Haftalık Bülten - Sorularla İslamiyet

advertisement
Haftalık Bülten
08 Ekim 2010
www.sorularlaislamiyet.com
1
İçindekiler
“Hz. İsa (as) şekil olarak sonradan var oldu ama ruhu hep vardı bu nedenle Hz. İsa (as) insan
olsa bile ilah olabilir.” diyen bir kimseye nasıl cevap vermek gerekir? .......................................3
Hz. Muhammed (asv)’in Bizans’a yazdığı mektup dışında, o dönemle ilgili Roma, Bizans, İran
ve Çin kaynaklarında bilgi var mıdır?........................................................................................... 5
"Allah size kendi nefislerinizden eşler yarattı."(Rum, 30/21) ayetine göre, eş seçiminde
yaşadığımız hayatın ve yaptıklarımızın etkisi var mıdır? ............................................................. 6
İslam kaynaklarında, insanın yeryüzünü imar etmesi, hayatı sürekli geliştirip, kolaylaştırması
gerektiğine yönelik bir görevlendirme var mıdır? Örneğin, 500 km hızla giden bir otomobil
yapmak için çabalamak, ömrü beyhude geçirmek sayılır mı?...................................................... 7
Buda´nın yaşadığı söylenilen "Nirvana" ya dinimizin bakış açısı nedir? Cezbe ve Nirvana
birbirine benzer durumlar olabilir mi? İnşirah suresindeki "Şerh-i Sadr"ın Nirvana ile
paralelliği var mıdır?....................................................................................................................... 9
Faydalı mutasyonun olabileceği iddiası evrim teorisinin doğru olabileceğine dair bir delil
teşkil eder mi?................................................................................................................................. 11
Kuantum ne demektir? Kuantum düşünce tekniğini İslama göre nasıl açıklayabiliriz?..........12
İnsan ölürken cennetteki veya cehennemdeki yeri gösterildiğine göre, tekrar diriltilip hesaba
çekildiğinde nereye gireceğini hissetmiyor mu? Mahşer aleminde hesap varırken büyük stresi
neden yaşıyor, hikmeti nedir?....................................................................................................... 18
“Orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz ve yine oradan diriltilip mezardan
çıkarılacaksınız.” (Araf 24, 25) ayetlerine göre, diriliş yine dünyada mı gerçekleşecek?
Gezegen dışında vefat eden birisi olursa ne olacak? Allah’ın huzuruna ne zaman çıkacağız? 20
Fotoğraf stüdyosu açmak caiz midir? Kazandığım para haram mı olur? Helal olmayan işe
yardımcı olduğum için günaha girmiş olur muyum?.................................................................. 22
Cennette yasak ve kovulma olmayacağına göre, Hz. Adem (as) ve Hz. Havva’ya neden yasak
konulmuş ve neden kovulmuşlardır? Bu durumda Hz. Adem (as)ve Havva ahir cennetten mi
yoksa yeryüzündeki cennet isimli yerden mi kovulmuştur?....................................................... 23
Osmanlılarda şeyhülislam nasıl belirlenirdi? Padişahın şeyhülislamın kararına karşı çıkma
yetkisi var mıydı? Şeyhülislam padişahı azletme yetkisine sahip miydi? Bir kimse, hangi
nedenlerle görevden alınabilir?..................................................................................................... 25
Allah her şeyi bildiğine göre, "Allah'ın yeryüzünde (devriye) gezen melekleri ümmetimin
yaptıkları duaları, salavatları bana ulaştırırlar." ifadesine ne gerek var? Ayrıca meleklerin
yazmasına gerek var mı?............................................................................................................... 30
Her gün ırzına geçilen, tecavüzler edilen bir tutsak dayanamayıp intihar ederse bunun
hükmü nedir? Haram mıdır? Bu durumda olup kafalarını duvarla vura vura intihar eden
müslüman bacılarımız ne yapabilir?............................................................................................ 31
Hz. Muhammed (asv) Miraç hadisesinde rüyete/Allah’ı görmeye mazhar olduğu halde, Hz.
Musa (as)’ın bu isteği neden reddedilmiştir? Birbirinden ayrı gözüken durumlara nasıl
bakmalı, bu konulardan neyi anlamalıyız?.................................................................................. 32
Hz. Ebu Bekir (ra)´in, Allah Rasulü (asv)´in bir hadisi üzerine vecde gelip kendi etrafında
döndüğü söyleniyor; böyle bir rivayet var mıdır, varsa sahih midir?........................................33
2
“Hz. İsa (as) şekil olarak sonradan var oldu ama ruhu hep vardı bu
nedenle Hz. İsa (as) insan olsa bile ilah olabilir.” diyen bir
kimseye nasıl cevap vermek gerekir?
Önce şunu söyleyelim ki, eğer ilahtan maksat kendisine ibadet edilen bir varlık ise, burada şu
hak olan ilah ile hak olmayan ilah taksimatı yapılacaktır. Kim neye taparsa o şey bu kimsenin
ilahı olur. Bu perspektiften konuya yaklaştığımızda diyebiliriz ki, Allah’tan başka hangi ilah
olursa olsun hak ilah değil, batıl ilahtır. Nefsine tapan onu ilah edinir, makamına tapan onu
ilah edinir, soyuna tapan onu ilah edinir, Hz. İbrahim (as)’e, Hz. Musa (as)’ya, Hz. İsa
(as)’ya, Hz. Muhammed (asv)’e tapanlar da onları ilah edinmiş olur. Ancak tekrar edelim ki,
Allah’tan başka bunların hiç biri ibadet edilmeye layık olmadığı için, hak ilah değil, batıl ilah
kategorisine girerler. Çünkü, tapınmaya, ilah edinmeye, ibadet edilmeye layık olan ilah, insanı
yoktan yaratan, rızkını veren, öldükten sonra tekrar onu dirilten, her şeyi yaratıcısı olan ilahtır
ki, Allah’tan başka bu vasıflara sahip hiçbir varlık yoktur. Müşrik Arapların taptığı taş, ağaç
gibi putların kıymeti ne ise, ilahlık vasfı noktasında peygamberler dahil insanlardan,
meleklerden, cinlerden edinilen ilahlar da aynıdır.
Hakikî ilah, ezelîdir, önsüzdür. Oysa Hz. İsa (as) yaklaşık iki bin yıl önce doğmuştur; ezelî
olmadığı ortadadır. Eğer Hz. İsa (as)’ın bedeninin ölümlü, ruhunun ezeli olduğu iddia ediliyor
ve bu ilahlığının kaynağı olarak gösteriliyorsa, o zaman tüm insanlarının ruhunun Allah’ın
ilminde var olduğu ve ezeli olduğu söylenebilir. O halde, iki ezeliyet arasında ne fark vardır?
Hz. İsa (as), Hristiyan akidesine göre Yahudiler tarafından çarmıha gerilmiş ve öldürülmüştür.
Kendini düşmanlarından koruyamayan bir ilah, kullarına nasıl yardımcı olabilir? Kullarına
yardımcı olamayacak kadar âciz olan, nasıl ilah olabilir?
Hristiyanların doğru kaynak kabul ettiği Kitab-ı mukaddesin ilk bölümü Ahd-i atiktir. Burada,
baştan sona kadar Allah’ın bir tek ilah olduğu teması işlenmiştir. Bu gün hiçbir Yahudî, Hz.
İsa (as)’ın Allah’ın oğlu olduğunu veya ilah olduğunu kabul etmemektedir. Bu da Hristiyan
akidesi açısından altından çıkılmaz bir çelişkiyi beraberinde getirir.
Her insanda olan vasıfların hepsi Hz. İsa (as)’da mevcuttur. Örneğin, et ve kemikten
yaratılmıştır, yemek, içmek zorundadır, uyumak zorundadır. Eğer bu beşerî vasıflarıyla
birlikte ilah oluyorsa, başka insanların ilah olmamasını ne ile izah edebiliriz?
Hz.İsa (as)’ın diğer insanlardan tek farkı babasız dünyaya gelmesidir. Bu takdirde, Hz. Adem
(as) hem babasız hem de anasız dünyaya gelmiştir. Onun, -haşa- ilah olma liyakati daha
fazladır. Kaldı ki, Hz. İsa (as) babasız dünyaya geldi diye, Ruhu’l-kudüs tarafından Hz.
Meryem’e üflenmiş olduğu için ilah olacaksa, Ruhu’l-kudüs başta olmak üzere ne babaları ne
de anneleri olmayan ve kutsî birer ruhanî olan bütün meleklerin ilah olmasını kabul etmek
gerekir.
Gerçek şudur ki, ilah olan Allah bütün kainatın yaratıcısıdır. Hz. İsa (as) da diğer insanlar gibi
bir beşerdir; diğer peygamberler gibi Allah’ın kuludur ve elçisidir.
İlave bilgiler için tıklayınız:
Hz. İsa’ya (a.s.) veya bir başka insana “İlâh” demenin hükmü nedir?
Hristiyanların Hz.İsa (as) hakkında "Allah'ın oğlu derken, onunla aynı özden olduğunu
kastediyoruz" demelerine cevap verirseniz sevinirim. İnanmadım, ama şüpheye düşmekten
korkuyorum . Ayrıca bana bu konuda kitap tavsiye ederseniz sevinirim.
3
Kur'an-ı Kerim’de Hz. İsa (as)’a kelam ismi verildiğine göre, Hz. İsa (as) da mahluk değildir,
denilebilir mi? Kur'an'da geçen Kelimetullah kavramı ne demektir?
4
Hz. Muhammed (asv)’in Bizans’a yazdığı mektup dışında, o dönemle
ilgili Roma, Bizans, İran ve Çin kaynaklarında bilgi var mıdır?
Hz. Muhammed aleyhissalatü vesselamın yaşadığı dönemle ilgili çok sayıda malzeme
bulunmaktadır. Her şeyden önce, Resulullah’ın (a.s.m) emirleri doğrultusunda yazılıp
derlenmiş olan ilâhi vahiyler... Daha sonra, Hz. Muhammed’in (a.s.m) yaptığı ya da söylediği
şeylerin anlatıldığı ve ashabının yazdıklarına dayanan hadis yahut sünnet gelir.
Bu arada, Resulullah’ın (a.s.m) sağlığında İslâm’ı kabul etmiş çok sayıda insan arasında yüz
bini aşkın kişiden her birinin, bir sonraki kuşağa, Efendilerinin hayatıyla ilgili en azından bir
olayı aktarmış olduğunu da hatırlatalım. Burada rastladığımız biçimiyle, tek bir kişinin
hayatıyla ilgili doğrudan kaynaklar ve görgü tanıkları, ne ondan önce ne de sonra, başka
hiçbir kimsede görülmemiştir.
Mekke ve Medine’de (hatta muhtemelen Tâ’if, Hayber vb. yerlerde) o dönemle ilgili yüzlerce
hatta binlerce yazma vardır ve bunları derleyip inceleme çalışmaları henüz başlamıştır.
Muhammed Hamidullah, Medine ile ilgili o döneme ait beş altı yazmayı yayınlamıştır.
O dönemde çevre ülkelerle ilgili tarihî belgeler ne yazık ki elimizde yoklar. Resulullah (a.s.m)
henüz hayatta iken, İslâm Devleti, Malabar (Güney-Doğu Hindistan) ve hatta Çin ile ilgili
olarak nakledilen efsaneler bir yana, Habeşistan, Mısır, Bizans İmparatorluğu ve İran Sasanî
İmparatorluğu ile birtakım ilişkiler kurmuştu. Doğubilimci Margoliouth, o tarihlerde
konumuzla ilgili Mısır’da Kıptîce belge bulunmadığını açıklamaktadır. Bizans
imparatorlarının sarayında resmî kronikçiler (günlük tarih yazarları) vardı; ancak, kötü bir
rastlantı sonucu, bu belgelerdeki bir yüzyıllık kesinti, bizim ilgilendiğimiz döneme denk
gelmektedir. Zonaras, Nicéphore, Théophane ve öteki imparatorların dönemi daha sonraki
tarihlere rastlamaktadır. Bu dönemle ilgili olarak İran, Hint ya da Çin kaynaklarından da bilgi
ulaşmamıştır. Muhtemelen, Resulullah (a.s.m) henüz hayatta iken, Araplara komşu ülkelerin,
göçebelerin oturduğu ve sonu gelmeyen iç savaşlarla parça parça olmuş Arap yarımadasında
olup biten olaylara herhangi bir önem vermeleri için vaktin henüz çok erken olduğu
anlaşılıyor. (bk. İlk Kaynaklar ve Tarihi Malzeme adlı konu. Muhammed Hamidullah, İslam
Peygamberi, I- II, İrfan Yayınevi İstanbul, 1980, I, 10-11)
İslam tarih ve siyer kitaplarında Hz. Peygamber (asv)'in değişik yerlere gönderdiği mektupları
söz konusudur. Bu mektupların muhataplarını şöyle sıralayabiliriz:
Bizans Kayseri, İran Kisrası, Habeşistan Necaşisi, Mısır’ın Mukavkısı, Bahreyn reisi elMünzir, Umman Meliki, Yemame Reisi Muzet b. Ali el-Hanefî, Şam/Gassan emiri el-Hars b.
Ebi Şemmır el-Gassanî, Yemen/Benî Nehd Kabilesi vs.(bk. Ahmed Zeynî Dahlan, esSiretu’n-Nebeviye, 1/167-186).
5
"Allah size kendi nefislerinizden eşler yarattı."(Rum, 30/21) ayetine
göre, eş seçiminde yaşadığımız hayatın ve yaptıklarımızın etkisi
var mıdır?
Önce şunu belirtelim ki, kader gizlidir, onun nasıl tecelli edeceğini biz bilemeyiz. İnsanların
ahlakî veya kişisel kriterlerine göre, bir kader çizelgesini düşünmek, adeta bu kriterleri bir
kural halinde standart bir forma bağlamaya çalışmak, tahminî bir spekülasyondan öteye
geçemez.
Bu gün eşlerden birinin iyi, birinin kötü olduğu ailelerin sayısı azımsanamayacak kadar
çoktur. Buna mukabil, eşlerin ikisinin de çok kötü veya ikisinin de çok iyi olduğu ailelerin
sayısı oldukça azdır. Pratiklerdeki bu realiteler gösteriyor ki, “İnsan nasıl bir hayat sürerse,
evleneceği kişi olarak da Allah o yaşadığı hayata göre birisini mi çıkarır?” yargısı isabetli
bir tespit değildir. Hatta eşler arasında “biraz iyi-biraz kötü” dengesinin varlığını düşünmek
bile hem mevcut realitelere hem de adalet ölçüsü açısından göz ardı edilmemesi gereken bir
algılama biçimidir. Bu sebeple, işi kadere havale etmeden Allah’ın verdiği aklî ve İslamî
ölçüleri göz önünde bulundurarak eş seçimini yapma zorunluluğu vardır. Özgür irademizle
yaptığımız seçimden sonra meydana gelen olumlu-olumsuz unsurların karşısında
-şımarıklıktan ve aşırı sıkıntıdan kurtulma adına- adam gibi adam olmak için Kaderi düşünüp
teslimiyet gösterebiliriz. Bu düşünce, eşleri birbirine karşı daha toleranslı, daha tahammüllü,
daha sabırlı olmaya götürür.
"Allah size kendi nefislerinizden eşler yarattı."(Rum, 30/21; Şura,42/11)
mealindeki ayette söz konusu edilen husus, erkek-kadın ikilisinin “insan nevi” ortak
paydasındaki konumlarıdır. Yani, bir aileyi oluşturan eşlerin ikisinin de aynı türden birer
mahluk, aynı “insan” kavramına dahil birey olduklarına işaret edilerek, ailenin huzurunu
sağlamanın her zaman mümkün olduğuna vurgu yapılmıştır. Çünkü, “İnsanlık” camiasının
fertleri olarak, aile fertleri birbirinin hissiyatını, duygularını, düşüncelerini, zaaf taraflarını,
sevinçlerini, üzüntülerinin kolaylıkla anlayabilirler ve küçük bazı feragatler göstererek bir
entegrasyon ve adaptasyon ortamını hazırlayabilirler. Şayet eşlerden biri -faraza- melek veya
cin olsaydı, insan olan eş onlarla kolay kolay anlaşamazdı. Çünkü hissiyatlar farklı farklı
olurdu.
İşte bu ayette bu gibi gerçeklere ve hikmetlere işaret etmektedir. Yoksa, ayette geçen
“nefislerinizde” ifadesini müşterek karakter manasına almak doğru değildir. Nitekim
tefsirlerde de bu husus “erkek-kadın “ikilisinin “insan” ortak paydasında birleşmesi olarak
açıklanmıştır. (bk. Taberî, Razî, İbn Kesir, Şevkanî, İbn Aşur, ilgili ayetlerin tefsiri).
6
İslam kaynaklarında, insanın yeryüzünü imar etmesi, hayatı sürekli
geliştirip, kolaylaştırması gerektiğine yönelik bir görevlendirme
var mıdır? Örneğin, 500 km hızla giden bir otomobil yapmak
için çabalamak, ömrü beyhude geçirmek sayılır mı?
İnsanların yeryüzü halifesi olarak yaratılmış olması, onların dünyayı imar etmek gibi önemli
bir görevlerinin de olduğunu göstermektedir.
Kur’an’da takdir edilir ki, karayollarının nasıl yapılacağına, kaç metre genişliğinde, kaç
metre eninde olacağından, otoyolların durumundan bahsedilmez. Keza deniz yolunun, hava
yollarının rotası çizilmez. Kur’an’da genel prensipler olarak ortaya konan hususlar vardır. Her
asır kendi payına düşeni alır ve faydalanır. Eğer “500 km. hızla giden bir otomobil yapma”
reklamına (!) yer verseydi, bu otomobillerin olmadığı, olma imkanının bulunmadığı on üç
asırdaki insanları hayal kırıklığına uğratırdı... “Çalıştık, çabaladık fakat bir şey yok...”
diyeceklerdi.
İslam’da, insanlara faydalı olmak, dünya veya ahiretine faydalı olacak işlerde yardımcı olmak
ibadet kabul edilmektedir. Bir rivayette Peygamberimiz (asv) şöyle buyurmuştur:
“İnsanların hayırlısı, başka insanlara faydası dokunan kimsedir.”(bk. Aclunî,
1/393).
Bu hadisin genel ifadesi, insanlar için her türlü faydalı olan işi kapsamaktadır. Bu manaya,
yolculuğu kolaylaştıran, güzel yollar, güzel arabalar, gemiler, uçaklar gibi vasıtaların hepsi
dahildir.
Bunun gibi, elbise ihtiyacı gideren tekstilcilik, ayakkabıcılık, fırıncılık, bakkal-marketçilik
gibi insanların zarurî ihtiyaçlarını gideren mesleklerin hepsi halis bir niyetle ibadet olur. Yeter
ki, Allah’ı tanısınlar, kulluk görevlerini yerine getirsinler, müşteriyi aldatmasınlar..
Tabii ki, Allah’ın emir ve yasaklarına aykırı olan işlerde, örneğin faiz ve içki işlerinde, başka
herhangi haram işlerde çalışmak kişiye günah getirir. İslam’da bir işin “faydalı” hüviyeti
kazanması için; Allah’ın emir ve yasaklarını çiğneyen bir konumdan uzak olması, bir de
insanların ihtiyaçlarını giderecek bir özelliğe sahip bulunması gerekir. Haram olan veya
insanlara fayda sağlamayan bir iş “faydalı iş” özelliğini kaybedecektir.
Kur’an’da (Kehf, 18/93-98) Zülkarneyn Hazretlerinin mazlum insanları zalimlerden korumak
için sed yapmasından övgüyle söz edilmesi, faydalı işlerin boyutunu göstermektedir.
Keza,
“Allah evlerinizi sizin için bir huzur ocağı yaptı. Davarların derilerinden de,
gerek göçtüğünüz, gerek konakladığınız günlerde sizin için taşınması kolay
evler (çadırlar, portatif evler) nasip etti. O davarların yünlerinden, tüylerinden
veya kıllarından bir süreye kadar faydalanacağınız giyilecek, döşenecek ve
kullanılacak eşyalar yapma imkânı verdi. Allah yarattığı şeylerin bir
kısmında size gölgelikler, dağlarda da sizin için barınaklar yaptı. Sizi sıcaktan
ve soğuktan koruyacak elbiseler ve savaşta sizi koruyacak zırhlar var etti.
Böylece Allah üzerinizdeki nimetlerini tamamlar ki O’na teslimiyetle itaat
edesiniz.”(Nahl, 16/80-81)
7
mealindeki ayette de bu imar ve bayındırlığın önemli boyutlarına işaret edilmiştir.
Kur’an’da “Hadid = Demir” adında bir surenin varlığı, teknolojinin önemine önemli bir
referanstır. Hz. Süleyman (as)’ın havada uçmasını bildiren ayette (Sebe,34/12) uçakların
yapılmasına önemli teşvik söz konusudur. (Kur’an’ın mevcut teknik ve teknolojiye işaret
ettiğini görmek için bk. Nursi, Sözler, Yirminci Söz, İkinci Makam)
İlave bilgi için tıklayınız:
Peygamberimiz (asv) döneminde bilim ve teknoloji olmadığı halde Kur'an-ı Kerim'de
bilimsel ayetlerin olmasının sebebi nedir?
Kur'an-ı Kerim' de bilimsel keşiflerden bahsediliyor mu?
8
Buda´nın yaşadığı söylenilen "Nirvana" ya dinimizin bakış açısı
nedir? Cezbe ve Nirvana birbirine benzer durumlar olabilir mi?
İnşirah suresindeki "Şerh-i Sadr"ın Nirvana ile paralelliği var
mıdır?
Budizm’de dört esas vardır:
1. Hayat, ıstırap ile doludur. Zevk ve sefa, bir hayal, bir aldatıcı rüyadır. Doğum, ihtiyarlık,
hastalık ve ölüm de acı bir ıstıraptır.
2. Bu ıstıraplardan kurtuluşa mani olan şey, bilgisizlik yüzünden kapıldığımız hevesler ve ne
olursa olsun, muhakkak yaşamak arzumuzdur.
3. Istırabı yenmek için, bütün geçici heveslerle birlikte muhakkak yasamak arzusunu da terk
etmek gerekir.
4. Yasama hevesinin sönmesi ile, insan rahata kavuşur. Bu hâle "Nirvana" ismi
verilmektedir.
Nirvana, hiçbir hevesi ve ihtirası olmayan bir insanın, dünya zevklerinden elini çekerek
kutsal istirahata kavuşması demektir.
Nirvana, Budizm’de bulunan karma yasasına göre, insanın tüm karmik tortularından
kurtularak saf bilinçlilik haline ulaşması ve benliğin kısıtlamasından kurtularak, sonsuzlukta
yok olması hali, olarak adlandırılmaktadır.
Sorunuza dönecek olursak, Budizm’de bir içsel aydınlanma hali olarak anlatılan bu deneyimin
dinimizde karşılığı olup olmaması tamamen ayrı bir konudur. Bu konunun ancak, bilimsel
uzmanlık alanı dinler tarihi ve dinlerin mistik yönleri konusu olan ve bu konularda ihtisas
yapmış uzmanlarca ortaya konacak bilimsel çalışmalarda ifade edilebileceği kanaatindeyiz.
Çünkü iki dinin Batınî yönleri ve bu yönlerde yapılan deneyimlerin kavramlaştırılması ve
karşılaştırılması için her iki dinin de uzmanı olmak ve gerçekten yaşanan / yaşatılan bu
deneyimlerin ne derece benzer olduğu yahut kıyaslanabilirliğini bilmek gerekmektedir. Bu
kıyaslama ancak bu şekilde ciddi bilimsel verilerle ortaya konabilir. Yoksa, insanın kemale
giden yolculuğunda farklı mistik deneyimlerinin her dinde farklı mertebelerdeki
karşılıklarının -velev ki benzer mertebelere ve varoluş hallerine işaret ediyor dahi olsalaraynı büyük maneviyat güneşinin aydınlığına sahip olup olmadığı çok kolay karıştırılabilecek
bir konudur.
Dolayısıyla ana dilini yabancı bir dilin alfabesiyle öğrenmeye çalışmak ne kadar zor bir iş ise,
insanın kendi dininin maneviyatını elde etmek için başka bir dinin mistik deneyimleri ve
kavramlarıyla tanışıp onlardan hareketle ve kıyaslamalar yaparak kendi dininin maneviyatını
anlamaya çalışmak da o kadar zordur.
Örneğin, Budzim’de "nirvana" ile kastedilen makamın veya halin; tasavvufta "fenafillah"
denen, kesrette vahdeti bulmayı ifade eden, sonsuzluğun birliğini kavramak şeklindeki yüksek
bir bilinç farkındalığına ulaşma kavramıyla aynı şey olduğu bu iki kavramın aynı olduğu iddia
edilebilir. Ancak bizim kanaatimiz, iki farklı literatürdeki bu tür kavramları üstünkörü bir
bilgiyle karşılaştırmak ve bu yolla bir hakikate varma çabası pek isabetli olmayacaktır. Çünkü
biz, bu tür kıyaslamalar yapmanın; ancak bu karşılaştırmayı, her iki dinin de bu manevi
9
deneyimlerini yaşamış ve bu dillerin felsefi dillerini dolayısıyla kavramlaştırma sistemlerini
bilen birinin yapması halinde, bir anlam ifade edeceği kanaatindeyiz. Hele ki, tasavvufta
"cezbe" denen yolda ilerlerken karşılaşılan geçici bir hal ile, Budizmde "nirvana" olarak
adlandırılan kanaatimizce ulaşılacak en yüksek bir bilinç deneyimi olan sabit bir makamı
karşılaştırmaya çalışmak, anlatması güç derecede gereksiz bir çabadır.
Bu nedenle bizim bir iç aydınlanma sağlayacak manevi bir yolculuğa çıkmaya niyetlenenlere
tavsiyemiz, bunu İslam dininin nurlu ve geniş sırat-ı müstakim denen ana caddesinden
giderek yapmanız ve yolculuğunuzda tırmanacağınız merdivenleri oluşturacak olan haller ve
makamlara dair mistik bilgiye de yüce dinimiz İslamiyetin zengin manevi / batıni dünyasını
anlatan binlerce kitaptaki dini literatüre ve kavramlar dünyasına başvurarak bunu
yapmanızdır.
Eğer aranan şey, "nirvana" ile kastedilen saf bilinç hali ise ve bu hale dinimizde nasıl
ulaşılacağı merak ediliyor ise, cennetin anahtarının nerede olduğu bize gönderilen vahiyde
açıkça belirtilmektedir. Cennetin anahtarı imandır. Oradaki makam ve dereceleri belirleyen
ise, Allah’ın emirlerini yerine getirmek ve yasaklarından sakınmaktır.
Bu bakımdan iman etmemiş birisinin cennete gitmesi mümkün değildir. Yalnız İslam alimleri
kendisine hak din ulaşmamış insanları bunlardan müstesna tutar. Dolayısıyla esas olan, iman
etmek ve amel-i salih sahibi olmaktır.
Son olarak şunu belirtelim ki, İslam maneviyatında Hakk’ın sonsuzluk denizine karışan bir
damlaya dönüşmek, yani birimlikten çıkıp sonsuzluğa kavuşmak, en yüksek bilinç seviyesini
ifade eden “marifetullah” kavramıyla anlatılır ve bu makama kavuşmak da “vuslat”
kavramıyla belirtilmektedir.
Zannederiz ki, bu cevap "şerh-i sadr" sorusunun cevabını da kapsamaktadır. Bununla
beraber, şerh-i sadr kavramını "Nirvana" ile bağlantısını kurmadan önce bu kavramın
dinimizde ne ifade ettiğini anlamaya çalışmak, daha sonra –mutlaka bir bağlantı kurulacaksatasavvuf literatüründeki daha üst mertebe ve hallerle bağlantısı kurulmalıdır.
Şerh-i sadr kavramını metafizik gerilim olarak ifade etmek bizce gereksiz ve yetersiz bir
tasvirdir. İnsanın kemale erme yolculuğunda elbette en yüksek bilinç haline ulaşana dek süren
bir çok şerh-i sadrlara ihtiyacı vardır. Çünkü “göğsün açılması” anlamına gelen bu kavram,
daha yolculuğun ilk başında insanın kalbinin imana açılması, alıcı hale gelmesi, daha
sonrasında ise, insanın imanını kuvvetlendiren ve bilinç seviyesini arttıran manevî açılımlara
sahip olması anlamına gelir.
Bilindiği üzere bu kavram, kökenini Hz. Peygamber Efendimiz (asv)'in çocukluğunda
meleklerin gelip göğsünü yararak kalbini yıkaması ve arındırmasından almaktadır. Sonra,
İnşirah suresinde ifade edildiği üzere vahyin hakikatlerine karşı açılan bir Feth-i Rabbanî
şeklinde ortaya çıkmıştır. Şerh-i sadr; ışığını imandan alan, insanın bütün manevi latifelerini
ve duygularını aydınlatan bir ruhani açılımdır.
Şerh-i sadr’a sahip olmak için, imanı kuvvetlendirmek, marifetullahta ilerlemek, hayatın her
karesinde Allah’a karşı saygı ve sevgi ile dolu olmak gerekmektedir. Bu hale erişmek için de
bu yolun yolcusu olmaya gayret etmek gerekir.
Kalplerimizin meleklerin ellerinde yıkanıp sadrımızın manevi güzelliklere açılması dileğiyle..
10
Faydalı mutasyonun olabileceği iddiası evrim teorisinin doğru
olabileceğine dair bir delil teşkil eder mi?
Burada bir hususun hatırlanmasında fayda vardır. Canlıların eşeyli üremelerinde sperm ve
yumurta hücresi rol oynar. Bu iki hücre birleşerek tek hücreli zigotu hâsıl eder. O da gelişerek
çok hücreli canlıyı verir. Sperm ve yumurta hücreleri birleşmeden önce kromozom sayıları
yarıya iner. Böylece kromozom sayısı yarıya inmiş iki hücre birleşince, o canlıya ait olan
kromozom sayısı değişmemiş sabit kalmış olur. Döllenmeden önce erkek ve dişi hücrelerde
kromozom sayısının yarıya inmesi bir kanun şeklinde bitkilerde, hayvanlarda ve insanlarda
aynı şekilde cereyan eder.
Mutasyon, canlının genetik yapısında meydana gelen değişikliklerdir. Bu değişiklik
kromozomlarda olabilir, ya da genlerde olabilir. Kromozomlarda olan değişiklik de, ya
kromozomun sayısında olur, ya da yapısında. Her canlının kromozom sayısı sabittir.
Kromozom sayısının değişmesi, artma veya eksilme şeklinde olabilir. Söz gelimi, kırk
kromozomu olan bir bitkide, üreme esnasında kromozomların uygun bölünememesi veya
uygun yere taşınamaması sebebiyle, bazı fertlerde bu sayı değişebilir. Mesela kırk bir veya
kırk iki, ya da otuz veya otuz sekiz olabilir. Böyle sayı değişikliğine sahip olan fertler sıhhatli
bir hayata sahip olamazlar. Çoğu zaman bunların nesilleri devam etmez ve genelde bu tip
değişiklikler canlıların anormalliğine ve ölümüne sebep olur.
Bir başka değişiklik de, kromozom sayısının tam katları veya yarı katları kadar artması
şeklinde olabilir. Kırk kromozomlu bir bitkinin üremesi esnasında çiçek tozu ve yumurta
hücrelerinin teşkili esnasında kromozom sayısının yarıya inmesi gerekir. Çünkü erkek ferdi
temsil eden polen ile yumurta hücresi birleşince kromozom sayısının kırk olarak sabit
kalacaktır.
Hücredeki kromozomların yarıya inmesi esnasında müdahale edilerek bu yarıya inmeye mani
olunabilir. Bu yarıya inme, yumurta hücresinde yapılabileceği gibi sperm hücresinde de veya
her ikisinde de yapılabilir. Bu durumda kromozom sayısı kırk yerine, altmış veya seksen olan
fertler meydana gelir. Bu şekildeki kromozom artışı fertleri öldürmez. Bunların nesilleri de
devam eder.
İşte bu tip kromozom değişikliğine faydalı mutasyon adı verilir. Özellikle bitki ve hayvan
ıslahında bu metottan faydalanılmaktadır. Mesela, kromozom sayısı iki katına veya dört
katına çıkmış mısırlar, normal fertlere göre daha büyük koçanlı ve daha iri taneli olmaktadır.
Aynı şekilde süt ve et verimini arttırmak için hayvanlar âleminde de benzer uygulamalar
vardır.
Bunun haricindeki mutasyonlar, ister genlerde olsun, isterse kromozom yapısında veya
sayısında olsun zararlı ve genelde öldürücüdürler.
Sonuç
Mutasyonların faydalı olanları, kromozom sayısının katları şeklinde artış gösterenlerdir.
Bitki ve hayvan ıslahında iri yapılı meyvelerin elde edilmesinde, et ve süt veriminin
arttırılmasında bu metot kullanılmaktadır. Ancak, bunlardan yeni ve farklı bir canlı meydana
gelmesi mümkün değildir. Mısırın kromozom sayısını iki kat arttırınca iri taneli ve büyük
koçanlı mısır elde edilmekte, mısır yine mısır olarak kalmakta, mısırdan fasulye meydana
gelmemektedir.
11
Kuantum ne demektir? Kuantum düşünce tekniğini İslama göre
nasıl açıklayabiliriz?
Karamsar bir adam, iyimser bir başka adam ve bir fizikçi, bulutsuz bir gecede gökyüzüne
bakmışlar. Karamsar adam, "Ne kadar büyük bir boşluk bu.” demiş. İyimser olanı ise,"Ne
kadar da çok yıldız var." diye ona karşılık vermiş. Fizikçiye gelince, o ân bir şey
söyleyebildiğini zannetmiyorum. Çünkü bilim dünyası son yarım asırdır ne gördüklerinden ne
de göremediklerinden pek emin olamıyor.
İnsanoğlu bir zamanlar havanın boş olduğunu zannediyordu. Her saniye ciğerlerini
dolduruyor olmakla birlikte, insanlar için odalarının içinin oksijen, azot, argon, neon, helyum,
hidrojen, su buharı, karbondioksit, metan, azot oksit, ozon gibi molekül ve atomlarla kaynıyor
olmasını kabullenmeleri, pek kolay olmamıştır sanırım.
Son yıllarda modern fizikte baş gösteren gelişmeler, madde ve parçacık anlayışını değiştirdiği
gibi 'boşluk' kavramına da yeni boyutlar getirdi. Günümüz fizik bilimi, 'boşluk’ kavramını
yepyeni bir kimliğe büründürdü. Boşluk, hikmet kaynağından özüne yüklenmiş mânâ ile
adeta canlandı; evrenin "yaşama ortamı, hayat nefesi ya da enerjisi" şeklinde tanımlamalar
aldı.
Kuantum alanı, biçimsiz ve şekilsizdir, bütün biçimlerin tarlasıdır. Bir bakıma evrenin
hamuru gibi bir şey. Parçacık dediğimiz sert ve katı madde, bu alanın bölgesel
yoğunlaşmasından ibarettir. Kuantum alanı, aynı zamanda faaliyet ve nakil alanı ve ince
ilişkiler ağının bir ortamı. Şimdi bu tariflerin, boşluğun "esir maddesi" ile dolu olduğu
anlayışı ile ne kadar örtüştüğüne dikkat edelim.
Albert Einstein maddeyi, alanın aşırı derecede yoğunlaştığı uzay bölgelerinden oluşan bir şey
olarak tarif ediyordu. Söz konusu yeni fizik anlayışına göre, hem madde hem maddenin
bulunduğu alan aynı şeydi.
Kuantuma göre, okyanus gibi uzay boşluğu içindeki varlık denen kara parçaları, altta karalar
vasıtasıyla birbirine bağlantılıdır. Kuantum alanı kavramına göre uzay kararlı bir dalga bütünü
ve birliği olup, bu etkileşimler "dalgalar" şeklinde gerçekleşmektedir.
Kuantum alanının, icrasına vesile olduğu faaliyetler ve üzerine yüklenen sorumluluklar, bu
alanın "esir" ortamına tekabül edip etmediği sorusunu gündeme getirmiştir. Dikkatlerin
üzerinde toplandığı nokta ise, bu alanla gelişen anlam derinliğinin, öteden beri var olan esir
ortamı anlayışıyla paralellik arz etmesidir. Su ve havada icrasına vesile olan faaliyetler,
ortamı dolduran taneciklerle ilgilidir. Yani hava yoksa ses de yayılmaz. O halde uzay, onu boş
olmaktan kurtaracak, henüz tam ölçülemeyen, belirlenemeyen taneciklerle doludur.
Boşluklar Boş Değil
Beş duyumuzla algılayabildiğimiz şekliyle Dünyada boşluk, "çerisinde hiçbir şey olmayan
yer," de demekti. Oysa içinde yaşadığımız evren, başlangıcı olan bir şey olduğundan, onun
içindeki "her yer", sonradan "var" olan tek bir yerdi. Dolayısıyla "içinde hiçbir şey olmayan"
bir yerin, bu evrende olması mümkün değildi. Özetle, var edilmiş olan bir yerin, her yerinde
mutlaka bir şeyler olmalıydı. Tıpkı denizin içinde kuru bir yer olmadığı gibi, yoktan var
edilen bu varlık denizinin içinde de yokluk mânâsında kuru bir boşluk olmamalıydı.
12
İşte kuantum bilimi, evreni yekpare bir bütün olarak tanımlarken, evrende mutlak mânâda bir
'boşluk’ olmadığını söylerken, bir bakıma bu gerçeğin altını çiziyordu. Başka bir deyişle,
içinde 'yokluk’ mânâsında 'boş' bir alan barındırmayan evren, 'var' edilmiş bir evrendi.
Kuantum Alanı ve Esir
Yüzyıllardır süren, "Madde atomlardan mı, yoksa bazı temel sürekliliklerden mi
oluşur?" tartışması, modern fiziğin geliştirdiği kuantum alanı kavramı ile hiç beklenmedik
biçimde cevap bulmuştu. Çünkü alan, uzayın her yerinde mevcut olan sürekli bir yapıydı. Boş
zannedilen alanın, parçacık yönü ile sürekli olmayan; yani, tanecikli bir yapı ortaya
koyabildiği görüldü. Çünkü bildiğimiz elektromanyetik bir alan, serbest alan olarak belirebilir
(hareket eden dalga-fotonlar) ya da yüklü parçacıklar arasındaki kuvvet alanı olarak ortaya
çıkabilir. İkinci durumda kuvvet, etkileşen parçacıklar arasında gerçekleşen bir foton
alışverişi şeklinde kendini göstermektedir, iki elektron arasında bildiğimiz elektrik itmesi ise,
yine söz konusu foton alışverişi sebebiyledir.
Bu ilginç gelişme ve keşifler boşluktan, nesnel ya da madde ötesi varlıkların doğması
anlamına geliyor; alan dediğimiz cisimlerin çevresini, varlığın menşei ve yeşerme ortamı ve
hatta faaliyet alanı konumuna yükseltiyordu.
Kuantum elektrodinamiğinin en can alıcı özelliği, iki değişik ve zıt kavramı, elektromanyetik
alan kavramı ile elektromanyetik dalgaların tanecik-parça belirişleri olan foton kavramını
birleştirmiş olmasıdır. Fotonlar, aynı zamanda birer elektromanyetik dalga oldukları ve bu
dalgalar da titreşen alanlardan meydana geldikleri için, fotonlar, aynı zamanda birer
elektromanyetik alanın belirişi halindedir, işte kuantum alanı diye ortaya çıkan yeni kavram,
kuant ya da foton denen, biçim alabilen bir alanın meydana gelmesidir. Bunun anlamı, bütün
atomaltı parçacıkların ve onların etkileşimlerinin, farklı bir alana denk düşmesi ve alandan
meydana gelmesidir
Bu alanları meydana getiren nedir? Halen kayıp %80'lik kütle, bu uzay boşluğunun gizli
kütlesi midir? Boşluğu doldurduğu bilinen, ama kolayca yakalanamayan, bu yüzden de
özellikleri henüz incelenemeyen nötrino gibi gölgemsi maddeler, boşluğun maddesi ya da
esirin tanecikleri olabilir mi?
Biz bu tartışmaları bir yana bırakarak "vakum" olarak adlandırılan boşluğun "boş" ve "etkisiz"
olmadığı üzerine ulaşılan sonuçlara dikkat çekelim.
Vakumun Anlamı
Vakumun ne olduğu ve özellikleri, halen kuantum fiziğinin en ciddi sorunları arasındadır.
Vakumun ne olduğunun anlaşılması, esir ile ilgili sorulara da ışık tutması beklenir. Bütün
parçacıkların ve kuvvetlerin alanlarla temsil edildiği Kuantum Alan Teorisi'ne göre vakum, bu
alanlar kuantlaştığında karşımıza çıkan sıfır basamağıdır. Sıfır basamağı en temel seviye
olmasına rağmen cüz'i miktarda da olsa bir enerji içerir. Sıfır nokta enerjisi (ZPE) adı verilen
bu enerji, tüm dalga boyları üzerinden toplandığında sonsuz bir enerjiye tekabül etmektedir.
Elbette bizim gözleyebileceğimiz, enerjideki dalgalanmalardır. Nitekim bu sıfır nokta
dalgalanmaları (ZPF), vakumda birbirine çok yakın iki metal levha arasında ölçülebilir bir
çekme kuvveti oluşturmaktadır (Casimir Etkisi). Vakumu, alanların sıfır seviyesi olarak
düşündüğümüzde, vakum bir bakıma esirin titreşimsiz ve durgun haline tekabül edecektir.
13
Yüzyıllardan beri mutlak boşluk anlamında kullanılan "vakum" kelimesinin bugünkü fizikte
yüklendiği anlamı eleştiren bilim tarihçisi Whittaker, kitabına "Esir ve Elektrik Teorilerinin
Tarihi" başlığını niçin seçtiğini konusunda şu ilginç açıklamaları yapıyor:
"Başlık hakkında birkaç kelâm edilebilir; niçin esir ve elektrik? Herkesin bildiği üzere, esir,
on dokuzuncu yüzyıl fiziğinde büyük rol oynadı. Ancak yirminci yüzyılın başında, temel fikir
olarak Dünyanın esire göre hareketini ölçme girişimlerinin başarısızlığa uğraması ve bu tür
çabaların her zaman başarısızlığa mahkûm olacağı prensibinin kabul görmesi üzerine, "esir"
kelimesi gözden düştü. Gezegenler arası uzayı tamamen boşluk olarak düşünmek ve
elektromanyetik dalgaların yayılımından başka hiçbir özelliğe sahip olmayan "vakum"
kavramıyla ifade etmek, genel kanaat haline geldi. Fakat kuantum elektrodinamiğinin
gelişimiyle, vakum elektromanyetik alanın "sıfır nokta" salınımlarının, elektrik yükü ve
akımının "sıfır nokta" dalgalanmalarının ve birden farklı bir "dielektrik" sabitine karşılık
gelen bir "polarizasyon"un oturağı olarak kabul edilmeye başlanmıştır. Bu kadar zengin fızîkî
özelliklere sahip bir nesnenin vakum diye adlandırılması, tamamen anlamsızdır, esir
kelimesine haklı olarak dönülebilir." (Salih Âdem, Süpersicimler ve Esir, Sızıntı, 275. sayı
Aralık 2001)
Esir konusundaki kafa karışıklığına dikkat çeken 2004 Nobel ödülü sahibi Frank Wilzcek,
Einstein'ın, esiri fizikten silmek şöyle dursun, bilakis esiri yüceltip fizikçilerin araştırma ve
çalışmalarında çok mühim bir konuma yükselttiğinden söz eder. Bugünkü teorik fiziğin büyük
bir kısmının, bilhassa Süpersicim Teorisi'nin, adı konmamış bir şekilde esirin mahiyetinin ve
özelliklerinin incelenmesi olduğu söylenebilir. Eğer öyleyse kadim anlayışa göre beşinci
element olan esir maddesi, diğer elementlerin de anası ve atası ve varlığın aslî unsuru olarak,
yakın gelecekte kendinden en çok bahsedilen element olabilir.
Süpersicim Teorisi ve Esir
Kâinattaki tüm parçacıkları ve etkileşimleri bir çatı altında toplayacak Her Şeyin Teorisi,
Einstein'dan beri tüm fizikçilerin en büyük hayali olmuştur. Maddeyi, vakumu ve evrenin
başlangıcını daha iyi anlayabilmemiz, bu problemin çözülmesine bağlı görünüyordu çünkü.
Bu dev problemin çözülmesi yolunda en büyük umut vadeden yaklaşımın Süpersicim Teorisi
olduğu biliniyor.
Süpersicim Teorisi'ne göre bütün parçacıklar ve kuvvet taşıyıcıları (elektronlar, kuarklar,
fotonlar, gravitonlar vs.) Planck uzunluğu 10-33 (on üzeri eksi eksi otuz üç) cm mertebesinde
boyutlara sahip sicimlerden oluşmaktadır. Uçları açık veya kapalı (halka şeklinde) olabilen bu
sicimlerin farklı titreşim şekilleri, farklı parçacıklara tekabül etmektedir. Bu teorinin en cazip
yönü, dört temel kuvveti ve onlarca temel parçacığı basit bir sicimin titreşimleri ve hareketleri
cinsinden ifade edebilme kolaylığıdır,
Süpersicim Teorisi'nin en sıra dışı özelliği, sicimlerin titreşim ve salınımlarını ifade
edebilmek için tam on boyuta ihtiyaç duyulmasıdır. Bir zaman ve dokuz uzay boyutunda
hareket eden bu sicimler, dört boyutlu uzay zamanımızda noktasal parçacıkları ve bu
parçacıklar arasındaki etkileşimleri oluşturmaktadır. Gözlemleyebildiğimiz dört boyutun
dışında kalan boyutların, kendi üzerine kıvrıldığı ve çok ufak kaldıkları için fark edilmedikleri
düşünülmektedir.
Genel İzafiyet Teorisi, çekim alanlarının, uzay zamanın temelini oluşturduğunu ortaya
koyduğu için, çekim de dâhil olmak üzere tüm kuvvet alanlarını içine alan sicimler, aynı
14
zamanda "uzay zaman"ı da meydana getirmektedir, Günümüzde hareketleri belli bir uzay
zaman çatısı altında yaklaşımlarla formül edilmeye çalışılan sicimlerin gerçek teorisi
bulunabilirse, uzay zamanın ne olduğu ve nasıl ortaya çıktığı, dolayısıyla uzayın dokusu,
esirin yapı ve mahiyeti hakkında daha doyurucu ve sağlam bilgilere ulaşabileceğiz.
Süpersicim Teorisi sadece esir konusunda değil, kâinatın yaratılışının sırlarıyla da ilgili ip
uçları vermektedir. Mevcut fizik teorilerine göre kâinat, "Yalancı Vakum" durumundan
"Gerçek Vakum" durumuna bir kuantum sıçramasıyla yaratıldı. Astrofizikçiler, yaptıkları
hesaplamalarla, kâinatın toplam enerjisinin yaklaşık olarak sıfır olduğunu gösterirler.
Gerçekten de kütle ve hareket enerjilerinden meydana gelen pozitif enerji, çekim gücünün
oluşturduğu negatif enerji ile hemen hemen aynı büyüklüğü gösterir. Bu ilginç keşif,
muazzam genişlikteki kâinatın "yoktan" var edildiğini gözler önüne serer. Vakumun
bahsettiğimiz tanımını hatırlayacak olursak, kâinatın esirdeki bir tür dalgalanma ile
başladığını düşündürmektedir.
Gerçekten de Bediüzzaman esirin yaratılışının her şeyden önce gerçekleştiğini ve daha sonra
esirden atomaltı taneciklerin (cevahir-i fert) yaratıldığını, Kur'an'ın ilgili ayetinin yorumu
olarak ele alır: "Arşı su üzerindeyken..." (Hud, 11/7) ayeti şu madde-i esiriyeye işarettir ki,
Cenabı Hakk'ın arşı, su hükmünde olan şu esir maddesi üzerinde imiş. Esir maddesi
yaratıldıktan sonra, Sani'in ilk icadlarının tecellisine merkez olmuştur. Yani esiri halk ettikten
sonra cevahiri ferde kalb etmiştir.(bk. İşarat-ül İ'caz, Bakara 2/29. ayetin tefsiri). Gerçekten de
esir için en güzel benzetme akıcılığı, her yere nüfuz kabiliyeti, canlılığın oluşum ve
idamesindeki hayati görevleri ile su maddesi olsa gerek. Öyleyse bizler, ruh ve enerji
bedenimizle hayat enerjisini oradan aldığımız esir deryası içinde yüzen, ama deryadan haberi
olmayan balık misalindeyiz.
Elmalılı M. Hamdi Yazır "Hak Dini Kur'an Dili" adlı tefsirinde, Hud süresindeki "Arşı da
su üstündeydi..." âyetiyle ilgili olarak çeşitli izahları karşılaştırırken, "Bir de bunlar, arşın
her şeyi kaplayan bir cisim olması anlamıyla ilgilidir." diyerek dolaylı yoldan esire ve
esirin özelliklerine dikkat çekmektedir. (bk. Hud Suresi 7. ayetin tefsiri)
Bediüzzaman ve Esir
Esir kavramının bilim tarihi içerisinde geçirdiği dönüşümler bilimin insanî boyutları hakkında
fikir vermekle beraber, zamanla değişen teorilerden bağımsız bir gerçeklik anlayışına ulaşma
ihtiyacı da vardır. Dolayısıyla ilahî vahyin doğru anlaşılması ve yorumlanması da önem
taşımaktadır.
Bediüzzaman esir ile ilgili açıklamalarında, ulvî âlemde yani fizik ötesi kanunlara göre çalışan
metafizik âlemlerin yedi tabakaya ayrıldığını belirtir. Açıklamalarında her tabakanın kendine
has kanunları bulunduğunu, böylece yedi farklı uzay-mekânın farklı işleyiş mekanizmaları
olduğunu, esirin bu âlemlerin ortamı ve alanı olduğunu ifade eder:
"Madem Âlem-i Ulvide muhtelif teşkilat var, muhtelif vaziyetlerde
görünüyor. Öyle ise, o ahkâmların menşeleri olan semavat, muhteliftir.
İnsanda, cisimden başka nasıl akıl, kalb, ruh, hayal, hafıza gibi manevî
vücutlar var... Elbette, insan-ı ekber olan âlemde ve şu insan meyvesinin
şeceresi olan kâinatta, âlem-i cismaniyattan başka âlemler var. Hem âlem-i
arzdan, tâ Cennet âlemine kadar her bir âlemin birer seması vardır."
15
Esirin her bir âlemin dokusunu teşkil etmesi ve yedi âlemin ayrı ayrı hüküm kaidelerine göre
yapılanmaya maruz kalması şu ifadelerle belirtilir:
"Esir kalmakla beraber, sair maddeler gibi muhtelif teşekkülatta ve ayrı ayrı
suretlerde bulunduğu tecrübeten sabittir. Evet, nasıl ki; buhar, su, buz, gibi
havaî, maî, camid üç nevi eşya aynı maddeden oluyor. Öyle de; Madde-i
Esiriyye'den dahi yedi nevi tabakat olmasına hiçbir mani-i aklî olmadığı gibi,
hiçbir itiraza medar olamaz." (bk. Nursi, Lemalar, On İkinci Lem'a)
Bediüzzaman "Gök ve yer ve içindekiler O'nu tesbih eder." ve "...sonra iradesini semaya
yöneltti ve gökleri yedi tabaka olarak tanzim etti; O her şeyi bilir." (Bakara, 2/29)
mealindeki ayeti bu açıdan ele alır. Ayeti tefsir ederken, “Sema, dalgaları karar kılmış bir
denizdir.” Tirmizî, Tefsîru Sûre 57/1; Müsned, 2/370) Hadis-i şerifinden de ilhamla, esir
üzerine dikkate değer enfes yorumlar yapar. (bk. İşarat-ül İ'caz, a.y.)
Bunları Süpersicim Teorisi ışığında ele aldığımızda, bizi dikkat çekici bir noktaya
getirmektedir ki varlığın sırrı konusunda zihnimize yeni mertebeler kazandırmaktadır:
Süpersicim Teorisi'nde dört boyutlu evrenimizin, kâinatın 10 boyutunun, 4 + 6 şeklinde
ayrışması sonucu ortaya çıktığı kabul edilir. Süpersicim Teorisi'nin, tutarlı olabilmek için
ihtiyaç duyduğu 10 boyut, acaba semavatın yedi tabaka halinde yaratılması hakikatine de
işaret olabilir mi? Kâinat 10 boyutlu bir gerçeklikse, 4 boyutlu evrenimizin (en, boy, uzunluk
ve zaman) şehadet âlemi denilen fizik dünya, birinci kat semayı teşkil edecektir. Geri kalan 6
boyut ise ikinciden yedinciye tam altı kat semaya -bilim dili ile parelel evrenler, dinî
literatürle gayb ve ahiret âlemleri- karşılık gelmiş olabilir.
Âlemin sırlarını Kur'an'ın ışığında açıklayan Bediüzzaman, esir denen uzay boşluğunun
sadece varlığın beliriş ortamı ve faaliyet alanı ile sınırlı kalmadığını, onun "nakillik ve infial
hassasıyla ve vazifesiyle teçhiz" edildiğini, ilâhî arşlardan biri olduğunu anlatmaktadır.
Elbette ki esir ortamındaki faaliyetler, su ve topraktakinden farklı olacaktır. Çünkü esir,
Cenab-ı Hakk'ın en nazenin bir hulle-i icraatıdır. Bu yüzden, tartıya ve ölçüye girmeyenlerin,
ruhani ve manevî varlıkların yaşama ortamı ve faaliyet alanı olduğunu düşünebiliriz. Diğer
taraftan, hava unsurunun manevî cephesi olan esir, bir hüve olarak âlem-i misâl ve âlem-i
mânâya bir anahtar olmaktadır. Bu sebeple, mevcudata nazaran akıcı bir su gibi, mevcudatın
aralarına nüfuz etmiş bir madde olarak esir, madde âlemini mânâ âlemlerine bağlayan, hem bu
âleme hem de öbür âlemlere benzeyen, ikisinin arasında bir yapıya sahip olacaktır.
Alemde sergilenen ilâhî lütuf, güzellik ve hayırlara karşı dua, tesbih, hamd ve ibadetle
mukabele eden varlıkların her biri, aynı zamanda ilâhî isimlerin güzelliklerini, kozmik sırları
de sergileyen ve haykıran birer ilanname ve dellaldırlar. "O dellalların güzel ve tatlı
hamdlerini ve senalarını ve mabuduna medihlerini ve onların kelimelerini her tarafa neşir ve
arş-ı azamın canibine sevk etmek için esir unsurunun (sicimler gibi) emirber neferler, küçücük
diller ve kulaklar gibi, o güzel kelimeleri dergâh-ı ulûhiyete takdim etmek için, o pek harika
acib vaziyeti hava ve esire verilmiştir ki hava âleminin maddî cephesi atmosfere tekabül
ederken, manevi cephesi (ışınları, elektromanyetik dalgaları ve hatta duaları nakleden) esire
karşılık geldiği kanaatindeyiz.
Tabi ki bu harika faaliyetlerde gerek esiri oluşturan tanecikler olsun gerekse hava tanecikleri
olsun, basit bir sebepten öteye gidemezler. Bu icraatların sahibi, kâinatı esir vasıtasıyla bir
bütün halinde yapıp, en uzağı en yakın hale getiren, bununla evren çapında birliğini açıkça
gösteren, boyutların ve uzayların gerçek sahibi olan Âlemlerin Rabbidir. Aksi takdirde esirin
"zerreden çok derecede daha küçük olan zerrelerine; her şeyi görecek, bilecek, idare
16
edecek bir ihtiyar ve bir iktidar ile vücud bulan fiilleri, eserleri isnad etmek" demek
olacağından, böyle bir fikir "esirin zerreleri adedince yanlıştır." (bk. Osman Çakmak, Kâinat
Kitap Atomlar Harf, Altın Burç Yayınları; Osman Çakmak, Boşluğun Anlamı ve Esir
Maddesi, Sızıntı, 287. sayı Aralık 2002)
17
İnsan ölürken cennetteki veya cehennemdeki yeri gösterildiğine
göre, tekrar diriltilip hesaba çekildiğinde nereye gireceğini
hissetmiyor mu? Mahşer aleminde hesap varırken büyük stresi
neden yaşıyor, hikmeti nedir?
Önce insanların öleceği zaman kendilerine cennet veya cehennemden yeri gösterileceğine dair
bilgiyi teyit etmek için aşağıdaki şu hadis-i şerifi zikredebiliriz:
Abdullah b. Ömer’in bildirdiğine göre, Rasûlullah (a.s.m) şöyle buyurmuştur:
"Sizden biriniz öldüğü zaman, ona varıp oturacağı yeri sabah akşam
gösterilir. O kimse cennet ehlinden ise cennetten; cehennem ehlinden ise
cehennemden olan yeri gösterilir. Ve ona: 'İşte senin oturacağın yer burasıdır,
nihayet kıyamet günü Allah seni buraya gönderecek.' denilir" (Buharî, Cenaiz,90;
Müslim, Cennet, 65-66).
Bunu bilmesine rağmen, insanların kıyamet günündeki streslerini şöyle açıklayabiliriz:
a. Kıyametin kopması ve kabirlerden çıkma anında insanlar yeniden şoka girebilir ve eski
bilgilerini unutabilirler. Dolayısıyla mahşerde ne olacaklarını bilmeyebilir ve strese
girebilirler.
b. Hadis-i şeriflerde “Kıyamet günü Allah’ın gazabı daha önce hiç olmamış şekilde,
peygamberleri bile strese sokacak tonda kendini gösterecek.” (bk. Buharî, Tevhid, 36;
Müslim, Îmân: 326, 327) denilmektedir. Bu durum gösteriyor ki, kıyamet günündeki stres
sadece cennetten mahrum kalmak veya cehenneme girmekten dolayı değil, aynı zamanda
yüce Allah’ın heybetinden, celalinden, kahrından ötürü de stresler olur, gözler şaşkınlıktan
bakakalır, kalpler titremeye başlar, insanlar hafakan geçirir.
c. Bilindiği gibi, bir şeyi işitmek onu bizzat görmek kadar etkili olmaz.
Nitekim, Hz. Musa (as) “kavminin buzağıya taptıklarını" bizzat Allah’tan öğrenmişti. Bu
olayın doğruluğunda elbette hiç şüphesi yoktu ve hiçbir vesvese taşımıyordu. Bununla beraber
olayı gözleriyle müşahede ettiği anki tepkisi çok farklı bir mecraya kaymıştı. Aslında
gözleriyle gördüğü andaki yakîni, Allah’tan haber aldığı zamandaki yakîninden daha fazla
değildi, çünkü böyle bir şey düşünülemez. Buna rağmen olayı gözleriyle gördüğü anki
tepkisinin fazla olduğu da bir gerçektir.
Bundan anlıyoruz ki, peygamber de olsa bir beşer olarak “insanlarda bulunan” görme
olgusunun duygular üzerindeki etkisi farklıdır. Peygamberimiz (a.s.m) de Hz. Musa (as)’ın bu
olayına dikkat çekerek şöyle buyurmuştur:
“Duymak görmek gibi değildir. Nitekim, Allah Musa’ya kavminin buzağıya
taptıklarını bildirdiği zaman elindeki Levhaları atmamıştı, fakat onların
yaptıklarını bizzat gördüğünde Levhaları atıvermişti ve onlar kırılmıştı.”(İbn
Hanbel, 1/271).
İşte bu hadisten de anlıyoruz ki, görmek işitmekten çok fazla etkiye sahiptir. Buna göre
denilebilir ki, insanlar her ne kadar cennet veya cehennemdeki yerleri hakkında
bilgilendirilmiş ve hatta uzaktan uzağa o yerlerin -belki de alem-i misaldeki- bir numunesini
görmüş olsalar bile, mahşer gününde onları bizzat yakından müşahede ettikleri zaman
18
-cenneti kaybetme, cehenneme girme kaygısından- duydukları stresin etkisi çok farklı olur.
d. Özetle, ilmel-yakin / bilgi durumundaki kesinlik, aynel-yakin / görmeden veya gözlemden
meydana gelen kesin bilgi ve hakkal-yakin / bilme ve görmenin her ikisini de içine alıp
bizzat tadarak elde ettiği kesin bilgi arasında ne kadar fark varsa, her bir mertebenin kendi
arasında da o kadar farklı dereceler vardır. Ayne’l-yakin derecesinde de olsa, berzah
aleminden cennet ve cehennemlere bakmak, uzaktan bir dürbünle bakmaya benzer.
Uzaktan gözüken bir yıldız bir kelebek kadar küçük görüldüğü gibi, uzaktan görülen mahşerin
sıkıntısı da o kadar küçük görünür. Mahşer meydanına gidip de hakka’l-yakine dönüşen bir
ayne’l-yakin penceresinden cennetin güzelliklerini, cehennemin dehşetini seyretmek, yepyeni
bir heyecan ve stres oluşturacağına şüphe yoktur.
19
“Orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz ve yine oradan diriltilip
mezardan çıkarılacaksınız.” (Araf 24, 25) ayetlerine göre, diriliş
yine dünyada mı gerçekleşecek? Gezegen dışında vefat eden
birisi olursa ne olacak? Allah’ın huzuruna ne zaman çıkacağız?
İlgili ayetlerin tam meali şöyledir:
“(Allah) buyurdu ki: “Birbirinize düşman olarak inin! Size dünyada bir
süreye kadar kalma ve yararlanma imkânı veriyorum: Orada
yaşayacaksınız, orada öleceksiniz ve yine oradan diriltilip mezardan
çıkarılacaksınız.”
Ayetin bu ifadeleri dirilişin dünyadan başlayacağını göstermektedir. Aslında mezarlar
yeryüzü toprağında olduğuna göre, dirilişin de oradan olması aklî bir zorunluluktur.
“Biz sizi topraktan yarattık, yine oraya döndüreceğiz ve sizi bir kez daha
oradan çıkaracağız.” (Ta Ha,20/55) mealindeki ayette de bu gerçeğe işaret
edilmiştir.
1) Buna göre -farz muhal- bir kimse dünyanın dışında bir yerde ölürse, o da oradaki
mezarından diriltilip yeryüzüne getirilecektir. Çünkü, dünyadan dirilişin başlaması mezarların
dünyada olmasından ötürüdür. Şayet mezarı dünya dışında ise o da oradaki mezarından
diriltilip kaldırılacak ve yeryüzüne getirilecektir. Çünkü;
2) Mahşer alanının ilk girizgâhı yeryüzüdür.
“İnkârcılar alay ederek şöyle derler: “Çürümüş kemik haline geldikten sonra
mı biz eski durumumuza getirilecekmişiz! O takdirde bu, bizim için ziyanlı
bir dönüş olur! Fakat olay (zor değil,) bir tek emirden ibarettir. Bir anda
SAHİRE’de/mahşerde toplanıverirler.”(Naziat,79/10-1-4)
mealindeki ayetlerde geçen “Sahire” kelimesini belli bir yerin ismi olarak Kudüs, Şam,
Mekke gibi yerler olduğu söylenmiştir.(bk. Taberî, İbn Kesir, Alusî, ilgili ayetin tefsiri). İbn
Abbas, Said b. Cubeyr, Hasan-ı Basrî, Ikrime, Dahhak, Katade ve daha başka alimlerin
belirttiğine göre, ayetteki “Sahire”den maksat bütün yeryüzüdür. İbn Kesir’e göre tercih
edilen görüş budur.(bk. İbn Kesir, ilgili ayetin tefsiri).
Rivayete göre, Hz. Âişe (r.anha),
“Gün gelir, yer başka bir yere, gökler de başka göklere çevrilir. Bütün
insanlar kabirlerinden kalkıp tek hâkim olan Allah’ın huzuruna çıkarlar.”
mealindeki İbrahim sûresinin 48. ayetini okudu ve "Ey Allah’ın Rasûlü! O gün insanlar
nerede olacaklardır?" diye sordu. Rasûlullah (s.a.v.)’de: “Sırat üzerinde” buyurdu. (Müslim,
Sıfat-ü’l-Kıyame: Tirmizî, tefsir, 15; 17; İbn Mâce: Zühd: 27)
Ayette geçen “Gün gelir, yer başka bir yere, gökler de başka göklere çevrilir.” ifadesine
göre, bu yeni diriliş, şu anda üzerinde yaşadığımız dünyamızda değil, yeniden yaratılan
dünyada olacaktır.
3) "Ölümden sonra diriliş" olduktan sonra bir daha ölüm söz konusu değildir. Zerre kadar
imanı olanlar da sonunda cehennemden çıkıp cennete gideceklerdir. Böylece cennet ve
20
cehennem ebedî olduğu gibi, bu iki yurt halkı da -Allah’ın ebedileştirmesiyle- oralarda ebedî
olarak kalmaya devam edeceklerdir. Bu husus açıkça ortaya koyan ayet ve hadisler vardır.
4) Aslında nasıl bir mahşer yerinin kurulacağına, Allah’ın huzuruna nasıl ve ne zaman
çıkılacağına dair elimizde çok kesin bilgiler yoktur. Zaten, ahiretle alakalı gaybî ahvallerin
detayları bu küçük akla gerekmez, zira bu terazi o kadar sıkleti çekmez.
“Sura üflendi, “Kalk!” borusu çaldı!..İşte mezarlarından kalkıp, Rablerinin
huzurunda duruşmaya koşuyorlar. Eyvah bize! Kim kaldırdı bizi
yatağımızdan?” diyorlar...“İşte Rahmân’ın va’di: Resuller doğru söylerler!
Bütün olay, bir çağrıdan ibâret! İşte hepsi duruşma için huzurumuzda
toplanmış olurlar.”(Yasin, 36/51-53)
mealindeki ayetlerden anlaşıldığına göre, insanlar mezarlarından kalkar kalkmaz mahşer
meydanına doğru yürüyüşe geçerler ve Allah’ın huzuruna çıkarlar. Ancak bu huzura çıkış bir
anda olmaz. Çünkü, sahih hadislerde belirtildiği üzere, insanlar mahşerde yıllarca süren uzun
bir bekleyişten sonra, Hz. Adem, Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa (Aleyhimüsselam)
gibi büyük peygamberlerin yanına gidip içinde bulundukları sıkıntıdan kurtulmak (“mahkem-i
kübra”da hesaba çekilmek üzere duruşmaya alınmak) istediklerini, bu konuda şefaatçi
olmalarını isterler. Fakat, gittikleri her peygamber “Allah’ın gazabı karşısında söyleyecek
sözlerinin olmadığını” söyleyip bir takım mazeretleri beyan ederler. Böylece biri diğerine
havale ettiği bu meseleyi sonunda Hz. Muhammed (asv)’e arz ederler. O bunu kabul eder ve
insanların duruşmaya gitmelerini sağlayan ilk şefaatini yapar ve kabul görür. Daha sonra
ümmeti için umumî şefaatte bulunur…(bk. Buharî, tevhid, 19).
Ancak, ehl-i cennet olanların mahşerde herhangi bir sıkıntıları olmadığı gibi, bütün oradaki
duruşları bir veya beş vakit namaz kadar kısa gelir.
21
Fotoğraf stüdyosu açmak caiz midir? Kazandığım para haram mı
olur? Helal olmayan işe yardımcı olduğum için günaha girmiş
olur muyum?
Bugünkü medenî dünyada lazım olacak derecede fotoğrafların çekilmesi, çektirilmesi,
yapılmasına cevaz verilebilir; çünkü ortada artık zaruret vardır. Bu zaruretlerin dışında sırf
heva ve heveslere hitap eden ve özellikle de İslam’a göre haram olan pozisyonların tespitine,
resimlendirilmesine yardımcı olmak, haram olan bir şekilde duruş sergileyen kişilerin ortada
poz verip boy göstermesine katkı sağlamak, günahtan uzak olmayacağını düşünüyoruz.
Bu konuda,
“İyilikte ve takvada yardımlaşın, fakat günahta ve saldırganlıkta / İslamî sınırları
zorlamada yardımlaşmayın; Allah’tan korkun!”(Maide, 5/2)
mealindeki ayette genel prensip çizilmiştir. Bu prensip çerçevesinde imandan gelen şuur ile
aydınlanmış vicdanımıza danışabiliriz..
22
Cennette yasak ve kovulma olmayacağına göre, Hz. Adem (as) ve
Hz. Havva’ya neden yasak konulmuş ve neden kovulmuşlardır?
Bu durumda Hz. Adem (as)ve Havva ahir cennetten mi yoksa
yeryüzündeki cennet isimli yerden mi kovulmuştur?
Yasaklar, bir mekânın kimliğiyle alakalı zorunlu bir durum değildir. Allah nereye ne zaman
bir yasak koysa orada o yasak geçerlidir. Örneğin Hz. Musa (as) döneminde bazı şeyler
yasaktı. Hz. İsa (as) döneminde serbest bırakıldı.(Ali İmran, 3/50; Araf, 7/157).
Cennette yasağın olmadığını nereden biliyoruz? Hz. Adem (as) Cennete gitmeden zaten
yasak diye bir şeyin olması söz konusu olamazdı. O cennete yerleşince -bir imtihan sırrı
olarak- ona bir ağaçtan yemesi yasaklandı.
Ayrıca, “cennette yasak yok” hükmü, oranın bir mükâfat yeri olmasından kaynaklanıyor.
Oysa, Hz. Adem (as)’in bulunduğu dönemde cennet bir mükâfat yeri değildi. Ve Hz. Adem
(as) de kulluk yaparak hakkettiği için, bir mükâfat olarak cennete girmiş değildi. Bu sebeple,
Hz. Adem (as)’in bulunduğu o günkü cenneti, öldükten sonra iyi insanların bir mükâfat olarak
yerleşeceği cennetle kıyaslamak, eskilerin eskimez ifadeleriyle “Kıyas maal farık”dır. Yani
yanlış bir karşılaştırmadır.
Hz. Adem (as) ve Hz. Havva’nın bulunduğu cennetin bildiğimiz gerçek cennet mi, yoksa
yeryüzündeki bir bahçe mi olduğu hususunda farklı görüşler vardır. Alimlerin büyük
çoğunluğuna göre, o cennet gerçek cennettir. Kur’an’ın zahir ifadeleri ve hadislerin ifadeleri
buna delalet etmektedir.
Söz konusu cennetin yeryüzünde bir bahçe olduğuna dair ayet veya hadislerden çıkarılacak
bir delil yoktur. Buna mukabil Kur’an’ın ifadelerinde o cennetin hakikî cennet olduğuna işaret
eden sözcükler vardır. Örneğin:
“Sana gelince Âdem! Sen ve eşin cennete yerleşiniz, istediğiniz her tarafından
yiyip içip yararlanınız. Yalnız sakın şu ağaca yaklaşmayın! Böyle yaparsanız
zalimlerden olursunuz. Fakat şeytan onlara, gözlerinden gizlenmiş olan edep
yerlerini açığa çıkarmak için vesvese verdi. Onlara şöyle telkinde bulundu:
“Rabbinizin size bu ağacın meyvesini yasaklamasının tek sebebi, sizin
meleklerden veya ölümsüz hayata kavuşanlardan olmanızı önlemektir.” diyerek,
kendisinin onların iyiliğini istediğine dair yemin üstüne yemin etti.”(Araf,
7/19-21)
mealindeki ayetlerde bu konuda bazı ipuçlarını görmekteyiz:
a. “Sen ve eşin cennete yerleşiniz” cümlesinin aslı Arapça metninde “el-Cennet” kelimesi
kullanılmıştır. Kelimenin başında bulunan EL takısı belirlilik edatıdır. Yani başında
bulunduğu kelimenin muhataplarca bilindiğini ifade eder. Bu da söz konusu “Cennet”in
bilinen gerçek cennet olduğuna işaret etmektedir.
b. “Cennete yerleşiniz” ifadesinden de ilk akla gelen husus, başka bir yerden gelip
yerleşmektir. Bu da onların dünyadan gidip gerçek cennete yerleştiklerine işaret eder.
c. Şeytan ağacın yasaklanmasının sebebini anlatırken, bu yasağın “sizin meleklerden veya
ölümsüz hayata kavuşanlardan olmanızı önleme” ye matuf olduğunu vurgulamıştır. Gerek
“melekleşme” olsun, gerek orada “ebedî kalma” düşüncesi olsun, ancak hakikî cennette
23
gerçekleşebilir. Çünkü, meleklerin asıl yerleri göklerdir, bakî olan hayat da ancak cennette
olur. Hz. Adem (as)’in bu fani dünyada beka bulacağına kanması mantık açısından kabul
edilemez.
d. “Ve dedik ki: “Âdem! Eşinle birlikte cennete yerleşin, oradaki nimetlerden istediğiniz
şekilde bol bol yiyin, sadece şu ağaca yaklaşmayın. Böyle yaparsanız zalimlerden
olursunuz."
Derken Şeytan onların ayaklarını kaydırarak içinde bulundukları nimet yurdundan çıkardı.
Biz de: “Haydi, dedik, birbirinize düşman olarak yeryüzüne inin! Siz orada belirli bir süre
ikamet edip yararlanacaksınız.”(Bakara, 2/35-36) mealindeki ayetlerde yer alan “oradaki
nimetlerden istediğiniz şekilde bol bol yiyin” hakikî cennetin bir vasfı olarak görünüyor.
Keza, “yeryüzüne inin” ifadesi de yukarıdan aşağıya inmeyi ifade eder ki, bu da onların
göklerin üstünde bulunan cennetten yere indiklerini göstermektedir. Çünkü, yerden yere
inilmez, gökten yere inilir.
e. “Sen cennette asla açlık çekmeyecek, asla çıplak kalmayacaksın. Orada asla susuzluk
çekmeyecek ve güneşin kavurucu sıcağına mâruz kalmayacaksın. Ama şeytan ona
vesvese verip: “Âdem! dedi, “ister misin sana ebediyet (ölümsüzlük) ağacını, zamanın
geçmesiyle zeval bulmayan bir devlet ve saltanatı göstereyim?(Ta Ha, 20/118-120)
mealindeki ayetlerde yer alan “Sen cennette asla açlık çekmeyecek, asla çıplak
kalmayacaksın. Orada asla susuzluk çekmeyecek ve güneşin kavurucu sıcağına mâruz
kalmayacaksın” ifadesinde vurgulanan bütün vasıflar hakikî cennetin özellikleridir.
f. Keza, meal olarak ayette geçen “zeval bulmayan bir devlet ve saltanat” tasviri de gerçek
cennetten haber vermektedir.
Bu sebeple, bize düşen, cumhurun akidesine dahil olmak ve -hiçbir gereği yokken- ayetlerin
zahirini incitecek -marjinal- yorumlardan uzak durmaktır.
İlave bilgi için tıklayınız:
Hz. Adem (as)'in asli vatanı neredir? Eğer Cennet ise, Allah Teala "Ben yeryüzünde bir
halife yaratacağım" buyuruyor mu?
24
Osmanlılarda şeyhülislam nasıl belirlenirdi? Padişahın
şeyhülislamın kararına karşı çıkma yetkisi var mıydı?
Şeyhülislam padişahı azletme yetkisine sahip miydi? Bir kimse,
hangi nedenlerle görevden alınabilir?
Şeyhülislam, Osmanlılarda ilmiye sınıfının başı ve sadrazamdan sonra devletin ikinci büyük
görevlisidir.
Şeyhülislâm kavramı, İslâm âleminde h. IV / m. X. yüzyılda ortaya çıkmışsa da, bu ünvan o
dönemde, resmî bir nitelik taşımıyordu. Özellikle meşhur fakihlere ve fetvaları ile şöhret
bulan İslâm bilginlerine verilen bir "şeref ünvanı" idi. Bu ve benzeri şeref ünvanları zamanla
unutulan birer ünvan olarak kalmıştır.
Bunlar İmâdu'l-İslâm, Fecru'l-İslâm, Şeyhü'l-İslâm, Duha'l-İslâm, Şemsu'l-İslâm, Hüccetu'lİslâm, Fahru'l-İslâm, Rüknü'l-İslâm vs. gibi tabirlerdir. Bunlardan sadece "şeyhülislâm"
tabiri, Osmanlı Devleti'nin sonuna kadar önemli bir müessese olarak devam etti. Çünkü
Osmanlılar bu müesseseyi, devletin iki temelinden biri olarak kabul ediyorlardı. Bu bakımdan
Şeyhülislâmlık müessesesini İlmiye teşkilâtının başı olarak kabul ettiler. Şeyhülislâm ise bu
teşkilâtın başında bulunan kimse idi ve fevkalade yetkilerle mücehhezdi. Bu sebepledir ki,
devlette önemli işler hakkında onun fetvası alınmadan hiç bir şey yapılamazdı.(1)
XVI. yüzyılda şeyhülislâmların ilmiye teşkilâtının en yüksek mevkiinde bulunduklarını
gösteren diğer bir husus da, bu makama gelenlerin kazaskerlikten geçmiş olmalarıdır.
Osmanlı devletinde bazı eyaletler diğerlerine göre üstün kabul edildiğinden buralarda görev
yapan âlimlerin pâyeleri ve yevmiyeleri de farklı oluyordu. Şeyhülislâmlık makamına Rumeli
kazaskerliği yapmış olanlar atanıyordu. İstanbul kadılığından Anadolu kazaskerliğine, oradan
da Rumeli kazaskerliğe geçildiği düşünülürse, bu makamın ilmiye teşkilâtının zirvesinde yer
aldığı kolayca görülecektir. XVI. asırdan önce kendilerine fetva görevi verilen
şeyhülislâmların (müftü) kazaskerlikten gelmediği bilinmektedir. Meselâ, ilk şeyhülislâm
olarak gösterilen Fahreddin el-Acemî, Edirne'de müderrislik ve müftülük yapmıştır.(2).
Şeyhülislâmların en önemli görevi, kendisine yöneltilen çeşitli sorular hakkında dinin
hükmünü belirten fetvalar vermektir. Şeyhülislâma verilen "müftî" adı da fetva veren kişi
anlamındadır. Müftünün, kendisine sorulan soruya verdiği fetva, bir hüküm mahiyeti
taşımayıp sadece dinî konuya açıklık getirme özelliği taşır. İslâm devlet geleneğinde sadece
kadının verdiği karar, hüküm ifade eder. Bu yönüyle kadı ile müftü arasında bir fark
mevcuttur. Kadı, müftünün verdiği fetvalardan yararlanarak hüküm verebilir. Ancak bu,
kadının müftüye bağlı olduğu anlamına gelmez.(3).
Şeyhülislâmın temsil ettiği ilmiye teşkilâtının verdiği hizmetler, "dinî ve hukukî danışmanlık",
"eğitim ve öğretim", "yargılama ve yönetim" olmak üzere üçe ayrılmıştır. "Dinî ve hukukî
danışmanlık" hizmetlerini şeyhülislâm ve müftüler, "eğitim ve öğretim" hizmetlerini
medreseler ve müderrisler, "yargılama ve yönetim" hizmetlerini ise mahkemeler ve kadılar
yerine getirmişlerdir. Şeyhülislâmın ilmiye teşkilâtının idaresine ilişkin yaptığı işler, medrese
müderrislerinin, kadıların ve müftülerin tayin ve terfi işlemlerine nezâret etmektir. Bütün bu
işlerin gerçekleştirilmesine yardımcı olmak üzere şeyhülislâmlık makamına bağlı geniş bir
sekreterler kadrosu bulunmaktaydı.(4)
Şeyhülislâmların bir diğer görevi de, 1759 yılında padişah III. Mustafa tarafından başlatılan
25
saraydaki "Huzur Dersleri"ne katılacak "mukarrir" ve "muhatablar"ı seçip saraya
göndermekti. Ramazan ayında sarayda yapılan huzur derslerine devrin en seçkin uleması;
kimisi mukarrir, yani dersi veren, kimisi de muhatab, yani dinleyen ve soru soran olarak
katılıyor, padişahın huzurunda dinî ve ilmî tartışmalar yapıyorlardı (5).
Şeyhülislâmlıkla siyasî iktidar arasındaki ilişkilerde dikkati çeken bir husus da,
şeyhülislâmlığın Osmanlı yönetimindeki gücü ve siyasî olaylarda oynadığı fonksiyonları
bakımından en serbest hareket eden, siyasî olaylarda önemli görevler üstlenen, dinî iktidarı
temsil etmesinden dolayı da toplumda büyük itibar ve saygınlığı bulunan bir kurum olarak
ortaya çıkmasıdır. Verdikleri fetvalar ile bazı padişahların tahttan alınmasında etkili olan
şeyhülislâmların fetvalarına, hasmâne uluslararası ilişkiler sonucu savaşların ilânında da
ihtiyaç duyulmuştur. Osmanlı Devleti'nin 1516'da Mısır'a savaş ilân etmesi şeyhülislâm Ali
Cemali Efendi'nin, 1570'de Venedik'e savaş ilan edilmesi ise Ebu's-Suud Efendinin fetvaları
ile gerçekleşmiştir. Öte yandan Osmanlı Devleti'nde birkaç padişah şeyhülislâmların
verdikleri fetvalar ile hal' edilmişlerdir. III. Selim, Abdülaziz ve II. Abdülhamid bunlar
arasında sayılabilir. (6)
Şeyhülislâm veya müftülerin vereceği fetva, bütün Müslümanları bağlaması için, ülül-emr'in
(Halife/Sultan) tasdikinden geçmesi gerekir. Nakit para vakfı konusundaki Ebüssuud'un
fetvası ve arzı yapılan ferman sâdır olduktan sonra bütün Osmanlı tebaasını bağlaması bu
hâdiseye en güzel misâldir. Yani Padişahın tasdikinden geçmeden önce, Ebüssuud'un nakit
para vakfının cevasına dâir olan fetvası, ilmî bir görüştür. Kendisi dışında kimseyi cebren
bağlamaz. Ancak padişaha arz edilip onun tasdikinden geçtikten sonra, artık uyulması gereken
bir kanun emri haline gelir. İçtihadî meselelerde ülül-emrin yasama yetkisinin manası da
budur.
Osmanlı Devleti'nde Şeyhülislâmların en önemli vasıfları müftülüktür. Müftü, kendisine
sorulan hukukî meselenin çözüm şeklini İslâm hukukunun (Osmanlı Devleti'nde birinci
plânda Hanefi mezhebinin) muteber kaynaklarına müracaat ederek ortaya koyan İslâm
hukukçusu demektir.
Şeyhülislâmların ve diğer müftülerin verdiği şer'î cevaplara fetva denir ve bunlar iki grupta
mütâlâa edilmektedir:
1. Hususî şahısların veya istişarî mahiyette kadıların sordukları sorulara müftülerin verdikleri
şer'î cevaplardır. Bu çeşit fetvaların, her ne kadar mahkeme kararı gibi icra mecburiyeti yok
ise de, o konuda karar verecek olan hâkimlerin kararlarına tesir gücü vardır. Şer’iye
sicillerinde bir çok kararın fetvaya dayandırılmasının ve adı bulunan her yargı merkezinde
mutlaka bir müftünün de var olmasının sebebi budur. Mecelle bu durumu "Hâkimin ledelhâce âherden istiftâ etmesi caizdir" şeklinde formüle etmiştir. Ancak kadıların verdiği
kararlar, gayri resmî de olsa müftülerin ilmî kontrolüne açıktır. Fetvaya muhalif âlim ve
hüccetlerin, başta "Divan-ı Hümâyûn" olmak üzere, üst tetkik mercilerinden döndüğü de bir
vakıadır.
2. Fetvây-ı şerife adıyla verilen ve Şeyhülislâm'ın imzasını ihtiva eden fetvalardır. Asıl fetva
denilince bu akla gelmelidir. Bunlar genellikle kamuyu ilgilendiren meselelerde padişahın
talebi üzerine verilen şer'î cevaplardır ve hukukî düzenlemelere içtihadî konularda esas teşkil
eden de bu çeşit fetvalardır. Önemle ifâde edelim ki, eğer içtihadî ve şer'î bir mes'ele padişah
tarafından sorulur da, cevabı olan "fetvây-ı şerife" alındıktan sonra padişahın irâde-i
seniyyesine iktiran ederse, söz konusu fetvanın muhtevası bir kanun hükmü haline gelir.
26
Ebüssuud'un Ma'rûzât'ı ve Kanun-ı Cedid diye bilinen bütün kanun mecmuaları, tamamına
yakını bu mahiyette müdevvenât durumundadır.
Böylesine yüce bir makama sahip olan şeyhülislâmların yetkilerine gelince:
Birincisi; yürütme açısından, şeyhülislâmların 982/1574 yılına kadar ciddi bir yetkileri
yoktur. Bu tarihe kadar müderris, mevâlî denen kadılar ve müftüleri sadrazamlar tayin
etmektedir. Diğer kadı ve müderrislerin tayini ise kazaskerlere bırakılmıştır. 1574 yılından
itibaren Şeyhülislâmlar, kaza kadılarını ve bazı küçük dereceli müderrisler dışında kalan
mevâli kadılarını, müderrisleri ve hatta kazaskerleri de tayin yetkisine sahip olmuşlardır.
Ancak kazaskerlerin ve mevâli kadılarının tayininde sadrazamın görüşünü almaları gerekir.
Osmanlı Devleti'nin son zamanlarında kazaskerlerin kadı tayin yetkisi tamamen alınarak
bütün yetki Şeyhülislâmda toplanmıştır.
İkincisi; Şeyhülislâm'ın yargı yetkisi yoktur; ancak Osmanlı Devleti'nde Anayasa
Mahkemesi başkanı sıfatını taşımaktadır. Bu özelliği sebebiyle Divan-ı Hümâyûn'a
alınmamıştır. Zira Divan, daha ziyade yürütme kuruludur. Şeyhülislâmların en önemli görevi
fetva vermektir. Zaten müftü, kendisine sorulan hukukî meselenin çözüm şeklini Hanefi
mezhebinin muteber kaynaklarına müracaat ederek ortaya koyan İslâm hukukçusu demektir.
Osmanlı Şeyhülislâmlarının fetvaları, günümüzdeki Anayasa Mahkemesi kararlarına
benzemektedir.
Üçüncüsü, Şeyhülislâmın yasama faaliyetine olan katkısı da büyüktür. Örfî hukukun temelini
teşkil eden içtihadî konularda kamu yararına uygun görüşün tercihi ve padişaha arz yetkisi
Şeyhülislâmlara aittir. Bu sebeple Osmanlı hukukî düzenlemelerinde Şeyhülislâm fetvalarının
ve arzlarının payı büyüktür.(7)
Halifenin, yöneticilerin veya memurların azledilmesi
Göreve son verme, temsil yetkisini kaldırma mânasında bir fıkıh terimi olan azl, tek taraflı
irade beyanıyla bir yönetici veya memurun görevine son verilmesi, bir vekil veya mümessilin
temsil yetkisinin kaldırılması anlamında kullanılmıştır.
1. Halifenin Azli. İslâm amme hukukunda halifenin (devlet başkanı) görev süresi belli bir
zamanla sınırlandırılmamış, hayatta kaldığı müddetçe görevine devam etme imkânı
verilmiştir. Sınırlı bir müddet için seçilmesi yasaklanmamakla birlikte İslâm geleneğinde ilk
şekil tercih edilegelmiştir. Buna göre, seçilen halifenin görevi normal olarak ölümü veya
istifasıyla son bulur. İslâm hukukçuları, bu iki hal dışında, adalet vasfını kaybeden veya
vücudunda görevini sürdürmeye mâni noksanlıklar meydana gelen devlet başkanının ehlü'1hal ve'l-akd tarafından azledileceğini kabul etmişlerdir.
Ehlü'l Hal ve'l-Akd; bir İslâm âmme hukuku terimi olup, İslâm devlet başkanını seçme ve
gerektiğinde onu azletme yetkisine sahip olan kimselerin oluşturduğu meclistir. İslâm
hukukunda, Müslümanların devlet başkanına "halife, İmam, müminlerin emiri" isimleri
verilmiştir. Âyette şöyle buyurulur:
"Onların işleri aralarında şûra (danışma) iledir." (Şûrâ, 42/38) .
Bu âyet, İslâm idaresinin Müslümanlar arasında şûrâ esasına dayandığını ifade etmektedir.
Ayrıca, Müslüman toplumun, devlet başkanı kontrol edecek, devlet işlerini düzenleme ve
yürütmede ona katılacak bir topluluğu seçip görevlendireceğine işaret etmektedir. (Ebû Zehra,
27
Usûlü'l-Fıkh, s.143) Halifenin bu şekilde görevden alınması daha çok "hal'" kelimesiyle ifade
edilmiştir.
Halifenin adalet vasfını kaybetmesine yol açan ve dolayısıyla azlini gerektiren fısk hali, bazı
âlimlere göre, küfrü gerektiren söz ve davranışlarda bulunmasıdır. Diğer bazı âlimlerse bu
dereceye varmasa bile dinen haram ve yasak sayılan davranışlarda bulunmanın da halifenin
azlini gerektirdiği görüşündedirler.
Burada söz konusu olan bir başka husus da ehlü'l-hal ve'l-akdin azil kararına uymayan devlet
başkanına karşı güç kullanılıp kullanılamayacağı meselesidir. Ehl-i sünnet fakihlerinin
çoğunluğu ile hadis âlimleri, fitneye ve kan dökülmesine sebep olacağı için halifeye karşı
çıkışın caiz olmadığını savunurken Ehl-i sünnet dışındaki mezheplerde umumi temayül, bu
durumda güç kullanmanın vacip olduğu yolundadır.
2. Yönetici ve Memurların azli. Hz. Peygamber (asv) devrinde ve ondan sonraki dönemlerde
yönetici ve memurların görev süreleriyle ilgili olarak tesbit edilip uygulanmış belli usul ve
prensiplere rastlanmamaktadır. Ancak Hz. Ömer (ra)'in yöneticilere bir memuru (âmil) iki
yıldan fazla bir süreyle tayin etmemelerini tavsiye ettiği ve Muvahhidler zamanında (113012691 Tunus'ta bu tavsiye yönünde uygulamada bulunularak kadıların, bölgelerindeki
insanlarla dostluklar kurup kaza fonksiyonunu işlemez hale getirmelerine engel olmak
gayesiyle, iki yıldan fazla bir süre ile tayin edilmedikleri nakledilmektedir. Nitekim kaynaklar
Osmanlı Devleti'nde de bazı devirlerde kaza kadılarının yirmi ay veya iki yıl, mevleviyet
kadılarının ise bir yıl süreyle tayin edildiklerini kaydederler.
İslâm hukukçuları da yönetici ve memurların tayinlerinde zaman bakımından bir
sınırlandırma yapılabileceği ve tesbit edilen süre sonunda tayinleri yenilenmeyen memurların
görevlerinin kendiliğinden sona ereceğine dair görüşler ileri sürmüşlerdir. Devletin çeşitli
kademelerinde görevli vezir, vali, emir, kâdıl-kudât ve kumandan gibi yöneticilerle kadı, âmil,
câbî, imam, müezzin, şurta ve muhtesib gibi memurları azletmeye halife yetkili olmakla
birlikte uygulamada halifenin çeşitli sebeplerle bu konudaki yetkisini diğer bazı görevlilere
devrettiği görülmektedir.
Azle yetkili makamın bu yetkisini mâkul ölçüler içerisinde ve maslahat prensibine uygun
olarak kullanması gerektiğini, sadece şikâyet üzerine teftiş yapmadan ve geçerli bir sebep
bulunmadan görevlilerin azillerine karar verilemeyeceğini belirten İslâm hukukçuları, azil
sebepleri olarak da görevlinin cezayı gerektiren bir suç işlemesi, görevini kötüye kullanması,
tayininde aranan vasıflardan bazılarını kaybetmesi, sağlık açısından görevini sürdüremez hale
gelmesi, dinen haram sayılan davranışlarda bulunması ve özellikle rüşvet alması gibi
hususları zikrederler.
Bazı hukukçular, Hulefâ-yi Râşidîn'in uygulamasını da göz önüne alarak, halifenin azli
gerektiren bir sebep olmasa da maslahat gereği bir yönetici veya memuru görevinden
alabileceğini belirtmişlerdir.
Diğer taraftan başta Şâfiîler olmak üzere bazı hukukçular, adalet vasfını kaybeden bir
görevlinin ayrıca azle gerek kalmadan görevinin kendiliğinden sona ereceğini ileri sürerken
Hanefi'ler bu durumda söz konusu görevlinin azli gerekmekle birlikte, yetkili makam
tarafından azledilmedikçe görevinin sona ermeyeceği görüşündedirler. Hatta Ebü Yûsuf bir
görüşünde, amme hizmetlerinin aksaması söz konusu olduğunda azledilen görevlinin, yerine
yeni tayin edilen kimse gelip göreve başlayıncaya kadar yerinde kalmasını uygun görmüştür.
28
İslâm hukukunda, devlet memurlarının amme adına ve amme yararı için görev yaptıkları
kabul edildiğinden, kendilerini tayin eden şahsın ölümü ve istifası hallerinde olduğu gibi
azledilmesi durumunda da onların görevlerinin son bulmayacağı fikri hâkimdir. Bir görevlinin
maslahat gereği görevden alınması idarî bir tasarruf sayılırken adalet vasfını kaybetmesine yo!
açan haram fiilleri irtikâbı, suç işlemesi veya yolsuzlukta bulunması gibi durumlarda azli ise
hukukî bir işlem ve müeyyide niteliği taşımaktadır. Bu durumda azil bir ta'zir cezası olarak
uygulanır. Bu da bazen aslî, bazen tâbi, bazen de tamamlayıcı ceza özelliği taşır. (bk. TDV.
İslam Ansiklopedisi, Azl md.)
Dipnotlar:
(1) bk. Ekrem Kaydu, "Osmanlı Devletinde Şeyhülislâmlık Müessesesinin Ortaya Çıkışı",
A.Ü., İslâmî İlimler Fakültesi Dergisi, Erzurum 1977, sy. 2, s. 201-209
(2) bk. Davut Dursun, Osmanlı Devletinde Siyaset ve Din, İstanbul 1989, s. 320
(3) bk. Ebu'l- Ulâ Mardin, "Fetva", İslâm Ansiklopedisi, IV, 583; Davut Dursun, Osmanlı
Devletinde Siyaset ve Din, İstanbul 1989, s. 325
(4) bk. Şükrü Karatepe, Osmanlı Siyasi Kurumları "Klasik Dönem" İstanbul 1989, s. 153
(5) bk. İsmail H. Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilâtı, Ankara 1984, s. 327
(6) bk. J.H. Kramers, "Şeyhül-İslâm", İslam Ansiklopedisi, XI, 487; D. Dursun, a.g.e., s. 329;
Şamil İslam Ansiklopedisi, Şeyhülislam md.
(7) bk. Bilinmeyen Osmanlı, Prof. Dr. Ahmet Akgündüz, Doç. Dr. Said Öztürk, OSAV, s.
370-373
29
Allah her şeyi bildiğine göre, "Allah'ın yeryüzünde (devriye) gezen
melekleri ümmetimin yaptıkları duaları, salavatları bana
ulaştırırlar." ifadesine ne gerek var? Ayrıca meleklerin
yazmasına gerek var mı?
Soruda yer alan "Allah'ın yeryüzünde (devriye) gezen melekleri ümmetimin yaptıkları
duaları, salavatları bana ulaştırırlar." ifadesinden anlaşılması gereken husus, bu bilgilerin
Hz. Muhammed (asv)’e ulaştırılmasıdır. Burada bu bilgilerin Allah’a ulaştırılacağına dair bir
ifade söz konusu değildir. Nitekim konuyla ilgili bir hadis rivayeti şöyledir:
“Yeryüzünde Allah’ın seyyah melekleri vardır; ümmetimin selâmlarını bana
ulaştırırlar.” (Müstedrek, 2/456, no. 3576)
Meleklerin amelleri yazmakla görevlendirilmesinin hikmeti, Allah’ın adaletinin -her türlü
vesvese şaibesinden uzak olarak- parlak bir şekilde ortaya çıkmasıdır. İnsanlık camiasında ve
özellikle İslam aleminde adaletin tahakkuku iki şahidin ifadelerine bağlı olduğu bilinmektedir.
İşte bunun gibi, biri sağ omzumuzda, bir sol omzumuzda olan iki şahidin bulundurulması,
Allah’ın adaletini açıkça ortaya koymaktadır. Yoksa, Allah elbette her şeyden haberdardır ve
hiçbir vasıtaya ihtiyaç duymadan her şeyi bizzat bilmekte, işitmekte ve görmektedir.
Allah, Hakîm isminin gereği olarak yaratmasını belli sebepler altında gerçekleştirdiği gibi,
-kendisi her şeyi bilmekle beraber- kıyamet gününde “İşte kitabın; al da kendin oku…”
(İsra, 17/14) diyecek kadar adaletinden emin olarak, kullarının imtihandan aldıkları puanları
da melekler vasıtasıyla yazıp kayıt altına aldırmayı uygun görmüştür.
İlave bilgi için tıklayınız:
Allah her şeyi bildiği hâlde, neden amellerimizi melekler yazmakta?
30
Her gün ırzına geçilen, tecavüzler edilen bir tutsak dayanamayıp
intihar ederse bunun hükmü nedir? Haram mıdır? Bu durumda
olup kafalarını duvarla vura vura intihar eden müslüman
bacılarımız ne yapabilir?
Bu durumda olan bacılarımızın ne kadar zor durumda kaldıklarını çok iyi anladığımızı
zannediyoruz. “Ameller niyetlere göredir” hadisini biliyoruz. “Ehven-i şer” meselesini
idrak edenlerdeniz. Bununla beraber;
Prensip olarak sebebi ne olursa olsun, kişinin kendi kendini intihar etmesine yönelik bir fetva
vermeyi düşünemiyoruz. Zira, en büyük bir günah olan böyle bir yola insanları sevk etmek
son derece yanlış olmakla beraber, yerinde olmayan bir çok intihar olaylarına da yol açabilir.
Unutmamak gerekir ki, İslam’a göre; “İntihar zinadan daha büyük bir günahtır. Bir
günaha zorlanan kimsenin vebali yoktur. Kendi iradesiyle intihar etmek, zorla zinaya
sürüklenmekten daha veballidir.”
Bu gibi durumlarda, kişi imandan aldığı şuur ile donattığı vicdanına danışmalı ve bütün
samimiyetiyle Allah’a doğruyu göstermesi için yalvarmalı, imkânı varsa istihare etmeli ve
sonunda vicdanının sesine kulak vermelidir.
Bize göre, bu işe direnç gösterip zalimler tarafından öldürülmesini sağlaması, kendi kendini
öldürmesinden daha uygundur. Böylece şehitlik mertebesi elde etmiş olur. Allah bütün
mazlumlarla beraber bu mazlum ve masum bacılarımıza da en kısa zamanda bir ferec, bir
çıkış yolu göstersin, onları o sonsuz merhametiyle zalimlerin elinden kurtarsın, âmîn!
31
Hz. Muhammed (asv) Miraç hadisesinde rüyete/Allah’ı görmeye
mazhar olduğu halde, Hz. Musa (as)’ın bu isteği neden
reddedilmiştir? Birbirinden ayrı gözüken durumlara nasıl
bakmalı, bu konulardan neyi anlamalıyız?
Miraç olayı insanlık camiasında Hz. Adem (as)’den itibaren başlamış ve Hz. Muhammed
(asv)’de zirveye ulaşmıştır. Kâinatta cari olan tedriç ve tekâmül kanunu -insanların kendi
yaratıcısını yakından tanıma, onu görme merakını- gidermeye yönelik ilahî bir lütuf olan
miraç hadisesinde de söz konusudur.
Buna göre, Hz. Adem (as) “Talim-i esma / isimlerin öğretilmesi” unvanıyla bir miraca
mazhar olduğu gibi, Hz. İbrahim (as), “göklerin ve yerin melekutuna” vakıf kılınarak
miraca mazhar kılınmıştır. Keza, Hz. Musa (as) da “ilahî kelam’a muhatap” olarak bir
miraca mazhar kılınmıştır. Hz. İsa (as) da göklere çıkarılarak başka yönden bir miraca mazhar
kılınmıştır. Bu farklı derecelerde gerçekleşen miraçlar bir yandan bir tekâmül kanunu
içerisinde cereyan etmiş, diğer yandan ilgili peygamberlerin bir nevi durumlarına paralel
olarak gerçekleşmiştir.
Miracın zirvesini temsil eden “Allah’ı görme” miracı, Allah’ın tecellilerine tahammül
gücünün olup olmadığıyla da alakalıdır. Hz. Musa (as), dağa tecelli eden ilahî tecelli
karşısında bayılıp yere yığılmış, Hz. Muhammed (a.s.m) ise, miraçta Zat-ı Akdes’in tecelli-i
zatına mazhar olmuştur.
Öyle anlaşılıyor ki, ilahî hikmet, dünyada yalnız bir tek kuluna “cemalini görmekle
şereflendirmeyi” uygun görmüştür. Bu bahtiyarlığa erdirdiği kulunu, bir nevi kâinatın
temsilcisi olarak kabul etmeyi planlamıştır. Böyle bir kul, ancak, velayetiyle bir “abd-i has”
unvanının almış, varlık ağacının aslî çekirdeği, risaletiyle bütün peygamberlerin hakikî varisi,
bütün semavî dinlerin esaslarına cami bir dinin elçisi ve bütün peygamberlerin efendisi ve
insanlık camiasının en mükemmel meyvesi olan Hz. Muhammed (as) olabilirdi.
Bu sebeple, Hz. Musa (as)’ın “cemalini görme” teklifini reddeden Allah, Hz. Muhammed
(asv)’i huzuruna almak için özel davetiye yollamış, onun haberi olmadan -adeta bir sürpriz
kabilinden- Hz. Cebrail (as)’i ayağına kadar göndermiş ve mışıl mışıl uyuduğu uykusundan
uyandırmış, buraka bindirmiş, Mescid-i Aksa’ya götürüp orada toplanmış peygamberlere
namaz kıldırarak onlara imam yapmış, oradan da refrefe bindirerek göklere seyahat ettirmiş,
nihayet “Sidre-i münteha”ya çıkarmış, “kab-ı kavseyn ev edna” makamına yükseltmiş ve
cemaliyle müşerref kılmıştır.
Şair ne güzel söylemiştir:
“Muhammed’den başka yok dahil olmuş kab-ı kavseyn’e
Kibar-ı enbiyadan girmedi bir fert o mabeyne
Haremgâh-ı visale Ahmed’i tenha alup Mevla
O halvet oldu mahsus hazret-i sultan-ı kevneyne”
İlave bilgi için tıklayınız:
Cennette rü’yet yani Allah’ı görme olacak mıdır? Rü’yet hakkında İslâm alimlerinin
görüşü nasıldır?
32
Hz. Ebu Bekir (ra)´in, Allah Rasulü (asv)´in bir hadisi üzerine vecde
gelip kendi etrafında döndüğü söyleniyor; böyle bir rivayet var
mıdır, varsa sahih midir?
İnternette “…Peygamberimiz (asv)2in Hz. Ebu Bekir (ra)’e “Sen bu fakir halinle de
Allah’tan razı mısın?..“ dediğine ve onun da bunun üzerine ağladığına… ve vecde gelip
etrafında döndüğüne,.. dair uzunca bir rivayet şekli dolaşmaktadır. Muhtemelen sorunun
kaynağı da odur. Yaptığımız araştırmada;
a. Kaynaklarda “Hz. Ebu Bekir (ra)’in vecde gelip etrafında döndüğüne” dair hiç bir bilgiye
rastlayamadık.
b. Rivayette yer alan “…Sen bu fakir halinle de Allah’tan razı mısın?..” dediğine, ve
“onun da bunun üzerine ağladığı…” bölümüne dair kaynaklarda bazı rivayetler olmuştur.
Ancak ünlü hadis alimleri tarafından bunun da uydurma olduğu bildirilmiştir.(bk. Zehebî,
Mizanu’l-İ’tidal, 5/128; Zeynu’l-Irakî, Tahricu ahadis’l-İhya-ihya ile birlikte-, 2/164).
Görüldüğü gibi, rivayetin kaynaklarda var olan kısmı, alimler tarafından “uydurma, yalan”
olarak değerlendirilmiştir.
İlave bilgiler için tıklayınız:
Cezbe nasıl olur? Sahabeler Peygamber Efendimiz (asv)'in yanında cezbe hali yaşıyorlar
mıydı?
"En hayırlınız cezbeye geldiğinde içinde tutandır." diye bir hadisi şerif var mıdır?
33
Download