editörden... - Adaleti Savunanlar Derneği

advertisement
EDİTÖRDEN...
Kıymetli Dostlar,
Bültenimizin 24.sayısında yine beraberiz.
Yazarlarımızın ASDER’in ortaya koyduğu farklı istişare zemininde kendilerine has üslupla ele
aldıkları önemli konuları ve değerlendirmelerini sayfalarımızda bulacaksınız.
Yaşadığımız dönemde ülkemizi ilgilendiren en önemli gelişme şüphesiz son Cumhurbaşkanlığı
seçimidir.Bu seçimle Cumhur,ilk defa Başkanını doğrudan seçme hakkını kullanmıştır. Cumhurbakanının, vesayet sisteminin dayatmasıyla halka rağmen belirlendiği statükocu dönem kapanmış, halkın içinden ve onun değer yargılarıyla barışık bir liderle yeni bir dönemin kapıları
aralanmıştır. Eksik demokrasiye rağmen halkın seçtiği hükümetleri, devlet adına sözde derin
odakların kontrol aracı olarak kullandığı en yüksek makamda artık gerçek anlamda Cumhurun
Başkanı oturmaktadır. Yeni dönem milletimize hayırlı olsun.
Başta Ortadoğu olmak üzere Müslüman coğrafyalarda akıtılan kan ve gözyaşı artarak devam ediyor. Zulüm ve sömürüye dayalı küresel emperyalizm, kaynattığı cadı kazanının ateşini
harlamayı sürdürmektedir. Tüm İslam coğrafyası ABD ve Müttefiklerinin haksız işgallerle vahşi
katliamlarını icra ettiği, nükleer ve kimyasal silahlar dahil yeni silahlarını denediği cepheler durumunda.
Sözde barışı sağlamak adına attıkları her adımla yaşattıkları sorunların daha da büyümesi için
her türlü entrikayı sergilemekteler.
Irak’ı yalan bahanelerle işgal ederek mevcut düzenini bozan, milyonlarca insanın ölümüne sebep olan, insan onurunun ayaklar altına alındığı ağır işkencelerden geçiren, insanları kendi
yurdunda mülteci durumuna düşüren, mezhep çatışmalarının zeminini hazırlayıp Müslümanları
birbirine kırdıran, hemen her ülkede kurdukları Guantanomo benzeri hapishaneler ve hatta işkence uçaklarıyla zalimler yeni oyunlar peşinde…Şii-Sünni, Ilımlı-Radikal gibi tahriklerle
İslam’ı İslam’la yok etmenin karanlık tezgahları kuruluyor.
Irak ve Suriye’de sahnelenen ve Ortadoğu başta olmak üzere İslam dünyasının tamamını tehdit
eden İŞİD belası ise son oyunları.
Yeryüzünde adaleti tesis ederken İslam Aleminin de hamiliğini yapan Osmanlı İmparatorluğunun tarih sahnesinden silindiği Birinci Dünya Savaşının 100.yılını idrak ederken, savaşın galibi
batılıların zulüm ve sömürüsü adeta tavan yapmış durumda.İslam Birliği yeniden tesis edilmeden bu kötü gidişe dur demenin mümkün olamayacağı ise kesin.
ASDER olarak kendi sorunlarımızın çözümü için yapılması gereken çalışmaları yürütürken, arkadaşlarımızın büyük özveriyle devam ettirdiği bültenimizin bu sayısının hayırlara vesile olmasını temenni ediyorum.
Saygılaımızla.
SAHİBİ
Adaleti Savunanlar Derneği Adına
Prof. Dr. Nevzat TARHAN
EDİTÖR
M. Abdullah KAPLAN
ADALETİ SAVUNANLAR BÜLTENİ
Sayı:24
l
eylül 2013
Bültenimizde yayınlanan yazı, şema, şekil
ve fotoğraflardan yayıncının izni olmadan,
kaynak belirtilmeden tam veya özet alıntı
yapılamaz. Yazıların sorumluluğu yazı sahiplerine aittir.
YAYIN KURULU
M.Abdullah Kaplan
Gürcan Onat
İbrahim Töre
Ahmet Türkan
Hulusi Gülen
w w w. a s - d e r. o r g . t r
YAZIŞMA ADRESİ
Gureba Hüseyinağa Mah. Kakmacı Sok. İnci Apt.
No:10 Daire:11 Aksaray/FATİH/İSTANBUL
Tel: +90 212 526 11 31 Fax: +90 212 526 11 32
E-mail: [email protected] Web: www.as-der.org.tr
YAYINA HAZIRLIK
Mustafa Nazif / Sanat Yönetmeni - www.mustafanazif.com
BASKI-CİLT
İmak Ofset Basım Yayın Tic. San. Ltd. Şti.
Atatürk Caddesi, Merkez Mahallesi, Göl Sk. No: 1 Bahçelievler / İstanbul
Tel: 0212 656 49 97
ANKARA ŞUBESİ
Başkan: Şahin AKDOĞAN
GSM: 05357973670
Adres: Menekşe 1.Sokak Bi̇ rli̇ k apt. No: 9/4
Kızılay - ANKARA
e-posta: [email protected]
BURSA ŞUBESİ
Başkan: Arif ÇELENK
Adres: Reyhan Mah. Kozaklı Sok. Çınar
İşhanı No:1/21 OSMANGAZİ / BURSA
Tel&Fax: 0224 223 25 26 - 0224 224 32 47
Arif ÇELENK
E-mail: [email protected]
KAYSERİ ŞUBESİ
Başkan: Halit ERDOĞAN
Adres: General Emir Mah.Fevzi Çakmak
Cad.No.1/D
Kocasinan/KAYSERİ
Tel: 0352 344 32 52
E mail: [email protected]
KONYA ŞUBESİ
Başkan: Mehmet KANMAZ
Adres: Aziziye Mah. Aziziye Cad.
Eserizade Sk.No.17-2
Karatay- KONYA
Tel: 0332 352 22 31
[email protected]
TEMSİLCİLİKLERİMİZ
İL
ADI SOYADI
E POSTA
AFYONKARAHİSAR Ahmet ÇALIM
[email protected]
ANTALYA
Zekeriya GÖKBERK
[email protected]
BALIKESİR
Sıtkı GÜLGÖNÜL
[email protected]
BİLECİK
İsmail KAPLAN
[email protected]
BOLU Ahmet TÜRKAN
[email protected]
BOLU / Gerede
İsmail CEVAHİRLİ
[email protected]
DENİZLİ
Fahri DEMİREL
[email protected]
DÜZCE Resul KÜÇÜK
[email protected]
ESKİŞEHİR
Hüseyin Caner AKKURT
[email protected]
GAZİANTEP
Sadık PAKSOY
[email protected]
HATAY
Zübeyir TUFAN
[email protected]
ISPARTA
İbrahim GÜNGÖR
[email protected]
İZMİR
Ahmet DURGUN
[email protected]
KAHRAMANMARAŞ Şevket YEŞİLÖRDEK
[email protected]
KOCAELİ
Mehmet ATMACA
[email protected]
KÜTAHYA
Bayram YÜĞRÜK
[email protected]
MALATYA
Ahmet Fatih TUTYER
[email protected]
MANİSA
Feramuz UÇAR
[email protected]
MERSİN
Ramazan AKBULUT
[email protected]
MUĞLA
Yakup BAYKAN
[email protected]
NEVŞEHİR
Hasan Hüseyin GÖRGÜLÜ
[email protected]
NİĞDE
İsmail YÜCE
[email protected]
OSMANİYE
Mehmet Ali ÇOBAN
[email protected]
SAKARYA
Tansel Cavit KULAK
[email protected]
TOKAT
Salih ÖZGÜR
[email protected]
TRABZON
Mustafa MUTLU
[email protected]
ZONGULDAK
Mehmet Yüksel GÜNEŞ
[email protected]
İ
Ç
İ
N
D
E
K
İ
L
E
R
Anayasa Mahkemesi’nin
Balyoz Davası Kararı
Adnan TANRIVERDİ
8
Irak, Suriye: 100 Yıl Geriye Dönüş mü?
Halil MERT
16
Ümit Hırsızlığı mı? Gençliğimiz Gerçekten Mutsuz, Kızgın ve Vicdansız mı Yetişiyor?
Prof. Dr. Nevzat TARHAN
18
Yeni Dönemde Stratejik Vizyon Arayışları
ve Dış Politikanın Hedefleri
Hüseyin Caner AKKURT
20
Milletin Demokrasi Kararlılığı
Hüseyin DAYI
22
Çözüm Süreci Doğru Yönetiliyor mu?
Yusuf ÇAĞLAYAN
24
Darbe Tehlikesi Bitti mi?
Ekrem ATA
28
2014 Cumhurbaşkanı Seçimi
Türkiye Cumhuriyeti Tarihinde Yeni Bir
Dönemin Başlangıcı Olacaktır
Adnan TANRIVERDİ
29
Zulmünü Bize Borçlusun
Gürcan ONAT
33
Darbelere Genel Bakış
Prof. Dr. Ahmet ALPER
34
Devlet, Cemaat ve Demokrasi
Gürcan ONAT
39
Milli Güç ve Devlet (1)
Nejat ÖZDEN
40
Büyük Yüzleşme Çağı
Mehmet Yavuz AY
43
Savunma Reformu Raporu
Melih TANRIVERDİ
44
İslam Dünyası’nın İsrail Sorunu
Yusuf ÇAĞLAYAN
47
İran Krizi, Suriye Karmaşası
Ülkemizi Ne Kadar Etkiler?
Faruk BAKAÇ
49
Soma’da Çanakkale Ruhu
Osman KAÇMAZ
50
Irak’ın Geleceği
Fethi KIRAN
54
Şimdi İttihad Vaktidir
Mehmet KANMAZ
58
Zirvede Kalabilmek
Mehmet KANMAZ
62
Soma’yı Nasıl Gördüm
Aytekin KALAY
64
Ana, Anam, Anneler
Halil MERT
66
Yeni Türkiye: ‘Eski Hâl Muhal...
Ya Yeni Hâl Ya İzmihlâl’
70
Nostalji / Mustafa EROL
76
Milli Güç ve Devlet
Gençliğimiz
Gerçekten
Mutsuz mu?
s.
16
s.
40
Çözüm Süreci Doğru Yönetiliyor
mu?
s.
24
Soma’da
Çanakkale
Ruhu
s.
50
H A B E R L E R
Eylül 2013 – EYLÜL 2014
8. Asder Gn.Bşk.Yrd. M. HACIMUSTAFAOĞULLARI Birlik Vakfında
04.01.2014 tarihinde Gündem ve Ötesi
konulu bir sunum gerçekleştirmiştir.
9. ASDER
Onursal
Bşk.E.Tuğg.
Adnan TANRIVERDİ Haber Türk Tv.de
07.01.2014 tarihinde Türkiye’nin Nabzı
programında gündeme dair görüşlerini
bildirmiştir.
10. 28 Şubat Platformu olarak Ankara
Adliyesi önünde 07.01.2014 tarihinde
“28 ŞUBAT DAVASI KAPATILMAYA MI
ÇALIŞILIYOR?” konulu basın açıklaması
yapılmıştır.
1. Asder Gn.Bşk.Yrd. M. HACIMUSTAFAOĞULLARI
ve
A.KAPLAN
18.11.2013 tarihinde
Uzay Tv.de
Derin Kutu programında gündeme ait
değerlendirmelerde bulunmuştur.
2. Antalya İl Temsilciliğinde, Hakan
ŞİMŞEK görevini Zekeriya GÖKBERK’e
devretmiştir. Hakan beye görevdeki
hizmetleri için teşekkür ederiz.25.11.2013
3. Derneğimiz
Üyesi
Hakan
ÖZTARSU’nun kızı Sümeyra Hanım ile
Ali Bey 24 Kasım 2013 tarihinde dünya
evine girmiştir. Yeni çifte iki dünya saadeti
temenni ederiz.
4. Asder Haysiyet Divanı Üyesi Ersan
ERGÜR ve Üyemiz Ali TANDOĞAN
29.11.2013 tarihinde
Uzay Tv.de
Derin Kutu programında gündeme ait
değerlendirmelerde bulunmuştur.
5. Gazeteci-Yazar Nevzat ÇİÇEK
Asder üye ve gönüllülerinin katılımı
ile
10.12.2013
tarihinde
Üsküdar
Üniversitesinde
Suriye’deki
son
gelişmeler ve Ortadoğu konulu sunumunu
gerçekleştirmiştir.
6.
Suriyeli kardeşlerimiz için ASDER
tarafından HER EVDEN BİR TORBA
UN KAMPANYASI başlatılmış ve
toplanan yardımlar ihtiyaç sahiplerine
gönderilmiştir. 12.12.2013
7. ÇağlayanAdliyesi önünde 03.01.2014
tarihinde ASDER Üyeleri ve gönüllülerinin
hazır bulunduğu “PSİKOLOJİK SAVAŞ
OPERASYONLARINA DUR ” demek için
BASIN AÇIKLAMASI yapılmıştır.
4
ASDER | eylül 2013
11. ASDER Genel Merkezince 12 Ocak
2014 tarihinde “YENİDEN YARGILAMA
HUKUKİ MİDİR?” konulu bir Basın
Duyurusu yayımlanmıştır.
12. Üyelerimizden Cüneyt TIKIZ 15
ŞUBAT 2014 tarihinde Eskişehir’de
dünya evine girmiştir. Evlenme töreninde
Eskişehir İl Temsilcisi, arkadaşları,
akrabaları, dostları ve Genel Merkezimizi
temsilen Genel Sekreter Yardımcımız
Osman KAÇMAZ hazır bulunmuştur. Yeni
çifte ömür boyu mutluluklar dileriz.
13. MAZLUMDER’in açtığı ve konusunda
uzman hocaların ders verdiği 2 Kasım
2013 – 18 Ocak 2014 tarihleri arasında
açılan 8. İNSAN HAKLARI OKULU’na
Yönetim Kurulu Üyelerimizden Reşat
Fidan ve Osman Kaçmaz katılmıştır.
14. ASDER Aylık konuklu toplantısının
21 Ocak 2014 tarihindeki konuğu Prof.
Dr.Bekir Berat ÖZİPEK olmuştur.
Konuğumuz üyelerimize gündeme ait
konular ile ilgili sunum yapmıştır.
15. UZAY Tv.de 24.01.2014 tarihinde
M.HACIMUSTAFAOĞULLARI
ve
Av.Yasin ŞAMLI 28 Şubat Davasını
değerlendirmiştir.
16. Doç.Dr.Niyazi BEKİ 18 Şubat 2014
tarihinde Üsküdar Ünv.Konf.Salonunda
Uhuvvet konulu semineri sunmuştur.
17. İDSB.nin organize ettiği YEMEN
STK. Buluşmasına giderlerini kendi
karşılamak suretiyle 19-22 Şubat 2014
tarihlerinde ASDER’i temsilen Gn.Bşk.
Yrd. Necmettin KELEŞ katılmıştır.
18. ASDER in Genel Sekreterliğini
yürüttüğü 28 ŞUBAT PLATFORMU
na destek veren Dernek ve Vakıflar
tarafından 01.03.2014 tarihinde Tünel’den
Galatasaray Meydanına kadar yürünerek
“BİR DAHA ASLA” Darbe olmamalı konulu
Basın açıklaması yapılmıştır.
19. Asder Bursa Şube Yönetim Kurulu
Bursa İl Milli Eğitim Md.V. Mustafa
BİLİCİ’yi makamında ziyaret etmiştir.
09.03.2014
20. Asder Genel Merkezi tarafından
12 Mart 1971 yapılan 12 MART
MUHTIRASINI TEL’İN ile ilgili basın
duyurusu yapılmıştır. 11.03.2014
21. Antalya İl Temsilciliğimizin organize
ettiği 16 Mart 2014 tarihinde ASDER,
ASSAM ve SADAT Yönetiminden
E.Tuğg.Adnan TANRIVERDİ, Mustafa
HACIMUSTAFAOĞULLARI, M.Abdullah
KAPLAN,
S.Güray
BALATEKİN’in
katıldığı; Üyelerimiz ile buluşma, Bölgedeki
STK.lar ile bir araya gelme ve söyleşi,
akademisyenler ile toplantı, Antalya halkı
ile panel/söyleşi gerçekleştirilmiştir.
22. ASDER Gn.Bşk.Yrd. Necmettin
KELEŞ 18 Mart 2014 tarihinde Kayseri
Şubemizi ziyaret etmiş ve arkadaşlarımızla
toplantı düzenlemiştir.
23. MADDE 33 Mağdurların haklarını
almaları için yeniden revize edilmiş,
Başbakanımız
Sn.Recep
Tayyip
ERDOĞAN ile görüşmek üzere yeniden
RANDEVU talebinde bulunulmuştur.
01.04.02014
24. 28 Şubatta mağdurların başından
geçen önemli olayları anlattıkları 28
ŞUBAT BELGESELİ projesi başlatılmıştır.
01.04.2014
25. SOMA’da meydana gelen maden
faciasında
hayatını
kaybedenlerin
yakınları ile yaralıları ziyaret etmek,
onların acılarına ortak olmak amacıyla
23-24 Mayıs 2014 tarihlerinde SOMA ve
KIRKAĞAÇ’a ziyaret gerçekleştirilmiştir.
Ziyarete Dernek Genel Merkezimizi
temsilen Arif ÇELENK, Reşat FİDAN,
Osman KAÇMAZ ile Manisa, Balıkesir,
İzmir İl Temsilcileri ile İstanbul ve
eylül 2013 | ASDER
5
H A B E R L E R
Bursa’dan üyelerimiz iştirak etmiştir.
26. Devlet Yönetimine ışık tutan
fıkhi hükümler konulu panel Ersan
ERGÜR ‘ün koordinatörlüğünde Prof.
Dr.Ahmet
ÖZEL,
Prof.Dr.Mustafa
ERDOĞAN
ve
Araştırmacı-Yazar
Hüseyin DAYI’nın sunumuyla 26 Nisan
2014 tarihinde Üsküdar Üniversitesinde
gerçekleştirilmiştir.
27. YUSDER Etkinliği Şube Başkanları
ve İl Temsilcilerinin iştiraki ve üyelerimizin
katılımı ile Belgrad Ormanlarında
gerçekleştirilmiştir. 27 Nisan 2014
28. ASDER Şube Başkanları ve İl
Temsilcileri 26 – 27 Nisan 2014 tarihinde
İstanbul’da bir araya gelmiş, programda
yapılan
ve
yapılacak
çalışmalar
hakkında bilgi sunulmuş, Başkan ve
Temsilcilerimizin görüş ve teklifleri
alınmıştır. 27 Nisan 2014
29. TSK lerinden KARARNAME ile ilişiği
kesilen arkadaşlarımızın durumlarını
kamuoyunda daha açık dile getirmek,
yaşadıkları sıkıntıları ve adaletsizlikleri
halkımız ile paylaşmak amacıyla bir KİTAP
çalışması başlatılmış ve KARARNAME
mağdurlarından
başlarından
geçen
önemli hayat hikayeleri
anlatılarak
Derneğimize bildirilmesi talep edilmiştir.
02 Haziran 2014
6
ASDER | eylül 2013
30. Asder Konya Şube Başkanlığı
03 Haziran 2014 tarihinde Konya İl
Emniyet Müdürü Hüseyin NAMAL Bey i
makamında ziyaret etmiştir.
31. DİYARBAKIR’da çocukları dağa
götürülen/kaçırılan çocukların annelerine
destek vermek, genç yaştaki çocukların
hayatlarının karartılmaması ve eğitimlerine
devam etmeleri için normal hayatlarına
dönmeleri gerektiği konusunda BASIN
DUYURUSU yapılmıştır. 06 Haziran 2014
32. ASDER’in
daha
iyi
hizmet
verebilmesi için Asder İl Temsilcilerinin
bağlı olduğu Ankara, Bursa, Kayseri ve
Konya’da BÖLGE BAŞKANLIKLARI
oluşturulmuştur. 14 Haziran 2014
33. İDSB (İslam Dünyası Sivil Toplum
Kuruluşları Birliği) nin organize ettiği
12-15
Haziran
2014
tarihlerinde
KAZAKİSTAN’nın
Çimkent
İlinde
gerçekleştirilen
İDSB 17.KONSEY
TOPLANTISI na Asder’i temsilen Genel
Başkan Yardımcımız Necmettin KELEŞ
(giderleri kendi bütçesinden karşılayarak)
katılmıştır.
34. Konya Asder Şubemizin Pikniği 14
Haziran 2014 tarihinde Göksu Şelalesinde
gerçekleştirilmiştir.
35. Asder Konya Şube Yönetim Kurulu
Üyeleri 24 Haziran 2014 tarihinde TRT
Konya Bölge Müdürü İsmail TURAN, AA
Bölge Md. Ahmet KAYIR, Basın Yayın Enf.
İl Md.Tuncay KARABULUT’u makamında
ziyaret etmiştir.
4.
Seydi DAĞLI – E. Astsubay
5.
Abdülaziz BEŞTOĞRAK – Dış Tic.
36. Konya Valisi Sn. Muammer EROL
25 Haziran 2014 tarihinde Asder Konya
Şb.Bşk.lığını ziyaret etmiştir.
6.
37. Kardeş ASSAM Derneğinin UHAD
Uluslar arası Hakemli Dergisinin ilk sayılı
yayınlanmıştır. Hayırlı olmasını dileriz.
01.07.2014
Uzmanı
Sabahattin
ÖZTEKİN
–
Tekstil
İşletmecisi
7.
Gürkan ÇAKIR – Proje Md.
8.
Cüneyt DEĞİRMENCİ – Araştırmacı
9.
Ünal İŞGÖREN – Mermer Tic.
38. Asder
GELENEKSEL
İFTARI
05 Temmuz 2014 tarihinde Üsküdar
Üniversitesinde gerçekleştirilmiş, üye ve
gönüllülerin kucaklaşması sağlanmıştır.
10. Gündüz ÖZTÜRK – Dr. Dahiliye
39. Konya
Şubemizin
düzenlediği
iftarına;yönetim kurulunu temsilen, Bşk.
yrd.Arif ÇELENK ve Gn.Skr.Yrd.Osman
KAÇMAZ iştirak etmişlerdir.12 Temmuz
2014
12. Yusuf Semih AKARSU – Kimya Müh.
40. M
u
s
t
a
f
a
HACIMUSTAFAOĞULLARI’nın
oğlu
Ömer Sefa ile Zeynep 03 Ağustos
2014 tarihinde evlenmişlerdir. Yeni çifte
mutluluklar dileriz.
15. Erol ERŞENKAL – Malül. Em. Subay
41. Asder gönüllüsü, güzel insan E.Bnb.
Ragıp ÖZKAN ağabeyi 18 Ağustos 2014
tarihinde
ebediyete uğurladık. Allah
rahmet eylesin.
Uzmanı
11. Ali AKDAĞ – Normal E. Astsubay
13. Namık Hikmet GÜLAY – Normal Em.
Astsubay
14. Bekir OĞUZ – Normal Em. Astsubay
16. Erol SARIASLAN - Tekstilci
17. Hıdırşah AYTAÇ – Mağ.Uzman Çvş.
18. Osman TURGUT – Yönetici
19. Suat GÜN – Gazeteci/Yazar
20. Hicabi BAĞDATLI -
42. Dernek Üyemiz Araştırmacı Engin
YILMAZ
Bey ile Şengül ÖZTÜRK
Hanımefendi 31 Ağustos 2014 tarihinde
dünya evine girmiştir. Yeni çifte mutluluklar
dileriz.
Mağ.Astsubay
43. Genel Sekreterimiz Reşat FİDAN
31 Ağustos 2014 tarihinde Asder
Kayseri Şubemizi ziyaret etmiş, üye
ve gönüllülerimiz ile bilgi alışverişinde
bulunmuştur.
Emekli
Kararname
21. Fehmi ŞAHİN – Normal E. Subay
22. Ahmet KUNT – Araştırmacı
23. Mehmet KAZGAN – Yaş. 6191
24. Kadir OKATAN – Araştırmacı
25. Meshut BAŞAK – Prof.Dr. (Dahiliye
Uzm)
26. İzzet BAKAN – Araştırmacı
GÜCÜMÜZE
GÜÇ
KATAN
YENİ
ÜYELERİMİZ (ARALIK 2013 – AĞUSTOS
2014 Şubeler Hariç)
1. Turgay KOÇYİĞİT – Avukat
2. Oruç ŞAHİNCİ – Araştırmacı
3. Abdülkadir DEMİRHAN – İşletmeci
27. Hakan DUYAR - Araştırmacı
Reşat FİDAN
Genel Sekreter
eylül 2013 | ASDER
7
Anayasa
Mahkemesi’nin
Balyoz Davası
Kararı
Adnan TANRIVERDİ Emekli General /
ASSAM ve SADAT Ynt. Krl. Bşk.
Balyoz hükümlülerinin tahliyeleri üzerinden iki hafta geçti.
Toz duman dağıldı.
Tahliye olan askerlerin serbest kaldıktan sonraki hassas psikolojik durumları
da yerini sükûnete bıraktı. Tahliye meselesi de basının gündeminden indi.
Çeşitli boyutları bulunan tahliye meselesini serinkanlı olarak değerlendirme
zamanı geldi.
dır.
Meselenin farklı boyutları bulunmakta-
• Silahlı Kuvvetlerdeki darbeci gelenek ve
Balyoz Planı,
• Balyoz İddianamesi ve tutuklamalar,
• Yargılama süreci, Özel Yetkili Mahkemenin, Yargıtayın, Anayasa Mahkemesinin
ve Yetkili Mahkemenin Kararları,
• Sürecin Asker Mağdurlarına Askeri, Sivil
ve Yüksek Yargının yaklaşımı,
• Yargımızın bağımsızlığı, tarafsızlığı ve
Adalet dağıtmadaki becerisi,
Bu meseleleri yaşadığımız süreç içinde tekrar hatırlamamızda fayda bulunmaktadır.
Cumhuriyet döneminin
İslami uyanışı tehdit
gören laik ideolojisi,
bürokraside ve Silahlı
Kuvvetlerde etkili bir
şekilde kadrolaşmasını
tamamlamış ve oluşan
bürokratik yapı kendini
hep milletin iradesinin
üzerinde görmüştür.
ÜLKEMİZDEKİ DARBECİ GELENEK:
Ülkemizde 27 Mayıs 1960 darbesinden başlayan bir askeri darbe geleneğinin bulunduğu bir vakıadır. Bu geleneğin
devam etmesinin ana nedeni, her darbeyi
yapan kadronun aktif görevi bırakmadan
8
ASDER | eylül 2013
önce yeni bir cunta oluşturması ve görevi ona teslim etmesidir. Bunda hem eski
darbecilerin kendilerini garantiye alma içgüdüsü hem de milletin İradesini askerin
kontrolünde tutma işgüzarlığı birlikte bulunmaktadır.
Cumhuriyet döneminin İslami uyanışı
tehdit gören laik ideolojisi, bürokraside ve
Silahlı Kuvvetlerde etkili bir şekilde kadrolaşmasını tamamlamış ve oluşan bürokratik yapı kendini hep milletin iradesinin
üzerinde görmüştür. Bu ideolojiyi merkeze alan siyasi partiler ve sivil toplum kuruluşları da devlet bürokrasisi ve Silahlı
Kuvvetler ile birlikte hareket etmiştir.
Darbeci zihniyet işi o kadar aleniyete
dökmüş ki “halkın %99’u istese de bizim
kabul etmediğimiz bir değişikliğin olması
Türkiye’de mümkün değildir.” söylemini
açıkça ifade etmekten çekinmemiştir.
Gerektiğinde darbe yapabilmek için
yetkiler de Anayasa ve yasalara, darbecilere hesap sorulmasını engelleyecek,
uygun şekillerde yerleştirilmiştir.
Oluşturulan bu ortamda darbeciler,
millete, vatana ve devlete hizmet ederken
bize ne hakla hesap soruluyor diye sorabilir hale gelmişlerdir.
Bu pencereden bakanlar için darbe diye bir vakıa yoktur. Hizmet yapmak için
olağanüstü risk ve sorumlulukları Devlet
için alma fedakârlığı vardır.
Darbe hesaplarını alt üst eden ise,
milletin desteğini bir parti üzerinde uzun
süre toplayarak siyasi istikrar istemesi ve
görevlendirdiği sivil iradenin de istikrarın
bozulması için kurulan tuzakları ortadan
kaldırarak hesap sorma konumuna geçmesidir.
Darbecilerin yargılanmalarında bu gerçekleri göz ardı etmemek gerekmektedir.
BALYOZ SEMİNERİ[1]
ABD’nin Irak’ı işgale (işgal:19 Mart
2003) hazırlandığı; işgalde görev alacak
koalisyon güçleri için, Türkiye topraklarının kullanılması amacıyla, henüz dört
ayını dolduran ve Parti Liderini TBMM’ne
sokma gayreti içinde bulunan (09 Mart
2003 de Milletvekili, 15 Mart 2003 Başbakan) genç TC hükümetine yoğun bir şekilde baskı yaptığı; Türk Silahlı Kuvvetlerinin Kuzey Irak’a gönderilmesi ve yabancı
Silahlı Kuvvetlerin Türkiye topraklarını
kullanmasına izin verilmesi konusundaki
Tezkere’nin TBMM’de oylandığı (01 Mart
2003) kritik bir dönemde, 05-07 Mart 2003
tarihlerinde 1. Ordu komutanlığınca, Kara
Kuvvetleri komutanlığının emirleri hilafına, Geri Bölge Emniyeti örtüsü altında
BALYOZ HAREKÂT PLANI SEMİNERİ
icra edilmiştir.
Tüm Millet 01 Mart Tezkeresinin
TBMM’den geçmemesi için ayağa kalkmışken 1. Ordu Komutanlığının darbe hazırlığı ile uğraşması, Türkiye Cumhuriyeti
tarihine geçecek ibretlik bir olaydır.
BALYOZ DAVASININ AÇILMASI[2]
Zamanın Taraf Gazetesi Yazarı Mehmet Baransu’nun “FATİH” isimli bir bavul
içinde 2229 sayfa doküman, 19 adet CD
ve 10 adet teyp kasetinden oluşan belgeleri “İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı”na
teslim etmesi ile soruşturma başlatılmış
ve BALYOZ DAVASI 29 Ocak 2010 tarihinde açılmıştır.
BALYOZ İDDİANAMESİ[3]
196 kişi hakkında hazırlanan 968 sayfalık BALYOZ İDDİANAMESİ 06 Temmuz
2010 tarihinde özel yetkili İstanbul 10.
Ağır Ceza Mahkemesine teslim edilmiş
ve iddianame Mahkemece 23 Temmuz
2010 tarihinde kabul edilmiştir.
2229 Sayfa dokümanın 1077 sayfası 12 Eylül 1980 darbesinde uygulanan
“Bayrak Harekât Planı” ve eklerinden
oluştuğu, 1077’den 2229 uncu sayfaya
kadar olanların ise dava ile ilgisi olmayan
başka planlara ait olduğu tespiti yapılmıştır.
19 adet CD ve 10 adet teyp kasetinin
çıktıları alınarak belgeye dönüştürülmüş,
bu belgeler 50 klasörde tasnif edilmiş,
2229 orijinal belge, 19 CD ve 10 teyp
kaseti emanete alınmış, belgelerin suretleri çıkarılarak İddianameye eklenmiş,
CD’lerden 11, 16 ve 17 numaralılarının
BALYOZ HAREKÂT PLANI ile ilgisi olduğu belirlenmiştir.
19 adet CD’nin delil vasfının olup
olmadığının tespiti için İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığının görevlendirdiği
TUBİTAK’tan iki ayrı, 1. Ordu Komutanlığı
Askeri Savcılığı tarafından görevlendirilen ve askerlerden oluşan dört ayrı bilirkişi heyetinin raporları ve Emniyet Genel
Müdürlüğü uzmanlarının hazırladığı rapordan, CD’lerde dosyaların oluşturma
ve kaydetme tarihlerinin 2003 yılı ve öncesine ait olduğu; 05-07 Mart tarihlerinde
icra edilen seminerin ses kayıtlarından da
seminerde Balyoz Harekât Planının görüşüldüğü kaydedilmiştir.
Balyoz İddianamesinde;
Darbe hesaplarını alt
üst eden ise, milletin
desteğini bir parti
üzerinde uzun süre
toplayarak siyasi
istikrar istemesi ve
görevlendirdiği sivil
iradenin de istikrarın
bozulması için kurulan
tuzakları ortadan
kaldırarak hesap sorma
konumuna geçmesidir.
Zamanın 1. Ordu Komutanı tarafından
“28 Şubat sürecinde elde edilen kazanımlardan istifade edilememesi ve 2002
seçimlerinde AK Partinin tek parti olarak
iktidara gelmesi ile beraber, Türkiye Cumhuriyeti devletinin laiklik karşıtı ve irticai
unsurların etkisine girmeye başladığı ve
eylül 2013 | ASDER
9
bu nedenle Balyoz Komutanlığının İç Hizmet Kanununun kendisine verdiği Türkiye
Cumhuriyet’ini kollama ve koruma görevinin gereği olarak bu harekât planını hazırlayıp kurulan hükümetin yıkılması ve
yerine milli mutabakat hükümeti adı altında yeni bir hükümetin kurulması yönünde
çalışma başlatıldığı;
Öncelikle 1 inci Ordu Komutanlığı bünyesinde görev yapan bazı general ve üst
düzey subaylarla görüşülerek bu hususta
anlaşmaya varıldığı;
1 inci Ordu sorumluluk sahası içinde
bulunan Harp Akademileri Komutanı ve
Donanma Komutanı ile temas kurulduğu
ve anlaşma sağlandığı;
İstanbul ve Bursa Jandarma Bölge
Komutanlarıyla da temas ve anlaşmanın
sağlandığı;
Ordu bünyesindeki hiyerarşik yapı dışında bu amacı gerçekleştirmek için farklı
bir yapılanma oluşturulduğu;
Hükümeti yıkmaya yönelik Balyoz Hareket Planı adı altında çok kapsamlı ve bir
o kadar da ayrıntılı bir plan hazırladığı;
Balyoz Güvenlik Harekât Planının;
•
İstihbarat Toplama Faaliyetleri,
• Askeri Müdahale için Zemin Hazırlama Süreci,
•
Askeri Müdahale,
• Milli Mutabakat Hükümeti (Yeniden Yapılanma),
Bu planlardan Tırpan
hariç diğerlerinde
hedef şahısların isim
isim belirlendiği,
yine tüm planlarda
hangi personelin
görevli olduğunun
ismen belirtildiği, bu
planların icrasında
görevlendirilenlerin
hepsinin asker kişiler
olduğun tespit edildiği;
Belirtilerek, 5271
Sayılı CMK’nın
250-252. maddeleri
gereğince şüphelilerin
yargılamaları yapılarak
cezalandırılmalarına
karar verilmesi talep
edilmiştir.
•
Seçim,
olmak üzere bir birini takip eden beş
safhadan meydana geldiği;
İstihbarat toplama faaliyetlerinin yürütüldüğü dikkate alındığında planın icraya
konulduğunun düşünülebileceği;
Balyoz Güvenlik Harekât Planına ek
olarak bazı Jandarma Komutanlıkları
tarafından kargaşa çıkarmak amacıyla
Sakal veÇarşaf; Deniz ve Hava Kuvvetlerinde görevli bazı şüpheliler tarafından
Yunanistan’la gerginlik yaratarak Sıkıyönetim zemini oluşturmak üzere hazırlanan
Oraj ve Suga; Müslüman bir dini grubun
10
ASDER | eylül 2013
liderine karşı kullanılmak üzere jandarma
görevlileri tarafından hazırlanan döküm;
gayrimüslim dini lider ve iş adamlarına
karşı uygulanmak üzere Sakal-2, darbe
karşıtı akademik kadroya karşı uygulanmak üzere Tırpan; Ermeni basın mensuplarına karşı kullanılmak üzere Orak;
darbe karşıtı sağ kesime karşı Yumruk;
darbe karşıtı sol kesime karşı Kürek; darbe karşıtı liberallere yönelik Testere isimli
eylem planlarının hazırlandığı;
Bu planlardan Tırpan hariç diğerlerinde hedef şahısların isim isim belirlendiği,
yine tüm planlarda hangi personelin görevli olduğunun ismen belirtildiği, bu planların icrasında görevlendirilenlerin hepsinin asker kişiler olduğun tespit edildiği;
Belirtilerek, 5271 Sayılı CMK’nın 250252. maddeleri gereğince şüphelilerin
yargılamaları yapılarak cezalandırılmalarına karar verilmesi talep edilmiştir.
“Askeri Casusluk ve Şantaj” soruşturması kapsamında 6 Aralık 2010 tarihinde
Gölcük Donanma Komutanlığı’nda İstihbarat Şube Müdürlüğü odalarında İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesinin kararı
ile İstanbul Emniyet Müdürlüğü ekiplerin
tarafından gerçekleştirilen aramada, İstihbarat Şube Müdürlüğü’ne ait odanın
döşemelerinin altındaki gizli bölmede,
10 adet poşet içinde çeşitli dini ve siyasi
içerikli yayınlar, gizli kamera düzenekleri,
ses yayın cihazları, video, teyp ve mikro
kasetler, CD-DVD, seçmen listeleri, fişleme niteliğinde dokümanlar ve 5 adet hard
disk ele geçirilmiş; bu soruşturmaya sebep olan 143 sanık hakkında 11 Kasım
2011 tarihinde dava açılmış, hazırlanan
iddianame 10. Ağır Ceza mahkemesince
23 Kasım 2011 tarihinde kabul edilerek
Balyoz Davası ile birleştirilmiştir.[4]
İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesinin kararı ile İstanbul Emniyet Müdürlüğü
ekiplerince Emekli Hava İstihbarat Albay
Hasan Büyük’ün Eskişehir’deki evinde
21 Şubat 2011 tarihinde yapılan aramada, Balyoz Davası Konusu Suga ve Oraj
Harekât planı kapsamında bilgilere ulaşılmış, olayla ilgili 28 sanık hakkında hazırlanan iddianame 28 Haziran 2011 tarihinde İstanbul 10. Ağır ceza Mahkemesince
kabul edilmiş ve dosya 03 Ekim 2011 tarihinde Balyoz Davası ile birleştirilmiştir[5].
Üç iddianamenin birleştirilmesi sonucunda BALYOZ DAVASI’nın sanık sayısı
367 olmuştur.
sonuca etkili olmadığı kanaatine varılarak, söz konusu taleplerin reddedildiği”
belirtilmiştir.
Gerekçeli Karar göre 36 sanık berat
ederken 324 sanık ceza almıştır.
3 general 20 yıl hapis cezası aldı.
BALYOZ TUTUKLAMALARI[6]
Dava açıldıktan sonra bir kısım Balyoz
Sanıkları 22 Şubat 2010 tarihinde gözetim altına alınmış, ilk sorgularını müteakip
çıkarıldıkları mahkeme tarafından bazıları
26 Şubat 2010 tarihinde tutuklanmış, itiraz üzerine 01 Nisan 2010 Tarihinde tahliye edilmişlerse de Nisan sonunda tekrar
tutuklanmışlardır.
İddianamenin 10. Ağır Ceza Mahkemesi tarafında kabulünden sonra da
Balyoz sanıklarının tamamı 24 Temmuz
2010 tarihinde tutuklanmışlar itirazlar sonucunda tekrar tahliye edilmişler, “Askeri
Casusluk ve Şantaj Davası” ile birleştirilmesini müteakip 11 Şubat 2011 tarihinde
tekrar tutuklanmışlar ve dava süresince
tutukluluk halleri devam etmiştir.
BALYOZ KARARI[7]
İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesi
21 Eylül 2012 tarihinde Balyoz Planı davasının kararını vermiş, 1435 sayfadan
oluşan gerekçeli karar ise 07 Ocak 2013
tarihinde açıklanmıştır.
Gerekçeli Kararda tüm dijital verilerin gerçek olduğu kanaatine varıldığı için
Mahkeme tarafından ayrı bilirkişi heyeti
oluşturulmadığı; sanıklar ve müdafiler tarafından, dosyaya rapor düzenleyen bilirkişiler ile zamanın KKK Emekli Orgeneral
Aytaç Yalman ve zamanın Genelkurmay
Başkanı E. Org. Hilmi Özkök’ün dinlenilmesini birçok kez talep edildiği ancak bilirkişiler ile adı geçen tanıkların, sanıklara
atılı suçun niteliği göz önüne alındığında
toplanan kanıtlara göre beyanlarının alınmasının karara etkisi bulunmadığı, kanıtın
amaca uygun olmadığı değerlendirildiğinde, tanık gösterilmesi isteğinin mahkeme
üzerinde kamuoyu nezdinde baskı oluşturmak amacıyla yapılması, seminer ve
diğer belgelerin gerçek olması nedeniyle
de bilirkişiler ve tanıkların dinlenilmesinin
78 sanık 18 yıl hapis cezası aldı.
214 sanık 16 yıl hapis cezası aldı.
28 sanık 13 yıl 4 ay hapis cezası aldı.
1 sanık 15 yıl hapis cezası aldı.
3 kişinin dosyası ayrıldı.
36 sanık beraat etti.
Balyoz Kararı ile ilgili olarak zamanın
Genelkurmay Başkanı E. Org. Hilmi Özkök; “Üzülmemek mümkün değil, hepsi
beraber çalıştığım silah arkadaşlarım. Ceza almaları beni derinden üzüyor. Aileleri
acı çekiyor, kendileri çekiyor. Bunlar keşke
olmasaydı diye düşünüyoruz, ne yapalım
bunlar yaşandı.” Balyoz Darbe Planı ile
de “Silahlı Kuvvetler ‘de çeşitli durumlara
ilişkin Milli Güvenlik Kurulu’nda kararlaştırılan ve hükümet tarafından onaylanan
Milli Strateji Belgesi’nde, harp oyunları,
plan seminerleri ve plan tatbikatları vardır.
Ben yoğunluğumdan katılamadım. Kara
Kuvvetleri Komutanlığı tarafından yapılmasını emrettim. Bu seminer icra edilmiş
fakat en tehlikeli senaryo amacını biraz
aşkın şekilde oynanmış. Siyasi kişiler ve
siyasi olaylar gerçekmiş gibi oynanmış.
Ben de Kara Kuvvetleri komutanına incelettim” ifadelerini kullandı[8].
YARGITAY’IN BALYOZ İLE İLGİLİ
TEMYİZ KARARI[9]
Dava Dosyası Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcılığına 27 Şubat 2013 tarihinde
gelmiş, duruşması 15 Temmuz 2013 tarihinde başlamış ve bir ay devam etmiştir.
Davaya bakan Yargıtay 9. Ceza Dairesi Kararını 09 Ekim 2013 tarihinde açıklamış, 361 kişiden 237’sinin hakkındaki
mahkûmiyet onanırken 88 kişi tahliye
edilmiştir.
Yargıtay Gerekçeli Kararında;
eylül 2013 | ASDER
11
Balyoz Kararı ile
ilgili olarak zamanın
Genelkurmay Başkanı
E. Org. Hilmi Özkök;
“Üzülmemek mümkün
değil, hepsi beraber
çalıştığım silah
arkadaşlarım. Ceza
almaları beni derinden
üzüyor. Aileleri acı
çekiyor, kendileri
çekiyor.
“TSK’deki teamüller gereği 2003 yılı
Yüksek Askeri Şurası’nda (YAŞ) Deniz
Kuvvetleri Komutanı olacak Donanma
Komutanı Oramiral Özden Örnek ve
Hava Kuvvetleri Komutanı olacak Harp
Akademileri Komutanı Orgeneral Halil İbrahim Fırtına ile mutabakata vardığı anlaşılan 1. Ordu Komutanı Orgeneral Çetin
Doğan’ın, 28 Şubat sürecinde elde edilen
kazanımlardan istenilen düzeyde istifade edilememesi ve ülkede hızlı bir zemin
kayması yaşandığı gerekçesiyle, serbest
demokratik seçimlerle iş başına gelmiş
siyasi iktidarı Hükümetten uzaklaştırma
ve bu amaç doğrultusunda kara, deniz ve
hava unsurları olarak harekât ve eylem
planları hazırlama ve hazırlanan planları
gerçekleştirebilmek için Türk Silahlı Kuvvetlerinin yasal hiyerarşik yapısı dışında
ayrı bir hiyerarşik yapılanmaya gitme kararını aldıkları, bu kapsamdal. Ordu Komutanı Çetin Doğan’ın, ittifak ettiği ast
birlikleri olan 2, 3, 5 ve 15. Kolordu Komutanlarından, kara unsurlarına ait harekât
ve eylem planlarında görev alacak askeri
personelin belirlenmesini istediği; 2, 3, 5
ve 15. Kolordu Komutanlıkları ile l. Ordu ve Harp Akademileri Komutanlığınca
belirlenen isimler üzerinden Balyoz Güvenlik Harekât Planı’nın eki olan ‘görevlendirmede yetkili personeli’ belirleyen bir
listenin oluşturulduğu anlaşılmıştır.” demek suretiyle hiyerarşik yapı dışında bir
darbe cuntasının oluşturulduğunu tespit
etmiştir.
Gerekçede, Eski Genelkurmay Başkanı emekli Orgeneral Hilmi Özkök ve Kara
Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman’ın, şahit olarak dinlenmeleri ile ilgili ‘taleplerinin
reddine ilişkin gerekçe ve mevcut deliller
nazara alındığında sonuca etkili olmadığı’
gerekçesiyle tanık olarak dinlenmediğine
yer verilmiştir.
Gerekçede, Eski
Genelkurmay Başkanı
emekli Orgeneral
Hilmi Özkök ve Kara
Kuvvetleri Komutanı
Aytaç Yalman’ın, şahit
olarak dinlenmeleri
ile ilgili ‘taleplerinin
reddine ilişkin gerekçe
ve mevcut deliller
nazara alındığında
Kendisine yapılan yoğun mahalle baskısı sonucu bunalan zamanın KKK E.
Org. Aytaç Yalman, cezalar Yargıtay tarafından onaylandıktan sonra Ulusal TV’ye
verdiği röportajda;
“2 Eylül 2013 günü Ulusal TV’de Hasdal Cezaevi’nde Silahlı Kuvvetler mensuplarının yaptığı açıklamaya verdiğim
12
ASDER | eylül 2013
cevap kamuoyuna önemle duyurulur. Benim tarih önünde en az sizler kadar onurlu
yerimi alacağımdan hiç şüpheniz olmasın.
Çünkü bu davaya muhatap olanlar arasında bir kişi masum ise O da bendenizdir.
Bunu açıklıkla ve ısrarla ifade ediyorum.
Bunu ileride öğrenecek ve söylediklerinizden mahcup olacaksınız. Yapılan saldırılar haddini aşan ve kişilik haklarımı zedeleyecek bir noktaya gelmeseydi, her şeye
rağmen bu açıklamayı yapmayacaktım.
Yazmakta olduğum kitabımdan seminer
ile sınırları olan bilgilerim ışığında, bütün
gerçekler öğrenilecektir. Çünkü bu husus
benim için bir görev halini almıştır. Hukuk
mağduru olmanızı, benim ifade vermem
ile nasıl izah edebiliyorsunuz? Defalarca
ifade vermek için müracaatta bulundum.
Gerçekleri çok iyi bildiğimi ifade ediyorsunuz. Bildiklerimi sizlerle paylaşıyorum.
Ancak seminer ile ilgili yaşanan olayın
cereyan şeklini bilahare yazmakta olduğum kitaptan detaylı bir şekilde öğreneceksiniz. Bu aşamada arkadaşlarımın
rencide olmaması için açıklamıyorum.
Esasen susmamın sebebi budur. Benim
farklı yorumlara sebep olacak bir ifadem
olmamıştır. Bu hususu da yaptığım açıklamada bulacaksınız. “Konuşanların halini görüyorsunuz” ifademden basında çıkan menfi yorumları kastettiğimi özellikle
belirtmek isterim.
Bu kadar hassasiyet ve tahammül
gösterdiğim halde bu yapılan saldırılar
karşısında benim size birkaç soru sorma
hakkım olduğunu kabul edeceğinizi düşünüyorum.
‘Sorulacak çok soru var’
• Emrime aykırı bu seminer ne için
yapıldı?
• Emrime aykırı olarak bu semineri yapan ve bu seminerin yapılışında her
türlü bilgi ve belgeyi benden gizleyenler
niçin itham edilmiyor?
• Seminerin emrime aykırı olarak
yapıldığını bilenler yasalar gereği olarak
niçin bana haber vermediler?
•
Tatbikatın mahiyeti hakkında bil-
gisi olmayanlar tatbikat başladıktan sonra
bana niçin haber vermediler?
ANAYASA MAHKEMESİNİN
MAĞDURLARINA YAKLAŞIM
• Bana saldıracağınıza düzmece
ve sahte olduğu iddia edilen CD’lerin kimler tarafından nasıl oluştuğunu araştırmanız daha uygun olmaz mıydı?
Silahlı Kuvvetlerden toplu tasfiyeye tabi tutulan askerin mağduriyetleri Türk yargısı tarafından hiç görülmediler.
• Ordu karargâhından çıkarılan
CD’lerin kimler tarafından ve nasıl çıkarıldığının araştırılması gerekmez miydi?”
Zamanın Genelkurmay Başkanı ve
Kara Kuvvetleri komutanlarının Balyoz
Kararının Yargıtay tarafından onaylanmasının akabinde söyledikleri dikkate alındığında, sanıkların bu Komutanlardan ne
bekledikleri merak konusudur.
ANAYASA MAHKEMESİNİN BALYOZ
KARARI
Anayasa Mahkemesi, bireysel başvuru hakkını kullanarak başvuruda bulunan
230 Balyoz Hükümlüsü hakkında 18 Haziran 2014 tarihinde;
Dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi
Özkök ve Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç
Yalman’ın tanık olarak dinlenmesi taleplerinin İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesi
tarafından reddedilmesi hususundaki ve
dijital delillerin değerlendirilmesine ilişkin
şikâyetlerinin giderilmediğine dair iddialarının kabul edilebilir olduğuna, yargılamada Anayasa’nın 36. Maddesinde güvence
altına alınan adil yargılama hakkının ihlal
edildiğine, ihlalin ve sonuçlarının ortadan
kaldırılması için yeniden yargılama yapmak üzere kararın bir örneğinin ilgili mahkemeye gönderilmesine, oybirliği ile karar
vermiştir.[10]
Anayasa Mahkemesi kararının kendilerine ulaşması yeniden yargılanma istemi ile başvuruların yapılmasını müteakip,
İstanbul Anadolu 4. Ağır Ceza Mahkemesi de 19 Haziran 2014 tarihinde, oy birliği
ile yeniden yargılanma ve infazın ertelenmesi kararını verdi.
Hükümlülerin tahliyesine aynı gün
başlandı.
Balyoz sanıkları şimdi yeniden yargılamanın başlamasını beklemektedirler.
YAŞ
Asker ve sivil yargımız bu insanların
uğradıkları haksızlıklar karşısında bigâne
kalmıştır. Meseleye hak ve adalet açısından yaklaşamamıştır. Hep şekle takılıp
kalmıştır. BALYOZ Davasına gösterdiği
duyarlığı gösterememiştir.
Her darbe döneminde toplu kıyım önce Silahlı Kuvvetlerimizde yapılmış, Silahlı Kuvvetler ayıklandıktan, tek ses haline
getirildikten sonra müdahale ederek veya
darbe yaparak siyasiler, sivil bürokrasi ve
toplum etkilenmiştir.
Yönetimin sivile devredilmiş gibi olduğu dönemlerde de askerler dışındaki
mağduriyetler ve dönemsel haksızlıklar
giderilirken mağdur askerler kaderleri ile
baş başa bırakılmıştır.
Bu durumun iki istisnası olmuştur.
Birisi, 1960 darbesinden sonra emekliye sevk edilen EMİNSU’lar[11] diğeri de
ASDER’lilerdir[12] diyebiliriz. EMİNSU’lar
bütün haklarını dört ayrı kanun ve 30 yılı
aşkın zaman içinde alabilmiştir. ASDER
ise mağduriyetin üzerinde 15 yıl geçtikten sonra ve kuruluşunun 11 inci yılında
büyük mağduriyetlerin ancak bir kısmının
giderilmesini sağlayabilmiştir.
Her iki telafi de yasama yoluyla gerçekleşebilmiştir.
ASDER’in savunduğu mağdurlar ve
özellikle de 28 Şubat sürecinde Yüksek
Askeri Şûra “YAŞ” Kararları ile mağdur
edilen 1637 kişi haklarını yürütme kademelerinde, yargı önünde ve yasama nezdinde dile getirmiştir.
Hak arama serüveninin aşamalarını
tekrar hatırlamak gerekirse;
• YAŞ Kararı ile TSK’den çıkarılan
yaklaşık her kişi önce Askeri Yüksek İdare Mahkemesine “AYİM” başvurmuşlar ve
talepleri YAŞ Kararlarının yargı denetimi
dışında olması nedeniyle reddedilmiştir.
eylül 2013 | ASDER
13
Zamanın Genelkurmay
Başkanı ve
Kara Kuvvetleri
komutanlarının
Balyoz Kararının
Yargıtay tarafından
onaylanmasının
akabinde söyledikleri
dikkate alındığında,
sanıkların bu
Komutanlardan ne
bekledikleri merak
konusudur.
• Sulh Hukuk Mahkemelerine başvuran bir kısım YAŞ mağdurlarının davaları da görevsizlikten reddedilmiştir.
• Mağdurların taleplerine devletin
tamamen duyarsız davrandığı 13 yıl sonunda, 12 Eylül 2010 Anayasa referandumu, disiplinsizlik gerekçe gösterilerek
Silahlı Kuvvetlerde çıkarma ile ilgili YAŞ
Kararlarını yargıya açık hale getirmiştir.
• Yanlışı kabul anlamına gelen bu
değişikliği bir fırsat olarak değerlendiren
YAŞ mağdurları, geçmişte yaptıkları yanlışları düzeltmeleri için 2010 yılında idareye başvurmuş, fakat başvurular reddedilmiştir.
• Bu reddi uyuşmazlığın sebebi sayarak mesele AYİM ’in önüne götürülmüş,
AYİM de Anayasa değişikliğinin yürürlüğe
girdiği tarih olan 23 Eylül 2010 tarihinde
önceki YAŞ kararlarını kapsamayacağından davaları reddetmiştir.
• Çaresiz kalan YAŞ mağdurları
meseleyi İcranın başı olan zamanın Başbakanına bizzat götürmüş ve mağduriyetin Askerî bürokrasinin müsaade ettiği
kadar bir kısmının 6191 sayılı kanun çıkarılarak YASAMA yolu ile giderilmesi
imkânı hâsıl olmuştur.
• 6191 sayılı kanun yargıya kapalı
işlemlerle mağdur edilenlerin gasp edilen
haklarının tamamen iade etmemiştir. Ancak, uygulamaya girdiği andan itibaren
çalışan veya emekli olan emsallerinin maaş ve özlük haklarının bir kısmını mağdur
edilenlere tanımıştır. Bu noksanlık hak
arama mücadelesini tekrar başlatmıştır.
• Mağdurların geçmiş haklarının
verilmesi ile ilgili başvuruları idare tarafından reddedilmiştir.
Sayın Başkan yedi
bilirkişinin raporu, bir
mahkeme kararı ve
Yargıtay denetiminden
geçmiş bir davada hak
ihlali tespit edildiğini,
tatmin olmadıklarını
ifade ediyor. Adaletin
tesisi konusundaki
Mahkemenin bu
titizliğine gönülden
alkış tutmamak ve iyi
ki varsınız dememek
mümkün değildir.
• Geçmiş haklarının kabul edilmesi
için açtıkları davalar da AYİM tarafından
reddedilmiştir.
• Sonunda Anayasa Mahkemesine
bireysel başvuru yolu kalmış, Anayasa
Mahkemesine 15 YAŞ mağduru davalarını Mart 2013 tarihinde açmış, Mahkeme
de 15 ay sonra 18 Haziran 2014 tarihinde
“AÇIKÇA DAYANAKTAK YOKSUN OLDUĞUNDAN REDDİNE” karar vermiştir.
Umutların bağlandığı Anayasa Mahke-
14
ASDER | eylül 2013
mesi de HAKSIZLIĞI görmemiştir.
Anayasa Mahkemesi Başkanı Sayın
Haşim Kılıç bir köşe yazarı ile yaptığı röportajında;
“Yerel mahkemenin delil olarak incelediği CD, hard disk ve benzeri dijital materyalleri değerlendirirken çelişkilere düştüğünü tespit ettik. Mahkemenin düştüğü
çelişkileri hak ihlali olarak değerlendirdik.
Keza, dava için çok önemli iki tanığın dinlenmemiş olmasını da bir hak ihlali olarak
gördük. Savunmanın, dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök ile Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman’ın dinlenmesini ısrarla talep etmesine rağmen
mahkemenin bu talebi reddederken öne
sürdüğü gerekçeler bizi tatmin etmedi.
Yine Yargıtay aşamasındaki aynı konudaki gerekçelerden de tatmin olmadık.”[13]
demiş.
Sayın Başkan yedi bilirkişinin raporu,
bir mahkeme kararı ve Yargıtay denetiminden geçmiş bir davada hak ihlali tespit
edildiğini, tatmin olmadıklarını ifade ediyor. Adaletin tesisi konusundaki Mahkemenin bu titizliğine gönülden alkış tutmamak ve iyi ki varsınız dememek mümkün
değildir.
Keşke, aynı hassasiyeti geriye dönük
haklarını talep eden YAŞ mağdurlarına da
gösterebilseydi.
Yargılanmış, hüküm giymiş, hükmü
Yargıtay tarafından onaylanmış, dört yıla
yakın hapis yatmış 70 civarındaki Balyoz
Davası zanlı askere, tahliyeleri ile birlikte
rütbeleri ve makamları iade edilip muvazzaf göreve başlamaları için önleri açılıyor.
Ama hiçbir suçu olmayan, herhangi bir
suçtan yargılanıp hüküm almayan, sadece inançlarından dolayı Silahlı Kuvvetlerden çıkarılan askerlerin görevlerine geri
dönmeleri bir tarafa, geriye dönük özlük
hakları bile kendilerine çok görülüyor.
Yüksek Mahkememizin saygıdeğer
Üyeleri ve Başkanı da bu mağdurlar hakkında verdikleri kararlardan tatmin oluyorlar!
SONUÇ
Balyoz Davasında gerçekler ortadadır.
05-07 Mart 2003 tarihleri arasında 1.
Ordu Karargâhında Balyoz Güvenlik Planı ile ilgili bir seminer yapılmıştır.
Bu plan hükümetin devrilmesi, yeni
hükümetin kurulması ve seçime gidilmesi
konularını içermektedir.
Belgeler, İddianameler, Özel Yetkili
Mahkeme ve Yargıtay kararlarında 1. Ordunun hiyerarşisi dışında Balyoz Güvenlik
Planının icrası için ayrı teşkilâtlanmanın
mevcut olduğunu ve Balyoz Darbe Plan
Seminerine bu cuntaya dâhil olanların katıldığını, tehdit görülen STK, Cemaat ve
Siyasi Kadrolara uygulanacak işlemleri
belirten eylem planlarının olduğunu belirtmektedirler.
Bütün bunlara iki noktada itiraz edilmektedir. Dijital delillerin kumpas olduğu
söyleniyor. Zamanın Genelkurmay Başkanı ve Kara Kuvvetleri Komutanın şahit
olarak dinlenmemesine itiraz ediliyor.
Artık Özel Yetkili Mahkemeler de 06
Mart 2914 tarihinden itibaren yok. İş Genel Yetkili İstanbul Anadolu 4. Ağır Ceza
Mahkemesine kaldı.
Dijital delillerin gerçek durumunu ve ilgili iki komutanın ne diyeceklerini zamanı
gelince göreceğiz.
Adalet devletin aslî vazifesidir.
Adalet insanların, hayvanların, nebatatın ve cansız yaratıkların haklarını kendilerine teslim etmektir.
Değil insanlar arasında, canlı cansız
bütün yaratıklar arasında ayırım yapmadan hepsinin hakkını kendisine teslim etmek adil devletin aslî görevidir.
Balyoz Davası Sanıkları işlemedikleri
suçlardan dolayı ceza almamalıdır. Haksız yere kaybolmuş hakları telafi edilmelidir. Suçlular da hak ettikleri cezayı bulmalıdır.
Ama yargı kimsesizlere de sahip çıkmalıdır.
İmkânlar ve yetkiler sadece egemen
güçler için seferber edilmemelidir.
Hakkın adaleti tesis edilmelidir.
DİPNOTLAR
[1]
http://www.adnantanriverdi.com/index.
php/askeri-konular/asker-siyaset-iliskisi/siyasibeyanatlarla-ilgili-yorumlar/254-balyoz-plani-21ocak-2010.html
[2] T.C. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığının
Soruşturma No: 2010/185; Esas No: 2010/564;
İddianame No: 2010/420 Numaraları ile kayıtlı
Balyoz İddianamesi,
[3] Balyoz İddianamesi
[4] T.C. Yargıtay 9. Ceza Dairesinin
2013/9110 Esas, 2013/12351 No.lu kararı
[5] T.C. Yargıtay 9. Ceza Dairesinin
2013/9110 Esas, 2013/12351 No.lu kararı
[6]
http://www.adnantanriverdi.com/index.
php/askeri-konular/asker-siyaset-iliskisi/siyasibeyanatlarla-ilgili-yorumlar/284-28-ubat-liderlerihesap-vermeli-14-ubat-2011.html
[7] İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesinin
2010/283 Esas ve 2012/245 Karar Numaralı
BALYOZ GÜVENLİK PLANI Davası Gerekçeli
Kararı.
[8] Zaman Gazetesi, 23.09.2012, İbrahim
Doğan
[9] T.C. Yargıtay 9. Ceza Dairesinin
2013/9110 Esas, 2013/12351 No.lu kararı
[10]
http://www.anayasa.gov.tr/Gundem/
Detay/606/606.pdf. T.C Anayasa Mahkemesinin
2013/780 sayı ve 18.06.2014 tarihli kararı
[11] EMİNSU; Emekli İnkılâp Subayları Derneği. 27 Mayıs 1960 Darbesinden sonra, darbeyi
desteklemeyen 235 General ve 4077 üst Rütbeli
subay TSK’den resen emekli edilmiştir. EMİNSU,
Bu askerlerin harekete geçirdiği bir oluşumdur.
[12] Özel kurulmuş başka hak arama Dernekleri de olsa, Adaleti Savunanlar Derneği
“ASDER” 01 Ocak 1964 yılından içinde bulunduğumuz tarihe kadar, yargısız idari işlemlerle
Türk Silahlı Kuvvetlerinden çıkarılmış her statüdeki asker mağdurların haklarını almaları için
mücadele vermektedir. ASDER, 21 Mart 2011
tarihinde çıkan 6191 sayılı yasa ile 1971 tarihinden itibaren yargıya kapalı idarî işlemlerle Türk
Silahlı Kuvvetlerinden çıkarılmış 1542 subay ve
astsubayın haksız yere gasp edilmiş haklarının
bir kısmının alınmasını, kuruluşunu takip eden
11 yıl içinde almayı başarmıştır. ASDER, Kanun
kapsamına giren 1542 kişinin geriye dönük hakları ile yargıya açık idari işlemlerle mağdur edildikleri için 6191 sayılı kanunun kapsamı dışında
bırakılan 3064 kişinin haklarının alınması için
mücadelesini sürdürmektedir.
[13] Fikret Bila, Milliyet Gazetesi, 20.06.2014
eylül 2013 | ASDER
15
Belgeler, İddianameler,
Özel Yetkili Mahkeme
ve Yargıtay kararlarında
1. Ordunun hiyerarşisi
dışında Balyoz Güvenlik
Planının icrası için ayrı
teşkilâtlanmanın mevcut
olduğunu ve Balyoz
Darbe Plan Seminerine
bu cuntaya dâhil
olanların katıldığını,
tehdit görülen STK,
Cemaat ve Siyasi
Kadrolara uygulanacak
işlemleri belirten eylem
planlarının olduğunu
belirtmektedirler.
Irak, Suriye:
100 Yıl Geriye Dönüş Mü?
Halil MERT
Şimdi, topraklarımızda
geçmişte yaşanmayan
bir şey görülüyor.
Topyekûn mezhebi
ayrışma ve kavga.
Düşünün Irak’ta
kavga mezhep
temeline oturtulurken,
İstanbul’da da cami
kundaklanıyor. Kur’an
yakılıyor. Yıllarca
“Yobazlar İran’a!” diye
nara atan CHP’li vekiller
meclis kürsüsüne
yakılmış Kur’an’ı
getirirken dindar
iktidarın sesi çıkmıyor.
Lozan.. Zafer mi, yoksa geriye dönüşün, Anadolu’ya hapsoluşun kabulü mü?
Bu soru haklı bir soruydu ve Lozan Türk
Milleti açısından şaibesini artırarak korudu. Hala Lozan’ın gizli maddelerinden söz
ediliyor.
Dış politikanın temel sorunlarından
biridir son yüzyılda yediğimiz kazıklar.
Ama üzerine ciddiyetle halen gidilemiyor.
Tıpkı Şapka Kanunu gibi. Mondros, Sevr,
Lozan vb. anlaşmaların içerikleri ve geri
dönüşleri!
Bu arada terke zorlandığımız ecdat
topraklarının durumu? Buralarda bıraktığımız Osmanlı Vatandaşları, yetimlerimizin durumu? En çokta Psikolojik değerler
anlamında durumları? Buralarda tıpkı öz
yurdumuzda olduğu gibi toplum dönüştürülmeye, değerlerine yabancılaştırılmaya
çalışıldı. Oysa terk edilen değerlerdi bizi
bir araya getiren. Tüm İslam Ülkelerinde
oluşturulan yozlaşma ve özden kopuş şu
anki toplumsal kavga ve travmaları beraberinde getirdi.
Şimdi, topraklarımızda geçmişte yaşanmayan bir şey görülüyor. Topyekûn
mezhebi ayrışma ve kavga. Düşünün
Irak’ta kavga mezhep temeline oturtulurken, İstanbul’da da cami kundaklanıyor.
Kur’an yakılıyor. Yıllarca “Yobazlar İran’a!”
diye nara atan CHP’li vekiller meclis kürsüsüne yakılmış Kur’an’ı getirirken dindar
16
ASDER | eylül 2013
iktidarın sesi çıkmıyor. Oysa Mezhep kavgası iktidarı gezi olaylarında zorlayan dış
ve iç düşmanların çok işine geliyor. Düşünün orada ABD, İsrail, Almanya, İran,
Yunanistan, Fransa karşımızdaydı.
Topraklarımızda yangın büyütülüyor.
Peki, MİT ve TSK’nin ilgili birimleri ne yapıyor? Açıkçası bilemiyoruz. TSK Kuzey
Irak’ta Türkmenlerin İran’ın kucağına terk
edildiğini ima eden bir rapor yayınladı.
Bunlar Şii Türkmenler. Sünni Türkmenlerin bir kısmı IŞİD ile hareket ediyor, diğerleri Kürtlerle. Başıboşluk ve kaosun
sonucu. Anlamak zor gibi. Ama 12 Eylül
öncesini anlayabiliyorsanız, Irak’a şaşırmazsınız.
Bölgede tek ses olmak için Türkiye
iktidarı ile muhalefeti ile oturup çözümü
konuşmalıdır. İsrail’in Gazze Operasyonu
nasıl milletvekillerince kolkola omuz omuza protosto edildi? Irak ve Suriye Olayları
bence Gazze’den daha kötü ve ağır. İslam Coğrafyası bölünüyor, ölüyor, Müslümanlar birbirini öldürüyor, yağmalıyor,
tecavüz ediyor. Ateş, cami kundaklanarak
ülkeme sıçratılmaya çalışılıyor. İktidar ve
diyanet camii kundaklamaya karşı en sert
tepkiyi vermelidir. Bu gün Şii dünyada bizi
kardeş bilen milyonlar var. Bunların çoğu
da ayrıca ırkdaşımız. Düşünün! Azeriler..
İran Azeri’leri ve Irak’taki Şii Türkmenlerle
ile 50 milyon Şii Türk ve Türkiye’deki Ak-
rabaları.. Bunlara Anadolu’daki Alevi’leri
de ekleyin. Tepkisiz kalırsanız nerede kaldı Alevi açılımı?
Maalesef bölge kardeş kavgası ve kanına alıştırıldı. Önce PKK ile alıştık. Şehid
cenazeleri, PKK’lıların parçalanmış, yanmış cesetleri. Sanki bu insanlar bu toprağın çocukları değil. PKK Ermeni dedik.
Dedik ama içimizdeki Türk ve Kürt kripto
TAŞNAK ve HINÇAK Ermenilerini de saptayamadık. Dağda vardılar da mecliste,
cemaat yapılarının içinde, STK’nın tamamında yok muydular? Bu cümlemden
sadece bölücülüğü aleni yapan siyasileri
anlamayınız.
Türkler, Araplar ve Kürtler… Bediüzzaman Hazretlerinin 100 yıl önce Şam
Emeviye Camiindeki Hutbe-i Şamiye’sini
okuyunuz. “Hakikî milliyetimizin esası, ruhu ise İslâmiyet’tir. Ve Hilafet-i Osmaniye
ve Türk Ordusunun o milliyete bayraktarlığı itibariyle, o İslâmiyet milliyetinin sadefi
ve kal’ası hükmünde Arab ve Türk hakikî
iki kardeş, o kal’a-i kudsiyenin nöbettarlarıdırlar. İşte bu kudsî milliyetin rabıtasıyla,
umum ehl-i İslâm bir tek aşiret hükmüne
geçiyor.”
“-Biz zarar vermiyoruz, fakat menfaat vermeğe iktidarımız yok, onun için
mâzuruz. diye böyle özür beyan etmeyiniz. Bu özrünüz kabul değil. Tembelliğiniz ve “Neme lâzım” deyip çalışmamanız
ve ittihad-ı İslâm ile, milliyet-i hakikiye-i
İslâmiye ile gayrete gelmediğiniz, sizler
için gayet büyük bir zarar ve bir haksızlıktır.”
“Buraya çıktım, sizde olan hakkımızı
dava ediyoruz. Yani Kürd gibi küçük taifelerin menfaatı ve saadet-i dünyeviyeleri ve
uhreviyeleri, sizin gibi büyük ve muazzam
taife olan Arab ve Türk gibi hâkim üstadlarla bağlıdır. Sizin tenbelliğiniz ve füturunuz ile biz bîçare küçük kardeşleriniz olan
İslâm taifeleri zarar görüyoruz.” “Sakın
kardeşlerim! Tevehhüm, tahayyül etmeyiniz ki, ben bu sözlerimle siyasetle iştigal
için himmetinizi tahrik ediyorum. Hâşâ!
Hakikat-ı İslâmiye bütün siyasâtın fevkindedir. Bütün siyasetler ona hizmetkâr
olabilir. Hiçbir siyasetin haddi değil ki,
İslâmiyeti kendine âlet etsin. Ben kusurlu
fehmimle şu zamanda, heyet-i içtimaiye-i
İslâmiyeyi çok çark ve dolapları bulunan
bir fabrika suretinde tasavvur ediyorum.
O fabrikanın bir çarkı geri kalsa, yahut bir
arkadaşı olan başka bir çarka tecavüz etse, makinenin mihanikiyeti bozulur. Onun
için ittihad-ı İslâmın tam zamanı gelmeye başlıyor. Birbirinizin şahsî kusurlarına
bakmamak gerektir.”
“Ecnebîler, nasıl kıymettar malımızı ve vatanlarımızı bizden aldılar. Onun
bedeline çürük bir fiat verdiler. Aynen
öyle de, yüksek ahlâkımızı ve yüksek
ahlâkımızdan çıkan ve hayat-ı içtimaiyeye temas eden seciyelerimizi de aldılar.
Terakkilerine medar ettiler. Ve onun fiatı olarak bize verdikleri sefihane ahlâkı seyyieleridir, sefihane seciyeleridir.
Meselâ: Bizden aldıkları seciye-i milliye
ile, bir adam onlarda der: “Eğer ben ölsem milletim sağ olsun. Çünki milletimin
içinde bir hayat-ı bâkiyem var.” İşte bu
kelimeyi bizden almışlar ve terakkiyatlarında en metin esas da budur. Bizden hırsızlamışlar. Bu kelime ise, din-i haktan ve
iman hakikatlarından çıkar. O bizim, ehl-i
imanın malıdır.”
Sözün özü, Türk ve Arap sana sorumluluk almak, Kürt ve diğer kardeşler
sizlere de kardeşlerinizden kopmamak,
emperyalizme yem olmamak düşüyor.
Özü istişare ve birlikte hareket olan iç ve
dış çözüm sürecinde herkes kıvırmadan
ve korkmadan ve sükût etmeden hakikati söyleyerek tevhit ve İttihad-ı İslam için
mücadele etmelidir.
eylül 2013 | ASDER
17
Türkler, Araplar ve
Kürtler… Bediüzzaman
Hazretlerinin 100 yıl
önce Şam Emeviye
Camiindeki Hutbe-i
Şamiye’sini okuyunuz.
“Hakikî milliyetimizin
esası, ruhu ise
İslâmiyet’tir. Ve Hilafet-i
Osmaniye ve Türk
Ordusunun o milliyete
bayraktarlığı itibariyle,
o İslâmiyet milliyetinin
sadefi ve kal’ası
hükmünde Arab ve
Türk hakikî iki kardeş,
o kal’a-i kudsiyenin
nöbettarlarıdırlar.
Ümit Hırsızlığı
mı? Gençliğimiz
Gerçekten
Mutsuz, Kızgın ve
Vicdansız mı
Yetişiyor?
Prof. Dr. Nevzat TARHAN
Güncel siyaseti sadece politika olarak yeterli gören gelecek kuşakları korumaya, insani
ve sosyal değerlerimizi güçlendirmeye yeterli
kaynak ayırmayan siyasilerimizin vebal altında olduklarını da hatırlatmak istiyorum.
WHO yani Dünya Sağlık Örgütü’nün yaptığı açıklama dünyanın öfke ve mutsuzluk puanı en yüksek olan genç kuşağının Türkiye’de
olduğu yönünde idi. WHO web sayfasını inceledim böyle bir kaynak bulamadım.
Basına yansıyan haber metni şöyleydi;
“Birleşmiş Milletlere bağlı olan Dünya Sağlık Örgütü (WHO) dünyanın en kızgın gençlerinin Türkler olduğunu açıkladı. Bu ay sonunda
tamamı açıklanacak rapordan İsrail’in Times
of Israel adlı haber sitesine sızan ilk bilgilere
göre Türk gençleri öfke sıralamasında ilk
sıraya yerleşiyor.
Milliyet Gazetesi’nde yer
alan habere göre 34 ülkenin incelendiği
raporda, en
öfkeli genç-
18
ASDER | eylül 2013
lerin yaşadığı ülkeler ise sırasıyla Türkiye,
Yunanistan, Romanya, Ermenistan ve İsrail olarak açıklandı. Mutluluk Endeksi adlı raporda en mutsuz gençlerin bulunduğu
ülkelerin de Türkiye, Ukrayna, Polonya,
Letonya ve Kanada olduğu belirtildi. Endekse göre en mutlu gençlerin yaşadığı
3 ülke ise Ermenistan, Makedonya ve
İsrail olarak açıklandı. 4 yıl süren araştırmada yaşları 11 ila 15 arasında değişen
gençlerden yaşamları hakkında 0 ila 10
arasında bir puan vermeleri istendi. NTV
MSNBC 6 Eylül 2012”
Türk basınında Serdar Turgut, Balçiçek İlter gibi birkaç yazar dışında konu
yorumlanmadı veya tek yönlü verildi.
Bugün ‘Dünya İntiharı Önleme Günü’
ve intihar artışında küresel bir krizden söz
ediliyor. WHO tarafından 15-19 yaş arasında intiharların trafik kazasında sonra
en büyük ölüm sebebinin olduğu duyuruldu. Ergenlik çağına girmek üzere olan
gençlerin anne ve babaları haklı olarak
çocuklarının geleceği konusunda endişeye kapılıyorlar. Bütün bu haberler önümüzdeki yıllarda küresel krizlerin ruhsal
ve toplumsal boyutlarının gözardı edilmemesine dikkati çekiyor. Ancak Türkiye’de
gençlerin dünya gençleri içinde en mutsuz, en kızgın ve en vicdansız olduklarına
dair kıyaslamanın doğruluğunun sorgulaması gerektğini düşünüyorum.
90 sonrası genç kuşakların uyuşturucu, internet bağımlılığı, şiddete yönelme
gibi konularda risk altında olduğu hep
vurguladığımız bir bilgidir. Ancak bunun
Ermenistan ve İsrail’e göre Türkiye’de ilk
sırada olması için özel bir gerekçe bulamıyorum.
Eğitim sistemimizin sorumluluğu,
Gelişmiş ülkelere göre bizim eğitim
sisteminin etnik ayrımcılığı beslediği, seçilmiş paranoyalarla iç tehdit, işgal ihtimali vurgusu, bölücülük gibi dost düşman
algılamasını desteklediği gerçeği dikkati çeken bir bulgudur. “Ya sev ya tek et,
Türkün Türkten başka dostu yoktur… gibi
önce korku duygusu uyandırıp sonra kendi ırkının üstün ırk olması ile yalancı bir
rahatlık veren Hitler dönemi mirası eğitim sistemimizi hiç kimse değiştiremiyor.
Bu sistem ırkçı dizilerin gençler arasında
yaygın olmasını açıklamaya yeter.
Toplumumuzun çoğunluğunu sağ veya sol kültürel olarak muhafazakâr kitleler
oluşturuyor. Kültürel muhafazakârlık da
yaşam tarzı korkuları vardır. Bu kitlelerde korku duygusunun eğitim sistemimizin
demokrasi vurgusu yetersizliği nedeniyle
devam ettiğini biliyoruz. Ikçılık doğası gereği öfke ve yok etmekle beslenir. Belki
bazı alt gruplarda bu etki vardır ancak bütün istatistikleri değiştirecek dünyanın genel gidişinden farklı bir etkiyi açıklayacak
bir veri bulamadım. Adı geçen araştırmanın tam metnini ve Türkiye’deki partnerini
bulabilirsek bu sorulara cevap verebiliriz.
Ancak haberin içinden bazı soru cevaplar
cımbızla çekilip Türk toplumunu demotive
etme, karamsar senaryolar yazdırma ve
ümitleri çalma amacında olanların kışkırtmalarını da göz önüne almalıyız.
Özgüveni azaltıp bizi geriletmek mi istiyorlar?
Yunan, Ermeni ve İsrailli gençlerini öfkeli ama mutlu, Türk gençlerini öfkeli ve
mutsuz olarak tanımlayan bu çalışma veya haber yapılma biçimi bana hiç yabancı
gelmedi. “Biz adam olmayız, geri bir toplumuz” algısını ve bu oyuna gelen Cumhuriyet aydını tipini devam ettirme çabası.
Bu oryantalist tutum güven vermiyor.
Diğer taraftan kapital sisteme yakıt
üreten Hollywood popüler kültürü gençlerimizi küresel krize doğru sürüklemektedir. Güncel siyaseti sadece politika olarak
yeterli gören gelecek kuşakları korumaya,
insani ve sosyal değerlerimizi güçlendirmeye yeterli kaynak ayırmayan siyasilerimizin vebal altında olduklarını da hatırlatmak istiyorum.
Anne babalar endişelenmesinler çocuğunuz evi ve sizi seviyorsa yanlış yapsa
da tekrar dönüyor. Siz çocuğunuzla sağlıklı iletişim kurabiliyorsanız sorunlar bir
şekilde çözülüyor.
Endişelenmeyelim ama dikkatli olalım
ve kesinlikle insanı ayakta tutan en temel
duygu olan ümit duygusunu yitirmeyelim.
eylül 2013 | ASDER
19
Gelişmiş ülkelere göre
bizim eğitim sisteminin
etnik ayrımcılığı
beslediği, seçilmiş
paranoyalarla iç tehdit,
işgal ihtimali vurgusu,
bölücülük gibi dost
düşman algılamasını
desteklediği gerçeği
dikkati çeken bir
bulgudur.
Yeni Dönemde Stratejik Vizyon
Arayışları ve Dış Politikanın
Hedefleri
Hüseyin Caner AKKURT
Yeni küresel güç
parametrelerinde
var olan düzenler
tasfiye ve yeniden
inşa sürecine girmiş
bulunmaktadırlar.
Hiç kuşkusuz bunun
kümülatif etkisinin
en fazla hissedileceği
ve hissedildiği yer
yaşadığımız coğrafyadır.
O açıdan bu süreci
kolay atlatabilmek ve
oyun kurucu konumda
olabilmek için
paradigmaların sınırları
zorlanmalı hatta onun
dışına çıkılmalıdır.
Sayın Ahmet Davutoğlu, 2010 yılında
basına verdiği bir röportajda Ak Parti hükümetinin yol haritası konusunda özetle
şunları söylemişti:
“2002 yılından bu yana büyük restorasyon dönemi içindeyiz. 1’inci restorasyon Tanzimat’tır. 2’inci restorasyon
Cumhuriyet’tir. 3’üncü restorasyon 2.
Dünya Savaşı’ndan sonra NATO’ya bağlı güvenlik ağırlıklı restorasyon dönemi.
Şimdi ise özgürlük ve Avrupa Birliği ağırlıklı restorasyon dönemi yaşıyoruz. Ekonomide uluslararası ekonomik düzene
adapte oluyoruz. Siyasette demokratikleşme sürecindeyiz. Dış politikada da Türkiye söz sahibi oluyor. Bazı reflekslerimiz
Abdülhamid, bazıları İttihat ve Terakki,
bazıları Atatürk, bazıları İnönü dönemini
yansıtıyor. Hepsini bir kalıba sokmak yanıltır. Başka ülkeleri düzen altına alma gibi bir hedefimiz yok. Balkanlarda ne kadar
etkiliysek Ortadoğu’da da o a kadar etkili
olmaya başladık. Büyük dünya satrancında artık küresel oyuncuyuz. Küresel kurum ve kuruluşların restorasyonunda da
söz sahibi olacağız. Dünyada eşitsizliğe
karşı mücadelenin liderliğini yapacağız.
Güney’in Kuzey’e karşı sesini yükselteceğiz. Küresel eşitsizliklerin sözcüsü Türkiye olacak ve bu açıdan sadece Doğu ve
Batı’yı değil Kuzey ve Güney’i de birleştiren ülke olacağız. Üçüncü dünyacı diye
itham edenler çıkabilir, biz sadece küreselleşen dünyada Güney’in sözcüsü olacağız…”(26.12.2010- Sabah)
Geçtiğimiz günlerde yeni Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından Ak Parti Genel
Başkan adaylığının açıklanması üzerine
Davutoğlu yaptığı konuşmada; “Son 12
yılda gerçekleştirilen büyük restorasyon
hareketi hiçbir ara ve kesintiye uğramadan devam edecektir.” Açıklaması göster-
20
ASDER | eylül 2013
miştir ki, yeniden inşacı hamleler, “Yeni
Türkiye” sürecinde bireysel yönetişim ve
projelerden ziyade Ak Parti iktidarının ve
devletin kolektif hareket reflekslerini, proaktif hale getirecek imkân ve kabiliyetlerini, hedeflenen restorasyonda maksimum
hıza ulaştıracaktır.
Yeni girişim ve yeni atılımların toplumsal özneleri haline gelebilmek için teoriyle pratik arasında mantıklı bir bağlantı
kurulması şarttır. Bu ilişki sağlıklı kurulmazsa pratikten, sosyal hayattan, tarihin
akışından kopan soyut teorilerin içinde
nefes alamayan bir pozisyona düşmek
kaçınılmaz olur. Bu açıdan Davutoğlu’nun
teorisyen kimliğiyle, sahadaki yani aktif
siyasetteki pratiği parti genel başkanlığı ve başbakanlık serüveninde yeni bir
boyuta geçecektir. Bu yeni ve aynı zamanda süreklilik arz eden konseptle yola
devam edecek yeni kabinedeki kadrolar;
sürecin işleyişi açısından, yeni yapısal
ve teknik stratejilerin şekillenişini, Ahmet
Davutoğlu’nun altını çizdiği devam eden
restorasyon sürecinden elde edeceği projeksiyonlarla kendi görev alanlarına taşımalıdırlar.
Yeni küresel güç parametrelerinde
var olan düzenler tasfiye ve yeniden inşa sürecine girmiş bulunmaktadırlar. Hiç
kuşkusuz bunun kümülatif etkisinin en
fazla hissedileceği ve hissedildiği yer yaşadığımız coğrafyadır. O açıdan bu süreci kolay atlatabilmek ve oyun kurucu
konumda olabilmek için paradigmaların
sınırları zorlanmalı hatta onun dışına çıkılmalıdır. Yani kısaca “Eski hal muhal, ya
yeni hal ya izmihlal” duygusu içinde manevra alanlarının genişletilmesi elzemdir.
Yeni dünya düzeni insanlığı gayri insani küresel yönetişim biçimlerine doğru sürüklemektedir. Devletler adil ve barışçı bir
dünya düzeninin unsurlarını oluşturmak
bir yana kendi bağımsızlıklarını muhafaza etme irade ve kabiliyetinden mahrum
bırakılmaya çalışılmaktadır. Türkiye bu
açıdan bölgede yeni dönemde “değerli
yalnızlık” stratejisi izlemek gibi bir lüksü
olmadığının bilinciyle hareket etmeli ve
tüm coğrafyaya umut aşılayacak stratejik bir konsepte çıtasını yükseltmelidir.
Oluşacak bu yeni hareket stratejilerinden
memnun olanların yanında elbette mutsuz
ve rahatsız olanlar da çıkacaktır. Zaten
rahatsız oluşlar çıkmıyorsa o zaman bu
yeni durumun özgünlüğü tartışılmalıdır.
“Yeni Türkiye” fikri, özellikle de konservatif alışkanlıkları sarstığı için, o statükoya
ram olmuş zihinleri rahatsız edecektir. Bu
proaktif değişime ayak uyduracak aktörler, mutlaka sağlam ve sağlıklı kurumsallaşma temelinde çok seri karar alıp, bunu
hızla cari hale getiren bir donanıma sahip
olmaları gerekir. Aksi halde inşa süreci retorikten ileri gidemeyecektir.
İnşa süreçlerinde devamlılık esas olduğu için şunun da unutulmaması gerekir: Kurumsal yapıların kişi endeksli değil,
ilke ve prensip endeksli stratejilerle geliştirilmesi ve bunun sağlam zeminlerde
gelenekleşmesi gerekir. Sayın Tayyip Erdoğan Türkiye siyasi hayatına bunu kazandırmış bir kişiliktir. Nitekim bir konuşmasında: “Türkiye fânilerle değil, ilkelerle
yürümeyi öğrenmeli. Tayyip Erdoğan fanidir, öldü; ne olacak? Öldüğü zaman ne
yapılacaksa vatandaşım onu yapsın” diyerek anlayışındaki bu ince nüansı açıkça
ortaya koymuştur. Erdoğan’dan sonra Ak
Parti’nin başına kimin geçeceği noktasında da oldukça başarılı bir sınav verilmiş,
kamuoyunda “Genel başkan olabilecek
kim var?” sorusu hiç sorulmamış ve muhtemel adaylardan kimin partinin başına
geçeceği tartışılmıştır.
Şimdi yeni kabinenin teşkil edilmesinde samimi duygularla bazı çevreler, Sayın Hakan Fidan’ın MİT müsteşarlığından
Dışişleri bakanlığına getirilmesini, MİT’in
yenilenen ve 21. yüzyıl vizyonuna uygun
hale gelmesinin, paralel yapıyla mücadelenin, barış ve çözüm sürecinin akamete
uğrayacağı riskinden dolayı istememektedirler. Hâlbuki az önce belirtiğimiz gibi
kişilere endeksli kurumlar kalıcılık arz
etmeyen köhnemiş yapılardır. Böyle bir
anlayış ve yaklaşım korkulardan ve kaygılardan kaynaklanan sakat bir bakış açısını da beraberinde getirir. Bu tarz bir bakış açısı kurumları durağanlaştırdığı gibi
devletin başka üst kurumlarına ivme kazandıracak kişilikleri de bir kuruma sabit
kılarak körelmesine neden olur. Bu yüzden Hakan Fidan’ın defacto olarak tecrübe ve deneyimlerini bürokratlığın ötesine
çıkararak aktif dış siyasete taşımasının
mutlaka önünün açılması gerekir. İnanıyorum ki Hakan Fidan, bölgesel ve küresel güç haline getirdiği Milli İstihbarattaki
dinamizminin üzerine aktif sinerji de katarak Davutoğlu’nun kuracağı hükümetin
dış politikasına yepyeni bir vizyon kazandıracaktır. Kaldı ki MİT’te kalması mı
yoksa Dışişleri Bakanı olması mı ülkeye
daha pozitif katkı sağlar bu da enine boyuna düşünülmeli ve tartışılmalıdır. Paralel yapının içerideki unsurlarının, ana
arterleri olan İsrail ve ABD’deki neo-conlardan aldığı destek köreltilmeden bertaraf edilmesi mümkün görünmemektedir.
Bu mücadelede siyasi kimliğin bürokrat
kimlikten daha rahat ve etkili olacağından
hiç kuşku yok. Zira paralel yapının mümkün olan her ortamda sözde “Selam-Tevhit” örgütüyle Fidan arasında bağ olduğu
algısı üzerinden yeni operasyonlar peşinde oldukları da unutulmamalıdır. Hakan Fidan’ın, Ak Parti’nin 12 yıldır devam
eden iktidar yolculuğunda, TİKA’dan başlamak üzere oynadığı rolü, konstrüktif konumda değil aksine dominant bir kişiliğe
ve birikime sahip potansiyeliyle okumak
gerekir. Bu ara geçiş döneminde olmasa
bile 2015 seçimlerinden sonra Dışişlerinin
dümenine geçmesi gereken en önemli
isim, tartışmasız Hakan Fidan olmalıdır.
Ak Parti’yi ve Türkiye Cumhuriyeti
devletini asıl 2015 seçimlerinden sonra
Sayın Abdullah Gül’ün de kadroya muhtemel katılımıyla çok önemli günler bekliyor.
eylül 2013 | ASDER
21
Sayın Tayyip Erdoğan
Türkiye siyasi hayatına
bunu kazandırmış bir
kişiliktir. Nitekim bir
konuşmasında: “Türkiye
fânilerle değil, ilkelerle
yürümeyi öğrenmeli.
Tayyip Erdoğan fanidir,
öldü; ne olacak? Öldüğü
zaman ne yapılacaksa
vatandaşım onu yapsın”
diyerek anlayışındaki
bu ince nüansı açıkça
ortaya koymuştur.
Milletin Demokrasi Kararlılığı
Hüseyin DAYI
Şu bir gerçektir ki, Türkiye’de halkın
genel tutumu insan hakları ve hürriyetlerden yana olmuş fakat sözde hürriyetçi
olan İttihat ve Terakki’den itibaren darbeci
totaliter bir zihniyet devlette etkili olmuştur. O zihniyetin karşısında milletin en
kararlı demokratik duruşu ise, Başbakan
R. Tayyip Erdoğan liderliğinde gerçekleşmiştir.
Darbeci zihniyetten yana olanların en
bariz özelliği, Gezi Parkı eylemlerinde
kendilerinin kullandığı “Mesele Gezi değil. Anlamadın mı sen?” ifadesiyle özetlenmiştir. Onlara aldananlar bir yana, millet o taktiği gayet iyi anlamıştır. Gezi bir
bahane olduğu gibi, 30 Mart 2014 yerel
seçimlerinde telkin ettikleri yöntem de tutturamadıkları bir bahaneydi.
Bu yazıda konu, on iki-on üçüncü asrın
İslam mutasavvıf-düşünürü Ferideddini Attar ile çağımızdaki Batılı filozofların
izahları ve demokrasi tarihindeki bazı
olaylarla ele alınacaktır. Sonuçta ise halk,
TSK ve MİT’ten bazı temel beklentiler dile
getirilecektir.
Demokrasinin Öznesine Suikast
Gerek “Cumhuriyet mitingleri”, gerekse “Gezi Parkı eylemleri”, bir takım bahanelerle vatandaşları aklıselim düşünceden uzaklaştırıp kitle psikolojisine çekme
gayretleriydi. Maksat, AK Parti iktidarını
antidemokratik yönden devirmekti. Çünkü otokontrolünü kaybetmiş insanlardan
oluşan kitleler, José Ortega y Gasset’in
dediği gibi, yapmaya yaşatmaya değil yıkmaya linç etmeye meyyaldir.
Son yerel seçimler
öncesinde ise
vatandaşların
bireyselliği yok
edilerek, şahsî tercihleri
unutturulup, AK Parti’ye
karşı güya demokratik
yoldan darbe yapmaya
çalışılmıştır.
Son yerel seçimler öncesinde ise vatandaşların bireyselliği yok edilerek, şahsî
tercihleri unutturulup, AK Parti’ye karşı
güya demokratik yoldan darbe yapmaya
çalışılmıştır.
Elbette ki demokraside bazı vatandaşlar, iktidarı sandıkta devirmek isteyebilirler ama onun yerine, kendi beğendikleri
bir siyasî kadroyu koymaya çalışırlar. Bu
22
ASDER | eylül 2013
da Karl Popper’ın “Açık Toplum” dediği
türden sosyal yapıdaki bireylerin en demokratik hakkıdır.
Bu seçimlerde ise kapalı toplum şeklinde organize olmuş bazı çevreler, vatandaşları kendi tercihleri yerine, bulundukları bölgede AK Parti haricindeki partilerden
en güçlü olana oy vermeye çağırmışlardır. Yönlendirilmek istenen partilerin CHP,
MHP ve BDP olarak birbirleriyle nerdeyse
hiç müşterekliği olmayan partiler olması
ise, vatandaşların inanç ve dünya görüşlerini umursamayan nitelikte olmuştur. Bu
da sadece iktidara değil, demokrasinin
öznesi, temeli olan bireye karşı da bir darbe teşebbüsü olarak görülmelidir.
Demokrasi, günümüzde bir “insan
hakk”ıdır. Bu düzen, yöneticilerin seçimle göreve gelmesini ve insan haklarını
korunmasını sağlayacak tedbirleri ihtiva
etmektedir.
Her insan hakkı gibi demokrasinin öznesi de vatandaş olarak bireydir. Birey,
vekâlet verdiği bir başkası aracılığıyla
mal-mülk alıp satabilir, hatta eşine boşanma davası açabilir ama seçme ve seçilmiş
olma hakkını devredemez. Seçme hakkını demokratik görünümlü bazı hilelerle
yönlendirmeye teşebbüs ise, demokrasiye zarar verecek ölçüde aşırı bencilliktir.
Aşırı bencillik, şahıs bazında da grup
bazında da olsa zararlıdır. Fakat Friedrich
August von Hayek’in dediği gibi, örgütlü
grupların bencilliği düzeni bozmak açısından çok daha zararlıdır.
Bireylerin Demokratik Kararı
Milletin büyük ekseriyetini oluşturacak sayıdaki bireyler, “Cumhuriyet
mitingleri”nde, Gezi Parkı eylemlerinde
ve son olarak kendilerini, bölgesindeki AK
Parti dışındaki en güçlü partiye yönlendirmek isteyen örgütlü grupların tesirine
girmemiş ve böylece, “Bana tercih hakkı
vermeyen her zihniyete, HAYIR!” demişlerdir.
Bireylerin bu tercihi, seçim öncesindeki anketlerden de belliydi. Ancak bazı anketlerdeki “kararsızlar” sayısında görülen
yüksek sayılabilecek oran, seçime katılımın düşeceği ihtimalini de düşündürüyordu. Bu olumsuz durum da doğmamıştır.
AK Partiyi seçmekte ise önceki yerel seçimden çok daha yüksek bir orana ulaşılmıştır.
Sonuç, Ferideddin-î Attar’ın tasavvufî
mahiyetteki “Mantık Al-Tayr” isimli eserinde anlattığı, bir seçme ve kararlılık menkıbesini andırmaktadır:
Hiçbir ülkenin yöneticisiz olmadığını
gören kuşlar, bir araya toplanarak kendilerinin de bir yöneticilerinin olması gerektiğine karar verirler. Yöneticisiz kalındığında düzenin sağlanamayacağında
hemfikirdirler. Hazreti Süleyman’ın elçisi
olan Hüthüt kuşuna göre Simurg isimli bir
yönetici zaten vardır ve onun bulunup seçilmesi gerekir.
Hüthüt’ün sözlerinin doğruluğuna kanaat getiren kuşlar, Simurg’u aramak üzere onun peşine takılırlar. Kiminin telef olduğu, kiminin şeytana uyup yoldan çıktığı
oldukça çileli geçen bir yolculuktan sonra
sadece otuz kuş Simurg’a ulaşır. “Simurg”
diye tecelli eden de yine kendileridir aslında. Simurg onlara şöyle seslenir:
“Siz buraya otuz kuş geldiğiniz için
otuz kuş olarak göründünüz. Daha fazla
yahut daha az gelseydiniz, yine geldiğiniz
kadar görünürdünüz. Burası bir aynadır.”
Bu menkıbedeki “Simurg” yerine demokrasiyi koyarsak, sadece AK Parti’ye
oy veren muazzam sayıdaki bireylerin
değil, beğendiği muhalefet partisine veya
bağımsıza oy veren bireylerin bile kendi
bireysel tercihlerini öne çıkarmakla demokrasiyi işlettiklerini anlarız.
Kurumlar da Demokrasiye Bağlı Olmalıdır
Aslında demokrasi, başka ülkelerde
de çok zorlu mücadelelerle ulaşılmış bir
rejimdir. Rejimin en başarılı olduğu ülkelerde, ordunun da halkın seçtiğine bağlı
kaldığı tarihî bir hakikattir. Bunun en güzel
örneği ABD’de yaşanmıştır.
1860 yılındaki seçimler öncesinde
ABD başkanlığına Abraham Lincoln’ın
seçileceği tahmin ediliyordu. Güneydeki
yedi eyalet, o seçilirse iç savaş başlatacaklarını ilan ettikleri hâlde Millî Savunma
Bakanı General Scott, seçimlere müdahale etmemiş ve beklendiği gibi Lincoln
seçilmiştir. Gerçekten de savaş başlatan
Güneyliler, o görevden alınırsa savaşı
durduracaklarını bildirdikleri hâlde, General öyle bir girişimde bulunmaz. Güneyli
askerler, Beyaz Saray’a çok yaklaşınca
General, Başkan’a onu ve ailesini daha
güvenli bir yere götürmeyi teklif eder. Fakat Başkan’ın hanımı, “Bizi buraya millet
getirdi. Sizin göreviniz de bizi burada savunmaktır” deyince, General Scott şu harikulade cevabı verir: “Af edersiniz. Böyle bir teklifte bulunmamalıydım. Sizi son
nefesimize kadar burada savunacağız.”
Bugünkü ABD’nin birliği ve demokrasisi o
sayededir.
Kurumlardan ve Vatandaşlardan Beklentiler
İttihat ve Terakki ihtilalinden beri yaşanan tecrübeler göstermiştir ki, Türkiye’de
sadece bireylerden müteşekkil halkın demokrasiye bağlılığı yetmemekte, Silahlı
Kuvvetler ve istihbarat teşkilatlarının da
aynı bağlılığı göstermesi gerekmektedir.
MİT’in geçmişteki ihtilal hazırlıklarını
iktidarlara bildirmediği aşikârdır. Silahlı
Kuvvetlerin ise son zamanlara kadar ihtilalci tutumda olduğu inkâr edilemez. Bu
kurumların örnek alması gereken tutum,
her açıdan geri ülkelerden değil -dış politikadaki yanlışları bir yana- yukarıda tarihî
bir örnek olayı nakledilen ABD gibi ileri
demokrasilerden olmalıdır. Hele günümüzdeki, yerel olan nasıl küresel olanın
içindeyse, küresel olan da yerel olanın
içindedir gerçeğini bilmek, o duyarlılığı
daha da artırmalıdır.
Her iki kurumun son zamanlardaki
müspet tutumu, halkımızın demokrasiye
bağlılığıyla tamamen uyumlu görünmektedir. Demokrasinin sağlıklı gelişmesi için,
her partiden vatandaşların beklentileri de
bu uyumluluğun devamı cihetinde olmalıdır.
eylül 2013 | ASDER
23
Hiçbir ülkenin
yöneticisiz olmadığını
gören kuşlar, bir araya
toplanarak kendilerinin
de bir yöneticilerinin
olması gerektiğine karar
verirler. Yöneticisiz
kalındığında düzenin
sağlanamayacağında
hemfikirdirler. Hazreti
Süleyman’ın elçisi
olan Hüthüt kuşuna
göre Simurg isimli bir
yönetici zaten vardır ve
onun bulunup seçilmesi
gerekir.
Çözüm Süreci
Doğru Yönetiliyor mu?
Yusuf ÇAĞLAYAN
17 Aralık Süreci ülkemizde tam bir
gündem kırılmasına yol açtı. Türkiye’nin
en birinci gündemi, etnik merkezli kimlik
çatışmasının ürettiği bölünme riskinin bertarafı iken, bir anda birinci gündem maddesi paralel yapı ile mücadeleye dönüştü.
Gezi olayları ile
Ukrayna’da hükümetin
devrilmesi ile
sonuçlanan olaylar
arasında paralellik
kurulması… Her iki
durumda da “seçilmiş
hükümetin korunması”
birinci gündem maddesi
haline geliyor.
Gündemin bu şekilde değiştirilmesi,
hükümetin de bu değişime angaje olması iki temel bağlamda gelişti. Birincisi, 17
Aralık Sürecinin aktörü olan cemaat ile
meşrû hükümetin devrilmesinde darbecilerin yanında yer alan Mısır Selefi cemaati arasında paralellik kurulması. İkincisi,
24
ASDER | eylül 2013
Gezi olayları ile Ukrayna’da hükümetin
devrilmesi ile sonuçlanan olaylar arasında paralellik kurulması… Her iki durumda
da “seçilmiş hükümetin korunması” birinci
gündem maddesi haline geliyor. Böyle bir
gündeme kilitlenen ülkede, tam bir puslu
hava oluşuyor ve asıl gündem maddesi
sütre gerisinde kalarak, problematik boyutlarını geri dönülmesi mümkün olmayacak noktaya doğru ilerletmeye devam
ediyor.
Aslına baktığımızda, gerek Mısır ve
gerekse Ukrayna’daki olaylarda, ülke
içi aktörlerin “müteharrik-i bizzat” olmadıkları, “müteharrik-i bilvasıta” oldukları
net bir biçimde ortaya çıkmış durumda.
Meselâ, Ukrayna’da hükümete muhalefet olarak harekete geçirilen kitleler,
hükümetin devrilmesinden sonra kendilerini, Kırım’ın tamamının, Ukrayna’nın
bir bölümünün Rusya’ya ilhakı gibi yeni
gelişmelerin aktörü olarak buluverdiler.
Yani, Ukrayna’da hükümeti devirme saiki
ile hareket edenler, hareketlerini bu gayeden ve bizzat kendilerinden almıyor,
Rusya’nın Ukrayna’yı bölme ve ilhak planından alıyorlarmış. Yani, bizzat harekete
geçmemişler, Rusya tarafından bilvasıta
harekete geçmişler… Bütün hareketlerinin de Rusya hesabına geçtiği bugün ortaya çıkmış bulunuyor.
Müteharrik-i
bizzat
olmakla,
müteharrik-i bilvasıta olmak arasında ne
gibi farklar vardır? Siyaset, İspanyol hastalığı (kuş gribi) gibi fikri hezeyanlaştırır.
Siyaseti müteharrik-i bilvasıta durumuna
düşürür. Ancak, siyasetçiler, hareketlerini
bizzat kendi fikirlerinden aldıklarını hayal ederler ve o hayal ile aslında kendilerine telkin edilenleri icra ederler. Yani,
eylül 2013 | ASDER
25
Ukrayna’da hükümete
muhalefet olarak
harekete geçirilen
kitleler, hükümetin
devrilmesinden sonra
kendilerini, Kırım’ın
tamamının, Ukrayna’nın
bir bölümünün
Rusya’ya ilhakı gibi yeni
gelişmelerin aktörü
olarak buluverdiler.
Ülkemizde yaşananların
da, Mısır ve Ukrayna’da
yaşananların bir halkası
olduğuna, yaşadığımız
olayların harici
cereyanların kotrolünde
seyrettiğine hiç şüphe
yok. Olayların bu şekilde
sevk ve idaresinde,
sosyolojik çelişkilerin,
kimlik çatışmalarının
ustaca kullanıldığına da
şüphe yok.
müteharrik-i bizzat değil, bilvasıtadırlar.
Hareketleri harf gibidir. Kendini değil,
başka bir şeyi ifade eder. İradeleri hükümsüzdür. Telkini yapanın iradesi ile hareket
ederler. Bu sebeple hareketleri, kendileri
değil, telkini yapan iradenin hesabına netice verir. İyi niyetleri fayda vermez. Kökü
dışarıda siyaseti kuvvetlendiren bir alet
rolü oynarlar. (Bediüzzaman-Sünûhat)
Şimdi bu tesbitler ışığında, Mısır’a ve
aktörlerine, Ukrayna’ya ve aktörlerine bakalım. Ve yine bizzat kendi ülkemizdeki
gelişmelere bakalım. Ne görüyoruz? Aktörler, gündemi değişenler, puslu havada
ülkeyi etnik temelde bölünme sevdalıları,
müteharrik-i bizzat mı, bilvasıta mı?
Mısır’da olsun, Ukrayna’da olsun, gelişmelerde birinci derecede sosyolojik argümanların belirleyici olduğu görülüyor.
Acaba Mısır’da Tahrir ve Adeviye kutuplaşmasına yol açan zihni bölünme olmasaydı, selefi cemaat dinî meşrûiyet sağlamasaydı, Mısır’da Sisi darbe yapabilir
miydi? Ukrayna’da Rusya yanlısı zihniyetin oluşturduğu sosyolojik temel olmasaydı, bu olayların altından çıkan Rusya,
Ukrayna’ya yönelik hesaplar içinde olabilir miydi?
Ülkemizde yaşananların da, Mısır ve
Ukrayna’da yaşananların bir halkası olduğuna, yaşadığımız olayların harici cereyanların kotrolünde seyrettiğine hiç şüphe
yok. Olayların bu şekilde sevk ve idaresinde, sosyolojik çelişkilerin, kimlik çatışmalarının ustaca kullanıldığına da şüphe
yok. Burada yapılacak en önemli şey, bu
olaylarda siyasetin de, olaylarda rol alan
aktörlerin de müteharrik-i bizzat olmadıklarını anlamak ve bu olayların arkasındaki
güç ve iradeyi ve maksatlarını tesbit ve
teşhis etmektir. Bu sağlandıktan sonra,
olaylara müdahil olan ve müteharrik-i
bilvasıta olan bütün aktörlerin fikrî hezeyanlardan ve hariç hesabına geçen hareketlerden kurtarılması mümkün hale gelecektir. Aktörlerin düşman ilân edilmesi
ile başlatılacak süreçler, olayları daha da
şiddetlendirecek ve manipüle edilen aktörlerde daha da, kendi gayeleri ve iradesi ile hareket ettiği hayallerini ve haklılık
duygularını kuvvetlendirecektir.
Yıllarca sosyolojik karakterli etnik bölünme tehdidine askerî argümanlarla karşı konulacak bir sorun olarak görenler,
26
ASDER | eylül 2013
aslında büyük bir oyuna getirildiklerini ve
müteharrik-i bilvasıta olduklarını artık anlamalıdırlar. Çünkü, askerî müdahalenin,
etnik kimlik bilincinin inşasında bir sosyolojik argüman olarak ustaca kullanıldığını
ve artık günümüzde bu argümana ihtiyaç
kalmadığını, askerî çatışmanın sosyolojik
misyonunu tamamladığını, bu sebeple
çatışmanın sonlandırıldığını görmelidirler. Bu sebeple de çözüm sürecinin artık
gündemden düştüğünü, yeni bir gündem
belirlenerek bu gündemin oluşturduğu
puslu havada, bölünme maksadının etnik
sosyolojinin tabiî akışına bırakıldığını görüyoruz.
Millî güvenlik politikalarının artık
kanunî, askerî ve polisiye öncelikli temelden, sosyolojik öncelikli temele kaydırılması kaçınılmaz bir hale gelmiştir. Ancak
güvenlik konusunda politika belirleyen
kişi ve kurumlarda bu doğrultuda bir zihniyet değişiminin ve sosyolojik temelli bir
ufkun bulunduğuna dair hiçbir alâmeti görülmüyor.
Bir önceki yazımızda da belirttiğimiz
üzere, 17 Aralık Süreci ile yaşanan gündem kırılması ile artık çözüm sürecinin iyi
veya kötü yönetilmesinden bahsedemiyoruz. Türkiye’nin bu noktaya gelmesinde,
gündem kırılmasında rol alan aktörler de
dahil, herkesin kendini kötü huylu özne
rolünden arındırması için büyük fotoğrafı
resmetmekte yarar görüyoruz.
Şöyle ki:
Batı kolonyalizmi, sadece askerî müdahalelerle değil, esas olarak sosyolojik
müdahalelerle inşa edilmiş bir süreçtir. Bu
süreçte İslâm Dünyasında safha safha
İslâm sosyolojisi devre dışı kalmış, etnik
sosyoloji devreye girmiştir. Bu sosyolojik
süreç değişimine paralel olarak da, Osmanlı bünyesindeki İslâm toplumlarının
ve hatta Hıristiyan tebaanın dayanışma
bağlamları, Osmanlılık ve İslâm bağlamından, etnik bağlamlara geçiş yapmıştır.
Osmanlı’da toplum unsurlarının bu
dayanışma bağlamı değişimi tesadüfi
değildir. Bu değişim sayesindedir ki, tek
merkezli bir İslâm-Osmanlı dayanışmasının yerini, çok merkezli etnik devletçikler
almıştır. Amaç, Osmanlı’nın ve dolayısıyla Müslümanların bölgedeki ‘İslâm daya-
nışmasından’ kaynaklanan ‘jeopolitik gücünü’ yıkmaktır.
Osmanlı’nın Ortadoğu’ya dönüşümü,
süreci besleyen sosyolojik dinamikler ve
bu bağlamda yerel sistemlerin oluşturulması, koruyucu yerel bekçiler, farklı kimlikleri birbirine açan ve dayanıştıran toplum dinamiklerini devre dışı bırakan resmî
ideoloji, İslâm’ın iç tehdit olarak algılanmasını sağlayıcı iç güvenlik kültürü, yerel
sistemlerin ve kurucu liderlerin toplumları
birbirine kapatan unsurlar olarak dizaynı
ve sınır ihtilâfları gibi neticede aynı kültür
ve medeniyet dünyasına mensup toplulukların birbirine kapatıldığı muazzam
bir değişim ile gerçekleşmişti. Bütün bu
değişimleri İslâm sosyolojisinden etnik
sosyolojiye geçiş ve bunun doğurduğu
dayanışma bağlamı değişiminden bağımsız olarak anlamlandırmak mümkün değildir. Hz. Peygamberin (asm) Medine’de
inşa ettiği ve Endülüs, Selçuklu, Babür ve
Osmanlı’da sürdürülen açık toplum, adeta kabile bağlamlarına indirgenerek, tek
merkezli bir dayanışmanın sağlayacağı
jeopolitik gücü itibariyle sıfırlanmıştı.
Osmanlı’nın günümüz Ortadoğu’suna
dönüşmesinde belirleyici rolü olan isyan
hareketleri lider kadrolarının yabancı okullarında yetiştiği gerçeği, yabancı okulların
misyonunu ortaya koymuştur. İslâm toplumu, ani ve klâsik savaş saldırılarına karşı
gösterdiği tepkiyi, tedrici sosyolojik saldırılara yani İslâm sosyolojisinden kopuş ve
etnik sosyolojiye geçiş operasyonlarına
karşı gösterememiştir. Bu tedrici kopuş
ve geçiş süreçlerine paralel olarak, İslâm
Dünyası fotoğrafı da tedricen değişmiştir.
Maruz kalınan bu sosyolojik saldırılarla,
farklı dinlerin, kültürlerin, milliyetlerin bütünleşip dayanıştığı açık toplum, bütün
farklılıkları birer sınır haline gelerek birbirleri arasına soyut, kalın zihinsel duvarlar
örmüş, coğrafi ve siyasî sınırlarla da bunu
somutlaştırmış, kapalı toplumlara dönüşmüştür.
Bugün içinde bulunduğumuz kimlik çatışması temelli sorunlara kısaca işaret ettiğimiz bu hafıza ile bakmalıyız. Aksi halde, günümüz etnik, mezhep veya cemaat
aktörlerinin hangi rolü oynadıklarını anlayamayız. İslâm coğrafyasında etnik ve
mezhebî kimliklerin kapılarını, köprülerini
birbirlerine kapatması, bölünüp parçalan-
mayı sağlamıştır. Bu da bölgeye müdahale eden harici gücün karşısına birbirinden kopuk, aciz, küçük boy devletçikler
çıkarmaktadır. Büyük boy dayanışmadan
kaynaklanan jeopolitik gücü, küçük boy
dayanışmalarla parçalayarak ortadan kaldırmak, bir sosyolojik savaş stratejisidir.
Bu sayede ilişki-Yusuf Kaplan’ın tabiri ileözne-özne ilişkisi değil, özne-nesne ilişkisi olarak gerçekleşmektedir. Bu amaçla
alt kimlikleri birbirine kapatmaya dönük
olarak gerçekleştirilen bu sosyolojik operasyonlara karşı bağışıklık kazanılması,
bu alt kimlikleri birbirine açan köprülerin
yeniden inşasına ve muhafazasına bağlıdır.
Bediüzzaman’ın Kemalist ideoloji ve
siyasal İslâm ideolojisi ile çatıştığı temel noktalardan birisi tam da burasıdır.
Kemalist ideolojinin bu köprü değerlerle
barışık olmayışı, bütün dinî ve kültürel
dinamikleri bloke edecek bir zihnî yapıyı
temsil etmesi, bu değerleri iç tehdit olarak algılaması, sadece İslâm Dünyasının
farklı toplumlarını birbirine kapatmakla
kalmıyor, aynı toplumun farklı kesimlerini
ve hatta aynı devletin kurumları ile halkını
da birbirine kapatan bir işlev kazanıyor.
Kemalist ideolojiye karşı, İslâm’ı araçsallaştırarak tepkisel bir yapılanma hareketi
de dışlayıcıdır ve İslâm’ın özünden beslenen çok milletli, çok kültürlü ve çok dinli
açık toplum pratiğini hayata geçirmede
önemli bir engeldir.
Bütün bu sebeplerle diyoruz ki, açılım sürecini Kemalist ideolojinin yol açtığı etnik kimlik bağlamından veya Siyasal
İslâm refleksinden, Bediüzzaman’ın sosyolojik olarak inşa edilecek İslâm dayanışması tezi bağlamına bir geçiş süreci
olarak yönetemediğimiz ve millî güvenlik
politikalarımızı, etnik kimlik çatışmalarını
nötralize eden ortak kimliği sosyolojik bir
argüman olarak devreye sokacak şekilde
yeniden yapılandıramadığımız taktirde,
etnik kimlik çatışmaları şiddetlenecek ve
ülke bölünmeye ve kaosa sürüklenecektir.
eylül 2013 | ASDER
27
Osmanlı’nın günümüz
Ortadoğu’suna
dönüşmesinde
belirleyici rolü olan
isyan hareketleri lider
kadrolarının yabancı
okullarında yetiştiği
gerçeği, yabancı
okulların misyonunu
ortaya koymuştur. İslâm
toplumu, ani ve klâsik
savaş saldırılarına
karşı gösterdiği tepkiyi,
tedrici sosyolojik
saldırılara yani İslâm
sosyolojisinden kopuş
ve etnik sosyolojiye
geçiş operasyonlarına
karşı gösterememiştir.
Darbe Tehlikesi Bitti mi?
Ekrem ATA
Gezi olaylarını
hatırlayalım. Başlangıçta
20-30 çadırla başlayan
güya masum direnişi
göz önümüze getirelim.
Medyanın olayları ele
alış şeklini, CNN’in
tüm dünyaya 9 saatlik
canlı yayınını, Sayın
Başbakan’ımızın yurtdışı
seyahatinde olayların
nasıl kontrol edilemez
noktaya getirildiğini
düşünün...
Değerli
arkadaşımız
Yakup
EVİRGEN’in sitemizde yayınlanan 14
Şubat 2013 tarihli yazısını tekrar okumanızı öneririm. “TELEVİZYONA DEĞİL,
TAHRİR’E BAK” konu başlıklı yazıda henüz Mursi iş başında idi. Tahrir meydanında ufak ufak olaylar başlamıştı. Cılız
muhalefet sesleri yükseliyordu. Ancak
Türkiye de dâhil olmak üzere görsel medyada adeta kızılca kıyametler koparılıyordu. (Gezi olaylarına ne kadar benziyor
değil mi?)
Yazıdan önce kısa bir alıntı yapmak
istiyorum.
“Dokuz günlük Mısır seyahatimin yedi
gününü Kahire’de geçirdim. Otelim Tahrir
meydanın tam göbeğine bakan konumda
idi. İsmini de vereyim ”CITY VIEW”. Gelelim Tahrir meydanındaki duruma. Meydan içindeki refüjlere rastgele kurulmuş
derme çatma 20 kadar çadır. Araç trafiği
olmadığı için meydandan kestirme giden
insanlar. Ben de gece ve gündüz saatlerinde çadırların arasından birkaç defa
geçtim. Çevredeki dükkânlar açık ve kaldırımlar insan dolu. Kimsenin meydandakileri umursadığı yok. Zaten dikkat çeken
bir şey de yok. Çünkü gündüz saatlerinde ortada gösterici de yok. Muhtemelen
çadırlarında uyuyorlar. Akşam olduğunda
kameralar gelmişse 50 ye yakın gösterici
bir araya geliyor ve kameralara 5 dakikalık slogan atılıyor. Çekimden sonra ortada
yine kimse yok. Marjinal partilere MOSSAD tarafından para yardımı yapıldığı ve
göstericilere para verildiği halkın arasında
bile söylenir olmuş.
Peki, haftalardır bu insanlar niye
Tahrir’de pinekler? Niye halk bunları görmezden gelmektedir. 20 milyon civarında
insanın yaşadığı bilinen Kahire halkı neden devrim öncesi gibi Tahrir’e akmaz.
Şehrin en merkezi yeri olan Tahrir’den
geçenlerin bir kısmı bile 40-50 kişilik gruba destek verseler meydan yarım saatte
dolar taşar. Gerçek bu iken Batı medyası,
Türk medyası niye ortalığı yangın yeri gibi
göstermektedir?”
Yazı bu şekilde devam ediyor. Haklı
olarak da Yakup Bey bu kadar cılız sesle
seyreden bir olay etrafında dünya ve Tür-
28
ASDER | eylül 2013
kiye medyasının tavrını anlamlandırmaya
ve sorgulamaya çalışıyordu. Sonrası malum. Şubat ayında başlayan olaylar derin
güçlerin provokasyonu, dünya medyasının yoğun desteği ile gayet profesyonel
bir şekilde yönetilerek bilinçli bir şekilde
ama sabırla devam ettirildi. Artık Haziran
ayına gelindiğinde başlangıçta 20-30 çadırlık bir topluluk sesini daha da gür çıkarabiliyordu. Tüm dünya medyası da büyük
bir görev sorumluluğu bilincinde görevine
devam ediyordu.
Ve Mursi 30 Haziran 2013 tarihinde
yurtdışı seyahatine çıkıyor. Sonrasında
bir merkezden yönetilen olaylar 4 gün
içinde kontrolü mümkün olmayan bir hale
getiriliyor ve 3 Temmuz 2013 tarihinde ordu yönetime el koyuyor. Sonrası malum…
Şimdi tekrar bize tekrar geri dönelim…
Gezi olaylarını hatırlayalım. Başlangıçta 20-30 çadırla başlayan güya masum direnişi göz önümüze getirelim.
Medyanın olayları ele alış şeklini, CNN’in
tüm dünyaya 9 saatlik canlı yayınını, Sayın Başbakan’ımızın yurtdışı seyahatinde
olayların nasıl kontrol edilemez noktaya
getirildiğini düşünün...
Fazla söze gerek yok. Toplumsal hadiselerin böyle bir yönü vardır. Bir anda kartopu misali olayların önü alınamaz hale
gelebilir. Devletin elindeki bilgileri biz bilemeyiz. Her şey de söylenmez. O süreçte neler yaşandığını tam bilmiyoruz. Ama
şunu kesin söyleyebiliriz ki sürecin çok
profesyonel bir şekilde yönetildiği kesin.
Tam bir özel kuvvetler operasyonuna benzemiyor mu? Sabri YİRMİBEŞOĞLU’nun
6-7 Eylül İstanbul olayları ile ilgili söylediklerini bir düşünün.
Her iki ülkenin yaşadıklarını bu gözle
analiz ettiğimiz zaman büyük fotoğraf çok
daha net gözüküyor. Belki bizim avantajımız geçirdiğimiz darbeler sürecinde edindiğimiz tecrübeler idi.
Şimdi bu anlattıklarımızdan sonra soruyu tekrar soralım. Darbe tehlikesi bitti
mi?
Unutulmasın tekerrür eden tarih değil,
hatalardır…
2014 Cumhurbaşkanı Seçimi Türkiye Cumhuriyeti Tarihinde Yeni
Bir Dönemin Başlangıcı Olacaktır
Adnan TANRIVERDİ - Emekli General / ASSAM ve SADAT Ynt. Krl. Bşk.
Cumhurbaşkanı ilk defa halk tarafından seçilecek.
Seçilebilmesi için yüzde ellinin üzerinde oy alması gerekir.
Tek parti hükümeti de olsa Başbakanın
partisinin oy oranının Cumhurbaşkanlarının aldığı oy yüzdesinin üzerine çıkması
nadiren mümkün olabilir.
sahip, arkasında yüzde ellinin üzerinde
oy desteği olan Cumhurbaşkanı ile hassas dengelerle ayakta duran koalisyon
Hükümeti ve Başbakanı arasında irade
yarışına sebep olabilir.
Genellikle de her iki merkezin çevresindeki makam ve kademeler rekabeti
kışkırtacaklardır.
Genellikle koalisyonlara mecbur bırakan oy dağılımı, Cumhurbaşkanına nazaran daha az oy almış bir partinin liderinin
Başbakan olmasına sebep olabilecektir.
T.C. Anayasası Cumhurbaşkanını yasama, yürütme ve yargı üzerinde kullanabileceği yetkilerle donatmıştır.
Böyle bir siyasi tablo, geniş yetkilere
Cumhurbaşkanının Yasama ile ilgili
eylül 2013 | ASDER
29
Bu dönem, 8.
Cumhurbaşkanımız
merhum Turgut Özal ve
11. Cumhurbaşkanımız
Sn. Abdullah Gül
dışında gelmiş
ve geçmiş bütün
Cumhurbaşkanlarının
örtülü olarak
kullandıkları geniş
yetkilerin, Millet
tarafından seçilmiş
yeni Cumhurbaşkanları
tarafından, liderlik
yetenekleri ölçüsünde
AÇIK OLARAK
kullanılacağı bir dönem
olacaktır.
Cumhurbaşkanının halk
tarafından seçildiği yeni
dönemin Literatürdeki
adı “YARI BAŞKANLIK
SİSTEMİ”dir
Yarı başkanlık sistemi
“cumhurbaşkanının
halk tarafından
seçildiği parlamenter
sistem” olarak da
tanımlanmaktadır.
Fransa, Çin, Rusya
federasyonu ve bazı
Avrupa ülkelerinde
uygulanmaktadır.
yetkileri: (TC Anayasası Md. 104 a )
• Gerekli gördüğü takdirde, yasama yılının ilk günü Türkiye Büyük Millet
Meclisinde açılış konuşmasını yapmak;
• Türkiye Büyük Millet Meclisini gerektiğinde toplantıya çağırmak,
• Kanunları yayımlamak,
• Kanunları tekrar görüşülmek üzere Türkiye Büyük Millet Meclisine geri
göndermek,
• Anayasa değişikliklerine ilişkin
kanunları gerekli gördüğü takdirde halkoyuna sunmak,
• Kanunların, kanun hükmündeki kararnamelerin, Türkiye Büyük Millet
Meclisi İçtüzüğünün, tümünün veya belirli
hükümlerinin Anayasaya şekil veya esas
bakımından aykırı oldukları gerekçesi ile
Anayasa Mahkemesinde iptal davası açmak,
• Türkiye Büyük Millet Meclisi seçimlerinin yenilenmesine karar vermek
Cumhurbaşkanının Yürütme ile ilgili
yetkileri: (T.C. Anayasası Md. 104 b)
• Başbakanı atamak ve istifasını
kabul etmek,
• Başbakanın teklifi üzerine bakanları atamak ve görevlerine son vermek,
• Gerekli gördüğü hallerde Bakanlar Kuruluna başkanlık etmek veya Bakanlar Kurulunu başkanlığı altında toplantıya çağırmak,
• Yabancı devletlere Türk Devletinin temsilcilerini göndermek, Türkiye
Cumhuriyetine gönderilecek yabancı devlet temsilcilerini kabul etmek,
• Milletlerarası adlaşmaları onaylamak ve yayımlamak,
• Türkiye Büyük Millet Meclisi adına Türk Silahlı Kuvvetlerinin Başkomutanlığını temsil etmek,
• Türk Silahlı Kuvvetlerinin kullanılmasına karar vermek,
• Genelkurmay Başkanını atamak,
• Millî Güvenlik Kurulunu toplantıya
çağırmak,
• Millî Güvenlik Kuruluna Başkanlık
etmek,
• Başkanlığında toplanan Bakanlar
Kurulu kararıyla sıkıyönetim veya olağa-
30
ASDER | eylül 2013
nüstü hal ilân etmek ve kanun hükmünde
kararname çıkarmak,
• Kararnameleri imzalamak,
• Sürekli hastalık, sakatlık ve kocama sebebi ile belirli kişilerin cezalarını
hafifletmek veya kaldırmak,
• Devlet Denetleme Kurulunun
üyelerini ve Başkanını atamak,
• Devlet Denetleme Kuruluna inceleme, araştırma ve denetleme yaptırtmak,
• Yükseköğretim Kurulu üyelerini
seçmek,
• Üniversite rektörlerini seçmek,
Cumhurbaşkanının Yargı ile ilgili yetkileri: (T.C. Anayasası Md. 104 c )
• Anayasa Mahkemesi üyelerini,
• Danıştay üyelerinin dörtte birini,
• Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı
ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcı vekilini,
• Askerî Yargıtay üyelerini,
• Askerî Yüksek İdare Mahkemesi
üyelerini,
• Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu üyelerini seçmek.
• Cumhurbaşkanı, ayrıca Anayasada ve kanunlarda verilen seçme ve atama
görevleri ile diğer görevleri yerine getirir
ve yetkileri kullanır.
Cumhurbaşkanının cezai sorumsuzluğu:
Bu geniş yetkilere karşılık, Başbakan
veya Bakanlardan birinin imzası ile Cumhurbaşkanının yaptığı işlemlerden ilgili
bakan ve Başbakan sorumludur. Tek başına yaptığı işlemlerden ise Cumhurbaşkanı aleyhinde yargıya başvurulamaz.
Cumhurbaşkanı, vatana ihanetten dolayı,
Türkiye Büyük Millet Meclisi üye tamsayısının en az üçte birinin teklifi üzerine, üye
tamsayısının en az dörtte üçünün vereceği kararla suçlandırılabilmektedir. (TC
Anayasası Md. 105 )
Başbakanın görev ve sorumlulukları;
(TC Anayasası Md. 107 )
• Başbakan, Bakanlar Kurulunun
başkanı olarak, Bakanlıklar arasında işbirliğini sağlar ve hükümetin genel siyasetinin yürütülmesini gözetir. Bakanlar
Kurulu, bu siyasetin yürütülmesinden bir-
likte sorumludur.
• Her bakan, Başbakana karşı sorumlu olup ayrıca kendi yetkisi içindeki
işlerden ve emri altındakilerin eylem ve
işlemlerinden de sorumludur.
• Başbakan, bakanların görevlerinin Anayasa ve kanunlara uygun olarak
yerine getirilmesini gözetmek ve düzeltici
önlemleri almakla yükümlüdür.
• Başbakanın Yüce Divana sevki
halinde hükümet istifa etmiş sayılır.
29 Ağustos 2014 tarihi, yönetim şekli
bakımından, Türkiye için YENİ BİR DÖNEMİN başlangıcı olacaktır.
Bu dönem, 8. Cumhurbaşkanımız
merhum Turgut Özal ve 11. Cumhurbaşkanımız Sn. Abdullah Gül dışında gelmiş
ve geçmiş bütün Cumhurbaşkanlarının
örtülü olarak kullandıkları geniş yetkilerin,
Millet tarafından seçilmiş yeni Cumhurbaşkanları tarafından, liderlik yetenekleri
ölçüsünde AÇIK OLARAK kullanılacağı
bir dönem olacaktır.
Cumhurbaşkanının halk tarafından seçildiği yeni dönemin Literatürdeki adı “YARI BAŞKANLIK SİSTEMİ”dir
Yarı başkanlık sistemi “cumhurbaşkanının halk tarafından seçildiği parlamenter sistem” olarak da tanımlanmaktadır.
Fransa, Çin, Rusya federasyonu ve bazı
Avrupa ülkelerinde uygulanmaktadır.
Yarı Başkanlık Sisteminin Başkanlık
sisteminden farkı;
• Yürütme organının iki başlı olması ve yürütme ile ilgili görevleri Bakanlar
Kurulu ile Cumhurbaşkanının üslenmesi,
• Bakanlar kurulunun TBMM’nin
güvenine dayanması,
• Bakanlar kurulunun TBMM’den
çıkacak güvensizlik oyu ile görevden alınabilmesi,
• Cumhurbaşkanının yürütme görevlerinden dolayı, vatana ihanet dışında,
cezai sorumluluğunun bulunmamasıdır.
Geniş Anayasal yetkilerle donatılmış
ve halk tarafından seçilmiş bir Cumhurbaşkanının bu yetkileri sonuna kadar kullanabilmesi ancak, hükümeti kuran parti
içinden çıkmış ve Başbakanla uyumlu bir
çalışma prensibi üzerinde anlaşmış olması ile mümkündür.
Hükümetin başka bir parti tarafından
kurulması, Cumhurbaşkanının ise muhalif bir parti tabanına dayanması, devletin
tepesinde kargaşaya davetiye anlamına
gelecektir.
Başkanlık Sisteminin Anayasamıza
girmesine kadar, Cumhurbaşkanımızın
Millet tarafından seçilmesi bu makamı,
yürütmede Başbakanlığın da üzerinde
çok önemli bir güç merkezi haline getirecektir.
Muhalefetin çatı adayı İslâmi gelenekten gelen Sayın Ekmelettin İhsanoğlu
olsun veya muhalefetin dünya görüşüne
sahip başka birisi olsun Milletimiz, Başbakanla Cumhurbaşkanının çatışma ortamına gireceği bir tercih yapmayacak kadar
sağduyulu davranacağına kesin gözü ile
bakmak ve AK Parti adayı dışında birisinin halk tarafından Cumhurbaşkanı seçilemeyeceğini kabul etmek gerekmektedir.
Geniş Anayasal yetkilerle donatılmış,
liderlik nitelikleri yüksek ve bütün yetkileri kullanma azim ve yeteneğine sahip bir
Cumhurbaşkanı, ülkemizin önemli sorunlarının çözümlenmesi için, önemli bir fırsat olarak görülmelidir.
Ülke olarak çözüm bekleyen dört
önemli meselemiz bulunmaktadır.
Birincisi;
Milli iradenin devletin bütün kurumları
üzerinde etkin otoritesinin temin edilmesi,
İkincisi;
Temel hak ve özgürlükleri teminat altına alma imkânı veren, bağımsız ve tarafsız yargıyı inşa edebilen, merkezi hükümetin dış dünyaya yönelmesine imkân
veren yeni yönetim şeklini belirleyen ve
TBMM’nin bütün sorunların çözümünde nihai merci olmasını sağlayan YENİ
ANAYASA’nın milletimizin oyuna sunulması,
Üçüncüsü;
Tam eşit vatandaşlık hukukunu sağlama (ne fazla, ne eksik, tam eşit) hedefine
uygun olarak, bölücü teröre karşı, “ÇÖZÜM SÜRECİNİN” sonuçlandırılması,
Dördüncüsü de;
İslâm Dünyasının bir irade altında top-
eylül 2013 | ASDER
31
Muhalefetin çatı adayı
İslâmi gelenekten
gelen Sayın Ekmelettin
İhsanoğlu olsun veya
muhalefetin dünya
görüşüne sahip
başka birisi olsun
Milletimiz, Başbakanla
Cumhurbaşkanının
çatışma ortamına
gireceği bir tercih
yapmayacak
kadar sağduyulu
davranacağına kesin
gözü ile bakmak ve
AK Parti adayı dışında
birisinin halk tarafından
Cumhurbaşkanı
seçilemeyeceğini kabul
etmek gerekmektedir.
Geçtiğimiz dönemlerde
sayısız krizler,
tereyağından kıl çeker
gibi, tasavvurların
üstünde bir başarı ve
süratle, memleketimize
zararı dokunmasına
imkân verilmeden
çözülmüştür. Bunun bir
sebebi siyasi istikrar ise
diğeri ve daha önemlisi
Başbakanımızın yüksek
feraset ve üstün
cesaretidir.
lanabilmesi için Müslüman milletlere önderlik yapmaktır.
12 yıl önce var olup, toplumu bunaltan
pek çok sorun bu gün mevcut değildir.
Bu kazanım, Başbakanımız Sayın Recep
Tayyip Erdoğan Liderliğindeki AK Partinin
sağlamış olduğu SİYASİ İSTİKRAR sayesinde olmuştur. Koalisyonlara ihtiyaç
kalmadan tek parti tarafından üst üste üç
dönemde iktidar çıkarılması, güçlü liderlik
nitelikleri ile de birleşince siyasi parazitlerin prim yapmadığı istikrar ortamını sağlamıştır.
Yeni dönemde de istikrarın muhafazası fevkalade önem arz etmektedir.
Yarı başkanlık sisteminde de Cumhurbaşkanı ile uyumlu bir hükümet ve hükümetin arkasında güçlü bir parlamento
desteği, başta siyasi alanda olmak üzere
ülkemizde istikrarın tesis ve devamı için
sağlanması gereken şartlar olarak görülmelidir.
Geçtiğimiz dönemlerde sayısız krizler,
tereyağından kıl çeker gibi, tasavvurların
üstünde bir başarı ve süratle, memleketimize zararı dokunmasına imkân verilmeden çözülmüştür. Bunun bir sebebi
siyasi istikrar ise diğeri ve daha önemlisi
Başbakanımızın yüksek feraset ve üstün
cesaretidir.
Şimdi bu iki imkân yine birlikte sağlanmalıdır.
Yeni dönemde Cumhurbaşkanının geniş yetkilerini, ülke çıkarlarına en uygun
olacak şekilde, yerinde, zamanında ve
kararlı olarak kullanacak aday, Sayın Recep Tayyip Erdoğan’dır.
Yarı Başkanlık Sisteminin ilk döneminde bütün yetkilerin, ülke yararına kullanıldığı örnek bir uygulama da fevkalade
önem kazanmaktadır.
Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın partinin başından ayrılması sonrasında 2015
ve 2019 genel milletvekili seçimlerinde AK
Partinin tek başına iktidar olacak çoğunluğu sağlayamama riski bulunmaktadır.
2019’a kadar Başkanlık Sisteminin
Anayasaya girmesi de mümkün olmayabilir.
AK Parti olarak ve bu partiye gönül
vermiş olanların aday belirlemedeki açmazı buradadır. Bir tarafta Cumhurbaş-
32
ASDER | eylül 2013
kanlığına güçlü bir liderin aday gösterilme
isteği, diğer tarafta, liderin ayrılması ile
siyasi istikrarı devam ettirecek çoğunluğu
sağlayamama riski.
Böyle durumda seçimi ve kararı gerçek lidere bırakmak gerekir.
Geçmiş icraatlarında tespit edilen
doğruyu seçme hasletine güvenerek,
Cumhurbaşkanı adayımız bizzat Başbakanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan
tarafından belirlenmeli ve bu memleketi
sevenler de onun ve arkasında bıraktığı
partinin desteğinde bulunmalıdır.
Sonuç olarak;
29 Ağustos 2014 tarihinden itibaren
Türkiye Cumhuriyeti YARI BAŞKANLIK
dönemine geçmektedir.
Yeni Cumhurbaşkanımız liderlik nitelikleri yüksek ve kendinden sonrakilere
örnek uygulamalar bırakma yeteneğine
sahip bir zat olmalıdır.
Arkasında meclis desteği devam etmelidir.
Adayın seçiminin de Cumhurbaşkanlığı ve Başbakanlık iradelerinin, memleket
sorunlarının çözümü istikametinde birleştirilerek kullanılmasını ve önümüzdeki iki
Genel Millet Vekili seçimlerinde AK Partinin tek başına iktidar olmasını sağlayacak tedbirleri içerecek şekilde yapacağına inanıp güvendiğimiz Başbakanımıza
bırakılmalıdır.
Onun tercihi en doğru tercih olarak kabul edilmeli ve bu kabul ile verilecek karar
desteklenmelidir.
2014 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin
hepimize, milletimize ve İslâm âlemine
hayırlar getirmesini dilerim.
Zulmünü Bize Borçlusun
Gürcan ONAT
Bu zulmünü bize borçlusun.
Sanma ki; sen bir adamsın.
Sakın kendini güç kudret sahibi görmeyesin. Orada kontrolün altına verilmiş
üç beş çoluk çocuğu, kadın erkeği bombaladım diye kendini bölgenin hâkimi
zannetmeyesin…
Ey Siyonist!
Artır zulmünü… Çoğalt günahlarını…
Ne kadar vahşet varsa gerçekleştir eşkıyalık adına…
Son demlerindir zira gördüğün göreceğin şu imtihan dünyasında.
Allah’ın gazabına uğramış, lanetli kavim; yakındır Haydar’ın dirilmesi, üzerindeki ölü toprağından silkinmesi, kendine
gelmesi.
İmamesi kopartılmış bu darmadağın
ümmetin haline bakıp; ilelebet zulümle
yaşayacağını zannetme.
Yakındır tepene inmesi Muhammed’in
yumruğunun…
Evet; şimdi vuruyorsun. Zavallı, masum insanları canavarca katlediyorsun.
Kaygısız seyrettiğimizi sanmayasın, yatağımızda huzurlu yattığımızı zannetmeyesin.
Bileniyoruz! Derleniyoruz, toparlanıyoruz…
Damarlarımızdaki morfinin etkisi geçti.
Nekahet dönemi bitiyor.
Az kaldı, bekle Osmanlının torunları
geliyor…
Elbet zalimlere hadlerini bildirecekler.
Sen gargatlarını çoğaltmaya bak, yakında çok ihtiyacın olacak!
eylül 2013 | ASDER
33
Yakındır tepene
inmesi Muhammed’in
yumruğunun…
Evet; şimdi vuruyorsun.
Zavallı, masum
insanları canavarca
katlediyorsun.
Kaygısız seyrettiğimizi
sanmayasın,
yatağımızda
huzurlu yattığımızı
zannetmeyesin.
Darbelere Genel Bakış
Prof. Dr. Ahmet ALPER
Türkler Cumhuriyet
sonrası batıya dostça
ve samimiyetle
yaklaşırken, Batı İslam
dünyası üzerindeki
kirli emellerinden
hiçbir zaman
vazgeçmemiştir. İslam
ülkelerindeki zengin
enerji kaynaklarını
ele geçirmek, İslam
devletlerini parçalayıp
bölerek güçsüz, zayıf,
küçük kendilerine
bağımlı tutmak için her
türlü entrikalara, siyasal,
sosyal, ekonomik,
askeri baskılara
başvurmuşlardır.
Türkiye Cumhuriyeti son 50 yılını darbelerin kaos ve karanlığında yitirmiş bir
ülkedir. Bunun nedenlerini araştırmak
için Osmanlı Devletinin son döneminde orduya bulaşan siyaset hastalığının
ve Cumhuriyetin kuruluşundaki tepeden
inmeci uygulamaların hatırlanması gerekir. Osmanlının son döneminde Ordu
içinde fırkalaşma ve Masonik kadrolaşma Balkan Harbinde müthiş bozguna ve
kısa süre sonra hiç hazırlıklı olmadığımız
halde Birinci Cihan Harbine girilerek Osmanlı Devletinin yok olmasına neden olmuştur. Osmanlının enkazından Kurtuluş
savaşıyla da iyice yıpratılmış, 12.5 milyon nüfuslu yeni Cumhuriyetin kurulması
için düşmanlarımızın en önemli istekleri olan İslam’dan ve İslam ülkelerinden
uzaklaşmamız, dinde lakayt yöneticiler
tarafından da benimsenerek yeni devletin batıdan onay alması sağlanmıştır.
Bu konuda İngiltere Avam Kamarasında
”Türklerin istiklalini ne için tanıdınız.” diye yükselen itirazlara Lord Gürzon “Biz
34
ASDER | eylül 2013
onları maneviyat ve ruh cephesinden öldürmüş bulunuyoruz. Asıl bundan sonraki
Türkler bir daha eski satvet ve şevketlerine kavuşamayacaklardır” demiştir. Türkler Cumhuriyet sonrası batıya dostça ve
samimiyetle yaklaşırken, Batı İslam dünyası üzerindeki kirli emellerinden hiçbir
zaman vazgeçmemiştir. İslam ülkelerindeki zengin enerji kaynaklarını ele geçirmek, İslam devletlerini parçalayıp bölerek
güçsüz, zayıf, küçük kendilerine bağımlı
tutmak için her türlü entrikalara, siyasal,
sosyal, ekonomik, askeri baskılara başvurmuşlardır. Bu baskıları bazen gizli
servisleri veya ellerinde tuttukları medya
organlarından sinsice, bazen kendilerine
yakın siyasi ve askeri yöneticiler tarafından, bazen de ekonomik baskı ve askeri güç kullanarak yapmaktadırlar. İkinci
Dünya Harbi sonrası Churcil’e Yalta’da bir
basın toplantısında Türkiye’nin konumu
hakkında sorulan bir soruya “Türkiye’nin
belirli bir ağırlığı vardır. Bu kilosunu İslam
âlemine ve Sovyet Rusya‘ya karşı koru-
malıdır. Eğer Türkiye zayıflayacak olursa
İslam âlemine karşı ve Sovyet Rusya’ya
karşı desteklenerek eski kilosuna çıkarılmalıdır. Eğer Türkiye şişmanlayacak (fazla güçlenecek) olursa derhal rejime tabi
tutulup eski kilosuna indirilmelidir” cevabı,
İngiltere’nin Türkiye’ye bakışını yansıtan
bir görüştür. Komünist Blok’un güçlü olduğu iki kutuplu dünyada Rusya’ya komşu
İslam ülkelerini Batının savunması için
Rusya’ya karşı kalkan olarak kullanmıştır.
İkinci Dünya Savaşından sonra Batının önderliğini İngiltere’den Amerika
devralmıştır. Bu nedenle Türkiye ABD’ne
yaklaşmak gereğini duydu. 1947 yılında
Türkiye ve Yunanistan Sovyetler Birliği
tehdidi altında diye Truman doktrini çerçevesinde ekonomik ve askeri yardım
planına alındı. Genelkurmay Başkanı Salih Omurtak başkanlığında bir Türk askeri
heyeti Amerika’ya gitti. 1948’de Türkiye
Dünya Bankasından ilk borcunu (50 milyon $) aldı. Marshall yardımı yürürlüğe
sokuldu ve 48-52 yılları arası 351.700.000
$ yardım aldı. Türkiye 1950 de Kore ye
asker gönderdi. Bu birlik, ABD birliklerini
korumak için çok büyük kayıplar verdi.
ABD Başkanı Truman Türkiye’ye yardımı
3 katına çıkardı. Sonuçta Türkiye 1951
yılında NATO’ya kabul edildi. 1952’de düşünce, finansman ve teçhizatını ABD’nin
verdiği Özel Harp Dairesi, Seferberlik Tetkik Kurulu adıyla kuruldu. Sınavla Türk
subayları Amerika’ya davet ediliyor, özel
harp kursları görüyordu. İlk giden 16 subay arasında Yüzbaşı Alpaslan Türkeş
de vardı. Daha sonra kurulduğu ülkelerde
Gladio diye isimlendirilen özel harpçiler
Türkiye’de tüm ihtilallerde ve kirli işlerde
görülecekti.
1927 yılında kurulan Milli Emniyet Hizmeti (MEH) teşkilatının da CİA ve diğer
yabancı batılı istihbarat servislerinden yoğun parasal destek gördüğü 1955-56’larda Başbakanlık Müsteşarı tarafından tespit edilmişti. 1955 5 Eylül’de Selanik’te
Atatürk’ün doğduğu ev bombalanmış ve
bir gün sonra İstanbul Beyoğlu’nda azınlıkların dükkânları çirkin bir şekilde yağmalanmıştı. Bu olayın Özel Harp Dairesi
tarafından planlandığını yıllar sonra özel
harpçi Org. Sabri Yirmibeşoğlu hatıratında açıklayacaktı. Planlayıcılar kahraman
Türk subayı olarak terfi ederken, olaydan haberi olmayan Demokrat Partisi
iktidarı Yassıada’da bu olay nedeniyle
de Anayasayı ihlalden mahkûm olacaktı. 21 Ocak 1972 tarihli Daily Telegraph
gazetesi CİA’nin hangi ülkelerde darbe
yaptığını açıklarken Türkiye’de 1960 ihtilalini ve 1971 müdahalesini CİA kaynaklarına dayanarak bildirmiştir. 12 Mart
1971 müdahalesinden birkaç yıl sonra,
eski Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil “12 Mart darbesinden 3 ay önce
ABD Büyükelçisi’nin ‘haşhaş ekiminin
yasaklanmasını Türk Hükümetinden istediğini’ ve Başbakanın bunu kabul etmediğini, ABD Büyükelçisinin ise ‘çok yazık
bundan fena neticeler doğacak dediğini”
söyleyerek “çok fena neticeler belli oldu.
3 ay sonra hükümetimiz düşürüldü” dedi.
Darbe sonrası kurulan hükümet haşhaş
ekimini kısa sürede yasaklamıştı.
12 Mart darbesi öncesi Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur bir ödül töreni için ABD’ye gitmişti. Soğuk savaşın en
hızlı olduğu bu yıllarda ABD Türkiye’de
kendi kontrolünden çıkmış sol eylemlerden rahatsız oluyordu. Bu nedenle komutana darbenin ne zaman yapılacağını
sordukları yazılmıştır. 1971 darbesinde
sol eylemlerde kullanılan pek çok eylemci
hapislerde çürür, gizli köşklerde işkenceye tabi tutulur veya çatışmalarda öldürülürken CİA ve Özel Harpte bu eylemcileri
kullananlar başarıları ile övünüyorlardı.
1974 Kıbrıs müdahalesinden sonra
ABD ile ilişkilerimiz bozulunca Org. Semih Sancar Başbakan Ecevit’ten örtülü
ödenekten, örtülü ödenekteki paranın
tümüne yakın olan birkaç milyon lira istiyor. Ecevit ne için istediğini sorunca “Özel
Harp Dairesi için istediğini, daha önce bu
dairenin masraflarının ABD tarafından
karşılandığını, bu dairenin ABD askeri
yardım kuruluşu ile aynı binada çalıştığını” bildiriyor. Ve Ecevit 12 Mart sonrası
Kontrgerilla faaliyetleri ile ilişkili bu teşkilatı tam öğrenemeden iktidardan ayrılıyor.
1975-80 yılları Türkiye için terörün
tırmandığı yıllardı. 1974 de terörden 4
kişi ölürken, 75 de 35, 76’da 104, 77’de
292 kişi ölüyor. 1978-79 İran’da Humeyni
devrimi ABD’nin gözlerini dört açmasına
ve Türkiye’ye ayrı bir ilgi göstermesine
neden oluyor. 7-8 Haziran 1980 de Genelkurmay Başkanı Kenan Evren ABD’ne
gidiyor. Başkan Carter’in milli güvenlik
Danışmanı Zbigniew Brezinski ile görüşüyor. Brezinski “İstikrarlı bir Türkiye
eylül 2013 | ASDER
35
1927 yılında kurulan
Milli Emniyet Hizmeti
(MEH) teşkilatının da CİA
ve diğer yabancı batılı
istihbarat servislerinden
yoğun parasal destek
gördüğü 1955-56’larda
Başbakanlık Müsteşarı
tarafından tespit
edilmişti. 1955 5
Eylül’de Selanik’te
Atatürk’ün doğduğu
ev bombalanmış ve
bir gün sonra İstanbul
Beyoğlu’nda azınlıkların
dükkânları çirkin bir
şekilde yağmalanmıştı.
En çok araştırılan Uğur
Mumcu’nun ölümü
arabasına egsozla motor
arasına yerleştirilen
askerlerin kullandığı
C-4 tahrip kalıbı ile
gerçekleştirilmişti.
Cinayeti işleyenler
telefonla gazeteleri
arayarak yığınla İslamcı
terör örgütü ismi
vermişlerdi.
istiyoruz. Ama Türkiye bu konuda iyiye
gitmiyor, bir şeyler yapmak lazım” diyor.
12 Mart darbesinde olduğu gibi ihtilalden
bir hafta kadar önce de Hava Kuvvetleri
Komutanı Tahsin Şahinkaya ABD’de görüşmelerde bulunuyor. 11 Eylül günü öğle vakti Başbakan Demirel, bir müdahale
olacak mı diye etraftan bilgi toplamaya
çalışıyor ama sonuç alamıyor. 12 Eylül
sabahı İhtilal başarılmış Erzurum’daydım.
İhtilal başlamadan önce Ankara’da basılan taşra baskısı Günaydın gazetesinin
birinci sayfası alt yarısında üç sütuna basılmış bir yazı başlığı dikkatimi çekti. Başlıkta “Ankara da önemli olaylar bekleniyor.
Avrupa’dan bir uçak dolusu gazeteci geldi.” yazıyordu. Yani başbakanın ihtilalden
haberi yokken Avrupalı gazeteciler ihtilali
yakından izlemek için tam gününde gelmişti. Brezinski darbeyi ABD başkanına
tiyatroda oyun seyrederken haber veriyor
ve ‘Bizim çocuklar başardılar’ diyordu.
Darbe sonu 11 Eylül’e kadar tırmanarak
devam eden terör olayları birden son buldu, hükümet düşürüldü, parlamento feshedildi, siyasi partiler kapatıldı. 650.000
kişi gözaltına alındı. ‘Asmayıp da besleyelim mi?’ diyerek 50 kişi idam edildi. 14
000 kişi vatandaşlıktan çıkarıldı, 229 kişi
işkencede can verdiği, kayıpların sayısının ise bilinmediği yazıldı. 1974 Kıbrıs
müdahalesi sonrası NATO’dan ayrılan
Yunanistan’ın tekrar NATO’ya alınması
Türkiye tarafından hiçbir engelleme ile
karşılaşmadan sağlandı. Ana çatısı ile
bugünde geçerli olan yeni Anayasa hazırlandı. Anayasaya yerleştirilen birbirine
zıt pek çok tuzak deyimlerle zalimlere zulüm yapma imkânı sağlandı. İhtilal sonrası Türkiye de görev yapan ABD elçisinin
ihtilalin lideri Kenan Evren hakkında hatıratında yazdıkları çok ilginçtir. Büyükelçi
‘ Evren çok hoş bir insandı, diyalogumuz
çok iyiydi. Atatürk’e bağlı insandı. Kendisinden bir istekte bulunacağımız zaman,
Atatürk’ün o konu ile ilgili bir sözünü bulur söylerdik hemen kabul ederdi’ diyor.
Acaba Büyükelçi başörtüsü veya bazı
lisanların yasaklanması yönünde bir telkinatta bulunmuş mudur, doğrusu merak
ediyorum. 1980 ihtilalinin Time dergisine
‘Dünyanın en zengin generali’ diye kapak
konusu olacak generalleri de Türkiye ye
kazandırdığını söylemeden geçmeyelim.
1990lı yıllar Dünyada komünist blok un
yıkıldığı, tek kutuplu globalizmin benim-
36
ASDER | eylül 2013
senmeye başlandığı, Nato yani Batı tarafından İslam’ın düşman olarak kabul edildiği yepyeni bir dönemdi. Amerika Irak’la
İran’ı 8 yıl savaştırdıktan sonra, diktatör
Saddam’ın Kuveyt’e girmesine önce ses
çıkarmamış, daha sonra Saddam’a savaş açarak Ortadoğu’da bütün kontrolleri
eline almıştı. Komünist blokun yıkılması
ile tüm dünyada dinlere yönelmede artış
olurken, İslam Ülkelerinde elinde tuttuğu medya ile halkı İslam’dan uzaklaştırmaya çalışıyordu. Türkiye’de o yıllarda
Ali Kalkancı-Fadime Şahin, Aczimendiler, Müslim-Fadime, Hizbullah eylemleri
medyanın günlük senaryolarında yerlerini
alıyordu. Bu arada Prof. Muammer Aksoy, Prof. Bahriye Üçok, Uğur Mumcu
gibi solcu aydınlar faili meçhul suikastlere kurban gidiyor, bütün bu cinayetlerin
şeriatçılar tarafından işlendiği medyada
çeşitli senaryolarla anlatılıyordu. Bunlardan ilginç olanı Bahriye Üçok bombalı
paketle suikast konusunda MİT tarafından eğitildikten bir hafta sonra gönderilen
bir bombalı paketle öldürülmüştü. En çok
araştırılan Uğur Mumcu’nun ölümü arabasına egsozla motor arasına yerleştirilen askerlerin kullandığı C-4 tahrip kalıbı
ile gerçekleştirilmişti. Cinayeti işleyenler
telefonla gazeteleri arayarak yığınla İslamcı terör örgütü ismi vermişlerdi. Cinayet öncesinde Körfez savaşında türlü
numaralar çeviren Amerika’ya karşı tepkiler artmıştı. İslami yayın yapan radyo ve
TV istasyonları artmaya ve İslami şuurlanma yaygınlaşmaya başlamıştı. İmam
Hatiplilerin Harp Okuluna girişine imkân
sağlayacak kanun teklifinin Meclis Milli
Eğitim Komisyonunda görüşülmesi kabul
edilmişti. Ölümünden birkaç gün sonra da
İran Dışişleri Bakanı Türkiye’ye gelecekti.
Cenaze büyük bir kalabalığın omzunda
“Kahrolsun Şeriat; Mollalar İran’a” sloganları ile taşınmış; Uğur’u öldürenler müthiş
bir iş başarmışlardı. Bunun gibi pek çok
provokatif olay MGK toplantılarına yakın
zamanlarda uygulamaya konur, MGK’da
gündem konusu olurdu. Bu olay sonrası
MGK’nın talebi ile özel radyo ve TV’lerin
yayınları durduruldu, İmam Hatiplilerin
Harp Okuluna girmesine imkân sağlayacak kanun teklifi reddedildi, İran Dışişleri
Bakanının ziyareti Uğur’un cenaze merasimi gölgesinde sönük geçti. Uğur’un
Şeriatçılar tarafından öldürülmediği ailesi
tarafından da kabul edildi. Ama bugüne
kadar kimin öldürdüğü de anlaşılamadı.
NATO’nun yeni düşmanımız İslam fikri başlangıçta Türkiye’de benimsenmedi
gibi görünse de NATO’nun bir parçası
olan TSK’nde yeni konsept yönünde çalışmalar 94 yılında göze çarpmaya başlamaktadır. Subay ve astsubaylardan eş ve
çocuklarının resimleri istendi. Eşi türbanlı,
başörtülü fotoğraf verenler derhal sakıncalı veya şüpheli listesine alındı. Bir süre
sonra Jandarma Genel Komutanı Teoman
Koman kışlalarda subay ve astsubayların
cami ve mescitlere gitmesini yasaklayan
bir emir yayınladı. Bu arada sivil hayatta
Aczimendiler gibi provokatif olaylar devamlı gündemde tutuluyordu. Siyasi ortam ise oldukça karışıktı. ANAP’ta Genel
Başkan Mesut Yılmaz güven sağlayamamıştı. DYP Genel Başkanı Tansu Çiller
ekonomik krizi atlatmakta zorlanıyor, rüşvet, hortumculuk, haksız mal edinme dedikoduları iktidarı sarsıyordu. Solcu parti-
ler birbirleri ile uğraşmaktan başka bir şey
yapamıyor, Refah Partisi gittikçe güçleniyor, yeni konsepte ayak uydurmaya çalışan TSK bu durumdan çok rahatsız oluyordu. 1995 seçimlerinden Refah Partisi
birinci parti olarak çıkmıştı. DYP-ANAP
koalisyonu yürümemiş, ANAP Refah koalisyonu son anda askerler tarafından engellenmişti. Erbakan Çiller’le anlaşmış ve
96 yılında Refah Yol iktidarı kurulmuştu.
Askerler 96 Ağustos YAŞ toplantısında Hükümete karşı ilk siyasi tavrı koydular. YAŞ’ta irticai nedenler gerekçesiyle
13 subay astsubay ordudan uzaklaştırdılar. Hâlbuki daha önceki toplantılarda
ordudan YAŞ yolu ile ayrılanlar disiplinsiz
diye ilan edilmekteydi. Bu YAŞ toplantısı sırasında ordudan uzaklaştırmalara
hiç itiraz etmeyen Erbakan, Başbakanlık konutunda verdiği davette alkollü içki
vermeyince Güven Erkaya ile rakı krizi
yaşanmıştı. Komutanlar bu hükümeti iste-
eylül 2013 | ASDER
37
NATO’nun yeni
düşmanımız İslam fikri
başlangıçta Türkiye’de
benimsenmedi gibi
görünse de NATO’nun
bir parçası olan
TSK’nde yeni konsept
yönünde çalışmalar 94
yılında göze çarpmaya
başlamaktadır. Subay
ve astsubaylardan eş ve
çocuklarının resimleri
istendi.
miyorlardı. Daha önce baştacı olan Tansu
Çiller Erbakan’la hükümet kurduğu için
tu kaka olmuştu. YAŞ’ta ihraç sorunu çıkarmayan Başbakan’a Aralık Şurasında
ihraç edilmek üzere 69 kişiyi sundular.
İmza yine sorunsuzdu. Askerlere karşı
ölçülü davranan Başbakan, sivil ortamda
bu ölçüyü muhafaza edemiyordu. Konutunda bazı tarikat liderlerine verdiği iftar
yemeği medya tarafından abartılarak kullanıldı. Arkasından Sincan’da Kudüs gecesi nedeniyle provokasyonlar yaşandı.
Ve Sincan’da tanklar yürütülerek 28 Şubat 1997’de MGK toplantısı sonucu Refah Yol’un ipi çekildi. 3.5 ay sonra da hükümet istifa etmek zorunda kaldı. Silahlı
Kuvvetler tarafından çeşitli kurum ve kuruluşlara irtica brifingleri verildi. Bunların
arasında yüksek yargı organları da vardı.
Oysa yargıyı etkilemek Anayasamıza göre suçtu. TSK’nden 1200 civarında subay
ve astsubay YAŞ kararı ile sorgulanmadan, mahkemeye çıkmadan, savunma
hakkından mahrum ve ne ile suçlandıklarını bilmeden yargısız infaza maruz kaldı.
Bunu tasvip etmeyen 10.000 in üzerinde
subay astsubay da emekliliğini isteyerek
ayrıldı. İrtica fişlemesi askerlerden, memurlara, polis, öğretmenlere, hatta işportacı ve kokoreççilere kadar yaygınlaştırıldı. Türkiye’de komünist Sovyet rejiminden
daha baskıcı bir uygulama görüldü. Bu
uygulamada yardımlarından dolayı kartel
medyasına teşekkür edildi. Aykırı yazanlar andıçlanarak devre dışı bırakıldı. Pek
tabii bu arada menfaatçi hortumcular da
boş durmuyordu. Bankaların içleri boşaltılıyor, ekonomi alt üst oluyor, önceden
bazıları tarafından birçok maddesi ihlal
edilen Anayasa Cumhurun başı ile Başbakan arasında fırlatılıyordu. Milli birlik ve
Başından beri ifade
etmeye çalıştığımız
gibi bütün darbeler
iç ve dışta bu milletin
düşmanlarının ve
menfaat çetelerinin
işbirliği ile
hazırlanmıştır. Bu arada
bazı vatanseverler
farkında olmayarak
kullanılmışlardır.
38
ASDER | eylül 2013
beraberlik çok yara almıştı. Ordu, yargı,
Cumhurbaşkanı ve medyanın itibarı her
gün biraz daha azalıyordu.
1999 büyük depremi yanında siyasi
ortamda yapılan tahribat ülkeyi tarihinin
en büyük krizine sürükledi ve Türkiye iflas etti. 28 Şubat postmodern darbesini
yapanlar ülkeyi IMF’nin kucağına oturttular. Açlık sefalet, ahlaksızlık, adaletsizlik
aldı yürüdü. Batan bankaların her birinin
enkazı altından ordudan irtica nedeniyle
subay astsubay uzaklaştıran çok disiplinli
komutanlar çıktı. Bazı disiplinli komutanların ise orduya iş yapan müteahhitten
150.000 $ borç alarak, veya kaynağını
açıklayamadıkları paralarla mülk edindikleri tespit edildi. Milletimiz bu pisliklerin
sorumlularını 3 Kasım 2002 seçimlerinde
parlamentonun % 95 ini değiştirerek siyasi mevta haline getirdi. Böylece bundan
sonraki siyasetçilere dürüst davranmaları
konusunda gerekli dersini verdi.
Başından beri ifade etmeye çalıştığımız gibi bütün darbeler iç ve dışta bu milletin düşmanlarının ve menfaat çetelerinin
işbirliği ile hazırlanmıştır. Bu arada bazı
vatanseverler farkında olmayarak kullanılmışlardır. Devrimler milletin sosyolojik,
psikolojik, ahlaki, hukuki, iktisadi yapısını bozmakta; tedavisi çok güç sorunlara
neden olmaktadır. İhtilalleri yapanlar cezalandırılmadıkça ihtilal heveslileri daima
olacak, ülke bu tehditle her zaman karşı
karşıya kalabilecektir.
Milli iradenin tecellisini sağlamaya
çalışmak ve milletin sesine kulak vermek her Türk vatandaşı ve yöneticisinin
görevidir. Milletimiz, meclisimiz ve hükümetimiz darbelerin yaralarını sarmak için
üzerlerine düşen görevi yapmalıdır.
Devlet, Cemaat ve Demokrasi
Gürcan ONAT
Devlet nedir, kim için ve ne için vardır?
Hiç felsefi ve akademik mülahazalara
girmeden çok basit yazacağım.
Devlet o ülkenin vatandaşları için vardır. Ülkede yaşayan tüm insanların ve
hatta hayvanların ve hatta bitkilerin hak
ve hukuklarını koruyan bir hükmi şahsiyettir.
Devlet insan için vardır. İnsana hizmet
etmek için vardır.
Cemaat nedir, kim ve ne için vardır?
Cemaat belirli bir amaç için, bir lider
etrafında cem olmuş, aynı fikir ve düşünce yapısındaki insanlar topluluğudur.
Bir ülke içerisinde cemaatler olmalı
mı?
Evet, elbette olmalı. İnsanlar dilediği
gibi düşünme, düşüncesini ifade etme,
yaşama ve bir araya gelerek maddi/manevi destek alma hürriyetine de sahip olmalıdır.
Devlet kimlerden, nasıl oluşturulmalıdır? Yani devlet kurumlarında kimler görev almalıdır?
O ülke içerisinde yaşayan, alanında
uzman ve ehliyet sahibi vatandaşlardan
oluşturulmalıdır. Devlet kurumlarındaki
görevler millet adına emanettir. Emanet
ehline verilmelidir.
Cemaatlerin mensupları bu kurumlarda görev almalı mıdır?
Evet, elbette almalıdır. Devlet kurumlarında görev verilirken; insanların yaratılıştan gelen hususiyetlerine, siyasi düşüncelerine, sosyal konumlarına, etnik
kimliğine, dini inançlarına, kılık kıyafetlerine v.s. farklılık oluşturacak neyi varsa
hiçbirisine menfi anlamda bakılmadan sadece o vazife ile alakalı ehliyetine bakılmalıdır. Dolayısıyla hangi cemaate, etnik
kimliğe, siyasi düşünceye ve inanca sahip
olursa olsun, bu hizmette yer alabilmelidir.
Cemaat mensupları devlet içinde kadrolaşabilmeli midir?
Asla! Böyle bir şey akla, vicdana, inanca, kısaca insani tüm değer ve yargılara
aykırıdır.
Cemaat mensupları Devlet kurumlarında kadrolaşmışsa ne yapmak lazımdır?
Derhal temizlenmelidir! Ehliyeti olmadığı halde devlet içerisinde kadrolaşıp
millete hâkimiyet kurmak isteyenler kim
olursa olsun, tüm vatandaşların bir araya gelip, bu kişileri bu işlerinden engellemeye çalışmak üzerlerine düşen vatan
ve namus görevleridir. Devlet kurumları
içerisinde paralel bir devlet oluşturmaya
çalışmak devlete ve millete ihanettir.
DEMEOKRASİYE GELİNCE
Ben demokrasiyi sevmiyorum ve benimsemiyorum. Çünkü demokrasi halkı
kamplara bölmekten ve birbirine düşman
etmekten başka hiçbir işe yaramamaktadır. İşte yıllardır ülkemizde yaşıyoruz,
bütün parti mensupları diğer partilere
düşmanlar, hatta bazıları bazılarını birkaç
kaşık suda boğmak için adeta fırsat kolluyor gibiler…
Biraz daha ileri gidelim aynı inanç yapısına sahip aynı dine inanmış, aynı kıbleye yönelmiş aynı kitaba inanmış insanlar aynı mescitte bir araya geliyor, fakat
siyasi kin ve nefret yüklerini muhafaza
edebiliyorlar. (Örnek mi istiyorsunuz; Saadet Partisi ile Adalet ve Kalkınma Partisi)
Bu sistemde ancak seçilmiş olan parti içerisindeki insanlar devlet kurumlarına
yerleşiyorlar, çoğu zaman ehliyet gözetilmiyor, hâlbuki diğer partiler içerisinde belki çok daha kabiliyetli, belki memlekete
çok daha fazla faydalı olabilecek fertler
vardır, fakat devlet kademesinde görev
alamıyor, dolayısıyla emanetin ehline verilmesi kuralı ihlal edilmiş oluyor ve böylece ülke kaybetmiş oluyor, millet kaybetmiş oluyor.
Hele bir de farklı dünya yapısına sahip
parti mensuplarında seçilenlere karşı seçilmeyenlerde dehşetli kin, haset ve düşmanlık üretiliyor. Rakip parti ne yaparsa
yapsın kötü kabul ediliyor, engellenmeye
çalışılıyor. İnsanlar birbirlerini yemekten
hayırlı işler yapmaya fırsat bulamıyor.
Oysa devlet idaresi şura ile olmalıdır.
Şimdilik bu kadar, bu konuda detaylı
bir çalışmayı müteakip bültene yetiştirmeye çalışacağım, inşallah.
Allah’a emanet olunuz.
eylül 2013 | ASDER
39
Bu sistemde ancak
seçilmiş olan parti
içerisindeki insanlar
devlet kurumlarına
yerleşiyorlar, çoğu
zaman ehliyet
gözetilmiyor, hâlbuki
diğer partiler
içerisinde belki çok
daha kabiliyetli, belki
memlekete çok daha
fazla faydalı olabilecek
fertler vardır, fakat
devlet kademesinde
görev alamıyor,
dolayısıyla emanetin
ehline verilmesi kuralı
ihlal edilmiş oluyor ve
böylece ülke kaybetmiş
oluyor, millet kaybetmiş
oluyor.
Milli Güç ve Devlet (1)
Nejat ÖZDEN
19 uncu yüzyılda
Hegel’in Marks ‘a
yazdığı raporlarda İngiliz
işçilerinin acınacak
hallerini görmek
mümkündür. İnsanın,
emeğin, değerlerin
hülasa her şeyin nasıl
sömürüldüğü bir
zihniyet görülmektedir.
Hala hazır dünya sisteminin (ekonomik ve siyasi) tepesinde İngiliz–Yahudi
ittifakı oturuyor.
Bu ittifak; 18 inci ve 19 uncu yüzyıllarda gerçekleşen sanayi devrimleri sürecinde, İngiliz aklı ve girişimci ruhu ile
Yahudi’nin sermaye birikimi üzerine inşa
edilmiştir.
Bu ittifakın kurduğu küresel medeniyet, güç ve sömürüye dayanır. Küresel
buhranların sebebi bu medeniyettir.
Yeryüzünde insanlar öyle veya böyle
hep dinle idare edile gelmişlerdir. Hak veya batıl bir dinin ahlak nizamı insanların
hayatına yön vermiştir; ticaret, zanaat ve
zenginleşme bu çerçevede gerçekleşmiştir. Eski çağların da zenginleri olmuştur.
Karun gibi Haman gibi. Fakat eski çağların zenginlikleri bu günkü gibi kurumsal
temele oturmuyorlardı. Sanayi devrimi
öncesi başlayan diyalektik arayışlar sermaye-çalışan, sermaye–tüketim ilişkisini seküler (ladini) bir zemine çekmiştir.
Bir din adamı olan İngiliz rahip James
Anderson’ın yazdığı Anderson Anayasası, herkesçe kabul görmüş Liberal Kapitalizmin ilk dogmatik metni olmuştur.
18 ve 19 uncu yüzyılda Kuzey Ba-
40
ASDER | eylül 2013
tı Avrupa’da gördüğümüz zenginleşme
kurumsallaşarak bu günün Vahşi Liberal
Kapitalizmini doğurmuştur. Liberal Kapitalizmin oluşturduğu daha fazla tüketim
anlayışı, dünyaya zorunlu bir yaşam biçimi pompalıyor. Tükettikçe daha fazla
tüketmeyi dayatıyor, toplumları tüketim
bağımlısı haline getiriyor. Uyuşturucu bağımlısı bir kadının daha fazla uyuşturucu
bulmak için bedenini satması gibi, insanlar bu sistemin tüketim ayağından, para
ve faiz ayağına pinpon topu gibi gel git
yapmak zorunda bırakılıyor.
Üstün sömürgeci ülkeler, sadece dünya halklarına zulmedip sömürmüyor elbet,
geçmişte ve bugün kendi insanlarına da
her türlü haksızlığı reva görmektedirler.
19 uncu yüzyılda Hegel’in Marks ‘a
yazdığı raporlarda İngiliz işçilerinin acınacak hallerini görmek mümkündür. İnsanın,
emeğin, değerlerin hülasa her şeyin nasıl
sömürüldüğü bir zihniyet görülmektedir.
Müesses Dünya Nizamı bu ahlaksızlık
üzerine inşa edildi, merkezinde insan yok,
ahlak yok, değer yok. Dolayısıyla insanlığın dertlerine derman olamıyor. Yaygın
bir biçimde ve her alanda, haksızlık ve
adaletsizlikler gırla gidiyor. Sözüm ona
dünyada adaleti tesis etmek için var olan
kurumlar, adil kararlar alamıyor, alsa da
uygulanamıyor...
Son yüzyılda iki dünya savaşı ve onlarca bölgesel savaş ve işgaller yaşandı.
Bu savaşlar küresel aktörler eliyle gerçekleştirilen paylaşım kavgalarıdır. 1 inci
Paylaşım savaşı, Osmanlı Coğrafyasının
paylaşımı ve İsrail’in kurulması için, 2 inci
Paylaşım Savaşı ise 1 inci paylaşım savaşında hak ettiği payı alamadığını iddia
eden Almanya’nın rövanş alma mücadelesidir. Bu kavgalar sonucu milyonlarca
insan katledildi. Ülkeler yerle bir edildi.
Nesiller yok edildi. Hep sömürü adına.
Fakat en büyük zulüm İslam Coğrafyasında yaşandı. Bizim ülkelerimiz işgal edildi,
bizim insanlarımız doğrudan veya kukla
idareciler eliyle katledildi, katledilmektedir. İslam Coğrafyasına ait hazineler ise
egemen güçlerin kontrolünde… Dünya
servetlerinin paylaşımında ki adaletsizlikler ise tüyler ürpertici. Bütün servetlerin %
80 ini %20 batılı azınlıklar yiyip tüketiyor.
Üstad Necip Fazıl’ın dediği gibi;
Allah’ın on pulunu bekleyedursun on
kul;
Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir
pul. / Bu taksimi kurt yapmaz kuzulara
şah olsa; / Yaşasın, kefenimin kefili karaborsa!
Yaşanan savaşlar, işgaller, ölen milyonlarca insan, hak ve adalet arayışları-
nın sonuçsuz kalması, batının inşa ettiği
bu sistemin bu asırda da iflas ettiğini göstermektedir. Tarih boyunca Batının inşa
ettiği medeniyetlerin temelini güç ve sömürü teşkil etmiştir. O yüzden bu medeniyetleri tarihin çöplüğünde moloz yığını
olarak görmekteyiz. Mısır’da Firavunlar,
Batı ve Doğu Roma, Pompei, Sodom ve
Gomore ahlaksızlıkları hep bu medeniyetin utanç vesikalarıdır. Gücün ve süfli
zevklerin putlaştırıldığı medeniyetler çökmeye mahkumdur.
Atalarımız; zenginliğin sonunda kendini beğenme, kendini beğenmenin sonunda da çılgınlık gelir” diye boşuna dememişlerdir.
Bu meyanda, çağdaş batı uygarlığı da
çöküyor.
Fakat algı operasyonları ile bu yıkılış
perdelenmektedir.
Friedrich Nietzsche “Modernlerin en
önemli problemi, nedenlerle sonuçları
birbirine karıştırmaktır” diyor. Dünyada
yaşanan olayların nedenleri ve niçinleri
büyük algı operasyonları ile perdeleniyor,
halklar uyutularak olayların gerçek yüzü
gösterilmiyor. Çağ kitle kandırma çağı olmuştur.
Bu ahvalde Dünya’ya yeni bir ses ve
soluk gerekmektedir.
Yeni bir Medeniyet algısı, yüce değerlerle mücehhez, adil bir ahlak nizamına
ihtiyaç vardır. Biz bu medeniyetin Yeniden
eylül 2013 | ASDER
41
Son yüzyılda iki dünya
savaşı ve onlarca
bölgesel savaş ve
işgaller yaşandı. Bu
savaşlar küresel aktörler
eliyle gerçekleştirilen
paylaşım kavgalarıdır.
1 inci Paylaşım savaşı,
Osmanlı Coğrafyasının
paylaşımı ve İsrail’in
kurulması için, 2
inci Paylaşım Savaşı
ise 1 inci paylaşım
savaşında hak ettiği payı
alamadığını iddia eden
Almanya’nın rövanş
alma mücadelesidir.
İslam diyarlarında;
işgaller ve katliamlar
var. Ayrıca, Müslümanlar
hakiki hasımlarını
bırakıp kendi aralarında
gırtlak gırtlağa bir
durumda. İslam,
ısrarla şiddetle yan
yana gösterilmeye
çalışılmakta. Ekonomik
ve siyasi açıdan
gidişat çok kötü. Fakat
Müslüman nüfus,
mucizevi bir biçimde
artıyor. Ayrıca Batı da
ve dünyanın her yerinde
İslam’a yönelişler var.
Filipinlerde 200.000
kişinin topluca İslam’a
girdiği söyleniyor.
Büyük İslam Medeniyeti olacağını düşünmekteyiz hiç kuşkusuz.
Batı medeniyeti şimdilik bu nizama
kör. Fakat sosyal, ekonomik ve ruhi buhranlar var. İdeolojilerin sunduğu çözümlemeler ve modernizm iflas etmiştir. Sadece demokrasi ve refah yetmiyor. Mana ve
ruhtan yoksun hiçbir sistem insanı tatmin
etmiyor.
Öte yandan Müslümanların İslam’ı algılama ve temsil yeteneğinde de sorunlar
var!
İslam diyarlarında; işgaller ve katliamlar var. Ayrıca, Müslümanlar hakiki hasımlarını bırakıp kendi aralarında gırtlak
gırtlağa bir durumda. İslam, ısrarla şiddetle yan yana gösterilmeye çalışılmakta. Ekonomik ve siyasi açıdan gidişat çok
kötü. Fakat Müslüman nüfus, mucizevi bir
biçimde artıyor. Ayrıca Batı da ve dünyanın her yerinde İslam’a yönelişler var. Filipinlerde 200.000 kişinin topluca İslam’a
girdiği söyleniyor.
Batıda; Amerika–Avrupa–Rusya siyasi, ekonomik ve demografik açıdan krizde,
gerçi kapitalizmde ne zaman kriz olmadı
ki. Tek başına Almanya bütün Avrupa’ya
yetişmeye çalışıyor. Almanya‘yı çek al Avrupa çöker. Madem böyle olacaktı. Hitlerle niye savaştılar. Milyonlarca insan niçin
öldü. Batı’yı anlamak mümkün değil. Rusya 1989 sonrası nüfuz alanlarını yeniden
ele geçirmeye çalışıyor.
Amerika, Avrupa ve Rusya nüfusları
hızla yaşlanıyor…
Bu kıtalarda ki Müslüman nüfus artıyor. Böyle giderse, gelecek 25 yıl içinde
Müslüman nüfus bu günkünün birkaç katına ulaşacak.
Doğuda; Çin siyasi, ekonomik ve demografik açıdan gelecek 25 yıl içinde
dünyanın süper gücü olmaya aday. Gücünü toplar toplamaz Rusya’ya kaptırdığı
Sibirya bölgesi için harekete geçmek isteyecektir. Ayrıca; Suriye ve İran ile yaptığı
42
ASDER | eylül 2013
ittifaklar ile Coğrafyamızda söz sahibi olma çabasına girmiştir.
Türkiye üç çeperden kıskaca alınmak
istenmektedir; Kuzeydoğudan Çin ve
Rusya ile batıdan Amerika ve Avrupa ile
güney doğumuzda ise Şii hattı ile.
Kuzey batıdan güneye; Rusya, Ukrayna, Bulgaristan, Yunanistan, Kıbrıs Rum
kesimi ve İsrail hattı ile balkan ve Kuzey
Afrika İslam coğrafyasına, güneydoğuda;
İran, Irak, Suriye, Lübnan Şii hattı ile Arap
İslam coğrafyasına, kuzeydoğuda İran,
Ermenistan, Gürcistan, Rusya hattı ile
Türk İslam Coğrafyasına uzanması engellenmek isteniyor.
Ayrıca; çok önemli bir sorunumuz
daha var; İslam dünyası paramparça ve
efendimizin tabiri ile “seldeki çer çöp” kadar zayıf ve niteliksiz. Müslümanlar sayıca çoğalmakta, fakat kıymeti harbiyesi
yok. Dünya siyasetinde özgül ağırlığımız
hiç denecek kadar az. Kimse bizi kale bile
almıyor.
Peki neden?
Hz. Huzeyfe diyor ki: “Efendimiz kıyamet gününe kadar yetecek her şeyi bize
öğretip öyle gitti.”
İşte o bilgilerden birisi bu günleri işaret
etmiyor mu?
Resulullah (sav) Efendimiz buyurdu ki:
“Bir gün gelecek bütün dünya kâfirleri aç
sırtlanların avına üşüştüğü gibi üzerinize
üşüşecekler.
Bu sözü duyan ashab;
-”Ya Resulullah Müslümanlar azınlıkta
mı olacaklar ki bütün kâfirler üzerimize
üşüşecekler.”
-“Hayır, seldeki saman çöpü gibi olacaksınız. Çünkü o zaman Allah kalplerinize Vehn (Dünya Sevgisi ve Ölüm korkusu) atacak” buyuruyor…
İşte bu günün Müslümanlarının yaşadığı en temel sorun budur…
Büyük Yüzleşme Çağı
Mehmet Yavuz AY
1630’larda başlayan modernitenin yeryüzü egemenliği tarihî bir dönemeçte…
Emperyalist demokratik devletlerin
dünyaya söyleyecek sözleri kalmadı.
Seküler Batı medeniyetinin askerî ve
ekonomik üstünlüğü, bütün dünyayı paranteze alan kültürel varlığı, içinde yaşayanların hissedemedikleri bir yavaşlıkla
da olsa kara deliğine sürüklenmekte…
Her toplum/ümmet/devlet için bir ecel
vardır. (Yunus Süresi, 49)
Anlamlı ölümler hayatımıza geri dönüyor.
Güzel ölümler hayatımızı renksiz kokusuz cansız görüntüsünden sıyırarak
canlandırıyor.
Allah farklı bir tarihin eşiğine getiriyor
dünyayı.
Allah ikiyüzlülüğü, yalanı, ihaneti sevmediğini önümüze bir kez daha seriyor.
Batı’nın ikiyüzlülük alanlarını daraltıyor.
Müslümanların meselelerini başkalarına havale etme hastalıklarının yolunu
kesiyor.
İç ve dış gelişmelerle baş edemeyecek
duruma gelecek Batı, duvara dayanacak.
Dünyaya söyleyecek sözü kalmadığı
gibi nefesi de tükenecek.
Dünyaya “temel değerler” olarak sunduğu paradigmalarının puttan helvalar olduğunu saklayamayacak.
Dayandığı duvarın önünde yalanla
örülü danslarını yapamayacak.
Yeryüzüne kan, zulüm ve gözyaşından başka bir şey getirmeyen Batı’nın Hz.
Musa’ya Hz. İsa’ya ihanetinin hesabının
sorulacağı günler gelecek.
Batı’nın kendini farklı gösterme ikiyüzlülüğünü elinden alacak.
Müslümanlar da dipsiz bir uçurumun
kıyısına gelecek.
Avuntularını, pembe hayallerini, düşmanlarından medet ummalarını,
Allah’a (c.c.) ve kendilerine güven eksiklerini,
Hz. İsa’ya ihanet edenler gibi yaşayıp
Müslümanım demelerini,
Meselelerini Allah’a savaş açanlara
havale etmelerini,
Hz. Musa’ya ve Hz. İsa’ya yar olmayanların kelime-kavram-düşünce- felsefe- ideolojilerinden devşirilmiş cümlelerle
kendilerini ifade etmelerinin yalan, ikiyüzlülük ve zavallılık olduğunun açıklık ve
kesinlikle ifade edileceği bir uçurumun
kıyısına gelecek. Yaşadığımız ve yaşayacağımız günler kendimizi avutma zamanının geçtiğini gösterecek.
Büyük yüzleşme çağı bütün insanlığın
önünde…
Beklenen Saat gelmeden önce Hz.
Allah merhameti ve adaleti ile insanlığı
ikiyüzlülük, yalan ve ihanetin işe yaramayacağı noktaya götürüyor.
Hepimize kurtuluş fırsatı sunuyor.
Varlık mücadelesinin son kıyısında,
Müslümanlar olarak kendimize gelmemiz
için son dalgalar şoklar halinde hepimize
vurmaya başlayacak.
”Kendi kaderimizi kendi elimize almak
zorunda olduğumuzu” anlamamız için
fazla zamanımız kalmayacak.
Yeniden tarih sahnesine çıkmaya karar verdiğimizde anlamını yitirmiş ölümlerimiz, güzel ölümlere dönüşecek.
Güzel ölümler güzel hayatlar bahşedecek hepimize.
Acılarımız çiçeklenecek, ölümler umut
meyveleri verecek. İşte o zaman Allah galip gelmemizi murad edecek.
Allah (cc) unutmaz…
Allah’ın (cc) iradesi şaşmaz…
Çünkü Allah (cc) güç ve iktidar günlerini insanlar/toplumlar/devletler arasında
döndürür durur…
Çünkü Allah asla mağlup edilemez…
eylül 2013 | ASDER
43
Hz. Musa’ya ve Hz.
İsa’ya yar olmayanların
kelime-kavram-düşüncefelsefe- ideolojilerinden
devşirilmiş cümlelerle
kendilerini ifade
etmelerinin yalan,
ikiyüzlülük ve zavallılık
olduğunun açıklık ve
kesinlikle ifade edileceği
bir uçurumun kıyısına
gelecek. Yaşadığımız ve
yaşayacağımız günler
kendimizi avutma
zamanının geçtiğini
gösterecek.
Savunma Reformu Raporu
Melih TANRIVERDİ
Büyük milletlerin sorumlulukları da büyük olur. Büyük sorumlulukları taşımak
hiç şüphesiz büyük güç ister. Askeri güç
olmaksızın da büyük güç olunmaz.
Abdullah GÜL
Cumhurbaşkanı
Savunma sistemlerinin
NATO savunma
sistemlerine entegre
olması NATO bağımlılığı
anlamına gelmemelidir.
Tam bağımsızlık ilkesi
gereği olarak özgün
savunma sistemleri
üretilip komuta kontrol
sistemleri gerektiğinde
farklı paktlara da
entegre edilebilir
tasarlanmalıdır.
22 Ağustos 2014 Cuma günü T.C.
Cumhurbaşkanlığı Kurumsal İnternet
Sitesinde Savunma Reformu Çalışma
Grubu’nun raporunu tamamladığı haberleştirildi.[1]
Türkiye’nin 2023 hedefleri ile bölgesel
ve küresel güç olma yolunda ki gayretleri
açısından Savunma Reformu ciddi önem
taşımaktadır. Bu kapsamda MSB ve
TSK’nde yapısal reform yapılmasının yanı
sıra silah ve komuta kontrol sistemlerinde
de teknolojik reform yapılması önem arz
etmektedir. Savunma sistemlerinin NATO savunma sistemlerine entegre olması
NATO bağımlılığı anlamına gelmemelidir.
Tam bağımsızlık ilkesi gereği olarak özgün savunma sistemleri üretilip komuta
kontrol sistemleri gerektiğinde farklı paktlara da entegre edilebilir tasarlanmalıdır.
Dolayısıyla hali hazırdaki TSK’nde yapılmakta olan modernizasyon çalışmaları
ile TSK’nın savunma sistemlerinin reform
ihtiyacı birbiri ile karıştırılmamalıdır. Aksi
takdirde Ortadoğu’da sınırlarımızda olup
biten olaylara daha uzun süreler seyirci
44
ASDER | eylül 2013
kalmaya ve sadece insani yardım göndermeye ama kan akıtılmasını engelleyecek
kalıcı çözümler üretmek konusunda eli
kolu bağlı durmaya devam ederiz.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Savunma Reformu ile ilgili görüşlerini 5 Nisan
2012’de Harp Akademileri Komutanlığında yaptığı konuşmada dile getirmiş konuşmasında mevcut jeostratejik düzenin
güvenlik ihtiyaçlarımızı ve bunlara cevaplarımızı yeniden şekillendirmemiz gerektirdiğini vurgulamış; üç kuvvetin müşterek
harekât icra yeteneğinin arttırılması, komuta yapısında entegrasyona önem verilmesi, her seviyede mükerrer kademelerin
ortadan kaldırılması, muharip personel
sayısının artırılması gibi kapsamlı bir reform için atılması gereken adımları sıralamıştı...[2]
Cumhurbaşkanı Gül, küreselleşmenin etkisiyle dünyadaki her konunun, her
gelişmenin birbiriyle irtibatlı hale geldiğini
ifade ederek, siyasi, güvenlik ve ekonomik
içerikli gelişmelerin etkilerinin çıkış noktalarının ötesinde, dünyanın farklı bölgelerinde doğrudan veya dolaylı hissedildiğini
söyleyen Gül, bu çerçevede bugün “dünyanın uzak köşesi” tanımının düşünceler
ve lügatlerden silinmeye başladığına dikkati çekerek, “Asimetrik tehditlerden organize suçlar ve sınır tanımayan etnik ger-
ginliklere, sermaye hareketlerinden enerji
kaynakları üzerindeki rekabete ve küresel
gelir dağılımındaki artan adaletsizliğe, iklim değişikliğinden yoksulluk, gıda güvenliği ve salgın hastalıklara kadar geniş bir
yelpazede pek çok farklı meselenin, küresel planda dikkate alınması zaruri hale
gelmiştir” diye konuştu.
Tüm bu gelişmelerin, güvenlik, diplomasi ve güç kavramlarının yeniden düşünülmesi ve formüle edilmesini de gerekli
kıldığını belirten Gül, böylesine hızlı ve
geçişken bir dünyada güvenliği geleneksel güç unsurlarıyla sağlamak artık mümkün değildir” diyen Gül, Prusyalı General Clausewitz’in “savaş siyasetin başka
araçlarla sürdürülmesidir” sözünün, bugün belki de yeniden yorumlanması gerektiğine işaret etti.
Bu anlayışla Cumhurbaşkanı Gül, Eylül 2013’te, savunma reformuna yönelik
olarak kapsamlı bir rapor hazırlamak üzere bir “Çalışma Grubu” kurulması talimatını vermiştir.
Cumhurbaşkanlığı’na bağlı olarak faaliyet gösteren bu Çalışma Grubu’nun
başkanlığı Prof. Dr. Ali Karaosmanoğlu tarafından üstlenildi. Diğer üyeler ise
MGK eski Genel Sekreteri Büyükelçi Tahsin Burcuoğlu, Savunma Sanayii Müsteşar Yardımcısı Dr. Faruk Özlü, Kara Harp
Okulu Dekanı Tuğg. Murat Yetgin, Hava
Kuvvetleri Komutanlığı Eğitim Daire Başkanı Hv.Plt.Tuğg. Recep Ünal ile (E) Tuğa. Doğan Bozkurt oldu.
Çalışma Grubu’nun hazırladığı Savunma Reformu Raporu’nda[3] ana başlıklar
şöyledir;
Soğuk Savaş Sonrası Siyasi Askeri
Dönüşüm
TSK’nın Görevleri ve Gerekli Yetenekler
Savunma Yönetimi
Savunma Sistem Tedarik ve Lojistiği
Zorunlu ve Profesyonel Askerlik
Askeri Okullarda Eğitim ve Öğretim
Savunma Harcamalarına Kaynak Tahsisi
Savunma Harcamalarının Denetimi
Uygulama Planı ise şöyle oluşturulmuştur;
Raporda, savunma reformu kapsamında; “ne” yapılması gerektiğine ilişkin
öneriler ortaya konmaya çalışılmıştır. Reformun “nasıl” gerçekleştirileceğine ilişkin siyasi kararların alınabilmesi ve yasal
düzenlemelerin yapılabilmesi maksadıyla
“yüksek düzeyli bir yürütme kurulu” ve
aşağıdaki “çalışma gruplarının” oluşturulması önerilmektedir:
Askeri Yetenekler ve Kuvvet Yapısı
Çalışma Grubu,
Savunma Yönetimi Çalışma Grubu,
Savunma Sistem Tedarik ve Lojistik
Çalışma Grubu,
Askere Alma Sistemi Çalışma Grubu,
Askeri Okullarda Eğitim-Öğretim Çalışma Grubu,
Kaynak Tahsisi ve Denetimi Çalışma
Grubu.
Rapor incelendiğinde reformun daha
çok yapısal alanı kapsadığı teknolojik
reform çalışmalarının Savunma Sanayi
Müsteşarlığı bünyesinde yürütülen çalışmalar ile olgunlaştırılmaya çalışıldığı
izlenimi doğmaktadır. Örnek olarak 2008
yılında SSM tarafından “Türk Kara Savunma Sektörünün Ulaştığı Nokta ve
Hedefler Endüstri Günü ve Askeri Kara
Araçları Güç Sistemleri Çalıştayı” gerçekleştirilmiştir.[4]
Rapor’un Önsöz’ünde Sayın Cumhurbaşkanı Gül “bu denli kapsamlı bir reformun başarısı, sürecin siyasi otorite, silahlı
kuvvetler ve toplum tarafından sahiplenilmesine bağlıdır.” demektedir.
Yine raporda “Başarılı bir reforma giden şartların olgunlaşması için sivil kapasite eksikliği gibi sorunların giderilmesi
zaman alacaktır.” denmekte fakat MSB ve
TSK’nın sivil kapasitenin katkısına ne kadar açık olduğu değerlendirilmemektedir.
Ülkemizdeki en büyük eksikliklerden
biri; Savunma Sanayisini yalnızca silah
sistemleri, mühimmat, destek sistemleri ve lojistik hizmetler, Ar-Ge ve mühendislik hizmetlerinden ibaret görülmesidir.
Hâlbuki savunma sanayinin hizmet sektörü içinde Eğitim ve Danışmanlık hizmetleri mutlaka yer almalıdır. Bu konuda
Türkiye’de ilk ve tek savunma danışmanlık şirketi olan SADAT Uluslararası Savunma Danışmanlık A.Ş. 2012 yılı başında kurulmuş ve iki yıllık zaman zarfında
dost ve müttefik ülkelerin silahlı kuvvetleri
ve emniyet teşkilatlarının eğitim ve danış-
eylül 2013 | ASDER
45
Ülkemizdeki en büyük
eksikliklerden biri;
Savunma Sanayisini
yalnızca silah
sistemleri, mühimmat,
destek sistemleri ve
lojistik hizmetler,
Ar-Ge ve mühendislik
hizmetlerinden ibaret
görülmesidir. Hâlbuki
savunma sanayinin
hizmet sektörü içinde
Eğitim ve Danışmanlık
hizmetleri mutlaka yer
almalıdır.
SADAT AŞ’nin misyonu
uluslararası alanda
Silahlı Kuvvetlerin ve
İç Güvenlik Güçlerinin
organizasyonu, iç
güvenlik ve savunma
alanında stratejik
danışmanlık, iç güvenlik
ve askeri eğitim ile
donatım alanlarında
hizmet vererek, İslam
Ülkeleri arasında
savunma ve savunma
sanayi işbirliği ortamı
oluşturmayı ve İslam
Dünyasının kendine
yeterli bir askeri güç
olarak da Dünya Süper
Güçleri arasındaki hak
ettiği yerini almasına
yardımcı olmaktır.
manlık ihtiyaçları için onlarca proje üretmiştir.
SADAT AŞ’nin misyonu uluslararası
alanda Silahlı Kuvvetlerin ve İç Güvenlik
Güçlerinin organizasyonu, iç güvenlik ve
savunma alanında stratejik danışmanlık,
iç güvenlik ve askeri eğitim ile donatım
alanlarında hizmet vererek, İslam Ülkeleri
arasında savunma ve savunma sanayi işbirliği ortamı oluşturmayı ve İslam Dünyasının kendine yeterli bir askeri güç olarak
da Dünya Süper Güçleri arasındaki hak
ettiği yerini almasına yardımcı olmaktır.[5]
Şirket kurulduğu tarihten itibaren
MSB’ye Tesis Özel Güvenlik Belgesi
başvurusunda bulunmuş, başvuru aylar süren değerlendirme sonrası hizmet
sektörünün MSB mevzuatı kapsamında
olmadığı gerekçesi ile iade edilmiştir. Kasım 2012’de Eğitim ve Danışmanlık hizmetlerinin mevzuat kapsamına alınması
için 5201 ve 5202 sayılı kanunlarda değişiklik yapılması ile ilgili çalışma SADAT
A.Ş. tarafından gerekli kanun değişiklik
taslağı da hazırlanarak MSB mevzuatına
eklenmesi için MSB, Dışişleri Bakanlığı
ve Başbakanlığa gönderilmiş fakat alınan
cevap Eğitim ve Danışmanlık faaliyetlerinin ilgili mevzuatların kapsamına girmediği yönünde olmuştur. Zaten mevzuat
kapsamına alınması için gönderilen başvuruya alınan cevap şaşırtıcıdır.
MSB ve TSK’yı kapsayacak yapısal
reform savunma sektöründeki tüm faaliyet alanlarının tamamını içermedikçe
eksiksiz olduğu iddia edilemez. Savunma
sanayi konusunda faaliyet gösteren irili
46
ASDER | eylül 2013
ufaklı pek çok ürün üreten firma yanında hizmet üreten firmalar mevzuat içine
alınmadıkça oluşacak yasal boşluk uluslararası alanda ciddi sıkıntılar doğurma
potansiyali taşıyacaktır. Savunma alanına
yön veren politikalar reaktif değil proaktif
özellikte olmalıdır. Avrupa ve ABD merkezli 70’den fazla savunma danışmanlık
şirketi Ortadoğu, Afrika ve Asya’da faaliyet yürütmekte ve AB’de halen savunma
hizmet sektörünü düzenleyen mevzuat
bulunmamaktadır. Türkiye ilgili mevzuatı oluşturmak için AB’yi beklememeli,
Savunma ve İç Güvenlik Eğitim ve Danışmanlık Hizmeti veren firmaların faaliyetlerinin denetlenmesi, izin taleplerinin
değerlendirilmesi gibi konular için gerekli
mevzuatı acilen oluşturmalıdır.
Örnek olarak raporda;
“Türkiye’de askeri eğitim almak isteyen misafir askeri personel sayısı her yıl
artmaktadır. 2011-2012 yılı ile mukayese
edildiğinde, 2015-2016 yılı planlamalarına göre TSK kurumlarında misafir askeri
personele tahsis edilen kontenjanlar neredeyse üç kat artış göstermektedir.” denmekte ama kontenjanın üç kat artmasına
rağmen talebin çok altında kaldığı göz
ardı edilmektedir. Yasal mevzuat oluşturularak TSK dışındaki Eğitim kurumlarının
savunma ve iç güvenlik eğitimleri vermelerinin önünün açılması gerekliliği göz ardı edilmemelidir. SADAT A.Ş.’nin eğitim
vermek üzere yaptığı izin ve eğitimlerin
denetlenmesi talebi başvuruları mevzuat
gereği Türkiye’de askeri eğitimin yalnızca
TSK tarafından verilebileceği gerekçesiyle kabul görmemiş ve ilgili makamlar SADAT A.Ş.’ye eğitimleri talep eden ülkelerde vermesini tavsiye etmiştir.
Savunma Reformunun gerekliliği ve
önemi her kesim tarafından kabul edilmekle birlikte kapsamının sınırlı olması
ve sürekli gelişen ve konsept değiştiren
uluslararası konjonktürde ihtiyaçları karşılamada yetersiz kalması endişesi yerini
korumaya devam etmektedir.
İslam Dünyasının İsrail Sorunu
Yusuf ÇAĞLAYAN
Halkın ilk defa Cumhurbaşkanını seçmesinden sonra Yeni Türkiye’nin kapısı
aralanmıştır. Artık üzerinde planlar yapılan değil, kendisi plan yapan ve dünya
siyasetini yönlendiren bir Türkiye var karşımızda.
Bu çıkış Başbakanımız Recep Tayyip
Erdoğan’a nasip olmuştur. Türkiye yüz
yıllık makûs talihini yıkarak asli benliğine
ve öz değerlerine dönmeye başlamıştır.
Tarihte bunun pek çok örneğini görmek
mümkündür. 1071 de Anadolu’nun kapısını açan Alparslan çok güçlü bir ordu
ile bu kapılara dayanmamıştı. Kendinden
dört kat güçlü bir ordu ile karşı karşıya idi.
Osmanlı yine küçük bir beylik iken
dünya imparatorları karşısında bu gücü
yakalamıştı. 1923’te tüm değerlerimizi
yerle bir ederek Eski Türkiye’yi kuranlar
yine çok güçlü değildi. Şimdi değişimin
adı olan Recep Tayyip Erdoğan’ın çıkışı da çok güçlü değildi. O şimdi, kaderin
yazgısı ile hedefine ve geleceğe emin
adımlarla ilerliyor.
On iki yıllık ustaca uygulanmış politikalarla gelinen noktada artık dünya Müslümanlarına liderlik yapabilecek, İslam
coğrafyasında akan kanı durduracak ve
dünya siyasetini kendi etrafında şekillendirecek olan bir ülkenin başında halife
namında tek bir başkanın olması gereği
zaruret haline gelmiştir. 10 Ağustos seçimleriyle bu anlamda sadece Türkiye’ye
değil İslam coğrafyasına bir başkan seçilmiştir.
Bugüne kadar AK Parti iktidarının yap-
eylül 2013 | ASDER
47
On iki yıllık ustaca
uygulanmış politikalarla
gelinen noktada artık
dünya Müslümanlarına
liderlik yapabilecek,
İslam coğrafyasında
akan kanı durduracak ve
dünya siyasetini kendi
etrafında şekillendirecek
olan bir ülkenin başında
halife namında tek bir
başkanın olması gereği
zaruret haline gelmiştir.
Allah’ın emrettiği
değişimi sağlamakta
etkisiz kalan, bunu
sağlamaya çalışırken
yoldan çıkan dünya
menfaatlerinin
peşinde koşan bir
topluluk olursa Allah
o topluluğu bir başka
toplulukla saf dışı eder
ve yerine bu değişimi
gerçekleştirecek
bir topluluk getirir.
Yani aslında değişim
gerçekleşecektir.
tığı devrimsel dönüşümler çok sessiz ve
parti içi mutabakatla ortaya konulmuştur.
Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül geçmişte cumhurbaşkanlığına aday gösterildiğinde gelecek iyi okunmuştu. O tarihte çok
kesim Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ı
cumhurbaşkanı olmaya teşvik etmişti.
O gün son kale cumhurbaşkanlığı hesapları yapılıyordu belki ama gelişen ve
geleceğini planlayan, dünya siyasetini
yönlendiren bir Türkiye hedefleyen bunun
için de icranın başını terk etmeyi düşünmeyen bir oluşum ve Başbakan vardı karşımızda.
Dolayısı ile yeni devlet başkanımızın
göreve başlayacağı tarih olan 28 Ağustos
ta Ak Parti içerisinde bir çözülme olacağı
ve şahsi hesapların yapıldığı doğru değildir. Cumhurbaşkanlığını bırakacak olan
Sayın Abdullah Gül’ün başbakan olmaması adına 27 Ağustos’ta AK Parti genel
kuruluna gidildiği yönündeki hesap kesinlikle planlanmış bir hesap değildir.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan
cumhurbaşkanlığı adaylığını açıklamayı
müteakip kendisinden sonra gelecek olan
başbakanın vasıflarını açıkça ortaya koymuştur. Gelecek süreçteki başbakanın
hem milletvekili hem parti genel başbakanı olması gerektiğini net olarak ifade
etmiştir. Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül
haliyle o tarihte milletvekili olmayacaktır.
Cumhurbaşkanlığı adaylığı açıklanmadan günler öncesinde Türkiye’nin geleceğini planlamaya aday bu insanlar kendi
partilerinin geleceğini planlamadan, istişare etmeden, mutabık kalmadan böyle
bir yola çıkmış olamazlar.
Hiçbir endişeye gerek yok. 28
Ağustos’tan sonra bu müthiş parti gelecek Türkiye’nin başbakanını yine istişare
ederek parti içi mutabakatla en verimli ve
ideal şekilde belirleyecektir. Gerek Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül’ün, gerek
Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın
ve gerekse Ak Parti içerisindeki idealist
her ferdin kişisel hesapları öne çıkmayacaktır.
Onlar neye hizmet ettiklerini nasıl bir
yapıyı hedeflediklerini çok iyi bilmektedirler. Ebedi menfaat bulacakları bir makam
için kişisel ve dünyevi bir tercih yapmayacaklardır. Türkiye’nin ve dünya Müslümanlarının lideri Recep Tayyip Erdoğan
sonrası başbakanlık ve diğer makamlar
48
ASDER | eylül 2013
kimler tarafından işgal edilirse edilsin son
derece uyumlu ve kardeşlik bağı içerisinde yürütülecektir.
Bu yüce toplum değişimi yürekten arzulamıştır. Müslüman’ın horlandığı, üzerinde oyunlar oynandığı, sömürüldüğü
dönemler geride kalmıştır. Yıllarca tek
pati ve tek lider zulmü altında ezilen bu
millet kurtuluşu yine tek lider ve tek parti ile sağlayacaktır. Çünkü Allah-u Teâlâ
Ra’d suresi 11. ayeti kerimede mealen
bu durumu müjdelemiştir; “Onun önünde
ve arkasında Allah’ın emriyle onu koruyan takipçiler (melekler) vardır. Bir toplum
kendilerindeki özellikleri değiştirinceye
kadar Allah, onlarda bulunanı değiştirmez. Allah bir topluma kötülük diledi mi,
artık onun için geri çevrilme diye bir şey
yoktur. Onların Allah’tan başka yardımcıları da yoktur.”
İnanıyoruz ki bu değişim Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan ile zafere yelken açmıştır. Bu durumda kişisel hırslar
öne çıkacak olsa bile Allah-u Teâlâ bunu
engelleyecektir. Çünkü artık toplum değişimi istemektedir. Elbette sözünde duranların en hayırlısı Cenabı-ı Allah’tır.
Allah’ın emrettiği değişimi sağlamakta
etkisiz kalan, bunu sağlamaya çalışırken
yoldan çıkan dünya menfaatlerinin peşinde koşan bir topluluk olursa Allah o topluluğu bir başka toplulukla saf dışı eder
ve yerine bu değişimi gerçekleştirecek bir
topluluk getirir. Yani aslında değişim gerçekleşecektir. Bunu değişimi gerçekleştirecekler değişken olabilir. Sonra umulur ki
bu parti Abdullah Gül’le 2015’te başkanlık
sistemini gerçekleştirecek, anayasayı kökünden değiştirebilecek bir güce kavuşur.
Sözün özü şudur; endişeye hiç gerek yok. Gelecek kesinlikle İslam’ın ve
Türkiye’nin olacaktır. Bize düşen görev bu
işi başlatanların nihayete erdirmesi için
dua etmektir. Kahve köşelerinde, arkadaş
çevremizde hükümet kurup yıkmaya hiç
gerek yok.
Hep birlikte haykıralım; “Yaşasın gelecek Türkiye, yaşasın İslam birliği…”
İRAN Krizi, Suriye Karmaşası
Ülkemizi Ne Kadar Etkiler?
Faruk BAKAÇ
Bütün piyasaların şaha kalktığı bu dönemde aslında bölgesel ciddi krizlerin içinde
olduğumuz bir dönemde neler olabileceğini
öngörememe riskini de hesaba katmamız lazım. Öyle ki her bir kriz dünyada büyük dengesizliklerin sebebi gibi algılanır ve karmaşaya yol açabilir. Adım, adım incelersek;
Suriye krizi
Neredeyse sınırların kalkacağı, ortak
Pazar haline geleceği, Suriye vatandaşlarının büyük teveccühü ile iki ilke olmaktan çıkan iki komşu ülkeden, sınırları kapalı, kanlı
olayların neredeyse sebebi gözüken bir ülke
durumuna geldik Suriye de. Son günlerde ve
en son Mevlid kandilinde yaşanan vahşet ile
durumun gittikçe derinleştiği geri dönülmesi
mümkün olmayan bir sürece girildiğinin ispatı.
Ne kadar Birleşmiş milletlerde konuşulsa
konuşulsun artık eski köhnemiş, kokuşmuş
devlet yapısının devam edemeyeceği belli.
Esed ailesi artık ülkeyi terk edip, ya da güçlerini devredip gitmeliler noktası geldi geçti
de… Bu noktada ne yaparsa yapsın dünya
ve kendi ülkesi kamuoyunda kabul görmeyeceğini düşünen Esed daha vahim sonuçlar doğuracak yaptırımlara da sebep olabilir.
Ayrıca böyle bir düşünce yapısı ile kimle ne
konuşacağını da düşünemeyebilir.
Bu noktada sorumlu komşuluk ilişkileri ve
soydaş Suriye vatandaşlarının geleceklerini
de düşünerek Türkiye insiyatif almalıdır. Bu
noktada Arap Birliği güçlü durmadığından,
Diğer Arap ülkelerinin olaya yapıcı yaklaşmasının söz konusu olmadığından sürecin sakinlikle sonuçlanması ihtimali zayıfladı. Bazı
arap birliği lider ülkelerin Arap gücünden bahsetmesi ama katılımın ve gücün olmaması
ayrı bir çelişki konusu.Bu gibi konularda tecrübesi olan aynı zamanda batı kamuoyu tarafında desteklenen Türkiye sanırım önümüzdeki dönem komşunsun sorunları ile direkt
taraf olarak ve müdahil olarak da ilgilenmek
zorunda kalacaktır.
İRAN krizi
İran krizi daha çok İsrail ve İran özelinde
cereyan edecekmiş gibi bir izlenim veriyor
olmakla beraber aslında ÇİN, RUSYA; AB,
ABD, İsrail tarafından cephelere ayrılmasına
sebep verilecek bir global kriz haline doğru
koşturuyor. Özellikle Rusya ve Çin doğrunda
İran müdahalesine karşı çıkıyor. Almanya da
İsrail in kendi aşına bir müdahalesini istemiyor.
Türkiye zaten bu olayda tarafsız kalmaya
çalışıyor. Bu noktada bölgede baş gösteren
Şii- Suni ayrışması da gerilimlere destek olmaya devam ediyor. Özellikle IRAK ile başlayan ayrışma hem Irak da hem de bölgede
istikrarsızlığı körüklüyor. Bu noktada herkesin taraf seçmesi sanki mecburiymiş gibi bir
durum ortaya çıkıyor. İran krizi bölgede ve
dünyada kamplaşmaya sebep olacaktır. Petrol ambargosu, Hürmüz boğasını kapatılması, Savaş gibi etkiler enerji fiyatlarını anormal
etkilemesi beleniyor. Bunun yanında bölgedeki istikrarsızlık para çıkışlarına, sermaye
kaçışlarına sebep olacaktır.
4 Şubat Cumartesi günü BM’de Suriye
hakkında karar alınmaya çalışıldı ama Rusya
ve Çin büyük direnişi ile karşılaşıldı. Bu durumda ABD ve müttefikleri karşılarında tam
bir İran-Suriye ile hareket eden Rusya bloğunu görüyor olacak. Dünya bir ayrıma daha
ulaşmış durumda.
Bu arada Maliki ekibi Türk Şirketlerinin
bütün anlaşmalarını iptal etmeye niyetli
Felaketler
Petrolun 150 USD üstünde işlem gördüğü, yatırımcıların korktuğu, turizmin bittiği ve
özellikle daha fazla insanın öldüğü bir ortamda ekonomilerin nasıl olacağını tahmine etmek çok zor.
Geçmiş deneyimler bu dönemler likidite
bolluğunun olduğun gösteriyor. Geçmiş deneyimlerde görüldüğü üzere özellikle ABD
kaynaklı operasyonların ve bölgesel istikrarsızlıkların oluştuğu zamanlarda ABD müttefiklerinde bir likidite bolluğu yaşandığıdır.
Bu sayede çevresel krizlerden müttefikler
mümkün olduğunca olumsuz etkilenmemektedir. Hem bölgeden gelecek fon akışı hem
de müttefik körfez ülkelerinin desteği hem de
ABD kökenli likidite pompalanması Türkiye
de işlerin kötüleşmesini engeller. Tabi bunlar
ne kadar insani değer katar bize o ayrı bir konu…
eylül 2013 | ASDER
49
Ne kadar Birleşmiş
milletlerde konuşulsa
konuşulsun artık eski
köhnemiş, kokuşmuş
devlet yapısının devam
edemeyeceği belli. Esed
ailesi artık ülkeyi terk
edip, ya da güçlerini
devredip gitmeliler
noktası geldi geçti de…
Bu noktada ne yaparsa
yapsın dünya ve kendi
ülkesi kamuoyunda
kabul görmeyeceğini
düşünen Esed daha
vahim sonuçlar
doğuracak yaptırımlara
da sebep olabilir.
Soma’da Çanakkale Ruhu
Osman KAÇMAZ
toplam 301 şehidin
isimleriyle birlikte
resmi ağızlardan ifade
edilmesinden ve ocakta
kimsenin kalmadığından
emin olunarak, girişi
engellenmek üzere
kapının duvar örülerek
kapatılmasından
sonra, artık taziyeler
aklımıza gelmeye
başladı. Hâlbuki ilk
günlerde çıkarılan
cenazelerin değişik il ve
ilçelerde defin haberleri
de medya yoluyla
paylaşılmaktaydı.
ASDER adına organize edilen, SOMA
maden faciasında hayatlarını kaybeden
ve dinimizce hükmen şehit olan 301 vatan evladımızın geride kalan ailelerine
taziyede bulunmak üzere bölgeye giden
on iki kişilik bir heyette bulundum. Gitmeden önce daha kazanın ilk günlerinde
duyarlılık gösteren arkadaşlarımız arasında organize ettiğimiz Kur’an hatimlerinin
duasının 23 Mayıs Cuma günü yapılacağını belirtmiştik. Tabii ki, bizzat Soma’ya
giderek şehitlerin kabirleri başında bu
hediyeleri fiilen takdim edebileceğimizi
düşünmeden…
Samimi duygularla ve acıları yüreğinde hisseden alicenap milletimizin ortak
50
ASDER | eylül 2013
özelliği, derhal yardım etmek, elinden gelen ne varsa Allah rızası için sunmak veya
hiçbir şey yapamazsa bile dualarla, niyazlarla acılara ortak olmaya çalışmaktır. Tabii bu refleks, acıya maruz kalan insanların yerine kendinizi koyarak, haberlerin
veriliş şekline de bağlı olmak suretiyle,
toplumun genel algılaması çerçevesinde medyada yer buluyordu. Fakat öyle
bir yaygara koparılıyordu ki; olay, sebep,
mazlum, mağdur, mes’ul ve suçlu-suçsuz
peşin yargılama haberleri müthiş bir bilgi
kirliliğine sebep oluyordu. Her gün artan
ölü sayısı, daha ne kadar, sorularını endişeyle sorduruyordu.
Üç günlük resmi yas ilanından sonra
önceki Cuma, İstanbul Fatih camiindeki
gıyabi cenaze namazına katılmıştım. Milletimizin iman coşkusuna sahip olan kesimlerinde görülen “takdire rıza” telkiniyle
birlikte, zahiri manada ihmal veya gözardı
edilen teknik donanım eksikliklerinin de
olması gerektiği şekline ve donanımına
getirilmesi talepleri de dile getirilmişti.
Lakin daha net sayı belli değildi ve an be
an artıyordu. Nihayet, toplam 301 şehidin
isimleriyle birlikte resmi ağızlardan ifade
edilmesinden ve ocakta kimsenin kalmadığından emin olunarak, girişi engellenmek üzere kapının duvar örülerek kapatılmasından sonra, artık taziyeler aklımıza
gelmeye başladı. Hâlbuki ilk günlerde çıkarılan cenazelerin değişik il ve ilçelerde
defin haberleri de medya yoluyla paylaşılmaktaydı.
Bir STK’nın; sosyolog, psikolog, yazar,
avukat gibi kalabalık bir aktivist grupla
sahaya ilk günlerde giderek yaptığı incelemeleri basına aktardıkları 21 Mayıs
Çarşamba günkü toplantıya da katılmıştım ASDER adına. Bölgeden yeni gelmiş
gözlemcilerin paylaşımlarından aldığım
hissiyat ile, toplantı sonrası ASDER olarak bizim de en azından taziye için bile
olsa bölgeye gitmemiz gerektiğini teklif
ettim. Derhal uygun görülmesi üzerine en
çabuk planlama imkânları üzerine yoğunlaşan sekreteryamız, bir gün içinde katılabileceğini bildiren bir avuç arkadaşımızla
yola koyulduk.
Soma’ya ulaştığımızda bizi karşılayan
manzara yine günlerdir televizyonlarda
canlı bağlantılarla aktarılmakta olan oturma eylemi oldu. Şehir meydanında en fazla yüz kişiden oluşan bir kalabalık ve ortalarında 20-30 kişilik eylemcilerle, etrafta
haber kanallarının muhabirleri ile aralarında görebildiğimiz hükümeti temsilen,
eylül 2013 | ASDER
51
Soma’ya ulaştığımızda
bizi karşılayan
manzara yine günlerdir
televizyonlarda
canlı bağlantılarla
aktarılmakta olan
oturma eylemi oldu.
Şehir meydanında
en fazla yüz kişiden
oluşan bir kalabalık
ve ortalarında 20-30
kişilik eylemcilerle,
etrafta haber
kanallarının muhabirleri
ile aralarında
görebildiğimiz
hükümeti temsilen,
vekillerden Salih
KAPUSUZ ve Hüseyin
TANRIVERDİ’nin, halkı
sükûnete davetle,
devletin ağırbaşlılığını
temsile gayret
ediyorlardı.
Çanakkale savaşlarında
eline kına yakılan
Mehmetçikleri hatırlattı.
Evlerin penceresine
asılan bayrak; normal
zamanlarda askere
giden olduğuna ya da
düğün evi olduğuna
işaret ederdi. Şimdi
ise bir şehidin evini
gösteriyordu.
vekillerden Salih KAPUSUZ ve Hüseyin
TANRIVERDİ’nin, halkı sükûnete davetle,
devletin ağırbaşlılığını temsile gayret ediyorlardı. Kaymakam ve Manisa İl Emniyet Müdürünün de aralarında bulunduğu
resmi zevatın itidal çağrısını halkın kabul ettiği anlaşılan dağılma zamanı saat
18:00 civarıydı. Bu tür eylemlerde tahrik
edicilerle, tahrik edenlerin haklı taleplerini
dile getirmeleri gayet normal ise de, daha
çok tahrik edicilerin zorlaması ve durumdan vazife çıkarırcasına konuyu bir şekilde yönetimi eleştirmeye çanak tutmaları
gözlerden kaçmıyordu tabii. Yani saatler
süren eylemin sanki son dakikalarında
tatmin edecek cevaplar verildiği için miydi
sonlanma, hiç sanmıyorum. Halkın içinde
yetkililerin cevaplarını yeterli bulan ve fakat medeni cesaretten yoksun insanların
korku ve istekleri arasında bocalamaları
müessir oluyor ve sonunda “tamam beyim” diyenlerin sesi “amma İLO sözleşmelerinde şöyle, işçi haklarında böyle...”
gibi kışkırtıcı ifadelerde bulunanları bastırınca, doğal olarak eylem sona eriyordu.
Bize de bu mutlu sonu görmek nasip oldu.
Yetkililerden alınan ziyarete gidilebilecek aile adresleri arasında, bize Soma’da
rehberlik yapan Kaymakamlık görevlisi
Ekrem kardeşimize bırakmıştık taziye adresi seçimini. Cumartesi günü üç köyde
toplam dört aileye uğradık. Daha önce
gelip ziyaret eden her kesimden insan ve
habercilerden sanki acılarını bile yaşamaya fırsatları olmamış gibi manzaralar
52
ASDER | eylül 2013
gördük. İkiz kardeşlerin, hayatlarını hep
beraber sürdürdükleri gibi, şehadetleri de, geride bıraktıkları yetimleri de aynı kaderi paylaşmışlardı. Birisinin baba
eviydi uğradığımız adres ve yetimleriyle
anneleri kendi baba ocağında oldukları
için göremeden taziyede bulunduk. Fakat
daha şehidin baba ocağına girişte asılı
olan bayrağımızı görmek bizi adeta, Çanakkale savaşlarında eline kına yakılan
Mehmetçikleri hatırlattı. Evlerin penceresine asılan bayrak; normal zamanlarda
askere giden olduğuna ya da düğün evi
olduğuna işaret ederdi. Şimdi ise bir şehidin evini gösteriyordu. Aynı köydeki ikinci
şehit evini göstermesi için bulduğumuz
muhtar bize ayaküstü hoş geldiniz dedikten sonra kısaca gelişimizden duyduğu
memnuniyeti dile getirmek için söylediği;
“Elhamdülillah Müslüman halkımızın bu
hayırseverliği ve acıları paylaşma duyarlılığı adeta ÇANAKKALE RUHU’nun milletimizde yeniden hâkim duygu olmaya
başladığını gösteriyor!” ifadesi hepimizi
duygulandırdı.
Şehitlik olarak şehir mezarlığında belirlenen bölgeye sıra sıra defnedilen 39
şehidimizin kabirleri başında yaptığımız
ziyaret ve dualarımız, ziyaretimizin duygu
seline dönüşen bölümüydü adeta. Günlerdir kabirlerin başından ayrılamayan
acısı taze dul ve yetimler, duygularını yazıya dökerek mezarların üzerine taşlarla
sıkıştırılan mektuplar… Arkadaşına “kendi dedesini hiç tanımayıp, oğullarının ev-
lendikten sonra doğabilecek torunlarının
O’nu tanıyamayacağını ima ederek “ben
dedeli bir insan nasıl olur, bilmiyorum...”
diyenle, hem abisini hem babasını birlikte
kaybeden Özlem’in “...sizi bir türlü unutamıyorum. Biliyorum bizi bir yerlerden
izliyorsunuz, fakat ben sizi göremiyorum.
N’olur bari rüyama girin...” cümleleri, orada bu duygu seline medar oluyordu. Daha
hatim cüzlerimiz okunmakta iken hazırladığım duayı gönlümden terennüm etsem
de dilime getirememiştim. Ancak burada
o günlerin hissiyatını satırlara belki şöyle
aktarabilirim;
Ya Rabbi; Senin kelamı hakîmini ortaklaşa tamamlamak suretiyle bir gurup
mümin kulların olarak Kur’an Hatimleri
okuduk. Niyetimiz Senin RAZI OLMAN
idi. Biliyoruz Sen hükmünü verdiğin için
son nefeslerini işleri başında teslim etti
SOMA’daki madenci kardeşlerimiz. Ancak, zahiri sebepler kapsamındaki; ihmal,
kasıt veya hataların bedelini hepimiz topluca ödüyoruz Allah’ım. Senin hükmüne
ne kadar itaat edebildiğimiz bize meçhul
amma sana malumdur Allah’ım. Niyetimiz, bizleri şefkat tokadı ile terbiye etmenden ders çıkarmaktır. N’olur Allah’ım,
aramızdaki zayıf itikatlı olanlar veya imansızların İSYANLARI dolayısıyla acımızı
derinleştirme! Devletimizin maddi, milletimizin dua destekleriyle, mahzun kalplere
sükûnet ihsan eyle. Senin hükmüne razı
olup isyana düşmemelerini lütfeyle. Alicenap duygularla donattığın kullarının kalplerine merhamet ve dayanışma hissini
veren ancak Sen’sin Allah’ım. Benzer felaketin aynen kendi başımıza gelebilece-
ğini düşünerek, nasıl yardıma ve teselliye
ihtiyacımız olacağını akıl etme nimetini de
bize veren sensin Allah’ım. Sen kalplere
hükmedensin, bizim kalplerimizi katılaştırma Allah’ım. Rahmetine layık kulların
vesilesiyle bizleri de rahmet deryana daldır Allah’ım. Senin ilahi kelamını sadece
okumak yetmez elbette! Gereğince yaşamamızı, iyiliği emredip kötülüğü yasaklamamızı buyuruyorsun. Biz iyiliği istiyoruz, lakin kötülüğü isteyenlerin sesi daha
fazla çıkıyor Allah’ım. Lütfen bizim senin
emirlerini doğru anlayarak hükmün yalnız
sana ait olduğuna İMANIMIZI güçlendir.
Kötülüğü isteyenlere karşı bizi güçlü ve
galip eyle. İçimizde Senin kelamını doğru
anlayan rehberleri eksik eyleme Allah’ım.
Şühedanın, evliyanın ve enbiyanın şefaatini cümle ümmet-i Muhammed’e nasip eyle Allah’ım… ÂMİN.
Bu ziyaret bize; dayanışmayı, halkımızın devletini yanı başında görmekle teselli
olduğunu, tahriklere tamamen kapılmayan
sağduyusunu gösterdi. Hemen her evde
yıllardır kötü çalışma şartları dolayısıyla
bir maden kazası şehidi verilmiş gibiydi.
Ancak bu defaki 301 şehidin canına bedel
olacak iyileştirmelerin daha etkili ve gerektiği şekilde yapılacağı ÜMİDİ, bundan
sonra 13 Mayıs 2014’teki şehitlerin yakını
olmak belki de bir AYRICALIK olacaktı…
DEVLET’i yanında görebilmekle, eliyle
dokunurcasına yakınında hissederek duyulan teselliler ve inşallah böyle acıların
bir daha yaşanmaması dilekleriyle…
Ya Rabbi; Senin kelamı
hakîmini ortaklaşa
tamamlamak suretiyle
bir gurup mümin
kulların olarak Kur’an
Hatimleri okuduk.
Niyetimiz Senin RAZI
OLMAN idi. Biliyoruz
Sen hükmünü verdiğin
için son nefeslerini
işleri başında teslim
etti SOMA’daki madenci
kardeşlerimiz.
eylül 2013 | ASDER
53
Irak’ın Geleceği
Fethi KIRAN / Emekli Kurmay Albay
Osmanlı imparatorluğu
30 Ekim 1918’de
Mondros mütarekesiyle
dağılma sürecine girmiş
ve Lozan antlaşması
ile Türkiye Cumhuriyeti
devleti adı altında
bugün ki sınırlarını
taahhüt altına almıştır.
IRAK HAKKINDA SÖYLENENLER
NEREYE KADAR…
Devlet olmanın ilk şartı önce millet olmaktır. Ancak yeterli olmadığı herkes tarafından ifade edilebilir.
Irak suni bir devlettir. İngiltere tarafından zorla teşkil edilmiş yapay bir egemenliktir. İngiltere kendi mandaterliğini
teşkil ederken halktan tam bir onay alamamıştır. Etnik ve dini kökenleri farklı
Arap, Kürt, Türkmen ve Arami (Süryani)
halkları, farklı lisanları kullanarak, bir otoriteye bağlı olarak yaşamaktadırlar.
Osmanlı imparatorluğunun parçalanmasından sonra Musul, Basra ve Bağdat
54
ASDER | eylül 2013
eyaletleri bir baskıyla birleştirilmiş ve Irak
devleti meydana getirilmiştir. Bu devletin,
İsviçre‘de olduğu gibi, halklarının huzuru
temin edilmemiştir. Devamlı kargaşa, terör, baskı ve ihtilaller yaşanmıştır.
Osmanlı imparatorluğu 30 Ekim
1918’de Mondros mütarekesiyle dağılma
sürecine girmiş ve Lozan antlaşması ile
Türkiye Cumhuriyeti devleti adı altında
bugün ki sınırlarını taahhüt altına almıştır.
Türkiye Cumhuriyetini kuranlar çoğunluğu Müslüman (%99.8) olan halktır.
Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı
olan herkes Türk’tür. T.C. Anayasa Madde :66’da Türklükle ilgili sınır açıklanmıştır. Türkü, Kürdü, Lazı, Çerkez’i, Abazası,
Çeçeni, Gürcüsü, Arnavutu, Arabı, Acemi,
Pomağı ve Boşnağı ile bir millet ve ümmet
olarak bir takım hadiselerden (musibet,
felaket) geçiş yaparak bugünlere ulaştığımızın gerçeğini kimse yadsıyamaz.
Emperyalist devletlere karşı birlikte
savaş verdiğimiz gibi Cumhuriyeti de beraber kurduk ve benimsedik. Türk milleti
olarak aynı lideri benimsedik, ayrı gayrı
bilmedik. Ayrılık teranesi çalanlar geçmişlerine baksınlar. Tarihte onları kimler
kandırdı, kimlerin oyununa geldiler. Hangi devlet veya devletler, neleri sömürerek
onlara yaklaşarak düşüncelerini isyana
dönüştürmek istediler. Yüz yıl önce Mekke Şerifi Hüseyin halife makamı ile kandırılmış, sonucu hüsran olmuştur.
Aynı yıllarda kuzey Iraktaki Kerkük
Sancağı (Osmanlı imparatorluğu devrinde Musul vilayetine bağlı bir sancaktı.) hakkında Musul-Kerkük ile ilgili arşiv
belgesine (başbakanlık devlet arşivleri
genel müdürlüğü yayın no: 11) müracaat
etmeleri yeterlidir. Aşağıda bir paragrafı
okuyucuların takdirine sunuyorum. (giriş
bölümü sayfa 37)
“17 Kasım 1918’de şeyh Mahmut isminde bir şahıs ahalisinin büyük çoğunluğu Türk olan Süleymaniye, Kerkük, Tuzhurmatu, Kifri, Zaho, Bana, Remandaz,
Duhak, Nebiyunus, Erbil, Altınköprü ve
Sina’yı nüfuz sahası içine alan İngiliz himayesinde bir “Kürt hakimliği” kurmuştu.
İngilizler bu bölgede Türkçe konuşmayı
dahi yasaklamışlardı.”
İngilizlerin bu baskıları sadece bir örnektir.
Aynı arşiv belgeleri kitabının 93 numaralı belgede dikkate değerdir.
“Tarih 4 kasım 1919 İngilizlerin Süleymaniye yi işgale kalkışmaları üzerine bu-
eylül 2013 | ASDER
55
Emperyalist devletlere
karşı birlikte savaş
verdiğimiz gibi
Cumhuriyeti de beraber
kurduk ve benimsedik.
Türk milleti olarak
aynı lideri benimsedik,
ayrı gayrı bilmedik.
Ayrılık teranesi çalanlar
geçmişlerine baksınlar.
Tarihte onları kimler
kandırdı, kimlerin
oyununa geldiler.
Tarihi derinliği olmayan
Irak’ın her durumda
arşivi Türkiye’dedir.
Ekonomik ve sosyal
olanak, aynı zamanda
Avrupa’ya açılmak için
ülkemize ihtiyacı vardır.
ABD ne zamandan
beri Kürt aşiretlerini
desteklemektedir. İranIrak savaşında Irak’ı
desteklerken Kürtlerden
söz ettiği görülmemiştir.
Veya tutumu medyaya
yansımamıştır.
radaki Arap ve Kürtlerin Osmanlı idaresini
istemeleri”
Arap ve Kürtlerin isteklerine ait belgenin tarihine bakmak gerekir. 4 Kasım
1919 yani Mondros mütarekesinden bir
yıl sonra, işgal edilmesi gereken bölgeler.
Antlaşmaya uymayan emperyalistler K.
Iraktaki Kürtleri esas kandırma, 10 ağustos 1920’de imzalanan ve kabul etmediğimiz Sevr antlaşmasıdır. Zamanın ABD
başkanı Woodrow Wilson Kürtlere yeşil
ışık yakmış, ancak Irak bağımsız devlet
olarak 1932’de milletler cemiyetine başvurduğu zaman Kürtleri desteklemiştir.
İngiltere Irak’taki Kürtlere verdiği sözü
tutmadılar ve sorunu yapay Irak devletini
kurarak olayları seyre başladılar. Kurdukları devlete verdikleri silahlarla ezilmesine
seyirci kaldılar.
Bugün de aynı oyunun oynanmadığını
zaman ve kuvvet yönünden az bir farkla
kim söyleyebilir.
Tarihi derinliği olmayan Irak’ın her durumda arşivi Türkiye’dedir. Ekonomik ve
sosyal olanak, aynı zamanda Avrupa’ya
açılmak için ülkemize ihtiyacı vardır.
ABD ne zamandan beri Kürt aşiretlerini desteklemektedir. İran-Irak savaşında
Irak’ı desteklerken Kürtlerden söz ettiği görülmemiştir. Veya tutumu medyaya
yansımamıştır.
ABD ve batı emperyalizmin klasik ve
kimyasal silahları Kürtlere karşı kullanıl-
56
ASDER | eylül 2013
madı mı? Şu anda Irak’ın devlet başkanı
ve K.Irak’ın lideri durumundakiler bunları
ve olanları bilmiyorlar mı?
Bu zatı muhteremler kendilerinin de
kullanıldıkları, zamanı gelince iplerinin çekileceklerinin farkında değiller mi? Benim
tavsiyem; Irak’ı bir bütün olarak muhafaza
etsinler. Türkiye ile karşı karşıya gelebilecek politikalar oluşturmasınlar. K.Irak’ta
bağımsızlıktan söz etmesinler. Kerkük’ün
eski statüsünü muhafaza etsinler şeklinde olacaktır.
Ayrıca; her iki lidere zamanında yapılan kıyağı (kırmızı pasaport verme
ve her ikisini barındırma) unutmasınlar.
Türkiye’nin bunun aksini de yapabilecek
gücünün olduğunu göz ardı etmesinler.
Yapay bir devlet olan bu Irak’ın başına
hiç akıllı lider geçmeyecek mi? Sekizinci
Cumhur başkanı merhum sayın Turgut
ÖZAL’ın 15 şubat 1991 yılında Harp Akademileri Komutanlığında yaptığı konuşmaları incelerken geldi bu soru aklıma.
Sayın ÖZAL kendisine yöneltilen “………
Arap milliyetçiliği gelişirse, Türkiye’nin Ortadoğu’daki menfaatlerini korumak maksadıyla ne gibi tedbirler alınabilir.” Şeklindeki soruya şu cevabı veriyor. Mısır’ın
eski devlet başkanı Nasır’ın Arap milliyetçisi olarak iyi işler yapmak istediğini Arap
İsrail savaşında (1967 yenilince) İstifa ettiğini, Mısır halkı onu yine bağrına bastığını ve sonunda unutulduğunu söyleyerek;
“Ben Saddam’ın da unutulacağını tah-
min ediyorum. Oturup biraz düşündüğünüz zaman, Saddam’ın ne kendi ülkesine,
ne Arap âlemine bir fayda sağlamadığını,
bilakis çok büyük zararlar verdiği görülecektir. Bugün Irak’ta eğer doğru dürüst bir
idare olsaydı, akıllı bir idare olsaydı, Irak
Körfez Ülkeleri kadar, hatta ondan daha
zengin bir ülke olurdu. Çünkü Körfez Ülkelerinden farkı su kaynaklarının olmasıdır.”
Zamanın liderinin ne kadar ileri görüşlü olduğunu bilmem söylemeye gerek
var mı? Geleceği görüp ülke yönetiminde
esas alınması için geçmişte birçok liderimiz özellikle Mustafa Kemal ATATÜRK
çok şeyler söylemiştir. Bunları burada ifade etmek için sayfalar yetmez sanırım.
Gelelim Saddam’a, neden akıllı davranmadı ve etrafındaki destekçilerinin
kendisini kandırdığını anlayamadı. Olan
oldu ona. Ya bu günkü yöneticiler çok
mu uslu davranıyorlar? Karşılarına aldıkları devlet kim? Hiç tarih okumuyorlar
mı? Destekçileri (ABD ve İngiltere, İsrail)
Saddam’ı destekledi. Sonu ne oldu. Sizin
de sonunuz ne olur? Iraklı yöneticilere
Türkiye ile uğraşmayı bırakmalarını ve
karşılarına almamalarını tavsiye ediyorum. Harap olmuş ülkenizi el birliği yaparak huzura kavuşturunuz. ABD’ye karşı
ortak bir karar alarak ülkenizi terk etmesini söyleyiniz. Ülkenizi işgal edenlere güvenmeyiniz. Onların ipi ile kuyuya inilmez.
Komşularınızla sıkı temasa geçiniz.
Tekraren ifade etmek istiyorum, Iraklı
yöneticiler; ayrılığı gayrlığı, bağımsızlığı,
bölünmek düşüncesini, federalizmi bırakınız. Halkınızın temel ihtiyaç maddeleri
nereden geliyor düşünün. Kapılar kapanırsa haliniz nice olur. İfade etmekte zorlanıyorum birlikte olmakta hayır ve kuvvet
vardır.
Iraklı yöneticiler, ülkelerine sahip çıkmalı ve hiçbir kimse veya devletin kendi
çıkarlarını düşünmekten geri durmayacaklarını değerlendirsinler. İşgali protesto
etmek başlıca siyasetleri olmalıdır
Biz Müslüman Türk halkı olarak Irak
halkının 1991 yılından bu yana ambargolarla çektiklerine üzülüyoruz. Sayın
ÖZAL’ın 1991 yılında yaptığı Harp Akademileri konuşması bölge ülkelerince yeterince değerlendirmeye tabi tutulsaydı,
günlük ve kısır düşünülmeyip, en azından10 yıl sonrası düşünülseydi, bu günkü
hallere düşülmezdi. Artık geri dönülemeyeceğine göre paradoksu bırakıp ne yapmamızın gereğini incelemeliyiz. Ülkemiz
için Irak’a dikkat sarf etmemizin tarihini
İran-Irak savaşına (1979-1987) kadar geri
götürmeliyiz.
Savaş sekiz yıl sürmüş, bir milyon insanın yaşamını yitirmesine, iki milyon insanın yaralanmasına ve sakat kalmasına
neden olmuştur. Ekonomik maliyeti bir
trilyon dolardan fazla olduğu değerlendirilmektedir.
O dönemde ülkemiz Irak’ı taraflı tarafsız olarak desteklemiş, hatta İran’ın Irak’a
karşı kimyasal silahları kullandığını dahi
söyleyip ifade edemedik. Olayların nasıl
geliştiği o zaman için menfaatimize uygun
olmuş olabilir. Sonuç ortada kim kaybetti
kim kazandı. Bunun yarını da var. Allah’a
kimler hesap verecek stratejik görüşü
olmayan ve bilgiden yoksun, ilerisini göremeyen, aklını kullanamayıp egosunu
tatmin için çabalayan liderlerin elinde ülkelerinin ne hale geldiği ortada. Tarih örneklerle dolu. En yakın örneği Saddam’ın
halini ifade etmeye çalışıp soralım: Saddam;
*
İran’a neden taarruz etti
*
Neden Kuveyt’i işgal etti
*
Türkiye’ye karşı komşuluk ilişkilerini zedeleyici sözleri hangi nedenle sarf
etti. Soruların cevapları herkesin kendi
değerlendirmesine göre değişebilir. Fakat ortada bir gerçek var. Saddam idam
edildi.
Ülkeleri açısından sorunları tespit etmek ve çözüm yolları bulmak yöneticilerin en önemli görevi olduğunu söylemeye
gerek var mı? Yıllardır Kuzey Irak’la yoğun olarak ilgileniyoruz. ABD siyasi sınırlarımıza geldi. Komşuyuz artık. İngiltere
1926 yılına kadar Irak’ın mandateri idi. Şu
anda adını koymuyor fakat ABD mandater mi? ABD işgali sürdükçe, Türkiye sınır komşusu Irak’taki oluşumların dışında
kalmaya mahkûm görülmektedir.
Kuzey Irak’taki otonom idarenin bağımsızlığa dönüştürülmesi, bölge dışı ülkeler tarafından teşvik edilmektedir. Irak’ın
parçalanıp üçe ayrılması ihtimaline karşı,
Kuzey Irak’ın himayesinin Türkiye’ye bırakılmasını sağlayacak politikalar, tarafımızdan oluşturulmalıdır.
eylül 2013 | ASDER
57
Biz Müslüman Türk
halkı olarak Irak
halkının 1991 yılından
bu yana ambargolarla
çektiklerine üzülüyoruz.
Sayın ÖZAL’ın 1991
yılında yaptığı
Harp Akademileri
konuşması bölge
ülkelerince yeterince
değerlendirmeye tabi
tutulsaydı, günlük ve
kısır düşünülmeyip, en
azından10 yıl sonrası
düşünülseydi, bu günkü
hallere düşülmezdi.
Şimdi İttihad Vaktidir
Mehmet KANMAZ
Peygamber Efendimiz,
Hendek Savaşında,
hendek kazma
sırasında, mü’minler
arasında en ufak bir
sürtüşmenin bile
çıkmasını yasaklamıştı.
Elbirliğiyle hendeğin
kazılması ve hızla
bitirilmesi gerekiyordu.
Bu yüzden şair Ka’b
bin Malik ile Hasan
bin Sabit”e, hiç
kimse hakkında ileri
geri konuşmamaları,
kimse hakkında şiir
söylememeleri için
ikazda bulunmuştu.
Nazik dönemlerde mü’minin mü’mine
kırılmaya asla hakkı yoktur. Saadet Asrı, her konuda bizim için örnek alınacak
bir dönemdir. Yüce Allah; “Andolsun ki,
Resûlullah’ta sizin için, Allah’a ve ahiret
gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok
zikredenler için güzel bir örnek vardır.”[1]
ayetiyle her konuda Kâinatın Efendisini
örnek almamızı tavsiye etmektedir. İsterseniz Resûlullahın yaşadığı kritik ve hassas bir olayı birlikte paylaşalım:
Peygamber Efendimiz, Hendek Savaşında, hendek kazma sırasında,
mü’minler arasında en ufak bir sürtüşmenin bile çıkmasını yasaklamıştı. Elbirliğiyle hendeğin kazılması ve hızla bitirilmesi gerekiyordu. Bu yüzden şair Ka’b bin
Malik ile Hasan bin Sabit”e, hiç kimse
hakkında ileri geri konuşmamaları, kimse
hakkında şiir söylememeleri için ikazda
bulunmuştu. Ola ki, şairlik damarıyla birilerine sataşabilirler, birbirleriyle şiir yoluyla atışmaya girebilirler, bu ise tatsızlığa ve
kırgınlığa yol açar, hendeğin gecikmesine
58
ASDER | eylül 2013
sebep olabilirdi. Allah Resulü, bununla da
yetinmemiş, ayrıca ‘hiç kimse arkadaşının kırıcı sözüne kızmayacak, darılmayacak,’ diye emir çıkararak Müslümanları
büyük bir hoşgörüye davet etmişti. O hep
düşmanın şehrin kapılarına dayandığı o
nazik dönemi, sabır ve metanetle aşmayı düşünmüştü. “Çünkü birbirleriyle uğraşanlar müsbet hareket edemezler. Hayırlı
işlerin muzır manileri olur.”
“İçtimai hayat açısında, müminin mümine inat, hased ve tarafgirlikte bulunması son derce zararlı bir hastalıktır. Böyle
bir yaklaşımda her zaman ehl-i hak zararlı çıkmıştır. Ayrıca ehl-i hakkın görevi ikram edici ve soğukkanlı olmaktır. Kur’an-ı
Kerimde ” Onlar (muttekîler), bollukta ve
darlıkta (Allah için) infâk ederler (verirler)
ve onlar öfkelerini yutanlardır ve insanları affedenlerdir. Ve Allah, muhsinleri sever.”[2] ayetiyle o özellikleri taşıyan müminler teşvik edilmektedir. “Garazkârâne,
adâvetkârâne birbirinin tahribine çalışılan
menfi ihtilâf, İslam nazarında kabul gör-
memiş, reddedilmiştir. Çünkü birbiriyle
boğuşanlar müsbet hareket edemezler”
[3]
Allah korusun insanda nefis ön plana çıktığı zaman artık hiçbir şeyi, aklı da
dinlemez. Haksız dahi olsa kendini haklı zanneder, benim hakkım var der. İşte
burada artık insan bazen ne dediğini ne
yaptığının farkında olmaz. İnsanın, hayatında en çok yanlış ve hatalar yaptığı ve
topluma zarar verdiği anlardır. Aklı başına geldikten sonra durumun farkına varır.
Fakat” ba’de harabi’l-Basra” iş işten geçmiş olur, artık yangın bacayı sarmış evi
kül haline getirmiştir. Burada en çok zarar
gören toplum olur, işin başındakiler değil.
Geçmişte ve şimdi olduğu gibi… Böyle bir ihtilaf marazının merhemi ve ilâcı;
“İhtilâfa düşmeyin; sonra cesaretiniz kırılır, kuvvetiniz elden gider.” ayetindeki şiddetli İlâhî bir yasaklamadır. [4] “Birbirinizle
iyilik ve takvâda yardımlaşın.” [5] Ayetini
de kendimize İlahi bir ölçü haline getirmekle o ehl-i hakkın kafilesine hissiyatımızı ayaklarımızın altına alıp fedakârlık
göstererek samimane iltihak etmek, şahsiyetini unutmak riyâ ve yapmacık şeylerden kaçınmak ve ihlâsla hareket etmektir.
İttihada giden yol müsbet hareketten
geçer. Peki, müsbet hareket nedir? Müsbet hareket: Gözetilen amaca veya beklenilene uygun, faydalı, pozitif ve Allah’ın
rızasına uygun hareket etmektir. Olumsuzlukları değil, olumlu olan şeyleri nazara vermektir.
Cenab-ı Hakkın Hakîm ismine uygun
yani mukteza-yı hale mutabık hareket etmektir. Hak ve hakikat namına fikir alışverişinde bulunmaktır. Hisler karışmadan
olayların üzerine sabır ve itidalle gitmektir. Kısaca; sabır, şükür, hayır, adalet,
muhabbet, ittifak, dostluk, kardeşlik, anlaşma, yardımlaşma, terakkî, tekâmül, insanın fıtratına uygun olan, vicdanın mutluluğu gibi olumlu olan şeylerin hepsi birer
müspet harekettirler.
Bediüzzaman’a göre müsbet hareket:
“Rıza-yı İlâhiye uygun hareket etmek,
iman hizmetini yapmak, vazife-i İlâhiyeye
karışmamak, asayişi muhafaza etmek, sabır ve şükür içinde olmaktır.”[6] “İslâmiyet,
selm (barış, sulh).ve müsalemettir; (karşılıklı barış içinde olmak) dâhilde nizâ (çekişme ve kavga) ve husumet (düşmanlık)
istemez “ [7]
“Dostlar müteyakkız davranmalı, tâ
dostların lâkaytlıklarından ve gafletlerinden, zındıka taraftarları istifade etmesinler.” [8]
Müsbet hareket birliğin sağlanmasıyla olur. Birliği sağlamak için de kanun
hâkimiyetini sağlamak ve hukukun üstünlüğünü temin etmek gerekir. Hukuk karşısında eşitliğin olmadığı ve imtiyazların
bulunduğu bir ülkede birlik ve eşitlik yasalarla bozulmuş olur. Haksızlık yasalarla yasal hale getirilmiş olur. Bu durumda
birliğin sağlanması zaten mümkün olmaz.
Bu gerçeği Bediüzzaman:
İttihad, herkesin aynı muâmeleye tabi tutulması yani bir şah ile bir gedanın
yani dilencinin aynı haklara sahib olması ile olabilir. [9] “Bir mâden-i hayat-ı içtimaiyemiz (sosyal hayatımızın kaynağı)
olan ittihad-ı millet, (milletin birliği) ref-i
imtiyazdan (ayrımcılığın, kayrımcılığın
kaldırılmasıından) başka ne ile olur?” [10]
Veciz bir şekilde ifade eder.
“Sakın, sakın, dünya cereyanları, hususan siyaset cereyanları ve bilhassa
harice bakan cereyanlar sizi tefrikaya
atmasın. Karşınızda ittihad etmiş dalâlet
fırkalarına karşı perişan etmesin Allah
için sevmek, Allah için buğz etmek.”[11]
Rahmânî düsturumuz olsun. Yoksa (eliyazü billâh) bu zamanda siyaset, kalbleri
ifsad eder ve asabî ruhları azap içinde bırakır. Evet, şimdi küre-i arzda herkes ya
kalben, ya ruhen, ya aklen veya bedenen
gelen musibetten hissedardır, azap çekiyor, perişandır.” [12]
Şimdi bir ve beraber olmaya her zamankinden daha çok ihtiyacımız var. Aslında bakacak olursak; bizi bir birbirine
bağlayan o kadar çok bağlarımız var ki;
değil bizi, belki küreleri dahi birbirine bağlayacak kadar kuvvetli manevi bağlardır.
Diyor asrın Bedîsi… Evet, ifsat ve
zındıka komiteleri bizleri aldatmasın karşımızda pusuda bekleyen ve ayrılıklara
zemin hazırlayan dehşetli komiteler var,
onların işlerini kolaylaştırmayalım…
Peygamber Efendimizin (a.s.m): “Allah birdir, biri sever” hadis-i şerifini sık sık
hatırlayalım. “Vahdet dininin temsilcileri
olarak “kâlû belâdan” beri beraberiz.
İnşallah yine beraber kalacağız. Allah
bizi birbirimizden ayırmasın, birliğimizi
bozmasın ve bozmaya çalışanlara da mü-
eylül 2013 | ASDER
59
İttihad, herkesin
aynı muâmeleye tabi
tutulması yani bir şah
ile bir gedanın yani
dilencinin aynı haklara
sahib olması ile olabilir.
[9] “Bir mâden-i hayat-ı
içtimaiyemiz (sosyal
hayatımızın kaynağı)
olan ittihad-ı millet,
(milletin birliği) ref-i
imtiyazdan (ayrımcılığın,
kayrımcılığın
kaldırılmasıından) başka
ne ile olur?” Veciz bir
şekilde ifade eder.
İslâm tarihinin geçmişe
dönük sayfalarını
araladığımızda
benzer olaylara şahit
olmaktayız. Dört Halife
döneminde başlayan
ve arkasından ortaya
çıkan Şiilik-Haricilik
bölünmüşlüğü, maalesef
zararlarını hâlen
sürdüren bir yaradır.
Şark milletlerinin
karakteristik bir özelliği
hâline gelen tefrika,
zaman zaman aynı din
ve hattâ aynı milletten
olan insanların savaş
meydanlarında karşı
karşıya gelmelerine
sebep olmuştur.
saade etmesin”
Osmanlı devletindeki kardeş çekişmeleri memleketi parçalamaya, birliği ve dirliği bozmaya yönelik fesat hareketlerinin
arkasında; Bizans devleti bulunuyordu.
Bu tür faaliyetler tarihimize “Bizans oyunları” olarak geçmiştir.
Aynı güçler sadece iktidar mücadelesi değil, mezhep ve inanç farklılıklarının
tahrik edilmesi sonucunda, Osmanlı tarihinde derin yaralar açmış olan tefrika
belâsının giderilmesi için idarecileri ciddi
tedbirler almaya yöneltmiştir. Bu idarecilerin biri de “dünya bir padişaha az, iki
padişaha azdır.” Diyen Yavuz Sultan Selimdir. Yavuz, ülkenin birlik ve huzuru için
bütün gücüyle, fitnelerin önüne geçmeye
çalıştı ve Cenab-ı Hak da onun bu samimiyetine binaen İmparatorluğun ittihadına
vesile kıldı. Bir şiirinde:
“Milletimde ihtilâf ü tefrika endîşesi
Kûşe-i kabrimde hattâ bîkarar eyler
beni
İttihâdken savlet-i
a’dâyı def’a
çâremiz,
İttihâd etmezse millet dağ-dâr eyler
beni. “
Yani; “milletimde anlaşmazlık ve ayrılık
endişesi, kabirde olsam bile beni rahatsız
eder. Düşman saldırılarını def edecek tek
çaremiz ittihad etmektir. Şayet bu millet ittihad etmezse gönlümü derinden yaralar”
diyerek devletin birlik ve beraberliği için
ızdırabını bu şekilde dile getirmiş.
Osmanlının son dönemlerinde topraklarını paylaşmak için sinsi plânların çevrildiği son yıllarında Osmanlı milleti, yine
çoğu dış kaynaklı olan entrikalara maruz
kalmış ve Siyonist merkezli emparyalist
güçler “böl-parçala-yut” taktiğiyle sinsi
emellerine ulaşmıştı. Devleti yıkmak, milleti de Anadolu’dan tamamen çıkartmak
istedikleri zorlu Millî Mücadele yıllarında
da tefrika hastalığı birlik ve bütünlüğü
kemirmeye devam etmiş. Var olma mücadelesi verilen bu dönemde durumun
hassasiyetini gören İstiklâl Marşı şairimiz
Mehmet Akif Ersoy şu mısralarıyla idarecileri ve milleti uyarmaya çalışmıştı:
“Girmeden tefrika bir millete düşman
giremez.
Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez.”
60
ASDER | eylül 2013
İslâm tarihinin geçmişe dönük sayfalarını araladığımızda benzer olaylara
şahit olmaktayız. Dört Halife döneminde
başlayan ve arkasından ortaya çıkan Şiilik-Haricilik bölünmüşlüğü, maalesef zararlarını hâlen sürdüren bir yaradır. Şark
milletlerinin karakteristik bir özelliği hâline
gelen tefrika, zaman zaman aynı din ve
hattâ aynı milletten olan insanların savaş
meydanlarında karşı karşıya gelmelerine
sebep olmuştur.
“Allah bizleri Hz. Âdem ile Havva validemizden, bir ana babadan yarattı. Sonra
birbirimizle tanışıp kaynaşalım diye bizleri
kabile kabile kıldı. Bizi farklı farklı yarattı,
farklı yerlerde, farklı dillerde, farklı renklerde, farklı zamanlarda yarattı ama kitabımızı bir kıldı, kıblemizi bir kıldı, peygamberimizi bir kıldı, bizi birbirimize kardeş
kıldı. Kitabında ‘Bütün müminler kardeştir’
dedi, bizim kardeş olduğumuzu vurguladı. Allah bizlere âlemlere rahmet Habib’ini
gönderdi. Bizleri o kutlu Peygambere ümmet eyledi. O ahir zaman peygamberi,
bizim için, ‘Sizler tek bir ümmet, tek bir
milletsiniz’ dedi. Onun ashabı o güneşin
etrafında birer yıldız oldular, tek vücud oldular. Kitabında överek ‘Onlar kardeşlikte
öyle bir noktaya gelmişlerdi ki, kendileri
muhtaç oldukları halde kardeşlerinin nefislerini kendi nefislerine (makamda, mevkide, malda, mülkte ve zenginlikte) tercih
ederlerdi’ buyurdu’
Bediüzzaman; “Bu zaman, ehl-i
hakîkat için, şahsiyet ve enaniyet zamanı
değil, cemaat zamanıdır, birlik beraberlik
zamanıdır. Ehemmiyet ve kıymet, şahsı manevîye göre olur. Ferdî şahısların
dehası, ne kadar harika da olsalar, ehl-i
dalaletin cemaat suretindeki kuvvetli bir
şahs-ı mânevî dehâsıyla hücumuna karşı
mağlûp düşebilir.”
Bediüzzaman Hazretleri; merhum
başbakan Adnan Menderes’e ve dindar
Demokratlara hitaben yazdığı, Ezan-ı
Muhammedî’nin aslına çevrilmesi ve sonrasında gösterilmesi gereken hususlarla
ilgili açıklamaların yer aldığı bir mektupta,
hem dindarlara, hem idarecilere, özellikle
demokratlara bir yol haritası mahiyetinde önemli tespitler ortaya koymaktadır
ki ülkemizde yeni bir sahifenin açılmaya
başladığı bu hengâmda SİYASET ERKİ’ninde dikkate alıp bu eserleri okumasının elzem olduğunu düşünüyorum. Üs-
tad İttihadı bozan durumlara karşı tedbirli
olmaları konusunda İslâmiyet’in pek çok
temel kanunlarından üç tanesine ayet ve
hadislerle açıklık getirmiştir.
Birincisi, “Birisinin cinayetiyle başkaları, akraba ve dostları mes’ul olamaz.” [13]
Bu mealde Kuran-ı Kerimde dört ayrı surede geçmekte olan ayetlerde, “bir kişinin
yaptığı olumsuz işleri, onun bağlı bulunduğu topluluğun tamamına teşmil etmenin cahiliye devrinde kalma bir adet ve
büyük bir cinayet olacağını” ifade ediyor.
O zaman, aynı düşünce ve görüşte veya
aynı partiden ve ırktan kişi veya topluluğun beraberce yaşadığı bir yerde veya
vatanda, böyle bir cinayeti işlemenin, ‘ifsad ve zındıka komite’lerinin işine yarayacağı ve ekmeğine yağ sürmek anlamına
geldiğini belirtir. Bu da önüne geçilemez
karışıklıklara, maddi ve manevi yaralara,
anarşi ve kargaşalara kapı açar. Maalesef günümüz siyaseti, Kur’anın bu temel
ölçülerine muhalefet etmenin sıkıntılarını
yaşıyor.
İkincisi, “Memuriyet bir hizmetkârlıktır,
bir hâkimiyet ve benlik için tahakküm âleti
değil.”[14]
Üçüncüsü, “Mü’min, mü’mine karşı bir
binanın kenetlenmiş taşları gibidir.” Biri
oynadığı zaman diğerlerinin de oynamasına sebep olur.[15]
Kanun-u Esasinin birincisi olan “Birisinin cinayetiyle başkaları, akraba ve dostları mes’ul olamaz.”[16] Ayeti aynı düşünceye, aynı cemaate ve cemiyete mensup
fertler içinde de geçerlidir.
İslâmiyet’in hayat-ı içtimâîyeye dair
üçüncü kanun-i esasîsi olarak beyan edilen hadis-i şerif ile olay bir nevî cüzden
külliye geçiyor. Hz. Üstad, hariçteki düşmanların tecavüzlerine karşı, dâhildeki
adaveti unutmak ve tam tesanüd etmenin
gerekliliğine dikkat çekiyor ve şöyle diyor:
“Hâlbuki benlik, hodfüruşluk, gaddar
siyasetten gelen tarafgirane bir tavır ve
düşünce içerisinde olan kişiye şeytan gibi birisi yardım etse ona rahmet okurken,
muhalif gördüğü kişiye yardım eden melek dahi olsa ona lânet okutur. ” Şahsî hayatımızda zaman zaman aynı olayları ve
halet-i ruhiyeleri yaşayabiliyoruz.
Hem bir idareci, hem insaniyet-kübra
olan İslâmiyet’e mensup her bir mü’min;
İslâmiyetin toplum hayatına dair ikinci
kanun-i esasinde açıklandığı üzere; kendisini, hangi konumda olursa olsun, bir
hizmetkâr olarak görmeli, her zaman hakkı gözetirken, kendisi için istediğini kardeşi, dostu ve kendisinden farklı düşünen
bir kişi için de isteyebilmeli. [17]
Bu makaleyi, İslam’a ışık tutmuş güzel
insanların şu veciz ifadeleriyle bitirmek istiyorum: ‘İnsanlar, ya dinde kardeşin ya da
hilkatte (aynı Allah tarafında yaratılmışlık
yönünden) eşindir.’ diyen Hz. Ali (ra)’a
“Sevgi varken nefret niye, / Barış varken savaş niye/ Kardeşlik varken didişmek niye / Dostluk varken düşmanlık niye
/ Hoşgörü varken bağnazlık niye,/ Özgürlük varken tutsaklık niye, / Adalet varken,
haksızlık niye?” diyen Hacı Bektaşi Veli
hazretlerine,
“Türkistan’dan Şam’a kadar olan sahada bir din kardeşimin parmağına batan diken, benim parmağıma batmıştır;
onun ayağına çarpan taş, benim ayağıma
çarpmıştır. Onun acısını ben duyarım. Bir
kalpte hüzün varsa, o kalp benim kalbimdir.” diyen Ebu’l-Hasan Harakânî’ye;
“Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz
sokak.!/Haykırsam kollarımı makas gibi
açarak/Durun durun bir dünya iniyor tepemizden/Çatırtılar geliyor karanlık kubbemizden/Çekiyor tebeşirle yekun hattını
afet/Alevler içinde ev, üst katında ziyafet”
diyen Necip fazılı dinleyelim.
Gönüllerimizde herkesin oturacağı birer sandalye hazırlayalım. Unuttuğumuz
kardeşliği, birlik ve beraberliği yeniden
keşfedelim ve hayatımıza hayat kılalım.
Selam ve dua ile…
KAYNAKLAR
1-Ahzap-33-21/al-imran3-134/22.
mektup/enfal-8-46/maide-5-2/Emirdağsh.870/lemaat/28.mek.1.nota/divan-harbi
örfi/T.hayat-77/Buhari-iman/kast.88-89/
en-am-6-164/isra-17-15/fatır-35-18/zümer-39-7/EL-mağribu,camiüşşemul/Buhari/en-am6-164/Emirdağ-2-sh.530
eylül 2013 | ASDER
61
Hem bir idareci, hem
insaniyet-kübra olan
İslâmiyet’e mensup her
bir mü’min; İslâmiyetin
toplum hayatına
dair ikinci kanun-i
esasinde açıklandığı
üzere; kendisini, hangi
konumda olursa olsun,
bir hizmetkâr olarak
görmeli, her zaman
hakkı gözetirken,
kendisi için istediğini
kardeşi, dostu ve
kendisinden farklı
düşünen bir kişi için de
isteyebilmeli.
Zirvede Kalabilmek
Mehmet KANMAZ
İnsan çok ister, bilmeden ister, sonra
bilerek ister, sonra yaşayarak ister. Derken bedelini ödeyecek noktaya gelir. Risk
alır, rekabet sarmalının aynı kategorideki
yarım istekleri diş biler, yıpratılır ve bazen
küsüp isteğine kapanır ve eylemsizleşir,
hareket kabiliyetini kaybeder. Bu bir nadastır aslında. İstek fıtri varlığını çürütmezse, çekirdek gibi toprağında dirilmeye hazır bir sabırla “yokluk dereleri”nden
geçmeye istekli ise hala, ihlasla istiyorsa,
fıtratı da teyit ediyorsa, her şeyden vazgeçmeyi göze alacak kadar isteğinin isteklisi ise, isteği/duası onu alıverir, onu
biliverir ve onu taçlandırır. Bazen
dünyada görür bunu, bazen ahirette seyreder onu ve istek samimiyetle alıverir neticesini.
İnsan “bir şey olmak” ister, gerçekten
de “bir şey” olur. Bir tepeye direk, bir kuyuya taş, bir sahneye sunucu, bir depoya
bekçi, bir masaya amir ve bir kasaya zamir olabilir. Yani bir şey olur, olmak istediği olur. Olduğu onu alıverir. O ona ait olur.
O masa/kasa, hatta yasa ona hükmeder
ve oda “bir şey olma” makam severliğiyle
teslim olur bu fırsatlara, nemalara ve kaynaklara.
İşte onlar, alıverir bu nefsi. “Hubb-u
câh” başlamıştır. Kendinden vehimli, kerameti kendinden menkul “bir şey zannetme” başlamıştır. Muhibler ve müfritler
iş başındadır. Halka artık halkalanmıştır
çevrelercesine. Güvenlik çemberinde
artık reissiniz ve “bir şey olma”nın iyi bir
yerindesinizdir. Etraf ve fırsat sizi alıverir. Hakikat ise küsüverir. Hakikat ehli de
soğuk bakar. Ve sır gidiverir. Boşluktan
enaniyet alıverir.
İnsan önüne bir hedef koyar. O
hedefin tanımsız bütün alanlarında
cezbedici kurgularla kafası karışır.
Menfaatini düşünürken ailenin bilhassa hırslı tahrikleri ile kendini
bir başkasıyla kıyaslar ve üstün
çıkma hevesi zamanla şuur altına yerleşir. Böylesi
bir zihni karmaşada da
idealler ve hakikatler
yara alır. Farkında bile
olmaz. Kayıplar büyür, iflas eden tüccar
misali borçlanarak ömrünü uzatır. “Önce bir
sonuca ulaşayım, elde
edeceğime kavuşayım,
makamı elde edeyim”
fikriyle daldıkça dalar,
bazen yalar ve dağılır.
Elde ettiği sonuçlarla
tekrar başa dönüp ide-
İnsan “bir şey olmak”
ister, gerçekten de “bir
şey” olur. Bir tepeye
direk, bir kuyuya taş,
bir sahneye sunucu,
bir depoya bekçi, bir
masaya amir ve bir
kasaya zamir olabilir.
Yani bir şey olur,
olmak istediği olur.
Olduğu onu alıverir. O
ona ait olur. O masa/
kasa, hatta yasa ona
hükmeder ve oda “bir
şey olma” makam
severliğiyle teslim olur
bu fırsatlara, nemalara
ve kaynaklara.
62
ASDER | eylül 2013
aline döneceğini söylerken bile kopuşun
farkında değildir.
Hayat, dünya, kadın, teveccüh, para,
fırsat, rekabet, siyaset ve ticaret alıverir onu. Onu aldıkça da veriverir kendini.
Alınganlıkları artık kendisinden hizmet ve
fedakârlık bekleyen vatandaşadır. Alıverir
yeni mensuplar/müdavimler, övgücüler ve
unutuverir dostları, sadıkları, çevreyi ve
bilenleri.
Sonuçta beklentileri onu alıverir döngüsüne. Döndürür durur onu. O ise döndüğünü değil, ördüğünü zanneder. Ama
bir türlü ipin uçları bir noktada bağlanmaz
birbirine ve sökükten beter her an dağılacak şekilde ipin ucu kaçtığında açılıverir
bütün serüvenin sonuçları.
İşte hayat sevdirerek alıverir, tiksindirerek bırakıverir ve iş işten geçer.
Tüketici eğilimlerini ve zayıf noktalarını bilen ürün sahipleri, reklamlarını ve onları cezbedecek etkili mecraları ona göre
belirlerler. İşte hayatımızın tüketim alanları/israf mecraları da bunun gibi kendine
alıverir.
Kendine almak için bedel ödememiz
gerektiğini ve ödeme yapmamızı ister. Bu
aşamada bedel ödemeye ve bunu nasıl
elde edeceğine hazırlanan insana, şeytan
ve onun temsilcisi nefsin hayat tuzakları
bürosu hemencecik yardım etmek ister.
Yeni kazanç/kariyer/makam/fırsat seçeneklerine yönlendirir. Meşruiyetini ve hayatının amaçları ile ne kadar çatıştığını ve
fıtratına ne kadar uygun düştüğünü göz
ardı edecek, hatta görme mesafesini bile perdeleyecek yaklaşımlarla insanı “kör
eder” ve alıverir. Ve öğrendiğinle kazanır,
kazandığınla öder ve sonuçta bedeli ağır,
ancak huzursuzluğu ve iç tatminsizliği
fazla olan bir sonuç çıkar.
Bu ortama alışan insanı, ortam alıverir, sonrada kendisini tasarladığı etrafa
salıverir. Ringin bütün koordinatları bellidir artık. İnsan, gördüğünü alıverir. Çünkü
çevrede öyledir. “Herkes zaten böyledir”
genellemesi ile ringin kurgulanmış bütün
müşterileri alıverir ürünleri, hatta oyun anlaşılmasın diye yeni ürünlerle de çeşitlenir
ortam.
Nefis alıverir zaaflarla dolu müşterisini.
Ve alıcı bulan mal, malını satan sahibi ile
birlikte alıcısını alır, alıkoyar ve aldırır, alakadar olur ve “nefis söylemlerle” alışveriş
devam eder. Kesin olan kaybettiğini sonra
anlayacak bir alıcının, aslında alıkonduğu
ve alıverir pozisyona getirildiğidir.
İnsan, hayatla merakını deneyince ve
ilkeleri oluşmamışsa, omurgalı da duramıyorsa, farkında olmadan hevesleri ile
dalıverir. Neye daldığını ve nereye varacağını ve nereden döneceğini bilemeyince ya da öğrenemeyip hesaplayamayınca
da, dalıverdiği yerde maksadına zıt bir hal
onu alıverir.
Etrafınızdan sıkılırsınız, yenilik ararsınız, birazda değişiklik, nefiste yardım
eder, “kendini ispatla, biraz da göster
kendini” diye tahrik eder. O zaman kendini yeni keşfettiğini zanneden yolcu yola
çıkar, karşılaştığı farklı bir ortam, birazda
ilgi/iltifat sosu ile tamahta yardım edince
kalıverir birden. Kendini avutur. Dünü gitmiştir. Fikirleri ise yeniye göre değişmiştir.
İşte orada kalıverir, bir başkası alıverir.
Yarı yolda, yeni bir yolun erişilemeyen yerinde kalıverir öylece.
Ahsen-i takvim üzere yaratılan insanın
fıtriyetini unutmaya başladığında alay-ı
illiyinden kendi cüz-i ihtiyarisi ile esfel-i
safiline doğru gidişin hikâyesidir aslında
yukarda yazmaya çalıştığım tespitler…
BU HAYAT HİKAYESİNİ HÜZÜNLÜ BİTİRMEK İSTEMİYORSAK KAL-U
BELA’DA VERDİĞİMİZ SÖZÜ VE YAPTIĞIMIZ SÖZLEŞMEYİ HATIRLAMAYA NE
DERSİNİZ….!
eylül 2013 | ASDER
63
İnsan, hayatla merakını
deneyince ve ilkeleri
oluşmamışsa, omurgalı
da duramıyorsa,
farkında olmadan
hevesleri ile dalıverir.
Neye daldığını ve nereye
varacağını ve nereden
döneceğini bilemeyince
ya da öğrenemeyip
hesaplayamayınca
da, dalıverdiği yerde
maksadına zıt bir hal
onu alıverir.
Soma’yı Nasıl Gördüm
Aytekin KALAY
64
ASDER | eylül 2013
ASDER üye ve gönüllüleri olarak 23
Mayıs 2014 tarihinde, maden kazası sonucu vefat eden kardeşlerimizin yakınlarına taziye ziyaretinde bulunmak amacı ile
SOMA’ya gittik.
Ziyaretimize ilk olarak Soma Kaymakamlığından başladık, kazanın yaşandığı
günden itibaren çok yoğun ve üzüntülü
günler geçirdikleri her hallerinden belli
olan Kaymakam Mehmet Bahattin ATÇI,
Belediye Başkan Yrd. Musa MAMAN ve
ilçe Müftüsü Mehmet KARATUĞ ile görüşülerek;
“Soma da yaşanan elim kaza sonucu
vefat eden kardeşlerimizin acısının sadece Somalıların acısı olmadığını, tüm
ülkenin acısı olduğunu, Türkiye genelinde selaların verildiğini, gıyabi cenaze namazları kılınarak dua edildiğini, hatimler
okunduğunu, hepimizin yüreğinin yandığını, Allah’tan daha büyük kazaların yaşanmaması için dua edildiğini kendilerine
ilettik ve Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından Miraç gecesi programının Soma Merkez Camiinde yapılacağı müjdesini alarak
müftülükten ayrıldık.
Maden faciasında hayatını kaybeden
kardeşlerimizin topluca defnedildiği Soma
Mezarlığına vardığımızda asıl acının burada yaşandığını, kabristana geldiğinde
ayakta durmakta zorlanan eşleri, anneleri, babaları, kardeşleri gördüğümüzde
anladık. Mezarlık başında öylece oturan,
dua eden, eşini, babasını, abisini, kardeşini, amcasını, dayısını kaybedenlerin,
minik minik ellerin yazıp mezarlar üzerine
bıraktıkları mektuplarda, çaresizliği, yürek
yangınını, en derinlerde hissedilen acıları
okuyorsunuz.
Maden faciasında kaybedilen evlatların, eşlerin, amca, dayıların yakınlarına
yaptığımız taziye ziyaretlerinde, onlar
benim ikizlerimdi, ben onları hiç ayırmadım, beraber büyüttüm, beraber askere
yolladım, beraber evlendirdim, beraber
kabre mi koyacaktım diyerek ağlayan,
“babaanne ağlama, gözüne toz mu kaçtı”
diyen dünyalar tatlısı ikiz torununa, “ağlamıyorum”, derken bile ağlayan annenin
yüreğindeki yangını kim hissedebilir?
İkiz oğlunu beraber kabre koyan babanın, yüzündeki çaresizliği, yüreğindeki
yangını, içine akıttığı gözyaşlarını, garibanlığını, tüm bunlara rağmen hiç isyan
etmeyen, yardım geldi, gelir hiç endişe
etmiyorum diyen, henüz kaymakamlığa
dahi müracaat etmeyen, acelesi yok giderim diyen, giden yavrularının acısı ile
adeta nutku tutulan, ne diyeceğini ne yapacağını bilemez hale gelen, gidenlerin
ve kalanların tüm yükünü omuzlarında
hisseden babanın yüreğindeki feryadı kim
duyar, kim hisseder?
Gidebildiğimiz diğer evlerde de aynı
şekilde yanık yüreklerle, taziyeye geldik
dediğimizde, ağlamaya başlayan, anaların gözyaşları, babaların mazlum, mağdur
halleri ile karşılaşıyorsunuz.
Hallerine şükreden, isyan etmeyen bir
o kadar da kanaatkâr, elinin emeği, alnının teri ile geçinmeye çalışan, belki de
madenden çıkan kömürün yakıldığı sobalarla ısınan, otuz yıllık arabaların kullanıldığı köylerin çocuklarıydı onlar.
Elim bir maden faciasında el emeği
alın teri ile rızklarını kazanırken hakka
yürüdüler, Rabbim günahlarını affetsin,
korktuklarından emin, umduklarına nail
etsin, şehitler ile beraber haşretsin.
Kalan eş ve yetimlere sahip çıkmak,
onlara destek olmak, yardım elini uzatmak, kardeş aileler oluşturmak da kalanların üzerine yüklenmiş bir vazifedir.
Tüm vakıf ve derneklerin maddi, manevi
desteklerini, şefkat ellerini yetimlerin üzerinden çekmemeleri, bir süre sonra acıları
ile terkedilen konumuna düşmemeleri için
her türlü maddi, manevi, ilmi, sosyolojik,
psikolojik desteğin hem devlet hem de
sivil toplum kuruluşları tarafından hızlı bir
şekilde yapılması gerekmektedir.
Tüm halkımızın başı sağ olsun.
eylül 2013 | ASDER
65
Hallerine şükreden,
isyan etmeyen bir o
kadar da kanaatkâr,
elinin emeği, alnının teri
ile geçinmeye çalışan,
belki de madenden
çıkan kömürün yakıldığı
sobalarla ısınan,
otuz yıllık arabaların
kullanıldığı köylerin
çocuklarıydı onlar.
Ana, Anam, Anneler...
Halil MERT
Anneciğim, bize önce
“Yok!” kavramını
öğrettin. Yoktu
gerçekten. Babacığım,
fabrikada çalışırken
yemekte çıkan portakalı,
elmayı cebine koyar eve
getirirdi çocuklarına.
Fabrikadan verilen aylık
dört kalıp sabunla o ay
bizi de çamaşırları da
yıkardın.
Anam… hep dersin ya, “Bu kapıda
sizin için durdum.” diye. Babam askerdeyken daha 18 yaşında gencecik bir gelinken, beni sırtına sarıp tarlaya gittiğini,
ormana gittiğini, hem çok korktuğunu ve
ağladığını, benim daha yaşına bile girmeyen bir bebekken bile benimle ağladığımı
anlatırdın ya...
Güller Gülü (SAV) buyuruyor ya; “Cennet anaların ayakları altındadır.” diye. Sen
de söylersin gelinlere kızlara, özellikle de
hamileliğin zor günlerinde. “Yavrum, analık kolay mı?” diye. Analık zordur elbet.
Evlat hep vermeden alan değil mi anneciğim, hangi yaşta olursa olsun.
Anneciğim, bize önce “Yok!” kavramını öğrettin. Yoktu gerçekten. Babacığım,
fabrikada çalışırken yemekte çıkan portakalı, elmayı cebine koyar eve getirirdi
çocuklarına. Fabrikadan verilen aylık dört
kalıp sabunla o ay bizi de çamaşırları da
yıkardın. Hatırlıyor musun annem, ortaokul birinci sınıfa giderken bir parka almıştınız bana. O kadar büyüktü ki yürüyen
parka gibiydim. Sonra onu lise ikiye kadar giydim. Artık ceketimden bile kısaydı,
mont gibiydi. Ama mutluyduk annem. Hep
birlikte. Sevginleydik hep.
Anne, tarlada çalışırken dayım gelmişti, boynunda bir fotoğraf makinesi ile.
9-10 yaşlarındaydım sanırım. Üstten bakılıp resim çekiyordu. Resmimizi çekmişti.
Senin ayağında bez donun (şalvar) vardı.
Yanımızda öküzlerimiz. Ne çok severdim
o öküzleri. Kaküllerini tarardım. Sonra
babaannem Hacc’a giderken satmıştı da
çok ağlamıştık arkalarından… Sen dayıma kızmıştın “Çekme bu halde resim!” diye. Annem iyi ki çekmiş bak, o yaşlardaki
tek resmimiz ikimizin de. Ayrıca ben her
gün bakıyorum o resme.
Sonra okumak için kursa gittim, sen
gitmemi istememiştin. Ben hiçbir şeyin
farkında bile değildim. Eve sadece yazın bir ay gelebiliyordum ya. Bitlenmiştik
kursta. Daha sonra yine bitlendim gerçi
dağa çıkınca... Neyse, annem duvarın
dibine çöküyordum, hani rahmetli dedem,
damın duvarına çöküp de yaslanırdı ya,
aynen öyle. Geceleri kalkar, kursun büyük
66
ASDER | eylül 2013
salonunun duvarının dibinde hıçkırıklarla
ağlardım anne. Seni çok özlerdim. Hep
kokun kaldı burnumda annem... Sızlatır
burnumu hep doyamadığım kokun… Özlediğim sevgin annem...
Yıllar geçti annem. Yaşlanıyoruz. Tabii
sen senin yaşadıklarını biliyorsun. Hani
dedin ya geçenlerde telefonda ağlayarak;
bir şey oldu zannetmiştim ağlarken sen.
“Tarlada dolaşıyordum, 35 sene önce kardeşin Mustafa’ya tokat atmıştım gereksiz
yere. Tam ordayım, çökekaldım buraya.
Neden vurdum çocuğuma diye ağlıyorum.”
Annem. Biz de seni çok özlüyoruz. Her
gün seni yaşıyoruz. Küçük kardeşim sana
küstü diye dedin ya ağlayarak. “Ben onu
üç sene emzirdim.” Annem sevgi verdiğin
bir günün bile hakkı ödenir mi?
Babaannemi çok sevmeme hep kızdın. Haklısın annem de Allah’tan korkarım, kanımda kanı var, sevgisi var. Ama
senin ve babam için çok üzülüyorum. Her
şey kilitli. Şeker bile, sabun bile, yağ bile.
Ev iki katlı ve dört oda. Ama biz kocaman
ortaokul, lise talebesi idik. Anne, baba, üç
delikanlı olacak oğul, bir küçük kız çocuğu, bir bebek oğul. Yani beş çocukla aynı odada yatıyor, kalkıyorduk. Neler çok
görülmüş anam babacığımla sana. Olsun
anam, Allah senin imanla geçirdiğin, sabırla yaşadığın günlerin karşılığını verecek elbet.
Sonra annem, birliğimle Güneydoğuya gittim. Üsteğmenim. 24-25 yaşındayım. Cudi Dağı’nın dibindeyiz. Bitlendik,
aç, çamur, pislik, özlem... Tek iyi şey, ast,
üst tüm personel birbirine sevgi ve saygı
ile bağlı. Tabur komutanı, ailenin dedesi,
bölük komutanları baba ve amcalar, takım
komutanları ağabeyler...
Arada bir Silopi’ye inip arıyorum seni.
Kış çok sert. 1990-91 kışı. Diyorsun ki;
“Yavrum burada fırtınada evlerin çatıları
uçtu. Ne yapıyorsunuz?” “Ana burada havalar çok iyi.” diyordum sana hep. Nasıldı
biliyor musun ana? Çadırlarda kalıyoruz,
üstleri akıyor, içinde çamur... Yağmur oluğu diye çadırın içine adeta kanallar açtık.
Dere gibi. Bir gün dedin ki annem; “Oğlum
eylül 2013 | ASDER
67
O sevgi ile yolunuzu
bekleyen eşinizi büyüten
bir anne daha var.
Kınalayıp kızını binbir
ümitle gelin gönderen.
Hatta kızının gönlü
olsun diye babayı bile
kırabilecek fedakarlıkta,
elleri duada hep iyi
haber bekleyen ana...
“Ana kızına taht kurar,
kız bahtı kocadan arar.”
Atasözümüz var ya. O
ana da koca olarak,
senin kızının bahtını
kurmanı bekler.
gece yarısı dışarıya çıkıyorum, aya bakıyorum. Oğlum da bakıyordur diye.” Ana o
günden sonra dağda gece kaldığımız pusularda aya dürbünle bakıyordum, anamla aynı anda bakmak için. Sonraki yıllarda
ve halen hep bakarım aya anam. Anamla aynı anda aynı yere bakarım diye. Ne
müthiş bir sevgi seninki be annem, sen
Düzce’nin Çele Köyü’nde, ben Silopi’de
dağ başında, aynı anda aya bakarak özlem gidermek...
Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor: “Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi,
annenize ve babanıza da iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti. Onlardan biri
veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa,
kendilerine öf bile deme! Onları azarlama!
İkisine de güzel söz söyle! Onları esirgeyerek alçak gönüllülükle üzerlerine kanat
ger ve: Rabbim! Küçüklüğümde onlar
beni nasıl yetiştirmişlerse, şimdi de Sen
onlara (öyle) rahmet et (diyerek dua et!)”
İsra 23, 24. Yine Allah’ımız (CC): “Biz insana, anne babasına (en güzel bir biçimde davranmasını) emrettik. Çünkü annesi
onu nice sıkıntılara katlanarak taşımıştır.
Sütten kesilmesi de iki yıl içinde olur. O
halde Bana ve annene babana şükret!
Dönüş Banadır.” Lokman 14.
Annem Allah’ımız (CC) talimatını
vermiş zaten. Hamdolsun ki senin fıtratına annelik şuurunu, bize de evlatlık
mes’uliyetini vermiş.
Annem. Sonra acemi birliklerinde bölük komutanı oldum. Hatırlar mısın hani
babam anlatmış sana askerden gelince.
“Acemi birliğinde onbaşı koğuşun kapısına dikildi, palaska ile çıkarken acemi
erlere gelişigüzel vuruyor. Palaskanın
ucundaki demir sırtıma vurdu, çok canımı yakmıştı.” diye. Sen de demiştin ya;
“Oğlum, subay olunca bir asker döversen
sana hakkımı helal etmem.” Babam gülmüştü sana. “O ocağa ne insanlar geliyor,
çocuğu bunaltma.” diye. İşte Anneciğim
öyle bir acemi bölüğünün komutanı oldum yüzbaşı iken. Neyi farkettim biliyor
musun?
Ana, Anadolu senin gibi, yürekli, fedakar, vatansever, imanlı analarla doluymuş meğer. Hani Harp Okulu’na beni
ziyarete gelince nizamiyeden geçen Harbiyeli’leri görünce babama demişsin ya;
“Bu çocuklar tornadan çıkmış gibi, hepsi
birbirine benziyor. Hangisini kucaklaya-
68
ASDER | eylül 2013
yım oğlum diye.” Aynen onun gibi anam,
Anadolu’nun tüm anaları kucaklanası, elleri öpülesi imiş meğer. Neden mi? Gelen
askerler Anadolu’nun her yerinden geliyorlar. Türk, Kürt, Abaza, Çerkez, Arnavut, Gürcü, Boşnak, Sünni, Alevi... Ama
annem, hepsi tornadan çıkmış gibi, terbiyeli, fedakar, saygılı, itaatkar, devlete ve
millete kurban olmaya gelmişler.
Hani Çanakkale’de 100 sene önce oğlunu kınalayıp gönderen ana ne yazmıştı
komutana. “Evladım, bizde üç kıymete
kına yakarlar, koça kına yakarlar, Allah’a
kurban olsun diye. Gelin giden kıza kına yakarlar, gittiği evde eşine evlatlarına
kurban olsun diye. Askere giden oğula
kına yakarlar, vatanına, milletine, dinine
feda olsun diye.” Annem hala tüm analar
oğullarını aynı terbiye ile yetiştirip askere
gönderiyorlar. Hem de hepsi. Meğer askerliği bu necip millet analardan öğreniyormuş. Biz sadece, selam vermeyi, silah
tutmayı ve harp etmeyi öğretiyormuşuz.
Askerliğin ruhunu anneler veriyormuş. O
şehit cenazesinde dudaklarını ısırıp kanatıpta yine gözyaşını saklamayı beceren
anneler.. Anam, ülkenin gerçek koruyucu
melekleri de annelermiş. Siz o yüce ruhu
vermeseniz, evlatlar şehit olmaya düğüne
gider gibi gidebilirler mi?
Annem, geçen sokakta yürürken insanların gelişigüzel, tüm çamaşırlarını
kurutmak için dışarıya astıklarını gördüm.
Sahi ben ne senin ne de babamın atletini
bile görmedim hiçbir yerde. Sen nerede
kurutursun annem çamaşırlarını? Gerçi
köyümüzde kimsede görmedim. Bu iffet
ve asalet! Ne büyük bir ahlak seviyesi
annem. Allah devam ettirmeyi tüm milletimize nasip etsin. Aynı şekilde sizleri ben
pijamalarınızla da görmedim. Bu nasıl bir
özlem anne biliyor musun? Hani gevur
memleketlerinde uzun süre kalırsın da
ezan sesi özlersin, minareler görmek istersin ya. Toplumun geçmişteki bu iffetini
de şimdilerde öyle özlüyoruz annem.
Şunu gördüm annem, “Ana her yaşta
ana, çocuk da her yaşta maalesef çocuk.”
Kız eğitimli ve yetişkin. Kaçmış eşine.
Hem de bir Müslüman Türk ülkesinden
başka bir Müslüman yurda. Aylar geçmiş.
Evlenmiş, hamile bir de… Anası, babası
gelecek. Günleri, saatleri sayıyor hem de
çocukken saydığı gibi.. “İki gece uyuyacacağız, üçüncü gece gelecekler.” diyor eşi-
“ANNE
İlk kundağın
Ben oldum, yavrum;
İlk oyuncağın
Ben oldum.
ne. Tam gelecekleri gün anne arıyor ve “Kızım babanın
işi çıktı, biz üç gün erteledik gelişimizi..” O koca kadın olmuş, doçent olmuş evlat hışımla anasının yüzüne kapatıyor telefonu. Neden mi annem? “Çocuk işte!” diyeceğim
güleceksin. Ama dedim ya çocuk her yaşta çocuk, ana
hep ana. Ağlarken “Ana!” diye ağlıyoruz her yaşta. Düşünün diyor ki sonra doçent hanım eşine; “Küçük çocukken
annemi babamı beklerken de böyle beklerdik, iki gece
uyuyacağız, uyanacağız, sonra annemler gelmiş olacak.”
Acı nedir
Tatlı nedir... bilmezdin
Dilin damağın
Ben oldum.
Elinin ermediği
Dilinin dönmediği
Çağlarda, yavrum
Kolun kanadın
Ben oldum
Dilin dudağın
Ben oldum.
Annem seni çok özlüyoruz.
Tabii çok değer verdiğimiz bir anne daha var hayatımızda; eşimiz... O’nun anne olurken yaşadıklarına,
ağrılarına, çaresizliklerine tanıklık ediyoruz. Bu arada,
annelik hamilelikle başlıyor. Babalık mı? O doğumdan
sonra. Kocalar hamilelikle beraber baba gibi davranmalı,
eşini yalnız bırakmamalı. Onun evladı için verdiği çaba ve
emeğe anlayışla, sevgi ve saygı ile bakmalı.
O sevgi ile yolunuzu bekleyen eşinizi büyüten bir anne daha var. Kınalayıp kızını binbir ümitle gelin gönderen. Hatta kızının gönlü olsun diye babayı bile kırabilecek
fedakarlıkta, elleri duada hep iyi haber bekleyen ana...
“Ana kızına taht kurar, kız bahtı kocadan arar.” Atasözümüz var ya. O ana da koca olarak, senin kızının bahtını
kurmanı bekler.
“Ana gibi yar olmaz, Bağdat gibi diyar olmaz.” demiş
ya atalar ana. Sen dert yükünü de, efkarımızı da, sevincimizi de çeken en değerli varlığımızsın. Sen “Ananın bastığı yavru incinmez.” misali söyle anam. Senin söylediğin
herşey küpe kulağımıza. Haa bir de şaşırma, hala süren
cahilliğimize annem. Sen de söylemiyor musun, “Böyük
anamın lafları geliyor aklıma!” diye. “Yaşlandıkça kıymetini anlıyorum. Ne akıllı kadındı.” diye. Demek dünyanın
düzeni böyle anam. Analar her yaşta çekiyor demek ki
çocuklarını, ya da çocuklarından çekiyor. Ne diyelim annem, “Seni çok seviyoruz.” demekten başka. Biz hep alan
taraftayız. Ne ile ödenir ki ana hakkın? Çiçekle mi? Basit
hediyelerle mi? Anneler günündeki komplimanlar, kandildeki telefonlar, bayram ziyaretleri ile mi? Hayır!..
Anne, sen bize hakkını ebediyen helal et, yoksa ne
yaparız biz? Duaya da devam et, Allah kendi merhametinden vermiş annelere. Ana duasını Rabbim geri çevirmez inşaallah.
Belki kıskanırlar diye
Gördüklerini
Sakladım gözlerden
Gülücüklerini...
Tülün duvağın
Ben oldum!
Artık isterlerse adımı
Söylemesinler bana
‘Onun annesi’ diyorlar...
Bu yeter sevgilim bu yeter bana!
Bir dediğini
İki etmiyeyim diye
Öyle çırpındım ki
Ve seni öyle sevdim sana
O kadar ısındım ki
Usanmadım, yorulmadım, çekinmedim
Gün oldu kırdın...
İncinmedim;
İlk oyuncağın
Ben oldum.. Yavrum
Son oyuncağın
Ben oldum...
Layık değildim
Layık gördüler
Annen oldum yavrum
Annen oldum!
Evet annem, sen her şeyimiz oldun. Gücüm sadece
“Seni çok seviyorum anne” diyerek sana sımsıkı sarılmaya yetiyor.
Arif Nihat Asya”
eylül 2013 | ASDER
69
Yeni Türkiye: ‘ Eski Hâl Muhal…
Ya Yeni Hâl Ya İzmihlâl’
İbrahim TÖRE
Böyle muhteşem bir
âlemde; milyarlarca
- trilyonlarca sayısını
ancak Yüce Yaratanın
bildiği diğer canlılarla,
öteki hayat sahipleriyle
birlikte, bunların içinde
bitki ve hayvanların
dışında melâikeler,
muhtelif ruhaniler,
cinler, envâi çeşit
şeytanlar gibi bazılarını
dünya gözüyle
göremediğimiz sayısız
varlıklar da var.
H.z. Âdem’in neslinden gelen akıl sahibi biz insanoğulları; yaratıklar içinde, aklı başında, insaf gözü açık her insan olan
insanlar tarafından bilinir ki, diğer canlılara nispetle çok farklı ve çok büyük özelliklerle, emsalsiz duygu ve cihâzatlarla
donatılarak yaratılmışız. Mahiyetine çok
az vakıf olduğumuz; binler, âli ve ulvî İlâhi
Gayeler, Rahmâni Maksatlar için var edilmişiz.
Tîn suresi dördüncü ayetinde ‘Biz insanı en güzel biçimde yarattık.’ (Ahsen-i
takvim) buyrulmuştur.
70
ASDER | eylül 2013
Böyle bir rüchâniyetle yaratılan insanlar arasında; eline Kur’an-ı Kerim gibi
en büyük İlâhi kitap, önüne H.z. Muhammed S.A.S gibi ulü-l azm bir peygamber
konularak, iman ve hidayet nimeti gibi en
büyük nimetle serfirâz edilen biz müslümanların konumu, çok daha farklı, lâyık-ı
veçhile yaşabilirlerse de, şeref ve izzeti
çok daha fazladır.
Anlatmak ve anlamaktan aciz olduğumuz bu büyük ihsanlar; kuru kuruya
övünmek ve böbürlenmek için değildir.
Özellikle mesleği askerlik olanlar daha iyi
eylül 2013 | ASDER
71
“Ey insan. Tuzağı
gördün mü, hele de o
tuzakta tuzağa düşmüş
olan avları gördün mü,
artık basiret gözünle de
avcıyı gör. Tuzağı kuran
acımasız avcının tuzağı
görünür de, kendisi
ortalıkta görünmez.”
bilirler ki, her rütbe ve makam, yapılması
gereken vazife sorumluluklar içindir. Vazife tam yapılırsa , sorumluluk hakkıyla yerine getirilirse şerefli olunur.
Görenle, göremeyen bir olur mu? Bilenle bilmeyen bir olur mu? Gören, gözleri görmeyen kör gibi hareket edebilir mi?
Ederse ne hale düşer? Bilen bilmeyen
gibi hareket ederse ona ne denir?
Hakikat terazisinde; küfür, şirk ve münafıklık tam bir körlük ve cahilliktir. İman,
gerçeğin ifadesidir, hem nur hem kuvvettir, hakikâtın ta kendisidir.
Verilen nimetlerin büyüklüğü-değeri;
omuzlara yüklenen mukaddes yükün ağırlığını da, sorumluluğu da o ölçüde artırır.
Aynı zamanda nimetin kendi cinsinden
olan şükrünü de, hamdini de, gayret ve
dikkatini de o derece artırmayı icap ettirir.
Hele böyle nimetler nankörlüğü ve ihaneti
hiç kaldırmaz. Bu nedenle işin ehlince ‘Size böyle nimet eden bir zat, sizi başıboş
bırakmaz ki, kabre girip kalkmamak üzere
yatasınız’ denilmiştir.
72
ASDER | eylül 2013
Cennet ve Cehennem, bütün insanların yaptıklarına ve yapacaklarına göredir
ve insanlar için Allah tarafından bir karşılık olarak hazırlanmıştır. Emanette emin
olabilmek, ne yüce bir haysiyet ve büyük
bir şereftir.
Kendini ve tüm varlık âlemini tanımaya- öğrenmeye çalışıp, meydana gelen
hâdiseleri dosdoğru anlayıp, sorgulayarak, mihenge vurarak, sebep-sonuç ilişkilerini net bir şekilde çözerek, bu veriler
ışığında… yanlışlarını görüp, öğrendiği
doğrulara yapışarak, yaratılış- varoluş
İlâh-î Gâyelerine uygun şekilde, Rahmâni
maksatlarına güncel tabirle ‘Rahmani fabrika ayarlarına dönerek,’ ileriye bu göstergelere göre, kudsî hedeflerine doğru emin
adımlar atarak daha doğruyu ve daha güzeli yaşama-yakalama arzusunda olan
biz insanlar; hâssaten biz Müslümanlar
ve biz müslümanların meydana getirdiği
Âlem-i İslam, henüz kıyamet kopmamışken, şu insanlığın kaos ve buhran dönemi
denilen ‘ahir zamanı’ yaşarken bulunduğumuz yerden, İlâhi cihazlarla kendimi-
zi ‘çek ederek’ dosdoğru bir durum değerlendirmesi yapmamız gerekmez mi?
Hz.Peygamber S.A.S.; bu sır için her daim ümmetine‘Hesaba çekilmeden kendinizi hesaba çekin.’ demiyor mu?
Taa ‘Elest Aleminden’ Rabbine karşı
kulluğunu kabul edip, ‘Allah’ın rızasına
talip biz Müslümanlar’; sonra Âlem-i İslam, Ümmet-i Merhume, geldiğimiz şu
‘yürekler yakan, dağlayan’, ‘fitne – fesat –
ihtilaf- gaflet- cehalet- fısk- zulm- sefâhetsefâlet- dalalet- hıyanet- inat ve tarafgirlik
vb.’ ateşleriyle- fırtınalarıyla; en büyük
düşman ve hainleri ve onların dehşetli hainlik ve düşmanlıklarını bırakıp, unutup,
önem vermeyip’ birbirini yok edercesine
birbirine düştüğü, şu elim ve feci noktada durup, askerî bir tabirle Kur’an’a ve
Sünnet-i Seniyyeye göre yeni bir ‘durum
muhakemesi’ yapıp Mahkeme-i Kübra’da
Mîzan’ın önünde hesap veriyormuşçasına kendimizi hesaba çekip, Muhkemaâtı Kur’aniyenin mîzanlarıyla ve Sünnet-i
Seniyenin terazileriyle yaptıklarımızı, yaşadıklarımızı tartıp, Kur’anı ve Sünneti Seniyyeyi daima rehber edip sonra da
her türlü kötü ve kötülüklerden, her türlü
şer ve şerlerden Rabbimizin rahmetine
iltica ederek yeni bir dönüşümle, nurani
bir dünya inşa etmemiz gerekmiyor mu?
Yeni bir Kur’an medeniyetine insanlığın
müthiş ihtiyacını daha göremiyor muyuz?
Bu kudsi inşaaya öncelikle; eğitim ve insanımızı yeni baştan İlahi ahlakın inşasıyla, imanın yeniden ihyasıyla başlamamız
icap etmez mi?
Şu çok beğendiğimiz aklımız; ilmimiz,
irfanımız vicdanımız ve mukaddes imanımız, bundan başka bize hangi çıkış- kurtuluş yolunu gösterir? Sırat-ı müstakimin
dışındaki bütün yollar batıl değil mi?
Bu gerçeklerle Rabbimizin nazar-ı
merhametiyle ana yola çıkabilirsek, istikametimizi doğrultursak, kalplerde, ruhlarda
akıllarda ‘hak yol’ üzere birliği sağlayabilirsek sıra gelir diğer yapılacak hayati işlerimize.
Çürük malzemelerle, yetişmemiz, eğri- büğrü, defolu insanlarla hiçbir doğru ve
büyük iş yapılamaz. Vasıfsız kuru kalabalıklarla hiçbir zafer kazanılmaz…Dün-
yamızı ve ahretimizi Cehenneme etmeye
çalışan en büyük düşmanlara zaferler hediye edilir.
İbret olsun için, konumuza dikkat
çekmek maksadıyla ifade ediyorum. O
Devlet-i Âliye olan Osmanlı Devletimizin
çok sıkıntılı ve sarsıntılı zamanları olan
20nci asrın başlarında (1911 yılında) neşredilen ‘MÜNAZARAT’ isimli eseriyle, o
dönemin Müslümanlarına sonra da hepimize hitap eden Bediüzzaman ; o zorlu
zamanlarda, bütün gücüyle, telaşla bir kitaplık bir cümlesinde şöyle haykırır.
‘ Eski hâl muhal, ya yeni hâl, ya
izmihlâl. Sonra ilave eder;
‘ Eğer biz, doğru İslâmiyet’i ve
İslâmiyet’e lâyık doğruluğu ve istikameti
göstersek bundan sonra onlardan ( Gayri Müslimlerden) fevc fevc ( Bölük bölük dalga dalga) İslâma dâhil olacaklardır.’
Bu hakikat bugün de aynı tazeliğini
korumaktadır. Ders alabilmek de insani
güzel bir haslettir.
Müslüman, Rabbini tanıyıp tam bir
imana sahip olmuşsa onun dünyasında
ümitsizlik, ye’s, karamsarlık olamaz. Biz
de E.İbrahim Hakkı Hazretleri gibi deriz:
‘ Hak şerleri hayr eyler
Zannetme ki gayr eyler
Ârif ânı seyr eyler
Mevla görelim neyler
Neylerse güzel eyeler.
Deme şu niçin şöyle
Yerincedir o öyle
Bak sonuna seyr eyle
Mevla görelim neyler
Neylerse güzel eyler.’
‘YENİ TÜRKİYE’ tabiri doğrusu çok
hoşuma gidiyor. İnşallah dosdoğru hayata
geçer, kıyamet kopmadan en kısa zamanda en güzel şekilde yepyeni bir Türkiye
doğar, Avrupa Birliği gibi İslam Birliği de
eylül 2013 | ASDER
73
Büyük makamlardaki
insanlarımıza
kendimizden daha
çok dua etmeliyiz.
Yüksek dağların fırtınası
sert olur. Görünüşe
adlanmamalıdır.
Dağ başları soğuk ve
karlı olur. Onların da
çok dikkatli olmaları
gerekiyor. İşleri hiç
kolay değildir. Ancak
Allah her zaman
büyüktür.
“Ey insan. Tuzağı
gördün mü, hele de o
tuzakta tuzağa düşmüş
olan avları gördün mü,
artık basiret gözünle de
avcıyı gör. Tuzağı kuran
acımasız avcının tuzağı
görünür de, kendisi
ortalıkta görünmez.”
hayat bulur. Yoksa yarın ahrette Allah’a
nasıl cevap veririz. Bu ana gayemizi uzak
görmeyelim. Allah büyükdür, rahman ve
rahimdir. O’nun büyük lütuf ve rahmetinden isteriz. Yeter ki bizler; Allah’ın istediği Müslümanlar olalım, razı olduğu gibi
yalnız O’na kulluk edelim, O’na güvenip
O’na dayanalım… Her gün namazla birlikte söylediğimiz Fatiha suresindeki duamızda dürüst ve samimi olalım. Öylece
gayret edip çalışalım.
Geçenlerde, günlük yayın yapan gazetelerin birinde yazan bir gayr-i müslim
köşe yazarı, bu ‘Yeni Türkiye’ tabirinden
rahatsız olduğunu söylüyordu. Yeni Türkiye, kimi rahatsız eder ki? Demek ki davamızı da doğru ve yerinde anlatabilmemiz
gerekiyor.
Yarasa tabiatlılar, tabiatları gereği ışıktan, nurdan rahatsız olurlar, o başka mesele. Aslında onlar da; iman nuruyla görebilseler, inanın biz den daha fazla o kudsi
74
ASDER | eylül 2013
yollarda koştururlar. Biz onlara da hidayet
temenni ederiz. Yeter ki zulmedip, mütecaviz olup, hakka göz kapayıp masum ve
mazlumlara düşmanlık etmesinler.
İslamiyet rahmet, şefkat ve merhamet
dinidir. Peygamberimiz Hz.Muhammed’e
AS.V. ilk vahiy geldiğinde sadece kendisi müslümandı. Etrafı enva-i çeşit kâfir,
putperest, müşrik ve münafıkla doluydu.
Sonra onların çoğu hatta tamama yakını
iman edip Müslüman olmadı mı? Sahâbei Kiram kimlerden meydana geldi. Allah
cümlesinden razı olsun. Allah’ın kanunu
değişmez. Gözünü açan güneşi bulur.
Bu‘Yeni Türkiye’ meselesi çok önemli. İnşallah tez elden milletimiz bu önemli
mesajı, geldiğimiz mevsimi, safhayı tez
elden kavrar.
Filistin, Kudüs, Mısır, Balkanlar seyehatımdan ve şu son olarak İslam Âlemi
olarak yaşamakta olduğumuz feci halleri
gördükten sonra, Osmanlı Devletimizin
parçalanmasının ne anlama geldiğini bu
yıkılışın; ümmetin, milletin, hatta tüm insanlığın maddi ve manevi dünyasında
nelerin yıkılışına, mahvoluşuna sebep olduğunu, düşmanlarımızın ne kadar zalim
gâvur olduklarını, ne kadar alçak olduklarını, insanlığa ne büyük zararlar verdiklerini, hıyanet edenlerin de, ne derece
sefil olduklarını hakkalyakîne yakın bir
hissiyatla tüm ruhumla hissettim. Göz ve
gönül yaşı döktüm.‘Yaşasın zalimler için
Cehennem diye’ ben de Bediüzzaman gibi haykırdım.
Gökdelenler inşa edilirken; yapılacak
kat sayısı nispetinde temeller ona göre
yapılır. İnşaatın önemi ve büyüklüğü oranında alt yapı ona göre düzenlenir. Basit
fakat çok önemli bir inşaat mantığıdır,
bu kural. Basit bir ihmal, teknik bir hata
sonradan çok büyük felaketlere sebep
olmuyor mu? Bu konuda son acı haber
Mecidiyeköy’deki inşaatın asansör kazasında on işçi hayatını kaybetmesidir. Allah
rahmet eylesin hepsine. Küçük bir ihmal,
ne canlar alıyor, nice yürekler yakıyor.Yazık…!
‘Yeni Türkiye’nin temelleri atılırken’
de, bu yeni Türkiye hayal ve hülyasında
olan her şuurlu kimse için özellikle de, bu
mukaddes ve muhteşem projenin mimar
ve mühendisleri için ne yapmaları gerektiği hususunda bir şey söylemek fazladır.
Herkese konumu nisbetinde sorumluluk
ve gayret düşüyor.
Bir vücutta nasıl ki; atom atom, hücre hücre, element element, organ organ
faaliyet vardır ve bu büyük faaliyet aynı
maksad içindir. Bu hayati ahenk nispetinde sağlıklı bir vücuda sahip olunur. Yeni
Türkiye için de durumumuz aynen böyledir. Artık kimsenin dinlenecek, ahrette
geçerli olacak mazereti yoktur. Güzel bir
mevsim gelmektedir.Her tohum baharda
yeşillenip, çiçek olup meyve veremez.
Ancak çürümeyen bozulmayan tohumlar
o muhteşem bahar bayramında yerlerini
alabilirler. Laf değil icraat ve üretim zamanıdır. Burada ne ekersek sonra onu biçeceğiz.
Dinimizde şöyle önemli bir kaide vardır. Her sorumluluk sahibi için, o sahadaki
gerekli bilgileri bilmek ve muktezasınca
amel etmek o şahsa farz-ı ayındır. Mesela bir doktor için gerekli olan tıbbi bilgilerle
mücehhez olmak ona farz-ı ayındır. Bir
pilota da uçağını doğru kullanabilmek farzı- ayındır. Bir bina inşa eden mimar ve
mühendise de kendi görevlerini en sağlam ve doğru olarak yapmak farz-ı ayındır. Devleti ve milleti idare edenlere de
idarecilik san’atını doğru icra etmek farz-ı
ayındır.
Dünya ve ahret saadeti isteyen her
mü’min için de; bu meselede Asr-ı Saadet
en güzel örnektir.
Parantez arası niyetine.
Bu da ko-
numuzla ilgili başka bir güncel mesele.
Şimdi bütün dünyada; firavunlar döneminin zûlm abideleri olan piramitlerini akla,
hatıra getiren bu zamanın firavunlarının,
zulm ve adaletsizlik üzerinde, adeta, fani ve uğursuz ihtişamını zenginliğini kibrinin gururun timsali yaparak
yükselen
gökdelenler yerinde, uzay ve bilgi çağı
denilen bu dönemeçte; takva ve ihlasla
yükselecek nice kutsal maddi ve manevi
mi’raçlara vesile olacak müesseselere,
icatlara, bütün dünyamızda, özellikle iç
dünyamızda böyle bir inşaya ne kadar
çok ihtiyaç var.
Zaman böyle büyük fetihlerin büyük
kahramanların zuhuru zamanıdır. Gözler
ve gönüller şu mukaddes projeleri hakkıyla hayata geçirecek kudsi kahramanları beklemektedir. Şimdiden sayısı bizce
meçhul gönül erbabınca kavli ve fiili dualara başlanılmıştır. Allah mübarek etsin.
‘Ey bütün hâl ve durumları değiştirerek halden hâle çeviren MUHAVVİL,
hâlimizi en güzel hâle çevir.’ Âmin.
eylül 2013 | ASDER
75
Büyük makamlardaki
insanlarımıza
kendimizden daha
çok dua etmeliyiz.
Yüksek dağların fırtınası
sert olur. Görünüşe
adlanmamalıdır.
Dağ başları soğuk ve
karlı olur. Onların da
çok dikkatli olmaları
gerekiyor. İşleri hiç
kolay değildir. Ancak
Allah her zaman
büyüktür.
NOSTALJİ
Mustafa EROL
Tabii. Zira birlik komutanı bizzat makamına çağırarak hanımımın başörtüsünü
çıkartması gerektiğini, aksi takdirde neticesine katlanmamı söylemişti. (Sözkonusu komutan Hv. Tümgeneral Seyfettin
SEYMEN)
Son görev yeriniz neresiydi, göreviniz neydi?
ESKİŞEHİR 1.Taktik Hv. Kuv. K.lığı
Lojistik Bşk.lığında İkmal Şube Müdürü
idim.
Amirleriniz ve çalışma arkadaşlarınızın bu olaya tepkisi nasıl oldu?
Sizi tanıyabilir miyiz?
Ben Mustafa EROL, 1964 yılında
Kayseri’de doğdum. 1985 yılında Hava
Harp Okulundan mezun olup Teğmen rütbesiyle Silahlı Kuvvetlere katıldım. 1988
yılında Üsteğmen, 1994 yılında Yüzbaşı
ve 2000 yılında Binbaşı rütbesi aldım.
Hv.K.K.lığında toplam 19 yıl hizmetim olup
bu süre içerisinde sırasıyla 9 uncu Ana Jet
Üs K.lığı-BALIKESİR, 8 inci Ana Jet Üs
K.lığı-DİYARBAKIR, 12 nci Hv. Ulaştırma
Ana Jet Üs K.lığı-KAYSERİ, 2 nci Hv. İkmal Bakım Merkezi K.lığı-KAYSERİ ve 1
inci Hv. Taktik Kuvvet K.lığı-ESKİŞEHİR.
2000 yılında Binbaşı rütbesinde iken YAŞ
kararı ile emekli oldum. Evliyim iki çocuğum var.
Emekli edildiğinizin kararı size ne
şekilde tebliğ edildi, o anki duygularınızı anlatabilir misiniz?
Yazı ile tebliğ edildi. Bu durumun her
an olabileceğini bekliyordum ancak yazının amirim tarafından veriliş tarzı beni
çok üzdü. Zira ailem, çocuklarım ve tüm
yakınlarım için üzücü bir haberi gülerek,
sırıtarak ve keyif alarak vermesini unutamayacağım.
Yukarıda amirimin tepkisinden bahsetmiştim. Arkadaşlarıma gelince İnancını
yaşamak isteyen her arkadaşım da birçok
tacizkar hareketlere, iftira ve aşağılanmalara maruz kaldığı için bu tür sonuçlara
alışıktı. Ancak diğer mesai arkadaşlarım
ben ve benim gibi arkadaşlarımızla bir
araya gelmemeye, birlikte görülmemeye,
mesai dışında dahi konuşmamaya özen
gösteriyorlardı.
Amirlerinizle aranızdaki diyalog nasıldı?
Amirlerimle iş hususunda kesinlikle
ters bir durum olmamıştır. Dolayısıyla görevimi en mükemmel şekilde yapıyor ve
almış olduğum maaşımı hak ediyordum.
Takdir ya da cezalarınız var mıydı?
Evet. Hizmet sürem içerisinde 19 adet
takdir, 1 adet üstün hizmet ödülü, 1 adet
eğitim derecesi ödülü ve 1 adet ceza aldım. Almış olduğum bu ceza, aşağıda arz
ettiğim 2 nci OLAY neticesi almıştım.
Ne ile suçlandınız?
Disiplinsizlik
Başınıza bu şekilde bir hadise geleceğini hissetmiş miydiniz, neden?
76
ASDER | eylül 2013
Suçlanmış olduğunuz
gerçekten sizde var mı?
özellikler
Disiplinsizlik kapsamında hangi eylem
veya suçları işlediğimi şu an dahi bilmiyorum.
Silahlı Kuvvetlere ilk nasbınızdan
itibaren hiç sorun yaşadınız mı? İnsan
haklarına aykırı herhangi bir muameleye maruz kaldınız mı?
OLAY-1: İlk görev yerim olan 9 ncu
Ana Jet Üs Komutanlığı Balıkesir’de 1986
yılının Aralık ayında göreve başladım.
Benimle aynı branştan olan bir başka
devre arkadaşım ile İkmal Grup K.lığına
geldik. Burada görev yapan bir amir ve
üç Subay bulunuyordu. Göreve başlayacağım ilk gün bize çalışacağımız yer
ve mesai arkadaşlarımız tanıtılmadan,
burada alacağımız görevimiz hakkında
bilgi verilmeden önce hakkımda ön bilgi
olarak namaz kıldığım, oruç tuttuğum gibi bilgiler edinilmiş. Bana karşı tepkilerini
göstermek maksadıyla daha ilk gün Amir
konumundaki Yarbay N.D. tarafından
odasına çağrıldım. Odada iki Subay ve
iki Astsubay var idi. Konuşmaya ilk önce
ailem, memleketim vs. güncel sorularla
başlandı. Ancak daha sonra burası sanki
bir sorgu odasına dönüştü. Zira asıl sorular gelmeye başlamıştı. Namaz kılıyor
musun? Oruç tutuyor musun? İçki içer misin? Evli misin? Hanımın tesettürlü mü?
Lojmanda mı oturacaksın? vs. gibi dini
inançlarımı sorgulayıcı sorulara muhatap
kaldım. Verdiğim cevaplar karşısında bana karşı kanaatleri cephe alma şeklinde
oluşmuştu. Tabii bu tanışma sohbeti (!)
zamanla tüm bu vasıflarımın sona ermesi ve kendilerine uyum gösterecek tarzda
değişmem gerektiği ikazıyla sona ermişti.
Bu olayın okuldan mezun olup da görevime başladığım ilk günde cereyan etmesi,
Hv. K.K’de yapacağım görev süresince
beni nelerin beklediğinin ve ne tür baskılara maruz kalacağımın belirtisi olmuştu.
OLAY-2: 9 ncu Ana Jet Üs Komutanlığı Balıkesir’de görev yaparken Hv. K.K.
lığının her yıl yaptığı denetlemelerden birinde (1990 yılında) denetleme başlamış
ve üç gün sürmüştü. Denetlemenin bittiği
tüm personele anons sistemi ile duyurulmuştu. Bu sırada öğle paydosu olmuş
ve öğle namazı vakti gelmişti. Personel
yemeğe giderken ben de vakit namazını
eda etmek için birliğin içindeki mescide
gitmiştim. Mescitte namaz için benden
eylül 2013 | ASDER
77
hariç dört personel daha vardı. Vaktin ilk
dört sünnetini kılmış ve farzını kılmaya
başlamıştık ki tam o sırada mescit içinde
yüksek sesle birilerinin kendi aralarında
konuşarak gürültü yaptıklarını duyduk.
Namaz bittiğinde arkamıza baktığımızda
Denetleme Komutanı Tuğgeneral İ.B. ve
yanında Emir Subayı ile birkaç denetçi
subay gördük. O anda göz göze geldim
ancak konuşma olmadan vaktin son sünnetini kılmak için tekrar namaza durduk.
Namaz bitimine kadar ekip bizi mescit
içinde bekledi. Namaz bitti ve mescitten
çıkacağımız anda Tuğgeneral İ.B beni yanına çağırdı ve sorular sormaya başladı.
Namazını devamlı kılar mısın? Oruç da
tutar mısın? İçki içer misin? Resmi üniforma ile namaz kılınır mı? gibi sorular sorup
cevap aldıktan sonra kedisinin de inançlı
olduğunu, bayram namazlarına ara sıra
gittiğini, eşinin Kur’an-ı Kerimi okuyabildiğini söyleyerek ayrıldı. Bu olaydan otuz
dakika sonra Üs Komutanı amirime telefon ediyor ve amirim de beni yanına çağırıyor ve savunmamı istiyor. Gerekçe ise;
“otuz dakika önce nerede olduğum ve görev yerinde neden bulunmadığım” sorulu-
78
ASDER | eylül 2013
yor. Bu olay neticesi bir hafta oda hapsi
ile cezalandırılıyorum. Sözünü ettiğim
olay sonucu aldığım ceza tam da Ramazan bayramı tatiline denk gelmişti. Verilen
cezanın bayram sonrasına erteleme isteğim reddedildi. O bayramı ailem ve çocuğumdan ayrı kalarak geçirmem bana ve
aileme yapılan büyük bir haksızlıktı. Tabii
bu ceza burada kalmadı. Tuğgeneral İ.B.
Ankara’ya döndüğünde Hv. K.K.lığı Personel Daire Başkanlığına bu olayı rapor
etmiş olacak ki üç ay sonra Diyarbakır’a
tayin edildim. Ancak Balıkesir’de henüz
kanuni kalış süremi doldurmamıştım. Bu
olay beni ve ailemi çok sarsmıştı.
OLAY – 3: Sene 1998, 2 nci Hv. İkmal
Bakım Merkezi K.lığı Kayseri’de göreve
yeni başlamıştım ve birkaç hafta sonra
buranın Komutanı Tümgeneral S.S. nin
makamında bulunuyorum. Konu yine aynı. Eşinin başı neden örtülü? Baskı altında mı örtüyü örtüyor? Bu örtünün siyasi
bir simge olarak mı kullandığı? Burada
sosyal aktivitelere katılmak zorunda olduğum vs. gibi sorulara muhatap kalmıştım.
Artık bu tip sorulara ve gözdağı verme
ikazı sohbetlere alışmıştım. Konuşma
esnasında Tümgeneral S.S. Birliğinde bu
zamana kadar 11 Subay eşinin tesettürlü
olduğunu ve bunların tamamının başlarını büyük uğraşlardan sonra açtırdığını
öğünerek anlatıyor ve şu an benim eşimin
kaldığını, eninde sonunda eşimin de örtüsünü açacağını, açması gerektiğini; aksi
takdirde Atatürkçü olamayacağımızı, bu
vatan ve milletimizi sevmeyen biri olarak
kabul edileceğimiz ikazında bulunmuştu.
Bu görüşme neticesi, burada da bana ve
aileme karşı baskıların devam edeceği
belli olmuştu. Bir süre sonra Tümgeneral
S.S. hakkımda sakıncalı personel dosyası
açtırdığını bizzat yüzüme karşı söylemişti.
Bu sırada lojmanlara örtülü giriş yasağını
başlatmıştı. Sivilden yakınlarımız mecburen evimize ziyarete gelemiyordu. Ancak
bu durumda dahi lojman harici şehirde
oturma talebimize de red cevabı veriliyordu. Düşünün bu durumu, sizi adeta sindirme ve göz hapsine alarak psikolojik baskı
altında yaşamaya mecbur kılıyorlardı. Bu
durum neticesi eşim ile istişare ederek
alimden ve çocuklarımdan ayrı kalmaya
ve evimi İstanbul’a taşımaya karar verdik.
Böylece evimi İstanbul’a taşıdım. Her hafta sonu mesai bitimini müteakip on saat
süren Kayseri–İstanbul yolculuğu yapıyor, ailemi ve çocuklarımı kısa bir süre de
olsa görüp tekrar hafta başı mesaide olacak şekilde geri Kayseri’ye dönüyordum.
Ailem ve çocuklarımdan ayrı bırakılmaya
mecbur edilmişlik iki sene sürmüştü. Bu
baskılar ve stres eşimde şeker hastalığı,
çocuklarımda ise korku ve tedirginliğe sebep oldu. Ve Aralık 2000’de YAŞ (Yüksek
Askeri Şura) kararı ile ordudan ilişiğim
kesildi. Şu an dahi hangi suçu işlediğimi
ve hangi sebep ile ayrıldığımı bilmiyorum.
Bugün otuz bin masum evladımızın canisi
PKK terör örgütü başının dahi yargılanması yapılmışken ben ve benim gibi YAŞ
mağdurlarının yargısız infaza Tabii tutulması, açıklaması yapılamayan tarihi bir
vakıadır.
Silahlı Kuvvetlerde 19 yıllık hizmetim
süresince yaptığım tüm görevlerde aşağıda dökümü yapılan toplam 21 adet takdir
ve ödüller ile taltif edildim.
1. Hv. K.K.lığının 04.12.86 PER: 564237-86/ yazısı ile Sınıf Okulunu derece ile
bitirme ödülü.
2. 9 ncu Ana Jet Üs K.lığının 09.03.89
MLZ.K.: 3059-49-89/ yazısı ile TAKDİR .
3. 9 ncu Ana Jet Üs K.lığının 15.03.91
PER.:3059-51-91/yazısı ile TAKDİR.
4. 9 ncu Ana Jet Üs K.lığının 05.06.91
MLZ.:3958-02-91/yazısı ile TAKDİR.
5. Hv. K.K. lığının 26.12.91 PER: 4060263-91/ yazısı ile İDARİ VE LOJİSTİK
ŞERİT ROZET ÖDÜLÜ.
6. 9 ncu Ana Jet Üs K.lığının 28.03.92
PER.:3059-19-92/yazısı ile TAKDİR.
7. 9 ncu Ana Jet Üs K.lığının 22.10.93
İKM:4031-32-93/yazısı ile TAKDİR.
8. 9 ncu Ana Jet Üs K.lığının 22.06.94
MLZ.:3059-14-94/yazısı ile TAKDİR.
9. 9 ncu Ana Jet Üs K.lığının 17.10.94
PER.:3059.139.94/yazısı ile TAKDİR.
10. 9 ncu Ana Jet Üs K.lığının 25.01.95
İKM.:3059-16-95/yazısı ile TAKDİR
11. 9 ncu Ana Jet Üs K.lığının 01.02.95
PER.:3059-994-95/yazısı ile TAKDİR.
12. 9 ncu Ana Jet Üs K.lığının 22.05.95
PER.:3059-1234-95/yazısı ile TAKDİR.
13. 9 ncu Ana Jet Üs K.lığının 29.03.96
İKM.:3059-71-96/yazısı ile TAKDİR
14. Hv.K.K. lığının 15.06.95 PER: 3050218-95/ yazısı ile ÜSTÜN HİZMET ÖDÜLÜ.
15. 12ncu Ana Jet Üs K.lığının 26.12.96
PER.:3059-134-96/yazısı ile TAKDİR.
16. 12ncu Ana Jet Üs K.lığının 26.12.96
PER:3059-135-96/yazısı ile TAKDİR.
17. 12ncu Ana Jet Üs K.lığının 28.04.97
MLZ.:3059-15-97/yazısı ile TAKDİR.
18. 12ncu Ana Jet Üs K.lığının 30.06.97
PER.:3059-57-97/yazısı ile TAKDİR.
19. 12ncu Ana Jet Üs K.lığının 11.08.97
PER:3059-64-97/yazısı ile TAKDİR.
20. 12ncu Ana Jet Üs K.lığının 07.07.98
MLZ.:3059-62-98/yazısı ile TAKDİR.
21. 2ncu Hv. İkm. Bkm. Mrk. K.lığının
19.03.99 İGK.:3059-134-99/yazısı ile
TAKDİR.
Başınızdan geçen bu hadiseler ruhsal durumunuzu nasıl etkiledi, hiç psikolojik tedavi gördünüz mü?
TSK’nden ayrılmamı müteakip eşimde
eylül 2013 | ASDER
79
ortaya çıkan sağlık problemi hâlihazırda
devam etmekte ve tedavisi sürdürülmektedir.
aile, akraba, vb. çevrenizde nasıl karşı-
Eş ve çocuklarınız ile birinci derece
yakınlarınız ne şekilde etkilendi?
tarafından sahiplendim.
Yukarıda bu konuya değinmiştim
Bu mesleğe girerken başınıza böyle bir hadise geleceği hiç aklınıza geldi
mi, ya da hangi duygularla bu mesleği
tercih ettiniz, ne umdunuz, ne buldunuz? Tüm olaylardan sonra mesleğinize, amirlerinize bakış açınız değişti mi,
ya da çağırsalar döner misiniz?
Mesleğe girerken bu konular ile karşılaşacağımı zannetmiyordum. Bu durumun başıma gelmesinden hiçbir zaman
devletimi sebep ve sorumlu tutmadım.
Bugün dahi Silahlı Kuvvetlerde görev
yapmanın en şerefli bir vazife olduğunu
ve bana ihtiyaç duyulduğu an her zaman
göreve hazır olduğumu bildiririm.
Bugün gerçekçi bir bakışla değerlendirdiğinizde size haksızlık yapıldığını düşünüyor musunuz?
Tabii, ancak devlet bazında değil,
sadece hukuk tanımaz kişi ve grupların
şahsi ve önyargılı davranışı olarak görüyorum. Zira bu memlekete YAŞ mağdurlarından zarar geldiğini/geleceğini kabul
etmiyorum. Tam aksine inançlı insanların
daha faydalı olduğu ve olacağı kanısındayım.
Amirleriniz sizi niçin korumadı?
Korumadı, çünkü bize sahip çıkanlar
da fişleniyor ve baskı altına alınabiliyordu.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine
başvurdunuz mu, sonuç ne oldu, neden?
Başvurdum. Sonucu bekliyorum
Emekli edildikten sonra ne yaptınız,
80
ASDER | eylül 2013
landınız?
Yalnız bırakılmadım. Ailem ve çevrem
Şu anki durumunuz nedir ailenizin
geçimini karşılayabiliyor musunuz?
Şuan çalışıyorum. Ailemin geçimini
sağlayabiliyorum
Emekli olduktan sonra amirlerinizle
hiç karşılaştınız mı, nasıl oldu?
Hiç karşılaşmadım.
Sizin emekli edilmenizde etkisi olan
herkese neler söylemek istersiniz?
Onları yargı karşısında hesaplaşmaya
davet ediyorum. Yaptıkları doğru ise YAŞ
kararlarının yargıya açılmasına yardımcı
olurlar.
Yüksek Askeri Şura Kararları hakkındaki düşünceleriniz?
Kesinlikle yargıya açılması gerekir.
YAŞ, yapılan hukuksuzluğun örtüsü konumunda kalamaz.
Okuyucularımıza vermek istediğiniz
son mesajınız nedir?
Adaletin er ya da geç gerçekleşeceğine inanıyorum.
Download