
merkezi olursanız yöneten şehir olursunuz. Fuarlar merkezi,
209
finans merkezi olursanız, karar merkezi olursanız, iş merkezi,
ticaret merkezi olursanız yöneten şehir olursunuz. Lafla ben
yöneten şehir oldum diyemezsiniz. Onun da alt yapısını
hazırlamak zorundasınız. İşte 2010 yılına kadar hedefimiz
yöneten şehir kavramını oluşturmak ve kültürel açıdan da,
sosyo kültürel açıdan da Avrupa kültür başkenti olmayı
sağlamaktı. Bunların bütün alt yapıları hazırlandı 2010’dan
sonra ise; problemlerini çözmüş, yöneten şehir olmanın
kurallarını sağlamış, onun üzerine lider şehir İstanbul’u bina
etmek. Üçüncü etap: 2023 e vardığımızda herkesin İstanbul’da
yaşayanlara hayranlık duyduğu bir İstanbul’u ortaya çıkarmak.
Şimdi 25 sene. Baktığınızda çok uzun gibi geliyor değil mi?
Değerli dostlar, ama düşünüyorsunuz bu program diyorsunuz
25 sene evvel başlasaydı şimdi bitmişti. Onun için bir yerden
başlamak gerekiyordu. Biz onu düşündük ha bu büyük bir
iddia. Vurgulamak istediğim o. Bu kadar büyük bir iddiayı
yapabilir miydik? Yaparız dedik. Bu büyük iddiayı ürettik:
“Lider Şehir”. Dünya lideri, Avrasya coğrafyasının lideri
İstanbul’u üretme noktasında eylem planı oluşturduk,
geliştirdik ve hakikaten -burada çok detaya girmeyeceğim
ama- özü itibari ile gördüğünüz gibi İstanbul’un genel makro
seviyede konsept projelerini üretirken, satır başları ile
yazdığımız alt projeleri de ürettik. Ulaşım projeleri dedik,
master planı hazırladık, raylı sistemler, kara yolları, deniz
bütün hepsini entegre edecek sistemler geliştirdik. Araştırdık
problemleri. Yine çevre master planı yaptık. Ve inanın çevre
konusunda hakikaten çok büyük hamleler yaptık. Eskiden bir
çöp olayı yaşanırken İstanbul’da, çöpü nasıl çözmüşler diye
biz dünyayı araştırmaya giderken çöpten geri dönüşüm
projelerini inceledik ve inanın Japonya’dan Almanya,
210
Amerika’ya kadar uzmanlar bizi incelemeye geldiler. Ve bütün
altyapı problemlerini bitirmeyi hedefledik. %90’ı benim
zamanımda bitmişti. Ve derelerin ıslahı % 90 oranında bitmişti.
Onun sonucudur ki; İstanbul’un havası dünyanın en temiz
havası olmuştur. İstanbul Boğazı, Marmara Denizi balık
cennetine dönmüştür ve Haliç çok imkansız denilen Haliç,
yüzülebilir seviyeye gelmiştir. İşe giriştiğimizde 1999 Mayıs
ayı. Nisan’da seçim olmuş, Mayıs’da bütün arkadaşları,
ekibimi topladım. Mayıs başı. 26 Nisan’da mazbata aldım.
Mayıs başında bütün ekibimizi topladık. Hedefler ortaya
koyduk dedim ki 2003 yılında Haliç’te yüzülecek. Bu kadar.
Herkes yapması gerekeni üstüne aldı. O zaman tabi bu çok
imkansız deniyordu ama gereğini yaptık. 2002 de Allah’a
şükür biz Haliç’te yüzdük. Gerçekten Haliç bizim için sadece
ekolojik anlamda değil kültürel anlamda da, tarih anlamında
da, sanat anlamında da bir etkinlikler vadisine dönüştü. Ticari
anlamda da canlandı. Altınboynuz yeniden geldi. Ve yeşile
hasret İstanbul’da biz 100 milyon metrekareye yakın yeni yeşil
alan yarattık. Eskiden İstanbul’a girip caddelerinde gezerken
“yeşile hasret” derdik. Şimdi Allah’a şükür az da olsa dünya
standartlarına ulaştık. Kişi başına bir buçuk metrekare yeşil
alan düşüyordu. Şimdi 7 metrekareye çıkardık. Dünya
standardıdır. Ama yeter mi? Daha da artırmamız lazım. Onun
için, bunları söylememdeki sebep zor olan çalışmalardı bunlar.
Haliç projesi ile ve çevre projelerimizle 2003 yılında, 2002
yılında dünya çevre ödülü aldık. Metropolis Dünya Büyükşehir
Belediyeler Birliği tarafından. Kentsel tasarım projelerimiz
şehircilikte yaptığımız hamleler. Birçok şey… Şimdi detaya
girmek istemiyorum. 2003 yılında Paris’te Sorbon Üniversitesi
ki geleneklerine çok bağlı bir üniversitedir. -Halen rektörün
211
odasında klima cihazı yoktur. Tarihi bina olduğu için
takılmamıştır.- Bu kadar geleneklerine bağlı bir üniversitede
dünyada yılın belediyesi ve yılın belediye başkanı seçildik. İlk
defa Fransa dışından da bir belediye başkanına bu ödülü
verdiklerini söylediler.
Şimdi değerli dostlar, birde hiç akıllara gelmeyen bir
konudur. Teknoloji alanında çok ciddi hamlelerimiz oldu. Dedik
ki; dünyanın en ilerisi olacağız. Akla çok zor geliyor. Ama
hedefi ortaya koyduk. Gerçekten e-belediyecilik, e-ulaşım, eİstanbul, altyapı bilgi sistemleri. Dünyaya teknoloji ihraç eder
hale geldik ve yine 2003 Mayıs ayında Washington’da altyapı
bilgi sistemlerinde birincilik ödülünü aldık.
Bütün bunları arz etmemin sebebi; bir iddianız varsa,
geminiz var, rotanızı da belirlemişseniz rüzgarın size faydası
olur. Ama rotanız yok, yelkeninizi şişirmemişsiniz, rüzgar ne
kadar iyi eserse essin size bir fayda vermez. O bakımdan
burada yapmak istediğimiz olay şehir yönetiminde ve ülke
yönetiminde iddia sahibi olmaktır. Birey anlamında iddiayı
ortaya koymaktır. Şunu unutmamak lazım: Şehir yönetimi bir
süreç yönetimidir. Çok iyi bir belediye başkanı gelir bir şeyler
yapar arkasından bunlar devam etmezse yapılanlar heba olur
gider. Haliç’in temizliği bize -sadece temizliği değil bir bütün
olarak Haliç projeleri- 600 milyon dolara mal olmuştur. Çok
büyük bir paradır. Bu ülkenin emeğidir, kaynaklarıdır. Tabi
etrafında kültür merkezleri vs. vs. tesisleri var, ama bazen hiç
geri kazanamayabilirsiniz. Yani parayı sarf etseniz bile
kaybettiklerinizi geri kazanamayabilirsiniz. Onun için en
rantabl, en kârlı, en kolay olanı iyi yönetmek ve
212
kaybetmemektir. Kaybetmemek. Özellikle sosyal alanda,
kültürel alanda, çevre alanında… iİşte bütün mesele bu.
Süreci iyi yönetmek burada arz etmek istediğim konulardan
birisi de değerli dostlar bahsetmek istediğim. Sadece fiziki
hizmetler değil. Altyapı, yol, kavşak vs. kadar önemsediğim bir
şey de; kültürel dokudur, sanatsal yapıdır ve estetiktir.
İnsanlarımız ve özellikle yöneticilerimiz estetik kavramını terk
edip olaya sadece günlük açıdan yaklaştığı için şehirlerimiz
mimari anlamda değer üreten, kültürel anlamda değer üreten
noktalardan çıkmış işte bir problemler yumağına dönüşmüş.
Eski İstanbullu tarif edilirken şu tabirler kullanılırmış: “Zevki
selim sahibi, hissi selim sahibi, aklı selim sahibi” denirmiş.
Yani zevki selim; estetik duygu, sanatsal duygu, hissi selim;
güzel duygular, iyi insan olma. Fedakar, erdemli, yardımsever,
nazik İstanbul insanını bilirsiniz. Dünyada örnek insan tipidir.
İstanbul beyefendisi, İstanbul hanımefendisi tipi. Kültürü
kaybederken bu tiplerimizi de kaybetmişiz. İşte kültürümüzü
değerlerimizi kazanırken bu insan tiplerimizi de geri getirmiş
olacağız. Ve aklı selim sahibi, akıllı bilgili ve üretken insanlar
ve böylece ne olacak değerli dostlar? Sadece güzel şehirlere
kavuşmuş olmayacağız. Aynı zamanda uygarlık merkezlerine
ve huzur kentlerine, huzur şehirlerine de kavuşmuş olacağız.
Bugün Türkiye’mizin de, dünyamızın da huzur kentlerine
ihtiyacı var. İşte gasp artıyor, hırsızlık artıyor, çete artırıyor
sadece İstanbul’da mı tüm dünyada. O bakımdan şehir
yönetiminin, Türkiye yönetiminin bütün bunları algılayıp
görmesi gerekiyor. Türkiye’nin imkanları bitiyor. Şu an 330
milyar dolara yaklaşan bir borç stoğu ile karşı karşıyayız. Ve
bu bize siyaseten bağımlılık getiriyor. Siyaseten bağımlılık
yapmak isteklerimizin önüne engel çıkartıyor. Onun için değerli
213
dostlar başı dik insanlara ihtiyacımız var. Başı dik. Hayal
kurabilecek insanlara, geleceği düşünen insanlara ihtiyacımız
var. O bakımdan arz etmek istediğim konuları şöyle bir
toparlayarak sözlerimi tamamlamak istiyorum. Bir kere var
olacağız. Var olmak iddia sahibi olmaktır. Bunu unutmamamız
lazım ve üreteceğiz. Üretemeyen toplum yok olur. Fikir, proje,
emek, vizyon ve gelecek üreteceğiz. Bunları üretemezseniz
yoksunuz, yokuz. Onun için üretim kavramı sadece mal ve
hizmetten ibaret değildir. Bütünü ile değerler zinciri üreteceğiz
bunu genel olarak ifade edebiliriz. Bu üretkenliğimizi dış
dünya, iç dünya bütün bu koşulları ortaya koyup ifade
edeceğiz. Ama dediğimiz gibi bunları yapmak için içeride ve
dışarıda önümüze çok engeller çıkacak. Yeteri kadar ekip
bulamayacaksınız.
İnsan
unsurunun
eğitimsizliğini
göreceksiniz.
İnsanlardaki
değer
kaybının
yarattığı
huzursuzluklar moral bozacak. Ama asla moral bozmak yok.
Bu ülke bizim. Bu ülke bizim. Onun için her şeyden evvel işte
içimizdeki gücü üreteceğiz. Bunu unutmayın “içimizdeki güç”.
Bunu bir misalle size şöyle ifade etmek istiyorum. Tavuk
yumurtalarının arasına bir tane kartal yumurtası koymuşlar.
Civcivler çıkmış. tavuk almış bunları hepsini beraber gezmeye
götürüyor. Dışarıya çıkarmış. Kartal yumurtasından çıkan
civciv bakmış ki gökte birşeyler uçuyor. “Anne” demiş tavuğa.
“Bu uçan şeyler ne? Gökte bir şeyler geziyor”. “Onlar kartaldır
yavrum” demiş tavuk. Peki biz neyiz? Biz tavuğuz biz gökte
uçamayız, yerde gezeriz. Kartal yumurtasından çıkan civcivin
genlerinde var ya, arzu ediyor. “Allah’ım” diyor “Ne olurdu beni
kartal olarak yaratsaydın da bende gökte uçabilseydim”.
Aslında değerli dostlar bu bir kartal yavrusu. Genlerinde var
Allah ona bu özelliği vermiş. İstese hemen uçup gidecek ama
214
uçamıyor, niye? Kendini tavuk zannediyor. Problem burada.
Kartal olduğunun farkına varsa iş bitecek hemen o anda uçup
gidecek. İşte o başlama vuruşunu yapamıyoruz. Bütün mesele
iddiamızı kaybettirme sürecinden şöyle bir silkinmemiz.
İçimizdeki bu varlığı, bu enerjiyi üretmemiz gerekiyor. İşte bu
enerji üretimi ile birlikte hedefe kilitlenmek gerekiyor.
Motivasyon sağlayacağız. Bunun arkasından konsantrasyon.
Vazgeçmek yok değerli arkadaşlar. Hangi engelle
karşılaşırsak karşılaşalım şahsımız adına, ailemiz adına, bu
ülke adına, geleceğimiz adına vazgeçmek yok. Onun için
iradeyi sağlam ortaya koymak lazım. Fatih İstanbul’u
fethederken çok büyük zorluklarla karşılaşmış ama demiş ki:
“Ya ben İstanbul’u alırım ya İstanbul beni”. Bu iradeyi
sergilemiş ve İstanbul’u almış. Mustafa Kemal Paşa, işgal
kuvvetleri İstanbul’u işgal edince Dolmabahçe rıhtımından
bakar ve derki: “Geldikleri gibi gidecekler”. Bu bir irade
sergilemesidir. Bir duygu ifadesi değil. Bakın duygu temenni
olur “Gitsinler” der. ”Ah keşke geldikleri gibi gitseler”… Bu bir
temennidir. Hayır “Geldikleri gibi gidecekler” diyor. “Ya İstanbul
beni alır ya ben İstanbul’u” diyor. İrade sergiliyor, bir iddia
sergiliyor. Onun için zor anda enerji üretmek çok önemli.
Bunun başka iki misali daha var. Yavuz Sultan Selim’in
Çaldıran seferinde aylarca süren yolculuklarda yaya yürümüş
askerler, yeniçeriler. Tabi hoşnutsuzluk başlayınca çıkıp
haykırıyor: “Benimle gelmek isteyenler erkekçe gelirler. Gidip
evlerinde oturup ağlamak isteyenler geri dönsünler”. Bu bir
tavır ve herkes geliyor. Yine Mustafa Kemal Paşa’nın
Çanakkale’deki olayı: Askerin cephanesi bitmiş geri çekilmeye
başlıyor. Bir yılgınlık. Çıkıyor diyor ki “Ben size savaşmayı
değil ölmeyi emrediyorum”. Bir tavır sergiliyor. İşte liderlik,
215
komutanlık orda o tavırla o direnç noktasında ortaya çıkıyor. O
bakımdan işte bütün bunları bizim pozitif bir enerji olarak
üretmemiz bir irade olarak üretmemiz ve iddia sahibi olarak
üretmemiz gerekiyor. Geleceği üretip uygulamaya koymamız
gerekiyor.
Bütün bunlar, değerli dostlar misalleri çoğaltırız ama
genelde hep birileri gelsin de bizi kurtarsın deriz. Birileri gelsin
de şu işi yapsın deriz. Ah şöyle şöyle olsa ben yapacağımı
bilirim, deriz. Hiç şart aramaya gerek yok. Hiç gerek yok. O
meşhur Simurg hadisesi vardır. Bir grup kuş toplanmışlar Kaf
Dağı’nın arkasında, kuşlar padişahı Simurg’u o dev kuşu
bulmak için yola çıkıyorlar. Gidiyorlar, gidiyorlar, gidiyorlar…
Uzun kilometrelerce yol gidiyorlar. Uçuyorlar bir türlü kuşu
bulamıyorlar. Yorulunca bakıyorlar ki bulamayacaklar geri
dönmeye karar veriyorlar. Yorgunluk psikolojisi ile birbirlerine
yaklaşıyorlar ve destek oluyorlar. Bakıyorlar ki altta yerde dev
bir kuş gölgesi var. Onlarla beraber uçuyor. “Allah Allah bu kuş
da ne?” diyorlar. Etrafa bakıyorlar öyle dev bir kuş yok.
Görüyorlar ki kendilerinin bir araya gelmelerinden doğan bir
pozisyon oluşmuş. Anlıyorlar ki Simurg kendileri. “Simurg
kendilerinin birliği”. “İşte bu ülkenin derununda var olan enerji”
değerli arkadaşlar ayrıştırılmaya çalışılıyor. Her birimizi
kategorize ederek farklı odalara koymak istiyorlar. Ayrışmalar;
sol-sağ dedik ayrıştık, Alevi-Sünni dedik ayrıştık. Türk-Kürt,
sağcı-solcu, Fenerli –Galatasaraylı, şucu-bucu… ayrışmak için
birileri bir şey üretti, bizde bahane aradık. Artık bu ayrışmaları
bir kenara atalım. Gücümüzü, enerjimizi, dirayetimizi, iddiamızı
ortaya çıkardığımızda göreceğiz ki; inanın bütün yüreğimle
inanıyorum ki “Bu ülkenin başaramayacağı hiçbir iş, hiç bir
216
proje yoktur”. Aşamayacağı hiçbir engel yoktur. Onun için
burada ben bu duygularla sizlere hitap ettim. Hepinize
başarılar diliyorum. İşlerinizde başarılar diliyorum. Emeğiniz
bereketli olsun, bahtınız açık olsun. Ülkenin bahtı açık olsun.
• Newyork belediye başkanı ile olan bir anınızdan
bahsettiniz. Ve burada iki belediyenin bütçelerinden
konuştuğunuzu ve bunun akabinde de Newyork belediye
başkanına borcunuz olmadığını hatta kendisinin sizden
borç istediğini söylediniz. Ben bu noktada bir şey
öğrenmek istiyorum. Belediyenin ihaleleri ve bu ihaleleri
alan müteahhitlere olan borçlar borç sayılmıyor mu? Ve
bu ödenmesi gereken paralar belediyenin alışıla gelmiş
borçları olduğundan belediyenin borçları değil de merkezi
yönetimin borçları mı sayılıyor? Teşekkür ederim.
(GÜRTUNA) Hayır. Onlar zaten bütçeleme içerisinde
karşılıkları
gösterilen
olaylardır.
Faaliyet
programı
hazırlarsınız, o faaliyetlerinizin karşılığını bütçede gösterirsiniz.
O rutin olarak o yılın içerisinde ödemesi yapılır. Onları borç
olarak görmüyoruz çünkü zaten karşılığı var ve hak ediş
uygulaması yapılır parası ödenir. Benim belediye başkanlığım
süresince daha önceden kalan bir buçuk milyar dolar ekstra
borç ödedik. Kredi borçlarından vs. O kadar yatırımla beraber
ve zannediyorum sıfır noktasına kadar İstanbul’u getirdik. Yani
bu kadar iş ve hizmetlere rağmen görürsünüz zaman zaman
gazetelerde çıkar işte şu belediyenin şu kadar borcu bu
belediyenin bu kadar borcu vardır diye. Ama İstanbul
Büyükşehir Belediyesinin adı geçmez.
217
• Saygılar sunuyorum. Şimdi demin bir anınızdan
bahsettiniz. Vedat Dalokay’dan. O zaman ben üniversite
tahsili yapıyordum 1970’lerde, yalnız Vedat Dalokay
ideolojik davrandı. Rahmetli Ekrem Baybars’ın açtığı
Kızılay’da şu anda emekli sandığının karşısındaki çukur
yer altı dükkanları ve ileride Metro olacak şekilde
düzenlenmişti. Ondan sonra Vedat Dalokay sırf ideolojik
davrandığı için o çukuru geldi kapattı ve oraya bir göbek
yaptı. Ama ne oldu. Aynı çukuru üç dört yıl önce Melih
Gökçek yeniden kazıp alt geçit ve dükkan yapmak
zorunda kaldı. Bu da Adalet Parti Demokrat Parti
zihniyetinin ileriyi görmesini gösteriyor bu bir. İkinci
sorum. Belediye demek yatırım demek, proje demek.
Şimdi size diyorum ki Florya’da başkanlığınız döneminde
40 trilyon keşif bedelli 2003 fiyatları ile bir akvaryum
temeli attınız. İhale ettiniz. Sonra bu yönetim durdurdu.
Yani 40 trilyon büyük para. Mesela şu anda Esenler
otogarını
bilenler
bilmiyorum
arkadaşların
çoğu
biliyordur. Esenler Otogarının maliyeti de 40 trilyon.
Akvaryum inşaatı 40 trilyon ve bu yönetim durdurdu, ne
diyorsunuz? Birde siz Tayyip Bey’le 4 yıl beraber çalıştınız
ve sizi aday yapmadı. Bu konuda fikrinizi rica ediyorum.
(GÜRTUNA) Şimdi biraz evvel söyledim. Her iki konu da;
akvaryum meselesi de, Vedat Beyle ilgili olan çukur meselesi
de söylediğim konu ile özdeşleşiyor. Yani şehir yönetimi bir
süreç yönetimidir dedim. Tabi çok detaya giremiyoruz burada.
Yani hadiseler birbirini pozitif takip ediyorsa sonuçları almaya
başlıyorsunuz. Yoksa birinin gelip yaptığını öteki bozuyorsa
sinerji üremiyor enerji boşa gidiyor. Onun için maalesef o tür
218
olaylar yaşandı. Hala da yaşanıyor. Üzücü olan bu. Zaten 21.
yüzyıl diyoruz. Üçüncü bini yaşadığımızı söylüyoruz. Hala
benden olan-olmayan, işte “O yaptıysa onun adı olmasın”
kabilinden yaklaşımlar Türkiye’nin enerjisini boşa götürüyor.
Halbuki yapılacak olan nedir: “Kim yaptıysa yaptı, Allah razı
olsun” demek lazım. Teşekkür etmek lazım. Sahip çıkıp
devam ettirmek lazım. Ben şahsım adına bırakınız benden
önceki dönemi, 1950’lerden itibaren İstanbul için hazırlanan ne
kadar
proje
varsa
hepsini
indirttim
ve
neleri
uygulayabileceğimizi gördüm ve yürüdüm. Şimdi Haliç. Haliç
sadece benim eserim değil. Sayın Dalan’la başlayan bir süreç.
Benim yaptığım artık bu iş uzadı bir irade koyup bir takvime
bağlamak ve kısa zamanda sonuç almayı hedeflemekti.
Öncekiler yapılmasaydı, sadece benim yaptıklarımla o sonuca
ulaşamazdık. Ben; “Ya işte buna Sayın Dalan başlamış. Sayın
Sözen, Sayın Erdoğan devam etmiş ya onlarında adı olursa!”
diye bu işi bıraksaydım şimdi Haliç bataklıktı öyle mi? O
bakımdan değerli arkadaşlar artık o tür kompleksleri bu
ülkenin aşması lazım. Bu Kızılay çukuru benim bizzat
yaşadığım bir olaydır. Maalesef olmaması gereken bir şeydi.
Akvaryum, bakınız 40 trilyon İstanbul için büyük para değil,
yani buna değer. Akvaryum olayı; Barcelona bir buçuk milyon
nüfusu olmayan bir şehirdir, ikincisini yapıyor akvaryumun.
Birincisini yıllar önce yapmışlar şimdi yenisini açtılar. Hayvanat
bahçesi ve safari parkı projemiz kalktı ortadan. Eğer masraf
olacak diye düşünürsek pek iş yapmamamız lazım. Ama
üstelik, bu akvaryum projesi geri dönüşlü bir proje. Biz
Miniatürk’ü yaptık, bir senede parasını geri kazandık. Fena mı
oldu? Yine akvaryum Avrupanın en büyük projelerinden biri
olacaktı ve turistik açıdan, eğitim açısından İstanbul’un bir
219
ciddi esere kavuşması açısından önemliydi. Şimdi Gazi
Osman Paşa’da büyük bir hayvanat bahçesi ve safari parkı
projemiz vardı. İstanbul’un birçok yerini aradık oraya karar
verdik. Neden? Çünkü o projeyle İstanbul 2,5 milyon metre
kare yeni bir yeşil alana kavuşuyor, öyleki çöküş alanı olan
gecekondulaşma alanı olan o bölge cazibe merkezi haline
gelip kentsel dönüşüm yaşayarak modern şehircilik konseptine
kavuşuyor. Burası Alibeyköy barajı havzası sonrası
gecekondulaşacak. Biz şantiyeyi bile zor kurduk, gelip bastılar
şantiyeyi etrafımızda gecekonducular. Birkaç sene sonra orası
gecekondu olacaktı. Bir başka olay; İstanbul’da yine cazip
alanlar oluşarak merkezin yükü hafifleyecek İstanbul çok
kanatla uçmaya başlayacak. Bir başka olay turizm.
Sultanahmet turizmine İstanbul sıkıştırıldı, halbuki turizmi
çeşitlememiz İstanbul’un her yerine yaymamız gerekiyor. Tatil,
kültür turizmi elbette şart. Onu da İstanbul’un her yerine
yaymamız lazım ama çok farklı kesimlerden insanlar İstanbul’a
gelmeli. Eğlence için gelmeli, gastron için gelmeli ve hayvanat
parkı, Miniatürk, botanik parkı vs. Daha yapmamız gerekenler
neler? Topkapı’da eski garajların olduğu yer vardı şehrin
hemen yanında, sur dibinde Trakya–Anadolu garajı onu
hatırlayanınız var mı bilmiyorum. Ne kadar kötüydü, şimdi
dünyanın en güzel parklarından birini yaptık. Ama
panoramikleşsin diye. Şimdi bunların hepsi İstanbul için
kazanımlardır. Yani değer insan olmaktan çıkarıp değer üreten
olmayı hazırlıyoruz. Bu tür projeler geri dönüşü olan
projelerdir. Şehircilikte olay sadece rant değildir. O zaman hiç
bir çevre projesini hayata geçirmemeniz lazım. Hiçbir sanata
destek vermemeniz lazım. İşte gidiyor para, hayır şehir hayatı
bir bütündür. Bütçenizi dengelersiniz. Nereye ne kadar
220
harcamanız
gerektiğini
tasnif
ederseniz.
Öncelikle
düşünürsünüz, ama İstanbul iddiası olan bir şehirdir değerli
dostlar. Biraz evvel onu vurgulamaya çalıştım. Bir yandan siz
yöneten şehir üretmeye çalışacaksınız, dünya lideri şehir
üretmeye çalışacaksınız, bir yandan da kısır düşüncelerle
kolunu, bacağını, kanadını kırpıp ortada bir kuş üreteceksiniz.
Olmaz.
Bir de adaylık konusu, benim hiçbir partiden adaylık konusu
talebim olmaz. O zamanlar sayın Erdoğan’la bir iki
görüşmemiz oldu. Genel siyaset üzerine, siyaset yapmamla
arayışlar üzerine olan fikirlerimi söyledim. İstanbul’un vizyonel
yaklaşımını anlattım, olması gerekeni. Burda düşündüğüm
şeylerden bir tanesi “Finanskent”dir. İstanbul’un finans merkezi
olmasını sağlayacak bir finanskent projesiydi. Bir kaç ay sonra
ise buranın toplu konut alanı olarak satışa çıkarıldığını
gördüğümde çok dehşetle üzülmüştüm.
• Anlatırken dediniz hasbelkader ben bu işe girdim.
Türkiye’de yerel yönetimlerde lider olmak bir milli piyango
gibi birşey midir? Yoksa torpil sistemi mi işlemektedir.
Türkiye’de yerel yönetimler lideri olmak bu kadar kolay
mı? Ve siz verdiginiz bilge kişi örneğinde olduğu gibi
yanlış yapa yapa mı tecrübe kazandınız? Diğer bir soru da
siz gerçekten kendinizi başarılı kabul ediyorsunuz. Bende
öyle değerlendiriyorum. Fakat tam en popüler olduğunuz
dönemde AK Parti’ye karşı bile bağımsız adaylığınızı
koyduğunuzda zorlayacağınız bir dönemde adaylığınızı
koymamanız çok şaşırtıcı geliyor bana. Cesaretinizi
kıracak birşey mi vardı da adaylığınızı koymadınız, daha
221
sonra her hangi bir
düşünüyormusunuz.
değerlendiriyorsunuz.
siyasi
AK
partide yer
Partiyi
almayı
nasıl
(GÜRTUNA) Ben çok objektif olarak halet-i ruhiyemi yani
2004’deki pozisyonumu ifade ettim. Fakat değerli arkadaşlar
burada hazır olmak çok önemli. Bakınız bunu arzetmeye
çalıştım birazda. Siz sonbaharda pırasa toplamak istiyorsunuz,
ıspanak ekerseniz pırasa toplayamazsınız. Veya trenle bir
yere gitmek istiyorsunuz, otobüs durağında beklerseniz tren
hiç gelmez. İstediğiniz kadar bekleyin. Önemli olan bizim ülke
adına ve şahsımız adına bir miktar üretmemiz, onun
gereklerini yerine getirmek üzere çaba göstermemizdir. Bu çok
önemli. Ben üniversite yıllarımda 70’li yıllarda çok araştırma
yaptım. Kültür Dernekleri, sanat dernekleri başkanlıkları
yaptım. Çok sosyal olayların içinde bulundum. Eğitim konusu
dahil çok çeşitli araştırmalar yaptım. TRT parlamento
muhabirliği yaptım. Siyasi konuları oradan biliyorum. Hatta
çeşitli araştırmalar hazırladım. Çok okudum, çok araştırdım.
Ve öğrenci liderliği yaptım. Yani böyle boş durarak değil,
tesadüfen değil. Durduk yerde olmaz bu iş yani birşey vardı.
Yine 70’li yıllarda sayın Demirel partisinin propoganda işleri
konusunda bizimle beraber çalışmayı teklif etmişti. O dönemin
kültür danışmanı Kültür Bakanlığı faaliyetleri konusunda
bizimle koordinasyonlu olarak çalışmayı arzu etmişti. Cidden
kültür, sanat, siyaset konularında çok pratik konuşmalarımız
olmuştur. Bu işler basit yani kader çizgisinin nasıl akacağını
bilemezsiniz. Siz sadece üzerinize düşeni yaparsınız. Ve
1989‘da Kartal Belediye başkanlığına zorla aday olduk
kaybettik seçimi. Ama daha sonra yine enterasan olan bir şey
222
Büyükşehir Belediye Meclis Üyeliği ve Büyükşehir Belediye
Başkanlığı. Fakat bu sürede şunu arzetmek istiyorum. Ben çok
ciddi bir çaba gösterdim. Nedir onlar? Örneğin; orta olan
yabancı dilim savsamıştı, onu pekiştirdim. Yerel yönetimler
konusunda dünyada ve Türkiye’de birçok toplantılara katıldım.
İstanbul için; yerel yönetim konusunda nasıl organize olmak
gerekiyorsa onun olması için çaba gösterdim. Belediye
başkanı olduk, belediye başkanı illa olacağım da değil, esas
olanın bulunulan mevkiye layık olmak gerektiğini ve bir vizyon
üretmek gerektiğini düşündüğüm için bunları yaptım.
Tesadüflere bağlamayalım. Bunu toplumsal bir bağa
dönüştürelim. Her insanımız özellikle gençler siyasetin içinde
olalım. Siyasetin içinde olmak illa siyaset mesleğinin içinde
olmak değil, ülke sorumluluğunu idrak edelim. Siyaset
karalanıyor. Maalesef halk için bütün siyasetçiler kötü. Elbette
iyileri var. Birçoğu vatansever insanlar. Ama siyaset karalana
karalana, darbelene darbelene prestijini kaybediyor. Halbuki
bugünü, siyaset geleceğe taşıyacak. En onurlu mesleğin
siyaset mesleği olması lazımken, onu kendi ellerimizle
darbeliyoruz. O zaman yapmamız gereken burada hepimizin
bu
sorumluluğu
taşıması
ve
pozitif
seleksiyonu
gerçekleştirmemiz. Maalesef Türkiye’de tersten seleksiyon
yaşanıyor. Demokraside, siyasette vs.de. işte iyilerin
dayanışması sağlanırsa herkes iyi ölçüleri kendine rehber
edinirse pozitif seleksiyon; kabiliyetli olanın öne geçtiği bir
ortamı sağlar, torpille olanı değil, o bakımdan işte burada
olmamızı fevkalade önemsiyorum. Keşke bu sayılar
milyonlarca olsa. Ve şu bu halk tasnifini asla yapmıyorum.
Bunu yapmayında lütfen. Her partide yeni insanlar kabiliyetli
insanlar olsun, üreten insanlar olsun bundan memnuniyet
223
duyarız, gurur duyarız. Ve siyasal farklılaşmayı çözüm arama
gibi düşünelim. Benden olan, olmayan gibi değil. O, o yoldan
çözüm arıyor, ben bu yoldan çözüm arıyorum ve birbirimize
ihtiyacımız var diye düşünelim. Sahip çıkalım, layık olalım,
iyilerin dayanışmasını gerçekleştirelim. Siyaseti bu anlamda
düşündüğüm için her zaman siyasetin içindeyim. Ne
yapıyorum; para konusunda, bilişim konusunda, işsizliğin
önlenmesi konusunda, devletin yeniden yapılandırılması, yerel
yönetim, şehircilik, şehirlerin rolü -hala Türkiye’de şehirlerin
rolü algılanmıyor maalesef- ve bunun gibi birçok konuda
şahsım, arkadaşlarım ve üniversitelerdeki dostlarla çeşitli
araştırma çalışmaları yapıyoruz. İsteyene bunun servisini
yapıyoruz. Buyrun uygulayın diyoruz, birikimlerin yansımasını
sağlıyoruz. Ve gereken neyse asla boş durmaksızın
Cumartesi, Pazar, bayram, tatil demeksizin inanın çalışmaya
devam ediyoruz. Bir yıl oldu ben üstüste bir hafta tatil
yapmadım. Halbuki rahat bir hayat süreceğimi düşünüyordum
ama hala gayretle çalışıyoruz. Bu, bizim vecibemiz, vatan
borcumuz öyle görüyoruz. Mevki, makam arayışı filan değil.
Asla öyle de düşünmeyin. Siz hazırsanız, görev sizi gelir bulur
hiç endişe etmeyin. Bütün mesele bireysel makam arayışı da
değil zaten, öyle düşünmeyelim.
Liderlik makamdan gelmez, lider makama güç verir.
224
Turhan ÇÖMEZ
“Türk-Amerikan
İlişkileri”
225
Değerli arkadaşlar, hepiniz hoş geldiniz. Ben iki yıllık
siyasetçiyim ve uzun yıllar hekim olarak çalıştım. Genel
cerrahi uzmanıyım. Bugün belki diğer uzman hocalarımız gibi
bu konuda çok fazla teknik bilgi vermeyeceğim ya da
veremeyeceğim ama sizlerle son zamanlarda Türkiye ile
Amerika arasındaki ilişkilerin hangi boyuta geldiğini, bu boyuta
bizleri hangi sürecin taşıdığını ve nelerin olduğunu, Ankara’nın
gözü ile, Ankara’nın kulağı ile ve bir siyaset adamı kimliği ile
konuşmak ve paylaşmak istiyorum. İnanıyorum ki toplantının
sonunda sizlerin de bu sürece önemli katkılarınız olacaktır.
1999 yılında dönemin Amerika Birleşik Devletleri Başkanı
Clinton, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne geldi ve bir konuşma
yaptı. Bu konuşma tutanaklarına baktığınız zaman, düzeyi ve
dozu son derece yüksek ve sonucunda da milletvekillerinden
çok büyük bir tahlif ve alkış almış bir konuşma olduğunu
göreceksiniz. Ve o zamanda Türkiye Clinton’u ve Clinton’un
Amerika’sını çok sevdi. Bugün Türkiye’de insanların
Amerika’ya yüzde 85 gibi bir karşıtlığından bahsediliyor. Peki
ne oldu? Yani 5 yıl önce Türkiye’de böyle bir hava varken
bugün niye böyle bir konjonktür tartışılır oldu? İnsanlar Türkiye
ile Amerika arasındaki ilişkileri neden sorgular hale geldiler? O
dönemde Clinton, tarafları Ortadoğu, Filistin, İsrail barış
görüşmeleri için davet ettiğinde ve bu süreç tıkandığında,
hepiniz hatırlayacaksınız, Türkiye bu süreci tıkayan kişinin
Arafat olduğuna inandı ve o dönemde İsrail’e karşı farklı bir
sevgi ortaya koydular. Yine böyle bir süreçten -bugün özellikle
Amerika ile ilintisinin olduğunu da altını çizerek ifade etmek
istiyorum- bizler İsrail’le olan ilişkilerimizde İsrail’in aşırı güç
kullandığı süreci bir devlet terörü olarak neden sorgular ve
yargılar hale geldik? Türkiye niye bugünlere geldi? Bunların
226
bütün detaylarını biraz sonra sizlerle konuşacağım. Önce bir
BBC anketi yayınlandı ve dendi ki Türkiye’deki insanların
yüzde 82’si, 83’ü Amerika’ya ve Amerikan politikalarına karşı.
Peki bu karşı olanlar Amerikan düşmanı mı? Hayır değil. Tabi
soruyu siz nasıl sorarsanız öyle yanıt alırsınız. Bu insanlar
özellikle son dönemde Amerika’nın Ortadoğu politikalarını,
Ortadoğu’yu ilgilendiren bütün politikaları ve bu süreçte
Amerika’nın davranışlarını ve tutumunu dostça görmediklerini
ifade ettiler. Dolayısıyla bu ayrımı çok iyi yapmamız lazım.
Yani bu anket sonuçlarında Türkiye’nin Amerika’ya ve
Amerikan halkına bir karşıtlığı söz konusu değil. Uygulanan
politikaların Türkiye’de ve Türk insanında oluşturduğu
tedirginlik, tereddüt ve rahatsızlık ifadesidir. Eğer siz bunu
Amerika’ya uyarlayacak olursanız, seçimlerde Amerikan
Başkanı Bush özellikle kampanyasını 11 Eylül saldırılarına,
Saddam rejimine, küresel teröre ve Irak’ta yaşanan olaylara
endeksledi ve hemen hemen Amerikan halkının yüzde 50’si de
Bush’un ortaya koymuş olduğu ve seçim kampanyasına temel
dayanak teşkil eden bu politikalarına karşı olduğunu vurguladı.
Dolayısıyla aynı gözden baktığınız zaman Türkiye’deki yüzde
85’lik bir karşıtın aslında Amerika’da da yüzde 50’lik bir
karşıtlık yanıtını bulduğunu söylememiz mümkündür. Peki
Türk insanı neden böyle bir tereddüt ve endişe ifade eden tavır
içerisine girdi? Aslında Türk halkının tarih kökenlerinden gelen
genetik kodlarına baktığınızda yaşadığı deneyimler, yaşadığı
tecrübelerin de zorlamasıyla özellikle dış politik yaklaşımlarda
biraz da kuşkucu olduğunu gördüğümüzü söyleyebilirim. Yine
Ankara’dan göründüğü kadarı ile bu pencereyi sizlerle
paylaşmak
istiyorum.
Amerika’nın
Irak’a
demokrasi
getirmeyeceği, aslında niyetinin petrolü kontrol etmek olduğu,
227
yine Amerika’nın Irak’ı bölmek gibi bir niyetinin olduğu, PKK’yı
bize karşı kullanacağına dair bazı çekincelerin, endişelerin,
tereddütlerin olduğu ve buna dair insanların ve kamuoyunun
bir rahatsızlığının olduğunu söylemek mümkün. Peki son
dönemde BBC’nin anketi ve daha sonra bazı Türk medyasının
yaptığı ankette de ortaya çıktığı gibi neden bu politikalara karşı
bir duruş var? Neden bir rahatsızlık var? Bunları aslında teker
teker irdelemek lazım. Çünkü tek ya da birkaç olay değil bu
sonucu doğuran. Birinci Körfez Savaşı’na gittiğimiz zaman o
dönemlerde Amerikan politikalarının yeterince açık olmadığına
ve aslında Amerika’nın gizli bir ajandasının olduğuna dair bir
şüphe oluştu insanların kafasında ve insanlar Amerika’nın o
dönemden bu güne kadar yaşadığımız süreç içerisinde, Türk
kamuoyunun kuşkularını azaltacak, Türk kamuoyunun gönlünü
ve kafasını rahatlatacak net bir duruş, net bir politik açılım
sağlamadığını ifade ediyorlar. Türkiye ve Amerika ilişkileri;
tarihe baktığımız zaman, 1830’lu yıllara dayanıyor ve bu
süreçten bugüne kadar Türkiye ile Amerika ilişkileri arasında
zaman zaman iniş çıkışlar ve bazı gerekçelere göre de zaman
zaman gerginlikler olduğu bilinen bir gerçek. Amerika ile
Osmanlı arasındaki ilk ilişki, bir ticaret anlaşması ile, 1830
yıllarına dayanıyor. Daha sonra belli bir dönem düşük dozlu
ticari ilişkiler devam etti. Ancak 1917 ve 1927 yılları arasında
Amerika ile diplomatik ilişkilerimiz tamamen kesildi çünkü ABD
senatosu, dostluk ve ticaret anlaşmasını o dönemde
onaylamadı. 2. Dünya Savaşı’na kadar ilişkiler böyle devam
etti; ancak 2. Dünya Savaşı sonrasında özellikle Sovyetler
Birliği’nin etkisini sınırları ötesine taşıma anlayışını temsil
etmesi, bir emperyalist güç olarak ortaya çıkması, askeri
gücünü konvensiyonel ve nükleer alanda pekiştirmesi ve
228
Amerika
Birleşik
Devletleri’ne
ve
dünyanın
bütün
coğrafyasında rakip olabileceğini hissettirmesi Türkiye ile
Amerika Birleşik Devletleri arasında yeni bir yakınlaşma
sürecini ortaya koydu. Yine bu dönemden sonra Sovyetler
Birliği’nin Macaristan ve Çekoslovakya’ya yaptığı askeri
müdahaleler
ve
özellikle
boğazların
geçişinin
düzenlenmesinde Sovyetler’in aleyhine bir tutum ortaya
konduğuna dair Sovyetler’in iması ve Türkiye’nin de bundan
rahatsız olması Türkiye ile Amerika Birleşik Devletleri arasında
bir yakınlaşma, bir sıcaklık ortaya koydu. Sovyetlerin bu
yayılmacı politikalarına karşı Türkiye hür dünya ile beraber
hareket etti ve Kore’de Birleşmiş Milletler gücüne katıldı.
Bununla ilintili olarak 1952 yılında Nato’ya üye oldu. Bu
süreçten sonra ilişkiler gayet iyi devam etti ancak 1964 yılında
Kıbrıs Türkleri’nin Enosis adına katledilmesi ile ilgili süreçte
Türkiye’nin rahatsızlığı ve Kıbrıs’a bir müdahale sinyali ile
birlikte Amerika’dan gelen meşhur Johnson mektubu Türk
Amerikan ilişkilerine önemli bir sekte vurdu. Ardından 1960’lı
yıllarda Türkiye ile Amerika ilişkileri tekrar bir soğukluk
dönemine girdi. Aslında burda Amerika, Türkiye’nin Kıbrıs’a
müdahalesi riskine karşılık Türkiye ile Yunanistan arasında bir
savaş çıkabileceğini ve bu savaşın da Nato’nun güney
kanadını çökertebileceğini düşündüğü için yeni bir kargaşayı,
yeni bir kaosu ve Rusya’nın sıcak denizlere inişinin daha kolay
olacağını da gerekçe göstererek bu sert mektubu Türkiye’ye
gönderdi. Ve 1960’lardan sonra 1974’e kadar biraz soğuk,
biraz sıcak bir dönem yaşandı. 1974 yılında Türkiye’nin Kıbrıs
Barış Harekatı sonrasında Amerika’dan 4 yıl süren bir
ambargo neticesinde yine Türkiye’nin Amerika ile ilişkileri bir
soğukluk ve bir rahatsızlık dönemi yaşadı. 1990’lı yılların
229
başında Soğuk Savaş sonrasında dünya yeni bir düzleme
oturdu ve Türkiye’nin bu yeni düzlemde, özellikle tek kutuplu
dünyada, yeni jeopolitik ve siyasi önemi ortaya çıktı. Bu önemi,
pek çok ülke, özellikle Avrupa Birliği ve Amerika Birleşik
Devletleri kavrayıp değerlendirmede gecikmedi. Bunları çok
özet olarak sizlerle paylaştıktan sonra, Türkiye ile Amerika
Birleşik Devletleri arasındaki şu anda var olan ortak zemini
konuşmak ve tartışmak istiyorum. Sonra da özelikle son iki
yılda yaşadıklarımızı ve Irak savaşı ile birlikte Türk tarafının
Amerika’ya karşı neden bazı çekincelerinin olduğunu da
madde madde irdelemek istiyorum. Öncelikle Amerika,
Türkiye’nin Birleşmiş Milletlere girmesine büyük destek oldu.
İki ülke AGİT’in kurucu üyeleri, NATO müttefiki, yine Kore,
Bosna Hersek, Birinci Körfez Savaşı, Kosova, Somali ve
Afganistan’da birlikte hareket edildi ve Soğuk Savaş
döneminde Sovyet yayılmacılığına karşı az önce de ifade
ettim, Amerika ile Türkiye ortak hareket etti. Yine pek çok
uluslararası konularda Türkiye ile Amerika’nın ortak bir zemini
var. Terörizm, kökten dincilik, ırk ayrımcılığı, uyuşturucu ile
mücadele, fakirlikle mücadele, insan hakları, basın özgürlüğü,
serbest ticaretin geliştirilmesi, küresel kirlilik ve yabancı
düşmanlığı; bunlar uluslararası konular ve Türkiye ile
Amerika’nın bu uluslararası platformda da net bir mutabakatı
var. Yine hepinizin çok iyi bileceği gibi Türkiye’nin AB üyeliği
sürecine Amerika Birleşik Devletleri net bir destek verdi. Yine
NATO çerçevesinde askeri yardımlar ve serbest piyasa
ekonomisine geçiş döneminde de önemli ekonomik yardımlar
yapıldı. Son dönemde dönemin başbakanı Ecevit tarafından
da ifade edildiği gibi, bölücü başının Türkiye’ye teslim edildiği
süreçte de Amerika Birleşik Devletleri’nin önemli katkıları oldu.
230
Yine Türkiye için hayati önemi olan Bakü-Ceyhan boru hattı
projesinde de Amerika Birleşik Devletleri’nin çok net bir
desteği ve yardımı oldu. Mecliste ifade edilen bir konuyu da
anlatarak sözde Ermeni soykırımı ve Amerikan kamuoyunda
bunun yansımalarını da birkaç cümle ile
ifade etmek
istiyorum. Özellikle bazı Avrupa ülkelerinde, başta Fransa’da,
sözde Ermeni soykırımının kabul edilmesine rağmen,
Amerika’da her 24 Nisan döneminde çok tartışılan ve Ermeni
lobileri tarafından da baskı yapılan sözde Ermeni soykırımı
Amerika’da bugüne kadar kabul edilmedi. Aslında burda
Amerika’daki önemli Musevi lobilerinin de desteğinin olduğunu
ifade etmeliyiz. Bu arada sözde Ermeni soykırımının kabul
edilmesi ne anlam ifade ediyor? Ben Justin McCarthy’nin
Mecliste yaptığı konuşmanın sonunda koyduğu bir haritayı
sizlerle paylaşmak istiyorum. Çok net olarak Justin
McCarthy’nin söylediği şu: Siz bu yapılan çalışmaların, yılda
30 bine yakın Diaspora’da düzenlenmiş olan sözde Ermeni
Soykırımı ile ilgili etkinliklerin sadece bir siyasi kazanım amacı
ile yapıldığını mı zannediyorsunuz? İşte harita bu. Sonuçta
sizleri böyle bir soykırımı tanımaya ve kabul etmeye
zorlayarak aslında atalarınızla ilgili yalan söylemeye
zorluyorlar. Çünkü bunların nihai hedefi Türkiye’nin doğusunu
ve güneydoğusunu sizden kopartarak büyük bir Ermenistan
hayalidir, nihai hedef budur. “Ben Türkler’in ne Avrupa
Birliği’ne girme ne de başka gereçlerle ataları hakkında bazı
yalan politik teorileri kabul etmeyeceğine inanıyorum” dedi.
Dolayısıyla Amerika’da sözde Ermeni soykırımı ile ilgili güncel
tartışmaların son derece önemli olduğunu ve bizim için de
bunun önemli olduğunu özellikle siyaset adamları için de
önemli olduğunu ifade etmek için bunu söyledim. 1. Körfez
231
Savaşı’nda Türkiye Amerika Birleşik Devletleri’ne tam bir
destek verdi ve Irak Savaşı’nda da aslında birçok destek verdi.
Sadece 1 Mart tezkeresi ile ilgili Meclisin kararını çok yakından
biliyorsunuz ve son zamanlarda da çok tartışma konusu
yapıldı; bu doğru muydu yanlış mıydı? Buna dair biraz sonra
kendi kanaatlerimi de sizlerle paylaşacağım. Dolayısıyla hem
1. Körfez Savaşı’nda hem Irak Savaşı’nda, 1 Mart tezkeresi
hariç Türkiye yine Amerika’nın yanında oldu. Yine Türkiye,
Amerika ile ilişkileri çok iyi olan İsrail’i devlet olarak tanıyan ilk
Müslüman ülkedir ve İsrail’le ilişkileri son derece iyi olan tek
Müslüman ülkedir. Bugün Türkiye ile Amerika Birleşik
Devletleri arasında 8 milyar dolarlık bir ticaret hacmi söz
konusu. Türk-Amerikan ilişkilerinde şu anda diplomatik
düzeyde yürüyen çalışmaların beş ana başlığını da sizlerle
paylaşmak istiyorum. Özellikle Irak, Kıbrıs, geniş Ortadoğu,
Kuzey Afrika girişimi, Ortadoğu barış süreci ve Afganistan
konusunda da halen Amerika Birleşik Devletleri ile çok detaylı
diplomatik ilişkilerimiz var. Peki sıkça tartışılan ve belki de
uzunca bir süre artıları ile eksileri ile tartışılacak olan 1 Mart
tezkeresi neden reddedildi? Ben bu tezkere sürecini çok
yakından bilen, bütün boyutları ile yaşayan, buna hayır da
diyen evet de diyen bütün milletvekilleri ile yakın teması olan
bir arkadaşınızım. Ve belki de bunu bugüne kadar hem
basının önünde hem kamuoyu önünde çok fazla tartışmadık.
Ama bugün sizlerle bu sürecin neden böyle olduğunu büyük
bir açık yüreklilikle tartışmak istiyorum. Önce Amerika Birleşik
Devletleri bu tezkerenin reddedilmesinden rahatsız olmalı mı
bunu konuşmamız gerekir. İki şey söylenebilir: Önce hayır,
Amerika bundan rahatsız olmamalı. Çünkü Amerika Büyük
Ortadoğu Projesi ile özellikle Ortadoğu’daki demokrasinin
232
yerleşmemiş olduğu ülkelere demokrasi getirme niyeti ile yola
çıktığını ifade ediyor, iddia ediyor. Dolayısıyla böyle bir
müttefikin, demokratik parlamenter rejime sahip olan
Türkiye’nin, halkın iradesini temsil ettiği Meclisinin aldığı
karara saygı duyması gerekir. Dolayısıyla Amerika’nın bu
karardan öncelikle rahatsız olmaması gerekir. Ancak daha
sonra gerekçeleri konuşurken ifade edeceğim. Eğer bu
tezkere Meclise getirilmeden, Türkiye’nin yönetiminde bulunan
bazı
insanlar,
Amerika’ya
birtakım
taahhütlerde
bulunmuşlarsa, bazı sözler vermişlerse, -ki Amerikan savaş
gemilerinin bu tezkere öncesinde Mersin açıklarına gelmesi de
bu bilgiyi teyit ediyor- eğer böyle bir süreç varsa -ki milletvekili
olarak ben bunu bilmiyorum ve haberim yok- Amerika’nın 1
Mart tezkeresi ile ilgili çekincelerini ve rahatsızlıklarını ortaya
koyması da haklı kabul edilebilir. Peki birçok milletvekili neden
1 Mart tezkeresine hayır dedi? Basın çok şey yazdı, söyledi,
özellikle bazı muhafazakar tabandan gelen milletvekillerinin
bazı duygusal kriterlerle buna hayır dediği söylendi. Bazı köşe
yazarları; özellikle doğu, güneydoğu milletvekillerinin buna
hayır dediğini söyledi. Bunların ikisi de doğru değil. Birçok
arkadaşımızın, iktidardan muhalefetten bu tezkereye hayır
derken kendilerine özgü bazı nedenleri vardı. Öncelikle
milletvekilleri Amerika Birleşik Devletleri’nin Irak’ta ne yapmak
istediğini tam olarak bilmiyordu. Biz gerçi bu tezkere sürecinde
iki gün boyunca kapalı kapılar ardında çok şey konuştuk,
tartıştık. Ama bu tartışılanlar belki de bir anlamda havanda su
dövmeydi. Çünkü çıkan herkes birbirine sordu, Amerika ne
yapmak istiyor? Birçok arkadaşımız bu soruya cevap
veremedi. Belki de en temel neden buydu 1 Mart Tezkeresi’nin
reddedilmesinde. Birçok arkadaşımız ABD’nin Birleşmiş
233
Milletler Güvenlik Konseyi’nden böyle bir operasyon için tam
destek alamadıklarını dile getirmişti ki o dönemde Sayın
Cumhurbaşkanımızın da buna benzer beyanatları olmuştu. Bu
tezkerenin reddedilmesi için bunu bir gerekçe saydı. Kitle imha
silahları ile ilgili ortaya konan kanıtlar, yeterli kanıt değildi.
Nitekim daha sonra bu silahlara dair hiçbir işaret bulunamadı
ve hem CIA’den hem de İngiliz istihbarat yetkililerinden, bu
bilgileri çok abarttıklarını ve bu konuyu aslında çok da doğru
enforme etmediklerini ifade eden beyanatlar yakın zaman
içerisinde de geldi. ABD’nin savaş gemilerinin o dönemde
Mersin açıklarına kadar gelmesi Mecliste bir emrivaki olarak
algılandı ve birçok arkadaşımız Meclis iradesinin bu konuya
ipotek konma güdüsü ile yaklaştığını söyledi bundan dolayı
tavır koydu 1 Mart tezkeresine. Yine eğer Türk askerinin,
Amerika ile birlikte hareket edilecekse, Kuzey Irak’ta neler
yapabileceği, nereye kadar gidebileceği, hangi limitlerde ve
hangi davranışları sergileyebileceği konusunda da çok net,
çok tatmin edici bilgiler paylaşılmadı. Yine o sürede
Türkiye’nin bu vereceği destek karşılığında Amerika’dan
alacağı birtakım parasal desteklerden ya da kredilerden söz
edildi. Bunlarla ilgili yapılan spekülasyonlar bu konunun çok flu
olması ve bu konunun tarafı olan Bakanlara bile bunu
sorduğumuzda net bir yanıt alamayışımız yönündeydi; bu da
aslında milletvekillerinde önemli bir soru işareti oluşturdu. Belki
de tezkerenin reddi ile ilgili süreçte bu önemli bir neden oldu.
O dönemde Sayın Başbakan; eğer biz bu 1 Mart tezkeresini
kabul etmezsek, bu tezkereden beklenti içerisinde olduğumuz
parasal destek Türkiye’ye gelmeyecek, Türkiye özelikle önemli
bir ekonomik kriz yaşayacak, sorun yaşayacak belki de
memurun maaşını bile ödeyemeyecek diye ifade etti ve birçok
234
milletvekili de bundan rahatsız oldu. Ben dahil. Çünkü Türk
milletinin şu konjonktürde Amerika’dan gelecek olan para ile
maaşını verme zorunluluğunun, kamuoyuna deklare edilmesi
bizi gerçekten Meclis üyeleri olarak rahatsız etti. Yine o
süreçte Amerika Birleşik Devletleri’nde, pek çok medya
kuruluşunda Türkiye’nin bu tutumunu eleştiren, bazen de
tahkir eden rahatsız edici yayınlar, karikatürler vs. gündeme
geldi ve Meclisteki milletvekilleri bu süreçten çok rahatsız
oldular. Özellikle Türk halkının Irak’la olan yakınlığı, Irak’a olan
sempatik yaklaşımı, duygusal yaklaşımı, dinsel bağları,
tarihsel bağları, komşuluk ilişkileri ve Türk halkının bu
gerekçelerle savaşa karşı net bir duruşu, milletvekilleri
üzerinde çok etkileyici bir baskı yarattı. O dönemde birçok
milletvekilinin cep telefonlarına her gün onlarca, yüzlerce
mesaj geldi bu tezkerenin reddedilmesi ile ilgili olarak. Bunlar
da takdir edersiniz ki halkla siyaset yapan ve halkın
baskısından etkilenen Parlamentoda önemli etkiler yaptı. Yine
kişisel nedenler ve tarihi faktörler bu tezkerenin reddinde
önemli etki oluşturdu. Mesela, bunu hiçbiriniz bilmiyorsunuz;
tam oylama yapıldığı an bütün milletvekillerinin cep
telefonlarına bir mesaj geldi: “Saddam geri adım attı, Essamud
füzelerini tahrip etme, yok etme kararı aldı.” O zaman herkesin
kafasında şöyle bir şey oluştu. Demek ki Saddam barışçıl bir
adım attı. Bütün bunları alt alta koyduğunuz zaman herkesin
kendine özgü gerekçeleri oluştu ve 3 oy farkla bu tezkere
reddedildi. Özellikle bir konunun daha altını çizmek istiyorum.
Meclisimizde Amerika ile çok iyi ilişkilerinin olduğunu
bildiğimiz, Amerika ile yakın temasının olduğunu bildiğimiz
bazı milletvekilleri çok açık bir şekilde, Amerika’nın bu konuda
baskısını ve bu tezkerenin geçmesi gerektiği konusundaki
235
görüşlerini kamuoyu ve milletvekilleri ile paylaştılar. Ve
milletvekilleri arasında Amerika ile beraber olduğunu açıkça
deklare eden bazı arkadaşlarımızın bu şekilde pozisyon
alması, bu şekilde tavır alması bizde reaksiyon oluşturdu. Ve
bu da tezkere ile ilgili sürece bir başka etki sağladı ve aslında
Mecliste bulunan 550 milletvekilinden Saddam’ın o coğrafyada
yaptığı zulmün farkında olmayan kimse yoktu. Hepimiz
Saddam’ın Irak coğrafyasında bulunan herkese, Şiiler’e,
Kürtler’e, Türkmenler’e, Sünniler’e, herkese büyük zulümler
yaptığını biliyorduk ama Saddam’ın operasyon dışında, savaş
dışında görevinden alınabileceği, indirilebileceği ve Saddam
Rejimi’nin yıkılabileceği konusunda insanların yine kafalarında
oluşmuş bazı kanaatler vardı. 1 Mart tezkeresi reddedildi. Ve
Hükümet bu konuda sorumlu tutuldu. Ancak ben Hükümetin
net olarak bu konuda sorumlu tutulması gerektiğine de
inanmıyorum. Çünkü o dönemde sanıyorum bütün bakanlar bu
tezkereyi imzalayarak Meclise gönderdi. Daha sonra bazı
bakanların imzalamadığı ve çekince koyduğu speküle edildi
ancak bunların hiçbirisi kamuoyuna açıklanmadı ve
milletvekillerinin oyları da yasa gereği açıklanmadı. 10 yıl
sonra bunlar arşivlerden çıkacak; çünkü yasa 10 yıl gizli
kalması gerektiğini söylüyor. Fakat şunu ifade edeyim; hem
dönemin Başbakanı Abdullah Gül, hem dönemin AK Parti
Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan kapalı oturumlarda bu
tezkerenin geçmesi gerektiği konusunda çok ısrarcı oldular ve
milletvekillerine bu konuda önemli davet ve çağrıda
bulundular. Fakat az önce de ifade ettiğim gibi Amerika’nın
gerçek niyetlerinin, bizler tarafından, Türk kamuoyu tarafından
net olarak bilinmediği ve anlaşılmadığı artık kabul ediliyor.
Nitekim geçenlerde Başkan Bush’un Washington Post
236
Gazetesi’ne verdiği bir mülakatta, Dışişleri Bakanı Rice’dan
Amerika Birleşik Devletleri’nin niyetinin dünyaya anlatma
amaçlı bir kampanya başlatmasını istediğini söyledi. Demek ki
artık Amerika tarafında da Amerika’nın niyetlerinin dünyada
çok iyi algılanmadığı ve bilinmediği konusunda çekinceler ve
tereddütler oluşmaya başlamış. Peki tezkere süreci bitti.
Artılarıyla eksileriyle, doğrularıyla yanlışlarıyla bu süreç bitti.
Aslında bu süreç daha sonra, özellikle Amerika tarafından çok
sorgulandı, yargılandı, eleştirildi, tartışıldı. Türkiye’de de
siyaset kurumunda pek tartışılmadı ama medyada ve aydınlar
tarafından çok tartışıldı. Bundan sonraki süreçte belki de
İran’la ilgili önümüzdeki dönemde alınacak bazı kararlarda
yine bu 1 Mart tezkere süreci tartışılacak ve gündeme
alınacak. Ancak bugün Amerikan politikalarına karşı Türk
halkının neden yüzde 85’i rahatsızlık duyuyor ve Amerikan
politikalarını neden tehlikeli buluyor? Bunları isterseniz yine 1
Mart’tan itibaren Irak Savaşı ile ilgili sürece de ilintileyerek
teker teker irdeleyelim. Öncelikle Amerika Birleşik
Devletleri’nin Irak’ta uyguladığı politikalarının bazılarının
yanlışlığı artık kamuoyu önünde net olarak cereyan etti. Ebu
Gureyb Cezaevi’nde yaşananlar dünyanın her yerinde
rahatsızlıkla karşılandı. Birçok yerde nefretle kınandı. Ve takdir
edersiniz ki hem komşuluk hem din ilişkisi olan Türkiye
tarafından da çok ciddi rahatsızlıkla karşılandı. Bir de
Felluce’de yaşananlara, özellikle o dönemde Türkiye Büyük
Millet Meclisi İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Mehmet
Elkatmış reaksiyonunu fehmi bir çıkışla ortaya koydu ve bunu
soykırım olarak ifade etti. Felluce’de yaşananlar Türk kamuoyu
tarafından çok negatif algılandı. Fakat Elkatmış’ın bunu bir
soykırım olarak nitelendirmesini gerektirecek -az önce Sayın
237
Aktan’ın ifade ettiği şekliyle- uluslararası kriterlerin de
olmadığını hem hükümet, hem bizler kabul ettik ve bunu teyit
ettik. Onun ötesinde kitle imha silahları hala bulunamadı.
Çünkü Irak Savaşı ile ilgili savaş öncesinde çok fazla ön plana
çıkartılan ve Saddam’ın elinde bulunan kitle imha silahlarının
dünya barışını tehdit ettiği tezleri maalesef gerçek çıkmadı.
Dolayısıyla Türkiye’de bu saydığım gerekçelerle Amerika’nın
Irak politikalarına karşı soru işaretleri giderek arttı. Daha sonra
bir Süleymaniye sendromu yaşadık. Türk Halkı askerine karşı
çok derin bir muhabbet besler ve askerine karşı takınılmış olan
tutumu direkt kendine takınılmış bir tutum olarak algılar. O
dönemde Süleymaniye’de Türk Askeri’nin başına çuval
geçirilmesi, Türk Askeri’nin esir edilerek alınıp götürülmesi ve
buna dair açıklama yapılmayışı Türk halkında derin bir
rahatsızlık uyandırdı. İnsanların tahmin ettiğinden daha fazla
bir rahatsızlık uyandırdı. Yine bununla ilintili olarak Musul’da
şehit edilen 5 güvenlik görevlisi, emniyet mensubu
arkadaşımız, kardeşimiz ile ilgili süreçte Türk halkı işgal
toprağı olduğu için Amerika’nın yeterince sahip çıkmadığını,
Amerika’nın bu olayda sorumluluğunun olduğunu düşündü.
Yine yüze yakın Türk şoförü bugün Irak coğrafyasında
hayatını kaybetti. Bu Türk şoförlerinin hemen hepsi taşıdığı
malları Amerikan Birliklerine ve Amerikalılara taşımaktaydı ve
Türkiye işgal toprakları altında bu şoförlerin güvenliğini
sağlayamayan Amerika’yı da bir anlamda sorumlu tuttu.
Amerika binlerce mil öteden terör gerekçesi ile Irak
coğrafyasına geldi. Gerekçesi kitle imha silahları, Saddam’ın
olumsuz baskıcı rejimi ve ulusal ve global terörle mücadele
etmekti. Fakat Türk halkı bunu sorgulamaya başladı. Binlerce
mil öteden terör gerekçesi ile gelen Amerika, neden Kandil
238
Dağları’nda barınan, Kuzey Irak’ta, Türk
iye’ye yüz
milyarlarca dolara mal olmuş, binlerce insanı katleden bu
örgüte bir şey yapmadı? Neden lojistik destek sağlamadı
Türkiye’ye? Neden enformatik destek sağlamadı ve bununla
ilgili sürece neden destek olmadı? Türkiye buna da çok büyük
soru işaretleri ile yaklaştı. Yine bu süreçte Kürt liderlerinin
Türkiye aleyhinde çok olumsuz beyanatları oldu ve Türkiye
tarafında da bu olumsuz beyanatları veren Kürt liderlerin
aslında Amerika’nın bilgisi ve izni dahilinde konuştuğu
şeklinde bir imaj ortaya çıktı. Irak’ın kuzeyinde Kürt faaliyetleri
konusunda Türkiye’de derin endişeler oluştu. Ben savaşın
hemen sonrasında Saddam’ın heykelinin yıkılmasından birkaç
gün sonra Bağdat’ta, Kuzey Irak’ta ve özellikle orta bölgede bir
çok çalışma yaptım. Gittim, oraları yerinde gördüm. Birçok
insanla konuştum. Ve orada yaşanan olayları anlamaya,
algılamaya çalıştım. Kerkük’te konuştuğum insanlar, savaşın
hemen sonrasında özellikle Kürt birlikleri tarafından
Kerkük’teki Türkmenler’e ait birtakım evrakların, kayıtların,
nüfus idarelerinin, tapu idarelerinin yağmalandığını, yakıldığını
ve yok edildiğini söylediler. Daha sonra bu, Türk basınına da
yansıdı; kamuoyuna da yansıdı. Dolayısıyla savaşın hemen
ardından yaşanan bu süreç, Türkmenler’le ilgili bir gizli
gündemin mi, bir gizli ajandanın mı bulunduğu konusunda
insanların kafasında soru işaretleri oluşturdu. Yine 30 Ocak
seçimlerinde, hepiniz çok yakından biliyorsunuz, pek çok
mülteci Kerkük’e getirilerek oy verdi ve oy kullandırıldı. Bu
dönemde Irak Anayasasının geçici 58. maddesi buna dayanak
kabul edildi. Fakat Saddam zamanında Kerkük’ten
uzaklaştırılmış, sürülmüş Türkmenler buraya getirilmezken
Kerkük’e ait olmayan pekçok Kürt -ki rakamın yüz binleri
239
bulduğu söyleniyor- Kerkük’e geldi ve oy kullandı. Ben o
dönemde savaşın hemen sonrasında Kürt mülteci kamplarının
yavaş yavaş Kerkük civarında oluşturulduğunu gördüm ve
gittim, o mülteci kamplarında insanlarla görüştüm. İnsanlar,
birileri geldi, bizi Süleymaniye’den kamyonlarla aldı, buralara
taşıdı dediler. Pekçok Kürt bunu söyledi ve bunun gerekçesini
biz 30 Ocak seçimlerinde gördük. Bu insanlar buraya oy
kullandırılmak için getirilmiş. Nitekim de Kerkük’te çıkan
sonuçlar hepimizin gözleri önünde cereyan etti. Yine 30 Ocak
seçimlerinde Kerkük’te yasal olmayan referandum sandıkları
kondu. Bu referandum sandıklarında bir Kürt Devleti istenip
istenmediği, bir federatif yapının istenip istenmediği soruldu ve
bunun sonucu da yüzde 95 popülasyonun istediği
doğrultusunda çıktı ve bunlar da dünya kamuoyu ile paylaşıldı.
Yüzde 95 civarında bir talebin olduğu ifade edildi. Ve Türkiye
aslında yine bir gizli gündemin, gizli ajandanın olduğunu
düşündü. Böyle bir algılama ortaya çıktı. Özelikle Ramsfeld’in
yakın bir zaman önce de tekrar ifade ettiği gibi Orta Bölge’de,
Sünni Bölgesi’nde yaşanan direnişin faturasını 1 Mart
tezkeresinin geçmeyişine yorması ve buna bağlaması bizlerde
bir hayal kırıklığı, bir rahatsızlık oluşturdu ve Türk
kamuoyunda da bir olumsuz hava esmesine neden oldu. İkinci
tezkere süreci sorunsuz bir şekilde Mecliste yaşandı. İkinci
tezkere yani Türk Askeri’nin Irak’a girişi ile ilgili süreç,
Meclisten olumlu bir şekilde geçti ve Türk Askeri bu sürece
hazırlanırken özellikle peşmerge liderlerinin bazı açıklamaları,
Türk Askeri’nin istenmediği şeklindeki açıklamaları Amerika
tarafından sessizlik ile izlendi ve takip edildi. Ve o dönemde de
Türk halkı aslında bu söylemlerin arkasında Amerika’nın
olduğunu düşünmeye başladı. Yine hepinizin bildiği gibi olaylar
240
Türkiye’de derin rahatsızlık uyandırdı. Telafer hepinizin çok
yakından takip ettiği gibi Türkmen bölgesidir ve Türkmen
popülasyonun çok yoğun yaşadığı bir bölgedir. Irak’ta federatif
bir yapının kurulacağı şeklindeki tartışmalar kamuoyunda
dikkat çekmeye başlayınca, Türkiye’de insanlar Irak’ın
bölüneceği endişesini, kuzeyde bir Kürt Devleti’nin kurulacağı
endişesini taşımaya başladı. Bu da bu sürece, bu yüzde 85’lik
sürece olumsuz bir katkı sağladı. Yine Ruhban Okulu açılması
konusunda -altını çiziyorum Hükümet Ruhban Okulu’nun
açılmasına olumsuz bakmıyor- bu konuda son derece olumlu
görüşlerin olduğunu, kapalı toplantılarda da bunun teyit
edildiğini ifade etmeliyim ve pek çok siyaset adamı da bunu
kamuoyunda ifade etti. Amerika tarafından gelen baskıcı bir
görüntü yine Türkiye’de olumsuz bir havanın esmesine neden
oldu. Nihayet Ankara’daki ABD Büyükelçiliği’nde Patriğin
Ekümenik sıfatı ile davet edilmesi ve bu davet sürecine
özellikle Ankara’nın tepki koyması, reaksiyon göstermesi,
bunun ardından büyükelçilikten de “Şimdilik bunu not ettik”
şeklinde bir beyanatın verilmesi Ankara’da bazı soğuk
rüzgarların esmesine neden oldu. Kıbrıs sürecinde Türkiye,
Amerika Birleşik Devletleri’nden daha sıcak, daha pozitif, daha
net destekler bekledi. Annan Planı’nı hepiniz biliyorsunuz.
Türk tarafı, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti olumlu yanıt verdi.
Güney buna olumsuz yanıt vermesine rağmen, AB sürecinde
çok önemli kazanımlar elde etti ve Kuzey Kıbrıs Türk
Cumhuriyeti’ne Amerika Birleşik Devletleri çok küçük bazı
desteklerin dışında - işadamlarının girişi, bazı ticari yardımların
yapılması- pek bir destek sağlamadı diye düşünüldü. Burada
da Türk halkı, Kıbrıs konusunda Amerika’dan beklentilerinin
gerçekleşmediği konusunda bir rahatsızlık, belki de biraz ümit
241
kırıklığı yaşadı. Ermeni Soykırımı aslında sürekli gündeme
taşınan bir problem. Ve zaman zaman Amerika Birleşik
Devletleri’nin
devlet
adamları
tarafından
yapılan
açıklamalarda, beyanatlarda, Ermeni Soykırımı’na dair
imaların bulunması ve bazı politik konularda Amerika’nın
baskıcı olabileceğine dair tavırlar, Türk halkı üzerinde olumsuz
etki yaptı. Yine Amerika Birleşik Devletleri Dışişleri Bakanı
Rice, özgür ve özerk bir medyamız vardır diyerek bunları
savundu, ancak, Türkiye bunu böyle algılamadı ve medyada
çıkan pek çok olumsuz televizyon dizileri, yayınlar, beyanatlar
yine Türkiye’de bazı olumsuz gündemlerin oluşmasına neden
oldu. Aslına bakarsanız bu süreç sadece Türkiye’de böyle
algılanmadı. Az önce de ifade ettim; hem CIA, hem de İngiliz
istihbaratı Irak’ta Amerika’nın saldırılarının haklı olduğuna dair
gereçlerinin çok yeterli olmadığını ifade ettiler ve kitle imha
silahları ile ilgili ellerindeki bilgilerin aslında çok da fazla
doğruyu yansıtmadığını söylediler. Bundan bir kaç ay önce
Eski Dışişleri Bakanı Allbright Ankara’da bir kahvaltılı
toplantıda –Benim de bulunduğum ve kendisine soru
yönelttiğim bir toplantıda- Saddam’ın mutlaka devrilmesi
gerektiğine inandığını ama savaşın bir haklı gerekçeye
dayanmadığını ifade etti. Belli ki artık Amerika tarafında da bu
savaşın gereçleri ve sonuçları daha fazla tartışılır hale gelmiş.
Nitekim geçenlerde Soros’un ve Povar’ın da buna benzer
ifadeleri oldu. İki ülke ilişkilerini belirleyen zeminler neler?
Önce, dış politika yapıcıları ve devlet adamları bu zeminin
önemli bir parametresi. İkincisi, askerler arasındaki diyaloglar.
Üçüncüsü, iki ülke arasındaki medyanın ortaya koyduğu,
takındığı tavır ve nihayet halklar arasındaki ilişkiler ve halkın
görüşleri. Dış politika yapıcıları ve devlet adamları son
242
zamanlarda sıcak mesajlar verdiler hem Amerika tarafından
hem de Türkiye tarafından. Gerek Dışişleri Bakanı Rice’ın
Türkiye ziyareti, gerek Sayın Başbakan’ın NATO toplantısında
Amerikan Devlet Başkanı ile yaptığı görüşme ve bundan sonra
verilen sıcak mesajlar, aslında sürecin devletler arasında
olumlu olduğunun göstergesiydi. Nitekim askerler arasında
General Abizeyd’in verdiği mesajlar ve Türkiye tarafından da
Genelkurmay İkinci Başkanı Başbuğ Paşa’nın verdiği mesajlar
askeri düzeyde de ilişkilerin son derece iyi olduğunun
göstergeleriydi. Halk arasında bir problem yok. Yani sokaktaki
insana sorsanız “Amerika ile bir sorununuz var mı?” diye,
Amerikan halkına, Amerikalılar’a karşı bir tavrın olmadığını
rahatlıkla duyabilirsiniz, ki aynı şeyin ben Amerika’da da
olduğuna eminim. Yaptığım ziyarette bunun nabız yoklamasını
da yaptım. Bunu insanlarla görüştüm. Onlar da kendi
ülkelerinin Irak politikalarını eleştiriyorlar. Dolayısıyla halklar
arasında böyle bir sorun yok ancak medyada geçen dönemde
sorun yaşamadığımızı söyleyemeyiz çünkü hem Amerikan
medyasında hem Türk medyasında bu süreçle ilgili sert
eleştiriler, sert tartışmalar yaşandı. Türkiye ile Amerika
arasında, Osmanlı zamanında başlayan ve günümüze kadar
inişli çıkışlı seyreden bu ilişki bundan sonra nasıl devam
edecek, nasıl devam etmeli? Johnson mektubu, Kıbrıs’la ilgili
süreçte yapılan ambargo, daha gerilere gittiğimiz zaman Kore,
diğer ilişkiler, bunlar bundan sonra nasıl şekillenecek? Takdir
edersiniz ki Türkiye ile Amerika ilişkileri bugüne kadar olumlu
bir ortalama trend üzerinde seyretti. Şüphesiz bundan sonra
da böyle devam etmeli. Çünkü her iki ülkenin çıkarları da bunu
gerektiriyor. Ancak burada öncelikle ortak çıkar zeminlerinin
çok iyi tespit edilmesi gerekir ve buna dair çalışmaların son
243
derece şeffaf, net ve açık olarak sürdürülmesi gerekir. Örtüşen
menfaatlerimize bakmamız lazım. Hem Amerika hem Türkiye
bundan sonraki süreçte nelere dikkat ederse, hangi ortak
zemini ön plana çıkartırsa iki ülke çıkarlarına riayet edilir.
Bunlara bakılması gerekir ve suni duygusal gündemlerden de
uzak durulması gerekir. Anlaşılabilen konulara öncelikle ağırlık
verilmesi gerekir. Önümüzdeki dönemde Türk-Amerikan
ilişkilerinin sadece siyasi, sadece ekonomik boyutunun
olmayacağını, İran’la ilgili nükleer çalışmaların, Suriye ile ilgili
sürecin,
İsrail-Filistin
barış
sürecinin,
Kafkaslar’daki
gelişmelerin, Orta Asya’daki gelişmelerin ve Rusya’daki
gelişmelerin, Türk Amerikan ilişkilerini önümüzdeki dönemde
belirleyecek etmenler ve faktörler olduğunu sizlere söylemek
istiyorum ve bunların altını çizmek istiyorum. Bir cerrah
gözüyle, bir operatör gözüyle Türk-Amerikan ilişkilerinin kısa
bir tarihsel seyrini ve Ankara’da yaşanan siyasi gelişmeleri bir
anlamda sizlerle paylaşmak istedim. Belki bu çok teknik
olmadı ama benim bakış açımı sizlere yansıtmaya çalıştım.
Bundan sonra isterseniz biraz interaktif olalım, sizlerden
gelecek soruları alalım ve bunları hep beraber tartışalım.
• Sayın
milletvekilim,
Türk-İsrail
ilişkilerindeki
Başbakan’ın çıkışı sonucunda acaba Musevi Lobisi bir
rövanş almak için Ermeniler’e bu noktada destek verip,
Amerikan Senatosu’ndan Ermeni Soykırım Tasarısı’nı
geçirebilir mi? Teşekkür ederim.
(ÇÖMEZ) Ben teşekkür ederim. Musevi Lobisi’nin Amerika’da
çok etkin olduğunu hepimiz biliyoruz. Ve Amerika ile İsrail
ilişkilerinin ne düzeyde olduğunu da hepimiz çok yakından
244
takip ediyoruz. İsrail’in bazı operasyonlarının Türkiye’de
rahatsızlık uyandırdığı bir gerçek. O dönemde Sayın
Başbakan’ın “İsrail devlet terörü yapıyor” şeklindeki çıkışı
Türkiye’de bazı çevrelerde olumlu algılansa da Amerika’da ve
Musevi cemaatlerinde olumsuz algılandığı bir gerçek. Tam o
süreçte ben Amerika’daydım ve bazı Musevi cemaatleri ile de
bir araya geldim. Israrla bunu sordular. Çünkü kendileri bu
coğrafyada müttefik veya iyi ilişkiler kurduğu tek Müslüman
ülke olarak Türkiye’yi görüyorlar. Türkiye’yle her koşulda ne
pahasına olursa olsun iyi ilişkileri sürdürme gayreti
içerisindeler. Böyle bir trendde Başbakan’ın böyle bir ifadede
bulunması orda derin bir kaygı ve endişe yaratmış. Kendileri
Ermeni Lobileri’nin Amerika’da, sözde Ermeni Soykırımı’nı
tanıma ile ilgili süreçte yaptığı çalışmalarda engel olduklarını
ısrarla söylediler ve altını çizdiler. Bundan sonra da Türkiye’nin
yanında olacaklarını ifade ettiler ve Türkiye ile İsrail ilişkilerinin
iyi olmasının, pozitif olmasının Türk-Amerikan ilişkilerine de
olumlu katkı sağlayacağını ifade ettiler. Nitekim bu gergin
atmosferden sonra Türkiye’den başta Adalet Bakanı Sayın
Cemil Çicek, daha sonra Dışişleri Bakanı Sayın Gül ve bazı
milletvekilleri İsrail ziyaretinde bulundular. Önümüzdeki
günlerde de Sayın Başbakan’ın bir İsrail ziyareti olacak. Ben
de geçenlerde bir vesile ile İsrail Büyükelçisi ile Ankara’da
görüştüm. Türk-İsrail ilişkilerinin problemli bir dönemden
geçmediğini, iyi bir trendde olduğunu, hatta Türkiye ile İsrail
arasında ticari ilişkilerin İsrail-Rusya arasındaki ticari ilişkilerin
bile çok ötesinde, çok üstünde olduğunu ifade etti. Dolayısıyla
önümüzdeki dönemde muhtemel sözde Ermeni Soykırımı
çalışmalarına Yahudi Lobileri’nin destek vermeyeceğini ve bu
süreçte Türkiye’nin yanında olacaklarını söyledi. Nitekim
245
oralarda temasta bulunan bazı siyaset adamları -Amerika’dan
döndükten sonra kendileri ile görüştüm- sözde Ermeni
Soykırımı’na Musevi Lobileri’nin destek olmayacağını ve
Türkiye’nin yanında olacaklarını ifade ettiler.
• Bir şeyi çok merak ediyorum. Şimdi bu Mart tezkeresi ile
ilgili, milletvekillerinin tatmin edici bilgiye sahip
olmadıklarını söylediniz. Aslında çok çeşitli maddelerden
bahsettiniz. Size gerçekten çok teşekkür ederim. Böyle
açık yüreklilikle konuları ortaya serdiğiniz için. Ancak biz
burdaki okulda hiçbir zaman dış politikanın duygusallığa
yer vermediğini öğrendik hocalarımızdan. Bu kadar kısa
sürede hiç mi bir şey göremiyoruz, dış politikayı doğru
okuyamıyor muyuz? Hiç bir milletvekilimiz de mi görmedi,
ABD’nin yaklaşımlarını, bu kadar mı kısırız dış politika
alanında? Bunu çok merak ediyorum. Teşekkür ederim.
(ÇÖMEZ) Tabii dış politika konusunda şu anda hükümetimizin
takındığı tavır daha etken, daha olayların önünde olan bir
politik tavır. Tercih ettiği yöntem bu. Bunu ne kadar
gerçekleştiriyor ve ne kadar sonuç alıyor derseniz, bunu sizler
de takip ediyorsunuz, biz de takip ediyoruz. 1 Mart tezkeresi
hala tartışılmalı. Aydınlar arasında da tartışılmalı, dış politik
bilimciler arasında da tartışılmalı. Meclis’te de tartışılmalı. Hala
birçok insan tezkere iyi ki geçmedi diyor. Bazıları geçseydi
sonuçları iyi olmazdı diyor. Bunu zaman gösterecek. Ama ben
burda anlatırken bu olayın tüm boyutlarının irdelenmediğini ve
olayın bütün şeffaflığı, bütün açıklığı ile milletvekilleri ile
tartışılamadığını ve bu dönemde daha fazla sorgulayan
araştıran ve daha fazla irade ortaya koyan milletvekilinin
246
Meclis’te bulunduğunu söylemek için bunları anlattım teker
teke ve birçok milletvekilinin kendine özgü gerekçesi vardı.
Kimisinin daha muhafazakar bir yapısı vardı; dedi ki
“Oradakiler Müslüman kardeşlerimiz, Amerikalı’lar oraya
gitmesin.” Kimisi dedi ki “Bizim paraya ihtiyacımız yok,
Amerikan medyası bizimle dalga geçiyor, onun için geçmesin
bu tezkere.” İşte saydım size nedenleri ama burada verilen
izahatlar, ortaya konan vizyon ve milletvekillerine verilen
enformasyon demek ki çok sağlıklı ya da sonuç verici bir
tarzda olmamış. Ben onu ifade etmek istedim.
• Birinci Körfez Savaşı’na baktığımızda Turgut Özal,
savaşa
ABD’nin
yanında
girersek
ekonomimizin
düzeleceğini, Avrupa Birliği’ne giriş yolunun hızlanacağını
ve Kıbrıs üzerindeki baskının azalacağını düşünerek
girmişti. Savaşın sonuçlarına baktığımızda Türkiye 100
milyar dolar zararla çıktı, AB yolunda bir hızlanma olmadı
ve Kıbrıs üzerindeki baskı hala devam ediyor. Recep
Tayyip Erdoğan’ın tezkereyi onaylama sebebi acaba olaya
Turgut Özal gibi çok iyimser bir yönden mi bakmasıydı?
(ÇÖMEZ) Bunu Sayın Başbakan’a sormak gerek ama o
dönemde kendisi Partinin Genel Başkanı olarak bu tezkerenin
geçmesi gerektiği konusunda son derece ısrarcı oldu, bunu
ben söyleyebilirim. Bu süreçte Amerika ile beraber
olunmasının, müttefik olunmasının çok önemli olduğunu ve
Türkiye’nin çıkarlarının bu noktada olduğunu kendisi ifade etti.
Ama demek ki ortaya konan vizyon, ortaya konan gerekçeler
özellikle iktidar partisinin milletvekillerini çok tatmin etmemiş
olmalı ki yüzde 95 civarında hayır oyu çıktı iktidar partisi
247
milletvekillerinden
sonuçlandı.
ve
süreç
sizin
de
gördüğünüz
gibi
• Şimdi konumuz gereği Amerikan ilişkileri açısından
bakıyoruz ama bence 1 Mart tezkeresinin Amerikan
ilişkilerinden daha ziyade Türkiye’nin stratejik çıkarları ile
alakası vardı. Bu bahsettiğiniz şeylerin hepsi bir kenara
ama insanın o anda Türkiye’nin 10-15 sene sonra karşı
karşıya kalabileceği durumu analiz etmesi gerekirdi diye
düşünüyorum. Şu an öyle bir durumla karşı karşıyayız.
Teşekkür ederim.
(ÇÖMEZ) Bu herhalde bir soru değil bir düşüncenizi
paylaştınız. O dönemde birçok insan da şunu söyledi: Eğer
Türk Askeri Amerikan askeri ile beraber Irak’a girerse ordan
bir süre sonra şehit tabutları Türkiye’ye gelmeye başlarsa -ki
şehitler konusunda çok hassas bir ülkeyiz, PKK ile uğraşmış,
30 bin can vermiş, pek çok şehit vermiş bir ülke böyle bayraklı
tabutlarla karşılaşmaya başlarsa- Türkiye acaba ne tür bir
kaosa, ne tür bir iç soruna sürüklenir? Bu da bir başka
tartışma konusuydu. Bunlar tabi çok yönlü değerlendirilmesi
gereken, bütün boyutları ile ele alınması gereken sorunlar.
Belki bir süre sonra Türkiye, İran’la ilgili süreçte bazı konularda
İran’la karşı karşıya kalacak. Belki bir süre sonra İran’la şu
anda bulunduğu söylenen nükleer tesislerle ilgili Türkiye karar
vermek zorunda kalacak. Onun için az önce arkadaşımızın
söylediği gibi dış politikada ilişkiler duygularla yürütülmez,
dostluklarla da yürütülmez. Bir anlamda dostluklarla yürütülür
ama işin realitesi vardır ve Türkiye için asıl olan Türkiye’nin
ulusal çıkarlarıdır. Bizim için esas odur. Ondan sonra el
248
sıkıştığımız dostlarımızla ve müttefiklerimizle tabii ki ortak
zeminleri bularak, her iki ülkenin ulusal çıkarlarına uygun
politikalar üretmek bizim tercih ettiğimiz bir politik duruştur.
Onun için bundan sonra Amerika ile pek çok platformda biz
yine bir araya geleceğiz. Çünkü -hepiniz takip ediyorsunuzUkrayna ile, Gürcistan ile başlayan, Lübnan’la devam eden
sürç Kırgızistan’la noktalandı. Ama bunun belliki arkası
gelecek ve bu hareketli coğrafyada dünyanın belki de en
zengin enerji havzalarına sahip, en hareketli coğrafyasında
çok stratejik bir konumda bulunan Türkiye, Amerika ile
ilişkilerinde mutlaka pek çok parametreyi dikkate alacaktır.
Burada ne verdiğiniz, ortaya ne koyduğunuz, sonuçta ne
aldığınız, Türkiye’nin 5 yıl, 10 yıl, 50 yıl sonrasında ne tür
çıkarımlar ve kazanımlar elde ettiği çok önemli. İşte onun için
sadece siyaset adamları değil, diplomatlara da çok önemli
sorumluluklar düşüyor. Dış politikayı üreten, yapan
kademelere de. Ve belki de aydınlara, araştırmacılara da çok
önemli sorumluluklar, çok önemli görevler düşüyor. O konuda
haklısınız ama şunu ifade etmeliyim ki; şu anda,
kurulduğundan beri eğitim düzeyi çok yüksek, en fazla
sorgulayan Meclise sahip Türkiye. O yüzden belki de çok fazla
sorgulandı ve birçok konuda yeterince tatmin olunmadığı için
böyle bir tablo ortaya çıktı.
249
250
Ali KIRCA
“Siyaset-Medya
İlişkisi”
251
Günaydın herkese. Gerçekten de bu salon yabancısı
olduğumuz
bir
salon
değil.
Herhalde
Bahçeşehir
Üniversitesi’nden daha çok kullanıyoruz biz burayı Siyaset
Meydanı olarak. Ben bu yıl meslekte 30. yılımı dolduruyorum.
Bu yılların büyük bölümü TRT’de geçti. Yani bir kamu kurumu
olan veya başka bir tanımlamayla devlet televizyonu olarak da
anılabilecek TRT’de geçti. Ondan sonraki son 12, 13 yılı da
özel kanallarda geçirdim ve geçirmeye devam ediyorum.
Dolayısıyla medya-siyaset ilişkisine, Türkiye üzerinde devlet
ve özel televizyonların penceresinden kendi deneyimlerimle
bakabildiğimi sanıyorum. Aynı zamanda bu kuramsal
meselenin sadece Türkiye üzerinde ele alınmaması gereken
evrensel boyutları olduğunu da hepimiz biliyoruz. Aslında biraz
da öyle bakmak gerekiyor. Yani medya siyaset ilişkisini
Türkiye’nin kendi koşulları içerisinde değil her ülkenin kendi
koşulları içerisinde ama daha da önemlisi insanlığın geçirdiği
demokrasi evresi içerisinde görmek gerekiyor. Böyle
bakıldığında medya ve siyaset arasındaki etkileşimin her
ülkede ya da her demokratik sistemde farklı olduğunu
görebiliyoruz. Şimdi çok yaygın bir alışkanlıkla veya yaygın bir
kanıyla Türkiye’de şöyle bir önyargı var. Ya da yargı var
diyelim, önyargıdan daha iyi tanımlar. “Medya siyaseti etkiler.
Medya siyaseti etkileyen kurumdur. Medya belirler siyaseti,
bazen daha da başka kavramlar bulunabilir. İşte, derin medya
siyaseti yönlendirir. Türkiye’de hep böyle olmuştur. Seçimleri
medya belirlemiştir, başbakanları bazen medya seçmiştir.
Hükümetleri medya belirlemiştir, siyasetin akışını medya
belirlemiştir”, gibi önyargılar ya da yargılar vardır. Ben bunların
hiçbirisine katılmıyorum. Yani ben, Türkiye’de medyanın
siyaseti etkileyebildiğine ve medyanın siyaseti etkileme
252
gücüne sahip olduğuna katılmıyorum. Bunu Türkiye özelinde
söylüyorum. Bizim dışımızdaki ülkelerde veya öğütüldüğümüz
batılı demokrasilerde sürecin aynen böyle işlemediğini de yine
çok rahatlıkla söyleyebiliyorum. Yani medyanın siyaseti
etkileme gücünün ve etkileyebilmesinin aslında batı
demokrasilerindeki sistemin önemli ayaklarından biri olduğunu
biliyoruz, görüyoruz, gözlemliyoruz ama Türkiye’de bunun
olmadığını söyleyebiliyoruz. Tabi bunu sadece gözlemlerden
ve sonuçlardan söyleyemeyiz. Bunun teorik temellerini de bir
yere oturtmak zorundayız. Ancak gözlemlerden hareket etmek
işin en doğrusu. Ondan sonra belki niye öyle olduğunun
tahlilini yapabiliriz. Ve bilinen yargının aksine, medya
Türkiye’de siyaseti etkilemiyor ya da etkileyemiyor derken çok
eskilerden başlayarak medya ile siyaset arasındaki, medya ile
demokratik
işleyiş
arasındaki
münasebetlere
belki
örnekleyerek bakmak gerekir. Tabi ki tek parti döneminin
medyasını geçiyoruz. Hatta Demokrat Parti döneminin
medyasını geçiyoruz ama ‘61 anayasasından sonra nisbi bir
demokratik kurumlaşmanın sağlandığı, içerisinde medyanın da
en azından kendi ayakları üzerinde durabilen bir gelişim
sağladığı dönem sonrasında ilişkilere bakmak gerekiyor. Öyle
olduğunda hem seçimle işleyen mekanizmalardaki medyanın
etkisine hem de başka seçim dışı, demokrasi dışı
dönemlerinde medyanın etkisine baktığımız zaman sanıldığı
gibi medyanın çok da siyaset üzerinde etkili olmadığını pekala
görebiliriz. Mesela 12 Mart süreci ile başlarsak antidemokratik
bir yönetimin olduğu dönemde, medyanın da büyük ölçüde o
antidemokratik mekanizmayı düzenleyen kurumların etkisinde
olduğunu görürüz. Mesela TRT’nin 12 Mart sonrasında
Cumhurbaşkanlığı seçimi ile ilgili olarak koymuş olduğu
253
ağırlıklı tavır vardır. Bir eski Genelkurmay başkanını,
Cumhurbaşkanı seçtirmek için bütün gücü ile bir propaganda
yapmıştır. İçsel bir propagandadır çünkü neticede
Cumhurbaşkanını seçecek olan halk değildir, hiçbir zaman
olmamıştır anayasaya göre. Meclis üzerinde etki yaratabilmek
için de kamuoyu üzerinde bir etki yaratıp onu meclisin üzerine
yönlendirme çabası örneğin başarısızlıkla sonuçlanmıştır.
Bütün çabalara, medyanın bütün çabasına o zamanki etkili
medyanın bütün çabasına rağmen o Genelkurmay başkanı
Cumhurbaşkanı seçtirilememiştir. Tam tersine meclis içinde o
medya etkisine rağmen bir araya gelen siyasal güçler başka
bir isim üzerinde anlaşmışlardır. Bu tabii çok daha özgün bir
durum. Ama demokratik sistemin işleyişi açısından daha genel
birtakım sonuçlara bakılabilir. Yine 12 Mart sonrasındaki ilk
seçimi düşündüğümüzde -tabi ki sizlerin hatırlaması, yani genç
arkadaşlarımızın hatırlaması mümkün değil ama tarih
kitaplarından ya da yakın tarihi anlatan belge ve bilgilerden
bilenler vardır- dönemin önemli siyasetçilerinden CHP Genel
Sekreteri Ecevit genel başkanlık için 12 Mart bana karşı
yapıldı söylemi ile hareket etmiştir. Gerçekten de 12 Mart’ın
sonrasında sesinin duyurulmaması için herşey yapılmıştır.
Yine bir başka cenahta bir başka tarafta da -Milli Nizam Partisi
olarak sonra Milli Selamet Partisi’ne dönüşen- kökleri milli
görüşçü olan hareket de yine o zamanki medya tarafından
dışlanan bir hareketti. Özellikle de medya derken o zamanki
görsel medyanın altını çizmek istiyorum. Çünkü düşününüz ki
tek kanallı bir devlet televizyonu var. O tek kanallı devlet
televizyonu bir yönde yoğun bir etkileme imkanı var ve o
imkan siyasal erk tarafından kullanılıyor. Bütün bu kullanıma
rağmen 1973 seçimlerinden medyayı kullanamayan ve tam
254
tersine medya aleyhinde kullanılan iki siyasi hareket;
Cumhuriyet Halk Partisi ve Milli Selamet Partisi başarılı çıkmış
ve nitekim ‘73’ten sonra da hükümet olmuş ve
oluşturmuşlardır. Örneklemeleri bugüne kadar çoğaltmak
mümkün. Yine 1977 yılında, yani 12 Eylül’e doğru giden süreç
içerisinde Ecevit’in Cumhuriyet Halk Partisi hareketi o
dönemde muhalefettedir. 1977, 5 Haziran seçimleri öncesinde,
Birinci Milliyetçi Cephe Hükümeti olarak anılan bir koalisyon
işbaşındadır. O dönemde TRT’nin özerk yapısı tamamen
kaldırılmıştır. 12 Mart anayasa değişiklikleri ile de devletin
doğrudan güdümüne girebilen bir yapıya dönüşmüştür TRT’nin
işleyişi. Ve bunu sadece dışarıdan gözlemim olarak
söylemiyorum. Artık bu noktadan itibaren kendi içinde
yaşadığım bir süreci sizlere anlatıyorum. Mesela 1977, 5
Haziran seçimleri öncesinde Ecevit’in veya o zamanki
Cumhuriyet Halk Partisi’nin neredeyse TRT’de sesi ve adı bile
duyulmamıştır. Çok yoğun bir propaganda ile seçimlere
gidilmiştir. Tamamen iktidarın sesi duyulmuştur. Muhalefete
söz hakkı mümkün olduğunca tanınmamıştır. Medyanın bütün
bu çabasına ve etkileme gücüne rağmen -buna yazılı basını
da dahil edebilirsiniz, yazılı basın da aynı şekilde etkisini o
dönemde iktidardan yana kullanmıştır- 1977, 5 Haziran
seçimleri Türkiye’de belki de bir sol partinin tarihinde sağladığı
en büyük başarı, yüzde 41,5 oyla sandıktan çıkmasını
getirmiştir. Sadece seçim sisteminin azizliğidir. Yüzde 41,5 oy
bugünkü seçim sistemi ile olsa anayasayı değiştirecek
çoğunlukla o dönem iktidara gelebilirdi. Yani medyanın bütün
etkilemesine rağmen bir siyasal parti anayasayı değiştirecek
kadar çoğunlukla halktan oy alabilmiştir. Medya bu anlamda
siyasette belirleyici olamamıştır. Devam edelim 1979 ara
255
seçimleri yapılmıştır. Bu kez Ecevit’in çok kısa dönem bir yıllık
bir iktidarı vardır. Ve o iktidar içerisinde beş milletvekillik bir
ara seçime gidilmiştir. Ve bu kez Ecevit’in Cumhuriyet Halk
Partisi TRT’nin veya o dönemde yazılı medyanın da bütün
imkanlarını kullanmıştır ama seçimlerden beş-sıfır yenik
ayrılmasını engelleyememiştir. Beş milletvekilliğini de
kaybetmiştir. Ağır bir yenilgiye uğramıştır. Devam ediyoruz...
12 Eylül’den sonra belki yaşananları daha hafızalar hatırlar.
Ya da yaşayanlar hatırlar. 12 Eylül sonrasının medyası tümü
ile tahmin edilebileceği gibi askeri yönetimin etkisi
içerisindedir. Yazılı basın ister istemez aynı etki içerisindedir.
Görsel medya ise zaten emri altındadır. Ve o dönemde askeri
yönetimin kurdurduğu bir siyasal partinin iktidar olabilmesi için
bütün mekanizmalar kullanılmıştır. Neredeyse seçime
sokulmamak için çaba gösterilmiş, son anda seçime “Canım
nasıl olsa hiçbir şey olmaz bunlardan” diyerek girmesine izin
verilmiş Turgut Özal’ın Anavatan Partisi, bütün engellemelere
rağmen o seçimden çok büyük bir başarı ile çıkmıştır. 12
Eylül’ün geriye dönüş virajı 1983 seçimleri ile birlikte alınmıştır.
Medyaya rağmen. Bütün bu örnekleri devam ettirebilirsiniz.
Yakın döneme gelebilirsiniz. İşte, medya siyaseti etkiliyor
filan... Bütün bunları konuşurken bir 28 Şubat sürecini
hatırlayabilirsiniz. Sonrasında yaygın medyanın karşı durduğu
veya iktidara gelmemesi için çalıştığı bir siyasal hareketin,
bugün büyük bir çoğunlukla iktidarda olduğunu da
görebilirsiniz. Bütün bu örneklemeler bize şunu gösteriyor.
Sanıldığı gibi medya Türkiye’de siyasetin belirleyicisi değil,
siyaset üzerinde sanıldığı gibi etki sahibi de değil. Bu batıda
böyle mi? Hayır. Tam tersine batıda medya, yazılı ve görsel
medya aslında siyasetin kaderini ve siyasetin kaderi üzerinde
256
etkili olan seçmenin ve kamuoyunun kaderini belirleyen birinci
güçtür. Ancak burada teorik bir analize gidebiliriz belki, yani
bunun sebebine doğru hareket edebiliriz. Bunun sebebi
aslında çok açık. Batıda medya, siyaset tarafından kurulmuş
bir organ değildir. Yani batıda medya emir ve talimat zinciri ile
oluşturulmuş bir mekanizma, bir dördüncü güç diye kurulmuş
bir organ değildir. Tam tersine medya batılı demokrasilerde,
demokrasi hareketinin, demokratik sürecin ve insan hak ve
özgürlüklerinin bireysel özgürlüklerinin sonucu olarak, o süreç
içerisinde organizmanın doğurduğu ve organizmanın asıl
yaşatıcı parçası olan bir kurum olarak ortaya çıkmıştır. Yani
devletler ve hükümetler tarafından oluşmamıştır. Tam tersine
demokratik sürecin oluşturduğu ve ortaya çıkardığı bir alandır,
medya alanı. Öyle olduğu için de hükümetlerden devletlerden
bağımsız olarak kendisini yaratan kamuoyu, kamuoyu
gücünün ve demokratik sürecin bir parçası olarak ortaya
çıkmış ve öyle de hareket etmiştir. Dolayısı ile medya
kamuoylarını etkileyen temel güç olarak belirmiştir. Bizde
olmamasının sebebi hem yazılı medyanın hem görsel
medyanın tarihsel süreç içerisinde devletler tarafından, hatta
hükümetler tarafından bizzat emir komuta zinciri içerisinde
oluşturulmuş bir kurum olmasındandır. Yani batıda medya,
siyaseti kurmuştur, oluşturmuştur. Bizde siyaset medyayı
kurmuştur. Öyle olduğu için de etkileşimler ters yönde cereyan
etmiştir. Akım ters yönde işlemiştir. Bizde cumhuriyet
döneminden başlayarak tek parti döneminde -hatta daha
sonrasındahep
kurulan
medyalardan,
kurdurulan
medyalardan söz ederiz. Bu yazılı basın için de böyledir.
Elbette bugünlere gelindiğinde sermayenin kendi kendine
oluşturduğu ve sonuçta başlangıç olarak, tarihsel köken olarak
257
kurulan ve kurdurulan medyalardan söz ederiz. Yazılı medya
için, özellikle görsel medya için bu böyledir. İşte, devlet
televizyonunun nasıl oluşturulduğu bellidir ama mesela özel
televizyon Türkiye’de bir Cumhurbaşkanının doğrudan
müdahalesi ile harekete geçirilmiştir. Startı verilmiştir. Üstelik
de Cumhurbaşkanının oğlu tarafından başlatılmıştır. Yani ilk
Star Televizyonu’nun çıkışını da herhalde biliyorsunuzdur.
Ahmet Özal’ın Cem Uzan’la ortaklığı ile Türkiye’de özel
televizyonlar çağı korsan da olsa başlamıştır. Bunda Özal’ın
elbette çok büyük etkisi ve kararı vardır aslında. Ha bu kararı
tartışmak ayrı konu. Bence iyi ki başlatılmıştır. Yıllar önce
matbaanın Türkiye’ye gelişi de nasıl geç olmuşsa bence
demokrasinin önemli emniyet sübaplarından biri olan özel
kanalların Türkiye’ye gelişinde de hiç değilse erken
davranılması açısından bu korsanlık belki de onaylanabilir bir
şey olmasa da işe yaramıştır. Aslında baktığınız zaman birçok
batılı ülkede de aynı mekanizmanın işlediğini görürsünüz. Yani
devlet eliyle değil belki ama İtalya’da falan duymuşsunuzdur;
özel televizyonlar gemilerden yapılan, gönderilen sinyallerle
başlamıştır. Bizde de Star ilk önce Almanya’da yerleşmiştir.
Almanya’dan Türkiye’ye yayın yapmıştır. Sonra Show TV
İngiltere’den yayın yapmıştır. Kanal D Fransa’dan yayın
yapmıştır. Sonrasında ATV ile birlikte Türkiye’den, Türkiye
sınırları içerisinden yapılan özel yayınlara geçilmiştir. Şunu
söylemek istiyorum, yani özel kanalların başlangıcında da
sonuçta devletin eli, devletin oğlu vardır. Ama bundan daha
önemli olan bir şey Türkiye’deki ekonomik sistemle ekonomik
yapı ile ilgilidir. Bankacılık ve ihale sisteminin devletin yüzde
yüz kontrolünde olduğu -en azından 2001 krizi öncesinden söz
ediyoruz- ekonomik sistem içerisinde özel kanalları kuran
258
sermayenin devletten tümüyle bağımsız hareket edebilmesi
düşünülemez. Çünkü sonuçta bankacılık sistemi ve ihale
sistemi
devletin
kontrolündedir.
Sadece
medyanın
özerkleşmesi ve özgürleşmesi açısından değil, ekonominin
çarklarının da özgürce işleyebilmesi açısından 2001 krizinin de
sebepleri arasında sayılan bu sistemin giderek etkisinin
azaltılması yolundaki çabaları zaten hepimiz biliyoruz. O
çabalar zaten geliştikçe ve ilerledikçe Türkiye’de de medyanın
daha özgürleşmesi ve özerkleşmesi mümkün olabilecektir.
Şimdi bu gerçekten karşılıklı etkileşimdir. Bir de medyanın
yapısının
siyasetle
ilişkisi
açısından
genel
olarak
söylenebilecek sözlerdir. Özel örneklere geçildiğinde bütün bu
yapının hem içinde hem dışında söylenebilecek medyanın
doğrudan siyaseti etkileme gücüne hem bizden hem dışarıdan
örneklerde
verilebilir.
Mesela
Amerika’da
başkanlık
tartışmalarının seçimlerin kaderi üzerinde doğrudan etkili
olduğunu hepimiz biliriz. İlk yaşanan deneyimde, 1960
seçimlerinde John Kennedy çok genç bir başkan adayı olarak
ortaya çıkar. İnsanların henüz tanımadığı, gençliği nedeni ile
de fazla güvenmediği bir isimdir. Buna karşılık Richard Nixon
yıllarca
başkan
yardımcılığı
yapmıştır.
Eisenhower
döneminden gelen deneyimli bir politikacıdır ve onun devlet
deneyimi tecrübesi Kennedy ile kıyaslanamayacak kadar
ağırlıklıdır ve öyle olduğu içinde seçimlerde neredeyse favori
olarak gitmektedir. Genç Kennedy de işte oyalanacaktır filan...
Ama başka bir şey olur. İki başkan üç kez karşı karşıya
gelirler. Canlı yayında, kamuoyunun karşısında bunu yaparlar
ve süreleri eşittir. Tam demokratik bir işleyiş içerisinde olur.
Kennedy o seçimde insanların karşısına çıktığında gençliği ile
dinamizmi ile ve ondan sonra yapılan yorumlarında işaret ettiği
259
gibi yakışıklılığı ile bir çok seçmenin birden bire gözünde çok
büyük sempati kazanır. Mesela Nixon, eski kafa politikacı
oluşunun ötesinde o geceki ilk tartışma akşamında bir seçim
propagandasından döndüğü için sakal tıraşı olmaması ve
sakallı olarak ekrana çıkmasını bütün analizlerde en az beş
altı puan kaybettirdiğini söylemiştir. Yani bir sakallı görüntü ve
karşısında genç dinamik ve yakışıklı bir politikacı, pekala daha
ağzından çıkan sözler duyulmadan kamuoyu üzerinde etkili
olmuştur. Yani medyanın bu ölçüde siyaseti değil siyaseti
belirleyen seçmen gücünü etkileme noktasında ne ölçüde etkili
olduğunu dış örneklerden görebiliriz. Bu örnekler bugünlere de
taşınabilir. Çünkü bütün batı medyasında sadece Amerika’da
değil artık televizyonun siyasetçiler tarafından siyaseti değil
siyaseti yapan seçmeni etkilemek için kullanıldığını biliyoruz.
Yine Amerika’dan örnek vermek gerekirse Clinton’da yine bu
medyanın bir siyasetçi tarafından kullanılmasının en canlı ve
renkli örneklerinden biridir aslında. Mesela Clinton’un seçim
öncesinde ilk seçilişinin öncesinde oylarının rakibi karşısında
yüzde on artmasını sağlayan Arsenio Hall yani işte bizde
Beyaz gibi Zaga gibi bir gece şovunda talk şovunda çıkıp
saksafon çalmasıdır. Yani beş dakika saksafon çalınmasıyla
oyların yüzde on arttığı bir seçim sisteminden söz ediyoruz bir
başkanlık yarışında. Bütün bunlar çok etkilidir çünkü o
saksafon çalış olayı elbette aman ne güzel saksafon çalıyor,
bizim de saksafon çalan bir başkanımız olsun meselesi değil.
Ama Amerikan seçmeni orada kendisini kasmayan, kendisi
gibi olan rahat, insanlara yakın duran, sokaktaki insanın diliyle
konuşan bir Arsenio Hall gibi -ki o Arsenio Hall Show bizim
Beyaz’la Zaga’yla kıyaslanamayacak bütün talk şovların en
sulu olanıdır aslında- en sulu şova çıkıp orada çok rahat
260
hareket edebilmiştir ve gerçekten de seçim başarısında çok
etkili olduğu söylenegelmiştir. Tabii ki siyasi programını,
ekonomik programını, sosyal programını özellikle sosyal
güvenlik sistemi ile ilgili halka vaat ettiklerini filan bunları
biliyoruz ama bunların halka iletilebilmesinin bir sihirli yolu
medyanın bu biçimde kullanılmasından da geçiyor. Onu
söylemek ve altını çizmek istiyorum. Aynı olay tabi bizde de
daha sonraki yıllarda etkili olmuştur. Yani seçim konuşmaları
sırasında siyasi parti liderlerinin ekran karşısındaki tavırlarının
da aynı şekilde etkili olduğunu biliyoruz. Yani medyanın
siyaseti etkilemesinden demin benim altını çizdiğim asıl temel
kurumsal ve kuramsal meselenin dışında özel örneklerle
medya tabii ki etkilidir. Ama neyin üzerinde etkilidir? Seçmen
üzerinde etkilidir. Siyaset Meydanı bu anlamdaki örneklerden
biridir. Biz tabii ki adı Siyaset Meydanı olan bir program
olmakla birlikte siyaset yapmak için yola çıkmadık. Biz
gazetecilik yapmak için, biz programcılık, biz yayıncılık
yapmak için yola çıktık. Ama işte bu salonda devam etmekte
olan ama evvelinde 12 yıl önce ATV’nin çok mütevazı bir
stüdyosunda başlayan ki öyle olduğunu bugün arşiv
görüntülerine baktığımız zaman görüyoruz. Yani benim ve
herkesin televizyonculuk ölçülerine bakıldığında aslında
hepimizi tebessüm ettiren programlar. İlk Siyaset Meydanları
teknik açıdan ve yayın kalitesi açısından stüdyonun durumu
açısından filan baktığımızda ilkel aslında, yani çok ilkel
şartlarda program yapmışız. Böyle arka arkaya bankları
sıralamışız. İnsanları tahtaların üzerine oturtmuşuz. Sıkışık bir
nizam içerisinde 45 kişiyi bir araya getirmişiz. Dar bir stüdyoda
ve işte mikrofon düzeni bile çok uygun değil. Işıklandırma öyle.
Baktığınız zaman hakikaten bugün televizyonculuk açısından
261
not verilse televizyonlarda öyle notlarla programlar ekrana
çıkabilse işte on üzerinden üç alır çakar ekrana da çıkarılmaz
öyle bir program. Ama o program ekrana çıktı. Çünkü o
programın teknik kapasitesinden, teknik niteliklerinden daha
önemli olan içinde yapılmak istenen ve içinde yapılanlardı.
Tekrar ediyorum yapılmak istenenler açısından biz siyasetin
belirleyicisi olarak ortaya çıkmadık. Siyaset meydanının ilk beş
altı yılı yani 1994 ten 2000 yılına kadar geçen süreç en etkili
olduğu dönemdir programın. Bu hem reyting açısından hem
soyut etki açısından da söylenebilir. Reyting açısından
baktığınızda işte bugün kaynanaları konuşan Türkiye
kaynanaları niye konuşuyor. Reytingi ile konuşuyor. Reyting
yapmasa kaynanalar, biz kaynanalar diye bir programı
konuşmayız. Eleştirmeyiz, söz konusu bile edilmez böyle
platformlarda. O dönem Siyaset Meydanı onu yapıyordu. Yani
kaynanalar reytingini yapıyordu. Maç reytingini alıyordu. Gece
12’lerde 12, 13, 14 reytingler alıyordu. Reytingleri bilirmisiniz
bilmiyorum ama bu rakamlar hani şaşırtıcı rakamlardır
televizyonculuk açısından. Öyle bir dönemdi öyle bir yayıncılık
dönemiydi o Siyaset Meydanı açısından. Tabi siyaset meydanı
açısından değil sadece, ben kendi yayıncılık başarım falan
bundan söz etmiyorum. Hatta siyaset meydanının başarısı
olarak da söz etmiyorum. Sadece dönemsel olarak birçok
şeyin bir araya geldiğini ve bir dönemin ihtiyaçlarını çok iyi
karşıladığını, o dönemin sesi olarak o dönemin rengi olarak
ortaya çıktığını söylüyorum. Şans, bizde oradaydık, o işin
başındaydık yani. Şimdi o dönemde çok şey yazıldı çizildi. İşte
Siyaset Meydanı üzerinde doktora tezleri hazırlandı. Master
tezleri hazırlandı. Yurt dışından geldi çeşitli yayın kuruluşları
mesela Fransızların en etkili gazetesi Le Mond bir Pazar günü
262
Siyaset Meydanı eki çıkardı. İnanılır gibi değil ama Siyaset
Meydanı eki çıkardı. Türkiye’de sessiz devrim başlığı altında
Washington Post bir sayfa ayırdı. Independent İngiltere’den
geldi. Onlar yarım sayfalık röportajlarla Siyaset Meydanı
yaptılar. Gelen yabancı televizyonların sayısını bilemiyorum.
Çünkü onlar için son derece şaşırtıcı bir şey oluyordu
Türkiye’de. Bir kere saatleri ve günleri açısından şaşırtıcı idi
çünkü bilenler bilir. Siyaset Meydanının ilk günü Pazar
akşamları idi. Yani işte bugün herkesin maraton programlarını
ve futbolu seyrettiği Pazar akşamlarında Siyaset Meydanı’na
kilitleniliyordu. Ve ertesi gün iş günü olmasına rağmen geç
saatlere kadar izlenebiliyordu. Mesela pek çok üniversitede biz
şunu biliyoruz haber yapmıştık çünkü Siyaset Meydanı nedeni
ile dersler öğleden sonra başlayacaktır diye amfilerin filan
kapısına bannerler yapıştırılıyordu. Şimdi o dönemden yine
pek çok alanda yurt içinde de bildiriler filan yayınlandı işte
Birikim Dergisi özel sayı yayınladı. Siyasetin basitçe tartışıldığı
bir alan değil doğrudan siyasetin yapıldığı bir alandı Siyaset
Meydanı diye konuşulmuştu ki en çok ve en iyi özetleyen
konulardan biride buydu. O dönem tabii ki Siyaset Meydanının
seçimlere, seçim sonuçlarına -çünkü birçok seçim yaşandı 12
yıllık süre içerisinde- herhangi bir etkisi olmadı. Yani Siyaset
Meydanında böyle konuşuldu diye ertesi günü seçim
kaybeden seçim kazanan partiler ve liderler filan olmadı. Ama
başka bir şey oldu. Siyaseti genel olarak çok uzun bir süreç
olarak, demokratik süreci uzun bir süreç olarak
düşündüğünüzde
Türkiye’de
anlayışların,
Türkiye’de
algılamaların, Türkiye’de hayata bakışların, Türkiye’de
dünyaya bakışların değiştiği ve zihinlerde değiştirildiği bir
süreci başlattı. Bugün mesela Avrupa Birliği ile ilgili olarak pek
263
çok reform yapılıyor ve bu reformların çoğunu hâla belki
içimize sindirmekte zorlanıyoruz ama o dönem bu reformlarda
yer alan pek çok unsurun zihinsel alt yapısının hazırlanmasına
en azından yardımcı olduğunu düşünüyorum. Çünkü kafalarda
o güne kadar mevcut olan pek çok tabuyu yıkıp değiştirmiş idi.
Yani bu anlamda siyasetin tabii asıl belirleyicisi olan
kamuoyunu etkilemek açısından bir gücü olduğunu
söyleyebiliyoruz. Tekrar ediyorum bunu ben kendi programım
olarak da söylemiyorum. Bir öğünme payı çıkarmak
istemiyorum. Türkiye’nin o döneminin ortaya çıkardığı önemli
bir kurumdu diye düşünüyorum. Çünkü gerçekten adını öyle
koymak gerekiyor bir program değil bir siyasal kurumdu.
Siyasetçiler çünkü öyle koymuşlardı. Mesela o dönemde
programa katılan pek çok siyasetçi Siyaset Meydanı’nın ikinci
parlamento işlerini gördüğünü kendileri söylemişlerdi ama
mesela daha önemli sözleri de duyduk biz. Faili meçhul
cinayetler diye yaptığımız bir programda milletvekilleri iktidar
ve muhalefet milletvekilleri hep bir ağızdan programın
sonunda şunu söylediler. Biz bu konuları Türkiye Büyük Millet
Meclisi’nde konuşamıyoruz. Yani öyle bir dönemdi. Bu
anlamda bu programın ve bu tarz programların siyasetin asıl
belirleyicisi olan kamuoyu ve milli irade, siyasal irade üzerinde
etkili olduğunu söyleyebiliriz ama doğrudan Türkiye’de Medya
Siyaset ilişkisinde batıdaki demokratik süreç gibi bir
etkilemenin olduğunu söylemenin de en azından bugün itibari
ile güç olduğunu belirtmeliyim.
• Siyaset Meydanının ne kadar etkili olduğunu ben
yaşadım. 2000 yılında ben de Gençler ve Siyaset diye bir
programınıza katılmıştım. Orada üç dakikalık dört
264
dakikalık bir sunum yapmıştık. Kıbrıs’a gittiğimde beni
polis aramadı sizi televizyonda gördüm buyrun diye, o
kadar etkiliydi. Siz Siyaset Meydanı o dönemden 2000’e
kadar çok etkili dediniz. 2000’den sonra bu etkisinin
azalmasını neye bağlıyorsunuz? Ve kaynanaların bu kadar
reyting almasını neye bağlıyorsunuz?
(KIRCA) Teşekkür ediyorum. Ben bunu birçok defalar
açıkladım. Birkaç gazete röportajında ve katıldığım televizyon
programlarında. Aslında çok basit nedeni var. Beklenmeyen
bir şey değildi. Şaşırtıcı da değil. Bugün o etkisinin olması
mümkün de değil. Birkaç neden var. Önce şu etkisini
söyleyeyim. Gerçekten de siz Kıbrıs’a giderken polis
bakmamış. O dönemde yine Türk Yunan ilişkilerinin çok gergin
olduğu bir dönemdi işte Apo krizi de vardı. Biz Yunanistan’dan
dört önemli gazeteciyi buraya davet ettik. Televizyoncu ve
gazeteci hani bizdeki isimler isimlendirmeyeyim şimdi
isimlendirince tekrar gazetecilerin ağırlığı olup olmadığı gibi bir
şey çıkar ortaya ama Türkiye’de ilk dört gazeteciyi sayarsanız.
Onların karşıtı olan Yunanistan’ın en önemli dört gazetecisini
Türkiye’ye çağırdım. Çok da önemli bir program oldu. Ve
onlara aslında Türkiye’yi göstermiş olduk. Çok da şaşırdılar.
Yani Türkiye konusunda biliyorsunuz özellikle Yunanistan’da
önyargılar çok fazladır. Batıda çok da demokrasi olgunlukları
olan kişilerdi bunlar, görmüş geçirmiş kişilerdi, onların bile
kafalarında önyargılar vardı ve çok olumlu izlenimlerle
ayrıldılar. Kafalarında Türkiye’ye dair en azından o güne
kadarki bildikleri konular üzerinden şüphelerle programdan
ayrıldılar. Soru işaretleri idi ama asıl söylemek istediğim o
değil. Ertesi akşam tekrar birlikte olduk onlarla bir vesileyle.
265
İşte günü davetlimiz olarak İstanbul’da gezmekle geçirmişler.
İstiklal caddesinde herkes imza almış onlardan yani akşam üç
dört saat katıldıkları programdan Yunan televizyoncular ve
gazetecilerden İstiklal Caddesinde gezerken imza istemişler.
Herkes gitmiş kutlamış, bir şey söylemiş, fikrini belirtmiş. Çok
şaşırmışlardı. Öyle bir etkileme gücü vardı. Buna devam
ederiz yani Siyaset Meydanı’nın şöhret yaptığı, sanatçı
yaptığı, hiçbir şeyken işte bir yerlere gelmesine, hiçbir şey
değilken, -tabii kendi güçleri vardı- tanınmazken bir yerlere
getirdiği milletvekili yaptığı, bakan yaptığı çok sayıda insan
var. Onları da konuşuruz. Öyle bir etkileme gücü de var. Bir
yan unsur olarak ama sorunuza gelince ben bunun çok doğal
bir süreç olduğunu söylüyorum ve düşünüyorum. Siyaset
Meydanının ilk altı yılı yani 1994 ve 99, 2000’e kadar geçen
süreçte Türkiye’de üç önemli çatışma ekseni var idi. Siyaset
Meydanı bu üç önemli çatışma ekseni üzerinde tartışmalarını
oturtmuştu ve taraflar bu eksenler üzerinde karşı karşıya
gelmiş ve bulunmuşlardı. Bunlardan bir tanesi Kürt sorunu idi.
Güneydoğu sorunuydu ya da. İkincisi Türkiye’de cumhuriyet
tarihinden beri var olan ama özellikle 90’lardan sonra ve 94’ten
sonra çokta belki rastlantısal biçimde etkisi olan İslamcı laik
tartışması veya çatışması, adına ne derseniz. Üçüncüsü
yüzde yüzü aşan, yüzde yüzonlara varmış enflasyonun
toplumda yarattığı ve neticede iki dev ekonomik krizle
sonuçlanan büyük sosyal ve ekonomik çalkantıların içindeki bir
Türkiye idi. Üçüncü çatışma ekseni de sosyal ve ekonomik
çatışma ekseni idi. Yani Siyaset Meydanı o dönem bu çok
sıcak çatışmaların üzerinde yol aldı. Şimdi bunlar bitti mi?
Hayır yani Güneydoğu sorunu bitti mi, yok, bunu kim
söyleyebilir. Türkiye’de İslamcı laik çatışması ile ilgili bütün
266
soru işaretleri ve bütün kamplaşmalar ortadan kalktı mı, hayır.
Türkiye’nin bütün sosyal ve ekonomik sorunları çözüldü mü,
hayır. Ama söylemek istediğim şu: O dönem bunlar toplumsal
hayatta, bireysel hayatta sokaktaki insanın yaşamında
belirleyici unsurlardı. Yani Güneydoğu sorunu dediğiniz zaman
bugün işte Avrupa Birliği ile ilgili olarak devam eden meseleler
var. Yeniden işte siyasallaşması var o yönde çabaları var vs.
Ama başka bir şeyden bahsediyoruz. Günde otuz kırk kişinin
öldüğü Türkiye’nin altı ilinde olağanüstü halin uyguladığı,
birçok yasakların olduğu, hergün ölüm haberlerinin geldiği,
şehit cenazelerinin kalktığı böyle bir Türkiye’de bu mesele
konuşuluyordu. Yani bugün işte Kürtçe şarkıları televizyonlara
çıkıp herkes söylüyor. Bir şey de olmuyor. İbrahim Tatlıses de
söylüyor televizyonda, herkes söylüyor bütün normal büyük
televizyon kanallarında. Siyaset Meydanı başladığında
televizyonlarda Kürt sözcüğü kullanılamıyor idi. Yani öyle bir
dönemde başladı. İslamcı laik çatışması işte 28 Şubat’a varan
süreç biliniyor. Bunun üzerine fazla konuşmak gerekmiyor
ama mesela İslamcı laik çatışmasının, çatışmaların veya
tartışmaların içerisinde yine bir yan unsur olarak duran Alevilik
meselesi üzerinde de durmak gerekir. Bugün Alevilik ile ilgili
sorunlar çözüldü mü? Hayır ama o dönemde başka şeyler
yaşanıyordu Türkiye’de. Mesela Cem evleri ile ilgili
tartışmaların veya Alevilik ile ilgili en küçük sözlerin bile
insanları sokağa döktüğü çok sıcak bir çatışma alanı vardı en
azından. Bu tarihsel bir boyutu olan, yani Türkiye’de belki on
yıllardır, yüzyıllardır devam eden alandı ama o yıllarda sıcak
biçimde yaşanıyordu. Alevilik meselesini bugün birçok
programda görebilirsiniz. Alevilik konuşuluyor bakmıyorsunuz
bile. Yani Alevilik gece bir yığın tartışma programlarına konu
267
yapılıyor. Güneydoğu sorunu tartışılıyor, Kürt meselesine
bakmıyor insanlar bile. Çünkü bu meseleler insanların
hayatında sıcak ve öncelikli konular olmaktan çıktı. Sorunlar
devam ediyor ama televizyonlarda ilk defa tartışılan, ilk defa
konuşulan konular olmaktan çıktı. Mesela Alevilik meselesi
bugün her yerde konuşulur ama ilk defa Siyaset Meydanı’nda
konuşuldu. Yani bir Alevi dedesi çıkıp Siyaset Meydanı’nda
şunu söylemişti: 700 yıldır ilk defa bugün, burada, bu akşam
konuşuyoruz. Ve biz Alevilik ile ilgili programı yaparken son
derece hassas dengeler içerisinde yürüdüğümüzü biliyorduk.
Mesela o nedenle programa katılacak olan Alevi ve Sünni
temsilcilerini programdan üç gün önce davet ettik. Bir masada
buluşturduk ve neyi konuşacağımızı hangi doğrultuda
konuşacağımızı söylemlerimizin ne olacağını karşılıklı olarak
konuştuk çünkü yanlış bir sözün tabanda ya da ulaştığı
yerlerde farklı algılanması olabilirdi. Bunu asla istemedik.
Amacımız bir tartışmayı bir çatışmaya dönüştürmek değil, tam
tersine bir tartışmada ortak paydaları bulup birlikte yaşamanın
sınırlarını belirleyebilmekti. Mesela Alevilik ile ilgili
programımız dört saat sürdü ama yaptığımız o ön tartışma
yedi saat devam etti. Ama gerçekten de program da çok yapıcı
çıktı ve o noktadan sonra Türkiye’de başka biçimlerde
konuşulmaya tartışılmaya başlandı. Söylemek istediğim bu,
yani bugün o programların eskisi kadar ilgi çekmemesinin
sebebi yerini başka şeylerin almış olması ayrı bir konu. Yani
kaynanalar meselesinin konuşuluyor olması ama onun
alternatifi o değil elbette. Ben demin sadece reyting anlamında
o karşılaştırmayı yaptım. Yoksa o programlar olmadığı için
yerini kaynanalar almadı. Kaynanaların seyredilme nedenleri
başkadır. Onun başka sosyo-ekonomik, sosyal nedenleri,
268
sosyal-psikolojik nedenleri vardır. Ben onları yazılarımda
çokça ifade ettim Kaynanalarla ilgili tespitlerimi kendimce. O
ayrı bir konu ama yerini almış değildir. Ben sadece 94-2000
arasındaki altı yıllık süreçte bu programların neden çok ilgi
gördüğünü, bugün neden normale dönüştüğünü söylemeye
çalıştım ki sihirli kelime budur aslında. Normalleşme sürecinin
içindeyiz. Normalleştik demiyorum. Normalleşmeye giden
sürecin içindeyiz. Onun için o ilk dönemdeki o anormal
koşulların içinden çıktığımızı düşünüyorum.
• Sayın Kırca 10 yıl önce kaleme aldığınız ve 24 Mart 2005
günü sabah gazetesinde yayınlanan yazınızla ilgili bir soru
sormak istiyorum. Bu yazınızda bayrak bir ırkın sembolleri
filan değil, bir ülkenin sevinçlerini ve matemlerini
kucaklayan
hatıralarıdır.
O
hatıraları
paylaşmak
istemeyenlere bir şey denilemez. Tercihleridir diyorsunuz.
Bağımsızlığın sembolü olan Türk bayrağının bir hatıra
olarak değerlendirmek isabetli mi? Ayrıca bu ülkede
yaşayanların Türk bayrağına saygı gösterip göstermemek
gibi bir tercihleri var mıdır? Dün Türk bayrağını kongre
salonlarından indirenlerin bugün yakmaya kalkışması
karşısında Türk milletinin bayrağına gösterdiği saygı
ırkçılık mıdır?
(KIRCA) Sorunuz için teşekkür ederim ama iki cümle
okudunuz yazımdan. Yazımla ilgili açıklama yapmam. Yazılar
açıklamalarını kendileri yaparlar. Yazıları bir de açıklamaya
kalkarsak eyvah ki eyvah bize. Yazılar kendilerini anlatır zaten
ben anlatacağımı anlatmışımdır. Bunun üzerine konuşmak
zaten yani bir köşe yazısını kaleme alan insan için fazladan
269
söz olur. Eğer fazladan söz olsaydı orada yazardım. O kadar
yazmışım. Orada bitmiş benim yazım. Herkes istediği gibi
algılayacak.
• Konuşmalarınızdan tekrar medya siyaset ilişkisine
dönecek olursak. Eğer sabah mahmurluğu ile notlarımı
yanlış almadıysam şöyle. Şimdi şöyle dediniz Türkiye’de
medyanın siyaseti etkilediğine katılmıyorum. Yani siyasal
iktidarları seçtiğine, 12 Mart dönemindeydi sanıyorum
cumhurbaşkanlığı
seçiminde
etkisi
olduğunu
düşünmüyorum dediniz. Akabinde şöyle bir cümlenizi
yazmışım. Medyanın siyaseti belirleyen seçmen gücünü
etkilemekte rolü vardır cümlenizi yazdım. Bu iki cümle
arasında bir tenakuz var mıdır? Bu bağlamda da eğer
birinci cümlenize dönersek Türkiye’nin medyanın siyaseti,
siyasal iktidarları belirlediğine inanmıyorum düşüncesine,
geçen hafta okuduğum iki yazar medyanın siyasal
iktidarları seçme gücü olmadığına ama siyasal iktidarları
koltuğundan etme gücü olduğuna inandıklarını söyleyen
iki yazı yazmıştı. Bu çerçevede neler düşünürsünüz?
(KIRCA) Bir, ilk söylediğinizde çelişki yok ben tam tersine içiçe
geçmiş mekanizmadan söz ettim yani medyanın kurumsal
olarak siyaseti etkileme gücü yoktur ama seçmen üzerinde
sadece etkileme gücü olabilir. O dönemde farklı biçimde
işleyebilir ama esas olarak da ben daha çok bu örnekleri
dışarıdan verdim. Medyanın siyaseti etkilediği, siyaseti değil
siyaseti oluşturan kamuoyunu yani iradeyi etkileme gücü
olduğunu dışarıdan örneklerle verdim ama medyanın da zaten
asıl etki alanı odur. Varsa orda etkili olabilir medya. Türkiye’de
270
öteki anlamda siyaseti doğrudan etkileme gücü olduğuna ben
inanmıyorum, bu benim kişisel görüşüm elbette başkaları buna
katılmayabilirler. Ben bilmiyorum o köşe yazarlarının, siyaseti
filan değiştirme gücü olduğuna da inanmıyorum. O medyanın
kendi kararı ile oluşmuş bir harekete geçme güdüsü değildir.
Yani onu o nedenle medyanın bizatihi kendisinin böyle büyük
bir gücü olduğuna ve kendisine böyle güç vehmedebileceğine
inanmıyorum. Bu benim kişisel görüşüm.
• Şu son bayrak tartışması ile ilgili bir soru soracağım.
Medyanın
gücünden
ve
kamuoyunu
ne
kadar
etkilediğinden bahsettik burada. Daha düne kadar Kürt
Alevi sorunlarından yada sorun olduğunun bile üzerinden
geçemiyorduk. Şu son AB süreci belki de kafamızdaki
soru işaretlerini arka masaya yatırabileceğimizi gösterdi.
Tabuların da yıkılabileceğini, artık insani evrensel değerler
üzerinden de konuşabileceğimizi gösterdi. Fakat medya
bayrak
olayından
sonra
televizyon
kanallarının
köşelerinde duran bayrak resminin, hani kenarda köşede
sokak aralarında kalan bu faşizan milliyetçilik düşüncesini
hortlatabileceğini düşünmüyor mu? Sonuçta çok büyük
bir medeniyetiz. Çok büyük bir ülkeyiz. Bu kadar küçük bir
olayı bu kadar büyüterek göz önüne sokmak bizim bu
kadar kendimize güvensizliğimizi mi gösteriyor.
(KIRCA) Yani tabi bayrak meselesi üzerine tartışmaya girmeyi
istemem doğrusu ama sadece orada işte iki çocuğun yaptığı
bir hareketle ilgili olduğunu düşünmüyorum. Yani öyle olsa
başka türlü hareket edilirdi. O boyutta tepki gösterilirdi. O
boyutta tepki gösterilmediğine göre meseleye sonuçları
271
açısından bakmak lazım. Yani bu küçük bir meseledir niye bu
kadar büyütüldü yerine, ya bu küçük bir mesele iken bu kadar
büyütüldü ise bu tepkinin sebebi ne diye bakmak lazım. Bir
sebebi var ki bu tepki doğdu. Ve kabul etmelisiniz ki -yine
medyanın etkisi açısından söyleyeceğim- medya sonradan
geldi aslında. Yani bu tepki kendiliğinden doğdu. Bir kesimde
doğdu. Medya sonradan bu tepkiye bir yerinden katıldı. Bence
de doğru bir şey yaptı. Yani köşelere bayrak koyarak hani
bunlar tabii batı demokrasilerinde filan alışılmış şeyler değil.
Orada kimse ne Amerikan televizyonunda ne Fransız
televizyonunda ne İspanyol televizyonunda -ki İspanyollar bu
sorunu yaşıyorlar- ekranlarının köşesinde bayraklar falan
görünmez oralarda. Bizde görülüyor yani işte bütün mesele o.
Bu normalleşme ile demokratikleşme ile henüz birçok şeyi
yaşıyor olmamızın arasındaki farklardır bunlar. Şunun için
diyorum yani medya belki doğrusunu yaptı. İşte sokaklarda
çok daha radikal biçimde ve belki hepimizi üzecek birtakım
tepkilerin ortaya konması yerine genel olarak herkesin -varsa
eğer- o duygularını ifade etti. O duygularına belki tercüman
olacak bir sembolle bence işi çatışma alanına dökmeden daha
sertleştirmeden sembolik biçimde noktaladı. Sonuçta o
bayrağın orada köşede duruyor olmasının sokakta insanların
çatışmasından daha sağduyulu bir gösteri olduğunu
düşünüyorum. Bu yapılmalı mıydı yapılmamalı mıydı ayrı. Bu
yapılıyorsa meselelere öyle bakmak lazım. Yapılıyorsa demek
ki bir sebep var, onu doğuran bir şeyler var. Toplumsal bir
tepki var. Dediğim gibi ben sadece iki üç çocuğun hareketi
olarak görüldüğünü düşünmüyorum. Kendi açımdan
söylemiyorum sadece kendi tesbitlerimi dışarıdan belirtiyorum.
Kamuoyunun bunu böyle algıladığını düşünmüyorum. Öyle
272
algılasa iki üç çocuğun kulağını çekerlerdi filan biterdi.
Kulağını çekmediler. Başka türlü baktılar, demek ki onun
arkasında başka kişiler olduğunu gördüler. Öyle bir tepki
verdiler. Yani ben bu tepkiyi doğuran sebeplere bakılması
gerektiğini düşünüyorum. Bu tepki yanlış mıdır doğru
mudurdan çok neden bu tepki doğdu, ona bakmak gerekiyor.
Bu tepki yanlışsa o yanlışlığın üzerinde bundan sonra
tartışmak gerekiyor. Belki onu ortaya çıkarması açısından da
hayırlı bir iş olmuştur diye düşünüyorum. Belki de o tepkilerin
yani o hareketin yanlışlığı kadar o tepkilerin yanlışlığını da
konuşmaya başlayacaksak bu anlamda hayırlı bir iş olmuştur
diye düşünüyorum.
• Medyanın Türkiye’deki karar mekanizmalarındaki rolü
nedir? Yani Türkiye’de malum yasama, yürütme, yargı üç
tane resmi bilinen ve tanınan güç var bir de resmi olmasa
da fiili olarak mevcut olan ordu ve medya gücü var, yani
Türkiye bir beşli güçle yönetiliyor. Medya burada karar
mekanizmalarında ne kadar rol alabiliyor. Yani
Türkiye’deki belki halk oyunu doğrudan etkileme gücü
çok fazla değil ama Türkiye’nin istikbalini belirleyen
konularda karar alınırken medyanın rolü gücü nedir?
(KIRCA) Bunu anlatmaya çalıştım örnekleyerek. Sonuç olarak
medya bu etkileme gücünü hep göstermeye çalışıyor ama
ortaya çıkan tablolar onun o niyeti ile o harekete geçme
güdüsü ile ters orantılı geliştiğini gösteriyor. Anlatmaya
çalıştığım buydu yani bu istek var ama bu istek sanıldığı gibi
etkili olmuyor. Yani medya içinde, ordu içinde her şey içinde
sonuçta gelinen noktaya bakmak gerekiyor.
273
• Belli bir dönemde ülke yönetimine aday olan siyasi
parti liderlerinin seçim öncesinde televizyonlarda böyle
bütün halkı televizyon ekranlarına kilitleyecek şekilde
tartışmalara neden olduklarını ve tartıştıklarını gördük
canlı yayınlarda. Ama son dönemde ise bunları görme
imkanımız olmuyor. Sizin bu konuda bir talebiniz mi yok,
yoksa mevcut siyasi parti liderlerinin kendilerine
güvenlerimi yok.
(KIRCA) Yani her ikisi de değil. Bizim talebimiz tabii ki var.
Güvenleri olmadığını da düşünmüyorum. Tam tersine aşırı
güvenleri olduğunu düşünüyorum. Türkiye’de belki de işte hep
konuştuğumuz nedenlerle medyanın siyaset üzerinde o kadar
da sanıldığı gibi etkili olmadığını önce siyasetçiler fark etti ve
çok da fazla ekranlarda görünmeye ihtiyacı olmadığını
düşünmeye başladılar. Gerektiği anda katılmak ihtiyacını
duyarlarsa katılıyorlar. Onun dışında katılmamakla bir şey
kaybetmediklerini gördüler. Yani eskiden olduğu gibi seçim
tartışmaları, bütün adayların katıldığı seçim tartışmaları filan
yaşanmıyor, olmuyor. Son 2002 seçimlerinde belki hiç
olmayacaktı. Ama son anda işte Uğur Dündar Tayyip
Erdoğan’la Deniz Baykal’ı bir araya getirdi. O da hani adet
yerini bulsun diye oldu aslında. Seçim öncesi tartışma
yapılmadan hani bir bayram geleneği gibi filan. Türkiye’de
insanlar onu istiyorlar. Ama o tartışma seçmenin iradesi
üzerinde ne kadar etkili oldu? Yani geçmişte olduğu gibi
insanlar öyle kilitlendiler mi onu bilmiyorum. Siyasetçiler ve
daha çok da iktidar partisine bağlı siyasetçiler artık medyayı
bu anlamda çok da fazla kullanmanın ya da kendilerini
274
yıpratacak tartışmalar içerisine girmenin doğru olmadığını
düşünüyorlar. Bu yeni de değil aslında. Yani 1997 ve 99
seçimleri ile başlayan bir süreç. Pek çok aday bu
tartışmalardan kaçarak yıpranmadan seçime gitmeyi başardı
aslında. Bunun örneklerini gördük. Ben bundan sonra da, yani
Türkiye’de eskiden olduğu gibi bütün adayların katılacağı bir
seçim tartışması seçim programları ya da normal zamanlarda
da
karşı
karşıya
gelecekleri
programlar
olacağını
zannetmiyorum. Mesela liderleri bir araya getirmek belki seçim
zamanı bir kez mümkün olabilir ama seçim öncesindeki
normal olağan zamanlarda ve şartlarda bir araya geleceklerini
düşünmüyorum. Yani milletvekilliği düzeyinde ve bazında bir
araya gelebilirler, konuşabilirler. Onlar da çok az
izliyorsunuzdur. Özellikle iktidar olunduğu zaman karşılıklı
olarak bir araya gelip de kendisini yıpratacak bir pozisyon
içerisinde olmayı istemiyorlar. Hani kendilerine güvensizlik mi?
Zannetmiyorum sadece bunu bir ihtiyaç olmaktan çıkardılar.
• Bir örnekten yola çıkarak bir şey sormak istiyorum.
İstanbul’un bir ilçesine bağlı yerel gazetede bir röportaj
için gittiğimde beni bırakmak istediklerinde son model bir
BMW ile gazetenin editörü geldi. Aa dedim, ne güzel
hayırlı olsun araba almışsınız çünkü gazetenin
sorunlarından bahsediyordu. Sağ olsun yerel seçimler
dedi. Nasıl dedim. İşte yerel seçimler olduğu zaman
haberlerini yapalım diye istek geldi, bu şekilde aldık bu
arabayı dedi. Herkese de eşit ölçüde aldık. Hepsinin de
haberi yapıldı. Topladık bu arabayı aldık dedi. İşler böyle
mi yürüyor dedim. İşler böyle yürüyor Ece hanım tarzında
birşeyler söyledi. Genç bir arkadaştı bunu söyleyen. Siz
275
hani etkili değil diyorsunuz ama seçim kampanyalarında
işte belli paralar dönüyor. İş dünyası destekliyor ya da
medya ile bu tarz seçim kampanyalarında ilişkiler nasıl?
(KIRCA) Paralarını sokağa atıyorlar. Böyle diyeyim sokağa
atıyorlar. Bu çabalar beyhude çabalar. Ben ne yerel seçimlerin
ne genel seçimlerin kaderi üzerinde bu tür çabaların etkili
olduğunu düşünmüyorum. Tekrar söylüyorum bunu. Yani bir
yerel aday işte bir yerel televizyonda çıkayım iki üç saat
konuşayım. O imkanı sağlayın diye bir yerel televizyoncuya bir
BMW veriyorsa valla gitsin o arabayı oğluna filan alsın. Daha
hayır duasını alır. Ben hiçbir işe yaradığını düşünmüyorum.
Yani iki üç dakika, iki üç saat oraya çıktı diye hah işte biz de
bu adamın konuşmasını bekliyorduk diye insanların ona oy
vereceğini filan düşünmüyorum. Hem genel seçimlerde hem
yerel seçimlerde seçmenin kararını belirleyen ülkenin içinde
bulunduğu genel sosyal, siyasal ve ekonomik duruma, adayın
filan değil o siyasal partinin getirdiği ya da insanların
getireceğini düşündüğü çözümler etkili oluyor. Şunu
söylemeye çalışıyorum. Birçok aday seçimlerde yerel ya da
genel işte çeşitli çabalar gösteriyorlar pankartlarını asıyorlar,
afişler asıyorlar. Küçük mitingler yapıyorlar. Yerel radyolarda,
yerel televizyonlarda filan konuşuyorlar. Ama bir genel siyasi
hareket Türkiye’nin o günkü koşulları içerisinde Türkiye’nin
siyasal alternatifi olabilmişse bu çabaların hiçbir anlamı
kalmıyor. Geçmişe bakalım. Milliyetçi Hareket Partisi,
Demokratik Sol Parti beklenmedik yükselişler gösterdiler. Bu
yükselişlerin ardından seçimlere katılan ve parlamentoya
girmeyi başaran milletvekilleri işte orada burada konuştukları,
afişleri astıkları, yerel televizyonculara BMW’ler aldıkları için
276
mi milletvekili oldular ya da seçim kazanabildiler? Hayır.
Mensubu oldukları siyasal parti o günkü konjonktür içerisinde
mesela MHP için Aponun yakalanışı DSP içinde aynı süreç
farklı farklı nedenlerle ikisini de iktidara taşıdı. İktidar ortağı da
yaptı sonunda. Yüzde 20’lere ulaştırdı oy oranlarını. Aklından
hayalinden geçmeyen belki de hiçbir seçim çalışması
yapmayan laf olsun diye yedinci sırada aday olan birisini
milletvekili yaptılar ve parlamentoya taşıdılar. Onun ötesinde
işte oraya buraya afişlerini astıranlar deyim yerinde ise nal
topladılar. Aynı şekilde işte AK Parti’nin bugün yükselişinin
nelere bağlı olduğunu hepimiz biliyoruz. Yani kendi ideolojik
tabanı veya kendi ideolojik çekirdeğinin dışında 2001 krizinin
Türkiye’de yarattığı derin hayal kırıklıkları, umutsuzluklar,
işsizlik, insanların bir gecede eriye eriye yoksullaşması bütün
bunlar bu temel sebepler arasında ve mesela AK Parti’de de
aynı şekilde beklenmedik biçimde yedinci sekizinci dokuzuncu
onuncu sırada olan adaylar hiç hayal etmedikleri halde
parlamentoya gittiler. Öte yanda istediği kadar sözgelimi
seçimlerde çok para harcayan Anavatan Partisi’nin adayları,
belki çok daha fazlasını harcayan işte BMW’lerin anahtarlarını
filan ordan oraya geçirtenler BMW’leri kaybetmekle kaldılar.
Yani Türkiye’de bu anlamda seçimler üzerinde ve seçmen
üzerinde hâla etkili olunabileceğini düşünmüyorum. Hepsi
beyhude çabalardır. Hepsi boşa gitmiş çabalardır.
277
278
Mehmet Ali BAYAR
“Türkiye’de Diplomasi
Ve Uluslararası
Lobiler”
279
Beni siyasete iten en önemli nedenlerin başında genç
insanların, Türkiye’nin genç insanlarının enerjisini siyasete
taşımak gelir. Siyaseti onlara sevdirmek ve siyasetin neden
uğraşılması, uğrunda çaba sarf edilmesi gereken bir uğraş
olduğunu şahsi gayretle onlara gösterebilmekti amacım. Bir
teşvik amacıyla. 1988 senesinde Dışişleri Bakanlığı’na
girdim. 2002 senesine kadar Dışişleri Bakanlığı’nda görev
yaptım diplomat olarak. Bu süre zarfında Azerbaycan’da,
New York Birleşmiş Milletler Daimi Temsilciliği’mizde ve en
son olarak da Ankara’da, Washington’da Türkiye
Büyükelçiliği’nin siyasi müsteşarlığı görevlerinde bulundum
ve istifa ederek oradan siyasete girdim.
Şimdi konunun başlığı, Türkiye’de diplomasi ve
uluslararası lobiler, onların Türk dış politikasına etkileri gibi bir
genel başlık. Lobiler kısmına gelmeden evvel birçoğunuz
ileride umarım dış politika ile ilgilenirsiniz. Diplomat olursunuz.
Çok da tavsiye ederim. Dünyanın en güzel mesleklerinden bir
tanesi. Dünyanın en eski bir iki mesleğinden bir tanesi olduğu
söyleniyor. Bir çok sevdiğim diplomasi tarifi ile gireyim söze.
Rahmetli İhsan Sabri Çağlayangil Türkiye’nin efsanevi dışişleri
bakanlarından, kendisini tanımak şansına sahip oldum. Çok
genç yaşta da olsa. Onun söylediği bir laf var. Diplomasi diyor
bir ince sanattır. Yani güzel sanatlar diye bugün kullandığımız
ifade aslında eski Türkçe’de ince sanat anlamında. Bu bir
sanattır. Diplomasi yoktan var edilmemiştir. Bir ihtiyacın
karşılığıdır. Savaşmamak için insanlar diplomasiyi ve
diplomasinin imkanlarını, o sanatın inceliklerini icat etmişlerdir.
Çünkü diplomasinin bittiği yerde veya olmadığı yerde savaş
olur. Gayet açık bir denklemdir bu. Ve o yüzden yine İhsan
280
Sabri Bey de sık sık söylerdi. Diplomasinin bittiği yerde de yine
diplomasi başlar. Yani bittiği bir noktada bir diplomasi imkanı
vardır. Eğer bir savaş çıkmışsa iki şeyden dolayıdır. Ya kötü
diplomasi olmuştur ya da savaşanların savaşma azmi ve
iradesi barışma ve barış yapma azmi ve iradesinden
kuvvetlidir. Savaşacak olanları, kafasında savaş olanları
diplomasiye çekmek, diplomasi yoluyla barışa çekmek o da
aslında bir sanattır da, o bir noktadan sonra imkansız hale
gelmektedir. Türkiye’de diplomasi dediğimiz vakit başlıktan
hareketle yola çıkacağım. Önemli bir İngiliz yazarı bir kitap
yazdı, “Dünyanın Dört Büyük Diplomasisi” diye. Bunlardan bir
tanesi Türk diplomasisi. O, Osmanlı geleneğini irdeleyerek
Türkiye Cumhuriyeti’ne taşıdı. Dünyada dört büyük temel
diplomasi olduğunu söylüyor. Bunlardan bir tanesi Fransız
diplomasisi. Bir tanesi Çin diplomasi geleneği. Daha doğrusu
gelenekler bakımından söylüyorum. Bir tanesi İngiliz
diplomasisi, geleneksel ve efsanevi ve biri de Osmanlı
diplomasisi diyor. Türk diplomasisi, ikisini karıştırarak söylüyor.
Bu önemli bir tespit. 190 ülke var. İnsanlık tarihi boyunca çok
büyük imparatorluklar kurulmuş, yıkılmış bizim yakın
coğrafyamızda, ama bunlardan dört tanesi insanlığın tarihi
kadar eski bir mesleğin temsil kabiliyetine sahip dört gelenek.
Yani Türk diplomasisinden bahsettiğiniz zaman veya
Türkiye’de diplomasiden bahsettiğiniz zaman evrensel bir
olgudan bahsediyoruz aslında. Bu tabi bize büyük bir tarihi
miras derinliği ama aynı zamanda da çok önemli bir
sorumluluğu yüklüyor. Çünkü yine Napolyon’un büyük sözü;
bir ülkenin, bir milletin dış politikası coğrafyasıdır diye de
tercüme edebiliriz bunu. Aynı mantıkla coğrafyası da dış
politikasıdır. Yani sizin dünya ile münasebetlerinizi, etrafınızla
281
münasebetlerinizi, dış politikanızı tayin eden faktörlerin
başında nerede yaşadığınız geliyor, kimlerle komşu
olduğunuz, hangi coğrafi şartlarla çevrelendiğiniz. Türkiye’nin
yaşadığı coğrafyayı siz benden daha iyi biliyorsunuz ve bunun
tarihsel geçmişini. O yüzden diplomasinizi zenginleştiren böyle
problematik bir coğrafyada, böyle buhranlı bir coğrafyada
yaşamak zorunda olmanız. Bu bir yaşamsal işlev. Mümkün
olduğu kadar savaştan kaçınacaksınız. Bir; milli kaynaklarınızı
maksimize ederek, milli menfaatinizi maksimize ederek
kendinize bir yaşam alanı sağlayacaksınız. İki; bu yaşam
alanını güvenli bir duvarın arkasında koruyacaksınız. Yani bir
güvenlik yaratacaksınız. Üç; sizin güvenliğiniz bir başkasının
güvenliği açısından tehdit olarak algılanmayacak ki size
yönelik bir tehdit uygulaması ortaya çıkmasın. Dört; bir de
bütün bu duvarların arkasında böyle bir güvenlik zırhının
arkasında, bu alanda, diğer yaşamsal alanlar arasında yakın
veya uzak temas içinde olacaksınız. Yani bir münasebetiniz
olacak. Bunu ayarlayacaksınız. Bu ilişkileri kuracaksınız.
Diplomasinin görev alanı bu. Bir yaşamsal alanı tanımlıyor
diplomasi. Sadece anlaşmalar imzalamak, onları müzakere
etmek falan değil. Her şeyden önce bir çıkarı, yaşamsal çıkarı
maksimize etmek meselesi var. Fakat tabi şöyle bir sorun
çıkıyor ortaya. Siz çıkarınızı maksimize ederken bir başkası da
maksimize etmek istediğinde işte orada gerginlik alanları,
temas alanları baş gösteriyor. O yüzden çıkarların
maksimizasyonu yerine çıkarların optimizasyonu diye bir
kavram diplomasi tarihinde veya diplomasi mesleğinde
gündeme geldi. Yani nereye kadar ben gidebilirim. Ve o
gittiğim noktada nereye kadar karşımdakini rahatsız etmem.
Yani karşımdaki nereye kadar bana gelebilir ve o noktada beni
282
rahatsız etmez. Çıkarlarıma halel getirmez. İşte diplomasi
burada o ince sanat olma vasfını kazanıyor. O optimaliteyi
nasıl sağlıyorsunuz? Şimdi en kolay şey nedir? Benim
haklarım şunlar, ben bunları istiyorum. Kaşınızdaki de kendi
haklarının ne olduğunu söyleyecek, o da onları isteyecek. En
kolay şey burada karşı karşıya gelmek ve bitmek bilmeyen
sorunlarla uğraşmak veya bunların sorunları ile uğraşamayıp
bunları savaşa götürmek. En zor iş optimaliteyi bulmak o
matematik denkleminde. Hakkımı ne kadar, nereye kadar
koruyabilirim? Neyi, nerede, ne kadar verebilirim ki
karşılığında şunu alabilirim. Bir defa bunu diplomasi sanatının
temel belirleyicilerinden olarak söyleyeyim. Vermeden almak
yoktur diplomaside. Eğer vermeden almak gibi bir müzakereye
oturuyorsanız veya böyle bir yaklaşımınız varsa o diplomasi
değildir ve oradan zaten bir şey alamayacaksınız demektir.
Diplomasi tarihi bir rakibin, başka bir rakibi kandırarak,
amiyane tabirle, atlatarak veya ona yalan söyleyerek edindiği
kazanımların karşılığında çok büyük felaketlerin olduğunu
gösteriyor. İkinci Dünya Savaşı’nın çıkış nedeni budur. İkinci
Dünya Savaşı’nda Hitler, İngiliz Başbakanı Chamberlain’i
1938’de,
Münih’te,
meşhur
Münih
Antlaşması’nda,
zamanımızda barışı elde ettik dedirtecek kadar kandırmıştı. Ve
inandı müttefikler Hitler’in o imzayı attığında hakikaten
zamanımızda barışı temin ettiğine. Tam 8 ay içinde Hitler’in
yalan söylediği, o masada kendilerini atlattığı ortaya çıktı.
Zaten yapacak bir şey yoktu. Adam gitti yerleri işgal etti ve
savaş başladı. Yani o kafayla vermeden alma gibi bir strateji
ile girilmiş veya yalan söylenerek ulaşılmış neticeler diplomatik
başarı değildir. Diplomatik netice değildir. Bu da bir unsur. Bir
devletin hayatı bakımından diplomasinizin mutlaka kalıcı
283
sonuçlar ve başarılar üretmesi gerekmektedir. Kalıcı
anlaşmalar gerekir, imzası kurumadan bozulan, yırtılıp atılan
kağıtlar değil. İşte o optimalite meselesini getiriyor gündeme.
Bunu biraz uzun tuttum. Çünkü bu bizim kamuoyumuzda çok
fazla takdir edilen bir unsur değil. Bizim ulusal sorunlarımız
var. Bizim, tarihten devraldığımız, vazgeçemeyeceğimiz, bizim
yok farz edemeyeceğimiz ve aslında bizi bu yaşam alanında
biraz da canlı ve diri tutan neticeleri birer adrenalin salgısı gibi
canlı ve diri tutan sorunlarımız var. Mesela Kıbrıs sorunumuz
var. Mesela Ege var. Mesela milli azınlıklar meselesi var veya
yeni tabirle azınlıklar meselesi var veya Lozan’ın tayin ettiği bir
sorunlar veya meseleler yumağı var. Yeni yeni eklenenler var
buna. Doğrudan bizim milli meselemiz olmayan ama milli
meselemiz kadar bizi ilgilendiren Karabağ var, Bosna var.
Gene Batı Trakya var. Şimdi bunların yanısıra bizim yüzde yüz
haklı olduğumuz bir Ermeni meselesi var. Şimdi Kerkük var.
Bütün bunlarda biz yüzde yüz haklıyız. Zaten hiçbir millet
yüzde 90 haklı olduğuna inanmaz böyle meselelerde. Eğer
yüzde 90 haklı olduğuna inanırsa zaten o meseleyi savunmak
mümkün değil. Biz bunların hepsinde yüzde yüz haklıyız.
Bunda bir tereddüt yok. Ama burada yalnız yaşamıyoruz. Bu
meselelerin ortaya çıkması iki tarafı ilgilendiriyor. Bir de karşı
tarafı var meselelerin. Bazı yerlerde üç tarafı var. Dört tarafı
var. Uluslararası alana mâl olmuş meseleler var, dünyanın,
dünya sisteminin entegrasyonunu düşünürseniz. Şimdi bu
haklılıklarınız, bunu önceki optimalite meselesini biraz açmak
için söylüyorum, sizi galip hale getirmiyor. Haklısınız ama
mağlüpsünüz bazı meselelerde. Haklı olup nasıl galip
çıkacaksınız ve galip olmaya devam edeceksiniz konusuna
çare, diplomaside yatıyor. En kolay şey diplomatları ve
284
diplomasiyi suçlamak. Haklarımızı yeterince müdafaa
etmediler veya şu anlaşmadan dolayı şu oldu, bu anlaşmadan
dolayı bu oldu gibi. Yorumun en kolayı. Mesela Lozan’ın
açıklanmış telgraflarını, yani Ankara ile Lozan arasında,
Atatürk ile İsmet Paşa arasında o uzun müzakereler boyunca
birebir yapılan yazışmayı kitap haline getirdi Bilal Şimşir. Çok
tavsiye ederim. Mutlaka okunması gereken, aslında milli bir
kitap. Bunların okunması gerekiyor. Atatürk ne demiş, İsmet
Paşa ne cevap vermiş, neler olmuş? Bir de yazılmamış
telgrafları var. Onları da mesleğim icabı büyük bir şans olarak
addediyorum. Onları görebilme imkanım oldu, hariciyenin
arşivlerinde. Şimdi orada baktığınız zaman Lozan’da çıkan
sonuçlar ne, Atatürk’ün tam istediği sonuçlar ne, karşı tarafın
tam istediği sonuçlar ne? Yani ne karşı tarafa bıraksanız size
Lozan’da bunları vermek isterler, ne Atatürk’e bıraksanız
Lozan’da bu kadarını almak ister. Ama gelinen nokta bu ve
Lozan 80 küsur senesi, 81. senesini yaşayan bir çözüm. İşte
diplomasinin
mükemmelliği
burada.
Atatürk
İnönü
diplomasisinin mükemmelliği burada. Her türlü tenkit
söylenebilir. 12 Adalar şöyle alınamadı. Efendim Musul,
Kerkük bırakıldı. Batı Trakya şöyle kaldı; şu oldu, bu oldu.
Ama 81 yıldır Türkiye’yi bu sınırlar içinde, baştaki tarife
dönüyorum, yaşam alanınız içerisinde güvenli, hür, bağımsız
egemen kılan bir kalıcı kağıt ortaya çıktı. Bir kağıdın önemi de
onun taraflarının veya taraf olmayanların o kağıda addettikleri
önemdir yani onun varlığına, önemine, ağırlığına. Buradan bir
unsuru daha söylemek istiyorum: dünya sahnesinde ülkelerin
milletlerin yeri. Şimdi diplomasinizin bir şey ifade etmesi için
ülkenizin bir şey ifade etmesi gerekiyor. Bir diplomasinin
arkasında eğer güçlü bir ulusal ekonomi, ulusal devlet
285
organizasyonu, siyaset diyeyim, var da güçlü bir askeri
formasyon, bir güvenlik gücü yoksa o diplomasi akademik bir
diskurdan veya egzersizden öteye gidemez ve onun üreteceği
hiçbir şey de kalıcı olamaz. Yani ülkeniz bir şey ifade
edebilmeli ki diplomatlarınız ülkenizi savunabilsinler veya onun
gücü ile menfaatlerini optimalize edebilsinler. Buraya çok
dikkat etmek lazım. Dünyada kitabın yazdığının en azamisinde
ciddi devlet, yani bunu da kimse yanlış anlamasın ama,
ekonomisi ile, askeriyesi ile, diplomasisi ile, eğitimi ile,
örgütlenmesi ile devlet organizasyonu dediğiniz zaten bir avuç
ülke var. Belki dünyada 190 tane ülke var ama bir ulusal
devlet, bir ülke örgütlenmesinde mükemmel denecek seviyeye
ulaşmış bir avuç ülke var. Bunlardan bir tanesi Türkiye. Şimdi
Türkiye’nin kendisini nasıl gördüğü, nasıl tarif ettiği,
diplomasisinin karakteri bakımından son derece önemli.
Türkiye Sovyetler Birliği yıkılana kadar 20 demokrasiden bir
tanesi, Sovyetler Birliği yıkıldıktan sonra ortaya çıkan ve
Balkanlar yıkıldıktan sonra ortaya çıkan ülkeleri de oraya
katsanız gene elle tutulur 20-25 demokrasiden bir tanesi. İşte
yenileri yavaş yavaş Avrupa Birliği’ne bizden önce girme
durumuna geldiler ne yazık ki. Ama burası bir demokrasi; bir.
İki, bunu tanımlayan bir emperyal geçmişi var. Bir imparatorluk
var. Onun yüklediği tarih var. Onun yüklediği sorumlulukları
var. Üç; Türkiye 50 yıldır Batı demokrasisi ile dayanışma
içerisinde, kendisi gibi diğer demokrasiler ile bir güvenlik
sisteminin mensubu. Yani NATO’nun mensubu, NATO üyesi.
Bunun ortaya koyduğu çok ciddi, hukuksal, siyasal anlaşmalar
var. Ve bu NATO üyesi olmaktan dolayı da sadece ve sadece
kazanım sağlamış bir ülke. Soğuk savaştan galip çıkmışların
yanında yer alan bir ülke. Şimdi dünyanın başka yerlerine
286
gittiğiniz zaman bir diplomat tecrübesi ile söylüyorum. Hatta
Türkiye’nin biraz güneyine ve doğusuna geçtiğiniz zaman yani
çok da ötelere gitmeye gerek yok, size nasıl baktıkları, sizin
kendinize nasıl baktığınızdan da önemli. Oralarda siz, dünya
düzenine şekil veren bir avuç ülkeden biri olarak
gözüküyorsunuz. Neden? Bu vasıflarınızdan dolayı. Emperyal
geçmişinizden dolayı. Tarihin içinde bir yeriniz var, bir
derinliğiniz var. Bu çok önemli. Geçen gün Endonezya’nın en
büyük gazetesinin genel yayın müdürü ile bir yemek yedim.
Çok başarılı bir hanım. Harvard mezunu. Kendisine senin
ekranında Türkiye nasıl gözüküyor, yani baktığın zaman nedir
diye sordum. Türkiye dediğim zaman hiç sektirmeden Avrupalı
bir ülke dedi. Yani bu işte dünyanın en büyük Müslüman
nüfusunu barındıran, Endonezya’nın en büyük gazetesinin
genel yayın müdürü. Bir Avrupalı ülke dedi. Yani öykünerek,
saygı duyarak, hatta çekinerek. Bu, bunu bilmek, yani bir
dünyanın gidişatını ve dünyanın siyasetini her zaman öyle
olmasa bile belirleyen ülkelerin arasında görülmek, sizin ulusal
gücünüzü başkaları nezninde arttıran ve dolayısıyla müzakere
kabiliyetinizi arttıran bir unsur. Bunu unutmamak gerekiyor. Biz
kendimizi daima küçültüyoruz veya biz kendimizi daima
yerden yere vurmayı bir ulusal hobi haline getirmiş bir milletiz.
En ufak bir gerilemede, golü yediğimizde moralimiz bozuluyor.
Hep kendimizi birilerine ispat etme gayreti içindeyiz. Biz öyle
değiliz, böyleyiz demek için. Ama bu gayreti çok fazla
zorlamaya da gerek yok. Çünkü öylesiniz. Başkalarının sizi
nasıl algıladığı sizin gücünüzle ilgili, çok önemli değil mesele.
Siz, biz öyle değiliz gibi bir çabanın içine girdikçe kendinizi
tanımlamamanız gereken alanlara ittikçe, mazlum rollerini
oynamaya başladıkça sizi de öyle görmeye başlıyorlar. Yani
287
sizden zaafınızı fark ederek, bir yerine iki alabileceğini ümit
ediyorsa adam, masadaki tavrı daha farklı olabiliyor.
Bütün bu çerçeveyi çizdikten sonra peki Türkiye nasıl
müzakere ediyor? Peki Türkiye neden haklarında her zaman
karşılığını alamıyor? O inanca göre konuşuyorum. İşte orada,
başkalarının sizinle nasıl müzakere ettiği meselesi gündeme
geliyor. Şimdi bu tanımlamadan hareketle Nato üyesi batı
demokrasisi, dünya ekonomik sisteminin ayrılmaz bir parçası.
190 ülke var, Türkiye’nin en kötü olduğu, tarihinin en büyük
yıkımından sonra, yani 2001 krizinden sonra 2002 açısından
söylüyorum, 19. büyük ekonomi. Yani Türkiye’deki
yolsuzluklar, Türkiye’deki yapısal çarpıklar, Türkiye’deki gelir
dağılımı adaletsizlikleri, Türkiye’deki kaynak israfı, Türkiye’de
kamu sisteminin içinde olduğu hal, ekonomik kriz, icralar,
iflaslar, fakirlikler, fukaralıklar bütün bunları yan yana
koyuyorsunuz . Bir de yeni tabiri ile yönetim eksiklikleri, bütün
bunları koyuyorsunuz, 2001 senesinde bunların üstüne
dünyanın en büyük 19. ekonomisi. Bunu biz söylemiyoruz. Bu
Avrupa Birliği’nin ve Dünya Bankası’nın tespiti. 1999
senesinde 16. büyük ekonomisi. 16’dan 19’a geriledik 2001
krizinde ama hâla ilk 20’nin içinde. 45 de olabilirdi, 112 de
olabilirdi. Yani bir de ekonominizin o boyutlarda olduğunu
düşünün, bu sorunlarınızla başa çıkacaktınız. Burada,
ekonomik gücünüzün, yani yaşayabilirliğinizin ekonomik
bakımdan ve refah üretme potansiyelinizin altını çizmek
istiyorum. Bu dünyada diplomasinizin de siyasetinizin de güçlü
olabilmesinin temel unsuru. 19. yüzyıl ve 20. yüzyıl
dünyasında askeriye iken askeri gücünüz iken, giderek
ekonomik gücünüz ve yaşayabilirliğiniz, refah üretme gücünüz
288
öne çıkmıştır. Bunu burada vurgulamak istiyorum. Şimdi 312
milyar dolar iç ve dış borç, bu rakamı veriyorum ama bu
rakamın 350 küsurlara geldiği söyleniyor son 8 ayda. Benimki
eski bir rakam. 350 küsur milyar iç ve dış borcu olan bir
ülkenin, sağlıklı borçlanmıyorsa eğer ve bu borçlarını ödemek
konusunda kendi dışında dünya konjönktürüne çok anbeje
olmuş bir ülke ise, bu ülkenin dış siyasetinin risk içermemesi
mümkün değildir. Böyle bir ülkenin dış siyasetinin bağımsız dış
politika izlemesi mümkün değildir. 21. yüzyılda zaten kimsenin
bağımsız dış politika izlemesi mümkün değildir. Amerika dahil.
Şimdi bu noktayı da tespit ettikten sonra neden Türkiye’nin
gücünü arttırmak için dostlara veya ortaklara ihtiyacı var? Bir
defa bu dost, düşman konusunu açmak gerekiyor. Yani bir
diplomat gözüyle. Dünyada ebedi dostluklar veya ebedi
düşmanlıklar olduğuna inanmıyorum. Dünyanın şartları bunu
zaten mümkün kılmıyor. Hani diyeceksiniz ki Pakistan mesela
çok sevdiğimiz, hakikaten bizimle en ufak bir sorunu olmayan
ve daima yakın olan bir ülke. Evet ebedi bir dost, kardeş ama
bilemezsiniz. Yani Pakistan’da yarın herhangi bir rejimin ne
yapacağı ne edeceğini. Veya bizdeki herhangi bir rejimin
birdenbire ne yapacağını. Onun için ebedi dostluklar ve ebedi
düşmanlıklar üzerine bina edilmiş bir diplomasi olmaz. O safilik
olur, yanlış bir diplomasidir zaten. Ebedi hayranlıklar ve ebedi
nefretler de olmaz. Her ikisi de bir aşağılık kompleksinin
tezahürüdür. Yani bir yerlere ebedi hayranlık veya bir
yerlerden ebedi nefret duymak da bir ülkenin aşağılık
kompleksidir. Böyle de bir ülke olamaz. Türkiye akıllı bir ülke
olabilir, bir imparatorluk varisi olarak. Dünya şartlarını takip
eden, dünyanın değişen şartlarını değerlendiren, hesabını
kitabını iyi yapan, açığa düşmeyen bir ülke olabilir. İşte
289
Abdülhamit diplomasisi ki, o İngiliz’e, dünyanın dört büyük
diplomasi geleneği vardır dedirten olgudur. Sultan Abdülhamit
diplomasisi
aslında
bizim
diplomisi
geleneğimizin
mükemmelleşmiş şahikasına ulaşmış timsalidir. 33 sene
tektonik anlamda değişen Avrupa coğrafyasında, Avrupa ve
Orta doğu coğrafyası içinde, şartları iyi okuyup, onu iyi
kullanıp, dostlukları ve düşmanlıkları ona göre ayarlayıp,
menfaatini maksimize ve müdafaa etmiş ve yıkıma doğru
giden süreyi iyice uzatmış. O arada kendi ulusal ekonomisini
kurmak veya kurumlarını kurmak bakımdan da adımlar atmış,
o ayrı. Türkiye bunu yapabilir, dostluklarını ve düşmanlıklarını
akıl süzgecinden geçirerek olgunlaştırır ve bu dostluklarının ve
düşmanlıklarının kalıcı olmadığını da iyi hesap ederek
oluşturur. Çünkü eğer bunu kafanızdan atarsanız, o zaman
çocukcasına hayal kırıklıkları veya çocukcasına sevinçler de
ortadan kalkar. Yani hani bir diplomatik seferden döndükten
sonra, işte kazandık veya bütün dünya bizi seviyor gibi bir
efora veya kimse bizi sevmiyor, lanet olsun gibi bir nefrete
ihtiyaç olmaz. Ciddi devletler bu iki hissiyatın içinde bir
pandülün savrulması gibi gidip gelemezler. Orta yolu daima
bulmak zorundalar. O yüzden ulusal gücünüzü, ulusal
menfaatlerinizi en iyi şekilde müdafaa edebilmek için arttırmak
zorundasınız. Arttırabileceğiniz yerin sahaları da bellidir. Yani
uzanabileceğiniz sınırlar bellidir o gücünüzü arttırırken.
Mutlaka gücünüze güç katmak zorundasınız. Çünkü
uluslararası sistemin bir parçasısınız. Uluslararası sistemin
belirleyici parçalarından birisiniz. Size rağmen kolay kolay iş
olmaz. Avrupa’da veya dünya siyaset sahnesinde böyle
alışmıştır Türk diplomasisi. Mutlaka bir yerinden bir kağıda, bir
belgeye, bir uluslararası anlaşmaya veya antlaşmaya
290
müdahildir. Onu müzakere eden en önemli ülkelerden bir
tanesidir. Silahsızlanma konferansı diye bir konferans var.
Türkiye’de silahsızlanma ve silahlanma ile ilgili bir mesele
yoktur ama onun önemli bir üyesidir. Silahsızlanma
belgelerinin oluşumunda bile Türkiye mutlaka o müzakere
masasında vardır. Yakın tarihimizde Bosna krizinin, Bosna
faciasının veya Kosova faciasının aşılmasında uluslararası
koalisyonun oluşmasında ve harekete geçmesinde belirleyici
rol oynamıştır. İşte Irak’ın meselesi ortadadır. Hemen burada
bir vurgu yapayım. Bağdat’taki hiçbir rejim veya Şam’daki
hiçbir rejim Türkiye tarafından tanınmadığı takdirde meşruiyet
kazanması mümkün değildir. Yani Ankara ile arası iyi olmayan
bir Ortadoğu rejiminin meşru olması, kendi halkının gözünde
dahi mümkün değildir. Onun için onlar Ankara’ya bizim onlara
baktığımızdan veya bizim kendimize baktığımızdan, bizim
İstanbul’dan oturup Ankara’ya baktığımızdan çok daha farklı
şekilde bakarlar. Bunu kafamıza koymak lazım. Şimdi burada
gücümüzü arttıracaksınız. Yani çok fazla gücünüzü
arttıracaksınız. Birilerine ihtiyacınız var. Deminki öncelikleri alt
alta koyduğunuz vakit öncelikli önemli ülkeler sıralamanız
bellidir. Nefret edin, sevmeyin, sevin. İşte bir Amerika Birleşik
Devletleri diye bir olgu var dünyada. Nefret edin, sevin
sevmeyin, işte Rusya Federasyonu diye bir olgu var. Yakında
Çin diye bir mesele geliyor dünyanın gündemine veya çok
karmaşık duygular içinde olduğumuz İngiltere var, Fransa var.
Bunlar sizin mutlaka dostluğunuzun veya ilişkilerinizin düzgün
gitmesi gereken ülkeler. Çünkü neticede dünya sisteminin
belirlenmesindeki beş vetolu Birleşmiş Milletler sistemi
durduğu yerde bunların hepsinin bir gücü var. Bunlar sizin
meseleleriniz üzerinde mutlaka bir söz sahibi olabilen, menfi
291
veya müspet anlamda etki edebilen, olumlu veya olumsuz
anlamda ülkeler. Bu noktada seminerimizin başlığında yer
alan lobiler meselesine çok fazla vakit kaybetmeden gelmek
istiyorum. Bu noktada lobiler denen ve uluslararası siyasetin
artık bir parçası haline gelmiş bu yeni olguyu çok ciddi
incelemek gerekiyor. Bu ülkelerle dostluğa ihtiyacınız var mı?
Var. Bu ülkeleri yanınıza alma ihtiyacınız var mı? Var. Bunlar
üzerinden menfaatlerinizi korumak ve güçlü tutmak ihtiyacınız
var mı? Var. O zaman bunları iyi analiz etmek durumundayız.
Son 521 yılda, 19 büyük savaş yaptık ve Balkanlar’daki ve
Kafkaslar’daki kaderimiz ve imparatorluğun kaderi, o
savaşların neticesinde belli oldu. Rusya ile ilgili Türkiye’de bir
Rusya enstitüsü yok. Bir Rusya akademisi yok. Bir Rusya
üzerine, bir think tank yok. Böyle bir şey olabilir mi?
Moskova’ya gittiğiniz zaman Türkoloji üzerine, Türkiye üzerine,
Türkiye tarihi üzerine, onlarca yüzlerce insan buluyorsunuz bir
kurumda, bir akademide veya bir üniversitede veya bir think
tankte, şu anda harıl harıl çalışan, her şeyi analiz eden.
Sadece bugünün meselesi değil, bu yıllardır böyle. 50 yıldır
kaprisli bir aşk yaşadığınız ve hayatiyetinizi direk ilgilendiren,
sadece sizin değil bütün dünyanın, Amerika ile ilgili burada bir
enstitü yok. Yani buradan girmek istiyorum lobilere. Amerika
nasıl karar veriyor veya bu Fransa nasıl karar veriyor? Ülkeler
nasıl karar veriyorlar? Bu ülkelerin kararlarına hangi unsurlar
doğrudan veya dolaylı etkide bulunuyorlar? Bunları inkar
etmek, bunlara kızmak, lanet etmek, sövmek mümkün. Ama
bunlar neticede bir karar üretiyorlar, Türk kültürüne yeni
eklenmiş bir tabirle, sizin kimyanız bozuluyor. Alabora
oluyorsunuz,
savruluyorsunuz.
Şimdi
bakın
Ermeni
meselesine. İşte Ermeni soykırımının Türkiye’ye kabul
292
ettirilmesi veya ettirilmemesi meselesi. Bu mesele ile ilgili
bugün bir sürü ülke bir sürü şey yapıyor ama Fransa gibi,
Amerika gibi, İngiltere gibi, Almanya gibi, Rusya gibi ülkelerin
parlamentolarının bu konuda bir karar kabul etmesi sizin
menfaatinize doğrudan zarar veriyor mu vermiyor mu? Hadi
vermiyor, benim umurumda değil, bundan hiç etkilenmiyorum
diyorsanız zaten bu meselelere enerji harcamanıza gerek yok.
Zaten öyle bir olay yoktur. Zaten o zaman da öyle bir ihtiyacın
içine girmezler oradaki lobiler veya oradaki toplumlar. Ama
eğer Fransa, bugünkü gündemdedir, böyle bir kararı bir daha
alacak olursa, ki bundan iki üç sene önce aldı, başlıyorsunuz,
sefirinizi çekiyorsunuz. Onlar sefirlerini geri çekiyorlar. Siz
onlara verdiğiniz bazı ekonomik veya ticari imtiyazları
donduruyorsunuz, askıya alıyorsunuz veya iptal ediyorsunuz.
Müthiş bir enerji sarf etmeye başlıyorsunuz ve neticede bir
bakıyorsunuz mesela Kıbrıs’la ilgili güvenlik konseyi
oylamasında gene gidiyorsunuz Fransa’nın önüne. Ne olur
şunu veto et veya kabul et veya etme gibi onunla münasebet
içinde olmak zorunda kalıyorsunuz. Yani hani ben seni
tanımıyorum, ben de seni tanımıyorum deyip Karadenizli’nin
dediği gibi kurtulup gidemiyorsun. Bundan daha vahimi dünya
siyasetini belirleyen Amerika’nın kongresi. Bakın demiyorum ki
buna mutlaka bir aydınlık getirmek lazım, bir ışık tutmak lazım.
Amerika’yı sadece yönetimi idare etmiyor, kuvvetler ayrılığı
ilkesinin
mükemmeliyete
ulaşmış
yeridir.
Amerikan
anayasasına göre, kuvvetler ayrılığına göre Amerikan kongresi
hem bütçe yapma yetkisine sahiptir hem de yasa yapma
yetkisine sahiptir. Yönetime rağmen yasa yapabilme imkanına,
kabiliyetine sahiptir. Amerikan kongresi eğer bugüne kadar
yapmadığını, bugün yapma imkanı bulursa o lobilerin etkisi ile,
293
ve o kararı geçirirse önümüzdeki 3, 5, 8 ay içinde mutlaka
Amerika ile tamiri uzun yıllar zor olacak, mümkün olmayacak
demeyeyim ama zor olacak bir itişip kakışmanın içine
gireceğiz. Girmediğiniz takdirde sizin en önemli lobiniz sizi
rahatsız edecek. Kendi kamuoyunuz bir defa, her ülkenin
kamuoyu kendi lobisidir. İşte o lobi dediğimiz olaydır. İstikrar,
istikrar yanlış bir kelime, sevmediğim de bir kelime, çünkü çok
relative bir kelime, istikrar fobisi ve istikrar köktenciliği var
bana göre. İstikrar adına her türlü suskunluğun kabul
edilebildiği bir demokrasi olamaz. Çünkü istikrar nedir?
Kendine güvenen hükümetler ve liderlik vasfı olan siyasiler en
önemli lobiyi yani kendi kamuoylarını, doğru olan yönde
etkileyebilirler. Yönlendirebilirler. Görevleri odur. Çünkü bir
ülkeyi yönetenlerin elindeki bilgiye herkes sahip değildir. Bir
ülkeyi yönetenlerin, bir devlet örgütünün, bu sadece siyasiler
değil, askeriyesi ile hariciyesi ile üniversitesi ile ben sayıyorum
çünkü bilgi buradan geliyor, onların ellerindeki, onların
karşılarındaki tehdit algılaması veya bir ülkeye yönelen
tehlikeler bizim sokakta, kahve sohbetinin ötesinde edindiğimiz
şeyler olmayabilir ve çoğu da öyledir. De Gaulle’ün büyük bir
lafı var. Büyük devletler siyasetlerini sokakta yapmazlar diyor.
Yapmazlar. Bakın eğer öyle olsaydı 1977 ile 1982 arasında
bütün Avrupa başkentlerinde Paris, Londra, Berlin, Madrid,
Roma her yerde, o zamanın başkentlerinde, zamanın sol
muhalefeti, Avrupa sol muhalefeti, Sovyetler Birliği’nin de
büyük desteği ile milyonları sokaklara döktü, milyonları. Orta
menzilli Amerikan füzeleri veya NATO füzeleri bu topraklara
yerleştirilmesin diye. Çünkü öyle bir konu çıktı Sovyetler Birliği
yeni bir nesil füzeyi yaklaştırınca Avrupa’ya, Amerika kendi
füzelerini Avrupa sahasına, buna müdahale etmek için koymak
294
ihtiyacı hissetti. NATO çerçevesinde milyonlar sokağa çıktı.
Eğer o milyonların dediği olup da o füzeler Avrupa’ya
yerleştirilmeseydi Sovyetler Birliği yıkılmazdı. O füzeler oraya
yerleştirildi, bir tanesi bile kullanılmadı. Caydırıcılık unsuru
geldi ve Sovyetler öyle bir teknoloji ile mücadele edemedikleri
için parasal anlamda da gerilediler. Yıkılmanın başlangıcı
oradaki gerilemedir aslında. Şimdi bakın sokağa, sokak önemli
değil, kamuoylarınız önemli değil. Ama kamuoylarınız daima
doğru mu düşünüyor, doğru mu hissediyor? Kamuoylarınızın
önüne bir ilave bilgi koyduğunuzda bir ilave done
koyduğunuzda acaba o kamuoyu öyle düşünmeye devam
edecek mi? Yani size 15 sene 30 bin ölüme mal olmuş tarihin
en kanlı savaşlarından birini yaşatmış olan bir Suriye, bir
günde sizin dostunuz, ahbabınız, akrabanız falan mı haline
geldi? Bugün bağımsız, egemen ülkeyi 20 yıldır işgal eden ve
orayı yağmalayan -yani Lübnan’ı-, bir Suriye burada
konuştuğumuz. Suriye halkının kaderi değil, Lübnan halkının
kaderi mesela. Şimdi bir siyasi iktidar eğer kamuoyu ona ne
derse yapacaksa o siyasi iktidara ihtiyaç yok. O lidere ihtiyaç
yok. O zaman sadece kamuoyu yoklamaları ile bir ülkeyi idare
edebilirsiniz. Kamuoyu yoklamalarının ortalamasını alırsınız ve
dersiniz ki kamuoyu bunu diyor. Seçime de ihtiyacınız yok o
mantıkla o zaman. Çünkü her gün önümüze bir kamuoyu
yoklaması konuyor. Seçim sandığına ne ihtiyaç var? Bir siyasi
iktidar ve bir lider, halkına çıkıp acı lokmayı da acı ilacı da
içirebilme imkanına sahip olmalı. Benim anladığım liderlik
tanımı terazinin bir kesesinde 100, bir kefesinde sıfır varken
100’ü seçmek değil. Yüzü herkes seçiyor. Bir kefesinde 50 bir
kefesinde 50 varken bu iki ellinin arasında neden bunun
seçilmesi gerektiğini, eğer onu seçip anlatabiliyorsanız lider
295
olursunuz veya bir kefesinde 51 bir kefesinde 49 varken 49’u
seçmenin
neden
ülkenizin
menfaatlerine
olduğunu
anlatabiliyorsanız, lider olursunuz. Kenedy, Küba, füze krizi
sırasında eğer kendisine sunulan önerileri dinleseydi savaş
ilan etmesi gerekirdi. Nükleer füzeleri kaldırması gerekiyordu
Sovyetlere karşı ama yapmadı, gitti anlaştı. Popüler olmayanı
seçti. Birçok kimse onu taviz gibi gördü. İşte kendi füzelerini bir
yerlerden sökmek zorunda kaldı, burası da dahil olmak üzere.
Şimdi bu yüzden muhataplarınız, etkilemek zorunda
olduklarınız, sizin üzerinizde etkileri olanlar nasıl karar
veriyorlar, bunu çok iyi incelemek durumundasınız. Lobilerin
önemi burada meydana geliyor. Amerika’yı alalım. Amerikan iç
siyasetinin dünya umrunda değildir. Amerikan iç siyasetçisinin
birçoğu dünyanın nerede olduğunu bilmezler. Ama dünya
üzerinde verdikleri kararlarla rol oynarlar. Amerikan iç
siyasetinde lobiler yoğunlukta ve siz sadece Ermeni lobisi,
Rum lobisi diye bir şey duydunuz ama yarın bizim nüfusumuz
etkin bir seviyeye ulaşır, daha doğrusu Türk kökenli insanların
Amerika’da seviyesi, oy verebilme imkanına sahip olan
vatandaş anlamında, etkin bir seviyeye ulaşır ve bunlarda bir
iki kritik eyalette yoğunlaşırlarsa, bütün Türk lobisi olacak.
Onlardan bir başkaları şikayet edecek. Mesela bugün bizim
dikkat etmediğimiz, çok önemli bir Polonya lobisi var. En az
dört beş eyalette başkanlık, kongre seçiminde doğrudan etkili
Polonya kökenli. İşte meşhur The Hunter filminin cereyan ettiği
Pensilvanya’da bir Polonyalı. Bir Polonya kolonisinin, Polonya
kökenli Amerikalılar’ın hikayesidir o. Şikago’nun yarısı
Polonyalıdır. Katolik İrlandalıların lobisi, bir başkası Hint
lobisidir. Hindistan kökenli Amerikalılar’ın, özellikle Kaliforniya
eyaletinde, Silikon Vadisi ve Hollywood’a olan hakimiyetleri ile,
296
yeni yeni hakimiyetleri ortaya çıkmaktadır. Tabiki bu bir Musevi
lobisidir. Müthiş kuvvetli bir Musevi lobisidir. Çok güçlü bir
şekilde Amerikan iç siyasetine ağırlığını koymuş olan bir siyah
Amerikalılar, Afrika kökenli Amerikalılar lobisi vardır. Şimdi
bunlar bu ülkenin iç siyasetini, özellikle finansman yoluyla
etkiliyorlar. Bunların içinde Ermeniler’in Ermeni kökenli
Amerikalılar’ın yoğunlaştığı iki büyük eyalet, iki önemli eyalet
Massachusetts, Boston ve civarı ve California artı New York,
Chicago gibi yerlerde de önemli etkileri var. Bazen düşünün ki
528 oyla bir Amerikan başkanı bir yerden bir yere gitti. Seçim
2000’de, hatırlarsanız, 528 oy bir Florida’da dünyanın kaderini
değiştirdi. Düşünün bakalım Bush başkan olmasaydı bugün
neler olurdu? Bunlar olur muydu, olmaz mıydı? Bana göre
olmazdı, böyle olmazdı. 528 tane oy, o zaman 300 bin Ermeni
Kaliforniya’da oy veren, veya 200 bin Ermeni oy veren, veya
200 bin Rum New York’ta oy veren, bunlar çok önemli bir hale
geliyor. Biz peki ne yapabiliriz de bu lobileri etkileyebiliriz?
Bunları doğrudan etkileyemezsiniz. Çünkü bunların meselesi
ile sizin meselesiniz çakışıyor ama siz başka lobiler üzerinden
Amerikan siyasetini etkileyebilirsiniz. Sadece yönetilmek ve
konuşmak bir sonuç vermiyor. Yönetim size sonuçta diyor ki
ben ne yapayım. Kongre böyle karar veriyor. Git diyor, şu
Kaliforniya’nın şu bölgesindeki şu kongre üyesine veya şu
senatörü etkile diyor. Tabi medya kendisi biliyor. Medyayı
kontrol edebilen lobiler var. Medyaya etki eden lobiler var.
Fransa keza aynı hikayede. Fransa’nın içinde, Fransa’nın
kararlarının nasıl verildiği çok daha kompleks bir hikaye çünkü,
Avrupa’yı Amerika’dan ayıran birtakım özellik var. Yani ikisi de
Batı, bir sürü Batı var. Biz bir Batı diye bir çuvalın içine her
şeyi koyup o çuvalı tekmelemeyi de tercih ediyoruz ama bir
297
Avrupa Batısı var. Bir Amerika Batısı var. Avrupa Batısı,
emperyaller, geçmişlerin verdiği bir historisizme sahiptir.
Tarihselcilik
yaparlar.
Mutlaka
bugünün
meselesini
konuşurken arşivlerinden o meselenin kökenini kendilerince
oluşturan bir dosyayı çekip 300 yıl önceye gidebilirler. Ve ona
göre karar da alırlar, ona göre etkileyebilirler de. Ama Amerika
bir ulus devlet olmadığı için -bu arada Avrupalılar’ın hepsinin
birer ulus devlet olduğunu unutmayalım- böyle bir saplantıya,
tarihselcilik gibi bir saplantıya kapılmamıştır. Amerika her gün
menfaatini
dünyanın
şartlarına
bakarak
yeniden
tanımlayabilme imkanına sahip belki yegane ülkedir. Yarın
İran’la ne yapacaklarını kestirmek hiçbir şekilde mümkün
değildir. İran’ın en yakın dostu olabilirler. İşte Vietnam, bugün
Vietnam’ın en önemli ticaret ortağı Amerika’dır ve diplomatik
ilişkileri, siyasi ilişkileri de çok süratli ilerlemektedir. Bu bir
ülkenin de avantajıdır. Bunda yapacak bir şey yok. Yani
kızacak birşey yok. İşte demin söylediğim gibi diplomaside,
yani uluslararası siyasette ebedi dostluklar yoktur. Ebedi
düşmanlıklar yoktur. Ebedi nefretler yoktur. Ebedi hayranlıklar
da olmamalıdır. Gerçekçilik olmalıdır. İsmet Paşa’nın
zamanında söylediği gibi. kendisine Kıbrıs olayları meydana
geldiğinde “Paşam çizmeyi giyecek misin?” diyenlere,
“Çizmem yok, aklım var.” demiştir. Çizmem yok aklım var.
• Sayın Bayar, 17 Aralık’ta ne oldu?
(BAYAR) 17 Aralık’ta şu oldu. Eğer 17 Aralık gününü
alırsanız, ne olduğunu biliyoruz. Eğer o günü tartışacaksanız
17 Aralık’a gelmeden evvelki bir yılı, iki yılı, üç yılı, dört yılı
belki de 40 yılı tartışacak olursanız başka bir yorumlamada
298
bulunabilirsiniz. Bana göre 17 Aralık’ta ne bekleyeceğini, ne
beklemesi gerektiğini iyi hesap edemeyen siyasi iktidar
hüsrana uğradı. Yani 17 Aralık’ın önemini bir defa
vurgulayayım. Türkiye tarih attı, bu küçümsenecek bir şey
değil. Küçültebilirsiniz, inkar edebilirsiniz efendim. Tarih almadı
ama tarih için tarih aldı diyebilirsiniz. Şunu diyebilirsiniz, bunu
diyebilirsiniz, ama 40 yıl devlet olarak, siyaset kurumu olarak,
Cumhuriyet olarak, insanlarınızı bunun bir hayal olmadığına
ikna etmişsiniz. Peşine bütün bir ülkeyi takmışsınız.
Nüfusunun yüzde 99 nokta bilmem şu kadarı Müslüman olan
bir ülkede kimisinin Hristiyan dünyası, kimisinin batı kulübü
falan diye gördüğü bir projenin peşine takılmışsınız 40 yıl ve
40 yılın sonunda da geri dönülmez bir noktaya getirmişsiniz.
Bu aslında siyaset kurumunun, modernleşmenin demokrasi
fikrinin
bir
başarısı.
Çünkü
bunun
olmayacağını,
olamayacağını iddia ederek siyaset yapanlar var Türkiye’de.
Diyeceksiniz ki neyi aldık? 10 yıl sonra ne olacağını biliyor
muyuz? Bunlar aşama aşama, biz buraya aşamalarla
geleceğimizi biliyorduk. O zaman 40 yıllık süreci niye yaşadık?
Şu da var: 40 yıl sonra, bu ülkeyi geçmişte idare etmiş veya
bugün idare edenler 40 yıl sonra gelip de bu projeyi
küçümsemeye, küçültmeye, inkar etmeye başlarlarsa,
kendileri -ben buna sadece siyasiler olarak bakmıyorum
kurumlar olarak da bakıyorum- askeriyesi ile diplomasisi ile
her türlü kurumu ile gelip de, zaten canım bu şöyleydi,
böyleydi, bunlar bize bunu yapmak istiyorlar demeye
başlarlarsa; o zaman işte sizin en büyük lobiniz size şunu
sormaya başlar: Peki biz sizi akıllı sandık. Size bu desteği
verdik. Siz bizi peşinize taktınız. Demek ki siz yaptığınız işi
bilmiyordunuz. Demokratik laik Cumhuriyet’in önemli ve
299
yaşamsal bir sorunu bu, bir hayalin peşinden bir ülkeyi takan
bir rejim. Başkalarının arayıp da bulamayacağı bir imkanı da
vermiş olursunuz. Onun için önce şunu tespit edeyim:17 Aralık
çok önemli bir kazanımdır. Türkiye’nin kazanımıdır. Hasbel
kader de bunun iki yılına bu hükümet ortak olmuştur. 59’da ilk
imzayı atan merhum Menderes ve Zorlu’nun imzalarıyla
başlayan bir süreçtir bu. Demokrat Parti’den bu yana gelmiş
tüm hükümetlerin bunda hatası ve sevabı ile bir payı vardır.
Önemlidir bu, ama 17 Aralık özeline alırsanız, bu hükümet
özellikle 17 Aralık’a giderken son bir iki senede bu halkın, bu
kamuoyunun 17 Aralık’tan ne beklemesi gerektiğini doğru
düzgün anlatamamıştır Türkiye’ye. Bu yönde bir çabası da
olmamıştır. Yapılan temas, müzakere, konuşma hepsi kapalı
kapılar ardındadır. Kamuoyu diplomasisinin en az kullanıldığı
dönemlerden bir tanesidir bu dönem. Hem bir diplomat olarak,
hem de bir siyasetçi olarak söylüyorum. En az kamuoyu
diplomasisinin kullanıldığı dönemdir. Aksine, aksi yöndeki
şartlandırmaların veya yönlendirmelerin de bu kadar ayyuka
çıktığı bir dönemdir. Yani bu projenin sahipleri veya bu projeyi
bugün müzakere etme konumunda olan siyasi iktidar
kamuoyunu hazırlamamıştır. Onun için 17 Aralık’ta hüsran
olmuştur ki bu hüsranın birtakım dışa vurumlarını bugün
yaşıyoruz. Bir şey daha söyleyeyim. Bu hükümetin gerçek dış
politika denen şeyi 18 Aralık sabahı başlamıştır aslında.
Çünkü 17 Aralık’a kadar, takribi 10 Aralık 1999 Helsinki’sinde
belirlenmiş bir Avrupa Birliği süreci, belli bir takvimdi. İsteseniz
de o takvimin dışına çıkamazdınız. O takvim gelmiştir. 17
Aralık’ta doğal sürecini, süresini tamamlamıştır. İkinci
takvimde hepimizin bildiği gibi bir IMF programıdır, onun da
takvimi bellidir. Onu da devralmışlardır bir önceki hükümetten.
300
Onun da doğal süresi geldi 15 Aralık’ta. O gün orada malum
meşhur karar, IMF’nin, IMF Yönetim Kurulu’nun ilan ettiği, ama
bir türlü imzalamadığı meşhur karar, 10 milyar dolar daha
verip programı uzatma kararı, bu iki takvim 18 Aralık günü
itibari ile bitmiştir. Şimdi bu hükümetin ve Türkiye’de siyaset ve
devlet kurumunun hem Avrupa Birliği ile hem Amerika Birleşik
Devletleri ile Ortadoğu krizi bağlamında, yani bütün Irak ve
Ortadoğu krizi bağlamında hem de IMF ile -eğer gerekiyorsa,
onlar daha iyi biliyor ekonominin iç dengelerinin ne olduğunuyani hükümet anlamında, bu üçü ile yeni bir ilişkiler
manzumesi oluşturması, bir yol haritasına gitmesi
gerekmektedir. Bocalama oradan geliyor. Dış siyasetleri yok
çünkü bu konuda ne yapacaklarını bilemiyorlar. Bugüne kadar
kolaydı. Belirlenmiş, önü arkası belli, beklentilerinin ne olduğu
belli iki takvimi getirdiler. Irak meselesinde doğru dürüst
getiremediler. Orada da savruldular. Ama şimdi, 17 Aralık’a
hazırlamadıkları için hem kendileri hem kamuoyu, hayal
kırıklıkları içindeler. Şimdi bakın 6 Ekim raporu var. 6 Ekim
2004 tarihli, 17 Aralık kararına zemin teşkil eden meşhur
malum rapor. O rapora giren bir çok ifade, Türk kamuoyuna
böyle soğuk duş gibi geldi. İşte azınlıklar meselesi, Kürtler’in,
Aleviler’in azınlık olarak gösterilmesi ve o çevrede karman
çorman birtakım ifadeler. Hatay’ı bile hatırlatacak bir Suriye
paragrafı. Bölgedeki suların, işte var ya malum laf, bölgedeki
suların uluslararası yönetimi gibi tercümesi de, kendisi de
muğlak bir ifade. Ve soykırım lafı kullanılmadan, aslında
Türkiye’nin ulusal tezini de çok hatırlatan, hatırlatacak şekilde
olan bir Ermeni meselesinin o 6 Ekim raporuna girmesi...
Şimdi
bunlar
6-7
Ekim
sabahı
uyandığımızda
karşılaştıklarımız. Dedim ya, kimse bize bunu böyle anlatmadı.
301
Avrupa Birliği bu değildi. Hani Avrupa Birliği’ne girecektik.
Hepimiz ortak bir devlet üstü, uluslar üstü, güçlü, dünyanın en
güçlü kurumunun veya oluşumun içinde eşit güç olacaktık.
Zengin olacaktık, bizim de gelirimiz onlar gibi olacaktı. Serbest
dolaşacaktık. Bir de o var tabi serbest dolaşım falan yok.
Bunlar olacaktı ama bütün bunlar olmadı. Bir de Kıbrıs’la
beraber onu da eklersek başka bir şey oldu. Şok oldu
kamuoyu. Niye şok oldu? Çünkü kimse bunların beklenmesi
gerektiğini veya bunların olabileceğini onlara anlatmadı. Artı
başka bir şey daha söyleyeyim. 6 Ekim raporunun, kimsenin
bundan alınmasını istemiyorum, bunların dış işleri filan varsa
alınsınlar, ama 6 Ekim raporuna giden sürede o raporun iyi
müzakere edildiğini falan zannetmiyorum. Bu iş böyle olmuyor.
Yani birisi oturuyor, bir rapor tutuyor orada, kendi kendine
birtakım şeyler yazıyor ve birden bire bir sabah o rapor ilan
ediliyor ve siz o raporu ilk defa görüyorsunuz diye bir durum
yok. Çünkü hatırlarsanız 6 Ekim raporunun, haftalar önceden,
bu unsurları gazetelerde yer aldı. Özellikle bu Alevi, Kürt
unsurları. Haftalar önce, bir yerlerden, bu öyledir, uluslararası
organizasyonlar bazen de böyle çalışır diye. Bir yerlerden bir
yere tepkileri ölçmek için sızdırırlar, gelecek resmi tepkiye
bakarlar. 6 Ekim raporuna tepki önceden verilmeliydi. Yazım
sırasında ne yapılıp yapıp, diplomasi, siyasi baskı veya diğer
her türlü şahsi dostum, arkadaşım, kardeşim ilişkileri kullanılır.
6 Ekim raporunun mutlaka Türk kamuoyunu rahatsız
etmeyecek veya bundan sonrası açısından mayınlı olabilecek
konuları içermeyecek bir şekilde yazımına etkide bulunulabilir
veya 6 Ekim raporuna daha 7 Ekim sabahı tepki verilebilirdi.
Ben başka bir şey daha söyleyeyim. Türkiye 2000 senesinde
yani Helsinki’de belirlenen takvim çerçevesinde, 1999 10
302
Aralık’ından sonra, 2000 senesinde ve 2003 senesinde iki
tane katılım ortaklığı belgesi imzaladı. Birinci katılım ortaklığı
belgesinin, yani 57. hükümet zamanında 2000 senesinde
imzalanan katılım ortaklığı belgesinin müzakere unsurları ve
müzakeresi, şimdi hafızalar çok eskiye gitmediği için
hatırlanmıyor, kamuoyuna mal olmuştu. Benim söyleyeceğim
o katılım ortaklığı belgesinin müzakeresi, müzakere unsurları,
o katılım ortaklığı belgesindeki çekişme -2000 senesinden
bahsediyorumkamuoyuna
yansımıştı.
Bilinerek
de
yansıtılmıştı, zamanın Başbakan’ı sayın Ecevit ve zamanın
Dışişleri Bakanı sayın Cem’in siyasetçi kişiliklerinin de bir
gereği olarak. Zaten bir siyasetçi bütün yükü, bütün
sorumluluğu, bütün günahı, yanlışı üstüne almak isteyebilir
mi? Olabildiği kadar bunu paylaşacaktır, olabildiği kadar kendi
kamuoyunu arkasına almak isteyecektir. Diplomasinin bir gücü
de demin burada bahsettiğim gibi arkanızdaki kamuoyudur.
Dönüp de muhataplarınız, ben ne yapayım, tamam aklım
yatıyor ama bak şu kamuoyuna, diyebilme imkanına da sahip
olabilmelidir. Eğer o da gerekiyorsa o yönde yönlendirmelidir.
İşte deminden beri bahsettiğim liderlik meselesi, siyasetçi
meselesi bu. 2000 yılındaki katılım ortaklığı belgesinde bu
unsurlar yok. 2000 yılı katılım ortaklığı belgesine zemin teşkil
eden aynı türden komisyon raporunda da bu unsurlar yok.
İstemedikleri için mi yok? Onlar yine onları oraya koydular.
Ama onlarla gidildi kapıların arkasında cana can, dişe diş
mücadele edildi. Yazımlar değiştirildi, esnekleştirildi, İstenen
konu çıkartıldı, yapılabilen yapıldı. Sonra gelindi, yapılamayan
noktada kamuoyuna bu mal edildi. Mesela Kıbrıs’la ilgili 2000
yılındaki katılım ortaklığı belgesinde -yani çok detaya giriyor
ama zaten şeytan ayrıntıda gizlidir, diplomasi de odur-
303
Kıbrıs’la ilgili paragrafta teşvik eder gibi bir cümle vardır.
2003’tekinde direk talep eder, talep edildiğini vurgulayan bir
cümle vardır. Önemlidir, adam talep etmeyi yazarsa talep
ettirir, onu yazdırır. Sen muvaffak olursan başka türlü
yazdırırsın ama şunu söylemek istiyorum. 17 Aralık’a tekabül
eden dönemde bunların ne kadarından Türk kamuoyu
haberdardır, bunların bu raporda olacağından veya kararın bu
kadar çetrefil bir süreçte çıkacağından? 17 Aralık gecesi, şimdi
okuduğumuzda bakın bunu tekrar ediyorum, Cumhuriyet
Devleti’nin bir başarısıdır. 40 yılın bir başarısıdır. Bunu
küçümsemeye de kimsenin hakkı yoktur, o ayrı, ama sanki
öyle olmuştur ki sayın Başbakan’ımız veya onunla beraber
oraya gidenler çocukçasına da bir hayal kırıklığı içerisinde,
bunu da gayet açığa da vurarak serzenişte bulunmuşlardır.
Beklemeleri gerekiyordu.
• Dışişleri Bakanlığı’nın veya devletin diğer birimlerinin
dış politika ile ilgili eleman alımında izlediği politika nedir?
Yani
aldıkları
elemanın
eğitimini
göz
önünde
bulunduruyorlar mı yoksa başka özellikler de arıyorlar mı?
(BAYAR) Valla beni aldıklarına pişman oldular herhalde, şu
kadarını söyleyeyim, işte dedikodu, tevatür, söylenti,
cahillikten, cehaletten falan söylenen laflar, bana göre
Türkiye’de bu konuda kabul edilebilecek hatalar budur. İnsan
kaynakları değerlendirmesi çok hataya açık bir konudur ama
bu konuda en düzgün çalışan kurumdur. Bu kadar iddialı
söyleyebilirim. Tabi üniversitenizi veya üniversiteleri bunun
içine almıyorum çünkü o hiç bilmediğim bir konu, son derece
cahilim bu konuda. Ama bildiğim kadarı ile üniversiteler,
304
özellikle son yıllarda, çok düzgün, özellikle genç
akademisyenleri değerlendirme konusunda önemli mesafeler
aldılar. Ama ben bildiğim kadarını söylüyorum. Kamuoyunda
bu işi en düzgün yapandır. Hiç öyle efendim şu okuldan
gelirseniz, önceliğiniz vardır, orda ahbap çavuş, ağabey
kardeş ilişkisi vardır veya şu vardır bu vardır, yani dediğim gibi
kabul edilebilir hataların dışında bu böyledir. Kavun değil ki
koklayasınız. Herkesi de bir imtihanla alamıyorsunuz. En
düzgün işleyen kurumdur. Bilgi olarak soruyorsanız, bilgi
olarak soruyorsunuz, işte bellidir. İlan ederler, o ilanın
içerisinde hangi meslek kökenlerinden veya fakültelerinden
alacaklarını söylerler. Son yıllarda buna işletme falan da dahil
edildi yanılmıyorsam. Yine belli birtakım asgari olmazsa olmaz
şartları vardır. Mesela bir lisanı en azından mükemmel
derecede konuşup yazma meselesi, o ölçü dış işlerin kendine
ait uzun yıllar içinde oluşmuş bir ölçüsü vardır. Yazılı imtihanı
vardır. Sözlü imtihanı vardır. Bana göre, bundan daha önemlisi
uzun yıllar bu çok ihmale de uğradı, Türkiye’nin genel
konjönktürü de Türkiye’de ihmale uğradı ama Dışişleri neyseki
bu hatadan döndü veya bunu bir şekilde daha iyi yapıyorlar
anladığım kadarıyla. Türkçe çok önemlidir. Hepimizin unuttuğu
bir lisan var Türkçe diye. Türkçe’nin iyi ifade edilmesi,
yazılması bugün bana göre önemli bir şey oldu. Bu
Dışişleri’nde de birinci vurgu haline geldi. Üniversitenin
bilgisine sunuyorum bunu. Birçok arkadaşımız geliyor,
mükemmel yabancı lisanları var. Birçoğunun uluslararası
tecrübeleri var. İşte üniversitelerde okumuş, uzun yıllar
dışarıda kalmış olanlar var. İmtihanı kazanıyorlar fakat
Türkçe’yi ifade edemiyorlar. Bu mesleğin silahı, aracı, ekmeği,
maması, lisanı yazma çizme konuşmadır ve kendi dilini iyi
305
ifade edemeyen insanların yabancı dili iyi kullanmaları falan
mümkün değildir. Yani bazen dinlersiniz uzun uzun çok
düzgün cümlelerin arka arkaya sıralandığını ama içinde hiçbir
şey söylenmediğini fark edersiniz yabancı dilde. Çünkü kendi
dillerini düzgün konuşup yazamazlar. Onun için Dışişleri’ne
girmeyi düşünen insanların, arkadaşlarınızın özellikle
kompozisyon
kabiliyetlerini,
kelime
haznelerini
falan
geliştirmelerinde çok büyük fayda var. Tabi sizden istenen
birtakım şeyler vardır. İşte hukuktan, uluslararası politikaya
kadar, hukukun bazen çok detaylarından. Bana mesela borçlar
hukuku ile ilgili soru gelmişti imtihanda ve tabi güncel bilgi.
Uluslararası ilişkiler bilgisi, bunları sizden isterler ama
onlardan daha önemlisi demin söylediğim gibi kendini ifade
yeteneğidir. Temsil kabiliyetidir. Neticede ülkenizin aynasıdır
bu insan veya ülkenizin göstergesidir. Dışarıya sunduğunuzda,
bir Türk diplomatı demin söylediğim uzun geleneğin üzerinde
birşey ifade etmelidir. Ama şunu söyleyeyim. Egeritaryal,
eşitlikçi bir süreçtir. Kimseye kapalı bir süreç değildir. Dışlayıcı
bir süreç değildir. Her kesimden insanı, özellikle son 15-20
yılda her kesimden insanı, her kökenden insanı orda rahatça
bulabilirsiniz. Önemli olan liyakattir. Neyi, ne kadar iyi
yaptığınızdır.
• Amerika’da Ermeni lobisi veya Musevi lobileri, birtakım
lobiler var. Fransa’da da aynı şekilde. Yani birçok ülkede
dünya siyasetini yönlendiren lobiler var. Türk lobisi olarak
bizim oradaki konumumuz ve etkimiz nedir? Fransa’da
olsun, Amerika’da olsun, bu konuyu merak ediyorum.
Derecemiz, yatkınlığımız ne kadardır?
306
(BAYAR) Lobinizin kuvvetli olması için başka bütün unsurların
yanında oy verebilme imkanı olmalıdır. Yani eğer bir ülkede
yaşayan insanlarınız oy vermiyorsa o ülkede, onların hiçbir
ağırlığı yoktur. Sadece gürültü yaparlar. Hatta problem de
olurlar o ülkeler içinde. Her zaman da ilk hedef haline gelirler.
Bakın Almanya’nın, büyük bir siyasi akımının, yani sosyal
demokratların Alman siyasetinin en önemli iki ana akımından
biri olduğunu söyleyebiliriz. Önemli ölçüde liberallerin ve hatta
şimdi yeni bir fenomen, çok da önemsediğim bir fenomen,
Yeşiller
Hareketi’nin
Türkiye
meselesi
ile
kendi
meseleleriymişçesine yani kendi iç meseleleriymişçesine
ilgilenmeye başlamaları ve Türkiye’ye başka bir gözle
bakmaya başlamaları, Türkler’in artan oranlarda oy vermesiyle
doğru orantılıdır. Tabi adam oy veriyor. Oy vermiyorsanız
sayılmıyorsunuz. Amerika’da da böyledir. Her yerde de
böyledir. Yani şimdi Türkiye’de mesela 500 bin Afganlı oy
veriyor olsa, Türk vatandaşı olarak ve ciddi bir Afgan meselesi
geliyor Türkiye’nin gündemine. Yani Afganistan’daki hadiseler,
sizin iç hadiseleriniz haline gelir. Bu bağlamda ben birşey
söyleyeyim lobilerin neden nasıl çalışacağını görebilmek için,
lobi sadece örgütlü bir kurum değildir. Bir sosyal fenomendir
de aynı zamanda. Bakın Türkiye için, Kıbrıs’ı özellikle bir
yerde tutuyorum ama ayrıdır, Bosna meselesi, Kosova
meselesi, Karabağ meselesi, Kuzey Irak meselesi, Türkmenler
ve Kerkük meselesi, Azerbaycan meselesi, KarabağAzerbaycan meselesi, Batı Trakya meselesi, bunlar birer dış
politika konusu değildir. Bunlar birer iç politika konusudur.
Bunlar bizim mutfak sohbetimizdir. Büyük bir bölümü
Kafkaslar’dan, Balkanlar’dan ve Ortadoğu’dan savrularak
buralara gelmiş, anavatanına gelmiş insanlar beraberlerinde o
307
bağlarını da getirdiler. Bunlar yüreklerini dağlayan
meselelerdir. Yani yabancıları, özellikle Bill Clinton, ki bakın bir
Amerikan Başkanı’nın ne kadar belirleyici olabileceği Bosna’da
görülmüştür, bütün Avrupa bu işin üstüne yatıp oradaki
mezalimi seyrettiği sırada bir şey yapma imkanı yoktu.
Amerikan Başkanı meseleyi böyle görüp, bir insanlık sorunu
olarak görüp, değerlendirip müdahale etti. Ama ona bir takım
şeyler anlatıldı. Bu ülkenin siyasetçileri ve liderleri sadece
parlamentoda oylama yapılacağı gün hadi sizi serbest
bıraktım, şunu diyeyim, bunu diyeyim diyemezler.
Gideceklerdir, deminden beri söylemek istediğim oydu.
Gideceklerdir, bu meselede birinci derecede belirleyici rol olan
diğer liderleri eğer çok da dost ahbaplarsa, ikna edeceklerdir.
Bir anektod anlatayım. Rahmetli Özal ameliyat için Amerika’ya
gitti. O sırada yeni bir hükümet vardı Türkiye’de. DYP-SHP
koalisyonu vardı. Yeni hükümet mi, Özal mı idare edecek
Türkiye’yi sorusu bir sorundu yani. Ve neticede anlaşıldı ki
yeni hükümet kendi ağırlığını rahmetli Özal’a karşı kabul
ettirecekti. Ve Özal ameliyata gitti. 11 gün randevu bekledi Bill
Clinton’dan. 11 gün. Şimdi ben Özal’ı kabul edersem, hem de
Cumhurbaşkanı adam, Özal’la görüşürsem mevcut hükümet
rahatsız olur mu olmaz mı? Birtakım hesaplarını yaparken
hariciye devreye girdi, bu randevu alındı. Böyle 10-15
dakikalık bir randevu olacaktı ama ne oldu? Rahmetli Özal
burada elle çizdirdiği, o anda harita bulamadığı için, bir haritayı
götürdü Bill Clinton’un önüne koydu. Bunu o toplantıya
katılanların ifadesinden anlatıyorum. Yazıldı çizildi bunlar ve o
arada Bosna’yı işaret ederek 1993 senesinde neden Bill
Clinton’un ve Amerika’nın Bosna’da Boşnaklar’ın ve
Hırvatlar’ın, Sırplar tarafından mezalime uğrayan Boşnaklar’ın
308
ve Hırvatlar’ın yanında bu işe müdahale etmesi gerektiğini
anlattı harita üzerinde ve dedi ki: Bak burası bir kırılma
noktasıdır. Burada bir insanlık faciası var. Hıristiyanlık’ın
Müslümanlık’ın kırgın bir fay hattıdır bu, birleştiği bir temas
noktasıdır. Bir insanlık faciasıdır. Çok kültürlü, çok sesli
Avrupa’yı müdafaa ederken, bunun içinde Müslüman bir
Bosna’yı yaşatmayacak olan bir Avrupa, senin Amerikan
siyasetinin içine nasıl oturur? Bunları anlattı, 15 dakika için
planlanan görüşme bir saate yakın sürdü. Ve Clinton’un kendi
hatıratını bugün okuyanlar diyeceklerdir ki o Türkiye’nin önemli
hatıratlarındandır uluslararası ilişkilerde. David Oven, o
zamanki Avrupa Birliği müzakerecisi ve İngiltere’nin ve Avrupa
Birliği’nin Bosna temsilcisi; Richard Hallbork Amerika’nın
Bosna temsilcisi ve Dayton Anlaşması’nın mimarı. Bu iki
hatıratı çok dikkatli okumak lazım. Orada Türkiye’nin ve
Türkiye’yi o yollarda idare eden insanların, Özal’ın, Demirel’in
vs. belirleyici rollerini görüyorsunuz. Tabi son nihayetinde
Clinton yeni çıktı. Buralara gidin bakın, buralardaki adamların,
bir başka dünyanın da temsilcisi olarak gördükleri Türkiye’nin
gelip o başka dünyanın meselelerini ve hassasiyetlerini
kendilerine nasıl anlatabildiklerini görün. Siyaset ve diplomasi
de bunun için var. Yani buradan hemen gireyim ve bir şey
daha söyleyeyim, polemik de olabilir ama söyleyeyim.1 Mart’ta
Türkiye’yi böyle cami avlusunda bırakılmış bir çocuk gibi, bir
tezkerenin bilinmez neticesi ile karşı karşıya bırakan siyasi
iktidar vebal altındadır. Eğer hayır dedirtecekse ve hayır
durumu var idi ise neden Amerika’ya evet gibi bir izlenim
verdiler? Amerika’ya evet dersiniz, evetinizin arkasında
durursunuz. Veya herhangi bir kimseye hayır dersiniz,
hayırınızın arkasında durursunuz. Türkiye’nin ve Türk
309
diplomasisinin değişmez bir vasfı vardır. Maalesef bu vasıf
aşılmıştır. Ahde vefa denen meselede sözüne güvenilir bir
ülkeydi Türkiye. Türkiye bir şeye evet dedi mi evet, hayır dedi
mi de hayırdı. Biz bunu bıraktık bu meselede. 1997’de, biraz
evvel Rektör’ünüze de yemekte bunu anlattım, hareket olarak
onu anlatmamı istedi. Onun için anlatayım. 1997’de zamanın
Clinton yönetimi, Ankara’ya, zamanın savunma bakanı
Cohen’i gönderdi. ‘97 dikkat buyurun. Ve özel bir mektupla
gönderdi Clinton Cumhurbaşkanı Demirel’e. Ben o zaman
onun danışmanıydım, o toplantıda vardım ve açıkça ‘97
senesinde de Cohen bütün körfezi dolaşıp gelmişti. Dedi ki biz
Saddam meselesini halletmeye karar verdik. Ve ülkenizden
kara birliklerini sevk edecek bir izni vermenizi istiyoruz. Açıkça
hem mektupta, hem sözlü. Sayın Murat Yetkin’in ‘Tezkere’
diye bir kitabı yayınlandı, mutlaka tavsiye ediyorum. Birinci
kaynak ve kişi ile belgelerden yazılmış bir kitaptır Tezkere.
Orada
anlatılıyor,
giriş
bölümüdür.
Ve
dedi
ne
düşünüyorsunuz? Buna sayın Demirel’in, o zaman 50 yıllık
birikiminin tecrübesinin, devlet adamlığının da yardımı ile
verdiği cevap önemlidir. Dedi ki; bakın ben 1967’de Bağdat’a
gittim. Hasan Ali, Bağdat’ın, Irak’ın devlet başkanıydı, onunla
görüşüyorum. Resmi görüşme sırasında çok arkalarda birisinin
bir masada tek başına oturup puro içtiğini gördüm ve bu beni
rahatsız etti, rencide de etti. Ben burada devletin başkanı ile
görüşürken aynı odada nasıl olur diye. Çıkarken o zamanki
sefirimize sordum. O da bana dedi ki asıl olan budur. Bunun
adı Saddam Hüseyin’dir. O Hasan El Bakri’nin kuzenidir.
Ülkeyi asıl bu idare eder. Yakında da bu geçecek başa dedi.
Ve Demirel bu anektodu anlattıktan sonra Cohen’e döndü, bak
dedi, sayın bakan, benden bunu isteyemezsin, ben bunu
310
yapamam. Türkiye böyle bir şey yapamaz. Böyle bir şey
yapmanızı size de tavsiye etmem. Ortadoğu’yu birbirine
katarsınız, altından kalkamazsınız. Eğer yapabiliyorsanız
bugün Saddam’ın arkasında puro içen adamı bulun, o
meseleyi halleder dedi. Şimdi Amerikalı da bunu aldı, ne
rencide oldu, ne gücendi, ne kızdı. Bunu da değerlendirdi ve
yapmadılar o operasyonu. Clinton yönetimi yapamadı,
yapmadı. İyi bir değerlendirme yaptı. Sonuçlarının vahim
olacağını gördü herhalde veya Türkiye’siz yapamayacağını da.
Türkiye’siz yaptığı takdirde neler olabileceğini değerlendirdi.
Yani şunu söylemek istiyorum. Siz hayır derseniz, arkasında
durursunuz. Onu da izah edersiniz. Kendi kamuoyunuza da
izah edersiniz. Evet dediğiniz takdirde de, eveti, her şeye
rağmen o eveti parlamentonuzdan geçirmeye mecbur
olursunuz. Kamuoyunuzu da demin söylediğim gibi o evetin
arkasına koymaya mecbur olursunuz. Neden? Çünkü evet
dediğiniz zaman da, hayır dediğiniz zaman da onun
sonuçlarını ölçmekle mükellef olan sizsiniz kamuoyu değil.
Bugün Kuzey Irak’ta geri döndürülemeyecek bir süreç neticeye
bundan birkaç sene sonra ulaşırsa ve bu Türk çocuklarının da
yeniden Kuzey Irak operasyonları ile canına mal olacak olursa
bunun sorumluluğunu, o gün hayır diyenler mi alacak, evet
diyenler mi alacak? Siyaset, diplomasi ve siyaset, hiç öyle
siyah beyazla ifade edilebilecek meseleler değildir. Dediğim
gibi yüzde 51’le 49 arasında, 49’u seçebilmek ve onu
anlatabilmektir. Liderlik de odur.
311
Download