Medeniyetimiz ve Sanat

advertisement
Medeniyetimiz
ve Sanat
Hüseyin Kutlu
Konferanslar Serisi 3
Mayıs 2014
ilmi etüdler derneği
Medeniyetimiz ve Sanat
İLEM Eğitim Programı
2013-2014 Kapanış Konferansı
03 Mayıs 2014, Üsküdar
Hüseyin Kutlu
Özet: Medeniyet kavramını farklı disiplinlerde filozoflar, sosyologlar, fikir adamları ve sanatçılar kendilerince tarif etmişler, ona farklı anlamlar yüklemişlerdir. İslam medeniyeti ise Kur’an-ı Kerim yani ilahi kaynaklıdır. Bu tarifler içinde
en kısa, öz ve meseleyi en geniş manada ihata edeni Allah’ın kullarını mesrur eylemektir. Medeniyet ile Medine aynı
kökten gelmektedir. İslam medeniyetinde şehir planlaması camiiyi merkeze almıştır. Batı’da ise medeniyetin karşılığı
olarak uygarlık kelimesi kullanılmaktadır. Uygarlık kelimesi de “uygur”dan türetilmiş ve onu çağrıştırmaktadır. 18.yy.
dan itibaren de Avrupa’da kullanılmaya başlayan civilization kavramı “medenîleştirme” ile ilişkilidir. Yaklaşık iki asırdan
beri dünya siyasetine ve ekonomisine Batı hakim olduğu için İslam dünyasının yüzü de Batı’ya çevrilmiş ve sanat
anlayışımız da Batı kıstasları ile değerlendirmeye tabii tutulmuştur. Batı sanatı tabiatın sadece şeklini, dış görünüşünü
taklit ettiği için natüralist kalmış; İslam sanatı ise tabiatın kanunlarını sezmiş, canlı varlıklarda gelip geçici olanı değil
manayı aramıştır. Bu bakımdan Türk sanatı idealist ve sürrealist kalmayı başarmıştır.
Anahtar Kelimeler: Medeniyet, Sanat, İslam, Batı
ilmi etüdler derneği
İlmi Etüdler Derneği’nin (İLEM) temel gayesi, ilim geleneğimizi sürdüren ilim adamlarının yetişmesine zemin oluşturarak, ulusal veya
küresel düzeyde ortaya çıkan sorunların çözülmesi için çalışmalar yapmaktır. İLEM’in temel faaliyetlerinden birisi lisans öğrencilerinin
devam ettiği üç yıllık bir eğitim programıdır. Bu programda katılımcıların kendi medeniyetlerinin kadim birikimi kadar çağdaş dünyayı da
tanımalarını ve meseleleri vukufiyetle ele almalarını sağlayacak bir bilgi birikimi elde etmeleri amaçlanmaktadır. İLEM Eğitim Programı,
her yıl bir açılış konferansı ile başlamakta ve kapanış konferansı ile nihayete ermektedir. Bu konferansların metinleri konferans öncesinde
basılarak katılımcıların istifadesine sunulmakta ve kalıcı bir ilmî katkıya dönüştürülmektedir.
Adres: Halk Caddesi, Türbe Kapısı Sokak, Hektaş İş Merkezi No:13/4 Üsküdar, İstanbul • Telefon: +90 216 310 4318 • E-Posta: [email protected] • Web: www.ilmietudler.org
© Tüm hakları saklıdır. İlmi Etüdler Derneği’nin yazılı izni olmadan bu eserin hiçbir kısmı elektronik ya da mekanik yollarla
çoğaltılamaz. Yazıda belirtilen görüşler yazara aittir ve İlmi Etüdler Derneği’ni bağlamaz.
1949 yılında Konya’da doğdu. 1966-1967’de Konya İmam-Hatip Okulundan mezun oldu. 1968 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Felsefe Bölümüne kaydoldu. Tahsilini sürdürebilmek için Diyanet İşleri
Başkanlığından görev talebinde bulundu. Eskişehir Mihalıççık vaizliğine
tayin edildi. Aynı sene Hattat Hamid Aytaç’tan sülüs-nesih yazı meşkine başladı. Bu arada Eczacı Hattat Uğur Derman’dan ta’lıyk meşk etti.
1972’de ulaşım zorluğu nedeniyle Mihalıççık’tan Sokullu Şehit Mehmet
Paşa Camii İmam-Hatipliğine getirildi. 1974’te Fakülteden mezun oldu.
Aynı yıl (H. 1395) Hamid Bey’den sülüs-nesih yazı icazeti aldı. Askerliğini Işıklar Askerî Lisesinde öğretmen olarak yaptı. 1976’da Hekimoğlu Ali
Paşa Camii İmam-Hatipliğinde göreve başladı.
Türk-İslâm Medeniyeti’nin merkezi olarak telakki ettiği camiye, gerek
kurum olarak kaybettiği fonksiyonlarını kazandırma çabalarını gerekse
o kurumun en üst düzeyindeki temsilcisi olma misyonunu yüklediği
imam-hatiplik görevini, cami ölçeğinde ve külliye projesinde gerçekleştirmek istedi. Harap durumda olan camii, sebil, türbe, kütüphane ve hazirenin imar ve ihyasına çalıştı. 2002 yılında emekli olduktan sonra “İslâm
Medeniyetinin Merkezi Olarak Camii” projesini, aynı çatı altında hizmet
veren Uygulamalı Türk-İslâm Sanatları Kütüphanesinde devam ettirdi.
Hekimoğlu Ali Paşa Camii avlusunda açılan I. Türk-İslâm Sanatları sergisi
“Lâlezâr”ı “İcâzet”, “Gül”, “Mevlânâ”, “50. Vuslat Merâsim ve Albümleri” takip
etti. “Kaybolan Medeniyetimiz: Hekimoğlu Ali Paşa Camii Hazîresindeki
Tarihi Mezartaşları” kitabı, hat sanatının Necm-i Süheyl’i Hattat Şevki
Efendi’nin “Amme Cüzü”, bir hak ve vatan dostu Alvarlı Efe Hazretleri’nin
“Tarihçe-i Hayat” adlı biyografi eseri, “Hulâsatül-Hakâyık” adlı kitabı, bu kitaptan seçilmiş münâcaat niteliğindeki yakarışları “Nazlı Niyazlar”ı, yine
hazretin divançesinden derlenen İlâhi-Niyaz cd.leri ile “Türk Kültür ve
Medeniyeti’nde Fatih Külliyesi” kitabını yayına hazırladı.
Bu çalışmaların yanında hat sanatında hilye, kıt’a, çeşitli orijinal istifler
olmak üzere 1000’den fazla eseri koleksiyonları süslüyor. 40’ın üzerinde
talebeye icazet verdi. Ayrıca Adana Sabancı Merkez Camii, Aşkaabad Camii, Tokyo Camii, Konya Hacı Veys-zâde Camii, Selçuk Üniversitesi Kampüs Camii, Karacaahmet Şakirin Camii, Ataşehir Mimar Sinan Camiinde
ve daha birçok yurt içi ve yurt dışı mimari eserlerde yazıları bulunmaktadır. Hâlen Uygulamalı Türk-İslâm Sanatları Kütüphanesinde hüsn-i hat
grup başkanlığı yapmaktadır.
Önsöz
Süleyman Güder
İLEM Eğitim Komisyonu Başkanı
N
itelikli ilim adamı yetiştirmek, ilim anlayışını İslam medeniyetinin köklerinden hareketle yeniden yorumlamak ve yeni bir hayat nizamı için gerekli bilgi-birikimi oluşturmak
hedefleriyle çalışmalarını yürüten İLEM, sosyal bilimler alanında önemli bir ilmî muhit
olma çabasındadır. Bu doğrultuda yürüttüğü ilmî çalışmalar ve düzenlediği çeşitli konferanslar,
paneller, atölyeler, anma toplantıları ve seminerler ile İLEM, meselelere özgün bir bakışla alternatif
çözümler üretmek gayesindedir. Ayrıca, geniş bir yelpazede yürüttüğü bu faaliyetlerin çıktılarını
da yayına (kitap, dergi, bülten, yıllık, politika raporu vs.) dönüştürmekte ve bu yayınları kamuoyunun istifadesine sunmaktadır.
İLEM bu çerçevede, lisans düzeyindeki katılımcılara, kendi medeniyetlerinin kadim birikimi kadar
çağdaş dünyayı da tanımalarını sağlayan ve onlara meseleleri vukufiyetle ele alacak bir perspektif
katan üç yıllık bir eğitim programı sunmaktadır. İLEM Eğitim Programı kademelerinde yıllık program, onar hafta süren Güz ve Bahar dönemlerinde gerçekleştirilmektedir. Her dönem, katılımcıların takip ettiği üç farklı seminer bulunmaktadır. On iki yıllık tecrübesiyle İLEM, Eğitim Programı’nı
farklı kılan ve katılımcıların yoğun ilgi gösterdiği grup çalışmalarını önemsemektedir. Program,
katılımcıların; okuma, çözümleme ve mukayeseli değerlendirmelerde bulunabilmelerini mümkün
kılacak donanımlara haiz olmasını öncelikli hedefleri arasına koymaktadır. Programda merkezî konumda yer alan danışmanlık sistemi ise her bir katılımcının ilmî ve fikrî donanımı yanı sıra şahsi
yönelimlerine ve sorunlarına ilişkin rehberlik almasını da mümkün kılmaktadır.
5
İLEM, her yıl eğitim dönemini bir kapanış konferansı ile tamamlamaktadır. “Türkiye’de Etno-Milliyetçilik”, “Türkiye’de Siyasal ve Toplumsal Değişim”, “Modern Türkiye’de Devletin Schmittyen Bir
Okuması”, “Şehirli Olmak Şiir, Derviş ve Mekân” geçtiğimiz yıllarda gerçekleştirdiğimiz kapanış
konferansları arasındadır. İLEM, düzenlediği açılış ve kapanış konferanslarının metinlerini de konferans öncesinde katılımcıların istifadesine sunmaktadır.
Bu yılki kapanış konferansımızda, “Medeniyetimiz ve Sanat” başlığı altında medeniyetimizin kökleri, onu inşa eden varlık tasavvuru, bugünkü sanat ve medeniyet algımız ile bugün için imkânlarını
ve açmazlarını ele alıyoruz. Medeniyetler kaynağını coğrafya ve insan unsurunun etkisiyle oluşan
maddi kültürün yanı sıra, mensubu olduğu insanların taşıdığı inanç, ideal ve varlık tasavvurundan
da almaktadır. Bu kaynaklardan beslendikleri ölçüde insanların medeniyet algılarında berraklık;
iktisadi ve içtimai hayatlarında, fikrî yönelimlerinde önemli izler oluşur. Müslümanların “Allah güzeldir, güzeli sever.” düsturunu benimsemiş olmaları ilmî, felsefi ve edebî eserler etrafında çeşitli
sanatların doğmasına vesile olmuştur. Mabet inşa ederken kubbelerin; kıraatte makamların; ayetleri çoğaltırken hüsn-i hattın ortaya çıkması onların sahip oldukları zevk-i selimdendir. Modernleşmeyle taklit dönemine giren sanat algımız, son dönemdeki çabalarla aslına rücu edecek midir?
Batı sanatı niçin naturalist; Türk İslam sanatı neden idealist ve sürrealist kalmıştır? Batıya benzemeye çalışan toplumların sanatçıları ve aydınları ibda gücüne ulaşabilir mi? “Medeniyetimiz ve
Sanat” başlıklı kapanış konferansımızda medeniyet ve sanat serüvenimizi ele alırken bu sorulara
da yanıtlar bulacağız.
6
Medeniyetimiz ve Sanat
Hüseyin Kutlu
İLEM Eğitim Programı 2013-2014 Kapanış Konferansı
03 Mayıs 2014, Üsküdar
M
edeniyet kavramı farklı disiplin-
ma’mur beldeler acaba kendi başına bir an-
lerde farklı anlamlarda kullanıl-
lam ifade eder mi?
mıştır. Filozoflar, sosyologlar, fikir
adamları ve sanatçılar medeniyeti kendile-
Bilindiği gibi medeniyetler bütünüyle şu
rince tarif etmişler, ona muhtelif anlamlar
veya bu kavme mâledilemezler. Kişiler de
yüklemişlerdir. Bize göre bu tarifler içinde en
kendi başlarına bir medeniyet meydana ge-
kısa, öz ve meseleyi en geniş manada ihata
tiremezler. Şu hâlde medeniyet topluma ait
edeni “Beldeleri ma’mur, Allah’ın kullarını
bir olgu ve insanlığın ortak malıdır. Komşu
mesrur eylemek.” anlamına gelen; “İ’mâru’l-
medeniyetlerin birbirleriyle kültür alış-veri-
bilâd, tefrîhu’l- i’bâd” tır. Ma’mur beldeler ve
şinde bulunmaları ve karşılıklı etkileşimleri
mesut müreffeh kullar manasına gelen bu
de tabîîdir. Her medeniyetin özünde ve te-
ibare medeniyetimizin inşasında dikkate şayan bir düstur olmuştur. Biz bu çalışmamızda
medeniyetimizde bunların geniş manada ne
anlama geldiğini ele alacağız.
İnsanı kalkındırmadan, onun kafasını, ruhunu düzenli ve şuurlu bir seviyeye getirmeden
yapılacak îmar faaliyetinin hiçbir anlamının
olamayacağını peşinen söylemeliyiz. Beldeler mamur olmasa da medenî, erdemli
insanlar daima var olagelmiştir ve bu kendi
başına bir anlam ifade etmektedir. İnsaniye-
melinde bir inanç gerçeği vardır. Yeryüzünde
ateist bir toplum mevcut olmadığı gibi ateist
bir medeniyet de olamaz.
Osmanlı’da Batı medeniyetinden faydalanma teşebbüsü, “batılılaşma hamlesi” adı
altında bir projeyle yürütüldü. Batı’nın takip
ettiği usulün tam aksine bir anlayış ve tepeden inme uygulamalarla dayatılan bu proje,
bütünüyle Batı’ya benzeme ve aynen onun
gibi olmayı hedefliyordu.
tini yitirmemiş insanların, içinde yer almadığı
7
İLEM Eğitim Programı 2013-2014 Kapanış Konferansı
Tanzimat Fermanı’yla bu yenilenme ve değişimin ilk adımı atılmış oldu. Ne yazık ki
bunun değişim değil başkalaşım olduğunu
gören yoktu. Onlara göre kültürel değerlerin
bütünü, ilerlemenin önünde bir engel teşkil
etmekteydi.
zırladı. Hicretten sonra, yüzyılı aşkın bir süredir birbirlerine düşman kabileler arasında
dostane ilişkiler kuruldu. Yesrib’in adıyla birlikte her şeyi değişti ve Yesrib nurlu, aydınlık
şehir anlamına gelen Medîne-i Münevvere
oldu. Bu gelişmelerden de anlaşılacağı üzere Arapların şu veciz sözü tam da bu bağlama uymaktadır: “Şeref-ül mekân bil mekîn”
Bizim medeniyetimizin kaynağı Kur’an-ı
Kerim yani ilâhî vahiydir ve temeli hicretle birlikte atılmıştır. Peygamber Efendimiz
hicret ettiği zaman Medîne diye bir şehir
yoktu. Bilindiği gibi bugünkü Medîne-i
Münevvere’nin o zamanki adı zarar vermek,
karıştırmak, kötülemek, başa kakmak, bozmak anlamlarına gelen “serb” kökünden türetilmiş olan “Yesrib” tir. Yesrib halkı M.Ö. 586’da
Bâbil hükümdarının Kudüs’teki ma’bedinin
yıkılmasından sonra Medîne’ye göç eden
İsrailoğulları, anavatanları Yemen olan Evs-
(mekânın şerefi içinde oturandan gelir).
Bilindiği gibi medeniyet Medîne ile aynı kökten gelmektedir. Medeniyet ile Medîne arasındaki bu irtibat çok önemlidir. Meselâ medeniyetin karşılığı olarak kullanılan uygarlık,
“uygur”dan türetilmiş ve onu çağrıştırmaktadır. 18. yy.dan itibaren Avrupa’da kullanılmaya başlayan civilization da medeniyet değil
“medenîleştirme”
anlamına
gelmektedir.
Avrupa’nın medenîleştirme adı altında yürüttüğü faaliyetlerin, medeniyet götürme değil
doğrudan doğruya “sömürgeleştirme” faali-
Hazreç kabîleleri ve Amâlika kabîlelerine
yeti olduğu zamanla anlaşılabilmiştir. Bıra-
mensup topluluklardan meydana gelmekte
kın medeniyet götürmeyi, sömürgeleştirdiği
idi. Evs ve Hazreç kabîleleri 120 sene boyun-
toplumlar bugün dahi bellerini doğrultama-
ca birbirleriyle savaşmıştı. Bu savaşların en
yacak kadar zaafa uğramışlardır. Çoğu kez
kanlısı ve sonuncusu, hicretten 5 yıl kadar
hîle, bazen de zorbalıkla işgal ettiği ülkelerin
önce vukubulmuş ve tarihe Buas savaşı ola-
tabiî kaynaklarını gasb eden Avrupa, onları
rak geçmişti. İşte Peygamber Efendimiz, halkı
ahlâksızlık ve sefahete sürükleyerek adeta
birbirine düşman ve adı uğursuz olan böyle
mefluç hâlde bırakmıştır. Şu halde medeni-
bir şehre hicret etmişti.
yet, uygarlık, civilization kelimeleri ne lügat
Allah Rasûlü Efendimiz’in Medine’deki ilk işi
mescid-i seâdeti inşa etmek oldu. Daha sonra kendi peygamberliğini ve getirdiği dini
anlamı ne de tarihi akış içerisinde ifade ettiği
uygulamaların muhtevası itibariyle birbirleriyle örtüşmemektedir.
inkâr edenlerle, birlikte yaşamanın esaslarını
Batı, Doğu’nun kültür ve medeniyetiyle
belirleyen “Medîne Vesikası” olarak bilinen
haçlı seferleri ve coğrafi keşifler vesilesiyle
(Bu antlaşma bugün dünyanın ilk anayasısı
tanışmıştır. Bağdat, Suriye, Mısır gibi İslâmın
olarak kabul edilir.) bir mutabakat metni ha-
kültür merkezlerini gördükten sonra ancak
8
Hüseyin Kutlu, Medeniyetimiz ve Sanat
Rönesansını gerçekleştirebilmiştir. Burada
larla, onlara benzemeden ve onları kendi-
dikkatle üzerinde durulması gereken önemli
lerine benzetmeden birlikte yaşamışlardır.
nokta şudur: Batı dünyası İslam medeniye-
Müslümanlar idareleri altında bulunan gayr-i
tinden etkilenip ondan faydalanmaya karar
müslim tebaayı kendilerine benzetme şöyle
verince buna hiçbir zaman “Doğululaşma
hamlesi” dememiştir. Müstakil bir medeniyet
yaratma kararında sonuna kadar direnmiş
ve felsefesini Greko-Romen köklerine bağlamıştır. Kapitalizme dayanan iktisadî gücüyle,
ilim, fikir ve teknolojisiyle yeni bir hüviyet kazanarak dünyaya üstünlük sağlamıştır.
dursun bilâkis inançlarıyla, örf ve âdetleriyle,
kıyafetleriyle “kendileri olarak” var olmalarına imkân sağlamış ve gerekli şartları hazırlamıştır. Her iki kesim arasında kendi özelliklerini koruyacak şekilde görünen-görünmeyen
sınırlar belirlenmiştir.
Mayasını Şeyh Edebâli’nin çaldığı Osmanlı
Medeniyeti ise 19. yy.a gelindiğinde samyeli
misali esen Batı rüzgârlarına karşı maalesef
kendini koruyamamıştır. Ne yazık ki çoğu aydınlar kendi medeniyetlerine âdeta düşman
kesilmişlerdir. Son iki asırda Batı dünyasında
gelişen teknik, tekniğin yaygın kullanımı ve
dünya görüşü karşısında müslüman toplumlar, konumlarını ve içinde bulundukları
Hz. Peygamber’in Medîne vesikasıyla uygulamaya koyduğu Medîne modeli, daha sonraki İslâm devletlerinde “Âdemiyet” ve “İbrahimiyet” farkıyla yüzyıllar boyu uygulanmaya
devam etmiştir. Hz. Peygamber’in Medîne’de
oluşturduğu sosyal, siyasî, hukukî ve kültürel
yapı, açık medeniyetin müesseseleşmiş en
güzel örneğidir.
durumu tarihî, coğrafî, iktisadî, siyasî şartlar
bakımından iyi ve doğru değerlendiremedikleri için komplekse kapılıp aslî kimliklerinden
İslam, hayatın her alanına ve varlığın her bo-
uzaklaşmışlardır.
yutuna “kendine mahsus” damgasını vuran
Osmanlı’da Batı medeniyetinden faydalan-
bir dindir. Müslüman olmanın kendine has
ma teşebbüsü, “batılılaşma hamlesi” adı al-
hükümleri, tarz, sembol ve âlâmetleri vardır.
tında bir projeyle yürütüldü. Batı’nın takip
Bunların muhafazası Efendimiz (s.a.v) tara-
ettiği usulün tam aksine bir anlayış ve tepe-
fından “Ümmetine” titizlikle öğütlenmiştir.
den inme uygulamalarla dayatılan bu proje,
Tarih boyunca Müslümanların hep “kendine
bütünüyle Batı’ya benzeme ve aynen onun
mahsus” bir dünya görüşü ve yaşayış tarzı
gibi olmayı hedefliyordu. Oysaki İslâm fıkhın-
yani kendi kültürü ve medeniyeti olmuştur.
da “teşebbüh” yani bir kavme isteyerek ben-
Eşya ve olayları bu “kendine mahsus” telakki
zeme îmana taalluk eden bir mesele olarak
mütalaa edilmiştir.
tarzıyla değerlendirmesi, “kimlik bilinci”nin
tezahürü olarak okunmalıdır. Bu bilinç “mo-
Ebubekir Sifil’in tarif ettiği gibi Müslümanlar
dern döneme!” kadar titizlikle muhafaza edil-
geçmişte farklı din ve kültüre sahip toplum-
miş ve bu şuur hiçbir zaman kaybolmamıştır.
9
İLEM Eğitim Programı 2013-2014 Kapanış Konferansı
Peygamber Efendimiz’in “Kim kendisini bir
tabîî ve gerekli ise Hakk ehli ile batıl ehlinin
kavme benzetirse onlardandır.”, “Bizden baş-
birbirinden kesin hatlarla ayrışması da o ka-
kasına benzeyen bizden değildir.” şeklinde
dar tabîî ve gereklidir. İmam-ı Rabbânî’nin al-
îkâzları, mutlak ifade yönüyle dikkate alın-
tını çizdiği gibi, Hakk ehli batıl ehline benze-
dığında yasaklanan hususun sadece kılık-
diği anda, inancından ve mensubiyetinden
kıyafetle sınırlı olmadığı, “benzeme” tavrının
gelen “İzzet”ten uzaklaşmış, zillete düşmüş
bilinçli bir tercih olarak tezahür ettiği her
olur. İmam-ı Rabbânî Hazretleri sanki İslâm
alanda bu yasağın çerçevisine dahil olduğu
âleminin bugün düştüğü zilleti üç yüz yıl ön-
görülecektir. Bilhassa günümüzde “gayri-
cesinden görüp gayriye benzemenin tehlike-
müslimlere benzeme”, daha doğrusu “kendi-
sine karşı bizi uyarmıştır.1
ni gayrimüslimlere benzetme” illeti, hayatın
Son iki buçuk asırlık süreçte İslam dünyası
çok fazla fark edilmeyen boyutlarında bile
Batı’ya benzemek suretiyle kalkınacağına
son derece belirleyici durumdadır.
ve adam yerine konulacağına ikna edilmiş-
Ulemamız, mezkur rivayetleri şerh ederken
problemin bu boyutuna dikkat çekmiş ve buradaki “benzeme”nin, ahlâkta, tavır ve davranışta, giyim - kuşamda.... hasılı hangi konuda
ve ne şekilde olursa olsun başkasına özenme,
kendine ait olanı terk edip başkasının özelliklerini benimseme şeklinde anlaşılması gerektiğini beyan etmiştir.
tir. Bundan dolayı birçok Batı Medeniyeti
hayranı taraftar türemiştir. Bu medeniyetin
hayranları kitap ve dergilerinde din karşıtı
akımlardan basmakalıp alınan fikirleri yayınlamaya başlamışlardır. Zamanla dîni, batıl
inançlar yığını olarak gören, kendi manevî
değerlerinden tamamen koparılmış aydın
tipler yetişmiş oldu. Batılılaşmanın önünde
en büyük engelin İslâm olduğu kabul edildi.
İslam, Müslümanları kılık - kıyafetten inanca,
Pozitivizmin kurucusu Auguste Comte’un
düşünce tarzından örf, âdet ve kültüre kadar
Mustafa Reşit Paşa’ya yazdığı 4 Şubat 1858
her alanda başkasına benzemekten şiddetle
tarihli mektupta “İslâm dîninin gerçeklik an-
sakındırmış, hakk ehli ile batıl ehlinin birbi-
layışının Osmanlı’yı “insanlık dîni” ne intisâp
rine benzemesini hakk ile batılın birbirine
etmede kolaylık sağlayacağını ve devletin,
benzemesi olarak görmüştür. Hakk ile batı-
Batı’nın yaşamak zorunda kaldığı metafizik
lın fıtri olarak birbirinden ayrışması ne kadar
devreyi yaşamadan “pozitif din” devresine
geçebileceğini telkin etmişti.2
Haçlı seferleri ve coğrafî keşiflerle farklı medeniyetlerle sıkı ilişkiye giren Batı, öteki ile
barışa ve saygıya dayanan bir ilişkiden çok,
yok etmeye veya asimile etmeye yönelik bir
çaba sergilenmiştir.
10
Bu pozitivist-materyalist görüşlerle sarhoş
olan Tanzîmât aydınları akl-ı selîm ile düşün-
1
2
Sifil, E. Ötekine Bezeyerek Ötekileşme. Rıhle Dergisi. (11).
Ayverdi, S. (2005) Milli Kültür Meseleleri ve Maarif Davamız. İstanbul:
Kubbealtı Neşriyatı.
Hüseyin Kutlu, Medeniyetimiz ve Sanat
meyen, siyaset ve kiyâsetten uzak robotlar
haline gelmişlerdir. Başta Abdullah Cevdet,
Kılıçzâde Hakkı ve Celâl Nûri Bey’ler olmak
üzere materyalizm, pozitivizm, Darvinizm
gibi Batı’daki sivri akımlara kendilerini kaptıran pek çok yazar, Osmanlı toplumunun ilerleyebilmesi için topyekûn Batılılaşma dışında
Günümüzde Esnaf ve Sanatkârlar Odaları,
sendikalar gibi kuruluşların fonksiyonları,
işleyiş tarzları ile asırlar boyu benzeri fonksiyonları icra etmiş olan ahilik teşkilatının uygulamalarını kıyaslamak sûretiyle bu kültürün her zaman yaşanabilir olduğuna dikkat
çekmek istiyorum.
bir çarenin bulunmadığını iddia etmişlerdi.
Dini, yetersiz ve geri kalma sebebi olarak
takdim edenler tıpkı Batı’da olduğu gibi bir
Tanzimat’la birlikte yapılan yenilikleri bu Batı
yeniliğe ve değişime ihtiyaç bulunduğunu
şablonuna oturtmak isteyenler, tıpkı onlar
savunuyorlardı. Tanzimat Fermanı’yla bu yenilenme ve değişimin ilk adımı atılmış oldu.
Ne yazık ki bunun değişim değil başkalaşım
olduğunu gören yoktu. Onlara göre kültürel
değerlerin bütünü, ilerlemenin önünde bir
engel teşkil etmekteydi.
1839 Tanzimat Fermanı ile İslâm hukukunda
olmayan bir takım hakların verildiği görüşünün hiçbir mesnedi yoktur. Zira bu ferman
İslâm hukukuna göre Âdemiyetle doğuştan
var olan hakların yazılı kanunnâmeye dönüş-
gibi dini dışlama yoluna gitmişlerdir. Oysa ki
durum hiç de öyle değildir. Tam aksine Batı,
dinden uzaklaştıkça ilerlemiş, müslümanlar
dinden uzaklaştıkça gerilemişlerdir. Tarihî
akış bu açıdan incelendiği zaman bunun
kuru bir iddia olmadığı açıkça görülecektir.
İslâm dünyası kendi köküyle irtibatını kaybetmiş, İslâm Medeniyet tarihini ve uygulamalarını unutmuştur. Bu sebeple bugün
Müslüman ülkelerin insan hakları ve demokrasiye uyum sağlayıp sağlayamayacağı hususu tartışma konusu yapılmaktadır.
türülmesinden başka bir şey değildir. İslâm
Hâlbuki
dini ve onun müesseseleriyle bir çatışma da
Peygamber’in Medîne vesikasıyla uygula-
söz konusu olmamıştır. Çünkü bu uygulamalar Halife, şeyhülislâm ve ulemanın onayı ve
desteği ile gerçekleştirilmiştir.
hicretten
hemen
sonra
Hz.
maya koyduğu Medîne modeli, daha sonraki
İslâm devletlerinde “Âdemiyet” ve “İbrahimiyet” farkıyla yüzyıllar boyu uygulanmaya
devam etmiştir. Hz. Peygamber’in Medîne’de
Batı attığı her yeni ve doğru adımın karşısın-
oluşturduğu sosyal, siyasî, hukukî ve kültürel
da kiliseyi engelleyici bir unsur olarak buldu-
yapı, açık medeniyetin müesseseleşmiş en
ğu için din ve dünya işlerini birbirinden ayrı
güzel örneğidir.
tutma ihtiyacını duymuş ve kilise mensupla-
Malikî görüşünün hâkim olduğu Endülüs
rını kendi dar görüşleriyle baş başa bırakarak
medeniyetinde İbrahimiyete dayalı bir ço-
“ben senin işlerine karışmıyorum, sen de be-
ğulculuğun örneği söz konusu iken, Hanefî
nim işlerime karışma” demiştir.
anlayışın hâkim olduğu Hindistan örneği ise
11
İLEM Eğitim Programı 2013-2014 Kapanış Konferansı
Âdemiyete dayalı bir örneği sergilemekteydi.
gâh rasyonalizm, gâh pozitivizm yollarını
Çünkü Hindistan’da ehl-i kitapla birlikte, Bu-
aşındırıp durmuşuz. Mülkün sahibi olan yüce
dist ve Hindûlara da kendi kültür ve mede-
yaratıcının yetkilerini kendimizce sınırlandır-
niyetlerini sürdürmeleri imkânı sağlanmıştır.
maya kalkmışız. Aklı, bilgi ve tecrübe biriki-
Hanefî görüşe dayanan Osmanlı Medeniyeti
mini yegâne doğru ve en güvenilir kaynak
de kendi dışında kalan medeniyetlere kar-
zannetme yanılgısına kapılıp beyhude ça-
şı daima açık olmuştur. Dört kıtada birçok
balarla kendimizi örseleyip yıpratmışız. Oysa
medeniyeti dışlamadan bünyesinde yaşat-
ki vahyin aydınlığında yürümeyen akıl, Hz.
mayı başaran Osmanlı yıkıldıktan sonra, bu
Mevlânâ’nın tabiriyle çamura batmış eşek
coğrafyada yani Balkanlar, Kuzey Afrika ve
gibidir. Allah Teâlâ “Yaratan Rabbinin adıyla,
Ortadoğu’da etnik, siyasî çatışmalar başla-
O’nun adına oku” emriyle; Allah, insan ve var-
mış, hâlen de devam etmektedir.3
lık âlemine dikkat çekmekte, aynı zamanda
Batı, Ortaçağ boyunca başka din ve medeni-
onlara ait doğru bilgilere ulaşmanın yönte-
yetlere açık olmak bir tarafa, farklı hristiyan
mini de beyan etmektedir.
mezheplerine dahi müsamaha gösterme-
Yaratan Rab, O’nun yarattıkları ve O’nun adı-
miştir.
na, O’nun adıyla okuması emredilen insan.
Haçlı seferleri ve coğrafî keşiflerle farklı me-
Şu halde Allah, kâinat ve insan, tasavvuru-
deniyetlerle sıkı ilişkiye giren Batı, öteki ile
muz doğru bilinmeden bizim medeniyeti-
barışa ve saygıya dayanan bir ilişkiden çok,
mizi anlamak ve anlatmak mümkün değildir.
yok etmeye veya asimile etmeye yönelik bir
Varlık âleminin hakîkatini bilmeden şehirle-
çaba sergilenmiştir.
rin îmarından, insanın hakîkatini bilmeden
de onun refahından ve mutluluğundan söz
Ahîlik, fütüvvet esasına dayanan içtimaî,
iktisadî hayatla el ele ve işbirliği hâlinde çalışan ve hukukî münasebetleri düzenleyen hatta sırasında siyasî otorite hüviyetini haiz olan
bir teşkîlâttı. Kuvvetini tasavvuftan aldığı için
bünyesini asırlarca sağlam koruyabilmiştir.
edilebilir mi?
Hz. Peygamber (s.a.v) Ka’be ve Mescid-i Aksa
ekseninde Medîne’de inşa ettirdiği Mescid-i
Nebî ile medeniyetimizin iki ana unsurundan
biri olan i’mâru’l- biladın başlangıç noktasını
ve merkezini işaret etmiştir. Bizim medeniyetimizde şehir planlaması camiyi merkez almıştır. Osmanlı ve daha önceki dönemlerde
Görülüyor ki biz batılılaşma sürecinde aslın-
kurulan şehirleri bu yönüyle incelendiğimiz
da bizi yaratan yüce Rabbimizle tartışmanın
zaman bu uygulamanın özenle yürütüldüğü
tarafı olarak ona hasım kesilip gâh septizm,
ve korunduğu görülecektir. Tefrîhu’l-ibâdın
merkezinde ise insân-ı kâmil bulunmaktadır.
3
12
Şentürk, R. (2010). Açık Medeniyet. İstanbul: Timaş Yayınları.
İnsanlık tarihinin idrak ettiği tek seadet asrı,
Hüseyin Kutlu, Medeniyetimiz ve Sanat
mutlak insân-ı kâmil Efendimiz’in yaşadığı
olarak teklif ettiği “hars” kelimesi bir müddet
asırdır. O’ndan önce yaşayanlar ve sonra ya-
kullanıldıktan sonra terk edildi. Hars’a göre
şayacak olanların gerçek mutluluğa erebil-
kültür daha yerleşmiş ve yerlileşmiş görünü-
meleri O’nun nurundan alacakları nasibleri
yor. Ancak bugün kültür kelimesiyle ifade et-
miktarıncadır. Yine İslam Medeniyetinde in-
tiğimiz değerler manzumesine dün biz sahip
sanı, insan-ı kâmillerle irtibatlandırarak onu
değil miydik? Sahip idiysek bu muhtevayı ne
eğitme ve manevî doygunluğa ulaştırıp saa-
ile ve nasıl ifade ediyorduk?
det ve refahını temin yolu izlenmiştir.
İtiraf edelim ki hafızamızda kalan kendi medeniyetimizin izlerini takip etmek istediğimiz
zaman ne yazık ki bu izler bizi kendi medeniyetimize götürmüyor. İz sürmek isteyenlerin,
yer yer silinen izlerin bir ucunu diğer ucuyla
buluşturamayıp kayboldukları ya da yanlış
Fütüvvet ehli ahîler, kemer (şed) kuşanarak
teşkîlâta alınır, şalvar giyer ve her sanatın bir
pîri olduğuna inanırlardı. Birbirlerini ahî (kardeşim) bilirler “Ali’den başka feta (yiğit), zülfikardan başka kılıç yoktur.” deyip Hz. Ali’yi pîr
ve baş feta kabul ederlerdi.
istikamete saptıkları bir gerçektir. İyi iz sürenlerden birçoğumuzun varabildiği son nokta
ise “yaşanılabilir olma hüviyetini kaybetmiş
kültürümüz” ve “tarihe mal olmuş bir medeniyet” fikrinden öteye geçmiyor. Mantığımızı
ve sağlıklı düşünme yeteneğimizi kaybederek “İslam ümmetindenim, garb medeniyetindenim” demenin İslam medeniyetini inkâr
anlamına geldiğini acaba hiç düşündük mü
veya şimdi düşünüyor muyuz?
Kültür kavramının Batı’da 18.yy.da bizde ise
19.yy.da ortaya çıktığını biliyoruz. Müslüman toplumların dünya görüşleri, yaşayış
tarzları, kendilerine dünyevi-uhrevi her konuda yol gösteren ve ölçüler koyan Kur’an-ı
Kerim ve O’nun insanlığa en güzel model
(üsve-i hasene) olarak takdim ettiği İslam
Peygamberi’nin sünnetine göre şekilleniyordu. En güzel model olan Peygamber’i gören
Kültürsüz sanat, kültür ve sanatsız da me-
müminlere Sahâbî denilmiştir. Sahâbî olmak
deniyet olmaz. İtiraf etmeliyim ki şu kültür
âkıl, bâliğ ve mümin olma şartıyla birlikte
kelimesi bana hep kekremsi gelmiştir. Biz
görme (görenek) esasına bağlanmıştır. Onu
bu kelimeyi alırken yuyup yıkayıp sonra, içi-
görenleri görenler ve görenleri görenler
ni kendi muhtevamızla doldurabileceğimiz
şeklinde görenek ve isnat (gelenek) yoluyla
münasip bir kap gibi almadık. Bu kelimenin,
nesillere aktarılmıştır. Gelenek ve görenek
ait olduğu yere mahsus tadını, kokusunu
tarîkıyle aktarılanların bütünü ise fıkıh ve
hâlâ üzerinde taşıyor olması, aradan onlarca
tasavvufla ilmi hüviyete bürünmüştür. Dola-
yıl geçmiş olmasına rağmen ona tamamen
yısıyla Müslüman’ın yapacağı veya yapmaya-
kendi tadımızı, kokumuzu veremediğimi-
cağı her şey fıkıh ve tasavvuf kavramlarıyla
zi gösteriyor. Ziya Gökalp’in kültür karşılığı
ifade edilmiştir.
13
İLEM Eğitim Programı 2013-2014 Kapanış Konferansı
Vakta ki Müslümanlar yüce yaratıcının yet-
kültürümüzün yeniden yörüngesine otur-
kilerini sınırlamaya, Peygamberi de sınırlı
tulabilmesi elbette ki kolay olmayacaktır.
konularda model kabullenme gibi Hıristiyan
Yenidünyanın yaşanan gerçeklerini görmez-
tarzı bir anlayışı benimser hale gelince, Hıris-
likten gelemeyiz. Yeniyi eskiyle, daha doğru-
tiyanlara ait kavramları muhtevasıyla birlikte
su kökle buluşturabilmek için yeni metotlar
ithal ederek uygulamaya koyuldular. Kültür
geliştirmek mecburiyetindeyiz. Aslında yeni
denildiği zaman genelde karma değerler bü-
metot geliştirme ile ifade etmeye çalıştığımız
tünü kastediliyor. Hatta sonradan türetilmiş
anlayış bizim geleneğimizin özünde mevcuttur. Batılılaşma hevesleri bizde piramidin
Batı tabiatın yalnız şeklini, dış görüşünü taklit
ettiği için naturalist kalmış; Müslümanlar ise
tabiatın kanunlarını sezmiş, canlı varlıklarda
gelip geçici olanı değil mânâyı aramıştır. Bu
bakımdan Türk İslam sanatı idealist ve sürrealist kalmayı başarmıştır.
tepe noktasında başlamıştır. Devletin bütün
imkânlarını kullanarak halkı da değişmeye
zorlayan yöneticiler ve aydınlar belli ölçüde
direnişle karşılaşmışlardır. Böylece bir nevi
koruma içgüdüsüyle kabuğuna çekilen halk
zorlanmadığı sürece tepkisini daha değişik
şekillerde (baş kaldırma, isyan) ortaya koymamıştır. Şu anda yaşadığımız kültür büyük
“global kültür” diye bir kavram var. Aslında
bir dağınıklık manzarası gösteriyor olsa da
bu Batı’nın kendi kültürünü kutsayıp diğer
yeni bir oluşum sürecinin yaşandığı mu-
kültürleri yok sayan anlayışını yansıtıyor.
hakkaktır. Önemli olan bu oluşumu kontrol
Kimi aydınlarımız böyle yeni kavramları her
edebilmek ve bu yeni oluşuma geleneğin
nedense hemen sahiplenip onun üzerinden
özünü hakim kılabilmektir. Biz kültürümüzü
fikirler üretmeye kalkışıyorlar. Oysa ki, glo-
ve medeniyetimizi “artık bugün yaşanamaz”
bal kültür yada kendi başına kültür söylemi
görenlerin hilâfına yaşanabilir ve yaşatılabilir
niteliksizdir. Kasten veya cehlen hiç bir şey
olduğunu kabul edenlerdeniz.
ifade etmemeyi amaç edinenler tarafından
icat edilmiştir. Oysa ki adı, sıfatı belirtilerek
Günümüzde Esnaf ve Sanatkârlar Odaları,
İslam kültürü, Hindu kültürü, Din kültürü
sendikalar gibi kuruluşların fonksiyonları,
şeklinde nitelikli ifadeler kullanılması gerekir.
işleyiş tarzları ile asırlar boyu benzeri fonksi-
Ayrıca Osmanlı kültürü, Arap kültürü denildi-
yonları icra etmiş olan ahilik teşkilatının uy-
ği zaman da bunu İslam kültürünün çeşnileri
gulamalarını kıyaslamak sûretiyle bu kültü-
olarak anlamak icap eder. Biz eğitimize milli
rün her zaman yaşanabilir olduğuna dikkat
eğitim diyoruz ama her nedense kültürümüz
çekmek istiyorum.
için milli kültür demiyoruz.
Ahîlik, fütüvvet esasına dayanan içtimaî,
Bazen cahilce bazen de haince yapılan
iktisadî hayatla el ele ve işbirliği hâlinde ça-
müdahalelerle
lışan ve hukukî münasebetleri düzenleyen
14
yörüngesinden
saptırılan
Hüseyin Kutlu, Medeniyetimiz ve Sanat
hatta sırasında siyasî otorite hüviyetini haiz
Fütüvvet ehli ahîler, kemer (şed) kuşanarak
olan bir teşkîlâttı. Kuvvetini tasavvuftan aldı-
teşkîlâta alınır, şalvar giyer ve her sanatın bir
ğı için bünyesini asırlarca sağlam koruyabil-
pîri olduğuna inanırlardı. Birbirlerini ahî (kar-
miştir. En ücra yerlere kadar yayılmış olan ahî
deşim) bilirler “Ali’den başka feta (yiğit), zülfi-
teşkîlatının zâviyeleri, başta devlet büyükleri,
kardan başka kılıç yoktur.” deyip Hz. Ali’yi pîr
âlim, şâir, çiftçi, esnaf, tüccar, zengin, fakir
ve baş feta kabul ederlerdi.
her sınıftan insana açıktı. Bu suretle medeniyetimizin zümre medeniyeti olmayıp toplum merkezli bir medeniyet olduğunu yani
âdemiyet esasına dayandığını yaşayarak, yaşatarak göstermiş oluyordu.
Gerek Osman Bey, gerek onu tâkip eden ilk
İşte bakınız bu nasıl bir aşıdır ve nasıl bir mühürdür ki, on dört asır boyunca, 19. yy.a kadar
hiç solmadı ve hiç silinmedi. Bu uygulamanın
günümüzde geçersiz ve uygulanamaz olduğu hangi gerekçeye dayandırılabilir?
hükümdarlar ve şehzâdeler ile idare ve devlet adamları, tasavvufun müşterek esaslarına
sâhip ahîliğin gaye, terbiye ve disiplinine
17. asrın sonlarına kadar esnaf tarikatleri
göre yetişen iç kontrollü kimselerdi.
şeklinde devam eden ahîlik, 18. asırda deği-
Bu
teşkîlâta
girmek
isteyenler
fütüvvetnâmelerde yazılı olan kurallara uymak mecburiyetinde idiler. Teşkîlâta girme-
şikliğe uğrayıp şeyh ve nakîblerin yerini yiğitbaşılar ve kâhyalar aldı ve tarîklara da lonca
denilmeye başlandı.
den önce bu kitapta yazılanları okumak ve bu
Çekirdekten alıp yetiştirilen çocuk önce çırak
kurallara uyacağına dair ahid vermek mec-
sonra kalfa olur. Bu merhalelerin kendine has
buriyeti vardı. Teşkîlât mensuplarında olması
kuralları ve merasimleri vardır. Ustalığa terfî
istenen vasıflar vefa, doğruluk, emniyet, cö-
eden kalfa için tertip edilen merasimin nasıl
mertlik, tevazû, ihvana nasihat, affedici olma
ve tevbe idi. Şarap içme, zina, yalan, gıybet,
hile gibi davranışlar meslekten atılmayı ge-
cereyan ettiğini Sâmiha Ayverdi şöyle anlatıyor:
rektiren sebeplerdendi. Fütüvvetnâmelerde
Genç kalfa, merâsime kaç usta iştirak ede-
yer alan prensiplerden bazıları şöyledir:
cekse, hepsinin hediyelerini hazırlar, hısımını
Herkesle iyi geçinmek, incinmemek, incitmemek. Sofrasında yemek yiyen mü’minle
kâfir arasında ayrım yapmamak. İnsana eziyet etmemek, bol bol ikramda bulunmak;
hatta bir ziyafet verildiği zaman mahalledeki
köpekleri dahi doyurmak, bir karıncayı dahi
incitmemek.
akrabasını, eşini, dostunu da dâvet ederdi.
Şerbetler ezilir, kahveler hazırlanır, cemiyet
tamam olunca, rehber önde, usta namzeti,
elleri rehberinin omuzlarında olarak arkada,
içeri girer girmez rehberinin ilk sözü:
- ”Esselâmü aleyküm yâ ehl-i şerîa!”, demek
olurdu. Kâhya da bu selâmı aynen iâde
15
İLEM Eğitim Programı 2013-2014 Kapanış Konferansı
Hz. Peygamber (s.a.v) Ka’be ve Mescid-i Aksa
ekseninde Medîne’de inşa ettirdiği Mescid-i
Nebî ile medeniyetimizin iki ana unsurundan biri olan i’mâru’l- biladın başlangıç
noktasını ve merkezini işaret etmiştir. Bizim
medeniyetimizde şehir planlaması camiyi
merkez almıştır. Osmanlı ve daha önceki dönemlerde kurulan şehirleri bu yönüyle incelendiğimiz zaman bu uygulamanın özenle
yürütüldüğü ve korunduğu görülecektir.
eserleri bir gümüş tepsiye koyarak, merâsimi
tâkip etmekte olan yüzlerce dâvetliye göstere göstere geçirir ve aynı zamanda da mûtat
gülbank çekmeğe başlardı: Allah Allah bir Allah... muîni settâr, hâlikul leyli vennehâr hû...
Pîrimiz üstâdımız (.....) nebî aşkına ve gelip
geçen san’at erbâbı ervâhına aşk ile hû diyelim hû... diye nidâ eder ve gencin ustası ileri
gelip eski çırağını kâhyanın önüne götürür,
genç usta da diz çöküp kâhyanın elini öper,
kâhya ise gencin sağ omuzuna elini koyarak
bülent âvâz ile: Sabûr ol, hamûl ol, mütevek-
edip “Fâtihâ” dedikten sonra, rehber bir
kil ol, haram yeme, haram içme, el ve eteğini
adım daha ilerleyerek bu defa:
temiz tut, koymadığın mala el uzatma, gör-
- ”Esselâmü aleyküm yâ ehl-i tarîka!”, der.
Yine selâm iade olur. Fâtihâ çekilirdi.
Üçüncü selâm ise:
- ”Esselâmü aleyküm yâ ehl-i hakîka!”, diye
verilirdi. Dördüncü selâm:
- ”Esselâmü aleyküm yâ ehl-i mârife!”, denmek sûretiyle dört kapı selâmı tamamlanıp yine Fâtihâlar okunur ve rehber, elleri
omuzlarında olarak arkadan gelen genci,
götürüp kâhyaya teslim ederdi. Genç de
büyük bir dâvetli ve meslektaş kalabalığı
ortasında, gönlünde ürperti, gözünde
nem, rûhânî bir heyecanla yumuşamış
olarak, bu kalabalık cemâat hûzurunda,
mesleğinin şeref ve nâmusuna leke sürmeyeceğine, merâsimle yemin ederdi.
Usta olacak kalfanın yaptığı işler lonca heyeti tarafından tetkik edilerek bir atlas torba
içinde mühürlenmiş olduğundan, nihâyet
bunlar kâhya tarafından açılır ve yiğitbaşı da
16
düğün iyiliği unutma, sana fenâlık edeni affet, yürü Allah destgîrin ola!... der.
Nihâyet sıra, kökü tâ ahî teşkîlâtına dayanan
şed bağlama işine gelirdi. Bir nevi gayret
ve iffet kemeri demek olan peştemalı usta,
kâhyaya verir, o da genç ustanın beline bağlar ve yavaş sesle de gencin kulağına san’atın
esrârını beyan ederdi.
Tekrar el öpülür, kucaklaşılır, davul üç kere
vurur ve zurna çalmaya başlardı. İşe o zaman
yiğitbaşı “İlk siftah uğruna aşk ola!” diye yüksek sesle haykırarak gümüş tepsideki eserleri
mezat etmeğe başlar, herkes bir parça alıp,
karşılığında tepsiye bu küçük eşyanın kıymetinden çok fazla bir bedel koyardı. Böylece
dolaştırılan tepsi para ile dolar ve bu paralar
da delikanlının açacağı dükkâna ilk sermâye
olmuş olurdu.
Genç bundan sonra sıra ile el öper, Mevlit ve
Aşır okunur, hatim duâları yapılıp bittikten
sonra, teşkîlât mensupları, ustalığa yüksel-
Hüseyin Kutlu, Medeniyetimiz ve Sanat
miş genci aralarına alır, evvelden hazırladık-
yönünde oluşturulan teoriler tarafından be-
ları dükkânına götürerek Besmele ile içeri
lirlenmiştir. Bu çizginin dışında kalan mede-
sokarlardı.
niyetlerin sanatları Batı sanatları ile ilintileri
Nihâyet yeni ustaya bir mahlas lâzım gelirdi
ki, bu iş için de bir başka zaman yine loncada bir Aşır okunarak, isim duâsı yapılırdı. Bu
sûretle de ölünceye kadar içinde nâmus ve
sadâkatle çalışacağı dükkânında yalnız bırakılan genç san’atkâr, kıdemli meslektaşları
tarafından himâye ve teşvik edilir, müşteri
gönderilir ve dâima kollanıp korunurdu.
ölçüsünde değerlendirmeye tabii tutulmuştur. Batıya benzemeye çalışan toplumların
sanatçıları ve aydınları, sözünü ettiğimiz bu
bakış açısı yüzünden gerçek bir ibda gücüne
ulaşamamakta, takipçi ve taklitçi olarak kalmaktadırlar. Hâlbuki Doğu sanatlarının Batılı
anlamda bir sanat tarihi anlayışıyla ele alınamayacağı açıktır.
Kâhya, loncaya bağlı esnafın en küçük yolsuzluğuna dahi göz yummayıp muvakkat
bir zaman için dükkânını kapatmak veya
ticâretten men etmek gibi salâhiyetlere sâhip
ise de, hemen hemen ne teşkîlât mensupları
böyle bir mecburiyeti hissederler, ne de esnafın başına böyle bir yüz kızartıcı hâl gelirdi.
İşte bakınız bu nasıl bir aşıdır ve nasıl bir mühürdür ki on dört asır boyunca, 19. yy.a kadar
hiç solmadı ve hiç silinmedi. Bu uygulamanın
günümüzde geçersiz ve uygulanamaz olduğu hangi gerekçeye dayandırılabilir? Yukarı-
Batı’nın insana, eşyaya ve tabiata bakışı en
ideal bakışmış gibi sanatımız ve kültürümüz
hakkında yersiz şüpheler yaratılmıştır. Oysa
ki sanatın gelişim süreci bir başka açıdan değerlendirildiği zaman, Batı sanatının bu değerlendirmede dünya sanat tarihinin ancak
bir cüz’ü olarak kalacağı muhakkaktır. Ama
ne yazık ki Batı’dan sürekli estetik teorileri ithal eden aydınlarımız Türk İslam sanat ve kültürünün zengin estetik birikimini bu teorilerin ölçülerine vurarak kendilerince bir takım
eksiklikler bulmuşlardır.
da da ifade ettiğimiz gibi yenidünyanın yaşanan gerçeklerini görmezlikten gelmek gaflet
olur. Önemli olan şu anda yaşadığımız kültür
oluşumunu kontrol etmek ve bu yeni oluşuma geleneğin özünü hakim kılmaktır. Bir başka ifadeyle geçmiş kültürümüzü Yeni Dünyaya doğru ve kusursuz tercüme etmektir.
Batı’nın insana, eşyaya ve tabiata bakışı en
ideal bakışmış gibi sanatımız ve kültürümüz
hakkında yersiz şüpheler yaratılmıştır. Oysa ki
sanatın gelişim süreci bir başka açıdan değerlendirildiği zaman, Batı sanatının bu değerlen-
Yaklaşık iki yüz yıldan beri dünya siyasetine
dirmede dünya sanat tarihinin ancak bir cüz’ü
ve ekonomisine Batı hâkim olduğu için, dik-
olarak kalacağı muhakkaktır. Ama ne yazık
katlerimiz ister istemez Batı tarihinin gelişme
ki Batı’dan sürekli estetik teorileri ithal eden
çizgisine yönelmiş dolayısıyla sanat tarihi
aydınlarımız Türk İslam sanat ve kültürünün
anlayışımız da söz konusu gelişme çizgisi
zengin estetik birikimini bu teorilerin ölçüle-
17
İLEM Eğitim Programı 2013-2014 Kapanış Konferansı
Peygamber Efendimiz’in “Kim kendisini bir
kavme benzetirse onlardandır.”, “Bizden başkasına benzeyen bizden değildir.” şeklinde
îkâzları, mutlak ifade yönüyle dikkate alındığında yasaklanan hususun sadece kılıkkıyafetle sınırlı olmadığı, “benzeme” tavrının
bilinçli bir tercih olarak tezahür ettiği her
alanda bu yasağın çerçevisine dahil olduğu
görülecektir. Bilhassa günümüzde “gayrimüslimlere benzeme”, daha doğrusu “kendini gayrimüslimlere benzetme” illeti, hayatın
çok fazla fark edilmeyen boyutlarında bile
son derece belirleyici durumdadır.
rine vurarak kendilerince bir takım eksiklikler
bulmuşlardır. Bizi asırlarca kendi öz kaynağımız olarak besleyen acılarımızı, sevinçlerimizi,
aşklarımızı, hasretlerimizi terennüm ettiğimiz
edebiyatımızı, mûsikîmizi, mimarimizi, tezyini
sanatlarımızı yani bizi biz yapan bütün değerlerimizi ilkellik, çağdışılık ve yetersizlikle yaftalayan aydınlarımız, ait oldukları gelenekle
bağlarını koparmış ama maalesef yeni bir gelenek de kuramamışlardır.4
4
18
Ayvazoğlu, B. (1989). İslam Estetiği ve İnsan. İstanbul: Çağ Yayınları.
Batı tabiatın yalnız şeklini, dış görüşünü taklit
ettiği için naturalist kalmış; Müslümanlar ise
tabiatın kanunlarını sezmiş, canlı varlıklarda
gelip geçici olanı değil mânâyı aramıştır. Bu
bakımdan Türk İslam sanatı idealist ve sürrealist kalmayı başarmıştır.
Kendimizi Batılı diye tarif etmekten vazgeçmeliyiz. İki yüz elli seneden beri taşıdığımız
bozuk bir batılı manzarasını yüzümüzden silerek kurmuş olduğumuz büyük medeniyete
kendi kendimizi uyandırmalı ve onu restore
etmeliyiz. Aynı zamanda cahili bıraktığımız
nesillerimize sil baştan kendi medeniyetimizi
yeniden öğretmeli ve tanıtmalıyız. Felsefesiz,
fikri temeli olmayan, metodsuz, sistemsiz her
hareketin akamete uğramaya mahkûm olduğunu asla unutmamalıyız.
ilmi etüdler derneği
ilmietudler.org
i l m i e t u d l e r. o r g • b i l g i @ i l m i e t u d l e r. o r g • 0 2 1 6 3 1 0 4 3 1 8
Download