Düzen Değiştiren Görülmemiş Bir Şey!

advertisement
Düzen Değiştiren Görülmemiş
Bir Şey!
Seçimler yapıldı. Beklendiği üzere AKP kazandı. Üstelik
beklenenden birkaç puan daha fazla oy alarak ve bugüne kadar
aldığı oylardan daha fazlasını kazanarak yüzde 50’ye ulaştı.
Oy oranını epeyce bir artırması, ancak seçimleri kaybetmesi
beklenen CHP’nin de beklenenden birkaç puan az oy alarak yüzde
26’da kalması en azından ilk anlarda hayret ve dehşet
duygusuna yol açtı! Oysa en azından normal şartlarda, üçüncü
seçiminde AKP’nin biraz oy kaybetmesi gerekiyordu, 2009 yerel
seçimlerinde olduğu gibi.
Ortaya çıkan durumu bir yanıyla normal karşılamak mümkün.
Yani, bir tuhaflık yok. Türkiye’de en azından 1950
seçimlerinden beri sürüp giden sosyolojik-politik denge, üç
aşağı beş yukarı, neredeyse şaşmaz bir biçimde bu seçimlerde
de tecelli etti. Bu, yüzde 30’a yüzde 70 oranıyla yüzde 40’a
yüzde 60 oranı arasında salınan ve ortalama yüzde 35’e yüzde
65 olarak gerçekleşen bir dengedir. (Dengenin taraflarına
yakın tarih boyunca çeşitli adlar verilmekle birlikte bugün
genel olarak “sol-sağ” adı verilmektedir.) Bu denge, toplumsal
hareketlerin güç kazandığı ve krizlerin çeşitli boyutlarıyla
uç verdiği dönemlerde, sağın siyasi olarak parçalanmasının da
etkisiyle genelde sol olarak tabir edilen siyasi güçlerin
yükselişi doğrultusunda şekillenmiştir. Ancak, toplumsal
mücadelelerin durgunlaştığı “istikrar” dönemlerinde, yani
işlerin egemen sınıflar açısından yolunda gittiği zamanlarda,
yine sağ oyların büyük oranlarda tek bir partide toplanmasının
da etkisiyle tarihsel “denge” sağ lehine adeta bir “kâbus”
gibi tecelli eder. (Burjuvazinin “siyasi istikrar” merakının
bir nedeni de budur!)
AKP’nin son seçimlerdeki yüzde 50’lik seçim zaferi, sağ siyasi
güçlerin büyük seçim başarıları sıralamasında dördüncü sırada
yer alır. Adnan Menderes liderliğindeki DP 1950’de yüzde 53,3;
1954’te yüzde 56,6; Süleyman Demirel liderliğindeki AP de 1965
seçimlerinde yüzde 52,87 oy aldı. Kısacası bu tarihsel denge
açısından bakıldığında ortada hayret ve dehşet verici bir
durum yok!
Ancak…
Ancak yine de hiçbir şey yokmuş gibi davranmak mümkün değil.
Çünkü ortada önemli bir sorun var. Bu sorun, bu seçim
başarısının gerçekleştiği toplumsal, ideolojik ve politik
ortamdan ve bununla bağlantılı olarak AKP’nin “tarihsel”
konumundan kaynaklanıyor. İktidar partisinin seçim başarısı ve
kitleler üzerindeki “büyüleyici” etkisinin nedenleri üzerine
hemen herkesin bir fikri var. Bazıları birbirine taban tabana
zıt bu düşüncelerin ortak noktası AKP’nin bugüne kadar
görülmemiş bir “şey” olması. “Gazozun gazının” zamanla ister
istemez kaçmaya başladığı bir süreçte AKP’nin de giderek
bildiğimiz türden bir sağcı- gericiliğe dönüştüğü gerçeği bir
yana, hakikaten siyasi tarihimizde, adeta “düzen” değiştiren,
görülmemiş bir “şey” olduğu bir gerçek. Çünkü AKP, Türkiye
burjuvazisinin (simgesel bir tarih olarak) 1950’den beri
Kemalist asker -sivil bürokrasiye karşı siyasi temsilcileri
vasıtası ile sürdürdüğü (DP, AP, ANAP, DYP) ancak her
defasında siyasi gücünün sınırları veya sınıfsal korkuları ve
çıkarları gereği teslim olduğu, uzlaştığı ideolojik-politik
“hegemonya mücadelesinde” gerçek manada ve en azından şimdilik
kalıcı gibi görünen ilerlemeler kaydedebilen ilk partidir.
Liderinin bireysel karizmasının ötesinde bir toplumsal
derinliğe sahiptir. Sadece siyasal olarak değil, toplumsal
olarak da örgütlenme gücüne sahiptir. Modern Türkiye sağının
içselleştirdiği tüm gericilik ve örgütlenme biçimlerini, Milli
Görüş geleneğinden taşıdığı toplumsal ve siyasi örgütleme
yeteneği aracılığı ile yerli-yabancı mali sermayenin
çıkarlarıyla yeniden bütünleştirmeyi başarmış, bütün
yönleriyle bir “serbest piyasa toplumu” inşasında epeyce ileri
adımlar atmıştır. Yani, AKP’nin siyasi olarak temsil ettiği
hegemonya mücadelesi, zannedildiği üzere sadece “yükselen
İslami sermaye”nin çıkarları ile sınırlı değildir. AKP’nin
“aileden” olmaması elbette bir sorundur. Bu nedenle siyasi
olarak denetlenmesi, dengelenmesi şarttır. Ancak her nimetin
bir külfeti vardır ve AKP iktidarı uluslararası ve
(geleneksel!) yerli büyük burjuvazi açısından, başka bir yol
veya araç bulunamadığı sürece, kerhen de olsa ödenmesi gereken
bir bedeldir! Unutulmaması gereken, burjuva demokrasilerinde
yerli ve yabancı burjuvazinin çıkarları, iktidar için yeterli
en yüksek oyu alan parti ve şahıs tarafından temsil edilir!
“Ne Marx, Ne de Ben…”
AKP’nin seçim başarısının nedenlerini bütün yönleriyle, iyice
bir anlamak elbette önemlidir. Ancak bunu burjuva
muhalefetinin, milliyetçi ve liberal solun bakış açısından
değil, devrimci sosyalizmin sosyal-sınıfsal bakış açısı ile
yapmak daha da önemlidir. Tabii, propaganda dilinin ötesine
geçip gerçek bir analizin yolunu açmak gibi bir niyetimiz
varsa…
Bu bakımdan önemli bir noktayı işaret etmekte fayda vardır.
Her şeyden önce, AKP’nin çoktan farkına vardığı bir hususu
vurgulamak gerekiyor: “Bilinç, maddi gerçekliği geriden takip
eder.” (Troçki) Yani, kitlelerin ekonomik, sınıfsal
konumlarıyla siyasi, toplumsal düşünceleri, bilinçleri
arasında zannedildiğinden daha uzun ve dolambaçlı bir yol
vardır. Bu tespit, ekonomik konum ile ideolojik konum
arasındaki ilişkiyi ifade eder. Bu ilişkinin kavranması, hem
“halkımızın zekâ seviyesi” üzerinden yapılan seçim
değerlendirmelerinden, hem de halk yalakalığından uzak
durmamızı sağlar. Kısacası “ekonomik etken tarihin tek
belirleyicisi değildir.” Bu böyle olduğu için de F. Engels
şöyle bir söz etmiştir: “Materyalist tarih anlayışına göre,
tarihte belirleyici etken, son tahlilde, maddi yaşamın üretimi
ve yeniden üretimidir. Ne Marx, ne de ben, hiçbir zaman daha
fazlasını dile getirmedik. Eğer sonradan bir çıkıp da bunun
anlamını, ekonomik etken tek belirleyicidir diyecek kadar
zorlarsa, bu ifadeyi boş, soyut ve saçma bir söz haline
getirmiş olur. Ekonomik yapı temeldir, ama üstyapının çeşitli
öğeleri (…) de tarihsel savaşımın akışı üzerinde etki yaparlar
ve birçok durumda ağır basarak, bu savaşımın biçimini
belirlerler. Bütün bu etkenlerin etkileri ve tepkileri vardır,
öyle ki ekonomik hareket, bütün bu etkenlerin bağrında,
sonunda bir zorunluluk olarak, sonsuz bir rastlantılar yığını
arasından kendine yol açmaya başlar.” Yani tarihsel-toplumsal
sürecin kavranmasında devreye, yine Engels’in belirttiği üzere
bir dizi üstyapısal etken girer; “sınıf savaşının politik
biçimleri, bunun sonuçları… zaferi kazanan sınıfın oluşturduğu
anayasalar, hukuksal biçimler, gerçek savaşımların, bunlara
katılanların beyninde uyandırdığı yansımalar, politik,
hukuksal, felsefi teoriler, dinsel görüşler, bunların dogmalar
sistemi olarak gelişmeleri…” gibi.
Bu gerçeğin vurgulanması, durumun “normalliğine” işaret ederek
hayal kırıklıklarının makul bir seviyeye çekilmesi için değil,
siyasi mücadelenin doğru bir zemine oturtulması açısından
önemlidir. Malûm, gerçek bir siyasi faaliyet, ister istemez
sınırlı kalmaya mahkûm propaganda faaliyetinden farklı olarak
somut toplumsal durumun maddeci analizi üzerinde
yürütülebilir. “Madde” ile “bilinç” arasındaki çok ama çok
önemli unsurlarla dolu “boşluk” ancak sınıf mücadelesini temel
alan gerçek bir siyasi mücadele ile doldurulabilir.
Sürdürülebilir Sürünme!
Bu noktada AKP’nin toplumsal politikasının ruhu ve bunun
“halkımızın hissiyatı” üzerindeki etkisi üzerine birkaç tespit
yapmakta fayda var. AKP’nin bu alandaki genel başarısı, bir
yanıyla büyük patronları abat edip orta sınıfın çeşitli
kesimlerini idare eder durumda tutarken, milyonlarca yoksula
da “sürdürülebilir bir sürünme” imkânı sağlamasına dayanıyor.
Yani, “Kazan ve sadakanı ver!” prensibi. Kısacası ilk bakışta
sadece geleneksel ve İslami gibi görünmekle birlikte aynı
zamanda son derece çağdaş ve etkili bir neoliberal yöntem! Bir
yandan daha önce çeşitli biçimlerde kazanılmış (ancak son
derece sorunlu) sosyal haklar, sanki her şey yoksulların
lehine reforme ediliyormuş yanılgısı yaratılarak başarıyla
ortadan kaldırılıyor (Mesela sağlık, eğitim ve sosyal güvenlik
politikaları). Böylece tam bir piyasa toplumuna giden yolda
özelleştirmelerin önü giderek açılıyor. Öte yandan dinsel
söylemin de yardımıyla sınıfsal konumları bilinçli olarak
bulanıklaştırılıp bizzat Başbakan tarafından “fakir fukara,
garip gureba” olarak tanımlanan emekçi kitleler, (sosyal)
yardım, iane, sadaka, fitre ve zekât, hayır ve hasenat
politikasının nesnesi haline getiriliyor. Ancak Türkiye’de
serbest piyasa ekonomisinin krizlerle dolu geçmiş tarihi
hesaba katıldığında, AKP’nin büyük sermaye lehine eşitsizliği,
işsizlik ve yoksulluğu kalıcı hale getirme politikası, sadece
burjuvazi tarafından değil, geniş bir yoksullar kitlesi
tarafından da “istikrar” adına destekleniyor.
Böylece, bir taşla birçok kuş vuruluyor. Öncelikle yasal,
dolayısıyla kazanılmış hak olarak kabul edilen ve bu nedenle
kitleleri daha fazlası için motive edecek kalıcı sosyal haklar
verilmemiş oluyor. Üstelik emekçi kitlelerin “istikrarlı”
yoksulluk durumu, yani bu yoksulluğun sürüp gitmesi, hatta
“sürdürülebilir” olması, çelişkili bir biçimde, AKP’nin seçim
başarısını sürekli bir hale getiriyor. Bunun yanı sıra emeğin
örgütlenme ve mücadele gücünün ciddi biçimde gerilemesiyle
ilerleyen “bilinç kaybı” genelleşiyor. Kimi mevziî
mücadelelere rağmen,
sınıf bilinci uzun
süredir
bırakın
politikleşmeyi,
devrimcileşmeyi, en “düz” haliyle bile, “fakir fukara, garip
gureba” ruh halinin hükmü altında kalıyor.
“Benim Milletimin Değerleri!”
AKP’nin bir büyük sermaye partisi olarak, hemen bütün
sınıfları, elbette güçleri oranında, idare etmeye dayalı
“hizmet” politikası, yoksullarla iktidar partisi ve onun
karizmatik Lideri arasında özel bir ilişkinin doğmasına ve
bugüne kadarki bütün “cumhuriyetçi, laikçi, ulusalcı” taktik
ve “komploların”, kimlikçi politikaların ve vatanseverlik
söylemlerinin akim kalmasına yol açtı. (Hatta işler tamamen
tersine döndü!) Yani AKP, yukarıda sözünü ettiğimiz, maddi
gerçeklik ile bilinç arasında yer alan çok sayıda “üstyapı”
unsurunu başarıyla denetim altına almayı başardı.
İnsanlara, sırf “farklı” oldukları için sopayla ya da süngüyle
adam edilmesi gereken “cahil eşekler” muamelesi yapan
“Bürokratik -Cumhuriyetçi” çizginin, milyonlarca yoksulun
kapitalist AKP’nin çevresinde bloklaşmasından başka bir işe
yaramadığı açığa çıktı. Bu anlayış, aynı sorunları ve
umutsuzlukları yaşayan insanları, adeta ayrı dünyalara mahkûm
etmekten başka bir işe yaramadı. Yani, insanların gerçek
toplumsal ve sınıfsal konumlarını, sorunlarını, dertlerini
unuttukları, neredeyse “anadan doğma” (din ve milliyet)
halleriyle ideolojik ve siyasi tavır aldıkları, tam bir
yanılsamaya dayalı düşmanlık ve cemaatleşme durumuna yol açtı.
Karşılıklı yaratılan bu kimlik kutuplaşması, her defasında
AKP’nin kazanç hanesine yazıldı. Başbakan’ın, “Benim
milletimin değerleri!” türü horozlanmalarla, konuyu hep o
taraflara çekmeye çalışması tesadüf değil. Çünkü toplumun
büyük bir bölümü, Başbakan’la “kimlikdaş”; hem de aralarındaki
bütün uzlaşmaz sınıf çelişkilerine, servet uçurumlarına, aynı
olduğu sanılan (dinsel-kültürel) yaşam biçimlerindeki dehşetli
kalite farklarına rağmen. Kendisi de bir kapitalist olan
Başbakan, geniş yoksul kesimlerde hâlâ bir “halk adamı” olarak
algılanıyor; kendisi yoksulluktan kurtulamamış olsa da,
başarılı olup “yırtmış” varlıklı ve karizmatik, üstelik de
namazında niyazında bir akrabaya duyulan hayranlık misali.
Üstelik bu yolunu bulmuş akraba, bir yığın işinin gücünün
arasında -ki bunlar epeyce getirisi olan işlerdir- yoksul
akrabayı da unutmayıp üç-beş bir şeyler atmayı ve “hizmet
götürmeyi” de unutmuyorsa; o insanlar, “Buralar hep bizim”
havasındaki burnu büyük “laikler” tarafından aşağılanırken
sırtlarını sıvazlayıp gönüllerini almayı ihmal etmiyorsa…
“Zamanın Ruhu!”
“Zamanımızın ruhu”, temelleri 12 Eylül 1980’de Türk Silahlı
Kuvvetleri tarafından atılmaya başlanan, yaklaşık son on
yıldır AKP’nin elinde bugüne kadarki en mükemmel ifadesini
bulan Türkçü-İslamcı muhafazakârlığa, yani Türkiye’ye has her
türlü gericiliğin neoliberal bir potada sentezlenmesine
dayanıyor. Bu, İslami şerbeti kıvamlı milliyetçimuhafazakârlık, toplumun bütün düşünce, tepki ve inanç
biçimlerini şekillendiriyor. “Terörizm” tanımlamasıyla daha
baştan “marjinal ve kriminal” ilan edilen her türlü devrimci
düşünce, tepki ve eylem, el değiştirmiş polis-yargı
denetiminin yanı sıra, gerici bir toplumsallığın labirentinde
kaybedilmek isteniyor.
Bu defa da “İleri demokratik bir düzen” değişikliği adı
altında adım adım güçlenen “otoriter burjuva demokrasisi”
(“Demokratik gericiliğin” çeşitlerinden biridir ve her türlü
“demokratik” olmayan gericiliğe açıktır!) bu karşıdevrimci
toplumsal ruh halinin siyasi ifadesinden başka bir şey değil.
Unutulmaması gereken kural, neoliberal serbest piyasa
ekonomisinin temel siyasi ihtiyacının “kuvvetler ayrımına
dayalı demokrasi” falan değil, her şeyi denetleyen güçlü bir
“yürütme” (her anlamda!) olduğudur. (Neo) liberalizmle
otoriter
rejimler
arasındaki
zannettiğinden çok daha kısadır.
mesafe,
kimilerinin
Eğer ortada “ürkütücü” bir durum varsa bu, AKP’nin üçüncü
genel seçimde de oylarını artırıp yüzde 50’ye ulaşması değil,
yukarıda sözü edilen toplumsal ruh halidir. Mesela 1965
seçimlerinde yüzde 52,87 lik bir oy oranına ulaşan Demirel’in
başarısı aynı ürküntüye yol açmamıştı. Yanlış anlaşılmasın,
bunu nedeni, CHP’nin yüzde 28,75’lik oyu değil, küçücük TİP’in
yüzde 2,97’lik oy oranı ve 15 milletvekiliyle dört yıl boyunca
Demirel ve AP’ye iktidarı zehir etmesiydi; elbette bir
boşlukta değil, bugünkünden çok farklı bir toplumsal iklimde.
Yani, giderek yükselen, önüne gelen her şeyi sürükleyen bir
dalga gibi kabaran kitlesel bir işçi-emekçi hareketi
temelinde… Bu memleket uzun yıllardır rüyasını bile göremediği
militan grevleri, sınıf sendikacılığını, büyük işçi
mitinglerini, fabrika ve toprak işgallerini, emekçi
başkaldırılarını ilk o zamanlar gördü. Öyle bir dalgaydı ki,
koskoca ağaç gövdelerinin yanı sıra “çerden çöpten” şeyleri
bile yükseklere taşıdı…
Cemaat Dayanışmasını Parçalamak…
Toplumsal kurtuluş mücadelesinde devrimci sosyalizmin, tabiri
caizse “sermayeyi bağlayacağı” alan “kendiliğinden” ve
kitlesel bir işçi ve emekçi hareketinin, yani sınıf
mücadelesinin yükselişidir. Tabii, bu kendiliğindenliği çekip
çevirecek, ona siyasi bilinç katacak, gerçekten işe yarar ve
uygulanabilir bir programa sahip, kerameti kendinden menkul
olmayan bir önderliği de bugünden inşa etmeye başlamak
şartıyla. Sadece AKP ile değil, diğerleriyle de ve onların
temsil ettiği her şeyle mücadelenin devrimci anlamda başka bir
yolu yoktur. Maddi gerçeklikle bilinç arasındaki uyumsuzluğun
çözümü, ikisi arasındaki karmaşık alanın fethi, AKP ve temsil
ettiği hegemonyanın tasfiyesi ancak bu maddi temel üzerinde
mümkün olacaktır.
Kitleler, (aynen devrimciler gibi!) toplumsal şartların hızla
değişmeye başladığı durumlarda bile, geçmiş siyasi
inançlarından, alışkanlıklarından kolayca vazgeçemezler. Yani
siyasi bilinç değişikliği, “küt” diye ortaya çıkmaz. O bilinç
ancak, günlük hayatın büyük krizler, tarihsel ve toplumsal
olaylar tarafından gerçekten altüst edilmeye başladığı noktada
burjuva siyasetinin duvarlarını yıkarak başka bir bilince
dönüşme yoluna girer; insanlar giderek daha alışılmadık
davranışlar göstermeye, devrimci siyasetin alanına yönelmeye
başlarlar.
Yoksullarla zenginleri bir araya getiren o rezil ve sahte
“cemaat dayanışması”nı çatlatıp parçalayabilmenin tek yolu,
toplumsal ve sınıfsal eleştiri ve mücadeledir. Malum, gerçek
siyaset, sınıf mücadelesinden başka bir şey değildir…
(Bu makale, yalansz.blogspot.com’dan alınmıştır.)
Download