İKİ AYLIK SİYASİ / TEORİK GAZETE Karkerên jin û mêr! Ji xeynî zencîrên we tiştekî we yê wendakirinê tune! Hûn dikanin cîhanekê nu wergirin! Kadın ve erkek işçiler! Zincirlerinizden başka kaybedecek birşeyiniz yok! Kazanacağınız yeni bir dünya var! MAYIS/HAZİRAN 2014/03 ❍ FİYATI 2 TL ❍ ISSN 1302-692X169 • EDİTÖRDEN editörden - içindekiler Değerli okuyucu, yeni bir sayı ile tekrar birlikteyiz. Bu sayımızdaki başyazıyı yerel seçimlere ayırdık. Yerel seçimlerin sonuçlarının değerlendirildiği “Yerel seçimler yapıldı, umutlar başka bahara kaldı” başlıklı yazıyı ilgiyle okuyacağınızı umuyoruz. Rojava’da, bölgedeki gerici-faşist güçlerin Kürt halkına yönelik saldırıları devam ediyor. Buna karşı Kürt halkının mücadelesi de sürüyor. Bu gelişmeleri değerlendirdiğimiz “Rojava’da neler oluyor” başlıklı yazıyı Halkların Kardeşliği sayfalarımızda bulabilirsiniz. 18 Mayıs, Komünist önder İbrahim Kaypakkaya’nın katledilmesinin 41. yıldönümü. Aradan geçen kırk bir yıla rağmen İbrahim Kaypakkaya’nın ortaya koyduğu komünist görüşler bugün de devrim mücadelesinde yolumuzu aydınlatmaya devam ediyor. Bu sayımızda kısa da olsa İbrahim’in temel konulardaki görüşlerinin genel değerlendirmesine yer verdik. 24 Nisan ise Ermenilere yönelik soykırımın 99. yıldönümü idi. Ermenilere yönelik soykırımı lanetlemek ve bu konuda kitlelerin bilincini aydınlatmak amacıyla soykırımı değerlendiren bir yazıyı güncel sayfalarımızda okuyabilirsiniz. Panorama sayfalarımızda Venezuela’da yapılan seçimler ve ardından yaşanan protesto eylemlerini değerlendirdik. İlgiyle okuyacağınızı umuyoruz. Sayfaların devamında İspanya iç savaşı ile ilgili geniş bir değerlendirmeyi bulabilirsiniz. Kavganın doğrusu/doğrunun kavgası bölümünde geçen sayımızda bir okurumuzun gönderdiği eleştiri yazısına bu sayımızda tavır takındık. Son olarak Afrika ile ilgili kapsamlı bir değerlendirmeye yer verdik. “Afrika merçek altında” başlıklı yazının ilk bölümünü bu sayıda, ikinci bölümünü ise bir sonraki sayımızda okuyabilirsiniz. Yeni bir sayıda görüşmek dileğiyle... YDİ Çağrı Mayıs 2014 ✓ İÇİNDEKİLER GÜNDEM YEREL SEÇİMLER YAPILDI, UMUTLAR BAŞKA BAHARA KALDI!. . . . . 3 HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN ROJAVA’DA NELER OLUYOR?. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5 GÜNCEL KOMÜNİST ÖNDER İBRAHİM KAYPAKKAYA MÜCADELEMİZDE YAŞIYOR. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8 SOYKIRIMIN 99. YILDÖNÜMÜNDE.... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 12 KUZEY KÜRDİSTAN GEZİSİNDEN İZLENİMLER . . . . . . . . . . . . . . . . . . 15 2 PANORAMA İKTİDAR DALAŞINDA GELİŞMELER, ÇATIŞMALAR! . . . . . . . . . . . . . . 21 İSPANYA İÇ SAVAŞI ÜZERİNE. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 27 KAVGANIN DOĞRUSU / DOĞRUNUN KAVGASI “CEMAAT/MİLLİ GÖRÜŞ SAVAŞI MI, YOKSA CEMAAT/AKP SAVAŞI MI?“ BAŞLIKLI YAZI ÜZERİNE. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 43 AFRİKA MERCEK ALTINDA. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 46 Yeni Dünya İçin ÇAĞRI Gazetesi adına Sahibi: Metin Yoksu • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Metin Yoksu • Yönetim Yeri ve Adresi: Fatih Mah. Bahçeyolu Cad. Ülbeği İş Merkezi No: 9 Kat: 4 Esenyurt/İstanbul • Tel/Fax: (0212) 620 67 57 • Sayı: 169 · Mayıs/Haziran 2014 • ISSN 1301692X169 • Fiyatı: Türkiye: 2 TL · Türkiye Dışı: 3,00 Euro • Baskı: Berdan Matbaacılık Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. C Blok No: 215-216-239 Topkapı/İstanbul Tel: (0212) 613 11 12 • Yayın Türü: Yerel Süreli • www.ydicagri.net · [email protected] 30 Mart Pazar günü Mahalli İdareler Seçimi yapıldı. Milyonlar Büyük Şehir Belediye başkanı, ilçe belediye başkanı, Belediye Meclis üyeleri –büyükşehir olmayan illerde İl Genel Meclisi üyelerini- ve muhtarları seçmek için sandık başına gitti. Yerel seçimler bu yıl yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimi, 2015’te yapılacak genel seçimler öncesinde test niteliği taşıdığı için önemli idi. AKP ile Gülen cemaati arasındaki iktidar savaşının, AKP’nin oy oranını ne denli etkileyeceği açısından da yerel seçimler önem kazanmıştı. Yerel seçimler yerel seçim havasında değil, neredeyse genel seçim havasında geçti. Anti AKP cephesi seçimleri önemli ölçüde “ayyip gitsin, AKP gitsin” referandumuna dönüştürdü. AKP cemaat iktidar savaşı seçim döneminde iyice sertleşti. Kasetler/tapeler internet ortamında yayınlandı. Hükümet çareyi Youtube ve Twitter’i toptan kapatmakta buldu. Düzen partilerinin liderleri il il gezdi. Meydanlarda birbirlerini kıyasıca eleştirdi. Egemen sınıflar tarafından toplumda yaratılan kutuplaşma seçim döneminde iyice arttı. Bol vaatli, gürültülü, kavgalı yerel seçimler geride kaldı. Her seçimde olduğu gibi bu seçimde de kan aktı. Şanlıurfa, Hatay, Sivas, Gaziantep’te muhtarlık kavgasında 9 kişi hayatını kaybetti, 13 kişi yaralandı. Gaziantep’te bir madde bağımlısı 4 kişiyi bıçakladı. Seçim nedeniyle çıkan kavgalarda 44 kişi yaralandı. Kesinleşmeyen yerel seçim sonuçları şöyle: Toplam seçmen: 52.710.730 Kullanılan oy: 46.682.726 Geçerli oy: Katılım oranı: Parti gündem YEREL SEÇİMLER YAPILDI, UMUTLAR BAŞKA BAHARA KALDI! 44.875.292 % 89,26 Toplam oy Oy oranı AKP 20.519.829 % 45,6 CHP 12.533.398 % 27,8 MHP 6.860.493 % 15,2 BDP/HDP 2.739.678 % 6,1 SP916.270% 2,0 BBP483.368% 1,1 (http://secim.haberler.com/2014/) Her seçim sonrası yaşanılan itiraz, kavga, iptal etmeler; bu seçim sonrası da yaşandı. Yalova’da seçimleri önce AKP adayı ve Belediye Başkanı Yakup Bilgin Koçal’ın bir oy farkla kazandığı açıklandı. CHP ve AKP sonuçlara itiraz etti. İki partinin itirazları Yalova İl Seçim Kurulu tarafından kabul edildi. Bunun üzerine 124 sandıkta oylar yeniden sayıldı, bu kez CHP adayı Vefa Salman’ın altı oy farkla seçimi kazandığı açıklandı. AKP Yalova Belediye Başkan Adayı Yakup Koçal ise, seçimlerin iptali için YSK’ya başvuruda bulundu. Koçal, itirazında seçim günü zihinsel engellilerin oy kullanmasına izin verildiğini iddia etti. YSK Yalova belediye başkanlığı seçimini iptal etti. Yalova’da seçimler aynı adaylarla 1 Haziran’da tekrarlanacak. Ağrı’da BDP adayı Sırrı Sakık’ın 10 oy farkla kazandığı açıklanan, AKP’nin itiraz ettiği sandıklarda yeniden sayım yapıldı. Sayımda tespit edilen usulsüzlükler nedeniyle, BDP belediye başkanlığı seçiminin iptalini istedi. Ağrı İl Seçim Kurulu yerel seçimlerin 3 gündem iptalini ve 1 Haziran’da yeniden yapılmasını kararlaştırdı. Hatay’da CHP’li Lütfü Savaş 3 bin 389 oy farkla seçimi kazandı. AKP sonuca itiraz etti. AKP YSK İl Seçim Kurulu’ndan, oy kullanma ehliyeti olmadığı halde oy verenlerin tespit edilmesini istedi. YSK AKP’nin itirazını inceliyor. Hatay’da seçimin iptal edilme olasılığı var. Iğdır’da seçimi BDP kazandı. MHP kısıtlı, ölmüş ve askerde olanların yerine yaklaşık 2 bin oy kullanıldığını iddia ederek sonuca itiraz etti. YSK, iddianın araştırılmasına karar verdi. Iğdır’da da seçimin iptal edilmesi mümkündür. Seçim sonuçlarından çıkarılması gereken kimi sonuçlar: 4 *Yerel seçime katılım oranı oldukça yüksek olmuştur. Seçim döneminde yaratılan kutuplaşma ve yerel seçimin referanduma dönüştürülmesi katılımın yüksek olmasında etkili olmuştur. Seçmenlerin çok büyük çoğunluğu sistem içi çözümden yanadır. *CHP-MHP-Gülen koalisyonu bütün çabalarına rağmen, AKP’ni % 40’ların altına çekme hedefine ulaşamamıştır. AKP’ni seçimlerden önce devirme, Erdoğan’ı 30 Mart’tan önce devirme iddiaları sandıktan dönmüştür. *AKP’nin aldığı oy % 45,6’dır. AKP’nin büyük oranda oy kaybedeceğini bekleyen kesimlerin hesabı yine tutmadı! Yolsuzluk, rüşvet operasyonunun, Gülen cemaati ile iktidar savaşının AKP’ye çok fazla oy kaybettirmediği görülüyor. Seçimin tartışmasız galibi AKP’dir. 2009 yerel seçimlerinde AKP’nin aldığı oy oranı % 38,80 idi. Yerel seçime göre AKP oylarını artırmış, son genel seçimlerde aldığı % 50 oya göre oy kaybetmiştir. *Açık ara ile AKP seçimi önde tamamlamıştır. Seçim esas olarak AKP ile anti AKP cephesi arasında geçmiştir. Bu sonuç AKP’yi bölme, parçalama siyasetinin, çabalarının boş olduğunu gösteriyor. AKP önemli oranda halk desteğine sahiptir. *AKP iktidarını seçim yoluyla devirme umutları bütünüyle bitmedi ise de, AKP’nin en azından önümüzdeki seçimlerden de açık ara birinci parti olarak çıkacağı tescillenmiştir. *Türkiye’de siyaseti esas olarak belirleyen parti AKP’dir. Yerel seçimlerde AKP’nin aldığı oy oranı, onun bu durumdan biraz uzaklaşma durumunda olduğunu göstermektedir. AKP bu konumunu koru- mak istiyorsa önümüzdeki dönemde desteğe ihtiyaç duyacaktır. *AKP’nin oy oranında genel seçimlerle karşılaştırıldığında bir gerileme söz konusudur. Bu nedenle AKP ittifak içine gireceği güçler arayışında olacaktır. Bu güç BDP olabilir. İki taraf da ilerlemek için ortak hareket etmek (resmi/gayri resmi) durumunda kalabilir. *AKP 2015’te yapılacak genel seçimleri öne alabilir. 1,5 yıl daha beklemek ekonomiye zarar verebilir. Seçmenin oy tercihini esas olarak ekonomi belirliyor. Cumhurbaşkanlığı seçimi ile genel seçimleri birleştirmek de ihtimal dahilindedir. *Gezi direnişi, 17 Aralık operasyonlarına rağmen ekonomi büyüyor. Gerçek ekonomi işliyor, önemli bölümü sanayi alanında. Borsa düşmesine rağmen yeniden yükseliyor. Buradaki dalgalanma şimdilik gerçek ekonomiye yansımıyor. *CHP % 27,8 oy almıştır. CHP 2009 yerel seçimlerinde % 23,1 oy almıştı. CHP oylarını % 4 artırmıştır. Bu sonuç ana muhalefet partisi için başarılı bir sonuç değildir. CHP seçimi kaybetmiştir. Kemal Kılıçdaroğlu üzerinden yeni CHP projesi tutmamıştır. Kaydedilen oy artışı yeterli değildir. İstanbul’da Sarıgül CHP’ye 1 milyon oy artışı sağlamıştır. Ankara’da Mansur Yavaş CHP’nin oylarını artırmıştır. “Uzun ve meşakkatli yol”a çıkan Sarıgül CHP genel başkanlığı için mesaj vermiştir. Önümüzdeki dönemde CHP içinde genel başkanlık savaşı yaşanacaktır. *MHP % 15,2 oranında oy almıştır. 2009 yerel seçimlerinde MHP % 16,1 oy almıştı. MHP oylarını artırmamış, tam tersine oy kaybetmiştir. MHP seçimi kaybedenlerindendir. “Şehit cenazeleri”nin gelmiyor oluşu MHP’ye yaramamıştır!! *BDP 2009 yerel seçimlerinde % 5,7 oranında oy almıştı. BDP ve HDP bu seçimde birlikte % 6,1 oranında oy aldı. Kuzey Kürdistan’da, belediye sayısını artırmasına rağmen BDP’nin kısmen oy kaybı söz konusudur. Türkiye’de HDP ile oy oranı artırılmıştır. Burjuvazinin egemen olduğu şartlarda seçimler özde bir değişiklik yaratamaz. Kurtuluş seçimle değil devrimle gelir. Yerel seçimlerin önemi bizim açımızdan demokratik belediyecilik programının yaygınlaştırılması için araç olmasıdır. Bu bilinçle gücümüzün olduğu alanlarda bu doğrultuda bir çalışma yürüttük. 25.04.2014 ✓ atı Kürdistan (Rojava), Baasçı faşist Suriye rejiminin işgali altındaydı. Suriye’de 3 milyon Kürt yaşıyordu. Kürtlerin dilleri, kültürleri ve ulusal kimlikleri ile ortaya çıkmaları yasaktı. Onlar Suriye vatandaşı da sayılmıyordu. Suriye’de 1962’de nüfus sayımı yapıldı. Suriye rejimi, Kürtlerin 1925 Şeyh Said İsyanı sonrası Suriye’ye gelmiş oldukları iddiasına dayanarak, Suriye’nin otokton (yerli) nüfusundan olmadıkları sonucuna vardı! Suriye vatandaşlıkları ellerinden alındı. Rojavalı Kürtler kendi anavatanlarında mülteci gibi yaşıyordu. 1963‘de Suriye’de iktidara el koyan Baas Partisi döneminde Kürtlerin durumu daha da kötüleşti. Baas rejimi Cezire bölgesinde yaşayan Kürtleri dışlamaya başlayarak potansiyel tehdit olarak değerlendirdi. Baas hükümeti, çok geçmeden bölgede yaşayan Kürtlerin Suriye içinde dağıtılması, buna karşılık bölgeye Arapların yerleştirilmesi yönünde bir politika izledi. Böylece, Kürtlerin yaşadığı bölgede bir Arap kuşağı oluşturuldu. Yer isimleri Kuzey Kürdistan’da nasıl Türkçeleştirildiyse, Rojava’da da Arapçalaştırıldı. Kürtlerin toprakları ellerinden alındı. Diğer parçalarda olduğu gibi Batı Kürdistan’da da baskılar hız kesmeden sürdürüldü. Batı Sahra, Fas, Tunus ile başlayan ve Arap baharı olarak adlandırılan kitle hareketleri sonucu, Tunus’ta, Mısır’da ve Libya’da yerleri sağlam görünen diktatörler yıkıldı. Arap Baharı”nın etkileri Suriye’ye de yansıdı. Suriye’de demokrasi, özgürlük talepleri ile başlayan kitle eylemleri Esad rejimi tarafından yoğun faşist baskılarla, silahsız ve örgütsüz halk yığınlarının üzerine ateş açılarak kanla bastırıl- maya çalışıldı. İsyan giderek silahlı çatışmalara, tam bir iç savaşa dönüştü. Bu iç savaş, dünyada ve özellikle bölge ülkelerinde büyük değişim ve dönüşümleri, toplumsal altüst oluşları beraberinde getirmeye başladı. Hemen hemen emperyalist ve bölgesel güçler “temsilcileri” üzerinden Suriye’de karşı karşıya geldi. Al Kaide uzantılı gruplar, Suriye’de şeriat devleti kurmak için harekete geçti! Şeriat devleti kurmak için değişik ülkelerden binlerce kişi Suriye’ye akın etti. Mart 2011’den bu yana yaşanan çatışmalarda öldürülenlerin sayısı yüz elli bini geçti. Muhalifler içerisinde Baas rejimine karşı haklı bir temelde mücadele yürütenler de var. Baas rejimine karşı savaşan tüm grupları aynı kefeye koymak doğru değil. Suriye’de halkın faşist Baas rejimine karşı devrim hakkını, devrimci mücadelesini destekliyoruz; Anti Esad cephe içinde devrimci demokrat unsurlara destek vermek bunların mücadelesine sahip çıkmak bütün devrimcilerin görevidir. Baas rejimi döneminde, Rojava’da 16 siyasi parti, legal ve illegal düzeyde faaliyet yürütüyordu. Bu partilerin pek çok üyesi Baas rejimi tarafından tutuklandı. Bir bölümü de ülke dışına çıkmak zorunda kaldı. Rojava bölgesindeki iller, Baas rejimi tarafından şehir olarak adlandırılmadığından, iki bölge ismiyle tanımlanıyor. Birincisi Dêrik, Tirbê Sipîye, Qamişlo, Amude, Dirbesêyê ve Serê Kanyê’nin bulunduğu Cizre Bölgesi. İkincisi ise Kobanê ve Efrîn’dir. Rojava’da sadece Kürtler yaşamıyor. Kürtler dışında Araplar, Ezidiler, Asurîler, Türkmenler ve Hıristiyan azınlıklar da var. Arapların yoğun olarak yaşadığı iller de var. Bu iller, Hesekê, Şam, Raqa, Minbic, Halep ve Latkiye. Arap- halkların kardeşliği için B ROJAVA’DA NELER OLUYOR? ✌ 5 ✌ halkların kardeşliği için ların yoğun olarak yaşadığı illerde, Kürtlerde yaşıyor. Örneğin Halep Kürtlerin en yoğun olarak yaşadığı ildir. Toplam Kürt nüfusunun beş yüz binden fazla olduğu tahmin ediliyor. Arap Alevilerin yaşadığı Latkiye’de ise 50 Kürt köyü bulunuyor. Rojava Kürtleri, iktidar boşluğundan yararlanarak kendi öz yönetimlerini kurmak için harekete geçti. İlk önce Kobanê’de 19 Temmuz 2012’de, Kürt halkı şehrin çıkış yolu üzerinde bulunan Baas rejimine ait tütün mamullerinin bulunduğu satış noktasına el koydu. Halk tarafından oluşturulan silahlı güçler (YPG) şehrin giriş ve çıkışını kontrol altına aldıktan sonra, Baas rejimine ait birçok kurum denetim altına alındı. Merkez Seqafi adı verilen Kültür Merkezi ve sırasıyla Baas Partisi halı kursu merkezleri, mahkeme binası ve pek çok kurumun tamamı çatışma olmaksızın Rojava halkının kontrolüne geçti. Baas Rejimi’ne bağlı silahlı güçler can güvenliklerinin sağlanacağı garantisi karşılığında direniş göstermedi. Kobanê halkının ayaklanması sonucu, Baas rejim güçlerinin direnme şansı da yoktu. Söz verildiği gibi Baas rejim güçlerinin can güvenlikleri, silahlı halk güçleri tarafından korunmaktadır. Bir kısmı kaçak yollardan Arap kentlerine dönerken, bir bölümü de Kobanê’de yaşamaya devam etmektedir. Rojavalı Kürtler üç ayrı kantonda özerklik ilan etti. Bu üç kantonun birbiri ile bağlantısı yok. Çünkü ara bölgeler diğer grupların denetimi altında. Şu anda Kürt halkının bütünüyle ya da kısmen denetiminde bulunan bölgeler, Kobanê, Dêrik, Tirbê Sipîye, Qamişlo, Amûdê, Efrîn, Dirbesêyê ve Serê Kanyê’dir. Arap illerinde yaşayan Kürtler de örgütlülüklerini yaratmış durumdadır. Üç kantonun Türkiye ile sınır kapıları var. Ancak AKP hükümeti Rojavalı Kürtlerin Türkiye’ye olan sınır kapılarını açmıyor. Güney Kürdistan’a açılan sınır kapıları da çoğunlukla kapalı. Özerklik ilanından sonra özellikle Kobanê Kantonuna saldırılar artmaya başladı. Al Nusra ve Irak Şam İslam Devleti adlı faşist dinci grupların Kobanê’ye saldırıları ile çatışmalar şiddetlendi. Dinci faşist gruplar, Kürtlerin ilan ettiği üç kantonlu özerk bölgenin kritik halkası Kobanê’yi çökertmek için saldırı üstüne saldırı düzenliyor. Çeteci grupların tüm Rojava’yı işgal etme gibi bir amacı var. Kobanê ve Rojava halkı, Rojava’yı savunmak için direniyor. Baas rejimi, Suriye’de iç savaşın başlaması sonucu güçlerinin bir bölümünü Rojava’dan çekti. Kamışlı sınır kapısı ve Kamışlı havaalanı Esad güçlerinin denetimi altında. Rojava’da ki kimi görevlilerin maaş- ları hâlâ Şam tarafından ödeniyor. Rojava Kürtleri, şimdilik Rojava’da her alanda Esad güçlerinin bütünüyle tasfiye edilmesine yönelmiyor ve Kamışlı’da bulunan Esad güçlerinin varlığına sessiz kalıyor. Bu tutumun anlaşılır bir yönü de var. Çünkü, şeriatçı faşistlerin saldırıları yanında bir de Esad güçlerinin Rojava’yı bombalaması halka büyük acılar getirebilir. Kendi öz yönetimlerini kurmak için harekete geçen Kürtler, ilk olarak siyasal birlikteliklerini oluşturmak amacıyla Demokratik Toplum Hareketi (TEV-DEM) ve Batı Kürdistan Halk Meclisi’ni (MGRK) kurdu. Batı Kürdistan’da bulunan 16 Kürt partisi de Suriye Kürtleri Ulusal Meclisi (ENKS) çatısı altında bir araya geldi. Batı Kürdistan Halk Meclisi ve Suriye Kürtleri Ulusal Meclisi, birlikte hareket etme kararı alarak, Kürt Yüksek Konseyi’nin kuruluşunu ilan etti. Özerklik ilan edilen kantonlarda, köy, mahalle, ilçe ve illerde köy meclisleri var. Dil, kültür, sosyal ve siyasi alanlarda akademiler kuruldu. Halk Savunma Birlikleri (YPG) ve Kadın Savunma Birlikleri (YPJ), Rojava’nın askeri güçleri olarak oluşturuldu. Kantonların işleyişi ise şöyledir: Rojava’da Arapça, Kürtçe ve Asurîce dilleri birlikte kullanılıyor. Her kantonun bir yönetim mekanizması var ama bu mekanizmaya hükümet denmiyor. Her kantonun bir kurucu meclisi var. Bu kurucu mecliste, bölgede yaşayan tüm halklar temsil ediliyor. Kurucu meclisler, kadın ve gençlik kotasını temel alıyor. Kurucu meclis kendi içerisinde 23 kişiden oluşan bir yürütme konseyini seçiyor. Yürütme Konseyi içerisinde de, tüm halkların temsilcilerine yer veriliyor. Yürütme Komitesi, 23 ayrı komite şeklinde örgütleniyor. Her komitenin bir başkanı ve iki başkan yardımcısı var. Yürütme konseyine bağlı 23 komite şöyle sıralanıyor: Savunma, içişleri, dışişleri, turizm, eğitim, ziraat, enerji, ekonomi, maliye, kadın, insan hakları, gençlik ve spor, ekoloji, ulaşım, iletişim, kültür, din işleri, sosyal, ticaret, sağlık, şehit aileleri, adalet ve yerel yönetimler komitesi. Komitelerin altında ise alt bürolar yer alıyor. Asayiş içişleri komitesi, YPG, YPJ ve Süryani Özgür Halk Güçleri ise savunma komitesine bağlı olarak görev yapıyor. Hükümet görevi gören yirmi üç yürütme konseyi üyesi her hafta toplanıyor. Her komitenin bir iç tüzüğü var. Kurucu meclis yasa çıkartıyor. Yürütme Konseyi geçici olarak görev yapıyor ve altı ay içerisinde seçimlerin yapılması hedefleniyor. Rojava, bir yandan kendi öz yönetimlerini oluşturmak için çabalarken diğer yandan saldırılara kar- ratik Birliği, Azadi Partisi ve Birlik Partisi, Erbil’de yaptıkları bir kongre ile Suriye Kürdistan Demokrat Partisi (SKDP) adı altında birleştiler. Rojava’da oluşturulan öz yönetim güçleri ile Barzani arasında çelişkiler var. Barzani, Rojava özerk yönetimlerinin kendi çizgisi temelinde hareket etmesini istiyor. AKP hükümeti ile flört eden ve emperyalizmin işbirlikçisi olan Barzani, Rojava’da oluşan ve kendi sözünü dinlemeyen güçleri hizaya getirmek istiyor. Rojava sınırının kapatılması ve Rojava sınırında hendek kazması bu yüzdendir. Rojava’da yaşayanların kendi özyönetimlerini kurmaları ve kendi kaderlerini belirlemeleri onların en doğal hakkıdır. Rojava halkı nasıl yaşayacağına kendisi karar vermiştir. Rojava halkı, kendi varlığına yönelen tehditlere ve dinci faşistlerin saldırılarına karşı mücadele etmektedir. Rojava halklarının öz gücünü, öz iradesini, öz yönetimini ve öz savunmasını ele alması ve demokratik özerklik ilan edilmesi doğrudur. Bu anlamda Rojava’ya yönelen her saldırıya karşı çıkmak ve Rojava halkını desteklemek devrimcilerin,demokratların, insan hakları savunucularının ,en başta komünistlerin görevidir. Ancak Rojava’nın durumu objektif olarak değerlendirilmeli, elde edilen kazanımlar, başarılar abartılmamalıdır. Rojava modelinin dünya halklarına örnek model olarak sunulması, Rojava’da „Halk demokrasisi“ nin kurulduğunun söylenmesi ve bu yönde tespitlerin yapılması bizce abartılı ve yanlıştır. Dünya halklarına önerilmesi gereken model sosyalizmdir. Rojava’da olan, ulusal bir hareketin iktidar boşluğundan yararlanarak kendi yönetimini kurma çabasıdır. Rojava’da olan, ulusal temelde bir örgütlenmedir. Rojava’da olan sınıfsal temelde ve kapitalizmin temellerine yönelen bir örgütlenme değildir. Yıllardır baskı altında olan, bedel ödeyen, dilleri, kimlikleri yasaklanmış bir halkın uyanışıdır. Bu halkın var olma mücadelesi değerlendirilirken, abartılardan kaçınılmalı ve gerçek durum ne ise o anlatılmalıdır. Ulusal baskı ve sömürünün gerçek alternatifi sosyalizmdir. Büyük insanlığın örnek alması gereken model sosyalizmdir, komünizmdir. Görev bunun için mücadele etmektir. Kuşkusuz ulusal kurtuluş ve burjuva demokrasisi yönünde atılan adımlar da olumlu, daha sonraki mücadeleler için yolu açan adımlardır. Desteklenmelidir. Fakat bu destek verilirken, atılan adımların sınırlılığı da gösterilmelidir. 23.04.2014 ✓ ✌ halkların kardeşliği için şı var olma mücadelesi yürütüyor. Kürtler aylardır Rojava’da şeriatçı çetelerin saldırılarına karşı varlık yokluk ve onur savaşı veriyor. AKP hükümeti, Rojava’ya açılan sınır kapılarını kapalı tutuyor. Arapların yaşadığı bölgelerdeki sınır kapıları ise açık. Güney Kürdistan yönetimi ise AKP Hükümeti paralelinde hareket ediyor. Rojava’da en güncel konu Semelka Sınır Kapısı. Semelka, Güney’le Rojava’yı birbirine bağlıyor. Sınır kapısı, 2013 Mayıs’ından bu yana kapalı. Barzani yönetimi kapının kapatılmasına gerekçe olarak ‘güvenlik’ konusunu gösteriyor! Rojava’ya açılan sınır kapısının kapatılması ile yetinilmedi. Rojava sınırında hendek kazılıyor. İki metre genişliği ve üç metre derinliği olan hendek kaçak geçişleri engellemekten çok, askeri amaçlı kazıldığının görüntüsünü veriyor. Kazılan hendeklere ağır silahlar yerleştirmek ve mevzi olarak kullanmak ta mümkün. Hendekleri sadece Barzani yönetimi kazmıyor, AKP yönetimi de Rojava ile olan sınırda duvar örüyor. Sınır hatlarında hendek kazılıyor ve tel örgüler çekiliyor. Sınıra termal kameralar yerleştiriliyor. Gerek Barzani yönetimi gerek AKP yönetiminin hendek kazması birbirinden bağımsız ele alınmaması gereken bir konu. Türkiye, hendekleri hassas noktalarda kazıyor. Rojava ve Kuzey Kürdistan sınırında birbirine komşu olan yerleşim birimlerinde hendekler kazılıyor. Amaç, Kuzey Kürdistan halkının Rojava’ya yardım etme koşularını ortadan kaldırmaktır. Dêrik hattından, Serêkaniyê’ye kadar her iki tarafta Kürtlerin olduğu köylerde hendekler kazılıyor. Serikaniye ile Dırbesiye arasında bazı noktalarda Arap köyleri var. Ancak buralarda nedense kazı yapılmıyor. Serekaniye’den sonra Til Ebyad bölgesi geliyor. Kuzey Kürdistan‘da Akçakale olarak biliniyor. Burada hendek kazılmıyor. AKP hükümeti, Kürtlerin yaşadığı bölgeleri tehlikeli, Arapların yaşadığı bölgeleri ise güvenli görüyor. AKP hükümeti, Rojavalı Kürtlerin kendi öz yönetimlerini oluşturmasından rahatsız. Çünkü Kürtlerin, hangi siyasi arka plandan gelirse gelsin, özerk bir yönetim kurmasını ve kendisini yönetmesini - bu yönetim kendi kontrolü dışında olduğunda - kesinlikle istemiyor. Türk hükümeti esasta Rojavalı Kürtlerin Özgür Suriye Ordusunun bir parçası olmasını ve Esad rejimine karşı savaşmasını istiyor. Aynı rahatsızlığa Barzani’de sahiptir. Güney ve Kuzey sınırında kazılan hendekler ile Rojava’da ilan edilen özerklik boğulmak, ortadan kaldırılmak istenmektedir. Rojava’da Barzani’ye bağlı gruplar da var. Nisan 2014’te Barzani yanlısı El-Parti, Kürdistan Demok- 7 güncel KOMÜNİST ÖNDER İBRAHİM KAYPAKKAYA MÜCADELEMİZDE YAŞIYOR İbrahim KAYPAKKAYA, proletarya diktatörlüğünün sınıfsal niteliği; sosyalizm için mutlak gerekliliği; görevleri konusunda esas olarak Marksist-Leninist görüşleri savunmuştur. Marksizm-Leninizmi revizyonizmden ve her türden oportünizmden ayıran bu belirleyici konuda o Kuzey Kürdistan-Türkiye’de sosyalizm adına hareket edenler içinde yine tek önderdir. K omünist önder İbrahim Kaypakkaya’nın işkencede faşist katiller tarafından hunharca katledilmesinden bu yana 41 yıl geçti. İbrahim yoldaşı anmak, O’na adanmış ağıt, türkü, marş okumak; suç olarak görülmekte, davalar açılmakta, hapis cezaları verilmektedir. 70’li yıllar üzerine yapılmış, dönem uyarlaması iddiasında olan dizilerde Deniz Gezmiş, Mahir Çayan adları geçerken; devrimci önderlerin katledilmesi işlenirken, İbrahim yoldaşın işkencede katledilmesi ve O’nun varlığı es geçilmektedir. Bunun nedenlerini elbette biliyoruz. Bunun nedeni tam da İbrahim yoldaşın Kemalizm konusunda, ulusal sorun konusunda; buzu kıran yol gösteren görüşleri ve değerlendirmeleridir. İbrahim yoldaşın katledilmesinin 41. yıldönümünde, ülkelerimiz Bolşeviklerinin 1990’lı yıllarda İbrahim Kaypakkaya hakkında yaptıkları genel değerlendirmeden bir bölüm yayınlıyoruz. 8 İbrahim KAYPAKKAYA’nın Bıraktığı MarksistLeninist Miras: *TKP/ML’in kurulduğu 1972 şartlarında uluslara- rası plânda revizyonizm/oportünizm ile MarksizmLeninizm arasındaki güncel mücadelede, MarksizmLeninizmin devrimci özüne sahip çıkan çizgi, tüm hata ve sapmalarına rağmen başını ÇKP ve AEP’nin çektiği çizgi idi. Yer yer “Mao Zedung Düşüncesi” adı altında da anılan bu çizgi, Sovyetler Birliği’nde iktidarı ele geçiren modern revizyonistlerin 20. Parti Kongresi’nde hakim kıldıkları çizgiye karşı mücadele içinde ortaya çıkmıştı. Kendisi çok ağır revizyonist hata ve sapmalar taşımasına rağmen, bu çizgi, Marksizm-Leninizmin devrimci özüne sahip çıkıyor, emperyalizmle uzlaşmayı değil, onu yıkmayı bayrağına yazıyor; proletarya diktatörlüğünün “burjuvazi üzerinde topyekûn diktatörlük” demek olduğunu, proletarya diktatörlüğü şartlarında da devrimin sürdürülmesi gerektiğini savunuyor, proletarya ve halkları proleter dünya devrimine çağırıyordu. Bu çizgi 1972’de Marksizm-Leninizmin devrimci özünü temsil eden çizgi idi. İbrahim KAYPAKKAYA 1972’de Dünya Komünist Hareketi içinde süren iki çizgi mücadelesinde Marksist-Leninist safta yer tutup, Kuzey Kürdistan-Türkiye’de modern revizyonizme karşı mücadeleye önderlik eden, bu noktada hiçbir Türk şovenisti düşüncelerin, devrimcilik ve evet komünistlik adına pervasızca savunulduğu ve hemen hemen hiçbir ezilen ulus hareketinin olmadığı bir dönemde, Kuzey Kürdistan-Türkiye’de ulusal sorunu Marksist-Leninist tarzda ele alıp, Kürt ulusunun varlığını ve ayrılma hakkını açık seçik savunan, çözüm yollarını, uygulanacak temel politikaları ortaya koyan komünist önderdir. 1972’de İbrahim KAYPAKKAYA TKP/ML adına ulusal sorunda Şafak revizyonizminin şoven milliyetçi yüzünü teşhir ederken PKK henüz ortada yoktu! İbrahim KAYPAKKAYA “Kürt ulusunun ayrılma hakkı”nı kayıtsız koşulsuz savunurken, Kuzey Kürdistan-Türkiye solu henüz “Doğu Anadolu, Güney Doğu Anadolu sorunu”nu tartışma aşamasında idi! İbrahim bölünme hakkını savunurken, Şafak revizyonistleri “bölücü”lerin hakim sınıflar olduğunu ispat çabası içinde idi, vs. O bu noktada Türkiye Sol’unda hakim olan şovenizm aysbergine ilk darbeyi vuran komünisttir. *O, mevcut TC devletinin faşist niteliğini Kemalist diktatörlük şahsında dosta düşmana gösteren tek komünist önderdir. “Kemalizm küçük-burjuvazinin en sol, en radikal kesiminin milliyetçilik tabanında anti-emperyalist bir tavır alışıdır” (Mahir Çayan), “Kemalizm ile sosyalizm arasında Çin Seddi yoktur” (Mihri Belli) gibi görüşlerin hakim olduğu, Kemalizmin ilericilik, anti-emperyalistlik ve evet devrimcilik görüldüğü bir ortamda, İbrahim KAYPAKKAYA, Kemalizmin faşizm demek olduğunu cesaretle savunan, bu alanda da buzu kıran komünist önderdir. *O, faşizme karşı mücadelenin devrim mücadelesi olarak yürütülmesi gerektiği doğru Marksist-Leninist düşüncesini, anti-faşist mücadeleyi düzen çerçevesi içinde hakim sınıfların bir kesiminin peşine takılmak olarak kavrayan reformist, kuyrukçu görüşlere karşı tutarlı bir biçimde savunan tek komünist önderdir. güncel ikircime düşmeyen tek komünist önderdir. İbrahim KAYPAKKAYA bu tavrı takındığı sırada, Türkiye’de kendi dışında Mao Zedung Düşüncesini savunduğu iddiasında olan tek akım, içinden geldiği Şafak revizyonizmidir. Şafak revizyonizminin Mao Zedung Düşüncesi savunusu ise gerçekte, Kemalist-milliyetçi-reformist-legalist bir çizginin “Halk Savaşı” palavraları ile süslenerek savunulmasından başka bir şey değildir. Sosyalizm adına konuşanların geri kalan kesimi, ya doğrudan Rus sosyal-emperyalizminin ve revizyonizmin yanında saf tutmaktadır, ya da THKO/ THKP-C gibi “orta yolcu”luk yapmakta, Sovyetler Birliği’ni de sosyalist olarak savunagelmektedir. *İbrahim KAYPAKKAYA, proletarya diktatörlüğünün sınıfsal niteliği; sosyalizm için mutlak gerekliliği; görevleri konusunda esas olarak Marksist-Leninist görüşleri savunmuştur. Marksizm-Leninizmi revizyonizmden ve her türden oportünizmden ayıran bu belirleyici konuda o Kuzey Kürdistan-Türkiye’de sosyalizm adına hareket edenler içinde yine tek önderdir. THKO ve THKP-C, revizyonistler ve Şafak revizyonistleri Kemalizmin etkisinden kurtulamadıkları için, proletarya diktatörlüğünü teorik düzeyde bile savunacak durumda değillerdir. *O, proletarya önderliğindeki devrimin ancak işçiköylü temel ittifakı üzerinde yükselen bir örgütlenme ile sözkonusu olabileceği şeklindeki Marksist-Leninist ilkeyi kendine rehber edinip, her türden burjuva kuyrukçusu revizyonist görüşü mahkûm eden tek komünist önderdir. İbrahim KAYPAKKAYA, demokratik devrimde milli burjuvazinin ikili niteliğini de çok net olarak görmüş ve burjuvaziye —onunla ittifak kurulduğu şartlarda da— güvenilmemesi gerektiğini vurgulamıştır. *O, ulusal sorunda Marksist-Leninist teoriyi özümsemiş ve bu teoriyi Kuzey Kürdistan-Türkiye’nin somutuyla ustaca birleştirmeyi başarmıştır. O büyük 9 güncel 10 *O, her renkten revizyonizmin Marksizm-Leni- örgütsel konuda tek bir bilgi vermemiş, daha önce nizm adına kitlelerin bilincini reformizmle kararttığı başkalarınca verilmiş tek bir bilgiyi onaylamamış, bir dönemde, özellikle PDA/Şafak revizyonistleri ile komünist tavrın nasıl olması gerektiğini kendi tavrı polemik içinde, devrimci düşünce ve tavrın ne olması ile örneklemiştir. O, “ser verip, sır vermeyen” önder gerektiğini, reformlar için mücadelenin nasıl devri- olma tavrıyla tüm devrimci saflarda bayraklaşmıştır. me tabi olarak ele alınması gerektiğini ortaya koyan İbrahim KAYPAKKAYA’nın temel hataları: komünist önderdir. *İbrahim KAYPAKKAYA, devrimde proletaryanın İbrahim KAYPAKKAYA hunharca katledildiğinönderliği ve devrimin durmaksızın sürdürülmesi için de, henüz 24 yaşında olan genç bir komünist önderdi. proletaryanın öncü müfrezesi Komünist Partisinin Kuzey Kürdistan-Türkiye açısından ele alındığınmutlak gerekliliğini, söz konusu partinin işçi sınıfı- da, ona geçmiş deneyimlerinden yola çıkarak doğru nın partisi olması gerektiğini 1972’de en açık şekilde Marksist-Leninist çizgiyi devreden bir yaşlı kuşak anlayan ve bu yönde de adım atan örnek önderdir. komünist yoktu. *O, komprador burjuvazi ve toprak ağalarının faT”K”P uzun on yıllardır sınıf uzlaşmacısı, revizşist devletini devrimci şiddetle yıkıp, yerine demok- yonist bir yörüngeye oturmuş; yozlaşmış SB”K”P’nin ratik halk diktatörlüğünü kurmak ve devrimi “hık deyicinin tokmakçısı” haline gelmiş, Rus durmaksızın sürdürmek, proletarya sosyal-emperyalizminin savunuculudiktatörlüğünü kurmak, proleğunu yapan işbirlikçi bir mülteci tarya diktatörlüğü şartlarınörgütü durumunda idi. Kuİbrahim da sosyalizmin inşasına zey Kürdistan-Türkiye’deKAYPAKKAYA hunharca atılmak ve komünizm ki eski T”K”P kadroları hedefiyle hareket edeya mücadeleyi bırakkatledildiğinde, henüz 24 bilmek için öncelikle mış, ya karşı-devrimci yaşında olan genç bir komünist illegal bir Komünist mülteci kulübünün önderdi. Kuzey Kürdistan-Türkiye Partisi çekirdeğinin Türkiye şubesi olmayaratılması zorunluya soyunmuş, ya da açısından ele alındığında, ona geçmiş luğu ve gerekliliğini Mihri Belli veya Hikdeneyimlerinden yola çıkarak doğru met Kıvılcımlı gibi kavrayıp, buna göre hareket eden komünist Marksist-Leninist çizgiyi devreden Kemalist askeri darönderdir. beciliği savunma konubir yaşlı kuşak komünist *O, Şafak revizyonizmuna girmişti. minin legalist, laçka örUluslararası plânda ise, yoktu. gütlenme plânı ve uygulaması her ne kadar modern-revizyokarşısına, merkezinde meslekten nizme karşı mücadele içinde ÇKPdevrimcilerin bulunduğu sağlam illegal AEP etrafında Marksizm-Leninizmin örgüt Leninist plânı ile çıkan komünist önderdir. devrimci özüne sahip çıkan bir kümelenme varsa da, *O, örgüt içi ideolojik mücadelenin Leninist ifadesi bu akımın çizgisi de içinde çok önemli hata ve sapmaolan, ilkeli açık ideolojik mücadeleyi kavrayıp buna ları taşımakta idi. Bu akım içinde bulunan partileruygun davranan ve PDA/Şafak revizyonistlerinin den hiçbiri “Mao Zedung Düşüncesi”nin yanlışlarına kapalı kapılar ardında tezgâhladıkları komplolara karşı, doğru Maksist-Leninist temelde bir mücadele rağmen ilkeli mücadeleden şaşmayan, bu alanda da yürütmüyordu. Tersine, Mao Zedung Düşüncesi’nin örnek olan bir komünist önderdir. Marksizm-Leninizmden sapma anlamına gelen yanBurada yalnızca temel noktalarda özetlediğimiz lışları, Marksizm-Leninizme katkı olarak savunuluMarksist-Leninist görüş ve davranışları şahsında to- yordu. parlamış olan İbrahim KAYPAKKAYA, bu görüşleri Kuzey Kürdistan-Türkiye’de devrimci kadrolar ve ideolojik kararlılığının bir ifadesi olarak, düşman “sol”, “sosyalist” literatürle daha yeni yeni tanışıyoreline tutsak düştüğünde de görüşlerini tavizsiz savu- du. Dünya Marksist-Leninist harketinin temel eserlenup, düşmanla savaşı işkence altında da sürdürmeyi rinin birçoğu henüz tanınmıyordu. Dünya Marksistbilmiştir. O siyasi görüşlerini hiç tavizsiz savunurken, Leninist Hareketi’nin geçmiş deneyimleri hakkında dan bir diğeri, Çin somutunda uygulanan Halk Savaşı stratejisinin hiç ayrımsız tüm yarı-sömürgelerde mutlak geçerliliği savıyla olduğu gibi devralınıp, uygulanmak istenmesidir. Bu yapılırken de ÇKP tarihi ve Çin toplumu yeterince incelenmemiş, Kuzey Kürdistan-Türkiye ile Çin arasındaki büyük farklılıklar gözardı edilmiş, subjektif sonuçlar çıkarılmış; Kuzey Kürdistan-Türkiye devrimi adeta Çin devriminin bir kopyası olarak görülmüştür. Çin devrimi ve ÇKP deneyiminin yetersiz incelenmesi sonucu yapılan kimi yanlış değerlendirmelerin mekanik bir biçimde Kuzey Kürdistan-Türkiye’ye aktarılması sonucu olarak da Komünist Partisinin öncelikle sanayi proletaryası içinde örgütlenmesinin mutlak zorunluluğu gözden kaçırılarak, öncelikle yoksul köylülüğün içinde yoğunlaşılıp, Komünist Partisinin ilk çekirdekleri buralarda yaratılmaya çalışılmıştır. *İbrahim KAYPAKKAYA yoldaş, doğrudan Leninizmi, Lenin ve Stalin’in eserlerini temel aldığı her konuda (örneğin ulusal sorun; örneğin reform-devrim ilişkisi sorunu; örneğin partinin sınıfsal niteliği sorunu vb.) Marksist-Leninist bir çizginin temel taşlarını döşerken, Kültür Devrimi sırasında savunulduğu biçimi ile Mao Zedung Düşüncesi’nin sapma teşkil eden görüşlerinden etkilendiği, bunları savunup uygulamaya çalıştığı yerlerde de yanlış içine girmiştir. TKP/ML’nin aldığı ilk yenilginin —hemen tüm yönetici kademenin hakim sınıflara tutsak düşmesi— ağırlığında, “Mao Zedung Düşüncesi”nin yanlışlarının savunulmasına bağlı olarak da yapılan yanlış durum değerlendirmesi sonucu izlenen yanlış taktik çizgi önemli bir rol oynamıştır. Yanlışları ne kadar ciddi olursa olsun, İbrahim KAYPAKKAYA bir bütün olarak değerlendirildiğinde Marksist-Leninist bir önderdir. Onun çizgisi üzerinde, onun çizgisindeki yanlışları özeleştiri ile aşarak ilerleyenler Bolşevizme varmıştır. Bu nedenlerledir ki, Kuzey Kürdistan-Türkiye’li Bolşevikler İbrahim KAYPAKKAYA’yı bir bağıntıda Lenin yoldaşın Rosa Luxemburg’u değerlendirdiği gibi değerlendirmekte, onu Dünya Komünist Hareketinin ölümsüz kartallarından biri; Kuzey Kürdistan-Türkiye’de Komünist Partisinin yeniden kurulması ve inşasının gerçek önderi olarak nitelendirmektedir.” güncel bilgi olağanüstü eksik ve sığ idi. Revizyonizmin kullandığı bir dizi eğitim malzemesi, “sosyalist” eser olarak tanınıyor; ortayolcu akımın görüşleri, Troçkist görüşler ve modern revizyonistlerin görüşleri, Marks-Engels-Lenin-Stalin’inkiler gibi “sosyalist” literatür olarak kabul görüyordu. İşte İbrahim KAYPAKKAYA yukarıda çok temel konularda özetlediğimiz Marksist-Leninist görüşleri bu ortamda savundu; bu ortamda doğrunun ne olduğunu bulup çıkardı. İbrahim’in hataları değerlendirilirken bu gerçek bir an bile unutulmamalıdır. İbrahim KAYPAKKAYA kuşkusuz genç bir komünist önder olarak hatasız değildi. Bütünlük içinde değerlendirildiğinde esası doğru, devrimci, Marksist, komünist olan düşüncelerinin yanında, kimi önemli yanlış düşünceleri de vardı. Onun yanlışları siyasi tespitlerinden örgütsel çalışmaya kadar çeşitli alanlarda ifadesini buldu ve TKP/ML’nin aldığı ilk yenilginin ağırlığında rol oynadı. *İbrahim KAYPAKKAYA 1972’de TKP/ML’yi kurduğunda, Kültür Devrimi sırasında savunulduğu biçimi ile Mao Zedung Düşüncesi’ni Marksizm-Leninizmin bir üst aşaması olarak kabul etmiş, Mao Zedung Düşüncesi denen teorinin yalnızca modern revizyonizme karşı mücadele içinde mutlaka sahiplenilmesi gereken Marksist-Leninist devrimci özünü değil, onun bir dizi sapmasını da kendine temel almıştır. Bütün dünyada yeni yeni oluşan tüm genç MarksistLeninist partiler gibi, İbrahim KAYPAKKAYA’nın kurduğu TKP/ML de kuruluşunda Mao Zedung Düşüncesi’nin bir dizi sapmasını “Marksizm-Leninizme katkı”, “Marksizm-Leninizmin yeni bir aşamaya yükseltilmesi” olarak savunmuştur. Böylece bir dizi Marksist-Leninist olmayan görüş de TKP/ML’nin kuruluşuna temel olmuştur. Bunlardan biri, İbrahim KAYPAKKAYA yoldaşın Leninist çağ tespiti yerine Lin Biaocu çağ tespitini alması, buna bağlı olarak düşmanı taktik olarak küçümsemesi, Leninist devrimci durum öğretisinin ruhuna aykırı tespitler yapması, somut durumu da yanlış değerlendirmesidir. (Bu noktada 1978’de yapılan TKP/ML 1. Kongresi’nde Bolşeviklerin ideolojik etkilemesi sonucu esasta doğru bir özeleştiri yapılmıştır. Bu özeleştirinin ilgili bölümü için bkz. “TKP/ ML Özeleştirisi ve Tüzüğü — AMLP-TKP/ML Ortak Açıklaması”, Le-Ya Yayınevi, Belgesel Yayınlar No:5, Ocak 1979, İstanbul, s. 25-30; ayrıca bkz. elinizdeki “Özel Sayı”, s. 106) *İbrahim KAYPAKKAYA’nın temel yanlışların- (Kazanımları ve Hataları İle İbrahim Kaypakkaya, Genel Değerlendirme, Sayfa 29-35, Yeni Dünya İçin Çağrı yayınları Mayıs 1998) ✓ 11 güncel SOYKIRIMIN 99. YILDÖNÜMÜNDE... Soykırımın tarihi bir gerçeklik olduğunun bilinçlere çıkması konusundaki olumlu gelişmeye paralel olarak devletin, resmi ideolojinin açıklamaları da değişmeye başladı. E 12 rmenilere yönelik gerçekleştirilen soykırımın 99. yıldönümünü geride bıraktık. Seneye 100. yıldönümü dolacak! Soykırımın üzerinden 99 sene geçti ama ne soykırımdan kurtulanların acıları dindi ve ne de soykırımın suçluları, sorumluları/ onların mirasının sürdürücüleri yaşanan tarihi gerçekliği kabul etti! Soykırımın tarihi bir gerçeklik olduğunun üzeri betonlandı onyıllarca. On yıllarca Türkiye – Kuzey Kürdistan’da yaşayan halkların, ezilenlerin bilinci de karartıldı... başta Ermenilere olmak üzere “gayri Müslim” halklara karşı düşmanlık körüklendi. “Ermeni tohumu”, “gavur tohumu” vb. küfürler, Türk ve Müslüman olmayan millet ve milliyetlerin aşağılandığı, hor görüldüğü söylemler, toplumsal yaşamın “doğal” bir parçasıydı, belli oranda değişiklik olsa da hala parçasıdır. 1990’lı ve 2000’li yıllarda kimilerinin geriye dönük anılarını hatırlamasıyla, birçoğunun çocukken yaşanan barbarlığı nenesinden, dedesinden vd. değişik versiyonlarla duyduğu teslim ediliyordu... Fakat sorunun giderek gündeme gelmesi ve daha çok bilinçlere çıkması esas olarak ASALA’nın, 1970’li yılların sonu ve 1980’li yıllarda Türk kökenli diplomatlara vd. yönelik saldırıları ve buna paralel Diasporadaki Ermenilerin soykırımın tanınması için yürüttüğü mücadele ile oldu. 1990’ların başlarına kadar da soykırımın tarihi bir gerçeklik olduğunu bilince çıkaran ve bunu lanetleyenler -Ermeni kökenliler dışında- çok az sayıda bir kesim idi. Örneğin Türkiye – Kuzey Kürdistan’lı bolşeviklerin, 1990 yılında soykırımın 75. yıldönümü vesilesiyle dergilerinde tüm yıl boyunca soykırım konusunu işlemelerine, “Talat Paşa Duruşması Tutanakları”nın kimi bölümlerini vb. çevirerek yayınlamalarına, o dönemde devrimcilerin bir bölümü tarafından “başka işiniz mi yok bu sorunla uğraşıyorsunuz” gibi tavırlar takınılıyordu! Ya da Ocak 1991 tarihinde yaptıkları 4. Kongre’lerinde Diaspora Ermenilerinin Batı Ermenistan’a geri dönme, yerleşme hakkını ve bu hakkın aynı zamanda ayrılma hakkının savunulması anlamına geldiğini savunmalarına karşı, özellikle de Kürt kökenlilerin “orada Kürtler yaşıyor, yeni bir tarihi haksızlık olur” vb. açıklamalarla bu hakkın savunulmasına karşı çıkışı vardı. Yani, 1980’li ve 1990’lı yılların başında demokrat, devrimci örgütlerin tümü bile soykırımın varlığını bilince çıkarma durumunda değildi. Durum giderek olumluya doğru değişti. Soykırım meselesi ve sorunun çözüm yolları ve yöntemleri gerek devrimciler –aralarındaki farklılıklara rağmen-, gerekse de Türkiye – Kuzey Kürdistan’daki liberal kesimlerin tartışma konuları içinde yer almaya başladı. 1990’lı yılların başlarında konuyla ilgili resmi ideolojinin dışındaki araştırma ya da belgelerin yayınlanmaya başlaması ve giderek çoğalması da bu olumlu gelişmenin destekleyicisi olmuştur. Bu noktada da öncelikle Belge Yayınları’nın daha sonraki yıllarda da Aras Yayınları ve diğer kimi yayınevlerinin konuya katkıları önemlidir. Konu hakkında legal alanda tavır takınmaya karşı kovuşturmalar, soruşturmalar son bulmasa da, 2005 yılından itibaren, yani soykırımın 90. yıldönümünden itibaren kamuoyu önünde tavır takınma imkanları ortaya çıktı. O tarihten beri de giderek yasaklar gevşedi... Ortam konu hakkında konuşma, tartışma bağlamında daha rahat bir hale geldi. Olumlu olan bir yan da toplumun değişik kesimlerinin giderek daha çok sorun hakkında kafa yorması, tartışması ve çözümü için öneriler ve talepler dile getirmesidir. Devletin yasak ve engelleriyle karşılaşılsa da değişik Üniversiteler ya da kurumlarda gerçekleştirilen kon- 99. YILDÖNÜMÜNDE DEVLETİN MESAJI! Soykırımın yıldönümünde Ermenistan’da ya da Diasporadaki Ermenilerin yaşadığı ülkelerde gerçekleştirdikleri etkinliklerle soykırıma kurban gidenleri anması ve soykırımın Türk devleti tarafından kabul edilmesini talep etmesi her sene ve sadece yıldönümünde değil sürekliliğini koruyan bir olgudur. Soykırım Türk devleti tarafından resmen kabul edilmediği sürece de, bu konudaki etkinlikler, mücadele olacaktır, olması da gerekir. Sorunun çözümünün düğüm noktası, soykırımın tarihsel bir gerçeklik olduğunun ve tüm sonuçlarıyla, soykırımın sorumluları ve suçluları tarafından kabul edilmesi ve Ermeni halkından özür dilemesidir. Halklar arasındaki düşmanlığa son verecek, birbirlerine karşı önyargıları aşmasına hizmet edecek en temel adım budur. Bu adım atılmadığı sürece gerçek bir zihniyet değişikliğinden ya da yaklaşımda köklü bir değişimden söz edilemez. 23 Nisan’da Başbakan Erdoğan adına yayınlanan açıklamada takınılan tavrı değerlendirmenin baş öl- çüsü de soykırımın tüm sonuçlarıyla tanınıp tanınmamasıdır. Türkiye – Kuzey Kürdistan’da soykırımın 99. yıldönümüne damgasını vuran tartışma, Başbakanlığın yaptığı açıklamaydı. Bu açıklama, bu biçimiyle TC tarihinde devlet yetkilileri tarafından gerçekleştirilen bir ilktir. Bu açıdan evet üslupta, yöntemde resmi bir değişiklik yapılmıştır. Hükümetin soykırım tartışmaları bağlamında Ermenistan ile belli bir diyalog geliştirmesi –2009’daki mutabakatın karşılıklı dondurulmasına rağmen-, inkar siyasetinin TC’yi zorda bıraktığını gördükleri ve soykırımı resmen kabul etmeyen, ama kendilerini güçlendireceğini düşündükleri adımları atma yönünde bir siyaset belirledikleri, konuyla ilgilenenler açısından ortadaydı. Hatta Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun 12 Aralık 2013 tarihinde Karadeniz Ekonomik İşbirliği toplantısına katılmak için gittiği Erivan’da bu açıklamanın işaretleri vardı. Davutoğlu: “‘Just memory’ (adil hafıza) diyoruz. Bununla kastettiğim şu: neyse vakıa onu bilelim. O zaman göreceğiz ki Türk – Ermeni ilişkileri Alman – Yahudi ilişkileri gibi bir geçmişe dayanmıyor. Her bir sokakta bir ortak iz var. Bunu keşfedip, ondan sonra da tehciri o dönemde yaşananları ki, onu ben de tamamıyla yanlış bir uygulama olarak görüyorum. İttihatçıların yaptığı şey doğru bir olay da değil, gayri insanidir. Tehciri hiçbir zaman benimsemiyoruz.” (Hürriyet, 13 Aralık 2013) tavrını takınarak, resmi söyleme yeni içerik veriyordu. Ama bu yıldönümünde böylesi bir açıklamanın yapılabileceği beklenmiyordu. Bu açıdan bakıldığında kamuoyu bir sürprizle karşılaştı. Açıklama hakkında son iki gün içinde çokça tavır takınıldı. Kimi açıklamayı göklere çıkarırken, kimi de AKP hükümetine karşıtlığından kaynaklı tavırla, sanki hiç bir şey değişmemiş, yeni bir şey yokmuş gibi tavırlar takınarak AKP yönetiminin sahtekarlığını teşhir etti. Ermeni kökenlilerden kimilerinin tavrı ise, doğru olarak hem böylesi bir tavrın yeni ve olumlu bir adım olduğunu, hem de ama sorunun özüne değinilmediği, soykırımı inkar tavrının bu “taziye” ile de ortadan kalkmadığı, asıl yapılması gerekenin soykırımın kabul edilmesi ve Ermenilerden özür dilenmesi olduğu biçimindeydi. Evet, Başbakan adına soykırımın yıldönümü için böylesi bir açıklama yenidir. 24 Nisan’ın “Ermeni vatandaşlarımız ve dünyadaki tüm Ermeniler için özel bir anlam” taşıdığının; “tehcir gibi gayr-ı insani güncel feranslar da konunun tartışılmasına olumlu etkileri oldu. Geniş kamuoyu açısından ise empatinin gelişmesinde kuşkusuz ki Hrant Dink’in 19 Ocak 2007 tarihinde katledilmesi ve bu cinayete kitlelerin verdiği tepki önemli bir rol oynadı. Bu tepki, sorunun gündemde kalmasına ve de daha çok bilinçlere çıkmasına hizmet etti. Soykırımın tarihi bir gerçeklik olduğunun bilinçlere çıkması konusundaki olumlu gelişmeye paralel olarak devletin, resmi ideolojinin açıklamaları da değişmeye başladı. Önceleri sorunun üzeri betonlanmış, “Hiçbir şey olmamış, söylenenlerin tümü yalandır” biçimindeki inkar tavrından, ASALA’nın Türk diplomatlarına yönelik saldırıları sonrasında “karşılıklı trajedi” yaşandığı tavrına; daha sonraki dönemde de “Ermeniler Türkleri katletti” tavrından “karşılıklı mukatele” yaşandığı tavrına biçimlenmiştir. Tüm yaklaşımın temelinde de tarihi gerçekliğin, soykırımın reddi ve inkarı varlığını bugüne kadar korumuştur. Yaşanan bu süreci kuşkusuz ki farklı değerlendirenler vardır ya da burada saymadığımız başka etkenleri de önemli görenler vardır. Zaten buradaki amacımız tüm etkenleri ve gelişmeleri değerlendirmek değildir. Bu açıdan da eksiktir. Ama gelişmenin nereden nereye doğru olduğunu kısaca da olsa görebilmek ve bilince çıkarmak için bu özetin, eksik olmasına rağmen yeterli olduğunu düşünüyoruz. 13 güncel 14 sonuçlar doğuran hadiselerin” yaşandığının teslim edilmesi ve “hayatlarını kaybeden Ermenilerin (...) torunlarına taziyelerimizi iletiriz” denmesi vb. tavır, TC’nin resmi yaklaşımı içinde yenidir ve Ermeniler için soykırımın günün birinde kabul edilebileceği konusunda bir “umut” işaretidir. 99 sene boyunca yok öyle bir şey ya da Ermeniler Türkleri katletti vb. tavırlarla karşılaştırıldığında bu söylemler –aldatıcı da olsa- karşılıklı diyalog yolunun açılmasına hizmet edebilecek olumlu bir hava yaratıyor! Yani AKP yönetimine karşı olmak, var olan yeniyi “tü kaka” diye yok saymayı haklı çıkarmaz. Bu arada tartışmalarda gündeme getirilen Diaspora Ermenilerine istediklerinde TC vatandaşlığının verilmesi meselesi de, gerçekleşirse, olumlu bir adım olacaktır. Böylesi bir değişiklik, Diaspora Ermenilerinin Batı Ermenistan’a dönme, yerleşme hakkının gerçekleşmesi için de bir ön adım rolünü oynayabilir. Bunlara rağmen söz konusu açıklama, devletin bu konudaki siyasetinin temelde değişmediğini, soykırımı inkar siyasetinin devam ettiğini de açıkça göstermektedir. Hürriyet gazetesinin aktarımına göre Dışişleri Bakanlığı’na göre bu tavrın perde arkasında birçok etkenin olduğu dile getirilmiştir. “Bu etkenlerden en önemlisi, Ermeni diasporasının önümüzdeki yıl soykırım iddialarının 100. yılı nedeniyle çok önceden başlattıkları kampanyaya karşı gard alma. Bir diğer etken de, Türkiye’nin sorunun çözümü için ne kadar istekli ve iyi niyetli olduğunu dünya kamuoyuna resmi bir yazıyla duyurma.” (Hürriyet, 24 Nisan 2014) Bu tespitler perde arkasındaki etkenlerden ikisini doğru tespit etmektedir. TC Hükümeti soykırımın 100. yıldönümünde daha da zor duruma düşmemek için şimdiden gardını almış, kendisinin “çözümden yana” olduğu yönlü bir tabloyu pazara sunmuştur. Sorunun çözümünde ciddi olunmadığı ise açıklamanın metni bütünlük içinde ele alındığında görülebilir. Her şeyden önce bilince çıkarılması gereken noktalardan biri açıklamada: “Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarının hangi din ve etnik kökenden olursa olsun, Türk, Kürt, Arap, Ermeni ve diğer milyonlarca Osmanlı vatandaşı için acılarla dolu zor bir dönem olduğu yadsınamaz.” tespitinin, en başta sorunu çarpıtan bir tespit olduğudur. Burada aslında demagoji yapılmaktadır. Kuşkusuz ki savaş döneminde tüm etnik kökenliler savaştan etkilenmiştir. Fakat tartışma konusunun soykırım olduğu bir yerde, “herkesin acılarının” aynılaştırılması sahtekarlıktır, gerçeklerin üzerinin örtülmeye çalışılmasıdır. Bu noktada Hek- tor Vartanyan Radikal gazetesinde şunları yazdı: “Ermenilerin, Asurilerin ve Rumların sistemli bir soykırıma uğrayışını, savaş şartlarında tüm tarafların çektiği acılarla mukayese etmek en hafif tabirle talihsizliktir. Erdoğan samimi bir şekilde Ermenilerin acılarına eğilmiş olsa, açıklamanın büyük bir kısmını ‘soykırımı Türkiye aleyhine kullanmayın’ gibisinden cümlelere ayırmazdı. Bu yaranın sahibi biziz, müsebbibi ise İttihat ve Terakki’nin örgütlediği soykırımcı unsurlar. Tabi ki tüm dünya Ermenileri olarak hak arayacağımız da helalleşeceğimiz de Türklerdir.” (Radikal, 23.04.2014 Saat 22:44:39) Evet “hastalık” doğru teşhis edilmezse, hastaya verilecek doğru ilaç da bulunmaz! Bu durumda sistemli bir biçimde soykırıma maruz kalanların acılarıyla, bu soykırımı uygulayanların ya da suç ortaklığı yapanların acılarının mukayese edilemeyeceği, bu mukayese ile gerçeklerin üzerinin kapatılmaya çalışıldığının bilince çıkarılması doğru bir yaklaşımı geliştirmenin önkoşuludur. Yapılan açıklama “hastayı” iyileştirme değil süründürme reçetesidir. Meclis Başkanı Cemil Çiçek’in tavrı da bunu ortaya koymaktadır: “Osmanlı coğrafyasında kimler yaşıyorsa, bu savaşın olumsuzluklarından hepsi etkilenmiştir. Bu arada Osmanlı’nın sadık tebaa olarak ifade ettiği Ermeniler de savaşın olumsuz sonuçlarından maalesef etkilenmişlerdir. Bakınız Van’da, Bingöl’de, Bitlis’te, Erzurum’da halen yapılan kazılarda toplu mezarlar, kemikler çıkmaktadır. Bunlar da o günkü çatışmalarda bir kısım çetecilerin icra ettiği katliamlardır. Bu yıl ve önümüzdeki yıl Türkiye’nin en önemli dış politika konularının başında bu geliyor. Devlet olarak ve toplumun bütün kurumları olarak buna karşı politika geliştirmeye çalışıyoruz.” (Hürriyet, 25 Nisan 2014) Bu tavır Meclis Başkanı sıfatıyla yapılan bir itiraftır. Bu durumda perde arkasında neyin olduğunu tahmin etmeye gerek yoktur! Başbakan tarafından yapılan açıklama “bu yıl ve önümüzdeki yıl Türkiye’nin en önemli dış politika”sı için geliştirilmeye çalışılan politikanın ürünüdür... Soykırımın resmen kabul edilmesi ve Ermenilerden özür dilenmesi için mücadele görevi varlığını sürdürüyor. 99. yıldönümünde de soykırımı ve soykırımcıları, suç ortaklarını lanetliyor, soykırımı unutmadığımızı, unutturmayacağımızı bir kez daha ilan ediyoruz. Çağrı’mız halkların kardeşliği için devrim mücadelesini yükseltmeyedir! 25.04.2014 ✓ güncel KUZEY KÜRDİSTAN GEZİSİNDEN İZLENİMLER 1984’te yeni bir dönem başladı. Savaşın ortasında yeni bir kuşak yetişti. Köyler yakılıp, yıkıldı. Binlerce Kürt faili meçhul cinayetlerin kurbanı oldu. 29 yıl süren savaşta 40 bin Kürt öldürüldü. Binlerce Kürt hapishanelere tıkıldı, işkencelerden geçirildi. Kürdistan coğrafyası çok acılar çekti, bedeller ödedi. T.C. tarihi boyunca Kürt coğrafyasındaki kırım Roboski ile devam etti. K uzey Kürdistan‘da çok kan döküldü, çok acılar yaşandı. Ermenilere karşı sistemli, planlı bir soykırım uygulandı. Süryaniler katledildi. Bu katliamlarda Kürtler önemli görevler üstlendi. Müslüman olmayan halkların arazilerine, evlerine Kürtler el koydu. Bu katliam ve soykırımların finali 1915’te yapıldı. Katliamlardan sağ kurtulanlar göç ettirildi. Müslüman olmayan halklar katledildikten sonra sıra Kürtlere geldi. Koçgiri katliamı ile Kürtlerin katledilmesi süreci başlatıldı. 1925 Şeyh Said ayaklanmasında on binlerce Kürt öldürüldü. Daha sonraki süreçte Kürt isyanları kanla bastırıldı. 1925’te yürürlüğe giren Şark Islahat Planı ile Kürtlerin Türkleştirilmesi planları uygulandı. Dersim’de Kürt Aleviler katledildi ve sürgüne gönderildi. 1984’te yeni bir dönem başladı. Savaşın ortasında yeni bir kuşak yetişti. Köyler yakılıp, yıkıldı. Binlerce Kürt faili meçhul cinayetlerin kurbanı oldu. 29 yıl süren savaşta 40 bin Kürt öldürüldü. Binlerce Kürt hapishanelere tıkıldı, işkencelerden geçirildi. Kürdistan coğrafyası çok acılar çekti, bedeller ödedi. T.C. tarihi boyunca Kürt coğrafyasındaki kırım Roboski ile devam etti. Yakın bir zamana kadar Türkiye’de, Kürdistan adının kullanılması dergilerin toplatılmasına ve davalar açılmasına neden oluyordu. 2013 Ocak ayından beri adına “barış süreci” denilen bir süreç yaşanıyor. 2013 Newroz’unda Abdullah Öcalan’ın İmralı’dan gönderdiği ve Amed Newroz kutlamasında okunan mektubu ile yeni bir dönem başladı. Bu yeni dönemin yansımalarını görmek için iki haftalığına Kuzey Kürdistan’a gittim. Kuzey Kürdistan’ın kimi şehirlerini dolaştım. Amed’de yapılan ve yüzbinlerin katıldığı Newroz kutlamalarına katıldım. Birçok Sivil Toplum Örgütleri’nin temsilcileri ile görüştüm. Bu yazıda, kimi izlenimlerimi YDİ Çağrı okurları ile paylaşmak istiyorum. Ocak 2013’ten beri bölgede bir rahatlama var. “Barış”a olan umutlar yeşermiş! Daha önceki uygulamalarla karşılaştırıldığında, yol kontrolleri azaltılmış. Hakkâri’ye gidildiğinde önce Jandarma kontrol noktası geliyor. Jandarma kontrol noktasında trafik denetimi yapılıyor, ehliyet ve araçların ruhsatlarına bakılıyor. Hakkâri’ye 10 km kala Depin polis noktası var. Depin polis noktasında kontroller kaldırılmış. Önceki yıllarla karşılaştırıldığında, operasyonlar, ev baskınlarında göreceli bir azalma var. Kuzey Kürdistan’da sohbet imkânı bulduğum tüm insanlar, bölgede bir rahatlamanın olduğu konusunda aynı düşünceleri anlattılar. Kürt Özgürlük Hareketine sempati duyanlar ve taraftarları açısından Abdullah Öcalan bir tabu. Öca- 15 güncel 16 lan “barış”ın mimarı olarak adlandırılıyor! AKP hükümetinin hiçbir adım atmadığı ve “barış süreci”nin tek taraflı yürüdüğüne inanılıyor! Taban açısından Öcalan ne söylerse doğrudur! Yarın Öcalan bugün söylediklerinin tersini söylese bile taban açısından değişen bir şey yoktur. Öcalan söylemişse mutlaka doğrudur ve bir bildiği vardır! Kürt öncü güçlerinin Öcalan’ın belirlediği siyasetin dışına çıkma şansları da yoktur. Kürt öncü güçlerinin Öcalan’ı eleştirdiğini ve Öcalan’ın belirlediği siyasetin dışına çıktığını varsayalım! Bu varsayım gerçeklik haline gelse bile kitleler Öcalan’dan yanadır. Öcalan’ın otoritesi tartışılmazdır. Öcalan, Kürt kitlesinin nezdinde bir peygamberdir, kutsaldır, dokunulmazdır. O, Kürt halkını yoktan var etmiştir! Öcalan yanılmazdır! Öcalan “Biji Serok Apo’dur” Her eylemde atılan kalıplaşmış sloganlar var. Yapılan eylemin içeriği, yönelimi vs. önemli değil. Önemli olan her eylemde Öcalan’a bağlılığı ifade eden sloganlar. Öcalan fotoğrafları sadece eylemlerde, toplantılarda taşınmıyor. Kürdistan’da her dernekte Öcalan’ın resimleri asılı. Öcalan’ın resimleri artık tüketim mallarının üzerinde de var. Çarşı pazarda bunlar açıkça satılıyor. Kemalistlerin atasına yaklaşımı ne ise, Kürtlerin de Öcalan’a yaklaşımı öyledir. Öcalan’a yaklaşım kısaca böyledir. AKP hükümeti de bu gerçekliği gördüğü için Öcalan’ı muhatap almakta ve görüşmeler yapmaktadır. Kuzey Kürdistan’da hapishaneler tıka basa dolu. Bölgede en büyük sorun mahkûmların batı illerine ve Karadeniz’deki hapishanelere gönderilmesi sorunudur. Aileler maddi imkânsızlıklar yüzünden düzenli olarak mahkûmların ziyaretine gidememektedir. Hakkâri İnsan Hakları Derneğinde, Hakkârili bir ailenin beş çocuğunun hapiste olduğunu, tümünün de farklı cezaevlerine sürgün edildiğini öğrendim. Fırat Ertunç, Van Gürpınar K-1 Tipi hapishanesinde kalıyor. İki kardeş Tekirdağ F-tipinde, bir kardeş An- kara Çocuk Kapalı Cezaevi’nde, diğer bir kardeş ise Van F -tipi Hapishanesi’nde kalıyor. Ailenin maddi imkânsızlıkları, değişik illerde hapsedilen çocuklarını ziyaret etmelerini engelliyor. Devletin politik bir saldırısı ile yüz yüze Hakkârili aile. Hakkârili ailenin yaşadığı bu durumun benzerini Kürdistan’da binlerce insan yaşıyor ama bu durumun önüne geçilmesi için yeterli bir çaba gösterilmiyor. Mahkûmların iradesi dışında gerçekleşen sürgünlerin kamuoyunda kınanması ve protesto edilmesi ve bunun gündemde tutularak bir sonuca gidilmesi gerekiyor. Hasta mahkûmlar konusu kanayan bir yara. Cezaevlerinde 600 ağır mahpus hasta var. Bunlar arasında kanser gibi ölümcül hastalıklarla mücadele edenlerin yanı sıra, bedensel ya da mental engelleri nedeniyle kendi kendisine bakmakta zorluk yaşayanlar ve felçli, çok yaşlı, yürüyemeyen, tek başına ihtiyaçlarını gideremeyen mahkûmlar var. Hasta mahpuslar arasında sağlık durumu ağır olanların, yani hastalıklarının son aşamasında olanların sayısı ise 202. Devlet, Adli Tıp Kurumu dışında verilen sağlık raporlarını kabul etmiyor. Adli Tıp ise Adalet Bakanlığı’na bağlı bir kurum. Adli Tıp’ın yapısı ve verdiği kararlar üzerine tartışılıyor. Az sayıda da olsa Adli Tıp’ın kimi mahkûm hastalar için verdiği raporlar var. Bu raporlarda, kimi mahkûmların cezaevlerinde kalamayacağı ve bu mahkûmların kendi ihtiyaçlarını karşılamadığı tespitleri var. Buna rağmen kolluk güçleri, bu mahkûmlar serbest bırakılırsa kamu güvenliği tehlikeye girer raporları sonucu hasta mahkûmlar bırakılmıyor. Hapishanedeki hasta mahpusların yaşadığı başlıca sorunlardan biri de tedavi süreçlerinde önlerine çıkan zorluklar. Hastanın, revirde tedavisi mümkün olmayan hastalığı için hastaneye sevk edilmesi gerekiyor. Ancak hastanede de çok ciddi sorunlarla karşılaşabiliyorlar. Elleri kelepçeli olarak muayene edilmek isteniyorlar. Bu uygulamayı kabul etmeyen belediyenin 2004-2006 dönem faaliyetleri hakkında Türkçe dışında Kürtçe, Süryanice, Arapça ve Ermenice binlerce kitap ve broşür basıp dağıtmışlardı. Sur Belediyesinin bu uygulaması, Abdullah Demirbaş ve 18 belediye meclis üyesinin görevlerine son verilmesine yol açmıştı. Yıl 2014’tü. Aylardan Mart’tı. Kuzey Kürdistan’da AKP Türkçe dışında, Zazaca ve Kırmanci dilinde seçim propagandası yapıyordu. AKP seçim propaganda araçlarından Kürtçe anonslar yapılıyor ve Kürtçe müzik çalınıyordu. AKP il başkanlığı binasının cephesinde Kürtçe sözlere yer verilmişti. Bugüne gelinmesinde ve Kürtçenin önündeki yasakların kalkmasında Kürtlerin mücadelesinin belirleyici olduğunu görmek gerekiyor. Kuzey Kürdistan nüfusu genç bir nüfus. Sokaklar çocuklar ile dolu. Savaş, zorunlu göç ve yoksulluk tüm Kürdistan’ı olumsuz etkilemiş. Bu olumsuzluklara en çok çocuklar maruz kalmış. Savaşla açmışlar gözlerini ve savaşla büyümüşler. Kürt çocuklarına karşı düşmanlık bir devlet politikası olarak hep yürürlükte oldu. Aslında sadece Kürt çocuklarına karşı değil, ‘egemen ve üstün ırka’ ait olmayan bütün çocuklar bu ülkede katliam, şiddet, taciz ve tecavüze maruz kaldı. Milyonlarca Türk olmayan çocuğun beyinleri yıkandı. Çocuklar kimliksiz bırakıldı. Kendi inançlarına yabancılaştırıldı. Dilleri unutturuldu. Zor, baskı ve şiddetle farklı etnik kimliklere sahip çocuklardan “Türk” yaratıldı. Yüzlerce Kürt çocuğu öldürüldü. Kimileri gaz bombası ile kimileri kurşunla kimileri panzerle üstünden geçilerek kimileri işkence ile öldürüldüler. Amed sokaklarında geziniyorum. Dedim ya sokaklar çocuklar ile dolu. Nerde bir eylem varsa çocuklar oraya koşuyor. Beni gören çocuklar zafer işareti yapıyor. Bir çocuk bana “ben Apocuyum” diyor. Bir çocuğa Kürtçeyi anlayıp anlamadığını soruyorum. Aslında ben çocuğun Kürtçe bildiğini biliyorum. Nasıl bir tepki verecek diye merak ediyorum. Biraz kızarak cevap veriyor bana. “Tabii ki biliyorum” ve “ben Kürdüm” diyor. Çocukların her biri son derece politik konuşuyor ve davranıyor ama biraz vakit geçirdiğinizde her birinin yaşadığı derin travmaları görüyor ve bunun tepkisel gelişen bir tavır olduğunu anlıyorsunuz. Kuzey Kürdistan’da konuşma fırsatı bulduğum tüm şahsiyetler, dünyaya Kürdistan penceresinden bakıyor. Dünyada kendi devletini kuramayan ve baskılara maruz kalan halkın sadece Kürtler olduğuna inanılıyor! Ve sürekli Avrupa ve dünyanın Kürt sorununa neden kayıtsız kaldığı soruları soruluyor. Yurtdışın- güncel hasta mahkûmlar tekrar cezaevlerine geri götürülüyor. Kelepçeli hasta mahkûmları muayene etmek istemeyen doktorlara ceza veriliyor. Nusaybin’de, belediye başkanı Ayşe Gökhan ile görüşme imkânım oldu. Suriye sınırına örülmesi planlanan “güvenlik duvarı” çalışmalarına karşı Nusaybin Belediye başkanı Ayşe Gökhan, 30 Ekim 2013’te önce oturma eylemi ve daha sonra açlık grevi yapmıştı. Ayşe Gökhan’ın tüm engellemelere rağmen yaptığı açlık grevi kamuoyunun oluşmasına neden olmuştu. Ayşe Gökhan, açlık grevini engellemek için tüm yöntemlerin kullanıldığını, kendisi ile birlikte açlık grevi yapmak isteyen dört kadının uzaklaştırıldığını, askerlerin cinsel organlarını gösterdiğini, silah doğrulttuklarını, tuvalete gidince el lambaları tutulduğunu anlattı. Bunun üzerine tuvalete gitmemek için dört gün su içmediğini, devletin gönderdiği doktorların muayene isteğini kabul etmediğini, açlık grevi yaptığı alanın karşısına bir panzerin konumlandığını, panzeri gören Rojava’lı çocukların taş attığını ve taşların kendisine isabet ettiğini söyledi. Hiçbir eylem olmadığı halde polisin gaz attığını, neden gaz atıldığını sorduğunu ve polisin bir yanlışlık olduğunu söylediğini belirtti. Dokuz günün sonunda Bülent Arınç’ın açıklama yaptığını, duvarın yapılmayacağını söylediğini ve bu açıklama üzerine açlık grevini sonlandırdığını söyledi. Kendisi hakkında yüz elli dava açıldığını ve bu davalardan yılmadığını, mücadele edilmeden hakların kazanılmayacağını vurguladı. Ayşe Gökhan’ın mücadeleci, korkusuz ve tüm baskılara göğüs geren tavrı örnek alınması gereken bir tavırdır. Kuzey Kürdistan’da partilerin seçim yarışına tanık oldum. Şehir merkezleri parti flamaları ile donatılmıştı. Seçim yarışında parti adaylarının resimleri, afişleri, stikerleri her tarafa asılmıştı. Şehirler, yollar, köprüler, binaların dış cepheleri görüntü kirliliğini yansıtıyordu. Seçim arabalarından yüksek sesle çalınan Kürtçe müzikler, seçim vaatlerini anlatan konuşmalar ortalığı inletiyordu. Dikkat çekici olan ise çift dilde yapılan seçim propagandasıydı. Kürtler, seçim propagandasında kendi dilleri ile propaganda yapmanın bedelini ödemişlerdi. Kürtçe dilinde yazma ve propaganda yapmalarının önünde engeller vardı. Kürtçe W, Q ve X harflerinin kullanımı yasaktı. Bu harflerin kullanılmasının karşılığı cezai yaptırımdı. Çok değil sekiz yıl önce Sur Belediye Başkanı Abdullah Demirtaş “farklı dillerde belediye hizmeti” için 6 Kasım 2006 tarihinde aldığı bir karar sonrasında, 17 güncel 18 dan giden delegasyonlara, kimileri devletiniz Kürt sorununa yanlış yaklaşıyor şeklinde sitemde bulunuyor. Tanık olduğum kimi delegasyonlar, kendi devletlerinin politikasını doğru görmediklerini, Avrupa’da PKK’nin “terör” listesinden çıkarılması için uğraştıklarını anlattılar. Amed Newroz’una giderken, yurtdışından gelen delegasyon üyelerini gören bir Kürt kadın, Öcalan’ı serbest bırakın diye bağırdı. Delegasyon üyeleri kısa bir şaşkınlıktan sonra, elimizde olsa hemen bıraktırırız demek zorunda kaldılar. Kuzey Kürdistan’da Rojava’da ilan edilen üç özerk kantona büyük bir sempati var. Rojava’ya açılan kapılar kapalı. Kürt halkı yardım kampanyalarına aktif şekilde katılıyor. Rojava’dan gelen mültecilere yardım eli uzatılıyor. Nusaybin’de sekiz bin Rojava’lı Kürt akrabalarının evinde kalıyor. Nusaybin’de Kamışlı kapısına kadar gittim. Sınır denilince Nusaybin’den uzak olduğu sanılmasın. Şehir ikiye bölünmüş. Rojava tarafındaki yerleşim yerine Kamışlı, Kuzey Kürdistan tarafında kalan bölümüne de Nusaybin deniliyor. Sınırda, Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu (UNİCEF) kamyonlarını gördüm. Günde 18 kamyonun geçişine izin verildiğini öğrendim. BM İnsani Yardım Koordinasyon Ofisi (OCHA) Bölge Sözcüsü İyad H. Nasr ile konuşma imkânım oldu. Nasr şunları belirtti: “BM, Türkiye’nin Nusaybin Sınır Kapısına Suriye’ye gönderilmek üzere 78 araçtan oluşan ve içerisinde gıda malzemeleri, battaniye, yatak, aile kiti, hijyen kiti, ilaç ve tıbbi malzemelerden oluşan insani yardım konvoyunu getirmiş ve Suriye’ye sevk etmektedir. Nusaybin - Kamışlı sınır kapısında konvoy süresince herkes destekleyici davrandı. BM, Türkiye’den ilk defa Suriye’ye yardım konvoyu sevk etmiştir. Bu önemli bir adımdır. Bunun devamının gelmesini ümit ediyorum. Bugün buradan BM konvoyunun son araçlarını sevk edeceğiz ve buradan genel merkezlerimize dönerek bir sonraki insani yardım konvoyunu planlamaya başlayacağız.” Bu yardımların kimlere gittiğini Nasr’a sordum. Nasr, yardımların güvenli bölgelere gittiğini ve güvenli bölgelerin yetkilileri ile birlikte yardımların ihtiyaç sahiplerine dağıtıldığını söyledi. Yardımların hangi bölgelere gittiği ile ilgili net bilgiler yok. Sadece farklı duyumlar var. Kimileri BM yardımlarının Rojava’ya ulaşmadığını söylüyor. Kimileri yardımların Kamışlı havaalanından uçaklarla Şam’a gönderildiğini belirtiyor. Kamışlı sınır kapısı ve Kamışlı havaalanı Esad güçlerinin denetimi altında. Kürtler Esad güçlerinin sınırı ve havaalanını kontrol etmesine ses çıkarmıyor. Çünkü Esad güçlerinin bombala- masından korkuyorlar. Kuzey Kürdistan’da toplu mezarlar var. İnsan hakları kurumlarının toplu mezarlarla ilgili çalışmaları devam ediyor. İHD, toplu mezarların bir haritasını çıkarmış durumdadır. Bu haritayı devletle paylaşmıyor İHD. Çünkü devlet, mezar yerlerini değiştiriyor ve tahrip ediyor. Devlet toplu mezar gerçekliği ile yüzleşme yerine, toplu mezarların ortaya çıkmaması için tedbir alıyor. İHD’nin devlete güvenmemesi ve toplu mezar haritasını devletle paylaşmamasının anlaşılır bir yönü var. Devlet, PKK ile mücadele adı altında Kürtlerin yaşadığı bölgeleri havadan bombalamakla yetinmedi, kırsal kesimde hemen hemen tüm yerleşim yerlerini yakıp yıktı. Köylerde ve kentlerde, toplu katliamlar gerçekleştirildi. Sivil insanların yanı sıra çatışmalarda yaşamını yitiren PKK’lilerin cesetleri, ailelerin talepleri reddedilerek toplu halde gömüldü. İşte tüm bu toplu kaybedilmeler ve savaşın pervasız yüzü, Türkiye halklarını toplu mezarlarla tanıştırmaya başladı. Birden çok ve çoğunlukla kimlikleri belli olmayan insan cesetlerinin gömüldüğü yerler toplu mezar olarak tanımlanıyor. Bir yerin toplu mezar olarak kabul edilmesi için orada en az kaç bedenin olması gerektiği konusunda net bir tanımlama bulunmuyor, ancak toplu mezar uygulaması genellikle çok sayıda insanın ölmesi veya öldürülmesinin ardından görülüyor. Toplu mezarlar, uluslararası burjuva hukukun ihlal edilmesi olarak tanımlanırken, uluslararası alanda bu olgu büyük oranda ön plana çıkınca, savaşlarda öldürülen kişilerin nizami bir şekilde defnedilmesi, kimlik tanımlamalarının yapılması ve kaydının tutulmasına ilişkin hükümler içeren Minnesota Protokolü devreye girdi. Toplu mezarlarla ilgili bilinen en önemli uluslararası sözleşme Minnesota Protokolü’dür. Birleşmiş Milletler (BM) Ekonomik ve Sosyal Konseyi tarafından 1982 yılında, yargısız ve hukuk dışı infaz ve defin yapılmasına ilişkin özel bir raportör görevlendirildi. Raportörün çalışmaları sonucu 25 Mayıs 1989 yılında genel kurula sunulan ve kabul edilen “hukuk dışı” ve “yargısız infazlar”ın hukuki açıdan soruşturulmasına ilişkin Minnesota Protokolü’nü 87 ülke imzaladı. Ancak Türkiye bu protokole yükümlülüklerinden kaçınarak, çekinceli imza koydu. Bilimsel, açık araştırma, bağımsız komisyon ve suçluların yargılanması gibi üç ana eksene oturan protokolde, insanlık suçları, soykırım ya da toplu kıyımların bir daha yaşanmaması için devletlere önleyici tavsiye ve yükümlülüklerde Münih’te yapılan Dünya Ekonomik Zirvesi’ni protesto eylemlerinde, yabancı kimi gruplarla tanışır. 1993’te önce El Salvador’a daha sonra da Amerika ve Guatemala’ya gider. Andrea’nın Alman Kızıl Ordusu ile de ilişkileri vardır. Alman polisi Andrea’nın peşini bırakmaz. 1995’te Andrea hakkında tutuklama kararı çıkartılır. Hakkında tutuklama kararı çıkması üzerine illegal yaşama geçer. 1996 sonlarında PKK’ye katılır. Ronahi kod adını alır. 23 Ekim 1998’de Van’ın Çatak ilçesi yakınlarında Türk ordusu ile çıkan çatışmada 23 PKK gerillası ile birlikte toprağa düşer. Çatak’ta meydana gelen çatışmanın değişik anlatımları var. Kimi anlatımlara göre; Andrea Wolf, çatışmada yaralanır. Diğer gerilla arkadaşları ölür. Türk askeri Andrea Wolf’a tecavüz eder ve işkence yaparak öldürür. Eylül 2013’te, 1998 yılında yaşanan çatışmada yaşamını yitiren 24 PKK gerillası için yaptırılan anıt mezar törenle açılır. Anıt mezara çatışmada yaşamını yitiren Alman asıllı PKK gerillası Andrea Wolf’un (Ronahi) ismi verilir. Van’da 23 Ekim ile 9 Kasım 2011 tarihlerinde meydana gelen 7.2 ve 5.6 büyüklüğündeki depremlerden sonra Van ve Erciş İlçesi’nde depremzedelerin geçici barınmaları için 34 konteyner kent kurulmuştu. TOKİ tarafından depremzedeler için yapılan 15 bin 343 konut, 23 Ekim 2012’de ihtiyaç sahiplerine teslim edilmişti. Kendilerine ev çıkmayan aileler konteynerlerde kalmaya devam etmişti. İpekyolu Caddesi’nde bulunan Anadolu konteyner kentte zor koşullar altında yaşam mücadelesi veren bazı aileler 23 Ağustos 2013’te açlık grevine başlamışlardı. Dönüşümlü yapılan açlık grevinin 120. gününde konteynerlere tekrar elektrik verilmeye başlanmıştı. Van depreminin hasarları önemli ölçüde giderilmiş. Büyük hasar gören binaların % 90’nı yıkılmış. Alt yapı yeniden yapılmış. Van’ın gelir kaynağı inşaattır. Depremle birlikte inşaat çalışmaları durmuş. Çünkü imar planının yeniden yapılması gerekiyor. İmar planını da bakanlık yapıyor. Van’da şu anda sadece TOKİ ve devlet inşaat yapıyor. İmar planı değiştiği için yeni inşaatlar yapılamıyor. Devlet kamu kurumlarını ve okulları yapıyor. Evi hasarlı olan insanlara yardım yapılmamış. Hâlâ konteynerde yaşayan insanlar var. Evleri yıkılanlara TOKİ, ev yapıp satıyor. TOKİ, evleri 40 bine mal edip 90 bine alıcıya satıyor. Ev alanlar borçlandırılıyor. TOKİ konutlarına yerleşenlerin herhangi bir geliri olmadığı söyleniyor. TOKİ’de ev alamayanlar devletin yardımı olmaksızın herkes kendi çözümünü bulmaya çalışmış! güncel bulunuluyor. Soruşturmanın kapsadığı alanlar, “Siyasi suikastlar, cezaevi ve gözaltında yapılan işkence ve kötü muamelelerden kaynaklanan ölümler, zorla ‘kaybedilme’den kaynaklanan ölümler, kolluk kuvvetlerinin aşırı güç kullanmasından kaynaklanan ölümler, usulüne uygun yargılama yapılmaksızın gerçekleşen infazlar, soykırım eylemleri” olarak belirlendi. Toplu mezarların açılmasının hukuki ve tıbbi birtakım kurallara bağlandığı protokolde, şüpheli ölüm ve toplu mezarlarda bulunan cesetlere otopsinin nasıl yapılacağı ayrıntılı bir şekilde anlatılıyor. Bu sıralama ise, “Kurbanın kimliğini belirlemek, ölümle ilgili olan ve sorumlular hakkında yapılacak cezai yaptırıma yardımcı olacak nitelikteki tüm delilleri ortaya çıkarmak ve muhafaza etmek, olası tanıkların kimliklerini tespit etmek ve ölüm olayı ile ilgili ifadelerini almak, ölümün nedenini, şeklini, yerini ve zamanını, ölümle sonuçlanan olaylar görüntüsünü ve eylemleri belirlemek, ölüm olayına karışmış kişilerin kimliklerinin tespiti ve yakalayıp mahkeme önüne çıkarmak ve delillerin tam incelenmesini sağlamak için bağımsız bir soruşturma komisyonu kurmak” şeklinde belirleniyor. Protokolde dikkat çekici ve Türkiye’nin çekince koyduğu maddelerden biri ise, “bağımsız ve yetkili kişilerden oluşan komisyon kurulması” tavsiyesidir. Protokolde ayrıca, bu komisyonun bağımsız ve güvenilir olması şart koşuluyor. Oluşacak komisyonda yer alacak kişilerin ise, “hukukçu, adli tıp uzmanı ve bilim insanlarından oluşması” gerektiği kaydediliyor. Protokol, faili meçhul, toplu öldürme gibi olaylarda yaşamını yitirenlerin otopsi incelemesinde bilimsel ve tam bağımsız bir çalışmayı öneriyor. AKP hükümetinin toplu mezarları açma ve faillerini bulma konusunda bir çabası yok. Tam tersine toplu mezarlar gerçeğinin üzeri örtülmeye çalışılıyor. Van’da Eylül 2013’te Andrea Wolf’un anıt mezarı açılmıştı. Van Valiliği, bu anıt mezarı yıkma kararı almış! Andrea Wolf, 15 Ocak 1965’te Münih’te doğar. Lise yıllarında okulun sözcülüğünü yapar. Daha sonra Alman Sosyal Demokrat Partisi’ne (SPD) üye olur. 1980’lerin başında bir ev işgali dolayısıyla bir günlüğüne gözaltında tutulur. Otonom hareketine katılır. Bir okulu ve bir bankayı kundakladığı gerekçesiyle 18 ay hapisle yargılanır. 1981’de altı ay tutuklu kalır. Anti-faşist eylemlerde yer alır. 1986’da Frankfurt’a taşınır. 1987’de Frankfurt’ta yapılan ev işgallerine katılır. Aynı yıl tutuklanarak iki ay hapiste kalır. 1992’de 19 güncel 20 30 Eylül 2013’te RTE tarafından demokratikleşme paketi açıklanmıştı. Bu pakette, Mor Gabriel Manastırı arazilerinin geri verileceği ifade ediliyordu. Mor Gabriel Manastırı sekreterinin verdiği bilgiye göre, 30 arazi parçasından sadece 12’si iade edilmiş.18 arazi parçası geri verilmemiş. Geri verilmeyen arazilerle ilgili Mor Gabriel dava açacak. 1938’den beri Manastıra kayıtlı olan araziler var. Devlet geri vermediği araziler için beyanname de kayıtlı olmadığını söylüyor. Devlet her parça arazi için bir dava açılmasını söylüyor. Devlet, insanları bezdirmek için her yola başvuruyor. Bu manastır 397 yılında yapılmış. 1617 yıldır bu manastır varlığını sürdürüyor. Demokratikleşme paketleri açıklanıyor ama uygulama da sorunlar çıkartılıyor. Amed’de görkemli Newroz kutlamalarından birine daha tanık oldum. Bağlar merkez ilçesi Newroz parkında kutlamalar yapıldı. Amed’de yapılan Newroz kutlamalarında sanatçıların yanı sıra birçok sivil toplum kuruluşu ve yabancı basın da kutlamaları yakından izledi. Basından izlendiği için ayrıntıları burada yazmayı gerekli görmüyorum. Sadece kimi gözlemlerimi aktarmak istiyorum. Bence Newroz alanında iki milyon insan yoktu. Bir milyona yakın insan vardı. Geçen yıl ile karşılaştırıldığında bu yıl ki Newroz daha kalabalıktı. Kürt kadınları rengârenk giysilerini giymişlerdi. Bu yıl dikkatimi çeken LBGT bireylerinin de kendi renkleri ile alanda olmasıydı. Sahnenin önünde bayrak yarışı vardı. Yüzlerini kapatmış insanlar, Kürt Özgürlük Hareketinin bayraklarını tutmuşlardı. O kadar çok bayrak var ki, hangi bayrağın hangi kuruma ait olduğunu kestirmek zor. Sunucular bayrakçıları zaman zaman sahnenin önünden uzaklaştırıyorlardı ama bayrakçılar yine geliyordu. Newroz kutlamasında, satıcılar iyi para kazanıyordu. Yiyecek, içecek tezgahlarına bir düzensizlik hâkimdi. Bu stantların belli bir yerinin olması gerekirdi. Alan zaten kalabalık. Stantlar her yerde ve alanın ortasında kurulan stantlar var. Sahne programı hariç, alan düzenlemesi tam bir kaostu. Yıllardır Newroz etkinliği yapanların ustalaşması gerekiyor. Alanın her tarafını zorda olsa gezdim. Bildiri dağıtana ve gazete satana rastlamadım. Alanda sadece yemek, içecek satılmıyor. Aynı zamanda bütün seyyar satıcılar Newroz parkında kendisini gösteriyor. Tekstil ürünlerinden tutunda, çanak çömleğe kadar her şey satılıyor. Kuzey Kürdistan’da yaratılan algı şu: AKP hükümeti Suriye’deki Al Nusra ve Irak Şam İslam Devleti adlı radikal İslami grupları destekliyor. Silah yardı- mı yapıyor. AKP’nin yaptığı silah yardımı sonucu, radikal İslamcılar Rojava’ya saldırıyor. Kürtleri katlediyor. Ben bu algının yanlış olduğunu düşünüyorum. AKP hükümetinin Suriye politikası, Al Nusra ve IŞİD’i destekleme ve onların Suriye’de şeriatçı bir devlet kurmalarını destekleme politikası değildir. AKP, Özgür Suriye Ordusu’nu ve Türkmenleri destekliyor. Onlara silah yardımı yapıyor. Rojava’lı Kürtlerin de ÖSO içinde yer almalarını istiyor. Elbette TC’nin gönderdiği silahlar çatışmalarda radikal dincilerin eline de geçebiliyor. Bu anlamda AKP, bilinçli olarak radikal dincilere destek vermiyor. Türkiye’de AKP’nin kontrol edemediği gruplar radikal İslamcıları destekleyebilir. Silah yardımı yapabilir. Bu radikal İslamcı gruplar, Türkiye’nin düşmanları olduğunu söylüyor. Defakto durum budur. Kuzey Kürdistan’da BDP’nin kontrol edemediği gruplar var. Basın açıklamaları ve yürüyüşler yapılıyor. Her eylem sonrası, polisle çatışmalar yaşanıyor. Van’da Hevsel bahçeleri için bir yürüyüş yapıldı. Yürüyüşün başlangıcında bir kadın ısrarla provakatörlere çağrı yapıyordu. Aranıza provakatörleri almayın, polise taş atmayın diyordu. Kitlesel eylemlilikler yapılıyor. Çoluk çocuk ve kadınlar eylemlere katılıyor. Provakatörler, eylemlere katılanların güvenliğini tehlikeye atıyor. Polis zaten tetikte bekliyor. Taş ve havai fişek atıldığı gerekçesiyle kitleye Tomalarla su sıkılıyor, gaz atılıyor ve plastik mermi sıkılıyor. Görünen BDP’nin de kontrol edemediği grupların varlığıdır. 30 Mart 2014’te yerel seçimler yapıldı. AKP hükümeti, 2009 mahalli idareler seçimlerinde % 38,8 oranında oy almıştı. 30 Mart seçimlerinde AKP oylarını % 45,6’ya yükseltti. Barış ve Demokrasi Partisi, Halkların Demokratik Partisi ile birlikte 2009 mahalli idareler seçimlerine oranla beş yüz bin civarında oylarını artırdı. Defakto olan durum şudur: AKP Kuzey Kürdistan’da birinci partidir. 2009 seçimlerine oranla AKP, Kuzey Kürdistan’da oylarını artırmıştır. BDP, Diyarbakır ve Hakkâri belediye başkanlıklarını kazanmasına rağmen, 2009 seçimleri ile karşılaştırıldığında oy kaybına uğramıştır. BDP’nin 2009’da kazandığı belediye sayısı 98 idi. 2014’te ise BDP’nin resmi olmayan sonuçlara göre kazandığı belediye sayısı 103’dir. Hizbullah’ın devamı olan Hür Dava Partisi, yerel seçimlerde 90 bine yakın oy almıştır. Yerel seçimler sona erdi ama tartışmaları sürüyor, sürecek. 10.04.2014 YDİ Çağrı Okuru ✓ panorama PA NOR A M A İKTİDAR DALAŞINDA GELİŞMELER, ÇATIŞMALAR! - VENEZUELA - Muhalefet Chavez’in bu durumunu kullanmaya çalışmış, yeni seçimlerin yapılmasını talep etmiş ve genelde Chavezci yönetime karşı kitleleri kışkırtmaya başlamıştı. Muhalefetin işi kızıştırma, Chavezciler cephesini zayıflatma çabalarına başta ABD olmak üzere AB’li emperyalist güçler de değişik biçimlerde destek verdi. V enezuela’da iktidar dalaşındaki gelişmelerin 12 Şubat 2014 tarihinden itibaren sokak protestolarına ve yer yer şiddetli çatışmalara dönüşmesi vb. olaylar, o dönemde, dünya kamuoyunun dikkatinin merkezine kayan Ukrayna’daki gelişmelerin gölgesinde kaldı. Ukrayna’daki gelişmeler giderek gündemdeki sırasından gerilerken, “olağan” bir duruma bürünürken Venezuela’daki gelişmeler ve çatışmalar da dinmeye, Başkan Maduro önderliğindeki Chavezcilerle muhalefetin bir kesimi arasında “diyalog” sürecine gelinmişti. Bu durum da Venezuela’daki gelişmelerle özel olarak ilgilenmeyenler için sorunun dikkat çekmesini engelleyen bir durumdu. Bu yazımızda Chavez’in ölümü sonrasında Venezuela’daki kimi gelişmeleri ve özellikle de 12 Şubat 2014 tarihinden itibaren yaşananları özetle ortaya koyacağız. Bilindiği gibi Chavez, kanser hastalığına yakalanmış ve Küba’da birkaç kez ameliyat olup tedavi gör- müş ama sonuçta hastalığı yenemeyerek 5 Mart 2013 tarihinde ölmüştü. 7 Ekim 2012 tarihinde yapılan başkanlık seçimini Chavez, kullanılan ve geçerli oyların %55,25’ini alarak kazanmıştı. Rakibi Capriles ise oyların %44,13’ünü almıştı. 8 Aralık 2012 tarihinde Chavez dördüncü kez ameliyat olup tedavi görmek için Küba’ya gideceğini açıklamış ve deyim yerinde ise “halka yönelik son konuşmasını” yapmıştı. Bu konuşmada kendisine birşey olursa, kendi yerine o dönem Başkan Yardımcısı olan Maduro’nun seçilmesini istemişti... Muhalefet Chavez’in bu durumunu kullanmaya çalışmış, yeni seçimlerin yapılmasını talep etmiş ve genelde Chavezci yönetime karşı kitleleri kışkırtmaya başlamıştı. Muhalefetin işi kızıştırma, Chavezciler cephesini zayıflatma çabalarına başta ABD olmak üzere AB’li emperyalist güçler de değişik biçimlerde destek verdi. Chavez’in 5 Mart 2013 tarihinde ölme- 21 panorama siyle başkanlık seçimi gündeme geldi. Başkanlık seçimi 14 Nisan 2013 tarihinde yapıldı. Bu seçimde rekabet Maduro ile Capriles arasında idi ve Maduro az bir farkla seçimi kazandı. Değişik hesaplara göre bu fark %1,4 ile 1,83 arasındadır. 7 Ekim 2012 seçimlerine göre Chavezcilerin oyları azalmıştı. Muhalefet bu sonucu kabul etmediğini, seçime hile karıştırıldığını açıklayarak ortamı kızıştırmayı sürdürdü. Bu arada Venezuela Birleşik Sosyalist Partisi (VBSP) bürolarına ve Kübalı doktorların çalıştığı sağlık merkezlerine saldırılarda bulunulmuş, 25 Nisan 2013 tarihine gelindiğinde saldırılarda ölenlerin sayısı 10 olarak açıklanmıştı. Hatırlatmak için özetlediğimiz bu gelişmeler hakkında dergimizin 160. ve 163. sayılarında tavır takınmıştık. Aradan geçen bir yıllık süreçteki gelişmeler ise özetle aşağıdaki gibidir. 26 NİSAN – 7 ARALIK ARASI GELİŞMELER... 22 Başkanlık seçimi sonuçlarına muhalefetin itirazı sürdü. Bu itiraz resmi hale getiri ldiğ inden oyların yeniden sayılması kararlaştırılmıştı. Oylar yeniden sayıldı ve Haziran ayında Ulusal Seçim Konseyi, seçim sonuçlarını onayladı. Sorun bununla bitmedi. Muhalefet seçim sonuçlarının iptal edilmesi ve yeni seçim yapılması için mahkemeye başvurmuştu. Yüksek Mahkeme Ağustos ayı başında bu talebi reddetti. Bu arada parlamentoda milletvekilleri birbirlerine saldırdılar, birbirlerini yaraladılar... Maduro görevine başladıktan sonra da bir yandan ABD ile ilişkileri sertleştiren açıklamalar yapılırken, diğer yandan (aslında aynı zamanda) ilişkilerin normalleşmesi çağrıları yapıldı. Venezuela bir ABD vatandaşını ajan diye tutukladı ve ABD’nin Venezuela’da “bir iç savaşa sürüklenmesini istediği” açıklandı. Maduro: “Biz kurumlarımızı, barışı, demokrasiyi ve Venezuela insanlarını savunuyoruz (...) ve herkesle görü- şebiliriz: tüm şeytanların başı Obama ile bile.” diyerek Chavez gibi bir ABD başkanını şeytan diye tanımladı. Bu arada Obama’yı kastederek, “O, sağcı faşistlerin Venezuela demokrasisine saldırısı için onay ve emir vermektedir.” tespitiyle kendisini ortadan kaldırmak için Miami (ABD) ve Bogota (Kolombiya) kaynaklı komplo planları olduğuna dair belgelerin olduğunu açıkladı. Bu komplo teorisi Maduro’nun siyasetteki yol arkadaşlarından biri durumundadır. Kuşkusuz ki ABD başta olmak üzere ABD ile işbirliği içinde olan Kolombiya ya da Panama gibi devletlerin kimi yöneticileri de Venezuela’da Chavezcilerin yönetimine karşıdır. Başkanı ortadan kaldırma amaçlarının olması da mümkündür. Buna karşı dikkatli olmak, uyanık olmak ve mücadele etmek anlaşılır. Fakat, her protesto eylemi karşısında, ya da yönetime karşı olan tavırlardan bir komplo aramak, komplo teorisini bunlara karşı mücadelede siyasetin temel taşlarından biri haline getirmek de kökten yanlıştır. ABD ile ilişkilerin “norma l leşt i r i l mesi” için Maduro’nun Obama’ya çağrısı dışında önemli olan gelişme Venezuela Dışişleri Bakanı Elias Jaua’nın ABD Dışişleri Bakanı John Kerry ile Haziran ayı başında görüşmesiydi. Bu görüşme öncesinde Venezuela’nın ajan diye tutukladığı dokumentar filmci olduğu söylenen kişiyi serbest bırakmış olmasına karşılık Kerry de Maduro’yu Venezuela Başkanı olarak tanımladı. Buna rağmen ilişkilerde “normalleşme” durumu yaşanmadı. ABD yetkilileri Venezuela yönetiminin bu konudaki isteğinde ciddi olduğunu göstermesi gerektiğini açıkladı. Ağustos ayına gelindiğinde mağazalarda, dükkanlarda vd. tüketim mallarında kıtlık oluşmaya başladı. Chavezcilere karşı olan medya, süt, ve tuvalet kağıdı kıtlığının ayyuka çıktığı yönlü propagandaya ağırlık verdi. Her beş tüketim ürününden birinin bulunma- BELEDİYE SEÇİMLERİ... Belediye seçimleri, ya da başka deyimle yerel seçimler, 8 Aralık 2013 tarihinde yapıldı. Sayısı 19.066.431 olarak verilen seçmenin %58,92’si seçimlere katılıp oy kullandı. Bu verilere göre seçimlere katılım oranı başkanlık seçimleriyle karşılaştırıldığında yaklaşık %20 oranında, 2008 yılındaki yerel seçimlere göre de %6 oranında düşmüştü. Yine bu verilere göre Chavezcilerle Capriles önderliğindeki muhalefete oy vermeyenlerin oranı %41,08 idi. Seçmen sayısı baz alındığında seçime katılmayanlar “birinci parti” idi. Resmi verilere göre kullanılan ve geçerli oyların %49,24’ünü alan Venezuela Birleşik Sosyalist Partisi (VBSP) seçimi kazandı. Muhalefetin partisi Demokratik Birlik İçin Masa (MUD) ise oyların %42,72’sini aldı. %8 oy oranı ise değişik parti ve gruplara dağıldı. Bu oy oranlarıyla Chavezciler 335 belediyeden 242 belediyeyi kazandılar. Geçen belediye seçimleriyle karşılaştırıldığında 23 belediye başkanlığı azalmıştı. Buna karşı muhalefet (MUD) 75 belediye başkanlığını kazanarak önceki belediye seçimlerine göre 13 belediye başkanlığını arttırdı. Verilen bilgilere göre Başkent Caracas ve Maracaibo, Valencia, Iribarren, San Cristobal, Monagas, Marino, Arismendi, Libertador(Merida) ve Chavez’in memleketi Barinas gibi önemli yerlerde muhalefet kazandı. Böylece Maduro’ya karşı “referandumu” kaybetse de MUD, seçimlerde kazançlı çıkmıştı. Venezuela Komünist Partisi ise üç belediye başkanlığını kazandı. 8 Aralık 2013 ile 12 Şubat 2014 tarihi arasındaki dönemde esasta seçim sonuçlarını değerlendirmeler ve yeni belediye başkanlarının görevi devralmaları vb. konular gündemdeydi ve durum görece sakindi. Bu sükunet arasında öne çıkan sorunun biri, eski Venezuela güzeli Monica Spear’ın öldürülmesine bağlı olarak Maduro’nun kriminel olaylara karşı acil bir plan oluşturacağını ilan etmesiydi. Bu cinayete bağlı olarak dikkat çeken ikinci nokta ise, Başkanlık seçimlerinden sonra ilk kez muhalefetin adayı Capriles ile Maduro’nun birbirine el uzatmasıydı. Buna göre ikisi birlikte ülkedeki sorunların üstesinden gelme anlamında bir “Ulusal tatmin yasası” oluşturacaklardı. Ocak 2014 başlarında yaşanan bu gelişmenin yanısıra, aşırı sağcı, hatta Maduro’nun değerlendirmesine göre faşist bir kesim Capriles önderliğindeki muhalefetten kendisini ayırdı. Bu muhalefetin başını 2002 yılında Chavez’e karşı gerçekleştirilen darbenin destekleyicileri olan Leopolde Lopez ile Maria Corina Machado çekmektedir. Bunlar Maduro’yu devirene kadar mücadele sloganıyla taraftarlarını harekete geçirdiler. panorama dığı yazıldı. Propagandada durum olduğundan daha kötü gösterilip Maduro yönetimine karşı kışkırtma çabası açıkça görülse de, tüketim maddelerinde sıkıntı yaşandığı olguydu. Bunun ekonomik olarak değişik nedenleri ve açıklamaları var. Ama besin maddelerinin yaklaşık %70’inin ithal edilme durumunda olması ve bu ithal edenlerin önemli bir kesiminin Maduro yönetimine karşı olması; gündeme bilinçli bir ürün sıkıntısı yaratıldığı tartışmalarını getirdi. Bu durumda “Burjuvazinin ekonomik savaşı”na karşı mücadele için Kasım ayı ortasında Parlamentoda yapılan oylamada, salt çoğunlukla Maduro’ya bir yıllığına özel yetki verildi. Böylece belli ürünlerin fiyatlarının düşürülmesi ve “işverenlerin kàrlarının sınırlandırılması” istendi. Bu özel yetki verilmeden kısa süre önce de tacirlere, fiyatların yükseltilmesine ve toptan satın almalara karşı yapılan kontrollerle birçok kişi tutuklandı ve 3 ulusal ve 47 bölgesel savcının böylesi durumlara karşı müdahale etmesi kararlaştırıldı. Uluslararası ilişkiler bağlamında ise Eylül ayında Venezuela Çin ile milyarlarca dolarlık yeni bir anlaşma imzaladı. Buna göre petrol, yol, maden ve tarım alanlarında ortaklıklar sözkonusudur ve buna paralel olarak Çin bankaları büyük çapta kredi sözü vermiştir. Özetle aktardığımız bu ortamda Chavezcilerle muhalefetin boylarını ölçeceği belediye seçimlerine gidildi. Muhalefet seçimleri, Maduro’ya karşı bir nevi referandum olarak açıkladı. 12 ŞUBAT VE SONRASI... Durumun biraz da olsa iyi anlaşılması için buraya kadarki bölümde öne çıkan kimi gelişmeleri özetledik. Buradan itibaren tek tek öne çıkan gelişmeler yerine, yaşananların kısa bir değerlendirmesini yapmaya çalışacağız. Bunu yaparken de öncelikle şu noktaları bilince çıkarmanın yararlı olduğunu düşünüyoruz. Venezuela’daki kamplaşmanın uluslararası düzeydeki yansıması kabaca şöyledir. Maduro yönetimine destek veren ülkeler başta UNASUR içindeki Latin Amerika devletleri olmak üzere Rusya, Çin ve kimi az sayıdaki diğer devletlerdir. Muhalefete destek verenler ise başta ABD, AB ve Kolombiya, Panama vd. devletlerdir. Uluslararası emperyalist burjuvazinin 23 panorama 24 borazanları yine çatışmayı körüklerken “demokrasi savunucusu” sahtekarlığını ayyuka çıkardı. Kendi ülkelerinde muhalefete Venezuela’dakinden daha yoğun ve şiddetli baskı uygularlarken, “muhalefetin protesto etme hakkın”dan vb. dem vurdular! Bunun medyaya yansıması da doğal olarak benzeri bir durum. Venezuela yönetimine karşı olan kesim, medyanın olayları yansıtmasını belirlemektedir. Bu da gelişmelerin hem tek yanlı aktarılması, hem de olguların çarpıtılması, manipülasyonu anlamına gelmektedir. Örneğin Venezuela’daki çatışmaları anlatan haberlerde, yönetimin protestoculara ne kadar şiddetli davrandığını propaganda etmek için Brezilya, Yunanistan, Mısır, Honduras vd. ülkelerdeki olayların görüntüleri, Venezuela’da yaşanmış olaylar olarak gösterilmiştir. Protestocuların yakıp yıkma, katletme edimleri ise genelde es geçilmiştir. Venezuela yönetiminden yana olan medya da esasta tek yanlı –ama diğerine göre olguları daha az çarpıtan konumda- haber ve değerlendirme yapma durumundadır. Biz de bu tarafların aktardıklarından, satır aralarından doğruyu seçmeye çalışıyoruz. Bu olguya rağmen, yaşananlar, değişik kesimler tarafından aktarılan veriler, bizim, iktidar kavgasının esasta burjuvazinin değişik kanatları arasında yürüdüğünü; ülkedeki enflasyonun, kriminel olayların, yiyiciliğin, tüketim maddelerindeki sıkıntının/ eksikliğin, fiyatların yüksekliğinin, muhalefet tarafından iktidar dalaşı için kullanıldığını; bunların halk için, ezilenler için Chavezcilerden daha iyi olmadığı yönlü değerlendirmemize olanak tanımaktadır. Bilince çıkarılması gereken bir noktada, Chavezcilerin son yıllarda giderek güçlenme dinamiğini kaybettiği, muhalefetin ise güç kazandığıdır. Orta ve üst sınıflar esasta muhalefete, yoksul kesimler de Chavezcilere oy vermektedir. Yoksul kesimlerin durumunun yüksek enflasyon, yüksek fiyatlar ve tüketim malzemelerinin kıtlığı vb. durumlar sonucu iyileşme yerine kötüleşmesi ise, bu kesimin de Chavezcilerden umudunu kesmesine yol açmaktadır. Başkanlık seçimlerinde katılımın %78,5 olduğu bir durumda aradaki farkın %1,4- 1,8 oranında olması; belediye seçimlerinde ise aradaki farkın %6,52 olması ile seçmenlerin %41,08’inin seçimlere katılmaması da bunun bir işaretidir. Maduro’nun başkanlık görevini 2019’a kadar sürdürmesini engelleyecek önemli bir gelişmenin olmadığı koşullarda da, gelecek seçimleri muhalefetin kazanma olasılığı vardır. Sonuçta tespit edilmesi gereken şey, Chavezcilerin “sosyalizm” adına yürüttüğü siyasette tıkanma noktasına gelindiğidir. Ülkenin görece bağımsızlığından yana olan bu ulusal burjuvazinin iktidarını sürdürüp sürdürememesi ise Maduro yönetiminin kapitalist sistem çerçevesinde geniş kitlelerin çıkarlarını daha fazla savunup savunmayacağına, ülkenin ekonomisini bununla uyumlu hale getirip getiremeyeceğine bağlıdır. Ülkenin görece bağımsızlığından yana da olsa ulusal burjuvazinin uzun süre geniş kitlelerin çıkarlarını savunamayacağı ise açıktır. İşçi ve emekçilerin şu ya da bu burjuva kesimin peşinden gittiği, kendi bağımsız sınıf mücadelesini verme durumunda olmadığı koşullarda da, Venezuela’da iktidar dalaşının değişik burjuvalar arasında yürüyeceği garantilidir. Chavezcilerin “sosyalist” olarak görülüp gösterilmesi, ulusal burjuvazinin görece bağımsızlık yanlısı tavrı ve iktidarını koruyabilmek için de yoksulların durumunun devletin sübvansiyonlarıyla iyileştirilmesi vb. kitleler için olumlu edimler, ezilenlerin sosyalizm konusundaki bilincini karartan, sonuçta sistem içine hapseden bir rol oynamıştır, oynamaktadır. “Sosyalizm” kavramının çekiciliği, bu bilinç karartmasıyla uzun vadede kitlelerin gerçek sosyalizme karşı yönelmesine yol açacak temellerden biridir. Kitlelere göre Chavezciler başarısız olursa, “sosyalizm” başarısız olmuştur. Muhalefetin protestolarında “komünizm herkes için kıtlıktır” vb. sloganlar atması, pankartlar taşıması da kitleleri sosyalizm düşmanlığına yönlendirmek için kullanılan bir anti komünist propagandadır. Durumun böyle olduğu yerde kendisine “sosyalist”, “komünist” diyen birçok kesimin, “sosyalizmi” savunma adına Maduro yönetimi yanlısı propaganda yapan tavırları da sosyalizm, komünizm adına utanç vericidir. Bunları vurguladıktan sonra kısaca 12 Şubat’ta başlayıp değişik düzeylerde hala süren protesto ve çatışmalara bakalım. Yaklaşık ikibuçuk aydır yaşanan protestoların ve çatışmaların fitilini ateşleyen gelişme, 12 Şubat’ta yönetime karşı yapılan protestoda, eylemin sonunda bir kesim eylemciyle kolluk güçleri arasında yaşanan çatışma sonucu iki kişinin –sonradan üç olduğu yazıldı- öldürülmesi olayıydı. Olayların bir yanında, sokaklara barikatlar kuran, trafiği günlerce durduran, devlet binalarına saldıran ve kundaklayan, otobüs ya da başka ulaşım araçlarını yakan, kamu araçlarına zarar veren, yönetim yanlısı olanlara saldıran, öldü- ro ve yönetiminin “diktatör(lük)” olmadığına örnek olarak gösterildi. Gerek kolluk güçlerinden kimilerinin “izinsiz” silah kullanması, çatışmaların yaşandığı ortamda, Maduro’ya karşı darbe hazırlığı içinde olduğu söylenen hava kuvvetlerinden üç yüksek rütbeli askerin tutuklanması, gerekse de ABD ve Kolombiya kaynaklı olduğu söylenen kimi “paramiliter” kışkırtıcıların tutuklanması vb. olaylar, Maduro’nun komplo teorisini daha da güçlü savunmasına hizmet etti. Maduro’nun bu tavrını sürdürmesine hizmet eden bir durum da, muhalefetin elinde olan kimi idari bölgelerde, belediye başkanlarının, Yüksek Mahkeme yargıçlarının yerel kurumların kamu düzeninin bozulmasına, sokaklara barikatlar kurulmasına karşı kararlı bir biçimde müdahalede bulunma kararına uymamaları; tersine kimi yerlerde ise somut olarak protestoculara destek sunmaları durumuydu. Uyarılara uymamaları sonucu, yükümlülüklerini yerine getirmediği gerekçesiyle üç belediye başkanı tutuklandı, biri hakkında da 10,5 yıl hapis cezası verildi. Bunlarla da bağıntılı olarak Maduro, özellikle ABD, Kolombiya ve Panama’ya karşı suçlamalarını yoğunlaştırdı, Panama ile diplomatik ve ticari ilişkileri dondurdu. ABD ve Panama’nın diplomatik temsilcilerini yurtdışı etti... ABD ve onun gölgesi altındaki Panama da yanıtlarını geciktirmedi. Tavırlarıyla, muhalefeti açıkça desteklediklerini de gösterdiler. Venezuela’daki protestoların başını çeken Lopez’in, hakkında çıkarılan tutuklama kararına uyup 18 Şubat’ta polise teslim olmasından sonra bu muhalefetin başını Machado çekti, çekiyor. Panama’nın muhalefeti destekleme çabası içinde, “Amerika Devletleri Örgütü”nün (OAS) toplantısında konuşabilmesi için Machado’yu kendi temsilcisi olarak ilan etmesi ve Machado’nun bunu kabulü ise, Venezuela yasalarına göre Machado’nun milletvekilliğinin 26 Mart’ta iptal panorama ren, bir bölümü silahlı olan muhalefet; diğer yanında ise protestocuları toptan “faşist güçler”, protestoları da “faşist darbe denemesi” olarak değerlendiren, fazla saldırgan olmayan ama muhalefete “dersini” vermeye çalışan, resmen Başkan Maduro’dan ya da yüksek rütbeli komutandan vur emri olmadan protestoculara saldıran kolluk güçleri, tutuklanan eylemcilere yönelik zorbaca davranan ve evet işkence de yapan devlet ve kolluk güçleri vardı. Chavezcilerin Maduro yönetimini destekleyen eylemleri ise genelde barışçıl eylemler olarak vitrine yerleşti. Çatışmaların kısa bilançosu şöyledir: 12 Nisan 2014 tarihinde yapılan, Başsavcı Luisa Ortega’nın resmi açıklamasına göre, çatışmalarda 41 kişi öldürülmüş, 674 kişi yaralanmış ve 175 kişi de tutuklanmıştır. Bunlar arasında öğrencilerin sayısının da 12 olduğu açıklandı. Kamu araçlarına ve binalarına protestocuların verdiği maddi zararın ise milyonlarca doları tuttuğu bilgisi medyaya yansıdı. Öldürülen 41 kişinin çoğunluğu yönetim yanlısıdır ve bunların içinde kolluk güçleri de var. Yani bir taraf diğerinden “iyi”, diğerinden “temiz” değil! Devletin kolluk güçlerinin saldırganlığı ve buna karşı yetkili kurumların tavırları konusunda ilginç olan durum, Venezuela “Gizli Güvenlik Örgütü” olan SEBİN’in şefi Manuel Bernal’ın 18 Şubat’ta görevinden alınmasıydı. Yine beş SEBİN ajanı, bir asker ve bir de halk polisi, izinsiz silah kullanma uluslararası (insan) hakkı(nı) çiğneme ve suçortaklığı nedeniyle mahkemeye verildi. Askeri güçlerin generalinin açıklamasına göre de “Ulusal Tugay”lardan 97 kişi hakkında eylemcilere “barbarca davranma ve işkence” yapma nedeniyle soruşturma yapılmaktadır. Başsavcının açıklamasına göre polis, ulusal tugay ve gizli güvenlik örgütü mensuplarına karşı toplam 120 durumda soruşturma yürütülmektedir. Bu soruşturma ve yargılamalar, devlet yetkilileri tarafından Madu- 25 panorama 26 edilmesine yol açtı. OAS’nin toplantısında ABD ve görüşerek diyalogla sorunu çözme konusunda anlaşişbirlikçilerinin Venezuela’ya karşı çıkarmak istediği tılar. Diyalog görüşmeleri başladı ve 10 Nisan’daki yaptırımlar uygulama kararı büyük bir çoğunlukla görüşmeler tüm televizyon kanallarında ve radyoda reddedildi. canlı yayınlandı. MUD lideri Aveledo yapılan ikinci Ölümlerin yaşandığı protesto ve eylemlerin başla- görüşme sonrasında, üç saatte bu kadar yol alınabimasından kısa süre sonra Maduro taraflara “ulusal leceğini düşünemediğini, görüşmeleri olumlu değerdiyalog” çağrısında bulundu. Toplumun değişik ke- lendirdiğini açıkladı. Diyalog görüşmeleri sürüyor. simlerinden temsilcilerin katıldığı bir “barış kon- Ama Lopez ve Machado önderliğindeki muhalefet, feransı” yapılmasını istedi. Bu çağrının yapıldığı görüşmelerde yer almayı reddetti ve protestolarını dönemde MUD’nin geçen seçimlerdeki başkanlık değişik biçimlerde, kitlesel katılım yerine, esasta öradayı Capriles, kendi yandaşlarının şiddet eylemleri- gütlü güçleriyle sürdürüyorlar. ne karşı arasına mesafe koymaya başladı ve MUD’nin Bu görüşmelere Venezuela Komünist Partisi (PCV) yaşanan cinayetlerden ve kamu kurum ve araçlarına lideri Oscar Figuera’nın yönelttiği esas eleştiri, verilen zararlardan sorumlu tutulmasını engellemeye Maduro’nun MUD ile yürüttüğü görüşmelere paraçalıştı. Böylece pratikte muhalefet “ılımlı” ve “sert” lel olarak kendi müttefikleriyle görüşmelerde bulunkesim olarak ayrışmaya başladı. maması biçimindedir. Bir diğer tavrı da PCV’nin Mart ayı başlarında (kimi habebarıştan yana olduğu, ama bunun re göre 12, kimisine göre de 14 “faşizme tavizlerle” gerçekleşeMart) Şili’de yapılan toplanmeyeceği yönlü tavırdır. Bu Devletin kolluk güçlerinin tıda UNASUR, taraflar tavır kuşkusuz ki MUD’yi saldırganlığı ve buna karşı yetkili arasında diyaloğu sağlave görüşmelere katılan yabilme ve çatışmalara muhalefeti faşist olarak kurumların tavırları konusunda ilginç son verebilme amacıydeğerlendiren bir taolan durum, Venezuela “Gizli Güvenlik la Venezuela’ya Dışivırdır. MUD’nin ABD şileri Bakanları’ndan Örgütü” olan SEBİN’in şefi Manuel Bernal’ın yanlısı, neoliberal oluşan bir heyet ekonomi ve siyasetin 18 Şubat’ta görevinden alınmasıydı. Yine beş gönderme kararı savunucusu olduğu verdi. Maduro böyleaçıktır. Ama bunların SEBİN ajanı, bir asker ve bir de halk polisi, si bir adımı toplantıbir cephe örgütü, ya dan önce onaylamıştı. izinsiz silah kullanma uluslararası (insan) da partisi olarak faşist Sözkonusu heyet 25-26 oldukları değerlendirhakkı(nı) çiğneme ve suçortaklığı Mart’ta Venezuela’da tamesi bize abartılı, yanlış nedeniyle mahkemeye verildi. bir değerlendirme olarak göraflarla görüşmelerde bulundu ve sonuçta herhangi bir dış rünüyor. Bu cephe örgütü ya da müdahaleye karşı uyarıda bulunarak partisi içinde faşist kişilerin olması da, muhalefete Başkan Maduro’nun “barış diyalobu genel değerlendirmeyi haklı çıkarmaz. PCV ğu” talebine uymaları çağrısında bulundu. Bu açık- esasında Maduro’nun protestocuları genel olarak “falamada muhatapların insan haklarına saygı duyduğu şist çeteler” değerlendirmesine uygun, kuyrukçu bir ve “demokratik düzenden her kopuşu” yargıladıkları yaklaşım içindedir. Maduro ve diğer yetkililerin dida belirtildi. Böylece halkın büyük bölümünün diya- yalog için bu değerlendirmesinden vazgeçtiği yerde logdan yana olduğu anketlerine, somut bir adım atma PCV’nin bu tavrını sürdürmesi “boynuzun kulağı” umudu eklendi... MUD lideri Aveledo bu görüşmeler geçmesine benziyor. ertesinde birbirine saygılı bir diyaloga hazır olduklaSözkonusu görüşmelerin nasıl sonuçlanacağını rını açıkladı. Aynı dönemde BM de taraflara diyalog zaman gösterecektir. Açık olan Venezuela’da gerçek çağrısını yaptı. Marksist-Leninist bir örgütün, Bolşevik bir Partinin Sonuçta UNASUR temsilcilerinin taraflarla yaptığı yokluğudur! Venezuela’da sosyalizmi isteyenlerin görüşmeler sonrasında 8 Nisan’da Maduro ve MUD böylesi bir örgütü yaratması, inşa etmesi en temel götemsilcisi ve UNASUR arabulucuları –Brezilya, Ko- revidir. lombiya ve Ekvador Dışişleri Bakanları- karşılıklı 25.04.2014 ✓ spanya İç Savaşı, 17 Temmuz 1936 - 1 Nisan 1939 tarihlerinde, İspanya’da milliyetçiler ile Cumhuriyetçiler arasında yapılan bir savaştır. Savaş, 17 Temmuz 1936’da General Francisco Franco’nun komutasındaki faşist güçlerin seçimle işbaşına gelen Cumhuriyetçi “Halk Cephesi” koalisyonuna karşı ayaklanmasıyla başlamıştır. Üç yıl süren ve İspanya’da büyük yıkıma yol açan iç savaş, 1 Nisan 1939’da faşistlerin zaferi ile sonuçlandı. Franco diktatörlüğü, 1975’deki ölümüne kadar sürdü. 2014 yılı, İspanya İç Savaşının başlamasının 78. yıldönümüdür. İspanya iç savaşını anlatmadan önce, iç savaş öncesi tarihsel gelişmeleri, faşizmin Avrupa’da yükselişi ve savaş hazırlıklarını kısaca anlatmakta fayda var. Birinci Dünya Savaşı Sonrasındaki Gelişmeler Birinci Dünya Savaşı, emperyalistler arasında çıkan bir savaştı. Emperyalistler, savaştan zayıflamış olarak çıktılar. Savaş, emperyalist cepheyi yarmak için elverişli bir ortam yaratmıştı. Bolşevikler önderliğinde yapılan Ekim Devrimi, emperyalist savaşa son vermişti. Rusya’daki Büyük Sosyalist Ekim Devrimi’nin zaferi, bütün dünyada proletaryanın davasına bağlı kitlelerin büyük sevinci ve coşkusu ile karşılandı. Ekim Devrimi bütün dünyada devrimci dalganın yükselmesine büyük bir atılım kazandırıyordu. Ocak 1918’de Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nda ve Almanya’da işçiler ayaklandı. Kimi alanlarda geçici olarak Sovyet iktidarları kuruldu. Zaferi engelleyen, sonuçta bu ülkelerde güçlü Bolşevik örgütlerin olmaması oldu. Ocak sonunda Finlandiya’da devrim patladı. Rusya’dan sonra Finlandiya’da, işçiköylü iktidarı kuruldu. Bu ülkede işçiköylü iktidarı Mayıs ayı başına kadar yaşadı. Finli beyaz ordu Alman ordusunun yardımıyla kızıl iktidarı yıktı. Eylül 1918’de Bulgaristan ordusunda silahlı bir ayaklanma patladı. Askerler monarşinin yıkıldığını ve cumhuriyetin kurulduğunu ilan ettiler. Bu ayaklanma da sonuçta dıştan destekle bastırıldı. 3 Kasım 1918’de Almanya’da Kiel’de bahriyelilerin ayaklanmasıyla “Kasım Devrimi” başladı. Bir çok yerde işçi-asker Sovyetleri yerel yönetimlere el koydular. Ocak 1918’de özellikle Berlin, Kiel, Hamburg, Ruhr Havzası ve Münih gibi şehirlerde grevler iyice yaygınlaştı. Bu grevler sırasında Berlin’de Büyük Berlin İşçi Konseyi (Arbeiterrat von Gross-Berlin) kuruldu. Braunschweig, Frankfurt, Hannover, Lüneburg, Münih gibi büyük şehirler de işçi ve asker konseyleri kuruldu. 8 Kasım’da Münih İşçi, Asker ve Çiftçi Konseyi’nce Bavyera Cumhuriyeti’nin kurulduğunu ilan etti. Spartakus grubunun çağrısı üzerine 9 Kasım’da Berlin’de işçi ve askerlerin silahlı panorama İ İSPANYA İÇ SAVAŞI ÜZERİNE 27 panorama 28 ayaklanması başladı. Alman imparatorluğunun merkezindeki bu ayaklanma sonucu imparatorluk rejimi yıkıldı. Fakat bu zaferin sonuçlarını, işçi sınıfının çoğunluğunu burjuvazinin peşine takmayı beceren ve merkezcilerle birleşen sağ sosyal demokratlar topladı. 1919’da İngiltere’de “Sovyetler Birliği’nden elinizi çekin” şiarı altında geniş katılımlı bir kampanya başladı. Benzer dayanışma kampanyaları Fransa’da da yürütüldü. Bütün kapitalist ülkelerde devrimci işçiler eylemleriyle, Rusya’daki işçi iktidarına destek sunuyordu. Emperyalizme bağımlı ülkeler için için kaynıyordu. Latin Amerika’da Arjantin’de, Brezilya’da, Meksika’da, Peru’da, Uruguay’da, Şili’de halk yığınları toprak reformu, sekiz saatlik iş günü, ücretlerin arttırılması, ihtiyarlık sigortası, işçi ve çocuk emeğinin korunması, örgütlenme özgürlüğü ve üniversite reformu talepleriyle sokaklara dökülüyor, her yanda bağımsızlık talepleri yükseliyordu. Çin’de, Kore’de, Hindistan’da, Endonezya’da kitleler toprak, demokrasi, bağımsızlık talepleri ile ayaklanıyordu. Suriye’de, Lübnan’da, Irak’ta, Mısır’da, Libya’da, Sudan’da, Somali ülkesinde bağımsızlık mücadelesi yükseliyordu. Afrika’da sömürge durumunda olan Nijerya, Siera Leone, Belçika Kongosu, Senegal’de sömürgeciliğe karşı mücadele gelişiyordu. Türkiye’de emperyalist sömürgeleştirme siyasetine karşı bir kurtuluş savaşı yürüyordu. İran’da, Afganistan’da, Moğolistan’da halklar emperyalizme karşı mücadelelerinde, genç Sovyet Rusya’nın da desteğiyle başarılar kazanılıyordu. Devrimci eylemler bütün dünyada emperyalizmin iktidarını sarsıyordu. Birinci Dünya Savaşı sonrasında da devrimci bir kabarma vardı. Grevler, barikat savaşları, devrimci ayaklanmalar ve ulusal kurtuluş savaşları ve yarım kalan devrimler emperyalizme korku salıyordu. 1920/21’de kapitalist/emperyalist ülkelerde iktisadi kriz yaşanıyordu. İşçi sınıfı, iktisadi kriz şartlarında savunma mücadelesi yürütme konumuna girmişti. Burjuvazi iktisadi krizi aşma konusunda yalpalanırken, kimi ülkelerde burjuva demokrasisine alternatif olarak faşizm ve faşist hareketler gelişiyordu. Bu dönemde bir dizi yeni komünist partiler kuruluyor ve var olan KP’lerin etkisi artıyordu. Birinci Dünya Savaşı’ndaki merkezci kanat Şubat 1921’de, 2,5’uncu Enternasyonal’i kurdular. 2,5’uncu Enternasyonal’in işçi kitleleri içerisinde önemli bir etkisi vardı. İtalya’da Eylül 1920’de, Kuzey İtalya işçilerinin başlattığı fabrika işgali eylemleri kanla bastırıldı. Çekoslovakya’da Aralık’taki genel grev de başarısızlıkla sonuçlandı. Almanya’da Mart 1921’de – Orta Almanya’da erken ve hazırlıksız başlatılan– bir işçi isyanı, kanla bastırıldı. Gelişmeler burjuvazinin şimdi sarsılan iktidarını sağlamlaştırdığı, işçi ve emekçilere karşı saldırıya geçtiğini; işçi hareketinin ise artık savunmaya yöneldiğini gösteriyordu. Savaşın hemen ertesinde kazanılmış haklar birer birer geri alınıyordu. Burjuvazi işçilere-emekçilere karşı saldırısında salt şiddet yöntemlerini değil, aynı zamanda kandırma, gerektiğinde bazı ödünler verme yöntemlerini de ustaca birleştirerek kullanıyordu. Burjuvazinin işçi sınıfı ve emekçilere karşı mücadelede en önemli dayanaklarından biri sosyal demokrasiydi. Sosyal demokrasinin sağ kesimi açıkça burjuvazinin safındaydı, yer yer burjuvazi sosyal demokratların içinde yer aldığı hükümetlerle saldırıyordu işçilere. Mussolini eski bir “sosyalist”ti. 1921’de faşist hareketler tarafından Ulusal Faşist Parti kuruldu. Partiyi destekleyenler arasında bürokrasi, kilise ve ordu bulunuyordu. Roma Yürüyüşü sonucu kral III. Vittorio Emanuele, Mussolini’yi 31 Ekim 1922’de başbakan ilan etti. Avrupa’da, Ruhr bölgesinin (Almanya) 6-7 Ocak 1923’de Fransa-Belçika tarafından işgali ile uluslararası çelişmeler iyice sertleşti. İtalya’da faşizmin iktidara gelmesi, ardından Ruhr işgali yeni bir emperyalist savaş tehlikesini olağanüstü arttıran faktörlerdi. Bulgaristan’da Eylül 1923’de tarihin ilk antifaşist ayaklanması başlatıldı. Bulgaristan Komünist Partisi’nin (BKP) beklentileri yerine gelmedi. Sosyal demokratların ve Köylü Halk Birliği’nin sağ kesiminin etkisindeki kitleler, reformist önderlerden koparak isyana katılmadılar. Yalnızca komünistlerin ve Köylü Halk Birliği’nin sol kesiminin etkisindeki -emekçilerin küçük bir azınlığını oluşturan - kesim ayaklandı. Ayaklanma kanla bastırıldı. Buna rağmen bu ayaklanma BKP’nin korkusuz ve fedakârca mücadelesi sayesinde kitlelerin güveninin kazanılmasında büyük rol oynadı ve ileriki dönemde BKP’nin emekçi kitlelerin gerçek önderi olmasının temelini attı. 1923 Sonbaharında Polonya’da da yükselen işçi sınıfı hareketi, Polonya’daki sömürücülerin egemen sistemini kökten sarsmaya başladı. İşçilerin grev hareketleri o güne kadar görülmemiş boyutlara ulaştı. Grevler birçok halde doğrudan siyasi talepler temelinde yürüyor, grevlere sokak gösterileri ve bunları bastırmaya çalışan polisle sokak çatışmaları eşlik edi- ğünü ilan etti. 9 Haziran 1923’te Bulgaristan’da, Çiftçi Birliği hükümeti askeri faşist bir darbe ile devrildi. Faşist diktatörlük kuruldu. 1923 Güzünde Avrupa’da Bulgaristan, Polonya ve Almanya’da işçi ayaklanmaları bastırıldı. İşçi hareketinin aldığı yenilgiler ertesinde savaş sonrasında ortaya çıkan devrimci dalga geri çekilme sürecine girdi. Kapitalist/emperyalist dünya geçici olarak bir istikrar dönemine girdi. Bu dönemde burjuvazinin emekçi yığınlar üzerindeki ideolojiksiyasi etkisi de giderek arttı. Sağ, sosyal demokrasi, merkezcileri de kuyruğuna takarak reformist işçi kitle örgütlerini burjuvazi ile işbirliği çizgisine çekmeyi başardı. Avrupa’da kısa süre içinde devrimlerin gerçekleşme beklentileri ayaklanmaların yenilgisi ertesinde artık gerçekçi beklentiler olmaktan çıktı. Doğuda anti-emperyalist devrimler giderek öne çıkmaya başladı. Sovyetler Birliği’ndeki sosyalizmin inşası ve savunulması bütün dünyada proletaryanın en önemli görevlerinden biri olarak kendini dayatıyordu. 1926 Mayıs’ında İngiltere’de işçiler genel greve gitti. Bu kapitalizmin görece istikrar döneminde Avrupa’daki en büyük işçi eylemi idi. Bu genel grev hareketi içinde, Büyük Britanya Komünist Partisi ve sendikalar içindeki ‘azınlık hareketi’ (Komünistler ve sol sosyal demokratlar) aktif bir rol oynadı. Grev hareketinin zirvesinde buna katılan işçi sayısı dört milyondu. Grevin en aktif unsurları ve grevin başını çekenler maden işçileri idi. Grev sırasında işçilerin seçtiği ‘grev komiteleri’ ve ‘eylem şuraları’ yerel iktidar organları olarak davrandılar. Grev, Sendikalar Genel Konseyi’nin uzlaşmacı tavırları sonucu kısa sürede genel karakterini kaybetti. Maden işçileri, grevi Kasım’a kadar sürdürdüler. Sonunda onlar da grevi kaldırmak zorunda kaldı. 1927’de Avusturya’da işçi sınıfının ayaklanması başarısız oldu. 15 Temmuz 1927’de Viyanalı işçiler 24 saatlik genel grev çağrısıyla büyük bir miting gerçek- panorama yordu. Hareketin başını Polonya Komünist İşçi Partisi (PKİP) çekiyordu. Gelişmekte olan grev hareketlerinin merkezlerinden biri Yukarı Şilezya idi. Burada çeşitli işletmelerden işçi temsilcileri alttan bir birleşik cephe organı oluşturup bütün Yukarı Şilezya’da grev hareketlerini örgütleyip koordine edecek bir “21’ler Komitesi” seçtiler. Bu komitenin çağrısı üzerine 15 Ekim 1923’te bütün Yukarı Şilezya bölgesinde genel grev başladı. Hükümetin buna cevabı sıkıyönetim ilan etmek oldu. Buna bütün Polonya’da işçi sınıfı, bu kez tabanın baskısına dayanamayan sosyal-demokrat partinin de katılımı ve çağrısıyla, Polonya çapında 5 Kasım’da bir genel protesto eylemiyle cevap verdi. Sosyal-demokrat önderler fakat aynı anda hareketin daha derinleşip gelişip radikalleşmesini engellemek amacıyla egemen sınıflarla pazarlığa oturdular. Sosyal-demokratlar hareketi satarken, komünist partisi bütün partilerden işçi ve emekçileri, mücadeleyi hükümeti devirip bir işçi-köylü hükümeti kurmak için ilerletmeye çağırıyordu. Protesto grev ve eylemler, bütün Polonya’da yayılırken Krakov kentinde silahlı ayaklanma biçimine büründü. Karşı devrim önceden PKİP örgütüne çok ağır bir darbe indirmiş, önderlerinin çoğunu öldürmüş veya zindana atmıştı. Dışarıda kalan kadrolar bir ayaklanmayı yönlendirecek tecrübe ve yetkinliğe sahip değildi. Bu arada Sosyalist Parti’nin pazarlıkları da sonuç vermiş, Sosyalist Parti işçileri genel greve son vermeye çağırmıştı. Krakov’daki silahlı ayaklanma sonuçta ülkeye yayılmadı, yerel kaldı ve kanla bastırıldı. Genel grev de Sosyalist Parti’nin ihaneti sonucu kısa sürede dağıldı. Ekim Devrimi’nin etkileri İspanya’da da yankılanmıştı. 1918-1921 yıllarında İspanya’da işçi hareketi bir atılım dönemine girmişti. Avrupa’daki hareketlerin yenilmesi, devrimlerin yarım kalmasının etkileri İspanya’ya da sıçradı. İşçi hareketinde bölünmeler ve sarsıntılar yaşandı. 13 Eylül 1923‘te İspanya’da General Primo de Rivera darbe yaparak askeri diktatörlü- 29 panorama leştirdiler. Posta ve demiryolu işçileri de süresiz greve çıktı. Gerçekleştirilen miting esnasında işçiler, Adalet Sarayını ve polis karakollarını ateşe verdi. Asker ve polisin işçilerin üzerine ateş açması sonucu 90’dan fazla işçi öldürüldü. 500 işçi yaralandı. Bu ayaklanmanın ardından Avusturya, hızla faşizme kaydı. 1933‘te parlamento kapatıldı ve Komünist Parti yasaklandı. 1924’te Arnavutluk’ta, Ahmet Zogu, Fan Noli halk hükümetini devirdi. Ahmed Zogu, 1939’a kadar Arnavutluk’u tek adam diktatörlüğü çerçevesi içinde yönetti. 1928’de krallığını ilan etti. Bu baskı rejiminin destekçisi İtalyan faşizmi idi. Yugoslavya krallık ile yönetiliyordu. Kral Alexander 1929’da diktatörlüğünü ilan etti. Kral ilk olarak parlamentoyu dağıttı. Devleti Koruma Kanunu yasası ile bütün siyasi partiler kapatıldı ve siyasi faaliyetlerle, “etnik kökene” dayalı örgütlenmeler yasaklandı. Kral Alexander 1934’te öldürüldü. 1936 yılında Yugoslavya’da Dragas Cvetovic tarafından faşist rejim kuruldu. 1924’te Yunanistan’da‚ Cumhuriyet ilan edilmişti. 1935’te krallığa yeniden geri dönüldü. II. Yorgo tekrar krallığını ilan etti. 1936’da Selanik’te genel greve gidildi. Ülkenin tehlikede olduğu gerekçesi öne sürülerek General Metaksas tarafından askeri bir diktatörlük kuruldu. Yunanistan Komünist Partisi yasaklandı. Basın susturuldu, muhalifler tutuklandı, sürgüne gönderildi. 1940’ta Girit’te çıkan ayaklanma kanla bastırıldı. 1929 Güzünde Kapitalist Dünyayı Saran Kriz 30 1929 Güzünde kapitalist dünyayı saran kriz ABD’de “Borsa Çöküşü”ne yol açtı. 1929/1933 yılları arasında kapitalizm o zamana kadarki tarihinin en uzun ve en derin krizini yaşadı. Kriz işçi sınıfı ve emekçiler açısından bütün kapitalist ülkelerde mutlak yoksullaşma, işsizlik ve açlığın büyük boyutlara varması sonucunu verdi. Tarım krizi milyonlarca köylüyü sefalete sürükledi. 1929 krizi emperyalist devlet ve tekeller arasındaki pazar dalaşını da olağanüstü ölçüde kızıştırdı. Kapitalist kriz sonucu içte sınıfı mücadelesi yükseldi. Bir dizi ülkede devrimci bir durum ortaya çıktı. Bu gelişmeler sonucu, işçi hareketinin gelişmesini engellemek ve gelişmeyi bastırmak için faşistleşme ve faşizm gelişti. Savaş hazırlıkları artırıldı. Aynı dönem içinde, Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin inşası tüm zorluklara rağmen hızla ilerliyordu. Sovyetler Birliği‘nin varlığı ve sosyalizmin inşası ile komünizmin işçi sınıfı ve emekçilerin kurtuluşu için tek alternatif olduğu pratikte kanıtlanıyordu. Sovyetler Birliği’nde Bolşevizmin yok edilmesi, bütün dünya burjuvazisinin önüne acil bir sorun olarak çıkıyordu. Faşistler bu işi en iyi kendilerinin yapabileceğini ispatlamaya çalışıyordu! Sovyetler Birliği’ne karşı emperyalist bir saldırı tehlikesi giderek artıyordu. Emperyalizmin iktidarı sömürge ve yarı-sömürgelerde de devrimci hareket sonucu sarsılıyordu. Çin Devrimi, 1927 yenilgisinin yaralarını sararak ilerliyordu. Vietnam’da komünistler önderliğinde köylüler belli bölgelerde iktidarı ele geçirmekte, işçi-köylü Sovyetleri oluşturmakta, toprak ağalarının topraklarına el koymakta idi. Dünya ekonomik krizi, emperyalist ülkeler arasındaki çelişmeleri şiddetlendirdi. Bir yandan kimi ülkelerde faşist diktatörlükler kuruluyor, diğer yandan savunması zayıf ülkelerin sırtından sömürgelerin ve nüfuz alanlarının yeniden paylaşılması uğruna savaş hazırlıklarına hız veriliyordu. 1930’da Romanya’da II. Carol diktatörlüğünü ilan etti. 1923’e demokratik bir anayasa onaylandı. 1927’de Kral Ferdinand ölünce torunu I. Michael tahta çıktı. Taht üzerindeki haklarından vazgeçmiş olan Michael’in babası I. Carol, 1930’da yeniden hak iddia etti ve II. Carol adıyla kral ilan edildi. Dünya iktisadi kriz yüzünden Avrupa devletleri ve ABD tamamen iç sorunlarla uğraşıyordu. Japon emperyalistleri, bu fırsattan yararlanarak Çin’e baskı yapmaya, Çin ‘i boyunduruk altına alıp ona tahakküm etmeyi denemeye karar verdi. Japon emperyalistleri 1931‘de tüm Mançurya’yı işgal ederek, Kuzey Çin’i ilhak etmek ve Sovyetler Birliği’ne saldırmak için kendilerine uygun mevziler hazırladılar. Japonya, Milletler Cemiyeti’nden çekildi ve yoğun şekilde silahlanmaya başladı. Japon emperyalistlerinin atağına karşı, ABD, İngiltere ve Fransa Uzak Doğu’daki donanmalarını güçlendirme yoluna gittiler. Japonya, Çin’i boyunduruk altına alarak, Avrupa ve Amerikan emperyalist güçlerini Çin’den atmak istiyordu. Bu ülkeler buna, silahlanmalarını artırarak cevap verdi. Portekiz’de 1932’de Salazar faşist diktatörlüğünü ilan etti. Salazar, Estado Novo (Yeni Devlet) partisi etrafında bir faşist kitle hareketi yarattı. Gücünü bu kitle hareketinden alarak yeni bir askeri darbe ile faşist diktatörlüğünü kurdu. Bütün politik partiler ve sendikalar kapatıldı, grevler yasaklandı. Gizli polisin (PİDE) yargısız infazları, işkence ve keyfi tutuklamaları alabildiğine yaygınlaştı. Kısaca toplumsal muha- süren çatışmalar, sosyal demokrat önderliğin tavırları sonucu, işçi sınıfının yenilgisi ile son buldu. Fakat sosyal demokrat işçilerin önemli bir bölümü, bu mücadele içinde sosyal demokrat önderlerin gerçek yüzünü, Komünistlerin işçi sınıfının çıkarlarını nasıl savunduğunu gördüler. Şubat 1934’e kadar 3000 üyesi olan Avusturya Komünist Partisi’ne, Şubat olaylarından sonra 13.000 sosyal demokrat işçi katıldı. Buraya kadar Birinci Dünya Savaşı sonrasında yaşanan kimi tarihsel gelişmeleri anlattık. İspanya İç Savaşı’nı anlamak ve İspanya iç savaşı öncesinde dünyadaki gelişmelerin bilinmesi önemlidir. panorama lefet tümüyle susturuldu ve katledildi. 1933‘te Naziler iktidara geldi. 1934‘te Hitler cumhurbaşkanı ilan edildi. Almanya’da faşizm kuruldu. Almanya’da faşizmin iktidara gelmesi, sadece işçi sınıfının zayıflığından kaynaklanmıyordu. Nazilerin iktidara yerleşmesi, Sosyal-Demokrat Partinin işçi sınıfına ihanetinin bir sonucu olarak açıklanamazdı. Nazilerin iktidara gelmesi aynı zamanda burjuvazinin zayıflığını da gösteriyordu. Çünkü burjuvazi iktidarını parlamentarizm ve burjuva demokrasisi yöntemleriyle sürdüremeyecek durumdaydı. Burjuvazi iktidarını sürdürmek için faşizme başvurmak zorundaydı. 1934 yılı başlarında Fransa’da faşist örgütler, yeterince güçlendikleri inancı ile iktidara el koyma hazırlıklarına giriştiler. 1934 Şubat’ında bir askeri darbe yoluyla iktidarı ele geçirme girişimine karşı, FKP (Fransa Komünist Partisi) işçilerin sokağa çıkıp faşistleri kovalamaya çağırdı. 12 Şubat’ta komünistlerin, sosyalistlerle birlikte yaptıkları genel greve 4,5 milyon kişi katıldı. Faşistlerin iktidara el koyma girişimi boşa çıkartıldı. FKP’nin girişimleri sonucu birçok yerel sosyalist parti örgütü, FKP örgütleri ile “Birleşik Cephe Anlaşmaları” imzalamaya başladı. Tabanın elden gittiğini gören Fransa Sosyalist Partisi yönetimi, 27 Temmuz 1934’de FKP’nin “Birleşik Cephe” önerisini merkezi olarak kabul etmek zorunda kaldı. Bu merkezi düzeyde ilk resmi anlaşma idi. Böylece faşist saldırılara karşı İşçilerin Birleşik Cephesi Fransa’da gerçek haline geldi. Avusturya’da da 1934 başında faşistlerin saldırıları büyük boyutlar kazandı. Avusturya KP önceden emekçi yığınları faşist saldırı konusunda uyarmış ve işçilerin faşizme karşı birleşik cephesinin oluşturulması için çeşitli faaliyetler yürütmüş, üstten de cephe önerileri hep Sosyal Demokrat şeflerin ret cevabını almıştı. İşçiler esas olarak Avusturya Sosyalist Partisi saflarında örgütlü idiler. Sosyalist Parti şefleri faşist tehlikeyi küçümsüyor, “zaman geldiğinde ezeriz” tavrını takınıyorlardı. Sosyalist Partinin tabanında oldukça geniş bir sol muhalefet vardı. ASP’nin bir kuruluşu olan “Savunma Birliği” gizli silah depolarına sahipti. Buna rağmen sosyal demokrat yönetim, tabanı faşist saldırılara karşı mücadeleden alıkoyuyordu. 12 Şubat 1934’de ASP’nin Linz’de ve Viyana’daki büroları faşistlerin silahlı saldırısına uğradı. “Savunma Birlikleri” ile faşistler ve polis arasında çatışmalar başladı. Komünistler güçsüz olmalarına rağmen, bu çatışmalarda en ön saflarda yer aldılar. Dört gün İspanya İç Savaşına Giden Süreç İspanya monarşi ile idare edilen bir ülke idi. 13 Eylül 1923‘te İspanya’da General Primo de Rivera darbe yaparak askeri diktatörlüğünü ilan etmişti. 30 Ocak 1930’da Primo de Rivera iktidardan uzaklaştırıldı.14 Nisan 1931’de cumhuriyet ilan edildi. Cumhuriyetin ilan edilmesi ile birlikte, sendikaların üye sayısı artmaya başladı. Nisan 1931’de yerel seçimler yapıldı. Yerel seçimlerde, İspanya’nın büyük kentlerinde cumhuriyet yanlısı gruplar çoğunluğu sağladı. Kırsal bölgelerde ise monarşistler çoğunluğu elde etti. İspanya’da, bu dönemde anti-monarşist rüzgârın estiği bir dönemdir. 1931 sonunda Anayasa kabul edildi. Anayasa’da, İspanya’nın işçilerin cumhuriyeti olduğu tanımı konuldu. Bu tanımın gerçeklik haline gelmesi için zamana ihtiyaç vardı. Bu dönemde İspanya kralı VIII. Alfonso’dur. Alfonso, askerlerden beklediği desteği bulamadı. Krallık haklarından feragat ettiğini söyleyen Alfonso, ülkeyi iç savaşa sürüklemek istemediğini belirterek sürgüne gitti. Monarşi döneminde bakanlık yapmış olan Alcala Zamora, 1931’de Cumhuriyetin başkanı seçildi. Alcala Zamora, eski bir cumhuriyetçi olan Azana’ya hükümeti kurma görevi verdi. Kurulan hükümette, burjuva partilerinin yanı sıra iki sosyalist te görev aldı. Hükümette görev alan sosyalistlerden Largo Caballero, İspanyol Sosyalist İşçi Partisi üyesi ve aynı zamanda Tarım İşçileri Federasyonu’nun (UGT) genel sekreteridir. Largo Caballero’ya Çalışma Bakanlığı görevi verildi. Hükümette yer alan diğer bir sosyalist Indalecio Prieto da İspanyol Sosyalist İşçi Partisi’nin üyesidir ve Indalecio Prieto Maliye Bakanı oldu. Ancak hükümet beklentileri yerine getirmekten uzaktır. Bu hükümet döneminde de, hoşnutsuzluklar giderek artar. Grevler, yerel ayaklanmalar ve kitle eylemlilikleri sürüp gider. 1 Mayıs 1931’de gösteriler yapılır. 31 panorama 32 Largo Caballero, Madrid’deki 1 Mayıs gösterilerine katılır. Ulusal Emek Konfederasyonu’nun (CNT) Barselona ve Komünistlerin Bilbao’da düzenlediği 1 Mayıs gösterilerine kolluk güçleri saldırır. Mayıs sonunda Pajases’de sekiz kişi, 28 Haziran’da Malaga’da bir kişi öldürülür. 18 Temmuz’da Sevilla’da bir işçinin öldürülmesi sonucu genel greve gidilir. Grevin ardından tutuklanan dört işçi öldürülür. Bu dönem aynı zamanda monarşi güçlerinin toparlandığı dönemdir. Sağda yeni bir ittifakın temelleri atılır ve ‘Sağ Partiler Konfederasyonu’ (CEDA) kurulur. CEDA, açıkça monarşiyi savunuyordu. Cumhuriyetçiler, gerici sınıflara karşı aktif bir tavır alamıyordu. Gerici sınıfların direnişi sonucu toprak reformu yapılmaz. Kasım 1933’te genel seçimler yapılır. O dönemde İspanya’da 8 milyon 700 bin seçmen vardır. Sosyalist Parti, 1 milyon 700 bin oy alarak 58 milletvekilliği kazanır. Komünist Parti 400 bin oy alır. Anarşistler seçimleri boykot eder. Seçimden ‘Sağ Partiler Konfederasyonu’ (CEDA) en büyük parti olarak çıkar. Kitlelerin sağa yönelmesinde, 30 Ocak 1933’te Nazilerin Almanya’da iktidara gelmesinin de etkisi vardır. Seçimlerin ardından sağcı bir hükümet kurulur. Devlet başkanı CEDA’lı bakanların kabineye girmesini onaylamaz. Radikal Cumhuriyetçi Parti lideri Alejandro Lerroux García başbakan olarak atanır. Lerroux, otonom sağcı ve CEDA tarafından desteklenen bir hükümet kurar. Sağcıların seçimi kazanması ile birlikte, kitlelere karşı savaşacak faşist örgütlenmenin temeli olan Falanjlar oluşmaya başlar. Aralık 1933’te, Ulusal Emek Konfederasyonu Katalonya’da bir grev dalgası başlatır. CNT, Mart 1934’te siyasal tutukluların serbest bırakılması için grev kampanyasını yürütür. Mayıs 1934’te Estremadura köylüleri, hasat zamanı greve gider. Ancak greve katılım düşük olur. Haziran’da sosyalist dört milletvekili ve yüzlerce köylü tutuklanır. Bu tutuklama furyası kitle hareketlerinin yükselmesine neden olur. 5 Ekim 1934’te genel greve gidilir. Ancak genel grev başarısız olur. Lerroux, dışardan desteğin yeterli olmadığını belirterek, CEDA üyelerinden bazılarını hükümete alır. 5 Ekim 1934’te, Katalonya’da bir isyan çıkar. İspanyol milliyetçileri, İspanya devleti içinde kalmak koşulu ile Katalonya devletini ilan eder. İsyan iki gün içinde kanla bastırılır ve hükümet üyeleri tutuklanır. Katolanya isyanına paralel olarak Asturias isyanı başlar. Kuzey sahilinde madencilikle uğraşılan bölge- lerde, tüm sol grupların önemli bir etkisi vardır. Bu bölgede, tüm sol gruplar faşizme karşı asgari düzeyde bir ittifak kurmuşlardı. 5 Ekim’de madenciler, polis ve sivil muhafız karargâhlarına saldırıp silahlarına el koyar. Eyalet başkenti Oveido ele geçirilir. Asturias komünü kurulur. Ayaklanma sadece Asturias bölgesi ile sınırlı kalır. Asturias komünü iki hafta yaşar. Franco komutasındaki askerlerin terörü altında komün yenilir. 1300 kişi öldürülür. 30-40 bin kişi de tutuklanır. Yaralı sayı ise 3 bindir. Aralık 1935’te Cumhuriyetçi hükümet erken seçim kararı alır. Bu dönemde üç koalisyon listesi ortaya çıkar. Birinci liste, ılımlı sağ ve orta yol Cumhuriyetçiler listesidir. İkinci liste, Ceda önderliğinde tüm katolik, monarşist ve faşist güçler koalisyonundan oluşuyordu. Üçüncü liste, Cumhuriyetçiler, sosyalistler ve komünistlerden oluşan Halk Cephesiydi. 15 Ocak 1936‘da Halk Cephesi kurulur. Halk Cephesi’nin sağ kanadı Cumhuriyetçi sol, Cumhuriyetçi Birlik, Esquerra Katalonya Partisi ve Federal Cumhuriyetçi Parti’den oluşuyordu. Sol kanat ise 200 bin üyeli UGT sendikası, Sosyalist Parti, Komünist Parti, küçük çaptaki sendikalist partiler ve Marksist Birlik Partisi’nden oluşuyordu. Halk Cephesi içerisinde yer almayan iki anarşist örgüt FAİ (İspanya Anarşist Federasyonu) ve CNT (Ulusal Emek Konfederasyonu) Halk Cephesi’ne geniş ölçüde destek oluyordu. CNT’nin o dönemki üye sayısı 1 milyona yakındı. 16 Şubat 1936’da seçimler yapılır. Merkez liste 681 bin, Halk Cephesi 4 milyon 176 bin ve sağ cephe 3 milyon 783 bin oy alır. Halk Cephesi 286, sağ cephe 132 ve Merkez liste 42 milletvekili kazanır. Seçimlerden sonra, sol Cumhuriyetçi Manuel Azaña’nın hükümeti kurulur. Hükümette, sosyalistlere ve komünistlere yer verilmez. Sosyalistler ve komünistler dışardan hükümeti destekler. Çalışma haftasının kısaltılması, ücretlerin yükseltilmesi ve ücretli izin hakkı için mücadeleler yoğunlaşır. Azana Hükümeti 19 Şubat’ta genel af ilan eder. Özerk Katalan hükümetinin yeniden kurulmasına izin verilir. 14 Mart’ta Falanj faşist örgütü yasadışı ilan edilir ve lideri J.A. Primo de Rivera tutuklanır. 10 Mayıs tarihinde ise Azana, Cumhurbaşkanı seçilir. Başbakanlığa ise Casares Quirigo getirilir. Seçimlerin hemen ardından faşistler, ülkenin hemen her yerinde siyasetçilere, sendikacılara, işçi ve köylülere yönelik suikast ve katliamlara hız verir. Falanjistlerin amacı yarattıkları terör yoluyla halkı sindirmektir. Falanjistler iç savaşı tırmandırmak için Barrio’nun yerine Jose Giral başbakanlığa atanır. Askeri darbeye karşı, İspanya’nın en önemli şehirlerinde kitleler mücadele etmeye başlar. İşçi örgütleri, resmi makamlara başvurarak silah talep eder. Silah bulanlar kendi imkânları ile darbecilerin karşısına çıkar. Kitlelerin askeri darbeye karşı koyuşları, askeri darbenin kimi şehirlerde başarısızlığa uğramasına neden olur. İşçiler kısa sürede, Madrid, Barselona, Valencia, Toledo, San Sebastian ve Malaga gibi kentlerde denetimi ele geçirir. Cardoba ve Sevilla gibi kentlerde çatışmalar devam eder. Donanmanın önemli bir kısmı emekçi kitlelerin yanında yer alır. Darbeciler, Burgos, Saragosa, Fas, Kanarya Adaları ve Balear’ı denetimleri altına alır. Böylelikle iç savaş başlar. panorama suikastlar yanında doğrudan halka saldırmaya da başlar. 14 Nisan 1936’da Falanjistler, resmigeçit töreninde halka ateş açar. 13 Temmuz tarihinde cumhuriyetçi askerlere dönük katliamlar ise bardağı taşıran son damla olur. Sağcıların liderlerinden Calvo Sotelo cezalandırılır. Bu dönem askerlerin darbe hazırlıklarını yaptığı dönemdir. Hükümet, darbe hazırlıklarını yapan General Franco’yu Kanaraya Adaları’na, General Goded, Barselona’ya tayin edilerek, Madrid’den uzaklaştırılır. Temmuz’un ilk günlerinde askeri darbenin yaklaşmakta olduğu seziliyordu. Sol cumhuriyetçi hükümet, darbeyi önlemek için gereken çalışmayı yapmıyordu. Darbe öncesi, sokak gösterileri ve suikastlar giderek artıyordu. 12 Temmuz’da sol subayların örgütü olan UMRA üyesi teğmen Jose Del Castilol faşistler tarafından öldürülür. Castilol’un öldürülmesi büyük anti-faşist gösterilerin yapılmasına neden olur. 13 Temmuz’da sağcı Jose Calvo Sotelo öldürülür. Sotelo’nun öldürülmesi sağcıların gösteri yapmalarına neden olur. 16-17 Temmuz 1936’da, İspanya’nın sömürgesi olan Fas’ta üstlenmiş olan birlikler ayaklanır. 17 Temmuz’da Fas’taki kuvvetlerin komutanı Yagüe isyanı başlatır. Birlikler, tüm İspanyol Fas’ında kontrolü ele geçirir. Yirmi dört saat içerisinde, ülkedeki önemli garnizonlar isyana katılır. Queipo de Llano, Fanjul, Goded, Cabanellas, Mola ve diğer bölge komutanları, bulundukları yerlerde olağanüstü hal ilan eder. İsyan sokaklara taşınarak kamu binalarını ele geçirilir ve Cumhuriyete bağlı görevliler öldürülmeye başlanır. Carlistlerin bölgesi Navarre’de isyan herhangi bir direnişle karşılaşmaz ve kısa sürede ayaklanma, bölgenin tamamında başarıya ulaşır. Saragosa, Aragon, Burgos, Eski Kastilya, Cadiz, Sevilya, Jerez, Cordoba ve Granada’da, isyancılar kendilerine karşı direnişe geçen silahlı işçi gruplarına karşı üstünlük sağlayarak, bu bölgelerin denetimini ele geçirir. Franco, 19 Temmuz’da Kanarya Adaları’ndan Fas’a gelerek, buradaki orduların komutasını devralır ve buradan lejyonerler ve Faslı askerler ile birlikte İspanya’ya gelmeyi başarır. Ardından Cuenta ve Tetuan şehirlerinde ayaklanma başlar. Burgos’ta General Davila, hükümet yanlısı General Batet’i tutuklar. Sevilla’da General Ljano, Saragosa’da General Cabanellas şehri teslim alır. Azana başkanlığındaki Halk Cephesi, Halk Cephesi içinde bulunan en sağ parti lideri Martinez Barrio ile bir milli birlik hükümetini denemek ister. Barrio’nun başbakanlığı bir gün sürer. UGT ve CNT halkın derhal silahlandırılmasını talep eder. Ve İç Savaş! Darbeciler, darbeyi ustaca hazırlamıştı. İç savaş hesapta yoktu. Darbeciler, sadece ordu aracılığıyla değil sivil faşist güçleri de kışlaya sokup onlara üniforma ve silahlar dağıtarak ayaklanmalara hız vermişlerdi. Faşistler işgal ettikleri yerlerde yağma, talan ve katliamlara başvuruyor, oluk oluk kan akıtıyorlardı. İşgal ettikleri her yerde on binlerce insanı önce işkenceden geçirip ardından öldürüyorlardı. Faşistlerin katletmesi için çoğu zaman cumhuriyetçi bile olmak gerekmiyordu. Darbecileri desteklememek, cinayetler için yeterli bir gerekçeydi. İşçi sınıfı ve köylüler, kitlesel olarak sokağa çıkıp elde silah faşistlere karşı savaşmaya başladı. Faşizm tehlikesi karşısında hükümet halka silah dağıtılmaya başladı. Komünistler, Sosyalistler, CNT üyeleri, Cumhuriyetçiler, Katalan Milliyetçileri, Basklılar ve diğer anti-faşistler birleştiler. Cumhuriyeti kurtarmak için bir ölüm kalım mücadelesi yürütülmeye başlandı.19 Temmuz 1936’da Katalonya’da, askerler kışlalarından çıkarak Katalonya meydanına yürüdüler. Katalonya meydanı kanlı bir çarpışmaya neden oldu. İşçiler çok fazla kayıp verdiler ama askerleri geri püskürtmeyi başardılar. Çatışmanın kritik bir anında Albay Escobar, dört bin muhafızla işçilerin safına geçti. Darbeciler yenildi, kışlalar düşürüldü. Çatışmalar 20 Temmuz’da Madrid’e sıçradı. İşçilerin çok az silahı vardı. Darbeciler kışlalarına çekildi. İşçilerin kitlesel saldırısı ile askeri kışla düştü. İşçiler daha sonra Madrid yakınlarındaki Guadalajara garnizonuna saldırıp, garnizonu ele geçirdiler. General Barrera kurşuna dizildi. Toledo kenti darbecilerden geri alındı. Halk Cephesi güçleri, darbecileri durdurmak için Valencia, Malaga ve Siguenza’ya yürüdüler. 33 panorama 34 Malaga’da darbeciler kışlalarına çekilip savunma pozisyonuna geçtiler. Askerler teslim olmak zorunda kaldılar. İspanyol halkı Cumhuriyeti kurtarmıştı. Bu büyük çatışmada, İspanyol halkının darbecilerden daha güçlü olduğu ortaya çıkmıştı. İç savaşın cumhuriyetçiler lehine gelişmesine bağlı olarak uluslararası emperyalist ve faşist güçler devreye giriyordu. Faşizmin Uluslararası Desteği İspanya Cumhuriyeti’ne karşı Almanya ve İtalya’nın askeri müdahalesi bağlamında Stalin şu tespitleri yapıyordu: „1936 yazında Almanya ve İtalya’nın İspanya Cumhuriyeti’ne karşı askeri müdahalesi başladı. İspanyol faşistlerini desteklemek bahanesiyle, İtalya ve Almanya, İspanyol toprakları üzerine, yani Fransa’nın gerisine üstü kapalı biçimde asker çıkarma ve donanmalarını İspanyol karasularına -güneyde Balear Adaları’na ve Cebelitarık çevresine, batıda Atlantik Okyanusuna, kuzeyde de Biskay körfezine-sokma imkânı buldular. 1938 başında Alman faşistleri Avusturya’yı ilhak ettiler, böylelikle orta Tuna boylarına yerleştiler ve- Avrupa’nın güneyine, Adriyatik denizine doğru yayıldılar. Alman ve İtalyan faşistleri İspanya’ya müdahalelerini genişlettiler ve aynı zamanda dünyaya İspanya’da “Kızıllar” ile savaştıklarını ve başka bir niyetleri olmadığını ilan ettiler. Ama bu, saf kimseleri kandırmak için hazırlanmış kaba ve sığ bir tertipti, çünkü aslında onlar, İngiltere ve Fransa’nın Asya ve Afrika’daki geniş sömürgeleri ile deniz ulaşımlarını keserek, bu ülkelere darbeler indirmekteydiler.“ (Stalin, Eserler, Cilt XV, sf. 376, İnter Yayınları) Emperyalist ve faşist devletlerin çıkarları İspanya’da çakışıyordu. İspanya Cumhuriyeti faşistler için risk taşıyordu. İtalya, 1935’te Habeşistan’a saldırmıştı ve ülkeyi kendi boyunduruğu altına almıştı. Nazi Almanya’sı, SSCB’ye saldırmak için ha- zırlık yapıyordu. SSCB’ye saldırmadan önce İspanya Devrimi boğulmalıydı! İspanyol madenleri faşist savaş sanayisi için gerekliydi. İspanya iç savaşında, faşistlerin kaybettiği ortaya çıkınca Almanya ve İtalya, İspanya ile Fas arasındaki cumhuriyet donanmasına uçak ve denizaltılarla saldırıp bölgeden uzaklaştırdı. Böylece oluşturulan koridordan Fas’ta toplanmış olan Franco’nun birlikleri, Arap paralı askerleri ve İtalyan birlikleri İspanya’ya taşındı. Bunlar savaş deneyimi olan birliklerdi. Özellikle İtalyan askerleri Habeşistan’ın işgalinden daha yeni gelmişti. 150 bine yakın İtalyan askeri Franco kuvvetlerine katıldı. İtalyan Hava Kuvvetleri’ne ait uçaklar, İspanya halkının üzerine bomba yağdırdı. Ayrıca İtalya, Franco’ya askeri destek sundu. Alman ve İtalyan denizaltıları özellikle Akdeniz’de İspanya’ya giden gemileri batırarak, Cumhuriyetçilere gidebilecek yardımları engellemeye çalıştı! İspanyol faşizminin uluslararası alanda en önemli destekçilerinden birisi Nazilerdi. Naziler, İspanya iç savaşında, hava taktiklerini ve teorilerini deneme fırsatı buldu. Bunlar içinde en önemlisi 27 Nisan 1937 yılında Guernica’nın yoğun hava bombardımanı ile yok edilmesiydi. Naziler, 1936 Ekim’inde İspanya Cumhuriyeti’yle savaşmak üzere General Sperrle komutasında Kondor (Akbaba) Lejyonu adıyla bir hava birliği gönderdi. Almanya, Franco ordusunu eğitmek ve örgütlemek için binlerce subay, tank, topçu ve muhabere birlikleri de göndermişti. İspanya iç savaşında rol alan Alman subay ve uzmanlarının elli bin kişiyi bulduğu tahmin edilmektedir. Franco faşistlerine destek veren ülkelerden biri de Portekiz’di. Portekiz’de Salazar diktatörlüğü hüküm sürüyordu. Salazar, İspanya’ya on beş bin asker göndermişti. Franco’ya giden her türlü malzeme, Portekiz üzerinden taşınıyordu. Franco’nun ABD’den sağladığı taşıt, yakıt vb. malzemeler deniz yoluyla İç Savaş ve İkili İktidar 1936 sonbaharında, General Mola’nın yönetimindeki 25 bin kişilik bir ordu Madrid üzerine taarruza geçer. Bu saldırı Madrid’e 70 km mesafede durdurulur. Madrid ele geçirilmez ama Toledo kenti faşistlerin eline geçer. Ulusal Savunma Cuntası, General Franco’yu devlet başkanı ve genelkurmay başkanı olarak atar. Franco, devlet başkanı olarak atandıktan sonra, iş ve ücretin garanti altına alınacağını, ancak işçilerin sınıfsal çizgide örgütlenmelerinin yasaklandığını açıklar. İç Savaşın başlaması ile birlikte, İspanya’da ikili bir yönetim ortaya çıkar. Cumhuriyetçi yönetim bölgesi ve faşistlerin yönetimi altındaki bölge. Halk Cephesinin kontrolü altındaki bölgede, 1936’nın ikinci yarısı ile birlikte, İspanyol tarihinin en büyük sosyal değişiminin gerçekleştirildiği bölgedir. Toplu taşımacılık ve diğer kamu hizmetleri işçi birliklerince üstlenilir ve düzenli bir şekilde faaliyet gösterilmeye başlanır. Merkezi hükümette önemli bir değişim yaşanır ve Largo Caballero’nun başbakanlığında, sosyalistlerin ve komünistlerin ağırlıkta olduğu bir kabine oluşturulur. Çeşitli bölgelerdeki yerel milis kuvvetleri birleştirilerek bir Halk Ordusu kurulur. Önemli bir kitlesel desteğe sahip olan CNT, Kasım 1936’da yeni hükümeti desteklemek üzere Merkezi hükümete katılma kararı alır. Halk Cephesinin denetimindeki kırsal bölgelerde tarım reformu uygulamaları başlatılır. Bazı bölgelerde tüm kasaba arazileri kamulaştırılır. Kimi sahipsiz topraklar, topraksız çiftçiler arasında paylaştırılır. Belediye meclisleri, Halk Cephesindeki her partinin bir üye ile temsil edildiği yerel komiteler oluşturulur. 7 Kasım 1936‘da faşistlere doğrudan veya dolaylı olarak katılan kişilerin topraklarının kamulaştırılması kararlaştırılır. Bu kararname ile 5 milyon hektar toprak 350 bin tarım işçisine verilir. İspanya’nın kuzey bölgelerinde, askeri ayaklanmanın başladığı andan itibaren, tüm ülkede farklı bir savaş yaşanıyordu. Asturya, Halk Cephesi güçlerinin kontrolündeydi. Bask bölgesi, Bask milliyetçilerinin denetimindeydi. Bask milliyetçilerinin organı Euzkadi, cumhuriyetçilerden yana tavır takındı. 1 Ekim 1936’da Bask özerklik yasasını onaylandı ve Jose Antonio Aguirre, Guernica’da Bask hükümetinin başbakanlığına seçildi. Bask bölgelerine komşu olan Navarre faşistlerin elinde bulunuyordu. Faşistler, Navarre üzerinden Bilbao ve diğer Bask şehirleri üzerine saldırıya geçmeye hazırlanınca, Bask milliyetçileri ve Asturyalı işçi birlikleri anlaşarak, bölgeyi birlikte savunma kararı alır. Faşistler, liman kentlerini kuşatma altına alırken, Nazi hava kuvvetleri Guernica, Eibar ve diğer Bask şehirlerini bombalar. Bölgenin en büyük merkezi Bilbao düşer. Faşist birlikler, önceden kontrolünü sağladıkları Galiçya ile birlikte, Kuzey İspanya’yı, Atlas Okyanusu kıyılarını ele geçirir. Faşist birlikler, İtalyan birliklerinin yardımı ile Malaga’yı alarak tüm Güney İspanya’yı ele geçirir. Cumhuriyetçi güçler, Madrid ile Akdeniz kıyıları arasında ki bölgeye sıkışır. Barselona’da Halk Cephesi içerisinde yaşanılan iç savaş sonrasında, Caballero hükümeti istifa eder. Sosyalist Partiden Juan Negrin’in Başbakanlığı ile yeni bir kabine kurulur. Hükümet, Cumhuriyetçi bölgenin bütününde bir Halk Ordusu kurulmasını hızlandırmak amacı ile birleşik bir kumandanlık kurar. 1937 yılı Cumhuriyet güçleri açısından ağır yenilgilerin yaşandığı bir yıldır. Faşist güçler, Akdeniz kıyılarına da ulaşarak, Cumhuriyetçi bölgeyi Doğu İspanya ile Fransa sınırına doğru uzanan Katalonya bölgesi içerisinde hapseder. İç Savaş döneminde, Komünist Parti, İspanyol Solunun en etkili örgütü durumuna gelir. KP‘nin 1 milyona yakın üyesinin yanı sıra, Sosyalist Komünist Gençlik Örgütü de yarım milyon üyeye ulaşır. 1938 yılı içerisinde Kuzey İspanya’dan Katalonya’ya giren faşist güçler, 1939 yılı başlarında Barselona ele geçirir. Mart’ta Madrid de düşer. Böylece İspanya iç savaşı Franco güçlerinin zaferi ile sona erer. İspanya iş savaşı, bir dünya savaşının provası olarak görüldü. Darbenin ardından başlayan Nazi Almanya’sı ve Mussolini İtalya’sının yardımları sonucu, savaşın kaderi Franco lehine değiştirildi. Halk cephesi hükümetinin en büyük yanlışlarından biri; ordunun, kilit noktalarında bulunan faşist generalleri tasfiye etmemesidir. Halk Cephesi Hükümeti, ayak sesleri duyulan askeri darbe karşısında hazırlıksız panorama Portekiz üzerinden İspanya’ya ulaştırılıyordu. Portekiz toprakları, hava alanları, ulaşım Franco’nun emrine verilmişti. Portekiz hava alanlarından kalkan Alman uçakları İspanyol şehirlerini bombalıyordu. İspanyol faşistlerinin savaşa sürdüğü askerlerin bir kısmı da Arap kökenli askerlerdi. Kuzey Afrika’dan toplanan bu paralı askerlerin sayısı yüz bini buluyordu. İspanya’da savaşa katılan yabancı güçlerin toplamı Franco’nun elinde bulunan İspanyollardan kat kat fazlaydı. İspanya’daki iç savaşa müdahale eden İtalyan, Alman, Portekiz ve Arap askerlerinin sayısının üç yüz bini aştığı tahmin edilmektedir. 35 panorama yakalanması yenilginin nedenlerinden biridir. O dönem Komünistler her gün düzenledikleri toplantılarda, basında, parlamentoda ve hatta cumhuriyetçi yetkililere sürekli faşist tehlikeye karşı önlem alınması gerektiğinden bahsettiler. Komünistler, başta Franco olmak üzere komplocu generallerin adlarını açıklıyor, bunların bulundukları görevlerden alınmalarını ve faşist kuruluşların yasaklanmasını talep ediyorlardı. Ama Halk Cephesi Hükümeti, komünistlerin bu görüşlerine karşı bir duyarlılık ortaya koyamıyordu. Darbe profesyonelce hazırlanmıştı. Cumhuriyetçilerin kararsızlığı ve Halk Cephesi içerisinde yaşanan sürmüşler, darbecilerin zafer kazanmasının bir nedeni idi. İspanya’da Troçkist hareket, sivri oklarını Franco faşistlerine çevireceği yerde, onlar Stalin ve SSCB’deki sosyalizmin kazanımlarının yok edilmesi ile uğraşıyorlardı. Naziler ve Mussolini’nin askeri yardımları sonucu Franco silah ve cephane de üstünlük sağlamıştı. Halk Cephesinin silah ve cephane eksikliği ve milislerin örgütlenmesinin yetersizliği yenilgi de önemli rol oynamıştı. Milislerin yeniden örgütlenmesinde herkes hemfikirdi. Bu örgütlenmenin nasıl yapılacağı konusu tartışmalıydı. Halk ordusunun kurulması kararlaştırılmıştı ama Anarşistler ve Troçkistler Halk Ordusuna karşıydı. İspanya İç Savaşı ve Komintern 36 İspanya Komünist Partisi içinde 1932’ye kadar yönetimde bulunan Bullejos-Trilla grubu, İspanya’da 1931’de başlayan devrimin karakterinin burjuva-demokratik olduğunu, devrimin merkezi sorununun tarım devrimi olduğunu kavramıyordu. Kitleler içinde, özellikle de köylü kitleleri içinde çalışmanın önemi küçümseniyordu. KEYK’in yol göstericiliğinde 1932 yılının birinci yarısında bu grup parti yönetiminden uzaklaştırıldı. İspanya’da Komünist Partisi 1933’ten itibaren, gericiliğe ve faşizme karşı bütün güçlerin anti-faşist cephe içinde birleştirilmesi çağrısını ve bu yönde faaliyeti, çalışmasının merkezine koydu. Bu siyaset sonucunda 1933 Kasım’ında Malaga’da Sosyalist, Komünist ve Cumhuriyetçilerden oluşan “Halk Bloku” seçimlerde çoğunluğu kazandı. Birleşik Cephe siyaseti yalnızca sosyalistlerle değil, anarşist ve sol cumhuriyetçi güçlerle de birlikte mücadele imkânlarını ortaya çıkarıyordu. Ekim 1934’de İspanya’da işçiler genel greve gittiler; sosyalist, anarşist ve komünistlerin eylem birliğinin sağlandığı Asturya bölgesinde iktidar kısa süre de olsa bu güçlerin eline geçti. Daha sonra bu hareket burjuvazi tarafından kanla bastırılmış olmasına rağmen, açık olarak görüldü ki, işçilerin — ayrı partilerde de olsalar — ortak mücadelesi mümkündür ve faşizmi engelleyecek tek güç de bu ortak mücadeledir. Halk Cephesi siyaseti İspanya’da da başarılı bir şekilde uygulandı. Asturya yenilgisi sonrasında başlatılan sıkıyönetime karşı ve siyasi tutukluların serbest bırakılması için kampanya, bu cephenin oluşturulmasında önemli bir manivela oldu. Kuşkusuz bu taktik dönüşüm, buna karşı mücadelesiz olmadı. Bu taktik dönüşümün sağcılık olduğunu savunan kişi ve gruplar birçok partide ortaya çıktılar, KEYK içinde de görüşlerini savundular. Fakat tartışmalar içinde önemli örgütsel bölünmelere yol açmaksızın yeni taktik dönüşüm hâkim oldu. Bu arada uluslararası alanda merkezi olarak da eylem birliği için çabalar arttırıldı. 10 Ekim 1934’de KEYK, Sosyalist Enternasyonal Yönetimine, İspanya proletaryasına destek için ortak eylemler örgütlemeyi önerdi. 15 Ekim’de Brüksel’de yapılan görüşmelerde Sosyalist Enternasyonal’in şefleri böyle bir önerinin çok geç olduğu gerekçesi ile öneriyi reddetti. Bu tavır karşısında Sosyalist Enternasyonal Yürütme Kurulu içindeki Fransa, İspanya, İtalya, Avusturya delegasyonları bir “azınlık açıklaması” yaptılar. Bu açıklamada “Savaşa karşı, demokratik özgürlüklerin olduğu ülkelerde bunları korumak için, faşizmin demokratik özgürlükleri ezdiği ülkelerde devrimci mücadele için ortak mücadelenin ön şartlarının uluslararası ölçekte gözden geçirilmesi” talep ediliyordu. Sosyalist Enternasyonal Yürütme Kurulu komünistlerle birleşik cephe konusunda alttan gelen baskılara daha fazla dayanamadı. Sosyalist Enternasyonal Yürütme Kurulu Sosyalist Enternasyonal’in seksiyonlarına verilen “Komünistlerle görüşme yasağı” direktifini kaldırmak zorunda kaldı. Bu yasak resmen kaldırıldığında birçok ülkede zaten çoktan delinmiş durumda idi. Birleşik Cephe düşüncesi her geçen gün daha fazla yığınları sarıyordu. (H, Yeşil, “Faşizm Nedir? SosyalDemokrasi Nedir?”, Dönüşüm Yayınları, sayfa 84-96) KEYK Kasım 1935’te İspanya Komünist Partisi’ne bir halk cephesi için mücadeleyi yükseltme direktifi verdi. Bu direktifin hayata geçirilmesi için J. Dudos Madrid’e gönderildi. Faşist darbe tehdidi karşısında sosyalist parti ve sol cumhuriyetçilerle halk cephesi tipi bir birlik oluşturma görev olarak İspanya KP’nin önüne kondu. İspanya’da Şubat 1936’da yapılan seçimlerde Halk Togliatti de İspanya’da kurulan demokratik cumhuriyetin yeni bir demokratik cumhuriyet “yeni demokrasi” olduğunu tespit ediyordu. (Komünist Enternasyonal, sayı 11/12; 1936, s. 1108) Bu gerçekte VII. Kongre’de Halk Cephesi Hükümeti konusunda yapılan tespitlerin somutlaştırılması ve ilerletilmesi anlamına geliyordu. Bundan sonraki gelişmesi içinde KEYK Başkanlığı’nın İspanya Devrimi konusundaki müdahaleleri daha çok “sol”, “aceleci” tavırları eleştirmek, faşist güçlere karşı olan tüm güçleri birleştirmeye yönelik bir siyaset önermek biçiminde olmuştur. (H, Yeşil, “Faşizm Nedir? SosyalDemokrasi Nedir?”, Dönüşüm Yayınları, sayfa 124130) İspanya İç Savaşı sırasında faşistlerin Cumhuriyetçi Hükümet’e silahlı saldırısı baş gösterdiğinde Dimitrov Komintern’in tüm bürolarını faşizme karşı birleşik cephe için, İspanya’nın özgürlüğü için seferber etti. Tüm dünyadan İspanya’ya Kızıl Tugayların gitmesini örgütledi. Gerek Cumhuriyetçi Hükümet’in gerekse de Kızıl Tugayların ihtiyaçlarını karşılamak ve onlara destek sağlamak için tüm dünya işçi sınıfının bu yolda seferber edilmesine ön ayak oldu. Japon İmparatorluğu ve Nazi Almanya’sı 25 Kasım 1936‘da Anti-Komintern Paktı’nı oluşturur. Buna göre, her iki ülke, içlerinden birisi Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) tarafından saldırıya uğrarsa diğerine destek sözü verir. İtalya, 6 Kasım 1937’de, Macaristan Şubat 1939’da, Franco İspanya’sı 27 Mart 1939‘da Anti-Komintern Paktı’na katılır. İspanya İç Savaşı ve Enternasyonal Tugaylar 26 Temmuz 1936’da Komintern ve Kızıl Sendikalar Enternasyonali Prag’da yaptıkları ortak toplantıda İspanya Cumhuriyeti’ne yardım etme kararı alındı. Silah ve malzeme göndermenin yanı sıra, öncelikle beş bin gönüllünün savaşa gitmesi için komünist partilere ve sendikalara çağrıda bulunuldu. Uluslararası Tugayların örgütlenmesinde, FKP’nin (Fransız Komünist Partisi) lideri Maurice Thorez önemli rol üstlendi. Enternasyonal’in çağrısı, işçi sınıfı, emekçiler ve ezilen halklar nezdinde büyük bir yankıyla karşılandı. Dünyanın dört bir yanından gelmiş gönüllülerin oluşturdukları Enternasyonal Tugaylar, dayanışmanın ve faşizme karşı ortak mücadelenin en iyi örneğiydi. 53 ülkeden erkek, kadın, işçi, aydın, hemşire, doktor binlerde kişi İspanya’ya koştu. Uluslararası Tugayların yaklaşık dörtte birini Fransızlar oluşturuyordu. Almanlar, Avusturyalılar, İtalyanlar, Amerikalılar, Meksikalılar, Kanadalılar, İngilizler, panorama Cephesi büyük bir başarı kazandı. Açık gerici burjuva partileri parlamentoda azınlığa düştüler. KEYK başkanlığı ve İspanya KP yönetimi Mayıs 1936’da, İspanya’da görevin demokratik cumhuriyet için mücadele olduğunu; henüz demokratik devrimden sosyalist devrime geçişin dolaysız görev olmadığını tespit ettiler. Çizgi, kurulan sol cumhuriyetçi hükümeti desteklemek ve fakat onun tutarsız tavırlarını eleştirmek ve bir halk cephesi hükümeti oluşturmaya yönelmek idi. İspanya’da demokratik devrimin ilerlemesinden korkan burjuvazi, 1936 Temmuz’unda faşistler eliyle, Almanya ve İtalya’nın desteği ile bir darbe gerçekleştirdi. Faşist darbecilere karşı cumhuriyetçi güçlerin birleştirilmesi mücadelesi, aynı zamanda toplumun derinlemesine demokratik dönüştürülmesi mücadelesi ile birleşti. Cumhuriyetçilerin hâkim olduğu alanda toprak reformu gerçekleştirildi, büyük işletmeler millileştirildi ve tüm toplumsal-siyasi yaşam demokratikleştirildi. Komünist Partisi sol sosyalist L. Caballero önderliğindeki hükümete katıldı. İspanya’daki demokratik devrim, kendinden önceki burjuva demokratik devrimlerin sınırlarını aşan bir devrimdi. 18-19 Eylül’de yapılan KEYK Sekreterliği toplantısında Manuilski’nin sunduğu rapor temelinde İspanya’daki devrimin niteliği sorunu üzerinde tartışma gündeme geldi. Tartışmalarda içinde bulunulan ortamda burjuva demokratik devrim sorununun eski tarzda ele alınamayacağı, İspanyol halkının zaferi için savaştığı demokrasinin eski tipte bir burjuva demokrasisi olmadığı, olamayacağı, ortaya çıkacak devletin “gerçek halk demokrasisinin hüküm sürdüğü yeni tipte bir devlet olacağı” tespit edildi. “Bu henüz Sovyet devleti olmayacaktı” ve “fakat içinde burjuvazinin yalnızca sol kesimlerine yer olan anti-faşist, sola yönelik bir devlet” olacaktı. Devletin ya kapitalist, ya da sosyalist olacağı görüşü ile polemik içinde G.Dimitrov şöyle diyordu: “Şimdi, içinde halk cephesinin belirleyici bir etkiye sahip olduğu yeni bir devlet doğuyor. Burada söz konusu olan henüz kapitalist özel mülkiyetin tamamıyla ortadan kaldırılmadığı şartlarda üretimin işçi sınıfı ve onun müttefikleri, yani köylülük ve küçük burjuvazinin kontrolünde örgütlendirilmesidir. Teorik olarak belki bu doğru bir biçimde işçilerin-köylülerin demokratik diktatörlüğünün bir biçimi olarak adlandırılabilir.” (Komünist Enternasyonal, 1936, sayı 2, sayfa 8) 37 panorama Sovyetler, Arnavutlar ve diğer uluslardan insanlar İspanya’ya koşmuştu. On bin kişi İspanya topraklarında toprağa düştü. İspanya’ya gelenlerin büyük çoğunluğu, meslekleri askerlik olmadığı halde, faşistlerin profesyonel ordularına karşı savaştı, olağanüstü kahramanlıklar gösterdi. İspanya’ya 1936 Eylül’ünde ilk ulaşan Ernst Thalmann Tugayı dört taburdan oluşuyordu, taburlardan birisi o günlerde Hamburg’da tutuklu KPD’li Kızıl Savaşçılar Ligası başkanı Edgar Andre adına kurulmuştu. Gönüllü birlikler kısa bir askeri eğitimden sonra cepheye gidiyorlardı. Enternasyonal Gönüllüler büyük özverilerle savaştı. Perdiguera’da, Casa de Campo’da, Madrid sokaklarında, Argueda Köprüsünde, Jarama Vadisinde, Guadaljara’da, Brunete’de, Belchite’de, Ebro Nehrinde, Levante’de çarpıştılar. Uluslararası Gönüllüler, dünya devrim tarihinin ve insanlık onurunun unutulmayacak sayfalarında yerlerini aldılar. Sahip oldukları bütün olanakları terk edip, İspanya’ya koştular ve kimileri toprağa düştü. Karşılarında donanımlı savaş makinaları vardı. Faşizme karşı direnen kardeşleri ile omuz omuza çarpıştılar. Sadece İspanya’da değil tüm Avrupa’da faşizme geçit vermemek için savaşıyorlardı. Faşizmin ne olduğu İkinci Dünya Savaşı sonrasında görüldü. Savaş 60 milyon insanın ölümüne neden oldu. Enternasyonal Tugaylara katılanlar arasında pek çok antifaşist, İkinci Dünya Savaşı sırasındaki direniş hareketlerinde yer aldı. Uluslararası Tugaylar, Londra’da imzalanan ve her iki taraftan da yabancı askerlerin çekilmesini öngören antlaşma nedeniyle, 1938 Kasımında Barcelona’da 300 bin kişinin uğurladığı törenden sonra deniz yoluyla İspanya’yı terk ettiler. On bin kadar gönüllü İspanya’da kaldı. İspanya İç Savaşı ve SSCB 38 Cumhuriyet Hükümeti, Sovyetler Birliği’ne mesafeli durdu. Askeri darbe sonrasında SB’den yardım talebinde bulundu. Sovyetler Birliği, hiçbir karşılık beklemeksizin yardıma koştu. Sovyetler Birliği, insan, silah, mühimmat, yiyecek, giyecek, sağlık ve çeşitli yardım malzemelerini İspanya’ya gönderdi. Kızıl Ordu’nun en seçkin binlerce subayı, pilotu, denizcisi ve tankçısı, istihkâmcısı, eğitmeni yardım için İspanya’ya koştu. Sovyetler Birliği’nin ilk planda, iç savaşta cumhuriyetçilere binin üzerinde uçak (modern avcı ve bombardıman uçakları), bine yakın tank, yüzlerce zırhlı araç, binlerce sahra topu, yüzbinlerce silah ve 30 bin ton cephane verdiği biliniyor. 16 Ekim 1936’da, İspanya Komünist Partisi Merkez Komitesi “Sovyetler Birliği Komünist Partisi Merkez Komitesi’ne ve Stalin’e” şu telgrafı gönderir: “Sosyalizmin anavatanına çok sıkı yakınlaşmış olan İspanya halkı adına, uluslararası faşizm tarafından desteklenen faşistlere ve isyancı generallere karşı üyelerinin en ön sıralarda savaştığı İspanya Komünist Partisi Merkez Komitesi, Sovyetler Birliği Merkez Komitesine ve özellikle uluslararası proletaryanın sevgili lideri, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nde Sosyalist inşa çalışmasının yöneticisi ve barışın ateşli savunucusu büyük Yoldaş Jozef Stalin’e selamlarını iletir. “İspanya halkı devam eden sert mücadele içinde, Sovyetler Birliği halkının dayanışması ile güçlendiğini hisseder ve ayrıca uluslararası faşizme de sert bir darbe vurulacağı ülkemizde faşizm alaşağı edilene kadar bir an bile mücadeleyi durdurmayacağına söz verir. “Faşizme karşı hayatını feda eden halkımız, bilmenizi istiyor ki sizin kardeşçe yardımınız onun isteğini artırmıştır, savaşçılara yeni enerji vermiştir ve zafere karşı olan inancını güçlendirmiştir.” Stalin, İspanya Komünist Partisi Merkez Komitesinin telgrafına şöyle karşılık verir: “Madrid. İspanya K.P. Merkez Komitesine. “Yoldaş Jose Diaz’a. “İspanya’nın devrimci kitlelerine kendi güçlerinin yettiğince her desteği vermekle Sovyetler Birliği emekçileri yalnızca görevlerini yerine getirmektedirler. Onlar İspanya’nın faşist gericilerin baskısından kurtuluşunun yalnızca İspanyolların özel bir meselesi olmadığını, ama tüm gelişmiş ve ilerici insanlığın ortak davası olduğunu kavramışlardır. Kardeşçe selamlar. “J. Stalin” (Enternasyonal Basın Yazışmaları, Cilt 18, No. 24, 17 Mayıs 1938, Aktaran Kıbrıs’ta Sosyalist Gerçek) “Sovyet yardımı önce dostluk ve dayanışma gösterileri ile başladı. Bu dönemde Sovyetler Birliği Cumhuriyeti destekledi. Ekim 1936’dan itibaren giderek artan silah ve malzeme yardımı, 1938 yazından itibaren giderek azaldı ve durdu. Ekim 1936’dan Mart 1937’ye dek her ay 30-40 gemi İspanya’ya silah taşıdı. Sovyet yardımının en önemli parçalarını kuşkusuz uçak ve tank malzemeleri oluşturuyordu. Bir bütün olarak Sovyet yardımı Alman ve İtalyan yardımı karşısında çok yetersiz kaldı. Sovyetler daha çok teknik adam, pilot ve tank operatörü gönderdiler. Ama gönderilen İspanya İç Savaşı ve Guernica İspanya İç Savaşı sırasında faşistler halkı katlederken, Alman Nazi uçakları İspanya’nın Bask bölgesinde bulunan en eski yerleşim ve kültür merkezlerinden biri olan Guernica kasabasını bombalıyordu. 26 Nisan 1937’de faşist Nazi ve İtalyan uçakları savaş cephesinin çok gerilerinde bulunan Guernica kasabasını tam 3 saat boyunca bomba yağmuruna tuttular. Saldırıdan saklanmaya çalışan sivil halk, uçakların otomatik silahları ile de tarandı. 1645 kişi hayatını kaybetti. 889 kişi yaralandı. Alman filosu bir bombardıman tekniğini (halı dokur gibi bombalamayı) ilk orada denedi. Kondor (Akbaba) Lejyonu adıyla gönderilen Alman uçakları, Guernica kasabasını yerle bir etti. Taş üstüne taş bırakılmadı. Guernica’nın yok edilmesinin General Franco kuvvetleri için stratejik bir önemi yoktu. Guernica, Nazilerin silahlarını denemesi için bir test alanıydı. İspanya Savaşı’nda, Kondor (Akbaba) Lejyonu üzerinde durmak ta gerekir. Orgeneral Sperrle’nin komutasındaki birlik 4500 ila 5700 adet seçme subay ve askerden oluşuyordu. Savaş boyunca 16.000 Alman görev yaptı. Kondor, Nazi ordusu Wehrmacht’ın Hava Kuvvetleri’nin seçkin birliğiydi. Kondor Lejyonu, kara keşif, uzak mesafe deniz keşif uçaklarıyla birlikte toplam 138 uçağa sahipti. Uçaksavar bataryaları, topçu bataryaları ve Almanların sonradan yıldırım harekâtlarında kullanacakları, tank birlikleriyle beraber küçük bir savaş canavarıydı Kondor. 1936 Ekim’inde Franco’nun yardımına koştular. Madrid kuşatmalarında Frankistlerin en etkili vurucu gücü oldular, Malaga’yı bombaladılar. Bir Alman zırhlısı Almeria’yı denizden vurdu. Hava harekâtları yapıldı. Guernica yok edildi. Savaş bittikten sonra 31 Mayıs 1939’da döndüler. Picasso, Guernica katliamını resimle tüm dünyaya anlattı. Guernica saldırısı sırasında Paris’te gerçekleştirilecek fuarda diğer sanatçı arkadaşları ile beraber İspanya için çalışma yürüten Picasso tavrını açıkça ortaya koydu. O güne kadar iç savaş konusunda açık tavır sergilemeyen Picasso, Guernica saldırısı karşısında tüm dünyaya kimden yana olduğunu ilan etti.1 Mayıs 1937 yılında Guernica ile ilgili ilk çalışmasına başladı. 11 Temmuz 1937 Paris Fuarı’nda, İspanya’nın temsil edildiği binanın girişinde Picasso’nun Guernica resmi katliamı tüm çıplaklığı ile sergiliyordu. Paris Fuarı’ndan sonra Guernica, 30 Eylül 1938’de Londra Whitechapel Sanat Galerisi’nde sergilendi. Hem de İngiliz emperyalistlerinin Hitler ile imzaladığı ve İkinci Dünya Savaşı’na yol açan Münih anlaşmasından bir gün sonra. Resme ilgi o kadar fazlaydı ki daha ilk haftada 15 bin kişi resmi ziyarete gelmişti. Resim, daha sonra ABD’ye gönderildi. ABD’deki sanat galerilerinde, gösterimde olan Guernica daha sonra 1950’lerde Brezilya ve Avrupa ülkelerinde sergilendi. Ancak Picasso Guernica’nın New York’ta kalmasını istedi. İspanya’da faşizm son bulduktan ve cumhuriyet ilan edildikten sonra resmin İspanya’ya gidebileceğini açıklayan Picasso Guernica’yı uzun yıllar New York’ta tuttu. Ve Guernica 10 Eylül 1980’de, Picasso öldükten ve İspanya’da faşizm son bulduktan sonra İspanya’da sergilendi. panorama yüksek rütbeli Sovyet danışmanlar yeni cumhuriyetçi ordunun kuruluşunda, Madrid savunmasında ve sonraki savaşlarda perde arkasında kalan etkin güç oldular.” (Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, İletişim Yayınları, Cilt 3, sf. 862) Sonuç Komintern ve İspanya Komünist partisi anti-faşist cephenin örgütlenmesi için var gücüyle uğraşıyordu. Bu anti-faşist cepheye orta sınıfları temsil eden sol-Cumhuriyetçileri de katmak için çalışmalar yapılıyordu. Mayıs 1935’te İspanya Komünist Partisi, tüm anarşist sosyalist ve komünistlere anti-faşist birlik programının nasıl olması gerektiğini açıkladı. 15 Ocak 1936’da Halk Cephesi Programı resmi olarak açıklandı. Bu cepheyi İspanya Komünist Partisi, 39 panorama PSOE, UGT ve sol-Cumhuriyetçiler oluşturuyordu. Anarşist CNT, onun siyasal örgütü FAI (İspanya Anarşist Federasyonu) ve Troçkist POUM bu cephede yer almayı ret etti. ‘Anti-faşist halk cephesi’ Troçkist ve Anarşistler tarafından sabote edildi. Onlar, İspanya’da devrimin burjuva demokratik devrim aşamasında olduğu gerçeğini ret ediyorlardı. Troçkist teorilerin bir gereği olarak köylülüğün mücadelesini küçümsüyorlardı. Derhal bir „işçi devleti“nin kurulması gerektiğini savunuyorlardı. İşçi sınıfının beklemeye niyeti olmadığı yönünde subjektif tespitler yapılıyordu. 16 Şubat 1936’da Halk Cephesi’nin seçim zaferi işçilerin ve köylülerin kendilerine güvenini arttırmıştı. Yükselen İspanya Devrimi burjuvaziyi harekete geçirdi. İspanya’nın kaderi, büyük güç bloklarının yaklaşan dünya savaşının provasını yaptığı bir deneme tahtası oldu. Komünist Partisi, SB ve Komintern’in desteği ile gücünü arttırdı. Almanya ve İtalya’nın isyancılara yoğun desteği, Cumhuriyet’in yetersiz askerî gücü ve Franko faşizmine karşı savaşanların gerçek anlamda güçlerini birleştirememesi yenilgiye neden oldu. Halk Cephesi siyaseti doğru dürüst uygulanmadı. Yenilginin temel nedenlerinden biri, Halk Cephesinin kendi içerisindeki kapışmalar ve Halk Cephesi bileşenlerinin Franko faşizmine karşı güçlerini birleştirmemeleri idi. İspanya iç savaşında, faşizme karşı yürütülen savaş, gösterilen kahramanlıklar ve mücadele içerisinde şekillenen sloganlar ve enternasyonal dayanışma insanlık tarihine yazıldı. Faşizme karşı direnişte, şekillenen ‘No Pasaran’ [Geçit Yok - DN] sloganı, bugün de anti-faşist mücadele içerisinde kullanılıyor, kullanılacak. Direnişçilerin mücadelesinden öğrenmek ve mücadeleyi geliştirerek devrim mücadelesine sarılmak, günümüzün en acil görevidir. 18. 04. 2014 ✓ KISA KRONOLOJİ 40 12 Nisan 1931… Belediye seçimleri. 14 Nisan 1931... Cumhuriyetin ilanı ve Kral XIII. Alfonso’nun sürgüne gidişi. 25 Nisan 1931… Azana’nın orduda reform kararı. 10-11 Mayıs 1931… Kilise ve manastırların yakılması. Mayıs-Haziran 1931... Laik eğitim, ordu ve tarım konusunda kararnameler. 14 Temmuz 1931... Genel oyla oluşmuş Kurucu Meclisin (Cortes) açılması. Ağustos 1931… CNT içinde bölünmeyi haber veren “Otuzlar” manifestosunun yayınlanması. Ekim 1931… Anayasa’nın 26. maddesi üzerindeki tartışmaların (dini kuralların öğretimden çıkarılması vb.) ertesinde Alcala Zamora’nın başbakanlıktan istifası; Azana’nın başbakan olması. Aralık 1931… Alcala Zamora’nın cumhurbaşkanı olması; Castilblanco’da köylülerin sivil muhafızları öldürmesi; JONS’un (Ulusal Sendikalist Saldırı Juntaları) kurulması; Monarşist yayın organı Accion Espanola’nın (İspanyol Eylem) ilk baskısı. Ocak 1932… Arnedo’da sivil muhafızların göstericilere ateş açması; Katalonya’da FAI (Anarşist eğilimli grupların birliği) kaynaklı ilk ayaklanma; CNT genel grevi; Cizvitlerin dağıtılması. (İsa tarikatı olarak adlandırılan bir Hıristiyan tarikatı) 10 Ağustos 1932... General Sanjurjo’nun darbe girişiminin bastırılması. 9 Eylül 1932... Katalonya’ya özerklik statüsünün kabulü. Ekim 1932… İspanyol Özerk Sağ Konfederasyonu’nun (CEDA) kurulması; toprak sahiplerinin “köylüleri hizaya getirmek” için toprak ekmeme kararı almaları. Kasım 1932… Sağ’ın seçim zaferi; Bienno Negro’nun başbakanlığı dönemi. 1 Mart 1933... Renovacion Espanola’nın (İspanya Yenileme) kurulması. 1 Mart 1933... İspanya Özerk Sağ Federasyonu’nun (CEDA) kurulması. 29 Ekim 1933... Falange Espanola’nın kurulması. (Ulusal faşist ve anti-komünist hareket) 5 Kasım 1933... Bask Ülkesinin statüsü için halk oylaması. 19 Kasım 1933... Genel Seçimler, Lerroux Hükümeti. Aralık 1933… Aragon’da merkezlenen üçüncü Anarko-sendikalist ayaklanma. Mart 1934… Asturya’da İşçi İttifakı anlaşmasının imzalanması. 31 Mart 1934... Monarşist-Carlistlerin Mussolini’yle anlaşması. Azana önderliğinde Sol Cumhuriyetçi Parti’nin kurulması; Sanjurjo ve arkadaşlarının affedilmesi. 25 Nisan 1934... Semper Hükümeti. Haziran 1934… Sosyalistlerin önderliğinde tarım işçilerinin grevi; Lerroux hükümetinin buna dört sosyalist milletvekili ve yüzlerce köylüyü tutuklaya- Temmuz 1936… CPE (İspanya Komünist Partisi) ve PSOE’nin (İspanyol Sosyalist İşçi Partisi) Katalonya’daki parti örgütleri bir araya gelerek, Katalonya Birleşik Sosyalist Partisi’ni (PSUC) kurmaları. 13 Temmuz 1936... Sağcı lider Sotelo’nun öldürülmesi. 17 Temmuz 1936... Faşist ordu kalkışması. General Mola, General Francisco Franco ve General Jose Sanjurjo önderliğinde Fas’ta askeri ayaklanma. 18 Temmuz 1936… Azana’nın Halk Cephesi içindeki en sağ parti olan Cumhuriyetçi Birlik lideri Diego Martinez Barrio önderliğinde bir milli birlik hükümeti kurma teşebbüsü. 19 Temmuz 1936… Barrio’nun istifası; Jose Giral’ın (Sol Cumhuriyetçi) Başbakan olması; Halka silah dağıtılması emrinin verilmesi; Barcelona’da şiddetli çarpışmalardan sonra ayaklanmanın bastırılması. 20 Temmuz 1936... Madrid’deki ayaklanmanın yenilmesi; Afrika ordusunun havadan naklinin başlaması; General Sanjurjo’nun uçak kazasında ölümü; Barcelona’da liberter liderlerin iktidarı reddetmesi; Anti-faşist Milisler Komitesi’nin Barcelona’da kurulması; Cumhuriyet hükümetinin Fransa’dan silah talep etmesi; Milliyetçilerin Kuzeybatı İspanya’daki ana donanma merkezi olan El Ferrol’ü ele geçirmesi. 24 Temmuz 1936… Katalan milis birliklerinin Aragon’a girmesi. 26 Temmuz 1936.... Komintern’in Cumhuriyet’e destek kararı. 30 Temmuz 1936… İlk İtalyan birliklerinin İspanyol Fas’ına ulaşması. 1 Ağustos 1936.... Badajoz’un işgali. 2 Ağustos 1936… Halk Cephesi’nin hükümette olduğu Fransa’nın savaşın dışında kalacağını açıklaması ve malzeme yardımını kesmesi. 4 Ağustos 1936… Afrika ordu birliklerinin Sevilla’dan Madrid’e doğru harekete geçmesi. 14 Ağustos 1936… Milliyetçilerin Estramadura’nın başkenti Badajoz’u alması ve böylece ayaklananların iki ayrı hakimiyet bölgelerini birbirine bağlamaları; 2000’e yakın kişinin idam edilmesi. 19 Ağustos 1936... Federica Garcia Lorca’nın öldürülmesi. 4 Eylül 1936... Giral hükümetinin düşmesi; Largo Caballero’nun (PSOE) cumhuriyetçiler, sosyalistler ve komünistlerden oluşan yeni hükümeti kurması. 5 Eylül 1936… Mola önderliğindeki milliyetçilerin İrun’u alması ve Fransa-Bask sınırını kapatması. 13 Eylül 1936… Milliyetçilerin San Sebastian’ı al- panorama rak cevap vermesi. İspanya Yüksek Mahkemesi’nin Katalonya için planlanan kısıtlı bir tarım reformu yasasını anayasaya aykırı bularak iptal etmesi. 4 Ekim 1934... CEDA’nın katılmasıyla 2. Lerroux Hükümeti. 5 Ekim 1934… Asturya’da ayaklanma ve Asturya Komünü’nün ilanı; On beş gün süren devrimin Afrika ordu birliklerince bastırılması. 6 Ekim 1934... Barcelona’da Esquerra önderliğinde başlayan devrimin yenilmesi. 7 Mayıs 1935... Gil Robles Savaş Bakanı, Franco Genel Kurmay Başkanı oluyor. Haziran 1935… Komintern’in 7. kongresinin Halk Cephesi taktiğini onaylaması; PCE genel sekreteri Jose Diaz’ın önerisi ile Halk Cephesi’nin kurulması. Eylül 1935... Marksist İşçi Birliği Partisi’nin (POUM) kuruluşu. Aralık 1935… Cumhuriyetçi hükümetin erken seçim kararı; Genel seçimlere hazırlık amacı ile yeni hükümetin kurulması. 15 Ocak 1936… Cumhuriyetçi Sol (başkanı Manuel Azana), Cumhuriyetçi Birlik, Katalonya Cumhuriyetçi Solu (milliyetçi parti), Bask Ulusal Eylem Partisi, PSOE,(İspanya Sosyalist İşçi Partisi) PCE, (İspanya Komünist Partisi) Sol Gençlik, UGT,(Genel İşçi Birliği) POUM ( Marksist İşçi Birliği Partisi) ve Sendikalist Parti’nin Halk Cephesi anlaşmasını imzalaması. 16 Şubat 1936... Genel Seçimler ve Azana başkanlığında Halk Cephesi Hükümeti. 19 Şubat 1936... Komünist ve sosyalistlerin dışardan desteklediği Azana hükümetinin kurulması; Genel af ile mahkûmların salıverilmesi. 26 Şubat 1936… Genaralitat’ın (Özerk Katalan Hükümeti) yeniden kurulması. 14 Mart 1936… Falanj’ın yasadışı ilan edilmesi; anarşistler üstündeki baskının giderek şiddetlenmesi. 15 Mart 1936… A. Primo de Rivera’nun tutuklanması. 25 Mart 1936… Estramadura’da toprak işgalleri. 1 Mayıs 1936… Saragosa’da CNT (Ulusal Emek Konfederasyonu) kongresi; Prieto’nun şiddet konusunda uyarıda bulunduğu Cuenca konuşması. 10 Mayıs 1936… Alcala Zamora’nın Cortes (kurucu meclis) tarafından elenmesinden sonra Azana’nın cumhurbaşkanı olması. 12 Mayıs 1936... Azana Cumhurbaşkanı, Casares Quirigo Başbakan oluyor. Haziran 1936… Madrid inşaat işçileri grevi; Fransa’da Halk Cephesi’nin hükümete gelmesi. 41 panorama 42 ması. 25 Eylül 1936… Milliyetçilerin bütün siyasal ve sendikal hareketleri yasadışı ilan etmesi. 27 Eylül 1936... Toledo’nun işgali. 29 Eylül 1936… Franco’nun İspanya hükümetinin başkanlığına ve ordu başkomutanlığına atanması. 12 Ekim 1936... İlk Sovyet yardımının ulaşması, tankların Madrid’e sevki. 17 Ekim 1936… Milliyetçilerin Madrid’e 37 km mesafedeki İllescas’ı alması; Madrid’e saldırının başlaması. 24 Ekim 1936... Katalonya’da kollektivizasyon kararnamesi. 4 Kasım 1936... Brunete muharebesi ve kentin düşmesi. 6 Kasım 1936... Madrid Kuşatması, Başkentin Valencia’ya taşınması. 18 Kasım 1936… İtalya ve Almanya Burgos hükümetini tanıyorlar. 20 Kasım 1936... Anarşist lider Durruti’nin Madrid savunmasında ölmesi. 6 Ocak 1937... ABD İspanya Cumhuriyetine silah satışını yasaklıyor. 6-15 Şubat 1937... Jarama Muharebesi. 7-8 Şubat 1937… Malaga’nın İtalyan güçlerinin katılımı ile asilerin eline geçmesi. 8-18 Mart 1937... Guadalajara savaşında, 25.000 kişilik İtalyan güçlerince desteklenen 25.000 kişilik milliyetçi ordusunun, savaş sonuna kadar Madrid’i ele geçirmek için yaptıkları son girişiminin, Halk Ordusu tarafından durdurulması. 26 Nisan 1937... Guernica’nın bombalanması. 3 Mayıs 1937... Barcelona çatışmalarının başlaması. 17 Mayıs 1937... Negrin Hükümeti. 3 Haziran 1937... Faşist General Mola’nın ölümü. 19 Haziran 1937... Frankistlerin Bask’ta Bilbao’yu işgali. 10 Ağustos 1937… General Lister komutasındaki güçlerin Aragon’u işgal etmesi. Aragon Konseyinin lağvedilmesi ve kolektiflerin ezilmesi. 24 Ağustos 1937... Santander’in işgali. 26 Ağustos 1937… Milliyetçi ordunun Santander’i ele geçirmesi. 19 Ekim 1939... Gijon’un işgali. 9 Mart 1938... Faşistlerin Aragona’ya saldırması. 6 Nisan 1938... 2. Negrin Hükümeti. 19 Nisan 1938… Falanj ve Carlist hareketin Franco liderliğinde birleşmesi. 28 Nisan 1938… Durango ve Guernica’nın milliyet- çiler tarafından ele geçirilmesi. 19 Haziran 1938… Milliyetçi ordunun Bilboa’yı ele geçirmesi. 6 Temmuz 1938… Madrid cephesinde Halk Ordusu’nun Brunete’i ele geçirmesi. 24 Temmuz 1938... Ebro Muharebesinin başlaması. 26 Temmuz 1938… Milliyetçilerin Brunete’yi geri alması. 10 Ağustos 1938… General Lister komutasındaki güçlerin Aragon’u işgal etmesi. Aragon Konseyinin lağvedilmesi ve kolektiflerin ezilmesi. 28 Ağustos 1938… Vatikan’ın Franco rejimini resmen tanıması. 28 Ekim 1938… Anlaşma sonucu Uluslararası Tugayların Barcelona’dan ayrılması. 1 Kasım 1938... Uluslararası Tugayların dönüşü. 7 Kasım 1938... Ebro Muharebesinin sona ermesi. Aralık 1938... Frankistlerin Katalonya saldırısı. 5 Ocak 1939… Estramadura cephesinde, Halk Ordusu’nun son büyük saldırısının başarısızlığa uğraması. 15 Ocak 1939... Tarragona’nın işgali. 26 Ocak 1939... Barcelona’nın düşmesi. 5 Şubat 1939… Hükümet liderlerinin (Azana, Companys ve Aguirre) Fransa’ya kaçması; Fransa-Katalonya sınırı boyunca kitlesel göç hareketi; Gerona’nın milliyetçilerin eline düşmesi. 10 Şubat 1939… Milliyetçi ordunun Katalonya’nın işgali tamamlayarak Fransa sınırına ulaşması; Negrin’in de aralarında bulunduğu bazı bakanların Orta İspanya’ya geri dönmesi. 27 Şubat 1939… Azana’nın cumhurbaşkanlığından istifası. Fransa ve İngiltere hükümetlerinin Franco’yu resmen tanıması. 5 Mart 1939... Negrin Hükümetinin İspanya’dan ayrılması. Barış görüşmelerine başlanmasını savunan sosyalistlerin, Anarko-sendikalistlerin ve cumhuriyetçilerin, Negrin hükümetine karşı yapılan bir darbe ile Albay Cassado başkanlığında Madrid’de Ulusal Savunma Konseyi’ni kurmaları. 7-14 Mart 1939... Madrid’de komünistlerle faşistler arasında sokak savaşları. 28 Mart 1939... Faşist ordunun Madrid’i işgali. 30 Mart 1939… Valencia’nın Milliyetçilerin eline geçmesi. 1 Nisan 1939... Savaşın bittiğinin ilanı. ✓ D ergimizin 167 ve Yeni İşçi Dünyası Ocak sayısında, AKP ile Gülen hareketi arasındaki çatışmaları irdeleyen yazılar yayınlandı. Bir okurumuz, bu yazılarda bir kavram kargaşası olduğunu ve AKP’nin ‚Milli Görüşçü‘ olarak tanımlamasının yanlış olduğunu belirtmektedir. ‘Milli Görüşçü‘ olarak tanımlamasına getirilen eleştiri doğrudur. AKP’nin hiç bir sınırlama getirilmeksizin Milli Görüşçü olarak adlandırılması yanlıştır. AKP eşittir Milli Görüş değildir. AKP’nin kurucu kadroları Milli Görüş Hareketi içinden çıkan, kendilerini Milli Görüş Hareketinin kurucusu ve önderi N. Erbakan’dan‚ “yenilikçi” kanat olarak ayıran kesim, yani Milli Görüşün “yenilikçi” kanadıdır. AKP 17 Aralık 2013’e kadar Milli Görüşün gelenekçi kanadı olarak adlandırılan kesim dışında, Kuzey Kürdistan’da faaliyet gösteren bir çok şeriatçı olmayan “ılımlı” İslamcı olarak adlandırılan İslamcı akımların + MHP +ANAP ve DYP’den artık orada bir gelecek görmedikleri için gelenlerin oluşturduğu ve fakat temelini iki İslamcı ana akımın (Milli Görüş’ün „yenilikçi kanadı“ + Gülenciler) bir parti idi. 17 Aralık’tan itibaren bu koalisyon kesin bir biçimde parçalandı. Gülencilerle, AKP’nin çekirdek ve esas kadrosunu oluşturan Milli Görüşün yenilikçi kanadı arasında (Milli Görüşün gelenekçi kanadı, SP’de devam ediyor) resmen bir iktidar savaşı çok net görünür hale geldi. Köprüler adeta bir daha kurulmamak üzere atıldı. Bu en azından önümüzdeki üç seçim dönemi boyunca böyle süreceğe benziyor. Bu arada MHP kökenlilerin bir bölümü de yuvalarına geri döndü veya dönecek. SHP, DYP, ANAP gibi partilerden gelenlerin bazıları da ayrıldılar. Ve parti hazırlıkları içindeler. Önümüzdeki dönemde de hem Gülencilerden hem de MHP, merkez sağ kökenlilerden ayrılmalar, disipline verilmeler, atılmalar vb. kimseyi şaşırtmamalıdır. Gelinen yerde esas iktidar savaşı bu anlamda henüz tam olarak AKP ile Gülenciler arasında değil (çünkü AKP içinde hâlâ Gülenciler var az sayıda da olsa) Milli Görüşün AKP’nin çekirdek ve ana kadrosunu oluşturan „yenilikçi kanadı“ ile Gülen cemaati arasındadır. Bütün bu nedenlerle çatışmanın Milli Görüşçülerle Gülenciler arasında yürüdüğü tespiti, bu ayrımları gözetmeyen çok kaba bir genellemedir, yanlıştır. Okurumuz, getirdiği haklı eleştirinin yanı sıra kimi yanlışlara düşüyor. Şöyle ki; *Dergimizin 166. sayısında AKP ile Gülen Hareketini irdeleyen herhangi bir yazı yoktur. *Okurumuz öncelikle kavganın “AKP ile CemaatNurcular ( ya da Işıkçılar olarak ta söyleniyor) arasında” çıktığını söylüyor. Nurcuların kurucusu Said Nursi’dir. ‘Nur Tarikatı’nı savunduğunu iddia eden birden fazla grup var. ‘Nurcular’ denilince akla sadece Gülen hareketi gelmemelidir. Liderliğini Mehmet Kutlular’ın yaptığı Yeni Asyacılar grubu, Said Nursi’yi savunduğunu açıkça söylemektedir. MedZehra Vakfı çevresi, Müslüm Gündüz liderliğindeki Aczmendiler, Yeni Nesilciler ve kendilerini Yazıcılar olarak adlandıran gruplar da Nurcudurlar. AKP’nin içindeki Milli Görüşün yenilikçi kanadı içinde de Nurcular vardır. Hem de hiç de az olmayan miktarda. Görüldüğü gibi haklı bir eleştiri getirilirken başka bir yanlışa düşülmektedir. AKP, sermayenin ve işbirlikçi tekelci büyük Türk sermayesinin çıkarlarının temsilcisi bir partidir. AKP, bir yanıyla taşrada gelişen, bir bölümü büyük burjuvazi haline gelen dini geleneklerine bağlı ve köyle bağları hâlâ çok sıkı olan taşra burjuvazisinin de temsilcisidir. Ve öncelikle büyük burjuvazinin gelişen bu kesimin temsil- kavganın doğrusu / doğrunun kavgası AKP ile Gülen hareketinin çatışmasını irdelediğimiz yazıda, çatışmanın dershaneler ile başladığını söylemedik. AKP ile Gülen hareketi arasında daha önce ortaya çıkan kimi çelişmeleri de belirttik. ✒ “CEMAAT/MİLLİ GÖRÜŞ SAVAŞI MI, YOKSA CEMAAT/AKP SAVAŞI MI?“ BAŞLIKLI YAZI ÜZERİNE 43 ✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası 44 cisidir. AKP, şeriatçı bir parti değildir. Elbette şeriat isteyenler, kimi tarikat unsurları AKP içinde vardır. Bugün AKP çizgisini belirleyenler bu unsurlar değildir. AKP’yi tarikat gruplarının bir koalisyonu olarak değerlendirmek te doğru değildir. *Okurumuz, „Birden bire ve manevra yapılarak dershaneler gündeme neden geldiği de sorulmuyor. Neden aralarında bu çatışma çıktığını irdelerken sadece dershaneler konusunda çatışma alevlendiği söyleniyor. AKP ile Gülen-Cemaati arasındaki sorun sadece dershaneler sorunu değildir. Esasta aralarında başka sorunlar da vardır“ diyor. AKP ile Gülen hareketinin çatışmasını irdelediğimiz yazıda, çatışmanın dershaneler ile başladığını söylemedik. AKP ile Gülen hareketi arasında daha önce ortaya çıkan kimi çelişmeleri de belirttik. Dershanelerin kapatılmak istenmesi ile kavganın daha da büyüdüğü tespitlerini yaptık. İlgili yazımızda şunları söyledik: „Cemaat ile Milli Görüş arasında var olan çelişmeler, önce “one minute” ve Mavi Marmara olayında açıkça ortaya çıktı. Her iki olayda da hükümet üyelerinin sü­ rekli olarak saygı duyduklarını ifade ettikleri “Hoca efendi”, ABD ve İsrail ile ilişkileri bozabilecek bu gibi eylemleri “hayırlı” olmadığı eleştirilerini getirdi. Yar­gı ve emniyette Gülencilerin egemen olduğu kesimin MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ı PKK ile Oslo’da yapı­lan görüşmeler nedeniyle sorgulamak istemesi süre­cinde bu çelişmeler iyice sertleşti. Bu aslında cemaa­tin RTE’ye karşı yönelttiği açık bir saldırı, bir “uyarı” idi. RTE ve hükümet buna bir kararname ile cevap verdi. MİT‘ten kişilerin sorgulanmasını başbakan iznine bağladı. AKP bu noktadan itibaren Gülen ce­maatinin iktidar ortaklığı ile yetinmediğini, iktidarı istediğini görerek tedbirler geliştirmeye, emniyet ve yargı içinde cemaatin gücünü kırmaya yöneldi. Yan­daş medyada “paralel devlet” ten, “ jüristokrasi”den, (Yargı aristokrasisi ya da yargı vesayeti) yargının hukuksuz işler yapmaya başladığından vs. söz edil­meye başlandı. Son dönemde Hükümetin cemaatin önemli gelir kaynaklarından biri ve Türkiye’deki kadro devşirme okulları konumunda olan dershaneleri kapatma proje­siyle kavga daha da büyüdü. Dershanelerin kapatılma girişimine karşı Gülen RTE’ yi ve AKP’yi bir medya kampanyası ile açıkça teşhire yöneldi. Ağustos 2004 tarihli MGK kararında RTE ve Gül’ün “ıslak imza­ları” belgesi piyasa­ya sürülerek, RTE ve AKP’nin “dik durma” iddialarının boş olduğu gösterilmeye çalışıldı. Gü­len medyası ile AKP yandaş medyasında tam bir savaş başla­dı. Karşılıklı kasetler sürüldü piyasa­ya. Kirli çamaşırlar ortaya dökülmeye başlandı.“ (YDİ Çağrı sayı 167, sf.4-5) Görüldüğü gibi okurumuzun bu bağıntıda getirdiği eleştiri haksız bir eleştiridir. Okurumuz diyor ki; AKP ile Gülen Cemaati arasındaki iplerin gerilmesinin nedeni sadece dershaneler sorunu değildir! Bu kavganın içyüzünün ortaya çıkarılmadığı belirtildikten sonra, şunlar söyleniyor: „Dünyanın jandarması ABD bu durumdan oldukça rahatsızdı. ABD, İran’la Türkiye arasında yapılan ekonomik ilişkilerden de rahatsızdı. Türkiye’nin andaki hükümeti İran’ın uranyumun zenginleştirme programı konusunda da devreye girmiş ve İran’a uranyumu Türkiye’den peyderpey gönderiyordu. En son da İran’ın petrol-enerji paraları İran’a altın olarak gidiyordu. ABD bunlara göz yumamazdı tabii. Pensilvanya’daki CİA’nın tescilli adamı olan cemaatin lideri F. Gülen aracılığı ile R.T. Erdoğan hükümetinin kulağını çekmeye karar verdi.“ Gülen hareketi, AKP’nin perde arkasındaki iktidar ortağıydı. Gülen kadroları, devlet içinde örgütlenmişti. Özellikle polis ve yargı içerisinde Gülencilerin küçümsenmeyecek etkileri vardı. AKP hükümeti, Türk burjuvazisinin çıkarlarına uygun görmediği kimi noktalarda batılı emperyalistlerden ayrı siyaset savunuyordu. Gülen ise dış politika konusunda ABD ve Batıyla çelişme / çatışma yaratabilecek adımlara karşı idi. Örneğin Mavi Marmara olayında, İsrail ve ABD ile ilişkilerin bozulmasına karşı çıkıyordu Gülen. Çünkü Ortadoğu’da ABD’nin dayandığı iki devlet vardı. Türkiye ve İsrail. ABD, bu iki devlet arasındaki ilişkilerin bozulmasını kendi çıkarlarına aykırı görüyordu. Gülen de ABD’nin çizgisini savunuyordu. 7 Şubat 2013’de Hakan Fidan’ın ifadeye çağrılması ve tutuklanmak istenmesi ilişkilerin gerilmesine neden olmuştu. Dershaneler, Gülen hareketi için önemli bir rant kaynağı idi. Özel okullar, kreşler, yurtlar ve dershaneler Gülencilerin arka bahçesi idi. Gülen kadroları ve taraftarları bu okullardan başlayarak yetiştiriliyordu. Okullar taranarak uygun görülen çocukların masrafları Gülenciler tarafından karşılanıyordu. Dershanelerin kapatılmak istenmesi, Gülencilere vurulacak bir darbe idi. Kavga su yüzüne çıkana kadar, Gülencilerin istemleri AKP hükümeti tarafından yerine getiriliyordu. Öyle ki, atamaların çoğu Gülencilerin istemlerine göre yapılıyordu. Artık Gülenciler, iktidar ortaklığından iktidara geçmek istiyordu. Gülencilerin iktidar olması, AKP’nin çıkarlarına uygun değildi. İplerin atılmasının nedeni, Gülencilerin iktidarı istemesi ve AKP’nin buna karşı kavganın doğrusu / doğrunun kavgası kişiler aracılığı ile altın veriliyordu. Olgu budur. Okurumuz, F. Gülen’in tescilli CİA adamı olduğunu söylüyor. Bu iddiayı ispatlayacak durumda değiliz. İspatlayamadığımız konularda kesin tespitler yapmanın doğru olmadığını düşünüyoruz. Rıza Zarraf’ın AKP tarafından korunduğu ve AKP’li bakanlara rüşvet verdiği olgudur. Rüşvet, yolsuzluk sistemin yol arkadaşıdır. Kapitalist/emperyalist sistem, sermayenin çıkarlarına göre şekillenmektedir. Burjuva sistemi savunan bütün kesimlerin birbirlerinden farkı yoktur. Hepsinin dibi karadır. Hepsi yolsuzluğun ve rüşvetin içindedir. Gülen hareketi de AKP gibi karadır. Yoktur birbirlerinden farkları. AKP ve Gülen Hareketi iktidar kapışmasında, birbirlerinin kirli çamaşırlarını ortaya seriyor. Okurumuz, Bugün gazetesinden alıntılar aktarıyor. Bugün gazetesinin yazdıklarını AKP’ye karşı kullanıyor. Bu yöntem yanlıştır. AKP’yi eleştirmek için çıkış noktamız, Bugün gazetesinin yazdıkları değildir, olmamalıdır. Bizim çıkış noktamız, tepişen fillerin birbirlerinden farklı olmadığını anlatmaktır. AKP’nin nasıl bir parti olduğunu ve sermayenin temsilciliğini nasıl yürüttüğünü yazıyoruz. AKP’yi eleştirirken çıkış noktamız anti-AKP cephesinin söylemleri değildir. İran ile Kasım 2013’te yapılan anlaşma sonucu ambargonun hafifletildiğini yukarda açıkladık. Okurumuz, İran’a karşı uluslararası ambargonun devam ettiğini söylemekle yanılıyor. İran ile Türkiye arasındaki ticaret hacmi, 2013’te 14,6 milyar dolardır. Türkiye 2013’te, İran’a 4 milyar 193 bin 950 dolarlık ihracat yapmıştır. Türkiye 2013’te, İran’dan 10 milyar 385 bin 154 dolarlık ithalat yapmıştır. (Bkz: TUİK dış ticaret verileri) Okurumuz diyor ki; İran‘a „2014 Ocak ayında Türkiye 14 milyar dolarlık altın ihraç“ etmiştir. Türkiye ile İran arasında 2013’teki yıllık ticaret hacmi 14,6 milyar dolardır. Ocak 2014’te İran’a 14 milyar dolarlık altın ihraç edildiği iddiası doğru değildir. TUİK verilerine göre, Ocak 2014’te İran’a yapılan ihracat 244 milyon 759 bin 784 dolardır. Sonuç olarak okurumuzun eleştirilerini yazılı olarak yapmasını olumlu buluyoruz, yayınlarımıza yönelen her eleştiriyi önemsiyoruz Yayınlarımız üzerine yapılan tartışmalar bizi ilerletir, olası hatalarımızı düzeltmemizde görüşlerimizin ilerletilmesine yardımcı olur ve görüşlerimizin daha da pekişmesine yol açar. 16.04.2014 ✓ ✒ çıkmasıdır. ABD’nin AKP hükümetinden rahatsız olduğu olgu tespitidir. Ama okurumuz İran’la ilişkileri yanlış yorumlamaktadır. Mayıs 2010’da Türkiye, Brezilya ve İran arasında bir anlaşma imzalanır. İmzalanan anlaşmaya göre uranyum takasının Türkiye’de yapılması öngörülür. İran’ın 1200 kilogram düşük seviyede zenginleştirilmiş uranyumu Türkiye’ye verecek, uranyum zenginleştirme programında geri adımlar atacak ve karşılığında, ‚barışçı kullanım’ için gereksinim duyduğu yüksek seviyede zenginleştirilmiş uranyumu Rusya’dan alacaktır. Yüksek seviyede zenginleştirilmiş uranyum nükleer yakıttır. Zenginleştirilmiş uranyum, madenin içinde bulunan U235 elementini ifade ediyor. Uranyum metalinde binde yedi oranında U235 bulunuyor. Ancak yakıt olarak kullanımı için yüzde 2-3’e yükseltilmesi gerekiyor. Kasım 2013’te, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 5 daimi üyesi ve Almanya’nın İran’la sürdürdüğü müzakerelerde anlaşmaya varıldı. Anlaşmaya göre; İran, nükleer programını altı aylığına donduracak ve uranyumun zenginleştirilmesini yüzde beş azaltacaktı. Buna karşılık İran’a yönelik ekonomik yaptırımlar gevşetilecekti. ABD başkanı Barack Obama, İran’la yapılan anlaşmayı televizyonda canlı yayınla açıkladı ve sorunun barışçıl yollarla çözüldüğünü belirtti. En azından şimdilik İran’a saldırı girişimi rafa kaldırılmıştı. İran ile emperyalistlerin anlaşması Kasım 2013’te Cenevre’de imzalandı. AKP ile Gülen Hareketi arasındaki iplerin kopmasının başlangıcı 17 Aralık 2013’tür. Olgu budur. Okurumuz, Türkiye’nin İran’a uranyum verdiğini, ABD’nin bundan rahatsız olduğunu, „İran’ın petrolenerji paraları İran’a altın olarak“ verdiğini belirtiyor. İran ile ilişkilerden rahatsız olan ABD’nin Gülen aracılığıyla AKP hükümetinin kulağını çekmeye karar verdiğini yazıyor okurumuz. Uranyum ile ilgili gelişmeleri ve yapılan anlaşmaları yukarda açıkladık. Bu anlamda okurumuzun uranyum gelişmelerini yanlış aktardığını belirtmek gerekir. Türkiye’nin evet, İran ile ticaret ilişkileri var. İran’dan alınan doğal gazın karşılığı direk altın olarak ödenmiyordu. İran’a karşı uluslararası bir ambargo vardı. Türkiye bu ambargoyu delmek için arkadan dolanıyordu. Halkbank ve Rıza Zarraf aracı konumunda idiler. Halkbank’ta açılan hesaba, İran’dan ithal edilen doğal gazın karşılığı olarak altın yatırılıyordu. Yani İran’dan alınan doğal gazın parası direk altın olarak verilmiyordu. Üçüncü 45 AFRİKA MERCEK ALTINDA Almanya’da yayınlanan Trotz Alledem! – Herşeye Rağmen! - dergisinin Ocak 2014, 65. Sayısı, sf: 3- 30, Almancadan çeviriyi, yazıyı önemli bulduğumuz için yayınlıyoruz. Yoksulluk Afrika’da 380 milyon insan günde 1,25 ABDDolarından daha azıyla yaşamak zorunda. Halkın Angola’da yarısından fazlası, Tanzanya’da üçte ikiye yakını ve Kongo’da neredeyse % 80’i. Afrika’da yaklaşık 240 milyon insan kronik olarak açlık çekiyor; yani bu insanlar günde 1.800 kalori ile yetinmek zorundadırlar. (1) Almanya Ekonomik İşbirliği ve Gelişme Bakanlığı Afrika nüfusunun % 62,2’sinin kentlerdeki gecekondu mahallelerinde yaşadığından yola çıkmaktadır. (2) Savaşlar Silahlanma giderleri 2010 yılında dünya çapında % 1,3 artarak 1,6 trilyon ABD-dolarına çıkmıştır. 2012 yılında dünya çapında yaklaşık olarak 34 savaş ve silahlı çatışmalar yaşandı. Bunlardan 15’i yani hemen hemen yarısı Afrika kıtasındaki ülkelerde gerçekleşti. Cezayir’de, Etiyopya’da, Burundi’de, Mali’de, Kongo Demokratik Cumhuriyeti’nde, Libya’da, Nijerya’da, Senegal’de, Somali’de, Sudan’da (2 savaş), Güney Sudan’da (2 savaş), Uganda’da ve Merkezi Afrika Cumhuriyeti’nde. (3) 46 Örneğin: Eski Belçika Sömürgesi Kongo Demokratik Cumhuriyeti (KDC): 1996’dan bu yana, Kongo ( o zamanlar Zaire) içerisinde kurtuluş savaşı (guerre de libėration) patlak verdiğinde 3,8 milyon insan öldü. (4) Kongo’daki tüm savaşlar Merkezi Afrika’daki tüm gelişmelerle iç içedir. Ruanda’daki soykırım ve onun ertesinde Ruanda ve Uganda’nın KDC’ne saldırısı, Burundi’deki iç savaş ve diktatör Mobutu’nun alaşağı edilmesinden sonraki iç savaş. Bu savaşlar nedeniyle çeşitli etnik kavimlerden milyonlarca insan Doğu Kongo’ya kaçtı. Alanda zaman zaman yedi Afrika devleti hegemonya için mücadele ettiler. BM (MONUSCO – daha önceleri MONUC – Mission de l’Organisation des Nations unies pour la stabilisation en Rėpulique dėmocratique du Congo – Kongo Demokratik Cumhuriyeti’ndeki İstikrarlaştırma İçin Birleşmiş Milletler’in Misyonu)’in 16.700 askeri Kongo’ya yollandı. BM-askerleri, hükümet askerleri, yabancı ordular, çeşitli isyancı birlikler ve savaş ağaları değişen ittifaklar içinde birbirlerine karşı savaştılar. Dağılmakta olan devletin koltan, altın, elmas ve tropik kereste gibi zengin doğal kaynakları bu yağ- (1) (2) www.bmz.de/de/zentrales_downloadarchiv/themen_und_shhwerpunkte/stadtentwicklung-Urbanisierung_un_Afrika_3.pdf (3) www.frieden-fragen.de/krieg/was_ist_krieg-wo-ueberall-gibt-es-kriege-html (4) İlk Kongo savaşı 1996 Sonbaharından Mayıs 1997’ye kadar sürdü. Bu savaşta diktatör Mobutu Sese Seko AFDL’nin isyancı koalisyonu tarafından devrildi. 18 Ekim 1996’da Kigali’de birçok Kongolu isyancı gruplar Uganda ve Ruanda’nın desteği ile birlikte “Lemera Anlaşması”nı imzaladılar. Bu gruplar Alliance des Forces Democratiques pour la Libėration du Congo [Kongo’nun Kurtuluşu için Demokratik Güçler İttifakı – ÇN] (AFDL)’nı kurdular. Savaşı tetikleyen Ruanda’daki soykırımdan sonra ülkenin doğusunda 1994’de ortaya çıkan mülteciler kampları idi. AFDL Hutu-mülteci kampına gaddarca saldırdı. Diğer örgütler de AFDL’ye katıldılar. Burundi, Ruanda ve Uganda sınırındaki bu bölge Aralık 1996’da bütünüyle AFDL kontrolü altındaydı. Zaire ordusu, Mobutu’nun devrilmesini önlemek isteyen Fransa’nın yardımıyla paralı askerler tarafından desteklendi. UNITA-askeri birlikleri Mobutu’yla ittifak yaptıklarından Angola, AFDL’nin yanında savaştı. AFDL Zaire’nin geniş malamanın bir hedefiydi. Ümit Afrika’nın kadın-erkek işçileri ve emekçileri yoksulluğa, savaşlara, çevrenin imha edilmesine ve gaddarca sömürüye rağmen hep yeniden başka, daha iyi bir dünya için sınıf mücadelesine girişiyorlar. Afrika’nın emekçileri Güney Afrika’dan Mısır’a, Fas’tan Kongo’ya; batından doğuya, kuzeyden güneye uzun mücadele geleneklerine sahiptirler. Özellikle kendilerinin ve sınıflarının kaderlerini kendi ellerine almak isteyen genç emekçiler yeni sömürgeci düzene karşı hep yeniden baş kaldırıyor. Tüm sefalete karşın değişim ve devrimden yana tavır alıyorlar. Genel Bakış Savaşlar dünya çapında ele alındığında bugün neden Afrika kıtasında yoğunlaşmaktadır? En büyük sefalet niçin Afrika’dadır? Sorun, hep tekrarlanan şu basmakalıp ırkçı iddialarla açıklanabilir mi: kabileler arasındaki kan davaları, Afrika usulü yaygın yolsuzluk ve rüşvet, gösteriş düşkünlüğü ve kuraklık felaketleri? Hayır. Afrika halkları yeterince doğal zenginliklere sahiptirler. Bu kıtada yeterli derecede verimli topraklar ve doğal kaynaklar, ekonomik büyüme ve iş gücü vardır. Afrika’nın onu hammadde kaynağı, mallarının sürüm pazarı ve ucuz iş gücü olarak sömüren emperyalistler tarafından yağma edilmesidir asıl sorun. Gerçekte sorun olan emperyalist büyük güçlere yeni sömürgeci tipte bağlı olan egemenlerin, hükümet ve muhalefet partilerinin yiyici fraksiyonları arasındaki mücadeleleridir. Afrika kıtasında en büyük yağmacılar arasında devasa bir yeniden paylaşım dalaşı yaşanıyor. Ne var ki kıtanın yağma edilmesi bugün sömürgeci dönemde olduğu gibi, sömürgeci mülk ve doğrudan sömürme yoluyla gerçekleşmiyor. Eski sömürgeci efendiler Fransa, İngiltere, Almanya ve İtalya’nın yanında özellikle 2. Dünya Savaşından sonra Afrika’da ekonomik yayılmasını yoğun bir şekilde genişletebilen ABD, hâlâ daha kendilerinin “eski” mülkleri üzerinde muazzam nüfuz uygulu- yorlar. Ama yeni sömürgecilik biçiminde. Yeniden paylaşımda yeni emperyalist güçler de işin içine giriyorlar. Çin’in hızlı yayılmacılığı onun Afrika’da yeni bir rakip olarak önemli konumlar elde ettiğini gösteriyor. Çin Afrika pazarlarında ticaret alanında büyük işler yapıyor ve stratejik olarak petrol ve demir madeni gibi önemli hammaddelere ulaşmanın yollarını döşüyor. Aynı zamanda Rusya da yüzyıl değişiminden itibaren Kuzey Afrika’da emperyalist büyük güç olarak kendisini yeniden piyasaya çıkardı ve doğal gaz ve petrol sektöründe önemli sözleşmeler yaptı. Yükselmekte olan güçler olarak Hindistan ve Brezilya Afrika kıtasında güçlü bir şekilde paylaşım dalaşında yerlerini alıyorlar. Ve son olarak da Afrika’daki biricik emperyalist güç olarak Güney Afrika bu dalaşta ben de varım diyor. Bu güçlerin hepsi kendilerinin güç konumlarını bu kıtada hem siyasi hem de ekonomik olarak yaymak ve güvence altına almak için çaba gösteriyorlar. Aynı güçler Birleşmiş Milletler gibi enternasyonal örgütlerde kıtanın sayısal olarak önemli oy ağırlığı uğruna da siyasi olarak didişiyorlar. Kendilerinin emperyalist yağmacı hedeflerini gerçekleştirmek için eskiden beri başarıları sınanmış yöntemlere başvuruyorlar: Savaşlar çıkarıyorlar, kimi zaman şu, kimi zaman bu kapitalist ve kısmen yarıfeodal büyük toprak sahiplerini destekliyorlar; egemen komprador kliği satın alıyorlar veya kendilerinin onlardan daha fazla yararlar sağlayacaklarını hesap ettikleri burjuvanın bir diğer fraksiyonu üstüne oynuyorlar. Bu emperyalist güçler dolaysız veya dolaylı olarak yoğun bir şekilde işlere karışıyorlar. Bizler bu Afrika yazı dizisiyle Afrika’nın yeniden paylaşılmasının uluslararası emperyalist siyaseti açısından güncel olarak nasıl olduğunu; gelişim doğrultusun ne olduğunu ve emperyalist müdahalenin nasıl gerçekleştiğini somut olarak gözler önüne sermek istiyoruz. Bu dizinin ilk makalesinde durum ve sorun hakkında genel bir bakış sunmak istiyoruz. Bunu takip eden makalelerde Kuzey Afrika, Güney Afrika ve Sahra bölgesine daha yakından bakacağız. Böylesi bir ayrışımı yapmamızın nedeni tek tek bölgeler arasında kesimlerini fethetti. Laurent-Dėsirė Kabila başkentin ele geçirilmesinden sonra kararname ile bizzat kendisini Kongo Demokratik Cumhuriyeti’nin başkanı ilan etti. 22 Mayıs 1997’de halkın durumunu esas olarak ta iyileştirmeyen yeni hükümetini tanıttı. Hükümet değişikliğinden daha birkaç ay sonra ülkenin doğusunda, 1998’den 2003’e kadar süren ikinci Kongo savaşını başlatan yeni isyanlar patlak verdi. Birçok gruplar Kabila’daki hükümeti devirmeye çalıştılar. Her iki taraf ta diğer birçok Afrika devletleri ve çeşitli emperyalist güçler tarafından yoğun bir şekilde desteklendiler. Her ne kadar ateşkes gerçekleşse de, lakin hoşnutsuzluk doğrudaki Kuzey-Kivu vilayetinde 2009’a dek süren, ama hâlâ sona ermemiş bulunan üçüncü Kongo savaşına götürdü. 47 büyük farklılıklar bulunmasında yatmaktadır. Boyunduruk Altına Alma ve Sömürgeci Tarih Avrupalılar Afrika’yı sömürgeleştirdiklerinde Afrikalı halkların çoğu komüne benzer ilkel toplumlarda yaşıyorlardı. Binlerce yıl boyunca Kuzey Afrika ile tropik Afrika arasında neredeyse geçit vermeyen kuşak olarak bir çöl oluştu. Bununla Kuzey Afrika halklarının gelişmesi Afrika’nın güneyindeki halklarınkinden farklı bir yol izledi. Mağrip’in tarihi Ön-Asya ve Güney Avrupa’nın tarihi ile en sıkı bir şekilde iç içe geçmiştir. 640-645 yıllarında Mısır Araplar tarafından zapt edilmiş ve 16. Yüzyılın başında Osmanlı İmparatorluğu’na ilhak edilmiştir. 7. Yüzyılda Kuzey Afrika üzerinden Kuzey Sudan’a ve Akdeniz’e kadar uzanan bir Arap fetihleri dalgası yaşanmıştır. Bu dalga 11. Yüzyılda Gine Körfezine kadar ulaştı. Arap sultanlıkları kuruldu. Mağrip’in Tunus, Fas ve Cezayir olarak bölünmesi ancak 16. ve 17. Yüzyılda gerçekleşti. Doğu ve Batı Sudan bölgelerinde 14. Yüzyılda Yemen ve Mısır’la bağlantıyla Müslüman, Arap nüfuzları vardı. Bugünkü Etiyopya’da Saba (Güney Arabistan) ile sıkı bir şekilde bağlantısı bulunan Aksumit İmparatorluğu ortaya çıktı. 4. Yüzyılda Hıristiyanlık Afrika’da yayıldı. Sahra’nın güneyindeki Afrika’nın tarihi farklı gelişti: Buradaki halklar 15. Yüzyıla kadar kendi içine kapalı olarak yaşadılar ve ilkel komünist toplum yapıları içinde komünler kurdular. Merkezi Afrika’da kurulu devletler (Kongo, Angola ve Ashanti) ve anaerkilliğin izleri vardı. 17. Yüzyılda Uganda, Ruanda ve Urundi (bugünkü Burundi) kuruldu. (5) Afrika’nın Avrupa tarafından sömürgeleştirilmesi Afrika kültürlerinin imha edilmesini, muazzam acıları ve soykırımları beraberinde getirdi: Yurtlarından edilip zorla başka yerlere göç ettirmeler, büyük çölleştirmeler, bir dizi yerel yerleşim alanlarının boşaltılması, orada yaşamakta olan halkların en gaddar bir şekilde köleleştirilmesi, halk topluluklarının bütünüyle köklerinin kazınması. Güneybatı Afrika (bugünkü Namibya)’daki Herero halkının Alman 48 sömürgeci efendiler tarafından soykırıma uğratılmasını hatırlıyoruz. (TROTZ ALLEDEM!’in Mayıs 2005’deki 36. sayısında Namibya ve Almanya arasındaki ilişkiler ve Herero-halkının soykırıma maruz kalması hakkında bir makale yayımlamıştık.) 15. den 19. Yüzyıla değin 12 milyondan fazla kadın-erkek Afrikalı köle olarak Kuzey Amerika, Güney Amerika ve Karibikler’e zorla kaçırıldılar. Onlardan yüz binlercesi daha gemilerle yoldayken barbarca yaşamlarını yitirdiler. Dahası 9 milyon insan Sahra’yı enlemesine aşarak Kuzey Afrika ülkelerine zorla kaçırıldılar ve 8 milyonu Doğu Afrika kıyısı ve Kızıl Deniz üzerinden Arabistan’a ve Asya’ya satıldılar. (6) 18. Yüzyılda sadece zorla köle toplamaya hizmet eden birçok savaş seferleri düzenlendi. Savaşlar ve tutsakların satışı o zaman söz konusu toplulukların başta gelen kesimlerinin önemli gelir kaynaklarından biri haline geldi. Bunun gerçek boyutu ancak zorlukla ortaya konulabilir. Yenilenler tarihte olayları kendi bakış açılarından ortaya koyma fırsatına hiçbir zaman sahip olmadılar. Tarih “ kazananlar” tarafından yazılmakta ve onların olaylara kendi bakış açılarını yansıtmaktadır. Siyahî ABD’li tarihçi Prof. Dr. Du Bois köle avı sırasında katledilen veya nakliyat esnasında ölenler de dâhil olmak üzere köle ticareti vasıtasıyla zarara uğrayan insanların sayısını 100 milyondan (!) fazla olarak dillendirmektedir. (7) Asırlar boyunca süren köle ticareti Afrika’da hiçbir ekonomik ve siyasi gelişmeye izin vermedi. Bu köle ticareti hatta bir geriye gidişe sebep oldu. Aynı zamanda Afrikalı kadın-erkek işçilerin yardımıyla yeni bir Avrupai ve her şeyden önce ABD-vari iktisat inşa edilirken üretici güçlerin gelişmesi ağır bir şekilde sekteye uğradı.19. yüzyılın son çeyreğinde - ağırlıklı olarak Avrupalı sömürgeciler tarafından finanse edilen – kıtanın fethedilmesi ve yağma edilmesini hazırlamak hedefiyle Afrika’nın hem enine ve hem de boyuna / düzinelerce keşif seferleri düzenlendi. 19. Yüzyılın sonuna gelindiğinde Afrika’nın sistemin içine çekilme işlemi bitmişti. Kapitalizm kendisinin son, emperyalist aşamasına girdi. Sömürgeci fetihler arttı; dünyanın paylaşılması uğruna mücadele keskinleşti. (5) Büyük Sovyet Ansiklopedisi, “Afrika”, cilt 15, sf:112 vd., Almanca (6) İnge Grau, Christian Māhrdel, Walter Schico (Yayına Hazırlayanlar): Afrika, 19. ve 20. Yüzyılda tarih ve toplum”, Promedia Yayınevi, 2000, sf: 76 – Grau, “Afrika”, Almanca (7) Ansiklopedi “Afrika”, sf: 117 Kuzey Afrika’nın paylaşılmasına “ayar vermek” için Berlin’de (1884-1885) Kongo Konferansı toplanmaya çağrıldı. Fransa ve Almanya, bu Kongreye ABD den Osmanlı İmparatorluğundan ve Avrupalı Lenin, bu dönem hakkında şöyle yazdı: “Söz konusu dönemin ayırt edici özelliğinin dünyanın kesin paylaşımının tamamlanması olduğu şeklinde genişletilmelidir, yeniden paylaşımın olanaksızlığı anlamında değil – tersine, yeniden paylaşımlar mümkün ve kaçınılmazdır -, kapitalist ülkelerin sömürge politikasının gezegenimiz üzerindeki sahipsiz toprakları ele geçirmesinin tamamlandığı anlamında kesin.” Lenin, “Kapitalizmin En Yüksek Aşaması Olarak Emperyalizm”, L.E., c:22, sf: 258-259, Alm., Türkçesi: Lenin, Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, sf:79, İnter Yayınları, Ekim 1995, İst. güçler Avusturya-Macaristan, Belçika, Danimarka, İngiltere, İtalya, Hollanda, Portekiz, Rusya, İspanya ve İsveç-Norveç ‘den temsilciler davet ettiler. Sömürgeci güçler taleplerini masaya koydular ve müzakerelerle ganimeti paylaşmaya çalıştılar. Onlar bunu sadece kısmen başarabildiler. Bunu takip eden yıllarda sömürgeci güçler, birbirlerine karşı temsilci savaşları yürüterek fetihlerini istikrarı hale getirmek ve başka bölgeleri fethetmekle uğraştılar. İngiliz hükümeti Kahire ile Kap Kolonisi arasındaki tüm alanları sömürge mülkiyetleri olarak talep etti. Fransa da Dakar’dan Çibuti’ye kadar tüm bölgeler üzerinde hak iddiasında bulundu. 1869 yılında Ortadoğu’da Fransa’nın bir üstünlük konumundan çekinen Büyük Britanya ve Osmanlı İmparatorluğu’nun direnişine rağmen Süveyş Kanalının yapımı tamamlandı. Bu ise bölgede ve uluslararası bağlantı yollarındaki stratejik üstünlük konumu uğruna başka ihtilaflara yol açtı: İngiltere 1882’de Urabi-Hareketi ayaklanmasını bastırdı ve Mısır’ı işgal etti. Urabiler 1879’dan 1882’ye kadar Osmanlı devletine bağlı Mısır Krallığında Genç Mısırlıların ulusal kurtuluşçu bir halk hareketi idi. 20. Yüzyılın başlarında Etiyopya ( o zamanlar Habeşistan) ve Liberya’ya dışında, kıtanın tümü Avrupalı emperyalist güçlerin yabancı egemenliği altında idi. (8) Afrika’nın sömürgeleştirilmesi – bugün sıkça iddia edildiği gibi –kolay olmadı. Sömürgecilere karşı yoğun, uzun süreli direnişler yaşandı. Ne var ki Afrika halkları yüksek donanımlı ordulara karşı ilkel silahlarla mücadele yürütme durumunda idiler. Yüz binlerce kadın-erkek Afrikalı katledildi. Bağımsızlık için kurtuluş mücadeleleri giderek yeniden alevlendi: Ashantilerin İngilizlere karşı 1874’e kadar ki, o zamanlar Afrika’nın Altın Sahili’ndeki (bugünkü Gana ve Togo ile Fildişi Sahili’nin bölümleri) ayaklanması; Güney Rodezya (bugünkü Zimbabve)’deki Maşonalar ve Matabelelerin ayaklanması; Batı Afrika Samorilerinin Fransız sömürge gücüne karşı mücadelesi; Herreroların 1904-1907’de Alman fetihçilerine karşı (bugünkü Namibya) ayaklanması; Güney Afrika’da 1906’da İngiliz emperyalistlerine karşı Zulu-Ayaklanması; Alman Doğu Afrikası (bugünkü Tanzanya)’da 1905-1906’da Maji-Maji-Ayaklanması. Bunlar ezenlere karşı kahramanca mücadelelerin sadece birkaçıdır. 1. Dünya Savaşından sonra hudutlar yeniden belirlendi ve Afrika’nın bazı ülkeleri dünya hegemonyasındaki yeni güçler dengesi uyarınca yeniden pay edildi. Eski Alman kolonileri İngiltere, Belçika, Fransa ve (formalite icabı) Güney Afrika Birliği mandasına tabi kılındı. Sovyetler Birliği’ndeki Ekim Devriminin zaferi anti-sömürgeci ve anti-emperyalist kurtuluş mücadelesini kanatlandırdı ve bu hareketin muazzam bir yükselişine götürdü. Pan-Afrikanizm düşüncesi hızlı bir şekilde yayıldı. Afrika’da (Wafd-Partisi, ANC… gibi) örgütler, sendika hareketleri ortaya çıktı ve çeşitli ülkelerde işçi sınıfı tarafından komünist partiler kuruldu. Ne var ki İşçi sınıfının zayıflığı, örgütlü işçi sayısının azlığı ve emperyalist büyük güçlerin ve onların sömürgeci genel valilerinin gaddarca bastırma yöntemleri sayesinde ulusal burjuvazi mücadelelerde önderliği ele geçirdi. Emperyalist güçler 2. Dünya Savaşını Afrika’ya da taşıdılar. Bu savaşta sömürgelerdeki nüfuz alanlarını içerecek biçimde dünya egemenliği söz konusuydu. Mussolini’nin askeri birlikleri 1935’te Etiyopya’yı işgal ettiler. Eski sömürgeci güç İngiltere, kendisi tarafından kontrol edilen Kızıl Deniz ticari rotalarını kaybetmekten korkuyordu. Rommel Alman Nazi askeri birliklerini Afrika’ya yürüttü. Afrika’nın toprakaltı servetleri savaş üretimi için muazzam dere- (8) wikipedia.org/wiki/Geschichte Afrikas, Eylül 2013 itibariyle 49 Pan-Afrikanizm düşüncesi sonradan “Birinci Pan-Afrika Kongresi” olarak tarihe geçen 1900’daki Londra Konferans’ında doğdu. Pan-Afrikanizm kavramı bu bağlamda ilk kez kullanıldı. Bu, “etnisite veya milliyetinden bağımsız olarak dünya çapındaki tüm siyah ve Afrikalı insanların birliği” anlamına gelir. 1914’de Jamaika’da UNIAACL (Universal Negro Improvement Association and African Communities League)’yi kuran Marcus Garvey bu akımın en tanınmış (ve en radikal) temsilcisiydi. 1920 New York City’deki ilk kongresine 20.000’in üzerinde üye katıldı ve Siyahların Hakları Deklarasyonu’nu imzaladılar. 1945’te Manchester’de beşinci Pan-Afrika Kongresi yapıldı. Bu kongre kararı aristokrasiye, emperyalizme, sermaye tekeline ve özel servet yasasına karşı yöneldi. Bu kongre sömürge rejim ve ırkçı ayrımcılığın sona erdirilmesini talep etti. 25 Mayıs 1963’de Addis Abeba’daki Konferans’ta ortak bir “Afrika Birliği için Örgütün Şartı” kararlaştırıldı ve bununla 30 üye devletle birlikte Afrika Birliği için Örgüt (OAU) kuruldu. www.neia-ev.org/downloads/Panafrikanismus. pdf cede önemliydi. Savaş yılları sırasında Afrika dünya üretiminde şu paylara sahipti: Altında % 50, mangan madeninde % 19, kromda % 39, vanadyumda % 24, bakırda yaklaşık % 17, kobaltta neredeyse % 90, uranyum üretiminin tümü ve endüstri elmasının % 98’i. Fransa en büyük bölümü Afrika’dan getirilen neredeyse 100.000 sömürge askerini, Nazi Almanya’sı tarafından ezilip geçilmeden önce kendisinin savunması için Avrupa’da kullandı. Fransa’nın sömürgeleri “Fransız Batı Afrika”sı , 2. Dünya Savaşının masraflarına 1,5 milyar Franktan fazla katkıda bulundu. (9) Sömürgelerden askerler arasındaki kayıplar yüksekti: Savaşa sürülen Madagaskarlıların % 29,6’sı, yine “Senegalli Piyadeler” diye adlandırılanların, 50 Yıllara göre devletlerin bağımsızlıkları 1847 Liberya 1910 Güney Afrika 1922 Mısır (fiilen ancak 1952’deki cumhuriyetin kurulmasından beri) 1941 Libya 1956 Sudan, Fas, Tunus 1957 Gana 1958 Gine 1960 Madagaskar, Moritanya, Mali, Nijer, Çad, Merkezi Afrika Cumhuriyeti, Kongo Demokratik Cumhuriyeti (eski Belçika-Kongo’su), Kongo Cumhuriyeti (eski Fransız-Kongo’su), Gabun, Kamerun, Nijerya, Dahomey (Benin), Togo, Yukarı Volta (Burkina Faso), Fildişi Sahili, Senegal, Burundi 1961 Sierra Leone, Tanganika (Tanzanya) 1962 Cezayir, Uganda, Ruanda, Burundi 1963 Kenya 1964 Zambiya, Malawi 1965 Gambiya 1966 Botswana, Lesotho 1968 Swasiland, Ekvatoryal Gine, Mauritius 1974 Guinea-Bissau 1975 Angola, Mozambik, Kap Verde, Komorlar, São Tomé ve Principe 1976 Seyşeller, Batı Sahra (statüsü belirsiz, Fas’ın işgali altında) 1977 Çibuti 1980 Zimbabve 1990 Namibya ( Güney Afrika’dan ayrılma) 1993 Eritre (Etiyopya’dan ayrılma) 2011 Güney Sudan (Sudan’dan ayrılma) de.wikipedia.org/wiki/Dekolonisation Afrikas Senegal’den ve “Fransız Batı Afrika’nın diğer devletlerinden Fransız Ordusunun birimlerin % 38’i savaşta öldüler. Zorla çalıştırma, hammaddeler için teslimat kotaları ve gıda maddelerine el konulması bazı bölgelerde açlık sefaletlerine götürdü. Ruanda-Urundi’de 1942/1944’ arasında yaklaşık 300.000 insan açlıktan öldü. Madagaskar’da 1941 ile 1943 yılları arasında (9) Batı-Afrika’da Fransa’nın kolonileri: Yukarı Senegal, Yukarı Volta – bugün Burkina Faso, Nijer, Senegal, Moritanya, Fransız-Sudan – bugün Mali, Guinea, Damohey – bugün Benin ve Fildişi Sahili. (10) Grau, “Afrika”, sf: 200-202 zorla çalıştırma günleri 2,55 milyondan 3,81 milyona yükseldi. (10) Birçok Afrika ülkelerindeki militan anti-emperyalist kurtuluş hareketlerinin sonucu olarak Afrika’nın Lenin 1916: ” Biricik ve sadece sömürge mülkiyeti tekellerin rakipleriyle giriştikleri mücadelede karşılarına çıkabilecek her türlü rastlantıya hatta karşı tarafın devlet tekeli yasası arkasına siperlenmesi gibi bir rastlantıya karşı başarısının tüm güvencesini sunar. Kapitalizm ne kadar gelişmişse, hammadde eksikliği kendini ne kadar hissettirmişse, rekabet ve tüm dünyada hammadde kaynakları için mücadele ne kadar şiddetliyse, sömürgeler elde etme mücadelesi o kadar amansızdır.” Lenin, “Kapitalizmin En Yüksek Aşaması Olarak Emperyalizm”, sf: 264-265, Alm., Türkçesi: Lenin, Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, sf:85-86, İnter Yayınları, Ekim 1995, İst. dekolonizasyonu 1951’de başladı. Devletin başında faşist Salazar’ın bulunduğu Portekiz kendi sömürgelerini en uzun süre elinde tuttu. Ama keyfi olarak çizilmiş sınırlar varlığını sürdürdü. Ortaya yeni sömürgeci sömürme ve ezme yol ve yöntemleriyle emperyalist büyük güçlerin boyunduruğu altında kalan çok halklı devletler çıktı. Bu, rüşvet yiyici hükümetler ve askeri diktatörlüklerin zeminini hazırladı. 2. Dünya Savaşından önce Afrika’nın dünya ihracat ve ithalatındaki payı yaklaşık % 6,5 idi. (11) 2. Dünya Savaşından sonra ABD Afrika kıtasındaki ekonomik yayılmasını yoğunlaştırdı. Bu güç kendisinin dünya egemenliği planları için sömürgelerin yeniden paylaşımı çabası içindeydi. ABD 2. Dünya Savaşından gerçekten güçlenerek çıkan tek emperyalist büyük güçtü. 2. Dünya Savaşına kadar Afrika’da İngiltere ve Fransa başı çekiyordu; ama 2. Dünya Savaşında bunların zayıflaması ABD tarafından kullanıldı. Marşal planı hayata geçirildi ve sömürgeler ile diğer emperyalistlerin nüfuz alanlarındaki hammaddeler ve sürüm pazarları üzerinde hâkimiyet kurma hedefiyle, yine aynı zamanda giderek yükselmekte (11) Ansiklopedi “Afrika”, sf: 104 (12) Ansiklopedi “Afrika”, sf: 86 vd olan anti-emperyalist kurtuluş mücadelelerini bastırmak ve her şeyden önce halk demokrasileri ve Sovyetler Birliği’nin nüfuzunu geri püskürtmek için, Kuzey Atlantik Paktı (NATO –ÇN) yaratıldı. Amerikan mali sermayesi özellikle madenciliğe ve petrol çıkartılması ve işletilmesine yatırım yaptı. ABD yeraltı zenginliklerinin yağma edilmesi ve Afrika halklarının köle olarak çalıştırılması sayesinde zengin hammadde kaynaklarının sömürülmesi yoluyla devasa kârlar elde etti. ABD-sermayesi için her şeyden önce eski Belçika-Kongo’sundaki (şimdiki KDC: Kongo Demokratik Cumhuriyeti -ÇN) hammaddeler önemliydi. ABD uranyum çıkarılmasını tekelleştirdi. Ekonomi neredeyse komple Amerikan tekellerinin hizmetindeydi. Belçika-Kongo’su kapitalist dünyada (teknik amaçlar için) çıkarılan tüm elmasların % 60-70’i ile birinci sıraya çıktı. (12) Hammadde teslimatçısı ve meta sürüm pazarı – Afrika Kapitalist tekeller sömürgeleştirmenin başlamasından itibaren Afrika ekonomisini kendi gereksinimleri doğrultusunda düzenlediler: İthal edilen hammaddeler için düşük fiyatlar; buna karşı ihraç edilen üretim tesisleri ve makineler ve yeni teknolojiler vs. gibi sanayi ürünleri için muazzam derecede yüksek fiyatlar. Bununla bir asırdan fazla zamandan beri Afrika’nın ekonomik gelişmesini önlediler veya frenlediler. Kendilerinin gaddarca baskısını, doğanın saldırganca yağma edilmesini, Afrika’nın hammaddelerinin utanmazca sömürülmesini meşru kılmak için ırkçılığı ideolojik-siyasi silah olarak kullandılar. Ve bugüne kadar da kullanmayı sürdürüyorlar. “Tembel siyahlar” gibi sürekli tekrarlanan ırkçı klişeler her türlü varyasyonlarıyla günümüzde sadece “siyaseten doğru” dil stilinde paketlenmiş olarak her yerde hazır ve nazırdır. “Aşırı nüfus artışının önüne set çekmek”, “salgın hastalıkları denetim altına almak”, ve “çatışmaları durdurmak” gibi Batının sözde görevleri, Afrika’yı kendilerinin “ sömürge sonrası rezervatı”( – yeraltı ve üstü zenginlik kaynakları deposu – ÇN) olarak elde tutmak için kullanılan gerekçelerden bir kaçıdır. Emperyalist güçler Afrika’yı tarım ürünleri ve hammaddeler için bir teslimatçıya dönüştürüyorlar. 51 Her şeyden önce gıda ve lüks tüketim maddeleri için, ayrıca maden ürünleri için bir teslimatçı olarak ve kendilerinin sanayi mamulleri için bir sürüm alanı ve de ucuz iş gücü nedeniyle de sermaye yatırımları için kârlı bir alan olarak kullanıyorlar. Üretici güçlerin kasten düşük tutulan ve frenlenen gelişme düzeyi karakteristiktir; - burada Güney Afrika gibi az sayıda ülke istisna oluşturmaktadır -. Üretici zanaatkârlık da bilinçli olarak sekteye uğratılmakta veya büyük tekellerin gittikçe daha güçlü bir şekilde müdahalesiyle bertaraf edilmektedir. Afrika iktisatları, onların bizzat kendilerinin belirleyemedikleri dünya piyasası fiyatlarına teslim olmuş durumdadırlar. Bu durum devlet bağımsızlığına kavuştuktan sonra da pek az değişti. Hammadde ihracatına ve bununla birlikte dünya pazar fiyatına bağımlılık, Afrika’nın zaten eskiden beri muazzam borçluluğunu arttırdı ve korkunç derecelere çıkarttı:1979’da borçlar 6,9 milyar ABD-doları tutuyordu;1990’da 170milyar ABD-dolarına, bugün ise 300 milyar ABD-dolarına tırmandı. (13) 1980’li yıllarda Dünya Bankası ve Dünya Para Fonu Afrika’nın birçok ülkesinde ekonomi ve siyaset üzerine denetimi fiilen devraldı ve bu ülkeleri “yapısal uyumlulaştırma” programları çerçevesinde daha ileri ‘tasarruf önlemleri’ne zorladı. Bu yükleri Afrika halklarının sırtlarına bindirmek anlamına geliyordu. Faizlerin ve faizin faizlerinin ödenmesi ile bir dizi ülkede borçların GSH’ya (Gayrisafi sosyal ürün –ÇN) oranı % 100-200’lere vardı ve bazı ülkelerde (Moritanya, Liberya, Sudan ve Guinea-Bissau) hatta bu oranı zaman zaman % 200’ün üzerine çıkıyor ve % 500’lere kadar varıyordu. (14) Hammadde fiyatları tarafından belirlenen Afrika’nın dışsatım gelirleri Ağustos 2008 ile Mayıs 2009 (kriz) arasında % 45 oranında düştü. Düşük tarımsal üretkenlik dünya pazarında gıda maddeleri fiyatlarının bir yükselişine götürdü. Ama bununla da kalmadı: Gıda maddeleri için dünya piyasası fiyatları son yıllarda uluslararası borsalardaki gıda maddeleri üzerinde yapılan utanmazca spekülasyon nedeniyle astronomik miktarda arttı. Ve biyo yakıt maddeleri için tarımsal hammaddelere artmakta 52 olan talep de, hem gıda maddelerinin dünya pazar fiyatlarının artışına hem de gıda maddeleri üretiminin azalmasına götürmektedir. Yakıt üretimi için Afrika’da mısır, şeker kamışı, yağ hurma ağacı /maya ağacı veya soya fasulyesi gibi faydalı bitkiler ekilir. Buna bir de tüm kıtadaki felaket boyutlarındaki çevre tahribatı eklenir. Bu da yine yoksulluğun bir keskinleşmesine ve hastalıkların hızla yayılmasına sebep olur. Tropik yağmur ormanlarının, kuru ormanların ve ağaç rezervinin tahribi, tatlı su kaynaklarının kuruması ve bu arada Avrupa’dan yapılan zehirli çöp ithalatı, tarımın ve besin maddeleri üretiminin mahvına götürüyor. Kuraklıklar ve su baskınları, yağmur yağışlarına bağımlı temel besin maddelerinin rekoltelerinde bir düşüşe neden oluyor. Buradaki bazı ülkeler için tarımsal rekoltelerin % 50’lik bir gerilemesi hesaplanıyor. Savaşların, açlığın ve birçok ülkedeki bütünüyle perspektifsizliğin yanında ekolojik kriz emekçilerin Afrika kıtasından kaçışının nedenlerinden biridir. Emperyalizm Afrikalı emekçilerin varlık temellerini gasp ediyor, onların işgücünü açlık ücretleriyle aşırı derecede sömürüyor, kendisinin egemenliğini korumak uğruna savaşlar kışkırtıyor. İnsanlar bu sefil durumdan kaçıp “vaat edilmiş Batı”da sığınma aradıklarında, o zaman emperyalist hegemonyanın tüm sertliğiyle başka bir seviyede karşılaşıyorlar. Hudutlar yüzlerine sıkıca kapatılmış durumda. Yüz binlerce insan kaçış sırasında ölüyor. Tüm iğrençliklere rağmen metropollere girmeyi başaran emekçiler aşırı bir ırkçılıkla ve yeniden keskinleşmiş sömürüyle karşı karşıya geliyorlar. Afrika mercek altında Afrika’nın toplam nüfusu bugün 30 221 532 km2- bir yüzölçümünde, 1 milyardan fazla insandır. Yani tüm kıtada 54 ülkede km2-başına düşen kişi sayısı ortalama 30,51’dir. Nüfusun 2050 yılına kadar 2 milyara varması beklenmektedir. (15) 700 milyon insan Sahra çölünün güneyinde Sah- (13) www.gemeinsam-fuer-afrika.de/informieren/afrika-von-a-bis-z/von-u-wie-unabhangigkeit-bis-v-wieviehhaltung/ (14) www.omnia-verlag.de/weltimwandel/php/start.php?flag= popup&id=5312 (15) Dominic Johnson, “Büyük Sıçrayıştan önceki Afrika”, 2. Güncelleştirilmiş ve genişletilmiş yeni baskı 2013, Klaus Afrika Birliği’(AU)nin Örgütleri: Afrika Birliği 2002 yılında OAU’nun halefi olarak göreve başladı. AU Sahra Demokratik Cumhuriyeti’ni üye olarak kabul ettiğinden Fas dışında tüm Afrika devletleri bugün bu birliğin üyesidirler. Üyelikleri güncel olarak dondurulmuş devletler: 2009’den beri Madagaskar, 2012’den beri Gine Bissau, 2013’den bu yana Merkezi Afrika Cumhuriyeti. Organları: - Devlet ve hükümet başkanlarının toplantısı AU’nun en yüksek yürütme organını oluşturmaktadır. - Yürütme Konseyi (EC) kural olarak dışişleri bakanlarından oluşmaktadır. - Büyükelçiler düzeyindeki Daimi Temsilciler Komitesi (PRC) Yürütme Konseyinin toplantılarını hazırlamakta ve yürüyen işleri gerçekleştirmektedir. - AU-Komisyonu AU-çalışmasını koordine etmekte ve AU-buluşmasını hazırlamaktadır. - Başkan AU’ni dışa karşı temsil etmektedir. - Pan-Afrika Parlamentosu (PAP) 2004’de göreve başlamıştır. Bu parlamentonun milletvekilleri direk olarak seçilmemekte, bilakis her üye ülke ulusal parlamentolardan beşer üyeyi delege olarak yollamaktadır. PAP 2009’a kadar yasama yetkilerine sahip olacaktı. Oysa Afrikalı devlet ve hükümet başkanları PAP’a somut yetkileri devretmeye şimdiye kadar hazır değildiler. Bu nedenle PAP bir dizi kararları hükümetler tarafından neredeyse hiç dikkate alınmayan (şimdilik) genel bir tartışma organı olarak kalmaktadır. - Afrika Yargıtayı (African Court, tam olarak African Court of Human ve Peoples’ Rights – Afrika İnsanları Hakları Yüksek Mahkemesi –ÇN – ACHPR) African Charta of Human and Peoples’ Rights’da tanımlanan haklarına uyulmasını denetliyor. Bu Yargıtay şimdiye kadar çalışmaya henüz başlamadı. - 150-üyelik bir Ekonomi-, Sosyal ve Kültür Konseyi (Economic, social and culturel council, ECOSOCC) AU-kurumlarına danışmanlık yapıyor. - Barış ve Güvenlik Konseyi (Peace and Security Council, PSC) güya barışı güvence altına almak için merkezi bir organdır. Devlet ve hükümet başkanları toplantısı tarafından seçilen 15 üyeden oluşmaktadır. Bir dizi esas olarak askeri kurumlar PSC’ne yardımcı olmaktadırlar. Her biri 3.000 den 5.000’a kadar yerel askeri birliklerin de eklendiği 15.000 kişilik çok uluslu (planlanan) bir müdahale birliği buna dâhildir. Yerel Pazarlar ve Örgütler: *COMESA (Common Market for Eastern and Southern Afrika- Doğu ve Güney Afrika için Ekonomi Pazarı-ÇN) birleşik bir para birimi ve ortak merkez bankası kurmayı amaçlayan 21 ülkeyi kapsayan bir gümrük birliği. *EAC (East Africa Community) Doğu Afrika Topluluğu *SADC (Southern African Development Community – Güney Afrika Gelişme Topluluğu – ÇN) bütünüyle Güney Afrika tarafından domine edilmekte: Angola, Botswana, Kongo DC, Lesotho, Madagaskar, Malawi, Maritius, Mozambik, Namibya, Sambiya, Seyşeller, Zimbabve, Güney Afrika, Swasiland, Tanzanya. *ECOWAS (Economic Community Of West African States - Batı Afrika Devletleri Ekonomik Topluluğu – ÇN) Nijerya tarafından domine edilmekte ve onun başkanlığındadır (Mart 2011 itibariyle): Benin, Burkina Faso, Fildişi Sahili, Gambiya, Gine-Bissau, Kap Verde, Liberya, Mali, Nijer, Nijerya, Senegal, Sierra Leone, Togo. *CEEAC (Communauté Economique des Etats de l’Afrique Centrale – Merkezi Afrika Devletleri Ekonomik Topluluğu – ÇN): Angola, Ekvatoryal Gine, Burundi, Kongo DC, Gabun, Kamerun, Kongo, Sao Tomé ve Principe, Çat, Merkezi Afrika Cumhuriyeti. *IGAD (Inter-Governmental Authority on Development): Etiyopya, Çibuti, Eritre, Kenya, Somali, Sudan, Uganda. 53 raaltı- Afrika’da yaşamaktadır. Bu, tüm Avrupa nüfusunun bir buçuk mislidir. Kuzey Afrika’da sadece yaklaşık 210 milyon nüfus vardır (2012 itibariyle). 150 milyondan fazla nüfusuyla Nijerya en kalabalık nüfusa sahip devlettir. Afrika devletleri, Birleşmiş Milletler (BM)’e üye devletlerin dörtte birini oluşturmaktadır. Böylece bu devletler, emperyalist güçlerin güç siyasetlerinin çıkarlarını özellikle BM’de ve WTO (World Trade Organization – Dünya Ticareti Örgütü)’nde ve de örneğin kendilerinin dünya düzenini kurmak gibi dış politikalarını gerçekleştirmek için, önemlidirler. Afrika’da yaklaşık 2.000 dil konuşulmaktadır. Afrika’da 1950’de milyon nüfuslu hiç şehir yoktu; bugün ise milyon nüfusu aşan 35 şehir vardır. Afrika’nın en büyük kentleri Mısır’da 15 milyondan fazla nüfuslu Kahire, 11 milyondan fazla insanın yaşadığı Nijerya’daki Lagos ile 8 milyondan fazla nüfuslu Kongo Demokratik Cumhuriyeti’ndeki Kinshasa’dır. (16) 2007’de kentleşme oranı % 39 idi. Güncel tahminlere göre önümüzdeki dönemde küresel kentleşmenin beşte dördü Afrika ve Asya’da gerçekleşecektir. Örneğin Lagos’un 2030 yılında muhtemelen 25 milyondan fazla nüfusa sahip olacağı var sayılmaktadır. BM-Habitat’ın verilerine göre 2001’de Afrika’da 15 ülkede kentlerde gecekondularda oturanların payı % 90’nın üzerinde, Etiyopya’da (% 99,4), Çat’ta (% 99,1), Somali’de (% 97,1), Nijer’de (96,2)’ idi. (17) Afrika’da Sahra’nın güneyinde 2007’de çalışabilir yaştaki tüm insanların % 77’si güvencesiz çalışma koşullarında çalışıyordu; gençlerin % 21’i ve yetişkinlerin % 6’sı resmen işsizdi. Kuzey Afrika’da bu sayılar her biri için % 37 ve % 10’dur. Burada doğal olarak asgari geçim sınırının altında kendi tarlalarında çalışan insanlar veya hiç iş bile aramayan kadınlar sayılmamıştır. (18) En işlek liman Durban, Güney Afrika’nın Doğu Sahilinde bulunuyor; ama Çin’in katılımıyla Tanzanya’da çok daha büyükçe liman- Bagomoyoortaya çıkacaktır. Süveyş Kanalı’nın çok özel büyük bir stratejik önemi vardır. Bu kanal Akdeniz’i (Kızıl Deniz üzerinden) Hint Okyanusu’na bağlıyor. En 54 uzun nehir Nil’dir; Nil’in üst kısmında Afrika’nın en büyük gölü Viktorya Gölü bulunuyor. Kıtanın ortasından, kıtanın yaşam damarı olan Kongo nehri akıyor. Kendisinin hidrolik gücünün muazzam potansiyeli ile teorik olarak Afrika’nın tüm elektriği sağlanabilir. Kongo-nehrinin kontrol edilmesi üzerinde onlarca yıldır anlaşmazlıklar söz konusudur. Örneğin Angola ve Güney Afrika, Kongo’nun su gücünü genişletmek ve bu enerjiyi kıtanın güneyine ihraç etmek için milyarlarca dolarlık yatırıma girişmektedir. Bu arada elektrik darlığı hüküm sürmektedir. Bugünkü dünya üretimi ve yeraltı zenginlikleri Tarımsal ürünlerin yanında, petrol veya elmas ve madenler gibi her şeyden önce yenilemeyen hammaddeler en önemli ihracat malları arasındadır. Tahminlere göre Afrika, dünya çapında mevcut platinin yaklaşık % 90’nından fazlasına, krom ve manganın % 80’ine, elmasta % 60’ına kobalt ve altında % 50 ile 40’ına, boksit rezervlerinin % 30’una sahiptir. Yakıtlar ve enerji hammaddelerinde Afrika dünya çapında mevcut uranyumun yaklaşık % 20’sinden fazlasını, petrol, kömür ve doğalgazın % 10’nunu bulundurmaktadır. Altın, elmas, demir madeni, oksit ve bir dizi diğer metaller ve madenlerin ihracatı patlamış durumdadır. Fosil olmayan mineral hammaddeler, her şeyden önce metaller ve elmas ağırlıklı olarak Batı Afrika, Merkezi Afrika ve özellikle Güney Afrika’dadır. Petrol üretimi Afrika’da her şeyden önce Kuzey Afrika, Gine Körfezi’nde ve Batı Afrika’nın güneyinde bulunmaktadır. Bunun en önemli üreticileri Cezayir, Libya, Nijerya ve Angola’dır. Daha büyükçe petrol yatakları Gana, Moritanya ve Nijer’de bulundu. Daha az miktarda mevcut bulgulara Gabun, Çat ve Sudan’da rastlandı. Ekvatoryal-Gine’de yaklaşık 160 milyar dolarlık bir pazar değeriyle devasa petrol kaynaklarının bulunduğu tahmin ediliyor. Uzmanlar Angola’daki petrol rezervlerini 12-15 milyar varil olarak tahmin ediyorlar. Afrika’nın üç en büyük petrol ihracatçısı – Cezayir, Angola ve Nijerya – 1990’lı yıllarda petrol ihracatından yuvarlak hesap 300 milyar dolar gelir elde ettiler. 2000-2010 yılları arasında bu gelir yuvarlak hesap bir trilyondu. Afrikalı yeni (16) wikipedia.org-wiki-Afrika (17) (Almanya ) Ekonomik İşbirliği ve Gelişme Federal Bakanlığı: “Afrika’daki Kentleşme”, 333. Daire Şubesi (Su, Enerji, Kentsel Gelişim, Jeo-Sektör) 22. 08. 2011 itibariyle (18) Johnson, “Afrika”, Sf: 13 petrol çıkaran ülkeler şunlardır: Sudan, Ekvatoryal Gine, Gana, Uganda. Mozambik’teki gaz ve kömür rezervleri dünyanın en büyüklerinden sayılmaktadır. Ulusal Petrol Enstitüsü’ne göre Mozambik Irak’takilerle karşılaştırılabilir bir şekilde 2,8 trilyon kübik metre doğal gaz rezervlerine sahiptir. Gaz rezervinin yanında dünyanın en büyük henüz işlenmemiş kok kömürü kaynakları Mozambik’te bulunmaktadır. 2014’e kadar orada on bir milyon ton, 2017’e kadar bunun iki misli üretilmek durumundadır. (19) Tarım ve “Eko”-emperyalizm Sahra’nın güneyindeki çalışabilir tüm kadın-erkek Afrikalıların % 60’ından fazlası tarım sektöründe çalışmaktadır. Teorik olarak kişi başına 0,25 hektar kullanım alanı düşüyor; bu dünya ortalamasına uygundur. Oysa Afrika ziraatının üretkenliği karşılaştırıldığında çok düşüktür. Sahraaltı Afrika’sı 2008 yılında hektar arazi başına 1.230 kilogram bir tahıl rekoltesine sahipti. Bu konudaki dünya ortalaması hektar başına 3.077 kilogramdır. Sıkça ekilen tarımsal ürünler arasında pirinç, darı, mısır, Hint yerelması (Japon patatesi), manyok, bamya, muz, kahve, pamuk, kakao, yer fıstığı, hurma yağı ve hurma sayılmaktadır. Afrika’nın verimli toprakları birkaç yıldan beri dünya çapındaki yatırımcılar ve spekülatörlerin büyük ilgisini çekmektedir. Uluslararası bankalar ve yatırım fonları, sanayi ülkeleri ile tarım holdingleri devasa arazilerde devasa endüstriyel büyük çiftlikler kurarak, ucuz ücret giderleri nedeniyle ihracat ve ekstra-kârlar için gıda maddeleri ve biyo yakıt üretmek istemektedir. Afrika halkları ekilebilir tarlaların kullanılması için çoğu kez zorla yerlerinden edildiler, toprak ve arazilerini satmaya zorlandılar. Dahası yabancı yatırımcıların bu arazilerinde üretilen ve ihraç edilen temel gıda maddeleri aşırı pahalı fiyatlarla ye- niden ithal edilmek zorundadır. 2001 ile 2011 yılları arasında Afrika’da yaklaşık toplam 130 milyon hektar arazi satıldı veya kiraya verildi. Ne var ki bu sayılar gerçeği yansıtmamaktadır, gerçek rakam herhalde bundan epeyi daha yüksektir. Mali’de daha 1996’da şeker kamışı yetiştiren bir ortaklık şirketi vardı: Şirketin % 40’ Mali devletine, % 60’ı ektiği alanları daha 2010 yılında 20.000 hektar genişleten bir Çin işletmesine aitti. “Sierra Leone’de Addax Bioenergy isimli firma Avrupa’da kullanılan biyo yakıt için Ethanol üretiyor. Bu proje Avrupa Kalkınma Bankası tarafından teşvik ediliyor. Bu proje için şimdiden 40.000 hektardan fazla arazi kiralanmış durumda. (100 ha= 1 km2). (20) Ticaret, Büyüme – Ekonomik Patlama Afrika’nın Sahra-altı ülkelerinin dünya ticaretindeki payı 1980’de % 6 civarında bulunuyordu. 2002 yılından 2008’e kadarki yıllarda ortalama ekonomik büyüme % 5 - 6arasında idi; 2010’da büyüme % 4,3- 4,5 arasında idi. 2011’de ekonomik büyüme ortalama % 4,9 idi. 2015 için % 5,5’luk bir büyüme bekleniyor. (21) “Geçen on yıl içinde hiçbir kıta Afrika’da kadarki gibi hızlı bir şekilde büyümedi. Real ekonomik büyüme yılda yüzde 5 ile 10 arasında, Angola gibi petrol devletlerinde 2007’de hatta yüzde 22,6 – neredeyse dünya rekoru - oldu. Dünya Bankası’nın bir araştırmasına göre en büyük ekonomik ilerlemeye sahip 50 iktisattan 17’si Afrika’dandır. Kıtanın gayri safi yurtiçi ürünü – 1,7 trilyon dolar üzerinde - hemen hemen Rusya’nınki kadardır.” (22) 2013’de yeryüzünün en hızlı büyümekte olan on iktisadından dördü Afrika’da bulunuyordu. Bu listenin başını ortalama % 20,3’lük bir büyüme ile hatta Çin (% 9,6)’in bile önünde bulunan Angola çekiyordu. Onu % 15,4 ile Ekvatoryal Gine, % 9,2 ile Etiyopya ve % 9,2 ile Libya izliyordu. (23) Afrika’ya yönelen doğrudan yabancı yatırımlar (Fo- (19) Tüm Sayılar: Siyasi Eğitimi için Bilgiler 303, 2/2009, Sf: 21 ve Friedrich-Ebert-Vakfı, Afrika daire şubesi: “Mozambik’te kaynak bulgusu”, Ağustos 2012, library.fes.de/pdf-files/iez/09288.pdf (20) www.medico.de/themen/menschenrechte/rohstoffe/dokumente/der-stroff-aus-dem-kriege-sind/48/, Ekim 2013, GIGA, “Afrika’da yeni arazi gaspı mı?”, sayı 1, 2011 ve www.gesichter-afrikas.de/rohstoffe-ressourcen-inafrika/landgrabbing.html,2011 (21) AB-Komisyonu’nun Sonbahar 2013 tahmini: “Dünya çapında Ekonomik Büyüme”, www.wko.at/statistik/ jahrbuch/worldGDP.pdf, Kasım 2013, Alm. (22) Der Spiegel “Aslanlar Yola Koyuluyorlar”, Sayı: 47-2013, Sf: 106, Alm. (23) www.welt-in-zahlen.de/laendervergleich.phtml; last update:08.01.2013, November 2013 55 reign Direct Investments, FDI) 2000 ile 2008 yılları arasında 87,6 milyar ABD-doları olarak on mislisine çıktı; 2012’deki yabancı direk yatırımlar 554 milyar ABD-doları tuttu. Afrika’nın yatırım oranı her ne kadar ihracat gelirlerinden daha yavaş artsa da, yine de GSİÜ’nün % 20’sinin üzerindedir. “Anda mali kriz ve tasarruf politikası nedeniyle Avrupa ve Amerika’da alıp götürülecek fazla bir şey olmadığından sermaye yatırımcıları ve spekülatörler Afrika kıtasını keşfettiler. Yeraltı zenginlikleri, gıda maddeleri veya ekin alanları üzerine kumar oynayan yatırım fonları masalsı kazançlar vaat ediyorlar. Tarihçiler daha şimdiden, Avrupalı sömürgeci güçlerin “yerkürenin siyah parçasını” kendi aralarında paylaştıkları ve yağma ettikleri 19. Yüzyılın sonu ile karşılaştırılabilir bir şekilde, “Afrika uğruna” ikinci bir “rekabet”ten söz ediyorlar.” (24) Afrika’daki yatırımlar dünyanın başka bir yerindekinden çok daha yüksek kazançlar sağlıyorlar ve ortalamanın çok üstünde kârlılığa sahip projeler vardır: Kongo ile mavi Nil-nehrinin su gücü potansiyeli, Liberya ve Gine’nin demir madenleri ve boksit kaynakları, tüm Sahra-Çölünün rüzgâr ve güneş enerjisi için kullanılma imkânı, kıtanın içerisindeki verimli Savan bölgesi ve nihayet dünyanın en zengin maden kaynakları: Kongo’nun bakır ve kobalt madenleri ve devasa altın-,petrol ve gaz-rezervleri. 2000 yılında Afrika’ya 15 milyar ABD- doları değerinde sermaye akmıştı; 2008’de ise sermaye akımı 88 milyar ABD-doları oldu. Bunun 64 milyar ABDdoları Sahra’nın güneyindeki devletlere ve 24 milyar ABD-doları Kuzey Afrika’ya, 20 milyar ABD-doları Nijerya’ya, 15 milyar ABD-doları Angola’ya, 9’ar milyar ABD-doları Mısır ve Güney Afrika’ya yatırıldı. Dünya çapındaki kriz nedeniyle kısa süren bir gerilemeden sonra 2012’de sermaye akışları yine neredeyse 50 milyar ABD-dolarına yükseldi. 2013 için yaklaşık 57 milyar ABD-doları öngörüldü. Bunun beşte dördü bu arada Sahra’nın güneyindeki ülkeler için öngörüldü. Kuzey Afrika Arap İlkbaharı nedeniyle uluslararası mali sermaye için riskli bölge haline geldi. Böylece diğer ülkeler ön plana çıktı ve uluslararası sermaye pazarlarına giriş yaptılar: Gana ve Doğu Afrika’nın Mozambik’ten Tanzanya ve 56 Kenya üzerinden Uganda’ya kadar uzanan patlama yapan şeridi. Afrika içerisinde de – her şeyden önce Libya’nın, Güney Afrika holdinglerinin ve Nijerya bankalarının yatırım fonları – sermaye akışları artmaktadır. Ama sadece uluslararası sermaye değil, aynı zamanda Afrikalı burjuvalar, finans oligarşisi ve sermaye sahipleri devasa kârlar yapmakta ve zenginlik hızla artmaktadır. Forbes’in 2013’deki dünyanın en zengin 500 dolar milyarderi listesinde Afrika’dan 8 dolar milyarderi yer alıyor: Nijerya, Güney Afrika, Fas, Swazi-Ülkesi, Mısır’dan. Afrika’da toplam 200 dolar-milyarderi bulunduğundan yola çıkılmaktadır (Almanya’da yayınlanan Günlük Die Welt Gazetesi, 28. 09. 2012). Karşılaştırıldığında bu sayı Çin’de 300 dolar milyarderi civarındadır. Bu gelişmelerle Afrika içi çelişkiler güçlenmektedir. Afrika Birliği’nin siyasi görüşmeleri içerisinde Libya ile Güney Afrika ve Nijerya, örneğin BM-Güvenlik Konseyi’ndeki daimi bir Afrikalı temsilcilik ile ilgili hak taleplerindeki önderlik rolü uğruna çoğu kez birbirleri arasındaki rekabet nedeniyle birbirlerini engellemektedirler. Nil-suyunun adil bir şekilde dağıtılması uğruna mücadele de anlaşmazlıklara, bir yanda Mısır, diğer yanda ise Etiyopya ile Uganda arasında kesinleşmiş rekabete sebep olmaktadır. Hakeza Kongo-nehrinden enerji kazanılması ve en kârlı yatırım projelerinden biri olan dünyanın en büyük barajı Grand-Inga barajının büyütülmesi konusunda amansızca bir ihtilaf yürümektedir. (25) Yükselmekte olan emperyalist bir güç ve Afrika’nın en büyük ekonomik gücü olan Güney Afrika 2005’den bu yana Afrika ülkelerine net sermaye ihracatçısı konumundadır. BM-verilerine göre Afrikaiçi tüm sermaye akışlarının % 70’i Güney Afrika kökenlidir. 2003’den 2007’ye kadarki süre içinde diğer Afrika ülkelerine yapılan Güney Afrika sermayesi yatırımlarının değeri dört misline,- 16 milyar ABDdolarından fazlasına- çıktı. En büyük yatırım hedefi, vergi vahası olarak tanınan Mauritius Adası’dır. Ama Güney Afrika son yıllarda güçlü bir şekilde Nijerya’ya da yatırımlar yaptı. Afrika’nın döviz rezervleri 2004’den beri üç mis- (24) Der Spiegel “Aslanlar Yola Koyuluyorlar”, Sayı: 47-2013, Sf: 106, Alm. (25) www.spiegel.de/wissenschaft/technik/kongo-plant-groesstes-wasserkraftwerk-der-welt-a-900943.html (26) 2013’ün tüm sayıları: Johnson, “Afrika”, Sf: 26 Sömürgesel ve yeni-sömürgesel savaşlar, iç savaşlar, isyanlar ve ayaklanmalar Sömürgesel ve yeni-sömürgesel savaşlar, iç savaşlar, isyanlar ve ayaklanmalar 1798 – 1801 Mısır seferi 1801 – 1805 Amerikan-Trablusşam Savaşı (ilk barbarca savaş) 1880 – 1881 İlk Burlar Savaşı 1881 – 1890 Mehdi Ayaklanması 1888 – 1890 Doğu Afrika Sahilleri Halklarının Ayaklanması 1899 – 1902 İkinci Burlar Savaşı veya Güney Afrika Savaşı 1899 – 1920 Somali’deki Derviş-Hareketi’nin Ayaklanması 1904 – 1908 Herero ve Namaların Ayaklanması 1905 – 1908 Maji-Maji Ayaklanması 1935 – 1936 İtalya – Etiyopya Savaşı 1940 – 1943 Afrika Seferi 1954 - 1962 Cezayir Savaşı 1960 – 1989 Namibya’nın Kurtuluş Savaşı 1961 – 1991 Eritre Bağımsızlık Savaşı 1961 – 1974 Portekiz Sömürge Savaşı 1961/1974 – 2002 Angola’da Bağımsızlık-/ İç Savaş 1976 – 1992 Mozambik İç Savaşı 1963 – 1964 Cezayir – Fas Sınır Savaşı 1967 – 1970 Biafra Savaşı (Nijerya) 1971 – 1972 Birinci Uganda –Tanzanya Savaşı 1974 – 1991 Etiyopya İç Savaşı 1977 – Libya – Mısır Sınır Savaşı 1977 – 1978 Shaba –İstilası (Kongo/Angola) 1978 – 1987 Libya –Çad Sınır Savaşı 1978 – 1979 İkinci Uganda –Tanzanya Savaşı 1983 – 2005 Güney Sudan’da Ayrılma Savaşı 1988 Sudan Savaşı (Darfur) 1986 – 2008 LRA-Çatışması (Lord’s Resistancea Army - Lord’un Direniş Ordusu –ÇN) 1988/1991’den beri Somali İç Savaşı 1989 – 1996/1999 – 2003 Liberya İç Savaşı 1990 Senegal’deki Casamance –Çatışmasının Başlaması 1991 – 1994 Çibuti İç Savaşı 1991 – 2002 Sierra Leone’de İç Savaş 1992 Cezayir İç Savaşı 1993 Kongo – Kinshasa (Doğu Kongo) Silahlı Çatışması 1996 – 1997 İlk Kongo Savaşı 1998 – 2000 Eritre – Etiyopya Savaşı 1998 – 2003 İkinci Kongo Savaşı 2002 Cabinda –Çatışması (FLEC’in Cabinda’nın ayrılması için Mücadelesi) Angola 2002 Mağribi’de (Cezayir, Çad, Mali, Moritanya, Fas, Nijer) El Kaide’ye karşı mücadele 2002 – 2007 Fildişi Sahili’nde İç Savaş 2003 – 2009 Darfur-Çatışması 2003 Çad Savaşı 2004/2005 Nijerya’da Şeriat- Çatışması 2005 – 2010 Çad’da İç Savaş 2005 Mali Savaşı (Tuareg) 2005 Merkezi Afrika Cumhuriyeti Savaşı 2006 – 2009 Üçüncü Kongo Savaşı 2006 Nijer Silahlı Çatışması (Tuareg) 2006 Burundi Silahlı Çatışması 2007 Nijerya Silahlı Çatışması (Nijer Deltası) 2008 Eritre –Çibuti Sınır Çatışması 2010 -2011 Fildişi Sahili’nde İç Savaş Aralık 2010 Arap Baharının Başlangıcı 2011 Libya’da İç Savaş + 2011 Libya’ya uluslararası askeri müdahale 2012 M23’ün Ayaklanışı ve Kongo Demokratik Cumhuriyeti’ndeki savaşlar 2012’den beri Mali’de çatışma + 2013’den beri Serval Operasyonu Ölüler: 1.000.000: İkinci Sudan İç Savaşı (1983-2005) 1.000.000: Biafra Savaşı, Nijerya (1967-1970) 900.000-1.000.000: Mozambik İç Savaşı (19761993) 800.000-1.000.000: Ruanda’daki İç Savaş (19901994) 800.000: Kongo Cumhuriyeti’ndeki İç Savaş (1991-1997) 570.000: Eritre’nin Bağımsızlık Savaşı (19611991) 550.000: (1988’den beri) Somali İç Savaşı 500.000: Angola’da İç Savaş (1975-2002) 500.000: Uganda’da İç Savaş (1979-1986) (d e . w i k i p e d i a . o r g / w i k i / L i s t e _ v o n _ Kriegen,September 2013) 57 line katlandı; Afrika’nın borçları 2000,Gayri Safi İç Ürün’ün % 63’ü boyutunda idi; 2010 yılında bu oran % 25’e gerilemişti. (26) Ama bu nüfusun yoksulluğunun azaldığı anlamına gelmiyor; tersine bir avuç komprador ve kapitalistin zenginliği büyüyor. Zenginler daha zengin oluyor. 2015 yılında Afrika’da 340 milyondan fazla insanın günde bir dolardan daha az bir parayla yaşamak zorunda kalacakları tahmin edilmektedir. (2001 yılında bu insanların sayısı 313 milyon idi.) (27) ra-altı Afrika’sı ülkeler bu ithalatlarını % 20 oranında yükselttiler. Kuzey Afrika’ya silah teslimatları % 273 oranında yükseldi; bu tüm Afrika silah ithalatlarının % 59’udur. Telekomünikasyon Cezayir Rusya’dan 36 savaş uçağı, 185 tank, iki uçaksavar sistemi 2 SAM ve iki denizaltı ithal etti. Büyük sayıda helikopter, korvetler, firkateynler ve kara sistemleri Rusya, Çin, İngiltere, İtalya ve Almanya’ya sipariş edildi. 1989’da Afrika’da cep telefonu kullanan kadın-erkeklerin sayısı henüz 4.000 civarındaydı; 2006’da 100 milyonun üzerine çıktı; 2010’da bu rakam neredeyse iki misline katlanarak 633 milyon oldu. 2050 yılına kadar bir milyardan fazla kadın-erkek cep telefonu kullanıcısının olacağı tahmin ediliyor. Beşte biri zaten akıllı cep telefonu kullanıyor; buna karşı 2012’de sadece 3 milyon sabit telefon hattı vardı. 100 kişi başına düşen 100- 149 arası mobil telefon sözleşmelerinin oranı, Kuzey Afrika’da (Moritanya, Fas, Cezayir, Tunus, Libya, Mısır);ve Batı Afrika’da (Namibya, Botsuana ve Güney Afrika), Almanya’daki ile aynı seviyededir. Buna karşın ABD’de 100 sakin başına düşen mobil telefon sözleşmeleri oranı 7595 arasındadır. (Spiegel, 48/2013) Sadece 167 milyon insan interneti kullanıyor; bu her ne kadar az olsa da, iki yıl öncekinin iki katıdır. 2012 sonunda Afrika’da 51 milyonun üzerinde Facebookhesabı vardı. Kıtanın kablolaştırılması Afrika’nın devasa yatırım projeleri arasında içindedir. Avrupa’dan veya Asya’dan Afrika’ya, Afrikalı çoğunluklu konsorsiyumlar tarafından kıtanın etrafında dolaşan ve tüm Afrika ülkelerini kapsayan bir dizi sualtı kabloları döşeniyor. (28) Silah Satışları ve Askerileşme En büyük ithalatçı ülkeler Cezayir (% 43), Güney Afrika (% 17) ve Fas (% 16) dır. Mısır Güney Afrika ile birlikte kıtanın en güçlü askeri gücü olarak sayılmaktadır. Silah ithalatı Afrika çapında % 110 arttı. Sah- 58 Örneğin Fas: Fas ABD’den 16 adet savaş uçağı, Fransa’dan 27 savaş uçağı ve Hollanda’dan bir firkateyn ithal etti; bundan başka savaş uçakları ve firkateynler ısmarlandı. Örneğin Cezayir: Örneğin Güney Afrika: Sahra-altı ülkeler içinde Güney Afrika en büyük silah ithalatçısıdır; Sahra-altı Afrika’ya teslimatların % 41’i Güney Afrika’ya gidiyor. Onun bu ithalatları % 80 oranında arttı; bunun % 55’i, aralarında iki firkateyn ve iki denizaltı olmak üzere, Almanya’dan geliyor. En büyük ikinci teslimatçı % 30 ile İsveç’tir. Doğu Afrika’ya teslimatlar toplam % 29 oranında geriledi. Uganda’nın ithalatları buna karşın % 300 oranında arttı. (29) Emperyalist dev Çin Çin 2008 ile 2012 arasında dünya çapında beşinci en büyük askeri donanım ihracatçısı konumuna yükseldi ve kendisinin başka ülkelere askeri donanım malzemeleri satışlarını 2003’den 2007’ye kadarki ile karşılaştırıldığında 2008’den 2012’ye kadar % 162 oranında arttırdı. Çin’in dünya ticaretindeki payı da yüzde ikiden beşe çıkarak iki mislinden fazla büyüdü Dahası Çin 2000 ile 2003 arasında Rusya’nın peşinden Afrika devletlerine en önemli silah teslimatçısı konumuna yükseldi. (30) Ayrıca Çin daha şimdiden Sudan’da askeri birlikler, Gine Körfezi’nde de daimi bir filo konuşlandırmıştır. Sosyal-emperyalist Sovyetler Birliği’nin çöküşüne ka- (27) 20. 04. 2013 tarihli Frankfurter Rundschau (FR) Gazetesi, SF: 2 (28) 2013’ tüm sayıları: www.one.org/c/de/einzelne_themen_im_detail/1883/und Johnson, “Afrika”, Sf: 2 vd (29) 2012’nin tüm sayıları: Dossier Nr. 71 in Wissenschaft & Frieden 2012-4: Rüstung – Forschung und Industrie www.wissenschaft-und frieden.de/seite.php?dossierID=075, Nov 2013 (30) www.wissenschaft-und frieden.de/seite.php?dossierID=075, Nov 2013 dar Fransa, İngiltere, ABD ve Almanya, Afrika kıtasındaki en güçlü emperyalist güçler idiler. Çin ile Afrika arasındaki ticaret hacmi 1950 yılında 12,14 milyon ABD-doları; 1960’da 100 milyon ABD doları ve 1980’de 1 milyarın üzerinde ABD-doları idi. (31) Oysa Çin birkaç yıldan beri Afrika’nın en büyük ekonomik ortağı haline gelişiyor. Çin ile Afrika arasındaki ticaret hacmi 2000 ile 2008 arasında 10,6 milyardan 106,8milyar ABD-dolarına yükseldi, yani on misline çıktı. 2011’de bu sayı 135,3 milyar avro civarında idi. Afrika ile Çin arasındaki ticaret 200 milyar ABD-dolarlık bir hacme ulaştı. Afrika ile ABD arasındaki ticaret hacmi ise 95 milyar doların biraz üzerinde bulunuyor. (31) Çin’e Afrika ihracatları 2010’da 117 milyar dolar tuttu. Bu bağlamda Angola’dan, Sudan’dan ve Nijerya’dan petrol tüm ihracatın % 80’ini oluşturuyor. (32) Afrika’dan Çin’e hammadde ihracatları petrolde % 30’u, kobaltta % 80’i manganezde % 40’ı oluşturuyor. Afrika’daki direk yatırımlar Çin in dış yatırımlarında, Malezya’dan sonra en büyük kalemi oluşturuyor. 2003 sonunda Çin’in Afrika’da yaptığı yatırımlar 490 milyon ABD-doları tutuyordu. 2009 sonunda bu sayı daha 9,33 milyar ABD-doları idi ve 2011’de ise 16 milyar ABD-dolarından fazladır (Çin’in yurtdışında yaptığı toplam direk yatırımların yüzde dördü). Bunun büyük bir bölümü Güney Afrika, Nijerya, Zambiya, Sudan, Cezayir ve Mısır’a giderken, Çin toplam 49 Afrika devletinde yatırım yapmaktadır. Bu yatırımlar madenlere, mali sektöre, üretime, inşaat sektörüne, turizme ve balıkçılık, tarım ve ormancılığa akmaktadır. Afrikalı şirketlerin Çin’e yatırımları da artmıştır. 2009 sonu itibariyle Afrika ülkelerinden Çin’e dolaysız yatırımlar toplam 9,93 milyar ABD-doları tuttu. Bu yatırımlar büyük oranda Mauritius Adası, Güney Afrika, Seyşellen, Nijerya ve Tunus kökenlidir. Bu yatırımlar her şeyden önce petro-kimya sanayi, makine yapımı, elektronik, ulaşım ve iletişim, hafif sanayi ile ev araç-gereçleri imalatı, giyim ile tekstil, biyo-tek- noloji ile ilaç sanayi, tarım, eğlence ile gastronomi ve emlak sektörlerine yapıldı. (33) Dahası Çin, yollar, demiryolları ve elektrik gibi Afrika’daki alt yapı projelerinin en büyük finansörü olma yolundadır. 2006 yılında Çin bu projelerin yapımı için yedi milyar ABD-doları vaat etmiştir. Çin, 2009 sonuna kadar Afrika’da beş yüzden fazla alt yapı projesinin yapımına yatırım yapmıştır. Bunlar kısmen maden çıkarma ruhsatları elde etmenin aracı olarak kullanılmaktadır. Çin alt yapı projeleri yapımlarını hammaddelerin kullanma haklarının verilmesi ve teslimatına bağımlı kılmaktadır. Bir yandan kaynaklara kendisinin ulaşmasını güvence altına almak; diğer yandan ise örneğin petrol teslimatlarının durdurulması yoluyla diğer güçleri siyasi olarak baskı altına almak için petrol rezervleri ve onların nakliye yollarının denetimi özel öneme sahiptir. Her üç senede bir “Forum on China Africa Cooperation (FOCAC) [Çin –Afrika İşbirliği Forumu - ÇN] gerçekleştiriliyor. Burada Çin ile Afrika arasındaki ticaret ve yatırım ilişkilerinin daha da derinleştirilmesi ve kalkınma işbirliğinin genişletilmesi kararlaştırılıyor. Bu zirve çerçevesinde İkinci Çinli-Afrikalı Girişimciler Konferansı gerçekleşti. Bu bağlamda Çinli holdingler on bir Afrika devletiyle toplam 1,9 milyar ABD-dolar tutarında yatırım anlaşmaları yaptılar. (34) Kongo Demokratik Cumhuriyeti’nde Çin firmaları 2007’de neredeyse dokuz milyar ABD-dolarlık bir yatırım paketi bağladılar. Çin 2009’dan 2012’ye kadar toplam 10 milyar ABD-dolarlık yumuşak krediyi (avans paylı krediler) Sahra-altı devletlere verdi. Çin devletin İhracat-İthalat Bankası üzerinden, ödenmesi yer altı yer üstü kaynakları ile güvence altına alınan, uzun vadeli krediler veriyor. Bu şekilde Angola’ya 14,5 milyar ABD-doları, Gana’ya 13 milyar ABD-doları, Nijerya’ya 8,4 milyar ABD-doları, Kongo DC’ne 6,5 milyar ABD-doları ve Etiyopya’ya 3 milyar ABD-doları kredi verildi. Ne var (31) german.china.org.cn/pressconference/2011-02/14/content_21019057.htm (32) www.zeit.de/politik/ausland/2013-06/obama-afrika-reise-wirtschaft-china ve www.welt.de/wirtschaft/ article108336350/Chinesische-Investoren-kaufen-halb-Afrika-auf.html (33) german.china.org.cn/pressconference/2011-02/14/content_21019057.htm, www.owc.de/2013/08/chinassich-wandelnde-rolle-in-afrika/ ve www.zeit.de/politik/ausland/2013-06/obama-afrika-reise-wirtschaft-china (34) german.china.org.cn/pressconference/2011-02/14/content_21019057.htm 59 ki, bu krediler Çinli inşaat firmaları tarafından yapılması zorunlu (!) alt yapı projelerinde kullanılma şartıyla verildi. Çinli inşaat firmaları böylece Afrika’daki kamusal ihalelerinin en büyük kazananları haline geldi ve yollar, köprüler, havaalanları ve demiryolları ağları yaptılar. 2011’de Afrika’da Çin’dekiler örnek alınarak 59 “özel ekonomik bölge”lerin kurulacağı ilan edildi. Çinli üretim işletmelerinin yerleşmesi bununla bağıntılıdır. Çinli bankalar Zambiya, Güney Afrika, Mısır ve diğer Afrika ülkelerinde şubeler ve temsilcilikler kurdular ve d.y. (diğerlerinin yanında) African Development Bank (Afrika Kalkınma Bankası –ÇN)’nah ve West African Development Bank (Batı Afrika Kalkınma Bankası –ÇN)’a üye oldular. 2009 sonuna kadar Mısır, Fas, Kamerun, Güney Afrika ve Nijerya’dan altı banka Çin’de şubeler veya temsilcilikler açtılar. (35) Bu yılın başında Çin’in yeni devlet başkanı Xi Jinping Güney Afrika ve Tanzanya ve Kongo Cumhuriyeti’ni ziyaret etti. Afrika devletlerine toplamda 20 milyar ABD-dolarlık krediler önerdi ve içlerinde on milyar ABD-dolarlık Bagamoyo, Tanzanya’daki bir liman inşa projesinin bulunduğu önemli iş anlaşmaları imzaladı. Anda hemen hemen bir milyon Çinli Afrika kıtasında yaşıyor. Diğer taraftan Afrika, Çin’den giysi, plastik ürünleri ve elektronik aletler gibi işlenmiş tüketim malları için önemli sürüm pazarına doğru gelişmektedir. Örneğin Zambiya’nın tekstil sanayisi Çin’den gelen daha ucuz ithal tekstil ürünleri nedeniyle çöktü. Çin kendisinin tüm bu yeni sömürgeci maksatlarında, eski sömürgeciler gibi doğrudan müdahale ve direk savaş yürütme yoluna başvurmuyor. Çin ile bir işbirliğine girişmek isteyen devletlerin yerine getirmelerinin zorunlu olduğu biricik koşul Tayvan’ın tanınmamasıdır. Çin 2004’de BM-Güvenlik Konseyinde Darfur’daki soykırım nedeniyle Sudan’a karşı yaptırımları veto hakkını kullanarak engelledi. Bu ülkedeki petrol üretimindeki çıkarlarının tehlikede olduğunu gördü. Buna ek olarak Afrika BM’lere üye devletlerin dörtte birini oluşturmaktadır: 2005’te güvenlik konseyi- 60 nin reformu gündemdeydi. Bunun esas girişimleri, Almanya, Hindistan, Japonya ve Brezilya’dan oluşan dörtlü grup G 4 ‘ten geliyordu. Ama genel kurulda gerekli üçte ikilik çoğunluğu bir araya getiremediler. Afrika devletlerinin 50’nin üzerinde oyu vardı ve o zamanlar, bugün olduğu gibi, büyük oranda Çin ile birlikte oy kullandılar. Böylesine bir reform Çin’in pozisyonunun, Japonya ve Hindistan’ın eş zamanlı bir ağırlıklarının artmasıyla, önemli derecede zayıflaması anlamına gelirdi. Örneğin Güney Afrika: Güney Afrika kıtada Çin’in en önemli ticari ortağıdır. İkili ticaretin payı toplam Afrika ticaret hacminin yaklaşık % 20’sidir. Güney Afrika ağırlıklı olarak hammadde ihraç etmekte ve neredeyse istisnasız işlenmiş mallar ithal etmektedir. (36) Örneğin Zimbabve: Çin ile Zimbabve arasındaki ilişkiler 1960’lı/70’li yıllardaki bağımsızlık savaşı dönemine kadar geriye uzanmaktadır. Sosyal-emperyalist Sovyetler Birliği burada Zimbabwe African Peoeple’s Union (Zimbabve Afrika Halk Birliği – ÇN)’ni desteklerken, Çin, Robert Mugabe önderliğindeki Zimbabwe African National Union Patriotic Front (ZANU-PF) [Zimbabve Afrika Ulusal Birliği Yurtsever Cephe - ÇN]’nin yanında yer almıştı. Çin Temmuz 2008’de ABD’nin Zimbabve’ye karşı geniş kapsamlı yaptırımlar için bir başvuru istemini Güvenlik Konseyi’nde (Rusya ile birlikte) veto ederek bloke etti. Her iki ülke arasındaki ticaret hacmi 2010’dan Mayıs 2012’ye kadar ikiye katlanarak 800 milyon dolara çıktı. Zimbabve’de Çin madencilikte, alt yapıda, tarım sektöründe (tütün ticareti), iletişimde ve turizm alanında işletmelerde var. Daha Nisan 2012’de Victoria Falls (Şelalesi –ÇN) havaalanının restoresinin finanse edilmesi için 164 milyon ABD-doları miktarında bir kredi anlaşması imzalandı. Çin 2012 yazında, Convention Centers’in, iki otelin, bir alış-veriş caddesinin ve de diğer altyapı projeleri- (35) Sergio Grassi, “China und der Wachstumskontinent Afrika”, fes.de/ afrika/ content/downloads/ NGFH_62013_Grassi-Artikel_Web.pdf ve german.china.org.cn/pressconference/2011-02/14/content_21019057.htm (36) Friedrich-Ebert Vakfı, Afrika Bölümü: “Çin-Afrika-Zirvesi”nde Çin, Afrika ve Avrupa Perspektifleri”, Aralık 2006, Alm. nin -tabii yine Çinli inşaat firmaları tarafından üstlenilmesi zorunlu tutulan (!)- inşası için 300 milyon ABD-dolarlık bir kredi vermeyi vaat etti. Askeri destek: Stockholm International Peace Research Institute (SIPRI) [Stockholm Uluslararası Barış Araştırma Enstitüsü - ÇN]’nün verilerine göre Çin 2000’den 2009’a kadar olan yıllarda Zimbabve’nin silah ithalatında % 39’luk bir paya sahipti ve böylece Zimbabve’nin en büyük silah teslimatçısı idi. Örneğin Angola: Çin ile Angola arasında 1983’den beri ticaret ilişkileri bulunmaktadır. Angola Çin’in Afrika’daki ikinci büyük ticaret ortağıdır. Çin Mart 2004’de savaşın harap ettiği bu ülkeye altyapı projeleri için 2,4 milyar ABD-doları tutarında bir kredi vermiş; bu krediye Temmuz 2006’da 2 milyarlık bir kredi daha eklenmiştir. Ne var ki bu projeler hakeza Çinli inşaat firmaları tarafından Çinli iş güçleriyle yapılmak zorundadır (!) ve gelecekteki petrol teslimatlarıyla geri ödenmelidir. Çin böylece Angola’da petrol çıkarma için uzun yılları kapsayan ruhsatlar aldı. Angola Mayıs 2006’dan bu yana Çin’in en büyük petrol teslimatçısıdır (ve artık Suudi Arabistan değil) ve Çin Angola petrolünün en büyük alıcısıdır (ve artık ABD değil). Çin-Angola ortak işletmeleri SonangolSınopec International (SSI) önemli Offshore blokları için 2,4 milyar ABD-dolar miktarındaki ruhsatları üzerine aldı. İkili ticaret hacmi 2005 yılında bir yıl içerisinde % 41,6’lık bir artışla neredeyse 7 milyar ABD-dolar tuttu. Telekomünikasyon alanında 470 milyon ABDdolarlık yatırımlar ve askeri iletişim alanda 100 milyon ABD-doları tutarında yatırımlar yapıldı. Aynı yılda Angola’daki Çinli firmaların 26 üye şirketi ile bir ticaret odası kuruldu. (37) Yükselen güç Hindistan Hindistanlılar ilk olarak 1860’da şeker plantajlarında çalıştırılmak üzere Afrika’ya getirildiler ve sözleşmeleri sona erdikten sonra da Afrika’da göçmen olarak kaldılar. Ağırlıklı olarak Afrika’nın güney ve doğusunda yaşayan Hintli kadın-erkek işçiler, şimdi Hin- distan dış politikasının ilgi alanına girdiler ve onlara şimdi Hindistan’ın Afrika’daki ekonomik çıkarları açısından bir anahtar rolü biçiliyor. Mauritius’ta kadın-erkek nüfusun % 59,67’si, Seyçellen’de % 6,25’i, Güney Afrika’da % 2,78’i Hint kökenlidir. Hindistan’ın muazzam bir enerji gereksinimi vardır ve diğer güçler gibi o da Afrika’yı sürüm pazarı ve hammadde kaynağı olarak keşfetmiştir. Hindistan, Çin, Avrupa Birliği ve ABD’nin ardından Afrika’nın dördüncü büyük ticaret ortağıdır. Hindistan örneğin 1997 ile 2003 arasında mallarının her ne kadar sadece ortalama % 4,5’unu Afrika’ya ihraç etse de, Afrika’dan ithalatlarının payı ortalama % 7,5’tur. İkili ticaret hacmi 2006’da yaklaşık 30 milyar ABDdolarıydı. Hindistan’ın Afrika ile ticaret hacmi 2002 ile 2011 arasında dokuz katına çıktı. Afrika ile ikili ticaretin, her şeyden önce telekomünikasyon, enformasyon teknolojisi, enerji ve otomobil sektörü alanlarında 2015’e kadar yaklaşık 100 milyar ABD-dolar değerine yükselmesi öngörülmektedir. Hindistan her şeyden önce hammadde ithal ediyor: Petrol, demir madeni, altın, gümüş, inci, yarı-mücevher, kömür, tahta, pamuk, ceviz-fındık-fıstık türü ile gübre ve buna karşılık büyük oranda mamul ve yarı-mamul ürünler: iplikler, kumaş, tekstil ürünleri, ilaç, makine, enstrümanlar, nakliyat donanımı, pirinç, demir ve çelik ihraç ediyor. 1996 ile 2004 arasında yaklaşık iki milyar ABD-doları değerinde direk yatırımlar Sahra’nın güneyindeki Afrika’ya yapıldı. Bunun bir milyar ABD-dolarından fazlasını Mauritius ve neredeyse bir milyar ABDdolarını Sudan aldı. 2012’de Hindistan’ın Afrika’daki yatırımları 50 milyar ABD/dolarından daha fazla tuttu. Hindistan bununla (ABD ve Rusya’nın ardından) üçüncü sırada bulunmaktadır. Hindistan’ın en büyük madencilik şirketi (Vedanta Resources) 2004’den 2013 yılına kadar Afrika’nın madencilik sanayisine dört milyar dolar yatırdı; Hindistan’ın en büyük mobil telefon sunucusu (Bharti Airtel) Afrikalı holding Zain Telecom’un15 Afrika ülkesindeki hisselerini satın aldı ve Uganda Warid Telecom’u devralmayı planlıyor. Bir Hintli holding (Tata Grubu) otomobil sanayi ve (37) Friedrich-Ebert Vakfı, Afrika Bölümü: “Angola’daki Çin – Sürekliliği sağlanmış Yeniden İnşa, kalküle edilmiş seçim kampanyası yardımı mı yoksa küresel çıkar siyaseti mi?”, Kasım 2006, Alm. 61 turizm alanındaki yeni üretim işletmelerine yaklaşık 1,7 milyar dolar yatırmak istiyor. Hindistan petrol işinde en önemli yatırımcılar arasında sayılıyor. Ne var ki Hindistan ile Çin arasındaki Afrika uğruna güç dalaşı kızışıyor. Hintli devletin petrol şirketi ONGC Videsh Ltd. (OVL) Ekim 2004’de 620 milyon ABD-doları ile Angola’da petrol çıkarma işine girmek istediğinde Çin tarafından dışlandı. Çin 2 milyar ABD-dolarlık ek bir yatırım yardımı önerdi; Hindistan bir demiryolu projesi için sadece 200 milyon ABD-doları teklif etti. Afrika ile ilişkisini iyileştirmek için Hindistan bu yılın mart ayında kalkınma projeleri için krediler ve sübvansiyon önlemleri olarak 5,7 milyar ABD-doları sunmayı ve Afrika’da 100’den fazla eğitim kurumu inşa etmeyi vaat etti. (38) Örneğin Sudan: OVL Sudan’da oradaki Greater Nile Oil Project (GNOP) [Büyük Nil Petrol Projesi – ÇN)’nin % 25 hissesini satın aldı. 750 milyon ABD-dolar hacmindeki bu iş bir Hintli şirketin şimdiye kadar yaptığı en büyük yurtdışı yatırımıdır. OVL dahası Hartum’dan Sudan Limanına 741 km-lik bir petrol borusu hattını inşa etti ve döşedi. Bu şirket aynı zamanda başka bir Hintli petrol şirketleri ile birlikte, Örn: Oil India Ltd. ile San Pedro sahili önündeki (Fildişi Sahili) bir petrol kaynağının işletilmesine ortaktır. (39) Yükselen Brezilya: Brezilya 2002 ile 2011 arasında Afrika ile mal alış verişini altı katına çıkardı. Aynı dönem içindeki ikili ticaret hacmi 13’den 25 milyar ABD-dolarına çıkarak neredeyse ikiye katlandı. Brezilya Afrika’da Nijerya ve eski Portekiz sömürgeleri Angola ve Mozambik üzerinde yoğunlaşıyor. Örneğin Mozambik: 62 Dünyanın en büyük madencilik şirketlerinden biri Vale do Rio Doce (Vale, Brezilya) Mozambik’te 2017 yılına kadar 22 milyon ton kok kömürü üretmek istemektedir. Bu bağlamada, Vale tarafından finanse edilen Örneğin yeni bir demiryolu hattı ve – birinci planda Hindistan, Çin ve Brezilya’ya kömürün nakledilmesi ve gemilere yüklenmesi için iki liman (Beira ve Nacala) inşa etme gibi altyapı projelerine milyarlar yatırılmaktadır. (40) Angola’da yarı-devletsel Petrobras petrol çıkarıyor ve Odebrecht şirketi yollar ve ofis binaları inşa ediyor. (41) Büyük güç Rusya’nın geri dönüşü (41) Rusya % 26 ile hâlâ dünyanın ikinci büyük askeri donanım ihracatçısıdır ve kendisinin Afrika’ya silah dışsatımlarını genişletmek istemektedir. Rus silah dışsatımlarının yaklaşık % 7’si, toplamda 900 milyon ABD-doları tutarındaki bölümü, Afrika’ya gitmektedir. (42) Rusya’nın bizzat kendisi hammadde zengini bir ülke olduğundan, onun Afrika’da planlanan yatırımları her şeyden önce metal sanayi, madencilik ve enerji (Transsahra petrol boru hattı –projesi) sektörleri üzerinde yoğunlaşmaktadır. Bu yatırımlar stratejik hedeflerden daha çok ekonomik kâra yönelmiştir. Ne var ki Rusya, BRICS (Brezilya, Rusya, Hindistan, Kanada, Güney Afrika – ÇN)-devletlerinin üyesi olarak ta nüfuz kazanmaya çalışmaktadır. Rusya 2009’da Afrika ülkelerine 20 milyar ABDdoların üzerinde krediler verdi. Oysa bugün Rusya ile Afrika ülkeleri arasındaki ticaret bilançosu AB veya Çin ile karşılaştırıldığında hâlâ önemsiz kalmaktadır. Rusya’nın Afrika’daki ciroları AB veya Çin’inkilerinden yaklaşık yirmi misli daha küçüktür. (43) “Ticaret hacmi 2012 yılında 1 milyar ABD-doları sınırına ulaştı. 2011 yılında bu iki misli daha düşüktü. (38) www.dw.de/indien-investiert-in-afrika/a-16961907, 2013 (39) GIGA, “Bandung’dan petrol işine: Afrika’daki Hindistan ve Hintliler”, sayı:1, Ocak 2006 (40) Friedrich-Ebert Vakfı, Afrika Bölümü: “Mozambik’te Kaynak Bulmalar”, Ağustos 2012, Alm. (41) www.dw.de/brasilien-investiert-in-afrika/a-15944387, November 2013 (42) 2012 sayıları: german.ruvr.ru/2012_10_1791516012/, Dezember 2013 (43) www.wissenschaft-und frieden.de/seite.php?dossierID=075, Nov 2013 ve russland-heute.de/ politik/2013/0329brucs-staaten_nehmen_afrika_ins_visier_22737.html, Dezember 2013 (44) http://german.ruvr.ru/2013_03_25/Vor-den-Toren-Afrikas/ (44) Büyük güç ABD ABD Çin karşısında dünya çapında kısmen savunma konumundadır. Stratejik askeri üslerini, rakibi Çin’in ilerlemesini durdurmak için güncel ve ağırlıklı olarak Asya’ya kaydırmaktadır. Oysa ABD eskiden olduğu gibi şimdi de askeri olarak çok üstündür ve dünya pazarındaki % 30-luk payı ile fark atarak en büyük silah teslimatçısıdır. (45) ABD (Afrika’da –ÇN) 3 askeri üs bulundurmaktadır: Mısır’da USN (Hurghada), Çibuti’de buna ek olarak güvertesinde 600 deniz askeri bulunan, sürekli olarak sahilde bekleyen bir çıkarma gemisi vardır ve Kenya’da (Mombasa’da liman ve havaalanı). Daha önceleri İspanya’nın sömürgesi olan EkvatoryalGine’de günde 250.000 varil petrol üretmekte ve gelecekte de büyük miktarlarda doğal gaz ihraç edecektir. ABD burada sadece bir konsolosluk açmak değil, aynı zamanda askeri üslerini de genişletmek istemektedir. 400 askerden oluşan bir özel birlik Tamarasset (Cezayir)’de bulunmaktadır. ABD aynı zamanda Mali ve Fas’ta askeri üsler ve Nijer’de bir insansız hava aracı üssü bulundurmaktadır. ABD 2001’den bu yana “terörizme karşı mücadele” adı altında saldırgan bir müdahale politikası yürütmektedir. ABD’nin 35 devletin ordularıyla sözde “terör” ile mücadele için bir işbirlikleri vardır. Gerçekte ise burada da sadece ABD’li-holdinglerin çıkarları ve askeri-jeostratejik egemenlik talepleri söz konusudur. Bundan dolayı ABD 2002’de Çibuti’de, Lemonier Camp üssünü, ABD-‘nin Combined Joint Task Force Horn of Afrika baş karargâhını kurdu. Şu anda orada yaklaşık toplam 3.200 ABD-askeri, kadın-erkek siviller ve özel güvenlik hizmeti sunanlar konuşlandırılmıştır. ABD, 25 yıla uzatılması gerekecek olan bu kullanımı için 38 milyon ABD-doları ödemektedir. Buna ek olarak yoğun yatırımlarla birlikte bir genişletme planlanmaktadır: Bununla 1.100 kadar mevcutlu özel askeri birliklere kadar bugünkünden üç misli daha fazla kapasiteye sahip olabilecek devasa bir kompleksi içeren inşaat projeleri için yaklaşık 1,4 milyar ABD-doları. Dahası her şeyden önce İHA-üs(45) (46) (47) (48) sünün genişletilmesi gündemdedir. (46) 2007’de, başkomutanlık için Afrika toprağında yer bulunulamadığından, Stuttgart’ta konuşlandırılmış bulunan Afrika’ya özgü bir ABD-Komutanlığı (AFRICOM – United States Afrika Command) kuruldu. AFRICOM’un 2.000 askeri Çibuti’de konuşlanmıştır. AFRICOM’un bütçesi 2009’de 3389 milyon ABDdoları tuttu. ABD, Gabun, Kenya, Mali, Fas, Moritanya, Namibya, Zambiya, Sao Tomé, Senegal, Tunus ve Uganda ile askeri anlaşmalar imzaladı. Bu, Afrika için güya “kalkınma yardımı”nın 2000’den 2007’ye kadar 2,5 milyardan 7,5 milyar ABD-dolarına üç misline çıkmasına yol açtı. Dünya çapında ABD-“kalkınma yardımı”nın baş alıcısı 15 ülke arasında 2008’da şu beş Afrika devleti vardı: 599 milyon ile Kenya, 574 milyon ile Güney Afrika, 486 milyon ile Nijerya, 455 milyon ile Etiyopya ve 3392 milyon ABD-doları ile Sudan. 1998’de, 10 yıl öncesinde on en önemli “alıcı” ülkeler arasında sadece Etiyopya vardı. (47) Amerikalı özel birliklerin, hava ve deniz indirme birliklerinin subayları Moritanya, Mali, Nijer ve Çad’da görev başındadır. Hem bu ülke askerlerini sözde anti-terör mücadelesinde yetiştirme, hem de hudutlar ve kıyı bölgelerinin gözetmek için. Trans Sahara Counter Terrorism Initiative (TSCTI) dokuz ülkeye genişletilmek istenmektedir.(Senegal, Nijerya, Tunus, Cezayir ve Fas, belki Libya, diğer ülkeler şimdiye kadar henüz belli değildir). Bu girişim beş yıl için 125 milyon ABD-doları ile donatılmıştır. East African Counterterrorism Inıtiative (EACTI) (Kenya, Uganda, Tanzanya, Etiyopya, Eritre ve Çibuti) 100 milyon ABD-dolarlık bir bütçeye sahiptir. (48) Örneğin Nijerya: Afrika’da petrol ve doğal gaz üreticisi olarak 1 numara ve ABD’nin jeopolitik temel dayanağı konumundadır. Yaklaşık günde 2,5 milyon varil ile 2011 yılında dünya çapında petrol üreten ülkeler arasında on ikinci sırada bulunan Nijerya’dan bölgenin petrol dışsatımlarının % 70’inden fazlası gelmektedir. 2020 için iki misli miktarda bir artış hesaplanmaktadır. Nijerya’yı günlük yaklaşık bir milyon varil ile Angola www.wissenschaft-und frieden.de/seite.php?dossierID=075, Nov 2013 www.imi.online.de/2013/04/03/dschibuti-proteste-im-land-der-militärbasen/ GIGA, German Institute of Global anda Area Studies, sayı 5, 2009 www.ag-friedensforschung-de/regionen/Afrika/oel.html 63 izlemektedir. On beş yıl içerisinde bu, 3,3 milyon varile çıkabilir. Angola petrol dışsatımının yarısından fazlası ABD’ne gitmektedir. ABD’ne petrol dışalımının % 16’ya kadar varanı bu bölgeden gelmektedir. Tahminlere göre 2015’den 2020 yılına kadar bu, % 25-30 arasına kadar çıkabilir. Sahra-altı Afrika’sındaki petrol üretimi 2000’den Kritik Hammaddeler: AB kritik madenler arasında iki grup saymaktadır: Seyrek topraklar: Her şey önce teknoloji branşında ve de modern silahların imalatında kullanılan içlerinde yttrium ve dysprosiumun da bulunduğu 17madenlik bir grup. Sadece az sayıda ülkede çıkarılması gerçekleştiğinden ve bu değer yaratma zincirinde stratejik öneme sahip olduğundan, kendi içinde teslimat sıkıntıları bakımından yüksek risk içerdiğinden kritik olarak değerlendirilen diğer 13 maden. Bunlar arasında çelik üretiminde ihtiyaç duyulan mangan, kobalt ve hava taşımacılığı sanayiindeki hafif metal alaşımlar için krom ve koltan. Bu, kimyasal tesisler inşasında, uzay sanayi ile bilgisayar ve iletişim teknolojisinde işlenen nadir ve pahalı metal tantalı içermektedir. Bu nedenle Pentagon tarafından “stratejik kaynak” olarak değerlendirilmektedir. Tantal mobil telefonların veya oyun konsollerinin vazgeçilmez parçasıdır. Dünya çapında koltan rezervlerinin % 80’i muhtemelen Kongo HC’inde bulunmaktadır. Bir kilo koltanın fiyatı 2011 sonunda 400 ABD-doları civarındaydı. Koltan-kazıcılarının kilo başına sadece 10-30 ABD-doları aldıkları düşünüldüğünde, büyük güçlerin kendi aralarında nasıl kârlı işler çevirdikleri tasavvur edilebilir. BM birçok raporlarında ABD ve Almanya’yı Kongo-koltanının en önemli alıcısı olarak tespit ettiler. Masingiro GmbH (Burgthann)-firması ve onun ortağı firma SOMIKIVU büyük toptancılara ve d.y. Almanya’daki Bayer’in yan firması H.C. Starck gibi 64 işleyici şirketlere teslimat yapmaktadır. www.geolinde.musin.de/afrika/html/afr_coltan_medico.htm) 2007’ye kadar toplamda dünya üretiminin % 5’inden % 7’sine çıktı. Afrika petrolünün ABD-petrol dışalımlarında neredeyse dörtte birlik bir payı vardır. Bununla gelecekte Afrika’dan ABD’ne Arap yarımadasından daha fazla petrol teslim edilecektir. (49) ABD’li şirket Anadarko Mozambik’te 2018’e kadar sıvı gaz çıkarmak için 18 milyar ABD-doları yatırmayı planlamaktadır. Oradan petrolün gemilere yükleneceği Güney Çad’daki petrol kaynaklarını Kamerun’daki Kribilimanı ile birleştiren 1.070 km üzerinde bir petrol boru hattı döşendi. Bu, masrafı yaklaşık 3,7 milyar ABD-doları olarak bütçelenmiş, Afrika kıtasının tümündeki en büyük yatırım projesidir. Gelecek yirmi yıl içinde Gine Körfezi çevresindeki bölgeye 40 ile 60 milyar ABD-doları arasında bir meblağ yatırılmak durumundadır. (50) Bu yılın Haziran ayı sonunda ABD-başkanı Obama, Afrika kıtasında ABD’nin stratejik çıkarlarını daha etkili bir şekilde gerçekleştirmek hedefi ile üç Afrika devletini, Senegal, Güney Afrika ve Tanzanya’yı ziyaret etti. Bu bağlamda önemli bir hedef, hammaddeler uğruna mücadelede rakip Çin’in önünü almaktır. Avrupa Birliği AB-devletleri siyasi, ekonomik ve askeri alanda kendilerinin emperyalist büyük güç rakiplerine karşı bir blok olarak hareket ediyorlar. Oysa kendi aralarındaki ilişkilerde kendilerine özgü çıkarlarıyla tek tek devletler olarak hareket ediyorlar. Fransa askeri olarak öne çıkıyor. Afrika kıtasında da böyle. AB blok olarak ele alındığında, dünya çapında toplam % 32lik pay ile silah ihracatçılarının başında gelir. (51) Bölgedeki iki AB-misyonlarının ana karargâhları Çibuti’de kuruldu: “Anti-korsan”-misyonu EUNAVFOR ATALANTA ve EUCAP NESTOR-misyonu. Sonuncusu yerinde polis ve askeriyeyi yetiştirmek ve (51) Silah ihracatçılarının ülkeler sıralaması şöyledir: ABD, Rusya, Almanya, Çin, Fransa. AB’ni bir bütün olarak ele aldığımızda, bu halde AB % 32 ile % 30 ile ABD’den daha fazla silah ihraç etmektedir. www. wissenschaft-und frieden.de/seite.php?dossierID=075, Nov 2013 (52) www.imi.online.de/2013/04/03/dschibuti-proteste-im-land-der-militärbasen/ Örn. Hapishaneler inşa etmek görevine sahiptir. Çibuti’de aynı zamanda diğer Afrika ülkelerinin asker ve polisleri İtalyan Jandarmaları tarafından eğitilmektedir. (52) 2004’de sivil, yeni-sömürgeci AB-etkinliklerinin en önemli parçası olarak African Peace Facility (APF) kuruldu. AB bunun için önce 250 milyon avro verdi. Kaçakların Avrupa’ya gelme yolunu kesmek için Libya’da 110 polis konuşlandırıldı. AB, BM’den sonra Afrika’da ikinci büyük müdahale gücüdür. AB 2003 yılında Artemis Operasyonu çerçevesinde Doğu Kongo’daki İturi bölgesine askeri olarak müdahale etti. EUFOR DR Congo-misyonu Kongo Demokratik Cumhuriyeti’nde makbul bir kukla için en pahalı seçimlerden birini korumak için yürütüldü. Afrika Birliği’nin (AU) Sudan-müdahalesinde AB yine lojistik destek verdi. (53) Ticaret Afrika bugün AB-dış ticaretinin % 9’unu tutuyor. AB 2011’de yeni bir hammadde inisiyatifini uygulamaya soktu. Bu girişim ile hammaddelere sınırsız ulaşmayı talep ediyor ve bu bağlamda ihracatçı ülkelere yoğun baskı uyguluyor. AB ihracatçı ülkeleri hammaddeler üzerindeki ihracat vergilerini kaldırmaya ve yabancı direk yatırımların mümkün kılınmasına zorluyor. AB, kobalt, platin ve titan gibi “yüksek teknolojik” madenleri gibi stratejik olarak önemli hammaddelerin, seyrek bulunan topraklar, ama hakeza tahta ve kimyasallar gibi diğer kaynakların ithalatına bağımlıdır. Hammadde girişimi sadece hammaddelere ulaşmayı sağlamakla kalmamalı, aynı zamanda AB/ holdingleri için ucuz fiyatları da garantilemelidir. Avrupa Birliği 27./28 Kasım 1995’de Barselona’da Akdeniz bölgesinden on iki devletle birlikte Euro-Mediterrane Partnerschaft (EMP)’ (Avrupa-Akdeniz Ortaklığı ÇN) in kurulmasına önayak oldu. Halef organizasyon olarak Temmuz 2008’de 43 devletin üye olduğu “Union für Mittelmeerraum” (Akdeniz Bölgesi Birliği – ÇN) kuruldu. Bu birlik kendisinin emperyalist hedeflerini dört anlaşma vasıtasıyla gerçekleştiriyor: I. Torba siyasi ve güvenlik politikasına ilişkin sorunları kapsıyor; II. Torba, ekonomik ve mali işbirliğini, sadece ticaret için pazarın açılması yükümlülüğünü değil, aynı zamanda hizmetler ve yatırımların liberalize edilmesini kapsayan en geç 2010’a kadar Avro-Akdeniz Serbest Tica- ret Bölgesi’nin yaratılması hedefine sahip idi. AB’nin bu hedef koyması WTO (Dünya Ticaret Örgütü – ÇN)’nün anlaşmalarının çok üzerindedir. III. Torba sosyal ve kültürel konuları içeriyor. 2005-Zirvesinde IV. Torbaya sosyal entegrasyon, adalet ve güvenlik eklendi. AB için Kuzey Afrika güneyden, tüm Afrika kıtasından ve de Asya ve Ortadoğu’dan kaçaklar hareketine karşı Avrupa’yı girilmez kale haline getirmeye yarayan merkezdir! AB, kendisinin yatırım politikası ile Afrika hükümetlerini, sadece kendi yatırımcılarının haklarını mümkün olan en büyük güvence altına almayı hedefleyen anlaşmalar imzalamaya zorlamaktadır. Onların dolaysız yatırımları insan ve doğanın azami sömürülmesi demektir. Onları mahvolmaya sürükleyerek yerli yatırımlar veya yerel üreticilerin ayaklarını kaydırmaktadırlar. Her şeyden önce madencilik veya petrol ve gaz çıkarmada sadece devlete cüzi derecede gelirler sağlayan özel vergi anlaşmaları kuraldır. Aynı zamanda yeni teknolojiler için yeni üretim işletmeleri neredeyse hiç kurulmamaktadır. Salt az sayıda yerel iş güçleri çalıştırılmaktadır. Tarım, toprak ve arazinin işletilmeye açılması ve hammadde rezervlerinin çıkarılması alanında halk yerinden yurdundan edilmekte ve çevre zehirlenmektedir. CFA-devletleri, Fransa’nın eski kolonileridirler, daha sonraları Frank-bölgesi (bugün avrobölgesi) olarak isim değiştirmişlerdir. CFA aslı Colonies françaises d’Afrique (Afrika’nın Fransız sömürgeleri) idi. Bugün: Communauté françaises d’Afrique (Afrika’nın Fransız Toplulukları). 14 CFA-ülkesi vardır: Ekvatoryal-Gine, Benin, Burkina Faso, Fildişi Sahili, Gabun, Guinea Bissau, Kamerun, Kongo-Brazzaville, Mali, Nijer, Senegal, Togo, Çad, Merkezi Afrika Cumhuriyeti. Paraları Fransa tarafından tespit edilen bir değiştirme-kuruyla Frank’a (bugün Avro’ya) bağlanmıştır. Bununla Fransa – eski sömürgeci tarzda – hâkim konumunu sağlama alıyor. CFA/Avro hakkındaki kararlar (değerinin arttırılması, düşürülmesi, konvertibitesi…vs) tek başına Fransa tarafından alınmaktadır. Fransa’nın CFA-merkez bankaları idare kurulunda veto hakkı vardır. Döviz rezervlerinin % 85’ini CFA-ülkeleri Agence (53) GIGA, “AU’nun kurtarıcısı olarak AB mi?”, sayı5, 2008 65 France Trésor’a (Fransız Mali Bakanlığının bir bölümü) yatırmak zorundadırlar. CFA-ülkeleri bununla Fransa’nın devlet giderlerinin finanse edilmesine katkı sağlamaktadırlar. Hakeza para miktarı siyaseti ve para temini Banque de France tarafından denetlenmektedir. (Proletarische Revolution, sayı 54, Kasım 2013, Sf: 16 vd., Alm.) Eski sömürgeci güç Fransa 66 Sosyal emperyalist Sovyetler Birliği’nin çöküşüne kadar Fransa Batı ve Merkezi Afrika’da tartışmasız en güçlü emperyalist büyük güç idi. Bu güç batılı çıkarlar için garantördü. Bu durum birdenbire değişti; en büyük düşman ve rakip, Sovyetler Birliği şimdilik ortadan kayboldu. Emperyalistler arası çelişkiler yer değiştirdiler ve Afrika’nın hammadde kaynağı ve sürüm pazarı olarak ele geçirilmesi konusundaki rekabet keskinleşti. Fransa Batı Afrika, Merkezi Afrika ve Magrib’in birkaç ülkesindeki egemen konumu uğruna şiddetli bir şekilde mücadele etmek zorunda kaldı ve bu ülkelere Fransız sermaye ihracını güçlendirdi. Buna rağmen Fransa’nın kukla rejimleri “anavatan”larına peş peşe sırtlarını dönüyorlar. Örn.: Fildişi Sahili’ndeki başkan Gbagbo Fransa ile orantısız ticaret anlaşmalarını bypass etmek için Çin ile anlaşmalar yaptı. Bu nedenle 2011’de bir darbe ile alaşağı edildi. Halklar, en başta CFA- (Fransa’nın eski sömürgeleri ÇN) ülkelerindeki halklar Fransız yeni-sömürgeciliğine karşı çıkıyorlar. Çin birkaç CFA-ülkesiyle askeri eğitim, silah teslimatı ve teknik destek içeren anlaşmalar yaptı. Ve Çin politikası, daha duyarlı göründüğünden ve Çin askeri eylemlerde kendisini geride tuttuğundan Afrika halkları nezdinde açık-seçik daha itibarlıdır. Afrika halkları eski, beyaz sömürgeci güç Fransa’nın hadsiz-hesapsız gaddarca ırkçılığından ve Fransız şovenizminden, onun güncel savaş propagandasından ve darbeci müdahalelerinden nefret ediyor. Tüm Afrikalı iktidar sahipleri ile Fransa başkanının bir araya geldikleri Fransa-Afrika-Zirvesi iki yılda bir gerçekleşir. Burada eski “büyük ulus” tüm araçlarla kendisinin “arka bahçesi”ni savunur. ABD bile CFA-ülkelerine doğrudan karıştı ve 2002’de Fransa’nın eski kolonisi olan Çibuti’de bir üs kurdu. Fransa 19.yüzyılın sonundan beri Çibuti’de askeri birliklere sahiptir. Bugün neredeyse 3.000 asker sü- rekli olarak bu ülkede konuşlanmıştır. Fransa bunun için yılda 160 milyon ABD-doları ve bunun yanında askeri yardım olarak da 35 milyon ABD-doları ödemektedir. CFA yeni-sömürgeciliğin şantajcı bir aracından başka bir şey değildir. Bu ülkelerin ekonomi ve para politikası Banque de France’nin ellerindedir ve bu bölgenin hammaddelerini yağmalamak ve Fransız sanayisi için sürüm pazarları olarak güvence altına almak için kullanılmaktadır. CFA-Avrosu Afrikalı ülkeleri bağımlı kılmak ve Afrika’nın kalkınmasını engellemek için Fransız emperyalizminin bir aracıdır. Eski Fransız sömürgeleri ile Fransa arasındaki bilanço olağanüstü derecede eşitsizdir. Tüm bunlar Afrika için borç dağları, yüksek faizler ve faizin faizleri, sermayenin kaçışı, ticaret ve teknolojik gelişme imkânlarındaki dengesizlikten başka anlama gelmez. Fransa, kendisinin sanayi ürünleri için devasa bir pazarı ve hammaddelerin yağlanmasını sağlama almaktadır. Afrika’daki Fransız holdingleri Fransa’dakilerden hemen hemen iki misli yüksek kazanca sahiptir. Fransız ithal mallarının fiyatları dünya pazarı fiyatlarının % 30 daha üzerindedir! Örneğin Nijer: Nijer, BM-İstatistiklerine göre dünyanın ikinci en yoksul ülkesidir. Bu ülke dünyadaki ikinci büyük uranyum rezervlerine sahiptir. Bu rezervler istisnasız (hisse senetleri çoğunluğunun devletin elinde bulunduğu) Fransız enerji şirketi Areva tarafından işletilmektedir. Nijer’in şimdiki başkanı Areva’nın eski bir hizmetlisiydi; eski başkan, Çin’in madencilik bakanını kabul ettikten sonra Fransız gizli servisi tarafından devrildi. Bu madenler stratejik öneme sahiptir; Fransız enerjisinin % 62’si atom enerjisinden üretilir. Uranyum en düşük fiyatlarla çıkarılmaktadır; insanların bu hammaddeden hiçbir yararı yoktur. Nijer’de halk açlık ve sefalet içinde yaşamaktadır. Müdahale ve Askerileştirme Fransa kendisinin eski kolonilerindeki tüm askeri darbelere dolaylı olarak karışmıştır; müdahalelere katılmıştır veya bunları bizzat kendisi sahneye koymuştur. Fransa’nın yoğun desteği ile Örneğin 2005’te Togo ve 2004’de Kamerun’daki gibi çok açık seçim sahtekârlıkları mümkün olmuştur. Bu bağlamda söz konusu rejimin seçilip seçilmediği Fransız emperya- lizmi için hiç fark etmez. Eğer bu rejimler Fransa’nın ulusal çıkarlarına artık uygun değilse, darbeyle alaşağı edilirler. Diğer rejimler ise Fransız desteği vasıtasıyla halkların iradesine rağmen iktidarda tutulurlar. Fransa, 14 CFA-devletinden 12’sini askeri anlaşmalarla kendisine zincirlemiştir. Bu ülkeler, Fransız askeri donanım malzemelerini almak zorunda bırakılmışlardır. Fransa’nın buralarda kendisinin gelecekteki kuklalarını yetiştirdikleri 8 CFA-ülkesinde askeri eğitim merkezleri vardır. Ayrıca Fransa Çibuti, Dakar (Senegal), Libreville (Gabun), La Réunion, Abidjan (Fildişi Sahili) ve Ndjamena (Çad)’da olmak üzere 6 askeri üsse sahiptir. 11.000 Fransız askeri Afrika’da sürekli olarak konuşlandırılmıştır. Fransız askeri birlikleri, eğer Fransız emperyalizminin çıkarları gerektiriyorsa, kitlesel zorla sürgün etmeler organize etmekte ve Ruanda’da (Nisan 1994’den Temmuz 1994 ortasına kadar) soykırımları desteklemektedir. Fransa, askeri donanım sektöründe ve tedarikçilerdeki yaklaşık olarak 550.000 kadın-erkek işçi ile dünya çapında en büyük askeri donanım malzemeleri üreticilerinden biridir. Fransa, 2008’den 2012’ye kadar uluslararası sıralamada dördüncü konumdadır. Dünya çapındaki askeri donanım ihracatlarının % 6’sı Fransa kökenlidir. Ve askerileştirme ve müdahale böylece de hâlâ Fransız şovenizmine hizmet etmektedir. Sağcı partiler gibi tabii sahte sollar da askeri donanım alanındaki işyerlerinin elde tutulmasından yana olarak gerekçeler ileri sürmekte ve işsizlikle tehdit etmektedirler. Oysa savaşlar ve askeri donanım ulusal büyük güç-çıkarından başka hiçbir şeye hizmet etmez. (54) Fransa neredeyse tüm eski kolonilerine direk olarak müdahalede bulunmuştur: 1960’dan bu yana bu emperyalist güç 60’dan fazla savaş yürütmüştür. Fransa 1991 ile 1994 arasındaki Çibuti iç savaşına müdahale etmiştir. 2003 yılında Merkezi Afrika Cumhuriyeti’nde ordunun genelkurmay başkanı Bozize askeri bir darbe ile iktidara geldi. Bu bağlamda Fransız hükümeti, diğerlerinin yanına önemli askeri ve lojistik destek verdi. 2008’de Fransa Çad’da müdahalede bulundu. Mart/Nisan 2011’de Fildişi Sahili’nde başkanı tutuk- ladı ve onun yerine daha makbul bir diğer kuklayı yerleştirdi. 2013 başında Fransa Mali’de savaş yürüttü. Fransa Kasım 2013’de Merkezi Afrika Cumhuriyeti’ne askeri olarak müdahale etmek istediğini ilan etti. Seleka İttifakı Martta orada kukla başkanı devirdi. Örneğin Mali (eski Fransız kolonisi): Fransız emperyalizmi Afrika’da hem kendisinin öz çıkarlarını, hem de eğer bunlar kendisinin asıl çıkarlarıyla bağdaşıyorsa, büyük güç Avrupa’nın çıkarlarını da temsil etmektedir. Ne var ki o eğer kendisi için yararlı ve gerekli ise, o zaman tek başına hareket ettiğini hep yeniden göstermektedir. Mali’de Tuareg halkının mücadelesi Ocak 2012 ortasında (Mouvent National pour la Libération de l’Azawad [MNLA] örgütünün önderliğinde) Kuzey Mali’nin bağımsızlığı için başladı. MNLA İslami yönelimli üç grupla bir ittifaka girdi. Mart’ta başkan Amadou Toumanı Touré’nin devrildiği ve yerine geçiş başbakanı Cheik Modibo Diarra’nın getirildiği bir darbe gerçekleşti. Darbe rejimi kendi iktidarını henüz istikrarlı hale getiremediğinden MNLA etrafındaki ittifak Nisan başında ülke kuzeyinin tümünü kendi kontrolüne geçirdi. Cheik Modibo Diarra Aralık’ta kendisinin darbe arkadaşı yüzbaşı Amadou Haya Sanogo tarafından tutuklandı. Sanogo Mali’de yabancı askeri birlikleri konuşlanmasını talep ederken, Diarra İslamcılara karşı askeri bir müdahalenin destekleyicisi olarak bilinmektedir. Eş zamanlı olarak BM de Batı Afrikalı yerel örgüt ECOWAS’ın yardımıyla askeri bir müdahale birliği planladı. Mali’deki yeni hükümet, Fransız emperyalizminin 2011 başında darbeyle iktidara getirdiği ve şu anda ECOWAS’ın başkanlığını yürüten) Fildişi Sahili başkanı Alassane Ouattara ve Burkina Faso’nun darbeci başkanı Fransa’dan askeri bir müdahale istediler. Fransız Ordusu alelacele 11 Ocak 2013’de bir saldırı savaşı başlattı. Fransız enerji şirketi Areva Mali’de uranyum rezervlerinin sahibi konumundadır ve yeni başkan Sanogo ise ABD ile cilveleşmektedir; bu da Fransa için Mali’ye bir an önce müdahale etmek için yeter sebeptir. devam edecek ✓ (54) Proletarische Revolution, sayı 54, Kasım 2013, Sf: 11 vd. Alm. 67