DARWİN VE SOSYAL BİLİMLER M. Asım Karaömerlioğlu 1859 İki

advertisement
DARWİN VE SOSYAL BİLİMLER
M. Asım Karaömerlioğlu
1859 İki başyapıtın yayımlandığı bir yıl. Karl Marx’ın Ekonomi Politiğin
Eleştrisine Katkı’sıve Charles Darwin’in Türlerin Kökeni. Marx’ın yakın
arkadaşı ve yoldaşı Wilhelm Liebknecht Türlerin Kökeni’nin yayımlanmasının
ardından Marx ile aylarca Darwin’in teorileri dışında başka hiçbir konuyu
konuşmadıklarını anlatır.1 Etkileri bizim coğrafyamızda da derin olmuştur:
Osmanlı aydınları arasında laik düşüncenin gelişiminde en büyük etki ve ilham
kaynağı Darwin’den gelir.2 Sahiden de dünya tarihinde hiç kimse insana,
hayata, zamana ve dünyamıza dair yerleşik düşünceleri Darwin kadar
kökünden sarsmadı. Hiçbir teori Darwin’in evrim teorisi kadar bu denli uzun
süreli, bu denli yaygın ve şiddetli bir şekilde tartışılmaya devam etmiyor. Gün
geçmiyor ki gazete ve dergilerde evrim teorisiyle ilgili paleontolojiden
antropolojiye, biyolojiden psikolojiye birçok alanda bir araştırma, bir yorum
çıkmasın. 2009 Yılı Darwin’in doğumunun 200, en önemli yapıtı Türlerin
Kökeni’nin yayımlanışının 150. yıldönümü. Dünyanın en saygın dergileri peşpese
kapaklarında Darwin’i anarak çıktı 2009’da. Belki şimdiden söylemesi çok
erken, ama önümüzdeki yıllar hem doğa bilimlerinde, hem sosyal bilimlerde
Darwinci teorinin inanılmaz bir yükselişine sahne olabilir. Bunun bir takım
işaretleri de dört bir yandan gelmekte. Böylesi bir dönemde Birikim’de de
Darwin üzerine bir yazının çıkması hiç kuşkusuz çok önemli.
Darwin’in teorisi daha en başından son derece tehlikeli bir teori olarak
algılandı. Tüm türlerin ortak bir atadan geldiğini, zaman içinde evrimleşerek
farklılaştığını söyleyen bu dinamik teori 19. yüzyılın statükocu, muhafazakâr
anlayışlarını doğrudan tehdit etti. Eğer türler bile değişebiliyorsa, sosyal
düzenler, toplumsal hiyerarşiler hayli hayli değişebilirdi. Daha başından
tehlikeli, aykırı ve devrimci bir teoriydi. Bu teori insanı doğanın ve hayatın
merkezine koyan kutsal dinlerle ve abartılı bir hümanizm savunan seküler
düşüncelerle de doğrudan çelişti. Evrim teorisine göre insan doğanın ve
hayatın merkezi değil, olsa olsa onun bir parçasıydı sadece. Herşeyin bu
dünyada insan için “yaratıldığını” ya da daha seküler bir tarzda söylendiği
biçimiyle, “herşeyin insan için” olması gerektiğini düşünenlerce de haliyle
tehlikeli ve gereksiz bir teori olarak görüldü.
19. Yüzyıl türlerin kökenine değil, daha çok toplumsal düzenlerin kökenlerine
odaklanan bir yüzyıldı.3 Hal böyle olunca evrimci düşünceler toplumsal düzen
ve milliyetçilik tartışmalarının gölgesinde kaldı ve hatta kötü bir şekilde bu
tartışmalar için seferber edildi. Özellikle insanlar ve toplumlar arasındaki
hiyerarşinin doğasının genetik olduğunu iddia eden Sosyal Darwinist teoriler
haklı olarak evrim teorisine yönelik derin bir kuşkuyu besledi. Öjeni
(Eugenics), soykırım, etnik temizlik ve Adolf Hitler yüzünden evrim teorisi
seküler ve sol aydınların yoğun antipatisini kazandı. Ayrıca çağ sömürgecilik
ve milliyetçilik çağı olunca evrim teorisi de ayrımcı, ırkçı, dışlayıcı amaçlar
için fazlasıyla suiistimal edildi. Ne var ki 20. yüzyılda DNA’nın keşfiyle
türlerin ve insanların paylaştıklarının farklılıklarından çok daha fazla olduğu
gerçeği pek dikkate alınmadı, hatta bugün dahi alınmıyor. Oysa evrim teorisi
sadece insanlar arasında değil, türler arasında da kardeşlik olduğunu aslında
en radikal biçimde gösteren bir teori bugün. Evrim bilimi bir zamanlar ırkçılık
için seferber edilmişken, bugün tam tersi bir konumlanış söz konusu.
Statik bir doğa ve toplum anlayışının inatçı ve inançlı temsilcilerinin evrim
teorisine karşı hasmane tavırlarını anlamak mümkün. Asıl ilginç olanı seküler
aydınlarımızın bu konudaki korkuları, ilgisizlikleri ve cehaleti. Bu camiada
yaygın tavır şöyle: mesele biyolojik evrim, örneğin gözün evrimi olunca,
“elbette ki evrim önemlidir, bilimseldir, ben biyolojiyi severim” gibi tavır
alınırken, “davranışların da evrimsel temelleri olabileceği” düşüncesine karşı
yoğun direnç ve antipatiyi son derece militanca savunmaktan geri kalmıyorlar.
Özellikle sosyal bilimlerde Darwin’e karşı duyulan korku, nefret ve daha da
önemlisi “öğrenilmiş yok sayma” çok yaygın, çok köklü bir tutum.4 Çoğu her ne
kadar ellerine Darwin’in hiçbir yapıtını almamışlarsa da bu konu gündeme
geldiğinde hemen “ırkçılık” kokusu alıveriyorlar, Sosyal Darwinizm diye bir
etiket yapıştırıp her türlü Darwinci düşünce ile onu haksızca bir tutuyorlar.
EVRİM DÜŞÜNCESİNİN GELİŞİMİ
Aslına bakılırsa evrimci düşüncenin kökenleri Darwin’den daha gerilere
gidiyor. Ondan önce dedesi Erasmus Darwin, Lamarck, Diderot gibi
düşünürler bütün varlıkların birbirinden türediğine dair düşünceler ortaya
koymuşlardı. Ancak bunun hangi mekanizmalarla olduğu bilinmiyordu. Darwin
1830’larda Beagle isimli gemiyle yaptığı yolculukta, özellikle Galapagos
adalarındaki gözlemlerinde, doğada neden bu kadar çok, bu kadar birbirine
benzer, ama bu kadar da farklı tür olduğu sorusunu cevaplamaya çalıştı. Bu
adalarda neden birbirine benzeyen, ama değişik boyun uzunluklarına sahip
kaplumbağalar vardı? Keza birbirlerine çok benzeyen ispinoz kuşları neden
son derece farklı gagalara sahiptiler? Bu iki basit ve güzel sorudan dünya
tarihindeki en radikal, en ilginç teorinin çıkacağını muhtemelen ilk başta
kendisi de fark etmemişti. Cevabı yine basit ve güzeldi: “Doğal Seçilim”.
Darwin Türlerin Kökeni’ne insanların yüzlerce yıldır hayvanları “seçerek”
onları nasıl başkalaştıklarının örneklerini vererek başlar. Eğer insanlar dünya
tarihi açısından çok kısa bir sürede kendi elleriyle hayvanları bu kadar
derinden değiştirebiliyorlarsa, örneğin insan sayesinde sayısız değişik köpek
türünün ortaya çıkması gibi, milyonlarca yılda doğanın neler yapabileceğini
hayal etmek zor değildi. “Doğal Seçilim” teorisi doğaya adapte olanların
“seçildiğini” ve tedrici bir şekilde5 bu süreçte yeni türlerin doğduğunu, bazı
türlerin de yok olduğunu vurguluyordu. Ancak Darwin’in teorisinin çok büyük
bir de açmazı vardı: Bu doğal seçilim mekanizmasının yeni nesillere nasıl
aktarıldığı konusunda hemen hiçbir fikri yoktu. Türlerin Kökeni’nde gelecek
nesil bilim insanlarının bu sorunu çözeceğini ve teorisini tamamlayacağını
umduğunu yazdı. Darwin Mendel’in teorilerinden haberdar değildi ve genetik
diye bir bilim henüz ortada yoktu. Bu büyük açmaz evrim teorisinin 20.
yüzyılın başına kadar bilimsel camiada etkisini ciddi biçimde sınırladı.
Doğal seçilim teorisinin güçlenmesi ve bilimlerde yaygınlaşması için 1930’ların
sonlarını beklemek gerekti. Özellikle Ronald Fisher’in istatistik ve
matematiksel modelleriyle genetikteki gelişmeler “Modern Sentez” diye
bilinen düşünce akımı ile evrim teorisinin bilimsel temelinin pekişmesini
gündeme getirdi. 1953’de Watson ve Crick’in DNA’nın yapısının analiziyle
evrim olgusu hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde somut anlamda
doğrulandı. Nasıl ki dünyanın yuvarlaklığı Galileo için soyut bir tartışma idiyse
ve uzaydan çekilen bir fotograf artık hiçbir şekilde dünyanın düz olduğunu
savunmayı olanaksız hale getirmişse, DNA üzerine çalışmalar evrim teorisi
üzerinde benzer bir etki yaptı. Benzer canlıların benzer DNA yapılarının
olduğunun ortaya konulması, hatta giderek hangi canlının hangisiyle akraba
olduğunun DNA üzerinden anlaşılması, Darwin’in teorisinin adeta ete kemiğe
bürünmesiydi. Bugün biliniyor ki evrim bir gerçekliktir. Somut, tarihsel,
ampirik bir olgudur. Evrimin hangi mekanizmalarla ve nasıl gerçekleştiği ise
evrim teorisinin çalışma alanıdır. Evrimin “sadece bir teori” olduğu
demagojisini yapanlar hem bu gerçeğin farkında değiller, hem de bilimlerde
teorinin ne demek olduğu konusunda en ufak bir bilgileri yok. Evrim teorisinin
bilimselliğine vurgu yapıldığında sanki herşey 19. yüzyıl positivizmi bağlamında
tartışılıyormuşcasına “bilim budalalığı” yaftaları yapıştırılabiliniyor.
Bugün özellikle biyoloji ve genetik gibi disiplinleri evrim teorisi olmadan
düşünmek mümkün bile değil. Tıptaki en büyük dönüşümlerden birisine namzet
olan kök hücre çalışmaları da öyle. Günümüz tıbbında her geçen gün evrim
teorisinin öngörülerine dayalı başarılı çalışmalara imza atılıyor. HIV gibi
virüsler son derece hızlı değiştiklerinden real time (gercek zamanlı) evrimi
onlar üzerinde gözlemlemek mümkün ve evrim teorisinin verdiği öngörüler
olmasa HIV çalışmalarında yol almak mümkün olmazdı. Psikoloji, iktisat ve
antropoloji gibi disiplinler giderek daha fazla evrim teorisini
içselleştirmekteler. Türkiye gibi birkaç ülke dışında evrim genel kabul
görüyor, İran ve Vatikan’da bile bu konuda öyle büyük bir tartışma yok!
Türkiye’nin bu konuda neden bu kadar muhafazakar olduğu üzerinde
düşünülmesi gereken bir vaka.
TEORİNİN SUİİSTİMALİ: SOSYAL DARWİNİZM
Doğa bilimlerinde evrim teorisi 150 yıllık savaşımı büyük ölçüde kazandı.
Evrimin mekanizmaları, hızı, biçimi gibi mevzular elbette hala tartışılıyor. Asıl
sorun tarihsel olarak sosyal alanda yaşandı. Her büyük düşünürün başına
geldiği gibi hemen herkes Darwin’de birşeyler buldu. 19. Yüzyılın ikinci
yarısından İkinci Dünya Savaşı’na kadar Sosyal Darwinizm denilen akım hem
etkiliydi, hem de son derece tehlikeli bazı kötü ideolojilerin bayraktarlığında
kullanıldı. Bu akım bilindiği gibi Herbert Spencer tarafından geliştirilmişti ve
Darwin’den önce de oldukça yaygınlığı olan bir fikir akımıydı. Spencer’in asıl
etkilendiği düşünür Lamarck idi. Gerçi unutmamak gerekir ki Darwin’in kendisi
de zamanının bir ürünüydü ve 19. yüzyıl Viktorya dönemi İngiltere’sinin birçok
önyargısını onda da bulmak mümkündü. Spencer’in “güçlü olanın ayakta
kalması” diye özetleyebileceğimiz teorisi toplumsal düzenlerdeki eşitsizlikleri
ve hiyerarşileri “doğallığı” üzerinden meşrulaştırmaktaydı. Çağ makine,
rekabet, imparatorluk, sömürgecilik, Laissez Faire ve ilerleme çağıydı.6
Burjuvazinin gelişimiyle statik doğa ve toplum anlayışı yerini dinamik ve
değişken anlayışlara yavaş yavaş bırakmaya başladı. Aslına bakılırsa yükselen
burjuvazinin Sosyal Darwinist düşünceyi benimsemesi Darwin’in
düşüncelerinin genel kabul görmesine, popülerleşmesine de yaradı.7 Kaldı ki
sosyalistlerin de çoğu Darwin’in düşüncelerini hararetle desteklemekteydi.
Marx değişim ve dine karşı olan tutumu yüzünden ve “kaçınılmaz ilerleme”
düşüncesine sempatisinden dolayı, ki aslında Darwin’de ilerleme düşüncesi
yoktur, onun düşüncelerini desteklemekle beraber rekabet ve insan beyninin
de evrimin bir sonucu olduğu düşüncesine karşıydı.8 Gerek liberaller, gerek
sosyalistler kendi dünya görüşlerinin doğa tarihi ve doğa yasaları tarafından
kanıtlandığını düşünmekteydiler.
Eğer doğada ve toplumlarda sabit bir düzen yoksa, süreçler dinamik ve
değişken ise, o halde toplumsal düzenin nasıl oluşturulacağı ve
meşrulaştırılacağı meselesi merkezî bir önem kazandı. William Graham
Sumner gibiler, zenginlerle yoksullar arasındaki gelir dağılımını iyileştirmeye
“doğal” dengeyi bozacağı ve ilerlemeyi engelleyeceği nedeniyle karşı
çıkıyorlardı. Kapitalist rekabet doğadaki rekabet gibi “doğaldı.” İngiliz
emperyalist hegemonyası da bu doğallık üzerinden dolayımlanan bir
meşrulaştırma söyleminden nemalanmaktaydı. Irkların bir diğerine üstünlüğü
de elbette bu sahnede yerini alacaktı!
Sosyal Darwinizm’in asıl güçlü olduğu yer Almanya’ydı. Ernst Haeckel Sosyal
Darwinist düşünceyi popülerleştirdi, yaygınlaştırdı. Osmanlı aydınları da
Darwinizmi büyük ölçüde Haeckel üzerinden öğrenmişlerdi.9 Kainatın Sırları
adlı kitabı yirmi dile çevrildi. Haeckel “Doğal durumun” toplumsal durumlar
için de örnek teşkil ettiğini düşünüyordu. Daha sonraları “doğal olan olması
gereken ve meşru olandır” diye özetleyebileceğimiz Naturalist Fallacy’yi
Haeckel’de görmek mümkündü.
Sosyal Darwinist düşüncelerin doruğa çıkması Öjeni (Eugenics) hareketiyle
gündeme geldi. Darwin’in kuzeni Galton 1883’de öjeni terimini icat etmiş ve bu
kelimeyle insanların daha doğarken güçlü ya da güçsüz olduklarına vurgu
yapmıştı.10 Öjeni ırkın biyolojik arındırılması, güçlendirilmesiyle ilişkili bir
hareketti.11 En gelişmiş şeklini ABD’de, sonra, ilginçtir, İskandinavya’da buldu.
Özellikle Birinci Dünya Savaşı’nın getirdiği sosyal meseleler bu hareketin
yaygınlaşmasına ortam sağladı. Savaş bütün ülkelerde nüfus sorununu
gündeme getirmiş, neslin iyileştirilmesi ve nüfusun artırılması, Türkiye dahil,
hemen her ülkede devletlerin ve orta sınıfların üzerinde önemle durduğu bir
konu olmuştu. Ayrıca yoksulların zenginlerden daha çok çocuk yapması bu orta
sınıf reformcuların üzerinde önemle ve hararetle kafa yordukları bir konuydu.
Adeta doğal seçilim kendi başına bırakıldığında güçsüzlerin ve zayıfların daha
fazla üremesine yol açmaktaydı. Öjenistler zenginleri daha fazla çocuk
yapmaya, yoksulları ve “zayıf” grupları da çocuk yapmamaya yönelik çalışmalar
içine girdiler. İki savaş arası birçok ülkede görülen ve bazı toplumsal
kesimlerin kısırlaştırılmasına kadar giden bu süreç Hitler Almanya’sında
doruğa çıktı. Keza 1920’lerde Sovyetler Birliği’nde Stalin’in bir dönem gözdesi
Lysenko gibi şarlatanlar “proleter bilim” adına biyolojide olmadık saçmalıklara
imza atıp, neredeyse Sovyet tarımının yokoluşuna yol açtılar.
SOSYAL BİLİMLERİN DİRENİŞİ
İnsanın “Biricikliği,” “Sosyalin Başatlığı
Sosyal Darwinizm’in kirli tarihi yüzünden sosyal bilimlerde evrim teorisine 20.
yüzyılda son derece kuşkulu bakıldı. Ama bu haklı tepkiye ilaveten sosyal
bilimlerin köşetaşlarını oluşturan bir takım varsayım ve yaklaşımların ve
yaşanan çağın ruhunun da bu uzak durmada rol oynadığı açıktır. Bunların
bazılarına detaylı bakmakta fayda var.
Bu varsayımlarından en dikkate değer olanlarından biri insanın diğer
hayvanlardan esasen çok farklı, nevi şahsına münhasır, özel bir tür olduğu
düşüncesiydi. İnsanın biyolojik özelliklerinden ziyade asıl olarak sosyal ve
kültürel bir varlık olduğu varsayılıyordu. Bu başat ve yaygın varsayım bir
yandan tarihsel bir takım gelişmelerle, diğer yandan da buna uygun düşen
entelektüel bir temelden besleniyordu. Tarihsel gelişmelerden kastettiğim
özellikle 19. yüzyıldan itibaren sosyalle doğal olanın birbirlerinden giderek
farklılaşması, ayrışması ve adeta özerk alanlar haline gelmesinin altında yatan
tarihsel dinamiklerdi. Entelektüel temelini ise insanın diğer türlerden farklı,
nevi şahsına münhasır, biricik, (unique) bir tür olması fikri oluşturuyordu.
Tarihsel gelişmelerin etkisi ile başlayalım.
Aslında kökenleri onbin yıl önceki tarım devrimine gitse de, özellikle 19.
yüzyılda Sanayi Devrimi ile insanın doğayı değiştirmesinin ve onu kontrol
altına almasının büyüklüğü ve derinliği akıl almaz boyutlara ulaştı.
İnsanoğlunun adeta hemen “herşeyi” yapması mümkünmüş gibi görünüyordu.
Barajlarla nehirler evcilleştiriliyor, yeni enerji kaynakları bulunuyor, siyasal
sistemler kökünden değiştiriliyor, maddeye yeni bir tarz ve ruh vererek
bambaşka bir ekonomik gelişme sağlanıyor, tüketim toplumlarının altyapısı
oluşturuluyor, tarımda yeni teknolojiler gündeme geliyor, tıpta sanki her
hastalık zamanla birbir ortadan kaldırılabilirmiş gibi düşünülüyordu. Daha
“keşfedilebilecek” çok petrol sahası, tarıma “açılabilecek” çok alan,
“kurulabilecek” çok fabrika, “yakılabilecek” cok orman, soyu “tüketilebilecek”
çok sayıda hayvan ve bitki var gibiydi. İnsanoğlunun doğaya hakim olma
mücadelesindeki performansına bakıldığında bütün bu göz kamaştırıcı
gelişmeler sosyal olanın sınırsızlığı ve herşeye kadir olduğu fikrini güçlendirdi.
Doğal alanın daha şimdiden üzerinde ciddi bir hegemonya kurulabilen alan
olduğu ve de neredeyse hiç değişmediği varsayıldığı için, sanki asıl herşeyi
belirleyenin sosyal dinamikler olduğu izlenimi doğdu. Dünya kaynaklarının
sınırlı olabileceği düşüncesi henüz pek kimsenin aklına gelmiyor, Adam
Smith’den Karl Marx’a kadar hemen herkes kaynakların sınırsız olduğu
önkabülünden hareketle ekonomik, siyasal ve sosyal teorilerini inşa
ediyorlardı. Hemen hemen bütün modern medeniyetlerin, ama özellikle de
Batı medeniyetinin, ekonomik, sosyal ve felsefi altyapısı dünya kaynaklarının
sonsuz oldugu inancı üzerine temellenmişti! Doğanın sınırları yerine toplumsal
ilişkilerin yapısı ön plandaydı ve bunlar birbirlerinden ayrı şeylermiş gibi bir
izlenim giderek güçleniyordu.
Bu izlenimin ekonomik ve sosyal statü boyutu da vardı elbette. Giderek daha
kalabalık gruplar halinde yaşayan insanlar şehirlere akın etmeye başlayıp, bir
grup insan diğerini manipüle ederek ekonomik kazanç ve sosyal statü
sağlayabiliyordu. Sosyal statü kendinizin değil, ancak başkalarının size
verebileceği bir sosyal güç olduğu, ve sosyal statüyü elinde tutanların iktidarı
da elinde bulundurmaları bir vaka olduğu için, sosyal alandaki mücadeleler
iyice kızıştı ve önem kazandı. Hal böyle olunca da Durkheim gibiler sosyal
olanın ancak sosyal ile açıklanabileceğini düşündüler.12 Sosyal ve doğal olanın
bir bütünün farklı veçheleri olduğu düşüncesine pek kimsenin prim verdiğini
söylemek zor. Ne de olsa henüz iklimin sabit, diğer canlı türlerinin
yokoluşunun da ciddi bir tehlike olarak algılan(a)madığı yıllardı. Solcusundan
sağcısına, dini bütünlerden seküler hümanistlere kadar hemen herkes asıl
meselelerin sosyal alanda tezahür ettiği yanılsamasını paylaştı. Önerdikleri
alternatifler farklı olmakla beraber, paylaşılan ana eksen ortaktı!
Sosyal olanın yükselişinde rol oynayan bu göz kamaştırıcı tarihsel ve sosyal
dinamiklerin yanısıra, sosyal bilimlerde yaygın olan entelektüel varsayımlar da
yukarıda bahsedilen doğal ile sosyal alan arasındaki yapay ayrışmada etkili
oldu. Sosyal alan üzerine kafa yoranların önemli bir kısmı insanın biyolojik bir
varlık olduğunu haliyle kabul etmekle birlikte, biyolojik özelliklerin insanda
pek de önemli olmadığı, çünkü insanın nevi şahsına münhasır bir tür olduğu
vurgulanıyordu. Bu görüşün dayanağı insandan başka hayvanlarda pek
görülmediği varsayılan bir özelliğin olmasıydı: zekâ. İnsan zekâsı ile doğanın
ve biyolojinin demir yasalarının dışına çıkabilir, istediği şeyleri yapmaya
muktedir olabilirdi. Ayrıca insan yine nevi şahsına münhasıran başka
hayvanlardan farklı olarak bir ruha, bir psikolojiye, bir bilince sahip olabilmiş,
hepsinden önemlisi de bir kültür yaratabilmişti. Biyoloji ve fizyolojisinde
“hayvan” olan insan bu yolla onlardan kendisini ayrıştırmayı başarabilmişti.
Mantık böyle kuruluyordu. Biricik olmanın (uniqueness) şu an varolan bütün
türlerin ortak özelliği olduğunu ıskalayan13, ve birçok hayvan türünün insan
kadar gelişmemiş de olsa kültüre, zekâya sahip olduğunu gözden kaçıran bu
düşünce biçimi sosyal bilimlerde bugün de egemen olan yaklaşımdır.14
Bir “Tabula Rasa” Olarak İnsan Beyni
John Locke’dan beri sosyal bilimlerde başatlığını koruyan ve evrim teorisine
sosyal bilimlerde olan direnişin merkezinde duran varsayımlardan bir tanesi
de insan doğasının bir tabula Rasa (boş levha) olduğuydu. O adeta bir boş
levhaydı; çevresel faktörler, eğitim, toplum ona ne verirse, insan doğası öyle
oluşuyordu. Kolayca eğilip bükülebilen, istenildiği biçime sokulabilen, istenilen
kalıba dökülebilen, özsel bir muhteviyatı olmayan bir şeydi insan doğası. Locke
aristokrasinin siyasal felsefesinin temellerine bu görüş ile saldırırken,
köleliğin de doğuştan gelen özelliklerle belirlenen bir durum olmadığını
savunuyordu. İnsan deneyiminin sonsuzluğu Tabula Rasa fikri ile birleşiyor,
doğuştan gelen özelliklere ve evrimleşmiş insan doğası fikrine set çekilmiş
oluyordu.15
Tabula Rasa fikri bir yandan da “asil vahşi” (noble savage) olgusu ile
harmanlanıyordu. Bu görüşe göre doğada normal durumda herşey barışcıl,
özbenliğinden yoksun, sorunsuz bir halde durmaya eğilim gösterirken, hırs,
endişe, şiddet gibi eğilimler medeniyetin sonradan bizlere empoze ettiği,
aslında özümüzde olmayan özellikler gibi algılanıyordu. Kökenleri Jean
Jacques Rousseau’ya kadar giden bu görüş 1920’lerde antropolog Margaret
Mead’in Samoa adasında yaptığı çalışmalarla doğruluğu bilimsel olarak
kanıtlanmış gibi görünüyordu. Mead Samoa adasında ve halkında adeta cenneti
bulmuş gibiydi. Bu adanın gençleri Amerikan akranlarının tersine şiddete,
hırsa, cinsellikte kıskançlığa hemen hiç yeltenmiyorlar; barışcı, eşitlikçi,
özgür aşkın sonuna kadar yaşandığı bir toplum oluşturuyorlardı.16 Mead
Samoa deneyiminden çıkarak bazı toplumların şiddete meyilli olup,
diğerlerinin olmamasını haliyle Tabula Rasa fikrine yaslanarak açıkladı. İnsan
doğasında şiddet yoktu, toplumsal şartlar, eğitim, çevre gibi faktörler
insanları şiddete eğilimli yapıyordu. Cinsellik gibi biyolojik temellerinin güçlü
olduğundan pek az kuşku duyulan pratikler bile yaşanılan ortam tarafından,
yani sosyal alan tarafından belirleniyorsa, demek ki insan doğası sahiden de
bir Tabula Rasa olmalıydı. Bu düşüncenin sosyal bilimlerin derin temellerinde
yatan ve hemen herşeyin sosyal bir inşa sürecinde oluşturulmuş bir kurgu
olduğunu iddia eden sosyal konstrüktivizm ile nasıl iç içe geçtiğinin altını
çizmekte fayda var.
Daha sonra Samoa’ya giden ve yılllarca orada çalışan antropolog Derek
Freeman Margaret Mead’in altı ay gibi bir sürede bir otelde kalarak yaptığı
çalışmanın gerçekleri yansıtmadığı, mülakat yaptığı kişilerin kendisine doğru
bilgi aktarmadığı yönündeki yıllar süren araştırması büyük bir yankı bulmasına
rağmen Amerikan Antropoloji Derneği yönetimi oylama yaparak Mead’in
çalışmasının sağlam ve güvenilir olduğuna karar verdi, verebildi!
20. Yüzyılın ortalarından itibaren psikolojide John Watson’ın davranışcılık
ekolünün başat hale gelmesi de Tabula Rasa fikrini güçlendirmişti. Watson
herhangi bir çocuğa istenilen herhangi bir yeteneği verebileceğini
düşünüyordu. Her insan herşeyi öğrenebilir, her türlü yeteneği
geliştirebilirdi. Doğuştan gelen özelliklerin bir belirleyiciliği yoktu, hatta
onların kendisi de yoktu. Sosyal alan insan doğasının bütün özelliklerini kurup
inşa edebilir gibi görünüyordu.
Noam Chomsky’nin dilbilim üzerine yaptığı çalışmalarla insanın dil yeteneğinin
doğuştan gelen özelliklerle oluştuğunun ortaya atılmasından bugünlere insan
doğası üzerine çalışmalarda ciddi mesafeler alındı. Bugün artık Tabula Rasa
fikrini savunan ciddi bir bilim insanına rastlamak pek mümkün değil. Ayrıca bu
varsayımın dünya diktatörleri için çok daha bereketli bir zemin oluşturduğu
da aşikâr. Eğer insan zihni bir Tabula Rasa olsaydı, o zaman diktatörler ve
iktidar odakları amaçlarına çok daha kolay ulaşırlardı. Tabula Rasa
varsayımının ne kadar da totaliter düzenlere götürebilecek tehlikeli bir
düşünce olduğunu sürekli hatırlamakta doğrusu çok büyük fayda var.
EVRİM TEORİSİNİN “EVRİMİ”
1960’lı yıllardan beri evrim teorisi biyolojinin sınırlarından hızla diğer
disiplinlere doğru genişledi. Evrimin daha önceleri alakasız görüldüğü
alanlarda yeni mevziler kazanıldı. Evrim teorisi daha çok bireysel düzeydeki
“ayakta kalmacı” meselelerde yoğunlaşırken, toplumsal davranışlar ve özellikle
de “özveri” gibi konuların açıklanmasında ciddi açmazlarla maluldu. Eğer
“ayakta kalmacı” yaklaşımların bize öğrettiği doğruysa, insanlar birbirlerine
neden yardım ediyorlardı? Dahası özveri, dayanışma, işbirliği gibi insanlar
arasında oldukça yaygın olguları evrimsel olarak nasıl açıklamak gerekirdi? Bu
konularda en onemli katkı William Hamilton’ın 1964 yılında gündeme getirdiği
“soy seçilimi” kavramıydı. Teorik evrim tartışmalarında çığır açıcı açılımlar
getiren Hamilton’a göre insan davranışlarının da evrimsel, biyolojik bir temeli
vardı. Hamilton insanların genetik yakınlığı olan akrabalarına karşı daha
bonkör, daha yardımsever olduklarını matematiksel modeller kullanarak
gösterdi. 17 Örneğin, sıkça rastlanan bir olgu olarak hepsi birbirlerine akraba
olan karınca ve arı sürülerinin gerektiğinde soylarının genetik çıkarı için
kendilerini feda edebilmesi olgusunun böylece bilimsel açıklaması mümkün
oldu. (Hayvanlar ve insanlar kendi çocuklarına ayırdıkları zamanı, enerjiyi,
kaynakları başkaları için ayırmazlar.) Hamilton’in genetik yakınlığın
davranışları ve sosyal yapıyı biçimlendirmesindeki rolüne dair tezleri daha
sonra 1975’de Edward Wilson tarafından Sosyobiyoloji kitabının
yayımlanmasıyla son derece sert tartışmalara neden oldu.18 Her ne kadar
kitabının büyük bölümü biyoloji ile hayvan davranışları arasındaki ilişkiye
ayrılmışsa da, muhalifleri meselenin insan davranışları boyutunu öne
çıkardılar. Wilson’a en büyük tepki insan doğasının asıl belirleyicisinin tarih ve
sosyal yapı olduğunu vurgulayan Stephen Jay Gould gibi Harvard’daki sol
görüşlü kendi meslektaşlarından geldi. Wilson doğalla sosyal olanı
birleştirmek gibi affedilmez bir günah işlemişti!19
Evrim teorisine yöneltilen en büyük eleştirilerden bir başkası onun sanat ve
ahlak gibi yanlızca kültürle açıklanabileceği varsayılan sadece insana özgü
özellikleri açıklayamadığıdır. Bu sorun Darwin’in kendisini de ciddi biçimde
meşgul etmişti. Erkek tavuşkuşlarının o şatafatlı, renkli, gösterişci kuyrukları
Darwin’i çileden çıkartmıştı. Erkek tavuskuşlarının bu süsleri yırtıcılar
karşısında savunma yeteneklerini azalttığı için onların hayatta kalmasına engel
olup, ayrıca onların enerjilerinin büyük bölümünü bu süslerin geliştirilmesine
hasretmelerini gerektirir. Böyle lüksler doğada neden vardı? Doğal seçilim bu
süsleri açıklayamadığı için Darwin tüm teorisinin altının oyulduğunu düşündü.
Tavuskuşları Darwin’in teorisiyle adeta dalga geçiyorlardı! Onları her
gördüğünde midesinde sancı hissetiğini yazdı. Darwin bu açmazı ancak son
kitabı İnsanın Türeyişi’’nde aşabildi. En görkemli kuyruklar dişiler tarafından
tercih edildiği için, yani seksüel seçilim yüzünden, erkek tavuskuşları onları
evrimsel olarak geliştirmişti. Darwin hayatının sonlarında seksüel seçilimin de
en az doğal seçilim kadar önemli olduğunu ortaya koymuş, enerjisinin büyük
bölümünü seksüel seçilime hasretmişti. Gerçekten de, birçok hayvan için
neslin sürdürülmesi kendi yaşamlarından önde gelmektedir. Bir lüks gibi
görünen süsler, seksüel seçilim için bir avantaj sağladığı ölçüde evrimsel
teoride bir anlam ifade eder. Kuşların o nefis şarkıları tanrının insaların
ruhunu okşamak için bahşettiği bir güzellik değil, erkeklerin dişileri baştan
çıkarmak için kullandıkları bir araçtır. Dişi tercihinin evrimde oynadığı büyük
rol Darwin için önemli bir açılım oldu. Ama kadınların tam anlamıyla insandan
bile sayılmadıkları Viktoria dönemi Avrupa’sında dişilerin tercihlerinin evrimin
son derece önemli bir motoru olduğu düşüncesi zamanının çok ilerisinde bir
düşünceydi.20 Nasıl ki insanın doğanın merkezî ve ayrıcalıklı varlığı olduğu gibi
binlerce yıllık köklü, başat ve yaygın bir zihniyetin kırılması tasavvur edilmesi
güç bir düşünsel depreme yol açtıysa, erkeğin kaburgasından oluştuğu iddia
edilen kadınların evrimsel süreçte çok kilit bir rol oynadıkları düşüncesi de
binlerce yıllık bir inanışın temellerini dinamitleyecekti! Yaşadığımız 21.
yüzyılın en büyük sosyolojik gelişmelerinden biri, belki de en önemlisi, olan
kadın erkek ilişkilerinin derinden dönüşümü ancak Darwin’in hediyesi seksüel
seçilimle bilimsel temelleriyle anlaşılabilir, ama ne yazık ki bu konudaki
derinlikli evrimsel çalışmaların başlaması ancak son yıllarda gündeme
gelebilmiştir. Bazı araştırmacılara göre seksüel seçilim Darwin’in uzun süre
göz ardı edilip unutulmuş, ama en önemli katkısıdır.21
Evrim teorisi yaygın ve yanlış bir şekilde daha çok rekabetçiliğe, bencilliğe
vurgu yapan bir teori olarak algılanır. Oysa 1902 gibi çok erken bir tarihte
ünlü anarşist ve bilim adamı Petr Kropotkin Karşılıklı Yardımlaşma: Evrimin bir
Ögesi adlı kitabında hayvanların doğasında olan dayanışmacı, işbirliğine yatkın
özelliklerin onların türlerinin gelişmesinde son derece önemli evrimsel bir rol
oynadığına vurgu yapmıştı.22 Sahiden de rekabetçilik kadar dayanışmacılığın
da insan doğasında önemli bir yeri olduğuna dair yakın dönemlerde yapılmış
birçok evrimsel çalışma bu konuda ufkumuzu genişletmiştir. Amotz ve Avishag
Zahavi’nin Handikap İlkesi 23 adlı eserinde inceledikleri Arabistan
Yedikardeşleri kuşlarının davranışları bu açıdan oldukça aydınlatıcıdır.
Gruplar halinde yaşayan bu kuşlar akraba olmayanlarla bile yiyeceklerini
paylaşır, kamusal fayda için kendilerini feda eder, tüm çocuklara ortaklaşa
bakar ve karşılıksız özveriye dayalı davranışlar geliştir ve adeta birer fazilet
abidesidirler. Arabistan Yedikardeşlerinde en “faziletli” olanlar dişiler
tarafından en cazip kabul edildikleri için bireysel düzlemde biyolojik avantaj
elde ettikleri gibi, bu süreç sonunda toplumsal bir fayda da sağlanır. Bireysel
ve toplumsal çıkarları böylesine ince bir ustalıkla birleştiren bu kuşların
modern siyaset teorisine sunabileceği açılımlar üzerine düşünmek lazım.
21. YÜZYIL İÇİN “EVRİMSEL” TEZLER
1) 21. Yüzyıl doğa ve sosyal bilimlerin birbirlerine daha çok yaklaşacakları,
ikili karşıtlıklar üzerinden kurulmuş bir zihniyet dünyasından her düzeyde
bütünleşmeye doğru gidileceği, ve bu bütünleşmeyi sağlayacak köprülerin
büyük ölçüde evrim teorisi üzerinden kurulacağı bir yüzyıl olacaktır.
19. Yüzyıldan beri doğa ve sosyal bilimlerde dünyada egemen eğilim
uzmanlaşma ve ayrışma yönünde olmuştu. Genetik ile çevresel, biyolojik ile
kültürel, mantıksal ile içgüdüsel gibi çeşitli düzeylerde ikili karşıtlıklar
üzerinden bir zihniyet dünyası oluşturuldu. Türkiye ve Batı üniversitelerinde
doğa bilimleriyle sosyal bilimler arasında onyıllardır birbirlerinden çok ciddi
bir uzaklaşma yaşandı. Hemen her konuda farklı davranan, birbirlerinin ne
yaptığından pek haberdar olmayan adeta iki farklı ve kopuk bölmeye benzer
bir görünüm ortaya çıktı. Oysa günümüz sorunlarının tek bir disiplinin altında
incelenebilmesinin imkânsız olduğu her geçen gün daha iyi anlaşılıyor. Çok
daha bütünleştirici bir vizyona ihtiyacımız var. Bugün artık bu ikili
karşıtlıkların yapay karşıtlıklar olduğu giderek daha açık bir biçimde
anlaşılmaktadır. İnsanoğlunun tarihi ile doğanın tarihi arasındaki bağlar da
kurulmaktadır.24 Uzayın derinliklerinde olan bitenler nasıl moleküler
düzeydeki hareketlerle alakalandırılabiliniyorsa, mantıksal sandığımız birçok
şeyin aslında aynı zamanda içgüdüsel, içgüdüsel sandığımız şeylerin de
mantıksal olduğunu görebiliyoruz. İnsan ve diğer canlılar diye yaptığımız
ayrımın bile sanıldığından çok daha yapay bir ayrım olduğu da daha fazla
gözler önüne seriliyor. Böylesi bir bütünleşmeye doğru eğilim bence
kaçınılmazdır ve daha da yerindedir. Bilimler arasında yaşanacak bu
bütünleşmenin köprüsü kanımca her ikisi de evrim teorisinin merkezî bir rol
oynadığı biyoloji ve psikoloji üzerinden gerçekleşecektir.
2) Dünya tarihinde binlerce yıldır ilk kez insanlığın bir tür olarak derin bir
krizle karşı karşıya olması toplumsal ve siyasal düzeyde yepyeni küresel ve
kozmik yaklaşımları gerektirmektedir.
Elimizdeki sosyal ve siyasal teoriler artık büyük ölçüde geçerliliğini
yitirmiştir, çünkü bu teoriler tabiatıyla belirli bir zaman, mekân ve değişim
temposunun izlerini taşırlar. Birçok açıdan yepyeni ilişkilerin akıllara
durgunluk verecek tempoda hızlı değişerek yaşandığı bir dünyadayız.
Elimizdeki sosyal teorilerin çoğu ağırlıklı olarak insanlar arasındaki ilişkilerin
hiyerarşik doğası ve özgürlük sorunsalı25 üzerine bina edilmiştir. İşçiyle
burjuva, köylüyle derebey, köleyle efendi, elitle halk ve bu gibi ikilikler
üzerine temellenen çeşitli siyasal ve toplumsal projeler bir tür olarak
insanlığın yokoluşu tehlikesi karşısında çok fazla anlamlı çözümler üretmekten
uzaktır. Toplumsal eşitsizliklerin ve insanın dizginlenemez hırsı nedeniyle
oluşan küresel iklim krizi ve canlı türlerinin insan tarafından soykırıma
uğratılması dönüp bir tür olarak insanlığın kendisini tehdit eder hale
gelmiştir. Onbinlerce yıllık evrim sonucu oluşan türlerin ortadan kaldırılması
ekosistemleri her geçen gün çökertmekte, besin zincirini inanılmaz bir hızla
değiştirmektedir. Besin zincirinin orasıyla burasıyla oynamanın gelecekte ne
tür olası krizler getireceğini ise hiç kimsenin kestirebilmesi mümkün değildir.
Finansal piyasaların bile öngörülemediği hatırlanırsa, bundan kat be kat daha
büyük ve karmaşık ekosistemlerinin çöküşünün getireceği belirsizliklerin
içinden çıkılamayak büyük sorunları beraberinde getireceği aşikârdır. 21.
Yüzyılın geride kalan ilk on yılında göze çarpan en çarpıcı olgulardan biri hiç
kuşkusuz buzulların erimesi ve dünyanın fiziksel kaynaklarının alarm verici
ölçülerde tükenişidir. Bu tür sorunların çözümleri millî ve bölgesel çözümler
olamaz, bu sorunlar doğası gereği küresel olduğu için milliyetçilik gibi
ideolojilerin de günleri sayılıdır. Geçmişteki felaketler daha çok sadece
yoksulları vururken, bu tür kozmik sorunlardan hiç kimse azade değildir, artık
üst sınıflar için de kaçılabilecek adacıklar yoktur. Bu anlamda ilk kez
insanlığın ortak geleceği için evrenselci siyasal ve toplumsal projelerin yolu
açılmıştır. Yeni çözümler kaynağını ahlakî ve ideolojik tercihlerden değil,
zorunluluktan alacaktır. Özveri, dayanışma, işbirliği gibi olgular sadece ahlakî
ve ideolojik tercih meselesi değil, tüm insanlığın çıkarına olduğu için asıl
değerli olacaktır. Böylesi küresel bir çıkar için mücadele salt kişisel, ahlakî ve
ideolojik tercihlerden çok daha sahici, çok daha yaratıcı, çok daha
sürdürülebilir çözümler üretilmesinin yolunu açacaktır. Bu sürece paralel
olarak da insanlık uluslarüstü siyasal, ekonomik ve ekolojik örgütlenmelere
gitmek zorunda kalacaktır. 2008 Krizi dahi bu yöndeki gelişmeleri şimdiden
hızlandırmıştır.
Sosyal bilimlerde son yılların hegemonik söylemi postmodernizmin meta
teorilere karşı topyekün saldırısı kozmik meselelerde pratikte dinler dışında
bütün meta teorilerin ortadan kaldırılmasına yaradı.26 Öte yandan onlarca
yıldır “bilimcilik” yaftasıyla bilimlere ucuz biçimde saldırılması çağımızın en
karakteristik hallerinden biri olduğuna inandığım çok derin bir “akıl
tutulmasının” başlıca nedenlerinden biridir.
3) Biyoloji ve genetik gibi evrim teorisinin kilit önem taşıdığı bilimler
önümüzdeki süreçte gündelik hayattan sanata, tıptan tarıma, üretimden
tüketime kadar hemen her alanda son derece belirleyici olacaktır ve zaten
şimdiden de olmaktadır.
Bilimlerde 19. yüzyıl kimyanın, 20. yüzyıl ise fiziğin altın yılları oldu. Yeni
yüzyıl hiç şüphesiz biyoloji ve genetiğin yüzyılı olacaktır. GDO, kök hücre, gen
tedavisi, yeni üreme teknolojileri, Human Genome Project gibi konuların
günümüz dünyasındaki önemi bu gerçeği doğrulamaktadır. Ayrıca gün
geçmiyor ki gazetelerde insan davranışlarının ve hastalıkların genetik
kökenlerine vurgu yapan haberler çıkmasın. Charles Darwin Türlerin
Kökeni’nde psikoloji biliminin de yeni bir temel üzerinden kurulacağını
söylerken evrimin burada oynayacağı rolün önemine dikkati çekmişti. Keza
sanatın, müziğin, mizahın, ahlakın ve hatta dinin evrimsel açıklamaları giderek
daha fazla bilim insanının ilgi alanına girmektedir.27 Genelde bilimin, özelde
evrimsel psikolojinin, bu kurtarılmış bölgelere girişine karşı ciddi tepkiler ve
direnişler söz konusu olsa da bu süreç bütün hızıyla devam edecektir. Aşk
gibi eskiden sadece şairlerin ve edebiyatçıların tekelinde olan konular giderek
bilimin alanına girmektedir. Bu konular sadece Elif Şafak’a bırakılamayacak
kadar da önemli konulardır.
Aşk gibi, ahlak gibi, sanat gibi olgu ve faaliyetlerin bilimsel temelleri olması
onların güzelliğini örselemez. Çiçeklerin zarafetinin ve nefis kokularının
polenlerini yayarak kendi üremelerini sağlamak için böcekleri cezb etme
amacıyla evrimleştiğini bilimsel olarak bilmemiz, onların güzelliğinden birşey
kaybettirmez!
Biyoloji ve genetiğin bu denli önem kazanması aynı zamanda bu iki disiplinin de
insanlık adına büyük tehlikeler barındırabileceği gerçeğini gözden uzak
tutmamalıdır. Nasıl ki atom bombası atom fiziğinin gelişmesinin bir sonucu
olup insanlığın başına çok ciddi tehlikeler açmışsa, biyoloji ve genetikteki
gelişmeler de her alanda inanılmaz büyük tehlikeleri gündeme getirebilir.
Çocuklarını daha iyi okullarda okutabilmek adına birçok fedakârlıkta bulunan
aileler genetik sayesinde çocuklarına arzu edilir fiziksel ve zihinsel özellikler
için kimbilir neler yapmazlar! Önümüzdeki onyıllarda eskiden büyük ölçüde
ekonomik avantajlar üzerinden yürüyen bir sınıfsal ayrışma çok daha tehlikeli
bir biyolojik ayrışmayı bile gündeme getirebilir ki bu korkunç senaryonunun
kuvveden fiile geçebilmesi için gereken genetik bilgi, birikim ve pratik hali
hazırda mevcuttur. Ama böylesi tehlikeli potansiyellerin olması sosyal
bilimcilerin bu konulara alerji duyup uzak durmasını getirmemelidir! Bilâkis
sırf bu yüzden dahi olsa bu tür konuları daha da iyi bilmeleri son derece
elzemdir.
4) Nietzsche’den Foucault’ya, Marx’dan feministlere merkezî bir problematik
teşkil eden iktidar hırsının kökenleri ve kaynakları ancak evrimsel teori
bağlamında anlaşılabilir.
Nietzsche’nin merkezî kavramı iktidar hırsı (will to power) onun Darwin’den
esinlenerek geliştirdiği bir kavramdı. Hem Nietzsche, hem Foucault iktidar
meselesini enine boyuna incelediler, tasvir ettiler, ama iktidar hırsının
kökenleri ve kaynakları hakkında aslında pek birşey söylemediler.
İnsan doğasının en temel güdülerinden biri olan iktidar hırsı yüzbinlerce yıllık
insan evriminin bir sonucu olmalıdır. Eğer iktidar hırsının kökenleri ve kaynağı
muhtemelen insanlar arasındaki işbölümünün bir sonucu olarak evrimleşmişse,
iktidar hırsı gibi en temel güdülerimizin birçoğunun temellerinin de bu
işbölümünün doğasında mevcut olması gerekir. Adam Smith gibi siyasal
iktisatçılar haklı olarak insanlar arasındaki işbölümünün varolabilmesi için
insan topluluklarının belirli bir sayı eşiğini geçmesi gerektiğini söylemişlerdi.
Birkaç yüz kişiden oluşan bir toplulukta işbölümü gelişemezdi, çünkü
işbölümüyle oluşacak faydayı sürdürülebilir kılacak büyüklükte toplumlar
oluşmamıştı. O nedenle onbinlerce yıl boyunca atalarımız arasındaki en temel
ve yegâne işbölümü erkekle kadın arasındaki cinsel işbölümünden ibaret kaldı.
Böylece insan doğasının ve psikolojisinin evrimi yüzbinlerce yıl boyunca
ağırlıklı olarak cinsel işbölümünden kaynaklanan güdüler etrafında şekillenmiş
olsa gerektir. Hal böyle olunca da iktidar hırsı da asıl olarak ancak Darwin’in
seksüel seçilim kavramıyla ilişkili analiz edilebilir. Ünlü milyarder Onasis
“kadınlar olmasaydı paranın hiçbir anlamı olmazdı” derken belki farkında
olmadan böylesi bir evrimsel gerçekliğe işaret ediyordu. Eğer meseleye böyle
bakabilirsek iktidar hırsının modern biçimlerinin de Pleistosen dönemde
atalarımızın evrimleştirdiği bu psikolojik dürtü üzerinden temellendiği
sonucuna varabilir, bu hırsın dizginlenebilmesi için daha gerçekçi toplumsal
projeler üretebiliriz.
5) Kapitalizm iktidar hırsının modern zamanlardaki ete kemiğe bürünüşüdür
ve sanki herşeyin sorumlusuymuş gibi tartışılması aslında bir yanılsamadır.
Kapitalizm esas olarak sermayenin hareketi üzerine bina edilmiş bir sosyal
sistem olarak analiz edilegeldi. Örnegin Marx’ın Das Kapital’i böylesi bir
analizin parlak bir örneğidir. Ancak bu analiz kapitalizmin doğasını anlamak
için faydalı olmakla birlikte aynı zamanda son derece yetersizdir. Sermayenin
hareketi ve sürekli genişleyen doğasının altında yatan güdü daha çok kâr
etmektir, ama kâr ve ekonomik kazanç derindeki amaç değildir, sisteme asıl
ruhunu veren, onun devinimini sağlayan iktidar hırsının tatminidir. Bill Gates
için para kazanmak amaç değildir, şu an bütün işlerini durdursa bile Gates
ailesi onyıllarca dünyanın en zenginlerinden birisi olmaya devam edecektir.
Asıl mesele rakiplerinden daha güçlü olmaktır! Para ve sermaye, iktidar ve
sosyal statü için bir araç olması anlamında önemlidir, kendi başına önemli
değildir.
Sol düşüncede ağırlıklı olarak kapitalizmin insanları açgözlü, hırslı, iktidar
düşkünü yaptığına inanılır. Bir başka deyişle, agresyon ve iktidar hırsı gibi
evrimsel psikolojik güdülerin kapitalizmin sosyal düzlemdeki yansımaları,
kurguları olduğuna inanılır. Yukarıda açıklamaya çalıştığım mantık böylece
tersine çevrilir. Yaygın kanının aksine, kapitalizm agresyonu, iktidar hırsını
yaratmaz, zaten varolan bu güdüleri alır, kullanır, şiddetlendirir, paraya
çevirir; ama onları kapitalizm yaratmaz! Bir metaforla ifade etmek gerekirse,
Hollywood cinsel güdüleri yaratmaz; onları alır, kullanır, deforme eder,
üzerinden para kazanır, ama o güdüleri Hollywood yaratmaz!
Hem yeryüzü kaynaklarının, hem de rekabetin doğal sınırlarına
yaklaşıldığından kapitalizm yakın bir gelecekte tarihinin en büyük
sınavlarından biriyle karşı karşıya kalacaktır. Sömürü ilişkilerine dayandığı
için değil, ki öyledir, dünya kaynaklarını müsrif bir şekilde kullanarak
insanlığın bir tür olarak ortadan kaldırılmasına yol açacağı için kitlesel ve
derin bir muhalefetle karşılaşacaktır. Kanımca bu “büyük uyanış”
zannedildiğinden çok daha hızlı gerçekleşecektir.28
6) Son otuz kırk yıldır fetişleştirilmiş bir “kültür” kavramı ekseninde salt
özgürlükçü, farklılıkları öne çıkaran ve “siyaseten doğrucu” siyasal akımlar
farkında olmadan farklı tür bir ırkçılığın, kültürel ırkçılığın, zemininin
oluşturulmasına muazzam katkıda bulundular.
Uzun yıllar sanat, müzik, ahlak, gösterişsel tüketim gibi olgular kültürle
açıklandı. Tarihsel materyalizmin sahici eksiklikleri, açmazları kültür kartının
her yerde bir joker gibi kullanımasıyla aşılmaya çalışıldı. Çok-kültürlülük ve
kimlik merkezli siyasal akımların gelişmesiyle de kültür adeta fetişleştirildi.
Ayrıca şöyle bir yaygın inanç oluştu: Bilim birçok şeyi açıklasa da “iyi, güzel ve
doğru” ya da aşk gibi kavramları asla açıklayamazdı! Kültür öylesine
fetişleştirildi ve herşeyi açıklayan o denli yaygın bir araca dönüştürüldü ki
kendisi herşeyi açıklayan ama kendisini açıklamanın imkânsız olduğu bir durum
ortaya çıktı. Oysa kültürel evrim ile biyolojik evrim derin tarihte birbirleriyle
sıkı sıkıya bağlı gelişmiş süreçlerdir. Kültürün böylece fetişleştirilip mistik
biçimde ayaklarının yerden kesilmesi tabiatıyla dinlerin yükselişine katkıda
bulundu, çünkü kültürün en önemli kaynağının din olduğuna dair kanı son
derece yaygın bir kanıdır.
Günümüz ırkçılığı esas olarak kültürel ırkçılıktır, bu yalın gerçeği görmemiz
lazım. Farklılıklar üzerine bolca vurgu yapıldığı; ırkçılığın, aşırı milliyetçiliğin,
dinsel bağnazlığın kol gezdiği bir dünyada insan doğasından kaynaklanan
ortaklıklarımızın öne çıkarılması bence bugün sosyal bilimlerin üzerinde
düşünmesi gereken bir noktadır. İdeoloji, iyi ahlak, vicdan ve benzeri biraz da
mistik kavramlar üzerinden bir şekilde herkesin kardeşliğini vurgulamaktansa,
sivrisinekle bile yüzde otuz beş genetik ortaklığımız olduğu, ırk kavramını
ahlaken ve ideolojik olarak lanetlemek kadar genetik olarak ırkın anlamsız bir
kategori olduğunu vurgulamak son derece önemlidir, hatta daha önemlidir.
Sadece bunun için bile Darwin’i anmanın zamanıdır. Böylesi bir yıldönümünde
tüm zamanların belki de bu en büyük düşünürünün kendi şiirsel ifadesiyle
evrim üzerine söylediklerini ana dilinden aktararak onu son bir kez daha
analım:
There is grandeur in this view of life, with its several powers, having
been originally breathed into a few forms or into one; and that, whilst
this planet has gone cycling on according to the fixed law of gravity,
from so simple a beginning endless forms most beautiful and most
wonderful have been, and are being, evolved. (“Kökenlerinde bir ya da
birkaç biçimde hayat bulmuş farklı güçleriyle yaşama böylesi bir
bakışta ihtişam vardır; ve işte bu gezegen yerçekiminin değişmez
yasasıyla dönüp dururken, bu denli basit bir başlangıçtan bitmez
tükenmez biçimler, hem de en güzelinden ve en harikuladesinden, evrile
gelmiş ve hala evrilmeye devam etmektedir.”).29
1
Bkz. Diane B. Paul, “Darwin, Social Darwinism and Eugenics,” Cambridge Companion to Darwin
(Londra, 2003), der. Jonathan Hodge and Gregory Radick içinde, s. 231.
2
Bu konuda bkz. Atila Doğan, Osmanlı Aydınları ve Sosyal Darwinizm (İstanbul, 2006).
3
Bernd Baldus, “Evolution, Agency and Sociology,” Missing the Revolution: Darwinism for Social
Scientists, der. Jerome H. Barkow içinde (Oxford, 2006), s. 270.
4
Özellikle sosyolojinin bu öğrenilmiş cehaleti konusunda kapsamlı bir değerlendirme için bkz. Pierre L.
van den Berghe, “Why Most Sociologists Don't (and Won't) Think Evolutionarily,” Sociological Forum, c.
5, no.2, 1990, s. 173-185.
5
Evrimin tedrici değil, sıçramalı olduğuna dair klasik bir eser için bkz. Stephen J. Gould ve Niles Eldredge
"Punctuated Equilibria: the Tempo and Mode of Evolution Reconsidered." Paleobiology 3, no.2, (1977), s.
115-151.
6
Gregory Radick, “Is the Theory of Natural Selection Independent of its History?” Cambridge Companion
to Darwin (Londra, 2003), der. Jonathan Hodge and Gregory Radick içinde, s. 143.
7
Bkz. John Cartwright, Evolution and Human Behaviour (Londra, 2000), s. 321.
8
Peter Singer, A Darwinian Left: Politics, Evolution and Cooperation (Londra, 1999), s. 23.
9
Haeckel Osmanlı aydınları üzerinde de çok etkili olmuştu. Bkz Atila Doğan, Osmanlı Aydınları…, s. 8586.
10
Diane B. Paul, s. 216.
11
1920’lerde Sabiha Sertel Resimli Ay dergisinde bazı grupların gerektiğinde kısırlaştırılabileceğini
söylüyordu. Bkz. Sabiha Zekeriya, “Çocuk Yapmak Kanunen Men’ Edilebilir mi ?” (Osmanlıca) Resimli
Ay 5, no.57/9, Kasım 1928, s. 1. Türkiye’de de oldukça yaygın olan Öjeni düşüncesi üzerine kapsamlı bir
çalışma için bkz. Sanem Güvenç-Salgırlı, Eugenics as Science of the Social: A Case from 1930s Istanbul,
yayımlanmamış doktora tezi, Binghamton Üniversitesi, 2009.
12
Bkz Doyne Dawson “The Question of Warfare,” History and Theory 38, no. 4, (Aralık, 1999), s. 83.
13
Pierre L. van den Berghe, “Why Most Sociologists Don't (and Won't) Think Evolutionarily,” s. 176.
14
Hayvanların ve insanların bilişsel benzerlikleri tartışması için bkz. Frans B. M. de Waal, “Darwin's Last
Laugh,” Nature 460, no. 175 (9 Temmuz 2009), s. 175.
15
Bu konuda yazılmış en parlak eserlerden biri hiç kuşkusuz Steven Pinker’ın The Blank Slate: The
Modern Denial of Human Nature (New York: 2002) adlı eseridir.
16
Bkz. David Buss, “Human Nature and Culture, An Evolutionary Psychological Perspective,” Journal of
Personality, 69, no.6, (Aralık, 2001), s. 959.
17
William D. Hamilton, “The Genetical Evolution of Social Behaviour I and II, Journal of Theoretical
Biology 7, (1964) s. 1-16 ve s. 17-52.
18
Bu konuda kapsamlı bir çalışma için bakınız Ullica Segerstrale, “Evolutionary Explanation: Between
Science and Values,” Missing the Revolution: Darwinism for Social Scientists der. Jerome H. Barkow
(Oxford, 2006) içinde, s. 121-142.
19
Edward O. Wilson daha sonra “bilimleri birleştirme” hedefiyle yazdığı kapsamlı kitabı Consilience: The
Unity of Knowledge (New York, 1998)’da bu meseleyi derinlemesine ele aldı.
20
Bernd Baldus, “Evolution, Agency and Sociology,” Missing the Revolution: Darwinism for Social
Scientists der. Jerome H. Barkow (Oxford, 2006) içinde, s. 279.
21
Bu konuda derinlemesine bir ilginç ve provakatif çalışma için bakınız Geoffrey Miller, Sevişen Beyin
(İstanbul: NTV Yayınları, 2010).
22
Petr Kropotkin, Karşılıklı Yardımlaşma, çev. Işık Ergüden, Deniz Güneri (İstanbul, 2009). Rekabetçi
dünya görüşü yerine dayanışmacı bir biçimin neden Rusya’da reddedildiğine dair Rusya’nın özgüllükleri
üzerine bkz. Daniel Todes, “Global Darwin: Contempt for Competition” Nature 462, (5 Kasım 2009), s.
36-37.
23
Amotz ve Avishag Zahavi, The Handicap Principle : a Missing Piece of Darwin's Puzzle (New York,
1999).
24
Bu konuda Birikim’in bu sayısında Dipesh Chakrabarty’nin “Tarihin İklimi: Dört Tez,” adlı makalesi son
derece önemlidir.
25
Özgürlük sorunsalının değişen dünyada geldiği noktada ilginç tartışmalar için yine bkz. Chakrabarty’nin
aynı yazısı.
26
Bu konuda bkz. Jerome H. Barkow, “Introduction: Sometimes the Bus Does Wait,” Missing the
Revolution: Darwinism for Social Scientists der. Jerome H. Barkow (Oxford, 2006) içinde, s. 40.
27
Bkz. Josh McDermott, “The Evolution of Music,” Nature. 453, no. 7193, s. 287-288 ve Robert Wright,
The Evolution of God (New York: 2009).
28
Bu bağlamda kapitalizmin geleceğine dair bakınız M. Asım Karaömerlioğlu, “Büyük Uyanış,” Radikal
II, 28 Eylül 2008 ve http://bianet.org/bianet/bianet/118905-iklim-degisikligi-ve-kapitalizmin-gelecegi.
29
Charles Darwin, On the Origin of Species (Londra, 1859), s. 490.
Download