mayıs/haziran 2014/03 fiyatı 2 tl ıssn 1302

advertisement
İKİ AYLIK
SİYASİ / TEORİK
GAZETE
Karkerên jin û mêr!
Ji xeynî zencîrên we tiştekî
we yê wendakirinê tune!
Hûn dikanin cîhanekê
nu wergirin!
Kadın ve erkek işçiler!
Zincirlerinizden başka
kaybedecek birşeyiniz yok!
Kazanacağınız
yeni bir dünya var!
MAYIS/HAZİRAN 2014/03 ❍ FİYATI 2 TL ❍ ISSN 1302-692X169
•
EDİTÖRDEN
editörden - içindekiler
Değerli okuyucu,
yeni bir sayı ile tekrar birlikteyiz. Bu sayımızdaki
başyazıyı yerel seçimlere ayırdık. Yerel seçimlerin
sonuçlarının değerlendirildiği “Yerel seçimler
yapıldı, umutlar başka bahara kaldı” başlıklı
yazıyı ilgiyle okuyacağınızı umuyoruz.
Rojava’da, bölgedeki gerici-faşist güçlerin
Kürt halkına yönelik saldırıları devam ediyor.
Buna karşı Kürt halkının mücadelesi de sürüyor.
Bu gelişmeleri değerlendirdiğimiz “Rojava’da
neler oluyor” başlıklı yazıyı Halkların Kardeşliği
sayfalarımızda bulabilirsiniz.
18 Mayıs, Komünist önder İbrahim
Kaypakkaya’nın katledilmesinin 41. yıldönümü.
Aradan geçen kırk bir yıla rağmen İbrahim
Kaypakkaya’nın ortaya koyduğu komünist görüşler
bugün de devrim mücadelesinde yolumuzu
aydınlatmaya devam ediyor. Bu sayımızda kısa
da olsa İbrahim’in temel konulardaki görüşlerinin
genel değerlendirmesine yer verdik.
24 Nisan ise Ermenilere yönelik soykırımın 99.
yıldönümü idi. Ermenilere yönelik soykırımı
lanetlemek ve bu konuda kitlelerin bilincini
aydınlatmak amacıyla soykırımı değerlendiren bir
yazıyı güncel sayfalarımızda okuyabilirsiniz.
Panorama sayfalarımızda Venezuela’da yapılan
seçimler ve ardından yaşanan protesto eylemlerini
değerlendirdik. İlgiyle okuyacağınızı umuyoruz.
Sayfaların devamında İspanya iç savaşı ile ilgili
geniş bir değerlendirmeyi bulabilirsiniz.
Kavganın doğrusu/doğrunun kavgası bölümünde
geçen sayımızda bir okurumuzun gönderdiği
eleştiri yazısına bu sayımızda tavır takındık.
Son olarak Afrika ile ilgili kapsamlı bir
değerlendirmeye yer verdik. “Afrika merçek
altında” başlıklı yazının ilk bölümünü bu sayıda,
ikinci bölümünü ise bir sonraki sayımızda
okuyabilirsiniz.
Yeni bir sayıda görüşmek dileğiyle...
YDİ Çağrı
Mayıs 2014 ✓
İÇİNDEKİLER
GÜNDEM
YEREL SEÇİMLER YAPILDI, UMUTLAR BAŞKA BAHARA KALDI!. . . . . 3
HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN
ROJAVA’DA NELER OLUYOR?. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5
GÜNCEL
KOMÜNİST ÖNDER İBRAHİM KAYPAKKAYA
MÜCADELEMİZDE YAŞIYOR. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8
SOYKIRIMIN 99. YILDÖNÜMÜNDE.... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 12
KUZEY KÜRDİSTAN GEZİSİNDEN İZLENİMLER . . . . . . . . . . . . . . . . . . 15
2
PANORAMA
İKTİDAR DALAŞINDA GELİŞMELER, ÇATIŞMALAR! . . . . . . . . . . . . . . 21
İSPANYA İÇ SAVAŞI ÜZERİNE. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 27
KAVGANIN DOĞRUSU / DOĞRUNUN KAVGASI
“CEMAAT/MİLLİ GÖRÜŞ SAVAŞI MI, YOKSA CEMAAT/AKP SAVAŞI MI?“
BAŞLIKLI YAZI ÜZERİNE. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 43
AFRİKA MERCEK ALTINDA. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 46
Yeni Dünya İçin ÇAĞRI Gazetesi adına Sahibi: Metin Yoksu • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Metin Yoksu •
Yönetim Yeri ve Adresi: Fatih Mah. Bahçeyolu Cad. Ülbeği İş Merkezi No: 9 Kat: 4 Esenyurt/İstanbul • Tel/Fax: (0212) 620 67 57 • Sayı: 169 · Mayıs/Haziran 2014 • ISSN 1301692X169 • Fiyatı: Türkiye: 2 TL · Türkiye Dışı: 3,00 Euro • Baskı: Berdan Matbaacılık Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. C Blok No: 215-216-239 Topkapı/İstanbul Tel: (0212) 613 11
12 • Yayın Türü: Yerel Süreli • www.ydicagri.net · [email protected]
30
Mart Pazar günü Mahalli İdareler Seçimi
yapıldı.
Milyonlar Büyük Şehir Belediye başkanı, ilçe belediye başkanı, Belediye Meclis üyeleri –büyükşehir
olmayan illerde İl Genel Meclisi üyelerini- ve muhtarları seçmek için sandık başına gitti.
Yerel seçimler bu yıl yapılacak Cumhurbaşkanlığı
seçimi, 2015’te yapılacak genel seçimler öncesinde
test niteliği taşıdığı için önemli idi. AKP ile Gülen cemaati arasındaki iktidar savaşının, AKP’nin oy oranını ne denli etkileyeceği açısından da yerel seçimler
önem kazanmıştı.
Yerel seçimler yerel seçim havasında değil, neredeyse genel seçim havasında geçti. Anti AKP cephesi
seçimleri önemli ölçüde “ayyip gitsin, AKP gitsin” referandumuna dönüştürdü.
AKP cemaat iktidar savaşı seçim döneminde iyice
sertleşti. Kasetler/tapeler internet ortamında yayınlandı. Hükümet çareyi Youtube ve Twitter’i toptan
kapatmakta buldu.
Düzen partilerinin liderleri il il gezdi. Meydanlarda
birbirlerini kıyasıca eleştirdi.
Egemen sınıflar tarafından toplumda yaratılan kutuplaşma seçim döneminde iyice arttı.
Bol vaatli, gürültülü, kavgalı yerel seçimler geride
kaldı.
Her seçimde olduğu gibi bu seçimde de kan aktı.
Şanlıurfa, Hatay, Sivas, Gaziantep’te muhtarlık kavgasında 9 kişi hayatını kaybetti, 13 kişi yaralandı.
Gaziantep’te bir madde bağımlısı 4 kişiyi bıçakladı.
Seçim nedeniyle çıkan kavgalarda 44 kişi yaralandı.
Kesinleşmeyen yerel seçim sonuçları şöyle:
Toplam seçmen: 52.710.730
Kullanılan oy: 46.682.726
Geçerli oy: Katılım oranı: Parti
gündem
YEREL SEÇİMLER YAPILDI,
UMUTLAR BAŞKA
BAHARA KALDI!
44.875.292
% 89,26
Toplam oy Oy oranı
AKP 20.519.829
% 45,6
CHP 12.533.398
% 27,8
MHP 6.860.493
% 15,2
BDP/HDP 2.739.678
% 6,1
SP916.270% 2,0
BBP483.368% 1,1
(http://secim.haberler.com/2014/)
Her seçim sonrası yaşanılan itiraz, kavga, iptal etmeler; bu seçim sonrası da yaşandı.
Yalova’da seçimleri önce AKP adayı ve Belediye
Başkanı Yakup Bilgin Koçal’ın bir oy farkla kazandığı açıklandı. CHP ve AKP sonuçlara itiraz etti. İki
partinin itirazları Yalova İl Seçim Kurulu tarafından
kabul edildi.
Bunun üzerine 124 sandıkta oylar yeniden sayıldı,
bu kez CHP adayı Vefa Salman’ın altı oy farkla seçimi
kazandığı açıklandı.
AKP Yalova Belediye Başkan Adayı Yakup Koçal
ise, seçimlerin iptali için YSK’ya başvuruda bulundu.
Koçal, itirazında seçim günü zihinsel engellilerin
oy kullanmasına izin verildiğini iddia etti. YSK Yalova belediye başkanlığı seçimini iptal etti. Yalova’da
seçimler aynı adaylarla 1 Haziran’da tekrarlanacak.
Ağrı’da BDP adayı Sırrı Sakık’ın 10 oy farkla kazandığı açıklanan, AKP’nin itiraz ettiği sandıklarda
yeniden sayım yapıldı. Sayımda tespit edilen usulsüzlükler nedeniyle, BDP belediye başkanlığı seçiminin
iptalini istedi. Ağrı İl Seçim Kurulu yerel seçimlerin
3
gündem
iptalini ve 1 Haziran’da yeniden yapılmasını kararlaştırdı. Hatay’da CHP’li Lütfü Savaş 3 bin 389 oy farkla
seçimi kazandı. AKP sonuca itiraz etti. AKP YSK İl
Seçim Kurulu’ndan, oy kullanma ehliyeti olmadığı halde oy verenlerin tespit edilmesini istedi. YSK
AKP’nin itirazını inceliyor. Hatay’da seçimin iptal
edilme olasılığı var.
Iğdır’da seçimi BDP kazandı. MHP kısıtlı, ölmüş ve
askerde olanların yerine yaklaşık 2 bin oy kullanıldığını iddia ederek sonuca itiraz etti. YSK, iddianın
araştırılmasına karar verdi. Iğdır’da da seçimin iptal
edilmesi mümkündür.
Seçim sonuçlarından çıkarılması gereken
kimi sonuçlar:
4
*Yerel seçime katılım oranı oldukça yüksek olmuştur.
Seçim döneminde yaratılan kutuplaşma ve yerel seçimin referanduma dönüştürülmesi katılımın yüksek
olmasında etkili olmuştur. Seçmenlerin çok büyük
çoğunluğu sistem içi çözümden yanadır.
*CHP-MHP-Gülen koalisyonu bütün çabalarına
rağmen, AKP’ni % 40’ların altına çekme hedefine
ulaşamamıştır. AKP’ni seçimlerden önce devirme,
Erdoğan’ı 30 Mart’tan önce devirme iddiaları sandıktan dönmüştür.
*AKP’nin aldığı oy % 45,6’dır. AKP’nin büyük
oranda oy kaybedeceğini bekleyen kesimlerin hesabı
yine tutmadı!
Yolsuzluk, rüşvet operasyonunun, Gülen cemaati
ile iktidar savaşının AKP’ye çok fazla oy kaybettirmediği görülüyor. Seçimin tartışmasız galibi AKP’dir.
2009 yerel seçimlerinde AKP’nin aldığı oy oranı %
38,80 idi. Yerel seçime göre AKP oylarını artırmış,
son genel seçimlerde aldığı % 50 oya göre oy kaybetmiştir.
*Açık ara ile AKP seçimi önde tamamlamıştır. Seçim esas olarak AKP ile anti AKP cephesi arasında
geçmiştir. Bu sonuç AKP’yi bölme, parçalama siyasetinin, çabalarının boş olduğunu gösteriyor. AKP
önemli oranda halk desteğine sahiptir.
*AKP iktidarını seçim yoluyla devirme umutları
bütünüyle bitmedi ise de, AKP’nin en azından önümüzdeki seçimlerden de açık ara birinci parti olarak
çıkacağı tescillenmiştir.
*Türkiye’de siyaseti esas olarak belirleyen parti
AKP’dir. Yerel seçimlerde AKP’nin aldığı oy oranı,
onun bu durumdan biraz uzaklaşma durumunda
olduğunu göstermektedir. AKP bu konumunu koru-
mak istiyorsa önümüzdeki dönemde desteğe ihtiyaç
duyacaktır.
*AKP’nin oy oranında genel seçimlerle karşılaştırıldığında bir gerileme söz konusudur. Bu nedenle
AKP ittifak içine gireceği güçler arayışında olacaktır.
Bu güç BDP olabilir. İki taraf da ilerlemek için ortak
hareket etmek (resmi/gayri resmi) durumunda kalabilir.
*AKP 2015’te yapılacak genel seçimleri öne alabilir. 1,5 yıl daha beklemek ekonomiye zarar verebilir.
Seçmenin oy tercihini esas olarak ekonomi belirliyor.
Cumhurbaşkanlığı seçimi ile genel seçimleri birleştirmek de ihtimal dahilindedir.
*Gezi direnişi, 17 Aralık operasyonlarına rağmen
ekonomi büyüyor. Gerçek ekonomi işliyor, önemli
bölümü sanayi alanında. Borsa düşmesine rağmen
yeniden yükseliyor. Buradaki dalgalanma şimdilik
gerçek ekonomiye yansımıyor.
*CHP % 27,8 oy almıştır. CHP 2009 yerel seçimlerinde % 23,1 oy almıştı. CHP oylarını % 4 artırmıştır.
Bu sonuç ana muhalefet partisi için başarılı bir sonuç
değildir. CHP seçimi kaybetmiştir.
Kemal Kılıçdaroğlu üzerinden yeni CHP projesi tutmamıştır. Kaydedilen oy artışı yeterli değildir.
İstanbul’da Sarıgül CHP’ye 1 milyon oy artışı sağlamıştır. Ankara’da Mansur Yavaş CHP’nin oylarını
artırmıştır. “Uzun ve meşakkatli yol”a çıkan Sarıgül
CHP genel başkanlığı için mesaj vermiştir. Önümüzdeki dönemde CHP içinde genel başkanlık savaşı yaşanacaktır.
*MHP % 15,2 oranında oy almıştır. 2009 yerel seçimlerinde MHP % 16,1 oy almıştı. MHP oylarını artırmamış, tam tersine oy kaybetmiştir. MHP seçimi
kaybedenlerindendir. “Şehit cenazeleri”nin gelmiyor
oluşu MHP’ye yaramamıştır!!
*BDP 2009 yerel seçimlerinde % 5,7 oranında oy
almıştı. BDP ve HDP bu seçimde birlikte % 6,1 oranında oy aldı. Kuzey Kürdistan’da, belediye sayısını
artırmasına rağmen BDP’nin kısmen oy kaybı söz
konusudur. Türkiye’de HDP ile oy oranı artırılmıştır.
Burjuvazinin egemen olduğu şartlarda seçimler özde bir değişiklik yaratamaz. Kurtuluş seçimle
değil devrimle gelir. Yerel seçimlerin önemi bizim
açımızdan demokratik belediyecilik programının
yaygınlaştırılması için araç olmasıdır. Bu bilinçle gücümüzün olduğu alanlarda bu doğrultuda bir çalışma
yürüttük.
25.04.2014 ✓
atı Kürdistan (Rojava), Baasçı faşist Suriye rejiminin işgali altındaydı. Suriye’de 3 milyon
Kürt yaşıyordu. Kürtlerin dilleri, kültürleri ve ulusal
kimlikleri ile ortaya çıkmaları yasaktı. Onlar Suriye
vatandaşı da sayılmıyordu. Suriye’de 1962’de nüfus
sayımı yapıldı. Suriye rejimi, Kürtlerin 1925 Şeyh
Said İsyanı sonrası Suriye’ye gelmiş oldukları iddiasına dayanarak, Suriye’nin otokton (yerli) nüfusundan
olmadıkları sonucuna vardı! Suriye vatandaşlıkları
ellerinden alındı. Rojavalı Kürtler kendi anavatanlarında mülteci gibi yaşıyordu. 1963‘de Suriye’de
iktidara el koyan Baas Partisi döneminde Kürtlerin durumu daha da
kötüleşti. Baas rejimi
Cezire bölgesinde yaşayan Kürtleri dışlamaya başlayarak potansiyel tehdit olarak
değerlendirdi.
Baas
hükümeti, çok geçmeden bölgede yaşayan
Kürtlerin Suriye içinde dağıtılması, buna
karşılık bölgeye Arapların
yerleştirilmesi
yönünde bir politika
izledi. Böylece, Kürtlerin yaşadığı bölgede
bir Arap kuşağı oluşturuldu. Yer isimleri Kuzey Kürdistan’da nasıl Türkçeleştirildiyse,
Rojava’da da Arapçalaştırıldı. Kürtlerin toprakları
ellerinden alındı. Diğer parçalarda olduğu gibi Batı
Kürdistan’da da baskılar hız kesmeden sürdürüldü.
Batı Sahra, Fas, Tunus ile başlayan ve Arap baharı olarak adlandırılan kitle hareketleri sonucu,
Tunus’ta, Mısır’da ve Libya’da yerleri sağlam görünen diktatörler yıkıldı. Arap Baharı”nın etkileri
Suriye’ye de yansıdı. Suriye’de demokrasi, özgürlük
talepleri ile başlayan kitle eylemleri Esad rejimi tarafından yoğun faşist baskılarla, silahsız ve örgütsüz
halk yığınlarının üzerine ateş açılarak kanla bastırıl-
maya çalışıldı. İsyan giderek silahlı çatışmalara, tam
bir iç savaşa dönüştü. Bu iç savaş, dünyada ve özellikle bölge ülkelerinde büyük değişim ve dönüşümleri, toplumsal altüst oluşları beraberinde getirmeye
başladı. Hemen hemen emperyalist ve bölgesel güçler
“temsilcileri” üzerinden Suriye’de karşı karşıya geldi.
Al Kaide uzantılı gruplar, Suriye’de şeriat devleti kurmak için harekete geçti! Şeriat devleti kurmak için
değişik ülkelerden binlerce kişi Suriye’ye akın etti.
Mart 2011’den bu yana yaşanan çatışmalarda öldürülenlerin sayısı yüz elli bini geçti. Muhalifler içerisinde Baas rejimine karşı haklı bir temelde mücadele
yürütenler de var. Baas
rejimine karşı savaşan
tüm grupları aynı kefeye koymak doğru değil.
Suriye’de halkın faşist
Baas rejimine karşı
devrim hakkını, devrimci mücadelesini destekliyoruz; Anti Esad
cephe içinde devrimci
demokrat
unsurlara
destek vermek bunların
mücadelesine sahip çıkmak bütün devrimcilerin görevidir.
Baas rejimi döneminde, Rojava’da 16 siyasi
parti, legal ve illegal
düzeyde faaliyet yürütüyordu. Bu partilerin pek çok
üyesi Baas rejimi tarafından tutuklandı. Bir bölümü
de ülke dışına çıkmak zorunda kaldı. Rojava bölgesindeki iller, Baas rejimi tarafından şehir olarak
adlandırılmadığından, iki bölge ismiyle tanımlanıyor. Birincisi Dêrik, Tirbê Sipîye, Qamişlo, Amude,
Dirbesêyê ve Serê Kanyê’nin bulunduğu Cizre Bölgesi. İkincisi ise Kobanê ve Efrîn’dir. Rojava’da sadece
Kürtler yaşamıyor. Kürtler dışında Araplar, Ezidiler,
Asurîler, Türkmenler ve Hıristiyan azınlıklar da var.
Arapların yoğun olarak yaşadığı iller de var. Bu iller,
Hesekê, Şam, Raqa, Minbic, Halep ve Latkiye. Arap-
halkların kardeşliği için
B
ROJAVA’DA NELER
OLUYOR?
✌
5
✌
halkların kardeşliği için
ların yoğun olarak yaşadığı illerde, Kürtlerde yaşıyor.
Örneğin Halep Kürtlerin en yoğun olarak yaşadığı
ildir. Toplam Kürt nüfusunun beş yüz binden fazla olduğu tahmin ediliyor. Arap Alevilerin yaşadığı
Latkiye’de ise 50 Kürt köyü bulunuyor.
Rojava Kürtleri, iktidar boşluğundan yararlanarak
kendi öz yönetimlerini kurmak için harekete geçti.
İlk önce Kobanê’de 19 Temmuz 2012’de, Kürt halkı şehrin çıkış yolu üzerinde bulunan Baas rejimine
ait tütün mamullerinin bulunduğu satış noktasına
el koydu. Halk tarafından oluşturulan silahlı güçler
(YPG) şehrin giriş ve çıkışını kontrol altına aldıktan
sonra, Baas rejimine ait birçok kurum denetim altına
alındı. Merkez Seqafi adı verilen Kültür Merkezi ve
sırasıyla Baas Partisi halı kursu merkezleri, mahkeme
binası ve pek çok kurumun tamamı çatışma olmaksızın Rojava halkının kontrolüne geçti. Baas Rejimi’ne
bağlı silahlı güçler can güvenliklerinin sağlanacağı
garantisi karşılığında direniş göstermedi. Kobanê
halkının ayaklanması sonucu, Baas rejim güçlerinin
direnme şansı da yoktu. Söz verildiği gibi Baas rejim
güçlerinin can güvenlikleri, silahlı halk güçleri tarafından korunmaktadır. Bir kısmı kaçak yollardan
Arap kentlerine dönerken, bir bölümü de Kobanê’de
yaşamaya devam etmektedir.
Rojavalı Kürtler üç ayrı kantonda özerklik ilan etti.
Bu üç kantonun birbiri ile bağlantısı yok. Çünkü ara
bölgeler diğer grupların denetimi altında. Şu anda
Kürt halkının bütünüyle ya da kısmen denetiminde
bulunan bölgeler, Kobanê, Dêrik, Tirbê Sipîye, Qamişlo, Amûdê, Efrîn, Dirbesêyê ve Serê Kanyê’dir.
Arap illerinde yaşayan Kürtler de örgütlülüklerini
yaratmış durumdadır. Üç kantonun Türkiye ile sınır
kapıları var. Ancak AKP hükümeti Rojavalı Kürtlerin Türkiye’ye olan sınır kapılarını açmıyor. Güney Kürdistan’a açılan sınır kapıları da çoğunlukla
kapalı. Özerklik ilanından sonra özellikle Kobanê
Kantonuna saldırılar artmaya başladı. Al Nusra ve
Irak Şam İslam Devleti adlı faşist dinci grupların
Kobanê’ye saldırıları ile çatışmalar şiddetlendi. Dinci
faşist gruplar, Kürtlerin ilan ettiği üç kantonlu özerk
bölgenin kritik halkası Kobanê’yi çökertmek için saldırı üstüne saldırı düzenliyor. Çeteci grupların tüm
Rojava’yı işgal etme gibi bir amacı var. Kobanê ve Rojava halkı, Rojava’yı savunmak için direniyor.
Baas rejimi, Suriye’de iç savaşın başlaması sonucu
güçlerinin bir bölümünü Rojava’dan çekti. Kamışlı
sınır kapısı ve Kamışlı havaalanı Esad güçlerinin denetimi altında. Rojava’da ki kimi görevlilerin maaş-
ları hâlâ Şam tarafından ödeniyor. Rojava Kürtleri,
şimdilik Rojava’da her alanda Esad güçlerinin bütünüyle tasfiye edilmesine yönelmiyor ve Kamışlı’da
bulunan Esad güçlerinin varlığına sessiz kalıyor. Bu
tutumun anlaşılır bir yönü de var. Çünkü, şeriatçı
faşistlerin saldırıları yanında bir de Esad güçlerinin
Rojava’yı bombalaması halka büyük acılar getirebilir.
Kendi öz yönetimlerini kurmak için harekete geçen
Kürtler, ilk olarak siyasal birlikteliklerini oluşturmak
amacıyla Demokratik Toplum Hareketi (TEV-DEM)
ve Batı Kürdistan Halk Meclisi’ni (MGRK) kurdu.
Batı Kürdistan’da bulunan 16 Kürt partisi de Suriye Kürtleri Ulusal Meclisi (ENKS) çatısı altında bir
araya geldi. Batı Kürdistan Halk Meclisi ve Suriye
Kürtleri Ulusal Meclisi, birlikte hareket etme kararı alarak, Kürt Yüksek Konseyi’nin kuruluşunu ilan
etti. Özerklik ilan edilen kantonlarda, köy, mahalle,
ilçe ve illerde köy meclisleri var. Dil, kültür, sosyal ve
siyasi alanlarda akademiler kuruldu. Halk Savunma
Birlikleri (YPG) ve Kadın Savunma Birlikleri (YPJ),
Rojava’nın askeri güçleri olarak oluşturuldu.
Kantonların işleyişi ise şöyledir:
Rojava’da Arapça, Kürtçe ve Asurîce dilleri birlikte
kullanılıyor. Her kantonun bir yönetim mekanizması var ama bu mekanizmaya hükümet denmiyor. Her
kantonun bir kurucu meclisi var. Bu kurucu mecliste,
bölgede yaşayan tüm halklar temsil ediliyor. Kurucu
meclisler, kadın ve gençlik kotasını temel alıyor. Kurucu meclis kendi içerisinde 23 kişiden oluşan bir yürütme konseyini seçiyor. Yürütme Konseyi içerisinde
de, tüm halkların temsilcilerine yer veriliyor. Yürütme Komitesi, 23 ayrı komite şeklinde örgütleniyor.
Her komitenin bir başkanı ve iki başkan yardımcısı
var. Yürütme konseyine bağlı 23 komite şöyle sıralanıyor: Savunma, içişleri, dışişleri, turizm, eğitim,
ziraat, enerji, ekonomi, maliye, kadın, insan hakları,
gençlik ve spor, ekoloji, ulaşım, iletişim, kültür, din
işleri, sosyal, ticaret, sağlık, şehit aileleri, adalet ve
yerel yönetimler komitesi. Komitelerin altında ise alt
bürolar yer alıyor. Asayiş içişleri komitesi, YPG, YPJ
ve Süryani Özgür Halk Güçleri ise savunma komitesine bağlı olarak görev yapıyor. Hükümet görevi gören yirmi üç yürütme konseyi üyesi her hafta toplanıyor. Her komitenin bir iç tüzüğü var. Kurucu meclis
yasa çıkartıyor. Yürütme Konseyi geçici olarak görev
yapıyor ve altı ay içerisinde seçimlerin yapılması hedefleniyor.
Rojava, bir yandan kendi öz yönetimlerini oluşturmak için çabalarken diğer yandan saldırılara kar-
ratik Birliği, Azadi Partisi ve Birlik Partisi, Erbil’de
yaptıkları bir kongre ile Suriye Kürdistan Demokrat
Partisi (SKDP) adı altında birleştiler. Rojava’da oluşturulan öz yönetim güçleri ile Barzani arasında çelişkiler var. Barzani, Rojava özerk yönetimlerinin kendi
çizgisi temelinde hareket etmesini istiyor. AKP hükümeti ile flört eden ve emperyalizmin işbirlikçisi olan
Barzani, Rojava’da oluşan ve kendi sözünü dinlemeyen güçleri hizaya getirmek istiyor. Rojava sınırının
kapatılması ve Rojava sınırında hendek kazması bu
yüzdendir.
Rojava’da yaşayanların kendi özyönetimlerini
kurmaları ve kendi kaderlerini belirlemeleri onların
en doğal hakkıdır. Rojava halkı nasıl yaşayacağına
kendisi karar vermiştir. Rojava halkı, kendi varlığına yönelen tehditlere ve dinci faşistlerin saldırılarına karşı mücadele etmektedir. Rojava halklarının öz
gücünü, öz iradesini, öz yönetimini ve öz savunmasını ele alması ve demokratik özerklik ilan edilmesi
doğrudur. Bu anlamda Rojava’ya yönelen her saldırıya karşı çıkmak ve Rojava halkını desteklemek
devrimcilerin,demokratların, insan hakları savunucularının ,en başta komünistlerin görevidir.
Ancak Rojava’nın durumu objektif olarak değerlendirilmeli, elde edilen kazanımlar, başarılar abartılmamalıdır. Rojava modelinin dünya halklarına
örnek model olarak sunulması, Rojava’da „Halk
demokrasisi“ nin kurulduğunun söylenmesi ve bu
yönde tespitlerin yapılması bizce abartılı ve yanlıştır.
Dünya halklarına önerilmesi gereken model sosyalizmdir. Rojava’da olan, ulusal bir hareketin iktidar
boşluğundan yararlanarak kendi yönetimini kurma
çabasıdır. Rojava’da olan, ulusal temelde bir örgütlenmedir. Rojava’da olan sınıfsal temelde ve kapitalizmin temellerine yönelen bir örgütlenme değildir.
Yıllardır baskı altında olan, bedel ödeyen, dilleri,
kimlikleri yasaklanmış bir halkın uyanışıdır. Bu halkın var olma mücadelesi değerlendirilirken, abartılardan kaçınılmalı ve gerçek durum ne ise o anlatılmalıdır. Ulusal baskı ve sömürünün gerçek alternatifi
sosyalizmdir. Büyük insanlığın örnek alması gereken
model sosyalizmdir, komünizmdir. Görev bunun için
mücadele etmektir. Kuşkusuz ulusal kurtuluş ve burjuva demokrasisi yönünde atılan adımlar da olumlu,
daha sonraki mücadeleler için yolu açan adımlardır.
Desteklenmelidir. Fakat bu destek verilirken, atılan
adımların sınırlılığı da gösterilmelidir.
23.04.2014 ✓
✌
halkların kardeşliği için
şı var olma mücadelesi yürütüyor. Kürtler aylardır
Rojava’da şeriatçı çetelerin saldırılarına karşı varlık yokluk ve onur savaşı veriyor. AKP hükümeti,
Rojava’ya açılan sınır kapılarını kapalı tutuyor. Arapların yaşadığı bölgelerdeki sınır kapıları ise açık. Güney Kürdistan yönetimi ise AKP Hükümeti paralelinde hareket ediyor. Rojava’da en güncel konu Semelka
Sınır Kapısı. Semelka, Güney’le Rojava’yı birbirine
bağlıyor. Sınır kapısı, 2013 Mayıs’ından bu yana kapalı. Barzani yönetimi kapının kapatılmasına gerekçe
olarak ‘güvenlik’ konusunu gösteriyor! Rojava’ya açılan sınır kapısının kapatılması ile yetinilmedi. Rojava
sınırında hendek kazılıyor. İki metre genişliği ve üç
metre derinliği olan hendek kaçak geçişleri engellemekten çok, askeri amaçlı kazıldığının görüntüsünü
veriyor. Kazılan hendeklere ağır silahlar yerleştirmek
ve mevzi olarak kullanmak ta mümkün. Hendekleri sadece Barzani yönetimi kazmıyor, AKP yönetimi
de Rojava ile olan sınırda duvar örüyor. Sınır hatlarında hendek kazılıyor ve tel örgüler çekiliyor. Sınıra
termal kameralar yerleştiriliyor. Gerek Barzani yönetimi gerek AKP yönetiminin hendek kazması birbirinden bağımsız ele alınmaması gereken bir konu.
Türkiye, hendekleri hassas noktalarda kazıyor. Rojava ve Kuzey Kürdistan sınırında birbirine komşu olan
yerleşim birimlerinde hendekler kazılıyor. Amaç,
Kuzey Kürdistan halkının Rojava’ya yardım etme
koşularını ortadan kaldırmaktır. Dêrik hattından,
Serêkaniyê’ye kadar her iki tarafta Kürtlerin olduğu
köylerde hendekler kazılıyor. Serikaniye ile Dırbesiye arasında bazı noktalarda Arap köyleri var. Ancak
buralarda nedense kazı yapılmıyor. Serekaniye’den
sonra Til Ebyad bölgesi geliyor. Kuzey Kürdistan‘da
Akçakale olarak biliniyor. Burada hendek kazılmıyor.
AKP hükümeti, Kürtlerin yaşadığı bölgeleri tehlikeli,
Arapların yaşadığı bölgeleri ise güvenli görüyor. AKP
hükümeti, Rojavalı Kürtlerin kendi öz yönetimlerini
oluşturmasından rahatsız. Çünkü Kürtlerin, hangi
siyasi arka plandan gelirse gelsin, özerk bir yönetim
kurmasını ve kendisini yönetmesini - bu yönetim
kendi kontrolü dışında olduğunda - kesinlikle istemiyor. Türk hükümeti esasta Rojavalı Kürtlerin Özgür Suriye Ordusunun bir parçası olmasını ve Esad
rejimine karşı savaşmasını istiyor. Aynı rahatsızlığa
Barzani’de sahiptir. Güney ve Kuzey sınırında kazılan hendekler ile Rojava’da ilan edilen özerklik boğulmak, ortadan kaldırılmak istenmektedir.
Rojava’da Barzani’ye bağlı gruplar da var. Nisan
2014’te Barzani yanlısı El-Parti, Kürdistan Demok-
7
güncel
KOMÜNİST ÖNDER
İBRAHİM KAYPAKKAYA
MÜCADELEMİZDE YAŞIYOR
İbrahim KAYPAKKAYA, proletarya diktatörlüğünün
sınıfsal niteliği; sosyalizm için mutlak gerekliliği; görevleri
konusunda esas olarak Marksist-Leninist görüşleri
savunmuştur. Marksizm-Leninizmi revizyonizmden ve her
türden oportünizmden ayıran bu belirleyici konuda o Kuzey
Kürdistan-Türkiye’de sosyalizm adına hareket edenler içinde
yine tek önderdir.
K
omünist önder İbrahim Kaypakkaya’nın işkencede faşist katiller tarafından hunharca katledilmesinden bu yana 41 yıl geçti. İbrahim yoldaşı
anmak, O’na adanmış ağıt, türkü, marş okumak; suç
olarak görülmekte, davalar açılmakta, hapis cezaları
verilmektedir.
70’li yıllar üzerine yapılmış, dönem uyarlaması iddiasında olan dizilerde Deniz Gezmiş, Mahir Çayan
adları geçerken; devrimci önderlerin katledilmesi işlenirken, İbrahim yoldaşın işkencede katledilmesi ve
O’nun varlığı es geçilmektedir.
Bunun nedenlerini elbette biliyoruz. Bunun nedeni
tam da İbrahim yoldaşın Kemalizm konusunda, ulusal sorun konusunda; buzu kıran yol gösteren görüşleri ve değerlendirmeleridir.
İbrahim yoldaşın katledilmesinin 41. yıldönümünde, ülkelerimiz Bolşeviklerinin 1990’lı yıllarda İbrahim Kaypakkaya hakkında yaptıkları genel değerlendirmeden bir bölüm yayınlıyoruz.
8
İbrahim KAYPAKKAYA’nın Bıraktığı MarksistLeninist Miras:
*TKP/ML’in kurulduğu 1972 şartlarında uluslara-
rası plânda revizyonizm/oportünizm ile MarksizmLeninizm arasındaki güncel mücadelede, MarksizmLeninizmin devrimci özüne sahip çıkan çizgi, tüm
hata ve sapmalarına rağmen başını ÇKP ve AEP’nin
çektiği çizgi idi. Yer yer “Mao Zedung Düşüncesi”
adı altında da anılan bu çizgi, Sovyetler Birliği’nde
iktidarı ele geçiren modern revizyonistlerin 20. Parti
Kongresi’nde hakim kıldıkları çizgiye karşı mücadele içinde ortaya çıkmıştı. Kendisi çok ağır revizyonist hata ve sapmalar taşımasına rağmen, bu çizgi,
Marksizm-Leninizmin devrimci özüne sahip çıkıyor,
emperyalizmle uzlaşmayı değil, onu yıkmayı bayrağına yazıyor; proletarya diktatörlüğünün “burjuvazi
üzerinde topyekûn diktatörlük” demek olduğunu,
proletarya diktatörlüğü şartlarında da devrimin sürdürülmesi gerektiğini savunuyor, proletarya ve halkları proleter dünya devrimine çağırıyordu. Bu çizgi
1972’de Marksizm-Leninizmin devrimci özünü temsil eden çizgi idi. İbrahim KAYPAKKAYA 1972’de
Dünya Komünist Hareketi içinde süren iki çizgi
mücadelesinde Marksist-Leninist safta yer tutup,
Kuzey Kürdistan-Türkiye’de modern revizyonizme
karşı mücadeleye önderlik eden, bu noktada hiçbir
Türk şovenisti düşüncelerin, devrimcilik ve evet komünistlik adına pervasızca savunulduğu ve hemen
hemen hiçbir ezilen ulus hareketinin olmadığı bir
dönemde, Kuzey Kürdistan-Türkiye’de ulusal sorunu
Marksist-Leninist tarzda ele alıp, Kürt ulusunun varlığını ve ayrılma hakkını açık seçik savunan, çözüm
yollarını, uygulanacak temel politikaları ortaya koyan komünist önderdir. 1972’de İbrahim KAYPAKKAYA TKP/ML adına ulusal sorunda Şafak revizyonizminin şoven milliyetçi yüzünü teşhir ederken
PKK henüz ortada yoktu! İbrahim KAYPAKKAYA
“Kürt ulusunun ayrılma hakkı”nı kayıtsız koşulsuz savunurken, Kuzey
Kürdistan-Türkiye solu
henüz “Doğu Anadolu,
Güney Doğu Anadolu
sorunu”nu tartışma aşamasında idi! İbrahim
bölünme hakkını savunurken, Şafak revizyonistleri
“bölücü”lerin
hakim sınıflar olduğunu
ispat çabası içinde idi,
vs. O bu noktada Türkiye Sol’unda hakim olan
şovenizm aysbergine ilk
darbeyi vuran komünisttir.
*O, mevcut TC devletinin faşist niteliğini
Kemalist
diktatörlük
şahsında dosta düşmana
gösteren tek komünist
önderdir. “Kemalizm küçük-burjuvazinin en sol, en
radikal kesiminin milliyetçilik tabanında anti-emperyalist bir tavır alışıdır” (Mahir Çayan), “Kemalizm ile sosyalizm arasında Çin Seddi yoktur” (Mihri
Belli) gibi görüşlerin hakim olduğu, Kemalizmin ilericilik, anti-emperyalistlik ve evet devrimcilik görüldüğü bir ortamda, İbrahim KAYPAKKAYA, Kemalizmin faşizm demek olduğunu cesaretle savunan, bu
alanda da buzu kıran komünist önderdir.
*O, faşizme karşı mücadelenin devrim mücadelesi
olarak yürütülmesi gerektiği doğru Marksist-Leninist düşüncesini, anti-faşist mücadeleyi düzen çerçevesi içinde hakim sınıfların bir kesiminin peşine
takılmak olarak kavrayan reformist, kuyrukçu görüşlere karşı tutarlı bir biçimde savunan tek komünist önderdir.
güncel
ikircime düşmeyen tek komünist önderdir. İbrahim
KAYPAKKAYA bu tavrı takındığı sırada, Türkiye’de
kendi dışında Mao Zedung Düşüncesini savunduğu
iddiasında olan tek akım, içinden geldiği Şafak revizyonizmidir. Şafak revizyonizminin Mao Zedung
Düşüncesi savunusu ise gerçekte, Kemalist-milliyetçi-reformist-legalist bir çizginin “Halk Savaşı” palavraları ile süslenerek savunulmasından başka bir şey
değildir. Sosyalizm adına konuşanların geri kalan kesimi, ya doğrudan Rus sosyal-emperyalizminin ve revizyonizmin yanında saf tutmaktadır, ya da THKO/
THKP-C gibi “orta yolcu”luk yapmakta, Sovyetler
Birliği’ni de sosyalist
olarak savunagelmektedir.
*İbrahim
KAYPAKKAYA, proletarya diktatörlüğünün
sınıfsal
niteliği; sosyalizm için
mutlak gerekliliği; görevleri konusunda esas
olarak Marksist-Leninist
görüşleri savunmuştur.
Marksizm-Leninizmi
revizyonizmden ve her
türden
oportünizmden ayıran bu belirleyici konuda o Kuzey
Kürdistan-Türkiye’de
sosyalizm adına hareket edenler içinde yine
tek önderdir. THKO ve
THKP-C, revizyonistler
ve Şafak revizyonistleri Kemalizmin etkisinden kurtulamadıkları için, proletarya diktatörlüğünü teorik
düzeyde bile savunacak durumda değillerdir.
*O, proletarya önderliğindeki devrimin ancak işçiköylü temel ittifakı üzerinde yükselen bir örgütlenme
ile sözkonusu olabileceği şeklindeki Marksist-Leninist ilkeyi kendine rehber edinip, her türden burjuva
kuyrukçusu revizyonist görüşü mahkûm eden tek komünist önderdir. İbrahim KAYPAKKAYA, demokratik devrimde milli burjuvazinin ikili niteliğini de çok
net olarak görmüş ve burjuvaziye —onunla ittifak
kurulduğu şartlarda da— güvenilmemesi gerektiğini
vurgulamıştır.
*O, ulusal sorunda Marksist-Leninist teoriyi özümsemiş ve bu teoriyi Kuzey Kürdistan-Türkiye’nin somutuyla ustaca birleştirmeyi başarmıştır. O büyük
9
güncel
10
*O, her renkten revizyonizmin Marksizm-Leni- örgütsel konuda tek bir bilgi vermemiş, daha önce
nizm adına kitlelerin bilincini reformizmle kararttığı başkalarınca verilmiş tek bir bilgiyi onaylamamış,
bir dönemde, özellikle PDA/Şafak revizyonistleri ile komünist tavrın nasıl olması gerektiğini kendi tavrı
polemik içinde, devrimci düşünce ve tavrın ne olması ile örneklemiştir. O, “ser verip, sır vermeyen” önder
gerektiğini, reformlar için mücadelenin nasıl devri- olma tavrıyla tüm devrimci saflarda bayraklaşmıştır.
me tabi olarak ele alınması gerektiğini ortaya koyan
İbrahim KAYPAKKAYA’nın temel hataları:
komünist önderdir.
*İbrahim KAYPAKKAYA, devrimde proletaryanın
İbrahim KAYPAKKAYA hunharca katledildiğinönderliği ve devrimin durmaksızın sürdürülmesi için de, henüz 24 yaşında olan genç bir komünist önderdi.
proletaryanın öncü müfrezesi Komünist Partisinin Kuzey Kürdistan-Türkiye açısından ele alındığınmutlak gerekliliğini, söz konusu partinin işçi sınıfı- da, ona geçmiş deneyimlerinden yola çıkarak doğru
nın partisi olması gerektiğini 1972’de en açık şekilde Marksist-Leninist çizgiyi devreden bir yaşlı kuşak
anlayan ve bu yönde de adım atan örnek önderdir.
komünist yoktu.
*O, komprador burjuvazi ve toprak ağalarının faT”K”P uzun on yıllardır sınıf uzlaşmacısı, revizşist devletini devrimci şiddetle yıkıp, yerine demok- yonist bir yörüngeye oturmuş; yozlaşmış SB”K”P’nin
ratik halk diktatörlüğünü kurmak ve devrimi
“hık deyicinin tokmakçısı” haline gelmiş, Rus
durmaksızın sürdürmek, proletarya
sosyal-emperyalizminin savunuculudiktatörlüğünü kurmak, proleğunu yapan işbirlikçi bir mülteci
tarya diktatörlüğü şartlarınörgütü durumunda idi. Kuİbrahim
da sosyalizmin inşasına
zey Kürdistan-Türkiye’deKAYPAKKAYA
hunharca
atılmak ve komünizm
ki eski T”K”P kadroları
hedefiyle hareket edeya mücadeleyi bırakkatledildiğinde, henüz 24
bilmek için öncelikle
mış, ya karşı-devrimci
yaşında olan genç bir komünist
illegal bir Komünist
mülteci kulübünün
önderdi. Kuzey Kürdistan-Türkiye
Partisi çekirdeğinin
Türkiye şubesi olmayaratılması zorunluya soyunmuş, ya da
açısından
ele
alındığında,
ona
geçmiş
luğu ve gerekliliğini
Mihri Belli veya Hikdeneyimlerinden yola çıkarak doğru met Kıvılcımlı gibi
kavrayıp, buna göre
hareket eden komünist
Marksist-Leninist çizgiyi devreden Kemalist askeri darönderdir.
beciliği savunma konubir
yaşlı
kuşak
komünist
*O, Şafak revizyonizmuna girmişti.
minin legalist, laçka örUluslararası
plânda ise,
yoktu.
gütlenme plânı ve uygulaması
her ne kadar modern-revizyokarşısına, merkezinde meslekten
nizme karşı mücadele içinde ÇKPdevrimcilerin bulunduğu sağlam illegal
AEP etrafında Marksizm-Leninizmin
örgüt Leninist plânı ile çıkan komünist önderdir.
devrimci özüne sahip çıkan bir kümelenme varsa da,
*O, örgüt içi ideolojik mücadelenin Leninist ifadesi bu akımın çizgisi de içinde çok önemli hata ve sapmaolan, ilkeli açık ideolojik mücadeleyi kavrayıp buna ları taşımakta idi. Bu akım içinde bulunan partileruygun davranan ve PDA/Şafak revizyonistlerinin den hiçbiri “Mao Zedung Düşüncesi”nin yanlışlarına
kapalı kapılar ardında tezgâhladıkları komplolara karşı, doğru Maksist-Leninist temelde bir mücadele
rağmen ilkeli mücadeleden şaşmayan, bu alanda da yürütmüyordu. Tersine, Mao Zedung Düşüncesi’nin
örnek olan bir komünist önderdir.
Marksizm-Leninizmden sapma anlamına gelen yanBurada yalnızca temel noktalarda özetlediğimiz lışları, Marksizm-Leninizme katkı olarak savunuluMarksist-Leninist görüş ve davranışları şahsında to- yordu.
parlamış olan İbrahim KAYPAKKAYA, bu görüşleri
Kuzey Kürdistan-Türkiye’de devrimci kadrolar
ve ideolojik kararlılığının bir ifadesi olarak, düşman “sol”, “sosyalist” literatürle daha yeni yeni tanışıyoreline tutsak düştüğünde de görüşlerini tavizsiz savu- du. Dünya Marksist-Leninist harketinin temel eserlenup, düşmanla savaşı işkence altında da sürdürmeyi rinin birçoğu henüz tanınmıyordu. Dünya Marksistbilmiştir. O siyasi görüşlerini hiç tavizsiz savunurken, Leninist Hareketi’nin geçmiş deneyimleri hakkında
dan bir diğeri, Çin somutunda uygulanan Halk Savaşı stratejisinin hiç ayrımsız tüm yarı-sömürgelerde
mutlak geçerliliği savıyla olduğu gibi devralınıp, uygulanmak istenmesidir. Bu yapılırken de ÇKP tarihi
ve Çin toplumu yeterince incelenmemiş, Kuzey Kürdistan-Türkiye ile Çin arasındaki büyük farklılıklar
gözardı edilmiş, subjektif sonuçlar çıkarılmış; Kuzey
Kürdistan-Türkiye devrimi adeta Çin devriminin bir
kopyası olarak görülmüştür. Çin devrimi ve ÇKP deneyiminin yetersiz incelenmesi sonucu yapılan kimi
yanlış değerlendirmelerin mekanik bir biçimde Kuzey Kürdistan-Türkiye’ye aktarılması sonucu olarak
da Komünist Partisinin öncelikle sanayi proletaryası
içinde örgütlenmesinin mutlak zorunluluğu gözden
kaçırılarak, öncelikle yoksul köylülüğün içinde yoğunlaşılıp, Komünist Partisinin ilk çekirdekleri buralarda yaratılmaya çalışılmıştır.
*İbrahim KAYPAKKAYA yoldaş, doğrudan Leninizmi, Lenin ve Stalin’in eserlerini temel aldığı her
konuda (örneğin ulusal sorun; örneğin reform-devrim ilişkisi sorunu; örneğin partinin sınıfsal niteliği sorunu vb.) Marksist-Leninist bir çizginin temel
taşlarını döşerken, Kültür Devrimi sırasında savunulduğu biçimi ile Mao Zedung Düşüncesi’nin sapma teşkil eden görüşlerinden etkilendiği, bunları
savunup uygulamaya çalıştığı yerlerde de yanlış içine girmiştir. TKP/ML’nin aldığı ilk yenilginin —hemen tüm yönetici kademenin hakim sınıflara tutsak
düşmesi— ağırlığında, “Mao Zedung Düşüncesi”nin
yanlışlarının savunulmasına bağlı olarak da yapılan
yanlış durum değerlendirmesi sonucu izlenen yanlış
taktik çizgi önemli bir rol oynamıştır.
Yanlışları ne kadar ciddi olursa olsun, İbrahim
KAYPAKKAYA bir bütün olarak değerlendirildiğinde Marksist-Leninist bir önderdir. Onun çizgisi üzerinde, onun çizgisindeki yanlışları özeleştiri ile aşarak
ilerleyenler Bolşevizme varmıştır. Bu nedenlerledir
ki, Kuzey Kürdistan-Türkiye’li Bolşevikler İbrahim
KAYPAKKAYA’yı bir bağıntıda Lenin yoldaşın Rosa
Luxemburg’u değerlendirdiği gibi değerlendirmekte,
onu Dünya Komünist Hareketinin ölümsüz kartallarından biri; Kuzey Kürdistan-Türkiye’de Komünist
Partisinin yeniden kurulması ve inşasının gerçek önderi olarak nitelendirmektedir.”
güncel
bilgi olağanüstü eksik ve sığ idi. Revizyonizmin kullandığı bir dizi eğitim malzemesi, “sosyalist” eser
olarak tanınıyor; ortayolcu akımın görüşleri, Troçkist görüşler ve modern revizyonistlerin görüşleri,
Marks-Engels-Lenin-Stalin’inkiler gibi “sosyalist”
literatür olarak kabul görüyordu.
İşte İbrahim KAYPAKKAYA yukarıda çok temel
konularda özetlediğimiz Marksist-Leninist görüşleri
bu ortamda savundu; bu ortamda doğrunun ne olduğunu bulup çıkardı. İbrahim’in hataları değerlendirilirken bu gerçek bir an bile unutulmamalıdır.
İbrahim KAYPAKKAYA kuşkusuz genç bir komünist önder olarak hatasız değildi. Bütünlük içinde
değerlendirildiğinde esası doğru, devrimci, Marksist,
komünist olan düşüncelerinin yanında, kimi önemli yanlış düşünceleri de vardı. Onun yanlışları siyasi
tespitlerinden örgütsel çalışmaya kadar çeşitli alanlarda ifadesini buldu ve TKP/ML’nin aldığı ilk yenilginin ağırlığında rol oynadı.
*İbrahim KAYPAKKAYA 1972’de TKP/ML’yi kurduğunda, Kültür Devrimi sırasında savunulduğu biçimi ile Mao Zedung Düşüncesi’ni Marksizm-Leninizmin bir üst aşaması olarak kabul etmiş, Mao Zedung
Düşüncesi denen teorinin yalnızca modern revizyonizme karşı mücadele içinde mutlaka sahiplenilmesi gereken Marksist-Leninist devrimci özünü değil,
onun bir dizi sapmasını da kendine temel almıştır.
Bütün dünyada yeni yeni oluşan tüm genç MarksistLeninist partiler gibi, İbrahim KAYPAKKAYA’nın
kurduğu TKP/ML de kuruluşunda Mao Zedung
Düşüncesi’nin bir dizi sapmasını “Marksizm-Leninizme katkı”, “Marksizm-Leninizmin yeni bir aşamaya yükseltilmesi” olarak savunmuştur.
Böylece bir dizi Marksist-Leninist olmayan görüş
de TKP/ML’nin kuruluşuna temel olmuştur.
Bunlardan biri, İbrahim KAYPAKKAYA yoldaşın Leninist çağ tespiti yerine Lin Biaocu çağ tespitini alması, buna bağlı olarak düşmanı taktik olarak
küçümsemesi, Leninist devrimci durum öğretisinin
ruhuna aykırı tespitler yapması, somut durumu da
yanlış değerlendirmesidir. (Bu noktada 1978’de yapılan TKP/ML 1. Kongresi’nde Bolşeviklerin ideolojik
etkilemesi sonucu esasta doğru bir özeleştiri yapılmıştır. Bu özeleştirinin ilgili bölümü için bkz. “TKP/
ML Özeleştirisi ve Tüzüğü — AMLP-TKP/ML Ortak
Açıklaması”, Le-Ya Yayınevi, Belgesel Yayınlar No:5,
Ocak 1979, İstanbul, s. 25-30; ayrıca bkz. elinizdeki
“Özel Sayı”, s. 106)
*İbrahim KAYPAKKAYA’nın temel yanlışların-
(Kazanımları ve Hataları İle İbrahim Kaypakkaya,
Genel Değerlendirme, Sayfa 29-35, Yeni Dünya İçin
Çağrı yayınları Mayıs 1998) ✓
11
güncel
SOYKIRIMIN 99.
YILDÖNÜMÜNDE...
Soykırımın tarihi bir gerçeklik olduğunun bilinçlere çıkması konusundaki
olumlu gelişmeye paralel olarak devletin, resmi ideolojinin açıklamaları da
değişmeye başladı.
E
12
rmenilere yönelik gerçekleştirilen soykırımın 99.
yıldönümünü geride bıraktık. Seneye 100. yıldönümü dolacak! Soykırımın üzerinden 99 sene geçti
ama ne soykırımdan kurtulanların acıları dindi ve
ne de soykırımın suçluları, sorumluları/ onların mirasının sürdürücüleri yaşanan tarihi gerçekliği kabul
etti! Soykırımın tarihi bir gerçeklik olduğunun üzeri
betonlandı onyıllarca. On yıllarca Türkiye – Kuzey
Kürdistan’da yaşayan halkların, ezilenlerin bilinci
de karartıldı... başta Ermenilere olmak üzere “gayri
Müslim” halklara karşı düşmanlık körüklendi. “Ermeni tohumu”, “gavur tohumu” vb. küfürler, Türk
ve Müslüman olmayan millet ve milliyetlerin aşağılandığı, hor görüldüğü söylemler, toplumsal yaşamın
“doğal” bir parçasıydı, belli oranda değişiklik olsa da
hala parçasıdır.
1990’lı ve 2000’li yıllarda kimilerinin geriye dönük
anılarını hatırlamasıyla, birçoğunun çocukken yaşanan barbarlığı nenesinden, dedesinden vd. değişik
versiyonlarla duyduğu teslim ediliyordu...
Fakat sorunun giderek gündeme gelmesi ve daha
çok bilinçlere çıkması esas olarak ASALA’nın, 1970’li
yılların sonu ve 1980’li yıllarda Türk kökenli diplomatlara vd. yönelik saldırıları ve buna paralel Diasporadaki Ermenilerin soykırımın tanınması için yürüttüğü mücadele ile oldu. 1990’ların başlarına kadar
da soykırımın tarihi bir gerçeklik olduğunu bilince
çıkaran ve bunu lanetleyenler -Ermeni kökenliler dışında- çok az sayıda bir kesim idi. Örneğin Türkiye
– Kuzey Kürdistan’lı bolşeviklerin, 1990 yılında soykırımın 75. yıldönümü vesilesiyle dergilerinde tüm
yıl boyunca soykırım konusunu işlemelerine, “Talat
Paşa Duruşması Tutanakları”nın kimi bölümlerini
vb. çevirerek yayınlamalarına, o dönemde devrimcilerin bir bölümü tarafından “başka işiniz mi yok bu
sorunla uğraşıyorsunuz” gibi tavırlar takınılıyordu!
Ya da Ocak 1991 tarihinde yaptıkları 4. Kongre’lerinde Diaspora Ermenilerinin Batı Ermenistan’a geri
dönme, yerleşme hakkını ve bu hakkın aynı zamanda
ayrılma hakkının savunulması anlamına geldiğini
savunmalarına karşı, özellikle de Kürt kökenlilerin
“orada Kürtler yaşıyor, yeni bir tarihi haksızlık olur”
vb. açıklamalarla bu hakkın savunulmasına karşı
çıkışı vardı. Yani, 1980’li ve 1990’lı yılların başında
demokrat, devrimci örgütlerin tümü bile soykırımın
varlığını bilince çıkarma durumunda değildi.
Durum giderek olumluya doğru değişti. Soykırım
meselesi ve sorunun çözüm yolları ve yöntemleri gerek devrimciler –aralarındaki farklılıklara rağmen-,
gerekse de Türkiye – Kuzey Kürdistan’daki liberal
kesimlerin tartışma konuları içinde yer almaya başladı. 1990’lı yılların başlarında konuyla ilgili resmi
ideolojinin dışındaki araştırma ya da belgelerin yayınlanmaya başlaması ve giderek çoğalması da bu
olumlu gelişmenin destekleyicisi olmuştur. Bu noktada da öncelikle Belge Yayınları’nın daha sonraki yıllarda da Aras Yayınları ve diğer kimi yayınevlerinin
konuya katkıları önemlidir.
Konu hakkında legal alanda tavır takınmaya karşı
kovuşturmalar, soruşturmalar son bulmasa da, 2005
yılından itibaren, yani soykırımın 90. yıldönümünden itibaren kamuoyu önünde tavır takınma imkanları ortaya çıktı. O tarihten beri de giderek yasaklar
gevşedi... Ortam konu hakkında konuşma, tartışma
bağlamında daha rahat bir hale geldi. Olumlu olan
bir yan da toplumun değişik kesimlerinin giderek
daha çok sorun hakkında kafa yorması, tartışması
ve çözümü için öneriler ve talepler dile getirmesidir.
Devletin yasak ve engelleriyle karşılaşılsa da değişik
Üniversiteler ya da kurumlarda gerçekleştirilen kon-
99. YILDÖNÜMÜNDE DEVLETİN MESAJI!
Soykırımın yıldönümünde Ermenistan’da ya da Diasporadaki Ermenilerin yaşadığı ülkelerde gerçekleştirdikleri etkinliklerle soykırıma kurban gidenleri
anması ve soykırımın Türk devleti tarafından kabul
edilmesini talep etmesi her sene ve sadece yıldönümünde değil sürekliliğini koruyan bir olgudur. Soykırım Türk devleti tarafından resmen kabul edilmediği
sürece de, bu konudaki etkinlikler, mücadele olacaktır, olması da gerekir. Sorunun çözümünün düğüm
noktası, soykırımın tarihsel bir gerçeklik olduğunun
ve tüm sonuçlarıyla, soykırımın sorumluları ve suçluları tarafından kabul edilmesi ve Ermeni halkından
özür dilemesidir. Halklar arasındaki düşmanlığa son
verecek, birbirlerine karşı önyargıları aşmasına hizmet edecek en temel adım budur. Bu adım atılmadığı
sürece gerçek bir zihniyet değişikliğinden ya da yaklaşımda köklü bir değişimden söz edilemez.
23 Nisan’da Başbakan Erdoğan adına yayınlanan
açıklamada takınılan tavrı değerlendirmenin baş öl-
çüsü de soykırımın tüm sonuçlarıyla tanınıp tanınmamasıdır.
Türkiye – Kuzey Kürdistan’da soykırımın 99. yıldönümüne damgasını vuran tartışma, Başbakanlığın
yaptığı açıklamaydı. Bu açıklama, bu biçimiyle TC
tarihinde devlet yetkilileri tarafından gerçekleştirilen
bir ilktir. Bu açıdan evet üslupta, yöntemde resmi bir
değişiklik yapılmıştır. Hükümetin soykırım tartışmaları bağlamında Ermenistan ile belli bir diyalog
geliştirmesi –2009’daki mutabakatın karşılıklı dondurulmasına rağmen-, inkar siyasetinin TC’yi zorda
bıraktığını gördükleri ve soykırımı resmen kabul etmeyen, ama kendilerini güçlendireceğini düşündükleri adımları atma yönünde bir siyaset belirledikleri,
konuyla ilgilenenler açısından ortadaydı.
Hatta Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun 12 Aralık
2013 tarihinde Karadeniz Ekonomik İşbirliği toplantısına katılmak için gittiği Erivan’da bu açıklamanın
işaretleri vardı. Davutoğlu: “‘Just memory’ (adil hafıza) diyoruz. Bununla kastettiğim şu: neyse vakıa onu
bilelim. O zaman göreceğiz ki Türk – Ermeni ilişkileri
Alman – Yahudi ilişkileri gibi bir geçmişe dayanmıyor.
Her bir sokakta bir ortak iz var. Bunu keşfedip, ondan
sonra da tehciri o dönemde yaşananları ki, onu ben
de tamamıyla yanlış bir uygulama olarak görüyorum.
İttihatçıların yaptığı şey doğru bir olay da değil, gayri insanidir. Tehciri hiçbir zaman benimsemiyoruz.”
(Hürriyet, 13 Aralık 2013) tavrını takınarak, resmi
söyleme yeni içerik veriyordu. Ama bu yıldönümünde böylesi bir açıklamanın yapılabileceği beklenmiyordu. Bu açıdan bakıldığında kamuoyu bir sürprizle
karşılaştı.
Açıklama hakkında son iki gün içinde çokça tavır
takınıldı. Kimi açıklamayı göklere çıkarırken, kimi
de AKP hükümetine karşıtlığından kaynaklı tavırla,
sanki hiç bir şey değişmemiş, yeni bir şey yokmuş
gibi tavırlar takınarak AKP yönetiminin sahtekarlığını teşhir etti.
Ermeni kökenlilerden kimilerinin tavrı ise, doğru
olarak hem böylesi bir tavrın yeni ve olumlu bir adım
olduğunu, hem de ama sorunun özüne değinilmediği, soykırımı inkar tavrının bu “taziye” ile de ortadan
kalkmadığı, asıl yapılması gerekenin soykırımın kabul edilmesi ve Ermenilerden özür dilenmesi olduğu
biçimindeydi.
Evet, Başbakan adına soykırımın yıldönümü için
böylesi bir açıklama yenidir. 24 Nisan’ın “Ermeni
vatandaşlarımız ve dünyadaki tüm Ermeniler için
özel bir anlam” taşıdığının; “tehcir gibi gayr-ı insani
güncel
feranslar da konunun tartışılmasına olumlu etkileri
oldu. Geniş kamuoyu açısından ise empatinin gelişmesinde kuşkusuz ki Hrant Dink’in 19 Ocak 2007 tarihinde katledilmesi ve bu cinayete kitlelerin verdiği
tepki önemli bir rol oynadı. Bu tepki, sorunun gündemde kalmasına ve de daha çok bilinçlere çıkmasına
hizmet etti.
Soykırımın tarihi bir gerçeklik olduğunun bilinçlere çıkması konusundaki olumlu gelişmeye paralel
olarak devletin, resmi ideolojinin açıklamaları da
değişmeye başladı. Önceleri sorunun üzeri betonlanmış, “Hiçbir şey olmamış, söylenenlerin tümü
yalandır” biçimindeki inkar tavrından, ASALA’nın
Türk diplomatlarına yönelik saldırıları sonrasında
“karşılıklı trajedi” yaşandığı tavrına; daha sonraki
dönemde de “Ermeniler Türkleri katletti” tavrından
“karşılıklı mukatele” yaşandığı tavrına biçimlenmiştir. Tüm yaklaşımın temelinde de tarihi gerçekliğin,
soykırımın reddi ve inkarı varlığını bugüne kadar
korumuştur.
Yaşanan bu süreci kuşkusuz ki farklı değerlendirenler vardır ya da burada saymadığımız başka etkenleri
de önemli görenler vardır. Zaten buradaki amacımız
tüm etkenleri ve gelişmeleri değerlendirmek değildir.
Bu açıdan da eksiktir. Ama gelişmenin nereden nereye doğru olduğunu kısaca da olsa görebilmek ve bilince çıkarmak için bu özetin, eksik olmasına rağmen
yeterli olduğunu düşünüyoruz.
13
güncel
14
sonuçlar doğuran hadiselerin” yaşandığının teslim
edilmesi ve “hayatlarını kaybeden Ermenilerin (...)
torunlarına taziyelerimizi iletiriz” denmesi vb. tavır,
TC’nin resmi yaklaşımı içinde yenidir ve Ermeniler
için soykırımın günün birinde kabul edilebileceği
konusunda bir “umut” işaretidir. 99 sene boyunca
yok öyle bir şey ya da Ermeniler Türkleri katletti vb.
tavırlarla karşılaştırıldığında bu söylemler –aldatıcı
da olsa- karşılıklı diyalog yolunun açılmasına hizmet
edebilecek olumlu bir hava yaratıyor! Yani AKP yönetimine karşı olmak, var olan yeniyi “tü kaka” diye
yok saymayı haklı çıkarmaz. Bu arada tartışmalarda
gündeme getirilen Diaspora Ermenilerine istediklerinde TC vatandaşlığının verilmesi meselesi de,
gerçekleşirse, olumlu bir adım olacaktır. Böylesi bir
değişiklik, Diaspora Ermenilerinin Batı Ermenistan’a
dönme, yerleşme hakkının gerçekleşmesi için de bir
ön adım rolünü oynayabilir.
Bunlara rağmen söz konusu açıklama, devletin bu
konudaki siyasetinin temelde değişmediğini, soykırımı inkar siyasetinin devam ettiğini de açıkça göstermektedir. Hürriyet gazetesinin aktarımına göre
Dışişleri Bakanlığı’na göre bu tavrın perde arkasında
birçok etkenin olduğu dile getirilmiştir. “Bu etkenlerden en önemlisi, Ermeni diasporasının önümüzdeki yıl
soykırım iddialarının 100. yılı nedeniyle çok önceden
başlattıkları kampanyaya karşı gard alma. Bir diğer
etken de, Türkiye’nin sorunun çözümü için ne kadar
istekli ve iyi niyetli olduğunu dünya kamuoyuna resmi
bir yazıyla duyurma.” (Hürriyet, 24 Nisan 2014)
Bu tespitler perde arkasındaki etkenlerden ikisini
doğru tespit etmektedir. TC Hükümeti soykırımın
100. yıldönümünde daha da zor duruma düşmemek
için şimdiden gardını almış, kendisinin “çözümden
yana” olduğu yönlü bir tabloyu pazara sunmuştur.
Sorunun çözümünde ciddi olunmadığı ise açıklamanın metni bütünlük içinde ele alındığında görülebilir.
Her şeyden önce bilince çıkarılması gereken noktalardan biri açıklamada: “Osmanlı İmparatorluğu’nun
son yıllarının hangi din ve etnik kökenden olursa olsun, Türk, Kürt, Arap, Ermeni ve diğer milyonlarca
Osmanlı vatandaşı için acılarla dolu zor bir dönem
olduğu yadsınamaz.” tespitinin, en başta sorunu çarpıtan bir tespit olduğudur. Burada aslında demagoji
yapılmaktadır. Kuşkusuz ki savaş döneminde tüm
etnik kökenliler savaştan etkilenmiştir. Fakat tartışma konusunun soykırım olduğu bir yerde, “herkesin
acılarının” aynılaştırılması sahtekarlıktır, gerçeklerin
üzerinin örtülmeye çalışılmasıdır. Bu noktada Hek-
tor Vartanyan Radikal gazetesinde şunları yazdı: “Ermenilerin, Asurilerin ve Rumların sistemli bir soykırıma uğrayışını, savaş şartlarında tüm tarafların çektiği
acılarla mukayese etmek en hafif tabirle talihsizliktir.
Erdoğan samimi bir şekilde Ermenilerin acılarına eğilmiş olsa, açıklamanın büyük bir kısmını ‘soykırımı
Türkiye aleyhine kullanmayın’ gibisinden cümlelere
ayırmazdı. Bu yaranın sahibi biziz, müsebbibi ise İttihat ve Terakki’nin örgütlediği soykırımcı unsurlar. Tabi
ki tüm dünya Ermenileri olarak hak arayacağımız da
helalleşeceğimiz de Türklerdir.” (Radikal, 23.04.2014
Saat 22:44:39)
Evet “hastalık” doğru teşhis edilmezse, hastaya verilecek doğru ilaç da bulunmaz! Bu durumda sistemli
bir biçimde soykırıma maruz kalanların acılarıyla, bu
soykırımı uygulayanların ya da suç ortaklığı yapanların acılarının mukayese edilemeyeceği, bu mukayese ile gerçeklerin üzerinin kapatılmaya çalışıldığının
bilince çıkarılması doğru bir yaklaşımı geliştirmenin
önkoşuludur. Yapılan açıklama “hastayı” iyileştirme
değil süründürme reçetesidir.
Meclis Başkanı Cemil Çiçek’in tavrı da bunu ortaya
koymaktadır: “Osmanlı coğrafyasında kimler yaşıyorsa, bu savaşın olumsuzluklarından hepsi etkilenmiştir.
Bu arada Osmanlı’nın sadık tebaa olarak ifade ettiği
Ermeniler de savaşın olumsuz sonuçlarından maalesef
etkilenmişlerdir. Bakınız Van’da, Bingöl’de, Bitlis’te,
Erzurum’da halen yapılan kazılarda toplu mezarlar,
kemikler çıkmaktadır. Bunlar da o günkü çatışmalarda bir kısım çetecilerin icra ettiği katliamlardır. Bu yıl
ve önümüzdeki yıl Türkiye’nin en önemli dış politika
konularının başında bu geliyor. Devlet olarak ve toplumun bütün kurumları olarak buna karşı politika geliştirmeye çalışıyoruz.” (Hürriyet, 25 Nisan 2014)
Bu tavır Meclis Başkanı sıfatıyla yapılan bir itiraftır.
Bu durumda perde arkasında neyin olduğunu tahmin etmeye gerek yoktur! Başbakan tarafından yapılan açıklama “bu yıl ve önümüzdeki yıl Türkiye’nin
en önemli dış politika”sı için geliştirilmeye çalışılan
politikanın ürünüdür...
Soykırımın resmen kabul edilmesi ve Ermenilerden özür dilenmesi için mücadele görevi varlığını
sürdürüyor. 99. yıldönümünde de soykırımı ve soykırımcıları, suç ortaklarını lanetliyor, soykırımı unutmadığımızı, unutturmayacağımızı bir kez daha ilan
ediyoruz.
Çağrı’mız halkların kardeşliği için devrim mücadelesini yükseltmeyedir!
25.04.2014 ✓
güncel
KUZEY KÜRDİSTAN
GEZİSİNDEN
İZLENİMLER
1984’te yeni bir dönem başladı. Savaşın ortasında yeni bir kuşak yetişti.
Köyler yakılıp, yıkıldı. Binlerce Kürt faili meçhul cinayetlerin kurbanı oldu. 29
yıl süren savaşta 40 bin Kürt öldürüldü. Binlerce Kürt hapishanelere tıkıldı,
işkencelerden geçirildi. Kürdistan coğrafyası çok acılar çekti, bedeller ödedi. T.C.
tarihi boyunca Kürt coğrafyasındaki kırım Roboski ile devam etti.
K
uzey Kürdistan‘da çok kan döküldü, çok acılar yaşandı. Ermenilere karşı sistemli, planlı bir soykırım uygulandı. Süryaniler katledildi.
Bu katliamlarda Kürtler önemli görevler üstlendi.
Müslüman olmayan halkların arazilerine, evlerine
Kürtler el koydu. Bu katliam ve soykırımların finali 1915’te yapıldı. Katliamlardan sağ kurtulanlar
göç ettirildi. Müslüman olmayan halklar katledildikten sonra sıra Kürtlere geldi. Koçgiri katliamı
ile Kürtlerin katledilmesi süreci başlatıldı. 1925
Şeyh Said ayaklanmasında on binlerce Kürt öldürüldü. Daha sonraki süreçte Kürt isyanları kanla
bastırıldı. 1925’te yürürlüğe giren Şark Islahat Planı ile Kürtlerin Türkleştirilmesi planları uygulandı. Dersim’de Kürt Aleviler katledildi ve sürgüne
gönderildi.
1984’te yeni bir dönem başladı. Savaşın ortasında
yeni bir kuşak yetişti. Köyler yakılıp, yıkıldı. Binlerce
Kürt faili meçhul cinayetlerin kurbanı oldu. 29 yıl süren savaşta 40 bin Kürt öldürüldü. Binlerce Kürt hapishanelere tıkıldı, işkencelerden geçirildi. Kürdistan
coğrafyası çok acılar çekti, bedeller ödedi. T.C. tarihi
boyunca Kürt coğrafyasındaki kırım Roboski ile devam
etti. Yakın bir zamana kadar Türkiye’de, Kürdistan
adının kullanılması dergilerin toplatılmasına ve davalar açılmasına neden oluyordu. 2013 Ocak ayından
beri adına “barış süreci” denilen bir süreç yaşanıyor.
2013 Newroz’unda Abdullah Öcalan’ın İmralı’dan
gönderdiği ve Amed Newroz kutlamasında okunan
mektubu ile yeni bir dönem başladı. Bu yeni dönemin yansımalarını görmek için iki haftalığına Kuzey
Kürdistan’a gittim. Kuzey Kürdistan’ın kimi şehirlerini dolaştım. Amed’de yapılan ve yüzbinlerin katıldığı Newroz kutlamalarına katıldım. Birçok Sivil
Toplum Örgütleri’nin temsilcileri ile görüştüm. Bu
yazıda, kimi izlenimlerimi YDİ Çağrı okurları ile
paylaşmak istiyorum.
Ocak 2013’ten beri bölgede bir rahatlama var.
“Barış”a olan umutlar yeşermiş! Daha önceki uygulamalarla karşılaştırıldığında, yol kontrolleri azaltılmış. Hakkâri’ye gidildiğinde önce Jandarma kontrol
noktası geliyor. Jandarma kontrol noktasında trafik
denetimi yapılıyor, ehliyet ve araçların ruhsatlarına
bakılıyor. Hakkâri’ye 10 km kala Depin polis noktası var. Depin polis noktasında kontroller kaldırılmış. Önceki yıllarla karşılaştırıldığında, operasyonlar, ev baskınlarında göreceli bir azalma var. Kuzey
Kürdistan’da sohbet imkânı bulduğum tüm insanlar,
bölgede bir rahatlamanın olduğu konusunda aynı düşünceleri anlattılar.
Kürt Özgürlük Hareketine sempati duyanlar ve taraftarları açısından Abdullah Öcalan bir tabu. Öca-
15
güncel
16
lan “barış”ın mimarı olarak adlandırılıyor! AKP hükümetinin hiçbir adım atmadığı ve “barış süreci”nin
tek taraflı yürüdüğüne inanılıyor! Taban açısından
Öcalan ne söylerse doğrudur! Yarın Öcalan bugün
söylediklerinin tersini söylese bile taban açısından
değişen bir şey yoktur. Öcalan söylemişse mutlaka
doğrudur ve bir bildiği vardır! Kürt öncü güçlerinin
Öcalan’ın belirlediği siyasetin dışına çıkma şansları
da yoktur. Kürt öncü güçlerinin Öcalan’ı eleştirdiğini ve Öcalan’ın belirlediği siyasetin dışına çıktığını
varsayalım! Bu varsayım gerçeklik haline gelse bile
kitleler Öcalan’dan yanadır. Öcalan’ın otoritesi tartışılmazdır. Öcalan, Kürt kitlesinin nezdinde bir peygamberdir, kutsaldır, dokunulmazdır. O, Kürt halkını yoktan var etmiştir! Öcalan yanılmazdır! Öcalan
“Biji Serok Apo’dur” Her eylemde atılan kalıplaşmış
sloganlar var. Yapılan eylemin içeriği, yönelimi vs.
önemli değil. Önemli olan her eylemde
Öcalan’a
bağlılığı
ifade eden sloganlar.
Öcalan fotoğrafları
sadece eylemlerde,
toplantılarda taşınmıyor. Kürdistan’da
her
dernekte
Öcalan’ın resimleri
asılı. Öcalan’ın resimleri artık tüketim
mallarının üzerinde
de var. Çarşı pazarda
bunlar açıkça satılıyor. Kemalistlerin
atasına
yaklaşımı
ne ise, Kürtlerin de
Öcalan’a yaklaşımı
öyledir. Öcalan’a yaklaşım kısaca böyledir. AKP hükümeti de bu gerçekliği gördüğü için Öcalan’ı muhatap almakta ve görüşmeler yapmaktadır.
Kuzey Kürdistan’da hapishaneler tıka basa dolu.
Bölgede en büyük sorun mahkûmların batı illerine ve
Karadeniz’deki hapishanelere gönderilmesi sorunudur. Aileler maddi imkânsızlıklar yüzünden düzenli olarak mahkûmların ziyaretine gidememektedir.
Hakkâri İnsan Hakları Derneğinde, Hakkârili bir
ailenin beş çocuğunun hapiste olduğunu, tümünün
de farklı cezaevlerine sürgün edildiğini öğrendim.
Fırat Ertunç, Van Gürpınar K-1 Tipi hapishanesinde
kalıyor. İki kardeş Tekirdağ F-tipinde, bir kardeş An-
kara Çocuk Kapalı Cezaevi’nde, diğer bir kardeş ise
Van F -tipi Hapishanesi’nde kalıyor. Ailenin maddi
imkânsızlıkları, değişik illerde hapsedilen çocuklarını ziyaret etmelerini engelliyor. Devletin politik bir
saldırısı ile yüz yüze Hakkârili aile. Hakkârili ailenin
yaşadığı bu durumun benzerini Kürdistan’da binlerce insan yaşıyor ama bu durumun önüne geçilmesi
için yeterli bir çaba gösterilmiyor. Mahkûmların iradesi dışında gerçekleşen sürgünlerin kamuoyunda
kınanması ve protesto edilmesi ve bunun gündemde
tutularak bir sonuca gidilmesi gerekiyor.
Hasta mahkûmlar konusu kanayan bir yara. Cezaevlerinde 600 ağır mahpus hasta var. Bunlar arasında kanser gibi ölümcül hastalıklarla mücadele
edenlerin yanı sıra, bedensel ya da mental engelleri
nedeniyle kendi kendisine bakmakta zorluk yaşayanlar ve felçli, çok yaşlı, yürüyemeyen, tek başına ihtiyaçlarını gideremeyen mahkûmlar var.
Hasta mahpuslar arasında sağlık durumu
ağır olanların, yani
hastalıklarının son
aşamasında olanların
sayısı ise 202. Devlet,
Adli Tıp Kurumu dışında verilen sağlık
raporlarını kabul etmiyor. Adli Tıp ise
Adalet Bakanlığı’na
bağlı bir kurum.
Adli Tıp’ın yapısı ve
verdiği kararlar üzerine tartışılıyor. Az
sayıda da olsa Adli
Tıp’ın kimi mahkûm
hastalar için verdiği raporlar var. Bu raporlarda,
kimi mahkûmların cezaevlerinde kalamayacağı
ve bu mahkûmların kendi ihtiyaçlarını karşılamadığı tespitleri var. Buna rağmen kolluk güçleri, bu
mahkûmlar serbest bırakılırsa kamu güvenliği tehlikeye girer raporları sonucu hasta mahkûmlar bırakılmıyor. Hapishanedeki hasta mahpusların yaşadığı
başlıca sorunlardan biri de tedavi süreçlerinde önlerine çıkan zorluklar. Hastanın, revirde tedavisi mümkün olmayan hastalığı için hastaneye sevk edilmesi
gerekiyor. Ancak hastanede de çok ciddi sorunlarla
karşılaşabiliyorlar. Elleri kelepçeli olarak muayene
edilmek isteniyorlar. Bu uygulamayı kabul etmeyen
belediyenin 2004-2006 dönem faaliyetleri hakkında
Türkçe dışında Kürtçe, Süryanice, Arapça ve Ermenice binlerce kitap ve broşür basıp dağıtmışlardı. Sur
Belediyesinin bu uygulaması, Abdullah Demirbaş ve
18 belediye meclis üyesinin görevlerine son verilmesine yol açmıştı. Yıl 2014’tü. Aylardan Mart’tı. Kuzey
Kürdistan’da AKP Türkçe dışında, Zazaca ve Kırmanci dilinde seçim propagandası yapıyordu. AKP
seçim propaganda araçlarından Kürtçe anonslar yapılıyor ve Kürtçe müzik çalınıyordu. AKP il başkanlığı binasının cephesinde Kürtçe sözlere yer verilmişti.
Bugüne gelinmesinde ve Kürtçenin önündeki yasakların kalkmasında Kürtlerin mücadelesinin belirleyici olduğunu görmek gerekiyor.
Kuzey Kürdistan nüfusu genç bir nüfus. Sokaklar
çocuklar ile dolu. Savaş, zorunlu göç ve yoksulluk
tüm Kürdistan’ı olumsuz etkilemiş. Bu olumsuzluklara en çok çocuklar maruz kalmış. Savaşla açmışlar
gözlerini ve savaşla büyümüşler. Kürt çocuklarına
karşı düşmanlık bir devlet politikası olarak hep yürürlükte oldu. Aslında sadece Kürt çocuklarına karşı
değil, ‘egemen ve üstün ırka’ ait olmayan bütün çocuklar bu ülkede katliam, şiddet, taciz ve tecavüze
maruz kaldı. Milyonlarca Türk olmayan çocuğun
beyinleri yıkandı. Çocuklar kimliksiz bırakıldı. Kendi inançlarına yabancılaştırıldı. Dilleri unutturuldu.
Zor, baskı ve şiddetle farklı etnik kimliklere sahip çocuklardan “Türk” yaratıldı. Yüzlerce Kürt çocuğu öldürüldü. Kimileri gaz bombası ile kimileri kurşunla
kimileri panzerle üstünden geçilerek kimileri işkence
ile öldürüldüler. Amed sokaklarında geziniyorum.
Dedim ya sokaklar çocuklar ile dolu. Nerde bir eylem
varsa çocuklar oraya koşuyor. Beni gören çocuklar
zafer işareti yapıyor. Bir çocuk bana “ben Apocuyum” diyor. Bir çocuğa Kürtçeyi anlayıp anlamadığını soruyorum. Aslında ben çocuğun Kürtçe bildiğini biliyorum. Nasıl bir tepki verecek diye merak
ediyorum. Biraz kızarak cevap veriyor bana. “Tabii ki
biliyorum” ve “ben Kürdüm” diyor. Çocukların her
biri son derece politik konuşuyor ve davranıyor ama
biraz vakit geçirdiğinizde her birinin yaşadığı derin
travmaları görüyor ve bunun tepkisel gelişen bir tavır
olduğunu anlıyorsunuz.
Kuzey Kürdistan’da konuşma fırsatı bulduğum tüm
şahsiyetler, dünyaya Kürdistan penceresinden bakıyor. Dünyada kendi devletini kuramayan ve baskılara
maruz kalan halkın sadece Kürtler olduğuna inanılıyor! Ve sürekli Avrupa ve dünyanın Kürt sorununa
neden kayıtsız kaldığı soruları soruluyor. Yurtdışın-
güncel
hasta mahkûmlar tekrar cezaevlerine geri götürülüyor. Kelepçeli hasta mahkûmları muayene etmek istemeyen doktorlara ceza veriliyor.
Nusaybin’de, belediye başkanı Ayşe Gökhan ile
görüşme imkânım oldu. Suriye sınırına örülmesi planlanan “güvenlik duvarı” çalışmalarına karşı
Nusaybin Belediye başkanı Ayşe Gökhan, 30 Ekim
2013’te önce oturma eylemi ve daha sonra açlık grevi
yapmıştı. Ayşe Gökhan’ın tüm engellemelere rağmen
yaptığı açlık grevi kamuoyunun oluşmasına neden
olmuştu. Ayşe Gökhan, açlık grevini engellemek için
tüm yöntemlerin kullanıldığını, kendisi ile birlikte
açlık grevi yapmak isteyen dört kadının uzaklaştırıldığını, askerlerin cinsel organlarını gösterdiğini,
silah doğrulttuklarını, tuvalete gidince el lambaları
tutulduğunu anlattı. Bunun üzerine tuvalete gitmemek için dört gün su içmediğini, devletin gönderdiği doktorların muayene isteğini kabul etmediğini,
açlık grevi yaptığı alanın karşısına bir panzerin konumlandığını, panzeri gören Rojava’lı çocukların taş
attığını ve taşların kendisine isabet ettiğini söyledi.
Hiçbir eylem olmadığı halde polisin gaz attığını, neden gaz atıldığını sorduğunu ve polisin bir yanlışlık
olduğunu söylediğini belirtti. Dokuz günün sonunda
Bülent Arınç’ın açıklama yaptığını, duvarın yapılmayacağını söylediğini ve bu açıklama üzerine açlık
grevini sonlandırdığını söyledi. Kendisi hakkında
yüz elli dava açıldığını ve bu davalardan yılmadığını, mücadele edilmeden hakların kazanılmayacağını
vurguladı. Ayşe Gökhan’ın mücadeleci, korkusuz ve
tüm baskılara göğüs geren tavrı örnek alınması gereken bir tavırdır.
Kuzey Kürdistan’da partilerin seçim yarışına tanık
oldum. Şehir merkezleri parti flamaları ile donatılmıştı. Seçim yarışında parti adaylarının resimleri,
afişleri, stikerleri her tarafa asılmıştı. Şehirler, yollar,
köprüler, binaların dış cepheleri görüntü kirliliğini
yansıtıyordu. Seçim arabalarından yüksek sesle çalınan Kürtçe müzikler, seçim vaatlerini anlatan konuşmalar ortalığı inletiyordu. Dikkat çekici olan ise çift
dilde yapılan seçim propagandasıydı. Kürtler, seçim
propagandasında kendi dilleri ile propaganda yapmanın bedelini ödemişlerdi. Kürtçe dilinde yazma
ve propaganda yapmalarının önünde engeller vardı.
Kürtçe W, Q ve X harflerinin kullanımı yasaktı. Bu
harflerin kullanılmasının karşılığı cezai yaptırımdı.
Çok değil sekiz yıl önce Sur Belediye Başkanı Abdullah Demirtaş “farklı dillerde belediye hizmeti” için
6 Kasım 2006 tarihinde aldığı bir karar sonrasında,
17
güncel
18
dan giden delegasyonlara, kimileri devletiniz Kürt
sorununa yanlış yaklaşıyor şeklinde sitemde bulunuyor. Tanık olduğum kimi delegasyonlar, kendi devletlerinin politikasını doğru görmediklerini, Avrupa’da
PKK’nin “terör” listesinden çıkarılması için uğraştıklarını anlattılar. Amed Newroz’una giderken, yurtdışından gelen delegasyon üyelerini gören bir Kürt
kadın, Öcalan’ı serbest bırakın diye bağırdı. Delegasyon üyeleri kısa bir şaşkınlıktan sonra, elimizde olsa
hemen bıraktırırız demek zorunda kaldılar.
Kuzey Kürdistan’da Rojava’da ilan edilen üç özerk
kantona büyük bir sempati var. Rojava’ya açılan kapılar kapalı. Kürt halkı yardım kampanyalarına aktif
şekilde katılıyor. Rojava’dan gelen mültecilere yardım
eli uzatılıyor. Nusaybin’de sekiz bin Rojava’lı Kürt
akrabalarının evinde kalıyor. Nusaybin’de Kamışlı
kapısına kadar gittim. Sınır denilince Nusaybin’den
uzak olduğu sanılmasın. Şehir ikiye bölünmüş. Rojava tarafındaki yerleşim yerine Kamışlı, Kuzey Kürdistan tarafında kalan bölümüne de Nusaybin deniliyor.
Sınırda, Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu
(UNİCEF) kamyonlarını gördüm. Günde 18 kamyonun geçişine izin verildiğini öğrendim. BM İnsani
Yardım Koordinasyon Ofisi (OCHA) Bölge Sözcüsü
İyad H. Nasr ile konuşma imkânım oldu. Nasr şunları belirtti: “BM, Türkiye’nin Nusaybin Sınır Kapısına
Suriye’ye gönderilmek üzere 78 araçtan oluşan ve içerisinde gıda malzemeleri, battaniye, yatak, aile kiti, hijyen kiti, ilaç ve tıbbi malzemelerden oluşan insani yardım konvoyunu getirmiş ve Suriye’ye sevk etmektedir.
Nusaybin - Kamışlı sınır kapısında konvoy süresince
herkes destekleyici davrandı. BM, Türkiye’den ilk defa
Suriye’ye yardım konvoyu sevk etmiştir. Bu önemli bir
adımdır. Bunun devamının gelmesini ümit ediyorum.
Bugün buradan BM konvoyunun son araçlarını sevk
edeceğiz ve buradan genel merkezlerimize dönerek bir
sonraki insani yardım konvoyunu planlamaya başlayacağız.” Bu yardımların kimlere gittiğini Nasr’a sordum. Nasr, yardımların güvenli bölgelere gittiğini ve
güvenli bölgelerin yetkilileri ile birlikte yardımların
ihtiyaç sahiplerine dağıtıldığını söyledi. Yardımların
hangi bölgelere gittiği ile ilgili net bilgiler yok. Sadece farklı duyumlar var. Kimileri BM yardımlarının
Rojava’ya ulaşmadığını söylüyor. Kimileri yardımların Kamışlı havaalanından uçaklarla Şam’a gönderildiğini belirtiyor. Kamışlı sınır kapısı ve Kamışlı
havaalanı Esad güçlerinin denetimi altında. Kürtler
Esad güçlerinin sınırı ve havaalanını kontrol etmesine ses çıkarmıyor. Çünkü Esad güçlerinin bombala-
masından korkuyorlar.
Kuzey Kürdistan’da toplu mezarlar var. İnsan hakları kurumlarının toplu mezarlarla ilgili çalışmaları
devam ediyor. İHD, toplu mezarların bir haritasını
çıkarmış durumdadır. Bu haritayı devletle paylaşmıyor İHD. Çünkü devlet, mezar yerlerini değiştiriyor
ve tahrip ediyor. Devlet toplu mezar gerçekliği ile
yüzleşme yerine, toplu mezarların ortaya çıkmaması
için tedbir alıyor. İHD’nin devlete güvenmemesi ve
toplu mezar haritasını devletle paylaşmamasının anlaşılır bir yönü var.
Devlet, PKK ile mücadele adı altında Kürtlerin yaşadığı bölgeleri havadan bombalamakla yetinmedi,
kırsal kesimde hemen hemen tüm yerleşim yerlerini
yakıp yıktı. Köylerde ve kentlerde, toplu katliamlar
gerçekleştirildi. Sivil insanların yanı sıra çatışmalarda yaşamını yitiren PKK’lilerin cesetleri, ailelerin
talepleri reddedilerek toplu halde gömüldü. İşte tüm
bu toplu kaybedilmeler ve savaşın pervasız yüzü, Türkiye halklarını toplu mezarlarla tanıştırmaya başladı. Birden çok ve çoğunlukla kimlikleri belli olmayan
insan cesetlerinin gömüldüğü yerler toplu mezar olarak tanımlanıyor. Bir yerin toplu mezar olarak kabul
edilmesi için orada en az kaç bedenin olması gerektiği konusunda net bir tanımlama bulunmuyor, ancak
toplu mezar uygulaması genellikle çok sayıda insanın ölmesi veya öldürülmesinin ardından görülüyor.
Toplu mezarlar, uluslararası burjuva hukukun ihlal
edilmesi olarak tanımlanırken, uluslararası alanda
bu olgu büyük oranda ön plana çıkınca, savaşlarda
öldürülen kişilerin nizami bir şekilde defnedilmesi,
kimlik tanımlamalarının yapılması ve kaydının tutulmasına ilişkin hükümler içeren Minnesota Protokolü devreye girdi. Toplu mezarlarla ilgili bilinen en önemli uluslararası sözleşme Minnesota Protokolü’dür. Birleşmiş
Milletler (BM) Ekonomik ve Sosyal Konseyi tarafından 1982 yılında, yargısız ve hukuk dışı infaz ve defin
yapılmasına ilişkin özel bir raportör görevlendirildi.
Raportörün çalışmaları sonucu 25 Mayıs 1989 yılında
genel kurula sunulan ve kabul edilen “hukuk dışı” ve
“yargısız infazlar”ın hukuki açıdan soruşturulmasına
ilişkin Minnesota Protokolü’nü 87 ülke imzaladı. Ancak Türkiye bu protokole yükümlülüklerinden kaçınarak, çekinceli imza koydu. Bilimsel, açık araştırma,
bağımsız komisyon ve suçluların yargılanması gibi üç
ana eksene oturan protokolde, insanlık suçları, soykırım ya da toplu kıyımların bir daha yaşanmaması
için devletlere önleyici tavsiye ve yükümlülüklerde
Münih’te yapılan Dünya Ekonomik Zirvesi’ni protesto eylemlerinde, yabancı kimi gruplarla tanışır.
1993’te önce El Salvador’a daha sonra da Amerika ve
Guatemala’ya gider. Andrea’nın Alman Kızıl Ordusu
ile de ilişkileri vardır. Alman polisi Andrea’nın peşini bırakmaz. 1995’te Andrea hakkında tutuklama
kararı çıkartılır. Hakkında tutuklama kararı çıkması
üzerine illegal yaşama geçer. 1996 sonlarında PKK’ye
katılır. Ronahi kod adını alır. 23 Ekim 1998’de Van’ın
Çatak ilçesi yakınlarında Türk ordusu ile çıkan çatışmada 23 PKK gerillası ile birlikte toprağa düşer.
Çatak’ta meydana gelen çatışmanın değişik anlatımları var. Kimi anlatımlara göre; Andrea Wolf, çatışmada yaralanır. Diğer gerilla arkadaşları ölür. Türk
askeri Andrea Wolf’a tecavüz eder ve işkence yaparak
öldürür. Eylül 2013’te, 1998 yılında yaşanan çatışmada yaşamını yitiren 24 PKK gerillası için yaptırılan anıt mezar törenle açılır. Anıt mezara çatışmada
yaşamını yitiren Alman asıllı PKK gerillası Andrea
Wolf’un (Ronahi) ismi verilir. Van’da 23 Ekim ile 9 Kasım 2011 tarihlerinde meydana gelen 7.2 ve 5.6 büyüklüğündeki depremlerden
sonra Van ve Erciş İlçesi’nde depremzedelerin geçici barınmaları için 34 konteyner kent kurulmuştu.
TOKİ tarafından depremzedeler için yapılan 15 bin
343 konut, 23 Ekim 2012’de ihtiyaç sahiplerine teslim
edilmişti. Kendilerine ev çıkmayan aileler konteynerlerde kalmaya devam etmişti. İpekyolu Caddesi’nde
bulunan Anadolu konteyner kentte zor koşullar altında yaşam mücadelesi veren bazı aileler 23 Ağustos
2013’te açlık grevine başlamışlardı. Dönüşümlü yapılan açlık grevinin 120. gününde konteynerlere tekrar
elektrik verilmeye başlanmıştı. Van depreminin hasarları önemli ölçüde giderilmiş. Büyük hasar gören
binaların % 90’nı yıkılmış. Alt yapı yeniden yapılmış.
Van’ın gelir kaynağı inşaattır. Depremle birlikte inşaat çalışmaları durmuş. Çünkü imar planının yeniden
yapılması gerekiyor. İmar planını da bakanlık yapıyor. Van’da şu anda sadece TOKİ ve devlet inşaat yapıyor. İmar planı değiştiği için yeni inşaatlar yapılamıyor. Devlet kamu kurumlarını ve okulları yapıyor.
Evi hasarlı olan insanlara yardım yapılmamış. Hâlâ
konteynerde yaşayan insanlar var. Evleri yıkılanlara
TOKİ, ev yapıp satıyor. TOKİ, evleri 40 bine mal edip
90 bine alıcıya satıyor. Ev alanlar borçlandırılıyor.
TOKİ konutlarına yerleşenlerin herhangi bir geliri olmadığı söyleniyor. TOKİ’de ev alamayanlar devletin
yardımı olmaksızın herkes kendi çözümünü bulmaya
çalışmış!
güncel
bulunuluyor. Soruşturmanın kapsadığı alanlar, “Siyasi suikastlar, cezaevi ve gözaltında yapılan işkence
ve kötü muamelelerden kaynaklanan ölümler, zorla
‘kaybedilme’den kaynaklanan ölümler, kolluk kuvvetlerinin aşırı güç kullanmasından kaynaklanan
ölümler, usulüne uygun yargılama yapılmaksızın
gerçekleşen infazlar, soykırım eylemleri” olarak belirlendi. Toplu mezarların açılmasının hukuki ve tıbbi birtakım kurallara bağlandığı protokolde, şüpheli ölüm
ve toplu mezarlarda bulunan cesetlere otopsinin nasıl
yapılacağı ayrıntılı bir şekilde anlatılıyor. Bu sıralama ise, “Kurbanın kimliğini belirlemek, ölümle ilgili
olan ve sorumlular hakkında yapılacak cezai yaptırıma yardımcı olacak nitelikteki tüm delilleri ortaya
çıkarmak ve muhafaza etmek, olası tanıkların kimliklerini tespit etmek ve ölüm olayı ile ilgili ifadelerini
almak, ölümün nedenini, şeklini, yerini ve zamanını,
ölümle sonuçlanan olaylar görüntüsünü ve eylemleri
belirlemek, ölüm olayına karışmış kişilerin kimliklerinin tespiti ve yakalayıp mahkeme önüne çıkarmak
ve delillerin tam incelenmesini sağlamak için bağımsız bir soruşturma komisyonu kurmak” şeklinde belirleniyor.
Protokolde dikkat çekici ve Türkiye’nin çekince
koyduğu maddelerden biri ise, “bağımsız ve yetkili
kişilerden oluşan komisyon kurulması” tavsiyesidir.
Protokolde ayrıca, bu komisyonun bağımsız ve güvenilir olması şart koşuluyor. Oluşacak komisyonda
yer alacak kişilerin ise, “hukukçu, adli tıp uzmanı ve
bilim insanlarından oluşması” gerektiği kaydediliyor.
Protokol, faili meçhul, toplu öldürme gibi olaylarda
yaşamını yitirenlerin otopsi incelemesinde bilimsel
ve tam bağımsız bir çalışmayı öneriyor. AKP hükümetinin toplu mezarları açma ve faillerini bulma konusunda bir çabası yok. Tam tersine toplu mezarlar
gerçeğinin üzeri örtülmeye çalışılıyor.
Van’da Eylül 2013’te Andrea Wolf’un anıt mezarı
açılmıştı. Van Valiliği, bu anıt mezarı yıkma kararı
almış! Andrea Wolf, 15 Ocak 1965’te Münih’te doğar.
Lise yıllarında okulun sözcülüğünü yapar. Daha sonra Alman Sosyal Demokrat Partisi’ne (SPD) üye olur.
1980’lerin başında bir ev işgali dolayısıyla bir günlüğüne gözaltında tutulur. Otonom hareketine katılır.
Bir okulu ve bir bankayı kundakladığı gerekçesiyle 18
ay hapisle yargılanır. 1981’de altı ay tutuklu kalır. Anti-faşist eylemlerde yer alır. 1986’da Frankfurt’a taşınır. 1987’de Frankfurt’ta yapılan ev işgallerine katılır. Aynı yıl tutuklanarak iki ay hapiste kalır. 1992’de
19
güncel
20
30 Eylül 2013’te RTE tarafından demokratikleşme
paketi açıklanmıştı. Bu pakette, Mor Gabriel Manastırı arazilerinin geri verileceği ifade ediliyordu. Mor
Gabriel Manastırı sekreterinin verdiği bilgiye göre,
30 arazi parçasından sadece 12’si iade edilmiş.18 arazi parçası geri verilmemiş. Geri verilmeyen arazilerle
ilgili Mor Gabriel dava açacak. 1938’den beri Manastıra kayıtlı olan araziler var. Devlet geri vermediği
araziler için beyanname de kayıtlı olmadığını söylüyor. Devlet her parça arazi için bir dava açılmasını
söylüyor. Devlet, insanları bezdirmek için her yola
başvuruyor. Bu manastır 397 yılında yapılmış. 1617
yıldır bu manastır varlığını sürdürüyor. Demokratikleşme paketleri açıklanıyor ama uygulama da sorunlar çıkartılıyor.
Amed’de görkemli Newroz kutlamalarından birine
daha tanık oldum. Bağlar merkez ilçesi Newroz parkında kutlamalar yapıldı. Amed’de yapılan Newroz
kutlamalarında sanatçıların yanı sıra birçok sivil toplum kuruluşu ve yabancı basın da kutlamaları yakından izledi. Basından izlendiği için ayrıntıları burada
yazmayı gerekli görmüyorum. Sadece kimi gözlemlerimi aktarmak istiyorum. Bence Newroz alanında
iki milyon insan yoktu. Bir milyona yakın insan vardı. Geçen yıl ile karşılaştırıldığında bu yıl ki Newroz
daha kalabalıktı. Kürt kadınları rengârenk giysilerini
giymişlerdi. Bu yıl dikkatimi çeken LBGT bireylerinin de kendi renkleri ile alanda olmasıydı. Sahnenin önünde bayrak yarışı vardı. Yüzlerini kapatmış
insanlar, Kürt Özgürlük Hareketinin bayraklarını
tutmuşlardı. O kadar çok bayrak var ki, hangi bayrağın hangi kuruma ait olduğunu kestirmek zor. Sunucular bayrakçıları zaman zaman sahnenin önünden
uzaklaştırıyorlardı ama bayrakçılar yine geliyordu.
Newroz kutlamasında, satıcılar iyi para kazanıyordu.
Yiyecek, içecek tezgahlarına bir düzensizlik hâkimdi.
Bu stantların belli bir yerinin olması gerekirdi. Alan
zaten kalabalık. Stantlar her yerde ve alanın ortasında
kurulan stantlar var. Sahne programı hariç, alan düzenlemesi tam bir kaostu. Yıllardır Newroz etkinliği
yapanların ustalaşması gerekiyor. Alanın her tarafını
zorda olsa gezdim. Bildiri dağıtana ve gazete satana
rastlamadım. Alanda sadece yemek, içecek satılmıyor. Aynı zamanda bütün seyyar satıcılar Newroz
parkında kendisini gösteriyor. Tekstil ürünlerinden
tutunda, çanak çömleğe kadar her şey satılıyor.
Kuzey Kürdistan’da yaratılan algı şu: AKP hükümeti Suriye’deki Al Nusra ve Irak Şam İslam Devleti
adlı radikal İslami grupları destekliyor. Silah yardı-
mı yapıyor. AKP’nin yaptığı silah yardımı sonucu,
radikal İslamcılar Rojava’ya saldırıyor. Kürtleri katlediyor. Ben bu algının yanlış olduğunu düşünüyorum. AKP hükümetinin Suriye politikası, Al Nusra
ve IŞİD’i destekleme ve onların Suriye’de şeriatçı bir
devlet kurmalarını destekleme politikası değildir.
AKP, Özgür Suriye Ordusu’nu ve Türkmenleri destekliyor. Onlara silah yardımı yapıyor. Rojava’lı Kürtlerin de ÖSO içinde yer almalarını istiyor. Elbette
TC’nin gönderdiği silahlar çatışmalarda radikal dincilerin eline de geçebiliyor. Bu anlamda AKP, bilinçli
olarak radikal dincilere destek vermiyor. Türkiye’de
AKP’nin kontrol edemediği gruplar radikal İslamcıları destekleyebilir. Silah yardımı yapabilir. Bu radikal İslamcı gruplar, Türkiye’nin düşmanları olduğunu söylüyor. Defakto durum budur.
Kuzey Kürdistan’da BDP’nin kontrol edemediği
gruplar var. Basın açıklamaları ve yürüyüşler yapılıyor. Her eylem sonrası, polisle çatışmalar yaşanıyor.
Van’da Hevsel bahçeleri için bir yürüyüş yapıldı. Yürüyüşün başlangıcında bir kadın ısrarla provakatörlere çağrı yapıyordu. Aranıza provakatörleri almayın,
polise taş atmayın diyordu. Kitlesel eylemlilikler yapılıyor. Çoluk çocuk ve kadınlar eylemlere katılıyor.
Provakatörler, eylemlere katılanların güvenliğini tehlikeye atıyor. Polis zaten tetikte bekliyor. Taş ve havai
fişek atıldığı gerekçesiyle kitleye Tomalarla su sıkılıyor, gaz atılıyor ve plastik mermi sıkılıyor. Görünen
BDP’nin de kontrol edemediği grupların varlığıdır.
30 Mart 2014’te yerel seçimler yapıldı. AKP hükümeti, 2009 mahalli idareler seçimlerinde % 38,8 oranında oy almıştı. 30 Mart seçimlerinde AKP oylarını
% 45,6’ya yükseltti. Barış ve Demokrasi Partisi, Halkların Demokratik Partisi ile birlikte 2009 mahalli
idareler seçimlerine oranla beş yüz bin civarında oylarını artırdı. Defakto olan durum şudur: AKP Kuzey Kürdistan’da birinci partidir. 2009 seçimlerine
oranla AKP, Kuzey Kürdistan’da oylarını artırmıştır.
BDP, Diyarbakır ve Hakkâri belediye başkanlıklarını
kazanmasına rağmen, 2009 seçimleri ile karşılaştırıldığında oy kaybına uğramıştır. BDP’nin 2009’da
kazandığı belediye sayısı 98 idi. 2014’te ise BDP’nin
resmi olmayan sonuçlara göre kazandığı belediye sayısı 103’dir. Hizbullah’ın devamı olan Hür Dava Partisi, yerel seçimlerde 90 bine yakın oy almıştır. Yerel
seçimler sona erdi ama tartışmaları sürüyor, sürecek.
10.04.2014
YDİ Çağrı Okuru ✓
panorama
PA NOR A M A
İKTİDAR
DALAŞINDA
GELİŞMELER,
ÇATIŞMALAR!
- VENEZUELA -
Muhalefet Chavez’in bu durumunu kullanmaya çalışmış, yeni seçimlerin
yapılmasını talep etmiş ve genelde Chavezci yönetime karşı kitleleri
kışkırtmaya başlamıştı. Muhalefetin işi kızıştırma, Chavezciler cephesini
zayıflatma çabalarına başta ABD olmak üzere AB’li emperyalist güçler de
değişik biçimlerde destek verdi.
V
enezuela’da iktidar dalaşındaki gelişmelerin 12
Şubat 2014 tarihinden itibaren sokak protestolarına ve yer yer şiddetli çatışmalara dönüşmesi vb.
olaylar, o dönemde, dünya kamuoyunun dikkatinin
merkezine kayan Ukrayna’daki gelişmelerin gölgesinde kaldı. Ukrayna’daki gelişmeler giderek gündemdeki sırasından gerilerken, “olağan” bir duruma
bürünürken Venezuela’daki gelişmeler ve çatışmalar
da dinmeye, Başkan Maduro önderliğindeki Chavezcilerle muhalefetin bir kesimi arasında “diyalog”
sürecine gelinmişti. Bu durum da Venezuela’daki
gelişmelerle özel olarak ilgilenmeyenler için sorunun
dikkat çekmesini engelleyen bir durumdu. Bu yazımızda Chavez’in ölümü sonrasında Venezuela’daki
kimi gelişmeleri ve özellikle de 12 Şubat 2014 tarihinden itibaren yaşananları özetle ortaya koyacağız.
Bilindiği gibi Chavez, kanser hastalığına yakalanmış ve Küba’da birkaç kez ameliyat olup tedavi gör-
müş ama sonuçta hastalığı yenemeyerek 5 Mart 2013
tarihinde ölmüştü. 7 Ekim 2012 tarihinde yapılan
başkanlık seçimini Chavez, kullanılan ve geçerli oyların %55,25’ini alarak kazanmıştı. Rakibi Capriles
ise oyların %44,13’ünü almıştı. 8 Aralık 2012 tarihinde Chavez dördüncü kez ameliyat olup tedavi görmek
için Küba’ya gideceğini açıklamış ve deyim yerinde
ise “halka yönelik son konuşmasını” yapmıştı. Bu konuşmada kendisine birşey olursa, kendi yerine o dönem Başkan Yardımcısı olan Maduro’nun seçilmesini
istemişti...
Muhalefet Chavez’in bu durumunu kullanmaya
çalışmış, yeni seçimlerin yapılmasını talep etmiş ve
genelde Chavezci yönetime karşı kitleleri kışkırtmaya başlamıştı. Muhalefetin işi kızıştırma, Chavezciler cephesini zayıflatma çabalarına başta ABD olmak
üzere AB’li emperyalist güçler de değişik biçimlerde
destek verdi. Chavez’in 5 Mart 2013 tarihinde ölme-
21
panorama
siyle başkanlık seçimi gündeme geldi. Başkanlık seçimi 14 Nisan 2013 tarihinde yapıldı. Bu seçimde rekabet Maduro ile Capriles arasında idi ve Maduro az
bir farkla seçimi kazandı. Değişik hesaplara göre bu
fark %1,4 ile 1,83 arasındadır. 7 Ekim 2012 seçimlerine göre Chavezcilerin oyları azalmıştı.
Muhalefet bu sonucu kabul etmediğini, seçime hile
karıştırıldığını açıklayarak ortamı kızıştırmayı sürdürdü. Bu arada Venezuela Birleşik Sosyalist Partisi
(VBSP) bürolarına ve Kübalı doktorların çalıştığı
sağlık merkezlerine saldırılarda bulunulmuş, 25 Nisan 2013 tarihine gelindiğinde saldırılarda ölenlerin
sayısı 10 olarak açıklanmıştı. Hatırlatmak için özetlediğimiz bu gelişmeler hakkında dergimizin 160.
ve 163. sayılarında
tavır takınmıştık.
Aradan geçen bir
yıllık süreçteki gelişmeler ise özetle
aşağıdaki gibidir.
26 NİSAN – 7
ARALIK ARASI
GELİŞMELER...
22
Başkanlık seçimi
sonuçlarına muhalefetin itirazı sürdü.
Bu itiraz resmi hale
getiri ldiğ inden
oyların
yeniden
sayılması
kararlaştırılmıştı. Oylar yeniden sayıldı
ve Haziran ayında
Ulusal Seçim Konseyi, seçim sonuçlarını onayladı.
Sorun bununla bitmedi. Muhalefet seçim sonuçlarının iptal edilmesi ve yeni seçim yapılması için mahkemeye başvurmuştu. Yüksek Mahkeme Ağustos ayı
başında bu talebi reddetti. Bu arada parlamentoda
milletvekilleri birbirlerine saldırdılar, birbirlerini yaraladılar...
Maduro görevine başladıktan sonra da bir yandan
ABD ile ilişkileri sertleştiren açıklamalar yapılırken,
diğer yandan (aslında aynı zamanda) ilişkilerin normalleşmesi çağrıları yapıldı. Venezuela bir ABD vatandaşını ajan diye tutukladı ve ABD’nin Venezuela’da
“bir iç savaşa sürüklenmesini istediği” açıklandı. Maduro: “Biz kurumlarımızı, barışı, demokrasiyi ve Venezuela insanlarını savunuyoruz (...) ve herkesle görü-
şebiliriz: tüm şeytanların başı Obama ile bile.” diyerek
Chavez gibi bir ABD başkanını şeytan diye tanımladı. Bu arada Obama’yı kastederek, “O, sağcı faşistlerin
Venezuela demokrasisine saldırısı için onay ve emir
vermektedir.” tespitiyle kendisini ortadan kaldırmak
için Miami (ABD) ve Bogota (Kolombiya) kaynaklı
komplo planları olduğuna dair belgelerin olduğunu
açıkladı. Bu komplo teorisi Maduro’nun siyasetteki
yol arkadaşlarından biri durumundadır. Kuşkusuz ki
ABD başta olmak üzere ABD ile işbirliği içinde olan
Kolombiya ya da Panama gibi devletlerin kimi yöneticileri de Venezuela’da Chavezcilerin yönetimine karşıdır. Başkanı ortadan kaldırma amaçlarının olması
da mümkündür. Buna karşı dikkatli olmak, uyanık
olmak ve mücadele etmek anlaşılır.
Fakat, her protesto
eylemi karşısında,
ya da yönetime
karşı olan tavırlardan bir komplo
aramak, komplo
teorisini bunlara
karşı
mücadelede siyasetin temel
taşlarından
biri
haline getirmek de
kökten yanlıştır.
ABD ile ilişkilerin
“norma l leşt i r i l mesi”
için Maduro’nun
Obama’ya çağrısı dışında önemli olan gelişme Venezuela Dışişleri Bakanı Elias
Jaua’nın ABD Dışişleri Bakanı John Kerry ile Haziran ayı başında görüşmesiydi. Bu görüşme öncesinde Venezuela’nın ajan diye tutukladığı dokumentar
filmci olduğu söylenen kişiyi serbest bırakmış olmasına karşılık Kerry de Maduro’yu Venezuela Başkanı
olarak tanımladı. Buna rağmen ilişkilerde “normalleşme” durumu yaşanmadı. ABD yetkilileri Venezuela yönetiminin bu konudaki isteğinde ciddi olduğunu
göstermesi gerektiğini açıkladı.
Ağustos ayına gelindiğinde mağazalarda, dükkanlarda vd. tüketim mallarında kıtlık oluşmaya başladı.
Chavezcilere karşı olan medya, süt, ve tuvalet kağıdı
kıtlığının ayyuka çıktığı yönlü propagandaya ağırlık
verdi. Her beş tüketim ürününden birinin bulunma-
BELEDİYE SEÇİMLERİ...
Belediye seçimleri, ya da başka deyimle yerel seçimler, 8 Aralık 2013 tarihinde yapıldı.
Sayısı 19.066.431 olarak verilen seçmenin %58,92’si
seçimlere katılıp oy kullandı. Bu verilere göre seçimlere katılım oranı başkanlık seçimleriyle karşılaştırıldığında yaklaşık %20 oranında, 2008 yılındaki yerel
seçimlere göre de %6 oranında düşmüştü. Yine bu verilere göre Chavezcilerle Capriles önderliğindeki muhalefete oy vermeyenlerin oranı %41,08 idi. Seçmen
sayısı baz alındığında seçime katılmayanlar “birinci
parti” idi.
Resmi verilere göre kullanılan ve geçerli oyların
%49,24’ünü alan Venezuela Birleşik Sosyalist Partisi
(VBSP) seçimi kazandı. Muhalefetin partisi Demokratik Birlik İçin Masa (MUD) ise oyların %42,72’sini
aldı. %8 oy oranı ise değişik parti ve gruplara dağıldı.
Bu oy oranlarıyla Chavezciler 335 belediyeden 242
belediyeyi kazandılar. Geçen belediye seçimleriyle
karşılaştırıldığında 23 belediye başkanlığı azalmıştı.
Buna karşı muhalefet (MUD) 75 belediye başkanlığını kazanarak önceki belediye seçimlerine göre 13
belediye başkanlığını arttırdı. Verilen bilgilere göre
Başkent Caracas ve Maracaibo, Valencia, Iribarren, San Cristobal, Monagas, Marino, Arismendi,
Libertador(Merida) ve Chavez’in memleketi Barinas gibi önemli yerlerde muhalefet kazandı. Böylece
Maduro’ya karşı “referandumu” kaybetse de MUD,
seçimlerde kazançlı çıkmıştı. Venezuela Komünist
Partisi ise üç belediye başkanlığını kazandı.
8 Aralık 2013 ile 12 Şubat 2014 tarihi arasındaki dönemde esasta seçim sonuçlarını değerlendirmeler ve
yeni belediye başkanlarının görevi devralmaları vb.
konular gündemdeydi ve durum görece sakindi.
Bu sükunet arasında öne çıkan sorunun biri, eski
Venezuela güzeli Monica Spear’ın öldürülmesine
bağlı olarak Maduro’nun kriminel olaylara karşı acil
bir plan oluşturacağını ilan etmesiydi. Bu cinayete
bağlı olarak dikkat çeken ikinci nokta ise, Başkanlık
seçimlerinden sonra ilk kez muhalefetin adayı Capriles ile Maduro’nun birbirine el uzatmasıydı. Buna
göre ikisi birlikte ülkedeki sorunların üstesinden
gelme anlamında bir “Ulusal tatmin yasası” oluşturacaklardı.
Ocak 2014 başlarında yaşanan bu gelişmenin yanısıra, aşırı sağcı, hatta Maduro’nun değerlendirmesine
göre faşist bir kesim Capriles önderliğindeki muhalefetten kendisini ayırdı. Bu muhalefetin başını 2002
yılında Chavez’e karşı gerçekleştirilen darbenin destekleyicileri olan Leopolde Lopez ile Maria Corina
Machado çekmektedir. Bunlar Maduro’yu devirene
kadar mücadele sloganıyla taraftarlarını harekete geçirdiler.
panorama
dığı yazıldı. Propagandada durum olduğundan daha
kötü gösterilip Maduro yönetimine karşı kışkırtma
çabası açıkça görülse de, tüketim maddelerinde sıkıntı yaşandığı olguydu. Bunun ekonomik olarak değişik
nedenleri ve açıklamaları var. Ama besin maddelerinin yaklaşık %70’inin ithal edilme durumunda olması ve bu ithal edenlerin önemli bir kesiminin Maduro
yönetimine karşı olması; gündeme bilinçli bir ürün
sıkıntısı yaratıldığı tartışmalarını getirdi. Bu durumda “Burjuvazinin ekonomik savaşı”na karşı mücadele için Kasım ayı ortasında Parlamentoda yapılan
oylamada, salt çoğunlukla Maduro’ya bir yıllığına
özel yetki verildi. Böylece belli ürünlerin fiyatlarının
düşürülmesi ve “işverenlerin kàrlarının sınırlandırılması” istendi. Bu özel yetki verilmeden kısa süre önce
de tacirlere, fiyatların yükseltilmesine ve toptan satın
almalara karşı yapılan kontrollerle birçok kişi tutuklandı ve 3 ulusal ve 47 bölgesel savcının böylesi durumlara karşı müdahale etmesi kararlaştırıldı.
Uluslararası ilişkiler bağlamında ise Eylül ayında
Venezuela Çin ile milyarlarca dolarlık yeni bir anlaşma imzaladı. Buna göre petrol, yol, maden ve tarım
alanlarında ortaklıklar sözkonusudur ve buna paralel
olarak Çin bankaları büyük çapta kredi sözü vermiştir.
Özetle aktardığımız bu ortamda Chavezcilerle muhalefetin boylarını ölçeceği belediye seçimlerine gidildi. Muhalefet seçimleri, Maduro’ya karşı bir nevi
referandum olarak açıkladı.
12 ŞUBAT VE SONRASI...
Durumun biraz da olsa iyi anlaşılması için buraya kadarki bölümde öne çıkan kimi gelişmeleri özetledik.
Buradan itibaren tek tek öne çıkan gelişmeler yerine,
yaşananların kısa bir değerlendirmesini yapmaya çalışacağız. Bunu yaparken de öncelikle şu noktaları bilince çıkarmanın yararlı olduğunu düşünüyoruz.
Venezuela’daki kamplaşmanın uluslararası düzeydeki yansıması kabaca şöyledir. Maduro yönetimine
destek veren ülkeler başta UNASUR içindeki Latin
Amerika devletleri olmak üzere Rusya, Çin ve kimi
az sayıdaki diğer devletlerdir. Muhalefete destek verenler ise başta ABD, AB ve Kolombiya, Panama vd.
devletlerdir. Uluslararası emperyalist burjuvazinin
23
panorama
24
borazanları yine çatışmayı körüklerken “demokrasi
savunucusu” sahtekarlığını ayyuka çıkardı. Kendi
ülkelerinde muhalefete Venezuela’dakinden daha
yoğun ve şiddetli baskı uygularlarken, “muhalefetin
protesto etme hakkın”dan vb. dem vurdular!
Bunun medyaya yansıması da doğal olarak benzeri
bir durum. Venezuela yönetimine karşı olan kesim,
medyanın olayları yansıtmasını belirlemektedir. Bu
da gelişmelerin hem tek yanlı aktarılması, hem de
olguların çarpıtılması, manipülasyonu anlamına gelmektedir. Örneğin Venezuela’daki çatışmaları anlatan haberlerde, yönetimin protestoculara ne kadar
şiddetli davrandığını propaganda etmek için Brezilya, Yunanistan, Mısır, Honduras vd. ülkelerdeki
olayların görüntüleri, Venezuela’da yaşanmış olaylar
olarak gösterilmiştir. Protestocuların yakıp yıkma,
katletme edimleri ise genelde es geçilmiştir.
Venezuela yönetiminden yana olan medya da esasta
tek yanlı –ama diğerine göre olguları daha az çarpıtan konumda- haber ve değerlendirme yapma durumundadır. Biz de bu tarafların aktardıklarından, satır aralarından doğruyu seçmeye çalışıyoruz.
Bu olguya rağmen, yaşananlar, değişik kesimler tarafından aktarılan veriler, bizim, iktidar kavgasının
esasta burjuvazinin değişik kanatları arasında yürüdüğünü; ülkedeki enflasyonun, kriminel olayların,
yiyiciliğin, tüketim maddelerindeki sıkıntının/ eksikliğin, fiyatların yüksekliğinin, muhalefet tarafından iktidar dalaşı için kullanıldığını; bunların halk
için, ezilenler için Chavezcilerden daha iyi olmadığı
yönlü değerlendirmemize olanak tanımaktadır.
Bilince çıkarılması gereken bir noktada, Chavezcilerin son yıllarda giderek güçlenme dinamiğini kaybettiği, muhalefetin ise güç kazandığıdır. Orta ve üst
sınıflar esasta muhalefete, yoksul kesimler de Chavezcilere oy vermektedir. Yoksul kesimlerin durumunun yüksek enflasyon, yüksek fiyatlar ve tüketim
malzemelerinin kıtlığı vb. durumlar sonucu iyileşme
yerine kötüleşmesi ise, bu kesimin de Chavezcilerden umudunu kesmesine yol açmaktadır. Başkanlık
seçimlerinde katılımın %78,5 olduğu bir durumda
aradaki farkın %1,4- 1,8 oranında olması; belediye
seçimlerinde ise aradaki farkın %6,52 olması ile seçmenlerin %41,08’inin seçimlere katılmaması da bunun bir işaretidir.
Maduro’nun başkanlık görevini 2019’a kadar sürdürmesini engelleyecek önemli bir gelişmenin olmadığı koşullarda da, gelecek seçimleri muhalefetin
kazanma olasılığı vardır. Sonuçta tespit edilmesi
gereken şey, Chavezcilerin “sosyalizm” adına yürüttüğü siyasette tıkanma noktasına gelindiğidir. Ülkenin görece bağımsızlığından yana olan bu ulusal
burjuvazinin iktidarını sürdürüp sürdürememesi ise
Maduro yönetiminin kapitalist sistem çerçevesinde
geniş kitlelerin çıkarlarını daha fazla savunup savunmayacağına, ülkenin ekonomisini bununla uyumlu
hale getirip getiremeyeceğine bağlıdır. Ülkenin görece bağımsızlığından yana da olsa ulusal burjuvazinin
uzun süre geniş kitlelerin çıkarlarını savunamayacağı ise açıktır. İşçi ve emekçilerin şu ya da bu burjuva kesimin peşinden gittiği, kendi bağımsız sınıf
mücadelesini verme durumunda olmadığı koşullarda
da, Venezuela’da iktidar dalaşının değişik burjuvalar
arasında yürüyeceği garantilidir.
Chavezcilerin “sosyalist” olarak görülüp gösterilmesi, ulusal burjuvazinin görece bağımsızlık yanlısı
tavrı ve iktidarını koruyabilmek için de yoksulların
durumunun devletin sübvansiyonlarıyla iyileştirilmesi vb. kitleler için olumlu edimler, ezilenlerin
sosyalizm konusundaki bilincini karartan, sonuçta
sistem içine hapseden bir rol oynamıştır, oynamaktadır. “Sosyalizm” kavramının çekiciliği, bu bilinç karartmasıyla uzun vadede kitlelerin gerçek sosyalizme
karşı yönelmesine yol açacak temellerden biridir. Kitlelere göre Chavezciler başarısız olursa, “sosyalizm”
başarısız olmuştur. Muhalefetin protestolarında “komünizm herkes için kıtlıktır” vb. sloganlar atması,
pankartlar taşıması da kitleleri sosyalizm düşmanlığına yönlendirmek için kullanılan bir anti komünist
propagandadır.
Durumun böyle olduğu yerde kendisine “sosyalist”,
“komünist” diyen birçok kesimin, “sosyalizmi” savunma adına Maduro yönetimi yanlısı propaganda
yapan tavırları da sosyalizm, komünizm adına utanç
vericidir.
Bunları vurguladıktan sonra kısaca 12 Şubat’ta başlayıp değişik düzeylerde hala süren protesto ve çatışmalara bakalım.
Yaklaşık ikibuçuk aydır yaşanan protestoların ve
çatışmaların fitilini ateşleyen gelişme, 12 Şubat’ta
yönetime karşı yapılan protestoda, eylemin sonunda
bir kesim eylemciyle kolluk güçleri arasında yaşanan
çatışma sonucu iki kişinin –sonradan üç olduğu yazıldı- öldürülmesi olayıydı. Olayların bir yanında, sokaklara barikatlar kuran, trafiği günlerce durduran,
devlet binalarına saldıran ve kundaklayan, otobüs ya
da başka ulaşım araçlarını yakan, kamu araçlarına
zarar veren, yönetim yanlısı olanlara saldıran, öldü-
ro ve yönetiminin “diktatör(lük)” olmadığına örnek
olarak gösterildi.
Gerek kolluk güçlerinden kimilerinin “izinsiz” silah kullanması, çatışmaların yaşandığı ortamda,
Maduro’ya karşı darbe hazırlığı içinde olduğu söylenen hava kuvvetlerinden üç yüksek rütbeli askerin
tutuklanması, gerekse de ABD ve Kolombiya kaynaklı olduğu söylenen kimi “paramiliter” kışkırtıcıların tutuklanması vb. olaylar, Maduro’nun komplo
teorisini daha da güçlü savunmasına hizmet etti.
Maduro’nun bu tavrını sürdürmesine hizmet eden
bir durum da, muhalefetin elinde olan kimi idari bölgelerde, belediye başkanlarının, Yüksek
Mahkeme yargıçlarının yerel kurumların
kamu düzeninin bozulmasına, sokaklara
barikatlar kurulmasına karşı kararlı bir
biçimde müdahalede
bulunma
kararına
uymamaları;
tersine kimi yerlerde ise
somut olarak protestoculara destek sunmaları durumuydu.
Uyarılara uymamaları sonucu, yükümlülüklerini yerine getirmediği gerekçesiyle
üç belediye başkanı tutuklandı, biri hakkında da 10,5
yıl hapis cezası verildi.
Bunlarla da bağıntılı olarak Maduro, özellikle
ABD, Kolombiya ve Panama’ya karşı suçlamalarını
yoğunlaştırdı, Panama ile diplomatik ve ticari ilişkileri dondurdu. ABD ve Panama’nın diplomatik temsilcilerini yurtdışı etti... ABD ve onun gölgesi altındaki Panama da yanıtlarını geciktirmedi. Tavırlarıyla,
muhalefeti açıkça desteklediklerini de gösterdiler.
Venezuela’daki protestoların başını çeken Lopez’in,
hakkında çıkarılan tutuklama kararına uyup 18
Şubat’ta polise teslim olmasından sonra bu muhalefetin başını Machado çekti, çekiyor. Panama’nın muhalefeti destekleme çabası içinde, “Amerika Devletleri
Örgütü”nün (OAS) toplantısında konuşabilmesi için
Machado’yu kendi temsilcisi olarak ilan etmesi ve
Machado’nun bunu kabulü ise, Venezuela yasalarına
göre Machado’nun milletvekilliğinin 26 Mart’ta iptal
panorama
ren, bir bölümü silahlı olan muhalefet; diğer yanında
ise protestocuları toptan “faşist güçler”, protestoları
da “faşist darbe denemesi” olarak değerlendiren, fazla
saldırgan olmayan ama muhalefete “dersini” vermeye çalışan, resmen Başkan Maduro’dan ya da yüksek
rütbeli komutandan vur emri olmadan protestoculara saldıran kolluk güçleri, tutuklanan eylemcilere
yönelik zorbaca davranan ve evet işkence de yapan
devlet ve kolluk güçleri vardı. Chavezcilerin Maduro
yönetimini destekleyen eylemleri ise genelde barışçıl
eylemler olarak vitrine yerleşti.
Çatışmaların kısa bilançosu şöyledir: 12 Nisan
2014 tarihinde yapılan, Başsavcı Luisa Ortega’nın resmi
açıklamasına
göre,
çatışmalarda 41 kişi
öldürülmüş, 674 kişi
yaralanmış ve 175 kişi
de
tutuklanmıştır.
Bunlar arasında öğrencilerin sayısının da
12 olduğu açıklandı.
Kamu araçlarına ve
binalarına protestocuların verdiği maddi
zararın ise milyonlarca doları tuttuğu bilgisi medyaya yansıdı.
Öldürülen 41 kişinin
çoğunluğu yönetim
yanlısıdır ve bunların içinde kolluk güçleri de var.
Yani bir taraf diğerinden “iyi”, diğerinden “temiz”
değil!
Devletin kolluk güçlerinin saldırganlığı ve buna
karşı yetkili kurumların tavırları konusunda ilginç
olan durum, Venezuela “Gizli Güvenlik Örgütü” olan
SEBİN’in şefi Manuel Bernal’ın 18 Şubat’ta görevinden alınmasıydı. Yine beş SEBİN ajanı, bir asker ve
bir de halk polisi, izinsiz silah kullanma uluslararası
(insan) hakkı(nı) çiğneme ve suçortaklığı nedeniyle mahkemeye verildi. Askeri güçlerin generalinin
açıklamasına göre de “Ulusal Tugay”lardan 97 kişi
hakkında eylemcilere “barbarca davranma ve işkence” yapma nedeniyle soruşturma yapılmaktadır. Başsavcının açıklamasına göre polis, ulusal tugay ve gizli
güvenlik örgütü mensuplarına karşı toplam 120 durumda soruşturma yürütülmektedir. Bu soruşturma
ve yargılamalar, devlet yetkilileri tarafından Madu-
25
panorama
26
edilmesine yol açtı. OAS’nin toplantısında ABD ve görüşerek diyalogla sorunu çözme konusunda anlaşişbirlikçilerinin Venezuela’ya karşı çıkarmak istediği tılar. Diyalog görüşmeleri başladı ve 10 Nisan’daki
yaptırımlar uygulama kararı büyük bir çoğunlukla görüşmeler tüm televizyon kanallarında ve radyoda
reddedildi.
canlı yayınlandı. MUD lideri Aveledo yapılan ikinci
Ölümlerin yaşandığı protesto ve eylemlerin başla- görüşme sonrasında, üç saatte bu kadar yol alınabimasından kısa süre sonra Maduro taraflara “ulusal leceğini düşünemediğini, görüşmeleri olumlu değerdiyalog” çağrısında bulundu. Toplumun değişik ke- lendirdiğini açıkladı. Diyalog görüşmeleri sürüyor.
simlerinden temsilcilerin katıldığı bir “barış kon- Ama Lopez ve Machado önderliğindeki muhalefet,
feransı” yapılmasını istedi. Bu çağrının yapıldığı görüşmelerde yer almayı reddetti ve protestolarını
dönemde MUD’nin geçen seçimlerdeki başkanlık değişik biçimlerde, kitlesel katılım yerine, esasta öradayı Capriles, kendi yandaşlarının şiddet eylemleri- gütlü güçleriyle sürdürüyorlar.
ne karşı arasına mesafe koymaya başladı ve MUD’nin
Bu görüşmelere Venezuela Komünist Partisi (PCV)
yaşanan cinayetlerden ve kamu kurum ve araçlarına lideri Oscar Figuera’nın yönelttiği esas eleştiri,
verilen zararlardan sorumlu tutulmasını engellemeye Maduro’nun MUD ile yürüttüğü görüşmelere paraçalıştı. Böylece pratikte muhalefet “ılımlı” ve “sert” lel olarak kendi müttefikleriyle görüşmelerde bulunkesim olarak ayrışmaya başladı.
maması biçimindedir. Bir diğer tavrı da PCV’nin
Mart ayı başlarında (kimi habebarıştan yana olduğu, ama bunun
re göre 12, kimisine göre de 14
“faşizme tavizlerle” gerçekleşeMart) Şili’de yapılan toplanmeyeceği yönlü tavırdır. Bu
Devletin kolluk güçlerinin
tıda UNASUR, taraflar
tavır kuşkusuz ki MUD’yi
saldırganlığı
ve
buna
karşı
yetkili
arasında diyaloğu sağlave görüşmelere katılan
yabilme ve çatışmalara
muhalefeti faşist olarak
kurumların tavırları konusunda ilginç
son verebilme amacıydeğerlendiren bir taolan durum, Venezuela “Gizli Güvenlik
la Venezuela’ya Dışivırdır. MUD’nin ABD
şileri Bakanları’ndan
Örgütü” olan SEBİN’in şefi Manuel Bernal’ın yanlısı, neoliberal
oluşan bir heyet
ekonomi ve siyasetin
18
Şubat’ta
görevinden
alınmasıydı.
Yine
beş
gönderme
kararı
savunucusu olduğu
verdi. Maduro böyleaçıktır.
Ama bunların
SEBİN ajanı, bir asker ve bir de halk polisi,
si bir adımı toplantıbir cephe örgütü, ya
dan önce onaylamıştı. izinsiz silah kullanma uluslararası (insan) da partisi olarak faşist
Sözkonusu heyet 25-26
oldukları
değerlendirhakkı(nı) çiğneme ve suçortaklığı
Mart’ta Venezuela’da tamesi bize abartılı, yanlış
nedeniyle mahkemeye verildi. bir değerlendirme olarak göraflarla görüşmelerde bulundu ve sonuçta herhangi bir dış
rünüyor. Bu cephe örgütü ya da
müdahaleye karşı uyarıda bulunarak
partisi içinde faşist kişilerin olması da,
muhalefete Başkan Maduro’nun “barış diyalobu genel değerlendirmeyi haklı çıkarmaz. PCV
ğu” talebine uymaları çağrısında bulundu. Bu açık- esasında Maduro’nun protestocuları genel olarak “falamada muhatapların insan haklarına saygı duyduğu şist çeteler” değerlendirmesine uygun, kuyrukçu bir
ve “demokratik düzenden her kopuşu” yargıladıkları yaklaşım içindedir. Maduro ve diğer yetkililerin dida belirtildi. Böylece halkın büyük bölümünün diya- yalog için bu değerlendirmesinden vazgeçtiği yerde
logdan yana olduğu anketlerine, somut bir adım atma PCV’nin bu tavrını sürdürmesi “boynuzun kulağı”
umudu eklendi... MUD lideri Aveledo bu görüşmeler geçmesine benziyor.
ertesinde birbirine saygılı bir diyaloga hazır olduklaSözkonusu görüşmelerin nasıl sonuçlanacağını
rını açıkladı. Aynı dönemde BM de taraflara diyalog zaman gösterecektir. Açık olan Venezuela’da gerçek
çağrısını yaptı.
Marksist-Leninist bir örgütün, Bolşevik bir Partinin
Sonuçta UNASUR temsilcilerinin taraflarla yaptığı yokluğudur! Venezuela’da sosyalizmi isteyenlerin
görüşmeler sonrasında 8 Nisan’da Maduro ve MUD böylesi bir örgütü yaratması, inşa etmesi en temel götemsilcisi ve UNASUR arabulucuları –Brezilya, Ko- revidir.
lombiya ve Ekvador Dışişleri Bakanları- karşılıklı
25.04.2014 ✓
spanya İç Savaşı, 17 Temmuz 1936 - 1 Nisan 1939 tarihlerinde, İspanya’da milliyetçiler ile Cumhuriyetçiler arasında yapılan bir savaştır. Savaş, 17 Temmuz
1936’da General Francisco Franco’nun komutasındaki faşist güçlerin seçimle işbaşına gelen Cumhuriyetçi “Halk Cephesi” koalisyonuna
karşı ayaklanmasıyla
başlamıştır. Üç yıl
süren ve İspanya’da
büyük yıkıma yol
açan iç savaş, 1 Nisan
1939’da faşistlerin
zaferi ile sonuçlandı.
Franco diktatörlüğü,
1975’deki ölümüne
kadar sürdü. 2014
yılı, İspanya İç Savaşının başlamasının
78. yıldönümüdür.
İspanya iç savaşını
anlatmadan önce, iç
savaş öncesi tarihsel
gelişmeleri, faşizmin
Avrupa’da yükselişi ve savaş hazırlıklarını kısaca anlatmakta fayda var.
Birinci Dünya Savaşı Sonrasındaki
Gelişmeler
Birinci Dünya Savaşı, emperyalistler arasında çıkan
bir savaştı. Emperyalistler, savaştan zayıflamış olarak
çıktılar. Savaş, emperyalist cepheyi yarmak için elverişli bir ortam yaratmıştı. Bolşevikler önderliğinde
yapılan Ekim Devrimi, emperyalist savaşa son vermişti. Rusya’daki Büyük Sosyalist Ekim Devrimi’nin
zaferi, bütün dünyada proletaryanın davasına bağlı
kitlelerin büyük sevinci ve coşkusu ile karşılandı.
Ekim Devrimi bütün dünyada devrimci dalganın
yükselmesine büyük bir atılım kazandırıyordu.
Ocak
1918’de
Avusturya-Macaristan
İmparatorluğu’nda ve Almanya’da işçiler ayaklandı.
Kimi alanlarda geçici olarak Sovyet iktidarları kuruldu. Zaferi engelleyen, sonuçta bu ülkelerde güçlü
Bolşevik örgütlerin olmaması oldu.
Ocak
sonunda
Finlandiya’da
devrim
patladı.
Rusya’dan
sonra
Finlandiya’da, işçiköylü iktidarı kuruldu. Bu ülkede işçiköylü iktidarı Mayıs
ayı başına kadar yaşadı. Finli beyaz ordu
Alman ordusunun
yardımıyla kızıl iktidarı yıktı.
Eylül 1918’de Bulgaristan ordusunda
silahlı bir ayaklanma
patladı. Askerler monarşinin yıkıldığını
ve cumhuriyetin kurulduğunu ilan ettiler. Bu ayaklanma da sonuçta dıştan destekle bastırıldı.
3 Kasım 1918’de Almanya’da Kiel’de bahriyelilerin ayaklanmasıyla “Kasım Devrimi” başladı. Bir çok
yerde işçi-asker Sovyetleri yerel yönetimlere el koydular. Ocak 1918’de özellikle Berlin, Kiel, Hamburg,
Ruhr Havzası ve Münih gibi şehirlerde grevler iyice
yaygınlaştı. Bu grevler sırasında Berlin’de Büyük
Berlin İşçi Konseyi (Arbeiterrat von Gross-Berlin)
kuruldu. Braunschweig, Frankfurt, Hannover, Lüneburg, Münih gibi büyük şehirler de işçi ve asker
konseyleri kuruldu. 8 Kasım’da Münih İşçi, Asker ve
Çiftçi Konseyi’nce Bavyera Cumhuriyeti’nin kurulduğunu ilan etti. Spartakus grubunun çağrısı üzerine 9 Kasım’da Berlin’de işçi ve askerlerin silahlı
panorama
İ
İSPANYA İÇ SAVAŞI
ÜZERİNE
27
panorama
28
ayaklanması başladı. Alman imparatorluğunun merkezindeki bu ayaklanma sonucu imparatorluk rejimi
yıkıldı. Fakat bu zaferin sonuçlarını, işçi sınıfının çoğunluğunu burjuvazinin peşine takmayı beceren ve
merkezcilerle birleşen sağ sosyal demokratlar topladı.
1919’da İngiltere’de “Sovyetler Birliği’nden elinizi
çekin” şiarı altında geniş katılımlı bir kampanya başladı. Benzer dayanışma kampanyaları Fransa’da da
yürütüldü.
Bütün kapitalist ülkelerde devrimci işçiler eylemleriyle, Rusya’daki işçi iktidarına destek sunuyordu.
Emperyalizme bağımlı ülkeler için için kaynıyordu. Latin Amerika’da Arjantin’de, Brezilya’da,
Meksika’da, Peru’da, Uruguay’da, Şili’de halk yığınları toprak reformu, sekiz saatlik iş günü, ücretlerin arttırılması, ihtiyarlık sigortası, işçi ve çocuk
emeğinin korunması, örgütlenme özgürlüğü ve
üniversite reformu talepleriyle sokaklara dökülüyor, her yanda bağımsızlık talepleri yükseliyordu.
Çin’de, Kore’de, Hindistan’da, Endonezya’da kitleler toprak, demokrasi, bağımsızlık talepleri ile ayaklanıyordu. Suriye’de, Lübnan’da, Irak’ta, Mısır’da,
Libya’da, Sudan’da, Somali ülkesinde bağımsızlık
mücadelesi yükseliyordu. Afrika’da sömürge durumunda olan Nijerya, Siera Leone, Belçika Kongosu,
Senegal’de sömürgeciliğe karşı mücadele gelişiyordu. Türkiye’de emperyalist sömürgeleştirme siyasetine karşı bir kurtuluş savaşı yürüyordu. İran’da,
Afganistan’da, Moğolistan’da halklar emperyalizme
karşı mücadelelerinde, genç Sovyet Rusya’nın da desteğiyle başarılar kazanılıyordu. Devrimci eylemler
bütün dünyada emperyalizmin iktidarını sarsıyordu. Birinci Dünya Savaşı sonrasında da devrimci bir
kabarma vardı. Grevler, barikat savaşları, devrimci
ayaklanmalar ve ulusal kurtuluş savaşları ve yarım
kalan devrimler emperyalizme korku salıyordu.
1920/21’de kapitalist/emperyalist ülkelerde iktisadi
kriz yaşanıyordu. İşçi sınıfı, iktisadi kriz şartlarında
savunma mücadelesi yürütme konumuna girmişti.
Burjuvazi iktisadi krizi aşma konusunda yalpalanırken, kimi ülkelerde burjuva demokrasisine alternatif olarak faşizm ve faşist hareketler gelişiyordu. Bu
dönemde bir dizi yeni komünist partiler kuruluyor
ve var olan KP’lerin etkisi artıyordu. Birinci Dünya
Savaşı’ndaki merkezci kanat Şubat 1921’de, 2,5’uncu
Enternasyonal’i kurdular. 2,5’uncu Enternasyonal’in
işçi kitleleri içerisinde önemli bir etkisi vardı.
İtalya’da Eylül 1920’de, Kuzey İtalya işçilerinin
başlattığı fabrika işgali eylemleri kanla bastırıldı.
Çekoslovakya’da Aralık’taki genel grev de başarısızlıkla sonuçlandı. Almanya’da Mart 1921’de – Orta
Almanya’da erken ve hazırlıksız başlatılan– bir işçi
isyanı, kanla bastırıldı. Gelişmeler burjuvazinin
şimdi sarsılan iktidarını sağlamlaştırdığı, işçi ve
emekçilere karşı saldırıya geçtiğini; işçi hareketinin
ise artık savunmaya yöneldiğini gösteriyordu. Savaşın hemen ertesinde kazanılmış haklar birer birer
geri alınıyordu. Burjuvazi işçilere-emekçilere karşı
saldırısında salt şiddet yöntemlerini değil, aynı zamanda kandırma, gerektiğinde bazı ödünler verme
yöntemlerini de ustaca birleştirerek kullanıyordu.
Burjuvazinin işçi sınıfı ve emekçilere karşı mücadelede en önemli dayanaklarından biri sosyal demokrasiydi. Sosyal demokrasinin sağ kesimi açıkça
burjuvazinin safındaydı, yer yer burjuvazi sosyal
demokratların içinde yer aldığı hükümetlerle saldırıyordu işçilere.
Mussolini eski bir “sosyalist”ti. 1921’de faşist hareketler tarafından Ulusal Faşist Parti kuruldu. Partiyi
destekleyenler arasında bürokrasi, kilise ve ordu bulunuyordu. Roma Yürüyüşü sonucu kral III. Vittorio
Emanuele, Mussolini’yi 31 Ekim 1922’de başbakan
ilan etti. Avrupa’da, Ruhr bölgesinin (Almanya) 6-7
Ocak 1923’de Fransa-Belçika tarafından işgali ile
uluslararası çelişmeler iyice sertleşti. İtalya’da faşizmin iktidara gelmesi, ardından Ruhr işgali yeni bir
emperyalist savaş tehlikesini olağanüstü arttıran faktörlerdi.
Bulgaristan’da Eylül 1923’de tarihin ilk antifaşist ayaklanması başlatıldı. Bulgaristan Komünist
Partisi’nin (BKP) beklentileri yerine gelmedi. Sosyal
demokratların ve Köylü Halk Birliği’nin sağ kesiminin etkisindeki kitleler, reformist önderlerden koparak isyana katılmadılar. Yalnızca komünistlerin
ve Köylü Halk Birliği’nin sol kesiminin etkisindeki
-emekçilerin küçük bir azınlığını oluşturan - kesim
ayaklandı. Ayaklanma kanla bastırıldı. Buna rağmen
bu ayaklanma BKP’nin korkusuz ve fedakârca mücadelesi sayesinde kitlelerin güveninin kazanılmasında
büyük rol oynadı ve ileriki dönemde BKP’nin emekçi
kitlelerin gerçek önderi olmasının temelini attı.
1923 Sonbaharında Polonya’da da yükselen işçi sınıfı hareketi, Polonya’daki sömürücülerin egemen
sistemini kökten sarsmaya başladı. İşçilerin grev hareketleri o güne kadar görülmemiş boyutlara ulaştı.
Grevler birçok halde doğrudan siyasi talepler temelinde yürüyor, grevlere sokak gösterileri ve bunları
bastırmaya çalışan polisle sokak çatışmaları eşlik edi-
ğünü ilan etti.
9 Haziran 1923’te Bulgaristan’da, Çiftçi Birliği
hükümeti askeri faşist bir darbe ile devrildi. Faşist
diktatörlük kuruldu. 1923 Güzünde Avrupa’da Bulgaristan, Polonya ve Almanya’da işçi ayaklanmaları
bastırıldı. İşçi hareketinin aldığı yenilgiler ertesinde
savaş sonrasında ortaya çıkan devrimci dalga geri
çekilme sürecine girdi. Kapitalist/emperyalist dünya
geçici olarak bir istikrar dönemine girdi. Bu dönemde burjuvazinin emekçi yığınlar üzerindeki ideolojiksiyasi etkisi de giderek arttı. Sağ, sosyal demokrasi,
merkezcileri de kuyruğuna takarak reformist işçi
kitle örgütlerini burjuvazi ile işbirliği çizgisine çekmeyi başardı. Avrupa’da kısa süre içinde devrimlerin
gerçekleşme beklentileri ayaklanmaların yenilgisi ertesinde artık gerçekçi beklentiler olmaktan çıktı. Doğuda anti-emperyalist devrimler giderek öne çıkmaya
başladı. Sovyetler Birliği’ndeki sosyalizmin
inşası ve savunulması
bütün dünyada proletaryanın en önemli görevlerinden biri olarak
kendini dayatıyordu.
1926
Mayıs’ında
İngiltere’de işçiler genel
greve gitti. Bu kapitalizmin görece istikrar döneminde Avrupa’daki
en büyük işçi eylemi idi.
Bu genel grev hareketi
içinde, Büyük Britanya
Komünist Partisi ve sendikalar içindeki ‘azınlık
hareketi’ (Komünistler
ve sol sosyal demokratlar) aktif bir rol oynadı.
Grev hareketinin zirvesinde buna katılan işçi sayısı
dört milyondu. Grevin en aktif unsurları ve grevin
başını çekenler maden işçileri idi. Grev sırasında işçilerin seçtiği ‘grev komiteleri’ ve ‘eylem şuraları’ yerel
iktidar organları olarak davrandılar. Grev, Sendikalar Genel Konseyi’nin uzlaşmacı tavırları sonucu kısa
sürede genel karakterini kaybetti. Maden işçileri, grevi Kasım’a kadar sürdürdüler. Sonunda onlar da grevi
kaldırmak zorunda kaldı.
1927’de Avusturya’da işçi sınıfının ayaklanması
başarısız oldu. 15 Temmuz 1927’de Viyanalı işçiler 24
saatlik genel grev çağrısıyla büyük bir miting gerçek-
panorama
yordu. Hareketin başını Polonya Komünist İşçi Partisi (PKİP) çekiyordu. Gelişmekte olan grev hareketlerinin merkezlerinden biri Yukarı Şilezya idi. Burada
çeşitli işletmelerden işçi temsilcileri alttan bir birleşik
cephe organı oluşturup bütün Yukarı Şilezya’da grev
hareketlerini örgütleyip koordine edecek bir “21’ler
Komitesi” seçtiler. Bu komitenin çağrısı üzerine 15
Ekim 1923’te bütün Yukarı Şilezya bölgesinde genel
grev başladı. Hükümetin buna cevabı sıkıyönetim
ilan etmek oldu. Buna bütün Polonya’da işçi sınıfı, bu
kez tabanın baskısına dayanamayan sosyal-demokrat
partinin de katılımı ve çağrısıyla, Polonya çapında
5 Kasım’da bir genel protesto eylemiyle cevap verdi.
Sosyal-demokrat önderler fakat aynı anda hareketin
daha derinleşip gelişip radikalleşmesini engellemek
amacıyla egemen sınıflarla pazarlığa oturdular. Sosyal-demokratlar hareketi satarken, komünist partisi
bütün partilerden işçi
ve emekçileri, mücadeleyi hükümeti devirip
bir işçi-köylü hükümeti
kurmak için ilerletmeye çağırıyordu. Protesto
grev ve eylemler, bütün
Polonya’da
yayılırken
Krakov kentinde silahlı ayaklanma biçimine
büründü. Karşı devrim
önceden PKİP örgütüne
çok ağır bir darbe indirmiş, önderlerinin çoğunu öldürmüş veya zindana atmıştı. Dışarıda
kalan kadrolar bir ayaklanmayı yönlendirecek
tecrübe ve yetkinliğe
sahip değildi. Bu arada
Sosyalist Parti’nin pazarlıkları da sonuç vermiş, Sosyalist Parti işçileri genel greve son vermeye çağırmıştı. Krakov’daki silahlı ayaklanma sonuçta ülkeye yayılmadı, yerel kaldı ve kanla bastırıldı. Genel grev de
Sosyalist Parti’nin ihaneti sonucu kısa sürede dağıldı.
Ekim Devrimi’nin etkileri İspanya’da da yankılanmıştı. 1918-1921 yıllarında İspanya’da işçi hareketi
bir atılım dönemine girmişti. Avrupa’daki hareketlerin yenilmesi, devrimlerin yarım kalmasının etkileri
İspanya’ya da sıçradı. İşçi hareketinde bölünmeler ve
sarsıntılar yaşandı. 13 Eylül 1923‘te İspanya’da General Primo de Rivera darbe yaparak askeri diktatörlü-
29
panorama
leştirdiler. Posta ve demiryolu işçileri de süresiz greve
çıktı. Gerçekleştirilen miting esnasında işçiler, Adalet
Sarayını ve polis karakollarını ateşe verdi. Asker ve
polisin işçilerin üzerine ateş açması sonucu 90’dan
fazla işçi öldürüldü. 500 işçi yaralandı. Bu ayaklanmanın ardından Avusturya, hızla faşizme kaydı.
1933‘te parlamento kapatıldı ve Komünist Parti yasaklandı.
1924’te Arnavutluk’ta, Ahmet Zogu, Fan Noli halk
hükümetini devirdi. Ahmed Zogu, 1939’a kadar
Arnavutluk’u tek adam diktatörlüğü çerçevesi içinde
yönetti. 1928’de krallığını ilan etti. Bu baskı rejiminin destekçisi İtalyan faşizmi idi.
Yugoslavya krallık ile yönetiliyordu. Kral Alexander 1929’da diktatörlüğünü ilan etti. Kral ilk olarak
parlamentoyu dağıttı. Devleti Koruma Kanunu yasası ile bütün siyasi partiler kapatıldı ve siyasi faaliyetlerle, “etnik kökene” dayalı örgütlenmeler yasaklandı. Kral Alexander 1934’te öldürüldü. 1936 yılında
Yugoslavya’da Dragas Cvetovic tarafından faşist rejim kuruldu.
1924’te Yunanistan’da‚ Cumhuriyet ilan edilmişti.
1935’te krallığa yeniden geri dönüldü. II. Yorgo tekrar krallığını ilan etti. 1936’da Selanik’te genel greve gidildi. Ülkenin tehlikede olduğu gerekçesi öne
sürülerek General Metaksas tarafından askeri bir
diktatörlük kuruldu. Yunanistan Komünist Partisi
yasaklandı. Basın susturuldu, muhalifler tutuklandı,
sürgüne gönderildi. 1940’ta Girit’te çıkan ayaklanma
kanla bastırıldı.
1929 Güzünde Kapitalist Dünyayı Saran
Kriz
30
1929 Güzünde kapitalist dünyayı saran kriz ABD’de
“Borsa Çöküşü”ne yol açtı. 1929/1933 yılları arasında kapitalizm o zamana kadarki tarihinin en uzun
ve en derin krizini yaşadı. Kriz işçi sınıfı ve emekçiler
açısından bütün kapitalist ülkelerde mutlak yoksullaşma, işsizlik ve açlığın büyük boyutlara varması
sonucunu verdi. Tarım krizi milyonlarca köylüyü
sefalete sürükledi. 1929 krizi emperyalist devlet ve
tekeller arasındaki pazar dalaşını da olağanüstü ölçüde kızıştırdı. Kapitalist kriz sonucu içte sınıfı mücadelesi yükseldi. Bir dizi ülkede devrimci bir durum
ortaya çıktı. Bu gelişmeler sonucu, işçi hareketinin
gelişmesini engellemek ve gelişmeyi bastırmak için
faşistleşme ve faşizm gelişti. Savaş hazırlıkları artırıldı. Aynı dönem içinde, Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin inşası tüm zorluklara rağmen hızla ilerliyordu.
Sovyetler Birliği‘nin varlığı ve sosyalizmin inşası ile
komünizmin işçi sınıfı ve emekçilerin kurtuluşu için
tek alternatif olduğu pratikte kanıtlanıyordu. Sovyetler Birliği’nde Bolşevizmin yok edilmesi, bütün dünya
burjuvazisinin önüne acil bir sorun olarak çıkıyordu.
Faşistler bu işi en iyi kendilerinin yapabileceğini ispatlamaya çalışıyordu! Sovyetler Birliği’ne karşı emperyalist bir saldırı tehlikesi giderek artıyordu. Emperyalizmin iktidarı sömürge ve yarı-sömürgelerde
de devrimci hareket sonucu sarsılıyordu. Çin Devrimi, 1927 yenilgisinin yaralarını sararak ilerliyordu.
Vietnam’da komünistler önderliğinde köylüler belli
bölgelerde iktidarı ele geçirmekte, işçi-köylü Sovyetleri oluşturmakta, toprak ağalarının topraklarına el
koymakta idi. Dünya ekonomik krizi, emperyalist
ülkeler arasındaki çelişmeleri şiddetlendirdi. Bir yandan kimi ülkelerde faşist diktatörlükler kuruluyor,
diğer yandan savunması zayıf ülkelerin sırtından sömürgelerin ve nüfuz alanlarının yeniden paylaşılması
uğruna savaş hazırlıklarına hız veriliyordu.
1930’da Romanya’da II. Carol diktatörlüğünü
ilan etti. 1923’e demokratik bir anayasa onaylandı.
1927’de Kral Ferdinand ölünce torunu I. Michael tahta çıktı. Taht üzerindeki haklarından vazgeçmiş olan
Michael’in babası I. Carol, 1930’da yeniden hak iddia
etti ve II. Carol adıyla kral ilan edildi.
Dünya iktisadi kriz yüzünden Avrupa devletleri
ve ABD tamamen iç sorunlarla uğraşıyordu. Japon
emperyalistleri, bu fırsattan yararlanarak Çin’e baskı
yapmaya, Çin ‘i boyunduruk altına alıp ona tahakküm etmeyi denemeye karar verdi. Japon emperyalistleri 1931‘de tüm Mançurya’yı işgal ederek, Kuzey
Çin’i ilhak etmek ve Sovyetler Birliği’ne saldırmak
için kendilerine uygun mevziler hazırladılar. Japonya, Milletler Cemiyeti’nden çekildi ve yoğun şekilde
silahlanmaya başladı. Japon emperyalistlerinin atağına karşı, ABD, İngiltere ve Fransa Uzak Doğu’daki
donanmalarını güçlendirme yoluna gittiler. Japonya,
Çin’i boyunduruk altına alarak, Avrupa ve Amerikan
emperyalist güçlerini Çin’den atmak istiyordu. Bu
ülkeler buna, silahlanmalarını artırarak cevap verdi.
Portekiz’de 1932’de Salazar faşist diktatörlüğünü
ilan etti. Salazar, Estado Novo (Yeni Devlet) partisi
etrafında bir faşist kitle hareketi yarattı. Gücünü bu
kitle hareketinden alarak yeni bir askeri darbe ile faşist diktatörlüğünü kurdu. Bütün politik partiler ve
sendikalar kapatıldı, grevler yasaklandı. Gizli polisin
(PİDE) yargısız infazları, işkence ve keyfi tutuklamaları alabildiğine yaygınlaştı. Kısaca toplumsal muha-
süren çatışmalar, sosyal demokrat önderliğin tavırları sonucu, işçi sınıfının yenilgisi ile son buldu. Fakat sosyal demokrat işçilerin önemli bir bölümü, bu
mücadele içinde sosyal demokrat önderlerin gerçek
yüzünü, Komünistlerin işçi sınıfının çıkarlarını nasıl
savunduğunu gördüler. Şubat 1934’e kadar 3000 üyesi
olan Avusturya Komünist Partisi’ne, Şubat olaylarından sonra 13.000 sosyal demokrat işçi katıldı.
Buraya kadar Birinci Dünya Savaşı sonrasında yaşanan kimi tarihsel gelişmeleri anlattık. İspanya İç
Savaşı’nı anlamak ve İspanya iç savaşı öncesinde dünyadaki gelişmelerin bilinmesi önemlidir.
panorama
lefet tümüyle susturuldu ve katledildi.
1933‘te Naziler iktidara geldi. 1934‘te Hitler cumhurbaşkanı ilan edildi. Almanya’da faşizm kuruldu.
Almanya’da faşizmin iktidara gelmesi, sadece işçi
sınıfının zayıflığından kaynaklanmıyordu. Nazilerin
iktidara yerleşmesi, Sosyal-Demokrat Partinin işçi
sınıfına ihanetinin bir sonucu olarak açıklanamazdı. Nazilerin iktidara gelmesi aynı zamanda burjuvazinin zayıflığını da gösteriyordu. Çünkü burjuvazi
iktidarını parlamentarizm ve burjuva demokrasisi
yöntemleriyle sürdüremeyecek durumdaydı. Burjuvazi iktidarını sürdürmek için faşizme başvurmak
zorundaydı.
1934 yılı başlarında Fransa’da faşist örgütler, yeterince güçlendikleri inancı ile iktidara el koyma
hazırlıklarına giriştiler. 1934 Şubat’ında bir askeri
darbe yoluyla iktidarı ele geçirme girişimine karşı,
FKP (Fransa Komünist Partisi) işçilerin sokağa çıkıp faşistleri kovalamaya çağırdı. 12 Şubat’ta komünistlerin, sosyalistlerle birlikte yaptıkları genel greve
4,5 milyon kişi katıldı. Faşistlerin iktidara el koyma
girişimi boşa çıkartıldı. FKP’nin girişimleri sonucu
birçok yerel sosyalist parti örgütü, FKP örgütleri ile
“Birleşik Cephe Anlaşmaları” imzalamaya başladı.
Tabanın elden gittiğini gören Fransa Sosyalist Partisi yönetimi, 27 Temmuz 1934’de FKP’nin “Birleşik
Cephe” önerisini merkezi olarak kabul etmek zorunda kaldı. Bu merkezi düzeyde ilk resmi anlaşma idi.
Böylece faşist saldırılara karşı İşçilerin Birleşik Cephesi Fransa’da gerçek haline geldi.
Avusturya’da da 1934 başında faşistlerin saldırıları büyük boyutlar kazandı. Avusturya KP önceden
emekçi yığınları faşist saldırı konusunda uyarmış ve
işçilerin faşizme karşı birleşik cephesinin oluşturulması için çeşitli faaliyetler yürütmüş, üstten de cephe
önerileri hep Sosyal Demokrat şeflerin ret cevabını
almıştı. İşçiler esas olarak Avusturya Sosyalist Partisi saflarında örgütlü idiler. Sosyalist Parti şefleri faşist tehlikeyi küçümsüyor, “zaman geldiğinde ezeriz”
tavrını takınıyorlardı. Sosyalist Partinin tabanında
oldukça geniş bir sol muhalefet vardı. ASP’nin bir kuruluşu olan “Savunma Birliği” gizli silah depolarına
sahipti. Buna rağmen sosyal demokrat yönetim, tabanı faşist saldırılara karşı mücadeleden alıkoyuyordu. 12 Şubat 1934’de ASP’nin Linz’de ve Viyana’daki
büroları faşistlerin silahlı saldırısına uğradı. “Savunma Birlikleri” ile faşistler ve polis arasında çatışmalar başladı. Komünistler güçsüz olmalarına rağmen,
bu çatışmalarda en ön saflarda yer aldılar. Dört gün
İspanya İç Savaşına Giden Süreç
İspanya monarşi ile idare edilen bir ülke idi. 13 Eylül 1923‘te İspanya’da General Primo de Rivera darbe
yaparak askeri diktatörlüğünü ilan etmişti. 30 Ocak
1930’da Primo de Rivera iktidardan uzaklaştırıldı.14
Nisan 1931’de cumhuriyet ilan edildi. Cumhuriyetin ilan edilmesi ile birlikte, sendikaların üye sayısı
artmaya başladı. Nisan 1931’de yerel seçimler yapıldı. Yerel seçimlerde, İspanya’nın büyük kentlerinde
cumhuriyet yanlısı gruplar çoğunluğu sağladı. Kırsal bölgelerde ise monarşistler çoğunluğu elde etti.
İspanya’da, bu dönemde anti-monarşist rüzgârın estiği bir dönemdir.
1931 sonunda Anayasa kabul edildi. Anayasa’da,
İspanya’nın işçilerin cumhuriyeti olduğu tanımı konuldu. Bu tanımın gerçeklik haline gelmesi için zamana ihtiyaç vardı. Bu dönemde İspanya kralı VIII.
Alfonso’dur. Alfonso, askerlerden beklediği desteği
bulamadı. Krallık haklarından feragat ettiğini söyleyen Alfonso, ülkeyi iç savaşa sürüklemek istemediğini belirterek sürgüne gitti.
Monarşi döneminde bakanlık yapmış olan Alcala
Zamora, 1931’de Cumhuriyetin başkanı seçildi. Alcala Zamora, eski bir cumhuriyetçi olan Azana’ya hükümeti kurma görevi verdi. Kurulan hükümette, burjuva partilerinin yanı sıra iki sosyalist te görev aldı.
Hükümette görev alan sosyalistlerden Largo Caballero, İspanyol Sosyalist İşçi Partisi üyesi ve aynı zamanda Tarım İşçileri Federasyonu’nun (UGT) genel
sekreteridir. Largo Caballero’ya Çalışma Bakanlığı
görevi verildi. Hükümette yer alan diğer bir sosyalist
Indalecio Prieto da İspanyol Sosyalist İşçi Partisi’nin
üyesidir ve Indalecio Prieto Maliye Bakanı oldu. Ancak hükümet beklentileri yerine getirmekten uzaktır.
Bu hükümet döneminde de, hoşnutsuzluklar giderek
artar. Grevler, yerel ayaklanmalar ve kitle eylemlilikleri sürüp gider. 1 Mayıs 1931’de gösteriler yapılır.
31
panorama
32
Largo Caballero, Madrid’deki 1 Mayıs gösterilerine katılır. Ulusal Emek Konfederasyonu’nun (CNT)
Barselona ve Komünistlerin Bilbao’da düzenlediği 1
Mayıs gösterilerine kolluk güçleri saldırır. Mayıs sonunda Pajases’de sekiz kişi, 28 Haziran’da Malaga’da
bir kişi öldürülür. 18 Temmuz’da Sevilla’da bir işçinin öldürülmesi sonucu genel greve gidilir. Grevin
ardından tutuklanan dört işçi öldürülür.
Bu dönem aynı zamanda monarşi güçlerinin toparlandığı dönemdir. Sağda yeni bir ittifakın temelleri
atılır ve ‘Sağ Partiler Konfederasyonu’ (CEDA) kurulur. CEDA, açıkça monarşiyi savunuyordu. Cumhuriyetçiler, gerici sınıflara karşı aktif bir tavır alamıyordu. Gerici sınıfların direnişi sonucu toprak reformu
yapılmaz.
Kasım 1933’te genel seçimler yapılır. O dönemde
İspanya’da 8 milyon 700 bin seçmen vardır. Sosyalist
Parti, 1 milyon 700 bin oy alarak 58 milletvekilliği
kazanır. Komünist Parti 400 bin oy alır. Anarşistler
seçimleri boykot eder. Seçimden ‘Sağ Partiler Konfederasyonu’ (CEDA) en büyük parti olarak çıkar. Kitlelerin sağa yönelmesinde, 30 Ocak 1933’te Nazilerin
Almanya’da iktidara gelmesinin de etkisi vardır. Seçimlerin ardından sağcı bir hükümet kurulur. Devlet başkanı CEDA’lı bakanların kabineye girmesini
onaylamaz. Radikal Cumhuriyetçi Parti lideri Alejandro Lerroux García başbakan olarak atanır. Lerroux, otonom sağcı ve CEDA tarafından desteklenen
bir hükümet kurar. Sağcıların seçimi kazanması ile
birlikte, kitlelere karşı savaşacak faşist örgütlenmenin temeli olan Falanjlar oluşmaya başlar.
Aralık 1933’te, Ulusal Emek Konfederasyonu
Katalonya’da bir grev dalgası başlatır. CNT, Mart
1934’te siyasal tutukluların serbest bırakılması için
grev kampanyasını yürütür. Mayıs 1934’te Estremadura köylüleri, hasat zamanı greve gider. Ancak
greve katılım düşük olur. Haziran’da sosyalist dört
milletvekili ve yüzlerce köylü tutuklanır. Bu tutuklama furyası kitle hareketlerinin yükselmesine neden
olur. 5 Ekim 1934’te genel greve gidilir. Ancak genel
grev başarısız olur. Lerroux, dışardan desteğin yeterli
olmadığını belirterek, CEDA üyelerinden bazılarını
hükümete alır.
5 Ekim 1934’te, Katalonya’da bir isyan çıkar. İspanyol milliyetçileri, İspanya devleti içinde kalmak koşulu ile Katalonya devletini ilan eder. İsyan iki gün
içinde kanla bastırılır ve hükümet üyeleri tutuklanır.
Katolanya isyanına paralel olarak Asturias isyanı
başlar. Kuzey sahilinde madencilikle uğraşılan bölge-
lerde, tüm sol grupların önemli bir etkisi vardır. Bu
bölgede, tüm sol gruplar faşizme karşı asgari düzeyde
bir ittifak kurmuşlardı. 5 Ekim’de madenciler, polis
ve sivil muhafız karargâhlarına saldırıp silahlarına
el koyar. Eyalet başkenti Oveido ele geçirilir. Asturias komünü kurulur. Ayaklanma sadece Asturias
bölgesi ile sınırlı kalır. Asturias komünü iki hafta yaşar. Franco komutasındaki askerlerin terörü altında
komün yenilir. 1300 kişi öldürülür. 30-40 bin kişi de
tutuklanır. Yaralı sayı ise 3 bindir.
Aralık 1935’te Cumhuriyetçi hükümet erken seçim
kararı alır. Bu dönemde üç koalisyon listesi ortaya
çıkar. Birinci liste, ılımlı sağ ve orta yol Cumhuriyetçiler listesidir. İkinci liste, Ceda önderliğinde tüm
katolik, monarşist ve faşist güçler koalisyonundan
oluşuyordu. Üçüncü liste, Cumhuriyetçiler, sosyalistler ve komünistlerden oluşan Halk Cephesiydi.
15 Ocak 1936‘da Halk Cephesi kurulur. Halk
Cephesi’nin sağ kanadı Cumhuriyetçi sol, Cumhuriyetçi Birlik, Esquerra Katalonya Partisi ve Federal
Cumhuriyetçi Parti’den oluşuyordu. Sol kanat ise 200
bin üyeli UGT sendikası, Sosyalist Parti, Komünist
Parti, küçük çaptaki sendikalist partiler ve Marksist
Birlik Partisi’nden oluşuyordu. Halk Cephesi içerisinde yer almayan iki anarşist örgüt FAİ (İspanya Anarşist Federasyonu) ve CNT (Ulusal Emek Konfederasyonu) Halk Cephesi’ne geniş ölçüde destek oluyordu.
CNT’nin o dönemki üye sayısı 1 milyona yakındı.
16 Şubat 1936’da seçimler yapılır. Merkez liste 681
bin, Halk Cephesi 4 milyon 176 bin ve sağ cephe 3
milyon 783 bin oy alır. Halk Cephesi 286, sağ cephe
132 ve Merkez liste 42 milletvekili kazanır. Seçimlerden sonra, sol Cumhuriyetçi Manuel Azaña’nın
hükümeti kurulur. Hükümette, sosyalistlere ve komünistlere yer verilmez. Sosyalistler ve komünistler
dışardan hükümeti destekler. Çalışma haftasının
kısaltılması, ücretlerin yükseltilmesi ve ücretli izin
hakkı için mücadeleler yoğunlaşır. Azana Hükümeti
19 Şubat’ta genel af ilan eder. Özerk Katalan hükümetinin yeniden kurulmasına izin verilir. 14 Mart’ta
Falanj faşist örgütü yasadışı ilan edilir ve lideri J.A.
Primo de Rivera tutuklanır. 10 Mayıs tarihinde ise
Azana, Cumhurbaşkanı seçilir. Başbakanlığa ise Casares Quirigo getirilir.
Seçimlerin hemen ardından faşistler, ülkenin hemen her yerinde siyasetçilere, sendikacılara, işçi ve
köylülere yönelik suikast ve katliamlara hız verir.
Falanjistlerin amacı yarattıkları terör yoluyla halkı
sindirmektir. Falanjistler iç savaşı tırmandırmak için
Barrio’nun yerine Jose Giral başbakanlığa atanır.
Askeri darbeye karşı, İspanya’nın en önemli şehirlerinde kitleler mücadele etmeye başlar. İşçi örgütleri,
resmi makamlara başvurarak silah talep eder. Silah
bulanlar kendi imkânları ile darbecilerin karşısına
çıkar. Kitlelerin askeri darbeye karşı koyuşları, askeri darbenin kimi şehirlerde başarısızlığa uğramasına
neden olur. İşçiler kısa sürede, Madrid, Barselona, Valencia, Toledo, San Sebastian ve Malaga gibi kentlerde
denetimi ele geçirir. Cardoba ve Sevilla gibi kentlerde çatışmalar devam eder. Donanmanın önemli bir
kısmı emekçi kitlelerin yanında yer alır. Darbeciler,
Burgos, Saragosa, Fas, Kanarya Adaları ve Balear’ı
denetimleri altına alır. Böylelikle iç savaş başlar.
panorama
suikastlar yanında doğrudan halka saldırmaya da
başlar. 14 Nisan 1936’da Falanjistler, resmigeçit töreninde halka ateş açar. 13 Temmuz tarihinde cumhuriyetçi askerlere dönük katliamlar ise bardağı taşıran
son damla olur. Sağcıların liderlerinden Calvo Sotelo
cezalandırılır. Bu dönem askerlerin darbe hazırlıklarını yaptığı dönemdir. Hükümet, darbe hazırlıklarını
yapan General Franco’yu Kanaraya Adaları’na, General Goded, Barselona’ya tayin edilerek, Madrid’den
uzaklaştırılır. Temmuz’un ilk günlerinde askeri
darbenin yaklaşmakta olduğu seziliyordu. Sol cumhuriyetçi hükümet, darbeyi önlemek için gereken çalışmayı yapmıyordu. Darbe öncesi, sokak gösterileri
ve suikastlar giderek artıyordu. 12 Temmuz’da sol
subayların örgütü olan UMRA üyesi teğmen Jose Del
Castilol faşistler tarafından öldürülür. Castilol’un öldürülmesi büyük anti-faşist gösterilerin yapılmasına
neden olur. 13 Temmuz’da sağcı Jose Calvo Sotelo
öldürülür. Sotelo’nun öldürülmesi sağcıların gösteri
yapmalarına neden olur.
16-17 Temmuz 1936’da, İspanya’nın sömürgesi olan Fas’ta üstlenmiş olan birlikler ayaklanır. 17
Temmuz’da Fas’taki kuvvetlerin komutanı Yagüe isyanı başlatır. Birlikler, tüm İspanyol Fas’ında kontrolü
ele geçirir. Yirmi dört saat içerisinde, ülkedeki önemli garnizonlar isyana katılır. Queipo de Llano, Fanjul,
Goded, Cabanellas, Mola ve diğer bölge komutanları,
bulundukları yerlerde olağanüstü hal ilan eder. İsyan
sokaklara taşınarak kamu binalarını ele geçirilir ve
Cumhuriyete bağlı görevliler öldürülmeye başlanır.
Carlistlerin bölgesi Navarre’de isyan herhangi bir
direnişle karşılaşmaz ve kısa sürede ayaklanma, bölgenin tamamında başarıya ulaşır. Saragosa, Aragon,
Burgos, Eski Kastilya, Cadiz, Sevilya, Jerez, Cordoba
ve Granada’da, isyancılar kendilerine karşı direnişe
geçen silahlı işçi gruplarına karşı üstünlük sağlayarak, bu bölgelerin denetimini ele geçirir. Franco,
19 Temmuz’da Kanarya Adaları’ndan Fas’a gelerek,
buradaki orduların komutasını devralır ve buradan
lejyonerler ve Faslı askerler ile birlikte İspanya’ya
gelmeyi başarır. Ardından Cuenta ve Tetuan şehirlerinde ayaklanma başlar. Burgos’ta General Davila,
hükümet yanlısı General Batet’i tutuklar. Sevilla’da
General Ljano, Saragosa’da General Cabanellas şehri teslim alır. Azana başkanlığındaki Halk Cephesi,
Halk Cephesi içinde bulunan en sağ parti lideri Martinez Barrio ile bir milli birlik hükümetini denemek
ister. Barrio’nun başbakanlığı bir gün sürer. UGT ve
CNT halkın derhal silahlandırılmasını talep eder.
Ve İç Savaş!
Darbeciler, darbeyi ustaca hazırlamıştı. İç savaş hesapta yoktu. Darbeciler, sadece ordu aracılığıyla değil
sivil faşist güçleri de kışlaya sokup onlara üniforma
ve silahlar dağıtarak ayaklanmalara hız vermişlerdi.
Faşistler işgal ettikleri yerlerde yağma, talan ve katliamlara başvuruyor, oluk oluk kan akıtıyorlardı. İşgal
ettikleri her yerde on binlerce insanı önce işkenceden
geçirip ardından öldürüyorlardı. Faşistlerin katletmesi için çoğu zaman cumhuriyetçi bile olmak gerekmiyordu. Darbecileri desteklememek, cinayetler için
yeterli bir gerekçeydi.
İşçi sınıfı ve köylüler, kitlesel olarak sokağa çıkıp
elde silah faşistlere karşı savaşmaya başladı. Faşizm
tehlikesi karşısında hükümet halka silah dağıtılmaya başladı. Komünistler, Sosyalistler, CNT üyeleri,
Cumhuriyetçiler, Katalan Milliyetçileri, Basklılar ve
diğer anti-faşistler birleştiler. Cumhuriyeti kurtarmak için bir ölüm kalım mücadelesi yürütülmeye
başlandı.19 Temmuz 1936’da Katalonya’da, askerler
kışlalarından çıkarak Katalonya meydanına yürüdüler. Katalonya meydanı kanlı bir çarpışmaya neden
oldu. İşçiler çok fazla kayıp verdiler ama askerleri geri
püskürtmeyi başardılar. Çatışmanın kritik bir anında Albay Escobar, dört bin muhafızla işçilerin safına
geçti. Darbeciler yenildi, kışlalar düşürüldü.
Çatışmalar 20 Temmuz’da Madrid’e sıçradı. İşçilerin çok az silahı vardı. Darbeciler kışlalarına çekildi.
İşçilerin kitlesel saldırısı ile askeri kışla düştü. İşçiler
daha sonra Madrid yakınlarındaki Guadalajara garnizonuna saldırıp, garnizonu ele geçirdiler. General
Barrera kurşuna dizildi. Toledo kenti darbecilerden
geri alındı. Halk Cephesi güçleri, darbecileri durdurmak için Valencia, Malaga ve Siguenza’ya yürüdüler.
33
panorama
34
Malaga’da darbeciler kışlalarına çekilip savunma
pozisyonuna geçtiler. Askerler teslim olmak zorunda
kaldılar. İspanyol halkı Cumhuriyeti kurtarmıştı. Bu
büyük çatışmada, İspanyol halkının darbecilerden
daha güçlü olduğu ortaya çıkmıştı. İç savaşın cumhuriyetçiler lehine gelişmesine bağlı olarak uluslararası
emperyalist ve faşist güçler devreye giriyordu.
Faşizmin Uluslararası Desteği
İspanya Cumhuriyeti’ne karşı Almanya ve İtalya’nın
askeri müdahalesi bağlamında Stalin şu tespitleri yapıyordu:
„1936 yazında Almanya ve İtalya’nın İspanya
Cumhuriyeti’ne karşı askeri müdahalesi başladı. İspanyol
faşistlerini
desteklemek
bahanesiyle, İtalya ve Almanya, İspanyol toprakları üzerine, yani
Fransa’nın gerisine
üstü kapalı biçimde
asker çıkarma ve donanmalarını İspanyol
karasularına -güneyde Balear Adaları’na
ve Cebelitarık çevresine, batıda Atlantik
Okyanusuna, kuzeyde de Biskay körfezine-sokma imkânı
buldular. 1938 başında Alman faşistleri
Avusturya’yı
ilhak
ettiler, böylelikle orta
Tuna boylarına yerleştiler ve- Avrupa’nın güneyine,
Adriyatik denizine doğru yayıldılar.
Alman ve İtalyan faşistleri İspanya’ya müdahalelerini genişlettiler ve aynı zamanda dünyaya İspanya’da
“Kızıllar” ile savaştıklarını ve başka bir niyetleri olmadığını ilan ettiler. Ama bu, saf kimseleri kandırmak için hazırlanmış kaba ve sığ bir tertipti, çünkü
aslında onlar, İngiltere ve Fransa’nın Asya ve Afrika’daki geniş sömürgeleri ile deniz ulaşımlarını keserek, bu ülkelere darbeler indirmekteydiler.“ (Stalin,
Eserler, Cilt XV, sf. 376, İnter Yayınları)
Emperyalist ve faşist devletlerin çıkarları
İspanya’da çakışıyordu. İspanya Cumhuriyeti faşistler için risk taşıyordu. İtalya, 1935’te Habeşistan’a
saldırmıştı ve ülkeyi kendi boyunduruğu altına almıştı. Nazi Almanya’sı, SSCB’ye saldırmak için ha-
zırlık yapıyordu. SSCB’ye saldırmadan önce İspanya
Devrimi boğulmalıydı! İspanyol madenleri faşist savaş sanayisi için gerekliydi. İspanya iç savaşında, faşistlerin kaybettiği ortaya çıkınca Almanya ve İtalya,
İspanya ile Fas arasındaki cumhuriyet donanmasına
uçak ve denizaltılarla saldırıp bölgeden uzaklaştırdı. Böylece oluşturulan koridordan Fas’ta toplanmış olan Franco’nun birlikleri, Arap paralı askerleri
ve İtalyan birlikleri İspanya’ya taşındı. Bunlar savaş
deneyimi olan birliklerdi. Özellikle İtalyan askerleri
Habeşistan’ın işgalinden daha yeni gelmişti. 150 bine
yakın İtalyan askeri Franco kuvvetlerine katıldı. İtalyan Hava Kuvvetleri’ne ait uçaklar, İspanya halkının
üzerine bomba yağdırdı. Ayrıca İtalya,
Franco’ya askeri destek sundu. Alman ve
İtalyan denizaltıları
özellikle Akdeniz’de
İspanya’ya
giden
gemileri batırarak,
Cumhuriyetçilere gidebilecek yardımları
engellemeye çalıştı!
İspanyol faşizminin uluslararası alanda en önemli destekçilerinden birisi
Nazilerdi. Naziler,
İspanya iç savaşında,
hava taktiklerini ve
teorilerini deneme
fırsatı buldu. Bunlar
içinde en önemlisi 27 Nisan 1937 yılında Guernica’nın
yoğun hava bombardımanı ile yok edilmesiydi. Naziler, 1936 Ekim’inde İspanya Cumhuriyeti’yle savaşmak üzere General Sperrle komutasında Kondor
(Akbaba) Lejyonu adıyla bir hava birliği gönderdi. Almanya, Franco ordusunu eğitmek ve örgütlemek için
binlerce subay, tank, topçu ve muhabere birlikleri de
göndermişti. İspanya iç savaşında rol alan Alman subay ve uzmanlarının elli bin kişiyi bulduğu tahmin
edilmektedir.
Franco faşistlerine destek veren ülkelerden biri de
Portekiz’di. Portekiz’de Salazar diktatörlüğü hüküm
sürüyordu. Salazar, İspanya’ya on beş bin asker göndermişti. Franco’ya giden her türlü malzeme, Portekiz üzerinden taşınıyordu. Franco’nun ABD’den
sağladığı taşıt, yakıt vb. malzemeler deniz yoluyla
İç Savaş ve İkili İktidar
1936 sonbaharında, General Mola’nın yönetimindeki 25 bin kişilik bir ordu Madrid üzerine taarruza
geçer. Bu saldırı Madrid’e 70 km mesafede durdurulur. Madrid ele geçirilmez ama Toledo kenti faşistlerin eline geçer. Ulusal Savunma Cuntası, General
Franco’yu devlet başkanı ve genelkurmay başkanı
olarak atar. Franco, devlet başkanı olarak atandıktan
sonra, iş ve ücretin garanti altına alınacağını, ancak
işçilerin sınıfsal çizgide örgütlenmelerinin yasaklandığını açıklar. İç Savaşın başlaması ile birlikte,
İspanya’da ikili bir yönetim ortaya çıkar. Cumhuriyetçi yönetim bölgesi ve faşistlerin yönetimi altındaki
bölge. Halk Cephesinin kontrolü altındaki bölgede,
1936’nın ikinci yarısı ile birlikte, İspanyol tarihinin
en büyük sosyal değişiminin gerçekleştirildiği bölgedir. Toplu taşımacılık ve diğer kamu hizmetleri işçi
birliklerince üstlenilir ve düzenli bir şekilde faaliyet
gösterilmeye başlanır.
Merkezi hükümette önemli bir değişim yaşanır ve
Largo Caballero’nun başbakanlığında, sosyalistlerin
ve komünistlerin ağırlıkta olduğu bir kabine oluşturulur. Çeşitli bölgelerdeki yerel milis kuvvetleri
birleştirilerek bir Halk Ordusu kurulur. Önemli bir
kitlesel desteğe sahip olan CNT, Kasım 1936’da yeni
hükümeti desteklemek üzere Merkezi hükümete katılma kararı alır. Halk Cephesinin denetimindeki kırsal bölgelerde tarım reformu uygulamaları başlatılır.
Bazı bölgelerde tüm kasaba arazileri kamulaştırılır.
Kimi sahipsiz topraklar, topraksız çiftçiler arasında
paylaştırılır. Belediye meclisleri, Halk Cephesindeki
her partinin bir üye ile temsil edildiği yerel komiteler oluşturulur. 7 Kasım 1936‘da faşistlere doğrudan
veya dolaylı olarak katılan kişilerin topraklarının
kamulaştırılması kararlaştırılır. Bu kararname ile 5
milyon hektar toprak 350 bin tarım işçisine verilir.
İspanya’nın kuzey bölgelerinde, askeri ayaklanmanın başladığı andan itibaren, tüm ülkede farklı bir
savaş yaşanıyordu. Asturya, Halk Cephesi güçlerinin
kontrolündeydi. Bask bölgesi, Bask milliyetçilerinin
denetimindeydi. Bask milliyetçilerinin organı Euzkadi, cumhuriyetçilerden yana tavır takındı. 1 Ekim
1936’da Bask özerklik yasasını onaylandı ve Jose
Antonio Aguirre, Guernica’da Bask hükümetinin
başbakanlığına seçildi. Bask bölgelerine komşu olan
Navarre faşistlerin elinde bulunuyordu. Faşistler, Navarre üzerinden Bilbao ve diğer Bask şehirleri üzerine
saldırıya geçmeye hazırlanınca, Bask milliyetçileri ve
Asturyalı işçi birlikleri anlaşarak, bölgeyi birlikte savunma kararı alır. Faşistler, liman kentlerini kuşatma
altına alırken, Nazi hava kuvvetleri Guernica, Eibar
ve diğer Bask şehirlerini bombalar. Bölgenin en büyük merkezi Bilbao düşer. Faşist birlikler, önceden
kontrolünü sağladıkları Galiçya ile birlikte, Kuzey
İspanya’yı, Atlas Okyanusu kıyılarını ele geçirir.
Faşist birlikler, İtalyan birliklerinin yardımı ile
Malaga’yı alarak tüm Güney İspanya’yı ele geçirir.
Cumhuriyetçi güçler, Madrid ile Akdeniz kıyıları
arasında ki bölgeye sıkışır. Barselona’da Halk Cephesi içerisinde yaşanılan iç savaş sonrasında, Caballero hükümeti istifa eder. Sosyalist Partiden Juan
Negrin’in Başbakanlığı ile yeni bir kabine kurulur.
Hükümet, Cumhuriyetçi bölgenin bütününde bir
Halk Ordusu kurulmasını hızlandırmak amacı ile
birleşik bir kumandanlık kurar. 1937 yılı Cumhuriyet güçleri açısından ağır yenilgilerin yaşandığı bir
yıldır. Faşist güçler, Akdeniz kıyılarına da ulaşarak,
Cumhuriyetçi bölgeyi Doğu İspanya ile Fransa sınırına doğru uzanan Katalonya bölgesi içerisinde hapseder. İç Savaş döneminde, Komünist Parti, İspanyol
Solunun en etkili örgütü durumuna gelir. KP‘nin 1
milyona yakın üyesinin yanı sıra, Sosyalist Komünist
Gençlik Örgütü de yarım milyon üyeye ulaşır. 1938
yılı içerisinde Kuzey İspanya’dan Katalonya’ya giren
faşist güçler, 1939 yılı başlarında Barselona ele geçirir.
Mart’ta Madrid de düşer. Böylece İspanya iç savaşı
Franco güçlerinin zaferi ile sona erer.
İspanya iş savaşı, bir dünya savaşının provası olarak görüldü. Darbenin ardından başlayan Nazi
Almanya’sı ve Mussolini İtalya’sının yardımları sonucu, savaşın kaderi Franco lehine değiştirildi. Halk
cephesi hükümetinin en büyük yanlışlarından biri;
ordunun, kilit noktalarında bulunan faşist generalleri tasfiye etmemesidir. Halk Cephesi Hükümeti, ayak
sesleri duyulan askeri darbe karşısında hazırlıksız
panorama
Portekiz üzerinden İspanya’ya ulaştırılıyordu. Portekiz toprakları, hava alanları, ulaşım Franco’nun
emrine verilmişti. Portekiz hava alanlarından kalkan
Alman uçakları İspanyol şehirlerini bombalıyordu.
İspanyol faşistlerinin savaşa sürdüğü askerlerin bir
kısmı da Arap kökenli askerlerdi. Kuzey Afrika’dan
toplanan bu paralı askerlerin sayısı yüz bini buluyordu. İspanya’da savaşa katılan yabancı güçlerin toplamı Franco’nun elinde bulunan İspanyollardan kat kat
fazlaydı. İspanya’daki iç savaşa müdahale eden İtalyan, Alman, Portekiz ve Arap askerlerinin sayısının
üç yüz bini aştığı tahmin edilmektedir.
35
panorama
yakalanması yenilginin nedenlerinden biridir. O dönem Komünistler her gün düzenledikleri toplantılarda, basında, parlamentoda ve hatta cumhuriyetçi yetkililere sürekli faşist tehlikeye karşı önlem alınması
gerektiğinden bahsettiler. Komünistler, başta Franco
olmak üzere komplocu generallerin adlarını açıklıyor, bunların bulundukları görevlerden alınmalarını
ve faşist kuruluşların yasaklanmasını talep ediyorlardı. Ama Halk Cephesi Hükümeti, komünistlerin bu
görüşlerine karşı bir duyarlılık ortaya koyamıyordu.
Darbe profesyonelce hazırlanmıştı. Cumhuriyetçilerin kararsızlığı ve Halk Cephesi içerisinde yaşanan
sürmüşler, darbecilerin zafer kazanmasının bir nedeni idi. İspanya’da Troçkist hareket, sivri oklarını
Franco faşistlerine çevireceği yerde, onlar Stalin ve
SSCB’deki sosyalizmin kazanımlarının yok edilmesi ile uğraşıyorlardı. Naziler ve Mussolini’nin askeri
yardımları sonucu Franco silah ve cephane de üstünlük sağlamıştı. Halk Cephesinin silah ve cephane
eksikliği ve milislerin örgütlenmesinin yetersizliği
yenilgi de önemli rol oynamıştı. Milislerin yeniden
örgütlenmesinde herkes hemfikirdi. Bu örgütlenmenin nasıl yapılacağı konusu tartışmalıydı. Halk ordusunun kurulması kararlaştırılmıştı ama Anarşistler
ve Troçkistler Halk Ordusuna karşıydı.
İspanya İç Savaşı ve Komintern
36
İspanya Komünist Partisi içinde 1932’ye kadar yönetimde bulunan Bullejos-Trilla grubu, İspanya’da
1931’de başlayan devrimin karakterinin burjuva-demokratik olduğunu, devrimin merkezi sorununun
tarım devrimi olduğunu kavramıyordu. Kitleler içinde, özellikle de köylü kitleleri içinde çalışmanın önemi küçümseniyordu. KEYK’in yol göstericiliğinde
1932 yılının birinci yarısında bu grup parti yönetiminden uzaklaştırıldı.
İspanya’da Komünist Partisi 1933’ten itibaren, gericiliğe ve faşizme karşı bütün güçlerin anti-faşist cephe
içinde birleştirilmesi çağrısını ve bu yönde faaliyeti,
çalışmasının merkezine koydu. Bu siyaset sonucunda 1933 Kasım’ında Malaga’da Sosyalist, Komünist ve
Cumhuriyetçilerden oluşan “Halk Bloku” seçimlerde
çoğunluğu kazandı. Birleşik Cephe siyaseti yalnızca
sosyalistlerle değil, anarşist ve sol cumhuriyetçi güçlerle de birlikte mücadele imkânlarını ortaya çıkarıyordu.
Ekim 1934’de İspanya’da işçiler genel greve gittiler;
sosyalist, anarşist ve komünistlerin eylem birliğinin
sağlandığı Asturya bölgesinde iktidar kısa süre de
olsa bu güçlerin eline geçti. Daha sonra bu hareket
burjuvazi tarafından kanla bastırılmış olmasına rağmen, açık olarak görüldü ki, işçilerin — ayrı partilerde de olsalar — ortak mücadelesi mümkündür ve
faşizmi engelleyecek tek güç de bu ortak mücadeledir.
Halk Cephesi siyaseti İspanya’da da başarılı bir şekilde uygulandı. Asturya yenilgisi sonrasında başlatılan sıkıyönetime karşı ve siyasi tutukluların serbest
bırakılması için kampanya, bu cephenin oluşturulmasında önemli bir manivela oldu.
Kuşkusuz bu taktik dönüşüm, buna karşı mücadelesiz olmadı. Bu taktik dönüşümün sağcılık olduğunu savunan kişi ve gruplar birçok partide ortaya
çıktılar, KEYK içinde de görüşlerini savundular.
Fakat tartışmalar içinde önemli örgütsel bölünmelere yol açmaksızın yeni taktik dönüşüm hâkim oldu.
Bu arada uluslararası alanda merkezi olarak da eylem birliği için çabalar arttırıldı. 10 Ekim 1934’de
KEYK, Sosyalist Enternasyonal Yönetimine, İspanya
proletaryasına destek için ortak eylemler örgütlemeyi
önerdi.
15 Ekim’de Brüksel’de yapılan görüşmelerde Sosyalist Enternasyonal’in şefleri böyle bir önerinin çok geç
olduğu gerekçesi ile öneriyi reddetti. Bu tavır karşısında Sosyalist Enternasyonal Yürütme Kurulu içindeki Fransa, İspanya, İtalya, Avusturya delegasyonları bir “azınlık açıklaması” yaptılar. Bu açıklamada
“Savaşa karşı, demokratik özgürlüklerin olduğu ülkelerde bunları korumak için, faşizmin demokratik
özgürlükleri ezdiği ülkelerde devrimci mücadele için
ortak mücadelenin ön şartlarının uluslararası ölçekte
gözden geçirilmesi” talep ediliyordu. Sosyalist Enternasyonal Yürütme Kurulu komünistlerle birleşik cephe konusunda alttan gelen baskılara daha fazla dayanamadı. Sosyalist Enternasyonal Yürütme Kurulu
Sosyalist Enternasyonal’in seksiyonlarına verilen
“Komünistlerle görüşme yasağı” direktifini kaldırmak zorunda kaldı. Bu yasak resmen kaldırıldığında
birçok ülkede zaten çoktan delinmiş durumda idi.
Birleşik Cephe düşüncesi her geçen gün daha fazla
yığınları sarıyordu. (H, Yeşil, “Faşizm Nedir? SosyalDemokrasi Nedir?”, Dönüşüm Yayınları, sayfa 84-96)
KEYK Kasım 1935’te İspanya Komünist Partisi’ne
bir halk cephesi için mücadeleyi yükseltme direktifi
verdi. Bu direktifin hayata geçirilmesi için J. Dudos
Madrid’e gönderildi. Faşist darbe tehdidi karşısında
sosyalist parti ve sol cumhuriyetçilerle halk cephesi
tipi bir birlik oluşturma görev olarak İspanya KP’nin
önüne kondu.
İspanya’da Şubat 1936’da yapılan seçimlerde Halk
Togliatti de İspanya’da kurulan demokratik
cumhuriyetin yeni bir demokratik cumhuriyet
“yeni demokrasi” olduğunu tespit ediyordu. (Komünist Enternasyonal, sayı 11/12; 1936, s. 1108)
Bu gerçekte VII. Kongre’de Halk Cephesi Hükümeti konusunda yapılan tespitlerin somutlaştırılması
ve ilerletilmesi anlamına geliyordu. Bundan sonraki
gelişmesi içinde KEYK Başkanlığı’nın İspanya Devrimi konusundaki müdahaleleri daha çok “sol”, “aceleci” tavırları eleştirmek, faşist güçlere karşı olan tüm
güçleri birleştirmeye yönelik bir siyaset önermek biçiminde olmuştur. (H, Yeşil, “Faşizm Nedir? SosyalDemokrasi Nedir?”, Dönüşüm Yayınları, sayfa 124130)
İspanya İç Savaşı sırasında faşistlerin Cumhuriyetçi
Hükümet’e silahlı saldırısı baş gösterdiğinde Dimitrov Komintern’in tüm bürolarını faşizme karşı birleşik cephe için, İspanya’nın özgürlüğü için seferber
etti. Tüm dünyadan İspanya’ya Kızıl Tugayların gitmesini örgütledi. Gerek Cumhuriyetçi Hükümet’in
gerekse de Kızıl Tugayların ihtiyaçlarını karşılamak
ve onlara destek sağlamak için tüm dünya işçi sınıfının bu yolda seferber edilmesine ön ayak oldu.
Japon İmparatorluğu ve Nazi Almanya’sı 25 Kasım
1936‘da Anti-Komintern Paktı’nı oluşturur. Buna
göre, her iki ülke, içlerinden birisi Sovyet Sosyalist
Cumhuriyetler Birliği (SSCB) tarafından saldırıya
uğrarsa diğerine destek sözü verir. İtalya, 6 Kasım
1937’de, Macaristan Şubat 1939’da, Franco İspanya’sı
27 Mart 1939‘da Anti-Komintern Paktı’na katılır.
İspanya İç Savaşı ve Enternasyonal Tugaylar
26 Temmuz 1936’da Komintern ve Kızıl Sendikalar
Enternasyonali Prag’da yaptıkları ortak toplantıda
İspanya Cumhuriyeti’ne yardım etme kararı alındı.
Silah ve malzeme göndermenin yanı sıra, öncelikle beş bin gönüllünün savaşa gitmesi için komünist
partilere ve sendikalara çağrıda bulunuldu. Uluslararası Tugayların örgütlenmesinde, FKP’nin (Fransız
Komünist Partisi) lideri Maurice Thorez önemli rol
üstlendi. Enternasyonal’in çağrısı, işçi sınıfı, emekçiler ve ezilen halklar nezdinde büyük bir yankıyla
karşılandı. Dünyanın dört bir yanından gelmiş gönüllülerin oluşturdukları Enternasyonal Tugaylar,
dayanışmanın ve faşizme karşı ortak mücadelenin
en iyi örneğiydi. 53 ülkeden erkek, kadın, işçi, aydın,
hemşire, doktor binlerde kişi İspanya’ya koştu. Uluslararası Tugayların yaklaşık dörtte birini Fransızlar
oluşturuyordu. Almanlar, Avusturyalılar, İtalyanlar,
Amerikalılar, Meksikalılar, Kanadalılar, İngilizler,
panorama
Cephesi büyük bir başarı kazandı. Açık gerici burjuva partileri parlamentoda azınlığa düştüler. KEYK
başkanlığı ve İspanya KP yönetimi Mayıs 1936’da,
İspanya’da görevin demokratik cumhuriyet için
mücadele olduğunu; henüz demokratik devrimden
sosyalist devrime geçişin dolaysız görev olmadığını
tespit ettiler. Çizgi, kurulan sol cumhuriyetçi hükümeti desteklemek ve fakat onun tutarsız tavırlarını
eleştirmek ve bir halk cephesi hükümeti oluşturmaya
yönelmek idi.
İspanya’da demokratik devrimin ilerlemesinden
korkan burjuvazi, 1936 Temmuz’unda faşistler eliyle,
Almanya ve İtalya’nın desteği ile bir darbe gerçekleştirdi. Faşist darbecilere karşı cumhuriyetçi güçlerin
birleştirilmesi mücadelesi, aynı zamanda toplumun
derinlemesine demokratik dönüştürülmesi mücadelesi ile birleşti.
Cumhuriyetçilerin hâkim olduğu alanda toprak reformu gerçekleştirildi, büyük işletmeler millileştirildi
ve tüm toplumsal-siyasi yaşam demokratikleştirildi.
Komünist Partisi sol sosyalist L. Caballero önderliğindeki hükümete katıldı. İspanya’daki demokratik
devrim, kendinden önceki burjuva demokratik devrimlerin sınırlarını aşan bir devrimdi.
18-19 Eylül’de yapılan KEYK Sekreterliği toplantısında Manuilski’nin sunduğu rapor temelinde İspanya’daki devrimin niteliği sorunu üzerinde tartışma
gündeme geldi. Tartışmalarda içinde bulunulan ortamda burjuva demokratik devrim sorununun eski
tarzda ele alınamayacağı, İspanyol halkının zaferi
için savaştığı demokrasinin eski tipte bir burjuva demokrasisi olmadığı, olamayacağı, ortaya çıkacak devletin “gerçek halk demokrasisinin hüküm sürdüğü
yeni tipte bir devlet olacağı” tespit edildi. “Bu henüz
Sovyet devleti olmayacaktı” ve “fakat içinde burjuvazinin yalnızca sol kesimlerine yer olan anti-faşist,
sola yönelik bir devlet” olacaktı. Devletin ya kapitalist, ya da sosyalist olacağı görüşü ile polemik içinde
G.Dimitrov şöyle diyordu:
“Şimdi, içinde halk cephesinin belirleyici bir etkiye sahip olduğu yeni bir devlet doğuyor. Burada söz
konusu olan henüz kapitalist özel mülkiyetin tamamıyla ortadan kaldırılmadığı şartlarda üretimin işçi
sınıfı ve onun müttefikleri, yani köylülük ve küçük
burjuvazinin kontrolünde örgütlendirilmesidir. Teorik olarak belki bu doğru bir biçimde işçilerin-köylülerin demokratik diktatörlüğünün bir biçimi olarak
adlandırılabilir.” (Komünist Enternasyonal, 1936,
sayı 2, sayfa 8)
37
panorama
Sovyetler, Arnavutlar ve diğer uluslardan insanlar
İspanya’ya koşmuştu. On bin kişi İspanya topraklarında toprağa düştü. İspanya’ya gelenlerin büyük
çoğunluğu, meslekleri askerlik olmadığı halde, faşistlerin profesyonel ordularına karşı savaştı, olağanüstü
kahramanlıklar gösterdi.
İspanya’ya 1936 Eylül’ünde ilk ulaşan Ernst Thalmann Tugayı dört taburdan oluşuyordu, taburlardan
birisi o günlerde Hamburg’da tutuklu KPD’li Kızıl
Savaşçılar Ligası başkanı Edgar Andre adına kurulmuştu. Gönüllü birlikler kısa bir askeri eğitimden
sonra cepheye gidiyorlardı. Enternasyonal Gönüllüler büyük özverilerle savaştı. Perdiguera’da, Casa de
Campo’da, Madrid sokaklarında, Argueda Köprüsünde, Jarama Vadisinde, Guadaljara’da, Brunete’de,
Belchite’de, Ebro Nehrinde, Levante’de çarpıştılar.
Uluslararası Gönüllüler, dünya devrim tarihinin ve
insanlık onurunun unutulmayacak sayfalarında yerlerini aldılar. Sahip oldukları bütün olanakları terk
edip, İspanya’ya koştular ve kimileri toprağa düştü.
Karşılarında donanımlı savaş makinaları vardı. Faşizme karşı direnen kardeşleri ile omuz omuza çarpıştılar. Sadece İspanya’da değil tüm Avrupa’da faşizme geçit vermemek için savaşıyorlardı. Faşizmin
ne olduğu İkinci Dünya Savaşı sonrasında görüldü.
Savaş 60 milyon insanın ölümüne neden oldu. Enternasyonal Tugaylara katılanlar arasında pek çok antifaşist, İkinci Dünya Savaşı sırasındaki direniş hareketlerinde yer aldı. Uluslararası Tugaylar, Londra’da
imzalanan ve her iki taraftan da yabancı askerlerin
çekilmesini öngören antlaşma nedeniyle, 1938 Kasımında Barcelona’da 300 bin kişinin uğurladığı törenden sonra deniz yoluyla İspanya’yı terk ettiler. On bin
kadar gönüllü İspanya’da kaldı.
İspanya İç Savaşı ve SSCB
38
Cumhuriyet Hükümeti, Sovyetler Birliği’ne mesafeli durdu. Askeri darbe sonrasında SB’den yardım
talebinde bulundu. Sovyetler Birliği, hiçbir karşılık
beklemeksizin yardıma koştu. Sovyetler Birliği, insan, silah, mühimmat, yiyecek, giyecek, sağlık ve
çeşitli yardım malzemelerini İspanya’ya gönderdi.
Kızıl Ordu’nun en seçkin binlerce subayı, pilotu, denizcisi ve tankçısı, istihkâmcısı, eğitmeni yardım için
İspanya’ya koştu. Sovyetler Birliği’nin ilk planda, iç
savaşta cumhuriyetçilere binin üzerinde uçak (modern avcı ve bombardıman uçakları), bine yakın tank,
yüzlerce zırhlı araç, binlerce sahra topu, yüzbinlerce
silah ve 30 bin ton cephane verdiği biliniyor.
16 Ekim 1936’da, İspanya Komünist Partisi Merkez
Komitesi “Sovyetler Birliği Komünist Partisi Merkez
Komitesi’ne ve Stalin’e” şu telgrafı gönderir:
“Sosyalizmin anavatanına çok sıkı yakınlaşmış
olan İspanya halkı adına, uluslararası faşizm tarafından desteklenen faşistlere ve isyancı generallere karşı üyelerinin en ön sıralarda savaştığı İspanya
Komünist Partisi Merkez Komitesi, Sovyetler Birliği
Merkez Komitesine ve özellikle uluslararası proletaryanın sevgili lideri, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler
Birliği’nde Sosyalist inşa çalışmasının yöneticisi ve
barışın ateşli savunucusu büyük Yoldaş Jozef Stalin’e
selamlarını iletir.
“İspanya halkı devam eden sert mücadele içinde,
Sovyetler Birliği halkının dayanışması ile güçlendiğini hisseder ve ayrıca uluslararası faşizme de sert bir
darbe vurulacağı ülkemizde faşizm alaşağı edilene
kadar bir an bile mücadeleyi durdurmayacağına söz
verir.
“Faşizme karşı hayatını feda eden halkımız, bilmenizi istiyor ki sizin kardeşçe yardımınız onun isteğini
artırmıştır, savaşçılara yeni enerji vermiştir ve zafere
karşı olan inancını güçlendirmiştir.”
Stalin, İspanya Komünist Partisi Merkez Komitesinin telgrafına şöyle karşılık verir:
“Madrid. İspanya K.P. Merkez Komitesine.
“Yoldaş Jose Diaz’a.
“İspanya’nın devrimci kitlelerine kendi güçlerinin yettiğince her desteği vermekle Sovyetler Birliği
emekçileri yalnızca görevlerini yerine getirmektedirler. Onlar İspanya’nın faşist gericilerin baskısından
kurtuluşunun yalnızca İspanyolların özel bir meselesi olmadığını, ama tüm gelişmiş ve ilerici insanlığın
ortak davası olduğunu kavramışlardır.
Kardeşçe selamlar.
“J. Stalin” (Enternasyonal Basın Yazışmaları, Cilt
18, No. 24, 17 Mayıs 1938, Aktaran Kıbrıs’ta Sosyalist
Gerçek)
“Sovyet yardımı önce dostluk ve dayanışma gösterileri ile başladı. Bu dönemde Sovyetler Birliği Cumhuriyeti destekledi. Ekim 1936’dan itibaren giderek artan silah ve malzeme yardımı, 1938 yazından itibaren
giderek azaldı ve durdu. Ekim 1936’dan Mart 1937’ye
dek her ay 30-40 gemi İspanya’ya silah taşıdı. Sovyet
yardımının en önemli parçalarını kuşkusuz uçak ve
tank malzemeleri oluşturuyordu. Bir bütün olarak
Sovyet yardımı Alman ve İtalyan yardımı karşısında
çok yetersiz kaldı. Sovyetler daha çok teknik adam,
pilot ve tank operatörü gönderdiler. Ama gönderilen
İspanya İç Savaşı ve Guernica
İspanya İç Savaşı sırasında faşistler halkı katlederken,
Alman Nazi uçakları İspanya’nın Bask bölgesinde bulunan en eski yerleşim ve kültür merkezlerinden biri
olan Guernica kasabasını bombalıyordu. 26 Nisan
1937’de faşist Nazi ve İtalyan uçakları savaş cephesinin çok gerilerinde bulunan Guernica kasabasını tam
3 saat boyunca bomba
yağmuruna tuttular.
Saldırıdan saklanmaya
çalışan sivil halk, uçakların otomatik silahları
ile de tarandı. 1645 kişi
hayatını kaybetti. 889
kişi yaralandı. Alman
filosu bir bombardıman tekniğini (halı
dokur gibi bombalamayı) ilk orada denedi.
Kondor (Akbaba) Lejyonu adıyla gönderilen
Alman uçakları, Guernica kasabasını yerle
bir etti. Taş üstüne taş bırakılmadı. Guernica’nın yok
edilmesinin General Franco kuvvetleri için stratejik
bir önemi yoktu. Guernica, Nazilerin silahlarını denemesi için bir test alanıydı.
İspanya Savaşı’nda, Kondor (Akbaba) Lejyonu üzerinde durmak ta gerekir. Orgeneral Sperrle’nin komutasındaki birlik 4500 ila 5700 adet seçme subay
ve askerden oluşuyordu. Savaş boyunca 16.000 Alman görev yaptı. Kondor, Nazi ordusu Wehrmacht’ın
Hava Kuvvetleri’nin seçkin birliğiydi. Kondor Lejyonu, kara keşif, uzak mesafe deniz keşif uçaklarıyla
birlikte toplam 138 uçağa sahipti. Uçaksavar bataryaları, topçu bataryaları ve Almanların sonradan yıldırım harekâtlarında kullanacakları, tank birlikleriyle
beraber küçük bir savaş canavarıydı Kondor. 1936
Ekim’inde Franco’nun yardımına koştular. Madrid
kuşatmalarında Frankistlerin en etkili vurucu gücü
oldular, Malaga’yı bombaladılar. Bir Alman zırhlısı
Almeria’yı denizden vurdu. Hava harekâtları yapıldı.
Guernica yok edildi. Savaş bittikten sonra 31 Mayıs
1939’da döndüler.
Picasso, Guernica katliamını resimle tüm dünyaya
anlattı. Guernica saldırısı sırasında Paris’te gerçekleştirilecek fuarda diğer sanatçı arkadaşları ile beraber
İspanya için çalışma yürüten Picasso tavrını açıkça
ortaya koydu. O güne kadar iç savaş konusunda açık
tavır sergilemeyen Picasso, Guernica saldırısı karşısında tüm dünyaya kimden yana olduğunu ilan etti.1
Mayıs 1937 yılında Guernica ile ilgili ilk çalışmasına
başladı. 11 Temmuz 1937 Paris Fuarı’nda, İspanya’nın
temsil edildiği binanın girişinde Picasso’nun Guernica resmi katliamı tüm çıplaklığı ile sergiliyordu.
Paris Fuarı’ndan sonra Guernica, 30 Eylül 1938’de
Londra
Whitechapel Sanat Galerisi’nde
sergilendi. Hem de
İngiliz emperyalistlerinin Hitler ile imzaladığı ve İkinci Dünya Savaşı’na yol açan
Münih anlaşmasından
bir gün sonra. Resme
ilgi o kadar fazlaydı
ki daha ilk haftada 15
bin kişi resmi ziyarete gelmişti. Resim,
daha sonra ABD’ye
gönderildi. ABD’deki
sanat
galerilerinde,
gösterimde olan Guernica daha sonra 1950’lerde
Brezilya ve Avrupa ülkelerinde sergilendi. Ancak
Picasso Guernica’nın New York’ta kalmasını istedi. İspanya’da faşizm son bulduktan ve cumhuriyet
ilan edildikten sonra resmin İspanya’ya gidebileceğini açıklayan Picasso Guernica’yı uzun yıllar New
York’ta tuttu. Ve Guernica 10 Eylül 1980’de, Picasso
öldükten ve İspanya’da faşizm son bulduktan sonra
İspanya’da sergilendi.
panorama
yüksek rütbeli Sovyet danışmanlar yeni cumhuriyetçi ordunun kuruluşunda, Madrid savunmasında ve
sonraki savaşlarda perde arkasında kalan etkin güç
oldular.” (Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, İletişim Yayınları, Cilt 3, sf. 862)
Sonuç
Komintern ve İspanya Komünist partisi anti-faşist
cephenin örgütlenmesi için var gücüyle uğraşıyordu. Bu anti-faşist cepheye orta sınıfları temsil eden
sol-Cumhuriyetçileri de katmak için çalışmalar yapılıyordu. Mayıs 1935’te İspanya Komünist Partisi, tüm anarşist sosyalist ve komünistlere anti-faşist
birlik programının nasıl olması gerektiğini açıkladı.
15 Ocak 1936’da Halk Cephesi Programı resmi olarak açıklandı. Bu cepheyi İspanya Komünist Partisi,
39
panorama
PSOE, UGT ve sol-Cumhuriyetçiler oluşturuyordu.
Anarşist CNT, onun siyasal örgütü FAI (İspanya
Anarşist Federasyonu) ve Troçkist POUM bu cephede
yer almayı ret etti.
‘Anti-faşist halk cephesi’ Troçkist ve Anarşistler tarafından sabote edildi. Onlar, İspanya’da devrimin
burjuva demokratik devrim aşamasında olduğu gerçeğini ret ediyorlardı. Troçkist teorilerin bir gereği
olarak köylülüğün mücadelesini küçümsüyorlardı.
Derhal bir „işçi devleti“nin kurulması gerektiğini
savunuyorlardı. İşçi sınıfının beklemeye niyeti olmadığı yönünde subjektif tespitler yapılıyordu. 16
Şubat 1936’da Halk Cephesi’nin seçim zaferi işçilerin
ve köylülerin kendilerine güvenini arttırmıştı. Yükselen İspanya Devrimi burjuvaziyi harekete geçirdi.
İspanya’nın kaderi, büyük güç bloklarının yaklaşan
dünya savaşının provasını yaptığı bir deneme tahtası
oldu. Komünist Partisi, SB ve Komintern’in desteği
ile gücünü arttırdı. Almanya ve İtalya’nın isyancılara
yoğun desteği, Cumhuriyet’in yetersiz askerî gücü ve
Franko faşizmine karşı savaşanların gerçek anlamda
güçlerini birleştirememesi yenilgiye neden oldu. Halk
Cephesi siyaseti doğru dürüst uygulanmadı. Yenilginin temel nedenlerinden biri, Halk Cephesinin kendi
içerisindeki kapışmalar ve Halk Cephesi bileşenlerinin Franko faşizmine karşı güçlerini birleştirmemeleri idi.
İspanya iç savaşında, faşizme karşı yürütülen savaş,
gösterilen kahramanlıklar ve mücadele içerisinde şekillenen sloganlar ve enternasyonal dayanışma insanlık tarihine yazıldı. Faşizme karşı direnişte, şekillenen ‘No Pasaran’ [Geçit Yok - DN] sloganı, bugün de
anti-faşist mücadele içerisinde kullanılıyor, kullanılacak. Direnişçilerin mücadelesinden öğrenmek ve mücadeleyi geliştirerek devrim mücadelesine sarılmak,
günümüzün en acil görevidir.
18. 04. 2014 ✓
KISA KRONOLOJİ
40
12 Nisan 1931… Belediye seçimleri.
14 Nisan 1931... Cumhuriyetin ilanı ve Kral XIII.
Alfonso’nun sürgüne gidişi.
25 Nisan 1931… Azana’nın orduda reform kararı.
10-11 Mayıs 1931… Kilise ve manastırların yakılması.
Mayıs-Haziran 1931... Laik eğitim, ordu ve tarım
konusunda kararnameler.
14 Temmuz 1931... Genel oyla oluşmuş Kurucu
Meclisin (Cortes) açılması.
Ağustos 1931… CNT içinde bölünmeyi haber veren
“Otuzlar” manifestosunun yayınlanması.
Ekim 1931… Anayasa’nın 26. maddesi üzerindeki
tartışmaların (dini kuralların öğretimden çıkarılması vb.) ertesinde Alcala Zamora’nın başbakanlıktan
istifası; Azana’nın başbakan olması.
Aralık 1931… Alcala Zamora’nın cumhurbaşkanı
olması; Castilblanco’da köylülerin sivil muhafızları
öldürmesi; JONS’un (Ulusal Sendikalist Saldırı Juntaları) kurulması; Monarşist yayın organı Accion
Espanola’nın (İspanyol Eylem) ilk baskısı.
Ocak 1932… Arnedo’da sivil muhafızların göstericilere ateş açması; Katalonya’da FAI (Anarşist eğilimli grupların birliği) kaynaklı ilk ayaklanma; CNT genel grevi; Cizvitlerin dağıtılması. (İsa tarikatı olarak
adlandırılan bir Hıristiyan tarikatı)
10 Ağustos 1932... General Sanjurjo’nun darbe girişiminin bastırılması.
9 Eylül 1932... Katalonya’ya özerklik statüsünün kabulü.
Ekim
1932…
İspanyol
Özerk
Sağ
Konfederasyonu’nun (CEDA) kurulması; toprak sahiplerinin “köylüleri hizaya getirmek” için toprak
ekmeme kararı almaları.
Kasım 1932… Sağ’ın seçim zaferi; Bienno Negro’nun
başbakanlığı dönemi.
1 Mart 1933... Renovacion Espanola’nın (İspanya
Yenileme) kurulması.
1 Mart 1933... İspanya Özerk Sağ Federasyonu’nun
(CEDA) kurulması.
29 Ekim 1933... Falange Espanola’nın kurulması.
(Ulusal faşist ve anti-komünist hareket)
5 Kasım 1933... Bask Ülkesinin statüsü için halk oylaması.
19 Kasım 1933... Genel Seçimler, Lerroux Hükümeti.
Aralık 1933… Aragon’da merkezlenen üçüncü
Anarko-sendikalist ayaklanma.
Mart 1934… Asturya’da İşçi İttifakı anlaşmasının
imzalanması.
31 Mart 1934... Monarşist-Carlistlerin Mussolini’yle
anlaşması. Azana önderliğinde Sol Cumhuriyetçi
Parti’nin kurulması; Sanjurjo ve arkadaşlarının affedilmesi.
25 Nisan 1934... Semper Hükümeti.
Haziran 1934… Sosyalistlerin önderliğinde tarım
işçilerinin grevi; Lerroux hükümetinin buna dört
sosyalist milletvekili ve yüzlerce köylüyü tutuklaya-
Temmuz 1936… CPE (İspanya Komünist Partisi)
ve PSOE’nin (İspanyol Sosyalist İşçi Partisi) Katalonya’daki parti örgütleri bir araya gelerek, Katalonya
Birleşik Sosyalist Partisi’ni (PSUC) kurmaları.
13 Temmuz 1936... Sağcı lider Sotelo’nun öldürülmesi.
17 Temmuz 1936... Faşist ordu kalkışması. General
Mola, General Francisco Franco ve General Jose Sanjurjo önderliğinde Fas’ta askeri ayaklanma.
18 Temmuz 1936… Azana’nın Halk Cephesi içindeki en sağ parti olan Cumhuriyetçi Birlik lideri Diego
Martinez Barrio önderliğinde bir milli birlik hükümeti kurma teşebbüsü.
19 Temmuz 1936… Barrio’nun istifası; Jose Giral’ın
(Sol Cumhuriyetçi) Başbakan olması; Halka silah
dağıtılması emrinin verilmesi; Barcelona’da şiddetli
çarpışmalardan sonra ayaklanmanın bastırılması.
20 Temmuz 1936... Madrid’deki ayaklanmanın yenilmesi; Afrika ordusunun havadan naklinin başlaması; General Sanjurjo’nun uçak kazasında ölümü;
Barcelona’da liberter liderlerin iktidarı reddetmesi;
Anti-faşist Milisler Komitesi’nin Barcelona’da kurulması; Cumhuriyet hükümetinin Fransa’dan silah
talep etmesi; Milliyetçilerin Kuzeybatı İspanya’daki
ana donanma merkezi olan El Ferrol’ü ele geçirmesi.
24 Temmuz 1936… Katalan milis birliklerinin
Aragon’a girmesi.
26 Temmuz 1936.... Komintern’in Cumhuriyet’e
destek kararı.
30 Temmuz 1936… İlk İtalyan birliklerinin İspanyol Fas’ına ulaşması.
1 Ağustos 1936.... Badajoz’un işgali.
2 Ağustos 1936… Halk Cephesi’nin hükümette olduğu Fransa’nın savaşın dışında kalacağını açıklaması ve malzeme yardımını kesmesi.
4 Ağustos 1936… Afrika ordu birliklerinin
Sevilla’dan Madrid’e doğru harekete geçmesi.
14 Ağustos 1936… Milliyetçilerin Estramadura’nın
başkenti Badajoz’u alması ve böylece ayaklananların
iki ayrı hakimiyet bölgelerini birbirine bağlamaları;
2000’e yakın kişinin idam edilmesi.
19 Ağustos 1936... Federica Garcia Lorca’nın öldürülmesi.
4 Eylül 1936... Giral hükümetinin düşmesi; Largo
Caballero’nun (PSOE) cumhuriyetçiler, sosyalistler
ve komünistlerden oluşan yeni hükümeti kurması.
5 Eylül 1936… Mola önderliğindeki milliyetçilerin
İrun’u alması ve Fransa-Bask sınırını kapatması.
13 Eylül 1936… Milliyetçilerin San Sebastian’ı al-
panorama
rak cevap vermesi. İspanya Yüksek Mahkemesi’nin
Katalonya için planlanan kısıtlı bir tarım reformu yasasını anayasaya aykırı bularak iptal etmesi.
4 Ekim 1934... CEDA’nın katılmasıyla 2. Lerroux
Hükümeti.
5 Ekim 1934… Asturya’da ayaklanma ve Asturya
Komünü’nün ilanı; On beş gün süren devrimin Afrika ordu birliklerince bastırılması.
6 Ekim 1934... Barcelona’da Esquerra önderliğinde
başlayan devrimin yenilmesi.
7 Mayıs 1935... Gil Robles Savaş Bakanı, Franco Genel Kurmay Başkanı oluyor.
Haziran 1935… Komintern’in 7. kongresinin Halk
Cephesi taktiğini onaylaması; PCE genel sekreteri
Jose Diaz’ın önerisi ile Halk Cephesi’nin kurulması.
Eylül 1935... Marksist İşçi Birliği Partisi’nin
(POUM) kuruluşu.
Aralık 1935… Cumhuriyetçi hükümetin erken seçim kararı; Genel seçimlere hazırlık amacı ile yeni
hükümetin kurulması.
15 Ocak 1936… Cumhuriyetçi Sol (başkanı Manuel
Azana), Cumhuriyetçi Birlik, Katalonya Cumhuriyetçi Solu (milliyetçi parti), Bask Ulusal Eylem Partisi,
PSOE,(İspanya Sosyalist İşçi Partisi) PCE, (İspanya
Komünist Partisi) Sol Gençlik, UGT,(Genel İşçi Birliği) POUM ( Marksist İşçi Birliği Partisi) ve Sendikalist Parti’nin Halk Cephesi anlaşmasını imzalaması.
16 Şubat 1936... Genel Seçimler ve Azana başkanlığında Halk Cephesi Hükümeti.
19 Şubat 1936... Komünist ve sosyalistlerin dışardan
desteklediği Azana hükümetinin kurulması; Genel af
ile mahkûmların salıverilmesi.
26 Şubat 1936… Genaralitat’ın (Özerk Katalan Hükümeti) yeniden kurulması.
14 Mart 1936… Falanj’ın yasadışı ilan edilmesi;
anarşistler üstündeki baskının giderek şiddetlenmesi.
15 Mart 1936… A. Primo de Rivera’nun tutuklanması.
25 Mart 1936… Estramadura’da toprak işgalleri.
1 Mayıs 1936… Saragosa’da CNT (Ulusal Emek
Konfederasyonu) kongresi; Prieto’nun şiddet konusunda uyarıda bulunduğu Cuenca konuşması.
10 Mayıs 1936… Alcala Zamora’nın Cortes (kurucu meclis) tarafından elenmesinden sonra Azana’nın
cumhurbaşkanı olması.
12 Mayıs 1936... Azana Cumhurbaşkanı, Casares
Quirigo Başbakan oluyor.
Haziran 1936… Madrid inşaat işçileri grevi;
Fransa’da Halk Cephesi’nin hükümete gelmesi.
41
panorama
42
ması.
25 Eylül 1936… Milliyetçilerin bütün siyasal ve sendikal hareketleri yasadışı ilan etmesi.
27 Eylül 1936... Toledo’nun işgali.
29 Eylül 1936… Franco’nun İspanya hükümetinin
başkanlığına ve ordu başkomutanlığına atanması.
12 Ekim 1936... İlk Sovyet yardımının ulaşması,
tankların Madrid’e sevki.
17 Ekim 1936… Milliyetçilerin Madrid’e 37 km mesafedeki İllescas’ı alması; Madrid’e saldırının başlaması.
24 Ekim 1936... Katalonya’da kollektivizasyon kararnamesi.
4 Kasım 1936... Brunete muharebesi ve kentin düşmesi.
6 Kasım 1936... Madrid Kuşatması, Başkentin
Valencia’ya taşınması.
18 Kasım 1936… İtalya ve Almanya Burgos hükümetini tanıyorlar.
20 Kasım 1936... Anarşist lider Durruti’nin Madrid
savunmasında ölmesi.
6 Ocak 1937... ABD İspanya Cumhuriyetine silah
satışını yasaklıyor.
6-15 Şubat 1937... Jarama Muharebesi.
7-8 Şubat 1937… Malaga’nın İtalyan güçlerinin katılımı ile asilerin eline geçmesi.
8-18 Mart 1937... Guadalajara savaşında, 25.000
kişilik İtalyan güçlerince desteklenen 25.000 kişilik
milliyetçi ordusunun, savaş sonuna kadar Madrid’i
ele geçirmek için yaptıkları son girişiminin, Halk Ordusu tarafından durdurulması.
26 Nisan 1937... Guernica’nın bombalanması.
3 Mayıs 1937... Barcelona çatışmalarının başlaması.
17 Mayıs 1937... Negrin Hükümeti.
3 Haziran 1937... Faşist General Mola’nın ölümü.
19 Haziran 1937... Frankistlerin Bask’ta Bilbao’yu
işgali.
10 Ağustos 1937… General Lister komutasındaki
güçlerin Aragon’u işgal etmesi. Aragon Konseyinin
lağvedilmesi ve kolektiflerin ezilmesi.
24 Ağustos 1937... Santander’in işgali.
26 Ağustos 1937… Milliyetçi ordunun Santander’i
ele geçirmesi.
19 Ekim 1939... Gijon’un işgali.
9 Mart 1938... Faşistlerin Aragona’ya saldırması.
6 Nisan 1938... 2. Negrin Hükümeti.
19 Nisan 1938… Falanj ve Carlist hareketin Franco
liderliğinde birleşmesi.
28 Nisan 1938… Durango ve Guernica’nın milliyet-
çiler tarafından ele geçirilmesi.
19 Haziran 1938… Milliyetçi ordunun Bilboa’yı ele
geçirmesi.
6 Temmuz 1938… Madrid cephesinde Halk
Ordusu’nun Brunete’i ele geçirmesi.
24 Temmuz 1938... Ebro Muharebesinin başlaması.
26 Temmuz 1938… Milliyetçilerin Brunete’yi geri
alması.
10 Ağustos 1938… General Lister komutasındaki
güçlerin Aragon’u işgal etmesi. Aragon Konseyinin
lağvedilmesi ve kolektiflerin ezilmesi.
28 Ağustos 1938… Vatikan’ın Franco rejimini resmen tanıması.
28 Ekim 1938… Anlaşma sonucu Uluslararası Tugayların Barcelona’dan ayrılması.
1 Kasım 1938... Uluslararası Tugayların dönüşü.
7 Kasım 1938... Ebro Muharebesinin sona ermesi.
Aralık 1938... Frankistlerin Katalonya saldırısı.
5 Ocak 1939… Estramadura cephesinde, Halk
Ordusu’nun son büyük saldırısının başarısızlığa uğraması.
15 Ocak 1939... Tarragona’nın işgali.
26 Ocak 1939... Barcelona’nın düşmesi.
5 Şubat 1939… Hükümet liderlerinin (Azana, Companys ve Aguirre) Fransa’ya kaçması; Fransa-Katalonya sınırı boyunca kitlesel göç hareketi; Gerona’nın
milliyetçilerin eline düşmesi.
10 Şubat 1939… Milliyetçi ordunun Katalonya’nın
işgali tamamlayarak Fransa sınırına ulaşması;
Negrin’in de aralarında bulunduğu bazı bakanların
Orta İspanya’ya geri dönmesi.
27 Şubat 1939… Azana’nın cumhurbaşkanlığından
istifası. Fransa ve İngiltere hükümetlerinin Franco’yu
resmen tanıması.
5 Mart 1939... Negrin Hükümetinin İspanya’dan
ayrılması. Barış görüşmelerine başlanmasını savunan
sosyalistlerin, Anarko-sendikalistlerin ve cumhuriyetçilerin, Negrin hükümetine karşı yapılan bir darbe ile Albay Cassado başkanlığında Madrid’de Ulusal
Savunma Konseyi’ni kurmaları.
7-14 Mart 1939... Madrid’de komünistlerle faşistler
arasında sokak savaşları.
28 Mart 1939... Faşist ordunun Madrid’i işgali.
30 Mart 1939… Valencia’nın Milliyetçilerin eline
geçmesi.
1 Nisan 1939... Savaşın bittiğinin ilanı. ✓
D
ergimizin 167 ve Yeni İşçi Dünyası Ocak sayısında, AKP ile Gülen hareketi arasındaki çatışmaları irdeleyen yazılar yayınlandı. Bir okurumuz, bu
yazılarda bir kavram kargaşası olduğunu ve AKP’nin
‚Milli Görüşçü‘ olarak tanımlamasının yanlış olduğunu belirtmektedir. ‘Milli Görüşçü‘ olarak tanımlamasına getirilen eleştiri doğrudur. AKP’nin hiç bir
sınırlama getirilmeksizin Milli Görüşçü olarak adlandırılması yanlıştır. AKP eşittir Milli Görüş değildir. AKP’nin kurucu kadroları Milli Görüş Hareketi
içinden çıkan, kendilerini Milli Görüş Hareketinin
kurucusu ve önderi N. Erbakan’dan‚ “yenilikçi” kanat olarak ayıran kesim, yani Milli Görüşün “yenilikçi” kanadıdır. AKP 17 Aralık 2013’e kadar Milli
Görüşün gelenekçi kanadı olarak adlandırılan kesim
dışında, Kuzey Kürdistan’da faaliyet gösteren bir çok
şeriatçı olmayan “ılımlı” İslamcı olarak adlandırılan İslamcı akımların + MHP +ANAP ve DYP’den
artık orada bir gelecek görmedikleri için gelenlerin
oluşturduğu ve fakat temelini iki İslamcı ana akımın
(Milli Görüş’ün „yenilikçi kanadı“ + Gülenciler) bir
parti idi. 17 Aralık’tan itibaren bu koalisyon kesin bir
biçimde parçalandı. Gülencilerle, AKP’nin çekirdek
ve esas kadrosunu oluşturan Milli Görüşün yenilikçi kanadı arasında (Milli Görüşün gelenekçi kanadı,
SP’de devam ediyor) resmen bir iktidar savaşı çok net
görünür hale geldi. Köprüler adeta bir daha kurulmamak üzere atıldı. Bu en azından önümüzdeki üç seçim dönemi boyunca böyle süreceğe benziyor. Bu arada MHP kökenlilerin bir bölümü de yuvalarına geri
döndü veya dönecek. SHP, DYP, ANAP gibi partilerden gelenlerin bazıları da ayrıldılar. Ve parti hazırlıkları içindeler. Önümüzdeki dönemde de hem Gülencilerden hem de MHP, merkez sağ kökenlilerden
ayrılmalar, disipline verilmeler, atılmalar vb. kimseyi
şaşırtmamalıdır. Gelinen yerde esas iktidar savaşı bu
anlamda henüz tam olarak AKP ile Gülenciler arasında değil (çünkü AKP içinde hâlâ Gülenciler var az
sayıda da olsa) Milli Görüşün AKP’nin çekirdek ve
ana kadrosunu oluşturan „yenilikçi kanadı“ ile Gülen
cemaati arasındadır. Bütün bu nedenlerle çatışmanın
Milli Görüşçülerle Gülenciler arasında yürüdüğü tespiti, bu ayrımları gözetmeyen çok kaba bir genellemedir, yanlıştır. Okurumuz, getirdiği haklı eleştirinin
yanı sıra kimi yanlışlara düşüyor. Şöyle ki;
*Dergimizin 166. sayısında AKP ile Gülen Hareketini irdeleyen herhangi bir yazı yoktur.
*Okurumuz öncelikle kavganın “AKP ile CemaatNurcular ( ya da Işıkçılar olarak ta söyleniyor) arasında” çıktığını söylüyor. Nurcuların kurucusu Said
Nursi’dir. ‘Nur Tarikatı’nı savunduğunu iddia eden
birden fazla grup var. ‘Nurcular’ denilince akla sadece Gülen hareketi gelmemelidir. Liderliğini Mehmet Kutlular’ın yaptığı Yeni Asyacılar grubu, Said
Nursi’yi savunduğunu açıkça söylemektedir. MedZehra Vakfı çevresi, Müslüm Gündüz liderliğindeki
Aczmendiler, Yeni Nesilciler ve kendilerini Yazıcılar
olarak adlandıran gruplar da Nurcudurlar. AKP’nin
içindeki Milli Görüşün yenilikçi kanadı içinde de
Nurcular vardır. Hem de hiç de az olmayan miktarda. Görüldüğü gibi haklı bir eleştiri getirilirken
başka bir yanlışa düşülmektedir. AKP, sermayenin
ve işbirlikçi tekelci büyük Türk sermayesinin çıkarlarının temsilcisi bir partidir. AKP, bir yanıyla taşrada gelişen, bir bölümü büyük burjuvazi haline gelen
dini geleneklerine bağlı ve köyle bağları hâlâ çok sıkı
olan taşra burjuvazisinin de temsilcisidir. Ve öncelikle büyük burjuvazinin gelişen bu kesimin temsil-
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
AKP ile Gülen hareketinin çatışmasını irdelediğimiz yazıda, çatışmanın dershaneler
ile başladığını söylemedik. AKP ile Gülen hareketi arasında daha önce ortaya çıkan
kimi çelişmeleri de belirttik.
✒
“CEMAAT/MİLLİ GÖRÜŞ SAVAŞI MI,
YOKSA CEMAAT/AKP SAVAŞI MI?“
BAŞLIKLI YAZI ÜZERİNE
43
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
44
cisidir. AKP, şeriatçı bir parti değildir. Elbette şeriat
isteyenler, kimi tarikat unsurları AKP içinde vardır.
Bugün AKP çizgisini belirleyenler bu unsurlar değildir. AKP’yi tarikat gruplarının bir koalisyonu olarak
değerlendirmek te doğru değildir.
*Okurumuz, „Birden bire ve manevra yapılarak
dershaneler gündeme neden geldiği de sorulmuyor. Neden aralarında bu çatışma çıktığını irdelerken sadece
dershaneler konusunda çatışma alevlendiği söyleniyor. AKP ile Gülen-Cemaati arasındaki sorun sadece
dershaneler sorunu değildir. Esasta aralarında başka
sorunlar da vardır“ diyor.
AKP ile Gülen hareketinin çatışmasını irdelediğimiz yazıda, çatışmanın dershaneler ile başladığını
söylemedik. AKP ile Gülen hareketi arasında daha
önce ortaya çıkan kimi çelişmeleri de belirttik. Dershanelerin kapatılmak istenmesi ile kavganın daha da
büyüdüğü tespitlerini yaptık. İlgili yazımızda şunları
söyledik:
„Cemaat ile Milli Görüş arasında var olan çelişmeler,
önce “one minute” ve Mavi Marmara olayında açıkça
ortaya çıktı. Her iki olayda da hükümet üyelerinin sü­
rekli olarak saygı duyduklarını ifade ettikleri “Hoca
efendi”, ABD ve İsrail ile ilişkileri bozabilecek bu gibi
eylemleri “hayırlı” olmadığı eleştirilerini getirdi. Yar­gı
ve emniyette Gülencilerin egemen olduğu kesimin MİT
Müsteşarı Hakan Fidan’ı PKK ile Oslo’da yapı­lan görüşmeler nedeniyle sorgulamak istemesi süre­cinde bu
çelişmeler iyice sertleşti. Bu aslında cemaa­tin RTE’ye
karşı yönelttiği açık bir saldırı, bir “uyarı” idi. RTE ve
hükümet buna bir kararname ile cevap verdi. MİT‘ten
kişilerin sorgulanmasını başbakan iznine bağladı.
AKP bu noktadan itibaren Gülen ce­maatinin iktidar
ortaklığı ile yetinmediğini, iktidarı istediğini görerek
tedbirler geliştirmeye, emniyet ve yargı içinde cemaatin gücünü kırmaya yöneldi. Yan­daş medyada “paralel
devlet” ten, “ jüristokrasi”den, (Yargı aristokrasisi ya
da yargı vesayeti) yargının hukuksuz işler yapmaya
başladığından vs. söz edil­meye başlandı. Son dönemde
Hükümetin cemaatin önemli gelir kaynaklarından biri
ve Türkiye’deki kadro devşirme okulları konumunda
olan dershaneleri kapatma proje­siyle kavga daha da
büyüdü. Dershanelerin kapatılma girişimine karşı Gülen RTE’ yi ve AKP’yi bir medya kampanyası ile açıkça
teşhire yöneldi. Ağustos 2004 tarihli MGK kararında
RTE ve Gül’ün “ıslak imza­ları” belgesi piyasa­ya sürülerek, RTE ve AKP’nin “dik durma” iddialarının boş
olduğu gösterilmeye çalışıldı. Gü­len medyası ile AKP
yandaş medyasında tam bir savaş başla­dı. Karşılıklı
kasetler sürüldü piyasa­ya. Kirli çamaşırlar ortaya dökülmeye başlandı.“ (YDİ Çağrı sayı 167, sf.4-5) Görüldüğü gibi okurumuzun bu bağıntıda getirdiği eleştiri
haksız bir eleştiridir.
Okurumuz diyor ki; AKP ile Gülen Cemaati arasındaki iplerin gerilmesinin nedeni sadece dershaneler
sorunu değildir! Bu kavganın içyüzünün ortaya çıkarılmadığı belirtildikten sonra, şunlar söyleniyor:
„Dünyanın jandarması ABD bu durumdan oldukça rahatsızdı. ABD, İran’la Türkiye arasında yapılan
ekonomik ilişkilerden de rahatsızdı. Türkiye’nin andaki hükümeti İran’ın uranyumun zenginleştirme programı konusunda da devreye girmiş ve İran’a uranyumu Türkiye’den peyderpey gönderiyordu. En son da
İran’ın petrol-enerji paraları İran’a altın olarak gidiyordu. ABD bunlara göz yumamazdı tabii. Pensilvanya’daki CİA’nın tescilli adamı olan cemaatin lideri F.
Gülen aracılığı ile R.T. Erdoğan hükümetinin kulağını
çekmeye karar verdi.“ Gülen hareketi, AKP’nin perde
arkasındaki iktidar ortağıydı. Gülen kadroları, devlet
içinde örgütlenmişti. Özellikle polis ve yargı içerisinde Gülencilerin küçümsenmeyecek etkileri vardı.
AKP hükümeti, Türk burjuvazisinin çıkarlarına uygun görmediği kimi noktalarda batılı emperyalistlerden ayrı siyaset savunuyordu. Gülen ise dış politika
konusunda ABD ve Batıyla çelişme / çatışma yaratabilecek adımlara karşı idi. Örneğin Mavi Marmara
olayında, İsrail ve ABD ile ilişkilerin bozulmasına
karşı çıkıyordu Gülen. Çünkü Ortadoğu’da ABD’nin
dayandığı iki devlet vardı. Türkiye ve İsrail. ABD, bu
iki devlet arasındaki ilişkilerin bozulmasını kendi
çıkarlarına aykırı görüyordu. Gülen de ABD’nin çizgisini savunuyordu. 7 Şubat 2013’de Hakan Fidan’ın
ifadeye çağrılması ve tutuklanmak istenmesi ilişkilerin gerilmesine neden olmuştu. Dershaneler, Gülen
hareketi için önemli bir rant kaynağı idi. Özel okullar,
kreşler, yurtlar ve dershaneler Gülencilerin arka bahçesi idi. Gülen kadroları ve taraftarları bu okullardan
başlayarak yetiştiriliyordu. Okullar taranarak uygun
görülen çocukların masrafları Gülenciler tarafından
karşılanıyordu. Dershanelerin kapatılmak istenmesi,
Gülencilere vurulacak bir darbe idi. Kavga su yüzüne
çıkana kadar, Gülencilerin istemleri AKP hükümeti
tarafından yerine getiriliyordu. Öyle ki, atamaların
çoğu Gülencilerin istemlerine göre yapılıyordu. Artık Gülenciler, iktidar ortaklığından iktidara geçmek
istiyordu. Gülencilerin iktidar olması, AKP’nin çıkarlarına uygun değildi. İplerin atılmasının nedeni,
Gülencilerin iktidarı istemesi ve AKP’nin buna karşı
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
kişiler aracılığı ile altın veriliyordu. Olgu budur.
Okurumuz, F. Gülen’in tescilli CİA adamı olduğunu söylüyor. Bu iddiayı ispatlayacak durumda değiliz.
İspatlayamadığımız konularda kesin tespitler yapmanın doğru olmadığını düşünüyoruz.
Rıza Zarraf’ın AKP tarafından korunduğu ve
AKP’li bakanlara rüşvet verdiği olgudur. Rüşvet,
yolsuzluk sistemin yol arkadaşıdır. Kapitalist/emperyalist sistem, sermayenin çıkarlarına göre şekillenmektedir. Burjuva sistemi savunan bütün kesimlerin
birbirlerinden farkı yoktur. Hepsinin dibi karadır.
Hepsi yolsuzluğun ve rüşvetin içindedir. Gülen hareketi de AKP gibi karadır. Yoktur birbirlerinden farkları. AKP ve Gülen Hareketi iktidar kapışmasında,
birbirlerinin kirli çamaşırlarını ortaya seriyor. Okurumuz, Bugün gazetesinden alıntılar aktarıyor. Bugün gazetesinin yazdıklarını AKP’ye karşı kullanıyor. Bu yöntem yanlıştır. AKP’yi eleştirmek için çıkış
noktamız, Bugün gazetesinin yazdıkları değildir, olmamalıdır. Bizim çıkış noktamız, tepişen fillerin birbirlerinden farklı olmadığını anlatmaktır. AKP’nin
nasıl bir parti olduğunu ve sermayenin temsilciliğini
nasıl yürüttüğünü yazıyoruz. AKP’yi eleştirirken çıkış noktamız anti-AKP cephesinin söylemleri değildir.
İran ile Kasım 2013’te yapılan anlaşma sonucu ambargonun hafifletildiğini yukarda açıkladık. Okurumuz, İran’a karşı uluslararası ambargonun devam
ettiğini söylemekle yanılıyor. İran ile Türkiye arasındaki ticaret hacmi, 2013’te 14,6 milyar dolardır. Türkiye 2013’te, İran’a 4 milyar 193 bin 950 dolarlık ihracat yapmıştır. Türkiye 2013’te, İran’dan 10 milyar 385
bin 154 dolarlık ithalat yapmıştır. (Bkz: TUİK dış ticaret verileri) Okurumuz diyor ki; İran‘a „2014 Ocak
ayında Türkiye 14 milyar dolarlık altın ihraç“ etmiştir.
Türkiye ile İran arasında 2013’teki yıllık ticaret hacmi 14,6 milyar dolardır. Ocak 2014’te İran’a 14 milyar
dolarlık altın ihraç edildiği iddiası doğru değildir.
TUİK verilerine göre, Ocak 2014’te İran’a yapılan ihracat 244 milyon 759 bin 784 dolardır.
Sonuç olarak okurumuzun eleştirilerini yazılı olarak yapmasını olumlu buluyoruz, yayınlarımıza yönelen her eleştiriyi önemsiyoruz Yayınlarımız üzerine yapılan tartışmalar bizi ilerletir, olası hatalarımızı
düzeltmemizde görüşlerimizin ilerletilmesine yardımcı olur ve görüşlerimizin daha da pekişmesine yol
açar.
16.04.2014 ✓
✒
çıkmasıdır.
ABD’nin AKP hükümetinden rahatsız olduğu olgu
tespitidir.
Ama okurumuz İran’la ilişkileri yanlış yorumlamaktadır. Mayıs 2010’da Türkiye, Brezilya ve İran
arasında bir anlaşma imzalanır. İmzalanan anlaşmaya göre uranyum takasının Türkiye’de yapılması
öngörülür. İran’ın 1200 kilogram düşük seviyede zenginleştirilmiş uranyumu Türkiye’ye verecek, uranyum zenginleştirme programında geri adımlar atacak ve karşılığında, ‚barışçı kullanım’ için gereksinim
duyduğu yüksek seviyede zenginleştirilmiş uranyumu Rusya’dan alacaktır. Yüksek seviyede zenginleştirilmiş uranyum nükleer yakıttır. Zenginleştirilmiş
uranyum, madenin içinde bulunan U235 elementini
ifade ediyor. Uranyum metalinde binde yedi oranında U235 bulunuyor. Ancak yakıt olarak kullanımı
için yüzde 2-3’e yükseltilmesi gerekiyor.
Kasım 2013’te, Birleşmiş Milletler Güvenlik
Konseyi’nin 5 daimi üyesi ve Almanya’nın İran’la sürdürdüğü müzakerelerde anlaşmaya varıldı. Anlaşmaya göre; İran, nükleer programını altı aylığına donduracak ve uranyumun zenginleştirilmesini yüzde beş
azaltacaktı. Buna karşılık İran’a yönelik ekonomik
yaptırımlar gevşetilecekti. ABD başkanı Barack Obama, İran’la yapılan anlaşmayı televizyonda canlı yayınla açıkladı ve sorunun barışçıl yollarla çözüldüğünü belirtti. En azından şimdilik İran’a saldırı girişimi
rafa kaldırılmıştı. İran ile emperyalistlerin anlaşması
Kasım 2013’te Cenevre’de imzalandı. AKP ile Gülen
Hareketi arasındaki iplerin kopmasının başlangıcı 17
Aralık 2013’tür. Olgu budur.
Okurumuz, Türkiye’nin İran’a uranyum verdiğini,
ABD’nin bundan rahatsız olduğunu, „İran’ın petrolenerji paraları İran’a altın olarak“ verdiğini belirtiyor.
İran ile ilişkilerden rahatsız olan ABD’nin Gülen aracılığıyla AKP hükümetinin kulağını çekmeye karar
verdiğini yazıyor okurumuz. Uranyum ile ilgili gelişmeleri ve yapılan anlaşmaları yukarda açıkladık. Bu
anlamda okurumuzun uranyum gelişmelerini yanlış
aktardığını belirtmek gerekir. Türkiye’nin evet, İran
ile ticaret ilişkileri var. İran’dan alınan doğal gazın
karşılığı direk altın olarak ödenmiyordu. İran’a karşı
uluslararası bir ambargo vardı. Türkiye bu ambargoyu delmek için arkadan dolanıyordu. Halkbank ve
Rıza Zarraf aracı konumunda idiler. Halkbank’ta açılan hesaba, İran’dan ithal edilen doğal gazın karşılığı
olarak altın yatırılıyordu. Yani İran’dan alınan doğal
gazın parası direk altın olarak verilmiyordu. Üçüncü
45
AFRİKA MERCEK ALTINDA
Almanya’da yayınlanan Trotz Alledem! – Herşeye Rağmen! - dergisinin Ocak 2014, 65. Sayısı, sf: 3- 30, Almancadan çeviriyi, yazıyı önemli bulduğumuz için yayınlıyoruz.
Yoksulluk
Afrika’da 380 milyon insan günde 1,25 ABDDolarından daha azıyla yaşamak zorunda. Halkın
Angola’da yarısından fazlası, Tanzanya’da üçte ikiye
yakını ve Kongo’da neredeyse % 80’i. Afrika’da yaklaşık 240 milyon insan kronik olarak açlık çekiyor;
yani bu insanlar günde 1.800 kalori ile yetinmek zorundadırlar. (1) Almanya Ekonomik İşbirliği ve Gelişme Bakanlığı Afrika nüfusunun % 62,2’sinin kentlerdeki gecekondu mahallelerinde yaşadığından yola
çıkmaktadır. (2)
Savaşlar
Silahlanma giderleri 2010 yılında dünya çapında %
1,3 artarak 1,6 trilyon ABD-dolarına çıkmıştır. 2012
yılında dünya çapında yaklaşık olarak 34 savaş ve silahlı çatışmalar yaşandı. Bunlardan 15’i yani hemen
hemen yarısı Afrika kıtasındaki ülkelerde gerçekleşti.
Cezayir’de, Etiyopya’da, Burundi’de, Mali’de, Kongo
Demokratik Cumhuriyeti’nde, Libya’da, Nijerya’da,
Senegal’de, Somali’de, Sudan’da (2 savaş), Güney
Sudan’da (2 savaş), Uganda’da ve Merkezi Afrika
Cumhuriyeti’nde. (3)
46
Örneğin: Eski Belçika Sömürgesi Kongo Demokratik Cumhuriyeti (KDC):
1996’dan bu yana, Kongo ( o zamanlar Zaire) içerisinde kurtuluş savaşı (guerre de libėration) patlak
verdiğinde 3,8 milyon insan öldü. (4)
Kongo’daki tüm savaşlar Merkezi Afrika’daki tüm
gelişmelerle iç içedir. Ruanda’daki soykırım ve onun
ertesinde Ruanda ve Uganda’nın KDC’ne saldırısı,
Burundi’deki iç savaş ve diktatör Mobutu’nun alaşağı edilmesinden sonraki iç savaş. Bu savaşlar nedeniyle çeşitli etnik kavimlerden milyonlarca insan
Doğu Kongo’ya kaçtı. Alanda zaman zaman yedi
Afrika devleti hegemonya için mücadele ettiler. BM
(MONUSCO – daha önceleri MONUC – Mission
de l’Organisation des Nations unies pour la stabilisation en Rėpulique dėmocratique du Congo – Kongo Demokratik Cumhuriyeti’ndeki İstikrarlaştırma
İçin Birleşmiş Milletler’in Misyonu)’in 16.700 askeri
Kongo’ya yollandı. BM-askerleri, hükümet askerleri,
yabancı ordular, çeşitli isyancı birlikler ve savaş ağaları değişen ittifaklar içinde birbirlerine karşı savaştılar. Dağılmakta olan devletin koltan, altın, elmas ve
tropik kereste gibi zengin doğal kaynakları bu yağ-
(1)
(2)
www.bmz.de/de/zentrales_downloadarchiv/themen_und_shhwerpunkte/stadtentwicklung-Urbanisierung_un_Afrika_3.pdf
(3) www.frieden-fragen.de/krieg/was_ist_krieg-wo-ueberall-gibt-es-kriege-html
(4) İlk Kongo savaşı 1996 Sonbaharından Mayıs 1997’ye kadar sürdü. Bu savaşta diktatör Mobutu Sese Seko
AFDL’nin isyancı koalisyonu tarafından devrildi. 18 Ekim 1996’da Kigali’de birçok Kongolu isyancı gruplar
Uganda ve Ruanda’nın desteği ile birlikte “Lemera Anlaşması”nı imzaladılar. Bu gruplar Alliance des Forces Democratiques pour la Libėration du Congo [Kongo’nun Kurtuluşu için Demokratik Güçler İttifakı – ÇN] (AFDL)’nı
kurdular. Savaşı tetikleyen Ruanda’daki soykırımdan sonra ülkenin doğusunda 1994’de ortaya çıkan mülteciler kampları idi. AFDL Hutu-mülteci kampına gaddarca saldırdı. Diğer örgütler de AFDL’ye katıldılar. Burundi,
Ruanda ve Uganda sınırındaki bu bölge Aralık 1996’da bütünüyle AFDL kontrolü altındaydı. Zaire ordusu,
Mobutu’nun devrilmesini önlemek isteyen Fransa’nın yardımıyla paralı askerler tarafından desteklendi. UNITA-askeri birlikleri Mobutu’yla ittifak yaptıklarından Angola, AFDL’nin yanında savaştı. AFDL Zaire’nin geniş
malamanın bir hedefiydi.
Ümit
Afrika’nın kadın-erkek işçileri ve emekçileri yoksulluğa, savaşlara, çevrenin imha edilmesine ve gaddarca sömürüye rağmen hep yeniden başka, daha
iyi bir dünya için sınıf mücadelesine girişiyorlar.
Afrika’nın emekçileri Güney Afrika’dan Mısır’a,
Fas’tan Kongo’ya; batından doğuya, kuzeyden güneye uzun mücadele geleneklerine sahiptirler. Özellikle
kendilerinin ve sınıflarının kaderlerini kendi ellerine
almak isteyen genç emekçiler yeni sömürgeci düzene
karşı hep yeniden baş kaldırıyor. Tüm sefalete karşın
değişim ve devrimden yana tavır alıyorlar.
Genel Bakış
Savaşlar dünya çapında ele alındığında bugün neden
Afrika kıtasında yoğunlaşmaktadır? En büyük sefalet
niçin Afrika’dadır? Sorun, hep tekrarlanan şu basmakalıp ırkçı iddialarla açıklanabilir mi: kabileler arasındaki kan davaları, Afrika usulü yaygın yolsuzluk
ve rüşvet, gösteriş düşkünlüğü ve kuraklık felaketleri? Hayır. Afrika halkları yeterince doğal zenginliklere sahiptirler. Bu kıtada yeterli derecede verimli
topraklar ve doğal kaynaklar, ekonomik büyüme ve
iş gücü vardır. Afrika’nın onu hammadde kaynağı,
mallarının sürüm pazarı ve ucuz iş gücü olarak sömüren emperyalistler tarafından yağma edilmesidir
asıl sorun. Gerçekte sorun olan emperyalist büyük
güçlere yeni sömürgeci tipte bağlı olan egemenlerin,
hükümet ve muhalefet partilerinin yiyici fraksiyonları arasındaki mücadeleleridir. Afrika kıtasında en büyük yağmacılar arasında devasa bir yeniden paylaşım
dalaşı yaşanıyor. Ne var ki kıtanın yağma edilmesi
bugün sömürgeci dönemde olduğu gibi, sömürgeci
mülk ve doğrudan sömürme yoluyla gerçekleşmiyor.
Eski sömürgeci efendiler Fransa, İngiltere, Almanya
ve İtalya’nın yanında özellikle 2. Dünya Savaşından
sonra Afrika’da ekonomik yayılmasını yoğun bir
şekilde genişletebilen ABD, hâlâ daha kendilerinin
“eski” mülkleri üzerinde muazzam nüfuz uygulu-
yorlar. Ama yeni sömürgecilik biçiminde. Yeniden
paylaşımda yeni emperyalist güçler de işin içine giriyorlar. Çin’in hızlı yayılmacılığı onun Afrika’da
yeni bir rakip olarak önemli konumlar elde ettiğini
gösteriyor. Çin Afrika pazarlarında ticaret alanında
büyük işler yapıyor ve stratejik olarak petrol ve demir
madeni gibi önemli hammaddelere ulaşmanın yollarını döşüyor. Aynı zamanda Rusya da yüzyıl değişiminden itibaren Kuzey Afrika’da emperyalist büyük
güç olarak kendisini yeniden piyasaya çıkardı ve doğal gaz ve petrol sektöründe önemli sözleşmeler yaptı.
Yükselmekte olan güçler olarak Hindistan ve Brezilya
Afrika kıtasında güçlü bir şekilde paylaşım dalaşında
yerlerini alıyorlar. Ve son olarak da Afrika’daki biricik emperyalist güç olarak Güney Afrika bu dalaşta
ben de varım diyor. Bu güçlerin hepsi kendilerinin
güç konumlarını bu kıtada hem siyasi hem de ekonomik olarak yaymak ve güvence altına almak için çaba
gösteriyorlar. Aynı güçler Birleşmiş Milletler gibi enternasyonal örgütlerde kıtanın sayısal olarak önemli
oy ağırlığı uğruna da siyasi olarak didişiyorlar.
Kendilerinin emperyalist yağmacı hedeflerini gerçekleştirmek için eskiden beri başarıları sınanmış
yöntemlere başvuruyorlar: Savaşlar çıkarıyorlar, kimi
zaman şu, kimi zaman bu kapitalist ve kısmen yarıfeodal büyük toprak sahiplerini destekliyorlar; egemen komprador kliği satın alıyorlar veya kendilerinin
onlardan daha fazla yararlar sağlayacaklarını hesap
ettikleri burjuvanın bir diğer fraksiyonu üstüne oynuyorlar. Bu emperyalist güçler dolaysız veya dolaylı
olarak yoğun bir şekilde işlere karışıyorlar.
Bizler bu Afrika yazı dizisiyle Afrika’nın yeniden
paylaşılmasının uluslararası emperyalist siyaseti açısından güncel olarak nasıl olduğunu; gelişim doğrultusun ne olduğunu ve emperyalist müdahalenin nasıl
gerçekleştiğini somut olarak gözler önüne sermek istiyoruz. Bu dizinin ilk makalesinde durum ve sorun
hakkında genel bir bakış sunmak istiyoruz. Bunu takip eden makalelerde Kuzey Afrika, Güney Afrika ve
Sahra bölgesine daha yakından bakacağız. Böylesi bir
ayrışımı yapmamızın nedeni tek tek bölgeler arasında
kesimlerini fethetti. Laurent-Dėsirė Kabila başkentin ele geçirilmesinden sonra kararname ile bizzat kendisini
Kongo Demokratik Cumhuriyeti’nin başkanı ilan etti. 22 Mayıs 1997’de halkın durumunu esas olarak ta iyileştirmeyen yeni hükümetini tanıttı. Hükümet değişikliğinden daha birkaç ay sonra ülkenin doğusunda, 1998’den
2003’e kadar süren ikinci Kongo savaşını başlatan yeni isyanlar patlak verdi. Birçok gruplar Kabila’daki hükümeti devirmeye çalıştılar. Her iki taraf ta diğer birçok Afrika devletleri ve çeşitli emperyalist güçler tarafından
yoğun bir şekilde desteklendiler. Her ne kadar ateşkes gerçekleşse de, lakin hoşnutsuzluk doğrudaki Kuzey-Kivu
vilayetinde 2009’a dek süren, ama hâlâ sona ermemiş bulunan üçüncü Kongo savaşına götürdü.
47
büyük farklılıklar bulunmasında yatmaktadır.
Boyunduruk Altına Alma ve Sömürgeci
Tarih
Avrupalılar Afrika’yı sömürgeleştirdiklerinde Afrikalı halkların çoğu komüne benzer ilkel toplumlarda yaşıyorlardı. Binlerce yıl boyunca Kuzey Afrika
ile tropik Afrika arasında neredeyse geçit vermeyen
kuşak olarak bir çöl oluştu. Bununla Kuzey Afrika
halklarının gelişmesi Afrika’nın güneyindeki halklarınkinden farklı bir yol izledi.
Mağrip’in tarihi Ön-Asya ve Güney Avrupa’nın
tarihi ile en sıkı bir şekilde iç içe geçmiştir. 640-645
yıllarında Mısır Araplar tarafından zapt edilmiş ve
16. Yüzyılın başında Osmanlı İmparatorluğu’na ilhak
edilmiştir. 7. Yüzyılda Kuzey Afrika üzerinden Kuzey
Sudan’a ve Akdeniz’e kadar uzanan bir Arap fetihleri dalgası yaşanmıştır. Bu dalga 11. Yüzyılda Gine
Körfezine kadar ulaştı. Arap sultanlıkları kuruldu.
Mağrip’in Tunus, Fas ve Cezayir olarak bölünmesi
ancak 16. ve 17. Yüzyılda gerçekleşti.
Doğu ve Batı Sudan bölgelerinde 14. Yüzyılda Yemen ve Mısır’la bağlantıyla Müslüman, Arap nüfuzları vardı. Bugünkü Etiyopya’da Saba (Güney Arabistan) ile sıkı bir şekilde bağlantısı bulunan Aksumit
İmparatorluğu ortaya çıktı. 4. Yüzyılda Hıristiyanlık
Afrika’da yayıldı.
Sahra’nın güneyindeki Afrika’nın tarihi farklı gelişti: Buradaki halklar 15. Yüzyıla kadar kendi içine
kapalı olarak yaşadılar ve ilkel komünist toplum yapıları içinde komünler kurdular. Merkezi Afrika’da
kurulu devletler (Kongo, Angola ve Ashanti) ve anaerkilliğin izleri vardı. 17. Yüzyılda Uganda, Ruanda
ve Urundi (bugünkü Burundi) kuruldu. (5)
Afrika’nın Avrupa tarafından sömürgeleştirilmesi Afrika kültürlerinin imha edilmesini, muazzam
acıları ve soykırımları beraberinde getirdi: Yurtlarından edilip zorla başka yerlere göç ettirmeler, büyük çölleştirmeler, bir dizi yerel yerleşim alanlarının
boşaltılması, orada yaşamakta olan halkların en gaddar bir şekilde köleleştirilmesi, halk topluluklarının
bütünüyle köklerinin kazınması. Güneybatı Afrika
(bugünkü Namibya)’daki Herero halkının Alman
48
sömürgeci efendiler tarafından soykırıma uğratılmasını hatırlıyoruz. (TROTZ ALLEDEM!’in Mayıs
2005’deki 36. sayısında Namibya ve Almanya arasındaki ilişkiler ve Herero-halkının soykırıma maruz
kalması hakkında bir makale yayımlamıştık.)
15. den 19. Yüzyıla değin 12 milyondan fazla kadın-erkek Afrikalı köle olarak Kuzey Amerika, Güney Amerika ve Karibikler’e zorla kaçırıldılar. Onlardan yüz binlercesi daha gemilerle yoldayken barbarca
yaşamlarını yitirdiler. Dahası 9 milyon insan Sahra’yı
enlemesine aşarak Kuzey Afrika ülkelerine zorla kaçırıldılar ve 8 milyonu Doğu Afrika kıyısı ve Kızıl
Deniz üzerinden Arabistan’a ve Asya’ya satıldılar. (6)
18. Yüzyılda sadece zorla köle toplamaya hizmet
eden birçok savaş seferleri düzenlendi. Savaşlar ve
tutsakların satışı o zaman söz konusu toplulukların
başta gelen kesimlerinin önemli gelir kaynaklarından
biri haline geldi. Bunun gerçek boyutu ancak zorlukla ortaya konulabilir. Yenilenler tarihte olayları kendi
bakış açılarından ortaya koyma fırsatına hiçbir zaman sahip olmadılar. Tarih “ kazananlar” tarafından
yazılmakta ve onların olaylara kendi bakış açılarını
yansıtmaktadır. Siyahî ABD’li tarihçi Prof. Dr. Du
Bois köle avı sırasında katledilen veya nakliyat esnasında ölenler de dâhil olmak üzere köle ticareti vasıtasıyla zarara uğrayan insanların sayısını 100 milyondan (!) fazla olarak dillendirmektedir. (7)
Asırlar boyunca süren köle ticareti Afrika’da hiçbir
ekonomik ve siyasi gelişmeye izin vermedi. Bu köle
ticareti hatta bir geriye gidişe sebep oldu. Aynı zamanda Afrikalı kadın-erkek işçilerin yardımıyla yeni
bir Avrupai ve her şeyden önce ABD-vari iktisat inşa
edilirken üretici güçlerin gelişmesi ağır bir şekilde
sekteye uğradı.19. yüzyılın son çeyreğinde - ağırlıklı
olarak Avrupalı sömürgeciler tarafından finanse edilen – kıtanın fethedilmesi ve yağma edilmesini hazırlamak hedefiyle Afrika’nın hem enine ve hem de
boyuna / düzinelerce keşif seferleri düzenlendi. 19.
Yüzyılın sonuna gelindiğinde Afrika’nın sistemin
içine çekilme işlemi bitmişti. Kapitalizm kendisinin
son, emperyalist aşamasına girdi. Sömürgeci fetihler
arttı; dünyanın paylaşılması uğruna mücadele keskinleşti.
(5) Büyük Sovyet Ansiklopedisi, “Afrika”, cilt 15, sf:112 vd., Almanca
(6) İnge Grau, Christian Māhrdel, Walter Schico (Yayına Hazırlayanlar): Afrika, 19. ve 20. Yüzyılda tarih ve
toplum”, Promedia Yayınevi, 2000, sf: 76 – Grau, “Afrika”, Almanca
(7) Ansiklopedi “Afrika”, sf: 117
Kuzey Afrika’nın paylaşılmasına “ayar vermek”
için Berlin’de (1884-1885) Kongo Konferansı toplanmaya çağrıldı. Fransa ve Almanya, bu Kongreye
ABD den Osmanlı İmparatorluğundan ve Avrupalı
Lenin, bu dönem hakkında şöyle yazdı: “Söz konusu dönemin ayırt edici özelliğinin dünyanın kesin paylaşımının tamamlanması olduğu şeklinde
genişletilmelidir, yeniden paylaşımın olanaksızlığı
anlamında değil – tersine, yeniden paylaşımlar
mümkün ve kaçınılmazdır -, kapitalist ülkelerin
sömürge politikasının gezegenimiz üzerindeki sahipsiz toprakları ele geçirmesinin tamamlandığı
anlamında kesin.”
Lenin, “Kapitalizmin En Yüksek Aşaması Olarak Emperyalizm”, L.E., c:22, sf: 258-259, Alm.,
Türkçesi: Lenin, Emperyalizm, Kapitalizmin En
Yüksek Aşaması, sf:79, İnter Yayınları, Ekim
1995, İst.
güçler Avusturya-Macaristan, Belçika, Danimarka,
İngiltere, İtalya, Hollanda, Portekiz, Rusya, İspanya
ve İsveç-Norveç ‘den temsilciler davet ettiler. Sömürgeci güçler taleplerini masaya koydular ve müzakerelerle ganimeti paylaşmaya çalıştılar. Onlar bunu sadece kısmen başarabildiler. Bunu takip eden yıllarda
sömürgeci güçler, birbirlerine karşı temsilci savaşları
yürüterek fetihlerini istikrarı hale getirmek ve başka
bölgeleri fethetmekle uğraştılar. İngiliz hükümeti Kahire ile Kap Kolonisi arasındaki tüm alanları sömürge mülkiyetleri olarak talep etti. Fransa da Dakar’dan
Çibuti’ye kadar tüm bölgeler üzerinde hak iddiasında
bulundu. 1869 yılında Ortadoğu’da Fransa’nın bir
üstünlük konumundan çekinen Büyük Britanya ve
Osmanlı İmparatorluğu’nun direnişine rağmen Süveyş Kanalının yapımı tamamlandı. Bu ise bölgede
ve uluslararası bağlantı yollarındaki stratejik üstünlük konumu uğruna başka ihtilaflara yol açtı: İngiltere 1882’de Urabi-Hareketi ayaklanmasını bastırdı
ve Mısır’ı işgal etti. Urabiler 1879’dan 1882’ye kadar
Osmanlı devletine bağlı Mısır Krallığında Genç Mısırlıların ulusal kurtuluşçu bir halk hareketi idi. 20.
Yüzyılın başlarında Etiyopya ( o zamanlar Habeşistan) ve Liberya’ya dışında, kıtanın tümü Avrupalı
emperyalist güçlerin yabancı egemenliği altında idi.
(8)
Afrika’nın sömürgeleştirilmesi – bugün sıkça iddia edildiği gibi –kolay olmadı. Sömürgecilere karşı
yoğun, uzun süreli direnişler yaşandı. Ne var ki Afrika halkları yüksek donanımlı ordulara karşı ilkel
silahlarla mücadele yürütme durumunda idiler. Yüz
binlerce kadın-erkek Afrikalı katledildi. Bağımsızlık için kurtuluş mücadeleleri giderek yeniden alevlendi: Ashantilerin İngilizlere karşı 1874’e kadar ki,
o zamanlar Afrika’nın Altın Sahili’ndeki (bugünkü
Gana ve Togo ile Fildişi Sahili’nin bölümleri) ayaklanması; Güney Rodezya (bugünkü Zimbabve)’deki
Maşonalar ve Matabelelerin ayaklanması; Batı Afrika
Samorilerinin Fransız sömürge gücüne karşı mücadelesi; Herreroların 1904-1907’de Alman fetihçilerine karşı (bugünkü Namibya) ayaklanması; Güney
Afrika’da 1906’da İngiliz emperyalistlerine karşı
Zulu-Ayaklanması; Alman Doğu Afrikası (bugünkü
Tanzanya)’da 1905-1906’da Maji-Maji-Ayaklanması.
Bunlar ezenlere karşı kahramanca mücadelelerin sadece birkaçıdır. 1. Dünya Savaşından sonra hudutlar
yeniden belirlendi ve Afrika’nın bazı ülkeleri dünya
hegemonyasındaki yeni güçler dengesi uyarınca yeniden pay edildi. Eski Alman kolonileri İngiltere, Belçika, Fransa ve (formalite icabı) Güney Afrika Birliği
mandasına tabi kılındı.
Sovyetler Birliği’ndeki Ekim Devriminin zaferi
anti-sömürgeci ve anti-emperyalist kurtuluş mücadelesini kanatlandırdı ve bu hareketin muazzam bir
yükselişine götürdü. Pan-Afrikanizm düşüncesi hızlı
bir şekilde yayıldı. Afrika’da (Wafd-Partisi, ANC…
gibi) örgütler, sendika hareketleri ortaya çıktı ve çeşitli ülkelerde işçi sınıfı tarafından komünist partiler
kuruldu. Ne var ki İşçi sınıfının zayıflığı, örgütlü işçi
sayısının azlığı ve emperyalist büyük güçlerin ve onların sömürgeci genel valilerinin gaddarca bastırma
yöntemleri sayesinde ulusal burjuvazi mücadelelerde
önderliği ele geçirdi.
Emperyalist güçler 2. Dünya Savaşını Afrika’ya da
taşıdılar. Bu savaşta sömürgelerdeki nüfuz alanlarını
içerecek biçimde dünya egemenliği söz konusuydu.
Mussolini’nin askeri birlikleri 1935’te Etiyopya’yı
işgal ettiler. Eski sömürgeci güç İngiltere, kendisi
tarafından kontrol edilen Kızıl Deniz ticari rotalarını kaybetmekten korkuyordu. Rommel Alman Nazi
askeri birliklerini Afrika’ya yürüttü. Afrika’nın toprakaltı servetleri savaş üretimi için muazzam dere-
(8) wikipedia.org/wiki/Geschichte Afrikas, Eylül 2013 itibariyle
49
Pan-Afrikanizm düşüncesi sonradan “Birinci Pan-Afrika Kongresi” olarak tarihe geçen 1900’daki Londra Konferans’ında doğdu.
Pan-Afrikanizm kavramı bu bağlamda ilk kez
kullanıldı. Bu, “etnisite veya milliyetinden
bağımsız olarak dünya çapındaki tüm siyah
ve Afrikalı insanların birliği” anlamına gelir. 1914’de Jamaika’da UNIAACL (Universal
Negro Improvement Association and African
Communities League)’yi kuran Marcus Garvey
bu akımın en tanınmış (ve en radikal) temsilcisiydi. 1920 New York City’deki ilk kongresine 20.000’in üzerinde üye katıldı ve Siyahların
Hakları Deklarasyonu’nu imzaladılar. 1945’te
Manchester’de beşinci Pan-Afrika Kongresi yapıldı. Bu kongre kararı aristokrasiye, emperyalizme, sermaye tekeline ve özel servet yasasına
karşı yöneldi.
Bu kongre sömürge rejim ve ırkçı ayrımcılığın
sona erdirilmesini talep etti.
25 Mayıs 1963’de Addis Abeba’daki
Konferans’ta ortak bir “Afrika Birliği için Örgütün Şartı” kararlaştırıldı ve bununla 30 üye
devletle birlikte Afrika Birliği için Örgüt (OAU)
kuruldu.
www.neia-ev.org/downloads/Panafrikanismus.
pdf
cede önemliydi. Savaş yılları sırasında Afrika dünya
üretiminde şu paylara sahipti: Altında % 50, mangan
madeninde % 19, kromda % 39, vanadyumda % 24,
bakırda yaklaşık % 17, kobaltta neredeyse % 90, uranyum üretiminin tümü ve endüstri elmasının % 98’i.
Fransa en büyük bölümü Afrika’dan getirilen neredeyse 100.000 sömürge askerini, Nazi Almanya’sı
tarafından ezilip geçilmeden önce kendisinin savunması için Avrupa’da kullandı.
Fransa’nın sömürgeleri “Fransız Batı Afrika”sı , 2.
Dünya Savaşının masraflarına 1,5 milyar Franktan
fazla katkıda bulundu. (9)
Sömürgelerden askerler arasındaki kayıplar yüksekti: Savaşa sürülen Madagaskarlıların % 29,6’sı,
yine “Senegalli Piyadeler” diye adlandırılanların,
50
Yıllara göre devletlerin bağımsızlıkları
1847 Liberya
1910 Güney Afrika
1922 Mısır (fiilen ancak 1952’deki cumhuriyetin kurulmasından beri)
1941 Libya
1956 Sudan, Fas, Tunus
1957 Gana
1958 Gine
1960 Madagaskar, Moritanya, Mali, Nijer, Çad,
Merkezi Afrika Cumhuriyeti, Kongo Demokratik Cumhuriyeti (eski Belçika-Kongo’su), Kongo
Cumhuriyeti (eski Fransız-Kongo’su), Gabun,
Kamerun, Nijerya, Dahomey (Benin), Togo, Yukarı Volta (Burkina Faso), Fildişi Sahili, Senegal,
Burundi
1961 Sierra Leone, Tanganika (Tanzanya)
1962 Cezayir, Uganda, Ruanda, Burundi
1963 Kenya
1964 Zambiya, Malawi
1965 Gambiya
1966 Botswana, Lesotho
1968 Swasiland, Ekvatoryal Gine, Mauritius
1974 Guinea-Bissau
1975 Angola, Mozambik, Kap Verde, Komorlar,
São Tomé ve Principe
1976 Seyşeller, Batı Sahra (statüsü belirsiz,
Fas’ın işgali altında)
1977 Çibuti
1980 Zimbabve
1990 Namibya ( Güney Afrika’dan ayrılma)
1993 Eritre (Etiyopya’dan ayrılma)
2011 Güney Sudan (Sudan’dan ayrılma)
de.wikipedia.org/wiki/Dekolonisation Afrikas
Senegal’den ve “Fransız Batı Afrika’nın diğer devletlerinden Fransız Ordusunun birimlerin % 38’i savaşta
öldüler. Zorla çalıştırma, hammaddeler için teslimat
kotaları ve gıda maddelerine el konulması bazı bölgelerde açlık sefaletlerine götürdü. Ruanda-Urundi’de
1942/1944’ arasında yaklaşık 300.000 insan açlıktan
öldü. Madagaskar’da 1941 ile 1943 yılları arasında
(9) Batı-Afrika’da Fransa’nın kolonileri: Yukarı Senegal, Yukarı Volta – bugün Burkina Faso, Nijer, Senegal,
Moritanya, Fransız-Sudan – bugün Mali, Guinea, Damohey – bugün Benin ve Fildişi Sahili.
(10) Grau, “Afrika”, sf: 200-202
zorla çalıştırma günleri 2,55 milyondan 3,81 milyona
yükseldi. (10)
Birçok Afrika ülkelerindeki militan anti-emperyalist kurtuluş hareketlerinin sonucu olarak Afrika’nın
Lenin 1916: ” Biricik ve sadece sömürge mülkiyeti tekellerin rakipleriyle giriştikleri mücadelede karşılarına çıkabilecek her türlü rastlantıya
hatta karşı tarafın devlet tekeli yasası arkasına
siperlenmesi gibi bir rastlantıya karşı başarısının
tüm güvencesini sunar. Kapitalizm ne kadar gelişmişse, hammadde eksikliği kendini ne kadar
hissettirmişse, rekabet ve tüm dünyada hammadde kaynakları için mücadele ne kadar şiddetliyse, sömürgeler elde etme mücadelesi o kadar
amansızdır.”
Lenin, “Kapitalizmin En Yüksek Aşaması Olarak Emperyalizm”, sf: 264-265, Alm., Türkçesi:
Lenin, Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek
Aşaması, sf:85-86, İnter Yayınları, Ekim 1995,
İst.
dekolonizasyonu 1951’de başladı. Devletin başında
faşist Salazar’ın bulunduğu Portekiz kendi sömürgelerini en uzun süre elinde tuttu. Ama keyfi olarak
çizilmiş sınırlar varlığını sürdürdü. Ortaya yeni sömürgeci sömürme ve ezme yol ve yöntemleriyle emperyalist büyük güçlerin boyunduruğu altında kalan
çok halklı devletler çıktı. Bu, rüşvet yiyici hükümetler ve askeri diktatörlüklerin zeminini hazırladı. 2.
Dünya Savaşından önce Afrika’nın dünya ihracat ve
ithalatındaki payı yaklaşık % 6,5 idi. (11)
2. Dünya Savaşından sonra ABD Afrika kıtasındaki ekonomik yayılmasını yoğunlaştırdı. Bu güç kendisinin dünya egemenliği planları için sömürgelerin
yeniden paylaşımı çabası içindeydi. ABD 2. Dünya
Savaşından gerçekten güçlenerek çıkan tek emperyalist büyük güçtü. 2. Dünya Savaşına kadar Afrika’da
İngiltere ve Fransa başı çekiyordu; ama 2. Dünya Savaşında bunların zayıflaması ABD tarafından kullanıldı. Marşal planı hayata geçirildi ve sömürgeler ile
diğer emperyalistlerin nüfuz alanlarındaki hammaddeler ve sürüm pazarları üzerinde hâkimiyet kurma
hedefiyle, yine aynı zamanda giderek yükselmekte
(11) Ansiklopedi “Afrika”, sf: 104
(12) Ansiklopedi “Afrika”, sf: 86 vd
olan anti-emperyalist kurtuluş mücadelelerini bastırmak ve her şeyden önce halk demokrasileri ve Sovyetler Birliği’nin nüfuzunu geri püskürtmek için, Kuzey
Atlantik Paktı (NATO –ÇN) yaratıldı.
Amerikan mali sermayesi özellikle madenciliğe
ve petrol çıkartılması ve işletilmesine yatırım yaptı.
ABD yeraltı zenginliklerinin yağma edilmesi ve Afrika halklarının köle olarak çalıştırılması sayesinde
zengin hammadde kaynaklarının sömürülmesi yoluyla devasa kârlar elde etti. ABD-sermayesi için her
şeyden önce eski Belçika-Kongo’sundaki (şimdiki
KDC: Kongo Demokratik Cumhuriyeti -ÇN) hammaddeler önemliydi. ABD uranyum çıkarılmasını
tekelleştirdi. Ekonomi neredeyse komple Amerikan
tekellerinin hizmetindeydi. Belçika-Kongo’su kapitalist dünyada (teknik amaçlar için) çıkarılan tüm elmasların % 60-70’i ile birinci sıraya çıktı. (12)
Hammadde teslimatçısı ve meta sürüm
pazarı – Afrika
Kapitalist tekeller sömürgeleştirmenin başlamasından itibaren Afrika ekonomisini kendi gereksinimleri
doğrultusunda düzenlediler: İthal edilen hammaddeler için düşük fiyatlar; buna karşı ihraç edilen üretim
tesisleri ve makineler ve yeni teknolojiler vs. gibi sanayi ürünleri için muazzam derecede yüksek fiyatlar.
Bununla bir asırdan fazla zamandan beri Afrika’nın
ekonomik gelişmesini önlediler veya frenlediler.
Kendilerinin gaddarca baskısını, doğanın saldırganca yağma edilmesini, Afrika’nın hammaddelerinin utanmazca sömürülmesini meşru kılmak için
ırkçılığı ideolojik-siyasi silah olarak kullandılar. Ve
bugüne kadar da kullanmayı sürdürüyorlar. “Tembel
siyahlar” gibi sürekli tekrarlanan ırkçı klişeler her
türlü varyasyonlarıyla günümüzde sadece “siyaseten
doğru” dil stilinde paketlenmiş olarak her yerde hazır
ve nazırdır. “Aşırı nüfus artışının önüne set çekmek”,
“salgın hastalıkları denetim altına almak”, ve “çatışmaları durdurmak” gibi Batının sözde görevleri,
Afrika’yı kendilerinin “ sömürge sonrası rezervatı”(
– yeraltı ve üstü zenginlik kaynakları deposu – ÇN)
olarak elde tutmak için kullanılan gerekçelerden bir
kaçıdır.
Emperyalist güçler Afrika’yı tarım ürünleri ve
hammaddeler için bir teslimatçıya dönüştürüyorlar.
51
Her şeyden önce gıda ve lüks tüketim maddeleri için,
ayrıca maden ürünleri için bir teslimatçı olarak ve
kendilerinin sanayi mamulleri için bir sürüm alanı
ve de ucuz iş gücü nedeniyle de sermaye yatırımları
için kârlı bir alan olarak kullanıyorlar. Üretici güçlerin kasten düşük tutulan ve frenlenen gelişme düzeyi
karakteristiktir; - burada Güney Afrika gibi az sayıda
ülke istisna oluşturmaktadır -. Üretici zanaatkârlık
da bilinçli olarak sekteye uğratılmakta veya büyük
tekellerin gittikçe daha güçlü bir şekilde müdahalesiyle bertaraf edilmektedir.
Afrika iktisatları, onların bizzat kendilerinin belirleyemedikleri dünya piyasası fiyatlarına teslim
olmuş durumdadırlar. Bu durum devlet bağımsızlığına kavuştuktan sonra da pek az değişti. Hammadde ihracatına ve bununla birlikte dünya pazar
fiyatına bağımlılık, Afrika’nın zaten eskiden beri
muazzam borçluluğunu arttırdı ve korkunç derecelere çıkarttı:1979’da borçlar 6,9 milyar ABD-doları
tutuyordu;1990’da 170milyar ABD-dolarına, bugün
ise 300 milyar ABD-dolarına tırmandı. (13)
1980’li yıllarda Dünya Bankası ve Dünya Para
Fonu Afrika’nın birçok ülkesinde ekonomi ve siyaset
üzerine denetimi fiilen devraldı ve bu ülkeleri “yapısal uyumlulaştırma” programları çerçevesinde daha
ileri ‘tasarruf önlemleri’ne zorladı. Bu yükleri Afrika
halklarının sırtlarına bindirmek anlamına geliyordu. Faizlerin ve faizin faizlerinin ödenmesi ile bir
dizi ülkede borçların GSH’ya (Gayrisafi sosyal ürün
–ÇN) oranı % 100-200’lere vardı ve bazı ülkelerde
(Moritanya, Liberya, Sudan ve Guinea-Bissau) hatta
bu oranı zaman zaman % 200’ün üzerine çıkıyor ve
% 500’lere kadar varıyordu. (14)
Hammadde fiyatları tarafından belirlenen
Afrika’nın dışsatım gelirleri Ağustos 2008 ile Mayıs
2009 (kriz) arasında % 45 oranında düştü. Düşük
tarımsal üretkenlik dünya pazarında gıda maddeleri
fiyatlarının bir yükselişine götürdü. Ama bununla da kalmadı: Gıda maddeleri için dünya piyasası
fiyatları son yıllarda uluslararası borsalardaki gıda
maddeleri üzerinde yapılan utanmazca spekülasyon
nedeniyle astronomik miktarda arttı. Ve biyo yakıt
maddeleri için tarımsal hammaddelere artmakta
52
olan talep de, hem gıda maddelerinin dünya pazar fiyatlarının artışına hem de gıda maddeleri üretiminin
azalmasına götürmektedir.
Yakıt üretimi için Afrika’da mısır, şeker kamışı, yağ
hurma ağacı /maya ağacı veya soya fasulyesi gibi faydalı bitkiler ekilir.
Buna bir de tüm kıtadaki felaket boyutlarındaki
çevre tahribatı eklenir. Bu da yine yoksulluğun bir
keskinleşmesine ve hastalıkların hızla yayılmasına
sebep olur.
Tropik yağmur ormanlarının, kuru ormanların ve
ağaç rezervinin tahribi, tatlı su kaynaklarının kuruması ve bu arada Avrupa’dan yapılan zehirli çöp ithalatı, tarımın ve besin maddeleri üretiminin mahvına
götürüyor.
Kuraklıklar ve su baskınları, yağmur yağışlarına
bağımlı temel besin maddelerinin rekoltelerinde bir
düşüşe neden oluyor.
Buradaki bazı ülkeler için tarımsal rekoltelerin %
50’lik bir gerilemesi hesaplanıyor. Savaşların, açlığın ve birçok ülkedeki bütünüyle perspektifsizliğin
yanında ekolojik kriz emekçilerin Afrika kıtasından
kaçışının nedenlerinden biridir.
Emperyalizm Afrikalı emekçilerin varlık temellerini gasp ediyor, onların işgücünü açlık ücretleriyle
aşırı derecede sömürüyor, kendisinin egemenliğini
korumak uğruna savaşlar kışkırtıyor.
İnsanlar bu sefil durumdan kaçıp “vaat edilmiş
Batı”da sığınma aradıklarında, o zaman emperyalist hegemonyanın tüm sertliğiyle başka bir seviyede
karşılaşıyorlar. Hudutlar yüzlerine sıkıca kapatılmış
durumda. Yüz binlerce insan kaçış sırasında ölüyor.
Tüm iğrençliklere rağmen metropollere girmeyi
başaran emekçiler aşırı bir ırkçılıkla ve yeniden keskinleşmiş sömürüyle karşı karşıya geliyorlar.
Afrika mercek altında
Afrika’nın toplam nüfusu bugün 30 221 532 km2- bir
yüzölçümünde, 1 milyardan fazla insandır. Yani tüm
kıtada 54 ülkede km2-başına düşen kişi sayısı ortalama 30,51’dir. Nüfusun 2050 yılına kadar 2 milyara
varması beklenmektedir. (15)
700 milyon insan Sahra çölünün güneyinde Sah-
(13) www.gemeinsam-fuer-afrika.de/informieren/afrika-von-a-bis-z/von-u-wie-unabhangigkeit-bis-v-wieviehhaltung/
(14) www.omnia-verlag.de/weltimwandel/php/start.php?flag= popup&id=5312
(15) Dominic Johnson, “Büyük Sıçrayıştan önceki Afrika”, 2. Güncelleştirilmiş ve genişletilmiş yeni baskı 2013,
Klaus
Afrika Birliği’(AU)nin Örgütleri:
Afrika Birliği 2002 yılında OAU’nun halefi olarak göreve başladı. AU Sahra Demokratik Cumhuriyeti’ni üye olarak kabul
ettiğinden Fas dışında tüm Afrika devletleri
bugün bu birliğin üyesidirler. Üyelikleri
güncel olarak dondurulmuş devletler:
2009’den beri Madagaskar, 2012’den beri
Gine Bissau, 2013’den bu yana Merkezi
Afrika Cumhuriyeti.
Organları:
- Devlet ve hükümet başkanlarının
toplantısı AU’nun en yüksek yürütme
organını oluşturmaktadır.
- Yürütme Konseyi (EC) kural olarak
dışişleri bakanlarından oluşmaktadır.
- Büyükelçiler düzeyindeki Daimi Temsilciler Komitesi (PRC) Yürütme Konseyinin
toplantılarını hazırlamakta ve yürüyen işleri
gerçekleştirmektedir.
- AU-Komisyonu AU-çalışmasını koordine
etmekte ve AU-buluşmasını hazırlamaktadır.
- Başkan AU’ni dışa karşı temsil etmektedir.
- Pan-Afrika Parlamentosu (PAP) 2004’de
göreve başlamıştır. Bu parlamentonun
milletvekilleri direk olarak seçilmemekte,
bilakis her üye ülke ulusal parlamentolardan
beşer üyeyi delege olarak yollamaktadır.
PAP 2009’a kadar yasama yetkilerine sahip
olacaktı. Oysa Afrikalı devlet ve hükümet
başkanları PAP’a somut yetkileri devretmeye şimdiye kadar hazır değildiler. Bu
nedenle PAP bir dizi kararları hükümetler
tarafından neredeyse hiç dikkate alınmayan
(şimdilik) genel bir tartışma organı olarak
kalmaktadır.
- Afrika Yargıtayı (African Court, tam olarak
African Court of Human ve Peoples’ Rights
– Afrika İnsanları Hakları Yüksek Mahkemesi –ÇN – ACHPR) African Charta of
Human and Peoples’ Rights’da tanımlanan
haklarına uyulmasını denetliyor. Bu Yargıtay
şimdiye kadar çalışmaya henüz başlamadı.
- 150-üyelik bir Ekonomi-, Sosyal ve Kültür Konseyi (Economic, social and culturel
council, ECOSOCC)
AU-kurumlarına danışmanlık yapıyor.
- Barış ve Güvenlik Konseyi (Peace and
Security Council, PSC) güya barışı güvence
altına almak için merkezi bir organdır.
Devlet ve hükümet başkanları toplantısı
tarafından seçilen 15 üyeden oluşmaktadır.
Bir dizi esas olarak askeri kurumlar PSC’ne
yardımcı olmaktadırlar. Her biri 3.000 den
5.000’a kadar yerel askeri birliklerin de
eklendiği 15.000 kişilik çok uluslu (planlanan) bir müdahale birliği buna dâhildir.
Yerel Pazarlar ve Örgütler:
*COMESA (Common Market for Eastern
and Southern Afrika- Doğu ve Güney Afrika
için Ekonomi Pazarı-ÇN) birleşik bir para
birimi ve ortak merkez bankası kurmayı
amaçlayan 21 ülkeyi kapsayan bir gümrük
birliği.
*EAC (East Africa Community) Doğu Afrika Topluluğu
*SADC (Southern African Development
Community – Güney Afrika Gelişme
Topluluğu – ÇN) bütünüyle Güney Afrika
tarafından domine edilmekte: Angola, Botswana, Kongo DC, Lesotho, Madagaskar,
Malawi, Maritius, Mozambik, Namibya,
Sambiya, Seyşeller, Zimbabve, Güney Afrika, Swasiland, Tanzanya.
*ECOWAS (Economic Community Of West
African States - Batı Afrika Devletleri Ekonomik Topluluğu – ÇN) Nijerya tarafından
domine edilmekte ve onun başkanlığındadır
(Mart 2011 itibariyle): Benin, Burkina Faso,
Fildişi Sahili, Gambiya, Gine-Bissau, Kap
Verde, Liberya, Mali, Nijer, Nijerya, Senegal, Sierra Leone, Togo.
*CEEAC (Communauté Economique des
Etats de l’Afrique Centrale – Merkezi Afrika Devletleri Ekonomik Topluluğu – ÇN):
Angola, Ekvatoryal Gine, Burundi, Kongo
DC, Gabun, Kamerun, Kongo, Sao Tomé ve
Principe, Çat, Merkezi Afrika Cumhuriyeti.
*IGAD (Inter-Governmental Authority on
Development): Etiyopya, Çibuti, Eritre, Kenya, Somali, Sudan, Uganda.
53
raaltı- Afrika’da yaşamaktadır. Bu, tüm Avrupa nüfusunun bir buçuk mislidir. Kuzey Afrika’da sadece
yaklaşık 210 milyon nüfus vardır (2012 itibariyle).
150 milyondan fazla nüfusuyla Nijerya en kalabalık
nüfusa sahip devlettir. Afrika devletleri, Birleşmiş
Milletler (BM)’e üye devletlerin dörtte birini oluşturmaktadır. Böylece bu devletler, emperyalist güçlerin güç siyasetlerinin çıkarlarını özellikle BM’de ve
WTO (World Trade Organization – Dünya Ticareti
Örgütü)’nde ve de örneğin kendilerinin dünya düzenini kurmak gibi dış politikalarını gerçekleştirmek
için, önemlidirler.
Afrika’da yaklaşık 2.000 dil konuşulmaktadır.
Afrika’da 1950’de milyon nüfuslu hiç şehir yoktu; bugün ise milyon nüfusu aşan 35 şehir vardır.
Afrika’nın en büyük kentleri Mısır’da 15 milyondan
fazla nüfuslu Kahire, 11 milyondan fazla insanın
yaşadığı Nijerya’daki Lagos ile 8 milyondan fazla nüfuslu Kongo Demokratik Cumhuriyeti’ndeki
Kinshasa’dır. (16)
2007’de kentleşme oranı % 39 idi. Güncel tahminlere göre önümüzdeki dönemde küresel kentleşmenin
beşte dördü Afrika ve Asya’da gerçekleşecektir. Örneğin Lagos’un 2030 yılında muhtemelen 25 milyondan fazla nüfusa sahip olacağı var sayılmaktadır.
BM-Habitat’ın verilerine göre 2001’de Afrika’da 15
ülkede kentlerde gecekondularda oturanların payı %
90’nın üzerinde, Etiyopya’da (% 99,4), Çat’ta (% 99,1),
Somali’de (% 97,1), Nijer’de (96,2)’ idi. (17)
Afrika’da Sahra’nın güneyinde 2007’de çalışabilir
yaştaki tüm insanların % 77’si güvencesiz çalışma
koşullarında çalışıyordu; gençlerin % 21’i ve yetişkinlerin % 6’sı resmen işsizdi. Kuzey Afrika’da bu sayılar
her biri için % 37 ve % 10’dur. Burada doğal olarak
asgari geçim sınırının altında kendi tarlalarında çalışan insanlar veya hiç iş bile aramayan kadınlar sayılmamıştır. (18)
En işlek liman Durban, Güney Afrika’nın Doğu
Sahilinde bulunuyor; ama Çin’in katılımıyla
Tanzanya’da çok daha büyükçe liman- Bagomoyoortaya çıkacaktır. Süveyş Kanalı’nın çok özel büyük
bir stratejik önemi vardır. Bu kanal Akdeniz’i (Kızıl
Deniz üzerinden) Hint Okyanusu’na bağlıyor. En
54
uzun nehir Nil’dir; Nil’in üst kısmında Afrika’nın en
büyük gölü Viktorya Gölü bulunuyor.
Kıtanın ortasından, kıtanın yaşam damarı olan
Kongo nehri akıyor. Kendisinin hidrolik gücünün
muazzam potansiyeli ile teorik olarak Afrika’nın
tüm elektriği sağlanabilir. Kongo-nehrinin kontrol edilmesi üzerinde onlarca yıldır anlaşmazlıklar
söz konusudur. Örneğin Angola ve Güney Afrika,
Kongo’nun su gücünü genişletmek ve bu enerjiyi kıtanın güneyine ihraç etmek için milyarlarca dolarlık
yatırıma girişmektedir. Bu arada elektrik darlığı hüküm sürmektedir.
Bugünkü dünya üretimi ve yeraltı zenginlikleri
Tarımsal ürünlerin yanında, petrol veya elmas ve
madenler gibi her şeyden önce yenilemeyen hammaddeler en önemli ihracat malları arasındadır. Tahminlere göre Afrika, dünya çapında mevcut platinin
yaklaşık % 90’nından fazlasına, krom ve manganın
% 80’ine, elmasta % 60’ına kobalt ve altında % 50 ile
40’ına, boksit rezervlerinin % 30’una sahiptir. Yakıtlar ve enerji hammaddelerinde Afrika dünya çapında
mevcut uranyumun yaklaşık % 20’sinden fazlasını,
petrol, kömür ve doğalgazın % 10’nunu bulundurmaktadır. Altın, elmas, demir madeni, oksit ve bir
dizi diğer metaller ve madenlerin ihracatı patlamış
durumdadır. Fosil olmayan mineral hammaddeler,
her şeyden önce metaller ve elmas ağırlıklı olarak
Batı Afrika, Merkezi Afrika ve özellikle Güney Afrika’dadır. Petrol üretimi Afrika’da her şeyden önce
Kuzey Afrika, Gine Körfezi’nde ve Batı Afrika’nın güneyinde bulunmaktadır. Bunun en önemli üreticileri
Cezayir, Libya, Nijerya ve Angola’dır. Daha büyükçe
petrol yatakları Gana, Moritanya ve Nijer’de bulundu. Daha az miktarda mevcut bulgulara Gabun, Çat
ve Sudan’da rastlandı. Ekvatoryal-Gine’de yaklaşık
160 milyar dolarlık bir pazar değeriyle devasa petrol
kaynaklarının bulunduğu tahmin ediliyor. Uzmanlar Angola’daki petrol rezervlerini 12-15 milyar varil
olarak tahmin ediyorlar. Afrika’nın üç en büyük petrol ihracatçısı – Cezayir, Angola ve Nijerya – 1990’lı
yıllarda petrol ihracatından yuvarlak hesap 300 milyar dolar gelir elde ettiler. 2000-2010 yılları arasında
bu gelir yuvarlak hesap bir trilyondu. Afrikalı yeni
(16) wikipedia.org-wiki-Afrika
(17) (Almanya ) Ekonomik İşbirliği ve Gelişme Federal Bakanlığı: “Afrika’daki Kentleşme”, 333. Daire Şubesi
(Su, Enerji, Kentsel Gelişim, Jeo-Sektör) 22. 08. 2011 itibariyle
(18) Johnson, “Afrika”, Sf: 13
petrol çıkaran ülkeler şunlardır: Sudan, Ekvatoryal
Gine, Gana, Uganda.
Mozambik’teki gaz ve kömür rezervleri dünyanın en büyüklerinden sayılmaktadır. Ulusal Petrol
Enstitüsü’ne göre Mozambik Irak’takilerle karşılaştırılabilir bir şekilde 2,8 trilyon kübik metre doğal gaz
rezervlerine sahiptir. Gaz rezervinin yanında dünyanın en büyük henüz işlenmemiş kok kömürü kaynakları Mozambik’te bulunmaktadır. 2014’e kadar orada
on bir milyon ton, 2017’e kadar bunun iki misli üretilmek durumundadır. (19)
Tarım ve “Eko”-emperyalizm
Sahra’nın güneyindeki çalışabilir tüm kadın-erkek
Afrikalıların % 60’ından fazlası tarım sektöründe
çalışmaktadır. Teorik olarak kişi başına 0,25 hektar kullanım alanı düşüyor; bu dünya ortalamasına
uygundur. Oysa Afrika ziraatının üretkenliği karşılaştırıldığında çok düşüktür. Sahraaltı Afrika’sı 2008
yılında hektar arazi başına 1.230 kilogram bir tahıl
rekoltesine sahipti. Bu konudaki dünya ortalaması
hektar başına 3.077 kilogramdır.
Sıkça ekilen tarımsal ürünler arasında pirinç, darı,
mısır, Hint yerelması (Japon patatesi), manyok, bamya, muz, kahve, pamuk, kakao, yer fıstığı, hurma yağı
ve hurma sayılmaktadır.
Afrika’nın verimli toprakları birkaç yıldan beri
dünya çapındaki yatırımcılar ve spekülatörlerin büyük ilgisini çekmektedir. Uluslararası bankalar ve
yatırım fonları, sanayi ülkeleri ile tarım holdingleri
devasa arazilerde devasa endüstriyel büyük çiftlikler kurarak, ucuz ücret giderleri nedeniyle ihracat ve
ekstra-kârlar için gıda maddeleri ve biyo yakıt üretmek istemektedir. Afrika halkları ekilebilir tarlaların
kullanılması için çoğu kez zorla yerlerinden edildiler,
toprak ve arazilerini satmaya zorlandılar. Dahası yabancı yatırımcıların bu arazilerinde üretilen ve ihraç
edilen temel gıda maddeleri aşırı pahalı fiyatlarla ye-
niden ithal edilmek zorundadır.
2001 ile 2011 yılları arasında Afrika’da yaklaşık
toplam 130 milyon hektar arazi satıldı veya kiraya verildi. Ne var ki bu sayılar gerçeği yansıtmamaktadır,
gerçek rakam herhalde bundan epeyi daha yüksektir. Mali’de daha 1996’da şeker kamışı yetiştiren bir
ortaklık şirketi vardı: Şirketin % 40’ Mali devletine,
% 60’ı ektiği alanları daha 2010 yılında 20.000 hektar
genişleten bir Çin işletmesine aitti.
“Sierra Leone’de Addax Bioenergy isimli firma
Avrupa’da kullanılan biyo yakıt için Ethanol üretiyor.
Bu proje Avrupa Kalkınma Bankası tarafından teşvik
ediliyor. Bu proje için şimdiden 40.000 hektardan fazla
arazi kiralanmış durumda. (100 ha= 1 km2). (20)
Ticaret, Büyüme – Ekonomik Patlama
Afrika’nın Sahra-altı ülkelerinin dünya ticaretindeki
payı 1980’de % 6 civarında bulunuyordu. 2002 yılından 2008’e kadarki yıllarda ortalama ekonomik büyüme % 5 - 6arasında idi; 2010’da büyüme % 4,3- 4,5
arasında idi. 2011’de ekonomik büyüme ortalama %
4,9 idi. 2015 için % 5,5’luk bir büyüme bekleniyor. (21)
“Geçen on yıl içinde hiçbir kıta Afrika’da kadarki
gibi hızlı bir şekilde büyümedi. Real ekonomik büyüme yılda yüzde 5 ile 10 arasında, Angola gibi petrol
devletlerinde 2007’de hatta yüzde 22,6 – neredeyse
dünya rekoru - oldu. Dünya Bankası’nın bir araştırmasına göre en büyük ekonomik ilerlemeye sahip 50
iktisattan 17’si Afrika’dandır. Kıtanın gayri safi yurtiçi ürünü – 1,7 trilyon dolar üzerinde - hemen hemen
Rusya’nınki kadardır.” (22)
2013’de yeryüzünün en hızlı büyümekte olan on
iktisadından dördü Afrika’da bulunuyordu. Bu listenin başını ortalama % 20,3’lük bir büyüme ile hatta
Çin (% 9,6)’in bile önünde bulunan Angola çekiyordu.
Onu % 15,4 ile Ekvatoryal Gine, % 9,2 ile Etiyopya ve
% 9,2 ile Libya izliyordu. (23)
Afrika’ya yönelen doğrudan yabancı yatırımlar (Fo-
(19) Tüm Sayılar: Siyasi Eğitimi için Bilgiler 303, 2/2009, Sf: 21 ve Friedrich-Ebert-Vakfı, Afrika daire şubesi:
“Mozambik’te kaynak bulgusu”, Ağustos 2012, library.fes.de/pdf-files/iez/09288.pdf
(20) www.medico.de/themen/menschenrechte/rohstoffe/dokumente/der-stroff-aus-dem-kriege-sind/48/, Ekim
2013, GIGA, “Afrika’da yeni arazi gaspı mı?”, sayı 1, 2011 ve www.gesichter-afrikas.de/rohstoffe-ressourcen-inafrika/landgrabbing.html,2011
(21) AB-Komisyonu’nun Sonbahar 2013 tahmini: “Dünya çapında Ekonomik Büyüme”, www.wko.at/statistik/
jahrbuch/worldGDP.pdf, Kasım 2013, Alm.
(22) Der Spiegel “Aslanlar Yola Koyuluyorlar”, Sayı: 47-2013, Sf: 106, Alm.
(23) www.welt-in-zahlen.de/laendervergleich.phtml; last update:08.01.2013, November 2013
55
reign Direct Investments, FDI) 2000 ile 2008 yılları
arasında 87,6 milyar ABD-doları olarak on mislisine
çıktı; 2012’deki yabancı direk yatırımlar 554 milyar
ABD-doları tuttu. Afrika’nın yatırım oranı her ne
kadar ihracat gelirlerinden daha yavaş artsa da, yine
de GSİÜ’nün % 20’sinin üzerindedir.
“Anda mali kriz ve tasarruf politikası nedeniyle
Avrupa ve Amerika’da alıp götürülecek fazla bir şey
olmadığından sermaye yatırımcıları ve spekülatörler
Afrika kıtasını keşfettiler. Yeraltı zenginlikleri, gıda
maddeleri veya ekin alanları üzerine kumar oynayan
yatırım fonları masalsı kazançlar vaat ediyorlar. Tarihçiler daha şimdiden, Avrupalı sömürgeci güçlerin
“yerkürenin siyah parçasını” kendi aralarında paylaştıkları ve yağma ettikleri 19. Yüzyılın sonu ile karşılaştırılabilir bir şekilde, “Afrika uğruna” ikinci bir
“rekabet”ten söz ediyorlar.” (24)
Afrika’daki yatırımlar dünyanın başka bir yerindekinden çok daha yüksek kazançlar sağlıyorlar ve
ortalamanın çok üstünde kârlılığa sahip projeler vardır: Kongo ile mavi Nil-nehrinin su gücü potansiyeli,
Liberya ve Gine’nin demir madenleri ve boksit kaynakları, tüm Sahra-Çölünün rüzgâr ve güneş enerjisi
için kullanılma imkânı, kıtanın içerisindeki verimli
Savan bölgesi ve nihayet dünyanın en zengin maden
kaynakları: Kongo’nun bakır ve kobalt madenleri ve
devasa altın-,petrol ve gaz-rezervleri.
2000 yılında Afrika’ya 15 milyar ABD- doları değerinde sermaye akmıştı; 2008’de ise sermaye akımı
88 milyar ABD-doları oldu. Bunun 64 milyar ABDdoları Sahra’nın güneyindeki devletlere ve 24 milyar
ABD-doları Kuzey Afrika’ya, 20 milyar ABD-doları
Nijerya’ya, 15 milyar ABD-doları Angola’ya, 9’ar milyar ABD-doları Mısır ve Güney Afrika’ya yatırıldı.
Dünya çapındaki kriz nedeniyle kısa süren bir gerilemeden sonra 2012’de sermaye akışları yine neredeyse
50 milyar ABD-dolarına yükseldi.
2013 için yaklaşık 57 milyar ABD-doları öngörüldü. Bunun beşte dördü bu arada Sahra’nın güneyindeki ülkeler için öngörüldü. Kuzey Afrika Arap İlkbaharı nedeniyle uluslararası mali sermaye için riskli
bölge haline geldi. Böylece diğer ülkeler ön plana çıktı ve uluslararası sermaye pazarlarına giriş yaptılar:
Gana ve Doğu Afrika’nın Mozambik’ten Tanzanya ve
56
Kenya üzerinden Uganda’ya kadar uzanan patlama
yapan şeridi.
Afrika içerisinde de – her şeyden önce Libya’nın,
Güney Afrika holdinglerinin ve Nijerya bankalarının yatırım fonları – sermaye akışları artmaktadır.
Ama sadece uluslararası sermaye değil, aynı zamanda Afrikalı burjuvalar, finans oligarşisi ve sermaye
sahipleri devasa kârlar yapmakta ve zenginlik hızla
artmaktadır.
Forbes’in 2013’deki dünyanın en zengin 500 dolar
milyarderi listesinde Afrika’dan 8 dolar milyarderi
yer alıyor: Nijerya, Güney Afrika, Fas, Swazi-Ülkesi, Mısır’dan. Afrika’da toplam 200 dolar-milyarderi bulunduğundan yola çıkılmaktadır (Almanya’da
yayınlanan Günlük Die Welt Gazetesi, 28. 09. 2012).
Karşılaştırıldığında bu sayı Çin’de 300 dolar milyarderi civarındadır.
Bu gelişmelerle Afrika içi çelişkiler güçlenmektedir.
Afrika Birliği’nin siyasi görüşmeleri içerisinde Libya
ile Güney Afrika ve Nijerya, örneğin BM-Güvenlik
Konseyi’ndeki daimi bir Afrikalı temsilcilik ile ilgili hak taleplerindeki önderlik rolü uğruna çoğu kez
birbirleri arasındaki rekabet nedeniyle birbirlerini
engellemektedirler. Nil-suyunun adil bir şekilde dağıtılması uğruna mücadele de anlaşmazlıklara, bir
yanda Mısır, diğer yanda ise Etiyopya ile Uganda arasında kesinleşmiş rekabete sebep olmaktadır. Hakeza
Kongo-nehrinden enerji kazanılması ve en kârlı yatırım projelerinden biri olan dünyanın en büyük barajı
Grand-Inga barajının büyütülmesi konusunda amansızca bir ihtilaf yürümektedir. (25)
Yükselmekte olan emperyalist bir güç ve Afrika’nın
en büyük ekonomik gücü olan Güney Afrika
2005’den bu yana Afrika ülkelerine net sermaye ihracatçısı konumundadır. BM-verilerine göre Afrikaiçi tüm sermaye akışlarının % 70’i Güney Afrika kökenlidir. 2003’den 2007’ye kadarki süre içinde diğer
Afrika ülkelerine yapılan Güney Afrika sermayesi
yatırımlarının değeri dört misline,- 16 milyar ABDdolarından fazlasına- çıktı. En büyük yatırım hedefi,
vergi vahası olarak tanınan Mauritius Adası’dır. Ama
Güney Afrika son yıllarda güçlü bir şekilde Nijerya’ya
da yatırımlar yaptı.
Afrika’nın döviz rezervleri 2004’den beri üç mis-
(24) Der Spiegel “Aslanlar Yola Koyuluyorlar”, Sayı: 47-2013, Sf: 106, Alm.
(25) www.spiegel.de/wissenschaft/technik/kongo-plant-groesstes-wasserkraftwerk-der-welt-a-900943.html
(26) 2013’ün tüm sayıları: Johnson, “Afrika”, Sf: 26
Sömürgesel ve yeni-sömürgesel savaşlar, iç savaşlar, isyanlar ve ayaklanmalar
Sömürgesel ve yeni-sömürgesel savaşlar, iç savaşlar, isyanlar ve ayaklanmalar
1798 – 1801 Mısır seferi
1801 – 1805 Amerikan-Trablusşam Savaşı
(ilk barbarca savaş)
1880 – 1881 İlk Burlar Savaşı
1881 – 1890 Mehdi Ayaklanması
1888 – 1890 Doğu Afrika Sahilleri Halklarının
Ayaklanması
1899 – 1902 İkinci Burlar Savaşı veya Güney
Afrika Savaşı
1899 – 1920 Somali’deki Derviş-Hareketi’nin
Ayaklanması
1904 – 1908 Herero ve Namaların Ayaklanması
1905 – 1908 Maji-Maji Ayaklanması
1935 – 1936 İtalya – Etiyopya Savaşı
1940 – 1943 Afrika Seferi
1954 - 1962 Cezayir Savaşı
1960 – 1989 Namibya’nın Kurtuluş Savaşı
1961 – 1991 Eritre Bağımsızlık Savaşı
1961 – 1974 Portekiz Sömürge Savaşı
1961/1974 – 2002 Angola’da Bağımsızlık-/ İç
Savaş
1976 – 1992 Mozambik İç Savaşı
1963 – 1964 Cezayir – Fas Sınır Savaşı
1967 – 1970 Biafra Savaşı (Nijerya)
1971 – 1972 Birinci Uganda –Tanzanya Savaşı
1974 – 1991 Etiyopya İç Savaşı
1977 – Libya – Mısır Sınır Savaşı
1977 – 1978 Shaba –İstilası (Kongo/Angola)
1978 – 1987 Libya –Çad Sınır Savaşı
1978 – 1979 İkinci Uganda –Tanzanya Savaşı
1983 – 2005 Güney Sudan’da Ayrılma Savaşı
1988 Sudan Savaşı (Darfur)
1986 – 2008 LRA-Çatışması (Lord’s Resistancea
Army - Lord’un Direniş Ordusu –ÇN)
1988/1991’den beri Somali İç Savaşı
1989 – 1996/1999 – 2003 Liberya İç Savaşı
1990 Senegal’deki Casamance –Çatışmasının
Başlaması
1991 – 1994 Çibuti İç Savaşı
1991 – 2002 Sierra Leone’de İç Savaş
1992 Cezayir İç Savaşı
1993 Kongo – Kinshasa (Doğu Kongo) Silahlı
Çatışması
1996 – 1997 İlk Kongo Savaşı
1998 – 2000 Eritre – Etiyopya Savaşı
1998 – 2003 İkinci Kongo Savaşı
2002 Cabinda –Çatışması (FLEC’in Cabinda’nın
ayrılması için Mücadelesi) Angola
2002 Mağribi’de (Cezayir, Çad, Mali, Moritanya, Fas, Nijer) El Kaide’ye karşı mücadele
2002 – 2007 Fildişi Sahili’nde İç Savaş
2003 – 2009 Darfur-Çatışması
2003 Çad Savaşı
2004/2005 Nijerya’da Şeriat- Çatışması
2005 – 2010 Çad’da İç Savaş
2005 Mali Savaşı (Tuareg)
2005 Merkezi Afrika Cumhuriyeti Savaşı
2006 – 2009 Üçüncü Kongo Savaşı
2006 Nijer Silahlı Çatışması (Tuareg)
2006 Burundi Silahlı Çatışması
2007 Nijerya Silahlı Çatışması (Nijer Deltası)
2008 Eritre –Çibuti Sınır Çatışması
2010 -2011 Fildişi Sahili’nde İç Savaş
Aralık 2010 Arap Baharının Başlangıcı
2011 Libya’da İç Savaş + 2011 Libya’ya uluslararası askeri müdahale
2012 M23’ün Ayaklanışı ve Kongo Demokratik
Cumhuriyeti’ndeki savaşlar
2012’den beri Mali’de çatışma + 2013’den beri
Serval Operasyonu
Ölüler:
1.000.000: İkinci Sudan İç Savaşı (1983-2005)
1.000.000: Biafra Savaşı, Nijerya (1967-1970)
900.000-1.000.000: Mozambik İç Savaşı (19761993)
800.000-1.000.000: Ruanda’daki İç Savaş (19901994)
800.000: Kongo Cumhuriyeti’ndeki İç Savaş
(1991-1997)
570.000: Eritre’nin Bağımsızlık Savaşı (19611991)
550.000: (1988’den beri) Somali İç Savaşı
500.000: Angola’da İç Savaş (1975-2002)
500.000: Uganda’da İç Savaş (1979-1986)
(d e . w i k i p e d i a . o r g / w i k i / L i s t e _ v o n _
Kriegen,September 2013)
57
line katlandı; Afrika’nın borçları 2000,Gayri Safi İç
Ürün’ün % 63’ü boyutunda idi; 2010 yılında bu oran
% 25’e gerilemişti. (26)
Ama bu nüfusun yoksulluğunun azaldığı anlamına
gelmiyor; tersine bir avuç komprador ve kapitalistin
zenginliği büyüyor. Zenginler daha zengin oluyor.
2015 yılında Afrika’da 340 milyondan fazla insanın
günde bir dolardan daha az bir parayla yaşamak zorunda kalacakları tahmin edilmektedir. (2001 yılında
bu insanların sayısı 313 milyon idi.) (27)
ra-altı Afrika’sı ülkeler bu ithalatlarını % 20 oranında
yükselttiler. Kuzey Afrika’ya silah teslimatları % 273
oranında yükseldi; bu tüm Afrika silah ithalatlarının
% 59’udur.
Telekomünikasyon
Cezayir Rusya’dan 36 savaş uçağı, 185 tank, iki uçaksavar sistemi 2 SAM ve iki denizaltı ithal etti. Büyük
sayıda helikopter, korvetler, firkateynler ve kara sistemleri Rusya, Çin, İngiltere, İtalya ve Almanya’ya
sipariş edildi.
1989’da Afrika’da cep telefonu kullanan kadın-erkeklerin sayısı henüz 4.000 civarındaydı; 2006’da 100
milyonun üzerine çıktı; 2010’da bu rakam neredeyse
iki misline katlanarak 633 milyon oldu. 2050 yılına
kadar bir milyardan fazla kadın-erkek cep telefonu
kullanıcısının olacağı tahmin ediliyor. Beşte biri zaten akıllı cep telefonu kullanıyor; buna karşı 2012’de
sadece 3 milyon sabit telefon hattı vardı.
100 kişi başına düşen 100- 149 arası mobil telefon
sözleşmelerinin oranı, Kuzey Afrika’da (Moritanya,
Fas, Cezayir, Tunus, Libya, Mısır);ve Batı Afrika’da
(Namibya, Botsuana ve Güney Afrika), Almanya’daki ile aynı seviyededir. Buna karşın ABD’de 100 sakin başına düşen mobil telefon sözleşmeleri oranı 7595 arasındadır. (Spiegel, 48/2013)
Sadece 167 milyon insan interneti kullanıyor; bu her
ne kadar az olsa da, iki yıl öncekinin iki katıdır. 2012
sonunda Afrika’da 51 milyonun üzerinde Facebookhesabı vardı. Kıtanın kablolaştırılması Afrika’nın devasa yatırım projeleri arasında içindedir. Avrupa’dan
veya Asya’dan Afrika’ya, Afrikalı çoğunluklu konsorsiyumlar tarafından kıtanın etrafında dolaşan ve
tüm Afrika ülkelerini kapsayan bir dizi sualtı kabloları döşeniyor. (28)
Silah Satışları ve Askerileşme
En büyük ithalatçı ülkeler Cezayir (% 43), Güney Afrika (% 17) ve Fas (% 16) dır. Mısır Güney Afrika ile
birlikte kıtanın en güçlü askeri gücü olarak sayılmaktadır. Silah ithalatı Afrika çapında % 110 arttı. Sah-
58
Örneğin Fas:
Fas ABD’den 16 adet savaş uçağı, Fransa’dan 27 savaş
uçağı ve Hollanda’dan bir firkateyn ithal etti; bundan
başka savaş uçakları ve firkateynler ısmarlandı.
Örneğin Cezayir:
Örneğin Güney Afrika:
Sahra-altı ülkeler içinde Güney Afrika en büyük silah ithalatçısıdır; Sahra-altı Afrika’ya teslimatların
% 41’i Güney Afrika’ya gidiyor. Onun bu ithalatları % 80 oranında arttı; bunun % 55’i, aralarında iki
firkateyn ve iki denizaltı olmak üzere, Almanya’dan
geliyor. En büyük ikinci teslimatçı % 30 ile İsveç’tir.
Doğu Afrika’ya teslimatlar toplam % 29 oranında
geriledi. Uganda’nın ithalatları buna karşın % 300
oranında arttı. (29)
Emperyalist dev Çin
Çin 2008 ile 2012 arasında dünya çapında beşinci en
büyük askeri donanım ihracatçısı konumuna yükseldi ve kendisinin başka ülkelere askeri donanım
malzemeleri satışlarını 2003’den 2007’ye kadarki ile
karşılaştırıldığında 2008’den 2012’ye kadar % 162
oranında arttırdı. Çin’in dünya ticaretindeki payı da
yüzde ikiden beşe çıkarak iki mislinden fazla büyüdü
Dahası Çin 2000 ile 2003 arasında Rusya’nın peşinden Afrika devletlerine en önemli silah teslimatçısı
konumuna yükseldi. (30)
Ayrıca Çin daha şimdiden Sudan’da askeri birlikler,
Gine Körfezi’nde de daimi bir filo konuşlandırmıştır.
Sosyal-emperyalist Sovyetler Birliği’nin çöküşüne ka-
(27) 20. 04. 2013 tarihli Frankfurter Rundschau (FR) Gazetesi, SF: 2
(28) 2013’ tüm sayıları: www.one.org/c/de/einzelne_themen_im_detail/1883/und Johnson, “Afrika”, Sf: 2 vd
(29) 2012’nin tüm sayıları: Dossier Nr. 71 in Wissenschaft & Frieden 2012-4: Rüstung – Forschung und Industrie www.wissenschaft-und frieden.de/seite.php?dossierID=075, Nov 2013
(30) www.wissenschaft-und frieden.de/seite.php?dossierID=075, Nov 2013
dar Fransa, İngiltere, ABD ve Almanya, Afrika kıtasındaki en güçlü emperyalist güçler idiler. Çin ile
Afrika arasındaki ticaret hacmi 1950 yılında 12,14
milyon ABD-doları; 1960’da 100 milyon ABD doları
ve 1980’de 1 milyarın üzerinde ABD-doları idi. (31)
Oysa Çin birkaç yıldan beri Afrika’nın en büyük
ekonomik ortağı haline gelişiyor. Çin ile Afrika arasındaki ticaret hacmi 2000 ile 2008 arasında 10,6 milyardan 106,8milyar ABD-dolarına yükseldi, yani on
misline çıktı. 2011’de bu sayı 135,3 milyar avro civarında idi. Afrika ile Çin arasındaki ticaret 200 milyar ABD-dolarlık bir hacme ulaştı. Afrika ile ABD
arasındaki ticaret hacmi ise 95 milyar doların biraz
üzerinde bulunuyor. (31)
Çin’e Afrika ihracatları 2010’da 117 milyar dolar tuttu. Bu bağlamda Angola’dan, Sudan’dan ve
Nijerya’dan petrol tüm ihracatın % 80’ini oluşturuyor. (32)
Afrika’dan Çin’e hammadde ihracatları petrolde %
30’u, kobaltta % 80’i manganezde % 40’ı oluşturuyor.
Afrika’daki direk yatırımlar Çin in dış yatırımlarında, Malezya’dan sonra en büyük kalemi oluşturuyor.
2003 sonunda Çin’in Afrika’da yaptığı yatırımlar 490
milyon ABD-doları tutuyordu. 2009 sonunda bu sayı
daha 9,33 milyar ABD-doları idi ve 2011’de ise 16
milyar ABD-dolarından fazladır (Çin’in yurtdışında
yaptığı toplam direk yatırımların yüzde dördü).
Bunun büyük bir bölümü Güney Afrika, Nijerya,
Zambiya, Sudan, Cezayir ve Mısır’a giderken, Çin
toplam 49 Afrika devletinde yatırım yapmaktadır. Bu
yatırımlar madenlere, mali sektöre, üretime, inşaat
sektörüne, turizme ve balıkçılık, tarım ve ormancılığa akmaktadır.
Afrikalı şirketlerin Çin’e yatırımları da artmıştır.
2009 sonu itibariyle Afrika ülkelerinden Çin’e dolaysız yatırımlar toplam 9,93 milyar ABD-doları tuttu.
Bu yatırımlar büyük oranda Mauritius Adası, Güney
Afrika, Seyşellen, Nijerya ve Tunus kökenlidir. Bu yatırımlar her şeyden önce petro-kimya sanayi, makine
yapımı, elektronik, ulaşım ve iletişim, hafif sanayi ile
ev araç-gereçleri imalatı, giyim ile tekstil, biyo-tek-
noloji ile ilaç sanayi, tarım, eğlence ile gastronomi ve
emlak sektörlerine yapıldı. (33)
Dahası Çin, yollar, demiryolları ve elektrik gibi
Afrika’daki alt yapı projelerinin en büyük finansörü
olma yolundadır.
2006 yılında Çin bu projelerin yapımı için yedi milyar ABD-doları vaat etmiştir. Çin, 2009 sonuna kadar
Afrika’da beş yüzden fazla alt yapı projesinin yapımına yatırım yapmıştır. Bunlar kısmen maden çıkarma
ruhsatları elde etmenin aracı olarak kullanılmaktadır. Çin alt yapı projeleri yapımlarını hammaddelerin
kullanma haklarının verilmesi ve teslimatına bağımlı
kılmaktadır. Bir yandan kaynaklara kendisinin ulaşmasını güvence altına almak; diğer yandan ise örneğin petrol teslimatlarının durdurulması yoluyla diğer
güçleri siyasi olarak baskı altına almak için petrol
rezervleri ve onların nakliye yollarının denetimi özel
öneme sahiptir.
Her üç senede bir “Forum on China Africa Cooperation (FOCAC) [Çin –Afrika İşbirliği Forumu - ÇN]
gerçekleştiriliyor. Burada Çin ile Afrika arasındaki
ticaret ve yatırım ilişkilerinin daha da derinleştirilmesi ve kalkınma işbirliğinin genişletilmesi kararlaştırılıyor.
Bu zirve çerçevesinde İkinci Çinli-Afrikalı Girişimciler Konferansı gerçekleşti. Bu bağlamda Çinli
holdingler on bir Afrika devletiyle toplam 1,9 milyar
ABD-dolar tutarında yatırım anlaşmaları yaptılar.
(34)
Kongo Demokratik Cumhuriyeti’nde Çin firmaları
2007’de neredeyse dokuz milyar ABD-dolarlık bir yatırım paketi bağladılar.
Çin 2009’dan 2012’ye kadar toplam 10 milyar
ABD-dolarlık yumuşak krediyi (avans paylı krediler)
Sahra-altı devletlere verdi. Çin devletin İhracat-İthalat Bankası üzerinden, ödenmesi yer altı yer üstü kaynakları ile güvence altına alınan, uzun vadeli krediler
veriyor. Bu şekilde Angola’ya 14,5 milyar ABD-doları,
Gana’ya 13 milyar ABD-doları, Nijerya’ya 8,4 milyar
ABD-doları, Kongo DC’ne 6,5 milyar ABD-doları ve
Etiyopya’ya 3 milyar ABD-doları kredi verildi. Ne var
(31) german.china.org.cn/pressconference/2011-02/14/content_21019057.htm
(32) www.zeit.de/politik/ausland/2013-06/obama-afrika-reise-wirtschaft-china ve www.welt.de/wirtschaft/
article108336350/Chinesische-Investoren-kaufen-halb-Afrika-auf.html
(33) german.china.org.cn/pressconference/2011-02/14/content_21019057.htm, www.owc.de/2013/08/chinassich-wandelnde-rolle-in-afrika/ ve www.zeit.de/politik/ausland/2013-06/obama-afrika-reise-wirtschaft-china
(34) german.china.org.cn/pressconference/2011-02/14/content_21019057.htm
59
ki, bu krediler Çinli inşaat firmaları tarafından yapılması zorunlu (!) alt yapı projelerinde kullanılma şartıyla verildi. Çinli inşaat firmaları böylece Afrika’daki kamusal ihalelerinin en büyük kazananları haline
geldi ve yollar, köprüler, havaalanları ve demiryolları
ağları yaptılar.
2011’de Afrika’da Çin’dekiler örnek alınarak 59
“özel ekonomik bölge”lerin kurulacağı ilan edildi.
Çinli üretim işletmelerinin yerleşmesi bununla bağıntılıdır. Çinli bankalar Zambiya, Güney Afrika,
Mısır ve diğer Afrika ülkelerinde şubeler ve temsilcilikler kurdular ve d.y. (diğerlerinin yanında) African Development Bank (Afrika Kalkınma Bankası
–ÇN)’nah ve West African Development Bank (Batı
Afrika Kalkınma Bankası –ÇN)’a üye oldular. 2009
sonuna kadar Mısır, Fas, Kamerun, Güney Afrika ve
Nijerya’dan altı banka Çin’de şubeler veya temsilcilikler açtılar. (35)
Bu yılın başında Çin’in yeni devlet başkanı Xi Jinping
Güney Afrika ve Tanzanya ve Kongo Cumhuriyeti’ni
ziyaret etti. Afrika devletlerine toplamda 20 milyar
ABD-dolarlık krediler önerdi ve içlerinde on milyar
ABD-dolarlık Bagamoyo, Tanzanya’daki bir liman
inşa projesinin bulunduğu önemli iş anlaşmaları imzaladı. Anda hemen hemen bir milyon Çinli Afrika
kıtasında yaşıyor.
Diğer taraftan Afrika, Çin’den giysi, plastik ürünleri ve elektronik aletler gibi işlenmiş tüketim malları için önemli sürüm pazarına doğru gelişmektedir.
Örneğin Zambiya’nın tekstil sanayisi Çin’den gelen
daha ucuz ithal tekstil ürünleri nedeniyle çöktü.
Çin kendisinin tüm bu yeni sömürgeci maksatlarında, eski sömürgeciler gibi doğrudan müdahale ve
direk savaş yürütme yoluna başvurmuyor. Çin ile
bir işbirliğine girişmek isteyen devletlerin yerine getirmelerinin zorunlu olduğu biricik koşul Tayvan’ın
tanınmamasıdır.
Çin 2004’de BM-Güvenlik Konseyinde Darfur’daki soykırım nedeniyle Sudan’a karşı yaptırımları veto
hakkını kullanarak engelledi. Bu ülkedeki petrol
üretimindeki çıkarlarının tehlikede olduğunu gördü.
Buna ek olarak Afrika BM’lere üye devletlerin dörtte birini oluşturmaktadır: 2005’te güvenlik konseyi-
60
nin reformu gündemdeydi. Bunun esas girişimleri,
Almanya, Hindistan, Japonya ve Brezilya’dan oluşan
dörtlü grup G 4 ‘ten geliyordu. Ama genel kurulda
gerekli üçte ikilik çoğunluğu bir araya getiremediler.
Afrika devletlerinin 50’nin üzerinde oyu vardı ve o
zamanlar, bugün olduğu gibi, büyük oranda Çin ile
birlikte oy kullandılar. Böylesine bir reform Çin’in
pozisyonunun, Japonya ve Hindistan’ın eş zamanlı
bir ağırlıklarının artmasıyla, önemli derecede zayıflaması anlamına gelirdi.
Örneğin Güney Afrika:
Güney Afrika kıtada Çin’in en önemli ticari ortağıdır. İkili ticaretin payı toplam Afrika ticaret hacminin yaklaşık % 20’sidir. Güney Afrika ağırlıklı olarak
hammadde ihraç etmekte ve neredeyse istisnasız işlenmiş mallar ithal etmektedir. (36)
Örneğin Zimbabve:
Çin ile Zimbabve arasındaki ilişkiler 1960’lı/70’li
yıllardaki bağımsızlık savaşı dönemine kadar geriye
uzanmaktadır. Sosyal-emperyalist Sovyetler Birliği
burada Zimbabwe African Peoeple’s Union (Zimbabve Afrika Halk Birliği – ÇN)’ni desteklerken, Çin, Robert Mugabe önderliğindeki Zimbabwe African National Union Patriotic Front (ZANU-PF) [Zimbabve
Afrika Ulusal Birliği Yurtsever Cephe - ÇN]’nin yanında yer almıştı.
Çin Temmuz 2008’de ABD’nin Zimbabve’ye karşı
geniş kapsamlı yaptırımlar için bir başvuru istemini
Güvenlik Konseyi’nde (Rusya ile birlikte) veto ederek
bloke etti.
Her iki ülke arasındaki ticaret hacmi 2010’dan Mayıs
2012’ye kadar ikiye katlanarak 800 milyon dolara çıktı. Zimbabve’de Çin madencilikte, alt yapıda, tarım
sektöründe (tütün ticareti), iletişimde ve turizm alanında işletmelerde var.
Daha Nisan 2012’de Victoria Falls (Şelalesi –ÇN)
havaalanının restoresinin finanse edilmesi için 164
milyon ABD-doları miktarında bir kredi anlaşması
imzalandı.
Çin 2012 yazında, Convention Centers’in, iki otelin,
bir alış-veriş caddesinin ve de diğer altyapı projeleri-
(35) Sergio Grassi, “China und der Wachstumskontinent Afrika”, fes.de/ afrika/ content/downloads/ NGFH_62013_Grassi-Artikel_Web.pdf ve german.china.org.cn/pressconference/2011-02/14/content_21019057.htm
(36) Friedrich-Ebert Vakfı, Afrika Bölümü: “Çin-Afrika-Zirvesi”nde Çin, Afrika ve Avrupa Perspektifleri”,
Aralık 2006, Alm.
nin -tabii yine Çinli inşaat firmaları tarafından üstlenilmesi zorunlu tutulan (!)- inşası için 300 milyon
ABD-dolarlık bir kredi vermeyi vaat etti.
Askeri destek: Stockholm International Peace Research Institute (SIPRI) [Stockholm Uluslararası Barış
Araştırma Enstitüsü - ÇN]’nün verilerine göre Çin
2000’den 2009’a kadar olan yıllarda Zimbabve’nin
silah ithalatında % 39’luk bir paya sahipti ve böylece
Zimbabve’nin en büyük silah teslimatçısı idi.
Örneğin Angola:
Çin ile Angola arasında 1983’den beri ticaret ilişkileri
bulunmaktadır. Angola Çin’in Afrika’daki ikinci büyük ticaret ortağıdır.
Çin Mart 2004’de savaşın harap ettiği bu ülkeye altyapı projeleri için 2,4 milyar ABD-doları tutarında
bir kredi vermiş; bu krediye Temmuz 2006’da 2 milyarlık bir kredi daha eklenmiştir. Ne var ki bu projeler hakeza Çinli inşaat firmaları tarafından Çinli
iş güçleriyle yapılmak zorundadır (!) ve gelecekteki
petrol teslimatlarıyla geri ödenmelidir. Çin böylece
Angola’da petrol çıkarma için uzun yılları kapsayan
ruhsatlar aldı.
Angola Mayıs 2006’dan bu yana Çin’in en büyük petrol teslimatçısıdır (ve artık Suudi Arabistan değil) ve
Çin Angola petrolünün en büyük alıcısıdır (ve artık
ABD değil). Çin-Angola ortak işletmeleri SonangolSınopec International (SSI) önemli Offshore blokları
için 2,4 milyar ABD-dolar miktarındaki ruhsatları
üzerine aldı.
İkili ticaret hacmi 2005 yılında bir yıl içerisinde %
41,6’lık bir artışla neredeyse 7 milyar ABD-dolar tuttu.
Telekomünikasyon alanında 470 milyon ABDdolarlık yatırımlar ve askeri iletişim alanda 100 milyon ABD-doları tutarında yatırımlar yapıldı. Aynı
yılda Angola’daki Çinli firmaların 26 üye şirketi ile
bir ticaret odası kuruldu. (37)
Yükselen güç Hindistan
Hindistanlılar ilk olarak 1860’da şeker plantajlarında
çalıştırılmak üzere Afrika’ya getirildiler ve sözleşmeleri sona erdikten sonra da Afrika’da göçmen olarak
kaldılar. Ağırlıklı olarak Afrika’nın güney ve doğusunda yaşayan Hintli kadın-erkek işçiler, şimdi Hin-
distan dış politikasının ilgi alanına girdiler ve onlara
şimdi Hindistan’ın Afrika’daki ekonomik çıkarları
açısından bir anahtar rolü biçiliyor.
Mauritius’ta
kadın-erkek nüfusun % 59,67’si,
Seyçellen’de % 6,25’i, Güney Afrika’da % 2,78’i Hint
kökenlidir.
Hindistan’ın muazzam bir enerji gereksinimi vardır
ve diğer güçler gibi o da Afrika’yı sürüm pazarı ve
hammadde kaynağı olarak keşfetmiştir. Hindistan,
Çin, Avrupa Birliği ve ABD’nin ardından Afrika’nın
dördüncü büyük ticaret ortağıdır.
Hindistan örneğin 1997 ile 2003 arasında mallarının
her ne kadar sadece ortalama % 4,5’unu Afrika’ya ihraç etse de, Afrika’dan ithalatlarının payı ortalama
% 7,5’tur.
İkili ticaret hacmi 2006’da yaklaşık 30 milyar ABDdolarıydı. Hindistan’ın Afrika ile ticaret hacmi 2002
ile 2011 arasında dokuz katına çıktı. Afrika ile ikili
ticaretin, her şeyden önce telekomünikasyon, enformasyon teknolojisi, enerji ve otomobil sektörü alanlarında 2015’e kadar yaklaşık 100 milyar ABD-dolar
değerine yükselmesi öngörülmektedir.
Hindistan her şeyden önce hammadde ithal ediyor:
Petrol, demir madeni, altın, gümüş, inci, yarı-mücevher, kömür, tahta, pamuk, ceviz-fındık-fıstık türü
ile gübre ve buna karşılık büyük oranda mamul ve
yarı-mamul ürünler: iplikler, kumaş, tekstil ürünleri,
ilaç, makine, enstrümanlar, nakliyat donanımı, pirinç, demir ve çelik ihraç ediyor.
1996 ile 2004 arasında yaklaşık iki milyar ABD-doları
değerinde direk yatırımlar Sahra’nın güneyindeki
Afrika’ya yapıldı. Bunun bir milyar ABD-dolarından
fazlasını Mauritius ve neredeyse bir milyar ABDdolarını Sudan aldı. 2012’de Hindistan’ın Afrika’daki
yatırımları 50 milyar ABD/dolarından daha fazla tuttu. Hindistan bununla (ABD ve Rusya’nın ardından)
üçüncü sırada bulunmaktadır.
Hindistan’ın en büyük madencilik şirketi (Vedanta Resources) 2004’den 2013 yılına kadar Afrika’nın
madencilik sanayisine dört milyar dolar yatırdı;
Hindistan’ın en büyük mobil telefon sunucusu (Bharti Airtel) Afrikalı holding Zain Telecom’un15 Afrika
ülkesindeki hisselerini satın aldı ve Uganda Warid
Telecom’u devralmayı planlıyor.
Bir Hintli holding (Tata Grubu) otomobil sanayi ve
(37) Friedrich-Ebert Vakfı, Afrika Bölümü: “Angola’daki Çin – Sürekliliği sağlanmış Yeniden İnşa, kalküle
edilmiş seçim kampanyası yardımı mı yoksa küresel çıkar siyaseti mi?”, Kasım 2006, Alm.
61
turizm alanındaki yeni üretim işletmelerine yaklaşık
1,7 milyar dolar yatırmak istiyor.
Hindistan petrol işinde en önemli yatırımcılar arasında sayılıyor. Ne var ki Hindistan ile Çin arasındaki Afrika uğruna güç dalaşı kızışıyor. Hintli devletin
petrol şirketi ONGC Videsh Ltd. (OVL) Ekim 2004’de
620 milyon ABD-doları ile Angola’da petrol çıkarma
işine girmek istediğinde Çin tarafından dışlandı.
Çin 2 milyar ABD-dolarlık ek bir yatırım yardımı
önerdi; Hindistan bir demiryolu projesi için sadece
200 milyon ABD-doları teklif etti. Afrika ile ilişkisini iyileştirmek için Hindistan bu yılın mart ayında kalkınma projeleri için krediler ve sübvansiyon
önlemleri olarak 5,7 milyar ABD-doları sunmayı ve
Afrika’da 100’den fazla eğitim kurumu inşa etmeyi
vaat etti. (38)
Örneğin Sudan:
OVL Sudan’da oradaki Greater Nile Oil Project
(GNOP) [Büyük Nil Petrol Projesi – ÇN)’nin % 25
hissesini satın aldı. 750 milyon ABD-dolar hacmindeki bu iş bir Hintli şirketin şimdiye kadar yaptığı en
büyük yurtdışı yatırımıdır. OVL dahası Hartum’dan
Sudan Limanına 741 km-lik bir petrol borusu hattını
inşa etti ve döşedi. Bu şirket aynı zamanda başka bir
Hintli petrol şirketleri ile birlikte, Örn: Oil India Ltd.
ile San Pedro sahili önündeki (Fildişi Sahili) bir petrol kaynağının işletilmesine ortaktır. (39)
Yükselen Brezilya:
Brezilya 2002 ile 2011 arasında Afrika ile mal alış verişini altı katına çıkardı. Aynı dönem içindeki ikili
ticaret hacmi 13’den 25 milyar ABD-dolarına çıkarak
neredeyse ikiye katlandı. Brezilya Afrika’da Nijerya
ve eski Portekiz sömürgeleri Angola ve Mozambik
üzerinde yoğunlaşıyor.
Örneğin Mozambik:
62
Dünyanın en büyük madencilik şirketlerinden biri
Vale do Rio Doce (Vale, Brezilya) Mozambik’te 2017
yılına kadar 22 milyon ton kok kömürü üretmek istemektedir. Bu bağlamada, Vale tarafından finanse
edilen Örneğin yeni bir demiryolu hattı ve – birinci
planda Hindistan, Çin ve Brezilya’ya kömürün nakledilmesi ve gemilere yüklenmesi için iki liman (Beira
ve Nacala) inşa etme gibi altyapı projelerine milyarlar
yatırılmaktadır. (40)
Angola’da yarı-devletsel Petrobras petrol çıkarıyor ve
Odebrecht şirketi yollar ve ofis binaları inşa ediyor.
(41)
Büyük güç Rusya’nın geri dönüşü (41)
Rusya % 26 ile hâlâ dünyanın ikinci büyük askeri
donanım ihracatçısıdır ve kendisinin Afrika’ya silah
dışsatımlarını genişletmek istemektedir. Rus silah
dışsatımlarının yaklaşık % 7’si, toplamda 900 milyon
ABD-doları tutarındaki bölümü, Afrika’ya gitmektedir. (42)
Rusya’nın bizzat kendisi hammadde zengini bir ülke
olduğundan, onun Afrika’da planlanan yatırımları
her şeyden önce metal sanayi, madencilik ve enerji (Transsahra petrol boru hattı –projesi) sektörleri
üzerinde yoğunlaşmaktadır. Bu yatırımlar stratejik
hedeflerden daha çok ekonomik kâra yönelmiştir. Ne
var ki Rusya, BRICS (Brezilya, Rusya, Hindistan, Kanada, Güney Afrika – ÇN)-devletlerinin üyesi olarak
ta nüfuz kazanmaya çalışmaktadır.
Rusya 2009’da Afrika ülkelerine 20 milyar ABDdoların üzerinde krediler verdi. Oysa bugün Rusya
ile Afrika ülkeleri arasındaki ticaret bilançosu AB
veya Çin ile karşılaştırıldığında hâlâ önemsiz kalmaktadır. Rusya’nın Afrika’daki ciroları AB veya
Çin’inkilerinden yaklaşık yirmi misli daha küçüktür.
(43)
“Ticaret hacmi 2012 yılında 1 milyar ABD-doları sınırına ulaştı. 2011 yılında bu iki misli daha düşüktü.
(38) www.dw.de/indien-investiert-in-afrika/a-16961907, 2013
(39) GIGA, “Bandung’dan petrol işine: Afrika’daki Hindistan ve Hintliler”, sayı:1, Ocak 2006
(40) Friedrich-Ebert Vakfı, Afrika Bölümü: “Mozambik’te Kaynak Bulmalar”, Ağustos 2012, Alm.
(41) www.dw.de/brasilien-investiert-in-afrika/a-15944387, November 2013
(42) 2012 sayıları: german.ruvr.ru/2012_10_1791516012/, Dezember 2013
(43) www.wissenschaft-und frieden.de/seite.php?dossierID=075, Nov 2013 ve russland-heute.de/
politik/2013/0329brucs-staaten_nehmen_afrika_ins_visier_22737.html, Dezember 2013
(44) http://german.ruvr.ru/2013_03_25/Vor-den-Toren-Afrikas/
(44)
Büyük güç ABD
ABD Çin karşısında dünya çapında kısmen savunma
konumundadır. Stratejik askeri üslerini, rakibi Çin’in
ilerlemesini durdurmak için güncel ve ağırlıklı olarak
Asya’ya kaydırmaktadır. Oysa ABD eskiden olduğu
gibi şimdi de askeri olarak çok üstündür ve dünya pazarındaki % 30-luk payı ile fark atarak en büyük silah
teslimatçısıdır. (45)
ABD (Afrika’da –ÇN) 3 askeri üs bulundurmaktadır: Mısır’da USN (Hurghada), Çibuti’de buna ek
olarak güvertesinde 600 deniz askeri bulunan, sürekli
olarak sahilde bekleyen bir çıkarma gemisi vardır ve
Kenya’da (Mombasa’da liman ve havaalanı).
Daha önceleri İspanya’nın sömürgesi olan EkvatoryalGine’de günde 250.000 varil petrol üretmekte ve gelecekte de büyük miktarlarda doğal gaz ihraç edecektir.
ABD burada sadece bir konsolosluk açmak değil, aynı
zamanda askeri üslerini de genişletmek istemektedir.
400 askerden oluşan bir özel birlik Tamarasset
(Cezayir)’de bulunmaktadır. ABD aynı zamanda
Mali ve Fas’ta askeri üsler ve Nijer’de bir insansız
hava aracı üssü bulundurmaktadır.
ABD 2001’den bu yana “terörizme karşı mücadele”
adı altında saldırgan bir müdahale politikası yürütmektedir. ABD’nin 35 devletin ordularıyla sözde “terör” ile mücadele için bir işbirlikleri vardır. Gerçekte
ise burada da sadece ABD’li-holdinglerin çıkarları ve
askeri-jeostratejik egemenlik talepleri söz konusudur.
Bundan dolayı ABD 2002’de Çibuti’de, Lemonier
Camp üssünü, ABD-‘nin Combined Joint Task Force
Horn of Afrika baş karargâhını kurdu. Şu anda orada yaklaşık toplam 3.200 ABD-askeri, kadın-erkek
siviller ve özel güvenlik hizmeti sunanlar konuşlandırılmıştır. ABD, 25 yıla uzatılması gerekecek olan
bu kullanımı için 38 milyon ABD-doları ödemektedir. Buna ek olarak yoğun yatırımlarla birlikte bir
genişletme planlanmaktadır: Bununla 1.100 kadar
mevcutlu özel askeri birliklere kadar bugünkünden
üç misli daha fazla kapasiteye sahip olabilecek devasa
bir kompleksi içeren inşaat projeleri için yaklaşık 1,4
milyar ABD-doları. Dahası her şeyden önce İHA-üs(45)
(46)
(47)
(48)
sünün genişletilmesi gündemdedir. (46)
2007’de, başkomutanlık için Afrika toprağında yer
bulunulamadığından, Stuttgart’ta konuşlandırılmış
bulunan Afrika’ya özgü bir ABD-Komutanlığı (AFRICOM – United States Afrika Command) kuruldu.
AFRICOM’un 2.000 askeri Çibuti’de konuşlanmıştır.
AFRICOM’un bütçesi 2009’de 3389 milyon ABDdoları tuttu.
ABD, Gabun, Kenya, Mali, Fas, Moritanya, Namibya, Zambiya, Sao Tomé, Senegal, Tunus ve Uganda
ile askeri anlaşmalar imzaladı. Bu, Afrika için güya
“kalkınma yardımı”nın 2000’den 2007’ye kadar 2,5
milyardan 7,5 milyar ABD-dolarına üç misline çıkmasına yol açtı. Dünya çapında ABD-“kalkınma
yardımı”nın baş alıcısı 15 ülke arasında 2008’da şu
beş Afrika devleti vardı: 599 milyon ile Kenya, 574
milyon ile Güney Afrika, 486 milyon ile Nijerya, 455
milyon ile Etiyopya ve 3392 milyon ABD-doları ile
Sudan. 1998’de, 10 yıl öncesinde on en önemli “alıcı”
ülkeler arasında sadece Etiyopya vardı. (47)
Amerikalı özel birliklerin, hava ve deniz indirme birliklerinin subayları Moritanya, Mali, Nijer ve Çad’da
görev başındadır. Hem bu ülke askerlerini sözde anti-terör mücadelesinde yetiştirme, hem de hudutlar ve
kıyı bölgelerinin gözetmek için.
Trans Sahara Counter Terrorism Initiative (TSCTI)
dokuz ülkeye genişletilmek istenmektedir.(Senegal,
Nijerya, Tunus, Cezayir ve Fas, belki Libya, diğer ülkeler şimdiye kadar henüz belli değildir). Bu girişim
beş yıl için 125 milyon ABD-doları ile donatılmıştır.
East African Counterterrorism Inıtiative (EACTI)
(Kenya, Uganda, Tanzanya, Etiyopya, Eritre ve Çibuti) 100 milyon ABD-dolarlık bir bütçeye sahiptir. (48)
Örneğin Nijerya:
Afrika’da petrol ve doğal gaz üreticisi olarak 1 numara ve ABD’nin jeopolitik temel dayanağı konumundadır. Yaklaşık günde 2,5 milyon varil ile 2011
yılında dünya çapında petrol üreten ülkeler arasında
on ikinci sırada bulunan Nijerya’dan bölgenin petrol
dışsatımlarının % 70’inden fazlası gelmektedir. 2020
için iki misli miktarda bir artış hesaplanmaktadır.
Nijerya’yı günlük yaklaşık bir milyon varil ile Angola
www.wissenschaft-und frieden.de/seite.php?dossierID=075, Nov 2013
www.imi.online.de/2013/04/03/dschibuti-proteste-im-land-der-militärbasen/
GIGA, German Institute of Global anda Area Studies, sayı 5, 2009
www.ag-friedensforschung-de/regionen/Afrika/oel.html
63
izlemektedir. On beş yıl içerisinde bu, 3,3 milyon varile çıkabilir. Angola petrol dışsatımının yarısından
fazlası ABD’ne gitmektedir. ABD’ne petrol dışalımının % 16’ya kadar varanı bu bölgeden gelmektedir.
Tahminlere göre 2015’den 2020 yılına kadar bu, %
25-30 arasına kadar çıkabilir.
Sahra-altı Afrika’sındaki petrol üretimi 2000’den
Kritik Hammaddeler:
AB kritik madenler arasında iki grup saymaktadır:
Seyrek topraklar: Her şey önce teknoloji branşında ve de modern silahların imalatında kullanılan içlerinde yttrium ve dysprosiumun da bulunduğu 17madenlik bir grup.
Sadece az sayıda ülkede çıkarılması gerçekleştiğinden ve bu değer yaratma zincirinde stratejik
öneme sahip olduğundan, kendi içinde teslimat
sıkıntıları bakımından yüksek risk içerdiğinden
kritik olarak değerlendirilen diğer 13 maden.
Bunlar arasında çelik üretiminde ihtiyaç duyulan
mangan, kobalt ve hava taşımacılığı sanayiindeki hafif metal alaşımlar için krom ve koltan. Bu,
kimyasal tesisler inşasında, uzay sanayi ile bilgisayar ve iletişim teknolojisinde işlenen nadir
ve pahalı metal tantalı içermektedir. Bu nedenle
Pentagon tarafından “stratejik kaynak” olarak
değerlendirilmektedir. Tantal mobil telefonların
veya oyun konsollerinin vazgeçilmez parçasıdır.
Dünya çapında koltan rezervlerinin % 80’i muhtemelen Kongo HC’inde bulunmaktadır. Bir kilo
koltanın fiyatı 2011 sonunda 400 ABD-doları civarındaydı. Koltan-kazıcılarının kilo başına sadece 10-30 ABD-doları aldıkları düşünüldüğünde, büyük güçlerin kendi aralarında nasıl kârlı
işler çevirdikleri tasavvur edilebilir. BM birçok
raporlarında ABD ve Almanya’yı Kongo-koltanının en önemli alıcısı olarak tespit ettiler. Masingiro GmbH (Burgthann)-firması ve onun ortağı
firma SOMIKIVU büyük toptancılara ve d.y. Almanya’daki Bayer’in yan firması H.C. Starck gibi
64
işleyici şirketlere teslimat yapmaktadır.
www.geolinde.musin.de/afrika/html/afr_coltan_medico.htm)
2007’ye kadar toplamda dünya üretiminin % 5’inden
% 7’sine çıktı. Afrika petrolünün ABD-petrol dışalımlarında neredeyse dörtte birlik bir payı vardır.
Bununla gelecekte Afrika’dan ABD’ne Arap yarımadasından daha fazla petrol teslim edilecektir. (49)
ABD’li şirket Anadarko Mozambik’te 2018’e kadar
sıvı gaz çıkarmak için 18 milyar ABD-doları yatırmayı planlamaktadır.
Oradan petrolün gemilere yükleneceği Güney
Çad’daki petrol kaynaklarını Kamerun’daki Kribilimanı ile birleştiren 1.070 km üzerinde bir petrol
boru hattı döşendi. Bu, masrafı yaklaşık 3,7 milyar
ABD-doları olarak bütçelenmiş, Afrika kıtasının tümündeki en büyük yatırım projesidir. Gelecek yirmi
yıl içinde Gine Körfezi çevresindeki bölgeye 40 ile 60
milyar ABD-doları arasında bir meblağ yatırılmak
durumundadır. (50)
Bu yılın Haziran ayı sonunda ABD-başkanı Obama,
Afrika kıtasında ABD’nin stratejik çıkarlarını daha
etkili bir şekilde gerçekleştirmek hedefi ile üç Afrika
devletini, Senegal, Güney Afrika ve Tanzanya’yı ziyaret etti. Bu bağlamda önemli bir hedef, hammaddeler
uğruna mücadelede rakip Çin’in önünü almaktır.
Avrupa Birliği
AB-devletleri siyasi, ekonomik ve askeri alanda kendilerinin emperyalist büyük güç rakiplerine karşı bir
blok olarak hareket ediyorlar. Oysa kendi aralarındaki ilişkilerde kendilerine özgü çıkarlarıyla tek tek
devletler olarak hareket ediyorlar. Fransa askeri olarak öne çıkıyor. Afrika kıtasında da böyle.
AB blok olarak ele alındığında, dünya çapında toplam % 32lik pay ile silah ihracatçılarının başında
gelir. (51)
Bölgedeki iki AB-misyonlarının ana karargâhları
Çibuti’de kuruldu: “Anti-korsan”-misyonu EUNAVFOR ATALANTA ve EUCAP NESTOR-misyonu.
Sonuncusu yerinde polis ve askeriyeyi yetiştirmek ve
(51) Silah ihracatçılarının ülkeler sıralaması şöyledir: ABD, Rusya, Almanya, Çin, Fransa. AB’ni bir bütün olarak ele aldığımızda, bu halde AB % 32 ile % 30 ile ABD’den daha fazla silah ihraç etmektedir. www.
wissenschaft-und frieden.de/seite.php?dossierID=075, Nov 2013
(52) www.imi.online.de/2013/04/03/dschibuti-proteste-im-land-der-militärbasen/
Örn. Hapishaneler inşa etmek görevine sahiptir.
Çibuti’de aynı zamanda diğer Afrika ülkelerinin asker ve polisleri İtalyan Jandarmaları tarafından eğitilmektedir. (52)
2004’de sivil, yeni-sömürgeci AB-etkinliklerinin en
önemli parçası olarak African Peace Facility (APF)
kuruldu. AB bunun için önce 250 milyon avro verdi. Kaçakların Avrupa’ya gelme yolunu kesmek için
Libya’da 110 polis konuşlandırıldı. AB, BM’den sonra Afrika’da ikinci büyük müdahale gücüdür. AB
2003 yılında Artemis Operasyonu çerçevesinde Doğu
Kongo’daki İturi bölgesine askeri olarak müdahale
etti. EUFOR DR Congo-misyonu Kongo Demokratik Cumhuriyeti’nde makbul bir kukla için en pahalı
seçimlerden birini korumak için yürütüldü. Afrika
Birliği’nin (AU) Sudan-müdahalesinde AB yine lojistik destek verdi. (53)
Ticaret
Afrika bugün AB-dış ticaretinin % 9’unu tutuyor. AB
2011’de yeni bir hammadde inisiyatifini uygulamaya
soktu. Bu girişim ile hammaddelere sınırsız ulaşmayı
talep ediyor ve bu bağlamda ihracatçı ülkelere yoğun
baskı uyguluyor. AB ihracatçı ülkeleri hammaddeler
üzerindeki ihracat vergilerini kaldırmaya ve yabancı direk yatırımların mümkün kılınmasına zorluyor.
AB, kobalt, platin ve titan gibi “yüksek teknolojik”
madenleri gibi stratejik olarak önemli hammaddelerin, seyrek bulunan topraklar, ama hakeza tahta
ve kimyasallar gibi diğer kaynakların ithalatına bağımlıdır. Hammadde girişimi sadece hammaddelere
ulaşmayı sağlamakla kalmamalı, aynı zamanda AB/
holdingleri için ucuz fiyatları da garantilemelidir.
Avrupa Birliği 27./28 Kasım 1995’de Barselona’da Akdeniz bölgesinden on iki devletle birlikte Euro-Mediterrane Partnerschaft (EMP)’ (Avrupa-Akdeniz
Ortaklığı ÇN) in kurulmasına önayak oldu.
Halef organizasyon olarak Temmuz 2008’de 43
devletin üye olduğu “Union für Mittelmeerraum”
(Akdeniz Bölgesi Birliği – ÇN) kuruldu. Bu birlik
kendisinin emperyalist hedeflerini dört anlaşma vasıtasıyla gerçekleştiriyor: I. Torba siyasi ve güvenlik
politikasına ilişkin sorunları kapsıyor; II. Torba,
ekonomik ve mali işbirliğini, sadece ticaret için pazarın açılması yükümlülüğünü değil, aynı zamanda
hizmetler ve yatırımların liberalize edilmesini kapsayan en geç 2010’a kadar Avro-Akdeniz Serbest Tica-
ret Bölgesi’nin yaratılması hedefine sahip idi. AB’nin
bu hedef koyması WTO (Dünya Ticaret Örgütü –
ÇN)’nün anlaşmalarının çok üzerindedir. III. Torba
sosyal ve kültürel konuları içeriyor. 2005-Zirvesinde
IV. Torbaya sosyal entegrasyon, adalet ve güvenlik
eklendi. AB için Kuzey Afrika güneyden, tüm Afrika kıtasından ve de Asya ve Ortadoğu’dan kaçaklar
hareketine karşı Avrupa’yı girilmez kale haline getirmeye yarayan merkezdir!
AB, kendisinin yatırım politikası ile Afrika hükümetlerini, sadece kendi yatırımcılarının haklarını mümkün olan en büyük güvence altına almayı hedefleyen
anlaşmalar imzalamaya zorlamaktadır. Onların dolaysız yatırımları insan ve doğanın azami sömürülmesi demektir. Onları mahvolmaya sürükleyerek
yerli yatırımlar veya yerel üreticilerin ayaklarını
kaydırmaktadırlar. Her şeyden önce madencilik veya
petrol ve gaz çıkarmada sadece devlete cüzi derecede gelirler sağlayan özel vergi anlaşmaları kuraldır.
Aynı zamanda yeni teknolojiler için yeni üretim işletmeleri neredeyse hiç kurulmamaktadır. Salt az sayıda
yerel iş güçleri çalıştırılmaktadır. Tarım, toprak ve
arazinin işletilmeye açılması ve hammadde rezervlerinin çıkarılması alanında halk yerinden yurdundan
edilmekte ve çevre zehirlenmektedir.
CFA-devletleri, Fransa’nın eski kolonileridirler, daha sonraları Frank-bölgesi (bugün avrobölgesi) olarak isim değiştirmişlerdir. CFA aslı
Colonies françaises d’Afrique (Afrika’nın Fransız
sömürgeleri) idi. Bugün: Communauté françaises
d’Afrique (Afrika’nın Fransız Toplulukları). 14
CFA-ülkesi vardır: Ekvatoryal-Gine, Benin, Burkina Faso, Fildişi Sahili, Gabun, Guinea Bissau,
Kamerun, Kongo-Brazzaville, Mali, Nijer, Senegal, Togo, Çad, Merkezi Afrika Cumhuriyeti.
Paraları Fransa tarafından tespit edilen bir değiştirme-kuruyla Frank’a (bugün Avro’ya) bağlanmıştır. Bununla Fransa – eski sömürgeci tarzda
– hâkim konumunu sağlama alıyor. CFA/Avro
hakkındaki kararlar (değerinin arttırılması, düşürülmesi, konvertibitesi…vs) tek başına Fransa
tarafından alınmaktadır. Fransa’nın CFA-merkez
bankaları idare kurulunda veto hakkı vardır. Döviz rezervlerinin % 85’ini CFA-ülkeleri Agence
(53) GIGA, “AU’nun kurtarıcısı olarak AB mi?”, sayı5, 2008
65
France Trésor’a (Fransız Mali Bakanlığının bir
bölümü) yatırmak zorundadırlar. CFA-ülkeleri
bununla Fransa’nın devlet giderlerinin finanse
edilmesine katkı sağlamaktadırlar. Hakeza para
miktarı siyaseti ve para temini Banque de France
tarafından denetlenmektedir. (Proletarische Revolution, sayı 54, Kasım 2013, Sf: 16 vd., Alm.)
Eski sömürgeci güç Fransa
66
Sosyal emperyalist Sovyetler Birliği’nin çöküşüne
kadar Fransa Batı ve Merkezi Afrika’da tartışmasız
en güçlü emperyalist büyük güç idi. Bu güç batılı çıkarlar için garantördü. Bu durum birdenbire değişti;
en büyük düşman ve rakip, Sovyetler Birliği şimdilik
ortadan kayboldu. Emperyalistler arası çelişkiler yer
değiştirdiler ve Afrika’nın hammadde kaynağı ve sürüm pazarı olarak ele geçirilmesi konusundaki rekabet keskinleşti.
Fransa Batı Afrika, Merkezi Afrika ve Magrib’in birkaç ülkesindeki egemen konumu uğruna şiddetli bir
şekilde mücadele etmek zorunda kaldı ve bu ülkelere
Fransız sermaye ihracını güçlendirdi. Buna rağmen
Fransa’nın kukla rejimleri “anavatan”larına peş peşe
sırtlarını dönüyorlar. Örn.: Fildişi Sahili’ndeki başkan Gbagbo Fransa ile orantısız ticaret anlaşmalarını
bypass etmek için Çin ile anlaşmalar yaptı. Bu nedenle 2011’de bir darbe ile alaşağı edildi.
Halklar, en başta CFA- (Fransa’nın eski sömürgeleri
ÇN) ülkelerindeki halklar Fransız yeni-sömürgeciliğine karşı çıkıyorlar. Çin birkaç CFA-ülkesiyle askeri
eğitim, silah teslimatı ve teknik destek içeren anlaşmalar yaptı. Ve Çin politikası, daha duyarlı göründüğünden ve Çin askeri eylemlerde kendisini geride tuttuğundan Afrika halkları nezdinde açık-seçik daha
itibarlıdır.
Afrika halkları eski, beyaz sömürgeci güç Fransa’nın
hadsiz-hesapsız gaddarca ırkçılığından ve Fransız şovenizminden, onun güncel savaş propagandasından
ve darbeci müdahalelerinden nefret ediyor.
Tüm Afrikalı iktidar sahipleri ile Fransa başkanının
bir araya geldikleri Fransa-Afrika-Zirvesi iki yılda
bir gerçekleşir. Burada eski “büyük ulus” tüm araçlarla kendisinin “arka bahçesi”ni savunur.
ABD bile CFA-ülkelerine doğrudan karıştı ve 2002’de
Fransa’nın eski kolonisi olan Çibuti’de bir üs kurdu.
Fransa 19.yüzyılın sonundan beri Çibuti’de askeri
birliklere sahiptir. Bugün neredeyse 3.000 asker sü-
rekli olarak bu ülkede konuşlanmıştır. Fransa bunun
için yılda 160 milyon ABD-doları ve bunun yanında
askeri yardım olarak da 35 milyon ABD-doları ödemektedir.
CFA yeni-sömürgeciliğin şantajcı bir aracından başka bir şey değildir. Bu ülkelerin ekonomi ve para politikası Banque de France’nin ellerindedir ve bu bölgenin hammaddelerini yağmalamak ve Fransız sanayisi
için sürüm pazarları olarak güvence altına almak için
kullanılmaktadır.
CFA-Avrosu Afrikalı ülkeleri bağımlı kılmak ve
Afrika’nın kalkınmasını engellemek için Fransız emperyalizminin bir aracıdır. Eski Fransız sömürgeleri
ile Fransa arasındaki bilanço olağanüstü derecede
eşitsizdir.
Tüm bunlar Afrika için borç dağları, yüksek faizler
ve faizin faizleri, sermayenin kaçışı, ticaret ve teknolojik gelişme imkânlarındaki dengesizlikten başka
anlama gelmez. Fransa, kendisinin sanayi ürünleri
için devasa bir pazarı ve hammaddelerin yağlanmasını sağlama almaktadır. Afrika’daki Fransız holdingleri Fransa’dakilerden hemen hemen iki misli yüksek
kazanca sahiptir. Fransız ithal mallarının fiyatları
dünya pazarı fiyatlarının % 30 daha üzerindedir!
Örneğin Nijer:
Nijer, BM-İstatistiklerine göre dünyanın ikinci en
yoksul ülkesidir. Bu ülke dünyadaki ikinci büyük
uranyum rezervlerine sahiptir. Bu rezervler istisnasız
(hisse senetleri çoğunluğunun devletin elinde bulunduğu) Fransız enerji şirketi Areva tarafından işletilmektedir.
Nijer’in şimdiki başkanı Areva’nın eski bir hizmetlisiydi; eski başkan, Çin’in madencilik bakanını kabul
ettikten sonra Fransız gizli servisi tarafından devrildi. Bu madenler stratejik öneme sahiptir; Fransız
enerjisinin % 62’si atom enerjisinden üretilir. Uranyum en düşük fiyatlarla çıkarılmaktadır; insanların
bu hammaddeden hiçbir yararı yoktur. Nijer’de halk
açlık ve sefalet içinde yaşamaktadır.
Müdahale ve Askerileştirme
Fransa kendisinin eski kolonilerindeki tüm askeri
darbelere dolaylı olarak karışmıştır; müdahalelere
katılmıştır veya bunları bizzat kendisi sahneye koymuştur. Fransa’nın yoğun desteği ile Örneğin 2005’te
Togo ve 2004’de Kamerun’daki gibi çok açık seçim
sahtekârlıkları mümkün olmuştur. Bu bağlamda söz
konusu rejimin seçilip seçilmediği Fransız emperya-
lizmi için hiç fark etmez. Eğer bu rejimler Fransa’nın
ulusal çıkarlarına artık uygun değilse, darbeyle alaşağı edilirler.
Diğer rejimler ise Fransız desteği vasıtasıyla halkların
iradesine rağmen iktidarda tutulurlar.
Fransa, 14 CFA-devletinden 12’sini askeri anlaşmalarla kendisine zincirlemiştir. Bu ülkeler, Fransız askeri
donanım malzemelerini almak zorunda bırakılmışlardır. Fransa’nın buralarda kendisinin gelecekteki
kuklalarını yetiştirdikleri 8 CFA-ülkesinde askeri
eğitim merkezleri vardır. Ayrıca Fransa Çibuti, Dakar (Senegal), Libreville (Gabun), La Réunion, Abidjan (Fildişi Sahili) ve Ndjamena (Çad)’da olmak üzere
6 askeri üsse sahiptir. 11.000 Fransız askeri Afrika’da
sürekli olarak konuşlandırılmıştır.
Fransız askeri birlikleri, eğer Fransız emperyalizminin çıkarları gerektiriyorsa, kitlesel zorla sürgün etmeler organize etmekte ve Ruanda’da (Nisan
1994’den Temmuz 1994 ortasına kadar) soykırımları
desteklemektedir.
Fransa, askeri donanım sektöründe ve tedarikçilerdeki yaklaşık olarak 550.000 kadın-erkek işçi ile dünya
çapında en büyük askeri donanım malzemeleri üreticilerinden biridir. Fransa, 2008’den 2012’ye kadar uluslararası sıralamada dördüncü konumdadır.
Dünya çapındaki askeri donanım ihracatlarının %
6’sı Fransa kökenlidir. Ve askerileştirme ve müdahale
böylece de hâlâ Fransız şovenizmine hizmet etmektedir.
Sağcı partiler gibi tabii sahte sollar da askeri donanım alanındaki işyerlerinin elde tutulmasından yana
olarak gerekçeler ileri sürmekte ve işsizlikle tehdit
etmektedirler. Oysa savaşlar ve askeri donanım ulusal büyük güç-çıkarından başka hiçbir şeye hizmet
etmez. (54)
Fransa neredeyse tüm eski kolonilerine direk olarak
müdahalede bulunmuştur: 1960’dan bu yana bu emperyalist güç 60’dan fazla savaş yürütmüştür. Fransa
1991 ile 1994 arasındaki Çibuti iç savaşına müdahale
etmiştir.
2003 yılında Merkezi Afrika Cumhuriyeti’nde ordunun genelkurmay başkanı Bozize askeri bir darbe ile
iktidara geldi. Bu bağlamda Fransız hükümeti, diğerlerinin yanına önemli askeri ve lojistik destek verdi.
2008’de Fransa Çad’da müdahalede bulundu.
Mart/Nisan 2011’de Fildişi Sahili’nde başkanı tutuk-
ladı ve onun yerine daha makbul bir diğer kuklayı
yerleştirdi.
2013 başında Fransa Mali’de savaş yürüttü.
Fransa Kasım 2013’de Merkezi Afrika Cumhuriyeti’ne
askeri olarak müdahale etmek istediğini ilan etti. Seleka İttifakı Martta orada kukla başkanı devirdi.
Örneğin Mali (eski Fransız kolonisi):
Fransız emperyalizmi Afrika’da hem kendisinin öz
çıkarlarını, hem de eğer bunlar kendisinin asıl çıkarlarıyla bağdaşıyorsa, büyük güç Avrupa’nın çıkarlarını da temsil etmektedir. Ne var ki o eğer kendisi için
yararlı ve gerekli ise, o zaman tek başına hareket ettiğini hep yeniden göstermektedir.
Mali’de Tuareg halkının mücadelesi Ocak 2012 ortasında (Mouvent National pour la Libération de
l’Azawad [MNLA] örgütünün önderliğinde) Kuzey
Mali’nin bağımsızlığı için başladı. MNLA İslami yönelimli üç grupla bir ittifaka girdi. Mart’ta başkan
Amadou Toumanı Touré’nin devrildiği ve yerine geçiş başbakanı Cheik Modibo Diarra’nın getirildiği
bir darbe gerçekleşti. Darbe rejimi kendi iktidarını
henüz istikrarlı hale getiremediğinden MNLA etrafındaki ittifak Nisan başında ülke kuzeyinin tümünü
kendi kontrolüne geçirdi.
Cheik Modibo Diarra Aralık’ta kendisinin darbe
arkadaşı yüzbaşı Amadou Haya Sanogo tarafından
tutuklandı. Sanogo Mali’de yabancı askeri birlikleri konuşlanmasını talep ederken, Diarra İslamcılara
karşı askeri bir müdahalenin destekleyicisi olarak bilinmektedir.
Eş zamanlı olarak BM de Batı Afrikalı yerel örgüt
ECOWAS’ın yardımıyla askeri bir müdahale birliği
planladı. Mali’deki yeni hükümet, Fransız emperyalizminin 2011 başında darbeyle iktidara getirdiği ve
şu anda ECOWAS’ın başkanlığını yürüten) Fildişi Sahili başkanı Alassane Ouattara ve Burkina Faso’nun
darbeci başkanı Fransa’dan askeri bir müdahale istediler. Fransız Ordusu alelacele 11 Ocak 2013’de bir
saldırı savaşı başlattı.
Fransız enerji şirketi Areva Mali’de uranyum rezervlerinin sahibi konumundadır ve yeni başkan Sanogo
ise ABD ile cilveleşmektedir; bu da Fransa için Mali’ye
bir an önce müdahale etmek için yeter sebeptir.
devam edecek ✓
(54) Proletarische Revolution, sayı 54, Kasım 2013, Sf: 11 vd. Alm.
67
Download