sur`dan gever`e… “yeniden inşa!”

advertisement
Karkerên jin û mêr!
Ji xeynî zencîrên we tiştekî
we yê wendakirinê tune!
Hûn dikanin cîhanekê
nu wergirin!
İKİ AYLIK
SİYASİ / TEORİK
GAZETE
Kadın ve erkek işçiler!
Zincirlerinizden başka
kaybedecek birşeyiniz yok!
Kazanacağınız
yeni bir dünya var!
MAYIS/HAZİRAN 2016/03 ❍ FİYATI 2 TL ❍ ISSN 1302-692X181
SUR’DAN GEVER’E…
“YENİDEN İNŞA!”
MEMLEKETTE SİYASİ TARTIŞMA
SEVİYESİ: ÇUKUR!
SOYKIRIM HAKKINDA TKP’NİN
TAVRI...
İTALYAN FAŞİZMİ
ÜZERİNE!
•
EDİTÖRDEN
editörden - içindekiler
Merhaba
Mayıs, Haziran sayısı ile birlikteyiz.
Bu sayımızda;
“Büyük Proleter Kültür Devrimi”nin 50. yıldönümü
dolayısıyla geçen sayımızda başladığımız yazı
dizisini sürdürüyoruz. Kültür Devrimi deneyimi
zengin derslerle doludur. Bu derslerden öğrenmek
komünistlerin görevidir.
İtalyan faşizmini değerlendiren kapsamlı, öğretici bir
yazıyı bu sayımızda yayınlıyoruz.
Ermenilere yönelik soykırımın 101. yıl dönümü
vesilesiyle tüm dünyada eylemler/etkinlikler yapıldı.
Soykırım konusunda Mustafa Suphi TKP’sinin
takındığı tavrı değerlendiren yazıyı yayınlıyoruz.
Aradan 101 yıl geçmiş olmasına rağmen, sorun
olduğu yerde duruyor ve yüzleşmeyi bekliyor.
Yüzleşmenin nasıl olması gerektiği ise Nor Zartonk
ile yapılan Soykırım Panellerinde takınılan
tavırlardan görülebilir.
Kuzey Kürdistan’da yürüyen savaş ve Suriye iç savaşı
ile ilgili gelişmeleri değerlendiren yazıları, güncel
gelişmeleri değerlendirdiğimiz diğer yazıları da bu
sayımızda bulabilirsiniz.
***
Mayıs, Haziran ayları YDİ ÇAĞRI’yı destekleme
kampanyası yürüttüğümüz aylar. Okurlarımızı,
dostlarımızı YDİ ÇAĞRI’yı sahiplenmeye, maddi
olarak desteklemeye çağırıyoruz. YDİ ÇAĞRI
gelişmeleri ML bakış açısıyla yorumlayan,
değerlendiren, yol gösteren ML bir dergidir. Bu
derginin yaşatılması, geliştirilmesi hepimizin
görevidir.
Okurlarımızı, taraftarlarımızı maddi destek
kampanyasına katılmaya, bağış toplamaya, bağış
vermeye çağırıyoruz.
Katkıda bulunmak isteyenler için banka hesap
numarası:
Hüseyin Gül
İş Bankası İstanbul Esenyurt Şubesi
Hesap No: 1247 0336697
IBAN No: TR51 0006 4000 0011 2470 3366 97
Posta Çeki
Hüseyin Gül Hesap No: 11939375
Yeni sayımızda buluşmak üzere…
YDİ ÇAĞRI
Nisan 2016 ✓
İÇİNDEKİLER
GÜNDEM
KUZEY KÜRDİSTAN’DAKİ SAVAŞ DERHAL DURMALIDIR. . . . . . . . . . . 3
MEMLEKETTE SİYASİ TARTIŞMA SEVİYESİ: ÇUKUR! . . . . . . . . . . . . . . 6
IRKÇILIĞIN ÇEŞİTLERİ. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 10
PANORAMA
CENEVRE III GÖRÜŞMELERİ VE GELİŞMELER!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . 36
YAŞAM TEMELLERİNİ KORUMA MÜCADELESİ
ATOM SANTRALLERİNE HAYIR!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 14
İNCELEME
İTALYAN FAŞİZMİ ÜZERİNE!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 40
GÜNCEL
DİN VE LAİKLİK ÜZERİNE. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 17
SOYKIRIMIN 101. YILINDA SOYKIRIM VE YÜZLEŞME…. . . . . . . . . . 23
KAVGANIN DOĞRUSU / DOĞRUNUN KAVGASI
‘BÜYÜK PROLETER KÜLTÜR DEVRİMİ’ ÜZERİNE II. . . . . . . . . . . . . . . 56
KAVGANIN DOĞRUSU / DOĞRUNUN KAVGASI
SOYKIRIM HAKKINDA TKP’NİN TAVRI… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 26
2
ÇEVİRİ
“HİÇ İZ BIRAKMADAN HERŞEY DEVAM ETTİ…”. . . . . . . . . . . . . . . . 72
Yeni Dünya İçin ÇAĞRI Gazetesi adına Sahibi ve Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Hüseyin Gül • Yönetim Yeri ve Adresi: Sultaniye Mah. Doğan Araslı Bul.
Hanplus İş Mer. No: 150 Kat: 12 Ofis No: 316 Esenyurt/İstanbul• Tel/Fax: (0212) 620 67 57 • Sayı: 181· Mayıs/Haziran 2016 • ISSN 1301-692X181• Fiyatı: Türkiye: 2 TL · Türkiye
Dışı: 3,00 Euro • Baskı: Berdan Matbaacılık Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. C Blok No: 215-216-239 Topkapı/İstanbul Tel: (0212) 613 11 12 • Yayın Türü: Yerel Süreli •
www.ydicagri.com • [email protected][email protected]
2
4 Temmuz 2015’den bu yana Kuzey Kürdistan’da
savaş yürüyor. Her gün katmerlenerek sürüyor
barbarlık.
Savaşın bir yanı,T.C.’nin sözcüleri bu savaşın ‘bölücü terör’e karşı olduğunu söylüyorlar. Yalan söylüyorlar. Bu bağlamda terör ve terörizm dedikleri aslında ezilen bir ulusun kendi kendini yönetme isteğini
dile getirmesidir. Ezilen ulus adına konuşan örgütlü
kesim, özyönetim isteğini pratiğe geçirme iddiasındadır. T.C.’nin sözcüleri gelinen yerde bu savaşı özyönetim iddiasıyla “kazılan çukurlar kapatılana, kurulan barikatlar kaldırılana” kadar ve ‘Bölücü Terör
Örgütü’ adını verdikleri PKK’yi bitirene kadar sürdüreceklerini söylüyorlar. T.C.’nin cumhurbaşkanı
RTE gelinen yerde savaşan, direnen güçlere “Ya baş
eğeceksiniz, ya baş vereceksiniz” tehdidini savuruyor.
Irkçı faşist MHP genel başkanı Devlet Bahçeli, aynı
gün meclis grup toplantısında yaptığı konuşmada
söylediği “Nusaybin‘de vatandaşa üç gün süre verin.
Sonra taş üstünde taş, baş üstünde baş bırakmayın.
Şahadetlerin önü kesilmezse Türkiye iç savaşa sürük-
lenecek Suriye‘ye benzeyeceğiz“ sözleri, RTE’nin söylediklerinin başka sözcüklerle tekrarlanmasıdır. Erdoğan, bu konuda söyledikleri yetmemiş olacak ki; iki
gün sonra, „Gerekiyorsa operasyon yürütülen yerlerin
tamamen boşaltılması gerekirse binaların uzaktan
yıkılması yoluna gidilebilir” diyor! Söz konusu olan
Kürt sorunu olduğunda ve yürüyen savaş olduğunda,
gelinen yerde aralarındaki farklar siliniyor. Barbar,
sömürgeci bir savaşın yükseltilmesi ve ırkçı faşist
yok etme, yerle bir etme retoriği günün gerçeği haline geliyor! Soruna biraz gerçekçi yaklaşan herkes için
fakat özellikle bu yok etme, ya teslim ya ölüm retoriği andaki savaşta kendi savaşan güçlerini gaza getirmeye yarayan bir ajitasyondan başka bir şey değil.
RTE’de, devlette PKK’nin savaşla bitirilemeyeceğini,
PKK’nin Kürt ulusu içinde büyük bir desteğe sahip
olduğunu biliyor. 35 yıldır süren savaşta, bu onlarca
kez ispatlandı. Onlarca kez “beli kırıldı”ğı söylenen
PKK, giderek güçlendi. AKP’nin şimdi adını bile anmaktan çekindiği ‘çözüm süreci’ni AKP/Erdoğan çok
demokrat, insan hakları yanlısı vb. oldukları için de-
gündem
KUZEY KÜRDİSTAN’DAKİ SAVAŞ
DERHAL DURMALIDIR…
3
gündem
Bu savaşın anda Kuzey KürdistanTürkiye halklarına getirdiği
olumlu hiçbir şey yoktur. Getirdiği
yalnızca yıkımdır, ölümdür, göz
yaşıdır, karşılıklı “Şehitler Ölmez”,
“Şehid Namırın” sloganları
ve “intikam” çığlıklarıdır. Bu
savaş, halkların birlikte yaşama
iradesinin temeline konan bir
dinamittir. Bu savaş, derhal
sonlandırılmalıdır.
4
ğil, Kürt sorununun yalnızca savaşla çözülemeyeceğini pratikte görüp yaşadıkları için gündeme getirdiler. Savaş, ancak savaşan tarafların birbiriyle görüşüp
anlaşarak bitirebilecekleri bir savaştır. Çözüm süreci
bunun için gündeme getirildi. Rojava’daki gelişmeler,
Türkiye’deki Türk/Kürt barışmasına karşı olan kimi
güçlerin provokasyonları, AKP’nin iktidarını kaybetme korkusu vb. çözüm sürecini bitirdi. PKK, AKP
önderliğindeki T.C. devletinin Kuzey Kürdistan’daki
iktidarını açıkça sorgulayacak güçte hissetti kendini.
T.C. devletinin dayattığı savaşı “savaşsa savaş” diyerek karşıladı. 24 Temmuz 20215’den beri yürüyen
ve giderek boyutlanan savaş, T.C. açısından, ne kadar “yok edeceğiz” naraları atılsa da gerçekte anda
PKK’nin kentlere de taşıdığı savaşta, onun askeri gücünü mümkün olduğunca geriletmek, halk desteğini
de belli ölçülerde geriletmek için yürütülen bir savaş.
Buna karşı savaşın diğer yanında PKK var. PKK’nin
denetimindeki güçler ve müttefikleri ise bu savaşı,
anda Türkiye’deki AKP/Erdoğan rejimini devirmenin bir aracı olarak görüyorlar. Türkiye’yi, AKP
hükümetinden kurtarana kadar savaşı sürdüreceklerini, AKP’nin sonunun yakın olduğunu söylüyorlar. KCK Yürütme Konseyi eşbaşkanı Cemil Bayık,
Rusya Dışişleri Bakanlığı tarafından çıkarılan ve Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov’un Sorumlu Yazı İşleri
Müdürü olarak künyede ismi bulunan Military Diplomat Dergisi’nin son sayısına verdiği, Türkçesi ANF
sitesinde 4 Nisan 2016’da yayınlanan uzun mülakatta
PKK açısından savaşın gerekçe ve hedefini açıklıyor.
Cemil Bayık, ilk hedefin AKP iktidarını düşürmek
olduğunu, AKP’nin Türkiye açısından içerde ve dışarda tehlikeli hale geldiğini, bu açıdan AKP iktidarının
düşürülmesini önemli gördüklerini açıklıyor. Cemil
Bayık devamla, “Özyönetim, yerel demokrasi ve demokratik özerklikte kararlılığımız var. Bundan sonra
Türkiye ile bu temelde bir mücadele sürecektir”diyor.
PKK Yürütme Komitesi Üyesi Duran Kalkan ise, 5
Nisan 2016 günü ANF sitesinde yayınlanan konuşmasında, Cemil Bayık’la aynı minvalde görüşler belirtiyor. Duran Kalkan’a göre; “AKP faşizmi, Tayyip
Erdoğan ve Ahmet Davutoğlu yönetimi yıkılmadan
Türkiye’de hiç kimseye özgür ve demokratik yaşama
imkanı yoktur. O halde böyle bir faşist diktatörlüğü yıkılmalıdır.” Duran kalkan, toplumun faşist saldırganlığa karşı topyekûn direnişe geçtiğini, Kürdistan’ın
önemli bir direniş mevzisi haline geldiğini, Kürt/
Türk gençliğinin böyle bir mücadele için öncülüğünün gelişmesi gerektiğini ve 2016’da Türkiye’nin
AKP iktidarından kurtulacağını söylüyor.
PKK sözcüleri böyle konuşuyor. Fakat onlar da,
PKK’nin istediği şekliyle “Kürt halkının özerkliğini,
özerk yönetimini, yerel demokrasisini ve özyönetimini” Türkiye’nin tanımayacağını biliyorlar. Onlar
da, 2016’da, Türkiye’nin “AKP yönetiminden kurtarılamayacağını”, savaşın aslında AKP yönetimini
zayıflatmadığını, tersine hatta güçlendirdiğini biliyorlar. Onlar da, bu savaşın eninde sonunda savaşan
tarafların görüşüp anlaşmasıyla sonlanabileceğini
görüyorlar. Bir yandan AKP hükümetini yıkacağız
diyorlar! Diğer yandan “görüşme masasına geri dönme” taleplerini de dile getiriyorlar. Sonuç olarak PKK
açısından savaş, kendine dayatılan bu savaşta direnerek PKK’nin askeri olarak yok edilmesinin mümkün
olmadığını göstermektir.
Sonuçta her iki taraf açısından da savaş, eninde sonunda yeniden kurulması –bu tabii bugünden yarına
olmaz– kaçınılmaz olan “çözüm için pazarlık masasında” elini güçlendirme savaşıdır.
Bu savaşın anda Kuzey Kürdistan-Türkiye halklarına getirdiği olumlu hiçbir şey yoktur. Getirdiği
yalnızca yıkımdır, ölümdür, göz yaşıdır, karşılıklı
“Şehitler Ölmez”, “Şehid Namırın” sloganları ve “intikam” çığlıklarıdır. Bu savaş, halkların birlikte yaşama iradesinin temeline konan bir dinamittir. Bu
savaş, derhal sonlandırılmalıdır.
Devrimciler, demokratlar, ilericiler, komünistler
Yeniden inşa?
Savaşın yürüdüğü Kuzey Kürdistan kentlerinde
büyük bir yıkım yaşanıyor. T.C. tanklarla, toplarla,
ağır silahlarla saldırıyor. İçinde direnişçiler ve destekçilerinin olduğu düşünülen evler ağır silahlarla
delik deşik ediliyor, tank ve top mermileriyle vurularak yıkılıyor. TSK, medyaya bu yıkımları zafer videoları olarak servis ediyor. Direnen Kürt güçleri ise
direniş mevzileri kazıyor, sokak aralarına barikatlar
dikiyor. Direnilen evlerin duvarları yıkılarak geçiş
yolları açılıyor, evlerin altına tüneller kazılıyor. Yollara, barikatlara, geri çekilinen evlere bombalar yerleştiriliyor. Bunların bir bölümü direnişçiler tarafından,
bir bölümü T.C. askeri/polisi tarafından patlatılıyor.
Sonuç harabeye dönen sokaklar, mahalleler, kentler.
Sur, Cizre, Nusaybin, Şırnak, Silopi, Yüksekova, İdil
ve Dargeçit harebeye döndü. Ve bu böyle sürüp gidiyor.
Bu savaşta, kaybeden, canlarını veren, sakat kalan
gencecik insanlar. Canlarını kurtarmak için evlerini,
yurtlarını terk etmek zorunda kalan Kürt insanları.
Bunlar savaşın bittiği söylenen, sokağa çıkma yasağı kaldırılan yerleşim yerlerine geri döndüklerinde,
daha önceki evlerinin yerinde yakılmış, yıkılmış harabeler buluyorlar.
O insanların üzüntüsüne, şimdi yeniden inşa işlerinde kazanacakları büyük paraları düşünen spekülatörlerin sevinçleri eşlik ediyor.
Devlet adına konuşanlar, hiç kimsenin evsiz kalmayacağını, yıkılanın yerine daha iyisinin yapılacağını
söylüyorlar. Başbakan Davutoğlu Sur’da, yakılmış/
yıkılmış, harab edilmiş Sur’u nasıl yeniden inşa edeceklerini anlatıyor! Sur’u harab edenlerin kendileri
olduğunun üzerini örterek, bu gerçeği gizliyor. Yaptıkları ilk iş acil kamulaştırma kararları almak.
Alınan kararlar harap edilen yerleşim alanlarının
mülkiyetinin devlet mülkiyetine dönüştürülmesini, yıkılan evlerin–camilerin vb.’nin aslına uygun
olarak yeniden inşasını öngörüyor. Kamulaştırma,
kamulaştırılan yerlerde tabii eski mülk sahiplerinin
bu mülklerini devlete –satarak– devretmesini gerektiriyor. Daha bu noktada sorular başlıyor: Kamulaştırma bedelini kim, nasıl tespit edecek? Eğer eski
mülk sahipleri mülklerini devretmek istemezlerse ne
olacak? Mülk sahibi olmayıp da kirada oturanların
durumu ne olacak? Devlete ait olan arsalar üzerinde
inşa edilecek yeni konutlar kim tarafından inşa edilecek? Bunlar kimlere, nasıl satılacak?
Devrimci ve demokratlar, belli minimum kriterler
tespit edip “yeniden yapılanma” konusunda bir programla ortaya çıkıp, bunun takipçisi olması gereklidir.
Aklımıza ilk gelen noktalar şunlar:
*Bütün yeniden inşa sürecinde evleri yıkıldığı için
açıkta kalan ailelere, insanlara geçici olarak yerleşecekleri imkanlar sağlanmalıdır. Savaş sonucu yıkılan
kentler “Doğal afet” alanı gibi ele alınmalıdır.
*Devletin hiçbir özel mülke zorla el koyma hakkı
– tazminat ödeyerek de olsa– yoktur. Kamulaştırma
tek tek bütün mülk sahipleriyle yapılacak anlaşmalar
temelinde olmalıdır.
*Bu anlaşmalarda yeni inşa edilecek evlerin eski
mülk sahiplerine verileceği garanti edilmelidir.
*Mülkünü devretmek/satmak istemeyenlere de,
onun mülkünün uğramış olduğu tahribatı tamir etmesi için maddi yardım yapılmalıdır.
*Yeniden inşa eski tarihi dokuyu bozmayacak şekilde gerçekleştirilmelidir.
*Planlama için bir yarışma açılmalı, bu yarışmada
önerilen planlar halkın bilgisine ve onayına sunulmalıdır.
*İnşa sürecindeki bütün maliyet hesapları şeffaf olmalı, internet üzerinden yayınlanmalı, sürekli güncellenmeli, halkın denetimine açık olmalıdır.
*Yıkılan evlerde kiracı konumunda olanların, yeniden inşa edilecek evlerde de daha önceki kira şartlarında oturabilmesi garanti edilmelidir.
Ancak bu vb. şartların yerine getirilmesi halinde
devletin “yeniden inşa” planının, gerçekte PKK nin
“soykırım planı” olarak adlandırdığı, bölgenin demografik yapısını değiştirme planının bir parçası olmadığı söylenebilir.
Eğer AKP’nin planı, birinci derecede kendisinin
sorumlusu olduğu savaş tahribatını bölgenin demografik yapısını değiştirmek için bir fırsata dönüştürmekse, bunu engellemenin yolu da görüşümüzce yukarıdaki somut talepler temelinde (bunlar tabii daha
detaylandırılabilir) halkı birleştirmek ve mücadeleye
geçirmektir.
15. 04. 2016
gündem
açısından günün acil görevi “Savaşa son” “Barış hemen şimdi” sloganları temelinde kitleleri harekete geçirmeye çalışmaktır.
Anda “devrimci savaşı geliştirme” çağrıları bugün
geniş yığınlar içinde karşılığı olmayan, en iyi halde
sadece örgütlü güçleri devlet güçleri ile halktan kopuk, yanlış bir “öncü savaşı”na davet eden çağrılardır.
5
gündem
MEMLEKETTE SİYASİ TARTIŞMA
SEVİYESİ: ÇUKUR!
B
6
urjuva siyaseti bir bütün olarak ele alındığında
yalan üzerine, sahtekârlık üzerine, siyasi rakibini/hasmını karalama, aşağılama üzerine kurulu
bir siyasettir. Demagoji bu siyasetin en önemli araçlarından biridir. Siyasi tartışmanın seviyesi genelde
düşüktür. Yine de ülkelerde burjuva demokrasisinin
gelişmişlik, halk tarafından içselleştirilmişlik derecesine bağlı olarak, değişik ülkelerde seviye konusunda önemli farklılıklar vardır. Genel bir kural olarak
şunu söyleyebiliriz, burjuvazinin egemen olduğu ülkelerde, ülkede burjuva demokrasisi ne kadar gelişmiş ise, halkın burjuva demokrasisini sahiplenmesi
ne kadar gelişmiş ise, siyasi tartışmanın seviyesi de o
ölçüde yükselir. Örneğin açık küfür ve hakaretlerin
yerini ince dokundurmalar, esprili aşağılamalar vb.
kaba kuvvetin, birbirini yumruklamanın yerini laf
atmalarla rakibi sinirlendirmeler vb. alır.
Ülkelerimizde burjuva demokrasisi henüz ayakları
üzerine dikilmemiş, emekleyen bir bebek kadar gelişmiştir. Halkın önemli bir bölümünün olduğu gibi,
onun siyasi temsilcilerinin de önemli bir bölümünün
burjuva demokrasisinin kimi kural ve değerlerini içselleştirmesini bir yana bırakalım, bunlardan haberi
bile yoktur. O yüzden de ülkemizde siyasetçilerin
tartışma seviyesi çok düşüktür. Bazen bu düşüklük
öyle yerlere varmaktadır ki, onu ifade etmek için çukur ya da kubur en uygun sözcükler olabilmektedir.
Böyle bir seviyeyi! son olarak AKP’nin desteklediği
bir İslami Vakıf’ta yaşanan, vakfın izinsiz bir yurdunda kalan küçük çocuklara yönelik cinsel saldırı/
taciz/tecavüz olayında takınılan tavırlarda yaşadık.
Ne oldu?
Karaman’da Milli Eğitim Müdürlüğü’nde sınıf öğ-
Bütün ülkelerde çocuklara yönelik
cinsel istismar, taciz ve tecavüz çok
yaygın ve önemli bir sorun. Çocukların
bundan korunması çok önemli bir
sorun. Çocukların cinsel istismarı
yalnızca şu ya da bu dinin, şu ya
da bu sınıfın, şu ya da bu katmanın
sorunu da değil. Ülkelerimizde aslında
uzun süre yok sayılan, gerçekte en az
başka ülkelerde olduğu kadar yaygın
olduğu bizce kesin olan çocukların
cinsel istismarları konusunda nihayet
konuşulmaya başlanması, nihayet
bazı çocuk ve ailelerin konuşacak
cesareti kendilerinde bulabilmeleri
gayet olumlu bir gelişmedir. Bu
konuda failleri ortaya çıkarma ve
onları en ağır cezalarla cezalandırma
bu gibi olayların önünü almak için
yalnızca bir araçtır.
üzere başlatılan Yaşlı Destek Programı‘nın (YADES)
tanıtım toplantısı öncesinde, gazetecilerin sorularını
yanıtlıyor.
Bir gazetecinin, Karaman‘daki tecavüz skandalını
sorması üzerine Ramazanoğlu;
„Çocuklara karşı her türlü şiddet cinsel istismar kadınlara karşı şiddet tecavüz, toplumsal şiddet bütün
bunlar konusunda bugüne kadar söylediğim gibi bugün de bir defa daha altını çizerek söylemek istiyorum,
sıfır toleransla hareket ediyoruz. Gerek kanuni düzenlemelerimiz gerekse pratik uygulamalarımızda bu konuda kimseye karşı iyi hal indirimi ya da iyi davranışından dolayı tolerans gösterilmesi gibi bir düşüncemiz
olmadı ne de bundan sonra da olacak.
Karaman‘da olan konuyla ilgili olarak ilk vaka or-
gündem
retmenliği yapan M.B. hakkında on çocuğa yönelen
“cinsel istismar” (taciz/tecavüz) iddiaları nedeniyle Cumhuriyet Başsavcılığı’nca adli bir soruşturma
başlatılıyor. Bu soruşturma kapsamında söz konusu
kişi, 5 Mart 2016 tarihinde tutuklanıyor. Karaman
Ağır Ceza Mahkemesi, on öğrenciye cinsel istismarda bulunduğu iddia edilen sınıf öğretmeni hakkında
„Çocuğun nitelikli cinsel istismarı“, „hürriyeti tahdit“, „kasten yaralama“ ve „müstehcen görüntüleri
izletme“ suçlarından hazırlanan iddianameyi kabul
ediyor. İddianamede sanık hakkında 600 yıla yakın
hapis isteniyor. İlk duruşma tarihi 20 Nisan saat 09.00
olarak belirtiliyor. Bu arada çocukları koruma gerekçesiyle dosya hakkında gizlilik ve yayın yasağı kararı
alınıyor.
Ensar Vakfı isimli 1979’da kurulmuş İslamcı bir
vakıf var. Vakıf, AKP’ye yakın, AKP’nin desteğine
sahip bir vakıf. Hemen her kentte şubeleri, birkaç öğrenci yurdu, öğrenci evleri var.
Söz konusu öğretmen Ensar Vakfı’nın Karaman şubesinde 2013 yılında beş ay etüt öğretmenliği yapmış.
Vakfın verdiği bilgiye ve valiliğin 7 Mart’ta başlattığı
idari soruşturmanın sonuçlarına dayanarak açıklandığına göre; söz konusu öğretmen ne Ensar Vakfı,
ne de bu cinsel istismar fiillerini gerçekleştirdiği mekanlardan biri olduğu söylenen Karaman İmam Hatip Okulu, İmam Hatip Lisesi ve Anadolu İmam Hatip Lisesi Mezunları ve Mensupları Derneği (KAİM
DER) üyesi.
Vakfın verdiği bilgiye göre; vakıfla söz konusu beş
aylık etüt öğretmenliği dönemi dışında bir ilişkisi
yok.
Haber duyulduktan sonra, AKP karşıtı medyada ve
özellikle de sosyal medyada “Tecavüzcü Vakıf” gibi
başlıklarla haberler çıkıyor. Yorumlar yapılıyor. Vakfın kapatılması talepleri ileri sürülüyor.
Çocukları savunmak, çocukların cinsel istismardan korunmasını istemek adına yapılan bu gibi haber
yorumlar, olayın bu aşamasında objektif olarak bu
cinsel taciz ve tecavüz olaylarını kullanarak AKP’nin
desteklediği bir vakıf üzerinden AKP’yi “tecavüzü”
savunuyor, destekliyor, gizliyor vs.olarak göstermeye
yönelik haber ve yorumlar. Bu haber ve yorumlar yapılırken, tecavüz/tacizin faili tutukludur, hakkında
600 yıl ceza istenen bir dava açılmıştır!
22 Mart’ta, AKP hükümetinin Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Sema Ramazanoğlu, Büyükşehir
Belediyeleri’nin yaşlılara yönelik evde bakım, evde
destek ve gündüzlü bakım hizmetlerini geliştirmek
7
gündem
8
taya çıkar çıkmaz hemen hukuki açıdan bakanlığımız
müdahil oldu. Bizzat ben yine hukukçu arkadaşlarımı
arayarak toplantı yaptım. Dedim ki bu olayı da takip
ediyoruz, ben de takipçisiyim.” diyor. Orada durmuyor Ensar Vakfı konusunda da şu savunmayı yapıyor:
“Bu olay bizim hizmetleriyle her zaman gurur duyduğumuz bir vakıfla ilişkilendirilmek istendi, ki bu
vakfımızda bir süre görev yapmış, onun da ne kadar
olduğunu vakıf çalışanları açıkladı. Her zaman kötü
niyetli insanlar, bazı işleri suistimal eden insanlar olabiliyor. Bu, bir kere rastlanmış olması, hizmetleriyle ön
plana çıkmış bir kurumumuzu karalamak için gerekçe
olamaz. Biz Ensar Vakfını da tanıyoruz, hizmetlerini
de takdir ediyoruz. Ama öteki taraftan bunu yapan
kişi için de sıfır toleransla hukuki açıdan bütün takibimizi yapıyoruz. Bu çocuklarla ilgili bakanlığımızın
rehabilitasyon ve sosyal hizmet uzmanlarımız, psikologlarımız devreye girdi, aileler ziyaret edildi. Çocuklarımızın rehabilite edilmesi için çalışmalar başlatıldı.
Çocuklarımızın en az travmayla bu dönemi en iyi şekilde atlatabilmeleri için gerekli bütün psikolojik destekler veriliyor, vermeye de devam edeceğiz.”
Bakanın bu söyledikleri yine AKP karşıtı medyada “Bir kereden bir şey olmaz” (Sözcü) “Aile bakanı
çocukları değil Ensarı savundu” (Birgün) (Meydan)
(Cumhuriyet) vb. başlıkları altında yayınlandı. Sosyal medya ise yıkıldı. AKP’nin aile bakanı “Bir kerecikten bir şey olmaz“ diyerek açıkça tecavüzü, tecavüzcüyü savunmuştu. Zaten AKP zihniyeti buydu.
Enser vb. vakıflar tecavüz yuvaları idi. Derhal kapatılmalı idi.vs.
Şimdi söylenenler bütünlük içinde ele alındığında
bakanın tecavüzü ve tecavüzcüleri savunan bir konumda olmadığı ortadadır. Fakat ne gam. Herkesin
inandığı kendi gerçeği var. AKP karşıtı imanlı kitle
için AKP’li bakanın tecavüzü ve tecavüzcüyü “bir
kereden bir şey çıkmaz” diyerek savunduğu gerçektir,
olgudur!!!
Evet bakanın Ensar Vakfı’na yönelik suçlamalar
konusunda da tavır takındığı, bunun aslında onun
görevi olmadığı da olgudur. Fakat eleştirilen, karşı
çıkılan bu değildir.
Tartışma burada kalsa, aile bakanının ne demek
istediğini birkez daha açıklamasıyla kapansa sadece
toplumun hastalıklı bölünmüşlüğünün yeni bir örneği deyip geçilirdi. Fakat öyle olmadı.
Muhalefet AKP’ye karşı eline bir koz geçtiği düşüncesiyle medyanın “bir kezden birşey olmaz” haber/
yorum başlığına dört elle sarıldı.
Mecliste basın toplantılarında CHP, MHP, HDP
sözcüleri bu haber yorum üzerinden AKP’yi ve İslamcı vakıfları teşhir ettiler!
Burada da kalmadı.
CHP lideri mecliste, CHP grubunda yaptığı konuşmada “bir kereden bir şey olmaz” üzerinden AKP’nin
çocuk istismarı konusundaki yaklaşımını eleştirirken, hükümet kanadından çocuklara kimsenin sahip
çıkmadığını, çocuklar yerine vakfı koruduklarını,
çocuklara yönelen taciz ve tecavüz konusunda ise
kimsenin konuşmadığını anlattıktan sonra sözü aile
bakanına getirip şöyle dedi:
“Aileden Sorumlu Bakan da zaten birilerinin önüne
yatmış o da konuşmuyor.”
Bunun üzerine AKP vaveylayı kopardı. Kadın bakana cinsiyetçi bir şekilde hakaret edilmişti. CHP’deki
kadınlar ayaklanmalı idi. CHP genel başkanı ve CHP
parti olarak özür dilemeli idi. vs.
Tabii her konuda en iyi bilen reis RTE’nin bu “çok
önemli!!!” tartışmanın dışında kalması düşünülemezdi. Kılıçdaroğlu’nun konuşmasından sonra sarayında yaptığı ilk muhtarlar toplantısında tartışmaya
“katkılarını” şöyle sundu:
„Muhalefet cinsi sapıklara bel bağlamış durumda...
Bakınız ana muhalefet partisinin genel başkanı dün
bir konuşma yapıyor. Ben konuşmayı onun şahsına
değil partinin mensubu hanımefendilere ve milletime
rı yaptım, ‘cesaretin varsa gel karşıma, senin istediğin
televizyon kanallarında, psikologların da olduğu bir
toplantıda, oturalım konuşalım bakalım sapık kimmiş
.“
Hızını alamayan, daha önce “önüne yatmak“ fiili
konusunda deyim sözlüklerine baktığını, o deyimin
cinsel içerikli olmadığını anlatan Kılıçdaroğlu, bu
kez yanlış anlamayı önlemek için daha açık konuştu.
17-25 Aralık’la ilgili olarak şunları söyledi:
„Bunlar sabah akşam din iman diyorlar. Hırsızları
korudular mı korumadılar mı? Hırsızların altına yattılar mı yatmadılar mı? Yine kıyameti kopartacaklar,
Kılıçdaroğlu bunu niye söyledi ... Kim hırsızın önüne
yatarsa karşısında beni bulur...“
CHP milletvekilleri ve grup toplantı salonunda bulunan taraftarlar bu sözleri uzun süre çoşkuyla alkışladılar!
Ve bu tartışma hâlâ sürüyor. CHP genel başkanı
katıldığı Ahmet Hakan programında, bu uslup konusunda sorulan soruya: „Az bile söylemişim. Söylemimizi sertleştirdik“ diye cevap veriyor.
İktidarı ile/muhalefetiyle işte Türkiye’deki siyasi
tartışma seviyesi bu. Bu seviyeye çukur veya kuburdan başka isim bulabilirseniz söyleyin.
Böyle yürütütülen bir tartışma ile ülkenin içinde
bulunduğu durumda çok daha önemli olan bir sürü
sorunun üzeri örtülmekle kalınmıyor, tartışmanın
çıkış noktasındaki temel bir mesele de kaynayıp gidiyor. O da şu:
Bütün ülkelerde çocuklara yönelik cinsel istismar,
taciz ve tecavüz çok yaygın ve önemli bir sorun. Çocukların bundan korunması çok önemli bir sorun.
Çocukların cinsel istismarı yalnızca şu ya da bu dinin, şu ya da bu sınıfın, şu ya da bu katmanın sorunu
da değil. Ülkelerimizde aslında uzun süre yok sayılan,
gerçekte en az başka ülkelerde olduğu kadar yaygın
olduğu bizce kesin olan çocukların cinsel istismarları konusunda nihayet konuşulmaya başlanması, nihayet bazı çocuk ve ailelerin konuşacak cesareti kendilerinde bulabilmeleri gayet olumlu bir gelişmedir.
Bu konuda failleri ortaya çıkarma ve onları en ağır
cezalarla cezalandırma bu gibi olayların önünü almak için yalnızca bir araçtır. Esas sorun toplumun bu
konuda duyarlı hale gelmesi, getirilmesi, bu konuda
eğitilmesidir. Bu konuda evet tartışılmalıdır. Fakat
egemenler arasındaki iktidar mücadelesinin bir aracı
olarak yürütülen seviyesiz tartışma, bu ciddi sorunun
gerçekten tartışılmasının da önünü kesmektedir.
15.4.2016
gündem
çağrıyı yapıyorum. Terbiyemin elvermediği galiz ifadelerle saldırıyor. Dün televizyon kanalında bu sözler
biplenerek veriliyor. Bakan hanım hakkında çok çirkin
ifadeler kullanıyor. Anamuhalefetin, üzerinden siyaset
yapmaya çalıştığı cinsi sapık şu an cezaevinde ve yaptıklarının hesabını adalete veriyor. Peki bu siyasi sapıkları ne yapacağız. Biz bunları ademe mahkum edip
‚hiç‘ yerine koydukça çirkefliğin, çirkinliğin, ahlaksızlığın çıtasını sürekli yükseltiyorlar. Bu zat için söylenen
her söz israftır, fuzulidir, tıpkı kendisi gibi gereksizdir.”
Tabii reisin bu “kodu mu oturtan” (bu çok ünlü bir
TV futbol yorumcusunun sözüdür) cevabı onun çömezleri tarafından medyada daha da ileri götürüldü.
Kılıçdaroğlu medyatik lince uğratıldı adeta.
Eh Kılıçdaroğlu bunun altında kalır mı? Kalmaz
tabii seviyesizlik yarışında kimin şampiyon olacağı
konusunda yarış var.
Yine meclisteki grup toplantısında geldi cevap:
“Dün kullandığı ifadelere bakın, önce özür diliyorum,
O’nun kullandığı cümleyi kullanacağım için. Yaptığım
eleştiriye karşılık ‘sapık’ sözcüğünü kullanıyor. Peki ben
soruyorum, o zata soruyorum, ‘Dolmabahçe’de oturup
Kadıköy’den gelen vapurlardaki kadınlara, kızlara bakıyorum’ demek nedir? Sapıklık değil mi bu? ‘Onları
dikizliyorum’ demek sapıklık değil midir? Türkçesini
söyleyeyim, bunun adı cinsel sapıklıktır. Söyleyen kim,
bizzat itirafı yapan Sayın Erdoğan. ‘Seyrediyorum, bakıyorum’ diyor. Kime, ‘kadınlara, kızlara’ bakıyorum.
Yahu senin görevin Dolmabahçe’de oturup kadınlara,
kızlara bakmak mıdır? Böyle bir tablo olabilir mi?
Siyasi sapıklığa gelince daha güzel bir örnek vereceğim; bu zat çıkıp TBMM’de ‘tarafsız olacağına
dair’ namusu ve şerefi üzerine söz verdi, yemin etti,
Anayasa’nın gereği olarak. Şimdi ben soruyorum, siyasi sapıklık nedir? Siyasi sapıklık; parlamentonun
önüne çıkıp yemin ettikten sonra o yeminini tutmayıp
namusunu ve şerefini çöp sepetine atandır. Açıkça söylüyorum. Sen nasıl kalkarsın da, bu toplumun en değer
verdiği iki konuda, namus ve şeref konusunda böyle bir
tavır takınırsın. Şimdi ben soruyorum; bunun adı siyasi sapıklık değil de nedir?
Yeri gelince ‘kadınları yüceltiyorum’ diyor. Sen değil miydin, ‘ananı da al git’ diyen. Sen değil miydin,
Soma’da yüreği yanan gencecik bir insana ‘İsrail dölü’
diyen bağıran. Şimdi kalkmış bize ders veriyor. Sapıklığın adresi, konuyu saptırıyor. Hem cinsel sapıklığın
adresi orada hem siyasi sapıklığın adresi orada. Yani
açık söylüyorum, Recep Tayyip Erdoğan’dır. Bu kadar
açık, bu kadar net söylüyorum. Kendisine 50 kez çağ-
9
güncel
IRKÇILIĞIN ÇEŞİTLERİ...
“
Yabancı”ya, “kendinden olmayan” a, “diğer”e,
“öteki”ye karşı tavır esasında bir insanın demokrat –bakın devrimci, sosyalist, komünist filan demiyoruz, yalnızca burjuva anlamda da olsa demokrat– olup olmadığını, aslında belirlemek için en iyi
kıstastır.
Bu bağlamda son dönemde Avrupa’da yeniden çok
güncel hale gelen “mülteci krizi” bize Avrupa demokrasileri ile, insan hakları savunuculukları ile çok
övünen,Türkiye’de de batı hayranı “aydınlarımız”ın
çok öykündükleri batı Avrupa devletlerinin ve toplumlarının demokratlığının sınırları hakkında epey
veri ve bilgi sundu.
10
Nedir Avrupa’da “Mülteci Krizi” diye adlandırılan şey?
2015‘in ikinci yarısında Türkiye’den AB ülkelerine
doğru büyük bir göç başladı. Göç yollarına düşenler, şimdi beş yıldır süren savaşta Suriye’den kaçmak
zorunda kalarak Türkiye’ye gelmiş olan 2 milyon
700 bine yakın olduğu söylenen Suriye kökenli göçmenlerin küçük bir bölümü idi. Diğer yandan yine
daha önce Türkiye’ye gelmiş olan Afganistan, Pakis-
tan, Irak, Bangladeş ve kimi Afrika ülkeleri kökenli
göçmenlerin yine küçük bir bölümü de göç yollarına
düşenler içinde idiler. Bunlar AKP hükümetinin bilinçli göz yumması sonucu olarak da, Ege üzerinden
botlarla önce Yunanistan’a, Yunanistan üzerinden
kendileri için daha iyi bir hayatın mümkün olacağını düşündükleri Avrupa ülkelerine geçmek için
yola koyuldular. On binlerce insanın yeni bir büyük
göç yürüyüşünün resimleri, Ege denizinde boğulup
cesetleri kıyıya vuran insan resimleri kapladı medyayı. Avrupa’nın egemenleri ne yapacaklarını kara kara
düşünmeye başladılar.
Bu dönemde Almanya başbakanı Merkel, ülkede
ana akım medya tarafından körüklenen göçmen paniğini sakinleştirmek için sonradan çok pişman olduğu bir laf etti: “Biz bu işi beceririz.” (“Wir schaffen
das!”) Bu sözlerin ön tarafında göçmen sorununun
insani bir dram olduğu, AB’nin gelecek göçmenleri
entegre edecek güçte olduğu, Almanya’nın savaş göçmenlerine kapılarını açmasının mümkün, bunun başarılabilir bir iş olduğu açıklamaları vardı. Esas dert
te “kontrolsüz göçü önlemek”ti. Göçü düzenli, kontrollü bir mecraya sokmaktı. “Biz bu içi beceririz”den
sal çıkarlarını merkeze koyan ulusal/emperyalist gerici devletlerin geçici bir çıkar birliği ortaklığı olduğu
birkez daha görüldü. Güya kaldırılmış olan sınırlar
“göçmen dalgasını önlemek” adına kapatılmaya, duvarlar örülmeye, dikenli teller çekilmeye başlandı.
Toplumda açık ırkçı görüşler, göçmenleri istemiyoruz
kampanyaları aldı başını yürüdü. Bütün Avrupa ülkelerinde “Batının İslamlaştırılmasına karşı Avrupalı
Yurtseverler” adı altında hareketler gelişti. Açık faşist
ve ırkçı parti ve hareketler, yalnızca tek bir program
maddesi ile, açık ırkçı göçmen düşmanlığı ile güçlendiler. Güya demokrat halk partilerinin kendileri
de, yani hristiyan –tutucu ve sosyal– demokrat partiler bu “endişeli” Avrupa yurtseverleri(!)ni faşistlere
teslim etmeme adına, göçmen düşmanı politikalara
sarıldılar. Kimi sol/sosyalist isimli partiler de aynı
konuda “yerli emekçi halkın endişelerini” ciddiye
alarak!!! anti göçmen koroya “sol”dan katıldılar. Bir
anda gördük ki, Avrupa toplumlarının güya sahip
çıktıkları “insanlık değerleri”, batının demokrasiye,
insan haklarına dayalı kültürü, toplumun geneli alındığında boş laftır.
güncel
kastedilen açıkça buydu. Bu göç yollarında olanlara,
Almanya’nın kendilerine sınırları açacağı umudunu
verdi. Göç yollarına düşenlerin sayısını arttıran bir
rol oynadı. Almanya’nın bu tavrı üzerine, göç yolları
üzerindeki ülkeler, yeni gelen göçmenler için bir geçiş ülkesi biçiminde konumlandırdılar kendilerini.
Yunanistan gelenlerin Makedonya’ya geçmesine göz
yumdu. Makedonya, gelenleri Sırbistan’a yönlendirdi. Sırbistan, Macaristan’a, Macaristan, Avusturya’ya,
Avusturya’da Almanya’ya yönlendirdi. 2015’in ikinci
yarısında ve 2106’ın ilk aylarında bir milyona yakın
göçmen Avrupa ülkelerine doğru yola çıkmıştı. Başta
Almanya olmak üzere bütün AB ülkelerinde, yoğun
bir medya kampanyası ile göçmen sayıları korkunç
abartılarak, adeta Avrupa’nın göçmenlerin istilasına
uğrayacağı, demografik yapısının alt üst olacağı horor
senaryoları yazıldı. Avrupa bir zamanlardaki Moğol
istilası gibi şimdi de çoğu Avrupa kültürünü tanımayan, İslam kültüründen gelen (ki bunların çoğu da
teröristti zaten!) “sürülerin” istila tehditi altında idi!
Buna karşı direnilmeli, bu istila durdurulmalı idi!
Burada toplam 500 milyon nüfusa sahip toplam 28
AB üyesi ülkeden söz ediyoruz. Ve bu ülkelerin bir
bölümü dünyanın ekonomik bakımdan en gelişmiş,
en zengin ülkeleri. Bu ülkeler arasında göçmenlerin
ülke nüfuslarına göre orantılı bir şekilde dağıtılması halinde “sorun” değil, ülkelerdeki demografik yapı
göz önünde alındığında aslında gelen genç göçmen
nüfus bir kazanımdı. Fakat ne devletler ve ne de toplum böyle davranmadı. En başta “biz bu işi beceririz
“diyen Almanya, “Tabii ki Almanya’nın dünyanın
bütün göçmenlerini alamayacağını!, her geleni alamayacağını, bunun bir üst sınırının olması gerektiğini” söyledi.
Bu aslında korkunç ve aptalca bir demagoji idi.
Avrupa’ya doğru göç yollarında olanlar, bütün dünya
çapında yollarda olan 60 milyon üzerindeki göçmenlerin yalnızca küçük bir bölümü idi. Fakat hemen etkisini gösterdi. Almanya’ya doğru açılan “batı balkan
rotası” kapandı. AB devletleri göçmenler konusunda
bir dizi zirve toplantısı yaptılar. Bu toplantılarda
önce 120 bin göçmenin 28 AB üyesi devlet arasında
belli bir paylaşma anahtarına göre paylaşılması üzerine tartışıldı. İngiltere, Polonya, Çek Cumhuriyeti,
Macaristan, Slovakya bu konuda AB’nin alacağı herhangi bir kararın kendileri için bağlayıcı olmadığını
açıkladılar. Fransa, kendi göçmen politikasını kendisinin belirleyeceğini açıkladı. Güya birleşik bir devlet
olma yönünde ilerleyen AB’nin, her ciddi konuda ulu-
İnsan hayatları üzerinden at pazarlığı …
Sonunda bu güya büyük krizi çözmek/aşmak için
yol bulundu:
1. Göçmenlerin geldiği ülkelerde göçmenlik sebeplerini ortadan kaldırmaya yönelik politikalar geliştirmek!
(Bunun için yapacakları şey aslında çok basit. Emperyalist siyasetlerinden vaz geçecekler. Çünkü göçmenlik sebeplerinin en başında emperyalist ülkelerin
göçmenlerin geldiği ülkeleri emperyalist talanı, oralarda kendi emperyalist çıkarları için savaş kışkırtmaları, yürüyen temsilci savaşları yatıyor. Bu temsilci
Türkiye’nin göçmenleri sıkı kontrol
altında tutmaması, onların batıya
göçüne izin vermesi veya göz yumması
halinde bunların çok önemli bir
bölümünün hatta ölümü de göze
alıp Avrupa ülkelerine göç yollarına
düşmesini engellemek mümkün değil.
11
gündem
12
savaşlarından da ayrıca silah satışı ile de muazzam
karlar elde ediyorlar. Onların göçmenlik sebeplerini
ortadan kaldırmaktan anladığı tabii emperyalizmin
tasfiyesi değil! Onların bundan anladığı göçmen veren ülkelerde göçü mümkün olduğunca iç göç olarak
sınırlamak. BM gibi örgütlere bağlı kamplar kurup,
buralarda insanlara ölmeye çok, yaşamaya az sadakalarla süründürüp, batıya göçlerini engellemek.)
2. Engellenemeyen dış göçlerde, göçmenlerin göç
yolunda ilk vardığı ülkeler ile anlaşarak, onların bu
ülkelerde kalmasını sağlamak. Bunun için söz konusu “ilk durak ülkelere” maddi yardımda bulunarak
onların maddi yükünü biraz hafifletmek.
Avrupa’daki güncel “göçmen krizi”nin esas öznesi
olan Suriye’li göçmenler bağlamında Türkiye, AB’nin
göçmen siyasetinin bu ikinci ayağında kilit ülke konumunda. Türkiye’nin göçmenleri sıkı kontrol altında tutmaması, onların batıya göçüne izin vermesi
veya göz yumması halinde bunların çok önemli bir
bölümünün hatta ölümü de göze alıp Avrupa ülkelerine göç yollarına düşmesini engellemek mümkün değil. Bu noktada AB ile Türkiye arasında, yani
Avrupa’lı batılı emperyalistlerin temsilcileri ile Türk
burjuvazisinin temsilcileri, AKP hükümeti arasında
tam bir at pazarlığı yaşandı. Sonuçta bu at pazarlığı şimdilik şöyle sonuçlandı: Türkiye, bundan böyle
Türkiye’deki göçmenleri daha sıkı kontrol altına alacak ve onların göç yollarını tıkayacak. Bunda Avrupa
devletlerinin sınırları koruma teşkilatı Frontex’de,
Türkiye sınır koruma güçlerine yardımcı olacak.
Buna rağmen –anlaşmanın yürürlüğe girdiği tarihten itibaren– Türkiye’den Avrupa’nın herhangi bir
ülkesine kaçak yollardan geçen göçmenleri Türkiye
geri kabul edecek. Türkiye’nin geri kabul ettiği sayıda
Suriye’li göçmen ise Avrupa ülkeleri tarafından yasal yollardan göçmen olarak kabul edilecek. Bu göçmenler Türkiye ile AB devletleri tarafından birlikte
tespit edilecek. Türkiye’nin pratikte, Avrupa’nın sınır
bekçiliği görevini üzerlenmesinin karşılığı AB açısından anlaşma yürürlüğe girer girmez Türkiye’ye
ödenmeye başlanacak 3 milyar Avro + anlaşmanın
işlediğinin pratikte görülmesi şartlarında ödenecek
ikinci 3 milyar Avro olmak üzere 6 Milyar Avro.
Bir yanda “biz sınırlarımızı insani gerekçelerle milyonlarca Suriye’li göçmen kardeşlerimize açarak, ne
kadar insancıl olduğumuzu gösterdik, dünyaya insanlık ve vicdan dersi verdik” diye böbürlenen AKP
hükümeti; diğer yanda “biz bütün dünyada demokrasi ve insan haklarının en tutarlı savunucularıyız“
pozlarında gezinen, bir “kültür birliği” olduğu iddiasında olan AB üyesi devletlerin hükümetleri. Hepsi
sahtekâr. Hepsi de göçmek zorunda kalan korumasız
ve muhtaç insanların sırtından at pazarlığı yaptılar,
yapıyorlar.
AKP hükümeti, şimdi Türkiye’deki faşist uygulamalarına yönelen eleştirileri susturmak, etkisini
kırmak için Suriye’li göçmenleri bir koz, bir silah
olarak kullanıyor, onlarla batılı emperyalistleri baskı
altına alıyor. Onları araçsallaştırıyor.
Batılı emperyalistler de çıkarları gereği bir yandan
Türkiye’deki insan hakları ihlallerini görünüşte eleştirirken, diğer yandan Türkiye’yi sınır bekçisi olarak
satın almaya çalışıyor. Anda savaş yürüyen Türkiye’yi
“güvenli ülke” olarak görüyor. Bizim batı hayranı,
AB ülkelerinin demokrasi iddiasını çok ciddiye alan
kimi “solcu”larımız bu duruma şaşırıyor. Hayal kırıklığına uğruyor. AB’nin Türkiye ile yaptığı at pazarlığının ve anlaşmanın AB’nin ruhuna uymadığını söylüyor. vs. Aslında şaşacak bir şey yok. AB’nin
ruhu sonuçta Alman ve Fransız emperyalizminin
çıkarlarının ruhudur. Emperyalizmin vicdanı yoktur, çıplak emperyalist çıkarları vardır. Ve o çıkarlar
bugün Türkiye ile yapılan anlaşmayı gerekli evet zorunlu kılmaktadır.
AB’de göçmenlere karşı tavırda kendini en açık
şekilde dışa vuran ırkçılık kendini çeşitli biçimlerde
gösteriyor.
En açık biçimi göçmenlerin “kendi kentimizde”
“kendi köyümüzde” “kendi mahallemizde” istenmemesi.
Kimi bunu çok açık ırkçı tavırlarla baştan reddediyor. Genel olarak göçmen istemediğini açıkça söylüyor. Gereğini de göçmenler için öngörülen evleri, barakaları, kampları yakarak yapıyor.
Göçmenlere karşı olup ta bunu açıkça ırkçı gerekçelerle ortaya koymaktan henüz kaçınan büyük bir
kesimin göçmenleri kendi yaşam alanında istememesinin gerekçeleri olarak ileri sürülenler hemen her
ülkede aynı.
Aslında biz genel olarak göçmenlere filan karşı değiliz katiyen, ama.. bizim kentimize/köyümüze/mahallemize yerleştirilmelerine karşıyız, çünkü …“Biz
halkız, bize sorulmadı.”
“Gelen göçmenlerle kentimizin/köyümüzün/mahallemizin nüfus yapısı bütünüyle değişecek, biz yerli
halk yabancı durumuna düşeceğiz.”
“Gelenler bizim kültürümüzle uyum sağlaması
mümkün olmayan insanlar. Bunlar geldiğinde taciz,
Ve Dikili ve Maraş ve ….
Irkçılık tabii yalnızca AB ülkeleri toplumlarının
bir hastalığı değil. Irkçılık her yerde, bütün ülkelerde
var. Ve her yerde benzer stereotip argümanlarla ortaya çıkıyor. Kuzey Kürdistan-Türkiye’de de Suriye’li
göçmenlere karşı kimi tavırlarda da bunu görmek
mümkün.
Son dönemden iki örnek:
Türkiye’nin AB ile yaptığı anlaşma sonucu, 20 Mart
2016’dan sonra Yunan adalarına geçen mültecilerin geri gönderilmelerine 4 Nisan 2016’da başlandı.
Dikili’ye daha mülteciler gelmeden, Dikili’de protestolar başladı. “Dikili Platformu” kuruldu. Dikili’de
yapılan gösteriler, açık bir göçmen/yabancı düşmanı
evet ırkçı gösterilerdi.
Atılan sloganlar, taşınan dövizler “Sen ben yok Dikili var“, “Susma haykır sığınma kampına hayır“, “Yarın Dikili için çok geç olabilir“, “Dikili uyuma kentine
sahip çık“ şeklinde idi. Aslında Avrupa’nın herhangi
bir kentinde yapılan ırkçı gösterilerde tabii kentin/
köyün ismi değiştirilerek kullanılabilir ve kullanılan
sloganlar. Olan ne, AB ile Türkiye arasında yapılan
anlaşma temelinde Yunanistan’dan Türkiye’ye geri
gönderilen göçmenler,Türkiye’nin değişik bölgelerine
ve kamplara dağıtılmadan önce Dikili’de kurulan geçici bir dağıtım merkezinde karşılanacak. Dikili halkı, CHP’li belediyesinin önderliğinde (CHP nin yerel
seçimlerde %50’nin üzerinde oy aldığı az sayıda çok
“ilerici” beldelerden biri Dikili!) göçmenleri Dikili’de
istemediklerini belirten bir eylemlilik sergiliyorlar.
Demokratik hakları tabii! Ama bu tavır demokratik
filan değil, yabancı düşmanı, göçmenleri düşman gören ırkçı bir tavır.
Benzeri bir başka eylem de şu sıralarda Maraş’ ta
sürüyor.
Maraş‘ta Alevilerin yoğun olarak yaşadığı bölgeye
yapılması planlanan mülteci kampına karşı gösteriler yapıldı. Alevi kurumları basın açıklamaları yaptı.
Mülteci kampına karşı direniş nöbeti başlatıldı. Yer
yer polisle çatışmalar, gözaltılar yaşandı, yaşanıyor.
Bölge köylüleri söz konusu mülteci kampını yaptırmayacaklarını açıklıyorlar.
Maraş’ta devletin öngördüğü alanda 17 bin kişilik bir göçmen kampı kurulmasına bölgede yaşayan
Alevi halkı karşıdır. Çünkü bu kampın burada kurulması, Alevi halkının DAİŞ’çi katil çeteleri tarafından katledilmesini beraberinde getirecektir! Kampın
burada kurulmasının amacı budur! Alevi halkı katiyen göçmenlere karşı değildir! Karşı olduğu göçmen
kampının Alevi köylerinin olduğu yere yapılmasıdır!
Maraş’ta, katliam yaşamış Alevi halkının haklı
korkuları, göçmenlere karşı yabancı düşmanı evet
ırkçı bir tavrın gerekçesi olarak kullanılmaktadır.
Kabesi insan olanın böyle bir kamp girişimi karşısındaki tavrı insanca olmak zorundadır. O tavır da
şudur: Biz, birçoğu göçmenliği iyi bilen Alevi yurttaşlar olarak, kendi ülkelerini, yerlerini yurtlarını
emperyalist ve gerici siyasetler ve savaş nedeniyle terk
etmek zorunda kalan insanlara, insana yakışan bir
misafirperverlikle hoş geldiniz diyoruz. Egemenler
bizi birbirimize karşı düşman edip, bizi birbirimize
kırdırma hesaplarına sahip olabilirler. Fakat eğer bu
planlar varsa, bunları birlikte mücadeleyle boşa çıkarabiliriz. Gelin canlar bir olalım. Halk düşmanlarına, sizi göçe zorlayanlara, sizin güç durumunuzu
kendi siyasi amaçları doğrultusunda kullananlara
karşı güçlerimizi birleştirelim. Yeni, sömürüsüz, zulümsüz, kardeşlik ve sevgi dolu kabesi insan olan bir
dünya için birlikte mücadele edelim.
Bunları okuduğunda kendine ilerici, demokrat, sosyalist diyen birilerinin de “amma da hayalci,Türkiye
gerçeklerinden kopuk bir tavır vb.” diyeceğini biliyoruz. Benzer şeyleri Avrupa’da, ABD’de kendine sol/
sosyalist vb.de diyen kimileri, gerçek komünistler ve
gerçek demokrat insanlar “Sınırlar açılsın, göçmenlere eşit haklar verilsin” diyenlere de söylüyorlar. Söylesinler.
Göçmenlere karşı ilk tavrı “hoş geldiniz, gelin hepimizin hakları için birlikte mücadele edelim” olmayanların aslında demokrasi adına, sosyalizm adına,
insanlık adına konuşmaya hakkı yoktur.
15. 04. 2016
gündem
tecavüz, hırssızlık, uyuşturucu ticareti, fuhuş artacak”
“Gelenlerin içinde mutlaka İslamcı teröristler de
vardır. Korku içinde yaşamak istemiyoruz.”
“Gelenleri bizim kültürümüze entegre etmek çok
güçtür. Onların gelmesi ile bizim hayat tarzımıza
müdahaleler gelecektir. Bunu istemiyoruz.” vs.
Bu tarz gerekçelere karşı söylenecek tek şey var:
Bütün bu gerekçeler temelde yatan ben merkezci,
zenginliğini paylaşmak istemeyen, yabancı düşmanı,
evet ırkçı bir tavrın üzerini örtme işlevine sahiptir.
“Yabancı”ya, “Öteki”ye karşı doğru demokrat, insanca tavır, “hoş geldin kardeşim, gel senin ve hepimizin
durumunu değiştirmek için birlikte mücadele edelim” tavrıdır.
13
yaşam temellerini koruma mücadelesi
14
ATOM SANTRALLERİNE HAYIR!
ATOM ENERJİSİNE HAYIR!
Mersin’in Gülnar ilçesi Akkuyu beldesinde kurulmak istenen nükleer santral, çevrecilerin bütün uyarı
ve direnişlerine rağmen rağmen 2010 yılında Türkiye
ile Rusya arasında imzalanan anlaşma çerçevesinde
başladı. Türkiye ile Rusya arasında varılan mutabakat kapsamında Rusya dört üniteden oluşacak toplam
4,800 MW kurulu güce sahip olacak. Türkiye’nin ilk
nükleer santralinin maaliyeti 20 milyar dolardır.
Türkiye’de nükleer santral kurma girişimleri
1970’lerde başlamıştı. Şu anda Akkuyu’nun yanı sıra
iki diğer nükleer santralin daha yapımı planlanıyor.
Sinop’ta 2023 yılında faaliyete girmesi beklenen nükleer enerji santralinin yapımını bir Fransız-Japon konsorsiyumu üstlenmiş durumda. Üçüncü projenin
kim tarafından yapılacağı ise henüz netleşmiş değil.
Projede her biri 1200 megavat gücünde dört reaktörün kurulmasının planlandığı, bunun sonucu olarakta, Akkuyu’dan 4800 megavat düzeyinde elektrik
enerjisi elde edileceği, bunun da Türkiye’nin enerji
ihtiyacının %10 ile 12’sini karşılayacağı tahmin ediliyor.
Akkuyu nükleer güç santrali projesini Rus devlet
nükleer enerji şirketi Rosatom yürütüyor. 20 milyar
dolara mal olması beklenen proje için Rusya şimdiye dek 3 milyar dolar civarında yatırım yapmış durumda. Santralin ömrünün 60 yıl olacağı belirtilen
projenin 2022 yılında tamamlanması öngörülüyor.
Fakat 24 Kasım 2015’den Türkiye’nin bir Rus uçağını
düşürmesi ile birlikte Akkuyu’da yapılması planlanan nükleer reaktör projesinin de durdurulduğu iddiaları ortaya atıldı. Bu iddialar daha sonra yalanlandı. Sermaye açısından esas olan doğanın ve çevrenin
korunması, insan sağlığı değil daha fazla kârdır. Söz
konusu para olunca onlar gölgesi para etmeyen ağacı
da keserler.
Çernobil/Fukuşima nükleer santrallerinde meydana gelen felaketler, insanlığa bir uyarı, bir haykırıştır.
Nükleer santrallerde yaşanan kazalar, insanlığı telafisi mümkün olmayan felaketli sonuçlara götürebilir.
Hiçbir kaza vb. olmadığı şartlarda bile, üretimde ortaya çıkan radyoaktif atom çöpünün nasıl zararsız hale
getirileceği bilinmiyor. Bu sorunun teknik olarak çözülmemiş olduğu şartlarda, atom santralleri kurmak
insanlığın geleceğinin tehlikeye atılmasıdır. Atom
tekellerinin arkasında emperyalist devletler duruyor.
Atom tekelleri, atom enerjisinden yararlanarak ürettikleri elektrikten muazzam kârlar elde ediyorlar. En
kısa sürede en fazla kâr dürtüsü emperyalist sistemin
temelidir. Onlar için belirleyici olan insanlığın geleceği değil, maksimum kârlarıdır. Bugün en fazla kâr
dürtüsü ile insanlığın geleceğini hiçe sayan, tehlikeye
atan atom reaktörleri dünyanın birçok kesiminde faaliyet gösteriyor. Toplam 440 atom reaktörde dünya
toplam elektrik üretiminin %6,5’i üretiliyor. Planlanmış 344 atom reaktörü inşa için sırada bekliyor.
Çernobil’den en çok çocuklar ve gelecek kuşaklar
zarar gördü
Ukrayna’da bulunan Çernobil Nükleer Santrali’nde
insanlık tarihinin en büyük nükleer felaketine neden
olan ardı ardına iki büyük patlama oldu. Patlama ile
santralin bin ton ağırlığındaki çatısı önce gökyüzüne
fırladı ve ardından santralin üstüne düştü. Bu nükleer
felaket sonucu açığa çıkan radyoaktif gaz ve maddeler, 1200 metreyi aşan yüksekliğe çıkarak, oluşturduğu radyoaktif bulutlar ile atmosfere yayıldı. Radyoaktif tozun yarıya yakını 30 km’lik çapa sahip alanı, geri
kalanı ise bulutlarla birlikte dünya çevresinde dolaşarak yağmurlarla toprağa ve suya karışarak daha geniş
bir alanı kirletti. Bu felakette 10 bekerellik radyoaktif
izotop salındığı bildirilmektedir. Çernobil felaketinde açığa çıkan radyasyon, Hiroşima ve Nagazaki’nin
atom bombası ile bombalanmasında açığa çıkandan
200 kat daha fazladır.
Türkiye nasıl etkilendi? Çernobil felaketi Türkiye’yi de etkiledi. Bu kaza
ile birkez daha radyoaktif yayılımın sınır tanımadığı görüldü. Kazadan bir hafta sonra 3 Mayıs 1986’da
sağanak yağmur ile Trakya Bölgesi, 7-9 Mayıs 1986’da
Doğu Karadeniz bölgesi etkilendi. Radyoaktif bulutlar, 7-9 Mayıs tarihlerinde Trabzon-Hopa’ya ulaştı.
Çernobil kazasından 10 gün sonra radyoaktif parçacıklar tüm Türkiye’ye yayıldı.
Radyasyon bulutlarının ulaştığı bölgelerde hâlâ
kanser vakalarında artış gözleniyor. Çernobil Nükleer Santrali kazasından sonra Türkiye’de kanser
olgularında önemli bir artış meydana geldi. Kanser
vakaları özellikle Karadeniz’de artış gösterdi. Türkiye, Çernobil felaketi sırasında halkı bilgilendirmedi.
Radyasyon seviyesini gösteren sayısal değerler
açıklanmadı
Çernobil felaketi denilince akla dönemin Sanayi
Bakanı Cahit Aral geliyor. Cahit Aral, felaketin ardından radyasyonun Karadeniz topraklarını etkilemediğini öne sürdü! Cahit Aral, çayda radyasyon
olmadığını kanıtlamak için, kameralar önünde bol
demli bir bardak da çay içmişti. Devlet Çernobil’in
felaketini çay içerek kapamaya çalıştı. O günden bu
güne binlerce Karadeniz’li insan kanser nedeni ile yaşamını yitirdi. Kanserden yaşamını genç yaşta yitiren
Hopa’lı sanatçı Kazım Koyuncu’yu saygıyla anıyoruz.
Bugün Kuzey Kürdistan Türkiye’de yenilenebilir
enerji potansiyelinin dikkate alınmadığı bu ortamda
üç tane nükleer santral planlanıyor. Bu planlar yapılırken ülkenin yenilenebilir enerji potansiyeli dikkate
alınmıyor. Kuzey Kürdistan Türkiye, rüzgâr ve güneşte toplam potansiyeli açısından Avrupa’da birinci
sırada. Ancak bu potansiyelin %1’ini bile kullanmıyoruz. Nükleere ve kirletici teknolojilere mahkûm olmadan enerji ihtiyacımızı karşılayabiliriz.
Bir nükleer santralin kurulmasına karar verildikten sonra tamamlanması ortalama 10 yıl sürüyor.
Üretime başladıktan ortalama 40 yıl sonra ise artık
tükendiği için yine oldukça masraflı olan kapanma
ve söküm süreci başlıyor. Nükleer enerji sadece elektrik üretebildiğinden ısınma ve ulaşım gibi taleplere
cevap veremiyor. Oysa yenilenebilir enerjilerin hem
kurulum süresi çok daha kısa hem de çok daha fazla
istihdam yaratıyor. Son 10 yıl içinde Almanya’da yenilenebilir enerji kaynakları sahasında 340 bin yeni iş
yaratıldı. Nükleer santraller ise yalnızca yaklaşık 30
bin kişiye istihdam sağlıyor.
Nükleer santrallerin zararları
Nükleer santrallerde enerji, istasyonun merkezindeki reaktörün içinde üretilen ısıyla sağlanır. Bu ısı,
uranyum atomunun zincirleme reaksiyonu sonucu
elde edilir. Atomun çıkardığı ısı enerjisi yüksektir,
ama çıkardığı radyasyon çok daha yüksek ve zararlıdır. Ancak özel binalarda veya kurşun mezarlarda
saklanabilir. Reaktörde, açığa çıkan nötronları emme
yeteneği olan kontrol çubukları vardır. Çubuklardan
çıkan bu ısı reaktörün çevresini saran gaz tabakası
tarafından emilir. Isınan gaz ısı değiştirici ufak boruların içindeki suya alınır.
Uranyum içerisinde ısı verecek enerji tükendikten
yaşam temellerini koruma mücadelesi
Çernobil sonrasında batıdaki emperyalist güçlerin
atom lobicileri atom reaktörlerine karşı gelişen güvensizliği, milyarlarca dolarlık reklam kampanyaları
ile “Bizim reaktörlerimiz güvenliklidir!”, “Çernobil
batıda mümkün değildir!” yalanlarını yayarak aşmaya çalıştılar. Atom enerjisinin ucuz ve temiz enerji
olduğu yalanları temelinde hatta atom enerjisi, fosil
yakıtların kullanılması sonucu ortaya çıkan genel
ısınma/iklim felaketine karşı çözüm olarak sunuldu.
Atom lobicileri kampanyalarında oldukça başarılı da
oldular!
Çernobil nükleer felaketi, ilk anda santral çevresinde görevli 31 kişinin hayatını kaybetmesine sebep
oldu. Ancak etkisi bununla sınırlı kalmadı. Kazadan
sonraki bir ay içinde çevreye yayılan radyoaktif kirlilik, o güne kadar patlatılan tüm atom bombalarından, nükleer santrallerden ve uranyum madenlerinden doğal ya da kaza ile salınan tüm radyasyondan
daha fazlaydı. Birçok ulus radyasyon bulutunun etkisi altında iken ülke yöneticileri; sessiz kalmayı tercih
etti.
Radyasyondan yoğun oranda etkilenen 30 kilometre çapındaki alan ve bölgelerden 135.000 insan uzaklaştırıldı. Yaşam alanları boşaltıldı. Reaktör binası
410.000 m3 çimento ve 7.000 ton çelik kullanılarak
gömüldü. Binanın altı betonlandı. Ukrayna’da 18.000
km2’lik tarım toprakları radyoaktif kirlenmeye maruz kaldı. Ülke ormanlarının %40’ı (toplam 35.000
km2) kirlendi.
Birleşmiş Milletler tarafından 2011 yılında yayımlanan bir rapor, Çernobil bölgesinde 7000 kadar çocuğun tiroid, akciğer, göz gibi kanser hastalıklarına
yakalandığını ortaya koydu.
15
yaşam temellerini koruma mücadelesi
16
sonra uranyum çubukları soğuyuncaya, radyasyon
normal seviyeye gelinceye kadar suyun altında muhafaza edilirler. Muhafaza süresi dolduktan sonra
yapılan analizler sonunda radyasyon seviyesi yüksek
olanlar ayrılır. Radyasyonu normal düzeye inen katı
cisimler toprağa gömülürken, sıvı olanlar denizlere
veya göllere karıştırılır.
Nükleer enerjinin bugün kullanımı aynı zamanda
gelecek kuşakların yaşamının da ipotek altına alınmasıdır. Bunun böyle olduğunu 1986’da, Çernobil
felaketinde, 2011 başlarında ise Japonya depremiyle
birlikte Fukuşima’da görüldü. Çernobil’den yirmibeş yıl sonra bu kez Fukuşima’da yanan reaktörlerden göğe yükselen radyoaktif dumanlar, suya karışan
plutonyum, sezyum bütün insanlığa atom enerjisini
bugünkü teknikle kullanmaya kalkmanın ne anlama
geldiğini birkez daha hatırlattı.
Bugün insanlığın başına bela olan yalnızca
“kaza”ya uğrayan reaktörlerde yayılan radyasyon değildir. Atom çöplerinin nasıl saklanacağı sorunu çözülmemiştir. Emperyalistlerin bugün atom çöplerine
bulduğu çözüm şudur: Kimileri atom çöpünü variller
halinde para karşılığı “fakir ülkelere” yollamaktadır!
Kimileri de varillere doldurtup gemilerle okyanus
derinliğinde bu gemileri batırmaktadır! Kimileri de
atom çöpünü varillere koyup gömmekte ve üzerini
beton tabakası ile kapatmaktadır. Okyanus derinliklerinde yapılan atom silahı denemelerinin yaydığı
radyoaktif kirlilik işin diğer bir yanıdır.
Dünyanın neresinde olursak olalım, radyoaktif tehlikeden korunmak, etkilenmemek mümkün değildir.
Atom kirliliği tüm diğer kirliliklerin içinde en önemli olanıdır. Çünkü insanlığı toptan tehdit etmektedir.
Kısa vadeli değil, bilakis binlerce yılı içine alan bir
tehdittir.
Kapitalizm kâr uğruna dünyanın her tarafından
doğamızı ve doğal yaşamımızı yok etneye devam ediyor. Onlar için gölgesi para etmeyen her ağaç yok edilmelidir. Bugün doğamızın ve çevremizin korunması
için mücadele ederken şunun bilincinden olmalıyız.
Kapitalist üretim tarzı doğanın tahrip edilmesinden
esas sorumludur. O zaman doğamızı korumak ve insan gibi bu dünyada yaşayabilmek için kapitalizmi
devrimle tarihin çöplüğüne atmak zorundayız.
Nükleere hayır, yaşasın hayat!
Nükleere hayır, hayır, hayır!
18.04.2016
JAPON BALIKÇISI
Denizde bir bulutun öldürdüğü
Japon balıkçısı genç bir adamdı.
Dostlarından dinledim bu türküyü
Pasifik’te sapsarı bir akşamdı.
Balık tuttuk yiyen ölür.
Elimize değen ölür.
Bu gemi bir kara tabut,
lumbarından giren ölür.
Balık tuttuk yiyen ölür,
birden değil, ağır ağır,
etleri çürür, dağılır.
Balık tuttuk yiyen ölür.
Elimize değen ölür.
Tuzla, güneşle yıkanan
bu vefalı, bu çalışkan
elimize değen ölür.
Birden değil, ağır ağır,
etleri çürür, dağılır.
Elimize değen ölür...
Badem gözlüm, beni unut.
Bu gemi bir kara tabut,
lumbarından giren ölür.
Üstümüzden geçti bulut.
Badem gözlüm beni unut.
Boynuma sarılma, gülüm,
benden sana geçer ölüm.
Badem gözlüm beni unut.
Bu gemi bir kara tabut.
Badem gözlüm beni unut.
Çürük yumurtadan çürük,
benden yapacağın çocuk.
Bu gemi bir kara tabut.
Bu deniz bir ölü deniz.
İnsanlar ey, nerdesiniz?
Nerdesiniz?
(Nazım Hikmet Ran,
JAPON BALIKÇISI 1956)
Y
eryüzündeki tüm kötülüklerin gerçek suçlusu
sömürü sistemleri olduğu halde, bunun büyük
çoğunluk tarafından fark edilmemesi işlevini de
gören “ruhsuz dünyanın ruhu” “halkın afyonu” (K.
Marx) olan din, çeşitli biçimleriyle emekçilerin hayatını önemli ölçüde belirliyor.
Din örgütlenmesini tamamladığı oranda sosyal yaşama da etkin müdahelede bulunur.
İstisnasız tüm dinlerin en önemli silahları korku,
umut ve tehdittir. Kölelik anlayışı kulluk anlayışı
ile iç içedir. İstisnasız tüm tek tanrılı dinlerin ahlakı
üretim araçları üzerinde özel mülkiyetin kutsanması
üzerine kuruludur. Din simsarlarının kendileri yaşar,
sana elindeki ile yetin der. Çünkü Rabbin/Tanrı/Allah istediğine verir, istemediğine vermez. Bu anlamda adaletsizlik başından beri tüm kutsal kitaplarda
temel sorundur. Tüm dinlerde en büyük hırsızlar
hırsızlığa karşı yasa koyanlardır. Tanrının yeryüzündeki gölgeleri olan tüm ruhban sınıfı, kâhinler,
din adamları Rab/Tanrı/Allah adına beleş yaşayan
asalak yiyicilerdir. Tüm dinler adına vaat edilenler
yalan ve aldatmacadır. İstisnasız tüm dinlerde merhamet ve hoşgörü en iyi durumda kendinden olanla sınırlıdır. Kapitalizmin şafağına kadar devlet din
ilişkisinde; devlet aynı zamanda dinin de temsilcisidir. Çünkü devleti elinde bulunduran Kral/Padişah/
İmparator aynı zamanda kutsal olanı da temsil edendir. (Din konusunda kapsamlı bilgi için Dönüşüm
Yayınları’ndan çıkan “DİNİNİ VE KİTABINI İYİ
TANI” kitabına başvurulabilinir.)
Komünist Manifesto’da belirtildiği gibi;
“Burjuvazi, üstünlüğü ele geçirdiği (iktidara geldiği)
her yerde, bütün feodal, ataerkil, romantik ilişkilere
son verdi. İnsanı doğal efendilerine bağlayan çok çeşitli feodal bağları acımasızca kopardı ve insan ile insan
arasında, çıplak öz çıkardan, katı “nakit ödeme”den
başka hiçbir bağ bırakmadı. Dinsel tutkuların, şövalyece coşkunun, darkafalı duygusallığın ilâhi vecde
gelmelerini, bencil hesapların buzlu sularında boğdu.
güncel
DİN VE LAİKLİK
ÜZERİNE
Kişisel değeri, değişim değerine indirgedi ve sayısız yok
edilemez ayrıcalıklı özgürlüklerin yerine, o tek insafsız
özgürlüğü, ticaret özgürlüğünü koydu. Tek sözcükle,
dinsel ve siyasal yanılsamalarla perdelenmiş sömürünün yerine, açık, utanmaz, dolaysız, kaba sömürüyü
koydu.” (“Komünist Partisi Manifestosu”, Marx/Engels, İnter Yayınları, Aralık 1998, İstanbul, s. 41)
Burjuvazi iktidara yerleştiği oranda din ve devlet
işine de ayar vermeye başlamış ve din işleriyle devlet
işlerinin birbirinden ayrılması anlamına gelen laiklikte kapitalist devletlerde yer bulmaya başlamıştır.
Laik kelimesi Eski Yunanca laos/laikos sıfatından
türemiştir. Latincesi laicus’tur. Laos, halk, kalabalık,
(köleler hariç) kitle demektir ve zıddı ruhban sınıfını
tanımlamak için kullanılan kleros’tur. Laikos, halka
ait, ruhban olmayan demektir. Laicus, dinsel olmayan demektir. Laos/kleros karşıtlığı MÖ 3. yüzyılda,
din yönetiminde iki sınıfı belirtmek üzere kullanılmıştır. Hıristiyanlığın ilk yüzyılından itibaren kilise
adamlarına klerikoi (Latince clerici), bunların dışında kalanlara laikoi (Latince laici) denilmiştir.
Eski Yunan’daki bu ayrım Roma döneminde de din
adamlarına “Clerici” din adamı olmayanlara da “Laici” adı verilerek yapılır.
Burjuvazinin kapitalizmi egemen kılma çabaları elbette Avrupa’da 15. yüzyıl sonlarına doğru başlayan
Rönesans ve Reform hareketlerinin hız almasına yol
açmıştır.
Rönesans’ın sonuçları
Avrupa ülkelerinde bilim, sanat, edebiyat alanlarında yeni bir dünya görüşü ortaya çıkmıştır.
Skolâstik (dine/teolojiye dayalı felsefi akım) düşünce yıkılır. Ve pozitif düşünce için serbest bir ortam
doğar, deney ve gözleme dayanan pozitif düşünce ortaya çıkar.
Kilise zayıflar ve bu durum reform hareketlerini
başlatır.
Avrupa’da insan faktörü öne çıkar ve İnsanlar ken-
17
güncel
di haklarına sahip çıkar duruma gelir.
Reform hareketlerinin sonuçları
Avrupa’da mezhep birliği bozulur. Katolik ve Ortodoks mezhepleri yanında Protestanlık, Kalvenizm
ve Anglikanizm mezhepleri ortaya çıkar. Mezhepler
arasında çatışmalar başlar.
Din adamları ve kilise, eski itibarını kaybeder.
Katolik Kilisesi de, kendisini çok sınırlı da olsa yenilemek ve düzenlemek zorunda kalır.
Eğitim-öğretim faaliyetleri kiliseden alınarak laik
bir eğitim sistemine geçiş sağlanır.
Papa ve kilisenin Avrupa ülkelerinin kralları üzerindeki etkisi önemli ölçüde geriler.
Katolik ülkelerde yeni mezheplerle mücadele etmek
amacıyla Engizisyon Mahkemeleri kurulur, insanlar
diri diri yakılır.
Protestan krallar ve prensler, din işlerinin mutlak
hâkimi olur.
Mezhep savaşları, otuz yıl savaşları (1618-1648) Osmanlı devletinin Avrupa’da ilerlemesini de kolaylaştırır.
Bütün bu altüst oluşlarda dine ve kiliseye en büyük
darbeyi vuran elbette 1789 Fransız burjuva devrimidir.
18
Fransız Devriminin sonuçları
Yıkılmaz diye düşünülen, hatta egemenlik hakkını
Tanrı’dan aldığı iddia edilen mutlak krallıkların yıkılabileceği ortaya çıkar.
Burjuva demokrasisi, kıta Avrupa’sında da gelişmeye başlar ve süreç içinde burjuvazinin yaygın siyasal
egemenlik biçimi haline gelir.
Sözde de olsa egemenliğin tanrıdan alınıp halka/
ulusa ait olduğu kabul edilir.
Milliyetçilik ilkesi, siyasi bir karakter kazanarak,
çok uluslu devletlerin parçalanmasının yolunu açar.
Burjuvazinin içeriğini belirlediği biçimiyle eşitlik,
özgürlük ve adalet ilkeleri yaygınlaşmaya başlar.
Şahsi güçlere, zekâya ve girişim yeteneğine ortam
hazırlanır.
Fransız İhtilâli, sonuçları bakımından evrensel bir
rol oynar.
Dağınık halde bulunan milletler, siyasi birliklerini
kurmaya başlar.
İnsan Hakları Bildirisi, Fransızlar tarafından dünya çapında bir bildiriye dönüştürülür.
Bu sonuçların bizim konumuz açısından önemi; insanlık tarihinde insanın “kul” olma haline karşı savaş
ilanı olmasıdır. İnsan Hakları Bildirisi’nin konumuz
açısından aşağıda aktardığımız maddeleri “kulluğa”
isyanın maddeleridir.
Madde 1: İnsanlar, haklar bakımından özgür ve eşit
doğar ve yaşarlar. Sosyal farklılıklar ancak ortak faydaya dayanabilir.
Madde 2: Her bir politik birleşmenin amacı; doğal
ve dokunulamaz insan haklarını korumaktır. Bunlar;
özgürlük hakkı, mülkiyet hakkı, güvenlik hakkı ve
baskıya karşı direnme hakkıdır.
Madde 3: Egemenliğin temeli, esas olarak ulustadır.
Hiçbir kuruluş, hiçbir kimse açıkça ulustan kaynaklanmayan bir iktidarı kullanamaz.
Madde 10: Hiç kimse, dışavurumu (düşüncelerini
açıklaması-BN) yasalarla oluşturulan düzene zarar
vermediği sürece inançları nedeniyle sorumlu tutulamaz.
Madde 11: Düşüncelerin ve inançların serbestçe
dışavurumu (açıklanması) en değerli insan haklarından bir tanesidir.
Karl Marx, Fransız devrimi konusunda yaptığı değerlendirmede şöyle der:
“Burjuvazi bu devrimlerde galip geldi; ama burjuvazinin bu zaferi, o sıralar, yeni toplum düzeninin zaferi, burjuva mülkiyetinin feodal mülkiyet karşısındaki,
Laikliğin içi nasıl doldurulmalı?
Hümanizm, Rönesans ve reform hareketlerinin
Fransız devrimindeki ortaya çıkardığı sonuçlarla gerçek anlamda laikliğin içi aşağıdaki noktalarla doldurulmalıdır:
Felsefi anlamda evrenin insan aklı ile açıklanabilir olduğu, yaratıcıya gerek olmadığı kabul gördüğü
oranda dinin evreni açıklamadaki mutlak tekeli yıkılmıştır.
Siyasi anlamda egemenlik tanrıda değil ulustadır,
devlet idaresi ulusun (siz burjuvanın okuyun) kontrolünde onun egemenliği altında olmalıdır.
Düşündüğünü açıklama (bu tanrının varlığını red
etse de) en değerli insan hakkıdır, isteyen yaratıcıya
da inanabilir.
Bilim dine bağlı değildir.
Hukukun kaynağının ilâhilikten çıkarılıp beşerî
(insani tabii) kılınması sağlanmıştır. İnsan iradesinin
ilahi iradeden bağımsızlığı kabul görülmüştür.
Artık hukuk, toplumsal düzene ilişkin din kurallarını, kamu düzeniyle (burjuva egemenlikle) çelişen
ibadet kurallarını yasaklayabilir durum oluşmuştur.
Laiklik, liberalizmin fikri kaynaklarından biri sayılıp ve siyasi kudretin dini kudretten ayrılmasını
ifade eder olmuştur.
Teokratik devletten burjuva demokrasisine geçişte
devlet üzerindeki din otoritesi sınırlandırılmıştır.
Laikliğin çağdaşlaşma ve buna uygun insan hakları
kavramları gündemde yer almaya başlamıştır.
Devlet, dini esaslara dayanan kanunlar yapmamalı,
bütün dinlere eşit mesafede durmalı ve hiçbir şekilde
dinlerin ibadet hüküm ve kurallarına müdahale etmemelidir. Bununla birlikte din adına burjuva devlet
düzenini bozacak davranışları önlemelidir.
Lâiklik devletin din sahası dışında kalması anlamını içerir.
Din işlerine karışmaması; ne anlama gelir; vergi
şeklinde topladığı paralarla -veya devlet bütçesine
her ne şekilde olursa olsun giren paralarla- dini mabetler inşasına kalkışmaması; mevcut din ve mezheplerden herhangi birine mali yardımlarda bulunmaması demektir.
Bir dini herhangi bir başka bir dine tercih edecek
veya kayıracak şekilde kanunlar çıkarmaması; hiç
kimseyi mevcut bir dinin icrasına, bir ibadete veya
ayine mecbur kılmaması.
Hiç kimseyi herhangi bir dine girmekten veya ibadet veya ayinden mahrum kılmaması.
Hiç kimseyi, bağlı bulunduğu dini inançları veya
dine aykırı fikirleri ve düşünceleri sebebiyle cezalandırmaması.
Din eğitimini mecburi kılmaması ve devlet okullarında din dersleri verilmemesi.
Laik “devletin dini” söz konusu olmaz. Kişilerin
din açısından eşitliği kuralı geçerlidir.
Laik bir siyasal sistemde, devletin yasal, toplumsal
ve siyasal yapının dinsel kurallara uygun olması zorunluluğu söz konusu değildir.
Laik devlet sistemlerinde “din” kamu hizmeti olarak kabul edilmez.
Rönesans ve reform hareketlerinin Osmanlı’daki
etkileri
Türk, Fars ve Arap kültürlerinin bileşiminden oluşan ahlaki ve sosyal değerlerinde islamı temel alan ganimete dayalı bir imparatorluk olan Osmanlı’da burjuva anlamda yenilenme hareketleri çok geç “batı”ya
göre geç başlamıştır. İlahi emirlere ve kurallara dayandırılmış Osmanlı’da, ne siyasal ne de sosyal hayatta bu kural ve emirlerin dışına çıkma, onlar üzerinde
değişiklik yapmaya imkân olmamıştır. İnsanın kul
olarak görüldüğü bir yapıda insan iradesinin (beşeri
iradenin) herhangi bir hükmü elbette olmaz. Çünkü
tanrının (Allah’ın) yeryüzündeki temsilcisi (halife)
Osmanlı padişahları ve etrafındaki ulema kesimi hep
en iyisini bilenlerdir. Bunun için kullara “Padişahım
sen çok yaşa!” demek, vergisini vermek düşer!
Tanzimat Fermanı (Gülhane Hatt-ı Hümayunu-3
Kasım 1839) Osmanlı’da rönesans ve reform hare-
güncel
milliyetin bölgecilik karşısındaki, rekabetin lonca karşısındaki, miras taksiminin büyük evlat hakkı karşısındaki, toprak sahibinin toprağın kendi sahibi üzerinde egemenlik kurması karşısındaki, aydınlığın hurafe
karşısındaki, ailenin aile adı üzerindeki, sanayiin kahramanca tembellik karşısındaki, medeni yasanın ortaçağ ayrıcalığı karşısındaki zaferiydi. 1648 Devrimi,
17. yüzyılın 16. yüzyıl karşısındaki zaferi, 1789 Devrimi ise, 18. yüzyılın 17. yüzyıl karşısındaki zaferiydi.
Bu devrimler, içinde yer aldıkları dünya kesiminin,
İngiltere‘nin ve Fransa‘nın gereksinmelerinden çok, o
günkü dünyanın gereksinmelerini ifade ediyorlardı.“
(“Burjuvazi ve Karşı-Devrim, Seçme Yapıtlar”, MarxEngels, cilt 1, s. 171, Sol Yayınları, Aralık 1976)
Konumuzu ilgilendiren yan “aydınlığın hurafe karşısındaki zaferi” ve “medeni yasanın ortaçağ ayrıcalığı karşısındaki zaferiydi” cümlesidir. Buna insanın
kul olmaktan çıkışının da ilanı da denilebilir.
19
güncel
20
ketlerinin ürünüdür.
Bu fermana göre Osmanlı’da ırk, din, dil ayrımı
yapılmaksızın bütün halkın ırz, namus, can ve mal
güvenliği devlet tarafından sağlanacak denilmesinin
yanı sıra;
Kanun önünde herkes eşittir.
Mahkemeler herkese açık olacak ve mahkeme edilmeden hiç kimse cezalandırılmayacak.
Rüşvet ve iltimas kaldırılacak.
Herkesten kazancı oranında vergi alınacak ve vergi
alma işleminde adaletsizlik yapılmayacak.
Askerlik, vatan hizmeti kabul edilecek, gayr-i müslimler de askerlik yapacaktır.
Askere alma işlemleri belli bir düzene göre yapılacak ve askerlik süresi kısalacak.
Bu fermandan sonra gelişmeler, I. Meşrutiyet
(Meclisle İdare Olan Hükümet) ve Kanun-i Esasi (23 Aralık 1876 -İlk Anayasa-) ilanına varmıştır.
Osmanlı devletinde rejim değişikliğine gidilmesinin
yanı sıra;
Osmanlı’da halk ilk kez yönetime katılmış; sadece erkekler için de olsa halk seçme, seçilme ve temsil
hakkını kullanmıştır.
Azınlıklar da meclise girmiş ve mecliste gayr-i müslim üye sayısı Müslüman üyelerin sayısını geçmiştir.
Kanun-i Esasi, Türk tarihindeki ilk Anayasa olarak
ilan edilmiştir.
Padişah iradesinin millet iradesinin üstünde olduğu kabul edilmiştir.
Kanun-i Esasi’nin bazı maddeleri:
Osmanlı devletinin yönetim şekli meşrutiyettir.
Padişahın yanında iki tane meclis vardır: Ayan
Meclisi/Mebusan (Avam) Meclisi.
Ayan Meclisi padişah tarafından atanır ve ömür
boyu mecliste kalır.
Bakanlar Kurulu padişaha karşı sorumludur.
Meclisi açmak ve kapamak padişaha aittir.
Kanun teklifini yalnız hükümet yapabilir.
Barış antlaşmalarını padişah onaylar.
Padişahın izni olmadan bir kanun mecliste görüşülemez.
Yasama yetkisi Ayan ve Mebusan Meclisi’ne aittir.
Yürütme yetkisi padişah ve Bakanlar Kurulu’na aittir.
Mebuslar Meclisi üyeleri dört yılda bir seçilir.
Padişah, uygun gördüğü durumlarda meclisi feshedebilir, milletvekillerini sürgüne gönderebilir.
1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’nın (93 Harbi) başlaması ve meclisten bir karar çıkarılamaması baha-
nesiyle Padişah II. Abdülhamid, meclisi kapatmış,
Kanun-i Esasi’yi yürürlükten kaldırmıştır. (1878)
Buna rağmen I. Meşrutiyetin ilanı, Genç Osmanlıların (Jön Türklerin) Avrupalılaşma yönünde bir zaferi
olarak görülebilir.
T.C. kurulana kadar tüm ”Islahat“ (Yenilik) hareketlerinde devletin dini islamdır, din devlet ilişkisi
devam etmektedir. Dine dokunan yoktur! Şeriat yasaları sosyal yaşamda hükmünü sürdürmesine rağmen 31 Mart 1909 ayaklanmasında temel şiar yine
”şeriat istiyoruz“ dur.
20 Ocak 1921’de kabul edilen Büyük Millet Meclisi
Anayasa’sı veya Teşkilât-ı Esasiye Kanunun konumuzu ilgilendiren en önemli maddeleri şöyledir:
1 — Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. Yönetim
şekli, halkın mukadderatını bizzat ve fiili olarak yönetmesi ilkesine dayanır.
7 — Şeriat hükümlerinin uygulanması, bütün kanunların yürürlüğe konması, değiştirilmesi, yürürlükten kaldırılması, antlaşma ve barış imzalanması ve
vatan savunmasıyla ilgili savaş ilâm gibi temel haklar
Büyük Millet Meclisi’ne aittir. Kanun ve tüzüklerin
düzenlenmesinde, halk için en yararlı ve zamanın ihtiyacına en elverişli fıkıh ve hukuk hükümleriyle, örf
ve âdetler ve teamüller esas “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.” Denmesine rağmen şeriat hükümleri
hâlâ geçerlidir. Bir taraftan egemen şeriat gereği “tanrı”, diğer taraftan “millet.” Bu durum Nisan 1924’te
kabul edilen yeni Anayasa’ya kadar böyle devam eder.
Mart 1924’te zaten artık pratikte hiçbir değer taşımayan “halifelik” resmen kaldırılırmıştır.
1924 yılında yapılan yeni Anayasa’daki ”şeriat hükümlerinin” uygulanması da kaldırılır, fakat 2. madde deki “Türkiye Devletinin dinî islâmdır: Resmi dili
Türkçedir; başkent Ankara şehridir.” 10 Nisan 1928
tarihinde yapılan değişikliğe kadar devam eder. Bu
tarihte yapılan bir değişiklikle “Türkiye devletinin
dini islâmdır” hükmü de çıkarılmıştır. Ayrıca milletvekillerinin yeminlerindeki vallahi kelimesi “namusum üzerine söz veririm” ifadesiyle yer değiştirir. 1937
yılında yapılan bir değişiklik ile Meclisin görevleri
arasında yer alan “ahkam-ı şer’iye’nin tenfizi” (dinsel
hükümlerin yerine getirilmesi) hükmü Anayasa’dan
çıkartılmış ve laiklik anayasaya girmiştir.
Devletin kontrolündeki Diyanet İşleri Başkanlığı
3 Mart 1924 tarihinde Şeriye ve Evkaf Vekaleti’nin
yerine kurulan, islam dininin inançları, ibadet ve
ahlâk esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konu-
Devletin kontrolünde ve mali desteğinde
olan Diyanet İşler Başkanlığı’nın
varlığındaki amaç din işlerindeki
kontrolün devlet tekelinde olmasıdır.
Yani 1937’den bu yana sözde laik
olduğunu ilan eden T.C. hiçbir dönem
gerçek anlamda laik olmamış, laikliği
devletin kontrolünde tuttuğu din olarak
kavramış ve uygulamıştır. “Laik TC”nin
dini vardır. Kendi kontrolündeki islamın
sünni mezhebi. Bu mezhebin dışındaki
inançlı insanlar açısından kurumun
hiçbir görevi ve yararı söz konusu
olmamıştır.
Dincilerin laiklik anlayışı
Bu konuda özellikle son 14 yıldır hükümet olan
AKP’nin yaklaşımlarını belirleyen RTE’dir. Bizde bu
konuda RTE’nin söylediklerini çıkış noktası almaktayız! Buna göre değişik zamanlarda RTE’nin söylemlerini aktarıyoruz:
“Türkiye’de Anayasa laikliği, devletin her dine eşit
mesafede olması olarak tanımlar. Laiklik kesinlikle ateizm değildir. Ben Recep Tayyip Erdoğan olarak
Müslümanım ama laik değilim. Fakat laik bir ülkenin başbakanıyım. Laik bir rejimde insanların dindar
olma ya da olmama özgürlüğü vardır. “ (14.09.2011
Vatan)
“Ben Mısır’ın da laik bir Anayasa’ya sahip olmasını
tavsiye ediyorum. Çünkü laiklik din düşmanlığı değildir. Laiklikten korkmayın. Umarım ki Mısır’da yeni
rejim laik olacaktır. Umuyorum ki benim bu açıklamalarımdan sonra Mısır halkının laikliğe bakışı değişecektir. “ (Mısır ziyaretinde 14.09.2011 Vatan)
“Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın “Türkiye’de
Anayasa laikliği, devletin her dine eşit mesafede olması olarak tanımlar. Laiklik kesinlikle ateizm değildir.
Mısır’ın da laik bir Anayasa’ya sahip olmasını tavsiye
ediyorum” (15.09.2011, NTV)
“Türkiye, kendisine din olarak Kemalizmi almış,
başka hiçbir dine hayat hakkı tanımayarak kitlelere
zorla dikte ettirmiştir. Oysa en üst belirleyici islamın
güncel
sunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmekle görevli yeni kurumun ismi Diyanet İşleri Başkanlığı’dır. Bu kurum Türkiye Cumhuriyeti
Başbakanlığı’na bağlı bir teşkilat olarak kurulmuştur.
Osmanlı’daki Şeyhül İslam’ın Cumhuriyet Türkiye’sindeki karşılığı Diyanet İşleri Başkanlığıdır.
Diyanet İşleri Başkanlığı, kurulduğundan beri
doğrudan devletten beslenen ve yıllık bütçesi bir dizi
bakanlığın ve devlet kurumunun bütçelerinden fazla
olan bir kurumdur.
Devletin kontrolünde ve mali desteğinde olan Diyanet İşler Başkanlığı’nın varlığındaki amaç din işlerindeki kontrolün devlet tekelinde olmasıdır. Yani
1937’den bu yana sözde laik olduğunu ilan eden T.C.
hiçbir dönem gerçek anlamda laik olmamış, laikliği
devletin kontrolünde tuttuğu din olarak kavramış
ve uygulamıştır. “Laik TC”nin dini vardır. Kendi
kontrolündeki islamın sünni mezhebi. Bu mezhebin
dışındaki inançlı insanlar açısından kurumun hiçbir
görevi ve yararı söz konusu olmamıştır.
Diyanet İşleri Başkanlığı’na 2015 yılında ayrılan
5,743 milyar TL’lik ödenek yetmemiştir.
DİB 2015 yılı bütçesi ödeneklerinin % 95’i personel
harcamalarından oluşuyor. 2013 Haziran sonu itibariyle DİB’in 128.751 bini kadrolu (tamamı memur)
olmak üzere toplam 141.911 çalışanı mevcuttur. 2015
yılında ise 8861 yeni kadro alınacağı kurumun bütçe
tasarısında belirlenmiştir.
Bir karşılaştırma yapılırsa; 2013 yılında, Kültür
ve Turizm Bakanlığı’nın 17.683; Çevre Bakanlığı’nın
27.307; Bilim Sanat Teknoloji Bakanlığı’nın 5139; Ekonomi Bakanlığı’nın 4690 ve Kalkınma Bakanlığı’nın
sadece 2019 çalışanının olması, hükümetin yıllardır
nasıl bir kalkınma ve gelişme içinde olduğunu da
görmek isteyene göstermektedir. Fakat DİB’in, T.C.
devletinin en büyük istihdama sahip kurumlarından biri olması olgusu yeni değildir. Bu T.C. kurulduğundan bu yana böyle gelmiştir.
Eğer gerçek anlamda laiklik “din işlerinin devlet işlerinden ayrılması ve devletin tüm dinlere aynı uzaklıkta olması” demekse, T.C. devletini laik görenler büyük bir yanılgı içindedir.
Bir taraftan bireyin “özgür iradesinden” bahsedeceksin, diğer taraftan ondan aldığın vergi ile ona sormadan bir dinin bir mezhebin yayılması ve güçlenmesi için onu besleyeceksin.
Bir taraftan “inanç özgürlüğünden” bahsedeceksin,
diğer taraftan Müslüman sünni mezhebinin egemenliği için elinden geleni yapacaksın.
21
güncel
22
ilkeleridir. Herşey ona göre belirlenir.” (Cumhuriyet
Tartışmaları -Yeni Arayışlar, Yeni Yönelimler-; Metin
Sever ve Cem Dizdar; Ankara, Başak Yayınları, 1993)
„Elhamdülillah Müslümanım diyenlerin, şeriatçıyım demesi de gerekir Elhamdülillah şeriatçıyım”
(RTE 21.11.1994, Milliyet)
„Ben, dindar bir nesil yetiştirmek hedefimiz” dedim.
Bu sözlerimin arkasındayım.“ (RTE 2012)
„Bizim tek derdimiz var: İslam, İslam, İslam.“ ( 2015
/Endenozya’daki konuşmasından)
Aktarmaları uzatmanın gereği yoktur. Farklı zamanlarda ortama uygun laflar edilmiştir. Ama temel
anlayış asla değişmemiştir. Müslüman Sünni kesime
devletin sunduğu din hizmeti. Bu hizmetin masrafları T.C. devleti tarafından tüm vatandaşlardan toplanan vergilerden ödenmektedir.
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın, din hizmetleri konusundaki 2012’de yaptığı program açıklamasını da
önemli gördüğümüzden belirli bölümünü aktarmayı
gerekli gördük.
Diyanet İşleri Başkanlığı açıklamasının özeti:
“…Çocuklar, gençler, kadınlar için cami dışı din
hizmetleri artırılacak. Kurumun 2012-2016 Stratejik
Planı’nda yer alan bilgilere göre, gençlerin ahlakını
korumak amacıyla dini içerikli romanlar yazılacak,
yaygın eğitimde kullanılmak üzere ücretsiz yayınlar
hazırlanacak. Kurumun 4 yıllık Strateji Planı’nda yer
alan bazı projeler şöyle:
- Başkanlık merkezinde ‘irşat ekipleri’ oluşturulacak.
Aile irşat ve rehberlik bürolarının hizmet etkinliği arttırılacak.
- Cami dışı din hizmetleri için özel kadrolar oluşturulacak.
- Din görevlileri cami dışı din hizmetlerine teşvik
edilecek. Cami derslerine etkinlik kazandırılacak.
- Aile konusunda çalışma yürüten diğer kurum ve
kuruluşlarla işbirliği yapılacak.
- Gençlere ve yetişkinlere yönelik dini bilgiler içeren
eden eserler hazırlanacak.
- Öğrencilere yönelik umre hizmetleri geliştirilecek.
- Medyada yer alan dini programlara Diyanet temsilcilerinin katılımı sağlanacak.
- Sürekli bakıma muhtaç olan engelli, yaşlı ve hastalara yönelik din hizmeti sunulacak.
- İllerde ve nüfusu 50 binin üzerinde olan ilçelerde
işitme engellilere dini hizmet verilecek.
- Merkezi camilerde ‘dini danışmanlık’ büroları açılacak.
- Şehirlerin uygun yerlerindeki camilerde ve başkan-
lık hizmet binalarında Diyanet Okuma Salonu adı altında salonlar açılacak.
- Mültecilere yönelik dini hizmet alanları üretilecek.
- Engellilere yönelik olarak umre hizmetleri geliştirilecek.
- Kadınların dini sorunlarını konu alan eser hazırlanacak.
- ‘Kura’n-ı Kerim Müzesi’ kurulacak.
- Yaygın eğitimde kullanılmak üzere ücretsiz dini yayın dağıtılacak…” (02.02.2012, Akşam Gazetesi)
Söylemlerde görüldüğü gibi devletin imkânları ile
kitlelerin dini duyguları hep sömürülmüştür. Din afyonunun etki alanı daha fazla genişlemiştir!
Yani T.C. Anayasa’sının;
“Madde 2- Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru,
milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta
belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve
sosyal bir hukuk devletidir.”
T.C. devleti Anayasa’sında bu madde de söylenenlerin hepsi yalandır. Türkiye’nin gerçeği ile alakası
yoktur.
Sonuç olarak
T.C. gerçekten laik bir devlet değildir! Devlet doğrudan din sahasının içindedir!
T.C. devleti Müslüman/Sünni dinin yaygınlaşması
için özel çabalar sarf etmekte, bu çabaları finanse etmektedir.
En değerli insan hakkı olan düşündüğünü açıklama
sürekli ve sistemli olarak devlet eliyle köreltilmiştir,
dönem dönem getirilen yasaklarla bu hakkın kullanımı engellenmiştir. Din eleştirisi dönem dönem ”dine
küfür“ olarak algılanmış, yapanlar kovuşturmaya ve
idari cezalara çarptırılmıştır.
Her doğal felakette ”takdiri İlahi”nin işi olarak gündemde tutulmuş, tutulmaktadır.
Bir din, onun da bir mezhebi diğer dinlere göre üstün kılınmış ve kılınmaktadır.
Kamu hizmetlerinde Müslüman/Sünni kesimin
(oran olarak %99 gösterilir -çarpıtmadır-) avantajlı
durumdadır. Dini bayramlar yalnız Müslüman/Sünnilere göre resmi tatil olarak kabul edilmiştir.
Din eğitimi ve müfredatı ilk ve orta eğitimde Müslüman/Sünni anlayışı temelinde zorunlu kılınmıştır.
Son söz, laiksen her dine eşit uzaklıkta ol! Ama
unutma din sömürücü sınıfların elinde kitlelerinin
beynini ablukaya alma ve uyuşturma aracıdır!
07.04.2016
E
rmenilere yönelik soykırımın 101. Yılında Nor
Zartonk ve Güney dergisi tarafından ortak düzenlenen “Soykırım ve Yüzleşme” panelleri 10 Nisan Pazar günü İstanbul Esenyurt Güney Kültür
Merkezi’nde, 17 Nisan Pazar günü Galatasaray Cezayir Toplantı Salonu’nda yapıldı.
10 NİSAN ESENYURT
“Soykırımın 101. yılında soykırım ve yüzleşme paneline hoş geldiniz!” ozaliti Türkçe ve Ermenice duvara asıldı.
Güney dergisi ve Nor Zartonk adına panelde konuşma yapıldı.
Güney dergisi adına yapılan konuşmada; Ermenilere yönelik soykırım süreci anlatıldı. Ermeni sorununun ulusal sorun olduğu ve bu sorunun çözüme
ulaşmayan ulusal sorun olduğu belirtildi. Ermeni
sorunun nasıl uluslararası sorun haline geldiği an-
latıldı. Soykırımda Almanya’nın rolü anlatıldıktan
sonra; yüzleşme için şu taleplerin savunulması gerektiği belirtildi.
“Soykırım derhal ve kayıtsız koşulsuz ve tüm sonuçlarıyla tanınmalıdır!
Kuzey Kürdistan-Türkiye’deki Ermeni toplumu
için tam hak eşitliği; Ermeni toplumunun tanınması
ve desteklenmesi.
Anti-Ermeni ırkçılık ve şovenizmin her biçimine
karşı mücadele ve bunların yasaklanması.
Ermeni soykırımı sırasında sürülen, öldürülen,
ülkelerini terk etmek zorunda bırakılan tüm Ermenilerin bugünkü haleflerinin ülkelerine geri dönme
hakkı!
Haydutça el konulmuş Ermeni mülklerinin geri verilmesi veya tazmin edilmesi.
Devletin mülküne geçirilmiş tüm Ermeni mülkünün tazmin edilmesi.
Ermenilerin Batı Ermenistan’a dönme, yerleşme,
güncel
SOYKIRIMIN 101. YILINDA
SOYKIRIM VE YÜZLEŞME
PANELLERİ YAPILDI
23
güncel
24
ayrılma hakkı.
Türk devlet okullarında Türk egemenlerinin soykırımcı politikası hakkında doğru bilgilerin öğretilmesi.
Doğrudan mirasçısı olmayan Ermeni mülklerinin
tazminatının Ermenistan Cumhuriyetine ödenmesi.
Ermenistan/Türkiye sınırının bekletilmeksizin
açılması; Ermenistan Cumhuriyeti ile dostça komşuluk ilişkilerinin geliştirilmesi!”
Nor Zartonk adına yapılan konuşmada; Soykırım
kavramının ne anlama geldiği, Lemkin’in Ermenilere
yönelik soykırımdan yola çıkarak bu kavramı Yahudi
soykırımı ile birlikte nasıl geliştirdiği ve BM’ler sözleşmesinin ne anlama geldiği anlatıldı.
Kültürel soykırımın da yapıldığı, Ermeni kültürünün de yok edildiği belirtilerek, Ermeni hareketinin
Pazar mücadelesi veren bir burjuvazi olmadığı için
burjuva hareket olmadığı, sınıfsal karakter taşıdığı
vurgulandı. Sorunun sadece Ermenilerin meselesi olmadığı, Ermeniler dışındaki halkların nasıl bir ülke
istedikleri ile alakalı bir sorun olduğu belirtilerek,
yapılana soykırım demek gerektiği anlatıldı. Soykırım failinin hala fail olduğu, soykırımın tanınması,
tazmin edilmesi gerektiği vurgulandı. Soykırım mağdurlarının torunlarının hala mağdur olduğu, yüzleşme için çaba sarf etmek gerektiği anlatıldı.
İlk konuşmalardan sonra dinleyiciler soru sordular,
konu hakkında düşüncelerini dile getirdiler.
Tartışma bölümünde sorulan sorulara, dile getirilen görüşlere; konuşmacılar tavır takındılar.
Nor Zartonk adına yapılan konuşmada; soykırımda
halkların sorumluluğunun bulunduğu, mülk kaygı-
sının yüzleşmenin önündeki en büyük engel olduğu
belirtildi.
Güney dergisi adına yapılan konuşmada; soykırımda Müslüman halkların soykırıma dahli, sorumluluğu, suç ortaklığı olduğu, devletin soykırımı kabul
etmesi için halkların soykırımla yüzleşmesi, ortaklıklarını kabul etmesi, mücadele etmeleri, devleti zorlamaları ile mümkün olacağı belirtildi.
17 NİSAN GALATASARAY
Türkçe ve Ermenice “Soykırımın 101. yılında soykırım ve yüzleşme paneline hoş geldiniz!” ozaliti duvara asıldı.
Panelin konuşmacıları konuşmalarında şu noktalara değindiler.
Güney dergisi adına Yusuf Demir konuşmasında
soykırımda sorumluluk ve yüzleşme konusunda tavır
takındı.
1639 Kasr-ı Şirin antlaşmasıyla Kürdistan ikiye
bölündü. Sadece Kürdistan değil Ermenistan’da bölüşüldü. 1828’den itibaren Doğu Ermenistan Safevi
(Pers) İmparatorluğu egemenliğinden Çarlık Rusya’sının egemenliği altına geçti. Batı Ermenistan ise
1639’dan beri Osmanlı egemenliği altına geçti.
Ermeni sorunu ulusal zulme karşı mücadele sorunu, ulusal sorundur ve bu sorun günümüze kadar çözülmemiştir.
Her ne kadar 1915 öncesi Ermeniler çeşitli yerlerde
katliamlara uğramış olsa da, bilinçli, planlı, sistemli
soykırım 24 Nisan 1915’te başlamıştır. Ermeni ulusu
soykırımdan geçirilerek imha edilmiş geriye küçük
bir ulusal azınlık kalmıştır.
üyesi Murad Mıhçı yaptı.
Mıhçı konuşmasında soykırımın ekonomik boyutu
ve Lemkin’in soykırım tanımı üzerinde durdu.
Burjuvazinin zenginleşmesinin temelinde el konulan Ermeni malları var.
Lemkin’in soykırım tanımı beş maddeden oluşuyor. Bu beş maddeden birinin gerçekleşmesi durumunda da yapılan soykırımdır.
Yüz yıl geçti. Ne oldu? Sol, sosyalist hareket soykırımla ne kadar yüzleşti? Yüzleşmeye ne kadar açığız?
Soykırımla yüzleşme yapılmış olunsaydı sonraki
kırımlar gerçekleşmezdi. Kırıma uğrayanlar yüzleşebilseydi, kırımlar gerçekleşmezdi.
Yüzleşmek kolay değil. Yüzleşmesi gerekenler Ermeniler, Süryaniler değil, diğer halklar.
Ne kadar kaldığımızı bilmiyoruz. Tahmin ediyoruz. 60 bin kaldığımızı tahmin ediyoruz. 60 binin yarısı Ermeni olduğunu kabul etmiyor, saklıyor.
Kamp Armen’de önemli bir mücadele verdik. Kazandık. Soykırım anıtını geri almayı başardık. Kamp
Armen’de astığımız “Soykırım sürüyor!” pankartını
indirmemizi istediler. İndirseydik çok daha önceden
kampı alabilirdik. O pankart inmedi. Çünkü soykırım sürüyor. Sevag Balıkçı’nın, Hrant ahparig’in öldürülmesi ile sürüyor.
Ermeniler ne istiyor? Soykırımın kabul edilmesini,
mezar yerlerinin geri verilmesini, diaspora’da yaşayan Ermenilere yurttaşlık hakkının verilmesini, Ermenistan sınırının açılmasını, soykırım faillerinin
ifşa edilmesini, el konulan mülklerin geri verilmesini,
okul, hastane, Kiliselerin restore edilerek geri verilmelerini tazmin edilmelerini, soykırımı inkar eden
kurumların lağvedilmelerini istiyorlar.
Tartışma bölümünde dinleyiciler soru sordu, konu
hakkında düşüncelerini dile getirdiler.
Bu bölümde soykırımda halkların sorumluluğu
üzerine, sol, devrimci hareketin soykırıma karşı takındığı tavrın değerlendirilmesi, yüzleşmenin nasıl
olması gerektiği, yüzleşme için neler yapılması gerektiği, İbrahim Kaypakkaya yoldaşın konu hakkında
takındığı tavrın yeterli olup olmadığı vb. konularında tartışma yürütüldü.
Bir bütün olarak değerlendirildiğinde canlı verimli
bir panel yapıldı.
Nor Zartonk ile Güney dergisinin soykırımla ilgili
ortak panel düzenlemeleri çok önemli örnek bir çalışmadır. Bu işbirliği, ortak çalışma geliştirilmeli, sürdürülmelidir.
18.04.2016
güncel
Soykırımın esas sorumluları Osmanlı Türk devleti, İttihat ve Terakki yönetimidir. Osmanlı devletinin
müttefiki olan Alman emperyalizmi de soykırımdan
birinci derecede sorumludur. Alman emperyalizmi
olmadan Osmanlı devleti soykırımı yapıldığı biçimiyle gerçekleştirebilecek durumda değildi.
Müslüman halklar da soykırıma kitlesel biçimde
katıldılar. Türkler, Kürtler ve diğer Müslüman halklar soykırıma kitlesel bir şekilde katılmasaydı soykırım gerçekleştiği biçimde gerçekleşemezdi.
Müslüman halkların soykırıma katılmasında Ermenilerin malına, mülküne el koyma ve din olgusu
çok önemli rol oynamıştır.
Türk devletinin soykırımla yüzleşmesi, soykırımı
kabul etmesi için halkların soykırımla yüzleşmesi,
sorumluluklarını kabul etmesi, devleti zorlaması,
mücadele etmesi gerekiyor.
Yüzleşme için savunulması gereken talepler şunlardır:
“Soykırım derhal ve kayıtsız koşulsuz ve tüm sonuçlarıyla tanınmalıdır!
Kuzey Kürdistan-Türkiye’deki Ermeni toplumu
için tam hak eşitliği; Ermeni toplumunun tanınması
ve desteklenmesi.
Anti-Ermeni ırkçılık ve şovenizmin her biçimine
karşı mücadele ve bunların yasaklanması.
Ermeni soykırımı sırasında sürülen, öldürülen,
ülkelerini terk etmek zorunda bırakılan tüm Ermenilerin bugünkü haleflerinin ülkelerine geri dönme
hakkı!
Haydutça el konulmuş Ermeni mülklerinin geri verilmesi veya tazmin edilmesi.
Devletin mülküne geçirilmiş tüm Ermeni mülkünün tazmin edilmesi.
Ermenilerin Batı Ermenistan’a dönme, yerleşme,
ayrılma hakkı.
Türk devlet okullarında Türk egemenlerinin soykırımcı politikası hakkında doğru bilgilerin öğretilmesi.
Doğrudan mirasçısı olmayan Ermeni mülklerinin
tazminatının Ermenistan Cumhuriyetine ödenmesi.
Ermenistan/Türkiye sınırının bekletilmeksizin
açılması; Ermenistan Cumhuriyeti ile dostça komşuluk ilişkilerinin geliştirilmesi!”
Bu talepler daha da geliştirilebilir.
Soykırım sorumlularının isimlerinin caddelerden,
okullardan kaldırılması, yerlerine soykırım mağdurlarının isimlerinin verilmesi için mücadele etmeliyiz.
İkinci konuşmayı Nor Zartonk adına HDP MYK
25
✒
SOYKIRIM HAKKINDA
TKP’NİN TAVRI...
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
Y
26
anlış anlaşılmaları engellemek için yazımızın
hemen girişinde belirtmek gerekir ki, sözkonusu
ettiğimiz TKP, Mustafa Suphi’lerin TKP’sidir. Kuzey
Kürdistan – Türkiye’nin devrimci ve komünist hareketi, Ermenilere yönelik soykırım hakkında 1980’li
yılların başlarına kadar esasta “sessiz” kaldı. “Ermeni
sorunu” denen bir sorunun varlığı da –kimi istisnaları saymazsak- yok sayıldı, inkar edildi. Bu siyasetin
Kuzey Kürdistan–Türkiye devrimci ve komünist hareketinde egemen olmasını sağlayan önemli etmenlerden biri de TKP’nin soykırım ve “Ermeni sorunu”
hakkındaki tavrıdır.
TKP’nin Kemalizm kuyrukçusu bir siyaset geliştirmesi, devrimci ve komünist hareketin uzun yıllar
Kemalizm’den etkilenmesine ve kuyruğunda hareket etmesine yol açmıştır. TKP’nin bu Kemalizm
kuyrukçusu siyaseti ulusal sorunda da –Kürt ulusal
sorunu ve isyanlarına karşı tavırda da- kendisini gös-
termiştir. Kemalizm’e kuyrukçuluk siyasetini yıkan,
İbrahim Kaypakkaya yoldaş olmuştur.
Buna rağmen Ermenilere yönelik soykırım hakkında günümüzde de devrimci ve kendisine komünist diyen örgüt ve kesimler içinde egemen olan
yaklaşım, geçmişin yanlışlarından kopmayan, yanlış
yaklaşımdır. Sözkonusu yaklaşımların bir bölümü
soykırımın varlığını reddeden; bir bölümü de soykırımın varlığını kabul eden, ama soykırım sonucu
ortaya çıkan sorun ve talepler karşısında geçmişteki
yanlış tavrıları sürdüren yaklaşımlardır. Bu konuda
doğru tavır takınanlar ne yazık ki hàlà küçük bir
azınlığı oluşturmaktadır. Bu küçük azınlığı büyük
çoğunluğa dönüştürebilme mücadelesinin bir parçası
da, TKP’nin soykırım hakkındaki yaklaşımını kaba
hatlarıyla da olsa ele almak ve yanlışlarını ortaya koymaktır. Makalemiz bu konudaki tartışmalara hizmet
ederse görevini yerine getirmiş olacaktır.
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
Birinci Dünya Savaşı öncesinde, Osmanlı
İmparatorluğu’nda devrimci, sosyaldemokrat (komünist) harekete damgasını vuranlar esas olarak
Ermeni, Rum, Bulgar ve Yahudi kökenli devrimciler,
sosyaldemokratlar olmuştur. Türk milletinden ve diğer müslüman dininden millet ve milli azınlıklardan
aydın kesimlerin Avrupa’nın ilerici hareketinden etkilenmesi kısıtlıydı. Kendisine sosyalist diyen az sayıda Türk kökenli aydının işçi sınıfı üzerindeki etkisi
hemen hemen yoktu. Eylül 1910’da kurulan “Osmanlı Sosyalist Partisi” de bunlardan biriydi. Avrupa’dan
etkilenen Türk kökenli aydınlar esas olarak Jön Türk
(Genç Türk) hareketinin parçasıydı ve bunlar da
Türkçü- milliyetçi yaklaşımın etkisindeydi. 1913 yılında İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin iktidarı tümüyle
ele geçirmesiyle birlikte bu “Türk solu” muhalefeti de
devredışı bırakıldı.
Bu dönemde Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermeni
örgütlerden Devrimci Hınçak Partisi (Hınçak), Ermeni Devrimci Federasyonu (Taşnakzutyun) ve diğerleri
savaş ve soykırım sürecinde yok edildi. İmha olmaktan kurtulanlar, sadece Osmanlı İmparatorluğu’na
karşı mücadele edenler ve soykırımdan kaçarak kurtulanlar oldu.
Sonuçta, savaş öncesi ve sırası dönemde soykırıma
karşı çıkacak, çıkabilecek bir Türk kökenli devrimci
ve komünist hareket yoktu. Soykırıma karşı mücadele
eden devrimci ve sosyaldemokrat örgütler Hınçak ve
Taşnakzutyun ve diğer Ermeni örgütlerdi.
Savaş döneminde Rusya’da savaş esiri olarak yaşayan aydınlar Bolşevik’lerden etkilenmiş ve Rusya’da
Bolşeviklerle birlikte devrim için mücadele ediyorlardı. 1917 Ekim Devrimi Türk “sol hareketi” üzerindeki etkiyi güçlendirdi. Almanya’da Karl Liebknecht
ve Rosa Luxemburg önderliğindeki Spartakistler ise
Almanya’daki Türk kökenli öğrencileri ve işçileri
etkiledi. 1918’de savaşın sona ermesine bağlı olarak
ve esasta da 1919 yılından itibaren kendisine sosyalist diyen bir “sol hareket” gelişmeye başladı. Değişik grup ve eğilimler sözkonusuydu. TKP, öncelikle
Bolşevikler ve Spartakistlerden etkilenen gruplardan
meydana geldi. 10-16 Eylül 1920 tarihlerinde Baku’da
yapılan kongre ile TKP kuruldu.
TKP’nin kurulduğu dönemde Türkiye’nin durumu özetle şöyleydi: Osmanlı İmparatorluğu yıkılmış,
Türkiye 10-12 milyon nüfuslu küçük bir alana sıkıştırılmıştı ve emperyalist işgal altındaydı. Bu işgale
ve Türkiye’nin tümüyle sömürgeleştirilmesine karşı
Kemalist Hareket önderliğinde güdük antiemperyalist bir savaş başlamıştı. Pratikte ise savaş esas olarak
emperyalist güçlerin işbirlikçisi Yunan ordusunun
işgal girişimine, Yunanistan’a ve bu dönemde Antant
güçleriyle, özellikle de İngiliz emperyalizmiyle işbirliği yapan Taşnakların yönetimindeki Ermenistan
Cumhuriyeti (1918-1920) somutunda Ermenilere
karşı mücadele ediliyordu. Taşnak Hükümeti ise
Sevr Anlaşması’nda öngörülen Batı Ermenistan’ın
bağımsızlığı için Kemalist Hareket ile çatışmaktaydı.
Kemalist Hareket ise Batı Ermenistan’ı -ilhakı
sürdürmek için de-, Türkiye’nin kopmaz bir parçası
olarak gösterip, Taşnak Ermenistanı’yla savaşı “ulusal
kurtuluş mücadelesi” olarak lanse etmiş ve kitlelerin
bilincini karartmada başarılı da olmuştur.
“Ulusal kurtuluş” savaşı döneminde Türkiye’de işçi
sınıfının ne nicel gücü ve ne de onun bilinç ve örgütlenmesi, kemalistlerin savaştaki önderliğini ve sonraki olası bir iktidarını tehdit edecek, engelleyebilecek
düzeyde değildi. İşçi sınıfı, yoksul köylülük, ulusal
mücadelede çıkarı olan diğer sınıf ve katmanlar da
kemalistlerin önderliğindeki savaşa katıldılar.
Bu savaş döneminde Ermenilerin maruz bırakıldığı
soykırım, Osmanlı Ordusu ile Ermeni “çeteleri” arasında yürüyen bir çatışma ve Dünya Savaşı’nın bitmesiyle hallolan ve toplumsal hayattta artık önemli
bir rol oynamayan bir sorun olarak gösterilmiştir. Bu
yapılırken de özellikle Rumlar soykırıma maruz bırakılmıştır. Emperyalist işgale karşı haklı mücadele,
soykırım siyasetinin sürdürülmesinin üzerini örtmek için kullanılmıştır. Kemalistler bu siyasetlerinde
başarılı olmuştur. “Ulusal kurtuluş” savaşının sürdürüldüğü bu ortamda TKP kurulmuştur.
✒
KISACA TKP’NİN KURULUŞUNDAN ÖNCEKİ
DURUM
TKP’NİN “ERMENİ SORUNU” HAKKINDAKİ
TAVRI
Eylül 1920’deki Kuruluş Kongresi’nde TKP sömürgecilik ve milliyetler sorununu da kongrenin gündemine almış ve milliyetler sorunu çerçevesinde “Ermeni sorunu”nu da tartışmıştır. Milliyetler sorununda
rapor sunan Azmi Yoldaş’tır. Sözkonusu rapor kongrenin tutanağında şöyle aktarılmaktadır:
“Şarkta uzun bir zamandan beri fukara halkın kanını akıtmağa sebep olan milliyet meseleleri hep cihangir ve kapitalist devletlerin müstemlekàt politikasına
raptedilmek iktiza eder. Ermeni Meselesi birinci defa
olarak Berlin Muahedesine konulan bir madde ile
27
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
28
meydana çıkmıştır. İngiltere Rusya Çarizmine karşı
Hindistan yolu üzerinde kuvvetli bir Ermenistan teşekkülünü istiyor. Taşnak Fırkası Londra’da kuruluyor.
Çar hükümeti ise, bütün kuvvetiyle Ermenistan
hükùmetinin teşekkülüne màni oluyordu. Ermeni patrikhanesi bir ihtilàl ocağı halini almıştı. Dökülen kanlara, İngiltere sermayedarlarının istifadesini teminden
başka maksat gözetmeyen İngiliz siyaseti sebeptir.
Türklere gelince: Türk hükümetini idare eden ekàbir
ve mütegallibe ile Türk fakir ve rençber halkını birbirine karıştırmamalıdır. Ekàbir şüphesiz, İslamiyet ve
milliyet perdesi altında menafi-i şahsiyelerini müdafaa
için meş’um roller oynadılar. Türk ve Ermeni halkı arasına husumet sokmaktan ihtiraz etmediler. Cereyan-ı
tarihìnin beraber yaşattığı bu iki milleti birbirine düşman ettiler. Her yerde ve her zaman ölen, ezilen, hak-ı
hayattan mahrum, biçare, fakir halktı! Avrupa emperyalizminin bir neticesi olan Harb-i Umumì esnasında
zavallı fakir Ermeni köylüsü yine İngiliz tesvilàtına,
Taşnakların, papazların teşvikatına àlet oldu. Van
ve Bitlis taraflarında Müslüman fakir halkı kesmeye,
evlerini yakmaya, mallarını yağmaya başladı... Buna
karşı İttihat ve Terakki hükümeti bìaman davrandı.
Ermeniler tehcir edildiler; malları alındı ve gizli emirlerle büyük bir kısmı öldürüldü.
Taşnaklar ve Ermeni papazları milliyet ve mezhep
davasıyla İngiliz siyasetine, İttihat ve Terakki ile Türk
devletçileri de yine milliyet ve mezhep bayrağı altında
Alman siyasetine hizmet etmişlerdir. Neticede milyonlarla Türk ve Ermeni fukarası imha edildi.” (Bakù /
10-16 Eylül 1920, Türkiye İştirakiyun Teşkilàtlarının
Birinci Kongresi (TKP Kuruluş Kongresi), Tutanaklar – Belgeler, Derleyen: Emel Seyhan Atasoy – Meral
Bayülgen, Sosyal Tarih Yayınları, Kasım 2008, s. 102)
Bu rapor üzerine tartışılır ve rapora temel bir eleştiri yoktur. Sorunun çözümü için Türk, Ermeni, Rum
ve Kürt milletlerinin birliği öne çıkarılır, vurgulanır.
Buradaki yaklaşıma değinmeden önce soruna yaklaşım açısında Cevat Yoldaş’ın takındığı şu tavrı da
aktaralım:
“... Şark’ta Ermeni meselesinin sebebi Daşnaklar ve
patriklerdir. İki milletin mahvına sebep olmuşlardır.
Şark meselesi de, Yekaterina’nın siyasetidir. Şark’ta
Rusya Çarı’na mukabil kuvvetin olmaması için
Türkiye’nin parçalanması isteniliyordu. Müttefikler
de Ermenilerin çöreğini Rusya’nın yemesini istemiyorlardı. Onun için de Ermenileri Rusya Çarlığına ve
Türkiye’ye karşı çarpıştırdılar. Üçüncü mesele Kürtlerdir. Şarkì Anadolu’da üçüncü bir millet Türkler de
vardır. Türkler Kürtlerle birbirine karışmışlar, karàbet
ve sıhriyyet dolayısıyla münasebatta bulunmuşlardır.
Kürtler de din ve ağalarının teşvikiyle Ermenilerle çarpışmışlardır. Ermenilerin sebeb-i felaketi Daşnaklar ve
patrikler olduğu gibi Türklerin de devletlileridir. Ben
Ermeni tehcirini gözümle gördüm ve bulundum. Ahali
komşu Ermenileri şehirden teşyi ederken Müslümanlardan hatta ağlayanlar da vardı. Demek ki burada
fukaranın kabahati yoktur. Sırf hayal peşinde koşan
ağaların ve Ermeni Daşnaklarının kabahatidir. (Alkışlar).” (age., s. 105-106)
Kongreye sunulan raporda ve tartışmalarda Türk
egemenlerinin lanetlenmesine, burjuvaziye karşı
devrim mücadelesinin ve halkların kardeşliğinin ilan
edilmesine rağmen, TKP, Kuruluş Kongresi’nde “Ermeni sorunu”nu kökten yanlış değerlendirmektedir.
“Ermeni sorunu”nun kongre gündeminde ele alınması, sürgünlerin, katliamların ve Ermenilerin mallarına-mülklerine elkonulmasının, gasp edilmesinin
dile getirilmesi kuşkusuz ki olumludur. Fakat bu,
bu sorunda komünistçe bir tavır takınması gereken
bir Komünist Parti için yetmez. Bilakis, genel olarak
yanlış bir analiz yapılmakta ve buna göre de doğru
görevler ve talepler tespit edilmemektedir. Cevat’ın
tavrına baktığımızda Ermenilerin maruz bırakıldığı
soykırımdan Daşnaklar ve patrikler, sonuçta esas olarak Ermenilerin kendileri sorumlu ilan edilmektedir.
“Ermenilerin sebeb-i felaketi Daşnaklar ve patrikler
olduğu gibi Türklerin de devletlileridir.” demesi de bu
temel yaklaşımı değiştirmemektedir. “Türk devletlileri” yani egemenleri de felaketin sebebi olarak gösterildiğinde de a) bunlar ikincil sırada ele alınmaktadır,
b) Türk, Kürt ve diğer halkların sorumluluğu ortaya
konmamaktadır.
Nazmi Yoldaş’ın raporuna gelince durum şöyledir. Herşeyden önce “Ermeni sorunu”nda yanlış
bilgi sözkonusudur. “Ermeni sorunu” ilk kez Berlin Anlaşması’na konan bir madde ile ortaya çıkmamıştır. “Ermeni sorunu”, ulusal bir sorundu,
sorundur ve bunun kaynağı ya da nedeni, Osmanlı
İmparatorluğu’nun Batı Ermenistan’da (tabii ki Ermenilerin yaşadığı Osmanlı İmparatorluğu’nun diğer bölgelerinde de) ve Rus İmparatorluğu’nun Doğu
Ermenistan’da Ermenilere uyguladıkları ulusal zulümdü. San Stefano (Yeşilköy) ve Berlin anlaşmalarıyla sorun uluslararasılaştırıldı. Dönemin büyük
güçleri, İngiltere de bu sorunu kendilerinin sömürgeci, emperyalist emelleri için kullanmaya çalıştı,
ama sorunu onlar yaratmadı. Ayrıca Taşnakzutyun
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
hangi bir tavır takınmamıştır.
TKP, savaşta milyonlarca Türk ve Ermeni fukarasının imha edildiğini tespit etmektedir. Bu arada temel
önemde olan bir farklılık gözardı edilmektedir. O da,
Türk fukaralarının savaşta imha edilmesinin nedeni
onların Türk olması değil, asker olmasıdır. Yani asker
olarak savaşta yaşamlarını yitirmişlerdir. Ermenilere gelince durum kökten farklıdır. Ermeniler, sadece
fukaraları değil, her sınıf ve tabakadan insanlar, Ermeni oldukları için katledilmişlerdir. Evet tüm sınıf
ve katmanlardan, kadın - erkek, .çocuk - yaşlı farkı
gözetilmeden... hem de sistemli, planlı bir cinayet mekanizmasıyla katledildiler. TKP bu imha siyasetinin
üzerini örtmekte ve soykırımı inkar eden kemalist
tarih yazımının bir parçası konumuna düşmektedir.
TKP, Ermenilerin, somut olarak da Taşnakların
ve patriklerin İngiliz siyasetine, İttihat ve Terakki
yönetiminin ise Alman siyasetine hizmet ettiklerini
tespit ettiğinde de yanlışa düşmektedir. Taşnaklar ve
patrikler bağlamında Batı Ermenistan ile Doğu Ermenistan aynı kefeye konmaktadır. Buna bağlı olarak gerçekte Taşnakların 1918-1920 yıllarında Doğu
Ermenistan’da yönetimdeyken İngiliz emperyalistleriyle işbirliği siyaseti ile, Ermenilerin, evet Taşnakların da Batı Ermenistan’da Osmanlı İmparatorluğu’na
karşı haklı mücadelesi bir ve aynı şeymiş gibi gösterilmektedir. Bu arada haklı ve meşru bir mücadelenin
varlığı reddedilmektedir.
İttihat ve Terakki yönetimi ise Alman
emperyalizminin kuklası olarak gösterilmektedir.
Oysa hem İttihat ve Terakki yönetiminin, hem de
emperyalist Almanya’nın kendi çıkarları, hedef ve
hesapları sözkonusuydu. İttihat ve Terakki yönetimi
“Adriyatikten Çin Seddi”ne kadar bir büyük Türk
dünyası kurmak, yani Turancı hedeflerine varmak
için; Almanya ise dünyanın yeniden paylaşımında
yeni nüfuz alanlarını ele geçirmek için savaşıyordu.
Ortak çıkarlar bunları savaşta aynı cephede buluşturmuştu. İttihat ve Terakki yönetiminin Alman siyasetine hizmet ettiği yönlü tespit, esasta bu Panturancı/
Pantürkist ırkçı, şoven ideolojinin üzerini örtmekten
başka bir anlama gelmez.
Sonuçta TKP’nin Kuruluş Kongresi’nde sömürgecilik ve milliyetler sorununda beş maddelik bir karar alınır. Kararda genel olarak sömürgeciliğe karşı
ve ezilen milletlerin desteklenmesi dile getirilir, ama
bu beş maddede “Ermeni sorunu”nda hiçbir görev ve
talep tespit edilmez, karara bağlanmaz.
Kongrede kararlaştırılan Program’da da ne somut
✒
Londra’da değil Tiflis’te kurulmuştur.
TKP’nin değerlendirmesinde, akıtılan kanın temel
sebebini İngiliz siyasetinde görmesi, ulusal soruna
yaklaşımda kırmızı bir çizgi gibidir. Buna bağlı olarak da ezilen ulusların ulusal baskıya karşı mücadelesini destekleme yerine, sözkonusu mücadeleleri
emperyalistlerin kışkırttığı, işbirlikçilerin mücadelesi
olarak ilan etmiştir. Bu yaklaşımla ulusal baskıya
karşı mücadelenin demokratik yanını da dıştalamıştır.
Sorumluluğu İngiliz siyasetinde aramak, Osmanlının ulusal zulmünün üzerini örtmeye, İttihat ve
Terakki’nin Panturancı/ Pantürkçü ırkçı siyasetini ve
ideolojisini temize çıkarmaya hizmet etmektedir.
Ermeni ulusu için sorun ulusal kurtuluş ve bağımsızlık sorunuydu. Batı Ermenistan’da reform ve bağımsızlık talepleri haklı ve meşru taleplerdi. Doğru,
komünist bir siyaset en azından şunlardan oluşmalıydı:
Burjuva siyasetine, sömürgeci ve emperyalist siyasete karşı mücadele.
Ermenilerin demokratik haklarını savunmak, bu
haklar için mücadele.
Ermenilerin ulusal bağımsızlık ve ayrı devlet kurma hakkı da dahil kendi kaderlerini tayini gerçekleştirebilmeleri mücadelesini desteklemek.
TKP’nin tavrından bu yaklaşımın izi bile yoktur!
Evet ezenlerle, hükümetle halk arasında ayrım yapılmalıdır. Fakat sözkonusu soykırım olunca, başta Türk ve Kürt milletinden olmak üzere halklar da
(esas sorumlu ve suçlu egemenler olsa da) soykırımdan sorumlu ve suçludurlar. Cevat’ın Taşnaklar ile
patriklerin yanısıra Türk devletlileri felaketin sebebi
olarak göstermesi de Türk, Kürt ve diğer halkların
sorumluluğunu redden tavrı tamamlamaktadır.
Eğer kitlelerin aktif katılımı olmasaydı, İttihat ve
Terakki yöneticileri, egemenler, ırkçı ve barbar planlarını, Ermenilerin Batı Ermenistan’da ve diğer yerleşim alanlarında neredeyse tümüyle imha edilmesi
planlarını gerçekleştiremezlerdi.
Ermenilerin soykırımdan önce Bitlis ve Van’da
müslüman kesimden halkı katletmeye başladığı ve
İttihat ve Terakki yönetiminin de “buna karşı amansız” davrandığı biçimindeki tarih açıklaması, Türk
egemenlerinin resmi yalanlarından biriydi, biridir.
TKP de bu yalanı gerçekmiş gibi devralmıştır. Nazmi Yoldaş raporunda bunu gerçekmiş gibi kongreye
sunmuştur. Daha da kötüsü bu konuda yürüyen tartışmada hiç kimse bunun böyle olmadığına dair her-
29
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
30
olarak “Ermeni sorunu” dile getirilir ne de ezilen milletlere ayrılma hakkı tanınır.
TKP’nin 1920 Programı’nın milletlerle ilgili sorunu
ortaya koyması şöyledir:
“7 – T.K.F. muhtelif milletlere mensup inkılàpçı amele ve rençber sınıfları arasındaki eski düşmanlıkları
kaldırmak için aşağıdaki en kat’i çarelere girişir:
(elif) Dil ve hars nokta-i nazarından her milletin
tam hürriyetini temin ve bu itibarla bir veya diğer millete mahsus olan her türlü imtiyazları ilga eder.
(be) T.K.F. hükümet teşkilatında muhtelif milletlere
mensup amele, rençber şùràlar cumhuriyeti teşkilini
kabul ve ‘hür milletlerin hür ittihadı’ esasında olmak
üzere federasyon usulünü tercih eder.
(pe) Fırka amele ve rençber sınıfları da tamamen ayrı
ve müstakil yaşamak ceryanlarına kapılmış olan milletlerin arasında kanlı nizalar çıkmasına yer vermemek için bu gibi meselelerin ‘plebisit’ usülüyle: Umumì
reye müracaatla halline delàlet eder.” (age., s. 262)
TKP’nin değişik milletlerin işçi ve emekçileri arasındaki düşmanlıklara, dil ve kültür alanında imtiyazlara son vermek istemesi kuşkusuz olumludur.
1920 döneminin koşulları gözönüne alındığında bu
tavır ilerici bir tavırdır. Fakat komünist bir siyaset
için yeterli değildir. Ulusal sorunda komünist bir siyasetin en başa koyması gereken tavır, ezilen ulusların ayrılma hakkının kayıtsız şartsız savunulmasıdır.
TKP 1920 Programı’nda bunu yapmamaktadır. Sadece “ayrı ve müstakil yaşamak ceryanlarına kapılmış
olan milletlerin arasında kanlı nizalar çıkmasına yer
vermemek için” bu meselenin referandum yoluyla çözülmesini savunmaktadır. Yani TKP, ayrılma hakkının ezilen ulusların meşru ve en doğal hakkı olduğu,
andaki durumda ayrılıktan yana olunmasa bile, bu
hakkın kayıtsız şartsız savunulması gerektiği yaklaşımına sahip değildir. TKP’nin ulusal sorunda ve köylü
sorununda açık bir yaklaşıma sahip olmadığı Komünist Enternasyonal Yürütme Kurulu tarafından
da tespit edilmiş ve TKP 1924 yılında eleştirilmiştir,
tavrını düzeltmesi için uyarılmış, yol gösterilmiştir.
Bunun yeni programa yansımasına bakmadan önce,
yine TKP’nin yazılarında “Ermeni sorunu”nda takınılan kimi tavırlara değinelim.
“18 Kànunuevvel 1920” tarihli, TKP Merkez Komitesi toplantısında yapılan görüşmeler sonucunda
Mustafa Suphi’nin formüle ettiği sonuçlardan dördüncüsü şöyledir:
“4- Kars’ın Ermenistan şurasına ilhakı meselesinin
Anadolu inkılap ordusu ile Kızılordu arasında hüsn-i
münasebeti bozacak bir mahiyettedir.” (TKP MK
1920-1921, Dönüş Belgeleri – 1, TÜSTAV, s. 265)
Yine Mustafa Suphi’nin “Bakü’de İsmail Hakkı Yoldaşa” mektubunda şunlar savunulmaktadır:
“Aziz yoldaş
(boşluk) tarihinde Kars’a muvasalatla orduya misafir
olduk. Kàzım Karabekir Paşa tarafından hakkımızda
pek samimane muaemele gösterilmiştir. Orduda ruh
pek yüksek, halàskàrlık cereyànı kuvvetlidir. Bolşeviklere karşı muhabbet umumi bir mahiyette iken son
zamanlarda Çiçerin’in Bekir Sami’ye Van ve Bitlis’in
Ermenistan’a ilhàkı yolunda vàki olan münasebetsiz
bir teklifin şuyùu Rusya’ya karşı itimadı pek ziyade
sarsmış, bizim de mevkimizi müşkilàta sokmuştur.”
(TKP MK 1920-1921, Dönüş Belgeleri – 2, TÜSTAV,
s. 12)
Bu iki alıntıdan ortaya çıkan gerçeklik, gerek Mustafa Suphi’nin gerekse de TKP Merkez Komitesi’nin
Kars, Bitlis ve Van’ın Ermenilere, somut olarak Sovyet Ermenistanı’na verilmesine karşı olduklarıdır.
Kars’ın “Ermenistan şurasına” devredilmesinin Kızıl
Ordu ile Kemalist Hareket’in ordusu arasında sorun
yaratacağı tespiti, o dönemde gerçeği ifade etse bile,
TKP’nin ve önderi Mustafa Suphi’nin esas sorunları
yanlış ve milliyetçi yaklaşımdan kaynaklıdır. Onlar
örneğin o dönem Türk ordusu tarafından işgal edilmiş Kars’ı, Ermenistan’ın değil, Türkiye’nin bir parçası olarak görmüşlerdir. Aynı yaklaşım, “Bakü’de İsmail Hakkı Yoldaşa” başlıklı mektupta da Çiçerin’in
Bekir Sami’ye yaptığı öneri karşısında kendisini
göstermektedir. Van ve Bitlis’in Ermenistan’a verilmesi önerisi, Mustafa Suphi’ye göre “münasebetsiz”
bir öneridir. Oysa gerçekten komünist bir tavır, bu
önerinin desteklenmesini gerektiriyordu. Van ve
Bitlis Batı Ermenistan’ın parçası olan bölgeler olduğundan Doğu Ermenistan’la birleştirilmesini talep
etmek doğruydu. Bu aynı zamanda soykırımdan kurtulanların kendi yerleşim alanlarına dönmelerinin
sağlanması açısından da gerekli bir talepti. Sonuçta
Ermenilerin topraklarından bir bölümünün gerçek
sahiplerine verilmesi sözkonusuydu. TKP için ama
böyle bir durum sözkonusu değildi ve buna bağlı olarak da yanlış bir tavır sergiliyordu.
TKP’nin bu yaklaşımı daha sonraki yıllarda da sürmüştür. Örneğin TKP’nin 1922 yılında yayınladığı
bir broşürde, Sevr Anlaşması’na karşı tavır takınılırken şunlar savunulmaktadır:
“Yirminci asırda Avrupa şeytanet ve melanetinin
dört şaheserinden biri olan Sevr, Türkiye’yi birtakım
ve Ermenilere karşı tamamen farklı davranıyor. Milliyetçiler, Hıristıyan azınlık için yerleşme bölgeleri saptamak ve İstanbul dışındaki şehirlerde sayılarını yüzde
10’la sınırlandırmak niyetindedirler. T.K.P., milliyetçilerin Hıristiyan ve Türk olmayan azınlıkları ezmesine karşı savaş açmıştır ve bu savaşa devam edecektir.
Fakat Şeyhülislàmlığın olduğu gibi, patrikliğin de kaldırılması, proletaryanın bir görevidir.” (Mete Tunçay,
Türkiye’de Sol Akımlar – I (1908- 1925) Belgeler 2,
s. 563)
TKP temsilcisinin Hıristiyan ve Türk olmayan
azınlıklara karşı uygulanan baskılara karşı TKP’nin
“savaş” açtığını ve bunu sürdüreceğini söylemesi iyidir iyi olmasına da, yukarıda ortaya koyduğumuz
temel yaklaşıma bakıldığında, sözkonusu “savaş”ın
yanlış bir siyaset temelinde yürütüldüğü gün gibi
ortadadır. Örneğin Faruk konuşmasında “Fakat
Şeyhülislàmlığın olduğu gibi, patrikliğin de kaldırılması, proletaryanın bir görevidir.” tespitini yapmaktadır. 1924 yılı 1 Temmuz’unda bu tespit Ermeniler ve
Rumlar açısından ne anlama geliyordu?
Lozan Anlaşması yapılmış, TC kurulmuştur. Ermeniler, Rumlar, Yahudiler, Asuriler vd.nin varlığı,
Lozan Anlaşması’na göre ulusal azınlık olarak değil,
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
Bir bütün olarak bakıldığında,
durum tespiti açısından, somut
olarak ulusal sorunun günün meselesi
olmaktan çıkmadığı ve halen önemli
bir rol oynadığı konusunda olumlu
gelişme sözkonusudur. Kemalist
Hareket teşhir edilmeye çalışılsa da
“Ermeni sorunu”ndaki yanlışlarından
kopulmamaktadır. Evet bu sorunu, zorla
türkleştirmeye son vermek, ayrılma
hakkının, kendi kaderinin serbestçe
tayin edilmesi vb.ni sadece işçi sınıfı
önderliğindeki devrim gerçekleştirebilir...
Ama bu genel doğru, içinde bulunulan
andaki siyasetin doğruluğunun garantisi
değildir.
✒
menatık-ı nüfuza ayırarak, onu Babil, Ninova gibi
mazinin amakına gömdükten sonra enkazı üzerinde
büyük Yunanistan, Ermenistan, Kürdistan kuruyor
ve bunların yuları da emperyalist Avrupa elinde
olduğunu diplomatik bir lisanla ihtar ediyordu... nitekim çok sürmedi. İzmir ve Kilikya işgalleri bunu
gösterdi, dünya bezirganları bu memleketlerin birini
Ermenilere, diğerini yunanilere peşkeş çekerek cidal
yeniden başladı...” (Mustafa Suphi, Yaşamı, Yazıları,
Yoldaşları, Sosyalist Yayınlar, s. 202-203)
Emperyalistlerin dikte ettiği Sevr Anlaşması’na
karşı mücadele etme adına takınılan bu tavırda, ezilen milletlerin kendi kaderini tayin etme, ayrılma
hakkının savunulması yaklaşımından eser yoktur.
Sevr’e karşı çıkılırken, ezilen milletlerin haklı, demokratik talepleri, kendi kendilerini yönetme hakkı
da çiğnenmektedir. Emperyalist siyasete karşı çıkma
adına, Türk milliyetçiliği ve şovenizminin mecrasında yer alınmaktadır.
Özellikle Şefik Hüsnü’nün birçok yazı yazdığı
Vazife dergisinin 8. sayısında (1923) şu tavır
takınılmaktadır:
“Ecnebi Mekteplerinde Türk Muallimleri
Şehrimizdeki gayr-i Müslim ve ecnebi mekteplerine
tayin edilen Türk muallimleri el’an vazifelerine başlayamamışlardır. Bu işle iştigal eden komisyon vazifesini ikmal ettikten sonra, Ankaradan gelen bazı
evamir bu tayinleri sektedàr etmiştir. Beş altı aydan
beri bu işle uğraşıldığı halde el’an çıkarılamamıştır.
Rumlar ve diğer gayr-i Müslimler bu fırsattan istifade
etmektedirler. Tayin edilen muallimlerin listesini Vali
bey tetkik etmektedir. Liste Pazar günü tasdik edilecektir.” (Vazife, sayı 8, 1923, Mete Tunçay, Türkiye’de Sol
Akımlar – I (1908- 1925) Belgeler 2, s. 549)
Vazife dergisi neden şikayetleniyor? “Rumlar ve diğer gayr-i Müslimler bu fırsattan istifade etmektedirler.” Bu tavrı aslında fazla yorumlamaya gerek yok!
Kemalist iktidarın Türkleştirme, zorla asimile etme
siyasetinin bir parçası olarak “gayr-i Müslimler”in
okullarına Türk öğretmenleri atama siyasetine karşı
mücadele etmeleri ve azınlıkların haklarını savunmaları gerekirken, onlar Türkleştirme siyasetinin
engellenmemesi için mücadelenin kuyruğuna takılmaktadırlar.
TKP temsilcisi olarak Faruk (Ali Cevdet), 1 Temmuz 1924 tarihli, Komünist Enternasyonal’in Beşinci
Kongresi’ndeki konuşmasında şunları anlatmaktadır:
“... Türk burjuvazisi, ayrılmacılıkları sonucu rakip
ve barışılmaz düşmanlar olarak gördüğü Yunanlılara
31
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
32
dini azınlıklar olarak “gayr-i Müslim azınlıklar” kavramı altında kabul edilmiştir. Bu durumda komünistlerin görevlerinden biri, bunların ulusal azınlık olarak kabul edilmesi ve ulusal haklarının verilmesi için
mücadele etmek değil miydi? Bu mücadele verilirken
en azından Lozan Anlaşması’nda garanti edilen dini
azınlıkları koruma maddelerinin uygulanması için
mücadele vermek görevlerden biri değil miydi?
Ermeni ve Rum patrikhaneleri bir yandan dini kurumlar olarak gericiliği temsil ederken, diğer yandan
da Ermeni ve Rum halkının varlığını koruması ve
sürdürmesinin, onların yaşam imkanlarının imha
edilmesini engelleyen kurumlar değil miydi? Ve eğer
kurum olarak patrikhanelerin dağıtılması proletaryanın bir göreviydi ise, o zaman bu 1924’te kimden
talep edilmektedir? Hangi hükümet veya yönetim
bunu gerçekleştirecekti? Eğer Faruk bu görevi, burjuva kemalist devleti yıkıp yerine kurulan İşçi-Köylü Hükümeti’nden talep etseydi, o zaman denirdi ki
evet, bu proletaryanın bir görevidir. Ulusal baskının
son bulduğu, eşit ve özgür koşulların yaratıldığı, ezilen milletlere ayrılma hakkının, tüm milliyetlere tam
hak eşitliğinin sağlandığı bir ortamda, dini kurumların dağıtılması doğru olurdu. Durum böyle değildi
ama!
Çiçeği burnunda kemalist iktidar, İttihat ve
Terakki’den devraldığı soykırımcı siyaseti başka yol
ve yöntemlerle sürdürüyor, Türk olmayanları zorla
Türkleştirmeye, asimile etmeye çalışıyordu. “Gayr-i
Müslim azınlıklara” karşı siyaseti de adım adım onların TC sınırları içinde azaltılması, yani egemenlerin deyimiyle ifade edilirse “gavursuz bir Türkiye”nin
sağlanması siyasetiydi. Böylesi bir durumda TKP’nin
patrikhanelerin tasfiye edilmesini talep etmesi egemenlerin Türk şovenisti siyasetine hizmet etmek,
onun kuyruğunda davranmak demekti.
Kemalist iktidar Türkleştirme ve soykırım siyasetinin sürdürülmesinin bir parçası olarak Ermenilerin
ve Rumların mallarına, mülklerine el koyma, gasp
etme adımlarını sürdürmüştür. Gasp edilen mallarmülkler ise “terk edilen mülkler” olarak gösterilmiştir. Yani Osmanlı Devleti Ermenileri sürmemiş, katletmemiş, Ermeniler –artık hangi gerekçeyle kimse
bilmiyor!!!- topraklarını, mallarını, mülklerini “terk
etmişler”... Eh, “terk edilen mallar”ın sahibi yok, devlet veya o bölgede yaşayanlar ne yapacak? Mallara,
mülklere konacak! Sahiplenecek! Egemenlerin tarihi
çarpıtan bu sahtekarlıklığının teşhir edilmesi görevi
de TKP’nin görevlerinden biriydi. TKP ne yaptı? Bu-
nun cevabını Şefik Hüsnü’nün Aydınlık, sayı 27, Kasım 1924’te yayınlanan “Ekim Devrimi ve Türkiye”
başlıklı yazısında buluyoruz:
“Hükümet bir yandan bu sloganı gerçekleştirir, bir
yandan da terk edilen mülkleri dağıtmadan evkaf ile
birlikte genel ve bağımsız bir emlak idaresi altında işletir...” (Ş. Hüsnü, Türkiye’de Sınıflar, Ülke Yayınları,
s.301)
Aynı yaklaşım, devletin topraksız köylülere toprak dağıtması talebi dile getirildiğinde çok daha açık
formüle edilmektedir. Orak-Çekiç, sayı 2(9), 7-1936’daki tavır şöyledir:
“Devlete, Evkafa, eski tekkelere ait çiftlikler, eski rum
ve ermenilerden kalma eraziler derebeylere ait topraklar bedava olarak topraksız köylülere dağıtılmalıdır.
(...)
Devlet kendi çiftliklerini, eski Rum ve Ermenilerden
kalan azariyi (araziyi olmalı, BN) Evkafa ve eski tekkelere ait çiftlikleri, derebeylerin topraklarını topraksız
köylüye bedava dağıtsa sermayede mi ziyan edecek?”
(Mete Tunçay, Türkiye’de Sol Akımlar – II (19251936), s. 377-378)
Gerek Şefik Hüsnü şahsında, gerekse de OrakÇekiç’te tavır takınanlar şahsında TKP, gasp edilen
malları-mülkleri, “terk edilen”, “Rum ve Ermenilerden kalma” mülkler olduğunu savunmaktadırlar.
Egemenlerin tarihi gerçeklerin üzerini örten ve tarihi
çarpıtan deyimleri olduğu gibi alınmakta ve kullanılmaktadır. Bu arada topraksız köylüye dağıtılmasını
istedikleri Rum ve Ermenilerin topraklarının, arazinin gerçek sahiplerine, yani Ermenilere geri verilmesi
gerektiği düşüncesinin yanından bile geçmemektedirler.
TKP’nin 1925’de ana hatlarını ortaya koyduğu;
1926’da düzeltilip kabul edildiği; Türkiye meselesine
dair tezlerin eklenerek 1929’da Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi’ne (KEYK) sunulan ve Şubat
1930’da KEYK tarafından onaylanan programında,
ulusal sorundaki yaklaşımda, özellikle ezilen uluslara
ayrı devlet kurma hakkının savunulması bağlamında
doğru bir tavır takınılmıştır.
Programda sözkonusu maddelerde şunlar savunulmaktadır:
“11. – T.K.P. milli ekaliyetlerin, Türkiyeden ayrılmak
hakkı de dahil olmak üzere, mukadderatlerini bizzat
tayin etmek haklarını bila kaydü şart tanır. Halk fırkasının müslüman ekalliyetleri zorla türkleştirmek
ve hıristiyan ve musevi ekalliyetleri de ezmek siyasetine her vasıta ile muhalefet eder.(...)” (Mete Tunçay,
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
ta dahil olmak üzere- serbestçe tayin hakkına malik
kılmak için olan mücadelesinde, ekalliyet işçilerini,
derebeylerin ve kendi burjuvazilerinin nufuzundan
kurtarmak ve bu hakim sınıfların iktidarını yıkmak
için, onların sınıf mücadelesini teşkilatlandırmak suretile, milli ekalliyetler mes’elesini halledebilecektir.”
(age., s. 261)
Bir bütün olarak bakıldığında, durum tespiti açısından, somut olarak ulusal sorunun günün meselesi
olmaktan çıkmadığı ve halen önemli bir rol oynadığı konusunda olumlu gelişme sözkonusudur. Kemalist Hareket teşhir edilmeye çalışılsa da “Ermeni
sorunu”ndaki yanlışlarından kopulmamaktadır. Evet
bu sorunu, zorla türkleştirmeye son vermek, ayrılma
hakkının, kendi kaderinin serbestçe tayin edilmesi
vb.ni sadece işçi sınıfı önderliğindeki devrim gerçekleştirebilir... Ama bu genel doğru, içinde bulunulan
andaki siyasetin doğruluğunun garantisi değildir.
TKP genel olarak burjuvaziye, kapitalizme karşı
mücadele ile, demokratik hakların savunulması arasındaki bağı, ilişkiyi doğru bir temele oturtamamış;
emperyalizme karşı mücadele adına da ezilen ulus ve
milliyetlerin demokratik haklarını doğru bir siyaset
temelinde savunmamıştır. Bu da TKP’nin sonuçta
Türk milliyetçisi siyasetten kopmadığını ortaya koymaktadır.
Bu olgu, TKP’nin Türk milliyetçiliğine karşı hiçbir
şey yapmadığı anlamına gelmiyor. Örneğin TKP şu
tavrı da takınmıştır:
“...Her Türk işçisi iyice anlamalıdır ki, bir Türk
demircisinin, bir Türk ateşçisinin, bir Türk rençberinin, bir Türk köylüsünün hakiki düşmanı bir Rum,
Ermeni, Yahudi demircisi, ateşçisi, rençberi, köylüsü
değildir. Türk işçisinin hakiki düşmanı, hangi din ve
milliyetten olursa olsun, fabrikatörler, patronlar, kumpanyalar, ağalar, paşalar... ve bütün bu hazır yiyici ve
kan emici güruhunu müdafaa eden mürteci burjuva
hükümetidir.” (Mete Tunçay, Türkiye’de Sol Akımlar
– I (1908- 1925) Belgeler 2, s. 379, TKP’nin broşürünün tarihi yok, Mete Tunçay’ın tahminine göre 1922
yılı sonlarında yazılmıştır.)
Bu yönlü tavırlar ama TKP’nin yanlış siyasetini değiştirmeye yetmemiştir. TKP’nin elimizde olan belgelerinde “Ermeni sorunu” ile ilgili 1936’ya kadar öne
çıkan tavırlar bunlardır.
Bu dönemde Hikmet Kıvılcımlı’nın cezaevindeyken
takındığı tavır, sözkonusu yazılarının kamuoyuna
yayınlanmaması ve TKP içinde de tartışmaya sunulmaması sonucu, “Ermeni sorunu”nda TKP’nin tavrı-
✒
Türkiye’de Sol Akımlar – II (1925-1936), s. 254)
“55.- A.K.H. (işçi köylü hükümeti, BN) kesif halk
kütlleri halinde yaşayan milli ekalliyetlere (kürtler,
lazlar) mukadderatlerini serbestçe tayin etmek ve arzu
ederlerse Devletten ayrılmak hakkını bahşeder.(...)”
(age., s.258)
Ulusal soruna genel yaklaşım bağlamında programa ayrılma hakkının konması ve işçi-köylü hükümeti iktidarı şartlarında da bunun savunulması olumlu bir gelişmedir, doğru bir tavırdır. Fakat bu doğru
tavır, TKP’nin “Ermeni sorunu”nda doğru bir tavır
geliştirmesini beraberinde getirmemiştir.
Program eki olarak “Türkiye mes’elesine dair
tezler”de ise şunlar savunulmaktadır:
“8. Rum ve ermenilerin kahır ekseriyetinin memleketten kovulmaları, şehirlerde işgal ettikleri iktisadi
mevkilerin zorla rum ve ermeni burjuvazilerinin ellerinden alınması, rum ve ermeni büyük erazi sahiplerine ve küylülerine ait toprakların müsaderesi, milli
ekalliyetlere mensup kütlelerin katliam ettirilmesi,
halk fırkası hükümetinin milli mes’eleyi ‘halli’ için
baş vurduğu çareler işte bunlardır. Milli ekalliyetlerin
hakim sınıfları (kürt derebeyleri, rum ve ermeni burjuvazileri) istiklal mücadelesi esnasında, imperyalismin müttefikleri ve türk milli inkilàbının düşmanları
idiler. Bunlara karşı mücadelede Kemalistler mazur
addedilseler bile, başlıca darbeleri emekçi kütleler
üzerine düştüğünü kaydetmek icap eder. Zaten o
zamanki Kemalist teşkilàtı, bu emekçi kütleleri
inkilàptan tarafa çekmek için, köylülük inkilàbı vazifelerini ve milli ekalliyetler meselesini hall istikametinde
ufakbir teşebbüste bile bulunmamıştır.
Maamafih bazı ekalliyetlerin memleketten kovulmaları ve kısmen imha edilmeleri, kürt isyanlarının
tenkili, cebru şiddetle türkleştirme teşebbüsleri, milli
meseleyi günün meselesi olmaktan çıkaramadılar; o
el’an büyük bir rol oynuyor. Memleketin gayri mütesavi inkişafı, milli ekalliyetlerle meskun havalinin (Kürdistan, Lazistan) mutlak ve nispi geriliği türk burjuva
Devletinin vahdetini daima tehdit eden amillerdir.
Milli kurtuluş mücadelesi devresinde, aksi-inkilapçi
bir rol oynıyan milli ekalliyetlerin hakim sınıflarına
karşı, kemalismin mücadelesi, imperyalisme karşı mücadelenin bir cüz’ünü teşkil ediyordu. Şimdi ise bil’akis
halk fırkasının milli meseledeki siyaseti mürteci ve aksi-inkilapçı mahiyettedir. O, bu mes’eleyi milli ekalliyetleri türkleştirmek ve barbarca ezmek teşebbüslerile halledemez. Yalınız amele sınıfı, milli ekalliyetleri
kendi mukadderatlerini –türk Devletinden ayrilmak
33
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
34
nın geliştirilmesi açısından herhangi bir rol oynamamıştır. Kıvılcımlı’nın sözkonusu yazılarından ulusal
sorunla ilgili olanı “Şark Meselesi” adıyla 1978’de
yayınlanmış, yazıların tümü ise “YOL” başlığıyla ancak 1992 yılında yayınlanıp kamuoyuna sunulmuştur. Kıvılcımlı’nın kendisi sözkonusu yazıların “yok
edildiği”nden yola çıkmaktadır. Sonuçta TKP Merkez
Komitesi’nin sözkonusu yazıları gerek TKP içinde gerekse de devrimci kamuoyunda tartışmaya sunmamasının yanlışlığı ortadadır. Kıvılcımlı’nın “Ermeni
sorunu”ndaki tavrının değerlendirilmesi ise bu makalenin sınırlarını aşmaktadır. Bu görevi bir başka
makalede yerine getirmeye çalışacağız.
Nazım Hikmet ise soykırımı “Türk halkının alnına sürülen bir kara leke” olarak görmektedir. 1950’de
yazdığı “Hapisten çıktıktan sonra” adlı şiirinin bir
yerinde şunları yazmaktadır:
“Bakkal Karabet’in ışıkları yanmış.
Affetmedi bu Ermeni vatandaş
Kürt dağlarında babasının kesilmesini.
Fakat seviyor seni,
Çünkü sen de affetmedin bu karayı sürenleri Türk
halkının alnına.” (N. Hikmet, Yatar Bursa Kalesinde,
şiirler 4, Adam Yayınları, s. 203)
“Yaşamak Güzel Şeydir Kardeşim” adlı Roman’ında
da şunları yazmaktadır:
“- Anuşka sana sevdalanabilirmiş Petrosyan.
- İyi de edermiş.
- Sen ona?
- Ben de ona. Ama ikimiz de geç kaldık. Bir Türk
oğlu geldi girdi aramıza.
- Emredin çıkayım.
- Çıksan da faydası yok artık... Şu Türk oğullarından
şu Ermenilerin çekmediği mi kaldı? Kıyma kıyar gibi
doğradınız bizi.
- Ben yoktum sizi doğrıyanların arasında.
- Yalnız sen değil, işin aslına bakarsan ellerine bıçak
verilen Türk köylüsü de yoktu, o bıçakla kestiler, ama
yoktular. İşin doğrusu bu. Kafalarına giydirdiler jandarma üniformasını, yaptırdılar bu işi.
- Ne de olsa, halkımın alnına sürülen kara leke.” (N.
Hikmet, Bütün Eserleri, Cilt Yedi, Romanlar, Sofya
1969, Narodna Prosveta, s. 454)
Nazım Hikmet’in soykırımı Türk halkının alnına
sürülen kara bir leke olarak değerlendirmesi, soykırım konusunda TKP’nin tavrı içinde olumlu olan
tavırlardan biridir. Buna rağmen Nazım’ın da tavrı
yetersizdir, “kara lekeyi” halkın alnına sürenleri affetmezken, halkın sorumluluğunu sözkonusu etme-
mektedir. TKP’nin genel yaklaşımının dışına çıkmamaktadır.
S. Üstüngel’in (İ. Bilen) yazdığı ve TKP’nin “tarihi” olarak da lanse edilen “Savaş Yolu” adlı kitapta ise
Ermenilerin katledilmesi, örneğin somut bir Vali’den
bahsedilirken, O’nun Ermenileri katletmede oynadığı rol anlatılırken, sözkonusu edilmektedir. 1960’da
yazdığı “TKP, Doğuşu, Kuruluşu, Gelişme Yolları”
adlı kitabında ise S. Üstüngel “‘Tek Osmanlı milleti’
parolasıyla ittihatçılar, bir buçuk milyon Ermeni’yi
sürdüler, kırdılar. Ankara hükümetleri de ‘Tek Türk
milleti’ iddiasıyla milli azınlıkları, en başta Kürt halkını zorla Türkleştiriyor.” (s. 27, Alev Yayınları, 2004) ve
“Ankara hükümetleri, milli azınlıklara karşı politikalarında İttihatçıların yolundan ayrılmadılar. Biri Ermeni halkını ezdi, kırdı. Öbürü Anadolu’da Rum ahaliyi temizledi. Ankara hükümetleri, hele Kürt halkına
karşı barbarlığın barbarlığını yaptı ve yapıyor. Ama
öte yandan Türk burjuvazisi ve hükümetleri, İstanbul ve İzmir’in Rum, Ermeni, Yahudi milyonerleriyle,
kompradorlarıyla, bankerleriyle sarmaştılar, işbirliği
kurdular. Kürt derebeyleriyle sımsıkı birbirlerine sarıldılar. Bu beyleri Meclise aldılar, hükümete aldılar.” (s.
35) tespitlerini yapmaktadır.
İ. Bilen’in bu tavrı TKP’nin bir buçuk milyon
Ermeni’nin katledildiğini bildiğini göstermektedir.
Bu olgunun tespit edilmesi 1960’lı yıllardaki ortamda önemli bir adımdır. Aynı biçimde “Ankara hükümetlerinin” İttihatçıların yolundan ayrılmadığının
tespit edilmesi de doğru ve önemlidir. Buna rağmen
Ankara hükümetlerinin soykırıma maruz kalan Ermenilerin burjuvazisiyle işbirliği yaptığı yönlü tespit,
katledilenlerin genelde, sınıfsal konumuna bakılmadan, zenginiyle-fakiriyle, kadınıyla-erkeğiyle, çocuğuyla-yaşlısıyla tüm Ermeniler olduğu olgusunun
üzerini örtmektedir. Bunun da ötesinde bu olgudan
çıkarılması gereken görev ve talepler sözkonusu bile
edilmemektedir. Bu da 1960’da da TKP’nin genel
yaklaşımından kopulmadığını göstermektedir.
Bunun dışında TKP MK Dış Bürosu 1962
Konferansı’nın eklerinde Bilal Şen’in şu tavrı vardır.
Bilal Şen 1962 Konferansı’ndan bahsederken İkinci
Dünya Savaşı’nın bittiği dönemi anlatmaktadır. Tavrı
şöyledir:
“... Sovyetler Kars ve Ardahan’ı istedikleri zaman,
biz Emekçi Partisindeydik; Emekçi Partisi kadrosu
Kars ve Ardahan isteği haberi üzerine (benim bulunduğum Defterdar kolunda, şubesinde hemen hemen
üyelerin çoğu biz istifa edeceğiz eğer böyleyse bu iş
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
diye) Parti içinde büyük bir dalgalanma oldu ve Nail
Vahdeti hemen Parti örgütlerine koştu, arkasına Dr.
Şefik Hüsnü’yü aldı. Dr. Şefik Hüsnü bütün gece İstanbul Parti örgütlerinde nutuklar verdi, açıklamalar
yaptı ve yatıştırdı Parti içindeki memnuniyetsizliği.
Sovyetler’in Kars ve Ardahan’ı istediği haberinin yalan
olduğunu, bunun bir Gürcü ve Ermeni profesörünün
ortaya attığı bir makaleden kaynaklandığını söyledi
Dr. Şefik Hüsnü ve Boğazlar ile ilgili sorunda orada
Sovyetler haklıdır, 2. Dünya Harbi’nde yapılan kimi
hatalar Sovyetleri buna mecbur etmiştir, dedi.” (Bilal
Şen, TKP MK Dış Bürosu 1962 Konferansı, TÜSTAV,
s.155)
İster TKP adı altında, isterse de Emekçi Parti adı
altında olsun, Kars ve Ardahan’ın Sovyetler Birliği
tarafından istenmesine karşı takınılan bu tavır, bırakın komünistliği, demokratlık adına bile utanç vericidir. Üyeler eğer bu bilgi doğruysa biz istifa ediyoruz
diyorlar ve Nail Vahdeti ile Şefik Hüsnü bu haberin
yalan olduğunu, “bir Gürcü ve Ermeni profesörünün
ortaya attığı bir makaleden” kaynaklandığını anlatıyorlar... Hem üyelere yanlış bilgi verilmekte, hem de
açıkça bu talebin desteklenmesi gerektiği yaklaşımının savunuculuğu yapılmamaktadır. Üyeler oportunist bir yaklaşımla tutulmaya çalışılmaktadır. Şefik
Hüsnü’nün Sovyetler Birliği’nin Kars ve Ardahan’ı
istediği yönlü haberin yalan olduğu yönlü tavrının
“sol” içindeki etkileri bugün halen kendisini göstermektedir.
Hayır! Sözkonusu haber yalan değildi, değildir.
Kars Sovyet Ermenistanı’nın, Ardahan da Sovyet
Sosyalist Gürcistan’ın bir parçası olarak görülmüş ve
Birinci Dünya Savaşı sonrası dönemde güçler dengesinin elvermediği, sovyet iktidarının yaşayabilme mücadelesi verdiği koşullarda çizilen sınırların,
İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda yeniden gözden geçirilmesi gerektiği yönlü tavır, Sovyetler Birliği tarafından takınılmıştır. Potsdam / Almanya’da yapılan
müttefikler konferansında bu düşünce Stalin ve Molotov tarafından açıkça ifade edilmiştir. Türkiye’nin
sınır değişikliği talebini reddetmesi sonucunda da,
1925’te Sovyetler Birliği ile Türkiye arasında yapılan “Dostluk Anlaşması” Sovyetler Birliği tarafından
uzatılmamıştır.
Eğer Aziz Nesin’i 1965’te TKP’li olarak saymak
mümkünse, O’nun da tavrının bu yanlış siyaseti sürdüren bir tavır olduğunu tespit etmek gerekiyor. Diasporadaki Ermenilerin (Sovyet Ermenistanı’nda da)
soykırım kurbanlarını anmak için 1965 yılında ilk kez
açık ve kamuoyu önünde yaptığı anma etkinliklerine
ve takınılan tavırlara karşı takındığı tavırda Aziz Nesin, 13 Ekim 1921’de Sovyetlerle (Ermenistan ve Gürcüstan ile) yapılan anlaşmayla “Ermeni sorunu”nun
çözüldüğünü, Türkiye’de “Ermeni sorunu” diye bir
sorunun olmadığı düşüncesini savunmaktadır. Sorunu gündeme getirenlerin ise emperyalistler, özelde de
ABD emperyalizmi olduğunu tespit etmektedir.
Sonuçta, TKP’nin “Ermeni sorunu” ve soykırım
hakkındaki tavrını belirleyen yaklaşım, Türk milliyetçisi, şovenist yaklaşım olmuştur. Tarihle yüzleşmek, aynı zamanda Türkiye devrimci ve komünist
hareketinin yanlışlarını bilince çıkarmak ve bu yanlışlardan kopmayı da zorunlu kılmaktadır.
24.04.2016
35
panorama
CENEVRE III
GÖRÜŞMELERİ
VE GELİŞMELER!
-SURİYE:-
Cenevre görüşmelerine ara verilmesi ve ABD Dışişleri Bakanı Kerry’nin Rusya’da
Putin ve Lavrov ile yaptığı görüşmeler sonrasında ABD ve Rusya’nın Ağustos
ayına kadar “yeni Suriye anayasası”nı hazırlama konusunda anlaştıkları
açıklandı. Yine Esad rejimi ile muhalefetin doğrudan görüşmelere başlamaları
için tarafların nüfuzlarını kullanma konusunda da anlaştıklarını ilan ettiler
S
36
uriye’de yürüyen savaşı görüşmelerle sonlandırma çabalarının nasıl yürütüldüğü konusunda
dergimizin 180. sayısında, 19 Şubat tarihli yazımızda tavır takınmıştık. Bu makalemizde son iki aylık
süreçteki gelişmelerde öne çıkan kimi noktalara değineceğiz. “Cenevre III” görüşmelerinin 25 Ocak’ta
başlaması gerekiyordu ama başlamadı. 29 Ocak’a
ertelendi, ardından da Mistura’nın taraflarla iki-üç
günlük diplomasi mekiği gerçekleşti ve böylece görüşmeler formel olarak başlatılmıştı. Ama görüşmeler kısa sürdü. 3 Şubat’ta Mistura’nın açıklamasına
göre görüşmeler geçici olarak durdurulmuş ve 25
Şubat’a ertelenmişti. BM Özel Temsilcisi Staffan de
Mistura “görüşmek için görüşmek”ten yana olmadığını da açıklamıştı.
11 Şubat’ta başlayan “Münih Güvenlik Konferansı”
öncesinde ve sırasında sözkonusu görüşmelerin başlatılması için pazarlıklar devam etti ve Riyad grubu
da denen “Yüksek Müzakere Konseyi”nin görüşmeler
için önkoşul olarak öne sürdüğü kimi talepler, “Ulus-
lararası Suriye Destek Grubu” tarafından yerine getirilmeye çalışıldı. Buna göre Suriye’de bir “ateş molası”
verilmesi, abluka altındaki yerleşim alanlarına insani
yardım ulaştırılması için, sözkonusu ablukaların kaldırılması ve yardımların yapılması vb. konularda anlaştıklarını ilan ettiler.
Bu arada TC’nin silahlı güçleri Suriye Demokratik
Güçleri’ne (QSD) top atışlarıyla saldırıyor ve özellikle
YPG/YPJ güçlerine karşı savaş kışkırtıcılığını yoğunlaştırıyordu. Bu durum karşısında BM Özel Temsilcisi Mistura “Türkiye herşeyi karmaşıklaştırıyor ve
işler daha da karışabilir” (Hür. 20 Şubat 2016) diyerek
Cenevre görüşmelerinin başlatılması için 25 Şubat tarihinin gerçekçi olmadığını açıklayıp soruna dikkat
çekerken, ABD yönetimi de TC’ye “ateşi durdurun”
yönlü uyarı ve taleplerini yineliyordu ve YPG/YPJ
güçlerine de “Türkiye ile gerilimi yükseltecek hareketlerden kaçınmaları” çağrısını yapıyordu. Rusya
ise sorunu yine BM Güvenlik Konseyi’ne taşıyacağı
yönlü açıklamalarda bulunuyordu. TC’nin savaş kış-
ordusu Rusya’nın bombardımanı eşliğinde savaşı
daha da yoğunlaştırdı ve kimi yerleşim alanlarını yeniden kontrolü altına aldı. Böylece muhalefeti daha
da güçsüzleştirip görüşme masasına daha da güçlü
olarak oturmaya çalışıyordu. Bu arada Esad rejimi
13 Nisan’da parlamento seçimlerinin yapılacağını
açıkladı. Rojava Kürtlerinin etkin olduğu Demokratik Suriye Meclisi (MSD) ise bu dönemde, “Cenevre
III” görüşmelerine davet edilmemeleri olgusunu da
gözönüne alarak “Federal Suriye projesi”ni gündeme
getirdiklerini, sorunun “masada” olduğunu açıkladılar. ABD Dışişleri Bakanı Kerry ise 27 Şubat’ta başlaması gereken ateşkesin uygulanmaması durumunda, Suriye’nin bölünmesi anlamına gelecek olan “B
Planı”nın yürürlüğe girebileceğini, masada çözüm
bulunmazsa Obama’nın Moskova’ya karşı harekete geçebileceğini, aksini düşünmenin hata olacağını
açıkladı. Rusya ise “Şu anda tüm taraflar A planının
başarıya ulaşması için çalışmalı” yönlü tavır takınarak
“B Planı”nı da, bunun üzerine tartışmayı da reddetti.
Ateşkes öncesinde yaptığı konuşmada ABD Başkanı
Obama, “tüm dünyanın Moskova ve Şam yönetimlerinin ateşkese bağlı kalıp kalmayacağını izleyeceğini” söyleyerek daha ateşkes başlamadan, ateşkesin
tutmaması durumunda kimin suçlu olacağına karar
veriyor ve Suriye’nin geleceğinde Esad’ın yer almaması gerektiğini, birçok Suriyelinin Esad düşmeden
savaşmayı bırakmayacağını açıklıyordu. Yani Obama
ateşkesten yana olduğu izlenimini verirken ateşkesin
dibini oymaya çalışıyordu. Daha ateşkes başlamadan,
ateşkes sonrasının köşe taşları diziliyordu!
TC’nin Başbakanı Davutoğlu ise sanki kendileriyle ateşkes yapılmak istenmiş gibi “ateşkes bizi
bağlamaz” diyerek gerekli bulduklarında YPG/YPJ
güçlerine saldırılarda bulunacakları tehditlerini savururken, Cumhurbaşkanı Erdoğan ise YPG/YPJ ve
Suriye Demokratik Güçleri’nin İslam Devleti ve El
Nusra Cephesi gibi ateşkes kapsamı dışında tutulmamasına veryansın etti! Ateşkesin gerçekleşmesi ve
devam ettirilmesi bağlamında dile getirilen esas zorluklardan biri, ÖSO ve El Nusra Cephesi güçlerinin
kimi bölgelerde içiçe geçmiş olması olgusuydu.
Tüm çelişkilere, karmaşaya rağmen 27 Şubat’ta
ateşkes yürürlüğe girdi.
Ateşkesin yürürlüğe girmesi ve İslam Devleti ile
El Nusra Cephesi dışındakileri kapsaması, Esad rejiminin ve Rusya’nın, ABD ve Batılı güçler tarafından
“ılımlı güçler” olarak tanımladığı kesimle, onları “terörist örgütler” olarak değerlendirmelerine rağmen,
panorama
kırtıcılığı karşısında kimi NATO ülkeleri temsilcileri
de “Türkiye’nin sebep vereceği Rusya ile bir çatışma
durumunda NATO’nun Türkiye’nin arkasında durmayacağı” uyarısında bulundu.
Taraflar arasında kısmi bir ateşkesin sağlanması
için yapılan görüşmelerde ilerleme kaydedildiği bilgisi ABD Dışişleri Bakanı Kerry tarafından medyaya
yansıtıldı. Esad rejimi ve muhalefet –esasta Yüksek
Müzakere Konseyi’nde temsil edilen muhalefet- ateşkese hazır olduklarını ve bunun için şartlarını açıklamıştı. Muhaliflerin şartları daha önce de Cenevre
görüşmelerinin başlaması için önkoşul olarak ileri
sürdükleri taleplerdi. Bu taleplerden, abluka altına
alınan yerlerde ablukaya son verilmesi, insani yardım
yapılması vb. gibi talepler Esad rejimi tarafından da
kabul edilmişti. Esad rejimine göre zaten halka karşı
abluka yoktu ve insani yardımlara hiçbir zaman engel çıkarılmamıştı... “Terörist”lerle mücadele açısından ise ablukaların kaldırılmasının ve tutukluların
serbest bırakılmasının sözkonusu olmadığını, bunun
ateşkes anlaşmasında da yer almadığını belirttiler.
Suriye, Rusya ve İran güçleri tarafından kendilerine
saldırılmaması ve güvenlik garantisi verilmesi talebi
ise, ateşkesin yürürlüğe girmesiyle gerçekleşecek olan
bir talepti.
Esad rejiminin şartı ise esasında ateşkesin muhalefetin güçlenmesine hizmet etmemesi için öne sürülen bir koşuldu. Buna göre: “Teröristlerin bu durumu
(ateşkesi) pozisyonlarını ilerletmek için kullanması önlenmeli. Diğer ülkelerin özellikle de Türkiye’nin daha
fazla terörist, daha fazla silah ve herhangi bir türde
lojistik destek sağlanması engellenmeli” (Hür. 22 Şubat
2016) idi. Bu verilere ve Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov
ile yaptığı görüşmede sağladıkları uzlaşmaya dayanarak ABD Dışişleri Bakanı Kerry “prensipte koşullu
anlaşmaya vardıklarını ve önümüzdeki günlerde bunun uygulamaya geçebileceğini” açıkladı. Bu açıklamanın medyaya yansımasından hemen sonra ABD ve
Rusya’nın ateşkes konusunda anlaştıklarını ve kısmi
ateşkesin 27 Şubat’ta başlayacağı bilgisi medyaya yansıdı. Bu anlaşmaya göre İslam Devleti (İD) ve El Nusra Cephesi ateşkese dahil değildi. Bunlara karşı savaş
devam edecekti! Ateşkesin yürürlüğe girmesi için
tarafların 26 Şubat’a kadar ateşkesi kabul ettiklerini
teyit etmeleri gerekiyordu, ettiler! Ateşkes görüşmelerinde doğrudan taraf olarak yer almasalar da Demokratik Suriye Güçleri (QSD) de meşru müdafaa hakkını saklı tutarak ateşkese uyacaklarını açıkladılar.
22 Şubat ile 26 Şubat tarihlerinde Esad rejiminin
37
panorama
38
görüşmeyi kabul ettikleri, onlara karşı savaşı durdurdukları anlamına gelmektedir. Sözkonusu güçlerin
bombalanmaması veya karada saldırıya uğramaması
için de, ABD’nin Rusya’ya sözkonusu güçlerin nerede
olduklarını bildirmesi, koordinatları vermesi gerekiyordu. Bu konuda da ABD, daha önceleri Rusya’nın
“eğer ılımlı güçler varsa, yerini bildirin onları bombalamayalım” yönlü tavrına uygun adım atmıştır.
Yani değişik sorunlarda birbirlerine verdikleri tavizlerle kısmi ateşkes sürecini resmen başlattılar. Böylece
“Cenevre III” görüşmelerinin başlayabilmesinin yolu
da aralanıyordu!
ATEŞKES VE SONRASI...
Ateşkes, tarafların birbirini ateşkesi ihlalle suçlamalarının gölgesinde ve kimi ihmallerle birlikte “başarılı” bir başlangıç yaptı. Gerek Esad rejimi, gerekse
de ateşkese muhatap muhaliflerin açıklamaları, karşı tarafın ihlaline rağmen kendilerinin “sözlerine”
bağlı kaldıkları, ateşkesin bozulmaması için “karşı
saldırı”ya başvurmadıkları biçimindeydi.
BM Özel Temsilcisi Mistura ise ateşkesin tutması
durumunda 7 Mart’ta Cenevre görüşmelerini başlatmak istediğini açıkladı.
İslam Devleti ile Rojavalı güçler arasındaki çatışmalar, hem İD’nin 27 Şubat’ta Girê Spî’ye saldırması ve bu saldırıların geri püskürtülmesi, hem de
Demokratik Suriye Güçleri’nin Şedadê başta olmak
üzere kimi yerleşim alanlarını İD’nin elinden almak
için yürüttüğü saldırılarla devam etti. Mart ayı başında ise Rusya’dan, işler bir model olması halinde
Suriye’nin federal bir devlet olabileceğine yönelik
açıklama medyaya yansıdı.
2 Mart tarihli gazetelere ise Esad’ın silah bırakanlara af tanıyacağı haberi yansıdı. Esad: “Sadece silah
bırakın. İster siyasi sürece katılın, ister politikayı bırakın. Bu önemli değil.” (Hür. 2 Mart 2016) diyerek silah
bırakanların tam aftan yararlanabileceğini açıkladı.
Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov ise: “Suriye’de ateşkes ilanı sonrasında en önemli görevimiz teröristlerin
dışarıdan silah almasını önlemek olmalı. Bunun için
Suriye’nin Türkiye’yle olan sınırının kapatılması gerek.
Suriye’nin komşusu Türkiye ateşkesin gerektiği şekilde
çalışmasını engellediği gibi insani yardım konvoyları
arkasına gizlenerek Suriye’deki teröristlere silah sevkiyatı yapmaya devam ediyor. Türkiye’nin bu davranışlarını BM gündemine taşımayı düşünüyoruz.” (aynı
yerden) diyerek Türkiye’yi eleştirdi. Benzeri bir eleştiri de BM Özel temsilcisi Mistura tarafından yapıldı.
Ateşkesin ilan edildiği koşullarda Danimarka, İD
ile savaşmak için Suriye ve Irak’a savaş uçağıyla özel
eğitimli 400 kişilik bir askeri birlik yollamaya karar
verdi. Anti İD Koalisyonu’nda yer alan ve Irak’ta savaşa katılan Belçika ve Hollanda Suriye’de de savaşa
katılma yönünde karar aldılar. Bu gelişmeler de bir
kez daha göstermektedir ki, Suriye’deki –Irak’taki
de- savaş, özellikle tüm güçler tarafından “baş düşman” ilan edilen İslam Devleti’nin varlığını koruduğu sürece devam edecektir. Kamuoyuna görüşmelerle, pazarlıklarla, ya da siyasi geçiş süreciyle savaşa son
vermeye çalışıldığının resmedildiği bir ortamda, gerçekte savaşın daha da güçlü sürdürülmesinin adımları atılıyor! İspanya’da İslam Devleti için 20 bin kadar
üniformanın dikildiğinin ve “insani yardım” adı altında İD’ye gönderilirken ortaya çıkması da dikkatleri üzerine çeken bir başka gelişmeydi.
Bu gelişmelerin yaşandığı ortamda Cenevre görüşmelerinin lojistik ve fiili nedenlerden dolayı 9
Mart’a ertelendiği açıklandı. Kısa süre sonra bu tarih
10 Mart olarak verildi ve bir kez daha ertelenerek 14
Mart’a sarkıtıldı. PYD yine Cenevre görüşmelerine
davet edilmedi. Yine Rusya Kürtlerin katılmasından
yana tavır takınırken, ABD temsilcileri Kürtlere görüşmelerin belli bir safhasında katılacaklarına dair
ümit dağıttılar!
BM Özel Temsilcisi Mistura, 14 Mart’tan itibaren
18 ay içinde yeni bir hükümet ve anayasa oluşturulacağını ve başkanlık seçimleriyle parlamento seçimlerinin yapılacağını açıkladı.
“CENEVRE III” GÖRÜŞMELERİ...
“Cenevre III” görüşmeleri 14 Mart’ta başladı. Suriye
Dışişleri Bakanı Velid Muallim “Esad kırmızı çizgimizdir. Bunu kabul etmeyenlerle konuşmayız.” derken, Yüksek Müzakere Konseyi sorumlusu Muhammed Alluş ise, “Geçiş sürecinin, Esad’ın düşüşü ya da
ölümüyle başlaması gerektiğine inanıyoruz.” diye tavır takınmaları, başlayan görüşmelerin yine kısa süreceği yönlü yorumlara neden oldu. Görüşmelerin üç
tur şeklinde yürütüleceği de Mistura’nın kamuoyuna
verdiği bilgiler arasındaydı. Mistura görüşmelerde bir
anlaşmaya varılmasa bile, net bir yol haritasının çizileceğine inandığını da açıkladı.
Bu görüşmelerin başlamasına paralel olarak Rusya,
Suriye’deki askeri güçlerinin ve savaş araçlarının bir
bölümünü geri çekeceği açıklaması yaptı. Kimi medyada bu ilk önce Rusya Suriye’den çekiliyor gibi gösterilse de, bu çekilmenin de kısmi olduğu kısa sürede
rüşmelerde bulundu. Örneğin Suriyeli kadın grupları
temsilcileriyle, Moskova–Astana Grubu, bu grupta
Kürt temsilciler de yer almaktadır, Moskova–Kahire
Grubu ve Suriyeli silahsız muhalefetin vb. kesimlerin
temsilcileriyle görüştü.
Cenevre görüşmelerine ara verilmesi ve ABD Dışişleri Bakanı Kerry’nin Rusya’da Putin ve Lavrov
ile yaptığı görüşmeler sonrasında ABD ve Rusya’nın
Ağustos ayına kadar “yeni Suriye anayasası”nı hazırlama konusunda anlaştıkları açıklandı. Yine Esad rejimi ile muhalefetin doğrudan görüşmelere başlamaları için tarafların nüfuzlarını kullanma konusunda
da anlaştıklarını ilan ettiler.
Bu gelişmeler yaşanırken Rusya’nın havadan desteğiyle Suriye ordusu 27 Mart’ta Palmira’yı, ardından da
3 Nisan’da Karyatayn’ı İD’den geri aldı. Azez-Cerablus hattı bağlamında ABD-TC arasındaki, TC- YPG/
YPJ arasındaki çelişkiler, çatışmalar sürdü, sürüyor.
ABD PYD’den vazgeçmeden TC’yi de tam karşısına
almamaya, ortayı bulmaya çalışıyor.
“Cenevre III” görüşmelerinin ikinci turu da önceden belirlenen 9 Nisan tarihinde yapılmadı, 13
Nisan’a ertelendi. Mistura görüşmelerin tarihinin ertelendiğini açıklarken “Suriye görüşmelerinin yeni turunun, gerçek bir siyasi geçiş sürecine başlama yönünde çok somut olması gerekiyor.” (Hür. 8 Nisan 2016)
tespitini yapıyordu. 13 Nisan’da ikinci tur görüşmeleri başladı. Görüşmeler hakkında bilgi verici bir haber
bugüne kadar medyaya yansıtılmadı.
13 Nisan’da Suriye’de parlamento seçimleri yapıldı. Rusya seçimleri devlet kurumlarının işlerliği
için olumlu bulurken, çoğu kesim seçimleri meşru görmediği vb. yönlü düşünceleri açıkladı. Seçim
Komisyonu’nun açıklamasına göre seçimde 8,8 milyon seçmenden 5 milyonu oy kullanmış ve 250 milletvekilinin 200’nü Esad yanlısı Baas Partisi ve müttefiklerinden oluşan “Ulusal Birlik” kazanmıştır.
Yazımızın kapsadığı bu dönem içinde YPG hem
Çek Cumhuriyeti’nin başkenti Prag’da, hem de
İsveç’in başkenti Stockholm’da temsilcilikler açtı. Bu
adımlar Kürt silahlı güçlerinin de giderek daha fazla
kabul edildiğini belgelemektedir.
Ateşkes ise, makalemiz yazılırken yaşanan kimi çatışmalara rağmen –İD ve El Nusra cephesi ile savaş
zaten hiç durmadı- resmen sürmekteydi. Ama her an
sonlanabilme olasılığı mevcuttur. “Cenevre III” görüşmelerinin ikinci ve gerçekleşirse üçüncü turunda
ne gibi sonuçların çıkacağını ise birlikte göreceğiz.
22.04.2016
panorama
açığa çıktı. Kimsenin bu ortamda beklemediği bu
adım hakkında birçok spekülasyon yapıldı. Bu spekülasyonlara rağmen bu adımın Cenevre görüşmelerine “yeni bir ivme kazandır”dığı yönlü açıklama,
BM Özel Temsilcisi Mistura tarafından yapıldı. Putin
ise, yürüttükleri savaşın gidişatı değiştirdiğini, barış
görüşmelerinin başlayabileceği bir ortam oluşturduğunu savunarak esas hedeflere varıldığını da belirterek atılan adımı gerekçelendirmeye çalıştı.
Görüşmelerin birinci turu 14 – 24 Mart tarihlerinde
yapıldı. Almanya bu görüşmelerde Yüksek Müzakere
Konseyi temsilcilerinin “siyasi deneyiminin eksik”
olması gerekçesiyle, bu heyete siyasi ve adli sorunlar
için danışmanlık yapmaktadır ve bu heyetin açıklamalarının, tavırlarının medyada yaygınlaştırılması
işini üzerlenmiştir. Bunun için 2 Milyon Avro’luk
bütçe ayrıldığı da verilen bilgiler arasındadır.
“Cenevre III” görüşmelerine davet edilmeyen Rojavalı güçler ise daha önce masada olduğunu açıkladıkları federal sistem düşüncesini daha da somutlaştırdılar. “Rojava ve Kuzey Suriye Demokratik Federal
Sistemi Belge Metni”, yapılan iki günlük toplantı sonrasında onaylanarak kabul edildi. Bir Kurucu Meclis
ve 31 kişiden oluşan meclis Yürütme Konseyi oluşturuldu. Bu adım atılırken kimi temsilciler, bu belgenin
onaylanmasının “federal bir sistemin ilan edildiği
anlamına gelmediğini” belirtseler de, medyada federal sistemin daha şimdiden ilan edildiği haberleri yaygınlaştı. Atılan bu adıma gelen tepkiler farklı
farklıydı... Kimi karşı olduğunu, veto ettiğini, kimi
buna karar verecek olanın Suriye halkı olduğunu savunurken, Esad’ın tavrı Suriye’nin federatif bir rejim
için çok küçük olduğunu, bu nedenle federasyonun
mümkün olmadığı biçimindeydi. Yani Esad prensipte
federasyonu reddetmiyor, sadece Suriye somutunda
mümkün olmadığını savunuyor! Esad bu açıklamayı
yaptığında da Kürtlerin büyük bölümünün birleşik
bir Suriye’de yaşamak istediğini belirterek, Rojavalı
güçlere karşı saldırgan bir tavır sergilemiyordu.
“Cenevre III” görüşmelerinin birinci turu 24 Mart’ta
bitti ve sonuçta “ev ödevleri”nin tespitiyle yetinildi.
“Suriye’de siyasi bir çözüm için temel prensipler”
başlıklı bir belge ile görüşmelere katılan temsilciler
“evlerine” gönderildi. Sözkonusu uzlaşma taslağında
12 noktanın olduğu ve tarafların 9 Nisan’da başlayacak olan ikinci tur görüşmelere bu noktalara cevap
vererek gelmeleri gerekiyor. Mistura sözkonusu uzlaşma taslağını hazırlarken Cenevre’de bulunan ama
resmi müzakerelerde yer almayan kesimlerle de gö-
39
✒
inceleme
İTALYAN FA ŞİZMİ ÜZERİNE!
Faşizm nedir?
Faşizm nedir?
Faşizm, 1922 yılında, liderliğini Benito
Mussolini’nin yaptığı Ulusal Faşist Parti’nin iktidara
gelmesinden, İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar
olan dönemde İtalya’da hâkim olan diktatörlük rejiminin kayıtlara geçmiş resmi adıdır.
Faşist sözcüğü bir baltanın çevresine bağlanmış
bir demet sopa anlamına gelen Latince “fascis” sözcüğünden İtalyan faşistleri tarafından türetilmiştir.
Hâkimiyetin sembolü olan bir balta ve çevresi silindir
oluşturulacak şekilde kırmızı kurdele ile bağlanmış
çubuklarından oluşan bir demet olarak yapılmıştır.
Eski Roma Cumhuriyeti ve Roma İmparatorluğu döneminde görevi üst düzey görevlilerin güvenliğini
sağlamak olan sivil hizmetli sınıfı olan Victorlar bu
fasetleri taşırlardı. Lektörlerin kullandığı bu balta güç
ve yetkinin simgesiydi. Aynı zamanda birlikten güç
doğduğunu gösteren bir sembol olarak ta anlaşılıyordu. İtalya’da 1922–1944 yılları arasında yönetimdeki
faşist parti de bu sembolü amblem olarak kullandı.
Her konuya olduğu gibi faşizm konusuna da her sınıf kendi penceresinden baktı ve bakıyor! Farklı bakışların ve değerlendirmelerin sonuçları faşizme ve
faşist diktatörlüklere karşı mücadeleyi de belirlemektedir. İtalyan faşizminin derinliklerine inmeden önce
bizim değerlendirme ve analizlerimize ışık tutan teorik birikime göz atmak yerinde olacaktır. Bu konuda
kendini devrimci ve komünist saflarda değerlendirenlerin dayandığı temel, Bulgar komünisti Georgi
Dimitrov’un “Faşizme Karşı Birleşik Cephe” isimli
eseridir. Bu eserdeki tezleri aşağı da aktarma ile sorunu irdelemeye başlıyoruz. Çabalarımızın amacı okuyucumuza meseleyi bütünlük içinde anlatabilmektir.
O zaman G. Dimitrov’un faşizm konusundaki tezlerine ilk elden göz attığımızda çıkan sonuçlar:
40
Dimitrov’dan faşizm konusundaki teorik önermeler
“Büyük ekonomik krizin geliştiği sıralarda kapi-
talizmin genel krizi
açıkça
belirlenince,
emekçi halk giderek
devrimciliğe yöneldi.
Bu devrimci yönelişe
karşı faşizm de geniş
bir saldırıya geçti. Yönetici burjuvazi daha
sonra kurtuluş yolunu
faşizmde aradı.
Bunların amaçları,
emekçi halka karşı yok
edici tedbirlere başvurmak, emperyalist
bir talan savaşı hazırlamak,
Sovyetler
Birliği’ne hücum etmek, Çin’i köleleştirmek ve bölüşmek; böylelikle de devrimi engellemektir.
Emperyalist çevreler krizin bütün yükünü emekçi halkın omuzlarına yüklemeye çalışıyorlar. Faşizmin gereğini duymalarının nedeni budur.
Pazarlar sorunu, güçsüz ulusları köleleştirerek, sömürgeci baskıyı arttırarak ve savaş yoluyla dünyayı
yeniden bölüşerek çözmeye çalışıyorlar. Faşizme bu
yüzden gerek duyuyorlar.
Devrim güçlerinin gelişmesini, işçilerin ve köylülerin
devrimci hareketlerini ezerek ve dünya proletaryasının
siperlerine karşı askeri saldırılar düzenleyerek engellemeye çalışıyorlar. İşte bu yüzden faşizmin gereğini
duymaktadırlar.
Bazı ülkelerde, özellikle Almanya’da bu emperyalist
güçler–kitleler kesinlikle devrime yönelmezden önce
proletaryayı yenilgiye uğratmak ve faşist diktatörlükler kurmak başarısını göstermişlerdir.
Ancak bu zafer faşizmin kazandığı zaferlerin iki niteliğini ortaya çıkarmaktadır: Bir yanda, Proletarya,
Sosyal Demokrasi’nin yıkıcı siyaseti ve burjuvaziyle
olan sınıfsal işbirliği yüzünden bozulmakta, eylemsiz
inceleme
finans kapital kurulu ya da organı, faşist diktatörlüğü
başlatmak için bir tarih saptamış gibi basitleştirilmiş,
düzgün bir olay olarak düşünülmemelidir.
Faşizm gerçekte genel olarak eski burjuva partilerine ya da bunların belirgin bir kesimine karşı verilen
karşılıklı, bazen de şiddetli bir kavga sonucu ortaya
çıkar. Bu kavga faşist kampın kendi içinde de sözkonusu olabilir. Bu kavga bazı durumlarda silahlı
çatışmalara da yol açabilir; Almanya, Avusturya ve
birtakım ülkelerde gördüğümüz gibi. Ne var ki, bunlar
şu gerçeğin önemini azaltmaz: Burjuva hükümetler,
faşist diktatörlük kurulmadan önce belli birtakım ön
aşamalardan geçerler ve faşizmin yönetimi ele geçirmesini doğrudan doğruya mümkün kılan birtakım gerici
tedbirler alırlar. Her kim ki burjuvazinin koyduğu gerici tedbirlere ve bu ön aşamalarda faşizmin gelişmesine
karşı koymaz, o kişi faşizmin zaferine engel olmak durumunda değildir; aksine o zaferi kolaylaştırır.
Faşizmin kitleleri etkilediği kaynak nedir? Faşizm
kitleleri çekebilir, çünkü demagoji yoluyla onların en
acil ihtiyaçlarına ve isteklerine seslenir. Faşizm, kitlelerin özünde kökleşmiş ön yargıları alevlendirmekle
kalmaz, onların duygularına, adalet anlayışlarına ve
hatta bazen de devrimci geleneklerine el atar.
Faşizm, büyük emperyalistlerin çıkarlarına hizmet
etmekle birlikte, kitlelere, kendisini aldatılmış bir ulusun kahramanı biçiminde tanıtır.
Faşizm, kitleleri en sınırsız biçimde sömürür. Ancak bunlara, en ustaca antikapitalist demagojilerle yaklaşır. Bunu başarmak için de emekçi halkın
vahşi burjuvaziye, bankalara, tröstlere, sermaye
patronlarına karşı beslediği kinden yararlanır ve ortaya atıldığı zaman, siyasal olgunluğa erişmemiş kitleleri kandıran sloganlar yayar.
Faşizm insanları en yozlaşmış ve en sömürücü
unsurların merhametine terketmekle birlikte; onların
karşısına „dürüst ve yozlaşmamış bir hükümet“
isteğiyle çıkar.
Faşizm, proletaryanın devrimci eylemine ve huzursuz birtakım insanlara saldıran bir parti olarak yönetimi ele geçirir. Ama bu eylemini „tüm ulusun“ ve ulusun
„kurtuluşunun“ hatırına burjuvaziye karşı yöneltilmiş
bir „devrim“ biçiminde tezgahlar. Mussolini‘nin
Roma‘ya „yürüyüşü“nü, Pilsudski‘nin Varşova‘ya
„yürüyüşü“nü, Hitler‘in Almanya‘da yaptığı Nasyonal
Sosyalist „devrim“i, vb. hatırlamalıyız.
Ancak suratlarındaki maske ne olursa olsun; kendini hangi biçimde tanıtırsa tanıtsın; hangi yollardan
yönetimi ele geçirirse geçirsin:
✒
kalmakta ve güçsüz bir duruma gelmektedir. Diğer
yanda ise, burjuvazi de güçsüzdür; çünkü işçi sınıfının
yaratacağı ortak bir savaştan korkmaktadır, devrimden korkmaktadır. Artık eski burjuva demokrasisi ve
parlamentarizm yöntemleriyle diktatörlüğünü sürdürecek durumda değildir.
Faşizmin sınıfsal niteliği
Yoldaşlar!
Komünist Enternasyonal, Yönetim Kurulu’nun on
üçüncü oturumunda işbaşındaki faşizmi finans kapitalin en gerici, en bağnaz ve en emperyalist unsurlarının açık zorba diktatörlüğü olarak doğru bir biçimde
tanımladı.
Faşizmin en gerici biçimi Alman tipi faşizmdir. Sosyalizmle ortak hiçbir yan olmamasına karşı kendi
kendine Nasyonal Sosyalizm adını verecek kadar yüzsüzdür. Alman faşizmi sadece burjuva milliyetçiliği
olmayıp, şeytani bir bağnazlıktır da. Siyasi gangsterlik biçiminde bir devlet sistemi, işçi sınıfına ve köylülerin, küçük burjuvaların ve aydın kitlenin devrimci
unsurlarına uygulanan bir provokasyon ve işkence
sistemidir. Ortaçağ barbarlığı ve canavarlıktır o; öteki
uluslarara karşı zaptı raptı olmayan bir saldırıdır.
Tarihi, toplumsal ve ekonomik koşullar, ulusal özellikler, hatta bir ülkenin uluslararası durumu, faşizmin
ve faşist diktatörlüğün değişik ülkelerde değişik biçimlerde gelişmesine yol açmaktadır.
Faşizmin geniş bir kitle dayanağı bulamadığı ve
faşist burjuva kampın çeşitli grupları arasındaki mücadelenin kesin olduğu birtakım ülkelerde bu rejim,
öncelikle parlamentoyu feshetme yoluna gitmez.
Sosyal Demokrat Partiler de dahil olmak üzere öteki
burjuva partilerinin biraz meşruiyet elde etmelerine
göz yumar. Başka ülkelerde eğer yönetici burjuvazi
erken bir devrimin patlak vermesinden korkuyorsa,
faşizm sınırlandırılmamış olan siyasal tekelini kurar.
Bunu, ya hemen ya da rakip parti ve gruplara karşı
terör yönetimini ve kan kusturmayı artırarak yapar.
Kendi durumu özellikle açıklığa kavuşunca bu durum faşizmin, kendi temelini genişletmesini ve sınıfsal
yapısını değiştirmeksizin açık terörist diktatoryayı
kaba ve uydurma bir parlamentarizmle birleştirmesini
engellemez.
Faşizmin yönetimi ele geçirmesi, sadece bir burjuva
hükümetin bir diğerini izlemesi değildir. Burjuvazinin/
burjuva demokrasisinin belli bir sınıfsal egemenliği
içeren devlet biçiminin, bir diğeriyle; açık terörist diktatörlükle değiştirilmesidir.
Yoldaşlar, faşizmin yönetimi ele geçirmesi sanki bir
41
✒
inceleme
42
Faşizm sermayenin emekçi halk kitlelerine yöneltebileceği en azgın saldırıdır;
Faşizm dizginlenmemiş bir şovenizm ve yağma savaşıdır.
Faşizm kudurmuş bir gericilik ve bir karşı devrim
hareketidir;
Faşizm işçi sınıfının ve bütün emekçi halkın en korkunç düşmanıdır. (abç) (“Faşizme Karşı Birleşik Cephe“, G. Dimitrov, s. 133-139, Ekim Yayınları, 7. baskı
Ankara 1989)
Bu aktardıklarımız faşizm konusunda kendine komünist diyenlerin ortak olarak kabul ettikleri teorik
önermeler ve tezlerdir. Alıntıyı uzun tutmamızın
tek nedeni sorunun bütünlük içinde anlaşılmasıdır.
Bu teorik önermeler Komünist Enternasyonal‘in ve
KE adına G. Dimitrov‘un sunduğu teorik tezlerdir.
Bu teorik önermeler doğru kavranmadığı noktada
faşizm yalnızca gelmiş geçmiş en koyu faşist diktatörlük olan Alman faşizmi ile sınırlandırılabilir, ona
indirgenebilir!
Yukarda aktardığımız tezlerin yorum ve değerlendirmesi yazımız içinde somutlaştırıldığı için
G. Dimtrov’un önermelerini yorumlama ihtiyacı
duymuyoruz. Şimdi esas inceleme konumuz olan
İtalya’da faşizme geçebiliriz.
Faşizmin İtalya’da yönetme biçimi olarak ortaya
çıkış nedenleri
Birinci Dünya Savaşı sonrası varlığını dayatan ekonomik krizler, geniş emekçi kitleleri, küçük burjuva
ve köylü yığınlarını korkunç bir yoksulluğa itmişti.
Aynı zamanda kapitalist sınıfın kârlarını da düşürmüştü. Kârı tehlikeye girmiş olan sömürücü sınıflar,
bu açıklarını kapatabilmek için sömürü payını arttırmak zorundaydılar. Yani savaşın hesabı her zaman olduğu gibi yine emekçilerin sırtına yüklenmek
durumundaydı. Savaş sonrasının emekçiler içindeki
tepkisi başkaldırıydı. Bu direncin kırılması mevcut
yasalar çerçevesinde mümkün görünmüyordu!
Mussolini savaş sonrası durumu şöyle değerlendirmekteydi:
“Savaşın bitmesiyle İtalya, tehlikeli bir anarşizmin
içine düşmüş, Vittorio Veneto zaferi, milli şuur uyanışında bir dönüm noktası olmamıştı. Aksine ülkeyi
savunanlar her yerde ve her vesile ile hakaret hedefi
haline getirilmişlerdi. Subaylara ve erlere saldırı
olayları sık sık görülüyordu. Cepheden yaralı ya da salimen dönenler, cinayet suçluları gibi kovalanıyorlardı.
Gazetelerde her gün grev haberleri görmek, artık olağan
karşılanıyordu. Ülkenin büyük bir savaştan henüz
çıktığı, adeta unutulmuştu. Fabrika sahiplerinin mali
imkânları düşünülmeden ileri sürülen aşırı istekleri,
tehdit edici grevler takip etmeye başlamıştı. Oysa sendikalar da güçlü değildi. Bu yüzden işverenlere karşı,
eyleme sürüklenen işçi toplulukları daha da aç ve sefil
duruma düşüyorlardı” (“Benitto Faşizm-Faşist Devlet”, Mussolini, s. 42, Toker Yayınları, 1998 İstanbul)
Görüldüğü gibi Mussolini’ye göre suçlu emekçi insanlar ve onları direnişe teşvik edenlerdir! Bu sözlerden çıkan diğer bir sonuç İtalya’da faşizmin iktidara
gelişini anlamakta işimizi kolaylaştırmaktadır. Yukarda aktardığımız G. Dimitrov’un ekonomik krizler
noktasındaki tezleriyle de uyumludur.
1893 yılında, Sicilya’da “ fasci” adı altında ortaya
çıkan, sonuçsuz bir köylü hareketi İtalya tarihinde
önemli bir yere sahip olsa da, İtalyan faşizminin kaynağı, “fasci di combattimento” (Kara Gömlekliler)
hareketidir. İnterventismo adı verilen bu savaş yanlısı hareket, İtalyan faşizminin kaynağı sayılan “fasci di combattimento”nun temelini oluşturmaktadır.
İtalya’da faşist hareketin, hem orta sınıf hem de egemen güçler tarafından desteklenmesi, gücünü ikiye
katlamasını sağlamıştır. 1919 yılında 17 bin olan üye
sayısı 1921’de 310 bine ulaşmıştır!
Savaştan galip çıkmış olmasına rağmen İtalya’nın,
böyle bir kriz ortamına girmesinin nedenlerini sıraladığımızda ortaya çıkan sonuçlar şöyledir:
Savaş, bir dizi ekonomik sıkıntılar getirmiş, savaştan dönen eski askerler işsizlikle karşılaşmışlardır.
Paranın değeri günden güne düşmüş, bu durum, işçilerle kapitalistler arasındaki sınıf çatışmasını arttırmıştır!
Savaş sonrasının bilançosu; 600 bin ölü, 500 bin yaralı; büyük kazançlar ve görülme­miş savaş kârları; askerlik tarihinin eşini görmediği Caporetto bozgunu;
şaşırtıcı yo­ğunlukta bir sanayileşme süreci; geride açlık ve yoksulluk, savaşa ayak uydurama­mış bir ülke!
1914’te 100 olarak alınacak fiyatlar, 1918’de 248’e,
1919’da ise 300’e yükselmişti. Kamu borçları 85 milyar lirete ulaş­mış, tarımda üretim azalmış­tı. 1914’de
50 milyon kental (1 kental 100 kg’dır.) olan buğday
üretimi savaş so­nunda 38 milyona düşmüştü. Ücretler ise 1913’teki düzey­lerinde donmuş bulunmak­taydı.
Savaşta deniz ticaret filosunun % 60’ı kaybedilmiş ve
ülkede besin ve yakacak maddeleri kıtlığı vardı.
1848 tarihli Anayasa’nın sağladığı sınırlı monarşi
ve liberal demokratik kurumların yetersizliği açıkça
ortaya çıkmıştır.
inceleme
Faşizmin İtalya’da iktidara geliş süreci
Faşist hareketin silahlı eylemleri, her zaman devlet kuvvetlerine destek oluyor, hatta bazı zamanlarda da devlet kuvvetlerinin yerine geçiyordu. Örneğin 1922 Ağustos ayında, demiryolları işçilerinin
yaptıkları grevin, faşist kuvvetlerce önlenmesinden
sonra Mussolini, çeşitli şehirlerde yaptığı konuşmalarda Roma’nın işgal edilmesinden söz etmeye başlar.
“Devletin kesinlikle faşist olacağını” söyler. ((“Benitto
Faşizm-Faşist Devlet”, Mussolini, s. 78-80, Toker Yayınları, 1998 İstanbul)
Halk, şiddet yanlısı sol gruplarla çatışmalara giren Mussolini’nin faşist gruplarını kurtarıcı olarak
görmeye başlamıştı. Çünkü onların propaganda ve
ajitasyonları halkın inanç ve milliyetçi duygularına
hitap ediyordu. Faşist gruplar, devletten aldıkları destekle işçi toplantılarını ve sol eğilimli siyasal örgütlerin eylemlerini zor kullanarak önlemeye çalışıyor,
şiddete yine şiddetle cevap veriyorlardı. “Bu durum
✒
Savaş sırasında üretimlerini artıran kapitalistler
yüksek kârlar elde etmişlerdi. Savaş sonrası dönemde
bu kârlar düşmüş, silah üreten ağır sanayi zora girmişti. Savaş sırasındaki savaşın ihtiyaçlarına dönük
üretimden barış döneminin üretimine ekonomiyi
uydurmak, soruna çözüm bulmak çok önemli güçlükler yaratmıştı! Ucuz hammadde bulmak artık
mümkün olamıyordu, çünkü İtalya’nın diğer ileri
kapitalist-emperyalist ülkeler gibi sömürgeleri yoktu.
Bu kâr ve ücretlerin düşmesi anlamına gelmekteydi!
Bu durum etkisini toplumsal sahada da göstermişti.
Emekçi yığınlar daha iyi koşullarda yaşamak için örgütlenmekle yetinmeyip şiddetle hak aranmaya başlamıştı. Grevler bir birini kovalıyor, direnişler fabrika
işgallerine dönüşmüştü! Toplumsal gerilim daha da
artmıştı! Sosyal devrim tehlikesi sömürücü sınıfların
kapısını çalmaktaydı!
İtalyan halkı, savaşta ittifak güçleri içinde yer alan
Fransız ve İngilizlerin, barışta kendilerini aldattığına inanıyordu. İtalyanlara göre, İtalya savaşta zafere
ulaşmış, ama barış konferanslarında yenilgiye uğramıştı! İtalya, hak iddia ettiği Fiume ve Dalmaçya sahil
bölgelerinin Yugoslavya’ya, Valona’nın Arnavutluk’a
verilmesi karşısında kendisine ihanet edildiği düşüncesi işleniyordu! Bu vb. propagandalar milli bir öfkenin doğması sonucunu getirmiş; milliyetçilik duygularını harekete geçirmişti.
İç ve dış politikada başarısızlığa uğrayan hükümetin otoritesi haddinden fazla sarsılmıştı.
zayıf, istikrarsız, şiddeti önleyemeyen bir devletin var
oluşu halk kitlelerini faşizme iterek, iktidara gelme yolunda büyük katkı sağlıyordu” (Laquer, 1976: sf. 129
aktaran “Faşist Devlet Sistemi” (1922-1945) Hazırlayan: Emre Con Danışman: Yrd. Doç. Dr. Baran Dural
Yüksek Lisans Tezlerinden)
Elbette Clara Zetkin’in dediği gibi ” faşizmin başarısını, proletaryanın kendi devrimini sürdürmeyi becerememesine bağlamakta“ mümkündür!
Çünkü; özellikle 1919-1921 yılları arsındaki fabrika ve toprak işgalleri, büyük genel grevler vb. işçi
eylemi­nin burjuva siyasal iktidarını kökünden silip
götürebileceği olasılığının somut örnekleri olarak
vardır. Bu somut ör­nekler, 1921 yılından sonra, kapitalizmin açık bir biçimde faşizmi desteklemesi ve onu
iktidara getirmesi sonucunu doğurdu. Kapitalizmin,
güvensizliğinin arttığı dönem­lerde faşizmi desteklediği İtalyan deneyinde açıkça görülmektedir.
1919 yılında İtalya’yı bü­y ük bir grev fırtınası kasıp
kavurmuş ve İşçiler işveren­
lerden önemli ödünler
kopar­mışlardı. Bu grev dalgası, 1920 Ağustos’undaki silâhlı fabrika işgalinde doruk nok­tasına ulaştı.
43
✒
inceleme
44
Giolitti’nin libe­ral hükümeti, sanayi işçileri­ni olduğu
kadar, tarım işçile­rini de kapsayan bu kitle ey­lemine
karşı, devlet kuvvet­
lerini çıkarmayı cesaret ede­
miyordu.
İtalya’da 1920 seçimlerinde faşist parti 4 bin oy
alabilmişti. Seçimleri izle­yen işçi eylemleri ve işgaller büyük sermayeyi korkutmuş; sermaye, faşistleri
destekle­me konusunda kesin kararı­nı vermişti. Faşistler zengin­leşip güçlenmiş, Mussolini de “büyük
sermayeye karşı savaş” tezinden vazgeçmişti. Faşistlere göre ”çelik bir önder irâdesi, işçi sınıfını boyun eğmeye” zorlayabilir, ekonomik yaşamı altüst eden “kıyasıya sınıf kavgalarına ve partile­rin kısır çekişmelerine”
böyle bir irade son verebilirdi! “Kökünden sarsıl­mış
ekonomiyi yeniden işler duruma” getirebilirdi.
Savaş sonrasının ilk iki yılında, İtalya, gerçek bir ta­
rım devrimi yaşadı. Büyük toprak sahiplerine karşı
giri­şilen eylemler, İtalya’nın ta­rım düzenini baştan
aşağı de­ğiştirdi. Büyük toprak sahibi­nin, kiracısının
devşirdiği ürünlerin üçte ikisi üzerinde­k i (Terzeria)
hakkı kaldırıldı. Büyük toprak sahiplerinin çiftlikleri
iş­gal edildi.
Sonunda, büyük toprak sahipleri de karşı saldırıya
geçtiler ve 1921 yı­lında Mussolini faşistlerini yardıma
çağır­dılar. Büyük toprak sahi­bi, faşistleri göreve çağırınca, bunlar, köyü elde silâh bası­yorlar, Belediye’yi
ortadan kaldırıp kendi saflarından bi­
rini başkan
yapıyorlar, gün­delikçiler birliğinin konutu­nu yakıp
yıkıyorlar, onların önderlerini kovup, direnenle­rini
öldürüyorlardı.
Büyük toprak sahiplerinin yaptığı ve yaptırdığı işler
kent burjuvazisi tarafından da örnek alındı. Kısa bir
sü­re sonra, kentlerde de faşist birlikler boy göstermeye baş­ladı. Bunlar kentleri basıyor, sendika binalarını
tahrip edi­yor, işçi liderlerini kovuyor, öldürüyorlardı.
Başkaldıran işçilere karşı seferber edilen “hücum
kıtalarınının” korunması ve silahlandırılması için,
kapitalist­ler faşistleri bol para ile bes­lemekteydiler.
Ayrıca, devlet güçlerinin de faşist eylemle­
re göz
yumması sağlandı. Fa­şistler, işçilere karşı bastır­ma
eylemlerine giriştiklerin­de polis, çatışmaları önleme
bahanesiyle işçi liderlerini tu­tuklamaya başladı. İşte
faşizmin İtalya’da iktidara geliş süreci böyle bir yol
izledi!
Faşist hareketin gelişme seyrini aşağıda aktardığımız tablolardan açık bir şekilde görmek mümkündür:
(Tablolar “İtalyan Faşizmi ve Tarihsel Gelişimi” Abdül Samet Çelikçi, Muş Alparslan Üniversitesi Sosyal
Bilimler Dergisi Cilt , Sayı 2 Aralık 2013’ten alınmıştır)
inceleme
yükselmişti.
1919 ile 1924 yılları arasında üç seçimdeki gelişmelere baktığımızda, 1919 seçimlerinde esamesi
okunmayan faşist partinin 1921 seçimlerinde oy
oranı %0,4 sandelye sayısı 37 iken, 1924 seçimlerinde oran %66,5’ye ve sandelye sayısı ise 535 vekilli
parlamento da temsil sayısını 375’e yükselmiştir.
1924’te seçimlere katılma oranı ise %38’dir.
✒
Mussolini faşist hareketi kendini bir parti olarak
değil, bir eylem olarak adlandırıyor ve bu­nu “anti–
parti” olarak niteli­
yordu. Dalmine’de düzenle­
nen
“üretici grevi”, bu eyle­min niteliğini ortaya koydu.
İtalyan bayrağını diken kü­çük bir fabrika, milliyetçiler tarafından işgal edildi ve üç gün boyunca, bir işçi
konse­y inin yönetimi altında çalıştı. Mussolini, daha
sonra, bu deneyi “milliyetçi sosyalizm” açısından bir
koz olarak ta kullandı. Alman Nazileri de kendilerini
Nasyonal Sosyalist (Milli Sosyalist) olarak adlandırmıştı!
Fasci Italiani di Combattimento eylemi (ki bu eylem, daha sonra Kara Gömlekli­lerin eylemi adını alacaktır). Bunlar, başlangıç­ta, eski savaşçılardan, savaş
yanlısı solculardan, maceracılardan oluşan 150 kişilik bir topluluktu. Üreticilere gere­ken yerlerinin verilmesi, cumhuriyetin kurulması gibi, Mussolini düşüncesinin un­surlarını taşıyan istekleri savunuyordu.
Mussolini “İleri gidersem arkamdan geliniz... Geri
dönersem beni vurunuz.” derken davadan dönenin
sonunu ilan ediyordu. Bizdeki faşistlerinden bazılarının “davadan döneni vurun! Ben dönersem beni de
vurun!” söylemlerinin kaynağı da belli olsa gerek!
Kara Gömleklilerin (Fascio di Combattimento) üye
sayısı 1919 Aralık’ında 850 ve grup sayısı 31 iken 1922
Aralık’ında üye sayısı 299.876 ya grup sayısı ise 3424’e
Avanti yangını
Avanti, İtalyan sosyalistlerinin 1896’da Roma da ilk
baskısını yaptığı günlük gazetesidir. Gazete 1911’de
Milano’ya taşınmıştır. Mussolini faşistleri 15 Nisan 1919’da Avanti merkezini ateşe vererek yakarlar.
1922’de faşistler dönemin bu en büyük gazetesini yasaklarlar. 1926’dan itibaren savaş sonuna kadar Avanti, Paris ve Zürich’te haftalık olarak çıkmaya başlar!
Avanti yangının önemi bu sabotaj sonrası benzer
sabotajların ard arda gelmesine örnektir. 17 Kasım
1919’da Milano’daki bomba olayı, 14 Ekim 1920’de
Trieste sosyalist örgütünün organı İl Lavatore’nin
yakılması olayı, 4 Kasım 1920’de Bologna borsasına
karşı girişilen ve sonuçsuz kalan bu tür saldırı olayları çizgisinin devamı sayılabilirdi. Sosyalist parti­nin
yöneticileri Avanti yangı­nına 24 saatlik bir genel grev
ve Avanti için açılan bir abo­ne kampanyası ile karşı-
45
✒
inceleme
46
lık vermişlerdir!
Faşistler İtalya’da iktidarda
26 Eylül 1921’de sosyalist milletvekili Di Vagno,
Bari’de öldürülür; aynı gün, Modena’da, faşistleri
kamu güçleriyle karşı karşıya getiren kanlı çatışmalar
çıkar.
1 Ma­y ıs 1922, işçilerin mücadele günü, hemen hemen her yerde çatışmalar ve şiddet olaylarıyla geçer.
Faşizm, saldırıya başlamıştır. Birkaç gün için­de, İtalo
Balbo’nun “squadro”ları, 12 Mayıs 1922’de Ferrare’yi,
29 Mayıs’ta Rovigo’yu, 30 Mavıs’ta Bologna’yı işgal
ederler.
Mussolini, iktidara gelme konusunda Salandra
hüküme­ti gibi “arka kapıyı” kul­lanmaya hiç niyetli
olmadığı­nı belirtecek ve şöyle diye­cekti: “Ya iktidarı
bize verir­ler, ya da biz onu, Roma’ya yürüyerek alırız.”
O gece bü­tün birlikleri harekete geçir­mek ve saldırıyı
başlatma kararı alındı. Perucia’daki karargâhlarından
Balbo, De Bono, De Vecchi ve Bianchi’den oluşan
“quadrumvira” (dörtlü yönetim), Roma’nın faşist birlikler tarafından ku­
şatılmasını düzenleyecekti. 24
Eylül’de 30 bin “kara gömlekli”, 20 bin faşist sendika
üyesi işçi, atlı ve bisikletli birlikler, Napoli’de toplana­
rak Mussolini tarafından tef­tiş edildiler.
Mussolini faşistleriyle birlikte 29 Ekim 1922 gününün
akşamı, yeni görevi için, Milano’dan Roma’ya hareket
etti. 30 Ekim 1922 günü Saray’a giderek hükümet listesini Kral’a sundu ve şunları söyledi: “Haşmetli Kral
Hazretleri! Size yeni zaferlerle yeniden kutsanmış
olan Vittorio Veneto İtalya’sını getiriyorum.” Böylece
“Roma Yürüyüşü de tamamlanmış oldu.
1922’de iktidara gelen faşist­
leri sermaye, ordu,
aristokra­si ve kilise desteklerken, işçi eylemlerinden
tedirginlik du­yan küçük ve orta burjuvazi ile eski
zenginliklerini kaybe­dip yoksullaşan ve iş olanak­
ları bulamayıp işçilere düş­man kesilen köylü kesimi
de faşizmden yana oldular. Fa­şist hareket, görünüşte,
yok­sullaşan bu sınıflara sesleni­yor, onlara “mutlu yarınlar” vaat ediyordu.
Ve Mussoliniye bakılırsa:
“Faşizm ahlâki alanda bir devrim yaparak ruhsal
sorumluluğu ve moral kuvvetleri üstün bir şekilde özgürlüğe kavuşturmuştur. Yaşayan toplumun kurallarına, örflerine ve geleneklerine önem vererek devleti
ahlâki bir gerçek durumuna getirmiştir. Faşizm tarihi
sınıf mücadelelerini de önleyerek devlet kavramı içinde
bütün sınıfları birleştirmiş, ahlâki ve ekonomik gerçekler içinde sınıf çıkarlarını eritmiştir. Faşizm; tarihsel
gelişimi sınıflar arasındaki savaşa bağlayan sosyalizme
de karşı çıkmıştır.”
Bu sözler faşist iktidarın neyi amaçladığının açık
ilamıdır! G. Dimitrov birkez daha haklıdır. Faşizm
emek düşmanı olarak sınıflar arasındaki temel çelişmeyi ortadan kaldıracağı yalanıyla işe başlamıştır!
Sömürenle sömürülenin çıkarlarının ortak olduğu
yalanı bugünde her renkten faşistin sarıldığı bir yalan olmaya devam ediyor.
Mussolini iktidara geldiğin­de, liberal bir tutumla işe başlamak zorunda kaldı; ka­binesine sol kanat
üyelerini de aldı; faşist yazarlar tarafın­dan yeni liberalizmin kurucu­su olarak ilân edildi. Musso­lini,
düzeni birden yok edip, yeni faşist düzeni kurabilme
olanağına sahip değildi. Başlangıçta, işler yasal bir
görünümle yürütüldü.
Mussolini’nin hükümet programı, 16 Kasım 1922
günü par­lamentoda okundu. Başba­kan açıkça şunları söylüyor­du: “İstesem bu pis ve sağır salonu, bir
avuç askerin kış­lası haline getirebilirim. Ya­pabilirim,
ama hiç değilse bir zaman için bunu yapmıvorum.”
Mussolini’nin bu kor­kutucu sözleri, sokaklarda ge­zen
faşist milis güçleri, faşist hükümetin parla­mentoda
azınlıkta olmasına rağmen, güvenoyu alabilme­sini
sağladı. Faşist milislerin, ulusal güvenliğin korunma­
sında kullanılacak “gönüllü güçler” olduklarına karar
ve­rildi.
Faşizmin yerleşmesi
Mussolini, faşizm, bir “kitle eylemi” olduğu savını
ileri sürerken, bir yandan da kitleleri hor görmüştür.
Mussolinin “halk” için söylediği:
“Kit­
leler, her yerde kadınlar gi­
bidir. Kendilerine
aşılanan­
lar dışında, kendiliklerinden herhangi bir
düşünceye sa­hip olabilme yetenekleri yok­tur. Bunları
yönetmek, saf kuramsal bilgi üzerine kuru­lu kurallarla değil, kitleleri etkileyip çelebilecek olan ne ise, onu
arayıp bulmakla ola­bilir. Kitleler, sadece basit ve aşırı
duyguları bilir. Onla­rı, sadece, simgeler etkiler”
Faşizmin gelişimi ve yerleşmesi bu temel düşünce
içinde sürdü!
1925-1926 yıllarında, faşist parti dışındaki bütün
partiler silinip yok oldular.
5 Kasım 1926’da bütün mu­halefet gazeteleri ve bütün si­yasal partiler kapatıldı. Fa­şizmi benimsemeyen bütün siyasal örgütler dağıtıldı. 9 Kasım 1926’da
ise 120 muhalif milletvekilinin seçim belgeleri geri
alındı. 25 Kasım’da çıka­rılan özel bir yasayla, “Tribunale Speciale per la Difensa dello Stato” (Devleti
inceleme
Mussolini’nin yaşam öyküsü
Mussolini, 29 Temmuz 1883’te, Romagno’nun Doula kasabasında doğdu. Anası Rosa Maltoni basit, koyu
katolik bir kadındı. Babası Alessandro Mussolini ise,
sosyalist bir demirciydi. Oğluna Meksikalı devrimci
Benito Juares’in, Amilcare Cipriani adlı bir anarşistin
ve Andrea Costa adlı Romagnolu bir sosyalistin adla­
rını takmıştı.
Birçok kez hapse giren babası, ateistti; küçük yaşta, ona Bakuni’den Eugene Sue’ye kadar birçok yazarı
okuttu. Yetiştiği ortamın etkisi ile Mussolini heyecanlı, kavgacı, şidde­te tutkun biri oldu. 18 yaşında
öğretmenliğe başladı,
İsviçre’de, sahte pasaport taşımaktan ve “yı­k ıcı faaliyetlerde bulunmaktan” ötürü birkaç kez tu­tuklandı
ve sınır dışı edildi. İtalya’ya döndükten sonra, sosyalist basında yavaş yavaş yazıları çıkmaya başla­dı
Mussolini, 1911 Libya savaşına da karşı çıktı; ge­nel
grev çağrısında bulundu ve hapis cezasına çarptı­
rıldı. Böylece ün kazandı. Uzlaşmaz bir politika savu­
nan Mussolini, sosyalist partinin yayın organı olan
Avanti’nin başyazarı oldu. Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı başladığında Mussolini, sa­vaşı “Ne bir
adam, ne de tek bir kuruş” sloganı ile karşıladı. Yani
takındığı tavır devrimciydi!
18 Ekim­’de, 1914’de Avanti’de ünlü yazısı yayınlandı. Mussolini’nin yeni savı, “kesin tarafsızlıktan, etkin
tarafsızlığa” ge­çiş idi. Böylece Mussolini, saf değiştiriyor ve faşist interventismo eylemini destekleyenlerin
yanına geçmiş oluyordu.
Savaşa kar­
şı olan Sosyalist Parti’nin Bologna’da
yaptığı genel top­lantıya, tarafsızlık politikası­nın savunucusu olarak Mus­
solini gönderilir. Kon­
grede
Mussolini’nin tutumu değişmiştir. İtalya’nın Fransa
ve öteki “itilâf” devletleri ile işbirliği yaparak savaşa
gir­mesini savunmaya başlar.
Bu tutum Sosyalist Parti­içinde bir şok etkisi yaratır! Mussolini’ye karşı amansız bir karşı koyma başlar;
Mussolini Avanti’den ayrıl­mak zorunda kalır. Popo­lo
D’ltalia adlı bir gündelik gazete çıkarmaya başlar.
Mussolinin çıkardığı gazete, aşırı biçimde sava-
şa katılma propagandası yapı­yor ve savaşa karşı çıkan sosyalistlere çatıyordu. Bütün İtalya’daki siyasal
güçler ve aydınlar “savaşa karşı” ya da “savaş yanlısı”
olmak üzere ikiye ayrılmıştı. Savaşa katıl­mayı savunanların yürüttüğü İnterventismo eylemi, (faşistlerin
silahlı başkaldırı eylemleri) işte bu sırada doğdu.
Yapılan bütün araştırmalar göstermiştir ki,
İtalya’nın sa­
vaşa girmesini sağlayan interventismo
eylemi, sadece milliyetçilerin eseri değildir. Eylemi,
milliyetçiler gerçekleştirmiştir, ama büyük sanayi ve
büyük sermaye büyük kâr hayalleriyle, milliyetçileri
savaş yönüne onlar sürüklemiştir.
Piyade askeri Mussolini’de herkes gibi, bu savaşta
üze­rine düşeni yapacak, onbaşı bile olacaktı. 23 Şubat
1917’de Mussolini bir havan topunun patlamasıyla
yaralanarak evi­ne gönderildi.
Savaş sonrasında ise Mussolini, adı tamamen unutulmuş biriydi.
Faşizm, İtalya’da fabrika işgalleri başlayıncaya ka­
dar güç kazanamadı. Bu işgallerden sonradır ki, Mus­
solini sermaye çevrelerinden büyük bir para desteği
görmeye başlayacaktı. 1919 yılı Kasım ayında yapılan
parlamento seçimlerinde faşistler, biri Mussolini olmak üzere iki aday göstermişlerdi. Bu adayların ikisi
de seçilemedi.
1920 yılında Giolitti hükümeti, Mussolini’yi sosya­
list işçi eylemi karşısında destekleme kararı aldı.
1921 yılı Mayıs ayında yapılan seçimlerde Mussolini
“millî cephe”nin 37 faşist milletvekilinden biri olarak
mecli­se girdi. Artık bütün İtalya’yı şiddet eylemleri
kapla­mıştı. Çıkan çatışmalarda iki bine yakın insan
ölecekti.
Bu olaylar sırasında Mussolini, cumhuriyetçiliği bırakmış, krallığı desteklemeye başlamıştı. 1921 Ka­s ı m
ayında Roma’da faşist hareketin kongresi toplandı ve
bura­da partileşme kararı alındı. Mussolini bu kongrede ekonomik bakımdan tam bir liberalizmden yana
oldu­ğunu, devlet işletmelerinin özel sektöre bırakılması ge­rektiğini söyledi.
26 Ekim 1922’de Mussolini, faşistler için genel se­
ferberlik ilân etti. Birçok yerde posta merkezleri, özel
idareler, istasyonlar ve yol kavşakları işgal edildi.
Mussolini, 29 Ekim 1922’de 39 yaşındayken, ülkenin gelmiş geçmiş en genç başbakanı oldu. Bu tarih,
İtalya’da Mussolini’nin faşist diktatörlüğünün başlangıç tarihi oldu ve bu yönetim 1943’e kadar kesintisiz olarak devam etti.
1925 yılında, faşist devletin spor, kültür ve eğlence
örgütü Dopolavoro kurularak hem ideolojinin halk
✒
Savun­makla Görevli Özel Mahke­meler) kuruldu. Bu
mahke­meler, hiçbir yasal güvenceyi geçerli saymıyordu. Totaliter devletin kurulma­sı işi, 9 Aralık 1926
tarihli bir ya­sayla son biçimi aldı. Bu ya­sayla Faşist
Büyük Konsey, “rejimin bütün çalışmalarını düzenlemekle görevli en yük­sek organ” olarak ilan ediliyordu.
47
✒
inceleme
48
tabanına özellikle de genç kitleler arasında yayılması
hem de işçilerin sosyalist hareketlerden uzak tutulması çalışmaları kurumsal bir yapıya oturtuldu.
Kasım 1926’ya gelindiğinde ise İtalya’da totaliter
rejimin temelleri, halkçı, sosyalist, liberal ve komünist 124 milletvekilinin milletvekilliklerinin topluca
iptal edilmesiyle iyice pekiştirildi.
Mussolini sonuna kadar saldırgan bir dış politika
izledi. 1923’te Yugoslavlardan Fiume kentini geri aldı.
1927’de Arnavutluk İtalya’nın himayesi altına girdi.
1929’da ise Vatikan ile Laterano anlaşmasını imzaladı. Bu başarılar, faşizmin ülke içinde sağladığı desteği
da­ha da arttırdı.
Mussolini, sürekli barışın insan toplumları için za­
rarlı olduğuna inanıyordu. Savaş ise, ona göre, soylu
bir nitelik taşımaktaydı. Faşizmin kendi de bir savaş
ürünü idi. Yine G. Dimitrov haklı çıktı! Faşizm savaştan da beslenir!
1931’de üniversite öğretim üyeleri Mussolini’ye bağlılık yeminleri etmek zorunda bırakıldılar. 1933’ler
de İtalya, Avusturya sorunundan ötürü Almanya ile
ça­tışmaya girdi. Bundan başarı sağlayamayan Mussolini Afrika’da Habeşistan’ı işgale girişti. Bu savaş,
Alman­ya ile İtalya’yı yakınlaştırdı.
1936’da İspanya’da, “Halk Cephesi” seçimleri ka­zandı. Halk Cepheleri karşısında Almanya ve
Japonya’­
nın kurduğu “A nt i kom i nter n” pakta,
Mussolini de ka­
tıldı. İspanya’da iç savaş çıkınca,
Mussolini, Franco’yu destekledi ve İtalyan askerleri
İspanya’ya gönderildi.
Mussolini, 1938 Mayıs’ında Hitler’le Roma’da bu­
luştu. Bundan sonra İtalyan faşizmi de ırkçılığa
yönel­di. 21 Mayıs 1939’da Berlin’de İtalya-Almanya
paktı imzalandı. (Burada aktardığımız bilgiler “Devrimler ve karşı-devrimler tarihi Ansiklopedisi” Cilt 2
Gelişim Yayınları 1975 İstanbul’dan alınmıştır. Temmuz 2014’te tarafımızdan digital hale getirilmiştir.)
1 Eylül 1939 sabahı Nazi Almanya’sı ordularının
Polonya sınırlarını geçmesiyle İkinci Dünya Savaşı
başladı. Roma İmparatorluğu dönemine atıfta bulunarak İtalyan topraklarını genişletme arzusunu eskiden beri dile getiren Mussolini bu savaşa Almanya’yla
aynı safta katıldı.
İkinci Dünya Savaşı gündemdeydi. Mussoli­
ni,
Arnavutluk’u işgal etti; ama Yunanistan partizanları
karşısında büyük bir bozguna uğradı. Mussolini, artık, Hitler’in peşinde koşan bir kukla, bir gölge gibiydi!
9 Temmuz 1943’te müttefik ordusu Sicilya’ya çık­tı.
Büyük Faşist Konseyi Mussolini’ye güvensizlik oyu
verdi ve Mussolini, yirmi yıl önce kendini başbakan­
lığa atayan kral tarafından görevinden alınıp tutukla­
ndı. Başbakanlığa Mareşal Badoglio atandı. 3 Ey­lülde
ise İtalya, müttefiklerle barış anlaşması imzaladı.
9 Eylül 1943’de Almanlar İtalya’yı işgale başladı. 11
Eylül’de ise Mussolini tutuklu olduğu Appenino’dan
Alman paraşütçüleri tarafından kaçırıldı. 23 Eylül’de
Mussolini, Monaco’da “Faşist İtalyan Cumhuriyetini” kurduğunu açıkladı. Bu sırada Roma hükümeti
de Al­manya’ya karşı savaş açmıştı.
Faşizmin oldukça başarılı biçimde gerçekleştirdiği, kentlerin kırlar tara­
fından kuşatılması olayı,
Mussolini’nin tezi siyasal başarıyı sağlamaya, ik­tidarı
elde etmeye yeterli de­ğildi. Nasıl ki fabrikaların işga­
li, iktidarı almadıkça devrimcilere fazla bir şey kazandıramıyorsa, “Devlet yerine taşrayı ele geçirmek
de faşizme bir ş­ ey kazandırmayacak” tezine yer veren
Mussoliniydi.
Mussolinin taktiklerinden biri de, sosyalistleri barışa çağıran bir konuşmasıdır!
“Şiddet, bizim için bir sistem değildir.Zo­runlu olarak sürüklendiğimiz acı bir gerekliliktir. Silâhla­rı bırakmaya hazır olduğumu­zu bildiririm, eğer siz de bı­
rakmaya hazırsanız! Öncelik­le kafalarımızı silâhtan
arındırmalıyız.”
Bu konuşma sonrası faşist­lerle sosyalistler arasındaki düşmanlığa son vermek ama­
cıyla, bir “barış
anlaşması” yapılması düşüncesini ortaya attılar ve 3
Ağustos 1921’de sosyalist­lerle faşistler, bir “barış an­
laşması” imzaladı. Bu an­laşma, Mussolini’ye göre,
fa­şizmin “siyasal unsurunun, askerî unsuru üzerindeki ege­menliğini tescil” edecekti. Elbette anlaşmanın
ömrü uzun olmazdı! Olmadı da!
Akdeniz’den “Bizim Deniz” (Mare Nostrum) diye
bahseden Mussolini, başbakan olduktan birkaç ay
sonra Şubat 1923’te, İtalyan Senatosu’nda yaptığı bir
konuşmada şöyle demiştir: “Şunu söylemek cesaretine
sahip olmamız gerekir ki, İtalya bir tek denizde ebediyen kapanıp kalamaz, bu deniz Adriyatik olsa bile.
Adriyatik’ten başka Akdeniz vardır.” (Macartney ve
Cremona’dan aktaran Armaoğlu, 2010 sf. 219)
Tüm faşistler gibi Mussolini için de devlet:
“Her şey devletle her şey devlet için.”
“Faşizm yalnız kanun yapıcı ve müessese kurucu bir
devlet nizamı değildir. Aynı zamanda terbiyecisi ve
muharrikidir. İnsan hayatını şekilde değil, ruhta,
karakterde ve imanda yoğurmak gayesindedir.”
inceleme
İtalya’da faşizme karşı mücadele
İtalya’da faşizme karşı ilk direniş, Matteotti’nin öldürülmesinden sonra, komünist partisi dışında bü­
tün muhalefetin meclisi bırakarak Aventino’ya çekildi. Bunun ötesinde başka bir eyleme girişilmedi.
Sosyalist önderler ve sen­dika önderleri, inatçı bir bi­
çimde, faşizme gereken karşılığı vermeyi reddettiler.
Baıtaglia Sindicale dengesine göre“Faşizm asla, silâhlı
eylemle altedilemez. Onu yenmenin tek yolu, yasal
mücadeledir.” diyordu. Bu yasal mücadele denen şeyin nelere mal olduğunu emekçi insanlar hayatlarıyla
ödeyerek anladılar!
Matteotti ve iş­çi sendikaları çevreleri ise, Rovigo
eyaletinde, antifaşistlere şu öğüdü vermekteydi­
ler:
“Evlerinizde kalın ve provokasyonlara cevap ver­meyin.
Sırasında, suskunluk da, korkaklık da bir kahra­
manlıktır.” Bu pasifist öneriler faşistleri daha da saldırgan hale getirdi!
20 Ekim 1924’te, Antonio Gramsci, komünist partisi adına, bütün öteki partilere ve özellikle Aventino’lulara ayrı bir muhalefet parlamentosu kurmayı
önerdi! Aventino’luların önderi Amendola ise, bu
öneriye şöyle cevap verdi: “Peki ama, topluluğu kim
yö­netecek, eylem içine sokacak? Siz mi?“ Gramsci’nin
yanıtı, “evet”ti. Komünist partisi, parlamentoda kalan tek muhalefet partisidir.
1926’dan sonraki yıllarda işçi eylemleri de sönük
ve etkisiz geçti. Son yasal grev, 1925 yılının Şubat ve
Mart aylarında, çelik işçi­lerinin greviydi. 1926 yılı­nın
Nisan ayında da grev hak­k ı ve sendikalar yasaklanın­
ca işçiler illegaliteye geçtiler.
Çeşitli siyasal güçler arasında, faşizme karşı di­
renmede izleyecekleri yol açısından görüş birliği yok­
tu. Komünistler, 1926 Lione Kongresi’nde, faşizmin
ge­lişimini incelemiş ve faşizme karşı çıkışın yollarını
tes­pit etmişlerdi. Komünistler, sorumlu kişilerin yurt
dı­şına kaçarak faşizme karşı oralarda çalışmalarından yana değillerdi!
Sosyalistlerle komünistler arasındaki bütün temel davranış ayrılıklarına rağmen, faşizme silâhlı
mücade­le ile partizan gruplar örgütleyerek karşı koyanlar, yine de sosyalistler ve komünistler oldu.
Buna karşılık, Katoliklerin ve liberallerin, faşizme
karşı koyuşları, ya­sal kurallar içinde geçti! Faşistlerin
açık bırak­tıkları yasal olanaklarından yararlanarak
çalışan bu gruplar, faşistlerin yasalarını ve tutumlarını beğen­mezken, kendilerini onların koyduğu kurallarla sınırlı tuttular.
17 Ağustos 1934 önemli bir tarih oldu. Komünist
partisi ile sosyalist partisi, birlikte hareket etme ko­
nusunda bir anlaşmaya vardılar. Böylelikle, İtalya’nın
kurtuluşunda büyük rol oynayacak olan “İl Partito
d’Azione” (Hareket Partisi) kuruldu.
Bu Partito d’Azione ba ğ l ı bi rl i k ler, (pa r t i z a nla r) direnme savaşını ger­çekleştirecek ve savaş sonra sı nd a yeni demokrasiyi yaratacaktır.
Faşizmin gelişinden sonra ilk kez 5 Mart 1943’de
İtalya’da geniş bir grev hareketi görüldü. Torino’da
Fiat fabrikalarında başlayan savaşa karşı, grev dalga
dalga bütün Kuzey İtalya’ya yayıldı. Bu siyasal grev
Mussolini’nin gücünü sa rst ı.
✒
İtalyan faşizminin enternasyonal etkileri
İlk başlarda Avrupa’da olmak üzere he­men her yerde, İtalyan dene­
y inden yararlanan rejimler ortaya
çıktı. Portekiz’de 1933’de «Estado Novo»; Bre­zilya’da
1937’de «Estado No­vo»; 1936’da Yunanistan’da İoannis Metaxas’ın diktatör­lüğü; 1934’te Letonya’da Karlis
Ulmanis’in “korporalist rejimi” 1940’da Romanya’da
Mareşal Antonescu’nun «Ulu­sal Lejyoner Devleti»;
1938’de İspanya’da Francisco Franco’nun “Estado
Español”, 1938’de Slovakya’da Tiso’nun diktatörlüğü
vb gibi.
Hollanda’da Anton Adrian Mussert’in 1933’de kurduğu “National Socialistische Bewegin” Bulgaristan’­
da Kristo Kuntçev’in 1933’de kurduğu “Bulgar Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi”, Alman Nazi partisi örneğine
göre bi­
çimlenmişlerdi. Macaristan’­
da 1932’de, üç
Nazi partisi birden kuruldu. Zoltan Mesko’nun Nasyonal-Sosyalist Parti’si, Zoltan Bözörmeny’nin Nasyona -Sosyalist İşçi Partisi, Frene Szalasi’nin Ulusal
İrâde Partisi.
Avusturya’da ve Almanca konuşan öteki bölgelerde
de, kısa zamanda sayısız benzer kuruluşlar ve örgütler yeşer­di.
Bunlardan bazıları yine de Roma’yı merkez olarak
al­dılar. Ama faşizm bundan böyle yaşamak istiyorsa,
Na­zi modelini kopya etmek, gi­derek 3. Reich’in (Naziler kendilerini aynı zamanda Alman 3. İmparatorluğu şeklinde de adlandırıyorlardı) koruyuculu­ğu ve
kanatları altına sığın­mak zorundaydı.
Mussolini, Montreux’de faşist enternasyonali düzenleyerek, uluslararası faşist siyaset ve işbirliğinin yollarını aradı. 1936-1939 İspanya iç savaşında
Franko’ya etkin destek verdi. Hollanda, Bulgaristan,
Avusturya ve Macaristan faşist partileri başta olmak
üzere, ortaya çıkan birçok faşist partiyle ilişkilerini
geliştirdi.
49
✒
inceleme
50
Mussolini’nin Farinacci ve Preziosi gibi yardakçıları, bu eylemleri, sert davranışları önlemeye çalıştılar. Gene de 1944 yılının Nisan ayları, büyük grevlere
sahne oldu. Faşist cum­huriyet ve Alman kuvvetleri, hızlanan ve güçlenen par­tizan eylemi karşısında
dayanaksız kalıyordu. Bologna, Torino, Cenova ve
Milano’da faşist cumhuriyetine kar­şı ayaklanmalar
baş gösterdi.
Faşist cumhuriyete ve Alman işgaline karşı dire­nen
gruplar yavaş yavaş örgütlenmeye başladılar. Bü­tün
savaş boyunca parti biçimini yitirmeyen tek örgüt
komünist partisiydi.
Mussolini ayaklarından asılarak cezalandırılan
faşist
Bir zamanların astığı astık kestiği kestik idarecisi
Mussolini, Clara Tettaci ile birlikte Almanya’ya doğru kaçıyordu. İkisi de Alman üniformaları giymişlerdi. Mussolini artık eski haşmetli günlerin hayal olduğunu biliyordu. Bundan böyle milyonlara hükmeden
birisi olmayacaktı. Bunu düşünmüş ve bundan sonra
lüks içerisinde yaşamak için tedbirini almıştı. Clara
Tettaci ile birlikte Almanya’ya iki yüz kilo altın ile
çantalar dolusu yabancı döviz götürüyorlardı. Bunlar
kendilerine ömür boyu yeterde artardı.
Habeşistan seferi esnasında binlerce silahsız masum
Habeşliyi öldürmüştü. Bir çırpıda 24 bin masum insanı kurşuna dizdirmesi hala dehşetle hatırlanmaktaydı. Temizleme kampına toplattığı 35 bin kişiden 18
binini katletmişti. Onun zamanında 240 bin İtalyan
askeri Rus cephesine gönderilmiş telef olmuştu!
Alman askeriyle birlikte İtalyan askerleri de telef oluyordu. 1943 Temmuz’unda müttefiklerin Sicilya’ya çıkartma yapması Mussolini’nin de sonunu hazırlamıştı.
İtalya kralı Vittoriyo Emanuele, Mussoliniyi tevkif ettirmişti. Bu, Duce’nin (Mussolinin diğer adı
“Lider”anlamına gelir.) aklından hayalinden geçirmediği bir durumdu. İtalya’yı dilediğince idare eden
kendisi işte apar topar yakalanmış ve Abruzzi’de bir
otelde gözaltına alınmıştı.
Yedi hafta tutuklu kalan Mussolini, Alman paraşütçüleri tarafından kurtarılınca, her şeye yeniden
başlamıştı.
Garda gölü yakınındaki Salo’da, Hitlerin de yardımıyla Sosyal İtalyan Cumhuriyeti’ni kurmuş ve kendisine bağlı olanları teşkilatlandırmıştı. “Kara gömlekliler” denilen adamlarının temel hedefi, intikam
almaktı.
Mussolini ilk olarak 12 Ocak 1944’te kendisini de-
virenlerin arasında yer alan damadı Ciano’yu idam
ettirmiş, daha sonra, bütün liderleri öldürtmüştü.
Yeniden İtalya’nın yegâne idarecisi olmak üzereyken,
Alman ordusu üst üste bozguna uğramaya başlamıştı. Durumun kötü olduğunu düşünen Mussolini de
bir Alman birliği ile İsviçre’ye kaçmaya başlamıştı.
Günlerce durmaksızın devam eden kaçışın sonu gelmişti. Bir partizan grubu tarafından çevrilen Alman
birliği, büyük kayıplar ertesinde teslim olmuştu.
İtalyan Direniş Güçleri, Mussolini’nin de bu Alman
birliği arasında olduğundan haberdardı. Ne kadar kılık değiştirmiş olursa olsun, onu derhal tanımışlardı. Mussolini kendisini yakalayanlara yalvarıyor ve
serbest bırakılmasına karşılık bütün altın ve parasını
onlara vereceğini söylüyordu. Partizan lideri, “onlar
zaten bizim, halkımızın” diye onu tersliyordu.
Mussolini 27 Nisan 1945’te yakalanmıştı. O gün
gözleri önünde kendisiyle birlikte kaçan bütün bakanları ve adamları kursuna dizildi.
Mussolini ve birlikte yaşadığı Clara Tettaci ile birlikte 28 Nisan 1945’te kurşuna dizildi. Üzerine sayısız
kurşun yağmıştı. Her ikisinin de cesedi Milano yakınındaki bir benzin istasyonunda ayaklarından baş
aşağı asıldı.
İtalya’ya yıllarca tek başına hükmeden Mussolini‘nin
cesedi, günlerce o şekilde baş aşağı asılı kaldı. Cesetler kokmaya başlayıp etrafı rahatsız etmeye başlayınca indirildi ve sessizce gömüldü. Böylece bir diktatör
daha tarihin karanlık sayfalarına gömüldü. (Burada
aktardığımız bilgiler için Burhan Bozgeyik, “Meşhurların Son Anları“ TÜRDAV Yayınlarıdan yararlanılmıştır.)
Antonio Gramsci’nin yaşam öyküsü
İtalya’da faşizme karşı direnişin sembol isimlerinden Antonio Gramsci yirminci yüzyılın yetiştirdiği en özgün düşünür, politikacı ve işçi sınıfı
önderlerinden­dir. Onun yaşamı, aynı zamanda İtalyan işçi sınıfının sınıf mücadelesinin siyasal, felsefî
ve kültürel düşünceler uğruna verdiği kavganın da
bir örneğidir.
Gramsci, sosyalist partide savaşa karşı olan gru­
bun içindeydi. 1915 yılında, partinin yayın organı II
Gr ido del Popolo’nun yazı kuruluna katıldı. Artık
bir gazeteciydi Gramsci. Yazılarında Torino’nun sosyal ve siyasal hayatını ve sorunlarını ortaya koymaya
ça­lıştı. Partinin günlük gazetesi Ava nt i’ de tiyatro
eleş­tirmenliği yaptı; Pirendello’yu İtalyan okuyucusuna ta­nıttı.
Faşist diktatörlüklerin özellikleri ve ortak yanla-
Faşizm, İtalya örneğinde olduğu gibi Lider yani
“Duçe Mussolini” kültüne dayanan, saldırgan milliyetçiliği içeren diktatörlük ve popülist bir yönetim
biçimidir. Roma İmparatorluğu’nu canlandırma hayaline dek varan emperial heveslere sahip olup, kurgulanan dış düşmanlar imgesi yoluyla içte birlik ruhu
yaratılmaya çalışılır. Bu anlayışa göre tarihi kitleler
değil, lider yapar. Liderin önemi bu bilinçsiz kitleleri
bilinçlendirme, yönlendirme ve harekete geçirme yeteneğinde yatar. İtalyan Faşizmi de tıpkı Nazizm gibi
karizmatik liderlik tipini içermekte ve güçlü bir liderin varlığına dayanan bir yönetim şeklini ortaya koymaktadır. Nazi Almanyası’nda Hitler’in ağırlığı daha
fazladır ve tek adamlık yönü daha belirgindir. Faşizmdeki para/militer yapılanma ve İtalya’da “Duçe”ye,
Almanya’da da “Führer”e koşulsuz bağlılık hiyerarşi
ve otorite başlıkları altında incelenebilir. Faşist sistemde devlet baskıcı, topyekûncü ve merkezcidir. Bu
merkeziyetçilik, lider kavramı altında oluşturulur.
Lider her iki modelde de en üstün mercidir. Liderin
bu denli ayrıcalıklı olmasıyla birlikte, Almanya örneğinde Führer, İtalya örneğindeki Duçe’den biraz daha
önde gözükür.
Faşizm, 20. yüzyılda ortaya çıkmış bir rejimin ideolojisidir. Faşizm, kapitalizmin emperyalist aşamasının ürünüdür. Sömürgecilik tek başına ekonomik
bir olgu olarak değil, politika ve ideolojide çok derin
değişiklikler ortaya çıkaran, kapitalist sistemin bir
bütün olarak yeni bir eklemlenmesi, olarak anlaşılmalıdır.
Anti-entelektüel ve şiddet içeren bir söyleme sahip
olan diğerleri gibi İtalyan faşizmi de; akıldan ziyade,
inanç ve duygulara hitap etmekte ve eyleme dayanmaktadır, ayrıca mitleri, sembolleri, ritüelleri, marş
ve sloganları yoğun bir şekilde kullanmakta böylece
iç tutarlılığı zayıf bir ideoloji de olsa kitleleri mobilize
ederek kendisine çekebilmektedir.
Tüm faşist rejimlerde olduğu gibi İtalyan faşizminde de devlet aşırı derecede kutsanmakta ve totaliter
rejimlerin ayırt edici bir özelliği olarak devlete bağlı
bir insan tipi yaratılmaya çalışılmaktadır.
Tüm faşist rejimlerde olduğu gibi İtalyan faşizminin dikkat çeken bir özelliği de erkek egemen bir sistem olmasıdır. Kadınların bütün üyeler içindeki ağırlığı en çok %1 veya 2’ler düzeyindedir.
İtalya’da kiliseyle uzlaşan faşizm, özellikle kadınların ev hayatının içine birer anne olarak hapsedilme-
inceleme
rı
✒
Gramsci, 1919’da Togliatti ve Terracini ile birlik­te,
haftalık, Ord i ne Nuovo (Yeni Düzen) adlı gazeteyi
çıkarmaya başladı.
1922 Ekim’inde faşizm İtalya’da iktidara geldiğinde, bu yeni siyasal gelişim iyi değerlendirmeyen
komü­nist partisinde de sarsıntılara yol açtı.
Gramsci, 1923’te Komintern’e bağlı Viyana’daki
antifaşist büronun başına geçti.
1924 yılı Mayıs’ında Gramsci, tekrar İtalya’ya döner
ve seçimlere katılır. Komünist partisi bu seçimlerde
Gramsci’yle birlikte on dokuz üyelik kazanır!
Gramsci, kendisini bu baskı rejiminden İsviçre’ye
kaçırmak isteyen arkadaşlarının önerilerine yanaşmaz ve 8 Kasım 1926 günü, Roma’da tutuklanır.
Sicilya’nın kuzeyindeki Ustica adasına gön­derilir.
Gramsci ve arkadaşlarının 1928 Mayıs’ında başla­
yan yargılanmasını faşist yönetim, bir siyasal güç
gös­terisi olarak kullandı. Gramsci ve arkadaşları halkı isyana kışkırtmak, silâhlı ayaklanma düzenlemekle suç­lanıyorlardı. Oysa ortada hiçbir hukukî delil
yoktu. Ama 1925’ten beri gittikçe güçlenen faşist yönetim, Gramsci’yi mahkûm etmekte kararlıydı. Savcı, Gramsci’yi göstererek “Bu be y nin çalı şma sını
y ir mi y ıl dur­d ur malıy ız” diyordu.
Gramsci, Temmuz 1928’de, yirmi yıl hapse mahûm
edildi. Bundan sonraki yaşamı, Bari Eyaleti’ndeki
Turi hapis­hanesinin 7077 no’lu hücresinde geçecekti.
Cezaevi koşuları, Gramsci’nin çocukluğundan be­ri
kötü olan sağlığını daha da bozdu: çeşitli hastalıkla­
ra yakalanmış, dişleri dökülmüştü. Gramsci’nin salı­
verilmesi için, arkadaşı Pietro Sraffa yönetimindeki
antifaşist çevreler harekete geçmiş, çeşitli ülkeler­den
de gelen baskılar sonunda Gramsci Ağustos 1935’de,
Roma’da bir kliniğe kaldırılmıştı. Ama artık çok
geçti; kurtarılması olanaksızdı. Gramsci 27 Nisan
1937’de bu klinikte öldü.
Gramsci’nin cezaevi yılları, içinde bulunduğu bü­
tün kötü koşullara rağmen, sonuna kadar yoğun bir
ça­lışmayla geçti. 33 defter tutan yazıları (Hapishane Def ­t erler i), felsefî ve siyasal alanda, sosyalist/
komünist bir yöntemle yazılmış en yoğun çalışmalardandır.
İtalyan komünistlerinden Togliatti bir konuşmasında Antonio Gramsci için “... İnsanların tarihinde, son
nefesine kadar kendi yetileri ile amansız kader arasında çalışmak, savaşmak, öğrenmek isteyen insan­la, onu
yavaş yavaş yiyip tüketen kaba güç arasında geçmiş,
böylesine trajik bir savaş örneği yoktur” di­yordu.
51
✒
inceleme
52
leri, kadınların çalıştırılmaması ve cahil köylü yığınlarının denetlenmesi noktasında kiliseyle ittifakını
sürdürmüştür. Aileyle ilgili olarak göze çarpan farklılık İtalya’da aile yapısı üzerinde dinin, Almanya’da
ise ırk kavramının etkili olduğudur. Nitekim güçlü
bir İtalya için, İtalyan nüfusunun artması gerektiğine
inanan rejim, çok sayıda çocuk sahibi olan kadınlara
prim verme, buna karşın bekârlardan özel bir vergi
alma yoluna giderek, doğum oranını arttırma, aynı
zamanda da sağlık politikalarıyla da ölüm oranını
azaltmayı hedeflemişti.
Alman Richard Korherr’in “Doğumların azalması,
halkların ölümü” adlı kitabının çevirisine Mussolini
yazdığı önsözde şöyle diyordu: “Irkçı ülkünün temeli nüfus zorunluluğunda yatmaktadır. Beyaz ırkın
tamamı, bizim yabancısı olduğumuz bir tempoyla
çoğalan başka renkli ırkların altında kalmış oluyor
belki de. Karalar ve Sarılar kapıya geldiler mi yoksa?”
(MACCHIOCCHI: 164)
Bir dizi faşist diktatörlükler de olduğu gibi;
Mussolini’nin nüfusta çoğalma isteği; kadına bakış
açısının bir sonucu olarak, sürekli, kadının doğurganlığı ve annelik görevine yoğunlaşmıştır.
Profesyonel mesleklerdeki kadın istihdamı üzerindeki kısıtlamalar daha da keskin olmuştur. 1920’lerin
faşist yasası, kadınları tarih, felsefe ve klasik dilleri
öğrenmekten men ediyordu (DE GRAND, 1997 s. 60).
Nazi Almanya’sında boşanma mümkünken, katolik İtalya’da bu kesinlikle yasaktı.
İtalyan faşizmi, sınıf çatışmalarının bu ekonomik
sistemle aşılacağı iddiasına sahiptir.
İtalya’da faşist iktidarın amacı, bireylerin bakış açılarını kontrol altında tutarak itaatkâr yığınlar yaratmak ve tek tipi dayatan bir rejimdir.
Faşizm, protestan ağırlıklı Almanya’da anti-klerikal (ümmetçiliğe karşı ve ırkçı pratiklere daha fazla
önem veren) biçimler alırken, katolik İtalya’da ise
dine hürmetkâr bir tavır takınmıştır.
İtalyan faşizmi müttefiki olan Alman Nazizmi’yle
temelde aynı amaçları paylaşıyor. İkisinin de hedefi
başta Birinci Dünya Savaşı’ndaki düzenlemelerin revize edilmesiydi.
Irkçılık düşüncesi İtalya faşizminde Alman
Nazizmi’ne göre daha zayıftı. Hitler’in ırk devleti anlayışı ve kan unsuruna dayalı olarak güttüğü ırkçı
politikalar yerine, İtalya’da kültüre dayalı bir milliyetçilik söz konusu oldu.
İtalyan faşizmi gerek iki savaş arası dönemde gerekse İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan bas-
kıcı rejimler ve bazı aşırı milliyetçi akımlar için hem
bir model oluşturmuş hem de bu rejim ve akımların
“faşist” ya da “neo-faşist” olarak nitelendirilmelerine
kaynaklık etmiştir.
İtalyan modeli devleti bir amaç, Alman modeli ise
bir araç olarak görmesidir. Ayrıca ırk konusu da iki
model arasında önemli farklılıklar yaratmaktadır.
Faşizm, ilk ortaya çıktığı sıralarda yığınların
desteğini sağlamak için, karanlık bir biçimde antikapitalist propaganda yapmışsa da, gerçekte büyük
burjuvazi, büyük toprak sahipleri, sermayedarlar ve
endüstricilerce desteklenmiş ve beslenmiş bir rejimdir.
“Egemenler açısından bir kere yaygınlaşmış olan
düşüncelerin empoze edildiği gibi kalması uygundur. İktidarın sağlamlaştırılması için gerekli olduğu
düşünülen önyargılar ve yanılgılar uzun uzadıya
düşünülmeden zor kullanılarak halka kabul ettirilir.
Küçük burjuvazi, faşizmin iktidara gelmesinde
önemli bir rol oynar. Küçük burjuvazinin karakteristiği; sınıf olarak birliğini, ekonomik ilişkiler düzeyinde değil, fakat değişik hiziplerinin çeşitli ekonomik
katılımları, politik ve ideolojik düzeylerde aynı geçerli etkileri ürettiği ölçüde göstermesidir.
İtalya ve Almanya’da faşizmin yükselişinin başlangıcı önemli sayıda işçi sınıfı hareketinin yenilgisinin
de sonucudur. Faşizmi bir köylü-temelli hareket olarak gören eğilimlerin tersine, kentsel bir olgu olduğu
bilinmelidir. Çünkü faşist devletin işlevi, tekelci sermayenin hegemonyasını kurmak ve örgütlemektir.
Bunun da temeli tarımsal değil sanayi bölgeleri kapsamındadır.
Sömürgeci saldırgan siyaset faşizmin temel taşlarından biridir. “Alp Dağları’ndan Adriyatik Denizi’ne
kadar İtalyan sınırlarını çizmek, neye mal olursa olsun
Fiume ve Dalmaçya’yı ilhak etmek için, öteki devletlerin İtalya aleyhindeki emperyalist amaçlarını önlemek. Yeni seçimlerde bütün partilerdeki “savaş aleyhtarı” adayların Parlamento’ya girmelerini önlemek
için mücadele etmek.” Mussolininin esas görevlerinden biri olmuştur.
Faşizmin iktidara gelişinde işçilerden ve diğer
emekçi sınıflardan oluşan ciddi bir kitle desteğinin
varlığı da asla unutulmamalıdır.
İtalyan marksistlerinden Togliatti’nin faşizmle ilgili
tanımlaması yerli yerindedir: “Faşizm, finans kapitalin en gerici, en şoven ve en sömürgeci öğelerinin
açık, terörcü diktatörlüğüdür. Faşizm tekelci sermaye
için bir yığın tabanı oluşturmaya çalışır. ” (TOGLİ-
✒
inceleme
ATTİ, 2000, s. 15)
Mussolini’ye bakılırsa, “Faşizm ahlâki alanda bir
devrim yaparak ruhsal sorumluluğu ve moral kuvvetleri üstün bir şekilde özgürlüğe kavuşturmuştur.
Yaşayan toplumun kurallarına, örflerine ve geleneklerine önem vererek devleti ahlâki bir gerçek durumuna getirmiştir. Faşizm tarihi sınıf mücadelelerini de önleyerek devlet kavramı içinde bütün sınıfları
birleştirmiş, ahlâki ve ekonomik gerçekler içinde
sınıf çıkarlarını eritmiştir. Faşizm; tarihsel gelişimi
sınıflar arasındaki savaşa bağlayan sosyalizme de
karşı çıkmıştır.” Zaten esas temel görevi de emeğin
kurtuluşunu engellemektir! Uyulması istenilen geleneklerin neler olduğunu çok iyi bilir!
Faşizmde eşitsizlik açık ya da kapalı biçimde kabul
edilir, daha çok ettirilir!
Faşizm, diğer rejimlerden farklı olarak, içerikten
ziyade eylem yönü kuvvetli bir örgütlenmedir. Faşizmde felsefe, diğer mevcut ideolojiler gibi en başta
değil, yavaş yavaş ve daha sonra oluşmuştur. Felsefeye
biçilen rol, faşizmin gerçekleştirmiş olduğu eylemleri
açıklamak ve haklı çıkarmaktır. Bireyin, liberalizmde olduğu gibi özgürlüğü veya devlete karşı savunabileceği hakları mevcut değildir. Zira faşist devlette
birey, hakları değil, görevleri bağlamında ele alınır.
Faşizmde devlet bireyden üstündür, milli çıkar kişisel çıkarın üstünde tutulur. Faşizmde bireyin rızası
önemli değildir ve göz ardı edilmektedir. Faşist ideoloji kendisini demokrasi karşıtı bir sistem olarak değerlendirir! Faşistlerden demokratik davranış beklemek abesle iştigaldir!
Faşist ideoloji sınıfsız bir toplum yaratma yalanına
her yerde hep sarılmıştır! Faşist devlet şu ya da bu sınıfın değil, bütün ulusun devleti propaganda edilir!
Faşizm toplum içindeki sınıfları ulusal bir uzlaşmaya
kavuşturduğunu ileri sürer. Faşizm, devlet dışında bir
hukuk kaynağı kabul etmez. Hukuk kaynağı olarak
ancak devlet vardır. Hukuk kutsallaştırdıkları devletin buyruğu altındadır. Herkesin kardeş olduğu fikri
faşizmde, aynı milletten gelme, aynı topraklar üzerinde yaşama şeklinde vücut bulur. Faşizmde adalet,
herkesin eşit haklara sahip olması şeklinde belirlenmez, bilakis mevcut olan siyasal yapıda yerine getirdiği görevlere göre icra edilecektir (MACİT, 2007, s.
89). Mussolini’nin ifadesiyle “İşçi ve işveren birbirine
düşman iki topluluk olamaz, onların çıkarları özel çıkarlar değildir. Bunlar milletin yüksek çıkarlarını karakterize eden üretimin genel çıkarlarıdır” (MUSSOLINI, 1998,138)
Kültürel milliyetçilik: aynı kültüre, tarihe, gelenek
ve göreneklere sahip olan insanlar arasındaki bağı
işaret eder. Faşizm de ortak bir kültür yoksa bile onu
yaratmak için milliyetçiliği ve propaganda araçlarını
kullanmaktadır.
Faşizmde devlet; sosyal, siyasal, ahlaki ve ekonomik
bütün alanlara ve yapılanmalara müdahale etmeye
yetkilidir. “Faşizm için devlet, yalnız yurttaşların kişisel güvenliği ile ilgilenen bir gece bekçisi değildir. Salt
maddi hedeflere indirgenemeyen devlet salt siyasal bir
örgüt de değildir. Faşizmin kavradığı haliyle devlet,
manevi ve ahlaki bir olgudur” yer yer buna kamusal
düzeni koruma sahtekârlığı da eklenir!
53
✒
inceleme
54
“Faşizm tek bir hürriyetin taraftarıdır. Bu da devlet
hürriyetidir” Faşist devlette önemli olan, bireyin özgür olması değil, fakat sosyal kuruluşlar içinde örgütlenmesidir. Birey önce örgütlendiği yapının otorite ve
disiplinine ve daha üst düzeyde de devletin kurduğu
otorite ve disipline tabidir. İtalyan faşist devletinin,
toplumdaki tüm güçleri sıkı bir disiplin, baskı altında
tuttuğu bir gerçektir. Faşist devletin ahlaki, dini, sosyal, siyasal görevi, sosyal adaleti gerçekleştirme görevi ve ekonomik faaliyetlere müdahale yetkisi vardır.
Faşist devletin en temel koşullarından birisi de,
parlamenter maskeliler dışta tutulmak koşulu ile, “tek
partili” bir yapının oluşturulmasıdır. Tek partili yapı,
devlet erkini tamamen ele geçirebilmenin, tüm diğer
projeleri, farklı düşünceleri diğer bir ifadeyle muhalefeti bastırabilmenin hatta yok edebilmenin tek
yoludur. “Parti ile devlet bütünleştirilir.” Tüm devlet
görevlerine faşist parti üyeleri atanarak, devletin tüm
işlevleri partiye aktarılarak, parti ideolojisi ile devlet
ideolojisi aynılaştırılarak adeta parti, devlet içinde
ayrı bir devlet haline getirilip, yasama ve yürütmenin
dışında yargı da partinin tekeline alınır.
İtalya’da faşistler 1924 seçimlerinde kullanılan
%38 oyun %66’sını almalarına rağmen, parlamentoda temsilde üçte-iki oranında ezici bir çoğunluk
kazanmıştı. Seçmen oylarının yarısını alanlara milletvekilliklerinin üçte-ikisini veren yeni seçim yasası sayesinde ve İtalyan burjuvazisinin eski liberal ve
muhafazakâr partileri ile oluşturulan blok sayesinde
bunu başarmıştı.
İtalya’da, Büyük Faşist Meclisi, kendisine gelen bu
800 kişilik listeyi, 400 kişiye indirir ve tüm ülke için
tek olan bu liste resmi gazetede yayımlanır. Oluşturulan bu listenin seçmen tarafından onaylanması;
listeyi ‘evet’ ya da ‘hayır’ diyerek kabul etmeleri ya
da reddetmeleri şeklinde gerçekleştirilir. (DURAL,
2001, s. 52)
İtalya’da iktidara gelen Mussolini “Milli eğitimin”
içeriğini tamamen değiştiren uygulamalarda bulundu. Küçük yaştan itibaren çocuklar devletin denetimi
altına alınıyor, yavru kurt kamplarına gönderiliyor,
belli bir yaştan itibaren kızlar “İtalya Kızları” örgütüne, erkek çocuklar ise “Balilla” adı verilen örgütlere
katılıyordu. Erkek çocuklara üniforma giydiriliyor,
silah taşıttırılıyor ve daha sonra da “Öncüler” adı verilen örgütlere üye yapılarak gelecekte faşist milis ve
partiye üye olmaları sağlanıyordu. Okullarda öğretmenlerin “Faşist Üniforma” ile ders vermeleri zorunlu
hale getirilmişti. (ÖRS, 2008: 502)
“Devletin sizin için ne yapacağını değil, sizin devlet
için ne yapabileceğinizi sorun” ifadesi faşizmin ekonomik felsefesinin yerinde bir tasviridir. (DI LORENZO, 2004: 78)
Korporasyonlar, Mussolini’nin emriyle kurulur ve
ekonomik düzenin tek elden yönetilmesini gerçekleştirmeye çalışırlardı.
Faşist sistemdeki hiyerarşi üç kısımdan oluşmaktaydı. Öncelikle, ulu ve ileri görüşlü ve rakipsiz yetkiye sahibi bir lider! İkinci olarak, yalnızca erkeklerden
oluşan ve kahramanlığı, vizyonu ve kendini feda etme
kapasitesiyle üstün bir elit grup! Üçüncü olarak, rehberlik ve yönetim arayan ve kaderleri gereği kayıtsız
şartsız itaat eden bir kitle! (HEYWOOD, 1998: 220)
Faşist rejim, sendikalaşma olanağı tanımış olsa da,
sendikaların işverenin önerdiği ücreti kabul etmemesi, sosyalist ülkelerdeki gibi devlete başkaldırı olarak
kabul edilmişti. (ŞAYLAN, 1981: 121) Bunun yanında
işçi sınıfının elinde olabilecek en önemli kozlardan
biri olan grev de yasaklanmıştı.
İtalya’da belediyelerin özgürlükleri despotik rejimin memurları olan valiler yararına azaltıldı. Seçimle
işbaşına gelmiş belediye başkanlarının yerini iktidar
tarafından atanan görevliler aldı. (GUICHONNET,
1998: 57)
Sonuç olarak
Dimitrov’un dediği gibi:
“Faşizm, dünya tarihinin çarkını geriye döndürmek
istemektedir. Sistemli bir şekilde kültürel gelişimin
zeminini parçalamaktadır. Emekçi kitlelerin içinde
yaşadıkları sefaleti yaşatmakta ve büyümesine neden
olmaktadır. Teknolojiye karşı savaşmakta ve barbarlığa dönüşü açık bir şekilde vaaz etmektedir. Aydınlar,
bu rejimden, araştırmaların, sanatsal yaratıcılığın,
teknolojinin temellerinin çökertilmesi ve böylece aydınların varlık koşullarının ortadan kaldırılmasından başka ne bekleyebilir!” (Dimitrov, 1972: 163)
Büyük ozan Nazım Hikmet’in Taranta Babu’ya
mektuplarında bir kesit/İtalyan faşizmini tarif ettiği
bölümü aktararak yazımızı tamamlıyoruz!
“Yine İtalyan Ansiklopedisi’ndeki «F» harfine faşizmin tarifini yaparak ün veren ve böylelikle büyük ansiklopedilerin nasıl birer bitaraf bilgi eserleri olduklarını ispat eden İtalyan kurtarıcısına göre:
«Faşizmin anladığı hayat ciddî, ulvî ve dinîdir..»
Bu, gerçekten de böyledir. Gerçekten de, yalnız
Roma’nın Cartieri Popolari’sinden değil, bütün İtalya
şehir ve köylerinin halk mahallelerinden, karınları ka-
İtalya’nın
nakışlarında güneşler oynaşan ipekli şalları,
Pompei yollarında kara katırlarının nalları,
boyalı kutusunda Verdi’nin yüreği atan
laternası
ve âlâ düdük makarnası
kadar
faşizmi de meşhuuurdur
Taranta-Babu.
İtalya’da faşizm
Emilialı büyük toprak kontlarının asâlarından
ve Romalı bankerlerin demir kasalarından
geçip
İL DUÇE’nin dazlak kafasında dank demiş
bir nuuurdur
Tarant -Babu“
N.Hikmet 1935
Not: Tersi belirtilmediği yerlerdeki alıntıların
kaynağı:
“Alman ve İtalyan Modelleri Bağlamında Faşist
Devlet Sistemi (1922-1945)”
“Trakya Üniversitesi Edirne 200 –Tezleri Hazırlayan: Emre Con Danışman, Yrd. Doç. Dr. Baran
Dural.”
04 Ocak 2016
inceleme
”TARANTA/BABU’YA DÖRDÜNCÜ
MEKTUP‘tan
Kronoloji
1883– Mussolini’nin doğumu.
1891– Antonio Gramsci’nin doğumu.
1892–Sosyalist partinin Cenova’da kuruluşu.
1893–Sicilya’da faşist nitelikli ilk eylem.
1915–(Mayıs) İtalya’nın Birinci Dünya Savaşı’na
girişi.
1917– (Ağustos) Torino’da büyük işçi eylemi.
1919–(Mart) İlk faşist eylem grubunun kuruluşu.
(Nisan) Avanti gazetesine yapılan faşist saldırı. (Eylül)
D’Annunzio’nun Fiume’yi işgali. (Kasım) Seçimlerde
sosyalistlerin büyük başarısı.
1920– (Ağustos-Eylül) Büyük fabrika işgalleri. Toprak işgalleri. (Ekim) II Lavore gazetesine yapılan faşist
saldırı.
1921– (Ocak) İtalyan Komünist Partisi’nin kuruluşu. (Mayıs) Seçimlerde faşistlerin milliyetçi cephe
içinde meclise girişi. (Ağustos) Faşistlerle sosyalistler
arasında barış. (Kasım) Bologna sosyalist belediyesine
yapılan faşist saldırı. (Kasım) Faşist örgütlerin partileşme kararı alması.
1922–(Ekim) Mussolini’nin başbakan olması ve
“Roma Üzerine Yürüyüş.” (Kasım) Liberal partinin
kurulması.
1923–Fiume’nin Yugoslavlardan alınması. (Temmuz) Mussolini’nin yeni bir seçim yasası çıkarması.
1924–(Nisan) Faşistlerin baskı ile seçimleri alması.
(Haziran) Matteotti’nin faşistlerce öldürülmesi.
1926– Mussolini’ye karşı yapılan düzmece suikast.
Muhalif gazete ve partilerin kapatılması. (Kasım)
Gramsci’nin tutuklanması.
1927– Arnavutluk’un himaye altına alınması.
1928– Gramsci ve arkadaşlarının yargılanması.
1929– Vatikan ile yapılan Laterano anlaşması.
– İtalya’daki bütün antifaşist grupların birleşmesi.
– Avusturya konusunda Alman-İtalyan anlaşmazlığı.
– Komünistlerle sosyalist partinin işbirliği kararı.
– İtalya’nın Habeşistan’a saldırması.
– İtalya’da faşizme karşı silâhlı eylemlerin başlaması.
– (Nisan) Gramsci’nin ölümü. (Kasım) İtalya’nın
anti-komintern pakta katılması.
1940–(Haziran) İtalya’nın ikinci Dünya Savaşı’na
katılması. (Kasım) İtalya’nın Yunanistan karşısındaki
yenilgisi.
1943– (Temmuz) Müttefiklerin Sicilya’ya çıkışı. (Eylül) Kuzey İtalya’da faşist cumhuriyet kurulması.
1943–Kuzey İtalya’da antifaşist grevler.
1945– (Nisan) Mussolini’nin öldürülmesi.
✒
burgalarına yapışmış on binlerce aç orospu yetişmekte ve bunlar böylelikle faşizmin anladığı ciddî, ulvî ve
dinî hayata kavuşturulmaktadırlar.
Fakat, sana şunu söylemeliyim ki, Cartieri Popoları
oturucularının birçoğu, ne yazık ki, Ansiklopedi’de yapılan bu tarifleri anlamamakta ve çok daha az ciddî,
ulvî ve dinî de olsa, kendilerine göre faşizmi şöyle incelemektedirler:
«Bazı muayyen şartlar altında burjuva emperyalist, irtica saldırısının ilerlemesi faşizm biçimini alır.
Faşizm, finans kapitalinin en mürteci, en şovenist ve en
emperyalist unsurlarının açık, terörist diktaturasıdır.
Faşizmi doğuran muayyen, tarihî şartların başlıcaları
şunlardır:
«Kapitalist münasebetlerinin kararsızlığı, deklase
olmuş sosyal unsurların çokluğu, şehir ve köy küçük
burjuvazisinin ve geniş bir münevverlik yığınının
yoksulluğa düşmesi, proletaryanın uyandırdığı dehşetli
korku.“
55
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
56
‘BÜYÜK PROLETER KÜLTÜR DEVRİMİ’
ÜZERİNE II
2016, Çin ‘Kültür Devrimi’nin 50. yıldönümüdür.
50. yıldönümünde Çin’deki ‘Kültür Devrimi’nin
özellikleri, gelişimi, aşamaları ve yapılan hataların
incelenmesi gereklidir. Dergimizin 180. sayısında
‘Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin başlangıcını, gelişme sürecini ele almıştık. Bu sayımızda da ‘Kültür
Devrimi’ hakkında bugünkü ‘ÇKP’ burjuvalarının
yaklaşımını, ‘Kültür Devrimi’ne giden süreçte Marksist-Leninistlerin yaptığı hataları üzerinde durmak
istiyoruz.
Çin Emperyalistlerinin ‘Kültür Devrimi’ne Bakış Açıları
Bugünkü emperyalist Çin yöneticilerinin ‘Kültür
Devrimi’ni nasıl değerlendirdiklerini açıklamakta
fayda var. Bunun için bir belgeye başvurmak istiyoruz. Başvuracağımız kitap ‘Çin Komünist Partisi Merkez Komitesi Parti Tarihi Araştırmaları
Enstitüsü’nün yazdığı ‘ÇKP Tarihi’ adlı bir kitaptır.
Bu kitap Canut Yayınevi tarafından Türkçeye çevrildi. İlk baskısı Temmuz 2012’de yapılan bu kitapta
‘Kültür Devrimi’ni değerlendiren 22 sayfalık bir
bölüm var.
1966’ya kadar Çin ekonomisinin başarılı bir biçimde düzenlendiği, Üçüncü Beş Yıllık Plan’ın uygulamaya konulduğu günlerde, ‘Kültür Devrimi’nin patlak verdiğini belirten ÇKP tarihi, ‘Kültür Devrimi’ni
“Çin’de sosyalizmin gelişmesine zarar veren bir iç
düzensizlik” olarak değerlendirmektedir. Şöyle söyleniyor:
“O dönemde buna “kültür devrimi” deniyordu,
ancak bu bir devrim değildi. Aslında o, Çin’de sosyalizmin gelişmesine zarar veren bir iç düzensizlikti. Bu “büyük devrim”, kapitalizmin restorasyonunu
önlemek, Parti’nin saflığını korumak ve Çin’in kendi
sosyalist gelişme yolunu netleştirmek amacıyla Mao
Zedung’un inisiyatifi ile başlatılmış ve yürütülmüştü.
Ancak Mao Zedung’un, sosyalizm tarihi aşamasında
sınıf mücadelesinin kapsamının genişletilmesinin hatalı olduğunu doğru bir biçimde anlayamadığı gibi,
Parti ve devlet içindeki o günlerdeki politik durumu
da hatalı bir biçimde analiz etmişti.Bu konulardaki
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
hatalı görüşler, çok ciddi bir boyut kazanmıştı. Mao
Zedung, bu koşullarda bir dizi önemli teorik sorun ve
politika üzerinde doğru ile yanlışı birbirine karıştırmıştı. Bu da biz ile düşman arasındaki ayrımın belirsizleşmesine yol açmıştı. Parti’nin merkezi önder kadroları arasında revizyonist bir eğilimin ortaya çıktığı
ve Çin’in, kapitalist restorasyon tehlikesiyle karşı karşıya kaldığı sonucuna varılmıştı.” (“ÇKP Tarihi”, Cilt.1,
Canut Yayınevi, İstanbul 2012, s. 465)
Görüldüğü gibi ‘ÇKP’li burjuvalar, ‘Kültür
Devrimi’nin bir devrim olmadığını, bir iç düzensizlik
olduğunu, bu iç düzensizliğin sosyalizmin gelişmesine zarar verdiğini belirtiyorlar. Sosyalizmin tarihi
aşamasında, Mao Zedung’un sınıf mücadelesi kapsamının genişletilmesi düşüncesinin yanlış olduğunu
belirten ‘ÇKP Tarihi’ yazarları, Mao’nun o günkü dönemde parti ve devlet içindeki politik durumu yanlış
tahlil ettiğini belirtiyorlar!
1 Ekim 1949’da Çin Halk Cumhuriyeti’nin kurulduğu ilan edilir. Demokratik devrimin zaferi sonucu,
emperyalizme bağımlı komprodor klikler ve feodal
beylerin devlet mekanizması parçalanır. Kurulan
yeni devlette, bütün antiemperyalist ve demokratik
sınıflar, işçiler/köylüler/küçük burjuvazi ve aynı zamanda emperyalizme karşı mücadeleye katılan ulusal
burjuvazi yer alır. Demokratik halk iktidarı içinde
proletarya ve köylülük yanında milli burjuvazinin de
yer aldığı bir iktidardır.Çin HC bayrağında bir büyük
yıldız etrafında dört yıldız yer alır. Her yıldız bir sınıfı temsil eder. Demokratik devrimin ertesinde, proletarya diktatörlüğünün kurulabilmesi için keskinleşen sınıf mücadelesi temelinde, iktidarda yer alan
burjuva kesimlerin tasfiye edilmesi gerekirdi. Mao
Zedung demokratik halk devriminin sonunda kurulacak “demokratik cumhuriyet”in “Başka bir deyişle
bu işçilerin, köylülerin, şehir küçük burjuvazisinin ve
emperyalizme ve feodalizme karşı olan herkesin devrimci ittifakı temeline dayanan demokratik bir cumhuriyet olmak zorunda” olacağı konusunda doğru bir
çizgiyi ortaya koyar. (“Çin Devrimi ve ÇKP”, Mao
Zedung, Seçme Eserler 3, Aydınlık Yayınları, Şubat
1975, İstanbul, s. 328) Proletarya diktatörlüğüne geçebilmek için daha yürünmesi gereken epey yol vardı.
Bu yolda ilerleyebilmek için evet sınıf mücadelesinin
keskinleşmesi gerekiyordu. ‘ÇKP’li burjuvalar tam da
‘sınıf mücadelesinin keskinleşmesi’ tezine karşı çıkıyorlar.
“ÇKP Tarihi”nde tarihçi Vu Han’ın yazdığı oyun
savunulmaktadır! Vu Han’ın yazdığı oyuna getirilen
eleştirilerin temelsiz suçlamalar olduğu belirtilmektedir!
Pekin Belediye Başkanı Peng Chen’in hazırladığı
ve 12 Şubat 1966’da partiye açıklanan“Mevcut Akademik Tartışma Üzerine Rapor Taslağı” savunulmaktadır.
Mao Zedung’un eşi Çiang Çing hedef tahtasına
konulmaktadır. Çiang Çing’in Mao’nun sekreteri olduğu, bunun dışında partide herhangi bir görevinin
olmadığı ve buna rağmen Şubat 1965’te Şanghay’a
giderek çalışmalar yaptığı ve Vu Han hakkında makalenin yayınlanmasını örgütlediği anlatılmaktadır.
‘Kültür Devrimi’nin olumlu olarak anlatıldığı birçok
belgede, 10 Kasım 1965’te Yao Ven Yüan’ın Venhuybao gazetesinde yayınlanan makalesinin bizzat Mao
Zedung tarafından örgütlendiği yazılmaktadır. Bu
sava göre Mao, Şubat 1965’de Çiang Çing’i Şanghay’a
gönderir. Çiang Çing, Şanghay parti örgütü ile görüşür. Yao Ven Yüan’ın Vu Han oyununu eleştiren makalesinin yazılmasına yardımcı olur. Hatta bu eleştiri
makalesi yayınlanmadan önce, Mao tarafından makele okunur ve son şekli verilir.
1966’da Genelkurmay Başkanı Luo Ruiqing’e karşı
57
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
58
politik bir komplo tezgahlandığı, Luo’nun hatalı bir
biçimde eleştirildiği belirtilir. Merkez Komitesi Genel
Bürosu’nun yöneticisi ve MK Sekreterliği üyesi olan
Yang Shang-kun’un görevden alınması eleştirilmektedir. Merkez Komitesi Propaganda Bölümü başkanı
Lu Dingy’e getirilen eleştirilerin iftira olduğu ve görevden alınmasının yanlış olduğu belirtilmektedir.
Basın üzerinden ateşlenen siyasi eleştirilerle “sınıf
mücadelesi” talep eden bir atmosferin yaratıldığı ve
kamuoyunda revizyonizmin MK içerisinde ortaya
çıktığı şeklinde bir izlenim oluşturulduğu söylenmektedir.
Mayıs 1966’da ÇKP Merkez Komitesi Politik
Bürosu’nun genişletilmiş toplantısında kabul edilen
genelge ve Ağustos 1966’da Sekizinci Merkez Komitesi 11. Toplantısı’nda kabul edilen onaltı maddelik
belge eleştirilmektedir. Şöyle deniyor:
“’16 Mayıs Genelgesi’, ‘Şubat Taslağını’ eleştirerek
başlıyordu. Ardından burjuvazinin temsilcilerinin,
partiye, hükümet, ordu ve kültürün her alanına sızmaları sorununu ortaya koyuyordu. Genelge, ‘Şubat
Taslağı’nı bütünüyle çarpıtıyor, akademik eleştirilerin
politik karekterini gözlerden sakladığı suçlamasında bulunuyor, bu belgenin burjuvazinin restorasyonu
için kamuoyunu hazırlamaya çalışan revizyonist bir
program ortaya koymuş olduğunu öne sürüyordu.” (...)
“Genelge, o dönemdeki parti ve devlet içindeki politik
durumla ilgili Mao Zedung’un hatalı değerlendirmelerini yansıtıyordu. (...) Mao Zedung, Çin’de proletarya ile burjuvazi arasındaki mücadelenin çok ciddi bir
boyuta ulaştığını düşünüyordu. Burjuvazinin şiddetli
saldırıları sonucunda kırsal alandaki ve kentlerdeki
birimlerin büyük çoğunluğu, artık halk kitlelerinin ve
Marksistlerin ellerinde değildi. Daha da kötüsü, revizyonistler parti önderliği içinde de boy göstermeye başlamışlardı. Mao, ‘bazı eski kadroların demokratik devrim aşamasında bizimle işbirliği yaptıklarını, ancak
sosyalizmin inşası aşamasında burjuvaziye karşı mücadele ve kırsal alandaki kolektifleştirmelerin zorunluluğu konularında bizimle aynı görüşte olmadıklarını’
düşünüyordu. Mao Zedung’a göre, onlar parti içindeki
kapitalist yola girilmesini isteyen yetkililer konumuna
gelmişlerdi. Bunlar, şimdiden Merkez Komitesi içinde
bir burjuva karargâh oluşturmuş, revizyonist bir politikayı ve örgütsel çizgiyi benimsemişlerdi. Bu insanlar,
değişik eyaletlerde, bölgelerde, özerk bölgelerde, Merkez Komitesi’nin ve merkezi hükümetin değişik bölümlerinde değişik elemanlara sahiptiler. Mao Zedung,
sosyalizmin inşasının ilerletilmesi ile ilgili olarak ortaya koyduğu bir dizi düşüncenin ve önerdiği değişik
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
‘Kültür Devrimi’ döneminde sınıf mücadelesinin
boyutlarının genişletilmesi ve burjuvazi üzerinde
proletarya diktatörlüğünün uygulanmasını yanlış
buluyorlar! Onlara göre herşey yolunda gidiyordu!
Sosyalizm inşa ediliyordu! ‘Üçüncü Beş Yıllık Plan’
uygulanmaya başlanmıştı! Hiçbir neden yokken
‘Kültür Devrimi’nin başlatılması yanlıştı! Başlatılan
bir devrim felan da değildi’ Başlatılan sosyalizmin
inşasına önlemeye yönelen adımlardı! Kısacası kapitalist yolcuların düşünceleri budur.
Çin’de ‘Kültür Devrimi’ başladığında Mao Zedung,
ÇKP MK içerisinde azınlıktadır. ÇKP önderliği revizyonistlerin elindedir. Mao’nun “Burjuva karargâhları
bombalayın!, MK’yı bombalayın!” demesinin nedeni
budur. Mao, ilk duvar gazetesini (Dazibao) 5 Ağustos
1966’da hazırlar. Mao Zedung imzalı, ikinci duvar gazetesinin tarihi 18 Temmuz 1966’dır. Revizyonistlerin egemenliğin kurulmasında marksist-leninistlerin
ve Mao Zedung’un yaptığı hataların da payı vardır.
1957’den sonraki dönemde, modern revizyonizme
karşı uluslararası alanda verilen mücadeleye bağlı olarak, bizzat ÇKP içerisinde şiddetli mücadele
kendini göstermeye başlar. Mao’nun parti içerisinde
Kruşçev gibileri var demesinin maddi temelleri var.
Evet SB’deki modern revizyonistlere karşı mücadele
edilmesini yanlış bulanların sayısı az değildir.
✒
yöntemlerin hayata geçirilmesinin bu insanlar tarafından engellendiğini, bu insanların söz konusu düşünce
ve yöntemleri hiçbir biçimde hayata geçirmediklerine
inanıyordu. Dolayısıyla Mao Zedung, Liu Şao-çi ve
Merkez Komitesi’nin diğer bazı önderlerine karşı büyük bir güvensizlik duyuyor ve onlarla ilgili hoşnutsuzluğu gün geçtikçe artıyordu. Bu insanların durumu ile
Sovyet Partisi içinde Kruşçev revizyonizminin ortaya
çıkması olayından çıkan dersleri birleştiren Mao Zedung, ÇKP ve ülkenin geleceği ile ilgili derin kaygılar
duyuyordu. ’16 Mayıs Genelgesi’nin kabul edilmesinden kısa bir süre sonra Vietnam lideri Ho Chi Minh ile
yaptığı bir konuşmada şunları söylemişti: ‘Biz yetmiş
yaşını aştık. Gün gelecek Marx’tan davet alacağız. Ardıllarımız kimler olacak acaba? Bernstein mi, Kautsky
mi, yoksa Kruşçev mi? Bunu kimse bilemez. Henüz
zaman varken bu duruma karşı hazırlanmamız gerekiyor.’ Mao’nun 16 Mayıs Genelgesi’nde parti içinde
‘Kruşçev gibileri var’ demesinin nedeni buydu.” (age,
s. 468-469)
‘16 Mayıs 1966 Genelgesi’ni dergimizin 180. sayısında yayınladık. Okuyucularımız bu genelgeye
yeniden bakabilir. ‘ÇKP’nin bugünkü burjuvaları o
dönemi özetlerken, Mao’nun kaygılarının bir özetini yapıyor. Mao’nun kaygılarının haklı olduğu süreç
içerisinde ortaya çıktı. ‘ÇKP’li kapitalist burjuvalar,
59
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
60
Mayıs 1966’da yapılan ÇKP Merkez Komitesi Siyasi Büro toplantısında, Peng Chen, Luo Ruiqing,
Lu Ding-yi ve Yang Shang-kun parti karşıtı birlik
oluşturduğu tespit edilir ve bu kişiler görevlerinden
alınır. Bugünkü ‘ÇKP’li kapitalistler, Siyasi Büro
toplantısını eleştirmekte ve tartışma yapılmadan adı
geçen kişilerin görevlerinden alınmasının yanlış olduğunu belirtmektedir. Tartışmanın yapılmadığı
‘eleştirisi’nin maddi bir temeli yoktur. Çünkü, Merkez
Komitesi Siyasi Büro toplantısında geniş tartışmalar
yürütülmüş ve bu kişilerin görevlerinden alınmanın
nedenleri açıkça ortaya konuldu.
Lin Biao’ya eleştiriler getirilmekte ve Lin Biao’nun
kişi kültünü (Mao’ya tapma) geliştirdiği tespitleri
yapılmaktadır. Lin Biao’nun ‘Kültür Devrimi’ döneminde Mao Zedung’u putlaştırdığı doğrudur. Ama
‘Mao Zedung Düşüncesi’nin ilk savunucusu Liu
Şaou-çi’dir. Liu Şaou-çi, ÇKP VII. Kongresi’ne sunduğu raporda ‘Mao Zedung Düşüncesi’nin Çin “Komünizmi”, “Çin Marksizmi” olduğunu savunan kişidir. ‘ÇKP’li burjuvaların Lin Biao’yu eleştirirken Liu
Şaou-çi’yi savunmaları sınıf karekterlerine uygun bir
tavırdır.
25 Mayıs 1966’da Pekin Üniversitesi’nde afişlerin
asılmasını eleştiren ‘ÇKP’li kapitalistler, 1 Haziran
1966’da, Halkın Günlüğü başyazısında “Bütün Canavarları ve Şeytanları Deliğe Süpürün” başlıklı yazının
iftiralarla dolu olduğunu açıklamaktadır. Asılan afişlerde, Pekin Üniversitesi Parti Komitesi ve Pekin yönetimine iftira atıldığı belirtilmektedir. Liu Şao-çi ve
Deng Sio-ping’in ‘Kültür Devrimi’ne önderlik etmek
için oluşturulan çalışma grupları ve hareketi kontrol
altına almak için Liu Şao-çi ve Deng Sio-ping tarafından ‘8 Maddelik Talimat’ adlı belgeyi yayınlamalarından övgüyle bahsedilmektedir.
ÇKP Sekizinci Merkez Komitesi 11. Genel
Toplantısı’nda, (Ağustos 1966) ‘Büyük Proleter Kültür Devrimi Üzerine ÇKP Merkez Komitesi’nin kararlarını eleştiren ‘ÇKP’li kapitalistler, bu kararların
ülke çapında kaosa yol açtığını yazmaktadır.
‘Kültür Devrimi’nin üzerinde düşünülerek ve hazırlığı yapılarak Mao tarafından başlatıldığını belirten ‘ÇKP Tarihi’ yazarları, Mao’nun gözünde ‘Kültür
Devrimi’nin çok büyük bir önem taşıdığını belirtmektedir. Şöyle devam ediyorlar:
“İktidardaki proletarya partisinin lideri olarak Mao
Zedung çok büyük zorluklarla kurulan halk iktidarının ve partinin güçlendirilmesine büyük bir önem veriyor, kapitalist restorasyon tehlikesine karşı uyanıklığı
sürdürmek, bu sorun karşısında uygun bir çözüm yolu
bulmak için yoğun çaba harcıyordu. Bu, paha biçilemez bir çaba ve uzak görüşlülüktü. Parti kadrolarının
halktan uzaklaşmasını önlemenin yanı sıra hükümet
kurumlarını ve parti organlarını her türlü yozlaşmadan kurtarmak için sürekli çabalayan Mao Zedung,
aynı zamanda partinin ve halk kitlelerinin desteğini
de kazanmıştı. Ancak sosyalist toplumdaki sınıf mücadelesini abartarak onu mutlaklaştırması, dostlarla
düşmanların birbirine karıştırılmasına yol açmıştı.
Mao, iktidarın halkın elinde olduğu koşullarda dahi,
gök kubbenin altındaki büyük düzenin, büyük düzensizliğin içinden doğacağı anlayışını hâlâ savunuyordu.
Mao’nun geliştirdiği bir dizi ‘sol’ fantezi bütünüyle
hatalıydı. Bunlar yalnızca Marksizm ile değil aynı zamanda Çin’deki gerçek durumla da uyuşmuyorlardı.
Mao Zedung parti içinde ve parti liderleri arasında
revizyonistlerin bulunduğunda ısrarlıydı. Onun bu
değerlendirmesi de doğru değildi. Onun revizyonizm
olarak tanımladığı olgular, oldukça belirsizdi. Gerçekte bu sorunların çoğu revizyonizm değildi. İşin aslında
revizyonizm olarak eleştirilen birçok şeyin bizzat kendisi, Marksist ve sosyalist ilkeleriydi.” (age, s. 474)
Mao Zedung evet kaygılıydı. “Marksizm-Leninizmin öğrettiği ve Sovyetler Birliği, Çin ve diğer sosyalist
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
ülkelerdeki pratiğin de gösterdiği gibi, sosyalist toplum,
çok çok uzun bir tarihsel aşamayı kapsar. Bu aşama
boyunca burjuvazi ile proletarya arasındaki sınıf mücadelesi sürer ve kapitalist yol ile sosyalist yol arasındaki ‘kim kimi’ yenecek sorusu henüz karara bağlanmamıştır ve kapitalizmin restorasyonu tehlikesi hâlâ
vardır.” (“Uluslararası Komünist Hareketin Genel
Çizgisi Hakkında Polemik” Dokuzuncu Yorum, s.
480, İnter Yayınları, İstanbul, Temmuz 1988)
“Tüm sosyalizm aşaması boyunca proletarya ile burjuvazi arasındaki siyasi, iktisadi, ideolojik, kültürel ve
eğitim alanlarındaki sınıf mücadelesi asla durdurulamaz. Bu uzun süreli, tekrarlarla dolu, dolambaçlı ve
karmaşık bir mücadeledir. Denizin dalgaları gibi, kâh
yükselir, kâh alçalır, kâh çalkantılı. Bu, sosyalist toplumun yazgısını belirleyen bir mücadeledir. Sosyalist
bir toplumun komünizme mi ilerleyeceğini, yoksa kapitalizme mi geri döneceğini bu uzun süreli mücadele
belirleyecektir.” (“Uluslararası Komünist Hareketin
Genel Çizgisi Hakkında Polemik” Dokuzuncu Yorum, s. 482, İnter Yayınları, İstanbul, Temmuz 1988)
Burada yapılan tespitler marksist-leninist tespitlerdir. Mao’nun tespitlerini ‘sol’ fantezi olarak değerlendiren ‘ÇKP’li burjuvalar, revizyonist tezleri ML tezler
olarak açıklamaktadır.
“Mao Zedung’un sosyalizm anlayışı, hem değerli bazı
öngörüleri hem de gerçekçi olmayan bazı düşünceleri
içeriyordu.” (“ÇKP Tarihi”, Cilt.1, Canut Yayınevi, İstanbul 2012, s. 474) Mao Zedung, Mayıs 1966’da Lin
Biao’ya bir mektup yazar. Mao mektubunda, ülkedeki
bütün ticari işlerin ve mesleklerin bir toplumsal örgütlenme biçiminde olması gerektiğini belirtir. Bu
örgütlerde örgütlenen insanların hem sanayi hem de
tarımla uğraşmaları gerektiğini belirten Mao, kolektif örgütlerde örgütlenen insanların kültürel/askeri
bilgilerini geliştirmeleri gerektiğini belirtir. Devamla
Mao, kolektif örgütlerde toplumsal işbölümü ve meta
üretiminin giderek sınırlandırılması, giderek ortadan kaldırılması ve bölüşüm ilkesinin emek katkısına göre ilkesinin giderek sınırlandırılması gerektiğini
belirtir. ‘ÇKP’li kapitalistler Mao’yu şöyle eleştiriyor:
“Ancak bu sosyalizm anlayışı gerçek hayata uymayan ütopik bir eşitlikçiliğin renklerini taşıyordu.
Parti içindeki birçok yoldaş tarafından bu anlayışa
farklı derecelerde karşı çıkılması pek şaşırtıcı değildi.
Mao’nun hatalı önerilerini benimsemeyen Merkez Komitesi’ndeki bazı önde gelen liderlerin ortaya attıkları
bazı doğru öneriler, hemen revizyonizmi beslemekle ya
da kapitalist yolu izlemekle suçlanmıştı. Mao Zedung,
kendisinin adil ve mükemmel bir sosyalizm yaratma
yönündeki çabalarını engelleyen Merkez Komitesi kolektifinin ona karşı ciddi bir direniş içerisinde olduğunu düşünüyordu. Sonuçta bu liderlerin parti içinde
bağımsız bir krallık ya burjuva karargâhlar oluşturduklarını düşünmeye başladı. Bu değerlendirme, kuşkusuz temelsiz ve tümüyle hatalıydı.” (“ÇKP Tarihi”,
Cilt.1, Canut Yayınevi, İstanbul 2012, s. 475)
ML görüşleri savunan ‘ÇKP Tarihi’ yazarları değil, Mao Zedung’tur. Ne eleştiriliyor? Ticari işler ve
mesleklerin bir toplumsal örgütlenme biçiminde olması gerektiğini söylemiş Mao. Kolektif örgütlerde
örgütlenen insanların, kültürel/askeri bilgilerinin geliştirilmesi gerekir. Kolektif örgütlerde toplumsal işbölümü ve meta üretiminin giderek sınırlandırılması
zorunludur. Ama tüm bunların gerçekleşmesi bir süreç işidir. Emek katkısına göre pay alınması sosyalizmin bir ilkesidir. Revizyonistler bunları eleştiriyor!
Yanlış konumda olan Mao değil revizyonistlerdir.
‘ÇKP’li kapitalistler adeta günah çıkarmakta ve
“1960’lı yıllar boyunca partimiz, Sovyet Partisi ile
uluslararası komünist hareketin ilkeleri ve çizgisi konusunda yoğun polemikler yürütmeye zorlanmıştı”
(s. 476) diyorlar. Kruşçev modern revizyonizmine
61
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
len kurumlarından uzaklaştırmayı hedefliyordu. Ve
dahası bütün parti ve devletin önder organlarını alaşağı etmek istiyordu. Doğru ile yanlışı, düşman ile dostu birbirine karıştıran “iktidarı topyekûn ele geçirme”
anlayışı bütünüyle yanlıştı.”(age. s. 478)
Nisan 1967’de Halkın Günlüğü gazetesinde, Qi
Ben-yu imzalı bir makale yayınlanır. Bu makalede
Qi Ben-yu, adından söz edilmeden Liu Şao-çi eleştirilir. Makalede, Çin’in Kruşçev’ine karşı topyekûn
devrimci eleştiri kampanyasının başladığı belirtilir.
‘ÇKP’li burjuvalar, Liu Şao-çi’ye karşı eleştiri kampanyasının başlatılmasını ‘sol’ ideolojik eğilimlerin
artmasına neden olduğunu belirtiyorlar. Bugünkü
Çin emperyalistlerinin ‘Kültür Devrimi’ni değerlendirmeleri böyledir.
62
karşı mücadele edilmesinin, ülke içindeki politik yaşam üzerinde büyük bir etki yarattığını söylüyorlar.
Mao Zedung tarafından ‘Kültür Devrimi’ sırasında
savunduğu görüşleri ‘sol’ olarak niteliyorlar. Tarihsel
gelişmeler Mao’nun haklılığını ortaya çıkardı.
22 Ocak 1967’de Halkın Günlüğü gazetesinde “tüm
ülke çapında her yerde iktidarın topyekûn ele geçirilmesi için kapsamlı mücadeleyi başlatma ve Başkan
Mao tarafından desteklenen büyük tarihsel görevin
başarıyla yerine getirilmesi” çağrısı yapılır. Bu makale
yayınlanmadan önce 14 Ocak’ta Şanghay’da iktidar
zaten ele geçirilmişti. ‘ÇKP’li burjuvalar, 14 Ocak
1967’de Şanghay’da başlayan ve tüm ülkeye yayılan
yerel iktidarların ele geçirilmesi hareketini eleştiriyor! ‘Topyekûn iktidarı ele geçirin’ sloganı ile ‘Kültür Devrimi’nin yeni bir aşamaya girdiğini belirten
‘ÇKP’li burjuvalar, bu aşamada ciddi toplumsal kargaşalıklar ve büyük felaketlerin meydana geldiğini
belirtiyorlar. Onlara göre, yerel iktidarların ele geçirilmesi hareketiyle birlikte anarşi dalgasının yaratıldığını ve Çin’in bir kaosun içine sürüklendiğini iddia
ediliyor. Şöyle devam ediyorlar: “Partinin doğru çizgisini ve Merkez Komitesi’nin politikalarını savunanları
hatalı bir biçimde kapitalist yolcular olarak suçluyor,
onları alaşağı etmeye, hatta parti ve devletin önde ge-
‘Kültür Devrimi’ne Giden Yol
ÇKP, 28 yıl süren bir mücadelenin ardından iktidarı ele geçirir. Çin Halk Cumhuriyeti’nin ilanının
ertesinde yeni demokratik Çin’in inşasına başlandı.
Demokratik Çin’in inşası “karşıdevrimcilerin ezilmesi” çalışması ile el ele yürütüldü. Mao Zedung, 23
Haziran 1950 tarihli “Gerçek devrimciler olun” başlıklı yazısında (Mao Zedung, “Seçme Eserler” Cilt V”,
s. 39-43, Aydınlık Yayınları, İstanbul, Kasım 1978)
toprak reformunun sosyalist devrimin değil, demokratik devrimin parçası olduğunu yazıyordu.
1950 yılı başında Sovyetler Birliği ile Çin Halk
Cumhuriyeti arasında “karşılıklı destek-işbirliği” anlaşmaları yapıldı. Sovyetler Birliği Çin’i büyük çapta
destekledi. Çin’de “Beş Yıllık Planlarla” kalkın­
ma;
ağır sanayiye ağırlık verme; tarımda toprak devrimini
sür­dürme ve kooperatifleşmeye yönelme şeklinde bir
yol çizildi. Ağır sanayi kuruluşlarının kuruluşunda
Sovyet yardımları tayin edici bir rol oynadı. Çin Halk
Cumhuriyeti (ÇHC) kurulduğunda nüfus 550 milyon
civarındadır. Bu nüfusun ancak 3 milyonu sa­nayi işçisidir.
Mao Zedung bu dönemde yazdığı yazılarda, toprak
devriminin nasıl ele alınması gerektiği konusunda
tavır takınır. ÇHC kurulduğunda, emperyalistlerin,
bürokrat- komprador burjuvazinin mülklerine el konularak, bu mülkler devlet mülkiyeti haline getirilir.
Sovyetler Birliği’nin yaptığı yardımlar, Çin’de sanayinin (devlet elindeki sanayi sek­törünün) ekonominin
motoru olabilmesi için ön şartlar yaratır. Daha önce
kurtarılmış bölgelerde toprak devrimi zaten uygulanmış ve köylüler toprağa kavuşmuştur. Buralarda kooperatifler kurma siyasetine yönelinir. Yeni kurtarılan
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
bölgelerde ise topraklar yoksul/topraksız köylülere dağıtılır. Ama bura­larda da kooperatifleşme propagandası yapılır. İktidarda yer alan milli burjuvazinin mülküne el konmaz. Tersine bu mülkün korunacağı “Çin
Halk Siyasi Danışma Konseyi Genel Progra­
mı”nda
ilan edilir. Ve buna uygun davranılır. Milli burjuvazi
belli ölçüde gelişir. Zengin köylülüğün de mülküne el
konmaz.
Mao Zedung, 20 Mayıs 1951’de “Vu Sün’ün Hayatı
Adlı Filmin Tartışmasına Ciddi Bir Özen Gösterelim”
(Mao Zedung, “Seçme Eserler” Cilt V”, s. 64, Aydınlık Yayınları, İstanbul, Kasım 1978) adlı yazıyı yazar.
Bu yazıda, o dönemde kültür/sanat alanında burjuva
düşüncelerin yaygın olduğu açıkça ortaya konulur.
Vu Sün, Çing Hanedanlğı‘nın (1644-1911) son döneminde yaşamıştır. Çin halkı feodalizmin ekonomik
temeline karşı mücadele ederken, Vu Sün, tam tersine
feodal kültürü yaymak için çaba gösterir. Vu Sün’ün
hayatı filme çekilir. Mao Zedung, Vu Sün’ün hayatının övülmesi, propagandasının yapılmasını Çin’deki
“kültür çevrelerinin ne kadar büyük bir ideolojik karışıklık içinde olduğunu” belirtir.
Mao Zedung, 6 Haziran 1952’de “Çin’deki baş çelişme işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki çelişmedir” tespitini yapar ve şöyle der: “Toprak ağası sınıfının ve bürokrat-kapitalist sınıfın alaşağı edilmesi sonucunda, işçi
sınıfı ile milli burjuvazi arasındaki çelişme Çin’deki baş
çelişme durumuna gelmiştir; dolayısıyla bundan böyle
milli burjuvazi bir ara sınıf olarak tanımlanmamalıdır.”
(Mao Zedung, “Seçme Eserler” Cilt V”, s. 87, Aydınlık
Yayınları, İstanbul, Kasım 1978) 1957’de ise, burada
doğru olarak yapılan tespitlerin tersi tespitler yapılır.
Burjuvazi üzerinde proletarya diktatörlüğünün kurulması, demokratik devrimden sosyalist devrime
geçişin her şart altında merkezi bir sorunudur. Mao,
1949-1953 arası dönemde Marksizm-Leninizmin bu
açık önermesini berrak bir şekilde ortaya koymadı.
1953’e kadar, hiçbir önemli alanda sosyalist devrimin
adımları atılmadı. Sanayide devlet sektörü yalnızca
komprodor burjuvazinin mülksüzleştirilmesi ve demokratik devrimin tutarlılıkla sürdürülmesi sonucu
ortaya çıktı ve bu düzeyde bırakıldı. Ulusal burjuvazi
1953’e kadar açıkça müttefik olarak kabul edildi.
1954’de ÇHC’de yeni bir Anayasa kabul edilir. Bu
Anayasa’da, Çin’de mülkiyet biçimi olarak daha önce
tes­pit edilen beş mülkiyet biçiminin varlığı tespit edilir.
Hem emek ve hem de sermayenin korunacağı açıklanır. Devletin niteliği hakkında “İşçi sınıfı önderliğinde
halk iktidarı” tespiti yapılır. Halk kavramı içinde işçiler-köylüler-şehir küçük burjuvazisi ve milli bur­juvazi
ele alınıyordu. Yani burjuvazinin iktidar içinde varlığı
tüm geçiş dönemi için anayasal hale getirilir.
ÇKP 8. Parti Kongresi, 15-27 Eylül 1956’da Pekin’de
toplanır. Kongre’ye 10 milyon 730 bin parti üyesini
temsilen 1.026 delege katılır. Kongre’nin açılış konuşmasını Mao Zedung yapar. Kongre’ye siyasi raporu
Liu Şaou-çi sunar. Deng Siao-ping, parti tüzüğünün
ve örgütsel yapısının gözden geçirilmesi ve değiştirilmesi üzerine bir rapor sunar. Kongre’de yüzden
fazla delege söz alarak konuşur. Bu kongrede, Çin’de
sosyalizmin esasta inşa edilmiş olduğu artık ülkede
baş çelişmenin “proletarya ile burjuvazi arasındaki
çelişme değil, “halkın ileri bir sanayi ülkesi kurulması
isteği ile ülkenin geri bir tarım ülkesi olması durumu
arasındaki çelişme” arasında olduğu tespiti yapılır.
Kongreye MK adına sunulan raporda, SBKP 20. Parti Kongresi de “Marksizm-Leninizmin gelişmesinde
bir köşe taşı, Marksizm-Leninizm’e önemli katkı”
olarak değerlendirilip övülür. ÇKP 8. Kongresi aynı
zamanda revizyonizmin hâkim hale geldiği bir kongre
olur. ÇKP 8. Parti Kongresi’nde sa­vunulan ”Yüz Çiçek
Açsın—Yüz Düşünce Yarışsın” şeklindeki görüşler de
savunulur. Bu dönemde “eleştirinin serbest” bırakıl­
ması, bir anda ortalığı “zehirli otların’’ doldurması ile
sonuçla­nır.
Mao Zedung, 27 Şubat 1957’de yazdığı ”Halk İçindeki Çeliş­melerin Doğru Ele Alınması Üzerine’’ ve 12
Mart 1957’de “ÇKP’nin Propaganda Çalışmasıyla İlgili Milli Konferansında” yaptığı konuşmalarda; parti
içindeki aşırı revizyonist çizgiye karşı esas olarak kitlelerin seferber edilmesi gerektiği görüşünü vurgular.
Mao Zedung, “Halk İçindeki Çelişmelerin Doğru Ele Alınması Üzerine” başlıklı yazısında, Çin’in
şartlarında burjuvazinin bir kesiminin (milli burjuvazinin) sosyalizmin inşasına coşku ile katıldığı
tespitlerini yapar. Mao Zedung’a göre; Çin’de sosya-
63
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
64
list üretim ilişkileri esas olarak kurulmuştur! Ulusal
burjuvazi ve onun partilerinin “sosyalizm taraftarı”
olduğundan yola çıkılır.. Bundan dolayı burjuvazi ile
proletarya arasındaki çelişme uzlaşır bir çelişmeye
dönüşür! Mao’nun bu görüşlerinin Marksizm-Leninizmle hiçbir ilgisinin olmadığı açıktır. Mao, 1957’de
bu tespitleri yaptığında, Çin gerçeği şöyleydi: Çin’de
sosyalist bir sistem inşa edilmemişti. Kapitalist sömürü ve burjuvazi hâlâ vardı. Çin toplumu henüz
sosyalist bir toplum değildi. Sosyalizmin inşasının
burjuvaziyle birlikte yapılacağının söylenmesi sosyalizmin doğasına aykırı idi. Siyasi açıdan ise parti içinde SBKP’nin 20. Parti Kongresi’nin çizgisini ML’ye
katkı olarak savunan revizyonist görüşün savunucuları egemen konumda idi. Mao Zedung, bu dönemde demokratik devrimden sosyalist devrime geçişin
mutlaka gerekli ve vazgeçilmez önşartının proletarya
diktatörlüğünün kurulması olduğu gerçeğini görmedi.
1958’de Mao Zedung önderliğindeki Marksist-Leninistler, revizyonist çizgiye karşı “büyük ileri atılım
çizgisini” savunur. 1958’de, komünleşme hareketinin
yaygınlaştırılmasını hedefleyen “Büyük İleri Atılım” başlatılır. “Büyük İleri Atılım”ın hedefi her
köye yüksek fırınlar kurmaktır. Zengin köylülerin
direniş ve sabotajları, doğa şartlarının elverişsizliği sonucu “Büyük İleri Atılım” hareketi büyük bir
ekonomik yıkımla sonuçlanır.
Modern revizyonistler, 20. Parti Kongresi’nin revizyonist çizgisini Uluslararası Komünist Hareket’in
genel çizgisi haline getirmek için 1957 ve 1960’ta
Moskova’da iki enternasyonal konferans toplar.
Bu konferanslarda ÇKP ve AEP bir dizi noktada
SBKP’nin açık revizyonist çizgisine karşı direniş gösterir. Bu direniş komünist ve işçi partilerinin 1957 ve
1960 ortak açıklamalarına kimi marksist-leninist görüşlerle, açık revizyonist görüşlerin yan yana yer alması biçiminde yansır. Bu dönemde Mao Zedung’un
kendisi önemli ölçüde libe­ral görüşler ve revizyonizmden etkilenen görüşler savunmakta­dır. Uluslararası
planda 20. Parti Kongresi’nin revizyonist tezle­rine karşı tavrı merkezci bir konumda durmaktadır.
ÇKP içerisinde Kruşçev modern revizyonizmine
karşı mücadeleye açıkça karşı çıkanlar vardır. Parti içerisinde ve yönetici kademelerde bunlar güçlüdür. Parti içindeki mücadelede revizyonistler yeniden
hâkimiyetlerini kurarlar. 1961’de ÇHC hâlâ bir tarım
ülkesi durumundadır.
ÇKP, Ağustos 1962’de Sekizinci Merkez Komitesi
tarafından Beidaihe’de bir çalışma konferansı düzenlenir. Bu çalışma konferansında Mao Zedung, sınıflar
sorunu, genel durum ve çelişkiler sorununun tartışılmasını önerir. Mao Zedung, yozlaşma tehlikesine dikkat çekerek şöyle der:
“Sosyalist toplum oldukça uzun bir tarihi dönemi
kapsar. Sosyalizmin bu tarihi dönemi boyunca, sınıflar, sınıf çelişkileri, sınıf mücadeleleri hâlâ vardır, iki
yol arasındaki, sosyalizm ve kapitalizm yolu arasındaki
mücadele devam eder ve kapitalist restorasyon tehlikesi
var olmaya devam eder. Bu mücadelenin uzun süreli ve
karmaşık olduğu kavranmalıdır. Uyanıklık arttırılmalı
ve sosyalist eğitim yapılmalıdır. Sınıf çelişkileri ve sınıf
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
mücadeleleri doğru kavranmalı ve ele alınmalı; bizimle
düşman arasındaki çelişkilerle halk içindeki çelişkiler
doğru bir şekilde birbirinden ayrılmalı ve ele alınmalıdır. Aksi taktirde bizimki gibi sosyalist bir ülke zıddına
dönüşür, yozlaşır ve restorasyon olur. Bu sorun hakkında oldukça serinkanlı bir anlayışa ve Marksist-Leninist
bir çizgiye sahip olabilmemiz için, bundan sonra her
yıl, her ay hatta hergün bunun üzerine konuşmalıyız.”
(“Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin önemli belgeleri”, s. 22-23, Almanca)
Bu tespitler doğrudur. Ayrıca Mao çalışma konferansında, Kruşçev’in düşüncelerini eleştirir, Çin’deki sınıf
mücadelesi ve sınıf sorunları üzerinde durmayı gerekli
görür. Mao, “proletarya devrimi ve proletarya diktatörlüğü tarihsel aşaması boyunca ve kapitalizmden komünizme geçiş sürecini kapsayan (onlarca yıl, belki de
çok daha uzun sürecek) bütün bir tarihsel aşamada da
proletarya ile burjuvazi arasındaki sınıf mücadelesi ve
sosyalist yol ile kapitalist yol arasındaki mücadele varlığını sürdürecektir” der. (Aktaran ‘ÇKP Tarihi’, Cilt.1,
Canut Yayınevi, İstanbul 2012, s. 445)
ÇKP MK Çalışma Konferansı’ndan sonra yaygın
bir sosyalist eğitim hareketi başlatılır. Şehirlerde ve
kırsal alanda büyük ölçüde sınıf mücadelesinin sürdürülmesi kararına varılır. Şubat 1963’te ‘dört temizlik harekâtı’ (politik, ekonomik, örgütsel ve ideolojik
alan) başlatılır. Kentlerde ise, yozlaşma, hırsızlık,
spekülasyon, vurgunculuk, aşırı tüketim, israf, merkeziyetçilikten kaçma ve bürokrasiye karşı, (“beş
kötülüğe karşı” hareket) sosyalist eğitim hareketi
başlatma kararı alınır. Mayıs 1963’te, “Mevcut Kırsal Çalışmamızdaki Bazı Sorunlar Üzerine” başlıklı
ÇKP MK’nın karar taslağı açıklanır. Bu taslak “On
Maddelik Karar” olarak da bilinir. (bkz. ‘ÇKP Tarihi’,
Cilt.1, Canut Yayınevi, İstanbul 2012, s. 446) Bu ‘on
maddelik karar taslağı’nda, üretim araçları üzerinde
özel mülkiyetin kaldırılmasıyla birlikte, daha uzun
yıllar sınıf mücadelesinin keskinleşeceği ve sürdürüleceği belirtilir. Bu taslakta, “Dört temizlik” ve “beş
kötülüğe karşı” hareketin kapitalist güçlere karşı, sosyalist bir karşı saldırı olduğu belirtilir. Taslak aynı
zamanda kadroların acil eğitimine parmak basar ve
sosyalist eğitim hareketinin başlatılması için derhal
hazırlıkların yapılması istenir. Eylül 1963’te ÇKP
MK, ikinci on maddelik karar olarak bilinen, “Kırsal Alandaki Sosyalist Eğitim Hareketinde Bazı Özel
Politikalar Üzerine Düzenlemeler Taslağı”nı formüle
eder. İkinci on maddelik karar, sınıf mücadelesinin
asıl kavranacak halka olarak ele alınması gerektiğini belirtir. “Dört temizlik” hareketi 1964 ilkbaharına
kadar, ülkenin her yanında kırsal alandaki komünlerde ve üretim ekiplerinin çoğunda uygulanır. “Beş
kötülüğe karşı” hareket az sayıda kentte deneme olarak uygulanır.
1961’lerden itibaren Mao Zedung’un burjuvazi
üzerinde proletarya diktatörlüğünün uygulanması
ve sınıf mücadelesinin keskinleştirilmesi düşüncelerini savunur. Ancak Mao, daha önce savunduğu
yanlış düşüncelerin özeleştirisini yapmaz. SBKP ile
çelişmelerin keskinleşmesi, 1963 polemikleri döneminde Mao, ÇKP içerisinde revizyonizmin ortaya
çıktığını savunmaya başlar. Mao Zedung Haziran
1964’te, “Çin Edebiyat ve Sanat Çevreleri Federasyonu ve Birliği’nin Yönetiminde Yürütülen Düzeltme
Kampanyasının Durumu Üzerine Rapor Taslağı”nda
şunları söyler: Son onbeş yıl içinde sanat ve edebiyat
birliklerinin yayınlarını (bunların içinde iyi olanların
sayısı çok azdır) hazırlayan insanların çoğu (elbette
hepsi değil), partinin politikalarını uygulamadı. Bu insanlar, yüksek ve güçlü bürokratlar gibi davrandılar;
işçilerin, köylülerin ve askerlerin arasına gitmediler;
eserlerinde sosyalist inşayı ve sosyalist devrimi yansıtmadılar. Son yıllarda bunların çoğu, sağa kaydılar
ve revizyonizmin eşiğine geldiler.” (‘ÇKP Tarihi’, Cilt.1,
Canut Yayınevi, İstanbul 2012, s. 451)
Mao Zedung’un son onbeş yıl dediği dönem, Çin
Halk Cumhuriyeti’nin kurulduğu (1 Ekim 1949) dönemi ile 1964 yılı arasındaki dönemdir. Mao, bu onbeş yıllık dönem içerisinde, sanat ve edebiyat alanında yayınlanan eserlerden memnun değildir. Sanat ve
edebiyat eserlerini yayınlayanların bürokratça davrandığını, parti çizgisini uygulamadıklarını ve işçilere/köylülere ve askerler içerisinde çalışmadıklarından
yakınmaktadır. Çizilen bu resim o dönemdeki Çin’in
durumu hakkında bize önemli bilgiler vermektedir.
Mayıs 1964’ten itibaren ÇKP, Sovyetler Birliği ve
65
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
ABD’nin tehditlerine karşı savaşa hazırlık en önemli
gündem maddesi haline gelir. Güney Çin’de üçünçü
savunma bölgesi inşa edilir. Savaş hazırlığı, bütün
yeni projeleri durdurur. Önceden başlatılmış olan
yatırım/inşa çalışmaları küçültülür. Bazı işletmeler
bölünür, başka şehirlere aktarılır. Bazı sanayi kolları taşınır vb. ‘Kültür Devrimi’ başladığında Çin Halk
Cumhuriyeti’nin durumu kısaca böyledir. 1965-1969
‘Kültür Devrimi’ dönemidir. Bu dönemi bir önceki
yazımızda anlattığımız için geçiyoruz. Gelecek sayımızda üçüncü bölümle devam edeceğiz.
Not: Çin Komünist Partisi Merkez Komitesi’nin
Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne İlişkin 8 Ağustos
1966 tarihli kararnamesini yayınlıyoruz.
ÇİN
KOMÜNİST
PARTİSİ
MERKEZ
KOMİTESİ’NİN BÜYÜK PROLETER KÜLTÜR
DEVRİMİ’NE İLİŞKİN KARARNAMESİ! (8
AĞUSTOS 1966)
66
1.Sosyalist devrimde yeni bir aşama!
Şimdi gelişmekte olan Büyük Proleter Kültür Devrimi, insanları en derinden/en içlerinden harekete
geçiren ve muazzam bir devrimci süreç olduğu gibi,
ülkemizin sosyalist devrimin gelişmesinde geçmişte-
kinden daha derin ve ileri bir evreyi teşkil etmektedir.
Partimizin 8. Merkez Komitesi’nin 10. Plenumu’nda
yoldaş Mao Zedung şöyle dedi: “Siyasi iktidarı alaşağı etmek için her şeyden önce kamuoyu oluşturmalı ve
ideolojik alanda çalışılmalıdır. Bu devrimci sınıf açısından olduğu kadar, karşıdevrimci sınıflar açısından
da geçerlidir.” Yoldaş Mao Zedung’un bu tezi kendisinin pratikte bütünüyle doğru olarak kanıtlamıştır.
Burjuvazi alaşağı edilmiş olmasına karşın, sömürücü sınıfların eski fikirleri, kültürü, adetleri ve
alışkanlıklarını kitlelerin ahlakını bozmak ve onların kalplerini kazanmak ve yeniden geriye gelmeye
çaba göstermeyi sahneye koymak için kullanmaktadırlar. Proletarya bunun tam tersini yapmak zorundadır: Burjuvazinin ideolojik alandaki her meydan
okumasına karşı inatçı bir şekilde çıkmalı ve bütün
toplumun zihinsel/ruhi çehresini değiştirmek için
proletaryanın yeni fikirleri, yeni kültürü, yeni âdet
ve alışkanlıklarını uygulamalıdır. Şu anda hedefimiz
kapitalist güzergâh yolunu seçen iktidardaki kişilere
karşı mücadele etmek ve onların imha edilmesi; gerici, burjuva akademik “otoriteler”in ve burjuvazinin
ve tüm diğer sömürücü sınıfların ideolojisinin eleştirilmesi ve geri çevrilmesi ve de sosyalist sistemin stabilize edilmesi ile geliştirilmesini teşvik etmek için
sosyalist ekonomi bazına/tabanına uygun olmayan
eğitim, edebiyat, sanat ve üst yapının tüm diğer alanlarını dönüştürmektir.
2. Baş/ana/esas akım ve zikzaklı yollar!
İşçi, köylü, asker, devrimci aydın ve fonksiyonerkitleleri bu büyük kültürel devrimin esas güçlerini
oluşturuyorlar. Önceleri bütünüyle meçhul olan büyük sayıda genç devrimci insanlar cesur ve cüret eden
çığır açıcılar hâline geldiler. Onlar eylemde enerjik ve
akıllıdırlar. Büyük puntolu duvar gazeteleri ve büyük
tartışmalarla birlikte medya aracılığıyla konuları tartışıyorlar, temelli eleştiriye tabi tutuyorlar ve burjuvazinin gizli ve açık temsilcilerine kararlı bir şekilde
saldırıyorlar. Böylesi büyük bir devrimci harekette
gençlerin kimi eksikliklerinin ortaya çıkmış olması
neredeyse kaçınılmazdır; ama onların devrimci yönelimi en başından beri doğruydu. Bu, Büyük Proleter
Kültür Devrimi’ndeki esas akımdır. Büyük Proleter
Kültür Devrimi’nin içinde ilerlemesini sürdürdüğü
esas yön budur.
Kültür Devrimi bir devrim olduğundan o kaçınılmaz olarak direniş ile karşılaşmaktadır. Bu esas olarak parti saflarına sızarak kapitalist yola girmiş bu-
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
3. Bir şeylere cesaret etmek ve cesurca kitleleri harekete geçirmek en önemlisidir!
Büyük Kültür Devrimi’nin nasıl sonuçlanacağında,
parti önderliğinin cesurca kitleleri harekete geçirip
geçiremeyeceği belirleyici olacaktır.
Kültür Devrimi hareketine parti teşkilatlarının çeşitli düzeyleri tarafından önderlik edilmesi ile ilgili
olarak an itibariyle dört ayrı durum farklılığı vardır:
Parti örgütlerinin sorumlu kişilerinin Kültür Dev-
✒
lunan iktidardakilerden kaynaklanmaktadır. Bu aynı
zamanda toplumdaki alışkanlıklar eskiye dayanmaktadır. An itibarıyla, bu direniş daha hâlâ çok güçlü ve
inatçıdır. Ama en nihayetinde, Büyük Proleter Kültür
Devrimi, karşı durulamaz bir genel gelişmedir. Kitleler bir kez doğru bir şekilde harekete geçirilir geçirilmez böylesi bir direncinin kırılacağına dair yeterinden üzerinde kanıtlar vardır.
Bu direniş epeyi güçlü olduğundan, bu mücadele
içinde geriye düşüşler/dönüşler ve hatta tekrarlanan
çark etmeler olacaktır. Bu kötü değildir. Bu, proletaryayı ve diğer emekçileri, her şeyden önce genç kuşağı,
çelikleştirir, onlara dersler sunar ve deneyim sağlar
ve devrim yolunun düz ve düzgün değil, zikzaklı bir
rotası olduğunu kavramalarına yardım eder.
rimi hareketinin başında bulunduğu ve kitleleri cesurca harekete geçirmeye cesaret ettikleri durum.
Onlar için gözü pek olmak en önemlisidir, onlar
korkusuz komünist savaşçılar ve Başkan Mao’nun
iyi öğrencileridirler. Büyük puntolu duvar gazeteleri
ve büyük tartışmalardan yana tavır takınmaktadırlar. Onlar kitleleri her türlü karanlık unsurları teşhir
etmeye ve sorumlu kişilerin zaaflarını ve yanılgılarını da ve eleştirmeye cesaretlendirmektedir. Proleter
siyasetin tercih edilmesi ve Mao Zedung öğretilerinin en başa konulmuş olması önderlik konusunda bu
doğru türün sonucudur.
Birimlerin çoğunda, sorumlu konumda olan insanlar bu büyük mücadelede önderlik görevleri için çok
eksik/kusurlu bir anlayışa sahiptirler; onların önderliği titiz ve etkin olmaktan çok uzaktır ve bu nedenle onlar beceriksizdirler ve zayıf bir konumdadırlar.
Her şeyden önce korkunun pençesine düşmüşlerdir;
demode yöntemlerine ve kurallara sabit bir şekilde
başvurmakta ve geleneklerin/ananelerin pratiğinden
kopma ve ilerlemek niyetinde değildirler. Şeylerin/
olayların yeni düzeni, kitlelerin devrimci düzeni onları kendilerinin önderliğinin gelişmenin ve kitlelerin
gerisinden kalması sonucuyla şaşırtmıştır.
Kimi birimlerde geçmişte bu veya şu hataları yapmış olan önderler ise korkuyu her şeyin üstüne koymaya/görmeye daha ziyade eğilimlidirler. Onlar
kitlelerin, onların hatalarını onlara karşı kullanacaklarından çekinmektedirler. Gerçekte ise eğer onlar
dürüstçe özeleştiri yaparlar ve kitlelerin eleştirisini
kabul ederlerse, parti ve kitleler onların hatalarına
hoşgörü göstereceklerdir. Onlar ama bunu yapmazlarsa, hatalar yapmayı sürdürecek ve kitle hareketinin
yolunda engeller haline geleceklerdir.
Bazı birimler, partiye sızmış ve kapitalist yola girmiş bulunan dümeni elinde tutanlar tarafından denetlenmektedir. Böylesi şahıslar kitleler tarafından
teşhir edilmekten aşırı derecede korkuyorlar ve bundan dolayı kitle hareketini bastırmak için olası her
bahaneyi arıyorlar. Onlar saldırı hedeflerini kaydırma gibi taktiklere başvurmakta ve bu hareketi yanlış
yollara saptırmak için karayı aka dönüştürmektedir.
Kendilerini son derece tecrit edilmiş ve artık eskiden olduğu gibi devam edemeyeceklerini hissettiklerinde, daha fazla entrikalar yapıyorlar; insanlara
arkalarından saldırıyorlar; dedikodular yayıyorlar ve
devrimcilere saldırmak hedefiyle her şeyi ne kadar iyi
yapabilirlerse, devrim ile karşıdevrim arasındaki farkı bulandırıyorlar.
67
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
Parti MK’sının tüm kademelerin parti komitelerinden talep ettiği şey, doğru önderlik yapmayı sürdürmeleri; her şeyden önce cüretli şekilde kitleleri harekete geçirmeye cesaret etmeleri; böylelerinin mevcut
bulunduğu yerlerde eksiklik ve yetkisizlik durumunu
değiştirmeleri, hatalar yapmış olan, ama bu hatalarını düzeltmek, kendilerinin zihni/fikirsel engellerini
kaldırıp almak ve mücadeleye katılmak isteyen yoldaşları cesaretlendirmeleri ve kapitalist güzergâha
girmiş bulunanların tümünü yönetici makamlardan
alaşağı etmeyi ve böylece proleter devrim vasıtasıyla
önderliği yeniden ele geçirmeleridir.
4. Kitleler bu hareket içinde bizzat kendilerini
eğitsinler!
Büyük Proleter Kültür Devriminde, kitleler için
kendilerini kurtarmalarının biricik yöntemi budur
ve her şeyde kendileri için hareket etme yönteminin
kullanılmasına izin verilmemelidir.
Kitlelere güvenin, onlara dayanın ve onların inisiyatifine saygı gösterin. Kendinizi korkudan kurtarın.
Düzensizlik sizi korkutmasın. Başkan Mao devrimin
böylesine nazik/incelikli, ılımlı, yumuşak/mutedil,
müşfik, kibar, ihtiyatlı ve hoşgörülü olmadığını bizlere sık sık söylemiştir. Kitleler bu büyük proleter harekette kendi kendilerini eğitmeli ve bir şey yaparken
doğru ile yanlış arasında ve kusurlu ile kusurlu olmama arasındaki türü ayırt etmeyi öğrenmek zorundadırlar.
Kitlelerin doğru görüşleri açıklayabilmeleri, yanıltıcılarını eleştirebilmeleri ve tüm karanlık unsurları
teşhir edebilmeleri için büyük puntolu duvar gazeteleri ve büyük tartışmalardan pratikte mümkün
mertebe yararlanın. Kitlelerin, mücadelenin süreci
içinde siyasi bilinçlerini yükseltmeleri, becerilerini ve
yetkinliklerini geliştirmeleri, hak ile haksızlığı ayırt
edebilmeleri ve düşmanla aramızda daha açık-seçik
bir hat çekmeleri durumunda olmaları böyle mümkündür.
68
5. Partinin sınıf çizgisini kararlılıkla pratiğe uygulayın!
Düşmanlarımız kimlerdir? Peki ya dostlarımız? Bir
devrim için ve Kültür Devrimi açısından da birinci
derecedeki sorular bunlardır.
Parti önderliği, solları keşfetmeyi, onların saflarını geliştirmeyi ve güçlendirmeyi ve devrimci sollara
sağlam bir şekilde dayanmayı iyi anlaması gerekmektedir. Bu hareket sırasında, gerici sağları tastamam
olarak tecrit etmemiz, ortada duranları kazanmamız
ve büyük çoğunluğu birleştirerek hareketin sonunda
fonksiyonerler ve kitlelerin %95’ninden fazlasının
birliğine ulaşmamızın biricik olanağıdır.
Bir avuç aşırı/ultra gerici burjuva sağcı unsurlara
ve karşıdevrimci revizyonistlere karşı saldırıya geçmek ve onların partiye, sosyalizme ve Mao Zedung
Öğretisi’ne karşı işledikleri suçları bütünüyle ortaya
çıkarmak, onların böylece azami derecede tecrit edilmesi amacıyla onları eleştirmek için tüm güçleri yoğunlaştırın.
Şu andaki hareketin ana saldırı hedefi parti içerisinde iktidarda bulunan ve kapitalist yolda gidenlerdir.
Partiyi ve sosyalizmi destekleyen ama yanlış bir
şeyler söylemiş veya yapmış veya kötü makale veya
eserler yazmış olanlarla parti düşmanı ve sosyalizm
karşıtı sağcı unsurlar arasında çok berrak bir şekilde
fark gözetmek sağlanmak zorundadır.
Bir yanda bilimin gerici-burjuva despotları/zorbaları ve gerici “otoriteler” ile diğer yanda sıradan burjuva akademik fikirlere sahip insanlar arasında kesin
bir şekilde ayrım yapmaya da dikkat edilmelidir.
6. Halk içindeki çelişkilerin doğru ele alınması!
İki farklı türde çelişkiler arasında çok açık/seçik bir
şekilde fark gözetilmelidir: Halk içindekiler ve bizimle düşman arasındakiler. Halk arasındaki çelişkileri
düşmanla aramızdaki çelişkilere yanlış bir şekilde
dönüştürülemez olduğu gibi, düşmanla aramızdaki
çelişkileri de halk içindeki çelişkilermiş gibi görüp
gösterilemez.
Halk kitleleri için farklı görüşlere sahip olmak son
derece normaldir. Farklı görüşler arasındaki münakaşalar kaçınılmaz, gerekli ve faydalıdır. Kitleler, neyin doğru, neyin yanlış olup düzeltilmesi gerektiğini
olağan ve yorucu tartışma sürecinde onaylayacaklar
ve giderek ittifaka/oy birliğine ulaşacaklardır.
Tartışmalarda başvurulacak yöntem şudur: Veriler
sunulacak, akıl ve mantık yoluyla tartışma sürdürülecek ve ikna yoluyla uzlaşı sağlanacak. Farklı görüşlere sahip bir azınlığı biat etmeye zorlayacak hiçbir
yöntem hoş görülemez. Azınlık korunmalıdır, çünkü
bazen gerçeği bilenler azınlıktadır. İnsanlar, hatalı
olsalar bile fikirlerini savunma hakkına sahip olmalıdırlar.
Tartışmalarda kullanılması gereken yöntem olguların ortaya konuluşu, gerekçelendirme ve bu gerekçelendirme yardımıyla ikna etmedir. Başka bir görüşe
8. Kadro Sorunu!
Kadrolar esas olarak şu dört gruba ayrılmaktadır:
(1) İyiler,
(2) Nispeten/göreceli olarak iyiler,
(3) Ciddi hatalar yapmış bulunan; ama henüz partidüşmanı ve antisosyalist sağcı olmayanlar,
(4) Parti- düşmanı ve anti-sosyalist sağcıların küçük kümesi.
Normal koşullarda bu her iki ilk gruplar (iyi ve nispeten iyi) büyük çoğunluğu oluştururlar.
Parti- düşmanı ve antisosyalist sağcılar kalıntısız
teşhir edilmeli, ağır darbeler indirilmeli. Bastırılmalı
ve itibarlarını bütünüyle kaybetmelidirler ve onların
nüfuzu devre dışı bırakılmalıdır. Aynı zamanda onların yeni bir yaşam başlatabilmeleri için onlara bir
çıkış yolu açık bırakılmalıdır.
9. Kültür Devrimi-grupları-komiteleri ve kongreleri!
Büyük Proleter Kültür Devrimi sürecinde, birçok
yeni şeyler ortaya çıkmıştır. Kitlelerin birçok okullar
ve birimlerde yarattıkları Kültür Devrimi, grupları,
komiteleri ve diğer örgütlenme biçimleri yeni şeylerdir ve büyük tarihsel öneme sahiptirler.
Kültür Devrimi’nin bu grupları, komiteleri ve
kongreleri, kitlelerin komünist partisinin önderliğinde bizzat kendilerini eğittikleri mükemmel yeni
örgütlenme biçimleridirler. Onlar partimizin onlar
üzerinden kitlelerle sıkı bağını kurduğu mükemmel
birer köprüdürler. Proleter Kültür Devrimi’nin iktidar organlarıdırlar.
Proletaryanın, eski tüm sömürücü sınıfların geçmiş binlerce yıllardan arta kalmış, eski fikirlere,
âdetler ile alışkanlıklara ve onların eski kültürüne
karşı mücadelesi, ister istemez, çok çok uzun sürecektir. Bu yüzden, Kültür Devrimi’nin grupları, komiteleri ve kongreleri geçici organizasyonlar değil, bilakis
sürekli kalıcı kitlesel örgütler olmaları gerekir. Onlar
sadece üniversiteler, okullar, resmi daireler için değil,
aynı zamanda esas olarak fabrikalar, madenler, diğer
işletmeler, kentsel bölgeler ve köyler için de uygundur.
Kültür Devrimi’nin bu grup ve komitelerinin üyelerini, kongrelerinin ise delegelerini seçtikten sonra
Paris Komünü’ndekine benzer bir genel seçim sisteminin uygulanmaya konulması gereklidir. Aday
listeleri, bu listeler üzerine kitleler tarafından tekrar
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
7. Devrimci kitleleri “karşıdevrimci” olmakla
damgalayanlara karşı tetikte olun!
Kimi okullarda, Kültür Devrimi’nin birimleri ve
çalışma gruplarında sorumlu bazı kimseler kendilerine karşı büyük puntolu duvar gazeteleri hazırlayan
kitlelere karşı-saldırılar organize etmişlerdir. Bu kişiler şu gibi şiarları ortaya koydular: Bir Birim ve Çalışma Grubu Yöneticilerine Karşı Direniş, Parti Merkez
Komitesi’ne, Partiye ve Sosyalizme Karşı Direniş Demektir, Karşıdevrim Demektir. Bu tarzla onların darbelerinin birkaç gerçekten devrimci faaliyetine isabet
etmesi kaçınılmazdır. Bu, yönelimde, çizgideki bir
hatadır ve mutlak olarak caiz değildir.
Ciddi ideolojik hatalar yapmış bulunan bir miktar
sayıda insan, özellikle de parti ve antisosyalist sağcılar, dedikodu ve uydurmalar yaymak ve ajitasyon
yapmak ve bazı kişileri kasten “karşıdevrimci” olarak
damgalamak için kitle hareketindeki belirli eksiklikleri ve hataları kullanıyorlar. Böylesi yankesicilerden
sakınmak ve onların numaralarını zamanında teşhir
etmek gereklidir.
Hareketin gelişim süreci esnasında, faal karşıdevrimcilerin cinayet, kundaklama, zehir hazırlama,
sabotaj ya da devlet sırlarının çalınması gibi hakkında açık-seçik bir kanıt bulunan cürüm olayları
ve yasaya uygun olarak ele alınması zorunlu olanlar
istisna olmakla birlikte; üniversiteler, teknik/meslek
liseleri, ortaokullar ve ilkokulların öğrencilere karşı
hareketten kaynaklanan sorunlar yüzünden önlemlere başvurulmamalıdır. Mücadelenin esas hedefinden sapmasını engellemek için kitlelerinin veya
yüksekokul-öğrencilerini –hangi bahaneler olursa
olsun– kışkırtmak, birbirlerine karşı mücadele etmeleri yasaktır. Hareketin daha bir sonraki aşamasında
açıktan açığa sağcıların bile durumun koşulları uygun bir şekilde ele alınması gereklidir.
✒
sahip bir azınlığın zor yoluyla pes etmeye zorlanması
caiz değildir. Bu azınlık korunmalıdır; çünkü bazen
gerçek onun yanındadır. Bu azınlık haksız olsa bile
onun kendi davası üzerine konuşmasına ve görüşünü
korumasına izin verilmelidir.
Şayet bir tartışma varsa, bu tartışma zorlama veya
şiddetle değil, gerekçelerle yürütülmelidir.
Tartışma boyunca her devrimci kendi başına konular üzerine düşünmek ve komünist ruhu geliştirmek durumunda olmalıdır: düşünmek, konuşmak ve
harekete geçmeye cesaret etmek. Devrimci yoldaşlar,
aynı ana yönelime sahip olmaları koşuluyla birliği pekiştirmek için tali konularda sonu gelmez tartışmalar
yürütmemelidirler.
69
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
yinelenerek tartışılıp ele alındıktan sonra, devrimci
kitleler tarafından kapsamlı tartışılıp ele alındıktan
sonra hazırlanmalı, sonra seçim gerçekleştirilmelidir.
Halk kitleleri, Kültür Devrimi grup ve komitelerinin üyelerini, kongrelerin delegelerini eleştirme hakkına her zaman sahiptirler. Eğer üyeler ve delegelerin
kıyafetsiz oldukları kanıtlanmışsa, kitleler tarafından ele alınıp tartışılarak seçim yoluyla yerlerine yenileri getirilebilir veya görevden alınabilirler.
Üniversiteler ve okullardaki Kültür Devrimi’nin
grupları, komiteleri ve kongreleri, esas olarak devrimci orta ve yükseköğretim öğrencilerinin temsilcilerinden oluşturulmaları gereklidir. Aynı zamanda
devrimci öğretmen, hizmetli ve işçilerden bir sayıda
temsilcinin onların içinde bulunması gereklidir.
10. Eğitim reformu!
Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin en önemli görevlerden biri eski eğitim sistemi ve eski eğitim/ders
ilke ve yöntemlerinin dönüştürülmesidir.
Bu Büyük Kültür Devrimi ile okullarımıza burjuva aydınlar tarafından hâkim olunması görünümünü
bütünüyle değiştirilmek zorundadır.
Okulun her türünde yoldaş Mao Zedung’un, eğitimin proleter siyasete hizmet etmesi ve üretici çalışmayla birleştirilmiş olmasıyla ilgili tespit ettiği siyaseti, eğitim görenlerin moral, entelektüel ve bedensel
olarak kendilerini geliştirmeleri ve sosyalist bilinçli
ve kültürlü emekçiler haline gelmeleri için büsbütün
pratiğe geçirmek zorundayız.
Yükseköğrenim süresi kısaltılmalıdır. Derslerin/
kursların daha az, ama daha iyi olması gereklidir.
Eğitim materyalleri, birkaç somut durumda karmaşık
materyallerin basitleştirilmesi çıkış noktası alınarak
temelli bir şekilde dönüştürülmelidir. Orta ve yükseköğrenim öğrencilerinin baş görevi eğitim inceleme
iken, onların başka şekilde de öğrenmesi gerekir. Bu,
onların incelemenin yanında sınai ve tarımsal çalışma ile askeri konuları öğrenmeli ve burjuvazinin
eleştirildiği Kültür Devrimi’nindeki mücadeleye her
zaman katılmalıdırlar.
70
11. Basında isim verilerek/ismi/adı belirtilerek
eleştiri sorunu!
Kültür Devrimi’nin kitle hareketi sürecinde, burjuva ve feodal ideolojilerin eleştirisi proleter dünya
görüşünün, Marksizm-Leninizmin ve Mao Zedung
Öğretisi’nin yaygınlaştırılması ile iyi bir şekilde bağlantısı kurulmuş olmak zorundadır.
Parti saflarına sızmış bulunan burjuvazinin tipik
temsilcileri ve onun tipik gerici akademik “otoritelerinin” eleştirisi örgütlenmeli ve buna ek olarak, felsefe, tarih, ekonomi-politik, eğitim, edebiyat, sanat alanındaki çeşitli gerici görüşleri, doğa bilimleri ve diğer
alanlardaki teorilerin içerdikleri de eleştirilmelidir.
Basında ismi belirtilerek eleştiri, aynı düzeydeki
parti komitesi ele alınıp tartışıldıktan sonra karara
bağlamalı ve kimi durumlarda daha üst düzey bir
parti komitesine onaylanması için sunulmalıdır/ibraz
edilmelidir.
12. Bilim insanlarına, teknisyenlere ve genel hizmetliler karşısındaki siyaset!
Bilim insanları, teknisyenler ve genel hizmetliler
karşısında şimdiki hareket içinde, yurtsever oldukları, şevkle çalıştıkları, partiye veya sosyalizme karşı
olmadıkları ve yurtdışı ile caiz olmayan ilişkiler içerisinde olmadıkları müddetçe, onlara karşı “birlik –
eleştiri–birlik” siyaseti sürdürmeye devam etmeliyiz.
Katkılar sağlamış bulunan bilim insanları ile bilimsel ve teknik personelin korunmaları gerekir. Onların dünya görüşleri ve çalışma stilleri ile ilgili olarak
adım adım eğitilerek dönüştürülmesi için onlara yardım edilmelidir.
13. Sosyalist eğitim hareketinin kır ve kentte uyumu/entegrasyonu için önlemler sorunu!
Kültürel ve eğitsel birimler ve büyük ve orta ölçekli kentlerdeki parti ve hükümetin yönetici organları,
şimdiki Proleter Kültür Devrimi’nin ağırlık noktalarıdır.
Büyük Kültür Devrimi vasıtasıyla kırda ve kentteki Sosyalist Eğitim Hareketi daha fazla zenginleşir ve
daha ileri bir düzeye yükselir. Bu her iki hareketi sıkı
ilişki içine sevk etmek için çabalara girişilmelidir. Bu
amaca hizmet eden önlemler çeşitli bölgeler ve birimler/şubeler tarafından, somut koşullara uygun olarak
alınabilir.
Şu anda şehirlerdeki işletmelerde ve kırsalda süregitmekte olan Sosyalist Eğitim Hareketi’ne, eski önlemlerin uygun olduğu ve bu hareketin iyi bir şekilde
ilerlediği yerlerde, halel getirilmemeli, eski önlemlere
uygun olarak devam edilmelidir. Ama şimdiki Büyük
Proleter Kültür Devrimi sırasında ortaya konulan sorunlar, proleter ideolojinin giderek güçlü bir şekilde
teşvik edilmesi ve burjuva ideolojisinin daha fazla
kökünün kazınması için doğru zamanda kitlelerin
tartışmasına sunulmalıdır. Bazı yerlerde, Büyük Pro-
15. Silahlı kuvvetler!
Silahlı kuvvetler içindeki Kültür Devrimi ve Sosyalist Eğitim Hareketi Çin Komünist Partisi Merkez
Komitesi Askeri Komisyonu’nun ve Halk Kurtuluş
Ordusu’nun Genel Siyasi Bölümü’nün talimatları
uyarınca uygulanması gerekmektedir.
16. Mao Zedung’un öğretisi Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin eyleminde yönergedir!
Büyük Proleter Kültür Devrimi’nde Mao Zedung’un
Öğretisi’nin kızıl bayrağını yükseklerde tutmak ve
proleter siyasetin komutasını yerine getirmek gereklidir. Bu hareket, işçi, köylü, asker, fonksiyoner ve aydın
kitleleri arasında, Başkan Mao Zedung’un eserlerinin
canlı bir şekilde incelenmesine ve yaratıcı bir şekilde
uygulanması geliştirilmeli ve Mao Zedung’un Öğretisi Kültür Devrimi’nindeki eylemde yönerge olarak
kabul edilmelidir.
Bu karmaşık Büyük Kültür Devrimi sırasında tüm
seviyelerin parti komiteleri başkan Mao’nun eserlerini daha titiz yaratıcı bir tarzda incelemeli ve uygulamaya koymalıdırlar. Özellikle de başkan Mao’nun
Kültür Devrimi ve parti önderliğinin yöntemleri üzerine yazılarını ve örneğin Yeni Demokrasi Üzerine,
Yenan’daki Edebiyat ve Sanat Sorunları Üzerine Forumu’ndaki Konuşmalar, Halk arasında Çelişkilerin
Doğru Ele Alınması Üzerine, Çin Komünist Partisi’nin
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
14. Üretimi teşvik etmek için devrimi sıkıca elde
tutalım!
Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin hedefi, emek/
çalışma tüm alanlarında daha fazla, daha hızlı, daha
iyi ve daha ekonomik yapılması/verimli olması için
insanların ideolojisinin devrimcileştirilmesidir. Eğer
kitleler kalıntısız olarak harekete geçirilir ve uygun
önlemler alınırsa, bizim tüm çalışmamız/emeğimizin yüksek kalitesi güvence altına alırken bunların
birbirlerini engellemeksizin Kültür Devrimi ve üretimin sürdürülmeli mümkündür.
Büyük Proleter Kültür Devrimi, ülkemizin toplumsal üretici güçlerini geliştirmek için devasa itici bir
güçtür. Üretimin geliştirilmesinin karşısına Büyük
Kültür Devrimi’ni koymak görüşü, yanlıştır.
Propaganda Çalışmasına Dair Ulusal Konferans’taki
Konuşma ve Parti Komitelerinin Önderlik ve Çalışma
Metotlarına Dair Bazı Sorular Üzerine giderek yeniden incelemek zorundadırlar.
Tüm düzeylerin parti komiteleri başkan Mao’nun
yıllar boyunca ortaya koyduğu direktiflere, yani, kitlelerden kitlelere, kitle çizgisine sağlamca sarılmak ve
tamı tamına uygulanmak ve onlar öğretmen olmadan önce, öğrenci olmak zorundadırlar. Tek yanlılık
ve darbakışlılıktan kaçınmaya çaba göstermelidirler.
Diyalektik materyalizme özen göstermeli ve metafiziğe ve skolastizme karşı direniş gösterilmelidir.
Büyük Proleter Kültür Devrimi yoldaş Mao Zedung
ile birlikte Merkez Komitesi’nin önderliğinde kesinlikle parlak bir zafer kazanacaktır.
[(“Çin Kültür Devrimi, Büyük Proleter Kültür
Devrimi’ne Kısa Bir Bakış”, Marksist-Leninist Maoist Devrimci Araştırmalar Grubu, s. 175-184, Patikakitap, 2013 İstanbul.) Bu çeviri tarafımızdan Almancası ile karşılaştırılarak düzeltilmiştir. (Bkz. “Mao
Tse-tung, Der Große Strategische Plan, Dokumente
zur Kulturrevolution”, Joachim Schickel, s. 156-166,
VoltaireHandbuch, Hamburg, 1969)]
✒
leter Kültür Devrimi, Sosyalist Eğitim Hareketi’ne ek
ivme kazandırmak ve siyaset, ideoloji, örgütlenme ve
ekonomi alanında bir temizlik yapmak için kullandıkları bir odak noktası haline geliyor. Yerel parti komitesi bunu uygun olarak görüyorsa, bu yapılabilir.
71
✒
“HİÇ İZ BIRAKMADAN
HERŞEY DEVAM ETTİ…”
çeviri
E
sther Bejarano ile Avrupa’daki sağa kayış, Yahudilerin “dünün dünyası”, Siyonizm ve bugünkü İsrail, Almanya’nın büyük güç olma hedefleri ve
yeni savaşları hakkında röportaj.
Esther Bejarano
… (1924 doğumlu) Ausschwitz (Nazi temerküz
kampı –ÇN) kızlar orkestrasının hayatta kalan son
üyesi ve Ausschwitz Komitesi’nin başkanıdır. (92 yaşında –ÇN) Hâlâ aktif olan bu antifaşist 2013 yılında
“Ausschwitz kızlar orkestrasından sağa karşı rap müzik grubuna” başlıklı “Anılar”ını yayınladı. 9 Ocak’ta
“Mikrofon Mafyası” ile Berlin Urania’da yapılacak
olan 21. Rosa-Luxemburg Konferansında sahne alacak ve kapanış panelinde tartışmaya katılacak.
72
Almanya’da sığınmacılar giderek artan ölçüde
sağdan gelen şiddete maruz kalıyorlar. Sığınmacılara yönelik yabancı düşmanlığı kaynaklı saldırıların sayısı 2010’dan beri dört kat artmış durumda
–2015’de yaklaşık 820 olay belgelenmiş durumda.
Yakılan sığınmacı yurtlarını gözönüne getirdiğinizde aklınıza gelenler nelerdir?
Ateşe verme olayları dehşet verici. Beni en çok
kızdıran şey: Bu olaylar hep yeniden hafife alınıyor
ve bunlar sağcıların değil, “sadece serserilerin işi”
olarak lanse ediliyor. Ve hâlâ daha NPD (Almanya
Nasyonaldemokratik Partisi = Nazi partisi –ÇN) ve
diğer faşist örgütler yasaklanmıyor. Halbuki, bugün
Naziler düne ve geçmiş yıllara göre çok daha vahşice
varlık gösteriyorlar. Ve diğer taraftan NSU(Nasyonal
Sosyalist Yeraltı Örgütü)–mahkemesi: Tam bir maskaralık! Devlet makamları olayların açıklığa kavuşmasını istemiyor. Soruyorum kendime: Nerde yaşıyoruz biz?
Naziler hatta insanlık düşmanı dünya görüşlerini
aşılamak için okullar açabiliyorlar. Federal hükümet
buna karşı hiçbir şey yapmıyor. Rezalet bu. Aynı şey
sağcı şiddetin gerçek kaynağının ne olduğunun perdelenmesi için de geçerli. Doğu Almanya’daki nüfusun bir bölümü işsiz ve geleceksiz. DDR’de (Demokratik Almanya Cumhuriyeti – ÇN) geçmişte gençlik
örgütleri vardı; şimdi gençler başıboş sokakta. O
zaman da Batıdan Naziler geliyor ve bunları saflarına çekiyor. Bu sağa kayışın güncel iktisadi durum
yerine DDR’e maledilmesi doğru değildir.
Federal Almanya Cumhuriyeti’nde ters giden
şey neydi?
NS– cürümüyle gerçekten hesaplaşılmadı. 1945’ten
sonra suskunluk vardı, Nazilerden arınma gerçekleşmedi ve sadece çok az sayıda fail yargılandı.
Birçoğu kaçabildi, onlara hatta bu konuda yardım
edildi. Öyle ki, birçok Nazi Amerika’ya geçebildi ve
orada ideolojilerini yaymaya devam etti ve onların
hizmetlerinden de yararlanıldı. Ama çok uzaklara
bakmamıza gerek yok. Adenauer, Hans Globke ve
tüm Nazi toplumunu yeniden içeri aldı–hükümete,
adalete ve gizli servislere. Hiç iz bırakmadan devam
etti herşey. O halde günün birinde yeniden o an gelirse, şaşılacak bir şey yok.
“Yeniden”le neyi kastediyorsunuz?
Evet–böyle devam ederse, güçlü bir antifaşist
karşı hareket olmazsa ve hükümet bu şekilde bir
15 yıl İsrail’de yaşadınız. Almanya’ya geri dönüşünüzü şöyle anlatıyorsunuz: “İsviçre-Federal Almanya sınırını geçtiğimizde, bir tuhaf oldu içim.
Üniformalı demiryolları memurlarını gördüm,
Alman polisini gördüm ve kalbim hızla çarpmaya
başladı. Panikleme derecesinde korku bastı.” Bu
korku bazen yine geliyor mu?
Hayır, artık o günkü gibi hissetmiyorum. Daha
önce varlığından habersiz olduğum Almanlar tanıdım: Benim gibi antifaşist olan ya da geçmişte
çeviri
“Anılar” kitabınızda 1945’deki yaşama dair bir
duygunuzu çok etkili biçimde anlatıyorsunuz.
“Artık Alman olmak istemiyor”dunuz. Hâlâ öyle
mi hissediyorsunuz?
Bana hep soruyorlar: Alman Yahudisi misiniz,
yoksa Yahudi Almanı mı? Buna şöyle cevap veriyorum: Ben insanım. Ben antifaşistim–hem de faşizmi
kendi bedeninde yaşamış olan biri. Alman milliyeti
beni ilgilendirmiyor. Ona dahilim, evet, ama kendimi ona bağlı hissettiğimi söyleyemem. Bu devletin
kabul etmediğim birçok şeyi var. Nazilere karşı birşey yapmıyor olmasının ötesinde: Almanya’daki antikomünizm tam bir felaket. Öyle ki, hep subayların
20 Temmuz direnişinden sözediliyor, komünistlerin
direnişinden ise asla. Ben konuşmalarımda bunu
anlatıyorum, bazı şeylerin nasıl örtbas edildiğini de.
Ve komünistlerin de, aynı Roma Sinti ve biz Yahudiler gibi, çektikleri vahşeti ve tazminat alamadıklarını anlatıyorum. Bu kabul edilemez bir şey. Ama, ben
Almanya’da kendimi evimde hissediyorum, çünkü
burada aydınlatma çalışmamla etkide bulunabilirim.
direniş savaşçısı olan, Yahudi olmadıkları halde
benim yaşadığımı yaşamış olan insanlar: Örneğin
komünistler–bu insanlar benim arkadaşlarım. Onların varlığı beni burda yaşamaya ikna etti, onların
varlığı kendimi burada, Almanya’da iyi hissetmemi
sağlıyor. Yeniden İsrail’de yaşamak istemiyorum,
çünkü orda nasıl bir politikanın egemen olduğunu
biliyorum.
✒
şey yapmamakta direnirse. Ve tarihsel parelellikler
sözkonusu. Bugün yabancı düşmanlığının tümüyle
kendisini gösterdiği, Fransa’daki Müslüman-karikatürleri kampanyasına baktığımda, bu bana Nazi
dönemindeki Stürmer’lerin Yahudilere karşı halkı
kışkırtmasını hatırlatıyor. Korkunç birşey bu. Aradaki fark: O zamanlar bu yukardan emrediliyordu,
bugün henüz hükümet buna katılmıyor. Fakat Macaristan başbakanı Viktor Orban, Avrupa’ya iltica
etmek isteyen insanların kabul edilmesi sözkonusu
olduğunda ülkesine müslümanları bırakmak istemediğini açıkladı. Sığınmacılarla ilgili bu telaş niye?
Sorumlusu kim? Biziz: Bu insanların yaşam temellerini yokeden Batı. Bu beni çok kızdırıyor–buna
katlanamıyorum.
Yazar Stefan Zweig’in söylediği gibi diaspora
Yahudilerinin “dünün dünyası”nın önemli bölümü de zaten Almanya’daydı.
Evet, bu kültürel dünyaya kendimi hâlâ bağlı hissediyorum. O gün var olan Yahudi topluluğuyla da
ve sahip olduğumuz gerçekten güzel bir yaşamla da.
Ailem çok liberal olmasına karşın, ben Yahudi olarak yetiştirildim, koşer (Yahudi dininin gereklerine
uygun –ÇN) bir ev idaremiz vardı. Bugün Yahudi
toplulukları benim gibilerden uzak duruyorlar, çünkü ben İsrail’i eleştiriyorum ve sol bir müzik grubunda şarkı söylüyorum. Bir defasında Hamburg’da
Yahudi topluluğunun üyelerince davet edildim.
Ama bunlar İkinci Dünya Savaşı’nın Rus gazileriydiler. Onlar, Ausschwitz’i kurtaran Kızıl Ordu’nun
saflarında savaştıklarından dolayı çok gurur duyuyorlar. Fakat Yahudi Merkezi Konseyi’ni düşündüğümde: Onlar, İsrail’de olan biten dehşet verici şeyler hakkında tek bir eleştirel söz sarfetmiyorlar. Ona
karşı konuşan biri, derhal safdışı ediliyor.
Sizin de köken olarak bağlı olduğunuz ve yıkılıp
gitmiş olan Diaspora yahudiliği hakkında Max
Nordau ve diğer siyonizm düşünürleri abartılı bir
ruhsallaşma tespit etmiş ve bunları “Sinir Yahudiler” olarak adlandırmıştı. Bu “zayıf” Yahudiliğin karşısına Siyonizm, Filistin’deki yeni yurtlarında sol elde silah tutarken sağ eliyle de tarlayı
eken “kaslı Yahudilik” idealini dikmişti. Nazilere
ve sağcıların karşısında durduğunuz kadar yeni
Yahudiliğin de temsilcisisiniz siz. Diyaporanın
kaslı Yahudisi misiniz siz?
(Gülüyor) Ben Yahudiyim ve Yahudi olarak yaşıyorum, çünkü Yahudi olarak doğmuşum. Fakat ne
bundan gurur duyuyorum, ne de utanç duyuyorum.
Bunu ben seçmedim. Yahudi kökenden geldiğimi
saklamıyorum, tam tersine: Her zaman Yahudi olduğumu söylemekten memnunluk duyuyorum. Yahudi ailem bana çok şey verdi, öncelikle de kültürel
olarak. Babam kantordu. Müziği neden bu kadar çok
73
✒
çeviri
seviyorum ve şarkıcı oldum dersiniz? Ausschwitz’de
dahi müzik yaptım. Tabii ki orda buna zorlandım ve
bu nedenle severek yapmadım.
Moshe Zuckermann, Polonyalı bir Yahudinin
oğlu ve Ausschwitz’ten kurtulan biri, aynı sizin gibi 1960’ta İsrail’den Almanya’ya geri geldi,
Almanya’yı “bildik anti-anayurt” olarak adlandırmıştı. Bu kavramın içinde trajik bir diyalektik var: Bir yandan yaşam hikayesini ve kültürel
bağlılığını ifade ediyor, diğer taraftan Yahudileri
hep yeniden Almanya’dan iğrendiren toplu katliamlarda zirve bulan takibat deneyimini. Moshe
Zuckermann için de İsrail anayurt olamamıştı.
O kendisini “anavatansız” olarak adlandırıyor.
Onunla aynı hisleri paylaşıyor musunuz?
“Anavatan” kelimesini sevmiyorum. Burada doğmuş ve çocukluğunu burada geçirmiş biri olarak
İsrail’de Alman kültürünün eksikliğini hissettim.
Orda ama sevdiğim başka şeyler vardı: Açıklık ve
nezaket –Almanya’da ise bundan farklı olarak bir
mesafelilik var. Amerika’ya da gidebilirdim ama o
zamanlar ille İsrail yeni yurdum olsun istemiştim.
Oraya ait olduğumu düşünüyordum. Daha sonra
ardı ardına savaşlar başladı. Britanya mandasına
karşı ilk savaşı henüz haklı buluyordum, ama daha
sonra Ben-Gurion geldi ve daha sonra da birbirini
izleyen saldırı savaşları başladı. Kocam 1956’da Sinai-cephesinden geri döndüğünde: “Bir daha katiyen, herhangi bir savaşa gitmeyeceğim” dedi. Vicdanıyla birleştiremediği şeyler görmüştü. İkimiz de
İsrail’deki duruma artık dayanamıyorduk. Filistinlilere yönelik kışkırtmalara da. Orada savaşa vicdani ret mümkün değildi, kocamı hapise atarlardı.
Yani gitmek zorundaydık. Almanya’ya gitmekten
başka imkanımız yoktu. Ben çok çok tedirgindim,
buna dayanıp dayanamayacağım konusunda şüpheliydim. Benim koşulum, daha önce ailemle ve
kardeşlerimle yaşamamış olduğum bir şehire yerleşmekti. Arkadaşlarım bana Hamburg’u tavsiye ettiler. Ve böylece kuzeye geldik.
74
O zamanlar siyonist olarak İsrail’e gitmiştiniz.
Orayı terkettiğinizde Siyonizmle aranız nasıldı –
hâlâ esasta olumlu mu?
Katiyetle! Hayır. Eskiden nasıl oldu da ben bir
siyonisttim –hatta ateşli bir savunucu ve üstelik
Makkabi Hazair gibi sağcı bir örgütün üyesiydim–
şimdi kavrayamıyorum. O zamanlar Siyonizmin ne
olduğunu gerçekte bilmiyordum. Biz sadece ülkeyi
inşa etmek istiyorduk. Ama Ausschwitz’ten kurtulanlar orda pek istenmiyordu. Bizi iyi karşılamadılar. Daha doğrusu: Bizi kabul etmediler. Hayatta
kaldığımız için, bizim Nazilerle işbirliği yaptığımızı
düşünüyorlardı.
Bugün kendinizi siyonist değil veya anti-siyonist olarak mı değerlendiriyorsunuz? Ortadoğu
çatışmasının tek devletli çözümünü mü savunuyorsunuz?
Ben anti-siyonistim, kesinlikle. Evet, Filistinlilerle Yahudilerin ortaklaşa bir devlette yaşamalarını
arzuluyorum. Bugün İsrail’in üzerinde kurulduğu
ülke çok eskilerden beri Filistinlilerindi. Şu anda
ama birlikte yaşayamadıklarından, Filistinliler önce
kendi devletlerini kurabilmeliler ve İsrail ile Filistin
önce ilişkilerinin normalleşmesini sağlamalı…
… Yahudiler ile Filistinliler günün birinde, karşılıklı olarak birbirini öldürmek için bir sebep olmadığını tespit edinceye dek mi?
Evet, tam da bu. İsrail hükümetlerinin politikası
bugünkü durumda ortak yaşamayı mümkün kılmıyor. Benjamin Netanjahu’nun Holocaust’un suçlusu
Filistinliler’dir suçlaması bana göre tam bir felaket.
Böylelikle Gaza’daki ve genel olarak Filistinlilere
yönelik insanlık düşmanı eylemlerini haklı çıkarmaya mı çalışıyor?
Yahudiler ile Araplar arasındaki çatışma burda da tartışmaları alevlendiriyor. Yahudi Merkezi Konseyi’nin başkanı Josef Schuster geçenlerde
Almanya’ya alınacak sığınmacılar için, bunların
birçoğunun “Yahudilere karşı nefretin ve toleransızlığın sabit olduğu” Arap kültüründen geldiği
gerekçesiyle bir “üst sınır” talep etti.
Bu rezalet. Bu düpedüz ırkçılık.
Burjuva sağcı kesimden katı bir sığınmacı politikası talep edenler bu ifadeye elbette büyük
bir memnuniyetle sarılıyorlar. “Yahudi Merkezi Konseyi’nin başkanı sığınmacılar için bir üst
sınır talep ediyor. Bu bizi düşündürmeli” diyor,
Bavyera Radyosu yorumcusu Brigitte Abold “Günün konuları”nda (TV akşam haber bülteni –ÇN)
“Bizim –sınır tanımayan– iltica yasamız, Avrupalı Yahudilerin nasyonalsosyalizm döneminde
katledilmesinin bir sonucu olarak gündeme geldi
Müslüman çocuklarının Yahudilere karşı nefretiyle karşılaştınız mı hiç veya tartışma içinde
Holocaust’u reddedenlerle?
Hayır, kesinlikle. Bir defasında bir Filistinli, benim
Yahudi olduğumu ve okulda konuşacağımı öğrenince, davetin geri çekilmesini talep etmiş. Öğretmen
tabii ki, bunu reddetti ve ben de hikayemi anlattım
ve İsrail’de olup bitenlerle ilgili olarak görüşlerimi
söyledim. Bunun ardından Filistinli benim yanıma
geldi, benimle ilgilenmeye çalıştı ve bana yiyecek ve
içecek ikram etmek istedi. Daha sonra öğretmeni
benimle bu konu üzerine konuştu ve “bu genç erkekte bir şeylerin değişmesini sağladınız.” dedi.
Siz bu ülkede Nazi geçmişini açıklığa kavuşturmanın tarihsel otoritesi olarak kabul ediliyorsunuz, ama aynı zamanda da varlığınızla bütünleşmiş “Bir daha faşizme geçit yok!” “Bir daha savaşa
çeviri
Siz çokça Ausschwitz’de yaşadıklarınızı anlatmanız için okullara davet ediliyorsunuz. Siz, Alman tarihini dolaylı anlatımdan tanıyan ve uzak
olan göçmen gençleriyle nasıl bir tecrübe yaşıyorsunuz?
Bundan 20 yıl önce bu işe başladığımda, öğrencilerin çoğu çok kapalıydı. Benimle Holocaust üzerine
konuşamıyorlardı ve sanki kendilerini hiç ilgilendirmiyormuş gibi davranıyorlardı. Bazılarının ise
bana soru sormaya cesareti yoktu –beni üzeceklerini düşünüyorlardı belki de. Bugün ama öğrenciler gayet açıklar. Göçmenler de tam olarak bilmek
istiyorlar, o dönem neler olduğunu. Bazen Almanlardan çok daha ilgililer. Benimle bazen saatlerce
tartışıyorlar. Harika.
hayır!” kategorik imperatif sloganlarla güvenceli
barış politikasının bir merciisiniz. Alman hükümetleri henüz birinci imperatifi kabul ederken,
ikincisinden çoktan ayrıldılar. Halihazırda dünya çapında 16 savaşa ve askeri misyona Alman
askerleri müdahiller. Birkaç günden beri Alman
“Tornado”ları Suriye üzerinde uçuş yapıyorlar.
Bunu ben imkansız ve korkunç buluyorum. Almanya için utanılacak bir durum. Silah ihracatı da
korkunç bir şey. Bütün bu kötülüklerin üstüne üstlük bir de savaşın sürdüğü ülkelerle ticaret yapılıyor.
Ve bu yapılırken, bu silahların kaç insanın hayatına
mal olduğu üzerine hiç düşünülmüyor. Bir zamanlar “Bir daha savaş yok!” demiştik. Ve şimdi Almanya yeniden dünyada yönetici olmak istiyor. DDR’le
birleşme döneminde daha bundan korkmuştum.
İktidarda olanlar, iktidarda kalmak istiyorlar. Ve
şimdi kendilerini yeniden büyük Almanya olarak
hissediyorlar.
✒
– kurbanlar nezdinde bir ikaz, insanlık onurunun
garantisi olarak. Şimdi eğer kurbanların temsilcileri, öncelikle kurbanların korunmasına yönelik
olması gereken bu temel hakkın uygulanmasına
dair eleştiri getiriyorlarsa, o zaman bir dönüm
noktasına ulaşmışızdır demektir.” Abold devam
ediyor. “Yahudiler eğer, yahudilere karşı nefretin
sözkonusu olabileceği başka kültürlerden gelen
bir bölüm sığınmacılar nedeniyle kendilerini tehdit altında hissediyorlarsa, o zaman bizde alarm
sinyalleri çalmak zorundadır.”
Bu gerçek olamaz! Almanya’ya müslüman sığınmacıları almamak için Yahudileri bahane olarak
kullanıyorlar.
Bugün ama insan hakları ve kadın hakları için
bombalıyorlar…
Bununla tam tersi elde edilecektir. Hiçbir kadın
başörtüsünü çıkarmayacak. Savaşlarla barış yaratılamaz. Bu her zaman böyleydi ve hiçbir zaman bundan farklı olmayacak. Çelişkiler ancak görüşmelerle
çözülebilinir.
Cumhurbaşkanı Joachim Gauck Almanlardan
daha fazla “sorumluluk almaya hazır olma” ve
“vatan sevgisi”nden bahsediyor ve aslında kastettiği askeri müdahalelere daha fazla onay verilmesi.
Tam da bu olabilecek en büyük saçmalıktır. Tam
tersi sözkonusudur. Ülkesini seven savaşa gitmez.
“Euromeydan”dan beri Federal hükümet Kiev’de
darbeyle iktidara gelen militan ulusalcılarla işbirliği yapıyor. 2 Mayıs 2014’te Ukraynalı faşistler
Odessa’da katillik sevdalılığı sergilediler. Bu tür
tabu yıkımları ve şiddetin tırmandırılışı yeni bir
dönemin uyarı sinyalleri olarak yorumlanabilinir
mi?
Sanırım, evet. Her yerde bir sağa kayış görüyorum.
Bu beni korkutuyor. Avrupa’da yeniden bir canilik
yaşanacak olsa–ailemle birlikte nereye gidebileceğimi bilemiyorum.
(Susann Witt-Stahl’ın röportajı, Junge Welt gazetesi, 9/10 Ocak sayısından çevrilmiştir.)
75
KOMÜNİST ÖNDER İBRAHİM
KAYPAKKAYA BOLŞEVİK
MÜCADELEMİZDE YAŞIYOR,
YAŞAYACAK....
Download