HALİFELİK! - Derin Strateji

advertisement
“Kırmızıdan Kızıla, Yeşilin Her Tonuna”Hayır.
HALİFELİK!
HALİFELİK!
“HİLAFET Mİ?!DEVLET İÇİNDE DEVLET OLMAZ!”MUSTAFA KEMAL.
OSMAN TÜRKOĞUZ
E.J.KD. ALB-HUKUKÇU.
1
“Hilafet demek, idare ve hükümet demektir. Halifelik, Reis demektir, Emir
demektir, Sultan demektir. HALİFELİK, DEVLET İÇİNDE DEVLET OLMAZ!”Mustafa
KEMALCUMHURBAŞKANIMIZ.3 MART1924.
2
SUNU,
Maaşından başka; yatay ya da dikey, hiç bir geliri bulunmayan bir
insanın, kitap bastırmasının ne demek olduğunu anlatmak gereksizdir.
En büyük, en ulu, en soylu TÜRK söz konusu olunca dert ne demektir,
sıkıntı ne demektir. Can ne
demektir, ten ne demektir.
O'nun eseri uğruna sıkıntı söz konusu değildir; engel söz konusu olamaz...
Onun doğrultusunda yalnızlık; bıkkınlık, korkaklık, ürkeklik ve küskünlük de
söz konusu değildir.
Tehlikenin büyüklüğü, çıkar hesaplarının parlaklığı da söz konusu değildir.
HALİFELİK; birinci baskısını okuyan
mektubuyla, ikinci defa huzurlarınızdadır.
bir
büyüğümün
içtenlikle
dolu
Ülkemizde; Türk'ü çağdışına dışına sürükleyecek zavallılar olduğu sürece de
huzurunuzda olacaktır.
Kızıltepe 15 Mayıs 1976
3
Ferdi TAÇKINLAR
TUĞGENERAL
ADANA J.BÖLGE MÜFETTİŞİ
ADANA. 13 6 1974
Muhterem Yarbayım;
Kıymetli çalışmalarınızın belgesi olan güzel eserinizin bana da gönderilmesine
çok, çok teşekkür ederim.
Bu teşekkürün gecikmesi, kitabın okunmasından sonra oluşundandır. Araya
denetleme gezileri girdikçe, okumaya ara verdiğim için acele edemedim. Bu ara
vermeler, hiçbir zaman esere önem vermemek gibi telakki edilmesin.
Çünkü eseri zevkle, işaret ederek, özet çıkararak okudum. Ve gördüm ki
Yarbay Osman TÜRKOĞUZ iyi bir asker olduğu kadarda müdekkik bir yazardır.
Teşkilatın küçümsenmemesinde bu kabil arkadaşların gitgide çoğalmasında
vabestedir. Bu da insanın daha küçük yaştan, aile ocağından itibaren, mideden
olduğu kadar, kafadan ve ruhtan da beslenebileceğine inandırabilmesi ile
mümkündür.
Eserin adını ne güzel koymuşsunuz bayıldım. Zaten kırmızıdan kızıla,
yeşilinde her tonuna hayır demedi mi büyük Ata? Siz bunu tedkikdeki ustalık ve hem
de peşin hükümlere angaje olmayan/bağlanmayan/ gerçekçi düşünce tarzınızla isim
haline getirmişsiniz. Keşke bütün çocuklarımız okusa ibret alsa. Benim de her
zaman söylediğim gibi sıfırdan sağa ve sola ayrılan yollara bağlanmak yerine sıfır
noktasından şakulen yukarıya çıkan Kemalizm’in daha akılıca ve daha insancıl
ilkelerini incelemek ne güzel şey.
Bu yoldan, kitabın ismi benim de düşüncelerimde haklı olduğumu ima ediyor.
Ökse otu hikâyesi, Yakup Kadri’nin ve Ahmet Vefik Paşanın Trük’lük üstüne
çalışmaları, işaret ettiğiz gibi Türk’ün Orta Asya’dan hicretinde önemli değildi. Türk,
o zaman yaratıcı dinamizme sahipti. Nitekim Selçuklular 180-190 senede Anadolu’yu
tarihi eserlerle doldurdukları halde, Osmanlılar Arabın uyutucu morfini ile sarhoş
olup camii ve medreseden başka eser bırakamadı. Arapla temasa gelince, Arapçanın
cazibesine kapılıp benliğini unuttu. Bunun suçu Arabı Araptan fazla cazip gösteren
Meşihat, Hilafet İlmiye mensubu ileri gelenleri değil mi, İmam Gazali (Şeytan İmamı)
batılı filozoflara taş çıkaran zekâsını kullanarak Akliyecilikten – Nakliyeciliğe doğru
Milleti sürüklediği zaman Millete ne büyük darbe ve esaret zincirini vurduğunu,
asırlar sonra lanetleneceğini maalesef kestiremeyecek kadar milliyetten
yoksunlaşmadı mı?
“Buralarda Türk bulunmaz onları daha aşağıda Haymana taraflarında
bulunan…. ’’ insanların eğitimi hep oradan gelmiyor mu?
4
Zavallı Millet Orta Asya’dan göçtükten sonra nasıl aldatılıyor, idi ise bugünde
başka yönde aldatılmaya çalışılıyor.
O zaman çoğunlukta olan cahiller aldanıyor, aldatılıyordu. Bugün de
çoğunluktaki âlimler ya da âlim sanılanlar aldatıyor ve aldanıyorlar, hâlâ aldanmaya
devam etmiyor muyuz? Maaşını alamayan bekçinin Şeriat istemesi; Rusya namına
Komünizmi isteyen duruma nazaran daha insancıl fakat aynı paralelde olduğumuzu
göstermesi bakımından ibret vericidir.
Şeriat isteyenlerin Kâğıthane’de 120 sarayı yakması ile İstanbul’da Sanat
tiyatro sarayı yakılması, gemilerin sabotajla batırılması gibi olaylarla da mukayese
edilebilir.
Şüphesiz ki limonatanın kârını düşünenlerden müteşekkil bir devlet; bu devlet
bugün de düşünülemez. Böyle ruhsuz, mazisiz, tarihsiz ve maneviyatsız bir robot
devlet de renksiz bir robot demektir.
Mora’nın terkini fetva ile teyit eylemek ilk nazarda fetva aleyhine gibi görülse
de Bu husus saltanatın ilgası kadar realist bir görüşe dayanır. Çünkü nihayet birinde
zaten Mora elden çıkmış, diğerinde de padişah Milleti terk edip gitmişti, fetva
lüzumsuzdu.
Her iki tarafında birbiri aleyhine verdikleri müterafık fetvalar da gösteriyor ki
ilmi tarafı yoktur. Hâlbuki bunları düzenleyenler de zamanın okumuşlarıdır. O halde
okumakla birlikte idraki yüksek, fazilet ve vatan aşkı ile meşbu insanlar
yetiştirilmelidir.
Yalnız okumak faziletli olmayı sağlamıyor, gibi geliyor bana.
Fetva müessesesi dinin danıştayı gibi davranmayıp tesir sahasını anlamadığı
konulara kadar genişletmesi kendi ölümünün fetvası olmuştur.
Sait Molla’nın (ki ben kendisini hayal meyal tanırım haindir) menhus icraatı
şahsi ve taraftar menfaati ile milleti İngiltere’ye peşkeş çekmesi ile bugün binlerce
Sait Molla’nın başkalarına bizi peşkeş çekme provalarını ibretle seyrediyoruz.
Kanaatimce Sait Molla’lara, dünkü Sait Molla’ların ne yaptığı öğretilmemiştir.
Bunlar talebe, hoca, profesör gibi ne olurlarsa olsunlar, dünü öğrenmeden bugünü
düzenleyemezler. Kitabınızı bu gibilere daima tavsiye edeceğim. Mektubumu bu
kadar uzatmamın sebebi kitabı okuduğumu ispat ve bana göndermenizin boşa
çıkmadığını ifade etmek içindir.
Yazım biraz irtibatsız parçalar halinde oldu, sizi boş yere yordum, tekrar
teşekkür
eder,
gözlerinizden
öperim
Ferdi TAÇKINLAR
5
Bu Kitabımı;
’’ Kemalizm’i Bir Yaşam Biçimi Yapanlara’’adıyorum.
6
’’ NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE!’’
’’ AZ ZAMANDA ÇOK VE BÜYÜK İŞLER YAPTIK. BU İŞLERİN EN BÜYÜĞÜ, TEMELİ,
TÜRK KAHRAMANLIĞI VE YÜKSEK TÜRK KÜLTÜRÜ OLAN TÜRKİYE
CUMHURİYETİDİR. GEÇEN ZAMANA NİSPETLE DAHA ÇOK ÇALIŞACAĞIZ. DAHA
AZ ZAMANDA, DAHA BÜYÜK İŞLER YAPACAĞIZ. BUNA DA MUFVAFFAK
OLACAĞIMIZA ŞÜPHE YOKTUR. ÇÜNKÜ TÜRK MİLLETİNİN KAREKTERİ
YÜKSEKTİR. TÜRK MİLLETİ ÇALIŞKANDIR. TÜRK MİLLETİ ZEKİDİR. ÇÜNKÜ TÜRK
MİLLİ BİRLİK VE BERABERLİKLE GÜÇLÜKLERİ YENMESİNİ BİLMİŞTİR.
…NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE…
7
ANITKABİR ŞEREF DEFTERİNDEN
’’ MİLLETİMİZİN BÜYÜK EVLADI, EŞSİZ ATATÜRK, SİZDEN ALDIĞIMIZ
KUVVET VE İNANÇLA, SIKINTILI GEÇEN ŞU GÜNLERE RAĞMEN İSTEDİĞİNİZ OLAN
SOSYAL ADELETİ MİLLİ YARARLARA UYGUN OLARAK SAĞLAYACAĞIZ. 48. YIL
DÖNÜMÜNE CUMHURİYETŞMŞZİ İMANLA TESİD EDİYORUZ. MÜSTERİH OL’’
29 EKİM 1971
CUMHURBAŞKANI
Cevdet SUNAY
8
’’Büyük olmak için hiç kimseye iltifat etmeyeceksin, hiç kimseyi
aldatmayacaksın, ülke için gerçek amaç ne ise onu görecek, o hedefe yürüyeceksin.
Herkes senin aleyhinde bulunacaktır, herkes seni yolundan çevirmeye çalışacaktır;
fakat sen buna dayanıklı olacaksın; önüne sonsuz engeller yığacaklardır. Kendini
büyük değil, küçük, zayıf, araçsız, hiç sayarak, kimseden yardım gelmeyeceğine
inanarak bu engelleri aşacaksın. Bundan sonra da sana büyük derlerse, bunu
söyleyenlere güleceksin,’’
ATATÜRK ( Yücel, 1939, sayı 57)
Muammer YÜZBAŞIOĞLU
ATATÜRK’Ü ANMAK –S. 126-127
9
’’BENDEN SONRA HİLAFET OTUZ SENEDİR; BUNDAN SONRA HİLAFET
ISIRICI BİR SALTANATA DÖNÜŞECEKTİR,’’
HZ. MUHAMMED
( Ahmet Cevdet Paşa, Kısa-ı Enbiya cilt 2.K.S.1,S,169)
10
NEDEN?!
İster zengin olsun, ister fakir olsun, genç ya da yaşlı olsun, kişinin yaşadığı
sürece çözümlenecek problemleri vardır. Problemsiz kişi tükenmiş, ölmüştür de bir
bakıma. Kişileri ve kişilikleri çözüm bekleyen bin bir problem şekillendirir. Kişi,
problemleri ile birlikte tükenir, gider. Dağ gibi emeklinin birdenbire çöküvermesi bu
nedenledir.
Kişilerden oluşan toplumların da çözümlenecek problemleri vardır. Bu
problemler toplumlara göre özellikler taşırlar.
Tarihin herhangi bir döneminde; herhangi bir toplumda belirli ölçüleri
bulduğumuz zaman, o toplumun problemlerini de bulmuş oluruz. Daha açık bir
anlatımla belirlemek gerekirse; deniz seviyesinde yüz derecede su nasıl kaynarsa ve
bu nasıl bir doğal yasaysa; toplumları da belirli şartlarda kaynatan, donduran,
durgun ya da atılımlı hale getiren ortamlar vardır. Aşırı akımların boy gösterdiği
toplumları incelediğimiz zaman bu toplumların özelliklerinin hep aynı olduğunu
görürüz. Gerek günümüz toplumlarında; gerekse, tarih sahnesinden silinmiş olan
toplumlarda, aşırı akımların patlaması bu toplumların aynı ortak yapıda olduklarını
gösterir. Bu ortak yönleri iki gurupta toplayabiliriz:
A- OLANLAR:
1- Cehalet
2- Sefalet
3- Korku
4- Toplum yapısında uçurum
5- Dış etkenler
B- OLMAYANLAR
1- Sosyal adalet
2- Sosyal güvenlik
3- Yönetim hâkimiyeti
4- Etkili eğitim ve öğretim
Bu şartları taşıyan toplumlara gerek sağ, gerekse sol kutbun en aşırı
akımları vardır. Şartlar yok olmadıkça, aşırı akımların da kökünü kazımak
mümkün olamaz. Her türlü haberleşme, ulaşım ve yayın aracının küçüldüğü
dünyamızda ülkelerin birbirlerini etkilemeleri; ideolojilerin her ülkeyi
kendisine benzetme çalışmaları ve milli çıkarlar aşırı akımlara hazır
toplumlarda ani patlamalar.
11
Aşırı akımlar iki kampta toplanırlar:
1- Sağ kamp,
2- Sol kamp,
Zıtlaşma sağ kampın içerisinde oluşmuştur. Sağın vurdumduymazlığı
ve toplumu hiçe sayması solu doğurmuştur. Solun korkunç bir hışımla
patlayışı her iki kampta ılımlı doktrinlerin oluşumunu sağlamıştır. Kendi
toplumumuzu incelediğimiz zaman; çözüm bekleyen problemlerimizin A ve B
kaynaklarının varlığından ya da yokluğundan oluştuğunu görürüz. O halde
cesaretle bir hükme varmamız gerekirse, önce yenmemiz gerekli beş büyük
düşmanla karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz.
1- Cehalet,
2- Sefalet,
3- Korku,
4- Toplum yapısı,
5-
Dış etkenlerdir.
Bunları da; sosyal adalet, sosyal güvenlik, etkili eğitim ve yönetim
hâkimiyeti adlı dört büyük can dostumuzun yardımı ile yenebiliriz. Bu beş
büyük düşmanımızın amansız gücü ve pek kıymetini bilmediğimiz dört
dostumuzun da toplumdan biraz uzak duruşu bizim karşımıza bir sürü
düşman çıkarmıştır:
A-
Komünizm Legal ( Kanuni, açık).
İllegal ( Kanunsuz, gizli).
B- Şeriatçılık:
1- Halifecilik,
2- Nurculuk,
3- Süleymancılık,
C- Mezhep ve Tarikatçılık,
D- Bölücülük (Bölgecilik).Yalanmıymış?!
E- Nazizm,
F- Faşizm.
12
Bunlar beş ana düşmanımızın karşımıza çıkardığı görüntülerdir. Hem
anaları ile hem de bunlarla vuruşmak zorundayız. Aksi halde; asırların
armağanı olan, Türk Milleti dediğimiz bu yüce Ulusu gelecek asırlara aynen
devretmekte güçlük çekeriz.
Düşmanlarımızın belli, güçlerimizde belli… Öyle ise; bu düşmanlara
karşı nasıl bir savaş açacağız? O halde besbelli:
KEMALİZM ile.
Ölümsüz ATATÜRK’ÜMÜZÜN gösterdiği MİLLİ HEDEFİMİZ’E; yine
O’nun gösterdiği, MİLLİ STRATEJİ’MİZİ uygulayarak gideceğiz. Bu da;
DÜŞMANLARIMIZ’IN ölümü olacaktır.
Asırların çok ötesinden; ünlü Çin generali SÜ-T-ZU bizlere:
’’ Düşmanı ve kendinizi tanıyorsanız, yüz defa muharebe etseniz de
korkunuz olmasın. Kendinizi tanıyor fakat düşman hakkında yeterli bilgiye
sahip değilseniz; kazanılacak her zafere karşılık yenilgi acılarına da
katlanmanız olağandır.
Ne kendinizi, ne
yenileceksiniz.’’ Diyor.
de
düşmanı
tanımıyorsanız,
sürekli
olarak
Bizler ise sürekli olarak, yenmek zorunda olduğumuzdan bu prensiplere
aynen uyacağız. Önce kendimizi, sonra da DÜŞMANLARIMIZ’I tanıyacağız.
Bu nedenle de beş kitaplık bir seriyi yazmak görevini yüklenmiş
oluyorum. Mademki bu bir savaş; ben, yazmak görevini seve, seve yerine
getirmekle kendimi yükümlü kıldım. Hatalarım ve beceriksizliklerim iyi
niyetimdendir.
Bu beş kitaplık, serinin adını da: ( KIRMIZIDAN KIZILA, YEŞİLİN HER
TONUNA) hayır koydum. Önce ikinci kitabı hazırlamak kısmet oldu. Mesleğim
gereği, çok sıkı olan çalışma saatlerimin dışındaki boş zamanlarımda da
ötekilerini hazırlıyorum. UŞAK, 5 HAZİRAN 1972
13
HALİFELİK
’’Benden sonra hilafet otuz senedir; bundan sonra
hilafet ısırıcı bir saltanata dönüşecektir.’’
Hz. MUHAMMED.
Ahmet Cevdet Paşa, Kısası Enbiya ve TEVARİHİ
HÜLAFA, C.2.KS:1S.169.
’’Halife, halef, naip, peygamberin halefi ve kendisinden sonra, yerine kaim olmak
(Halife Resul Allah) itibariyle, İslam Camiasının en yüksek reisinin yani imamın
unvanıdır.’’ İslam Ans. Cilt 5 S, 148
Hilafet; bir kimsenin yerine geçmek, vekili, halefi anlamına gelir. Hilafet bir HÜLAFA
makamdır; bu makama geçen kimseye halife denilir. Halifeler; Müslümanların imamı
olarak da devletin başına geçip onu yöneten kimselerdir.
ve İmamlık sorunu büyük çekişmelere ve Müslümanlar arasında derin bölünmelere
yol açmıştır. Haşimi ve Emevi Oğulları arasındaki liderlik kavgaları, halifelik ve
imamlık çekişmeleri nedeniyle, korkunç bir boğuşmaya dönüştüğü gibi; Haşimilerin
kendi aile kolları arasında da çatışmalar yaratmıştır.
Tarihin hiçbir döneminde, millet olabilme kültür ve yeteneğini kazanamayan Arap
ırkı; halifelik fikriyle alabildiğine parçalanmanın sınırsız zevkini tattığı gibi, kendisine
millet olabilme kültürünü verecek İslam Dinini ve bu yüce Dine inanan soylu
milletleri de kendine benzetebilmenin üstün başarısına erişmiştir. İslam Dininin
verdiği heyecan ve atılganlıklarla yendiği milletlere Müslümanlığı; Hz Muhammed’in
kendisine bıraktığı gibi değil de; kendisinin kendisine benzettiği şekliyle sunmuştur.
’’ Araplar bir yere girdiler mi orasını soyarlar; harap ederler. Düzgün taşları
çömlek altına koymak için sökerler, çatıların direklerini çadırların dikmek için
çıkarırlar; vergi almakta bir had tanımazlar, ne bulurlarsa alırlar, onlar için hukuku
gözetmek ve insanları fenalıklardan korumak gibi şeyler görenekleri değildi.
Babaları ve kardeşleri de olsa bildiklerini yaparlardı.’’ Fecr-ül İslam Cilt 2 Sayfa,32.
’’Arap vahşidir, soyguncudur, yağmacıdır; bir memlekete girerlerse orayı harap
ederler, bir başbuğa itaat etmezler, sanatları ve bilgileri yoktur, bu gibi şeyleri
yapmaya istidatları bulunmaz.’’ İbn-i Haldun, Mukakkdime. İbn-i Haldun’un, Büyük
14
Türk Komutanı Topal Timur’la konuşmuş ünlü bir Arap bilgini olduğunu söylemeye
bilmem söylemeye gerek var mıdır?
Milletleri soymanın yolu, ya dinden, ya da demokrasi masalından geçer!
Ortaasyada, Müslüman Arapların Türklere uygulamış oldukları TOLKİAN VE
CURCUNA adlı iki büyük katliam hep, ALTIN ÇALMAK ve KÖLE OLARAK
İNSANLARI SATMAK için yapılmıştır. Örnek verelim:
“Semerkant, kuşatılır... Araplar mancınık ateşi ile saldırırlar... Daha fazla
dayanamayacağını anlayan Gurek, Kuteybe ile anlaşmak zorunda kalır... Bu anlaşmaya
göre:
1.Semerkant Araplara her sene 2.200.000 altın ödeyecektir.
2.Bir defaya mahsus olmak üzere 30.000 Türk gencini esir olarak verecektir.
3.Şehirde Cami yapılacaktır.
4.Şehirde eli silah tutan kimse dolaşmayacaktır.
5.Tapınak ve putlardaki tüm mücevherler Kuteybe'ye teslim edilecektir..
Daha sonra Kuteybe, altından yapılan putları erittirerek alır ve Merv'e geri döner.
Dönerken kardeşi Abdurrahman bin Müslim’i Semerkant'ın başına vali olarak
bırakır.”Türkler, kılıç zoru ile Müslüman olduktan sonra, ARAPLARI BEDAVADAN ALTINA
VE BOL YEMEYE ALIŞTIRMOŞLARDIR! “Osmanlı devleti, tam (375) sene, Mekke ve
Medine’ye Sürre Alayları ile neler mi gönderdi. Sürre Emini’nin atının eyer takımları
altın ve gümüşten imal edilirdi, Urgan olarak kullanılan kısımları da saf ipekten
yapılırdı. Götürdükleri eşyanın tutarı da akıllara zarar verecek cinsten idi.
—200.000Düka altını, 20.000 ton buğday,
—100.000 kat, elbise, çakşır, camadan, şalvar
—100.000 adet kaftan,
—Kâbe’de yakılacak bir senelik gülyağı. Osmanlı, tam (375) sene Kâbe’de
GÜLYAĞI yaktırmıştır. Enver Behnan Şapolyo, Mezhepler ve Tarikatlar Tarihi.
‘’İslamlık, Arapları yoğurarak belli bir düzeye getiremedi’!”
. Fec-ül İslam – sayfa 82, Fakat Araplar İslamiyeti, kendi basit kabile karakterlerine
mükemmelen uydurarak, inanç kaynağı olmaktan çıkarıp, anlaşmazlık kaynağı
haline koymasını bildiler ve bizlere de böyle bir Müslümanlık aşıladılar.
Önce; halifeliğin ve imamlığın ne anlamlar taşıdığını inceleyelim: İlk halifeler
hakkında, Ömer’den itibaren (Amir al mu’minin) unvanı kullanılmıştır. Bu unvanı:
(Halifat Resul Allah) unvanı, peygamber ile sona erdiğinden; risalet görevi dışındaki
tüm yetki ve faaliyetleri kapsar. Çok cüretli bir şekilde, halife için ortaya atılan
(Halifat Allah) unvanı, Ebu Bekir tarafından şiddetle karşılanmıştır. Ebu Bekir, Ömer’i
yanına alarak, peygamberin cenazesi ortada dururken, Mekkelilerle Medinelilerin
15
iktidar kavgası yaptıkları meydana koşmuş, Ömer ve Ebu Ubeyde’nin yardımıyla
iktidarı ele alıp, oradaki topluluğa yaptığı konuşmada halife ve hilafet sözünü hiç
kullanmamıştır. ‘’Ey Nas! Ben sizin üzerinize Veliyül Emir oldum.’’ Demiştir.
Hassan Sabit isimli bir Arap şairi; H. 35 yılında Halife Osman için yazdığı bir
mersiyede yukarıdaki unvanı kullanmıştır. Bu unvan, Abbasiler ve onlardan sonra
gelen hükümdarlar tarafından yaygın bir şekilde kullanılmıştır.
2-Maliye memurlarının toplanan vergi gelirlerini kendisine sunduklar
memur İçin de halife unvanı kullanılırdı.
3-Kadirriye tarikatında; tarikat şeyhinin sınırlı bazı yetkileriyle, uzak
yerlerde, onu temsil eden şahsa da halife denilir.
4-Kanuni Süleyman devrinde; Hindistan’da büyük bir imparatorluk
kuran, Türk Babür’ün sarayında bütün kadın hizmetçileri gözeten kadına da
halife denirdi.
5-Fas’ta şehir valilerinin muavinlerine halife denilir.
6-Osmanlı imparatorluğu döneminde; Babıâli’de kalem kâtiplerine de
halife denilirdi.
7-Daha, birçok tarikatlarda, şeyhin yardımcılarına ve birçok sanat dalları
mensuplarını da halife denilir.
8-Cava’nın bazı hükümdarlarına da kendi tebaalarınca halife unvanı
verilmiştir. İslam Ans. Cilt:5 S.148 – 155.
9-Ülkemizde; yeni bir göreve atanan memurlar; bu görevi yürütmekte
olan memur söz konusu edilirken; (Halef-Selef) – ‘’Halefim, selefim’’ deyimleri
kullanılır.
Ulu Tanrı; Kuran’ı Kerim’in 6’ıncı suresinin 165 nci ayetinde; ’’O sizi (ey
peygamber ümmeti) yer (yüzün) ün halifeleri yapan, size verdiği şeylerde sizi
imtihana çekmek için kiminizi derecelerle kiminizin üstüne çıkardı.’’
Buyuruyor. Ayrıca; 10’uncu surenin 14’üncü ayetinde: ‘’(onlardan) sonra,
arkalarından sizi yeryüzünde halifeler yaptık, bakalım nasıl hareket
edeceksiniz diye’’
35’incı surenin 39’uncu ayetinde de: ‘'O sizi yeryüzünde halifeler
yapandır.’’ Buyurarak, insanlara yeryüzünün halifeleri unvanını veriyor.
(‘’Kuran’ı Kerim’de Davut peygamber hakkında ‘’ ya Davut; biz seni
yeryüzüne halife yaptık. İnsanlar arasında hak ve adaletle hüküm ver’’
16
buyrulduğu açıklanmıştır.’’) Ercüment Demirer; Din, Toplum ve Kemal Atatürk.
S.17.
İMAM
Kuran’ı Kerim’de; örnek, işaret, misal ve kılavuz anlamlarını ifade etmek
için yedi defa tekil, beş defa çoğul olarak imam deyimi kullanılmıştır.
(‘’Kur’anda İbrahim peygamber hakkında da imam tabirleri geçmektedir:
Yüce Tanrı İbrahim peygamber’e; ‘’ya İbrahim: Biz seni insanlara imam yaptık,
adalet ve doğruluktan ayrılma’’ buyurmuştur’’) Ercüment Demirer; Din, toplum
ve Kemal Atatürk. S.53
Normal yaşantımızda; imam deyimi üç anlamda kullanılır:
1-Topluluk ile namaz kıldıran. İmamlık (imama) ne bir sanat ne bir
rütbedir. İmam namazda imamlık ettiği sürece imam sayılır. Din ilmini bilen
Müslüman bir kimse; toplulukça, bir ücret karşılığı, bütün namazlarda imamet
etmek üzere, tayin edilebilir. Namazın şartını bilen her muhterem Müslüman
imamlık görevini yüklenip, yürütebilir. İmamlık şerefi, daha önceden karar
verilmemişse, topluluğun en âlim ya da en itibarlı üyesine aittir.
2-Sünniler; imam deyimini, islamın en ileri gelen bilginleri; ruhani
mezhepleri kuranlar için kullanırlar.
3-Şii mezheplerinde imam deyiminin kullanılması sayılamayacak kadar
çoktur ve çeşitlidir. Bütün şekillerini saymak mümkün değildir.
En önemlisi Hz. Ali soyundan gelen birisinin İslam âleminin en yüksek
hâkimi olmasıdır.
İslam. Ans. Cilt. ll – sf. 980 – 981. 4 Eylül 1859 tarihine kadar; kurduğu
ordularla, Ruslara kan kusturan büyük komutan, büyük devlet adamı Şamil
için (Şeyh Şamil) ya da (imam Şamil) denilmektedir. Buradaki imam deyimi
geniş anlamda kullanılmıştır. Devlet adamı, baş yargıç ve baş uygulayıcı
olarak imam Şamil’in annesine bile kırbaç cezası vermesi onun basit bir imam
olmadığını gösterir.
17
HİLAFET NİÇİN GEREKLİYDİ!
Hilafet, Milletleri din şemsiyesinin altında, Ümmetleştirerek Arap egemenliği
sultasında toplamaktır! Hilafet, güç ve iktidarın kullanılması demektir. Hilafet, toplum
kurallarını İslam dinine göre yaparak düzenleyerek, düşünceye mantığa ve bilime
kilit vurmaktır. Birçok inanç guruplarının var olduğu bir toplumda, bir dini
kanunlaştırmak, öteki inanç gruplarını yok farz etmek olur ki bu da kargaşanın
başlaması demektir. Uluslaşma sürecinin de en büyük engelidir.
“ DİNİN HÜKÜM HALİNDE KANUNLARA GİRMESİ TARİHİN AKIŞINDA ÇOĞU
KEZ HÜKÜMDARLARIN, ZORBALARIN, GÜÇLÜLERİN KEYİF VE İSTEKLERİNİ
TATMİNE ARACI OLMASI SONUCUNU DOĞURUR!”
“Hilafet demek, idare, hükümet demektir! Halifenin devlet başkanı olduğunu
bilirsiniz!””Halife, reis demektir, emir demektir. Hükümet şekline göre başında
bulunan adamın olması lâzım gelen isimleridir.”Mustafa Kemal Cumhurbaşkanımız.
Kur’anı Kerim’de, hilafetin lüzumuna dair hiçbir ayet bulunmamaktadır.—İsl. Ans.
Cilt:5 Sayfa: 152 – 153.
Hazreti Muhammed; İslam Diniyle birlikte yeni bir devlet kurmuştur. Bu nedenle,
birçok yetkiler Hz. Muhammed’in kişiliğinde toplanmıştır. Önce Tanrı’dan aldığı
vahiylerle, Müslümanlığı yayan bir peygamberdi ve Dinin uygulayıcısıydı.
İslam Dinini uygulayan peygamber; aslında modern bir devlette değişik görevleri
yürüten, birçok kurumun görevlerini yapmaktaydı. Bunlara değinmeden önce bir
topluma ve bu toplumu oluşturan kişilere yön veren kuralları görelim:
Bir insan toplumu, uygarlık yönünden ister ilkel bir durumda; ister yüksek bir
düzeyde bulunsun bu toplumu oluşturan bireylerin uymakla zorunlu oldukları bir
takım kurallar vardır. Bunlara sosyal düzen kuralları diyoruz.
“Aristo, insanın cemiyet halinde yaşamağa mecbur olduğunu anlatmak için:”İnsan
siyasi bir hayvandır!” Demiştir. İnsan, hiçbir zaman tek başına yaşamadı; insan
yaradılışı nedeniyle sosyaldir. Yalnız yaşayamaz ve hiçbir zamanda yaşamamıştır.
İnsan, toplum halinde yaşar. Toplum halinde yaşamak ne demektir? Toplum halinde
yaşamak insanların bir takım ilişkilerini belirli usul ve adetlere göre düzenlemeleri,
belirli olan bir takım kurallara bağlanmaları; bu kurallar gereğince hareket etmeleri
ve her halde bu kuralların çerçevesi dışına çıkmamaları demektir. Çünkü aksi
takdirde, Toplum halinin herkesin keyfi bir şekilde istediği gibi yaşamasını
önleyecek nitelikte olan kurallardır. Nitekim unutmamak gerekir ki; insanların birlikte
bulundukları her yerde sürekli bir fikir ve çıkar ayrılığı hüküm sürer; bu, insan
18
yaratılışının ortaya çıkardığı doğal sonuçtur. Herkesin her arzu ettiği şeyi yapabildiği
yerde hiç kimse istediğini yapamaz. İşte insanlar arasındaki ilişkileri ayarlamağa ve
ayrılıkları gidermeye yarayan bu kurallara (sosyal) – içtimai kaideler – kurallar) adı
verilir. Bunlar beşeridir; yani insan aklının, insan iradesinin ürünüdür. (Prof.Dr. İlhan
Arsel, Anayasa Hukukunun Genel Esasları S. 1-2).
Toplumsal kurallar; hukuk kuralları, ahlak kuralları ve adetlerdir. Aynı eser S.4 –
Sayın Prof. İlhan Arsel; bir topluma ve toplumu oluşturan bireylere yön veren
kuralları üç gurup altında incelemektedir. Sayın Necip Bilge; Hukuk başlangıcı isimli
eserinde bu kuralları aşağıdaki şekilde düzenlemektedir.
“Cemiyet halinde yaşayan insanların yerine getirmeğe mecbur oldukları vazife
mükellefiyetler bir takım kaidelerden doğmaktadır ki; bunlara (Sosyal Düzen –
İçtimai Nizam-) kaideleri yahut sadece Sosyal kaideler adı verilir. İnsanların
karakterlerini uydurmağa mecbur olduklar sosyal kaideler sadece hukuk
kaidelerinden ibaret değildir. Bunların yanında dini, ahlaki ve görgü kaideleri de
mevcuttur.” S. 4 – 5.
“Din kaideleri sadece insanla Tanrı arasındaki ilişkileri düzenlemekle kalmayıp,
insanla insan arasındaki ilişkileri de düzenlemeye çalışır.”S. 7.
“Sırf dini, yani insanın Tanrı ile olan ilişkilerine dokunan kaideler ebedi ve değişmez
sayıldıkları halde, dinin dünya hayatını ilgilendiren ve hukuki mahiyet arz eden
kaidelerin zaman içinde doğan yeni ihtiyaçlara göre değişebilir olması gerekir.
Nitekim İslam dini, hükmün zamana göre değişeceği esasını kabul eylemiştir.” S. 8
Prof.Dr. Jale Akipek; Türk Medeni Hukuku isimli eserinin birinci cildinde; insanın
sosyal bir yaratık olduğunu; yaşamak zorunda bulunduğu toplum içinde toplumsal
hayatın düzenli olabilmesi için belirli bir düzenin ve herkesin uymakla kendisini
zorunlu sayacağı sosyal düzen kurallarının var olması görüşünü savunduktan
sonra:
“Aksi halde toplum içinde bir keşmekeş, bir huzursuzluk hüküm sürer, bu da
zamanla anarşiye varır... Hukuk kaideleri yanında cemiyet halinde yaşayan
şahısların kendilerini uymakla yükümlü saydıkları diğer bir takım Sosyal düzen
kuralları daha mevcuttur. Bunlar, billâhsa din, ahlak, örf ve gelenek adet kaideleridir.
Der. S. 1 - 3
Sayın Mukbil Özyörük, Hukuk Başlangıcı isimli eserinde; sosyal hayatı düzenleyen
kuralları:
1- Din Kuralları;
19
a- İnançlara ilişkin din kuralları,
b- İbadete bağlı din kuralları,
c- Sosyal ilişkileri düzenleyendin kuralları,
2- Ahlaki kurallar,
3- Görgü kuralları,
4- Hukuk kuralları olmak üzere dört guruba ayırır. A.e.s - 3 – 12.
Kuran’ı kerimde ve Hadislerde, tüm sosyal düzen kuralları dinin içinde
gösterilmiştir. Din kurallarının özünde eritilmiştir. Müslümanlıkta bunalım ve açmaz
da bu nedenledir. Aslında, KURANDA ÜÇ TÜRLÜ AYET VARDIR:
1-İBADET KURALLARINI İÇEREN AYETLER. DEĞİŞMEZ VE DEĞİŞTİRİLEMEZ.
2-MESELLER, GEÇMİŞ ZAMAN ÖYKÜLERİ. AYNEN KALICIDIRLAR.
3-MUAMELELERE DAİR AYETLER./AHKÂM AYETLERİ./”ZAMAN DEĞİŞTİKÇE,
HÜKÜMLER DE DEĞİŞİR.Bunlar,Arap’ın ilkel çağındaki hükümler olarak değişmez
ve değiştirilemez sayılarak, ibadet hükümleri haline konulmuş,İslam da akıl çağına
karşı kilitlenmiştir!?
Üçüncü guruptaki hükümler, Hz.Muhammedin devrine göre, Araplarda uygulanan
hükümlerdir. Moda bile dini kurala sokulmuştur.
Toplum geliştikçe bu kurallarda gelişir, birbirinden ayrılır ve her kural kendi
gurubundaki yerini alır. İlkel toplumlarda bu kurallar iç-içedir; hangi kuralların hangi
gurupta olduğu hususu belirsizdir. Bütün sosyal düzen kuralları dinin içinde
toplanmıştır. Tüm kuralların ortak yanı dinsel oluşlarıdır. Bu kadar kural dini
sayıldığından değiştirilemez! Hz. Muhammed'in ne kadar muazzam ve güç bir işi
başardığını göstermek için örnek vermeyi uygun bulduk. Günümüzde moda da,
sosyal düzen kuralları içindeki yerini alıp; gencine yaşlısına; çirkinine, güzeline,
zengin ve fakirine yön verir olmuştur.
Diğer sosyal düzen kurallarının toplumlar arasında ortak yönleri bulunmasına
rağmen; her toplumun özelliklerine göre belirli şekilleri vardır ve katıdır.
Hukuk, ahlak ve görgü kurallarının - örfler de öyle –toplumların kültürlerine ve
gelişmişliklerine bağlı bir esneklik içinde olduğu görülür. Moda bunların dışındadır;
toplumlara bir toplummuş görünüşü verir. Hemen yayılır, hemen değişebilir; fakat
kişileri hemen etkisi altına alır.
20
Beş gurupta toparlayabileceğimiz bu kurallar, bir toplumda hemen ortaya çıkan,
belirli bir dönemde o toplum tarafından yaratılan kurallar değildir. He kuralın,
toplumun tarihine eşit bir yaşı vardır. Bu kurallar bir kuşak, on kuşak değilde
kuşaklar yaratmıştır. Birden bire sökülüp atılamayacağı da çağımızda canlı ve kanlı
örnekleriyle kanıtlanmıştır
Arap toplumunun Hz. Muhammed'den önceki durumuna da bir göz atalım:
Gelmiş geçmiş hiçbir medeniyetten faydalanmamış ilkel bir toplum. Toplum da
değil, tarihte bir eşi; bir benzeri bile bulunmayan kavimler, boylar, oğullar, şehirler
manzumesi. Yunan, Roma, Girit medeniyetlerinden habersiz olduğu kadar;
burnunun dibindeki Sümer, Elam, Asur, Hitit ve Mısır medeniyetlerinden de
habersiz. Ne Hamburabi'nin Kanunlarına Asur'un, ne Sümer'in düzenli toplum
yaşantısından örnekleme olanağı mevcut.
“Bir yüce kişinin amanına giremeyenlerin başlarına ihanet ve ölüm baykuşu ötmede.
Dudaklar susuzluktan çatlamış, dilleri damaklara yapışmış. Bir vaha hasreti, çölün
neşesini kaplamakta. Yaşayış hem bir yük hem erişilmez bir ümit. Ölüm, hem bir
korku, hem bir kurtuluş. Uyku, belinlemeyle bölünmede. Huzur felakete eş, insan;
vahalardaki otlar kadar cılız. Hayvanın hayatı, insanın hayatından daha değerli.
Saldırı, çapul, günlük hayatın olağan olaylarıdır. Kutluluk bir serap; mutluluk bir
yudum su. Kız çocukları gömülecek çağlarını bekliyorlar. Kadınlar kocalarını
hakemle, kur'ayla tayin ediyorlar. Putlar inanılmayan fakat tapılan, mabutlar. Esenlik
ve zevk, elde edilmeyen, fakat umulan hayaller. Savaş ve çapul sonunda tutuklanan
hürriyetlerinden mahrum kalan, bu mahrumiyet, soyları yürüdükçe yürüyen, akla
sığmaz işkencelere katlanmak zorunda kalan yahut ta sahibinin istediği parayı,
sürüyü, malı kazanabilip hürriyetini satın almaya savaşan kullar; cariyeler ve onları
insan saymayan, dilerse öldüren, dilerse satabilen, pek acırsa yahut iş göremez hale
düştüğünü anlarsa azad eden efendiler, hürler...” A.Gölpınarlı Hz. Muhammed ve
İslam - Sayfa: 15 – 16.
“Bir işe, putun altında çekilen, üstünde (yap, yapma) yazıları bulunan oklara, o
oklardaki yazılara göre başlamak ya da başlamamak yahut ta alınacak öcün
kıvranışıyla (yapma) yazılı oku, putun suratına fırlatıp (sefil öç senin babanın olsaydı
böyle demezdin) diye haykırış. Ölüyle diri, ,diri gömülen yahut da mezar başında,
boynu başına kalın bir iple çevrilip ölünceye kadar bir kazığa bağlanarak terk edilen
develer.
Kâhinler, asım takımlar, muskalar, yola çıkılınca ilk rastlanan şeyle, adamla,
hayvanla, adamın adıyla yapacağı işi yorumlayış. Günleri, ayları, saatleri, yomlu;
yomsuz diye ayırış. Yıllar boyunca, soylar boyunca süren kan davaları, kabile
21
kavgaları ve bütün bu gerilik, sefalet ve mesnetsiz batıl inanç; bu ölüm - kalım
savaşları içinde Roma özentisi bir kanaat: Araptan şovenliğe, kabile şerefinden
soyla övünmeye kadar gidiş, bir bataklığa batış!
İşte Devr-i Cehalet (bilgisizlik devri) dediğimiz çağdaki Arap yarımadası ve insanlar.”
Aynı eser Sayfa: 16 – 17.
Sayın Abdulbaki Gölpınarlı’nın hürmet ettiğimiz yüksek bilgisi, İslamiyet’ten önceki
Arabı bu şekilde tarihin derinliklerinde çıkarıp, gözler önün seriyor.
Bu, (Kavm-i Necibi Arap) diye Osmanlı Meclisi tutanaklarına ve Türk Ulusu'nun
ruhunun derinliklerine yazdığımız Arap kavmidir. Kısacık incelememizde, bilgisizlik
devrinin ve sonrasının Arabını anlatmak olanağımız yoktur. Fakat Sayın Gölpınar'ya
eklenecek şeylerimiz vardır. O evinin önüne astığı bayrakla kutlamaktaydı. Halen,
Anadolu’muzda birbiriyle kavga eden mahalle kadınlarının birbirlerine “Bayraklı
Orospu” demelerinin sebebi de bundandır.
Yine o devirde; ölen bir babanın karıları da dâhildi. Erkek çocuklardan birisi; analığı
olan bu kadınların üzerine bir bez atarda, o kadın atik davranmayıp, bezin altında
kalırsa, bezi atan erkek çocuğun karısı olurdu.
Din mi; o ayrı bir âlem. İsa'dan binlerce sene önce, Mısır'da, Amonofis IV. tek
Tanrı'yı bulduğu; Musa ve İsa gelip geçtiği halde Arap toplumunu teşkil eden her
boyun, her ailenin bir putu vardı.
Kâbe’de 360 puta birden tapılırdı. İşte Kavm-i Necibi Arap! Milletleşen, devletleşen
baştan aşağı kültür kesilen diğer ırklardan onbinlerce sene geri kalan Arap ırkına
Tanrı’nın bir peygamber göndermesi zorunluydu. Ve böylece bir ortam içinde Hz.
Muhammed dünyaya geldi.
Hz. Muhammed; Arap Toplumunu oluşturan tüm sosyal düzen kurallarını kökünden
yıkıp; bu kuralların hiçbirisinden faydalanmadan, yeni sosyal düzen kurallarıyla,
yeni bir Arap toplumu yaratmak zorundaydı. Ama, Tanrı adına, tüm sosyal düzen
kurallarını dinin içinde eritti.
1- Eski Arap dini ve Tanrı'ları çok ilkeldi,
2- Arap hukuku ilkeldi,
3- Arap ahlakı, diğer Arap sosyal düzen kurallarına göre, biraz iyiceydi.
Konukseverlik, sözünde durmak gibi,
4- Örf ve adet, Arap toplumunu Millet haline getirmemek için ne
mümkünse örf ve adet haline getirilmişti,
22
Yüce Tanrı'nın, vahiylerle, Hz. Muhammed'e, gönderdiği Kur'an-ı
Kerim'de,
1-Yeni bir dinin, İslamiyetçin kuralları,
2- Yeni bir hukukun, İslam hukukunun kuralları,
3- Yeni bir ahlakın, İslam ahlakının kuralları,
4- Yeni bir örfün kuralları, İslam örf ve adetleri,
5- Yeni bir modanın, İslam modasının kuralları vardı.
Bunların hepsini de uygulayan Hz. Muhammed devleti o yönettiği. Kurduğu Devleti o
yönettiği gibi; bu devletin ordusunu da savaşlarda, o yönetirdi. Namazı o kıldırır,
vaazı o verirdi. Davalara o baktığı gibi; Kur'anda bulunmayan hususları hadisleri ve
sünnetleriyle o yerine getirirdi. Anlaşmaları o yapar, elçileri o göçmenleri gönderirdi.
Diğer devlet başkanlarına mektubu o yazdırırdı. Yoksullara o yardım eder, savaşta
kazanılan ganimetleri o dağıtır, göçmenleri yeni elde edilen topraklara o yerleştirirdi.
Peygamberlik dışında görev ve yetkilerini, :
1- Yasama görevi,
2- Yürütme görevi,
3- Yargı görevi,
4- Başkomutanlık görevi,
5- İmamlık görevi olarak anlatabiliriz. 2002 ÖSS sınavı soru: 46.
Hz. Muhammed bir ilahi hukuk kaynağı olan Kur'an-ı Kerim'de
bulunmayan hükümler yerine, hükmetme yetkisi olanların da hükümler
koyabileceğini buyurmuştur. Örneğin:
“51Peygamberin
içtihad
ile
hükmetmeğe
izin
vermesi:
Peygamberimizin sahabenin âlim ve fakihlerinden Muaz bin Cebel'i Yemen'e
vali gönderirken aralarında şöyle bir konuşma geçmiştir:
Peygamber:
- Oraya vardığın vakit ne ile hükmedeceksin? Sana bir soru sorulduğu
yahut bir davacı geldiği vakit onların müşkülünü ne ile halledeceksin?
- Tanrının Kitabı Kur'an ile.
23
Peygamber:
-Kitap'ta bulamazsan?
Muaz:
-Resulu'llah'ın sünnetleriyle.
Peygamber:
-Onda da bulamazsan?
Muaz:
-Kendi reyimle içtihadımle hükmederim.
Peygamber:
-Senden daha iyi, emir yoktur derim. (Tanrı'ya şükür olsun ki; elçisini başarılı kıldı.) A. Hamdi Akseki İslam Dini S. 63 -Besim Atalay Türk Dili ile ibadet - S. 28
İslam dinini yüce bir din oluşu, herşeyin çözümünü insan aklına bırakmasındandır.
Hz. Muhammed'in veda haccındaki hutbesi yeni toplumla eski Arap toplumunu
karşılaştırmak yönünden çok ilginçtir.
“Ey insanlar, cahiliye devrinde dökülmüş olan bütün kanlar geçmiş, gitmiş,
unutulmuştur; bu kanların ilki ( Aptulmuttalip'in torunu) Harisoğlu Rabia'nın oğlunun
kanıdır. (ben ondan geçtim):Kan davaları cahiliye gelenekleri ayağımın altındadır.
Cahiliye dönemindeki faiz geleneği geçmiş gitmiştir; ilk kaldıranda Aptülmuttalip
oğlu Abbas'ın koyduğu... Ey insanlar kadınlar da size Allah emanetidir; onlar Allah'ın
adıyla helal olmuştur size. Sizin, onlar üzerinde hakkınız olduğu gibi onların da sizin
üzerinde hakkı vardır; onlar hayırlı işlerde size isyan etmesinler ederlerse rızklarını,
elbiselerini verip ayrılın; fakat dövmeyin onları, onları korumaya memursunuz
siz.Herkes kendisinden sorumludur. Ne bir kimse oğlunun suçundan ne bir kimse
babasının suçundan sorumlu sayılır. Benden sonra yolunuzu sapıtıp da birbirinizin
boyunlarını vurmayın; Rabbinize ulaşacaksınız, yaptıklarınızdan sorguya
çekileceksiniz. Allah cahiliyet geleneklerini, o kötü adetleri, atayla, babayla
övünmeyi sizden giderdi. Bütün insanlar âdemdendir; o da topraktan. Ne Arabın
Arap olmayana, ne Arap olmayanın araba; ne beyazın siyaha, ne siyahın beyaza
üstünlüğü var; üstünlük yalnız Allah'tan çekinmekledir.
“Üstün ve ulular ulusu Allah, bugünün; bu ayın, bu şehrin hürmeti gibi kıyamete dek
kanlarımızı, mallarımızı, ırzlarımızı birbirimize haram etmiştir.”
24
Sonra koltuklarının beyazlığı görününceye dek ellerini kaldırıp, burada bulunanlar;
bulunmayanlara bildirsin. Ey insanlar, ben, size birşey bırakıyorum ki; o da Allah'ın
kitabıdır, ona yapışın da sapıklığa hiç düşmeyin. Benden sonra peygamber yok,
sizden sonra da ümmet yok; bu söylediklerim sizden sorulacak, tebliğ ettim mi
buyurdular.” - A. Gölpınarlı Hz. Muhammed ve İslam - S. 169 - 170.
Peygamberin hadislerinde de yeni topluma yön verecek kurallar açıkça ortaya
konulur.
“İnsanlar tarağın dişlerine benzerler; birbirlerinin eşididirler. İnsanların hayırlısı,
insanlara en faydalı olanıdır.” A.e.s. 245 – 246. “Kendin için ne istiyor, neyi
seviyorsan, insanlar için de onu sev onu iste. Birbirinizden nefret etmeyin,
birbirinize düşman olmayın; birbirinizden yüz çevirmeyin; birbirinize hased etmeyin,
kin gütmeyin: Ey Allah'ın kulları, kardeş olun.”A.E.S. 247. Bu şekilde örnekleri
istediğimiz kadar çoğaltabiliriz.
Kadınların giyim kuşamları ve sosyal hayattaki yerleriyle davranışları üzerinde de
Kuran'ı Kerim'de ayetler vardır.
Hz. Muhammed peygamberliği dışındaki yetki ve görevlerini zaman - zaman bazı
kimselere bırakmıştır. Örneğin:
1- Hz. Peygamber Mekke'yi fethettikten sonra Hüneyn Gazvesine giderken devlet
işlerini yirmi yaşlarında olan Attap'ı, diyanet işleri için de yaşlı olan Muaz'ı vekil
bırakmıştı.” Esat Mahmut Bozkurt - Atatürk İhtilali-S.349.
“Tebük Gazvesine giderken Hz. Ali'yi, Medine'de yerine halife bıraktığı zaman (Ya
Ali, razı değilmisin ki sen bana Harun Musa'ya ne menzildeyse o menzildesin. Ancak
benden sonra peygamber yok; buyurmuştur.” A.Gölpınarlı 100 soruda Türkiy'de
Mezhep ve Tarikatlar. S. 24.
Peygamberlik, vekilliği, yardımcılığı olmayan, kişiye bağlı Tanrısal bir görev
olduğuna göre, peygamberin ölümü üzerine, peygamberlik görevi dışındaki işleri
yürütecek kimselere ihtiyaç vardı. Toplum ancak; bu görevleri yürütecek kimseyi
seçebilir. Seçilen o kimse de; ilk zamanlarda olduğu gibi kendisi gibi, tüm işleri
peygamber gibi kendisi yürütür veya her iş için yardımcılar seçerdi. Peygamberlik
bir kimseye Tanrı tarafından verildiğine göre; onun kulları tarafından peygamber
vekili seçmek ancak Hırstıyanlık dininde vardır. (Halifat Allah) seçimi Hıristiyanlığa
özenmekten başka birşey değildir.
Hıristiyanlık göre; İsa çarmıha gerildikten sonra; göğe alınmadan önce; bir gece,
kendisini ele verenin dışındakilerle buluşur. Bu buluşmada bulunanlara görevler
verir. Bu görevlerden birisi de İsa peygamber gibi Hıristiyanlık inancını yaymaktır.
25
Yani bu işi Tanrı adına yapmaktır:
“Ve onlara dedi: Bütün dünyaya gidini, İncil'i bütün hilkate vazedin... İmdi Rab İsa
onlara söyledikten sonra göğe alındı. Marko İncil'i Bap: 16-15, 19.
“O günde birçokları bana: Ya Rab; ya Rab, biz senin isminle peygamberlik etmedik
mi? Diyecekler.” MATTA İNCİLİ. BAP. 7 Ayet 22“Petrus üçüncü kere kendisine beni sever misin? Dediğine kederlendi, ona dedi: -Ya
Rab, sen her şeyi bilirsin; seni sevdiğimi bilirsin. İsa da ona dedi: -“Koyunlarımı
otlat.” Yuhanna İncil'i - Bap. 21 - 17, 18.
“Fakat onbir şakirt Galileye, İsa'nın onlara tayin ettiği dağa gittiler. Ve İsa'yı
gördükleri zaman, ona secde kıldılar; fakat bazıları şüphe ettiler. İsa yanlarına geldi
ve onlara söyleyip dedi: Gökte ve yeryüzünde bütün hâkimiyet bana verildi. İmdi; siz
gidip bütün milletleri şakirt edin. Size emrettiğim her şeyi tutmalarını onlara
öğretin...” -Matta İncil'i; Bap. 28-16,20.
İslam Dininin ulu kitabı, Kur'an-ı Kerim'de peygamber ve peygamberin görevlerine
ait ayetler vardır. Örneğin:
22’inci surenin 75’inci
peygamberler seçer.”
ayeti
:“Tanrı
hem
meleklerden,
hem
insanlardan
29’ uncu surenin 18’inci ayeti : “Peygamberin üzerine düşen vazife ise apaçık
tebliğden başkası değildir.”O zaman çok konu tartışılabilir.Sünnet namazlarının
günlük rekat sayısı,farz namazlarının rekat sayısından fazladır?!
5’inci surenin 99’uncu ayeti : “Peygamberin üzerinde tebliğden başka hiçbir vazife
yoktur.”
El - Maide suresinin 67’inci ayeti : “Ey peygamber, Rabbi’nden sana indirileni tebliğ
et. Eğer yapmazsan Tanrı'nın elçiliğini tebliğ (ve ifa) etmiş olmazsın.”
Aynı surenin 92’inci ayeti : “Tanrı ve Resulüne itaat edin, sakının. Eğer yüz
çevirirseniz bilin ki peygamberimizin üstüne düşen, yalnız, apaçık tebliğden
ibarettir. Buyurmaktadır.EK:Sünnet namazlarına ne buyurulur?!Günlük namazlarda
FARZ Onyedi rekat,SÜNNET Yirmidir rekat?!
Bunlar; Hz. Muhammed'in peygamberlik görevine ilişkin ayetlerdir. Peygamberlik
ölümle sona erdiğine göre, Hz.muhammed'in kurduğu İslam devletindeki:
1- Devleti yönetme, yürütme görevi,
2- Hüküm verme, yargı görevi,
3- Hükmetmek ve yönetmek için, ihtiyaç duyulan kararları verme
yasama görevi,
26
4- Başkomutanlık, görevleri için Hz. Peygamberimizin öldüğünde, bir
yöneticiye ihtiyaç duyulduğundan bu görevleri yürütmek için hilafet kurumu
doğmuştur.
İslam dinini, peygamberin “Peygamberlik” sıfatıyla diğer yetki ve görevlerinin ne
olduğunu bilmeyen ilk Müslümanlar arasında peygamberin ölümüyle büyük bir
çöküntü meydana geldi. İlk yönetici seçilen Ebu Bekir:
“--Ey Müslümanlar; her kim ki Muhammed'e tapıyorsa bilmeliki, Muhammed öldü.
Her kim ki Tanrı'ya tapıyorsa bilmeli ki, Tanrı bakidir, ölmez.” Sözünü bu çöküntüyü
önlemek için söylemiştir.
Ebu Bekir'i bu şekilde konuşmaya: “Müslümanlar arasında Tanrı ile peygamberini
karıştıranların büyük bir tehlike yaratacak güçte oluşları zorlamış olamaz mı?
O gün; bu şekilde bulunanların ortaya attıkları hilafet görüşünü hiç değiştirmeden,
bugün de; aynı şekilde zaman, zaman tehlike yaratacak güçte oluşları din adına,
bilim ve insanlık adına ne acıdır.
Bu konuda son sözü aydın bir din adamımıza bırakalım:
“Katolik Hıristiyanlar için papalık makamı ne kadar lüzumlu ise, İslam Dünyası
içinde hilafet makamı da o derece lüzumludur.”Ercüment Demirer S.9 E.S. 17-.
“Kesin olarak ifade ederiz ki, hilafet dini değil, dünyevi bir makamdır. Hilafet
makamının İslam itikadı ile hiçbir ilgisi yoktur. Akaid kitaplarında tek kelime ile de
olsa hilafetten söz edilmemiştir. Hilafet demek, hükümet demektir, yani doğrudan
doğruya millet işidir. İslam dininin birinci derecede kanunu olan, kutsal kitabımız
Kur'anda şekli hilafet, yani İslam hilafeti hakkında hiç bir ayet yoktur. “Ercüment
Demirer S.9. E.S. 51-.
EBU
BEKİR'İN
HALİFE
SEÇİLMESİ
BİRLİĞİNİ SAĞLAYAMADI!
NİÇİN
MÜSLÜMAN
Enver Behnan Şapolyo; Mezhepler ve tarikatlar tarihi isimli ünlü eserinde; Halife
seçilen Ebu Bekir minbere çıkıp:“-Ey nas! Ben sizin üzerinize Veliyül Emir oldum.
Eğer iyilik edersem bana yardımcı olunuz, fena olursam doğru yola sevk ediniz.
Doğruluk emanettir. “Ben Tanrı’ma ve Resulüme itaat ediyorum, siz de bana itaat
ediniz.”Dedi
Bu suretle Hz. muhammed'in vekili olarak ilk Halife olarak Ebu Bekir seçildi.
Medine'li Us ve Hazrec kabileleri Ebu Bekir'e biat ettiler. Hz. Ali peygamberin ölüm
döşeği önünde bulunuyordu. Hz. Muhammed, Hz. Ali'yi halife yapmak istediği halde
kimse onun adını bile anmadı. Herkes devlet başına geçme sevdasına düşmüştü.
Hz. Ali'nin halife seçilmemesi, kısa bir zamanda Müslümanlığı kabul eden Arap
toplumunu ikiye böldü. Hilafet meselesi bir ihtilaf mevzu oldu. Ali'nin hilafetini
tanıyanlar “ Şii ve Aleviler” diye ayrıldılar. Karşı tarafta “Sünni‘ler” grubunu teşkil
27
ettiler. Hz Ali'nin halife seçilmemesinden dolayı Ali'yi sevenlerle Haşimiler Ebu
Bekire biat etmediler. Çok geçmeden yer, yer isyanlar çıktı.” S. 15 – 16.Ebu Bekir bu
isyanlar karşısında bunaldı. Hz.Muhammedin cenazesini;Hz. Ali,Hz. Abbas,Kusem
bin Abbas, ve Usame bin Zeyt ile defnederken; diğer din büyükleri iktidar
kavgasındaydılar!?Ebu Bekir bir emrivaki ile halife seçildikten sonra,Hz.Ali köşesine
çekilmişti.
Ebu Bekir, Feddek hurmalığını Hz.Fatmanın elinden almıştı.
Hakkını arayan
Hz.Fatmayı da bir iyice dövmüşlerdi. Babasından 93 gün sonra da Hz. Fatma
ölmüştü. İyice bunalan Ebu Bekir ve Ömer ikilisi Hz. Aliye, Ebu Ubeyde ile şu mesajı
iletmişlerdi:
“Ali’ye git, O’NA de ki; deniz tehlikeli, kara korkulu, hava boz renkli, gece karanlık,
gök açık, yer ise çıplaktır. Şeytan İslam ümmeti arasına düşmanlık sokmağa
çalışıyor. Sen bir köşeye çekilmiş, küskün duruyorsun. Sen bu ümmetin ekmeğine
katık gibisin. Bu ümmetin keskin kılıcısın. Eğrilip te kesmez olma, bu ümmetin tatlı
suyusun. Acıyıp ta bozulma ya Ali, Ensar ve Muhacirin benim sana biatimi isterlerse,
ben sana derhal biat ederim. Eğer düşüncen başka ise sen de bana biat et. Bize
yardımcı ol. Yolunu şaşıranları irşad et. Artık fitne kapısı kapansın. Allah’ı Teâlâ
bizim dediğimize şahittir.” Hz. Ömer de Hz. Ali’ye şu sözlerinin götürülmesini istedi:
“Ali’ye de ki; Ebu Bekir, bu ümmete cebir göstererek sıçrayıp ta halifeliği kapmadı.
Bu ümmetin şuurunu selbedip, gözlerini bağlayıp, akıllarını bozmadı. Allah hakkı
için öyledir. Ebu Bekir, malumunuz olduğu üzere aziz, âlicenap bir zattır. Hilafete bu
meziyetleriyle nail oldu. O hilafetten çekindi, hilafet ona sarıldı. Bu vazifeyi
Cenabıhak o’na ihsan etti!” Enver Behnan Şapolyo, Mezhepler ve Tarikatlar Tarihi,
s.16.Hâlbuki Aynı Ömer, tüm adaylara itiraz ederek:
“Hz.Muhamet hangi aşirettense, halife de o aşiretten olmalıdır!” Demişti. Veda
Haccında ve Hz. Muhammet’in ölüm anında, Hz. Ali’nin belirlenmiş olan Halifelik
hakkını gasp ederek nasıl da, günümüzdekiler gibi, topu Allaha havale
etmiştir! OSTÜZÜ.
“Halife, Halef, Naip, Peygamberin halefi ve kendisinden sonra, yerine
kaim olmak; (Halife Resul Allah) itibariyle, İslam Camiasının en Yüksek Reisinin yani
imamının unvanıdır”. İslam Ans. C.5.S.148.
“Sünni'lere göre halife olabilmenin ilk şartı: (Kureyş kabilesinden olmak) tır.
Şiilere göre de : (Hilafet bütün kureyş kabilesinden olanlara değil, ancak Hz Ali
soyundan gelenlere aittir). Fuat Kadıoğlu - Gericilik ve Ötesi - S. 15 – 16. Ebu Bekir'e
Resulullahın Halifesi; Ömer'e, Resulullahın Halifesinin, Halifesi; Osman'a
Resulullahın Halifesinin Halifesi denildi. Ali'ye Halife denildi.
28
ALİ'NİN HALİFE OLMASI NİÇİN İSTENİYORDU?
1- “Hz. Ali : “Ey Allah'ın peygamberi, bu işte senin vezirin olurum.” Dedi.Hz.Ali(
598-661).O tarihte Ali On yaşlarındaydı!?
“En yakın hısımlarını korkut: İnsanlardan sana uyanlara karşı kanadını indir,
mütevazı ol. Sana isyan ederlerse de deki: - şüphe yok ki, ben sizin yaptıklarınızdan
uzağım.” - Kur'an-ı Kerim, Sure XXIV, Ayet: 214 - 216.
Hz. Muhammed bu ayetlerle, en önce boy ve soy bakımından kendilerine en yakın
olanları davete memur olunca, Hz Hatice'ye yemek hazırlamasını emretti. Hz. Ali’ye
de Abdülmuttalip oğullarını çağırmasını buyurdu. Davete icabet edenler kırk kişi
kadardı. İçlerinde Hz. Muhammed’in amcaları Ebu Talip, Hamza ve Ebu Leheb de
vardı.
Yenildi, içildi sonra Hz. Resul-i Ekrem söze başlarken Ebu Leheb, arkadaşınız sizi
büyüledi gibi sözler söyleyerek sözlerini kesti. Gelenler dağıldılar. Hz. Muhammed
ertesi günü gene Aptülmuttalip oğullarını davete Hz. Ali'yi memur etti.
Geldiler, yenip, içildikten sonra, Hz. Peygamber söze başladılar. Buyurdular ki; - “Ey
Aptülmuttalip oğulları, Araplar için de, size benden daha üstün bir işle gelen birisini
bilmiyorum; size dünya ve ahıretin hayrıyla gelmekteyim; Allah, bana sizi ona
inanmaya çağırmamı emretti. İçinizde bana bu hususta yardım edecek, bana vezir
olacak kimdir? Kim bu işte bana yardım ederse o benim kardeşim, vasiyim ve
içinizde halifemdir; onun sözünü duyun ve itaat edin ona.”
Bu sözlere hiçbirisi cevap vermedi. Ancak Hz. Ali ayağa kalkıp :” Ey Allahın
Peygamberi; dedi, bu işte ben senin vezirin olurum. Hz. peygamber, Ali'nin
omuzlarından tutup buyurdu ki; Ali, kardeşimdir, vasiyimdir, sizin aranızda
halifemdir. Sözünü duyun, emrini tutun.
Topluluktan kalkıp Ebu Talib'e, Ali sana emredecek, ona itaat edeceksin diyenler,
onunla eğlenenler oldu. (Tabakaat-ı İbn-i Sa'd, Kenz'ülümmal, Ebu İshak, İbni Cerir,
İbni Hatem v.s) A. Gölpınarlı Hz. Muhammed ve İslam S. 55 -56.
2- Tebük Gazvesine giderken, Hz. Muhammed, Ali'yi, Medine'de yerine halife
bıraktığı zaman; ya Ali razı değil misin ki sen bana Harun Musa'ya ne menzildeyse o
menzildesin; ancak benden sonra peygamber yok buyurarak XX sure'nin 30’uncu ve
36’ıncı ayetlerinde Musa'nın Harun'u kendisine vezir etmesini: kardeş eyledikleri
zaman da Ali,'nin kendisine Musa'ya Harun ne mertebedeyse o mertebede olduğunu
bildirmiştir. Birçok münasebetle Ali bendendir ben Ali'denim; o, benden sonra her
inananın velisidir; benden sonra o sizin velinizdir buyurmuştur.” A.Gölpınarlı - 100
soruda Türkiye de mezhep ve tarikatlar S. 24 - Hz. Muhammed ve İslam S. 154.
3- “V’İNCİ sürenin 55-56’ıncı ayetlerinde :”Sizin veliniz, sahibiniz, ancak Allah'tır ve
elçisidir ve namaz kılanlar, rükûdayken zekât verenlerdir; kim Allah'tan ve
29
Resulünden yüz çevirirse, şüphe yok ki Allah bölüğü, üstün olanların ta kendisidir.”
Buyurmaktadır ki bu ayetler Hz. Ali'nin namazda iken gelip bir şey isteyen yoksula
rükûda, parmağındaki yüzüğü alması için elini uzatması ve
-Resül’i Ekrem(S.A.V) hastalığında bir gün; bana bir kâğıt, bir kalem getirin de s
yoksulun yüzüğü alması üzerine inmiştir.” A. Eser S. 24.
4-“Resul size bir yazı yazdırayım ki benden sonra ebediyen sapkınlığa düşmeyesiniz
buyurdu. Huzurunda bulunanlar bu yazının yazılıp yazılmaması hususunda
tartışmaya giriştiler. Perdenin ardında bulunan zevceleri: Resul’ullahın ne dediğini
duymuyor musunuz? Dediler. Ömer; onlar, dedi; Yusuf’un arkadaşları olan
kadıncağızlara benzerler. Resul'ullah hastalandı mı gözlerini ovuştururlar; iyileşti mi
boynuna binerler. Hazreti Muhammet; “bırakın onları buyurdu, onlar sizden
hayırlıdır.” Gene Ömer, bu tartışma sırasında, “Resul'ullah'a rahatsızlık galebe etti:
Allah'ın kitabı yanımızda o yeter bize demişti”. Resul'ullah sayıklıyor denmiş; hatta
hezeyan ediyor diye bir söz söylenmiştir; bu sözün Ömer tarafından söylendiği de
rivayet edilmiştir. Hz. Resul-u Ekrem (S.M) gidin yanımdan; bu sözlerden sonra
yazdırsam da ne çıkar buyurmuştur. A.Gölpınarlı Hz. Muhammed ve İslam S. 177.
5- Hz. Muhammed: Veda Haccı'ndan dönerken, Mekke ile Medine arasında bulunan
Gadiri Humm ağaçlığında mola verdiler. Hz. Muhammed namazdan sonra deve
havutlarından yapılan üç kademelik minbere çıktı. Hz. Ali'yi yanına çağırıp sağ
yanına oturtarak bir hutbe okuduktan sonra, Ali'yi elinden tutarak ayağa kalkıp:
“Ben kimin mevlası isem ( kimin üzerinde tasarruf ve vilayetim varsa) bu Ali, onun
mevlasıdır. (Onun üzerinde tasarruf ve vilayeti vardır.” Allah'ım onu seveni
(vilayetini kabul edeni) sev; ona düşman olana düşman ol; ona yardım edene yardım
et; onu hor tutanı hor, hakir eyle, nereye dönerse, yönelirse hakkı onunla beraber
et.”
1Hz. Resul’ün bu sözünden sonra sahabe, Ali'yi tebrike koşuştu. İlk olarak Ömer;
“ne mutlu, ne mutlu sana ki ey EbuTalipoğlu,” dedi; bugün benim ve kadın erkek,
bütün inananların mevlası (Veliyyülemri) olarak sabahladın. A.Gölpınarlı. Hz.
Muhammed ve İslam S. 172 - 173.
Yukarıda saydığımız hususlar nedeniyle, Ebu Bekir'in halife seçilmesi Müslüman
Araplar arasında birlik ve beraberliği sağlayamadı ve yine; yukarıda saydığımız
hususlar nedeniyle hilafet meselesi günümüze kadar derin anlaşmazlık kaynağı
olmakta ve kamplara bölünen Müslümanların kanını akıtmakta devam etti. Al
şahrastani “İslam Tarihinin hiçbir devrinde hiçbir dini akdinin hilafet kadar ihtilafa
sebep olmadığını ve kan dökmediğini” söyler. İsl. Ans. Cilt. 5 - S.153.
İran'da tahta geçen Nadir Şah, Sünnilik ve Şiilik kavgalarını ortadan kaldırmak istedi:
İki defa İstanbul'a heyet gönderdi, İstanbul’daki softalar dinlemedi:” Şiilerin malı,
canı, ırzı helaldir. Onlar kâfirden kötüdür”,dediler.
Nadir Şah: “Etmeyin, ben sizin atalarınızla yakın akrabayım; Kayıhanlı Aşiretinin
İran'da kalmış bir kolundanım, Avşar Türklerindenim.”Dediyse de olmadı.” - Besim
30
Atalay - Türk Dili ile İbadet S. 23 Dipnotu.
“Şah İsmail, büyüyünce, Akkoyunluların
yerine bir devlet kurmayı gaye edindi. Babası Şeyh Haydar'ın yerine Şeyhliğini ilan
etti. Kısa bir zamanda; Şah İsmail'in etrafına Avşar, Kaçar ve Dulkadirli ve Rumlu
denilen Türkmen Şii aşiretleri topladı. Tebrizi merkez yaparak (Safavi Devleti)’ni
kurdu. Şii Mezhebini de resmen ilan etti. Şah İsmail Yezd ve İsfahan taraflarındaki
Sünnilerden 30.000 kişiyi katlettirdi. Hüseyin Bey adlı birisini demir kafes içinde
yaktırdı. Murat Bey adında bir Beyi de etlerini parçalattırarak kebap ettirdi.” Enver
Behnan Şapolyo - Mezhepler ve Tarikatlar Tarihi - S.355.
“Şah İsmail siyasi bir gaye için Şiiliği Anadolu Türkmenleri arasına yaydı. Şah kulu
namlı bir Şii lideri Osmanlı ordularını yenerek Sadrazamı öldürdü. Bunun üzerine
Aydın'dan Sivas'a kadar Şiiler kovalandılar.” İsl. Ans. Cilt: 10 S.423 - 424.
Yavuz Selim, İran üzerine sefere çıkmadan önce, Anadolu'ya adamlarını göndererek
İran Şiilerine mensup ne kadar Şii varsa bunların defterlerini tutturdu. Bunlar,
Anadolu birliğini bozan, her tarafı soyan Safavi Devletini siyasi emellerine hizmet
eden Şia tarikatı mensuplarıdı! Defter gereğince bunların sayısı 40.000 kişiyi
buluyordu. Derhal bunların katledilmelerini emretti. İran'ı, Arabistanı alt üst eden bu
anarşi unsurlarını öldürdüler. Türkmen Kızılbaşlara ve Bektaşilere dokunulmadı.
Mısır Hükümdarı Kansu Gavri'nin yapmakta olduğu halifelik propagandasının
kırılması, Şah İsmail'in Şiiliği yayama çabaları Şahkulu ayaklanması, Çaldıran
Meyden savaşında iki Türk'ü vuruşturmuştur. Yanlış; insanlar Türk oldukları için
öldürülmüşlerdir.
- İsl. Ans. Cilt 10. S. 423-426-434.
- E.B. Şapolyo'nun sözü edilen eseri S.359.
“Şah İsmail'in oğlu Tahmasb'ın ölümü üzerinde Kahkaha kalesinde mahpus bulunan
İsmail Mirza 22.08.1576 da hükümdar oldu. İlk yaptığı iş bazı Kızılbaş ileri
gelenleriyle şehzadelerin çoğunu ortadan kaldırmak oldu. Camilerde üç halifenin
kötülenmesinin yasaklanmasına ve bu maksatla mescitlerin duvarlarında yazılan
yazıların silinmesini istedi.” İsl. Ans. Cilt 10 S. 54-55.
Günümüzde de Elbistan ilçesinde; Alevi Türklerle Alevi olmayan Türkler arasında
geçen, çok çirkin olduğu kadar çağımıza ve Kemalist ilkelere ters düşen, olaylar
üzerine uzun, uzun düşünmemiz gerekmektedir. 1972 den sonra neler oldu neler...
Kahramanmaraş, Malatya, Çorum, Sivas yakıldı, yıkıldı...
MAHİYETİ YÖNÜNDEN HİLAFET
İslam bilginlerince, hilafet, mahiyeti yönünden ikiye ayrılır:
1- Hilafeti Kamile (Hakikiye)
Müslümanların rıza ve seçimiyle meydana gelen bütün özellikleri
kapsayan hilafettir.
31
2- Hilafeti Suriyye
Şartlar haiz olmadan halkın arzusu dışında, zorla elde edilen hilafettir.
Örneğin:
Dört halife halkın reyiyle seçildiği halde; Şam Valisi Muaviye siyasi dalavere, altın,
iftira, yalan ve silah yoluyla hilafeti ve saltanatı ele geçirmiştir. Oğlu Yezit de aynı
şekilde hilafet ve saltanat makamına oturmuştur. Hicri (41-132), Miladi (661-750)
seneleri arasında 14 Emevi halifesi hüküm sürmüştür. İsl. Ans. Cilt: 4. S.240, Cilt:5.
S. 152-153 - Enver Behnan Şopolyo'nun sözü geçen eseri. - Fuat Kadıoğlu Gericilik
ve Ötesi S. 14-15-16. Cumhuriyet Ans. Cilt:5 S. 1598.
Hilafetin iki esası vardır:
1- Hz. Muhammed’e nispet (Hilafet-i Nübüvvet)
2- Müslümanlara nispet. Emir’ül Mümin-Halife.
Müslümanların bazılarına göre; devlet yönetiminde ve imamlıkta Hz. Muhammed’e
halef ve naib olabilmek ona akrabalıkla mümkündür. Hiçbir dini kurala dayanmayan
bu görüş, Hz. Muhammed'in tüm yakınları iktidar uğruna öldürülürken Müslümanları
bir bayrak altında toplayamamıştır. Bu görüşün iki gerçek dayanağı olabilir:
1- Hz. Muhammed, yeni bir devlet kurmuştur. Eskiden olduğu gibi, devlet
kurucusunun çocukları ya da yakınları tarafından yönetilmelidir. Devlet idare
etmenin tüm örnekleri bu şekilde olduğu gibi; Davud’un, öldürttüğü General Sitti
Uria’nın karısından nikâhsız doğan oğlu Süleyman ve onun oğulları sırayla devlet
yönetmemiş miydi?
2- Arap; her işte, önce kendi boyunu soy ve sopunu düşünen bir toplumun malıdır.
Bu işte de Hz. Muhammed'in soyu yönetici bir sınıf olarak kabul edilirse; ortaya
çıkması zorunlu olan siyasi çekişmeler önlenir. Arap toplumu ve İslamiyet büyük
çekişmelerden kurtulmuş olur. Bu düşüncelerle hilafetin esasları saptanmış olabilir.
İkinci önemli etken de, ümmetin rıza ve seçiminin gerekli olmasıdır. Hilafeti Suriyye;
gerçekten hükmetmek, saltanat sürmektir.
Seçimle işbaşına gelen dört halifeden sonraki tüm halifelerin tarih içinde işgal
etmekte oldukları yer böylece ortaya çıkmaktadır. Halife seçilmeyen Ali, Ebu Bekir
ve Ömer'in Ebu Ubeyde ile gönderdikleri çok veciz çağrıya uyarak Ebu Bekir'i
ziyarete gitti. Devlet işlerinde yardımcı oldu. Ali'nin halifelik olayı da böylece
küllenip gitti. Emevi Saltanatına kadar altı halife ve yönetici geçmiştir.
32
Ebu Bekir
632 - 634
Ömer
634 - 644
Osman
644 - 656
Ali
656 - 661
Hasan
661 - 6 ay
Hüseyin
661 - 6 ay
Ömer'in öldürülmesi üzerine Emevilerden, Hz. Peygamberin damadı Osman halife
oldu. Osman'ın para hırsı, partizanca tutumu, tüm işlerin başına Emevi soyundan
adamlar getirilmesi; kâtibi Mevran'ın entrikaları, öldürülmesine ve Müslümanların bir
daha birleşmemek üzere bölünmelerine yol açtı. Osman'dan sonra Ali'nin halife
seçilmesi; Osman öldürüldüğü gece, evinin önünde Ali'nin çocuklarının /Hasan ve
Hüseyinin/ nöbet beklemesi; Osman'ın Ali tarafından öldürdüğü propagandasının
yayılmasına yol açtı.
Şam valisi Muaviye, Osman'ın ölümünden Ali'yi sorumlu tutarak Ali'ye başkaldırdı.
Gerdanlık olayından ve Ayşe’yi boşaması için Peygambere öneride bulunan Ali’ye
kırgın olan Ayşe'de, Zübeyir ve Talha ile birleşip; Ali'ye karşı açılan savaşa bizzat
katıldı.
Sıffın muharebesin de yenilmek üzere olan Muavviye taraftarları; Amr-ibnül As'ın
oyunu ile mızraklarının ucuna Kur'an-ı Kerim sayfalarını bağlayarak Ali'nin ordusuna
karşı çıktılar.
Bu durum karşısında, Ali'nin ordusu dövüşmedi hakeme
başvuruldu. Ali'nin hakemi olan Ebu Mürsel Esari bir kürsiye gelerek: -“
Parmağımdaki yüzüğü nasıl çıkardıysam Ali'yi de hilafetten öyle çıkardım.”dedi.
Ondan sonra kürsiye çıkan Amr-ibnül As : “Ben de, dedi, bu yüzüğü nasıl
parmağıma takıyorsam, Muaviye'yi halife tayin ettim.” Üç ay süren sıffın muharebesi
ve sonrasında; Ali siyasi entrikayla müthiş bir yenilgiye uğramış oldu. Arap halkı da
üç guruba ayrıldı:
1- Ali'yi tutanlar, Şiiler.
2- Muaviye ile çatışmayı kesip hakem tayinine rıza gösterdiği için Ali'ye
kızanlar, Hariciler.
3- Muaviye'nin Şam'daki saltanatını kabul edenler, Sünniler.
Hariciler, Ali'yi, Muaviye'yi ve Amr’ibnül As'ı öldürmeye yemin ettiler.
Bir sabah namazına giderken; zehirli kılıçla başından yaralanan Ali öldürüldü.
Muaviye yaralandı; Amr-ibnül As yerine; o günkü cuma namazını kıldıran kimse
yanlışlıkla öldürüldü.
Halife seçilen Hasan, Muaviyenin casusu olan karısı tarafından zehirlenerek.
Muaviye'nin oğlu Yezit te halife Hüseyin'i, oğlu Zeynelabidin hariç, erkek çorcuklarla
beraber 72 kişiyi Kerbela’da öldürttü.Haricilerin zamanla kaybolmasına sünnilerle
Şiiler birbirlerine düşman kesildiler. Şiiler, Aleviler, Kızılbaşlar, Bektaşiler
peygamber nesline yapılan bu korkunç cinayetleri unutmadılar.
33
Müslüman Araplarla Türkler arasında ilk karşılaşma Emeviler döneminde oldu. 705
Yılın da Horasan'a vali olan kuteybe Bin Müslim, Türkçe konuşanların dilini kestirdi.
Semerkant ta bir günde 10.000 Türk'ü uçkurlarıyla ağaçlara astırdı. Türkçe konuşan
dilleri kestirtti. Türk ellerini baştanbaşa yağma ettirdi.
Arap komutanı olan Kuteybe önce hile ile Türkistan’ı ele geçirdi; sonra da Türklerin
bilginlerini öldürttü; düşünen kafaları kopardı; yazıları yasak etti. Kitapları yaktırdı;
tapınakları yıktı. Bir din yayıcısına değil; bir Arap milliyetçisine yaraşır surette
davrandı. Türk iç varlığını yaşatacak ne varsa din adına yok edildi.” --Besim Atalay Türk Dili ile İbadet S.17.
ARAP K ATLİAMLARI! TALKAN VE CURLAN!
“Kuteybe—Kuteybe bin Müslim-, Buhara ve Taşkent’te 10.000 Türk subayını,
uçkurlarını kullanarak, ağaçlara astırtan Emevi Müslüman Arap komutanı---/Ostüzü, buna
karşılık Belh şehrinde hazırlık yaparak, baharda büyük bir ordu ile Talkan şehrine doğru
yürür. O ana kadar bir direniş hazırlığı yapamayan Talkan şehri meliki Sehrek, Kuteybe’nin
gelişinden önce şehri terk eder. Şehre hiç savaşmadan giren Kuteybe’nin adamları şehirde
eli kılıç tutabilen ne kadar erkek varsa hepsini kılıçtan geçirirler. Bu Katliam o zamana
kadar yapılanların en büyüğüdür. Kuteybe bu katliamı diğer beyliklere ibret olması için
yapar. Kuteybe’nin askerleri öldürebildikleri kadar öldürürler, geri kalanları da, Talkan yolu
üzerindeki ağaçlara asarlar. Bu yolun 4 fersah ( 24 km.) mesafelik bölümü Türklerin
ağaçlara asılan cesetleri ile doludur. Talkan katliamı tarihe, Arapların o güne kadar
yaptıkları katliamların en büyüğü olarak geçmiştir. Halk, Müslüman Araplarla savaşmadığı
halde, Kuteybe ve askerleri sırf diğerlerine örnek olsun diye 40.000 kadar kişiyi kılıçtan
geçirmiş, ağaçlara asmıştır. Talkan ve Curcan katliamları olarak tarihin kara sahnesinde
yerini aldılar. Biri de diğerinden aşağı kalmaz. Belki Türklerin kanlarından ekmek
yapılması-yenmesi üfürme olabilir ama geri kalanı doğrudur. EK:17.000Türk’ün kanını
ucunda değirmen olan bir dereye akıtarak, bu derenin suyu ile öğüttükleri buğdaydan
yaptıkları ekmeği yiyerek, Türklerin kanından yapılmış ekmekleri yedik diye övünmeleri de
bundandır! Ostüzü.
Tarih kitaplarında okutulmaz, tarih bölümlerinde söylenmez, sorsan tarihçilere, şöyle
derler: Aslında Türkler Çinlilerle savaşırken yardıma gelmiş Araplar, sonra Türkler Araplara
karşı sempati beslemiş, islama yönelmişler ama sonrasında bir takım istenmeyen olaylar
meydana gelmiş, bunun üzerine bu savaşlar yapılmış, o kadar da kötü şeyler olmamış
canıııımm…
Bütün Türk tarihindeki olaylar kötü, savaşlar şiddetli, vurdular kırdılar gerçek, bir tek
Türkleri Arapların katletmesi gerçek değil. 30000–40000 Türkten bahsediyoruz. Kılıçsız
silahsız bazıları da pes etmiş. Ama bu sayılmaz, niye? Araplar iyi ya? Cici ya? Din
kardeşimiz ya? Vay anasını arkadaş, hayret. Bu kadar da üstü örtülmez ki böylesi
olayların.
Kuteybe denen Aziz kişilik, Araplara mahsus üç kere tekrarlamak alışkanlığıyla hepsini
öldürün diye fetvalar vermiş. Sonra da "aman efendim, gök tanrı'ya benziyordu islamın
Allahı, ondan Müslüman olduk." He ya, aynen öyle1”Dediler!. Neden Hıristiyan olmadık?
İsa gök tanrıya benzemiyor muydu? Musa’nın rabb'ı neye benziyordu peki? Zeus?
34
İnsan Hıristiyan gücenmiyor da salak gibi, Müslüman’a güceniyor, düşünüyor ki: Hadi o
düşman, hadi o haçlı, hadi o almaya geldi, devşirmeye, tahribata, saflarına çekmeye, sen
ne bok yemeye geldin yıllardır milletin üstüne? 1500 senedir Türkle uğraştığın yetmedi,
hâlâ rejimini satmaya çalış.
3.“Talkan katliamı ile birlikte 100.000'e yakın Türk’ün öldürüldüğü ve onbinlercesinin köle
ve cariye olarak pazarlarda satıldığı iddia edilen katliam.
Taberi’nin,”Milletler ve Hükümdarlar Tarihi,”adlı altı ciltlik kitabını MEK’LIĞI yayınevinden
satın almıştım. Bu kitapta; Arapların; İran, Horasan ve Türk Ellerinde yapmış oldukları
insanlık dışı katliam ve uygulamalar, diğer Araplar gibi, övünerek anlatılmaktadır. Burada,
bir bloktan aldığım iki büyük Türk Kıyamının öyküsü anlatılmaktadır. Türkler için”Yağmacı
ve Kıyıcı” diyen Aymaz ve Hainlerimize bu yazı armağan edilmiştir: Ostüzü
,
“ Bir defasında Abdurrahman bin Müslim, Kuteybe'ye, 4000 esirle gelmişti. Kuteybe,
Abdurrahman'ın böyle kalabalık Türk esirleri ile geldiğini görünce hemen tahtının
çıkarılmasını ve bir meydana kurulmasını istedi. Tahtının üzerine mağruru bir eda ile
oturan Kuteybe, bu Türk esirlerinden bininin sağına, bininin soluna, bininin arkasına ve
bininin de önüne dizilmelerini söylemiş ve sonrada Arap askerlerine dönerek yalın kılıç bu
Türklerin kafalarının koparılmasını emretmiştir. EK: Ostüzü: Müslüman Araplar, kendi
peygamberleri olan Hz. Muhammed’in: BİR İNSANI ÖLDÜREN BÜTÜN İNSANLARI
ÖLDÜRMÜŞ GİBİR!”Hadisini hatırlamaz olmuşlardır tarihleri boyunca.”Cebbar, zorba,
İnsafsız Arap komutanının etrafının bir anda bu Türklerin kafa kol ve gövdeleri ile bir kan
gölü haline geldiğinden hiç kimsenin şüphesi olmamalıdır. Bu Muharebelerde öldürülen
Türklerin haddi hesabı yoktu. Nitekim bu Vahşetten adeta gururlanan bir Arap şairi Kaah
el-Aşkari şöyle haykırmıştır: “Kazan ve Facfac önlerinde korkudan birbirlerine sarılmış
zavallı Türkleri öldürdüğünüz geceleri hele bir hatırlayınız. Herkesi kılıçtan geçirdiniz.
Sadece ata dahi binmeyecek yaşta küçük Çocuklar kaldı. Binenlerde o hırçın atların
sırtında sanki bir yük gibiydiler. ( Sayfa 314 )” “Harzem'de ayaklanan halk, Kuteybe ile
işbirliği yaptığı için Caygan’ı öldürür. Bunun üzerine, Kuteybe bütün Harzem'i yakıp yıkar,
halkı kılıçtan geçirir. Harzemli ünlü Türk bilgini, Biruni Harzem'deki Uygarlığın yok edilişini
şu şekilde anlatır. "Kuteybe, her çareye başvurarak Harzemlilerin yazılı dilini bilenleri,
geleneklerini Koruyanlarını, bütün bilginleri öldürttü, böylece her şey karanlıklara
gömüldü.”” Katliamdan geriye kalan kız ve kadınlardan beş de biri cariye olarak Halifeye
ayrıldıktan sonra, geriye kalanlar askerler arasında ganimet Olarak paylaştırılır”.Ek:
Ostüzü: Hz. Ömer zamanında, İran Hükümdarının üç kızı Mekke Esir pazarına getirilerek
satışa sunulur. Kızların asaletleri nedeniyle, diğer esir kadınlardan farklı olmalarına Halife
Ömer karar vererek yeni bir fiyat listesi hazırlar. Kızların ikisinin bedellerini kesesinden
ödeyen Hz. Ali, kızların birisini oğlu Hasan’a, diğerini de Hz. Ömer’in oğluna armağan
eder. Hasanın soyundan gelen kişiler bu İranlı esirden olanlardır.”
Emeviler; Semerkant'daki kumaş, kâğıt, bakır ve gümüş fabrikalarını yağmalayıp; bu yöre
halkını da, kendileri gibi çadırlı bir yaşantı sürdürmeye zorladılar.
Müslüman olan Türkmenler arasında Aleviler geniş bir propagandaya girişerek, Türk
ellerinde Emevilere karşı geniş bir cephe kurmasını başardılar. Türkler; ister Alevi, ister
35
Sünni olsun dürüst, yiğit ve haksızlığa uğramış bulunan Ali’yi sevdiler. Müslüman olan
Türkler, Ali’yi eski dinlerin de kutsal saydıkları Oğuz Han’ın yerine koydular. Ali; savaşları
ve yaşantısıyla Türklerin gönlüne eşsiz bir biçimde yerleşti.
Emeviler döneminde saltanat ve hilafet Devlet Başkanına aitti. Horasanlı Müslim adında bir
Türk çocuğu, düzenlediği bir ayaklanma ile Emeviler devrine son verdi. Müslim, kuvvetin
ve gücün kaynağı, başı olduğu halde, iktidarı Abbasilere vermenin cezasını, ilk Abbasi
halifesi tarafından işkencelerle öldürülmek suretiyle gördü.
Abbasiler döneminde 37 halife hükümdar hüküm sürdü. İsl. Ans. Cilt: 1 S. 18 - 22.
Halifelerin yaptıkları kötü işler; sorumsuz ve sınırsız davranışlar Müslümanlığa büyük
zararlar vermiştir.
Emevi halifelerinden Kur'an-ı Kerim'e hakaret etmekten zevk duyan, o nu ayakları altında
çiğneyenler olduğu gibi, Hz. Peygamberin hırkasını rakkaseye giydirip huzurlarında raks
ettirenler de vardı. “Emevi sülalesine mensup hükümdarların çoğu, namazlarda imamet
vazifesini ifa etmekle beraber genel olarak hilafetin dini cepheleriyle fazla alakadar
olmamışlardır. Aksine, bazıları imam durumu olan bir zata değil, alelade bir insana
yakışmayacak hareketleri dine karşı yapabilmişlerdir. Mesela, bu sülale halifelerinden
Velit, Kur'an-ı Kerim'e hakaret etmekten özel bir zevk duyardı. Hatta sarhoş olduğu bir
gün, fal açmak için Kur'an-ı almış çevirdiği sayfanın ahiret azabından bahsettiğini görünce,
parçalayarak ayağının altında çiğnemiştir.” Fuat Kadıoğlu. Gericilik ve Ötesi S. 11, Besim
Atalay'ın sözü edilen eseri S. 66.
İhtişamlı saraylarda zevke dalan, her türlü haksızlığı işleyebilmek sorumsuzluğu ile
yaşayan halifeler halkın sefalet ve cehaletten din adına, Tanrı adına söz söyleyen her
şahsın peşinden gitmelerine ve devlet güçleriyle çatışmalarına yol açmışlardır. Tüm
ihtilalcı ve ortak mülkiyet esasına dayanan tarikatlar halifelerin halkı unutmaları
nedeniyle ortaya çıkmışlardır. Adaletsizliğe örnek vermek gerekirse; bu örneklere
sayfalarımız yetersiz kalır:
“Halife Mansur, ilk zamanlar Ebu-Hanife'ye pek çok iltifat etmiş ve hatta bir aralık
Bağdat inşaatına nazır bile yapmıştı. Bağdat kadısı İbn-i Ebu Leyla öldükten sonra
Bağdat kadılığını kabul etmesini teklif etti. İmam-ı Azam bunu kabul etmedi. Kendisi
kat'iyyen böyle bir memuriyeti istemiyordu. Evvelce de teklif edilen bir memuriyeti
kabul etmediği (H.130) tarihinde on gün hapsedilmiş ve dayakta da atılmıştı. Bu
memuriyeti de kabul etmeyince Mansur bunu bahane ederek tekrar hapsettirdi.
Hapiste o kadar dövdüler ki, bunu tesiriyle hapishanede secdede iken yetmiş
yaşında iken Rahmet'i Rahman'a kavuştu. A.H.Akseki - İslam Dini S. 69.
“Ahmet bin Hanbel, içtihadının hilafına teklif edilen bir meseleyi kabul etmediğinden
hapse atılmış ve yirmi sekiz ay kadar en şiddetli bir şekilde hapsedilerek
dövülmüştür. En sonra yediği dayaklardan husule gelen zayıflığı tesiriyle
dayanamayarak Rahmet'i Rahman'a kavuşmuştur. Aynı Eser S. 72.
Halifelerin emriyle, günümüz Türkiyesinde en normal olay kabul edilen şeylerden
dolayı dövülerek öldürülen b u iki büyük âlim iki büyük mezhebin kurucusudurlar.
36
Âlimlere böyle bir davranışı emreden anlayıştan Tanrı basit vatandaşları korusun.
Hasan Sabbah; Sultan Melikşah'a yazdığı ünlü mektubunda meşhur Harun Reşidin
kız kardeşi Abese sultanla baş başa kapanıp şarap içtiğini anlattıktan sonra :”
Rey'den Bağdat'a geldim. Abbasi halifeleri Mürüvvet ve fütüvvet ve Müslümanlıktan
hariç buldum...
“Araplar İslamlıktan sonra çarçabuk bozuldular, birdenbire kavuştukları bolluk ve
gönçlük onları gevşetti; zevke ve safahata daldılar. Bereket versin; doğudan akıp
gelen ve milli ahlakları bozulmamış bulunan Türkler İslamlığı tuttular. Kanlarıyla,
canlarıyla onu savundular. Beri tarafta Araplar, daha doğrusu halifeler Bağdat
saraylarında keyiflerinde ve zevklerinde idiler...
Başka şehirlerdeki ahlaksızlıklar bir yana bırakıyorum: Mekke ve Medine
şehirlerinde bile zevk ve sefahat ayyuka çıkıyordu. Kadın erkek bir sürü köle evlere
doluyordu. Dört bin altına ve daha ziyade paraya güzel köleler ve cariyeler satın
alınıyordu; yer, yer saz ve içki âlemleri kuruluyordu. Medine'de seyitlik davasında
bulunanların evlerinde bile bu çeşit kepazelikler vaki oluyordu. (İslamlıktan sonra
Emevilerin hele Abbasiler devrindeki sefahatin ve ahlaksızlığın derecesini anlamak
isteyenler son yıllarda Mısır'da çıkmış olan -Zuhur-ul İslam- adındaki eseri
okusunlar. Ben yazmaktan utanıyorum.)
Emevi halifeleri bu hayata göz yumuyor, adeta teşvik ediyorlardı; halkın politik a ile
değil, safahatla uğraşmaları işlerine geliyordu.
Abbasoğulları devrinde bu yıkıcı görenek devam etti. Halife Emin, sefahat işlerinde
başta geliyordu, hiçbir fenalıktan çekinmiyordu.
Abbasilerin en büyük halifesi olan Harun-Er Reşit'in sarayında 2000 cariye vardı; genç ve
güzel kölelerin sayısı da hayli çoktu, bunlara kadın elbiseleri giydirirler, kıymetli
cevahirlerle süslerler, çarşafa koyarlar idi. Bu adet bugün dahi İran'ın güneyinde
Basra körfezi kıyısındaki memleketlerde böylece devam etmektedir. O zamanlar
güzel köle ve güzel cariye ticareti çok kazançlı bir şeydi. Bir takım esirciler çocukları
ya çaldırır ve satın alırlar, ya da savaşlarda sürülen tutsaklar arasından seçerlerdi.
Ele geçirdikleri yavruları hususi yelerde terbiye ederler, her işe yarar hale getirirler,
okuturlar, yazdırırlar, saz, söz oynama öğretirler, sonra saraylara, köşklere,
konaklara yüksek paralarla satarlardı. Bu alış verişte ün almış olanlar vardı.”-Besim
Atalay - Türk Dili İle İbadet S. 32 – 33.
Arap halifeleri, Arap milliyetçiliğini her devirde, İslamiyetken üstün tutmuşlardır.
Abbasiler devrini; başına geçtiği Müslüman Türk kuvvetleri ile kuran Horasanlı
Müslim, Türk olduğundan dolayı işkencelerle öldürülmüştür. Harun Reşit'in ünlü
veziri Barmek oğlu Cafer'de Türk olduğu için Harun Reşit tarafından öldürülmüştür.
Harun Reşit'in kız kardeşi Abese Sultanla olan aşk yaşantısı nedeniyle öldürüldüğü
iddiasına, ünlü Arap bilgini İbn-i Haldun Mukaddem’sinde ortak olmuyor.
“Bir Arap prensesi emrinde çalıştırdığı köle bir Türk ile sevişmez diyor.”
37
Komünizm bölümünde incelediğimiz Babekizmi dört sene çetin bir uğraştan sonra
ortadan kaldıran Afşin Beyde Müslüman olduğu halde Arap halife tarafından Türk
olduğu için öldürülmüştür. Araplar, milli varlıklarını unutturdukları Türkleri amaçları
uğruna kullanıp, amaçlarını gerçekleştirdikten sonra öldürmekten çekinmemişlerdir
:”Abbas Oğullarının dokuzuncu halifesi olan Mu'tasım zamanında Fergane
Türklerinden Afşin adında bir kimse Müslüman olmuş ve Bağdat'a gelmişti. Yiğitliği
ile tanınan Afşin orduya alındı birçok yaralı işler görerek bir hayli yükseldi. Bunu
çekemeyen Araplar iftira ettiler ve “Afşin iyi bir Müslüman değildir; sünnet
olmamıştır; her gece memleketten getirmiş olduğu bir kâfir kitabını okumadan
yatmaz.” Dediler. Halife hemen bir mahkeme kurulmasını emretti. Afşin Bey, sorulan
şeylere doğru ve mertçe cevaplar verdi, hiçbir şeyi saklamadı ve “Evet sünnet
olmadım, bu dini zaruri kıldığı bir emir değildi, nihayet sünnettir. Hem de benim
yaşım ilerlemiş iken Müslüman oldum, canımı acıtmakta bir sebep
görmedim.”Demiş. “Sen bu kadar savaşlara giriyorsun, yaralar alıyorsun, o acılara
dayanıyorsun da neden sünnet olmuyorsun” dediklerinde.” Harp içtimai bir
zarurettir; savaşmak gerekirse yine çekinmem.”Cevabını vermiş.”Sen geceleri bir
kitap okumadan yatmazmışsın; bu Müslüman kitabı değilmiş, içerisinde resimler ve
suretler varmış, o nedir? Diye sormuşlar. O da: “-Atalarımdan kalma bir kitaptır,
onların tarihidir okumakta bir günah yok bildim.”diye karşılamış. Mahkeme hiç
çekinmeden bu şeyleri suç sayarak adamın ölümüne hüküm etmiş, hüküm de derhal
yerine getirilmiştir. Kitap da yakılmıştır. İlmi ve tarihi aydınlatacak bu kitapla birlikte
Müslümanlığa canı ve başı ile çalışmış bu adam ortadan kaldırılmıştır. - Bak
Cevahir-i Mültekata - besim Atalay A.e.s 17 - Dipnot.
Gerek halife olsun, gerek basit bir Arap olsun Arabı her şeyden üstün tutma
prensibi, Araplar arasında her devirde uygulanmıştır. (Osmanlı ordusunda Cavit
Paşa, Birinci Dünya Savaşı’nda Bağdat'ta vali iken; Irak'taki din ulemalarını
çağırarak Büyük Din Savaşı için fetva istediğinde : -Büyük savaş genel olur, özel
olmaz- cevabını almıştı. Bağdat müftüsü Cavit Paşa’ya:
”Hz. peygamberin yaydığı ve tesis buyurduğu din ve şeriat hükümlerinin temini,
devam ve bekası kavmi necibi araba aittir,” demiştir. “ Cavit Paşa Irak seferi 334
S.35 Besim Atalay Türk Dili İle İbadet. S. 82.
Acaba; Arap müftü bu sözünü söylerken şu hadisleri bilmiyor muydu? Şüphesiz
biliyordu:
“Düşünde bak; sen kızıl yahut simsiyah renginden dolayı hiç kimseden hayırlı
değilsin; üstün olmak istersen çekin Allah'tan.” Cami Cilt. 1 S.71.
“Kavminin, boyunun tarafını güdüp, gözeten; halkı o yana çağıran bizden değildir.
Kavminin, boyunun tarafını güderek savaşan bizden değildir. Kavminin boyunun
tarafını güderken ölen, bizden değildir.” Cami ll. - S. 116 “Müslümanlıkta ne şunun,
ne de bunun soyundan gelmekle övünmek, yerinmek vardır; ne şu, yahut bu
boydan, soydan olmakla övünmek, yerinmek” Cami S.194.
Halife hükümdarlar; haktan ve halktan koptukça siyasi güçlerini kaybetmişlerdir.
38
Tarih bize göstermiştir ki; merkezi otorite gücünü yitirdikçe, merkeze uzak
bölgelerde yeni, yeni güç kaynakları ortaya çıkmıştır.
“Hilafet kurumu, Dünya kudretinden mahrum kaldıkça rakiplerle karşılaşmıştır.
Onuncu yüzyılda Bağdat halifesinin karşısında iki rakibin mevcudiyeti
görülmektedir. 928 de Endülüs'te hükümdar olan Abdurrahman üçüncü halife
unvanını almış ve kendisinden sonra gelen ahfadına aynı sıfatı bırakmıştır. 909 da
Mehdiye'de kendi kendilerine halife unvanını alan Şii mezhebinden olan Mısır
Fatımileri görülür.” Fuat Kadıoğlu'nun sözü geçen eseri S.12.
Halifelik ancak sultanın kuvvetli olduğu zamanlarda bir mana ifade edebilmiş, zayıf
zamanlar, da ise dâhilde dahi bir kıymet ifade etmemiştir. Mesala, halife unvanına
haiz olmalarına rağmen ikinci Osman, Deli İbrahim, Birinci Mustafa, avcı Mehmet,
İkinci Mustafa, Üçüncü Ahmet, Üçüncü Selim hakaretlerle tahtan indirilmişler veya
öldürülmüşlerdir. Hilafetin behemehâl lüzumlu İslami bir müessese olmadığı,
Kuran’da buna ait hiçbir ayet bulunmaması ile sabittir.” Fuat Kadıoğlu Gericilik ve
Ötesi. S. 14.
Halifelik bir güç kaynağı olsaydı; zorla iktidarı ele geçiren Muaviye ve Yezit
tarafından üç namlı ve asil halife şehid edilmezdi. Güç, halifeliğin kendisinde
değilde, siyasi iktidardadır. Hilafet ve siyasi iktidar bir kişide birleştiğinde bu
hususun değeri gereği gibi anlaşılmamıştır. Birlik ve beraberliği sağlayan;
hükümdarlık kudreti olmuştur. Abbasiler döneminde Bağdat halifelerinin; Memluklar
(Kölemenler) döneminde de Mısır halifelerinin her türlü kudretten yoksun birer kukla
olduğunu göreceğiz.
Tarihi incelediğimizde; aynı devirde;
1- Bağdat'ta Abbasi Halifelerinin,
2- Mısır'da Fatımi Halifelerinin,
3- Endülüs'te Endülüs Halifelerinin,
4- Fas ve Cezayir'de Şii Halifelerinin
Hüküm sürdüklerini görürüz. Esat Mahmut Bozkurt - Atatürk İhtilali S.351.
Bu halifeler de
çekinmemişlerdir:
birbirlerini
yok
etmek
için,
Hıristiyanlarla
anlaşmaktan
Peygamberimizin amcası neslinden gelen Abbas oğulları halifeleri arasında sayılan
Harun-Er Reşit, Endülüs Müslümanlarını ezdirmek için Fransa kralına ağır ve
kıymetli hediyeler gönderiyordu.
İran
şahlarından
Tahmasb,
Osmanlı
Türklerinin zararına Avrupa'dan yardımcılar bulmak için elçiler ve heyetler
gönderirdi.” Besim Atalay - Türk Dili İle İbadet - S. 24.
“Nitekim Şehit Nurettin'i Haçlıları Filistin'den sürüp atmaya çalışırken Mısır'daki
Fatimi halife, peygamber torunlarından olduğu iddiasında bulunan halife, Haçlılarla
39
Nurettin'e karşı ittifak yapıyordu. Tıpkı 1914 - 1918 Dünya savaşında Mekke emiri ve
peygamber torunu Şerif Hüseyin'in biz Türklere karşı düşmanlarla birleşerek
Müslüman Arapların Türklere silah atması gibi. “Mahmut Esat Bozkurt Atatürk
İhtilali. S. 352. İsl. Ans. Cilt: 9 S.357 - 361 - Besim Atalay - Türk Dili İle İbadet S. 19.
“Yine o sıralarda mülkün parçalanması ve muhtelif vilayetlerde bir takım müstakil
amirliklerin zuhuru neticesinde halifenin siyasi hükmü azala, azala nihayet Bağdat’ın
surlarını aşamayacak bir hale mülhitlere ve gayrı Müslümanlara yapılan takip ve
tazyikler artırıldı. 946 Senesine doğru halifenin elinde fiilen hiçbir kudret kalmamış
idi. Bağdat'da makamından indirilip gözlerine mil çekildikten sonra ianeye muhtaç
hale düşürülmüş üç sabık halife görülebiliyordu. Bu devirden 1055'e kadar zamanın
halifesi, Büveyhlerin sonra Selçukluların elinde kukla gibi kalmıştı. İsl. Ans. Cilt: 5 S.
150-151 Türk Ans. Cilt: 9 S.36-38.
Abbasi halifesi (Kaim Bi Emrullah) ı Şiiler hapse atınca halife Ertuğrul Beye gizlice
bir mektup iletti. Tuğrul Bey muazzam bir ordu ile Rey şehrinden çıkıp Bağdat’a
geldi. Şiileri yenip, halife Kaim bi Emrullah’ı tahtına oturttu. Halife, Ertuğrul Beye;
Abbasi halifelerinin hükmettiği yedi ülkeyi temsilen yedi kat üst üste hilat giydirdi,
yedi esir verdi; halife Tuğrul Beyi bütün Müslümanların hizmet edicisi ve bütün
ülkelerin sahibi tanıdı. Tuğrul Beye batı ve doğu ülkelerine hâkimiyet sembolü olan
iki kılıç verdi. Sünni Türkler böylece Şiilere karşı halifeyi koruma görevine üçüncü
kez daldılar.” Enver Behnan Şapolyo Mezhepler ve Tarikatlar tarihi S. 348.
Halep'in Arap Emirini cezalandırmaya giden Büyük Selçuklu hükümdarı Alp Arslan,
Bizans İmparatoru Romanos Diyogenes'in 200.000 kişilik bir ordu ile ikmal ve ulaşım
yollarını kesmek üzere olduğunu öğrenince şimşek gibi geriye çekilmiş, ordusunun
azlığına bakmadan; muharebe etme kararını vermişti. Tüm Müslümanların ve
Müslümanlığın tehlikeye düştüğü bu önemli günde, Bağdat halifesi ne yapmıştı?
Kuvvetli bir ordu mu göndermişti? Tüm Müslümanların halifesi olması nedeniyle bu
büyük tehlikeyi ortadan kaldırmak için karmaşık İslam ordularının başına geçip
meydan muharebesinin yapılacağı sahayı mı şereflendirmişti? Hayır, öyle ise ne
yapmıştı Müslümanların halifesi?
“ Ayrıca halife El- Kaaim Bi Emrullah da o sırada bütün İslam Âlemini yakından
ilgilendiren bu savaş için Musla'ya oğlu Ebu Said’e bir dua metni hazırlatarak savaş
günü bütün İslam memleketleri minberlerinde okutulmasını emretti. “Prof. Ali sevim
- Malazgirt Meydan Savaşı S.71.
Selçuklu Atabeyi Nurettin Mahmud Zengi Haçlı sürüleriyle dövüşürken;
hastalandığında ordunun başına geçen hanımı, Taberiye Gölü kenarında Aslan
Yürekli Richar'ı yenerken ne yapıyordu bu güç kaynakları halifeler? 50.000 Kişilik
Türk ordusuyla; Eskişehir tepelerinde; vadiden geçmekte olan 600.000 haçlıyı
komutanlarına gösterip :” Korkmayın; yalnız bana inanın. Bu sürüyü yeriz!”Birinci
Kılıç Aslan. Neredeydi bu birlik beraberlik sembolleri?
Moğol kasırgası; sarayın kapısından dışarı çıkmayan Abbasi halifesini de buldu.
1258 Yılı Abbasiler için hiçde uğurlu gelmedi. Hulagü Han Bağdat’ı ele geçirip, son
40
halifeyi süvarilerin atlarına parçalattığı gibi sülalesini de kılıçtan geçirdi.
Hülagu 1258 de Bağdat'ı zapt edip halifeyi ve halife hanedanını atlarlarını nalları
altında ezdirdikten sonra Abbasi hilafeti 35 yıl açık kalmıştı.”Otuzbeş senede
meydanda halife unvanına haiz bir kimse olmadığı halde, Mısra Hicri /610/ yılında
Arap bir topluluk geldi. Yanlarında siyah bir adam olup anın adı Ahmet ibn’i İmam
Elzahiriddin imam Elnasır idiğini söylediler. Sultan Baypars, devlet ileri
gelenlerinden bir meclis aht ile Araplar minval meşruh üzere ânın mezhebine
şehadet eylediler. Anların ifadelerine göre bu zat imam Müsteferin biraderi ve
Müntansır’ın ammi olmak lâzım gelip kadı dahi Şuhut ânın beni Abbas’tan olduğuna
hükmetti. Bu hüküm bir nevi tevatür beyyinesine dayanıyordu. Anın üzerine
Müntansır’ı billâh Ebu Kasım Ahmet diye telkin olunarak Baypars ve Sair nas, ana
hilafetle biat eylediler. O dahi kâfe-i umur’u Müslümanı âlâ Melainnas Baypas’a
tenfiz eyledi.”Ahmet Cevdet Paşa, KISAS’I ENBİYA, C.3,S.905-909.İslam Ans.
C.3.S.114-123.Yeni yazılısında.3.KS.2.S.109.
“Nas bunca yıllardan beri hulafayi Abbas iye’ye alışmış bu halife’yi
nevcah canib’i Irak’a giderse halk onun başına toplanır düşüncesiyle bir ordu ile
Irak’a gönderildi. Bir fırka Tatar askeri gelip, onu ve yanındaki tüm kalabalığı
katlettiler.”S.G.E.
“Baypars Mısıra döndüğünde, yine Ali Abbas’tan halife Münteişte
Müntehi olduğu mervi olan Ahmet namında bir zuhur 660 senesi evahirinde ispatı
nesep etti ve Hâkim bi Emrullah Ahmet deyu telkip olunarak ona da hilat ile biat
olunduysa da Baypars onu kalenin bir burcunda iskân ile dairesinin tanzimi için
masraf etmedi. Fakat hutbelerde namı Baypars ile beraber zikrolunurdu. Mısır’da
resmi bir halife’i Abbasi bulunması Kölemenlerin efkârı siyasilerine muvafık idi.
Lâkin halife’i Nevcahın adamları şehre inip umuru devlete dair söz söyler
olduklarından iki sene sonra Baybars onu-Halifeyi-nas ile ihtilattan men etmiştir.”
Mütevekkil olayından sonra hilafet sözde Abbasi halifelerinde idi. Fakat
hüküm ve hükümet Türk Beylerinin eline geçmişti. Kısası Enbiya C.2S.906-907.
Hicretin 325’inci senesinde/M.S.927/,Üç hilafet kurumu bulunuyordu:
1-Bağdat’ta
Selçuklu
Türkleri
2-Endülüs’te Emevi halifeleri,
yönetimdeki
Abbasi
halifeleri,
3-Fas’ta Alevi halifeleri.
“Halife Muti’nin hiçbir şeyi yoktu. Yalınız bazı Havayicine karşılık olmak
üzere Mazeldule tarafından tahsis olunan mutat işleri görmek ve dairesinin irat ve
masraf defterini tutmak için bir kâtibi vardı. Artık halifenin şan ve itibarı kalmayıp,
her hangi bir hususta kendisine başvurulamaz olmuştu.”A.C.PAŞA, Kısas’ı Enbiya,
c.9.S.499.Yeni yazılısı: c.3.ks.2.s.109ve sonrası. Tuğrul Bey, Bağdat’I işgal ederek
Abbasi halifesini Büveyhoğularının elinden kurtardığın da, aslında, Halifenin dini
otoritesini de yok etmiş, halifenin devlet yönetimine karışmasını önlemekle de,
41
DEVLET YÖNETİMİNDE LAİKLİK KAVRAMINI YARATMIŞTI! Şu yazıyı bir okusak:
Prof. Dr. Lale Gürman
“Saygıdeğer Pekünlü,”
“Türk halkı sizin, laik demokratik Cumhuriyetimize ve Atatürk’ün devrimlerine, laiklik
anlayışına sahip çıktığınız için tutuk evinde tutulmakta olduğunuzu iyi bilmektedir.
Saygın Yalçın Küçük’ün saptamasıyla; siz şu anda hepimiz adına tutuk evinde
bulunmaktasınız. Bunu asla unutmayacak, unutturmayacağız.
Saygın Pekünlü,
Sizin “içerdekileri” de aydınlatmaya devam edeceğinizi, orada derslik kuracağınızı
biliyorduk...
Aydınlatma bağlamında belki yardımcı olunur diye size Türk aydının iki önemli ayıbından
bahsetmek isterim. Bunlardan biri, “laik” sözcüğü yerine Türkçe karşılığını bulup
yerleştirememiş olmaktır. Sözcük tam olarak yerine oturtulamayınca kavram kargaşası da
alıp başını gitmektedir. İkinci önemli ayıp, belki daha ağır bir ayıp:
Ders kitaplarımızda bizlere öğretilen; laik sistemin dünyaya Fransız Devrimi ile yayıldığıdır.
Fransız Elçiliğinin internet sitesinde de laikliğin Fransız icadı olduğu yazılı. Bunun bir
uydurmaca olduğunu Başkent Üniversitesi’nde 10 Kasım 2014’te konferans veren değerli
araştırmacı yazar Cengiz Özakıncı ortaya çıkarmıştır. (Aslında konuyla ilgili ön
açıklamalarını 2008’de İstanbul Barosu’nda yapmıştı)
Özakıncı’nın açıklamalarına göre:
LAİKLİĞİN TARİHİMİZDEKİ YERİ
1050’de Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey, din işleriyle devlet işlerini birbirinden ayırmış, laik
düzene geçmiş! Bu bilgi bizlerde yoktu fakat Fransız devriminin kuramcılarından
Voltaire’de de var, Fransız devriminin düşünsel kaynaklarından biri olan doğubilimci
Graf’da da var! Graf, 1789 devriminden 41 yıl önce, 1748’de yayınladığı kitabında Tuğrul
Bey’in devlet ve din işlerini ayırıp halifeyi cami imamına indirgediğini uzun, uzun anlatmış.
Tuğrul Bey’in yaptığını çok iyi kavramış olan Voltaire ise devrimden önce yakınlarına şöyle
anlatıyormuş: “Müslümanlığın en parlak çağında Halifelik Türkmenlerin elinde yıkılmış,
gitmişti. Tuğrul Bey’in Bağdat’a girişi, birçok imparatorun Roma’ya girişine benzemişti”.
Voltaire’in bunu anlattığı kitabı; Türkler, Müslümanlar ve Ötekiler.
İslam Halifesi çok güçlü olan Selçuklu Sultanından yardım dileyince, Tuğrul Bey Bağdat’a
gider. Bağdat İslam’ın başkentidir o tarihlerde.
Tuğrul Bey, halifeye, “Sen Kur’an’ı biliyorsun. Bundan böyle devlet işlerinden elini çek. Din
işleriyle ilgilen. Bundan böyle devleti biz yöneteceğiz!” Der. Halife reddeder fakat ısrar
karşısında kabul etmek zorunda kalır. Kılıcını Tuğrul Bey’e sunar. EK: Her iki yanına birer
kılıç asar, sağına ve soluna yedişer renkli elbiseli cariyeler koyar ve Onbeş yaşındaki kızını
da Tuğrul Beye eş olarak nikâhlar. OSTÜZÜ.
İşte o andan başlayarak İslam’da din ve devlet işleri ayrılmıştır. Halife’nin kendisine
muhatap olmaması için vezirini ona muhatap kılar, hiyerarşi oluşturur; en üstte kendisi,
altında vezir, onun altında halife, yani memur. Halife’ye geçinmesi için bir maaş bağlanmış,
miktarın azlığından şikâyet edince de “Sen artık devlet başkanı değilsin, ordu da
beslemiyorsun. Bu miktar senin geçimin içindir, bunu içine sindir!” Denmiştir.
Tuğrul Bey’in kurduğu bu düzen 250 yıl kadar devam eder.
42
Ders kitaplarında laikliğin öncüsü diye belirtilen Fransızlar, o tarihlerde yazı bile
yazamıyorlardı.
Türklerin din ve devlet işlerini ayırdığı 1050-1060’larda Avrupa’da mezhep savaşlarında
kan gövdeyi götürüyordu. Papalık Avrupa’nın hem dinine hem de dünyasına egemendi.
Görüldüğü gibi, Fransız devriminde bile Türklerin etkisi vardır.
Atatürk Nutuk’ta, Tuğrul Bey’i kastederek, “Biz de böyle yapıyoruz!” Demiş, bütün dünyaya
ilan etmiştir.
Atatürk tüm devrimlerini Türk tarihine dayandırmıştır. Halifelik, devlet yönetiminden
HULAGU HANDAN ÖNCE SİLİNMİŞTİR.13 Şubat 1258.
HALİFELİKKAVGASININ GERÇEK NEDENİ?
Halifelik kavgasının bir tek gerçek nedeni vardır:”İKTİRARA
SAHİBOLMAK! Bu nedenin dışındaki tüm anlatımlar palavradan ibarettir. Din, İman;
Peygamber vekilliği vs. vs. Yalandır, dolandır ve aldatmacadan ibarettir. Bu
konudaki hadisler bu savımızı desteklemektedir:
“Yeryüzündeki tüm Müslümanları, Kureyşli
gibi; Müslüman olmayanları da, Müslüman olmayan
Hadis!”Buhari Menakıp1,Müslim İmaret 2.818. Prof.Dr.
Buhari, c.6.S.405,Osmanlının Bağdat Arap Müftüsü de
Mukaddes Cihat Fetvasını reddetmişti.
Müslümanlar yöneteceği
Kureyşliler yönetecektir!
İbrahim Candan, Sahihi
aynı yönde bir fetva ile
Aşere’i Mübeşşereden, yani sağlıklarında Hz. Muhammet tarafından
cennetle müjdelenenlerden söz edelim: Gayba dair söz söylemek yetkisi yalınız Ulu
Tanrımıza aittir. Bu konu ayetlerle ve hadislerle sabittir. HZ.Muhammedin bile
gelecekten, gelecekteki olaylardan söz etmesi mümkün değildir. Demek ki bu on
kişi, ALLAHIN emri üzerine Hz. Muhammet tarafından müjdelenmişlerdir. Zübeyir ve
Talha, İslamın en ünlülerindendir. TANRI tarafından da ömürlerinin yarı yaşlarında
cennetle müjdelenmişlerdir. Hz.Muhammedin Sahabelerinden olan bu iki kişi,
HZ.Muhammedin yanlarından hiç ayrılmamışlardır. Hz.Muhammedin, Hz. Ali’yi ne
kadar çok sevdiğini de yakinen bilmektedirler.”Ali ile dövüşenin kendisi ile
dövüşmüş sayılacağını” da dinlemişlerdir. Hz. Muhammet, bir gün Zübeyir’e:
“Ey Zübeyir, sen zalim olduğun halde Ali ile çarpışacaksın!”Demişti.
Zübeyir ve Talha, Hz.Muhammedin Hz. Âliyi Halife ilan ettiğini de bilenlerdendi.
Zübeyir
ve
Talha,
son
veda
haçcında,
Hz.Muhammedin
vasiyetini
dinleyenlerdendiler. Hz. Muhammet öldükten sonra seçilen Üç halifeye de biat
ettiler. Emevi Osman öldürüldükten sonra, halife seçilen Hz. Ali’ye biat ettikten
sonra; tüm cahil ve çıkarcı Arapları peşlerine takarak, Hz. Ali’ye isyan ettiler. İslamın
bir daha toparlanmamak üzere dağılmasının sağlanmasına yardım ettiler.
Bunların tüm hallerini iyi bilen Hz. Ali ne mi yaptı?!Bu iki Fesatçıbaşı ile çarpıştı,bu
çarpışma sonunda ölen 13.000 kişinin cesetleri arasında bu iki cennetliğin de
cesetleri vardı. Hz. Ali toz ve toprağa bulanmış bu iki cennetliğin cesetleri başında
hüngür, hüngür ağlayarak:
43
“Yemin ederim ki, ben bir Kureyşliyi böyle yere düşüp, serilmiş olarak
görmek istemezdim!”Dedi. Halife Ali’ye isyan ederek Müslümanları böylesine kötü
bir kavgaya sokmuş olsalar bile, Kureyşli oldukları için, Zübeyir ve Talha’nın
ölümlerine ağlanılmaktadır. Bedir’de, Uhutta, Siffinde Araplar ve Kureyşliler için
ağlamayan Ali, Kureyza kavminin tüm erişkin erkekleri, meşaleler aydınlığında
kesilirken de ağlamamıştı. Buradaki kavga, Kureyşlilerin Muaviyeye karşı iktidar
kavgasıydı. Sözümüzü uzatmadan, yukarıda anlattıklarımızı en sağlam kaynak İslam
kaynağından izleyelim:
“O sırada; Talha ve Zübeyir, ileri doğru çıktılar. Hz. Ali de yürüyüp,
onların yanına gitti ve onlara:”Dövüşmeye hazırlanmışsınız; fakat Allah huzurunda
da buna sebep ve özür hazırladınız mı? Ben, sizin din kardeşiniz değil miyim? Size
benim kanımı helal kılacak bir sebep var mı? Dedi. Sonra da, Talha’ya dönerek:”Ey
Talha, kendi haremini evinde bırakıp, Rasul-i Ekrem’in haremini buraya getirerek
onunla beraber mi çarpışacaksınız? Sen bana biat etmedin mi?”Deyince. Ahmet
Cevdet Paşa, sge. s.44.”.Sonra, Hz. Zübeyir’e dönerek:
“Ey Zübeyir, hatırında mıdır ki; bir gün Rasül’i Ekrem sana, sen zalim
olduğun halde Ali ile çarpışacaksın buyurmuştu?” “Deyince, Peygamberin hadisi
Zübeyir’in hatırına geldi. Sanki derin bir uykudan uyanıp, kendine
gelmişçesine:”Evet ya Rab!”Dedi.”Eğer bu hadis’i Şerif daha önce hatırıma
gelseydi, buraya gelmezdim. Allah’a yemin ederim ki asla seninle dövüşmem!”Diye
yemin etmişti. Talha ve Zübeyir, Aşere’i Mübeşşereden oldukları halde, fikirlerinde
ve içtihatlarında yanılarak fitnenin büyümesine sebep olmuşlarsa da…”Ahmet.
C.Paşa. Sge. s.44-45.”Talha ve Zübeyir,”biz Kâ-Kâ ile verdiğimiz kara
üstündeyiz.”Diye de Hz. Ali’ye haber gönderdiler. Hz. Abbas’ın oğlu Abdullah,
onların yanlarına gitti. Talha’nın oğlu Muhammet te öbür tarafa gidip Hz. Ali ile
görüştü. Her iki taraf ta birbirine yaklaştı, sulh müzakeresine başlandı. Her ne kadar,
anlaşma hemen meydana gelecekmiş gibi görünüyorsa da, iç tarafta muharebe
hazırlıkları yapılmakta idi…”Talha ve Zübeyir ikisi birden,”Ali kan dökmedikçe bu
işten vazgeçmeyecek!”Diye, onun hakkında yanlış ve fena zanda bulundular.”
Bunun üzerine, Hz. Ali sağa ve sola memurlar gönderdi ve:”Talha ve Zübeyir, kan
dökmedikçe bu işten vaz geçmeyeceklerdir!”Dedi. Ertesi gün, Hz. Ali savaş alanını
dolaştı. Ölüleri gördü. Hz. Talha’yı toz-toprak içinde yatmış görünce ağlamaya
başladı ve yüzünden tozları silerek,”innâ ilâhi ve innâ ileyhi râciun:”Yemin ederim ki
ben bir kureyşliyi yere düşüp serilmiş olarak görmek istemezdim!”Diyerek
eseflenmiştir. O sırada, Talha’nın oğlu Muhammedi de ölüler arasında görüp, ayrıca
ağlamıştır.”age. S.54.
ZÜBEYİR VE TALHA, NİÇİN HZ.ALİ’YE İSYAN ETMİŞLERDİ?
Halife Ömer, Camide Firuz adlı bir köle tarafından bıçaklanarak, evinde ölüm
döşeğinde yatarken, en önemli sorun halife seçimiydi.”Ziyaretçiler ayrıldıktan
sonra,(Haişimoğulları) Peygamberin ailesinden olanlar geldiler ve Hz. Ali’nin halife
yapılmasını istediler. Halife Ömer, onu da beğenmedi.”Ali Tanrı adamıdır. Ben onu
halife yaparsam, sizi doğru yola yönetir ama huyunda şakacılık vardır.”Dedi ve
44
halife yapmadı. Bazıları, Aşere-i Mübeşşereden Talha’yı yerine bırakmasını
öğütlediler. Halife Ömer:”O,cicili, bicili elbiseler giymesini bilir, o mu halife
olacacak? Bazıları Aşere-i Mübeşşereden Zübeyir’in halife olmasını öğütlediklerinde
de, Halife Ömer:”O,çarşı ve pazarda ölçek başından kalkmaz!”Diyerek bu öneri yi de
kabul etmedi. Osman’ı Halife olarak önerdiklerinde de:” Ben, Osman’ı halife
yaparsam, Ümeyyeoğullarını (Osman’ın mensup olduğu Arap kavmi) Müslümanların
başına musallat etmiş olurum, onlar da Osman’ın başını vururlar!”Dedi.
”3 Mart 1924 tarihli TBMM. Tutanakları,2’inci cilt. Hz. Ali,can düşmanı iki Kureyşli
Arabın ölümlerine hıçkıra,hıçkıra ağlar!Bizler ise,hilafet uğruna öldürülen
Yüzbinlerce Türkün ölümlerinden habersiz,HİLAFET türküleri söylemekteyiz,ne
kadar acı?! Hz.Ali çok namuslu ve gerçekten İslam dinine inanmış birisiydi. Halife
olduğunda, GANİMET/TALAN/ olarak Beytülmalde bulunan paranın dağıtılması söz
konusu edildiğin de; NAS’TAN bir grup, Hz. Ali’nin yanına geldiğinde onu kölesi ile
birlikte kuyu açarken bulmuşlardı. Onlar, Ganimetin, NAS’A ayrı, Avama da ayrı
ölçülerde dağıtılmasını istiyorlardı. Hz.Ali, insanlar arasında fark olmadığını
bildirerek Ganimetin eşit olarak dağıtılmasında ısrar etmişti. Zübeyir ve Talha,
girdikleri savaşlardan çok zengin olarak dönmüşlerdi, Sayın Şakir Keçeci’nin “Şeriat
işte budur!”Adlı eserinde bu iki döneğin mal varlığının listeleri yayınlanmıştı. Hz.Ali
vurguncular için büyük bir tehlikeydi. Hz.Ömer, Iranda yapılan büyük soygunları
kastederek:”Keşke İranla aramızda ateşten duvar dolsaydı da bu ganimetler elimize
geçmeseydi!”Demişti.Ama,kızının düğününde de;kızına, İran sarayından çalınan
milyon lira değerinde inci bir gerdanlık takmıştı!? Sonra, hiç kimsenin dikkat
etmediği çok önemli bir durumu daha vardı: Talha; Hz.Muhammedin bacanağıydı ve
karılarının Dördü de Hz.Muhammedin kız kardeşiydi. Uhutta, Hz.Muhamedi korumak
için Atmış yerinden büyük yaralar almıştı! Zübeyirin de anası Hz.Muhammedin
halasıydı. Babası da Hz.Haticenin kardeşiydi. Zübeyir, İslamın en zengin
Sahabelerinden birisiydi: Medine’de ONBİR ev, Basra’da İKİ ev, Kûfe, İskenderiye ve
Mısırda evler. Dört karısının her birine 1.200.000 Dinar, Hz. Ayşe’ye 180.000 Dinar
hediye, oğlu Abdullah’a terekenin 1/3’ünü vasiyet ettiği halde, mirasından geriye
kalan Otuz-Kırk milyon Dirhem taksim edilmiştir. Mekke’deki tek kesimevinin
sahibidir, Medine ve köylerindeki arazilerinden elde ettiği gelirler, Elli bin at.100
Cariye…”!.HZ.
Ali’ye
karşı
çıkmasının
nedeni
bunlar
olsa
gerek?!
Hz. Ali’nin Ahlaklı oluşu, dini çıkarı için kullanmayışı ve gerçek eşitlikten yana oluşu,
öldürülme nedenidir. Öldürüldüğünde sadece YEDİ DİNARI ÇIKMIŞTIR. Osman
öldürüldüğünde 1000.000 Dinarı çıkmıştı. Osman, devlet hazinesini ve memuriyetleri
EMEVİ taraftarlarına dağıtmıştı:
Hz.
Talha, Ashabın zenginlerindendi. Zengin olduğu kadar da cömertti. Cömertliği sebebiyle
kendisine "el-Fayyâd" denirdi. Vefat ettiği zaman, miras olarak bir hayli gayrimenkul, nakit
para ve değerli eşya bırakmıştır. Rivayete göre gayrı menkullerinin tutarı otuz milyon
dirhem, nakitlerinin tutarı iki milyon iki yüz dirhem ve iki yüz bin dinar idi. 100 at,1000
deve,10.000 koyun’u vardı.Öldüğünde de 336.000 bin altın Dinar bırakmıştı.Şakir
Keçeli,Şeriat Nedir,s.103.1-2 Sadece Irak'tan gelen yıllık geliri yüz bin dirhem civarındaydı
(İbn Sa'd, a.g.e., 111, 221 vd.; İbnü'l-Esîr, a.g.e. 111.”2.Hz. Ali’ye karşı çıkmasının
Hz. Ayşe; gerdanlık olayından beri Hz. Aliye düşmandı. Deve olayında,
devesinin
ayakları
Kardeşi
tarafından
kesilince
çarpışma
da
45
bitmişti./CEMALVAKASI/.Hz.Ali
ona
saygılı
davranmıştı:”Ali
sen
kazandın!”Demişti.Bunların üçü de, Hz.Ali’yi yok ederek, Halifeliği Zübeyir’e vermek
için anlaşmış olamazlar mıydı?!Hz. Hasan zehirlenerek
öldürüldükten
sonra,Mekke’de halifeliğini Zübeyir oğlu Abdullah ta ilan etmiş;Hz.Hüseyini de
Küfeye o yönlendirmiştir.
Hz.Ömer, bir aile hanedanlığı kurulmasından korkmuş olabilirdi. Ancak,
bu korkusu Emevi ve sonra abası hanedanlığının kurulmasını önleyememiştir.
Ulus bilincimiz nasıl yok edildi!
Kısaca Türk tarihine bir göz atalım:
“Türk topluluğunun ilk temsilcisi olan Hunlar, MÖ.3’üncü yüzyılda ve
Asya’da tarih sahnesine çıktıları zaman HUN TÜRKÇESİ Devlet dili olarak
kullanılıyordu. Bu gerçeği MS.5’inci yüzyılda saha kesin olarak kanıtlamış
bulunmaktayız. Bizanslı tarihçi Priskos’a göre;448 yılında, Atilla’nın başkentinde
HUNCCA Devlet diliydi. Dedelerinden birinin Oktar, babasının Muncuk, Amcasının
Ruga, Karısının Arığkan, Oğullarının da İlik, İrnek ve Dengizih gibi Türkçe adlar
taşıması bu gerçeği desteklemektedir. Yine, Bizans Tarihçilerine göre Atilla’nın
şölenlerinde, Hun Ozanları Hunca kahramanlık destanları okurlardı. Got TARİHÇİSİ
Jordaner’e göre de Atilla’nın cenazesinde HUN Ozanları Hunca şarkılar
söylemişlerdir. Hun Türkçesi Devlet dili olmasaydı, Yabancı halk topluluklarının
karıştığı bir çağda, acaba Hun Ozanlarından söz açılabilir miydi?’”Agop Dilaçar,
Devlet dili Olarak Türkçe, TÜRK DİL KURUMU TANITMA YAYINI. EK:12 Eylül 1980
darbesinden sonra kuşa çevrilmiştir.
“Kök Türklerin baş anıtı olan, MS.732 tarihli Gültiğin Yazıtında, İlk Türk
Yazarı Yoluğ Teğin, yurdun yönetimi için Türk Kağanlarının Türe düzenlediklerini
bildiriyor. Bu Türelerin metni elde değilse de, bunların Türkçe olduğunu biliyoruz.
Çünkü aynı yazıtta Türk Kağan ulusuna şöyle diyor:
“Nennen sabım eser bengü taşka urtım””Ne sözüm varsa bu anıt taşına
vurdum -yazdırdım-“Anıtta kullanılan dil de Çince değil, Türkçedir. Bundan da
kağanın Ulusuna her aman Türkçe söz ettiği; yani devlet dilinin Türkçe olduğu
anlaşılıyor. Kırgızlar, Kırgız Türkçesiyle; Uygurlar da Uygur Türkçesiyle
yönetilmişlerdir.”S.G.E. S.8.İslamiyet’ten önce ve Müslüman Arapların katliamlarına
rağmen Türklerin kurdukları devlet devletlerin kullandıkları dillerin ve yazı dillerinin
Türkçe olduğunu anlıyoruz. Afşin Bey, Türkçe yazılmış bir Türk tarihini okuduğu için
Abbasilerce ölüme mahkûm edilmişti. Anadolu Selçukluları saray dillerini ve
yönetici adlarını Acemceye çevirmişlerdi. Mevlana bile Mesnevisini ve diğer
eserlerini Acemce olarak yazmıştı. Aynı çağda yaşayan YUNUS EMRE DE, BUGÜN
BİLE HER TÜRKÜN ANLAYACAĞI BİÇİMDE ŞİİRLERİNİ ÖZTÜRKÇE yazmıştı.
Karamanoğlu Mehmet Bey, Türk diline sahip çıkmıştı.13 Mayıs 1277,bir
ferman yayınlamıştı:
46
“"Şimden gerü hiç kimesne divanda, dergahda, bergahda ve dahi her yerde
Türk dilinden özge söz söylemeye."
Günümüz Türkçesi ile "Bugünden sonra hiç kimse divanda, dergâhta, bergahta,
mecliste ve meydanda Türkçeden başka dilde söz söylemesin." 13 Mayıs 1277.Osmanlı
yok! Türkçe var. Osmanlıyı kovduk Türkçe yine var!
Türklerin
kurmuş
olduğu
Türkçe
dilli
devletlerimiz:
KökTürkler(552-924),Kutluk(681-745),Türkeş(690-766),Karluk(766-932),Karahata(1130-12
18),Karahanlılar(932-1212),Harzemşahlar(1172-1231),Hindistan’da
Türk-Moğol
İmparatorluğu,(XII-XII),Timur İmparatorluğunun devlet dili de Türkçeydi..Daha batıya
gittiğimizde, Avar Türklerinin( 6’ıncı ve 11’inci yüzyıl)Tuna Bulgar Türklerinin(Yedinci ve
Ondördüncü yüzyıl) Tuna Bulgar Türklerinin (Beşinci ve Sekizinci yüzyıl),Peçenek
Türklerinin(9’uncu,13’üncü
yüzyıl),Kıpçak-Kuman Türklerinin 10’uncu ve14’üncü
yüzyıl).İdil’den Tuna’ya kadar uzanan bir alanda,irili,ufaklı devletler kurmuş
Türklerin,Türkçeyi devlet dili olarak kullandıklarını biliyoruz.Karahanlıların, devlet dili olan
Türkçeyi Bağdatlı Araplara öğretmek amacıyla,1072 yılında,Kaşgarlı Mahmud’un yazdığı
Lügat-it-Türk’ü Arap halifeye sunarken söylemiş olduğu sözler unutulmamalıdır:
“Tanrı, Türkleri yeryüzüne İlbay kıldı, dünya uluslarının yönetim yularını onların
eline verdi. Türk dilini öğrenmek çok gerekli bir iştir.”Dedi. S.G.E. S.9-10.
ALİ-Şir Nevai,”Muhakemetü’l Lügateyn “adlı ünlü eserinde şöyle sesleniyordu:.
“Türk’ün bilgisiz zavallı gençleri, güzel sanarak Farsça şiir yazmaya özeniyorlar. Bir
insan geniş ve iyi düşünse Türkçede böylesine genişlikler, zenginlikler durup dururken bu
dilde şiir söylemenin daha yerinde, daha kolay olacağını anlar. Ana dilimin üzerinde
düşünmeye koyuldum. Türkçenin derinliklerine dalınca gözlerime onsekizbin evrenden
daha yüksek bir evren göründü. Bu evrenin aydınlık alanlarında esinimin şahlanan atını
koşturdum. Sınırsız uzaklarında hayalimin hırçın kuşunu havalandırdım!”Agop DİLAÇAR,
S.G.E. S.12.
Kaşgarlı Mahmud’u, yalınız bir dilci saymak onu eksik tanımlamış olmaktır.
O,Türkoloji alanında da incelemesi çok engin bir bilgisi olan bir bilginimizdir. Kaşgarlı
Mahmudun birçok özellikleri de vardır: O çok iyi bir silah ustası asker olmanın yanı sıra,
kitabında TÜRK ulusunun büyüklüğünü, eşsiz kahramanlıklarını, bilim, sanat, yurt
yönetimi, tarım ve kısaca uygarlık alanında ortaya koyduğu büyük varlıkları, yerine getirip
uzun, uzun anlatır. Kaşgarlı Mahmud’un kitabının hemen başında, hem de Türk
maddesinde yazdıkları, bu alandaki düşüncelerini açıklaması bakımından çok ilgi çekicidir.
Kaşgarlı Mahmudun yaşadığı çağda “İslamcılık akımı”içinde,”Türklük akımının”,yani İslam
topluluğu içinde Türk’ün büyük bir yeri bulunduğunu bütün gücü ile savunanlardan biri
olmuştur. Böylece Kaşgarlı Mahmud, Türklerin İslam evreni içinde özbenliğini koruması
için gücünün yettiğince çalışmıştır; demek yanlış bir yargı ve yorum olmaz sanıyoruz. Bu
seçkin özelliğiyle Kaşgarlı Mahmud ileri bir ulusçu olduğunu da ortaya koymaktadır.
Kaşgarlı Mahmud, kitabının başında Türk ulusu için şunları yazıyor:
47
“Yüce Tanrının devlet güneşini Türk burçlarında doğdurmuş olduğunu, onların
ülkeleri üzerinde göklerin bütün dairlerini döndürdüğünü gördüm. Tanrı onlara Türk adını
verdi. Onları yeryüzüne ilbay kıldı. Zamanımızın hakanlarını onlardan çıkardı. Dünya
uluslarının yönetim yularını onların eline verdi. Onları herkesten üstün eyledi. Kendilerini
hak üzerine güçlendirdi. Onlarla birlikte çalışanı, onlardan yana olanı değerlendirdi. Türkler
yüzünden onları her dileklerine eriştirdi. Bu kişileri ayak takımının kötülüklerinden korudu.
Derdini dinletebilmek, Türklerin gönlünü almak için onların dilleri ile konuşmaktan başka
yol yoktur. Bir kimse kendi takımından ayrılıp ta onlara sığınacak olursa o takımın
korkusundan kurtulur, bu adamla birlikte başkaları da sığınır.”
Kaşgarlı Mahmud, kitabının Türk maddesinde de şöyle yazmaktadır:
“Türk, Tanrı yargılayası Nuh’un oğlunun adıdır. Bu, Tanrının Nuhoğlu Türkün
oğullarına verdiği addır. Biz, ad olarak Türk adını Ulu Tanrının vermiştir dedik. Çünkü biz,
Kaşgarlı Halefoğlu İmam Şeyh Hüseyin, ona da İpn’ül Garki denilen kişi, İbn’ü Ebüd-dünya
olarak ünlü Esşeyh Ebu Bekir El Müfid’ül Cercerai’nin dünyanın sonu üzerine yazmış
olduğu kitabında ulu Yalavaca(Peygambere) tanıkla varan bir hadis yazmış. Hadis
şöyledir:
“Yüce Tanrı benim bir ordum vardır, ona Türk adı verdim, onları doğuda birleştirdim.
Bir ulusa kızarsam, Türkleri o ulusun üzerine gönderirim,, diyor.İşte bu,Türkler için bütün
insanlara karşı bir üstünlüktür.Onları yeryüzünün en yüksek yerinde,havası en temiz
ülkelerine yerleştirmiş,onlara, kendi ordum demiştir,”
Görülüyor ki, Arap dilini de, İslam bilimlerini de çok iyi bilen Kaşgarlı Mahmud, öz
dilini, ulusal kültürünü, yurt sevgisini her şeyin üstünde gören bir bilginimizdir. Kaşgarlı
Mahmud, Divan’üLügat-it Türk’üyle Türkoloji biliminin temellerini atmış, bu okulun
kurucusu olmuştur, demek gerçeğe aykırı düşmeyecektir.” “Erdemin başı tıldır-Erdemin
başı dildir-“M.Şakir Ülkütaşır, Kaşgarlı Mahmud, s.8.9.10.Şükrü Kurgan, İzahlı Eski
Metinler Antolojisi, s.16-17.1000Temel Eser, Ahmet Caferoğlu, Kaşgarlı Mahmud, s.20-21.
Kaşgarlı Mahmud” Türkün BİLİM VE SANAT’INDAN söz etmektedir. Müslümanlığı
Arap hayranlığı ve Türk ulusunu aşağılamak sayan bazı Gafilere söyleyecek çok sözümüz
vardır. Emevi ve Abbasiler Türk illerini yağmalayarak tüm sanat eserlerimizi yok ettikleri
gibi, altın ve diğer kıymetli madenlerden üretilen heykellerimizi ve süs eşyalarımızı da
eriterek alıp götürmüşler, Türkleri ilkel çöl Arapları ile bir konuma düşürmüşlerdi.
Ortaasyadaki Türk devletlerinin Ören yerlerinde yapılan kazılarda ortaya çıkartılan Türk
eserleri bu devletlerin müzelerinde itina ile saklanarak meraklıları için de
sergilenmektedir.”Yüce kayalık ” anlamına gelen al-yatka-Altay dağları, derin ve köklü bir
Bozkır-Göçebe kültürünün beşiği olarak bölgede yaşamış Altay Türklerinin korunmak için
mumyalanmış cesetleri, eşyaları ile birlikte toprağa verdikleri taşlı, topraklı, büyüklü.
Küçüklü Dört köşe mezar odası- kurganların yer aldığı “Kutsal dünya dağı,”olarak tarihteki
yerini almıştır.”Buralardaki kazılarda elde edilen çok kıymetli madeni eserlerin yanı sıra
hâlâ güzelliğini ve renklerini yitirerek solmamış, el dokuması halılar da kazı yapan
devletlerin müzelerinde itina ile ve korumaklı olarak sergilenmektedir. Bu antik Pasırık
halısı modellerini, Sındırgı, Ayvacık, Yahyalı, Eşme, Sarız, Kuruhöyük, Kars, Gördes
yörelerinde el dokuması halı, kilim ve seççadelerde görmekteyiz. Rus kazıbilimcilerinden
48
Rudenko, Altay dağlarının Pasırık ve Başadur vadilerinde yer alan kurganlarda en eski
ilmikli halı modellerini bulmuştur.”The Scyhians-İskitler” adlı kitabın yazarı Tamara Talbot
Rice, kurganlarda yapılan kazılar sonuncunda çıkartılan sanat eserleri hakkında şunları
ifade etmiştir: Bu bir duyguyu değil, “Kazılar yalınız süsleme sanatında şaşılacak denli ince
bir duyguyu değil,fakat bu sanatı uygulamada ve malzemenin seçiminde de yanılmaz bir
isabet yeteneğine sahip bu topluluğun tarihine ışık tutmuştur.Çoban göçebelerden kurulu
öyle bir topluluk ki,oldukça yüksek bir kültür düzeyinde yaşamış,tekerleği bildiği için
arabadan yararlanmıştır.Ve yine öyle atlı binici bir topluluk ki,olağandışı dokumalar
yapmış,kapkacaklarına bakılırsa önemli bir mutfağa sahipmiş!”Bütün Dünya,1 Mart
2014,sayı 2014/3.S.Yahya Aksoy,Pazırık –Altaylarda Bir Halının Öyküsü.
“Türk ulusu” diye bir ulus yoktur diyen satılmışlara, Altaylarda Pasırık’ta bir el
dokuna atılmış olan Düğüm bizleri Atalarımıza bağlamıştır. Türkleri Ortaasyadan Buhara
yapımı bir gömlekle gelen dört yüz çadırlık ilkeleriler topluluğu olarak tanımlamaya
çalışanlara Atatürk’ün yanıtı ne denli tarihi bir gerçekliktir:
“Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük medenî vasfı ve büyük medenî
kabiliyeti, bundan sonraki inkişafı ile atinin yüksek medeniyet ufkundan yeni bir
güneş gibi doğacaktır!”MUSTAFA KEMAL ATATÜRK,29 Ekim 1923,
“Türklerin Anadolu’daki tarihlerini Dört yüz çadırlık bir aşiret göçüne bağlayanlara,
Atatürkün verdiği çok güzel bir örnek vardır: Atatürk Devrimini uygulamaya koyduğu
sıralarda, tüm Türk Bilginlerinin düşüncelerine yüzlerce yıllık bir kuruntu egemendi:
“Arabınkini Araba, Aceminkini Aceme, Batınınkini Batıya geri verirsek; bize uzun
kollu bir Buhara hırkasından başka bir şey kalmaz.”KutadguBilig’den, Divan’ı Lügat-it
Türk’ten haberi olmayan bu habersizlerin kuruntularına bugün gülüp te geçiyoruz. Atatürk,
bu tükenmişliğe, bu ulusal bilinçten yoksunluğa çok acırdı ve şöyle derdi:
“Araplarla tanışıncaya dek Türk’ün devlet, hükümet, hukuk,adalet gibi uygar
kavramlara; şeref,namus,insaf ve vicdan gibi uygar duygulara birer ad vermemiş olması
düşünülebilir mi?Belli ki her ulusta görüldüğü üzere Türk’ün de tarihinde gaflet anları
olmuş,birçok varlıklarına ve bu arada diline de bakamaz olmuştur.Biz şimdi ulusal
benliğimize kavuştuğumuz gibi öz dilimize de kavuşacağız.””Bu görüşünü de sıkça
anlattığı şu öyküyle pekiştirirdi:
“Vaktiyle zengin bir köy ağası, şehir hamama gitmiş. Yıkanmış, kurulanmış,
giyinmek için bohçasına el attığın da bir de bakmış ki silahlığından başka her şeyi
çalınmış. Başlamış hamamcıdan hesap sormaya! Hamamcılar, ağanın Şantaj yaptığını,
yoksa çalınan, çarpılan bir şey olmadığını ileri sürmüşler! Ağa da, silahlığını çıplak beline
takarak ortaya çıkmış ve başlamış bağırmaya:
“Görenler Allah için söylesin! Ben hamama bu kılıkla gelebilir miyim?!”
Atatürk, öyküsüne şunu da katardı:
“Ağanın hamam çıplak gelmediğine herkesin aklı yattı,ama Türk’ün anayurdundan
dilsiz çıkmadığına hâlâ akıl erdiremeyen aymazlar var?!”
49
Ulusal Tarihi çalınan, eline de bir iki hurma dalı ve Başka ulusların masalları
tutuşturulanlara göre; hamama hamamcıların dedikleri gibi gelinir!”Osman Türkoğuz, Bize
Dostluk Yaraşır, S.28--“Doğudaki Türk ellerinde Türkçemiz bu şekilde savunucular bulurken;
Divan’üLügat-it Türk, Kutadgu Bilig gidi dev eserler verirken, Batı ve Güney yörelerimizde
durum hiç te Türkçe ve Türklük için içaçıcı değildi. Selçuklu sarayının Konya’da kurulması,
Acem gösterilişçiliği, Farsçayı devlet ve Aydın dili yapmıştı. Selçuklu beylik olarak Türk
töresine göre, Türk aşiretlerinin desteği ile kurulmuşken, Devletleştiğinde Türkten ve
Türkçeden kopmuştur. Ne Kırşehirli Âşık Paşa’nın(1271-1332),GARİPNAMESİ’İNDEKİ
Türkçe ağıt, ne de Selçuklu Vezirliğine gelir, gelmez Karamanoğlu Mehmet Beyin,13
Mayıs 1277 Perşembe günü yayınladığı ferman Devletli ve Aydın ihanetini
durduramamıştır.
Mevlana’ya(1204-1273)
karşı,
Koca
Yunus
Emre(1240-1320),arkasındaki Hoca Ahmet Yesevi(1093-1166) ve onun damadı Hacı
Bektaş Veli(1209Nişabur-1271 Karacasuluk), tekkelerde ve Alevi Türkmen aşiretlerinin
cönklerinde kalmıştır. Âşık Paşa, Acemce ve İbranice bildiği halde şiirlerini Türkçe
yazmıştır. Şiirinden örnekler:
ALINTI:“Devrin bilgin ve şairleri başka dillerle şiirler yazar, kitaplar yazarken Âşık
Paşa'nın Çağlar ötesi bir görüşle Türk ve Tacik cümle yoldaşlarını gaflet uykusundan
uyarmak için Garipname'sini öz Türkçe ile yazışı ve
Gerçi kim söylendi bunda Türk dilli
İlle masum oldu mani menzili
Çün bulasın cümle yol menzillerin
Yirme gel pes Türk ve Tacik dillerin
Kamu dilde var idi zabt-u usul
Bunlara düşmüş idi cümle ukul
Türk diline kimesne bakmaz idi
Türklere her giz gönül akmaz idi
Türk dahi bilmez idi ol dilleri
İnce yolu ol ulu menzilleri
Bu kitap anunçin geldi dile
Kim bu ehli dahi mani bile
Türk dilinde yeni manalar bulalar
Türk-Tacik cümle yoldaş olalar
Yol içinde birbirini yirmiye
Dile bakıp maniyi hor görmiye”
Türk diline kimse bakmaz idi,
Türklere her giz gönül akmaz idi.
Türk dahi bilmez idi el dilleri,
İnce yolu ol ulu menzilleri.
50
Türk dilinde yeni manalar bulalar,
Türk, Tacik cümle yoldaş olalar,
Yol içinde birbirini yermiye
Dile bakıp manayı her görmiye.
Âşık Paşa’nın Garipname isimli eseri 12.000 beyittir. Türkçe yazılmıştır. Âşık Paşa
ömrünün son yedi senesini Orhan Beğ devrinde geçirmiş ve 3 Kasım 1332 (13 Safer 733)
tarihinde vefat etmiştir. Türbesi Kırşehir’de ve şehre hâkim bir tepedir.”
Hoca Ahmet Yesevi’den4’üncü Hikmet:
Hoş gâipten kulağıma ilham geldi;
O sebepten Hakk'a sığınıp geldim ben işte.
Bütün ulular toplanıp gelip armağan verdi;
O sebepten Hakk'a sığınıp geldim ben işte.
Ben yirmiiki yaşta fâni oldum;
Merhem olup gerçek dertliye deva oldum;
Sahte âşık-gerçek aşığa tanık oldum;
O sebepten Hakk'a sığınıp geldim ben işte.
Ey dostlar, yaşım yetti yirmiüçe
Yalan dava, ibadetlerim tamamı boş
Kıyamet günü neyleyim çıplak, şaşı
O sebepten Hakk'a sığınıp geldim ben işte.
Ben yirmidörde girdim, Hakk'tan uzak
Ahirete varır olsam, hani hazırlık
Öldüğümde toplanıp vurun yüz bin sopa
O sebepten Hakk â sığınıp geldim ben işte.
Cenazemin arkasından taşlar atın;
Ayağımdan tutup sürüyerek kabre götürün
"Hakk'a kulluk kılmadın"deyip çekiştirip tepin
O sebepten Hakk'a sığınıp geldim ben işte.
Günah ile yaşım yetti yirmi beşe
Sübhan Rabbim, zikr öğretip göğsümü deş;
Göğsümdeki düğümleri sen kendin çöz;
O sebepten Hakk'â sığınıp geldim ben işte.
Ben yirmialtı yaşta sevda eyledim
Mansur gibi cemal için kavga eyledim
Pirsiz yürüyüp dert ve sıkıntı peyda eyledim
O sebepten Hakk'a sığınıp geldim ben işte.
51
Ben yirmiyedi yaşta Pir'i buldum;
Her ne gördüm perde ile sırrı örttüm
Eşiğine yaslanarak izini öptüm;
O sebepten Hakk'a sığınıp geldim ben işte.
Ben yirmisekiz yaşta âşık oldum
Gece yatmayıp, mihnet çekip sâdık oldum;
Ondan sonra dergâhına lâyık oldum;
O sebepten Hakk'â sığınıp geldim ben işte.
Yirmidokuz yaşa girdim, halim harab
Aşk yolunda olamadım misali toprak
Halim harab bağrım kebab, gözüm dolu yaş
O sebepten Hakk'â sığınıp geldim ben işte.
Otuz yaşta odun eyleyip yandırdılar
Bütün ulular toplanıp dünyayı bıraktırdılar
Vurup, çekiştirip dünya derdini bıraktırdılar
O sebepten Hakk'â sığınıp geldim ben işte.
Kul Hoca Ahmed dünyayı bıraksan, işin biter
Göğsündeki çıkan âhın Arş'a yeter;
Can verirken Hakk Mustafa elini tutar
O sebepten Hakk’a sığınıp geldim ben işte.”
YUNUS
Aşkın Aldı Benden Beni
Aşkın aldı benden beni
Bana seni gerek seni
Ben yanarım dün ü günü
Bana seni gerek seni
Ne varlığa sevinirim
Ne yokluğa yerinirim
Aşkın ile avunurum
Bana seni gerek seni
Aşkın âşıklar oldurur
Aşk denizine daldırır
Tecelli ile doldurur
Bana seni gerek seni
Aşkın şarabından içem
Mecnun olup dağa düşem
52
EMREDEN
BİR
ŞİİR.
Sensin dünü gün endişem
Bana seni gerek seni
Sufilere sohbet gerek
Ahilere ahret gerek
Mecnunlara Leyla gerek
Bana seni gerek seni
Eğer beni öldüreler
Külüm göğe savuralar
Toprağım anda çağıra
Bana seni gerek seni
Cennet, cennet dedikleri
Birkaç köşkle birkaç huri
İsteyene Ver anları
Bana seni gerek seni
Yunus'dürür benim adım
Gün geçtikçe artar odum
İki cihanda maksudum
Bana seni gerek seni”
Hacı Bektaş VelidenM.S.1209-1271)
“ADALET, HER İŞTE HAKKI BİLMEKTİR!”
“KADINLARI OKUTUNUZ. KADINLARI OKUMAYAN ULUSLAR YÜKSELEMEZ!
“ERKEK, DİŞİ SORULMAZ MUHABBETİN DİLİNDE,
HAKKIN YARATTIĞI HER ŞEY YERLİ YERİNDE.”
“Bir toplum, ERKEK ve KADIN denilen iki cins insandan meydana gelir. Mümkün müdür
ki,bir toplumun yarısı topraklara zincirle bağlı kaldıkça,diğer kısmı göklere kadının ayağı
zincirlerle yere bağlıyken o toplumun yükselebilmesi?”Şurası yükselebilsin?!Muhakkaktır ki
dünya yüzünde her güzel işte kadının eli vardır!””Mustafa Kemal ATATÜRK.
“ Sevgi varken nefret niye.
Barış varken savaş niye.
Kardeşlik varken didişmek niye.
Dostluk varken düşmanlık niye.
Hoşgörü varken bağnazlık niye.
Özgürlük varken tutsaklık niye.
Adalet varken, haksızlık niye”
53
Hararet nârdadır, sacda değildir,
Keramet sendedir, tâcda değildir.
Her ne arar isen, kendinde ara,
Kudüs’te, Mekke’de, Hâc’da değildir.
Sakın, bir kimsenin gönlünü yıkma,
Gerçek erenlerin sözünden çıkma.
Eğer insan isen ölmezsin, korkma,
Âşığı kurt yemez, uc’da değildir.
Gönül Kabesine girmesin hülya,
Nefsine hâkim ol düşme bed huya.
Kirleri arıtan baksana suya,
Hep yüzü yerlerde, bucda değildir.
Dostumuzla beraber, yaralanır kanarız,
Her nefeste aşk ile yaratanı anarız.
Erenler meydanına, vahdet ile gir de gör,
Kırk budaklı şamdanda kırkımız bir yanarız.
Edep, erkâna bağlıdır, ayağımız başımız,
Güllerden koku almıştır, toprağımız taşımız.
Soframızda bulunan, lokmalar hep helâldir,
Yiyenlere nur olur, ekmeğimiz aşımız.
Erkek dişi sorulmaz, muhabbetin dilinde,
Hakk’ın yarattığı her şey yerli yerinde
Bizim nazarımızda, kadın erkek farkı yok,/EK: İslamın kadını sömürme inancına
ters!”Ostüzü.
Noksanlıkla eksiklik, senin görüşlerinde
Hakk’a talip olan kişi, başka murat isteme,
Dostun seninle beraber, başka vuslat isteme.
Bu dünya bir sofradır, arzular gelir geçer,
Eğer bizi buldun ise, başka murat isteme.
Sevgi muhabbet kaynar, yanan ocağımızda,
Bülbüller şevke gelir, gül açar bağımızda.
Hırslar, kinler yok olur, aşkla meydanımızda,
Aslanlarla ceylanlar, dosttur kucağımızda.
Madde karanlığı, akıl nuru;
Cehalet karanlığı, ilim nuru;
54
Nefis karanlığı, marifet nuru;
Gönül karanlığı, aşk nuru ile aydınlanır.
Malım mülküm servetim, hepsi evde kaldı,
Eşim dostum akrabam, geçtiğim yolda kaldı,
Dostlarımdan birisi, benden hiç ayrılmadı,
Allah için yaptığım iyilikler bende kaldı.
Sensiz benim bir dem karara mecalim yok,
İhsanını ta’dâ da imkânım yok.
Tenimdekihertüyeğerdillense.”
hesap vermeye mecalim yok.”
onlara
Karamanoğlunun, Yunusun, Âşık Paşanın, Alevi halk ozanlarımızın feryatlarına Süleyman
Çelebinin Türkçe Mevlidi de(1409) yetişmesine karşın Osmanlının Türkçemizi boğmasına
yetmedi. Osmanlılar döneminde,1876 anayasasının 18’inci maddesine,”Devlet hizmetinde
çalışabilmek için, Devlet dili olan Türkçeyi bilme” şartı konulmuştur. Türkçe; Acem hayranı
Anadolu Selçuklularını yıktığı gibi, Arap hayranı Osmanlılara da diz çöktürmüştü.1960
Darbesinden sonra, Cumhurbaşkanlığına aday bir anayasa profesörümüz,”Arapça
öğrenerek Arap milletleri potasında erimemizi “önermesine karşılık, bir İngiliz bilim adamı
olan MÜLLER bakınız ne söylemişti!”
“Türkçenin bir gramer kitabını okumak, bu dili öğrenmek niyetinde olmayanlar için
bile bir zevktir. Türlü gramatikal şekillerin belirtilmesindeki ustalık, isim be fiil çekimindeki
düzenlilik, bütün dil yapısındaki saydamlık kolayca anlaşılabilme yeteneği insan zekasının
dil aracıyla beliren üstün gücünü kavrayabilenlerde hayranlık uyandırır. Adet olarak, Türk
dilindeki duygu ve düşüncenin en ince ayrıtlarını belirtebilme, ses ve şekil öğelerini baştan
sona dek düzenli ve duygulu olan bir sisteme göre birbirleri ile bağdaştırıp dizileme gücü,
insan zekâsının dilde gerçekleşen bir başarısı olarak belirir. Birçok dillerde bu gibi olaylar
gözden perdelenmiştir. Onlar çözülmez kayalar gibi karşımızda durur. Ancak, dilcinin
mikroskobuyla dil yapısındaki organik öğeler ortaya çıkarılır. Türk dilinde ise, herşey
saydamdır, apaçıktır. Dilin iç ve dış yapısı billur bir arı kovanı yapısını seyrediyormuş gibi
ortadadır. Türk dili, seçkin bilginler kurulunun uzun bir çalışma ve oylamasıyla yapılmış
sayılacak düzgünlüktedir. Ne var ki, hiçbir kurul, Tataristan bozkırlarında kendi kendilerine
yaşayan bu insanların ,, doğuştan edinilen ve yeryüzündeki benzerlerinden hiç aşağı
olmayan bir dil duygusu kuralları ya da içgüdü ile ortaya koydukları bu dil gibi güzel bir
dil yaratamazdı!”AGOP DİLAÇAR, S.G.E.S.12-13.Osman Türkoğuz,Halifelik s.49-50.
Şecere’yi Terakime=Türk Şeceresini yazan Ebu’l Gazi Bahadır Han, Türklerden söz
ederken, anlatacağı şerefli olayları,”övünme” sanacak kimselere, Tanrı kendisini Türk
olmak itibariyle zaten şerefli yarattığından, böyle bir şeye ihtiyacı olmayacağını,”söylüyor.
Şükrü Kurgan, s.g.e. s.199.
55
En Eski Türk metinlerinden örnek vermemiz gerekiyorsa, KÖK/GÖK/TÜRK
Metinlerinden başlamamız gerekir:
“Öze Tengri basmazer, asra yer telinmeser,
Türk budun, ilingin törüngin kim artatı?
“Ey Türk Milleti! Üstten gök çökmese, alttan yer delinmese senin elini ve töreni kim
bozar? s.g.e. EK.II.
Uygur Türklerinden bir örnek:
“Ata bir, ana bir uyalar bu halk,
Tefavütleri yok öte öttise.”-Bu millet, aynı baba ve aynı anadandır, bireyleri de
eşittir. İçlerinden birileri geçerse bu bir fark sayılmaz. Bir gurur nedeni de değildir.
A.E.EK.ııı.
İngiliz Tarihçisi wels,”Türkler memleketinde, her Türk Efendidir. Beydir. Bunun için
aralarında geçimsizlik eksik değildir. Çünkü ,hiç biri kendini diğerinden aşağı tanımaz.
Türkler, kendi memleketlerinden çıkıp ta yabancı ellere vardıklarında padişah olurlar. Tıpkı
denizin dibindeki incilere benzerler. Bunlar, denizin dibinde iken bir şey değildirler. Çıkınca
da en yüksek değeri kazanırlar!”
“Birgün Abbasi Halifelerinden Memun, şairleri huzurunda toplayarak, milliyetleri ile
övünmelerini emretmiş! Arap Şair; Hz.Muhammedin Arap olduğundan, Kuranın da Arap dili
ile geldiğinden, Arabın soyluluğundan söz etmiş!
Acem Şair; Kisraların saraylarından, Acem ihtişam ve daratından dem vurmuş!
Rum Şair; Eski Yunan sanat, mimari ve diğer büyüklüklerini, Sokrat’ın,
Eflatun’un, Aristo’nun Yunanlı olduğundan, Homeros’un Kör olduğu halde Odise ve İlyada
destanını manzum olarak yazdığından, Truva savaşından söz ederek susmuş! Sıra Türk
Ozana geldiğin de Halife, alaycı bir tavırla:
“Haydi, sen de milliyetinle övün bakalım!”Demiş. Diğer Şairler, şaşkınca, bu Türk
neyi söyleyebilir, övünecek neleri var ki dercesine, bizim Ozana bakmaya başlamışlar!
Türk Ozan, sazını tıngırdatarak,”Benim doğduğum Türk illerinde gerçi ne Arabın, ne
Acemin, ne de Yunanlının övündüğü şeyler yoktur. Fakat; bu topraklarda Tanrı köle
yaratmaz!”Demiş. Mahmut Esat Bozkurt, Atatürk İhtilali
Profesör Dr.N. Tonga:”Türkler, geniş demokrasi, din ve cinsiyet farkı
gözetilmeksizin, bütün zeki, atılgan ve değerli insanlara sokağın toz ve çamurları içinden
debdebeli vezir atına binmeye kadar imkân bahşediyordu.”M.E. Bozkurt, s,g.e.s.358-359.
56
Türk ulusunun İslamiyetken önceki kültürünü, ulusal tarihini ve sosyal yaşantısı
iyice kavrayabilmemiz için en Eski Türk metinlerinden örnekler vermemiz gerekmektedir.
GÖK—KÖK--TÜRK YAZITLARI.
“Bilge Kağan Yazıtı”
“Bilge Kağan Yazıtı, Göktürk yazıtlarından biridir. Bilge Kağan Yazıtı
(Kitâbesi),Moğolistan`da Orhon Irmağı yakınlarında bulunmaktadır. Bilge Kağan Yazıtı ile
Kül Tigin Yazıtı arasındaki uzaklık bir kilometredir. İskandinav runik harflere benzeyen
Köktürk yazısı ile yazılmıştır.”
Bilge Kağan Yazıtı hakkında bilgiler
Göktürk Yazıtlarından biridir. Bilge Kağan Yazıtı (Kitâbesi
),
Moğolistan Orhon Irmağı yakınlarında bulunmaktadır. Bilge Kağan Yazıtı ile
Kül Tigin Yazıtı Kül Tigin yazıtları Moğolistan`da Orhon Irmağı yakınlarında bulunmaktadır.
Kül Tigin ve Bilge Kağan yazıtları arasındaki uzaklık yaklaşık olarak bir kilometredir.
Yazıtlar İskandinav runik harflere benzeyen Köktürk yazısı ile yazılmıştır.
Tümü: http://www.turkcebilgi.com/kül_tigin_yazıtı
Arasındaki uzaklık bir kilometredir. İskandinav runik harflere benzeyen Köktürk yazısı ile
yazılmıştır.
Yazıtın Ebatları ve Satır Sayısı
Bilge Kağan yazıtının yüksekliği 3.80 metredir. Doğu yüzünde 41 satır, güney ve kuzey
yüzlerinde 15`er satır yer almaktadır. Böylece
Türkçe Yazılmış olan toplam satır sayısı 71’i bulmaktadır. Batı yüzünde ise
Çince olan toplam satır sayısı 71’i bulmaktadır. Batı yüzünde ise Bir yazı yer almaktadır.
Kuzey yüzünün ilk 8 satırı
ın güney yüzünde yer alan ilk 11 satır ile aynıdır. Ayrıca doğu yüzündeki ilk 24 satır ile
Kül Tigin Yazıtın doğu yüzünde yer alan ilk 30 satır aynıdır.
Yazıt Hakkında
Bu yazıt,
Kül Tigin Yazıtına Oranla daha çok tahribat görmüştür. Bu nedenle metinler kesik ya da
okunamaz durumdadır. Bu yazıtta konuşan
Bilge Kağandır. Yazıt, 734 yılında ölen
Bilge Kağan Anısına, 735 yılında oğlu Tenri Kağan Tarafından dikilmiştir. Yazıt,
Kağan’ın Yeğeni Yoluğ Tekin Tarafından yazılmıştır.
57
Göktürk Yazıtların:
“Göktürk yazıtları üç taştan oluşur: Tonyukuk anıtı 716, Köl Tigin (Kültigin) anıtı 732, Bilge
Kağan anıtı 735 yılında dikilmiştir. Köl Tigin yazıtı, Bilge Kağan'ın ağzından yazılmıştır.
Kültigin, Bilge Kağan'ın kardeşi, buyrukçu ihtiyar Tonyukuk ise veziridir. Anıtların olduğu
yerde yalnızca dikilitaşlar değil, yüzlerce heykel, balbal, şehir harabeleri, taş yollar, su
kanalları, koç ve kaplumbağa heykelleri, sunak taşları bulunmuştur.
Tümü: http://www.turkcebilgi.com/göktürk_yazıtları
ı oluşturan Bilge Kağan Yazıtı 735 yılında dikilmiştir. Diğer iki yazıt ise Tonyukuk
yazıtı(716) ve Kül (Köl) Tigin (732) yazıtıdır. Orijinal metinden günümüz Türkçesine
çevrilen aşağıdaki metindeki cümlelerde, cümle yapısı büyük ölçüde korunmuştur.”
“Ben, Tanrı gibi gökte doğmuş Türk Bilge Kağan, şimdi tahtıma oturdum. Sözlerimi
sonuna
kadar
dinleyin,
bütün
küçük
kardeşlerim
ve
yeğenlerim,
Prenslerim(oğullarım),bütün milletim, sağdaki Şadapıt Beyler, soldaki Tarkan Buyruk
Beyler, Otuz Tatar, Dokuz Oğuz Beyleri, bu sözlerimi iyice işit, kulağına küpe et:
“Şarkta gün doğusuna, cenupta gün ortasına, garpta gün batısına, şimalde gece ve
ortasına doğru (bu çevre içindeki) bütün milletler hep bana tabidirler..Türk Kağanı şimdiki
gibi ve fesat olmaksızın,Ötüken ormanında oturdukça elde sıkıntı olmayacaktır.(Kutluğ
Kağanın devlet için seçtiği bir yer olan Ötüken ormanı,Çinden uzak ve savaş için çok
elverişli bir kara üssü idi.Kitabede,Türklere burasını terk ettirmek için yapılan Çin
propagandaları anlatılmakta ve Türklerin burayı bırakırlarsa ölecekleri ,gayet kati bir dille
anlatılmaktadır.)Şarkta Şandun ovasına kadar sefer ettim.Az kaldı denize
varacaktım.Cenupta Tokuz Ersin’e kadar sefer ettim,az kaldı Tibet’e varacaktım.Garpta
İnci Nehrini geçerek Demir Kapıya kadar sefer ettim .Şimalde yer ,yer Bayırku’ların yerine
kadar sefer ettim.Türkleri bunca yerlere kadar yürüttüm.Ötüken ormanında yabancı
hükümdar yoktu,memleketi idare edecek yerde burasıydı.Burada yerleşip Çin milleti ile
aramı düzelttim.Altın;gümüş,ipek gibi şeyleri hesapsız,öylece veren Çin milletinin sözü
tatlı,hediyeleri yumuşaktı,bu tatlı dil ve yumuşak hediyelerle kandırmak(bend etmek
suretiyle) uzaktaki milletleri yakınlaştırıyordu.(Çünkü Çinliler kendi sınırlarından uzakta
yaşayan Türklere bir şey yapamıyorlar,ancak hudutlarına yakın gelince ,bazen burada
söylendiği gibi hediyelerle kandırarak ,bazen da aralarına nifak sokarak,onları yenmeye
muvaffak oluyorlar…”
“Ey! Türk Milleti, birçoklarınız Ç:inlilerin tatlı sözleri, yumuşak hediyeleriyle
bozularak öldünüz.İçinizdeki kötü insanlar,sizi şöyle teşvik ediyorlardı:”..uzakta iseler
kötü,yakında iseler iyi hediyeler verirler!”Deyip,böylece kışkırttılar.Cahil kimseler bu
sözlere inanıp yaklaşarak,çoğunuz öldünüz.Türk Milleti;oraya yine varırsan öleceksin.
Ötüken ormanında oldukça, yurdunu ebediyen tutacaksın.(yurduna ebediyen sahip
olacaksın).Türk Milleti, sen açken tokluk nedir bilmezsin, fakat bir defa tok olunca da açlık
58
nedir bilmezsin. EK.”Türklere bir şeyi zorla kabul ettirmeye kalkarsanız panter gibi
üstünüze atlayarak sizi parçalarlar. Güler yüzle ve tatlı sözle onların vermeyecekleri şeyleri
yoktur!”Bir İtalyan Bilgini..Ostüzü.
Yaratılınca, bütün yoksul milleti topladım, fakir milleti zengin, az milleti çok ettim,
sözlerimde yalan var mı?
“üstte mavi gök, altta kara yer yaratılınca ikisi arasında insanoğlu yaratılmış.
İnsanoğulları üzerinde de atalarım(babam ve dedem)BUMİN Kağan ve İstemi Kağan tahta
geçmişler(oturmuşlar).Tahta oturarak Türk Milletinin ülke ve kanunlarını idare ve tanzim
etmişler. Dört bucak hep düşmanmış, asker sevk ederek bu dört bucaktaki milletleri hep
hükümleri altına almışlar, savaştan vazgeçirmişler, başlarına baş eğdirmişler, dizlilerine diz
çöktürmüşler. Milleti doğuda Kadırkan ormanına, batıda demir kapıya kadar kondurup
yerleştirmişler. Bu iki sınır arasında sahipsiz, teşkilatsız kalan Göktürkler oturuyormuş.
Onlar bilgili kahraman hakanlarmış. Buyrukları(yüksek memurları, erkânı da) böyle bilgili
ve kahramanmışlar. Onların beyleri ve milleti de yine böyle birbirlerine uygunmuş;onun için
memleketi böyle muhafaza ve kanunlar tanzim etmişler.Nihayet vadesi gelerek
ölmüş.yuğcu
ve
ağlayıcı
olarak
doğuda
gün
doğusundan
..Çinliler,Tibetliler,Aparlar,Apurumlar,Kırgızlar,ÜçKurıkanlar,Oğuz
Tatarlar,Kıtaylar,Tatabılar,bütün bu milletler gelerek ağlamış ve matem tutmuşlar, o kadar
meşhur Kağanmış.Ondan sonra küçük kardeşler ve oğullar(yeğenler)babaları gibi
yaratılmadıklarından bilgisiz ve kötü Kağanlar tahta oturmuşlar.Bunların buyrukları da yine
böyle,bilgisiz ve kötü imişler.:..Çin milletine bey olan oğullar köle,afif kızlar cariye
oldular.Türk Beyleri Türk adlarını unutup,Çin Beylerinin Çince adlarını aldılar ve Çin
Hakanına tabi olarak,tam elli yıl,işlerinize güçlerini ona verdiler.Kazançlarını terk
ettiler.”EK:Anadolu Selçuklularında da aynı hastalığı görmekteyiz.Hep Acem
adları:Alaaddin Keykubat,Alaaddin Keyhüsref gibi.Günümüzde de,Mustafa Kemal
Atatürk’e rağmen aynı hastalık sürüp gitmektedir!
“Türk Milletinin halk kısmı şöyle demiş:”Ben,kendi eli olan hür bir millettim.şimdi elim
nerede ve kime el kazanmaktayım!?Ben Kağanı olan hür bir millettim,Kağanım nerede ve
hangi Kağana iş görüyorum!?Demiş.Böyle diyerek de Çin Hakanına düşman
olmuş!?””Yukarıdaki Türk Tanrısı,Türkün mukaddes Yir-Sub’ları böyle dediler..”Türk milleti
yok olmasın ,tekrar(hür) bir millet olsun,”diye babam Elteriş Kağanla anam İlbilge Hatunu
göğün tepesinde tutup yükseltmişler.Babam Kağan,onyedi erle dışarıya çıkmış(huruç
yapmış),”dışarı yürüyor” haberini işiten şehirdekiler dağa çıkmışlar,dağdakiler
inmişler,toplanıp Yetmiş kişi olmuşlar.EK:Spartaküs te Yetmişüç Gladyatör ile Roma
İmparatorluğuna başkaldırmıştı.Tanrının verdiği güçten dolayı,babam Kağanın askeri
kurt,düşmanınki koyun gibiymiş.Alahın yardımı ile Ondört yaşımda Tarduş millet başında
Şad’dım.Amcam Kağanla doğuda Yeşil nehre Şandun ovasına,batıda Demir kapıya
,Gökmen ovasındaki Kırgızların yerine kadar asker sevk ettik.Hepsi birden yirmi beş
seferle onüç savaş ettik,ellileri elsiz,kağanlıları kağansız eyledik,dizlilere de diz
çöktürdük,başlılara baş eğdirdik..”
59
“”Türk Oğuz Beyleri ve Türk Milleti dinleyin!”Üstten gök çökmese,altta yer delinmese
,senin elini ve töreni kim bozar?!”
Orhun Abideleri ve Yazıtları
KÜLTİĞİN ANITI:
Tam Türkçe Metin Çevirisi
Güney Yüzü:
Tanrı gibi gökte olmuş Türk Bilge Kağanı, bu zamanda oturdum. Sözümü tamimiyle işit.
Bilhassa küçük kardeş yeğenim, oğlum, bütün soyum, milletim, güneydeki Şadpıt beyleri,
kuzeydeki Tarkat, Buyruk beyleri, Otuz Tatar Dokuz Oğuz beyleri, milleti! Bu sözümü iyice
işit, adamakıllı dinle: Doğuda gün doğusuna, güneyde gün ortasına, batıda gün batısına,
kuzeyde gece ortasına kadar, onun içindeki millet hep bana tâbidir. Bunca milleti hep
düzene soktum. O şimdi kötü değildir. Türk kağanı Ötüken ormanında otursa ilde sıkıntı
yoktur. Doğuda Şantung ovasına kadar ordu sevk ettim, denize ulaşmama az kaldı.
Güneyde Dokuz Ersin’e kadar ordu sevk ettim, Tibet’e ulaşmama az kaldı. Batıda İnci
nehrini geçerek Demir Kapı’ya kadar ordu sevk ettim. Kuzeyde Yir Bayırku yerine kadar
ordu sevk ettim. Bunca yere kadar yürüttüm. Ötüken ormanından daha iyisi hiç yokmuş. İl
tutacak yer Ötüken ormanı imiş. Bu yerde oturup Çin milleti ile anlaştım. Altını, gümüşü,
ipeği ipekliyi sıkıntısız öylece veriyor. Çin milletinin sözü tatlı, ipek kumaşı yumuşak imiş.
Tatlı sözle, yumuşak ipek kumaşla aldatıp uzak milleti öylece yaklaştırırmış. Yaklaştırıp,
konduktan sonra, kötü şeyleri o zaman düşünürmüş. İyi bilgili insanı, iyi cesur insanı
yürütmezmiş. Bir insan yanılsa, kabilesi, milleti, akrabasına kadar barındırmazmış. Tatlı
sözüne, yumuşak ipek kumaşına aldanıp çok, çok, Türk milleti, öldün; Türk milleti,
öleceksin! Güneyde Çogay ormanına, Tögültün ovasına konayım dersen, Türk milleti,
öleceksin! Orda kötü kişi şöyle öğretiyormuş: Uzak ise kötü mal verir, yakın ise iyi mal verir
diyip öyle öğretiyormuş. Bilgi bilmez kişi o sözü alıp, yakına gidip, çok insan, öldün! O yere
doğru gidersen, Türk milleti öleceksin! Ötüken yerinde oturup kervan, kafile gönderirsen
hiç bir sıkıntın yoktur. Ötüken ormanında oturursan ebediyen il tutarak oturacaksın. Türk
milleti, tokluğun kıymetini bilmezsin. Açlık, tokluk düşünmezsin. Bir doysan açlığı
düşünmezsin. Öyle olduğun için, beslemiş olan kağanının sözünü almadan her yere gittin.
Hep orda mahvoldun, yok edildin. Orda, geri kalanınla her yere hep zayıflayarak, ölerek
yürüyordun. Tanrı buyurduğu için, kendim devletli olduğum için, kağan oturdum. Kağan
oturup aç, fakir milleti hep toplattım. Fakir milleti zengin kıldım. Az milleti çok kıldım. Yoksa
bu sözümde yalan var mı? Türk beyleri, milleti, bunu işitin! Türk milletini toplayıp il
tutacağını burda vurdum. Yanılıp öleceğini yine burda vurdum. Her ne sözüm varsa ebedî
taşa vurdum. Ona bakarak bilin. Şimdiki Türk milleti, beyleri, bu zamanda itaat eden beyler
olarak mı yanılacaksınız? Ben ebedî taş yontturdum. Çin kağanından resimci getirdim,
resimlettim. Benim sözümü kırmadı. Çin kağanının maiyetindeki resimciyi gönderdi. Ona
bambaşka türbe yaptırdım. İçine dışına bambaşka resim vurdurdum. Taş yontturdum.
Gönüldeki sözümü vurdurdum. On Ok oğluna, yabancına kadar bunu görüp bilin. Ebedî
taş yontturdum. İl ise, şöyle daha erişilir yerde ise, işte öyle erişilir yerde ebedî taş
yontturdum, yazdırdım. Onu görüp öyle bilin. Şu taşdım. Bu yazıyı yazan yeğeni Yollug
Tigin.
60
Doğu Yüzü:
Üstte mavi gök, altta yağız yer kılındıkta, ikisi arasında insanoğlu kılınmış. İnsanoğlunun
üzerine ecdadım Bumin Kağan, İstemi Kağan oturmuş. Oturarak Türk milletinin ilini töresini
tutuvermiş, düzenleyivermiş. Dört taraf hep düşman imiş. Ordu sevk ederek dört taraftaki
milleti hep almış, hep tâbi kılmış. Başlıya baş eğdirmiş, dizliye diz çöktürmüş. Doğuda
Kadırkan ormanına kadar, batıda Demir Kapı’ya kadar kondurmuş. İkisi arasında pek
teşkilâtsız Göktürk öylece oturuyormuş. Bilgili kağan imiş, cesur kağan imiş. Buyruku yine
bilgili imiş tabiî, cesur imiş tabiî. Beyleri de milleti de doğru imiş. Onun için ili öylece tutmuş
tabiî. İli tutup töreyi düzenlemiş. Kendisi öylece vefat etmiş. Yasçı, ağlayıcı, doğuda gün
doğusundan Bökli Çöllü halk, Çin, Tibet, Avar, Bizans, Kırgız, Üç Kurıkan, Otuz Tatar,
Kıtay, Tatabı, bunca millet gelip ağlamış, yas tutmuş. Öyle ünlü kağan imiş. Ondan sonra
küçük kardeşi kağan olmuş tabiî, oğulları kağan olmuş tabiî. Ondan sonra küçük kardeşi
büyük kardeşi gibi kılınmamış olacak, oğlu babası gibi kılınmamış olacak. Bilgisiz kağan
oturmuştur, kötü kağan oturmuştur. Buyruku da bilgisizmiş tabiî, kötü imiş tabiî. Beyleri,
milleti ahenksiz olduğu için, Çin milleti hilekâr ve sahtekâr olduğu için, aldatıcı olduğu için,
küçük kardeş ve büyük kardeşi birbirine düşürdüğü için, bey ve milleti karşılıklı çekiştirdiği
için, Türk milleti il yaptığı ilini elden çıkarmış, kağan yaptığı kağanını kaybedivermiş. Çin
milletine beylik erkek evladı kul oldu, hanımlık kız evlâdı cariye oldu. Türk Beyler Türk
adını bıraktı. Çinli Beyler Çin adını tutup, Çin kağanına itaat etmiş. Elli yıl işi gücü vermiş.
Doğuda gün doğusunda Bökli kağana kadar ordu sevk edivermiş. Batıda Demir Kapıya
kadar ordu sevk edivermiş. Çin kağanına ilini, töresini alı vermiş. Türk halk kitlesi şöyle
demiş: İlli millet idim, ilim şimdi hani, kime ili kazanıyorum der imiş. Kağanlı millet idim,
kağanım hani, ne kağana işi gücü veriyorum der imiş. Öyle diyip Çin kağanına düşman
olmuş. Düşman olup, kendisini tanzim ve tertip edemediğinden yine teslim olmuş. Bunca
işi gücü verdiğini düşünmeden, Türk milletini öldüreyim, kökünü kurutayım der imiş. Yok
olmaya gidiyormuş. Yukarıda Türk tanrısı, Tük mukaddes yeri, suyu öyle tanzim etmiş.
Türk milleti yok olmasın diye, millet olsun diye babam İlteriş Kağanı, annem İlbilge Hatunu
göğün tepesinde tutup yukarı kaldırmış olacak. Babam kağan on yedi erle dışarı çıkmış.
EK:(Mirliva Mustafa Kemal Paşa da,19 kişi olarak Samsuna çıkmıştı. Muhafız takımı ile
birlikte mevcutları da 49 kişi idi.) Dışarı yürüyor diye ses işitip şehirdeki dağa çıkmış,
dağdaki inmiş, toplanıp yetmiş er olmuş. Tanrı kuvvet verdiği için babam kağanın askeri
kurt gibi imiş, düşmanı koyun gibi imiş. Doğuya, batıya asker sevk edip toplamış, yığmış.
Hepsi yedi yüz er olmuş. Yedi yüz er olup ilsizleşmiş, kağansızlaşmış milleti, cariye olmuş,
kul olmuş milleti, Türk töresini bırakmış milleti, ecdadımın töresince yaratmış, yetiştirmiş.
Tölis, Tarduş milletini orda tanzim etmiş. Yabguyu, şadı orda vermiş. Güneyde Çin milleti
düşman imiş. Kuzeyde Baz Kağan, Dokuz Oğuz kavmi düşman imiş. Kırgız, Kurıkan, Otuz
Tatar, Kıtay, Tatabı hep düşman imiş. Babam kağan bunca… Kırk yedi defa ordu sevk
etmiş, yirmi savaş yapmış. Tanrı lütfettiği için illiyi ilsizletmiş, kağanlıyı kağansızlatmış,
düşmanı tâbi kılmış, dizliye diz çöktürmüş, başlıya baş eğdirmiş. Babam kağan öylece ili,
töreyi kazanıp, uçup gitmiş. Babam kağan için ilkin Baz Kağanı balbal olarak dikmiş. O
töre üzerine kağan oturdu. Amcam kağan oturarak Türk milletini tekrar tanzim etti, besledi.
Fakiri zengin kıldı, azı çok kıldı. Amcam kağan oturduğunda kendim Tarduş milleti
üzerinde şad idim. Amcam kağan ile doğuda Yeşil Nehir, Şantung ovasına kadar ordu
sevk ettik. Batıda Demir Kapıya kadar ordu sevk ettik. Kögmeni aşarak Kırgız ülkesine
kadar ordu sevk ettik. Yekûn olarak yirmi beş defa ordu sevk ettik, on üç defa savaştık.
61
İlliyi ilsizleştirdik, kağanlıyı kağansızlaştırdık. Dizliye diz çöktürdük, başlıya baş eğdirdik.
Türgiş Kağanı Türkümüz, milletimiz idi. Bilmediği için, bize karşı yanlış hareket ettiği için
kağanı öldü. Buyruku, beyleri de öldü. On Ok kavmi eziyet gördü. Ecdadımızın tutmuş
olduğu yer, su sahipsiz olmasın diye Az milletini tanzim ve tertip edip… Bars Bey idi.
Kağan adını burda biz verdik. Küçük kız kardeşim prensesi verdik. Kendisi yanıldı, kağanı
öldü, milleti cariye, kul oldu. Kögmenin yeri, suyu sahipsiz kalmasın diye Az, Kırgız kavmini
düzene sokup geldik. Savaştı ilini geri verdik. Doğuda Kadırkan ormanını aşarak milleti
öyle kondurduk, öyle düzene soktuk. Batıda Kengü Tarmana kadar Türk milletini öyle
kondurduk, öyle düzene soktuk. O zamanda kul kullu olmuştu. Cariye cariyeli olmuştu.
Küçük kardeş büyük kardeşini bilmezdi, oğlu babasını bilmezdi. Öyle kazanılmış, düzene
sokulmuş ilimiz, töremiz vardı. Türk, Oğuz Beyleri, milleti, işitin: Üstte gök basmasa, altta
yer delinmese, Türk milleti, ilini töreni kim boza bilecekti? Türk milleti, vazgeç, pişman ol!
Disiplinsizliğinden dolayı, beslemiş olan bilgili kağanınla, hür ve müstakil iyi iline karşı
kendin hata ettin, kötü hâle soktun. Silahlı nereden gelip dağıtarak gönderdi? Mızraklı
nereden gelerek sürüp gönderdi. Mukaddes Ötüken ormanının milleti, gittin. Doğuya giden,
gittin. Batıya giden, gittin. Gittiğin yerde hayrın şu olmalı: Kanın su gibi koştu, kemiğin dağ
gibi yattı. Beylik erkek evlâdın kul oldu, hanımlık kız evlâdın cariye oldu. Bilmediğin için,
kötülüğün yüzünden amcam, kağan uçup gitti. Önce Kırgız kağanını balbal olarak diktim.
Türk milletinin adı sanı yok olmasın diye, babam kağanı, annem hatunu yükseltmiş olan
Tanrı, il veren Tanrı, Türk milletinin adı sanı yok olmasın diye, kendimi o Tanrı kağan
oturttu tabiî. Varlıklı, zengin millet üzerine oturmadım. İşte aşsız, dışta elbisesiz; düşkün,
perişan milletin üzerine oturdum. Küçük kardeşim Kül Tigin ile konuştuk. Babamızın,
amcamızın kazanmış olduğu milletin adı sanı yok olmasın diye, Türk milleti için gece
uyumadım, gündüz oturmadım. Küçük kardeşim Kül Tigin ile iki şad ile öle yite kazandım.
Öyle kazanıp bütün milleti ateş, su kılmadım. Ben kendim kağan oturduğumda, her yere
gitmiş olan millet öle yite, yaya olarak çıplak olarak dönüp geldi. Milleti besleyeyim diye,
kuzeyde Oğuz kavmine doğru, doğuda Kıtay, Tatabı kavmine doğru, güneyde Çine doğru
on iki defa büyük ordu sevk ettim, savaştım. Ondan sonra, Tanrı bağışlasın, devletim var
olduğu için, kısmetim var olduğu için, ölecek milleti diriltip besledim. Çıplak milleti elbiseli,
fakir milleti zengin kıldım. Az milleti çok kıldım. Değerli illiden, değerli kağanlıdan daha iyi
kıldım. Dört taraftaki milleti hep tabi kıldım, düşmansız kıldım. Hep bana itaat etti. İşi gücü
veriyor. Bunca töreyi kazanıp küçük kardeşim Kül Tigin kendisi öylece vefat etti. Babam
kağan uçtuğunda küçük kardeşim Kül Tigin yedi yaşında kaldı. Umay gibi annem hatunun
devletine küçük kardeşim Kül Tigin er adını aldı. On altı yaşında, amcam kağanın ilini,
töresini şöyle kazandı: Altı Çub Soğdaka doğru ordu sevk ettik, bozduk. Çinli Ong vali, elli
bin asker geldi, savaştık. Kül Tigin yaya olarak atılıp hücum etti. Ong valinin kayın
biraderini, silâhlı, elle tuttu, silâhlı olarak kağana takdim etti. O orduyu orda yok ettik. Yirmi
bir yaşında iken, Çaça Generale karşı savaştık. En önce Tadıgın, Çorun boz atına binip
hücum etti. O at orda öldü. İkinci olarak Işbara Yamtar’ın boz atına binip hücum etti. O at
orda öldü. Üçüncü olarak Yigen Silig Beyin giyimli doru atına binip hücum etti. O at orda
öldü. Zırhından kaftanından yüzden fazla ok ile vurdular, yüzüne başına bir tane
değdirmedi. Hücum ettiğini, Türk Beyleri, hep bilirsiniz. O orduyu orda yok ettik.
Ondan sonra Yir Bayırkunun Uluğ Irkini düşman oldu. Onu dağıtıp Türgi Yargun Gölünde
bozduk. Uluğ İrkin azıcık erle kaçıp gitti. Kül Tigin yirmi altı yaşında iken Kırgıza doğru
ordu sevk ettik. Mızrak batımı karı söküp, Kögmen ormanını aşarak yürüyüp Kırgız kavmini
62
uykuda bastık. Kağanı ile Songa ormanında savaştık. Kül Tigin, Bayırku’nun ak aygırına
binip atılarak hücum etti. Bir eri ok ile vurdu, iki eri kovalayıp takip ederek mızrakladı. O
hücum ettiğinde, Bayırku’nun ak aygırını, uyluğunu kırarak, vurdular. Kırgız kağanını
öldürdük, ilini aldık. O yılda Türgiş’e doğru Altın ormanını aşarak, İrtiş nehrini geçerek
yürüdük. Türgiş kavmini uykuda bastık. Türgiş kağanının ordusu Bolçu’da ateş gibi, fırtına
gibi geldi. Savaştık. Kül Tigin alnı beyaz boz ata binip hücum etti. Alnı beyaz Boz Aygırı
tutturdu. İkisini kendisi yakalattı. Ondan sonra tekrar girip Türgiş kağanının buyruku Az
valisini elle tuttu. Kağanını orda öldürdük, ilini aldık. Türgiş avam halkı hep tâbi oldu. O
kavmi Tabarda kondurduk Soğd milletini düzene sokayım diye İnci nehrini geçerek Demir
Kapıya kadar ordu sevk ettik. Ondan sonra Türgiş avam halkı düşman olmuş. Kengeris’e
doğru gitti. Bizim askerin atı zayıf, azığı yok idi. Kötü kimse er, kahraman er bize hücum
etmişti. Öyle bir zamanda pişman olup Kül Tigini az erle eriştirip gönderdik. Büyük savaş
savaşmış. Türgiş avam halkını orda öldürmüş, yenmiş. Tekrar yürüyüp…
Kuzey Yüzü:
“… İle Koşu vali ile savaşmış. Askerini hep öldürmüş. Evini, malını eksiksiz hep getirdi. Kül
Tigin yirmi yedi yaşına gelince Karluk kavmi hür ve müstakil iken düşman oldu. Tamag
Iduk Başta savaştık. Kül Tigin o savaşta otuz yaşında idi. Alp Şalçı ata binip atılarak
hücum etti. İki eri takip edip kovalayarak mızrakladı. Karluk’u öldürdük, yendik. Az milleti
düşman oldu. Kara Göl’de savaştık. Kül Tigin otuz bir yaşında idi. Alp Şalçı akına binip
atılarak hücum etti. Az ilteberini tuttu. Az milleti orda yok oldu. Amcam kağanın ili
sarstığında; millet, hükümdar ikiye ayrıldığında; İzgil milleti ile savaştık. Kül Tigin Alp Şalçı
akına binip atılarak hücum etti. O at orda düştü. İzgil milleti öldü. Dokuz Oğuz milleti kendi
milletim idi. Gök, yer bulandığı için düşman oldu. Bir yılda beş defa savaştık. En önce
Togu Balıkta savaştık. Kül Tigin Azman akına binip atılarak hücum etti. Altı eri mızrakladı.
Askerin hücumunda yedinci eri kılıçladı. İkinci olarak Kuşalgukta Ediz ile savaştık. Kül
Tigin Az yağızına binip, atılarak hücum edip bir eri mızrakladı. Dokuz eri çevirerek vurdu.
Ediz kavmi orda öldü. Üçüncü olarak Bolçuda Oğuz ile savaştık. Kül Tigin Azman akına
binip hücum etti, mızrakladı. Askerini mızrakladık, ilini aldık. Dördüncü olarak Çuş başında
savaştık. Türk milleti ayak titretti. Perişan olacaktı. İlerleyip gelmiş ordusunu Kül Tigin
püskürtüp, Tongradan bir boyu, yiğit on eri Tonga Tigin mateminde çevirip öldürdük.
Beşinci olarak Ezginti Kadız’da Oğuz ile savaştık. Kül Tigin Az yağızına binip hücum etti.
İki eri mızrakladı, çamura soktu. O ordu orda öldü. Amga kalesinde kışlayıp ilkbaharında
Oğuza doğru ordu çıkardık. Kül Tigini evin başında bırakarak, müdafaa tedbiri aldık. Oğuz
düşman, merkezi bastı. Kül Tigin öksüz akına binip dokuz eri mızrakladı, merkezi vermedi.
Annem hatun ve analarım, ablalarım, gelinlerim, prenseslerim, bunca yaşayanlar cariye
olacaktı, ölenler yurtta yolda yatıp kalacaktınız. Kül Tigin olmasa hep ölecektiniz. Küçük
kardeşim Kül Tigin vefat etti. Kendim düşünceye daldım. Görür gözüm görmez gibi, bilir
aklım bilmez gibi oldu. Kendim düşünceye daldım. Zamanı Tanrı yaşar. İnsanoğlu hep
ölmek için türemiş. Öyle düşünceye daldım. Gözden yaş gelse mani olarak, gönülden
ağlamak gelse geri çevirerek düşünceye daldım. Müthiş düşünceye daldım. İki şadın ve
küçük kardeş yeğenimin, oğlumun, beylerimin, milletimin gözü kaşı kötü olacak diyip
düşünceye daldım. Yasçı, ağlayıcı olarak Kıtay, Tatabı milletinden başta Udar General
geldi. Çin kağanından İsiyi Likeng geldi. On binlik hazine, altın, gümüş fazla, fazla getirdi.
Tibet kağanından vezir geldi. Batıda gün batısındaki Soğd, İranlı, Buhara ülkesi halkından
63
Enik General, Oğul Tarkan geldi. On Ok oğlum Türgiş kağanından Makaraç mühürdar,
Oğuz Bilge mühürdar geldi. Kırgız kağanından Tarduş İnançu Çor geldi. Türbe yapıcı,
resim yapan, kitâbe taşı yapıcısı olarak Çin kağanının yeğeni Çang General geldi.
Kuzeydoğu Yüzü:
Kül Tigin koyun yılında on yedinci günde uçtu. Dokuzuncu ay, yirmi yedinci günde yas
töreni tertip ettik. Türbesini, resimini, kitâbe taşını maymun yılında yedinci ay, yirmi yedinci
günde hep bitirdik. Kül Tigin kendisi kırk yedi yaşında bulut çöktürdü. Bunca resimciyi
Tuygut vali getirdi.
Güneydoğu Yüzü:
Bunca yazıyı yazan Kül Tiginin yeğeni Yollug Tigin, yazdım. Yirmi gün oturup bu taşa, bu
duvara hep Yollug Tigin, yazdım. Değerli oğlunuzdan, evlâdınızdan çok daha iyi
beslerdiniz. Uçup gittiniz. Gökte hayattaki gibi…
Güneybatı Yüzü:
Kül Tiginin altınını, gümüşünü, hazinesini, servetini, dört binlik at sürüsünü idare eden
Tuygut bu. Beyim prens yukarı göktaş yazdım. Yollug Tigin.
Batı Yüzü:
Batıdan Soğd baş kaldırdı. Küçük kardeşim Kül Tigin için, öle yite işi gücü verdiği için, Türk
Bilge Kağanı, nezaret etmek üzere, küçük kardeşim Kül Tigini gözeterek oturdum. İnançu
Apa Yargan Tarkan adını verdim. Onu övdürdüm.”(EK: Bilge Kağan, bir Çinli kızla gerdeğe
girerken 57 yaşında, bıçaklanarak öldürülmüştür.)
Vezir Tonyukuk Anıtı::
Tam Türkçe Metin Çevirisi: Şükrü Kurgan, İzahlı Metinler Ans.S.53-59,
Birinci Taş, ( Batı Cephesi )
“Ben Bilge Tonyukuk’um. Çin ülkesinde doğdum. Türk milleti Çin’de tutsak idi. Türk milleti
hanını bulmayınca Çin’den ayrıldı, han sahibi oldu. Hanını bırakıp yine Çin’e tutsak düştü.
Tanrı şöyle demiş: Han verdim, hanını bırakıp tutsak düştün. Tutsak düştüğün için Tanrı
öldürdü. Türk milleti öldü, bitti, yok oldu. Türk Sır milletinin yerinde boy kalmadı.
Ormanda, dışarıda kalmış olanlar toplanıp yedi yüz er oldular. İki bölüğü atlı idi, bir bölüğü
yaya idi. Yedi yüz kişiyi idare edenlerin büyüğü şad idi; danışman ol dedi, danışmanı ben
oldum, Bilge Tonyukuk. (Şadı) kağan mı yapayım diye düşündüm. Arık boğa ile semiz
boğa arkada oldukça; semiz boğa mı, arık boğa mı bilinmezmiş diye düşündüm. Bunun
üzerine, Tanrı akıl verdiği için onu ben kağan yaptım.
İlteriş Kağan olunca, Bilge Tonyukuk Boyla Baga Tarkan ile İlteriş, güneyde Çinli’yi,
doğuda Kıtay’ı, kuzeyde Oğuz’u pek çok öldürdüler. Danışmanı, yardımcısı ben idim.
Çogay’ın kuzeyi ile Kara Kum’da oturuyorduk.
64
Birinci Taş, (Güney Cephesi)
Geyik yiyerek, tavşan yiyerek oturuyorduk. Milletin karnı tok idi. Düşmanımız çevremizde
ocak gibi idi, biz ateş idik.
Böyle otururken Oğuz’dan casus geldi. Casusun sözü şöyle idi: Dokuz Oğuz boyu üzerine
kağan oturmuş; Çin’e Kunı Sengün’ü göndermiş; Kıtay’a Tongra Esim’i göndermiş. Şu
haberi göndermiş: Azıcık Türk (Köktürk) boyu var; fakat kağanı yiğit, danışmanı bilgili. Bu
iki kişi var oldukça seni, Çinliyi öldürecek, diyorum; doğuda Kıtay’ı öldürecek, diyorum;
beni, Oğuz’u mutlaka öldürecek diyorum. Çinli, sen güney yönünden saldır; Kıtay, sen
doğu yönünden saldır; ben de kuzey yönünden saldırayım; Türk Sır boyunun yerinde hiç
kimse kalmasın; mümkünse hepsini yok edelim, diyorum.
Bu haberi işitince gece uyuyasım gelmedi, gündüz oturasım gelmedi. Bunun üzerine
kağanıma arza çıktım. Şunu arz ettim: Çinli, Oğuz, Kıtay, bu üçü birleşirse biz kalırız.
Dıştan sarılmış gibiyiz. Yufka iken delmek kolay imiş, ince iken koparmak kolay. Yufka
kalın olsa delmek zor imiş, ince yoğun olsa koparmak zor. Doğuda Kıtay’dan, güneyde
Çin’den, batıda batılılardan, kuzeyde Oğuz’dan gelecek iki üç bin askerimiz var mı acaba?
Böyle arz ettim.
Kağanım, ben Bilge Tonyukuk’un arzını işitti, gönlünce idare et dedi. Kök Öng’ü
çiğneyerek Ötüken ormanına doğru orduyu sevkettim. İnek ve yük arabalarıyla Togla’da
Oğuz geldi. Üç bin askeri varmış. Biz iki bin idik. Savaştık. Tanrı yarlıgadı, yendik. Irmağa
döküldüler. Pek çoğu da dağıttığımız yerde öldü.
Ondan sonra Oğuz tamamıyla geldi. Türk milletini Ötüken yerine, beni, Bilge Tonyukuk’u
Ötüken yerine yerleşmiş diye işiten güneydeki millet; batıdaki, kuzeydeki, doğudaki millet
geldi.
Birinci Taş, (Doğu Cephesi)
İki bin idik. İki ordumuz oldu. Türk milleti yaratılalı, Türk kağanı tahta oturalı Şantung
şehrine, denize ulaşmış olan yok imiş. Kağanıma arz edip ordu gönderdim. Şantung
şehrine, denize ulaştırdım. Yirmi üç şehir zaptettiler. Uykularını burada bırakıp seferde
yatıp kalktılar.
Çin kağanı düşmanımız idi. On Ok kağanı düşmanımız idi. Kırgızların güçlü kağanı da
düşmanımız oldu. Bu üç kağan anlaşıp Altun ormanında birleşelim demişler. Şöyle
anlaşmışlar: Doğuda Türk kağanına doğru sefere çıkalım demişler. Eğer biz üzerine
yürümezsek, eninde sonunda o bizi, kağanı yiğit, danışmanı bilgili olduğu için, eninde
sonunda o bizi mutlaka öldürecektir. Üçümüz birleşip üzerine yürüyelim, hepsini yok
edelim demişler. Türgiş kağanı şöyle demiş: Benim milletim oradadır demiş, Türk
(Kök-türk) boyu yine karışıklık içindedir, Oğuz’u yine dardadır demiş.
Bu sözleri işitince gece yine uyuyasım gelmiyordu, gündüz yine oturasım gelmiyordu. 0
zaman düşündüm. İlkin Kırgız üzerine yürüsek daha iyi olur dedim. Kögmen yolu tek imiş;
kapanmış diye işitip bu yoldan yürümek olmaz dedim. Kılavuz istedim. Çöllü Az eri
buldum. Az ülke (sinde), Anı belinde bir yol varmış; bir at yolu imiş, onunla gitmiş. Onunla
65
konuşup bir atlının gitmiş olduğunu öğrenince bu yolla gitmek mümkün dedim. Düşündüm
ve kağanıma arz ettim. EK: Türk süvari kolordusu da,25/26 Ağustos 1922 gecesi, Ahır
Dağındaki dar patikadan Sincan ovasına akmıştı. Kolordu komutanı Mirliva Fahrettin Paşa
Sıtmalı ve 41C.Derece hasta iken iki atın arasına konulan sedyenin içinde bu patikadan
geçmişti!
Birinci Taş,
(Kuzey Cephesi)
Ordu yürüttüm. At in dedim. Ak Termil’i geçince at bindirdim. At üzerine bindirip karı
söktürdüm. Sonra atları yedeğe aldırıp yaya olarak ve ağaçlara tutuna, tutuna yukarı
çıkarttım. Öndeki eri çapraz yürüterek ağaç olan tepeyi aştık. Yuvarlanarak indik. On
gecede yandaki engeli dolaşarak gittik. Kılavuz yeri şaşırıp boğazlandı. Bunalıp “kağan,
yetiş” demiş. Anı suyuna vardık. O sudan aşağı gittik. Yemek için attan iniyor, atı ağaca
bağlıyorduk. Gece gündüz dörtnala gittik. Kırgızları uykuda bastık. Uykularını mızrakla
açtık. Hanı, ordusunu topladı; savaştık ve yendik. Hanlarını öldürdük. Kırgız boyu kağana
teslim oldu, baş eğdi. Geri döndük, Kögmen ormanını dolaşarak geldik.
Kırgız’dan döner dönmez Türgiş kağanından casus geldi. Haberi şöyle idi: Doğudan
kağana sefer edelim. Biz yürümezsek onlar bizi, kağanı yiğit, danışmanı bilgili olduğu için
eninde sonunda onlar bizi mutlaka öldürecek, demiş. Casus, Türgiş kağanı çıkmış dedi,
On Ok boyu eksiksiz çıkmış dedi: Çin ordusu da varmış.
Bu haberi işittiğimiz sırada katun (kraliçe) vefat etmişti. Kağanım, ben eve ineyim, onun
yoğ törenini yapayım dedi. Orduya “gidin Altun ormanında oturun” dedi. “Ordunun başında
İni İl Kağan, Tarduş şadı gitsin” dedi. Bilge Tonyukuk’a, bana şunları söyledi : “Bu orduyu
ilet” dedi, “ben sana ne söyleyeyim. Kararı istediğin gibi ver” dedi; “gelirse göreceği var,
gelmezse haberciyi ve haberi alarak otur” dedi.
Altun ormanında oturduk. Üç casus geldi. Haberleri bir: Kağan orduyu çıkardı. On Ok
eksiksiz çıktı. Yarış ovasında toplanalım demişler. Bu haberi işitince haberi kağana
yolladım. Handan haber geldi: “Oturun, öncüyü ve nöbetçiyi iyice düzenleyin, baskın
yapmayın” demiş. Bögü Kağan bana böyle haber yollamış. Apa Tarkan’a ise gizli haber
göndermiş. Bilge Tonyukuk kötüdür, kindardır; yanılır; orduyu yürütelim diyecek; kabul
etmeyin.
Bu haberi işitince ordu yürüttüm. Altun ormanını yol olmaksızın aştık. İrtiş ırmağını geçit
olmaksızın geçtik. Gece de yol aldık ve Bolçu’ya şafak sökerken ulaştık.”
İkinci Taş,(Batı Cephesi)
“Haberciyi getirdiler. Sözü şöyle idi: Yarış ovasında yüz bin asker toplandı dedi. Bu sözü
işitince beğler, hep birlikte geri dönelim, zayıfın utancı daha iyidir dediler. Ben şöyle dedim;
ben, Bilge Tonyukuk: Altun Ormanını aşarak geldik, İrtiş ırmağını geçerek geldik. Gelenler
yiğit dediler duymadılar; tanrı, Umay, mukaddes yer su üzerine çöküverdi. Niçin
kaçıyoruz? Çok diye niçin korkuyoruz? Azız diye niçin kendimizi küçümsüyoruz? Hücum
edelim dedim. Hücum ettik ve yağmaladık.
66
İkinci gün ateş gibi kızıp geldiler. Savaştık. Bizden iki ucu, yarısı fazla idi. Tanrı yarlıgadığı
için çok diye korkmadık ve savaştık. Tarduş şadına kadar kovalayıp dağıttık. Kağanını
tuttuk; yabgusunu, şadını orada öldürdük. Elli kadar er yakaladık. Hem o gece halkına
haber gönderdik. O haberi işitip On Ok beğleri, halkı hep geldi, baş eğdi. Halkın birazı
kaçmıştı. Gelen beğleri ve halkı düzenleyip toplayarak, On Ok ordusunu yürüttüm. Biz de
yürüdük. Anı’yı geçtik. İnci ırmağını geçerek Tinsi oğlu denen ebedi Ek dağını aşırdım.”
İkinci Taş, (Güney Cephesi)
Demir Kapı’ya kadar gittik. Oradan geri döndük. İni İl Kağan’a,Tacikler, Toharlar… Ondan
berideki Suk başlı Soğdak kavmi hep gelip baş eğdi.
Türk milletinin Demir Kapı’ya, Tinsi Oğlu denen dağa ulaştığı hiç vaki değildi. O yere, ben
Bilge Tonyukuk ulaştırdığım için sarı altın, beyaz gümüş, kızıl yak öküzü, eğri deve, mal
sıkıntısızca getirdik.
İlteriş kağan, bilgisinden dolayı, yiğitliğinden dolayı Çin ile on yedi defa savaştı. Kıtaylarla
yedi defa savaştı. Oğuzlarla beş defa savaştı. Bu savaşlarda da danışmanı hep ben idim.
Kumandanı da yine ben idim. İlteriş Kağan’a, Türk’ün hâkim kağanına, Türk’ün bilgili
kağanına.”
İkinci Taş, (Doğu Cephesi)
Kapgan Kağan… Gece uyumadı, gündüz oturmadı. Kızıl kanımı dökerek, kara terimi
akıtarak işimi gücümü hep ona verdim. Öncüleri yine uzaklara gönderdim; hisarları,
gözcüleri çoğalttım; basılan düşmanı getirdim; kağanım ile seferlere çıktık. Tanrı korusun,
bu Türk milletinin içinde silahlı düşman dolaştırmadım, damgalı at koşturtmadım. İlteriş
Kağan kazanmasaydı, onun ardından ben kazanmasaydım il yine, millet yine yok olacaktı.
O kazandığı için, ardından ben kazandığım için il yine il oldu, millet yine millet oldu.
Ben artık yaşlandım, kocadım. Her hangi bir yerdeki kağan sahibi bir millete benim gibisi
olsa ne sıkıntıları olabilir?
Türk Bilge Kağan ilinde yazdırdım. Ben Bilge Tonyukuk.”
Türklüğümüzle övünürken,Atatürk’ten öğrendiğimiz gibi tüm davranışlarımıza ulusal
bilincimiz yön verirken ne oldu bize böyle?!Araplardan söz ederken Kavm’i Necib’i Arap
dedik te kendimizden söz ederken niçin türk sözünü kullanamadık?!Hangi büyük ve acı
olaylar Türklüğümüzü unutturdu bizlere?!Nasıl ve ne biçim telkinler altında,İslamiyet’ten
önce oturduğumuz topraklarda oturduğumuz halde,bize bu toprakları vatan diye veren
Türk soyu ile bağlantımızı kestik?!Başka uluslardan söz ederken,hem de Müslüman olan
uluslardan söz ederken,bu ulusların İslamiyet’ten önceki tarihlerini ve adlarını aynen
kullandık ta kendimizi bir Arap ümmetçiliği potasında nasıl da erittik?!Kanımız canımız, ve
emeklerimizle varlığını sürdüren Araplardan söz ederken,göğsümüzü gere,gere,hiç te
utanmadan nasıl “Kavm’i Necib’i Arap”,dedik?!Nasıl oldu da ,Eski Türk Anıtlarında gurur ve
onurla kullanılan Türk kelimelerini
hakaret anlamında;Kaba-Saba
adam olarak
kullanabildik?Bütün bu soruların karşılığı,Müslümanlığı kılıç zoru ile kabul ederken,Arap
toplumunun,Arap milliyetçiliğinin din adına,Türklere sunmuş olduğu şeylerde
67
aranmalıdır.Başkomutanından en küçük askerine kadar Türk olan bu ordunun bu
Muharebeyi kazanmasına rağmen ,zamanının Abbasi halifesinin Alp Aslana yazdığı
kutlama mektubunda Türk adına rastlanamamıştır:
“Bütün İslam âleminin çok yakından ilgilendiği Malazgirt meydan Muharebesi
sonunda, Sultan Alp Aslan, öteki bütün İslam memleketleri hükümdarlarına birer
Fetihname göndererek kazandığı zaferi müjdelemiştir. Bu zafer haberi İslam
memleketlerinde derin bir etki yaptı. Özellikle, zafer mektubu Bağdat’a geldiği, halifelik ileri
gelenleri ile sarayın önünde toplanan halka törenle okunduğu zaman büyük şenlikler
yapılarak davullar çalınmış, borular öttürülmüş ve zafer takları kurulmuştu. Öte yandan
Halife el-Kaim Bi Emrillah, Sultan Alp Aslan’a bir mektup göndererek kazandığı bu eşsiz
zaferden dolayı kendisisini kutlamış ve ona;”Tanrının desteğine mazhar, galip, muzaffer
evlat, en büyük Sultan, Arap ve Acem Hükümdarı, Dünya Hükümdarlarının Efendisi,
Müslümanların yardımcısı, insanlığın sığınağı, devletin kahredici bileği, dinin parlak tacı,
İslam ülkelerinin sultanı “gibi unvanlarla hitabetmişti. Profesör Dr. Ali Sevim, Malazgirt
Meydan Savaşı, s.94-95.
Muzaffer Türk Hakanına, Arap ve Acem Hükümdarı unvanını veren Bağdat’taki
Abbasi Arap Halifesi hakkında Yenik Bizans İmparatoru Romanos Diyojenes’in fikirleri,
Türkler tarafından uzun, uzun üzerinde düşünülecek niteliktedir:
“Anlaşıldığına göre, İmparator bu savaşı kazanmakla yetinmeyip, Selçukluları
Anadolu’dan attıktan başka bütün İslam ülkelerini de ele geçirmek istemektedir. Hatta o
savaştan önce Mısır, Suriye; İran ve Irak’a beraberinde bulunan generalleri atamış, ancak
Badat’ı bundan ayırarak bu konuda:”iyi bir insan olan o Şeyhe(Halife’ye) ilişmeyiz, çünkü o
bizim dostumuzdur!”Demiş. Aynı eser, s.70.
Sayın Profesör Dr. Rahmetli Ali Sevim’in bu ünlü eserinde belirttiği gibi, daha birçok
kaynaklarca da doğruluğu saptanan ve bu Meydan Muharebesinin kaderine yön veren bir
olayda, bugünkü ortamdan bir çıkış yolu bulabilmemiz için bizleri düşündürecek niteliktedir:
Ulusların tarihlerini incelediğimizde, dinin kişilere ve topluluklara çok güçlü bir şekilde yön
vermiş olduğunu görürüz. Ayrı dinlere, hatta aynı dinin değişik mezheplerine sahip
toplulukların, aynı dili konuşmaları ve aynı kandan olmalarına rağmen, can düşmanı
olarak, biri birleriyle savaştıklarını görmekteyiz.Tarih ve günümüz bunun örnekleri ile
doludur.Arap âleminin mezhep kavgaları Türk Yöneticilerine de aynen yansımıştır.Mustafa
Kemal gelene kadar bir mezhebe sırtını dayayan hükümdarlar,kan kardeşlerini kitle
halinde öldürmekten çekinmedikleri gibi,cinayetlerini de Din ulemasının fetvalarına
dayandırmışlardır.Ancak Malazgirt Meydan Muharebesinde, dinin,çıkarların ve her türlü
sosyal değerlerin üzerinde tutulacak alışılmamış bir davranış vardır:Türk ulusunun öz
karakterini gösteren bu davranış,Meydan Muharebesinin alın yazgısını da
belirlemiştir.Gagavuz
Türkleri
de
Ortodoks
mezhebindendirler,Azerilere
yardımlarını:”Biz,din kardeşlerimize değil,kan kardeşlerimize yardım ettik.çünkü biz
Türküz!”Sözü ile açıklamışlardı.
“Yukarıda sözünü ettiğimiz gibi, sağ kanatta Nikeforos Bryennios’un kumandasında
bulunan –Hıristiyan-Uz ve Peçenek atlıları, kendileri gibi savaşan, ata binen ve nara atan
soydaşlarına karşı savaşmamak üzere, Komutanları Tamış Bey ile birlikte, Bizans
68
saflarından ayrılarak Selçuklu saflarına geçmek için hiç duraksamamışlardır. İşte bu olay,
Bizans sağ kanadının bozulmasına ayrıca bir neden oluşturmuştur.”A.E.S.80.Genel
Kurmay Harp Tarihi Dairesi, Malazgirt Meydan Savaşı, S.152.
Anadolu Selçukluları ve Osmanlılar döneminde,Türklüğümüz tamamen
unutturulmuş;ulusumuzun beyni başka ulusların soyluluk ve gaza öyküleriyle beyin yıkama
işlemine tabi tutulmuştur.:
“Hatta bir gün, kabalığından dolayı Türk unvanı verilen Vaiz Ahmed’e…”J.Von
Hammer, Osmanlı Devleti Tarihi,53’üncü kitap, s.9,satır.15.
“Zaman oldu ki, Türküm! Demek ayıp sayıldı. Çünkü,Türk kelimesi hakaret
makamında , Türkler tarafından bile biri birlerine karşı kullanılıyordu.Şehzade
başında,çarşaflı bir anne,on yaşlarındaki oğlunun kollundan tutmuş,onu sürükleyerek zorla
okula götürüyordu.Topaç gibi yavrucak tepiniyor,çantasını yerlere atıyor,ağlıyor okula
gitmek istemiyordu.Çocuğuna kızan anne onu:
“Kaba Türk, Geri Türk!”Diye azarlıyordu. Bu anne ve çocuk Türk idiler, Çocuk ise
Annesi tarafından Türk sıfatı ile tahkir ediliyordu!”
“Namia gibi Osmanlı devletinin tarihçisi bile, tarihinin birçok sahifesinde, Türk’ten
söz ederken: İdraksiz Türk”Etrab’ı bi idrak sıfatını kulanmakta bir sakınca görmüyordu, bu
kitabı okuyan Osmanlılar da Naima’ya Caize yağdırıyordu!?Ulusal duygu ve düşünce
bundan daha güzel nasıl yok edilebilirdi?!Soysuzluğun bu derecesi hangi toplumda
görülmüştür!?Osmanlı Devletinin tebaası olan Rum’u,Ermenisi ve hatta Yahudi’si e
Osmanlılığı hiç benimsemedi.Ne oldukları sorulduğunda,Rum’um Ermeni’yim,Yahudi’yim
ve hatta Çingene’yim
demekten çekinmediler.Fakat,ulusların en arı soylusu olan
Türk,Türküm
diyemedi.Oyalınız,”Osmanlıyım,Elhamdülillah
Müslümanım!”Diyebiliyordu.Araplar ise Kavm’i Necib’i Arap sıfatı ile anılıyordu.”Mahmut
Esat Bozkurt,Atatürk İhtilali,s.328-330.
Yakup Kadri Karaosmanoğlu, ulusal Kurtuluş Savaşı yıllarımızda, ne olduğu
kendisine hiç öğretilmemiş bir Türk çocuğuna sorar:
“Burada hiç Türk var mı?”
“Yok! O dediğiniz aşağıda Haymana taraflarında bulunur. Elhamdülillah biz
Müslümanız!”Karşılığını alır. Yaban.
“Uygurlar ;uygarlıkta, sanatta,ilimde çok ilerlemişlerdi.Bu şeylerin hepsi de taassuba
kurban olup ta gitmiştir Arapların kıl çadırdan,arık deveden başka bir şey bilmedikleri
zamanlarda,Türklerin
yazıları,bilgileri,kitapları,kanunları,şehirleri,kaleleri,sanatları
varmış.uygarlıkta o kadar ilerlemişlerdi ki güzel şehirleri,süslü evleri vardı,evlerin
duvarlarını ipek kumaşlarla kaplarlardı.İnce resimler yaparlardı,ipek mendil ve ütü
kullanırlardı.Her ne ise;işte bu yüksek varlık ve zengin durum,bu yazılar,bu kitaplar,bu
güzel resimler,bu yapılar,bütün bu uygarlık eserleri hep din adına yok
edildi…Türkler,Araplara karşı yaptıkları bunca hizmetlere karşılık ne kazandılar?!Yıllarca
Bağdat halifeliğini ve halifelerini korudular,yıkılmaya yüz tutmuş olan kokuşmuş bir
69
saltanatı Yedi yüz yıl ayakta tuttular.Türkler olmasaydı Abbasoğulları da Emeviler de yüz
yıl bile yaşayamazlardı.Nitekim ibni Haldun,Araplarda hükümetlerin devamsız olduğunu
yazmamış
mıdır?Arap
halifeleri,Bağdat
saraylarında
zevklerine
bakarlarken;Türkler,Anadoluda yalınız başlarına haçlılarla boğuşuyorlardı.Fakat kime
yarandılar?Şu
yakın
zamanlarda
Kahire’de
“Annan “ adında bir fellah
çıkıyor,”Er-Risale,”adlı bir kitap yazıyor.Bu kitapta,”Türklerin ,İslamlığa ve Araplığa çok
büyük kötülükler yaptıklarını,”ortaya sürüyor…Bin yılı aşkın bir zamandan beri
Türkler,Arabistan’da,İran’da Turan’da,Türkiye’de hep başkalarının
faydalarına
çalıştı,kendisini unuttu.Daha doğrusu,hocalar,halifelik taslayan padişahlar,Türk’e kendisini
unutturmak için elele verdiler,bu yolda medrese ve saray anlaştı.Bu halin Türk Ulusu için
felaket getireceğini anlayan ve düşünen olmadı.Türk toplumunun Türklük bilinci ve Türklük
ruhu çökertildi.O hale geldik ki,Arap olmadığımıza ve Arapça konuşamadığımıza hayıflanır
olduk.Ulusal varlığımız,Acem, Arap veHalifelik uğruna feda edilip,gitti.”Besim Atalay,Türk
Dili ile İbadet, S.18-19.
Osmanlılık ve ümmetçilik potasında, çeşitli ırktan ve dinden ulusları eritmek
politikası, yalınız ve yalınız Türk Ulusunun aleyhinde sonuçlanmıştır. Üç güzel örnek, bu
konu için yeterli olur sanırım:
Ünlü Koçi Bey, Dördüncü Murat’a ve Deli İbrahim’e yazdığı risalesinde,
Türk’ü kimlere eş saydığını görelim:”Her zümreye adı geçen tarihten beri, milleti ve
mezhebi bilinmeyen şehiroğlanı, TÜRK, Çingene, Tatar, Kürt, Ecnebi, Laz, Yörük, Katırcı,
Deveci; Hamal, Ağdacı, yolkesen, Yankesicive diğer çeşitli kimseler katılıp, usul ve kaide
bozuldu. Kanun ve kaide kalktı…”Koçi Bey Risalesi, s.43,Zuhuri danişment. Dört yüz sene
önce, Yeniçeriliğin bozulmasına dair Padişaha verilmiş olan raporlardan bir örnekti Bu
konudaki anlayış yirminci asırlarda On dokuzuncu ve yirminci asırlarda bile, Mustafa
Kemal Atatürk’ün gelişine kadar hiç değişmemiştir:
“Ahmet Vefik Paşanın tuhaflıkları yanında çok ciddi, manalı, Türkçü ve Milliyetçi
yanları da vardır.Şu anlatacağımız olay,bu ünlü idarecimize koyu bir Türk Milliyetçisi
dememize yetmez mi?!:
Paşa, Bursa Valisi iken, kazalara teftişe çıkar.O devirde Osmanlı toplumunda
bulunan milletler,milliyetlerini açıkça söylerlerdi.Bunlardan “Osmanlıyız” diyenler de
olurdu.ama,Türküm diyeni de pek çıkmazdı.şüphesiz Osmanlı İmparatorluğunun asli
unsurunu Türkler oluştururdu.Ama,bunlar.sanki bir suçmuş gibi Türklüklerini
saklarlardı.Paşa,uğradığı bir ilçede halkla sohbet ederken,karşısındakilerin milliyetlerini
öğrenmek
isteğiyle,onlara
milliyetlerini
sorar:Hepsi
de
göğüslerini
gere,gere,Boşnağım,Arnavudum.Çerkezim der.sıra bir köşede duran yüzü soluk bir
ihtiyara gelir. Adamcağız, kısık bir sesle, ezile, büzüle,”Türküm Efendim!”Der. Paşa:”Niçin
sıkılıyorsun öyle, Türk olmak kabahat mi? Bak ben de Türküm!”Der. İhtiyar birden
canlanarak: Sahi mi Paşa? Sen de Türk müsün? Demek Türkten de Paşa olurmuş
ha…”Cevabını verince, Ahmet Vefik Paşanın gözleri dolu, dolu olur ve:
“Paşa da kim oluyor!?Türkten Padişah çıkar,Padişah anladın mı?! Dedikten
sonra,rahatça ağlayabilmek için tenha bir köşeye çekilir..Ziya Hanhan,Ölümünün yetmiş
70
yedinci yılında Ahmet Vefik Paşa.,Elli Ünlü Vali,İçişleri Bakanlığı Merkez Valiler Bürosu
yayınlarından sayı:1 s.661.
““Beşiktaş Tramvay Garajının karşısına düşen iki katlı büyük bir Selanik Kahvesi
vardı. Bu kahvehane Harbiye Talebesinin toplantı yeri gibi olmuştu. Rahmi Beyin
arkadaşlarından bazılarıyla ben de arkadaş olmuştum. Bir gece Rahmi, Selanik
Kahvesinde bana sordu:“
“-Sen nesin?!
“-Harbiye talebesiyim!
“-Başka?
“-bilmem!
“-Düşün bakalım?
“-Osmanlıyım!
“-Başka?
“-Müslümanım!
Sonunda Rahmi bana:
“-Hayır, her şeyden önce sen Türksün!”Dedi.
O vakte kadar biz,yalınız köylülere “Türk”,Derdik!.
Rahminin sözü üzerine ben:
“- Bilemem, şimdilik Osmanlıyım,”Dedim.
Rahmi bana bir saat süren bir konferans verdi.Biz,çok büyük bir
milletmişiz,biz Asyanın ortalarından gelmişiz,biz bir zamanlar dünyayı zaptetmişiz,sonra işi
tembelliğe vurmuş,her şeyi unutmuşuz.Şimdi Türklüğe çalışmamız lâzımmış!
GÖKBAYRAK
Ben, Rahminin konferansına bayıldım. Eve geldim, bir hafta bu sözlerin etkisi
altında kaldım. Ertesi Cuma, Rahmi ile buluştuk. Rahmi, beni Fındıklı’da bir eve
götürdü.Kozanlı bir Türk olduğunu söylediği bizden çok yaşlı bir adama beni takdim etti.
“Size bir Türk daha getirdim!”Dedi. Oturduk. Adam, Fransızca bir kitap
çıkardı. Önce Fransızcasını okudu, sonra Türkçeye çevirdi. Ne güzel ve saf bir Türkçe ile
konuşuyordu. Okuduğu kitabın adı Gökbayrakmış. Cengizin muharebelerine ait
kahramanlıkları yazıyormuş. Günler böyle devam etti. Yavaş,yavaş Türk olmaya
başladık.Ben de bir yandan Türk oluyordum,bir yandan da Türkçü…”.Fakat ,kime bundan
bahsetsem ,gülüyor,kafasını çeviriyor:
71
“-Güle, güle, sen Türk ol, benim aptal ve sersem olmaya niyetim yok!”Diyordu!””
“Tam bu sıra 1911…Fransız Devrimi yapılalı 122 .yıl olmuş;tüm uluslar
uyanmış,ayaklanmaları
sonucunda
bağımsız
devletlerini
kurmuş….Biz
neyin
kavgasındaymışız?Biz,neyi
savunmuşuz?Biz,,ne
için
yanmışız?Biz,niçin
de
ölmüşüz?!Bundan habersizmişiz?! Öyle olunca da Mustafa Kemal Atatürk gelene kadar
bilinen kötü sonuçlara, alın yazgısı diyerek aldatılıp durmuşuz!
“Fransız Başbakanı, Mithat Paşa’ya sordu:
“SİZ SONRADAN MI TÜRK OLDUNUZ?”
“Fransa’nın ünlü başbakanlarından, politikadan çekildikten sonra tarih yazarlığı
yapan ve daha da çok ünlenen Alfons Troyer, sürgüne gönderilen Mithat Paşayla
görüşmek istemiş. İlk görüşmesinden sonra da, bu ilginç ve bilgili sürgünün dünya
sorunları hakkındaki görüşlerinden çok hoşlanmış olmalı ki, daha sonra da birkaç kez
Paşayı yemeğe çağırmış, uzun söyleşilerde bulunmuş. Son görüşmelerinde de ayrılırken,
Mithat Paşa’ya sormuş:
“Siz sonradan mı Türk oldunuz?” Paşa’nın şaşırması ve duraksaması üzerine de
sözlerini sürdürmüş:
“Yanlış anlamayınız. Daha sonra da Osmanlı devletine büyük hizmetler yapmış
Kont Bönüval, Baron de Tot gibi kişiler din ve ad değiştirdikleri için sizin de acaba aynı
şekilde Türkleşmiş olup, olmadığınızı öğrenmek istedim!”Demiş. Mithat Paşa, bu soru ve
açıklama üzerine şu cevabı vermiş:
“Hayır, benim yedi ceddim Türktür ve Müslüman’dır. Eğer, zat’ı devletlerinde
zerrece ilgilerini çeken özelliklerim olduysa bunu da milliyetime borçluyum.”Oradan
ayrıldıktan sonra da Mithat Paşa, yanındaki Damadı Vefik Bey’e, gözyaşları içinde şöyle
demiş:
“Görüyor musunuz? Kendi anlayış ve görüşlerine göre değer taşıyan hiçbir şeyi
bizlere yakıştıramıyorlar!”Milliyet Gazetesi,01Şubat 1983.
“Büyük Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey,Bağdat Abbasi Arap Halifesi Kaim bi Emrullah’ı,Şii
Büveyhoğullarının egen emenliğinden kurtardıktan sonra,halifeliği alması için hiçbir engel
kalmadığı halde,kukla halifeyi yerinde bırakmıştı.Hükümdarlığın kaynağının güç ve
kudrette olduğunu bildiği için,kendisini bile savunmaktan aciz halifeliği alarak Türk
Ulusunun başına bela etmek istememişti.Alp-Aslan da aynı yolu izlemiştir.Zaten,Abbasi
Arap halifesinin hükmü altında olduğu kabul edilen tüm ülkeler kendi başlarına
buyruktular.Bağdat Halifesinin bazı sembollerle Tuğrul Bey’e devrettiği,doğu ve batı
yöresindeki yedi ülkenin hükümranlık hakları kendilerine aitti.Kendi şehrinde ve dahi kendi
sarayında hükmü geçmeyen bir otoritenin başka uzak ülkelerde ne hükmü olabilirdi?Tuğrul
Bey’in Bağdat’a gelişi,manevi bir güç kazanmak için değil de,kendisinden yardım isteyen
bir zavallıyı kurtarmak içindi.Bu özellikler,türk Ulusunun ruhunda var olan,nesiller ve
yüzyıllar geçmesine rağmen hiç değişmeyen bir özelliğidir.Kanuni Sultan
Süleyman’ı,Birinci Fransuva’nın imdadına koşturtan da bu ulusal özelliğimiz değil miydi!
72
“Alp-Aslan, Halep Sultanı Mahmud’u cezalandırdıktan sonra Mısır’ı fethedecekti.
Bizans İmparatoru. Romenos Diyejenos’un kendisiyle savaşmak üzere yola çıkması,
kendisini bu hareketlerinden alıkoymuştu. Yukarıdan beri incelediğimiz konulardan
anlıyoruz ki, türk hükümdarları, Halifeliğin el değiştirdiğini ve el değiştirebileceğini bildikleri
halde, halifeliğe sahip olmayı hiç istememişlerdi. Halifeye hizmetleri, ulusal çıkarlarımızı
engelleyecek bir biçimde yorumlanmamış, bir taraftan halifeye, hürmet ve muzafferiyet
haberleri taşıyan mektuplar yollanmış, diğer yönden de halifenin Müslüman kullarının
hükmettiği ülkelere akınlar düzenlenmiştir.”
“Şimdi, Rahmetli Profesör Dr. Ali Sevim’i okuyalım:
“Sultan, çok geçmeden hareketine devam etmiş, nihayet Halep’e bağlı Kınnesrin ve
Funeydik toprakları yönünde, Arap Esedoğulları boyunun elinde bulunan yöreler ile yine
Halep’e bağlı Azaz, Mercüdabık ve Esarib arasındaki arazide karargâhını kurmuş ve itaat
arzı için Mahmud’a yeniden ulaklar göndermişti. Sıkışık duruma düşen Mahmud, bu sırada
Halep’te bulunan Bağdat Nakibünnükebası Muhammet oğlu Trâd’dan “Sultana gidip
kendisinin huzura gelmesini affetmesini rica ile aralarını düzeltmesini sağlamasını,”istemiş
ve ona.”Sultan çok uzaklarda bulunduğu halde Halife ve Sultan’a itaatimi bildirip kendimin
ve ülkemin korunmasını istemişim. Ülkemin nasıl harap ve yağmalanmış olduğunu
gözlerinle gördün. Bu durum karşısında ben, Sultana gidip yardım talebinde bulunmak
istiyorum. İşte Sultanın huzuruna gidip, itaat arzını kapsayan mektubu”.Dedi. Bunun
üzerine Tirâd:”Ver onu bana, Sultan’a götüreyim!”Dedikten sonra, mektubu alıp, otağı
Funeydik’te bir tepe üzerinde /Bu tepe, Alp-Aslanın burada karargâh kurmasından sonra
Tellü’s-Sultan, Sultan tepesi adını almıştır/kurulan sultana ulaşmak için yola çıktı. belirli bir
konak yerinde sultan tarafından kendisine gönderilen özel bir ata binip tepeye gelen Tirâd,
Sultan katında pek çok izzet ve ikrama nail oldu. Sultan, ona,”niçin huzura geldiğini
sorunca; o,”bu mektubu da bana verdi!”Dedi. Mektubun kendisi tarafından Mahmud’un
kalbini hoş tutmak amacıyla yazılıp gönderildiğini söyleyen Sultan:”Biz, yakınlara gelince
şuna kani olduk ki, o,şehrin tarafımızdan yapılacak kuşatmasına karşı savunma tedbirleri
almak suretiyle bize karşı adeta ayaklanmış bulunuyor.”Dedi Daha sonra Trâd, Sultan’a:
“Mahmud’un Halife ve Sultan tarafından gönderilen hilatleri(özel giysi ) giyip, onlar adına
hutbe okuttuğunu bildirdiyse de Sultan ona,”Hangi şey onun hutbesini temsil ediyor?
Üstelik katıma da gelmek istemiyor ”şeklinde cevap vermek suretiyle Mahmud’a olan
kızgınlığını gösterdi. Mahmud’un Sultan katına gelmesi meselesi, iki aya yakın bir zaman
müzakere konusu olmasına rağmen, Mahmud bunda kesin olarak direndi. O,sultan’a karşı
takındığı bu isyankâr tavrın karşılıksız kalmayacağını anladığı için, Halep kalesine çekilip,
bir takım Arap boylarıyla, komşu bazı emirleri yardıma çağırdı.Bu çağrıya uyan Emir v e
Boy Reisleri,Mahmud’un etrafında çok sayıda kitlenin toplandığını gördükleri zaman,onun
çok kuvvetli olduğunu sanmışlardı.Fakat işler onların kanısının aksine oldu:Sultan
Alp-Aslan,Mahmud’un huzura gelmeyeceğini anladığı için,Nisan 1071 başlarında,Halep
önlerine gelip karargâhını kurdu.Türk ordusunun çadırları bu kez Halep’ten başlayarak
Esedoğulları arazisi,Azaz ve Esârip yönünde,biribirine yakın bir şekilde kurulmuştu.Şehri
iki ay kadar kuşatan Alp-Aslan,bir gün Mahmud’un bu direnişine kızmış ve maiyetindeki
kumandanlara:”Getirin şu Bedevi Emirini,vurun boynunu!”Demişse de,başta Veziri
Nizamülmülk olmak üzere maiyeti erkanı onu bu ısrarından vazgeçirmeyi güçlükle
başarmışlardır.Çok geçmeden Halep burçlarından Ganem adlı burç delinmiş,buradan
73
yapılacak bir saldırı ile şehir kolayca alınabilecek bir duruma geldiği halde ;Sultan,Bizans’a
karşı kuvvetli bir uç şehri kalmasını istediği Halep’i kılıçla fethetmek istememiştir.Öte
yandan da şehri savunan kuvvetler de,artık savaşmaktan vazgeçmişlerdi.Çok
geçmeden,Mahmud,bir gece annesini de yanına alarak Sultan’ın katına çıkıp,yer öptükten
sonra bağlılığını bildirdi.Sultan da Mahmud’a ve annesine izaz ve ikramda bulunduktan
sonra ,Halep yönetiminin yine kendi ellerinde kalmasını sağlayan bir tevki(ferman)ile
hil’at ve bir çok armağanlar verdi.Halep te daha çok zaman kaybetmek istemeyen
Alp-aslan,Mısır’a gitmek üzere Dımaşk’a hareket etti.Bu sırada,Bizans İmparatoru
Romanos Diyojenos’den kendisine bir elçi gelmişti.İmparator,Ercis,Ahlat,Malazgirt ve
Menbiç’in geri verilmesini ve sonra armağanlar gönderilmesini Sultan’dan talep
ediyordu.Elçi,bu isteklerin kabul edilmemesi halinde,imparatorun kalabalık bir ordu
ile harekete geçeceğini de bildirdi.İmparatorun bu tehdit dolu mesajına kızan Sultan,
ağır bir cevapla Elçiyi geri yolladıktan sonra, ordusunun bir kısmını burada bırakıp,
bazı kumandanları ve Emir Mahmud’u Suriye ve Mısır’ın fethiyle görevlendir.Kendisi
de ordusunun büyük kısmı ile,Bizans İmparatorunu bir an önce karşılamak
üzere,süratle harekete geçmişti.Fırat nehrini geçerken ordusunda bulunan at ve
develerle malların çoğunun mahvolmasına aldırmayarak ileri yürüyüşünü aralıksız
sürdürmüştü.Onun bu süratli yürüyüşünü ve bu arada ordunun zayiata uğramış olduğu
kısmen gören ve durumu İmparatoruna müjdeli bir haber olarak bildiren Elçinin bu
raporu,İmparatorun azmi,taraftarları üzerinde olumlu bir etki yapmıştı.Alp-Aslan,Fıratı
geçtikten sonra,yiyecek sıkıntısı nedeniyle ordusunda bulunan Iraklı askerleri terhis
etmişti.Beraberinde Horasan,Azerbaycan,ve Eren
kuvvetleri
kalmıştı…”Malazgirt
Meydan Savaşı,s.48-52.
Bu, açıklanması çok zor, çelişkilerle dolu bir süreçtir. Arap Müslüman’dır, Araplığı
da elindeki ve gönlündeki bayrağıdır. Türk, uyduruk ve gerçek hadislerin
boyunduruğundadır. Malazgirt Zaferinden sonra, Abbasi halifesinin kutlama mesajında,
Alp-Aslan’a:”Arabın ve Acemin Hükümdarı!”Sıfatı verilmektedir. Abbasi Arap Halifesinin
hutbesi okunan ve onun hükmü altında bulunan bir şehri zapdetmeye, Halifenin dini
yüceliğine inanmış Müslüman bir Türk! Hakanı savaşmak için geliyor. Müslüman Arap
savunucuları ile, içinde çok sayıda Müslüman Arap askerinin de bulunduğu, Müslüman
Türk Ordusu arasında kanlı çarpışmalar oluyor. Şehir düşmek üzereyken,anacığını yanına
alan Halep Müslüman Arap Bey’i Mahmud,Müslüman Sultan’ın huzurunda yer
öperek,şehrin ve kalenin anahtarlarını teslim ediyor.Bu nasıl bir iş?!Nerede kalmış
Müslümanların Halifesinin gücü ve yüceliği?!Bu iki Müslüman güç aylarca çarpışırken
neden sesini çıkartamıyor?Hangisini kazanması için dualar ediyor?!Bizans
belası
varken,neden siz ne yapıyorsunuz?Müslüman,Müslümanı öldürür mü?!Diyemiyor?
Tuğrul Bey, Bağdat Arap Halifesini, Şii Büveyhoğullarının egemenliğinden kurtardığı
zaman, Abbasi Arap Halifesi, tüm Müslüman ülkelerinin egemenliğini kendisine vermişti. O
ise, Halifenin Onbeş yaşındaki kızını kendisine eş olarak seçmişti. Alp-Aslan da bu
egemenlik hakkı için savaştı denilebilir. Başkasının canını dişine takarak savunduğu bir
yerin Halife tarafından verilmesinin ne değeri olabilir? Çarpışarak, kan dökerek alınacak bir
yerin verilmiş olmasının ne gibi dini ve hukuki bir değeri olabilir? İşgal ve zapt, zaten
hükmetme ve hükümranlık hakkını doğurmuyor mu? Görüyoruz veren ki, Tuğrul Bey’e
ülkeler veren Halife, Emir Mahmud’a da Halep Beyliğini vermiş! Acem’i; Keykavus,
74
Keyhüsrev, Keykubat ve Gıyasettin namı ile başına taç yaparak, kışın Beyşehir gölü
kenarındaki sarayında, Yazın da Alaiye sahilde oturan Anadolu Selçuklusunun Halife ile bir
sorunu olmamıştı. Zavallı Türk insanı ikiyüzyetmiş sene, bıkmadan, usanmadan ve
korkmadan Haçlı sürülerine karşı Arap âlemini ve Kudüs’ü durmuştu savunup
durmuştu. Bu çetin boğuşmalar
ve Moğol baskıları nedeniyle, diliyle, adı ile ve
edebiyatı
ile Acemleşen Anadolu Selçuklu Hanedanı; Türk olmakta ve Türkçe
konuşmakta direnen Anadolu Türk dünyasına hükmedememiş, yerini Beyliklere terk
etmiştir.1204 tarihinde, Baba İshak Türkmen ayaklanmasında, koskoca Selçuklu ordusu,
Türkmenler karşısında, Kırşehir ovasına kadar kaçmıştı. Orduda bulunan paralı Yüz kişilik
bir Frank zırhlı süvari bölüğü ayaklanmayı bastırmıştı! Anadolu Selçukluları döneminde,
tarih çok ererken olmakla beraber, çeşitli türk boyları Türk ulusu hamuru haline
getirilememiş, merkezi otoritenin ve Aydınların halktan kopması nedeniyle, dini masallarla
bezenmiş yerel otoriteler, halka egemen olmuştur. Hocalar ve şeyhler,halkı devletin
elinden çekip almışlardır.
Bununla beraber; halifelere rağmen, Haçlılarla boğuşan Selçuklunun aklına, Halifelik
desteğini istemek hiç gelmemiştir. Osmanlı Beyliği kurulup, yükselirken, halifelikle hiç bir
ilişki kurmamıştır. Bağlantısını egemenliğin merkezi olan Konya sürdürmüştür, Esasen,
Osmanlı Beyliğinin kurulmasından 41 sene önce/1258/ son Abbasi Arap Halifesi ve ailesi
Hulagu Han tarafından süvarilerin atlarlarına çiğnetilerek parçalattırılmıştır. Yıllarca sonra,
ne şartlar altında, halife soyundan geldiğini savunan bir kişinin Mısır’a sığındığını ve
sonunda da ne olduğunu görmüştük. Hilafet, kuvvete ve kudrete sığınma yolları arayan;
tanık beyanları, deliller ve kadı hükümleri ile var olma savaşı veren çaresiz ve güçsüz bir
kurum olmuştu. Osmanoğulları;Egemenlik ve hükümranlık hakkı olan Tuğ, Âlem ve
Davulu,Anadolu
Selçuklu
Sultanından
almıştı,çöllerde
sürünen
Abbasi
halifelerinden değil?!Saltanat ikiz kardeşi olan;birisi olmadan diğerinin de
olamayacağı savunulan hilafetsiz kurulmuş,devletlerce de tanınarak hukukiliği de
kabullenilmişti Osman tarihinin ünlü meydan savaşları da hilafetsiz
kazanılmıştı.İstanbul hilafetsiz alınmış,Osmanlıya yönelik Avrupa Hıristiyan
saldırıları ,MerciDabık Meydan Muharebesi v e Kahire Meydan Muharebesi yanında
halifesi olan Türkiye devleti başkanlarına karşı kazanılmıştı!Birinci Sultan
Murat,Kosova’yı hilafetsiz kazandığı gibi;oğlu Birinci Beyazıt ta Niğbolu’yu hilafetsiz
kazanmamış mıydı?!Hem de Anadolu Beylikleri ile çok uzun uğraşmasına
rağmen!Uzun,uzun yazmaya gerek yok!İstanbul’u halifesiz alan Fatih Sultan
Mehmet,Halifenin bulunduğu bir ülkeye sefer yaparken,aniden zehirlenerek
öldürülmesi bir Arap halifesinin entrikası ile olmamış mıydı?Yavuz Sultan
Selim,Kansu Gavri’yi,Merc’iDabık’ta,yanında halifesi olduğu halde yenmedi
miydi?!Mustafa Kemal;Ulusal Kurtuluş Savaşımızı,Halifeye,iç ve dış destekli
hainliklere rağmen, kazanmadı mıydı?!
Bir din adamımız da bizim gibi düşünmektedir :”İslama hizmet hilafetle mi
olur? Yüce Fatih,bir Türk Hükümdarı olarak, İstanbul’u Türklere armağan etti.Fatih’in
uhdesinde hilafet yoktu.Osmanlı Devleti,hilafetsiz kuruldu,hilafet yüzünden battı..”
Ercümend Demirer, Din, Toplum ve Kemal Atatürk. S.17.
75
Şimdi de gelelim, Osmanlı İmparatorluğunda Türklük bilinci ve hilafet
konusuna. Osmanlı İmparatorluğunda Hilafet konusunu iyice anlayabilmek için
“Türklük Bilinci” nedir, onu görelim:
Sayın Doçent Sırrı Akıncı’nın25 Aralık 1973 tarihli Cumhuriyet gazetesinde
yayınlandıktan sonra, Çağdaş Yayınları tarafından kitaplaştırılan,”İnançtan
Bilime,”adlı kitabının 96-103’üncü sahifelerindeki saptamasına bir göz
atalım:”Osmanlı değil, Türklük Bilinci,”başlıklı yazıyı aynen alıyorum:
“Osmanlı,”Efendimiz!”Dediği Padişahını Tanrını gölgesi sayar; Türk’ü ve öbür
Etnik kitleleri aşağı görür.””Türk sözcüğünün Türkçe bir kaynaktan gelmediğini,
Sümer dilerindeki,”Dıngır”-Tanrı- sözcüğünün değişmiş bir transkripsiyonundan
ortaya çıktığını okudum. İsmet Zeki Eyüboğlu’nun, yeni yayımlanan “Tanrı Yaratan
toprak-Anadolu adlı kitabında. Yazar, Türklerin hangi çağda kendilerine bunu ilkin
ne anlamda kullanıldığının da bilinmediğini söylemektedir. Ayrıca Çin tarihlerinde
“Türk’ere””Tik”,Eski Yunan, Lâtin kaynaklarında ”Turcae”,denildiği,”Divananü
Lügat-it-Türk’e” göre, bu insanların Nuh peygamber soyundan geldiklerini, Farsçada
“Türk”,sözcüğünün “Aydınlık”,”Güzel,””Parlak”,”Güçlü”,gibi anlamlar taşıdığını
belirtmektedir. Bu ilginç yazıda Ebû Hayyasah adındaki bir Arap yazarının 13122de
yayımladığı “Kitap al İdrak Fi Lisan al Etrâk”,başlıklı yapıtına değinilerek, Türk
sözcüğünün “Arap’tan gayrı “ diye açıklandığı anlatılmaktadır.Yazının sonlarına
doğru,Eski
Türklerin
kendi
soylarından
gelmeyenlere,”Japan”,”Japon”,”Capan”,,”Capon” gibi biribirine benzer ama değişik
adlar taktıklarını,bunların giderek günümüz Türkçesinde “Yabancı”,sözcüğüne
dönüştüğünü
,Türk
halk
dilinde
“Türk”
kökü
ile
ilgili”,Türe”,-Gelenek-,”Türemek!”(Yeniden ortaya çıkmak),”Türük”(Keçi) kılından
yapılmış azık torbası) gibi sözcüklerin bulunduğunu ileri sürmektedir.Bu güzel
olduğu gibi öğretici yazıyı tarih kitaplarıyla dolu bir odada okudum.Belki bumdan
ötürü olacak,bende bir çağrışım yaptırdı.acaba eski Vakanüvislerimiz ve
Tarihçilerimiz,”Türk” için ne diyorlardı?! Osmanlı devletinde Vakayiname’yle tarih
yazan görevliler, Osmanlı düşünü(Zihniyet) benimsemiş, hiç değilse böyle
görünmek zorunda olan kişilerdi.bundan dolayı yazılarında nesnellikleri(Afakiyat)
değil,çoğu kez öznecilik(Enfüziyye) ağır basmaktaydı.Başka türlü olması da
düşünülemezdi.Örneğin:”Solakzade
Tarihini,rastgele
açıp,karşımıza
gelecek
satırlara şöyle bir bakalım:”Hânımân’ı Türkmân’ın aşına zehr-i nâr katıp,,bunların
vucûd-i hâbâset âlûdların ve cem’i yet-i fesâdâtın târ ü mâr ittiğidir.”(Türkmenlerin
aşına yılan zehiri katıp,bunların evlerini,ocaklarını,kötülüklerle dolu vücutlarıyla
fesat yuvası topluluklarını darmadağın ettiğidir!)
“Velhasıl ol nevahinin etrâk-i nâ-pâk-i dertmendin başına üşüştüler”(Sözün
kısası o bucakların pis Türkleri dertli kişinin başına üşüştüler).”Vilayet’i Teke’nin
Etrâk-i bî-idrâk-i bu tedbirin husulünü mukarrer zan itmeyin hidmetine can
attılar.(Antalya’nın anlayış yoksunu Türkleri, bu tedbirin ortaya çıkmasını
kararlaştırılmış sanıp hizmetine can attılar.)”Karamanoğlu dedikleri kaltaban ve
bî-iz’ân yine izhâr-ı isyan edüb, hevâsına tabi olan etrâk-i cehele ile
beraber”(Karamanoğlu dedikleri düşüncesiz kaltaban yine başkaldırmaya yeltenip,
76
bu isteğine eğilimli, yandaş Cahil Türklerle birlikte!” Bu anlatımlardaki “Vucûd-ı
hâbâset âlûdların”(kötülüklerle dolu vücutları),”Cemiyet’i fesâdâtın (fesat
toplulukları) gibi bileşik sözcüklerle “Etrâk-ı nâ- pâk”(Pis Türkler),”Etrâk-i
Cehele”(Cahil Türkler)deyimleri ,Osmanlı tarihçilerinin Türkleri kötüleyen
betimlemeleridir-tasvirleridir-bu
yalınız
Solakzade
Mehmet
Hemdemi
çelebi(?.1658)de değil,İmparatorluğun öteki Vakanüvisleriyle tarihçilerinde görülen
bir tutumdur. Yazı yerimiz sınırlı olduğu için, başka örnekler veremeyeceğiz. Ama
Âşık Paşazade’den başlayıp, İdris’i Bitlisi,Lütfi Paşa,karakeçilizade,Abdülaziz
Efendi,Naimâ,Lütfi Efendi, Şânizade Ataullah,Namık Kemal,Ahmet Cevdet Paşa’ya
dek,arada söylemediklerimizle birlikte Osmanlı tarih yazarlarının tümünde gözlemi
yapılan bir tablodur bu?! Acaba, bu kötülemeler bir rastlantıya mı bağlıydı?Yoksa
köklü bir nedene mi dayanmaktaydı?!Pek çok Tarihçinin özdeş tutumda olmaları
bir rastgeldiyle açıklanamaz.Öyleyse,kuşkusuz bunun bir nedeni vardı.Bunu
anlayabilmek için,önce,”Osmanlı’nın ne olduğunu incelemek gerekir:
OSMANLI NEDİR?!
Ordinaryüs Profesör Fuat Köprülü’ye “Osmanlı”,”ETNİK” değil “SİYASAL”
kökenli bir sözcüktür;”Devlete bağlı, onun parasal, malsal gelirlerinden aldığı
paylarla geçinen, egemen, yönetici bir “sınıf’”tır. Niyazi Berkes te:””Osmanlı” için
,”Devletin halktan ayırıp yaralandığı kullardır.”Diyerek, aşağı, yukarı öncekine
benzer bir tanım vermektedir. Demek ki;”Osmanlı”,İmparatorlukta halktan kopma
sürecinin bir ürünüydü. Benzetiş yerindeyse, toplumsal bir anomaliydi. Ekonomik
nedenlere bağlı bir “sınıflaşma”,onu ortaya çıkarmıştı. Yine, bu “sınıflaşmanın”
yarattığı iki örgüt, deyim yerinde olursa, onun tezgâhlarıydı. Bunlardan biri
“Medrese’yse,”öteki de “Enderûn’du.”Birincisi halktan aldığı kişileri,”Hanefi”
mezhebinde bir Müslüman yapardı. İkincisi de İmparatorluğun geniş, sayıca çok
Hıristiyan
ülkelerinden
devşirilen
çocuklarla-özellikle
Balkanlı
Bogomiller-“Medreseden aldıklarını “Osmanlı” yapardı. Örneğin: Çorumlu bir türk
olan Mehmet, medresenin emsile, bina, maksut, hesap, ilm’i hikmet, eşkâl’i te’siz,
heyet, isagoci, belâgat, kelâm, fıkıh, akaid, tefsir gibi skolâstik dersleri okuyup,
medresenin
bilimsel
rütbelerini
aştıktan
sonra,”Âlimül
Ulema-yil
Mütebahhirin”(Bilginlerin bilgini) unvanını kazanıp, sırtına,”Fervez’i Beyzâ”(Beyaz
Samur kürk)geçirip,”Şeyhülislâm Ebu Suud Efendi”,olduğunda, o artık bir Türk
değil, Müslüman bir “Osmanlı” olurdu. Evinde Türkçe konuşurdu ama yapıtlarında
ve fetvalarında kullandığı dil Türkçe değil, karmakarışık, abuk, sabuk bir dil olan
Osmanlıcaydı.
, EK: Arapça, Türkçe ve Farsça kelime salatasıydı. Bunun gibi, Sırbistan’ın
“Sokoloviç”,kasabasından getirilen bir Sırp çocuğu, eğitilip, öğretilip, çeşitli
görevlerden geçirildikten sonra, Sadaret katına oturtulduktan sonra, o artık ne bir
Sırp, ne de bir Türk’tü. Tam bir Osmanlı olan “Sokullu” ya da “Tavil” Mehmed
Paşa’ydı. Sözün kısası; İmparatorlukta, üstün bir “askeri” gücün temsilcisi olan
“Padişah’ı Âlempenâh,”tahtta oturmaktaydı. Gerçekte boş bir kavram olan ama
vicdanlarda kök saldığından çok sağlam gibi görünen “Hilâfet”te onun
payandasıydı.”Reâyâ’yayla “Berâyâ”,denilen, kökenleri çeşitli uluslara dayanan
77
yığınlarsa” ,Halktı”.Korkunç bir sömürü düzenine dayanan İmparatorluktaki
insanların dolmayan çilesini, ünlü bir Ozanımızın,”Köylünün göz nuru Zeamet, alın
teri Tımar idi.”Dizesiyle pekâlâ belirtebiliriz. İşte bu iki uç arasında “Halk”’tan
koparak, uzaklaşmış,”Osmanlı Padişahına”,iyice yakınlaşmış toplumsal sınıf
“Osmanlıydı!”Onun bireylerinin kendine özgü giyimi, kuşamı, konağı, yalısı, dili,
diyaleği vardı. Toplum olarak ta bir edebiyatla musiki yaratmıştı. Uzmanlar,
Birincisine Arap, Fars, İkincisinde de Ermeni kilise musikisinin etkisinden söz
ederler.”Osmanlı”,”Efendimiz,”dediği
padişahını
Tanrı’nın
gölgesi
saymaktaydı.”Menem diğernist!”(Benden başkası yoktur),esprisini taşıdığından,
Yalınız “Türk’e” karşı değil, öteki etnik öğelere de tepeden bakmaktaydı.
O,Devletinin yükseliş dönemlerinden kalma boş bir gururla, daima taşıp,
dolmaktaydı. Devletine “Boğaziçi’nin hasta adamı”,denildiği zaman bile bu boş
gururu bırakmıyordu. Çok eskilere gitmeye gerek yok, bunun en tipik örneğini
Namık Kemal’de görmekteyiz:
“Üstad, yaşadığı ondokuzuncu yüzyılda; Osmanlı İmparatorluğu ha yıkıldı,
ha yıkılacak durumdadır, ama o hâlâ bir düş görürcesine:”Biz, ol nesl-i Kerim-i
dûde-i Osmaniyânız kim/Muhammerdir serâpâ mâyemiz hûn-i şehâdet’ten/Biz ol a
l’li-himen, erbâb-ı cidd-û içtihadız kim/Çıkardık bir aşiretten/Biçimindeki dizeleri
sıralayıp durmaktaydı. Öte yandan da idealist görüşlü yazılmış tarihinde, Türkleri
tatarlarla birleşip, İslamlığı yıkmaya çalışan “Barbarlar,”olarak göstermekteydi.
Osmanlı’”nın dünya görüşü İslamcıdır. Bunun dışına çıkmak,”Küfür’”dür. Batı
ülkeleri bundan ötürü”,Diyar-ı Küfürdür.”Batılılar da“Küffârdır”.O,İslamı“,Hanefi”,
”Şafii”,”Hanbeli”,”Maliki,”mezheplerinden yalınız birincisini yeğ tutardı.İslamın
“Rafızî,”(sapık) dediği mezheplere ya da eğilimli kişileri,düpedüz “Zenadıka”’dan
sayardı.”Osmanlı’”nın “Türk’”ü hor görmesinin başka bir nedeni de Anadolu’daki
bazı Türklerin ,söylediğimiz Dört mezhep dışında bulunmalarıydı.Onsekizinci yüz
yılda yaşamış,Abbas Vasım adındaki bir Osmanlı Hekimi,yazdığı Tıp kitabının son
sözünde:”Görüp bir kimse rüyasında Âdem âtayı/sual etmiş ki neslinden midir
etrâk-i bed-Pevmâ/Cevabında demiş izhâr-ı unf ile eğer etrâk/Benim neslimden ise
benden üç kere boş olsun Havvâ” demektir”.
Uygar Araplar, çöl Araplarına küçümseyici anlamda Â’rabî” ya da bu sözü
severek benimsemiş, tıp kitaplarına bile sokmuştur. Çünkü bu sözcükte de bir
küçümseme göstermekteydi. a” ‘Â’rap” derler;”Etrâk,”sözcüğünü de yaratan
Bunlardır. Ama,”Osmanlı”da, bu sözü çok benimsemişti.”Maveraünden Hindistan’a
giden
Kayı
Boyu
mensupları,
orada,”Türkiye
devletini/Devlet
it
Türkiye’yi/kurmuşlardı. Oğuz boyu, her sene Mısır’a sattığı mallarla beraber 2000
Genç’i de satmaktaydı. Mısır’ın asker olarak kullandığı bu Oğuz gençleri bir darbe ile
Mısır’da,”Türkiye
devletini/Devlet-it-Türkiye’yi/kurmuştu.Osmanlılar,bu
devleti
küçümsemek için,bu devlete,Kölemenler/Memluklar/ takmıştı!?
“Ben, Sultan Beyazıt oğlu, Sultan Selim. Sen ki, Eşek Türk!”Birinci Selimin,
Şah İsmail’e yazdığı mektup. Baki Öz, Osmanlı’da Alevi Ayaklanmaları, s.15 ve Cem
Dergisi, sayı 4,s.45.
78
ATA’NIN ÇİZDİĞİ YENİ TÜRK YOLU!
“Mustafa Kemal Paşa,23 Nisan 1920 tarihinde, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni
törenlerle kurduğunda, onu adına Osmanlı sözcüğünü katmamıştı. Bunun iki nedeni
vardı: Birincisi, İmparatorluğun zaten çökmüş olmasıydı. İkincisi daha da önemliydi;
Osmanlılıktan kurtulma isteği! Bu uluslaşma sürecinin hem fiilen ve hem de
hukuksal bakımdan başlangıcıydı. Cumhurbaşkanımız Gazi Mustafa Kemal,
Cumhuriyetimizin Onuncu yılındaki ünlü söylevini,”Ne mutlu Türküm diyene!
Tümcesiyle bitirmişti. Bu söylev; Türk ulusunu pozitif bilimin öncülüğünde, çağdaş
uygarlığın
üstüne
çıkarma
çabasının
gönülden
isteğinin
dile
getirilmesiydi.Ancak,söylevde önemli bir noktaya değinilmiştir:Çağdaş uygarlığın
üstüne çıkarılacak,”Dünyanın en mamur yurtlarından biri haline getirilecek
Türkiye’nin toplumsal düzeni ne olacaktı?!Bunun da o yıl gönüllerden taşıp,dillere
destan olmuş bir marştan öğreniyoruz:”İmtiyazsız,sınıfsız kaynaşmış bir
kitleyiz!”Evet;ayrıcalıksız,”sınıfsız” bir toplum düzeni.Bu toplumsal platformdan
çağdaş uygarlığın üstüne çıkmak.Büyük adamın gelecekle ilgili planı
böyleydi.O’NUN bedence ölümünden sonra bu plan gerçekleşti mi?!Ne gezer!Türk
toplumu sınıflaşma bataklığının belki en cıvığına saplanmıştı.Bu yetmiyormuş
gibi,bu sınıflardan biri Atatürk’ü de,Atatürkçülüğü de hiç anlamamış basit
politikacıların elinde,kapitalist emperyalizmle sarmaş,dolaş oldu.Tarih ne tekerrür
eder,ne de geriye döner.Bir Osmanlı İmparatorluğu kurulamayacağı gibi,Türkiye
Cumhuriyeti de Osmanlı İmparatorluğuna dönüşemez.Gerisi de bilim dışı boş
sözlerden ibarettir.”
BİRİNCİ SELİM,HALİFELĞİ ALMIŞ MIDIR?!
İLK HALİFE YAVUZ SULTAN SELİM
“ 24 Ocak 1517'de Kahire alındı. 4 Subat 1517'de Yavuz büyük bir törenle
Kahire'ye girdi ve Mısır Memlukları’na bağlı Abbasi halifeliğine son verdi. Yakalanan
Tumanbay idam edildi. Mısır Seferi sonunda Suriye, Filistin ve Mısır Osmanlı hâkimiyetine
girdi. Ayrıca Hicaz ve yöresi de Osmanlı topraklarına katıldı. Doğu ticaret yolları tamamen
Osmanlıların eline geçti. Elde edilen ganimetler ve alınan vergilerle Osmanlı Hazinesi
doldu.
6 Temmuz 1517'de Emanet-i Mukaddese (Mukaddes Emanetler) denilen ve
aralarında Hz. Muhammed’in (S.A.V) hırkası, dişi, sancağı ve kılıcı da bulunan eşyaları,
Hicaz'dan Yavuz Sultan Selim'e gönderildi. 29 Ağustos 1516'da Hilafet Abbasi soyundan
Osmanlı Soyuna geçti.” EK. Yanlış! Mısır Türkiye Devletinin egemenliği Osmanlı
İmparatorluğun eline geçti. Mısır’ı Abbasi Halifeleri yönetmiyordu. Onlar, Kahire’de bir kale
burcunda gözetim altındaydılar. Memluk/Türkiye devleti/ Hükümdarı Kansu Gavri
muharebe sırasında ölmüş, yerine seçilenTomanbay da yakalanarak kum dolu bir meşin
yaygı üzerinde boynu vurulmuştu.
Yavuz Sultan Selim, Ayasofya Camii'nde yapılan bir törenle, son Abbasi halifesi
Üçüncü Mütevekkil'den (kendi deyimiyle Hadim-i Haremeyn-i Serifeyn) Haremeyn-i
Serifeyn, yani Mekke ve Medine'nin hizmetkârı unvanını devralması üzerine de böylece
79
bütün Müslümanlar'in dini ve siyasi lideri oldu. Rivayete göre, Üçüncü Mütevekkil kürsüye
çikip, Halifeliği Osmanlı Padişahı Sultan Selim Han'a devrettiğini açıkladı. Sırtındaki
cübbeyi Yavuz'a elleriyle giydirdi. Halifelik nişanlarından sayılan kılıcı elleriyle Yavuz'un
beline bağladı. Yavuz Sultan Selim, o andan itibaren Müslümanlar'in dini ve dünyevi lideri
oldu. EK:“Yavuz Sultan Selim, kılıcını çekerek Mısır’ı kılıcıyla zapt ettiğini ilan etmiştir. Ve
Ulemanın uyarısına uyarak Halife sanını hiç kullanmamıştır?!Kansu Gavri’nin ve
Tomanbay’ın üzerlerinde Halifelik unvanı
hiç olmamıştır.Ostüzü.Ben,ilk
yazdığımdaki görüşümü aynen kullanıyorum.O.Türkoğuz.
Yavuz Sultan Selim, Halife destekli Kansu Gavri’yi ve Tomanbayı, Merc’i
Dabık, Ridaniye ve Kahire meydan muharebesinde perişan ederek yendiğinde
sadece ve sadece Osmanlı İmparatoruydu,halife olmadığı gibi de halifesi bile
yoktu?!Kilis’in doğusunda,Yanan köyün de hemen eteğinde,şimdi Suriye’de kalan,Merc ve
Dabık köyleri çıvarında ,24 Ağustos 1516 tarihinde, Yavuz Sultan Selim,Mısır ordusunu
paramparça ederek yendiğinde, Halife Hazretlerinin manevi gücünün ve keskin nefesinin
kerametleri neden işe yaramamıştı?!Bunlar,halk ile tüm temasları kesilerek bir kale
burcuna kapatılmışlardı.Osmanlı Ordusu Mercidabık’tan sonra çöle aşarak kazandığı
Ridaniye Meydan Muharebesiyle seferi sonuçlanmamıştı.Kahire’de de üç gün süren sokak
çatışmaları oldu.Koskoca bir devlet yıkılırken neredeymiş bu halife hazretleri?!O günün
dünyasında üç güçlü devlet vardı:Osmanlı İmparatorluğu,Safevi Devleti ve Mısır’daki
Türkiye Devleti.Dulkadiroğullarının topraklarında,bin kişilik bir Mısır süvari birliğinin
bulunması, Yavuz’a, Mısır’ı istila fırsatını vermişti.
Mercidabık Meydan Muharebesinden sonra, Onyedi günde, hiçbir döküntü vermeden çölü
aşan Halifesiz Osmanlı ordusu, iki meydan muharebesini de kazanmıştı.1916 senesinde;
Halifeli Osmanlı Ordusu 1517senesinden beri eyaleti olan Mısır’ı ayaklandırmak için, çölü
geçme denemesinde, 30.000 devenin ölümüne neden olmuş, ancak, Süveyş Kanalına
kadar giderek ,eriyip kalmıştır. Burada garipsenecek hiçbir tarihi gerçek yoktur,tarih tersine
dönmüştür hepsi budur?!1516 ve 1517 yıllarında,Mısır Türkiye Devletine oyun oynayan
Halifelik kurumu,1916 yılında da Osmanlı Devletine aynı oyunu oynanıştır.Tomanbay’ı da
Yavuz’a teslim etmişti,400 sene önce de?! Safevi devletini ve Mısır’ı kılıcı ile Yenen, güçlü
ve kudret sahibi Yavuz’un, Mısır Türk devletinin tenezzül etmediği hilafeti almıştır masalı,
inanılacak bir gerçeğin ifadesi değildir. Yavuz’un muhatabı da aslında hilafet ve halife de
değildir.
1960 senesinde,bölüğümüzde hiç makineli tüfek ve makineli tüfek fişeği yok
iken;Onsekiz makineli tüfekle Harbiyelilere Bir buçuk saat ateş ettirmek suçundan,Kilis’te
bulunan 122’inci seyyar jandarma alayının karargâh ve servis bölük komutan vekilliğine
sürülmüştüm?!Bölüğümde bulunan bir yapı ustasını,Yanan köyde,Yavuz Sultan Selimin
çadır kurduğu yere basit bir anıt yapmakla görevlendirmiştik.24 Ağustos 1960
günü;Mercidabık Meydan Muharebesinin 444’üncü yıldönümünü,o anıtın çevresinde
toplanarak kutlamıştık.O gün,heyecanlı bir konuşma yapmıştım..Hiç bir kimse;Yavuz’u bu
derece neden yücelttiğimi anlayamamıştı ve de sormamıştı.Bir Türk boyunu,Safevi Devleti
80
tehlikesi nedeniyle Kürt yaptığı için kızmama rağmen,Halifeliği almadığı için de
seviyordum.Bu halifelik alış verişi için bakınız ne diyor İslam Ansiklopedisi: “
“Birinci Selim, Kahire ulemasını toplayıp, saltanatın meşrutiyeti için, makam-ı
Hilafet’ten icâzet talebi lâzım olup, olmadığını sormuş ve ulemanın böyle bir muameleye
lüzum olmadığını söylemeleri üzerine, kendisinin bu hususta halife ile asla temas etmediği
anlaşılmıştır"Yavuz, Kahire Camisi'ne girdiğinde Kahireliler ona Hakimü'l-Haremeyn
(Mekke ve Medine'nin hâkimi) sıfatını verirler ama o bu sıfatı kabul etmez ve "'Ben, olsam,
olsam Hadimü'l-Haremeyn (Mekke ve Medine'nin hademesi) olabilirim;" der. Bu olay
üzerine o dönemde hademelerin taktığı küpeyi ister”,küpe, kölelerin kulaklarına takılan
kulluk işaretidir. Yavuz da, küpeyi Tanrıya kulluğunun işareti olarak takmış olabilir. Amma,
ol küpeli resmin Şah İsmail’e ait olduğu da söylenmektedir. ol resim Yavuz’un bilinen
resmine benzememektedir. Otlukbeli Meydan Muharebesine iştirak eden Akkoyunlu
askerleri de küpeliydi. Muharebe sonunda, Osmanlı askerleri ölülerin kulaklarındaki
küpeleri keserek almışlardı.
”Hilafetin Birinci Selim’e devir ve teslimi gibi bir olay asılsız ve esassız bir rivayetten
ibaret olması muhakkak sayılabilir. Ancak; Mekke ve Medine’nin anahtarları ve mukaddes
emanetler, Mekke Şerifi Ebu Nısvez, oğlu Şerif Ebu’Hasan vasıtası ile Kahire’ye, Birinci
Selim’e gönderilmiştir. Mütevekkil’in Hilafeti Selim’e devrettiği efsanesi Garpta ilk olarak
1787’da Paris’te neşredilen bir eserde geçmiştir. Birinci Selim’in ölümünden sonra
Mütevekkil Mısır’a dönme iznini Kanuni Sultan Süleyman’dan almış ve1543 senesin de,
ölümüne kadar Halife unvanını korumuştur.”İslam Ansiklopedisi, cilt.5,s.151-152.
İsveç’in Paris Büyük Elçiliğin Başkâtibi İgnatius Mourdugea d’Onshon’un anası
Ermeni babası da İsveçliydi,”Osmanlı İmparatorluğunu Genel Çerçevesi”/Tableau General
deL’impire Othoman adı altında, 27 senede hazırlayıp ta yayımlattığı kitabında Yavuz’un
hilafeti aldığını iddia etmişti. Kendisi çok mükemmel Türkçe de bilmekteydi. Bu eserini
Üçüncü Selim’e takdim etmişti. Bir türlü sadrazam yapılacak adam bulamayan Osmanlı
Uleması, Üçüncü Selim’e iki rekât namaz kıldırarak iki kere istiareye yatırmıştı! OlPadişahı
Zişan, Cenaze Hasan Paşa adlı bir piri faniyi her seferinde rüyasında gördüğünden,Adamı
yaka,paça sadaret koltuğuna oturtmuşlardı.”Etmeyin eylemeyin,ben çok yaşlı ve cahil bir
faniyim,ben kim sadrazamlık kim”?! Sızlamasına aldırış eden de olmamıştı.Bu arada da
Mora yarım adası elden çıkmıştı.Osmanlı Uleması,buna da çok akıllıca bir çare
bulmuştu:Heman Şeyhülislam Yasincizade Abdülvahap Efendiden bir fetva
alınmıştı:”Mora’nın kaybı İslamiyet açısından çok faydalı olmuştu?!”Bundan donra da,
koskoca ülkeler Rus Çarlığına kaptırılmıştır.E.M.Bozkurt,Atatürk İhtilali,s.338-341.?!Bu
arada koskoca ”Elin Elçisinin Baş tercümanı,27 sene uğraşarak devriminden sonra
ulusçuluk akımları hızla dünyayı istila etmişti.Grek ulusçuluğuna soyunan Atina 150.000
nüfusla,hâlâ İslam ümmetçiliğinde direnen Osmanlı İmparatorluğunu rezil ederek yenmişti
hazırladığı iki ciltlik eseri Paris’te yayımlattırarak
bu Şaşkın İstiarecilere takdim
etmiştir?!İ.M.d’Onshon’a Halifelik konusunda ışık tutan belge,Küçük Kaynarca barış
antlaşmasıdır.Rusça,İtalyanca ve Türkçe hazırlanmış olan bu belge,hâlâ gizemini
korumaktadır.Rusya’nın tüm Ortodoksların hamisi olmalarına karşılık Osmanlı devleti de
Müslümanların Hilafet’in koruması altında olduğunu belgeye yazdırtmıştı.Fransız Osmanlı
81
Devletini Batının üstünlüğünü ve ilk defa savaş tazminatı ödemeyi de kabul ettiği,sınırları
içindeki bölgelere de müdahale hakları tanıdığı bu belgeyi biz de görelim :
“17 Temmuz 1774 tarihinde imzalanan ve henüz tahta yeni çıkan Birinci
Abdülhamit tarafından tasdik edilen, yirmi sekiz maddelik bu antlaşmaya göre[1] :
1. Kırım Hanlığı'yla Kuban ve Bucak Tatarları siyasi bakımdan müstakil olup, ancak
dini işlerinde Hilafet makamına tâbi olacaklardır.
2. Kılburun, Kerç, Yenikale ve Azak Kalesi'yle Dinyeper (Özi) ve Buğ (Aksu) nehirleri
arasındaki arazi, Rusya’ya terk edilmiş ve Aksu hudut kabul edilmiştir.
3. Ruslar tarafından işgal edilen Besarabya, Eflak, Boğdan ve Gürcistan ülkeleriyle
Akdeniz adaları Osmanlılara iade olunacaktır.
4. Rus ordusu, Bulgaristan’da Tuna’nın sağ sahilinden, bir ay içinde sol sahiline
çekilecektir.
5. Rusya, Osmanlı topraklarındaki Ortodoksları daimî surette himaye edebilecektir.
6. Rus sefirlerinin, Eflâk ve Boğdan vaziyetleri hakkındaki müracaatları dikkate
alınacaktır. (Bu madde mucibince memleketin işlerinde Rus müdahalesine devamlı
açık kapı bırakılmış oluyordu.)
7. Rus ticaret gemileri, Karadeniz’le Akdeniz’de hareket serbestîsine sahip olacak ve
istedikleri zaman boğazlardan geçebilecekler ve Osmanlı limanlarında
kalabileceklerdi. Böylelikle Karadeniz bir Türk gölü olmaktan çıktı.
8. Ruslar, İstanbul'da daimi elçilik bulundurabilecek ve Balkanlar'da istedikleri yerde
konsolosluk açabileceklerdi. Bu da Rusların Panslavizm politikasına zemin
hazırlamıştır.
9. İngiltere ile Fransa'ya verilen kapitülasyonlar, Rusya’ya da aynen tanınacaktır.
10. Osmanlı Devleti, savaş tazminatı olarak, üç senede ve üç taksitte, Rusya’ya on beş
bin kese akça verecektir. Osmanlı Devleti, tarihinde ilk defa savaş tazminatı
ödemiştir.
11. Orta-Kuzey Kafkasya'da Osmanlı Devleti ile Rusya arasında tarafsız bir bölge olan
Kabartay ya da Kabardiya, Rusya'ya ilhak edildi.
Osmanlı Devleti, arazi itibariyle fazla kayba uğramamakla beraber, Rusların Eflak
ve Buğdan’a karışmaları, istedikleri yerlerde konsolosluk açabilmeleri ve Ortodoksların
hamisi sıfatını takınmaları gibi maddeler sebebiyle, zayıf anlarında, devamlı olarak bu
devletin saldırılarına maruz kalmıştır. Ayrıca bu antlaşmayla Kırım'a özerklik verilmesi
Rusya'nın sonradan Kırım'ı egemenliği altına alması için bir atlama taşı oluşturmuştur.
Nitekim Rusya bu antlaşmanın imzalanmasından 9 yıl sonra Kırım'ı topraklarına katmıştır”
Küçük Kaynarca Antlaşması ile Osmanlı Devleti;
82

Bu antlaşmayla Osmanlı İmparatorluğu, Dünya üzerindeki üç büyük devletten biri
olma özelliğini kaybetti.

Dünyanın sayılı devletlerinden biri olma özelliğini yitirmiştir.

Uluslararası saygınlığını kaybetmiştir.

Yüzyılın en ağır antlaşmasını imzalamıştır.

Karadeniz'de yüzyıllardır devam eden egemenliğini kaybetmiştir.

Osmanlı Devleti bu antlaşma ile Avrupa devletlerinin üstünlüğünü kabul etmiştir.”
Yavuz Sultan Selim gibi bir Hükümdar, hak ettiğine inandığı şeyi, babası ve
ağabeyleri olsa bile kılıç zoru ile alır. Mısır Türkiyye Devletinin, bir kale kovuğuna soktuğu,
hiçbir dini ve hukuksal alanda yaptırımı ve gücü de olmayan bir makamı bir lütuf olarak
almaz. Osmanlının Kölemenler/memluklar/ diyerek hafife aldığı Türkiyye Devleti, Mısır’da
iktidarı halifesiz olarak kurmuş, halk üzerindeki otoritesi de halifesiz hiç bir olumsuzluğa
uğramamıştı. İktidarını başarı ile sürdürdüğü bir gerçektir. Anadolu’da Moğolları halife
olmadan yenmişlerdir. Halifenin bir kale burcunda hapis hayatına bağlanması, halifenin
basit bir kişi gibi algılanması da Mısır halkı üzerinde hiçbir olumsuz etki yaratmamıştı.
Halifelik, doğduğu günden beri, Müslümanları birleştirecek bir güç olarak değil de, tam
tersine parçalayıcı bir etken olduğunu görmüştük. Yavuz, her ülkenin sahip olacağı birer
hilafet kurumunun Müslümanları parçalayacağını ve İslam inancını bir daha
birleştirilmeyecek bir biçimde dağıtacağını bilemeyen bir hükümdar değildi. Kendiliğinden
sadaka gibi sunulan boş unvanların, Osmanlını parçalanmasına neden olacağını bilemez
değildi. Kölemenlerden silah zoru ile aldığı Mısır’ı yine bir Kölemene teslim edecek kadar
da uzak görüşlüydü. Mısır’I fethettikten sonra, Kahire’yi terk ederken, yanındaki atının
üstündeki Ferhat Paşaya,”Ferhat Paşa, Mısır’ı da fethettik!”Dediğinde Ferhat Paşa:”Evet
Devletli Sultanım, bir Kölemenden alıp, başka bir Kölemene devrettik!”Demesi üzerine
heman boynunu vurdurtmuştu. Malazgirt’e giderken de çocukluk arkadaşı Hemdem Paşa.
Seferi keserek geri dönmesini ihsas ettirdiğinde, satranç oyununu keserek, Hemdem
Paşanın da boynunu vurdurtmuştu. Tartışmasız bir otorite sahibiydi.Ama Türk’e de
düşmandı!?
OSMANLI’NIN TÜRKLER HAKKINDAKİ SÖZLERİ?!
“Sırtını kürke,kapını Türke alıştırma!”Devşirme Döllerinden?!
“Etrak-ı bî-idrak": "Anlayıştan yoksun, cahil Türk" anlamına gelen ve Osmanlı
yönelik olarak kullandığı ayrımcı bir deyiş. Örneğin, Evliya Çelebi Paşa olurmuş
"Seyahatname"de Anadolu Türklerin den Etrak-ı bî-idrak" şeklinde bahsetmektedir.(15)
Dahası, 20’inci Yüzyıl'a kadar etnik anlamıyla "Türk" kelimesi, Osmanlı siyasal seçkinleri
tarafından aşağılayıcı bir şekilde, "kaba köylü" anlamında kullanılmıştır.(16) Nitekim
Osmanlı Devleti'ne "Türkler" olarak seslenenler, Batılı siyasetçi, tarihçi ve yazarlardı.(17)
Yine, Ziya Gökalp, 1913'de Türk Yurdu Dergisi'nde, "şehrîlerin tarih kitaplarında kavîm
isimleri(ni) daima Etrak-ı bî-idrak, Ekrad-ı bed-nihad gibi tahkirli şekillerde" yazdığını
belirtmektedir.(18)
83

"Etrak-ı napak": "Temiz olmayan, pis Türkler" anlamına gelen bu ırkçı deyiş,
Osmanlı Devleti askeri sınıfı tarafından kullanılmıştır. "Etrak-ı napak" deyişi de, Evliya
Çelebi'nin "Seyahatname"de Anadolu'da yaşayan Türkleri betimlemek için kullandığı
kavramlardan biridir.(19) (Evliya Çelebi'nin diğer milletleri betimlemek için kullandığı
deyişler için bknz: Not: 20)

"Her Türk Asker Doğar!": Türklerin, asker bir millet olduğu mitini yeniden üreten
pozitif ayrımcı bir deyiş.(21)

"Madem Türksün, göster ürksün": Hem milliyetçi hem de cinsiyetçi olan bu deyiş,
Türklük ile erkeklik arasında ırksal bir ilişki kurarak "ulusun düşman" olarak tanımladıkları
diğer etnik ve dini kimliklere saldırgan ve düşmanca bir tavrı empoze etmeyi amaçlar.
D.E.R.T adlı müzik grubunun, Ermeni Soykırmı ile açıklamada bulanan ve kendi üyeleri
de Ermeni olan System of a Down grubuna karşı yazdıkları "Madem Türksün" adlı
parçasında söz konusu ırkçı ve faşizan söylem açıkça görülebilir. Bknz
(+18): http://www.youtube.com/watch?v=BsWwGQ-v1Dg

"Millet-i mahkure": Osmanlı Devleti'nde kendisini "millet-i hâkime" olarak gören
askeri sınıf, Türkleri "aşağı/alt millet" anlamına gelen "Millet-i mahkure" terimi ile
tanımlıyordu.

"Türk ata binse bey olur." / "Türk atına binince bey oldum sanır": Alaycı bir
anlam taşıyan ve Romanlar için de kullanılan bu deyiş Osmanlı zamanından mirastır.(22)

"Türk danişment olur, adam olmaz.": Osmanlı Devleti dönemi ayrımcı bir
deyiş.(23)

"Türk Derneği olmaz.": Yine Osmanlı Devleti mirası bir atasözü.(24)

"Türk işi ödünçtür.": Osmanlı Devleti döneminde kullanılan ayrımcı bir deyiş.(25)

"Türk karır, kılıcı kararmaz.": Türkçede "Türk ihtiyarlığında genç gibi kılıç
kullanır"(26) anlamına gelen ve "asker millet" mitini yeniden üreten pozitif ayrımcı bir
atasözü.

"Türk ne bilir bayramı, lak, lak/LIK-Lık/ içer ayranı": Yörükler ve Romanlar gibi
birçok başka kimlik için de kullanılan bu deyiş, Osmanlı Dönemi mirasıdır.(27)

"Türk olana şehir içi zindan olur": Türk kimliğini köylülükle eşleştiren Osmanlı
dönemi atasözü.(28)

"Türk pohpohu, Acem pehpehi sever": Yine Osmanlı Devleti döneminden kalma
Türklere yönelik ayrımcı bir deyiş.(29)

"Türk ve tosun, çünkü doğdu anadan, öğüt aldı eşek ile danadan": Osmanlı
Devleti döneminde Türklere yönelik olarak kullanılan ayrımcı bir deyiş.(30)

"Türk'e beylik vermişler, iptida babasını öldürmüş.": Sonradan dönüşerek
Romanlara karşı kullanılan bu ayrımcı atasözünün özgün hali, burada görüldüğü şekliyle
84
aslında Türklere yöneliktir. Bu atasözü, 16. ve 17. Yüzyıllarda Osmanlı toplumunda
ortaya çıkan, Osmanlı Devleti'nin Şeyh Celal İsyanı (1519) üzerinden Alevi ve Türkmen
kimlikleriyle özdeşleştirdiği Celali İsyanları'nın sonucudur ve ona atıf yapar.(31)

"Türk-i
bed-lika": "Çirkin
suratlı
Türk"
anlamına
deyiş, Osmanlı Devleti askeri sınıfı tarafından kullanılmıştır.
gelen
bu
ırkçı

"Türk-i sütürk": Farsça "büyük", "heybetli" anlamına gelen "sütürg" kelimesi",
Osmanlı Devleti askeri sınıfı tarafından "Azgın Türk" anlamında kullanılmıştır.

"Türk'ün bildiğini tilki bilmez."(32): Türkleri "kurnaz" ve "akıllı" olarak gösteren
pozitif ayrımcı bir atasözü.

"Türkiye Türklerindir!": Kurulduğu 1948 yılından beri Türkiye'nin en çok satan
gazetelerinden biri olan Hürriyet'in değişmeyen ayrımcı sloganı.

"Türk'ün aklı sonradan gelir."(33): Türkçede kullanılan özeleştirel bir deyiş. Bu
deyişin argo dilde yer bulan daha farklı bir versiyonu/sürümü/ ise "Türk'ün aklı ya
kaçarken ya sıçarken gelir." Bu son deyişin Kürtler için de kullanıldığı
gözlemlenmektedir.

"Türk'ün Türk'ten başka dostu yoktur.": Hayali ya da gerçek iç ve dış
düşmanların varlığını süreklileştirerek uluslararası alanda yalnızlaşma ve ulusal ölçekte
paranoya üreten Türk milliyetçiliğinin kurucu mitlerinden birisi.
* Bu kategoriye katkıda bulunan Süheyla Demir, Margaux Prival, Kevork Galloşyan,
Stavriani Zervakakou, Inna Kholondovych, Tunç Şen, Eleştirel Günlük, Yasamin Moein,
Nadja Micic, Renata ve Yol İzi'ne teşekkür ederim.
1. Kemal Tahir, Kurt Kanunu, 1969.
2. "Turkey, Sweden and the European Union Experiences and Expectations", Swedish
Institute for European Policy Studies, Nisan 2006, s. 6.
3. A.g.e., s. 6.
4. A.g.e., s. 6.
5. Miguel de Cervantes, Don Quixote, trans. John Ormsby, The Pennsylvania State
University, 2000, Chapter XIII., s. 463.
6. "Turkey, Sweden...", a.g.e., s.6.
7. A.g.e., s.6.
8. Ahmet Yüksel, "Türkiye'de Tütüncülerin Kaçakçılaşma Sürecinde Kolculuğun Baskısını
İki Kolcunun Tercüme-i Halinden Anlama Denemesi", Kebikeç, Sayı: 34, 2012, s. 186.
9. "Turkey, Sweden...", a.g.e., s. 6.
10. A.g.e., s. 6.
11. A.g.e., s. 6.
12. A.g.e., s. 7.
13. Hamit Bozarslan, Ortadoğu'nun Siyasal Sosyolojisi, İstanbul: İletişim Yayınları, 2012, s.
110.
14. Ayşegül Altınay, The Myth of the Military Nation, NY: Palgrave Macmillan, 2004, s. 20 21.
85
15. Ülkü Çelik Şavk, Sorularla Evliya Çelebi, Ankara: Hacettepe Üniversitesi Basımevi,
2011, s. 22.
16. İlber Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, İstanbul: Alkım Yayınevi”.
TÜRK, tüm bu mavallara bir tek yanıt vermiştir:
“Eğeri kaltağ Osmanlı,
Şalvarı şaltağ Osmanlı.
Ekende yok, biçende yok;
Yiyende ortağ Osmanlı.
Bir de, Türklüğü ile övünenlere kulak versek:
“Benim hayatta tek iftihar kaynağım ve servetim Türklükten başka bir şey
Değildir!”Mustafa Kemal Atatürk.
“Türklüğünü yüceltmek için yaşa; Türk’e kılıç kaldıran eli kır!”Emir Timur.
“Biz ki, Meliki Turanız, Emiri Türkistan’ız. Biz ki, Türkoğlu Türküz. Biz ki, ulusların
en kadimi ve ulusu Türk’ün başbuğuyuz.”Emir Timur. İmzasını, Türkoğlu Türk diye yazarak
atardı.
“Kalk! Kalk ta mağlup Türk’ü gör!”Firdevsi’nin mezarında, Emir Timur.
“Türk olarak doğmuş olmam, her türlü övgüden üstündür!”Ebu’l Gazi Bahadır Han.
Secereyi Terakime.(Türk seceresi).
“Ulusal Kurtuluş Savaşını yapan Türkiye halkına Türk Milleti denir!””NE MUTLU
TÜRKÜM DİYENE!”Atatürk.
“Sorma bana oymağımı, boyumu,
Beşbin yıldır millet gibi yaşarım.
Deme bana Oğuz, Kayı, Osmanlı,
Türk’üm bu da her unvandan üstündür!”
Ziya Gökalp, Diyarbakır,1924.
Belçika’dan gelen yılbaşı tebrik kartı.2009.
“Tourguei, tu dois Atatürk a Dieu et le reste ATATÜRK.
“Atatürk’ü Türk Ulusuna Tanrı verdi, geri kalan her şeyi de Türk Ulusuna Atatürk
verdi. Daniel Duomaulin.
Atatürk'e göre Türk'ün tanımı:
86
Atatürk'ün manevi kızı olan Afet İnan Hanım, üniversitedeki doktora tezinin
konusunun, hocasının: "Milletini anlat, Türkler'i anlat" demesiyle birlikte belli
olmasının ardından, tezini hazırlamaya başlamış tezini hazırladıktan sonra da
göstermek için Atatürk'e götürmüştür, Atatürk de onlarca sayfalık tezi görünce,
Türk'ü bir kaç cümleyle kısa ve öz olarak şöyle anlatmıştır:
― "Bu memleket, dünyanın beklemediği, asla ümit etmediği bir müstesna
mevcudiyetin yüksek tecellisine, yüksek sahne oldu. Bu sahne 7 bin senelik, en
alasından bir Türk beşiğidir. Beşik tabiatın rüzgârlarıyla sallandı. Beşiğin içindeki
çocuk tabiatın yağmurlarıyla yıkandı. O çocuk tabiatın şimşeklerinden,
yıldırımlarından, kasırgalarından evvela, korkar gibi oldu; sonra onlara alıştı; onları
tabiatın babası tanıdı onların oldu. Bir gün o tabiat çocuğu tabiat oldu; şimşek,
yıldırım, güneş oldu; Türk oldu. Türk budur. Yıldırımdır. Kasırgadır, dünyayı
aydınlatan güneştir."
“Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Türk tarih tezini savunurken şunları söyler: “;Efendiler
bu insanlık dünyasında en az yüz milyonu aşkın nüfustan oluşan büyük bir Türk milleti
vardır ve bu milletin yeryüzündeki genişliği oranında da bir derinliği vardır. Efendiler bu
derinliği isterseniz ölçelim: Birinci ölçek tarih öncesi devirlere ilişkin ölçektir. Bu ölçeğe
göre Türk milletinin kökünün dayandığı Türk adındaki insan, insanlığın ikinci babası Nuh
Aleyhisselamın oğlu Yafesin oğlu olan kişidir. Tarih döneminin belge tedarikinde pek
hoşgörülü olan ilk evrelerine biz de hoşgörü gösterelim, fakat en açık ve kesin ve en maddi
tarih kalıntılarına dayanarak söyleyebiliriz ki Türkler, on beş yüzyıl önce Asyanın
göbeğinde muazzam devletler kurmuştur ve insanlığın her türlü yeteneği onda ortaya
çıkmıştır.”
OSMANLI
DÖNEMİNDE
HİLAFET
VE
KURUMLARI!
Osmanlı devleti, kuvvet ve kudretini yitirince; içeride ve dışarıda, padişahların Halifelik
yönü güç ve kuvvet kazanmıştır. Rönesans ve reform hareketlerini tamamlayan Avrupa
devletlerinde hümanist ve akılcı akımlar sonunda, aklın, mantığın ve bilimin KİLİSEYİ VE
TEOKRASİYİ yenmesine karşılık, Osmanlı İmparatorluğunda zafer hurafelerin ve
teokrasinin olmuştur. Mühendishaneyi Berri Hümayuna giriş sınavında, bir üçgenin iç
açıları toplamı kaç derecedir? Sorusuna bir tek Mühendis adayı yanıt vermiştir:” “Üçgenine
göre değişir?!1773.Mühendis okulu öğrencilerinin hesap yapmasına dair Şeyhülislamdan
1834 yılında fetva alınabilmiştir.Orduda kurmay sınıfı yoktur ve harita da
kullanılmamaktadır.Topçularımız,parelel
nişan
alarak
ateş
etmeyi
de
bilmiyorlardı.Nedenleri bir türlü keşfedilemeyen yenilgiler ve çöküntüler;daha büyük
yenilgilere ve çöküntülere neden olacak çağ ve mantık dışı çözümlemelere sarılmamız
sonucunu doğurmuştur.Tüm sosyal patlamalar”,Şeriat İsterük!”Parolasını bayrak
yapmış,bu parola ile ifade edilen toplumumuzun gerçek istekleri anlaşılamadığından,Şer’i
at bir boy daha büyütülmüştür.İkinci,Üçüncü ve sıra ile her ayaklanma,”Şeriat
İsterük!”,”Kaptan Paşa ve Kethüdasını istemezük!? Sloganları ile başlayıp;”birkaç kelleyi
ve çok sayıda batılı önlem olarak almakla sonuçlanmış gibi olmuştur. Batılla şişen kafalar,
87
halkın öfkesini hasımları üzerine yöneltmek ve toplumumuzu çok ileri boyutlara götürecek
kurumlarımızı yok etmekle Osmanlının çöküşünü de hazırlamışlardır. Ulufelerini alamayan
Yeniçeriler,”Şeriat!”İstemişler, Patrona Halil ve Kabakçı Mustafa da“Şeriat!”İstemiş,
Bayraktar Mustafa Paşa da şeriatı geri getirmek üzere Rumeli’nden Dasitaniye inmiş,
Üçüncü Selim de Şeriat isteyenlerce öldürüldüğü gibi, Bayraktar Mustafa Paşa da Şeriat
isteyenlerce öldürülmüştür. Bir türlü; iktidarların manası anlamak istemediği halkın istekleri
günümüzde de,”Adalet isteriz!”Sloganları ile sokaklara ve yayın organlarına dökülmüş;
iktidardakiler, kendilerini ve çıkarlarını korumak için yasalara ve güvenlik güçlerine
sığınmıştır. Şeriat isteyen Yeniçeri, Akçenin ayarının bozulduğunu yana, yakıla anlatmışsa
da, bu sözlerinin anlamını bilecek ve buna çare bulacak kimseleri bulamayınca da suçlu
olduğuna inandırılanların kellelerini almakla yetinmiştir. Ayaklanmacılarla iktidarlar kelle
avına çıkmışlardır.”Şeriat!”isteyerek ayaklanan Patrona Halil’in ilk işi, Kâğıthane’de
bulunan Yüzyirmi sarayı yıkarak, adamlarını devletin katlarına yerleştirmek olmuştur, tıpkı
günümüzde olduğu gibi. Osmanlı toplumunun bütün Sosyo-Ekonomik istek ve arzuları,
“ŞERİAT!”Sözcüğü içine sıkışıp kalmıştır. Hiç bir devletlinin akıl bıçağı,”Şeriat!”sözcüğünü
yarıp ta bununla nelerin anlatıldığını anlayamamıştır, Mustafa Kemal gelene kadar. Ünlü
Baki,
divanında,”Bâtıl
her
zaman
bâtıldır,
felaket
onun
hak
suretinde
görünmesindedir,”dediği gibi, hak suretinde görülebilenler, Osmanlıyı kuran Türk soyunun
felâketlerine ve Osmanlının da yıkılmasına neden olmuştur.
Sultan ikinci Mahmud’un, bir limonatacı ile konuşması çok ilginçtir.
Sultan İkinci Mahmud, tebdil gezerken, milletin kendisini ne derece sevdiğini
anlamak için halkla ilişki kurarmış. Bir gün, bir limon atıcıya yaklaşmış, bir limonata içmiş,
içerken de sormuş.”Üçüncü Selim’den mi memnunsunuz, yoksa İkinci Mahmut’tan mı?
Limonatacı:
“İkisinin de Allah belasını versin!”deyince, Sultan Mahmud:
“Neden?!Diye sormuş!
“Neden olacak, demiş Limonatacı;Üçüncü Selim devrinde de limonatamı Beş
paraya satardım,İkinci Mahmud devrinde de öyle?!Mahmut Esat Bozkurt,Atatürk
İhtilali,s.277.
Morayı kaybettiğimiz zaman, bunun din bakımından gerektiğine dair bir de fetva
çıkartıldığını yazmıştık. Fetvayı devrin Şeyhülislamı Dürrizade Abdülvehap Efendi
vermişti.”Tarihi Cevdet, Netahicülvukuat. Bu, dinin alçakça kullanılma olayını başka
kaynaktan da aktaralım:
“Şeyhülislam Abdülvahap Efendinin en büyük kusuru,1828 yılında, Mora’yı terk etmek
zorunda kaldığımız zaman ,”Mora’nın din bakımından terki gerektiğine “dair fetva
vermesidir. Mahmut Esat Bozkurt,”Atatürk İhtilali” adlı eserinin 341’inci sahifesinde yazdığı
bu olayı “Tarihi Cevdet’in, Netayücül-Vukuat’ından naklen almıştır. Şeyhülislam ismini
Dürrizade
Abdülvehap
olarak
bildirmedeyse
de
doğrusu
Yâsincizade
88
Abdülvehap’Efendidir. Mora,1828 yılında terk edildi. Ayrıca, Dürrizade Abdülvehap Efendi
adlı bir Şeyhülislam da yoktur.1828 yılında ölen Dürrizade Abdullah Efendi vardır ki,
Mora’nın kaybından önce Meşihata gelmiştir. Hz.Muhammedin torunu Hasanın soyundan
olduğundan isminin başına Esseyyid ya da Seyyid kelimesi eklenmiştir.”Dr.Abdülkadir
Altınsu, Osmanlı Şeyhülislamları, s.184.Burada da bir hata vardır: Hasanın soyundan
gelenler Şerif, Hüseyinin soyundan gelenler de Seyyidtir. Kadın olursa Şerife ve Seyyide
sanını alırlar. Ostüzü.
“Padişah, Halife zalim olsa da ona itaat gerekir. Çünkü her millet lâyık olduğu
idareyi bulur kuralı şeriat esasıdır. Bunun aksine hareket edenler Kâfir
olur!”Mecmuatü’l-Edep, M.E. Bozkurt, a.g.e. s.341.Bu kuralı ilk defa Ünlü Fransız
düşünürü, kısaca adını yazarsak, Baron Montesguieu/18 Ocak 1689/10 Şubat 1755/
söylemişti:
“Her millet, lâyık olduğu şekilde yönetilir!”
Osmanlı İmparatorluğunda Padişah’a/Halifeye/direnebilen din adamlarının sayısı bir
elin parmaklarının sayısını geçemez. Örnek vermemiz gerekirse, dört büyük örneğe
beşinci bir örnek eklememize tarih bilgimiz izin veremez.
Bursa’daki Ulu Cami, Birinci Beyazıt döneminde yapılmıştır./1396/.Caminin açılış
töreninde; Sultan Yıldırım Beyazıt Emir Sultan Hazretlerine:"Camii nasıl oldu? Bir
eksiğimiz var mı acaba?"Diye sormuş. Emir Sultan da "Camii çok güzel oldu sultanım,
ama meyhanesi eksik kalmış."Demiş. Yıldırım Beyazıt o zamanlarda içki içiyormuş, bu
cevaba çok şaşırmış, üstelikte bunu söyleyen peygamberimizin torunlarından biriyken.
"Nasıl böyle birşey söylersin, hiç camiye içki sokulur mu? Çok günah!"Demiş. İstediği dersi
vermek üzere olan Emir Sultan cevap vermiş hemen: "Sultanım sen insanın yaptığı
mabede içki sokmaya günah diyorsun da, Yaradanın yarattığı bu vücuda içkiyi nasıl
sokuyorsun? Demiş. Bu olayın başka türlü nakli de var:
“Hünkârım, cami çok güzel olmuş amma, dört tarafında birer meyhanesi
eksik!”Şimdi de Zembilli Ali Efendiyi görelim:
Zembilli Ali Efendi.
1445 yılında Karaman'da doğdu. İlköğrenimini burada yaptı. Daha sonra İstanbul'a
giderek, ünlü âlimlerden, Molla Hüsrev'in derslerine devam etti. Hocasının tavsiyesi
üzerine Bursa'ya geçerek Mevlana Müslihiddin'den ders aldı ve onun kızıyla evlendi.
Bursa'da dini ilimler okudu. İlk önemli görevini, Edirne'de Ali Bey Medresesi'nde yaptı.
Hicaz ve Mısır'dan sonra, İstanbul'a gelerek yerleşti. Birçok Anadolu medresesinde
müderrislik yaptı. 1502 yılında şeyhülislam oldu. Bu görevi 23 yıl aralıksız sürdü. Sultan II.
Beyazıt, Yavuz Sultan Selim ve Kanuni'ye şeyhülislamlık yaptı. Evin penceresinden her
gün bir zembil sarkıtır, sorunu olanlar, dertlerini yazarak bu zembile bırakırlardı. Akşam
olunca hu zembili çeker, sorunları cevaplayarak tekrar sarkıtırdı. Bu nedenle "Zenbilli"
89
lakabı verilmiştir. Zamanında şeyhülislamlık, vezirliğin çok üstünde bir görev haline geldi.
1526 yılında vefat etti.
“Zühdü, takvası, istikameti ve doğruluğu ile meşhur olan Zembilli Ali Efendi, dine
uymayan her çeşit hükme ve karara şiddetle karşı çıkardı. Yavuz Sultan Selim Hanın,
şiddetli hareketlerini bile teskine muvaffak oldu. Bir defasında Yavuz Sultan Selim Han,
Topkapı Sarayı hazînesi görevlilerinden yüz elli kişinin sorumsuz davranışlarından dolayı
idamını emretmişti. Zembilli Ali Efendi, bu kararı duyunca derhal Dîvân-ı hümayun’a koştu.
Vezirler ayağa kalkıp saygı ile karşıladılar ve başköşeye oturttular. Şeyhülislâmın divana
gelmesi âdet olmadığından, niçin geldiğini sordular. Padişahla görüşmek istediğini söyledi.
Durum padişaha arz edildi. Yavuz Sultan Selim Han, huzuruna girmesine izin verdi. Arz
odasına girip selâm verdi. Padişahın hürmet göstermesinden sonra, gösterilen yere
oturdu. Sonra padişaha; “Fetva vazîfesinde (şeyhulislâmlıkda) bulunanların bir işi de,
padişahın ahretini korumak, onları diyen hata olan şeylerden sakındırmaktır. Yüz elli
kişinin idam edilmesine padişah fermanı çıktığını duyduk, öldürülmeleri için, dinen bir
sebep tesbit edilmiş değildir. Bunların af buyrulması rica olunur.” sözü üzerine kızan
padişah; “Bu iş saltanatın gereğidir. Âlimler böyle işlere karışırsa devlet idaresi kargaşaya
uğrar. Sorumsuzluklara göz yummak, beğenilecek tutum değildir. Bu işlere karışmak sizin
vazifeniz değildir.”Dedi. Zembilli Ali Efendi, Padişahın bu sözleri karşısında; “Bu karar
ahretiniz ile ilgilidir ve buna karışmak da bizim vazifemizdir. Eğer affederseniz ne iyi ne
güzeldir. Yoksa ahrette cezaya müstahak olursunuz.” Bu sözler, Padişahın kızgınlığını
yatıştırdı. “Affettik” diyerek lütuf gösterip, neşe ile sohbete başladı. Konuşma bittikten
sonra, gitmek üzere ayağa kalkan Zembilli Ali Efendi, Yavuz Sultan Selim Hana; “Ahretiniz
ile ilgili hizmeti yerine getirdim. Mürüvvet ile ilgili bir sözüm daha var.”Dedi. Padişah; “Onu
da söyle.” Deyince; “O sözüm de şudur ki, Padişahın affına uğrayan o kişilerin, işlerinden
el çektirilip, el açarak sokaklarda dolaşmaları, Padişahlığın şanına lâyık mıdır?” Dedi.
Bunun üzerine, Padişah bunu da kabul etti. Sultan Selim Han; “Fakat bunlar vazifelerinde
kusur ettikleri için, bunları tâzir edeceğim.” Dedi. Zembilli Ali buna karşı da; “Tâzir
(azarlama) padişahın reyine kalmıştır. Orasını siz bilirsiniz. Bizim arzumuzu kabul etmeniz
bize yeter.” Dedi. Sonra teşekkür ederek padişahın huzurundan ayrıldı. Yavuz Sultan
Selim Han da onu methederek uğurladı.
Yavuz Sultan Selim Han bir defasında Edirne’ye gidiyordu. Şeyhülislâm Zembilli Ali Efendi
de padişahı uğurlamak üzere gelmişti. Padişahı uğurlayıp dönerken dört yüz kişinin elleri
bağlı idam edilmek üzere götürüldüklerini gördü. Bunların niçin idam edileceklerini sordu.
Padişah, ülkesinde ipek alınıp satılmasını yasaklamıştı. Bunlar bu yasağa uymadıkları için
yakalandılar ve idam edilecekler dediler. Zembilli Ali Efendi derhal geri dönüp, Yavuz
Sultan Selim Hana yetişti. “Bu elleri bağlı dört yüz kişinin öldürülmesi helâl değildir. Bu
hususta Allah indinde sorumlu olursun. Sakın bunları idam ettirme!”Dedi. Padişah bu
sözler karşısında kızıp; “Halkın üçte birinin ahvalini düzeltmek için üçte ikisinin bile
öldürülmesi caiz iken, böyle bir avuç kimsenin kanının dökülmesini çok görmek yersiz değil
midir?” Dedi. Zembilli Ali Efendi; “Bu iş büyük bir kargaşada mübahdır, yapılabilir.”Deyince,
Padişah; “Hükümdarın emrine karşı gelmekten daha büyük kargaşa olur mu?” Dedi.
Zembilli Ali Efendi şöyle cevap verdi: “Bunlar senin emrine karşı gelmemişlerdir. Zira senin
ipek emîni tâyin etmen, ipeğin alınıp satılmasını gösterir. Bu bir ruhsattır, açıkça izin
vermen demektir. İpek alınıp satılmayacaksa niye ipek emîni tâyin ettiniz, onun vazifesi
90
nedir?” Dedi. Padişah ona; “Senin saltanat işlerine ait bu gibi şeylerde söz söylemen
vazifen değildir!” Dedi.
Zenbilli Ali Efendi; “Bu husus ahret işlerindendir. Buna karışmak benim vazifemdir.” diyerek
selâm vermeden padişahın yanından ayrılıp gitti. Bu durum padişahı son derece kızdırdı.
Bir müddet atının üstünde sessiz ve hareketsiz kalıp, derin bir düşünceye daldı. Sonra
yürüdü. Yanında bulunanlar, padişahın bu hâline şaşırdılar. Padişahın yanına toplanıp onu
tâkib ettiler. Neticenin nereye varacağını düşünüyorlardı.
Padişah Yavuz Sultan Selim Han yolda mealen; “Eğer affedersen, bu, takvaya daha
yakındır.” Buyurulan âyet-i kerimeyi düşünerek, elleri bağlı dört yüz idam mahkûmunu
affetti. Edirne'ye varınca da Şeyhülislâm Zembilli Ali Efendiye bir ferman gönderdi. Bu
fermanda şöyle diyordu: “Dini ve tıynî (yaratılış), istikametin (doğruluğun) malumum olup,
kazâ-yı tarafeyni cem ettim (Anadolu ve Rumeli kadı askerliğini birleştirdim.) ve kelâm-ı
Hakkı işitip uydum ve dahi seni oraya (bu iki kadı askerliğe) nasbettim (tâyin ettim).”
Böylece o dört yüz kişiyi affedip idam etmekten vazgeçtiğini ve Zembilli Ali Efendiyi takdir
edip, ayrıca ilmiye sınıfı için, şeyhülislâmlıktan sonra en yüksek makam olan kadı askerlik
vazifesine, hem de her iki kadı askerliği birleştirerek onu tâyin ettiğini bildirdi.
Zembilli Ali Efendi bu teklifi önce nezaketen kabul etti. Sonra da şöyle bir cevap yazıp
gönderdi: “Velâkin hazret-i Hak ile ahdim vardır ki: Söz veya kaleminden (Hükmettim!)
kelimesi çıkmaya... Ol ahdimizi korumak yüzünden, vukuu bulan kusurumuzu af buyurmak,
bu duacınızın sonsuz recâlarıdır...” Yavuz Sultan Selim Han, Zembilli Ali Efendinin
dünyaya, dünya malına ve mevkiine rağbet etmediğini, ahrette kurtuluşu istediğini görerek
çok sevindi ve ona beş yüz altın hediye gönderdi.”
Tac’üt-Tevarih’in yazarı Hoca Sadettin Efendiyi de/1536/1599/ okuyalım:
Haçova Meydan Muharebesi/1596/Osmanlı Ordusunun kazanmış olduğu son
Meydan Muharebesidir. Bu muharebe, Hoca Sadettin Efendi ve Osmanlı Ordusunun
mutfak görevlileri tarafından kazanılmıştır. Aşçıların, oduncuların, devecilerin silah olarak
kullandıkları kepçeler, satırlar ve baltalar, İstanbul Asker Müzesinde sergilenmektedir.
“”Padişah seferde gerek”
“Kanunî Sultan Süleyman’ın vefatının üzerinden otuz yıl geçmiş, bu sürede
gerek İkinci Selim gerek Üçüncü Murad hiçbir sefere iştirak etmemişlerdi. Şimdi ise
Üçüncü. Mehmed’den istenen şey ordunun başında savaşa gitmesiydi. Zira
Avusturyalılara karşı sürdürülmekte olan mücadele gerçekten de kritik bir noktaya gelmiş,
Estergon Kalesi’nin yeniden düşman eline geçmesi ise, artık padişahın bu işi bizzat ele
alması gerektiği hususunda genel bir kanaat oluşturmuştu.
Bu hususta III. Mehmed’i en çok teşvik eden kişi şehzadelik döneminden beri yanı başında
bulunan Hocası Sadettin Efendi’ydi. Aynı zamanda tarih ilmiyle de meşgul olan Hoca
Sadettin iyi biliyordu ki, sultanlarının aralarında olduğunu bilmek, askerin cenk
meydanındaki şevkini ve direncini umulmadık seviyelere çekebilen bir etkendi.
Sonuçta Üçüncü Mehmed, 20 Haziran 1596’da yanında hocası sadettin Efendi olduğu
halde ordusunun başında İstanbul’dan Rumeli’ne doğru hareket etti. Hedef Macaristan
91
Ovası’nın kuzeydoğu ucundaki Eğri Kalesi olarak belirlenmiş ve uzun bir yolculuktan sonra
muhasaraya alınan kalenin zaptına muvaffak olunmuştu.
Kale düşmüştü ama Avusturya İmparatoru’nun kardeşi Arşidük Maximilien padişahın
ordusuyla savaşmak üzere Eğri’ye doğru ilerlemekteydi. Osmanlı kaynaklarını esas
alırsak, sadece Avusturya ordusu 200.000 kişilik düzenli bir orduydu ve Alman
prensliklerinin gönderdiği askerler, Hollandalılar, Belçikalılar, İspanyollar, Fransızlar,
Papalık askerleri, Floransalılar, Macarlar, Çekler, Erdelliler vs. de ilave edildiğinde yekün
300.000’e ulaşıyordu.
Keşif amacıyla Haçova mevkiine giden dördüncü vezir Hadım Cafer Paşa komutasındaki
öncü birlikler, burada girdikleri çarpışmada bozularak geri dönmüş ve haçlı ordusunun
durumu hakkında bilgi getirmişlerdi. Gelen bilgiler, padişahın böylesi bir orduya karşı
savaş meydanında yer almasının riskleri konusunda herkesi düşündürmeye başlamıştı.
Yaklaşan kış da, uzama ihtimali olan savaş konusundaki tereddütü artırıyordu.
Meşakkatsiz zafer olur mu?
Savaşmaksızın çekilmek de dâhil, pek çok görüşün içinde en fazla ağırlık kazanan, bitkin
durumdaki padişahın komutayı vezir-i azama bırakarak geri dönmesiydi. Hoca Sadettin
artık devreye girme zamanının geldiğine karar vermişti. Devlet denilen aracın padişahıyla,
veziriyle, askeriyle, her şeyiyle hangi mefkûre için var olduğunu hatırlatma vazifesi
Haçova’da onun omuzlarındaydı.
Toplanan savaş meclisinde Kur’an-ı Kerim’deki cihaddan geri kalanların durumu ve kendi
yolunda savaşanlara Allah’ın vaatleri hakkındaki ayetleri zikrettikten sonra, padişahın
bitkinliğini ileri sürenlere meşakkatsiz zafer olmayacağını ve böyle bir savaşta orduya
bizzat padişahın komuta etmesi gerektiğini söyledi. Uzun yıllar hocalığını yaptığı Üçüncü
Mehmed’i çok iyi tanıyan Sadettin Efendi sesini biraz da yükselterek şunları ilave etti:
“Osmanlı Devleti’nde bir padişahın çok kuvvetli bir sebep olmadıkça düşmandan yüz
çevirdiği işitilmemiştir.”
Padişaha izin yok
25 Ekim 1596 günü Üçüncü Mehmed olması gereken yerde, Haçova meydanında 140.000
kişilik ordusunun başındaydı.
İlk gün ufak tefek çarpışmalarla geçmiş, ikinci günün ikindi vaktinde ise düşman genel bir
taarruza kalkarak Osmanlı birliklerini geriletmeye başlamıştı. Sağ kanadı iyice bozan
düşman bu sefer de ordugâha yönelmişti. Kalabalık düşman karşısında tutunmaya çalışan
asker de nihayet dağılmaya yüz tutmuş, ordugâha ulaşan haçlılar hazine sandıklarının
üzerinde tepinip şarkı söylemeye başlamıştı.
Artık yenilgiyi geri çevirebilmek için hiçbir yol akla gelmiyordu. Bütün bu hengâmenin biraz
ötesindeki otağında, üzerinde Peygamber Efendimiz s.a.v.’in hırka-i şerifi, elinde de
mızrağı olduğu halde Sultan III. Mehmed endişe içinde olacakları bekliyordu. Yanı
başındaki Hoca Sadeddin’in tavırları ise durumun vahametiyle tam bir zıtlık arz ediyordu.
92
Üçüncü Mehmed hocasına bu dakikadan sonra yapılması gereken şeyin ne olduğunu
sorduğunda basit bir cevap aldı:
– “Padişahım, lazım olan, yerinizde sebat ve karar etmektir. Cengin hali budur. Ecdadınız
zamanında olan tabur muharebeleri çoğunlukla böyle vaki olmuştur. Mucizat-ı Muhammedî
ile inşallah Teâlâ nusret Ehl-i İslâm’ındır. Hatırınızı hoş tutunuz.”
Haçlılar Üçüncü Mehmed’in otağının çevresine kurulan savunma hattını aşmaya çalışıyor,
Hoca Sadettin de düşmanı püskürtmeye uğraşan askerin maneviyatını artırıcı sözlerle
harp sahasını dolaşıyordu.
Padişah gerçekten ciddi bir tehlike altındaydı ve devlet erkânı artık Üçüncü Mehmed’in
çarpışmalardan uzak bir bölgeye nakledilme zamanının geldiğine karar vermişlerdi.
Üçüncü Mehmed ,atının üzerindeydi ve yola çıkmaya hazırdı.
Fakat bir el atının gemlerine yapışmış gitmesine müsaade etmiyordu. Hoca Sadettinin ne
bir yere gitmeye ne de kimseyi göndermeye niyeti vardı.
Ve zafer… Hem de mutfaktan!
Birlikler dağılıp askerî nizam bozulmasına rağmen düşmanla boğuşma devam ediyor, ne
var ki durum her geçen dakika daha kötüye gidiyordu.
Ama o anda her şeyi alt üst eden olaylar cereyan etmeye başladı. Düşmanın yağmaya
daldığı ordugâh tarafında tuhaf şeyler oluyordu. Mutfak personeli tencere tavalarla, kepçe
kazanlarla, satırlarla, bıçaklarla, ellerine ne geçirmişlerse onunla taarruza kalkmıştı.
Deveciler, katırcılar, karakollukçular, seyisler de kazma, kürek, odun, balta ve kamçılarla
kendilerini meydana atmışlar ve bir yandan da avazları çıktığı kadar bağırıyorlardı:
– “Kâfir kaçıyor!”
Halvetî Şeyhi Hızır Efendi de yüz kadar müridiyle düşmana saldırmış, bir yandan da
gerileyen askerleri durdurmak için ayetler okuyordu. Manzarayı tamamlayan görüntü ise,
bu toz dumanın orta yerinde, Hoca Sadettin’in gemlerine sımsıkı yapışmış olduğu atının
üzerinde kıpırdamadan duran Sultan Üçüncü Mehmed’di.
Bir anda tüm kararsızlığından sıyrılan asker sel gibi haçlıların üzerine akmaya başladı.
Bundan sonrası, Osmanlı savaş tarihinin en büyük imha hareketlerinden biridir.
Yaralılar bir tarafa, 20.000’i sürüldükleri bataklıkta boğulmak üzere toplam 50.000
civarında haçlı askeri imha edilmişti. Pek çok esir, 100 büyük Avusturya topu ve düşman
ordugâhındaki ağırlıklar ele geçirilmiş, Avusturya ordusu aldığı darbenin şiddetiyle uzun
süre toparlanamamıştır.”
ŞEYHÜLİSLAM BURSALI MEHMET EFENDİ?!
Sadrazam Köprülü Fazıl Ahmet Paşa ile devrinin Şeyhülislamı Bursalı Mehmet
Efendi ile, aralarında geçen şu ilginç konuşmayı da okuyalım:
93
“Mehmet Efendi:
“Köprülü Mehmet Paşanın ölümü isabet oldu. Çünkü,namuslu ve iktidarlı bir çok
adamların haksız yere kanlarını akıttı!
Sadrazam Fazıl Ahmet Paşa:
“Babam, öldürdüklerini hep senin fetvanla öldürdü!”
Mehmet Efendi.
“Ne yapayım,şerinden korkardım,bu sebeple fetvaları verdim?!
Sadrazam Fazıl Ahmet Paşa:
“Ya Allah’tan korkmayıp mahluktan korkmak, ilm i diyanete lâyık
mıdır!?Deyince,padişah tarafından derhal şeyhülislamlıktan azledilen Mehmet
Efendi,Bursa’ya
sürgüne
gönderilmiştir.Tarih’i
Raşit.c.1.s.25.İsmail
Hami
Danişment,Osmanlı
Tarihi
kronolojisi,c.3.s.536.Dr.AbdülkadirAltınsu,Osmanlı
Şeyhülislamları,s.90-91.
Osmanlı devletinde, Kürt/Nemrut/Mustafa Divanı Harbi, Osmanlı Hükümetinin
öldürülmesini istediği Kuvvay’ı milliciler hakkında verdiği idam kararlarını hep
Şeyhülislamın fetvası üzerine vermiştir. Buyurunuz dinin politikada kullanılışını:
Arap milletini ele alalım; aynı dili konuşuyorlar, aynı dine mensuplar, ayrı, ayrı
devletler. Dini uygulamaları apayrı. Suudi Arabistan ayrı fetva verir, İran apayrı fetvalar
verir, Irak ve Yemen ve öteki İslam ülkeleri başka türlü fetvalar verirler.
Yemen’de ve Habeşistan’da KIZLARIN SÜNNET
ZORUNLUDUR. Sünnet olan kız ve kadınlardan ölen ölene.
OLMALARI
DİNEN
Siyasi İslâmi uygulayan İslâm ülkelerinde; İslâm dini MİLLİYET VE DAHİ MİLLET
olup çıkmıştır.
Hani islamda birlik ve dahi beraberlik? İslâm’da birlik ve beraberlik; yalınız ve yalınız
KADINLARI AŞAĞILAMADA VARDIR.
İki Müslüman ve kan kardeşi ülke savaşa tutuşsa; her iki taraf ta; Allah’ın adını
anarak birbirlerini öldürecekler ve cennet’e birlikte gidecekler. Ya orada da birbirlerini
öldürürlerse! Sizlere üç önemli fetva vermek istiyorum.
Hıristiyanların Müslüman oluşlarını önlemek için, para ile bir fetva verilmiştir. ”denize
bir damla içki dökülse, deniz kuruduğu zaman, oradaki kuruyan bir otu yiyen ineğin
sütünden içen kimse’nin yedi ceddi de Müslüman olsa, bu oluş dinen hükümsüzdür. Çünkü
hepsi de cehennemliktir.”
94
Birinci Dünya Savaşına girişimiz dinen olur veren fetva’yı Suat Hayri Ürgüplünün
babası vermiştir. Abdülhamit’i tahtan indiren fetvayı da, Rahmetli Hamdi Yazır vermiştir.
Çok ilginçtir; fetva ile kelle kesenlerin kelleleri de fetva ile kesilmiştir.
Gelelim Mukaddes Cihat Fetvasına.
“Fetvahane, minhu’t-Tevfik, (olduğu gibi yazıyorum)
Bu meselenin beyanında Eimme’i Hanefi yeden cevap bu veçhiledir ki:
İslamiyet aleyhine tehacüm’i ada vaki ve memaliği islamiyenin gasp ve gâreti ve
nufüs’i İslamiyenin seby ve esir edilmeleri mutahakkak olunca Padişah’ı İslam hazretleri
nefir’i âm suretiyle cihadı emir ettikte,”infirû hilafen ve sikâlen ve câhidû biemvâliküm ve
enfisikum “ ayet’i celilesi hükmi münifince
kâffe’i müslimin üzerine cihan farz olup
genç ve ihtiyar piyade ve süvari olarak bilcümle aktardaki müslimin inin malen ve
bedenen cihada musaraat eylemeleri farz’ı ayın olur mu? Ne buyrula?
El-cevap: Allah’ü Teâlâ âlem olur. Ketebehu, el-fakir ileyhi Ta’âlâ Hayri bin Avnî
el-ürgübî Ufiye anhu.
Bu suretle elyevm makam’ı hilâfet’i İslam iye ve memâlik’i mahrusa’i şahaneye
sefain’i harbi ve asâkiri berriyesiyle hücum etmek suretiyle Hilâfeti İslâmiyeye hudut
neuzübillahi taâla nûr’ı âli’i İslamiyetlin itfa ve imhasına saf bulundukları mutahakkak olan
Rusya ve İngiltere ve Fransa ile anlara mutîn ve zahir olan hükümetlerin taht’ı idarelerinde
bulunan kaffe’i müsliminin dahi mezkûr hükümetlerin aleyhine ilan’ı cihad ederek bilfiil
gazaya musaraat eylemeleri farz olur mu?Ne buyrula?
El-cevap. Allah’ü Teâlâ âlem olur. İmza ve ad aynı.
Bu suretle maksudun husulü cem’i müslimin cihada musaraat etmelerine
mütevakkıf iken bazıları neuzübillahi taâlâ tehalüf etseler tehalüfleri mâsiyet’i azime olup
gazabı ilahiye ve bu mâsiyeti şenianın cezasına müstehak olurlar mı? Ne buyrula?
El-cevap: Allah’ı Teâlâ âlem olur. İmza ve ad aynı.
Bu suretle hükümeti islamiye
muharebe eden hükümeti mezbûre ahali’i
islamıiyesinin kendilerini kati ve hatta cem’i ailelerini mahv ile ikrah ve icbar edilmiş
olsalar bile hükümet’i İslâ miye asakiriyle muharebe etmeleri şeran haram’ı kati ile haram
olup katil olmalarıyle nâr’ı cah’ıme olurlar mı?Ne buyrula?
El-cevap: Allah’ı Teâlâ âlem olur.imza ve ad aynı.
Bu surette harbi hazırda İngiltere ve Fransa ve Rusya ve Sırbiye ve Karadağ
hükümetleriyle zahir iken taht’ı idarelerinde olan Müslümanların hükümet’i seniyye’i
95
islâmiyeye muin bulunan Almanya ve Avusturya aleyhine harp etmeleri Hilâfet’i İslamiyenin
mazarratını mucip olacağından ism’i azim olmakla azâb’ı elime müstahak olurlar mı? Ne
buyrula?
El-cevap. Allah’ı Teâlâ âlem olur.
Ketebehu el-fakir ileyhi Ta’âlâ
Hayri bin Avni el-Ürgübî Ufiye anhu.
Bu fetva üzerine HALİFE’Yİ RUYU ZEMİN, KUTSAL CİHAD ilan eder. İlk tepkiyi,
Osmanlı’nın, Arap kökenli, Bağdat Müftüsü verir :”- Hilafet Kureyşli bir Arabın hakkıdır.
Kureyşli Arap olmayan halifenin halifeliği geçersizdir. Vermiş olduğu Kutsal Cihad ilanı da
yok hükmündedir.”
Tüm Müslümanlar, Çarlık Rusya’nın, İngiltere’nin ve Fransa’nın saflarında
Osmanlıya kurşun sıkmışlardır. Çarlık Rus Ordusunda bulunan Türk ve Müslüman asıllılar:
”Bu, din harbi değil; gün harbidir ;” diyerek Osmanlıya kurşun sıkmıştır.
Bu fetvayı ve Kutsal cihad ilanını Alman imparatorluğu sağlamıştır. Bu geçersiz
Cihad sayesinde, (3.159.200) Türk Askeri şehit olmuştur.
İngilizlerde, İstanbul’daki vatan ve din düşmanlarına bir fetva hazırlatarak uçaklarla
Anadolu ve Trakya içlerine attırtmışlar; Sait Molla denilen hainin kurduğu casusluk örgütü
ile isyanlar çıkartmışlardır.
Sadrazam Damat Ferit Paşa Haini; bir yandan ”Kuvve ’İ İnzibatiye” adlı bir Hilafet
Ordusu kurdurmuş; bir yardanda bu hain fetvayı yayımlattırmıştır.
Bu fetvayı,Mustafa Sabri kaleme almış,Şeyhülislam onaylamadığı için
Şeyhülislamlığa getirilen Dürrizade Abdullah Efendi imzalamıştır.. Bu Hain Abdullah
Efendi; İstanbul’un geri alınması üzerine, kaçtığı Arabistan’da ölmüştür.
Kızları, Diyanet İşleri Başkanlığına, kendilerine maaş bağlanması için başvuruda
bulunmuşlardır. Şimdi, bu namussuz fetvayı Türkçeleştirerek veriyorum. Bu fetva, Sultan
Vahdettin’in bir “Hatt’ı Hümayun“u ve İstanbul Hükümeti’nin bir bildirisi ile; 05Nisan.1920
günü yayımlanmıştır.
Bu “Fetva’yı Şerife!”, aynen şöyledir:
“Bütün nizamın sebebi olan İslam halifesi (yüce Tanrı O’nun hilâfetini kıyamet
gününe kadar sürdürsün) Hazretlerinin idaresi altında bulunan İslâm beldelerinde, bazı
Şerir şahıslar aralarında birleşip ve kendilerine reisler seçerek padişahın sadık tabasını
hileler ve tezvirler ile kandırmağa ve yoldan çıkarmağa, Padişahın yüksek emirleri
96
olmadan, ahaliden asker toplamağa kalkışıp, görünüşte askeri iaşe ve teçhiz bahanesiyle
ve gerçekte mal toplama sevdasıyla kutsal şeriata ve Padişahın emirlerine aykırı olarak bir
takım salma ve vergiler kesip, çeşitli baskı ve işkencelerle halkın mallarını ve eşyalarını
yağmalamak ve bu yoldan Tanrı’nın kullarına zulmede gelmeğe ve suçlar işlemeğe,
memleketin bazı köyleri ve bölgelerine hücum ile tahrip, yerle bir etmek, Padişahın sadık
tebaalarından nice masum kimseleri katl ve kanlarını döktükleri, müminlerin emiri olan
padişah emrinde bulunan bazı dini, askeri ve mülki memurları kendi başlarına azi ve kendi
hempalarını tayin, hilafet merkezi ile memleketin ulaştırma ve haberleşme yollarını
kesmek, devletçe gönderilen emirlerin yapılmasını yasaklamak, hükümet merkezini diğer
bölgelerden ayırmak suretiyle, halifelik otoritesini kırmak ve zayıflatmak maksadıyla
yüksek halifelik makamına ihanet etmek imama (Padişaha) itaatten dışarı düşmekle,
“Devleti Âliye’”nin nizam ve düzenlerini, memleketin asayişini bozmak için yalanlar yaymak
ile halkı fitneye sevke sebep ve fesada gayret etmekte oldukları açıklanmış ve
gerçekleşmiş olan adı geçen reisleri ile aveneleri ve onlara bağlı olan kimseler eşkıya
mertebesinde bulunup, dağılmaları hakkında gönderilmiş bulunan yüksek emirlerden sonra
halâ inat ve fesatlarında direnirler ise adı geçen kimselerin kötülüklerinden memleketi
temizlemek ve zararlarından halkı kurtarmak vacip olup ”Fe-katilû nelleti tebga hatta tefea
ile emerillah” ayeti kerimesi gereğince katilleri ve gerekirse kitle halinde öldürülmeleri
meşru ve farz olur mu?
Beyan buyrula. Cevabı budur: gerçeği Tanrı bilir ki, olur.
Dürri Zade Es-Seyyid Abdullah tarafından yazıldı.
Böylece padişahın ülkesinde savaş kudretleri bulunan Müslümanların âdil halifemiz
ve imamımız Sultan Mehmet Vahidettin Han Hazretlerinin çevresi etrafında toplanıp,
bunlarla çarpışmak için yapılan davet ve emirlerine koşup, adı geçen eşkıyalar ile
savaşları vacip olur mu? Beyan buyrula.
Cevabı budur: Gerçeği Tanrı bilir ki, olur.
Dürri Zade Es-Seyyid Abdullah tarafından yazıldı.
Bu surette Halife hazretleri tarafından adı geçen eşkıyalar ile çarpışmak için tayin
olunan askerler, çarpışmaktan kaçınır ve firar eylerlerse, büyük günaha girip ve asi olup,
dünya’da şiddetle cezaya ve ahrette acıklı azaplara hak kazanmış olurlar mı? Beyan
buyrula.
Cevabı budur: Gerçeği Tanrı bilir ki, olurlar.
Dürri Zade Es-Seyyid Abdullah tarafından yazıldı.
Bu suretle halife’nin askerlerinden olup ta eşkıyaları katledenler gazi ve eşkıyalar
tarafından katlolun anlar şehit ve şefaate nail olurlar mı? Beyan buyrula.
97
Cevabı budur: Gerçeği Tanrı bilir ki, olurlar.
Dürri Zade Es-Seyyid Abdullah tarafından yazıldı.
Bu suretle eşkıyalar ile muharebe hakkında çıkarılmış olan padişah emirlerine itaat
etmeyen Müslümanlar asi ve şeran cezalandırılmaya hak kazanmış olurlar mı? Beyan
buyrula.
Cevabı budur: Gerçeği Tanrı bilir ki, olurlar.
Dürri Zade Es- Seyyid Abdullah tarafından yazıldı.
İstanbul hükümeti, bu fetvayı Anadolu’muzun dört bir köşesine gönderdiği gibi,
İslam ülkelerinin tamamına da
göndermişti. Başta kemal Mustafa Paşa olmak üzere,
Yedi arkadaşı da bu fetva üzerine, Kürt Nemrut Mustafa örfi idare mahkemesince ölüm
cezası almışlardı. Fetvayı Mustafa Sabri Efendi yazmıştı. Şeyhülislam Haydarzade İbrahim
Efendi, Mustafa Sabri’nin okuduğu fetva taslağını onaylamamak için derhal istifa etmişti.
Fetvayı imzalayacak hain bulundu ve derhal Şeyhülislam yapıldı. Bu Dürrizade Abdullah
Efendiydi. Mustafa Sabri Haini de, savaşın sonunda, 25 hainle birlikte bir İngiliz
gemisine binerek firar etmişti.Mısır’da sonunda,ve Yunanistan’da Türkiye Cumhuriyeti
aleyhinde her türlü hainliği de yapmıştı: “Şapka kanununa, Medeni kanun'un kabulüne,
Harf Devrimine, Halifeliğin kaldırılmasına, Kuran'ın Türkçeye tercüme edilmesine karşı
çıkmıştır.
Türk Milliyetçiliği'ne karşı çıkmış, Yunanistan'da çıkardığı 'Yarın' gazetesinde 1927 yılında
yazdığı şiirde Türklüğüne tövbe ettiğini, Türklükten istifa ettiğini söylemişti:
Yalnız Müslüman ve insan
Olarak kalmak üzere, Türklükten,
Şeref ve izzetimle istifa
Ediyorum Allah'ın huzurunda!
...
Tövbe yarabbi tövbe Türklüğüme
Beni Türk milletinden addetme
Bir yazısında milliyet hakkında Milliyet önemli bir şey idiyse, bir Türk dili veya bir Çerkes
dili yanında Arap dilinin çok daha üstün olduğunu belirterek, bunların yanında daha büyük
olan Arap milliyeti ile iftihar etmenin daha akla uygun olacağını söylemiştir.
...Arapçayı lisan ittihaz etmek derecesinde kendimize mal edinmek isterim. Amma bundan
Türklüğümüz mutazarrır olurmuş... Biz müstefid oluruz ya!
Yazılarında milliyetin önemsiz bir şey olduğunu önemli olanın sağlanacak kişisel fayda
olduğunu ifade etmiştir.”
Mustafa Kemal Paşa “Nutku”nda şöyle anlatmaktadır:
98
“Bandırma, Gönen, Susurluk, Kirmastı/Mustafa Kemal Paşa/, Karacabey, Biga
dolaylarında İzmit, Adapazarı, Düzce, Hendek, Bolu, Gerede, Nallıhan, Beypazarı
dolaylarında; Bozkır’da: Konya, Ilgın, Kadınhanı, Karaman, Çivril, Seydişehir, Beyşehir,
Koçhisar dolaylarında; Yozgat, Yenihan, Boğazlıyan, Zile, Erbaa, Çorum dolaylarında;
İmranlı, Refahiye, Zara, Hafik ve Viranşehir dolaylarında alevlenen karışıklık ateşleri,
bütün memleketi yakıyor, hainlik, cehalet, kin ve bağnazlık dumanları bütün vatan göklerini
yoğun karanlık içinde bırakıyordu. İsyan dalgaları, Ankara’da karargâhımızın duvarlarına
kadar çarptı. Karargâhımızla şehir arasındaki telefon ve telgraf hatlarını kesmeye kadar
varan kudurmuşçasına kasıtlar karşısında kaldık. Batı Anadolu’nun, İzmir’den sonra,
yeniden önemli bölgeleri de Yunan ordusunun taarruzlarıyla çiğnenmeye başlandı”. (M.
Kemal Atatürk, Nutuk, Bugünkü dille yayına hazırlayan Prof.Dr. Zeynep Korkmaz,
Atatürk’ün Doğumunun 100. Yılı Kutlama Koordinasyon Kurulu Yayını, Cilt: II, s.303).
Yunan ve İngiliz uçakları tarafından, yurdumuzun dört bir köşesine dağıtılan 44
fetva, beyanname ve Bu fetva, birçok Türk’ün kanının akıtılmasına neden olmuştur.”Ilımlı
İslâm”,numaraları bizi bu aşağılık durumlara götürür. Yüce Tanrı; bir defa Mustafa Kemal
verir, bunu da unutmamamız gerekir. Bu fetva üzerine VATAN HAİNİ NEMRUT
MUSTAFA; Mustafa Kemal ve Yedi kader arkadaşını GIYABEN idama mahkûm etmiştir.
Altıncı Vahdettin de bu kararı onaylamıştır. EK: Arabistan’da ölen bu hainin İstanbul’da
Üsküdar’da yaşayan iki kızı, Mustafa Kemal’e dilekçe vererek babalarından maaş
bağlatılmasını istemişlerdir. Bu meyanda
Anadolu da boş durmamış, mukabil
Fetvayı yayımlamıştır. Yüce İslam dini, iki cepheye ayrılan ülkemizde, her iki tarafa da elini
uzatmıştır. Bir yerde, politikanın içersine dini soktunuz mu, tüm alçak yarasalar orasını
mesken tutar. Din, birleştirici ve barıştırıcı özelliğini yitirerek politikacının çıkar aleti haline
gelir. Mareşal Gazi Mustafa Kemal’e kızgınlık ve düşmanlıkların altında, din
bezirgânlarının soyma ve sömürme hırsları yatmaktadır.
Cennetmekân Rıfat Börekçi ve cennetmekân (153) kahraman Müftü bir araya
gelerek mukabil fetvayı hazırlayıp, imzalayarak yayımlamışlardır. Rahmetli Rıfat Börekçi İlk
Diyanet İşleri Başkanımız olmuştur. Mustafa Kemal, Sivas’tan Ankara’ya geldikleri
günlerde, parasal sıkıntı içersindelerken, Ankara Müftüsü Uşaklı Rahmetli Rıfat Börekçi,
Türkiye Büyük Millet Meclisine ziyaretlerine gelir:”Paşa Hazretleri, geleceğimi düşünerek
12.00 lira kadar bir para biriktirmiştim, hepsi bu çıkının içinde, alın harcayın, paranız
olduğunda ödersiniz !”Diyerek, para çıkınını Mustafa Kemal’in masasının üstüne
koymuştu. O gün, Mustafa Kemal’in izni ile, Türkiye Büyük Millet Meclisinde bulunanlar, ilk
defa olarak, ETLİ BULGURPİLAVI yemişlerdi. İlk Diyanet İşleri Başkanımız da, bu
kahraman müftümüz Rahmetli Rıfat Börekçiydi.
BU ÜNLÜ FETVA’YI Türkçeleştirilmiş olarak veriyorum:
“Dünya nizamının sebebi olan İslâm Halifesi Hazretlerinin halifelik makamı ve
saltanat yeri olan İstanbul, müminlerin emerinin (padişahın) varlığının sebebine aykırı
olarak, İslamların düşmanları olan düşman devletler tarafından fiilen işgal edilerek İslâm
99
Askerleri silâhlarından uzaklaştırılıp, bazıları haksız olarak katl ve hilafet yerinin
korunmasına yarayan bütün istihkâmları, kale ve diğer harp vasıtaları zapt edilmiş, resmi
işler görmeğe ve İslam askerlerini teçhize memur olan Babıâli ve harbiye Nezaretine el
konularak, halifeyi milletin gerçek menfaatlerini hedef tutan tedbirler almaktan fiilen men ve
örfi idare ilan ve divanı harpler kurmak suretiyle İngiliz Kanunlarını tatbikle muhakeme
etmek ve cezalandırmak suretiyle halifenin yargılama hakkına müdahale ve yine yüksek
halifelik makamının maksatlarına aykırı olarak Osmanlı memleketi parçalarından İzmir ve
Adana ve Maraş ve Ayıntap ve Urfa bölgelerinde düşmanlar tarafından tecavüz edilerek
gayrimüslim tebaa ile birleşip İslamları katilam ve mallarını yağmalamak ve kadınlara
tecavüz ve İslam’ın kutsal saydığı hususları tahkir eder olduklarında açıklandığı veçhile
hakaret ve esirliğe maruz kalmış bulunan İslam halifesinin kurtarılması için elden gelen
gayreti sarf ederek bütün iman sahiplerine farz olur mu? Beyan buyrula. Cevabı budur:
Gerçeği tanrı bilir ki, olur.
Bu suretle meşru haklarını ve halifeliğin gasp edilmiş olan kudretini kurtarmak ve fiilen
tecavüze maruz kaldığı zikredilen memleketleri düşmandan temizlemek için mücadele
eden ve savaşan İslam halkı şeriatça eşkıya olurlar mı? Beyan buyrula.
Cevabı budur: Gerçeği Tanrı bilir ki, olmazlar.
Bu suretle düşmanlara karşı açılan savaşta ölenler şehit, hayatta kalanlar gazi
olurlar mı? Beyan buyrula.
Cevabı budur: Gerçeği Tanrı bilir ki olurlar.
Bu suretle savaşta ve dini vazifesini yerine getiren İslam halkına karşı, düşman
tarafını tutarak İslâmlar arasında fitne çıkararak silah kullanan Müslümanlar, şeriatça
günahların en büyüğünü işlemiş ve fesada yönelmiş olurlar mı? Beyan buyrula.
Cevabı budur: Gerçeği tanrı bilir ki, olurlar.
Bu suretle düşman devletlerinin zorlamaları ve kandırmalarıyla olaylara ve
gerçeklere aykırı olarak çıkarılmış bulunan fetvalar, İslâm halkı için şeriatça muteber
olurlar mı? Beyan buyrula:
Cevabı budur: Gerçeği Tanrı bilir ki, olmazlar.”Kaynak olarak: Dr. Abdülkadir
Altınsu, Osmanlı Şeyhülislamları, Mahmut Esat Bozkurt, ATATÜRK İHTİLALİ VE
Sabahattin Selek, Anadolu İhtilalı.
ATATÜRK ile kazandıklarımız üstüne
durumlardan bizleri kimseler kurtaramaz.
titremezsek,
böylesine
utanç
verici
Benim aklımın almadığı bir olgu var: Diyanet İşleri Başkanlığımızın “ALO FETVA
HATTI”.Şeyhülislamlık kaldırılmış; Fetvahane tarih olmuş, Fetva Emini ortalarda yok. Fetva
kurumu tarihteki yerini almış. Osmanlıda fetvalar, SÜNNİ MEZHEBE göre verilerek,
100
Osmanlı toplumu paramparça edilmiştir Bu Diyanet İşleri’nin fetva ısrarı, tarihi bir özlemin
ifadesi midir?
Medeni Kanunumuz, Ticaret Kanunumuz, Borçlar Kanunumuz şöyle desinler;
fetvalar da böyle desin. Yerini Anayasamızdan, maaşlarını da Türkiye Cumhuriyetinden
alan, Akrabalarını Kayıranlar Diyanet İşleri Başkanı Müderris Mehmet Efendi, gözleri
politikadan ve iktidarı övmekten başka Mercedes 600 Longa’yı görür ve süreklice
Anayasamızı ihlal eder, neden Şeyhülislamların kepazeliklerini Görmez.
Politikacılarımız da FETVA gibi düşünürler. İşte durum bugünkü gibi olur.
Fetva kurumu, dinden hukuk çıkarıp, İKTİDAR SAHİPLERİ İLE BİRLİKTE toplumun
üstüne çöreklendiği, iktidarları eleştirenlerin yok edilmesinde dini ve Tanrıyı kullandıkları
için tarihe gömülmüştür.
Bu fetva sözleri beni ürkütmektedir.
İkinci Sultan Mahmud’un saltanatının ilk yılarındaki anarşiyi okuduğumuz zaman,
dehşetten uykularımızın kaçmamasına olanak yoktur. Değil kadınların, Genç Oğlanların
sokağa çıkamadıklarını, sokağa çıkmaya cesaret edenlerin deYeniçeriler ve Sipahiler
tarafından kaçırıldıklarını öğreniriz. Cephe kaçkını Osmanlı Ordusunu oluşturan çeşitli
sınıfların, bir fahişe yüzünden günlerce sokak çarpışmaları yaptıklarını: İstanbul’da bu
nedenle tüm sosyal girişimlerin durduğunu; Padişah’ı Ruyu Zeminin ve Halifenin bu
askerlerin bir an önce İstanbul’u terk etmesi için, Üsküdar yakasına geçip, Başkomutan
vekili ile özel konuşmalar yaptığını da öğrenmiş oluruz.
Ülkemizde; kız kaçırma, adam yaralama ve öldürme olaylarından rahatsız olmayan
vatandaşlarımız yok gibidir. Mustafa Kemal’e düşman olan Zavallı kandırılmışlar, Halifelik
ve Padişahlık dönemindeki soruşturulması bile yapılmamış kanlı olayları, pazarlamak için
kaçırılan insanların başına gelenleri, padişah ruhsatı ile kervansaraylarda satılan
kadınların durumlarını bilselerdi, Mustafa Kemal’i başlarına taç yaparlar, hallerine bakarak
şükür seccadelerinden başlarını kaldıramazlardı. Tüm insanların ekmek ve hürriyet
istedikleri devirlerde, biz, ne istediğimizi ve ne isteyeceğimizi bilemeden böğürüp
durmuşuz.
Kabakçı ayaklanmasını duyan Napolyon:
“İşte bu, Türk İmparatorluğunun yaşayamayacağının delilidir!”Demiş ve bu inançla,
Tilsit’e gönderdiğimiz özel elçimizi kabul etmeyerek, Rus Çarı ile anlaşmıştır.”M.E.
Bozkurt, s.g.e. S 275-Prof.Dr. Coşkun Üçok, Siyasi Tarih Notları.
Halifelik kurumlarının bütün ağırlığını Osmanlı İmparatorluğunda hissettirmesi iki
yolla olmuştur:
101
Yenilgilerimizin, Şeriat düzenine Dört elle sarılmamamızdan ve bazı Gâvur, yani
Frenk geleneklerini almamızdan ileri sürülen görüşlerin halkımıza benimsettirilmesiyle
yenildikçe yenilmişiz! Her yenilgi sebebini de, Frenkleşmeye, yani Batılılaşmaya
yükletmişiz. Bu tarz suçlamaları o kadar ileri götürmüşüz ki, Avrupa yapısı bir bastonla
gezen devrin çok ünlü bir Şeyhülislamına, çekinmeden “Gâvur!”Lakabı bile takmışız. Çok
zeki bir kimse olan bu Şeyhülislam, bastonunun ucunu kesmek suretiyle:”Ben, bunun
ucunu sünnet ettim de öyle kullanıyorum!”Esprisi ile olayı hafife almasını bilmiştir.
1828-1829Osmanlı-Rus savaşında esir düşen; esir düşen Osmanlı subaylarına
imzaları karşılığında maaş verilmesini emreden devrin Rus Çarı, paraların dağıtılması
sonunda, bordrolarda hiçbir imza göremeyince, Osmanlı subaylarını toplayarak, paraların
dağıtılıp, dağıtılmadığını sorar! Cesaret sahibi bir İmam, ayağa kalkarak:
“Emretmiş olduğunuz maaşlar dağıtıldı, Çar Hazretleri! Der. Çar, imzasız maaş
bordolarını göstererek:
“Hani imzalarınız? Deyince.İmam,boynunu bükerek, “İçimizde imza bilen yok Çar
Hazretleri?!Der.Rus Çarının cevabı,bir sille gibi Osmanlı İmparatorluğunun suratında
patlar:
“Bir milletin subayları, okuma-Yazma bilmezse,sonuç ta böyle olur.o milletin
davasın
savunamazlar.?!Der.Bir
Osmanlı
Ulemasının!
1809 yılında yazdığı bir kitaptaki önerisi çok beğenilmişti:”Matematik ilmine sakın ola ülfet
edilmeye,maazallah dini inancınızı zaafa uğratır!?Osmanlı 1832 senesinde;mühendis
mekteplerinde matematik okutulmasını bir fermanla serbest bırakmıştı?!Osmanlı Devletine
baş kaldıran Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşanın oğlu İbra im Paşa, Osmanlı
Ordularını yene, yene Birecek’e gelmişti. Osmanlı Ordusunda, Prusyalı bir Üsteğmen
olan, sonraları Alman birliğinin kurucularından, Kont HelmuthKarl Bernhard von Moltke
bulunmaktaydı. Sabahın erken saatlerinde, Fransız uzman subaylarının kontrolündeki
Mısır Ordusu, harekât planları gereği kilit noktaları tutmaktaydı. Tehlikeye görerek, bar, bar
bağıran Moltke’yi duyan ve dinleyen de yoktu. Tüm bunlar olurken, kahve içerek sohbet
eden Osmanlı Paşaları:”Emir ve komutayı bana verin de düşmanı hemencecik imha
edeyim!”Deyen Moltke’ye:”Otur,oturduğun yerde,tüfek patlamadı ki,bir yol muharebe
başlasın!?Demişler,bu
önerisini
de
onun
korkaklığına
vermişlerdi.Tüfekler
patladı,Osmanlı Ordusu önde paşaları,yeniden yenileceği Konya ovasının yolarına
düşmüştü.Yalınız,Fransız Saint Cyr askeri okulunu bitiren adsız bir Miralay,yalın kılıç
düşmana saldırırken,kaçanların arkasından: “Alçaklar!Dönünde bir bakın,Gâvur dediğiniz
mektepliler,vatan için nasıl dövüşüyorlar ve nasıl ölüyorlar!?”M.E.Bozkurt,s.g.e.s124.Aynı
kafalı Paşalar,1877 Osmanlı-Rus savaşında da,Rus topçuları mevziye giriyor!” Diye
kendilerini uyaran Teğmen Deli Fuat’a!”
102
“Onlar, ot arabaları, ortalıkta koşturup durma,sarayın gözü üzerimizde, saraydan
ceza alırsın!?”Derler. Rus topçusu Tuna’daki en yeni savaş gemimize ateş açarken, ateşe
karşılık vermek için, saraydan izin istemek için, bir subayı sandalla suya indirirler, gemi
tam isabet aldığın da bizimkilerin duaları dudaklarında kahve fincanlarına takılı kalır. Çar
Ordusu Yeşlilköye/ dayandığında,1911 senesinde yıktığımız anıtı dikerken; Osmanlı
Ordusu da, Rus komutanlarının geçekleri caddelere, Osmanlı Ulemasının yazdığı
muskaları gömmekle meşguldü!1833’te,Osmanlı devletini Mısır valisi Mehmet Ali Paşaya
karşı korumak için Beykoz’a çadır kuran Çarlık Rus ordusunun komutanı General
MURAVYOV,1818’de,OĞUZ Boylarını yazan Yüzbaşı MURAVYOV’DUR. Sarıyer’den
kestirdiği büyük bir kaya parçası üzerine Rus ordusunun kahramanlıklarını yazdırtmıştı.
Halk arasında “Gâvur Taşı” adını alan tu taş hâlâ yerli yerinde durmaktadır. Yüzbaşı
Muravyov’un Oğuz boyları listesini merak edenler, şimdi basımı yasaklanan, Profesör Dr.
Rahmetli Faruk Sümer’in ”OĞUZLAR” adlı başyapıtına bakabilirler.
Sonuçlar hiç değişmez;Halifelik kurumları,Osmanlı Devlet ağacını bir ökse otu gibi
sarmıştır.ağacı kurutmak,ağacın su ve gıda almasına engel olmak için mümkün olan her
şeyi yapmaktadır.okuyan ve imzasını atanlar bile Gâvur sayılır.31 Mart 19092da da hep
Mektepli subaylar öldürülmüştür?! Müşir Zarif Paşa’nın hatıraları da yürekleri paralayan
çok acı gerçeklerle doludur. Tüm ilimlerin babası sayılan, tıp alanında asırlarca Avrupa’nın
örnek aldığı Avicenna/İbn’İ Sina/‘ya:”Dinsiz, Müslüman değildir!”Diyenlere onun çok güzel
bir cevabı olmuştur:
“Her şeyi,herkesten iyi bilen ben Müslüman değilsem,dünyada hiç Müslüman
yoktur!?”İslam Ansiklopedisi,cilt 5,s.807-824.
İşte bu, okuyana, bilene ve pozitif düşünene Gâvur deyen zihniyet,
Osmanlıyı Avrupa’nın hasta adamı saydırtmıştı. Bu boş inanç, hiçbir kurumumuzun Türk
olmasına izin vermediği gibi, ulusal dilimizin gelişmesine ve aydınlanmamıza engel
olmuştur. Bugün; başında,”Milli”,kelimesi bulunan kurum ve kuruluşlarımızın çoğu, Ulusal
Varlığımızı yıkmanın şuursuzluğu içersinde olduklarından bile habersizdirler.”Milli görüş!”=
Dini görüştür. Bir dine ve bir mezhebe inananlar topluluğudur. Aydınlarımız! Bile, bunu
“Ulusal Görüş” olarak algılamaktadır! Sanki cehalet ve ihanet, zaman, zaman uyanan kış
uykusuna yatmış bir ejderhadır. Öyle bir Ejderha ki, bizi sapladığı bataklıktan
kurtulacağımız an uyandırılmaktadır. Ünlü Firdevsi, Şehnamesini yazıp, bitirdikten sonra:
“Artık,Fars ırkına ölüm yoktur,o,diline sahip olmuştur?!”Demişti.
Alman Şairi Arnt:
“Dil, bir ulusun yarısıdır!”Demişti. M.E. B.SG. E.S.260.Biz, bugün dilin bir ulusun
tamamı olduğunu iddia ediyoruz. Çünkü yarım dil, yüzde yetmiş beşi karma bir dil, bir
toplumun Ulus olmasına bile yetmemektedir. Türkiyeyi bölerek, Özgür bir Kürt devleti
103
kurmak için kırk bin insanımızı öldürten bir vatan haini Türkçeden başka bir dil bilmediği
gibi, rüyalarımı bile Türkçe görüyorum demektedir! Sümer Devletine ve Sümer ulusuna
kurtuluş yoktur. Çünkü dilini kaybetmiştir!””Çiğ, çiğ et yiyen Vahşilerin kelimeleri
Sümerceye girdi, eyvah! Sümerlerin sonu yok?!” Öğretmen Lüdingirra. M.Ö.2500.
Sümerli öğretmen Lüdingirra’nın anıları. Profesör Dr. Muazzez İlmiye Çığ.
KKK Eğitim ve Doktrin Komutanlığının 2020 ve sonrası Dergisi; bakınız;
Konfüçyüs, dil konusunda ne buyuruyor!
“ Konfüçyüs’se sordular: Bir ülkeyi yönetmeye çalışsaydınız ilk iş ne oludu?”
Büyük Filozof yanıt verdi:
“Hiç şüphesiz dili gözden geçirmekle işe başlardım.” Ve dinleyicilerin hayret dolu
bakışları karşısında sözlerine devam etti. “ Dil kusurlu olursa, sözcükler düşünceyi
anlatamaz. Düşünce iyi anlatılamazsa, yapılması gereken şeyler, doğru yapılamaz.
Ödevler gereği gibi yapılamazsa töre ve kültür bozulur. Töre ve kültür bozulursa,
adalet yanlış yola sapar. Adalet yoldan çıkarsa, şaşkınlık içine düşen halk ne
yapacağını, işin nereye varacağını bilemez. İşte bunun içindir ki hiçbir şey dil kadar
önemli değildir.” Dedi.
Bu sözün üzerinde söz söylemek olur mu?
Olur! Bakınız, Gazi Mustafa Kemal, bu konuda da ne söylemiş:
“Ülkesini, yüksek istiklalini korumasını bilen Türk Ulusu, dilini de yabancı dillerin
boyunduruğundan kurtarmalıdır.”24 Eylül 1930.
Osmanlı Devletinin tüm kurum ve kuruluşları, Türkçemizi diğer dillerin ağır
boyunduruğu altına sokma uğraşından hiç yılmamışlardır. Dünya üzerinde,kendisini kuran
bir ulusun diline düşmanlık etmiş bir başka ulus daha gösterebilir ey Türk düşmanları?!
Osmanlı, kelime salatası uyduruk bir dil yaratmıştı: Abdülhamit’i Sani, bir gün
Eyinli/Kemaliye/Sait Paşaya, huzur’u Hümayunda dert yanar:
“Said Paşa; elimden gelse, bu milletin dilini Arapça yapardım!”Der ve cevabını da
hemen alır:
“Devletli Hünkârım,o zaman da siz küçük bir Arap Aşiretinin reisi olurdunuz?!
HALİFELİK’İN VE BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞINDA
ve
ULUSAL KURTULUŞ SAVAŞIMIZDA OYNADIĞI ROLLER.
Osmanlı imparatorlarının Halife unvanını kullanmaları, dış dünyada, olumlu hiçbir
etki yapmamasına karşın, başlangıçta, iç dünyada Müslüman olmayanlara çok katı
104
uygulamalar getirmişti. Emevi Müslümanlığı, olanca şiddetiyle Alevi Türkmenler üzerine
etkisini göstermişti. Anadolu’da ve Rumeli’nde, sonu bir türlü gelmeyen alevi ve Türkmen
kıyımları başlamıştı. Alevi Türkmenler, Osmanlının erişemeyeceği dağlara sığınmıştı.
Dadaloğlu bunu şöyle şiirleştirmişti:
“Belimizde kılıcımız Kirmanî,
Taşı deler mızrağımız temreni.
Hakkımızda Devlet etmiş fermanı,
Ferman padişahınsa, dağlar bizimdir.”
Sahillere hep Azınlılar doldurulmuş, Kaynarca antlaşmasından sonra da, AYVALIK
kasabasındaki Müslüman olmayanlara, özellikle de Rumlara, yönetim özerkliği verilmiştir.
Osmanlı zayıfladıkça, batılı devletlerin yaptırımları da Müslüman olmayanların hep lehine
olmuştur. Osmanlı Padişahının muhafız alayı; Arnavut,Arap,Ermeni ve Kürtlerden
oluşturulmuştur.Şah İsmail’in muhafız alayını, bugün Torosların güneyinde çok perişan bir
hayat süren Varsak Türkleri oluşturmaktaydı?!Bu Türk ve Alevi Düşmanlığı ayrı bir
incelemenin konusu olmalıdır.1853 yılında,İstanbul’a özel elçi olarak gelen,Çarlık Rus
Prensi Mençikof, kendisini günlük kıyafeti ile karşılayan Osmanlının Hariciye Nazırı
Paşayı hemen azlettirmiştir.Yalınız Fransa’nın İstanbul Büyük Elçisi,75.000 Osmanlı
vatandaşına dokunulmazlık belgesi vererek,onları vergiden muaf hale
getirmişti.Onyedinci ve Onsekizinci yüzyılları sürünerek geçen Osmanlı Devleti
için,Ondokuzuncu yüzyıl en uzun yüzyıl olmuştu.Osmanlı devleti,yirminci yüzyıla
parçalanmaya hazır bir halde girmişti.Profesör Dr. Sayın İlber Ortaylı,Onduzuncu
Asrı,”En Uzun Yüzyıl!”Olarak değerlendirmiştir.Enver Paşa saraya damat olduktan
sonra;Almanya’ya yanaşmış, Türkiye’nin adı “Enverland” olmuştu.Osmanlı
Genelkurmay Başkanlığına Bronzart adlı bir Alman Orgenerali oturtulmuş,Osmanlı
Ordusunda alan görev Alman subaylarına da bir üst rütbe verilmişti.Alman
ordusunda,süvari sınıfı generalleri tüm generalliğe kadar yükselirdi.Emekli süvari
tümgenerali Liman Von Sanders, Osmanlı Ordusunda Müşir rütbesi verilerek göreve
getirilmişti.Oysa ki;Ulusal Kurtuluş Savaşımızın en kritik günlerinde,Afgan Ordusunda
görev yapacak Türk subaylarına,o ordunun bir üst rütbesi verilerek göreve gönderilmişti.
Almanların önerisi ile Beşinci Mehmed Reşat tarafından, Şeyhülislam’ın fetvasına
dayanarak yayınlanan Mukaddes Cihat Fermanı, Müslümanlar tarafından genel kabul
görmediği gibi, Osmanlını Arap asıllı Bağdat müftüsü tarafından da, Halifelik makamı ile
birlikte“keenlem yekün”,/yok saymak/ ilan edilmişti. Hint Müslümanları İngiliz sancağı
altında, Kafkaslardaki ve Ortaasyadaki Türk asıllı Müslümanlar da Çarlık Rus sancakları
altında, Müslüman Osmanlıya karşı savaştıkları gibi; Afrikalı Müslüman Araplar da, Fransız
sancakları altında Müslüman Osmanlılara karşı savaşmışlardı. SayınTahaToros’un,
Milliyet Gazetesinde yayımlanan, Gülek Karboğazında esir edilen Fransız Ulusal
Kahramanı Binbaşı Menil’in anıları çok ilginçtir. Fransız sancağı altında; Müslüman
Osmanlı ordusuna karşı savaşırken ölen Müslüman Cezayirli Araplar, ölen Müslüman
arkadaşlarının başuçlarında, en içli sesleri ile, arkadaşlarının ruhlarına Kuran okurlarken;
bizim tarafta Osmanlı sancağı altında şehit düşen askerlerimiz için de, Müslüman Osmanlı
askerleri, Arapça Kuran okumaktadırlar. Doğu Cephesinde; Müslüman Osmanlı
105
askerlerine, Çarlık Rus sancağı altında ateş açan Müslüman Türklere:“Ateş etmeyin! Biz
de sizin gibi Türk ve Müslümanız!”Çağrısına, ateş açılarak:“Bu, din savaşı değil, gün
savaşıdır!”Yanıtı verilmişti. Örnekleri çoğaltmanın mümkün, fakat yersiz olduğunu da
söylemiştik. Bu yönde, Ulu Önder Mustafa Kemal’in fikri her türlü örneği kapsar niteliktedir:
“Efendiler; Ecnebiler, Hilafete taarruz etmiyorlardı; fakat Türk Milleti taarruzdan
kurtulmuyordu. Hilafete taarruz edenler, İslam milletlerinden Türk’ü çekemeyenler değildi.
Fakat Çanakkale’de, Suriye’de, Irak’ta İngiliz bayrakları altında Türklerle vuruşanlar İslam
Milletleriydi.”Nutuk, cilt 2,s.829.
Ulusal Kurtuluş Savaşımızın yapılmasına karşı olanlar, savaşanlarımızın
karşılarına, her devirde yaptıkları gibi, bu sefer de, Dine Halifeliği ekleyerek çıkmaktan
çekinmemişlerdir. Osmanlı Padişahı ve tüm Müslümanların da Halifesi Sultan Vahdettin,
bir “Hattı hümayun”’u,Osmanlı Hükümetinin bir bildirisiyle, devrinin Şeyhülislamından
alınan bir “Fetva’yı Şerif,”yayınladı. Konya’da Delibaş’ı, Yozgat’ta Çapanoğullarını,
Marmara havzasında Anzavur Ahmed’i, Gönen’de Gâvur imam’ı, Bolu, Düzce, Hendek ve
Adapazarı’nda Abazaları ve Çerkezleri ve ülkemizin her köşesindeki Ulusal Kurtuluş
Savaşımıza karşı çıkan ayaklanmaları, hep bu fetvalı ferman körüklemiştir. O günlerde;
Ulusal Kurtuluş Savaşanlarımızın ayaklarına köstek olan ihanet, bu günlerde de boş
durmamakta, Ulusal Kurtuluş Savaşımızın üç sene uzamasını, yöneticilerinin
basiretsizliklerine verdikleri gibi, Yunanlıların Anadolu’ya hiç çıkmadıklarını, Ulusal
Kurtuluş Savaşının da hiç yapılmadığını, Şehitliklerin de çatma olduğunu
söyleyebilmektedirler. Gelecek kuşaklarımızın örnek alacakları ihanet fetvasını ve
paçavraya verilmiş olan karşı fetvayı da daha önceki sahifelerde yayımlamıştım. Gerçekte,
bu iki fetvadan önce; Anadolu’da ve Rumeli’nde çeşitli fetvalar ve görüşler yayınlanmıştı.
Bunlar yöresel oldukları gibi, devrinin yayın araçlarının zayıflığı, fikir sahiplerinin de ünlü ve
yetkili kişiler olmayışları nedeniyle geniş yankılar uyandıramamıştı. Her iki fikri yansıtan
fetvalardan örnekler vermek, Ulusal Kurtuluş Savaşımız sır asında,Dinin ve bilhassa
Halifeliğin
ne denli bir etkiye sahip olduğunu göstermesi bakımından çok
faydalıdır.İzmir’in işgalinden bir gün sonra,Denizli Müftüsü Ahmet Hulusi Efendi,
geleceklerinden endişe ederek toplanmış olan Denizli halkına:
“Her ne pahasına olursa olsun, Yunanlılara karşı koymak gerekir. Yunanlıların işgal
eyledikleri memleketlerin halkı için, kavgaya girişmek farz’ı âyındır. İşgale uğramayan
memleketler halkı için de farz’ı kifayedir. Ben fetva veriyorum. Silah ve cephane azlığı
veya yokluğu hiçbir zaman kavgaya engel olmayacaktır. Hiçbir müdafaa vasıtası olmayan
bir Müslüman dahi, yerden üç adet taş alarak düşmana atmaya mecburdur.”Demişti.
Sonradan Milletvekili seçilen bu Aydın Müftümüzün, Mustafa Kemali çok etkilemiş
olduğunu söyleyebiliriz “Denizli Müftüsü Ahmet Hulusi Efendi; “15 Mayıs 1919 Cuma günü,
Belediye Başkanı Hacı Tevfik Bey ve Mutasarrıf Faik (Öztırak) Bey Belediye binasının
balkonundaki yerlerini almışlar ve kalabalığa Müftü Ahmet Hulusi Efendi hitap etmiştir.
Müftü Ahmet Hulusi Efendi hitabında,”Saygıdeğer Denizliler! Hemşerilerim! Bugün sabahın
erken saatlerinde İzmir Yunanlılar tarafından işgal edilmiştir. Bu saldırıya karşı kayıtsız
kalmak dine ve devlete ihanettir… Cihat tam anlamıyla bir dinî görev olarak karşımızdadır.
Karşımıza çıkarılan Yunan’a biz yenilmedik. Yunanlıların bir Türk ilini ellerine
geçirmelerinin ne anlama geldiğini, İzmir’de şu bir kaç saat içinde işlenen cinayetler
106
gösteriyor. Silahımız olmayabilir, topsuz tüfeksiz, sapan taşlarıyla da düşmanın karşısına
çıkacağız. Silah ve cephane azlığı veya yokluğu hiçbir zaman mücadeleye engel teşkil
etmez. Fetva veriyorum, elinizde hiçbir silahınız olmasa bile yerden alacağınız taşları
düşman üzerine atmak suretiyle karşı koyunuz. Biz birçok ülkelere hükmetmiş fatihlerin
torunlarıyız. (Ve orada bulunan Hıristiyanları göstererek), bunlarda bize birer vediadır,
onlara dokunmayınız.” Diyerek Yunanlıların İzmir’i işgalini şiddetle protesto etmiş ve
Denizli halkını yaklaşan bu tehlike karşısında mücadeleye davet etmiştir. İşgale karşı
kayıtsız kalmanın düşünülemeyeceğini ve vatanın hiçbir zaman savunmasız
bırakılamayacağını vurgulayarak, aynı zamanda Millî Mücadele’nin ilk “kutsal savaş
(cihat)” fetvasını da ilân etmiştir. Ahmet Hulusi Efendi konuşmasında, Türkleri “silah ve
cephane azlığına bakmadan, yurt savunmasına çağıran” bu fetvasıyla Denizli halkını her
türlü şartlarda Milli Mücadele’ye katılmaya davet etmiştir.
Müftü Ahmet Hulusi Efendi ve diğer üyelerin öncülüğünde düzenlenen bu mitingde Ahmet
Hulusi Efendi’nin vermiş olduğu Millî Mücadele fetvası ve bu karan takip eden fiilî teşkilat,
Millî Mücadele tarihimizin ilk varlığıdır.
Bu büyük mitingden sonra Hükümet Konağı’nda toplanan şehrin ileri gelenleri ikindi
vaktinde, İstanbul’da bulunan İtilaf Devletleri temsilcilerine bir protesto telgrafı çekmişlerdir.
“Müftü Ahmet Hulusi Efendi, Kuvvay’ı Milliyenin başkanı olarak, İstanbul hükümetinin
ulusal cemiyetlerin kapatılması emrini de reddetmiştir.
“Edirne kongresinde Saray Müftüsü Ahmet Efendi de aynı moral verici vatanseverce
konuşmayı yapmıştı:
“Üzerimize düşen vazife; memleketimizi muhafaza ve müdafaa etmektir. Bu
hareketimizle, padişahımıza isyan etmiş olmayız. Hâşâ! Ben, din kardeşlerimize gerçeği
söylemek isterim. Bir Türk düşünmem ki cihaddan kaçsın. Dün, bir müftü gücenip, çekildi.
Onun gönlü alınsın, bütün Müftüler bundan memnun olacaklardır. Düşman istilası tehlikesi
olan bir yerde cihad Farz’ı âyındır. Biz mukavemet etmezsek padişahın emrinden ayrılmış
oluruz. Hem biz, taarruza uğramadan muharebe edecek değiliz ki. Hazırlık yapacağız.
Hazırlık yapmak; devlet ve millete, Hilafet makamına bağlılığı sağlamaktır. Boşu boşuna
oturursak, miskinlik ve zillet kabul etmiş oluruz. Elimizde olan mal, mülk düşmana
geçecektir. İçimizde başka türlüsünü iddia edecek var mıdır? Cihadın güzel oluşu,
İslamlığın şerefini yükseltmesindendir.”Dedi, kongredeki Müftülere dönerek: Ve müdafaa
etmektir
-“Öyle değil mi Hoca Efendiler? Diye sorunca, tüm Hocalar:
-“Hay, hay, öyledir Efendi Hazretleri!”Dediler.
At Cambazlığından Binbaşı rütbesiyle Balıkesir İl Jandarma komutanlığına yükselen
sonra da ihaneti nedeniyle Paşalığa yükseltilen Ahmet Aznavur’u çetelerinden birisi
vurarak öldürmüştü. Konya ili ve yöresinde, Milli Kuvvetlerimize çok sıkıntılı anlar yaşatan
Delibaş ta aynı akıbete uğramıştı:
“Halide Edip Hanım, her gece olduğu gibi, bu gece de, istihbarat raporunu okudu:
Veliaht Abdülmecit Efendi, İngiliz yüksek komiseri ile görüşme yapmış. Edinilen bilgiye
107
göre: MİLLİYETÇİLERİN POLİTİKASI DELİLİKTİR”, demiş. Mustafa kemal Paşa, yüzünü
buruşturdu:
“-İstanbul’da, böyle düşünenler az değil. Bu kafalar için akıllılık: Bir büyük devletin
sömürgesi olmak, onlar tarafından yönetilmek, onlar tarafından yönlendirilmek. Adamların
istiklal anlayışı, bu bilinci, bu onuru, içgüdü gibi içinde bulmak, bunlar, eğitimle ve
düşünülerek kazanılır. Bunların düşünce dünyalarında, bu gibi kavramlar yer almıyor.
Neyse, devam edin Hanımefendi;” dedi.
“Çetesiyle Konya’ya geçen Delibaş Mehmet adlı Gerici Eşkiya, dün gece, adamları
tarafından öldürülmüş.”
Hepsi doğruldu:
“O O O O O!”
“Niçin öldürülmüş?”
“DİN
ANLAMIŞLAR.”
PERDESİ
ALTINDA,
DÜŞMAN
HESABINA
ÇALIŞTIĞINI
“-İsmet Paşa, BU HAİN VE KATİL YOBAZ; GEÇEN SENE, KÖY, KÖY DOLAŞIP;
YUNAN ORDUSU, HALİFENİN EMRİYLE GELİYOR, KARŞI DURMAYIN, DİYE
TELKİNDE BULUNUYORDU. Yazık ki, etkili olmuştu. Bu kez, yanındaki haydutları bile
kandıramamış. Bu iyi bir gelişme.”Dedi. Mustafa Kemal Paşa, mendili ile yüzünün terini
sildi:
“İLERİDE, HALKIMIZIN BUNCA İBRET VERİCİ TECRÜBEDEN SONRA; GERÇEK
DİNDARLARLA, DİN TÜÇCARI VE AKTÖRLERİNİ BİRBİRİNDEN AYIRT EDECEĞİNİ
ÜMİT EDERİM. Yoksa hep böyle geri ve ezik kalırız.”Dedi. Turgut Özakman, Şu Çılgın
Türkler, s.411-412.
Bu aydın fikirli iki din adamına karşılık, Mülkiye Mektebi mezunu bir Osmanlı
memuru, Edirne İstatistik Müdürü Neyyir Bey,9Mart 1920’de başka türlü konuşuyordu:
“Cenk etmek, padişahımızın emir ve iradesine bağlıdır. Buna karar vermek
mesuliyetli bir iştir. Padişahlar, birçok istişarelerden sonra vuruşmak kararını verirler. Bizde
bu yetki var mıdır? Dinimiz buna elverişli midir? Çoluk, çocuğumuz, bütün memleket kana
boyanacak. Harp çiçek değil, harp kadın değildir. Harp şiir değildir. Harp taraftarlarına
soruyorum, bunun kanlı akıbetlerini düşünüyorlar mı? Evvela, meselenin dini tarafı
çözülmelidir…”Deyince, aynı kongrede bulunan İpsala Müftüsü:
“Cihadı imam ilan eder.İmam olmadıkça harp edilmez.Kumandan padişahımız
serbest değildir,muhasara altındadır!”Dedi “Vali daha dün geldi,öyle olsaydı ağızdan
108
dertlerini anlatırdı.Esaret yoktur,cihad ilan edecek yoktur!?”Diyerek,Ulusal Kurtuluş Savaşı
aleyhinde fikirler uyanmasına yol açtı.”Sabahattin Selek,s.g.s.s73-75.
Eski Başbakanlarımızdan Suat Hayri Urgüplü’nün babası, Şeyhülislam Mustafa
Hayri Ürgüplü,6Mayıs1916 tarihinde, Osmanlı İmparatorluğunun içindeki ve dışındaki
Müslümanları Osmanlı Bayrağı altında toplamak amacı ile yayınladığı fetva istenilen
sonucu verememişti. Osmanlının sınırları içindeki Müslümanlar bile ihaneti seçmişlerdi.
Bugün, Halifeliği geri getirerek Müslümanları bir arada tutma düşü bir ütopik
masaldır.Osmanlının tebaası olan Müslümanlar bağımsız devlet olmuşlardır.Hangi
bağımsız devlet,kendi vatandaşına Halifenin emir vermesini kabul eder?!Bir kere Halife
olmanın şartları da ortadadır.Kureyş Arap kabilesinden olmayan Halife olamaz?!Hadis ve
doktrin böyledir.Kureyş kabilesinden olan bir Arap ta cumbadak halife olamaz,halife
olacakların özelliklerini de taşıması gerekmektedir.Bu özellikleri de ilerideki sahifelerde
bulacaksınız.
Mukaddes fetvaya rağmen Osmanlı devletinin ne hallere düştüğünü tarihimiz ibretle
yazmaktadır. Uzun boylu yazmaktansa, bu felaketleri görmüş ve yaşamış olan Rahmetli bir
Generalimizi okumak yeterlidir sanırım:
“Muharebe, hastalık, fizyolojik sefaletten ölü, yaralı, esir, kayıp olarak, ÜÇ MİLYON
ELLİDOKUZ BİN İKİYÜZBEŞ İnsanımızı kaybettik. Burada çok önemli bir olayı göz önüne
sermek isterim: Peygamberimizin vekili, Müslümanların Halifesi ve Padişahı, dünyanın
Dört yüz milyona yakın/o tarihte/Müslümanlarını “CİHADI MUKADDES” ilanı ile
düşmanlara karşı yardıma çağırıyor. Liva’yı Ahmediye ve Hırka’i Saadeti çıkarıyor ama
İslam âleminden Halifenin davetine kimsenin aldırdığı yok… Tersine olarak,
peygamberimizin sülalesinden olan HİCAZ EMİRİ ŞERİF HÜSEYİN ve Oğulları, Halifeye
isyan ediyorlar ve düşmanlarımızla müttefik oluyorlar.Hemen bütün savaş cephelerimizde
Hintli,Tunuslu,Cezayirli,Hicazlı,Iraklı,Suriyeli,Mısırlı,Rusyalı Müslümanlardan bir çok
Müslüman askerle düşman olarak çarpışıyoruz.Bu nasıl Halifelik?!Bu nasıl Allahın
yeryüzünde gölgesi?Bütün savaş cephelerimizde,düşmanlarımızın hareketlerini aksatacak
bir Müslüman kıpırdanışı göremedik…”E.General Baki Vandemir, ”Biz ne idik?Ne
olduk?Ne
olacağız*!s.10.
Sultan ve Halife Altıncı Vahdeddin’in ihanet belgelerini,İngiliz Gizli Belgeleriyle,
SAKARYA’DAN İZMİR’E adlı kitabının 388-404’üncü sahifelerinde bulabilirsiniz.. Bu güzel
eser,
ibretle
ve
dehşetle
okunmaya
değer.
Ey HİLAFET! Fetvalı fermanlarınla, tüm Müslümanları düşmanlarımıza karşı savaşa
çağırırsın, çağırdığın tüm Müslümanlar Türk düşmanları ile birleşir. Ülkemizi,
Türklüğümüzü, şanımızı ve dinimizi kurtarmak için savaşanlar aleyhinde fetvalı fermanlar
verdiğinde de, Türkleri, Türklere öldürtürsün. Olumluluğunda da Türklere
zararlısın,olumsuzluğunda da Türklere,Türk soyuna zaralısın!?Ulusal Kurtuluş
Savaşımızı,utanmadan ve sıkılmadan Halife Vahdeddin’e mal etmek isteyenler,Dürrizade
Abdullah Haininin fetvasına eklenen fermanı görmezlikten gelmektedirler.Mirliva Mustafa
Kemal Paşa ile,Dolmabahçe Sarayının 13 numaralı dairesinde konuştuktan
sonra,kendisine 40.000 altın verdiğini de iddia etmektedirler.Bazıları daha da ileri giderek
400.000 altın verdiğini yazmaktadırlar.Bir Osmanlı altını 6,7 gramdır.40.000X6,7=282 kilo
etmektedir.Mustafa Kemal, bunu hangi cebine koymuştur?!Kaldı ki,muhafız takımı ile
109
birlikte 49 kişi,Samsun’a doğru özel bir görevle gitmektedir.Fevkalade yetkili bir Ordu
komutanlığı kadrosuna ödenek verilmesi zorunluluğu da unutulmaktadır.
Vahdeddin; Başkâtibine bir gün:
“ Bizim Hanedanımıza her türlüsü gelmiştir, sarhoşu gelmiştir, zalimi gelmiştir, delisi
gelmiştir, aptalı gelmiştir, dinsizi gelmemiştir.”Demiştir.Ali Fuat Türkgeldi,Görüp,
İşittiklerim,s.273.Babasını,oğullarını,kardeşlerini
öldürtmek
te
din
kullanılarak
gerçekleştirilmişti?!Vahdeddin’in Türkleri Türklere vurdurtması Dinin mi,yoksa Arap
hayranlığının mı gereğiydi?!Ulusal Kurtuluş Savaşımıza karşı yürütülen tüm ihanetler,onun
adına ve onun onayı ile olmuştur.Bir İngiliz savaş gemisine binerek kaçması da,ihanetleri
yüzündenolmuştur.Düzce’de,Hendek’te,Adapazarı’nda,Bolu’da,Konya’da
ve
Anadolu’muzun her tarafında çıkan ayaklanmalar;İngiliz Altınları kullanılarak din adına ve
din adamları tarafından çıkartılmıştır.Sait Molla Haini,Danıştay Başkanı ve Adliye Nezareti
Müsteşarıydı.İngiliz Muhipleri Cemiyeti/İngiliz Sevenleri Cemiyeti/ Başkanıydı,İstanbul adlı
bir de gazete çıkarmaktaydı.İngiliz Rahip Frew’in yönettiği İntelligence Casusluk Servisinin
de Baş ajanıydı.Adı geçen cemiyetin üyesi ve Fahri başkanı da İslamın Halifesi Altıncı
Mehmet Vahideddin idi!?Sadrazam Mehmet Ferit Paşa’dan bir çok üst düzey görevlinin
boyunlarından geçen ihanet halkasının Baş halkası da Padişah’ı ru’yu zemin Vahdettin’in
boynunda son bulmaktaydı.Tüm Osmanlı vatan hainlerinin çıkarları uğruna birleştikleri bu
cemiyet,İngiliz çıkarları için,her türlü ahlaksızlığa altın uğruna yönelmişti.Bu
konuda,E.Tümgeneral Kenan Esengin’in “Hıyanet Yarışı” adlı eseri ilginç bilgilerle
doludur.Tümü,kan ve gözyaşı ile kapatılan bu olayların tek sorumlusu Sait Molla ve
avanesidir.Ayaklanmalar;Nutuk,cilt2.s.445-450.
Padişah’ı zilullah Altıncı Vahdettin’in yüksek himayeleri ile aziz vatanımızı
kurtarmak gayesiyle! Kurulduğu ilan edilen bu şer yuvası Cemiyetin başkanı Sait Molla’nın
Rahip Ferew’e gönderdiği mektuplar, ihanetin din adına nerelere kadar girdiğini
göstermektedir.İstanbul’daki gizli Türk MM teşkilatının elde ederek,doğruca,TÜRKİYE
BÜYÜK MİLLET MECLİSİ BAŞKANI Mustafa Kemal Paşaya göndermiş olduğu bu
mektupları,hainlerimizin çocuklarının yüzlerine çarpmak gerek!?
-İngiliz Muhipleri Cemiyeti’ni kurarak, Rahip Frew adlı bir Hıristiyan Din Adamı’nın
emrinde, ÜLKEMİZ ALEYHİNDE CASUSLUK YAPAN HAİN HOCA. Rahip Frew’den aldığı
altınlarla Anadolu’ya ajanlar yollayarak, ayaklanmalar çıkartmıştır. Rahip Frew’e
gönderdiği mektuplar, Yeğeni tarafından, MM teşkilatımız aracılığı ile Mustafa Kemal
Paşa’ya ulaştırılmıştır. Mektuplar, Sait Molla Hoca’nın özel defterinden kopyalanarak
alınmasına rağmen, Sait Hoca,08 Ekim,1919 tarihli İstanbul gazetesinde şiddetli bir
yalanlama yayımlattırmıştı. Üşenmeden bu iğrenç mektupları okuyalım:
1-Birinci mektup: “Aziz dostum, verilen iki bin lirayı, Adapazarı’ndaki Hikmet Bey’e
gönderdim. Oradaki işler pek yolunda gidiyor. Birkaç gün sonra kesin netice elde edeceğiz.
Şimdi aldığım bu bilgiyi, size sunmayı uygun buldum. Yarın sabah, bizzat gelip, size bilgi
vereceğim.
Kuvayı Milliye taraftarlarının Fransa’ya fevkalade yakınlık gösterdiklerini ve General
Franchet d’Esperey’nin Sivas’a gönderdiği subayların, Mustafa Kemal Paşa ile görüşerek
110
İngiltere Hükümeti aleyhinde bazı kararlar aldığını (N.B.D. 285/39)adamımız özel olarak
gönderdiği bir kurye ile gönderdiği mektupta bildiriyor. D.B.Q.91/39 her ne kadar
cemiyetimize dâhil ise de; bu zatın Fransızlara casusluk ettiği ve sizin bu teşkilâta
başkanlık ettiğinizi beyan ettiği kanaati ben de hâsıl olmuştur. Bu mesele hakkında da,
kanaati âlilerine ve üstatlık itimadınıza muhalif olarak vuku bulacak beyanatımla, şimdiye
kadar o zat hakkında göstermiş olduğunuz itimattaki hatayı meydana çıkarmış olacağım.
Dün sabah, Âdil Bey ile birlikte, Damat Ferit Paşa Hazretlerini ziyaret ettim. Biraz daha
sabır ve intizar buyurmaları lüzumunu tarafınızdan kendilerine tebliğ ettim. Müşarünileyh
Hazretleri, cevaben size teşekkür etmekle beraber Kuvayı Milleyenin Anadolu’da tamamen
kök saldığını ve mukabil bir hareket neticesi bilinen başlarını tepelendirilmedikçe,
kendilerinin iktidara gelemeyerek Zatı şahane’nin onayına sunulan anlaşma hükümlerinin
konferansta savunulmasına imkân olmadığını ve Kuvayı Milliye’nin dağıtılması için
İngiltere Hükümeti Fahimesi nezdinde acele bir girişimde bulunularak, ortak bir nota’nın
Milletvekilleri seçiminden önce Babı Aliye verilmesini ve ÇETELERİMİZİN Adapazarı,
Karacabey ve Şile’de Rumlara karşı yapacakları tecavüzlerin, Kuvayı Milliye’nin asayişi
ihlal ettiklerini ileri sürerek, maksadımızın oluşmasına çalışmamızı ve İngiliz basının
Kuvayı Milliye aleyhinde neşriyatta bulunmasının teminini ve özel surette Torpido ile
gönderilen(E.B.K.19/2)ye telsiz telgrafla, dün konuştuğumuz meseleler hakkında talimat
verilmesini rica ediyor. Bu gece onbir’de, Âdil Bey ile “K”DE sizi görecek ve Ferit Paşa’nın
bazı özel ricalarını daha tebliğ edecek. Bundan sonra, Zatı Şahane ile Mister T.R.
görüşebilecektir. Refik Bey’e artık itimat edemeyiz. Sadık Bey’de bizimle çalışabilecektir.
Hürmetlerimi takdim ederim.11.x.1919.Sait. Tahşiye: Karacabey ile Bozkırdan henüz
haber gelmedi. EK: Bozkır’dan, Ben Osman Türkoğuz haber vereyim: İlçe Jandarma Bölük
Komutanı Yüzbaşıyı ve askerlik şubesi başkanı Albayı parçalayarak öldürdüler. Bozkır
Barut Fabrikasını da yaktılar.
2-İkinci Mektup.12tarihiyleAnkara’daki “N.B.D.285/3”tarafından gelen mektupta,
Sivas Heyeti Temsil iyesinden Erkânıharp Miralaylığından Emekli Vasıf Bey’in d’Esperey
ile temas etmek üzere gönderileceği ve birkaç güne kadar yola çıkacağı bildiriliyor. Hikmet
Bey paraları almış. Biraz daha para istiyor. Önceki gün sizi ziyarete geldiğimde, takip
edildiğimi bildirmiştim. Dönüşümde, biri Sarı bıyıklı, diğeri Kumral ve köse iki şahsın, sokak
başında beni beklediğini gördüm. Gece olduğu için epeyce korktum. Yalınız, biri birlerine
yavaşça,”a,bu Sait Mollaymış, artık gidelim,” dediklerini işittim. Bu fazla temas, benim için
hayırlı olmayacak. Fuat Paşa türbesi yakınlarındaki görüştüğümüz evi tutabilirseniz,
buluşabiliriz. Nazım Paşa, Cemiyetimizden haberdar olmuş, bana çok gücendi.
Müsaadenizle ”N.B.S.495/1”düzenine kendilerini kattım. Ev işi yoluna konuluncaya kadar,
teması bu zat yapacaktır. Karacabey’de ”N.B.D.289/3’e gönderilen binikiyüzelli lira
alınmıştır. Yola çıkacaklardır. Ferit Paşa, Babıâli’ye verilecek notayı her dakika
beklemektedir. Zâtı Şahane bu durumdan pek üzgündür. Teselli ettirmeniz ve daima
kendine ümit verici demeçler verdirmeniz çıkarlarımız gereğidir. Bizim Padişahlarımızın
111
her şeye zayıf olduklarını unutmayınız. Sayın Abdülkadir Efendi, o konu üzerinde çok tuhaf
sözler söyledi. Sadece arkadaşları,”vatanseverliğe sığmaz,” diyorlarmış. Artık siz gereğini
yaparsınız. Polis Müdürü Nurettin Beyin değiştirileceği söyleniyor. Hepimizin koruyucu olan
bu zat hakkında, gerekli kimselerin dikkatini çekiniz. Saygılarımı sunarım. ”Not: Ali Kemal
Bey, o zatla görüşmüş. Konuşmayı idare edemediğinden, karşısındaki maksadını anlamış
ve hatta kendisine esaslı hakaretle:”Biz, sizin, İngilizler hesabına çalıştığınızı
anladık!”Demiş.18/19x.1919 Sait.
3-Üçüncü Mektup: Yapılan propagandaları göz tabibi Esat Paşa kolu ve bilhassa
Çürüksulu Mahmut Paşa, resmi bilgilere dayanarak sürekli olarak takibettiriyor ve halkın
heyecanının yatıştırılmasına çalışıyorlar. Bu adamlara, başvurularında hiçbir cevap
verilmemesini, dün kararlaştırılan zata, Zatı Şahane vasıtası ile emir verilmesini rica ve
hürmetlerimi takdim ederim.19.10,1919 Sait.
4-dördüncü mektup. Aziz Üstat; Muhipler arasında franmason teşkilatı badiği itiraz
oluyor İttihatçıların irsine imtisalken çekiniliyor. Bu teşkilâtın idaresine kalb, ruhu ile
tenmiye edilmiş gençlerin ithaliyle bu programı tatbik edebileceğiz. Benim dış
görünüşümün verdiği ürküntü dolayısıyla, çok eski sevenimiz(K.B.V.4/35)kararlaştırılan
esaslar dâhilinde işe başlayacaktır. Ankara ve Kayseri’den yine haber yok. Hürmetlerimi
takdim eder, saygılarımı sunarım üstadım. Üstadım.19.10.1919 Sait. S
5-Beşinci Mektup
Üstat,
Kasidecioğlu Ziya Molla dün Adam Blok’a (Adam Block) haber göndermiş, eski dostu
olmasına güvenerek, benim başında bulunduğum Muhipler Cemiyetinin İngilizlerce
korunmasının İngiliz karakteriyle bağdaşmadığını ve bunun kamuoyu üzerinde kötü etkiler
yaptığını bildirmiş; böylece Cemiyeti namuslu kişilerin temsil etmesi gerekeceğini
dolayısıyla anlatmış ve benim için çok kötü sözler eklemiş. Bu kişinin bana karşı kişisel
düşmanlığı olduğunu anımsatmak isterim. Ziya Molla’nın damadının kız kardeşi eskiden
benim karımdı. Kendisini boşadığım için bana böyle düşmanlık ediyorlar. Bunun Adam
Blok Hazretlerine duyurulmasını ve Ziya Molla’nın şimdi İngilizlerden yana olmayıp ulusal
eylemin destekleyenlerin propagandacısı olduğunu ve Mustafa Kemal paşa ile ilişki
kurmuş bulunduğunu ve beni suçlamasıyla da ne mal olduğunu ortaya koyduğunu yüksek
görüşlerinize sunmak isterim. 21.10.1919
Sait
Ek: Bir sakınca yoksa Adam Blok Hazretlerine size olan hizmetlerimi duyurunuz.
6-Altıncı Mektup
Sayın Üstat,
Ankara’dan “N.B.D. 295/3” den özel postacı ile gelen 20 Ekim 1919 günlü mektupta
bildirildiğine göre “K.D.S. 93/1”, yönergemiz gereğince orada bırakılarak kendisi Kayseri’ye
gitmiştir. Yönergenin onaylanmış bir örneğini de Galip Bey’e gönderdiğini bildiriyor. Önceki
ödeneği harcamış olduğu için yeniden ödenek istiyor. Gizli örgütümüzün genişlediğini ve
112
haydut başkanlardan yakasını kurtaran Muhiplerimizin şimdilik köylerde kalarak el altından
işe başladıklarını muştuluyor ve son yaptığınız ustaca düzenlemelerin verimli olacağını
bildiriyor. “M.K. B.”, pürüzsüz Türkçesi yüzünden önemli işler çeviriyormuş. Hele
hocalığına diyecek yok diyor. Yönergenin “X. V.V.” planı tam olarak hazırlanmış. Aramıza
yeni yabancılar girmemiş ise amaç, sezilmeksizin edimli olarak gerçekleşecektir. Yeni
ödeneğin gönderilmesini beklemek üzere özel postacı “4 R.” burada alıkonulmuştur.
23/24.10.1919
Sait
Ek: Ahmet Rıza Bey’in İtalyan güdümü üzerindeki demecini mektubun sonuna ekledim.
Kendisinin Fransa’ya geçmesi, bizce tehlike olur. Bu işi sağlama bağlayınız.
7-Yedinci Mektup
Üstadım,
Ali Kemal Bey dün o adamla görüşmüş. Basın işinde biraz ağır davranmak gerektiğini
söylemiş. Bir kez, bir yana yöneltilmiş olan düşünürleri ve yazarları öncekine karşıt bir
amaca yöneltmek, bizde pek kolay olmaz. Bütün devlet görevlileri ulusal eylemleri şimdilik
iyi görüyor, demiş. Ali Kemal Bey, yönergenize eksiksiz uyacak. Zeynelâbidin Partisiyle de
işbirliği yapmaya çalışıyor.
Kısacası, işler bulandırılacak, Bugünlerde Fransa ve Amerika çevrelerinde benim adım çok
geçiyormuş. Bunun nedenini şimdiye dek, anlayamadım. Ulusal eylemlerden yana
olanların, bu hükümetin siyasal görevlileri üzerinde yaptıkları etki sonucu olarak tehlikeye
giren yaşamının korunması size kalmıştır. Ben bu güvenle kendi kendimi
yüreklendiriyorum. Hikmet ile kendim görüştüm. Bu kez onu biraz kaypak buldum. Ama
sağlam güvence verdi. “Ben erkeğim. Sözümden dönmem.” dedi. Sıvas olayını nasıl
buldunuz? Biraz düzensiz ama yavaş, yavaş düzelecek. Kadıköylü de işi üzerine alıyor.
Fakat o yere batası İttihatçı basın, arasıra bizim işlere engel oluyor. Bunların yazılarına
dikkat gerek. Paşamız gene de sinirli, “Ne vakit olacak” diyor. Ev işinin bugüne dek yoluna
konulmamış olması buluşup görüşmemizi güçleştiriyor. “N.B.S. 495/1” Konya’ya önem
verilmesini öğütlüyor. Size sözlü olarak açıkladığı iş üzerinde dikkatini çekmemi rica
ediyor. Ali Kemal Bey’in uğradığı son yıkım üzerine üzüntülerinizi bildirdiğinizi söyledim. Bu
adamı elde bulundurmak gerek. Bu fırsatı kaçırmayalım. Bir armağan sunmak için en
elverişli zamandır. 19 Ekim günlü mektubumu almadığınıza üzüldüm. Aracıyı biraz
sıkıştırınız. Tehlikeden sakınmak, benim için pek önemlidir. Yeni bir parola gönderiniz.
Hikmet ve Kadıköylüye numaralarını vereceğim. Saygılarımı sunarım üstadım. 24.10.1919
Sait
Ek: Birkaç kez söylemek istediğim halde unutuyorum. Mustafa Kemal Paşa’ya ve onu
tutanlara biraz yumuşak davranmalı, kendisi tam bir güvenle buraya gelebilsin. Bu işe pek
çok önem veriniz. Kendi gazetelerimizle onu destekleyemeyiz.”
8-Sekizinci Mektup
Sayın Üstat,
Seçimleri askıda bırakmak ve geciktirmek için gerek Mustafa Sabri ve gerek Hamdi ve
Vasfi efendilerle uzun uzadıya, verdiğiniz yönerge sınırları içinde görüştüm. İşi kabul
ettiler. Mahallelerde propagandalar başladı. Gerekenleri elde edecekler. Bol para
dağıtarak halkın kafasını karıştıracaklardır. Padişahın bu konuda aydınlatılması
gerekmektedir. Ustaca düşünce ve önlemlerinizle amaca ulaşacağımıza güvence veririm,
sayın üstadım. 26.10.1919,Sait.
ATATÜRK:RAHİP FRU,ROBERT FREW İNGİLİZ AJANI-1/SAİD MOLLA İLİŞKİS
113
SAİT MOLLA NASIL ÇALIŞIYORDU
Ulusal savaşlar sırasında karşılaştığımız açık ve gizli güçlükler üzerinde köklü bir bilgi
edinmeye ve gelecek kuşakların ders almasına ve uyanmasına yarayacak nitelikte olan,
söz konusu belgeleri, olduğu gibi bilginize sunmayı uygun buluyorum. Bu belgeler, İngiliz
Muhipler Cemiyetinin sözde başkanı olarak tanınan Sait Molla’nın, Bay Fru adındaki rahibe
gönderdiği mektupların örnekleridir.
Efendiler, bu mektupların örneklerinin alındığını sezen Sait Molla, Türkçe İstanbul
gazetesinin 8 Kasım 1919 günlü sayısında, bu mektuplardan söz açarak uzun ve sert bir
dille bir yalanlama yayımlamış olsa da, gerçeği örtmenin yolu yoktur. Bu mektupların
örnekleri, Sait Molla’nın evinden ve mektup karalamalarının yazılı bulunduğu bir defterden,
olduğu gibi çıkarılmıştır. Bunlar bir yana, mektupların içindekiler, yurtta beliren durumlara,
olaylara ve kimi kişilerin tutumuna tam bir uygunluk göstermektedir. Şimdi izin verirseniz,
bu mektupları yazılış sırasıyla sunayım:
Birinci Mektup
Sayın dostum.
Verilen iki bin lirayı Adapazarı’nda Hikmet Bey’e gönderdim. Orada ki işlerimiz pek yolunda
gidiyor. Birkaç gün sonra verimli sonucunu elde edeceğiz. Şimdi aldığım şu bilgiyi, şu
pusulamla size tezelden iletmek istedim. Yarın sabah kendim gelip geniş bilgi vereceğim.
Ulusal Kuvvetlerden yana olanların Fransa’ya pek çok eğilim gösterdiklerini ve General
D’espere’nin (Franchet d’Esperey) Sivas’a gönderdiği subayların, Mustafa Kemal Paşa ile
görüşerek İngiltere Hükümetine karşı birtakım kararlar aldıklarını Ankara’daki adamımız
“N.B.D. 285/3”, özel bir postacı ile gönderdi, mektupla bildiriyor. “D.B.K. 91/3” her kadar
demeğimiz üyesi ise de bu adamın Fransızlara çaşıtlık ettiği ve sizin bu örgüte başkanlık
ettiğinizi söyleyip yaydığı kanısı bende uyanmıştır. Bu iş üzerinde de, yüksek kanılarınıza
ve güveninize aykırı düşecek sözlerimle şimdiye dek o adam için göstermiş olduğunuz
güvendeki yanılgıyı belirtmiş olacağım. Dün sabah Âdil Bey’le birlikte, Damat Ferit Paşa
Hazretlerinin yanına gittim. Biraz daha sabretmeleri ve beklemeleri gereğini sizin adınıza
kendilerine bildirdim. Damat Ferit Paşa Hazretleri verdiği karşılıkta, size teşekkür etmekle
birlikte, ulusal örgütlerin Anadolu’da büsbütün kök saldığını ve karşı bir saldırışla hayın
başkanları tepelettirilmedikçe, kendisinin Sadrazam olamayacağını ve böylece Padişahın
da onayından geçen sözleşme hükümlerinin Konferansta savunulamayacağını söyledi.
Ayrıca, Ulusal Kuvvetlerin dağıtılması için yüksek İngiltere Hükümeti katında tezelden
girişimlerde bulunularak, ortak bir notanın milletvekilleri seçiminden önce İstanbul
Hükümetine verilmesini ve çetelerimizin Adapazarı, Karacabey ve Şile’de Rumlara karşı
girişecekleri saldırıları tutamak yapıp Ulusal Kuvvetlerin güvenliği bozduğu gerekçesiyle işi
çabuklaştırmaya çalışmamızı; İngiliz basının, ulusal örgütlere karşı yayın yapmasının
sağlanmasını ve özel olarak torpido ile gönderilen “E.B.K. 19/2” ye, dün görüştüğümüz
işler üzerinde telsizle yönerge verilmesini rica ediyorum. Bu gece, saat on birde Âdil Bey
“K.”de sizi görecek ve Ferit Paşa’nın bazı özel ricalarını daha bildirecektir. Daha sonra,
Padişah Hazretleri ile Bay “T.R.” görüşebilecektir. Refik Bey’e artık güvenmeyiniz. Sadık
Bey de bizimle çalışabilecektir. Saygılarımı sunarım. 11.10.1919
Sait
Ekleme: Karacabey’le Bozkır’dan daha bir haber alamadık.
İkinci Mektup
Ankara’daki “N. B. D. 285/3”den gelen 12. 10. 1919 günlü mektup ta, Sıvas Temsilciler
Kurulunda kurmay albaylıktan emekli Vasıf Bey’in Despere ile görüşmek üzere
114
gönderileceği ve birkaç güne değin yola çıkacağı bildiriliyor. Hikmet Bey paraları almış.
Biraz daha para istiyor. On gün sizin yanınıza geldiğim sırada izlendiğimi söylememiştim.
Dönüşümde biri sarı bıyıklı, ötekisi kumral ve köse iki adamın sokak başında beni
beklediklerini gördüm. Gece olduğu için epeyce korktum. Yalnız birbirlerine yavaşça: “Bu
Sait Molla imiş. Artık gidelim.” dediklerini işittim. Bu sık, sık buluşmalar benim için iyi
olmayacak. Fuat Paşa Türbesi yakınındaki görüştüğümüz evi tutabilirseniz
buluşabileceğiz. Nazım Paşa, derneğimizi haber almış. Bana çok gücendi. İzninizle
“N.B.S. 495/1” düzenine kendilerini kattım. Ev işi bir yoluna konuluncaya değin sizinle o
buluşacaktır. Karacabey’de “N. B.D. 289/3” e gönderilen bin iki yüz lira, yerine ulaşmıştır.
Yola çıkacaklardır. Ferit Paşa, İstanbul Hükümetine verilecek notayı her dakika bekliyor.
Bu durum, Padişah Hazretlerini pek üzüyor. Teselli ettirmeniz ve her zaman kendisine
umut .
Dokuzuncu Mektup
“9. R.” özel postacı geldi. Keskin örgütü bitmiştir. Arkadaşlara propaganda için yönerge
verdim. Başarılarımızın ilk verimlerini yakında alacağımıza güveniyorum, Sayın üstadım.
21128.10.1919
Sait
Onuncu Mektup
Sayın Üstat,
Sarayda, yeni hükümet kurulmasının tasarlandığı ve hazırlık yapıldığı söylentisi yayılmıştır.
Bu işin çabuklaştırılması çok gereklidir. Anadolu örgütümüzün kimi planları Ulusal
Kuvvetlerce anlaşılmış, özellikle Ankara ve Kayseri’de bize karşı çalışmalar başlamıştır.
Kürt Cemiyeti, söz verdiği halde bir iş yapamadı. Çetelerimizden bir bölüğü yok ediliyor. Ne
pahasına olursa olsun, tasarlanan hükümetin iş başına getirilmesi pek çok gereklidir. Ali
Rıza Paşa’nın, planlarımıza karşı önleyici önlemler alacağını da sanıyorum. Bozkır’a
gidecek adamlarımız, tanınmış kişiler olduklarından, çokça korkuyorlar. Konya’da “K.B.
81/1”e, sizin adamınız aracılığı ile olayın kızıştırılması için bildirim yapılarak, propaganda
kurullarının bu konu üzerinde çalışmaya çağrılması gereğini ve zorunluğunu bildirir,
saygılarımı sunarım. 29/30.10.1919
Sait
Benim bir mektubumdan Hikmet’e söz açmışlar. Bu mektubun içinde yazılı olanları
nereden öğrenmişler? Hikmet ile kendim görüştüm; bunun doğru olduğunu, şaşkınlık
içinde Hikmet’ten dinledim. Çaşıt, benim çevremde midir, yoksa sizde midir?
10-Onbirinci mektup:” Aziz Üstat, Anadolu teşkilatımızın bazı tertipleri Kuvayı
Milliye’ce anlaşılmış, alelhusus Ankara ve Kayseri’de aleyhimize faaliyet başlamıştır. Kürt
Cemiyeti verdiği Vaadi hilafına faaliyet gösteremedi… Konya’da “K.B.81/1”sizin vasıtanızla
propaganda heyetlerinin, Bozkır’a gidecek tanınmış şahsiyetler üzerinde etkili olması tebliğ
edilmeli. Çetelerimizin bir kısmı tenkil olunuyor. Takdimi ihtiram On Birinci Mektup
Sayın Üstadım,
Kürt Teali Cemiyetindeki yakın dostlarımızla görüştüm. Yeni geldikleri için birkaç gün
sonra, verilen yönergeye uygun olarak gerekli düzenlemeleri yapacaklarını; yalnız
Kürdistan’a gönderilecek çeşitli arkadaşlar için büyük bir ödenek verilmesi gerektiğini
söylediler. “D. B. R. 3/141” den gelen mektubu da gösterdiler. Urfa, Antep, Maraş’ta
Fransızlara karşı gereğinden daha çok kışkırtma yaptıkları ve halkı, kolordu komutanının
güttüğü yumuşak siyasaya aykırı bir davranışa sürükledikleri yazılıdır. Hükümet
115
başkanlığına Zeki Paşa’nın getirilmemesi için ileri sürülen düşünceler doğru değildir. Bu
adam Kürtlere sözünü geçirebilecek durumdadır. Eski Ermeni kırımı unutulmuştur. Sizin
aklınıza gelenler, bugün için her halde zamansızdır. Bunu, gerektiğinde başka türlü
yorumlamak kolaydır. Yüksek yardımlarınızı her dakika bekliyoruz. Karşıdaki olayı
ötekilerine bulaştırmaya çalışıyoruz.
Saygılarımı sunarım”29/30,x,1919 S.
12-Onikinci Mektup:”Aziz Üstadım”;Çok uzun bir ihanet belgesidir. Bir sürü kot
numaralı VATAN HAİNLERİNDEN bahsediliyor ve bol para isteniyor. Ali Kemal Bey’in
Vatan Hainleri listesine alınmasının zaruretinden bahsediliyor. Sait Molla Vatan Hainlerinin
morallerinin çökmüş olduğu açıkça anlaşılıyor. Mektup, “hürmetlerimi takdim ederim
üstadımla sona eriyor.5.11.1919 S.Mektubun altına eklenen not, çok önemli:”Kemal
yakalanmış, mensubiyeti itibariyle K.B.R.15/1”in teşkilâtla bağlantısı meydana çıkmış
demektir. Bu zatı himaye elzemdir.”12’inci Mektubun tamamını da okuyalım.
“Aziz Üstadım,
“Ahmet Rıza’nın Tan(Le Temps) muhabirine verdiği demeç her halde dikkatinizi
çekmiştir. Emir Faysal’a, Fransızlarla anlaşma yapmasını tavsiye etmesindeki anlamın
taşıdığı siyasi incelik, Efendimizin gözünden kaçmamalıydı. Kuva’yı Milliye liderleri,
sonradan sonraya Fransa’ya dikkate değer şekilde bir yaklaşma eğilimi gösterdikleri gibi,
Irak’ta çıkardıkları karışıklık bir yana, öte yandan Suriye’deki hâkimiyetinize de darbe
vurmak istiyorlar. Bu kuvvetin devamında gösterilecek ilgisizlik ve kusur, islâm dünyasının
İngiltere aleyhindeki olağanüstü galeyanına yol açacaktır. Üzerinde özenle durulmuş olan
bu noktayı büyük bir değer vererek görmek ve yüksek seviyedeki siyasi şahsiyetlerinize
göstermek zaruridir. İleri sürdüğüm bu görüşle, ilmi değerinize karşı bir saygısızlıkta
bulunduğum yargısına varmayınız. Çünkü Türkiye üzerinde, sizden başka bir kuvvetin
nüfus ve egemenliğini devam ettirmesi, siyasi gayemize aykırıdır. Fransa, İtalya ve
özellikle Amerika’nın, gerek devlet adamları ve gerek basınıyla bu kuvvete karşı
gösterdikleri çeşitli eğilimler, siyasi ve askeri üstünlüğünüzle rekabete girişildiğinin açık bir
delilidir. Ahmet Rıza gibi Clemenceau’ (Klemanso)’nun, Pichon (Piçon)’un ve çeşitli
politikacıların eskiden beri süregelen yakın dostluklarını kazanmış olan şahsiyetlerin,
Fransa’da önemli bir rol oynayacağından ve kamuoyunu tam anlamıyla istedikleri yöne
çekebileceklerinden emin olunuz. Bu zatın İsviçre’ye geçeceğine dair bilgi alındığına göre,
oradan bir fırsatını bulup, Fransa’ya geçmek emelinde olduğuna inanabilirsiniz. Balıkesir
yakınlarındaki kuvvetlerimiz, bozularak kaçmış ve,”A.R.”DE, gizlenmiştir. Yeni kuvvetler
hazırlanıyor. Beşbin liradan aşağı olmamak üzere ödenek istiyor. Karaman’dan
“D.B.S”40/5 ten gelen mektupta, şimdilik beklemek zorunda olduklarını ve
Kayseri’”den,”K.B.R.87/4’ten gelen mektupta da, yakında harekete geçeceklerini bildiriyor.
Ziya Efendi de,”H.K.”,”C.H.”bölgesinde örgütlenme tamamlanmış olduğundan yalınız
ödenekle oraya hareket etmek mecburiyetinde olduğunu söylüyor.İsterseniz,durum
hakkında bizzat geniş bilgi verecektir.Sıkı bir şekilde takip edildiğimizi,plan ve
116
hazırlıklarımızdan Sivas’ın düzenli olarak haber aldığını arz edebilirim.Mehmet Ali’ye
güvenmeyiniz.Ağzı sıkı değildir.Her halde boşboğazlık ediyor.Dış planlama ve
teşkilatlanmada bendenizden başkasını kullanmasanız daha isabetli hareket edersiniz.Ali
Kemal Beyin listeye alınması zaruridir.bu kadar sırrımızı taşıyan bu zatı
gücendirirsek,planlarımız olduğu gibi düşmanların/Kuvvay’ı Milliyeci Kahraman
Türklerin.İngiliz din adamı,İngiliz ulusunun çıkarı için dini bir tarafa bıraktığı gibi,Müslüman
Osmanlı din adamları da
dini bir tarafa bırakarak,vatan hainliğine
soyunmuşlardır!?Müslüman
dinin
ve
Müslüman
din
adamlarının
vatanları
yoktur!?Ostüzü.”Bu
zatı
sıkça,sıkça
kollayınız.Saygılarımı
sunarım,Üstadım.5,11,6919,S.Not:Kemal
yakalanmış,ona
bağlı
olması
dolayısı
ile,”K.B.R”15/1’in örgütle ilişki derecesi ortaya çıkmış demektir.Bu zatı korumak zaruridir “”
27 Mayıs1960’tan sonra kurulan Koalisyon hükümetlerinde,büyük devlet adamımız
İsmet İnönü başbakanlıklarda bulunmuştu.Bir gün dayanamayarak,patlamıştı:”Bıktım
artık!Kime gizili bir şey söylesem,akşama Amerikan Elçisinin ağzında!?Osmanlı devleti
zamanındaki Devlet’i Muazzama İngiltere ve Fransa’ydı.Türkiye Cumhuriyetine kapağı
atan çağdışı hainler için şimdi,hizmet edilecek tek devlet Amerika olmuştu.İhanet,aynı
ihanetti,yalınız yolunu ve yönünü değiştirmişti.Çanakkale’deki İngiliz komutanı İon
Hamilton,anılarında:”Asrımızda ekonomik ve politik zaferler, er Amerikanın iznine
bağlıdır”.Yazmıştı. Mustafa Kemal’e dinleyelim:
MUSTAFA KEMAL:”RAHİP FRU ROBERT FREW İNGİLİZ AJANI-1/SAİD
MOLLA İLİŞKİSİ.”
“Robert Frew, (Rahip Fru) İngiliz ajanı, rahip ve misyoner.
İskoçya'da doğdu ve din eğitimi aldı. Uzun süre Osmanlı topraklarında misyonerlik
faaliyetlerinde bulundu. Board of Foreign Missions of the Presbyterian Church’de (BFMPC)
ve Kalvinci geleneği dayanan “American Board of Commissioners for Foreign Mission”ın
(ABCFM)içinde bulunduğu “International Congregations” başkanı olarak 1902–1924 yılları
arasında Osmanlı topraklarında faaliyet gösterdi. Ağa Han ve Seyyid Emir Ali'nin
girişimleriyle İngiltere'de British Red Crescent Society (Britanya Kızılay Derneği) adıyla
kurulan derneğin İstanbul temsilciliğini yaptı.
Robert Frew, Milli Mücadele döneminde İngiliz İstihbaratı adına çalışan, Mr. Ryan, General
Didds, Albay Rawlinson, General Milne, Amiral Calthorpe ve Amiral Webb gibi memurlar
arasında en aktif görev alanlardandır. Batı Anadolu’da Albay Emiling adıyla faaliyetlerde
bulunduğu bilinmektedir.
Mondros Mütarekesi'nden sonra İngiliz haber alma servisi ajanı olarak İstanbul'da bulundu.
20 Mayıs 1920'de İstanbul'da kurulan İngiliz Muhipleri Cemiyeti Başkanı Said Molla ile
yakın ilişkiler kurdu ve örgüte gelen parasal destekleri kanalize etti. Anadolu'daki, ulusal
direniş hareketinin bastırılmasına yönelik eylemleri kışkırtarak organize etti. Türkiye'den
ayrıldıktan sonra İngiltere'de papazlık yaptı.”
Mustafa Kemal’in, İngiliz Ajanı Rahip Frew'e Yazdığım Mektup:
117
“Mr. Fru'ya Yazdığım Mektup”
“Baylar, bu geniş düzene engel olmak ve yaratılan tehlikeli durumları ortadan kaldırmak
için elimizden gelen her yola ve önleme başvurduk. Şimdiye değin anlattığım ve bundan
sonra sırası geldikçe hatırlatmaya çalışacağım o hepinizin bildiği başkaldırmaları,
karışıklıkları, resmi düşman kuvvetlerinin saldırılarını bastırmak ve ortadan kaldırmak için
çok uğraştık, Ali Rıza Paşa Hükümeti, gözüne batan Kuvayi Milliye'yi bastırmaya ve bunun
için bizimle didişmeye bakmaktan başka bir yardımda bulunmadığı gibi ondan sonra
hükümet kuran yüksek arkadaşları da, onun yolunda gitmekten ve sonunda yıkımdan
yıkıma, rezillikten rezilliğe sürüklenmekten başka bir iş görmediler.
Baylar, bütün bu gizli düzen kaynaklarının, Rahip Fru'nun kafasında toplandığını ve oradan
din kardeşlerimiz olacak hainlerin kafalarına sokularak uygulama alanına çıkarıldığı
kestirildiğinden, bir zaman için olsun Rahip Fru'nun durmasını ve bu işten uzaklaşmasını
sağlamaya yarar düşüncesiyle, kendisine bir mektup yazdım. Mektubun iyi anlaşılabilmesi
için, şu bilgiyi de ekleyeyim ki ben Bay Fru ile İstanbul'da bir iki kez görüşmüş ve
tartışmıştım. Fru'ya Fransızca olarak gönderdiğim mektubun Türkçesi şudur:
“Mister Fru'ya, “
“Sizinle, Mösyö Marten aracılığıyla, yaptığımız görüşmelerin anısını seve, seve
gönlümde saklıyorum. Yıllarca ülkemizde ve ulusumuz arasında yaşamış olan sizin, bizim
için en doğru düşünce ve kanılarla dolu bulunacağınızı umardım. Oysa ne yazık ki,
İstanbul çevresinde karşılaştığınız kimi aymaz ve çıkarcı kişilerin, sizi yanlış yönlere
sürüklediklerini pek çok üzülerek anlıyorum. En başta Sait Molla ile düzenlemeye ve
uygulamaya başladığınız, güvenilir kaynaklardan öğrenilen planın, İngiliz ulusunun
gerçekten kınayacağı bir nitelikte olduğunu bildirmekliğime izninizi rica ederim.
Ulusumuza, Sait Molla'nın değil, fakat gerçek yurtseverlerimizin gözüyle bakıldığı zaman,
böyle planların artık ülkemize ve ulusumuza uygulanabilecek bir yanı olmadığı yargısına
kolaylıkla varılır. Nitekim daha bugünün olaylarından olan Adapazarı ve Karacabey
olaylarının başarısızlığa uğraması, sözümüzü doğrulamaya yeter. Fakat buna ne gerek
vardı? İngiliz subayı Novil'in, Diyarbakır dolaylarında Müslüman Kürt halkı yoldan
çıkarmaya pek çok çalıştıktan sonra Malatya'da, eski Elazığ Valisi Galip ve Malatya
Mutasarrıfı Halil Beylerle, Sivas'a karşı yaratmaya çalıştığı olay, sonucu bakımından bütün
uygarlık dünyasına karşı utanç verici değil miydi?
Size önemle ve içtenlikle bildiririm ki, İngiliz ulusu, ulusumuzun dostluğuna ve güvenine
değer vermiyorsa, bundaki yanılgı pek derindir. Böyle değilse kullandığınız araçlar pek
yanıltıcı olup, sonuç ve verim alınacak nitelikte değildir. Sait Molla aracılığıyla
Adapazarı'na gönderilen iki bin liranın, yakında verimli sonuç sağlayacağı yolunda verilen
sözün yalan olduğunu olaylar size anlatmış olacağından uzun sözü gerekli görmem. Hele
sizinle ilişki kuran düzmecilerin, Osmanlı Padişahının da ortaklaşa yaptığınız işlerinizde ve
çalışmalarınızda eli varmış gibi gösterilmesi pek tehlikelidir. Siz çok iyi düşünebilirsiniz ki
Padişah, sorumsuz ve tarafsız olup ulusal irade ve egemenliğimizle ilgili gerçekleri
değiştirmez ve bozmazlar. Ülkemizde bulunan İngiliz siyasal görevlilerinin, elbette İngiliz
ulusunun eğilimine ve çıkarına aykırı olarak, yurdumuza ve ulusumuza karşı uygarlığa ve
insanlığa yaraşmaz bir biçimdeki girişimlerini, elimizde bulunan belgelerle İngiliz ulusunun
gözü önüne serersek, sonuç dünyaca iyi karşılanmaz sanırım. Fakat bu konuda, tuhaf
olması bakımından şunu da bildirmek zorundayım ki siz, bir din adamı olarak siyasa
oyunlarına, özellikle öldürüşmeye varacak işlere karışmak hevesine kapılmamalıydınız.
Sizinle yaptığım görüşmelerde, sizi bu türden bir siyasa adamı olarak değil, insanlığa
118
hizmet eden, adaleti seven erdemli bir kişi olarak tanımıştım. Bunda ne denli aldandığımı
son aldığım sağlam bilgilerin doğrulamakta olduğunu size bildirmekle şeref
duyarım.“Mustafa
Kemal.”
“ İstanbul'da, muhtelif maksatlarla hafi ve aleni olmak üzere de, birtakım firka veya cemiyet
unvanı altında teşekküller vardı.
İNGİLİZ MUHİPLERİ CEMİYETİ!
“ İstanbul'da mühim addolunacak teşebbüslerden biri İngiliz Muhipler Cemiyeti idi. Bu
isimden, İngilizlere muhip olanların teşkil ettiği bir cemiyet anlaşılmasın! Bence, bu
cemiyeti teşkil edenler, kendi şahıslarını ve menfaat-i şahsiyetlerini sevenler ve
şahıslarıyla menfaatlerinin masuniyeti çaresini Loyt Corc (Lloyd George) hükümeti
marifetiyle İngiliz himayesini teminde arayanlardır. Bu bedbahtların, İngiltere Devletinin, kül
halinde, bir Osmanlı Devleti muhafaza ve himaye etmek emelinde olup olamayacağını, bir
defa mülahaza edip etmedikleri cay-i teemmüldür.
Bu cemiyete intisap edenlerin başında Osmanlı padişahı ve halife-i ruy-i zemin
unvanını taşıyan Vahdettin, Damat Ferit Paşa, Dâhiliye Nezaretini işgal eden Ali Kemal,
Adil ve Mehmet Ali Beyler ve Sait Molla bulunuyordu. Cemiyette İngiliz milletine
mensup bazı sergüzeştçular da vardı. Mesela: Rahip Fru (Frew) gibi. Ve muamelat ve
icraattan anlaşıldığına göre, cemiyetin reisi Rahip Fru idi.
Bu cemiyetin iki cephe ve mahiyeti vardı. Biri aleni cephesi ve medeni teşebbüsatla,
İngiliz himayesini talep ve temine matuf mahiyeti idi. Diğeri hafi ciheti idi. Asıl faaliyet bu
cihette idi. Memleket dâhilinde teşkilat yaparak isyan ve ihtilal çıkarmak, şuur-u milliyi felce
uğratmak, ecnebi müdahalesini teshil etmek gibi hainane teşebbüsat, cemiyetin bu hafi
kolu tarafından idare edilmekte idi. Sait Molla'nın cemiyetin aleni teşebbüsatında
olduğu gibi hafi cihetinde de ondan daha ziyade rolör olduğu görülecektir. Bu
cemiyet hakkında söylediklerim, sırası geldikçe vereceğim izahat ve icabında irad
edeceğim vesaikle daha vazıh anlaşılacaktır.”NUTUK.
Sayın Süleyman Demirel, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı iken, çok büyük bir
söz söylemişti:” Bana, sağcılar suç işliyorlar dedirtemezsiniz.” buyurmuşlardı. Tam O
günlerdeydi; Manisa Şehir merkezinde, sağcı bir siyasi partiye bağlı bir militan, iki genç
delikanlıyı tabanca ile vurarak öldürmüştü. Katilin evinde bulduğum bir genelge, her aklıma
geldiğinde kanımı donduruyor:”Birisini öldürdüğünüzde; katil oldum, günaha girdim diye
üzülmeyiniz. Yüce Yaratan, ölenin alnına senin tarafından öldürüleceğini yazdığı gibi;
senin alnına da, o kimseyi öldüreceğini yazmıştır.”O genelgede tamı tamamına böyle
yazıyordu.
1986 Senesinde; Nurcuların Yayımladığı KÖPRÜ Dergi’sinin(86)inci sayısında
Sayın Süleyman Demirel’in bir söyleşisi yayımlandı. Sayın Demirel, Cumhuriyetin ilk
yıllarından söz ederken:”O yıllarda, zulüm; vardı, sıkıntı vardı. Saidî Norsi fevkalade
büyük bir bilgindi.”diyordu. Bunlar beni çok rahatsız ediyordu. Bir yerde, öylesine bir
tartışmaya tanık oldum ki, böyle bir tartışmayı arasaydım, bulamazdım. Beş kişi, bir
masanın etrafına oturmuşlar; birisi anlatıyor, üçü onu onaylıyordu. Dördüncü kişi ‘nin
huzursuz olduğu yüz hatlarından belliydi. Gençten, hafif sakallı olanı, sesini yükselterek,
119
öteki masadakilerin de kendisini duymalarını amaçladığını belirtiyordu. Masa’da pişirilen
konu, sağ ve sol konusuydu. Sakallı adam:” Efendim; bana ve bilgime güvenebilirsiniz.
Kuran’ı Kerim’de bu sağ ve sol hakkında ayetler var. Sol, biraz hafife alınmış. Zaten, sol
elin işi belli, taharetlenmek;” dediğinde, o huzursuz genç:”Unutmayınız ki Kalbimiz
solda;”dedi. Sakallı adam.” Ayetin üstüne söz söylenmez”; dedi ve konuşmasını şöyle
sürdürdü:”Solcuları bana anlatmayın, tanıdıklarımın tümü beynamaz; ne varsa sağda ve
sağcılıkta var.” Deyip, konuşmasına noktayı koydu. O huzursuzluğunu belli eden
genç:”Sağ ve sol kavramı Fransız İhtilâlında ortaya çıkmıştır;” dedi. Sandalyemi elime alıp,
izin isteyerek, masalarının kenarına iliştim. Sakallı Beyefendiye:” Konulara vakıfsınız.
Elimde olmayarak dinledim ve yararlandım. Bazı şeyler, benim aklımı da kurcalıyor,
bunları size sorabilir miyim?” dedim. Sakallı adam, sandalyesinde biraz
gerinerek:”Buyurun, sorun.” Dedi.
“Siz, Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı kuran ve yürüten Önderlerimize solcudurlar,” dediniz,
elinizdeki ölçü nedir? Dedim.
-“Efendim, din ve diyanetle ilişikleri yoktu. Zaferden sonra, eskiye ait ne varsa yerle
bir ettiler.
-“İslam dininin Yüce Peygamberi de, başarıdan sonra, eskiye ait ne varsa yerle
yeksan etmedi mi?
—Evet, aynen böyle yapmıştı.” Dedi, ben, hemen sorumu yapıştırdım: “ Yeni bir
hareket yapan, sağ dediğimiz eski yapıyı yıkıp atıyor. O yeni hareket Sol olmuyor mu?
Yıkılan sağ olduğuna göre.”Doğru söylüyor gibisiniz.” Dedi. Ben de sorularımı sormayı
sürdürdüm:”Yüce Tanrımızın izni olmadan hiçbir şey olmaz. Doğru değil mi?” Dedim.”Evet,
yaprak bile kımıldamaz.” Dedi.”-YÜCE TANRIMIZ, Ulusal Kurtuluşumuzu sağlayanların,
eskiyi yıkacaklarını bilmiyor muydu?”-“Aksini düşünmek, dinden, imandan çıkmış
sayılır,”dedi. –“Şimdi söyle bakalım, savaşı niçin Mustafa kemal Paşa kazandı?
Adamcağız hiç seslenemedi. Ben de sürekli sordum:
-“Son Osmanlı Şeyhülislamı Rahmetli Mustafa Sabri Hoca, sağcı mıydı?
“-Evet, sağcıydı,” dedi. –“ Sadrazam Damat Ferit Paşa, Şeyhülislam Dürrizade
Abdullah Hoca ve Sait Molla Hoca Neciydiler?”
—Onlar da sağcıydılar;” dedi.-“ Ya, Divanı Harp Başkanı Nemrut Mustafa Paşa? –“
O dahi sağcıydı:” Dedi.
-“Şeyhülislam Mustafa Sabri Hoca SEVR anlaşmasını imzaladı. Sürgüne gittiği
Mısır’da Türkiye Cumhuriyeti Aleyhinde kitaplar yazdı. Dürrizade Abdullah Hoca da,
Mustafa Kemal Paşa ve yedi silah arkadaşı aleyhinde ölüm fetvası verdi. Bu Fetva’ya
dayanarak, Nemrut Mustafa Paşa da O BÜYÜK KAHRAMANLARI idama mahkûm etti.
120
Sait Molla denen Hain de, İngiliz Casusu Rahip Frew emrinde, Ulusal Kurtuluş Savaşımız
aleyhinde casusluk şebekesi kurdu. Sadrazam Damat Ferit Paşa Haini de vatanını,
vatanımızı İngilizlere sattı. Bak yavrum, bak sakalı güzelim, Vatan Haininin sağcısı,
solcusu olmaz.”dedim, izin isteyerek masalarından ayrıldım. Geride kalan dört kişi
hararetle elimi sıktıydı. “
Bu konuda; Ulusal Kurtuluş Savaşımızın liderlerinden birisini daha
okuyalım:”Gazetelerde çıkan tebliğ”.O gün okuduğum İstanbul gazetelerinde ve bilhassa
Sabah ’ta, hayret ve hiddetimi arttıran başka bir haber görmüştüm: Gene, Ali kemal
Bey’in/1869-6 Kasım 1922/ neşir ve ilan ettiği bir tamimde,”Milli ordu teşkil etmek ve
Müdafa’i Milliye hazırlamak gibi faaliyetlerin bir felaket olduğunu bildiriyor.“
“Bir ihanet vesikası!”
“26 Haziran 1919 tarihini taşıyan bu beyannamede şu satırlar vardı:”Konya vilayetinde,
Karasi ve Kütahya havalelerinde, bazı yerlerde ordu müfettişliklerinin emriyle 311-316
tevellütlülerin silâhaltına çağırıldığı ve diğer tevellütlülerden gönüllü celp ve cem ve
masarif’i seferberiye için ianeler dercolundu bazı işarattan anlaşıldı. Merkezce böyle bir
emir sadır olmadığı için, bu hareket kanun ve usul de değildir. Ahval’i hazıramız ve şerait’i
mütarekeye münafi, izan ve irfana da muvafık olmayan bu hareketlerin elbette gizli
sebepleri olacağı için mütecasirleri şiddetle mesul tutulacak ve kanunen takip
olunacaklardır.”Bildiri, bu şekilde, Ulusal Kurtuluş Savaşçılarımız aleyhinde, akla gelmedik
suçlamalarla devam ettikten sonra: Böylelerinin ise şiddetle tedib’i hükümetçe mukarrer
olduğunu tekrar beyan eylerim!”Cümlesi ile bitiyordu. O gece hiç uyumamıştım. Dâhiliye
Nazırı Ali Kemal Bey, gerek son beyannamesinde ve gerekse gazetelerde çıkan ve milli
müdafaa hazırlıklarının felaket olduğunu ifade eden mahut tamimin altına yüreği
titremeden nasıl imzasını koymuştu.”E.Or. Gnl. Ali Fuat Cebesoy, Milli Mücadele
Hatıraları,s79-80.
Dâhiliye Nazırı Ali Kemal Bey’in Valiliklere ve tüm dünyaya yayımladığı bu alçakça
bildirinin, karşıt bildiriler ve emirlerle, etkisi yok edilmeye çalışılmıştır. Ancak, anlatmak
istediğimiz bu değildir. Ali Kemal Bey’in, istifasını vermek üzere, Dolmabahçe sarayına
gittiğinde, Devrin Osmanlı Padişahı ve Halifeyi Müslümin ve’l Zilullah’i il Arz’a söylediklerini
anlatmaktı:
“Padişahım, bilirsiniz ki, Dâhiliye Nezaretini kabulüm yalınız şahsı hümayunlarına
arz’I
hizmet
maksadından
ibarettir!”İhanet,
bugün
de
aynı
mantıkla
işlemektedir!?Dediğinde,Altıncı Mehmet Vahdettin’den de şu cevabı almıştı:
“Devletin tarihi anlar yaşadığı şu feci devrinde, beni büsbütün yalınız
burkamayacağınıza eminim. Sadakatiniz beni büyük ümit ve tesellilere sevk etti. Ben, her
ikinizin sadakatine güvenerek, irşadat ve telkinatınızı, sabırsızlıkla bekleyeceğim.”Aynı
eser, s.83-84.Nutuk, cilt 2, s.918-919.
Ali Kemal/asıl adı Ali Rıza’dır. Namık Kemal’i sevdiğinden Ali Kemal adını
kullanmıştır./ Dâhiliye Nazırı olduğunda, Türk Ulusunu hiç düşünmemiş; ona hizmet etmeyi
de hiçbir zaman aklının ucundan bile geçirmemiştir. Ancak kişisel çıkarını padişahlığın
121
devamında gördüğünden, politikasını da buna göre ayarlamıştı. Nikâhlı karılarından birisi
de İngiliz vatandaşıydı. Muhafazakâr Partiden adaylığını koyarak Londra Belediye Başkanı
seçilen, Stanley Johnson/Tam adı: Aleksander Boris de Pieffel Johnson/ bu İngiliz eşinden
olan torunudur. Öteki eşi Zeki Paşanın kızından olan oğlu Zeki Konuralp te Dış işleri
Bakanlığında Büyükelçiliğe kadar yükseldiği gibi, oğlu da büyük elçidir. Kendisi de Hariciye
mesleğine girmiş ve birkaç kere sürgüne gönderilmiştir. Sürgün dönüşü padişahın verdiği
altınları kabul etmiştir. Değişik gazetelerde yazılar yazmış, Ermeni vatandaşımız Dikran’ın
çıkardığı Mizan’dan da kovulmuştur. Darülfünun edebiyat fakültesinde siyasi tarih dersleri
verirken, öğrencilerin kendisini boykot etmesi neticesi bu görevinden de kovulmuştu.04
Kasım 1922 günü, Tokatlıyan’da, berber Marcel’in berber dükkânında traş olurken,
Teşkilat’ı Mahsusa polislerince kaçırılarak, İzmit’te Birinci Ordu komutanı Sakallı
Nurettin Paşa’ya teslim edilmişti.06 Kasım 1922 günü, Sakallı Nurettin Paşa’nın emri
üzerine, sivil giyimli genç subaylar tarafından linç edilerek öldürülüştür. Doksan üç
senedir/2015’e göre/,bazı çevreler, bu hainin şehit sayılması için mücadele vermektedirler.
Halifenin de vatan hainliği eylemlerini onayladığı bir hain padişahı irşat edecek bir
bakan,Türk ulusunu düşünerek hayatlarını hiçe sayanlar da birer hain?!
Halifen kimlerin elinde, hangi gayelere ulaşmak için kullanıldığının en güzel örneği,
Bursa’da, Rahmetli Orgeneral Ali Fuat Cebesoy’un düzenlediği, Hocalar toplantısında
görülmüştü. Bunu da öğrenmemizde, o günün koşullarını ve hilafet kurumunun geri
getirilmesi halinde—Tanrı korusun!—yarınımızda da aynı zor günlerin bizleri
bekleyeceğini bilmemizde yarar vardır:
“Muktedir ve meşhur Ulemalardan mürekkep Bir heyetin 21/22Nisan gecesi,
Bursa belediye binasının büyük ve tarihi salonunda toplanmasını kararlaştırmıştık.
Bu maksatla,21 Nisanda Miralay Bekir Sami Bey arkadaşımla, birçok tanınmış zevat ve
Ulemayı ziyaret etmiş, Milli Mücadele hakkındaki görüşlerimizi, İstanbul’un durumunu
delilleri ile ortaya koymuş, bize yardım etmeleri ricasında bulunmuştuk. Müracaat ettiğimiz
zevatın ekseriyeti davamızın esasını anlamışlar ve bize her türlü müzaherette
bulunacaklarını vaat etmişlerdi. Bunların arasında Şeyh Sünusi Hazretleri de vardı.
Şeyh Sünusi, Harb’i Umumiden beri Bursa’da ikamet ediyordu. Ulemadan şunu
istiyorduk: Esir padişahla hükümetinin Kuvvay’ı Milliye aleyhinde çıkarmış oldukları
malum fetvaların muta olup, olmayacağı hakkında bir hüküm vermesinden ibaretti.
Alacağımız, neşir ve tamim edeceğimiz bu hüküm, bizim çok işimize yar ayacaktı.
Ulemanın belediye binasında içtimaı.21/22 Nisan gecesi,70-80 kadar hoca Efendi,
vali ve kumandanın daveti üzerine, Bursa belediyesinin büyük salonunda toplanmışlardı.
Bekir Sami Beyle ben de içtimada hazır bulunuyorduk. Gündüz, Hoca Efendilerden
ekserisini ziyaret etmiş, hepsinden de yardım edeceklerine dair söz almıştık. Kürsüye
çıkarak, kendilerine bir kere daha vaziyeti anlattım. Heyet’i Temsiliye’den gelen telgrafı da
okudum. Bunun üzerine müzakereler başladı. Bir kaç saat sürdü. İleri sürülen mütalaalar
toplanmış, tam bir mutabakat hâsıl olmuştu. Karar, ittifakla verilecekti. Yanımda bulunan
Bekir Sami Bey’e:
122
“Bursa ulemasından ben esasen bunu bekliyordum!”Dedim. Tam bu sıra, Genç bir
Hoca, ayağa kalkarak:
“Hakikat sizin bildiğiniz gibi değildir!”Diye bağırdı. Sonra, bugün İstanbul’dan geldiğini,bir
gün önce de,huzuru şahaneye kabul edildiğini,padişah tarafından milletine selam
getirdiğini
söyledi
ve
şunları
ilave
etti:
N
Ne padişahımız Efendimiz ve ne de hükümeti esir bir vaziyette değildir.Bizzat bu
hakikati Efendimizin ağzından işittim!”Hoca kılığına giren bir İngiliz memuru!Salon birden
karıştı.Bazı zevat mütereddit bir vaziyet aldılar.yüzlerde endişe alametleri
okunuyordu.Bütün emekler boşa mı gidecekti?!O günlerde,Entelijans Servis’in bir takım
ajanlarını kılığına sokarak Anadolu’ya gönderdikleri hatırıma geldi.Acaba bu genç te
onlardan biri olamaz mıydı?!Kaybedecek zaman yoktu.derhal yerimden fırladım:
“Yerinden kıpırdayayım deme, karışmam!”Diye bağırdım. Sonra, iki polis
çağırtarak Hocayı yakalamalarını emrettim. Neticenin nereye varacağını merakla
bekleyen Ulemaya da, bugünlerde Hoca kıyafetine giren bir takım hainlerin Bursa’ya
geldiklerini ve bir kısmının yakalandığını söyledim. Hoca, polislerin elinden kurtulmaya
çalışıyordu. Yaverim İdris Çora’ya,”bu adamın üstünü arayınız!”Emrini verdim. Böyle bir
hareketi beklemeyen Genç şaşırdı. Sonra, üstünü aratmak istemedi, bağırıp, çağırmaya
başladı. Fakat bu duruma uymaktan başka çare olmadığını çabuk anladı. Hoca’nın! iç
ceplerinden çıkan bir çok vesika arasında İngiliz polisi emrinde bulunan Yüzbaşı Bennet’in
imzasını taşıyan bir mektup ta vardı. Bundan, İngiliz polisinin ücretli bir memuru olduğu
anlaşılıyordu. Bursalı olmadığı ve şehre yeni geldiği de anlaşılıyordu. Kendisinin
Divan’ı Harbe verilmesini emrettim.
ULEMANIN KARARI!
Sükûnet iade olunmuştu.
“İşte Muhterem Ulema, dedim. Sizin haklı kararlarınıza muhalefet etmek isteyen
bu adam vatanımızı parçalamak isteyen İngilizlerin memurudur. Artık tereddüde
mahal yoktur, kararınızı bekliyorum. İçtimada hazır bulunanların yüzlerindeki
tereddüt ve endişe silindi. Hoca Efendilerin en yaşlısı:
“Hakkınız var!”Diyerek, meseleyi tekrar ele aldı. Biraz önce verilmiş kararları, bir
kâğıt üzerinde şu anlamda tesbit etti:”Esarette bulunduğu muhakkak olan fetva emininin
fetvasıyla padişah iradesinin muta olamayacağı muhakkaktır. Cümlemiz bu
kanattayız…”Hoca Efendiler, birer, birer gelerek kâğıdın altını imzaladılar ve sonra da
imzası tamamlanan kâğıdı bana verdiler. Hepsine teşekkür ettikten sonra, gecenin geç
saatlerinde fırka karargâhına döndük. Keyfiyeti Ankara’ya bildirdim. Temsil Heyeti, bu
kararı her tarafa tamim ederek, yanlışlığın önünü kısmen aldı. Bursa Ulemasının
Ankara’da kurulmakta olan milli idareye yapmış oldukları bu hizmeti taktirle yad etmeyi bir
vazife bilirim…”E.Or.Gnl.Ali Fuat Cebesoy,s.g.e.s.354-356.
Ulusal
Kurtuluş
Savaşımızı,
fermanlarıyla,
Hilafet
ordularıyla,
Anadolu’muzda İngiliz altınlarıyla çıkarttığı ayaklanmalarıyla, hainlere dağıttığı rütbe
ve payelerle, kurdurduğu Kasır Çiti adlı ihanet örgütü ile engellemeye çalışan,
123
Osmanlının Padişahı ve tüm Müslümanların Halifesi, Altıncı Mehmet Vahdettin’in sonu da
tüm hainlerin sonu gibi olmuştur:
“Dersaadet’te İşgal Orduları Başkumandanı General Harrington Cenaplarına;
“İstanbul’da hayatımı tehlikede gördüğümden, İngiltere Devlet’i Fehimesine
iltica ve bir an evvel İstanbul’dan mahalli ahara naklimi talep ederim Efendim.”16 Kasım
1922.
Halife’i Müslimin, Mehmet Vahdettin.
Tevfik Bıyıklıoğlu, Atatürk Anadolu’da, s.48.E.Gnl. Baki Vandemir, s.g.e. s.22.
Osmanlının Padişahı ve Müslümanların Halifesi, Türkler ve Müslümanlar arasında
hayatını tehlikede gördüğünden, Türk ve Müslüman düşmanı bir devlete sığınmak için, O
Devletin komutanına,”Efendim” diyerek yalvarmaktadır. Halifeyi ve Halifeliği korumak için
Dört cephede ölenlerin, geride kalanlarını da öldürmek için, Halifenin kurdurduğu ihanet ve
Şer güçlerini tarihimiz yazmaktadır Kızıl Sultan dediğimiz İkinci Abdülhamit bile bu
alçaklığa düşmeyip, kendisine iltica etmesini öneren Rus elçisini ters yüz etmişti.
Çanakkale’de Türk Ordusuna yenilen İngiliz Başkomutanı Korgeneral İan Hamilton,
anlarında Osmanlı Sultanı için neler yazıyordu, onu da okuyalım:
“Asrımızda ekonomik zafer nasıl kazanılır? Bir: Amerika’nın
Sempatisini sağlayarak. İki: Constantinopl’u(İstanbul’u) Türklerden alarak. Ümit ediyorum
ve inanıyorum ki, geleceğin harp okulu öğrencileri, büyük bir imparatorluğu harakiri
yapmağa mecbur bırakmak için, neden bu kıraç, değersiz kayalıklar üzerinde, eteklerine
sıkıştığımızı değerlendirebileceklerdir. Biz,bu kayalıklara,hançerimizi Osmanlı Sultanının
Kara kalbine saplamak için tutunuyoruz.Yalınız,hançer henüz etini deldi.Yarasından
yeni,yeni kan akmağa başladı.biz,bir metre ilerleyemesek bile,Halife’nin canı alınıncaya
kadar,kanı bu kaba akıtılacaktır!”General Sir İan Hamilton,Gelibolu Günlüğü,çeviren
Osman Özdeş,Hürriyet Gazetesi23 Mart 1972 gün,s.5.Kitap S.192-193.
Halife Sultan Altıncı Mehmet Vahdettin’in kaçışından sonra; Türkiye Büyük Millet
Meclisi Başkanı Mareşal Gazi Mustafa Kemal’in veciz bir uyarısı üzerine, Saltanat,
Osmanoğullarından alınarak, gerçek sahibi olan Türk Ulusuna verilmişti. Bu tarihi olayı
bazı kaynaklardan inceleyelim:
“1Kasım1922 tarihinde, Türkiye“Büyük Millet Meclisince çıkarılan bir yasa nedeniyle,
üzerinde yalınız harp gemisi Halifelik unvanı kalan Vahdettin Efendi,16/17 Kasım 1922
gecesi, sabaha karşı, İngilizlere sığınarak Malaya adlı bir İngiliz savaş gemisiyle
İstanbul’dan ayrılmıştı. Halife’nin bu firar olayı, İstanbul’daki İngiliz İşgal kuvvetleri
komutanı ve müttefik işgal kuvvetleri başkomutanı General Harrington’un l7 Kasım
1922tarihli bir mektubu ve buna bağlı beyannamesi ile resmi olarak açıklanmıştı.
Harrington’un mektubu şöyle idi:
124
“Bir nüshasını eklediğim resmi beyannamede söylendiği gibi; Padişah, İngiltere’nin
himayesine sığınarak, bir İngiliz harp gemisiyle İstanbul’dan ayrılmıştır.”Bu mektuba bağlı
beyannamede şöyleydi:
“Resmi olarak beyan olunur ki; padişah, şimdilik durum konusunda hürriyet ve
Hayatını tehlikede gördüğünden, bütün İslamların halifesi sıfatıyla İngiliz himayesini ve
aynı zamanda, İstanbul’dan başka bir yere naklini istemiştir. Padişahın bu arzusu bugün
yerine getirilmiştir. Türkiye’deki İngiliz Kuvvetleri Başkomutanı Sir Charles Harrington,
padişahı alarak İngiliz harp gemisine kadar birlikte gitmiş ve padişahı gemide, Akdeniz
filosu genel komutanı Amiral Sir de Bruk tarafından karşılanmıştır. İngiltere Fevkalade
Komiser Vekili Sir Noil Henderson, kendisini gemide ziyaret Kral Beşinci Jorj’a bildirilmek
üzere arzularını sormuştur.”
Bağımsızlık ve özgürlüğümüz için Türk ulusunun sel gibi kan akıttığı sıralarda,
kendi huzurunu ve can güvenliğini düşman süngülerinin gölgesinde arayan, Ulusal
Kurtuluş Savaşımızın kazanılmaması için de düşmanlarımızla birlikte çalışan bu gibi hain
kişilerin bu tarz kaçış yolu aramaları da kişilikleri gereğidir. Ancak, bu kaçış şekli, miras
yoluyla Türk ulusunun mukadderatına hükmeden bir Halifenin karakterini açığa vurması
bakımından çok canlı fakat çok acı ve hazin bir örnek vermiştir.”Genel Kurmay Başkanlığı,
Harp Dairesi Resmi Yayınları Seri No=1,Türk Kurtuluş Savaşı, c.11,Batı Cephesi,6’ınc
kısım 1V’üncü kitap, s.112-113.
“Kaçak Vahdettin’in halifeliği de18 Kasım1922 tarihinde, TBMM’Sİ tarafından
kaldırılmış ve yerine, sonuncu halife olarak, Abdülmecit Efendi seçilmiştir. Ancak, yeni
halife seçilmesinden önce, onun da padişahlık dav asına kapılmasını, herhangi yabancı bir
devlete iltica etmesini önlemek gerekiyordu. Bu maksatla, Abdülmecit’ten TÜRKİYE
BÜYÜK MİLLET MECLİSİNİ ve Halifelik ve Saltanat hakkında aldığı kararı tamamıyla
kabul ettiğine dair bir de senet alınmıştı. Bundan sonradır, TBMMECLİSİ Başkanlığının 19
Kasım 1922 tarihli açık bir telgrafı ile Abdülmecit’e halife seçildiği tebliğ edilmişti. Bu telgraf
kapsam olarak:
“Türkiye devletinin egemenliğini kayıtsız ve şartsız milletin elinde tutan Anayasaya
uyarak yürütme gücü ve yasama yetkisi kendisinde toplanmış bulunan milletin biricik ve
gerçek temsilcilerinden kurulu Türkiye Büyük Millet Meclisinin Kasım 1922 tarihinde yaptığı
oturumda, Halifeliğe seçilmiş bulunduğu tarzında idi.”Genelkurmay H.D.Bşk.A.
G.E.S113-114.
Gerek Meclis içinde, gerekse meclis dışında bulunan bazı Hocalar ve taassup
sahibi kimseler, Halifeye siyasi ve hukuki alanlarda geniş yetkiler koparmanın yoğun
çalışmasına koyuldular:
“Millet Halifenin, Halife Meclisindir!”Sloganı etrafında koparılan yaygaralarla
sonuç almak isterlerken, Mustafa Kemal’in olayın üzerine eğilmesi nedeniyle, seslerini ve
soluklarını keserek sindiler. Başkomutan Mustafa Kemal, Halife Abdülmecit’in İslam
dünyasına bir beyanname yayınlamasını uygun gördü. Ana hatları kendisi tarafından
çizilen beyanname, Abdülmecit tarafından kaleme alınıp, gerekli düzeltmenin yapılması
125
için Başkomutan Mustafa Kemal’e şifre ile gönderilecekti. Beyanname için tespit edilen
noktalar şunlardı:
“1-Türkiye Büyük Millet Meclisinin kendisini Halife seçmesine memnunluk
beyanı,
“2-Vahdettin’in hareket tarzı geniş ölçüde suçlandırılacaktır,
“3-Anayasa’nın onuncu maddesine kadar olan maddelerinin kapsamı, münasip
bir şekilde ve önemli anlam ve kavramı olduğu gibi ifade edilmek suretiyle; Türkiye
Devletinin ve Büyük Millet
Meclisi ve Hükümetinin özel niteliği ve idare usulünün Türkiye halkı ve bütün İslam âlemi
için en yararlı ve en uygun olduğu anlatılacaktır,
“4-Türkiye milli hükümetinin şükre değer hizmetlerinden ve Çalışmalarından
övücü bir dille bahsedilecektir,
“5- Bu işaret edilen noktalar dışında, beyannamede siyasi sayılabilecek bir
nokta ve düşünce ileri sürülmeyecektir.”
Abdülmecit, kendisine verilen direktife uygun olarak beyannameyi hazırlamış ve
Ankara’ya göndermişti. Yalınız, Vahdettin’in suçlandırılması konusunu beyannameye
almamıştı.Bunun için de ileri sürdüğü özürde;”başkasının fena hareketlerini bahis konusu
etmek suretiyle bile olsa bile,bu gibi beyanların meslek v e karakterine ağır geleceğinin
aşikar olduğu..”İdi.Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Gazi Mustafa Kemal Paşa
tarafından,beyannamede gerekli düzeltmeler yapıldıktan sonra yayınlanmasına izin
verilmiş ve 24 Kasım 1922’de,Abdülmecit Efendi tarafından İslam âlemine
yayınlanmıştı.”GNLK.B.S.G.E.S.114-115.
Bu konuda Yüce Önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ü dinleyelim:
“Şeriye
Encümenindeki Hocalar, Hilafetin, Saltanattan ayrılamayacağını savunurlarken; biz, çok
kalabalık olan odanın bir köşesinde münakaşayı dinliyorduk. Sonunda, Müşterek Encümen
Reisinden söz aldım, önümüzdeki sıranın üstüne çıktım. Yüksek sesle şu beyanatta
bulundum:
“Efendim; dedim, Hâkimiyet Saltanat, hiç kimse tarafından hiç kimseye, ilim icabıdır
diye, müzakere ile münakaşa ile verilemez. Hâkimiyet ve Saltanat, kuvvetle, kudretle ve
zorla alınız. Osmanoğulları, zorla, Türk milletinin hâkimiyet ve saltanatına vazıulyet
olmuşlardı, bu tasallutlarını altı asırdan beri idame eylemişlerdi. Şimdi de; Türk milleti bu
mütecavizlerin hadlerini ihtar ederek; hâkimiyet ve saltanatını, isyan ederek, kendi eline
almış bulunuyor. Bu bir emrivakidir. Mevzubahis olan; milletin saltanatını ve hâkimiyetini
bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız? Meselesi değildir. Mesele zaten emrivaki olmuş bir
hakikati ifadeden ibarettir. Bu, behemehâl olacaktır. Burada içtima hakikat edenler, meclis
ve herkes, meseleyi tabii görürse, fikrimce muvafık olur. Aksi takdirde, yine hakikat usulü
dairesinde ifa olunacaktır. Fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir. İşin cihet’i ilmiyesine
gelince, Hoca Efendilerin hiç merak ve endişelerine mahal yoktur. Bu hususta ilmi izahat
vereyim, dedim. Uzun uzadıya bazı izahatta bulundum. Bunun üzerine, Ankara
mebuslarından Hoca Mustafa Efendi,”affedersiniz Efendim,”dedi,”biz meseleyi başka
126
noktayı nazardan mütalaa ediyorduk, izahatınızdan tenevvür ettik”.”Mesele, müşterek
encümende halledilmiştir.”Nutuk, c.2s.690-691. Türkiye büyük Millet Meclisi Başkanı
Mareşal Gazi Mustafa Kemal’in bu açıklamasından sonra, Hilafet ve Saltanat biri birinden
ayrılmıştır. Saltanat Türk milletine, Hilafet te, Osmanoğullarının en yaşlı üyesine,
Abdülmecit Efendiye, Türkiye Büyük Millet Meclisi kararıyla verilmiştir. Abdülmecit Efendi,
Vahdettin’in Türkiye’nin düşmanı İngilizlere sığınarak, onların savaş gemisiyle kaçışını
kınamadığı gibi; bazı garipsenecek davranışlara da yönelmişti: Başına, Fatih Sultan
Mehmet tarzında sarıklar sararak ve gösterişli Cuma Selamlıkları da düzenleyerek, bir güç
gösterisine kalkışmıştı. İşi, bu kadarla da bırakmayarak, Hükümet işlerine dair beyanatlar
verdiği gibi, ordumuzun muzun her yaştaki subaylarına el atmıştı. Şimdi, Nutuk’tan iki
önemli pasajı okuyalım:
“Halife’i Resulullah Hiadimülharemeyniş şerifeyn,”cümlesinin altına,”Abdülmecit bin
Abdülaziz Han,”imzası kullanıyordu.”C.2.S.697.Cumhuriyet Ans. C.5,s.1598.
“Beyannamenin Dördüncü maddesinde, maddesinin yazıldığı İstanbul
şehrinin,”Dârulhilafafetülâliye, olduğunu yazıyordu.”Halife’i Müslimin” yerine de “Halife’i
Resulullah”,yazıyordu… Türkiye Büyük Millet Meclisine göndermek zorunda olduğu
cevabını da:”Ankara’da Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi Müşir Gazi Mustafa Kemal Paşa
yazmıştı…”Nutuk, c.2,s.698.Türkiye Büyük Millet Meclisinin kararı ile, Hilafet makamına
getirilen Abdülmecit Efendinin yukarıda kısaca değindiğimiz bu davranışları, bazı
sempatizanlarına tehlikesizmiş gibi görünebilir. Bunun için Halife Abdülmecit’in Veliaht
bulunduğu sırada; Anadolu’daki Ulusal Kurtuluş Savaşımız hakkındaki görüşlerini
yansıtan, Sultan Vahdettin’e vermiş olduğu layihasını incelemek gerekir:
“Damat Ferit Paşa riyasetindeki heyetin, Paris sulh düşmesi konferansında feci bir duruma
düşmesi, bazı kimseleri intibaha davet etmiş olduğu gibi, bir kısmını da harekete
geçirmişti. Veliaht Abdülmecit Efendi,16 Temmuz1919 tarihinde, Zat’ı Şahaneye sunduğu
layihasında, Anadolu hükümetini tanımamak tarzında başlayan teşevvüşatın Celaliler
devrini andıran şekavetin, maazallahü teâlâ netayici müessife tevlit edeceği yolunda milli
mukavemet taraftarlarına ağır ve haksız ithamlarda bulunduktan sonra, şöyle
diyordu:”Keyfiyet tetkik ve tahlil edilince, evvela bu halin bilhassa hükümeti hazıranın böyle
buhranengiz bir zamanda idareiumuma, âdemi kabiliyetinden ileri geldiği ve keza esbabı
atiyenin tevellüt ettiği nümayan olur. Mütarekeden beri merkezi saltanatı seniyede ve
vilayatı şahanede kulübü ammeyi temin ve tatmin edecek bir idareifenniye ve salime tesis
edilememiştir. Umumun müstahak olduğu hak ve adaletin tesisine v e selameti memleketin
hukukuna hâdim icraat yerine bir takım ağraz ve ihtirasat takip olunarak, halk arasında
tefrika ilka ve âdayı vatanın mahasali âmeli olan şekavet ve nifak seylanı ihdas olundu.
Umuru idarede devam eden tezebzüb ile fırkacılığın şiddetlenen ihtirasatı yüzünden,
günden güne merkezde ve vilayetlerde mütezayit olan teşettütü efkâr milleti Osmaniye’yi
en vahim ve buhranengiz bir zamanda vahdeti milliye neticesinden mahrum ve müstehiddi
tefessüh olunmayarak göstermektedir ki bunun maddi ve manevi mazarratı müellimesi
muhtacı izah değildir…”
YANLIŞPOLİTİKA!
Veliaht Abdülmecit Efendi, layihasına şu satırlarla devam ediyordu:”İzmir ve Edirne
vilayetleriyle Vilayat’ıŞarkıye gibi her an tehdide maruz olan aksam’ı vatanda kulübü
127
ahaliyi tatmin edecek tedabiri şaibenin ittihazıyla sarfı makderet olunmamakla beraber
ahalinin hukuku milliyelerini muhafaza emrinde yapmak istedikleri mesaili vataniyenin
hükümetçe müzahereti münasibeden mahrum bırakılması ve bilhassa İzmir fecayiini
müteakip ahalide uyanan müdafaai vatan hissiyatı necibesinin hüsnü idare ve tevcihine
hizmet olunmayarak, Dâhiliye Vekâletine yağmagerlik, çetecilik gibi hasis emeller innadıyle
şaibedar edilmesi, inkisarı kulübü ammeye badi olduğu gibi, sadrazam Paşanın vilayatı
şarkiyede vâsi Ermenistan muhtariyeti tesisi yolundaki beyanatı dahi havalii mezkurece
mucibi teessürü azim olarak memleketlerinin âhara terkolunacağı zehabını tevlit
eylemiştir.” Ali Fuat Cebesoy, M.M. H.S.106-107.İşte Abdülmecit Efendi, Ulusal Kurtuluş
Savaşımızı, Osmanlı dönemindeki Celali ayaklanmaları ile bir tutan bu Halife Abdülmecit
Efendiden başkası değildir. Saltanat meselesi Türk Ulusunun lehine çözümlendikten
sonra, sıra Hilafet meselesine gelmişti. Başkomutan ve Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa
Kemal, İzmirdeki bir Harp Oyununda, Hilafet meselesini komutanlarla görüşüp, tartıştıktan
sonra; Halifelik, 3 Mart 1924 tarihinde, bir kanunla kaldırıldı. Halife Abdülmecit Efendi,
Fatih Sultan Mehmedin soyundan geldiğini söyleyerek direnmek istediyse, sonunda,
karılarını, çocuklarını ve eşyalarını yanına alarak Küçükçekmece istasyonundan Avrupa ya
kalkan trene bindirildi.3 Mart 1924 tarihinde, iki kanun daha kabul edilmişti:
1-429 Sayılı Kanun, Şer’iye ve Evkaf Vekâleti ile Erkan’ı Harbiye’i Umumi
Vekâletlerinin kaldırılması,
2-430 Sayılı Kanun, Tevhidi Tedrisat Kanunu/Eğitim ve Öğretim Birliği
Kanunu:”Bir ülkede, iki çeşit eğitim, iki tip insan yetiştirir, bu da ulusal birliğin
oluşturulmasına en büyük engeldir.”Gerekçesi.
3-431 Sayılı Kanun, Hilafetin İlgası/Halifeliğin Kaldırılması.
Abdülmecit Efendi, Fransa’nın NİS şehrine yerleştikten sonra, ilk iş olarak bütün
İslam ülkelerine bir beyanname göndermek olmuştu. Beyannamesi aşağıdadır:
“Türkiye Büyük Millet Meclisinin hilafet aleyhindeki kararı ciddiyetten uzak, dinsiz ve
İslamın çıkarları ile bağdaşamaz. Bu kararı tamamen reddediyoruz. Bu sorunun
çözümlenmesi için büyük bir İslam kongresinin toplanmasını teklif ediyorum. Bu mukaddes
ve dini davamızın karara bağlanmasını dilerim.”Dediği bu bildirinin altına da:”Rabbülâlemin
Resûlü Halife,”İmzasını atıyordu. O günden bu güne bu bildiriye cevap veren bir tek
Müslüman bile çıkmamıştır. Peygamberin ortaya çıkmıştı.Beyannamede,”Bu kararı
tamamen reddediyoruz!ir ”Çoğul cümlesi kurulmuş!?Bu, bir karar değil,bir çağdaş
yasadır?!
Türkiye Büyük Millet Meclisinde, hilafetin kaldırılması sırasında uzun tartışmalar
yaşan anmıştı. Bu tartışmaları kitabıma almamak, o büyük insanlara hakaret etmek
demektir. Bunlardan birisini Hilafet özlemi çeken Çağ düşmanı Arap sevdalılarına bir
cevap olarak almak durumundayım:
“Halifeyi ziyaret meselesi halife meselesidir. Devlet adamı olarak, hiçbir zaman
hatırımızdan çıkaramayız ki, hilafet orduları bu memleketi baştanbaşa harabeye
çevirmişlerdi. Hilafet orduları vücuda getirmek ihtimalini daima nazardan dûr tutamayız.
128
Türk milleti, en elim ıstıraplarını halife ordusundan çekmiştir. Bir daha çekmeyecektir. Bir
hilafet fetvasının, Harb’i Umumi bildirisine bizi attığını hiçbir vakit unutmayacağız. Bir
hilafet fetvasının millet ayağa kalkmak istediği zaman, ona düşmanlardan daha eşna bir
surette hücum ettiğini unutmayacağız. Tarihin her hangi bir devrinde, bir halife, zihninden
bu memleketin mukadderatına karışmak arzusunu geçirirse, o kafayı behemehâl
koparacağız. Her hangi bir halife, ananeten, fikren ve şeklen, usulen, zımnen ve
sarahaten, Türkiye mukadderatına alakadarmış gibi vaziyet almak isterse, Türkiye ricalini
taltif edermiş, iltifat edermiş gibi zir zihniyet ile düşünürse, bunları memleketin hayatıyla ve
mevcudiyetiyle zıddı tam addedeceğiz, hareketlerini hıyaneti vataniye addedeceğiz.”Nutuk,
cilt.2,s.843.
Hilafet kurumunun tüm desteklerinin kokuşmuş olduğunu görmüştük. Bu
kokuşmuşluk, uzunca bir süre, ülkemizin içinde ve dışında devam ettirildi. Bunları da
incelememizde zorunluluk görmekteyiz:
Son Osmanlı Şeyhülislamı Mustafa Sabri Efendi!,Yunan ordusunun denize
dökülmesi ve Mudanya ateş kes görüşmeleri üzerine,telaşe kapılarak İngiltere Büyük
elçiliğine sığınmıştı.General yıkımlar yardımıyla pasaport alarak,25 Hain ile birlikte bir
gemiye sığınarak firar etmişti.Kendisinin Tokatlı olmasına karşın,eşinin Selanik’te çok
geniş bir çiftliği vardı.Sonunda,Mısır’a yerleşti.Ulusal Kurtuluş Savaşı ve Mustafa Kemal
aleyhinde çok sayıda makale ve kitap yayınladı.1342/1926/ yılında,Beyrut’ta bastırttığı
kitabının129’uncu sahifesinde:”Mustafa Kemal’in, İzmir’i Yunanlılardan geri almasının
İslama ne faydası olmuştur?Dediği gibi,150’inci sahifesinde de:”Müslüman olmayan bir
devlet,Kemalcilerin ve İttihatçıların yaptıklarını yapamaz!”Fikrini savunarak,Kemalcilerle
İttihatçıları terazinin aynı kefesine koymuştu.Akıttığı zehirler,bu kadarla da kalmamıştı:
Kitabının
151’inci
sahifesinde
de:”
Dinimize
dokunmayan
bir
devletin-Yunanlıların-idaresine
girmek,bunların
idaresine
girmekten
daha
ehvendir!”Buyurmuştur.Yunanlıların,Anadolumuzda yaptığı zulümleri ve yıkımları
görmeyerek,162’inci sahifesinde:”Rumların,Anadolu’dan ,Yunanistan’a gönderilmeleri,çok
yazık olmuştur.”Diye de hayıflanmıştır.Besim Atalay,Türk Dili İle İbadet,s.62,dipnot.
Başlangıcından günümüze kadar,kısaca,tarihi seyrini anlatmaya çalıştığımız
halifeliği niçin istemiyoruz?!Kendi fikrimizi söylemeden önce,bu hususta söylenmiş sözlere
başvurmak faydalı olur sanıyorum!
“Hayır, biz, yirminci asır Türkleri, vaktiyle Orta asaya Türklerinin, Selçuklu ve
Osmanlı Türklerinin kendilerini, Arap ve Fars kültürüne, kayıtsız ve şartsız teslim ederken,
düştükleri hatayı tekrarlamak istemiyoruz:”On üçüncü asırda, İslam Felsefesi, İslam
edebiyatı ve İslam sanatı, Orta Asya Türklerinin ruhuna o kadar işledi ki, Türk ulusu, ana
topraklarına yabancılaştı ve birbirini anlayamaz oldular. Buhara Hocaları, yüz yılı hiçbir
tezattan, hiçbir şüphe ve sorudan gocunmayarak, zihinlerini sabit kalıplar içinde
dondurdular. Meçhule doğru, hür araştırmaya doğru, isyana doğru cesaretle atılacak
yerde, halifenin imamları tarafından kabul edilmiş doğmaya, tevekküle teslim oldular.
Zihinleri, bir daire etrafında dolaştı, durdu. Bütün bir fikir faaliyetleri, kendini skolâstikte,
fıkıhta, belagatte harcadı. Büyük emekle Aristo’yu, Euklid’i, Ptoleme’yi, Hipokrates’i tekrar
kurdular. Eflatun’a ancak dokunmaya cesaret ettiler. Onbeşinci asırda fedakârlık tamam
oldu. Türk, fikri otoriteyi pirine ve dünyevi iktidarı Sultan’a bırakarak, kendisi tahttan
129
indi.”TheHistorians, History of the world”-Tarihçilerin dünya tarihi—“Hasan Cemal Çambel,
TTK Yayınlarından, Makaleler, Hâtıralar. S.31.
1932 yılı Türk Tarih Kurumu Kongresine; Macar Türkoloji Bilgini Profesör Dr.Zayti
Ferenç te davet edilmişti. Bir akşam yemeğinde, Atatürk’ün sofrasında ve Atatürk’ün
yanında oturan Davetli Macar Profesör, Atatürk:
“Profesör,dedi,Türkler
ve
Macarlar
iki
kardeş
millettir.Dilleriyle,kültürleriyle,menşeleriyle iki kardeş millet…Fakat bu iki kardeş millet ne
yaptı?!İki kardeş millet gibi mi,kendi yüksek milli gayelerini gören iki olgun kardeş millet
gibi mi hareket etti?!Hayır,ne yazık ki hayır.Biz Türkler,illaki Kelimetullah,diye,bir fedai gibi
İslam âleminin önüne geçtik.Siz Macarlar,Ruhullah diye,gene bir fedai gibi Hıristiyan
dünyasının önüne düştünüz ve asırlarca birbirimizi kırdık ve karşılıklı kırıştık,değil
mi?Fakat ne için?Hangi büyük maksat,hangi milli gaye,hangi yüksek istikbal için?!Ve kimin
için?Kimin
hesabına
?Böyle
yapacağımıza
,eğer
gurur
ve
ihtirasa,boş
davalara,vahi,hayalperest emellere başkalarının maksatlarına kanmayıp ta,iki kardeş
millet,elele sulh içinde birleşseydik,hem kendi milletimizin ,hem de bütün insanlığın refah v
saadetine hizmet etmez miydik?!Bu derin hikmet ve cesur realist görüş tecellisi
önünde,Macar Bilgini,ruhundan yaralanmış bir canlı heykel gibi,yüzü kıpkırmızı, gözleri
dolu, ayağa kalktı, sandalyesini geriye itti ve Atatürk’ün önünde, iki dizi üstüne çökerek ve
elini iki elleri arasına alarak, tekrar, tekrar öptü, öptü. Mukaddes hakikat önünde huşu ile
ibadet eder gibi, Atatürk’ün ellerini yüzüne ve gözlerine sürdü.”Hasan Cemal Çambel,
s.g.e. s.43-44.
Macaristan Muhalefet Lideri: “Ne Avrupa Birliği?Ben,Türklerle birlik kurmaktan
yanayım, çünkü biz Türklerle kan kardeşiyiz?!
“Kazakistan Cumhurbaşkanı Nursultan Nazarbayev, İş Forumu’nda Kazak-Türk
işadamlarına seslenirken, ’Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur!’Sözünü Atatürk’e mal etti.
ATATÜRK BABAMIZIN DEDİĞİ GİBİ! Nazarbayev,"’Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur,’
diyen Atatürk babamızın dediği gibi bundan böyle biz daima dost ve akraba kalarak
edindiğimiz yüksek amaçlara birlikte ulaşmayı hedeflemeliyiz “Dedi.
Bu konuda, Atatürk’ün en yakın arkadaşı Mahmut Esat Bozkurt’u dinleyelim:
“Hilafet:
1-Milliyetçilik duygularını uyuşturuyordu,
2-Osmanlı saray politikası, hilafeti güçlendiriyordu,
3-Bütün bir Hıristiyan dünyasını bize düşman ediyordu,
4-Laik devlet sistemine aykırı idi,
5-Hilafet, gerilik kaynağı idi. Atatürk İhtilali, s.43.
Günümüz İslam Dünyasında, hilafet kurumunu savunan iki büyük uluslar arası kuruluş, çok
mesafeler kat ederek her İslam ülkesinde taraftar kazanarak, ülke rejimlerine kafa tutar
130
hale geldi. Bunlardan birisi”,Hizb-üt Tahrir”,diğeri de,”Rabıtatül Âlemdir.”Bu iki örgütün tek
dayanağı da Ülkemizdeki bazı siyasi partiler ve gerici çevrelerdir.1967 yılından sonra;
ülkemizde bu örgüt mensupları zaman, zaman cezalandırılmışlarsa da günümüzde çok
güçlendirilmişlerdir. Başında Hz. Muhammed’in torunu bulunan Ürdün Haşimi Kırallığında
bu suçların cezası kurşuna dizilmektir. Ülkemizde yapılan tevkiflerin devamı gibi, Ürdün de
yapılan soruşturmalar sonucu Altı kişi kurşuna dizilmiş, yakalanamayan yedi kişi hakkında
da gıyabi ölüm cezası verilmişti. Rahmetli Metin Toker’in,”Sağda ve Solda Vuruşanlar
”S.137-143.
HALİFELİK NİÇİN İSTENİYOR?
Halifelik, bir dış propaganda olarak körüklenerek beslenmektedir. İktidar hırsı ile
halkın din duygularından ve cehaletinden yararlanan bazı ihanet odaklarınca da
kullanılmaktadır.”Halifelik, şeriat düzeni getirmek için istenmektedir. Şeriatçılık:”Ferdin fert
ve devlet ile olan ilişkilerinin din hukuku ile düzenlenmesidir”,diye tanımlayabiliriz”,Fuat
Kadıoğlu, Gericilik ve Ötesi, s.17.Bu istek Türk ulusunun sosyal yapısına, Türk hukukuna
ve çağımıza aykırıdır. Osmanlı Devletinden yıkık bir ülke,hiçbir zaman Ulus olması
düşünülmemiş
yaşlı
bir
güruh
ile,tüm
Hıristiyanların
ve
Müslümanların
düşmanlığını,yoklukları,hastalıkları ve cehaleti miras olarak almıştık.Asırlarca,Kuzeyinden
gelen düşmanlarına karşı koruduğumuz Müslüman Arap Âlemi,başlarında Hz.Muhamedin
torunları
olduğu
halde,Haçlılarla
birleşerek
Müslüman
Türk’ü
vurmaktan
çekinmemişlerdir.Türk,Türk olduğunu,neyi neden savunduğunu ve ne için öldüğünü
bilmeden ölüp durmuştur.Bin seneyi aşkın bir zamandan beri,başkalarının hürriyetlerini
korumak için kendi hürriyetinden,başkalarının kültürlerini korumak için kendi
kültüründen,başkalarının yurdunu korumak için kendi yurtlarından olan Türk Ulusu,Mustafa
Kemal sayesinde yurdunu korumasını öğrenebilmiştir.Değil okuyup,bilgi sahibi
olmayı;kendi yatağında,çoluk,çocuğunun ve eşinin yanında ölmeye bile fırsat ve izin
bulamamıştır.Acıları alın yazgısı,özlemleri türküleri ve manileri olmuştur.Gülmesi günah
sayılmış,gülmeyi unutmuş,elinde olmayarak tebessüm ettiğinde,bunun gelecek büyük bir
felaketin habercisi olduğuna inandırılarak bin tövbe ve bin istiğfarla,Tanrıya yakarır,yalvarır
olmuştur.Osmanlı devleti Altıyüz seneyi aşkın bir zamanda, halkının sadece%6’sını
okur,yazar edebilmiştir.1965 senesinde,Yaşlı bir Generalimiz,bir Osmanlı tümenine %3
okur ve yazar geldiğinde bayram ettiklerini anlatmıştı.Jefferson:”Bir ulus,aynı zamanda
hem Cahil hem de hür olamaz!”demişti.Türk ulusu da cehaleti seçmek zorunda
bırakıldığından,ne hür ne de özgür olabilmişti. Mustafa Kemal Atatürk ile çağımızı ve
özgürlüğünü seçtiğinden, önce uygar bir insan sonra da, hür bir vatandaş olabilmişti.
Cezaevinden çıktıktan sonra; hürriyete ve ışığa tahammül edemeyip, tekrar cezaevinin
yolunu tutanlar, nasıl başkalarını peşlerinden sürükleyemezlerse, hürriyetten,
bağımsızlıktan ve aydınlıktan karanlığa gideler de, peşlerinden Atatürk’ün yaratmış olduğu
Türk Ulusunu sürükleyemezler. İşte bu nedenle, Cahilliğin ve Karanlığın bayraktarı tüm
kurum ve Kuruluşların amansız düşmanıyız. Bunun için de Hilafeti ve Türk düşmanı
Osmanlılığı istemiyoruz. Hilafeti yalınız biz mi istiyoruz?!Hayır!Bizden önce,Hilafetin sahibi
olduğunu savunanlar da istememişti.10 Ağustos 1920 tarihinde,Osmanlı Devletinin,galip
devletlerle imzalamış olduğu Sevr paçavrasına bir göz atalım:
131
“Son Osmanlı Padişahı ve Müslümanların Halifesi Sultan Altıncı Mehmet
Vahdettin, Sevr antlaşmasına boyun eğerken:”Türkiye, her hangi bir devlet tabiiyetinde
ve himayesinde bulunan Müslümanlar üzerinde her çeşit nüfuz,germenlik ve yargı
hukukundan resmi surette feragat eyler…”Hükmünü de kabul ederek,kendi eliyle ve
onayıyla,hilafet makamının taşıdığını iddia ettiği yetki ve sorumluluklardan
vazgeçmişti…!”Aynı padişah ve Halifenin,İngilizlerin sağladığı olanaklarla, Türk bilincinden
yoksun kimselerden oluşturduğu””Hilaf Ordusu,”adını verdiği hainler ordusunu,Ulusal
Kurtuluş Savaşını vermek için,örgütlenme çabası içindeki Türk Milliyetçilerinin üzerine
saldırtması,Türk
Devrim
tarihinin
en
acı
olaylarından
birisi
olmak
durumundadır!”CumhuriyetAns.C.5,S.1598.
Halife Olmanın Şartları:
En birinci şart:”Hilafet,Arap soyundan Kureyşlilerin hakkıdır!?”HADİS?
El-Maverdi’nin Kitab-ül Ahkâm üs-Sultaniyye’sine göre, Halife seçilebilmenin
koşulları belirlenmiştir:
1-Hem düşünüşte, hem işte âdil olmak.
2-Bir karar ya da hüküm verirken, içtihatta bulunabilecek kadar fıkıh bilmek.
3-Görme, işitme ve konuşmasını engelleyecek bir özrü bulunmamak.
4-Harekete engel vücut sakatlığı bulunmamak.
5-Uyrukları yönetmek ve işleri yürütmek için gerekli akla sahip olmak.
6-İslam topraklarını korumak ve düşmana karşı cihad açıp yürütebilmek için
gerekli cesarete sahip olmak.
7-KUREYŞ KABİLESİNDEN OLMAK?!
Aynı kitaba göre, Halifenin başlıca vazifeleri:
1-İslam dininin savunulması ve korunması.
2-Adli kararların infazı ve hukuki anlaşmazlıkların çözümlenmesi.
3-Can, mal ve onurun her türlü saldırıya karşı korunması.
4- eza kurallarının uymaliyegulanması.
5-Sınırların korunması için savunma önlemleri alma ve saldırıyı önleyecek
kuvvetleri hazırlamak.
6-İslamı kabul etmek ya da Müslüman devletine uyruk olmak istemeyenlere
karşı savaş=Cihad = açmak.
7-Vergileri ve zekâtı toplamak ve bunları şeriata göre bölüştürmek.
132
8-Maaşları belirlemek ve bunları tam zamanında ödemek.
9-Yönetime ve maliyeye güvenilir kimseleri atamak.
10-Bütün din ve devlet işlerine kendini vermek.
11-Halifeyi seçecek kimselerde bulunması gerekli üç hal:
1-Hem düşünüşte hem de işte âdil olmak.
2-Halife olarak seçilmek istenende ne gidi özellikler Olacağını bilmek.
3-Halifeliğe en layık ve en becerikli ve işleri en iyi yürütecek adayı
seçebilecek kadar akıl ve zekâya sahip olmak.
Halife olacak kişide aranılan Dört önemli özellik:
1-Müslüman olmak.
2-Özgür olmak.
3-Ergin olmak.
4-erkek olmak.
Fıkıhta iki türlü Halife seçimi de kabul olunur:
1-Bir önceki Halifenin ataması ile.
2-Seçmenlerin
seçimi
ile.
Türk Hukuk Tarihi,s.59-61.Profesör Dr.CoşkunÜçok--”Profesör Dr. Ahmet Mumcu.Dünya
üzerindeki 56 Müslüman ülkeyi bir araya getirinizde Halifeyi seçiniz ey Demokrasi kaçkını
Zavallılar?!
TÜRKLER
ALEYHİNDEKİ
HADİSLER.
“Hz.Muhammedin Türk düşmanlığı:”Özellikle "Türkler" için "hadis"ler vardır. Türkler için hiç
de iyi şeyler söylemeyen bu hadisler, örnek ve yürekli bilim adamı Prof. Dr. ilhan Arsel'in
"Arap Milliyetçiliği ve Türkler" adlı kitabında çok çarpıcı biçimde yer almakta. ( Bkz.
istanbul, 1987, inkılâp Kitabevi, s. 18 ve öt.)ERTUĞRUL AYDIN, NASIL MÜSLÜMAN
OLDUK? ŞERİAT VE KADIN, PROF.DR. İLHAN ARSEL
Muhammed'in Türk düşmanlığı
Kendilerini "Müslüman" sayan "Türkleri Muhammed, "Müslüman" saymak şöyle dursun;
"düşman" diye ilan etmiştir. İslam dünyasında en sağlam kabul edilen hadis kitaplarında da
bu var. Başlı başına bir bölüm olarak. Bölümün adı da çok. İlginç: "Kıtalu't-Türk". Anlamı
da: "Türklerle öldürüşmek (savaş)". Buhari'de, Ebu Davud'da ve Tirmizi'de bölümün adı bu.
İbn Mace'de "Babu't-Türk", yani "Türkler Bölümü". Müslim'deyse, "Kıyamet alametleri"
arasında yer alıyor.
Muhammed, "Peygamberliğinin bir kanıtı" olarak, gelecekten haber verirken, Kıyametin bir
alameti olarak Türklerle nasıl çarpışılacağını, Müslümanların, Türkleri nasıl öldüreceklerini
de anlatıyor. Hem Türk diye ad vererek, hem de tarif ederek, yüzlerinin, gözlerinin,
133
burunlarının, derilerinin, renklerinin nasıl olduğunu anlatarak. Anlaşılan o ki, Türkler
konusunda kendisine bir takım bilgiler verilmiş. Muhammed'in anlatmasına göre, "Türklerle
öldürüşme", taa "Kıyamet"e dek söz konusu. Kıyametin bir alameti olarak da Müslümanlar,
yeryüzündeki Türkleri öldürüp temizleyecekler. Yoksa kıyamet kopmayacak. İşte
hadislerden bir kesim:
- Müslümanlar, Türklerle öldürüşmedikçe, kıyamet kopmayacaktır. Yüzleri kalkan gibi, üst
üste binmiş (kalın) derili olan bu toplumla.... Kıl giyerler."( Bkz. Müslim, e's-Sahih,
Kitabu'l-Fiten/62-65, hadis no:2912; Ebu Davud, Sünen, Kitabu'l-Melahim/9 Babun fi Kıtali't
Türk, hadis no: 4303; Nesei, Sünen, Kitabu'l-Cihad/ Babu Gazveti't-Türk...)
-"Siz (Müslümanlar), küçük gözlü, basık burunlu, yüzleri kalkan gibi, derisi üst üste binmiş
olan toplumla öldürüşmedikçe kıyamet kopmayacaktır." (Buhari, e's-SAhih,
Kitabu'l-Cihad/96; Müslim, e's-Sahih, kitabu'l-Fiten/62 hadis no: 2912; Ebu Davud, Sünen,
hadis no: 4304; Tirmizi, h. no: 2251; ibn Mace, h. no: 4096-4099)
"KITALU'T-TURK" HADİSLERİNDEN. "Türklere karşı k'tal, kesinlikle olacak."...
(Buhari, e's-Sahih, Kitabu'l-Cihad/96)
"Şu da kıyamet alametlerinden: Kıldan (keçe) ayakkabı giyen bir toplumla vuruşup
öldürürleşeceksiniz. Geniş yüzlü, yüzleri kalkan gibi, üst üste derili toplulukla
vuruşmanız-öldürülmeniz kıyamet alametlerindendir. Siz (Müslümanlar), küçük gözlü, kızıl
yüzlü, basık burunlu, yüzleri kalkan gibi, derisi üst üste binmiş olan Türklerle
öldürüşmedikçe kıyamet kopmaz."( Bkz. Buhari, e's-Sahih, kitabu'l-Cihad/95; Müslim,
e's-Sahih, Kitabu'l-Fiten/66, hadis no: 2912; ibn Mace, h.no: 4097-4098).
- "Sizinle(siz Müslümanlarla), küçük (çekik) gözlü toplum, Türkler savaşacaktır. Siz onları,
üç kez önünüze katıp süreceksiniz. Sonunda Arap Yarımadası'nda karşılaşacaksınız.
Birincide, onlardan kaçan kurtulur. İkincide kimi kurtulur, kimi yok edilir.
Üçüncüdeyse onların tümü kırılacaktır."(Ebu Davud, sünen, hadis no: 4305.)
Muhammed'in, bugün kendisine "Peygamberimiz, efendimiz" diyen Türklere bakışı tutumu
budur işte.
İnsanlara "insan" olarak bakmak gerekir. Hangi ırktan, hangi renkten ve hangi "din"den
olurlarsa olsunlar ya da hiçbir dinden olmasınlar. Ama "dinler", "dinliler", "ırkçılar" böyle
bakamamakta. Yahudi’si, Hristiyanı, İslam inanırı hep birbirine düşman. Irkçılar da kendi
ırklarından olmayanlara karşı böyle. Bugün dünyamızın yaşadığı nice acı olaylarda, bu
ilkelliğin payı az değildir. Bunlardan arınmalı artık insanlık. Yoksa acımasızlıklar, acılar,
gözyaşları sürüp gidecektir.
Arap Kavminin Türk Düşmanlığı Duygularıyla Yoğrulmasını Sağlayan Kur'an Ayetleri
Muhammed'in Günlük Siyasetinin Sonucudur
Kuran’ın Kehf ve Enbiya surelerinde "Ye'cuc" ve "Me'cuc" adları geçer ki, Araplar ve tüm
insanlık için felaket kaynağı sayılan bir milleti tanımlar ve bu millet, Muhammed'in
söylemesine göre, Türklerdir. Konuyu Arap Milliyetçiliği ve Türkler başlıklı kitabımda
incelediğim için burada kısa bir özetleme ile yetineceğim.
Muhammed'in söylemesine göre Tanrı, insanlığa zarar veremesinler diye vaktiyle Orta
Asya'daki Türkleri bir set ile çevirtmek istemiş ve bu işi yapmaya da ZülKarneyn'i (ki
"Büyük iskender" diye bilinir) görevli kılmıştır. Kehf Suresi'ndeki anlatışa göre Tanrı
tarafından "iktidar ve kudret sahibi" kılınan ZülKarneyn, güneşin battığı bir yere gittiğinde
"kâfir" bir milletle kaşılaşır. Tanrı ona şöyle emreder:
"Onlara ya azap edecek veya haklarında iyilik etme yolunu seçeceksin."
ZülKarneyn, kendisine verilen emre uyacağını söyleyerek yoluna devam eder ve bu kez
134
güneşin doğduğu yere gider. Orada bir kavme rastlar ki, Tanrı "onlar için güneşe karşı bir
örtü yapmamıştır. " Sonra yine yoluna devam eder ve bu kez iki dağ arasında bir yere
ulaşır; görür ki orada hiçbir sözü anlamayan bir kavim yaşamaktadır. Bunlar ZülKarneyn'e
şöyle derler:
* Kehf Suresi, ayet 83--89; Enbiya Suresi, ayet 96.
"Ey ZülKarneyn! Bu memlekette Yecuc ve Me'cuc bozgunculuk yapmaktadırlar. Bizimle
onlar arasında bir sed yapman için sana bir vergi verelim mi?"
ZülKarneyn onlardan para istemez, sadece kendisine güç vermelerini söyler
Ye'cuc ve Me'cuc olarak tanımladığı bu Türkleri Muhammed, mümkün olduğu kadar tiksinti
verici kılıkta göstermeye çalışmış ve örneğin "yayvan suratlı, basık burunlu, kırmızı yüzlü"
olarak tanımlamıştır. Ve anlatmıştır ki, bu Türklerle savaşılmadıkça ve onlarla
öldürülmedikçe kıyamet günü gelmiş olmayacaktır. Bu konuda bıraktığı hadislerden biri
böyle”
Halifelik/Hilafet/ konusunda sözü Cumhurbaşkanımız ve Türkiye Cumhuriyetinin
kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e bırakalım, onun kararını da gerektiği yerlerde,
vatan hainleri Çağ, Aydınlık ve Türlük düşmanlarımızın suratlarına haykıralım:
“Cumhuriyet Halk Partisi grup toplantısında, Adliye Vekili Seyyid Bey tarafından
Hilafet Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal’e önerildiği vakit, şu cevabı
almıştı:”TENNEZZÜL
ETMEM!”Esat
Mahmut
Bozkurt,
ATATÜRK
İHTİLALİ,
S.325.ATATÜRK’ÜN ÇOCUKLARI OLARAK, BİZ DE TENEZZÜL ETMİYORUZ VE
TENEZZÜL ETMİYECEĞİZ.
135
136
137
.
138
139
140
Download