MIRCEA CĂRTĂRESCU 1 Haziran 1956 tarihinde Romanya`nın

advertisement
MIRCEA CĂRTĂRESCU
1 Haziran 1956 tarihinde Romanya’nın Bükreş kentinde doğdu. 1980
yılında, Bükreş Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Romen Dili ve Edebiyatı
Bölümü’nden mezun oldu. 1980-1989 yılları arasında Romen dili öğretmeni olarak çalıştı, sonra Yazarlar Birliğin’e katıldı ve Critice dergisinin
editörlüğünü yaptı. 1991 yılında Bükreş Üniversitesi Romen Edebiyat
Tarihi Kürsüsü’ne öğretim üyesi olarak kabul edildi. 1994-1995 yılları
arasında Amsterdam Üniversitesi’nde misafir öğretim görevliliği yapan
Cărtărescu, halen Bükreş Üniveritesi’ndeki görevini edebiyat tarihi doçenti olarak sürdürüyor.
Cărtărescu’nun yazarlık kariyeri 1980 yılında yayımlanan Faruri, vitrine, fotografii kitabıyla başladı. Şiir, roman ve deneme türünde eserler
veren, hemen her kitabıyla ülkesi Romanya’nın önemli edebiyat ödüllerini kazanan Cărtărescu, Nobel Edebiyat Ödülü’ne de aday gösterildi.
Çevrildiği ülkelerde de büyük ses getiren yazarın en önemli romanları
şunlar: Visul (1989), Le rêve (1992), Nostalgia (1993), Travesti (1994)
[Travesti, Çev. Leila Ünal, Ayrıntı Yay., 2013] ve Orbitor-3 cilt (19962007).
Ayrıntı: 1057
Edebiyat Dizisi: 231
Nostalji
Mircea Cărtărescu
Kitabın Özgün Adı
Nostalgia
Almancadan Çeviren
Hüseyin Tüzün
Son Okuma
Kemal Kırar
© Mircea Cărtărescu, 1993
Türkçe yayım hakları Kalem Ajans aracılığıyla alınmıştır.
Bu kitabın Türkçe yayım hakları
Ayrıntı Yayınları’na aittir.
Kapak Fotoğrafı
Wataru Yanagida / Stone / Getty Images Turkey
Kapak Tasarımı
Arslan Kahraman
Dizgi
Kâni Kumanovalı
Baskı ve Cilt
Kayhan Matbaacılık San. ve Tic. Ltd. Şti
Merkez Efendi Mah. Fazılpaşa Cad. No: 8/2 Topkapı/İstanbul
Tel.: (0212) 612 31 85 – 576 00 66
Sertifika No.: 12156
Birinci Basım: Nisan 2017
Baskı Adedi 2000
ISBN 978-605-314-169-3
Sertifika No: 10704
AYRINTI YAYINLARI
Basım Dağıtım San. ve Tic. A.Ş.
Hobyar Mah. Cemal Nadir Sok. No: 3 Cağaloğlu – İstanbul
Tel.: (0212) 512 15 00 Fax: (0212) 512 15 11
www.ayrintiyayinlari.com.tr & [email protected]
twitter.com/ayrintiyayinevi
facebook.com/ayrintiyayinevi
instagram.com/ayrintiyayinlari
Mircea Cărtărescu
Nostalji
EDEBİYAT DİZİSİ SON ÇIKAN KİTAPLAR
BİR SON DUYGUSU / Julian Barnes
HAYAT DÜZEYLERİ / Julian Barnes
MUTSUZLUK ZAMANLARINDA MUTLULUK / Wilhelm Genazino
KIRIK KÖŞELİ İLKBAHAR / Mario Benedetti
GECELERİ DAİRELER ÇİZEREK YÜRÜRÜZ / Daniel Alarcon
BİR BUĞDAY TANESİ / Ngũgĩ wa Thiong’o
İSTİSNA / Christian Jungersen
ORBITOR / Mircea Cărtărescu
KAYBOLUYORSUN / Christian Jungersen
İÇERDEKİLER / Victor Serge
TİBET ŞEFTALİ TURTASI / Tom Robbins
BAHAR / Sabine Adatepe
CHE’NİN BİRLİĞİ / Carlos Gamerro
EFENDİNİN GÜZELİ / Albert Cohen
FRANSIZ SAVAŞ SANATI / Alexis Jenni
ARADAKİ NEHİR / Ngũgĩ wa Thiong’o
BEDENİN GÜNCESİ / Daniel Pennac
ZAMANIN GÜRÜLTÜSÜ / Julian Barnes
ORBİTOR Göz Kamaştırıcı / Mircea Cărtărescu
KIRAÇ GÖKYÜZÜ / E. E. Sule
DENİZ DENİZ / Iris Murdoch
BAŞLAMA YERİ / Ursula K. Le Guin
SİLAHI SEÇMEK / Judith Kuckart
KARANLIK GÜZERGÂHLAR / John Ralston Saul
AĞABEYINE ÇIÇEK TAŞIYAN KIZ / Natsuki Ikezawa
İçindekiler
Öndeyiş............................................................................................... 7
Rulet Oyuncusu........................................................................... 9
Nostalji.............................................................................................. 33
Mendebilus................................................................................. 35
İkizler........................................................................................... 73
Rem............................................................................................ 185
Sondeyiş.......................................................................................... 323
Mimar........................................................................................ 325
Öndeyiş
Kitabı açıyorum, kitap inliyor,
Zamanı arıyorum, zaman yok.
Tudor Arghezi
Rulet Oyuncusu
Ey Tanrım, kamburunda seksen yılın yüküyle
Bu dünyada hâlâ geleceği olmayan şu İsrail’e barış ver.
E
liot’un dizelerini alıyorum buraya ve kendi kendime, niçin,
diye de soruyorum. Herhangi yeni bir kitaba olası slogan
düşüncesiyle almış değilim kuşkusuz, çünkü artık asla bir kitap
daha yazmayacağım. İmdi burada yazıya geçirdiklerimin benim
gözümde edebiyatla en küçük ilişkisi yok. Yeterince edebiyat
yazdım. Altmış yıl boyunca başka hiçbir şey yapmadım. Yine
de sona geldiğim şu anda bir yargımı da serinkanlılıkla söylemeden geçmeyeceğim: Otuz yaşımdan bu yana yazdıklarım
düzenbazlıktan başka bir şey değildi. Bir gün kendimi aşmak
umudum olmadan devam etmek istemiyorum. Yalnızca sanatçılara özgü davranışla yine de belli bir noktaya kadar kendime
karşı dürüst oldum, yani kendi hakkımda her şeyi söylemek
istedim, kesinlikle her şeyi. Ancak hayal kırıklığı da o denli acı
9
oldu, çünkü edebiyat, insanın kendisi hakkında, yarım yamalak
da olsa doğru olanı anlatabilmesi için uygun araç değil. Daha
yazdığın ilk tümcelerde yabancı bir pençe, kalemi kullandığın
parmağına, eldivenin içine girercesine girip sana oyun eder;
sayfa aynasındaki görüntün cıva gibi bir anda her yana dağılıverir ve minik bilyecikler örümceğe, kurtçuğa, hermafrodite,
tek boynuzlu ata ya da Tanrı’ya dönüşürler – oysa söz konusu
olması gereken sensindir. Edebiyat teratolojidir.*
Yıllardır kötü uyuyorum ve yalnızlıktan çıldıran yaşlı bir
adam görüyorum düşümde. Artık yalnızca düş beni gerçekçi
yansıtıyor. Yaşayan dostlarımla gündüzleri kendimi iyi hissetsem de, yalnızlıktan hüngür hüngür ağlayarak fırlıyorum yerimden. Varoluşumu taşıyamıyorum artık, bugün ya da yarın
sonu olmayan ölümle yüzleşmek düşündürüyor beni. Ancak,
labirente düşüp de dışkı bulaşmış duvarlar arasından kendine
çıkış yolu bulmak durumunda kalan biri gibi düşünmek zorunda olduğumdan –sırf bu yüzden– hâlâ bu satırları yazıyorum.
Yoksa Tanrı’nın var olduğunu kendime kanıtlamak için değil.
Bütün çabalarıma karşın ne yazık ki, hiçbir zaman Tanrı’ya
inanmayı beceremedim, ne de varlığından kuşkulanma ya da
onu inkâr etme çaresizliğine kapıldım. Bu sıkıntıyı tanımak
yararlı olabilirdi belki; yazmak drama önkoşulunu dayatır,
drama ise, umudun çaresizlikle olan o acı dolu savaşında oluşur,
ben burada inancın belirleyici bir rolü olduğunu düşünüyorum.
Benim gençliğimde yazarların yarısı inançlarını değiştirdi, diğer
yarısı da yitirdi, ki bu her iki olgu da edebiyatlarına hemen
hemen aynı etkiyi yaptı. Sanatçı olarak içinde keyfedebildikleri kazanların altındaki ateşin yine kendi cinleri tarafından beslenmesini kıskanmıştım. Şimdi kendimi yine köşemde bir sinir
ve kıkırdak yığını olarak görüyorum, kimse benim ne idrakime,
ne yüreğime, ne de inancıma beş paralık değer biçmez, çünkü
artık benden alınabilecek bir şey yok.
Burada, koltuğuma uzanmış, yaşlanırken dışarıda, artık
yavaş yavaş her şeyi, kentleri, evleri, sokakları, yüzleri yutan
yalnızca o masif geceden, sonsuz katran blokundan, siyah sisten
* Teratoloji: Doğuştan gelen bozukluk ya da eksiklikler bilimi, dismorfoloji.
(ç.n.)
10
başka hiçbir şey olmadığı düşüncesinden felç olmuşum. Evrende tek güneş olarak geriye kalan şeyin okuma lambası olduğu
anlaşılıyor ve ışığının aydınlattığı da bir ihtiyarın buruşuk yüzü.
Benim inim, benim mezarım ölümümden sonra da o koyu
karanlık sis içinde kayıp gitmeye devam edecek ve bu yazılı
yaprakları Hiçkimse tarafından okunmamak üzere Hiçbir yer’e
götürecek. Ama sonunda işte hepsi o yaprakların içinde. Onlar
benim yazdığım birkaç bin sayfa edebiyat: toz ve külden başka
bir şey değil. Olayların ustaca yönetilmiş olması, galvanize
gülümseyişli kuklalar – ama uzlaşıdaki bu korkunç sınırlamalar
içinde sanat (az da olsa) nasıl bir şey söyleyebilir ki? O zaman
okurun yüreğini burkup çevirmek istersin, peki, okur ne yapar?
Saat üçte senin kitabını bitirmiştir, sen ona en iyisini vermiş de
olsan saat dörtte başka bir kitabı çeker önüne. Ama buradaki
on-on beş yaprak başka bir şey, başka bir oyun. Şimdi benim
okurum ölümden başkası değil. Onun ıslak, koyu renk gözlerini görüyorum, küçük oğlanların dikkatiyle kalemimi satır
satır izlediğini görüyorum. Bu sayfalara ölümsüzlük projem
yazıldı.
Her şey gerçek olduğu halde –zaferim ve umudum bunda–
proje olarak tanımlıyorum.
İlginçtir, kitaplarımı dolduran insanlar uydurulmuş kişiler,
ama herkes tarafından gerçeğin kopyaları olarak görüldüler.
Ancak şimdi gerçek bir insan üzerine yazma cesaretim oldu,
bu insan uzun zaman yanı başımda yaşamış olduğu halde sanatsal uzlaşmanın sınırları içinde onun hiçbir inanırlığı olmayabilirdi. Hiçbir okur böyle bir insanın kendisiyle aynı
ortamda yaşamış, kalabalık tramvaylarda ona sürtünmüş, onunla aynı havayı solumuş olduğunu algılamak istememiş olabilir.
Yaşamı, bugün artık hiç kimsenin inanmadığı, inansa da quia
absurdum* olarak algıladığı bir düzenin kendine özgü tek matematiksel göstergesi izlenimi bırakan bir insan. Ancak rulet
oyuncusu –ne yazık ki!– ne hasta bir beynin düşü ya da kuruntusu, ne de suç mahallinde olmamanın kanıtı. Bugün onu düşününce, sanki ben de Rilke’nin köprü üstündeki kör
* Credo quia absurdum est: “İnanıyorum, çünkü akıl dışı.” Hıristiyanlık teoloji
tartışmalarında geçer. (ç.n.)
11
dilencisini tanımışım gibi, gezegenler onun çevresinde dönüyormuş gibi geliyor bana.
Öyleyse sevgili Hiç kimse, rulet oyuncusu yaşadı. Rulet de
vardı. Bu konuda hiçbir şey bilmiyorsun, ama söyle bakalım,
Agartha hakkında ne biliyorsun? Ben ruletin inanılmaz zamanlarını yaşadım, bir yanda servetlerin bir anda yok olduğunu,
bir yanda da o korkunç barut ışığında üst üste yığıldığını gördüm. O alçak tavanlı katakomplarda beyni dağılmış bir insanı
dışarı çıkarırlarken ben de öfkeden bas bas bağırdım ya da
mutluluktan hüngür hüngür ağladım. Rulette çok kez korkunç
miktarlarda bahse girip kaybeden magnatlar* sanayiciler, çiftlik sahipleri, bankerler tanıdım. Rulet on yıl boyunca neşeli
cehennemimizin ekmek kadar, oyun kadar vazgeçilmezi oldu.
Neden kırk yıldan beri bu olay üzerine hiçbir fısıltı duyulmadı?
Yunan gizemlerinden bu yana da binlerce yıl geçti. Bugün o
mağaralarda gerçekten neler olup bittiğini bilen var mı? İşin
içinde kan varsa sessizlik egemen olur. Herkes sustu ya da bilenler, belki buradaki şu sayfalar gibi yalnızca, ölümün, her
birinin kendi siyah ikizi olan ölümün kemikli parmaklarını
satırlarında gezdirdiği sayfalar, işe yaramaz yapraklar bıraktı
arkasında.
Burada kendisinden söz ettiğim adamın adı çabucak unutulmuş, sıradan bir addı, yalnızca rulet oyuncusu olarak anılırdı.
Kim “rulet oyuncusu” derse, daha başka yeterince rulet oyuncusu olduğu halde onu kast ederdi. Onu iyi anımsıyorum: Uzun
boylu, ince, sarımsı bir boynun üstünde üçgen bir yüz, kuru bir
deri, saçları nerdeyse kıpkırmızı, bakışları huysuz. Gözler mutsuz bir maymunun gözleri, asimetrik ve farklı büyüklükteydiler
galiba. Çiftlikte giydiği elbiselerle pis, bakımsız bir etki yaratıyordu insanda, gerçi sonradan smokin giydiğinde de pek farklı
değildi. Tanrı biliyor ya, onu burada biraz yüceltmek, yüzüne
öte dünyanın ışığını yansıtmak, gözlerine yalazlar yerleştirmek
geliyor içimden. Yine de dişimi sıkıp bu lanet takıntılardan
uzaklaşmam gerekir. Rulet oyuncusunda varlık sahibi olmuş bir
köylünün asık suratı vardı, ağzındaki protezin yarısı metal,
yarısı karbondu. Tanışıklığımızın başından ölümüne kadar (ta* Büyük toprak sahibi aristokrat. (ç.n.)
12
bancayla, ama kurşunla değil) görünüşü değişmedi. Bu görünüşün ardında gizlenen sonsuz matematiksel Tanrı’yı keşfetmiş ve
onunla boğuşabilmiş tek insandı.
Onu tanımış ve hakkında yazacak duruma gelmiş olmam
benim çabamla olan bir şey değil. Onu ortaya koyarak dallı
budaklı, son derece geniş bir yapı iskeleti, kâğıttan bir Babil
kurabilir, sadık Serenus Zeitblom olarak yeni bir Adrian’ın*
giderek şeytanlaşma sürecini merakla izleyeceğim bin sayfalık
bir oluşum romanı** yazabilirim. Peki, ya sonra? Altmış yıldır
yoksun kaldığım, abes bir şekilde de olsa, bir başyapıt yazacak
olsam, sonunda yine kendime sormak zorunda kalacağım: cui
bono?*** Çünkü benim amacım için, büyük iddiam için (ki bunun
karşısında dünyanın bütün başyapıtları kum saatindeki toza
benzer ya da karahindiba tohumunun üfürülen tüylerine) bir
psikopatın önceki yaşam aşamalarını peş peşe sıralamam yeterli olacaktır: böcekleri kesip biçen, taş atıp ötücü kuşları öldüren, cam bilye ve at nalı oyunları tutkunu (parasını,
bilyelerini, düğmelerini kaybettikten sonra her keresinde nasıl
umutsuzca kavga başlattığını anımsıyorum); ergenlik çağında
sara nöbetlerine tutulmuşçasına yaptığı çılgınlıklar, şiddetli
erotik azgınlıklar, ırza geçmek ve gasptan mahkûmiyet.
Yaşamının bu karışık döneminde ona “yakın duran” tek kişi
bendim galiba, belki komşu çocukları olduğumuzdan nasılsa
hiç ayrılmadık birbirimizden. Ne olursa olsun beni hiç dövmedi, bana diğerlerinden daha az kuşkuyla bakmıştır. Onu hapishanede de birkaç kez ziyaret ettim, görüşme odasının o yeşil
soğuğunda pokerdeki şanssızlığı üzerine sürekli küfretmişti –
benden borç almıştı. Diğer oyuncuların paralarını almak için
oturduğu oyunlarda binlerce elden bir tekini bile kazanamayıp
sürekli ütülmesi öylesine onurunu kırmıştı ki, nerdeyse hüngür
hüngür ağlayacaktı. Yeşil tahta sırada konjoktivitten kızarmış
* Serenus Zeitblom ve Adrian Leverkühn: Thomas Mann’ın [1875-1955] “Doktor Faustus” romanındaki kişileri. Romanda dahilik karşılığı şeytanla anlaşma
yapan besteci Adrian Leverkühn yakın dostu Dr. Serenus Zeitblom tarafından
anlatılır. (ç.n.)
** Yabancı dillerde genellikle “Bildungsroman” olarak geçen ve roman kahramanının gelişimini konu alan roman. (ç.n.)
*** “Kime yararı var?” anlamında Latince bir söz. (ç.n.)
13
gözleriyle bir insancık yığını halinde süklüm püklüm oturuyordu.
Hayır, onun hakkında gerçekçi konuşmam mümkün değil.
Et ve kandan oluşan bir simge nasıl betimlenir ki? Bana uzaktan
da olsa edebiyatı anımsatan her mecaz, her üslup aracı, her
türlü hile ya da otomatizm, bütün bunlar hasta ediyor beni,
iğrendiriyor. Şunu da belirtmek istiyorum: Tahliye olduktan
sonra içkiye başlamış, bir yıl içinde tamamen çökmüştü. İşsizdi, ona rastlamak için en garantili yerler üçüncü sınıf meyhanelerdi, oralarda geceliyordu da galiba. Üzerindeki o
paçavralar içinde (çıplak vücudunda bir deri ceket, yerlere
kadar sarkan beli düşük bir pantolonla) bir bardak bira dilenmek
için masadan masaya dolaştığı görülebilirdi. Sürekli müşterilerin ona nasıl zalimce oyun oynadıklarına sık sık tanık olmak
zorunda kalmıştım: Onu masalarına çağırıyorlar, yumruklarından gözüken iki kibritin uzununu çekerse kendisine bira
ısmarlayacaklarına söz veriyorlardı. Ama o her keresinde kısasını çekince gülmekten yerlere yıkılıyorlardı. Bir kere olsun bu
yoldan birasını “kazanamadığından” eminim.
O zamanlar dergilerde ilk öykülerim yayınlanmıştı, sonra
da bugün bile hâlâ başardıklarımın en iyisi olarak gördüğüm,
öykülerimin toplandığı ilk kitabım çıkmıştı. Yazdığım her satır
mutlu etmişti beni ve kendi kuşağımdan yazarlarla değil, dünyanın büyük yazarlarıyla yarıştığımı düşünüyordum. Edebiyat
çevreleri açılıyordu önümde, zamanla adım duyulur oldu ve
aynı oranda hem çok onurlandırıldım hem de şiddetle aşağılandım. İlk evliliğimi yaptım, kısacası dolu dolu yaşıyordum.
Felaketim tam da bu oldu. Yazmanın şans ve refahla birlikte
yürümesi çok enderdir. Arkadaşımı çoktan unutmuştum tabii,
ta ki ona hiç olmayacak bir yerde rastlayana kadar: kentin kibar
bir lokantasında, ışıkların kırıldığı prizmaların asılı olduğu
üzüm salkımı biçimindeki avizelerin kısık, fantastik aydınlığında. Hiçbir şeyden habersiz, karımla sohbet ediyordum, lokantanın salonuna bakarken birden, üstü tıklım tıkış dolu bir
masanın çevresinde oturan bir grup işadamına ve onların arasında, bütün dikkatlerin üzerinde toplandığı merkeze gözüm
14
ilişti: uzun ve zayıf yüzüyle, göz kamaştırıcı giysiler içinde, yine
de gözlerinde o sönük serseri bakışıyla oydu.
Diğerleri pek de hoş olmayan kaba bir neşe içindeyken o
kendini beğenmiş bir edayla oturuyordu sandalyesinde. Sinekkaydı tıraşlı ablak suratları ve cenaze taşıyıcısı giysileriyle kendileri gibi olanların dikkatlerini çekmeyi bilen bu adamlar zaten
bana hep sevimsiz gelmişlerdir. Ama şimdi tüm beklentilerin
tersine, arkadaşımın maddi durumunun ne kadar düzelmiş
olduğunu büyük bir şaşkınlık içinde öğrenmiş oldum. Masasına gidip elimi uzattım. Beni gördüğüne sevinip sevinmediğini
bilmiyorum, bu belirsizlik değişmedi, ama bizi masaya katılmaya davet etti ve akşam uzadıkça işadamlarının bu her şeyin
olduğu masanın üzerinden birbirlerine laf atıp paslaşmalarında konuşmalara karışan birçok bayağılıklar ve budalalıklar
arasında belli birtakım imalar, bilmecemsi ifadeler daha sık
geçmeye başladı ve ben bütün bunlara nasıl tepki göstereceğimi
bilemedim. Nerdeyse bilinçsizce edindiğim kısa izlenimle, içine çekildiğim dünyadan peşimi haftalarca bırakmayan bir korkuya kapılmıştım; bu dünya, içinde yaşadığım ve aslında orta
halli olarak tanımlanacak, her ne kadar sanatım sayesinde sağlamış olduğum, bunun gibi, adeta türlü renklerle boyalı da olsa,
benimkinden bambaşka bir dünyaydı. Bu korku o kadar gelişti ki, sokakta, hatta çalışma odamda sürekli olarak izlendiğim,
akşam kızıllığında başımın üzerinde duran bir duman kümesi
gibi belirsiz bir merci tarafından gözlenip sınandığım duygusu
içindeydim. Bugün biliyorum ki, gerçekten de sıkı bir sınavdan
geçirilmiştim, çünkü ruletin yer altı dünyasının müritliğine
aday gösterilmiştim.
Bazen, Tanrı’nın belki de var olmadığı düşüncesi bana tam
anlamıyla mutluluk duygusu veriyordu. Birkaç yıl önce gözüme
kan dökücü cennet olarak görünen dünya (o zamanki yaşamımı Mantegna’nın Ölü İsa’yı gördüğü bakış açısı gibi yeşilimsi
bir rakursi* olarak görüyorum) şimdi karşıma, her ne kadar
unutmanın yatıştırıcı etkisi şiddeti azalttıysa da, hâlâ olası var* İtalyan ressamlarından Andrea Montegna [1431-1506] ünlü Ölü İsa tablosunu
rakursi [figürün perspektif kurallarına uyularak kısaltılmış gibi resmedilmesi]
yöntemiyle resmetmiştir. (ç.n.)
15
lığıyla tüyler ürpertici cehennem olarak çıkıyor. İlk kez yeraltına indiğimde beni yüreklendirmek için, yalnızca ilk oyunun
güç katlanılır olduğunu, daha sonra ruletin “anatomik” yanının
artık iğrenme duygusu yaratmadığını, bu oyunun nerdeyse
gerçek, tatlı çekiciliğini oluşturduğunu söylediler; insan bir kere
alıştı mı, artık şaraba, kadına duyulan düşkünlük gibi onun
bağımlısı olur, dediler.
İlk gece gözlerimi bağlayıp sokaklarda çekiştirerek bir araçtan başka bir araca bindirdiler, öyle ki, sonunda nerede olduğum
bir yana, kim olduğumu bile söyleyemeyecek durumdaydım.
Sonra beni bir sürü dolambaçlı koridorlardan sürükleyip ıslak
taş ve kedi leşi kokan merdivenlerden indirdiler. Zaman zaman
üstümden geçen bir tramvayın gümbürtüsünü duydum. Gözlerimdeki bağı çözdüklerinde mumlarla hafifçe aydınlatılmış,
tonozların altında birkaç sardalye fıçısının masa, küçük sandıkların ya da ağaç kütüklerinin de tabure olarak kullanıldığı
bir bodrumdaydım. Her şey buranın rustikal bir şarap mahzenine benzetilmesi için uğraşılmış olduğu izlenimi bırakıyor ve
bu izlenim fıçıların çevresinde oturup gözlerini bana dikmiş
on-on beş iyi giyimli beyden oluşan gürültücü bir grubun içkilerini teneke güğümlerden, testilerden içmeleriyle pekişiyordu.
Toprak zeminde devasa hamamböcekleri sağa sola koşuşturuyordu; üstlerine basılıp yarı ezilmiş birkaçının bir çift ayağı ya
da duyargalarından biri hâlâ kımıldıyordu. Kırmızı saçlı arkadaşımın da bulunduğu masaya oturdum.
Bahisler henüz kapanmış, küçük bir kara tahtaya tebeşirle
yazılmıştı, anladığım kadarıyla orada şimdilik seyirci olarak
bulunuyordum. Bahse yatırılan miktarlar yüksekti, şans oyunlarında şimdiye kadar gördüklerimin hepsinin üstündeydi.
Hissedarların (bu oyunda bahse katılanlara böyle dendiğini
duydum) arasındaki tedirginlik çabucak duruldu, dokunulmadan kalan bardaklardaki, testilerdeki içkilerden kahverengimsi havaya ekşimsi alkol ve beklemiş bira kokusu karışmıştı.
Bodrumda toplananların gözleri sık sık alçak bir kapıya kayıyordu. Bir süre sonra kapı açıldı, içeriye giren adam çocukluk
arkadaşıma –en kötü zamandaki haline– çok benziyordu. Ceketinin cepleri yırtıktı, pantolonunu beline bağlanmış bir ip
16
Download