MIRCEA CĂRTĂRESCU 1 Haziran 1956 tarihinde Romanya’nın Bükreş kentinde doğdu. 1980 yılında, Bükreş Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Romen Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden mezun oldu. 1980-1989 yılları arasında Romen dili öğretmeni olarak çalıştı, sonra Yazarlar Birliğin’e katıldı ve Critice dergisinin editörlüğünü yaptı. 1991 yılında Bükreş Üniversitesi Romen Edebiyat Tarihi Kürsüsü’ne öğretim üyesi olarak kabul edildi. 1994-1995 yılları arasında Amsterdam Üniversitesi’nde misafir öğretim görevliliği yapan Cărtărescu, halen Bükreş Üniveritesi’ndeki görevini edebiyat tarihi doçenti olarak sürdürüyor. Cărtărescu’nun yazarlık kariyeri 1980 yılında yayımlanan Faruri, vitrine, fotografii kitabıyla başladı. Şiir, roman ve deneme türünde eserler veren, hemen her kitabıyla ülkesi Romanya’nın önemli edebiyat ödüllerini kazanan Cărtărescu, Nobel Edebiyat Ödülü’ne de aday gösterildi. Çevrildiği ülkelerde de büyük ses getiren yazarın en önemli romanları şunlar: Visul (1989), Le rêve (1992), Nostalgia (1993), Travesti (1994) [Travesti, Çev. Leila Ünal, Ayrıntı Yay., 2013] ve Orbitor-3 cilt (19962007). Ayrıntı: 1057 Edebiyat Dizisi: 231 Nostalji Mircea Cărtărescu Kitabın Özgün Adı Nostalgia Almancadan Çeviren Hüseyin Tüzün Son Okuma Kemal Kırar © Mircea Cărtărescu, 1993 Türkçe yayım hakları Kalem Ajans aracılığıyla alınmıştır. Bu kitabın Türkçe yayım hakları Ayrıntı Yayınları’na aittir. Kapak Fotoğrafı Wataru Yanagida / Stone / Getty Images Turkey Kapak Tasarımı Arslan Kahraman Dizgi Kâni Kumanovalı Baskı ve Cilt Kayhan Matbaacılık San. ve Tic. Ltd. Şti Merkez Efendi Mah. Fazılpaşa Cad. No: 8/2 Topkapı/İstanbul Tel.: (0212) 612 31 85 – 576 00 66 Sertifika No.: 12156 Birinci Basım: Nisan 2017 Baskı Adedi 2000 ISBN 978-605-314-169-3 Sertifika No: 10704 AYRINTI YAYINLARI Basım Dağıtım San. ve Tic. A.Ş. Hobyar Mah. Cemal Nadir Sok. No: 3 Cağaloğlu – İstanbul Tel.: (0212) 512 15 00 Fax: (0212) 512 15 11 www.ayrintiyayinlari.com.tr & [email protected] twitter.com/ayrintiyayinevi facebook.com/ayrintiyayinevi instagram.com/ayrintiyayinlari Mircea Cărtărescu Nostalji EDEBİYAT DİZİSİ SON ÇIKAN KİTAPLAR BİR SON DUYGUSU / Julian Barnes HAYAT DÜZEYLERİ / Julian Barnes MUTSUZLUK ZAMANLARINDA MUTLULUK / Wilhelm Genazino KIRIK KÖŞELİ İLKBAHAR / Mario Benedetti GECELERİ DAİRELER ÇİZEREK YÜRÜRÜZ / Daniel Alarcon BİR BUĞDAY TANESİ / Ngũgĩ wa Thiong’o İSTİSNA / Christian Jungersen ORBITOR / Mircea Cărtărescu KAYBOLUYORSUN / Christian Jungersen İÇERDEKİLER / Victor Serge TİBET ŞEFTALİ TURTASI / Tom Robbins BAHAR / Sabine Adatepe CHE’NİN BİRLİĞİ / Carlos Gamerro EFENDİNİN GÜZELİ / Albert Cohen FRANSIZ SAVAŞ SANATI / Alexis Jenni ARADAKİ NEHİR / Ngũgĩ wa Thiong’o BEDENİN GÜNCESİ / Daniel Pennac ZAMANIN GÜRÜLTÜSÜ / Julian Barnes ORBİTOR Göz Kamaştırıcı / Mircea Cărtărescu KIRAÇ GÖKYÜZÜ / E. E. Sule DENİZ DENİZ / Iris Murdoch BAŞLAMA YERİ / Ursula K. Le Guin SİLAHI SEÇMEK / Judith Kuckart KARANLIK GÜZERGÂHLAR / John Ralston Saul AĞABEYINE ÇIÇEK TAŞIYAN KIZ / Natsuki Ikezawa İçindekiler Öndeyiş............................................................................................... 7 Rulet Oyuncusu........................................................................... 9 Nostalji.............................................................................................. 33 Mendebilus................................................................................. 35 İkizler........................................................................................... 73 Rem............................................................................................ 185 Sondeyiş.......................................................................................... 323 Mimar........................................................................................ 325 Öndeyiş Kitabı açıyorum, kitap inliyor, Zamanı arıyorum, zaman yok. Tudor Arghezi Rulet Oyuncusu Ey Tanrım, kamburunda seksen yılın yüküyle Bu dünyada hâlâ geleceği olmayan şu İsrail’e barış ver. E liot’un dizelerini alıyorum buraya ve kendi kendime, niçin, diye de soruyorum. Herhangi yeni bir kitaba olası slogan düşüncesiyle almış değilim kuşkusuz, çünkü artık asla bir kitap daha yazmayacağım. İmdi burada yazıya geçirdiklerimin benim gözümde edebiyatla en küçük ilişkisi yok. Yeterince edebiyat yazdım. Altmış yıl boyunca başka hiçbir şey yapmadım. Yine de sona geldiğim şu anda bir yargımı da serinkanlılıkla söylemeden geçmeyeceğim: Otuz yaşımdan bu yana yazdıklarım düzenbazlıktan başka bir şey değildi. Bir gün kendimi aşmak umudum olmadan devam etmek istemiyorum. Yalnızca sanatçılara özgü davranışla yine de belli bir noktaya kadar kendime karşı dürüst oldum, yani kendi hakkımda her şeyi söylemek istedim, kesinlikle her şeyi. Ancak hayal kırıklığı da o denli acı 9 oldu, çünkü edebiyat, insanın kendisi hakkında, yarım yamalak da olsa doğru olanı anlatabilmesi için uygun araç değil. Daha yazdığın ilk tümcelerde yabancı bir pençe, kalemi kullandığın parmağına, eldivenin içine girercesine girip sana oyun eder; sayfa aynasındaki görüntün cıva gibi bir anda her yana dağılıverir ve minik bilyecikler örümceğe, kurtçuğa, hermafrodite, tek boynuzlu ata ya da Tanrı’ya dönüşürler – oysa söz konusu olması gereken sensindir. Edebiyat teratolojidir.* Yıllardır kötü uyuyorum ve yalnızlıktan çıldıran yaşlı bir adam görüyorum düşümde. Artık yalnızca düş beni gerçekçi yansıtıyor. Yaşayan dostlarımla gündüzleri kendimi iyi hissetsem de, yalnızlıktan hüngür hüngür ağlayarak fırlıyorum yerimden. Varoluşumu taşıyamıyorum artık, bugün ya da yarın sonu olmayan ölümle yüzleşmek düşündürüyor beni. Ancak, labirente düşüp de dışkı bulaşmış duvarlar arasından kendine çıkış yolu bulmak durumunda kalan biri gibi düşünmek zorunda olduğumdan –sırf bu yüzden– hâlâ bu satırları yazıyorum. Yoksa Tanrı’nın var olduğunu kendime kanıtlamak için değil. Bütün çabalarıma karşın ne yazık ki, hiçbir zaman Tanrı’ya inanmayı beceremedim, ne de varlığından kuşkulanma ya da onu inkâr etme çaresizliğine kapıldım. Bu sıkıntıyı tanımak yararlı olabilirdi belki; yazmak drama önkoşulunu dayatır, drama ise, umudun çaresizlikle olan o acı dolu savaşında oluşur, ben burada inancın belirleyici bir rolü olduğunu düşünüyorum. Benim gençliğimde yazarların yarısı inançlarını değiştirdi, diğer yarısı da yitirdi, ki bu her iki olgu da edebiyatlarına hemen hemen aynı etkiyi yaptı. Sanatçı olarak içinde keyfedebildikleri kazanların altındaki ateşin yine kendi cinleri tarafından beslenmesini kıskanmıştım. Şimdi kendimi yine köşemde bir sinir ve kıkırdak yığını olarak görüyorum, kimse benim ne idrakime, ne yüreğime, ne de inancıma beş paralık değer biçmez, çünkü artık benden alınabilecek bir şey yok. Burada, koltuğuma uzanmış, yaşlanırken dışarıda, artık yavaş yavaş her şeyi, kentleri, evleri, sokakları, yüzleri yutan yalnızca o masif geceden, sonsuz katran blokundan, siyah sisten * Teratoloji: Doğuştan gelen bozukluk ya da eksiklikler bilimi, dismorfoloji. (ç.n.) 10 başka hiçbir şey olmadığı düşüncesinden felç olmuşum. Evrende tek güneş olarak geriye kalan şeyin okuma lambası olduğu anlaşılıyor ve ışığının aydınlattığı da bir ihtiyarın buruşuk yüzü. Benim inim, benim mezarım ölümümden sonra da o koyu karanlık sis içinde kayıp gitmeye devam edecek ve bu yazılı yaprakları Hiçkimse tarafından okunmamak üzere Hiçbir yer’e götürecek. Ama sonunda işte hepsi o yaprakların içinde. Onlar benim yazdığım birkaç bin sayfa edebiyat: toz ve külden başka bir şey değil. Olayların ustaca yönetilmiş olması, galvanize gülümseyişli kuklalar – ama uzlaşıdaki bu korkunç sınırlamalar içinde sanat (az da olsa) nasıl bir şey söyleyebilir ki? O zaman okurun yüreğini burkup çevirmek istersin, peki, okur ne yapar? Saat üçte senin kitabını bitirmiştir, sen ona en iyisini vermiş de olsan saat dörtte başka bir kitabı çeker önüne. Ama buradaki on-on beş yaprak başka bir şey, başka bir oyun. Şimdi benim okurum ölümden başkası değil. Onun ıslak, koyu renk gözlerini görüyorum, küçük oğlanların dikkatiyle kalemimi satır satır izlediğini görüyorum. Bu sayfalara ölümsüzlük projem yazıldı. Her şey gerçek olduğu halde –zaferim ve umudum bunda– proje olarak tanımlıyorum. İlginçtir, kitaplarımı dolduran insanlar uydurulmuş kişiler, ama herkes tarafından gerçeğin kopyaları olarak görüldüler. Ancak şimdi gerçek bir insan üzerine yazma cesaretim oldu, bu insan uzun zaman yanı başımda yaşamış olduğu halde sanatsal uzlaşmanın sınırları içinde onun hiçbir inanırlığı olmayabilirdi. Hiçbir okur böyle bir insanın kendisiyle aynı ortamda yaşamış, kalabalık tramvaylarda ona sürtünmüş, onunla aynı havayı solumuş olduğunu algılamak istememiş olabilir. Yaşamı, bugün artık hiç kimsenin inanmadığı, inansa da quia absurdum* olarak algıladığı bir düzenin kendine özgü tek matematiksel göstergesi izlenimi bırakan bir insan. Ancak rulet oyuncusu –ne yazık ki!– ne hasta bir beynin düşü ya da kuruntusu, ne de suç mahallinde olmamanın kanıtı. Bugün onu düşününce, sanki ben de Rilke’nin köprü üstündeki kör * Credo quia absurdum est: “İnanıyorum, çünkü akıl dışı.” Hıristiyanlık teoloji tartışmalarında geçer. (ç.n.) 11 dilencisini tanımışım gibi, gezegenler onun çevresinde dönüyormuş gibi geliyor bana. Öyleyse sevgili Hiç kimse, rulet oyuncusu yaşadı. Rulet de vardı. Bu konuda hiçbir şey bilmiyorsun, ama söyle bakalım, Agartha hakkında ne biliyorsun? Ben ruletin inanılmaz zamanlarını yaşadım, bir yanda servetlerin bir anda yok olduğunu, bir yanda da o korkunç barut ışığında üst üste yığıldığını gördüm. O alçak tavanlı katakomplarda beyni dağılmış bir insanı dışarı çıkarırlarken ben de öfkeden bas bas bağırdım ya da mutluluktan hüngür hüngür ağladım. Rulette çok kez korkunç miktarlarda bahse girip kaybeden magnatlar* sanayiciler, çiftlik sahipleri, bankerler tanıdım. Rulet on yıl boyunca neşeli cehennemimizin ekmek kadar, oyun kadar vazgeçilmezi oldu. Neden kırk yıldan beri bu olay üzerine hiçbir fısıltı duyulmadı? Yunan gizemlerinden bu yana da binlerce yıl geçti. Bugün o mağaralarda gerçekten neler olup bittiğini bilen var mı? İşin içinde kan varsa sessizlik egemen olur. Herkes sustu ya da bilenler, belki buradaki şu sayfalar gibi yalnızca, ölümün, her birinin kendi siyah ikizi olan ölümün kemikli parmaklarını satırlarında gezdirdiği sayfalar, işe yaramaz yapraklar bıraktı arkasında. Burada kendisinden söz ettiğim adamın adı çabucak unutulmuş, sıradan bir addı, yalnızca rulet oyuncusu olarak anılırdı. Kim “rulet oyuncusu” derse, daha başka yeterince rulet oyuncusu olduğu halde onu kast ederdi. Onu iyi anımsıyorum: Uzun boylu, ince, sarımsı bir boynun üstünde üçgen bir yüz, kuru bir deri, saçları nerdeyse kıpkırmızı, bakışları huysuz. Gözler mutsuz bir maymunun gözleri, asimetrik ve farklı büyüklükteydiler galiba. Çiftlikte giydiği elbiselerle pis, bakımsız bir etki yaratıyordu insanda, gerçi sonradan smokin giydiğinde de pek farklı değildi. Tanrı biliyor ya, onu burada biraz yüceltmek, yüzüne öte dünyanın ışığını yansıtmak, gözlerine yalazlar yerleştirmek geliyor içimden. Yine de dişimi sıkıp bu lanet takıntılardan uzaklaşmam gerekir. Rulet oyuncusunda varlık sahibi olmuş bir köylünün asık suratı vardı, ağzındaki protezin yarısı metal, yarısı karbondu. Tanışıklığımızın başından ölümüne kadar (ta* Büyük toprak sahibi aristokrat. (ç.n.) 12 bancayla, ama kurşunla değil) görünüşü değişmedi. Bu görünüşün ardında gizlenen sonsuz matematiksel Tanrı’yı keşfetmiş ve onunla boğuşabilmiş tek insandı. Onu tanımış ve hakkında yazacak duruma gelmiş olmam benim çabamla olan bir şey değil. Onu ortaya koyarak dallı budaklı, son derece geniş bir yapı iskeleti, kâğıttan bir Babil kurabilir, sadık Serenus Zeitblom olarak yeni bir Adrian’ın* giderek şeytanlaşma sürecini merakla izleyeceğim bin sayfalık bir oluşum romanı** yazabilirim. Peki, ya sonra? Altmış yıldır yoksun kaldığım, abes bir şekilde de olsa, bir başyapıt yazacak olsam, sonunda yine kendime sormak zorunda kalacağım: cui bono?*** Çünkü benim amacım için, büyük iddiam için (ki bunun karşısında dünyanın bütün başyapıtları kum saatindeki toza benzer ya da karahindiba tohumunun üfürülen tüylerine) bir psikopatın önceki yaşam aşamalarını peş peşe sıralamam yeterli olacaktır: böcekleri kesip biçen, taş atıp ötücü kuşları öldüren, cam bilye ve at nalı oyunları tutkunu (parasını, bilyelerini, düğmelerini kaybettikten sonra her keresinde nasıl umutsuzca kavga başlattığını anımsıyorum); ergenlik çağında sara nöbetlerine tutulmuşçasına yaptığı çılgınlıklar, şiddetli erotik azgınlıklar, ırza geçmek ve gasptan mahkûmiyet. Yaşamının bu karışık döneminde ona “yakın duran” tek kişi bendim galiba, belki komşu çocukları olduğumuzdan nasılsa hiç ayrılmadık birbirimizden. Ne olursa olsun beni hiç dövmedi, bana diğerlerinden daha az kuşkuyla bakmıştır. Onu hapishanede de birkaç kez ziyaret ettim, görüşme odasının o yeşil soğuğunda pokerdeki şanssızlığı üzerine sürekli küfretmişti – benden borç almıştı. Diğer oyuncuların paralarını almak için oturduğu oyunlarda binlerce elden bir tekini bile kazanamayıp sürekli ütülmesi öylesine onurunu kırmıştı ki, nerdeyse hüngür hüngür ağlayacaktı. Yeşil tahta sırada konjoktivitten kızarmış * Serenus Zeitblom ve Adrian Leverkühn: Thomas Mann’ın [1875-1955] “Doktor Faustus” romanındaki kişileri. Romanda dahilik karşılığı şeytanla anlaşma yapan besteci Adrian Leverkühn yakın dostu Dr. Serenus Zeitblom tarafından anlatılır. (ç.n.) ** Yabancı dillerde genellikle “Bildungsroman” olarak geçen ve roman kahramanının gelişimini konu alan roman. (ç.n.) *** “Kime yararı var?” anlamında Latince bir söz. (ç.n.) 13 gözleriyle bir insancık yığını halinde süklüm püklüm oturuyordu. Hayır, onun hakkında gerçekçi konuşmam mümkün değil. Et ve kandan oluşan bir simge nasıl betimlenir ki? Bana uzaktan da olsa edebiyatı anımsatan her mecaz, her üslup aracı, her türlü hile ya da otomatizm, bütün bunlar hasta ediyor beni, iğrendiriyor. Şunu da belirtmek istiyorum: Tahliye olduktan sonra içkiye başlamış, bir yıl içinde tamamen çökmüştü. İşsizdi, ona rastlamak için en garantili yerler üçüncü sınıf meyhanelerdi, oralarda geceliyordu da galiba. Üzerindeki o paçavralar içinde (çıplak vücudunda bir deri ceket, yerlere kadar sarkan beli düşük bir pantolonla) bir bardak bira dilenmek için masadan masaya dolaştığı görülebilirdi. Sürekli müşterilerin ona nasıl zalimce oyun oynadıklarına sık sık tanık olmak zorunda kalmıştım: Onu masalarına çağırıyorlar, yumruklarından gözüken iki kibritin uzununu çekerse kendisine bira ısmarlayacaklarına söz veriyorlardı. Ama o her keresinde kısasını çekince gülmekten yerlere yıkılıyorlardı. Bir kere olsun bu yoldan birasını “kazanamadığından” eminim. O zamanlar dergilerde ilk öykülerim yayınlanmıştı, sonra da bugün bile hâlâ başardıklarımın en iyisi olarak gördüğüm, öykülerimin toplandığı ilk kitabım çıkmıştı. Yazdığım her satır mutlu etmişti beni ve kendi kuşağımdan yazarlarla değil, dünyanın büyük yazarlarıyla yarıştığımı düşünüyordum. Edebiyat çevreleri açılıyordu önümde, zamanla adım duyulur oldu ve aynı oranda hem çok onurlandırıldım hem de şiddetle aşağılandım. İlk evliliğimi yaptım, kısacası dolu dolu yaşıyordum. Felaketim tam da bu oldu. Yazmanın şans ve refahla birlikte yürümesi çok enderdir. Arkadaşımı çoktan unutmuştum tabii, ta ki ona hiç olmayacak bir yerde rastlayana kadar: kentin kibar bir lokantasında, ışıkların kırıldığı prizmaların asılı olduğu üzüm salkımı biçimindeki avizelerin kısık, fantastik aydınlığında. Hiçbir şeyden habersiz, karımla sohbet ediyordum, lokantanın salonuna bakarken birden, üstü tıklım tıkış dolu bir masanın çevresinde oturan bir grup işadamına ve onların arasında, bütün dikkatlerin üzerinde toplandığı merkeze gözüm 14 ilişti: uzun ve zayıf yüzüyle, göz kamaştırıcı giysiler içinde, yine de gözlerinde o sönük serseri bakışıyla oydu. Diğerleri pek de hoş olmayan kaba bir neşe içindeyken o kendini beğenmiş bir edayla oturuyordu sandalyesinde. Sinekkaydı tıraşlı ablak suratları ve cenaze taşıyıcısı giysileriyle kendileri gibi olanların dikkatlerini çekmeyi bilen bu adamlar zaten bana hep sevimsiz gelmişlerdir. Ama şimdi tüm beklentilerin tersine, arkadaşımın maddi durumunun ne kadar düzelmiş olduğunu büyük bir şaşkınlık içinde öğrenmiş oldum. Masasına gidip elimi uzattım. Beni gördüğüne sevinip sevinmediğini bilmiyorum, bu belirsizlik değişmedi, ama bizi masaya katılmaya davet etti ve akşam uzadıkça işadamlarının bu her şeyin olduğu masanın üzerinden birbirlerine laf atıp paslaşmalarında konuşmalara karışan birçok bayağılıklar ve budalalıklar arasında belli birtakım imalar, bilmecemsi ifadeler daha sık geçmeye başladı ve ben bütün bunlara nasıl tepki göstereceğimi bilemedim. Nerdeyse bilinçsizce edindiğim kısa izlenimle, içine çekildiğim dünyadan peşimi haftalarca bırakmayan bir korkuya kapılmıştım; bu dünya, içinde yaşadığım ve aslında orta halli olarak tanımlanacak, her ne kadar sanatım sayesinde sağlamış olduğum, bunun gibi, adeta türlü renklerle boyalı da olsa, benimkinden bambaşka bir dünyaydı. Bu korku o kadar gelişti ki, sokakta, hatta çalışma odamda sürekli olarak izlendiğim, akşam kızıllığında başımın üzerinde duran bir duman kümesi gibi belirsiz bir merci tarafından gözlenip sınandığım duygusu içindeydim. Bugün biliyorum ki, gerçekten de sıkı bir sınavdan geçirilmiştim, çünkü ruletin yer altı dünyasının müritliğine aday gösterilmiştim. Bazen, Tanrı’nın belki de var olmadığı düşüncesi bana tam anlamıyla mutluluk duygusu veriyordu. Birkaç yıl önce gözüme kan dökücü cennet olarak görünen dünya (o zamanki yaşamımı Mantegna’nın Ölü İsa’yı gördüğü bakış açısı gibi yeşilimsi bir rakursi* olarak görüyorum) şimdi karşıma, her ne kadar unutmanın yatıştırıcı etkisi şiddeti azalttıysa da, hâlâ olası var* İtalyan ressamlarından Andrea Montegna [1431-1506] ünlü Ölü İsa tablosunu rakursi [figürün perspektif kurallarına uyularak kısaltılmış gibi resmedilmesi] yöntemiyle resmetmiştir. (ç.n.) 15 lığıyla tüyler ürpertici cehennem olarak çıkıyor. İlk kez yeraltına indiğimde beni yüreklendirmek için, yalnızca ilk oyunun güç katlanılır olduğunu, daha sonra ruletin “anatomik” yanının artık iğrenme duygusu yaratmadığını, bu oyunun nerdeyse gerçek, tatlı çekiciliğini oluşturduğunu söylediler; insan bir kere alıştı mı, artık şaraba, kadına duyulan düşkünlük gibi onun bağımlısı olur, dediler. İlk gece gözlerimi bağlayıp sokaklarda çekiştirerek bir araçtan başka bir araca bindirdiler, öyle ki, sonunda nerede olduğum bir yana, kim olduğumu bile söyleyemeyecek durumdaydım. Sonra beni bir sürü dolambaçlı koridorlardan sürükleyip ıslak taş ve kedi leşi kokan merdivenlerden indirdiler. Zaman zaman üstümden geçen bir tramvayın gümbürtüsünü duydum. Gözlerimdeki bağı çözdüklerinde mumlarla hafifçe aydınlatılmış, tonozların altında birkaç sardalye fıçısının masa, küçük sandıkların ya da ağaç kütüklerinin de tabure olarak kullanıldığı bir bodrumdaydım. Her şey buranın rustikal bir şarap mahzenine benzetilmesi için uğraşılmış olduğu izlenimi bırakıyor ve bu izlenim fıçıların çevresinde oturup gözlerini bana dikmiş on-on beş iyi giyimli beyden oluşan gürültücü bir grubun içkilerini teneke güğümlerden, testilerden içmeleriyle pekişiyordu. Toprak zeminde devasa hamamböcekleri sağa sola koşuşturuyordu; üstlerine basılıp yarı ezilmiş birkaçının bir çift ayağı ya da duyargalarından biri hâlâ kımıldıyordu. Kırmızı saçlı arkadaşımın da bulunduğu masaya oturdum. Bahisler henüz kapanmış, küçük bir kara tahtaya tebeşirle yazılmıştı, anladığım kadarıyla orada şimdilik seyirci olarak bulunuyordum. Bahse yatırılan miktarlar yüksekti, şans oyunlarında şimdiye kadar gördüklerimin hepsinin üstündeydi. Hissedarların (bu oyunda bahse katılanlara böyle dendiğini duydum) arasındaki tedirginlik çabucak duruldu, dokunulmadan kalan bardaklardaki, testilerdeki içkilerden kahverengimsi havaya ekşimsi alkol ve beklemiş bira kokusu karışmıştı. Bodrumda toplananların gözleri sık sık alçak bir kapıya kayıyordu. Bir süre sonra kapı açıldı, içeriye giren adam çocukluk arkadaşıma –en kötü zamandaki haline– çok benziyordu. Ceketinin cepleri yırtıktı, pantolonunu beline bağlanmış bir ip 16