Burhan 53:Burhan.qxd

advertisement
EDİTÖR
Yıl 5
Sayı 53
Şubat 2010
Bismillahirrahmanirrahim
Mesnevî’ye kulak verelim:
Hak’kın yaptıklarını da gör, bizim yaptıklarımızı da. Her ikisini
de gör ve bizim yaptığımız işler olduğunu bil, zaten bu meydanda.
Ortada halkın yaptığı işler yoksa, her şeyi Hak yapıyorsa, şu halde
kimseye “bunu niye böyle yaptın” deme!
Allah’ın yaratması, bizim yaptığımız işleri meydana
getirmektedir. Bizim işlerimiz Allah işinin eseridir.
Söz söyleyen kimse, ya harfleri görür, yahut manayı. Bir
anda her ikisini birden nasıl görebilir? İnsan konuşurken manayı
düşünür, onu kastederse harflerden gafildir. Hiçbir göz bir anda
hem önünü hem ardını göremez. Şunu iyice bil! Önünü gördüğün
zaman ardını nasıl görebilirsin?
Madem ki can, harfi manayı bir anda kavrayamıyor, nasıl
olur da hem işi yapar, hem o iş yapma kudretini yaratır? Ey oğul!
Allah, her şeye muhittir. Bir işi yapması, o anda diğer bir işi
yapmasına mani olamaz.
Şeytan, “Bima ağveyteni” dedi; o alçak ifrit, kendi fi’lini
gizledi.
Adem ise “Zalemna enfüsena” dedi; bizim gibi Hak’kın
fiilinden gafil değildir.
Günah ettiği halde edebe riayet ederek Allah’a isnad etmedi.
Allah’ın halk ettiğini gizledi. O suçu kendine atfettiğinden ihsana
nail oldu.
Âdem, tövbe ettikten sonra Allah, “Ey Âdem! O suçu, o
mihnetleri, sen de ben yaratmadım mı?” O benim takdirim, benim
kazam değil miydi; özür getirirken niye onu gizledin?” dedi.
Âdem “Korktum, edebi terk etmedim” deyince Allah, “İşte
ben de onun için seni kayırdım” dedi.
Hürmet eden hürmet görür. Şeker getiren badem şekeri yer.
Temiz şeyler temizler içindir; sevgiliyi hoş tut, hoşluk gör; incit,
incin!
Ey gönül! Cebirle ihtiyarı birbirinden ayırt etmek için bir misal
getir ki ikisini de anlayasın:
Titreme illetinden dolayı titreyen bir el, bir de senin titrettiğin
el... her iki hareketi de bil ki Allah yaratmıştır; fakat bu hareketi
onunla mukayeseye imkan yoktur. İhtiyarınla el oynatmadan
pişman olabilirsin; fakat titreme illetine müptela bir adamın pişman
olduğunu ne vakit gördün?
Anlayışı kıt biriside şu cebir ve ihtiyar meselesine yol bulsun,
bu işi anlasın diye söylediğimiz bu söz, akli bir söz, akli bir bahistir.
Fakat zaten bu hilekâr akıl, akıl değildir ki.
Akli bahis, inci ve mercan bile olsa can bahsi, başka bir
bahistir. Can bahsi başka bir makamdır, can şarabının başka bir
kıvamı vardır. Akıl bahisleri hüküm sürdüğü sırada Ömer’le
Ebülhakem sırdaştı. Fakat Ömer, akıl âleminden can âlemine
gelince can bahsinde Ebülhakem, Ebucehil oldu. Ebucehil, cana
nispetle esasen cahil olmakla beraber his ve akıl bakımından
kâmildi.
Akıl ve bahsi, bil ki eser, yahut sebeptir (onunla müessir ve
müsebbip anlaşılır). Can bahsi ise büsbütün şaşılacak bir şeydir.
Ey nur isteyen! Can ziyası parladı; lazım, mülzem, nafi, muktazi
kalmadı. Bir gören kişinin Nuru doğmuş parlamaktayken sopa gibi
bir delilden vazgeçeceği meydandadır.
Yine hikâyeye geldik; zaten ne zaman hikâyeden ayrıldık ki?
Cehil bahsine gelirsek o Allah’ın zindanıdır; ilim bahsine
gelirsek onun bağı ve sayvanı. Uyarsak onun sarhoşlarıyız; uyanık
olursak onun hikâyesinden bahsetmekteyiz. Ağlarsak rızıklarla
dolu bulutuyuz; gülersek şimşek!
Kızar, savaşırsak bu, kahrının aksidir, barışır, özür
serdedersek muhabbetinin aksidir.
Bu dolaşık ve karmakarışık âlemde biz kimiz? Elif gibiyiz.
Elif’inse esasen, hiç ama hiçbir şeyi yoktur!
içindekiler
AYLIK İLİM KÜLTÜR DERGİSİ
Yıl: Sayı: 53
Şubat 2010
4 KUL OLDUĞUNU BİL!
38 İMAN ESASLARI ARASINDAKİ
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
KUVVETLİ BAĞ
SAHİBİ
Prof. Dr. Veysel GÜLLÜCE
Burhan Basın Yayın
Eğitim ve Tur. Ltd. Şti.
SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
Serdar TAŞAR
6 EY ALLAH’IN KULLARI!
Nihat MORGÜL
YAYIN DANIŞMANLARI
40 ANADOLU ALEVİLİĞİ VE
ŞAMANİZM
Hasan BAŞAR
Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
Yard. Doç. H. Murat KUMBASAR
10 ŞUURLU BİR KUL OLARAK HACI
YAYIN KURULU
OLMAK
44 Ümitsizlik
Kamil ABDULLAHOĞLU
Ahmet HALİLOĞLU
Yusuf ELİBOL
Ramazan ÇAKIR
Aydın BAŞAR
Salih AYDIN
Musa KARACA
GRAFİK TASARIM
14 KULLUK ŞUURU
Burhan Ajans
Ersan BİLGİN
48 GERÇEK MÜRŞİTLERİN VASIFLARI
Aydın BAŞAR
DAĞITIM ORGANİZASYONU
52 Bir Dervişinin Gözü ile Hacı
Asim AYDOĞDU 0538 233 5000
17 Yerinde Güzel
Şaban Efendi Hazretleri- 3
Tek Sayı: 6 TL
1 Yıllık (12 Sayı) Abone: 72 TL
Sebahaddin TÜZÜN
Nureddin BURAK
Fiyatı
6 Aylık Abone: 36 TL
Yurtdışı
1 Yıllık Abone: 75 Euro
Abonelik İçin Hesap Numaraları
Posta Çeki No: 5091167
Türkiye Finans Sultanbeyli Şubesi
Burhan Basın Yay.Eğt.Tur.Ltd.Şti.
18 MEZHEPSİZLİK NİÇİN
58 Asfiya’nın (Saf Kulların) Vasfı
Hz. Pir Seyyid Ahmed er Rufai Hazretlerinden
"DİNSİZLİĞİN KÖPRÜSÜ" DÜR?
Dr. Ebubekir SİFİL
IBAN No TR67 0020 6000 6300 2919 2800 01
60 Muhabbet Bahçesi
Ziraat Bankası Sultanbeyli Şubesi
Yusuf ELİBOL
Müşteri No 291928
Hesap No: 1673–44165588-5002
IBAN TR690001001673441655885002
24 SİZ NEYE KULLUK EDİYORSUNUZ?
YAYIN VE İLETİŞİM ADRESİ
Elif ALACA
Mehmet Akif Mah.
62 YALNIZ DEĞİLSİNİZ
Kuran Kursu Cad.No: 87
Ayşe BAĞCİVAN
Sultanbeyli / İST.
Tel: +9 (0216) 498 94 00
Faks: +9 (0216) 498 94 00
27 Ben
İNTERNET ADRESİ
Dr. Faiz KALIN
[email protected]
[email protected]
64 İSLAMİ HAREKET VE GAZZE
SAVAŞI
Raşid GANNUŞİ
www.burhandergisi.com
BASKI
Milsan A.Ş. 0212 697 1000
28 Mealcilik Sorgulaması
Talha Hakan Alp
70 BURHAN ÇOCUK
Musa KARACA
YAYIN TÜRÜ
Aylık Süreli Yayın
Gönderilen yazılarda editör ve yayın kurulu değişiklik yapabilir. Gönderilen yazılar iade edilmez. Yazılardan kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir.
Yayınlanan reklamlardaki ürün ve hizmetlerin sorumluluğu reklam verene aittir.
32 MEVLİD GECESİ
72 Tuz Tanesinden Bir İnsana
Mehmet TALU
Elif ALACA
Kul Olduğunu Bil!
4
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
Şuurlu Bir Kul Olarak Hacı Olmak
Kamil ABDULLAHOĞLU
10
Mezhepsizlik Niçin
"Dinsizliğin Köprüsü" Dür?
Dr. Ebubekir SİFİL
18
Mealcilik Sorgulaması
Talha Hakan Alp
32
Gerçek Mürşitlerin Vasıfları
Aydın BAŞAR
64
28
Mevlid Gecesi
Mehmet TALU
48
İslami Hareket Ve Gazze Savaşı
Raşid GANNUŞİ
Başyazı
KUL
OLDUĞUNU
BİL!
âinatı yoktan var eden Yüce Allah’tır.
Allah, bizim Rabbimizdir; biz de
onun kullarıyız. Bize yakışan ubûdiyyettir, yani kulluktur. O’na kul olmanın
şuuruna vararak dünya ve ahiretimizi kazanmak bizim elimizdedir. Yüce Allah hem
bu dünyanın hem de öbür dünyanın sâhibi,
mâliki ve sultanıdır. Kula düşen efendisini
tanımak, ona saygı göstermek ve onun rızasını kazanmaktır.
K
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
Rabbimizin, biz kullarından istediği
sağlam bir îmân, ve eksiksiz amel, yani ibâdettir. Bizim kulluğumuzun göstergesi yaptığımız ibâdetlerdir. İbâdeti eksik olanların
kulluğu da noksandır. İbâdet bizi Rabbimize
yaklaştırır. Bu konuda Rabbimiz bir hadis-i
kudsîde şöyle buyurur:
“Kulum, bana bir karış
yaklaştığı zaman, ben ona
bir arşın yaklaşırım. O, bana
bir arşın yaklaşınca ben ona
bir kulaç yaklaşırım. O, bana
yürüyerek geldiği zaman
ben ona koşarak varırım.”
“Her kim (ihlâs ile bana kulluk
eden) bir dostuma düşmanlık ederse,
ben de ona karşı harp îlân ederim.
Kulum, kendisine farz kıldığım şeylerden, bence daha sevimli herhangi bir
şeyle bana yakınlık kazanamaz. Kulum,
bana (farzlara ilâveten işlediği) nâfile
ibâdetlerle durmadan yaklaşır, nihayet
ben onu severim. Kulumu sevince de
(âdetâ) ben onun işiten kulağı, gören
gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum.
Benden her ne isterse, onu mutlaka veririm; bana sığınırsa, onu korurum.” (Buhârî, Rikâk 38)
4
Şubat 2010
Kul, ibâdetlerle Rabbine yaklaşmaya çalışacak. Farz olan ibâdetleri aksatmadan devam ettirecek, nâfilerle de onları koruma altına alacak.
Yüce Allah, farz ve nâfile ibâdetlerle kendisine yaklaşan kullarının elinden tutacağını ve onlara sahip
olacağını açık bir şekilde beyan ediyor. Bir de şu
hadis-i kudsîye kulak verelim:
“Kulum, bana bir karış yaklaştığı zaman,
ben ona bir arşın yaklaşırım. O, bana bir arşın
yaklaşınca ben ona bir kulaç yaklaşırım. O,
bana yürüyerek geldiği zaman ben ona koşarak
varırım.” (Buhârî, Tevhid 50; Müslim, Zikir 2; Tirmizî, Deavât 131; İbn Mâce,
Edeb 58)
Bu hadis-i kudsîler, halk arasında şu şekilde
dillendirilmiştir: “Kul, Allah’a nasıl bakarsa; Allah da
kula öyle bakar.” Gerçekten de öyledir. Kul, Rabbine nasıl ibâdet eder ve yakın olmaya çalışırsa
Rabbi de kuluna o derecede yaklaşır. Kul, başına
buyruk olur ve Rabbinden uzaklaşmaya çalışırsa
Rabbi de onu terk eder ve yüzüne bakmaz.
Saygı değer okuyucularım! Yüce Allah’ın
gazap ettiği ve yüzüne bakmadığı bir kula kim
sahip olur ve onun yüzüne kim bakar? Biz, başkalarını bırakalım, kendimize bakalım. Bir kul olarak
Rabbimizle bu dünyada aramız nasıl? Rabbimiz
bize öbür dünyada “kulum!” diyerek sahip olacak
mı? Biz, Rabbimizin bu dünyada bize olan hitaplarına kulak verir ve gereğini yaparsak, öbür dünyada da Rabbimiz bize “kulum!” diyecek ve sahip
olacaktır inşâallah.
Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerim’de ve hadîs-i kudsîlerde bizlere “Kullarım!” diye hitap ederek bize
değer verdiğini çok açık bir şekilde belirtir. Rabbimiz, can kulağı ile dinlememiz gereken bir hadîs-i
kudsîsinde bizi muhatap alır ve şöyle buyurur:
“Kullarım! Ben, zulmetmeyi kendime
haram kıldım. Onu sizin aranızda da haram kıldım. Artık birbirinize zulmetmeyiniz.
Kullarım! Benim hidâyet ettiklerim dışında
hepiniz sapıtmışsınız. O halde benden hidâyet
dileyin ki, sizi doğru yola ileteyim.
Kullarım! Benim doyurduklarım hâriç, hepiniz açsınız. Benden yiyecek isteyin ki, sizi doyurayım.
Kullarım! Benim giydirdiklerim hâriç, hepiniz çıplaksınız. Benden giyecek isteyin ki, sizi
giydireyim.
Şubat 2010
Kullarım! Siz, gece-gündüz günah işlemektesiniz; bütün günahları afveden de yalnızca benim. Benden af dileyin ki, sizi
bağışlayayım.
Kullarım! Bana zarar vermek elinizden
gelmez ki, zarar verebilesiniz. Bana fayda vermeye gücünüz yetmez ki, fayda veresiniz.
Kullarım! Evveliniz-âhiriniz, insanlarınızcinleriniz, en müttakî bir kişinin kalbi ve duygusuna sahip olsalar, bu benim mülkümde
herhangi bir şey arttırmaz.
Kullarım! Evveliniz-âhiriniz, insanlarınızcinleriniz, en günahkâr bir kişinin kalbi ve duygusuna sahip olsalar, bu benim mülkümden en
küçük bir şey eksiltmez.
Kullarım! Evveliniz-âhiriniz, insanlarınızcinleriniz bir yerde toplanıp benden bir istekte
bulunacak olsalar ben de her birinin istediğini
kendilerine versem, bu benim mülkümden iğne
denize daldırılıp çıkarıldığında denizden ne
kadar eksiltebilirse işte o kadar azaltır (yani hiçbir şey eksiltemez).
Kullarım! İşte sizin amelleriniz. Onları
sizin için saklar, sonra onları size iâde ederim.
Artık kim bir hayır bulursa Allah’a hamd etsin.
Kim de hayırdan başka bir şey bulursa öz nefsinden başka kimseyi ayıplamasın.” (Müslim, Birr 55)
Saygı değer okuyucularım! Bizi yoktan var
eden, varlığından haberdâr eden, bizi besleyip büyüten, bize hidâyet yollarını gösteren, bize peygamber ve kitap gönderen, bizi her türlü
tehlikelerden koruyan, bizim günahlarımızı afveden
Rabbimize kulluk yapmamız elbette bizim şerefimizi artırır. Dünyada ve âhirette bizim iyiliğimizi isteyen ve bu konuda bize tavsiyelerde bulunan
Rabbimize kulak vermek elbette bizi cennete götürür.
Saygı değer okuyucularım! Rabbimiz güçlü,
biz zayıfız. Rabbimiz her şeye kâdir, biz çok âciziz.
Rabbimizin her şeyi var, bizim hiçbir şeyimiz yok.
Rabbimiz verici, biz alıcıyız. Rabbimiz sultân, biz
köleyiz. Köle olduğunu bil ve gereğini yap. Kul olduğunu bil ve Sultân’ının kapısından ayrılma!
5
EY ALLAH’IN
KULLARI!
ur’an ‫ ب‬harfiyle başlar. Besmelenin
bâ’sı. Buradaki bâ, “ile” anlamına
gelir ve bağlaçtır. Dolayısıyla bu
harf bile insana yalnız olmadığını ifade
eder. Tek başına ve yalnız değil, Allah ile..,
Allahın adı ile… Her şey onun ile.., varlığın
ve hayatın başlangıcı onun ile.., sonu onun
ile…, anlamı onun ile.., amacı onun ile…
K
Nihat MORGÜL
[email protected]
“El-İnsan”a ‘Ey insan! Sen de onun ile
varsın ve onun ile olmalısın’ mesajı.
Bağlaç olan bu tek harf hayatı ahirete,
dünyayı ukbaya, fani olanı baki olana, yerleri göklere, maddeyi manaya, bedeni ruha,
insanı rabbine bağlıyor.
“Ey Âdemoğulları! Size
‘şeytana tapmayın, çünkü o
sizin apaçık bir düşmanınızdır’ demedim mi?”
Bu bâ harfi olmasa bu bağ kaybolacak. Ahiretten habersiz bir dünya, maddeden habersiz bir mânâ, baki olanı bilmeyen
bir fenâ, göklerden habersiz bir yeryüzü,
ruhtan habersiz bir beden ve en fenası
Rabbiyle ilişkisi kopmuş bir insan ortaya
çıkacak.
Bu insan bugün modern hayat adına,
medeniyet adına, çağdaşlık adına reklamı
yapılan, istenen, arzulanan ve teşvik edilen
bir insan tipidir.
6
Şubat 2010
Bu insan tipi özgürlük adına her şey ile bağını
koparmış bir insandır. Hayata besmelesiz başlayan
bu insan en başta varlığının anlamını, hayatın
amacını kaybetmiş insandır. Bu açıdan huzursuzdur.
Kulluk en başta bu bağı fark etmek, bu bağa
iman etmek ile başlıyor. “Neden kulluk
edilmeli?”sorusunun cevabı burada. Çünkü hayatın sahibi var, dünyanın ötesinde bir ahiret var,
yerlerin üstünde gökler var, maddenin ardında bir
mana var, bedenle beraber bir ruh var.
Zaten imanın temeli olan “tevhid”: Her şeyin
her şeyle ve her şeyin “BİR” şeyle olan irtibatına
inanmak değil midir?
İşte kulluk, bu iman ile beraber kendi
iradesini o “BİR” in iradesine teslim etmek ve varlığını onun varlığına adamaktır.
KIME KULLUK EDIYORSUNUZ?
Kuran Hz. İbrahim’in babası ve kavmine
yönelttiği şu soru üzerinden aslında tüm insanlığa
sorar: “Siz kime kulluk ediyorsunuz?” [37:85]
İnsanın bu soruyu şu hayat yolculuğu içinde
kendisine sık sık sorması icap eder. Çünkü insan
zaman zaman pusulayı şaşırıp rotasını farklı istikametlere yöneltebiliyor. İnsanda var olan hırs,
tamah, şehvet, dünya sevgisi, mala düşkünlük sebebiyle varlığını bu uğurda harcıyor ve bu yanlış
amaç için baki olanı bırakıp fani olana kulluk edebiliyor.
İlkel kabile dinlerinde var olduğu üzere bu
şerefli varlık insan o yüce yaratılışına rağmen
bazen kendinden üstün gördüğü güneşi, ayı, dağı,
bazen bir ırmağı, bazen bir denizi, Mecusilerde ve
başka inançlarda olduğu gibi bazen ateşi kutsal
kabul ediyor. Yine Hinduizm inancını benimsemiş
milyarı bulan insanlar bu gün bile ineği kutsal kabul
etmektedirler. Bazen bu kutsal varlık nemrut ve firavun örneğinde olduğu gibi siyasi otoritenin başı,
devlet başkanı olabiliyor. Bazen modern zamanda
“canımın istediğini yapma özgürlüğüm var” diye
sınır tanımaz bir hayat anlayışı ile yaşayan ve
kendi isteklerinden başka otorite bilmeyen insan
tipinde görüldüğü üzere bizzat insanın heva hevesleri, arzu ve istekleri ilah yerine geçebiliyor. Fark
etmeden insan o bencilliğinin esiri ve kulu olabiliyor. Satanizmde ve Yezidilikte olduğu gibi insan
bizzat şeytanın kendisine de kulluk yapabiliyor.
Bazen bizzat kendi yaptığı taştan, ağaçtan, tunçtan, alçıdan heykellere tanrı diye kulluk yapabiliyor.
Bazıları da Katolik Hıristiyanlıkta olduğu gibi din
adamlarını tanrı yerine koyabiliyorlar. Ve daha
niceleri.
Bu yüzden Kuran bizi her daim uyarır:
“Hevesini kendine tanrı edineni gördün
mü?” [25.43]
“Ey Âdemoğulları! Size ‘şeytana tapmayın, çünkü o sizin apaçık bir düşmanınızdır’
demedim mi?” [36.60]
“Güneşe ve aya secde etmeyin; eğer Allah'a kulluk etmek istiyorsanız, bunları
yaratana secde edin.” [41.37]
“Onlar Allah'ı bırakıp hahamlarını, papazlarını ve Meryem oğlu Mesih'i rableri olarak
kabul ettiler. Oysa tek Tanrı'dan başkasına kulluk etmemekle emrolunmuşlardı.” [9.31]
Şubat 2010
7
Allahın kulu’ olabilmek:
Elbette herkesi Allah yaratmıştır, herkes onun
kuludur. Fakat özelde ve hakikatte asıl kendini rabbine adayanlardır “Allah’ın kulları.” Nasıl ki her ev
Allahın evidir ama yalnız Kâbe’deki kıble olan
yapıya “beytullah” (Allah’ın evi) deniyor. Tüm hayvanlar Allah’a aittir ama Salih aleyhisselamın devesinden Allah Teala “nâketullah” (Allah’ın devesi)
diye bahsediyor.
Onun gibi Allah’ın kulu olmak özel bir durumdur. Allah’ın kulu olanlar, para ve pula, şan ve
şöhrete, makam ve mevki’e, dünya’ya kul olmazlar.
Ona meyletmeyip sadece Allah’a teslim olurlar.
Allah tüm peygamberleri bunun için göndermiştir. İnsanlar dünyaya kul olmasınlar, kula kul olmasınlar, maddeye kul olmasınlar heva ve
heveslerine kul olmasınlar ve yalnız Allah’ın kulu
olsunlar.
Kurana göre tüm peygamberlerin ortak
çağrısı şudur: “Ey milletim! Allah'a kulluk edin;
O'ndan başka tanrınız yoktur” [11:61, 16:36, 21:25]
Çünkü hayatın anlamı da bu kulluktur.
Nitekim Kuranda Allah Teala: “Cinleri ve insanları
ancak Bana kulluk etmeleri için yarattım.” buyuruyor. [51.56]
En yüksek makam kulluk:
Tüm Kuranda Allah kullukta örnek şahsiyetler
olarak peygamberleri nazarımıza verir. Çünkü
insan somut olanı daha iyi kavrar. O peygamberleri öveceğinde Allah kulluklarını öne çıkarır.
“Davud'a Süleyman'ı bahşettik; o ne güzel
bir kuldu!” [38.30]
“Ey Eyyub! Eline bir demet sap alıp
onunla vur, yeminini bozma» demiştik.
Doğrusu Biz onu sabırlı bulmuştuk. Ne iyi
kuldu, daima Allah'a yönelirdi.” [38.44]
Peygamberimizin Allah’a en yakın olduğu an
miraç olayıydı ve ona en yakın oluğunda Yüce
yaratıcı peygamberini “ kulum” diye tanıtıyordu.
“Kulunu (Muhammed'i) bir gece Mescidi
Haram'dan (Mekke'den), kendisine bir kısım
8
Şubat 2010
ayetlerimizi göstermek için, çevresini mübarek
kıldığımız Mescidi Aksa'ya (Kudüs'e) götüren
Allah'ın şanı yücedir. Doğrusu O, işitir ve
görür.” [17.1]
Demek, insanın erişebileceği en yüksek
makam kulluk makamıdır. Veya şöyle de ifade edebiliriz; insan kulluğunu yerine getirebildiği ölçüde
Allah’a yakın olabilir. Peygamberimiz bu yüzden bir
hadislerinde: “Kulun rabbine en yakın olduğu an
secde halidir” buyurmaktadır.
NE ZAMAN KULLUK, NE ZAMANA KADAR
KULLUK?
Bazen insan kulluğunu erteliyor. “Şimdi
gençsin, ihtiyarlayınca yaparsın. Hele bir evlen,
sonra. Şimdi işim yoğun, boş kalınca inşallah. Ben
öğrenciyim, derslerim yoğun, Çalışıyorum,
yorgunum” gibi bahanelerle çoğu kez şeytan bizi
aldatır ve kulluğumuza mani olur. Namazı emekliliğe, haccı yaşlılığa, örtünmeyi ihtiyarlığa erteleriz.
Günlük işlerimizi düşünürken ibadet saatlerimizi
planlamayız. Geleceğimizi kurarken haccı, mali durumumuzu ayarlarken kurbanı hesaplamayız. Hep
erteleriz ve öteleriz. Sonra, sonra deriz rahatlarız.
Oysa Peygamberimiz: “Sonra, sonra diyenler helak
oldular” buyurur. Çünkü o sonra dediğimiz zaman
gelmeden ansızın ölüm gelir ve biz yüce yaratana
doğru düzgün kulluk yapamadan kendimizi onun
huzurunda buluveririz.
Allah’ın kulları da günah işleyebilir. Fakat tövbeleri Âdem aleyhisselam gibi samimi,
İslam’ı anlatmadaki tutumları Nuh aleyhisselam gibi ısrarlı,
Hastalıklara tahammül bakımından Eyyüp
aleyhisselam gibi sabırlı,
Zulme karşı gelmek ve hakikatleri ilan
konusunda Musa aleyhisselam gibi kararlı,
Batılı izhar ve fedakarlık konusunda İbrahim
aleyhisselam gibi cesaretli ve iradeli,
Yusuf aleyhisselam gibi dirayetli ve liyakatli,
Davut ve Süleyman aleyhisselam gibi
siyasetli ve ihtişamlı,
Hacer annemiz ve oğlu İsmail aleyhisselam
gibi teslimiyetli,
Hanne validemiz kadar içten,
Meryem annemiz kadar temiz,
İsa aleyhisselam kadar mütevazi,
Hz. Ebu Bekir gibi sadakatli, Hz. Ömer gibi
adaletli, Hz. Osman gibi hayalı, Hz. Ali gibi ilim
sahibi ve cesaretli,
Oysa yapılması gereken o anda, o saatte ne
yapılması gerekiyorsa ertelemeden ve bahane
üretmeden onu bilmek ve onu yapmaktır. Fıkıh
dilinde buna “İlmihal” diyorlar ki farzdır.
Hülasa;
Hazreti Muhammed gibi bir İnsan olma
gayretidir kulluk.
Kulluk insanın hayatı boyu sürmeli elbette.
Bu yolda durmak yok. Yolda kalanlar, yolda yatanlar, yolu satanlar, yolu şaşıranlar olacaktır. Onlara
aldanmadan kulluk bilinciyle yolda olmak, yolda
kalmak çok önemlidir. “Ve sana yakîn (ölüm)
gelinceye kadar Rabbine ibadet et!” [15.99]
ayetinde belirlenen son nefese kadar bunu
sürdürebilmek bir müslüman’ın en büyük amacı olmalıdır.
Kulluğumuz duamızdır.
Günde beş vakit Allahın huzuruna çıkıp
namaz kılarak kulluğunu izhar eden Müslüman
Fatiha’daki bir duayı da kırk kez tekrar etmiş olur:
Allah’ım, “Ancak Sana kulluk eder ve yalnız
Senden yardım dileriz. Bizi doğru yola eriştir.
Nimete erdirdiğin kimselerin yoluna; gazaba
uğrayanların, ya da sapıtanların yoluna değil.”
[1.5-7]
NASIL BIR KULLUK?
Kuranın bütün güzel örnekleri Allah’ın nasıl
bir kulluk istediğinin işaretleridir.
Şubat 2010
Bizi kulluğuna kabul et.
Bizim kulluğumuzu kabul et Allah’ım!
Âmin.
9
ŞUURLU BİR
KUL
OLARAK
HACI
OLMAK
nsanın eşrefi mahlûkat olmasını sağla-
İ
yan, onun kulluk olarak yaptığı fiilleri bir
gaye ve bilinç içerisinde yapması ile ka-
imdir. Allah’a has kul olmak isteyen her bir
mümin işlerini düzgün yapmalıdır. “Doğrusu Allah her şeyde iyi olmayı farz kılmıştır. O halde öldürdüğünüz zaman
Kamil ABDULLAHOĞLU
öldürmeyi en güzel bir şekilde yapın.
Kestiğiniz zaman da kesmeyi güzel
yapın. Sizden biri (hayvan boğazlayacağı zaman) bıçağını bilesin. Boğazladığı
hayvanı
da
rahatlandırsın.”1
Peygamber (s.a.v)in bu buyruğu, tüm işlerimizde güzel, kalite ve mükemmeli yakala-
“Eğer (Ona ibadet etmemek için) büyüklük taslarlarsa
(bilsinler
ki)
Rablerinin yanında bulunan
(melek) ler gece gündüz
O’nu tesbih ederler ve onlar
hiç usanmazlar.”
mamızı istemektedir. Mümin biri ürettiği
malı, okuduğu ilmi, çalıştığı işini, verdiğinialdığını, kıldığı namazı ve sair ibadetlerini
hep kulluk şuuru ve anlayışı içerisinde yapmalıdır. O takdirde ibadetleri ile birlikte her
işi kulluk dairesi çerçevesinde değer kazanır. Aksi takdirde kılınan namazın bile bir
değerinin olmadığını bilmemiz gerekmektedir. Zira Allah Azze ve Celle’nin kulun ibadetine ihtiyacının olmadığını, yerde ve
gökte bütün varlıkların onu hamd ile tesbih
ettiğini bilmeliyiz. Bir ayette Rabbimiz
“Eğer (Ona ibadet etmemek için) büyük-
10
Şubat 2010
lük taslarlarsa (bilsinler ki) Rablerinin yanında
lahu Vahdehu-Laşerikeleh…” diye her namazın so-
bulunan (melek) ler gece gündüz O’nu tesbih
nunda yaptığımız meşhur zikri bilmeyenler..! Duayı
ederler ve onlar hiç usanmazlar.”
2
nasıl yapacağız? Hiçbir şeyden haberimiz yok diyenlerin sayısı az değildir. Buna şöyle bir itirazda
bulunulabilir; Hacılarımız hayatta bir defa hacca gi-
Yaptığımız kulluk içerisinde mühim amelleri-
diyorlar. Bu teferruatı bilmeleri mümkün değildir?
mizden biri de “Hac” ibadetimizdir. Ülkemizden her
Hacca gideceklere önceden hacla ilgili kitaplar ve-
yıl yüz bini aşkın insanımız Hac ibadetini yapmak
riliyor ve hac seminerleri yapılıyor. Ancak bir kafi-
için kutsal topraklara gidiyor. Ancak bu ibadeti ya-
lede okuyanların sayısı bir elin parmaklarını
panlar olarak acaba ne kadar ibadetin şuurunda-
geçmez. Ayrıca sürekli kıldığımız namazı ne kadar
yız. Tabiî ki bu sözümüzle tüm hac yapanları kast
biliyoruz. Okuma alışkanlığı olmayan bir toplumuz.
etmiyoruz. Ancak bir asrı aşkın bünyemize enjekte
Bilmiyoruz bilmediğimizi de bilmiyoruz.
edilen kronik bazı düşünceler bizlerin o kutsal topraklarda bile farklı davranmamıza sebebiyet veriyor. Bunlardan bazılarını saymak icap ederse;
Yine bu cehalet göstergelerinden bazıları da;
mezhep farklarını bilmeden farklı ehlisünnet mezheplerine göre amel edenlerin namazı bilmedikle-
Cehalet: Dinin ve insanlığın en büyük düş-
rini ve en güzel namazı bizim kıldığımızın
manı cehalettir. Tüm ibadetlerimizde olduğu gibi
seslendirilmesidir. Namaz yalnızca şekilden ibaret
hac ibadetinde de aynı konumdayız. İhram, tavaf,
olduğunu zanneden bu zavallılar, namazda
sa’y gibi haccın temel erkân ve usullerini bilme-
“huşu”un ne demek olduğunu hiç konuşmaz ve bil-
yenlerin sayısı azımsanmayacak derecede fazla.
mezler. Yine tavaf yaparken ibadet yaptığını unu-
“Telbiye” çokca kullanılan bir zikir olmadığından
tup hatta günah olan konuşmaları duyarsınız.
söylemeyenleri mazur sayalım. Ya “Lailahe İllal-
Haremi şerifte oturup Kur’an okuma yerine hoş
Şubat 2010
11
sohbet edip Kur’an okuyanları ve zikirle meşgul
Elbette ki evet. O halde olayların görünen yönün-
olanları rahatsız edenlerin sayısı ne kadar fazladır.
den çok arka planına bakmak gerekir.
Bizi o kadar cahil bıraktılar ki inandığımız Kitabı
Kerimi okumayı bilmiyoruz.
Bir kul Allah’a ulaşmak istiyorsa sadeliyi seçmelidir. İbrahim Edhem köşk ve sarayları, güzel yatakları, makam ve mevkii terk ederek, sadeliği
Şuursuzluk: Mukaddes beldelere yolculuk
yapıyoruz. Bu toraklarda iyi yâda kötü fiiller yüz bin
katı ile değerlendirilir. Kur’an da Yüce Rabbimiz
“Hac; bilinen aylardadır. Kim o aylarda (ihrama girerek) haccı (kendisine) gerekli kılarsa bilsin ki,
hacda kadına yaklaşmak, günaha sapmak, kavga
etmek yoktur…” Buyurarak mukaddes beldelerde
ne kadar dikkatli olmamız gerektiğini beyan et-
seçerek ölümsüzleşti ve İbrahim Edhem oldu.
Kâbe dünya harikalarından biri değildir. Sanatsal
herhangi bir özelliği yoktur. Harem de aynı sadeliktedir. Bir kul olarak Rabbimize vasıl olma gayretinde isek dünya süsü ve zevklerine birazcık fren
koymalıyız. Rabbimiz bizi bağışlamak için bir deniz
kıyısına değil “Arafat”a davet ediyor. Tepe ve çöl-
mektedir. Nevarki, o beldelerde anormal davranış-
den oluşan mekâna davet ediyor. Emir bu. Baba-
lar o kadar sergileniyor ki, Allah’ın kutsal kıldığını
mız Adem (a.s)ın da tövbesinin kabul edildiği
unutarak fiziki şartları kendi ülkesi ile karşılaştır-
mekana var ve dünyayı, dedi-koduyu, kin ve nef-
malar, kendi ülkesinin cennet gibi olduğunu, o bel-
reti terk et. Orada Rabbine ulaş ve büyük mesafe-
delerde herhangi bir şeyin yetişmediğini, coğrafi
ler katet. Bizden istenen bu. Ancak insanın ezeli
görünümün (hâşâ) iyi olmadığını, mesire yeri ara-
ve ebedi düşmanı İblis son gücüyle hücum ediyor.
malar vs. Allah (cc) isteseydi o kutsal beldeleri dün-
Buna birde bizim cehalet ve kaprislerimiz eklendi
yanın en harika yeri olarak yaratamazmıydı?
mi İblisin işine diyecek yok.
12
Şubat 2010
Meşhur Hanbelî fakihlerinden İbn Kayyim elCevziyye şöyle der; Bir kısım hacılar üzerlerinde
de görsek mutlaka Ona da bir kusur buluruz. Allah
bu gibi anlayıştan bizleri muhafaza etsin. Âmin.
başkalarının borcu olduğu halde yâda birilerine zulmetmiş olarak hacca gitmişlerdir. Bazılarının mallarında da haram şüphesi vardır. Bir başkası
Tahammülsüzlük: Hacca gidenlere hep söy-
kendisine hacı denilsin diye hacca gitmektedir. Bu
lenen bir söz vardır. Oda “sabır” sözcüğüdür. Zira
tip insanlar Kâbe’nin etrafında kirli kalpleri ve temiz
hac zor bir ibadettir. Kutlu Nebi (s.a.v) hac ibadeti
olmayan iç dünyaları ile Kâbe’nin etrafında topla-
hariç hiçbir ibadetin niyetinde “Allah’ım onu bana
nıyorlar. İblis onlara haccın şekilsel yönünü göste-
kolaylaştır” ifadesini kullanmamıştır. Biz gerçekten
rerek aldatmaktadır. Gerçek hac yapmak kalple
çok zayıf ve tahammülsüz bir haldeyiz. Hacca
olur. Bedenle değil. Kalbi arındırmadan vuslata
giden biri tatil yapmaya gitmediğini bilmelidir. Ha-
ermek mümkün değildir. “Arınan ve Rabbinin
cılar arasında en çok gündemi oluşturan şey; ye-
adını anıp, namaz kılan kimse mutlaka kurtu-
meklerin kalitesi, otel durumu, servislerin az yada
luşa erer.”5
sıkı oluşu, eşya satın alma vs. durumlarıdır. Hacda
hizmetler arttıkça hacıların sızlanmaları daha da
artmaktadır. 1960 ve 1970 li yıllarda hacıların ev-
Asabiyet Ruhu: inanan bir insan başka mü-
lerde yatacak yataklarının olamadığını, 80 li yıl-
minleri kerih göremez. Bu hem dinin ruhuna aykırı
larda şişme yataklarda yatmaya çalıştıkları ve 90 lı
ve de cahiliye âdetidir. Fransız ihtilalinden sonra
yıllarda bir odada 8-10 kişinin yerde sünger yatak-
batıdan İslam âlemine gelen milliyetçilik akımı et-
larda yattıklarında bugünkü şikayetlerin o günlerde
kisini hızlandırarak devam ettirmektedir. Osmanlı-
olmadığını o tarihlerde görevli olarak hacca giden
nın dağılmasına ve İslam birliği anlayışının yok
hocalarımız söylüyor.
olmasına sebep bir anlayışın “Hac” gibi kutsal bir
ibadette bile nasıl hortladığını müşahede ediyoruz.
İnsanımız bir anda vatan perver kesilerek “ bu
Müslümanlar olarak her geçen gün çok daha
Araplar zaten bizi sevmiyor, Osmanlının kalıntıla-
fazla lükse düşkünleşiyoruz. Yani daha fazla düny-
rına değer vermiyorlar” gibi laflar. Doğru Araplar
evileşiyoruz. Bundan dolayı da ibadetin gerçek ta-
sadece Osmanlı değil kendi tarihi varlıklarını da ko-
dını alamıyoruz. Bu yolda arkadaşını kıran,
rumuyorlar. Peki, son bir asırda bizde yıkılan ve ha-
otobüse binerken başkalarına eziyet eden, sıra
rabeye dönüşen cami, tekke, zaviye, türbe ve diğer
beklerken başkalarının önüne geçen, haremi şe-
bakımsız kalan tarihi yapıları neden görmeyiz..!
rifte oturup gıybet eden ve birbirini çekiştiren, asansörlerde bağıran ve başkalarının haklarını ihlal
eden hacılarımız acaba niçin orada bulundukları-
Yine renginden ve kültüründen dolayı mü-
nın farkında mılar? Şeytan herkesi bir yerden vur-
minleri aşağılayan hacılarımızın varlığı da hiç
maya çalışmaktadır. Hacca giden bir Müslüman
azımsanacak sayıda değildir. Hâlbuki Efendimiz
gerçekten manen çok donanımlı olmalıdır. Yoksa
(s.a.v)in getirdiği dinin esası bu gibi anlayışı red-
eli boş olarak dönmek çok acı olsa gerek. Bizler
detmektedir. Bir hadiste: “…Müslüman Müslü-
her zaman adımlarımızı çok dikkatli atmalıyız. Aksi
man’ın kardeşidir. Ona zulüm ve haksızlık
takdirde yaptığımız amellerin her hangi bir fayda-
yapmaz, yardımı kesmez ve onu hakir gör-
sını göremeyiz.
6
mez…” Peki, nasıl olurda böyle bir mekânda
mümin kardeşini hakir görür ve ona olmayacak hakaretlerde bulunursun. Senide onu da yaratan ara-
............................................................................................
1 - Müslim, zebaih, 57 Ebu Davud, Edahi, 11-12
2 - Fussilet, 41/38
3 - Bakara, 1/197
4 - İbn Kayyım, Telbisu İblis, 201
nızda tekbir fark gözetmektedir ki; oda “takva”dır.
5 - A’la, 87/14-15
Biz bu mantıkla sahabeyi ve hatta Efendimiz(s.a.v)i
6 - Müslim, Birr, 32
Şubat 2010
13
KULLUK
ŞUURU
llah’a Kulluk yani Allah’a itaat etmek,
hükümlerine razı olmak, tevazû göstermek, kişinin isyan etmeden,
ondan yüz çevirmeksizin, itaati ve boyun
eğmesidir. "İnsanları ve cinleri ancak bana
ibadet etmeleri için yarattım" (Zâriyat sûresi: 50) meâlindeki âyet-i kerimeden de
anlaşılacağı üzere, insanın yaratılış amacı;
sadece ve sadece “Rabbimiz’e kulluk”tur.
İbadet edene abd-kul denir. Bunlar da üçe
ayrılır:
A
Ersan BİLGİN
1- Türkçede köle dediğimiz abd, Allah'a itaat etmediği için hürriyeti¬ni koruyamayan kafiri, harbde esir ederek Allah'ın
kuluna kulluk etme hali.
"Senden önce gönderdiğimiz her peygambere: Benden başka ilah yoktur. Yalnız
Bana kulluk ediniz, diye vahyettik."
2- Yaratılmışların tamamını yaratan,
yaşatan Allah olması sebebiyle yaratıkların
hepsi O'nun koyduğu tabiat kanunlarına
tabi olduklarından ve onun dışına çıkmadıklarından kayıtsız şartsız Allah'ın bu tabiat kanun¬larına uyarlar ve bundan dolayı
hepsine abd-kul ismi verilir. "Yerde ve göktekilerin hepsi Rahman'a abd-kul olarak gelecektir.”
3- Kişinin kendi iradesiyle severek
itaat etmesidir. Bu da iki kısma ayrılır: Biri
Allah'a kulluk edenler, diğeri de Allah'ın kullarına kulluk edenler. "Biz yalnız Sana kul-
14
Şubat 2010
luk ederiz" derken "irademizle, severek Sana itaat
ederiz. Senin emrinle meşgul olunca başkalarına
kulluk yapmamız mümkün değildir" diyoruz. Biz bu
âyeti okuruz ve Allah'ın çizdiği sınırlar, koyduğu kanunlar doğrultusunda sosyal, kültürel, iktisadî, siyasî, askerî, hukukî faaliyetleri¬mizi düzenleriz.
Zaten bütün peygamberlerin gönderiliş gayesinin
bu olduğunu Allah (c.c.) şöyle haber verir: "Senden önce gönderdiğimiz her peygambere: Benden başka ilah yoktur. Yalnız Bana kulluk
ediniz, diye vahyettik."
- Hz. Âdem (as)'den Hz. Muhammed, (sav)'e
kadar bütün peygamberler insanları Allah (cc)'a
kulluğa dâvet etmişlerdir. Nitekim "Andolsun ki,
biz her kavme: `Allah'a ibadet edin, tâgût'a kulluk etmekten kaçının' diye (tebliğ yapması için)
bir peygamber göndermişizdir." (Nahl sûresi: 38.) âyeti kerimesi, insanların "Abd-kulluk" hususunda istisnasız uyarıldıklarını belirtmektedir. Tâgûtu şu
şekilde tarif etmek mümkündür:"Allah'ın indirdiği
hükümlere mukabil olmak ve onların yerine geçmek üzere hükümler ihdas eden (kanunlar koyan)
her güç tâgûttur. Bunun insan olması, put olması,
şeytan olması veya bunların dışında herhangi bir
şey olması mahiyeti değiştirmez. Bir yanda Allah’ın
emirleri, öte yanda heva ve hevsin arzuları-istekleri… "İman edenler Allah (cc) yolunda cihad
ederler, küfredenler (kâfirler) tâgût yolunda sa-
vaşırlar." (Nisa sûresi:76) âyet-i kerimesi insanın, bu iki
sınıftan birine dahil olacağını beyan etmektedir.
- Lâ ilâhe (ilâh yoktur, putların hükmü yoktur,
tâgût'u inkâr ederiz) diye haykıran ve İllâllah (yalnız
Allah vardır, O'na itaat ederiz) diye tastikte bulunan
mü'minler "Kul" olma şuurunu ayakta tutmak zorundadırlar.
Rabbimiz Fatiha Suresi’nde “Ancak sana
kulluk eder ve ancak yardımı senden dileriz.”
buyuruyor. Acaba günde en azından kırk defa bu
sözü bize verdiren, sürekli bu ahdi bize yenilettiren
Rabbimiz’in maksadı nedir? Bizi, bizden daha iyi
bilen Rabbimiz bizim boyunlarımızdaki kulluk ipini
kendisinden başkalarına da verebileceğimizi bildiği
için mi ki, bizi uyarmak istiyor? Kendisinden başkalarına da kulluk edeceğimiz konusunda bizden
bir endişesi mi var ki her huzuruna çağırışta bizden bu ahdimizi yenilememizi istiyor?
Acaba biz günde kırk defa Rabbimize verdiğimiz bu söze sâdık mıyız? Hayatımızın tümünde
söz sahibi Allah mı? Yoksa hayatımızın bazı bölümlerinde Allah’ı, öteki bölümlerinde başkalarını
mı dinliyoruz? Şuarâ sûresinde Rabbimiz bu hususu şöyle anlatır. Firavun Allah’ın elçisi Hz Mûsâ’yı sorgulamaya başlayınca Hz. Mûsâ da ona
şöyle diyordu:
“Başıma kaktığın bu nîmet, İsrail oğullarını kendine kul ettiğinden ötürüdür" dedi.” (Şuarâ
22) Anlıyoruz ki, Firavun İsrail oğullarını zorla kendi
arzularına itaat ettirerek, onları kendisine kul köle
edinmişti. Demek ki bir varlığın emirlerine itaat, ona
kulluk mânâsına gelmektedir.
Yine Mâide sûresinde de şöyle buyurulur:
"Allah katında bundan daha kötü bir karşılığın
bulunduğunu size haber vereyim mi" de, Allah
kime lânet ve gazap ederse, kimlerden maymunlar, domuzlar ve tâğutlara kullar kılarsa,
işte onlar yeri en kötü ve doğru yoldan en çok
sapmış olanlardır.” (Mâide 60) Âyet-i kerimede Rabbimiz yeryüzünde en kötü, en şerli varlıkların özelliklerini sayarken “Ve Abedet tâğut” buyuruyor. Yâni
“tâğutlara kulluk yapanlar, tâğutların, şeytanların
kulu olanlar”.
- “Ey insanoğulları! Ben size, şeytana ibâdet etmeyin, o sizin için apaçık bir düşmandır.
Şubat 2010
15
Bana kulluk edin, bu doğru yoldur, diye bildirmedim mi?" (Yâsîn 60,61) Şeytana kulluk, şeytana itaat
etmek, onun sözünü dinlemek, fısıltılarına, vesveselerine kulak vermek, onun arzuları peşi sıra gitmek, onun istediği şekilde hareket etmek ve
gösterdiği yolda yürümek demektir.
- Demek ki; Allah’ın dışında hayata karışacak,
hüküm-kanun belirleyecek başka ilâhlar, başka
rabler belirleyip onların emirlerine itaat de ibâdettir.
İşte bizim bu duruma düşmemizi istemeyen, hayatımızın tümünde sadece kendisini dinlememizi, hayatımızın tümünde sadece kendisine kul olmamızı
isteyen Rabbimiz, Fâtiha sûresinin bu ahdimizi sürekli yenileyerek hatırımızda canlı tutmamızı istemektedir.
- Namazlarında sürekli bu ahitlerini yenileyen
ve hayatlarında bu ahitlerine sâdık kalan mü’minler
tüm hayatlarında sadece Allah’a kulluk ederler.
Müşrikler ise hayatlarına karışacak Allah’la beraber başka Rablerin, başka İlâhların varlığını da
kabul ederler. Tamam, hayatımızın ibâdet bölümüne Allah karışsın, ama haya-tımızın öteki bölümlerinde söz sahibi bizim başka Rablerimiz,
başka ilâhlarımız da vardır. Biz onları da dinlemek,
onlara da kulluk etmek zorundayız. Bunlar rubûbiyet ve ulûhiyet konusunda Allah’ın yeryüzünde ortaklarıdır. Bunların sözleri de dinlenmelidir.
- Halbuki Nahl sûresinde Rabbimiz şöyle buyuruyordu: “Allah buyurdu ki iki İlâh edinmeyin,
sizin İlâhınız tek İlâhtır” (Nahl 51) Camide ayrı bir ilâhınız, caddede, sosyal hayatınızda ayrı bir ilâhınız
olmasın. Namaz konusunda sözünü dinleyeceğiniz ayrı bir ilâhınız, kılık kıyafetiniz konusunda ayrı
bir ilâhınız olmasın. Âhiret konusunda etkili ayrı bir
ilâhınız, dünya yasaları konusunda söz sahibi ayrı
bir ilâhınız olmasın, diyor Rabbimiz. Çünkü bizim
camide yaptıklarımız da, caddede yaptıklarımız da
hepsi ibâdettir, ibadet kıvamında olmalıdır. Hayatımızda ibâdet sayılmayacak bir tek saniyemiz bile
yoktur. Şunu kesinlikle bilelim ki Allah’ın istediği
imanda, Allah’ın ortaya koyduğu İslâm’da ibâdet
kastı bulunmayan hiç bir beşerî faaliyet yoktur. Kulluğun dışında sayabileceğimiz bir tek davranış yoktur. İnsanın bireysel hayatında, insanın Allah’la
ilişkilerinde, insanın insanla ilişkilerinde, insanın
çevresiyle ilişkilerinde, siyasetinde, ekonomisinde,
iktisadî hayatında, ceza hukukunda, medenî ve aile
hukukunda, bütün emir ve yasalarında İslâm’ın
16
bundan başka bir hedefi yoktur. Hedef sadece ve
sadece Allah’a kulluk. Bunu kamil ve şamil manada
gerçekleştirmek.
- Eğer peygamberler (as) böyle bir taksime
razı olsalardı; “tamam, hayatın bazı bölümlerinde
insanlar Allah’ı dinlesinler, öteki bölümlerinde de
sizi (şeytanı, heva ve hevesi) dinlesinler. Hem size,
hem de Allah’a kulluk yapsınlar” deselerdi vallahi
hiç birisinin burnu bile kanamazdı. Sahte rablerin,
sahte tanrıların bu kadar gazaplanmalarına ve
Allah elçilerine karşı savaş açmalarına da gerek
kalmazdı. Çünkü ne Ebu Cehiller, ne Nemrutlar, ne
Firavunlar böyle hayatın bazı bölümlerinin Allah’a
verilmesine karşı değillerdi. “Tamam hayatınızın
bazı bölümlerinde Allah’ı da dinleyebilirsiniz. İlâhlardan bir İlâh olarak, tanrılardan bir tanrı olarak
Allah yasalarını da uygulayabilirsiniz. Ama hayatın
tümüne karışıcı tek İlâh olarak Allah’a hayır” diyorlardı.
- Kur’an’ın özü şu üç konudur: 1. Allah, Rab 2.
Kul 3. Allah ile kul ilişkisi, ibadet ve muamelat
- Ya Rabbi! Hayatımızın sadece bir bölümünde
değil, her bölümünde sadece sana kulluk ederiz,
sadece seni dinleriz, sadece senin istediğini yaparız, sadece sana sığınırız. Daraldığımız, bunaldığımız zaman sadece sana dua eder, sadece
senden yardım isteriz. Ferahlık anımız, sevincimiz
İslam’ın sevincidir. Zafer sendendir, başarı sendendir. Sevinince de sana şükrederiz.
- Allah’a kulluk ne büyük şeref, ne büyük izzet.
Allah’a kulluk en büyük özgürlük ve hürriyet. Biz kul
ve resul olan bir Peygamber’in ümmetiyiz. Kul ve
rasul, alemlerin efendisi Hz. Muhammed (sav).
“Kul oldum, kul oldum, kul oldum!
Ben Sana hizmette iki büklüm oldum.
Kullar âzad olunca şâd olur;
Ben Sana kul olduğumdan dolayı şâd
oldum
Kul oldum, Rabbimin kapısında bir vasıfsız kul oldum.”
Hz Mevlâna
“De ki: Namazım, ibadetlerim, hayatım ve
ölümüm alemlerin Rabbi içindir.” (En’am 162)
(Yazımız Şifa tefsiri, Kelimeler ve Kavramlar, Basair’ul Kur’an adlı eserlerden istifade edilerek hazırlanmıştır.)
Şubat 2010
Yerinde Güzel
Mal cömertte güzel, silah cesurda
Tevazu zenginde, al bayrak surda,
Zarafet fazilet hamiyet himmet,
Peygamberle güzel her bir asırda.
Sadakat hem geniş hem de darlıkta,
Dostlarda güzeldir her ayrılıkta,
Nebi lisanıyla mertlik yiğitlik,
Zillet göstermeyen yumuşaklıkta.
Af sultanda güzel, eman mücrimde,
Dilenmek fakirde, ikram kerimde,
Kılıç hak arayan ele yakışır,
Pehlivan misali meydan yerinde
Bülbül gülistanda nağme dalında,
Meyve mevsiminde damak tadında,
Toprak suya su toprağa ram olur,
Muhabbet çağının tam ortasında.
İnsan benliğinden arî olunca,
Arşın sahibine bir yol bulunca,
Bedir gibi nur kesilir yar olur,
Nefsin girdabından bir kurtulunca.
Can alıcı bir söz yerinde güzel,
Hoş bakıcı bir göz derinde güzel,
Her güzel sevimli değildir ancak,
Sevilen güzeldir sevilen güzel.
Sebahaddin TÜZÜN
Şubat 2010
17
MEZHEPSİZLİK NİÇİN
"DİNSİZLİĞİN
KÖPRÜSÜ"
DÜR?
ilindiği gibi "Mezhepsizlik Dinsizliğin
Köprüsüdür" sözü, yirminci yüzyılın
yetiştirdiği en büyük alimlerden ve
son Osmanlı Şeyhülislam vekillerinden biri
olan merhum Muhammed Zâhid el-Kevserî'ye aittir ve merhumun "Makâlât" adlı eserinde yer alan makalelerden birisinin
başlığıdır.[1] Bu hikmetli söz, bahse konu
makale neşredildikten sonra adeta darb-ı
mesel haline gelmiş ve dilden dile yayılmıştır.
B
Dr. Ebubekir SİFİL
Bu yazıda, bu sözün ne anlama geldiği ve İslam Dünyası'nın yaşadığı ilmî ve
fikrî tecrübeye ne ölçüde denk düştüğü gibi
hususları irdelemeye çalışacağız.
Her ortama ayak uyduran, her anlayışa uyan, hiç
kimsenin hiçbir anlayış ve
hareketine müdahale etmeyen, uyulsa da olur
uyulmasa da kabilinden
varla yok arası bir din!
18
Öncelikle bu şaklıkta geçen iki kavramın, "mezhepsizlik" ve "dinsizlik" kavramlarının nasıl anlaşılması gerektiği üzerinde
duralım.
Buradaki "mezhepsizlik", hem hiçbir
mezhebi tanımamayı, hem de klasik tabiriyle "telfik"i, yani mezheplerin hükümleri
arasından bir derleme ve seçme yaparak
karma bir mezhep oluşturmayı anlatmaktadır. Zira her birinin ayrı bir usul ve metodu
olan mezheplerden hiçbirisini tanımamakla,
aralarındaki ihtilafları ve bunların sebeplerini görmezden gelerek bu metot ve usuller
Şubat 2010
doğrultusunda konmuş olan hükümleri birleştirme
girişimi arasında netice olarak hiçbir fark yoktur.
Çünkü son tahlilde her iki davranış şekli de, belli
bir metodu iltizam etmeme noktasında buluşmaktadır.
Başlıktaki cümlede yer alan "dinsizlik" ise,
hiçbir dini tanımamaktan ziyade, dinler arasında
herhangi bir fark gözetmemek ve muhtelif dinlere
mensup insanları aynı kategoride değerlendirmek
anlamına gelmektedir.
Bilindiği gibi İslam Dünyası'nda başgösteren
–ve genellikle Cemaleddin Efganî ile başlatılan–
"yenilikçi" hareketin en önemli taleplerinden birisi
ve belki de birincisi, Müçtehit İmamlar'ın içtihatlarının artık eskidiği, miadını doldurduğu ve bugünün
meselelerine çözüm getirmekten uzak kaldığı gerekçesiyle yeni içtihatlar yapılmasıdır. İslam Hukuku'nun (Fıkıh) modernize edilmesi ve çağa
uydurulması için, içtihat mekanizmasının temel unsurları ve belirleyicileri olan Kitap, Sünnet, İcma ve
Kıyas'ın yeniden gözden geçirilmesi ve akılcı bir
bakış açısıyla yeni yorumlara ve fonksiyonlara kavuşturulması şeklinde başlayan bu hareket, geçen
zaman içinde muhtelif veçhelere büründü ve farklı
yönelişlere teşne oldu.
Her ne kadar yenilikçilerin muhtelif konularda
birbiriyle bağdaşmayan çeşitli görüşleri ve bu görüşler etrafında –taraftarları ve karşıtları arasında–
cereyan eden tartışmalar konumuzla yakından ilişkili ise de, bu yazının amacı bu ayrıntıya girmek olmadığından, burada sadece yukarıdaki kuşbakışı
tesbite şu noktayı eklemekle yetineceğiz: Az önce
"yenilikçi hareket" şeklinde ifade ettiğimiz reformist/modernist yaklaşımın talepleri ve teklifleri elbette Fıkıh ve İçtihat sahalarına münhasır değildi.
Bu hareketin boyutlarının kaçınılmaz olarak Akait
alanına da uzandığını müşahede etmekteyiz.
Nitekim Cemaleddin Efgânî'den başlayarak
Fazlur Rahman'a ve oradan da günümüz Türkiye'sindeki bazı isimlere uzanan "İbrahimî dinlerin
diyaloğu" söylemi, (kimi zaman bu dinlerin esasta
bir olduğu, kimi zaman da Ehl-i Kitab'ın da cennete
gideceği şeklindeki iddialarla) reformist/modernist
çevrelerin üzerinde ısrarla durdukları bir tez olarak
canlılığını muhafaza etmektedir.[2]
Her ne kadar meselenin bu boyutu konumuz
ile yakından ilişkili değilmiş gibi görünse de, bu yazının başlığı, bu boyutu da ilgi alanımız içine sokmaktadır. Zaten aşağıda izleyeceğimiz 4
merhalenin sonuncusu üzerinde dururken bu nokta
kendiliğinden tebellür edecektir...
Evet, reformist/modernist çevrelerin talepleri
"yeni içtihatlar yapılmalıdır" söylemiyle, aslında
"eski" içtihatların Kur'an, Sünnet, İcma ve Kıyas
hakkındaki değerlendirmelerinin geçersizliğini dile
getirmiş oluyordu. Peki bu 4 asl hakkında reformist/modernist çevrelerin yaklaşımı genel olarak
nasıldır?
Bu sorunun cevabını, söz konusu 4 aslın sonuncusundan başlayarak verecek olursak:[3]
1- Kıyas: Kıyas, nasslardaki hükmün dayandığı illetin tesbitine dayanan bir faaliyettir.[4] Dolayısıyla tabiatı gereği, ahkâma ilişkin nassların tek
tek ele alınması ve hükme temel yapılması esasına dayanır.[5]
Oysa nassların tümünün bir arada değerlendirilmesi (tümevarım) yoluyla mesajı özü/ruhu yakalanarak buradan bütünlük arzeden bir metodoloji
geliştirilmeli ve çözüm bekleyen meselelere bu metodoloji esas alınarak cevap verilmelidir.
Reformist/modernist çevreler, bu yaklaşımlarına, Malikî mezhebinde tali (ikincil) bir delil olan
Şubat 2010
19
Oysa İcma, fer'î bir hüküm hakkındaki bir
nassa dayanıyorsa, o nassın bildirdiği hükmü zannî
olmaktan çıkarıp kat'î kılması ve İslam Hukuku alanında derin vukufiyet sahibi Müçtehit İmamlar'ın
konsensüsü olması bakımından İlahî İrade'nin tesbitinde elbette belli bir fonksiyon icra etmektedir.
Üstelik reformist/modernist çevreler, İcma
hakkındaki değerlendirmelerinde yukarıda söylediğimiz noktada da durmadılar. Birtakım hadislerde
geçen "ümmet" kelimesinin, Ümmet-i Davet dediğimiz gayri müslimler ile Ümmet-i İcabet dediğimiz
müslümanlar arasında herhangi bir ayrım yapmadan tümünü, yani bütün insanları kapsadığını ileri
sürerek, Hz. Peygamber (s.a.v)'in ümmetinin bütün
insanlık olduğunu söylediler.[8]
"maslahat" unsurundan ve özellikle Endülüs'lü Malikî fakihi eş-Şâtıbî'nin bu unsur hakkındaki değerlendirmelerinden de destek aramayı ihmal
etmediler.
Çerçevesi şu ana kadar net olarak çizilememiş olan "Kur'an'ın ruhu" söylemi ve maslahat
prensibinin –belirleyicilik alanı Malikî mezhebinin
yaklaşımını çok daha fazla aşacak şekilde[6]– devreye sokulması sonucu Kıyas prensibi devre dışı
bırakılmış oluyordu.
2- İcma: Sahabe'nin ileri gelenleri tarafından
işletilmeye başlanmış bulunan İcma prensibi, fer'î
bir mesele hakkında bir dönemde yaşayan bütün
müçtehit imamların içtihatlarının aynı doğrultuda
oluşması demektir. Tafsilatını yine Usul-i Fıkıh kitaplarına havale edeceğimizbu prensip de reformist/modernist çevreler tarafından aşındırılmaya
çalışılmıştır. İcma'ın vukuunun mümkün olmadığı;
hakkında icma bulunduğu söylenen meseleler hakkında, iyi araştırıldığında aslında ihtilaf bulunduğu,
tarihin bir döneminde meydana gelmiş bir icmaın,
başka bir dönemde aynen kabul edilmesinin, insan
akylının dondurulması demek olacağından, böyle
birşeyin kabul edilemeyeceği gibi bir çok gerekçeye dayandırılan İcma itirazları, İmam eş-Şâfi'î'nin
konu hakkındaki bazı değerlendirmeleri de istismar
edilmek suretiyle[7]
20
Bizzat Allah Teala'nın Kitabı'nda ve Hz. Peygamber (s.a.v)'in Sünneti'nde en keskin hatlarla çizilmiş olan iman-küfür sınırı, reformist/modernist
çevreler tarafından böylece ortadan kaldırılmış ve
bunun yerine, özellikle masonik çevrelerin dillendirdikleri "insanlık dini", "tüm insanların kardeşliği"
sloganları, İslamî kılıflara büründürülerek yeniden
ifade edilmiş oluyordu.
3- Sünnet: Mezhep İmamları'nın içtihatlarının büyük bir kısmının Sünnet'e dayanıyor olması
ve Sünnet'in ve hadislerin birçok noktada rasyonel
bakış açısına aykırılıklar arz ettiğinin kabul edilmesi, temelde akılcılığa (rasyonalizm) dayanan reformist/modernist hareketi, Sünnet'i ve hadisleri de
"sorgulamaya" itmiştir. Tabiatiyle modern akla ve
bugünkü bilimsel verilere uymadığı kabul edilen
birçok hadis, bu bakış açısı tarafından "uydurma"
olarak kabul edildi.
Bu yaklaşımı desteklemek için, sadece
Kur'an'ın ilahî garanti altında olduğu ve Sünnet için
böyle bir garantiden söz edilemeyeceği temel bir
tez olarak ısrarla işlendi. Zira işin içine beşer unsuru girdiği anda şüpheci davranmak "bilimsel"
davranışın bir gereği idi. Geçmiş alimler tarafından
sahih olarak kabul edilmiş olsa da, pek çok hadis,
reformist/modernist çevreler tarafından "uydurma"
olarak damgalandı. Böylece Sünnet'in büyük bir
kısmından kurtulma imkânı doğmuş oluyordu.
Burada, alimlerin (buradaki "alimler"den kastımız, özellikle Fıkıh ve Usûl-i Fıkıh alimleridir), mütevatir ve meşhur kategorisine girmeyen hadisleri
Şubat 2010
"ahad hadis" (veya "haber-i vâhid") olarak değerlendirmeleri ve bu tür hadislerin ilim bildirmeyeceğini söylemeleri de, reformist/modernist çevreler
tarafından iddialarını destekleyici bir unsur olarak
kullanıldı.
Burada üzerinde durulması gereken bir diğer
nokta da, "Kur'an'a aykırı hadis olamayacağı" söylemidir. Bu söyleme göre eğer herhangi bir hadis –
isterse eski alimler tarafından mütevatir olduğu
söylenmiş olsun– Kur'an'a aykırılık teşkil ediyorsa,
onun sahih olarak kabul edilmesi söz konusu olamaz.
Oysa Kur'an'a aykırı görüldüğü gerekçesiyle
uydurma olduğu söylenen hadisler hakkında, meseleyi bütün veçheleriyle araştırmadan verilen bu
hükümler, Hz. Peygamber (s.a.v)'in Sünneti'nin
büyük bir kısmının iptal edilmesinden başka bir anlama gelmemektedir.
Meselenin bir diğer yönü de, Sünnet'in yol
göstericiliğine baş vurmadan Kur'an'a doğrudan
gitme söyleminin bünyesinde barındırdığı tehlikeler
ile karşımıza çıkmaktadır. Tam bu noktada 4. merhale ile karşı karşıya geliyoruz ki, meselenin en
can alıcı noktasını da burası oluşturmaktadır.
4- Kur'an: Kur'an ayetlerinin anlamı ve ihtiva
ettiği hükümlerin anlaşılıp uygulanması noktasında
Sünnet'in otoritesi de dahil olmak üzere hiçbir vasıta kabul etmeye yanaşmayan reformist/modernist anlayış, bu aşamada artık önünde uçsuz
bucaksız bir hareket alanı bulmaktadır. "Fikir hürriyeti", "Allah'ın Kitabı'na aracısız olarak baş vurmak", "Kur'an'ın, kendisini "açık/anlaşılır" bir kitap
olarak nitelendirmesi"... gibi pek çok söylem burada devreye girdi ve artık her isteyen, Kur'an ayetlerinden istediği hükmü çıkarma "özgürlüğüne"
kavuşmuş oldu. Yüzyıllar içinde bitmez tükenmez
samimi çabalarla ve tam bir ehliyetle vücuda getirilmiş olan Tefsir ve Fıkıh kitapları, Müfessirler, Fakihler ve diğer ulema, binbir ithamla töhmet altında
bırakıldı ve asırların bilgi birikimi hoyratça çiğnenerek devre dışı bırakıldı.
pıldığını görmekteyiz. Her isteyen, Kur'an'dan istediği hükmü çıkarmakta ve "ben böyle anlıyorum"
diyerek işin içinden sıyrılmaktadır.
Tevrat ve İncil'in aslında çok da fazla tahrife
uğramadığı, dolayısıyla bu kitaplara inanan Yahudi
ve Hristiyanlar'ın da "hak din" ve "tevhid dini" üzere
olduğu hükmünden tutunuz, Kur'an'da yer almayan
bir hükmün Hz. Peygamber (s.a.v) de olsa hiç
kimse tarafından konamayacağı tesbitine kadar,
aslında İslamî olmayan pek çok anlayış, güya
Kur'an merkeze alınarak vaz edildi. Kur'an ve Sünnet tarafından konmuş olan en temel sabiteler bile
yıkılıp geçildi ve ortaya ne idüğü belirsiz bir din
çıktı. Her ortama ayak uyduran, her anlayışa uyan,
hiç kimsenin hiçbir anlayış ve hareketine müdahale
etmeyen, uyulsa da olur uyulmasa da kabilinden
varla yok arası bir din!
İşte bu yazının başından beri 4 merhale halinde sıralamaya çalıştığımız bu hareket, aşama
aşama bu noktaya geldi. Din'de Mezheb'in niçin
önemli olduğu, tam bu noktada kendisini bütün
ağırlığıyla hissettirmektedir. Çünkü Mezhep, dinî
hassasiyettir, din hakkında konuşmanın ve dinî bir
hüküm vermenin kuralı, çerçevesi ve sistemidir.
Mezhep, metot demektir; mezhepsizlik ise metotsuzluktur. Metotsuz, kaidesiz yapılan her türlü faaliyet ise karmaşaya ve yanlışlığa düşmeye
Oysa Kur'an'ın doğru anlaşılması ve tefsiri[9]
için öncelikle ilmîliği ispatlanmış bir metot geliştirilmesi gerekir. Böyle bir metot olmadan Kur'an'dan
hüküm çıkarmak, onu tahrif etmekle eş anlamlıdır.
Nitekim günümüzde bunun büyük bir rahatlıkla yaŞubat 2010
21
mahkûmdur. Mezhep tanımayan insan, kendisini
metotsuzluğa, karmaşaya ve belirsizliğe atmış demektir. Dolayısıyla onun, Allah'ın dini hakkında söylediği her söz ve ile sürdüğü her görüş, daha
baştan yanlış olarak damgalanmayı hak etmiştir.
Kendisini mezhep imamlarından üstün görerek onların kurdukları sistemleri yıkma selahiyetinde gören kimseler, aslında dinî bir kurumu tahrip
etmiş olmaktadırlar. Bunun neticesi ise, yukarıdan
beri gördüğümüz gibi sonunda zarûrât-ı diniyye dediğimiz alana kadar gitmektedir. Zira bu hareket,
nerede duracağı –onu yürütenler tarafından bile–
önceden kestirilemeyen bir "kör gidiş"i ifade etmektedir.
Mezhep tanımadığını söyleyenlere sorunuz:
Bugüne kadar Kur'an ve Sünnet'i anlama ve onlardan hüküm çıkarma konusunda geliştirdiğiniz dört
başı mamur bir usûl/metot var mıdır?
Bu soruya verebilecekleri en küçük bir olumlu
cevap yoktur. Mezhep ve metot tanımadığını, geçmiş ulemanın bize bıraktığı devasa ilmî mirası yıkmakla, yıpratmakla meşgul olmaktan başka bir
mahareti olmayan böyle kimseler, kendi içlerinde
korkunç çelişkilere düşmekten kurtulamıyorlarsa,
sebebi burada aranmalıdır.
Her ne kadar hiçbir mezhebe bağlı olmama
düşüncesi mutlak olarak ve her zaman yukarıda
çerçevesini çizdiğimiz "dinsizlik" vakıasına götürmese de, bu başlangıcın, genellikle bu sona götürdüğünü de görmezlikten gelmemiz mümkün
değildir.
22
İşte bugün aşama aşama gelinen noktada
bizzat Allah Teala ve O'nun Resulü tarafından çizilmiş olan iman-küfür sınırının pek çok reformist/modernist tarafından ortadan kaldırılması,
Muhammed Zâhid el-Kevserî merhumun, bu yazıya başlık olarak seçilen sözünün ne kadar doğru
ve hikmetli bir söz olduğunu en anlışılır biçimde ortaya koymaktadır.
Selam, hidayete tabi olanlara...
.........................................................................
DİPNOTLAR
[1] "Makâlât", el-Kevserî merhumun, Mısır'daki
muhtelif dergi ve gazetelerde neşredilmiş olan ve
her biri ayrı bir ilmî kıymeti haiz bulunan makalelerinin, vefatından sonra sevenleri ve talebeleri tarafından derlenerek bir kitap haline getirilmesiyle
oluşturulmuştur. Fıkıh ve Usul-i Fıkıh'tan Hadis ve
Usul-i Hadis'e, Kur'an ilimlerinden Akaid ve Tarih'e
kadar pek çok konu yanında güncel meselelerin de
derin bir vukufiyet ve kuvvetli bir ilmî dirayet ile ele
alındığı "Makâlât", günümüzde de kaynak eser olma
özelliğini sürdürmektedir. Tarafımızdan tercüme
edilmiş olan bu kıymetli eser, inşâallah yakında
neşre hazır hale getirilecektir.
el-Kevserî merhumun hayatı, şahsiyeti ve ilmî yönü
hakkında geniş malumat edinmek isteyenler, 9-10
Aralık 1995 tarihinde Düzce'de düzenlenen Muhammed Zâhid el-Kevserî Sempozyumu'nda sunulan tebliğlerin bir araya getirildiği "Muhammed Zâhid
el-Kevserî –Hayatı-Eserleri-Tesirleri-" adlı kitaba
(Seha neşriyat, İstanbul-1996); "Makâlât"ın muhtevası konusunda da adı geçen kitabın 147-151. sayfaları arasında yer alan "Makâlâtu'l-Kevserî'nin
Şubat 2010
Değerlendirilmesi" adlı tebliğimize bakabilirler.
[2] Bkz. Mustafa Fevzî, "Da'vetu Cemâliddîn el-Efğânî", 241 vd.; Fazlur Rahman, "Allah'ın Elçisi ve
Mesajı", 123; "İslam", 36; "Ana Konularıyla Kur'an",
317.
Fazlur Rahman, "İslam Geleneğinde Sağlık ve
Tıp"ta da (8) şöyle der: "Sufîler, geniş bir insancıllık
ve hoşgörüyü yerleştirmişler; inançlarına bakmaksızın bütün insanlığa yardım etmişlerdir. Onların bu
tutumları aynı zamanda ahlakî ve manevî göreceliğe de katkıda bulunmuştur. Böylelikle onlar, tarih
boyunca karşılaşlan bütün dînî ve beşerî inanç ve
düşünce sistemlerini meşru göstermişlerdir. Her ne
kadar bu tutum Ehl-i Sünnet tarafından hoş karşılanmamışsa da, yakından bakıldığında bizzat
Kur'an'ın öğretisinden o kadar da uzak değildir.
Çünküa Kur'an-ı Kerim; yeryüzünde hiçbir millet ve
toplumu rehbersiz bırakmadığını ve İlâhî rehberliğin
Yahudiler'in, Hristiyanlar'ın ve Müslümanlar'ın özel
imtiyazı olmadığını devamlı surette vurgular. Bununla birlikte, Kur'an, dinde bir evrimin olduğunu ve
kendisinin ilâhî rehberlik ve vahyin en yüksek ifadesi olduğunu, diğer taraftan öbür dinlerin isetemel
hakikatleri ihtiva etmelerine rağmen, yer yer tahrif
edildiklerini ve yanlış yorumlarla bezendiklerini ifade
eder." Benzeri ifadeler için aynı eserin 34. sayfasına
da bakılabilir.
Bu düşünce ve iddiaların eleştirisi için bizim "Modern İslam Düşüncesinin Tenkidi" adlı çalışmamızın
I. cildine (16 ve 17 numaralı yazılar) bakılabilir.
[3] Burada bu yaklaşımın sadece teorik olarak mantık yapısı verilmektedir. Bunlara cevap verilmesi bu
yazının amacının dışındadır.
[4] İlletlerin tesbiti, Usul-i Fıkıh kitaplarında "mesâliku'l-ille" diye isimlendirilen metotlarla yapılır. İbarelerin gramatik yapısından, başka birtakım
özelliklerine kadar birçok husus burada belirleyici
rol oynar. Ayrıntı için Usul kitaplarına başvurulabilir.
[5] "Yenihlikçi" yaklaşım tarafından "parçacı" olmakla suçlanan bu metot, aslında hükme medar
olan illetin tesbitine dayanması bakımından ahkâmın dayandığı temelin belirlenmesinde en sağlam
metottur. Zira bu metot sayesinde bir hükmün niçin
vaz edildiği tesbit edilir ve aynı özellikteki diğer konular hakkında da rahatça aynı hükmün yürütülmesi
temin edilir. Hz. Peygamber (s.a.v) de dahil olmak
Şubat 2010
üzere İslam'ın ilk dönemlerinden itibaren kullanılmış
olan Kıyas metodu, ehil kimseler tarafından uygulandığında nassların lafzına ve ruhuna en uygun hükümlerin verilmesinin de bir garantisidir.
[6] Zira Malikî mezhebinde tali bir delil olarak kabul
edilen "maslahat", hiç bir zaman nassların önüne
geçirilmemiştir. İslam aleminde ilk defa Hanbelî
mezhebine bağlı olduğu söylenen ve hakkında pek
ağır ithamlar yapılmış bulunan Necmuddîn Süleyman b. Abdilkavî et-Tûfî tarafından nassların önüne
geçirilecek derecede çerçevesi geniş tutulmuş olan
maslahata böyle bir fonksiyon tanınacak olursa, insanların faydası, Yüce Allah'ın, nasslarda ifadesini
bulmuş olan iradesinin önüne geçirilmiş olur. Bu da,
Yüce Allah'ın, insanların maslahat ve menfaatini bilemediği gibi çok tehlikeli bir sonuca kapı açar. Oysa
kulların gerçek maslahatı, nassların belirlediği hükümlere aynen uymakta saklıdır.
Öte yandan burada, insanların maslahat ve menfaatini tesbitte, bilgi ve faaliyet alanı sınırlı olan
insan aklından başka hiçbir belirleyici yoktur. Yanılmak ve hata yapmakla malul olan insan aklının tesbit ettiği maslahat, özellikle modern dünyaya hakim
olan "değişim" anlayışı doğrultusunda sürekli olarak
değişik veçheler gösterecektir. Dolayısıyla bu noktada bugün doğru dediğimize yanın yanlış deme garabetine düşmekten bizi kim koruyabilir?
[7] Biz, İmam eş-Şâfi'î'nin İcma konusundaki görüşünü ve İcma hakkındaki spekülasyonları, "Modern
İslam Düşüncesinin Tenkidi" adlı çalışmamızın I. (19
numaralı yazı) ve II. ciltlerinde (10 numaralı yazı)
etraflıca ele almıştık. Dileyen oralara başvurabilir.
[8] Bkz. Yaşar Nuri ÖZTÜRK, "Kur'an'daki İslam",
224; Hasan Hanefî, "İslâmiyât" dergisi, 1/4, EkimAralık, 1998, 224.
Yaşar Nuri öztürk, Ümmet hakkındaki bu görüşünü
İbn Manzûr'un "Lisânu'l-Arab"ına ("Ümmet" maddesi) dayandırmaktadır. Oysa adı geçen eserde
Ümmet'in İslamî literatürde bu anlama geldiğini gösteren herhangi bir ifade mevcut değildir.
[9] Burada "yorum" kelimesini bilinçli olarak kullanmıyoruz. Bkz. "Modern İslam Düşüncesinin Tenkidi",
II, 68 (3 numaralı yazı, 27 numaralı dipnot).
23
SİZ NEYE
KULLUK
EDİYORSUNUZ?
nsan Allah'ın yarattıkları arasında şuura
sahip olan, doğruyu ve yanlışı ayırt edebilen bir varlıktır. Yüce Allah’ın varlık delillerini, Allah’ın üstün/sonsuz gücünü,
evrendeki hakimiyetini ve dünya hayatının
gerçek yüzünü kavrayabilecek yetenektedir. Dolayısıyla da yeryüzünde bulunuş
amacının yalnızca Rabb’ine kulluk ve ibadet etmek, O'nun hoşnutluğunu kazanmak
olduğunun bilincindedir. Yaşamın ve ölümün yaratılma nedenini sonsuz Yaratıcı
Allah "O, amel (davranış ve eylem) bakımından hanginizin daha iyi (ve güzel)
olacağını denemek için ölümü ve hayatı
yarattı..." (Mülk Suresi, 2) ayetiyle Kuran’da bildirir. İnsan dünyada kendisi için belirlenmiş
olan yaşamı süresince bu konuda imtihan
olur.
İ
Elif ALACA
[email protected]
Hani, babasına ve kavmine: "Siz neye kulluk ediyorsunuz?" demişti. (Şuara
Suresi, 70)
İnsanın "ben iman ettim" demesi yeterli değildir. Kişi, Allah’a olan imanı, bağlılığı, kararlılığı ve sabrı, özel olarak yaratılan
olaylarla sınanır.
Allah'a kulluk, yaşamı Allah korkusu
ve O’nun hoşnutluğu üzerine inşa etmektir
ve "…Şüphesiz benim namazım, ibadetlerim, dirimim ve ölümüm alemlerin
Rabbi olan Allah'ındır." (Enam Suresi, 162) aye-
24
Şubat 2010
tiyle dikkat çekildiği üzere insanın tüm yaşamını
kapsar. Vicdanlı ve samimi bir insanın yapması gereken, yaratılış amacını düşünmesi, ayetle emredildiği üzere tüm yaşamını Yüce Rabbimiz’in
bildirdiği şekilde ve O’nun sınırlarını koruyarak geçirmeye çalışmasıdır.
Yüce Allah’ın akıl vererek nimetlendirdiği insanın dünyada bulunma amacının, sadece iyi bir
iş sahibi olmak, iyi bir kariyer yapmak, bir aileye
sahip olmak ve mal-mülk edinmek olmadığı açıktır.
Bunların hepsi Allah'ın verdiği nimetlerdir ancak insanın asıl hedefi olabilecek konular değildir; bu istekler yalnızca insanın Allah’ın hoşnutluğunu
kazanabilmesi için birer araç olabilir. Dolayısıyla insanın ölümü, yapayalnız Allah huzurunda sorgulanacağını, cennet ve cehennemi unutarak yalnızca
dünyevi çıkarlar peşinde olması hatalıdır.
Herşeye gücü yeten Yüce Allah Kuran’da, yaratılışın gerçek amacının oyun ve oyalanma olmadığını tüm insanlara haber verir:
“Biz, bir 'oyun ve oyalanma konusu' olsun
diye göğü, yeri ve ikisi arasında bulunanları yaratmadık. Eğer bir 'oyun ve oyalanma' edinmek
isteseydik, bunu, Kendi Katımızdan edinirdik.
Yapacak olsaydık, böyle yapardık.” (Enbiya Suresi, 1617)
Ancak insanın apaçık düşmanı şeytan insana
imanı yaşamayı zor ve sıkıntılı gösterir. Oysa Yüce
Allah samimi kullarına imanı sevdirmekte ve onları
karanlıklardan Kendi dosdoğru, aydınlık yoluna
iletmektedir. Bu gerçek Kuran’da, “…Allah size
imanı sevdirdi, onu kalplerinizde süsleyip-çekici kıldı ve size inkârı, fıskı ve isyanı çirkin
gösterdi. İşte onlar, doğru yolu bulmuş (irşad)
olanlardır.” (Hucurat Suresi, 7) ayetiyle bildirilir. Dolayısıyla sinsi karakterli şeytan, Allah’a kullukta samimi
çaba içinde olan müminleri verdiği telkinlerle kandıramaz, yaşadıkları aydınlıktan kendi bataklığına
çekemez.
Gerçek sıkıntı ve eziyet, “…Kim Allah'a
ortak koşarsa, sanki o gökten düşmüş de onu
bir kuş kapıvermiş veya rüzgar onu ıssız bir
yere sürükleyip atmış gibidir.” (Hac Suresi, 31) ayetiyle
bildirildiği üzere, şirktedir. Sahte ilahlarını terk ederek Allah'a yönelen bir insan, boşlukta sürüklenmekten kurtulur, tek gerçek ilah olan Allah'a
sığınarak, yalnız O’na kulluk ederek huzur ve
güven içinde yaşar. Şirkin karanlıklarından
-Allah’ın dilemesiyle- nura çıkar.
Oysa onlar, dini yalnızca O'na halis kılan
hanifler (Allah'ı birleyenler) olarak sadece Allah'a kulluk etmek, namazı dosdoğru kılmak ve
zekatı vermekten başkasıyla emrolunmadılar.
İşte en doğru (dimdik ve sapasağlam) din
budur. (Beyyine Suresi, 5)
Şirk, yalnız birtakım eşya ya da putlara tapmakla sınırlı değildir. Allah'tan başka varlıklardan
yardım beklemek, onların hoşnutluğunu aramak ve
Allah dışında başka bir varlığın rızasını Allah rızasına tercih etmek; bunların tümü, Allah'tan başka
ilah edinmektir ve şirktir. İnsanın kendisini bu durumdan uzak/müstağni görmesi büyük hatadır.
Hırsla dünyevi hedeflere yönelen insanın,
şuurunda olmadığı bir başka gerçek daha vardır.
Dünya hayatında kulluk ettiği onlarca putu bırakıp
yalnızca Allah'a kulluk etmediği sürece asla gerçek
Şubat 2010
25
huzuru bulamayacaktır. Çünkü insanın nefsi sınır
tanımaz ve bitmek tükenmek bilmez tutkulara sahiptir. Bencil tutkularının tatmini için yaşayan kişi,
herşeye sahip olsa da, nefsi asla tatmin olmaz.
Sahip olduğu herşey daha da tatminsiz olmasına
yol açar; çünkü hepsinin daha iyisi ve daha kusursuzu vardır. Sürekli bir başka tutkunun peşinde
koşan kişinin, her yeni elde ettiği şey de kibrini ve
büyüklenmesini artıracaktır. Bu kadar azgınlaşan
birinin huzur içinde mutlu bir yaşamı elbette ki olmayacaktır.
İnsanların dünyada özlemini duydukları
huzur, mutluluk ve nimetler içinde yaşayabilmelerinin tek yolu, yalnızca Allah'a kulluk etme bilincini/sorumluluğunu taşımalarıdır. Bu gerçek
unutulduğunda ise, ahlaki dejenerasyon, insan ilişkilerindeki yozlaşma, çıkar ve beklentilere dayalı
ilişkiler, güçlünün zayıfı ezmesi, acımasızlık, zalimlik, sahtekarlık, düşmanlığa hayat sahası açılır.
Allah'ın buyruklarının terk edilip, insanların kendi
hevalarına uymaları, insanlığı ciddi dejenerasyona
sürükler.
"Eğer hak, onların heva (istek ve tutku)larına uyacak olsaydı hiç tartışmasız, gökler, yer
ve bunların içinde olan herkes (ve herşey) bozulmaya uğrardı. Hayır, Biz onlara kendi şan ve
şeref (zikir)lerini getirmiş bulunuyoruz, fakat
onlar kendi zikirlerinden yüz çeviriyorlar. " (Müminun Suresi, 71)
Bu şuurla, yaşamlarını Allah’ın hoşnutluğunu
kazanmak doğrultusunda sürdüren insanlar, dünyayı bencil tutkularını gerçekleştirebilecekleri bir
mekân olarak görmezler. Nefislerini tatmin etme
gibi bir hırs içinde olmaz; Allah'a gereği gibi kulluk
etme konusunda samimi istek taşırlar. Ölümün yakınlığını, cennet ve cehennemi tefekkür ederler…
Allah'ın gizlinin gizlisini bildiğinden ve yaptıklarından haberi olduğunun farkındadırlar ve bu nedenle
davranışlarının her zaman Kuran ahlakına uygun
olmasına titizlik gösterirler.
"Ben, yalnızca Allah'a kulluk etmek ve
O'na ortak koşmamakla emrolundum. Ben
ancak O'na davet ederim ve son dönüşüm
O'nadır." (Ra'd Suresi, 36)
26
Şubat 2010
Ben
Dışına aldanma içine gir
Zahiren nâsın hepsi bir
Olup bitenler bence sır
Kapısın açıp giremedim ben
Hâ sen, hâ ben, hâ bu, hâ şu
Birlikte kurduğumuz dünya bu
Hayatın kaynağı bir damla su
Bende, bene takıldım; geçemedim ben
Kendini bilen Rabbini bilir
İmanda kemâlât adamlık, bilir
Bundan gayrısı getirir kibir
Kültürden irfana geçemedim ben
Güle mukadder nihayet solmak
Başlangıç ve bitiş olmak ve ölmek
Vahyin ilk emri esas okumak
Satırdan sadra geçemedim ben
Mürid edebini Pirinden alır
Yetişmeyen meyve dalında kalır
Müşteri marazı ağaçta sanır
Bahçivana sebebin soramadım ben
Dr. Faiz Kalın
Şubat 2010
27
Mealcilik
Sorgulaması
Talha Hakan Alp
[email protected]
Muasır Müslümanların
önünde Kur’an-ı Kerim’in
anlamıyla muhataplık kurmanın başlıca iki yolu olduğunu söylemek mümkün.
Biri İslamî ilimler okumaları,
diğeri meal okumaları.
28
[Sözün başında belirtmek gerekirse burada
İslamî ilimler yerine tefsir de denebilir. Son
tahlilde Tefsir İslamî ilimlerin muhtelif dallarından beslenir. Çok boyutlu anlamı hedeflediği için tefsir ilmi, salt dil bilgileri ve
edebiyatın sunduğu imkânlarla yetinmez;
Bunların yanında usul ilimlerinin öngördüğü
yöntem esasında Sünnet’i ve Selef’in anlama tecrübesini kaynak alarak Kur’an-ı
Kerim üzerinde tutarlı ve bütüncül bir manaya kavuşmayı planlar.]
ugün İslamî ilimler üzerinden
Kur’an-ı Kerim’i anlamaya çalışmanın Müslüman entelektüeller için
pek cazip görülmediğini biliyoruz. Bunun
başlıca sebepleri var. İlk olarak İslamî ilimler sıcak slogan üretmez. Sıradan müslümana, adeta hastaya verilen hap gibi ayet
meallerinden üretme, coşturucu ve motive
edici spot cümleler söylemez. Onun dili
daha dingin, daha detaycıdır; hayatın muhtelif alanlarına müteallik hüküm cümleleri
içerir. Helal, haram, farz, vacib, sahih-fasit,
sünnet, bidat, küfür-iman gibi doğrudan hayatımıza vaziyet eden normatif cümleler
kurar. Oysa mealci yöntem sıcak slogan
üretir; uzun soluklu, derinden işleyen bir
B
Şubat 2010
eğitim, irşad süreci yerine, kolay kotarılabilen motivasyonları hedefleştirir. Söz gelimi “Kur’an, insan
kullanım kılavuzudur”, “Kur’an’ın anlamında kendi
anlamını bul” vb. sloganlarla derhal ayetleri okuyup anlamaya ve hayatın anlamını yeniden kuracak söylemler üretmeye teşvik eder. Nitekim meal
okumalarına katılan birçok genç çok kısa sürede
yetkin bir İslamî tasavvura sahip olduklarına inanır,
abartılı bir özgüven duygusunun kışkırtıcılığında İslam’a dair köşeli sözler sarf eder, ezberlediği ayet
meallerinden esinlenerek üst söylemler dillendirirler.
Ayrıca modern söylem müslümanı doğrudan
vahiyden beslenmek, vahiyle arasına aracı koymamak gibi bir şartlanmışlığa da itmiştir. Belki de
günümüzde mealci projeyi cazip kılan asıl sebep
bu şartlanmışlıktır.
Burada müslüman entelektüelin konfor düşkünlüğü de özellikle hatırlanmalıdır. İslamî ilimlerin
kavramsal yapısına yabancı entelektüellerimiz, diline, terminolojisine ve kuramsal boyutuna nüfuz
için hatırı sayılır bir hazırlık eğitimi gerektiren İslamî ilimlerdense daha kolay gördükleri meal seçeneğini tercih ediyor. Üstelik mealde konuşan
-zannınca- doğrudan Allah iken, İslamî ilimlere ait
metinlerde -ne kadar âlim de olsa- konuşan tarihsel bir insandır.
Şu da eklenebilir; mevcut İslamî yapılanmalar, yeterli âlim ve hoca kadrosu bulmakta sıkıntı
yaşadığı için, kitleye İslamî dinamizm sağlama konusunda meal seçeneğini kullanmaya daha meyilli
görünüyor. Bütün bunlar şüphesiz İslamî ilimler
karşısında mealci söylemi daha cazip kıldığı gibi
meal yerine İslamî ilimler ya da İslamî ilimlerin bir
hâsılası olarak “ilmihal” çağrısını da yanıtsız bırakıyor.
Bu vasatta mealciliğin handikaplarına temas
eden tahliller İslamî popülizmin kalın duvarlarına
çarpıyor. Mealin pratik ve sıcak avantajları karşısında yabancı gözle nispeten donuk, nispeten detaycı ve yer yer güncellenmesi gereken ilmihal
bilgisinin önemini anlatmak güçleşiyor; meselenin
usul boyutuna dikkat çeken mukaddimelere, biraz
nazarî izahlara gerek duyuluyor. Ne var ki, popüler
İslamî söylem, nazariyattan çok aktüel ve pratik anlatımları etkin kılmaktadır.
Oysa bir İslamî anlam projesi olarak mealciliğin arızaları üzerinde daha ciddiyetle durmak gerekiyor. Dilsel, tarihsel ve anlambilimsel analizler
eşliğinde mealin imkân kısıtlılığını gözler önüne
seren soyut ve objektif izahlar yapılmalı. Bu sadette Müslümanlar daha soğukkanlı tepkiler vermeli; mealin sıcak ve coşku veren avantajları kadar
Kur’an-ı Kerim’in mahiyeti, kendine has anlam
dünyası, ifade tarzı, mutlak ilahî beyanla ilişkisi gibi
nazarî meselelere de duyarlı olmalıdır. Zira sağlıklı
İslamî yapılanma, teorik zemini tahkim edilmemiş
hissiyat yoğunluğuyla gerçekleştirilemez.
Bu sadette mealci okuma biçiminin bir İslamî
anlam projesi olarak şu üç yönden sorgulanması
Şubat 2010
29
gerekiyor: 1. İlahî beyanın tabiatı 2. Bizim anlama
imkân ve kapasitemiz 3. İslamî ilimlerin sunduğu
anlama imkânı.
İLAHÎ BEYANIN TABİATI
Kur’an-ı Kerim ilahî beyanın birinci kaynağıdır ve dili nispeten soyut ve mücmeldir. Sünnet ise
ikinci kaynaktır ve detaylara inen somut bir dile sahiptir. Kur’an-ı Kerim, murad-ı ilahîyi beyan sadedinde münhasıran kendi ifade imkânlarıyla
yetinmeyi ilkeleştirmiş değildir. Aksine Kur’an kendisini insanlara Hz. Peygamber efendimizin beyan
ve talimiyle arz ederek murad-ı ilahîyi sünnetle birlikte tebliğ edeceğini ikaz etmiş olmaktadır. Nitekim
ayetlerde sıkça yer alan namaz, oruç, zekat ve bir
çok şer’î kavrama dair somut ve detaylı bilgi
Kur’an-ı Kerim’de değil, Sünnet’tedir. Bu durum
açıkça Kur’an-ı Kerim’in murad-ı ilahiyi peygamberle birlikte, onun kavlî, fiilî ve takrirî beyanlarını
yani sünneti yanına alarak açıklamak gibi bir usulü
esas aldığını gösterir. Şu halde mealcilik Kur’an-ı
Kerim’i munhasıran Kur’an ayetleri çerçevesinde
30
anlamaya şartlandırmakla hem bir anlama krizine
yol açmakta hem de Kur’an-ı Kerim’in doğasından
uzaklaşmaktadır. Kur’an-ı Kerim’in doğasından
uzak düşmek, Arap diline ve İslam’ın kavramsal yapısına yabancı söylemlerin modern Kur’an okumalarına sızmasına imkân vermektedir.
BİZİM ANLAMA İMKÂN VE KAPASİTEMİZ
1400 küsur sene evvel farklı kültür ortamında
nazil olmuş bir metni doğrudan anlama imkânımız
olamaz. Bağlamı, dili, üslubu, atıfları ve kavramsal
çerçevesi hakkında bize ön bilgiler verecek, tamamlayıcı izahlar getirecek bilgilere ihtiyacımız olduğu açıktır. Aksi takdirde Kur’an okuma
faaliyetinden geriye kalan, murad-ı ilahîyi zihnimizde bir bütün olarak canlandırmamıza fırsat vermeyen derin anlam boşlukları olacak; ilmihalin
gayet açık ve yalın biçimde çözümleyip önümüze
koyduğu “salâtı ikame etmek”, “zekatı îtâ etmek”,
“savm” vb. temel Kurânî beyanlar bile müslümanın
ne zihninde ne de hayatında açık karşılığını bulamayacaktır.
Şubat 2010
Şu halde Kur’an metnini, sünnet başta olmak
üzere diğer tamamlayıcı bilgi kaynaklarından yalıtarak anlama imkânına sahip olmadığımız ortadadır.
Bu sadece Kur’an-ı Kerim’in nüzulünden
1400 küsur sene sonra geliyor olmamızdan kaynaklanan bir tür imkân kısıtlılığı olarak görülemez.
Çünkü sahabe için de durum bundan çok farklı değildi. Allah Resulü önlerine geçip “salâtı benim uyguladığım gibi uygulayın” demeseydi onlar da salât
nedir, bilemeyecekti. Bir yere kadar onlar da
Kur’an-ı Kerim’i nebevî beyanın ışığında anlamak
mecburiyetindeydiler. Bu durum Kur’an-ı Kerim’in
talim edilen kitap olmasıyla yakından alakalıdır.
İSLAMÎ İLİMLERİN SUNDUĞU ANLAMA
İMKÂNI
İslamî ilimler bize, Kur’an-ı Kerim’i, Sünnet’le
ve Sünnet’i de Sahabe, Tabiîn ve müctehid imamların açıklayıcı, somutlaştırıcı beyanlarıyla anlama
imkanı sunar. Bir idrak krizi yaşamadan, anlam
boşluklarında kaybolmadan ilahî beyanı mana,
mefhum ve mazmun bütünlüğünde mütekâmil bir
anlam örgüsü olarak takdim eder.
Burada Sünnet’in tayin, tespit ve izahı sadedinde Sahabe, Tabiîn ve müctehid imamlara ait beyanların önemi küçümsenmemelidir. Sahabe
Sünnet’in ilk muhataplarıdır. Hz. Peygamber efendimizin öğrencileridir. Onun sözlerini bize taşıyan
nesildir. Sünnet’in bağlamı, kavramsal içeriği ve
Sünnet’i doğru ve eksiksiz anlamamızı sağlayacak
bilumum nüanslar sahabededir. Bu son derece tabiîdir. Yıllarca etrafınızda bulunan, hayatınızı, karakterinizi, duygu ve düşüncelerinizi iyi bilen
yakınlarınız sizin sözlerinizi; sözgelimi yazdığınız
mektupların anlamını, inceliklerini ve vermek istediğiniz mesajı yüzyıllar sonra gelecek olan insanlardan tabi ki daha iyi bilecek, onların sizin
kelimelerinizden çıkaramadığı ince anlamları yakınlarınız çıkaracaktır. Diğerleri sözlerinizi farklı
kurgulara malzeme yapabilirken dostlarınız buna
engel olacak, “dur bakalım, o öyle değil, böyledir”
Şubat 2010
deme imkân ve salahiyetine sahip olabilecektir. Nitekim bu yanlış ya da eksik anlamalar daha Tabiîn
döneminde baş göstermiş ve Sahabe’nin müdahalesine sebep olmuştur. “Kendinizi tehlikeye atmayın” (Bakara, 195) ayetiyle ilgili Ebu Eyyûb
el-Ensârî’den nakledilen hadis-i şerif bir örnek olarak hatırlanabilir.
Fıkıh, Akîde ve Tasavvuf gibi İslamî ilimler
Kur’an-ı Kerim’in beyanını kristalleştirir, uygulama
alanı, ölçüleri ve şartları netleşmiş bir bütüncül sistem geliştirirler. Bu ilimler, Sahabe, Tabiîn ve müctehid imamların beyanları esasında şekillenen
bütüncül bir anlam örgüsü sunar bizlere. Bu anlam
örgüsü, Kur’an-ı Kerim’in kendisi değilse bile, öz
muhtevası ve hudutları Kur’an tarafından belirlenen kavramsal çerçeve üzerine kurulu, vahyin yetiştirdiği nesilden kesintisiz bir anlam aktarımı
faaliyetine dayalı tutarlı ve muhkem bir sistemin
eseridir. Bir kavramsal sistemin İslamî olabilmesi,
vahyin yetiştirdiği nesille bu tarz bir bağlantı tesis
etmesine bağlıdır. Yoksa bir şekilde nassların lafızlarına yüklenen anlam İslamîliğin teminatı olamaz.
Mealci
proje
bu
bağlantıyı
kuramadığı/kuramayacağı için sürekli havada duracak, köklü ve sağlıklı bir İslamî yapıyı kuramayacaktır.
Mealci proje Kur’an’a, çerçevesinin Kur’an’ın
şekillendirdiği anlam örgüsüyle yaklaşmaz.
Kur’an’ın tabiatına ve kavramsal yapısına -gerek
literal boşluklar nedeniyle gerekse farklı anlam
dünyalarını referans alması sebebiyle- yabancı bir
anlam projesiyle yaklaşır. Ve yaptığı bilinçli ya da
bilinçsiz “Kur’an ne diyor?” sorusuna cevap bulmak
değil, “Kur’an’a ne söyletebiliriz?” sorusuna cevap
bulmaktır.
Sonuç olarak mealcilik; gerek ilahî beyanın
tabiatına yabancı bir proje olması, gerek vahyin anlamını keşif konusunda imkân kısıtlılığıyla malul
muasır müslümanın birikimiyle yetinmesi, gerekse
İslamî ilimlerin sunduğu anlama imkânını dışlaması sebebiyle vahyi eksiksiz ve doğru biçimde
kavrama imkânı sunamamaktadır.
31
MEVLİD
GECESİ
Şubat 2010 Perşembe gününü,
Cuma gününe gününe bağlayan gece Rebiulevvel ayının
12. Gecesi olup Mevlid Gecesi’dir. İnsanlığa hem dünyasını hem de ahiretini anlatmak, onlara klavuzluk ve mihmandarlık
yaparak yollarını aydınlatmak üzere bir
şahit, müjdeleyici, uyarıcı ve ışıklar saçan
bir kandil olarak seçilmiş ve vazifelendirilmiş olan sevgili Peygamberimiz, Hz.Muhammed Mustafa (S.A.V.) Efendimizin
dünyaya teşriflerinin, 1439’ncu yıl dönümünü idrak etmenin sevincini, huzur ve
mutluluğunu yaşıyoruz.
25
Mehmet TALU
"Dünya neye sâhibse O’nun vergisidir hep,
Medyûn O’na cem’iyyeti, medyûn O’na ferdi,
Medyûndur o ma’sûma bütün bir beşeriyyet,
Yâ Rab, bizi mahşerde bu ikrâr ile haşret.”1
İnsanlığın dirilişinde, karanlıktan aydınlığa çıkışında ve katılaşmış kalplerin yumuşamasında çok önemli bir yere sahip
olan, böyle şerefli ve mübarek bir gün vesilesiyle bütün Müslümanları tebrik ediyor,
kalplerindeki mevcut Hz. Peygamber
(S.A.V.) Efendimizin sevgisinin daha da çoğalmasını, Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin sevgisinin bütün gönüllere sirayet
etmesini ve kök salmasını Yüce ALLAH’tan
niyaz ediyorum.
Yüce Rabbimizin lütuf ve keremi ile
pek şerefli ve mübarek olan bu geceyi idrak
etmiş bulunuyoruz. Kudsiyetiyle gönüllerimize feyiz ve bereket bahşeden Mevlid
32
Şubat 2010
kandilini tekrar idrak etmenin sevinç ve mutluluğunu yaşamaktayız. Yüce Rabbimize sonsuz şükürler ve hamd ü senalar olsun. Mevlid Kandili
Müslümanların, sınırsız af ve merhamet sahibi olan
Yüce ALLAH’a sığınarak günahlardan arındıkları,
ilahi lütuf ve bereketlere eriştikleri müstesna
zaman dilimlerinden birisidir.
Mevlid Gecesi, bütün İslâm âleminin mukaddes kabul edip ihya ettiği en mübarek gecelerden
biridir. Yüce Yaratıcının insanlığa gönderdiği en
son rahmet elçisi, İlahi vahyin son ve tamamlayıcı
halkası Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V.) Efendimizin ALLAH’tan getirdiği ilahi daveti, mesajları anlamak, sünnetini ve O’nun bu doğrultuda ortaya
koyduğu örnek ahlâkı özümsemek, O’na duyulan
derin sevgiyi gönüllerden sözlere ve toplumsal bilince aktarmak amacıyla asırlardır Müslümanlar
O’nun dünyaya gelişini Mevlid Kandili olarak kutlamaktadır.
Her Peygamberin ümmeti, kendi Peygamberinin doğum gününü bayram yapmıştır. Hz.Muhammed (S.A.V.) efendimizin doğum günü de,
Müslümanların bayramıdır. Hz.Peygamber (S.A.V.)
efendimiz nübüvvetten sonra, her yıl, bu geceye
önem verirdi. Bu gecede, Eshabı Kiram, bir yere
toplanıp, Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimizin
doğum öncesi ve sonrası mucizelerini okurlar, an-
latırlardı. Bunun için dünyanın her tarafındaki Müslümanlar, her sene, bu geceyi, mevlid kandili olarak
kutlayarak, her yerde “Mevlid kasideleri” okunarak
Resûlullah (S.A.V.) efendimizi hatırlatılmaktadır.
HZ. PEYGAMBER (S.A.V.)
EFENDİMİZE BÜYÜK İHTİYACIMIZ
VARDIR.
Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizi örnek
almak deyince O’nu taklit etmeyi ve sünneti belirli
şekillere hapsetmeyi değil, O’nu tanımayı ve sevmeyi, getirdiği mesajın özünü kavramayı ve aktüelleştirmeyi, O’ndan davranışlarımıza yön verecek
ilkeleri ve amaçları çıkarabilmeyi anlıyoruz. O’nun
sünnetinin etkinlik ve dinamizm kazanabilmesi için,
tarih bilincinin de devrede olduğu böyle bir bakış
açısına ihtiyaç vardır.
Hangi açıdan bakarsanız bakınız içinde yaşadığımız çağın, O’nun örnekliğine, manevî önderliğine ve ilâhî rehberliğine ihtiyacı vardır. Bizim
de O’nun sevgisine, aşkına; O’nu okumaya, anlamaya ve yaşamaya ihtiyacımız vardır.
Çünkü yüreklerimiz yolunu şaşırdı. Yüreklerimizin, O’nun kılavuzluğuna ihtiyacı vardır. Boş bırakılmış gönül tahtını gelişi güzel kimselere
bırakmış insanların, O’nun sevgisine ve aşkına ihtiyacı vardır. İnsanlığın en büyük sorunu sevgi açlığıdır. O’nu sevmeye, O’nunla insanı ve kâinatı
sevmeye her zamankinden daha fazla muhtacız.
Yürekleri tükenmiş insanların dünyasında yaşıyoruz. Tükenen bütün yüreklerin Hz. Muhammed
(S.A.V.) Efendimizin sevgi ve rahmet dolu soluğuna ihtiyacı vardır.
İnsana bakışımız çok değişmiştir. O’nun rahmet yüklü bakışına ihtiyacımız vardır. Toplumsal
dokularımız çözülmeye başlamıştır. O’nun, toplumu gergef gergef ören ilişkiler ağına ihtiyacımız
vardır.
Bizim, milletçe iftihar ettiğimiz ve toplumsal
varlığımızı borçlu olduğumuz en önemli müessese
şüphesiz ki ailedir. Ancak üzülerek ifade edelim ki
bu müessese de yavaş yavaş çözülmeye başlamıştır. O’nun, Hz. Hatice (R.Anha) validemizle
dostluk ve arkadaşlık temeli üzerine bina ettiği; vefatından sonra Hz. Aişe (R.Anha) validemiz ile
Şubat 2010
33
* Misyonerlik ve Dinler arası diyalog faaliyetlerine maruz kalan günümüz insanının, daha önceki
peygamberlerin bütün sahih öğretilerini, bütün mesajlarını kendi öğretileri ve mesajları içinde bir
nokta hâline getiren Sevgili Hz. Peygamber
(S.A.V.) Efendimizi tanımaya, sevmeye, anlamaya
ve yaşamaya ihtiyacı yok mudur?
* Aylardır töre cinayetlerini tartışan toplumumuzun, kız çocuklarını diri diri toprağa gömmek
gibi en hunhar, en vahşi töreleri kaldırırken giriştiği
hikmetli mücadeleyi öğrenmeye ihtiyacımız yok
mudur?
* Hemen hemen her köşesinde sokak çocuklarının tinercilik illetine müptelâ olduğu bir ülkede,
Sehl b. Sa'd (R.A.)den rivayete göre:
"Ben ve yetimi himaye eden, O’nun işine
bakan kimse ile cennette şöylece beraber bulunacağız,"2 diye haykıran Sevgili Hz. Peygamber
(S.A.V.) Efendimizin mesajlarına ihtiyaç yok
mudur?
sevgi, ilgi ve bilgi üzerine inşa ettiği aile yapısını
bilmeye, öğrenmeye ve yaşamaya ihtiyacımız vardır.
Kısaca eş olarak eşi ile münasebetine, baba
olarak çocukları ve torunlarıyla ilişkisine; dost,
komşu ve arkadaş olarak bütün ilişkilerimizde,
O’nun ortaya koyduğu örnek ilişkileri satır satır okumaya, teneffüs edip içimize çekmeye ihtiyacımız
vardır. Sizlere sormak istiyorum:
* Nice insanların karşısında kollarını ve göğüslerini jiletle parçalayan gençlerimizin gönül tahtında Sevgili Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimize
ihtiyaç yok mudur?
* Maalesef hepimizin gözleri önünde: Bilgiye,
kültüre, emeğe, aşka, sanata ve estetiğe uymayan
yarışmalarla zihinleri, gönülleri ve ruhları işgal edilen gençlerimizin yüreklerinde Sevgili Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin kılavuzluğuna ihtiyaç
yok mudur?
* Madde bağımlılığı ile kararan ruhlarını satanizm gibi çılgınlıklarla bireyin, toplumun ve insanlığın aleyhine bir tehdide dönüştüren gençliğin ilâhî
sevgiye, peygamber sevgisine ne kadar muhtaç olduğunu görmüyor muyuz?
34
* Ebû Zerr (R.A.) den rivayete göre:
“… Onlar sizin hizmetçileriniz ve kardeşlerinizdir. ALLAH onları sizin ellerinizin altına
vermiştir. Kimin elinin altında kardeşi varsa yediğinden ona da yedirsin, giydiğinden de giydirsin. Onlara üstesinden gelemeyecekleri
şeyleri yüklemeyin. Şayet yükleyecek olursanız
kendilerine yardım edin.”3 buyuran Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin mesajına ihtiyaç yok
mudur?
* Nihayet ölümün öteki bütün yüzleri ile buluşan, kan, terör, intihar ve savaşların pençesinde inleyen dünyamızın; kin, nefret ve intikamı sevgi,
muhabbet ve rahmete dönüştüren Sevgili Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin sıcak soluğuna, rahmet yüklü mesajlarına ihtiyacı yok mudur?
* Mekke’de iken her türlü kötülüğe engel olmak
amacıyla erdemliler topluluğunda yer alışını,
Mekke site devletinde hiçbir kötülüğe bulaşmadan
haksızlıklarla mücadele ile geçen nezih gençliğini
okumaya hiç ihtiyacımız yok mudur?
* Yirmi beş yaşında iken Hz. Hatice (R.Anha)
validemiz ile dostluk ve arkadaşlık üzerine kurduğu
aile yapısını, vahiy geldikten sonra ALLAH’ın dinini
insanlara ulaştırmak için giriştiği hikmetli mücadelesini okumaya ihtiyacımız yok mudur?
Şubat 2010
* Ebû Kubeys dağından yaptığı çağrıyı, cahiliye toplumu ile mücadelesini, Erkam’ın evindeki
toplantılarını, muhasara altına alınmasını, Habeşistan’a hicretleri, Medine’yi arayışını, Taif’te taşlanışını ve yaralar içinde: Abdullah (R.A.)den
rivayete göre:
“Yarabbi! Kavmimi mağfiret eyle! Çünkü
onlar bilmiyorlar”4 deyişini hatırlamaya ve iliklerimize kadar hissetmeye ihtiyacımız yok mudur?
* Medine’ye hicretini, hicretten önce kadınlı erkekli Akabe buluşmalarını, mescidi inşasını, Evs ve
Hazrec’in yıllar yılı süren kavgalarına son verip,
Ensar ve Muhaciri birbirine kardeş kılışını anlamaya ihtiyacımız yok mudur?
* O’nun eğitiminden geçen ve her biri, insanlığı aydınlatan birer meşaleye dönüşen arkadaşlarını, ashabını, tanımaya öğrenmeye ihtiyacımız
yok mudur?
* Hz.Ebûbekir (R.A.)nun dostluğunu ve sadakatini, Hz.Ömer (R.A.)nun hikmetini ve adaletini,
Hz. Osman (R.A.)nun iffetini, hayasını ve cömertliğini, Hz. Ali (R.A.)nun ilmini ve cesaretini bu çağa
taşımaya ihtiyacımız yok mudur?
* On yıl içinde dünyaya egemen iki medeniyeti
dize getirecek örnek bir toplum oluşturmasını oku-
maya ve anlamaya ihtiyacımız vardır. Krallara gönderdiği o muhteşem mektuplarını, her biri bir destan olan Bedir, Uhud, Hendek, Hayber ve Tebük’ü
okuyup anlamaya ihtiyacımız yok mudur?
* Yahudileri de içine olan Medine Sözleşmesini, Necranlı Hristiyanlara yaptığı muameleyi, Hudeybiye’de sulh için gösterdiği çabayı, Mekke’nin
fethinde Ebû Süfyan’ı, Hind’i ve amcası Hz. Hamza’nın katili Vahşi de dahil herkesi affedişini; Huneyn’de aldığı ganimetleri fakirlere dağıtışını, veda
haccını, insanlık tarihine altın harflerle yazılması
gereken veda hutbesini; Enes bin Malik (R.A.)den
rivayete göre:
“İnsanlar bir tarağın dişleri gibi eşittir.
Çünkü hepiniz Adem’densiniz, Adem de topraktandır. Hiçbir kimsenin diğer bir kimseye üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takva iledir.”5
Buyuruşunu; Süleyman b. Amr b. Ahvas (R.A.) den
rivayete göre:
“Dikkat! Kadınlara hayırla muamele edin,
onların sizin üzerinizde hakları vardır.”6 diye
haykırışını ve nihayet Hz.Aişe (R.Anha)dan rivayete göre:
“En yüce dosta gidiyorum.”7 diyerek dünyaya veda edişini, veda ederken de Hz.Ali
(R.A.)den rivayete göre:
“Gözümün nuru namazı bırakmayın.”8 buyuruşunu hatırlamaya ve anlamaya ihtiyacımız yok
mudur?
Elbette çok, ama çok vardır. Bu sebeble Kutlu
doğum haftasında, insanlığın hayat ufkuna aydınlık bir devir açan Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin dünyayı teşriflerini kutlarken, O’nun örnek,
üstün şahsiyetini ve güzel ahlakını tanımaya, getirdiği evrensel çağrıyı, mesajı anlamaya ve bütün
bunları özünde barındırdığı dinamizmi, ruhu çağımıza taşımaya olan ihtiyacımızı bir kez daha fark
etmekteyiz.
İnsanlar arasında kin ve nefretin, farklılıklar
arasında çatışmanın alevlendiği, şiddet, töre cinayetleri, insan hakları ihlâlleri, kötü ve zararlı alışkanlıkların hızla yayıldığı, tabiatın hoyratça
kullanıldığı günümüz dünyasında, âlemlere rahmet
olarak gönderilen Yüce Hz.Peygamber (S.A.V.)
Efendimizi anlamaya ve anlatmaya, O’nun sevgisi
Şubat 2010
35
etrafında birleşmeye her zamankinden daha fazla
ihtiyaç duymaktayız.
şakayı ve hüznü, hayata dair ne varsa öğreten yegâne Mürşid...
Salât ve selâm sana ey varlığın çehresindeki perdeyi kaldıran Âlemlerin Efendisi; ışığıyla
karanlık dünyalarımızı aydınlatan nur, enfes kokusuyla cihanları ıtriyat çarşısına çeviren gül!
Sen akılla kalbi en sağlam esaslar çerçevesinde buluşturup muhakemenin ufkunu fizik ötesi
enginliklere ulaştırdın!
Salât ve selâm sana ey varlığın hamuruna
"İlk Nur" olarak damlayıp âhirinde en güzel meyve
olarak tecessüm eden Sonsuz Nur...
Senin doğumun bütün mevcudatın karanlıktan ışığa doğduğu şafaktır aslında. Seninle gelen
nurla her biri eşsiz güzellikte olan tabiat üzerindeki
siyah ve kalın perdeler kalktı... Eşyanın yüzündeki
sır kapıları aralandı ve her şey En Büyük Sanatkâr'a serenat okuyan bülbül kesildi...
Sen bize rehber ve muallim oldun. Senin taliminle hakiki insanlığı öğrendik, dünya ve ahiret
saadetinin gizemli şifrelerini çözebildik. Evet, Sen
olmasaydın felekler vücuda gelmeyecekti ve Sen'in
imdadın olmasa hayat duracak, dünya gidip başını
kıyamet duvarına çarpacak...
Sen, varlık ağacının sebeb-i vücudu ve
sebeb-i hikmeti... Sen, vilâdetten kabir berzahına
uzanan çizgide hayatı talim eden, yemeyi, içmeyi,
Canlı-cansız her şeyi en doğru şekilde okudun; okuduklarını, herkesten çok önce ve en büyük
araştırmacıların idrak ufkunu aşkın bir seviyede yorumlayıp küllî kaidelere bağladın.
Başını yaranlar, dişini kıranlar karşısında bile
ellerini açıp duâ duâ yalvardın. Çünkü Sen af ve
duâ İnsanıydın. Seni bilmemelerini mazeret kabul
ederek, lanet ve bedduada bulunmadın, lanet ve
bedduaya "âmin" de demedin.
Sineni, Ebû Cehil'leri bile ümitlendirecek ölçüde açabildiğin kadar açtın ve her sözünü, her
davranışını Hakk'ın rahmetinin enginliğine bağladın.
Bizler yaşadığımız şu âlemde Rabbimizi seninle tanıdık. Sağanak sağanak başımızdan aşağı
dökülen nimetleri senin basiretlerimize saçtığın
nurlar sayesinde duyup hissettik.
Nimete minnet ve şükran duygusunu; ihsan,
hamd ü sena düşüncesini senden öğrendik.
Senin sunduğun mesajlarla Yaratan ve yaratılan arasındaki ilişkileri, kul ve Mâbud münasebetlerini, Yaratanın ululuğuna ve bizim kulluğumuza
yaraşır şekilde duyup anlayabildik.
Senden sonra ümit sabahlarımız kapkaranlık
bir hicran gecesine döndü. Göz gözü görmez oldu
ve yollar bütünüyle birbirine karıştı. Gün geldi, akıl
senin yolundan çıkıp başka vadilere saptı ve düşünce bütün bütün sana karşı kapandı.
Bizler durduğumuz yerde duramadık, olmamız gerektiği gibi olamadık mânâ köklerimizden
koptuk. Maddeyi ve dünyayı doğru okuyamadık,
kendimizi bir korkunç hazanın solduran ikliminde
sararıp solmaya saldık.
Şimdi; korkutan bir belirsizlik var dünyada;
anlayışlar dar, düşünceler çarpık, yenilenme ve dirilme duyguları da tamamen mefluç.
36
Şubat 2010
diğin her şeyi buyur. Gel son kez içimize doğ ki gönüllerimiz ışıkla dolsun ve ufuklarımızı saran uzun
geceler bir son bulsun.
Bu duygu ve düşüncelerle bütün mü’minlerin
Mevlid Gecelerini tebrik ediyor, Mevlid Kandilinin
insanlığın Sevgili Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimizi daha iyi tanımalarına vesile olmasını, daha
nice Mevlid gecelerine sıhhat ve afiyetle erişmemizi ve bu mübarek gecenin Rabbimizin istediği
manada ihya edilmesini, değerlendirilmesini ve bu
mübarek gecenin mü'minlerin mağfiret-i ilâhiyyeye
nail olmalarına, cennet vatanımızın huzur ve mutluluğuna, aziz milletimizin birlik ve beraberliğine,
bütün insanlığın kurtuluşuna tüm İslâm aleminin
birlik ve dirliğine, dünyanın pek çok yerinde haksızlığa ve saldırıya uğramış Müslüman kardeşlerimizin kurtuluşlarına, insanlığın hidayet ve barışına,
huzur ve saadetine; dünyanın değişik bölgelerinde
Şam, Bağdat sürekli anomali doğuruyor.
Belhler, Buharalar hiçlik vadilerinde hiçi arıyor. Bir
baştan bir başa koca Endülüs, ruhunu katledenlere
teslim. İstanbul gayesizlik ve hedefsizlik pençesinde ve koskoca bir âlem garip, yetim ve zamanzede...
akan kan ve gözyaşının durmasına, maddî ve
Ya ResûlALLAH! Gel de gönüllerimizdeki karanlıkları kov, bütün benliğimize ruhunun ilhamlarını duyur.
Geleceğimizin aydınlık, huzurlu ve mutlu ol-
manevî hayırlara-bereketlere vesile olmasını
Cenab-ı Hakk'tan dilerim. ALLAH Teâlâ cümlemizi,
bu mübarek gecede afv ü mağfirete nail olan kullarından eylesin. Amin.
ması temennisiyle hepinizin Mevlid Kandilini tekrar
tebrik ediyorum.
Ya NebiyyALLAH! Gel de, her gün biraz daha
azgınlaşan şu zulmetleri ışığınla doldur.
Ya HabibALLAH! Gel de sevgiye, merhamete, şefkate hasret giden sinelerimizi muhabbetle
coştur.
Evet Salât Ona, selâm Ona,
Olanca ta’zîm ve ihtirâm Ona…
Muhammed’im benim, Muhamed’im;
Gözümün nûru, gözbebeğim Ahmedim benim.
Selâm sana, salât sana;
Ya kerîm ALLAH! Gel de ruhlarımızı aklın aydınlığı, gönüllerimizi de mantık ve muhakeme enginliğiyle buluştur.
Olanca ihtiram, tahiyyat sana!..
...................................................................................................
1 Safahat, 461, 2 Buhari, Talak:25, Edeb:24, Müslim, Zühd:42, Ebû Davud, Edeb:123,
Ey dost! Bu dünya ışığa hasret gidiyor. Bizler
o kırık azimlerimiz ve o çatlamış ümitlerimizle, yolların hakkını veremesek de hep yollardayız.
Tirmizi, Bîrr:14, 3 Buhârî, İman: 22; Müslim, Eyman: 40; Ebû Davud, Edeb: 124, 4 Buhari; Enbiya:52; No:3290; 3/1282, Taberâni, el-Mucemu’l-Kebir; No:5694; 6/120, 5
Deylemi, Firdevs, No: 6883, 4/301, Keşfu'l-Hafa, No:2846, 2/326, 6 Tirmizi, Rada': 11,
Ey sevgili! Gel, bir kere daha yeniden misafirimiz ol. Tahtını sinelerimize kur ve bize buyurabilŞubat 2010
No: 1163, 3/467, İbn Mâce, Nikah, 1841, 7 Buhari, Megazi:79, No: 4194, 4/1620, 8
Ebû Davut, Edeb: 133, No: 5156, 2/761
37
İMAN
ESASLARI
ARASINDAKİ
KUVVETLİ
BAĞ
mân esasları birbirine sıkı sıkıya bağlı
İ
olduğundan, birine imân etmek diğerlerine imân etmeyi gerektirdiği gibi, birini
inkâr etmek de diğerlerini inkâr etmeye
sebep olabilir. Örneğin âhireti inkâr etmenin temelinde diğer imân esaslarına, bilhassa Allah'a sağlam ve sahîh bir şekilde
Prof. Dr. Veysel GÜLLÜCE
inanmamak yatmaktadır. Allah'a inanmayan bir kimsenin öldükten sonra tekrar dirilmeye, hesaba çekilmeye, cennet ve
cehennem hayatına inanması beklenemez.
Çünkü bütün bu tasarrufât Allah'ın varlığına
bağlı şeylerdir.
Aslı inkâr edince fer'i inkâr etmek tabii
Bilenlerle bilmeyen-
ve kolay bir şey haline gelir. Renk körlüğü
ler bir olur mu? “De ki;
güzel ve en hoş renkler hakkında müna-
bilenlerle bilmeyenler
inkâr eden bir kimseyle, bu prensibin tefer-
olan ve renkleri inkâr eden bir kimseyle, en
kaşa edilmez. Hak prensibini kökünden
ruâtından olan mal hakkı, hayat hakkı, ırz
bir olur mu?” (Zümer 9)
hakkı gibi haklar hakkında konuşmak
abesle iştigâl olur. Hayır ve fazilet prensibini kökünden inkâr eden bir kimseyle bu
meselelerin teferruâtı etrafında munazara
etmek de faydasızdır. Önce asılların kabûlü
hususunda munazara edip, bu asıllar kabul
38
Şubat 2010
edildikten sonra teferruâta geçmek gerekir. Dola-
Cahiliyye dönemi müşriklerinde olduğu gibi,
yısıyla böyleleriyle âhiret ve diğer iman esasları
gerçek manâda, Kur'ân'ın tanıttıığı gibi bir Allah
hakkında münakaşa etmek, Yaratıcıyı inkâr et-
inancına sahip olmayan insanların da âhirete, öl-
mekte ısrar ettikleri müddetçe faydasızdır. Doğru
dükten sonra dirilmeye inanmaları beklenemez. O
olan, ilk esas olan Allah'a imân meselesine döne-
dönemin insanlarının âhirete, öldükten sonra tekrar
rek bu hususta münazara etmektir. Eğer onlar Al-
dirilmeye inanmaları istendiğinde, "acaba bu
lah'a imân akîdesini kabul ederlerse, o zaman
adam yalan yere Allah'a iftira mı ediyor, yoksa
âhiret mevzusuna geçeriz...
bunda biraz delilik mi var?" (Sebe', 8) diyerek, bu işi
1
Allah hakkında yapılmış bir iftirâ olarak telakkî etNitekim, Kur'ân-ı Kerîm'de bazı âyetlerde Al-
meleri, onların Allah inancının ne derece sathî ve
lah'ı inkâr etme âhireti inkâr, âhireti inkâr etme de
zayıf olduğunu, gerçek mânadaki Allah inancından
Allah'ı inkâr etme olarak değerlendirilmiştir. "Kâ-
çok uzak olduğunu göstermektedir.
firlerin seni yalanlamalarına şaşıyorsan, asıl
şaşılacak şey onların biz toprak olduğumuzda
yeniden mi yaratılacağız?! demeleridir. İşte rablerini inkâr edenler onlardır"
(R'ad, 5)
âyetinde, in-
kârcıların âhireti inkârlarına mukabele olarak, "işte
rablerini inkâr edenler onlardır!" buyrulması onların âhireti inkâr etmelerinin temelinde yatan sebebin, Allah'ı inkâr olduğuna işâret etmektedir.
Bunun gibi, bir âyette de, âhireti inkâr eden kimseye karşılık "seni topraktan, sonra nutfeden
yaratan, daha sonra seni adam biçiminde yaratan rabbini mi inkâr ediyorsun?!"
(Kehf, 37)
kar-
şılığı verilerek, âhireti inkâr etmenin Allah'ı inkâr
etmek manâsına geleceği ifâde edilmiştir.
Allah'ı layıkiyle, Kur'ân'ın tanıttığı gibi bilmemenin bir sonucu da, insanların, inandıkları Allah'ı,
kendileri gibi bir varlık olarak düşünmeleridir. Böyleleri kendilerinin yapmaktan âciz kaldıkları bir şeyi
Allah'ın da yapamayacağını zannederler. Nitekim,
"bu çürümüş kemikleri kim diriltecek?!" (Yâ-sîn, 78)
diyerek meydan okuyan inkârcı da, Cenab-ı Hakk'ı
mahlukâtına kıyas ederek, O'nu da, kendilerinin
âciz olduğu bir şeyde âciz olmakla vasfetmiştir.
Kendileri için çürüyüp toprağa dönüşmüş bir insanın zerrelerini temyiz edip tekrar bir araya getirmek
nasıl muhal ise, onlara göre, Yaratıcı için de, insanın fenâ bulup yok olmasından sonra tekrar iâdesi
öyle muhaldir2.
İnsanı iâde etmenin, ikinci defâ tekrar yaratmanın daha zor olduğu, gökleri ve yeri yaratmanın
Allah'ı yorduğu, bedenin dağılan zerrelerinin bir
araya toplanamayacağı gibi vehimlerin temel kaynağı Allah'ı layıkiyle bilememek, yüce sıfatlarından,
sonsuz ilim ve kudretinden gafil olmaktır. Allah,
sonsuz ilim ve kudretine delâlet eden şeyleri zikrederek, bütün bu tevehhüm ve şüpheleri bertaraf etmiştir3.
............................................................
* . Atatürk Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, Tefsir Anabilim Dalı Öğretim Üyesi.
Not: Bu makale, Kur’an’da Ahiret İnancının Temelleri adlı eserimizden istifadeyle bazı
ilave ve düzenlemeler yapılarak hazırlanmıştır.
1. Meydanî, Sırâun maa'l-Melâhide, s. 167-169.
2. Beyzavî, V, 222; Sabunî, Kabes, V, 223.
3. Bkz. Meydanî, el-Akîdetu'l-İslâmiyye, 574-578.
Şubat 2010
39
ANADOLU
ALEVİLİĞİ
VE
ŞAMANİZM
ynı coğrafyada yıllarca birlikte yaşayıp ta birbirlerine bu kadar yabancı olan başka bir millet var mıdır
acaba? Sanmıyorum. Ne garip değil mi? Aleviler ve Sünniler yıllarca bu topraklarda
birlikte yaşıyor ama daha tam anlamıyla
birbirlerini tanımıyor. Yüzyıllarca Sünni ve
alevi gruplar birbirlerine hep mesafeli durmuşlardır. Alevilerin gizlilik esasına dayalı
anlayışları ve Sünni gruplarla kız alıp vermeyi yasaklaması aynı coğrafyada yaşayan iki kültürün birbirine yabancılaşmasına
sebep olmuştur. Aleviler kendilerini tanıtmadıkları içinde Alevilik hakkında yapılan
yorumların doğru mu yanlış mı olduğunu bilemiyoruz.
A
Hasan BAŞAR
“Günümüz Türkiye’sinde Alevilik Bektaşilik ayrımı yoktur. Bilinen süreç içerisinde
alevi, Bektaşi tanımlarında
küçük “ayrıntılar” söz konusu edilmiştir.
“Alevi; 1- Hz. Ali soyundan olan 2- Hz
Ali’ye bağlılık gösteren, ona taraftar olan 3Şia mezhebinden olan anlamlarına gelmekle birlikte, Alevilikte Hz. Ali’ye bağlılık
gösteren mezhep ve tarikatların umumi
adıdır.” (Büyük Sözlük)
Peki, bizdeki Aleviler ile İslam âlemindeki Hz. Ali(ra) taraftarları aynı mıdır?
Hayır. Şia, Caferilik ve Anadolu Aleviliği birbirinden çok farklıdır. Sadece ehli beyt sevgisi dışında diğer İslami Şia ve Caferi
40
Şubat 2010
inançlarıyla bir bağlantıları yoktur. Mesela İran Caferiliğinde dinen yapılmasını zaruri olarak gördüğü
namaz, oruç, haç, zekât gibi ibadetlerden taviz vermezken Anadolu Aleviliğinde bunlar zorunlu değildir.
Anadolu Aleviliğinin temellerini Orta Asya’dan
gelen Oğuz Türkleri atmıştır. Bu Oğuzlar İslamiyet’i
kendine özgü bir şekilde yorumlamışlardır. Bizdeki
Anadolu Aleviliğinin özelliği nedir? Aleviliğin en
temel özelliği batini oluşudur. Kendi ifadeleri ile
Kur’an’ın öz, içsel anlamını benimserler. Batini
inanca göre namaz, haç, zekât, oruç gibi ibadetler
zahiri anlam taşır. Önemli olan batini manadır,
özdür. Anadolu Aleviliğinde içki haram değildir. Haremlik- selamlık uygulaması yoktur. Dini törenleri
Cem denilen yılda birkaç kez yapılan ayinlerdir.
Alevi inancına göre inancın 4 kapısı 10’ardan
40 makamı vardır. Kapılar; şeriat, tarikat, marifet,
hakikattir. Aleviler kendilerinin şeriat kapısını “ ibadet makamlarını” aştıklarına inanırlar ve bu nedenle namaz, oruç, zekât, hacca önem vermezler.
Alevilerin bu İslam anlayışı, yorumu Sünni
grupların onlara şüpheyle bakmasına sebep olmuştur. Ama bu durum bazı alevi kardeşlerimizin
söylediği gibi hiçbir zaman baskı unsuru olmamıştır. Gerek Selçuklu Devletinin, gerekse Osmanlı
Devletinin engin hoşgörüsü böyle bir şeye müsaade etmemiştir, etmezde. Zaten böyle bir şey
söz konusu olsaydı aleviler, inanç sistemlerini bu
zamana kadar devam ettiremezlerdi. Alevilerin,
Sünnilerin kendilerine baskı yapacakları konusundaki endişeleri bence yersiz bir endişedir. Çünkü
İslamiyet’i gerçek anlamda özümsemiş bir kimse
inancından dolayı başkasına baskı yapmaz. Alevi
kardeşlerimiz baskı görmüşlerse bu inançlarından
dolayı değildir. Mesela; Yavuz Sultan Selim’in Alevilere yaptığı baskının sebebi, Alevilerin inançlarından dolay değildir. Alevilerin kendileri gibi alevi
olan İran şahı, Şah İsmail’e verdikleri destek dolaysıyladır.
“Günümüz Türkiye’sinde Alevilik Bektaşilik
ayrımı yoktur. Bilinen süreç içerisinde alevi, Bektaşi tanımlarında küçük “ayrıntılar” söz konusu edilmiştir.
Şubat 2010
Bugün aleviler dini önderler olarak üç gruba
bağlıdır. Seyyidler- Şerifler, Çelebiler, Dedebabalar. Daha yaygın olarak Çelebilerdir. Bu ayrıntılar
dedelerin soy kütüğü ile ilgilidir. Seyyidler- şerifler
bir şekilde soylarını Hz. Ali’ye, Çelebiler ve Dedebabalar Hacı Bektaş Veli’ye bağlarlar. Dedebabalar küçük bir gruptur. Dedebaba Bektaşilerinde
musahip tutma yoktur. Alevilerde seyyidlik ve şeriflik babadan oğula geçer. Bektaşilerde ise Çelebi
ve Dedebabalar seçimle belirlenir. Ayrıca Alevilik
bir mezheptir, Bektaşilik ise bir tarikattır.
Sonuç olarak, bütün Bektaşiler alevidir,
ancak, bütün aleviler Bektaşi değildir. (Türkiye’nin
Etnik Yapısı s. 122)
Araştırmacılar Anadolu Aleviliğinin oluşum
süreci ile ilgili olarak şu noktaya dikkat çekerler. Alevilik genellikle kırsal kesimlerde daha yaygındır.
İslami daha sığ ve yüzeysel olarak algılayan göçebe Oğuzlar, işlerine daha çok gelen Aleviliği benimsemişler. Çünkü alevi kurallar göçebe hayata,
Sünni kurallardan daha çok uymaktadır. Kırsal
kesim oğuzları İslamiyet’i kabul etmişler ama derinlemesine nüfus edememişlerdir. Eski inançları
Şamanizm ile İslamiyet’i birleştirerek yeni bir anlayış geliştirmişleridir, Anadolu Aleviliği. Şamanizm
ile Anadolu Aleviliği üzerine araştırma yapanların
üzerinde ittifak ettikleri husus Şamanizm’in alevi
inancı içerisinde varlığını devam ettirdiğidir.
Şamanizm ile Anadolu Aleviliğinin bazı ortak
özelliklerini şöyle sıralayabiliriz.
Aleviliğin dini töreni, ibadeti yılda birkaç kez
yapılan Cem’lerdir ve Cem’de Şamanizm’den birçok ortak öğe mevcuttur.
-Cem’lere şaman törenlerinde olduğu gibi kadınlarda katılır. Hepimizin malumu Orta Asya Türklerinde kadın statü bakımından erkekle aynıdır.
Günlük hayatta her anlamda erkekle yan yana, iç
içe yaşamaktadır. Bu durum günümüz alevi anlayışı ile de birebir örtüşmektedir.
- Cem ayininde dolu içilir. Bu dolu yöreye göre
şerbet olduğu gibi içki de olabilir. Dolu içmek
şaman ayininde de kutsaldır.
41
- Cem’ler sazsız mümkün değildir. Sazın olmadığı bir Cem ayini düşünülemez. “Aleviler için
saz, bağlama bir aşktır. Sazsız dini tören yapılamaz. Sazın teknesi âlemi temsil eder. Birçok ozan
için saz teli Kur’an’dır, kutsaldır.” (Türkiye’nin Etnik
Yapısı s.125) Şaman ayinlerinde saz önemli bir yer
tutar ve adı kopuzdur. Kopuz sazın yerine kullanılırdı.
- Şaman ayininde ateş, ocak temel öğedir. Alevilikte de ateş uyandırılmadan Cem tamamlanmaz.
- Semah dönmeden Cem yapılmaz. Şaman
ayinlerinde de oyun dans mevcuttu.
- Dede Cem’i ağaçtan bir değnekle yönetir. Şamanda “tahta kılıç” veya ağaç değnek kullanır.
Alevilikteki kurban anlayışı ile Şamanizm’deki
kurban anlayışı da çok örtüşmektedir. Kurban için
her iki toplumda da özel görevli bulunmaktadır. Şamanlar kurban kemiklerini kırmaz, toplar, bir torba
içinde ya toprağa gömer ya da çam dalına asarlardı. Aynı durum Alevilik içinde geçerlidir. Kurban
kemiği kıymetlidir, kesinlikle kırmazlar, çöpe atmaz,
mutlaka gömerler.
Bundan başka daha birçok ortak yön Şamanizm ile Alevilik arasında güçlü bağın bulunduğunu
gösterir. Mesela tavşan. Hepimiz biliriz ki Aleviler
tavşan sevmez ve yemezler. Bu tutumları da Şamanlıkla ortaktır. Şamanizm’de de tavşan sevilmezdi. Şaman dua sırasında gökyüzünün katlarını
gezerken 6. kata varır. Bu katta tavşanla karşılaşır.
Tavşan yaramazlıklarıyla şamanı oyalar. Bunun
içindir ki Şamanizm de tavşan sevilen bir hayvan
değildir.
Gerçi bu tavşan eti yememeyi Sabetayizme
bağlayanlarda bulunmaktadır. Soner Yalçın “Beyaz
Müslümanların Büyük Sırrı” adlı kitabında alevi ritüeli ile Sabetayizm arasında birçok ortak yön bulunduğuna dikkat çeker. Bunlardan bir tanesi de
tavşandır. Tavşan eti yememek Yahudilikte yasaktır. Soner Yalcın Sabetayistlerin özellikle Bektaşilik
içerisine yerleşerek Aleviliği etkilediğini belirtmektedir.
42
Mesela Hacı Bayram Veli’nin kucağındaki
aslan ve geyik olan resminin kaynağını da sabetayizm olarak gösterir. Kanıt olarak ta; “ Onun(mehdiyi kast etmektedir) döneminde kurtla kuzu bir
arada yaşayacak, parsla oğlak birlikte yaşayacak”
( Tevrat, Yeşaya–11/6) Tevrat’tan bu bölümü gösterir.
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki, Alevilik
asıl kaynağını İslamiyet’ten almakla birlikte bunun
yanında birçok inanç ve kültür öğelerinden de bir
şeyler almıştır. Sonuçta diğer(Sünni ve Şii) inanç
ve kültürlerden çok farklı bir Anadolu Aleviliği anlayış ve kültürü ortaya çıkmıştır.
Şubat 2010
Şubat 2010
43
Ümitsizlik
ardeşleri tarafından kuyuya atılan
Yusuf as Allah’ın rahmeti ve inayeti
ile Mısır’a aziz olup; kıtlığın baş göstermesinden sonra kendisinden zahire istemeye gelen kardeşlerinin yanında
bulunan ana bir kardeşi Bünyamin’i yanında alıkoymuştu. Yakub as yukarıdaki
ayette geçen sözünü ikinci evladını da kaybettiği haber verildiğinde sarf etmişti.
K
Ahmet HALİLOĞLU
“Oğullarım!. Gidinizde
Yusuf'tan ve kardeşinden bir
haber arayıp sorunuz. Ve Allah'ın rahmetinden ümitsizliğe düşmeyiniz. Çünkü
Allah'ın rahmetinden kâfirler
topluluğundan başkası ümidini kesmez.” (Yusuf / 87)
44
Kadir-i Mutlak olan Mevla Teala’ya
iman etmiş olan Yakub as biliyordu ki;
Allah’ın her şeye gücü yeter ve O her şeyi
ziyadesiyle bilir. Her şeye gücü yete, her
şeyi bilen ve her şeye malik olan Mevla
Teala’dan ümit kesmek ancak kafirlerin işidir. Allah’tan ümit kesmek demek ; Allah’ın
gücünün/kuvvetinin haşa nakıs/eksik olduğunu düşünmek demektir. Allah’a bu tür bir
iftira atmak ise ancak kafirlerin işidir.
Merhum Mehmed Akif meseleyi ne
güzel özetlemiştir :
Atiyi karanlık görerek, azmi bırakmak,
Alçak bir ölüm varsa, eminim budur
ancak.
Dünyada inanmazdım, hani görsem de
gözümle,
İmanı olan kimse gebermez bu ölümle."
Şubat 2010
İman sahibi bir müminin geleceği karanlık
görmesi, korkulara ve vehimlere kapılması, başta
rızk endişesi olmak üzere envai çeşit endişeler ile
kalbini, zihnini ve fikrini tarumar etmesi hiç mümkün müdür ? Allah’ın sonsuz kudreti ve bitmez tükenmez hazinelerinden ümit kesmek bir mümine
yakışacak sıfat değildir. Mümin; imanın getirdiği
marifetullah ile Mevla Teala’nın gücünün farkındadır. O’na teslim olmakla; hayatın getirdiği sıkıntı ve
dertlere karşı kendine kırılmaz bir kalkan, yenilmez
bir dost edinmiştir.
Düşman topluluğunu takip etmede gevşeklik
göstermeyin. Eğer siz acı duyuyorsanız, kuşkusuz
onlar da sizin acı duyduğunuz gibi acı çekiyorlar.
Oysa siz Allah'tan onların ümit edemeyecekleri
şeyleri umuyorsunuz. Kuşkusuz Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir. (Nisa 104)
Bu ayet-i celile Uhud Savaşından sonra
nüzul etmiştir. Uhud Savaşı’nda Hz.Hamza ve
Musab bin Umeyr gibi sahabelerin büyükleri şehit
olmuş ve yine pek çok sahabe de yaralanmıştı.
Cebrail as Efendimiz sav’e gelerek düşmanın takip
edilmesini istemiştir. Ancak Sahabe-i Kiram yaralı
olmaları ve şehitlerin çok olması hasebiyle Kureyşin takip edilmesini istememeleri üzerine bu ayet
indirilmiştir. (1)
Müminler ile kafirler görünüşte aynı sıkıntıları
çekseler bile müminlerin sığınağı Allahtır. Kafirlerin ise böyle bir sığınağı olmadığı gibi müminler
Allah’tan pek çok şey ümit etmektedirler. En başta
şehadet ve ilahi yardım (Bedirdeki gibi meleklerin
cihada iştirakleri başta) olmak üzere duaları vasıtasıyla Allah’tan kafirlerin ümit etmediklerini, hayal
bile edemeyecekleri şeyleri isteme imkanına sahiptirler. Nitekim Efendimiz sav Allahımızın bizlerin
her duasına icabet ettiğini haber veriyor:“Acele etmediği müddetçe her birinizin duasına icâbet
olunur. Ancak şöyle diyerek acele eden var:
"Ben Rabbime dua ettim duamı kabul etmedi.”(2)
Bu hadis-i şerifin izahatında Üstad Said Nursi
Hazretleri şöyle bir yorum getirir : ““Eğer desen:
"Bir çok defa dua ediyoruz, kabul olmuyor. Halbuki,
âyet umumîdir... her duaya cevap var ifade ediyor.Cevap vermek ayrıdır, kabul etmek ayrıdır. Her
dua için cevap vermek var; fakat kabul etmek, hem
ayn-ı matlubu vermek Cenabı Hakkın hikmetine tâbidir. Meselâ: Hasta bir çocuk çağırır: "Ya Hekim!
Bana bak." Hekim: "Lebbeyk" der... "Ne istersin?"
cevap verir. Çocuk: "Şu ilâcı ver bana" der. Hekim
ise; ya aynen istediğini verir, yahut onun maslahatına binaen ondan daha iyisini verir, yahut hastalığına zarar olduğunu bilir, hiç vermez. İşte Cenab-ı
Hak, Hakîm-i Mutlak hazır, nâzır olduğu için, kulun
duasına cevap verir. Vahşet ve kimsesizlik dehşetini, huzuruyla ve cevabıyla ünsiyete çevirir. Fakat
insanın hevaperestane ve heveskârane tahakkümüyle değil, belki hikmet-i Rabbaniyenin iktizasıyla
ya matlubunu veya daha evlâsını verir veya hiç
vermez.”(3)
Ve şayet insana tarafımızdan bir rahmet tattırır, sonra da onu kendisinden geri alırsak, şüphesiz o ümitsiz ve nankör bir kimse olur. (Hud /9)
Ümit ve ümitsizlik insanlar için birer imtihan
vesilesidir. Müminin ümitsizlik bataklığına kapılması mümkün olmadığı için daha önce kendisine
Şubat 2010
45
ikram edilen nimet elinden gitse dahi alanın da verenin de Allah olduğunun bilincinde olduğu için
şükre devam eder. Bu misal de Nakşi Sadatından
Nehrili Seyyid Taha Hazretlerine atfedilen bir mesele vardır İran Şahı Seyyid Taha Hazretlerine ks
sınırda bir iki köy hibe eder. Mesele Seyyid Tahaya
haber verildiğinde sadece hamd eder. İran Şahı
ölüp, yerine oğlu şah olunca mezhep taassubundan ötürü köyleri geri alır. Bu hadise Seyyid Taha
Hazretlerine haber verildiği zaman gene tek sözü
hamd etmek olur.(4) İşte kamil iman sahibi bir
mümin mal eline geldiğinde de gittiğinde de şükr
ve kulluktan vazgeçmiyor. Alanı da vereni de biliyor, Fail-i Mutlakın ancak Alemleri Rabbı olduğunun bilincinde hareket ediyor.
Sadece mal için değil, makam/mevki, sıhhat
gibi her türlü dünyevi nimetlerde de durum budur.
İnsanoğlu fıtratı gereği elindeki nimeti kaybetmeden kıymeti bilemediği gibi bir de ümitsizlik batağına düşerek imanını zedeliyor,ruhunu karartıyor.
“Biz insana nimet verdiğimiz zaman, Allah'ı anmaktan yüz çevirip uzaklaşır. Ona fenalık do46
kununca da ümitsizliğe kapılır”(İsra/ 83) . Rahat ve
bolluk içindeyken Allah’ı unutmak, nimetlerin şükrünü eda etmemek rahat ve bolluk elden çıkıp sıkıntıya ve musibete uğrayınca da Allah’ın
kudretinden ve inayetinden ümidini kesmek müminlerin yapacağı iş değildir.
Size korku ve ümit içinde şimşeği gösteren
ve o yağmur yüklü bulutları meydana getiren O'dur.
(Ra’d 12)
İbni Abbasın rivayetiyle şimşekten korku yıldırım düşmesi; ümit ise yağmur beklentisidir. Yıldırım düşmesi korkusunu ve yağmur ile beraber
rahmet ümidini insanlara tattıran ancak Mevla Teala’dır. Nitekim Efendimiz sav gök gürlemesi esnasında "Ey Allahım, sen bizi gazabınla öldürme,
azabınla heiak etme. Bunlardan önce bize afiyet ver.”(5) şeklinde dua etmiştir. Mümin bu korku
ile ümit arasında yaşayacak; kainatın tüm Hakiminin ve tek Malikinin Allah-u Zulcelal olduğu bilincini
aklından hiç çıkarmayacaktır. Bu idrak ve şuur ile
hayatını idame ettiren müminin; ümitsizliğe düşmesi beklenilemez.
Şubat 2010
Üstad Said Nursi Hazretlerinin buyurdukları
gibi iman hem nur hem de kuvvettir. İnanmış bir
Müslüman kainata meydan okuyabilir(6) Ümit edebilmek için dua etmeye, dua etmek içinse imana
ihtiyaçvardır. Daha önce de belirttiğimiz gibi ehl-i
iman Allah’ın kudretine girmiş demektir. İnanmış bir
insanın ümidini kaybetmesi beklenemez. Meydana
gelen hayal kırıklıkları ise gelip geçicidir. Kişinin
halet-i ruhiyesini sarsması söz konusu değildir.
Allah Resulunun hayatını incelediğimizde göreceğimiz şey ümittir. En sıkıntılı, en müstebid ve
en karanlık devrelerde bile O sav ümidini kaybetmemiş ve çevresine de kaybettirmemiştir. Hz. Sümeyye, eşi Yasir ve oğulları Ammar işkence
altındayken dahi “ Sabredin ey Yasir Ailesi “ buyurarak ümitsizliğe prim vermemiştir. Çünkü bir müminin gözüyle Yasir Ailesinin kaybedeceği bir şey
yoktur. Mümin bir musibete uğradığı zaman yitirdiği malı sadaka hükmüne geçtiği gibi çektiği sıkıntılara da sabrederse hususi mükafat alır. Kafir
için böyle bir şey olmadığı gibi malını kaybetmenin
getirdiği ekstra ruhi sıkıntılar ile de uğraşacaktır.
merkand, Taşkent, İsfahan, Herat gibi İslam Medeniyetinin merkezi şehirleri tarumar edilmiştir.
Başkent Bağdat baştan sona yakılmış; Dicle Nehri
günlerce insan kanıyla akmış, Halife Mısıra sığınmak zorunda kalmıştır. Hatta kimi müellifler ne yapalım
ki
bu
ümmetin
ömrü
bu
kadarmış
demişlerdir.
Ancak; Ümmet-i Muhammedin öncüleri hiçbir zaman ümitsizliğe düşmemiş ve gayret ve
azimle çalışmışlar; kulluk şuuru ile hareket etmişler ve dualarının bereketini üç kıtaya yedi iklime
hakim olan Devlet-i Aliye-i Osmaniye ile ödüllendirilmişlerdir.Asrın Büyük Çilekeşi Üstad Said Nursi
merhumun bir sözü bizlere bu konuda en güzel
düsturdur : "Evet, ümitvar olunuz. Su istikbal inkilâbi içinde, en yüksek gür sada, Islam'in sadasi olacaktir!
..............................................................................................
1- Kurtubi 5/374
2- (2) Buhari, Daavat, 22
3- İman ve Küfür Muvazeneleri 102.
4- Necip Fazıl Kısakürek, Raporlar 2
Mümin ; öyle bir inanca sahip olmalıdır ki ;
günahlarından ve isyanından dolayı küfre düşeceğini ve cehennemde ebedi kalacağından korkar;
ama fazlı ilahi ile de cennete gireceğinden ümitvar
olur. ''Lâ havle velâ kuvvete illa billah'' cümlesinin
bilincinde ve ''Hasbiyallah /Hasbünallah'' kelamının şuurunda olan bir müminin ümitsizliğe düşmesi
muhaldir.
5- Ahmcd b. Hanbel, Müsned c.2, s.100
6- Sözler,23. Söz
Ümmîddeyiz ye’s ile âh eylemeyiz biz
Ser-mâye-i îmânı tebâh eylemeyiz biz
Bâbın koyup ağyâre penâh eylemeyiz biz
Bir kimseye sâyende nigâh eylemeyiz biz
Sen Ahmed i Mahmûd u Muhammed’sin efendim
Hakdan bize sultân-ı mü’eyyedsin efendim...
Şeyh Galibin ks buyurduğu gibi Ümmet-i Muhammed tarihi boyunca hiç ümitsizlik vaveylalarına
kapılmamış; en zor durumlarda dahi ümitlerini dualara dökmüş ve gözyaşıyla süslemiş ve mükafatını
Hak Teala’dan almıştır.
Cengiz Han istilasını hatırlayın. İslam Toprakları bir uçtan bir uca işgal edilmiş; Buhara, SeŞubat 2010
47
GERÇEK
MÜRŞİTLERİN
VASIFLARI
evlana Celaleddin-i Rumî hazretleri: “Etrafında insan yüzlü birçok
şeytan vardır. Bu sebeple her ele
el vermek, her ele bağlanmak, intisab
etmek uygun değildir. Rûhen düşük, alçak
bir kişi, bir takım saf kimseleri kandırmak
için velilerin sözlerini çalar.” (Mesnevi, c.1,
s.33) diyerek insanları sahte şeyhlere karşı
uyarmıştır. Kuşkusuz gerçeğini sahtesinden ayırabilmenin yolu doğru bilgi sahibi olmaktır. Bu bakımdan tasavvuf büyüklerinin
hikmetli sözlerinden faydalanmak, en doğru
bilgilere ulaşma noktasında faydalı olacaktır. Biz de bu amaçla bazı tasavvuf büyüklerinin sözlerinden derlemeler yaparak
bunların ışığında gerçek mürşitlerin vasıflarını tespit etmeye çalıştık. Bunları şöyle
sıralayabiliriz:
M
Aydın BAŞAR
Bir kimse manevi hal sahibi olduğunu iddia eder ve
bu hal de onu şeriatın hudutları haricine çıkarırsa
sakın öylesine yaklaşma
48
İSLAM ŞERİATINA BAĞLIDIRLAR
Gerçek mürşitler İslam’ın ahkamını
yani hükümlerini her şeyin üzerinde tutarlar. Yani onlar kelimenin tam anlamıyla şeriatçıdırlar. İbrahim Dessuki hazretleri:
“Şeriat ve hakikate lakayt davranan sulbümden de olsa benim evladım değildir.
Şeriat tarikat ve hakikate bağlanıp zühde
sarılan ise en uzak diyarlarda olsa dahi
benim öz oğlumdur” (Kara, Mustafa, Tekkeler ve Zaviyeler, İstanbul, 1990, s. 371)
Şubat 2010
diyerek İslam ahkamına verdiği önemi ortaya koymuştur.
Ebu’l Hasan Nuri hazretleri ise; “Bir kimse
manevi hal sahibi olduğunu iddia eder ve bu hal de
onu şeriatın hudutları haricine çıkarırsa sakın öylesine yaklaşma” diyerek bu yolun sahtekârlarına
karşı ihvanını uyarmıştır. (Bkz. Prof. Dr. Süleyman
Uludağ’ın yazdığı bölüm; Prof. Dr. Kara, Mustafa,
Tekkeler ve Zaviyeler, İstanbul, 1990, s.25)
İslam’ın hükümlerinden bahsetmeyen bir tasavvuf anlayışı düşünülemeyeceği gibi kabul de
edilemez. Geçek mürşitler İslam’ın ahkamına
“İslam ahlakı”na riayet ettikleri gibi riayet ederler.
İslam’ın sadece ahlaki boyutu üzerinde durmaz; bilakis her yönünü hayatlarında tatbik etmeye çalışırlar. Sahte şeyhler ise ne ahlaki boyutla ne de
ahkamla ilgilenir, varsa yoksa hurefe ve bidatlarla
oyalanırlar.
medikçe kabul etmem” (Uludağ, a.g.e., s.24) diyerek sufilerin sözlerinin Kur’an ve sünnetle kayıtlı olması gerektiğini ifade etmiştir. Gerçek mürşitler
daima bu ölçülere göre hareket ederlerken, sahte
şeyhler ise bu ölçüleri çekinmeden tepelerler.
Gerçek mürşitlerin bütün hal ve hareketleri
Efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem’in sünnetini
hayata tatbik etmekten ibarettir. Bu konuda Ahmed
bin Ebu’l Havarî hazretleri: “Resulullah’ın sünnetine tabi olmadan amel edenin ameli batıldır” (Uludağ, a.g.e., s.25) diyerek sünnete verdiği değeri
açıklamış, sünnet çizgisinde hareket etmeyenlerin
batıl yolda olduklarını ifade etmiştir. Ebu Hamza
Bağdadi hazretleri ise bu konuda: “Allah’a giden
yolu bilen bu yola kolaylıkla girer. Allah’a giden
yolda sözünde, işinde, halinde Resulullah’a tabi olmaktan başka bir delil yoktur.” (Uludağ, a.g.e.,
s.24) diyerek sünnete verdiği önemi ifade etmiştir.
ŞİRK HASSASİYETLERİ VARDIR.
KUR’AN’DAN VE SÜNNETTEN KIL KADAR
AYRILMAZLAR.
Gerçek mürşitler Kur’an ve sünnet ölçülerinden kıl kadar ayrılmazlar. Ebu Süleyman Darani
hazretleri; “Sufilere mahsus olan bir nükte bir hikmet ve bir ilham kalbime doğar fakat iki adil şahit
(Kitap ve sünnet) bunun doğruluğuna şahitlik et-
Gerçek mürşitler her konuyu şirke irca etmemekle birlikte Allah’ın asla affetmeyeceği en büyük
günah olan şirke karşı da ciddi bir hassasiyet gösterirler. Gizli ve aşikar şirkin her türlüsünden uzak
dururlar. Bırakın şirkin yanından geçmeyi, şirke
kapı aralayacak düşüncelerin semtine bile uğramazlar. Daima en büyük günahın şirk olduğu bilinciyle hareket ederler. Bu nedenle sohbetlerinde
“tevhit bilinci” üzerinde sıkça dururlar.
Gerçek mürşitler kendilerinin putlaştırılmasına asla müsaade etmeyip, kendilerine aşırı ihtiram gösterilmesinden de hiç hoşlanmazlar. Kim ki
ihtiram görmekten hoşlanıyorsa, iltifat edildiğinde
koltukları kabarıyorsa o gerçek bir mürşit değildir.
Bu tip tavırlardan hoşlanmak nefis düşkünü sahte
şeyhlerin özelliğidir. Bu bakımdan gerçek mürşitler
haşa kasıntılı kimseler değillerdir. Gerçek mürşitler kalbi selim sahibi olmaya azami derecede önem
veren zatlardır. Nitekim: “Kalb-i selim içine put yerleşmemiş olan; içinde Rabb’in bulunduğu gönüllere
denir.” (Hatemi, Hüseyin, İnsan Hakları Öğretisi, İstanbul, 1988, s.145)
ZAHİRİN DE BATININ DA HAKKINI VERİRLER.
Gerçek mürşitler “zahir”le “batın”ın arasını
ayırmaya çalışmazlar. Her ikisinin kaynağının aynı
hakikat olduğunu bilirler. Bu bakımdan “zahir”e ters
Şubat 2010
49
olan “batın”ın peşine düşmez ve zahirin de batının
da hakkını verirler. Nitekim Seriyyu’s Sakatî hazretleri: “Sufinin marifet nuru takva nurunu söndürmez, sufi kitap ve sünnetin zahiri manalarına zıt
düşen bir şey söylemez” (Uludağ, a.g.e., s.22) diyerek Kur’an’ın zahiri manalarına ters gelen sözler
söylemenin uygun olmadığını ifade etmiştir. Sahte
şeyhler ise “bu batın ilmidir” maskesi altında zahiri
anlamlara ters sözler sarf etmekten, garip teviller
yapmaktan çekinmezler.
Mutasavvıflar elbette Kur’an ayetlerine
zaman zaman batınî anlamlar vermişlerdir ancak
bu anlamlar zahiri anlamalara tezat teşkil etmemektedir. Gerçek mürşitler zahir batın dengesini
çok iyi ayarlar ve zahir/batın ikiliği çıkartmazlar.
Ebu Said Harraz hazretleri “Zahiri hükümlere aykırı düşen her batın batıldır” (Uludağ, a.g.e., s.24)
diyerek sufilerin bu konudaki hassasiyetini veciz bir
şekilde ortaya koymuştur. Zahir-batın ayrılığı konusunda Prof. Dr. Hüseyin Hatemi’nin de bir uyası
vardır; o şöyle der: “Kitap ve hikmet arasında, zahir
ile batın arasında asla çelişki olmaz bu gibi fitnelerde İblistendir. Oyuna gelmeyelim ve aramızdaki
yapay ayrılık fitnelerini ihtilaf, kelime vahametine
erdirmeyelim.” (Hikmet Arayışları, İstanbul, 1994,
s. 33)
TEVAZU EHLİDİRLER
Gerçek mürşitler halka daima tevazulu davranır ve asla kibre fırsat vermezler. Bediüzzaman
Said-i Nursi hazretleri “Velayetin, şeyhliğin, büyüklüğün şe’ni tevazu ve mahviyettir, tekebbür ve tehakküm değildir. Demek tekebbür eden sabiyy-i
müteşeyyihtir, siz de onu büyük tanımayınız” (Tarihçe-i Hayat, İstanbul, 2000, s.72) diyerek bu konuda çok güzel bir ölçü göstermiştir. Sahte şeyhler
ise enaniyetinden dolayı kendilerini yükseklerde
görürler ve insanlara yukarılardan bakarlar.
Gerçek mürşitler kibirli olmadıkları gibi kibirlileri de sevmezler. Bu konuda son dönem meşayıhından Abdulaziz Bekkine hazretleri; “Bize kafiri
getirin amma kibirliyi getirmeyin zira kafirin hidayet
bulması mümkündür fakat kibirlinin ıslah olması
gayet zordur” demişlerdir.
RİYAKAR TAVIRLARDAN HOŞLANMAZLAR
Gerçek mürşitler huzurda boynunu büküp
sözde murakebeye dalan ancak dışarıda nefsi em50
Şubat 2010
maresinin peşine düşen ve kardeşlerine karşı kibir
haliyle muamele eden riyakar dervişlere itibar etmezler. Bu tip kimselerin böyle boyun bükmeyle
değil, “hizmet ederek” nefis terbiyesi yapmaları gerektiğini söylerler. Nitekim tasavvuf büyüklerinden
Ubeydullah Ahrar hazretleri huzurunda murakabeye varan bazı müritlerini şöyle uyarmıştır: “Kaldırın başınızı içinizden duman çıktığını görüyorum.
Murakabe kim siz kim? Size düşen temizlik için su
taşımak, hela temizlemek ve insanlara hizmet etmektir. Bu geçitten geçmeden murakabeye liyakat
kazanılmaz.” (Yılmaz, Hasan Kamil, Altın Sisliler,
s.133)
TAŞKINLIKLARI HOŞ KARŞILAMAZLAR
Gerçek mürşitlerin yetiştirdiği talebelerin mizaçları düzgün olur, genel itibari ile dengesiz ve ölçüsüz hareketler yapmaz, yerli yersiz bağırıp
çağırmazlar. Müptedi olanların cezbe halleri bazen
hoş görülmekle birlikte genel olarak bu durum
makbul karşılanmaz. Şah Nakşibendi hazretleri;
“Cezbe ve taşkınlıktan meclisinde sayha ve nara
atılmasından hoşlanmazdı. Nitekim birisi bulunduğu mecliste ‘Allaaaah!’ diye haykırdı. O şunları
söyledi: ‘Bu haykırış gaflet işaretidir, bizim meclisimizde gafillere yer yok” (Yılmaz, a.g.e., s. 116)
Rufai şeyhlerinden Bayburtlu Hacı Şaban
Efendi hazretleri de zikir meclislerindeki usulüne
uygun olmayan davranışlara karşı ihvanını uyarmıştır. Böyle durumlarda zikri durdurup zikrin uyumunu bozan ve dikkat çeken kimseleri ikaz etmiştir.
Şubat 2010
Müritlerine zikir esnasında içe dönük bir hal almayı
tavsiye etmiş; onlara zikirde gerekli şu dört unsuru
sıklıkla hatırlatmıştır: Manayı bilme, tazim, niyet ve
ihlas…
Son olarak Aziz Mahmud Hüdayi hazretlerinin gerçek mürşitlerin sıfat ve alametlerine dair sıraladığı şu maddeleri naklederek yazımıza noktayı
koyuyoruz.
1. Müridin dünya ve ahirete müteallik meselelerini ve müşküllerini çözebilecek derecede alim
olmak. Bilgili olma şartı şeriatin zahirini korumak
ve sünnete ittiba edebilecek derecede ahkamı bilmek içindir.
2. Dünya muhabbetini gönlünden çıkarmış
nefsin heva ve hevesinden geçmiş olmalıdır.
3. Şeyh olan zat müritler ve sair insanlar nezdinde tama’a ile itham edilmiş olmamalıdır. Yani
herkesin hürmetini kazanmış ve kimsenin malında
mülkünde sahip olduğu nimetlerde gözü olmayan
bir kimse olmalıdır.
4. Şeyh bütün söz fiil ve davranışlarında muktezayı şer’a muvafık hareket etmelidir. Çünkü şeyh
Resul-i Ekrem’in izine basarak yürüyen kimse demektir.
5. Hz. Peygamber’e varan bir silsileye sahip
bulunmalıdır. (Yılmaz, Hasan Kamil, Aziz Mahmud
Hüdayi, İstanbul, 1990, s 200)
51
Bir Dervişin Gözü ile
Hacı Şaban
Efendi
Hazretleri - 3
Dergâhlar büyük manevi eğitim alanlarıdır. Dergâhlarda bir şeyh efendinin dizinin dibinde bulunup sohbet bereketinden
faydalananlar kelimelerin ifade edemeyeceği büyük lütuflara nail olurlar. “Görünmeyen üniversite”dir dergâhlar. Oralarda
eğitime tabi tutulanlar nice üniversitelinin
vakıf olamayacağı büyük nimetlere ererler.
“El ele, el Hakka” düsturuyla sohbetin ve
birlikteliğin feyziyle çok şey öğrenirler, çok
farklı kişilik olurlar. İşte bu nimete erenlerden bir esnaf, bir ilkokul mezunu olan değerli abimiz Nureddin Burak beyefendi
hayatı boyunca Sultan Hacı Şaban efendi
Hazretlerinde görebildiklerini kaleme yansıtmış, sohbetlerde not tuttuğu iki defteri
Nureddin BURAK
bizlere ileterek büyük bir hayra vesile olmuştur. Kendisinden Allah Teâlâ razı olsun.
Dergâh psikolojisi açısından, bir müridin
efendisinden alabildikleri şeyler açısından
çok önemli bir ürün bu satırlar. Kelimelerine
ve cümlelerine dokunmamaya, olduğu gibi
yayınlamaya özen gösterdik ama yine de
ister istemez bazı düzeltmeler yaptık. As-
“Müslümanın elinden dilinden herkes emin olmalı.
Müslüman kimseye eziyet
etmez, kendine neyi isterse
başkalarına da onu ister.
Sağına soluna vergili olur.”
lında istedik ki yazılardaki tabiiyet bozulmasın. Bu yazıyı okurken bir ilkokul
mezununun bir dergâhtan aldıklarını göz
önüne getirerek okumanızı, bir dergâhın ne
büyük eğitim verdiğini düşünmenizi isteriz.
Bu yazı serisi birkaç ay devam edecek. Israrla takip etmenizi, bir sayısını kaçırırsanız çok şeyler kaçıracağınızı şimdiden
söylemiş olalım.
Burhan Dergisi
52
Şubat 2010
hayatı boyunca Allah ne buyurdu? Resulullah ne
buyurdu? İlmi ile amil âlimler ne dedi? Ona bakar
onu görürdü. Başkalarının yaldızlı sözlerine, iltifatlarına ve methiyelerine asla itibar etmezdi.
“Birisini gökte uçarken görseniz, su üstünde gezerken görseniz eğer o adamda şeriat
yoksa onun kanatlarını şeriat kılıcıyla vurun.
Neticede kuşlar uçar balıklar suda yüzer, ikisi
de hayvandır önemli olan şeriatı yaşamaktır,
dini yaşamaktır, uçmaktan kaçmaktan bir şey
çıkmaz. Şeriat şeriat” derdi. Onun yanında şeriata muhalif bir tavır olsa derhal müdahale eder o
yanlış neyse düzeltirdi. Bütün meselelerini Allah ve
Resulüne göre çözerdi. “Bir müslümanın bütün
hareketleri, işleri dine uygun olmalı. Oturup
kalkması, yemesi içmesi, evindeki halleri, çarşı
pazardaki durumu, alış verişteki tutumu, yatması kalkması umuru hariciyesi, dine uygun olmalı.
Amelin Kabulünün Şartı dörttür:
Öyle
ben
müslümanım
demek
ile
Müslüman olunmaz. Müslüman her hali ile
Müslüman olmalı. Rahmetli baba buyururdu ki;
1-İlim.
“Müslümanlık iki şeyde belli olur: biri beyaz
2-Niyyet.
baldır, biri sarı liradır, evet kardeş kaba sözdür
3-İhlâs.
ama doğru sözdür. Çok dikkat edin dünya gelip
4-Sabır.
geçicidir, dünyaya emanet gözü ile bakmalıdır.
Helalin hesabı, haramın azabı vardır. Dikkat
“İlim olmazsa amel olmaz, niyet olmazsa
edin bütün işlerinizde Allah’tan korkun, Allah
amel olmaz. İhlâs olmazsa amel olmaz sabır ol-
gafurdur, rahimdir ama azabı da elimdir haa.
mazsa hiçbir şey olmaz.” derdi ve boyun bükerdi.
Onun azabından ona sığınırım. Kişi ameli nis-
Bu nasihatlerini öyle güzel, öyle feyizli yapardı ki
betinde ceza görür. Hz. Ebubekir-i Sıddık bu-
onun yanında mest olur, gözü aydın müjdelenmiş-
yurdu ki: “Kendisine acizlikten başka vusul
lerden olurduk. Gönül rahatlığına ererdik. Biz,
çaresi yaratmamış olan zati ecelli âlaya hamd
Allah’a ve ahirete imanı onun mübarek dergâhın-
olsun.” Bütün evliyalar ağlamıştır, son nefe-
dan aldık. Buyururdu ki: “Kardeş Hazreti pey-
sinden korkmuştur. Hz. Peygamber eğer sizler
gamber buyurdu ki; “Benim gözlerim uyur
benim bildiğimi bilseydiniz insan olmaktansa
kalbim uyumaz.” Evliyaullah’ın da öyledir. Göz-
evlerinizin üstünü örttüğünüz tahtalar olmayı
leri uyur kalbi uyumaz. Evet, bizde iş yok ama
tercih erdiniz. Eğer sizler benim bildiğimi bil-
kolumuz sağlamdır.” der, hemen tevazusunu
seydiniz, çok ağlar az gülerdiniz. Bütün kâinat
gösterirdi. “Ee yaş doksan akıl noksan, geçti
onun yüzü suyu hürmetine yaratılmış Cenab-ı
çağlar soldu bağlar, soldu gül, gitti bülbül, ister
Hak onun bütün günahlarını bağışlamış iken o
ağla ister gül.” Gibi kendisine has bu mübarek ke-
öyle diyende ki sen kim ben kim? A birader! Ne
limeleri tekrar ederek devamlı insanın aciz, zayıf,
ile iftihar edersin, evvelimiz bir murdar damla
muhtaç olduğunu vurgular, dikkatleri Allah yoluna,
su, ahirimiz bir murdar lâşeden ibarettir, bu iki-
Resulullah sevdasına çekmeye çalışırdı. O bütün
sinin arasında akıl dini, din akılı kabul ederse o
Şubat 2010
53
din dindir, o akıl akıldır, yok ikisi birbirini kabul
yanındakileri bir ürperti tutardı. Çünkü o tam kâmil
etmezse ne o akıl akıldır, ne o din dindir.
manada inanmış itaat etmiş bir zattı. Bütün hali ile
zahiri ve batini görür gibi idi. Allah ve Resulu neyi
Akıllı adamın cahil kalması ne kötüdür.
öğretmiş, neyi getirmiş ise hepsine birden cân-u
Doktorun hasta olması ne fenadır. Kişinin refi-
gönülden amenna ve seddekna dediğinde sanki
kine eza etmesi namünasiptir. Akıllı adam
cümle mahlukat, dağlar, taşlar, ağaçlar, kuşlar,
önünü görür önü kabirdir. Varılacak yer kabir-
otlar, canlı cansız ne varsa hepsi onunla beraber
dir. Kabir azabı haktır, kabir azabını inkâr eden
topyekun amenna ve seddekna derler gibi bir gay-
kâfir olur. Zaten ölümü inkâr eden yoktur, öl-
ret, bir azim gösterirlerdi.
dükten sonrayı inkâr ederler. Biz onlara diyeceğiz ki “Eğer sizin dediğiniz gibi öldükten
Evliyaullah’ın şanına, şerefine, yoluna canlar
sonra kabir azabı, kabir suali, dirilme, hesap
kurban olsun. Benim mübarek sultanım, şeriatı Mu-
verme, mahşer, cennet cehennem yoksa bizim
hammediyye’yi öylesine benimsemiş, öylesine
bu insanca, müslümanca tertemiz yaşamamız-
kendine sarmıştı ki; onu ondan ancak öğrenmekle,
dan bize bir zarar yoktur. Yok, eğer bizim dedi-
yaşamakla almak mümkündü. Yoksa canını verir,
ğimiz gibi kabir azabı, cennet, cehennem varsa
şeriattan bir harf vermezdi. O şeriat mektebi, tarikat
ki hiç şüphesiz vardır amenna ve seddekna ola-
tekkesi, Rufai’nin gül bahçesi, zahiri nur, batını
caktır sizin haliniz ne olacak. Kardeş amenna
nurdu.
Cenab-ı Hak Zülcelâl, neyi vaad ettiyse onların
cümlesi haktır. Gerçektir hiç şüphemiz yoktur,
amenna hepsine inandık iman ettik.
Öyle iken devamlı buyururdu ki: “Kardeş
kimseye bir şey denilmez, kendinden emin
olunmaz, hiçbir kul kendi ibadetiyle cennete gi-
O sultanım, bu nasihatlerini yaparken müba-
remez. Cennete ancak Yüce Allah’ın fazlı ile,
rek yüzünden ışıl ışıl şecaat parıltıları ortalığı sarar,
lütfü ile girilir. Allah Zülcelâl bize fazl ile, lütuf
54
Şubat 2010
ile muamele ede… Yoksa kul kulluğunu yapa-
Mücadele: Kalbe gelen dünyevi ve nefsanî
cak kula düşen ibadettir, itaattir. Abdestinde,
şeyleri kalpten çıkarmaya çalışmaktır. Bunun ilacı
namazında, orucunda, zekâtında bütün ibadet-
da son nefesi, ölümü düşünmektir. Yanımız yere,
lerinde kusur etmemeli” derdi. Hele hele nama-
ağzımız yara gelecektir” der her zaman ki gibi bun-
zın üstünde çok sıkı sıkı tembihlerde bulunurdu.
ları da öğretmek için azami gayreti gösterirdi.
Hatta ihtarlar ederek çok kızardı. “Aman haa namazınızı kılın sakın geçirmeyin, sabah namazı
Buyururdu ki: “kardeş ilimsiz amel olmaz,
sizin için dünya ve içindekilerden daha hayırlı-
ilmihalimizi okuyun, adı üstünde halimizin
dır. Namaz dinin direğidir. Namazını kılmayan
ilmi… Çok okumak lazım, hiç bilenlerle bilme-
dinini yıkmıştır. Namaz müminin miracıdır. Haz-
yenler bir olur mu? Müslüman farz nedir? Vacip
reti Peygamber Sallallahu Taala efendimiz sizin
nedir? Sünnet nedir? Mubah, müfsit nedir? Ha-
dünyanızdan bana üç şey sevdirildi buyurdu:
ramlar nelerdir? Çok iyi bilinmesi lazım... Çok
“Güzel koku, Saliha kadın, iki gözümün nuru
dikkat etmeli… İnsan bir çift sözüyle Müslü-
namaz” buyurdu. Bu hadis-i Şerifleri çok çok okur
man olur, bir çift sözüyle kâfir olur, dinden
genişçe izahatlar ederek namaz vakitleri ne
çıkar, hiç haberi olmaz.
zaman? Kerahat vakitleri ne zaman? Namaz nasıl
“hışşt” diye yıkıla da göresin ki dinim yıkıldı.
kılınmalı? Abdest nasıl alınır? Namazın fazları
Öyle ben müslümanım deme ile Müslümanlık
nedir? Vacipleri nelerdir? Sünnetleri nelerdir?
olmaz.”
Din duvar değil ki
Sehiv secdesi nedir? Nasıl yapılır? Sehiv secdesini gerektiren haller nelerdir? Namazda neler te-
İlmihal, ilim der başka bir şey demezdi. Çok
fekkür edilir? Bunları geniş geniş izah eder, hatta
titizdi. Bazen sorular sorardı kardeş Edile-i Şeriyye
bazen sorular sorarak öğretmeye çalışırdı.
kaçtır? Ef’âli mükellefin nelerdir? Az bekler izah
ederdi.
“Kardeş namazda altı şey düşünülür:
Kardeş Edile-i Şeriyye dörttür:
1-İhlâs
2-Tefekkür.
1-Kitap
3-Havf
2-Sünnet
4-Reca
3-İcma-i Ümmet.
5-Rü’yeti Taksir
3-Kıyası Fukaha
6-Mücadele
Ef’âli Mükellefin sekizdir:
İhlâs: Hazreti Allah’ı (cc.) görür gibi ona ibadet etmektir.
Tefekkür: Biz Allah’ı (cc.) göremiyoruz ama
Allah bizi daima görüp gözetendir.
Havf: Yalnız senden (Allah’tan cc.) korkar
ancak sana ibadet ederim.
1. Farz
2. Vacip
3. Sünnet
4. Müstehab
5. Mubah
6. Haram
7. Mekruh
Reca: Ancak senden (Allah’tan cc.) yardım
8. Müfsit
bekler senden ümit ederim.
Bunları okuyup bellemek lazım derdi. O
Rü’yeti Taksir: Rabbül Âlemin bir anda var
eder, bir anda yok eder.
Şubat 2010
bütün hallerinde sadıktı. Kendine neyi isterse başkasına da onu isterdi. Öyle bir azmi vardı ki herkes
55
Şeriatı Muhammediyye’yi öğrensin, bilsin, onunla
amel etsin, saadete ersin, yolda kalmasın. Devamlı
buyururdu ki: “kardeş hal lazım hal, kaldan bir
şey çıkmaz. İnsan hal ehli olmalı. Adamda hiçbir hal olmaz, bir yığın meziyetler işgal eder, uğraşır hiçbir şeyden haberi yoktur, yeri geldi mi
de “senden iyi bir Müslüman olmayan” der bu
kendini aldatmaktır. Bunun sonunda hüsran
vardır” derdi. Üzülürdü hep insanlar için, başkaları
için üzülür, dudak bükerdi, başını mübarek göğsüne eğer tefekkür ederdi. İnsanların ahlak ölçülerine çok dikkat etmesi gerektiğini söyler, izahlar
ederdi.
“Evet, kardeş ahlaklı olun ahlakta evde
belli olur. Dışarıda, çarşıda belli olmaz. Ahlak
evde belli olur, evde ahlaklı olun, çoluk çocuğa
eziyet etmeyin.” Zaten mübarek sultanım ev haline çok titizdi. Kaynanaya, kaynataya kötü söz
söylenmesine asla müsaade etmezdi. “Ata dörttür” derdi. Kadınların erkekler tarafından dövülmesine, kötü sözlerle tazir edilmesine çok kızar,
sinirlenirdi. “Kadın üç yerde dövülür: namazını
kılmaz, süslenir, güzel kokular sürer, yalnız başına sokaklarda gezer, birde şeriat haline gelmezse oda kaba yerlerine hafifçe vurulur,
bunun dışında dövülmez. Evlerinizde ahlaksızlık etmeyin dedik ya ahlak evde belli olur.” Devamlı buyururdu: “evine girdiğin zaman selam
ver, önce anana, babana hal hatır et sonra hanımınla, çocuklarınla sohbet et. Girdin eve
kimse yok selam ver: “Esselamu Aleyna ve ala
ibadillahissalihin” de. Evden dışarı çıkarken de
sağ ayağını önce dışarı at “Bismillahi tevekkeltü alallah” de. Senden herkes emin olsun,
ne evde, ne dışarıda kimse şerrinden korkmasın. İnsanların en kötüsü evinden dışarı çıktığında arkasından çocuklarının ve hanımının
“iyi ki çıktıda rahat ettik” denilen adamdır. Dışarıda komşuların senden razı olsun, komşularına eziyet etme. Yedi adımda bir adım komşu
hakkı vardır. Efendimiz buyurdu ki “komşusu
açken tok yatan bizden değildir. Cebrail aleyhisselam komşu hakkı üstünde o kadar çok
durdu ki komşuyu komşuya varis yapacak san56
Şubat 2010
dım” hadisi şeriflerini çok çok okur geniş geniş
hayâ kaidelerine çok dikkat ederdi buyururdu ki:
izah ederdi.
“Hayânın azlığı küfürdür. Hayâ imandandır Peygamber aleyhisselam güzel ahlak sahibi idi.
“Müslümanın elinden dilinden herkes
“Ben güzel ahlakı tamamlamak için geldim” bu-
emin olmalı. Müslüman kimseye eziyet etmez,
yurdu. Dikkat edin, nice adamlar var ki çarşıda
kendine neyi isterse başkalarına da onu ister.
ahlaklı görünür ama evde ahlaksızdırlar. Dedik
Sağına soluna vergili olur. Müslümanın, müs-
ya, ahlak evde belli olur, çarşıda belli olmaz,
lüman üzerinde beş hakkı vardır:
kâmil iman güzel ahlaktadır. Ahlakı güzel olanın imanı tam olur. Yüz güzelliği hamamdan eve,
1. Selamına selamla mukabele etmek.
huy güzelliği dünyadan ahirete götürür. Dikkat
2. Hastalığında ziyaret etmek
edin, adam hiç yoktan gelir, sana olmadık söz
3. Meşru bir davetine icabet etmek
sayar, hakaret eder, münafık der, çirkin söz söyler
4. Aksırıp elhamdulillah derse yerhemukellah
ona karşı sabırlı olun, kötü sözle geçmez akçe sa-
demek
hibine gider. Sahibinindir. Siz ahlak ve sabırla mu-
5. Öldüğü zaman cenazesine iştirak etmektir.”
kabele edin, herkes yaptığından utanır” derdi ve
ilave ederdi:
Kendisi bu hallere çok dikkat ederdi. Komşularına devamlı hal hatır eder, ziyaretlerine giderdi.
Ali olan ne yapar?
Hediyeler gönderir, gönüllerini haz etmeye çalışır,
Arıdan hisse kapar.
sağlık ve hastalıklarına ilgiler gösterirdi.
Görmez misin arıyı?
Dolanır bin bir çiçek,
O mübarek sultanım zaten ahlak edep ve
Yoğurur macun yapar.
“Hilm” Ahlâk’ın Efendisidir.
Şubat 2010
57
Asfiya’nın (Saf Kulların) Vasfı
Resûlullah (s.a.v) çok namaz kılardı. Bir defasın da ashaptan Muğire
(r.a) şöyle demişti:
“Nebi (sa) o kadar çok namaz kıldı ki ayakları şişti.”
Bunun üzerine Allah’ın Resulüne şöyle dendi:
“Allah sizin gelmiş ve geçmiş bütün günahlarınızı affetmedi mi?
Kendinizi neden bu kadar sıkıntıya sokuyorsunuz?”
Allah’ın Resulü, onlara şöyle cevap verdi:
“Şükreden bir kul olmayayım mı?”
Bu hadis-i şerif, akıl sahibi olan kimsenin son derece itina göstererek,
kulluk görevlerini yerine getirmesinden bahseder. Herkesi büyüleyen bir
hazine olan Hz. Peygamber (s.a.v) Efendimizin yaratılışı, varlığın ve
mevcudatın sırrı ve yaratılış sebebidir. O, Hâlik ile mahluk arasını birleştirici
bir vasıtadır. Hakk’a kulluk makamında, mübarek iki ayağa şişinceye kadar
ibadet etmiştir.
Oysa ki, biz neredeyiz? Ey Arif gel! Resûlullah (s.a.v)’in yolunda
olmak için bütün gücünü harca. Gece ve gündüz bütün varlığını bin kat
daha fazla ibadet ederek yok et. Kulluk sadece arifin vasfıdır
Ey oğul!
Allah Teâlâ peygamberlerine indirdiği kitaplar da asfiyânın vasıflarını
şu şekilde anlatmıştır:
“Kulum! Benim sayemde beni buldun. Benim sayemde aramızda
ki muhabbet bağını kurdun. Benim sayemde, hizmet ehlinden oldun.
Benim sayemde, beni tanıdın, beni zikrettin, bana hamd ve övgüde
bulundun. Benim sayem de zikrimin tadına vardın ve dostluğumu
kazandın. Benim sayemde, ahirette cemâlime bakmaya takat
getirebileceksin.
Kulum! Nefsin, ruhun, kalbin ve bütün varlığın benimdir. Her şeyi
bana verirsen, her şeyi sana verir ve her şeyimle senin olurum.”
Bir rivayete göre Allah Teâlâ Davut (a.s)’a şöyle vahyet etmiştir:
“Bana dua eden hangi kulumun isteğini geri çevirdim? Kapımı çalan
hangi kuluma kapımı açmadım. Bütün kullarıma arzularını ben veririm.
Onların her istediği ben de mevcuttur.
Ey Davut! Ben, kuluma “Bana gel” derken, o neden benden kaçar?
Ey Davut! Bütün ümitlerin merkezi benim. Bana aşık olanların
kalplerini, etrafım da pervane ederim. Onların kalplerini yeryüzünde ki
nazargâhlarım edindim. Bana olan aşk ve yakınlıkları artsın diye,
âşıklarımın kalplerini bazen başıboş bırakırım.
Ey Davut! Her an sevdiklerime ve dostlarıma kerametimi, sanatımın
inceliklerini ve kendilerine verdiğim nimetlerin güzelliğini gösterdiğimi
müjdele. Beni unutmalarına ve gönüllerinin benden başkasına kaymasına
engel olmak bunları gösteririm. Bensiz kalmaya dayanamasınlar diye,
içlerinde ki iştiyakı körüklerim. Sonra dostluğumun kapılarını onlara açarım.
Bana dua etmeden arzularını ve daha bir şey istemeden dileklerini yerine
getiririm.
Ey Davut! İzzetim ve celâlim hakkı için, onları Firdevs cennetinde
ağırlayacağım. Onlar benden razı, ben onlardan razı olarak cemâlimi
seyrettireceğim.
Ey Davut! Yeryüzünde olanlara; beni seveni sevdiğimi, meclisimde
bulunanla beraber oturduğumu, bana dost olanla dost olduğumu haber ver.
58
Şubat 2010
Benimle sohbet edenle sohbet ettiğimi, bana itaat edene benim de itaat
ettiğimi, beni tercih edeni benim de tercih ettiğimi onlara söyle.
Kullarıma söyle; dostluğuma, arkadaşlığıma koşsunlar. Muhabbetimi
ve yakınlığımı elde etmek için çaba sarf etsinler.
Ey Davut! Sevdiklerimin mizacını, dostum İbrahim’in, pak kulum
Yahya’nın ve sevgilim Muhammed’in mizacın da yarattığımı bil.!
Ey Davut! Sen hiç sevgilisinden bir şey saklayan âşık gördün mü?
Ey Davut! Ebrârın bana kavuşma arzusu artınca, benimde onlara
kavuşma isteğim artar.
Unutma! Beni arayan beni bulur, benden başkasını arayan beni
bulamaz.
Ey Davut! Kulumda bana karşı şevk ve benle hemhâl olma arzusu ağır
basınca, rahatı ve zevki beni anmakta bulur. Bunun üzerine, ona âşık olur ve
aramızda ki perdeleri kaldırırım. Ben onu severim, o da beni sever. Artık
insanlar gaflette olsa bile, o agâhtır (uyanmıştır). İnsanlar unutsa bile o
unutmaz. İnsanlar boş şeylerle oyalansa bile, o bunlara aldanmaz. İşte onlar,
hakiki ebrardır.
Ey Davut! Beni ararsan beni bulursun. Senden hiçbir hak talep
etmeden, sebepleri bulmana yardım ederim. Benden başkasını ararsan, seni
sebeplerle uğraştırır ve senden hakkımı talep ederim.
Ey Davut! Muhabbetimi kalbinde ve dilinde beni unutmayana veririm.
Böylece onu bizzat kendim kurtarırım.
Ey Davut! Benden razıysan, ben de senden razıyım. Beni bütün
ihtiyaçlarının üstünde tutarsan sana muvaffakiyeti tahsis ederim. Bana
şükredersen seni iki cihanda sultan ederim.
Ey Davut! Gönderdiğim bela ve musibete sabretmeyen, benden uzak
olsun! Kullarımdan birini seversem, kalbini korkumla doldururum. Bana
kavuşmayı arzu edersen, ibadet azmini ve şevkini arttırırım.
Ey Davut! Kubbelerimin altında ki dostlarımı ancak dostlarım tanır. Ne
mutlu bana dost olanlara ve beni sevenlere!
Ey Davut! Beni unutanı unutmazken, nasıl olur da beni hatırlayanı
unuturum?
Ey Davut! Bana karşı cimri olana bile cömertlik yapıp nimetimi bolca
verirken, bana karşı cömert olana nasıl cimri davranırım?
Ey Davut! Beni sevmeyeni dahi severken, beni seveni nasıl olur da
sevmem?
Ey Davut! Beni soran kullarıma, benim kendilerine karşı merhametli ve
hassas olduğumu müjdele.
Ey Davut! Her âşık sevgilisiyle baş başa kalmak ister. Ben âşıklarımın
kalplerinden haberdarım. Zikrimin tadına doyamayanlara söyle; aca benden
daha iyi bir Rab bulabilirler mi?
Ey Davut! Ancak, severek ve isteyerek bana itaat edene vechimi
gösteririm. Beni sevmeyerek bana isyan edeni de gazabıma uğratır ve
cehennemime atarım.
Ey Davut! İzzetim ve celâlim hakkı için, ancak benimle komşu olmak
isteyeni komşuluğuma kabul ederim.
Ey Davut! Beni sevdiği iddiasında samimi olmayan, gece çöktüğün de
benden uzak bir halde uyuduğunda belli olur.
Ey Davut! Beni tanıyan, beni ister. Beni isteyen, beni arar. Beni arayan,
beni bulur. Beni bulan da , benden başkasını sevgili olarak seçmez.
Ey Davut! Beni arayanı öldürürüm. Beni sevenin (başına) belaları
yağdırırım. Benden kaçanı da, yakarım.
Ey Davut! Günahkâr kullarıma, benim affedici olduğumu müjdele. Has
kullarıma da benim kıskanç olduğumu hatırlat.
Ey Davut! Korkarak huzuruma gelenlere, cehennemimde azap etmem.
Severek huzuruma gelenleri, ayrılık acısıyla üzmem. Utanarak huzuruma
gelenleri de buluşma gününde utandırmam.
Şubat 2010
59
Muhabbet Bahçesi
Yusuf ELİBOL
HERŞEYİNİ ALDIM AMA
LA HAVLE VE LA KUVVETE
Halet Efendi, kendisine dalkavukluk etmeyen
Moralı Osman Efendiyi bir takım basit işlerle
Anadolu’da dolaştırır. Ama onun bir gün kendisini
görmek için geldiğini duyunca, sofaya koşarak
karşılar ve gideceği zaman da merdiven başına
kadar uğurlar. Olaya şahit olan İzzet Molla:
Meşhur Cimri Paşa atlarının arpa
yemesi gerektiğini söyleyen seyislerine
kızar ve her seferinde “La> Havle” (ya
sabır!) çekermiş.Bir gün arabasının atları
dermansızlıktan yığılıp kalınca, hiddetle>
sormuş.
- Efendim! der. Bu adama etmediğiniz kötülük
kalmadı. Şimdi bu kadar iltifat edişinizin hikmeti
nedir?
- Atlarıma ne oldu? Seyis, cevabı
yapıştırmış:
- Ne olacak efendim “La Havle” yiye
yiye
“Vela kuvvete” (kuvvetsiz) oldular.
- Halet Efendi cevap verir: - Evet, ben bu
adamın her şeyini aldım. Ama üzerinde bir
“efendilik” var ki, onu bir türlü alamıyorum. Onu
görünce de saygı duymak zorunda kalıyorum.
FATİH SULTAN
Fatih Sultan Mehmet, adamları ile gezerken,
yanına sokulan dilenciye bir altın vermiş. Dilenci
parayı alınca:
- Aman Sultanım, demiş. Koskoca bir padişah,
kardeşine bu kadar para verir mi? Fatih Sultan
Mehmet, nereden kardeş olduğunu sorunca,
dilenci: -İkimiz de Hazreti Ademin çocukları değil
miyiz? demiş. Elbette kardeşiz.
GENÇ FATİH
Bir genç, “Fatih Sultan Mehmed ’in
resmini neden hep yaşlı bir insan suretinde
çiziyorlar” diye sorunca, bir yazarımız şöyle
cevap vermiş:
- Yaptığı işler o kadar büyük ki, bunları
genç bir> insanın yapacağını hayallerine
sığdıramıyorlar.
FATİH NİYE ÜSTÜN
Sultan Fatih:
- Bu keşfini sakın başkasına söyleme, diye
gülümsemiş. Diğer kardeşlerimiz de pay isterse,
sana zırnık bile düşmez.
Napolyon, S. Helen adasında sürgün
bulunduğu sırada ‘Fatih mi yoksa siz mi
büyüksünüz? Sorusunu soranlara şöyle
cevap vermişti:
KARINCA
Büyüklükte ben onun çırağı bile
olamam.. Çünkü ben, kılıçla zaptettiğim
yerleri henüz hayattayken geri vermiş bir
bedbahtım. O ise; fethettiği yerleri nesilden
nesile intikal ettirmenin sırrına ermiş bir
bahtiyardır.
Kanuni
Sultan
Süleyman,
sarayın
bahçesindeki armut ağaçlarını kurutan karıncaların
öldürülmesi için Şeyhül İslam Ebussud Efendi’den
şu beyitle fetva istemiş:
ÇANAKKALE İÇİNDE
Dırahta ger ziyân etse karınca,
Zararı var mıdır ânı kırınca
(Ürünlere
zarar
veren
karıncaların
öldürülmesinde dinen bir zarar var mıdır?)
Ebussud Efendi bir beyitle cevap vermiş:
Yarın Hakkın divanına varınca,
Süleyman’dan hakkın alır karınca.
60
İngiliz garson, Türk müşteriye:
- Çanakkale
de
çok
askerimizi
öldürdüğünüz için sizleri pek sevmeyiz
deyince, bizimkinden gayet soğukkanlı bir
şekilde şu cevabı almış:
- Orada ne işiniz vardı?
Şubat 2010
DERS ALABİLMEK
Lokman Hekim’e:
- “Bilgeliğini kimlerden
sorduklarında:
aldın?”
İFTİHAR
diye
- Körlerden, cevabını vermiş. Çünkü onlar,
yoklamadan adım atmazlar
Şeyh Şâmil, çarlık idaresi tarafından
yakalanıp esir edildiğinde, Çar II. Aleksandır:
- Sizin gibi büyük bir insanı misafir etmekle
iftihar ederim deyince, Şeyh Şâmil in cevabı şu
olmuş:
- Siz benim misafirim olsaydınız, ben daha
çok iftihar ederdim.
İYİ BİR ÇOBAN
Eski Roma’da eyalet valilerinden biri,
Kayser Tiberius’a vergilerin artırılmasını teklif
edince, şu cevabı almış:
- İyi bir çoban, koyunlarının yününü kırpar
ama> derisini yüzmez.
KADER
Fatih Sultan Mehmet, çocukluğunda
biraz yaramazlık yapınca, babası olan 2. Murat
Han:
- “Ne kadar yaramaz bir çocuksun, senden
adam olmaz” diye çıkışır.Orada bulunan ve
velâyet sırrıyla kalp gözü açık olan
Akşemseddin Hazretleri, hafifçe gülümseyerek
şöyle der:
- Peder ne der, kader ne der.
NAPOLYON
Fransa hükümet ricalinden biri Napolyon
un bir muharebede tenkide kalkışıp parmağını
harita üzerinde> gezdirerek:
- Önce şurasını almalıydınız, sonra
buradan geçerek ötesini zaptetmeliydiniz, gibi
fikirler belirtmeye> başlayınca, Napolyon:
- Evet,
demiş.
Onlar
parmakla
alınabilseydi dediğin gibi yapardım.
Şubat 2010
NAPOLYON
Fransa hükümet ricalinden biri Napolyon
un bir muharebede tenkide kalkışıp parmağını
harita üzerinde> gezdirerek:
- Önce şurasını almalıydınız, sonra
buradan geçerek ötesini zaptetmeliydiniz, gibi
fikirler belirtmeye> başlayınca, Napolyon:
- Evet, demiş. Onlar parmakla alınabilseydi
dediğin gibi yapardım.
SİGORTA…
İngiliz Büyükelçisi, eski Türk evlerinin dış
duvarlarına asılan “Ya Hafiz” (Muhafaza Eden>
Rabbimiz) levhalarını görünce dayanamamış
ve Keçecizade Fuad Paşaya bunların ne
olduğunu sormuş.
Fuad Paşa İngiliz’in tam anlayacağı dille
cevap vermiş.
- O gördükleriniz,
Şirketinin levhalarıdır.
Osmanlı
Sigorta
DERDİN DEVASIZI
İbn-i Sinâ ya: - Dünyada devâsı olmayan
bir dert var mıdır? diye sorduklarında: - Derdin
devâsızı, iyinin kötüye muhtaç olmasıdır,
cevabını vermiş.
61
YALNIZ
DEĞİLSİNİZ
İbrahim (a.s)’ın ayak izleri (makamı ibrahim)
Taşısanızda dünyanın tüm yükünü
omuzlarınızda, paylaşamasanızda acılarınızı bir dost sesiyle, olmasada kimse yanınızda aslında yalnız değilsiniz!
Ayşe BAĞCİVAN
Evet, belki tarifi olmayan hüzünler ya-
[email protected]
şadınız, sonu olmayan acılar çektiniz, dönüşü olmayan vedalar yaşadınız. Ancak
yinede yalnız değilsiniz.
Hiç yalnız olmadınız ki !!
Sadece öyle hissettiniz. Çünkü kulunu yaratan Allah kulunu ne dünyadaki im-
Ey ateş! İbrahim’e karşı
serin ve selamet ol!
tihanlarında yalnız bırakır nede asıl yurtta.
En kimsesiz kaldığınız anları hatırlayın.
Hani ağlamaktan konuşamadığınız, konuşmak isteseniz de çevrenizde kimseyi bulamadığınız o anları… İşte o anlarda bile
aslında yalnız değildiniz. Rabbiniz size sadece “ey Allah’ım” diye seslenecek kadar
uzaktaydı. O ki dertleri veripte yanında kuluna bu dertlere tahammülü gösterecek
sabrı veren ilah.
62
Şubat 2010
İnsan yalnız değildir. Onu her an gözetleyen
İnsan ne kadar zorlu mücadelelerden geç-
ve tüm dediklerini duyan Allah hep yanındadır…
sede yalnız değildir. Kim bilir kaç kez ateşler kap-
Çaresiz kaldığınız anlarda, gönül yıkımlarınızda,
ladı etrafınızı. Kim bilir kaç suskun yürek tanık oldu
Yusuf misali dipsiz kuyulara düştüğünüzde dahi
ateşin içinde yanışınıza. En sevdikleriniz gördü
Rabbiniz hep yanınızdaydı. Hani Yusuf (a.s) ı kendi
belki yanışınızı müdahale etmeden seyretti. Lakin
özünden olan kardeşleri kuyuya atmışlardı. Yusuf
Allah bir nidanız sayesinde o ateşi gül bahçesine
bir başına yalnız kalmıştı kuyuda. Yanında kimse
çevirecek olandır..
yoktu. Ne bir ses ne bir uzanan el sadece sessizlik… Yusuf günlerce hiçbir insanın geçmediği kuyuda kalmıştı.
Hani İbrahim (a.s)’ı ateşin ortasına atmışlardı. Hani İbrahim (a.s)tek başına kalmıştı da ateşin ortasında, toplanmıştı etrafına koca bir
Ancak yalnız değildi ki!
kalabalık: ateşin onu nasıl yakacağını izlemek için.
Rabbi vardı Ona yardım edecek. Ve Rabbi
İbrahim (a.s) ateşin ortasında tek kimsesiz. Ve üs-
Onu çıkardı da ıssız kuyudan. Kuyudan çıkardı Mı-
telik etrafındaki herkes onu ateşin nasıl yakacağını
sır’a hükümdar yaptı…
izlemek için toplanmışken yanında kimse yokken
dahi tek değildi. Evet, ateşin içinden tek çıkmaya
gücü yetmezdi. Ama dostu olan Rabbi için ateşi gül
Belki sizde bir kuyudasınız. Belki sizde en
bahçesine çevirmek hiçte zor değildi. “Ey ateş! İb-
sevdikleriniz tarafından sürüklendiniz bu kuyuya ve
rahim’e karşı serin ve selamet ol! (enbiya /69) .
yaşadığınız acılara. Belki tanık olduklarınız yara-
Dostunun bu muhteşem emriyle ateş yemyeşil bir
ladı ruhunuzu. Ama bırakın düştüğünüz kuyuda
bahçeye dönüşmüştü.
hayatınızın hükümdarı yapsın sizi…
Hani bazen karşımızdaki kişiye kendimizi
ifade etmek isterken kelimelerimiz anlamsız kalır
ya… Tam anlatacak gibi oluruz ancak üzüntümüzü
ya da yaşadıklarımızı öyle kolay aktaramayız kelimelere çaresiz susarız. Bazen de karşımızdaki kişinin bizi anlamayacağını düşünürüz hecelerimizi
içimize hapseder çaresiz susarız… Sessiz çığlıklarımızı duyuramayız, gözyaşlarımızı kalbimize
akıtırız… Ancak işte o anlarda bile Allah içimizden
geçen her hecenin ve her halimizin haberdarıdır.
Kimselere anlatamadığımız duygularımızı bilendir
Kul Rabbini bildiği sürece yalnız değildir. İster
bir kuyuda kimsesiz kalmış olsun, ister kalabalıklar
içinde etrafını ateşler sarmış olsun. Kul biliyorsa
her anında Rabbini, biliyorsa her yaşanılanın Rabbine ulaşmada bir imtihan olduğunu geriye ne yalnızlık kalır. Nede yalnızlığın verdiği sancılar…
Şubat 2010
63
İSLAMİ
HAREKET
VE GAZZE
SAVAŞI
en, Dökme Kurşun Operasyonu’nun sürdüğü çetin haftalar boyunca; şaşkın ve gerilemiş bir
Sünni ortamla katmerli Arap acizliği muhitinde Sünni İslami bir hareket olan Hamas’ın idari-siyasi kapasitesi ve yüksek
cihat ruhundan bahsettim ve halen bahsetmekteyim.
B
Raşid GANNUŞİ
Önsöz: Israr, kahramanlık ve gurur kalesi Gazze Hamas hareketi liderliğinde dünyanın en güçlü ordularından ve en vahşi
elitlerinden birine karşı mücadelede sebat,
güç, mukavemet ve idari kapasite göstermiştir. 2009’daki büyük savaşın temeli olan
2007 Haziran ayındaki savaştan bu yana kuşatma altında olan Gazze dosttan önce düş-
Hamas’ın durumu buysa Müslüman
kardeşler, diğer Sünni Arap hareketleri ve
bu İslami ve ulusal sınav karşısında bölgedeki değişim güçlerinin durumu nedir? Bu
güçler, Gazze’nin kuşatma altındaki küçük
bir yer ve onların da ümmet içinde geniş
kapasiteleri ve liderlik rolleri olması itibarıyla; planlarıyla herkese tuzak kurmayı hedeflediği belli olan dünyanın en tehlikeli
düşmanına karşı en şerefli savaşında sancağı taşıyarak dini, ulusal ve milli yardım
görevini yerine getirmek için bütün imkânları kullandı mı?
manı şaşırtmış, sürekli olarak İsrail’in
bombardımanları ile akınlarına hedef olmuş,
Arap ve Filistin iç cephesinde ise şüphe,
itham, komplo kampanyası ve ambargoya
maruz kalmıştır.
64
1-Yardım görevi ve Gazze’deki direniş hareketine destekle kastedilen nedir?
Burada kastedilen savaşa katılmak
değildir. Bu, duvarları bulutlara kadar çıkıp
çelik gibi yerin en derin kısımlarına kadar
Şubat 2010
giren vahim parçalanmışlık rejiminin gölgesinde
çok zor bir iştir. Bu durum böylesi bir yardımı güçleştirmektedir. Gazze, Mısır ve İsrail kıskacına
düşmüştür. Mısır, –yegâne Arap çıkış kapısıHamas için Yahudi tarafı kadar düşmandır, belki de
Gazze’yi Hamas’a karşı ayaklansın diye sıkmak
için ambargonun şiddetlendirilmesinde düşmandan
daha hamasetlidir. Şüphesiz ki Mısır’ın çelik duvarı
İsrail’in Horasan duvarından daha sağlamdır.
Burada yardımla anlatılmak istenen sadece
öfkeyi dile getirmek, yardımlaşmak, ya da Gazze
halkı aç değil tok ölsün diye gıda ve tıbbi malzeme
toplamak değildir. Bu da önemli olmakla birlikte istenen bu değildir. İstenen şey, bunun ümmetin en
tehlikeli düşmanına karşı verdiği savaş olması itibarıyla, liderlere savaşa etkin bir şekilde katılmalarını sağlayacak derecede baskı uygulamaktır.
Hangi yasal ve gerçekçi neden; ümmetin düşmanıyla çatışma yükünü onun kuşatma altındaki
küçük bir parçasına yükler, ümmet görevini eda etmeyi bırakır hatta işbirlikçi liderlerinin ambargoya
katılarak düşmanla yardımlaşmasına olanak sağlar? İstenen katılım –doğrudan savaşa katılmak imkânsızdır- rejimlere, ümmetin imkânlarını Gazze’yi
diplomatik ve ekonomik alanda destekleme ve saldırılarını durdurması için düşmana baskı uygulama
alanında harekete geçirme –en düşük seviyede
bile olsa- yükünü yüklemektir. Bunun başında,
Şubat 2010
Mısır rejimini kapalı Refah sınır kapısını açmaya,
onu ve onun gibi düşmanla alakası olanları bu ilişkiyi kesmeye teşvik etmek gelmektedir. Moritanya
halkının yaptığı gibi ümmet için açık bir tehdit, zillet ve aşağılanma oluşturan Arap ve İslam ülkelerindeki utanç verici temsilcilikler ile konsolosluklar
kapatılmalıdır. Bu teşvik, Arap ve Müslüman liderleri zalim düşmana yardım eden ülkelere bu yardımı durdurması için baskı uygulamaya ve Allah’ın
ümmetimize bahşettiği ekonomik ve diplomatik potansiyeli kullanarak tehditte bulunmada ciddi politikalar uygulamaya sevk edecek bir yardım
olmalıdır. Bu, liderlerin düşmanla işbirliği yapması
ve halktan yana maruz kaldıkları baskının sınırlı olması sebebiyle savaşta etkin hale getirilmemiştir.
Böyle bir yardımın ulusal cephelerin, Arap ve
İslami rejimlere baskı uygulayıp onları İsrail’in saldırılarını durdurma yönünde harekete geçirmek
için gösteri ve protestolar aracılığıyla yönettiği ülke
içi hareketlilik olmadan gerçekleşmeyeceği aşikârdı. Arap yükümlülüğü için değilse bile en azından sokakların öfkesi ve hareketi bunların başında
da İslami güçlerin hareketinden korkulduğu için bu
yapılmalıydı.
2- Arap ülkeleri içindeki İslami hareketlerle
parti ve sendika gibi halk etkinliklerinin, halkın öfke
düzeyini ifade edecek kadar yardım görevini en iyi
şekilde yerine getirdiğini görmedik. Arap ve İslam
ülkelerinde bulunan İsrail yuvalarının kapatıldığını,
kapalı utanç sınırının açıldığını, İsrail’e gaz ve petrol yardımının kesildiğini ve onun müttefiklerine saldırıları durdurma görevinin yüklenmesi için baskı
yapıldığını görmedik. Bunlardan hiçbiri olmadı. İslami hareketler ve onun dışındakilerin azami gücünü kullanıp olması gerektiği gibi bütün ağırlığıyla
galeyana gelmiş sokaklara döküldüğünü ve meydanları doldurduğunu görmedik. Aksine çoğu
zaman temkinliliğin hâkim olduğu, Gazze savaşına
katılma ve mecburi fedakârlıklarda bulunmak için
mecburi hazırlıktan yoksun bir tavır içindeydiler.
Halk hareketleri liderliği çeşitli oluşumlardan bir
oluşum ve –geniş kitlesiyle- taraflardan bir taraftı.
Savaşın doğrudan direnen tarafı İslami hareketlerin temel parçası ve İhvan’ın himayesinde olduğundan bu halde yardım daha özel ve daha
mutlaktır.
65
zaman birinin özellikle de iyilik ve kötülüğe konu
olan kişinin iznine ihtiyaç duydu?
Belki de İslami hareketler gösteri yapmaya ve
ifade etmeye engel olan daimi olağanüstü haller,
engelleme ve baskı sebebiyle aciz kalmıştır. Biz
onun bu nedenle aciz kaldığını düşünmüyoruz.
Gazze’de yaralı ve ölü binlerce vatandaşımızın
kanı dökülür, evlerinin dörtte biri yıkılır ve geçim kapıları yok edilirken bizler ambargo uygulayarak çilelerini ikiye katladık. Arap ve İslami ülkelerdeki
İslami hareketler –bunlara Batı Şeria, Ürdün ve
Mısır da dâhil- Gazze’nin hatta bütün dünyanın
düşmanı İsrail’le savaşta birkaç tutuklu ya da gerektiğinde birkaç şehidini sunmaktan sakınmalı
mıydı? Üstelik bu hareketler ister örgüt haklarını
savunmak isterse hileli seçimlere ya da başka siyasi meselelere katılmak gibi daha basit konularda
evlatlarının kanlarını ve özgürlüklerini heder etmişken Gazze savaşında bundan neden kaçındılar?
İran muhalefeti (konumunun doğruluğu ya da
yanlışlığını bakılmaksızın) neden gösteri hakkını
kazanmada ısrar ediyor ve ardı ardına şehit veriyor da Arap muhalefeti ve İslami hareketler bundan
çekiniyor. Barışçı direniş kültürü, sokaklara çıkmak
ve orada nöbet tutmak kültürü sığ derinlik cihadı olduğu için mi? Sanki hakları geri alma yöntemi yerine değişim yolu olarak zalimin hediyesi ve iznine
muhtacız. İyiliği emredip kötülükten alıkoymak ne
66
3- Halkın rejimler üzerindeki baskısı Gazze
savaşı döneminden bugüne kadar var olmakla birlikte sınırlı olmuştur. Çelikten utanç duvarı Gazze’deki kardeşlerimiz üzerine bir kabir olarak ve
bütün ümmetin teslim olması için dikiliyor. Gazze
halkı ateşiyle yanacağı bir volkanın çukurunda duruyor ve onun bütün ümmetin üzerine sıçramasına
engel oluyor. Rejimler davaya yardımda ciddi bir
çaba sarf etmeksizin bu baskıları emmeyi bildi. Bu
nedenle İsrailli liderler çatışma tarihinde ilk defa
Arap liderlerle aynı hedefleri paylaşmaktan duydukları mutluluğu dile getirecek kadar rahatladılar.
Haaretz gazetesinin 2.3.2009 tarihli sayısında şu
ifade yer aldı: “Gazze operasyonu radikal İslam’ın,
başında da İran’ın yayılmasını endişeyle izleyen
ılımlı bölge liderlerini rahatlattı. Ürdün operasyon
karşısında sessiz kaldı Mısır ise gözyaşı dökmek
şöyle dursun bütün çabasını çözüm sürecine
devam etmeye harcadı.
Siyonist liderler ambargoyu dayatan bu etkin
Arap işbirliğinden hoşnutlar. Gazze halkı bir senedir evlerinin yıkıntıları üzerinde uyuyor. İmar vaatleri de yele karıştı. Onlar bütün dünyada uluslar
arası suçlular gibi tutuklanırken İslam ve Arap ülkelerinde ağırlanan düşmanın sembollerine karşı
yapılan açılıma karşılık istenilen bedel ödenmedikçe yani teslim olmadıkça daha fazla baskı ve
ambargo gelecek.
4- Hamas liderliğindeki Gazze’nin cesur mücahitlerinin efsanevi direnişi bölgedeki bütün değişim hareketlerine, rejimlere halklarına tutunma,
ilahlığa ve kibre son verme yükünü yükleyen sokakların etkin hareketi kanalıyla güç dengelerini
kendi çıkarına değiştirmesi için altın bir fırsat verdi.
Bu değişim, diğer dünya ülkeleri hariç bölgemizde
askıya alınmış demokrasi sürecini harekete geçirecekti. Ama değişime davet eden hareketler rejimler Gazze savaşı süresince en şiddetli korku ve
gerginlik düzeylerini yaşamalarına rağmen bu ipe
tutunmadı. Rejimler o derece korktu ki sanki yer
ayaklarının altında şiddetle sallanıyor ve bir sarsıntı onları fırlatıyordu. Bu rejimler halen bu mübarek davayla Filistin davasıyla alakalı olarak iki ucu
Şubat 2010
keskin bıçakla karşı karşıyalar: Halk –çok güçlü olmamakla birlikte- mukaddes davanın ve gün gibi
aşikâr hakkın yanında yer almasını istiyor. Öte yandan uluslar arası bağlantıları –ki bu bağlantılar
onun meşruiyetinin temel kaynağıdır- bu dava ve
bu gerçeğe hiçbir surette yardım yapmamasını gerektiriyor. Batının yardımının devam etmesinin, halkının temel haklarını ciddi ihlaline ve onların
iradesine açıkça hile karıştırmasına sessiz kalmasının bedeli olarak halkına en şiddetli baskı şekillerini uyguluyor olsa bile bunu yapması
gerekiyordu. Satın alınan bu yardım bölgedeki demokratik dönüşüm çabalarını sürekli engelleme siyasetini açıklamaktadır.
Burada demokrasi –denenmiştir- Hamas
tarzı bir rejimden başka bir ürün çıkarmaz. Bu rejim
uluslar arası tabularla konuşur: Filistin’in özgürleştirilmesi, bölgenin birliği, servet yağmalamasının
durdurulması ve yağmalananların geri alınması. Filistin davası Arap rejimini tehdit eden en şiddetli ikilemdir. Sanki Allah bu ümmet üzerindeki rahmetiyle
onu enerjisini harekete geçirmek, saflarını birleştirmek, rejimleriyle güçleri arasında eleme yapmak
ve kaynaklarını bu mihenk taşı –Filistin’in kurtuluşu- için meydan okumayla sınamıştır ki meydan
da sadece en saf ve en tavizsiz olan kalsın. Özellikle Siyonist kibrinin ivme kazandığı ve Amerikan
idaresinin -Arap rejiminin yüzsuyunu koruyacakonu dizginlemek için herhangi bir çaba göstermediği bir ortamda bu gereklidir. Oslo Yönetiminin yeniden herkesin serap olduğunu ve görevinin vakit
doldurmak olduğunu bildiği- müzakere eğlencesine
girmesi vahşi hayvana avından geriye kalanları da
yutuvermesi için vakit veriyor. Ama bu liderleri zayıflatıyor ve hürriyetin bedelini ödemeye hazır değişim hareketlerine fırsat veriyor.
5- Şu an bölgedeki değişim ve demokratik
dönüşüm çabaları çıkmaz yola girmiştir. 150 yıl
önce başlamış olan (Tunus’taki ilk anayasa 1857
senesindeki “güvenlik paktı” idi) farklı bütün çabalar sultanı mutlağı kaldırıp onun yerine lideri getiren
ve onun da halkın razı olduğu kanun hükmünce
davrandığı bir anayasa oluşturmakta başarısız olmuştur. Halen Arap liderin; ister kral, emir isterse
başkan olsun iradesi kanunun ve halkın üstündedir. Onun günahkâr eli insanların malları, canları ve
Şubat 2010
67
namuslarında mutlak tasarruf sahibidir. Periyodik
seçimlerin yapıldığı ülkelerde bile herkes bunun
saçmalığının farkındadır, aynı ürün tekrar tekrar pişirilerek insanların önüne koyulmaktadır.
Öte yandan bu despot devlet baskıcı bir polis
ordusuna dönüştükten sonra şiddetli değişim çalışmalarına baskı uygulamak için uluslar arası rejimden yardım istemiş, elini insanların boğazına,
yönetimin ana arterlerine, servete, medya ve kültüre geçirmiş ve bu alanlara hâkim olmuştur. Ancak
bu yönetime ortak olmak bir kısım ganimete ortak
olmak ve uyuşturulmaktan öteye geçmez. Ama rejimlerin Filistin’e yardım etmekten vazgeçmesi ve
onun rızkını çalmaları halkı galeyana getirmekte ve
patlamaya sevk etmektedir.
6- Rejimlerin terk edişi ve halk hareketlerinin
görevini bir kenara bırakması; İsrail’i kendini sonu
gelmez isteklerine vermeye teşvik etmiştir, sermayesi çabucak tükenen ve etrafında öfke seli oluşan
Arap liderini umursamaz. Bazı akıllı Siyonistlerin
örneğin Abbas’ın haline (Ebu Mazin’e nazik davranalım 9.10.2009 al-Maarif gazetesi) ve Mübarek’e
acıdıklarını görürsün. Onun Gazze savaşı süresinde sessiz kalışını takdir eder, Amerikan baskı
gruplarına ona yardım etmeyi tavsiye ederler (Tel
68
Aviv Radyosu 11.12.2009). Ama İsrailliler ve onların batılı müttefikleri, halkları karşısında Arap liderlerin yüzsularını koruyacak bir şey yapmaz aksine
kendi yiyeceklerini kurtarmak için ilerler ve öldürücü darbeyi vurmak için hazırlanırlar. Bunu varlıklarının temel efsanelerini; Mescid-i Aksa’yı yıkmak,
tamamını ya da bir kısmını ele geçirip sözde efsanevi heykellerinin merkezini ete kemiğe büründürmek isterler.
Arap ve Müslümanlar Yahudi gruplar tarafından o denli hor ve hakir görülmeye başlandı ki önümüzdeki Mart ayını, sözde heykellerini; ilk kıblemiz
ve peygamberimizin miraca çıktığı yer olan mübarek Aksa’nın enkazı üzerinde inşa etme projelerine
tahsis ettiler.
O vakit sorulacak soru rejimlerin ne yapacağı
değildir? Bu rejimlerin kahraman ve yaralı Gazze
için festival gibi görüşmeler yapma, hüzünlü açıklamalarda bulunma ve ağlama duvarları olan güvenlik konseyine yönelmekten başka bir şey
yapacağını mı düşünüyorsunuz?
Sorulacak soru halkın ne yapacağıdır? Etkin
değişim güçleri ne düşünüyor? Gazze savaşında
yaptığı gibi hesaplı hareket edecek ve kınama ya-
Şubat 2010
rışına mı girecek? Yoksa felaketin sorumluluğunu
rejimlerin ihmaline yükleyecek ve ona bedel mi
ödettirecek? Değişim anı neredeyse başka davalar
etrafında toplanacak ümmetin bu dava etrafında
toplanmasıyla olur: Filistin’e ve ümmete özgürlük.
Ateşten gömleğe dönüşen musibet olur da değişim
davetçileri bu sıkı ipi; Aksa’nın kurtarılması davası,
Filistin’in özgürlüğü, bütün duvarların yıkılması,
durgun suların harekete geçirilmesi ve dünyanın
bu bölgesinde durmuş olan tarihin yeniden harekete geçmesi ve en şiddetli kavgasına girmesi için
dağılmış güçlerin toplanması ipine tutunurlar. Kararlılık bir felaketin olmasını beklemeyi mi gerektirmektedir –ki bu gelmesi kaçınılmaz bir şeydiryoksa ondan sakınma ve bütün bölgelerdeki temel
güçler arasında birleşmeye geniş alan açma ve
aramızdaki diyalogu derinleştirmeyi mi? Diyalog
derinleştirilerek, halkın iradesini ifade edebilecek,
onun çıkarını ve büyük davalarını bunların başında
da mübarek Filistin’i özgürleştirme davasını savunabilecek ulusal gruba ait kapsamlı bir anlaşmaya
varılmış olur. Bu ulusal grup, öğrenci, sendika ve
siyasi kitle hareketlerini adaleti sağlamaya, servetlerin yağmalanmasını durdurmaya, istibdat dönemine son vererek özgürlükleri getirmeye, din, dil,
ahlak, vatandaşlık değerlerinin yerleştirilmesi ve
vahdete götüren projelerin ihya edilmesi yönünde
Şubat 2010
canla başla çalışmaya sevk edecek cephelerde gerekli direnişi sergileyebilir.
7- Gazze’nin mis kokulu kanının ümmet içindeki birçok ölü insanı ve insani vicdanları dirilttiği
doğrudur. Türk devi bu sayede ümmet içindeki konumuna geri döndü. Sokaklar Gazze kahramanları
ve çocuklarıyla yardımlaşmak için harekete geçti.
Bu, uluslar arası insani hukuku harekete geçirdi ve
insanlık karşıtı savaş suçu işledikleri gerekçesiyle
Siyonist Nazilerin peşine düşüldü. Arap sokakları
da harekete geçti. Ancak bu mütereddit bir hareketti ve Novakşot hariç –onları selamlıyoruz- hiçbir ülkede büyükelçiliği kapatmadı, gaz ya da
petrolü kesmedi, Siyonistlere destek olan büyükelçileri gösteriye çağırmadı ve hiçbir rejimi değiştirmedi. Bu yeterli fedakârlığı göstermeye ve işbirlikçi
rejimleri sona götürmeye -işbirlikçi rejimler ya ümmetin siyasi, ekonomik ve diplomatik gücünü ümmetin verdiği savaşın yararına kullanırlar ya da
kenara çekilirler- kararlı olmayan bir hareketti. Allah
temsilcilerinden birinin yüzüne karşı mesajı kararlılıkla tutmasını söylüyor: {Ey Yahya kitaba sımsıkı
sarıl}Meryem/11
Raşid Gannuşi'nin resmi web sayfasında yayınlanan bu analiz, Gülşen Topçu tarafından İsra Haber için tercüme edildi.
69
BURHAN ÇOCUK
Musa KARACA
[email protected]
Afacan ile Meraklı
Arkadaşlar Afacan ile Meraklı çok iyi anlaşan iki arkadaşmış. Oyunlarını beraber oynar, beraber
gezerlermiş. Araştırıp öğrenmeye pek meraklıymışlar. Anlayamadıkları konuları da Âlim Dede’ye sorup
öğrenirlermiş. Beraber oynadıkları bir gün Afacan, Meraklı’ya “ Kimin kulusun?” diye sormuş. Meraklı
hiç beklemediği bu soru karşısında önce şaşırmış sonra düşünmüş düşünmüş ne söyleyeceğine bir
türlü karar verememiş. Afacan, Meraklı’yı daha da meraklandırmamak için cevabını vermiş “Allah’ın
kuluyum” demiş. “ Büyükbabam bana sorduğunda ben de bilememiştim cevabını o söylemişti.”
Merak bu ya bizim meraklı cevabını öğrenmiş öğrenmesine; ama bir şey daha merak ediyormuş.
Kul ne demek? Bu defa Afacan şaşırmış. Düşünmüş “ Şey! Hı!” demiş ama arkasını getirememiş.
Büyükbabama bunu neden sormadım diye de kendine kızmış. Meraklı’yla beraber düşünmüşler ama
bir türlü cevabını bulamamışlar. Akıllarına bir fikir gelmiş. Neden gidip Âlim Dede’ye sormuyoruz?
Birlikte Âlim Dede’nin yanına gitmişler. Selam verdikten sonra durumu anlatmışlar. Âlim Dede
çocukların bu merakından çok memnun olduğunu söylemiş ve teşekkür etmiş. Sonra da sorularını
cevaplamış:
Allah’a kul olmak: Allah'ın emirlerine titizlikle uymak, yasakladıklarından ise kaçınmaktır. Yalan
söylememek, namaz kılmak, anne babamıza saygı göstermek, düşkünlere yardım
etmek…kulluğumuzun gerekleridir. “ Âlim Dede, sana çok teşekkür ederiz bizi aydınlattın. Biz de tüm
kulluk görevlerimizi yerine getirip Allah’ın en sevdiği kullardan olacağız.”
BİLGİ DAĞARCIĞI
İmanın şartları
1- Allah'a inanmak: Allah’ü Teâlâ, bütün varlıkların yaratıcısıdır. Ondan başka ilah yoktur. Allahu
teâlâ zamandan, mekândan münezzehtir (uzaktır). Hiçbir şeye benzemez.
2- Allah'ın meleklerine inanmak: Melekler, nurani yaratıklar olup, akıl sahibidir. Allahü Teâlâ’nın
sevgili ve kıymetli kullarıdır. Allahü Teâlâ’nın emirlerine itaat ederler, isyan etmezler. Günah işlemezler.
Kendilerine verilen emirleri yapmaktan başka işleri yoktur. Erkek ve dişi değildir. Evlenmezler,
doğurmazlar, çoğalmazlar, çocukları olmaz, yiyip içmezler.
3- Allah'ın kitaplarına inanmak: Allah’ü Teâlâ’nın peygamberlere gönderdiği bütün kitaplara iman
etmektir. Din kitaplarımızda bildirilen ise, 104 kitaptır. Bunlardan 100’ü küçük kitaptır. Bu küçük
kitaplara suhuf denir. Dört büyük kitap ise şu Peygamberlere inmiştir: Tevrat, Hz. Musa Aleyhisselama,
Zebur, Hz. Davud Aleyhisselama, İncil, Hz. İsa Aleyhisselama, Kur'an-ı kerim, Peygamber efendimiz
Hz. Muhammed Aleyhisselama inmiştir.
4- Allah'ın peygamberlerine inanmak: Peygamberlerin ilki Hz. Âdem Aleyhisselam ve sonuncusu,
bizim Peygamberimiz Hz. Muhammed Aleyhisselamdır. Bu iki peygamber arasında gelmiş tüm
peygamberlere inanmaktır.
5- Ahiret gününe inanmak: Herkes öldükten sonra dirilecek, hesaptan sonra Cennet veya
Cehenneme gidecektir.
6- Kadere inanmak; ister iyi, ister kötü olsun, evrendeki her şeyin ve her olayın Allah'ın bilmesi,
dilemesi ve yaratmasıyla meydana geldiğine inanmaktır.
70
Şubat 2010
ALLAH’IN İYİ KULLARI
Arkadaşlar ben Gezgin. Ben de bu sayıdan itibaren
zaman zaman tarihin derinliklerine yolculuk yapıp
oradan sizlere önemli bilgiler aktaracağım. Tarihi çok
seviyorum. Araştırmak, okumak benim hobilerim.
Tarih
ibretlerle doludur. Eminim sizinle
paylaşacaklarımı
çok
seveceksiniz.
Sizinle
paylaşacağım ilk konu Allah’ın iyi kulları. Bunun için
asr-ı saadet dönemine yani peygamber efendimizin
yaşadığı döneme gidip size bilgi vereceğim.
İyi kul deyince benim aklıma hep peygamber
efendimiz Hz. Muhammet Mustafa’nın (s.a.v) şu
hadisi gelir: “Benim ashabım gökteki yıldızlar gibidir
hangisine uyarsanız hidayeti bulursunuz". İşte bu
sebeple ben de o döneme gidip ashabın hayatından örnekler almak istedim.
Sahabe-i Kiram, ibadete düşkün, Allah’a devamlı hamd eden, bir günah işlediğinde derhal
tövbeye sarılmayı bilen, kendi kurtuluşunu yeterli görmeyen, insanlara iyiliği tavsiye edip onları
kötülüklerden alıkoymaya çalışan örnek insanlardır. “İnandım” demekle kalmayıp, inandıklarını en
zor şartlarda bile canı pahasına yaşamaya çalışmış, Allah’ı ve peygamberini seven, hayatını Kur’an
ve sünnete göre yönlendirip bu sayede onların sevgisini, Allah’ın bağışlamasını ve korumasını
kazanmış insanlardır.
Bizler yumuşak huyluluğu, şefkat ve merhameti, prensiplerinden tavizsizliği Hz. Ebubekir’den
öğrenebiliriz. İslam’ın bütün emirleri karşısında boynu kıldan ince, fakat İslam düşmanlarına karşı
demirden sert olmak isteyen Hz. Ömer’i kendine rehber edinebilir. Melekleri imrendiren hayası ve
iffeti yanında, Allah’ın kendisine emanet verdiği malını Allah yolunda kullanacağını araştıran en güzel
örnek Hz. Osman’ın hayatını örnek almalıdır. Cesaretle beraber ferasetli ve tedbirli olmak isteyen
kendine Hz. Ali Efendimiz’i örnek almalıdır. Diğer sahabelerin de bize örnek olacak birçok yönleri
vardır.
Bizler de Allah ve Rasûlü’nün razı olduğu kul olmaya gayret göstermeliyiz. Sahabeleri kendimize
örnek alıp onlar gibi yaşamalı, onlara tabi olan hidayet bulur müjdesine kavuşmalıyız.
GÜLÜCÜK
Arkadaşlar ben Gülücük. Bu sayıdan itibaren
fıkralarla sizinle olacağım. Bazen düşündürecek,
bazen ders verecek; ama sizi hep gülümsetececeğim.
En pratik yol
Öğretmen, derste Afacan
Sabri'ye sordu:
- Pastaların bayatlamaması için
ne yaparsın?
- Yerim efendim...
Şubat 2010
YER ÇEKİMİ KANUNU
Küçük Rıza okuldan dönmüştü. Babası Temel'e anlattı:
- Baba bilir misin? Yer çekimi kanunu olmasa şimdi hepimiz
havada uçacaktık?
- Vay canına, dedi Temel....
- Peki ne zaman kabul edilmiş bu kanun?
71
Elif ALACA
Tuz Tanesinden Bir İnsana
Arkadaşlar şu an sizler kocaman birer
insansınız. İlk oluşumunuz sırasında büyüklüğünüz ne kadardı dersiniz? Tek bir
tuz tanesinden bile küçüktünüz desem şaşırırsınız değil mi? Ama bu bir gerçek. Her
insan tek bir tuz tanesi büyüklüğünde bile
olmayan bir hücreden meydana gelir. O
hücre bölünerek önce iki, sonra dört derken sürekli çoğalır ve bütün hücreler işinin başına geçen işçiler gibi hareket
ederler. Kemik hücreleri, kemiklerin olması gereken yerde, kas hücreleri kasların
olması gereken yerde toplanırlar. Bazıları
daha iç kısımlara giderek iç organların yapımına başlarlar. Bazıları beyninizi, bazıları gözlerinizi, bazıları da damarlarınızı
oluştururlar. Böylece 100 trilyon gibi hayal
bile edemeyeceğimiz kadar çok sayıda
hücreye sahip vücudunuz oluşur.
Vücudunuzun her noktası hücrelerden
meydana gelir. Şu an vücudunuzdaki trilyonlarca hücreniz hiç durmadan çalışıyorlar. Örneğin bu yazıyı okuyabilmeniz için
göz hücreleriniz devamlı işlemler yapıyor.
Annenizin içmeniz için hazırladığı sütün
bardağını tutmak için de ellerinizdeki hücreler iş başında. Soluk alırken önce soluk
borunuzdaki hücreler, sonra akciğer hücreleriniz çalışıyor. Ayrıca mide hücreleriniz de az önce babaannenizin pişirdiği ve
zevkle yediğiniz kekleri sindiriyorlar.
Arkadaşlar söz ettiklerimiz bedeninizde sadece şu an gerçekleşen bazı işlemler. Ve hepsi de siz hiç farkında bile
olmadan gerçekleşiyor. Peki bir an düşünelim, bu trilyonlarca hücrenin tamamı nasıl
bir araya geliyor, hepsi kendi yapacağı işi
72
nereden biliyor ve hepsi aynı anda çalışarak bütün bu işlemleri nasıl yapıyor? Hem
de hiçbir karışıklık çıkmadan ve büyük bir
hızla. Her hücre yalnızca kendi işini yapıyor ve örneğin göz hücreleriniz “ben sıkıldım, artık görmek istemiyorum” demiyor.
Hepsi bir yana, bedeninizdeki bütün işlemler olağanüstü bir süratle gerçekleşiyor.
Vücudunuzdaki trilyonlarca hücre Allah'ın kusursuz yaratması sayesinde görevlerini eksiksizce yerine getirir. Bu
düzen nedeniyle siz de hiçbir aksama olmadan yaşamınızı sürdürürsünüz. Her
sabah uyanmanız, kahvaltıda yediğiniz
balın şekerli-zeytinin tuzlu tadını hissetmeniz, aklınıza bile gelmeden nefes almanız, koşup oynayabilmeniz, okuyabilmeniz,
yazabilmeniz ve birçok şey Yüce Allah'ın
sonsuz merhametini ve şefkatini gösterir.
Sevgili arkadaşlar bu mucize gibi
olaylar, hücrelerin çabalarıyla değil, üstün
güç sahibi Allah'ın "Ol" demesiyle meydana
gelir:
O'dur ki, sizi topraktan, sonra bir
damla sudan, sonra bir alak'tan (embriyo)
yarattı; sonra sizi bir bebek olarak çıkarmakta, sonra güçlü (erginlik) çağınıza erişmeniz, sonra da yaşlanmanız için size (belli
bir ömür vermektedir). Sizden kiminin
daha önce hayatına son verilmektedir; adı
konulmuş bir ecele erişmeniz ve belki aklınızı kullanmanız için (Allah sizi böyle yaşatır). Dirilten ve öldüren O'dur. Bir işin
olmasına hükmetti mi, ona yalnızca: "Ol"
der, o da hemen oluverir. (Mümin Suresi, 67-68)
Şubat 2010
Download