EDİTÖR Yıl 5 Sayı 53 Şubat 2010 Bismillahirrahmanirrahim Mesnevî’ye kulak verelim: Hak’kın yaptıklarını da gör, bizim yaptıklarımızı da. Her ikisini de gör ve bizim yaptığımız işler olduğunu bil, zaten bu meydanda. Ortada halkın yaptığı işler yoksa, her şeyi Hak yapıyorsa, şu halde kimseye “bunu niye böyle yaptın” deme! Allah’ın yaratması, bizim yaptığımız işleri meydana getirmektedir. Bizim işlerimiz Allah işinin eseridir. Söz söyleyen kimse, ya harfleri görür, yahut manayı. Bir anda her ikisini birden nasıl görebilir? İnsan konuşurken manayı düşünür, onu kastederse harflerden gafildir. Hiçbir göz bir anda hem önünü hem ardını göremez. Şunu iyice bil! Önünü gördüğün zaman ardını nasıl görebilirsin? Madem ki can, harfi manayı bir anda kavrayamıyor, nasıl olur da hem işi yapar, hem o iş yapma kudretini yaratır? Ey oğul! Allah, her şeye muhittir. Bir işi yapması, o anda diğer bir işi yapmasına mani olamaz. Şeytan, “Bima ağveyteni” dedi; o alçak ifrit, kendi fi’lini gizledi. Adem ise “Zalemna enfüsena” dedi; bizim gibi Hak’kın fiilinden gafil değildir. Günah ettiği halde edebe riayet ederek Allah’a isnad etmedi. Allah’ın halk ettiğini gizledi. O suçu kendine atfettiğinden ihsana nail oldu. Âdem, tövbe ettikten sonra Allah, “Ey Âdem! O suçu, o mihnetleri, sen de ben yaratmadım mı?” O benim takdirim, benim kazam değil miydi; özür getirirken niye onu gizledin?” dedi. Âdem “Korktum, edebi terk etmedim” deyince Allah, “İşte ben de onun için seni kayırdım” dedi. Hürmet eden hürmet görür. Şeker getiren badem şekeri yer. Temiz şeyler temizler içindir; sevgiliyi hoş tut, hoşluk gör; incit, incin! Ey gönül! Cebirle ihtiyarı birbirinden ayırt etmek için bir misal getir ki ikisini de anlayasın: Titreme illetinden dolayı titreyen bir el, bir de senin titrettiğin el... her iki hareketi de bil ki Allah yaratmıştır; fakat bu hareketi onunla mukayeseye imkan yoktur. İhtiyarınla el oynatmadan pişman olabilirsin; fakat titreme illetine müptela bir adamın pişman olduğunu ne vakit gördün? Anlayışı kıt biriside şu cebir ve ihtiyar meselesine yol bulsun, bu işi anlasın diye söylediğimiz bu söz, akli bir söz, akli bir bahistir. Fakat zaten bu hilekâr akıl, akıl değildir ki. Akli bahis, inci ve mercan bile olsa can bahsi, başka bir bahistir. Can bahsi başka bir makamdır, can şarabının başka bir kıvamı vardır. Akıl bahisleri hüküm sürdüğü sırada Ömer’le Ebülhakem sırdaştı. Fakat Ömer, akıl âleminden can âlemine gelince can bahsinde Ebülhakem, Ebucehil oldu. Ebucehil, cana nispetle esasen cahil olmakla beraber his ve akıl bakımından kâmildi. Akıl ve bahsi, bil ki eser, yahut sebeptir (onunla müessir ve müsebbip anlaşılır). Can bahsi ise büsbütün şaşılacak bir şeydir. Ey nur isteyen! Can ziyası parladı; lazım, mülzem, nafi, muktazi kalmadı. Bir gören kişinin Nuru doğmuş parlamaktayken sopa gibi bir delilden vazgeçeceği meydandadır. Yine hikâyeye geldik; zaten ne zaman hikâyeden ayrıldık ki? Cehil bahsine gelirsek o Allah’ın zindanıdır; ilim bahsine gelirsek onun bağı ve sayvanı. Uyarsak onun sarhoşlarıyız; uyanık olursak onun hikâyesinden bahsetmekteyiz. Ağlarsak rızıklarla dolu bulutuyuz; gülersek şimşek! Kızar, savaşırsak bu, kahrının aksidir, barışır, özür serdedersek muhabbetinin aksidir. Bu dolaşık ve karmakarışık âlemde biz kimiz? Elif gibiyiz. Elif’inse esasen, hiç ama hiçbir şeyi yoktur! içindekiler AYLIK İLİM KÜLTÜR DERGİSİ Yıl: Sayı: 53 Şubat 2010 4 KUL OLDUĞUNU BİL! 38 İMAN ESASLARI ARASINDAKİ Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN KUVVETLİ BAĞ SAHİBİ Prof. Dr. Veysel GÜLLÜCE Burhan Basın Yayın Eğitim ve Tur. Ltd. Şti. SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ Serdar TAŞAR 6 EY ALLAH’IN KULLARI! Nihat MORGÜL YAYIN DANIŞMANLARI 40 ANADOLU ALEVİLİĞİ VE ŞAMANİZM Hasan BAŞAR Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN Yard. Doç. H. Murat KUMBASAR 10 ŞUURLU BİR KUL OLARAK HACI YAYIN KURULU OLMAK 44 Ümitsizlik Kamil ABDULLAHOĞLU Ahmet HALİLOĞLU Yusuf ELİBOL Ramazan ÇAKIR Aydın BAŞAR Salih AYDIN Musa KARACA GRAFİK TASARIM 14 KULLUK ŞUURU Burhan Ajans Ersan BİLGİN 48 GERÇEK MÜRŞİTLERİN VASIFLARI Aydın BAŞAR DAĞITIM ORGANİZASYONU 52 Bir Dervişinin Gözü ile Hacı Asim AYDOĞDU 0538 233 5000 17 Yerinde Güzel Şaban Efendi Hazretleri- 3 Tek Sayı: 6 TL 1 Yıllık (12 Sayı) Abone: 72 TL Sebahaddin TÜZÜN Nureddin BURAK Fiyatı 6 Aylık Abone: 36 TL Yurtdışı 1 Yıllık Abone: 75 Euro Abonelik İçin Hesap Numaraları Posta Çeki No: 5091167 Türkiye Finans Sultanbeyli Şubesi Burhan Basın Yay.Eğt.Tur.Ltd.Şti. 18 MEZHEPSİZLİK NİÇİN 58 Asfiya’nın (Saf Kulların) Vasfı Hz. Pir Seyyid Ahmed er Rufai Hazretlerinden "DİNSİZLİĞİN KÖPRÜSÜ" DÜR? Dr. Ebubekir SİFİL IBAN No TR67 0020 6000 6300 2919 2800 01 60 Muhabbet Bahçesi Ziraat Bankası Sultanbeyli Şubesi Yusuf ELİBOL Müşteri No 291928 Hesap No: 1673–44165588-5002 IBAN TR690001001673441655885002 24 SİZ NEYE KULLUK EDİYORSUNUZ? YAYIN VE İLETİŞİM ADRESİ Elif ALACA Mehmet Akif Mah. 62 YALNIZ DEĞİLSİNİZ Kuran Kursu Cad.No: 87 Ayşe BAĞCİVAN Sultanbeyli / İST. Tel: +9 (0216) 498 94 00 Faks: +9 (0216) 498 94 00 27 Ben İNTERNET ADRESİ Dr. Faiz KALIN [email protected] [email protected] 64 İSLAMİ HAREKET VE GAZZE SAVAŞI Raşid GANNUŞİ www.burhandergisi.com BASKI Milsan A.Ş. 0212 697 1000 28 Mealcilik Sorgulaması Talha Hakan Alp 70 BURHAN ÇOCUK Musa KARACA YAYIN TÜRÜ Aylık Süreli Yayın Gönderilen yazılarda editör ve yayın kurulu değişiklik yapabilir. Gönderilen yazılar iade edilmez. Yazılardan kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir. Yayınlanan reklamlardaki ürün ve hizmetlerin sorumluluğu reklam verene aittir. 32 MEVLİD GECESİ 72 Tuz Tanesinden Bir İnsana Mehmet TALU Elif ALACA Kul Olduğunu Bil! 4 Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN Şuurlu Bir Kul Olarak Hacı Olmak Kamil ABDULLAHOĞLU 10 Mezhepsizlik Niçin "Dinsizliğin Köprüsü" Dür? Dr. Ebubekir SİFİL 18 Mealcilik Sorgulaması Talha Hakan Alp 32 Gerçek Mürşitlerin Vasıfları Aydın BAŞAR 64 28 Mevlid Gecesi Mehmet TALU 48 İslami Hareket Ve Gazze Savaşı Raşid GANNUŞİ Başyazı KUL OLDUĞUNU BİL! âinatı yoktan var eden Yüce Allah’tır. Allah, bizim Rabbimizdir; biz de onun kullarıyız. Bize yakışan ubûdiyyettir, yani kulluktur. O’na kul olmanın şuuruna vararak dünya ve ahiretimizi kazanmak bizim elimizdedir. Yüce Allah hem bu dünyanın hem de öbür dünyanın sâhibi, mâliki ve sultanıdır. Kula düşen efendisini tanımak, ona saygı göstermek ve onun rızasını kazanmaktır. K Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN Rabbimizin, biz kullarından istediği sağlam bir îmân, ve eksiksiz amel, yani ibâdettir. Bizim kulluğumuzun göstergesi yaptığımız ibâdetlerdir. İbâdeti eksik olanların kulluğu da noksandır. İbâdet bizi Rabbimize yaklaştırır. Bu konuda Rabbimiz bir hadis-i kudsîde şöyle buyurur: “Kulum, bana bir karış yaklaştığı zaman, ben ona bir arşın yaklaşırım. O, bana bir arşın yaklaşınca ben ona bir kulaç yaklaşırım. O, bana yürüyerek geldiği zaman ben ona koşarak varırım.” “Her kim (ihlâs ile bana kulluk eden) bir dostuma düşmanlık ederse, ben de ona karşı harp îlân ederim. Kulum, kendisine farz kıldığım şeylerden, bence daha sevimli herhangi bir şeyle bana yakınlık kazanamaz. Kulum, bana (farzlara ilâveten işlediği) nâfile ibâdetlerle durmadan yaklaşır, nihayet ben onu severim. Kulumu sevince de (âdetâ) ben onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Benden her ne isterse, onu mutlaka veririm; bana sığınırsa, onu korurum.” (Buhârî, Rikâk 38) 4 Şubat 2010 Kul, ibâdetlerle Rabbine yaklaşmaya çalışacak. Farz olan ibâdetleri aksatmadan devam ettirecek, nâfilerle de onları koruma altına alacak. Yüce Allah, farz ve nâfile ibâdetlerle kendisine yaklaşan kullarının elinden tutacağını ve onlara sahip olacağını açık bir şekilde beyan ediyor. Bir de şu hadis-i kudsîye kulak verelim: “Kulum, bana bir karış yaklaştığı zaman, ben ona bir arşın yaklaşırım. O, bana bir arşın yaklaşınca ben ona bir kulaç yaklaşırım. O, bana yürüyerek geldiği zaman ben ona koşarak varırım.” (Buhârî, Tevhid 50; Müslim, Zikir 2; Tirmizî, Deavât 131; İbn Mâce, Edeb 58) Bu hadis-i kudsîler, halk arasında şu şekilde dillendirilmiştir: “Kul, Allah’a nasıl bakarsa; Allah da kula öyle bakar.” Gerçekten de öyledir. Kul, Rabbine nasıl ibâdet eder ve yakın olmaya çalışırsa Rabbi de kuluna o derecede yaklaşır. Kul, başına buyruk olur ve Rabbinden uzaklaşmaya çalışırsa Rabbi de onu terk eder ve yüzüne bakmaz. Saygı değer okuyucularım! Yüce Allah’ın gazap ettiği ve yüzüne bakmadığı bir kula kim sahip olur ve onun yüzüne kim bakar? Biz, başkalarını bırakalım, kendimize bakalım. Bir kul olarak Rabbimizle bu dünyada aramız nasıl? Rabbimiz bize öbür dünyada “kulum!” diyerek sahip olacak mı? Biz, Rabbimizin bu dünyada bize olan hitaplarına kulak verir ve gereğini yaparsak, öbür dünyada da Rabbimiz bize “kulum!” diyecek ve sahip olacaktır inşâallah. Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerim’de ve hadîs-i kudsîlerde bizlere “Kullarım!” diye hitap ederek bize değer verdiğini çok açık bir şekilde belirtir. Rabbimiz, can kulağı ile dinlememiz gereken bir hadîs-i kudsîsinde bizi muhatap alır ve şöyle buyurur: “Kullarım! Ben, zulmetmeyi kendime haram kıldım. Onu sizin aranızda da haram kıldım. Artık birbirinize zulmetmeyiniz. Kullarım! Benim hidâyet ettiklerim dışında hepiniz sapıtmışsınız. O halde benden hidâyet dileyin ki, sizi doğru yola ileteyim. Kullarım! Benim doyurduklarım hâriç, hepiniz açsınız. Benden yiyecek isteyin ki, sizi doyurayım. Kullarım! Benim giydirdiklerim hâriç, hepiniz çıplaksınız. Benden giyecek isteyin ki, sizi giydireyim. Şubat 2010 Kullarım! Siz, gece-gündüz günah işlemektesiniz; bütün günahları afveden de yalnızca benim. Benden af dileyin ki, sizi bağışlayayım. Kullarım! Bana zarar vermek elinizden gelmez ki, zarar verebilesiniz. Bana fayda vermeye gücünüz yetmez ki, fayda veresiniz. Kullarım! Evveliniz-âhiriniz, insanlarınızcinleriniz, en müttakî bir kişinin kalbi ve duygusuna sahip olsalar, bu benim mülkümde herhangi bir şey arttırmaz. Kullarım! Evveliniz-âhiriniz, insanlarınızcinleriniz, en günahkâr bir kişinin kalbi ve duygusuna sahip olsalar, bu benim mülkümden en küçük bir şey eksiltmez. Kullarım! Evveliniz-âhiriniz, insanlarınızcinleriniz bir yerde toplanıp benden bir istekte bulunacak olsalar ben de her birinin istediğini kendilerine versem, bu benim mülkümden iğne denize daldırılıp çıkarıldığında denizden ne kadar eksiltebilirse işte o kadar azaltır (yani hiçbir şey eksiltemez). Kullarım! İşte sizin amelleriniz. Onları sizin için saklar, sonra onları size iâde ederim. Artık kim bir hayır bulursa Allah’a hamd etsin. Kim de hayırdan başka bir şey bulursa öz nefsinden başka kimseyi ayıplamasın.” (Müslim, Birr 55) Saygı değer okuyucularım! Bizi yoktan var eden, varlığından haberdâr eden, bizi besleyip büyüten, bize hidâyet yollarını gösteren, bize peygamber ve kitap gönderen, bizi her türlü tehlikelerden koruyan, bizim günahlarımızı afveden Rabbimize kulluk yapmamız elbette bizim şerefimizi artırır. Dünyada ve âhirette bizim iyiliğimizi isteyen ve bu konuda bize tavsiyelerde bulunan Rabbimize kulak vermek elbette bizi cennete götürür. Saygı değer okuyucularım! Rabbimiz güçlü, biz zayıfız. Rabbimiz her şeye kâdir, biz çok âciziz. Rabbimizin her şeyi var, bizim hiçbir şeyimiz yok. Rabbimiz verici, biz alıcıyız. Rabbimiz sultân, biz köleyiz. Köle olduğunu bil ve gereğini yap. Kul olduğunu bil ve Sultân’ının kapısından ayrılma! 5 EY ALLAH’IN KULLARI! ur’an بharfiyle başlar. Besmelenin bâ’sı. Buradaki bâ, “ile” anlamına gelir ve bağlaçtır. Dolayısıyla bu harf bile insana yalnız olmadığını ifade eder. Tek başına ve yalnız değil, Allah ile.., Allahın adı ile… Her şey onun ile.., varlığın ve hayatın başlangıcı onun ile.., sonu onun ile…, anlamı onun ile.., amacı onun ile… K Nihat MORGÜL [email protected] “El-İnsan”a ‘Ey insan! Sen de onun ile varsın ve onun ile olmalısın’ mesajı. Bağlaç olan bu tek harf hayatı ahirete, dünyayı ukbaya, fani olanı baki olana, yerleri göklere, maddeyi manaya, bedeni ruha, insanı rabbine bağlıyor. “Ey Âdemoğulları! Size ‘şeytana tapmayın, çünkü o sizin apaçık bir düşmanınızdır’ demedim mi?” Bu bâ harfi olmasa bu bağ kaybolacak. Ahiretten habersiz bir dünya, maddeden habersiz bir mânâ, baki olanı bilmeyen bir fenâ, göklerden habersiz bir yeryüzü, ruhtan habersiz bir beden ve en fenası Rabbiyle ilişkisi kopmuş bir insan ortaya çıkacak. Bu insan bugün modern hayat adına, medeniyet adına, çağdaşlık adına reklamı yapılan, istenen, arzulanan ve teşvik edilen bir insan tipidir. 6 Şubat 2010 Bu insan tipi özgürlük adına her şey ile bağını koparmış bir insandır. Hayata besmelesiz başlayan bu insan en başta varlığının anlamını, hayatın amacını kaybetmiş insandır. Bu açıdan huzursuzdur. Kulluk en başta bu bağı fark etmek, bu bağa iman etmek ile başlıyor. “Neden kulluk edilmeli?”sorusunun cevabı burada. Çünkü hayatın sahibi var, dünyanın ötesinde bir ahiret var, yerlerin üstünde gökler var, maddenin ardında bir mana var, bedenle beraber bir ruh var. Zaten imanın temeli olan “tevhid”: Her şeyin her şeyle ve her şeyin “BİR” şeyle olan irtibatına inanmak değil midir? İşte kulluk, bu iman ile beraber kendi iradesini o “BİR” in iradesine teslim etmek ve varlığını onun varlığına adamaktır. KIME KULLUK EDIYORSUNUZ? Kuran Hz. İbrahim’in babası ve kavmine yönelttiği şu soru üzerinden aslında tüm insanlığa sorar: “Siz kime kulluk ediyorsunuz?” [37:85] İnsanın bu soruyu şu hayat yolculuğu içinde kendisine sık sık sorması icap eder. Çünkü insan zaman zaman pusulayı şaşırıp rotasını farklı istikametlere yöneltebiliyor. İnsanda var olan hırs, tamah, şehvet, dünya sevgisi, mala düşkünlük sebebiyle varlığını bu uğurda harcıyor ve bu yanlış amaç için baki olanı bırakıp fani olana kulluk edebiliyor. İlkel kabile dinlerinde var olduğu üzere bu şerefli varlık insan o yüce yaratılışına rağmen bazen kendinden üstün gördüğü güneşi, ayı, dağı, bazen bir ırmağı, bazen bir denizi, Mecusilerde ve başka inançlarda olduğu gibi bazen ateşi kutsal kabul ediyor. Yine Hinduizm inancını benimsemiş milyarı bulan insanlar bu gün bile ineği kutsal kabul etmektedirler. Bazen bu kutsal varlık nemrut ve firavun örneğinde olduğu gibi siyasi otoritenin başı, devlet başkanı olabiliyor. Bazen modern zamanda “canımın istediğini yapma özgürlüğüm var” diye sınır tanımaz bir hayat anlayışı ile yaşayan ve kendi isteklerinden başka otorite bilmeyen insan tipinde görüldüğü üzere bizzat insanın heva hevesleri, arzu ve istekleri ilah yerine geçebiliyor. Fark etmeden insan o bencilliğinin esiri ve kulu olabiliyor. Satanizmde ve Yezidilikte olduğu gibi insan bizzat şeytanın kendisine de kulluk yapabiliyor. Bazen bizzat kendi yaptığı taştan, ağaçtan, tunçtan, alçıdan heykellere tanrı diye kulluk yapabiliyor. Bazıları da Katolik Hıristiyanlıkta olduğu gibi din adamlarını tanrı yerine koyabiliyorlar. Ve daha niceleri. Bu yüzden Kuran bizi her daim uyarır: “Hevesini kendine tanrı edineni gördün mü?” [25.43] “Ey Âdemoğulları! Size ‘şeytana tapmayın, çünkü o sizin apaçık bir düşmanınızdır’ demedim mi?” [36.60] “Güneşe ve aya secde etmeyin; eğer Allah'a kulluk etmek istiyorsanız, bunları yaratana secde edin.” [41.37] “Onlar Allah'ı bırakıp hahamlarını, papazlarını ve Meryem oğlu Mesih'i rableri olarak kabul ettiler. Oysa tek Tanrı'dan başkasına kulluk etmemekle emrolunmuşlardı.” [9.31] Şubat 2010 7 Allahın kulu’ olabilmek: Elbette herkesi Allah yaratmıştır, herkes onun kuludur. Fakat özelde ve hakikatte asıl kendini rabbine adayanlardır “Allah’ın kulları.” Nasıl ki her ev Allahın evidir ama yalnız Kâbe’deki kıble olan yapıya “beytullah” (Allah’ın evi) deniyor. Tüm hayvanlar Allah’a aittir ama Salih aleyhisselamın devesinden Allah Teala “nâketullah” (Allah’ın devesi) diye bahsediyor. Onun gibi Allah’ın kulu olmak özel bir durumdur. Allah’ın kulu olanlar, para ve pula, şan ve şöhrete, makam ve mevki’e, dünya’ya kul olmazlar. Ona meyletmeyip sadece Allah’a teslim olurlar. Allah tüm peygamberleri bunun için göndermiştir. İnsanlar dünyaya kul olmasınlar, kula kul olmasınlar, maddeye kul olmasınlar heva ve heveslerine kul olmasınlar ve yalnız Allah’ın kulu olsunlar. Kurana göre tüm peygamberlerin ortak çağrısı şudur: “Ey milletim! Allah'a kulluk edin; O'ndan başka tanrınız yoktur” [11:61, 16:36, 21:25] Çünkü hayatın anlamı da bu kulluktur. Nitekim Kuranda Allah Teala: “Cinleri ve insanları ancak Bana kulluk etmeleri için yarattım.” buyuruyor. [51.56] En yüksek makam kulluk: Tüm Kuranda Allah kullukta örnek şahsiyetler olarak peygamberleri nazarımıza verir. Çünkü insan somut olanı daha iyi kavrar. O peygamberleri öveceğinde Allah kulluklarını öne çıkarır. “Davud'a Süleyman'ı bahşettik; o ne güzel bir kuldu!” [38.30] “Ey Eyyub! Eline bir demet sap alıp onunla vur, yeminini bozma» demiştik. Doğrusu Biz onu sabırlı bulmuştuk. Ne iyi kuldu, daima Allah'a yönelirdi.” [38.44] Peygamberimizin Allah’a en yakın olduğu an miraç olayıydı ve ona en yakın oluğunda Yüce yaratıcı peygamberini “ kulum” diye tanıtıyordu. “Kulunu (Muhammed'i) bir gece Mescidi Haram'dan (Mekke'den), kendisine bir kısım 8 Şubat 2010 ayetlerimizi göstermek için, çevresini mübarek kıldığımız Mescidi Aksa'ya (Kudüs'e) götüren Allah'ın şanı yücedir. Doğrusu O, işitir ve görür.” [17.1] Demek, insanın erişebileceği en yüksek makam kulluk makamıdır. Veya şöyle de ifade edebiliriz; insan kulluğunu yerine getirebildiği ölçüde Allah’a yakın olabilir. Peygamberimiz bu yüzden bir hadislerinde: “Kulun rabbine en yakın olduğu an secde halidir” buyurmaktadır. NE ZAMAN KULLUK, NE ZAMANA KADAR KULLUK? Bazen insan kulluğunu erteliyor. “Şimdi gençsin, ihtiyarlayınca yaparsın. Hele bir evlen, sonra. Şimdi işim yoğun, boş kalınca inşallah. Ben öğrenciyim, derslerim yoğun, Çalışıyorum, yorgunum” gibi bahanelerle çoğu kez şeytan bizi aldatır ve kulluğumuza mani olur. Namazı emekliliğe, haccı yaşlılığa, örtünmeyi ihtiyarlığa erteleriz. Günlük işlerimizi düşünürken ibadet saatlerimizi planlamayız. Geleceğimizi kurarken haccı, mali durumumuzu ayarlarken kurbanı hesaplamayız. Hep erteleriz ve öteleriz. Sonra, sonra deriz rahatlarız. Oysa Peygamberimiz: “Sonra, sonra diyenler helak oldular” buyurur. Çünkü o sonra dediğimiz zaman gelmeden ansızın ölüm gelir ve biz yüce yaratana doğru düzgün kulluk yapamadan kendimizi onun huzurunda buluveririz. Allah’ın kulları da günah işleyebilir. Fakat tövbeleri Âdem aleyhisselam gibi samimi, İslam’ı anlatmadaki tutumları Nuh aleyhisselam gibi ısrarlı, Hastalıklara tahammül bakımından Eyyüp aleyhisselam gibi sabırlı, Zulme karşı gelmek ve hakikatleri ilan konusunda Musa aleyhisselam gibi kararlı, Batılı izhar ve fedakarlık konusunda İbrahim aleyhisselam gibi cesaretli ve iradeli, Yusuf aleyhisselam gibi dirayetli ve liyakatli, Davut ve Süleyman aleyhisselam gibi siyasetli ve ihtişamlı, Hacer annemiz ve oğlu İsmail aleyhisselam gibi teslimiyetli, Hanne validemiz kadar içten, Meryem annemiz kadar temiz, İsa aleyhisselam kadar mütevazi, Hz. Ebu Bekir gibi sadakatli, Hz. Ömer gibi adaletli, Hz. Osman gibi hayalı, Hz. Ali gibi ilim sahibi ve cesaretli, Oysa yapılması gereken o anda, o saatte ne yapılması gerekiyorsa ertelemeden ve bahane üretmeden onu bilmek ve onu yapmaktır. Fıkıh dilinde buna “İlmihal” diyorlar ki farzdır. Hülasa; Hazreti Muhammed gibi bir İnsan olma gayretidir kulluk. Kulluk insanın hayatı boyu sürmeli elbette. Bu yolda durmak yok. Yolda kalanlar, yolda yatanlar, yolu satanlar, yolu şaşıranlar olacaktır. Onlara aldanmadan kulluk bilinciyle yolda olmak, yolda kalmak çok önemlidir. “Ve sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine ibadet et!” [15.99] ayetinde belirlenen son nefese kadar bunu sürdürebilmek bir müslüman’ın en büyük amacı olmalıdır. Kulluğumuz duamızdır. Günde beş vakit Allahın huzuruna çıkıp namaz kılarak kulluğunu izhar eden Müslüman Fatiha’daki bir duayı da kırk kez tekrar etmiş olur: Allah’ım, “Ancak Sana kulluk eder ve yalnız Senden yardım dileriz. Bizi doğru yola eriştir. Nimete erdirdiğin kimselerin yoluna; gazaba uğrayanların, ya da sapıtanların yoluna değil.” [1.5-7] NASIL BIR KULLUK? Kuranın bütün güzel örnekleri Allah’ın nasıl bir kulluk istediğinin işaretleridir. Şubat 2010 Bizi kulluğuna kabul et. Bizim kulluğumuzu kabul et Allah’ım! Âmin. 9 ŞUURLU BİR KUL OLARAK HACI OLMAK nsanın eşrefi mahlûkat olmasını sağla- İ yan, onun kulluk olarak yaptığı fiilleri bir gaye ve bilinç içerisinde yapması ile ka- imdir. Allah’a has kul olmak isteyen her bir mümin işlerini düzgün yapmalıdır. “Doğrusu Allah her şeyde iyi olmayı farz kılmıştır. O halde öldürdüğünüz zaman Kamil ABDULLAHOĞLU öldürmeyi en güzel bir şekilde yapın. Kestiğiniz zaman da kesmeyi güzel yapın. Sizden biri (hayvan boğazlayacağı zaman) bıçağını bilesin. Boğazladığı hayvanı da rahatlandırsın.”1 Peygamber (s.a.v)in bu buyruğu, tüm işlerimizde güzel, kalite ve mükemmeli yakala- “Eğer (Ona ibadet etmemek için) büyüklük taslarlarsa (bilsinler ki) Rablerinin yanında bulunan (melek) ler gece gündüz O’nu tesbih ederler ve onlar hiç usanmazlar.” mamızı istemektedir. Mümin biri ürettiği malı, okuduğu ilmi, çalıştığı işini, verdiğinialdığını, kıldığı namazı ve sair ibadetlerini hep kulluk şuuru ve anlayışı içerisinde yapmalıdır. O takdirde ibadetleri ile birlikte her işi kulluk dairesi çerçevesinde değer kazanır. Aksi takdirde kılınan namazın bile bir değerinin olmadığını bilmemiz gerekmektedir. Zira Allah Azze ve Celle’nin kulun ibadetine ihtiyacının olmadığını, yerde ve gökte bütün varlıkların onu hamd ile tesbih ettiğini bilmeliyiz. Bir ayette Rabbimiz “Eğer (Ona ibadet etmemek için) büyük- 10 Şubat 2010 lük taslarlarsa (bilsinler ki) Rablerinin yanında lahu Vahdehu-Laşerikeleh…” diye her namazın so- bulunan (melek) ler gece gündüz O’nu tesbih nunda yaptığımız meşhur zikri bilmeyenler..! Duayı ederler ve onlar hiç usanmazlar.” 2 nasıl yapacağız? Hiçbir şeyden haberimiz yok diyenlerin sayısı az değildir. Buna şöyle bir itirazda bulunulabilir; Hacılarımız hayatta bir defa hacca gi- Yaptığımız kulluk içerisinde mühim amelleri- diyorlar. Bu teferruatı bilmeleri mümkün değildir? mizden biri de “Hac” ibadetimizdir. Ülkemizden her Hacca gideceklere önceden hacla ilgili kitaplar ve- yıl yüz bini aşkın insanımız Hac ibadetini yapmak riliyor ve hac seminerleri yapılıyor. Ancak bir kafi- için kutsal topraklara gidiyor. Ancak bu ibadeti ya- lede okuyanların sayısı bir elin parmaklarını panlar olarak acaba ne kadar ibadetin şuurunda- geçmez. Ayrıca sürekli kıldığımız namazı ne kadar yız. Tabiî ki bu sözümüzle tüm hac yapanları kast biliyoruz. Okuma alışkanlığı olmayan bir toplumuz. etmiyoruz. Ancak bir asrı aşkın bünyemize enjekte Bilmiyoruz bilmediğimizi de bilmiyoruz. edilen kronik bazı düşünceler bizlerin o kutsal topraklarda bile farklı davranmamıza sebebiyet veriyor. Bunlardan bazılarını saymak icap ederse; Yine bu cehalet göstergelerinden bazıları da; mezhep farklarını bilmeden farklı ehlisünnet mezheplerine göre amel edenlerin namazı bilmedikle- Cehalet: Dinin ve insanlığın en büyük düş- rini ve en güzel namazı bizim kıldığımızın manı cehalettir. Tüm ibadetlerimizde olduğu gibi seslendirilmesidir. Namaz yalnızca şekilden ibaret hac ibadetinde de aynı konumdayız. İhram, tavaf, olduğunu zanneden bu zavallılar, namazda sa’y gibi haccın temel erkân ve usullerini bilme- “huşu”un ne demek olduğunu hiç konuşmaz ve bil- yenlerin sayısı azımsanmayacak derecede fazla. mezler. Yine tavaf yaparken ibadet yaptığını unu- “Telbiye” çokca kullanılan bir zikir olmadığından tup hatta günah olan konuşmaları duyarsınız. söylemeyenleri mazur sayalım. Ya “Lailahe İllal- Haremi şerifte oturup Kur’an okuma yerine hoş Şubat 2010 11 sohbet edip Kur’an okuyanları ve zikirle meşgul Elbette ki evet. O halde olayların görünen yönün- olanları rahatsız edenlerin sayısı ne kadar fazladır. den çok arka planına bakmak gerekir. Bizi o kadar cahil bıraktılar ki inandığımız Kitabı Kerimi okumayı bilmiyoruz. Bir kul Allah’a ulaşmak istiyorsa sadeliyi seçmelidir. İbrahim Edhem köşk ve sarayları, güzel yatakları, makam ve mevkii terk ederek, sadeliği Şuursuzluk: Mukaddes beldelere yolculuk yapıyoruz. Bu toraklarda iyi yâda kötü fiiller yüz bin katı ile değerlendirilir. Kur’an da Yüce Rabbimiz “Hac; bilinen aylardadır. Kim o aylarda (ihrama girerek) haccı (kendisine) gerekli kılarsa bilsin ki, hacda kadına yaklaşmak, günaha sapmak, kavga etmek yoktur…” Buyurarak mukaddes beldelerde ne kadar dikkatli olmamız gerektiğini beyan et- seçerek ölümsüzleşti ve İbrahim Edhem oldu. Kâbe dünya harikalarından biri değildir. Sanatsal herhangi bir özelliği yoktur. Harem de aynı sadeliktedir. Bir kul olarak Rabbimize vasıl olma gayretinde isek dünya süsü ve zevklerine birazcık fren koymalıyız. Rabbimiz bizi bağışlamak için bir deniz kıyısına değil “Arafat”a davet ediyor. Tepe ve çöl- mektedir. Nevarki, o beldelerde anormal davranış- den oluşan mekâna davet ediyor. Emir bu. Baba- lar o kadar sergileniyor ki, Allah’ın kutsal kıldığını mız Adem (a.s)ın da tövbesinin kabul edildiği unutarak fiziki şartları kendi ülkesi ile karşılaştır- mekana var ve dünyayı, dedi-koduyu, kin ve nef- malar, kendi ülkesinin cennet gibi olduğunu, o bel- reti terk et. Orada Rabbine ulaş ve büyük mesafe- delerde herhangi bir şeyin yetişmediğini, coğrafi ler katet. Bizden istenen bu. Ancak insanın ezeli görünümün (hâşâ) iyi olmadığını, mesire yeri ara- ve ebedi düşmanı İblis son gücüyle hücum ediyor. malar vs. Allah (cc) isteseydi o kutsal beldeleri dün- Buna birde bizim cehalet ve kaprislerimiz eklendi yanın en harika yeri olarak yaratamazmıydı? mi İblisin işine diyecek yok. 12 Şubat 2010 Meşhur Hanbelî fakihlerinden İbn Kayyim elCevziyye şöyle der; Bir kısım hacılar üzerlerinde de görsek mutlaka Ona da bir kusur buluruz. Allah bu gibi anlayıştan bizleri muhafaza etsin. Âmin. başkalarının borcu olduğu halde yâda birilerine zulmetmiş olarak hacca gitmişlerdir. Bazılarının mallarında da haram şüphesi vardır. Bir başkası Tahammülsüzlük: Hacca gidenlere hep söy- kendisine hacı denilsin diye hacca gitmektedir. Bu lenen bir söz vardır. Oda “sabır” sözcüğüdür. Zira tip insanlar Kâbe’nin etrafında kirli kalpleri ve temiz hac zor bir ibadettir. Kutlu Nebi (s.a.v) hac ibadeti olmayan iç dünyaları ile Kâbe’nin etrafında topla- hariç hiçbir ibadetin niyetinde “Allah’ım onu bana nıyorlar. İblis onlara haccın şekilsel yönünü göste- kolaylaştır” ifadesini kullanmamıştır. Biz gerçekten rerek aldatmaktadır. Gerçek hac yapmak kalple çok zayıf ve tahammülsüz bir haldeyiz. Hacca olur. Bedenle değil. Kalbi arındırmadan vuslata giden biri tatil yapmaya gitmediğini bilmelidir. Ha- ermek mümkün değildir. “Arınan ve Rabbinin cılar arasında en çok gündemi oluşturan şey; ye- adını anıp, namaz kılan kimse mutlaka kurtu- meklerin kalitesi, otel durumu, servislerin az yada luşa erer.”5 sıkı oluşu, eşya satın alma vs. durumlarıdır. Hacda hizmetler arttıkça hacıların sızlanmaları daha da artmaktadır. 1960 ve 1970 li yıllarda hacıların ev- Asabiyet Ruhu: inanan bir insan başka mü- lerde yatacak yataklarının olamadığını, 80 li yıl- minleri kerih göremez. Bu hem dinin ruhuna aykırı larda şişme yataklarda yatmaya çalıştıkları ve 90 lı ve de cahiliye âdetidir. Fransız ihtilalinden sonra yıllarda bir odada 8-10 kişinin yerde sünger yatak- batıdan İslam âlemine gelen milliyetçilik akımı et- larda yattıklarında bugünkü şikayetlerin o günlerde kisini hızlandırarak devam ettirmektedir. Osmanlı- olmadığını o tarihlerde görevli olarak hacca giden nın dağılmasına ve İslam birliği anlayışının yok hocalarımız söylüyor. olmasına sebep bir anlayışın “Hac” gibi kutsal bir ibadette bile nasıl hortladığını müşahede ediyoruz. İnsanımız bir anda vatan perver kesilerek “ bu Müslümanlar olarak her geçen gün çok daha Araplar zaten bizi sevmiyor, Osmanlının kalıntıla- fazla lükse düşkünleşiyoruz. Yani daha fazla düny- rına değer vermiyorlar” gibi laflar. Doğru Araplar evileşiyoruz. Bundan dolayı da ibadetin gerçek ta- sadece Osmanlı değil kendi tarihi varlıklarını da ko- dını alamıyoruz. Bu yolda arkadaşını kıran, rumuyorlar. Peki, son bir asırda bizde yıkılan ve ha- otobüse binerken başkalarına eziyet eden, sıra rabeye dönüşen cami, tekke, zaviye, türbe ve diğer beklerken başkalarının önüne geçen, haremi şe- bakımsız kalan tarihi yapıları neden görmeyiz..! rifte oturup gıybet eden ve birbirini çekiştiren, asansörlerde bağıran ve başkalarının haklarını ihlal eden hacılarımız acaba niçin orada bulundukları- Yine renginden ve kültüründen dolayı mü- nın farkında mılar? Şeytan herkesi bir yerden vur- minleri aşağılayan hacılarımızın varlığı da hiç maya çalışmaktadır. Hacca giden bir Müslüman azımsanacak sayıda değildir. Hâlbuki Efendimiz gerçekten manen çok donanımlı olmalıdır. Yoksa (s.a.v)in getirdiği dinin esası bu gibi anlayışı red- eli boş olarak dönmek çok acı olsa gerek. Bizler detmektedir. Bir hadiste: “…Müslüman Müslü- her zaman adımlarımızı çok dikkatli atmalıyız. Aksi man’ın kardeşidir. Ona zulüm ve haksızlık takdirde yaptığımız amellerin her hangi bir fayda- yapmaz, yardımı kesmez ve onu hakir gör- sını göremeyiz. 6 mez…” Peki, nasıl olurda böyle bir mekânda mümin kardeşini hakir görür ve ona olmayacak hakaretlerde bulunursun. Senide onu da yaratan ara- ............................................................................................ 1 - Müslim, zebaih, 57 Ebu Davud, Edahi, 11-12 2 - Fussilet, 41/38 3 - Bakara, 1/197 4 - İbn Kayyım, Telbisu İblis, 201 nızda tekbir fark gözetmektedir ki; oda “takva”dır. 5 - A’la, 87/14-15 Biz bu mantıkla sahabeyi ve hatta Efendimiz(s.a.v)i 6 - Müslim, Birr, 32 Şubat 2010 13 KULLUK ŞUURU llah’a Kulluk yani Allah’a itaat etmek, hükümlerine razı olmak, tevazû göstermek, kişinin isyan etmeden, ondan yüz çevirmeksizin, itaati ve boyun eğmesidir. "İnsanları ve cinleri ancak bana ibadet etmeleri için yarattım" (Zâriyat sûresi: 50) meâlindeki âyet-i kerimeden de anlaşılacağı üzere, insanın yaratılış amacı; sadece ve sadece “Rabbimiz’e kulluk”tur. İbadet edene abd-kul denir. Bunlar da üçe ayrılır: A Ersan BİLGİN 1- Türkçede köle dediğimiz abd, Allah'a itaat etmediği için hürriyeti¬ni koruyamayan kafiri, harbde esir ederek Allah'ın kuluna kulluk etme hali. "Senden önce gönderdiğimiz her peygambere: Benden başka ilah yoktur. Yalnız Bana kulluk ediniz, diye vahyettik." 2- Yaratılmışların tamamını yaratan, yaşatan Allah olması sebebiyle yaratıkların hepsi O'nun koyduğu tabiat kanunlarına tabi olduklarından ve onun dışına çıkmadıklarından kayıtsız şartsız Allah'ın bu tabiat kanun¬larına uyarlar ve bundan dolayı hepsine abd-kul ismi verilir. "Yerde ve göktekilerin hepsi Rahman'a abd-kul olarak gelecektir.” 3- Kişinin kendi iradesiyle severek itaat etmesidir. Bu da iki kısma ayrılır: Biri Allah'a kulluk edenler, diğeri de Allah'ın kullarına kulluk edenler. "Biz yalnız Sana kul- 14 Şubat 2010 luk ederiz" derken "irademizle, severek Sana itaat ederiz. Senin emrinle meşgul olunca başkalarına kulluk yapmamız mümkün değildir" diyoruz. Biz bu âyeti okuruz ve Allah'ın çizdiği sınırlar, koyduğu kanunlar doğrultusunda sosyal, kültürel, iktisadî, siyasî, askerî, hukukî faaliyetleri¬mizi düzenleriz. Zaten bütün peygamberlerin gönderiliş gayesinin bu olduğunu Allah (c.c.) şöyle haber verir: "Senden önce gönderdiğimiz her peygambere: Benden başka ilah yoktur. Yalnız Bana kulluk ediniz, diye vahyettik." - Hz. Âdem (as)'den Hz. Muhammed, (sav)'e kadar bütün peygamberler insanları Allah (cc)'a kulluğa dâvet etmişlerdir. Nitekim "Andolsun ki, biz her kavme: `Allah'a ibadet edin, tâgût'a kulluk etmekten kaçının' diye (tebliğ yapması için) bir peygamber göndermişizdir." (Nahl sûresi: 38.) âyeti kerimesi, insanların "Abd-kulluk" hususunda istisnasız uyarıldıklarını belirtmektedir. Tâgûtu şu şekilde tarif etmek mümkündür:"Allah'ın indirdiği hükümlere mukabil olmak ve onların yerine geçmek üzere hükümler ihdas eden (kanunlar koyan) her güç tâgûttur. Bunun insan olması, put olması, şeytan olması veya bunların dışında herhangi bir şey olması mahiyeti değiştirmez. Bir yanda Allah’ın emirleri, öte yanda heva ve hevsin arzuları-istekleri… "İman edenler Allah (cc) yolunda cihad ederler, küfredenler (kâfirler) tâgût yolunda sa- vaşırlar." (Nisa sûresi:76) âyet-i kerimesi insanın, bu iki sınıftan birine dahil olacağını beyan etmektedir. - Lâ ilâhe (ilâh yoktur, putların hükmü yoktur, tâgût'u inkâr ederiz) diye haykıran ve İllâllah (yalnız Allah vardır, O'na itaat ederiz) diye tastikte bulunan mü'minler "Kul" olma şuurunu ayakta tutmak zorundadırlar. Rabbimiz Fatiha Suresi’nde “Ancak sana kulluk eder ve ancak yardımı senden dileriz.” buyuruyor. Acaba günde en azından kırk defa bu sözü bize verdiren, sürekli bu ahdi bize yenilettiren Rabbimiz’in maksadı nedir? Bizi, bizden daha iyi bilen Rabbimiz bizim boyunlarımızdaki kulluk ipini kendisinden başkalarına da verebileceğimizi bildiği için mi ki, bizi uyarmak istiyor? Kendisinden başkalarına da kulluk edeceğimiz konusunda bizden bir endişesi mi var ki her huzuruna çağırışta bizden bu ahdimizi yenilememizi istiyor? Acaba biz günde kırk defa Rabbimize verdiğimiz bu söze sâdık mıyız? Hayatımızın tümünde söz sahibi Allah mı? Yoksa hayatımızın bazı bölümlerinde Allah’ı, öteki bölümlerinde başkalarını mı dinliyoruz? Şuarâ sûresinde Rabbimiz bu hususu şöyle anlatır. Firavun Allah’ın elçisi Hz Mûsâ’yı sorgulamaya başlayınca Hz. Mûsâ da ona şöyle diyordu: “Başıma kaktığın bu nîmet, İsrail oğullarını kendine kul ettiğinden ötürüdür" dedi.” (Şuarâ 22) Anlıyoruz ki, Firavun İsrail oğullarını zorla kendi arzularına itaat ettirerek, onları kendisine kul köle edinmişti. Demek ki bir varlığın emirlerine itaat, ona kulluk mânâsına gelmektedir. Yine Mâide sûresinde de şöyle buyurulur: "Allah katında bundan daha kötü bir karşılığın bulunduğunu size haber vereyim mi" de, Allah kime lânet ve gazap ederse, kimlerden maymunlar, domuzlar ve tâğutlara kullar kılarsa, işte onlar yeri en kötü ve doğru yoldan en çok sapmış olanlardır.” (Mâide 60) Âyet-i kerimede Rabbimiz yeryüzünde en kötü, en şerli varlıkların özelliklerini sayarken “Ve Abedet tâğut” buyuruyor. Yâni “tâğutlara kulluk yapanlar, tâğutların, şeytanların kulu olanlar”. - “Ey insanoğulları! Ben size, şeytana ibâdet etmeyin, o sizin için apaçık bir düşmandır. Şubat 2010 15 Bana kulluk edin, bu doğru yoldur, diye bildirmedim mi?" (Yâsîn 60,61) Şeytana kulluk, şeytana itaat etmek, onun sözünü dinlemek, fısıltılarına, vesveselerine kulak vermek, onun arzuları peşi sıra gitmek, onun istediği şekilde hareket etmek ve gösterdiği yolda yürümek demektir. - Demek ki; Allah’ın dışında hayata karışacak, hüküm-kanun belirleyecek başka ilâhlar, başka rabler belirleyip onların emirlerine itaat de ibâdettir. İşte bizim bu duruma düşmemizi istemeyen, hayatımızın tümünde sadece kendisini dinlememizi, hayatımızın tümünde sadece kendisine kul olmamızı isteyen Rabbimiz, Fâtiha sûresinin bu ahdimizi sürekli yenileyerek hatırımızda canlı tutmamızı istemektedir. - Namazlarında sürekli bu ahitlerini yenileyen ve hayatlarında bu ahitlerine sâdık kalan mü’minler tüm hayatlarında sadece Allah’a kulluk ederler. Müşrikler ise hayatlarına karışacak Allah’la beraber başka Rablerin, başka İlâhların varlığını da kabul ederler. Tamam, hayatımızın ibâdet bölümüne Allah karışsın, ama haya-tımızın öteki bölümlerinde söz sahibi bizim başka Rablerimiz, başka ilâhlarımız da vardır. Biz onları da dinlemek, onlara da kulluk etmek zorundayız. Bunlar rubûbiyet ve ulûhiyet konusunda Allah’ın yeryüzünde ortaklarıdır. Bunların sözleri de dinlenmelidir. - Halbuki Nahl sûresinde Rabbimiz şöyle buyuruyordu: “Allah buyurdu ki iki İlâh edinmeyin, sizin İlâhınız tek İlâhtır” (Nahl 51) Camide ayrı bir ilâhınız, caddede, sosyal hayatınızda ayrı bir ilâhınız olmasın. Namaz konusunda sözünü dinleyeceğiniz ayrı bir ilâhınız, kılık kıyafetiniz konusunda ayrı bir ilâhınız olmasın. Âhiret konusunda etkili ayrı bir ilâhınız, dünya yasaları konusunda söz sahibi ayrı bir ilâhınız olmasın, diyor Rabbimiz. Çünkü bizim camide yaptıklarımız da, caddede yaptıklarımız da hepsi ibâdettir, ibadet kıvamında olmalıdır. Hayatımızda ibâdet sayılmayacak bir tek saniyemiz bile yoktur. Şunu kesinlikle bilelim ki Allah’ın istediği imanda, Allah’ın ortaya koyduğu İslâm’da ibâdet kastı bulunmayan hiç bir beşerî faaliyet yoktur. Kulluğun dışında sayabileceğimiz bir tek davranış yoktur. İnsanın bireysel hayatında, insanın Allah’la ilişkilerinde, insanın insanla ilişkilerinde, insanın çevresiyle ilişkilerinde, siyasetinde, ekonomisinde, iktisadî hayatında, ceza hukukunda, medenî ve aile hukukunda, bütün emir ve yasalarında İslâm’ın 16 bundan başka bir hedefi yoktur. Hedef sadece ve sadece Allah’a kulluk. Bunu kamil ve şamil manada gerçekleştirmek. - Eğer peygamberler (as) böyle bir taksime razı olsalardı; “tamam, hayatın bazı bölümlerinde insanlar Allah’ı dinlesinler, öteki bölümlerinde de sizi (şeytanı, heva ve hevesi) dinlesinler. Hem size, hem de Allah’a kulluk yapsınlar” deselerdi vallahi hiç birisinin burnu bile kanamazdı. Sahte rablerin, sahte tanrıların bu kadar gazaplanmalarına ve Allah elçilerine karşı savaş açmalarına da gerek kalmazdı. Çünkü ne Ebu Cehiller, ne Nemrutlar, ne Firavunlar böyle hayatın bazı bölümlerinin Allah’a verilmesine karşı değillerdi. “Tamam hayatınızın bazı bölümlerinde Allah’ı da dinleyebilirsiniz. İlâhlardan bir İlâh olarak, tanrılardan bir tanrı olarak Allah yasalarını da uygulayabilirsiniz. Ama hayatın tümüne karışıcı tek İlâh olarak Allah’a hayır” diyorlardı. - Kur’an’ın özü şu üç konudur: 1. Allah, Rab 2. Kul 3. Allah ile kul ilişkisi, ibadet ve muamelat - Ya Rabbi! Hayatımızın sadece bir bölümünde değil, her bölümünde sadece sana kulluk ederiz, sadece seni dinleriz, sadece senin istediğini yaparız, sadece sana sığınırız. Daraldığımız, bunaldığımız zaman sadece sana dua eder, sadece senden yardım isteriz. Ferahlık anımız, sevincimiz İslam’ın sevincidir. Zafer sendendir, başarı sendendir. Sevinince de sana şükrederiz. - Allah’a kulluk ne büyük şeref, ne büyük izzet. Allah’a kulluk en büyük özgürlük ve hürriyet. Biz kul ve resul olan bir Peygamber’in ümmetiyiz. Kul ve rasul, alemlerin efendisi Hz. Muhammed (sav). “Kul oldum, kul oldum, kul oldum! Ben Sana hizmette iki büklüm oldum. Kullar âzad olunca şâd olur; Ben Sana kul olduğumdan dolayı şâd oldum Kul oldum, Rabbimin kapısında bir vasıfsız kul oldum.” Hz Mevlâna “De ki: Namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm alemlerin Rabbi içindir.” (En’am 162) (Yazımız Şifa tefsiri, Kelimeler ve Kavramlar, Basair’ul Kur’an adlı eserlerden istifade edilerek hazırlanmıştır.) Şubat 2010 Yerinde Güzel Mal cömertte güzel, silah cesurda Tevazu zenginde, al bayrak surda, Zarafet fazilet hamiyet himmet, Peygamberle güzel her bir asırda. Sadakat hem geniş hem de darlıkta, Dostlarda güzeldir her ayrılıkta, Nebi lisanıyla mertlik yiğitlik, Zillet göstermeyen yumuşaklıkta. Af sultanda güzel, eman mücrimde, Dilenmek fakirde, ikram kerimde, Kılıç hak arayan ele yakışır, Pehlivan misali meydan yerinde Bülbül gülistanda nağme dalında, Meyve mevsiminde damak tadında, Toprak suya su toprağa ram olur, Muhabbet çağının tam ortasında. İnsan benliğinden arî olunca, Arşın sahibine bir yol bulunca, Bedir gibi nur kesilir yar olur, Nefsin girdabından bir kurtulunca. Can alıcı bir söz yerinde güzel, Hoş bakıcı bir göz derinde güzel, Her güzel sevimli değildir ancak, Sevilen güzeldir sevilen güzel. Sebahaddin TÜZÜN Şubat 2010 17 MEZHEPSİZLİK NİÇİN "DİNSİZLİĞİN KÖPRÜSÜ" DÜR? ilindiği gibi "Mezhepsizlik Dinsizliğin Köprüsüdür" sözü, yirminci yüzyılın yetiştirdiği en büyük alimlerden ve son Osmanlı Şeyhülislam vekillerinden biri olan merhum Muhammed Zâhid el-Kevserî'ye aittir ve merhumun "Makâlât" adlı eserinde yer alan makalelerden birisinin başlığıdır.[1] Bu hikmetli söz, bahse konu makale neşredildikten sonra adeta darb-ı mesel haline gelmiş ve dilden dile yayılmıştır. B Dr. Ebubekir SİFİL Bu yazıda, bu sözün ne anlama geldiği ve İslam Dünyası'nın yaşadığı ilmî ve fikrî tecrübeye ne ölçüde denk düştüğü gibi hususları irdelemeye çalışacağız. Her ortama ayak uyduran, her anlayışa uyan, hiç kimsenin hiçbir anlayış ve hareketine müdahale etmeyen, uyulsa da olur uyulmasa da kabilinden varla yok arası bir din! 18 Öncelikle bu şaklıkta geçen iki kavramın, "mezhepsizlik" ve "dinsizlik" kavramlarının nasıl anlaşılması gerektiği üzerinde duralım. Buradaki "mezhepsizlik", hem hiçbir mezhebi tanımamayı, hem de klasik tabiriyle "telfik"i, yani mezheplerin hükümleri arasından bir derleme ve seçme yaparak karma bir mezhep oluşturmayı anlatmaktadır. Zira her birinin ayrı bir usul ve metodu olan mezheplerden hiçbirisini tanımamakla, aralarındaki ihtilafları ve bunların sebeplerini görmezden gelerek bu metot ve usuller Şubat 2010 doğrultusunda konmuş olan hükümleri birleştirme girişimi arasında netice olarak hiçbir fark yoktur. Çünkü son tahlilde her iki davranış şekli de, belli bir metodu iltizam etmeme noktasında buluşmaktadır. Başlıktaki cümlede yer alan "dinsizlik" ise, hiçbir dini tanımamaktan ziyade, dinler arasında herhangi bir fark gözetmemek ve muhtelif dinlere mensup insanları aynı kategoride değerlendirmek anlamına gelmektedir. Bilindiği gibi İslam Dünyası'nda başgösteren –ve genellikle Cemaleddin Efganî ile başlatılan– "yenilikçi" hareketin en önemli taleplerinden birisi ve belki de birincisi, Müçtehit İmamlar'ın içtihatlarının artık eskidiği, miadını doldurduğu ve bugünün meselelerine çözüm getirmekten uzak kaldığı gerekçesiyle yeni içtihatlar yapılmasıdır. İslam Hukuku'nun (Fıkıh) modernize edilmesi ve çağa uydurulması için, içtihat mekanizmasının temel unsurları ve belirleyicileri olan Kitap, Sünnet, İcma ve Kıyas'ın yeniden gözden geçirilmesi ve akılcı bir bakış açısıyla yeni yorumlara ve fonksiyonlara kavuşturulması şeklinde başlayan bu hareket, geçen zaman içinde muhtelif veçhelere büründü ve farklı yönelişlere teşne oldu. Her ne kadar yenilikçilerin muhtelif konularda birbiriyle bağdaşmayan çeşitli görüşleri ve bu görüşler etrafında –taraftarları ve karşıtları arasında– cereyan eden tartışmalar konumuzla yakından ilişkili ise de, bu yazının amacı bu ayrıntıya girmek olmadığından, burada sadece yukarıdaki kuşbakışı tesbite şu noktayı eklemekle yetineceğiz: Az önce "yenilikçi hareket" şeklinde ifade ettiğimiz reformist/modernist yaklaşımın talepleri ve teklifleri elbette Fıkıh ve İçtihat sahalarına münhasır değildi. Bu hareketin boyutlarının kaçınılmaz olarak Akait alanına da uzandığını müşahede etmekteyiz. Nitekim Cemaleddin Efgânî'den başlayarak Fazlur Rahman'a ve oradan da günümüz Türkiye'sindeki bazı isimlere uzanan "İbrahimî dinlerin diyaloğu" söylemi, (kimi zaman bu dinlerin esasta bir olduğu, kimi zaman da Ehl-i Kitab'ın da cennete gideceği şeklindeki iddialarla) reformist/modernist çevrelerin üzerinde ısrarla durdukları bir tez olarak canlılığını muhafaza etmektedir.[2] Her ne kadar meselenin bu boyutu konumuz ile yakından ilişkili değilmiş gibi görünse de, bu yazının başlığı, bu boyutu da ilgi alanımız içine sokmaktadır. Zaten aşağıda izleyeceğimiz 4 merhalenin sonuncusu üzerinde dururken bu nokta kendiliğinden tebellür edecektir... Evet, reformist/modernist çevrelerin talepleri "yeni içtihatlar yapılmalıdır" söylemiyle, aslında "eski" içtihatların Kur'an, Sünnet, İcma ve Kıyas hakkındaki değerlendirmelerinin geçersizliğini dile getirmiş oluyordu. Peki bu 4 asl hakkında reformist/modernist çevrelerin yaklaşımı genel olarak nasıldır? Bu sorunun cevabını, söz konusu 4 aslın sonuncusundan başlayarak verecek olursak:[3] 1- Kıyas: Kıyas, nasslardaki hükmün dayandığı illetin tesbitine dayanan bir faaliyettir.[4] Dolayısıyla tabiatı gereği, ahkâma ilişkin nassların tek tek ele alınması ve hükme temel yapılması esasına dayanır.[5] Oysa nassların tümünün bir arada değerlendirilmesi (tümevarım) yoluyla mesajı özü/ruhu yakalanarak buradan bütünlük arzeden bir metodoloji geliştirilmeli ve çözüm bekleyen meselelere bu metodoloji esas alınarak cevap verilmelidir. Reformist/modernist çevreler, bu yaklaşımlarına, Malikî mezhebinde tali (ikincil) bir delil olan Şubat 2010 19 Oysa İcma, fer'î bir hüküm hakkındaki bir nassa dayanıyorsa, o nassın bildirdiği hükmü zannî olmaktan çıkarıp kat'î kılması ve İslam Hukuku alanında derin vukufiyet sahibi Müçtehit İmamlar'ın konsensüsü olması bakımından İlahî İrade'nin tesbitinde elbette belli bir fonksiyon icra etmektedir. Üstelik reformist/modernist çevreler, İcma hakkındaki değerlendirmelerinde yukarıda söylediğimiz noktada da durmadılar. Birtakım hadislerde geçen "ümmet" kelimesinin, Ümmet-i Davet dediğimiz gayri müslimler ile Ümmet-i İcabet dediğimiz müslümanlar arasında herhangi bir ayrım yapmadan tümünü, yani bütün insanları kapsadığını ileri sürerek, Hz. Peygamber (s.a.v)'in ümmetinin bütün insanlık olduğunu söylediler.[8] "maslahat" unsurundan ve özellikle Endülüs'lü Malikî fakihi eş-Şâtıbî'nin bu unsur hakkındaki değerlendirmelerinden de destek aramayı ihmal etmediler. Çerçevesi şu ana kadar net olarak çizilememiş olan "Kur'an'ın ruhu" söylemi ve maslahat prensibinin –belirleyicilik alanı Malikî mezhebinin yaklaşımını çok daha fazla aşacak şekilde[6]– devreye sokulması sonucu Kıyas prensibi devre dışı bırakılmış oluyordu. 2- İcma: Sahabe'nin ileri gelenleri tarafından işletilmeye başlanmış bulunan İcma prensibi, fer'î bir mesele hakkında bir dönemde yaşayan bütün müçtehit imamların içtihatlarının aynı doğrultuda oluşması demektir. Tafsilatını yine Usul-i Fıkıh kitaplarına havale edeceğimizbu prensip de reformist/modernist çevreler tarafından aşındırılmaya çalışılmıştır. İcma'ın vukuunun mümkün olmadığı; hakkında icma bulunduğu söylenen meseleler hakkında, iyi araştırıldığında aslında ihtilaf bulunduğu, tarihin bir döneminde meydana gelmiş bir icmaın, başka bir dönemde aynen kabul edilmesinin, insan akylının dondurulması demek olacağından, böyle birşeyin kabul edilemeyeceği gibi bir çok gerekçeye dayandırılan İcma itirazları, İmam eş-Şâfi'î'nin konu hakkındaki bazı değerlendirmeleri de istismar edilmek suretiyle[7] 20 Bizzat Allah Teala'nın Kitabı'nda ve Hz. Peygamber (s.a.v)'in Sünneti'nde en keskin hatlarla çizilmiş olan iman-küfür sınırı, reformist/modernist çevreler tarafından böylece ortadan kaldırılmış ve bunun yerine, özellikle masonik çevrelerin dillendirdikleri "insanlık dini", "tüm insanların kardeşliği" sloganları, İslamî kılıflara büründürülerek yeniden ifade edilmiş oluyordu. 3- Sünnet: Mezhep İmamları'nın içtihatlarının büyük bir kısmının Sünnet'e dayanıyor olması ve Sünnet'in ve hadislerin birçok noktada rasyonel bakış açısına aykırılıklar arz ettiğinin kabul edilmesi, temelde akılcılığa (rasyonalizm) dayanan reformist/modernist hareketi, Sünnet'i ve hadisleri de "sorgulamaya" itmiştir. Tabiatiyle modern akla ve bugünkü bilimsel verilere uymadığı kabul edilen birçok hadis, bu bakış açısı tarafından "uydurma" olarak kabul edildi. Bu yaklaşımı desteklemek için, sadece Kur'an'ın ilahî garanti altında olduğu ve Sünnet için böyle bir garantiden söz edilemeyeceği temel bir tez olarak ısrarla işlendi. Zira işin içine beşer unsuru girdiği anda şüpheci davranmak "bilimsel" davranışın bir gereği idi. Geçmiş alimler tarafından sahih olarak kabul edilmiş olsa da, pek çok hadis, reformist/modernist çevreler tarafından "uydurma" olarak damgalandı. Böylece Sünnet'in büyük bir kısmından kurtulma imkânı doğmuş oluyordu. Burada, alimlerin (buradaki "alimler"den kastımız, özellikle Fıkıh ve Usûl-i Fıkıh alimleridir), mütevatir ve meşhur kategorisine girmeyen hadisleri Şubat 2010 "ahad hadis" (veya "haber-i vâhid") olarak değerlendirmeleri ve bu tür hadislerin ilim bildirmeyeceğini söylemeleri de, reformist/modernist çevreler tarafından iddialarını destekleyici bir unsur olarak kullanıldı. Burada üzerinde durulması gereken bir diğer nokta da, "Kur'an'a aykırı hadis olamayacağı" söylemidir. Bu söyleme göre eğer herhangi bir hadis – isterse eski alimler tarafından mütevatir olduğu söylenmiş olsun– Kur'an'a aykırılık teşkil ediyorsa, onun sahih olarak kabul edilmesi söz konusu olamaz. Oysa Kur'an'a aykırı görüldüğü gerekçesiyle uydurma olduğu söylenen hadisler hakkında, meseleyi bütün veçheleriyle araştırmadan verilen bu hükümler, Hz. Peygamber (s.a.v)'in Sünneti'nin büyük bir kısmının iptal edilmesinden başka bir anlama gelmemektedir. Meselenin bir diğer yönü de, Sünnet'in yol göstericiliğine baş vurmadan Kur'an'a doğrudan gitme söyleminin bünyesinde barındırdığı tehlikeler ile karşımıza çıkmaktadır. Tam bu noktada 4. merhale ile karşı karşıya geliyoruz ki, meselenin en can alıcı noktasını da burası oluşturmaktadır. 4- Kur'an: Kur'an ayetlerinin anlamı ve ihtiva ettiği hükümlerin anlaşılıp uygulanması noktasında Sünnet'in otoritesi de dahil olmak üzere hiçbir vasıta kabul etmeye yanaşmayan reformist/modernist anlayış, bu aşamada artık önünde uçsuz bucaksız bir hareket alanı bulmaktadır. "Fikir hürriyeti", "Allah'ın Kitabı'na aracısız olarak baş vurmak", "Kur'an'ın, kendisini "açık/anlaşılır" bir kitap olarak nitelendirmesi"... gibi pek çok söylem burada devreye girdi ve artık her isteyen, Kur'an ayetlerinden istediği hükmü çıkarma "özgürlüğüne" kavuşmuş oldu. Yüzyıllar içinde bitmez tükenmez samimi çabalarla ve tam bir ehliyetle vücuda getirilmiş olan Tefsir ve Fıkıh kitapları, Müfessirler, Fakihler ve diğer ulema, binbir ithamla töhmet altında bırakıldı ve asırların bilgi birikimi hoyratça çiğnenerek devre dışı bırakıldı. pıldığını görmekteyiz. Her isteyen, Kur'an'dan istediği hükmü çıkarmakta ve "ben böyle anlıyorum" diyerek işin içinden sıyrılmaktadır. Tevrat ve İncil'in aslında çok da fazla tahrife uğramadığı, dolayısıyla bu kitaplara inanan Yahudi ve Hristiyanlar'ın da "hak din" ve "tevhid dini" üzere olduğu hükmünden tutunuz, Kur'an'da yer almayan bir hükmün Hz. Peygamber (s.a.v) de olsa hiç kimse tarafından konamayacağı tesbitine kadar, aslında İslamî olmayan pek çok anlayış, güya Kur'an merkeze alınarak vaz edildi. Kur'an ve Sünnet tarafından konmuş olan en temel sabiteler bile yıkılıp geçildi ve ortaya ne idüğü belirsiz bir din çıktı. Her ortama ayak uyduran, her anlayışa uyan, hiç kimsenin hiçbir anlayış ve hareketine müdahale etmeyen, uyulsa da olur uyulmasa da kabilinden varla yok arası bir din! İşte bu yazının başından beri 4 merhale halinde sıralamaya çalıştığımız bu hareket, aşama aşama bu noktaya geldi. Din'de Mezheb'in niçin önemli olduğu, tam bu noktada kendisini bütün ağırlığıyla hissettirmektedir. Çünkü Mezhep, dinî hassasiyettir, din hakkında konuşmanın ve dinî bir hüküm vermenin kuralı, çerçevesi ve sistemidir. Mezhep, metot demektir; mezhepsizlik ise metotsuzluktur. Metotsuz, kaidesiz yapılan her türlü faaliyet ise karmaşaya ve yanlışlığa düşmeye Oysa Kur'an'ın doğru anlaşılması ve tefsiri[9] için öncelikle ilmîliği ispatlanmış bir metot geliştirilmesi gerekir. Böyle bir metot olmadan Kur'an'dan hüküm çıkarmak, onu tahrif etmekle eş anlamlıdır. Nitekim günümüzde bunun büyük bir rahatlıkla yaŞubat 2010 21 mahkûmdur. Mezhep tanımayan insan, kendisini metotsuzluğa, karmaşaya ve belirsizliğe atmış demektir. Dolayısıyla onun, Allah'ın dini hakkında söylediği her söz ve ile sürdüğü her görüş, daha baştan yanlış olarak damgalanmayı hak etmiştir. Kendisini mezhep imamlarından üstün görerek onların kurdukları sistemleri yıkma selahiyetinde gören kimseler, aslında dinî bir kurumu tahrip etmiş olmaktadırlar. Bunun neticesi ise, yukarıdan beri gördüğümüz gibi sonunda zarûrât-ı diniyye dediğimiz alana kadar gitmektedir. Zira bu hareket, nerede duracağı –onu yürütenler tarafından bile– önceden kestirilemeyen bir "kör gidiş"i ifade etmektedir. Mezhep tanımadığını söyleyenlere sorunuz: Bugüne kadar Kur'an ve Sünnet'i anlama ve onlardan hüküm çıkarma konusunda geliştirdiğiniz dört başı mamur bir usûl/metot var mıdır? Bu soruya verebilecekleri en küçük bir olumlu cevap yoktur. Mezhep ve metot tanımadığını, geçmiş ulemanın bize bıraktığı devasa ilmî mirası yıkmakla, yıpratmakla meşgul olmaktan başka bir mahareti olmayan böyle kimseler, kendi içlerinde korkunç çelişkilere düşmekten kurtulamıyorlarsa, sebebi burada aranmalıdır. Her ne kadar hiçbir mezhebe bağlı olmama düşüncesi mutlak olarak ve her zaman yukarıda çerçevesini çizdiğimiz "dinsizlik" vakıasına götürmese de, bu başlangıcın, genellikle bu sona götürdüğünü de görmezlikten gelmemiz mümkün değildir. 22 İşte bugün aşama aşama gelinen noktada bizzat Allah Teala ve O'nun Resulü tarafından çizilmiş olan iman-küfür sınırının pek çok reformist/modernist tarafından ortadan kaldırılması, Muhammed Zâhid el-Kevserî merhumun, bu yazıya başlık olarak seçilen sözünün ne kadar doğru ve hikmetli bir söz olduğunu en anlışılır biçimde ortaya koymaktadır. Selam, hidayete tabi olanlara... ......................................................................... DİPNOTLAR [1] "Makâlât", el-Kevserî merhumun, Mısır'daki muhtelif dergi ve gazetelerde neşredilmiş olan ve her biri ayrı bir ilmî kıymeti haiz bulunan makalelerinin, vefatından sonra sevenleri ve talebeleri tarafından derlenerek bir kitap haline getirilmesiyle oluşturulmuştur. Fıkıh ve Usul-i Fıkıh'tan Hadis ve Usul-i Hadis'e, Kur'an ilimlerinden Akaid ve Tarih'e kadar pek çok konu yanında güncel meselelerin de derin bir vukufiyet ve kuvvetli bir ilmî dirayet ile ele alındığı "Makâlât", günümüzde de kaynak eser olma özelliğini sürdürmektedir. Tarafımızdan tercüme edilmiş olan bu kıymetli eser, inşâallah yakında neşre hazır hale getirilecektir. el-Kevserî merhumun hayatı, şahsiyeti ve ilmî yönü hakkında geniş malumat edinmek isteyenler, 9-10 Aralık 1995 tarihinde Düzce'de düzenlenen Muhammed Zâhid el-Kevserî Sempozyumu'nda sunulan tebliğlerin bir araya getirildiği "Muhammed Zâhid el-Kevserî –Hayatı-Eserleri-Tesirleri-" adlı kitaba (Seha neşriyat, İstanbul-1996); "Makâlât"ın muhtevası konusunda da adı geçen kitabın 147-151. sayfaları arasında yer alan "Makâlâtu'l-Kevserî'nin Şubat 2010 Değerlendirilmesi" adlı tebliğimize bakabilirler. [2] Bkz. Mustafa Fevzî, "Da'vetu Cemâliddîn el-Efğânî", 241 vd.; Fazlur Rahman, "Allah'ın Elçisi ve Mesajı", 123; "İslam", 36; "Ana Konularıyla Kur'an", 317. Fazlur Rahman, "İslam Geleneğinde Sağlık ve Tıp"ta da (8) şöyle der: "Sufîler, geniş bir insancıllık ve hoşgörüyü yerleştirmişler; inançlarına bakmaksızın bütün insanlığa yardım etmişlerdir. Onların bu tutumları aynı zamanda ahlakî ve manevî göreceliğe de katkıda bulunmuştur. Böylelikle onlar, tarih boyunca karşılaşlan bütün dînî ve beşerî inanç ve düşünce sistemlerini meşru göstermişlerdir. Her ne kadar bu tutum Ehl-i Sünnet tarafından hoş karşılanmamışsa da, yakından bakıldığında bizzat Kur'an'ın öğretisinden o kadar da uzak değildir. Çünküa Kur'an-ı Kerim; yeryüzünde hiçbir millet ve toplumu rehbersiz bırakmadığını ve İlâhî rehberliğin Yahudiler'in, Hristiyanlar'ın ve Müslümanlar'ın özel imtiyazı olmadığını devamlı surette vurgular. Bununla birlikte, Kur'an, dinde bir evrimin olduğunu ve kendisinin ilâhî rehberlik ve vahyin en yüksek ifadesi olduğunu, diğer taraftan öbür dinlerin isetemel hakikatleri ihtiva etmelerine rağmen, yer yer tahrif edildiklerini ve yanlış yorumlarla bezendiklerini ifade eder." Benzeri ifadeler için aynı eserin 34. sayfasına da bakılabilir. Bu düşünce ve iddiaların eleştirisi için bizim "Modern İslam Düşüncesinin Tenkidi" adlı çalışmamızın I. cildine (16 ve 17 numaralı yazılar) bakılabilir. [3] Burada bu yaklaşımın sadece teorik olarak mantık yapısı verilmektedir. Bunlara cevap verilmesi bu yazının amacının dışındadır. [4] İlletlerin tesbiti, Usul-i Fıkıh kitaplarında "mesâliku'l-ille" diye isimlendirilen metotlarla yapılır. İbarelerin gramatik yapısından, başka birtakım özelliklerine kadar birçok husus burada belirleyici rol oynar. Ayrıntı için Usul kitaplarına başvurulabilir. [5] "Yenihlikçi" yaklaşım tarafından "parçacı" olmakla suçlanan bu metot, aslında hükme medar olan illetin tesbitine dayanması bakımından ahkâmın dayandığı temelin belirlenmesinde en sağlam metottur. Zira bu metot sayesinde bir hükmün niçin vaz edildiği tesbit edilir ve aynı özellikteki diğer konular hakkında da rahatça aynı hükmün yürütülmesi temin edilir. Hz. Peygamber (s.a.v) de dahil olmak Şubat 2010 üzere İslam'ın ilk dönemlerinden itibaren kullanılmış olan Kıyas metodu, ehil kimseler tarafından uygulandığında nassların lafzına ve ruhuna en uygun hükümlerin verilmesinin de bir garantisidir. [6] Zira Malikî mezhebinde tali bir delil olarak kabul edilen "maslahat", hiç bir zaman nassların önüne geçirilmemiştir. İslam aleminde ilk defa Hanbelî mezhebine bağlı olduğu söylenen ve hakkında pek ağır ithamlar yapılmış bulunan Necmuddîn Süleyman b. Abdilkavî et-Tûfî tarafından nassların önüne geçirilecek derecede çerçevesi geniş tutulmuş olan maslahata böyle bir fonksiyon tanınacak olursa, insanların faydası, Yüce Allah'ın, nasslarda ifadesini bulmuş olan iradesinin önüne geçirilmiş olur. Bu da, Yüce Allah'ın, insanların maslahat ve menfaatini bilemediği gibi çok tehlikeli bir sonuca kapı açar. Oysa kulların gerçek maslahatı, nassların belirlediği hükümlere aynen uymakta saklıdır. Öte yandan burada, insanların maslahat ve menfaatini tesbitte, bilgi ve faaliyet alanı sınırlı olan insan aklından başka hiçbir belirleyici yoktur. Yanılmak ve hata yapmakla malul olan insan aklının tesbit ettiği maslahat, özellikle modern dünyaya hakim olan "değişim" anlayışı doğrultusunda sürekli olarak değişik veçheler gösterecektir. Dolayısıyla bu noktada bugün doğru dediğimize yanın yanlış deme garabetine düşmekten bizi kim koruyabilir? [7] Biz, İmam eş-Şâfi'î'nin İcma konusundaki görüşünü ve İcma hakkındaki spekülasyonları, "Modern İslam Düşüncesinin Tenkidi" adlı çalışmamızın I. (19 numaralı yazı) ve II. ciltlerinde (10 numaralı yazı) etraflıca ele almıştık. Dileyen oralara başvurabilir. [8] Bkz. Yaşar Nuri ÖZTÜRK, "Kur'an'daki İslam", 224; Hasan Hanefî, "İslâmiyât" dergisi, 1/4, EkimAralık, 1998, 224. Yaşar Nuri öztürk, Ümmet hakkındaki bu görüşünü İbn Manzûr'un "Lisânu'l-Arab"ına ("Ümmet" maddesi) dayandırmaktadır. Oysa adı geçen eserde Ümmet'in İslamî literatürde bu anlama geldiğini gösteren herhangi bir ifade mevcut değildir. [9] Burada "yorum" kelimesini bilinçli olarak kullanmıyoruz. Bkz. "Modern İslam Düşüncesinin Tenkidi", II, 68 (3 numaralı yazı, 27 numaralı dipnot). 23 SİZ NEYE KULLUK EDİYORSUNUZ? nsan Allah'ın yarattıkları arasında şuura sahip olan, doğruyu ve yanlışı ayırt edebilen bir varlıktır. Yüce Allah’ın varlık delillerini, Allah’ın üstün/sonsuz gücünü, evrendeki hakimiyetini ve dünya hayatının gerçek yüzünü kavrayabilecek yetenektedir. Dolayısıyla da yeryüzünde bulunuş amacının yalnızca Rabb’ine kulluk ve ibadet etmek, O'nun hoşnutluğunu kazanmak olduğunun bilincindedir. Yaşamın ve ölümün yaratılma nedenini sonsuz Yaratıcı Allah "O, amel (davranış ve eylem) bakımından hanginizin daha iyi (ve güzel) olacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı..." (Mülk Suresi, 2) ayetiyle Kuran’da bildirir. İnsan dünyada kendisi için belirlenmiş olan yaşamı süresince bu konuda imtihan olur. İ Elif ALACA [email protected] Hani, babasına ve kavmine: "Siz neye kulluk ediyorsunuz?" demişti. (Şuara Suresi, 70) İnsanın "ben iman ettim" demesi yeterli değildir. Kişi, Allah’a olan imanı, bağlılığı, kararlılığı ve sabrı, özel olarak yaratılan olaylarla sınanır. Allah'a kulluk, yaşamı Allah korkusu ve O’nun hoşnutluğu üzerine inşa etmektir ve "…Şüphesiz benim namazım, ibadetlerim, dirimim ve ölümüm alemlerin Rabbi olan Allah'ındır." (Enam Suresi, 162) aye- 24 Şubat 2010 tiyle dikkat çekildiği üzere insanın tüm yaşamını kapsar. Vicdanlı ve samimi bir insanın yapması gereken, yaratılış amacını düşünmesi, ayetle emredildiği üzere tüm yaşamını Yüce Rabbimiz’in bildirdiği şekilde ve O’nun sınırlarını koruyarak geçirmeye çalışmasıdır. Yüce Allah’ın akıl vererek nimetlendirdiği insanın dünyada bulunma amacının, sadece iyi bir iş sahibi olmak, iyi bir kariyer yapmak, bir aileye sahip olmak ve mal-mülk edinmek olmadığı açıktır. Bunların hepsi Allah'ın verdiği nimetlerdir ancak insanın asıl hedefi olabilecek konular değildir; bu istekler yalnızca insanın Allah’ın hoşnutluğunu kazanabilmesi için birer araç olabilir. Dolayısıyla insanın ölümü, yapayalnız Allah huzurunda sorgulanacağını, cennet ve cehennemi unutarak yalnızca dünyevi çıkarlar peşinde olması hatalıdır. Herşeye gücü yeten Yüce Allah Kuran’da, yaratılışın gerçek amacının oyun ve oyalanma olmadığını tüm insanlara haber verir: “Biz, bir 'oyun ve oyalanma konusu' olsun diye göğü, yeri ve ikisi arasında bulunanları yaratmadık. Eğer bir 'oyun ve oyalanma' edinmek isteseydik, bunu, Kendi Katımızdan edinirdik. Yapacak olsaydık, böyle yapardık.” (Enbiya Suresi, 1617) Ancak insanın apaçık düşmanı şeytan insana imanı yaşamayı zor ve sıkıntılı gösterir. Oysa Yüce Allah samimi kullarına imanı sevdirmekte ve onları karanlıklardan Kendi dosdoğru, aydınlık yoluna iletmektedir. Bu gerçek Kuran’da, “…Allah size imanı sevdirdi, onu kalplerinizde süsleyip-çekici kıldı ve size inkârı, fıskı ve isyanı çirkin gösterdi. İşte onlar, doğru yolu bulmuş (irşad) olanlardır.” (Hucurat Suresi, 7) ayetiyle bildirilir. Dolayısıyla sinsi karakterli şeytan, Allah’a kullukta samimi çaba içinde olan müminleri verdiği telkinlerle kandıramaz, yaşadıkları aydınlıktan kendi bataklığına çekemez. Gerçek sıkıntı ve eziyet, “…Kim Allah'a ortak koşarsa, sanki o gökten düşmüş de onu bir kuş kapıvermiş veya rüzgar onu ıssız bir yere sürükleyip atmış gibidir.” (Hac Suresi, 31) ayetiyle bildirildiği üzere, şirktedir. Sahte ilahlarını terk ederek Allah'a yönelen bir insan, boşlukta sürüklenmekten kurtulur, tek gerçek ilah olan Allah'a sığınarak, yalnız O’na kulluk ederek huzur ve güven içinde yaşar. Şirkin karanlıklarından -Allah’ın dilemesiyle- nura çıkar. Oysa onlar, dini yalnızca O'na halis kılan hanifler (Allah'ı birleyenler) olarak sadece Allah'a kulluk etmek, namazı dosdoğru kılmak ve zekatı vermekten başkasıyla emrolunmadılar. İşte en doğru (dimdik ve sapasağlam) din budur. (Beyyine Suresi, 5) Şirk, yalnız birtakım eşya ya da putlara tapmakla sınırlı değildir. Allah'tan başka varlıklardan yardım beklemek, onların hoşnutluğunu aramak ve Allah dışında başka bir varlığın rızasını Allah rızasına tercih etmek; bunların tümü, Allah'tan başka ilah edinmektir ve şirktir. İnsanın kendisini bu durumdan uzak/müstağni görmesi büyük hatadır. Hırsla dünyevi hedeflere yönelen insanın, şuurunda olmadığı bir başka gerçek daha vardır. Dünya hayatında kulluk ettiği onlarca putu bırakıp yalnızca Allah'a kulluk etmediği sürece asla gerçek Şubat 2010 25 huzuru bulamayacaktır. Çünkü insanın nefsi sınır tanımaz ve bitmek tükenmek bilmez tutkulara sahiptir. Bencil tutkularının tatmini için yaşayan kişi, herşeye sahip olsa da, nefsi asla tatmin olmaz. Sahip olduğu herşey daha da tatminsiz olmasına yol açar; çünkü hepsinin daha iyisi ve daha kusursuzu vardır. Sürekli bir başka tutkunun peşinde koşan kişinin, her yeni elde ettiği şey de kibrini ve büyüklenmesini artıracaktır. Bu kadar azgınlaşan birinin huzur içinde mutlu bir yaşamı elbette ki olmayacaktır. İnsanların dünyada özlemini duydukları huzur, mutluluk ve nimetler içinde yaşayabilmelerinin tek yolu, yalnızca Allah'a kulluk etme bilincini/sorumluluğunu taşımalarıdır. Bu gerçek unutulduğunda ise, ahlaki dejenerasyon, insan ilişkilerindeki yozlaşma, çıkar ve beklentilere dayalı ilişkiler, güçlünün zayıfı ezmesi, acımasızlık, zalimlik, sahtekarlık, düşmanlığa hayat sahası açılır. Allah'ın buyruklarının terk edilip, insanların kendi hevalarına uymaları, insanlığı ciddi dejenerasyona sürükler. "Eğer hak, onların heva (istek ve tutku)larına uyacak olsaydı hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herkes (ve herşey) bozulmaya uğrardı. Hayır, Biz onlara kendi şan ve şeref (zikir)lerini getirmiş bulunuyoruz, fakat onlar kendi zikirlerinden yüz çeviriyorlar. " (Müminun Suresi, 71) Bu şuurla, yaşamlarını Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak doğrultusunda sürdüren insanlar, dünyayı bencil tutkularını gerçekleştirebilecekleri bir mekân olarak görmezler. Nefislerini tatmin etme gibi bir hırs içinde olmaz; Allah'a gereği gibi kulluk etme konusunda samimi istek taşırlar. Ölümün yakınlığını, cennet ve cehennemi tefekkür ederler… Allah'ın gizlinin gizlisini bildiğinden ve yaptıklarından haberi olduğunun farkındadırlar ve bu nedenle davranışlarının her zaman Kuran ahlakına uygun olmasına titizlik gösterirler. "Ben, yalnızca Allah'a kulluk etmek ve O'na ortak koşmamakla emrolundum. Ben ancak O'na davet ederim ve son dönüşüm O'nadır." (Ra'd Suresi, 36) 26 Şubat 2010 Ben Dışına aldanma içine gir Zahiren nâsın hepsi bir Olup bitenler bence sır Kapısın açıp giremedim ben Hâ sen, hâ ben, hâ bu, hâ şu Birlikte kurduğumuz dünya bu Hayatın kaynağı bir damla su Bende, bene takıldım; geçemedim ben Kendini bilen Rabbini bilir İmanda kemâlât adamlık, bilir Bundan gayrısı getirir kibir Kültürden irfana geçemedim ben Güle mukadder nihayet solmak Başlangıç ve bitiş olmak ve ölmek Vahyin ilk emri esas okumak Satırdan sadra geçemedim ben Mürid edebini Pirinden alır Yetişmeyen meyve dalında kalır Müşteri marazı ağaçta sanır Bahçivana sebebin soramadım ben Dr. Faiz Kalın Şubat 2010 27 Mealcilik Sorgulaması Talha Hakan Alp [email protected] Muasır Müslümanların önünde Kur’an-ı Kerim’in anlamıyla muhataplık kurmanın başlıca iki yolu olduğunu söylemek mümkün. Biri İslamî ilimler okumaları, diğeri meal okumaları. 28 [Sözün başında belirtmek gerekirse burada İslamî ilimler yerine tefsir de denebilir. Son tahlilde Tefsir İslamî ilimlerin muhtelif dallarından beslenir. Çok boyutlu anlamı hedeflediği için tefsir ilmi, salt dil bilgileri ve edebiyatın sunduğu imkânlarla yetinmez; Bunların yanında usul ilimlerinin öngördüğü yöntem esasında Sünnet’i ve Selef’in anlama tecrübesini kaynak alarak Kur’an-ı Kerim üzerinde tutarlı ve bütüncül bir manaya kavuşmayı planlar.] ugün İslamî ilimler üzerinden Kur’an-ı Kerim’i anlamaya çalışmanın Müslüman entelektüeller için pek cazip görülmediğini biliyoruz. Bunun başlıca sebepleri var. İlk olarak İslamî ilimler sıcak slogan üretmez. Sıradan müslümana, adeta hastaya verilen hap gibi ayet meallerinden üretme, coşturucu ve motive edici spot cümleler söylemez. Onun dili daha dingin, daha detaycıdır; hayatın muhtelif alanlarına müteallik hüküm cümleleri içerir. Helal, haram, farz, vacib, sahih-fasit, sünnet, bidat, küfür-iman gibi doğrudan hayatımıza vaziyet eden normatif cümleler kurar. Oysa mealci yöntem sıcak slogan üretir; uzun soluklu, derinden işleyen bir B Şubat 2010 eğitim, irşad süreci yerine, kolay kotarılabilen motivasyonları hedefleştirir. Söz gelimi “Kur’an, insan kullanım kılavuzudur”, “Kur’an’ın anlamında kendi anlamını bul” vb. sloganlarla derhal ayetleri okuyup anlamaya ve hayatın anlamını yeniden kuracak söylemler üretmeye teşvik eder. Nitekim meal okumalarına katılan birçok genç çok kısa sürede yetkin bir İslamî tasavvura sahip olduklarına inanır, abartılı bir özgüven duygusunun kışkırtıcılığında İslam’a dair köşeli sözler sarf eder, ezberlediği ayet meallerinden esinlenerek üst söylemler dillendirirler. Ayrıca modern söylem müslümanı doğrudan vahiyden beslenmek, vahiyle arasına aracı koymamak gibi bir şartlanmışlığa da itmiştir. Belki de günümüzde mealci projeyi cazip kılan asıl sebep bu şartlanmışlıktır. Burada müslüman entelektüelin konfor düşkünlüğü de özellikle hatırlanmalıdır. İslamî ilimlerin kavramsal yapısına yabancı entelektüellerimiz, diline, terminolojisine ve kuramsal boyutuna nüfuz için hatırı sayılır bir hazırlık eğitimi gerektiren İslamî ilimlerdense daha kolay gördükleri meal seçeneğini tercih ediyor. Üstelik mealde konuşan -zannınca- doğrudan Allah iken, İslamî ilimlere ait metinlerde -ne kadar âlim de olsa- konuşan tarihsel bir insandır. Şu da eklenebilir; mevcut İslamî yapılanmalar, yeterli âlim ve hoca kadrosu bulmakta sıkıntı yaşadığı için, kitleye İslamî dinamizm sağlama konusunda meal seçeneğini kullanmaya daha meyilli görünüyor. Bütün bunlar şüphesiz İslamî ilimler karşısında mealci söylemi daha cazip kıldığı gibi meal yerine İslamî ilimler ya da İslamî ilimlerin bir hâsılası olarak “ilmihal” çağrısını da yanıtsız bırakıyor. Bu vasatta mealciliğin handikaplarına temas eden tahliller İslamî popülizmin kalın duvarlarına çarpıyor. Mealin pratik ve sıcak avantajları karşısında yabancı gözle nispeten donuk, nispeten detaycı ve yer yer güncellenmesi gereken ilmihal bilgisinin önemini anlatmak güçleşiyor; meselenin usul boyutuna dikkat çeken mukaddimelere, biraz nazarî izahlara gerek duyuluyor. Ne var ki, popüler İslamî söylem, nazariyattan çok aktüel ve pratik anlatımları etkin kılmaktadır. Oysa bir İslamî anlam projesi olarak mealciliğin arızaları üzerinde daha ciddiyetle durmak gerekiyor. Dilsel, tarihsel ve anlambilimsel analizler eşliğinde mealin imkân kısıtlılığını gözler önüne seren soyut ve objektif izahlar yapılmalı. Bu sadette Müslümanlar daha soğukkanlı tepkiler vermeli; mealin sıcak ve coşku veren avantajları kadar Kur’an-ı Kerim’in mahiyeti, kendine has anlam dünyası, ifade tarzı, mutlak ilahî beyanla ilişkisi gibi nazarî meselelere de duyarlı olmalıdır. Zira sağlıklı İslamî yapılanma, teorik zemini tahkim edilmemiş hissiyat yoğunluğuyla gerçekleştirilemez. Bu sadette mealci okuma biçiminin bir İslamî anlam projesi olarak şu üç yönden sorgulanması Şubat 2010 29 gerekiyor: 1. İlahî beyanın tabiatı 2. Bizim anlama imkân ve kapasitemiz 3. İslamî ilimlerin sunduğu anlama imkânı. İLAHÎ BEYANIN TABİATI Kur’an-ı Kerim ilahî beyanın birinci kaynağıdır ve dili nispeten soyut ve mücmeldir. Sünnet ise ikinci kaynaktır ve detaylara inen somut bir dile sahiptir. Kur’an-ı Kerim, murad-ı ilahîyi beyan sadedinde münhasıran kendi ifade imkânlarıyla yetinmeyi ilkeleştirmiş değildir. Aksine Kur’an kendisini insanlara Hz. Peygamber efendimizin beyan ve talimiyle arz ederek murad-ı ilahîyi sünnetle birlikte tebliğ edeceğini ikaz etmiş olmaktadır. Nitekim ayetlerde sıkça yer alan namaz, oruç, zekat ve bir çok şer’î kavrama dair somut ve detaylı bilgi Kur’an-ı Kerim’de değil, Sünnet’tedir. Bu durum açıkça Kur’an-ı Kerim’in murad-ı ilahiyi peygamberle birlikte, onun kavlî, fiilî ve takrirî beyanlarını yani sünneti yanına alarak açıklamak gibi bir usulü esas aldığını gösterir. Şu halde mealcilik Kur’an-ı Kerim’i munhasıran Kur’an ayetleri çerçevesinde 30 anlamaya şartlandırmakla hem bir anlama krizine yol açmakta hem de Kur’an-ı Kerim’in doğasından uzaklaşmaktadır. Kur’an-ı Kerim’in doğasından uzak düşmek, Arap diline ve İslam’ın kavramsal yapısına yabancı söylemlerin modern Kur’an okumalarına sızmasına imkân vermektedir. BİZİM ANLAMA İMKÂN VE KAPASİTEMİZ 1400 küsur sene evvel farklı kültür ortamında nazil olmuş bir metni doğrudan anlama imkânımız olamaz. Bağlamı, dili, üslubu, atıfları ve kavramsal çerçevesi hakkında bize ön bilgiler verecek, tamamlayıcı izahlar getirecek bilgilere ihtiyacımız olduğu açıktır. Aksi takdirde Kur’an okuma faaliyetinden geriye kalan, murad-ı ilahîyi zihnimizde bir bütün olarak canlandırmamıza fırsat vermeyen derin anlam boşlukları olacak; ilmihalin gayet açık ve yalın biçimde çözümleyip önümüze koyduğu “salâtı ikame etmek”, “zekatı îtâ etmek”, “savm” vb. temel Kurânî beyanlar bile müslümanın ne zihninde ne de hayatında açık karşılığını bulamayacaktır. Şubat 2010 Şu halde Kur’an metnini, sünnet başta olmak üzere diğer tamamlayıcı bilgi kaynaklarından yalıtarak anlama imkânına sahip olmadığımız ortadadır. Bu sadece Kur’an-ı Kerim’in nüzulünden 1400 küsur sene sonra geliyor olmamızdan kaynaklanan bir tür imkân kısıtlılığı olarak görülemez. Çünkü sahabe için de durum bundan çok farklı değildi. Allah Resulü önlerine geçip “salâtı benim uyguladığım gibi uygulayın” demeseydi onlar da salât nedir, bilemeyecekti. Bir yere kadar onlar da Kur’an-ı Kerim’i nebevî beyanın ışığında anlamak mecburiyetindeydiler. Bu durum Kur’an-ı Kerim’in talim edilen kitap olmasıyla yakından alakalıdır. İSLAMÎ İLİMLERİN SUNDUĞU ANLAMA İMKÂNI İslamî ilimler bize, Kur’an-ı Kerim’i, Sünnet’le ve Sünnet’i de Sahabe, Tabiîn ve müctehid imamların açıklayıcı, somutlaştırıcı beyanlarıyla anlama imkanı sunar. Bir idrak krizi yaşamadan, anlam boşluklarında kaybolmadan ilahî beyanı mana, mefhum ve mazmun bütünlüğünde mütekâmil bir anlam örgüsü olarak takdim eder. Burada Sünnet’in tayin, tespit ve izahı sadedinde Sahabe, Tabiîn ve müctehid imamlara ait beyanların önemi küçümsenmemelidir. Sahabe Sünnet’in ilk muhataplarıdır. Hz. Peygamber efendimizin öğrencileridir. Onun sözlerini bize taşıyan nesildir. Sünnet’in bağlamı, kavramsal içeriği ve Sünnet’i doğru ve eksiksiz anlamamızı sağlayacak bilumum nüanslar sahabededir. Bu son derece tabiîdir. Yıllarca etrafınızda bulunan, hayatınızı, karakterinizi, duygu ve düşüncelerinizi iyi bilen yakınlarınız sizin sözlerinizi; sözgelimi yazdığınız mektupların anlamını, inceliklerini ve vermek istediğiniz mesajı yüzyıllar sonra gelecek olan insanlardan tabi ki daha iyi bilecek, onların sizin kelimelerinizden çıkaramadığı ince anlamları yakınlarınız çıkaracaktır. Diğerleri sözlerinizi farklı kurgulara malzeme yapabilirken dostlarınız buna engel olacak, “dur bakalım, o öyle değil, böyledir” Şubat 2010 deme imkân ve salahiyetine sahip olabilecektir. Nitekim bu yanlış ya da eksik anlamalar daha Tabiîn döneminde baş göstermiş ve Sahabe’nin müdahalesine sebep olmuştur. “Kendinizi tehlikeye atmayın” (Bakara, 195) ayetiyle ilgili Ebu Eyyûb el-Ensârî’den nakledilen hadis-i şerif bir örnek olarak hatırlanabilir. Fıkıh, Akîde ve Tasavvuf gibi İslamî ilimler Kur’an-ı Kerim’in beyanını kristalleştirir, uygulama alanı, ölçüleri ve şartları netleşmiş bir bütüncül sistem geliştirirler. Bu ilimler, Sahabe, Tabiîn ve müctehid imamların beyanları esasında şekillenen bütüncül bir anlam örgüsü sunar bizlere. Bu anlam örgüsü, Kur’an-ı Kerim’in kendisi değilse bile, öz muhtevası ve hudutları Kur’an tarafından belirlenen kavramsal çerçeve üzerine kurulu, vahyin yetiştirdiği nesilden kesintisiz bir anlam aktarımı faaliyetine dayalı tutarlı ve muhkem bir sistemin eseridir. Bir kavramsal sistemin İslamî olabilmesi, vahyin yetiştirdiği nesille bu tarz bir bağlantı tesis etmesine bağlıdır. Yoksa bir şekilde nassların lafızlarına yüklenen anlam İslamîliğin teminatı olamaz. Mealci proje bu bağlantıyı kuramadığı/kuramayacağı için sürekli havada duracak, köklü ve sağlıklı bir İslamî yapıyı kuramayacaktır. Mealci proje Kur’an’a, çerçevesinin Kur’an’ın şekillendirdiği anlam örgüsüyle yaklaşmaz. Kur’an’ın tabiatına ve kavramsal yapısına -gerek literal boşluklar nedeniyle gerekse farklı anlam dünyalarını referans alması sebebiyle- yabancı bir anlam projesiyle yaklaşır. Ve yaptığı bilinçli ya da bilinçsiz “Kur’an ne diyor?” sorusuna cevap bulmak değil, “Kur’an’a ne söyletebiliriz?” sorusuna cevap bulmaktır. Sonuç olarak mealcilik; gerek ilahî beyanın tabiatına yabancı bir proje olması, gerek vahyin anlamını keşif konusunda imkân kısıtlılığıyla malul muasır müslümanın birikimiyle yetinmesi, gerekse İslamî ilimlerin sunduğu anlama imkânını dışlaması sebebiyle vahyi eksiksiz ve doğru biçimde kavrama imkânı sunamamaktadır. 31 MEVLİD GECESİ Şubat 2010 Perşembe gününü, Cuma gününe gününe bağlayan gece Rebiulevvel ayının 12. Gecesi olup Mevlid Gecesi’dir. İnsanlığa hem dünyasını hem de ahiretini anlatmak, onlara klavuzluk ve mihmandarlık yaparak yollarını aydınlatmak üzere bir şahit, müjdeleyici, uyarıcı ve ışıklar saçan bir kandil olarak seçilmiş ve vazifelendirilmiş olan sevgili Peygamberimiz, Hz.Muhammed Mustafa (S.A.V.) Efendimizin dünyaya teşriflerinin, 1439’ncu yıl dönümünü idrak etmenin sevincini, huzur ve mutluluğunu yaşıyoruz. 25 Mehmet TALU "Dünya neye sâhibse O’nun vergisidir hep, Medyûn O’na cem’iyyeti, medyûn O’na ferdi, Medyûndur o ma’sûma bütün bir beşeriyyet, Yâ Rab, bizi mahşerde bu ikrâr ile haşret.”1 İnsanlığın dirilişinde, karanlıktan aydınlığa çıkışında ve katılaşmış kalplerin yumuşamasında çok önemli bir yere sahip olan, böyle şerefli ve mübarek bir gün vesilesiyle bütün Müslümanları tebrik ediyor, kalplerindeki mevcut Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin sevgisinin daha da çoğalmasını, Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin sevgisinin bütün gönüllere sirayet etmesini ve kök salmasını Yüce ALLAH’tan niyaz ediyorum. Yüce Rabbimizin lütuf ve keremi ile pek şerefli ve mübarek olan bu geceyi idrak etmiş bulunuyoruz. Kudsiyetiyle gönüllerimize feyiz ve bereket bahşeden Mevlid 32 Şubat 2010 kandilini tekrar idrak etmenin sevinç ve mutluluğunu yaşamaktayız. Yüce Rabbimize sonsuz şükürler ve hamd ü senalar olsun. Mevlid Kandili Müslümanların, sınırsız af ve merhamet sahibi olan Yüce ALLAH’a sığınarak günahlardan arındıkları, ilahi lütuf ve bereketlere eriştikleri müstesna zaman dilimlerinden birisidir. Mevlid Gecesi, bütün İslâm âleminin mukaddes kabul edip ihya ettiği en mübarek gecelerden biridir. Yüce Yaratıcının insanlığa gönderdiği en son rahmet elçisi, İlahi vahyin son ve tamamlayıcı halkası Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V.) Efendimizin ALLAH’tan getirdiği ilahi daveti, mesajları anlamak, sünnetini ve O’nun bu doğrultuda ortaya koyduğu örnek ahlâkı özümsemek, O’na duyulan derin sevgiyi gönüllerden sözlere ve toplumsal bilince aktarmak amacıyla asırlardır Müslümanlar O’nun dünyaya gelişini Mevlid Kandili olarak kutlamaktadır. Her Peygamberin ümmeti, kendi Peygamberinin doğum gününü bayram yapmıştır. Hz.Muhammed (S.A.V.) efendimizin doğum günü de, Müslümanların bayramıdır. Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimiz nübüvvetten sonra, her yıl, bu geceye önem verirdi. Bu gecede, Eshabı Kiram, bir yere toplanıp, Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimizin doğum öncesi ve sonrası mucizelerini okurlar, an- latırlardı. Bunun için dünyanın her tarafındaki Müslümanlar, her sene, bu geceyi, mevlid kandili olarak kutlayarak, her yerde “Mevlid kasideleri” okunarak Resûlullah (S.A.V.) efendimizi hatırlatılmaktadır. HZ. PEYGAMBER (S.A.V.) EFENDİMİZE BÜYÜK İHTİYACIMIZ VARDIR. Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizi örnek almak deyince O’nu taklit etmeyi ve sünneti belirli şekillere hapsetmeyi değil, O’nu tanımayı ve sevmeyi, getirdiği mesajın özünü kavramayı ve aktüelleştirmeyi, O’ndan davranışlarımıza yön verecek ilkeleri ve amaçları çıkarabilmeyi anlıyoruz. O’nun sünnetinin etkinlik ve dinamizm kazanabilmesi için, tarih bilincinin de devrede olduğu böyle bir bakış açısına ihtiyaç vardır. Hangi açıdan bakarsanız bakınız içinde yaşadığımız çağın, O’nun örnekliğine, manevî önderliğine ve ilâhî rehberliğine ihtiyacı vardır. Bizim de O’nun sevgisine, aşkına; O’nu okumaya, anlamaya ve yaşamaya ihtiyacımız vardır. Çünkü yüreklerimiz yolunu şaşırdı. Yüreklerimizin, O’nun kılavuzluğuna ihtiyacı vardır. Boş bırakılmış gönül tahtını gelişi güzel kimselere bırakmış insanların, O’nun sevgisine ve aşkına ihtiyacı vardır. İnsanlığın en büyük sorunu sevgi açlığıdır. O’nu sevmeye, O’nunla insanı ve kâinatı sevmeye her zamankinden daha fazla muhtacız. Yürekleri tükenmiş insanların dünyasında yaşıyoruz. Tükenen bütün yüreklerin Hz. Muhammed (S.A.V.) Efendimizin sevgi ve rahmet dolu soluğuna ihtiyacı vardır. İnsana bakışımız çok değişmiştir. O’nun rahmet yüklü bakışına ihtiyacımız vardır. Toplumsal dokularımız çözülmeye başlamıştır. O’nun, toplumu gergef gergef ören ilişkiler ağına ihtiyacımız vardır. Bizim, milletçe iftihar ettiğimiz ve toplumsal varlığımızı borçlu olduğumuz en önemli müessese şüphesiz ki ailedir. Ancak üzülerek ifade edelim ki bu müessese de yavaş yavaş çözülmeye başlamıştır. O’nun, Hz. Hatice (R.Anha) validemizle dostluk ve arkadaşlık temeli üzerine bina ettiği; vefatından sonra Hz. Aişe (R.Anha) validemiz ile Şubat 2010 33 * Misyonerlik ve Dinler arası diyalog faaliyetlerine maruz kalan günümüz insanının, daha önceki peygamberlerin bütün sahih öğretilerini, bütün mesajlarını kendi öğretileri ve mesajları içinde bir nokta hâline getiren Sevgili Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizi tanımaya, sevmeye, anlamaya ve yaşamaya ihtiyacı yok mudur? * Aylardır töre cinayetlerini tartışan toplumumuzun, kız çocuklarını diri diri toprağa gömmek gibi en hunhar, en vahşi töreleri kaldırırken giriştiği hikmetli mücadeleyi öğrenmeye ihtiyacımız yok mudur? * Hemen hemen her köşesinde sokak çocuklarının tinercilik illetine müptelâ olduğu bir ülkede, Sehl b. Sa'd (R.A.)den rivayete göre: "Ben ve yetimi himaye eden, O’nun işine bakan kimse ile cennette şöylece beraber bulunacağız,"2 diye haykıran Sevgili Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin mesajlarına ihtiyaç yok mudur? sevgi, ilgi ve bilgi üzerine inşa ettiği aile yapısını bilmeye, öğrenmeye ve yaşamaya ihtiyacımız vardır. Kısaca eş olarak eşi ile münasebetine, baba olarak çocukları ve torunlarıyla ilişkisine; dost, komşu ve arkadaş olarak bütün ilişkilerimizde, O’nun ortaya koyduğu örnek ilişkileri satır satır okumaya, teneffüs edip içimize çekmeye ihtiyacımız vardır. Sizlere sormak istiyorum: * Nice insanların karşısında kollarını ve göğüslerini jiletle parçalayan gençlerimizin gönül tahtında Sevgili Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimize ihtiyaç yok mudur? * Maalesef hepimizin gözleri önünde: Bilgiye, kültüre, emeğe, aşka, sanata ve estetiğe uymayan yarışmalarla zihinleri, gönülleri ve ruhları işgal edilen gençlerimizin yüreklerinde Sevgili Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin kılavuzluğuna ihtiyaç yok mudur? * Madde bağımlılığı ile kararan ruhlarını satanizm gibi çılgınlıklarla bireyin, toplumun ve insanlığın aleyhine bir tehdide dönüştüren gençliğin ilâhî sevgiye, peygamber sevgisine ne kadar muhtaç olduğunu görmüyor muyuz? 34 * Ebû Zerr (R.A.) den rivayete göre: “… Onlar sizin hizmetçileriniz ve kardeşlerinizdir. ALLAH onları sizin ellerinizin altına vermiştir. Kimin elinin altında kardeşi varsa yediğinden ona da yedirsin, giydiğinden de giydirsin. Onlara üstesinden gelemeyecekleri şeyleri yüklemeyin. Şayet yükleyecek olursanız kendilerine yardım edin.”3 buyuran Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin mesajına ihtiyaç yok mudur? * Nihayet ölümün öteki bütün yüzleri ile buluşan, kan, terör, intihar ve savaşların pençesinde inleyen dünyamızın; kin, nefret ve intikamı sevgi, muhabbet ve rahmete dönüştüren Sevgili Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin sıcak soluğuna, rahmet yüklü mesajlarına ihtiyacı yok mudur? * Mekke’de iken her türlü kötülüğe engel olmak amacıyla erdemliler topluluğunda yer alışını, Mekke site devletinde hiçbir kötülüğe bulaşmadan haksızlıklarla mücadele ile geçen nezih gençliğini okumaya hiç ihtiyacımız yok mudur? * Yirmi beş yaşında iken Hz. Hatice (R.Anha) validemiz ile dostluk ve arkadaşlık üzerine kurduğu aile yapısını, vahiy geldikten sonra ALLAH’ın dinini insanlara ulaştırmak için giriştiği hikmetli mücadelesini okumaya ihtiyacımız yok mudur? Şubat 2010 * Ebû Kubeys dağından yaptığı çağrıyı, cahiliye toplumu ile mücadelesini, Erkam’ın evindeki toplantılarını, muhasara altına alınmasını, Habeşistan’a hicretleri, Medine’yi arayışını, Taif’te taşlanışını ve yaralar içinde: Abdullah (R.A.)den rivayete göre: “Yarabbi! Kavmimi mağfiret eyle! Çünkü onlar bilmiyorlar”4 deyişini hatırlamaya ve iliklerimize kadar hissetmeye ihtiyacımız yok mudur? * Medine’ye hicretini, hicretten önce kadınlı erkekli Akabe buluşmalarını, mescidi inşasını, Evs ve Hazrec’in yıllar yılı süren kavgalarına son verip, Ensar ve Muhaciri birbirine kardeş kılışını anlamaya ihtiyacımız yok mudur? * O’nun eğitiminden geçen ve her biri, insanlığı aydınlatan birer meşaleye dönüşen arkadaşlarını, ashabını, tanımaya öğrenmeye ihtiyacımız yok mudur? * Hz.Ebûbekir (R.A.)nun dostluğunu ve sadakatini, Hz.Ömer (R.A.)nun hikmetini ve adaletini, Hz. Osman (R.A.)nun iffetini, hayasını ve cömertliğini, Hz. Ali (R.A.)nun ilmini ve cesaretini bu çağa taşımaya ihtiyacımız yok mudur? * On yıl içinde dünyaya egemen iki medeniyeti dize getirecek örnek bir toplum oluşturmasını oku- maya ve anlamaya ihtiyacımız vardır. Krallara gönderdiği o muhteşem mektuplarını, her biri bir destan olan Bedir, Uhud, Hendek, Hayber ve Tebük’ü okuyup anlamaya ihtiyacımız yok mudur? * Yahudileri de içine olan Medine Sözleşmesini, Necranlı Hristiyanlara yaptığı muameleyi, Hudeybiye’de sulh için gösterdiği çabayı, Mekke’nin fethinde Ebû Süfyan’ı, Hind’i ve amcası Hz. Hamza’nın katili Vahşi de dahil herkesi affedişini; Huneyn’de aldığı ganimetleri fakirlere dağıtışını, veda haccını, insanlık tarihine altın harflerle yazılması gereken veda hutbesini; Enes bin Malik (R.A.)den rivayete göre: “İnsanlar bir tarağın dişleri gibi eşittir. Çünkü hepiniz Adem’densiniz, Adem de topraktandır. Hiçbir kimsenin diğer bir kimseye üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takva iledir.”5 Buyuruşunu; Süleyman b. Amr b. Ahvas (R.A.) den rivayete göre: “Dikkat! Kadınlara hayırla muamele edin, onların sizin üzerinizde hakları vardır.”6 diye haykırışını ve nihayet Hz.Aişe (R.Anha)dan rivayete göre: “En yüce dosta gidiyorum.”7 diyerek dünyaya veda edişini, veda ederken de Hz.Ali (R.A.)den rivayete göre: “Gözümün nuru namazı bırakmayın.”8 buyuruşunu hatırlamaya ve anlamaya ihtiyacımız yok mudur? Elbette çok, ama çok vardır. Bu sebeble Kutlu doğum haftasında, insanlığın hayat ufkuna aydınlık bir devir açan Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin dünyayı teşriflerini kutlarken, O’nun örnek, üstün şahsiyetini ve güzel ahlakını tanımaya, getirdiği evrensel çağrıyı, mesajı anlamaya ve bütün bunları özünde barındırdığı dinamizmi, ruhu çağımıza taşımaya olan ihtiyacımızı bir kez daha fark etmekteyiz. İnsanlar arasında kin ve nefretin, farklılıklar arasında çatışmanın alevlendiği, şiddet, töre cinayetleri, insan hakları ihlâlleri, kötü ve zararlı alışkanlıkların hızla yayıldığı, tabiatın hoyratça kullanıldığı günümüz dünyasında, âlemlere rahmet olarak gönderilen Yüce Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimizi anlamaya ve anlatmaya, O’nun sevgisi Şubat 2010 35 etrafında birleşmeye her zamankinden daha fazla ihtiyaç duymaktayız. şakayı ve hüznü, hayata dair ne varsa öğreten yegâne Mürşid... Salât ve selâm sana ey varlığın çehresindeki perdeyi kaldıran Âlemlerin Efendisi; ışığıyla karanlık dünyalarımızı aydınlatan nur, enfes kokusuyla cihanları ıtriyat çarşısına çeviren gül! Sen akılla kalbi en sağlam esaslar çerçevesinde buluşturup muhakemenin ufkunu fizik ötesi enginliklere ulaştırdın! Salât ve selâm sana ey varlığın hamuruna "İlk Nur" olarak damlayıp âhirinde en güzel meyve olarak tecessüm eden Sonsuz Nur... Senin doğumun bütün mevcudatın karanlıktan ışığa doğduğu şafaktır aslında. Seninle gelen nurla her biri eşsiz güzellikte olan tabiat üzerindeki siyah ve kalın perdeler kalktı... Eşyanın yüzündeki sır kapıları aralandı ve her şey En Büyük Sanatkâr'a serenat okuyan bülbül kesildi... Sen bize rehber ve muallim oldun. Senin taliminle hakiki insanlığı öğrendik, dünya ve ahiret saadetinin gizemli şifrelerini çözebildik. Evet, Sen olmasaydın felekler vücuda gelmeyecekti ve Sen'in imdadın olmasa hayat duracak, dünya gidip başını kıyamet duvarına çarpacak... Sen, varlık ağacının sebeb-i vücudu ve sebeb-i hikmeti... Sen, vilâdetten kabir berzahına uzanan çizgide hayatı talim eden, yemeyi, içmeyi, Canlı-cansız her şeyi en doğru şekilde okudun; okuduklarını, herkesten çok önce ve en büyük araştırmacıların idrak ufkunu aşkın bir seviyede yorumlayıp küllî kaidelere bağladın. Başını yaranlar, dişini kıranlar karşısında bile ellerini açıp duâ duâ yalvardın. Çünkü Sen af ve duâ İnsanıydın. Seni bilmemelerini mazeret kabul ederek, lanet ve bedduada bulunmadın, lanet ve bedduaya "âmin" de demedin. Sineni, Ebû Cehil'leri bile ümitlendirecek ölçüde açabildiğin kadar açtın ve her sözünü, her davranışını Hakk'ın rahmetinin enginliğine bağladın. Bizler yaşadığımız şu âlemde Rabbimizi seninle tanıdık. Sağanak sağanak başımızdan aşağı dökülen nimetleri senin basiretlerimize saçtığın nurlar sayesinde duyup hissettik. Nimete minnet ve şükran duygusunu; ihsan, hamd ü sena düşüncesini senden öğrendik. Senin sunduğun mesajlarla Yaratan ve yaratılan arasındaki ilişkileri, kul ve Mâbud münasebetlerini, Yaratanın ululuğuna ve bizim kulluğumuza yaraşır şekilde duyup anlayabildik. Senden sonra ümit sabahlarımız kapkaranlık bir hicran gecesine döndü. Göz gözü görmez oldu ve yollar bütünüyle birbirine karıştı. Gün geldi, akıl senin yolundan çıkıp başka vadilere saptı ve düşünce bütün bütün sana karşı kapandı. Bizler durduğumuz yerde duramadık, olmamız gerektiği gibi olamadık mânâ köklerimizden koptuk. Maddeyi ve dünyayı doğru okuyamadık, kendimizi bir korkunç hazanın solduran ikliminde sararıp solmaya saldık. Şimdi; korkutan bir belirsizlik var dünyada; anlayışlar dar, düşünceler çarpık, yenilenme ve dirilme duyguları da tamamen mefluç. 36 Şubat 2010 diğin her şeyi buyur. Gel son kez içimize doğ ki gönüllerimiz ışıkla dolsun ve ufuklarımızı saran uzun geceler bir son bulsun. Bu duygu ve düşüncelerle bütün mü’minlerin Mevlid Gecelerini tebrik ediyor, Mevlid Kandilinin insanlığın Sevgili Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimizi daha iyi tanımalarına vesile olmasını, daha nice Mevlid gecelerine sıhhat ve afiyetle erişmemizi ve bu mübarek gecenin Rabbimizin istediği manada ihya edilmesini, değerlendirilmesini ve bu mübarek gecenin mü'minlerin mağfiret-i ilâhiyyeye nail olmalarına, cennet vatanımızın huzur ve mutluluğuna, aziz milletimizin birlik ve beraberliğine, bütün insanlığın kurtuluşuna tüm İslâm aleminin birlik ve dirliğine, dünyanın pek çok yerinde haksızlığa ve saldırıya uğramış Müslüman kardeşlerimizin kurtuluşlarına, insanlığın hidayet ve barışına, huzur ve saadetine; dünyanın değişik bölgelerinde Şam, Bağdat sürekli anomali doğuruyor. Belhler, Buharalar hiçlik vadilerinde hiçi arıyor. Bir baştan bir başa koca Endülüs, ruhunu katledenlere teslim. İstanbul gayesizlik ve hedefsizlik pençesinde ve koskoca bir âlem garip, yetim ve zamanzede... akan kan ve gözyaşının durmasına, maddî ve Ya ResûlALLAH! Gel de gönüllerimizdeki karanlıkları kov, bütün benliğimize ruhunun ilhamlarını duyur. Geleceğimizin aydınlık, huzurlu ve mutlu ol- manevî hayırlara-bereketlere vesile olmasını Cenab-ı Hakk'tan dilerim. ALLAH Teâlâ cümlemizi, bu mübarek gecede afv ü mağfirete nail olan kullarından eylesin. Amin. ması temennisiyle hepinizin Mevlid Kandilini tekrar tebrik ediyorum. Ya NebiyyALLAH! Gel de, her gün biraz daha azgınlaşan şu zulmetleri ışığınla doldur. Ya HabibALLAH! Gel de sevgiye, merhamete, şefkate hasret giden sinelerimizi muhabbetle coştur. Evet Salât Ona, selâm Ona, Olanca ta’zîm ve ihtirâm Ona… Muhammed’im benim, Muhamed’im; Gözümün nûru, gözbebeğim Ahmedim benim. Selâm sana, salât sana; Ya kerîm ALLAH! Gel de ruhlarımızı aklın aydınlığı, gönüllerimizi de mantık ve muhakeme enginliğiyle buluştur. Olanca ihtiram, tahiyyat sana!.. ................................................................................................... 1 Safahat, 461, 2 Buhari, Talak:25, Edeb:24, Müslim, Zühd:42, Ebû Davud, Edeb:123, Ey dost! Bu dünya ışığa hasret gidiyor. Bizler o kırık azimlerimiz ve o çatlamış ümitlerimizle, yolların hakkını veremesek de hep yollardayız. Tirmizi, Bîrr:14, 3 Buhârî, İman: 22; Müslim, Eyman: 40; Ebû Davud, Edeb: 124, 4 Buhari; Enbiya:52; No:3290; 3/1282, Taberâni, el-Mucemu’l-Kebir; No:5694; 6/120, 5 Deylemi, Firdevs, No: 6883, 4/301, Keşfu'l-Hafa, No:2846, 2/326, 6 Tirmizi, Rada': 11, Ey sevgili! Gel, bir kere daha yeniden misafirimiz ol. Tahtını sinelerimize kur ve bize buyurabilŞubat 2010 No: 1163, 3/467, İbn Mâce, Nikah, 1841, 7 Buhari, Megazi:79, No: 4194, 4/1620, 8 Ebû Davut, Edeb: 133, No: 5156, 2/761 37 İMAN ESASLARI ARASINDAKİ KUVVETLİ BAĞ mân esasları birbirine sıkı sıkıya bağlı İ olduğundan, birine imân etmek diğerlerine imân etmeyi gerektirdiği gibi, birini inkâr etmek de diğerlerini inkâr etmeye sebep olabilir. Örneğin âhireti inkâr etmenin temelinde diğer imân esaslarına, bilhassa Allah'a sağlam ve sahîh bir şekilde Prof. Dr. Veysel GÜLLÜCE inanmamak yatmaktadır. Allah'a inanmayan bir kimsenin öldükten sonra tekrar dirilmeye, hesaba çekilmeye, cennet ve cehennem hayatına inanması beklenemez. Çünkü bütün bu tasarrufât Allah'ın varlığına bağlı şeylerdir. Aslı inkâr edince fer'i inkâr etmek tabii Bilenlerle bilmeyen- ve kolay bir şey haline gelir. Renk körlüğü ler bir olur mu? “De ki; güzel ve en hoş renkler hakkında müna- bilenlerle bilmeyenler inkâr eden bir kimseyle, bu prensibin tefer- olan ve renkleri inkâr eden bir kimseyle, en kaşa edilmez. Hak prensibini kökünden ruâtından olan mal hakkı, hayat hakkı, ırz bir olur mu?” (Zümer 9) hakkı gibi haklar hakkında konuşmak abesle iştigâl olur. Hayır ve fazilet prensibini kökünden inkâr eden bir kimseyle bu meselelerin teferruâtı etrafında munazara etmek de faydasızdır. Önce asılların kabûlü hususunda munazara edip, bu asıllar kabul 38 Şubat 2010 edildikten sonra teferruâta geçmek gerekir. Dola- Cahiliyye dönemi müşriklerinde olduğu gibi, yısıyla böyleleriyle âhiret ve diğer iman esasları gerçek manâda, Kur'ân'ın tanıttıığı gibi bir Allah hakkında münakaşa etmek, Yaratıcıyı inkâr et- inancına sahip olmayan insanların da âhirete, öl- mekte ısrar ettikleri müddetçe faydasızdır. Doğru dükten sonra dirilmeye inanmaları beklenemez. O olan, ilk esas olan Allah'a imân meselesine döne- dönemin insanlarının âhirete, öldükten sonra tekrar rek bu hususta münazara etmektir. Eğer onlar Al- dirilmeye inanmaları istendiğinde, "acaba bu lah'a imân akîdesini kabul ederlerse, o zaman adam yalan yere Allah'a iftira mı ediyor, yoksa âhiret mevzusuna geçeriz... bunda biraz delilik mi var?" (Sebe', 8) diyerek, bu işi 1 Allah hakkında yapılmış bir iftirâ olarak telakkî etNitekim, Kur'ân-ı Kerîm'de bazı âyetlerde Al- meleri, onların Allah inancının ne derece sathî ve lah'ı inkâr etme âhireti inkâr, âhireti inkâr etme de zayıf olduğunu, gerçek mânadaki Allah inancından Allah'ı inkâr etme olarak değerlendirilmiştir. "Kâ- çok uzak olduğunu göstermektedir. firlerin seni yalanlamalarına şaşıyorsan, asıl şaşılacak şey onların biz toprak olduğumuzda yeniden mi yaratılacağız?! demeleridir. İşte rablerini inkâr edenler onlardır" (R'ad, 5) âyetinde, in- kârcıların âhireti inkârlarına mukabele olarak, "işte rablerini inkâr edenler onlardır!" buyrulması onların âhireti inkâr etmelerinin temelinde yatan sebebin, Allah'ı inkâr olduğuna işâret etmektedir. Bunun gibi, bir âyette de, âhireti inkâr eden kimseye karşılık "seni topraktan, sonra nutfeden yaratan, daha sonra seni adam biçiminde yaratan rabbini mi inkâr ediyorsun?!" (Kehf, 37) kar- şılığı verilerek, âhireti inkâr etmenin Allah'ı inkâr etmek manâsına geleceği ifâde edilmiştir. Allah'ı layıkiyle, Kur'ân'ın tanıttığı gibi bilmemenin bir sonucu da, insanların, inandıkları Allah'ı, kendileri gibi bir varlık olarak düşünmeleridir. Böyleleri kendilerinin yapmaktan âciz kaldıkları bir şeyi Allah'ın da yapamayacağını zannederler. Nitekim, "bu çürümüş kemikleri kim diriltecek?!" (Yâ-sîn, 78) diyerek meydan okuyan inkârcı da, Cenab-ı Hakk'ı mahlukâtına kıyas ederek, O'nu da, kendilerinin âciz olduğu bir şeyde âciz olmakla vasfetmiştir. Kendileri için çürüyüp toprağa dönüşmüş bir insanın zerrelerini temyiz edip tekrar bir araya getirmek nasıl muhal ise, onlara göre, Yaratıcı için de, insanın fenâ bulup yok olmasından sonra tekrar iâdesi öyle muhaldir2. İnsanı iâde etmenin, ikinci defâ tekrar yaratmanın daha zor olduğu, gökleri ve yeri yaratmanın Allah'ı yorduğu, bedenin dağılan zerrelerinin bir araya toplanamayacağı gibi vehimlerin temel kaynağı Allah'ı layıkiyle bilememek, yüce sıfatlarından, sonsuz ilim ve kudretinden gafil olmaktır. Allah, sonsuz ilim ve kudretine delâlet eden şeyleri zikrederek, bütün bu tevehhüm ve şüpheleri bertaraf etmiştir3. ............................................................ * . Atatürk Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, Tefsir Anabilim Dalı Öğretim Üyesi. Not: Bu makale, Kur’an’da Ahiret İnancının Temelleri adlı eserimizden istifadeyle bazı ilave ve düzenlemeler yapılarak hazırlanmıştır. 1. Meydanî, Sırâun maa'l-Melâhide, s. 167-169. 2. Beyzavî, V, 222; Sabunî, Kabes, V, 223. 3. Bkz. Meydanî, el-Akîdetu'l-İslâmiyye, 574-578. Şubat 2010 39 ANADOLU ALEVİLİĞİ VE ŞAMANİZM ynı coğrafyada yıllarca birlikte yaşayıp ta birbirlerine bu kadar yabancı olan başka bir millet var mıdır acaba? Sanmıyorum. Ne garip değil mi? Aleviler ve Sünniler yıllarca bu topraklarda birlikte yaşıyor ama daha tam anlamıyla birbirlerini tanımıyor. Yüzyıllarca Sünni ve alevi gruplar birbirlerine hep mesafeli durmuşlardır. Alevilerin gizlilik esasına dayalı anlayışları ve Sünni gruplarla kız alıp vermeyi yasaklaması aynı coğrafyada yaşayan iki kültürün birbirine yabancılaşmasına sebep olmuştur. Aleviler kendilerini tanıtmadıkları içinde Alevilik hakkında yapılan yorumların doğru mu yanlış mı olduğunu bilemiyoruz. A Hasan BAŞAR “Günümüz Türkiye’sinde Alevilik Bektaşilik ayrımı yoktur. Bilinen süreç içerisinde alevi, Bektaşi tanımlarında küçük “ayrıntılar” söz konusu edilmiştir. “Alevi; 1- Hz. Ali soyundan olan 2- Hz Ali’ye bağlılık gösteren, ona taraftar olan 3Şia mezhebinden olan anlamlarına gelmekle birlikte, Alevilikte Hz. Ali’ye bağlılık gösteren mezhep ve tarikatların umumi adıdır.” (Büyük Sözlük) Peki, bizdeki Aleviler ile İslam âlemindeki Hz. Ali(ra) taraftarları aynı mıdır? Hayır. Şia, Caferilik ve Anadolu Aleviliği birbirinden çok farklıdır. Sadece ehli beyt sevgisi dışında diğer İslami Şia ve Caferi 40 Şubat 2010 inançlarıyla bir bağlantıları yoktur. Mesela İran Caferiliğinde dinen yapılmasını zaruri olarak gördüğü namaz, oruç, haç, zekât gibi ibadetlerden taviz vermezken Anadolu Aleviliğinde bunlar zorunlu değildir. Anadolu Aleviliğinin temellerini Orta Asya’dan gelen Oğuz Türkleri atmıştır. Bu Oğuzlar İslamiyet’i kendine özgü bir şekilde yorumlamışlardır. Bizdeki Anadolu Aleviliğinin özelliği nedir? Aleviliğin en temel özelliği batini oluşudur. Kendi ifadeleri ile Kur’an’ın öz, içsel anlamını benimserler. Batini inanca göre namaz, haç, zekât, oruç gibi ibadetler zahiri anlam taşır. Önemli olan batini manadır, özdür. Anadolu Aleviliğinde içki haram değildir. Haremlik- selamlık uygulaması yoktur. Dini törenleri Cem denilen yılda birkaç kez yapılan ayinlerdir. Alevi inancına göre inancın 4 kapısı 10’ardan 40 makamı vardır. Kapılar; şeriat, tarikat, marifet, hakikattir. Aleviler kendilerinin şeriat kapısını “ ibadet makamlarını” aştıklarına inanırlar ve bu nedenle namaz, oruç, zekât, hacca önem vermezler. Alevilerin bu İslam anlayışı, yorumu Sünni grupların onlara şüpheyle bakmasına sebep olmuştur. Ama bu durum bazı alevi kardeşlerimizin söylediği gibi hiçbir zaman baskı unsuru olmamıştır. Gerek Selçuklu Devletinin, gerekse Osmanlı Devletinin engin hoşgörüsü böyle bir şeye müsaade etmemiştir, etmezde. Zaten böyle bir şey söz konusu olsaydı aleviler, inanç sistemlerini bu zamana kadar devam ettiremezlerdi. Alevilerin, Sünnilerin kendilerine baskı yapacakları konusundaki endişeleri bence yersiz bir endişedir. Çünkü İslamiyet’i gerçek anlamda özümsemiş bir kimse inancından dolayı başkasına baskı yapmaz. Alevi kardeşlerimiz baskı görmüşlerse bu inançlarından dolayı değildir. Mesela; Yavuz Sultan Selim’in Alevilere yaptığı baskının sebebi, Alevilerin inançlarından dolay değildir. Alevilerin kendileri gibi alevi olan İran şahı, Şah İsmail’e verdikleri destek dolaysıyladır. “Günümüz Türkiye’sinde Alevilik Bektaşilik ayrımı yoktur. Bilinen süreç içerisinde alevi, Bektaşi tanımlarında küçük “ayrıntılar” söz konusu edilmiştir. Şubat 2010 Bugün aleviler dini önderler olarak üç gruba bağlıdır. Seyyidler- Şerifler, Çelebiler, Dedebabalar. Daha yaygın olarak Çelebilerdir. Bu ayrıntılar dedelerin soy kütüğü ile ilgilidir. Seyyidler- şerifler bir şekilde soylarını Hz. Ali’ye, Çelebiler ve Dedebabalar Hacı Bektaş Veli’ye bağlarlar. Dedebabalar küçük bir gruptur. Dedebaba Bektaşilerinde musahip tutma yoktur. Alevilerde seyyidlik ve şeriflik babadan oğula geçer. Bektaşilerde ise Çelebi ve Dedebabalar seçimle belirlenir. Ayrıca Alevilik bir mezheptir, Bektaşilik ise bir tarikattır. Sonuç olarak, bütün Bektaşiler alevidir, ancak, bütün aleviler Bektaşi değildir. (Türkiye’nin Etnik Yapısı s. 122) Araştırmacılar Anadolu Aleviliğinin oluşum süreci ile ilgili olarak şu noktaya dikkat çekerler. Alevilik genellikle kırsal kesimlerde daha yaygındır. İslami daha sığ ve yüzeysel olarak algılayan göçebe Oğuzlar, işlerine daha çok gelen Aleviliği benimsemişler. Çünkü alevi kurallar göçebe hayata, Sünni kurallardan daha çok uymaktadır. Kırsal kesim oğuzları İslamiyet’i kabul etmişler ama derinlemesine nüfus edememişlerdir. Eski inançları Şamanizm ile İslamiyet’i birleştirerek yeni bir anlayış geliştirmişleridir, Anadolu Aleviliği. Şamanizm ile Anadolu Aleviliği üzerine araştırma yapanların üzerinde ittifak ettikleri husus Şamanizm’in alevi inancı içerisinde varlığını devam ettirdiğidir. Şamanizm ile Anadolu Aleviliğinin bazı ortak özelliklerini şöyle sıralayabiliriz. Aleviliğin dini töreni, ibadeti yılda birkaç kez yapılan Cem’lerdir ve Cem’de Şamanizm’den birçok ortak öğe mevcuttur. -Cem’lere şaman törenlerinde olduğu gibi kadınlarda katılır. Hepimizin malumu Orta Asya Türklerinde kadın statü bakımından erkekle aynıdır. Günlük hayatta her anlamda erkekle yan yana, iç içe yaşamaktadır. Bu durum günümüz alevi anlayışı ile de birebir örtüşmektedir. - Cem ayininde dolu içilir. Bu dolu yöreye göre şerbet olduğu gibi içki de olabilir. Dolu içmek şaman ayininde de kutsaldır. 41 - Cem’ler sazsız mümkün değildir. Sazın olmadığı bir Cem ayini düşünülemez. “Aleviler için saz, bağlama bir aşktır. Sazsız dini tören yapılamaz. Sazın teknesi âlemi temsil eder. Birçok ozan için saz teli Kur’an’dır, kutsaldır.” (Türkiye’nin Etnik Yapısı s.125) Şaman ayinlerinde saz önemli bir yer tutar ve adı kopuzdur. Kopuz sazın yerine kullanılırdı. - Şaman ayininde ateş, ocak temel öğedir. Alevilikte de ateş uyandırılmadan Cem tamamlanmaz. - Semah dönmeden Cem yapılmaz. Şaman ayinlerinde de oyun dans mevcuttu. - Dede Cem’i ağaçtan bir değnekle yönetir. Şamanda “tahta kılıç” veya ağaç değnek kullanır. Alevilikteki kurban anlayışı ile Şamanizm’deki kurban anlayışı da çok örtüşmektedir. Kurban için her iki toplumda da özel görevli bulunmaktadır. Şamanlar kurban kemiklerini kırmaz, toplar, bir torba içinde ya toprağa gömer ya da çam dalına asarlardı. Aynı durum Alevilik içinde geçerlidir. Kurban kemiği kıymetlidir, kesinlikle kırmazlar, çöpe atmaz, mutlaka gömerler. Bundan başka daha birçok ortak yön Şamanizm ile Alevilik arasında güçlü bağın bulunduğunu gösterir. Mesela tavşan. Hepimiz biliriz ki Aleviler tavşan sevmez ve yemezler. Bu tutumları da Şamanlıkla ortaktır. Şamanizm’de de tavşan sevilmezdi. Şaman dua sırasında gökyüzünün katlarını gezerken 6. kata varır. Bu katta tavşanla karşılaşır. Tavşan yaramazlıklarıyla şamanı oyalar. Bunun içindir ki Şamanizm de tavşan sevilen bir hayvan değildir. Gerçi bu tavşan eti yememeyi Sabetayizme bağlayanlarda bulunmaktadır. Soner Yalçın “Beyaz Müslümanların Büyük Sırrı” adlı kitabında alevi ritüeli ile Sabetayizm arasında birçok ortak yön bulunduğuna dikkat çeker. Bunlardan bir tanesi de tavşandır. Tavşan eti yememek Yahudilikte yasaktır. Soner Yalcın Sabetayistlerin özellikle Bektaşilik içerisine yerleşerek Aleviliği etkilediğini belirtmektedir. 42 Mesela Hacı Bayram Veli’nin kucağındaki aslan ve geyik olan resminin kaynağını da sabetayizm olarak gösterir. Kanıt olarak ta; “ Onun(mehdiyi kast etmektedir) döneminde kurtla kuzu bir arada yaşayacak, parsla oğlak birlikte yaşayacak” ( Tevrat, Yeşaya–11/6) Tevrat’tan bu bölümü gösterir. Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki, Alevilik asıl kaynağını İslamiyet’ten almakla birlikte bunun yanında birçok inanç ve kültür öğelerinden de bir şeyler almıştır. Sonuçta diğer(Sünni ve Şii) inanç ve kültürlerden çok farklı bir Anadolu Aleviliği anlayış ve kültürü ortaya çıkmıştır. Şubat 2010 Şubat 2010 43 Ümitsizlik ardeşleri tarafından kuyuya atılan Yusuf as Allah’ın rahmeti ve inayeti ile Mısır’a aziz olup; kıtlığın baş göstermesinden sonra kendisinden zahire istemeye gelen kardeşlerinin yanında bulunan ana bir kardeşi Bünyamin’i yanında alıkoymuştu. Yakub as yukarıdaki ayette geçen sözünü ikinci evladını da kaybettiği haber verildiğinde sarf etmişti. K Ahmet HALİLOĞLU “Oğullarım!. Gidinizde Yusuf'tan ve kardeşinden bir haber arayıp sorunuz. Ve Allah'ın rahmetinden ümitsizliğe düşmeyiniz. Çünkü Allah'ın rahmetinden kâfirler topluluğundan başkası ümidini kesmez.” (Yusuf / 87) 44 Kadir-i Mutlak olan Mevla Teala’ya iman etmiş olan Yakub as biliyordu ki; Allah’ın her şeye gücü yeter ve O her şeyi ziyadesiyle bilir. Her şeye gücü yete, her şeyi bilen ve her şeye malik olan Mevla Teala’dan ümit kesmek ancak kafirlerin işidir. Allah’tan ümit kesmek demek ; Allah’ın gücünün/kuvvetinin haşa nakıs/eksik olduğunu düşünmek demektir. Allah’a bu tür bir iftira atmak ise ancak kafirlerin işidir. Merhum Mehmed Akif meseleyi ne güzel özetlemiştir : Atiyi karanlık görerek, azmi bırakmak, Alçak bir ölüm varsa, eminim budur ancak. Dünyada inanmazdım, hani görsem de gözümle, İmanı olan kimse gebermez bu ölümle." Şubat 2010 İman sahibi bir müminin geleceği karanlık görmesi, korkulara ve vehimlere kapılması, başta rızk endişesi olmak üzere envai çeşit endişeler ile kalbini, zihnini ve fikrini tarumar etmesi hiç mümkün müdür ? Allah’ın sonsuz kudreti ve bitmez tükenmez hazinelerinden ümit kesmek bir mümine yakışacak sıfat değildir. Mümin; imanın getirdiği marifetullah ile Mevla Teala’nın gücünün farkındadır. O’na teslim olmakla; hayatın getirdiği sıkıntı ve dertlere karşı kendine kırılmaz bir kalkan, yenilmez bir dost edinmiştir. Düşman topluluğunu takip etmede gevşeklik göstermeyin. Eğer siz acı duyuyorsanız, kuşkusuz onlar da sizin acı duyduğunuz gibi acı çekiyorlar. Oysa siz Allah'tan onların ümit edemeyecekleri şeyleri umuyorsunuz. Kuşkusuz Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir. (Nisa 104) Bu ayet-i celile Uhud Savaşından sonra nüzul etmiştir. Uhud Savaşı’nda Hz.Hamza ve Musab bin Umeyr gibi sahabelerin büyükleri şehit olmuş ve yine pek çok sahabe de yaralanmıştı. Cebrail as Efendimiz sav’e gelerek düşmanın takip edilmesini istemiştir. Ancak Sahabe-i Kiram yaralı olmaları ve şehitlerin çok olması hasebiyle Kureyşin takip edilmesini istememeleri üzerine bu ayet indirilmiştir. (1) Müminler ile kafirler görünüşte aynı sıkıntıları çekseler bile müminlerin sığınağı Allahtır. Kafirlerin ise böyle bir sığınağı olmadığı gibi müminler Allah’tan pek çok şey ümit etmektedirler. En başta şehadet ve ilahi yardım (Bedirdeki gibi meleklerin cihada iştirakleri başta) olmak üzere duaları vasıtasıyla Allah’tan kafirlerin ümit etmediklerini, hayal bile edemeyecekleri şeyleri isteme imkanına sahiptirler. Nitekim Efendimiz sav Allahımızın bizlerin her duasına icabet ettiğini haber veriyor:“Acele etmediği müddetçe her birinizin duasına icâbet olunur. Ancak şöyle diyerek acele eden var: "Ben Rabbime dua ettim duamı kabul etmedi.”(2) Bu hadis-i şerifin izahatında Üstad Said Nursi Hazretleri şöyle bir yorum getirir : ““Eğer desen: "Bir çok defa dua ediyoruz, kabul olmuyor. Halbuki, âyet umumîdir... her duaya cevap var ifade ediyor.Cevap vermek ayrıdır, kabul etmek ayrıdır. Her dua için cevap vermek var; fakat kabul etmek, hem ayn-ı matlubu vermek Cenabı Hakkın hikmetine tâbidir. Meselâ: Hasta bir çocuk çağırır: "Ya Hekim! Bana bak." Hekim: "Lebbeyk" der... "Ne istersin?" cevap verir. Çocuk: "Şu ilâcı ver bana" der. Hekim ise; ya aynen istediğini verir, yahut onun maslahatına binaen ondan daha iyisini verir, yahut hastalığına zarar olduğunu bilir, hiç vermez. İşte Cenab-ı Hak, Hakîm-i Mutlak hazır, nâzır olduğu için, kulun duasına cevap verir. Vahşet ve kimsesizlik dehşetini, huzuruyla ve cevabıyla ünsiyete çevirir. Fakat insanın hevaperestane ve heveskârane tahakkümüyle değil, belki hikmet-i Rabbaniyenin iktizasıyla ya matlubunu veya daha evlâsını verir veya hiç vermez.”(3) Ve şayet insana tarafımızdan bir rahmet tattırır, sonra da onu kendisinden geri alırsak, şüphesiz o ümitsiz ve nankör bir kimse olur. (Hud /9) Ümit ve ümitsizlik insanlar için birer imtihan vesilesidir. Müminin ümitsizlik bataklığına kapılması mümkün olmadığı için daha önce kendisine Şubat 2010 45 ikram edilen nimet elinden gitse dahi alanın da verenin de Allah olduğunun bilincinde olduğu için şükre devam eder. Bu misal de Nakşi Sadatından Nehrili Seyyid Taha Hazretlerine atfedilen bir mesele vardır İran Şahı Seyyid Taha Hazretlerine ks sınırda bir iki köy hibe eder. Mesele Seyyid Tahaya haber verildiğinde sadece hamd eder. İran Şahı ölüp, yerine oğlu şah olunca mezhep taassubundan ötürü köyleri geri alır. Bu hadise Seyyid Taha Hazretlerine haber verildiği zaman gene tek sözü hamd etmek olur.(4) İşte kamil iman sahibi bir mümin mal eline geldiğinde de gittiğinde de şükr ve kulluktan vazgeçmiyor. Alanı da vereni de biliyor, Fail-i Mutlakın ancak Alemleri Rabbı olduğunun bilincinde hareket ediyor. Sadece mal için değil, makam/mevki, sıhhat gibi her türlü dünyevi nimetlerde de durum budur. İnsanoğlu fıtratı gereği elindeki nimeti kaybetmeden kıymeti bilemediği gibi bir de ümitsizlik batağına düşerek imanını zedeliyor,ruhunu karartıyor. “Biz insana nimet verdiğimiz zaman, Allah'ı anmaktan yüz çevirip uzaklaşır. Ona fenalık do46 kununca da ümitsizliğe kapılır”(İsra/ 83) . Rahat ve bolluk içindeyken Allah’ı unutmak, nimetlerin şükrünü eda etmemek rahat ve bolluk elden çıkıp sıkıntıya ve musibete uğrayınca da Allah’ın kudretinden ve inayetinden ümidini kesmek müminlerin yapacağı iş değildir. Size korku ve ümit içinde şimşeği gösteren ve o yağmur yüklü bulutları meydana getiren O'dur. (Ra’d 12) İbni Abbasın rivayetiyle şimşekten korku yıldırım düşmesi; ümit ise yağmur beklentisidir. Yıldırım düşmesi korkusunu ve yağmur ile beraber rahmet ümidini insanlara tattıran ancak Mevla Teala’dır. Nitekim Efendimiz sav gök gürlemesi esnasında "Ey Allahım, sen bizi gazabınla öldürme, azabınla heiak etme. Bunlardan önce bize afiyet ver.”(5) şeklinde dua etmiştir. Mümin bu korku ile ümit arasında yaşayacak; kainatın tüm Hakiminin ve tek Malikinin Allah-u Zulcelal olduğu bilincini aklından hiç çıkarmayacaktır. Bu idrak ve şuur ile hayatını idame ettiren müminin; ümitsizliğe düşmesi beklenilemez. Şubat 2010 Üstad Said Nursi Hazretlerinin buyurdukları gibi iman hem nur hem de kuvvettir. İnanmış bir Müslüman kainata meydan okuyabilir(6) Ümit edebilmek için dua etmeye, dua etmek içinse imana ihtiyaçvardır. Daha önce de belirttiğimiz gibi ehl-i iman Allah’ın kudretine girmiş demektir. İnanmış bir insanın ümidini kaybetmesi beklenemez. Meydana gelen hayal kırıklıkları ise gelip geçicidir. Kişinin halet-i ruhiyesini sarsması söz konusu değildir. Allah Resulunun hayatını incelediğimizde göreceğimiz şey ümittir. En sıkıntılı, en müstebid ve en karanlık devrelerde bile O sav ümidini kaybetmemiş ve çevresine de kaybettirmemiştir. Hz. Sümeyye, eşi Yasir ve oğulları Ammar işkence altındayken dahi “ Sabredin ey Yasir Ailesi “ buyurarak ümitsizliğe prim vermemiştir. Çünkü bir müminin gözüyle Yasir Ailesinin kaybedeceği bir şey yoktur. Mümin bir musibete uğradığı zaman yitirdiği malı sadaka hükmüne geçtiği gibi çektiği sıkıntılara da sabrederse hususi mükafat alır. Kafir için böyle bir şey olmadığı gibi malını kaybetmenin getirdiği ekstra ruhi sıkıntılar ile de uğraşacaktır. merkand, Taşkent, İsfahan, Herat gibi İslam Medeniyetinin merkezi şehirleri tarumar edilmiştir. Başkent Bağdat baştan sona yakılmış; Dicle Nehri günlerce insan kanıyla akmış, Halife Mısıra sığınmak zorunda kalmıştır. Hatta kimi müellifler ne yapalım ki bu ümmetin ömrü bu kadarmış demişlerdir. Ancak; Ümmet-i Muhammedin öncüleri hiçbir zaman ümitsizliğe düşmemiş ve gayret ve azimle çalışmışlar; kulluk şuuru ile hareket etmişler ve dualarının bereketini üç kıtaya yedi iklime hakim olan Devlet-i Aliye-i Osmaniye ile ödüllendirilmişlerdir.Asrın Büyük Çilekeşi Üstad Said Nursi merhumun bir sözü bizlere bu konuda en güzel düsturdur : "Evet, ümitvar olunuz. Su istikbal inkilâbi içinde, en yüksek gür sada, Islam'in sadasi olacaktir! .............................................................................................. 1- Kurtubi 5/374 2- (2) Buhari, Daavat, 22 3- İman ve Küfür Muvazeneleri 102. 4- Necip Fazıl Kısakürek, Raporlar 2 Mümin ; öyle bir inanca sahip olmalıdır ki ; günahlarından ve isyanından dolayı küfre düşeceğini ve cehennemde ebedi kalacağından korkar; ama fazlı ilahi ile de cennete gireceğinden ümitvar olur. ''Lâ havle velâ kuvvete illa billah'' cümlesinin bilincinde ve ''Hasbiyallah /Hasbünallah'' kelamının şuurunda olan bir müminin ümitsizliğe düşmesi muhaldir. 5- Ahmcd b. Hanbel, Müsned c.2, s.100 6- Sözler,23. Söz Ümmîddeyiz ye’s ile âh eylemeyiz biz Ser-mâye-i îmânı tebâh eylemeyiz biz Bâbın koyup ağyâre penâh eylemeyiz biz Bir kimseye sâyende nigâh eylemeyiz biz Sen Ahmed i Mahmûd u Muhammed’sin efendim Hakdan bize sultân-ı mü’eyyedsin efendim... Şeyh Galibin ks buyurduğu gibi Ümmet-i Muhammed tarihi boyunca hiç ümitsizlik vaveylalarına kapılmamış; en zor durumlarda dahi ümitlerini dualara dökmüş ve gözyaşıyla süslemiş ve mükafatını Hak Teala’dan almıştır. Cengiz Han istilasını hatırlayın. İslam Toprakları bir uçtan bir uca işgal edilmiş; Buhara, SeŞubat 2010 47 GERÇEK MÜRŞİTLERİN VASIFLARI evlana Celaleddin-i Rumî hazretleri: “Etrafında insan yüzlü birçok şeytan vardır. Bu sebeple her ele el vermek, her ele bağlanmak, intisab etmek uygun değildir. Rûhen düşük, alçak bir kişi, bir takım saf kimseleri kandırmak için velilerin sözlerini çalar.” (Mesnevi, c.1, s.33) diyerek insanları sahte şeyhlere karşı uyarmıştır. Kuşkusuz gerçeğini sahtesinden ayırabilmenin yolu doğru bilgi sahibi olmaktır. Bu bakımdan tasavvuf büyüklerinin hikmetli sözlerinden faydalanmak, en doğru bilgilere ulaşma noktasında faydalı olacaktır. Biz de bu amaçla bazı tasavvuf büyüklerinin sözlerinden derlemeler yaparak bunların ışığında gerçek mürşitlerin vasıflarını tespit etmeye çalıştık. Bunları şöyle sıralayabiliriz: M Aydın BAŞAR Bir kimse manevi hal sahibi olduğunu iddia eder ve bu hal de onu şeriatın hudutları haricine çıkarırsa sakın öylesine yaklaşma 48 İSLAM ŞERİATINA BAĞLIDIRLAR Gerçek mürşitler İslam’ın ahkamını yani hükümlerini her şeyin üzerinde tutarlar. Yani onlar kelimenin tam anlamıyla şeriatçıdırlar. İbrahim Dessuki hazretleri: “Şeriat ve hakikate lakayt davranan sulbümden de olsa benim evladım değildir. Şeriat tarikat ve hakikate bağlanıp zühde sarılan ise en uzak diyarlarda olsa dahi benim öz oğlumdur” (Kara, Mustafa, Tekkeler ve Zaviyeler, İstanbul, 1990, s. 371) Şubat 2010 diyerek İslam ahkamına verdiği önemi ortaya koymuştur. Ebu’l Hasan Nuri hazretleri ise; “Bir kimse manevi hal sahibi olduğunu iddia eder ve bu hal de onu şeriatın hudutları haricine çıkarırsa sakın öylesine yaklaşma” diyerek bu yolun sahtekârlarına karşı ihvanını uyarmıştır. (Bkz. Prof. Dr. Süleyman Uludağ’ın yazdığı bölüm; Prof. Dr. Kara, Mustafa, Tekkeler ve Zaviyeler, İstanbul, 1990, s.25) İslam’ın hükümlerinden bahsetmeyen bir tasavvuf anlayışı düşünülemeyeceği gibi kabul de edilemez. Geçek mürşitler İslam’ın ahkamına “İslam ahlakı”na riayet ettikleri gibi riayet ederler. İslam’ın sadece ahlaki boyutu üzerinde durmaz; bilakis her yönünü hayatlarında tatbik etmeye çalışırlar. Sahte şeyhler ise ne ahlaki boyutla ne de ahkamla ilgilenir, varsa yoksa hurefe ve bidatlarla oyalanırlar. medikçe kabul etmem” (Uludağ, a.g.e., s.24) diyerek sufilerin sözlerinin Kur’an ve sünnetle kayıtlı olması gerektiğini ifade etmiştir. Gerçek mürşitler daima bu ölçülere göre hareket ederlerken, sahte şeyhler ise bu ölçüleri çekinmeden tepelerler. Gerçek mürşitlerin bütün hal ve hareketleri Efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem’in sünnetini hayata tatbik etmekten ibarettir. Bu konuda Ahmed bin Ebu’l Havarî hazretleri: “Resulullah’ın sünnetine tabi olmadan amel edenin ameli batıldır” (Uludağ, a.g.e., s.25) diyerek sünnete verdiği değeri açıklamış, sünnet çizgisinde hareket etmeyenlerin batıl yolda olduklarını ifade etmiştir. Ebu Hamza Bağdadi hazretleri ise bu konuda: “Allah’a giden yolu bilen bu yola kolaylıkla girer. Allah’a giden yolda sözünde, işinde, halinde Resulullah’a tabi olmaktan başka bir delil yoktur.” (Uludağ, a.g.e., s.24) diyerek sünnete verdiği önemi ifade etmiştir. ŞİRK HASSASİYETLERİ VARDIR. KUR’AN’DAN VE SÜNNETTEN KIL KADAR AYRILMAZLAR. Gerçek mürşitler Kur’an ve sünnet ölçülerinden kıl kadar ayrılmazlar. Ebu Süleyman Darani hazretleri; “Sufilere mahsus olan bir nükte bir hikmet ve bir ilham kalbime doğar fakat iki adil şahit (Kitap ve sünnet) bunun doğruluğuna şahitlik et- Gerçek mürşitler her konuyu şirke irca etmemekle birlikte Allah’ın asla affetmeyeceği en büyük günah olan şirke karşı da ciddi bir hassasiyet gösterirler. Gizli ve aşikar şirkin her türlüsünden uzak dururlar. Bırakın şirkin yanından geçmeyi, şirke kapı aralayacak düşüncelerin semtine bile uğramazlar. Daima en büyük günahın şirk olduğu bilinciyle hareket ederler. Bu nedenle sohbetlerinde “tevhit bilinci” üzerinde sıkça dururlar. Gerçek mürşitler kendilerinin putlaştırılmasına asla müsaade etmeyip, kendilerine aşırı ihtiram gösterilmesinden de hiç hoşlanmazlar. Kim ki ihtiram görmekten hoşlanıyorsa, iltifat edildiğinde koltukları kabarıyorsa o gerçek bir mürşit değildir. Bu tip tavırlardan hoşlanmak nefis düşkünü sahte şeyhlerin özelliğidir. Bu bakımdan gerçek mürşitler haşa kasıntılı kimseler değillerdir. Gerçek mürşitler kalbi selim sahibi olmaya azami derecede önem veren zatlardır. Nitekim: “Kalb-i selim içine put yerleşmemiş olan; içinde Rabb’in bulunduğu gönüllere denir.” (Hatemi, Hüseyin, İnsan Hakları Öğretisi, İstanbul, 1988, s.145) ZAHİRİN DE BATININ DA HAKKINI VERİRLER. Gerçek mürşitler “zahir”le “batın”ın arasını ayırmaya çalışmazlar. Her ikisinin kaynağının aynı hakikat olduğunu bilirler. Bu bakımdan “zahir”e ters Şubat 2010 49 olan “batın”ın peşine düşmez ve zahirin de batının da hakkını verirler. Nitekim Seriyyu’s Sakatî hazretleri: “Sufinin marifet nuru takva nurunu söndürmez, sufi kitap ve sünnetin zahiri manalarına zıt düşen bir şey söylemez” (Uludağ, a.g.e., s.22) diyerek Kur’an’ın zahiri manalarına ters gelen sözler söylemenin uygun olmadığını ifade etmiştir. Sahte şeyhler ise “bu batın ilmidir” maskesi altında zahiri anlamlara ters sözler sarf etmekten, garip teviller yapmaktan çekinmezler. Mutasavvıflar elbette Kur’an ayetlerine zaman zaman batınî anlamlar vermişlerdir ancak bu anlamlar zahiri anlamalara tezat teşkil etmemektedir. Gerçek mürşitler zahir batın dengesini çok iyi ayarlar ve zahir/batın ikiliği çıkartmazlar. Ebu Said Harraz hazretleri “Zahiri hükümlere aykırı düşen her batın batıldır” (Uludağ, a.g.e., s.24) diyerek sufilerin bu konudaki hassasiyetini veciz bir şekilde ortaya koymuştur. Zahir-batın ayrılığı konusunda Prof. Dr. Hüseyin Hatemi’nin de bir uyası vardır; o şöyle der: “Kitap ve hikmet arasında, zahir ile batın arasında asla çelişki olmaz bu gibi fitnelerde İblistendir. Oyuna gelmeyelim ve aramızdaki yapay ayrılık fitnelerini ihtilaf, kelime vahametine erdirmeyelim.” (Hikmet Arayışları, İstanbul, 1994, s. 33) TEVAZU EHLİDİRLER Gerçek mürşitler halka daima tevazulu davranır ve asla kibre fırsat vermezler. Bediüzzaman Said-i Nursi hazretleri “Velayetin, şeyhliğin, büyüklüğün şe’ni tevazu ve mahviyettir, tekebbür ve tehakküm değildir. Demek tekebbür eden sabiyy-i müteşeyyihtir, siz de onu büyük tanımayınız” (Tarihçe-i Hayat, İstanbul, 2000, s.72) diyerek bu konuda çok güzel bir ölçü göstermiştir. Sahte şeyhler ise enaniyetinden dolayı kendilerini yükseklerde görürler ve insanlara yukarılardan bakarlar. Gerçek mürşitler kibirli olmadıkları gibi kibirlileri de sevmezler. Bu konuda son dönem meşayıhından Abdulaziz Bekkine hazretleri; “Bize kafiri getirin amma kibirliyi getirmeyin zira kafirin hidayet bulması mümkündür fakat kibirlinin ıslah olması gayet zordur” demişlerdir. RİYAKAR TAVIRLARDAN HOŞLANMAZLAR Gerçek mürşitler huzurda boynunu büküp sözde murakebeye dalan ancak dışarıda nefsi em50 Şubat 2010 maresinin peşine düşen ve kardeşlerine karşı kibir haliyle muamele eden riyakar dervişlere itibar etmezler. Bu tip kimselerin böyle boyun bükmeyle değil, “hizmet ederek” nefis terbiyesi yapmaları gerektiğini söylerler. Nitekim tasavvuf büyüklerinden Ubeydullah Ahrar hazretleri huzurunda murakabeye varan bazı müritlerini şöyle uyarmıştır: “Kaldırın başınızı içinizden duman çıktığını görüyorum. Murakabe kim siz kim? Size düşen temizlik için su taşımak, hela temizlemek ve insanlara hizmet etmektir. Bu geçitten geçmeden murakabeye liyakat kazanılmaz.” (Yılmaz, Hasan Kamil, Altın Sisliler, s.133) TAŞKINLIKLARI HOŞ KARŞILAMAZLAR Gerçek mürşitlerin yetiştirdiği talebelerin mizaçları düzgün olur, genel itibari ile dengesiz ve ölçüsüz hareketler yapmaz, yerli yersiz bağırıp çağırmazlar. Müptedi olanların cezbe halleri bazen hoş görülmekle birlikte genel olarak bu durum makbul karşılanmaz. Şah Nakşibendi hazretleri; “Cezbe ve taşkınlıktan meclisinde sayha ve nara atılmasından hoşlanmazdı. Nitekim birisi bulunduğu mecliste ‘Allaaaah!’ diye haykırdı. O şunları söyledi: ‘Bu haykırış gaflet işaretidir, bizim meclisimizde gafillere yer yok” (Yılmaz, a.g.e., s. 116) Rufai şeyhlerinden Bayburtlu Hacı Şaban Efendi hazretleri de zikir meclislerindeki usulüne uygun olmayan davranışlara karşı ihvanını uyarmıştır. Böyle durumlarda zikri durdurup zikrin uyumunu bozan ve dikkat çeken kimseleri ikaz etmiştir. Şubat 2010 Müritlerine zikir esnasında içe dönük bir hal almayı tavsiye etmiş; onlara zikirde gerekli şu dört unsuru sıklıkla hatırlatmıştır: Manayı bilme, tazim, niyet ve ihlas… Son olarak Aziz Mahmud Hüdayi hazretlerinin gerçek mürşitlerin sıfat ve alametlerine dair sıraladığı şu maddeleri naklederek yazımıza noktayı koyuyoruz. 1. Müridin dünya ve ahirete müteallik meselelerini ve müşküllerini çözebilecek derecede alim olmak. Bilgili olma şartı şeriatin zahirini korumak ve sünnete ittiba edebilecek derecede ahkamı bilmek içindir. 2. Dünya muhabbetini gönlünden çıkarmış nefsin heva ve hevesinden geçmiş olmalıdır. 3. Şeyh olan zat müritler ve sair insanlar nezdinde tama’a ile itham edilmiş olmamalıdır. Yani herkesin hürmetini kazanmış ve kimsenin malında mülkünde sahip olduğu nimetlerde gözü olmayan bir kimse olmalıdır. 4. Şeyh bütün söz fiil ve davranışlarında muktezayı şer’a muvafık hareket etmelidir. Çünkü şeyh Resul-i Ekrem’in izine basarak yürüyen kimse demektir. 5. Hz. Peygamber’e varan bir silsileye sahip bulunmalıdır. (Yılmaz, Hasan Kamil, Aziz Mahmud Hüdayi, İstanbul, 1990, s 200) 51 Bir Dervişin Gözü ile Hacı Şaban Efendi Hazretleri - 3 Dergâhlar büyük manevi eğitim alanlarıdır. Dergâhlarda bir şeyh efendinin dizinin dibinde bulunup sohbet bereketinden faydalananlar kelimelerin ifade edemeyeceği büyük lütuflara nail olurlar. “Görünmeyen üniversite”dir dergâhlar. Oralarda eğitime tabi tutulanlar nice üniversitelinin vakıf olamayacağı büyük nimetlere ererler. “El ele, el Hakka” düsturuyla sohbetin ve birlikteliğin feyziyle çok şey öğrenirler, çok farklı kişilik olurlar. İşte bu nimete erenlerden bir esnaf, bir ilkokul mezunu olan değerli abimiz Nureddin Burak beyefendi hayatı boyunca Sultan Hacı Şaban efendi Hazretlerinde görebildiklerini kaleme yansıtmış, sohbetlerde not tuttuğu iki defteri Nureddin BURAK bizlere ileterek büyük bir hayra vesile olmuştur. Kendisinden Allah Teâlâ razı olsun. Dergâh psikolojisi açısından, bir müridin efendisinden alabildikleri şeyler açısından çok önemli bir ürün bu satırlar. Kelimelerine ve cümlelerine dokunmamaya, olduğu gibi yayınlamaya özen gösterdik ama yine de ister istemez bazı düzeltmeler yaptık. As- “Müslümanın elinden dilinden herkes emin olmalı. Müslüman kimseye eziyet etmez, kendine neyi isterse başkalarına da onu ister. Sağına soluna vergili olur.” lında istedik ki yazılardaki tabiiyet bozulmasın. Bu yazıyı okurken bir ilkokul mezununun bir dergâhtan aldıklarını göz önüne getirerek okumanızı, bir dergâhın ne büyük eğitim verdiğini düşünmenizi isteriz. Bu yazı serisi birkaç ay devam edecek. Israrla takip etmenizi, bir sayısını kaçırırsanız çok şeyler kaçıracağınızı şimdiden söylemiş olalım. Burhan Dergisi 52 Şubat 2010 hayatı boyunca Allah ne buyurdu? Resulullah ne buyurdu? İlmi ile amil âlimler ne dedi? Ona bakar onu görürdü. Başkalarının yaldızlı sözlerine, iltifatlarına ve methiyelerine asla itibar etmezdi. “Birisini gökte uçarken görseniz, su üstünde gezerken görseniz eğer o adamda şeriat yoksa onun kanatlarını şeriat kılıcıyla vurun. Neticede kuşlar uçar balıklar suda yüzer, ikisi de hayvandır önemli olan şeriatı yaşamaktır, dini yaşamaktır, uçmaktan kaçmaktan bir şey çıkmaz. Şeriat şeriat” derdi. Onun yanında şeriata muhalif bir tavır olsa derhal müdahale eder o yanlış neyse düzeltirdi. Bütün meselelerini Allah ve Resulüne göre çözerdi. “Bir müslümanın bütün hareketleri, işleri dine uygun olmalı. Oturup kalkması, yemesi içmesi, evindeki halleri, çarşı pazardaki durumu, alış verişteki tutumu, yatması kalkması umuru hariciyesi, dine uygun olmalı. Amelin Kabulünün Şartı dörttür: Öyle ben müslümanım demek ile Müslüman olunmaz. Müslüman her hali ile Müslüman olmalı. Rahmetli baba buyururdu ki; 1-İlim. “Müslümanlık iki şeyde belli olur: biri beyaz 2-Niyyet. baldır, biri sarı liradır, evet kardeş kaba sözdür 3-İhlâs. ama doğru sözdür. Çok dikkat edin dünya gelip 4-Sabır. geçicidir, dünyaya emanet gözü ile bakmalıdır. Helalin hesabı, haramın azabı vardır. Dikkat “İlim olmazsa amel olmaz, niyet olmazsa edin bütün işlerinizde Allah’tan korkun, Allah amel olmaz. İhlâs olmazsa amel olmaz sabır ol- gafurdur, rahimdir ama azabı da elimdir haa. mazsa hiçbir şey olmaz.” derdi ve boyun bükerdi. Onun azabından ona sığınırım. Kişi ameli nis- Bu nasihatlerini öyle güzel, öyle feyizli yapardı ki betinde ceza görür. Hz. Ebubekir-i Sıddık bu- onun yanında mest olur, gözü aydın müjdelenmiş- yurdu ki: “Kendisine acizlikten başka vusul lerden olurduk. Gönül rahatlığına ererdik. Biz, çaresi yaratmamış olan zati ecelli âlaya hamd Allah’a ve ahirete imanı onun mübarek dergâhın- olsun.” Bütün evliyalar ağlamıştır, son nefe- dan aldık. Buyururdu ki: “Kardeş Hazreti pey- sinden korkmuştur. Hz. Peygamber eğer sizler gamber buyurdu ki; “Benim gözlerim uyur benim bildiğimi bilseydiniz insan olmaktansa kalbim uyumaz.” Evliyaullah’ın da öyledir. Göz- evlerinizin üstünü örttüğünüz tahtalar olmayı leri uyur kalbi uyumaz. Evet, bizde iş yok ama tercih erdiniz. Eğer sizler benim bildiğimi bil- kolumuz sağlamdır.” der, hemen tevazusunu seydiniz, çok ağlar az gülerdiniz. Bütün kâinat gösterirdi. “Ee yaş doksan akıl noksan, geçti onun yüzü suyu hürmetine yaratılmış Cenab-ı çağlar soldu bağlar, soldu gül, gitti bülbül, ister Hak onun bütün günahlarını bağışlamış iken o ağla ister gül.” Gibi kendisine has bu mübarek ke- öyle diyende ki sen kim ben kim? A birader! Ne limeleri tekrar ederek devamlı insanın aciz, zayıf, ile iftihar edersin, evvelimiz bir murdar damla muhtaç olduğunu vurgular, dikkatleri Allah yoluna, su, ahirimiz bir murdar lâşeden ibarettir, bu iki- Resulullah sevdasına çekmeye çalışırdı. O bütün sinin arasında akıl dini, din akılı kabul ederse o Şubat 2010 53 din dindir, o akıl akıldır, yok ikisi birbirini kabul yanındakileri bir ürperti tutardı. Çünkü o tam kâmil etmezse ne o akıl akıldır, ne o din dindir. manada inanmış itaat etmiş bir zattı. Bütün hali ile zahiri ve batini görür gibi idi. Allah ve Resulu neyi Akıllı adamın cahil kalması ne kötüdür. öğretmiş, neyi getirmiş ise hepsine birden cân-u Doktorun hasta olması ne fenadır. Kişinin refi- gönülden amenna ve seddekna dediğinde sanki kine eza etmesi namünasiptir. Akıllı adam cümle mahlukat, dağlar, taşlar, ağaçlar, kuşlar, önünü görür önü kabirdir. Varılacak yer kabir- otlar, canlı cansız ne varsa hepsi onunla beraber dir. Kabir azabı haktır, kabir azabını inkâr eden topyekun amenna ve seddekna derler gibi bir gay- kâfir olur. Zaten ölümü inkâr eden yoktur, öl- ret, bir azim gösterirlerdi. dükten sonrayı inkâr ederler. Biz onlara diyeceğiz ki “Eğer sizin dediğiniz gibi öldükten Evliyaullah’ın şanına, şerefine, yoluna canlar sonra kabir azabı, kabir suali, dirilme, hesap kurban olsun. Benim mübarek sultanım, şeriatı Mu- verme, mahşer, cennet cehennem yoksa bizim hammediyye’yi öylesine benimsemiş, öylesine bu insanca, müslümanca tertemiz yaşamamız- kendine sarmıştı ki; onu ondan ancak öğrenmekle, dan bize bir zarar yoktur. Yok, eğer bizim dedi- yaşamakla almak mümkündü. Yoksa canını verir, ğimiz gibi kabir azabı, cennet, cehennem varsa şeriattan bir harf vermezdi. O şeriat mektebi, tarikat ki hiç şüphesiz vardır amenna ve seddekna ola- tekkesi, Rufai’nin gül bahçesi, zahiri nur, batını caktır sizin haliniz ne olacak. Kardeş amenna nurdu. Cenab-ı Hak Zülcelâl, neyi vaad ettiyse onların cümlesi haktır. Gerçektir hiç şüphemiz yoktur, amenna hepsine inandık iman ettik. Öyle iken devamlı buyururdu ki: “Kardeş kimseye bir şey denilmez, kendinden emin olunmaz, hiçbir kul kendi ibadetiyle cennete gi- O sultanım, bu nasihatlerini yaparken müba- remez. Cennete ancak Yüce Allah’ın fazlı ile, rek yüzünden ışıl ışıl şecaat parıltıları ortalığı sarar, lütfü ile girilir. Allah Zülcelâl bize fazl ile, lütuf 54 Şubat 2010 ile muamele ede… Yoksa kul kulluğunu yapa- Mücadele: Kalbe gelen dünyevi ve nefsanî cak kula düşen ibadettir, itaattir. Abdestinde, şeyleri kalpten çıkarmaya çalışmaktır. Bunun ilacı namazında, orucunda, zekâtında bütün ibadet- da son nefesi, ölümü düşünmektir. Yanımız yere, lerinde kusur etmemeli” derdi. Hele hele nama- ağzımız yara gelecektir” der her zaman ki gibi bun- zın üstünde çok sıkı sıkı tembihlerde bulunurdu. ları da öğretmek için azami gayreti gösterirdi. Hatta ihtarlar ederek çok kızardı. “Aman haa namazınızı kılın sakın geçirmeyin, sabah namazı Buyururdu ki: “kardeş ilimsiz amel olmaz, sizin için dünya ve içindekilerden daha hayırlı- ilmihalimizi okuyun, adı üstünde halimizin dır. Namaz dinin direğidir. Namazını kılmayan ilmi… Çok okumak lazım, hiç bilenlerle bilme- dinini yıkmıştır. Namaz müminin miracıdır. Haz- yenler bir olur mu? Müslüman farz nedir? Vacip reti Peygamber Sallallahu Taala efendimiz sizin nedir? Sünnet nedir? Mubah, müfsit nedir? Ha- dünyanızdan bana üç şey sevdirildi buyurdu: ramlar nelerdir? Çok iyi bilinmesi lazım... Çok “Güzel koku, Saliha kadın, iki gözümün nuru dikkat etmeli… İnsan bir çift sözüyle Müslü- namaz” buyurdu. Bu hadis-i Şerifleri çok çok okur man olur, bir çift sözüyle kâfir olur, dinden genişçe izahatlar ederek namaz vakitleri ne çıkar, hiç haberi olmaz. zaman? Kerahat vakitleri ne zaman? Namaz nasıl “hışşt” diye yıkıla da göresin ki dinim yıkıldı. kılınmalı? Abdest nasıl alınır? Namazın fazları Öyle ben müslümanım deme ile Müslümanlık nedir? Vacipleri nelerdir? Sünnetleri nelerdir? olmaz.” Din duvar değil ki Sehiv secdesi nedir? Nasıl yapılır? Sehiv secdesini gerektiren haller nelerdir? Namazda neler te- İlmihal, ilim der başka bir şey demezdi. Çok fekkür edilir? Bunları geniş geniş izah eder, hatta titizdi. Bazen sorular sorardı kardeş Edile-i Şeriyye bazen sorular sorarak öğretmeye çalışırdı. kaçtır? Ef’âli mükellefin nelerdir? Az bekler izah ederdi. “Kardeş namazda altı şey düşünülür: Kardeş Edile-i Şeriyye dörttür: 1-İhlâs 2-Tefekkür. 1-Kitap 3-Havf 2-Sünnet 4-Reca 3-İcma-i Ümmet. 5-Rü’yeti Taksir 3-Kıyası Fukaha 6-Mücadele Ef’âli Mükellefin sekizdir: İhlâs: Hazreti Allah’ı (cc.) görür gibi ona ibadet etmektir. Tefekkür: Biz Allah’ı (cc.) göremiyoruz ama Allah bizi daima görüp gözetendir. Havf: Yalnız senden (Allah’tan cc.) korkar ancak sana ibadet ederim. 1. Farz 2. Vacip 3. Sünnet 4. Müstehab 5. Mubah 6. Haram 7. Mekruh Reca: Ancak senden (Allah’tan cc.) yardım 8. Müfsit bekler senden ümit ederim. Bunları okuyup bellemek lazım derdi. O Rü’yeti Taksir: Rabbül Âlemin bir anda var eder, bir anda yok eder. Şubat 2010 bütün hallerinde sadıktı. Kendine neyi isterse başkasına da onu isterdi. Öyle bir azmi vardı ki herkes 55 Şeriatı Muhammediyye’yi öğrensin, bilsin, onunla amel etsin, saadete ersin, yolda kalmasın. Devamlı buyururdu ki: “kardeş hal lazım hal, kaldan bir şey çıkmaz. İnsan hal ehli olmalı. Adamda hiçbir hal olmaz, bir yığın meziyetler işgal eder, uğraşır hiçbir şeyden haberi yoktur, yeri geldi mi de “senden iyi bir Müslüman olmayan” der bu kendini aldatmaktır. Bunun sonunda hüsran vardır” derdi. Üzülürdü hep insanlar için, başkaları için üzülür, dudak bükerdi, başını mübarek göğsüne eğer tefekkür ederdi. İnsanların ahlak ölçülerine çok dikkat etmesi gerektiğini söyler, izahlar ederdi. “Evet, kardeş ahlaklı olun ahlakta evde belli olur. Dışarıda, çarşıda belli olmaz. Ahlak evde belli olur, evde ahlaklı olun, çoluk çocuğa eziyet etmeyin.” Zaten mübarek sultanım ev haline çok titizdi. Kaynanaya, kaynataya kötü söz söylenmesine asla müsaade etmezdi. “Ata dörttür” derdi. Kadınların erkekler tarafından dövülmesine, kötü sözlerle tazir edilmesine çok kızar, sinirlenirdi. “Kadın üç yerde dövülür: namazını kılmaz, süslenir, güzel kokular sürer, yalnız başına sokaklarda gezer, birde şeriat haline gelmezse oda kaba yerlerine hafifçe vurulur, bunun dışında dövülmez. Evlerinizde ahlaksızlık etmeyin dedik ya ahlak evde belli olur.” Devamlı buyururdu: “evine girdiğin zaman selam ver, önce anana, babana hal hatır et sonra hanımınla, çocuklarınla sohbet et. Girdin eve kimse yok selam ver: “Esselamu Aleyna ve ala ibadillahissalihin” de. Evden dışarı çıkarken de sağ ayağını önce dışarı at “Bismillahi tevekkeltü alallah” de. Senden herkes emin olsun, ne evde, ne dışarıda kimse şerrinden korkmasın. İnsanların en kötüsü evinden dışarı çıktığında arkasından çocuklarının ve hanımının “iyi ki çıktıda rahat ettik” denilen adamdır. Dışarıda komşuların senden razı olsun, komşularına eziyet etme. Yedi adımda bir adım komşu hakkı vardır. Efendimiz buyurdu ki “komşusu açken tok yatan bizden değildir. Cebrail aleyhisselam komşu hakkı üstünde o kadar çok durdu ki komşuyu komşuya varis yapacak san56 Şubat 2010 dım” hadisi şeriflerini çok çok okur geniş geniş hayâ kaidelerine çok dikkat ederdi buyururdu ki: izah ederdi. “Hayânın azlığı küfürdür. Hayâ imandandır Peygamber aleyhisselam güzel ahlak sahibi idi. “Müslümanın elinden dilinden herkes “Ben güzel ahlakı tamamlamak için geldim” bu- emin olmalı. Müslüman kimseye eziyet etmez, yurdu. Dikkat edin, nice adamlar var ki çarşıda kendine neyi isterse başkalarına da onu ister. ahlaklı görünür ama evde ahlaksızdırlar. Dedik Sağına soluna vergili olur. Müslümanın, müs- ya, ahlak evde belli olur, çarşıda belli olmaz, lüman üzerinde beş hakkı vardır: kâmil iman güzel ahlaktadır. Ahlakı güzel olanın imanı tam olur. Yüz güzelliği hamamdan eve, 1. Selamına selamla mukabele etmek. huy güzelliği dünyadan ahirete götürür. Dikkat 2. Hastalığında ziyaret etmek edin, adam hiç yoktan gelir, sana olmadık söz 3. Meşru bir davetine icabet etmek sayar, hakaret eder, münafık der, çirkin söz söyler 4. Aksırıp elhamdulillah derse yerhemukellah ona karşı sabırlı olun, kötü sözle geçmez akçe sa- demek hibine gider. Sahibinindir. Siz ahlak ve sabırla mu- 5. Öldüğü zaman cenazesine iştirak etmektir.” kabele edin, herkes yaptığından utanır” derdi ve ilave ederdi: Kendisi bu hallere çok dikkat ederdi. Komşularına devamlı hal hatır eder, ziyaretlerine giderdi. Ali olan ne yapar? Hediyeler gönderir, gönüllerini haz etmeye çalışır, Arıdan hisse kapar. sağlık ve hastalıklarına ilgiler gösterirdi. Görmez misin arıyı? Dolanır bin bir çiçek, O mübarek sultanım zaten ahlak edep ve Yoğurur macun yapar. “Hilm” Ahlâk’ın Efendisidir. Şubat 2010 57 Asfiya’nın (Saf Kulların) Vasfı Resûlullah (s.a.v) çok namaz kılardı. Bir defasın da ashaptan Muğire (r.a) şöyle demişti: “Nebi (sa) o kadar çok namaz kıldı ki ayakları şişti.” Bunun üzerine Allah’ın Resulüne şöyle dendi: “Allah sizin gelmiş ve geçmiş bütün günahlarınızı affetmedi mi? Kendinizi neden bu kadar sıkıntıya sokuyorsunuz?” Allah’ın Resulü, onlara şöyle cevap verdi: “Şükreden bir kul olmayayım mı?” Bu hadis-i şerif, akıl sahibi olan kimsenin son derece itina göstererek, kulluk görevlerini yerine getirmesinden bahseder. Herkesi büyüleyen bir hazine olan Hz. Peygamber (s.a.v) Efendimizin yaratılışı, varlığın ve mevcudatın sırrı ve yaratılış sebebidir. O, Hâlik ile mahluk arasını birleştirici bir vasıtadır. Hakk’a kulluk makamında, mübarek iki ayağa şişinceye kadar ibadet etmiştir. Oysa ki, biz neredeyiz? Ey Arif gel! Resûlullah (s.a.v)’in yolunda olmak için bütün gücünü harca. Gece ve gündüz bütün varlığını bin kat daha fazla ibadet ederek yok et. Kulluk sadece arifin vasfıdır Ey oğul! Allah Teâlâ peygamberlerine indirdiği kitaplar da asfiyânın vasıflarını şu şekilde anlatmıştır: “Kulum! Benim sayemde beni buldun. Benim sayemde aramızda ki muhabbet bağını kurdun. Benim sayemde, hizmet ehlinden oldun. Benim sayemde, beni tanıdın, beni zikrettin, bana hamd ve övgüde bulundun. Benim sayem de zikrimin tadına vardın ve dostluğumu kazandın. Benim sayemde, ahirette cemâlime bakmaya takat getirebileceksin. Kulum! Nefsin, ruhun, kalbin ve bütün varlığın benimdir. Her şeyi bana verirsen, her şeyi sana verir ve her şeyimle senin olurum.” Bir rivayete göre Allah Teâlâ Davut (a.s)’a şöyle vahyet etmiştir: “Bana dua eden hangi kulumun isteğini geri çevirdim? Kapımı çalan hangi kuluma kapımı açmadım. Bütün kullarıma arzularını ben veririm. Onların her istediği ben de mevcuttur. Ey Davut! Ben, kuluma “Bana gel” derken, o neden benden kaçar? Ey Davut! Bütün ümitlerin merkezi benim. Bana aşık olanların kalplerini, etrafım da pervane ederim. Onların kalplerini yeryüzünde ki nazargâhlarım edindim. Bana olan aşk ve yakınlıkları artsın diye, âşıklarımın kalplerini bazen başıboş bırakırım. Ey Davut! Her an sevdiklerime ve dostlarıma kerametimi, sanatımın inceliklerini ve kendilerine verdiğim nimetlerin güzelliğini gösterdiğimi müjdele. Beni unutmalarına ve gönüllerinin benden başkasına kaymasına engel olmak bunları gösteririm. Bensiz kalmaya dayanamasınlar diye, içlerinde ki iştiyakı körüklerim. Sonra dostluğumun kapılarını onlara açarım. Bana dua etmeden arzularını ve daha bir şey istemeden dileklerini yerine getiririm. Ey Davut! İzzetim ve celâlim hakkı için, onları Firdevs cennetinde ağırlayacağım. Onlar benden razı, ben onlardan razı olarak cemâlimi seyrettireceğim. Ey Davut! Yeryüzünde olanlara; beni seveni sevdiğimi, meclisimde bulunanla beraber oturduğumu, bana dost olanla dost olduğumu haber ver. 58 Şubat 2010 Benimle sohbet edenle sohbet ettiğimi, bana itaat edene benim de itaat ettiğimi, beni tercih edeni benim de tercih ettiğimi onlara söyle. Kullarıma söyle; dostluğuma, arkadaşlığıma koşsunlar. Muhabbetimi ve yakınlığımı elde etmek için çaba sarf etsinler. Ey Davut! Sevdiklerimin mizacını, dostum İbrahim’in, pak kulum Yahya’nın ve sevgilim Muhammed’in mizacın da yarattığımı bil.! Ey Davut! Sen hiç sevgilisinden bir şey saklayan âşık gördün mü? Ey Davut! Ebrârın bana kavuşma arzusu artınca, benimde onlara kavuşma isteğim artar. Unutma! Beni arayan beni bulur, benden başkasını arayan beni bulamaz. Ey Davut! Kulumda bana karşı şevk ve benle hemhâl olma arzusu ağır basınca, rahatı ve zevki beni anmakta bulur. Bunun üzerine, ona âşık olur ve aramızda ki perdeleri kaldırırım. Ben onu severim, o da beni sever. Artık insanlar gaflette olsa bile, o agâhtır (uyanmıştır). İnsanlar unutsa bile o unutmaz. İnsanlar boş şeylerle oyalansa bile, o bunlara aldanmaz. İşte onlar, hakiki ebrardır. Ey Davut! Beni ararsan beni bulursun. Senden hiçbir hak talep etmeden, sebepleri bulmana yardım ederim. Benden başkasını ararsan, seni sebeplerle uğraştırır ve senden hakkımı talep ederim. Ey Davut! Muhabbetimi kalbinde ve dilinde beni unutmayana veririm. Böylece onu bizzat kendim kurtarırım. Ey Davut! Benden razıysan, ben de senden razıyım. Beni bütün ihtiyaçlarının üstünde tutarsan sana muvaffakiyeti tahsis ederim. Bana şükredersen seni iki cihanda sultan ederim. Ey Davut! Gönderdiğim bela ve musibete sabretmeyen, benden uzak olsun! Kullarımdan birini seversem, kalbini korkumla doldururum. Bana kavuşmayı arzu edersen, ibadet azmini ve şevkini arttırırım. Ey Davut! Kubbelerimin altında ki dostlarımı ancak dostlarım tanır. Ne mutlu bana dost olanlara ve beni sevenlere! Ey Davut! Beni unutanı unutmazken, nasıl olur da beni hatırlayanı unuturum? Ey Davut! Bana karşı cimri olana bile cömertlik yapıp nimetimi bolca verirken, bana karşı cömert olana nasıl cimri davranırım? Ey Davut! Beni sevmeyeni dahi severken, beni seveni nasıl olur da sevmem? Ey Davut! Beni soran kullarıma, benim kendilerine karşı merhametli ve hassas olduğumu müjdele. Ey Davut! Her âşık sevgilisiyle baş başa kalmak ister. Ben âşıklarımın kalplerinden haberdarım. Zikrimin tadına doyamayanlara söyle; aca benden daha iyi bir Rab bulabilirler mi? Ey Davut! Ancak, severek ve isteyerek bana itaat edene vechimi gösteririm. Beni sevmeyerek bana isyan edeni de gazabıma uğratır ve cehennemime atarım. Ey Davut! İzzetim ve celâlim hakkı için, ancak benimle komşu olmak isteyeni komşuluğuma kabul ederim. Ey Davut! Beni sevdiği iddiasında samimi olmayan, gece çöktüğün de benden uzak bir halde uyuduğunda belli olur. Ey Davut! Beni tanıyan, beni ister. Beni isteyen, beni arar. Beni arayan, beni bulur. Beni bulan da , benden başkasını sevgili olarak seçmez. Ey Davut! Beni arayanı öldürürüm. Beni sevenin (başına) belaları yağdırırım. Benden kaçanı da, yakarım. Ey Davut! Günahkâr kullarıma, benim affedici olduğumu müjdele. Has kullarıma da benim kıskanç olduğumu hatırlat. Ey Davut! Korkarak huzuruma gelenlere, cehennemimde azap etmem. Severek huzuruma gelenleri, ayrılık acısıyla üzmem. Utanarak huzuruma gelenleri de buluşma gününde utandırmam. Şubat 2010 59 Muhabbet Bahçesi Yusuf ELİBOL HERŞEYİNİ ALDIM AMA LA HAVLE VE LA KUVVETE Halet Efendi, kendisine dalkavukluk etmeyen Moralı Osman Efendiyi bir takım basit işlerle Anadolu’da dolaştırır. Ama onun bir gün kendisini görmek için geldiğini duyunca, sofaya koşarak karşılar ve gideceği zaman da merdiven başına kadar uğurlar. Olaya şahit olan İzzet Molla: Meşhur Cimri Paşa atlarının arpa yemesi gerektiğini söyleyen seyislerine kızar ve her seferinde “La> Havle” (ya sabır!) çekermiş.Bir gün arabasının atları dermansızlıktan yığılıp kalınca, hiddetle> sormuş. - Efendim! der. Bu adama etmediğiniz kötülük kalmadı. Şimdi bu kadar iltifat edişinizin hikmeti nedir? - Atlarıma ne oldu? Seyis, cevabı yapıştırmış: - Ne olacak efendim “La Havle” yiye yiye “Vela kuvvete” (kuvvetsiz) oldular. - Halet Efendi cevap verir: - Evet, ben bu adamın her şeyini aldım. Ama üzerinde bir “efendilik” var ki, onu bir türlü alamıyorum. Onu görünce de saygı duymak zorunda kalıyorum. FATİH SULTAN Fatih Sultan Mehmet, adamları ile gezerken, yanına sokulan dilenciye bir altın vermiş. Dilenci parayı alınca: - Aman Sultanım, demiş. Koskoca bir padişah, kardeşine bu kadar para verir mi? Fatih Sultan Mehmet, nereden kardeş olduğunu sorunca, dilenci: -İkimiz de Hazreti Ademin çocukları değil miyiz? demiş. Elbette kardeşiz. GENÇ FATİH Bir genç, “Fatih Sultan Mehmed ’in resmini neden hep yaşlı bir insan suretinde çiziyorlar” diye sorunca, bir yazarımız şöyle cevap vermiş: - Yaptığı işler o kadar büyük ki, bunları genç bir> insanın yapacağını hayallerine sığdıramıyorlar. FATİH NİYE ÜSTÜN Sultan Fatih: - Bu keşfini sakın başkasına söyleme, diye gülümsemiş. Diğer kardeşlerimiz de pay isterse, sana zırnık bile düşmez. Napolyon, S. Helen adasında sürgün bulunduğu sırada ‘Fatih mi yoksa siz mi büyüksünüz? Sorusunu soranlara şöyle cevap vermişti: KARINCA Büyüklükte ben onun çırağı bile olamam.. Çünkü ben, kılıçla zaptettiğim yerleri henüz hayattayken geri vermiş bir bedbahtım. O ise; fethettiği yerleri nesilden nesile intikal ettirmenin sırrına ermiş bir bahtiyardır. Kanuni Sultan Süleyman, sarayın bahçesindeki armut ağaçlarını kurutan karıncaların öldürülmesi için Şeyhül İslam Ebussud Efendi’den şu beyitle fetva istemiş: ÇANAKKALE İÇİNDE Dırahta ger ziyân etse karınca, Zararı var mıdır ânı kırınca (Ürünlere zarar veren karıncaların öldürülmesinde dinen bir zarar var mıdır?) Ebussud Efendi bir beyitle cevap vermiş: Yarın Hakkın divanına varınca, Süleyman’dan hakkın alır karınca. 60 İngiliz garson, Türk müşteriye: - Çanakkale de çok askerimizi öldürdüğünüz için sizleri pek sevmeyiz deyince, bizimkinden gayet soğukkanlı bir şekilde şu cevabı almış: - Orada ne işiniz vardı? Şubat 2010 DERS ALABİLMEK Lokman Hekim’e: - “Bilgeliğini kimlerden sorduklarında: aldın?” İFTİHAR diye - Körlerden, cevabını vermiş. Çünkü onlar, yoklamadan adım atmazlar Şeyh Şâmil, çarlık idaresi tarafından yakalanıp esir edildiğinde, Çar II. Aleksandır: - Sizin gibi büyük bir insanı misafir etmekle iftihar ederim deyince, Şeyh Şâmil in cevabı şu olmuş: - Siz benim misafirim olsaydınız, ben daha çok iftihar ederdim. İYİ BİR ÇOBAN Eski Roma’da eyalet valilerinden biri, Kayser Tiberius’a vergilerin artırılmasını teklif edince, şu cevabı almış: - İyi bir çoban, koyunlarının yününü kırpar ama> derisini yüzmez. KADER Fatih Sultan Mehmet, çocukluğunda biraz yaramazlık yapınca, babası olan 2. Murat Han: - “Ne kadar yaramaz bir çocuksun, senden adam olmaz” diye çıkışır.Orada bulunan ve velâyet sırrıyla kalp gözü açık olan Akşemseddin Hazretleri, hafifçe gülümseyerek şöyle der: - Peder ne der, kader ne der. NAPOLYON Fransa hükümet ricalinden biri Napolyon un bir muharebede tenkide kalkışıp parmağını harita üzerinde> gezdirerek: - Önce şurasını almalıydınız, sonra buradan geçerek ötesini zaptetmeliydiniz, gibi fikirler belirtmeye> başlayınca, Napolyon: - Evet, demiş. Onlar parmakla alınabilseydi dediğin gibi yapardım. Şubat 2010 NAPOLYON Fransa hükümet ricalinden biri Napolyon un bir muharebede tenkide kalkışıp parmağını harita üzerinde> gezdirerek: - Önce şurasını almalıydınız, sonra buradan geçerek ötesini zaptetmeliydiniz, gibi fikirler belirtmeye> başlayınca, Napolyon: - Evet, demiş. Onlar parmakla alınabilseydi dediğin gibi yapardım. SİGORTA… İngiliz Büyükelçisi, eski Türk evlerinin dış duvarlarına asılan “Ya Hafiz” (Muhafaza Eden> Rabbimiz) levhalarını görünce dayanamamış ve Keçecizade Fuad Paşaya bunların ne olduğunu sormuş. Fuad Paşa İngiliz’in tam anlayacağı dille cevap vermiş. - O gördükleriniz, Şirketinin levhalarıdır. Osmanlı Sigorta DERDİN DEVASIZI İbn-i Sinâ ya: - Dünyada devâsı olmayan bir dert var mıdır? diye sorduklarında: - Derdin devâsızı, iyinin kötüye muhtaç olmasıdır, cevabını vermiş. 61 YALNIZ DEĞİLSİNİZ İbrahim (a.s)’ın ayak izleri (makamı ibrahim) Taşısanızda dünyanın tüm yükünü omuzlarınızda, paylaşamasanızda acılarınızı bir dost sesiyle, olmasada kimse yanınızda aslında yalnız değilsiniz! Ayşe BAĞCİVAN Evet, belki tarifi olmayan hüzünler ya- [email protected] şadınız, sonu olmayan acılar çektiniz, dönüşü olmayan vedalar yaşadınız. Ancak yinede yalnız değilsiniz. Hiç yalnız olmadınız ki !! Sadece öyle hissettiniz. Çünkü kulunu yaratan Allah kulunu ne dünyadaki im- Ey ateş! İbrahim’e karşı serin ve selamet ol! tihanlarında yalnız bırakır nede asıl yurtta. En kimsesiz kaldığınız anları hatırlayın. Hani ağlamaktan konuşamadığınız, konuşmak isteseniz de çevrenizde kimseyi bulamadığınız o anları… İşte o anlarda bile aslında yalnız değildiniz. Rabbiniz size sadece “ey Allah’ım” diye seslenecek kadar uzaktaydı. O ki dertleri veripte yanında kuluna bu dertlere tahammülü gösterecek sabrı veren ilah. 62 Şubat 2010 İnsan yalnız değildir. Onu her an gözetleyen İnsan ne kadar zorlu mücadelelerden geç- ve tüm dediklerini duyan Allah hep yanındadır… sede yalnız değildir. Kim bilir kaç kez ateşler kap- Çaresiz kaldığınız anlarda, gönül yıkımlarınızda, ladı etrafınızı. Kim bilir kaç suskun yürek tanık oldu Yusuf misali dipsiz kuyulara düştüğünüzde dahi ateşin içinde yanışınıza. En sevdikleriniz gördü Rabbiniz hep yanınızdaydı. Hani Yusuf (a.s) ı kendi belki yanışınızı müdahale etmeden seyretti. Lakin özünden olan kardeşleri kuyuya atmışlardı. Yusuf Allah bir nidanız sayesinde o ateşi gül bahçesine bir başına yalnız kalmıştı kuyuda. Yanında kimse çevirecek olandır.. yoktu. Ne bir ses ne bir uzanan el sadece sessizlik… Yusuf günlerce hiçbir insanın geçmediği kuyuda kalmıştı. Hani İbrahim (a.s)’ı ateşin ortasına atmışlardı. Hani İbrahim (a.s)tek başına kalmıştı da ateşin ortasında, toplanmıştı etrafına koca bir Ancak yalnız değildi ki! kalabalık: ateşin onu nasıl yakacağını izlemek için. Rabbi vardı Ona yardım edecek. Ve Rabbi İbrahim (a.s) ateşin ortasında tek kimsesiz. Ve üs- Onu çıkardı da ıssız kuyudan. Kuyudan çıkardı Mı- telik etrafındaki herkes onu ateşin nasıl yakacağını sır’a hükümdar yaptı… izlemek için toplanmışken yanında kimse yokken dahi tek değildi. Evet, ateşin içinden tek çıkmaya gücü yetmezdi. Ama dostu olan Rabbi için ateşi gül Belki sizde bir kuyudasınız. Belki sizde en bahçesine çevirmek hiçte zor değildi. “Ey ateş! İb- sevdikleriniz tarafından sürüklendiniz bu kuyuya ve rahim’e karşı serin ve selamet ol! (enbiya /69) . yaşadığınız acılara. Belki tanık olduklarınız yara- Dostunun bu muhteşem emriyle ateş yemyeşil bir ladı ruhunuzu. Ama bırakın düştüğünüz kuyuda bahçeye dönüşmüştü. hayatınızın hükümdarı yapsın sizi… Hani bazen karşımızdaki kişiye kendimizi ifade etmek isterken kelimelerimiz anlamsız kalır ya… Tam anlatacak gibi oluruz ancak üzüntümüzü ya da yaşadıklarımızı öyle kolay aktaramayız kelimelere çaresiz susarız. Bazen de karşımızdaki kişinin bizi anlamayacağını düşünürüz hecelerimizi içimize hapseder çaresiz susarız… Sessiz çığlıklarımızı duyuramayız, gözyaşlarımızı kalbimize akıtırız… Ancak işte o anlarda bile Allah içimizden geçen her hecenin ve her halimizin haberdarıdır. Kimselere anlatamadığımız duygularımızı bilendir Kul Rabbini bildiği sürece yalnız değildir. İster bir kuyuda kimsesiz kalmış olsun, ister kalabalıklar içinde etrafını ateşler sarmış olsun. Kul biliyorsa her anında Rabbini, biliyorsa her yaşanılanın Rabbine ulaşmada bir imtihan olduğunu geriye ne yalnızlık kalır. Nede yalnızlığın verdiği sancılar… Şubat 2010 63 İSLAMİ HAREKET VE GAZZE SAVAŞI en, Dökme Kurşun Operasyonu’nun sürdüğü çetin haftalar boyunca; şaşkın ve gerilemiş bir Sünni ortamla katmerli Arap acizliği muhitinde Sünni İslami bir hareket olan Hamas’ın idari-siyasi kapasitesi ve yüksek cihat ruhundan bahsettim ve halen bahsetmekteyim. B Raşid GANNUŞİ Önsöz: Israr, kahramanlık ve gurur kalesi Gazze Hamas hareketi liderliğinde dünyanın en güçlü ordularından ve en vahşi elitlerinden birine karşı mücadelede sebat, güç, mukavemet ve idari kapasite göstermiştir. 2009’daki büyük savaşın temeli olan 2007 Haziran ayındaki savaştan bu yana kuşatma altında olan Gazze dosttan önce düş- Hamas’ın durumu buysa Müslüman kardeşler, diğer Sünni Arap hareketleri ve bu İslami ve ulusal sınav karşısında bölgedeki değişim güçlerinin durumu nedir? Bu güçler, Gazze’nin kuşatma altındaki küçük bir yer ve onların da ümmet içinde geniş kapasiteleri ve liderlik rolleri olması itibarıyla; planlarıyla herkese tuzak kurmayı hedeflediği belli olan dünyanın en tehlikeli düşmanına karşı en şerefli savaşında sancağı taşıyarak dini, ulusal ve milli yardım görevini yerine getirmek için bütün imkânları kullandı mı? manı şaşırtmış, sürekli olarak İsrail’in bombardımanları ile akınlarına hedef olmuş, Arap ve Filistin iç cephesinde ise şüphe, itham, komplo kampanyası ve ambargoya maruz kalmıştır. 64 1-Yardım görevi ve Gazze’deki direniş hareketine destekle kastedilen nedir? Burada kastedilen savaşa katılmak değildir. Bu, duvarları bulutlara kadar çıkıp çelik gibi yerin en derin kısımlarına kadar Şubat 2010 giren vahim parçalanmışlık rejiminin gölgesinde çok zor bir iştir. Bu durum böylesi bir yardımı güçleştirmektedir. Gazze, Mısır ve İsrail kıskacına düşmüştür. Mısır, –yegâne Arap çıkış kapısıHamas için Yahudi tarafı kadar düşmandır, belki de Gazze’yi Hamas’a karşı ayaklansın diye sıkmak için ambargonun şiddetlendirilmesinde düşmandan daha hamasetlidir. Şüphesiz ki Mısır’ın çelik duvarı İsrail’in Horasan duvarından daha sağlamdır. Burada yardımla anlatılmak istenen sadece öfkeyi dile getirmek, yardımlaşmak, ya da Gazze halkı aç değil tok ölsün diye gıda ve tıbbi malzeme toplamak değildir. Bu da önemli olmakla birlikte istenen bu değildir. İstenen şey, bunun ümmetin en tehlikeli düşmanına karşı verdiği savaş olması itibarıyla, liderlere savaşa etkin bir şekilde katılmalarını sağlayacak derecede baskı uygulamaktır. Hangi yasal ve gerçekçi neden; ümmetin düşmanıyla çatışma yükünü onun kuşatma altındaki küçük bir parçasına yükler, ümmet görevini eda etmeyi bırakır hatta işbirlikçi liderlerinin ambargoya katılarak düşmanla yardımlaşmasına olanak sağlar? İstenen katılım –doğrudan savaşa katılmak imkânsızdır- rejimlere, ümmetin imkânlarını Gazze’yi diplomatik ve ekonomik alanda destekleme ve saldırılarını durdurması için düşmana baskı uygulama alanında harekete geçirme –en düşük seviyede bile olsa- yükünü yüklemektir. Bunun başında, Şubat 2010 Mısır rejimini kapalı Refah sınır kapısını açmaya, onu ve onun gibi düşmanla alakası olanları bu ilişkiyi kesmeye teşvik etmek gelmektedir. Moritanya halkının yaptığı gibi ümmet için açık bir tehdit, zillet ve aşağılanma oluşturan Arap ve İslam ülkelerindeki utanç verici temsilcilikler ile konsolosluklar kapatılmalıdır. Bu teşvik, Arap ve Müslüman liderleri zalim düşmana yardım eden ülkelere bu yardımı durdurması için baskı uygulamaya ve Allah’ın ümmetimize bahşettiği ekonomik ve diplomatik potansiyeli kullanarak tehditte bulunmada ciddi politikalar uygulamaya sevk edecek bir yardım olmalıdır. Bu, liderlerin düşmanla işbirliği yapması ve halktan yana maruz kaldıkları baskının sınırlı olması sebebiyle savaşta etkin hale getirilmemiştir. Böyle bir yardımın ulusal cephelerin, Arap ve İslami rejimlere baskı uygulayıp onları İsrail’in saldırılarını durdurma yönünde harekete geçirmek için gösteri ve protestolar aracılığıyla yönettiği ülke içi hareketlilik olmadan gerçekleşmeyeceği aşikârdı. Arap yükümlülüğü için değilse bile en azından sokakların öfkesi ve hareketi bunların başında da İslami güçlerin hareketinden korkulduğu için bu yapılmalıydı. 2- Arap ülkeleri içindeki İslami hareketlerle parti ve sendika gibi halk etkinliklerinin, halkın öfke düzeyini ifade edecek kadar yardım görevini en iyi şekilde yerine getirdiğini görmedik. Arap ve İslam ülkelerinde bulunan İsrail yuvalarının kapatıldığını, kapalı utanç sınırının açıldığını, İsrail’e gaz ve petrol yardımının kesildiğini ve onun müttefiklerine saldırıları durdurma görevinin yüklenmesi için baskı yapıldığını görmedik. Bunlardan hiçbiri olmadı. İslami hareketler ve onun dışındakilerin azami gücünü kullanıp olması gerektiği gibi bütün ağırlığıyla galeyana gelmiş sokaklara döküldüğünü ve meydanları doldurduğunu görmedik. Aksine çoğu zaman temkinliliğin hâkim olduğu, Gazze savaşına katılma ve mecburi fedakârlıklarda bulunmak için mecburi hazırlıktan yoksun bir tavır içindeydiler. Halk hareketleri liderliği çeşitli oluşumlardan bir oluşum ve –geniş kitlesiyle- taraflardan bir taraftı. Savaşın doğrudan direnen tarafı İslami hareketlerin temel parçası ve İhvan’ın himayesinde olduğundan bu halde yardım daha özel ve daha mutlaktır. 65 zaman birinin özellikle de iyilik ve kötülüğe konu olan kişinin iznine ihtiyaç duydu? Belki de İslami hareketler gösteri yapmaya ve ifade etmeye engel olan daimi olağanüstü haller, engelleme ve baskı sebebiyle aciz kalmıştır. Biz onun bu nedenle aciz kaldığını düşünmüyoruz. Gazze’de yaralı ve ölü binlerce vatandaşımızın kanı dökülür, evlerinin dörtte biri yıkılır ve geçim kapıları yok edilirken bizler ambargo uygulayarak çilelerini ikiye katladık. Arap ve İslami ülkelerdeki İslami hareketler –bunlara Batı Şeria, Ürdün ve Mısır da dâhil- Gazze’nin hatta bütün dünyanın düşmanı İsrail’le savaşta birkaç tutuklu ya da gerektiğinde birkaç şehidini sunmaktan sakınmalı mıydı? Üstelik bu hareketler ister örgüt haklarını savunmak isterse hileli seçimlere ya da başka siyasi meselelere katılmak gibi daha basit konularda evlatlarının kanlarını ve özgürlüklerini heder etmişken Gazze savaşında bundan neden kaçındılar? İran muhalefeti (konumunun doğruluğu ya da yanlışlığını bakılmaksızın) neden gösteri hakkını kazanmada ısrar ediyor ve ardı ardına şehit veriyor da Arap muhalefeti ve İslami hareketler bundan çekiniyor. Barışçı direniş kültürü, sokaklara çıkmak ve orada nöbet tutmak kültürü sığ derinlik cihadı olduğu için mi? Sanki hakları geri alma yöntemi yerine değişim yolu olarak zalimin hediyesi ve iznine muhtacız. İyiliği emredip kötülükten alıkoymak ne 66 3- Halkın rejimler üzerindeki baskısı Gazze savaşı döneminden bugüne kadar var olmakla birlikte sınırlı olmuştur. Çelikten utanç duvarı Gazze’deki kardeşlerimiz üzerine bir kabir olarak ve bütün ümmetin teslim olması için dikiliyor. Gazze halkı ateşiyle yanacağı bir volkanın çukurunda duruyor ve onun bütün ümmetin üzerine sıçramasına engel oluyor. Rejimler davaya yardımda ciddi bir çaba sarf etmeksizin bu baskıları emmeyi bildi. Bu nedenle İsrailli liderler çatışma tarihinde ilk defa Arap liderlerle aynı hedefleri paylaşmaktan duydukları mutluluğu dile getirecek kadar rahatladılar. Haaretz gazetesinin 2.3.2009 tarihli sayısında şu ifade yer aldı: “Gazze operasyonu radikal İslam’ın, başında da İran’ın yayılmasını endişeyle izleyen ılımlı bölge liderlerini rahatlattı. Ürdün operasyon karşısında sessiz kaldı Mısır ise gözyaşı dökmek şöyle dursun bütün çabasını çözüm sürecine devam etmeye harcadı. Siyonist liderler ambargoyu dayatan bu etkin Arap işbirliğinden hoşnutlar. Gazze halkı bir senedir evlerinin yıkıntıları üzerinde uyuyor. İmar vaatleri de yele karıştı. Onlar bütün dünyada uluslar arası suçlular gibi tutuklanırken İslam ve Arap ülkelerinde ağırlanan düşmanın sembollerine karşı yapılan açılıma karşılık istenilen bedel ödenmedikçe yani teslim olmadıkça daha fazla baskı ve ambargo gelecek. 4- Hamas liderliğindeki Gazze’nin cesur mücahitlerinin efsanevi direnişi bölgedeki bütün değişim hareketlerine, rejimlere halklarına tutunma, ilahlığa ve kibre son verme yükünü yükleyen sokakların etkin hareketi kanalıyla güç dengelerini kendi çıkarına değiştirmesi için altın bir fırsat verdi. Bu değişim, diğer dünya ülkeleri hariç bölgemizde askıya alınmış demokrasi sürecini harekete geçirecekti. Ama değişime davet eden hareketler rejimler Gazze savaşı süresince en şiddetli korku ve gerginlik düzeylerini yaşamalarına rağmen bu ipe tutunmadı. Rejimler o derece korktu ki sanki yer ayaklarının altında şiddetle sallanıyor ve bir sarsıntı onları fırlatıyordu. Bu rejimler halen bu mübarek davayla Filistin davasıyla alakalı olarak iki ucu Şubat 2010 keskin bıçakla karşı karşıyalar: Halk –çok güçlü olmamakla birlikte- mukaddes davanın ve gün gibi aşikâr hakkın yanında yer almasını istiyor. Öte yandan uluslar arası bağlantıları –ki bu bağlantılar onun meşruiyetinin temel kaynağıdır- bu dava ve bu gerçeğe hiçbir surette yardım yapmamasını gerektiriyor. Batının yardımının devam etmesinin, halkının temel haklarını ciddi ihlaline ve onların iradesine açıkça hile karıştırmasına sessiz kalmasının bedeli olarak halkına en şiddetli baskı şekillerini uyguluyor olsa bile bunu yapması gerekiyordu. Satın alınan bu yardım bölgedeki demokratik dönüşüm çabalarını sürekli engelleme siyasetini açıklamaktadır. Burada demokrasi –denenmiştir- Hamas tarzı bir rejimden başka bir ürün çıkarmaz. Bu rejim uluslar arası tabularla konuşur: Filistin’in özgürleştirilmesi, bölgenin birliği, servet yağmalamasının durdurulması ve yağmalananların geri alınması. Filistin davası Arap rejimini tehdit eden en şiddetli ikilemdir. Sanki Allah bu ümmet üzerindeki rahmetiyle onu enerjisini harekete geçirmek, saflarını birleştirmek, rejimleriyle güçleri arasında eleme yapmak ve kaynaklarını bu mihenk taşı –Filistin’in kurtuluşu- için meydan okumayla sınamıştır ki meydan da sadece en saf ve en tavizsiz olan kalsın. Özellikle Siyonist kibrinin ivme kazandığı ve Amerikan idaresinin -Arap rejiminin yüzsuyunu koruyacakonu dizginlemek için herhangi bir çaba göstermediği bir ortamda bu gereklidir. Oslo Yönetiminin yeniden herkesin serap olduğunu ve görevinin vakit doldurmak olduğunu bildiği- müzakere eğlencesine girmesi vahşi hayvana avından geriye kalanları da yutuvermesi için vakit veriyor. Ama bu liderleri zayıflatıyor ve hürriyetin bedelini ödemeye hazır değişim hareketlerine fırsat veriyor. 5- Şu an bölgedeki değişim ve demokratik dönüşüm çabaları çıkmaz yola girmiştir. 150 yıl önce başlamış olan (Tunus’taki ilk anayasa 1857 senesindeki “güvenlik paktı” idi) farklı bütün çabalar sultanı mutlağı kaldırıp onun yerine lideri getiren ve onun da halkın razı olduğu kanun hükmünce davrandığı bir anayasa oluşturmakta başarısız olmuştur. Halen Arap liderin; ister kral, emir isterse başkan olsun iradesi kanunun ve halkın üstündedir. Onun günahkâr eli insanların malları, canları ve Şubat 2010 67 namuslarında mutlak tasarruf sahibidir. Periyodik seçimlerin yapıldığı ülkelerde bile herkes bunun saçmalığının farkındadır, aynı ürün tekrar tekrar pişirilerek insanların önüne koyulmaktadır. Öte yandan bu despot devlet baskıcı bir polis ordusuna dönüştükten sonra şiddetli değişim çalışmalarına baskı uygulamak için uluslar arası rejimden yardım istemiş, elini insanların boğazına, yönetimin ana arterlerine, servete, medya ve kültüre geçirmiş ve bu alanlara hâkim olmuştur. Ancak bu yönetime ortak olmak bir kısım ganimete ortak olmak ve uyuşturulmaktan öteye geçmez. Ama rejimlerin Filistin’e yardım etmekten vazgeçmesi ve onun rızkını çalmaları halkı galeyana getirmekte ve patlamaya sevk etmektedir. 6- Rejimlerin terk edişi ve halk hareketlerinin görevini bir kenara bırakması; İsrail’i kendini sonu gelmez isteklerine vermeye teşvik etmiştir, sermayesi çabucak tükenen ve etrafında öfke seli oluşan Arap liderini umursamaz. Bazı akıllı Siyonistlerin örneğin Abbas’ın haline (Ebu Mazin’e nazik davranalım 9.10.2009 al-Maarif gazetesi) ve Mübarek’e acıdıklarını görürsün. Onun Gazze savaşı süresinde sessiz kalışını takdir eder, Amerikan baskı gruplarına ona yardım etmeyi tavsiye ederler (Tel 68 Aviv Radyosu 11.12.2009). Ama İsrailliler ve onların batılı müttefikleri, halkları karşısında Arap liderlerin yüzsularını koruyacak bir şey yapmaz aksine kendi yiyeceklerini kurtarmak için ilerler ve öldürücü darbeyi vurmak için hazırlanırlar. Bunu varlıklarının temel efsanelerini; Mescid-i Aksa’yı yıkmak, tamamını ya da bir kısmını ele geçirip sözde efsanevi heykellerinin merkezini ete kemiğe büründürmek isterler. Arap ve Müslümanlar Yahudi gruplar tarafından o denli hor ve hakir görülmeye başlandı ki önümüzdeki Mart ayını, sözde heykellerini; ilk kıblemiz ve peygamberimizin miraca çıktığı yer olan mübarek Aksa’nın enkazı üzerinde inşa etme projelerine tahsis ettiler. O vakit sorulacak soru rejimlerin ne yapacağı değildir? Bu rejimlerin kahraman ve yaralı Gazze için festival gibi görüşmeler yapma, hüzünlü açıklamalarda bulunma ve ağlama duvarları olan güvenlik konseyine yönelmekten başka bir şey yapacağını mı düşünüyorsunuz? Sorulacak soru halkın ne yapacağıdır? Etkin değişim güçleri ne düşünüyor? Gazze savaşında yaptığı gibi hesaplı hareket edecek ve kınama ya- Şubat 2010 rışına mı girecek? Yoksa felaketin sorumluluğunu rejimlerin ihmaline yükleyecek ve ona bedel mi ödettirecek? Değişim anı neredeyse başka davalar etrafında toplanacak ümmetin bu dava etrafında toplanmasıyla olur: Filistin’e ve ümmete özgürlük. Ateşten gömleğe dönüşen musibet olur da değişim davetçileri bu sıkı ipi; Aksa’nın kurtarılması davası, Filistin’in özgürlüğü, bütün duvarların yıkılması, durgun suların harekete geçirilmesi ve dünyanın bu bölgesinde durmuş olan tarihin yeniden harekete geçmesi ve en şiddetli kavgasına girmesi için dağılmış güçlerin toplanması ipine tutunurlar. Kararlılık bir felaketin olmasını beklemeyi mi gerektirmektedir –ki bu gelmesi kaçınılmaz bir şeydiryoksa ondan sakınma ve bütün bölgelerdeki temel güçler arasında birleşmeye geniş alan açma ve aramızdaki diyalogu derinleştirmeyi mi? Diyalog derinleştirilerek, halkın iradesini ifade edebilecek, onun çıkarını ve büyük davalarını bunların başında da mübarek Filistin’i özgürleştirme davasını savunabilecek ulusal gruba ait kapsamlı bir anlaşmaya varılmış olur. Bu ulusal grup, öğrenci, sendika ve siyasi kitle hareketlerini adaleti sağlamaya, servetlerin yağmalanmasını durdurmaya, istibdat dönemine son vererek özgürlükleri getirmeye, din, dil, ahlak, vatandaşlık değerlerinin yerleştirilmesi ve vahdete götüren projelerin ihya edilmesi yönünde Şubat 2010 canla başla çalışmaya sevk edecek cephelerde gerekli direnişi sergileyebilir. 7- Gazze’nin mis kokulu kanının ümmet içindeki birçok ölü insanı ve insani vicdanları dirilttiği doğrudur. Türk devi bu sayede ümmet içindeki konumuna geri döndü. Sokaklar Gazze kahramanları ve çocuklarıyla yardımlaşmak için harekete geçti. Bu, uluslar arası insani hukuku harekete geçirdi ve insanlık karşıtı savaş suçu işledikleri gerekçesiyle Siyonist Nazilerin peşine düşüldü. Arap sokakları da harekete geçti. Ancak bu mütereddit bir hareketti ve Novakşot hariç –onları selamlıyoruz- hiçbir ülkede büyükelçiliği kapatmadı, gaz ya da petrolü kesmedi, Siyonistlere destek olan büyükelçileri gösteriye çağırmadı ve hiçbir rejimi değiştirmedi. Bu yeterli fedakârlığı göstermeye ve işbirlikçi rejimleri sona götürmeye -işbirlikçi rejimler ya ümmetin siyasi, ekonomik ve diplomatik gücünü ümmetin verdiği savaşın yararına kullanırlar ya da kenara çekilirler- kararlı olmayan bir hareketti. Allah temsilcilerinden birinin yüzüne karşı mesajı kararlılıkla tutmasını söylüyor: {Ey Yahya kitaba sımsıkı sarıl}Meryem/11 Raşid Gannuşi'nin resmi web sayfasında yayınlanan bu analiz, Gülşen Topçu tarafından İsra Haber için tercüme edildi. 69 BURHAN ÇOCUK Musa KARACA [email protected] Afacan ile Meraklı Arkadaşlar Afacan ile Meraklı çok iyi anlaşan iki arkadaşmış. Oyunlarını beraber oynar, beraber gezerlermiş. Araştırıp öğrenmeye pek meraklıymışlar. Anlayamadıkları konuları da Âlim Dede’ye sorup öğrenirlermiş. Beraber oynadıkları bir gün Afacan, Meraklı’ya “ Kimin kulusun?” diye sormuş. Meraklı hiç beklemediği bu soru karşısında önce şaşırmış sonra düşünmüş düşünmüş ne söyleyeceğine bir türlü karar verememiş. Afacan, Meraklı’yı daha da meraklandırmamak için cevabını vermiş “Allah’ın kuluyum” demiş. “ Büyükbabam bana sorduğunda ben de bilememiştim cevabını o söylemişti.” Merak bu ya bizim meraklı cevabını öğrenmiş öğrenmesine; ama bir şey daha merak ediyormuş. Kul ne demek? Bu defa Afacan şaşırmış. Düşünmüş “ Şey! Hı!” demiş ama arkasını getirememiş. Büyükbabama bunu neden sormadım diye de kendine kızmış. Meraklı’yla beraber düşünmüşler ama bir türlü cevabını bulamamışlar. Akıllarına bir fikir gelmiş. Neden gidip Âlim Dede’ye sormuyoruz? Birlikte Âlim Dede’nin yanına gitmişler. Selam verdikten sonra durumu anlatmışlar. Âlim Dede çocukların bu merakından çok memnun olduğunu söylemiş ve teşekkür etmiş. Sonra da sorularını cevaplamış: Allah’a kul olmak: Allah'ın emirlerine titizlikle uymak, yasakladıklarından ise kaçınmaktır. Yalan söylememek, namaz kılmak, anne babamıza saygı göstermek, düşkünlere yardım etmek…kulluğumuzun gerekleridir. “ Âlim Dede, sana çok teşekkür ederiz bizi aydınlattın. Biz de tüm kulluk görevlerimizi yerine getirip Allah’ın en sevdiği kullardan olacağız.” BİLGİ DAĞARCIĞI İmanın şartları 1- Allah'a inanmak: Allah’ü Teâlâ, bütün varlıkların yaratıcısıdır. Ondan başka ilah yoktur. Allahu teâlâ zamandan, mekândan münezzehtir (uzaktır). Hiçbir şeye benzemez. 2- Allah'ın meleklerine inanmak: Melekler, nurani yaratıklar olup, akıl sahibidir. Allahü Teâlâ’nın sevgili ve kıymetli kullarıdır. Allahü Teâlâ’nın emirlerine itaat ederler, isyan etmezler. Günah işlemezler. Kendilerine verilen emirleri yapmaktan başka işleri yoktur. Erkek ve dişi değildir. Evlenmezler, doğurmazlar, çoğalmazlar, çocukları olmaz, yiyip içmezler. 3- Allah'ın kitaplarına inanmak: Allah’ü Teâlâ’nın peygamberlere gönderdiği bütün kitaplara iman etmektir. Din kitaplarımızda bildirilen ise, 104 kitaptır. Bunlardan 100’ü küçük kitaptır. Bu küçük kitaplara suhuf denir. Dört büyük kitap ise şu Peygamberlere inmiştir: Tevrat, Hz. Musa Aleyhisselama, Zebur, Hz. Davud Aleyhisselama, İncil, Hz. İsa Aleyhisselama, Kur'an-ı kerim, Peygamber efendimiz Hz. Muhammed Aleyhisselama inmiştir. 4- Allah'ın peygamberlerine inanmak: Peygamberlerin ilki Hz. Âdem Aleyhisselam ve sonuncusu, bizim Peygamberimiz Hz. Muhammed Aleyhisselamdır. Bu iki peygamber arasında gelmiş tüm peygamberlere inanmaktır. 5- Ahiret gününe inanmak: Herkes öldükten sonra dirilecek, hesaptan sonra Cennet veya Cehenneme gidecektir. 6- Kadere inanmak; ister iyi, ister kötü olsun, evrendeki her şeyin ve her olayın Allah'ın bilmesi, dilemesi ve yaratmasıyla meydana geldiğine inanmaktır. 70 Şubat 2010 ALLAH’IN İYİ KULLARI Arkadaşlar ben Gezgin. Ben de bu sayıdan itibaren zaman zaman tarihin derinliklerine yolculuk yapıp oradan sizlere önemli bilgiler aktaracağım. Tarihi çok seviyorum. Araştırmak, okumak benim hobilerim. Tarih ibretlerle doludur. Eminim sizinle paylaşacaklarımı çok seveceksiniz. Sizinle paylaşacağım ilk konu Allah’ın iyi kulları. Bunun için asr-ı saadet dönemine yani peygamber efendimizin yaşadığı döneme gidip size bilgi vereceğim. İyi kul deyince benim aklıma hep peygamber efendimiz Hz. Muhammet Mustafa’nın (s.a.v) şu hadisi gelir: “Benim ashabım gökteki yıldızlar gibidir hangisine uyarsanız hidayeti bulursunuz". İşte bu sebeple ben de o döneme gidip ashabın hayatından örnekler almak istedim. Sahabe-i Kiram, ibadete düşkün, Allah’a devamlı hamd eden, bir günah işlediğinde derhal tövbeye sarılmayı bilen, kendi kurtuluşunu yeterli görmeyen, insanlara iyiliği tavsiye edip onları kötülüklerden alıkoymaya çalışan örnek insanlardır. “İnandım” demekle kalmayıp, inandıklarını en zor şartlarda bile canı pahasına yaşamaya çalışmış, Allah’ı ve peygamberini seven, hayatını Kur’an ve sünnete göre yönlendirip bu sayede onların sevgisini, Allah’ın bağışlamasını ve korumasını kazanmış insanlardır. Bizler yumuşak huyluluğu, şefkat ve merhameti, prensiplerinden tavizsizliği Hz. Ebubekir’den öğrenebiliriz. İslam’ın bütün emirleri karşısında boynu kıldan ince, fakat İslam düşmanlarına karşı demirden sert olmak isteyen Hz. Ömer’i kendine rehber edinebilir. Melekleri imrendiren hayası ve iffeti yanında, Allah’ın kendisine emanet verdiği malını Allah yolunda kullanacağını araştıran en güzel örnek Hz. Osman’ın hayatını örnek almalıdır. Cesaretle beraber ferasetli ve tedbirli olmak isteyen kendine Hz. Ali Efendimiz’i örnek almalıdır. Diğer sahabelerin de bize örnek olacak birçok yönleri vardır. Bizler de Allah ve Rasûlü’nün razı olduğu kul olmaya gayret göstermeliyiz. Sahabeleri kendimize örnek alıp onlar gibi yaşamalı, onlara tabi olan hidayet bulur müjdesine kavuşmalıyız. GÜLÜCÜK Arkadaşlar ben Gülücük. Bu sayıdan itibaren fıkralarla sizinle olacağım. Bazen düşündürecek, bazen ders verecek; ama sizi hep gülümsetececeğim. En pratik yol Öğretmen, derste Afacan Sabri'ye sordu: - Pastaların bayatlamaması için ne yaparsın? - Yerim efendim... Şubat 2010 YER ÇEKİMİ KANUNU Küçük Rıza okuldan dönmüştü. Babası Temel'e anlattı: - Baba bilir misin? Yer çekimi kanunu olmasa şimdi hepimiz havada uçacaktık? - Vay canına, dedi Temel.... - Peki ne zaman kabul edilmiş bu kanun? 71 Elif ALACA Tuz Tanesinden Bir İnsana Arkadaşlar şu an sizler kocaman birer insansınız. İlk oluşumunuz sırasında büyüklüğünüz ne kadardı dersiniz? Tek bir tuz tanesinden bile küçüktünüz desem şaşırırsınız değil mi? Ama bu bir gerçek. Her insan tek bir tuz tanesi büyüklüğünde bile olmayan bir hücreden meydana gelir. O hücre bölünerek önce iki, sonra dört derken sürekli çoğalır ve bütün hücreler işinin başına geçen işçiler gibi hareket ederler. Kemik hücreleri, kemiklerin olması gereken yerde, kas hücreleri kasların olması gereken yerde toplanırlar. Bazıları daha iç kısımlara giderek iç organların yapımına başlarlar. Bazıları beyninizi, bazıları gözlerinizi, bazıları da damarlarınızı oluştururlar. Böylece 100 trilyon gibi hayal bile edemeyeceğimiz kadar çok sayıda hücreye sahip vücudunuz oluşur. Vücudunuzun her noktası hücrelerden meydana gelir. Şu an vücudunuzdaki trilyonlarca hücreniz hiç durmadan çalışıyorlar. Örneğin bu yazıyı okuyabilmeniz için göz hücreleriniz devamlı işlemler yapıyor. Annenizin içmeniz için hazırladığı sütün bardağını tutmak için de ellerinizdeki hücreler iş başında. Soluk alırken önce soluk borunuzdaki hücreler, sonra akciğer hücreleriniz çalışıyor. Ayrıca mide hücreleriniz de az önce babaannenizin pişirdiği ve zevkle yediğiniz kekleri sindiriyorlar. Arkadaşlar söz ettiklerimiz bedeninizde sadece şu an gerçekleşen bazı işlemler. Ve hepsi de siz hiç farkında bile olmadan gerçekleşiyor. Peki bir an düşünelim, bu trilyonlarca hücrenin tamamı nasıl bir araya geliyor, hepsi kendi yapacağı işi 72 nereden biliyor ve hepsi aynı anda çalışarak bütün bu işlemleri nasıl yapıyor? Hem de hiçbir karışıklık çıkmadan ve büyük bir hızla. Her hücre yalnızca kendi işini yapıyor ve örneğin göz hücreleriniz “ben sıkıldım, artık görmek istemiyorum” demiyor. Hepsi bir yana, bedeninizdeki bütün işlemler olağanüstü bir süratle gerçekleşiyor. Vücudunuzdaki trilyonlarca hücre Allah'ın kusursuz yaratması sayesinde görevlerini eksiksizce yerine getirir. Bu düzen nedeniyle siz de hiçbir aksama olmadan yaşamınızı sürdürürsünüz. Her sabah uyanmanız, kahvaltıda yediğiniz balın şekerli-zeytinin tuzlu tadını hissetmeniz, aklınıza bile gelmeden nefes almanız, koşup oynayabilmeniz, okuyabilmeniz, yazabilmeniz ve birçok şey Yüce Allah'ın sonsuz merhametini ve şefkatini gösterir. Sevgili arkadaşlar bu mucize gibi olaylar, hücrelerin çabalarıyla değil, üstün güç sahibi Allah'ın "Ol" demesiyle meydana gelir: O'dur ki, sizi topraktan, sonra bir damla sudan, sonra bir alak'tan (embriyo) yarattı; sonra sizi bir bebek olarak çıkarmakta, sonra güçlü (erginlik) çağınıza erişmeniz, sonra da yaşlanmanız için size (belli bir ömür vermektedir). Sizden kiminin daha önce hayatına son verilmektedir; adı konulmuş bir ecele erişmeniz ve belki aklınızı kullanmanız için (Allah sizi böyle yaşatır). Dirilten ve öldüren O'dur. Bir işin olmasına hükmetti mi, ona yalnızca: "Ol" der, o da hemen oluverir. (Mümin Suresi, 67-68) Şubat 2010