GEÇ-OSMANLI DÖNEMİNDE BALKANLAR

advertisement
GEÇ-OSMANLI DÖNEMİNDE BALKANLAR- MUSTAFA
KEMAL VE TÜRK ÖZGÜRLÜKÇÜ HAREKETİNİN YAPISAL
ÖZELLİKLERİ:
ÖZET:
Tıpkı imparatorluğun Yükselme Dönemi'nde olduğu gibi, Duraklama
ve Çöküş devirlerinde de Osmanlı Devleti, temel kadrolarını Balkan
topraklarından devşirmeye özen gösteriyordu. Özellikle ordu ve üst düzey
bürokraside, Osmanlı devletinin son dönemlerinde, Balkan topraklarından
elde kalan Rumeli bölgesine yüklenen misyon dikkat çekicidir. Balkanlar'da
yaşanan toprak kayıplarının, herhangi bir farklı bölgede yitirilen
topraklardan çok daha fazla yeise sebep olması, bölgenin başkentin
savunulması için taşıdığı önem kadar, Osmanlı Devleti'nin kendi çekirdeğini
üretme ve yeniden- üretme merkezi olarak Rumeli'ye seçmesinden de ileri
gelmekteydi.
Bu bağlamda esas olarak Harbiye ve Mülkiye kökenli olan İttihat
Terakki kadrolarının yapısı sadece belli bir okul geleneğinden gelmek bilinci
çerçevesinde açıklanamaz. Zira Osmanlı devletinin toprak kayıplarıyla
bunaldığı bir süreçte, “Türkiye Nasıl Kurtarılabilir” sorusuyla meşgul olan
kadrolar, ister istemez çevrelerindeki gelişmeleri izliyor, devletin yeniden
yapılandırılması çerçevesinde Fransa’yı örnek alan Osmanlı Devleti gibi,
Fransız Devrimleri’nin heyecanıyla sarsılıyorlardı. Programını, “Türklerin
programı” olarak sunan ve buna da gerçekten inanan cemiyetin, iktidara
gelişinden kısa süre sonra, eleştiriye tahammülü kalmamıştı. Gidişat Mustafa
Kemal’in hoşuna gitmiyor, genç subay yönetimi sert dille suçluyordu. İttihat
Terakki, iktidarda zorbalaşıp halkın gözünde küçüldükçe ve savaşta alınan
yenilgiler ve hızlı yıkımın etkisiyle Enver yurtdışına kaçacak, doğru
zamanda doğru yerde bulunan, üstelik parlak zaferleriyle İstanbul’u işgalden
kurtaran Mustafa Kemal, halkın tek umudu haline gelecekti.
1
Anahtar Kelimeler: Mustafa Kemal, Geç- Osmanlı Dönemi, İttihat
ve Terakki, Özgürlükçü akımlar, Balkanlar, Balkan komitacılığı.
THE BALKANS- MUSTAFA KEMAL AND TURKISH
LIBERTARIAN MOVEMENT IN THE LATE-OTTOMAN
ERA:
ABSTRACT:
In periods of sagnation and descension the Ottoman Empire, used to
take pain on gathering its basic teams from Balkan Lands. In navy and high
level burocracy particularly, at final periods of the Ottoman Empire, the
mission that was attended for the region Rumeli that was remained takes
attention. Leading to more despair than landlosses in Balkans which is more
than it could be in another region, as the importance that it takes for the
capital defending of the region, it also comes from that the Otoman Empire
to produce its own core and again become the producing central after
choosing Rumeli.
In this context, it cannot be explained that Ittihak Terakki teams
formerly Harbiye and Mulkiye, are the only in the base of school tradition.
Because, during the period that the Ottoman has their lose of lands, teams
which were busy with the question "How can Turkey be saved", necessarily
follow the updates around themselves and was crashing by the excitement of
French revolution as the Ottoman Empire who took French as an example as
their margins of restoring the nation. Mustafa Kemal who was on the right
place at the right time, also who saved Istanbul from occupancy, would be
the only hope of the folk.
Keywords: Mustafa Kemal, Late-Ottoman Era, İttihat ve Terakki,
Turkish Liberatian Movements, Balkanlar, Balkan terror.
Giriş: Pragmacı Türk Devlet Sistemi ve Osmanlı
Aslına bakılırsa, Türk toplumunun rotasını Batı’ya çevirme
arayışları Kemalist Devrim’le başlamaz, ama Atatürk döneminde sağlam bir
zemine kavuşturulur. Osmanlı Devleti, Avrupa karşısında aldığı yenilgi ve
2
toprak kayıplarının ardından bazı düzenlemeler yapmaya mecbur kalmış ve
askeri saha başta olmak üzere Batı’ya doğru hamlelerde bulunmayı
benimsemişti. Tanzimat’tan sonra, ordunun modernleştirilmesi, olgucu
eğitim sisteminin egemen olduğu askeri- sivil yükseköğretim kurumlarının
açılması, bu okullara öğrenci hazırlamayı hedefleyen ve kanatları altındaki
gençliğe medrese eğitiminden hayli farklı laik bir eğitim veren idadileriyle,
devlet kaybettiği gücü toparlamaya çalıştı. Özellikle Osmanlı devletinden
kopan Balkan ülkelerinin etkileriyle önce milliyetçilik daha sonra özgürlük
düşüncesiyle tanışan Osmanlı toplumu, ekonomik bağımsızlık kavgasının
önemini Jön Türk Devrimi’yle keşfetti. Batıcılık akımının da etkisiyle, kadın
sorunu belli ölçüde çözümlenmeye çalışıldı. Osmanlı aydınları, kız okulları
açarak, I. Dünya Savaşı döneminde kadına dışarıda çalışma imkanları verip,
bu imkanları genişleterek ve mevzuat hukuku alanlarında ciddi sayılabilecek
reformlar yapmayı başardılar. (AKŞİN, 2004: 10-32) (AKŞİN, 1998:108113) Ne var ki, bu noktada daha ileri gitmeden, Mardin'in de üzerinde
durduğu üzere, toplumsal yapısının belirleyici imleyeni olarak din
olgusunun, geleneksel Türk siyasal yaşamında oynadığı role odaklanmak
yararlıdır.
Bu anlamda Selçuklu Devleti’nde, devletin dinsel yöneliminden
ziyade egemenlik sorunsalının çözüme kavuşturulabilmesi açısından,
“uslandırılmış dinsel otoriteye” devlet yanında “şartlı özerklik”
tanınmasından bahsedilebilir. Türk devletinin, Uzak Asya’dan Anadolu’ya
oradan da Avrupa’nın ortasına kadar taşıdığı faydacıl (pragmatik) siyaset
uzgörüsü, dinle-Türk devletleri arasında, dinin sürekli devlet elinde bir silah
olarak kullanılabilmesine cevaz verecek bir ilişkinin doğmasına neden
olmuştur. Kısacası klasik Türk devlet geleneğinde, İslam’ın yönetici
sınıflarca devletin bağımlı değişkeni, devletin egemenliğinin etkin silahı
işleviyle önemsendiği sezinlenir. İslamcı, muhafazakar tezlerde sıklıkla
dillendirilen, Türkler’in “Aleme Tanrı adına nizam vermek” şeklinde
özetlenebilecek, İlayı-ı Kelimetullah inancını benimsediklerine dair sav,
devletin dinsel niteliğinden ziyade Türk devlet adamlarının emperyal devlet
vizyonlarını
meşrulaştırmak
gayesiyle,
dini
devreye
sokup,
işlevselleştirmelerindeki dehayı imleyen bir özelliktir. Zira Türkler’in
evrensel devlet anlayışı İslam’dan değil, klasik devlet felsefesinin mitoloji
temelli niteliğinden türetilmektedir. (TANYOL: 93-95)
3
Nitekim Selçuklulardan sonra kurulan, Osmanlı Devleti'nin de
başlangıçta diğer Türk devletleri gibi laik nitelikli örfi hukuka bağlı olduğu
halde, zamanla içinde dinsel hukuksal pratiklere de yer verilen imparatorluk
rejimine dönüştürüldüğü vurgulanabilir. Bu noktada dönemindeki diğer çokuluslu İmparatorluklarla karşılaştırıldığında, devlet sistemi, toplumuna
hakim olma ve sosyal barışı sağlama açısından, pek çok örneğinden farklı bir
metotla; döneminin, Birleşik Krallığı’na alternatif bir pax oluşturmaya
muvaffak olan Osmanlı İmparatorluğu’na ilişkin, Batı temelli görüşlerin
çoğu gibi, devletin dinsel yapısına dair tezlerin de oldukça sorunlu olduğu
belirtilmelidir. Osmanlı Devleti'nin zaman içinde teokratikleşmeye
yöneldiğinin altını çizen geleneksel Oryantalist yorumun çağcıl türevinden
başka bir şey olmayan Will Kymlicka’nın, “Aslında Osmanlı İmparatorluğu
bir teokrasiler federasyonu”ydu tezinin de altı boştur. (KYMLİCKA, 1997:
156-158)
Gerçi “şeyhülislamlık müessesesi”nin kurulması, Yavuz Sultan
Selim'in Mısır seferinden sonra halifeliği devir alması ile İslam dini devletin
yanı başında daha fazla yer bulmasıyla sonuçlanmıştı ancak, 1517'de elde
edilen halifelik unvanının diğer Osmanlı İmparatorlarınca fazla
kullanılmaması da dikkat çekici gelişmelerdendi. Kaldı ki, Fatih, Kanuni
gibi çok hatırı sayılır Osmanlı İmparatorları’nın, şeriatla hiç ilgisi
bulunmayan, yer yer dinsel kurallarla zıt kanunnamelerle anılıyor olmaları,
imparatorlukta devletin faydacıl bakış açısından dini de kendisini
kurtaramadığını tanıtlamaktadır. Öte yandan devlet zayıfladıkça Müslüman
Osmanlı tebaasını elde tutabilmek için halifelik yine faydacıl kaygılarla,
devlet adamları tarafından ön plana çıkarılacaktı (AKGÜN,2006:20-21).
Tüm bu gelişmeler ışığında Kymlicka’nın, “teokrasiler federasyonu” fikrine
karşılık, Osmanlı İmparatorluğu’nun tipik bir Balkan İmparatorluğu olduğu
karşı tezi ileri sürülebilir. İmparatorlarının salt kanuni düzenleme ve devlet
hinterlandı anlamında değil, şahsi kaderlerini de özdeşleştirdikleri Roma
İmparatorluğu misyonu (III. Roma İmparatorluğu) , bu misyonun
devralındığı Doğu Roma- Bizans geleneğiyle beraber ele alındığında,
Osmanlı’nın devlet geleneği daha rahat kavranabilir. Devşirme sistemiyle
üretilen yöneticilerinin, komutanların, vezir ve sanatkarlarının kökeni,
yetiştirilme tarzı, devletin en çok önem verdiği toprakların coğrafi dağılımı
irdelendiğinde Osmanlı İmparatorluğu’nun tipik bir Balkan İmparatorluğu
olduğu anlaşılabilir. Böylelikle Osmanlı devlet geleneğinde dinin öneminin,
4
Roma İmparatorluğu’nda dinin oynadığı rolden çok da fazla olmadığının altı
çizilebilir.
“Haç’ın girdiği yere”
Tıpkı imparatorluğun Yükselme Dönemi'nde olduğu gibi, Duraklama
ve Çöküş devirlerinde de Osmanlı Devleti, temel kadrolarını Balkan
topraklarından devşirmeye özen gösteriyordu. Özellikle ordu ve üst düzey
bürokraside, Osmanlı devletinin son dönemlerinde, Balkan topraklarından
elde kalan Rumeli bölgesine yüklenen misyon dikkat çekicidir. Balkanlar'da
yaşanan toprak kayıplarının, herhangi bir farklı bölgede yitirilen
topraklardan çok daha fazla yeise sebep olması, bölgenin başkentin
savunulması için taşıdığı önem kadar, Osmanlı Devleti'nin kendi çekirdeğini
üretme ve yeniden- üretme merkezi olarak Rumeli'ye seçmesinden de ileri
gelmekteydi. Bu yüzden Osmanlı İmparatorluğu'nun külleri üzerine inşa
edilecek Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucu kadrolarının, yine Rumeli
kökenlilerin ağırlıkta olduğu örgütçü bir grup tarafından oluşturulmasından
daha doğal bir sonuç beklenemezdi hiç kuşkusuz.
Nitekim öyle de oldu, zira Mustafa Kemal coğrafi köken olarak bir
Makedonyalıydı. Kozmopolit bir liman şehri olan Selanik’te, 1881’de
dünyaya geldi. Ahmet Subaşı mahallesinde Sanayi Okulu’nun karşısındaki
orta halli ahşap bir evde doğmuştu. O tarihlerde Balkanlar, üzerinde çeşitli
ulusların bağımsızlık mücadelesi verdikleri bir yangın yeriydi. Osmanlı
İmparatorluğu’nun yönetici sınıflarının yetiştirdikleri bölge olan Rumeli,
bölgede yaşayan Hıristiyan unsurların Türk devletine ve birbirlerine karşı
amansız bir savaş verdikleri, “diken üzerinde oturulan” topraklardı.
Müslümanlar Hıristiyanlarla, Yunanlılar Slavlarla sürekli bir didişme hali
içindeydiler. Ancak bölgedeki Hıristiyan unsurlar, “Haç’ın (Salip'in)girdiği
yere Hilal geri dönemez” ortak idealiyle hareket eden Batılı güçlerden
önemli destek sağlayabiliyorlardı. Zira Avrupa’da hakim olan anlayışa göre
Osmanlı paylaşılırken izlenilecek tutum şu olmalıydı: “Hıristiyanların
çoğunlukta olduğu bölgeler, milliyet ilkesine göre bağımsızlığa ya da ilhaka
adaydılar. Müslümanların çokluk oldukları yerler ise büyük devletlerin
elinde sömürge olmaya adaydılar.- çünkü Hıristiyan değillerdi, dolayısıyla
Avrupalı sayılmazdılar ve aynı zamanda Avrupa’ya göre geri bir
düzeydeydiler” (AKŞİN, 1998:21)
5
Atatürk, içeride kargaşalıklar ve dışarıda yabancı tehditler ile
kuşatılmış tedirgin bir dünyaya gözlerini açtı. Türk soyundan, küçük bir orta
sınıf aileden, müslüman bir Osmanlı olarak doğmuştu. Hakkında ortaya
atılan ve kanında Slav veya Arnavut kanının karmaşasını taşıdığına ilişkin
savlar ise hiçbir kayıta rastlanmadığından birer söylence olmaktan başka
anlam ifade etmez.
Bir liderin hayatı
Babası orta karar bir memuriyet yapan ve başarısız ticari işlere
giriştiği bilinen Ali Rıza Efendi idi. Annesi Zübeyde Hanım; sarışındı, beyaz
bir tenli, derin ama berrak, açık mavi gözlere sahipti. Atatürk’ün hayatını
kaleme alan Lord Kinross, kitabında Mustafa Kemal’in ailesi hakkında şu
detayları işler: “Ailesi Selanik’in batısında, Arnavutluk’a doğru, sert ve
çıplak dağların geniş, donuk sulara gömüldüğü göller bölgesinden
geliyordu. Burası, Türklerin Makedonya’yı ve Tesalya’yı almalarından
sonra Anadolu’nun göbeğinden gelen köylülerin yerleştikleri yerdi. Bu
yüzden Zübeyde Hanım, damarlarında ilk göçebe Türk kabilelerinin
torunları olan ve hâlâ Toros dağlarında özgür yaşamlarını sürdüren sarışın
Yörüklerin kanını taşıdığını düşünmekten hoşlanırdı. Mustafa da annesine
çekmişti; saçları onun gibi sarı, gözleri onun gibi maviydi. Annesinin,
üzerindeki etkisi büyük oldu. Mustafa bu etkiye zaman zaman saygıyla,
zaman zaman da başkaldırarak karşılık verdi. Bir halk kadını olan ve
bundan başka türlü görünmek de istemeyen Zübeyde Hanım güçlü bir
iradeye ve sağlam bir köylü güzelliğine sahipti. Doğuştan akıllı bir kadındı,
yalnız yeteri kadar eğitim görmemiş, okuma yazmayı ancak öğrenebilmişti.”
(KINROSS, 1994:20-21)
Zübeyde Hanım’dan 20 yaş kadar büyük olan Ali Rıza Efendi de çok
kültürlü sayılmazdı. Babası ilkokul öğretmeni olduğu için eşinden biraz daha
kültürlü olan Alı Rıza Efendi silik birisi olarak tanınırdı. Küçük bir devlet
memuru olarak Gümrük ve Evkaf İdaresi’nde çalışan Ali Rıza Efendi,
yoksulluğu sebebiyle Zübeyde Hanım ile evlenme güçlüğü çekmiş ve ancak
eşinin abisi Hüseyin Efendi’nin araya girip kendisine kefil olmasıyla bu
güçlüğü aşabilmişti. Ali Rıza Efendi, Olympos dağı eteklerinde görev aldığı
bir köye yerleştikten sonra aldığı aylıkla geçinmesi mümkün olmadığından
ticarete atılmaya heveslenir. Bu zengin ormanlık bölgede birçok kişi
keresteden kolaylıkla zengin oluyordu. Ali Rıza Efendi de memurluktan
6
ayrılarak kereste ticaretine atılır. Selanik’te tanıdığı Cafer Efendi ile ortaklık
kurarak elindeki tüm parayı kereste ticaretine yatırır. Başlangıçta işleri fena
gitmemişti. Ailesine daha büyük bir ev yaptıran Ali Rıza Efendi, kısa süre
içinde ticarete girmek için iyi bir zaman seçmediğini kavradı. Zira bölgede
durum Türkler açısından gerçekten çok kötü bir noktaya gelmişti. Türk
beylerinin baskısından kaçan, yerli Hıristiyanların hamiliğine soyunduklarını
hemen her fırsatta dile getiren Rum çeteleri, dağları tamamen kontrolleri
altına almışlardı. Üstelik bu çeteler Osmanlı’nın Ruslara yenilmesinin
ardından bölgede beliren otorite boşluğunu da fırsat bilerek işin ucunu
çapulculuğa, Türk tüccarlarının mallarını açıkça yağma etmeye dek
vardırmışlardı.
Ali Rıza Efendi de bu eşkıyaların saldırılarından nasibini alacaktı.
Keresteleri yakacakları tehdidiyle Ali Rıza Efendi’ye yaklaşan çeteciler
istedikleri parayı almalarına karşın yağmayı sürdürüyor, ticareti
engelliyorlardı. Ali Rıza Efendi, bölgede yaşayan her Türk gibi karşılaştığı
eşkıyalarla mücadele etmek zorunda kalıyordu. Bölgede güvenliği
sağlamakla yükümlü Jandarma yetkililerinden devletin otoritesinin çok
zayıfladığına dair yanıtlar alan Ali Rıza Efendi, sonunda yıldı ve Rum
çetecilerle mücadele etmekten vazgeçti. (DURAL, 2008:102-104)
Zübeyde Hanım’ın Ali Rıza Efendi’den beş çocuğu olmuştu. Ama
bunlardan yalnız ikisi, Mustafa ile Makbule yaşayacaktı. Ali Rıza Efendi,
göreneğe uyarak, Mustafa’nın adını doğduğu zaman kulağına fısıldamıştı.
Bu, kendisinin küçükken kaza ile beşiğinden düşürüp ölümüne sebep olduğu
bir kardeşinin adıydı. Mustafa Kemal’in hayatını kaleme alan Kinros, onun
eğitime başlarken yaşayacağı sorunları şöyle işlemiştir:
“Ataları köle olan bir Arap dadı, Mustafa’ya bakıyor, beşiğini
sallarken Bizans, Slav ve Türk melodilerinin bir karışımı olan eski Rumeli
türkülerini söylüyordu. Bu türküler ömrü boyunca Mustafa’nın kulağından
gitmeyecekti. Zübeyde Hanım, beş vakit namazında sofu bir kadındı. Gerek
kendi ailesi, gerek kocasının ailesi içinde hacılar bulunmasıyla övünürdü.
Mustafa’nın da onların yolunu izlemesini, hafız, hatta hoca olmasını
istiyordu. Bunun için de şimdiden mahalle mektebine gidip, dini bütün
Müslüman çocukları gibi, Kur’an ilkelerine uygun bir eğitim görmeliydi. Ali
Rıza Efendi’nin bu konuda oğluna bir yardımı oldu. Batıda özellikle
Makedonya’ya sızmakta olan yeni düşüncelere saygı beslediği için, oğlunun
7
Selanik’te ilk açılan ve çağdaş eğitim uygulayan bir okula, Şemsi Efendi özel
okuluna gitmesi için ısrar etti. Epey tartışmadan sonra bir uzlaşmaya
vardılar. Ali Rıza Efendi, karısının isteğini yerine getirmeye razı olur gibi
yaptı ve Mustafa, göreneğe uygun dini törenlerle, Fatma Molla Kadın
okuluna gönderildi.” (KINROS: 22)
Selanik’in bulanık ortamı
İlahi ve alaylarla mahalle mektebine başlayan Mustafa babasının
kurnaz bir hilesiyle fazlasıyla içini sıkan bu okulda fazla uzun kalmadı. Kısa
süre sonra Şemsi Efendi Okulu’na yazıldı ve istediği çağdaş öğrenime bir
nebze de olsa yaklaştı. (Atay, 1998:21) Dönem Osmanlı Devleti’nin en çok
önem verdiği ve genelde yönetici kadrolarını seçtiği Balkan topraklarının
birer ikişer elden çıkmaya başladığı dönemdi. Bulgarlar ve Rumlar
kurdukları çetelerle Balkanlar’ın en bildik oyununu oynuyorlardı.
Avrupa’nın Osmanlı’ya karşı her zaman kendi yanlarında olacağını sezen
Rum ve Bulgar çeteleri, “Kes-kesil sonra da Batı’yı müdahaleye çağırıp
bağımsızlığını elde et” planını yürürlüğe sokmuşlardı. Rumeli köyleri azınlık
çetelerinin vahşetinin abartılarak aktarıldığı mezalim öyküleriyle
çalkalanıyordu. Batı’nın Bulgar ve Yunanlılara karşı aşırı “hassasiyeti” ile
Türkleri nasıl değerlendirdiği en net olarak, Halid Ziya’nın “Saray ve Ötesi”
başlıklı saray anılarını naklettiği eserinden anlaşılabilir:
“İslam olduğunuzu söyledikten sonra Türk olduğunuza dair
ağzınızdan bir söz kaçıran, bir garp köylüsü sizden veba getiren bir
mahluktan korkarcasına kaçacaktır; en medeni bir cemiyette en münevver
bir adama da aynı şeyi söyleyin, o kaçmayacaktır, korkmayacaktır, zira
medenidir, zira münevverdir , fakat yüzünde gözlerinde bir mana
bulacaksınız ki ta çocukluğundan beri edinilmiş ve ne yapılsa silinememiş
bir uzaklaşma hissinin inikasıdır.
Buna mukabil Türk topuzu altında yaşamış kavimler hep birer
mazlumdur, kaşınız üzerine o topuz düştükçe yerlere serilmiş bitkinliğe karşı
bir feryat kuvvetini bile bulamayarak can vermiş biçarelerdir. Türk nereden
geçmişse orasını kanla yoğrulmuş bir çamur bataklığı yapmış, nereye
uğramışsa orayı yakıp küllerini etrafa savurmuştur. Bunu böyle öğretmişler,
bağıra bağıra bu efsaneyi asırların lisanı her tarafa böyle yaymıştır; ve
8
madem ki buna karşın ‘yalan’ diye haykıran bir ağzı yoktur, demek
doğrudur, demek hakikat budur!..
Bu zihniyat mazur görülmelidir ve bütün mesuliyet kendisini müdafaa
etmekten aciz kalan, ihmalinin, tembelliğinin içine gömülerek cereyanı
durdurmak için elinin siperini bile uzatmaktan üşenen tarafa
bırakılmalıdır.” (UŞAKLIGİL, 1981:387-388)
Türklerin sürekli toprak yitirdiği yıllar aynı zamanda elde kalan son
Rumeli köylerinde hızlı bir nüfus kabarıklaşmasına neden oluyordu. Zira
topraklarını yitiren ve ellerinde canlarından başka bir varlıkları kalmayan
Türkler, kaçarak en yakın Türk köylerine sığınıyor, sığındıkları bu köyler de
Türk topraklarının dışında kalacağı zamana dek burada kalma yolunu
seçiyorlardı. Her zorunlu göç daha amansız ve daha kanlı hikayelerin varılan
yeni köye aktarılmasına, bu köyde yeni bir korku dalgasının hissedilmesiyle
sonuçlanıyordu. Aydemir, Dönemin Rumeli’sini, “O zamanki Avrupa
Türkiye’sinde, yani bütün Rumeli’de olduğu gibi, bizim sınır şehrimiz
Edirne’nin çevresinde de, çeteciler, komitacılar kaynaşıp duruyorlardı. Yarı
haydut, yari politikacı çeteler... Rum çeteciler, daha çok Bulgar çeteciler ve
Bulgarlar...
Bunlar zaman zaman köyleri, çiftlikleri basarlardı. Harmanları,
ağılları ateşe verirlerdi. Dağa adam kaldırırlardı: Baskınlar, çarpışmalar
olurdu. Hatta şehre kadar sokulurlardı. Hele bizim kenar mahalle, bu
karışıklığın, korkunun ortasında yaşardı. Şehir zaten bir ordu merkeziydi.
Bir ordugah halindeydi. Uzaktan bir duman belirir ya da bir yerden birtakım
silah sesleri duyulursa mahallenin sokakları hemen boşalırdı. Biz
oyunlarımızı keserdik. O saatlerde işlerden dönen ve bir bakıma sakin
görünen erkekler, gerçekte dalgın ve düşünceli olurlardı. Dar, iğri büğrü
sokaklarda birbirlerine rastlaşınca, sessiz selamlaşırlar, evlerinin kapılarına
varırlar, gene sessiz açılan kapılardan yavaşça evlerine girerlerdi. ...
Anlatılanlara göre çeteci, her yerde ve her kıyafette görünebilirdi. Mesela
birgün bir köy mescidinde sabah ezanından önce güzel sesli bir derviş
Kur’an okuyordu. Cemaat sıra sıra ve başları önlerinde Kur’an’ı
dinliyorlardı. Sonra müezzinin sesini duyulunca namaza duruldu. Güzel sesli
derviş de Kur’an’ını kapayarak, rahlesine koydu, cemaate karıştı.
9
Fakat biraz sonra bu rahlenin altında bir bomba patladı. Mescit
harap oldu. Ölenler, yaralananlar üst üste yığıldılar. Oysaki derviş bunların
arasında yoktu. O bir çeteciydi... ... Fakat hayallerimizin çalışması uykuyla
bitmezdi. Çetecilerin, komitacıların, bu defa da rüyalarımızdaki saltanatı
başlardı. Benim de rüyalarımda yangınlar alevlenirdi. Sular basar, pusular,
baskınlar birbirini kovalardı. Çeteci bazen beyazlar giymiş bir melek
kıyafetinde tatlı dillerle beni kucağına çağırırdı. Fakat sonra bu meleğin
başında birden kocaman bir kalpak belirirdi. Onun altında kan çanağı
gözlerle sert bıyıklar, sakallar birbirine karışırdı. Bazen de rüyamda kendim
çeteci olurdum. Belime bombalar, kamalar takardım. Yahut, kılıcımı çekerek
düşmanla savaşırdım” sözleriyle tarif ediyor. (AYDEMİR,1999:12-15) Bu
anlatılanlar aynı zamanda Osmanlı Devleti’nin ölüm döşeğinde yattığı sıralar
Rumeli insanı ve I. Dünya Savaşı’nda çarpışacak çocukların ortak hisleridir.
Ali Rıza Efendi’nin işleri bozulunca
Bu arada, Mustafa Kemal’in babası Ali Rıza Efendi’nin ticari işleri
devrin bulanık ortamının da etkisiyle pek de iyi gitmiyordu. Ali Rıza Efendi
son parasını tuz işine yatırmış ancak bunda da başarılı olamamış neredeyse
varını yoğunu yitirmişti. Selanik şehri ise, Mustafa’nın çocukluğu,
delikanlılığı ve daha sonra da gençliği üzerinde biçimlendirici bir etki
yapmayı sürdürüyordu. Tepenin eteklerinde, Rum kiliselerinin çan seslerini
duyabilecek 2kadar yakınında oturan Mustafa, yabancıların yaşama tarzına
aşina olarak, çevresini uyanık ve ihtiyatlı bir şekilde değerlendirmesini
öğrenerek büyüdü. Henüz on sekizine bile gelmemişti ki, Selanik’e trenin ilk
kez girişini görmüş ve bu burnundan soluyan çelik buluşun yarattığı
heyecanı paylaşmıştı. Trenin Mustafa Kemal üzerinde bıraktığı izlenim
Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarına damgasını vuran, ünlü “Şimendifer
siyaseti” ile somutlaşacak ve “Anayurt çelik ağlarla dört bir yandan
örülecekti.” (DURAL,2009:23-24)
Tam da bu sırada Ali Rıza Efendi, tuz ticaretinde hayalkırıklığına
uğrayarak ruhsal bir yıkımın eşiğine gelmişti. Yeniden memurluğa dönmek
talebi reddedilen Ali Rıza Efendi kendisini içkiye verdi, bağırsak veremine
yakalandı ve 3 yıl süren bir hastalık döneminin ardından dünyaya veda etti.
Ailenin tek başına ayakta kalması mümkün değildi. Zübeyde Hanım çareyi
oğlu Mustafa ve kız kardeşi Makbule’yi yanına alarak Lankaya yakınlarında
yaşayan ağabeyi Hüseyin Ağa’nın çiftliğine yerleşmek zorunda kaldı. Bu
10
aynı zamanda Mustafa’nın çok şeyler öğrendiği Selanik’i bir süre için de
olsa terketmesi anlamına geliyordu. Ancak bu onun içindeki öğrenme ve
kendisini geliştirme arzusunun sonu demek değildi. Lankaya’da altı aya
yakın kalmıştı ki, bir gün Selanik’teki teyzesi Mustafa’yı yeniden okula
yazdırmak üzere yanına almak istediğini ailesine duyurdu. Henüz 10
yaşındaydı. Kısa süren bir bocalamanın ardından Mustafa yanında annesi
olduğu halde tekrar Selanik’e döndü. Halasının eşi Hacı Hüseyin efendi,
Mustafa’yı okula yerleştirebilmek için Evrenoszade Muhsin beyden yardım
istemiş, Muhsin bey de elinden gelen yardımı aileden esirgememişti.
Mustafa Kemal, Devlet Başkanı olduktan sonra bile hemen her fırsatta
Muhsin beye olan sevgisini ve ona bağlılığını saklamayacaktı.
Selanik pekçok diğer Balkan toprağı gibi Osmanlı’nın sınırlarının
korunduğu önemli yerleşim birimlerinden biriydi. Aynı zamanda önemli bir
liman ve ticaret kenti olan ve görünümüyle Osmanlı’nın viraneye dönmüş
yapısından çok Avrupa şehirlerini andıran Selanik’in en dikkat çekici
özelliklerden birisi de sokakları arşınlayan askerlerdi. Rumeli’ye
Balkanlar’da kalan topraklara, buralardan yönetici kadrolarını seçtiği için,
son derece değer veren Osmanlı Devleti, Selanik’i de adeta bir askeri üs
haline dönüştürmüştü. Üstelik baştaki Abdülhamit yönetimi, Batı
bilimleriyle yetişmiş, tartışmaya alışkın eğitimli askerlerden çekindiği için
alaylı askerleri kendisini savunmak üzere başkent İstanbul’da tutarken,
okullu, çağdaş eğitim almış genç subayları sürgün amacıyla, etrafından
uzaklaştırmak maksadıyla Rumeli’ye yolluyordu. (AKŞİN:28) Rumeli ise
askerlerin taşıdığı yeni, tartışmaya açık dünya görüşü, yaşam felsefesi
doğrultusunda değişiyordu. Zaten 1908 yılının Meşrutiyet ruhu da, Osmanlı
toprakları içinde en çok bu topraklar tarafından kavranacaktı.
Selanik’te son derece iyi eğitimleri, modern tavırları ve çağdaş kiyimkuşamlarıyla dikkati çeken zabitler, Mustafa’nın da gözünden kaçmıyordu.
O güne dek bölük-pörçük, çoğu eski dönemlerin kalıntılarının tekrarından
ibaret kalan bilgilerle yetiştirilmekten sıkılan Mustafa için gerek genç
zabitlerle askeri okul öğrencilerinin ihtişamı gerekse çağdaş eğitime olan
ihtiyacı yeni bir rota çizmenin gerekliliği ortaya çıkarmıştı. Tüm bunlara bir
de Rumeli’de yaşanan sürekli savaş ve toprak kayıplarının insanın içinde
doğurduğu duygusal ortam eklenince askeri eğitim almanın değeri daha bir
anlam kazanıyordu. Mustafa’nın gözü artık askerlik mesleğine doğru
kaymaya başlamıştı.
11
Askeri okula doğru
Ne var ki, ana yüreği savaş ve maceralarla dolu bir askeri eğitim ve
onun ardından gelecek cephelerde geçecek bir yaşam büyük risk taşıyordu.
Zübeyde hanıma askeri okul seçeneği rahatlıkla kabul ettirilemeyecek gibi
görünüyordu. Zübeyde hanım Mustafa’nın ya dini değerler etrafında, bu da
olmazsa ticaret yönünde eğitimini sürdürmesinden yanaydı. Mustafa hiç
olmazsa ticarete atılmalı ve babasının yapamadığını yaparak iyi bir tüccar
olmalıydı. Ana yüreği oğlunun askeri eğitimini tamamlayamayıp, bir rütbe
alamaması olasılığını da aklından çıkaramıyordu. Bu arada Mustafa,
komşularının oğlu Ahmet’e öykünüyordu. Ahmet Kadri bey isimli bir
Binbaşı’nın oğluydu ve babasını izleyerek Askeri Rüştiye’ye yazılmıştı.
Gizlice Ahmet’in babası Kadri beyden yardım aldı ve askeri okul sınavlarına
hazırlanmaya koyuldu. Neticede giriş sınavını kazanarak 4 yıllık askeri
rüştiye mektebine üçüncü sınıftan katılma olanağı buldu. Annesine oldubittiyi kabullenmeden başka seçenek bırakmamıştı.
Yine de okula yazılabilmesi için annesinin imzalı iznini alması
gerekiyordu. Mustafa aklını kullanarak, annesine, babasının doğumunda ona
bir kılıç armağan etmiş ve bu kılıcı, beşiğinin başucuna, duvara asmış
olduğunu hatırlattı. Bunun tek bir anlamı olabilirdi: Babası, onun bir asker
olmasını istemişti. Mustafa bir kahraman tavrı takınarak annesine, “Ben
asker olarak doğdum,’, ‘asker olarak öleceğim” dedi. (KINROS: 26)
Mustafa sonunda kalbindeki okula yani Selânik Askerî Rüştiyesine
kavuşmuştu. Derslerinde başarısıyla hemen kendisini fark ettirmişti.
Matematiğe ilgisi ise farklıydı. Matematik dersinde diğer arkadaşlarına fark
atan Mustafa, son derece sert mizacıyla tanınan matematik hocasının
dikkatini çekmişti. Birgün matematik hocası kendisini yanına çağırarak,
“Oğlum senin de adın Mustafa benim de. Bu böyle olmaz, arada bir fark
olmalı. Bundan sonra seni, ‘Mustafa Kemal’ diye çağıralım” der. Genç
Mustafa bundan böyle artık Mustafa Kemal olarak çağırılacaktır. Mustafa
Kemal’in matematik öğretmeninden etkilenmesi bu kadarla da sınırlı
kalmadı. Bir başka gün, matematik hocası Mustafa bey, sınıftan bir
müzakereci seçilmek üzere aday gösterilmesini istedi. Kendisine güvenen
kimi adaylar ortaya çıktı. Genç Mustafa hocasının mizacından çekindiğinden
önce aday olarak öne çıkmaktan çekindi. Ne var ki, seçilen müzakerecinin
12
altında kalmayı içinden sindiremeyeceğinden sonunda o da öne atıldı ve
sınıfın müzakerecisi oldu. (ATAY,1980:9) Bu olay onun liderlik
özelliklerinden biriydi. Zira hayatı boyunca yapacağı gibi yine zamanında
öne çıkarak, üstelik hocasından çekinmesine karşın risk alarak sınıfının
liderliğini üzerine almayı bilmişti.
Mustafa Kemal askeri rüştiyesini 1898 yılında,“pekiyi”yle
tamamladıktan sonra Manastır Askeri İdadisi’ne üç arkadaşıyla beraber
yazıldı. Aslında ilk başlarda Mustafa Kemal’in aklında Manastır’a gitmek
yoktu. Zira o İstanbul’a gitmeyi düşlüyordu. Onu, İstanbul yerine
Manastır’a gidip okumaya ikna eden kişi yine bir hocası olacaktı. Rüştiye
son sınıfta imtihanlara mümeyyiz olarak katılan Hasan bey isimli kurmay
subay okul dördüncüsü olan Mustafa Kemal ile özel olarak ilgilenmiş ve ona
liseyi nerede okumak istediğini sormuştu. Mustafa Kemal’den “İstanbul”
yanıtını alan kurmay subay yüzüne ekşiterek, Manastır’daki okula yazılması
halinde daha yeterli bir eğitime kavuşacağını söylemiş, Mustafa Kemal de
Manastır’a gitmeye ikna olmuştu. Bir ihtimal Hasan bey, Abdülhamit
yönetimin sıkı baskısı altında daha dar bir eğitimin verileceği İstanbul’u, bu
parlak öğrencinin yetişmesi açısından yeterli görmemiş ve genç öğrenciyi
merkezden uzak, daha özgürlükçü bir lise olan Manastır Askeri İdadi’sine
yönlendirmişti. Burası yatılı bir askeri liseydi. Askeri İdadi onun hayatında
bir dönüm noktası olacak ve Mustafa Kemal ilk kez vatan kaygısını idadide
hissedecektir.
Mustafa Kemal’i vatan hakkında ciddi kaygulara iten unsur Sırp ve
Bulgar çetecilerin Manastır dağlarında çetecilik faaliyetlerine hız vermeleri,
köylere yönelik saldırılarını yoğunlaştırmalarıydı. 1897’de Yunan savaşı
patlak verdiğinde Mustafa Kemal, henüz idadideydi. Seferberlik sebebiyle
gençler, ellerinde bayraklarla davul, zurna eşliğinde cepheye gidiyorlardı.
Askerliğe alınmayan çoğu bıyığı terlememiş delikanlılar cepheye gönüllü
olarak katılıyorlar, Manastır sokaklarından geçen taburlar idadi
öğrencilerinin heyecanını arttırıyorlardı. Mustafa Kemal, bazı arkadaşlarıyla
cepheye gönüllü katılma heveslilerinin başında idi. Sonuçta yanında
arkadaşları olduğu halde okuldan kaçan Mustafa Kemal, Yunan
topraklarındayken bir akşam vakti geceyi geçirebilmek için bir evin kapsını
çaldı. Kapıyı açan kadın elindeki lambayı gençlerin yüzüne doğru tutunca,
Mustafa Kemal’i tanıdı. Selanik’te uzun yıllar kalan ve annesi Zübeyde
hanımı tanıyan Bulgar kadını bayağı uzun telkinlerin ardından Mustafa
13
Kemal’i kararından vazgeçirdi. O akşam maceraya atılmayarak eski
komşusunun yardımıyla vardığı bu isabetli karar, liderlik kapısını Mustafa
Kemal’in önünde ardına dek açacaktı. (DURAL, 2008:113-114)
Mustafa Kemal, başka bir arkadaşı sayesinde de “siyaset" ile tanıştı.
Bu arkadaşı, kendisi gibi coğrafi köken itibarıyla Makedonyalı olan Ali
Fethi’ydi. Fethi rahat, çekici bir davranışla, kıvrak ve esnek bir zekâyı
kendinde birleştirmişti. Mustafa Kemal’in epey geri olduğu Fransızca’yı çok
iyi bilirdi. Mustafa Kemal’in Fransızca bilgisi ilerledikçe, Fethi, ona
Rouseau, Voltaire, Auguste Conte, Desmoulins, Montesquieu gibi Fransız
düşünürlerinin eserleriyle tanıştırdı. Çok geçmeden iki öğrenci bu ünlü
düşünürlerin, ülkelerinin sorunlarını ilgilendiren düşünceleri üzerinde
heyecanlı tartışmalar yapmaya başladılar. Fransız düşünürleri, bu tarihten
itibaren Mustafa Kemal’in aklından hiç çıkarmayacak, düşünürlerin
kitaplarını altı çizerek okuyacak ve kuracağı yeni Türk Devleti’nin
temellerini atarken, adı geçen filozofların görüşlerinden detaylı biçimde
yararlanacaktı.
Harp Okulu ve hürriyet fikriyle tanışma
Mustafa Kemal Askeri İdadi’yi bitirdikten sonra 13 Mart 1899’da
İstanbul Harbiye Okulu’nun Piyade sınıfına girmeye hak kazandı. Matematik
hala sevdiği derslerin başında geliyordu. Fırsat buldukça arkadaşlarıyla
hatiplik üzerine yarışır, adeta ileride üstleneceği liderlik görevinin pratiğini
yapardı. Sultan Abdülhamit döneminin zor şartları altında Namık Kemal ve
Şinasi gibi vatan-millet konusuna kafa yoran aydınların çalışmalarını okuyan
Mustafa Kemal, sosyal ortamlara da alışmaya başlamıştı. Olympos, Kristal,
Yonyo gibi gazinolara giden Mustafa Kemal, bir yandan bu eğlence
mekanlarında dönemin sosyal hayatıyla aşina olurken diğer yandan da
ülkenin üzerinde dolaşan kara bulutlar hakkında yakın dostlarıyla sabahlara
kadar tartışmalar yapardı. Harp Okulu’nun son sınıfındayken arkadaşlarıyla
el yazısı ile gizli bir dergi çıkaran Mustafa Kemal, kurmay sınıflarında da
aynı dergiyi yayımlamayı sürdürdü. Sarayın casuslarından birisi tarafından
açığa çıkarılan dergi sonunda saraya jurnallenmişti. Saraya çağırılıp bilgisine
başvurulan okul müdürü böyle bir dergiden haberdar olmadığını
söylediğinden Mustafa Kemal ve arkadaşları bu olaydan ceza almadan
kurtulmuşlardı. Nitekim gizli bir odada Mustafa Kemal ve arkadaşlarını
dergi üzerinde çalışırken yakalayan okul müdürü bir kez daha onları
14
kurtaracak ve olayı saraya bildirmek yerine genç öğrencilerine nasihat
vermekle işi kapatacaktı. (ATAY,1998: 30)
Harp Okulu döneminde artık ülkede adlarının bile anılması yasak
sayılan yazar ve şairlerinin eserlerini gizliden gizliye okuyan Mustafa
Kemal, tıpkı zamanın diğer aydınları gibi, manasını bilmese de Fransız
Devrimi ve bu devrimin kazanımlarıyla gündeme gelen, “Hürriyet, adalet,
eşitlik, özgürlük” gibi fikirlerin hayranı oldu. Artık Fransızca gazeteleri
okuyabiliyordu. Manastır’da Fethi’nin tanıtmış olduğu Fransız yazarlarını da
şimdi daha iyi anlayarak ve daha derinine inerek inceleyebiliyordu. Siyaset
dünyasının daha eşiğinde sayılırdı. Zihni, henüz tam olarak kavrayamadığı
bir sürü duygu ve düşünce ile uğraşmaktaydı. Mustafa Kemal , Harbiye
okulundaki sınavlarını başarıyla tamamlayarak teğmen sıfatıyla 1902 yılında
Kurmay Okulu’na girdi. Siyasete iyiden iyiye ısınan Mustafa Kemal’in
memleketin kötü yönetildiğinden bir kuşkusu kalmamıştı.
Mustafa Kemal, bir zamanlar matematik ve şiire karşı duyduğu
hevesle şimdi kendini siyaset ve tarih konusuna vermişti. Napolyon üzerine
ne buluyorsa okuyor ve onu çok beğeniyordu. John Stuart Mill’i okuyordu.
Çağın “halkçı” düşüncelerine kapılmaktan, o da kendini alamamıştı. Üstelik
padişah ve rejimini de okuduklarının etkisinde kalarak serbestçe tenkit
ediyor fakat siyasi düşünceleri sebebiyle kendisini askerlikten alıkoyacak bir
cezaya çarptırılmış bulmaktan da şiddetle kaçınıyordu. Onu gayet yakından
tanıyan sınıf arkadaşı ve eski Genel Kurmay Başkanları’ndan Asım Gündüz,
Mustafa Kemal’in Harpokulu yılları ve arkadaşları arasından nasıl bir lider
olarak yavaş yavaş sivrilmeye başladığını hakkında şunları
söylüyor:“Mustafa Kemal okuldayken Fransızcası’nı ilerletmek için bir
yabancı hanımdan ders alırdı. Sonra Paris’teki Hürriyetçilerin gazeteleri
ile, Fransızca gazeteler getirir, kapalı gizli bir odada bizlere anlatırdı.
Namık Kemal’in ‘Vaveylası’ ile Hürriyet Kasidesi’ni ben ondan
dinlemiştim.”
1904 yılının Aralık ayında Harp Akademisi’ni bitiren Mustafa Kemal,
okulunu üstün derece ve beşincilikle tamamlamıştı. O artık bir kurmay
yüzbaşıydı. Okulu bitirdikten sonra arkadaşlarıyla vedalaşması anında onlara
lider bir öğrenci olarak nasihatler veren Mustafa Kemal, yanlarında
pişecekleri Osmanlı paşalarından askerlik sanatı hakkında pratik bilgiler
edineceklerini ama bu paşaların zayıf yanlarından kendilerini uzak tutmaları
15
gerektiklerini belirtmişti. Zira genç ve çağdaş eğitim almış subayların
mutlaka örgütçülüklerini kullanarak ülkeyi içine düştüğü durumdan
kurtarabilmek için teşkilatlanmaları gerekiyordu. Kelimenin tam anlamıyla
bir lider olduğu belli olan Mustafa Kemal, teşkilatlanma merkezini de
belirlemişti: Makedonya. O zamanlar tek düşü bir an evvel Selanik’e
gönderilmesiydi.
Arkadaşıyla beraber, komşu Ermeni evinde bir oda kiralamıştı. Siyasal
eylemlerini orada sürdürüyorlardı. Aslında bu, dertleşmekten ve âdet olduğu
üzere Sultan’ı kötüleyip, “yasak” kitapları okumaktan ileri geçmiyordu.
Aralarında Harbiye’den kovulmuş ve yanlarında barındırdıkları Fethi adlı bir
genç vardı. Bu genç, bunları Saray’a jurnal etti ve sonra düzmece bir
mektupla yakındaki kahvelerden birine çağırıp orada yakalattı. Mustafa
Kemal anılarında ilk siyasal ihanetine yanlarında barındırdıkları, evlerini
açtıkları Fethi sayesinde uğradığını defalarca zikretmiştir. Ancak çekisi
sadece tutuklanmakla sınırlı kalmamıştı. Ali Fuat diplomatça tavır takınarak
sorguda hırpalanmaktan kurtulduğu halde, dobra çıkışları sayesinde Mustafa
Kemal’in şansı yaver gitmemiş ve Sultan Abdülhamit’in adamlarınca bir
hayli hırpalanmıştı.
Mustafa Kemal ve arkadaşları birkaç ay hapiste kaldılar. Bu arada
onlara herdaim yardımcı olan okul müdürü, işlenen suçun gençlik
yanlışından ileri geçmediğini savunarak,
öğrencilere yumuşak
davranılmasını istiyordu. Sonunda genç subaylar başkentten uzakta görev
yapmak koşuluyla serbest bırakıldılar. İkinci ve Üçüncü Ordulara atanmaları
kararlaştırıldı. İkinci Ordu’nun merkezi Edirne, Üçüncü Ordu’nun ki ise
Selanik’ti. Ne var ki, Mustafa Kemal ve Ali Fuat 4. ve 5. Ordu’ya tayin
edileceklerdi. Mustafa Kemal’in kaderine merkezi Şam’da bulunan 5. Ordu
düşmüştü.Subayların birçoğu “Kolay kolay dönemeyecekleri’ yerlere
sürülmüşlerdi. Mustafa, kaderine razıydı. “Pekâlâ,” dedi. “Biz bu çöle gider
ve orada yeni bir devlet kurarız.” Hemen vapurla yola çıktılar ve iki ay
kadar sonra Beyrut limanına vardılar. (KINROS: 37)
Özgürlükçü hareketler
Burada daha fazla ilerlemeden Mustafa Kemal ve dönemin subay
kadrolarını yakından etkileyen özgürlükçü hareketler konusuna eğilmek
yararlı olacak. Osmanlı İmparatorluğu çalkalanırken, “Türkiye Nasıl
16
Kurtarılabilir?” sorusuna yanıt aradıkları dönemde ortaya atılan fikirlerle
başlayan özgürlük arayışları başta Rumeli olmak üzere, ülkenin bütün
aydınlarını etkisi altına almıştı.1865’te Belgrad Ormanı’nda piknik yapan 6
genç özgürlükçü, İttifak-ı Hamiyet adlı gizli derneği kurdular. Mehmet ve
Namık Kemal beylerin başını çektiği bu ekibin ortak amaçları Ali ve Fuat
Paşalar’ın güttükleri siyasete karşı çıkmaktı. İktidardaki paşaların Batılı
devletler karşısındaki tutumlarını fazlasıyla tavizkar bulan gençler,
Osmanlı’nın egemenliğinin korunamayıp, dağılışın eşiğine gelmesini
eleştiriyorlardı. Namık Kemal ve arkadaşlarınca izlenmesi gereken siyaset
halka demokratik haklar tanınmasıydı. Müslüman olmayan halkın da siyasal
haklar tanınınca ülkeye bağlı kalacaklarını uman bu gençler, halka siyasal
kaderini tayin hakkı bırakılmasını istiyorlardı.
Tanzimat paşalarının baskıları altında bunalan halkın kurtuluşunu
hedefleyen örgüt üyeleri, 1867’de Fuat Paşa’ya güttüğü husumet sebebiyle
Fransızca mektuplar yayınlayan Mısır Prensi Mustafa Fazıl Paşa’nın, “Genç
Türkiye Partisi”nin temsilcisi olduğunu açıklaması ve bu ismin Avrupa’da
son derece benimsemesiyle, “Yeni Osmanlılar Cemiyeti” ismini
benimsediler. Böylelikle I. Jön Türk Hareketi ismine kavuşmuş oldu.
Bilindiği gibi bu cemiyet Namık Kemal’in “İttihat-ı Anasır”- unsurların
kardeşliği fikrini benimsemiş ve yaymaya çalışmışlardı.
Osmanlı devletinde 1877 yılında Sultan Hamit’in Mithat Paşa’yı
sürmesiyle başlayan baskı hareketi giderek ağırlaşıyordu. Baskı döneminin
önemli nedenlerinin başında cinnet geçirerek tahttan indirilen V. Murat’ı
tekrar sultan yapmak amacıyla gerçekleştirilen iki komplo girişimi
bulunmaktadır. Bunlardan birisi Ali Suavi önderliğinde yaşanan “Çırağan
vakası” diğeri ise Cleanthi Scalieri- Aziz Bey komitesinin komplo
girişimidir. Bu iki girişimin ardında İngiliz desteği ve mason teşviki
bulunduğu ileri sürülmektedir. Sultan Abdülhamit’in kurduğu polis
devletinin uygulamalarıyla önce basın ve toplantı hakları kaldırıldı sonra ise
diğer özgürlükler önemli oranda kısıtlandı. Sultan, özel hafiyeleri, mahkeme
sistemi ve jurnalliğe yaptığı teşvikle muhalefetin önünü kapatıp, yurt
sathında terör estirdi. Söz konusu uygulamaların Yeni Osmanlılar’ın
başlattığı hürriyetçi akımın yeniden canlanmasına uzun vadede kaynaklık
ettiği öne sürülür. Bu arada Osmanlı’nın başı dışarıda da rahat değildir.
1881’de Fransa Tunus’u korumasına almış, ondan geri kalmayan İngiltere
ise Mısır’ı işgal etmişti. Berlin Kongresi’nde “özerk” il haline getirilen
17
Doğu Rumeli, 1885’te isyan bayrağını açmıştı. Aynı yıl Doğu Rumeli
Bulgaristan ile birleşmişti. (AKŞİN: 26)
İttihat Terakki: Örgütsel düzen/ temel amaçlar
1889 yılında sultanın baskılarına karşı Askeri Tıbbiye’de kurulan gizli
örgütün adı İttihat-ı Osmani’dir. Örgütün kurucuları İshak Sükuti, Mehmet
Reşit, Abdullah Cevdet, İbrahim Temo ve Hüseyinzade Ali isimlerinden
oluşmaktaydı. Bu derneğin en önemli özelliği ise Fransız Devrimi’nin 100.
yıldönümünde kurulmasıydı. (TUNAYA, 1952:104) Örgütün amacı Osmanlı
devletinin maddi koşullarını Fransa, İngiltere, Almanya gibi büyük Batı
devletlerinin koşullarına yaklaştırmaktı. İttihat-ı Osmani Askeri Tıbbiye’den
sonra çeşitli yüksek okullarda hızlı bir yayılım gösterdi Dernek, İtalyan
ihtilalci-mason Carbonari locasından esinlenmişti ve hücreler halinde
örgütleniyordu. Özellikle yüksekokul öğrencileri ve yöneticilerin bu gizli
muhalefet oluşumuna sıcak bakmaları için yeterli neden mevcuttu. Osmanlı
topraklarının hızla erimesi, uygulanan baskı düzeni buna en somut
örneklerdi.
İttihat-ı Osmani örgütünün adı tam bilinmemekle birlikte 1889-1895
yılları arasındaki bir tarihte değişmişti. Örgüt, “Osmanlı İttihat ve Terakki”
cemiyeti ismini almıştı. Bunda pozitivizme bağlanan ve örgütün Paris Şube
Başkanı olan Ahmet Rıza’nın rolü hayli önemlidir. Pozitivizmin kurucusu
Auguste Comte’den etkilenen Ahmet Rıza, Comte’un temel düsturu olan,
“İntizam ve Terakki” sözlerini, “İttihat ve Terakki” olarak uyarlayarak ve
bunu örgütün diğer üyelerine de benimseterek, kurulan cemiyete isim
babalığı yapmış oldu. İttihatçılar “düzen” anlamına gelen İntizam’ın yerine
“Birlik” manasını taşıyan “İttihat” kelimesini geçirerek, Osmanlı
Devleti’nin toprak bütünlüğüne ilişkin kaygılarını açıkça ifade etmiş oldular.
Önceleri bir fikir akımı olarak varlık gösteren İttihat ve Terakki’yi
tetikleyerek tarih sahnesinde güçlü bir aktör haline getiren şey Ermeni
Olayları’dır. Rusya, 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nda Osmanlı
Ermenilerini devlete karşı ayaklandırmak amacıyla her yolu denedi.
Ayestefanos Antlaşması’na Ermenilerden yana bir madde koyduran Rusya,
kendisini Ermeni azınlığın hamisi haline getirdi. Ayestefanos’u geçersiz
kılan İngiltere, Kıbrıs’ı elde edecek ancak o da Hıristiyanlar’dan yana
Osmanlı içişlerine karışma hakkına uzanıyordu. Bunu izleyen günlerde
18
imzalanan Berlin Antlaşması’nda ise Ermenilerin yoğun yaşadıkları
bölgelerde reforma gidilmesi, reform sonuçlarının sıklıkla devletlere
bildirimi ve uygulamalara “nezaret” etmeleri karara bağlanıyordu.
Bu arada 1887 senesinde kurulan Hınçak cemiyetini, 1890’da Taşnak
Sütyun örgütü izleyecekti. Her iki örgütün amacı da ihtilal başlatarak,
Ermeniler’i bağımsızlığa ulaştırmaktı. Örgütlerin hedefi, Balkanlar’daki
genel siyaseti izleyip, Avrupa’yı müdahaleye zorlamaktı. 1889’dan itibaren
Ermeni olayları Osmanlı’yı sarsmaya başladı. Musa Bey Vakası, Erzurum
Olayı, Kumkapı gösterisi, Merzifon, Kayseri, Yozgat girişimleri birbiri
ardına patlak verdi. Ancak olayları tırmandıran aslı gelişme 1894’te yaşandı.
İngiltere Van Konsolosunun temaslarından güç alan ermeni ayrılıkçılar,
Sasun kasabasında kanlı bir isyan başlattılar. Osmanlı devletinin isyana aynı
sertlikle cevap vermesinin ardından devreye giren Batılı güçler sultanı yeni
bir ıslahata zorladılar. Abdülhamit’in ıslahata yanaşmaması üzerine harekete
geçen Ermeniler 30 Eylül 1895’te Babıali’ye doğru yürüyüşe geçtiler. 3 gün
süren karışıklıklar sırasında pekçok Ermeni ayrılıkçı halk tarafından
öldürüldü. Ne var ki, olaylardan sonra sultan Hamit, geniş kapsamlı ıslahat
programı ilan etmekten başka çare bulamadı. (AKŞİN,2004:39-41)
İşte Mustafa Kemal ve silah arkadaşlarının da katılacakları ancak kısa
süre sonra yönetimiyle ters düşecekleri İttihat ve Terakki Ermeni olaylarına
tepki olarak ilk siyasal eylemlerini gerçekleştirdi. İbrahim Temo, bu
eylemler hakkında, “İlk kez iki bildirge hazırlanarak, duvarlara yapıştırıldı.
Burada Ermenilerin, ‘Küstahane hareketleri’ne teessüf edilmekle beraber,
bu davranışların, ‘zulüm-istibdat ve idaresizlikten’ ileri geldiği belirtiliyor
ve halk Ermeniler’i terbiyeye çalışacağına, devlet kapılarını Babıali,
Şeyhülislamlık, Yıldız müstebitlerinin başına yıkmaya çağırılıyordu”
(TEMO, 1939) der. Bu eylemden sonra İttihat ve Terakki özellikle Harbiye
ve Mülkiye mensupları arasında hızla güçlenen ve ülke yönetimine
damgasını vuracaktır.
Örgütün ilk işleyiş tüzüğünün 1895 yılında yayımlandığı
kaydedilmektedir. 39 maddeli bu tüzükte, hükümetin adalet, eşitlik, özgürlük
gibi insan haklarını hiçe sayan uygulamaları şiddetle yerilerek, Osmanlı’yı
ilerlemekten alıkoyan zihniyetin bu hükümetin ürünü olduğu iddia
edilmekteydi. İslam ve Hıristiyan uyrukları harekete geçirmek için kurulan
örgütün, “Kadın ve erkek bilcümle Osmanlılar’dan” oluştuğu bildiriliyordu.
19
Bu madde önemliydi zira Osmanlı Devleti’nde ilk defa bir örgüt kapısını
sadece erkeklere değil kadınlara da ortak üyelik şartları içinde açıyordu.
İttihat ve Terakki’nin özgürlükçü fikirlerinden ilham alan Mustafa Kemal de,
genç Türkiye Cumhuriyeti’nde kadın-erkek ayrımını ortadan kaldıracaktır.
Böylelikle yüzyıllar boyunca “ümmet inancı” içinde yaşayan kadınlıerkekli tüm uyruklar, “millet bilincine” ererek Türk ulusunu oluşturacak,
Mustafa Kemal de yaptığı reformlarla bu genç ulus-devleti adeta bir toplum
mühendisi gibi şekillendirecektir.
İttihat Terakki kadroları
Bu noktada Mustafa Kemal’den Enver Paşa’ya, İttihatçı kadroların
ortak özelliklerine değinmek çok hayati bir sorundur. Yukarıda cemiyet
kadrolarının esas olarak Harbiye ve Mülkiye kökenli olduklarına
değinilmişti. Ancak cemiyet sadece belli bir okul geleneğinden gelmek
bilinci çerçevesinde açıklanamaz. Zira Osmanlı devletinin toprak
kayıplarıyla sarsıldığı bir süreçte, “Türkiye Nasıl Kurtarılabilir” sorusuyla
meşgul olan kadrolar, ister istemez çevrelerindeki gelişmeleri izliyor,
dışarıdaki modeller karşısında kendi devletlerinin niçin sürekli geriye
gittiğini gözlemlemeye çalışıyorlardı. Devletin yeniden yapılandırılması
çerçevesinde Fransa’yı örnek alan Osmanlı Devleti gibi, dönemin genç
aydınları da Fransız Devrimleri’nin heyecanıyla sarsılıyorlardı. Gerçi
çoğunun, bu devrimin başat sloganları olan, “özgürlük, adalet, kardeşlik,
hürriyet” sloganları hakkında kafaları karışık da olsa, Osmanlı’nın tepeden
tırnağa yenmesi hususunda ortak bir beklenti mevcuttu. Pekala, bu
kadroların paylaştıkları diğer ortak noktalar nelerdi? Bu sorunun yanıtı yine
tarihçi Sina Akşin’in aşağıdaki açıklamalarında bulunabilir:
“Özgürlükçü akımın tipik kadrosunu 1906’^da Selanik’te kurulan
Osmanlı Hürriyet Cemiyeti’nde bulabiliriz. Bu cemiyetin kurucularına ve
ondan sonra cemiyete katılanlara bir göz atarsak, bu kadroların büyük
çoğunlukla a) Türklerden, b) Gençlerden, c)Yönetici sınıfı mensuplarından,
ç) Mekteplilerden, d) Burjuva zihniyetlilerden oluştuğunu ve genellikle bu
beş niteliğin kişilerde bir arada bulunduğunu görürüz. Bu nitelikleri gözden
geçirirsek, 1889’da kurulan İttihat-ı Osmani örgütünün Askeri Tıbbiye’deki
müslüman gençlerce kurulduğunu görürüz, fakat hiç değilse kurucular
arasında Türkler’in çoğunlukta oldukları söylenemez. Hele yurt dışındaki
Jön Türkler’in arasında müslüman olmayanların da bulunduğu göze
20
çarpmaktadır. Hatırlanacağı üzere, Ahmet Rıza’nın Meşveret’i hiçbiri
müslüman olmayan Halil Ganem, Aristidi Paşa, Albert Fua ile kurarak,
sanki mükemmel bir Osmanlıcılık örneği vermeye özen göstermişti.
Sabahattin dahi Muzurus Cidis ile çalışmıştı. Ne var ki, Ahmet Rızacı kanat,
... 2.6.1906 günlü mektupta, müslüman olmayan bir Osmanlıyı cemiyete
almanın ancak ‘Bazı şartlar dahilinde’ olacağını belirtmiş ve amacı daha da
seçik bir biçimde belirtmek için, cemiyetin ‘Halis bir Türk cemiyeti’
olduğunu eklemişti. Aşağıda da görüleceği üzere, İttihat ve Terakki bu
yöndeki gelişmesini sürdürmüş ve Türklüğün koruyucusu ve temsilcisi bir
örgüt niteliğini muhafaza etmiştir.
...Nitekim İttihat ve Terakki’nin iktidar olmasıyla birlikte, Osmanlı
Devleti’nde Türklerin denetindeki kapitalist gelişmenin gözle görülür bir
biçimde ortaya çıkması, İttihat ve Terakki’nin Osmanlıcı ve İslamcı sözlerine
rağmen uygulamada düpedüz Türk ulusçuluğu davasını benimsemesi, sözünü
ettiğimiz burjuva zihniyetinin ürünlerdir. ...19. yüzyılda Osmanlı özgürlükçü
akımlarının burjuvalığı, herşeyden önce, ideolojik bir olaydır. İlk planda
mekteplerden edinilen, azınlık ve Avrupa burjuvalarının yaşam üslupları
karşısında tahrik olunan ve amacı Devleti düşkün durumdan kurtarmak olan
bir ideoloji söz konusudur.” (AKŞİN,1998:108-113)
Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşanan gerilime “merkez-çevre”
bağlamında yaklaşan Mardin ise, sultanın da özgürlükçü kadroların da
modernleşmeyi istediklerini ancak sultanın “ürkek modernleşmesi”ne karşın
genç mülkiye ve Harbiyeliler’in daha radikal bir modernleşmeden yana
olduklarını kaydeder. Sultana eleştiriler yöneten reformcuların, sultanı
yanına hep kapıkullarını toplamasından dolayı sıcak bakmadıklarına
değinerek, Akşin’in görüşlerini doğrulayan Şerif Mardin, reformcuların
Osmanlı düzenini aşarak, modern bir devlet kurma konusunda
sabırsızlandıklarını belirtir. (MARDİN,1994: 57) Mardin, Jön Türkler’in
düşüncelerini Batı’yı güçlülükle bir tutarak temellendirdiklerini ileri
sürerken, bu dönemdeki hakim zihniyetin bütünü anlamaktan ziyade
Batı’dan beğenilen parçaların çekilip alınması şeklinde yapılandığını
savunur. (MARDİN,1995:16-17)
Türk tarihinde Türkiye Cumhuriyeti’nin, “Osmanlı’dan bir kopuş mu
yoksa süreklilik mi” olduğu sorusu zihinleri sürekli rahatsız eder. Aslına
bakılırsa sorunun cevabı hem karmaşık hem de basittir. Zira Türkiye
21
Cumhuriyeti Osmanlı’dan ne tamamlı bir kopuş, ne de yeknesak bir
sürekliliktir. Yani Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı’dan devraldığı kurumlar ve
zihniyet bileşkesi itibariyle bir sürekliliktir. Ancak yapılan köklü devrimler,
dönüşümlerle aynı zamanda da bir koğuşa tekabül eder. O yüzden her iki
düşünceden birine saplanıp ötekisini inkar etmek Türk tarihini boşluklarla
okumak anlamına gelir. Bu kopuş- süreklilik meselesinin deyim yerindeyse,
“turnusol kağıdı” Jön Türkler dönemidir.
Tarihçi Taner Timur ise 19. yüzyılın sonlarına dek “ulusallık”
kavramı ile karşılaşmayan Osmanlı yönetici zümresinin gelişmeleri yanlış
okuduğuna inanır. Osmanlı’da “ulusal burjuvazi”nin değil, “müslüman
burjuvazi”nin eksikliğinin çekildiğini öne süren Timur, ülkede kapitalizmin
ilk şartlarından olan hırıstiyan ve yahudi burjuvazisinin mevcut olduğuna
dikkati çeker. Timur, ana dili Türkçe olan azınlık mensuplarının, “millet
sistemi”ndeki aksaklıklar sebebiyle bir türlü müslüman- Türkler ile
bütünleştirilemediğini vurgulayarak, Osmanlı yönetici kadrolarını suçlar.
(TİMUR,2000 :223) Özgürlükçü kadroların sınıfsal analizine de giren
Timur, orta sınıf mensubu subay ve memur aileleriyle, giderek çıkarları
sarayın öngörüleriyle çakışmayan halk tabanının birleşerek belli bir kadroyu
oluşturduklarını söyler. Milliyetçilik ve Batıcılığın iki ideoloji halinde böyle
ortaya çıkıp yaşam şansına ulaştığına değinen Timur, her iki ideolojinin
yanyana ve zaman zaman İslamcılıkla da bütünleşerek yaşadıklarını belirtir.
Üç ideolojiden zamanla güçlenip gelişmelere damgasını vuranın milliyetçilik
olduğuna işaret eden Taner Timur, Batı’da Batıcılık ismi altında bir
ideolojinin bulunmadığını sözlerine ekler. Batı’nın teknik ve askeri
zaferlerini, “sosyoekonomik boyut” biçiminde tanımlayan Timur,
Osmanlı’da bu kazanımları Aydınlanma istencine damgasını vuran felsefi,
bilimsel ve kültürel zeminlere taşıyabilecek bir entelektüel kadronun
yetişemediğini kaydeder. (TİMUR:226)
Belki yukarıdaki alıntılar ve bölümün bazılarına uzunluğu garip
gelecektir ama başta Mustafa Kemal olmak üzere bir dönemin yönetici
kadrolarının temel özelliklerini, ortak bileşenlerini tanımak da hayatidir.
Kimine göre hiç İttihatçı olmayan, kimine göre çok az bir süre İttihatçı
kalan, kimisine göre ise İttihat ve Terakki içinde baştaki Enver-Talat-Cemal
üçgeni karşısında partinin sol muhalefetini oluşturan Mustafa Kemal ve
arkadaşları, kim ne derse desin her beş özellikten de fazlasıyla nasiplerini
almışlardı.
22
Sonuç: Jön Türk Devrimi'nden Cumhuriyet'e
Mustafa Kemal, hep sürgün yeri olarak gördüğü Şam’da bir müddet
daha kalacaktı. Birkez gizli yollardan Selanik'e gidip gelmesi az kalsın
kendisine çok pahalıya mal olacaktı. Bu kez biraz daha akıllanmıştı. Problem
çıkarmadan, zamanı gelince gözünde tüttüğü topraklara kavuşacağı günü
beklemeye başladı. Nitekim bu bekleyiş çok da uzun sürmedi. Stajlarını
tamamlayıp 25 Haziran 1907’de kolağası olan Mustafa Kemal’in, iki gün
sonra 3. Orduya tayini çıkmıştı. Yalnız bir sorun vardı. Ordunun merkezi
Manastır’da idi ve o Selanik’te kalmayı arzuluyordu. Selanik’teki müşirliğe
giden Mustafa Kemal, müşirlik alayında daha faydalı olacağını ileri sürerek,
bir alayın örnek teftişinde bulundu. Teftiş sırasında dikkatleri üzerine çekti
ve Selanik’te alıkonuldu. Kendisine ayrıca Selanik-Üsküp demiryollarının
müfettişliği de bırakılmıştı.
Mustafa Kemal’in gözü yükseklerdeydi ve kıyıya köşeye atılmak
istemiyordu. Büyük ihtimalle Selanik’te kalarak muhalefetin dizginlerini
eline geçirmeyi hedefliyordu. Dünyanın diğer önemli liderleri gibi o da hep
daha fazlasını arzuluyor, elindekiyle yetinmiyor ve bitmek tükenmek
bilmeyen hırsıyla parlıyordu. Ne yazık ki, o günler onun günleri değildi.
İttihat ve Terakki’nin askeri kanat lideri “Hürriyet kahramanı” unvanını
almış, diğer tüm komutanlardan daha üstte tutulmaya başlanmıştı. Enver ile
karakterleri taban tabana zıt olan Mustafa Kemal, Enver’in bulunduğu
toplantılarda sönük kalıyor, adeta bir dekor olmaktan ileriye geçemiyordu.
Fakat bu durum değişecekti. Aslında o İttihat ve Terakki içinde pek fazla
sivrilmediği dönemlerde bile yüksek ülküler peşinde koşmaktan geri duracak
bir kişi değildi. Nitekim durmuyordu. Askerlik yılları sırasında iyiden iyiye
gelenek haline getirdiği akşam sofralarında sıkça arkadaşlarıyla tartışmaya
girişir, ülke sorunları hakkında fikir yürütür ve İttihat Terakki yönetimini
eleştiri, bu kadronun eninde sonunda başını sert kayaya vuracağını
sezinlediğini söylerdi.
Ülkede işlerin dirlik ve düzene kavuşturulamaması veya atılan
adımların sonuçlarını yavaş göstermesi sebebiyle halkın kimi kesimlerinde
hissedilen rahatsızlık cemiyetin eleştirilmesini gündeme getirmişti. Kendi
programını, “Türklerin programı” olarak sunan ve buna da gerçekten inanan
cemiyetin ise eleştiriye tahammülü kalmamıştı. Cemiyete yönelen her uyarı
23
cemiyet liderliğince Türklüğe yönelik bir isyan girişimi sayılıyor, sorumlular
şedit cezalar ve gayrı kanuni uygulamalarla karşılaşıyorlardı. Gidişat
Mustafa Kemal’in hoşuna gitmiyor, genç subay yönetimi seri dille
suçluyordu. Üstelik artık cemiyet halkı kazanmaktan ziyade eldeki toprakları
kaptırmamak peşine düşmüştü. Bu belki de anlaşılabilir birşeydi ama İttihat
ve Terakki, Bulgaristan’ı tanımamak, dış politikada anlaşılmaz kararlar
vermek yolundaydı. Orduda ast-üst ilişkileri birbirine geçmiş, yüzbaşılar
albayları tanımazlıktan gelmeye başlamışlardı. Bu duruma ihtilalın
liderlerinden Talat bey bile şaşar hale gelmişti. Mustafa Kemal, ordunun
politikaya bulaştırılmasına şiddetle karşı çıkıyor ve askerlerin askerlikte,
politikacıların politikayla ilgilenmeleri gerektiğini savunuyordu. Herkesin
işiyle uğraşması ve ülke yönetiminde başıbozukluğa izin verilmemesi bir
liderin üzerinde en çok kafa yorması icap eden meselelerindendi ve Mustafa
Kemal bu gerçeğin bilincine henüz çok genç bir subayken varmıştı. Her
fırsatta, ordunun politikadan çekilmesini salık veren Mustafa Kemal aynı
gerçeği Bingazi delegesi olarak katıldığı 1909 İttihat Terakki Kongresi’nde
dile getirecek ve arkadaşlarından bir hayli tepki çekecektir. (ATAY:54)
İttihat Terakki, iktidarda zorbalaşıp halkın gözünde küçüldükçe ve
savaşta alınan yenilgiler ve hızlı yıkımın etkisiyle Enver yurtdışına kaçacak,
doğru zamanda doğru yerde bulunan, üstelik parlak zaferleriyle İstanbul’u
işgalden kurtaran Mustafa Kemal, halkın tek umudu haline gelecekti. İşte bir
liderlik özelliği daha: Sabretmeyi bilmek ve başarmak. Başarıyla liderliğini
tanıtlamak, yeni başarılarla onu en güç anlarda dahi yeniden kazanmak.
Mustafa Kemal bunu yapacaktı.
Bu bağlamda, Jön Türk dönemi Mustafa Kemal’in liderliği ile
yakından ilişkilidir. Zira Mustafa Kemal, cemiyetin zaman zaman çılgınca
politikalarınaa karşı çıkarak, sesini yükseltecek ve giderek cemiyet içindeki
muhalefetin başını çeker bir konuma yükselecektir. Ama dönemin Mustafa
Kemal’in liderliğine yansıyan asıl mühim tarafı, Atatürk’ün Jön Türkler’den
kalan ekonomik-sosyal-kültürel tabloyla, Kurtuluş Savaşı sonrasında baş
etmek mecburiyetinde kalacak olmasıdır. 1908-1918 döneminin olanca
sefaleti ve geriliği Mustafa Kemal’e miras kalacak ve büyük önder ömrünün
kalan kısmını kendini içinde bulduğu bu kısır döngüyü tersine çevirmek için
harcayacaktır.
KAYNAKLAR:
24
AKŞİN, Sina (2004), Ana Çizgileriyle Türkiye'nin Yakın Tarihi (İmaj,
Ankara)
AKŞİN, Sina (1998), Jön Türkler ve İttihat Terakki (İmge, Ankara)
ATAY, Falih Rıfkı (1998) Çankaya (Bates, İstanbul)
ATAY, Falih Rıfkı (1980), Babanız Atatürk, Bayrak, Atatürkçülük
Nedir, Atatürk Ne İdi? (Bates, İstanbul)
AYDEMİR, Şevket Süreyya (1999), Suyu Arayan Adam (Remzi,
İstanbul)
DURAL, A. Baran (2008), O'nun Hikayesi: Yeni Başlayanlar İçin
Atatürk (Yeni Yüzyıl, İstanbul)
DURAL, A. Baran (2008), Atatürk'ün Liderlik Sırları (Yeni Yüzyıl,
İstanbul)
KINROS, (1994), Bir Milletin Yeniden Doğuşu (Altın, İstanbul)
MARDİN, Şerif (1995) Türk Modernleşmesi (İletişim, İstanbul)
MARDİN, Şerif (1994) Türkiye'de Din ve Siyaset (İletişim, İstanbul)
TEMO, İbrahim (1939), İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin Teşekkülü
(Mecidiye, Romanya)
TİMUR, Taner (2000), Osmanlı Kimliği (İmge, Ankara)
UŞAKLIGİL, Halit Ziya (1981), Saray ve Ötesi (İnkılap ve Aka,
İstanbul)
25
Download