,u=rrs • il • • TURNHL/ TİYATRO TA R IK DURSUN K. Dümbüllü İsmail ustaya göre tu lu ât ile Orta O yu nu , aslında a yn ı... Biri sahnede, biri ortada oynanıyor...Gerçekleri de eş: Espri=Orgazm! şeyh Sait isyanı üzerine bir oyunda şeyhin taife­ si rolüne çıkan Adil Gül­ dürücü, oyundan sonra polis yanına gelip, "Mev­ kufsun!” deyince, korku­ sundan düşüp bayılmıştı "(Tiyatroda) espri, bir orgazma benzer. Orgazma damdan düşer gibi varılmaz. Bu, karşılıklı bir uyum işidir. Sevgili ısıtma süresi, sevgiliye ğöre değişir. Tıpkı onun gibi, bir gecenin seyircisini de bazen fazla ısıtmak gerekir. Öteki gecenin seyircisi, zaten ısınmış olur. O zaman uzun boylu uzatmalara gerek yoktur, kıvamı yerinde ise, replik hemen yapıştırılır. Bu, konservatuvarlarda öğrenilmez. Halkla övür olmuş, halkın nabzını elinde tutan halk sanatçısı, onu herkesten iyi bilir. Çünkü, o halkın bir sismografı gibidir." ÖZLÜKLERE göre “tuluât”ın ta­ nımı; “bir metin olmadan akla geliverdiği gibi oynanan oyun” dur. “ Efendim”, diye söze giren Dümbiillü İsmail usta, “Tuluât’a gelince... Tuluât şimdiki gi— bi galiz lisan demek değildjr” der ve ekler: “ Müstehcen laf etmek de değil­ dir” . Tuluâtın da birçok çeşidi vardır. Tuluât, Haldun TANER ("ölürse Ten Ölür, canlar Ölesi Değil”) insanın içinden gelen bir kabiliyettir, her adam tuluât yapamaz. Tuluât, Orta Oyunu’ndan çıkmadır. Biri meydanlarda (Orta Oyunu), diğeri; tuluât, sahnede oynanır. Orta Oyunu' nda Kavuklu ne ise, tuluât’ta da komik odur. Aslında Orta Oyunu ile tuluât da esas taklit­ tir, tuhaflıktır. Haşan Efendi’nin (Kel Haşan) süpürgesi, teneke yuvarlaması onun halkı güldürmek için bir buluşu idi. Orta Oyunu’nda da Pişekâr, elindeki şakşakla ikide bir Kavuklu’nun kafasına vurur. Ha süpürgeyle vur­ muşsun, ha şakşakla, aynı kapıya çıkar. ünlü tuluât ve tiyatro ustalarıyla sahneye çık­ mış ve oynamıştı. Bunlar arasında Kel Hasan’lar, Naşit Bey’ler, ismet Fahri’ler, Muh­ lis Sabahattin’ler ve Dümbüllü İsmail’ler var­ dı. Durmadan turneye çıkarlar, o şehir senin, bu şehir benim dolaşırlardı. Güldürücü, bin­ lerce kez hep aynı role, Bolulu aşçı’ya çıkar, ıspanak yerine ‘ıstapanak’ der, salondaki se­ yircileri gülmekten kırar geçirirdi. Bir ara ken­ di başına da bir topluluk (“Yeni İstanbul Ti­ yatrosu”) kurmuş, bereket yarı yolda topu at­ mış ve Güldürücü de büyük bir borç yükü al­ tına yatmaktan yakasını kurtarmıştı. “Tuluât’ta komik, ekseriya aptal uşak ro­ lüne çıkar. Aptal bir uşağın ne yapması lazım­ sa ve halkı güldürmek için nasıl hareket et­ mesi gerekiyorsa, onu yapar; böyle yapacak ki, halkı güldürsün...” EVVEL ZAMAN İÇİNDE... ZOR İŞ: "ADAMI GÜLDÜRMEK" İGÜRANLARIN ağız ağızadoldurduk­ ları kahveye oturmuştuk. O sade kah------ ve, ben de ıhlamur İçiyorduk. Yeni Me­ lek sokağına yağmur yağıyordu; soğuktu ha­ va, ama kahve sıcaktı. lÜLM EKve güldürmek! İnsan, niçin güler ya da neye güler? Schopenhauu.— er’e göre, gülmenin gerekçesi; uydur­ ma bir kavramla gerçek nesneler arasında va­ rolduğu sanılan bağlantıdaki uyuşmazlığın birden anlaşılmasıdır ve bu da, gülmeyi ya­ ratır. Bergson da dil ile anlatılıp belirtilen gül­ dürücülükle dilin kendisinin yarattığı güldü­ rücülüğü birbirinden ayırır, ikinci durumda, güldüren, dilin kendisidir; dil, bir yerden son­ ra (oyuncu aracılığında) kendi başına bir gül­ dürücülük kaynağı oluşturur. Güldürücülüğün nedenlerinden biri, gü­ lenin; yani, seyircinin tepkisinin bir üstünlük duygusundan gelmesidir. Metin And’a göre; bu, yanılmaca ve gülünç tersinleme (ironie) yoluyla olur. Üstünlük, ya kişilerin özelliğine karşı duyulur ya da olayların gelişmesinde kişilerin yanılmacatanndan, yanılgılarından, bunların olaylar karşısında gözlerinin bağlı ol­ mamasından çıkar. Birinci durumda, kişiler, ortalama bir insana göre gülünçleştirilip aşağılaştırılır. Seyircinin gülmesi işte bu alçal­ tılmış kişiler karşısında duyduğu üstünlük duygusundan, onlarla alay etmekten, onları küçük görmektendir. Orta Oyunu’nda (ve tu­ luât’ta) Yahudi’nin korkaklığı, Rumelilinin gü­ reşte kendini övmesi, Matiz’in atıp tutması, Acem’in böbürlenmesi; Deli, Denyo, Hımhım, Tiryaki, Kekeme, Kambur ve Cüce gibi kişi­ lerin sakatlıklarının alay konusudur. Ama alay çizgisi hiçbir zpman bunun bir kötülük oldu­ ğunu gösterecek kadar ileri götürülmez. Gülmeyi doğuran olayın bir başka yanı da karşıtlıklar, aykırılıklar, saçmalıklarla sağla­ nan beklenmezlik ve şaşırtıcılıktan çıkandır. “Benim hikâyelerim hep eskidir be oğlum, taa fes devrine falan dayanır. Neyse, anlata­ yım da hem dinle, hem de yaz bakalım. Bir tarihte, Bandırma’ya bir gezginci trupla tur­ neye gitmiştik. O ilçenin sarıklı, yobaz, örüm­ cek kafalı bir belediye başkanı vardı. Bizim trup da şenlik mi şenlikli sana! Dört Yahudi karısı bulmuşuz, şarkı söyleyecekler, çalgı­ cılar da cabası tabii. Temsil için önce izin la­ zımdı. Dilekçe hazırladılar, elime tutuşturdu­ lar. Ben o zamanlar gençtim, devir de, dur ba­ kayım; kıyafet kanunundan önceleri galiba. Neden dersen, başkan yobaz, sarıklı marıklı makamında oturuyordu. ‘Ne istiyorsun, deli­ kanlı?’ dedi. ‘ Efendim’, dedim; ‘Tiyatro ola­ rak geldik de, izin için sizi...’ demeye kalma­ dı, ayağa hışımla kalktı ‘Ne? Tiyatro mu?' de­ di. ‘Tiyatro ha? Piyes ha? Zaten bu memle­ kette kıtlıklar, kuraklıklar hep, hep sizin yü­ zünüzden. Tiyatroymuş, piyesmiş! Bu mem­ leketi batıran sîzlersiniz zaten! Çıkarın topu­ nu birden şehirden, çabuk sürün hepsini, gö­ züm görm esin!’ Aman zaman demeye kalmadan jandarma koluma yapıştığı gibi odadan sürümeye baş­ ladı. ‘Kurbanınız olayım reis bey, yapmayın, etmeyin! Biz fakrû zaruret içinde insanlarız. Buraya da sağdan soldan borç alıp geldik, dö­ nüş için bile paramız yok vallahi..!' dedim. ‘Haaayyyt!’ dedi; “ Sus bakayım, sus!’ Zi­ le bastı, başmümeyyizi çağırdı; ‘Yaz’, dedi; ‘Müracaat eden efkâr-ı fıkaradan tiyatrocu Adil’in maaile ve meccanen İstanbul’a şev­ kine...” Söyleşi koyulaştı, yağmur dinmedi; Gül­ dürücü bu kez çay söyledi kendine, ben de sade kahve... “Yıl, 1340'tı,” dedi, başladı yine anlatma­ ya. “ Bir trupla Ankara’ya gittikti. Fakat birden ORTA OYUNU’NDAN TULUÂT’A RTA Oyunu, Karagöz oyununun canlı kişilerle oynanan biçimidir. Oyun ko------ >nuları ve tipleri bakımından da pek farklılık göstermez. Ortada, halkın çepeçev­ re kendilerini seyredebileceği bir meydanda oynandığı için bu adı almıştır. 1870’lerde Batı örneği yeni tiyatro ülkemize geldiğinde kar­ şısında “rakip” olarak geleneksel Karagöz ile OrtaOyunu’nu bulmuştur. Daha sonra Mihael Naum’un yetkililerden aldığı “imtiyaz”la tiyat­ ro oynatma tekeline karşı bir tepki olarak yeni bir oyun türü doğacaktır: Müzikli oyun ve Per­ deli Orta Oyunu... Bunlardan sonuncusu “tu­ luât” adı verilen doğmaca oyun biçimiyle bir­ likte geleneksel ve sağlam yapılı Orta Oyunu’nu perde ve sahne düzenine sokarak bu yeni türü geliştirir. . Olguyu bir de Ahmet Fehlm Bey’den din­ lemelisiniz: “Güllü Agop, operete başlamadan önce her yıl nazırlar ve yüksek kişilere özel müşamereler verirdi. Bir defasında Sadrazam Âli Paşa, yanına çağırtmış, gönlünü almış, tak­ dirlerini bildirmiş, tiyatronun daha da ileri gö­ türülmesini istemiş. “Güllü Agop da ‘ilerlemek için rakipsiz kalmak gerek. Türkçe piyes oynatmak hakkını yalnız bana verirseniz iyi olu r’ demiş. Âli Pa­ şa da ona ‘Başkalarının yapmaması için özel belge’ ile Türkçe piyes temsili hakkını vermiş. Güllü Agop bu nedenle ilanlarındaki ‘imtiyaz-ı mahsus’ cümlesi üzerine yaldızlı bir tuğra oturtmuştu. “ Fakat günün birinde Fasulyeciyan ile araları açıldı. Fasulyeciyan fena kızdı ve kumpanyadan ayrıldı. Elbette aç kalamazdı, oyun oynamak zorundaydı. Ama o yalnız Gül­ lü Agop Efendi’ye verilmişti hak olarak. Ne yapsın? Düşünmüş, taşınmış ve sonunda meşhur Kavuklu Hamdi’yi bulmuş. Kuiekapısı’nda Pirinççi’nin gazinosunu kiralamış ve orada saz için yapılmış küçük sahnede Hamdi ile kitapsız, sulförsüz'Çıngırak’ komedisini oynamıştı. “Bu iş kazanç bakımından Hamdi’nin çok hoşuna gitmişti. Ayrıca, Orta Oyuncusu Abdürrezzak da pandomim ‘Kleon’ gibi bir mak­ yaj ve kıyafet uydurarak adına ‘İbiş’ demişti. Hokkabazın konuşmasıyla Karagöz ve Orta Oyunu konuşmalarını karıştırmış, Orta Oyunu’nun Meydan’ından ve ‘Yeni Dünya sından kurtularak, sahnede dekor içinde Orta Oyu­ nu’nun pusadları (giysi) ile oyun oynamaya başlayınca; iş çığırından çıkarak tuluât’a dö­ külmüş, bu sanat dalı tam anlamıyla ‘vücut’ bulmuştu. KEL HASAN'DAN NİCELERİNE... BDÜRREZZAK’ın pusadçısı (gardıropçusu)nın çırağı olan Kel Haşan ‘sanat’a kendi meşhur unvanı ile Şehzadebaşı’nda Hamdi’den ve ustasından sonra başladı. Özellikle Abdürrezzak saraya alındıktan sonra büyük ün kazandı. Tuluât’ı Haindi icat etmiş, Abdürrezzak tamamlamış, Haşan da taklit ederek bu iyi ya da kötü çığı­ rın kapısını açmışlardır. Yalnız şurası muhak­ kak ki, buna tiyatro denemez. Bu yaptıkları tuluât’ın alaturkasıdır ve perdelisidir.” Adil Güldürücü (yazık ki o da artık yaşa­ mıyor) bu tuluât dünyasının 45 yıl gibi çok uzun bir geçmişine sahip ustalarındandı. En darmadağın olduk, emanet de kaldık mı sa­ na... Derken Ertuğrul Suphi diye birileri sar­ dırdı bize. Heveskerândan. İstiklâl Mahkeme­ leri ile Şeyh Sait isyanı üstüne bir piyes yaz­ mışmış, onu oynayalım diye tutturdu. Boşuz, parasızız. Olur,dedik. Şimdinin Gençlik Par­ kı, o zamanlar Fresko’nun Bahçesi’ydi. Piyesi tasdik ettirdi, ilk geceye çıktık. Tam başlaya­ cağız, ‘Atatürk’le İnönü de geldi, ona göre ar­ tık..!’ dediler. “ Heyecanla başladık biz oynamaya. Ben, Şeyh Sait taifesinden biri rolündeydim. Piye­ se göre, geldim, bir köy muhtarı var; çat çat kapı çaldım, yardım isteyeceğim. Muhtar da karşı Şeyh Sait’e. Attı tuttu tabii, ben de ter­ sini yapıp göklere çıkardım. Ama sözüm bit­ meden Muhtar beni vurdu, sözde öldürdü. Temsil bitti. Biz arkada soyunurken iri ya­ rı, pala bıyıklı bir adam geldi, beni buldu; 'Ben, kısm-ı siyasi’denim. Sen propaganda yaptın, işin bitik, mevkufsun!’ dedi. Korkum­ dan oracığa şak diye düşüp bayıldım, İyi mi?” YARIN: TEKÇE’DEN TURNE ANILARI T<îşıseR!^ı\?Ierd^^tânbuMBeHeğır Taha Toros Arşivi