Perspektif FEBRUAR / ŞUBAT 2010 • Jg./Yıl: 16, Nr./Sa yı: 182 İslam Toplumu Millî Görüş aylık yayın organı “Umre, kendisiyle öbür Umre arasında işlenmiş günahlar için keffârettir.” -Hadis-i Şerif- IGMG Hadsch-Umra & Reisen GmbH Boschstr. 61-65, D- 50171 Kerpen Telefon: +49 (0) 2237 97 46-0 Faks:+49 (0) 2237 97 46 19 www.igmghacumre.com E-Mail: [email protected] BANKA HESAP NUMARASI: IGMG Hadsch-Umra&Reisen GmbH Kreissparkasse Köln Kontonr.: 149 27 77 81• BLZ: 370 502 99 İmamları Almanya’da yetiştirmek Bu yeni yılı Almanya’daki Müslümanların kurumsallaşmasını müzakere ettiğimiz ve iki gün süren toplantımızla karşılarken, daha sonraki haftalarda, diğer birimlerimizin toplantıları ile devam ettik. Yeni yılın ilk haftalarını, İrşad, Eğitim, Teşkilatlanma, Gençlik Teşkilatı, Kadınlar Teşkilatı, Hac ve Umre Organizasyonu, Sosyal Hizmet Başkanlığı, Bölge Başkanları ve Üniversiteliler Yatılı Seminerleri gibi programlarla Genel Merekez’imizde yoğun bir tempoyla geçirdik. Tabiî bu arada bölge ve cemiyetlerimizdeki pek çok toplantı ve programa da iştirak etme durumunda kaldık. Cemiyetlerimizin ve bölgelerimizin hizmet ve yükümlülüklerinin bilincinde olarak çalışmalarını görmek, bizleri de şevklendiriyor, karşılaştığımız sıkıntıları göğüslememize yardımcı oluyor. Teşkilatımızda Allah rızası için çalışan ve bu uğurda gayret gösteren tüm kardeşlerimizden Allah razı olsun derken, Allah’tan, gayretlerinin mükafatını da bahşetmesi niyazında bulunuyoruz. Her ne kadar şu anda gündeme Almanya Eğitim Bakanlığı tarafından getirilmiş olsa da, imamların Almanya’da yetiştirilmesi, entegrasyon tartışmaları çerçevesinde aslında hep gündemde tutuldu. Bu konuda bir tartışma programına da katılan Abdulgani E. Karahan, bu talepleri değerlendirdiği yazısında, konunun, entegrasyon tartışmalarından ziyade, Müslüman cemaatlerin ihtiyaçları göz önünde bulundurularak değerlendirilmesi ve yalnızca bir Perspektif IGMG AYLIK YAYIN ORGANI FEBRUAR/ ŞUBAT 2010 Yıl/Jg.: 16, Sayı/Nr.: 182 Boschstr. 61-65, D- 50171 Kerpen Tel.: 02237/ 656-0 • Fax: 02237/ 656 555 www.igmg.de E-Mail: [email protected] YAYINCI · HERAUSGEBER Islamische Gemeinschaft Millî Görüş • IGMG e.V. • Amtsgericht Bonn, VR 6621 • Vertreten durch den Vorstand: Osman Döring, Vorsitzender; Oguz Ücüncü, Generalsekretär ; Ali Bozkurt, stellv. Vorsitzender GENEL YAYIN YÖNETMENİ · CHEFREDAKTEUR: Oğuz Üçüncü (V.i.S.d.P) DİZGİ-LAYOUT: İlhan BİLGÜ • BASKI · DRUCK: Yavuzsöhne-Duisburg EDİ TÖR ülke veya mekanın yer olarak seçilmesinin probleme kayda değer bir çözüm getirmeyeceğini gündeme getiriyor. Teşkilatımız, Müslüman cemaat haricinden gelen talepleri göz ardı etmese de, cemaatimiz ve diğer cemaatlerin de ihtiyaçlarını göz önünde bulundurarak, gerek hâlen imam olarak görev yapan, ya da zaman zaman bu görevi ifa eden, veya, ifa edebilecek durumda olan kardeşlerimizi desteklemek amacıyla iki yıldan beri sürekli yatılı kurslar düzenliyor. Bu programların gerek muhteva ve gerekse katılım bakımından daha da genişletilmesi çalışmalarımız da devam ediyor. Teşkilat olarak, İslam dünyasının genelinden farklı bir sosyal ve kültürel ortamda yaşadığımızın ve bu ortamda kendi kimlik, gelenek ve inancımızla varlığımızı, ümmet ile bağlarımızı koparmadan sürdürmemiz gerektiğinin bilincindeyiz. Bu bilinçden hareketle, cami vecemiyetlerimizde görev yapacak olan imamlarımızın vasıflarının daha da genişlemesi gerektiğini biliyor ve buna göre hazırlıklarımızı yapıyoruz. Fakat, bazılarının söylediği gibi, bu vasıfları sadece bir “dil” bilgisine indirgemenin de çözüm olmadığını biliyoruz. Önümüzdeki Mevlid Kandili’nizi tebrik ederek gelecek sayımızda buluşmak üzere, Allah’a emanet olun. • Oğuz ÜÇÜNCÜ Yayınlanan makale ve fikir yazılarının sorumlulukları yazarlarına aittir. Die in der Zeitschrift veröffentlichten Meinungen binden die Autoren, nicht die IGMG İLAN SERVİSİ · ANZEIGENSERVICE: Tel.: 02237/ 656-201 • Fax: 02237/ 656 555 • E-Mail: [email protected] ABONE SERVİSİ · ABONNEMENT: Islamische Gemeinschaft Millî Görüş Lastschriftabteilung: Boschstr. 61-65, D- 50171 Kerpen Tel.: 02237/ 656-0 • Fax: 02237/ 656 555 • E-Mail: [email protected] Yıllık abone ücreti: 59,-EURO • Jahresabonnement: 59,-EURO IGMG Genel Merkez Üyelerine Ücretsizdir Für Vereinsmitglieder der IGMG kostenlos Der Bezugspreis ist im Mitgliedsbeitrag enthalten HESAP NO · BANKVERBINDUNG: DENIZ BANK AG Kontonr.: 20 41 27 45 50 BLZ: 500 307 00 İÇİNDEKİLER 5 6 8 8 10 12 14 16 19 Helâl yaşam İslam ve Yahudi düşmanlığı benzerliği Almanya’da imam yetiştirmek Üniversiteliler, yatılı eğitim seminerinde buluştu Almanya Müslümanlarının kurumsallaşması toplantısı Kerpen'de yapıldı 21 23 25 27 19 29 Aile, çocuklar ve Namaz eğitimi “İslam Hukuku, Geçmişi ve Bugünü” Gençlerimiz ve ergenlik 31 34 36 23 38 10 İslam dünyası, Darfur konusunda neden sessiz? Kazakistan Mikro kredi ve Muhammed Yunus Ameliyatlar ve aletler Namaz ve karakter gelişimi „Das islamische Recht. Geschichte und Gegenwart“ Familie, Kinder und die Heranführung zum Gebet Klausur-Tagung zur muslimischen Institutionalisierung in Deutschland Islamfeindlichkeit und Judenfeindlichkeit 27 to p l um İslam ve Yahudi düşmanlığı benzerliği ve neslini heteroseksuel olarak devam ettirir,” yargısıyla, İslam ve Yahudi düşmanlığnın birbirine benzemediğini savunuyordu. Kendisi de Yahudi asıllı olan Prof. Dr. Wolfgang Benz’e göre, 19. yüzyıl Yahudi düşmanları ile günümüz “İslam erlin Teknik Üniversitesi Yahudi Düşmanlıeleştirmenleri” çoğu zaman birbirine benzer argümanğı Araştırmaları Merkezi, 2008 yılı Aralık ayınlar ve usullerle çalışıyor. İnsanların kafasında oluşan “düşda “Feindbild Muslim – Feindbild Jude” isimman tasavvuru”nun bir histeriden kaynaklandığını ve bu li bir konferansla Almanya’da kamuoyunda İsdüşman tasavvurunun da siyasal ve sosyal korkuları azalltlam ve Müslümanlar aleyhine oluşan havanın Yahudi tığını belirten Benz, İslam dünyasındaki batı karşıtlığı düşmanlığına benzediğine dikkat çekmişti. Merkez’in ile Batı’daki İslam düşmanlığı arasında da benzerlikler Müdürü Prof. Dr. Wolfgang Benz ve çalışma ekibi o zabulunduğuna işaret ediyor. Benz, “Arab kültür çevremandan bugüne pek çok hakarete maruz kaldı. Özellerindeki ‘Batı’ düşmanlığı tasavvurunun, Batı dünyalikle böyle bir mukayese yapması ile Yahudilere karşı yasındaki popülistlerin “düşman tasavvuru”nda görüldüpılan soykırımın (Holokost) önemsizleştirildiğine dağünü ifade ederken, her iki düşman tasavvurunun da ayir suçlamalarla karşılaşan Prof. Benz, geçen ay da Südnı yapısal prensipten hareket ettiğinin üzerinde durudeutsche Zeitung’da “Hetzer mit Parallelen” -Tahrikçiyor. “Kendilerine “İslam eleştirmenleri” denilenler tarafından ler yan yana- başlıklı bir makale yayınladı. Müslümanların bir grup olarak bilinç dışı ve kaba saba bir Prof. Benz, yaptığı araştırmaların bilimsel araştırşekilde karalanmasının tarihi paralellikleri var. Şu anda malar olduğunu belirttiği yazısında, Yahudi düşmanİslam, düşünsel olarak ekstremizm ve terörle bağlantılanılığı ile İslam düşmanlığı arasındaki paralelliğin gözyor, ki böylece İslam dinine mensub olanlar ve bu kültür bir den kaçamayacak kadar benzerliğine işaret ettiği yadüşman tasavvuru ile sarılıp, ayırımcılığı hak ettiği söyzısına, aralarında yazar-yayıncı Henryk M. Broder’in leniyor.” de bulunduğu pek çok kimsenin tepkisini çekti. ABD “İslamofobi” teriminin yanı sıra özellikle “İslam eleşve İsrail’de de bir yıldan beri eleştirilere muhatap olan tirmenleri” tanımlamasını kullanarak, İslam ve MüslüBenz’in makalesine karşı, Alman kamuoyunda alaycıman düşmanlığını tesbit etmeye çalışan Benz’in “İslam lığı ve tahrikkârlığı ile tanınan Broder, yazdığı “Müseleştirmenleri” şeklindeki kullanımı da eleştiri yağmulümanlar günümüzün Yahudileri midir?” runa yol açtı. Henryk M. Broder, İslam başlıklı makalesinde her şeyin birbiriyle düşmanlığını izah etmeye çalışan Prof. mukayese edilebileceğini, ama eş değerde Benz’in tezlerine ise “Yahudi düşmanlıgörülemeyeceğini belirtirken, Benz’in, ğı histerik korku ve iftiralara dayanırken, İslam düşmanlığının Yahudi düşmanİslamofobya gerçek bir temele dayanıyor” lığına benzerlik gösterdiği yolundaki teşeklinde cevap vererek, bu konuda kenzini reddediyordu. disine göre örneklemeler de vermeye Fakat, “Bikini ile Burka’yı mukayese çabalıyor. Ancak Prof. Benz, “Avrupa’nın edebilirsiniz,” diyen Broder burada poİslamlaşmasına karşı sürdüren mücadelemiğe başlıyor ve “Sözde İslamofobi ile le Müslüman kadınların lohusa yataklaYahudi düşmanlığı arasında bir bağlanrına kadar girmiş durumda” olduğunu betı olduğu mukayesesini yaparsanız, şu lirterek, İslam eleştirmenlerinin Müslüönermede tam olarak yanlış olmaz. Su aymanlara karşı ayırımcılığı meşru göstegırı ile bir insanın bazı benzerlikleri recek yola düşmemeleri uyarısında buvardır: Su aygırı da yer, uyur, hazmeder lunuyor. Konferansın dökümanları İlhan Bilgü • [email protected] B Ş U B AT / F E B R U A R 2 0 1 0 /5/ g ünd e m Almanya’da imam yetiştirmek Abdulgani Engin Karahan • [email protected] on verilere göre Almanya’da yaşayan 4.5 milyondan fazla Müslüman, farklı büyüklüklerde 2000’den fazla olan cami ve mescidlere gidiyorlar. Sözkonusu camilerde cemaate verilecek olan hizmetler ve ve bu cemaatlerin ihtiyaçlarının karşılanması için gerçekten de büyük bir teşkilatlanma gerekiyor. Şurası bir gerçektir ki, Türkiye’den gelen imamlar, Almanya’da karşılaşılan problemlere her zaman cevap bulamadıkları gibi, cami cemiyetleri de, cemaatin ihtiyaç duyduğu hizmetleri sunabilen yeteri kadar imam bulamıyorlar. Ama, başarılı bir imam ile cemaat arasında iyi bir ilişkinin yirmi yıl süreceğine dair garanti de yok, tabiî ki. Nitekim, şimdiye kadar bazı yerlerde çok sıklıkla imam değiştirildiğine şahit oluyoruz. Almanya’da dinî bir cemaatin en önemli görevlerinden birisi, mensuplarına, anlaşabilecekleri ve ihtiyaçlarına cevap verebilecek ve cemaate gelecek perspektifi sunabilecek imamları yetiştirme görevidir. Hatta, bazı yerlerde cemaatin büyüklüğü sebebiyle bir imam yeterli olamıyor. Bir dinî cemaat için bunun anlamı, ister yurtdışından getirerek olsun, isterse burada yetiştirilmiş olsun mutlaka imam ihtiyaçlarının karşılanması gerektiğidir. S İmamın vasıfları Hakikaten iyi bir dinî eğitim almış, vasıflı ve cemaatin içinde bulunduğu şartları ve ihtiyaçlarını bilip buna göre hizmet veren bir imamın, aslında, eğitimini aldığı ülke bir yönüyle pek de önemli değildir. Çünkü cemiyet için önemli olan, cemaatin imam ile sağlıklı ilişki kurabilmesi ve imamın da, cemaatin içinde bulunduğu durumları kavrayarak onlara yön gösterebiliyor olmasıdır. Fakat, bir diğer yönüyle, yani yetişme tarzı ve aldığı eğitim kültürü sebebiyle imam, cemaatin genciyle ihtiyarı ile ilişki kuramayıp zihnen cemaatin bulunduğu ortamın dışında yaşıyorsa, böyle bir imamın cemaate yeni perspektifler sunması mümkün değildir. Elbette ki, cemaat için kendisine gösterecekleri güven açısından imamın eğitim aldığı yer ve müessese önem arzeder. Bununla birlikte, imamın Avrupa’daki Müslümanların /6/ IGMG • PERSPEKTİF özelliklerinden olan çift kültürlülük gerçeğini de benimsemesi ve bunu gözönünde tutarak cemaatine öncülük etmesi de önemlidir. Bu, sadece burada yaşadıkları ortamı tanımak ile değil, aynı zamanda buradaki Müslümanları asıl geldikleri toplumlardan miras aldıkları geleneksel kültürel kodları tanımak ile ve bunların üzerinden kendileri ile bağ kurmaktan geçer. Eğitimin Avrupa’da alınmış olması, elde edilen dinî donamın kalitesi iyi olsa da bu özellikler yoksa, dinî donanım, cemaat-imam ilişkisini geliştirmede fazlaca bir rol oynayamaz. Üstelik, gözden kaçırılmaması gereken noktalardan bir tanesi de imamların cemaatin anadilini biliyor olmasıdır. Örneğin cemaatin bir kısmı her ne kadar Almanca biliyor olsa bile, iyi Almanca bilen, fakat, cemaatin anadilini konuşamayan her hangi bir imamın Türklerin, Boşnakların ya da Arabların çoğunlukla gittikleri camideki başarısı az olacaktır. Hem, cemaatin anadilini bilen, hem de, Almancayı iyi bilen bir imam ise daha faydalı olacaktır. İmamın en önemli vasıflarından birisi cemaatle sağlıklı bir ilişki kurarak cemaatin tüm ihtiyaçları ile ilgilenebilme kabiliyetine sahip olmasıdır. Diğer taraftan, imamların cemaatin geldiği ülkelerin kültürü ile de bağı olması bu ilişkiyi daha sağlamlaştıracaktır. Cemaatin neye, nasıl sevindiği veya neye nasıl üzüldüğü, dinlediği müzik, boş zamanlarında neler yaptığı veya yapmak istediği, sosyal ilişkilerdeki davranış şekilleri, düğün, cenaze, dargınların barıştırılması gibi konulardaki kültürel farklılıklara dayanan özellikleri bilmesi cemaat ile imam arasında kurulan ilişkiyi pekiştirecektir. İmamın eğitim yeri Şunu da unutmamak gerekir ki, imamların yetişme yerleri elbette ki onların davranış ve dünyayı değerlendirişlerine etki eder. Mesela, mevcut eğitim sistemleri içinde Türkiye’de eğitilen bir imamın yetişmesindeki ana nokta, Türkiyedeki insanların ihtiyaçlarıdır. Dolayısıyla Türkiye’de aldıkları eğitimde Almanya, Avusturya, Hollanda, ya da genel olarak Avrupa’nın özellikleri ve buradaki Müslümanların ihtiyaçları ya hiç göz önünde bulundurulmaz, ya da, bu ihtiyaçlar, ikinci derecede yer alır. Bu açıdan değerlendirildiğinde imamların Almanya’da yetiştirilmeleri ve Almanya’daki Müslümanların ihtiyaç ve problemlerini dikkate alan bir müfredat çerçevesinde eğitim görmeleri tercih edilir. Çünkü o zaman imam, eği- g ünd e m tim sürecinde de cemaatin problemleri ve ihtiyaçlarını görecek, aldığı eğitimin belirli bir amaca yönelik olduğu bilincinde olacaktır. İmam zaten böylece bizzat kendi ihtiyacı ve problemlere arayacağı cevabı ile cemaatten biri olacağı için de, öncülük edeceği cemaati iyi anlayacak, cemaat de imamı anlayacaktır. Ne var ki, Almanya’da imamların dinî eğitimleri için gerekli müesselerin olmayışı, imam eğitim meselesinin tamamıyla Almanya’da gerçekleştirilmesini mümkün kılmamaktadır. Onun içindir ki, örneğin Türkiye’de yüksek din eğitim veren ilahiyat fakülteleri ile buradaki eğitim müesselerinin işbirliği bir zorunluluktur. Buradaki eğitim müesseselerinin de Müslümanların ihtiyaç ve problemlerini iyi tesbit edip değerlendirmeleri ve İslamî cemaetlerle gerek müfredat hakkında gerekse eğitim sürecinde işbirliği yapmaları gerekir. Almanya’daki dinî cemaatler bu gerçeğin farkındadırlar. Bu yüzden, zaman zaman gerek görevli imamların gerekse imamlık görevi yapmak isteyen ve belirli dinî eğitimi olan kişilerin eğitimlerini ilerletmek için kurslar düzenlenmektedir. Şu bir gerçektir ki, Almanya’daki toplumsal çevre ile Türkiye’deki toplumsal çevre birbirinden çok farklıdır. Globalleşmenin sonucu ve iletişimdeki gelişmeler sebebiyle göçmenler, içinde yaşadıkları toplumda bile, kendi ülkelerinden bir hatıra yaşatmak isterler ve geldikleri ülkelerdeki kültür ve alışkanlıklarını canlı tutarak yeni bir hayat kurmak isterler. Kurulan bu yeni hayat, ne tam Almanya, Fransa ya da Avusturya’dır ne de tam Türkiye. Fakat bu yeni hayatın, hem yaşanılan ülke ile güçlü bir bağı vardır hem de Türkiye ile. İnsanların, böyle bir çözüm üreterek hayatın problemlerine karşı direnebilmeleri aslında sosyal açıdan da gelişmelerini sağlar. İşte bunun içindir ki, imamların sadece yaşadıkları ülkelerin dilini öğrenmelerinin işi kolaylaştıracağını düşünmek yanlış olacaktır. Mesela Almancayı bilip bilmemesi imamlardan beklenen hizmet ve görev problematiğinin parçalarından yalnızca bir tanesidir. Toplumda hem cemaatin hem de çoğunluk toplumunun değişen zihniyetini ve giderek değişip farklılık arzeden bir dindarlığı anlayamayan, farklı sosyal alanları tanımayan/bil- meyen bir imamın sadece yabancı dili biliyor olması, bu problemlere cevap bulmaya yetmez. Görüldüğü gibi, imamların Avrupa’da yetiştirilmesi, gerek göçten kaynaklanan gerekse tüm toplumun karşılaştığı problemlerden etkilenen Müslüman cemaatlere perspektif sunabilecek bir imam probleminin çözümü için kendi başına sihirli bir formül değildir. Üstelik, böyle bir iddia, daha baştan büyük beklenti ve umutlar ortaya koyduğu için gerçekleşmekten uzak kalacaktır. Tartışmaların bu noktasında, “imamların Avrupa’da yetiştirilmelerine ihtiyaç var mıdır?” sorusuna verilecek cevap önemlidir. Müslüman cemaatler ve “entegrasyon” politikası yürütme çabasındaki siyasetçiler böyle bir ihtiyaç olduğu kanaatinde fikir birliğindedirler. Yalnız bu ittifak, “ama ne için” sorusuna gelince ihtilafa dönüşmektedir. İslamî cemaatler, en azından kendilerini anlayan, aynı zihniyete sahip ve aynı problemlerle karşılaşan ama, aldığı eğitim sebebiyle kendilerine yol gösterebilecek, gençleriyle dertleşebilecek bir “imam”a ihtiyaç duyuyorlar. Böyle bir imam, Türkiye’deki imamlardan daha farklı ve geniş bir görev alanından sorumludur. Bu imam, aynı zamanda bir pedagoktur, sosyologdur, danışmandır; hatta psikologdur da. Devlet politikalarında hedeflenen, hükümetlerin siyaset edindikleri “entegrasyon”u teşvik edecek, sözde “Avrupa İslamı”nı anlatacak, her türlü toplumsal aktörün muhatabı olacak ve bir güvenlik siyasetine hizmet edecek olan bir imam ise, Müslümanların ihtiyacını karşılamaktan uzaktır. Kaldı ki bu şartlarda yetişse bile, dinî eğitim ve ehliyeti ne kadar iyi olursa olsun cemaatin itimadını kazanamayan bir imama kim görev verecektir? Sorunu tek yönlü soruyla, dolayısıyla cevapla çözümlemek mümkün değildir. En sağlıklısı cemaatlerin ihtiyaçlarına göre, hem Türkiye’nin, hem de, Avrupa’nın eğitimini almış, aldığı dinî eğitimle her iki kültürü ve toplumsal mentaliteyi kavrayan, nesiller arası çatışmada yol gösterici olabilecek, karşılaşılan problemleri bizzat kendi problemi gören bir imam eğitimi programı olacaktır. Ş U B AT / F E B R U A R 2 0 1 0 /7/ te ş k il at Üniversiteliler, yatılı eğitim seminerinde buluştu GMG Gençlik Teşkilatı Üniversiteliler Birimi’nin Özel Eğitim Projesi başlığı altında düzenlediği Yatılı Eğitim Semineri, Avrupa’nın çeşitli bölgelerinden gelen seçkin üniversitelilerin katılımı ile 23 Aralık – 3 Ocak tarihleri arasında IGMG Genel Merkezi’nde gerçekleştirildi. En temel meselemiz kendine ve ait olduğu medeniyete olan güvenini kaybetmiş nesillerle karşı karşıya oluşumuzdur. Bu meselede çözüm: Özgüveni yüksek, hem kendi medeniyetini hem de içinde yaşadığı medeniyeti tanıyan, analiz yapıp kararlar alabilecek nesiller yetiştirmektir. Hala kendi içimizden çıkmış ilim ve fikir adamlarımız yok denecek kadar az sayıda. Bundan kastımız sadece mensuplarımız tarafından kabul gören değil, bizim dışımızdaki insanlar tarafından da takdir edilen alanıyla ilgili konularda uzman aramızdan yetişmiş insanlar olmasıdır. Bütün insanlığı kucaklama ve onlara kurtuluş reçetesi sunma iddiası, bütün insanlığı kucaklayabilecek ve onlara kılavuzluk edecek fikirler üretmekten geçmektedir. Bizim medeniyetimiz ağırlıklı olarak örnek şahsiyetler üzerinden kurulmuş ve gelişmiştir. Bu yolu her ne pahasına olursa olsun yeniden inşa etmemiz gerekmektedir. Bu da ancak yaşayan örneklerle mümkündür. I /8/ IGMG • PERSPEKTİF Hayatta olmayan örnekler hayalimizde bir dünya kurdurabilir fakat realite bunun zıddına gelişiyorsa hayalci nesiller yetiştirmekten başka bir şey yapmış olmayız. Daha kötüsü hayallerini realiteye satan nesiller elde edebiliriz ancak. Esneklikleri ahlaksızlığa dönüşmeyecek nesiller yetiştirmeliyiz. Kur’an ve sünnet her zaman temel kaynaklarımız olarak kalacaktır. Fakat bu iki temel kaynağı anlayan nesillerin ortaya çıkardığı geleneği analiz etmeden sözkonusu kaynaklardan en doğru ve verimli bir şekilde istifade edemeyeceğimizi de unutmamalıyız. Yukarıda ifade edilen düşüncelerle hazırlanan Özel Eğitim Seminerleri, üniversitelerin tatilde olması sebebiyle on iki gün boyunca yoğun bir program altında gerçekleştirildi. Türkiye’den gelen misafir konuşmacıların katılımıyla beraber tam bir zihin fırtınasına dönüşen Yatılı Eğitim Semineri, üniversitelilerin fikir hayatında vizyon oluşturacak dersler silsilesine dönüştü. İslam aleminin asırlardır ilim dünyasına çok büyük katkıları olmuştur. Öyle büyük alimler gelmiş geçmiş ki bırakın eserlerini mütalaa edebilmek; isimlerini ezberlemek, kendilerini tanımak dahi bizler için güç gözükmektedir. Özellikle fıkıh, tefsir, hadis, kelam dallarındaki eserler her asırda yenilerinin eklenmesiyle binlerce cilt te ş k il at olarak büyük hacimler oluşturmuşlardır. Öyle ki bu ilimlerin herhangi birisiyle ilgilenen kimse, yazılmış eserleri bırakın, matbu olan bütün eserlerden faydalanmak istese neredeyse bu bile mümkün olmamaktadır. Ulaşamadığı bir eser mutlaka bulunur. Hatta İslam ulemasının özelliklerinden biri de yukarıda sayılan bütün ilimler hususunda eserlerinin bulunmasıdır. Hem de, herbiri hakkında yüksek ihtisas sahibi olarak. Bizimle onlar arasındaki uçurum günümüzde öyle bir hal almış ki, maalesef onların telif ettikleri eserleri tercüme etme hususunda bile ciddi zafiyetler gösteriyoruz. İşte bunlardan bir tanesi olan Ömer Nesefi’nin Akaid Metni’ni şerh eden Taftazani’nin Şerhul Akaid kitabıdır. Üniversiteliler Eğitim Başkan Yardımcısı Selman Dilek Şerhul Akaid derslerini verdi. Bir diğer önemli şahsiyet Ebheri, Hidayetü´l-Hikme ve İsaguci adlı eserleri, başta Selçuklu ve Osmanlı medreseleri olmak üzere İslam dünyasının birçok yerinde asırlarca ders kitabı olarak okutulan önemli bir düşünürümüz olmasına rağmen, bugüne kadar ne yazık ki hakettiği ilgiden mahrum bırakılmıştır. Bu bağlamda “Mantık bilmeyenin ilmine güvenilmez” diyen Gazali’nin, bu vecizesine sahip çıkan gençler ile, Ebheri’nin İsaguci adlı eserini Üniversiteliler Eğitim Başkanı Ersin Kocakaya her gün “İlm-i Mantık’a Giriş” dersleri adı altında işledi. Türkiye’den misafir seminerist olarak gelen Doktor Müjdat Uluçam, Hadis Usulüne Giriş dersini işlediği seminerlerinde, hadis ilminin temel kavramlarını tasnifsel şekilde ele aldı. İkinci misafir konuşmacı olarak söz alan Prof. Dr. Arif Ersoy ise, “İslam Toplumu Milli Görüş’ün Dünü Bugünü Yarını” başlığı altında, IGMG’nin ne demek olduğunu, nasıl geliştiğini ve hedeflerinin neler olduğunu ayrıntılı bir şekilde üni- versiteli gençlere anlattı. Seminerlerin haricinde molalarda da misafir konuşmacılarla sohbet etme imkanı bulan üniversiteliler, her iki hocanın da engin bilgi ve tecrübelerinden faydalandılar. Programın en önemli unsurlarından biri de, katılımcı her üniversitelinin, daha evvelden hazırladığı kitap özetlerini diğer katılımcılara sunmasıydı. Muhtelif kitapların konu edinildiği özet sunumları sayesinde hem üniversitelilerin kitap dağarcığı gelişti hem de kendi fikirlerini beyan edebilecekleri müsbet bir tartışma ortamı oluştu. Seminerlerin dışında yine ders niteliğinde sayılabilecek “Sinema Akşamları” ile günün yorgunluğunun atıldığı YES’te, sanatsal değerler taşıyan, üzerinde düşündürüp yorum yaptıran türde filmler seyredildi. Programın son gününde, İslam Toplumu Milli Görüş’ün üzerindeki haksız itham ve yargıların nasıl asılsız iddialardan ibaret olduğunu aktarmak için, IGMG Genel Sekreter Yardımcısı Mustafa Yeneroğlu söz aldı. İddiaların asılsızlığını ispatlarıyla ortaya koyan Yeneroğlu, “Bu gibi ithamlarla ne bizi davamızdan vazgeçirebilirler ne de yolumuzda yürümekten yıldırabilirler” dedi. Ş U B AT / F E B R U A R 2 0 1 0 /9/ te ş k il at Almanya Müslümanlarının kurumsallaşması toplantısı Kerpen'de yapıldı “Almanya’da Müslümanların Kurumsallaşması” isimli özel toplantı serisinin ilki IGMG Genel Sekreterliği tarafından Kerpen'de düzenlendi. Toplantıda“Teori ve Pratikte Dini Cemaatler” konusu ele alındı. üslümanların Kurumsallaşması toplantısının açılış konuşmasını yapan IGMG Genel Sekreteri Oğuz Üçüncü, İslamî dinî cemaatlerden beklentilerin her geçen gün artış gösterdiğini kaydetti. Üçüncü, eyaletlerdeki şuralar, çatı kuruluşları ve federal çapta koordinasyon yapılanmalarının oluşturulması gibi gelişmelerin, devletin öncülük ettiği yuvarlak masa toplantıları ve İslam konferansına katılımların ve de İslam din dersleri gibi konuların, geçtiğimiz yıllarda hiç olmadığı kadar, Almanya’daki Müslüman dinî cemaatlerin ilgili yerlerde resmi temsillerini gerektirdiğini belirtti. Üçüncü, bu noktada olası problemli alanların ve so- M / 10 / IGMG • PERSPEKTİF runların, şimdiye kadar İslami yaşamın kurumsallaşması ve Almanya’daki toplumsal yaşama eşit manada katılım açısından tartışılmadığı veya hiç bahsinin dahi geçmediğini söyledi. Eyalet veya bölge dernekleri bazında konuların çeşitliliği ve içinde bulunulan farklı koşullar nedeniyle, önümüzdeki problemlere yönelik ortak bir diyalog ortamının gerekli olduğunun altını çizen Üçüncü, bu nedenle “Müslümanların kurumsallaşmasının geleceği” konulu bu özel toplantı serisinin ilkine, alanında aktif arkadaşların davet edildiğini ifade etti. Üçüncü ayrıca yapılan bu özel toplantıların süreklilik arz edeceği ve bu toplantılarda bir yandan pratik alanda edinilen tecrübeler paylaşılırken, diğer yandan gelecek için gerekli olan teorik altyapının oluşturulacağını vurguladı. Daha sonra söz alan Bekir Altaş sunumunda “devlet ve kilise ilişkilerinin tarihi gelişimine” değindi. Altaş, devletin dinî tarafsızlığının Avrupa’daki reform hareketleri ve din savaşlarının bir neticesi olduğunu ortaya koydu. Reformasyonun aslında dinî birliği zedelediğini, din özgürlüğü getirmek yerine yalnızca dinî düalizmi getirdiğini belirtti. te ş k il at Bazı eyalet yönetimleri, Müslümanların hukuken dinî cemaat olarak “tanınmaları” için ne kanunen ne de mahkeme kararıyla öngörülmeyen bazı şartlarda ısrarcı oluyor. Altaş ayrıca Almanya’da tarafsızlık ve din özgürlüğü konularında açıklamalarda bulunarak, bunların 19. yüzyıldan itibaren gösterdikleri gelişimlere değindi. Almanya’daki Devlet Kilise Hukuku/Din Anayasa Hukuku dinamiklerine işaret eden Altaş, bu bağlamda dinî cemaatlerin kamu yaşamına katılımları yönünde imkân ve isteklerini dikkate alan yeni din anayasa hukuku sistemi oluşturulması taleplerine dikkatleri çekti. Mustafa Yeneroğlu ise sunumunda “Müslüman bir dinî cemaatin özellikleri ve görevlerine” değindi. Bu kavram üzerinde özellikle Müslümanlar arasında yanlış anlaşılmaların olduğuna işaret eden Yeneroğlu, dinî cemaat olarak hukuki tanınma düşüncesinin yanlış olduğunu söyledi. Yeneroğlu bu karışıklığın sebebinin Alman hukukunda “dinî cemaat” kavramından anlaşılması gerekenin ne olduğu ve bir grubun dinî cemaat olarak değerlendirilebilmesi için hangi şartları yerine getirmesi gerektiğinin tespit edilmemesi olarak gösterilebileceğini belirtti. Buna göre bir dinî cemaat üç özelliği bünyesinde barındırır: dinî bir mutabakat, bu mutabakat temelinde birlik oluşturma ve bu mutabakatı toplumsa alanda gerçekleştirmeyi onaylama. Dinî cemaat mensuplarının hepsinin aynı mezhebe/dine mensup olmaları gerekmez. Demokratik bir içyapı da kendi davranış biçimini tayin hakkı nedeniyle talep edilemez. Yeneroğlu, çatı kuruluşlarının dinî cemaat olup olamayacağı sorusunun cevabının ise Federal İdare Mahkemesi’nin (BVerwG) 23.02.2005 tarihli kararında yattığını belirtti. Buna göre birliğin en alt tabakası gerçek kişilerden oluşuyorsa bir çatı kuruluşu da dinî cemaat olabilir. Kapsamlı dinî tahakkukun gerekliliği çatı kuruluşu katmanında da geçerlidir. BVerwG tarafından geliştirilen kriterler genel olarak değil, aksine yalnızca dinî cemaatlerin kendini tanımlayışı ve buradan yola çıkarak dinî yaşamın konumlandırılması olarak tartışılabilir. Yeneroğlu, Federal İdare Mahkemesi’nin (BVerwG) kriterlerini IGMG’ye uyarlayarak, IGMG’nin açık bir şekilde dinî cemaat olduğunu belirtti. Yeneroğlu son olarak dev- let ile işbirliği sorununa değinerek, farklı işbirliği imkânları ile bu imkânların koşulları ve neticelerinden bahsetti. Abdulgani Engin Karahan “Bugün pratikte kurumsallaşma” konulu sunumunda farklı eyaletlerdeki inisiyatifleri ele alarak, bunların Yeneroğlu’nun saydığı kriterlere uygunluğunu sınadı. Eyaletlerde, dinî cemaat olduğu iddiasında birçok inisiyatifin bulunduğunu belirten Karahan, bu inisiyatiflerin tüzükleri, görevleri, hedefleri ve ortaya koyduğu faaliyetleri bakımından gerçekten dinî bir cemaatin koşullarını gerçekleştirip gerçekleştirmediklerini inceledi. Karahan bu noktada dinî cemaatlerin yalnızca pratik nedenlerle değil, aynı zamanda düşünsel nedenlerle işbirliği içerisinde olması gerektiğini vurguladı. Özellikle dinî cemaatin varlığı bağlamında ortaya çıkan çoğu alanda uzlaşımsal çözümlerin gerekliliğinin altını çizdi. Aksi halde düşünülmeden atılan adımların diğer eyaletler ve özellikle Almanya’da yaşayan Müslümanların geleceği açısından ciddi sonuçlar doğurabileceğini belirtti. Karahan ayrıca Müslümanların kurumsallaşmasında bugüne kadar ortaya çıkan eksikliklere değindi. Bu alandaki aktörlerin sürekli olarak bu konularla meşgul olmak zorunda olmalarına rağmen, çoğu zaman dinî anayasa hukuku ve gelişimi üzerine esaslı bir bilgi eksikliği olduğunu belirten Karahan, toplum içerisinde sekülerizm, laiklik ve dinin yeri sorununun yeterli derecede araştırılmadığı ve tartışılmadığını ifade etti. Zorlukların yalnızca Müslüman kesim tarafından kaynaklanmadığı, politika ve yönetim tarafından da başarılı bir kurumsallaşmayı zorlaştıran düşünce ve tavırların sergilendiğine işaret eden Karahan, politika sahasında Müslüman cemaatleri kendi kimlikleriyle kabul etme konusunda politik isteksizliğin olduğunu belirtti. Bazı eyalet yönetimlerinin hukuken dinî cemaat olarak “tanınmaları” için ne kanunen ne de mahkeme kararıyla öngörülmeyen bazı şartlarda ısrarcı olduklarını söyleyen Karahan, bazı eğitim bakanlıklarının da devlet ve kilise ayrımına rağmen Hristiyan yönetim idaresini aşamadıkları intibasını bıraktıklarını belirtti. Ş U B AT / F E B R U A R 2 0 1 0 / 11 / i sl a m ve hayat Helâl yaşam İnsan, helâl dairesinde kendisine verilen her türlü nimetten istifade etmeli, haram sınırını zorlamamalıdır. Buna rağmen haram sınırı zorlanmış ise, yeniden helâl sınırlarına dönmeli ve daha bu dünyada iken haramın insana getireceği zararları yok etmelidir. M. Hulusi Ünye • [email protected] elâl dediğimiz zaman aklımıza hemen yeme, içme ve giyinme gibi konularda helâle dikkat etme hususları geliyor. Halbuki helâlin sınırları çok geniştir. Helâl, mübah ve câiz olmak, haramdan dışarı çıkmak; Allah tarafından yapılmasına müsaade edilen mübah şeyler demektir. Helâlin zıddı haramdır. Haram ise, Allah tarafından kesin emirle yasaklanan şeydir. Haram sayılı ve sınırlı olmasına rağmen helâlin çerçevesi daha geniştir. “Eşyada aslolan helâl olmasıdır” kaidesi bize bunu gayet açık bir şekilde beyan eder. Bir başka deyişle hakkında yasaklığına dair bir hüküm gelmemiş olan şeyler helâldir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurulur: “O, Allah ki yerde olanların hepsini sizin için yarattı” (Bakara Sûresi, [2:29]); “Allah’ın göklerde ve yerde olanları sizin emrinize verdiğini ve size açık ve gizli nimetlerini bolca ihsan ettiğini görmez misin?” (Lokman Sûresi, [31:20]) Hayatın bütün yönlerini kapsayan hal, hareket, uygulama, yeme, içme, giyinme vs. hususlarda sayıları belli olan haramlardan uzak bir hayat yaşanması dinimizde arzulanan şeydir. Yani insan, helâl dairesinde kendisine verilen her türlü nimetten istifade etmeli, haram sınırını zorlamamalıdır. Buna rağmen haram sınırı zorlanmış ise, yeniden helâl sınırlarına dönmeli ve daha bu dünyada iken haramın insana getireceği zararları yok etmelidir. Allah, bize zarar verecek işlerden bizi nehyetmiştir. Yasak olan işlerde dünyamız ve âhiretimiz için birtakım H / 12 / IGMG • PERSPEKTİF zararlar bulunmaktadır. Bu zararlar açıklanmış olsun veya olmasın, bizim aklımız kavrasın veya anlamamış olsun, bir fark yoktur. Haram kılınan bu şeyler, çirkin ve zararlı olduğundan dolayı yasaklanmış ve bunlara İslâmiyet günah adını vermiştir. Günah, Allah’a isyan anlamına geldiği için büyük bir suçtur. Fakat günah olan şeyler, kendi aralarında küçük ve büyük olmak üzere bir tasnife tâbi tutulmuştur. Büyük günahlardan sakınılması halinde, yapılacak olan güzel ameller küçük olan hatalara keffaret olabilir. Şu ayet-i kerime buna işaret buyurmaktadır: “Eğer yasak edildiğiniz büyük (günah) lardan kaçınırsanız, sizin (öbür) kabahatlerinizi örteriz ve sizi şerefli bir mevkie (getirip) sokarız.” (Nisâ Sûresi, [4:31]) Helâl sınırları içinde bir hayat sürebilmek, işte bu büyük ve küçük günahlardan uzak bir hayat yaşamaktır. Ancak haram ve günah olan şeyler sayılarının sayılı olmasına karşın hayatın her alanında kendilerini gösterebilirler. Onlara karşı uyanık olmak gerekir. Dinimizce yasaklanmış olan büyük günahları şöylece sıralayabiliriz: Allah’a şirk (ortak) koşmak, namuslu bir insana zina iftirasında bulunmak, bir insanı öldürmek, cihat meydanından kaçmak, yetim malını yemek, Allah’ın rahmetinden ümidini kesmek, faiz yemek, yalan yere yemin etmek, domuz eti yemek, içki içmek, kumar oynamak, zina etmek, içki içilen sofrada oturmak, altın ve gümüş kaptan yeyip içmek, erkeklerin ipek elbise giymesi, altın yüzük takınması, çocuklara nazar boncuğu takılması ve bundan fayda umulması, sihir ve büyücülük yapılması, vurgunculuk ve ihtikâr yapmak, para ile kan satmak, domuz ve şarap gibi haram maddelerden kazanç temin etmek, kadınların çok dar ve altını gösterecek kadar ince elbise giymeleri, gıybet etmek, sövüp saymak, iftira etmek ve insanların arasını bozmak için söz taşımak, insanlarla alay etmek, kötü lâkap takmak, herhangi bir canlıya ateş veya bir başka şeyle işkence yapmak, canlı bir hayvanı hedef olarak dikip ona atış yapmak, harpte bile olsa kadın, çocuk ve yaşlıları öldürmek …. vs. Bir insanın hakkıyle Müslüman olabilmesi ve helâl dairesinde bir hayat yaşayabilmesi için kendini işte bu önemli bir kısmını saydığımız günah ve hatalardan koruması gerekir. Bir şeyin mübah ve helâl olduğu şu üç şeyden biri- i sl a m ve hayat Helâl çerçevesinde bir hayat sürmek, yukarda da ifade edildiği gibi hayatın bütün yönlerini kapsar. Yasak getirilmemiş konularda bile aşırı hareket etmek, gereğinden fazla israf ve lükse dalmak, enerji ve zamanı gereksiz yerlerde sarfetmek, aslı helâl olsa da bir müddet sonra kişiyi yasak hududuna taşıyabilir. siyle anlaşılabilir: Günah olmadığı bildirilmekle, haram olduğuna dair bir nass (ayet veya hadis) bulunmamasıyla, helâl olduğuna dair bir delil (nass) bulunması ile. Şu iki ayette olduğu gibi: “Şüphesiz O, size murdar eti, kanı, domuz etini, Allah’tan başkası anılarak kesilen hayvanı haram kılmıştır; fakat darda kalana, aşırı gitmemek ve haddi aşmamak şartıyle günah yoktur” (Bakara Sûresi, [2:173]) “Bugün, size temiz olan şeyler helâl kılındı…” (Mâide Sûresi, [5:5]) Bir şeyin helâl ve mübah oluşu, vakit ve çeşidini tayinle alakalıdır. İnsan nezih bir şekilde eğlenebilir. Ancak bütün vaktini eğlence ile geçirmesi câiz olmaz. Yaşamak için helâl bir şey bulunmaması hâlinde, haram olan şeyler ölmeyecek miktarda yenilip içilebilir. Cenabı Hak, nimetinin eserini kulunun üzerinde görmek ister. Meşru şekilde giyinmek ve süslenmek helâldir. Ayeti kerimelerde şöyle buyurulur: “Ey Âdem oğulları, avret yerlerinizi örtmeniz ve süslenmeniz için size elbiseler gönderdik. Ey Âdem oğulları, her mescide girdiğinizde süsünüzü alın; yiyiniz, içiniz. israf etmeyiniz” (A’raf Sûresi, [7:26-31]); “De ki, Allah’ın kulları için çıkardığı süsü ve güzel rızıkları kim yasakladı? De ki onlar dünyada mü’minler içindir, âhiret de tamamen mü’minlerindir” (A’raf Sûresi [7:32]). Vücudu ruhen ve bedenen geliştirecek sporlar helâldir. Ok atma, ata binme, yüzme, güreş, at yarışları ve kahramanlık oyunları, yapılması sünnet olan sporlardır. Allah elçisi evin geniş olmasını severdi ve şöyle buyururdu: “Üç şey ademoğlunun mutluluğundandır: Saliha kadın, geniş mesken ve iyi bir binit.” 1 Buna bazı rivayetlerde “iyi komşu“ da eklenir.2 Bazen da şöyle dua ederdi: “Allah’ım günahımı bağışla, bana evde genişlik ver, rızkımı bereketlendir” 3 Tarım, ticaret ve hayvancılık gibi meşru işler yaparak rızık kazanmak hem helâl bir çalışma hem de kişiye ibadet sevabı kazandıran amellerdendir. Hangi kazancın daha helâl olduğu sorulduğunda Peygamber Efendimiz (sas), şöyle cevap vermiştir: “Kişinin elinin emeği ve hayırlı olan (mebrûr) alış-veriştir.” 4 Helâl çerçevesinde bir hayat sürmek, yukarda da ifade edildiği gibi hayatın bütün yönlerini kapsar. Yasak getirilmemiş konularda bile aşırı hareket etmek, gereğinden fazla israf ve lükse dalmak, enerji ve zamanı gereksiz yerlerde sarfetmek, aslı helâl olsa da bir müddet sonra kişiyi yasak hududuna taşıyabilir. Dolayısı ile, helâl konusu gündeme getirilirken sadece alem olmuş bazı yeme içme, giyinip kuşanma ve alıp satarken ortaya çıkabilecek tehlikeli durumlar göz önünde tutulmamalı. Hayatta lazım olan her şeyde helâli aramalıdır. İnsani ilişkilerin her boyutunda helâl çizgiyi muhafaza etmeli, insan haklarına tecavüz olduğu noktalarda; maddi hak ise, imkan dahilinde hak geri ödenmeli, hak manevi se, yapılabiliyorsa özür dilenmeli, yoksa tövbe istiğfarla beraber, alacaklı olan insana dualar edilmelidir. Haklarını helâl etmesi için Allah’a yalvarmalıdır. Bu alem şöyle bir rüya imiş yahut hakikatmiş, Evet ukbada anlarsın ne müdhiş bir hakikatmiş! Mehmed Âkif Kaynaklar: 1 Ahmet b. Hanbel, I,168 Ahmet b. Hanbel, III, 407, 408 3 Ahmed b. Hanbel, IV, 63,188, V, 65, 367, 370; Tirmizi, Dua, 78 4 İbn Hanbel, II, 466; IV, 141; el-Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, III, 60, 61 2 Ş U B AT / F E B R U A R 2 0 1 0 / 13 / i sl a m ve hayat Aile, çocuklar ve Namaz eğitimi Ahmet Arslan @ [email protected] nsanı yaratan, onu yaratılmışların en üstünü kılan Allah (cc), onu yalnız bırakmamıştır. İnsanlık tarihinde peygamberlerin getirdiği ilahi mesajlar, insanın sınırlı dünya hayatını ebedi mutluluğa vesile kılma imkânını sunmaktadır. Onun yaratılış gayesi doğrultusunda hayatını sürdürmesi doğal olarak yine Yaratıcı’nın çizdiği sınırlar çerçevesinde mümkün olabilecektir. Bütün mesele bunun kendi benliğimizde, aile hayatımızda ve yetiştirmekle sorumlu olduğumuz nesillerin dünyasında nasıl gerçekleştirilebileceğinde düğümlenmektedir. Zaten hayat imtihanı da bu meselenin etrafında şekillenmektedir. Kendi inanç değerlerimize göre düzenlenmemiş hayat şartlarında kendimizi, ailemizi ve çocuklarımızı koruma hedefini gütmeye başlamakla aynı zamanda büyük bir mücadeleyi göze almış olmaktayız. Bu mücadelede yalnız ve yardımsız bırakılmamış olmak ne büyük bir nimettir. Kur’an-ı Kerim’in emrettiği ibadetlerin insan için hayati öneme sahip oldukları her inanan için kolay idrak edilebilecek bir husustur. Yukarıda çizilen çerçeve içinde hayatını sürdürmek durumunda olan insan, ibadetleri bir yük, zorunluluk olmaktan öte yaratılışa uygun en doğal ödevler olarak görecektir. Bu ödevler insanı insan eden, onu benliğinin esiri olmaktan kurtarıp özgürleştiren vazgeçilmez kurtuluş, çözüm reçeteleridir. İmandan sonra en büyük hakikat olarak nitelenen namaz ibadeti, öncelikle müslüman ferdin hayatında tartışılmaz yerini kazanmalıdır. Bir şeyi bilmeyenin başkasına öğretmesi, o şeyin bilincine ulaşamamış kimsenin başkasını bilinçlendirmesi söz konusu olamaz. Aile hayatında namazı, çocukları namaza alıştırmayı, onlara namazı öğretmeyi konu edindiğimizde gayet tabii olarak ferdin hayatında namazın olması gereken yerini bulduğunu, alıştırma ve öğretme konumunda olan kimsenin namazının bilincinde olduğunu, onu koruduğunu farzetmek durumundayız. Namazın utanmazlıklardan ve kötülüklerden alıkoyduğunu (Ankebut Suresi, [29:45]), insa- İ / 14 / IGMG • PERSPEKTİF nı Allah’ın yardım ve desteğine ulaştırdığını (Bakara Suresi, [2:45]), ona rızık kapılarını açtığını (Taha Suresi, [20:132]), Allah’ın rızasına ulaştırdığını (Meryem Suresi, [19:55]), imanın göstergesi olduğunu (Enfal Suresi, [8:3-4]), insanı kurtuluşa (A’la Suresi, [87:14-15]) ve Firdevs cennetlerine ulaştırdığını kavrayan, bunlara inanan kimseye göre namaz; aile hayatında ve çocukların eğitiminde en önemli konuma sahip olacaktır. Niyet ve amaç açıkça belirlendikten sonra başarıya ulaşmada gerekli olan uygun yöntemleri bulmak ve sabırla uygulamaktır. Ancak ulaşmak istediğimiz hedeflerin hidayet boyutu da göz ardı edilmemelidir. Allah Teâla’nın yardımını dilemek, sabırlı ve hikmetli davranma konusunda dikkatli olmamızı sağlayacaktır. Lakin Mü’minler önce kendilerini, sonra eş ve çocuklarını yakıtı insanlar ve taşlar olan ahiret azabından korumakla emrolunmuşlardır. (Tahrim Suresi, [66:6]) Kur’an-ı Kerim’in hatırlattığı Nuh (as)’ın oğlunun tavrı her meselede olduğu gibi, bu meselede de gayret ve çalışmalarımızın sonucunun yüzde yüz elimizde olmadığını hatırlamamızı ve aşırılıklardan kendimizi korumamızı kolaylaştıracaktır. (Hud Sûresi, [11:42-43]) Yukarıda geçen kişinin kendisini ve ailesini dünyada kötülüklerden dolayısıyla da ahirette ateşten koruması hedefine ancak devamlı bir terbiye ile ulaşılabilir. İyilikleri hatırlatma, güzel örnekler olma/ bulma/ getirme, sevdirme, teşvik etme, korkutma, hikâyeler anlatma, alışkanlık kazandırma, izleyip takip etme bu terbiyenin yöntemleri arasında olabilecektir. İyiyle kötüyü, hayırla şerri birbirinden ayıramayacak yaşlarda çocuklara kazandırılan güzel alışkanlıklar, onların ileriki yaşlarda iyiye ve hayırlıya yönelmelerini kolaylaştıracaktır. Şayet çocuk hareketlerine yön verecek otoriteyi bulamazsa endişeli, şaşkın, iradesi ve şahsiyeti zayıf birisi olarak yetişecektir. Çocukları Namazla Yetiştirmek Çocukları namaza alıştırmada sünnetin işaret ettiği metod üç aşamalı olarak ele alınabilir (Ebu Davud, Ahmed bin Hanbel): Yedi yaşından önceki dönem, yedi-on yaş arası dönem, on yaş ve sonrası dönem. Namaz terbiyesi ile ilgi her üç aşamada uygulanacak yöntemler çocuğun yaş i sl a m ve hayat özelliklerine göre şekillenecektir. Bununla beraber bütün aşamalarda genel olarak zamana, izlemeye, sabra ihtiyaç olduğu göz önünde tutulmalıdır. Yine çocukların anlayışlarına hitap etmek, onlara söylenenlere dikkat edebilmelerini öğretmek, onların kişilik özelliklerini dikkate almak ve bütün süreçlerde anne-babanın fikir ve eylem birliğinde olmaları genel kurallar arasında sayılabilir. Çocukların etraflarında güzel örnekleri görmeleri ve niçin namaz sorusuna seviyelerine göre cevap verebilmelerini sağlamak işi kolaylaştıracaktır. Bu arada anne- babanın namaz eğitimi dışında çocuklara yaklaşımı da pedagojik prensiplere uygun olmalıdır ki; namaz konusundaki çabalar çocuklar tarafından itici bulunmasın. Onları, güzel davranışlarından dolayı taktir etmek, usulünce övmek de ihmal edilmemelidir. Bayram ve cuma günlerinin özellik ve farklılıklarından istifade edilmelidir. Yine genel olarak çocuklara sevdikleri şeylerle uğraşırlarken başka emirler verilmemeli, istenilen işin açık ve basit olmasına gayret edilmeli ve onlardan bir anda birden çok istekte bulunulmamalıdır. Ve nihayet her işte olduğu gibi bu hususta da çokça dua etmelidir. Bilindiği gibi ana babanın çocuğuna yaptığı dua makbuldür. Bu genel hususlardan sonra yedi yaş öncesi merhalede şu hususlara dikkat edilmesi gerektiği söylenebilir: Bu dönemdeki çocuklara tekrar tekrar namaz emredilmemeli, onların sadece namazın vakitlerini ve hareketlerini algılamalarına yardımcı olmalı, yani anne-baba namazları onların gözü önünde kılmalıdır. Bu hususta Peygamber aleyhisselam: ‘Namazlarınızdan bir pay da evlerinize ayırın, evlerinizi kabirlere çevirmeyin. (Buharî, Müslim)‚ ve ‘ Farzın dışında kişinin kıldığı en efdal namaz, evinde kıldığı namazdır., (Buharî) şeklinde buyurmaktadır. Böylelikle çocukların o masum dimağlarında namaz tabii bir gereklilik olarak yer bulacaktır. Bu yaştaki çocukların abdest almaları ve avret yerlerini örtmeleri konusunda ısrarcı davranmak gereksizdir. Henüz mükellef olmamış çocuğu azarlamak, ona sert ve katı davranmak, onun namazdan nefret etmesine sebep olacaktır. Onlara zor gelmeyecek kısa dua, sûre ve namaz tesbihatını tekrarlatarak öğretmeye çalışmak, abdest ve namazla ilgili boyama kitaplarıyla, bunlarla alakalı çocuk şarkılarıyla onları meşgul etmek bu dönemde yeterli olabilecektir. Yedi- on yaş arası dönem ise; alıştırma merhalesi olarak adlandırılabilir. Artık okul çağına giren çocuk öğrenme konusunda da mesafe katetmektedir. O artık anne-babanın terbiyesiyle namaz için hazırlık olarak temizlik pren- siplerini; tuvalette su ile temizlenmeyi, abdest almayı öğrenmelidir. Ancak diğer ibadetlerde de olması gerektiği gibi kuru şekilcilikten ziyade temizliğin ve abdestin manevi taraflarından da söz edilmelidir.Bu hususta Peygamber aleyhisselam: ‘ Müslüman abdest aldığında kulağı, gözü, elleri ve ayaklarıyla işlediği günahları dökülür...’ (Ahmed bin Hanbel) buyurmaktadır. Yine bu dönemde namazın şartları ( dışındaki farzları) ve rükunları (içindeki farzları) tek tek belletilmeye, ezberletmekten ziyade sıkmadan anlamları öğretilmeye çalışılmalıdır. Cami adabı öğretilmeli, cuma namazlarının ortamından yararlanılmalıdır. Cuma namazından sonra çocuğun dikkatini çekmek maksadıyla hutbenin konusu hakkında onunla konuşulmalıdır. Ancak asla çocuğu zorla cumaya götürmeye çalışmamalı, onun henüz mükellef olmadığı, cuma namazının süresinin onu sıkabileceğini unutmadan cumaya ve cemaate ilgi duymasına yardımcı olmalıdır. Çocuğun sevdiği şeyler ve onunla yapılan randevüler namaza bağlanmalıdır ki, namaz ve vakitleri iyice onun hayatına yerleşsin. Çocuğun kılacağı ilk farz namazda veya daha öncesinde, mesela yaş gününü namaza başlamaya bağlayarak bir kutlama yapmak çocuğun dünyasında önemli bir etki oluşturabilecektir. Terbiyede ödül ve övgü araçları da usulüne uygun, ölçülü bir tarzda namaza alıştırma konusunda kullanılmalıdır. Meselâ ödül verilirken çocuklara ödülün en büyüğünün Allah katında olacağı, namazın kişiyi cennete ulaştıracağı hatırlatılmalıdır. Ödülü onlar namaz kılmaya başlamadan vaadetmek yerine, namazı kılmaya başlamalarından sonra vererek ödülün sadece davranışı pekiştirici bir unsur olması sağlanmalıdır.Yine onları aşırı öğerek davranışlarını sırf onay almak için yapmalarına sebep olunmamalıdır. Çocuklara küçük yaşlarda seccade, takye, tesbih, namaz örütüsü, namaz kılarken giyilebilecek özel kıyafetler hediye etmek onları hem çok sevindirecek hem de onların namaza olan ilgi ve bağlılıklarını artıracaktır. Onların odalarına namazı ve vakitlerini hatırlatacak listeler, boyama, işaretleme ödevlerinden oluşabilecek olan namaz takvim ve saatlerinin asılmasının da faydası olacağı aşikârdır. Bu sayılan hususlar dışında çocukların namaza alıştırılmaları, onlara namazın öğretilmesi konusunda daha onlarca husus ve yöntemden bahsedilebilir. İslami terbiyenin genel prensipleri dışında yeni metodlar da geliştirilebilir. Yeter ki, anne – babalar namazın bilincinde, çocukları namaza alıştırmanın samimi gayretinde olsunlar. Ş U B AT / F E B R U A R 2 0 1 0 / 15 / i sl a m ve hayat “İslam Hukuku, Geçmişi ve Bugünü” Konuyla alakalı nesnel bir tartışmanın yürütülmesi bir hayli zor olsa da Prof. Mathias Rohe, “İslam Hukuku. Bugünü ve Geçmişi” isimli kitabında İslam hukukunu ele alıyor. Ali Mete • [email protected] slam hukukunun Alman Anayasası ile olan uyuşmazlığı, kadınları aşağılayıp erkekleri avantajlı bir konuma yükseltmesi ve hatta gelişim sürecini tamamlayamadan kaskatı ve eklemsiz şekli ile tarihin gerisinde kaldığı söylenegelmektedir. Müslümanlar ise ağırlıklı olarak İslam hukukunun çağdaş, demokratik özgürlükçü hukuk devleti şemalarıyla ölçülemeyeceği (ya da sadece bunlarla ölçülemeyeceği) ve bu mukayasenin nakıs olduğu kanaatini taşımaktalar. Lakin tarih sahnesinden bir çok misal göz önünde bulundurulduğunda İslam hukukuhnun modern, yeniliğe açık ve esnek olduğu anlaşılacaktır. Buna benzer argümanlar belki sayfalarca yazılabilirse de, aşikar olan bir nokta var ki, o da bu meyanda söz konusu olan şeyin hukukun kendisinden ziyade, birbirine karşı biçimde konumlandırılan şeriat-anayasa, gerici-modern, katı-esnek gibi kavram çiftleri üzerinden yürütülen bir “kültür mücadelesi”dir. Konuyla alakalı nesnel bir tartışmanın yürütülmesi bir hayli zor olsa da Prof. Mathias Rohe, “İslam Hukuku. Bugünü ve Geçmişi” isimli kitabında bunları irdeliyor. İ / 16 / IGMG • PERSPEKTİF “İslam Hukuku da hukuktur.” Bilhassa Almanya’da İslam araştırmaları ve Oryantalizm bünyesinde yürütülen yoğun bilimsel araştırmaların neticesi olarak Almanca’da İslam hukuku literatürü ile alakalı çok sayıda eser bulunmaktadır. Ancak Prof. Rohe’nin eseri, hem konu hakkında belirli bir malumata sahip olanlar, hem de bu alana bir giriş yapmak isteyenler için tavsiye edilebilecek nitelikleri haizdir. Eseri, diğer eserler arasından ön plana çıkartan ve ilginç kılan unsur ise yazarın çıkış noktası olarak gösterilebilecek olan şu cümlesidir: “İslam hukuku da hukuktur.” (s. 3) Basit gibi görünen bu cümlenin daha derin bir manası “geçmişte ve günümüzde, kültürel sınırları aşarak benzer işlevlere sahip hukuk düzenleri bulunduğu,” (s. 3) tespit nazar-ı dikkate alındığında açığa çıkmaktadır. Bunu aynı zamanda bir hukuk sisteminin toplumsal yansımalara indirgenemeyeceği, daha çok kendi delil ve kökenlerinin yakından bilinmesi sayesinde tanınabileceği şeklinde te’vil etmemiz de mümkündür. Bu manada –bütün diğer hukuk sistemleri gibi – İslam hukuku da yalnızca geleneksel/klasik hukukdan ibaret değildir. Keyfîlikten ziyade canlılık ve çeşitlilik Bahsettiğimiz noktadan hareketle Mathias Rohe, iki yüz sayfası referans ve dipnotlardan oluşan toplam altı yüz sayfalık kitabının önemli bir bölümünü şeriat ve hukuk kavramları (s. 1-18) ekseninde İslam hukukunun (s. 19-164) ve 19. yy’dan sonraki gelişiminin (s. 165-274) anlatılmasına tahsis etmiş. Peşisıra “İslam hukukunun diasporada izlediği yol” meselesine de yer veren (s. 275394) Rohe, kitabının son bölümünü (s. 395-403) küreselleşen dünyada İslam Hukuku perspektiflerine ayır- i sl a m ve hayat Hükümlerin İslam’ın hukukî kaynaklarından çıkarılması ile iştigal eden Fıkıh Usulü – Rohe burada kanaatimizce uygun olmayan Almanca ‘Dogmatik’ kavramını kullanıyor – olarak bilinen ilim dalı çok erken zamanlarda geliştirilmiştir. mış ve bunu Hindistan, Kanada ve Almanya örnekleri üzerinden izah etmeye çalışmış. Rohe’nin tespitine göre bir yandan geniş, dinî ve hukukî normları ve bunları tespit etmemize, bulmamıza ve yorumlamamıza yarayan mekanizmaları kapsayan (s. 9); diğer yandan ise sadece hukukî boyutu dikkate alan bir şeriat anlayışı bulunmakta. Halbuki kendisine göre şeriat bir kanun kitabından ziyade, normların bulunmasını ve yorumlanmasını sağlayan karmaşık bir normlar-kurallar sistemi olarak anlaşılmalıdır. (s. 16) Burada göze çarpan canlılık ve çeşitlilik elbette keyfî hüküm vermek anlamlarına gelmemektedir. Zira hükümlerin İslam’ın hukukî kaynaklarından çıkarılması ile iştigal eden Fıkıh Usulü – Rohe burada kanaatimizce uygun olmayan Almanca ‘Dogmatik’ kavramını kullanıyor – olarak bilinen ilim dalı çok erken zamanlarda geliştirilmiştir. Daha sonra İslam hukukunun kaynakları ve hüküm bina etmek için gerekli olan usuller (Kur’an, İcma, Kıyas, Örf gibi) teker teker incelenerek İslam Hukuku’nun yürürlülük sahası gösterilmiş ve mesele işaret edilen referanslarla daha anlaşılır hale getirilmiş. İslam hukuku, 19.yy’a kadar bir süreklilik arzederek gelişmiştir, ancak Rohe, bu konuda yargıya varmanın güç olduğunu, o zamanın hukuk kitaplarının pratik hayata ne kadar tekabül ettiğini tespit etmek için imkanlarımızın kısıtlı olduğunu dile getirmektedir. (s. 167) Sömürgeciliğin de önemli tesiri ile parçalanmaya başlayan, buhranlar yaşayan ve batı medeniyeti ile yüzleşmek durumunda kalan İslam hukuku batılı devletlerin reform ve modernleşme yolunu tuttuğu dünyada bir takım yeni problemlerle karşı karşıya kalmış. Sömürge döneminin sona ermesiyle oluşan birçok devlet, modern dünyanın şartlarına ayak uydurmaya uğraşırken bu modernleşme çabaları geleneğe bağlı müslümanlar tarafından bariz bir biçimde reddedilmiştir. Çünkü onlar için dışarıdan gelen sömürgenin etkisinden kurtulmanın ve içerideki baskılara karşı durabilmenin yolu, büyük ve güçlü bir geleneğin tevarüs edilmesinden geçmekte idi. Şu halde, makalemizin, İslam hukuku kavramına başka maksatlar güdülerek bir işlev verilmeye çalışıldığını belirttiğimiz çıkış noktasına da geri dönmüş oluyoruz. Ancak geriye azınlık – Rohe’nin tabiriyle diaspora da yaşayan müslümanlar – olarak İslam gibi önemli bir mesele kalıyor. Gayri Müslim Ülkelerde İslam hukuku Rohe, Hindistan’ın 150 milyon nüfusa sahip Müslüman azınlığının gelenekselliğe bir temayülü olduğu kanaatini sarih bir biçimde dile getiriyor. (s. 304) Bu gelenekçi hava içersindeki etkili akım ise Diyobend Okulu olarak bilinmektedir ki, buradan mezun olanlar reform hususunu mütalaa etmek için ne bir irade ne de imkan sahibidirler. (s. 305) Rohe’ye göre Hindistan Müslümanları’nın marjinallikten kurtulmalarının tek çaresi eğitim ve iş sahalarının emniyet altına alınmasından geçiyor. Ş U B AT / F E B R U A R 2 0 1 0 / 17 / i sl a m ve hayat Yazara göre, nisbeten bir çok kültürlülüğe sahip olan Kanada’da ise İslam hukukunun kısmen uygulanması ve bu şekilde gelecek için kıstasların bulunması mümkün görünüyor. Nisbeten çok kültürlülüğe sahip olan Kanada’da ise İslam hukukunun kısmen uygulanması ve bu şekilde gelecek için kıstasların bulunması mümkün görünüyor yazara göre. Bunun en güzel örneğini ise 2004 senesinde kurulmuş olan “Islamic Sharia Court” (İslam Şeriatı Mahkemesi) teşkil ediyor. “Islamic Sharia Court”‘un yanı sıra ülkede, Katoliklerin, Yehova Şahitlerinin, İsmaililerin ve kimi başka inanç sahiplerinin de Kanada’da aile ve miras hukuku ile alakalı danışabilecekleri kendi makamları bulunmaktadır. İslam hukuku ile yerel hukukun düzenlemeleri arasındaki uyuşmazlıklar ise Müslümanlarda güven eksikliği duygusu meydana getirmemek kaygısı ile dillendirilmemeye çalışılıyor. Aynı zamanda Kanada’nın çok kültürlü yapısı ile alakalı bir tartışma sürüp gidiyor. Fakat bu, daha ziyade Fransızca ve İngilizce konuşan yerli Kanada’lılar arasında cereyan eden bir tartışma. (s. 336) Dinin özgürce yaşanmasını, din hürriyeti kapsamında garanti altına alan Alman hukuku da dahil olmak üzere her hukuk düzeni, doğal olarak kendi yürürlülük alanında sınırsız bir yetki sahibi olma iddiasındadır. Bunun dışında, seküler bir hukuk devletinde, kanun koyucu olarak dinî bir topluluk değil, ancak devlet kabul edilir. Rohe, buna rağmen, başka (dinî) normların tatbik edilmesinin ise uluslararası medenî hukuk çerçevesinde ve bütün hukuk sistemlerinin eşit değere sahip olduğu düşüncesinden hareketle mümkün olduğunu, medenî hukuk örneği üzerinden gösteriyor. Ayrıca Rohe’ye göre zorunlu hukukun tersine tamamlayıcı eşya hukuku çerçevesinde özel durumlarda sözleşmeler yoluyla kanunî düzenlemelerin dışına çıkılarak uygulama imkanları olabilir. Ör- / 18 / IGMG • PERSPEKTİF neğin finans işlemleri bağlamında bu düşünülebilir. Netice olarak Prof. Rohe, İslam hukukunun gelişmesini ise ilk elde kaynakları yeniden ele alış biçimi ve dinamik bir okuma şekline, yani mana ve normların tarihi bağlamları içinden değerlendirilmesine imkan veren bakış açısının varlığı şartına bağlıyor. (s.402) Çünkü, sosyo-kültürel değişimlerle ortaya çıkan meselelerin değişime kapalı gelenekçiler tarafından bir çözüm noktasına getirilmeleri imkansız görünmektedir. Uyum mu yoksa yenilik mi? Bu noktada akıllara İslam hukukunun geçmişte, hem de Fas’tan Malezya’ya kadar her zaman ve coğrafyadaki kültür ve gelenekler içerisinde ortaya çıkan meselelerin çözümü için nerede ise yeniden keşfedildiği meselesi gelmektedir. Aslında eski meselelerin reprodüksiyonlarının yapılmasının çok da bir manası olmadığı gibi, İslam hukukunun değişik vecheleri ile alakalı olarak yürütülen ve değil müslüman toplumların, İslam hukukunun dahi oluşumunda rol almadığı münazaraların amacı da siyasî, sosyal, kültürel ve iktisadî manada basit bir uyum ve harmoni olamaz. Yapılması gereken bir kaç adım, geriye giderek meseleyi daha derinden tahlil etmek ve İslam hukukunun temel hedeflerini gözardı etmeksizin ve meselenin temelinden başlayarak uygulanması mümkün modeller geliştirmektir. Özetle şunu söyleyebiliriz. Mathias Rohe’nin kitabı hem bir giriş hem de kısa bir kaynak kitap özelliklerini taşımakta ve İslam hukukunun potansiyel ve kapsamını dışarıda bırakmayan yeni bir anlayışın geliştirilmesi imkanını sunmaktadır. (Tercüme: Hüsnü Yavuz Aytekin) to p l um Gençlerimiz ve ergenlik Dipl. Päd. Mehmet Gedik • [email protected] ocuklarımız ve gençlerimizin, yaşadıkları toplum içerisinde sağlıklı bir kimlik geliştirebilmeleri ve başarılı olmaları için dikkat edilmesi gereken en önemli konulardan biri de hiç şüphesiz “ergenlik sorunları”dır. Ergenlik dönemi hakkında, toplum ve toplumun sağlıklı gelişimi çerçevesinde sosyolojik açıdan birçok çalışmalar yapılmıştır. Bu konuda gerek sosyal kurum ve kuruluşlar ve gerekse okullar bünyesinde ebeveynleri bilgilendirme programları yapılmaktadır. Bizler de kişilik oluşumunda ergenlik döneminin ehemmiyetine binaen, Eğitim Başkanlığımız bünyesinde “Aile Eğitim Seminerleri” çerçevesinde bu konuları ele alarak velilerimizi bilgilendirmekte, gençlerimiz ile de ergenlik süreçlerini dikkate alarak sohbet halkaları oluşturmaktayız. Ç Ergenlik sorunlarının kaynakları Çocukların, gençlerin sorunları ebeveynleri ve toplumu en çok meşgul eden konulardandır. Pek çok ebeveyn kendi bireysel tutumlarının tüm olumsuzluklarını bir yana koyarak, sorunları çoğunlukla çocuklara, gençlere fatura etmektedir. Bir çoklarına göre sorunlar; sosyal çevreden kaynaklanmaktadır, gençlerin bu duruma düşmelerine sebep, toplum içerisinde bulundukları başıboşluk, okullarda aldıkları eğitimin ahlaki boyutundaki eksikliklerdir. Çoğu zaman, çocuklarımız ile ilgili sorun ve problemler alabildiğince büyüyüp, ilişkilerin kopma noktasına gelmesinden sonra bir çözüm yolu aramaya başlamışızdır. Bir çoğumuz deneme yanılma metodları ile çocuklarımıza yaklaşmışızdır. İçerisinde yaşadığımız toplumun farklılıklarını gözetmeden geleneksel yöntemlerle, yani ailelerimizden nasıl görmüşsek aynı şekilde çocuklarımıza yaklaşmışızdır. Bu tür metodların yanlış olduğunu bilimsel metodlarla yüzleştiğimizde anlayabilmekteyiz. Nereden başlamalıyız? Ebeveyn önce kendi ergenlik dönemini kısa bir hatırlamaya çalışarak, ergenlik döneminin nasıl bir devre olduğunu anlamaya çalışmalıdır. Anne ve babalar kendi ergenlik dönemlerini, kitlenmiş sayfalarda bırakmamalı, yaşanmış birer tecrübe olarak değerlendirmelidir. İşe önce kendilerini çocuklarının yerine koyarak başlamak durumundadırlar. Veliler çocuklarının yaşlarında iken, nasıl bir ergenlik dönemi ile karşı karşıya kalmışlardır? O dönemlerde kendi ebeveynlerinden beklentileri nelerdi? Kendilerini gerçekten anlayabilmişler miydi? Nasıl bir anlayış beklemişlerdi? Hangi tür davranışlarla karşı karşıya kalmışlardı? Tüm o zamanlarda yaşanılanlardan ne gibi olumlu ve olumsuz sonuçlar çıkarılacaktır. Öncelikle ebeveynler olarak bunlardan ders çıkararak çocuklarımızı daha iyi anlamaya çalışmakla işe başlamalıyız. Yani bu konuda çocukları, gençleri, problemlerin merkezine koyup, sadece onların problemleri çözebileceğini düşünmek tek taraflı yanlış bir deneme metodu olacaktır. Madem sorun bir bütün olarak ele alınmalıdır, o zaman işe önce ebeveynler olarak bilgilendirilmekle ve eğitilmekle başlamalıyız. Çocuklar ve gençler için “ergenlik safhaları” nelerdir? Bu dönemlere çocuklar nasıl hazırlanılmalıdır ve gençler ergenliği başarılı bir şekilde nasıl geçirebilirler? Ebeveynler olarak onlara nasıl yardımcı olunmalıdır? gibi konularda bilinçli hareket edilmelidir. Sağlıklı bir ergenlik döneminin geçirilmesi için, çocukluk dönemi ergenlik hazırlıklarının da gözden kaçırılmaması gerekir. Bu hazırlıkların ergenlik dönemi gelişimleri ile karşı karşıya olan bireyin çocukluk çağlarında yapılması önemlidir. Bu konuda ebeveynler bilirkişilerden yönlendirici bilgiler almanın yanısıra konu ile ilgili kitapları okuyup, internet sitelerinden bilgi alarak faydalanabilirler. Ergenlik devrelerinin önemli bir ilk adımının da bebeklikten çocukluğa geçiş devrelerinde de yaşandığı göz ardı edilmemelidir. Onun için üç ve dört yaş grubu çocukluk devrelerinin önemini kavrayarak hareket edilmelidir. Ergenlik konusu sadece duygusal olarak sosyal açıdan değil, aynı zamanda psikolojik ve fizyolojik açıdan vücut hormonlarının değişimi, gelişimi dikkate alınarak değerlendirilmelidir. Ş U B AT / F E B R U A R 2 0 1 0 / 19 / to p l um Ergenlik nedir? Ergenlik (Pubertät), insanın bedensel ve ruhsal gelişim dönemine verilen addır. Çocukluk döneminden yetişkinlik dönemine geçişte psikolojik ve somatik olarak yaşanan değişimdir. Bu dönem içerisinde bireyin içinde bulunduğu psikolojik dünyası ile bedensel işlevleri arasında yakın bir ilişki, güçlü bir bağ vardır. Zaman zaman bu güçlü bağ bireyde psiko-somatik (Bedensel ve ruhsal) hastalıklara yol açabilmektedir. Ergenlik, bireyin, çocuksu hal, hareket ve davranışlarının yerini gelişen zaman içerisinde yetişkinliğe, olgunluğa, erişkinliğe bıraktığı dönem olarak da halk arasında adlandırılmaktadır. Ergenlik döneminde “Duygusal Zeka” gelişiminde sosyal toplum bilinci, toplumsal kabullenme kavramları “süperego” gelişmektedir. Bireyin, yaşadığı toplum içerisinde olduğundan fazla görünmek, kendini ispat için benlik seviyesi süperego ve egosu gelişmektedir. Bu gelişmelere paralel olarak çocukluk devrelerini geride bırakmaya başlayan ve gençliğe adım atmakta olan bireyde hormon değişimi ve gelişimi meydana gelmektedir. Artık genç, cinsiyet hormanları ile ilgili bazı bedensel ve ruhsal gelişimleri kendisinde keşfetmeye başlar. Buluğ çağı olarak da adlandırdığımız bu döneminin en önemli ve göz ardı edilmemesi gereken en büyük değişimi “ostrojen” veya “antrojen”lerin vücutta cinsellik ile ilgili üretimidir. Bu değişim ister istemez ergenlik gelişim sürecinde olan gençlerde, sebepli sebepsiz psikolojik değişimlere sebep olur. Ergenlik yaşları, bölgesel iklim faktörleri dikkate alınarak ele alınmaktadır. Bunun yanısıra, aileden alınan genetik yapı, sosyo-ekonomik konum, hangi iklim şartlarında olursa olsun bireyin ergenliğinde ayrı bir rol oynamaktadır. Küresel iklim bozukluklarının etkisi ve sosyo-ekonomik durum değişiklikleri, eğitim ve medya boyutu ile cinselliğin çok erken yaşlarda çocuklara sınırsız ve ölçüsüzce sunulması, ergenlik yaşının daha da küçük yaşlara kadar indiği birçok boyutu ile ortaya konulan bir tesbittir. Her ne kadar ergenlik döneminin daha erken yaşlarda belirginleştiği tezi günümüzde sunulsa bile genel olarak ergenlik yaş sınırlaması 11 - 20 yaşları ile sınırlandırılmaktadır. Kız çocukları, erkek çocuklarına oranla daha önce ergenlik çağına ulaşmaktadırlar. Nasıl yaklaşmalıyım? Bedensel ve ruhsal değişimler gözönünde tutularak, çocuğunuzun ergenliği ile ilgili konumuna kendinizi ha- / 20 / IGMG • PERSPEKTİF zırlayabilirsiniz. Çocuğunuzun bu dönemi sağlıklı atlatabilmesi için en çok size ihtiyacı olacaktır. Onu anlayabilmek, sorunlarını paylaşmak, yapabileceğiniz en ufak bir destek en isabetli ilk yardım olacaktır. Ergenlik başlangıcı, en çok psikolojik değişikliklere sebebiyet veren kızlarda ostrojen, erkeklerde antrojen hormonlarının çok hızlı bir şekilde gelişmesi nedeni ile kendilerini keşfetmek zorunda oldukları en önemli andır. Özellikle vücutlarındaki cinsellik ile ilgili yaşadıkları değişiklikler bilinçli bir şekilde ebeveynler tarafından kabullenilmelidir. Çok normal ve doğal bir süreç olarak ele alınıp, önemle dikkatlerde tutularak davranışlar kontrol edilmelidir. Bu dönemlerde önce anne ve babalar olarak ama en önemlisi de arkadaş olarak sorunlara yaklaşılmalı ve paylaşılmalıdır. İçerisinden kolayca çıkabileceklerini sandıkları, değişim süreçlerinde gençlerin kendileri ile başbaşa bırakılması yalnış olur. Gençlerin açılamadıkları ve paylaşamadıkları bu konularda yalnız bırakılmaları, onların yanlış adımlar atmalarına ve ömür boyu beraberlerinde taşımak durumunda kalacakları sorunlar oluşmasına neden olabilir. Gençlerin cinsel konular ile ilgili durumları, ebeveyn ile konuşulmaz ve paylaşılamaz tabular olarak benimsemesinden kaçınılmalıdır. Bu şekilde aşılamaz tabular olarak görülen meseleler, gençlerin aile içerisinde dışlanmış hissetmesine ve aşağılık kompleksine kapılmalarına sebebiyet verebilecek, genç kendisini yanlış bir şekilde keşfetmeye mahkum kalabilecek ve içine kapalı bir birey olabilecektir. Bu gibi konuları arkadaşları ile paylaşımları ve toplum içerisinde özgürlük adına medyatik bilgi kirliliğinden nasiplenmeleri, onların yanlış yönlenmelerine sebebiyet verebilecektir. İçerisinde yaşadığı çelişkilere sağlıklı cevap bulamayan genç, psikolojik bunalımlara düşecek, sağlıksız bir kişilik gelişimine itilmiş olacaktır. Onun içindir ki, gençlere önce anne ve baba olarak yaklaşmalı ama onlarla arkadaş olunması da ihmal edilmemelidir. Ergenlik konuları doğal bir süreç çerçevesinde biliçli bir şekilde sevgi ve saygı ölçülerine riayet ederek paylaşılmalıdır. Pisikolojik, sosyolojik ve pedagojik boyutlarla ele alınması gereken yaklaşımlarla hareket edilmeli ve ergenlik konuları ile ilgili kitapların okunması teşvik edilmelidir.Genç hangi durumla yüz yüze kalırsa kalsın, ailesini yanında hissetmelidir. Sonuç olarak aile ergenlik sürecinde olan çocuğuna,“Başına ne gelirse gelsin, biz senin yanındayız. Biz burdayız” duygusunu hissettirmelidir. Düştüğü zaman elinden tutulup kaldırılacağı hissi kendisine verilmelidir. tod üpnya l um İslam dünyası, Darfur konusunda neden sessiz? Darfur sorunu yaklaşık yedi yıldır devam ediyor olmasına rağmen hâlâ üzerine ciddî bir söylem inşa edilememiştir. Hem batının “soykırım yapılıyor’” iddiası hem de Beşir’in “sorun yok” vurgusu gerçeği izah etmekten uzaktır. Mehmet Özkan • [email protected] 990’lı yıllarda Bosna ve Kosova’da yaşanan savaş ve ölümler sonrası hemen hemen tüm İslam dünyası, gerek sivil toplum kuruluşlarıyla olsun gerekse İKÖ ve Arap Ligi gibi uluslararası örgütleriyle işbirliği yapmışçasına gösteriler düzenlemiş ve acil çözüm çağrıları yapmıştı. Bugün Darfur’da yaşanan olaylar sonrasında ölenlerin sayısının son derece spekülatif olmakla beraber en az 200 bin ile 400 bin arasında olduğu tahmin edilmektedir. Bu rakam aslında ilk Bosna savaşında ölenlerin yaklaşık iki katı olmasına rağmen İslam dünyası Darfur konusunda derin bir sessizlik içindedir. İslam dünyasında hem örgütler düzeyinde hem de sivil toplum örgütleri düzeyinde kendini gösteren bu sessizliği nasıl yorumlamak/anlamak gerekir? Bu yazı temel olarak Darfur sorununa İslam dünyasının yaklaşımını etkileyen sebepleri küresel ve bölgesel düzeyde dikkate alarak İslam dünyasının bu soruna yönelik sessizliğini sorgulamayı amaçlamaktadır. Herşeyden önce sürecin genel seyrini anlamak için Darfur sorunun üç safhaya ayırmak mümkündür. Sorunun başladığı Şubat 2003 ile 2004 sonuna kadar olan birinci safha çatışmaların en çok yaşandığı ve ciddî ölümlerin olduğu dönemdir. Bu dönemde ölenlerin sayısının sorunun var olduğu tüm süreçte yaşanan ölümlerin en az yarısı kadar olduğu tahmin edilmektedir. İkinci safha olarak adlandırabileceğimiz ve 2005 başından Temmuz 2008’de Uluslararası Ceza Mahkemesi’nın (UCM) 1 Sudan Devlet Başkanı Ömer el-Beşir’i savaş suçuyla itham etmesine kadar olan dönem çatışmaların ciddî biçimde azaldığı bir zaman dilimi olmasına rağmen Darfur’a yönelik uluslararası kampanyanın en yoğun olduğu dönem olmuştur. UCM sonrası dönem olarak adlandırılan ve Ağustos 2008’den günümüze kadar olan son safhada çatışmalar hemen hemen sıfır noktasına gelmiş gözükmektedir. Ayrıca bu safhada Doha’da yapılan barış görüşmeleri yoğunlaştırılmış bir biçimde devam ediyor olmasına rağmen Beşir’e yönelik yargılama ve kampanya son haddine ulaşmıştır. UCM’nin Beşir hakkında tutuklama kararı almasından sonra ise hem Sudan hükümeti hem de Beşir’in kendisi Darfur’da çatışan gruplara verdiği desteği azaltmıştır. Bugün için ise çatışmalar fiili olarak bitmiş olmakla beraber çatışmalardan geriye kalan yıkım, evsiz kalmış ya da yurdunu terk etmiş insanlar ve Darfur’un yeniden yapılandırılması gibi sorunlar acil çözüm beklemektedir. Darfur sorunu yaklaşık yedi yıldır devam ediyor olmasına rağmen hâlâ üzerine ciddî bir söylem inşa edilememiştir. Hem batının ‘soykırım yapılıyor’ iddiası hem de Beşir’in ‘sorun yok’ vurgusu gerçeği izah etmekten uzaktır. Aslında İslam dünyasının Darfur konusunda ürettiği söylem bu iki basit yaklaşımın ötesine geçmeye çalışan fakat hem izahatta hem de pratikte yer bulamayan bir görüntü arz etmektedir. Çatışmaların çok yoğun yaşandığı birinci safhada hem İslam dünyasının hem de uluslararası kamuoyunun Amerikan işgali dolayısıyla Irak üzerine yoğunlaşmış olması bir nevi Darfur sorununun görmezden gelinmesine yol açmıştır. Irak savaşı İslam dünyasını her açıdan mobilize etmiş olmakla beraber diğer sorunlara yönelik ciddî bir ilgisizlik de getirmiştir. Özellikle özünde Müslüman Afrikalılar ile Müslüman Arapların çatışması olan ve her iki tarafın da Müslüman olmasından dolayı İslam dünyasının doğal olarak ilgi göstermesi gereken Darfur sorunu dönemin uluslararası şartları gereği ciddî ihmale uğramıştır. İkinci safhada İslam dünyasının yaklaşımını belirleyen temel etken aslında yine dönemin şartlarıdır. Batının ‘teröre karşı savaş’ yürüttüğü ve bu süreçte neredeyse bütün Müs- Ş U B AT / F E B R U A R 2 0 1 0 / 21 / d ü nya lümanların terörist olarak görüldüğü bir dönemde batının Darfur üzerinden oluşturmaya çalıştığı ‘soykırım’ söyleminin İslam dünyası tarafından kabul edilmesi mümkün değildi. Bilakis İslam dünyasının batının Darfur sorunu üzerine empoze etmeye çalıştığı soykırım söylemini kabul etmesi hem batının ‘İslam ve terör’ üzerine yürüttüğü kampanyaya doğal destek olacak hem de Müslümanlar açısından savunulamaz bir durum oluşturacaktı. Bu açıdan bakıldığında aynı dönemde Arap dünyasının tüm gücüyle Beşir’e destek vermesi ve İslam dünyasından yükselen ‘Müslüman soykırım yapmaz’ vurgusunu aslında batının oluşturmaya çalıştığı söylemi yıkmaya yönelik hamleler olarak görmek gerekir. Bu safha aynı zamanda Çin’in Darfur’dan petrol çıkarmak için ciddî kazanımlar elde ettiği ve Irak savaşı dahil bir çok konuda batıya ters düştüğü dönem olması dolayısıyla batının yürüttüğü soykırım kampanyasına İslam dünyasının destek vermesi aynı zamanda batının Çin’e karşı yürüttüğü güç mücadelesinde dolaylı olarak batıya destek vermek olacaktı. İslam dünyasının Darfur konusuna ‘gerçek ve etkili’ ilgisi ancak son safhada ortaya çıkmış ve halen Doha’da İKÖ ve Arap Ligi gibi uluslararası örgütlerin de desteğiyle barış görüşmeleri devam etmektedir. Bugün için hem Afrika Birliği hem de Arap Ligi’ne üye devletler bir yandan UCM kararının ortaya çıkardığı ‘tehlikeli belirsizlik’ durumunu düzeltmeye çalışırken diğer yandan da gerek Sudan içinde gerekse Sudan dışında kalıcı barış için çalışmalarını yürütmektedir. İşin ilginç tarafı bu son dönemde batının Darfur’a yönelik ilgisi hergeçen gün azalmaktadır. Genel olarak bakıldığında İslam dünyası son döneme kadar bir Darfur söylemi oluşturamamıştı. Aslında takip etmek istediği temel strateji Sudan iç dinamiklerini devreye sokarak dış müdahale olmadan sorunun çö- / 22 / IGMG • PERSPEKTİF zümüne yardımcı olmaktı. Şunu açıkça ifade etmek gerekir ki İslam dünyası batı ve Beşir arasına sıkışan Darfur için oluşturmaya çalıştığı üçüncü yol yaklaşımını hem söylemleştirmede hem de pratiğe geçirmede çok geç kalmıştır. Bu durumun en temel sebebi Darfur konusunda İslam dünyasında yaşanan ciddî bilgisizliktir. 2009 itibariyle bile İslam dünyasındaki dominant dillerde Darfur ile ilgili çıkan ciddî bir kaynağa rastlamak son derece zordur. Normalde İslam dünyasında hareketlenmeyi sağlamakta hayli başarılı olan sivil toplum kuruluşları da Darfur konusunda derin bir sessizliğe bürünmüştür. Dünyanın herhangi bir köşesinde Müslümanlara yapılan küçücük bir muamele, bir çok sivil toplum kuruluşunu ayağa kaldırırken Darfur konusundaki göreceli sessizlik ciddî şekilde tartışılmalıdır. Bu durumun belki de en çarpıcı örneği İslam dünyasındaki bir çok insan hakları örgütünün Darfur raporunda, oradaki çatışma ve ölümlerin sanki küçük bir iç savaş gibi sunulmasıdır. En basit bir ifadeyle bugün için İslam dünyası açısından Darfur sorunu önceden sahip çıkılıp kolay bir çıkış yolu bulunmadığı için sömürgeciliğin geride bıraktığı yıkım ve enkazı devralmaktan ibarettir. Bu yıkım hem söylemsel hem de pratik düzeyde kendini göstermekte olup tamiri uzun süreç gerektirmektedir. Darfur tecrübesinin bize gösterdiği ve teorik anlamda sorulması gereken soruyu şu şekilde formüle etmek mümkündür: İlk defa İslam dünyası tepkisellik yerine olgun ve derinden bir anlayışla mı hareket ediyor yoksa son yıllarda İslami anlayış ve tavırdaki değişim ve dönüşümler sonucu eski tepkiselliğini de mi yitirdi? Her ne kadar İKÖ ve çeşitli yardım kuruluşları konuyu zaman zaman gündemde tuttuysa da, bu soruya verilecek cevap hem İslam dünyasının diğer sorunlara yaklaşımını anlamamızı kolaylaştıracak hem de İslam dünyasına yönelik kavrayışımızı derinleştirecektir. d ü nya Kazakistan Yusuf Ziya • [email protected] ovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından diğer Türk cumhuriyetleri gibi 1991 yılında bağımsızlığını ilan eden Kazakistan, “kendi başına buyruk hareket eden yiğit, cesur, bekâr” anlamlarına gelen “Kazak” ismini taşıyan, Orta Asya’da Hazar Denizi’nden Çin sınırına kadar uzanan topraklarda yaşayan bir Türk topluluğunun ülkesidir. S Genel Bilgiler Resmi adı Kazakistan Cumhuriyeti olan ülke, topraklarının genişliği bakımından 2.724.900 km2 ile dünyanın dokuzuncu büyük ülkesidir. Orta Asya ve Doğu Avrupa’nın arasındaki konumu ile kuzey ve kuzeybatısında Rusya, güneyinde Türkmenistan, Özbekistan ve Kırgızistan, doğusunda ise Çin Halk Cumhuriyeti ile komşudur. Ülkenin batısında Hazar Denizine kıyısı vardır. 17 milyona yaklaşan nüfusa sahip olan Kazakistan’ın başkenti 1998 yılından beri Astana’dır. Diğer önemli şehirlerini eski başkent Almatı, Çimkent, Terez, Karaganda ve Ust Kamenogosk olarak sıralayabiliriz. Ülkenin resmi dili Kazakça ve Rusçadır. Nüfus, Din ve Dil Sovyetlerin dağılmasının ardından 1997 yılında yapılan sayımlarında nüfusun yüzde 40’ını Ruslar, yüzde 38’ini Kazaklar, yüzde 6’sını Ukraynalılar, geriye kalanları da Tatarlar, Beyaz Ruslar, Koreliler, Almanlar ve Özbekler oluşturuyordu. Bu dönemde Kazakların kendi ülkelerinde azınlıkta kalmalarının en büyük nedeni Çarlık Rusyası döneminde buraya yönelen Rus göçleriydi. Kazakistan’ın bağımsızlığını kazanmasının ardından Rusların ve diğer unsurların büyük kısmının geri dönmeleri neticesinde Kazak nüfusu yüzde 60’lara yükselmiştir. Her geçen yıl Kazak nüfusunun oran olarak artması ve Rus kültüründen kendi kültürlerine dönüşün hızlandığı görülmektedir. Ülkede Kazakların büyük kısmı kırsal bölgelerde yaşarken, Ruslar genellikle şehirlerde toplanmıştır. Öte yandan Kazakistan dışında 30’dan fazla ülkede Kazak yaşamakta ve dünyanın farklı yerlerdeki Kazakları ülkeye çekmek için teşvikler devam ettirilmektedir. Zira bugün itibariyle 15 milyon nüfuslu dünya Kazaklarının sadece 10 milyonu Kazakistan’da yaşamaktadır. Dinî mensubiyet açısından bakıldığında nüfusun yüzde 60’ının Müslüman, yüzde 30’unun Rus Ortodoksu, yüzde 2’sinin Protestan, geri kalan yüzde 7’nin ise diğer dinlere mensup oldukları görülür. Kaynaklarda Kazak toplumunda İslamiyet’in 18. yüzyıla kadar fazla etkili olmadığı, yöneticiler ve eşrafın kendilerini Müslüman olarak tanımlamalarına karşın halkın büyük bir kısmının Şamanizm gibi geleneksek inançlara bağlı oldukları yer alır. 17. yüzyıldan itibaren İslam merkezleriyle olan ilişkilerin artması ve Müslüman sûfîlerin gayretleri sonucu Kazak bozkırlarında İslam daha fazla yaygınlaşmıştır. Müslümanlar Sovyet döneminde kapatılan camileri, bağımsızlık sonrasında yeniden açmaya ve yeni camiler yapmaya başlamışlardır. Türkçe’nin Kıpçak dil grubuna giren Kazak dili, Kazakistan, Doğu Türkistan, Moğolistan, Kırgızistan ve Özbekistan’da konuşulmaktadır. Üç defa alfabe değiştiren Kazaklar 1929’a kadar Arap alfabesi, sonra 11 yıl Latin alfabesi ve ardından da Kiril alfabesini kullandılar. Sovyet döneminde Kazakistan’da resmî dil Rusça idi. Ruslar, Kazak dilini eğitim dili olarak kabul etmeyip, halka bu dili yalnızca köylerde konuşulan bir dil olarak benimsetmeye çalışmışlardır. Şüphesiz Kazak dilinin bu dönemde Rusçadan büyük ölçüde etkilendiğini söylemek mümkündür. Bağımsızlık sonrasında Kazak millî kimliğinin yeniden oluşturulmasına yönelik olarak resmi dil Kazakça olmuş, ancak Rus nüfusun yüksek olması nedeniyle Rusça’da kullanılmaya devam etmiştir. 1999 yılından itibaren ise tüm resmi yazışmalar Kazakça yapılmaya başlanmıştır. Kazakistan’ın Kısa Tarihi Eski çağlardan beri bugünkü Kazakistan topraklarının bulunduğu topraklar çeşitli kabile ve kavimlerin geçit bölgesi olmuştur. Tarihi kaynaklar Orta Asya’dan genellikle batı ve doğu olmak üzere Türkistan olarak söz eder. Doğu Türkistan bugün hâlâ Çin işgalindedir. Batı Türkistan ise Sovyetlerin dağılmasından sonra bağımsızlığını elde eden Kırgızistan, Özbekistan, Türkmenistan, Tacikistan ve Kazakistan’ın bulunduğu bölgedir. Bölgede geniş bir alan üzerinde hüküm süren ve Müslüman Türkler tarafından yönetilen ilk devlet Karahanlılar devletidir. Daha sonra bu bölgede çok sayıda hanedanlık ve devlet kurulup, yıkılmıştır. Bu zaman Ş U B AT / F E B R U A R 2 0 1 0 / 23 / d ü nya gulanmaya başlanan ve iszarfında Türk kökenli tikrara kavuşan Kazahalkların bu bölgedeki kistan bugün doğal kayvarlığı sebebiyle Türk dil nakları ve coğrafyası itive kültürü oldukça bariyle dünyanın sayılı ülyaygınlık kazanmıştır. kelerinden biridir. İlk birleşik Kazak Hanlığı’nın 16. yüzyıl Kazakistan’dan Notlar başlarında Kasım Han Bugün Kazakistarafından kurulduğu, tan’ın büyük şehirleri bunun ardından Kazak nüfusunun hızla bir zamanların doğu artmasıyla otlak ihtibloğu ülkelerinin şehir yacından dolayı sınırplanlamacılığını yansıların genişlediği ve 17. tır. Geniş caddeler ve yayüzyılda neredeyse buya kaldırımları, meygünkü Kazakistan sıdanlar, parklar, büyük nırlarına ulaştığı bilinkonutlar, devlet binamektedir. 18. yüzyıla ları, alışveriş, eğitim, kadar Kazak toplumu, dinlenme tesisleriyle sakin göçebe hayatı yadüzenli bir altyapıya saşayan, hayvancılıkla hiptir. Şehir merkezleuğraşan, geleneksek rinin yeşilliği göz kakurumları ve ahlaki maştırıcı derecededir. değerlerin etkin olduBu anlamda şehirler Pavlodar şehrindeki Meşhur Yusuf Camii ğu bir toplum özelliği modern bir görünüm taşımaktaydı. arz etmektedir. 1998 yı19. yüzyıla gelindilında ülkenin başkenti, ğinde, kurulmuş büyük modern bir dünya şehdevletlerin parçalanarak küçük hanlıklara ayrılmış olmari özelliklerini taşıyan Astana’ya taşınmıştır. Astana şehsı bu dönemde bölgede emelleri olan Rusların Batı Türrinin ismi, İstanbul’un eski isimlerinden biri olan ve başkistan üzerinde hâkimiyet kurmasını kolaylaştırmıştır. Kaşehir manasına gelen “Âsitâne” isminden gelmektedir. zak topraklarında Rus hâkimiyeti beraberinde yeni idari Bütün Kazakistan’ın en görkemli yapısı Türkistan şehve hukuki düzenlemeleri getirdi. 19. yüzyılın ikinci yarırindeki Hoca Ahmed Yesevi Türbesidir. Hoca Ahmed sından itibaren Kazak topraklarında yeni iskân merkezYesevi Türk dünyasının manevi hayatında asırlardır taleri kurularak Ruslar yerleştirildi. 20. yüzyılın ilk çeyresarrufu devam eden büyük bir Türk mutasavvıfıdır. Zağinde Bolşeviklerin işbaşına gelmesinin ardından Kazamanında Timur tarafından yaptırılan 600 yaşını aşkın kistan’ı tamamen idareleri altına alan Ruslar, burada bübu görkemli abidevi külliye, içerisinde kütüphane, kuyük bir asimilasyon siyasetine girişmiş, bu dönemde ibayuhane, çilehane, mescid, medrese gibi bölümleri barındırır. det hürriyeti kaldırılmış ve camiler kapatılmıştır. Bütün Sovyet döneminde bakımsız ve yıkılmaya bırakılan bu topraklar devlet malı ilan edilmiş, Kazaklar göçebe hayabüyük külliye bağımsızlık sonrasında Türkiye’nin sahip tını bırakıp, yerleşik hayata ve ziraata zorlanmışlardır. İnçıkmasıyla restore edilmiştir. sanlara çeşitli yollarla ateistlik aşılanmaya çalışılırken, din Kazakistan’da bazı olumsuz gelişmelerin yaşandığı aleyhtarı kitaplar Kazakçaya çevrilmiştir. Rus yönetimi bölgerçek bir vakadır. Alkol tüketimi ve kumar belasının gedeki Türk lehçeleri arasındaki farklılıkları artırarak Türk da ülkenin büyük problemlerinden biri olduğu bilinmektedir. halklarını birbirinden uzaklaştırmaya çalışmıştır. Millî külBu problemlere yönelik yapılan girişimlerin olumlu netürü hatırlatan edebi eserlere yasak getirilmiş ve Kazaktice vermesi ümit edilir. Ancak diğer yandan güzel gelar millî kültürlerinden uzaklaştırılarak asimile edilmeye lişmelerde olmaktadır. Bir hafta içerisinde 20 yeni caçalışılmıştır. Tüm bu baskılara rağmen halkın büyük bir minin açılışının yapılması ve tüm Kazakistan’da cami sakısmı dinine ve kültürüne sahip çıkmayı başarmış ve özelyısının 2500’lere ulaşması tüm Müslümanları sevindilikle kırsal kesimlerde dini faaliyetler bağımsızlığa kadar ren gelişmelerdendir. gizlice devam ettirilmiştir. Sovyet döneminde Kazakistan yalnızca bir hammadKaynaklar de kaynağı olarak kullanılmış, bu nedenle yer altı zenginliklerini • TDV İslam Ansiklopedisi, “Kazakistan”, “Kazaklar”, 25. Cilt, s.121–134 çıkarma endüstrisi gelişirken, üretim endüstrisi geri kal• Yeni Rehber Ansiklopedisi, “Kazakistan”, 11.cilt, s.305–307 mıştır. Bağımsızlık sonrasında özelleştirme siyaseti uy- / 24 / IGMG • PERSPEKTİF d ü nya Mikrokredi ve Muhammed Yunus dik’ diyor ve üniversite hayatına son verip Jobra’ya gidiyor. ‘Jobra benim üniversitem. Orada oturan halk ise benim profesörlerim olacak’ diyerek fakirliği durdurabilmek için profesör bir arkadaşı ve birkaç öğ“Kredi” kelimesi Latince “credere” rencisiyle yola koyuluyor. kelimesinden türemektedir. AnlaGittiği Jobra şehrinde 21 yamı ise güven ve inanmaktır. Mikşındaki bir köylü bayanın elinde bamrokredi sistemiyle ekonomik ve bu ağaçları görünce, bunları nasıl satoplumsal kalkınmayı alttan sağlatın aldığını soruyor. Kendisi bunu maya yardımcı olma çabaları çer5 Taka (0,22 $ cent) karşılığında kiçevesinde Nobel Barış Ödülü alan raladığını ve gün boyu ağaçlardan Muhammed Yunus, küçük kredioturaklar yapıp, günün sonunda lerle fakir ve yoksul insanlara güvenip, Muhmmed Yunus ise 5,50 Taka (0,24 $ cent) karşılıekonomik ve sosyal yönden kalğında sattığını ifade ediyor. Tüm çakınmalarını sağlıyor. Her ne kadarda bası, günün sonunda sırf 0,50 Taka (2 cent) kâr yapıp Muhammed Yunus’un bu sistemi olumlu olarak algılansa hayat mücadelesine devam etmek olduğunu anlayan Yuda, yıllık %20 oranında faize dayanmaktadır. nus, bir öğrencisine, köy halkının yaşadığı sıkıntıdan kurtulup, kendi ayakları üzerinde durup iş yapabilmesi için Hayatı ne kadar krediye ihtiyacı olduklarına dair bir araştırma 28 Temmuz 1940 tarihinde Bangladeş’in ikinci büyapmasını ister. Araştırma sonunda 42 kişilik köy halyük şehri olan Chittagong’da kuyumcu oğlu olarak dünkının toplam 856 Taka (27 Dolar) ihtiyacı olduğu oryaya gelir. Chittangong’un en kaliteli okulunda okur. Üstaya çıkıyor: tün başarısından dolayı yaşıtlarından daha erken bir yaş“Bu kadar gülünç bir rakam olduğundan dolayı köyta üniversiteye geçiş yapma imkanı sağlanır ve iktisat bödeki insanlar ile şehirdeki bankalar arasında köprü ollümünden 21 yaşında mezun olur. 1961-1965 arası okumak istiyordum. Dakka’da bir Banka Yöneticisi’ni ziyaret duğu üniversitede hocalık yapar. 1966 yılında doktora ettim. Kendisinden bu insanlara kredi vermeleri için tayapmak için Amerika’nın elit Üniversitelerinden biri olan lepte bulundum. O ise böyle bir teklifi kendisine götürmeme Vanderbilt Üniversitesi’ne burslu olarak gider. 1972 yıçok şaşırmıştı. ‘Böyle birşey yapamayız. Onlar fakir ve lında ülkesinin gelişmesine aktif olarak katkı sağlamak yoksul. Hiç bir şeye sahip olmayan insanlara para veriçin tekrar ülkesine döner ve Chittangong Üniversitediğimizde gidip karınlarını doyuracaklar ve geri ödesi’nde profesör olur. yemeyecekler. Bundan dolayı fakirlere kredi veremeyiz’ cevabını verdi. Bu cevabı aldıktan sonra çok şaşkın ve Mikrokredi’ye adım atarken sinirlı bir şekilde orayı terk ettim. Bundan sonra yeni Ders verdiği öğrencilerine batıda öğrenmiş olduğu bir banka sistemi üretip, bu insanları kurtarmalıyım’ diekonomi teorilerini ve çözüm noktalarını anlatıyor, fayerek yeni bir sistem kurmaya karar verdim.” kat çözümün bu teorilerle olamayacağını da görüyorBöylelikle Grameen Banka’sının ilk tohumları atıldu. ‘Dünya insanına rahatlık getirecek olan ekonomi teomış oldu. Geliştirmiş olduğu yeni sistemi 1983 yılında rileri fayda sağlasaydı, sokaklarda aç insanları görmezTaner Doğan • [email protected] Ş U B AT / F E B R U A R 2 0 1 0 / 25 / d ü nya tam bir banka olarak hayata geçirerek, adını Grameen Bank, yani: Köy Bankası koydu. Köy Bankasınn özellikleri Grameen Bankası’nın hedef kitlesi dünyanın en fakir ve yoksulları. Normal bankalardan kredi almak isteyenlerin ipotek göstermeleri veya iş garantileri olması gerekirken, Yunus’un bankası insanların yaşamasını en güvenli ipotek olarak görüyor. Verilen borçların %99 geri ödenmesiyle dünyadaki tüm bankaların önüne geçiyor Grameen Bankası. Yapılan araştırmada verilen kredileri erkeklerden %85, bayanlardan ise % 100 oranında geri ödendiği sonucu çıkıyor. Araştırma sonucunda bayanlara yönelik daha fazla kredi verilmesi gerektiğini ve verilen kredilerle bayanların daha çabuk iş yaptıkları tespit ediliyor. Mikrokredi koşulları Bir kişi Grameen Bankası’ndan kredi almak istiyorsa, yanında kredi almak isteyen 4 kişi daha götürmeli. Önce iki kişiye dört ile altı hafta içinde geri ödeyecek şekilde 12-15 Dolar’lik mikrokredi veriliyor. Kredi alan kişiler aldıkları krediyi ödedikleri takdirde, diğer iki kişide kredi alma hakkını elde ediyor. Böylelikle grup içerisindeki herkes sorumluluk bilinciyle hareket etmiş oluyor. Kredi grubu aynı zamanda motive grubudur. Böylelikle kardeşlik bilinci gelişiyor. Bir köyde bir çok kredi alan grup olduğunda karşılıklı birbirlerini motive etme olanağı artıyor. Aile içerisinde sorun ve sıkıntıların çıkmaması için gruba dahil edilecek şahıslar, akrabalardan oluşmuyor. Bangladeşlilerin % 55’inin okuma yazma bilmeyen insanlar olmalarına rağmen, Grameen Bankası’ndan kredi almak isteyenler, mecburen isimlerini yazmasını ve para saymasını da öğreniyorlar. Bugün birçok banka binasına bakıldığında gücü sembolize etmesi açısından görkem ve ihtişamı görmemek mümkün değil. ‘Bizden birşey isteyen, bize gelsin’ anlayışıyla çalışmaktadırlar ve bundan dolayıda gelişmemiş olan ülkelerde sırf büyük şehirlerde temsil edilmektedirler. Afrika gibi bir ülkede bilhassa kadınların yalnız başına şehre gitmesinin zor olduğunu göz önünde bulundurarak, Grameen Bankası ihtiyaç sahiplerinin ayağına gidiyor. Köyün en önemli şahısları olan Muhtar, Öğretmen ve Din Adamları’na Mikrokredi sistemini anlattıktan sonra, köy halkına kredi koşullarını ve avantajlarını anlatıyorlar. ‘Dünya Bankası Başkanı olmuş olsaydınız’ Amerikalı bir gazeteci bir gün Muhammed Yunus’a “Dünya bankası başkanı olsaydınız hangi önerilerde bulunurdunuz?” diye bir soru yöneltiyor. Yunus ise ‘Öncelikle dünya bankasının merkezini Bangladeş’in başkenti olan Dakka’ya aldırırdım. Çünkü bu bir çok açıdan önem arz etmektedir. Fakirliğin ne anlama geldi- / 26 / IGMG • PERSPEKTİF ğini bilmeyen gözleri fakirliğin merkezlerinden biri olan Bangladeş’e çekmiş olurdum. Sırf para veya kariyer karşılığı değilde, gönülden çalışarak dünyadaki fakirliği ortadan kaldırmak isteyen insanlarla birlikte çalışırdım. Diğer yandan Bangladeş’teki yaşam standardı Wasington’a göre çok düşük olmasından dolayı personel giderleri ve maaşları da büyük ölçüde düşmüş olurdu’ diyerek soruyu cevaplandırıyor. 550 Milyon İnsan 2007 yılının başına kadar yaklaşık 110 milyon insana mikrokredi verilerek, ortalama olarak 5 kişilik bir aileyi gözönünde bulundurduğumuzda yaklaşık 550 milyon insana ulaştığını hesaplayabiliyoruz. Yarım milyar insan ve dolayısı ile dünyadaki fakirlerin altıda biri. Birleşmiş milletlere göre günde 2 doların altında yaşam sürmek zorunda olanlara fakir deniliyor. Almanya’nın Stuttgart şehrinde düzenlenen bir konferansta konuşan Yunus, fakirlik ve yoksulluk hakkında şöyle diyor: ‘Bir gün fakirliğini müzesinin yapılacağını düşünüyorum. İnsanlar bu müzeye gidip fakirliğin ne olduğunu görecek ve ‘keşke daha erken fakirliğe karşı birşeyler yapsaydık’ diyecekler. 2030 yılında dünyada kimsenin fakir olarak adlandırılmamasını hayal ediyorum. Böyle olduğunda ‘fakirlik ve fakir’ kelimelerinin bir anlamı olmamış olacak’ diyor Yunus. Faize dayanıyor Yazının belki bu bölümüne kadar okunduğunda, sırf olumlu bir proje olduğu düşünülebilinir. Fakat yazının başındada belirttiğimiz gibi, bu bankanın sistemi de bir çok banka gibi faize dayanmaktadır. Bir yandan verilmiş olan mikrokredilerle insanların yoksulluktan kurtulmaları ve kendi ayakları üzerinde durup, ticaret yapabilmeleri söz konusu olurken, diğer yandan yıllık %20 faiz ile mikrokredileri geri ödenme şartı gözden kaçmamalı. ‘Muhtaç insanlara faizsiz para verdiğinizde, bunu sadaka olarak görüyorlar ve hazıra alışıyorlar’ diyor Yunus. Muhammed Yunus ‘Merhamet sınırlıdır, fakat ticaret sınırsızdır’ diyerek kendisinin de faydalandığı bir ticaret boşluğu bulmuşa benziyor. Aylık faizin tefecilerde yüzde 20’yi bulduğu bir ülkede, böyle bir proje ile dikkatleri çeken Muhammed Yunus, aslında Mudarebe usulü ile çalışsaydı, çok eleştirdiği kapitalist sisteme alternatif yeni bir sistem oluşturabalirdi. Kaynaklar: http://www.spiegel.de/wirtschaft/0,1518,481659,00.html http://www.dünyagündemi.com/261/MuhammedYunus.html www.muhammadyunus.org Banker der Armen – Peter Spiegel, Creating a world without poverty - Muhammad Yunus / Die Armut besiegen - Muhammad Yunus k ül t ür Ameliyatlar ve aletler Müslümanların günlük yaşamımıza katkıları etmiş, eserinde de bu alet yardımıyla nasıl taşların yokedileceğini anlatmıştır. Zehravî’nin kitabını tercüme eden son isimler Lewis ve Spink bu aletin orjinalliğini tanımlarlar ve konuyu şöyle yorumlarlar: “Albucasis’in ale0. yy’a dönüp güney İspanya’ya gidebilseydik, Batinin doğru bir lithotripter (safra kesesi ve böbrek taşlarıtı’da Albucasis adıyla tanınan devrin önde genı parçalamada kullanılan bir alet) tarzında modern delen cerrahlarından Zehravî ile tanışma imkanı virden yüzlerce yıl evvel yapıldığı ve sonra gözden kaybolduğu bulabilirdik. Zehravî “et-Tasrif ” adını verdiği bir görülmektedir. Öyle ki, Ortaçağ’ın büyük tenasül ve idrar tıp ansiklopedisi yazmıştır. Et-Tasrif bünyesindeki “Ceryolları cerrahları Franco, Paré ve Frére Cômethe Doyen bu rahî’ye Dair” adlı kısım 200’den fazla cerrahî aletin taaletin adından bile bahsetmemiştir.” nıtıldığı bir bilimsel inceleme eseridir. 12.yy’da yaşamış Sevillalı hekim İbn Zuhr çelik çubuğun ucuna elmas takarak mishab denen bu aleti daAletler ha da geliştirmiştir. Zehravî bu sonda-matkapların yaAmeliyatlarda aletlerin kullanılması tıp alanında bir nı sıra sistolitotomide (mesanenin açılarak taşının çıdevrim niteliğindedir ki, bu sayede bilimin spekülatifkartılması) kullanılmak üzere çeşitli bıçaklar geliştirmiştir. kurgusal olmaktan çıkıp deneysel olmasına imkan sağZehravî’nin binlerce yıl önce eserinde ele aldığı ve lanmıştır . “Cerrahi’ye Dair” adlı bilimsel eser titizlikle tartıştığı aletlerin çoğu çok ufak tıp tarihinde cerrahî aletlerin tanıtıldığı, değişikliklerle günümüz modern tıbbında resmedildiği ilk bilimsel eserdir. Bu devirde hâlâ kullanılmaktadır. Onun eserinde tarkullanılan aletlerin dizaynı o kadar muaztıştığı diğer aletler şunlardır: zamdı ki, milenyuma gelindiğinde aletler Değişik ebat ve şekillerdeki koterizasyon üzerinde çok ufak değişiklikler yapıldığıaletleri, neşterler, çeşitli kesme ve açma işlemnı görürsünüz. Bu aletlerin Avrupa’ya talerinde kullanılan çok keskin bıçaklar, genelnıtılması ile Avrupa’da cerrahînin temelde keskin bir yarım daire ile biten çengeller ki leri atılmıştır. bunlar günümüzde hâlâ aynı şekilde kullanılEn doğru ve en kesin olanı elde etmek ve maktadır, damarlara kan pıhtısını temizlemek bunun için de gerekli mükemmel aletleri yapiçin yerleştirilen keskin olmayan çengeller, yamak için tutarlı ve istikrarlı araştırmalar yapZehravî anısına Suriye pulu ra köşelerinin geri çekilebilmesi için küçük bezmak Müslüman bilim adamları için bir kuleri tutmak ve kaldırmak için kullanılan kesral olmuştu, bu kural bugünkü modern bilim kin çengeller. Forsepler yani kıskaçlar, iki tuiçin de temel bir prensip olmuştur. Bu çalışmasında Zehtacağı olan metal aletlerdi, operasyonlarda bezleri ve diğer şeyravî aletleri açık ve net el çizimi taslaklarla resimlendirmiş, leri çekmek, tutmak, itmek gibi çeşitli işlevleri vardı. İki ağızhangi aletin nasıl, hangi amaçla ve ne zaman kullanılacalı ezici kıskaçlar mesane taşlarının ufalanması ve çıkarılmağını da ayrıntılı bir şekilde anlatmıştır. sında kullanılıyordu. Zehravî’nin buluşu olan ve anne karÖrneğin koterizasyon (yaranın ısı verilmek suretiynından dışarı normal olarak ilerlemeyen çocuğu çekmeye yale tahrip edildiği, yani yakılıp, dağlandığı tedavi metorayan ve uçları yarı dairesel biçimde olan forseplerde hâlâ hasdu) işlemi için Zehravî şunları ifade eder: “Eski hekimtanelerde kullanılan aletler arasında yer almaktadır. ler koterizasyonda altın kullanmanın demir kullanmaktan daha iyi olduğu görüşündedirler. Bizim görüşümüze göCerrahî re ise demirin kullanılması daha hızlı ve daha doğrudur.” Modern cerrahî yüzyıllardır kendilerini hayat kurİdrar yollarındaki taşlar da Zehravî’nin eserinde çok tarmaya adamış insanların keşif ve katkılarıyla bugunsayıda sayfada ele alınmıştır. Zehravî bu taşları ufalakü halini almıştır. Bu “hayat kurtarma” ahlakı 1000 yıl mak için “al-mishab” adında bir çeşit sonda-matkap icat önce güney İspanya’daki Müslümanların da kalbinde İlknur Melekoğlu • [email protected] 1 Ş U B AT / F E B R U A R 2 0 1 0 / 27 / k ül t ür yatıyordu. Bu Müslümanlar vascurif ’te ne kadar çok mevzunun ele alınlar (damardan), genel ve ortopedi dığını anlamaya yetecektir. olmak üzere 3 farklı ameliyat türü Jinekoloji alanında da onun eseuygulamışlardır. ri, diğer Müslüman cerrahlarla beraKordoba’da yaşayan Ebu elber öncülük etmiştir. Zehravî ebeleKasım al-Zehravî bu dönemdeki en rin yetiştirilmesi için açıklamalar ünlü Müslüman cerrahlardandı. O yapmış, sorunlu doğumlarda ve dogözlemledi, inceledi, uyguladı ve her ğum sonrası müdahalelerde neler hastasına yetenek ve ustalıkla cevap yapılması gerektiğini anlatmıştır. verdi. Devrinin en güzide hekim13.yy da yaşamış Suriyeli hekim İbn lerinden biri olarak tanınan Zehul-Qutff da jinekoloji alanında bilravî Endülüs Hükümdarı Mansur’un giler vermiş ve bayanlarda cerrahî müsaray hekimi idi. dahelelerin zorluğunu vurgulamıştır. Zehravî tıpta getirdiği yeni işlemlerle, Ez Zehravî gibi tıb alanında çıtanıttığı 200’den fazla cerrahî aletle, ğır açan pek çok Müslüman cerrah diş ve diş sağlığı, eczacılık ve cerrahî vardır, 11.yy’da Özbekistan’da yaşayan disiplinler hakkında verdiği ayrıntıİbni Sina da bunlardan biridir. Gelı hesaplar ve bilgilerle cerrahî alanında lecek yazımızda ayrıntılı olarak ele köklü değişiklikler yapmıştır. alacağımız İbni Sina eseri “Canon” O, et-Tasrif kitabında her gün da tıp alanında pek çok meseleyi ele karşılaşılan tıbbi durumlar karşısında almıştır. Ona göre: Kanser alevlenyapılması ve yapılmaması geremeyen, başta ağrısız bir “soğuk tüZehravî’nin kullandığı ve kitabında tanıttığı tıbbî aletler (www.muslimheritage.com) kenleri sayarak pratik tıbbın kumör”dür, ilerlediği zaman genelde terallarını koymuştur. davisi olanaksızdır ve tıpkı yengeç Zehravî’nin geliştirdiği işlembacakları gibi merkezin dışında gelerden birisi de koyun, kedi gibi hayvanların bağırsağından lişir. İç kanserler hasta farketmeden ortaya çıkar, ağrıyapılan belli bir süre sonra rezorbe olan cerrahî dikiş ipi larına karşın hastalar uzun süre yaşayabilirler. Sınırlı kanolan “catgut”(katgüt) un iç dikişlerde kullanılmasıdır ki, serlere cerrahlar müdahele edebilir, ancak kesikler tübu yöntem bugün en basitten en karmaşık ameliyatlamörün tamamen alınabileceği şekilde mükemmel olara varana kadar her türlü işlemde kullanılmaktadır. Catrak yapılmalıdır. Bununla birlikte kanser yeniden nükgut vücut tarafından kabul edilen ve vücutta parçalanabilen sedebileceği için ameliyat her zaman kesin çözüm sağtek doğal maddedir. Catgut’u ameliyatta kullanan ilk lamaz. Bakır ya da kurşun oksit kanseri tedavi edemekişi Zehravî’dir. Koyundan dikiş atmada faydalanan ilk se de yayınmasını engellemekte etkilidir. kişi de Razi’dir. Razi müzik aletlerinde kullanılan büİbni Sina, Zehravî gibi pek çok meseleyi ele almış, külmüş ince teli ameliyatlar da da kullanmıştır. onun gibi mesane taşı tedavisinde kullanılan yöntemZehravî’nin getirdiği köklü değişikliklerden biride leri anlatmıştır ki, onun bahsettiği yöntemler bugünkü kayıp, eksik dişlerin tedavisi alanındadır. Kayıp dişlemodern ürologların yöntemlerine benzer. İbn ul-Qutff rin yerine kenik yerleştirilmesi yöntemini geliştirmiş, sağda bu konuyla ilgilenmiş, büyük taşlar daha kolay hislıklı dişlerin kayıp-harap dişlere altın yada gümüş telsedildiği için tedavisinin küçük taşların tedavisinden dale nasıl bağlanacağını anlatmıştır. ha kolay olduğunu belirtmiştir. Pamuğu kanamaları kontrol etmede ilk kez kullaTüm bunlar, 1000 yıl önce insanların hastanelerde nan da yine odur. Nefes borusu ameliyatı yapan, düzenli özenle muayene edildiğinin ve iyi bir şekilde onlarla ilşekilde alçı kullanan, idrar yollarındaki taşlar için idrar gilenildiğinin göstergeleridir. Bugün bizler başarı ya da geçiti boyunca matkap geliştiren de odur. hayatta kalabilen kişi istatistiklerine sahip değiliz anBurun yumrusunun alınması gibi en basit ameliyatları cak günümüzden binlerce yıl öncesinden bu büyük cerda eserinde ele almış, kendi geliştirdiği forseplerle anrahların notlarına sahibiz. Herkesin iyiliği için, hatta 21.yy’da ne karnından ölü fetüsün alınması gibi en karmaşık opebile bizler için, bu notlar uygulandı ve bu doğrultuda rayonlara da yer vermiştir. Ağrıyı azaltmak ya da duryapılan araştırmalar cerrahîyi geliştirdi. durmak için derinin yakılması ya da koterizasyonu da, çıkık omuz tedavisini de anlatmıştır. Zehravî, “CerraKaynak: hî’ye Dair” kitabının altmış ve altmışbirinci bölümleri• 1001 Inventions-Muslim heritage in Our World, Prof.Salim T S ni tamamen mesaneden taşların çıkarılması konusuna Al-Hassani, 2006, Foundation for Science, Technology and ayırmıştır. Cerrahî üstüne’nin onun et-Tasrif ’ini oluşCivilisation turan 30 kitaptan sadece biri olduğunu düşünmek, Tas- / 28 / IGMG • PERSPEKTİF k ül t ür Namaz ve karakter gelişimi Arabca, Salâ kelimesinden türeyen namaz, namaz kılan bireyin namaz sayesinde kendini Allah’ın azabı olan yakıcı ateşten uzaklaştırarak izale etmesi; istiğfar, rahmet, övgü, bağlılık ve devamlılıkla O’na lâyık olan yüceltme, şeref ve tazim ifadeleriyle yüce yaratıcıyı anmak, anlamına gelir. Murat Kurt • [email protected] sma Sayın Ekerim’in Uludağ Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Din Psikolojisi Anabilim Dalı’nda yaptığı Yüksek Lisans tez çalışması olan Namaz ve Karakter Gelişimi isimli kitabın, ilk baskısı 2006 yılında, İnsan Yayınları tarafından basıldı. Yazar, eserini, İbadet Kavramı, Karakter Kavramı, Namaz İbadeti, Tasavvufi Açıdan namaz ve Namazın Karakter Gelişimi Üzerindeki Etkisi başlıklarında beş bölüme ayırarak konuyu etraflı bir şekilde anlatmaya çalışmıştır. Kitabın sonunda bir kaynakça bulunmaktadır. Yazar kitabın bazı yerlerinde gereğinden fazla tekrarlara düşmüş olsa da, bu çalışması sahasında yazılan az sayıda kitaptan biri olma özelliği ile öne çıkmaktadır. Kitabın önsözünde bu çalışmanın namaz aşkının, zihinlerde namaz bilincinin canlanması için kaleme alındığı belirtilmektedir. Namazın bir hayat olduğunu, kalbin azığı, gönlün sevinci, zihnin ve ruhun yükselişi olduğuna vurgu yapan yazar, namazı hayatın merkezine alarak konuyu anlatmaya başlamıştır. E İbadet ve Karakter Kitabın birinci bölümünü teşkil eden ibadet kavramı başlığı altında ibadet kelimesi; boyun eğmek, saygı göstermek, hizmet etmek, itaat ve kulluk, tevazu ve tapınmak olarak açıklanmıştır. Psikolojik ve sosyolojik açıdan ibadetin etkileri cemaat anlayışı ve ibadetlerin, bireyin kendisine ve başkalarına güven duygusu kazanmasını sağlarken, dini ibadetler ve törenlerin, insan hayatına bir anlam ve amaç kazandırdığı ve insani ilişkileri belli bir düzene soktuğuna vurgu yapılmıştır. Karakter kavramı olarak adlandırılan kitabın ikinci bölümünde, karakterin tanımı yapılmış ve karakter unsurları üzerinde durulmuştur. Karakter, kişiye has davranışların bütünü olup, insanın bedeni, hissi ve zihni faaliyetine çevrenin verdiği değer olarak tanımlanmıştır. Alfred Adler’den alıntı yapılarak karakterin doğuştan gelmediğini, hayatın meseleleri karşısında, bir insanın ruhunda meydana gelen çeşitli ifade şekillerinin karakter olarak ifade edildiği belirtilmektedir. Bunun yanısıra kişiliği karakterden ayırarak insanın kişiliğinin, doğuştan getirilmiş ve sonradan kazanılmış ruhsal niteliklerin tümü olarak ele alınmaktadır. Yazar kitabının üçüncü bölümünde namaz ibadetini ele alarak, Arapça, “Salâ” kökünden gelen namazı, “dua, tebrik, iki varlık arasında cereyan eden birincisinin diğerine yüceliğini, kudretini, şerefini ve ululuğunu bütün samimiyetiyle ifade etmesi; namaz kılan bireyin namaz sayesinde kendini Allah’ın azabı olan yakıcı ateşten uzaklaştırarak izale etmesi; istiğfar, rahmet, övgü, bağlılık ve devamlılıkla O’na lâyık olan yüceltme, şeref ve tazim ifadeleriyle yüce yaratıcıyı anmak” olarak tarif etmektedir. Devamla, Allah’ın namaz kılan inanan kişilere “salâtının” manasını, onları “eksik, kusur ve günah gibi olumsuz karakter özelliklerinden temizleyip kurtarması olarak ifade etmektedir. Yine kitabın üçüncü bölümünde namaz ibadetinin önemi ve içeriğini ruh sağlığına olumlu yönde etki etmesi açısından ele alıp namaz ibadetinin, Erich Fromm’un işaret ettiği gibi ahlâkî problemlerin yaşandığı nevroz sorununa duygusal, ruhsal ve zihinsel olarak çözümler sunmakta olduğunun altını çizmektedir. Aynı bölümde yazar, insanın tatminsizliğini namaz ibadeti ile pozitif karakter yapısına dönüştürebilirse, insanı hem bilinçli bir ruhi gelişmeye, hem de bütün bencillik ve düşkünlüklerden uzaklaşmaya götürebileceğini söylemekte ve Kur’an’da, Ankebut Sûresi’nin 45. ayetinde, “Muhakkak namaz hayasızlıktan ve fenalıktan vazgeçirir.” örneğini vermektedir. Namaz ve Tasavvuf Kitabın tasavvufi açıdan namaz başlıklı dördüncü bölümünde, klasik tasavvuf anlayışına göre namaz kılan kimse, kalbiyle Allah’a yolculuk yaparak hevasına, dünyasına ve Allah dışındaki her şeye veda etmektedir diye tanımlanmaktadır. Ayrıca namaz Allah ile karşılıklı konuşma ve tadına doyulmaz bir sohbettir diyerek sübhaneke, Ş U B AT / F E B R U A R 2 0 1 0 / 29 / k ül t ür tahiyyat, salli-barik, rabbena atina, rabbena’ğ-firli duaları ve fatiha süresinin ne manalara geldiğini teferruatıyla açıklamaktadır. Bunların yanısıra yine tasavvufî açıdan niyet, kıyam, kıraat, rükû ve secdenin psikolojik etkileri üzerinde geniş bir izahatta bulunmaktadır. Yazar bu açıklamalarında, namaz kılan bireyin, Allah’ın kusursuzluğuna rağmen kendi eksikliklerinin, zaaflarının, olumsuz karakter özelliklerinin farkına varması neticesinde kişinin “kendini tanıma” sürecine gireceğine vurgu yapmaktadır. İnsanlardaki kıskançlık duygusunun korkunç bir kine neden olabileceğini, insanlar arasındaki sıcaklık-yakınlık eksikliği, rekabetçi ve tatminsiz bir ruhun kıskançlığa neden olacağını belirten yazar, bu noktada namaz ibadetinin, bireydeki övgü, minnet, takdir duygularının Allah’a sunulmasını motive etmesi yönüyle kin, nefret, kıskançlık ve kibir duygularını; ruhsal doygunluk ve tatmin, minnet ve takdir edilme, sevgi duyulma duygularına dönüştürmekte olduğunu ifade etmektedir. Bununla beraber namaz kılan bireylerin, alemlerin Rabbi Allah’ı övgü, minnet, takdir, şükran, sevgi ve saygı ifadeleri içerisinde anması esnasında başka insanlara sunulan bütün nimetlerin aslında onlara Allah tarafından verildiğini idrak edecek ve övgüsünü, minnetini, takdirini, şükrünü sadace Allah’a sunacaktır. Övgü ve şükrünün sonucunda kendisine sunulan nimetlerin Allah tarafından arttırıldığını fark edecek ve böylece kendisini haset ve kıskançlık duygusuna motive edebilecek her durumu ortadan kaldırabileceğini söylemektedir. Rükû ve secdenin insanda tevazu duygusunu geliştireceğini, kibir, küstahlık, bencillik, başkalarından kendini üstün görme gibi kötü duygulardan sıyrılacağını ve Allah’tan başka hiç bir varlığa tam olarak bağlanmanın manasızlığını öğreteceğini belirtmektedir. Bu bölümde secdenin üzerinde bir hayli duran yazar, Allah’ın sıfatlarını tek tek manalandırarak secde de bu isimlerin manalarının düşünülerek ibadet yapmanın önemine işaret etmektedir. Namaz ve Karakter Gelişimi Esma Sayın Ekerim hanımefendi kitabının beşinci ve son bölümüne ibadetin karakter gelişimi üzerindeki etkisi ismini vermiş ve şu konulara dikkat çekmiştir; ibadetin en temel faydalarından birisi insanın ruhî yönünü yüceltmesi ve kötülüklere mani olmasıdır. İbadetler / 30 / IGMG • PERSPEKTİF şuurlu bir şekilde yapıldığında, kişiliğin gerek içe ve gerekse dışa dönük yönünün gelişmesine yardımcı olurlar demekte ve ibadetlerin insana, bedensel ve ruhsal birtakım güçlüklere katlanmayı da öğreteceğine dikkat çekmektedir. Yazara göre namaz kılan mümin ilâhî şuur odaklanmasını ifade eden huşuu sağlamak için açlığını gidermeli, ihtiyaçlarını karşılamalı ve namaz esnasında dikkat ve konsantrasyonunu bozacak hususları ortadan kaldırmalıdır. Böylece bütün zihinsel, duygusal, ruhsal güçlerini namazda toplamış, kalbi ve aklı boş düşüncelerden arınmış; duygusal, ruhsal ve zihinsel anlamda Allah’a yönelmiş ve diliyle söylediklerine zihni ve kalbi de uyum göstermiş olur. Ve namaz vasıtasıyla Allah’a karşı saygısını gösteren kişinin, kimin huzuruna çıktığının farkında olursa Allah’ın kullarına karşı hürmetsiz davranamayacağını, iyiliğin onun ayrılmaz vasfı olacağını belirtmektedir. Kur’an-ı Kerim namaz kılan kişilerin, sahip oldukları mallar üzerinde, fakirlerin, yardıma muhtaç kimselerin ve bir takım maddi şeylerden yoksun olanların, hak sahibi olduklarını kabul ettiklerini ifade etttiğini bu şuurla namazını kılanların başkalarına yardım ederek vicdan duygusunun gelişimine yardımcı olduğunu ve kötü düşüncelerine ket vurarak bunları kontrol etmeyi öğrendiğini, böylece de sorumluluk sahibi, yardımsever, bütünleşmiş kişilik özelliklerini geliştirdiğini belirtmektedir. İbadetler, özelde de namaz gibi belirli zamanlarda yapılan ibadetler hayat ve disiplin programı olarak vakti ve hayatı düzenler. Bütün ibadetler insanda içsel gelişim ve olgunlukla birlikte büyük bir disiplin sağlarlar ve iradeyi güçlendirirler. Bununla beraber insanın her gün beş defa namaz kılmasının bireyin psikolojisi ve ruh sağlığı üzerinde önemli etkileri bulunmaktadır diyen yazar, özetle, namaz kılan kişi insanın ve bütün canlıların hayatında yaşanan doğmak, büyümek, duraklamak, ihtiyarlamak ve ölmek gibi beş temel süreci tecrübe etmekle kalmayacak; aynı zamanda bu süreçleri yaşayan bir birey olarak maddi varlığı ile manevi varlığı arasında psikolojik ve ruhsal bir denge kurabileceğini ifade etmektedir. Kitabının sonuna doğru yazar namaz-sorumluluk duygusu, ahlaki değerleri koruma, tevbe, sabır, vefa, dürüstlük, alçakgönüllülük ve şükür ilişkisini örnekleri ile açıklayarak eserini tamamlamaktadır. i sl a m und l e b e n „Das islamische Recht. Geschichte und Gegenwart“ An Fachliteratur zum islamischen Recht im deutschsprachigen Raum fehlt es – vor allem vor dem Hintergrund intensiverer islamwissenschaftlicher/orientalistischer Studien in Deutschland – zwar nicht, doch mit Rohes Arbeit liegt ein Buch vor, dass das Thema auch für – zugegeben rechtlich bewanderte und interessierte – Laien zugänglich macht. Ali Mete • [email protected] as islamische Recht ist unvereinbar mit dem deutschen Grundgesetz. Es begünstigt Männer und unterdrückt, ja erniedrigt Frauen. Die Entwicklung des islamischen Rechts ist in der Entstehungszeit stehen geblieben, hat also nicht wirklich stattgefunden. Somit ist es rückständig und starr. Dies sind Vorwürfe, mit denen sich Muslime immer wieder auseinander setzen müssen. Diesen Thesen setzen Muslime entgegen, dass es sich bei dem islamischen Recht, welches üblicherweise mit der Scharia gleichgesetzt wird, nicht unbedingt um Ge- D setze im Sinne eines normativen Rechts handelt und der Vergleich zumindest hinkt. Ferner habe sich das islamische Recht durchaus entwickelt, was anhand vieler historischer Beispiele aufgezeigt werden könne. Demnach sei es modern, reformfähig und flexibel. Diese und ähnliche Sätze könnten noch seitenlang weitergeführt werden. Dabei ist leicht ersichtlich, dass es hierbei nicht wirklich um das Recht geht. Vielmehr wird ein wie auch immer verstandener „Kampf der Kulturen“ anhand solcher Begriffspaare (Scharia-Grundgesetz, rückständig-modern, starr-flexibel) ausgetragen. Umso schwerer ist es, eine sachliche Diskussion zu diesen Themen zu führen. Trotzdem hat es Prof. Mathias Rohe1 in seinem neuesten Buch „Das islamische Recht. Geschichte und Gegenwart“ versucht. „Auch islamisches Recht ist Recht.“ An Fachliteratur zum islamischen Recht im deutschsprachigen Raum fehlt es – vor allem vor dem Hintergrund intensiverer islamwissenschaftlicher/orientalistischer Studien in Deutschland – zwar nicht, doch mit Rohes Arbeit liegt ein Buch vor, dass das Thema auch für – zugegeben rechtlich bewanderte und interessierte – Laien zugänglich macht. Wichtiger und ausschlaggebend für die erfreuliche Resonanz des Werkes ist jedoch die Ausgangsannahme des Autors: „Auch islamisches Recht ist Recht.“ (S. 3) Diese an sich simple Feststellung ist jedoch insofern vielsagend, da hiermit dem Fakt Rechnung getragen wird, dass es „in Geschichte und Gegenwart über alle Kulturgrenzen hinweg vergleichbare Funktionen von Rechtsordnungen gibt“ (S. 3). Dies impliziert auch die Aussage, dass Recht nicht auf soziale Erschei- Ş U B AT / F E B R U A R 2 0 1 0 / 31 / i sl a m und l e b e n nungen reduziert werden kann, sondern dessen Argumente, deren Herleitung und die Rechtsinstrumente bekannt sein müssen. Weiterhin bedeutet dies, dass islamisches Recht genauso wie jedes andere Recht nicht auf etwa das klassische Recht beschränkt werden darf. Vielfalt und Dynamik, nicht Beliebigkeit Auf dieser Grundlage versucht Mathias Rohe in seinem 600seitigen Buch, von denen allein 200 Seiten von Anmerkungen, Quellennachweisen und Literaturhinweisen eingenommen werden, ausgehend von den Begriffen Scharia und Recht (S. 1-18), die Geschichte des islamischen Rechts nachzuzeichnen (S. 19-164) und die Entwicklung des islamischen Rechts ab dem 19. Jahrhundert zu schildern (S. 165-274), um anschließend „Wege des islamischen Rechts in der Diaspora“ (S. 275394) am Beispiel Indiens, Kanadas und Deutschlands aufzuzeigen und in einem kurzen Schlusskapitel „Perspektiven des islamischen Rechts in einer globalisierten Welt“ (S. 395-403) zu besprechen. Rohe stellt fest, dass es ein weites, „alle religiösen und rechtlichen Normen, Mechanismen zur Normfindung und Interpretationsvorschriften“ (S. 9) umfassendes und ein enges, nur die rechtlichen Anteile einschließendes Scharia-Verständnis gibt. Die Scharia sei aber kein „Gesetzbuch, sondern ein höchst komplexes System von Normen und Regeln dafür, wie Normen aufgefunden und interpretiert werden können.“ (S. 16) Diese Vielfalt und Dynamik ist jedoch nicht mit Beliebigkeit gleichzusetzen, da mithilfe der Lehre von den Rechtsquellen und Methoden der Rechtsfindung (Usûl al-Fikh) – Rohe benutzt an dieser Stelle den nicht passenden Begriff der Dogmatik –, die schon sehr früh entwickelt wurde, der Urteilsfindung eine solide Grundlage gegeben wurde. Darauf folgt eine systematische Darstellung einzelner Rechtsquellen und Methoden der Urteilsfindung (Koran, Sunna, Konsens, / 32 / IGMG • PERSPEKTİF Analogieschluss, „Für-besser-Halten“, Gewohnheitsrecht, usw.), um schließlich Geltungsbereiche des klassischen islamischen Rechts in kurzen Ausführungen, aber mit zahlreichen Anmerkungen und Quellenhinweisen, darzulegen. Bis ins 19. Jahrhundert hatte sich das islamische Recht fortentwickelt und genoss weitgehende Gültigkeit, auch wenn laut Rohe zu bedenken gibt, das dies schwer zu beurteilen sei, „weil insgesamt wenig Information darüber vorhanden ist, inwieweit die klassischen Rechtswerke mit der Praxis übereinstimmen“ (S. 167). Mit den darauffolgenden Umbrüchen in der islamischen Welt – zumeist vor einem kolonialem Hintergrund – und den inneren Krisen, aber auch der Auseinandersetzung mit den westlichen Gesellschaften, wurde das islamische Recht vor neue Herausforderungen gestellt, auf die viele der neuen Staaten mit Reform- und Modernisierungsversuchen reagierten. Diese wiederum seien von jenen Muslimen boykottiert worden, die das Festhalten an der Tradition als ein Mittel des Widerstandes gegen postkoloniale Einflussnahme von außen und Despotismus und Korruption von innen betrachteten. Und damit wären wir auch schon am Ausgangspunkt dieses Artikels angelangt, an dem wir auf die Funktionalisierung des Begriffs des islamischen Rechts oder einzelner Aspekte als Diskussionsplattform für andere Zwecke hingewiesen hatten. Jedoch gibt es noch die Erfahrung des Islams als Minderheit – oder in der Diaspora, wie es Rohe bezeichnet. Islamisches Recht in nichtmuslimischen Staaten Der Autor attestiert den Muslimen Indiens, immerhin 150 Millionen, eine „Tendenz zum Traditionalismus“ (S. 304). Hier überwiege der Einfluss der traditionalistischen Deoband-Schule, deren Absolventen „weder willens noch in der Lage zu qualif izierten Reformdebatten“ (S. 305) seien. Rohe sieht die Befreiung aus der marginalisierten Lage der muslimischen Min- i sl a m und l e b e n Jede Rechtsordnung beansprucht für sich eine uneingeschränkte Gültigkeit in ihrem Geltungsbereich. Dies gilt auch für die deutsche Rechtsordnung, in der die Religionspraxis im Rahmen der verfassungsmäßig garantierten Religionsfreiheit gewährleistet ist. derheit Indiens in der Sicherung von Bildung, Ausbildung und Arbeitsplätzen. In dem explizit multikulturellen Kanada gebe es vereinzelte Möglichkeiten, islamisches Recht anzuwenden, was der Autor als Möglichkeit ansieht, Maßstäbe für zukünftige Entwicklungen abzuleiten. Ein Beispiel hierfür ist das „Islamic Sharia Court“ in Ontario, welches 2004 eingerichtet wurde, als es bereits ähnliche Instanzen für Katholiken, Mennoniten, die Zeugen Jehovas und Ismaliliten gab, und welches beispielsweise bei Familien- und Erbrechtsfragen angerufen werden kann. Inhaltliche Konflikte zwischen einzelnen islamischen und gesetzlichen Regelungen in Kanada würden laut dem Autor nicht wahrgenommen bzw. thematisiert werden und eher Verunsicherung bei den Muslimen stiften. Zugleich habe eine Diskussion über die Multikulturalität Kanadas begonnen, welche bisher hauptsächlich „anglo- bzw. franko-kanadische Unterschiede und Gegensätze sowie die Positionen der Ureinwohner“ (S. 336) umfasste. Jede Rechtsordnung beansprucht für sich eine uneingeschränkte Gültigkeit in ihrem Geltungsbereich. Dies gilt auch für die deutsche Rechtsordnung, in der die Religionspraxis im Rahmen der verfassungsmäßig garantierten Religionsfreiheit gewährleistet ist. Ferner gilt, dass im säkularen Rechtsstaat nur der Staat Recht setzen darf und nicht etwa eine Religionsgemeinschaft. Die Möglichkeit der Anwendung fremder – darunter auch religiöser – Normen bestehe nach Ansicht Rohes zum einen im Rahmen des Internationalen Privatrechts, wo ausgehend von dem Gedanken der Gleichwertigkeit aller Privatrechtsordnungen das Heimatrecht auch nach Einreise in Deutschland gültig ist. Inwieweit dies bereits geschieht, schildert der Autor ausgiebig anhand des Eherechts. Zum anderen ist laut Rohe eine Anwendungsmöglichkeit im Rahmen des sogenannten dispositiven Sachrechts möglich, bei dem im Gegensatz zum zwingenden Recht im Einzelfall durch Vertrag von gesetzlichen Regelungen abgewichen werden kann, so etwa im Hinblick auf Finanzgeschäfte. In seiner abschließenden Betrachtung der Perspektiven macht Rohe deutlich, dass eine Entwicklung des islamischen Rechts in erster Linie von einer neuen Herangehensweise an die Quellen über eine „dynamische Leseart“ abhängig ist, „welche nach dem Sinn von Normen fragt und dabei ihren historischen Kontext im Auge hat“ (S. 402). Mit der Orientierung der sogenannten Traditionalisten am Wortlaut der Quellen könnten die aufgrund soziokultureller Veränderungen aufkommenden Fragen nicht angegangen werden. Anpassung oder Erneuerung? Ohne die Notwendigkeit einer solchen Herangehensweise infrage zu stellen, könnte an dieser Stelle gefragt werden, ob das islamische Recht, welches sich in der Vergangenheit innerhalb neuer Umstände und kultureller Traditionen – von Marokko bis Malaysia – quasi immer wieder neu erfunden hat, wirklich nicht die nötigen Mittel hat, um auch Antworten für aktuelle Fragestellungen zu liefern. Selbstverständlich ist eine einfache Reproduktion alter Antworten nicht sinnvoll, jedoch kann es auch nicht sein, dass die Diskussionen um Aspekte des islamischen Rechts eine simple Anpassung, eine Harmonisierung mit politischen, kulturellen, sozialen oder wirtschaftlichen Verhältnissen, an deren Entstehen muslimischen Gesellschaften, geschweige denn das islamische Recht, kaum beteiligt waren, zum Ziel hat. Vielmehr ist es notwendig, einige Schritte zurückzugehen, um die Gesamtlage von neuem zu betrachten und ausgehend von den allgemeinen Zielen des islamischen Rechts neue praktische Ansätze zu entwickeln, ohne dabei die Rechtstraditionen zu verwerfen. Zusammenfassend kann gesagt werden, dass das Buch von Mathias Rohe sowohl als Einführung als auch kurzes Nachschlagewerk dienen kann. Es bietet eine Grundlage für die Entwicklung des Verständnisses Ş U B AT / F E B R U A R 2 0 1 0 / 33 / i sl a m und l e b e n Familie, Kinder und die Heranführung zum Gebet Ahmet Arslan @ [email protected] llah erschuf die Menschen und sandte ihnen Propheten, die den Menschen seine Botschaft vermittelten. Diese göttliche Botschaft birgt die Möglichkeit dem kurzen, irdischen Leben der Menschen ein ewiges Leben im Glück folgen zu lassen. Ein Leben entsprechend des Schöpfungsgrundes zu führen, ist wiederum nur innerhalb der vom Schöpfer vorgegeben Grenzen möglich. Das Wesentliche hierbei ist die Frage, wie wir dies für uns selbst, in unserem Familienleben und bei unseren Kindern, für deren Erziehung wir verantwortlich sind, umsetzen können. Im Grunde genommen ist diese Frage der Gegenstand der Prüfungen des irdischen Lebens. Mit dem Ziel uns selbst, unsere Familien und Kinder in einer nicht ideal gestalteten Umgebung vor Übel zu bewahren, haben wir eine große Herausforderung angenommen. Es ist ein großes Geschenk Gottes, dass wir bei dieser Herausforderung und Bemühung nicht allein und hilflos gelassen werden. Die wesentliche Notwendigkeit der im Koran vorgegeben Gottesdienste (pl. Ibâdât) ist für jeden Gläubigen mühelos zu begreifen. Ein Mensch, der ein Leben innerhalb der vorgegebenen Grenzen führt, wird die Gottesdienste nicht als eine Last empfinden, Die gelassene Selbstverständlichkeit, mit der der Muslime diesen Gottesdiensten nachgeht, ist es, das den Menschen zum Menschen macht, ein Bewusstsein, das den Menschen von allen anderen Abhängigkeiten befreit. Zunächst muss das Gebet (Salâh), welches im Islam als die wichtigste „Wahrheit“ (Hakîka) nach dem Glauben (Îmân) angesehen wird, seinen unstrittigen Platz im Leben des Muslims einnehmen. Ein Unwissender kann einem anderen wohl kaum etwas lehren; wer sich seiner Sache nicht bewusst ist, kann niemanden zu diesem Bewusstsein verhelfen. Wenn wir uns mit dem Thema Gebet im Famili- A / 34 / IGMG • PERSPEKTİF enleben beschäftigen und uns damit auseinandersetzen, wie man Kinder an das Gebet heranführen kann, müssen wir zunächst davon ausgehen, dass das Gebet ein fester Bestandteil im Leben der erziehenden Person ist. Die Einsicht darüber, dass das tägliche Gebet den Menschen vor Schamlosigkeit und Übeln bewahrt (Sure Ankabût, [29:45]), ihm Gottes Hilfe beschert (Sure Bakara, [2:45]), ihm Segen bringt (Sure Tâhâ, [20:132]), er damit Gottes Wohlgefallen erreicht (Sure Maryam, [19:55]), dass das Gebet ein Zeichen des Glaubens ist (Sure Anfâl, [8:3-4]), den Menschen den Weg zur Erlösung, (Sure A’lâ, [87:14-15]) und die Wege zu den Gärten des Paradieses ebnet, wird dazu führen, dass das Gebet einen wichtigsten Platz im Familienleben und in der Kindererziehung einnimmt. Nachdem das Ziel klar ist, müssen Methoden gefunden werden, um das Ziel auch zu erreichen. Das Ziel darf dabei niemals aus den Augen verloren werden. Gottes Hilfe zu ersuchen, wird uns helfen uns geduldiger und einsichtiger zu verhalten. Denn die Muslime sind in erster Linie dafür verantwortlich sich selbst, dann ihre Ehepartner und ihre Kinder vor dem Höllenfeuer zu bewahren (Sure Tahrîm, [66:6]). Das Verhalten des Sohnes des Propheten Noah (as), welches im Koran Erwähnung findet, erinnert uns daran, dass das Ergebnis unserer Bemühungen nicht in unserer Hand liegt (Sure Hûd, [11:42-43]). Das Ziel sich selbst und die Familie vor Schlechtem im Diesseits und vor dem Höllenfeuer im Jenseits zu bewahren, ist nur mit einer konsequenten Bemühung zu erreichen. Methoden wie an das Gute zu erinnern, ein gutes Vorbild zu sein, Liebe für das Gebet zu erwecken, Ehrfurcht zu vermitteln, Geschichten zu erzählen, Gewohnheiten zu vermitteln und zu beobachten, können bei der Erziehung behilflich sein. Sofern Kinder in einem Alter sind, in dem sie noch nicht zwischen Gut und Böse unterscheiden können, wird ihnen dies später ihre Hinwendung zum Guten erleichtern. Wenn es jedoch in der Erziehung des Kindes an einer richtungweisenden Autorität mangelt, wird es sich zu einem unsicheren, charakter- und willensschwachen Menschen entwickeln. i sl a m und l e b e n Heranführen der Kinder an das Gebet Die in der Sunna empfohlene Methode zur Heranfürung von Kindern an das Gebet kann in drei Abschnitte unterteilt werden (Abû Dâwûd, Ahmad bin Hanbal): Die Phase zwischen 0-7 Jahren, 7-10 Jahren und über 10 Jahren. Die angewandten Methoden sind jeweils dem Alter des Kindes und seinen altersabhängigen Besonderheiten anzupassen. Dabei sollte stets vor Augen gehalten werden, dass Ausdauer, Kontrolle und Geduld erforderlich sind. Des Weiteren sollten Eltern das Niveau des Kindes ansprechen, ihre Aufmerksamkeit und Konzentration fördern, ihre charakterlichen Eigenschaften bei der Erziehung beachten und mit dem Ehepartner eine gemeinsame Haltung zu Tage zu legen. Wenn Kinder von guten Vorbildern umgeben sind und sie altersgerechte Antworten auf ihre Fragen nach dem Sinn des Gebets erhalten, so wird sich das ebenfalls positiv auf die Erziehung auswirken. Auch außerhalb der Heranführung zum Gebet sollten sich Eltern an anerkannte pädagogische Grundsätze halten und eine gute Beziehung zum Kind aufbauen, so dass die Bemühungen in der Erziehung zum Gebet fruchten können. Eltern dürfen es nicht vernachlässigen ihre Kinder zu bestätigen und sie für gute Taten zu loben. Die Festtage und Freitage sollten als Gelegenheiten wahrgenommen werden, Kindern eine Freude zu machen. Während Kinder einer ihrer Lieblingsbeschäftigungen nachgehen, sollte man ihnen keine Aufgaben erteilen. Bei der Aufgabenerteilung sollte generell auf Verständlichkeit und Einfachheit geachtet werden. Letztendlich sollten Eltern auch bezüglich dieser Angelegenheit viele Bittgebete sprechen. Denn Gott nimmt die Bittgebete der Eltern für ihre Kinder an. Nach diesen allgemeinen Informationen sei zu erwähnen, dass bei Kindern bis 7 Jahre Folgendes beachtet werden sollte: In dieser Phase sollten Kinder nicht wiederholt zum Beten aufgefordert werden. Ihnen sollte lediglich dabei geholfen werden die Gebetszeiten und -abläufe zu verstehen. Daher sollten Mütter und Väter ihre Gebete vor den Kindern verrichten. Diesbezüglich sagte der Prophet: „Hebt euch einen Teil eurer Gebet für Zuhause auf, macht eure Häusern nicht zu Gräbern.“ (Buchârî, Muslim) und „Abgesehen von den Pflichtgebeten ist das zu Hause verrichtete Gebet das wertvollste.“ (Buhârî) Auf diese Weise wird sich das Gebet im Bewusstsein der Kinder als eine natürliche Notwendigkeit verankern. Vor dem Gebet permanent an die Waschung (Wudû) und die Bedeckung zu erinnern, ist überflüssig, da Kinder in dem Alter noch nicht dazu verpflichtet sind. Wenn Kinder dennoch mit Strenge daran erinnert werden, werden sie eine Abneigung gegen das Gebet entwickeln. Um das zu vermeiden, ist es in dieser Altersstufe ausreichend, den Kindern kurze, einfache Bittgebete und Koranverse beizubringen, ihnen Mal- und Bilderbücher über die Waschung und das Gebet zu schenken oder etwa Kinderlieder über das Gebet zu lernen. Das Alter zwischen 7 und 10 Jahren kann als Gewöhnungsphase bezeichnet werden. Das Kind im Schulalter macht im Bereich des Lernen auch schon Fortschritte. Es muss nun mit Hilfe der Eltern die Prinzipien der Sauberkeit sowie die Waschung lernen. Aber ebenso wie bei anderen Gottesdiensten muss dem Kind anstelle der bloßen Nachahmung die Bedeutung der Waschung deutlich gemacht werden. Diesbezüglich sagte der Prophet: „Wenn ein Muslim die Gebetswaschung vornimmt, werden ihm die Sünden, die er mit den Ohren, den Augen und den Füßen beging, vergeben.“ (Ahmad bin Hanbal) Darüber hinaus sollten dem Kind die Pflichten des Gebets gelehrt werden. Anstelle des reinen Auswendiglernens, sollte das Kind die Bedeutung dieser Handlungen verstehen. Diese dem Kind zu vermitteln, ist die Aufgabe der Eltern. Moscheebesuche, insbesondere Freitagsgebete, sollten als Gelegenheiten wahrgenommen werden, das Kind an das Gebet in der Gemeinschaft heranzuführen. Nach dem Freitagsgebet das Thema der Hutba aufzugreifen und mit dem Kind zu besprechen, kann beim Kind Interesse für das Freitagsgebet wecken. Jedoch sollte versucht werden dies ohne jeglichen Zwang zu tun. Es sollte dabei berücksichtigt werden, dass das Kind noch nicht dazu verpflichtet ist und sich unter Umständen während der Dauer des Freitagsgebets langweilen kann. Interessen des Kindes, Termine und Verabredungen sollten von den Gebetszeiten abhängig gemacht werden, so dass diese einen festen Platz im Leben des Kindes finden. Das erste Pflichtgebet oder den Beginn des regelmäßigen Betens mit einer kleinen Feier zu etwas Besonderem zu machen, wird einen nachhaltigen Eindruck beim Kind hinterlassen. Das Belohnungsprinzip sollte auch in der Gebetserziehung in Maßen angewendet werden. Beim Belohnen sollte das Kind etwa daran erinnert werden, dass die größte Belohnung von Gott zu erwarten ist und dass man durch das Gebet ins Paradies gelangen kann. Anstatt den Kindern die Belohnung im Voraus zu versprechen, ist es ratsamer sie erst im Nachhinein zu belohnen, so dass die Belohnung nicht der größte Antriebsfaktor ist. Darüber hinaus sollte übermäßiges Loben vermieden werden, damit Kinder nicht nur wegen der Bestätigung, die sie erfahren, beten. Eine weitere Methode das Interesse der Kinder für das Gebet zu wecken ist, ihnen Gebetsteppiche, Gebetsketten oder etwa Kleidung für das Gebet zu kaufen. Bastelaufgaben über Gebetszeiten anzufertigen und diese im Kinderzimmer aufzuhängen, wird ebenfalls nützlich sein. Außer den genannten Methoden gibt es zahlreiche andere Wege und Möglichkeiten Kinder an das Gebet heranzuführen. Hierfür können auch neue Methoden entwickelt werden. Die Hauptsache hierbei ist, dass der Wille vorhanden ist, sich in aufrichtiger Weise dieser Aufgabe zu widmen. (Aus dem Türkischen übersetzt von Fatma Yılmazer.) Ş U B AT / F E B R U A R 2 0 1 0 / 35 / ve r b a nd Klausur-Tagung zur muslimischen Institutionalisierung in Deutschland Klausur-Tagung zur muslimischen Institutionalisierung in Deutschland, die vom IGMG-Generalsekretariat in Kerpen ausgerichtet wurde, stand unter dem Thema „Die Religionsgemeinschaft in Theorie und Praxis“. n seiner Eröffnungsrede stellte der Generalsekretär der IGMG, Oğuz Üçüncü heraus, dass die Erwartungen an die islamischen Religionsgemeinschaften stetig gestiegen sind. Entwicklungen wie die Schuren in den Bundesländern, die Bildung von Dachverbänden und Koordinierungsstrukturen auf Bundesebene, die Teilnahme an staatlich initiierten Runden Tischen und Islamkonferenzen aber auch die anhaltenden Diskussionen um Themen wie den Islamischen Religionsunterricht und die Herausforderungen an die Muslime in Deutschland erforderten heute von muslimischen Religionsgemeinschaften eine weitaus größere öffentliche Beteiligung, als dies noch vor Jahren für viele noch abzusehen war. Dabei würden bisher nicht einmal alle möglichen Problemfelder und Fragen hinsichtlich der Institutionalisierung des muslimischen Lebens und der gleichberechtigten Partizipation am gesamtgesellschaftlichen Leben in Deutschland diskutiert oder gar angegangen werden. Aufgrund der Vielfalt der Themen und den unterschiedlichen Voraussetzungen in den Landes- bzw. Regionalverbänden, sei ein gemeinsamer Dialog über die anstehenden Probleme und Herausforderungen notwendig. I / 36 / IGMG • PERSPEKTİF Aus diesem Grund hätte man zur ersten Sitzung einer Tagungsreihe zur „Zukunft der muslimischen Institutionalisierung“ eingeladen. Dabei sollen die Klausurtagungen ein dauerhaftes Gremium bilden. Zum einen sollen sie dazu dienen, gemeinsame Erfahrungen aus der praktischen Arbeit auszutauschen, zum anderen aber auch das nötige theoretische Gerüst für weitere Schritte bereitstellen. Zunächst ging Bekir Altaş in seinem Vortrag auf die „geschichtliche Entwicklung des Verhältnisses von Staat und Kirche“ ein. Altaş stellte heraus, dass die religiöse Neutralität des Staates ein Ergebnis der Entwicklung seit der Reformation und den europäischen Religionskriegen ist. Die Reformation habe zwar die Glaubenseinheit zerbrochen, aber noch längst keine Glaubensfreiheit gebracht, sondern nur Glaubenszweiheit. Altaş machte darüber hinaus Ausführungen zur Neutralität und Religionsfreiheit in Deutschland und ging auf deren Entwicklung ab dem 19. Jahrhundert näher ein. Dabei zeigte er auch die Dynamik des Staatskirchenrechts/Religionsverfassungsrechts in Deutschland auf. Er verwies in der Hinsicht auf aktuelle Forderungen in der Politik, die eine Neujustierung des religionsverfassungsrechtlichen Gefüges anstreben, um die Möglichkeiten und Ansprüche von Religionsgemeinschaften aus dem öffentlichen Leben zu drängen. Mustafa Yeneroğlu ging in seinem Vortrag auf die „Merkmale und Funktionen einer (islamischen) Religionsgemeinschaft “ ein. Er verwies auf zahlreiche Missverständnisse, die es um diesen Begriff gab. So wäre die Vorstellung von einer abstrakten Anerkennung als Religionsgemeinschaft falsch. Man müsse politisch begründete oftmals unsachliche Forderungen gegenüber den Muslimen von juristischen Erwägungen trennen. ve r b a nd Auch gebe es keine gesetzliche Regelung die festlege, was im deutschen Recht unter dem Ausdruck „Religionsgemeinschaft“ zu verstehen ist und welche Voraussetzungen eine Gruppe erfüllen muss, um als Religionsgemeinschaft anerkannt zu werden. Eine Religionsgemeinschaft trage drei Kennzeichen: Ein religiöser Konsens, ein personeller Zusammenschluss auf der Basis dieses Konsenses und die umfassende Bezeugung (Verwirklichung) dieses Konsenses auf der gemeinschaftsbezogenen Handlungsebene. Der Religionsgemeinschaft müssten dabei nicht alle Angehörigen der gleichen Konfession/Religion zugehörig sein, auch eine demokratische Binnenstruktur könne aufgrund des Selbstbestimmungsrechts nicht gefordert werden. Die Frage, ob Dachverbände Religionsgemeinschaften sein könnten, sei spätestens mit dem Urteil des BVerwG vom 23.02.3005 überholt. Danach könne auch ein Dachverband Religionsgemeinschaften sein, wenn die Vereinigung auf der untersten Ebene auf natürliche Personen aufbaut. Die vom BVerwG entwickelten Kriterien könnten jedoch nicht allgemein, sondern nur konkret im Hinblick auf das Selbstverständnis der Religionsgemeinschaft und die sich daraus ergebende Verortung des religiösen Lebens erörtert werden. Yeneroğlu zeigte mit der Anwendung der BVerwGKriterien auf die IGMG an, dass demnach die IGMG unstreitig eine Religionsgemeinschaft darstelle. Schließlich ging Yeneroğlu auf die Frage der Kooperation mit dem Staat ein und stellte unterschiedliche Kooperationsmöglichkeiten, ihre Voraussetzungen und Folgen vor. Abdulgani Engin Karahan blickte in seinem Vortrag „Institutionalisierung in der derzeitigen Praxis“ auf die Initiativen in verschiedenen Bundesländern und fragte nach der Erfüllung der von Yeneroğlu angeführten Kriterien. Es gebe zahlreiche Initiativen in den Ländern, die mit dem Anspruch auftreten, eine Landesreligionsgemeinschaft zu sein. Karahan stellte die Frage, ob diese Initiativen ihrer Satzung, ihrer Funktion und Ziel- setzung und ihre faktischem Auftreten auch tatsächlich die Voraussetzungen für eine Religionsgemeinschaft erfüllen. Karahan hob dabei die Notwendigkeit einer Zusammenarbeit in Landesreligionsgemeinschaften hervor, nicht nur aus praktischen, sondern auch aus ideellen Gründen. Insbesondere unterstrich er die Notwendigkeit, in vielen Bereich, die im Zusammenhang mit dem Dasein als Religionsgemeinschaft auftauchen, konsensuale Lösungen anzustreben. Andernfalls könnten mit unbedachten Schritten sowohl ein negativer Status Quo festgeschrieben und damit gewichtige Folgen für andere Bundesländer und insbesondere für die Zukunft der Muslime in Deutschland haben. Weiterhin führte Karahan auch Defizite an, die bei der Institutionalisierung der Muslime bisher besonders hervorgetreten sind. So mangele es bei vielen Akteuren oftmals an einem Wissen über das Religionsverfassungsrecht und dessen Entwicklung, obwohl sie aufgrund der Themen immer wieder gezwungen sind, sich damit auseinanderzusetzen. Die Auseinandersetzung um Säkularität, Laizismus und der Bedeutung der Religion in der Gesellschaft könne oftmals nicht entsprechend verfolgt und mitgestaltet werden. Auch müsse bzgl. der anstehenden konkreten Kooperationsfelder die Kompetenzbildung entwickelt werden. Für Schwierigkeiten sorge jedoch nicht nur die Haltung auf muslimischer Seite. Auch auf Seiten der Politik und der Verwaltung gebe es Meinungen und Haltungen, die eine erfolgreiche Institutionalisierung erschweren. So fehle es in der Politik oftmals am politischen Willen, die muslimischen Gemeinschaften auch nach ihrem eigenen Selbstverständnis wahrzunehmen. Manche Landesverwaltung würde auf weder gesetzliche, noch gerichtlich vorgegebene Voraussetzungen verharren, um eine vermeintliche „Anerkennung“ als Religionsgemeinschaft auszusprechen, die es so jedoch nicht gebe. Auch hinterlasse manch ein Kultusministerium den Eindruck, als wäre das konsistoriale Denken trotz der Trennung von Staat und Kirche nicht überwunden. Ş U B AT / F E B R U A R 2 0 1 0 / 37 / ko m m e nt a r Islamfeindlichkeit und Judenfeindlichkeit İlhan Bilgü • [email protected] as Zentrum für Antisemitismusforschung der Technische Universität Berlin hat vor einiger Zeit mit einer Konferenz mit dem Titel „Feindbild Muslim – Feindbild Jude“ auf die Parallelen zwischen Islamfeindlichkeit und Judenfeindlichkeit aufmerksam gemacht und für Diskussionen gesorgt. Der Leiter des Zentrums, Prof. Dr. Wolfgang Benz, und seine Mitarbeiter mussten sich damals viel Kritik gefallen lassen, darunter den Vorwurf der Relativierung des Holocausts. Unter dem Titel „Hetzer mit Parallelen“ veröffentlichte Prof. Benz vergangenen Monat einen Artikel in der Süddeutschen Zeitung. Darin weist Prof. Benz darauf hin, dass es sich bei seiner Arbeit um eine wissenschaftliche handle und führte aus, dass es unübersehbare Parallelen zwischen Islamfeindlichkeit und Judenfeindlichkeit gebe. Er wurde dafür unter anderem von Henryk M. Broder heftig kritisiert. Der für seine polemischen und provokativen Äußerungen bekannte Broder lässt in seinem Essay „Sind Muslime die Juden von heute?“ das Argument, wonach man „das eine mit dem anderen nicht gleichsetzen, sondern nur vergleichen“ wolle, nicht gelten und lehnt etwaige Parallelen zwischen Islamfeindlichkeit und Judenfeindlichkeit ab. Selbstverständlich könne man alles mit allem vergleichen. „Die Wehrmacht mit der Heilsarmee, einen Bikini mit einer Burka und die GEZ mit der Camorra.“, aber eben auch – und hier wird es polemisch – Menschen mit D / 38 / IGMG • PERSPEKTİF Nilpferden, „wenn man bedenkt, dass ein Nilpferd mit einem Menschen einiges gemeinsam hat: Es isst, schläft, verdaut und pflanzt sich heterosexuell fort.“ Nach Broder können also Islamfeindlichkeit und Judenfeindlichkeit nicht verglichen werden. Nach Prof. Dr. Wolfgang Benz, der selbst jüdischer Herkunft ist, verwenden die Judenfeinde des 19. Jahrhunderts und heutige „Islamkritiker“ dieselben Argumente und Methoden. Die Feindbilder in den Köpfen der Menschen seien „Produkte von Hysterie“ und diese würden „politische und soziale Frustrationen“ lindern, so Prof. Benz, der auch dem Feindbild „Westen“ im arabischen Kulturkreis und dem Feindbild „Islam“ im Westen dieselben „Konstruktionsprinzipien“ attestiert. Ferner habe die „unterschwellig bis grobschlächtig praktizierte Diffamierung der Muslime als Gruppe durch so genannte “Islamkritiker” […] historische Parallelen. Derzeit wird der Islam gedanklich mit Extremismus und Terror verbunden, wodurch alle Angehörigen der islamischen Religion und Kultur mit einem Feindbild belegt und diskriminiert werden sollen.“ Auch die Verwendung des Begriffs „Islamkritiker“ vonseiten des Historikers Benz, der neben der Bezeichnung „Islamophobie“ auch diesen Begriff auf seine islamfeindlichen Implikationen hin untersuchte, wurde heftig kritisiert. Indes hält Henryk M. Broder Prof. Benz entgegen und versucht zu belegen, dass Antisemitismus auf hysterischen Ängsten basieren könne, wohingegen „die Islamophobie eine reale Basis“ habe. Doch Prof. Dr. Wolfgang Benz warnt die vermeintlichen Islamkritiker davor, die Diskriminierung von Muslimen salonfähig zu machen. „Die Parallele ist unübersehbar, wenn als taktische Waffe im geargwöhnten Kampf um die “Islamisierung Europas” heute das Wochenbett der muslimischen Frau beschworen wird.“ Allahümme salli alâ Muhammedin ve alâ âl-i Muhammed Âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber Efendimiz Hazret-i Muhammed sallallahu aleyhi vesellemin dünyayı teşriflerinin sene-i devriyesi münasebetiyle Âlem-i İslam’ın Mevlid Kandili’ni tebrik eder; Allah’tan, O’na layık ümmet olma azmi nasib etmesini niyaz ederiz. İslam Toplumu Millî Görüş Merkez Yürütme Kurulu En acılı gününüzde y anınızdayız 7 gün 24 saat . İSLAM TOPLUMU MILLLÎ GÖRÜŞ Cenaze Fonu Boschstr. 61-65. D- 50171 Kerpen Tel: 02237-656 313 • 02237 656-0 (Santral) • Faks: 02237-656 555 Cenaze Fonu Acil Tel.: 0177-478 83 34 • [email protected]