Şeyh Abdullah Yolcu DAVETÇİYE NOTLAR Allah‟a Davette Selef-i Salihînin Metodu Hamd, Alemlerin Rabbi Allah’adır. Salât ve selâm; Rasûlullah’ın, ehlinin, sahabesinin ve kıyamete kadar onları dost edinen herkesin üzerine olsun. Gerçek İslam‟ı tebliğ etmek, insanlara hak dini öğretmek ve saf tevhidi yaymak; işte bu, Allah Teâlâ‟ya davet demektir. Allah‟a davet, amellerin en değerlilerinden ve ibâdetlerin en üstünlerinden biridir. O, nebi ve rasûllerin en büyük ve en seçkin özelliklerinden, Allah‟ın salih ve muttaki dostlarının ve seçkin kullarının en bariz görevlerinden biridir. Nitekim Allah Teâlâ, onlardan söz ederken şöyle buyurmaktadır: ﴾ اا إِمنَّمنِمي ِم َو ْنال ُن ْن لِم ِم ي َو صالِمحًالا َو﴿ َو َو ِم َو﴿ َوع ِم َو َو َو﴿ َو ْن َو ْن َو ُن َو ْن ًال ِم َّم ْن َود َوعا إِملَوى “Allah‟a davet eden, salih amel işleyen ve: „Şüphesiz ben, Müslümanlardanım.‟ diyen kimseden daha güzel sözlü kim olabilir?” [Fussilet, 33] Allah‟a davet görevini üstlenenlerin yükü çok ağır ve sorumlulukları çok büyüktür. Çünkü onlar, çok değerli ve çok ulvî bir konumda bulunmaktadırlar. Zira onlar, peygamberlerin vazifelerini yerine getirmektedirler ki o, vazifelerin en üstünü ve en şereflisidir. Hatta o, bu hayattaki en yüce ve en ulvî gayedir. Nasıl olmasın ki? Zira o, yalnızca Allah‟a ibadete ve O‟na hiçbir şeyi ortak koşmamaya davettir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: ﴾﴿ن َو﴿ َو ا َورْن َوس ْنلنَوا ِم ْن َو ْنلِم َو ِم ْن َور ُنس ٍلا إِم َّم نُن ِم ي إِملَو ْني ِم َونَّم ُن َو إِملَو َو إِم َّم َونَوا فَوا ْنع ُن ُند ِم “Senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki ona: „Benden başka hak ilâh yoktur, öyleyse yalnız Bana ibâdet edin!‟ diye vahyetmiş olmayalım.” [Enbiya, 25] Allah yolunun davetçileri, ümmetin en seçkin zümresidir. Çünkü üstlendikleri davet görevi; onların, insanların izinden yürüyeceği üstün ve örnek birer şahsiyet olmalarını ve insanlara her konuda önderlik etmelerini gerektirmektedir. Nitekim Allah Teâlâ, davetçilerin önderi ve efendisi Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem hakkında şöyle buyurmuştur: َو ااآل َور َو﴿ َو َو َور ِم َو َو﴿ ْناليَو ْن َو ان يَورْن ُنج ِم ُن ْنس َو ٌة َو َو نَو ٌة لِم َو ْن َو َو ان لَو ُن ْن فِمي َور ُنس ِما لَو َو ْند َو َو ﴾َو ثِميرًالا “Andolsun ki Rasûlullah, sizin için, Allah‟a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah‟ı çok zikredenler için güzel bir örnektir.” [Ahzâb, 21] Dolayısıyla da davetçilerin, sorumlulukları kadar görevleri de çoktur ve büyüktür. Onlar, ahlak ve erdem bekçileridirler. İnsanların hal, hareket ve gidişatları üzerinde kontrol vazifesi üstlenirler. Onlar, toplumun aynasıdırlar ki Müslümanlar, bu aynada kendilerini görürler. Bu sebeble davetçiler, toplumları için güzel birer örnek olmalıdırlar. Davet ettikleri ilkeleri kendi hayatlarında uygulamalı ve onların izleri attıkları her adımda görülmelidir. Çünkü davetçinin dini dosdoğru yaşaması, Rabbiyle olan bağının kuvvetli olması ve güzel ahlakı, İslamî kimliğin özünü yansıtır ve kalpleri cezbeder. Böylece o, insanların iman etmesi ve davetçiyi örnek almasında belirleyici bir faktör olur. Mü‟minlerin annesi Âişe radıyallahu anha‟nın, kendisine, davetçilerin önderi Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem‟in ahlakı sorulduğunda verdiği cevap ne kadar güzeldir: “Onun ahlakı, Kur‟ân idi.” [Müslim] Sanki o, bu cevabıyla Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem‟in şahsını, Kur‟ân-ı Kerim‟in çağırdığı ve insanî ilişkilerde uyulmasını istediği üstün ahlakın ve yüce erdemlerin somut bir örneği olarak vasfetmiştir. O halde İslam davetinin yayılması için, bakışları üstüne çekecek ve kalpleri cezbedecek örnek şahsiyetlere ihtiyaç vardır. Bu sayede insanlar, onlardan gerçek İslam‟ı öğrenir ve benimserler. Nitekim salih selefimizin, tüm insanlığa İslam davetini duyurma vazifesini üstlendikleri zaman yaptıkları da buydu. Kendini Allah‟a davet görevine adayan örnek şahsiyet, bütün işlerinde İslam ahlakını kendine prensip edinmelidir. Her türlü işinde ve sözünde ihtiyatlı davranmalıdır. Çünkü onun etrafında bulunanlar, ona daima açık arayan bir eleştirmen gözüyle bakarlar. Her hareketini onun aleyhinde değerlendirirler. Çünkü onların gözünde o, örnek alınacak bir modeldir. Allah Teâlâ, bu ümmete, içlerinden hak dine davet vazifesini yerine getirecek bir grup hazırlayıp oluşturmalarını farz kılmıştır. Bu hazırlık, basit bir iş değildir. Aksine yoğun çalışmalara ve uzun süreli fedakârlıklara ihtiyaç duyar. Bu nedenle bu önemli vazifeyi yerine getirecek kimselerin özenle seçilmesi, eğitim ve öğretimden geçirilmesi şarttır. Çünkü davetçinin, sadece âlim olması ya da sadece güzel bir konuşmacı olması tek başına yeterli değildir. Aynı şekilde sadece ince, kibar ve sevilen biri olması da yeterli değildir. Aksine onda bütün bu özelliklerin bir arada bulunması şarttır. Hatta o, vazifesini en mükemmel şekilde yerine getirebilmesini sağlayacak olan nebevî hasletlerin hepsine birden sahip olmalıdır. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, daveti insanlara nasıl ulaştıracağımızı ve dini nasıl tebliğ edeceğimizi bize öğretmiştir. Bunu öğrenmek isteyenler için onun hayatında pek çok ders ve ibret vardır. Dolayısıyla da selef akîdesine davet eden kimselerin, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in davet metoduna uymaları, onu esas almaları ve ondan ayrılmamaları gerekir. Şüphe yok ki onun metodunda Allah‟a davet üslubunun nasıl olacağı konusunda yeterli ve tatmin edici bilgiler vardır. Ki bu bilgiler sayesinde davetçiler, insanların sonradan uydurdukları ve Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem‟in yöntem ve uygulamalarına aykırı olan metotlara başvurmaya ihtiyaç duymazlar. Bugün bütün dünya, davet konusunda peygamberlerin metodunu kavramış, Allah Rasulünün izinden giden, İslam‟ı ve onun eşsiz öğretilerini yaymaya gayret gösteren ve bunu hayatlarının temel gayesi edinen, bu yüce vazifeyi Allah Teâlâ‟ya yakınlaşma vesilesi sayan, hak dine ve saf tevhide davetle yeryüzünü aydınlatmayı amaçlayan samimi davetçilere ve hakiki âlimlere muhtaçtır. Nitekim selef-i salihîn de böyle yapmış, hak dine davetle yeryüzünü aydınlatmış, insanları karanlıklardan çıkarıp aydınlığa kavuşturmuş, dünyayı adalet, medeniyet ve ilimle doldurmuşlardır. Onlar, Allah Teâlâ‟nın da buyurduğu gibi, insanların yararına çıkarılmış en hayırlı ümmet olmuşlardır. Saadet, hakimiyet ve önderlik onların olmuştur. İmanları, ihlasları ve hakka uymaları sayesinde İranlılara ve Bizanslılara galip gelmişler, Kisraların ve Kayserlerin tahtlarını sallamışlardır. İşte bundan dolayıdır ki hak davetçilerinin, Allah‟a davette salih selefimizin yolunu izlemeleri, bununla birlikte zaman ve mekân farkını da göz ardı etmemeleri gerekir. Davetçi; bazen vaaz, nasihat ve telkinleriyle elde edemediği neticeyi hal ve hareketleriyle, davranışlarıyla elde ederek insanları kazanır. Allah’a davet sorumluluğunu üstlenmiş bir örnek olma yolundaki davetçinin, her şeyinde İslam’ın ahlakıyla ahlaklanması, davranışlarına dikkat etmesi ve ihtiyatlı olması bir zorunluluktur. Diğerlerinin gözünde ittiba mercii (takib edilen kişi) olacağından tüm hal ve hareketlerinin gözlem altında olacağını düşünmelidir. Allah’a davette en güzel yollardan biri, insanlara örnek olarak onları etkilemektir. İnsanların çoğu duydukları her şeyi kabul etmemekte, karşılarında buldukları canlı örneklere tâbi olmaktadırlar. Nasıl olmasın ki Allah Teâla, Rasûlüne, önceki peygamberlere uymasını emretmiştir, “İşte o (Peygamber)ler, Allah‟ın hidayet ettiği kimselerdir. Sen de onların yoluna uy...” (En’âm, 90) Peygamberlerin görevi nedir? Kimler bu görevi üstlenebilir? Görevlerin en şereflisi ve en üstünü rasûllerin görevidir. Çünkü onların görevi eşi ve benzeri olmayan Allah’a davet etme görevidir. “Senden önce hiçbir rasûl göndermedik ki ona, „Benden başka ilah yoktur; şu halde bana kulluk edin.‟ diye vahyetmiş olmayalım.” (Enbiyâ, 25) Bütün peygamberler Allah’a davet etmede birdirler. Ve gelen her peygamber kavmini şu sözlerle davete başlıyordu: “...Ey kavmim! Allah‟a ibadet edin, sizin O‟ndan başka ilâhınız yoktur...” (A’râf, 59) Peygamberlerin gelmesi Rasûlümüz Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem ile son buldu. O’ndan başka bir peygamber de gelmeyecek. Bu yüzden bu büyük görevi (Allah’a davet görevini), O’na tâbi olanlar üstlenecek ve basiretli bir şekilde, (saplantıya düşmeden) ilim ve şuurla hareket ederek Allah’a davet etmeye devam edeceklerdir: “De ki: İşte bu, benim yolumdur. Ben ve bana uyanlarla bir basiret üzere Allah‟a çağırıyorum. Allah‟ı (ortaklardan) tenzih ederim. Ve ben, ortak koşanlardan değilim.” (Yûsuf, 108) Peygamberlerinin görevleriyle kaim olanlar davetçilerdir; iyiliği emreder, kötülükten menederler (Emr-i bi’l-mâruf Nehy-i ani’l-münker). Onlar peygamberlerin mirasçılarıdırlar: “(İnsanları) Allah‟a çağıran, iyi iş yapan ve „Şüphesiz ben müslümanlardanım.‟ diyenden daha güzel sözlü kim vardır?” (Fussilet, 33) Bu dinî esastan ve anlayıştan hareket eden ve hedeflenen ıslahı gerçekleştirmede faydalı olacak olan bu kadar önemli ve büyük bir görevi üzerine alan davetçilerin, birtakım sıfatlarla (özelliklerle) donanmış olmaları gerekir. Davetçide bulunması gereken bu özellikler şunlardır: İhlaslı olmak, gösterişten kaçınmak “Ameller niyetlere göredir, herkes niyetinin karşılığını alacaktır...” (Buhârî, Müslim) hadis-i şerîfi doğrultusunda her davetçinin niyetini iyileştirmesi gerekir. Çünkü niyet, amellerin başıdır ve onlara nitelik kazandıran yegâne unsurdur. Davetçi, karşılığını dünyada alacağı hiçbir gaye gütmeden insanları samimiyetle davet etmeli ve niyetini temiz (halis) tutmalıdır: “(Halbuki onlar) dini yalnız Allah‟a halis kılarak (ihlasla) kulluk etmekten başkasıyla emrolunmadılar.” (Beyyine, 5) Salih âlimlerimiz “İlim amelle, amel de ihlasla değer kazanır. Allah’a karşı ihlas, kişinin anlayış sahibi olmasına vesiledir.” diye ne güzel söylemişler. İhlas; amel, söz, fiil ve kavlinde sırf Allah rızasını gözetmektir. Bu sebeble ihlaslı bir davetçi; yağcılık, göz boyama (gösterişten/riya), boş laf söyleme vb. gibi Allah’ın rızası gözetilmeyen davranışlardan kesinlikle sakınmalı, uzak durmalıdır. Çünkü bu davranışlar ameli boşa çıkarmaktadır. Yüce Allah da sadece halis amelleri kabul eder. Davetçi, Ebû Hureyre radıyallahu anh’ın rivayet ettiği ve Cehenneme girecek üç sınıfı anlatan şu hadisi her zaman hatırlamalıdır: “...İlim öğrenen, öğreten ve Kur’an okuyan biri -Allah’ın huzuruna- getirilir. Kendisine verilen bu nimet bildirilir, o da bilir. (Allah Teâlâ) ona, “Ne amel ettin?” (diye sorar). O da “İlim öğrendim ve öğrettim. Senin için Kur’ân okudum.” der. (Allah azze ve celle:) “Yalan söyledin, bu âlimdir denilsin diye ilim öğrendin ve denildi, kurrâdır denilsin diye Kur’ân okudun ve denildi.” buyurur ve yüzükoyun Cehenneme atılmasını emreder...” (Müslim) Bu hadisi özellikle Allah davetçileri iyi düşünmelidir. Bu adamın akibetine uğrama korkusu insanın kalbini ürpertiyor! Ebû Hureyre radıyallahu anh bu hadisi rivayet ettiğinde şiddetle irkilir, korkudan dehşete kapılır, ancak bir süre sonra kendine gelirdi. Muâviye radıyallahu anh da bu hadis kendisine anlatıldığında, helak olacağı zannedilecek kadar ağladı. Kitap ve Sünnet’ten ilim edinmek Peygamberlerin yolunu takip eden davetçilerin Kitap ve Sünnet’ten sahih ilim edinmeleri gerekir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Âlimler, peygamberlerin varisleridir. Şüphesiz peygamberler, (miras olarak) ne dinar ne de dirhem bırakmışlardır. Onlar ancak gerilerinde ilim bırakmışlardır. Kim ondan alırsa gerçekten yeterince nasibini almış olur.” (Tirmizi) Diğer bir hadislerinde de “İlim edinmek her müslüman üzerine farzdır.” (Beyhaki) buyurmuştur. Bu hadisteki emre tüm müslümanlar muhatab olduğuna göre, insanları sahih çizgiye yönlendirmeye çalışan kimseler için ilim öğrenmenin daha öncelikli farz olduğunda şüphe yoktur. İnsan, bilmediği bir yola nasıl davette bulunur ki? Bunun için eskiler, “Zâyidar, ne versin ki?” demişlerdir. Aksi takdirde Kitap ve Sünnet gibi sahih kaynaklara dayanmayan, kulaktan dolma bilgilerle insanları Allah’a davet edenler; bilerek veya bilmeyerek Allah’a iftira atma tehlikesiyle karşı karşıya kalırlar. İlimle amel etmek Bu, sahih ilmin tabiî bir ürünüdür. Amelsiz ilim, meyvesiz ağaç gibidir, işe yaramaz. Allah Teâlâ mü’minleri bundan sakındırmıştır: “Ey iman edenler! Yapmayacağınız bir şeyi niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyi söylemeniz, Allah katında şiddetli bir buğza sebep olur.” (Saff, 2-3) Yine bir ayette Allah azze ve celle ilim edinip de amel etmeyenlerin durumunu, kitap taşıyan bir merkebe benzetmiştir: “Tevrat'la yükümlü tutulup da onunla amel etmeyenlerin durumu, ciltlerce kitap taşıyan merkebin durumu gibidir. Allah'ın âyetlerini yalanlamış olan kavmin durumu ne kötüdür! Allah, zalimler topluluğunu doğru yola iletmez.” (Cumâ, 5) Kur’ân’da, yahudiler bildikleri halde amel etmediklerinden dolayı “Mağdûb/gazaba uğrayanlar;” hıristiyanlar ise ilimsiz amel ettiklerinden dolayı “Dâ’llîn/sapıklar” olarak yer alırlar. Müslüman olarak amellerimizde ve namazlarımızın bir rek’atında bile olsa onların yoluna uymaktan Allah’a sığınır; bizi dosdoğru yoluna, -Kur’anî ifadeyle- “Sırât-ı Mustakîm”e iletmesini niyaz ederiz: “... Bizi (Sırât-ı Mustakîm‟e) dosdoğru yola ilet. Kendilerine nimetler verdiğin kimselerin yoluna, gazaba uğramış ve sapmışların yoluna değil!” (Âmin) (Fatiha, 6-7) Müslümanlar, yanlış amellerde bulunmaktan her zaman sakınmalı, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şu hadisini daima hatırında tutmalıdır: “Kıyamet günü bir adam getirilir, ateşe atılır ve bağırsakları dışarı fırlar. O haliyle merkebin değirmeni döndürmesi gibi döner. Bu arada cehennem halkı etrafında toplanarak “Ey falanca! Halin ne? Sen dünyadayken iyiliği emredip kötülükleri menetmiyor muydun?” diye sorarlar. O da şöyle cevab verir: “Sizlere iyilikleri emrederdim ama kendim bunlara yanaşmazdım, size fenalıklardan uzak durmanızı söylerdim ama onları ben yapardım.” (Münzirî) Davette Peygamberlerin yolunu takip etmek Peygamberler insanları davet ederken Allah’ın kulları üzerine hakkı olan tevhidi açıklamayı öncelikli bir esas kabul etmişlerdir. Onların davet ettikleri bu gerçekler nasıl vahye dayanıyorsa, davet metodları da vahye dayanmaktadır. O halde davetçinin de bu yolu izlemesi gerekmektedir. Bu metod insanları öncelikle tevhide davettir. O’ndan başka kulluk yapılacak tüm ilahları peşinen reddedip yalnız Allah’a kul olmak, yani gerçek bir iman... İşte bu, Muaz b. Cebel hadisinde belirtilen Allah’ın kulları üzerindeki hakkıdır. Bu konu Kur’ân’da da özellikle işlenen ve çok önemli bir konudur. Çünkü bunun gerçekleşmesi Cenneti, gerçekleşmemesi ise Cehennemi ifade etmektedir. Yani imtihanı kazanmanın tek anahtarı... Ancak bu gerçekleştikten sonra ameller bir nitelik kazanır. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bu gerçek için Mekke’de 13 yıl acılara göğüs gerdi. Bütün kabileleri, aşiretleri ve hac zamanı Kâbe’de toplanan insan kitlelerini, sadece Allah’ı bir ve üstün tanımaya ve O’ndan başka ibadet etmekte oldukları her şeyi terk etmeye çağırıyordu. “Allah’tan başka hiçbir hak ilah yoktur / Lâ ilahe ill’allah” kelimesinin kalplere işlenmesi ve beyinlere yazılması için hiç durmadan ve adeta kendini helak edercesine davet ediyordu. İşte bu nokta, tüm Peygamberlerin davetinin merkezini teşkil etmektedir. Acaba neden, Rasûlullah sallahu aleyhi ve sellem’in Mekke’de sahabesini eğitmesinin temel ve hatta tek noktası bu oldu? Çünkü mükelleflerin yapmakla sorumlu oldukları emir ve yasakların (tekâlifin) uygulanabilmesi ve halklar bazında kabul edilebilmesi için egemen bir güce, bir devlete ihtiyaç duyulmaktaydı. Böylesi bir şeyi gerçekleştirmek ise köklü bir yapıyla mümkündü. O halde tüm sıkıntılara göğüs gerebilecek sağlam bir yapının oluşması gerekiyordu. Böyle bir yapının oluşabilmesinin ilk şartı ise güçlü bir akideydi. İşte bedeli ödenmiş 13 yıllık bu tevhid eğitimi, müstakbel İslam devletinin temellerini oluşturacak, böylece tekâlif (mükellefiyet) hükümlerinin uygulanabilmesine zemin hazırlanmış olacaktı. Bu, İslam toplumunun neş’eti (yayılması/genişlemesi) için bir ortam hazırlığıdır. İslam ordusunun yaptığı fetihlerde ve İslam’ın yayılmasında, Mekke’de Dâru’l-Erkâm’da almış oldukları tevhidî terbiyenin büyük payı ve bereketi vardı. Davetçi, Müslümanların tağut karşısında direnebilmeleri için, işe önce tevhid ilminden başlayıp kalplerde kuvvetle yerleşmesine gayret etmelidir. Ancak, ilmî hiçbir dayanağı olmayan, coşkuyla ve ateşle galeyâna gelen grup ve grupçukların Nebevî davet metoduyla bağdaşır yanı yoktur. Allah’a davette hikmet yolunu tutmak “(Ey Muhammed) Sen Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et...” (Nahl, 125) “De ki: İşte bu benim yolumdur. Ben, bana uyanlarla birlikte bir basiret üzere Allah‟a çağırıyorum...” (Yûsuf, 108) Bu vazife adına ortaya çıkacak herkesin, hikmetle ve güzel öğütle davet etmeleri ve rasûllerin, kavimlerini Allah’a çağırırken kullandıkları metoda bağlı kalmaları -yukarıda belirttiğimiz gibi- bir zorunluluktur. İnsanlara, nezaketle muamelede bulunmalı, onlara güzel sözler söylemeli, şefkat kanatlarını açmalı ki kalpler ona dönsün ve onun davasını sevsin. Allah’a isyanın artması, O’nun sınırlarının tanınmaması ve günahlarıyla övünen kimselerin varlığı; dini üzerine titreyen kişiyi endişelendirir, acı içinde bırakır. Fakat yine de hikmetle muamele esasını terk etmemeli ve fenalıkların giderilmesinde tatlı dille güzel bir tavır sergilemelidir. Davetçi; “... Kime hikmet verilirse, ona pek çok hayır ve üstünlük verilmiştir...” (Bakara, 269) ayetine çok itina göstermelidir. Sabırla kuşanmak Hak, zorlukları ne kadar olursa olsun, yolundan gitmekle elde edilir. Hak yolu çileli ve zordur; hiç kimse güllerle bezenmiş olduğunu düşünmemelidir. Bu yolda aşağılanma, alaya alınma, çile ve tehlike vardır. Hiçbir şey bedelsiz değildir, bedel arttıkça mükâfat da artar. Kur’ân, peygamberlerin, kavimlerini Allah’a davet etmede karşılaştıkları türlü zorlukları anlatan örneklerle doludur. Ahirette peygamberler, tâbileriyle birlikte Allah’ın huzuruna geldiklerinde beraberlerinde pek az insan olur. Hatta bazılarının yanında onlara iman eden bir iki kişi ya da kimse bulunmaz. Ama bu onların gayretlerini asla eksiltmemiştir. Bilakis, görevlerini yerine getirmek için var güçleriyle ve yılmadan mücadele etmişlerdir. Toplumlarına nasihat etmişler ve onların kafa tutmalarına, inatlarına ve eziyetlerine sabretmişlerdir. Allah‟a davet adına ortaya çıkan herkes muhakkak “zafere erişecektir” diye bir kural yoktur. Başarı Allah‟ın elindedir. Ne zaman vermeyi dilerse o anda gerçekleştirir. Davetçilerden istenen gayret etmeleridir. “... Sana düşen ancak ulaştırmandır...” (Şûra, 48) “... Bizim vazifemiz, açık bir şekilde Allah‟ın buyruklarını size tebliğ etmekten başka bir şey değildir...” (Yâsin, 17) Çalışmalarının güzel sonuçlarını görmede davetçinin acele etmemesi gerekir. Onun bu tavrı, sabırlılık disiplinini bozar. Daha fazla gayret etmeli, Allah’a güvenmeli ve özellikle bilmelidir ki İslam adına yapılan bir çalışma Allah’ın izniyle sonuç verir. Davetçi; sabrı, güzel ahlakı ve ölçülü davranmayı asla bırakmayacaktır: “Onların söylediklerine katlan ve onları güzel bir şekilde terk et.” (Müzzemmil, 10) Sabır, kuvvetli bir imanın meyvasıdır: “Sabrettikleri ve ayetlerimize kesinlikle inandıkları zaman, onların içinden, buyruğumuzla doğru yola ileten rehberler tayin etmiştik.” (Secde, 24) Davetçi; herkese örnek olmalı, şüpheli şeylere dalmamalı ve lâkayt yerlerden uzak durmalıdır. Dünyayı ayaklarının altına alıp hizmet etmelidir. Dünyaya asla meyletmemeli ve boyun eğmemeli ki insanlar onun makam mevkii ve şöhret peşinde olmadığını anlasınlar. Sözleri ve davranışları arasında da asla çelişki bulunmamalıdır. Yüce Allah hepimizi sapan ve saptıranlardan değil doğru yola çağıran ve doğru yolda bulunanlardan eylesin, yalnızca iyiliklere çağıran nebî ve rasûllerin takipçisi kılsın. (Amin)