DOKUZ EYLÜL ÜNİVERSİTESİ YAYINLARI DOKUZ EYLÜL ÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ Cilt 2, Sayı 3, Haziran 2013 Dokuz Eylül Üniversitesi Yayınları ISSN: 2147-4958 ISSN-e: 2147-4419 Derginin sahibi: Dokuz Eylül Üniversitesi Edebiyat Fakültesi adına Prof. Dr. Bayram BAYRAKDAR Sorumlu Müdür: Prof. Dr. Bayram BAYRAKDAR Editörler: Doç. Dr. Yeşim BAŞARIR Yrd. Doç. Dr. Esra ÇOKER Yönetim Yeri: Dokuz Eylül Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Tınaztepe Yerleşkesi, Buca, İZMİR Tel : (232) 301 7902 Faks : (232) 453 9093 e-posta: [email protected] http://web.deu.edu.tr/edebiyat.dergi/ Yayın Türü: Akademik Hakemli Dergi Niteliği: Bilimsel Süreli Yayın. 6 ayda bir yayınlanır. Basım Yeri: Dokuz Eylül Üniversitesi Rektörlük Matbaası ISSN 2147-4958 ISSN-e 2147-4419 © DOKUZ EYLÜL ÜNİVERSİTESİ Edebiyat Fakültesi EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ Hakemli Dergi Cilt 2, Sayı 3, Haziran, 2013 Editörler Doç. Dr. Yeşim BAŞARIR Yrd. Doç. Dr. Esra ÇOKER Dergi Yayın Komisyonu Doç. Dr. Yeşim BAŞARIR Yrd. Doç. Dr. Esra ÇOKER Yrd. Doç. Dr. Kurtul GÜLENÇ Öğr. Gör. Dr. Özgün KOŞANER (Web Editörü) Öğr. Gör. İlker SEVER (Dizgi) Araş. Gör. Dr. Ece SAATÇIOĞLU (Dergi Sekretarya) Yayın Kurulu Prof. Dr. Binnur GÜRLER Prof. Dr. Gülmira KURUOĞLU Prof. Dr. Abbas TÜRNÜKLÜ Doç. Dr. Yeşim BAŞARIR Doç. Dr. Hülya KAYA Yrd. Doç. Dr. Esra ÇOKER Yrd. Doç. Dr. Bilgin ÇELİK Yrd. Doç. Dr. Kurtul GÜLENÇ Araş. Gör. Dr. Ece SAATÇIOĞLU (Raportör) Sayı Hakem Kurulu Prof. Dr. Mehmet AKGÜN (Pamukkale Üniversitesi) Prof. Dr. Serpil ALTUNTEK (Süleyman Demirel Üniversitesi) Prof. Dr. Kubilay AYSEVENER (Dokuz Eylül Üniversitesi) Prof. Dr. Kurtuluş DİNÇER (Hacettepe Üniversitesi) Prof. Dr. Dilek DİRENÇ (Ege Üniversitesi) Prof. Dr. Hüsnü DOKAK (Hacettepe Üniversitesi) Prof. Dr. Rüstem ERKAN (Dicle Üniversitesi) Prof. Dr. Nurten GÖKALP (Gazi Üniversitesi) Prof. Dr. Ali GÜLTEKİN (Eskişehir Osmangazi Üniversitesi) Prof. Dr. Nevzat KAYA (Dokuz Eylül Üniversitesi) Prof. Dr. Eti AKYÜZ LEVİ (Dokuz Eylül Üniversitesi) Prof. Dr. Azize ÖZGÜVEN (Yeni Yüzyıl Üniversitesi) Doç. Dr. Yeşim BAŞARIR (Dokuz Eylül Üniversitesi) Doç. Dr. Levent BAYRAKTAR (Yıldırım Beyazıt Üniversitesi) Doç. Dr. İbrahim KAYA (Dumlupınar Üniversitesi) Doç. Dr. Suat KOLUKIRIK (Isparta Süleyman Demirel Üniversitesi) Doç. Dr. Bayram ÜNAL (Niğde Üniversitesi) Doç. Dr. Zeynep YASA YAMAN (Hacettepe Üniversitesi) Doç. Dr. Özkan YILDIZ (Dokuz Eylül Üniversitesi) Doç. Dr. Hayat ZENGİN (Dokuz Eylül Üniversitesi) Yrd. Doç. Dr. Reyhan DEMİR BAĞATIR (Adnan Menderes Üniversitesi) Yrd. Doç. Dr. Fatih BALCI (Çanakkale 18 Mart Üniversitesi) Yrd. Doç. Dr. Nuray ÖNDER (Dokuz Eylül Üniversitesi) Yrd. Doç. Dr. Esra SAHTİYANCI ÖZTARHAN (Ege Üniversitesi) Yayın Danışma Kurulu Prof. Dr. Abbas TÜRNÜKLÜ (Dokuz Eylül Üniversitesi) Prof. Dr. Adnan DİLER (Muğla Üniversitesi) Prof. Dr. Ali GÜLTEKİN (Eskişehir Osmangazi Üniversitesi) Prof. Dr. Ayfer ÖZÇELİK (Pamukkale Üniversitesi) Prof. Dr. Ayşen SAVAŞ (Ortadoğu Teknik Üniversitesi) Prof. Dr. Azize ÖZGÜVEN (Yeni Yüzyıl Üniversitesi) Prof. Dr. Bayram BAYRAKDAR (Dokuz Eylül Üniversitesi) Prof. Dr. Binnur GÜRLER (Dokuz Eylül Üniversitesi) Prof. Dr. Burhan VARKIVANÇ (Akdeniz Üniversitesi) Prof. Dr. Dilek DİRENÇ (Ege Üniversitesi) Prof. Dr. Dursun ZENGİN (Ankara Üniversitesi) Prof. Dr. Gülmira KURUOĞLU (Dokuz Eylül Üniversitesi) Prof. Dr. Gülperi SERT (Dokuz Eylül Üniversitesi) Prof. Dr. Günseli İŞÇİ (Yeni Yüzyıl Üniversitesi) Prof. Dr. Harun TAŞKIRAN (Ankara Üniversitesi) Prof. Dr. Hüseyin Gazi TOPDEMİR (Ankara Üniversitesi) Prof. Dr. İclâl ERGENÇ (Ankara Üniversitesi) Prof. Dr. Işıl ÖZYILDIRIM (Hacettepe Üniversitesi) Prof. Dr. İsmail İŞÇEN (Mersin Üniversitesi) Prof. Dr. Kubilay AYSEVENER (Dokuz Eylül Üniversitesi) Prof. Dr. Lütfiye OKTAR (İzmir Ekonomi Üniversitesi) Prof. Dr. Mehmet Akif ERDOĞRU (Ege Üniversitesi) Prof. Dr. Melek GÖREGENLİ (Ege Üniversitesi) Prof. Dr. Mustafa ŞAHİN (Uludağ Üniversitesi) Prof. Dr. Mustafa YILMAZ (Hacettepe Üniversitesi) Prof. Dr. Nalan BÜYÜKKANTARCIOĞLU (Hacettepe Üniversitesi) Prof. Dr. Nevzat KAYA (Dokuz Eylül Üniversitesi) Prof. Dr. Nuran ÖZYER (Hacettepe Üniversitesi) Prof. Dr. Osman TOKLU (Ankara Üniversitesi) Prof. Dr. Remzi YAĞCI (Dokuz Eylül Üniversitesi) Prof. Dr. Rezzan SİLKÜ (Ege Üniversitesi) Prof. Dr. Sevinç ÖZER (Çanakkale 18 Mart Üniversitesi) Prof. Dr. Şebnem TOPLU (Ege Üniversitesi) Prof. Dr. Tomur ATAGÖK Prof. Dr. Turan GÖKÇE (İzmir Kâtip Çelebi Üniversitesi) Doç. Dr. Levent AYSEVER (Dokuz Eylül Üniversitesi) DOKUZ EYLÜL ÜNİVERSİTESİ Edebiyat Fakültesi EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ Cilt 2, Sayı 3, Haziran, 2013 İÇİNDEKİLER Çocuk Kavramının Felsefi Antropoloji Alanında Ele Alınması ve Mimari Çıkarımlar Ebru GÜLLER Avrupa’da Roma/Çingeneler Üzerine Sosyal Politikalar Gül ÖZATEŞLER 1 13 Kış Günlüğü: Paul Auster’in Otobiyografisinde Bedenin Fenomenolojisi ve Bedensel Algı Sorunu Mehmet BÜYÜKTUNCAY 35 Sevgi Soysal ve Yenişehir’de Bir Öğle Vakti Romanından Mimari/Kentsel Mekâna İlişkin Çıkarımlar Nur ÇAĞLAR, Zeynep TUNA ULTAV ve Esin BOYACIOĞLU 61 Local People or Local Victims?: Amitav Ghosh’s The Hungry Tide and Karen Tei Yamashita’s Through The Arc of Rain Forest Önder ÇETİN 81 İşverenlerin Bakış Açısından Türkiye’de Kadın İstihdamı: Bir Alan Araştırması Özkan YILDIZ 95 Bir Söz Edimi Olarak Yargı Edimi R. Levent AYSEVER 111 ÇEVİRİ: Eski Kırgızlar O. C. OSMONOV Vefa KURBAN (Çev.) 147 GÜLLER, E. EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013) Dokuz Eylül Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi Cilt: 2 Sayı: 3 2013 ÇOCUK KAVRAMININ FELSEFİ ANTROPOLOJİ ALANINDA ELE ALINMASI VE MİMARİ ÇIKARIMLAR Ebru GÜLLER* ÖZET Modern dünya geleceğini garantiye alabilmek için ekonomiyi merkeze almış, bütün sistemlerini sürekli gelişim esasına dayanan doğrusal ilerleme paradigması altında tek bir hedefte kilitlemiştir. Bu koşullar altında topluma düşen görev sistemin sürekliliğini sağlayacak bireylerin yetiştirilmesidir. Kendini böyle bir sistem içinde bulan insan ise zamanla kendi varlık tanımlamasından uzaklaşmıştır. İnsanı merkezden uzaklaştıran bu yaklaşım, insanın yeniden kendi özüne dönerek kendi varlık yapısı ve niteliklerini gözden geçirmesini zorunlu kılar. Bireylerin kişiliklerinin şekillendiği çocukluk dönemi, toplumun gelecekteki niteliğinin temellerinin oluşturulması açısından önemlidir. Yeteneklerin geliştirilmesi ve eğilimlerinin doğru yönlendirilebilmesi için insanı doğru tanımak, varlık yapısı ve niteliklerini doğru kavramak gerekir. Bu nedenle çalışma kapsamında insana bütüncül bir bakış açısıyla yaklaşan felsefi antropoloji alanından yaklaşılmış, çocuk kavramı bu alanda ele alınmıştır. Gelecekte varlık bütünlüğüne sahip bir insan için bugünün çocuklarına nasıl bir çevre sunulması gerektiği üzerinde durulmuştur. Anahtar Sözcükler: Felsefi Antropoloji, Takiyettin Mengüşoğlu, çocuk kavramı, çocuk mekânları. HANDLING THE CONCEPT OF CHILD IN THE FIELD OF PHILOSOPHICAL ANTHROPOLOGY AND ARCHITECTURAL IMPLICATIONS ABSTRACT The modern world has taken economy in its center in order to ensure its own future and has locked all of its systems to a single target under the paradigm of ‘linear progress’ based on the principle of ‘continuous improvement’. Under these circumstances, the duty that falls on the society is to educate individuals, who would ensure the continuity of the system. However, a person, who finds himself in such a system, moves away from identificating with his own existence as time passes. While this approach takes a person away from the center, it also requires a person to turn back to his essence and to review his own existential structure and charactheristics. Since the childhood period shapes the personalities of individuals, this * Araş. Gör. Y. Mimar, Dokuz Eylül Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Mimarlık Bölümü, [email protected] 1 ÇOCUK KAVRAMININ FELSEFİ ANTROPOLOJİ ALANINDA ELE ALINMASI VE MİMARİ ÇIKARIMLAR period is important in the establishment of the foundations that would become the essence of the future of society. It is necessary to truly recognize human beings and grasp their existential structure and charactheristics to improve their skills and to correctly route their tendencies. Therefore, within the scope of this study to approach human with a holistic perspective, the concept of child is handled in the field of philosophical anthropology. For a man of integrity how an environment should be provided to today’s children is focused on. Keywords: Philosophical Anthropology, Takiyettin Mengüşoğlu, the concept of child, children places. Yapı yapma eylemi, insanın bilinçli yani düşünüp karar alarak, seçimleri doğrultusunda tasarlayıp cisimlendirdiği bir süreçtir. İçinde yaşadığımız doğal ve yapılı çevre biz farkında olsak da olmasak da bizi sürekli etkiler, davranışlarımızı, ruhsal durumumuzu şekillendirir. Wilson Churchill bunu çok iyi ifade etmiştir: “Önce biz yapılarımızı şekillendiriyoruz, daha sonra da onlar bizi şekillendiriyor” (Roth, 1993, s. 76). Dolayısıyla mimar denilen kişi, yapının form-fonksiyon-strüktür organizasyonun kurgulanmasının ötesinde yapının kullanıcısı üzerindeki, fiziksel, psikolojik, sosyal etkilerinin bilinciyle, sunduğu yaşam modeli ve taşıdığı simgesel anlamları da dikkate almak durumundadır. Bu da, tasarladığı yapının kullanıcısını, tasarımın amacını, vaatlerini, yapıdan beklenenleri ve yapının kullanıcısına sunmak istediği olanakları çok iyi özümsemesiyle, öncelikle de kullanıcısını çok iyi tanımasıyla mümkündür. Bu nedenle, çalışma kapsamında mimarlığın merkezinde yer alan insan, insanın varlık bütünlüğünün temellerinin atıldığı çocukluk dönemi ve insanın belkemiği olan çocuk kavramı, insana bütüncül bir bakış açısıyla yaklaşan Felsefi Antropoloji alanında değerlendirilmiştir. Mevcut çocuk mekanlarının amaca uygunluğu sorgulanmıştır. Bu değerlendirme yalnız mimarlar için değil herkes için kendi özüne dönerek kendi varlık yapısı ve niteliklerini yeniden değerlendirdiği, içinde yaşadığı mekanları-çevreyi bu bakış açısıyla bir kez daha yorumlayarak geleceğimiz ve de en kıymetli varlıklarımız olan çocuklarımıza sağladığımız çevre üzerinde düşündüğü bir çalışma olarak ele alınmıştır. Felsefi Antropoloji ve İnsan Felsefi Antropoloji ve Takiyettin Mengüşoğlu 19. yüzyılın ikinci yarısında felsefe, insana, onun varlık yapısı ve niteliklerine, dünya üzerindeki yerine yönelerek, hep daha ileriyi araştırırken kendini unutmak üzere olan insan için, özünü yeniden hatırlayacağı bir araştırma alanı yaratmıştır. Felsefi antropoloji olarak adlandırılan bu alan, temelinde insan olmak üzere, farklı teoriler altında gelişmiş, insanın 2 GÜLLER, E. EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013) organik yapısı, biosu, geist’ı, aklı, düşünmesi, zekası, hafızası, idrak alanı, instinkleri, itkileri, hisleri üzerinde çalışılmıştır. Felsefi antropoloji kavramını Türkiye’de tanıtan ilk kişi Takiyettin Mengüşoğlu’dur. Mengüşoğlu’na göre insana herhangi bir kavramdan hareketle yaklaşmak yanıltıcıdır. İnsan, bilim tarafından uydurulmuş bir kavram değildir; o bütün yapıp-etmeleriyle bir varlık alanı tanımlar. Bu nedenle felsefi antropolojinin ontolojik temellere dayanması gerekir. Ontolojik antropoloji, insanı kendi yapısı neyse o olarak, olduğu gibi kavramak amacını taşır. Öyleyse insanı tanımak ancak konkret varlık bütününden, bu varlık bütününde temelini bulan varlık şartlarından, fenomenlerinden hareketle mümkün olacaktır. “Bu fenomenler insanın bilen, yapıp-eden, kıymetlerin sesini duyan, tavır takınan, önceden gören ve önceden tayin eden, isteyen, hür hareketleri olan, tarihi olan, ideleştiren, kendisini bir şeye veren, seven, çalışan, eğiten ve eğitilen, devlet kuran, inanan, sanat ve tekniğin yaratıcısı olan, konuşan, bio-psişik bir yapıya sahip olan bir varlık olduğunu” ortaya koymaktadır. Bütün insan gruplarında karşılaşılan bu fenomenler, insanın varlık şartları olarak adlandırılmıştır (Mengüşoğlu, 1971, s. 1). İnsanın varlık yapısı ve nitelikleri Ontolojik temellere dayanan bir felsefi antropoloji, insanı konkret bir bütün olarak inceler. Bu da onu ruhi ve bedeni olana bölmeden, kendi varlık şartlarıyla kavramak demektir. İnsan olmadan kaynaklanan bu varlık şartlarının temeli, insanın biyo-psişik yapısına, biyopsişik bütünlüğüne dayanmaktadır. Bios ve psyshe birbiriyle o derece kaynaşmıştır ki insanı yalnız bir geist, bir akıl, bir düşünce, bir ruh varlığı olarak görmek mümkün değildir. Bu nedenle Felsefi Antropoloji kitabında Mengüşoğlu, insanın varlık yapısı ve niteliklerini: 1. Bilen bir varlık olarak insan 2. Yapıp-eden bir varlık olarak insan 3. Kıymetleri duyan bir varlık olarak insan 4. Tavır takınan bir varlık olarak insan 5. Önceden gören, önceden tayin eden bir varlık olarak insan 6. İsteyen bir varlık olarak insan 7. Hür bir varlık olarak insan 8. Tarihi bir varlık olarak insan 3 ÇOCUK KAVRAMININ FELSEFİ ANTROPOLOJİ ALANINDA ELE ALINMASI VE MİMARİ ÇIKARIMLAR 9. İdeleştiren bir varlık olarak insan 10. Kendisini bir şeye veren, seven bir varlık olarak insan 11. Çalışan bir varlık olarak insan 12. Eğiten ve eğitilebilen bir varlık olarak insan 13. Devlet kuran bir varlık olarak insan 14. İnanan bir varlık olarak insan 15. Sanatın yaratıcısı olarak insan 16. Konuşan bir varlık olarak insan 17. Biopsişik bir varlık olarak insan başlıkları altında incelemiştir. İnsanın varlık şartları birbirine sıkıca bağlıdır. İnsanın yapıp eden bir varlık olabilmesi için ne yapacağını bilmesi, hayatın akışı içersinde neyi hangi sırada yapacağını belirleyip, ona uygun hareket etmesi gerekir. Bunu insana sağlayan, yapıp-etmelerini tayin eden insanın içinde hissettiği kıymet duygusudur. Antropolojik anlamda kıymetler 3 grup altında toplanmıştır: 1. Yüksek kıymetler 2. Araç kıymetler 3. Habitual Kıymetler Yüksek kıymetler grubunda sevgi, nefret, bilgi, doğruluk, yalancılık, masumluk, saflık, dürüstlük, dostluk, hak ve haksızlık, adalet, güven, güvensizlik, inanma, söz verme, saygı, şeref, iyi ve kötü gibi kıymetler sıralanmıştır. Araç kıymetler olarak ilgi ve menfaate dayalı kıymetler, fayda, çıkar, kuşku, çekememezlik, kıskançlık, vital kıymetler, her türlü maddi kıymetler ve benzerleri düşünülmüştür. Moda, zevk, alışkanlıklar, temelini bir toplumun sosyal yapısında, milletlerin geleneklerinde bulan kıymetler ise üçüncü grup altında toplanmıştır. İnsan hareketleri bu kıymetlerce yönetilir (Mengüşoğlu, 1971, s.118–119). Üçüncü gruptaki kıymetler zararsız olmakla birlikte birbiriyle ters orantıya sahip diğer iki gruptan araç kıymetler yüksek kıymetleri kenara itecek kadar önde olmamalıdır. Çünkü insan ancak değersiz ve sonlu olan araç değerlerden uzaklaşarak, insanlaşma yoluna girer ve yüksek değerleriyle güzel ve sonsuz olan öze yaklaşır (Yılmaz, 2007, s. 100). 4 GÜLLER, E. EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013) İnsan hayatını tek başına yaşayamaz. İstese de istemese de başkalarıyla, başkalarının yapıp-etmeleriyle etkileşim halindedir. Hayatın getirdiği koşullar, başkalarının davranışları ve kendi fenomenleri ile yüz yüze kalır. Bu nedenle insanların yapıp-etmeleri ya birbirlerine karşıdır ya da birbirlerini tamamlayıcı nitelikte şekillenir. Olup bitenler karşısında kayıtsız kalamayan insan tavır takınmak, kendi varlığını koruyabilmek için bir takım tedbirler almak durumundadır. Bu tavrını, hayata bakış açısını ve yaklaşımlarını en basit anlamda konuşmalarında, tartışmalarında yansıtır. Ancak bir insanın tavır takınabilmesi gene bilen bir varlık olmasıyla yani o konuda bir bilgisi, fikri olmasıyla mümkündür. İnsan amaçları ve hedefleri doğrultusunda ortaya koyduğu yapıp etmelerinin ve tavırlarının yönünü doğru belirleyebilmek için önceden önünü görebilmek durumundadır. Bunun için odaklanması ve o konuda bilgi sahibi olarak olacakları önceden kestirebilmesi gerekir. Bu yalnız günlük yaşantının sürdürülebilmesi için değil aynı zamanda devlet yönetimi, bilim-teknik alanı gibi insanlık adına büyük işlerin gerçekleştirilmesi için de önemlidir. Tabi bunların arkasında bir istemenin bulunması gerekir. Çünkü insan istemediği bir şeyi ancak geçici bir süre gerçekleştirebilir. Başarılı olabilmesi, yapıp ettiklerinin arkasında durmasına ve gerçekten yapmayı istemesine bağlıdır. İnsanın yapıp-ettikleri sayısızdır. Her şeyin aynı anda yapılması da mümkün değildir. Üstelik hayatta her önüne çıkanı yapması gerekmez. Bu durumda seçim yapmada hür olmalıdır. Ancak kendi iradesiyle karar verebilen kişi kendi hayatını yaşayabilir. Baskı altında hep başkalarının istediklerini yapan, önüne çıkanlarla yetinmek zorunda kalan kişinin başarısı ise tesadüflere bırakılmıştır. İnsanın tarihi bir varlık olması dünü, bugünü ve yarını birbirine bağlayan, birbiri üstüne inşa edilmiş bir yaşam sürmesinden kaynaklanır. İnsanın yapıp etmeleri şimdiki zamanın içinde olup bitmez. Onların dayandığı bir geçmişi ve etkileyeceği bir geleceği söz konusudur. Dolayısıyla insan dün başladığı bir işi bugün ve yarın devam ettirir ve uzak bir gelecekte takip edilmek üzere bir sonraki nesile devreder. Böylece insan eylemlerinin zaman içindeki devamlılığı sağlanmış olur. İnsan yaşamı boyunca bazen çok ağır ve katı gerçeklerle karşılaşıp kendini çıkışı olmayan koşullar altında bulabilir. Ancak böyle durumlarda bile yaşama tutunmaya çalışır. Bu ise, insanın durumları ideleştirmesiyle, o koşullara bir anlam vermesi ve bir değer atfetmesiyle mümkündür. Çünkü yaşamak için bir neden kalmamışsa yapıp-etmeler son bulur ve artık insan yaşayamaz. Bu durum milletler için de geçerlidir. Bu yüzden insan kendisini bir 5 ÇOCUK KAVRAMININ FELSEFİ ANTROPOLOJİ ALANINDA ELE ALINMASI VE MİMARİ ÇIKARIMLAR şeye veren ve severek yaşayan, severek çalışan bir varlık olmalıdır. Ancak çalışan bir varlık hedeflerini gerçekleştirebilir. İnsanın bilim, felsefe, sanat, teknik alanlardaki başarıları uzun yıllar yılmadan çalışmasıyla mümkün olmuştur. Çalışkanlığın iyi bir eğitimle birleşmesi gereklidir. Tüm bu beceriler ve elde edilmiş olan başarılar, insanın eğitme ve eğitilme becerisi sayesinde ortaya konmuştur. İnsanın biyo-psişik varlığında henüz işlenmemiş olarak bulunan ham kabiliyetler eğitim ile olgunlaşır. İnsan topluluk halinde yaşayan bir varlıktır. Topluluk halinde yaşayabilmesi için iyikötü, haklı-haksız, melek-şeytan gibi zıt çekirdekleri içinde barındırdığı disharmonik yapısına söz geçirecek, başarılarının devamı için uygun düzen ortamını sağlayacak bir kuruma ihtiyaç duymuş ve zaruri bir varlık şartı olarak devlet kurmak zorunda kalmıştır. İnsanın kendi çabaları sonucu kurduğu devlet, sonraki oluşumları ve başarıları için kurucu ve koruyucu bir görev üstlenmiştir. İnsanın diğer bir önemli varlık şartı inanmasıdır. İnsan çalışmalarını, eylemlerini, bilgiyle donanıp kendisini eğitmeyi, devlet kurmayı hep inandığı şeyler uğruna gerçekleştirir. Bilgi fenomeninde bile inanmanın önemi büyüktür. Hem inanma bilgiyi, hem de bilgi inanmayı etkiler. Burada bahsedilen dogmatik olma, her şeyi olduğu gibi kabul etme değildir. İlla dini inanışlar olması da beklenmez. İnsanı bir yaratıcı, bir sanatçı olarak ele alacak olursak, insanın neden sanatla uğraştığı ortadadır. Sanat, insanı günlük işlerin, küçük ve büyük kaygıların, tüm gerçekliklerin ötesine taşıyarak insanın yükünü hafifletir, günlük hayatta farkına varamadığı değerleri keşfetmesini sağlar, içindeki özü yansıtmasını ve kendini bulmasını kolaylaştırır. Teknikle birlikte insan hayatına hizmet eder. Bu nedenle insanın olduğu her yerde sanat da var olmuştur. İnsanın geçmişi geleceğe bağlamasında, elde ettiği başarılarını katlayarak kendini ve yaşam koşullarını ilerletebilmesinde nesiller arası iletişimi sağlayan dil aracını kullanması onun varlığının bir şartıdır. Dil insan fenomenlerinin ve başarılarının bir taşıyıcısı olmuştur. İnsanı içe kapanmaktan korurken, düşüncelerin meydana gelmesini ve paylaşılmasını olanaklı kılar. İnsanın bio-psişik bir yapısının olması ve bu yapısından kaynaklanan üstün kabiliyetleri olması onun kendi eseri değil, ona doğa tarafından tanınmış ayrıcalıklarıdır. Özünde mevcut olan bu varlık şartlarının geliştirilmesi ise kendi becerisine, kendi kendisine 6 GÜLLER, E. EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013) verdiği değere ve bu bilinçle yaklaşacağı ve yetiştireceği çocuğa bağlıdır (Mengüşoğlu, 1971). Felsefi Antropoloji Alanında Çocuk Kavramı İnsanın yaşamı çocukluğundan başlayarak belli bir içerik, enerji, anlam ve amaç doğrultusunda şekillenir. Beden ve ruh sağlığının kısaca varlık bütünlüğünün temelleri çocukluk döneminde atılır. Ruhsal yaşamın oluşmasında en güçlü dürtü ve uyarılar ilk çocukluk çağından kaynaklanmaktadır. Çocukluktaki yaşantı, izlenim ve davranışlar bireyin daha ileriki durum ve davranışlarını, yapıp-etmelerini etkiler. Kısaca ruhsal olayların dış görünümü, somutluk derecesi, dışavurum biçimi değişse de insanın varlık yapısından gelen nitellikler, belirlediği amaçlar, ruhsal yaşamın amaç doğrultusunda devinimini sağlayan tüm öğeler değişmeden varlığını sürdürür. Bu yüzden çocuğu tanımak insanı tanıma sanatının belkemiğidir (Adler, 1997,s. 21–32). İnsanda doğuştan var olan ham kabiliyetlerin gelişimi; bakım, eğitim, varılması gereken gayenin idesinin tespiti, öğrenme, elde edilen başarıları nesilden nesile devretme, çalışma, devlet kurma gibi eylemleri gerçekleştirmesiyle mümkündür. Burada ilk adım olan bakım, eğitim öncesi bir eylemdir. Çocuğun oldukça yavaş ilerleyen gelişim süreci düşünüldüğünde, insan yaşamının ancak koruyucu bir toplumun varlığı ile mümkün olduğu ortadadır (Mengüşoğlu, 1971, s. 42). İnsan yavrusunun sağ kalabilmesi, gelişip kendi kendine yeterli duruma gelebilmesi için, uzun yıllar özenle bakılıp beslenmesi ve korunması gerekir. Başlangıçtaki güçsüz bebek hali, “birinci yaş sonunda kollarını, bacaklarını, kullanan, yürüyen, konuşan ve kendi kişilik özelliklerini gösteren bir canlı varlığa dönüşür” (Yörükoğlu, 2006, s. 32). Bir insanın davranışlarını yönlendiren amaç, o insanın çocukken dış dünyadan aldığı izlenimler doğrultusunda gelişim gösterir. Belli bir amacın saptanmasında dış dünyanın payı büyüktür. Çocuk içgüdüsel olarak, varlığını sürdürmek ve gelişimini rahat sağlamak için gerekenden daha çok şey isteyerek, bir güvenlik mekanizması yaratmaya çabalar. İçine doğduğu düzende izlenmeye değer, isteklerini gerçekleşeceği umudunu kendisine veren, gelecek için güven ve umut veren bir yol bulmaya çalışır. İçinde yaşadığı koşullar, imkanlar veya imkansızlıklar, güçlükler karşısında, ilk aylardan itibaren bir dünya görüşü geliştirir. Dıştan gelen duyumları sevinçle veya hoşnutsuzlukla karşılarken yaşamın kendisine yönelttiği isteklere karşı belli bir tutum ve tavır takınmaya zorlanır. Dolayısıyla bir insanın karakter 7 ÇOCUK KAVRAMININ FELSEFİ ANTROPOLOJİ ALANINDA ELE ALINMASI VE MİMARİ ÇIKARIMLAR özelliklerinin süt çocukluğu döneminden itibaren kendini gösterdiği kabul edilmiştir. Bu uyum sürecinde çocuğun ruh durumu çeşitli doğrultulara yönelebilir. Bunlardan biri iyimserliktir. Bu ruh hali çocukta cesaret, açık yüreklilik, güvenilirlik, çalışkanlık gibi karakter özelliklerinin gelişimini destekler. Bunun karşıtı olarak kötümserlik duygusunun gelişmesi ise bireyin tüm yaşamını etkileyecek çekingenlik, ürkeklik, içe kapanıklık, güvensizlik gibi özellikleri doğuracaktır (Adler, 1997, s. 39–42). Çocuk belli bir olgunlaşma sürecinden geçerken gelişiminin farklı aşamalarında farklı beceriler kazanır. Yeteneklerini geliştirebilmesi için doğru zamanda yeterli ilgi, uyarılma ve desteğe ihtiyaç duyar. Çocuğun ruhsal gelişimi bağımlılıktan bağımsızlığa, bencil davranıştan işbirliğine; yetenekleri yalından karmaşığa, genelden özele; ölçüsüz duygusal tepkileri daha dengeli tepkilere doğru gelişir. Zamanla somut düşünmenin yerini soyut ve mantıklı düşünme alır (Yörükoğlu, s. 29). Bu gelişimin sağlanmasında eğitimin önemi ortadadır. Başkalarından öğrenmeye muhtaç bir varlık olan insan, bakım ve eğitim aracılığıyla başarılarını nesilden nesile aktarır. Eğitim insanın kendisini ya da karşısındakini bilinçli olarak yönlendirdiği bir etkileme sürecidir. Eğer genç bir insan yalnız vasıta kıymetler içinde yetişir ve yetiştirilirse, ileride yüksek kıymet duygusuna ulaşması zorlaşacak ve bu kişi her aldığı kararda ve yaptıklarında faydacılık temelinde hareket edecektir (Mengüşoğlu, 1971). Bu bağlamda eğitimin bir davranış kazandırma veya bir davranış değişim süreci olduğu söylenebilir. Öte yandan bireye kazandırılmak istenilen davranışlar belirli değer yargıları doğrultusunda gerçekleştiğinden eğitim kültürel aktarımlar olarak da değerlendirilebilir. Sonuç olarak eğitim, yeteneklerin ortaya konması ve geliştirilmesi demektir. “Birey eğitim sayesinde toplumsallaşmış, kişilik kazanmış olur. Söz konusu “insan” olduğunda, insanın eğitilmesi demek, onun ruh ve beden sağlığı korunarak büyütülmesi, yetenekleri, davranışları ve iç dünyası itibariyle geliştirilmesi, “iyi insan” haline getirilmesi demektir”(Uysal, 2004, s. 82). Mimari Çıkarımlar; Çocuk ve Yapılı Çevre İnsan çevresiyle sürekli etkileşim içerisindedir. Bu etkileşimde, günümüz yaşam koşulları düşünüldüğünde, çocuğun özellikle evi ile okulu arasında sınırlandırılmış olan kısıtlı deneyim ortamı yapılı çevrenin önemini bir kez daha ortaya koymaktadır. Bina yığınları arasında, gri tonların-beton zeminin hakim olduğu, araç trafiğine ayrılmış olan ya da araç park yeri olarak değerlendirilen sokaklarda çocuğa ait oyun olanaklarının kısıtlılığı, yeşil alanların 8 GÜLLER, E. EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013) her geçen gün yerini beton bloklara bırakıyor olması, kentsel mekanların yetişkin ölçeğinde, çocuk kullanıcılar göz ardı edilerek tasarlanması çocuk, dolayısıyla da insan üzerinde olumsuz etkiler bırakmaktadır. Oysaki çevreye duyarlı bir insan yetiştirebilmek için temel şart çevrenin de çocuğa duyarlı yaklaşabilmesidir. Çocuğun kent yaşamına katılımının sağlanması ve “çocuk dostu kent” bilinciyle yarı açık ve açık alanların yeniden ele alınması ancak bu farkındalıkla öne çıkacaktır. Erken çocukluk dönemi öncelikli olmak üzere çocuğun ilk algı ortamı konuttur. Konut mekanlarının organizasyonunda çocuğun sürekli büyüme ve gelişim sürecinde oluşu, çocuğun ve ailenin zaman içinde değişen gereksinimleri mekan tasarımını yönlendiren ana etkenlerdir. Fonksiyonellik, güvenlik ve amaca uygunluk olarak tanımlanabilecek engelsiz tasarım, etrafındaki tehlikelerin henüz farkında bile olmayan bu kullanıcı grubu için büyük önem taşır. Çocuk ölçeği ve ihtiyaçları dikkate alınarak yalnız çocuk odası değil evin tamamı, çocuğa kesintisiz ve güvenli oyun/deneyim ortamı sağlayabilmelidir. Çocuk bu koşullar, güven veya güvensizlikler, kolaylık veya zorluklar karşısında kendi kişilik özelliklerini, hayata karşı iyimser veya kötümser tavrını geliştirecektir. Günümüz çağdaş eğitim yaklaşımı okul ve öğrenme ortamlarında değişimi zorunlu kılmaktadır. Artık tip projeler yerini; bulunduğu çevrenin arazi, doğa, ilkim koşullarına uygun tasarlanmış, doğal ışık kullanımını maksimum önemseyen, kullanıcısı olan çocuğun temel ihtiyaçlarını yalnız fiziksel değil psikolojik ve sosyal gelişimi bütününde değerlendirmiş ve çocuğun dinamik kişiliğini yansıtabilecek cesarete kavuşmuş deneyim mekanları bütünündeki eğitim amaçlı yapılara bırakmalıdır. Yalnız eğitim yapıları değil çocuğun kullanmakta olduğu tüm yapılar tasarlanırken alıcı konumdaki çocuğun fiziksel çevrenin olumlu olumsuz tüm etkilerine açık ve savunmasız durumda olduğu dikkate alınmalıdır. Unutmamalıyız ki çocuk çevreyi başka bir değerlendirmektedir. gözle Bu görmekte, doğrultuda kısıtlı endüstriyel deneyimleri tasarım ölçüsünde ölçeğinde, yorumlayıp oyun araçları tasarımından; mimari ölçekte, çocuk odası, kreş, anaokulu, eğitim ve sağlık yapıları iç-dış mekan ve cephe tasarımına kadar; yapıların açık alan düzenlemelerinden, kentsel ölçekte sokakların ve çocuk oyun alanlarının tasarımına kadar mevcut mekan ve çevrelerin yenilenmesi, iyileştirilmesi gereklidir. Bunun için belki de en doğru yol, yarışmalar aracılığı ile araştırma, sorgulama ve deneme ortamları yaratılması ve çocuk-mekan ilişkisinin insanı merkeze alan bir tasarım yaklaşımıyla yeniden yorumlanmasıdır. 9 ÇOCUK KAVRAMININ FELSEFİ ANTROPOLOJİ ALANINDA ELE ALINMASI VE MİMARİ ÇIKARIMLAR Sonuç Modernizmin endüstriyel yapısı, üretimde aktif rol oynayan erişkin ve sağlıklı bireylere yönelik biçimlenmiştir. Bu koşullar altında çocuk, yaşlılar ve engellilerle birlikte “ötekiler” olarak nitelendirilen bir grup altında yer almaktadır. Bu durum hayata henüz uyum sağlamaya çalışan çocuğun işlerini daha da zorlaştırarak, kendisi için yaratılmamış bir dünyada yabancı hissetmesine neden olur. Erişkinlerin oluşturduğu bu çevrede çocuk, kendisini küçük, güçsüz, eksikliklerle dolu ve yetersiz görür. Oysa ki çocuğun deneyimleyerek, sahip çıkarak, çevresini ruhsal yaşamına katabilmesi, sağlıklı bir gelişim ortamı içinde yetişmesi gereklidir. Mekan tasarımlarının toplumların ideolojilerini somut olarak ortaya koyan, yaşamı yönlendiren düzenlemeler olduğu düşünüldüğünde yapılı çevrenin insanı nasıl kuşattığı, insana nasıl yaklaştığı ve hangi amaca hizmet ettiği üzerinde düşünülmelidir. Özellikle tüketimin bu kadar desteklendiği, hızlı yaşantının empoze edildiği, tektipleşmenin giderek hakim olduğu günümüz dünyasında mekanların ne kadar insana yönelik olduğu ve nasıl olması gerektiği önemle ele alınmalıdır. Tabii bunun gerçekleşebilmesi için insanın kendini fark etmesi, önemsemesi, kendine ve yaşadığı çevreye sevgi ve saygı duyguları beslemesi ve bunu çocukluk döneminden itibaren içselleştirmesi gereklidir. Bu bilincin yaygınlaşmasıyla insan, bahçesi olmayan bir apartman dairesinde günışığı almayan küçük bir odada, yapay oyuncaklarla oynamanın ötesinde bir yaratıcılık ortamı bulamayan günümüz apartman çocuğu için acilen bir çözüm üretecektir. Çocuğun varlık koşullarını düzgün yaşaması için özel çevreye olan gereksinimi karşılanmalı, gelişim alanlarını olumlu etkileyecek mekanlar tasarlanmalıdır. Gereksinimlerini karşılayan, ona ait olduğunu hissettiren, güven veren, uygun ortamın sağlanması gerekmektedir. Çocuk deneyimlediği çevre aracılığıyla bazı soruları kendisi cevaplayabilmeli, çevre ona soru sorma, araştırma ve deneyimleme olanağı tanımalıdır. Çocukların ihtiyaç duyduğu özgürlük, güvenli mekanlar ile sağlanırken, hareketini dolayısıyla bedensel gelişimini teşvik edecek ve hızlandıracak uyarıcı ortamlar yaratılmalıdır. Özgür ve uyarıcı ortam çocuklarda zihin gelişimini hızlandırır. Anlatım güçleri artarak, dil dağarcığı zenginleşir. Böylece insanın varlık yapısından gelen yeteneklerin ortaya çıkarılıp geliştirilmesinde uygun ortamlar sağlanmış olur. 10 GÜLLER, E. EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013) KAYNAKLAR Adler, A. (1997). İnsan Tanıma Sanatı. İstanbul: Say. Mengüşoğlu, T. (1971). Felsefi Antropoloji. İstanbul: Edebiyat Fakültesi Matbaası. Roth, L. M. (2000). Mimarlığın Öyküsü.İstanbul: Kabalcı Yayınevi. Uysal, E. (2004). Eğitim’e Felsefi Antropoloji Çerçevesinde Kavramsal Bir Yaklaşım. Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, VIII/2, 81-99 Yörükoğlu, A. (2006). Çocuk Ruh Sağlığı. İstanbul: ÖZGÜR Yayınları. 11 EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013) 12 ÖZATEŞLER, E EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013) Dokuz Eylül Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi Cilt: 2 Sayı: 3 2013 AVRUPA’DA ROMA/ÇİNGENELER ÜZERİNE SOSYAL POLİTİKALAR Gül ÖZATEŞLER* ÖZET Bu makale, Roma terimiyle adlandırılan Avrupa Çingenelerine dair temel sosyal politika yaklaşımları üzerine bir incelemedir. Roma/Çingene gruplarının günümüz Avrupa’sındaki durumlarını, politik mücadele ve kazanımlarını, bu alandaki farklı değerlendirme ve yaklaşımları açıklamayı amaçlıyor. Bu açıdan, uluslararası kurum ve sivil toplum örgütlerinin konuya olan bakışları, sosyal politika düzeyinde attıkları adımlar, kazanımlar ve yetersizlikler değerlendirilecektir. Bunun yanı sıra Roma/Çingene grupları farklı politika stratejileri, yaklaşım ve tartışmaları içerisinde anlatılacaktır. Anahtar Kelimeler: Çingene, Roma, sosyal politika, Avrupa Birliği, Asimilasyon, Dışlama, entegrasyon, Azınlık hakları THE SOCIAL POLICIES REGARDING ROMA/GYPSIES IN EUROPE ABSTRACT This article explores the main social policy approaches regarding Gypsies in Europe who are called Roma. It aims to explain the conditions of Roma/Gypsy groups in today’s Europe, their political struggles and gains, and different interpretations and approaches in this area. Therefore, the viewpoints of international institutions and nongovernmental organizations, the steps taken for social policy developments, strengths and weaknesses will be evaluated. Besides, Roma/Gypsy groups will be considered within different political strategies, approaches and debates. Keywords: Gypsy, Roma, Social Policy, European Union, Assimilation, Exclusion, Integration, Minority Rights * Dr., Boğaziçi Üniversitesi Sosyal Politika Forumu, [email protected]. 13 AVRUPA’DA ROMA/ÇİNGENELER ÜZERİNE SOSYAL POLİTİKALAR Orta ve Doğu Avrupa Ülkelerinin komünizm sonrası piyasa ekonomisine geçiş ve bununla birlikte Batı Avrupa ile entegrasyon süreçlerinde dönüşmekte olan Roma/Çingene1 politikası, çeşitli nedenlerden ötürü önem taşıyor. Bu nedenler arasında sivil toplum örgütlerinin rolü, uluslararası sözleşmeleri takiben geliştirilmeye çalışılan insan hakları, dışlanmış, dezavantajlı kılınmış insanların sesini duyurmak, yoksulluklarını ve yoksunluklarını ortadan kaldırma çabası, ve uluslararası kimlik politikasında atılan adımlar bulunuyor. Uluslararası bir boyut kazanarak artan, Roma ve Roma olmayan sivil toplum örgütlerinin ve ilgili kurumların çabasını kapsayarak gelişen hareket, belli bir takım kazanımları, meseleleri ve sorunları ile günümüzde Roma topluluğunun, aktivistlerin, konuyla ilgilenen akademisyenlerin ve politikacıların gündeminde yer almaktadır. Uluslararası Roma politik hareketinin canlanışı esasen 1960’lara tekabül ediyor ancak 1990’larda genişleyip gelişiyor.2 1971’de ilk kez düzenlenen Dünya Roma Kongresi’nde Romca3 çoğul olarak “adam, insan, koca” anlamlarına gelen (Bakker, 2001) Roma kelimesi genel geçer terim olarak kabul ediliyor. Irkçılığa ve Hoşgörüsüzlüğe Karşı Avrupa Komisyonu, 1998’de çeşitli Roma/Çingene topluluklarının anılmak istedikleri grup isminin resmi isim olarak kabul edilmesini üye ülke hükümetlerine tavsiye ediyor. Uluslararası Roma Birliği (International Romani Union) de farklı Çingene grupları için Roma isminin kullanılmasını öneriyor (Bakker 2001, s. 2). Böylelikle farklı ülkelerde Cigani, Tsigane, Zingari, Zigeuner, Gitano, Çingene gibi isimlerle adlandırılabilen, bireysel ve grup tanımlamaları Roma, Sinti, Manouch, Kale, Romanichals, Kalderaş, Lovari, Vlach-Roma gibi farklı isimleri kapsayan, ekonomik, tarihsel ve sosyal koşullarının yanı sıra çoğunluk nüfusuyla kurulan ilişkiler ve bağlar üzerinden de farklılık gösterebilen gezici ya da yerleşik 1 Bu makalede, Çingene terimi negatif çağrışımlarına da karşı durma kaygısını taşıyarak tüm grupları kapsama amacıyla, ilgili literatürde İngilizce “Gypsy” kelimesinin negatif çağrışımlarından uzak bir karşılığı olarak kullanılmıştır. Terimin, yerel örneklerde ve Türkiye özelinde söz konusu gruplar üzerinde oluşturulan önyargıları besleyen ve dışlayıcı/aşağılayıcı tanımlamalarda da kullanılması açısından bazı gruplar tarafından sakıncalı görülmesini saygıyla karşılamaktayım. Ancak bazı grupların bu isimle özdeşim kurması nedeniyle, negatif çağrışımlarıyla beraber gelen ayrımcılık ve bunun üzerinden kurulan eşitsizlikler ve hak ihlallerine de karşı durmak açısından terim alt grupları da kapsayıcı niteliğiyle içerilmiştir. Nitekim, bu kullanım, yok sayılmasından ziyade bu kavram üzerinden özdeşim kuran gruplar üzerinde yarattığı hiyerarşileri de göz önünde tutarak negatif kullanımına karşı bir mücadeleyi de desteklemek amacındadır. Öte yandan Roma terimi de bazı gruplar açısından terimi kabul edip etmeme, terimin kapsadığı ve kapsamadığı gruplar gibi alanlarda tartışmalar yaratabilmektedir. Bu makalede, bu tartışmalara girmek yerine bu alanda nasıl politika yapıldığı üzerinde durulacaktır. Bu açıdan özellikle geçiş ülkeleri üzerinden giden Roma politikası ele alınacağından Roma, bu alanda kabul edilen ve kullanılan genel terim olduğu için tercih edilmiştir. 2 Roma politikasının ulusal düzeyden uluslararası düzeye gelişimi üzerine daha ayrıntılı bilgi için KlimovaAlexander, 2007. 3 Avrupa’da yoğunlaşmış olan Çingenelere ait dil, Romani, Romanesç 14 ÖZATEŞLER, E EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013) toplulukların tümü için Roma terimi kullanılıyor.4 Kendi başına bu adlandırma dahi politik uygulamaları üzerinden düşünüldüğünde halen tartışmalara yol açmaktadır. Bu tartışmalar, bölgesel çözüm önerilerinin genel gruba uymaması, bazı grupların bu adlandırmayı kabul etmemesi ya da aynı şekilde adlandırılan gruplarla özdeşim kurmakta zorlanması, politik ve sosyal yaklaşım farklarının doğması üzerinden gitmektedir. Bununla beraber, Roma politikasını, bir millet kurgusu üzerinden mi gidileceği, azınlık ya da insan hakları politikası mı izleneceği veyahut yerele uygun farklı politikaların mı gerektiği gibi konular biçimlendiriyor. Bu makale, bu tartışmalara da değinerek şu ana kadar Roma sosyal politikasının geldiği noktayı incelemenin yanı sıra kazanımları, yetersizlikleri, ve bu politikaya dair sorunların altında yatan nedenleri sorgulama yolunda bir adımdır. İlk olarak, Avrupa düzeyinde gelişen uluslararası Roma politikası, uluslararası kurum ve organizasyonların Roma meselesine yönelimleri ve bu düzeyde Roma politikasının nasıl dönüştüğü ele alınacaktır. İkinci bölümde ise Roma’nın politika stratejileri devletlerin politika yaklaşımlarına verdikleri tepkilerle ilişkileri üzerinden anlatılacak, baskın yaklaşım ve tartışmalara yer verilecektir. Roma Sosyal Politikasına Dair Uluslararası Adımlar Son dönemde Roma sosyal politikasının Avrupa’da yer edinmesini sağlayan etkenler arasında, öncelikle Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin Avrupa Birliği’ne üyeliği görülebilir. 2007’de Romanya ve Bulgaristan’ın üyeliğiyle 27 üye sayısına yükselen Avrupa Birliğinde bu süreç, 1 Mayıs 2004’te 8 Doğu ve Orta Avrupa ülkesinin5 yeni üye olarak Avrupa Birliğine katılımıyla başlıyor. Böylece, tahminen Avrupa’da nüfusu 10-12 milyonu bulan 4 Köken olarak Hindistan’dan geldikleri pek çok araştırmacı tarafından kabul edilse de bazı akademisyenler (örn. Judith Okely), Hindistan kökeninin politik ve sosyolojik olarak pek çok insanın hayatındaki geçerliliğinin artık kalmadığını ve Avrupa’da yaşayan topluluklar olan Çingeneler için bir köken arayışına gidilecekse bunun Avrupa olması gerektiğini belirtiyor. Öte yandan esasen dildeki dönüşüme göre belirlenen Hindistan’dan göçün başlangıç tarihi nedenleriyle beraber 5. yüzyılla 11. yüzyıl arasında değişiyor. Dil, göç istikameti ve vakti üzerinden Çingeneler üç ana kola ayrılabiliıyor: çoğunlukla Avrupa ve Amerika’da yaşayan Romlar; çoğunlukla Orta Doğu ülkelerinde yaşayan Domlar ve çoğunlukla Ermenistan, İran ve Orta Asya ülkelerinde yaşayan Lomlar. Bu gruplar, sırasıyla, değişen yaygınlık ve akıcılıkla Romani, Domari ve Lomavren dillerini konuşmaktadırlar. Ancak, akrabalık bağları, meslek ve yerel bağlılıklar üzerinden kurulan özdeşimler gibi farklı nedenlerle de yukarıda bahsedildiği üzere farklı gruplardan bahsedebilmekteyiz. Çingene dili, tarihi, yaşam biçim ve koşulları üzerine ayrıntılı bilgi için bkz: Fraser, 2005; Hancock, 2002; Hancock, 2004; Kenrick, 2006; Marushiakova ve Popov, 2004. 5 Çek Cumhuriyeti, Estonya, Latvia, Litvanya, Macaristan, Polonya, Slovekya, Slovenya. 2007’de Bulgaristan ve Romanya’nın katılımıyla AB içindeki Roma nüfusu daha da artmış oluyor. 15 AVRUPA’DA ROMA/ÇİNGENELER ÜZERİNE SOSYAL POLİTİKALAR Roma (Gillsater et al. 2004, s. 8), Avrupa Birliğinin içinde azınlık olarak konumlandırılan en büyük grup oluyor.6 Avrupa Birliği kriterlerinde bir ülkenin büyüklüğünün nüfus ve gayri safi milli hasılaya paralel olarak belirlendiğini göz önüne aldığımızda, artan Roma nüfusuna ve Roma’ya ilişkin olarak oluşturulan politikalara atfedilen önemin daha geniş çaplı Avrupa Birliği politikaları içindeki yerini anlamak da kolaylaşacaktır (Thelen, 2005, s. 7-8). Bu politik ortam, Roma gruplarının uğradığı insan hakları ihlallerini daha görünür kılarken uygulanan politikalara da nispeten daha fazla bir alan sağlıyor. Bu açıdan UNDP, Avrupa Konseyi, OSCE gibi uluslararası kurumlarınkiyle beraber OSI, UNICEF gibi sivil toplum örgütlerinin de ilgisini çekiyor (Ringold et.al. 2005, s. xvi). Yine de sosyal projelerin ve politika yaklaşımlarının pek çok Roma’nın gündelik hayatta uğradığı ayrımcılığı, yoksulluğun şiddetini, toplumdaki pek katmanlı pozisyonlarını ve bunlara bağlı olarak hayat mücadelelerinin yarattığı baskıyı ve acıyı dindirdiğini söylemek henüz mümkün değil. Roma gruplarının diğer azınlıklardan farkının belli başlı üç nedenden kaynaklandığı belirtiliyor: Tüm Avrupa ülkelerinde bulunmaları, tüm ülkelerde en dezavantajlı grup olmaları ve onları destekleyecek bir toprağa ya da anayurda sahip olmamaları (Thelen 2005, s. 12). Yani, Roma’nın özel durumu sadece azınlık olarak konumlandırılmasından değil; genel olarak yaşadıkları ülkelerde en dezavantajlı durumda olmalarından da kaynaklanıyor. Bu durum, eğitim, sağlık, konut gibi sosyal hizmetlerden faydalanmalarının kısıtlı olmasının yanı sıra işsizliğe ve yoksulluğa düşmelerinin olasılığının diğer azınlık gruplarıyla da kıyaslandığında daha yüksek olmasıyla ilgili7. Öyle ki bazı akademisyen ve aktivistler pek çok Roma’nın “sınıf altı” (underclass) kategorisine düştüğünü ifade edebiliyor (Szelenyi ve Emigh’ten aktaran Stewart, 2002). Bu ifade, Roma için, piyasaya uygun yetenek ve eğitim yoksunluğundan dolayı, yoksulluğun kuşaklar arası aktarılan ve döngüsel biçimde ilerleyerek içinden çıkılması imkansız hale gelen bir fenomen olarak belirmesini vurguluyor. Öte yandan, bazı akademisyen ve aktivistler (Örn. Stewart, 2002), çıkışsızlığı vurguladığı, farklılıkları yok 6 7 Romanya, tahmini 1-2 milyonluk Roma nüfusuyla başta gelirken, 400.000- 1 milyon arasındaki Roma nüfusuyla (Ringold et al 2003, s. 2), Macaristan, Bulgaristan ve Slovakya onu takip etmektedir. Eski üyeler olan İspanya’da tahmini 630.000; Fransa’da tahmini 310.000), İtalya’da tahmini 130.000 ve Almanya’da tahmini 70.000 Roma bulunmakta. Bu sayılar ilerleyen araştırmalar ve Roma politikasının dönüşümü ile değişebilecektir. Roma organizasyonların tahminleri her zaman için uzman tahminlerinden daha çok oluyor. Bu, Roma’nın uğradığı dışlanmışlığın tecrübesiyle Roma kimliğini saklama eğilimi gösteren bireylerin varlığıyla da alakalı bir durum. Rignold et al (2005) çalışmalarında Roma ve Roma olmayanlar arasındaki farkı yoksulluk, eğitime katılım, konut ve istihdam gibi alanlarda bazı Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinden örneklerle gösteriyor. Bu karşılaştırmalar Roma yoksulluk ve yoksunluğunun Roma olmayanınkinden çok daha fazla olduğunu gözler önüne seriyor. 16 ÖZATEŞLER, E EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013) sayarak tüm Roma gruplarına yaklaşımı homojenleştirdiği, bu alanda uygulanan politika ve projeleri de hiçe saydığı ve en önemlisi yoksulluğun “suçunu” Roma’nın yetersizliğiyle açıklama eğiliminde olmasından dolayı bu terimin kullanılmasını uygun görmemektedir. Bu açıdan, terim ne kadar Roma gruplarının özellikle ekonomik açıdan uğradığı dışlanmışlığa işaret etse de haklı olarak belirtildiği gibi Roma gruplarının mücadelesini ve yoksuluğun yapısal temellerini göz ardı etme potansiyelini taşıyor. Bu derece kötü yaşam koşullarına sahip bir grup olan Roma, 1990 öncesinde Avrupa kurumlarında ve politikasında özel olarak yer almıyordu. 1970’lerde Avrupa temelinde Roma meselesiyle ilgili bir takım tartışmalar dönse de geniş çaplı bir politikadan uzaktı, ve eğitim ve sosyal güvenlik gibi belirli alanlardan oluşmaktaydı. Ancak, Soğuk Savaşın bitişinden beri Avrupa kurumlarının Roma meselesine ilişkin aktivitelerinde süregiden bir genişleme olmaktadır (Kovats, 2001, s.94-95). Bunda Batı Avrupa devletlerinde Roma sığınmacılarının artması8 ve muhtemel yeni üye ülkelerin üyeliğe erişimi ile PHARE programı etkili olmuştur. Böylelikle, Roma’ya özel politikaların yanı sıra sosyal içerme ile ilgili yönetmelikler, ve ayrımcılık ve azınlıklarla ilgili düzenlemeler Roma sosyal politikasına yön vermektedir. Bunlarla beraber İnsan Hakları Evrensel Deklarasyonu ve Avrupa İnsan Hakları Konvensiyonu da insan hakları üzerinden Roma politikasının işleyişi ve talepleri açısından zemin niteliği taşımaktadır. Bu çerçevede, Avrupa Roma sosyal politikasına doğru atılan ilk adım 1993 yılına denk düşüyor. Bu tarihte, Avrupa Konseyi Parlamento Meclisi Avrupa’daki Roma’yı ilgilendiren Tavsiye Kararı 1203’ü de içeren “Avrupa’daki Çingeneler Üzerine (On Gypsies in Europe)” raporunu kabul ediyor. Buna göre Roma “gerçek Avrupa azınlığı” olarak tanınıyor (Thelen, s. 37), ve tüm diğer azınlıkların yararlandığı haklardan faydalanmanın yanı sıra bölgesel olmayan (non-territorial) azınlık olmasından dolayı özel koruma gerektiren bir statü kazandı.9 Aynı yıl Kopenhag kriterleriyle, Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin Avrupa Birliği üyeliğine erişme sürecinde Roma politikası içerildi. Böylelikle söz konusu ülkelerin Roma meselesiyle ilgili kurumsal ve yasal mekanizmaları oluşturmaları bekleniyor (Ringold et al. 2003, sf 10). Kriterler uyarınca üyeliğe erişme sürecindeki ülkelerin demokrasi, insan hakları ve azınlıkların durumu gibi konularda asgari siyasi koşulları sağlamaları gerekiyor. Bu 8 1989 sonrası Roma göçü için bakınız : Barany, 2002. Kötü yaşam koşullarının ve fiziksel şiddete varan ayrımcılığın yanı sıra 1999’da Kosova’da pek çok Roma NATO’nun askeri kampanyasının bitişinden ve Yugoslav taburlarının ayrılmasından sonra öldürülüyor, tecavüze uğruyor ve evlerinden atılıyor. Bu dönemde, Kosova’da yaşayan 120.000 civarındaki Romanın beşte dördü bölgeyi terk ediyor ya da Kosova içinde mülteci oluyor. Bkz. Thelen 2005, s. 16. 9 Alman Sinti ve Roma Merkez Konseyi başkanı Romani Rose, bu kullanımı Avrupa’da yaşayan Roma’yı ve yaşadıkları ülkelere olan aidiyetliklerini hiçe sayan bir terminoloji olarak görüyor. 17 AVRUPA’DA ROMA/ÇİNGENELER ÜZERİNE SOSYAL POLİTİKALAR çerçevede, Avrupa Birliği üyeliğine ilk başvuran Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinden olan Macaristan, üyeliğe erişme sürecinde tanıdığı 13 azınlığın içerisine Roma’yı da katarak önemli kültürel, eğitimsel ve dil haklarını garanti altına alan Azınlık Kanununu 1993’te kabul etti. Bu kanun, azınlıkların sosyal, eğitim ve gelişim alanlarında projeler başlatma imkanını sağlayan ulusal ve yerel azınlık hükümetleri (self-governments) için de bir sistem yaratıyor. Bu hükümetlerin yaklaşık yarısını Roma azınlık hükümetleri oluşturuyor (Ringold et. al. 2005, s. xxi). Azınlık olarak kabul edildiğinde Roma, 1995’te Avrupa Konseyi tarafından kabul edilen ve azınlıkların korunması açısından yasal bağlayıcılığı olan ilk uluslararası araç niteliği taşıyan Ulusal Azınlıkları Korumak için Çerçeve Sözleşmesi tarafından kapsanmış oldu.10 Fakat diğer şeylerin yanı sıra bir anavatan eksikliği tartışmasından dolayı da ulusal azınklık kavramı üzerinde bir mutabakata varılamadığından bazı ülkelerde Roma’nın azınlık olarak tanınması sorunlu olabiliyor. 1995’te Avrupa Konseyi kapsamında çeşitli politika alanlarını içerecek yönerge ve raporlar hazırlayan “Roma/Çingene üzerine Uzman Grup” un kurulması da teşvik ediliyor. Grubun Avrupa’daki Roma sosyal politikasının gelişimindeki esas rolü 1999’da AB’nin Grup tarafından hazırlanan Roma’nın durumunu iyileştirmek için yönlendirici prensipleri (Guiding Principles for improving the situation of Roma) kabul etmesiyle açığa kavuşuyor (Kovats, s. 96). 1993’te Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT-OSCE)’in Ulusal Azınlıklar üzerine Yüksek Komiseri van der Stoel de özellikle komünizmden kapitalizme geçiş yapan ülkelerdeki Roma üzerine ilk raporunu sundu. Bu rapor, organizasyonel değişikliklere de yol açtı. Demokratik Kuruluş ve İnsan Hakları Ofisi, Varşova’da Roma ve Sinti Meseleleri için Kontak Noktası kurdu (ODIHR/CPRSI). Bu oluşum, Roma ve Sinti gruplarının kendi kimliklerini koruyarak yaşadıkları toplumlara entegre olmalarını teşvik amacıyla kuruldu (Thelen, s.37). 3 yıl sonra 1998’de Kontak Noktasının yetkisi Avrupa ve devletler düzeyinde Roma ve Sinti konusunda yasal ve politik gelişmelerde öneride bulunmak ve koordine etmek yönünde genişletildi (Kovats, s. 97). Genel sosyal içerme politikalarının Avrupa düzeyinde gelişmesi de Roma’yı yakından etkiledi. 1997’de AB kurucu anlaşmalarına yoksulluk ve sosyal dışlanmayla mücadele konusunda bağlayıcı olan yeni bir madde eklendi. Sosyal İçerme Politikasına dayanarak, her üye ülke, iki yılda bir milli hareket planı (National Action Plan) sunacaktır. 10 “Framework Convention for the Protection of National Minorities” için bakınız: http://conventions.coe.int/Treaty/en/Treaties/Html/157.htm Ayrıca bkz: Thelen, s. 38. 18 ÖZATEŞLER, E EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013) Avrupa Komisyonu bu raporları gözden geçirip ülkelere tavsiyede bulunacaktır. Bunların yanı sıra ayrımcılığa karşı çıkartılmış yönetmelik ve yasalar, Roma sosyal politikasını etkileyen önemli adımlar oldu. 2000 yılı Haziran’ında Avrupa Konseyi tarafından kabul edilen 2000/43/EC kodlu Irksal Eşitlik Yönetmeliği (Race Equality Directive) dil kullanımını da kapsayarak azınlık haklarıyla bağlantılı bir şekilde Roma’yı içerdi. Nitekim, yönetmelik, ırksal ve etnik temelli ayrım uygulamadan tüm bireylerin eşit muamelesi prensibini benimsiyor,11 dolaylı ve dolaysız olarak iki türlü ayrımcılığı yasaklıyor. Yönetmelikte, ‘dolaysız ayrımcılık’ bir kimsenin ya da grubun ırksal ya da etnik nedenlerden dolayı başka birisine kötü muamele göstermesi olarak tanımlanmaktadır. ‘Dolaylı ayrımcılık’ ise meşru bir amaçla mazur gösterilmediği durumda görünüşte nötr olan bir hükmün belli bir ırksal ya da etnik kökenden gelen insanların diğer kişilere göre dezavantajlı bir durumda bırakılmaları olarak tanımlanmaktadır (Zoon 2001, s. 17). Böylelikle ayrımcılığın tanımı daha kapsayıcı bir hale getirilerek ırksal ve etnik temelli ayrımcılık yasaklanmaktadır. 2000’de Roma sosyal politikası için önemli bir başka gelişme de kamu yetkililerince uygulanan ayrımcılığın yasaklanmasıyla ilgili olan 12 numaralı protokolün Avrupa İnsan Hakları Konvensiyonuna eklenmesi oldu. Bu konvensiyondaki ırk ve etnik temelli ayrımcılığı yasaklayan 14. madde de Roma politikasına açıklık sağladı.12 Roma’ya dair genişleyen Avrupa’da daha kapsamlı bir politika uygulaması arayışı, Orta ve Doğu Avrupa ülkelerindeki Roma’nın dışlanmasını tersine çevirip içermeyi öneren bir anlayışla geldi. 2003’te Budapeşte’de düzenlenen Roma Konferansında (Roma in an Expanding Europe: Challenges for the Future) ise AB’nin öngördüğü hedeflerin Roma gruplarının durumunu dönüştürmek için kullanılmasını amaçlayan Roma İçermesinin On Yılı (Decade of Roma Inclusion) kabul edildi (Gillsater et al. 2004, s. 99). AB’nin Roma meselesine başka bir müdahalesi de destekleme ve fon verme üzerinden olmaktadır. PHARE programı üzerinden AB Yapısal Fonları (EU Structural Funds) ve CARDS (Balkanlarda Yeniden Yapılanma, Gelişim ve İstikrar için Topluluk DesteğiCommunity Assistance for Reconstruction, Development and Stability in the Balkans) yoluyla AB, Roma’nın içerilmesi için geçiş ülkelerine maddi destek sağlıyor. Phare programı 11 Yönetmelik için bakınız: http://eurlex.europa.eu/LexUriServ/LexUriServ.do?uri=CELEX:32000L0043:en:HTML 12 “Convention for the Protection of Human Rights and Fundamental Freedoms” için bakınız : http://conventions.coe.int/Treaty/Commun/QueVoulezVous.asp?NT=005&CL=ENG. Ayrıca 14. maddenin Roma meselelerinde nasıl kullanıldığına dair örneklemeler için bakınız: Quarterly Journal of the European Roma Rights Center: Roma Rights, no 2&3 2006, sf 12-14. 19 AVRUPA’DA ROMA/ÇİNGENELER ÜZERİNE SOSYAL POLİTİKALAR esas olarak 1989’da Polonya ve Macaristan’ı desteklemek için başladı,13 ancak zamanla bölgedeki aday ülkeler üzerinden genişledi.14 Post-komünizm ülkelerinin piyasa ekonomisine geçisini destekleme amacıyla kullanılan program, üyeliğe aday ülkelerin ekonomi ve insan hakları çerçevesinde dönüşümünü sağlamak için işlev kazanmaktadır. Program, Roma dışlanmasına karşı mücadele için bir takım kurum ve organizasyonları da başlattı. Ancak, Birleşmiş Milletlerin Roma üzerine hazırladığı 2002 tarihli raporu, Phare programıyla Roma’yı hedefleyen projeler artış gösterse de bunun tabana olan etkisinin beklenenden az olduğunu belirtmiştir. Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı ve AB Temel Haklar Ajansının 2012’de birlikte düzenlediği en son rapor da Roma’nın gördüğü ayrımcılık ve dışlanmanın devam ettiğini göstermektedir.15 Böylelikle verilen fonun miktarından ziyade kaynakların ne şekilde kullanıldığının önemine dikkat çekilmektedir. Sonuç olarak, Avrupa Birliği düzeyinde gelişen ve özellikle AB üyeliğine erişim sürecinde hükümetler tarafından benimsenen sözü edilen yönetmelik, kanun ve sözleşmeler Roma için bir politika zemini sağlamaktadır. Ancak, kapsamlı bir politikaya ulaşma yolunda engellerle karşılaşılmaktadır. Bu engellerin en önemlileri olarak ekonomik, politik ve sosyal dengelerin bozulmasından duyulan tereddütün yanı sıra toplumda ve politika yapma sürecinde piyasa ekonomisinin de etkili olduğu iktidar ilişkileriyle sıkısıkıya bağlı olarak varlığını sürdüren ırkçılık ve anti-Çingene yaklaşımlarını besleyen önyargı ve buna dayalı olan dışlanmayı sayabiliriz. Kanun düzeyinde var olan ayrımcılığa karşı mücadele, ne yazık ki pek çok Roma için sadece yazılı doküman niteliğinde kalabilmektedir. AB üyeliğine erişim için kabul edilen sosyal politika yaklaşımları hiç uygulamaya geçemeyebilmekte ya da adalet, fırsat eşitliği gibi etik kaygılardan ziyade hükümetler tarafından sadece “elit kulube” kabul edilme yolunda bir adım olarak görülebilmektedir (Trehan 2001, s. 142). AB’nin 2007’de hazırladığı “AB Üye Ülkelerinde Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığı Üzerine Raporunda16 görüldüğü gibi bir takım diğer azınlıklara, göçmenlere, bir şekilde “farklı” olanlara gösterilen ayrımcılığa karşı olan mücadele hızlı ilerleyemeyebiliyor. Rapora göre, bazı üye ülkeler yönetimde gerekli uzman organlara sahip değilken ya da olanlar aktifleştirilmezken bazılarında ise bu alanda kurbanların pazarlık pozisyonunu güçlendirebilecek yasal yaptırım 13 Phare programme. Available at http://europa.eu/legislation_summaries/enlargement/2004_and_2007_enlargement/e50004_en.htm 14 AB üye adayı olarak Phare’den yararlanmış ülkeler: Bulgaristan, Çek Cumhuriyeti, Estonya, Hırvatistan, Latvia, Litvanya, Macaristan, Polonya, Romanya, Slovakya, Slovenya. Bu ülkelerin yanı sıra üyeliğe erişim öncesi destek programında Türkiye de yararlanıyor. 15 Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP)Raporu 2002, sf 9, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı Raporu 2012. 16 “Report on Racism and Xenophobia in the Member States of the EU” http://fra.europa.eu/sites/default/files/fra_uploads/11-ar07p2_en.pdf 20 ÖZATEŞLER, E EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013) uygulanmamıştır. Aşağıda daha ayrıntılı değinileceği gibi diğer alanlarda da bazı politika yaklaşımlarında ve projelerde, gerekli yasalar olsa dahi kontrol, denetim ve yaptırımların yokluğuyla bağlantılı olarak uygulamada sorunlar yaşanabilmektedir. Roma Politikasında Farklı Yaklaşımlar Uluslararası düzeyde ve özellikle AB düzeyinde bu şekilde konumlandırılan politika yaklaşımları, modern Avrupa hükümetlerinin klasik uygulamalarına baktığımızda kabaca gözlenen dört ana biçimde ortaya çıkıyor: Asimilasyon, dışlama, entegrasyon ve azınlık hakları.17 Asimilasyon, Roma’nın, çoğunluğun kurallarını, değerlerini ve davranış biçimlerini kabul edip bunlara uygun olarak davranmasını hedefleyerek ancak bu şekilde toplumda bir yer edinmesi durumuna işaret ediyor. Bu yaklaşım, azınlık grupları üstünde baskı ve zorlama yaratırken toplumun diğer bireyleriyle nispeten eşit şartlara ulaşabilmelerinin koşulunu hiyerarşik olarak üstün tutulmuş çoğunluk kültür ve değerlerine uyma üzerinden sınırlıyor. Pek çok ülkede Roma halen asimilasyon yaklaşımı ile karşılaşıyor ve entegrasyon amaçlı politikalar dahi uygulamada asimilasyona yönelik izler taşıyabiliyor (Marinaro 2003, s. 203218). Ancak özellikle Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri söz konusu olduğunda komünist dönem buna bir örnek olarak teşkil etmektedir (Barany 2002, Ringold et al. 2005, Thelen 2005). Diğer bir yaklaşım olan dışlama ise Roma’yı ekonomik, toplumsal, kültürel, coğrafik, politik açılardan toplumun dışına atmayı hedefleyen bir yaklaşımdır. Roma’nın ayrı tutulmuş yerleşim yerleri, eğitimde ayrımcılık, istihdam edilmeme, sosyal marjinalleşme, önyargılar ve en net şekliyle ırkçılığa kadar varan anti-Çingene tepkiler dışlanmanın örneklerinden birkaçını oluşturuyor. Entegrasyon ve azınlık haklarına baktığımızda ise hak temelli yaklaşımlarla karşılaşıyoruz. Entegrasyon daha çok bireysel haklara odaklanıp kültürel haklar dahil olmak üzere bireysel hakların tanınmasıyla birlikte bireyin topluma eşit haklarla katılımını hedefliyor. Ancak bu bireysel haklar yine çoğunluğun değerlerine göre belirlenebiliyor. 17 Ayrıntılı bilgi için bkz. Barany 2002, Ringold et al, s. 14-21. Çingene çalışmaları alanında önemli bir akademisyen ve aktivist olan Acton (2005) ise İngiltere’nin toplumsal düzeni muhafaza etme yolunda Çingenelere karşı dönüşümlü olarak uyguladığı statükocu, baskıcı ve entegratif/içerici politikalar olmak üzere tarihsel olarak üç türlü politikadan bahsediyor. Bunların ortak özelliğini yapısal olmalarına bağlıyor. Hepsi de ulus-devletin günah keçisi ve basmakalıp kötü örnek için “iyi düşman” arama ihtiyacını çözmek yerine Çingeneleri değiştirmeyi hedefliyor (s. 7). Acton, topluluklar arası huzuru sağlamak için şu an uygulanan politika modelleri arasında ise asimilatif vatandaşlık, azınlıklara rahatlıkla adapte edilebilen medeni haklar ve insan hakları modellerini ele alıyor. Bunlar arasında insan hakları modelini, ulus-devletlerin kararlarına karşı uluslararası organizasyonlar tarafından desteklenen insan hakları kanunlarının desteğini almak adına Roma organizasyonları için avantajlı görüyor (Bkz. Acton 2005, s. 3-7). 21 AVRUPA’DA ROMA/ÇİNGENELER ÜZERİNE SOSYAL POLİTİKALAR Azınlık hakları ise grup hakları üzerinden hareket ediyor; azınlık gruplarının topluma katılımı kendi grup kimlikleriyle ve kültürel değerlerini koruma haklarıyla beraber kabul ediliyor. Burada tekil bireylerin topluma katılımından ziyade OSCE’nin, AB’nin ve AK’nin de vurguladığı gibi grubu güçlendirme, grup kimliği üzerinden dışlanmayı ortadan kaldırma ve grup kimlik, kültür ve değerlerinin tanınmasıyla beraber eşit haklar edinme söz konusudur. Roma’nın organize olma ve politika yapma stratejileri ise hem hükümetlerin yaklaşımıyla hem de uluslararası düzeyde belirlenen hareket alanıyla bağlantılı bir şekilde dönüşmektedir. Roma politikası, yerel düzeyde ve Roma’nın kendi örgütlenmesinde daha gerilere uzanmaktadır. Kendi aktivasyonu olarak, Roma’nın organize hak talepleri 1905’e kadar uzanıyor. 1905’te düzenlenen ve ardından oy hakkından mahrum edilmenin de protesto edildiği Sofya konferansının örnek teşkil ettiği gibi Roma, 20. yüzyılın başında haklarını arama yolunda organize oluyor (Thelen, s. 41).18 Özellikle Bulgaristan ve Romanya’da kurulan organizasyonların sayısı 1920 ve 1930’lardan İkinci Dünya Savaşına, Nazilerin Roma’ya karşı yürüttüğü kampanyaya kadar artmaya devam ediyor. Bu bakımdan, savaş sonrası, özellikle ırkçılık karşıtı ve Roma’nın uğradığı zulümün tanınmasının da kaygısıyla yeniden bir örgütlenme gerekli görülüyor.19 2. Dünya Savaşı ile 1970 arasını bir period olarak belirleyen Klimova-Alexander, bu dönemde yeni bir takım fenomenlerin görüldüğünü belirtiyor. Bunların arasında ulusal düzeyde modern Roma siyasi organizasyonlarının ortaya çıkması, kapsayıcı uluslararası Roma örgütlerinin şemsiyesi altında birleşme, bazı Roma olmayan siyasi ve idari yapılanmalarda Romaların kısıtlı da olsa yer alması gibi Roma politikasını ulusal ve uluslararası doğrultuda genişleten etkenler bulunmaktadır (KlimovaAlexander, s. 627). Komünist bloğun çöküşünden sonra ise Roma örgütlenmesi artış gösteriyor. Komünist geçmişle bu artışı ilişkilendiren araştırmacılar (Örn. Barany, Thelen), komünizm döneminde “zorunlu” vasıfsız işçi olarak düzenli ve maaşlı iş hayatına girip nispeten eğitime katılımları da artan Roma’nın örgütlenmesinin, bu geçmişe referanslar içerdiğini belirtmektedir. Bu dönemde asimilasyon olarak nitelendirilen komünist dönem Roma politikası da sorgulanma imkanı buluyor. Böylelikle, kimlik haklarının ve politik temsilciliğin 18 . Barany, Roma’ın 1879’da Macaristan’da Avrupa politik ve vatandaşlık haklarına odaklanan bir konferans düzenlediklerini de ekliyor, (2002, s. 95). 19 Bu kaygıyla beraber 1956 yılında Oskar ve Vinzenz Rose daha sonra Alman Sinti Derneğine dönüşen ve 1982’de bölgesel organizasyonlarıyla yeniden yapılanarak Alman Sinti ve Roma Merkezi Konseyini oluşturan Yahudi İnancından Olmayıp Zulme Uğramış Kişiler Derneğini - the Association of Persecuted Persons of NonJewish Faith kuruyor. Ancak Barany (2002) savaş sonrası dönemde Orta ve Doğu Avrupa’daki komünist devletlerde bağımsız sivil toplum kuruluşlarına olan tepkiden dolayı Çingene mobilizasyonunun da oldukça kısıtlı olduğunu belirtiyor, s. 148-153. 22 ÖZATEŞLER, E EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013) daha çok vurgulandığı bir politik örgütlenme dönemi başlayabiliyor. Ancak, özellikle geçiş dönemindeki ülkelerde yaşanan sıkıntıların etkisi ve devreye sokulan piyasa ekonomisinin gergin ve rekabete dayalı dünyasında pek çok Roma, komünist döneme nazaran ekonomik olarak kendilerini daha zarar görebildikleri bir pozisyonda buluyor. Bu dönemde kendilerini ifade edebilme alanı nispeten açılsa da yaşanan yoksulluk ve işsizliğin etkisi hayatlarında daha fazla hissedilir oluyor. Bunun yanı sıra bu rekabet dünyasının acımasızlığıyla birleşen anti-Çingenelik üzerinden giden ayrımcı önyargılar güçlenip çoğunluk tarafından uygulanan şiddet örnekleri artıyor.20 Toplumdaki sorunların günah keçisi pozisyonunda bırakılan Roma grupları, nüfus artış hızlarının nispeten yüksek olması gibi nedenlerle alevlendirilen değişik formlarıyla anti-Çingene tepkileri ve ırkçılıkla karşılaşmaya bu yeni dönemde de devam ediyor. Roma evlerinin yakılıp yıkılması, Roma’nın ölümle de sonuçlanan fiziksel şiddete uğraması, kısırlaştırma, vatandaşlıktan çıkarılma21 Roma’nın karşılaştığı şiddetin biçimlerinden oluyor. Aynı zamanda daha geniş çapta endüstriyel kapitalizmin ve piyasa ekonomisinin taleplerine pek çok Roma’nın eğitimsel ve çeşitli nedenlerle cevap veremeyecek durumda bırakılması, önyargı ve dışlanmışlıkla da beslenince pek çok Roma işsizliğin ve yoksulluğun sınırlarında hayata tutunmak durumunda bırakılıyor. Bu dönemde, ayrımcılık, kötü muamele, ekonomik zorluklar gibi nedenlerle pek çok Roma, Batı Avrupa ülkelerine göç ediyor (Barany, s. 242). Bu da Batı Avrupa’nın Roma politikasına olan ilgisini uyaran etkenlerden biri oluyor.22 Vermeersch, anti-Çingene şiddetinin ve ırkçılığın 1990’larda artmasının Roma içerisinde yeni bir jenerasyonu politize edip bir araya getirdiğini söylüyor. Bu nedenle kötüleşen koşulların ve şiddetin etkisinin Roma hareketinin aktivasyonunun artmasıyla ilişkili olduğunu belirtiyor (Vermeersch 2003, s. 882). Bağımsız örgüt kurma yasaklamasının kalkması, bölgedeki yeni dernek yasası, kamu ve bireysel fonlarının uygunluğunun artması ve pek çok aktivistin lider pozisyonunda olmak istemesi gibi nedenlerle de Doğu ve Orta Avrupa’da Roma örgütlerinin sayısı ciddi bir şekilde artıyor.23 Ancak, Barany, 1990’ların başında hızlı bir şekilde artış gösteren bu örgütlerin pek çoğunun gevşek yapılanmış, elitler tarafından götürülen ve çoğunlukla yerel olduğundan bahsediyor. Genel olarak Roma organizasyonlarının programları, tanınma, etkin yasal araçlarla güçlendirilmiş vatandaşlık 20 Bu dönemde artan ırkçı ve Roma karşıtı hareket için baknız: Barany 2002, s. 195-200. Çek Cumhuriyeti, Bosna, Hırvatistan, Makedonya ve Slovenya (age, s. 143) 22 Roma göçü ve Batı Avrupa’daki tepkilerle beraber bunun uluslararası Roma politikasına etkisi için bakınız: Barany, s. 241-280. 23 1990’larda Doğu ve Orta Avrupa’da Roma grup ve organizasyonlarının yıllara göre hızla artışını görmek için Barany 2002, s. 207 Tablo 6.1. 21 23 AVRUPA’DA ROMA/ÇİNGENELER ÜZERİNE SOSYAL POLİTİKALAR hakları, varolan azınlık kanunlarının iyileştirilmesi, etnik dışlanmaya son ve dışlanmaya karşı yasaların güçlendirilmesi, devlet destekli toplumsal ve kamu istihdam programları şeklinde olumlu ayrımcılık programları, ve daha etkili sosyal refah politikaları, devlete ait medyada belirli bir zamanda yayın yapma fırsatı arayışlarını kapsayabiliyor (Barany, 2002, s. 216). Bunun yanı sıra, Barany, Roma organizasyonlarını, aktiviteleri üzerinden politik ve sosyoekonomik olarak iki ana grup altında inceliyor. İki grup için de aktivite ve proje belirlenmesinde fon bulma önemli bir yer ediniyor. Politik organizasyonlar, özellikle politik katılım ve temsiliyet amacıyla Roma’nın kurduğu politik parti ve sivil toplum örgütlerini içeriyor. Bunlar arasında Roma’ya yasal yardım sağlayan ve hükümet organlarının dışlayıcı tutum ve hareketlerine karşı koyan örgütler de bulunmaktadır. Sosyoekonomik organizasyonlar ise anasınıfları, yaz kampları, geleneksel zanaatların yanı sıra modern iş becerileri için eğitim kursları gibi projelerde yer alıyor ve Roma’ya özellikle sosyal ve ekonomik temelde yardımda bulunmayı hedefliyor. Barany, bu grupta Roma kültürüne odaklanan organizasyonların Roma kimliğinin biçimlenmesinde ve güçlenmesinde etkili olduğunu belirtiyor (Barany 2002, s. 210). Vermeersch de Roma hareketinin topyekün Roma kimliğine olan etkisini vurguluyor. Ona göre 1990’lar için yeni olan, Roma hareketinin hızlı ve müthiş bir şekilde gelişmesinin, bu alandaki organizasyonların sayısında devamlı bir artış olmasının yanı sıra Roma etnisitesiyle ilgili yeni fikirlerin de ortaya çıkması oluyor. Kimlerin Roma olup olmadığı, Roma olma durumu, bu durumun ne şekillerde yaşandığının eskiye ve yeniye referansla tekrar tanımlanması, bu açıdan Roma hareketini hem dönüştüren hem de hareketle birlikte dönüşen açık bir alan haline geliyor. Politik yaklaşım, kimlik ve strateji geliştirme açısından, Uluslararası Roma politikasında çeşitli ülkelerden Roma aktivistin katılımıyla beraber 1971’de Londra’da yapılan Dünya Roma Kongresi (World Romani Congress) tarihi bir adım olmuştu (Vermeersch, 2003, s. 881). 1990’larda yoğunlaşan Roma’nın kendi içinde ve uluslararası temsiliyet ve stratejik politika tartışmaları da böylelikle bir çerçeveye oturmuş oldu. Roma politikası, Roma’nın bölgesel olmayan millet, ulusal azınlık mı göçmen azınlık mı olduğu24, ve etnosınıf oluşturup oluşturmadığı tartışmaları üzerinden dönüşüyor. Bu alanda, Roma kimliği üzerinden giden üç temel yaklaşım olan millet, azınlık ve etnosınıf tartışmalarına kısaca değinmekte fayda var. 24 Konuyla ilgili daha ayrıntılı tartışmalar için bkz. Thelen, s. 39-53. 24 ÖZATEŞLER, E EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013) Bölgesel olmayan millet (Non-territorial nation) Bu yaklaşım 1977’de kurulan Uluslararası Roma Birliğinin- International Romani Union (IRU) ve Roma Ulusal Kongresinin- Roma National Congress politikasını belirliyor. Buna göre tüm ülkelerdeki Roma grupları temelde ortak olan bir kökene, dile ve kültüre dayanan bir milleti oluşturuyor. Arada netçe görülen farklılıklar ise esas olarak içinde yaşadıkları devletlerin asimilasyona dayalı politikalarından kaynaklanıyor. Bu yaklaşımın politik getirisi ise uluslararası düzeyde Avrupa’da özel bir yasal pozisyon talebi oluyor. IRU bu yaklaşımın başlıca savunucusu olarak tüm dünyadaki Roma’nın da temsiliyetini üstleniyor. Böylelikle uluslararası düzeyde Roma temsiliyeti gibi stratejik bir noktaya da gelinmiş oluyor. Bu yaklaşım, pek çok açıdan eleştirilmektedir. Öncelikle uluslararası bölgesel olmayan millet kurgusunun yereldeki hak taleplerinden ziyade uluslararası politikaya odaklanması, böylelikle yereldeki sorunlara önem verilmemesi eleştiriliyor. Böylece, uluslararası düzeyle yereldeki Roma topluluklarının ihtiyaçları arasındaki bağlantı sorgulanıyor. Öte yandan, ortak köken olarak belirlenen Hindistan ve sınırlar ötesi ortaklık25, tabandaki özdeşimlerden çok akademik yorumlamalar olarak nitelendiriliyor. Öyle ki Hindistan geçmişi pek çok Roma için, yapılan akademik araştırmalar sonucu öğrenilmiş ve topluluk kimlikleriyle çok ilişkide olmayan bir etken olarak kalabiliyor. Bu yaklaşımın politik referanslarına bakıldığında ise, bunun devletlerin kendi çıkarlarına yarayacağı, nitekim yerel hükümetlerin duyması gereken sorumluluktan kaçınmaları için zemin hazırlayacağı kaygılar arasında yer alıyor (Vermeersch, 2003, s. 886-9). Öte yandan uluslararası düzeyde bu, Birleşmiş Milletler, Avrupa Parlamentosu ve Avrupa Konseyinde Roma’nın temsil edilmesi demek.26 Ulusal Azınlık Hakları Bu yaklaşım, Avrupa düzeyindeki yerelden ayrı hak taleplerinden ziyade yerelde, Roma’nın yaşadıkları ülkeler içerisinde ulusal azınlık olarak tanınmalarını savunuyor. Böylelikle hem diğer azınlıkların desteği hem de azınlık hakları destekçilerinin ilgisi de 25 Bu alandaki eleştirilere örnek için yukarıda Alman Sinti ve Roma Merkez Konseyi başkanının tepkisine bakınız. 26 Roma’nın ayrı kıtalarda, günümüzde esasen farklı dileri konuşup farklı dinlere inanan ve farklı kaygılarla hareket eden insanları kapsayan bir milletten söz etmesi hem alışılageldik toprağa bağlı ulus-devlet kurgusuna ters düşüyor hem de ulus üstü ve hatta kıtalar arası bir kurguya denk düşüyor . Acton ve Gheorghe (2001)’nin söz ettikleri gibi kendisine Roma milliyetçisi diyenlerin dahi uluslar üstü bir şekilde organize olması gerekiyor (sf 57). Acton ve Gheorghe IRU’nun da 1990’da düzenlenen 4. Dünya Roma Kongresinden sonraki yeniden canlanmasında bu yönde yeni bir strateji geliştirdiğini söylüyor . Bkz: Acton ve Gheorghe 2001, s. 54-70. 25 AVRUPA’DA ROMA/ÇİNGENELER ÜZERİNE SOSYAL POLİTİKALAR hedefleniyor. Ulusal azınlık olarak tanındığında Roma, 1995’te Avrupa Konseyi tarafından benimsenen Ulusal Azınlıkların Korunması için Çerçeve Sözleşmesi kapsamına giriyor.27 Ancak Çek Cumhuriyeti ve Slovakya örneklerinde görüldüğü gibi Roma’nın deneyiminin diğer azınlıklardan daha farklı olması, diğer azınlıklarla bir işbirliği sağlanmaması ve bunun Roma çıkarlarını temsil etmediği gibi konulardan dolayı bu yaklaşım eleştirilebiliyor. Bunun yanı sıra azınlık haklarının, Roma’nın durumuna çok uygun olmadığı da belirtiliyor. Bunun başlıca nedenleri, Roma grupları arasındaki sosyokültürel ve çıkar farklılıklarının yanı sıra farklı ülkelerde uygulanan asimilasyon ve entegrasyon politikalarına bağlanıyor. Bu politikaların etkisiyle Roma’nın azınlık statüsünün gerektirdiği birleştirici öğelere sahip olmadığı belirtiliyor. Buna göre, Roma, ortak dil, din, kültür ve kapsayıcı ulus duygusu yerine “geleneksel” Roma adetlerini farklı ölçülerde devam ettiren bireyler, aileler ve toplulukların birleşimini oluşturuyor (Pogany 2006, s. 1-25). Roma’nın yaşadığı dışlanma pratikleri, yoksulluk ve ayrımcılığın da etkisiyle pek çok Roma, Roma kimliği yerine sosyoekonomik ihtiyaçları üzerinden taleplerini dile getiriyor. Bu nedenle azınlık hakları hem Roma’nın karşılaştığı kurumsallaşmış yaygın ayrımcılığa karşı mücadelede kısıtlı bir alana işaret ediyor hem de farklılıkları kapsayamıyor.28 Etnosınıf Etnosnıf yaklaşımı, Roma’nın sınıfı andıran bir etnik grup olduğu üzerinde duruyor. Özellikle Roma’nın sosyoekonomik hiyerarşinin en altında yer alması vurgulanıyor. Böylelikle, eğitim ihtiyacı, konut sorunu ve istihdam sorunlarına değiniliyor. Roma kimliğinin kültürel bileşeni daha az önemli bir konu olarak ele alınıyor. Bu çerçeve, özellikle ulusal azınlık yaklaşımının var olan önyargıları ve basmakalıp örnekleri yok etmediğini düşünenler tarafından benimsenebiliyor. Kimlik politikası yerine dezavantajlı, yoksul bırakılmış vatandaş kurgusu üzerinden hak talebi işlevsellik kazanıyor. Vermeersch, bu yaklaşıma tutunan insanların daha çok komünist dönemi iyi hatırlayanlar olduğunu ve etnik farklılıklar yerine yoksul gruplar için hak talebinde bulunmanın daha etkili olduğunu düşündüklerini belirtiyor (Vermeersch, s. 891-2). Thelen ise bu tarz bir yaklaşımın Roma’nın toplumsal marjinalleştirilmesinin uzun tarihsel süreçlere ve milliyetçi önyargıya dayandığını görmezden gelmek olduğuna dikkat çekiyor (Thelen, s. 33-34). Roma’nın dışlanmışlığının 27 28 Roma’nın azınlık statüsü bir önceki bölümde belirtildiği gibi uluslararası düzeyde tanınmış durumdadır. Age. Pogany, azınlık hakları yerine uluslararası insan hakları organlarını Roma’nın hak talepleri ve durumunun geliştirilmesi için daha etkili buluyor, s. 23. 26 ÖZATEŞLER, E EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013) sadece sosyoekonomik koşullara değil Roma’ya karşı kurumsal ve toplumsal düzeyde işleyen iktidar ilişkileri ve önyargılara bağlı olduğu bu eleştirinin ana noktasını oluşturuyor. Kimlik üzerinden giden bu yaklaşımların etkisinin yanı sıra özellikle 1990’lardan sonra insan hakları temelinde hak arayışı, Roma politikasına yön veren bir yaklaşım oluyor. Vermeersch (2003), Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin AB gibi bir uluslararası toplulukta kalmalarının anahtar noktasının insan hakları söylemi olabileceğini anlamalarının, Roma hareketine etkisinin olduğunu belirtiyor. Acton ve Gheorghe(2001) ise gelenek, sınıf pozisyonlarının ve Roma gruplarının çıkarlarının farklılaşması nedeniyle Roma politikasında yaşanan zorluklara dikkat çekiyorlar. İnsan hakları temelli bir yaklaşımın, bu zorlukları da aşmak açısından Roma hareketine en uygun düşen yaklaşım olduğunu savunuyorlar. Diğer yaklaşımlardan birisi olan azınlık hakları yaklaşımı, herhangi bir „etnik partikülerizmin“ söz konusu olan etnik grubun sınırlarını belirlemeye ve kontrol etmeye dönüşebileceği yüzünden eleştiriliyor (Acton ve Gheorghe, 2001, s. 67). Öte yandan Acton ve Gheorghe, uygulanabilecek asimilasyon ve entegrasyon benzeri bir toplumsal hareket ve topluluk gelişimi yaklaşımına, Çingene topluluklarına çoğunluğa göre „gerikalmış“ ve „azgelişmiş“ olarak yaklaşıp paternalist bir ırkçılığa dönüşmesi potansiyeli üzerinden karşı çıkıyorlar. Bu yaklaşımlar yerine bireylerin insan olarak belirli ihtiyaç ve hakları üzerinden giden insan hakları yaklaşımının benimsenmesini, Roma’nın politik hareketine ahlaki bir meşruluk alanı ve politik birlik sağlaması açısından önemli görüyorlar (Age, s. 64-68). Azınlık politikası, dışlanan azınlık gruplarının azınlık statüsü üzerinden hak talebine ve hükümetlerin politik çerçevede belirlenmiş ölçütlerine dayanırken insan hakları üzerinden yapılan hak talebi temel olarak insan olmanın getirdiği haklara dayanıyor. Kabaca azınlık politikası yerine benimsenen insan hakları, hem Roma’ya daha geniş bir alan sağlıyor hem de söylemsel düzeyde ayrılıkların vurgulanması yerine ortaklıklardan bir hak talebi sunuyor. Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığı Avrupa Denetleme Merkezi İletişim ve Dış İlişkiler Yöneticisi olan Sobotka bu bakış açısının 1990’larda Orta ve Doğu Avrupa hükümetlerinin Roma’ya olan yaklaşımını değiştirdiğini belirtiyor. Böylece başlangıçta özellikle OSCE ve Avrupa Konseyi tarafından güvenlik meselesi olarak sınıflandırılan Roma meselesi, 1990’ların sonuna doğru hükümetler arası milletlerüstü BM, OSCE, AK ve AB gibi organizasyonlarla lobi faaliyetlerine odaklanan nispeten bir insan hakları politikasına dönüşmüs oluyor (Sobotka, 2007, s. 135). 1996’da Budapeşte’de kurulan ve bu alanda aktif olarak Roma savunuculuğu yapıp ülke raporlarıyla da Roma dışlanmışlığına ışık tutup yasal çözümler arayan bir organizasyon olan Avrupa Roma Hakları Merkezi (European Roma 27 AVRUPA’DA ROMA/ÇİNGENELER ÜZERİNE SOSYAL POLİTİKALAR Rights Center) de tam bu dönemde kuruluyor. Böylelikle geçmişi 1970’lere kadar uzanan Roma uluslararası politikası, uluslararası düzeyde kabul edilmiş sözleşmelere de istinaden insan hakları temelinde yeni bir platforma taşınmış oluyor. Sobotka, bu dönemdeki yaklaşımları ikiye ayırıyor: insan hakları siyaseti ve insan hakları tutumu.29 İlki daha çok insan haklarının iktidarla kurduğu ilişkilere; insan haklarının politika platformunda nelere tekabül ettiğine dayanıyor. Açıkçası, insan hakları siyaseti, belli aktörlerin insan haklarının nasıl çalıştığını, kimin aleyhine ve lehine olduğu heseplamalarıyla beraber bu hakların politik işlevlerini incelemeye dayanıyor. Sobotka bu yaklaşım için, 1990’ların başında özellikle geçiş ülkelerinden gelen Roma göçüne istinaden biçimlenen Batı Avrupa’nın güvenlik kaygısıyla Roma meselesine yaklaşımını ve aynı dönemde komünizmin yeniden canlanmasından tedirginlik duyarak Roma meselesiyle ilgilenen Amerika’nın yaklaşımını örnek gösteriyor. Yani esas olarak özellikle bazı Batı Avrupa devletlerinin ve Amerika’nın kendi güvenlik kaygılarıyla belirlenmiş dış politikalarından dolayı Orta ve Doğu Avrupa’daki Roma insan haklarına yaklaşımından bahsediyoruz. Öte yandan, ikinci yaklaşım olan insan hakları tutumu sosyal, politik ve kültürel alanlar gibi belli bir çerçevede hak temelli politika kullanımının değerlendirilmesine denk düşen bir yaklaşım. Bu alanda göç, okullarda ayrımcılık ve siyasi şiddet gibi konularla ilgili politikalara rastlamak mümkün. İşte bu iki yaklaşımın birleştiği noktada ve post-komünizm dönemi politikasıyla beraber geçiş ülkelerinin piyasa ekonomisine adaptasyonunun sağlanması çerçevesinde Roma politikası da bir ivme kazanmış oluyor. Bu gelinen noktada, Roma temsilciliğinin uluslararası düzeyde genişlemesi ve gelişmesi, Roma grupları arasında artan iletişim ağının da kurulma çabaları son derece önemli görünüyor. Avrupa’da Roma’yı birleştirmek amacıyla 2004’te kurulan bağımsız sivil toplum örgütü Avrupa Roma ve Gezgin Forumu (European Roma and Travellers Forum)30 Roma meseleleriyle ilgili olarak Avrupa Konseyi gibi organlarda temsilci atama hakkına sahip olmasıyla önemli bir pozisyonda bulunuyor (Thelen, 2005, s.2). Bu forumun temsil etme meşruluğu üzerinden bir takım tartışmalar dönse de çoğunluk böyle bir Roma temsilciliğinin hem Roma hem de AK ile kurulan bağ açısından önemli olduğuna kanaat getirmektedir. Öte yandan 2003’te kurulan uluslararası bir organizasyon olan Avrupa Roma Bilgi Ofisi31 (The European Roma Information Office (ERIO)’nin çalışmaları da Roma meselelerinin tartışılması ve politika uygulamaları için önem taşımaktadır. ERIO’nun çalışmaları, Roma 29 Human rights politics ve human rights policy. Bakınız Sobotka s. 137-140. Bkz. ERTF’nin internet sitesi: http://www.ertf.org/ 31 Bkz. ERIO’nun internet sitesi: http://www.erionet.org/index.html 30 28 ÖZATEŞLER, E EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013) meselelerinde politik ve kamusal tartışmaları tetiklemeyi, AB kurumlarına, Roma sivil toplum örgütlerine ve hükümet yetkilileri ile hükümetler arası organlara Roma politika meselelerinde bilgi iletmeyi içeriyor. Bu gibi kuruluşların aktivitelerini sürüdürüp Roma arasındaki bağı muhafaza edip güçlendirmeleri için uluslar üstü politika yürüten Roma’ya internet gibi küresel iletişimi sağlayan yeni teknolojiler de fayda sağlıyor. Elektronik gruplar üzerinden giden tartışma ve haberleşme ile grup ve kişisel ağların kurulması Roma aktivasyonu için ayrıca önem taşıyor.32 Sonuç Olarak Roma sosyal politikası, uluslararası, ulusal, yerel gibi farklı düzeyleri içermekte ve bu düzeylerde farklı perspektifleri olan aktörlerin etkisiyle dönüşmektedir. Bu nedenle, Roma politikasına, hem Roma’nın kendi içinde giden tartışmaları, yaklaşımları; topluluk, birey, piyasa, ulus-devlet, ulusal ve uluslararası kurumlar gibi farklı aktörlerin çıkar ve stratejileriyle etkileşim halinde olan politika yaklaşımları ve uygulamaları; hem de uluslararası güç dengeleri ile olan bağlantıları düşünerek bakmamız gerekiyor. Böylelikle, Roma üzerine yapılan akademik ve sosyal politika çalışmaları daha geniş bir bakış açısı ile değerlendirilebilecek ve çözüm odaklı yaklaşımlar geliştirilebilecektir. Roma örgütlenme sürecini, bireysel ve grup aidiyetlerinden ayırmak ve bu anlamda politika belirleme sürecinde özdeşim kurma mekanizmalarını yadsımak mümkün değildir. Roma meselesinde en çok tartışılan konuların arasında politikaların, temsilciliğin ve projelerin kapsayıcılığı gelmektedir. Nitekim, bahsedilen grup oldukça geniş, yerel, tarihsel, sosyal, ekonomik ve politik açıdan farklı dinamiklerle ilişki halinde olunca ve her demokratik sürecin ayrılmaz bir parçası olarak da görülmesi gereken farklı yaklaşımlar ortaya çıktıkça, ortak politika zeminini yeniden tanımlamak da düşünülmesi gereken bir alan olmaktadır. Roma örgütlenme sürecinde tartışılan konular bu açıdan içinde bulunan aktörleri de belirleyen bir süreç içinde gelişmektedir. Roma’nın belli bir millet oluşturup oluşturmadığı, bu anlamda farklılık ve ortaklıkların nasıl kurulabileceği, kimlerin Roma’yı temsil ettiği, edebileceği gibi sorular bu süreçte ortaya çıkmaktadır. Bu süreç, yalnızca Roma’yla sınırlı değil; aynı zamanda bu kavramları nasıl oluşturup kullandığımızı da sorgulayabileceğimiz bir alan açmaktadır. Uygulamaya bakıldığında ise belli bir yerelde ve belli bir grup üzerinden yapılan projelerin, sosyal politika yaklaşımlarının, Roma olarak adlandırılan ve/veya bu şekilde 32 Haber ve tartışma siteleri için örnek olarak bkz: http://www.idebate.org , http://romnews.com/community/index.php 29 AVRUPA’DA ROMA/ÇİNGENELER ÜZERİNE SOSYAL POLİTİKALAR özdeşim kuran ancak başka bir yerellik ve kendine özgü bağlamının şekillendirdiği başka bir toplumsallıkla ilişkilenen bir grupta işleyip işleyemeceği, bu şekilde bir genel yaklaşımın belirlenip belirlenemeyeceği gibi sorular ortaya çıkmaktadır. Öte yandan, hem toplumsal hem kurumsal önyargı ve dışlanmanın etkisinin açıkça görüldüğü devletler düzeyine baktığımızda, Roma ile ilgili kapsamlı bir sosyal politikanın halen gerçekleşmediğini görmekteyiz. Roma politikası, esasen geçiş ülkeleri üzerinden oluşturuluyor. Bu, Roma politikasının bu ülkelerin AB üyeliğine erişim sürecinde gelişmesine ve bu ülkelerdeki Roma nüfus oranının daha fazla olması gibi nedenlere dayanmaktadır. Ancak, bir takım adımlar atılıp kazanımlar sağlansa da Doğu ve Ortadoğu Avrupa ülkelerinin yanı sıra Batı Avrupa ülkelerinde de halen Roma’ya karşı olan dışlayıcı politika ve uygulamaları görmekteyiz. Tüm bu etkenleri de düşününce, insan hakları gibi eşitsizliğe karşı insan olma durumundan doğan bir hak talebiyle toplumdaki ve kurumlardaki önyargı ve dışlama pratiklerine karşı duracak biçimde kapsayıcı ve bütünlüklü bir sosyal politika yaklaşımı, Roma politikası için önemli bir yer teşkil etmektedir. Bu, toplum kurgumuzu ve sosyal politika algımızı da birleştirici bir temel olacaktır. Bu açıdan bu alandaki ulusal anlaşmaların kabulünün yanısıra bunların uygulamaya geçmesi, ayrımcılığa ve dışlanmaya karşı hükümetlerin etkin rol oynaması, dışlanma pratiklerini benimseyen yaklaşım ve iktidar ilişkilerinin sorgulanması, politika ve proje uygulamalarının kontrolünün yapılarak teşvik edilmesi gerekmektedir. Bu çerçevede insan haklarını, sosyal, ekonomik, kültürel ve politik alanları en geniş biçimde kapsayarak birey ve grupların eşit fırsat ve koşullara sahip olması açısından düşünmemiz faydalı olacaktır. Bunu yaparken, eşitsizliklerin yaratılması ve/veya sürdürülmesinde etkili olan piyasa, özel ve kamu kurumları, farklı toplumsal iktidar odakları gibi ayrı ya da birlikte hareket edebilen çeşitli aktörlerin işlevlerini de göz önünde bulundurmamız gerekecektir. Nitekim, toplumsal huzurun ve sorumluluğun gerekleri de böyle bir bakış açısını zorunlu kılmaktadır. 30 ÖZATEŞLER, E EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013) KAYNAKÇA Acton, T. (2005). Conflict Resolution and Criminal Justice- Sorting Out Trouble: Can Legislation Resolve Perennial Conflicts Between Roma’Gypsies/Travellers and ‘National Majorities’?. Journal of Legal Pluralism, (51) 1-20 Acton, T., Gheorghe, N. (2001). Citizens of the world and nowhere: Minority, ethnic and human rights for Roma during the last hurrah of the nation-state. . Will, Guy(Ed.). Between Past and Future: the Roma of Central and Eastern Europe (s. 54-70). Hatfield: University of Hertfordshire, 2001 Bakker, P. (2001). The Political Status of The Romani Language in Europe. Mercator Working Papers Erişim: http://www.ciemen.org/mercator/pdf/wp3-def-ang.PDF Barany, Z. (2002). The East European Gypsies. Cambridge: Cambridge University Pres. Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) Raporu. (2002.) Avoiding the Dependency Trap.Erişim:http://hdr.undp.org/en/reports/regional/europethecis/Avoiding_the_Depe ndency_Trap_EN.pdf Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) Raporu. (2012). The Situation of Roma in 11 EU Member States. http://fra.europa.eu/sites/default/files/fra_uploads/2099-FRA2012-Roma-at-a-glance_EN.pdf (erişim tarihi: 22 Ocak 2013) European Roma Rights Center. (2006) Quarterly Journal of the European Roma Rights Center: Roma Rights, no 2&3. European Roma Rights Center.(2006) Quarterly Journal of the European Roma Rights Center: Roma Rights, Romani Women’s Rights Movement. No 4. Fraser, A. (2002). Çingeneler. İstanbul: Homer Kitabevi. Hancock, Ian. (2002). We are the Romani People. Hatfield: University of Hertfordshire Pres. Gillsater, C., Ringold, D., Varallyay, J. (2004) Roma in an Expanding Europe: Challenges for the Future. Washington D. C.: The World Bank. Hancock, I. (2004). The Heroic Present The Photographs of Jan Yoors and His Life with the Gypsies. New York: The Monacelli Press http://www.radoc.net:8088/RADOC-45-JANYOORS.htm Kenrick, D. (2006) Çingeneler: Ganj’dan Thames’a. İstanbul: Homer Kitabevi. 31 Erişim: AVRUPA’DA ROMA/ÇİNGENELER ÜZERİNE SOSYAL POLİTİKALAR Klimova-Alexander, I. (2007). The Development and Institutionalization of Romani Representation and Administration. Part 3b: From National Organizations to International Umbrellas (1945-1970)- the International Level. Nationalities Papers, 35 (4) September 627-661. Kovats, M. (2001). The Emergence of European Roma Policy. Will, Guy(Ed.). Between Past and Future: the Roma of Central and Eastern Europe (s. 94-95). Hatfield: University of Hertfordshire. Marushiakova, E., Popov, V. (2004). Osmanlı İmparatorluğunda Çingeneler. İstanbul: Homer Kitabevi. Marinaro, I. (2003). Integration or marginalization? The failures of social policy for the Roma in Rome. Modern Italy, 8 (2) 203-218. Pogany, I. (2006). Minority Rights and the Roma of Central and Eastern Europe. Human Rights Law Review, 6 (1) 1-25. Ringold, D., Orenstein, M., Wilkens, E. (2003). Roma in an Expanding Europe: Breaking the Poverty Cycle. Washington D.C.: The World Bank. Ringold, D., Orenstein, M.., Wilkens, E. (2005). Roma in an Expanding Europe: Breaking the Poverty Cycle. New York: The World Bank. Sepkowitz, K. (2006). Health of the world’s Roma population. TheLancet. Mayıs-Haziran, 367 (9524) 1707-8. Sobotka, E. (2007). Human Rights and Roma Policy Formation in the Czech Republic, Slovakia and Poland. The Roma- A Minority in Europe, (135-161). Budapest: Central European University Pres,. Stewart, M. (2002). Deprivation, the Roma and 'the underclass'. C.M. Hann. (Ed). Postsocialism: ideals, ideologies, and practices in Eurasia. London ; New York: Routledge. Thelen, P. (2005) Roma Policy: The Long Walk Towards Political Participation. Roma in Europe: From Social Exclusion to Active Participation. Skopje: Friedrich Ebert Stiftung. 32 ÖZATEŞLER, E EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013) Trehan, N. (2001). In the name of the Roma? The role of private foundations and NGOs. Will, Guy(Ed.). Between Past and Future, (135-146). Hatfield: University of Hertfordshire. Vermeersch, P. (2003). Ethnic Minority Identity and Movement Politics: The case of the Roma in the Czech Republic and Slovakia. Ethnic and Racial Studies, 26 (5) 879901. Zoon, I. (2001). On The Margins. Roma and Public Services in Romania, Bulgaria and Macedonia: With a Supplement on Housing in Czech Republic. New York: Open Society Institute. İlgili Yasa, Yönetmelik, Program ve İnternet Siteleri Convention for the Protection of Human Rights and Fundamental Freedoms Erişim: http://conventions.coe.int/Treaty/Commun/QueVoulezVous.asp?NT=005&CL=ENG Dünya Bankası Roma İçermesinin On Yılı projesiyle ilgili internet sitesi Erişim: http://web.worldbank.org/WBSITE/EXTERNAL/COUNTRIES/ECAEXT/EXTRO MA/0,,contentMDK:20988210~pagePK:64168445~piPK:64168309~theSitePK:6159 87,00.html European Roma and Travellers Forum internet sitesi: http://www.ertf.org/ European Roma Information Office internet sitesi: http://www.erionet.org/index.html European Roma Right Center Erişim: http://www.errc.org/About_index.php Framework Convention for the Protection of National http://conventions.coe.int/Treaty/en/Treaties/Html/157.htm Minorities Erişim: IDebate Erişim:http://www.idebate.org Phare programme Erişim: http://europa.eu/legislation_summaries/enlargement/2004_and_2007_enlargement/e5 0004_en.htm Race Equality Directive Erişim: http://eurlex.europa.eu/LexUriServ/LexUriServ.do?uri=CELEX:32000L0043:en:HTML Report on Racism and Xenophobia in the Member States of the EU Erişim: http://fra.europa.eu/sites/default/files/fra_uploads/11-ar07p2_en.pdf RomNews Erişim: http://romnews.com/community/index.php The Decade of Roma Inclusion Erişim: http://www.romadecade.org/index.php?content=1 33 EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013) 34 BÜYÜKTUNCAY, M. EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013) Dokuz Eylül Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi Cilt: 2 Sayı: 3 2013 KIŞ GÜNLÜĞÜ: PAUL AUSTER’İN OTOBİYOGRAFİSİNDE BEDENİN FENOMENOLOJİSİ VE BEDENSEL ALGI SORUNU Mehmet BÜYÜKTUNCAY * ÖZET Yaşamın maddi kaynağı olan bedenin otobiyografi yazınında ifade bulması anlatı politikası ve üslubuna dair bir dizi sorunsalı beraberinde getirir. Zihin-beden etkileşimi, duyu deneyimlerinin zihindeki temsili, mekân deneyimi ve ben-öteki ilişkisi benzeri izlekler otobiyografi anlatıcısının metinde kendi bedenini temsil etme biçimine göre içerik kazanır. Anlatının üslubu da bedenin metindeki işlevine göre biçimlenerek bedeni ve onun deneyimlerini taşır hale gelecektir. Bu bakımdan bedene sahip bir özne olan otobiyografi yazarının bedenini bir bilme ve hatırlama aracı olarak resmetmesi somut bir anlatım elde etmek amacıyla yaşam deneyimlerini tüm öznelerin ortak maddi altyapısı olan beden etrafında örgütlemeye ilişkin bir çabadır. Bu çalışma, ikinci tekil şahıs anlatısı olan, Paul Auster’in Kış Günlüğü adlı otobiyografisinde bedenin odak noktasına yerleşmesini sözü edilen temalara ve anlatı üslubuna etkisi çerçevesinde ele alacaktır. Auster’in otobiyografisinde bedensel deneyim ve algıların betimlenmesinin özneyi hem kendisi hem de dış dünya ile ilişkisi içinde nasıl konumlandırdığı irdelenecektir. Bununla birlikte, bu betimleme üslubunun özneyi temsil edişi değerlendirilirken Kartezyen ruh-beden düalizmini aşmaya yönelik düşünceler olan Baruch Spinoza’nın rasyonalizminden ve Maurice MerleauPonty’nin fenomenolojisinden faydalanılacaktır. Anahtar Sözcükler: vücut bulma, öz-beden (corpse propre), yönelimsellik, duyu deneyimi, algı ABSTRACT The literary expression of the body in autobiography brings forth several problematic issues related to narrative politics and style. Insight is gained about themes like mind-body interaction, mental representation of sense experience, experience of space, and Iother relationship through the narrator’s manner of representing his body in the autobiographical text. The narrative style will also gain its form according to the textual function of the body and it will be fashioned so as to be able to convey bodily experiences. In this context, the autobiographer, as an embodied subject, depicts his body as a tool for cognition and reminiscence. This is an effort to organize personal life experiences around the human body, which is the common corporeal substructure of all human beings, and it aims to * İngilizce Okutmanı, Dr., CELAL BAYAR ÜNİVERSİTESİ, Yabancı Diller Yüksekokulu, MANİSA e-mail: [email protected] 35 KIŞ GÜNLÜĞÜ: PAUL AUSTER’İN OTOBİYOGRAFİSİNDE BEDENİN FENOMENOLOJİSİ VE BEDENSEL ALGI SORUNU reach a concrete mode of narration. This study is going to investigate the focus on the body in Paul Auster’s Winter Journal, which is a second-person narrative, in its effect on the abovementioned themes and narrative style. How the depictions of bodily experiences and perceptions in Auster’s autobiography locate the subject in its relation to itself and to the external world is also going to be examined. In addition, the way this depiction of the body represents the autobiographical subject will be assessed with reference to Baruch Spinoza’s rationalism and Maurice Merleau-Ponty’s phenomenological analysis, both of which are intended towards overcoming Cartesian body-mind dualism. Keywords: embodiment, the lived body, intentionality, sense experience, perception Giriş Genel amacı ve pratiği içerisinde otobiyografi yazını kişinin geçmiş yaşantısını hatırlayarak anlatılaştırması ve bu süreçte şimdinin perspektifinden hareketle geçmiş yaşam kesitlerini yeniden düzenlemesi esasına dayanır. Çeşitli otobiyografi örneklerinde görüleceği üzere, bu yeniden düzenleme ediminin ardında farklı motivasyonlar, anlatı yöntemleri ve politikaları bulunmakla birlikte temel hedef yaşam deneyiminin anlatısal temsili aracılığıyla otobiyografi yazarının kendi kimliğini kurgulamasıdır. Yitip gitmiş yaşantıların temsil biçimi yazarın bu kurgulama sürecindeki tutumunu içinde barındırır. Gerek anlatı yapısında gerekse otobiyografik öznenin inşasında öne çıkarılan unsurlar yazarın kendi geçmişini ve kimliğini yapılandırması esnasındaki tavrının somutlaştığı yerlerdir. Otobiyografik anlatıda özneyi kuran temel temsil unsurlarını ise Smith ve Watson’un (2001) tespiti ile hafıza, deneyim, kimlik, vücut bulma (embodiment) ve faillik (agency) olarak belirleyebiliriz (s. 16). Birbirinden tamamıyla bağımsız olarak düşünemeyeceğimiz bu unsurlar ekseninde inşa edilen otobiyografik özne bu unsurlardan bir veya birkaçının anlatı politikasında baskın çıkması sonucu temel karakterini kazanır. Daha açık söylenecek olursa, otobiyografi yazarının temsil ettiği özneye biçeceği anlatısal işlev ya da değer bu her bir unsurun özne ile ilişkisindeki tonlamasına dayanır. Düşünür, yazar veya sanatçı otobiyografilerinde anlatıların iç hesaplaşmalar, girift imgesel tasvirler, sanatsal üretim aşamasını oluşturan soyut süreçlerin sorgulanması gibi yoğunluklu olarak zihinsel odaklı edimlerin anlatıya egemen olması genel eğilim olarak kabul edilebilirse de aksi yönde örnekler her zaman mevcuttur. Bunlardan bir tanesi de derin bir psikolojik içe bakış ya da yazarlık kariyerinin genel bir değerlendirmesinden öte var oluşun en gerçek maddi temeli olarak vücut bulma ya da bedensel tecrübeyi anlatının merkezine alan çağdaş Amerikalı romancı Paul Auster’in Kış Günlüğü (2011) adlı otobiyografisidir. Yazar bu 36 BÜYÜKTUNCAY, M. EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013) kitabında, çocukluğundan eserini kaleme aldığı altmış üç yaşına kadar geçirdiği yaşam deneyimlerini bedensel algıların ve yılların bedeninde bıraktığı izlerin gölgesinde hatırlar ve anlatısını da bu tanıklık etrafında şekillendirir. Yazarın, dirim kaynağı olarak bedeni yaşam öyküsünün odağı haline getirdiği gözlemlenir. Auster’in otobiyografisinde beden, kurucu temel ilke olarak öne çıkarken bu anlamda kendine özgü bir bilme biçiminin de temel etmeni ya da zihinsel süreçleri tetikleyen etkin unsur işlevini yüklenir. Kış Günlüğü, başlığından anlaşılabileceği üzere, ömrünün kışını sürmekte olduğunu hisseden Auster’in ölüm ve yaşlılık kavramlarıyla yüzleşmek suretiyle hayatının bu yeni evresi üzerine bir düşünme pratiğidir. Artık genç olmadığı düşüncesini kendisine telkin ederken Auster aslında kendi bedeninin dirimin kaynağı ve dış dünyaya açılan pencere olarak işlevini çocukluğundan şimdiye dek takip eder. “Soluk almanın fenomenolojisi” diye açıkça bir isim koyduğu bu düşünme ve hatırlama pratiğinin ana eksenini eserin hemen başında şu kelimelerle belirler: “Belki de şimdilik hikâyelerini bir yana bırakıp hayatının anımsadığın ilk gününden bugüne kadar bu bedenin içinde yaşamanın nasıl bir duygu olduğunu incelemeye çalışsan iyi olur” (s. 9). Buradan hareketle, büyük bir bilinemez olan ölümden kaynaklanan korkunun Auster tarafından bilinir, en azından tanınır, kılınması süreci yaşlılıktan kaynaklanan bedensel yetersizliklerin ve hastalıkların bir dökümü halini alır. Öte yandan yalnızca bir hastalık anlatısı değildir bu otobiyografik çalışma; Auster’in kendi bedeni özelinde insanın dünyadaki bedensel mevcudiyetine bir bakışı, kendi yaşam öyküsünü insanlığın bu yaşama çakılmış maddi altyapısı üzerinde konumlandırması çabasıdır. “İşte senin hikâyen orada, gövdende başlıyor ve her şey yine gövdende bitecek” (s. 17) biçiminde kendisine yaptığı hatırlatma bu çabaya işaret etmektedir. Böylesi bir otobiyografi bedeni zihinsel olanın pahasına öne çıkarmak gayesi gütmez kuşkusuz. Zira bu, ilkin yazarın kendi duygusal dalgalanmaları ve zihin salınışları için güdük bir anlatımla yetinmesi, ikinci olarak da beden ve zihni birbirinden kesin biçimde ayırması anlamına gelirdi. İşte Auster’in otobiyografik anlatısındaki temel düstur, sağlıklı bir hatırlama ve içe bakışa engel olacak bu tür ön kabulleri aşarak birbirinden katiyetle ayrı bir zihinsel ve bir de maddi yaşam temsilinden ziyade beden-zihin etkileşimini sağlayacak bir ifade biçimi yakalamaktır. Bu çalışmada, Auster’in eserinde ‘bedenin fenomenolojisi’ olarak saptayabileceğimiz ifade pratiğinin izlerini sürmek için beden-zihin etkileşimi izleğini takip etmiş ve Kartezyen beden-zihin ayrımını aşmaya çalışmış farklı dönemlere ait iki düşünür olan Benedictus Spinoza ile Maurice Merleau-Ponty’nin kuramlarından faydalanılacaktır. Bu anlamda Auster’de beden-zihin etkileşimi sorunsalı SpinozaMerleau-Ponty eksenine 37 KIŞ GÜNLÜĞÜ: PAUL AUSTER’İN OTOBİYOGRAFİSİNDE BEDENİN FENOMENOLOJİSİ VE BEDENSEL ALGI SORUNU oturtularak bedenin bilme, hatırlama ve mekân algısı üzerindeki temel rolü irdelenecek; bunun yanı sıra Auster’in eserinde bedensellik üzerindeki bu vurgunun anlatının yapı ve biçemine nasıl etki ettiği incelenecektir. Kartezyen İkiciliğe Karşı Spinoza Batı düşünce tarihinde rasyonalizme en önemli ivmeyi kazandıran figürlerin başında sayılabilecek René Descartes tarafından radikal bir biçimde inşa edilen şüphe etme yönteminden yola çıkılarak ulaşılan düşünen öznenin şüphe götürmez varlığının ispatı bilindiği gibi kati bir ruh-beden ikiciliğine sebebiyet vermiş ve bunu Batı düşüncesindeki temel sorunsallardan biri haline getirmiştir. Zira Descartes sistematiğinin amacı bir kez şeylerin esasına dair en kesin gerçeğe ulaşmak olarak belirlendiğinde bunu takip eden adım ilkin şüphe edilebilecek her şeyin doğruluğunu sonuna dek reddedip ardından adeta matematiksel bir kesinlikle kendisinden şüphe edilemeyecek temel prensipleri düşüncenin içkin yapısından yola çıkarak yeniden tesis etmektir. Bilgi objesinin doğru kavranışına giden en sağlam kaynak dış dünyayla ilk temasımız olan algılarımız değildir; çünkü algılarımız hem irademize bağlı olmadığı hem de yanıltıcı olabileceği için göz ardı edilmelidir. Öncelik ise öznenin kendisinden asla şüpheye düşemeyeceği ilk ve en kesin bir bilgi olarak ‘ben düşünen bir varlığım’ yargısını özneye sağlayan düşünce yetisine verilmelidir. Böylelikle Descartes bilgi felsefesini tümdengelimsel bir akıl yürütme üzerine oturturken akla ve ruha insan varlığının maddi temeli olan bedenin çok üzerinde bir değer biçer. Kendisi de bir rasyonalist olan ve Descartes gibi matematiksel/geometrik kesinlik yöntemine dayanan bir düşünme sistematiği geliştiren bir diğer çağdaş düşünür Spinoza ise Kartezyen ikiciliği başyapıtı Etika’da detaylıca irdeleyerek ruh-beden özdeşliği lehine aşmaya çalışır. Spinoza’ya (2009) göre ruh ve beden birbirini dışta bırakan iki farklı cevher (töz) değildir; uzamlı cevher olarak beden ile düşünen cevher olarak ruh tek ve aynı cevherdir (B2VIIS, s. 83). Bu anlamda ruh ve madde iki farklı kaynaktan gelmedikleri için birbirlerine bir sebep-sonuç bağı ile değil de bir özdeşlik ilişkisi ile bağlanmışlardır. Spinoza düşüncesinde bilen zihin ile bilinen bedenin birbiriyle özdeşliği, yani fikirler (ide) ile objelerinin birliği, Tanrı’nın zorunlu varlığının farklı sıfatlar altında kendisini doğada açmasına dayanır. Bu açıdan insan zihni kendi bedeninin bir fikri olarak vardır2. O halde şu 2 “İnsan Ruhunu teşkil eden fikrin objesi, cisimdir (bedendir), yani fiil halinde (actu) var olan uzamın bir tavrından başka bir şey değildir” (Spinoza, B2XIII, s.89). 38 BÜYÜKTUNCAY, M. EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013) sonuca varılabilir ki Spinoza düşüncesinde insan ruhunu oluşturan fikrin objesi beden olduğu için bu bedende ruh ya da zihin tarafından kavranamayacak hiçbir şey yoktur çünkü insan zihninde “bedenin duygulanışlarının fikirleri vardır” (Spinoza, B2XIIIK, s. 89). Spinoza ruhun tabiatı, bedensel duygulanışların kökeni, zihin yetileri ve zihin-beden etkileşiminin biçimlerine ilişkin meseleleri sonsuz cevherin bölünmez birliği üzerine oturtarak zihin veya bedenden birini ötekine indirgemek mecburiyetini geride bırakır. Bununla birlikte, Spinoza’nın düşüncesinde bedenin bilgiye ulaşmaktaki işlevi Kartezyen sistemde bedenin konumunun tam aksine tekabül eder. Lloyd’un (1996) tespit ettiği gibi, bedenin zihnin objesi olduğu önermesiyle Spinoza bedenin bilgisini doğrudan bedensel duygulanışlardan hareketle kavramaya yönelir (s.53). Burada bedene etkin bir duyumsama rolü verilmiş olur ki bu sayede bilen öznenin bilişsel etkinliği vücut bulma esasına dayandırılarak bedensel algıların Kartezyen düşüncedeki yetersizliği aşılır. Hatta insan ruhunun kendine dair olan bilgisi de yine bu özdeşlikten ötürü bedenin bilgisinden geçer. Spinoza bunu şöyle ifade etmektedir: “Ruh, kendi kendisini ancak Bedenin duygulanışlarının fikirlerini kavraması bakımından bilir” (B2XXIIIK, s.102). Öyle ki sevinç, keder, sevgi, nefret gibi ruh durumları bedensel duygulanışlar aracılığıyla hayal gücümüze ve zihnimize etki eder ve kendimizi tanımamızın vesilesi haline gelir. Bu aşamada Spinoza’nın bilgi kaynağı olarak devinen ve çevreyle etkileşim içindeki beden düşüncesini ne derece önemsediğini görmekteyiz. Spinoza’nın belirttiği gibi insan teninin duygulanışlarını algıyla kavramaya elverişli olan insan ruhu, kendi bedeninin tabiatı ile birlikte birçok cisimlerin tabiatını da tasarlama kudretini barındırır. Bununla birlikte, Spinoza, insanın dış cisimler ve diğer bedenler hakkında edindiği fikir ve duygulanışları dış cisimlerin tabiatından öte insanın kendi teninin halini gösterir nitelikte düşünür. Bedensel algıların zihinsel edimlerin nesnesi haline gelmesine belirgin birer örnek olarak ‘hayal etme’ ve ‘hatırlama’ ele alınabilir. Bu her iki kavram da birbiriyle bağlantılı olup, ikisi de bedeni belli bir tarzda duygulandıran dış cisimler ortadan kaybolduktan sonra bedende bu etkinin yinelenmesi sonucu ruhun bu cisimleri varmış gibi görmesi esasına dayanır. Ruh bu her iki durumda cisimlerin bedendeki duygulanış tarzları aracılığıyla yeniden bu cismi hazır gibi algılayacak ve düşünceyi teşkil edecektir. Spinoza (2009) bunu şöyle açıklar: Öyle ise çoğu kere olduğu gibi, artık var olmayan şeyleri nasıl hazır olup da hazırmış gibi karşılayabileceğimizi görüyoruz. . . diyelim ki, Asıl Pierre’in ruhunun özünü meydana getiren Pierre fikri ile başka bir insanın, diyelim ki Paul’ün kafasındaki Pierre fikri arasında ne fark olduğunu açıkça biliyoruz. Gerçekten bu iki fikirden birincisi doğrudan 39 KIŞ GÜNLÜĞÜ: PAUL AUSTER’İN OTOBİYOGRAFİSİNDE BEDENİN FENOMENOLOJİSİ VE BEDENSEL ALGI SORUNU doğruya Pierre’nin varlığının özünü ifade eder ve Pierre var oldukça onun varlığını kuşatır, ikincisi tersine olarak, Pierre’in tabiatından ziyade Paul’ün teninin halini gösterir. Ve böylece Paul’ün teninin hali sürüp gittikçe, Paul’ün ruhu, Pierre var olmasa bile onu var gibi tasarlayacaktır. . . dış cisimleri bize hazır gibi tasvir eden insan teninin duygulanışlarına şeylerin imajları (hayalleri) diyeceğiz; ve ruh, şeyleri bu tarzda temaşa ettiği zaman, onun hayal ettiğini söyleriz (B2XVIIS, s. 98). Bunu takiben Spinoza aynı işleyişin hafıza ile bağlantısını sağlar. Hafıza, kökeni bedende olan bir fikirler zincirlenmesidir3. Beden-ruh etkileşiminin Etika’daki genel ele alınış biçimi bize şunu gösterir ki şeylerin düşüncelerinin ruhta zincirlenme tarzı bedenin duygulanışlarınca oluşan hayallerin bedende düzenleniş tarzına koşut ve onunla bağlılaşıktır. Bu bakımda ruh ve beden arasında ilkece tam bir karşılıklılık söz konusudur. Beden ve zihin arasında indirgemeci olmayan böyle bir ilişki kurabilme çabasını ve türdeş bir beden-zihin bağlılaşımını yirminci yüzyılda fenomenolojik analize dayanan metinleri kaleme alan düşünürlerde görmekteyiz. Spinoza’nın bedensel varlık boyutunun bilen özneden ayrılmaması tavrını özellikle Fransız düşünür Merleau-Ponty’nin eserlerinde yeniden gözlemleriz. Merleau-Ponty’nin en önemli yapıtı kabul edilen Algının Fenomenolojisi’nde (Phenomenology of Perception) beden, Lloyd’un (1996) ifade ettiği gibi, hem algılamanın kaynağı hem de algılama ediminin nesnesi olarak doğal benliğimize tekabül eder (s. 53). Bu sebeple, tıpkı Spinoza’nın insan teninin ilgilerini incelemesine benzer biçimde Merleau-Ponty’nin algının fenomenolojik analizine bedenden hareketle girişmesi de, özgül yöntem farklılıklarına rağmen, maddi burada-olma, yani vücut bulma, esasınca temellendirilerek öznenin zihinsel ve maddi varlığı arasında bir köprü kurar. Hatta dış dünyanın gerçekliği ve anlamın hakikatine ulaşabilmenin imkânını bedenin dünyaya çakılı varlığı olarak belirleyen düşünür bedenin insan algılamalarındaki ve dolayısıyla zihin yaşamındaki temel işlevlerinin analizine bu temel ön kabulden hareketle girişir. Merleau-Ponty’de Algının Fenomenolojisi ve Beden Temel içerik ve karakterini Franz Brentano ve özellikle Edmund Husserl’in çalışmalarında bulan fenomenolojik bilgi eleştirisi, kökleri ondokuzuncu yüzyılın sonlarında olsa da yirminci yüzyıl boyunca varoluşçuluktan zihin felsefesine kadar bir çok felsefe 3 “Buradan biz kolaylıkla belleme gücünün (hafızanın) ne olduğunu tasarlarız. Gerçekten o, insan teninin dışında olan objelerin tabiatını kavrayan bir fikirler zincirlenmesinden başka bir şey değildir ve bu zincirleme insan teninin duygulanışlarının düzenine göre ruhta meydana gelir” (Spinoza, B2XVIIIS, s. 99). 40 BÜYÜKTUNCAY, M. EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013) disiplinini etkilemiş ve bulgularının evrensel mahiyeti itibarı ile kesin bir bilim olma iddiası taşıyan bir nesnel düşünce yöntemidir. Kısaca tanımlanacak olursa Husserl düşüncesinde fenomenolojik yöntem, varlık alanındaki fenomenlerin değişik tezahür biçimlerini inceleyen, “deneyimlendikleri şekliyle fenomenlerin doğrudan tasvirine odaklanan” ve bu tasvirler aracılığıyla fenomenleri karakterize eden özleri ortaya çıkarmaya yönelen bir analiz yöntemidir (Küçükalp, 2010, s. 56-57). Fenomenolojik analizin amacı bilinç edimleri ve bilinç içeriklerindeki nesnel kendiliklere geri dönerek nesnelerin dolaysız deneyimindeki özleri sezgiyle yakalamaktır. Descartes’çı bir sübjektif zihin felsefesi geleneğine bağlı olmakla birlikte Husserl’in felsefesi birçok açıdan farklılıklar içerir ve kendi evrimi içerisinde metot ve analiz nesnesini belirli bir çerçeve ile sınırlar. Husserl’in asli yaklaşımı insan bilincinin ele alınışında ve bilincin nesnesinin saptanmasındaki temel düstura ilişkindir. Gürsoy’un (2007) ifadesi ile ele alındığında, “Descartes’ta kendi objesini, yine kendine has sübjektif töz içersinde bulan bilincin aksine, Husserl’de bilinç daima kendisinin dışında yer alan bir objeye doğru yönelme durumudur” (s. 61). Yönelimsellik veya yönelmişlik (intentionality) olarak adlandırılan bu temel kavram hem Husserl’de hem de sonraki dönemde Merleau-Ponty’de bilincin ve dış dünya deneyiminin temel ilkesi olarak karşımıza çıkar. Yönelimsellik ilkesi uyarınca bilinç artık kendi içine kapalı ve kendi halinde saf bir oluş hali olarak kabul göremez. Bilinç her zaman bir şeyin bilinci olarak belirir; yani her bilinç edimi bir nesne ile bağlantı kurmak suretiyle gerçekleşir. Bu anlamda şurası açıkça ortaya konmalıdır ki bilinç, içi istenilen şeylerle doldurulabilecek boş bir kap değildir. Bilinç, kendi nesnesine yönelmiş bilinç edimlerinden oluşur. Dahası, bilincin bu yönelimsel edimleri “şeyle kurulan durağan bir ilişki değildir;” aksine yönelimsel bilinç “deneylenen [şey]in görüsel bir biçimde kendisine sahip olmaya çalışır” (Tepe, 2003, s. 14). Fenomenolojik analiz, yönelimsellik aracılığıyla deneyimlerin kaynağına geri dönerek deneyim nesnesinin bilinçte kuruluş tarzlarına erişmeye ve deneyimlenen nesnelerin özlerini yakalamaya çalışır. Bu eksende, fenomen kavramı “objenin bir sujeye, yönelimsel bir ilişki içerisinde belirdiği yer” olarak ele alınacak ve fenomenolojik betimleme ile “öze, yani ortaya çıka olgunun manasına” ulaşılacaktır (Gürsoy, 2007, s. 62). Husserl’de olgunluğa ulaşan yönelimsellik düşüncesi Modern felsefede “içkin yaşantı ve aşkın gerçeklik” ikiciliğini geçersizleştirmek yönünde bir adımdır; zira deneyimsel edim esnasında bir şeyi duyumsayan özne “kendi kendisi içinde bir başkasındadır, kendi dışındadır” ve kendini aşar (Waldenfels, 2010, s. 17). 41 KIŞ GÜNLÜĞÜ: PAUL AUSTER’İN OTOBİYOGRAFİSİNDE BEDENİN FENOMENOLOJİSİ VE BEDENSEL ALGI SORUNU Husserl’in haleflerinden olan Merleau-Ponty, yönelimsellik kavramıyla ifadesini bulan süje-obje ilişkisine bedeni de açıklıkla dâhil eder. Her şeyden önce beden dünyadabulunmanın esas aracı, dünya ile karşı karşıya gelmemin imkânı, varlığımızın dünyaya demirlenmesidir. Tıpkı Spinoza’nın ruh ve bedeni birbirinden farklı iki cevher olarak algılamayı terk etmesi gibi, Merleau-Ponty de ruh-beden birliğini birbirini dıştalayan iki terimin rasgele bir birleşimi gibi tasarlamaz. Ruh ve beden bütünlüğü maddi varoluşun neredeyse her anında yeniden icra edilir. Merleau-Ponty’e (2005) göre, bilincin yönelimselliği bedenin dolayımıyla mümkündür; bilinç nesnesine beden ile yönelir4 (s. 122). Bu yönelimsellik içinde bedenim bana dış dünyadaki mümkün ya da aktüel bir vazifeye yönelme tavrı olarak görünür. O halde deneyim alanındaki dünya ile ilişkim bu dünyanın imkânını oluşturan bedenimin faaliyeti ile kurulur. Beden üzerinden açımlanan bu ilişkide MerleauPonty dış nesnelerin bedenimin varlığınca varsayıldığını ve aynı zamanda tersi de doğru olacak biçimde bedenimin dünyaya yerleşmesi algısına da nesnelerin dünyadaki yerleşikliğiyle ulaştığımı belirtir (2005, s. 313). Bu bakımdan bedenim dünyaya yönelmiş bir devinim ya da bir hamle iken dünya da bedenimin ‘mesnet noktası’dır. Merleau-Ponty’nin şeylerle ilişki kuran beden kavrayışı, Husserl’de deneyimlenen şeylerin perspektifselliğini, hareketliliğini ve buradalığını kuran şey olarak bedenlilik/vücudiyet (Leiblichkeit) kavramıyla bir devamlılık arz eder. Bu bakımdan beden, tüm diğer şeylerin mekânsal olarak yöneldiği, uyaranları duyumsayan, kendi kendisini hissedebilen, kendi kendisini harekete geçirerek diğer şeyleri de hareket ettirebilen şeydir. Beden (Leib), deneyim ve algı sahasında kurduğu şeylerin arasına bizzat kendisi de girmek suretiyle doğa ile tin arasında bir aracı, bir ‘mihver’ rolünü üstlenir (Umschlagstelle) (Waldenfels, 2010, s. 39). Öte yandan, Merleau-Ponty’de yönelimsellik, Husserl’deki konumundan farklı olarak, Salt Ben’de dünyayı kurmak üzere transandantal bilince ait oluşunun aksine, maddi algıya dayanmak sureti ile egzistans alanına aittir. Algıların oluşmasında sübjektif öğenin ve süjenin merkezi konumuna değinirken Merleau-Ponty bu sübjektifliğin “somut olarak dünya ile ilişkimi kendisi ile kurduğum ‘öz-beden’ (corpsepropre)imden başka bir şey olmadığını söyler” (Gürsoy, 2007, s. 38-39). Algı faaliyetinin öne sürdüğü öz-beden, bilimsel nesnelliğin bize gösterdiği beden değil, içerden deneyimlediğim şekliyle benim bedenimdir. Öz-bedenim, algı sahamın oluşturulmasının temel etmenidir. Dünya ile doğrudan teması sağlayan öz-beden algıların aracılığıyla bilincin anlamlandırma 4 “Consciousness is being-towards-the-thing through the intermediary of the body.” (Merleau-Ponty, 2005, s. 122). 42 BÜYÜKTUNCAY, M. EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013) süreçlerini de belirlemektedir. Bilinç de artık saf bir kendisi-için varlık olarak dış dünyayı kuran bilinç anlamında kavranmamalıdır Merleau-Ponty’e göre. Bilinç artık algıya dayalı olmak manasında ele alınmalı, bedensel davranış kalıpları ile ifade bulup kendini varlık alanında ortaya koyan bir özne olarak değerlendirilmelidir5 (2005, s. 314). Algı sürecindeki beden deneyiminin sübjektif olması vurgusu Merleau-Ponty düşüncesinde algıya Husserlci transandantalizmin ötesinde egzistansiyalist bir anlam ve karakter kazandırmaktadır. Bilen öznenin algıları çeşitli duyu deneyimleri ile zenginleşir. Özne olmak, dolayısıyla da bir bedene sahip olmak, belirli bir algı çevresi ya da bağlamında bulunmayı ve diğer şeylerle bu bağlam içerisinde etkileşim halinde olmayı içerir. Bununla birlikte, bu algı bağlamı içerisinde özne duyu deneyimleri aracılığıyla duyu nesnelerinin niteliklerini (quale) sabit ve donuk şeyler olarak ele geçirmez. Daha doğrusu algılama edimi, nesnelerin niteliklerinin cansız bir tasarımı değildir. Merleau-Ponty süje-obje etkileşimini kurgularken süjenin algı nesnesi ile ilişkisini hem süjenin bedenine, hem nesnenin coğrafi/mekânsal artalanına hem de algı nesnesinin diğer nesnelerle olan örüntüsüne nispetle değerlendirir. Bu bakımdan dünyamızın bize bildik bir düzen içerisinde algılarımızda verilmesi bizim duyu deneyimlerimizce dış dünya ile girdiğimiz bu çok katmanlı iletişimin bir sonucudur. MerleauPonty, algı nesnelerinin etkileşim bağlamını nesnelerin bir ‘ufuk’ altına yerleşmesi düşüncesiyle açımlamaya çalışır. Ufuk kavramı, nesnelerin birbirlerine ve yer aldıkları mekâna göre konumlanışları ile algılayan özneye sundukları perspektifsellik tarafından meydana getirilen bir algı evrenine gönderme yapar. Buna göre nesnelerin ufku, belli bir açıdan bir nesneye bakan bir öznenin bulunduğu perspektiften görebildiği kadar göremediği ve göremeyeceği niteliklerin de eşzamanlı varlığını sağlar. Örneğin, masamdaki lambaya bakarken bu nesneye yalnızca bulunduğum noktanın bana elverdiği ölçüde gördüğüm nitelikleri atfetmekte değilim; bununla beraber bu lambanın adeta duvar, masa ve diğer objelerce ‘görülen’ niteliklerini de gördüğüm lambaya yüklerim. Bu şu demektir ki nesneleri onların çevreleriyle kurdukları ‘sistem’ ve yerleştikleri evren içerisinde kavrarım. Belirtilen nesne-ufuk yapısı nesnelerin birbirlerini örttüğü ve birbirlerinden ayrıldıkları yerleri ortaya çıkardığı gibi nesnelerin kendilerini açığa vurmalarının da bir tarzı, bir aracıdır (MerleauPonty, 2005, s. 59). Hatta denebilir ki, nesnelerin birbirini örtme ve açığa çıkarmasını sağlayan bu ‘nesne-ufku’ sayesinde özne farklı açılardan görülebilen nesnenin özdeşliğinden 5 “As for consciousness, it has to be conceived, no longer as a constituting consciousness and, as it were, a pure being-for-itself, but as a perceptual consciousness, as the subject of a pattern of behaviour, as being-in-theworld or existence, for only thus can another appear at the top of this phenomenal body, and be endowed with a sort of ‘locality’.” (Merleau-Ponty, 2005, s. 314). 43 KIŞ GÜNLÜĞÜ: PAUL AUSTER’İN OTOBİYOGRAFİSİNDE BEDENİN FENOMENOLOJİSİ VE BEDENSEL ALGI SORUNU emin olur ve nesnelerin kendini belli bir perspektif içerisinde ifşa etmesinin imkânına sahip olur. Yukarıda verilen örnek paralelinde görme ve aslında genel anlamda duyu deneyimi ile algılama, bakılan ya da yönelinen nesneye yerleşme, bir diğer deyişle o nesnede ikamet etme olarak ifadesini bulur. Bu nesneye yerleşerek duyumsama durumu nesnenin kendi niteliklerini öznenin perspektifine sunduğu biçimiyle deneyimlemek anlamına gelir. Bu açıdan bakıldığında görme, özelde duyu deneyimi, hâlihazırda anlamla yüklüdür6 (MerleauPonty, 2005, s. 46). Tıpkı mum alevinin eli yanan çocuğa artık cazip görünmemesi örneğindeki gibi, duyu deneyimi algı nesnesine deneyim değeri yükleyerek nesnenin niteliklerini bedenim için anlamlı hale getirir. O halde nesne nitelikleri bedene sahip özne ile adı geçen nitelikleri taşıyan nesnenin diyalogu ve etkileşimi ile ortaya çıkar. MerleauPonty’nin (2010) bir başka yerde belirttiği gibi, şeyler “yalın ve tarafsız nesneler değiller; her biri bizim için bir tutumu simgeler;” çünkü her nesne hem bedenimize hem de yaşamımıza bir tutum biçiminde hitap ederek ve bizde tepkiler uyandırarak belli davranışların simgeleri gibi içimizde yer ederler (s. 30-31). İnsanların nesnelere, nesnelerin de insanlara yaptıkları ‘yatırım’ı örneklemek için Merleau-Ponty ‘bal’ın niteliklerini ona duygusal anlam yükleyen algı deneyimi içine yerleştirerek betimler: Şimdi bu açıdan bakıldığında her nitelik öbür duyulara özgü niteliklere kapı açar. Bal şekerlidir. Şeker tadı ise tatlar arasında yapışkan bir varoluştur, tıpkı dokular arasında balın yoğun kıvamı gibi. Balın yoğun olduğunu söylemekle balın şekerli olduğunu söylemek aynı şeyi farklı biçimlerde söylemektir, özgür özneyi baştan çıkarışını, kendine çekip büyüleyişini dile getirmek. Bal dünyanın vücuduma ve bana yönelik belli bir tutumudur. Bundan dolayıdır ki, sahip olduğu farklı nitelikler sırf yan yana durmaz, balın varoluş ya da davranış biçiminin dışavurumları olmaları bakımından hepsi bir ve aynıdır (vurgu bana ait, 2010, s. 29). Buraya dek görüldüğü gibi, gerek dış dünyayı duyumsamamız gerekse duyu deneyimlerimize duygusal anlamlar yüklememiz bedenli varlık olmamızca imkân bulmaktadır. Bedenimiz bize algılarımızın gerçekleştiği temel perspektifi veya konumlanmayı sağlamaktadır. Bize verilen temel buradalık konumu olarak beden ve onun edimleri hem insan-nesne hem de insan-insan etkileşimlerinin odağı olup kültür evrenimizin kuruluşuna esas teşkil eden her türlü ifade etkinliğinin de temel unsurudur. İçeriden deneyimlediğimiz biçimiyle öz-bedenimizin edimleri, aynı zamanda dış gözleme de elverişli olarak ‘davranış’ biçiminde açığa çıkar. Bedensel olması bakımından maddi olan davranış, dış dünyaya karşı 6 “Vision is already inhabited by a meaning (sens) which gives it a function in the spectacle of the world and in our existence” (Merleau-Ponty, 2005, s. 46). 44 BÜYÜKTUNCAY, M. EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013) takınılan tavır olmak bakımından da bilinç çerçevesi içinde ele alınması gereken bir tepkiler topluluğudur. Bu yönüyle Merleau-Ponty düşüncesinde davranış zihin-beden ikiliğinin aşılmasının bir başka veçhesini teşkil eder. Algı ediminin davranış biçiminde somutlaşması, bedenin dış dünyaya yönelmesi ekseninde, bilinç ile dünyayı birleştiren bir sonraki duraktır. Böylelikle Merleau-Ponty’nin fenomenolojisinde, Gürsoy’un özetlediği biçimde, “Descartes’in ‘düşünüyorum’unun (cogito) ifade ettiği saf sübjektiflik, yerini ‘algılıyorum’a bırakarak, ana plana süje-obje, bilinç-tabiat, insan-dünya ilişkisi oturmuştur” (2010, s. 106). Auster’in Otobiyografisinde Bilme ve Hatırlama Aracı Olarak Beden Şimdiye dek ifade edilen zihin-beden etkileşimi biçimleri doğrultusunda Paul Auster’in otobiyografisinin adeta fenomenolojik tasvirler ve algılayan bedenin içten deneyimi prensibince nasıl yapılandırıldığını incelemeye geçebiliriz. Yazarın en başından itibaren anlatısında bedenin gündelik haz ve acı deneyimleri, yaşlılık belirtileri, fiziksel hastalıklar ve psikosomatik rahatsızlıklar gibi sayısız duygulanış ve algı durumlarını cömertçe kullanması onun kendi bedenini bilme edimlerinin ve diğer zihinsel süreçlerin temel kaynağı olarak gördüğüne en belirgin kanıttır. Zira Auster’in gerek kendi benliğini tecrübe etmesi ve geçmişini hatırlaması gerekse nesneler, durumlar ve insanlar ile ilişki kurmasını düzenleyen temel unsur olarak beden, otobiyografi yazarının benliğini yazı düzleminde kurgularken de kullandığı dayanak noktasıdır. Bu anlamda bedenin deneyimlerine dair yazarın ifade ettikleri, otobiyografik özneyi zaman, mekân, özneler arası uzam, nesnel artalan ve perspektif açısından konumlandırarak onu somut bir ilişkiler ağı ortasına oturtur. Auster’in küçük yaşlarından itibaren geçirdiği kaza ve yaralanmalar ile taşıdığı irili ufaklı yara izleri adeta algılayan bedenin canlılığının damgaları olarak işlev görür. Çocukken bir çiviyle yarılan sol yanağında kalan iz, yarılmış kaş izleri, kornea yırtılmaları, sol bacağındaki pıhtılaşma sorunu, kalp spazmları, omurga incinmesi, geçirdiği ölümcül araba kazası, hikâyelerini hatırladığı ve hatırlamadığı diğer birçok yaralanma bedenin tarihselliğinin imleridir. Bu imler aslında daha büyük bir işleve de göndermede bulunurlar. Beden bu durumda bireyin kişisel tarihindeki imler ve izler deposu olmanın ötesinde, bilincin yönelimsel edimlerinin ve bilincin yöneldiği nesnelerin sezgisel olarak idrak edilmesi yönünde işlev görür7. Öyle ki bu yaralar ve hastalık kalıntıları bilincin yönelimsel edimlerinin sonucu olmak suretiyle aslında dış dünyayı algılayan bilincin yapısındaki yönelimselliğe 7 “the body is no longer a receptacle of engrams, but an organ of mimicry with the function of ensuring the intuitive realization of the ‘intentions’ of consciousness” (Merlau-Ponty, 2010, s. 367). 45 KIŞ GÜNLÜĞÜ: PAUL AUSTER’İN OTOBİYOGRAFİSİNDE BEDENİN FENOMENOLOJİSİ VE BEDENSEL ALGI SORUNU işaret eder. Bunun hemen akabinde ise bilincin dış dünyaya yönelmesiyle birlikte bedende meydana gelen bir yaralanma veya maraz bedenin kendisini de bilincin yöneldiği bir nesne haline getirir. Böylelikle beden kişinin dış dünyayı tanıma imkânı iken aynı zamanda kişinin kendi benliğiyle de bağı halinde algılanır. Auster’in bedenli yaşamın sonu olarak ölümü özellikle fiziksel yaşlılık ve hastalık belirtileriyle irdelemesi benliğin beden dolayımıyla kavranması ve sorgulanmasına ilişkin kitaptaki en belirgin izleği sunar. Ölüm gibi bir sınır durumu kavramak Auster için öncelikle bedensel acizlik içerisinde olduğu durumları kavramakla mümkündür. Özellikle bedensel acıya bir anlamda varoluşsal bir kaygı (Angst) tonu da ekleyen psikosomatik rahatsızlıklar Auster’in otobiyografisinde bu anlamda önemli bir yer tutmaktadır. Yirmili yaşlarında, Columbia Üniversitesi’nde Karşılaştırmalı Edebiyat doktorası yapmakta iken hayatının akışını değiştirecek kararların eşiğinde geçirdiği gastrit nöbeti Auster’in hayatındaki önemli bir deneyimdir. Aynı dönemde, uzun süredir hayalini kurduğu Paris yolculuğunu gerçekleştirebilmek ve Paris’e yerleşmesini sağlayacak parayı denkleştirmek amacıyla bir petrol tankerinde çalışmaktadır. İşinden yeterli parayla dönüp yolculuğa hazırlanırken bir süredir aynı evi paylaştığı sevgilisiyle ayrılırlar; bunun üzerine Paris yolculuğuna Auster’in yalnız başına çıkması gerekecektir. Yolculuğa iki hafta kala içinde bulunduğu durumun gerilimine dayanamayan Auster çok şiddetli bir mide rahatsızlığı geçirir. Dahası ilk anda apandisitinin patladığını zanneden yazar olayın gastrit sancısı olduğunu sonradan öğrenir. Ve ancak yıllar sonra, bu mide sancısının köklerinden kopma düşüncesine eşlik eden boşluk hissi, köklü bir değişiklik öncesi yaşanan kaygı ve yalnızlık korkusu sonucu ortaya çıktığını fark eder. Bu anlamda bedeni ruhunun dalgalanan duygulanışlarına ve güvensizlik hissine bu yolla yanıt vermektedir. Daha şiddetli bir kaygı ve bedensel reaksiyon durumu Auster’in 2002 yılında annesini kaybetmesi üzerine yaşanır. Yetmiş yedi yaşındaki annesinin ölümünden iki gün sonra yaşamındaki ilk sarsıcı panik atağı geçirir. Bu ruhsal çöküntü onun tüm somatik ve psikolojik direncini çökerterek onu adeta bir enkaza çevirir. Ölüm haberini aldığı ilk saatlerdeki şaşkınlık ve bundan kaynaklı kayıtsızlık duyguları yerini ağır bir kasvete bıraktıkça, uykusuzluk ve yoğun alkolün de etkisiyle ruhsal çöküntü daha da derinleşir. Ailesindeki ilk ölüm değildir bu. Daha önce babası, büyükanne ve büyükbabası, hatta erken yaşta kanserden kaybettiği kuzeninin ölümü dâhil hiçbir olayda yaşamadığı kadar büyük bir sarsıntı geçirir. Kendisini dünyaya getiren varlığın yitimiyle adeta dünya ile kendisi 46 BÜYÜKTUNCAY, M. EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013) arasındaki varlık bağı da zayıflar ve bu durum kendini bedensel zayıflama ile dışa vurur. Auster kendi bedenine karşı duyduğu yabancılaşmayı şu sözlerle aktarır: Henüz tam olarak kendine gelemediğin o ilk saniyelerde, kendini hiç bu kadar kötü hissetmediğini, bedeninin benim bedenim dediğin şeyden çoktan çıkmış olduğunu, bu yeni ve yabancı fiziksel varlığın yüz tane tahta tokmakla dövülmüş, kayalar ve kaktüslerle dolu çıplak bir arazide atlara bağlanıp yüz mil sürüklenmiş, yüz tonluk bir şahmerdanın altında toz toprak olmuş olduğunu fark ediyorsun (2012, s. 108). Auster’in deneyimlediği bu durumlarda algılayan öznenin fiziksel zafiyet durumları bedensel varoluşun sınırlarını tanıma edimi olarak ve dahası bir anlamda ölümlülüğü kavrama olarak tanımlanabilir. Bununla birlikte, beden-zihin etkileşimini özel bir tarzda ortaya koyarak Auster’in otobiyografisinde ruh-beden bütünlüğünün konu edinilmesine katkıda bulunur. Bu bağlamda göz önünde bulundurulması gereken nokta şudur ki sözü edilen bedensel rahatsızlıklar her ne kadar birer ruhsal çöküntünün sonucu olarak meydana gelse de özne bedensel acıdan hareketle kendini ve acı çekmekte olan bilincin yapı ve yönelimlerini araştırmaya başlar. Böylelikle beden Auster için adeta içe bakışın imkânı haline gelir. Auster’in otobiyografisinde bedenin bilme edimlerine bir diğer katkısına yönelimsellik kavramı üzerinden ulaşabiliriz. Bilincin, nesnelerine yönelmiş bilinç edimleri içerisinde kavranmasına yönelik otobiyografik tavır Auster’in anlatısına çok belirgin bir içe bakış özelliği kazandırır. Bilincin dış dünya ve nesneler ile ilişkisi beden üzerinden kurulduğundan, bilincin yönelimselliği artık algılayan bedene bağlı olarak kavranmalıdır. Temelini algı faaliyetinde bulan öz-beden ve onun deneyimleri Auster’in anlatısında otobiyografik öznenin bedensel davranış kalıplarında ifadesini bulur. Öyle ki Auster bedenin öznel deneyimlerine ilişkin yüklüce bir örnek kümesi sunar. Yazarın çocukluk eğlencelerinden eliyle yapabileceği işlere, yediği yemek çeşitlerinden gövdesi ile yaptığı gündelik edimlere kadar bedenin eylemdeki hallerine ilişkin bir dizi liste hatta envanter çıkar okurun karşısına. Auster’in otobiyografisindeki uzun bedensel edimler serisine tipik bir örnek vermek gerekirse: Ufak odalardaki ve büyük odalardaki gövden, merdivenlerden inip çıkan gövden, havuzlarda, göllerde, nehirlerde, denizlerde yüzen gövden, çamurlu tarlalarda gezinen gövden, bomboş çayırların yüksek otları arasında yatan gövden, şehir sokaklarında yürüyen gövden, tepelere ve dağlara tırmanan gövden, sandalyelerde oturan, yataklarda yatan, plajlarda kumlara uzanan, kır yollarında bisiklete binen. . . daktilo makinelerinin üzerine eğilerek yazan, tipinin altında şapkasız yürüyen, sinagoglara ve kiliselere giren. . . parklarda beyzbol ve futbol toplarına vuran, ahşap zeminde, çimento zeminde, karo döşemeli zeminde, taş zeminde yürümenin farklı algılarını, ayağını kuma çamura, otların içine sokmanın farklı duyularını, en çok da bastığın kaldırımları hisseden gövden (2012, s. 54-55). 47 KIŞ GÜNLÜĞÜ: PAUL AUSTER’İN OTOBİYOGRAFİSİNDE BEDENİN FENOMENOLOJİSİ VE BEDENSEL ALGI SORUNU İlk bakışta gereksizce uzatılmış bu eylemler dizisi otobiyografik öznenin farklı nesnelerle değişik biçimlerde kurduğu bağları ve onlara doğru açılmasını örneklemekte; aynı zamanda da öznenin öz-bedeninin dünyayla karşılaşma halindeki yönelmişlik biçimlerini betimlemektedir. Bu edim ve davranışlar dizisinin anlatı içerisinde Auster’in hayatının belli dönemlerinde yoğunluk kazanan eylemleri belirttiğini düşünmek pek de yanlış olmayacaktır. Diğer taraftan, bu eylemlerin kasıtlı ve uzunca dökümü aslında daha temel bir tavrın dışa vurumu olarak ele alınmalıdır. Bu tavır Merleau-Ponty’nin görüşlerinden hareketle açıklanacak olursa şunun altı çizilmelidir ki içsel algılar kendi başlarına benlik bilgisine ulaşmak için yetersizdir; zira bedensel edim ve performans olmadan kişi kendi benliğini ve bilinç edimlerini tam anlamıyla kavrayamayacaktır. Çünkü ‘Ben’ algıya ve kavrayışa hazır sunulmuş bir obje değil ancak eylemlerle gerçeklik kazanan ve kavrayışa sunulan bir bütündür (Merleau-Ponty, 2005, s. 341). Böylelikle Auster’in bedensel performans betimlemeleri içsel algılara ve benlik kavrayışına bedenin duyumları ve öz-bedenin yönelmişliği üzerinden ulaşma çabası olarak okunduğunda öznenin kendini bilme çabası olarak değer kazanmakta ve daha somut bir temele oturmaktadır. Auster’in otobiyografisinde bedensel eylem ve davranış dizilerinin önemli bir diğer kullanım alanı da öznenin kültür nesneleri aracılığıyla kültür dünyasının içinde konumlanışını ifade etmektir. Madem ki özne bedensel edimlerin yönelmişliği ile bir ‘Ben’ bilincine ulaşabilmektedir, o halde nesneler bu yönelmişliğin adresi olarak bilinç kavrayışına giden yolu döşeyen taşlardır. Öyle ki nesnelerle olan ilişkisi sayesinde öznenin davranışları biçim kazanacak ve dışsal duyular ona kendini tanıma fırsatı sunacaktır; içsel algı ise ancak bunu takip eden aşamadır. O halde nesneler ile olan ilişki ve dış dünyaya ait duyular ‘Ben’de içsel algıların oluşmasının koşullarıdır. Bu noktada beni çevreleyen toplum ve kültür dünyasını tanımam da çevremdeki kültür nesnelerini deneyimlemem aracılığıyla gerçekleşecektir. Kültür nesnelerini bir hale gibi çevreleyen, bu nesnelerin kullanımında somutlaşan ve hatta bu nesnelerce var sayılan davranış kalıpları ve örüntüleri beni bedenim aracılığıyla kültür dünyasına sokar. Yukarıdaki alıntıda sıralanan eylemler Auster’in öznesini kültür nesnelerini deneyimlerken betimlemekte, onu adeta kültür nesnelerinin özneden beklediği davranışları icra ederken resmetmektedir. Burada önemli bir husus kültür nesnelerinin içinde barınan ve nesneleri kullanmak suretiyle belirginleşen ve kendisine dâhil olunan nesnel tinin fark edilmesidir. Merleau-Ponty’e göre, her bir kültür nesnesinde nesnenin kullanımının anonimliği altına gizlenmiş bir biçimde başkalarının varlığını sezinlerim (2005, s. 312). Daktilo birileri yazsın diye, beyzbol topu birileri vursun diye, kilise birileri ibadet etsin diye, 48 BÜYÜKTUNCAY, M. EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013) kaldırım birileri üzerinde yürüsün diye başka birilerinin elinden çıkmıştır. Dolayısıyla başka insanları ve onların eylemlerini algılamam sayesinde içinde bulunduğum kültür dünyasını teyit eder ve ona katılırım. Daha yalın bir ifade ile söylenecek olduğunda, özne, nesnelerin kullanımında açığa çıkan bedensel davranış ile hem yaşadığı kültürü deneyimler hem başkalarını tanır. Kendi davranışları aracılığıyla kendisini çevreleyen davranış ve kültür örüntülerinin bir parçası olur; başkalarının davranışlarını da onlarla kendi davranış ve yönelmişlikleri nispetinde bağ kurarak anlamlandırmaya çalışır. İşte Auster’in otobiyografisi boyunca karşımıza çıkan somut fiziksel eylemlerin detaylı betimlemeleri onun kendisini ve kültürel çevresini bedensel algı prensibine bağlı olarak kavrama çabasının somutlaşmış halidir. Buraya dek ifade edildiği gibi Merleau-Ponty düşüncesinde bilincin kendisini tarihsiz, bağlamsız ve saf olarak kavrayamayacağı; bilakis bu kavrayışın bir kültür çevresi içerisinde – eğitim, toplum, gelenek vs. – ifade araçları yardımıyla ve ‘öteki’ ile ilişki içerisinde gerçekleşebileceği savlanmaktadır. Bunu takiben, özneler olarak yaşamaya doğrudan “kendimizin ya da şeylerin bilinci içerisinde değil, başkası deneyiminin içerisinde başladığımız olgusuna” vurgu yapılmaktadır (Merleau-Ponty, 2010, s. 52). Yinelemek gerekirse, bedenin önemi başkasını (ötekini) bilmeyi ve onunla ilişkiye geçmeyi mümkün kılan ilk ve en temel ifade aracı olmasıdır. Bu anlamda bedenin bir ifade aracı olarak dilden önce geldiğini de söylemek pek de yanlış olmayacaktır. Öyle ise başkasının bedeni, davranış biçimlerinin taşıyıcısı olması bakımından, dünyada rastlayacağım kültür nesnelerinin ilkidir8 (Merleau-Ponty, 2005, s. 312). Kaldı ki tüm diğer nesnelerin kullanımında başkalarının bedeni varsayıldığı için, başkasının bedeni tüm kültür nesnelerinin şartıdır. Denebilir ki hem dünyada bize maddi bir konum ve bakış açısı vermiş olması hem de öteki ile ilişki kurmanın temel unsuru olarak beden kültür dünyasının kurucu öğesidir. Böylece ‘Ben’ belirli bir bedene sahip olmak (ya da bedenle özdeş olmak) ve belirli bir maddi/tarihsel konumda bulunmak ilgisiyle de her zaman öznelerarası bir uzam kaplamaktadır9. Kış Günlüğü’nde Auster’in başka insanları kavraması ve onlarla temasa geçmesinin ifade biçimi çoğu zaman bedensel etkinlikler ve duygulanımlar çevresinde öbeklenmektedir. Auster’in metninde ben ile öteki arasındaki öznelerarasılık bedensel algı, etkilenim ve 8 “The very first of all cultural objects, and the one by which all the rest exist, is the body of the other person as the vehicle of a form of behaviour” (Merleau-Ponty, 2005, s. 312). 9 “True reflection presents me to myself not as idle and inaccessible subjectivity, but as identical with my presence in the world and to others, as I am now realizing it: I am all that I see, I am an intersubjective field, not despite my body and historical situation, but, on the contrary, by being this body and this historical situation, and through them, all the rest” (Merleau-Ponty, 2005, s. 403). 49 KIŞ GÜNLÜĞÜ: PAUL AUSTER’İN OTOBİYOGRAFİSİNDE BEDENİN FENOMENOLOJİSİ VE BEDENSEL ALGI SORUNU karşılaşmaların neticesinde kurulur. En basitinden en karmaşığına kadar bütün ben-öteki karşılaşmaları bu çizgide toplanmıştır denebilir. Auster’in detaylıca bahsettiği çocukluk oyunlarında bu ilişki çok canlı bir şekilde belirir. Atlamak, zıplamak, güreşmek, alt alta üst üste yuvarlanmak, sıçramak, çarpışmak gibi oyunsal eylemler otobiyografideki bedensel iletişimin erken örnekleri sayılabilir. Auster bunları dikkatli ve detaylıca betimlerken bu bedensel edimlerin birer iletişim biçimi olduğunu sezdirmektedir: Sen ve arkadaşların bu sözüm ona savaş oyunlarında öyle çevik, öyle esnek, savaşı kazanmak için öyle hırslısınız ki, birbirinize hırsla saldırıyorsunuz, minik gövdeler diğer minik gövdelerle çarpışıyor, birbirinizi yere yıkıyorsunuz, kollarınızı çekiştiriyor, birbirinizin gırtlağına yapışıyorsunuz, itişip kakışıyor, oyunu kazanmak için akla gelen her şeyi yapıyorsunuz, birer hayvan gibisiniz, vahşi mi vahşi birer hayvan (s. 35) Devam edilecek olduğunda okurun karşısına buna benzer sayısız örnek çıkar. Duygusal çöküntülere sebebiyet veren okul kavgaları; katıldığı dans partileri; 1968’de yer aldığı bir oturma eyleminde polisten dayak yemesi; araba kullanırken hızla gelen bir kamyonetin kendilerine çarpması sonucu ailesiyle geçirdiği ağır trafik kazası ve benzeri örnekler hem öteki ile ilişkinin bedensel boyutlarının Auster için ne denli önemli olduğunu vurgulamakta hem de onun benzeri edimlerle kendi toplumunun kültürüne uyum sağlama sürecini resmetmektedir. Tüm bu ben-öteki karşılaşmaları içerisinde Auster’in hayatında çok yer kaplamış ve otobiyografisinde de sıkça ele alınan bir bilme tarzı da erotik tahayyül ve cinsel pratiktir. Auster’in cinselliğini keşfettiği ilk yıllardan aktif bir cinsel yaşama uzanan süre içinde farklı kesitlerinden bahsettiği cinsel pratik hem kendi bedenini hem de ötekini tanımasında Auster’in geçirdiği en önemli süreçlerden bir tanesini ifade eder. Yaşıtlarına göre daha erken, kendi deyişiyle ergenlikten çok önce, başlayan cinsel uyanışları ergenliğe girdiği dönemde “ilahi bir mutluluk aracı” biçimini alarak onu “fallik saplantı yılları” diye adlandırdığı dönemle tanıştırır (s. 41). Ergenliği boyunca çok büyük bir merak ve cazibe kaynağı olan erotik itki onu çoğunlukla ürkek, yavan ve beceriksizliliklerle dolu maceralara iter. Bunun tecrübesizlik kadar etkili bir diğer sebebi 1950’lerde ve 1960’lı yılların başında yaşadığı yere hakim olan orta sınıf ahlakının cinselliği tabu olarak görmesidir. Bu dönemde cinsellikle ilgili deneyimleri bir performansı değil de daha çok pandomimi andırır. On altı yaşında iken bir randevu evinde ilk cinsel deneyimini yaşaması ve ilk defa çırılçıplak bir kadının karşısında kalması hayatının önemli tecrübelerinden biridir. Daha sonrasında 1970’lerde Paris’te yaşamakta iken, kendini çevreleyen büyük yalnızlık içerisinde hayat kadınları ile birlikte olma alışkanlığı edinmesi hem erotik doyum hem de bir anlamda tanınma ve kabul görme arayışına 50 BÜYÜKTUNCAY, M. EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013) bağlanmalıdır. Bu yıllarda Auster “ruhu henüz fahişeliğin kimliksiz ve yapay dünyasında tamamen boğulup gitmemiş bir insan yüzü arayarak kadınların vücutlarından çok yüzlerine ya da önce yüzlerine, sonra vücutlarına baktığını” fark eder (s. 49). Böyle birini Sandra adında yirmi beş-yirmi altı yaşlarında Fransız bir hayat kadını ile karşılaştığında bulduğunu düşünür. Onunla geçirdiği gece Auster’e göre çok özel ve ömrünün en mutlu anlarından biridir. Hatta bu mahrem yakınlığın etkisinde öylesine kalır ki, New York’a geri döndükten sonra uzunca birlikte geçirdikleri geceyi düşünürken bir ara ona evlenme teklif etmeyi dahi aklından geçirir. Tüm bu erotik deneyim ve maceralar benliğin eylem içerisinde başka benlikleri tanımasının bir veçhesidir kuşkusuz. Çünkü cinsel edim tam anlamıyla bedensel bir yönelmişliktir. Auster’in satırlarında erotizm, bedensel performans ile ötekini bilmenin en yalın ve dolaysız biçimlerinden biri olarak belirir. Merleau-Ponty’nin (2005) de belirttiği gibi, erotik algı nesnesini (cogitatum) hedefleyen bir düşünüm (cogitatio) değil bir bedenin dolaysızca diğerini arzulayarak ona yönelmesidir. Yalnızca bilinçte yer almaktan ziyade öncelikle cinsel edim sayesinde dünyada somut olarak vuku bulur (2005, s. 139). Bu anlamda Auster’in cinsel deneyimlerine ve erotik algıya otobiyografisinde azımsanmayacak bir yer vermesi onun kendi yaşamının farklı kesitlerinde erotizmi dünyayla bağ kurmanın ve ötekini tanımanın somut ve mahrem bir aracı olarak görmüş olması ile ilintilidir. Öteki ile kurulan tüm bu bedensel tanıma ilişkisinin bir sonraki boyutunu da ötekinin bedeninden hareketle onun bilincine ulaşma çabasında görürüz. Otobiyografik öznenin bilinci bir kez yalıtık ve saf bir kendi-için varlık (being-for-itself) olmaktan çıkarılıp dünyada bedenliliği sayesinde yer kaplayan, algılayan ve ürettiği davranışlar somutça gözlenebilen bir fail olarak kurgulandığında ötekinin bilincini anlamaya giden yol temizlenmiş olur. Öyle ki, Merleau-Ponty’nin sorusuyla ifade edilecek olursa, eğer benim bilincim bir bedene sahipse, neden öteki bedenler de bir bilince sahip olmasın (2005, s. 314)? Ancak kendi zihin durumlarım ile fiziksel davranışlarım arasındaki bağlılaşımı başkaları için de varsaydığımda, yani başkalarının duygulanımlarının davranışsal ifadelerini kendiminkilerle ile karşılaştırıp benimkilerle özdeş tuttuğumda, başka bilinçlerin varlığını ve işleyişini çıkarsayabilirim. Doğrudan deneyim sahasının dışında kalan başkasının bilincine bu yolla ulaşma çabasının bir örneğine Auster’in metninde okul yıllarında tanıştığı engelli arkadaşlarından bahsederken şahit oluruz. Çarpık vücutlu, kambur, kolsuz, cüce boylu vs. olan bu çocuklarla kurduğu ilişki en temelinde bir karşılaştırma ilişkisidir: Şimdi o günleri düşündüğün zaman, o insanların senin eğitiminin önemli bir parçası olduğunu, yaşamında onlar olmasaydı insan olmanın anlamını yeterince kavrayamayacağını, derinlikten ve merhametten yoksun kalacağını, acının ve eksikliğin 51 KIŞ GÜNLÜĞÜ: PAUL AUSTER’İN OTOBİYOGRAFİSİNDE BEDENİN FENOMENOLOJİSİ VE BEDENSEL ALGI SORUNU metafiziğini hiç algılayamayacağını hissediyorsun; çünkü onlar kahraman çocuklardı, kendilerine bir yer edinebilmek için ötekilerden on kat fazla çalışmak zorunda olan çocuklardı. Eğer yalnızca fiziksel açıdan kusursuz olan, biçimli vücutlarını olağan karşılayan senin gibi çocukların arasında yaşamış olsaydın, kahramanlığın ne demek olduğunu nasıl öğrenecektin (vurgu bana it, Auster, 2012, s. 165)? Bu engelli çocuklar Auster’de yalnızca basit bir acıma duygusu ya da yalın bir duygudaşlık yaratıyor olarak ele alınmamalıdır. Bunun ötesinde Auster’in çabası öncelikle kendi bedensel tamlığından hareketle ötekinin bedensel eksikliğine anlam vermek; ardından da kendi fiziksel kusursuzluğunun bilincinden fiziksel kusura sahip ötekinin bilinç deneyimini kestirmeye çalışmak yönünde adeta epistemik ve bilişsel bir çabadır. Fiziksel engellilik bilinci Auster’in otobiyografik öznesi için doğrudan deneyimin konusu olamasa da, o kendi fiziksel davranışları ile ötekinin gözleme açık fiziksel davranışları arasında bir bağlılaşım kurarak kendi yönelmişliklerinden ötekinin yönelmelerini çıkarsamayı dener. Merleau-Ponty’e (2005) göre, içeriden deneyimlediğim biçimiyle bilincim ile bedenim arasında ve ayrıca dışarıdan gözlemleyebildiğim kadarıyla bedenim ile ötekinin bedeni arasında içsel bir ilişki vardır; işte bu bağ sayesinde ötekinin bilinci de tamamlayıcı unsur olarak bu ilişkiler sistemine dâhil olur (2005, s. 315). İşte yukarıda alıntılanan Auster’in deneyimine ait bu betimleme böyle metodik bir zihinsel çıkarsama çabası olarak okunmalıdır. Spinoza’nın ruh-beden ilişkisi üzerine yukarıda değinilen düşünceleri hatırlandığında bu prensiplerin Auster’in yazı pratiğinde nasıl somutluk kazandığı daha belirgin hale gelecektir. Ona göre zihin ya da ruh kendisini ancak bedenin duygulanımlarının fikirlerine sahip olmakla ve onları kavramakla bilmektedir. Şu halde zihin kendisini bedenin geçirdiği değişimler, bedenin diğer nesne ve bedenlerle etkileşimi ve bu etkileşimlerin yarattığı duygulanımlarla bilir. Spinoza’nın ‘hayal etme’ ve ‘hatırlama’ gibi zihinsel işlemleri bedeni belli bir tarzda etkileyen dış etkenlerin ortadan kalkmalarından sonra da aynı etkenlerin hala varmış gibi bedende etki yaratmaya devam etmesi olarak tanımladığını hatırlayalım. Böylelikle tahayyül ve hatırlamanın özünde bulunan imgeleme (imaging) yetisi, kişinin kendi bedeniyle birlikte başkalarının bedenlerinin de farkında olmasına bağlıdır. O halde insan zihni farklı kaynaklardan gelen duygulanımların bedendeki izlerini sürerek hayal eder ve hatırlar. Hatta Lloyd’a (1996) göre, Spinoza düşüncesinde, insan zihninin bir geçmişe sahip olup onun üzerinde düşünebilmesinin olanağı ancak insanın farklı bedensel etkilerin izlerini sürebilme kapasitesince mümkün kılınır (s. 97). Hayal etme ve hatırlama da genel olarak yazı pratiğinin, özelde ise otobiyografi yazınının, en temel unsurlarıdır. İşte tam da bu anlamda Auster’in otobiyografisinin temel dinamiği kendini bedensel duygulanımların, itkilerin, arzuların, 52 BÜYÜKTUNCAY, M. EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013) bedenin tamlık ve noksanlıklarının, bedenin ritimlerinin, dahası bedenin tüm hallerinin ifadesinde bulur. Genel olarak kendisini yazmaya iten şey olarak tanımladığı bedene kulak verme güdüsü aynı zamanda bu otobiyografinin yazılış ilkesini de tarif etmektedir. Auster bunu şöyle dile getirir: Senin yaptığın işi yapmak için yürümek şarttır. Sözcükleri aklına getiren, kafanda yazarken sözcüklerin ritmini işitmene yardımcı olan şey, yürüyüştür. . . Yazmak gövdede başlar, gövdenin müziğidir ve sözcüklerin anlamı varsa, bazen anlamlı olabilirlerse, sözün müziği anlamların başladığı yerdir. Sözcükleri yazmak için çalışma masana oturuyorsun, ama kafanın içinde hala yürüyorsun, sürekli yürüyorsun ve işittiğin şey kalbinin ritmi, kalbinin vuruşu. . . Yazmak, dansın daha az gelişmiş biçimidir (vurgu bana ait, 2012, s.190191). Bu alıntıda iki noktayı açıkça görmekteyiz. İlkin, yazı masasının başında otururken yürüdüğünü düşünen ya da hatırlayan yazar eylem halindeki kendi bedenini ve bu eylemin bedeninde yarattığı duygulanımı hatırlamaktadır. Bu bedenin yazıyla olan ilişkisidir. Bunu dolaylı olarak takip eden ikinci önemli husus da bedenin eylemde bulunduğu mekânla olan ilişkisidir. Beden belirli bir mekânda gerçekleştirdiği etkileşim ve eylemlerle duygulanıp bunları hatırlıyorsa mekân algısı da hatırlama ve dolayısıyla yazmaya etki eden bir unsurdur. Beden ve Mekân Algısı Auster’in bedenini ve bedensel davranışlarını yazıya dökmesi süreci şüphesiz bedenin mekân içindeki hareketlerini ve mekânda konumlanışını da içermektedir. Auster, bulunduğu mekânlar ve gidip gördüğü yerler hakkında detaylı tasvirler sunar; öyle ki beden ve mekân zaten birbirinden ayrı düşünülemez. Tüm hareketleri içerisinde beden kaçınılmaz olarak bir mekânın koordinatlarına bağlıdır ve mekândaki nesnelerce kuşatılmıştır. Bu yüzden tüm bedensel hareket tasvirleri de doğal olarak bir mekân algısı üretecektir. Auster öncelikle kendini çok sık yer değiştiren birisi olarak tarif eder, hatta bu onun en ayırt edici özelliklerinden biridir: “durup da kim olduğunu düşündüğün zaman kendini işte böyle görüyorsun: yürüyen bir adam, ömrünü şehirlerin sokaklarında yürüyerek tüketmiş bir adam” (s. 55). Bu yer değiştirme alışkanlığı yalnızca şehir yürüyüşlerini değil büyük ölçekli yolculukları da kapsamaktadır. Bir başka yerde şöyle yazar Auster: “gövden hemen hiçbir zaman uzun süre yerinde duramadı; ülkenin haritasını açıp saymaya başlayınca elli eyaletin kırkına ayak basmış olduğunu görüyorsun” (s. 99). Buna ek olarak Auster eyaletler arası yaptığı birkaç günlük kısa seyahatlerden farklı ülkelere yaptığı daha uzun süreli seyahatlere kadar, her bir seyahatin süresini de içerecek şekilde, neredeyse iki tam sayfalık uzun bir döküm verir. Bu yoğun yer değiştirme vurgusunun bir anlamı bedenin ancak hareket halinde 53 KIŞ GÜNLÜĞÜ: PAUL AUSTER’İN OTOBİYOGRAFİSİNDE BEDENİN FENOMENOLOJİSİ VE BEDENSEL ALGI SORUNU bir mekân algısına varacağı tespitiyle kavranabilir. Daha doğrusu, bir bedenin kendi uzamsallığını ancak hareket halinde iken dış mekânla ilişki içinde oluşturduğu ve tanıdığı söylenebilir. Dolayısıyla bir bedene sahip olmak mekânda yer kaplamayı içerdiği ölçüde mekânsal ilişkiler kurmayı ve mekân bilgisini içselleştirip anlamayı da gerektirir. Bunu sağlayan en temel unsur da bedenin hareketidir. Bu doğrultuda Auster’in sık seyahatlerinin bir diğer sonucu da ona gerçeklik duygusuna dair bir yitim, gerçeğe aykırı bir “hiçbir yerde değilmişsin duygusu” (s. 101) vermesidir. Çok sık seyahat edip yoğun biçimde yer değiştirmenin sonucu olarak ait olduğu ‘burası’ ile yabancı ‘orası’ arasındaki fark çözülmeye uğrar ve her yerde yabancı hissetmeye başlar. Bu limit durum deneyimi bedenin mekânla olan ilişkisindeki tanıma, konumlanma ve anlama ilgilerinin son noktasına varmış halidir. Bu radikal biçimiyle de aslında temel tespiti, yani kişinin bulunduğu mekâna dair algısını hareket eden bedeni aracılığıyla kurması deneyimini, farklı bir yönden ve çok gerçekçi olarak ortaya koymuş olur. Bedenin mekânla ilişkisinin bir başka kuruluş tarzı da öznenin bedenselliğinin sağlamış olduğu perspektif kadarıyla mekânı ve içindekileri algılamasıdır. Nesnelerin öznenin bilincine verilişi uzamda yer kaplayan bedenin mekânla belli bir perspektif üzerinden ilişki kurmasıyla gerçekleşir. Nesnelerden özneye ulaşan sayısızca çeşitli nitelik ve duyumlar (sensation) ancak mekân tarafından örgütlenerek bir perspektife sunulmasıyla anlam kazanır. Bedenin sağladığı perspektif üzerinden mekânca örgütlenmiş nesne niteliklerini algılamak sonucunda duyumlar oluşur. Merleau-Ponty’e (2005) göre, bu yüzden, tüm duyular (senses) uzamsaldır (s. 194). Bu durum özellikle görme duyusu örneğinde açıkça anlaşılabilir. Tüm duyular gibi görme de bir ‘saha’ ve ‘ufuk’ içerisinde gerçekleşir. Bir öznenin görüş sahası onu herhangi bir çaba olmaksızın ilk bakışta gördüğü şeyler ve nesnelerin gördüğü yüzeyleriyle olduğu kadar göremediği nesne ve yüzeylerle de ilişkiye sokar. Nesneler sistemiyle kurulan bu ilişki bedenin uzamsal bir perspektifle bir alana ya da ufuğa ait olmasının sonucudur. Auster’in betimlediği çocukluğuna ait bir duyu deneyimi duyumsama ediminin beden ve mekânla ilişki kurma tarzını özetler niteliktedir: Minik bedeninin, yani üç-dört yaşındayken sana ait olan bedenin yere yakınlığı, ayaklarınla başın arasındaki mesafenin kısalığı ve artık farkına varmadığın şeylerin bir zamanlar nasıl hep gözünün önünde olduğu ve aklını kurcaladığı: emekleyen karıncaların ve kaybolmuş bozuk paraların, kırılmış dalların ve ezilmiş şişe kapaklarının, karahindibaların ve yoncaların ufacık dünyası. Özellikle de karıncalar. En iyi anımsadıkların onlar. Toprak tepeciklerinden içeri dışarı gidip gelen karınca sürüleri (s. 10-11). 54 BÜYÜKTUNCAY, M. EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013) Perspektif ve mekân ilişkisi bağlamında duyu deneyimi edinme, daha önce yukarıda değinildiği gibi, nesnelerin bana kendilerini ifşa etme tarzıdır. Görme özelinde bu deneyim görülen nesneye yerleşme, onda ikamet etme biçiminde gerçekleşir. Bu yüzden, daha önce de belirtildiği gibi, görme asla nötr değil her zaman anlam yüklüdür; duyu deneyimlerimize anlam yüklemek de o halde daima bedenle ilişkilidir. Bu bağlamda Auster’in çocukluğuna ilişkin en canlı anılarının bir kısmının küçük nesneler ve küçük canlılar dünyasına ait olması tesadüf değildir. Dolayısıyla burada bir adım ileri atıp anıların da bedenden hareketle anlam yüklü olduğu tespitini yapmak pek de yanlış olmayacaktır. Öznenin bedeni aracılığıyla mekânla ilişkisi sayesinde dışsal nesneleri duyumsamasında olduğu gibi aynı öznenin hem kendi bedenini algılaması hem de diğer öznelerce algılanması da yine bir mekansal artalana ait olmasıyla mümkündür. Şu durumda artalandan soyutlanmış canlı bir beden, Merleau-Ponty’nin (2005) deyişiyle, yakından bakılınca tıpkı ay yüzeyinin teleskop merceğine yansıyan bir kesiti ya da mikroskop altında incelenen bir deri parçası gibi boyutsuz ve yabancı görünecek; dahası artık canlı bir beden gibi kavranamayacaktır (s. 271). Kişinin bedenini algılaması ve beden olarak başka öznelerce kavranması, yer aldığı artalana ve kendisini çevreleyen nesnelere yön, mesafe ve benzer ilgilerle bağlanmasıyla olanaklıdır. Beden bir mekân içinde çevreye yönelirken adeta uzuvlarından dışarıya uzanan bir “yönelmişlik ağı” (intentional threads) ile çevresini bilir ve kendisini artalanda konumlandırır (Merlau-Ponty, 2005, s. 114). Böylelikle hem algılama hem de algılanma kapasitesine sahip olur. Auster bu beden-artalan ilişkisinin farkındadır ve otobiyografisini bu ilkeyi göz önünde bulundurarak yazar. Onun yıllar içerisinde yaşadığı yirmibir farklı adreste bulunan farklı evleri, “bugüne kadar geçen yıllar boyunca gövde[si]ni yerleştir[diği] yerler[i]” (s. 55), detaylarıyla kırk sayfayı aşan bir uzunlukta ve her birine ayrı bir başlık açarak betimlemesi bunun en belirgin kanıtı sayılabilir. Bu anlamda Auster’in geçmişini hatırlaması süreci mekânların organizasyonu ve artalandaki etkileri bedeniyle duyumsamış olması üzerinden gerçekleşmektedir. Dolayısıyla da Auster’in beden ve mekâna dayalı bu hatırlama pratiği de anlatı yapısı ve üslubunu da doğrudan etkilemektedir. Anlatının Beden Prensibine Göre Yapılanması Auster’in otobiyografisi hikâye kesitleri ve anılarla gelişigüzel örülmüş bir metin hüviyetindedir. Görünüşte herhangi bir anlatı tasarımı veya modeli izliyor değildir; ancak bu düzensiz anlatı akışının altında hatırlama ve yazmanın bedenin ilgilerince güdümlendiği fark 55 KIŞ GÜNLÜĞÜ: PAUL AUSTER’İN OTOBİYOGRAFİSİNDE BEDENİN FENOMENOLOJİSİ VE BEDENSEL ALGI SORUNU edilmektedir. Bu bakımdan metnin bedendeki yaraların, bedensel duygulanım ya da duyumsamaların ve öteki bedenlerle etkileşimin hatıraları ile biçimlenip ilerlediği gözlenmektedir. Bu durumda okur bedeni dirimsel, algısal ve simgesel vb. işlevlerin her biri ile kavramaya çalışan bir metinle karşı karşıyadır. Bu yüzden de Auster’in otobiyografisi bedensel ilgi ve ilişkilerden hareketle çağrışımsal olarak ilerleyen ve kronolojik olarak çizgisel bir yol takip etmeyen bir metindir. Çağrışımlar ise otobiyografik özneyi hatırlama ve yazma pratiğinde zaman ve mekân kesitleri arasında serbestçe gezinir kılmaktadır. Bedenin duygulanımları birbirinden ‘farklı doğrultularda ilerleyen çağrışım bağları’ kurdukça kişinin hafızası da benzer yollardan farklı çağrışımları takip etmeye yönelir (Lloyd, 1996, s.56). Auster’in bedensel işlevlerden hareketle çağrışıma dayalı hatırlamasının küçük bir örneğine çocukluğunda ilk defa kendi başına banyo yaparken kendi cinsel organını gözlemesinde rastlanır. 1952 yazıdır ve Auster beş yaşındadır. Yeterince büyüdüğü düşünülerek tek başına banyo yapmasına izin verildiği için küvete uzanmış yıkanmaktadır. Belki de ilk defa bu deneyimle kendi cinsel organına yakından ve dikkatli bakma fırsatı bulduğundan yeni bir keşif yapıyor duygusuyla onu farklı nesne ve şekillere benzetmeye başlar. Anlatıcının çocuk gözüyle cinsel organını miğfer giymiş bir itfaiyeciye benzettiği paragrafı hemen takip eden bir diğer paragraf aniden bu banyo sahnesini anlatmayı bırakarak keskin bir sıçramayla anlatıcının ileriki yaşlarında yaşadığı “sidik zorlamaları,” “çişini tutmak” ve “altına kaçırmak” gibi deneyim ve düşüncelerden bahsetmeye başlar (s. 21). Görülür ki anlık bir çağrışımla metin aniden yön değiştirmiş; zaman ve mekân kesitlerini delerek geçmiştir. Böylece, bu ve benzeri tüm diğer örnekler ışığında, metinde bedensel işlevlerin hatırlanmasının temel düzenleyici ilke olarak görev yaptığı söylenmelidir. Zira bu otobiyografinin bedensel hafızaya kulak vermesidir. Sıçramalarla ilerleyen bu otobiyografide tutarlı ve iyi düzenlenmiş bir akış aramak boşunadır; ancak mutlaka anlatıda temel bir izlek aranacak ise, bu Auster’in bedeninin hikâyesinin dışında bir yerde bulunamaz. Ölen annesinin ardından geçirdiği panik ataktan ve annesinin babasıyla geçmişteki sorunlu evliliğinden bahsederken Auster dolaylı olarak anlatıya hem biçim hem de üslup kazandıran temel ilkeye şu sözlerle yer vermektedir: Söylenebilecek her şeyin içeriden, senin içinden derlenmesi, gövdende taşımaya devam ettiğin ve hiçbir zaman tam olarak kestiremeyeceğin nedenlerden ötürü seni soluk alamayarak ve ölmek üzere olduğunu düşünerek yemek odasında yere yıkan anılar ve sezgiler birikiminden çıkarılması gerekiyor (vurgu bana ait, s. 116). 56 BÜYÜKTUNCAY, M. EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013) Geçmiş tecrübelerin kişinin içeriden deneyimlediği gibi hatırlanarak derlenmesi ile kastedilen şey bedenin hem zihin durumlarından hem de dış uyaranlardan etkilenişini merkeze alan bir hatırlama ve yazma pratiğidir. Bu ise Merleau-Ponty’nin, yukarıda tanımlanmış olan, öz-beden (corpse-propre) kavramıyla işaret ettiği şeyde ifadesini bulmaktadır. Öznenin içerden deneyimlediği şekliyle kendi bedeni olan öz-beden hem dış dünya ile teması sağlamakta hem de bilincin anlamlandırma süreçlerini belirlemektedir. Metinde bu iç deneyime dayalı öz-beden vurgusu Auster’i hem algılama edimlerine odaklanmaya hem de otobiyografik öznenin bilinç edimlerini bedensel davranışlar üzerinden yazıya dökmeye yöneltmektedir. Dolayısıyla Auster’in otobiyografisinde deneyim ve algılar anlatıcının kendisine öz-bedenin yaşantıları ile okura da gözlemlenebilir davranış kalıplarının betimi ile bilinir kılınmaktadır. Kış Günlüğü’nün en önemli üslup özelliklerinden biri de ikinci tekil şahıs anlatısı olarak yazılmış olmasıdır. İkinci tekil şahıs ağzından kaleme alınan otobiyografik anlatı adeta anlatıcının kendisiyle diyalog halinde olarak algılanıp bu kurguyla okunmasına müsaade eden bir özelliktir. Bu üslubun önemi ise yukarıda belirtilen öz-beden – iç duyum – davranış ilişkisi çerçevesinde daha da belirgin kılınmaktadır. Öncelikle ikinci tekil şahıs anlatısı anlatıcının kendi kendisine ‘sen’ zamiriyle hitap etmek suretiyle öz-bedeniyle deneyimlediği iç duyumları sanki karşısındaki bir muhataba anlatıyormuşçasına dile getirmesini sağlar. Dolayısıyla algı ve duyumları tamamen sübjektif ve sınırları belli olmayan bir bilinç dünyasından çıkarıp karşıda var sayılan diğer bir özne tarafından (‘sen’ zamiriyle karşılanan muhatap anlatıcının kendisi de okur da olabilir) kavranabilir hale getirmek bu anlatım üslubunun en belirgin işlevlerinden biri olarak ortaya çıkar. İkinci olarak ise öz-bedenin davranışları ikinci tekil şahıs anlatısı ile bedenin dışarıdan gözlemlenme imkânını taşır hale gelir. Daha doğrusu anlatıcının davranışları böylesi bir üslup özelliği sayesinde nesnelleştirilmiş ve bilinç içeriği de adeta davranışlar biçiminde somutlaşarak öznelerarası bir ortamda ifade bulmuş olur. Böylelikle ikinci tekil şahıs anlatısı Auster’in otobiyografisinde bilinç ve beden arasındaki kadim uçurumun somut davranışlar sayesinde aşılarak kapatılmasını üslup yönünden destekler. 57 KIŞ GÜNLÜĞÜ: PAUL AUSTER’İN OTOBİYOGRAFİSİNDE BEDENİN FENOMENOLOJİSİ VE BEDENSEL ALGI SORUNU Sonuç Paul Auster, Kış Günlüğü adlı eserinde, otobiyografiye konu olan öznenin kurgulanmasında vücut bulma unsurunu belirgin olarak diğer unsurlara oranla daha baskın biçimde kullanmıştır. Öyle ki metinde anlatıcının hatırlama, kimlik edinme, deneyimleme ve fail olarak eylemde bulunma unsurlarıyla kendisini gerçekleştirmesi hep bir bedene sahip olmak üzerinden tanımlanmış ve örneklendirilmiştir. Auster’in anlatıcı olarak metni biçimlendirmesi bedensel duyumların çağrışımsal hatırlanmasına ve bedensel hafızanın ifade bulması esasına dayanır. Beden sahibi olmaya yapılan bu vurgu sayesinde Auster aslında bilinç dünyasının davranışlarda bulduğu tezahürü betimleyerek iç dünyasına daha somut bir temsil biçimi aramaktadır. Bu bakımdan onunki özneyi iç dünyasının yalıtılmışlığında yer alan saf bir bilinç şeklinde değil; aksine somut ve bedensel duyumsama süreçlerinin tam ortasında dış dünyaya yönelen bir bilinç şeklinde betimleyen bir otobiyografidir. Bu bağlamda Auster’in otobiyografik anlatıcısının kendini ve ‘öteki’leri mekânla ilişki içerisinde algılayıp hatırlaması önem kazanır. Bu anlamda metin kronolojik değil mekânsal ilişkilerle hatırlamaya dayalı bir yazı pratiğinin ürünüdür. Bu yazı pratiği de nihayetinde öznenin iç ve dış duyumlarını kendi bedeninin içinde yaşadığı ve içeriden deneyimlediği biçimiyle ifade etme çabasının yansımasıdır. Sonuç itibarı ile böylesi bir otobiyografi politikası aracılığı ile yazar temsil ettiği özneyi zihin-beden uçurumuna yuvarlanmaktan kurtarmakta ve bu ayrımı aşma yönünde bir biçim ve üslup tavrı sergilemektedir. 58 BÜYÜKTUNCAY, M. EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013) KAYNAKÇA Auster, P. (2012). Kış Günlüğü. İstanbul: Can. Gürsoy, K. (2007) Maurice Merleau-Ponty’de Algı Problemine Giriş. Ankara: Lotus. Husserl, E. (2003). Fenomenoloji Üzerine Beş Ders. H. Tepe (Çev. Ve Giriş). Ankara: Bilim ve Sanat Küçükalp, K. ( Yazar ve Ed.). (2010). Husserl. İstanbul: Say. Lloyd, G. (1996). Philosophy Guidebook to Spinoza and the Ethics. London: Routledge. Merleau-Ponty, M. (2005). Phenomenology of Perception. C. Smith (Çev.). Routledge. (Ekitap). (İlk Baskı 1962). Merleau-Ponty, M. (2010). Algılanan Dünya. Ö. Aygün (Çev.). İstanbul: Metis. (İlk Baskı 1948). Smith, S. Watson, J. (2001). Reading Autobiography: A Guide for Interpreting Life Narratives. Minneapolis: University of Minnesota Press. Spinoza, B. (2009). Etika. H. Z. Ülken. (Çev.). Ankara: Dost. Tepe, H. (Çev.). (2003). Giriş. Fenomenoloji Üzerine Beş Ders. H. Tepe (Çev. Ve Giriş). Ankara: Bilim ve Sanat Waldenfels, B. (2010). Fenomenolojiye Giriş. M. Keskin (Çev.). İstanbul: Avesta. 59 EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013) 60 ÇAĞLAR, N., ULTAV, Z.T., BOYACIOĞLU, E. EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013) Dokuz Eylül Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi Cilt: 2 Sayı: 3 2013 SEVGİ SOYSAL VE YENİŞEHİR’DE BİR ÖĞLE VAKTİ ROMANINDAN MİMARİ/KENTSEL MEKÂNA İLİŞKİN ÇIKARIMLAR Nur ÇAĞLAR*, Zeynep TUNA ULTAV** ve Esin BOYACIOĞLU*** ÖZET Pek çok ünlü yazar kentsel yaşamı romanlarında aktarmıştır. Bu kentsel yaşamlar; yazarın gözlemleri, imgelemi ve anıları üzerine yeniden yapılandırılarak yazınsal mekânlara dönüştürülmüş, gerçek veya düşsel kentler olarak okuyucuya sunulmaktadır. Edebiyattaki bu yazınsal mekânlar, mekânların kurulmasını ve mekân kavramını, mimarlığın ve kentsel mekânın kendi disiplinine ait sınırları dışındaki öznelerin gözünden anlamamıza yardımcı olmaktadır. Bu bağlamda, çürüyen bir kavak ağacının devrilme sürecini kapsayan bir buçuk saatlik zaman dilimini öyküleştirirken; kentin zaman, mekân ve insan ilişkilerini de yansıtan ve Sevgi Soysal tarafından 1973 yılında kaleme alınmış olan Yenişehir’de Bir Öğle Vakti romanı incelemeye değerdir. Soysal, Ankara kentindeki kentsel yaşamın modernizasyonunu, roman boyunca hassas gözlemlerine dayanan eleştirel bir anlayışla, gerçekçi bir biçimde tasvir etmektedir. Romanı mekânsal olarak okumanın Ankara kentsel peyzajına dair epistemolojik alana katkıda bulunacağına inanılmaktadır. Sonuç olarak, bu makalenin amacı, 1970’ler Ankara’sında bulunan kentsel mekânların, özellikle modernizasyon sembolü olan Yenişehir sokaklarının anlamlarını analiz etmektir. Günden güne değer kaybettiği düşünülen Ankara’nın modern kentsel peyzajının gerçek anlamını kavramak, korumak ve sürdürmek için bu anlamların ortaya çıkarılması gereklidir. Keywords: Yenişehir’de Bir Öğle Vakti, Sevgi Soysal, Kentsel Peyzaj, Edebiyat. SEVGI SOYSAL AND ARCHITECTURAL/URBAN SPACE ILLUSTRATIONS FROM HER NOON-TIME IN YENISEHIR (YENIŞEHIR’DE BIR ÖĞLE VAKTI) NOVEL ABSTRACT A notable feature of several well-known novelists is their description of urban life. These urban lives are presented to the readers as taking place in real or imaginary cities that * Prof. Dr., TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi, Güzel Sanatlar, Tasarım ve Mimarlık Fakültesi, Mimarlık Bölümü, [email protected] ** Yrd. Doç. Dr., (İletişimi Sağlayan Yazar), İzmir Ekonomi Üniversitesi, Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesi, İçmimarlık ve Çevre Tasarımı Bölümü, [email protected] *** Doç. Dr., Gazi Üniversitesi, Mühendislik ve Mimarlık Fakültesi, Mimarlık Bölümü, [email protected] 61 SEVGİ SOYSAL VE YENİŞEHİR’DE BİR ÖĞLE VAKTİ ROMANINDAN MİMARİ/KENTSEL MEKÂNA İLİŞKİN ÇIKARIMLAR are transformed into literary spaces, restructured on the observations, imagination and memories of the writer. These spaces, portrayed in literature, contribute to an understanding of the conception and construction of space from the point of view of those outside the disciplinary boundaries of architecture/urban space In this respect, it is important to examine the novel Noon Time in Yenişehir (Sevgi Soysal, 1973), because it reflects the relationship between time-space and the users of the city, through the fictionalization of the short period in which a poplar tree falls down. Soysal offers a realistic and critical understanding of the modernization of the urban life in the city of Ankara through sensitive observations sustained throughout the novel. It is believed that interpreting the novel in spatial terms will contribute to the epistemological realm related to the urban landscape of Ankara. Thus, the aim of this paper is to analyze the meanings of urban spaces that existed in Ankara in the 1970s, especially the streets of Yenisehir, in terms of the symbolization of modernization. An understanding of these meanings is necessary in order to comprehend, preserve and sustain the real significance of the modern urban landscape of Ankara, which is being constantly eroded. Keywords: Noon-Time in Yenisehir, Sevgi Soysal, Urban Landscape, Literature 1. Başlarken Birçok ünlü yazar, eserlerinde kent yaşamını betimlemektedir. Bu kentler; yazarın gözlemleri, imgelemi ve anıları üzerine yeniden yapılandırılarak yazınsal mekânlara dönüştürülmüş, gerçek veya düşsel kentler olarak okuyucuya sunulmaktadır. Lefebvre’e (1998) göre, yazınsal mekânın nitelikleri çoğu zaman, gündelik yaşantının geçtiği mekânların niteliklerine eştir. Bu nedenle, gündelik olanın edebiyat alanında aniden belirivermesini büyük bir özenle incelemek gerekmektedir. Gündelik yaşantı, bu yolla, edebiyat, yani dil ve yazı aracılığıyla düşünce ve bilincin alanına girmektedir (s. 8). Mimarlık kültürü ve mesleği ile ilintili konularda yapılan çalışmalarda, mimarlık alanında bilgi birikimi ve deneyime sahip olan yazarların eserlerinden, görüş, düşünce ve önerilerini paylaşmak, öğrenmek, irdelemek, tartışmak, eleştirmek ve/veya yeni bir kuram oluşturmak anlamında zaten yararlanılmaktadır. Mimar olmayan yazarların mimari bir bilinç ve kaygı duymadan yazdıkları eserlerden yararlanmak ise toplumun mimar olmayan çoğunluğu içinden, duyarlı bir gözlemci olan yazarın mimari konulara yaklaşımını öğrenmek ve irdelemek açısından önem taşımaktadır (Tümer, 1981, s. 38). Yazınsal metinler, öğretici (didactic) ve esinlenici (inspirational) çıkarımlar sağlamaktadır. Öğretici (didaktik) çıkarımlar, metnin bütününün barındırdığı, öykülendiği zamana ve mekâna dair eleştirel yorumlardan elde edilmektedir. Esinlenici çıkarımlar ise başlıca iki yaklaşım ile elde edilmektedir. Birincisi, yazın eserinde öykülenen ve ayrıntılı olarak betimlenen mekânın doğrudan görsel okumasına dayalı durağan yorumlama ile 62 ÇAĞLAR, N., ULTAV, Z.T., BOYACIOĞLU, E. EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013) mekânsal nitelik ve yazın eserinin öz varlığı arasında kurulan soyut iletişimden ortaya çıkan dinamik yorumlama; ikincisi ise mimarın okumalardan güdülenerek mimari üretime dair yazmaya başlamasıdır (Antoniades, 1992, s. 103-5).2 Her iki yaklaşım da mimarlığın bilgi alanını doğrudan beslemektedir. Yazınsal mekânın mimari/kentsel mekânı sorgulama aracı olarak geliştirilmesi mekânbilim araştırmaları için geniş bir çalışma alanı ve kaynak sunmaktadır. Bu bağlamda, romanda yer alan öykünün mimari/kentsel mekânın fiziksel, sosyal ve kültürel boyutuna ilişkin gerçekçi bilgiler barındırdığı ve yazınsal eserin mimari/kentsel mekâna dair çalışmalara kaynak oluşturacağı görüşü benimsenmektedir. Roman, adeta bir işlik görevi üstlenerek mimarlık disiplininin kendi sınırları içinde açıklama getirmekte yetersiz kaldığı mimari/kentsel mekânlarda geçen gündelik yaşantıya dair olgulara dikkat çekmektedir. Çünkü roman, Werth’in (1995) anlatımıyla, okuyucunun, yazarın yarattığı karakterler aracılığıyla yazınsal mekânlar, anlatı zamanı ve kurgulanan yaşantılar arasında zihinsel olarak dolaşmasına olanak sunmaktadır (Werth’ten aktaran Saatçıoğlu, 2002, s. xiii). Okuyucu, bu dolaşma sırasında gerçek kentler, saklanmış kentler, hayali kentler, efsanevi kentler, görünmez kentler gibi çeşitli kent peyzajlarıyla karşılaşmaktadır (Grau, 1991, s. 1-4). Joyce’un Dublin’i, Dickens’in Londra’sı, Proust’un Paris’i, Kafka’nın Prag’ı, Borges’in Buenos Aires’i, Gogol’un St. Petersburg’u, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Ankara’sı, Murathan Mungan’ın Mardin’i, Orhan Pamuk’un İstanbul’u3 eserlerde öykülenen gündelik yaşantıyı biçimlendirmek üzere gerçekçilikle ele alınmış kentlerdir. Sevgi Soysal’ın yaşadığı kent Ankara’nın mimari/kentsel mekânlarını gerçekçilikle betimlediği Yenişehir’de Bir Öğle Vakti4 (1973) adlı romanı da incelenmeye değer örneklerden biridir. Bu bağlamda, bu çalışmada Yenişehir’de Bir Öğle Vakti’nde anlatılan mimari/kentsel mekânlara dair bilgilerin arkeolojisini yapma yöntemi benimsenmektedir. Seçilen eser, tutarlı ve homojen bütünlüğünün kurulması, metinsel çözümleme düzeyinin ve onun için uygun olan elemanların tanımlanması, bütünü belirginleştirmek olanağını veren ilişkilerin belirlenmesi (Foucault, 1999, s. 23–24) için mimari/kentsel bilinçle okunmaktadır. Okuma sürecinde yazınsal mimari/kentsel mekânların romandaki karakterler için barındırdığı anlamın çözümlenmesi amaçlanmaktadır. Metindeki anlam potansiyeli ve anlamın yorumlanmasını Fairclough (1992) şöyle açıklamaktadır: 2 Antoniades’e ait terimlerin çevirisi yazarlara aittir. Kentler ve yazarlar arasında kurulan bu ikili ilişkileri çeşitlendirmek mümkündür. Örneğin Londra Woolf, St. Petersburg Dostoyevski ile örneklendirilebilmektedir. İstanbul-Orhan Pamuk ilişkisini, mimarlık çerçevesinde en kapsamlı ortaya koyan çalışma ise Bolak’a aittir. 4 Roman, 1974 Orhan Kemal Roman Ödülü’nü almıştır. Bu ödülün, Orhan Kemal tarafından savunulan sosyal realist edebi anlayış geleneğine sahip romanlara veriliyor olması da (Furrer, 2004, s. 65), romanın gerçekçi yapısının izlerinden birisidir. 3 63 SEVGİ SOYSAL VE YENİŞEHİR’DE BİR ÖĞLE VAKTİ ROMANINDAN MİMARİ/KENTSEL MEKÂNA İLİŞKİN ÇIKARIMLAR Metinler, geleneklerle yoğrulmuş, geçmiş söylemsel uygulamanın anlam potansiyeliyle donatıldığı biçimlerden oluşmaktadır. Biçimin anlam potansiyeli genellikle ayrışıktır; çeşitli, üst üste gelen ve bazen çelişkili anlamlardır ki bu yüzden metinler genellikle oldukça kararsız ve yoruma açıktırlar. Yorumlayıcılar bu gizil kararsızlığı özel bir anlam ya da almaşık anlamlar kümesi seçerek indirgerler. Anlamın yoruma dayalılığını akılda tutarak, hem biçimlerin potansiyeli için hem de yorumlamada gönderme yapılan anlamlar için ‘anlam’ ifadesini kullanabiliriz (s.75).5 2. Yenişehir’de Bir Öğle Vakti ve Yenişehir Sokakları Soysal, Yenişehir’de Bir Öğle Vakti adlı romanında, 1970’lerin Ankara’sını ve kentsel yaşantının modernleşmesini eleştirel bir yaklaşımla, kendi duyarlı gözlemlerine dayanarak ve gerçekçi bir dille anlatmaktadır. Roman, çürüyen bir kavak ağacının devrilme sürecini kapsayan bir buçuk saatlik zaman dilimini öyküleştirirken, kentin zaman, mekân ve insan ilişkilerini de yansıtmaktadır. Yazar, gündelik yaşantının içinden seçerek romana uyarladığı çeşitli karakterler aracılığıyla kentin mekânsal ve yaşamsal niteliklerini irdelemektedir. Aynı zamanda, kent mekânlarının değişen anlamını, farklı sosyal, ekonomik, toplumsal ve kültürel artalandan gelen karakterlere göre vurgulamaktadır. Yazarın, orada bulunma nedenlerini kendi ağızlarından aktardığı karakterler, bir öğle vakti kent merkezinde karşılaşan insanlar kadar canlı ve gerçektir. Bu bağlamda, Sevgi Soysal’ın Yenişehir’de Bir Öğle Vakti romanı üzerinden yapılan okumanın Ankara’ya dair mimari/kentsel bilgi birikimine katkı sağlayacağına inanılmaktadır.6 Hem karakterler açısından hem de Yenişehir’in, Soysal’ın yaşamının bir bölümüne tanıklık etmesi nedeniyle otobiyografik ögeler barındıran romanda, Doğan’ın (2003) deyişiyle, “…öncelikle mekân kavramının sağlam bir altyapıya sahip olduğunu görmek ve başkentin neredeyse bir karakter olarak öne çıktığını düşünmek mümkün[dür]” (s. 213).7 Soysal da, Orhan Duru’nun 1973’te kendisiyle gerçekleştirmiş olduğu söyleşide, romandaki sosyolojik betimlemelerin mekânla olan etkileşimini şöyle ortaya koymaktadır: “Yenişehir’de Bir Öğle Vakti’ndeki kahramanların paylaştığı, içinde rol aldıkları olay, kavağı kurutan 5 Çeviri yazarlara aittir. Bu metinde kısmen, Gazi Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü Mimarlık Anabilim Dalı’nda, Prof. Dr. Nur Çağlar tarafından verilen M550 Mimari Tasarımda Sokak yüksek lisans dersi kapsamında çeşitli dönemlerde yapılan, edebiyat ve kent, edebiyat ve sokak araştırmaları ve okumalarına dair öğrenci sunumlarından yararlanılmıştır. 7 Hatta Soysal, bir söyleşide, devrilen kavak ağacı için Piknik mekânının yanında devrilen kavaktan esinlendiğini belirtmektedir: “Evet, yoksa durup dururken, bir kavak benzetmesi yapmak, yazarlığımda genellikle başvurmadığım bir yol. 12 Mart 1971 sıralarıydı. Piknik’in orada bir kavak devrildi, itfaiyeciler geldi. Ben de tesadüfen ordaydım. Bu karşılaşma etkiledi beni. Kavağın devrilişi sürecinde düşüncemde kurduğum bağlantıları yazmak istedim. Sonuç: ‘Yenişehir’de Bir Öğle Vakti’ oldu” (aktaran Uyguner, 2002, s. 250). 6 64 ÇAĞLAR, N., ULTAV, Z.T., BOYACIOĞLU, E. EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013) coğrafyadaki (Kızılay’daki Piknik arası) değişim kesitidir. Benim için, onların o değişim kesitindeki rolleri, bu coğrafyayı bütünlemektedir” (Duru’dan aktaran Uyguner, 2002, s. 249). Romanda karakterlerin farklı sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik artalanları doğrudan değil de yaşadıkları kentsel mekânlar, oturdukları ev, eğitim durumları, yaptıkları iş, yaşam tarzları, giyinme ve yeme alışkanlıkları gibi ayrıntılar aracılığıyla sunulmaktadır. Anlatı zamanının bir öğle vakti kadar kısa olma nedeni ise, romanın zaman parametresinden çok, mekân parametresine bağlı olarak gelişmesidir. Bu nedenle çalışma kapsamındaki okumalar, daha çok kentsel peyzajın başlıca öğesi olan ‘sokak’ mekânı üzerinden yapılmaktadır. Sokak, romanda, karakterlerin gündelik yaşantılarının geçtiği sahne olarak kurgulanmaktadır. Romandan kesitlenen bölümlerde, sokak mekânının fiziksel, işlevsel ve sosyal özellikleri irdelenmekte ve sokağın gündelik yaşantının niteliği üzerindeki güçlendirici etkisi ile sokağa kazandırdığı anlam; fiziksel, işlevsel, çevresel ve sosyal düzeylerde tartışılmaktadır. Bu bağlamda, 1970’lerin Ankara’sında var olan kentsel mekânların, özellikle Yenişehir sokaklarının anlamı irdelenmektedir. 3. Sokağın Anlamı Üzerine Sokak, uygarlıkların başlangıcından günümüze değin kentlerin başlıca yaşam alanıdır. Sokaklar ve kaldırımlar, kentin asal kamusal mekânlarıdır ve yaşamsal organlarıdır. Sokağın, kenti oluşturan en önemli ögelerden biri olması durumunu Jane Jacobs (1961), “Bir kent düşünün; aklınıza ne gelir? Sokakları. Eğer bir kentin sokakları ilginçse, kent de ilginç görünür; kasvetliyse, kent de kasvetli görünür”8 (s. 37) ifadesiyle açıklamaktadır. Sokak, bir yandan kentin çeşitli kesimleri, yapılar ve yaşantılar arasında bağlantı kurmak üzere dolaşım işlevi üstlenirken, diğer yandan gündelik yaşantının sahnesi olmaktadır. Bu özelikleri ile sokak, yalnız devinimin değil dinginliğin de mekânıdır. Norberg-Schulz’un sözleriyle, “…Sokak küçük bir evrendir, kentin yoğunlaştırılmış özelliklerinin, tarihin ve yaşamın kesitleri tarafından biçimlendirilen ayrıntılarının sunulduğu yerdir”9 (Norberg-Schulz’dan aktaran Moughtin 2003, s. 138). Yenişehir’de Bir Öğle Vakti’nin karakterleri, farklı sosyal artalandan gelen, kentin merkezinde karşılaşan, konuşan ve sonra ayrılan insanlardır. Roman, kendi kurgusu içinde bir karakterden diğerine geçerken kentteki çeşitli sosyal/ekonomik kesimlerin yaşamlarına ve 8 9 Çeviri yazarlara aittir. Çeviri yazarlara aittir. 65 SEVGİ SOYSAL VE YENİŞEHİR’DE BİR ÖĞLE VAKTİ ROMANINDAN MİMARİ/KENTSEL MEKÂNA İLİŞKİN ÇIKARIMLAR sokakta bulunma nedenlerine dair bilgiler vermektedir. Karakterler tezgâhtardan profesöre uzanan geniş bir yelpaze oluşturmaktadır. Birbirine sokakta rastlayan karakterlerin öyküsü sırayla karşımıza çıkarak ustaca birbirleriyle ilişkilenmektedir.10 Bu anlamda, roman, 1970’lerin Ankara’sında yaşayan insanlardan esinlenerek canlandırılmış karakterlerin resmigeçidi olmaktadır. Bu resmigeçitte göze çarpan başlıca karakterler, bahçesinde kavağın yer aldığı evin sahibi Mevhibe Hanım, çocukları Olcay ve Doğan, Doğan’ın arkadaşı ve sonradan Olcay’ın erkek arkadaşı olan Ali, kapıcıları Mevlüt, Salih Bey, Hatice Hanım, tezgâhtar Ahmet, Çingene Necmi, Necip Bey, Güngör Bey, Mehtap, Aysel ve Sakarya Caddesi’nin Deli’sidir. Çalışmada, karakterlerin sokakta bulunma nedenleri ve davranışları ile mekânla ve birbirleriyle ilişkileri incelenmekte; karakterler, romanın kurgusunda olduğu gibi tek tek ortaya konmaktadır ve yapılan arkeolojik okumalardan Ankara’nın kentsel peyzajına dair bilgiler kesitlenmektedir.11 Ahmet Ahmet, Ankara’nın Samanpazarı semtinde yaşamaktadır. Kızılay’da Büyük Mağaza’da tezgâhtar olarak çalışmaktadır. Öykündüğü müşterileri gibi giyinmeye çalışmakta, bir ay öncesinden vitrinlere bakıp, bir sonraki ayın maaşıyla neler alacağına karar vermektedir. Kendini yaşadığı semtin diğer gençlerinden farklı kıldığına inandığı bu pahalı giysiler içinde sokakta dolaşmaktan hoşlanmaktadır. Ahmet, sokağı kendini sergilediği bir vitrin olarak görmektedir: …Sokağa çıktı mı mahallenin oğlanlarını hasetinden çatlatır, komşu karılarının başını sallatır, kocamış heriflerin kanını beynine sıçratır. Önemli olan da bu. Adam olan Samanpazarı’nda yadırganmalı. Orada yadırganmayan, kılıksızın, sünepenin biridir. ‘Halk’tır halk!’ Ahmet’e göre giyinip sokağa çıktığında en az beş on kişi şöyle dönüp arkandan bakmalı… (Soysal, 2008, s. 19). Romanda, Kızılay ve Ulus semtlerinin farklı sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik sınıflar tarafından benimsenmesi belirtilmektedir. Ahmet’in belleğinde Kızılay, zenginliği, yeniliği, modernliği, düzeni ve uygarlığı; Ulus, fakirliği, eskiliği, karmaşa ve köhneliği 10 Burada belirtilenin aksine, karakterler arasında kurulan ilişki konusunda, romana çeşitli eleştiriler de yöneltilmiştir. Örneğin, Fethi Naci, Soysal’ın karakterleri betimlemesindeki ayrışıklığı, “Değişik bir anlatım: Sözlerini yarıda kesecekmiş gibi, konuşma hakkı belirli bir süre sınırlandırılmış gibi soluk soluğa…” ifadesiyle eleştirmektedir (Naci’den aktaran Yüce, 2010, s. 1410). İdil de, romandaki kahramanların hemen hemen tek ortaklıklarının, herhangi bir öğlen saatinde Yenişehir’de bulunmaları olarak ortaya koymakta ve bölümlerin kendi içlerinde konularını barındırdığını belirtmektedir (İdil, 1998, s. 77, 80). 11 Yalçın (2003), Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Ankara ve Panorama romanlarından sonra aydınımızın dikkatini tekrar Ankara’ya çeken bir roman olarak ortaya koymaktadır (s. 459). 66 ÇAĞLAR, N., ULTAV, Z.T., BOYACIOĞLU, E. EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013) çağrıştıran kentsel mekânlardır. O, Yenişehir’e ait olmak istemekte; bunu en azından giyim tarzı ve davranışlarıyla başarmaya çalışmaktadır: Ahmet şaştı. Bu tür işportacılar Ulus’ta bulunur. Bunlar da Kızılay’a aktılar artık. Eskiden Tezkan Mağazası da Ulus’taydı. Yokuşun orada. Artık kendini bilen Ankaralılar alışverişi Kızılay’da yapıyorlar. Ucuz ev nevalesi düzmeye meraklı memurlar bile, hale değil, Gima’ya gidiyorlar artık. Ahmet için Ulus’tan alınmış bir malın hiçbir değeri yoktur. Aldığı her şey için ‘Kızılay’dan alındı’ cümlesini eklemek isterdi daha çocukken. Bu belki anasının, bütün çocukluğunda, Kızılay’dan alışveriş etmenin kazıklanmak olduğu konusundaki ısrarlı telkinlerinin sonucuydu. Bu telkinler onda Kızılay’dan alışveriş etmenin bir ayrıcalık, üstünlük olduğu düşüncesini yaratmış, o da kendi para kazanmaya başlar başlamaz, her şeyi Kızılay’dan almaya özenmişti, hem de en pahalı mağazalardan. Ulus, Hal denince aklına hep babasının büyük bir meydan savaşı veren kumandan tavrıyla, kış başında eve yığdığı, can sıkıcı soğan, patates çuvalları, pis peynir, zeytinyağı tenekeleri gelir; hiç bu düşünceler şık giyimle bağdaşabilir mi? Neyle bağdaşır peki? Hasislikle, yoksullukla, hasislik ederek yoksulluğu yeneceğini sanmak gafletiyle (Soysal, 2008, s.21). Romanın başlıca mekânlarından biri olan sandviççi Piknik, romanın en başında Ahmet tarafından sunulmaktadır. “Öğlendi. Kızılay semtinin en civcivli, gürültülü, servisi en çabuk, en ayakaltı yeri olan Piknik’in oraya akıyordu kalabalık” (Soysal, 2008, s. 13). Romanda, Piknik, gerek mekân gerekse sunduğu yemekler bakımından yenilik, değişiklik ve batılılaşmanın ve modernleşmenin simgesidir.12 Yemek kültüründeki dönüşümü vurgulamak üzere, Ahmet, öğle tatilinde buluştuğu sevgilisi Şükran’la, Piknik’te, Goralı yemektedir. Sandviççilerin bulvar üzerinde yer alması da, Yenişehir’in modern kentsel peyzajının niteliğini ortaya koyması açısından önemlidir: …Sandviç yemek başlı başına bir değişiklik, bir yenilikti çoklarınca. Ucuz oluşu, çok ucuza tencere kaynatmaya alışık olanlar için inandırıcı sayılmasa da saatlerce ocaklarda kaynayan, bol soğanlı, az kıymalı patates yemeklerinden usanmış insanlar için bir yenilik, değişiklikti sandviç yine de. Kaç yıl önce çıkmıştı ilk sandviçler? İlk sandviççi, Büyük Sinema’nın yanındaki dar pasajda açılmıştı. Bulvar kaldırımı üstünde, ‘Hot Dog’ diye bir ilan asmıştı sahibi. Açılır açılmaz, iğne atsan yere düşmeyecek kadar dolmuştu Yenişehir kolejinin kızlarıyla… (Soysal, 2008, s. 24). 12 Kızılay’da, Tuna Caddesi girişinde bulunan, dönemin birçok Ankaralısı gibi Soysal ve edebiyat çevresindeki arkadaşlarının sıklıkla gittiği bir mekân olan ve bir şarküteri büfesi, ayakta bira içilebilecek tezgâhları bulunan Piknik, “üç dört masalı halvet gibi odası ve camlı vitrin terasıyla” Paris kahvelerine benzemektedir (Doğan, 2003, s. 51). Piknik, DOCOMOMO (Documentation and Conservation of Buildings, Sites and Neighbourhoods of the Modern Movement) Türkiye Poster sunuşları kapsamında, modernleşmeyi simgeleyen bir yapı olarak “Piknik, Restoran-Amerikan Büfe-Şarküteri” başlığıyla Ö. Mutlu tarafından sunulmuştur. Ergir de, Piknik’i Moulin Rouge gibi, bir başkentin, bir dönemin simgesi olarak ortaya koymaktadır (Ergir, 2004, s. 73). Piknik’in tarihçesi ile ilgili bknz. Y. Ergir (2004). “Piknik" - Tuna Caddesi, 1/A, Yenişehir / Ankara, Dosya 23, 68-73. Erişim: http://www.mimarlarodasiankara.org/dosya/bulten-23.pdf. 67 SEVGİ SOYSAL VE YENİŞEHİR’DE BİR ÖĞLE VAKTİ ROMANINDAN MİMARİ/KENTSEL MEKÂNA İLİŞKİN ÇIKARIMLAR Hatice Hanım Büyük Mağaza’nın önünde Ahmet’le çarpışmasıyla romana katılan Hatice Hanım, oldukça tutucu, hep acelesi olan, yasalara düşkün, kentin kalabalıklaşması ve kozmopolitleşmesi ile barışamayan bir emekli öğretmendir. Ahmet’i ve temsil ettiği zamane gençlerini hadlerini bilmemekle suçlamaktadır. Hatice Hanım, bir yandan değişime direnmekte, diğer yandan da batılı toplumların uygar davranışlarını beğendiğini gizlememektedir: “Bizim de adam olmamız için yere muz kabuğu atmayan Almanlar’a benzememiz gerek. Ama nerde? Adam olmayız biz…” (Soysal, 2008, s. 47). Hatice Hanım için sokak, onun kontrol edebileceğinden çok daha güçlü bir yapıdır; bu yüzden sokaktaki heterojen sosyo-kültürel yapıdan rahatsızlık duymaktadır. İşlerini en kısa zamanda tamamlamak isterken çıkan aksilikleri, ona yapılan bir saygısızlık olarak nitelendirmektedir. Bir başka deyişle, sokak sahnesindeki oyunu beğenmeyen bir diğer karakterdir: Hatice Hanım da aslında Ahmet’e sövmüyordu yalnızca. Ahmet, onun için bir yığın edepsizliği, bozgunculuğu, haddini ve yolunu yordamını bilmezliği iki ayak üzerinde gezdiren, her türlü anlama ve tanımlama sınırının dışına taşan gençlerden sadece biriydi (Soysal, 2008, s. 37). … Büyük Mağaza’da beyaz peynirin iyisi bulunmuyordu artık. Şoförler, aynı bunlar gibi edepsizleşmişlerdi. Gündelikçi kadınlar gündeliklerini arttırıyorlardı. Kapıcı her işe koşturmuyor, bir sabah bir akşam bin nazla uğruyordu... Balkonlara yağıyordu kurum, ev işleri bitmiyordu hiç ve bunlar bir de utanmadan yaptıkları yetmiyormuşçasına adama çarpıp çarpıp özür bile dilemeden geçiyorlardı… İşte bu cezalandırılmaları gereken suçluların tümüne sadece ‘Allah canlarını alsın!’ demekle yetinerek hışımla daldı kalabalığa. En öne geçmeye hakkı olduğundan emin itekledi herkesi. Hep acelesi vardı Hatice Hanım’ın, çünkü hep yapacak önemli bir işi vardı. Bulaşığın bir an önce yıkanıp kalkması gibi... Ev bir an önce temizlenmeliydi, çünkü sokağa çıkıp pazardan en iyi portakalları en ucuza almalıydı herkesten önce (Soysal, 2008, s. 38). Hatice Hanım, özellikle kendi yaşadığı kentsel çevredeki sokaklarda sınıfsal heterojenliğin belirginleşmesini, dolayısıyla kendi gibi olmayanların bulunmasını kabullenmemekte; örneğin Kızılay semtinin dilencilere mekân olmasını eleştirmektedir: Hatice Hanım mağazanın merdivenlerini çıktı. Evine gidecekti. Evdekiler arasında evde en çok bulunması gerekenin kendisi olduğu inancındaydı. Kim en çok evdeyse onundur ev. Kim şatosunu çevresini silahlı adamlarla çevirir, kim şatosunun köprüsünü kaldırırsa onundur şato. Trafik lambasının orada beklemeye başladı. Lamba kırmızı yanıyordu. Yeşili beklemeden fırlayan çocuğun ardından söylendi, çocuğu görüp de cezalandırmayan trafik polisine… O bildiği tanıdığı kızıllık yayıldı yine Hatice Hanımın yüzüne. Sokağa çıkılmaz oldu artık. Her yerde haksızlık. Her 68 ÇAĞLAR, N., ULTAV, Z.T., BOYACIOĞLU, E. EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013) yerde edepsizlik. Yeşil yanınca hışımla ilerledi… Hatice Hanım delici bakışlar fırlattı dilenciye. Bunlar artık Kızılay’ın göbeğine bile yerleştiler. Bu şehir iyice zıvanadan çıkmıştı artık. ‘Ankara caddelerinde pırtıl insan görünmezdi bir zamanlar’ dedi kendi kendine; düzen vardı eskiden, otorite vardı, asayiş vardı... (Soysal, 2008, s. 4546). Necip Bey Hatice Hanım sokakta Necip Bey’le karşılaşır ve selamını almaz. Necip Bey’in Hatice Hanım selamını almadığı için onu görgüsüz bulmasıyla batılı görgü kurallarına bağlılığı resmedilmektedir: “Necip Bey, Hatice Hanım’a bilgili bir incelikle verdiği selamın karşılık görmemesine bozulmuştu. Ayıdır bunlar, hepsi, eksiksiz dişi ve erkek ayılar. Ekose golf pantolonu, papyon kravatıyla, uzun saplı şemsiyesiyle göze çarpmayacak biri değildi ki” (Soysal, 2008, s. 49). Selanik asıllı olan Necip Bey, üniversiteyi Lozan’da okumuştur. Selanik Caddesi’nde Singer dikiş makineleri satan bir dükkânı bulunmaktadır. Evinde o zamanlar herkeste bulunmayan telefonuyla, tenis oynamaya gitme alışkanlığıyla ve en önemlisi memleketini Avrupa’ya hiç yetişememiş olarak tanımlamasıyla batılı olana hayranlığı anlatılmaktadır. Necip Bey için sokak, Avrupa’da öğrendiği adab-ı muaşeret kurallarını itinayla uygulamak istediği ve böylece kendi saygınlığını ifade edebileceğine inandığı bir mekândır. Sokağı Ahmet’le aynı biçimde anlamlandırmaktadır. Parasını harcamak ve harcadığını göstermek onun için önemlidir. Kentin ve kentlinin modernleşmesinin giyim tarzı üzerinden temsil edilişi, Necip Bey’in kendi batılı giyim tarzının yanı sıra Atatürk ve giysileri üzerine düşünceleriyle anlatılmaktadır: Bunun bir benzerini, Anıtkabir'in bitişiğindeki Atatürk Müzesi'nde görmüştü. ‘Atatürk'ün seyahat kıyafeti!’ Müzede daha nice, birbirinden şık kıyafetler vardı. İnce, zevkli adam. Belki Selanikli oluşundan geliyor bu. Ne de olsa Avrupa sayılır Selanik (Soysal, 2008, s. 50). Mehtap Necip Bey, bankaya girdiğinde onu karşılayan banka memuru Mehtap, Konya’dan Ankara’ya akademi okumak ve ailesini maddi zorluklardan kurtarmak için gelmiştir. Aile olarak batılı ailelerin yaşam koşullarına özentileri vardır. Mehtap için Ankara bir düş şehridir. Her gün --çocukluk düşlerindeki gibi-- babasına iyi bir hayat verebilmek için çaba göstermektedir. Bu yüzden, onun için sokak --Necip Bey’in aksine-- gezip dolaşıp, para harcayacağı yer değil, bir an önce güvenli evine ulaşacağı bir koridordur. Bankadaki son 69 SEVGİ SOYSAL VE YENİŞEHİR’DE BİR ÖĞLE VAKTİ ROMANINDAN MİMARİ/KENTSEL MEKÂNA İLİŞKİN ÇIKARIMLAR parasını da çekmeye gelen Necip Bey ile aralarındaki farkı düşünür. O, az da olsa para yatırmaya çalışırken; Necip Bey, sürekli, olanı pervasızca tüketmektedir (Soysal, 2008, s. 65). Romanda, Mehtap ve temsil ettiği sınıf, Yenimahalle’de yaşamaktadır. Durumlarının Konya’da daha iyi olması ve Ankara’da ancak Yenimahalle’de yaşamaları, büyük kentin insanları fakirleştirdiğine bir vurgu olmaktadır: Babası emekli olmuştu. Emekli maaşı ve Mehtap’ın kazandığı parayla ancak geçiniyorlardı. Kirayı yeniden artıracaktı ev sahibi. Yenimahalle’de, muslukları, her şeyi her an bozulan, kötü malzemeyle yapılmış, mutfağının duvarları su sızdıran, kalorifersiz, kömür hakkı da olmayan bir evde oturuyorlardı. Konya’da oturdukları ev bile bundan iyiydi nerdeyse (Soysal, 2008, s. 67-68). Güngör Bey Necip Bey’in Piknik’te garsonla konuşmasına tanık olarak romana katılan Güngör Bey, bodrum katında paskalya yumurtası boyarken Çankaya’da yeni açtığı möble dükkânına sahip olan bir esnaftır. Ailesini, “Bizim ailede herkes içinde bulunduğu durumu daha iyi duruma getirmek için çabalar” diye tanıtan Güngör Bey, hırslı bir insandır. Güngör Bey için sokak, para kazanmak için bir fırsattır. Kuralları o yaratmakta, kendisini bu oyunun merkezinde ve başrol oyuncusu olarak görmektedir. Onun için, para kazanmaya yaramıyorsa, sokakta gerçekleşen olayların hiçbir değeri yoktur: …Yemek bitmişti. Çabuk olmalıydı. Garsonu çağırdı. Karısıyla işini bitirmeliydi bugün. Kulağına itfaiye düdükleri geldi. Cama koştu garsonlar. İşte işe yaramaz boş insanlar böyledir. Sokaktan bir cankurtaran ya da itfaiye arabası geçmeye görsün hemen durup bakarlar… Çünkü yoktur önemli bir işleri, bir hedefleri yoktur… Bunlar sıradan insanlardır, benim kimseyi seyredecek, hiçbir yabancı yangına ayıracak zamanım yok, yeter ki kendi dükkânım yanmasın. O zaman da, çünkü seyirci olmam, olayın kahramanı olurum ve bu olaydan da kazançlı çıkmaya bakarım, çünkü dükkânımı çok yüksek fiyata sigortaladım (Soysal, 2008, s.87-8). Güngör Bey’in ithal mobilyalarını sattığı dükkânın Çankaya semtinde yer alması, batılılaşma ve üst sınıfı temsil etmesine vurgudur. Çankaya’daki mobilya dükkânı ve Dr. Reşit Galip Caddesi’nde tuttuğu ev, bu durumu anlatmak için birer araç olarak belirmektedir: Güngör'ün Çankaya’da yeni açtığı bir möble dükkânı vardı. Bu dükkânda, bazı tüccarlardan satın aldığı ‘çeyiz permisiyle’ Avrupa’dan getirttiği ev eşyalarını satıyordu (Soysal, 2008, s. 77). …Bu arada Vali Dr. Reşit Caddesi'nde bir apartman yaptırmış, bir de son model Mercedes satın almıştı. Mercedes’i bütün arabalara üstün tutar Güngör (Soysal, 2008, s. 87). 70 ÇAĞLAR, N., ULTAV, Z.T., BOYACIOĞLU, E. EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013) Eve ve ev dekorasyonuna verilen önem de, Güngör ve Salih Bey’in diyalogunda, sınıf atlama göstergesi olarak belirmektedir. İthal olanın daha geçerli olması, batılılaşmaya öykünmenin bir simgesidir. Aynı zamanda, batıya açılma anlamında, Ankara-İstanbul kentleri karşılaştırması da dikkat çekmektedir: ‘Onun için duvarı yıktırıp koridora doğru genişleteceğim banyoyu. Karım çiçekli fayanslardan istiyor. Sizin dairenizde vardı. Ankara’dan mı almıştınız?’ ‘Hayır, benimkiler İtalya’dan geldi. Hepsi Avrupa. Ama şimdi İstanbul’da taklitlerini yapıyorlar. Ankara’da var mı, bilmiyorum.’ ‘En iyisi, Ulus’u iyice bir gezdikten sonra, gerekirse İstanbul’dan ısmarlamak’ (Soysal, 2008, s. 90). Salih Bey Salih Bey’le Güngör Bey, arabaları itfaiye yüzünden sokaktan çıkamayınca karşılaşırlar. Ceza avukatı olan Salih Bey, aynı zamanda üniversitede ders vermektedir. Aslında Samanpazarı’nın dar sokaklarında büyümüş olan Salih Bey, çok çalışarak yoksulluğundan ve ait olduğu sınıftan kurtulmak istemiştir. İlkokulda arkadaşları ile oyun oynamak, onlarla bir şeyler paylaşmak da pek olanaklı olmamıştır; çünkü o oyunu lastik ayakkabılı çocuklardansa, beyaz çoraplı güzel elbiseli çocuklarla oynamak istemiştir. Aslında çocukluğundaki ‘kara çoraplı’ arkadaşlarından ona engel olmasınlar diye kaçmıştır; ancak şimdi profesör olarak ‘hümanizm’, ‘insanlık’ kelimeleri çok revaçta olduğu için pek sıklıkla kullanmaktadır: Salih, ilkokulu Ulus semtinde, ufak bir okulda okudu. Okul çocuklarının hepsi de Salih’in durumunda, oldukça yoksul çocuklardı. Ama Salih, daha o zamanlar, kendisini onlardan ayrı tutar, ayrı olmak isterdi. Ayrı olmayı koymuştu kafasına. Öteki çocuklardan tek ayrıcalığı daha çok fıstık, leblebi ve sakız bulunmasıydı ceplerinde. Ama bu ufak, belirsiz ayrıcalık bile onun için, daha o yaşlarda, mutlaka büyütülmesi, geliştirilmesi gereken bir başlangıçtı. O zaman duyduklarını ve kendisine anlatılanları değerlendirerek, bu gelişmeyi çalışkanlıkla sağlayacağını düşündü. Çalışmak; cepteki sakızları, leblebileri, bilyaları öteki çocuklarınkinden çok daha fazlaya çıkarmak, sonra önlüğünün ceplerini parayla doldurmak, sonra onlardan daha iyi pabuçlar giyip onlardan daha hızlı, kışın çamurlara takılmadan yürümek. Belki ilerde, çok çalışıp bir bisiklete binerek onlardan, bu kel kafalı, kara çorapları beyaz lastikle tutturulmuş çocuk kalabalığından uzaklaşmak, uzaklaşmak (Soysal, 2008, s. 92-93). Salih Bey için yaşam, tepesine çıkılması gereken bir merdivendir. Basamakları tek tek, büyük emekler harcayarak kendi gayreti ile çıkmak ve diğer insanlara tepeden bakmak tek amaçtır. Bu amaçla başladığı eğitim hayatında profesörlüğe ulaşmıştır. Özel yaşamında ise milletvekili bir babanın kızı ile evlenerek bu amacına erişmiştir. Salih Bey için sokak, iyi 71 SEVGİ SOYSAL VE YENİŞEHİR’DE BİR ÖĞLE VAKTİ ROMANINDAN MİMARİ/KENTSEL MEKÂNA İLİŞKİN ÇIKARIMLAR ve kötünün, doğru ve yanlışın sergilendiği bir podyum gibidir. Doğru hedefe ancak doğru kişilerle yürüyerek ulaşacağına inanmaktadır. Yaşadığı sokak ve evi onun yaşam hedeflerine ulaştığını göstermektedir: Sevmek sadece yeni zorluklar getirecek, onu kara çoraplı, miskin çocuklar halkasında tutacaktı. Sevmiyordu kimseyi bu yüzden. İlerde, çalışıp çalışıp başka, bambaşka bir insan olunca, evi ve sokağı başka türlü olunca, tek dostu olan çalışmak ona dostluğunun karşılığını verince, o zaman başka amaçlar edinebilir, şunu bunu sevebilirdi pekâlâ… (Soysal, 2008, s. 96-97). Mevhibe Hanım Salih Bey’in eşi, Olcay ve Doğan’ın annesi, zengin bürokrat bir babanın kızı olan Mevhibe Hanım, Halk Partisi kadın kollarında çalışmaktadır. Babasından gördüğü saygı hiyerarşisini, ailesinde de sürdürmektedir. Mevhibe Hanım için sokak, penceresinden seyrettiği bir sahnedir. Onun yaşamı, özenle koruduğu kalesi olan evinde geçmektedir. Kalenin dışına kendisinin veya çocuklarının çıkıp, sokaktaki insanla kaynaşmasına pek sıcak bakmaz. Mevhibe Hanım’ın batılı olana özentisi, yeme alışkanlıklarında da temsil edilmektedir: ‘Nerede kaldın be Mevlüt! Çavdar buldun mu?’ ‘Sakarya’daki ekmekçide tükenmiş. Francala aldım.’ ‘Aaa. Ben francala yemem oğlum. Kaç kez söyledim. Şarküterilere bakaydın?’ ‘Köroğlu’nda da yoktu.’ ‘Koca Kızılay’da başka şarküteri mi yok?’ (Soysal, 2008, s. 269) Mevhibe Hanım’ın babasının gittiği mekânlar, Ankara’nın erken Cumhuriyet yıllarında modern kent yaşamının simgesi olmaktadır. Milletvekili olunca Ankara’ya gelip yeniden evlenen babası, sıklıkla Karpiç’te eğlenmektedir: Yeni anaları, kendi anaları gibi başını örten bir köylü kadını değildi. Başı açık geziyor ve kocasıyla Cumhuriyet balosuna gidiyordu. Ama bundan öteye geçmiyordu hükmü. Evde onun da sözü geçmezdi ve babalarının onu da fazlaca taktığı yoktu. Çoğu zaman erkek arkadaşlarıyla Karpiç’te sabahlar, Ankara'ya yeni gelen konsomatrislerle eğlenirdi (Soysal, 2008, s. 268). Sokak, oldukça kuralcı olan Mevhibe Hanım için temiz tutulması, özenli davranılması gereken bir mekândır. Evin sokağa dönük yüzü, içinde yaşayanların uygarlık düzeyini anlatmaktadır. Orada, onun gibi kültürlü, görgülü üst sınıf insanlar olmalıdır. Sürekli sokağı izler; insanları gözler, eleştirir. Bu yüzdendir ki kapıcıları Mevlüt’ün karısını sokağa, bahçeye çamaşır asmaması konusunda sürekli uyarmaktadır: 72 ÇAĞLAR, N., ULTAV, Z.T., BOYACIOĞLU, E. EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013) Karısı yine çamaşırları ön bahçeye asmıştı. Kavak ağacının gövdesiyle, bahçenin yan tarafındaki kapıcı müştemilatı arasına ip germiş, çocuk bezlerini, havluları, çarşafları sıra sıra asmıştı. Mevhibe Hanım kaç kez tembihlemişti oysa, “Söyle karına, ön bahçeye çamaşır asmasın!” diye (Soysal, 2008, s. 264). Mevlüt İşini kaybetme korkusuyla, karısının kavak ağacına asmış olduğu çamaşır ipini çekerken iktidarı temsil eden ağacın devrilmesine neden olan ve ağacın altında kalarak yaşamını kaybeden Mevlüt, romanın omurgasını oluşturan olayın başrolünde olması nedeniyle önemli bir karakterdir.13 Mevlüt’ün, karısını dövmesiyle sosyo-ekonomik durumu arasında dolaylı olarak ilişki kurulmakta; aynı zamanda Kızılay semtinin sınıfsal göndermesi de pekiştirilmektedir: ‘Kızılay bu Kızılay! Ama senin gibi köy ayısı, Kızılay ne, Cebeci ne, Yenimahalle ne, ne bilecek? Sen sade kapı önüne çömelip ağzını faraş gibi açarak gelen gideni seyret. Şuradan beni bir atsınlar, seni doğramayan namussuz!’ Ama Hatice işine dalmıştı bile. Kovayı alıp tuvalete gitti (Soysal, 2008, s. 268). Doğan Doğan, Mevhibe Hanım’ın özenle yetiştirdiği çocuklarından biridir. Varlıklı ailesinin olanaklarıyla Paris’e atom fiziği eğitimi için giden Doğan, orada sinema eğitimi almıştır. Onun sinema merakını ailesi pek hoş karşılamamaktadır. Çünkü mühendis olması, ailesinin ve milletvekili dedesinin saygınlığını koruması gerekmektedir. Mevhibe Hanım, sahnede izlediği oyunda, çocukları Doğan ve Olcay’ı bir oyuncu gibi görmek istememektedir. Doğan için sokak, Mevhibe Hanım’ın hiç onaylamadığı sıradan bir oyuna katılabilme mücadelesidir. Sokağı oyunculuk deneyimi olarak görmektedir; çünkü ailesinin gündelik yaşantısına uygun olmayan sahneden inip Mevhibe Hanım’ın kalesine girdiğinde aktör kimliğinden uzaklaşıp gerçek kimliğine bürünmektedir. Mevhibe Hanım, oğlu Doğan’ın Ankara’nın gecekondu mahallelerini konu alan sinema yönetmenliği uğraşlarını, çocukluğunda Ankara’da izlemiş olduğu cambaz gösterilerine benzetmektedir. Hatta Doğan, gecekondulu bir arkadaşı olduğunu Mevhibe Hanım’a söylediğinde büyük tepki almıştır. Romanda, Doğan’ın 13 İktidar temsiliyetini taşıyan kavak ağacı metaforu için Bknz. S.B. Uğurlu (2008), Yenişehir’de Bir Öğle Vakti’nde Yapı, Tema ve Metafor, Bilig 46, 153-178. Erişim: http://yayinlar.yesevi.edu.tr/files/article/194.pdf ve Doğan, E. (2003). Yaşasaydı Âşık Olurdum. İstanbul: Everest Yayınları. Yüce (2010) ise, kavak ağacını kentleşmenin karşıtı olan kırsallıkla (köylülükle) özdeşleştirmekte ve ağacın devrilmesini “köylülüğün bitmesi”yle paralel okumaktadır (s. 1432). 73 SEVGİ SOYSAL VE YENİŞEHİR’DE BİR ÖĞLE VAKTİ ROMANINDAN MİMARİ/KENTSEL MEKÂNA İLİŞKİN ÇIKARIMLAR yönetmenlik denemesi üzerinden Altındağ’ın sınıfsal yapısı ve gündelik yaşam pratikleri betimlenmektedir: Altındağ ile ilgili belgesel bir filmdi bu. Doğan altı ay boynunda makinesi ile Altındağ semtinde dolaşmış, Fransa’dan getirdiği ham filmlerin büyük bir bölümünü burada harcamıştı... Film, Altındağ halkını, kapı önlerinde donsuz oynayan çocukları, sabah gün doğumuyla çalışmaya gidenleri, hizmetçiliğe gitmeden önce alelacele çocuklarını yedirip giydiren kadınları, kapı önlerinde pinekleyen yaşlıları, kümesleri, avlularda eski pırtılardan dokunan kilimleri, mahalle arasında kalkan bir cenazeyi, bir sünnet düğününü, imam nikâhını, şunu, bunu, ayrıntılarıyla yansıtacaktı... (Soysal, 2008, s. 149). Ali Doğan’ın arkadaşı, Olcay’ın sevgilisi olarak romana katılan Ali, Ankara’nın varoşlarında büyümesine karşın kendini çok okuyarak geliştiren, entelektüel bir gençtir. Ali’nin ailesi, Doğan’ın kuralcı ailesinin aksine oldukça doğal ve içtendir. Doğan ve Olcay’ın Ali ile konuşmaları, sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel farklılıklarını vurgulamaktadır. Doğan için sokak, oyunun sahnesidir. Oysa bu oyun, Ali’nin gerçek yaşamıdır. Ali ve sevgilisi Olcay için sokak, parasızca dolaşabildikleri, konuştukları ve tartıştıkları yerdir: “Buluştukları zaman genellikle yürürlerdi. Ali, parası olmadığı için Olcay’ı bir yere davet edemez; Olcay’ın çağrılarını ise, ‘Biz Osmanlıyız,’ diye kesinlikle reddederdi…” (Soysal, 2008, s. 181). Kent merkezi olan Yenişehir’de yaşayan Mevhibe Hanım ile varoşta yaşayan Ali’nin annesinin sokakla kurdukları ilişkinin karşılaştırması metinde sunulmaktadır. Doğan’ın annesi Mevhibe Hanım, sokakla sadece izleyen ve izlenen olarak ilişki kurarken, Ali’nin annesi sokağı evinin bir uzantısı olarak benimsemektedir: “Tek katlı bir eve geldiler. Evin önündeki taşlık ıslaktı. Doğan’ın yağmur yağıp yağmadığını anlamak için havaya baktığını gören Ali açıkladı: ‘Anamın huyudur, saat başı yıkar taşlığı. Ev halkı tamamen eve doluşana dek’...” (Soysal, 2008, s. 163-164). Mekânsal yapının sınıfsal yapıyı yansıtması, romanda, modern kent yaşamının mekânı olan pastane ve onun karşıtı olan kıraathane örnekleri üzerinden de resmedilmektedir: Kenar mahalle kıraathanelerinden birine oturup çay içerlerdi. Kahvenin günlük müşterileri tavlayı bırakıp bu alışılmadık müşterilere şöyle bir bakar, sonra oyunlarını sürdürürlerdi. Ali, ‘Şaşırttık adamları, aslında onları şaşırtmaya, gereksiz yere yormaya hakkımız yok,’ derdi. ‘Ama ben o pastanelerde rahat edemiyorum bacı. Oraya her gün memur gibi damlayıp lak lak eden züppelere çok bozuluyorum. Ne çayın tadını alıyorum ne karşımdakinin’ (Soysal, 2008, s. 182). 74 ÇAĞLAR, N., ULTAV, Z.T., BOYACIOĞLU, E. EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013) Romana egemen olan sosyal sınıf bilgisi, iç mekân öğeleriyle de sunulmaktadır. Doğan için daha içten olan Ali’nin evinin iç mekânı da romanda sosyal sınıfı yansıtacak biçimde aktarılmaktadır: ‘Şuna bakın hele. Delikanlıdan rahatsız olunur mu? Bin tanesi gelse, kapımız açık. Deli kafasıyla dışarıda dolaşınca huzurumuz biraz kaçıyor ama...’ Sonra, bir ev sahibesinin bir konuğu evine tanış etmek için yapabileceği ufak şeyleri yapmaya başladı. Doğan’ın arkasına bir yastık koydu. Sigara çıkardı, ucuz cam vitrinden aldığı evin en lüks eşyalarından olan kristal tablayı önüne koydu ve çay yapmaya gitti. Doğan çevresine bakındı. Duvarları beyaz badanalı, tertemiz bir odaydı bu. Divanın üstünde, masalarda beyaz, el işlemeli örtüler, dantelli, üstüne menekşeler işlenmiş yastıklar. Yerler tahtaydı, arap sabunuyla sık sık fırçalandıkları belli olan tahtalar sapsarıydı. Ucuz, çirkin eşyalar vardı ortalıkta. Üç sehpa. Duvara asker gibi sıralanmış dört sarı iskemle. Duvarda, üstünde aslanlar olan suni ipekten, işporta işi bir halı, bir duvar saati, yanında Saatli Maarif Takvimi. Odanın en görünür yerinde, arkası aynalı, Samanpazarı möblecilerinden alınma ucuz bir vitrin. Vitrinin içinde birkaç kahve fincanı, bir nikâh şekeri kutusu, birkaç yaldızlı limonata bardağı. Bu eşyaların hepsi, tek tek çirkin, ucuz, bayağı şeyler, diye düşündü Doğan. Ama yine de ev içinin tümünde sıcak, insanı rahat ettiren bir şey var. Oysa kendi evleri büyükbabasından kalma antika eşyalarla boğucu, tatsız bir müze gibiydi. Çocukluğundan beri sevmezdi evi. İlkokuldayken simsiyah bir ev resmi yapmış, üstüne ‘bizim ev, siyah ev’ diye yazmıştı. Divana rahatça oturdu. Ansızın gelen, gittikçe çoğalan bir rahatlıkla Ali'ye baktı. Sanki çoktan beri, çocukluğundan beri bu eve gelip gidiyordu, üstünde oturduğu divanda sık sık gecelemişti sanki (Soysal, 2008, s. 164-165). Necmi Çingene Necmi, kavağın kesildiği yere tezgâhını kurmuş bir ayakkabı boyacısıdır. Necmi için sokak işyeridir ve sokağı kullanan insanların tümü de olası birer müşteridir: “Necmi sokak köşesinden gelen geçeni seyrede seyrede, insan suratları hakkında düşünceler edinmişti. Adamın suratından pabuç boyatıp boyatmayacağını nekes olup olmadığını şıp diye anlardı” (Soysal, 2008, s. 227). Necmi’nin sınıfsal konumu yaşadığı mekânla resmedilir; Necmi ve içinde yaşadığı çingene topluluğu için mekân olgusu hiçbir şey ifade etmemektedir. Bu anlamda, onun için ne kentsel mekânın ne de evinin içindeki mobilyaların önemi bulunmaktadır: Karılar avluda çamaşırı bağıra çağıra türkü çığırarak yıkar. Kavgamız, her bi şeyimiz açıkta, bağıra çağıra; gizli, saklı malımız da yoktur, birikmiş paramız da. Çingene kızının çeyiz sandığı olmaz. Çulumuzu sırtımıza vurduk mu beğen memleketini. Sıla hasreti bilmeyiz biz. Dört duvara masaya iskemleye hele hiç bağlanmayız. Sandık da ne oluyormuş? Sırtına sandığını vurup da ne olacak tabutunu taşır gibi. Biz eşyayı sevmeyiz biz, eşeği severiz biz. Bizi, yükümüzü aldığı gibi istediğimiz yere taşır, diye (Soysal, 2008, s. 231). 75 SEVGİ SOYSAL VE YENİŞEHİR’DE BİR ÖĞLE VAKTİ ROMANINDAN MİMARİ/KENTSEL MEKÂNA İLİŞKİN ÇIKARIMLAR Aysel Aysel, babasının ablasına tecavüzü sonucu doğmuş, nüfus cüzdanına 15 yaşında sahip olmuştur. Ankara’nın Gölbaşı semtinde yaşamaktadır. Nüfus cüzdanının ve bir ailesinin olmaması nedeniyle daha en baştan toplum tarafından dışlanmış ve yaşamını bedenini kullanarak kazanmak zorunda kalmıştır. Yaşamı sahne perdesinin ardında geçen Aysel, dublörlükten kurtulacağı gerçek bir rol aramaktadır. Belki de bu yüzden nüfus cüzdanının olmasını çok istemektedir. Aysel için sokak, hayatta kalabilme mücadelesi verdiği, hak arama savaşına sahne olan mekândır. Aysel, içinde yaşadığı kentsel mekânı Ali’ye şöyle özetlemektedir: ‘Nerede büyüdün sen?’ ‘Hacı Doğan’da.’ ‘İşçi var mıydı orada?’ ‘Olmaz olur mu?’ ‘Matrak mı geçiyorsun kardeş, bizim mahallede nasıl yaşanırsa öyle.’ ‘Peki çalışırlar mıydı çok?’ ‘Elbet, bizim mahallelinin akşam yorgunluktan sırtı kopar, kopmadı mı karnı doymaz.’ ‘İşte, haklarını almıyorlar da ondan. Ben haklarını alsınlar diyorum.’ ‘Sana ne be? Bizim mahallede kimse kimsenin hakkını korumaz. Tam tersi, herkes birbirinin hakkını kapmaya bakar…’ (Soysal, 2008, s. 249). Deli Yenişehir sokaklarının bir başka karakteri de sokağın, adını bilmediğimiz ‘Deli’sidir. Deli için sokak evdir. Onun ailesi, sokaktaki esnaf, yoldan geçen adam, taksici ve sokağın tüm kullanıcılarıdır. Ankara sokaklarında geçen bu oyunun en cesur oyuncusu, tüm zamanını sokakta geçiren delidir. Deli, sokaktaki herkes için ötekidir. Ötekiliği herkes tarafından kabul edilecek kadar güçlü betimlenmektedir: Ve bu sokak, başkalığı ancak, böyle olduğu gibi kalmak şartıyla kabul ediliyordu. O da sokağın öteki insanları gibi yese, onlar gibi davransa başkalığı kabul edilmeyecekti belki. Bu yüzden yememesi kimseyi yadırgatmıyor tam aksine böyle olması gerekiyordu Sakarya Caddesi insanları için (Soysal, 2008, s. 257-258). Merasim bandosunun geçmesi, Deli’nin anlatıldığı bölümde, kavağın devrilmesini sıradanlaştıran alternatif bir kentsel etkinlik olarak sunulmaktadır: Deli büyük bir dikkatle bakıyordu caddenin yukarısına doğru. Bando sesi yaklaştıkça gülümsemeye başladı. Gittikçe yaklaşıyordu merasim bandosu. Kırmızı giysili trampet takımını görmüştü bile. Yaklaşan bandonun gürültüsü arasında piyangocunun sesi kayboldu. Deli kaldırımda gülümseyerek duruyordu. 76 ÇAĞLAR, N., ULTAV, Z.T., BOYACIOĞLU, E. EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013) Artık Kızılay meydanını geçmişti bando… Caddenin iki yanını dolduruveren seyirciler arasında güçlükle ilerliyordu. Bazen merasim bandosunun renkli, coşturucu gösterisini alkışlayan birine çarpıyor, sağa sola itiliyordu. Yine de bandoyla birlikte Piknik’in oraya kadar yürümeyi başardı… Bazı çocuklar analarının ellerini bırakıp geçidi izlemek için bulvar kaldırımına koştular. Bazı simitçiler, bu yeni oluşan kalabalığın arasına, ‘simit!’ diye bağırarak karışmışlardı bile. Kavağı seyreden kalabalık bölünmüştü artık. Nasıl olsa devrileceği, nereye devrileceği belli olan kavağı seyretmekten bıkanlar, kaldırımın iki yanında birikmişler, bu yeni seyre kaptırmışlardı kendilerini (Soysal, 2008, s. 262). 4. Sonuç Yerine Yenişehir’de Bir Öğle Vakti romanında, Soysal esas olarak Ankara kentinin Yenişehir sokaklarını ele almakta; ancak kurguyu güçlendirmek için alt öykülerin içinde farklı kentler ya da mekânlara yer vermekte ve kimi zaman da kent peyzajından iç mekâna uzanmaktadır. Romandaki güçlü mekânsal betimlemeler, Soysal’ın mekân bilgisi potansiyelinin bilincinde olduğunu göstermektedir. Romanda, gerçekçi bir bakış açısıyla sunulan sokak, karakterlere göre değişen anlamlar taşımaktadır ve modernleşme olgusunun kentsel ölçekte temsilinin altını çizmektedir. 1973 yılında yazılmış olan bu roman, mekânlarla olduğu kadar yaşantılarla ilgili bilgi vermekte, böylece geçmiş ve bugün arasında kıyaslama yapmaya ve kentsel mekânların farklı toplum katmanları tarafından algısına, tercih ve kullanımına ilişkin alt okumalara olanak sağlamaktadır. Bazı kentsel mekânların çöküntüye uğraması, yoksullaşması; diğerlerinin ise değer kazanmasının karakterler tarafından aktarılan öyküsü metinde zengin ve çarpıcı bir biçimde okuyucunun yorumuna sunulmakta ve kentin modern tarihi belgelenmektedir. Bu çalışmada, Sevgi Soysal’ın 1973 tarihli Yenişehir’de Bir Öğle Vakti ‘gerçekçi’ romanı okuması sonucunda, o dönemin Ankara kent merkezinin ‘modern’ karakteri üzerine ‘arkeolojik’ bir bilgi araştırması gerçekleştirilmektedir. Araştırma sürecinde sokak kimileri için evin mahremiyetinin değerini anladığı ve çoğu zaman sadece ulaşım için kullandığı bir koridor veya sadece izlediği bir kamusal mekân, kimileri için kişiliğini bulduğu bir mücadele alanı veya yaşamını kazandığı işyeri veya yaşadığı yer olarak okunmaktadır. Mimar, kent peyzajına dair düşünceler üretmekte ve bunları kentin mekânlarını tasarlayarak ve yaparak anlatmaktadır. Kentte yaşayan yazar ise gözlemlerini yorumlayarak kendi diliyle okuyucuya aktarmaktadır. Başka bir deyişle kentsel mekânları farklı süreçler ve yöntemler kullanarak yapılandırmaktadır. Mimarın kenti ile yazarın kenti arasındaki farklar ve benzerliklerin araştırılması, kente dair kuramsal bilgiyi artıran ve geliştiren çeşitli açılımlar sunmaktadır. Bu açılımlar kent peyzajını kavramanın ve anlamlandırmanın araçları olmakta 77 SEVGİ SOYSAL VE YENİŞEHİR’DE BİR ÖĞLE VAKTİ ROMANINDAN MİMARİ/KENTSEL MEKÂNA İLİŞKİN ÇIKARIMLAR ve Ankara’nın semtleri arasındaki sınıfsal ayrışmaları, toplumsal belleğe kazınmış tarihi mekânları, kentin ve dolayısıyla kentlinin modernleşme sürecindeki mekânsal dışavurumları ve romanın karakterleri sayesinde kentsel bir eleman olan sokağa yüklenebilecek anlamlar çeşitliliğini sunması açısından Ankara’ya dair mimari/kentsel bilgi birikimine katkı sağlamaktadır. Bu bağlamda, Yenişehir’de Bir Öğle Vakti, Ankara’nın modern kent peyzajını okumak, anlamak ve incelemekte yol gösterici olacak güçte bir metindir. Yapılan çalışma, romanda anlatılan mekânların günümüze ulaşabilenlerini görerek tanışıklık geliştirmek, artık var olmayan pek çoğunu da bir önceki kuşağa sorarak onların anılarını paylaşarak öğrenmek üzere isteklilik yaratmak ve toplumsal belleği tazelemek açısından önem taşımaktadır. 1970’lerin Ankara’sına dair üretilecek bilgi ve farkındalıkların Ankara’nın giderek kaybolmakta olan günümüz modern kentsel peyzajının gerçek anlamının kavranması, korunması ve sürdürülebilirliği için gerekli olduğu düşünülmektedir. Soysal’ın ortaya koymaya çalıştığı ve özellikle kentsel mekân yoluyla ipuçlarını açığa çıkaran ve ancak bir peyzaj elemanıyla gündelik yaşam içinde farkına varılan değişim olgusunun günümüzde vurgulu bir şekilde sorgulanmaya başlaması da altı çizilmesi gereken bir paralelliktir. Teşekkür İmla konusunda görüş ve önerilerini paylaşmış olan Aybüke Özkozanoğlu’na teşekkürü borç biliriz. 78 ÇAĞLAR, N., ULTAV, Z.T., BOYACIOĞLU, E. EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013) KAYNAKÇA Antoniades, A. C. (1992). Poetics of Architecture. New York: Van Nostrand Reinhold. Bolak, B. (2000). Constructed Space in Literature as Represented in Novels as a Case Study: The Black Book by Orhan Pamuk. (Yayınlanmamış YL tezi). Orta Doğu Teknik Üniversitesi/Fen Bilimleri Enstitüsü, Ankara. Doğan, E. (2003). Yaşasaydı Âşık Olurdum. İstanbul: Everest Yayınları. Ergir, Y. (2004). “Piknik" - Tuna Caddesi, 1/A, Yenişehir / Ankara, Dosya 23, 68-73. Erişim: http://www.mimarlarodasiankara.org/dosya/bulten-23.pdf Fairclough, N. (1992). Discourse and Social Change. Cambridge: Polity Press. Foucault, M. (1999). Bilginin Arkeolojisi. V. Urhan (Çev.). İstanbul: Birey Yayıncılık. Furrer, P. (2004). Sevgi Sosyal, Bireysellikten Toplumsallığa. İstanbul: Papirüs Yayınevi. Grau, C. (1991) Imaginary Cities. Unesco Courier. Erişim: http://findarticles.com/p/articles/mi_m1310/is_1991_Feb/ai_10503277/?tag=content; col1 İdil, M. (1998). Bir Sevgi’nin Öyküsü. Ankara: T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları. Jacobs, J. (1992). The Death and Life of Great American Cities. New York: Vintage Books. Lefebvre, H. (1998). Modern Dünyada Gündelik Hayat. I. Gürbüz (Çev.). İstanbul: Metis Yayınları. Moughtin, C. (2003). Urban Design: Street and Square, Londra: Architectural Press. Norberg-Schulz, C. (1980). Genius Loci: Towards a Phenomenology of Architecture. Londra: Academy Editions. Saatçıoğlu, E. (2002). Alternate Realities in Ursula K. Le Guin’s City of Illusions, Rocannon’s World, Planet of Exile, and The Left Hand of the Darkness. (Yayınlanmamış YL tezi). Dokuz Eylül Üniversitesi/Sosyal Bilimler Enstitüsü, İzmir. Soysal, S. (2008). Yenişehir’de Bir Öğle Vakti. İletişim Yayınları. İstanbul. Tümer, G. (1981). Mimarlıkta Edebiyattan Neden ve Nasıl Yararlanmalı? (Aragon’un ‘Paris Köylüsü’ Üzerine Bir Örnekleme). İzmir: Ege Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Mimarlık Bölümü. Uğurlu, S.B. (2008). Yenişehir’de Bir Öğle Vakti’nde Yapı, Tema ve Metafor, Bilig 46, 153178. Erişim: http://yayinlar.yesevi.edu.tr/files/article/194.pdf Uyguner, M. (2002). Sevgi Soysal. Yaşamı, Sanatı, Yapıtlarından Seçmeler. İstanbul: Bilgi Yayınevi. Yalçın, A. (2003). Siyasal ve Sosyal Değişmeler Açısından Cumhuriyet Dönemi Türk Romanı. 1946-2000. Ankara: Akçağ Yayınları. Yüce, S. (2010). Yenişehir’de Bir Öğle Vakti. Turkish Studies, International Periodical For the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, 5 (2) 1405-1433. Erişim: http://www.turkishstudies.net/Makaleler/897693990_y%C3%BCce_sefa...pdf 79 EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013) 80 ÇETİN, Ö. EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013) Dokuz Eylül Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi Cilt: 2 Sayı: 3 2013 LOCAL PEOPLE OR LOCAL VICTIMS?: AMITAV GHOSH’S THE HUNGRY TIDE AND KAREN TEI YAMASHITA’S THROUGH THE ARC OF RAIN FOREST Önder ÇETİN * ABSTRACT Rooted especially in the North American literary tradition, ecocriticism studies the “relationship between physical space and literature.” As a constantly evolving literary theory, ecocriticism has expanded its scope to explore literatures from other countries around the world and bring into contact a wide variety of texts that have environmental orientation. As a result of this expansion out of national borders, concepts like local and global are in discussion especially in postcolonial literatures in which the identity formation plays a crucial role. This paper will discuss The Hungry Tide by Amitav Ghosh and Through the Arc of Rain Forest by Karen Tei Yamashita building on the argument of Ursula Heise in “Local rock and Global Plastic,” focusing on the concept of “deterritorialization” and compare these two literary texts from different geographical locations of the world and suggest that the deaths of literary characters like Fokir in Hungry Tide and Mane Pena in Rain Forest might be considered both as the indication of failure of the globalization project and preservation policies by utilizing the knowledge of the local people. Key Words: Ecocriticism, local, global, postcolonial literature, environment AMITAV GHOSH’UN THE HUNGRY TIDE VE KAREN TEI YAMASHİTA’NIN THROUGH THE ARC OF RAIN FOREST ADLI ROMANLARINDA YEREL HALK YA DA YEREL KURBANLAR ÖZET Köklerini özellikle Kuzey Amerika edebiyatından alan ekolojik eleştiri kuramı edebiyat ve fiziksel çevre arasındaki ilişkiyi inceler. Sürekli gelişen bir edebiyat teorisi olarak ekolojik eleştiri kuramı araştırma kapsamını genişleterek dünya üzerindeki diğer ülke edebiyatlarını da inceleme altına almış ve çevre konularına odaklı geniş bir metin yelpazesini bir araya getirmiştir. Ulusal edebiyatın sınırları dışına çıkılması sonucu, yerel ve küresel gibi kavramlar özellikle kimlik oluşumunun önemli rol oynadığı sömürgecilik sonrası edebiyatlar dahilinde tartışmaya açılmıştır. Bu makale Amitav Ghosh’un The Hungry Tide ve Karen Tei * Ege University, Faculty of Letters English Language and Literature Department, [email protected]. 81 LOCAL PEOPLE OR LOCAL VICTIMS?: AMITAV GHOSH’S THE HUNGRY TIDE AND KAREN TEI YAMASHITA’S THROUGH THE ARC OF RAIN FOREST Yamashita’nin Through the Arc of Rain Forest adli eserlerini Ursula Heise’nin “Local rock and Global Plastic,” adlı makalesinin odak noktası olan “deterritorialization” kavramını baz alarak tartışacaktır. Bu makale ayni zamanda dünyanın farklı coğrafyalarından esinlenen bu iki romanı karşılaştıracak ve bu edebiyat eserlerinde hayatlarını kaybeden Fokir ve Mane Pena gibi karakterlerin küreselleşme projesinin ve yerel halkın bilgisine dayalı muhafaza politikalarının başarısızlığına işaret ediyor olabileceğini öne sürecektir. Anahtar Kelimeler: Ekokritisizm, yerel, küresel, sömürgecilik sonrası edebiyat, çevre The expansion of the ecocritical theory beyond the boundaries of national literatures such as American and British has created new dimensions for looking critically at various literatures from around the globe. This new literary movement within the literature and environment studies, which we can also call “comparative ecocriticism,” is the direction dedicated to the critical reading oftransnational literary texts that have a nature-oriented theme as their subject. As the final “palimpsest” of ecocritical theory so far, the comparative tendency in ecocriticism is resonated by many prominent scholars such as George B. Handley. Handley points out “literary criticism in the Americas desperately needs comparative studies of how ideas have moved across borders” (32). Another prominent ecocritic, Patrick D. Murphy, who, as early as 2000, voiced the need for a comparative ecocritical approach denoting that “it is necessary to reconsider the privileging of certain national literatures and certain ethnicities within those national literatures” which “will enable a greater inclusiveness of literatures from around the world within the conception of natureoriented literature” (58). In the wake of these developments taking place in the field of ecocriticism, Amitav Ghosh’s The Hungry Tide and Karen Tei Yamashita’s Through the Arc of Rain Forest present their readers the interrelatedness of environmental themes that make them worthy of exploring in the light of ecocriticism. Both novels, though originating in two completely different parts of the world, namely the Amazon rainforest and the Sundarbans, represent similar characteristics in depicting the relationship between the local people and the environment, in which the local people are either get killed due to natural phenomenon such as tidal waves or alienated due to the forces of globalism that are represented by outsiders such as literary characters who act biased while envisioning the life in the forest or by companies which try to exploit the environment to the exhaustion point. This paper will discuss The Hungry Tide and Through the Arc of Rain Forest building on the argument of Ursula Heise in “Local rock and Global Plastic,” which focuses on the concept of “deterritorialization” conceived by John Tomlinson, which comes to mean the rupturing of 82 ÇETİN, Ö. EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013) social, political and cultural practices from their native places and populations. Therefore, this paper will compare these two literary texts from different geographical locations and suggest that the deaths of literary characters like Fokir in Hungry Tide and Mane Pena in Rain Forest might be considered as the indication of failure of the globalization project and preservation policies by utilizing the knowledge of the local people. In other words, the preservation of unique places by local people like Amazon rainforest and the Sundarbans is doomed to failure as these spaces are open to the exploitative forces of the global capitalist economy and native people in these environments are not immune to the effects of globalization as the deaths of Fokir and Mane Pena suggests at the end of both novels. The reconciliation between the environment and humankind cannot be established even though the hand of local people facilitates it. Antony Giddens in Consequences of Modernity suggests that emergence of modernity “tears space away from place by fostering relations between ‘absent’ others, locationally distant from any given situation of face-to-face interaction. In conditions of modernity, place becomes increasingly phantasmagoric: that is to say, locales are thoroughly penetrated by and shaped in terms of social influences quite distant from them” (18-19: original emphasis). Giddens’ perspective on the effect of modernity on the local is a common theme in both Hungry Tide and Rain Forest since they depict the life of local people who are negatively affected by the powers of modernity and globalization. Building up on Giddens view on modernity, Ursula Heise also points out to the literary representations of the disruption in the social and culture ties of local people. She draws attention to the resistance of the environmentalist literature and philosophy against the alienation of social and cultural exercises and claims that “[t]he detachment of social institutions, political processes, economic exchanges and cultural interactions from their ties to the local contributes, in the view of many environmentalists, to the alienation of individuals and communities from their natural surroundings” (130). In the light of Heise’s views and Giddens’ definition of modernity, this paper also aims to highlight the transnational effects of the global on the local people and environment. In this respect, Ghosh uses one of the world’s most challenging environments in The Hungry Tide. The Sundarbans is a vast area of Sundri trees which are resistant to salt water, and they constitute the flora of the area. The title of the novel foreshadows the realities of surviving in such a desolate area, which is prone to the destroying effects of rogue tidal waves 83 LOCAL PEOPLE OR LOCAL VICTIMS?: AMITAV GHOSH’S THE HUNGRY TIDE AND KAREN TEI YAMASHITA’S THROUGH THE ARC OF RAIN FOREST and tropical cyclones. A. Jalai’s depiction of the Sundarbans delta gives a clear picture of the setting of Hungry Tide as a place of both ecologically and politically authentic nature: On the southern tip of West Bengal in eastern India, just south of Calcutta, the great river Ganges fans out into many tributaries over a vast delta before ending a journey that began in the distant Himalayan north with a plunge into the Bay of Bengal. The mouth of this delta is made up of about three hundred small islands, spread over an area of about ten thousand square kilometers and straddling India’s border with Bangladesh. It is one of those areas of the world where the lie of the land mocks the absurdity of international treaties, because it is virtually impossible to enforce border laws on a territory that constantly shifts, submerges and resurfaces with the ebb and flow of the tide.… These are the Sundarbans – the forests of beauty. (quoted in Mukherjee 108) On a land that is so volatile and unpredictable as the Sundarbans, beauty, as the name of the forest suggest, comes with its risks and dangers. For example, the fauna of the forest, which is home to famous Bengal tiger along with the crocodiles and snakes, presents constant danger to those who make their living out of the forest. It is this “unique biotic space, a chain of islands that are constantly transformed by the daily ebb and flow of the tides that create and decimate, at aberrant intervals, whole islands” that also destroys the specific hunting borders of the Bengali tiger and masses with the biological instincts of tigers, which eventually leads to the attacks on local people due to the scrambled and unbalanced marking of hunting areas (Kaur 127). Beside the clash between the lives of the local people and the natural fauna, the interaction between the local inhabitants and the outsiders, researchers such as Piya or businessman like Kanai, represent a different set of challenge in the relationship between the unstable environment of the rainforest and its inhabitants. Although Piya and Kanai have roots in this primordial geography, they cannot escape being categorized as outsiders since they cannot survive this land without the help of the local people like Fokir. RajenderKaur describes Hungry Tide as a novel which tries to connect local and global, past and present and the scientific and mythic overcoming the differences in race, caste, and class with “an open minded rigorousness, naïve idealism, cynical disengagement and a pragmatic activism, exemplified in the characters of Piya and Nirmal, Kanai, and Moyna and Nilima” (135). Fokir’s place in this web of relationships is mediatory since he represents the group of people who makes a living out of the forest, in other words, the tide people. Therefore, he also becomes the symbol of preservation of the forest that he makes his living. It is no surprise that he is not involved with any of the sensibilities possessed by other characters like Piya, Nirmal or Kanai because he embodies a character that will reconcile the problematic relationship 84 ÇETİN, Ö. EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013) between the local and the global. Fokir is “the only person who seems to exist in dialogic relation with all these different sensibilities” since he “lives in idealized harmony with the rhythms of the tide country” (Kaur 135). Fokir saves Piya from drowning when she experiences problems with the forest guards. The scene of Piya’s drowning in the muddy waters of Gange is one of the indicators that the environment will not present any relief in the future: Rivers like Ganga and the Brahmaputra shroud this window [Snell’s window] with a curtain of silt: in their occluded waters light loses its directionality within a few inches of the surface. Beneath this lies a flowing stream of suspended matter in which visibility does not extend beyond an arm’s length. With no lighted portal to point the way, top and bottom and up and down become very quickly confused. (Hungry Tide 46) Apart from the different characteristics of tidal waves, the water of the Gange River is also another challenge for those who try to do research like Piya. As Piya struggles to save herself from the fall, the disorientation caused by the murky waters of the river and “with her breath running out, she [feels] herself to be enveloped inside a cocoon of eerily glowing murk and could not tell whether she [is] looking up or down” (Hungry Tide 47). This ambivalent space presents ‘phantasmagoric’ images and it is no different than the world of the Sundarbans where the tide comes and goes, devouring substantial islands as well as people. As a mediator, Fokir saves Piya from drowning and becomes for the rest of the novel Piya’s guide through the Sundarbans while she tries to complete her search for Oracella. Another incident of burgeoning intimacy between Fokir and Piya, which confirms the mediatory role of Fokir appears after Piya finds out the gathering spot of the Oracella dolphins, in which Fokir takes her into the Sundarbans. For Piya, Sundarbans “had been either half submerged or a distant silhouette, looking down on the water from the heights of the shore” (Hungry Tide 125). Only focusing on her research, Piya is not aware of either the beauty or the dangers of the rainforest. As they approach the tree line, she was struck by the way the greenery worked to confound the eye. It was not just that it was a barrier, like a screen or a wall: it seemed to trick the human gaze in the manner of cleverly drawn optical illusion. There was such a profusion of shapes, forms, hues, and textures that even things that were in plain view seemed to disappear, vanishing into the tangle of lines like the hidden objects in children’s puzzle. (Hungry Tide 125) 85 LOCAL PEOPLE OR LOCAL VICTIMS?: AMITAV GHOSH’S THE HUNGRY TIDE AND KAREN TEI YAMASHITA’S THROUGH THE ARC OF RAIN FOREST Piya’s imagination of the Sundarbans as an ambivalent and uncanny environment is the result of her being an outsider. Yet, for Fokir, the Sundarbans is a place, in which he has to work his way through in order to survive in such challenging conditions. Fokir, although illiterate by means of communication to Piya or Kanai, can interpret the signs of the forest in times of danger or solace. This aspect of Fokir’s existence is a great relief especially for Piya, who is not prone to what the forest may offer in a matter of time. Piya builds complete trust with Fokir even though she “hesitate[s] for a moment, held back by her aversion to mud, insects and dense vegetation, all of which were present aplenty on the shore” and she considers getting out of the boat because “with Fokir it was different. Somehow she knew she would be safe” (Hungry Tide 125). The examples of the interaction between Piya and Fokir may be multiplied when Fokir again saves Piya from a deadly attack of a crocodile while Piya tries to measure the water depth in the area where Oracella spend most of their times: Suddenly the water boiled over and a pair of huge jaws came shooting out of the river, breaking the surface exactly where Piya’s wrist had been a moment before. From the corner of one eye, Piya saw two sets of interlocking teeth make snatching, twisting movement as they lunged at her still extended arm: they passed so close that the hard tip of the snout grazed her elbow and the spray from the nostrils wetted her forearm. (Hungry Tide 144) With this incidence, Piya’s dependency on Fokir is solidified one more time. Piya’s quest for the Oracella is enabled by Fokir’s knowledge and courage throughout the novel. However, it is of crucial importance to realize where Fokir stands in this entire quest. Fokir is a fisherman who catches crabs and fish for a living and he is only familiar with the Oracella as far as they help the fisherman by herding the fish into the nets and Fokir knows the routes the Oracella uses in the canals of the river only because he has to follow them in order to catch fish. Yet, Fokir’s position does not make him a lesser man because Piya, as Kaur suggests, “comes to see the Oracella not in isolation as a particular marine sub-species to be saved at any cost but as a vital part of the larger ecosphere of the Sundarbans where the impoverished human community live equally threatened lives” (128). As one of the representative of the Tide people, Fokir’s dilemma surfaces when he joins a mob that is killing a Bengali tiger. Although Piya sees him as the preserver of the environment, Fokir belongs to the community of people who are marginalized by the state to live in the environmentally challenging Sundarbans. Fokir is one of those people who are living a 86 ÇETİN, Ö. EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013) “threatened life” because of the Bengali tiger according to Nilima’s unofficial records. Nilima points out to the number of people killed as she says my belief is that over a hundred people are killed by tigers here each year. And, mind you, I am just talking about the Indian part of the Sundarbans. If you include the Bangladesh side, the figure is probably twice that. If you put the figures together, it means that a human being is killed by a tiger every other day in the Sundarbans. (Hungry Tide 199) Considering the number of people killed by tigers in the Sundarbans, it is no surprise to see Fokir “in the front ranks of the crowd, helping a man sharpen a bamboo pole” (Hungry Tide 243). This incident, which makes Piya realize the survival instinct of the tide people against the survival right of Bengali tigers, is one the revelations she goes through as she carries on with her quest. The dangerous situations she faces so far such as drowning, or being attacked by a crocodile or even going into the Sundarbans for the first time with the encouraging presence of Fokir, helps Piya to become aware of the fact that the tide people, who are the poorest of the poor, are unchangeable part of the ecological existence of the Sundarbans since they try to co-exist with the killer waves, tigers and crocodiles. The death of Fokir while trying to protect Piya from the deadly cyclone that came beyond the scope of predictions is an open-ended resolution to the environmental and social issues that have been discussed so far. For the problem of local preservationist movements, Fokir’s death represents the failure of the project because no matter how well Fokir adapts to the Sundarbans and helps the representative of the global, Piya, he is also a human who is prone to the dangers like tidal waves or Bengali tiger. Fokir may kill a tiger if he has the chance because they are rivals in the game of survival and he can become the game if he does not kill it when he has the chance. The project of bringing the local and global together is doomed to failure because the desire of the politics to make human and non-human world coexist in an ecologically challenging environment may not be easy as depicted in The Hungry Tide. Through the Arc of Rain Forest by Karen Tei Yamashita also presents the problems of the local and global. Yamashita’s novel represents the clash of the local and the global within the frame of magical realist elements and characters. Taking the Amazon forests as its setting, the novel tries to draw attention to the consumerist policies that are carried out by the global economy and focuses on how this project effects the local people. Rain Forest, like The Hungry Tide, tries to present the reader with a transcultural and global framework by 87 LOCAL PEOPLE OR LOCAL VICTIMS?: AMITAV GHOSH’S THE HUNGRY TIDE AND KAREN TEI YAMASHITA’S THROUGH THE ARC OF RAIN FOREST bringing local people like the farmer, Mane Pena, and global characters like the Japanese railway engineer, Kazumasa Ishimaru, or the American businessman, J.B. Tweep. As the web of relationships between these characters are woven toward the climax of the novel, the Amazon forest and a geological formation called the Matacão become the focus of both local people and global enterprises J.B. Tweep represents. Yet, Rain Forest differs from Hungry Tide in the resolution it provides at the end because as the focus of the globalization project, the strange material discovered in the middle of the Amazon rainforest leads to the destruction of the local habitat and flora of the area as well as the local people. Again, in this problematic relationship between the local and global, this paper will focus on Mane Pena, who is consumed by the very material he discovers on the clearing he bought for farming in the middle of the Amazon rainforest. In the years, he discovers a rock-plate, as the torrential rains wash away the soil and makes it impossible to do farming; Mane Pena becomes the center of attention with interviews with TV channels and documentaries because what was uncovered was neither rock nor desert, as some had predicted, but an enormous impenetrable filed of some unknown solid substance stretching for millions of acres in all directions. Scientist, supernaturalists and ET enthusiasts, sorting the old Spielberg rubber masks, flooded in from every corner of the world to walk upon and tap the smooth hard surface formerly hidden beneath the primeval forest. (Rain Forest 16) Unlike Fokir, Mane Pena is the receiver of what the forest may offer. In this case, he is deprived of his profession as a farmer. The rains that bring out the strange material destroy even his house. As a result of this Mane Pena and his family start to live in a residential area which is given to them by the government, but “the government condemned those buildings just five years after they were built, and a private real estate company came in and bulldozed them under, replacing them with American franchises wedged between and under exclusive penthouses with heliports and hotels” (Rain Forest 17). The rock-plate caused all this displacement and Mane Pena is doomed to his poor past once again until he finds the healing effect of the feather. The discovery of the healing effects of the feather constitutes for Mane Pena another turning point in his life toward the abundance of attraction and wealth: The disjunction of each stage in Mane’s life seemed as divisible as and as incomprehensible as the magic of the feather. Still, the feather, Mane concluded, was the only tangible evidence of coherence. Like the remote control and the buttons on his new TV, it made things happen. (Rain Forest 18) 88 ÇETİN, Ö. EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013) As the region becomes susceptible to the enterprises from the First world countries as part of the globalization project, J.B. Tweep invests in the region and turns the town into a touristic place and he looks for ways of using the material in terms of technological advance. However, the first time J.B. Tweep shows up in the Matacão, Mane Pena is the first to meet him because of his new healing methods with the feathers. As J.B. Tweep invests in the feathers, he uses the expertise of Mane Pena and makes him an international figure in the alternative healing techniques. As the tourists visiting the Matacão want to try the healing power of the feather, Mane Pena’s fame spreads which leads him to become a very busy person: Mane Pena, now the feather guru, was so frequently accosted by feather enthusiasts and salespersons abut the nature of the feather and its proper uses that he was finally summoned to give classes and lectures at the local college. (Rain Forest 79) However, this wealth and fame comes with a price, which leads to the alienation of Mane Pena from his family. As a result of this alienation, his family disintegrates and he can no longer account for whereabouts of his sons. The exploitation of the human relationships in Through the Arc can be observed in the natural resources, too. Yet, what is ironical about the exploitation of the Matacão is the fact that the mysterious material is already a product of First world garbage as the scientist form J.B. Tweep’s company finds out: The Matacão, scientists asserted, had been formed for the most part within the last century, paralleling the development of the more common forms of plastic, polyurethane and styrofoam. Enormous landfills of nonbiodegradable material buried under virtually every populated part of the Earth had undergone tremendous pressure, pushed ever farther into the lower layers of the Earth’s mantle. The liquid deposits of the molten mass had been squeezed through underground veins to virgin areas of the Earth. The Amazon Forest, being one of the last virgin areas on Earth, got plenty. (Rain Forest 202) However, the feather, which prospers Mane Pena again determines the destiny of him because a typhus epidemic that begins around the Matacão originating from real bird feathers sweeps the area without categorizing poor or rich. Mane Pena loses all his family to the epidemic and he is helpless since the feather does not heal the effects of the disease. He suffers for five days and dies. The disintegration goes in hand with the degradation of the economy because the rock-plate as an artificial product of First world countries is found out to be vulnerable to some kind of bacteria. As it begins to dissolve into thin air, all the 89 LOCAL PEOPLE OR LOCAL VICTIMS?: AMITAV GHOSH’S THE HUNGRY TIDE AND KAREN TEI YAMASHITA’S THROUGH THE ARC OF RAIN FOREST enterprises brought by J.B Tweep are destroyed accordingly including buildings erected by using plastic in the vicinity of the area and the artificial feathers that would take the place of real bird feathers. As Ursula Heise points out, The ironic reversals in this ending are of course multiple, as the nonbiodegradable waste turns out to be degradable after all, the rock-hard plastic turns to dust, and the healing feathers kill. One might take these disasters to signal the termination of the globalizing project and the return to a more authentic experience of place. (137) The decay of the globalizing project not only effects Mane Pena but also claims major characters like Chico Paco who is killed by head hunters really aiming for Kazumasa Ishimuro and even the representative of the project J.B Tweep commits suicide when his girl friend leaves him. Although Through the Arc suggests that the exploitation of the land comes originally from First world countries’ degradable wastes and they appear in the Amazon rainforest as it is one of the virgin lands that is left, the novel ends suggesting that migration and plantations will inevitably continue to exist in the forests. The portrait that is made available to us is a different kind of globalizing project in progress: The procession marched on, day and night, sleeping briefly on the roadside and nourished by the human poverty it encroached upon, continuing for weeks through the festering gash of a highway, through a forest that had once been, for perhaps 100 million years, a precious secret. Retracing Chico Paco’s steps, the mourners passed hydroelectric plants, where large dams had flooded and displaced entire towns. They passed mining projects tirelessly exhausting the treasures of iron, manganese and bauxite. They passed a gold rush, losing a third of the procession to the greedy furor. They crossed rivers and encountered fishing fleets, nets heavy with their exotic river catch of manatee, pirarucu, piramatuba, mapara. They crowded to the sides of the road to allow passage for trucks and semis bearing timber, Brazil nuts and rubber. They passed burning and charred fields recently cleared and parted for frantic zebu cattle, long horns flailing and stampeding toward new pastures. They passed black-peppertree plantations farmed by immigrant Japanese. They passed surveyors and engineers accompanied by excavators, tractors and power saws of every description. They passed the government’s five-year plans and ten-year plans, while all the forest’s splendid wealth seemed to be rushing away ahead of them. They passed through the old territorial hideouts of rural guerillas, trampling over unmarked graves and forgotten sites of strife and massacre. And when the rains stopped, they knew they had passed into northeast Brazil’s drought-ridden terrain, the sunbaked earth spreading out from smoldering asphalt, weaving erosion through the landscape. (Rain Forest 209-10) 90 ÇETİN, Ö. EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013) It is obvious that the ambition to use the resources in Third world countries has no stopping as the ending of Through the Arc of Rain Forest suggests because the capital leads enterprises to new virgin lands in order to bring a new life style or a new consumer product wherever it is possible. What this paper suggests is that characters like Fokir and Mane Pena are not different from one another when they are placed in the exploitative web of the globalism project because they represent a class of people who has no say in the working of the general system of globalism. However, they have a certain kind of authority in determining and surviving in their specific environments like Fokir, who has the will and ability to help Piya to survive many dangerous incidents throughout her quest for Oracella. In this sense, authority of Fokir as a local makes Piya realize the importance of local people; however, Piya also realizes that animals like Bengali tiger are in danger as well as local people because the Sundarbans’ challenging environment does not let human and non-human to survive together. As Kaur points out, Fokir “exposes the limitations of this utopian global vision in dramatizing the vulnerability of the underclasses on whose sacrifice is built this vision of global solidarity” (135). The death of Fokir, in the final analysis, signals to the failure of the project to bring global and local together and Fokir remains a statistical number recorded in Nilima’s notebook not as a victim of Bengali tiger but of the seasonal cyclone. Although Rain Forest follows a different way to point to the fact that bringing local and global together or bridging the gap between them is not likely to happen, the faith of Mane Pena resembles Fokir in the way he interacts with J.B. Tweep about the enterprise of the healing power of the feather. This act might be considered as a way to align the local culture with the global. To some extent, Mane Pena becomes the attraction point of international community. Yet, the globalization project, as Rain Forest suggests, has its degrading effects and the very means of bridging the gap between the local and global becomes the destructive object of the same project. Although the reader is informed of the other ongoing projects like dams, plantations, or mining, we are signaled that those are also doomed to fail in the future. In comparing two characters, Fokir and Mane Pena, from two different novels that are the products of completely different geographies, this paper has read into the heart of the project of reuniting local and global through the symbolic deaths of these characters. The Hungry Tide and Through the Arc of Rain Forest attempts in their original ways to convey the impossibility of the globalizing project because of the gap between the First World’s conception of the environment and the local people’s understanding of it. Thus, characters like Fokir and Mane Pena who are dubbed as “the underclass” or “the poorest of the poor” 91 LOCAL PEOPLE OR LOCAL VICTIMS?: AMITAV GHOSH’S THE HUNGRY TIDE AND KAREN TEI YAMASHITA’S THROUGH THE ARC OF RAIN FOREST may suggest a way to understand the humankind’s connection to and conception of the land. However, as one dies and the other sacrifices himself at the end, it may be a little while till we can successfully realize the project of reconciling environment and globalization project, whether it is Sundarbans or Amazon rain forest. 92 ÇETİN, Ö. EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013) WORKS CITED Ghosh, Amitav. The Hungry Tide. Boston: Houghton Mifflin Co., 2005. Giddens, Anthony. Consequences of Modernism. Oxford: Polity Press, 1991. Handley, George B. New World Poetics: Nature and the Adamic Imagination of Whitman, Neruda, and Walcott. Athens: U of Georgia P, 2007. Heise, Ursula K. “Local Rock and Global Plastic: World Ecology and the Experience of Place.” Comparative Literature Studies 41.1 (2004): 126-52. Kaur, Rajender. “‘Home Is Where the Oracella Are’: Toward a New Paradigm of Transcultural Ecocritical Engagement in Amitav Ghosh’s The Hungry Tide.” Interdisciplinary Studies in Literature and Environment 14.1 (Summer 2007): 12541. Mukherjee, Upamanyu Pablo. Postcolonial Environments: Nature, Culture and the Contemporary Indian Novel in English. New York: Palgrave Macmillan, 2010. Murphy, Patrick D. Farther Afield in the Study of Nature-Oriented Literature. Charlottesville and London: U of Virginia P, 2000. Yamashita, Karen Tei. Through the Arc of the Rain Forest. Minneapolis: Coffee House, 1990. 93 EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013) 94 YILDIZ, Ö. EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013) Dokuz Eylül Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi Cilt: 2 Sayı: 3 2013 İŞVERENLERİN BAKIŞ AÇISINDAN TÜRKİYE'DE KADIN İSTİHDAMI: BİR ALAN ARAŞTIRMASI Özkan YILDIZ * ÖZET Bu çalışma, Türkiye'de kadın istihdamına bölgesel düzeyde yapılan bir araştırmayla ışık tutmaktadır. Araştırma, Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP) illeri içinde yer alan Gaziantep, Adıyaman ve Kilis illerinde (TUİK TRC1) yapılmıştır. Her üç ilden 500 firma örneklem olarak seçilmiştir. Çalışma söz konusu illerde "kadın işgücünün" sektörel özelliklerini, kadın istihdamının mevcut durumu ve geleceğini, 'işverenlerin' perspektifinden kadın istihdamının görünümünü, sorunlarını ve beklentilerini analiz etmektedir. Anahtar Kelimeler: Türkiye, Kadın İstihdamı, Bölgesel Analiz WOMEN EMPLOYMENT IN TURKEY FROM THE VIEW OF EMPLOYER: A FIELD SURVEY ABSTRACT This study aims to throw fresh light on women employment in Turkey with the research performed on regional level. The research has been performed in Gaziantep, Adıyaman and Kilis (“TUİK TRC1”) which are among the cities of the Southeastern Anatolia Project (GAP). 500 companies from each three cities have been selected as sample. The study examines and analyzes the sectoral qualifications of women labor force, current situation and future of women employment, women employment from employers’ perspective, problems and expectations. Keyword: Turkey, Women Employment, Regional Analysis * Doç. Dr., Dokuz Eylül Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi. 95 İŞVERENLERİN BAKIŞ AÇISINDAN TÜRKİYE'DE KADIN İSTİHDAMI: BİR ALAN ARAŞTIRMASI GİRİŞ Tarihsel süreç içinde, 'avcı ve toplayıcı' dönemden yerleşik yaşama geçinceye kadar, hem kadınlar, hem de erkekler toplumsal ve ekonomik dünyanın üretimine birlikte katkıda bulunmuştur. 'Kolektif üretimin' parçası olarak kadın ve erkek, üretimde birlikte rol oynamıştır. Endüstri öncesi toplumlarda, üretim faaliyetleriyle hanehalkının etkinlikleri aynı mekânda yapılırdı. Hanenin tüm fertleri, üretim faaliyetlerinde yer alırdı. Ancak zamanla, sanayinin gelişmesi "ev" ve "işyerini" birbirinden ayırmıştır. Üretim, artık daha büyük mekânlarda, fabrikalarda yapılmaya başlanmıştır. Üretimin yapısal dönüşümü, kadın ve erkeğin klasik rollerinde de farklılaşmaya yol açmıştır. Bir zamanlar ortaklaşa üretilen şeyin doğası, üretim tarzı ve yöntemleri değiştikçe kadın ve erkeğin üretime katkısı, sorumlulukların dağılımı ve iş bölümü de dönüşüme uğramıştır. Erkekler, ev dışında sanayide, fabrikada daha fazla zaman geçirmeye başladı. Kadınlar ise, ev içi faaliyetlerle 'çocuk bakımı' ve 'temizlik' işleriyle meşguldü. Yakın döneme kadar bilhassa Batı ülkelerinde, genellikle erkeklerin egemenliğinde olan 'ücretli işlere' kadınlar da talip olmaya başladı. Son 20-30 yıl zarfında ortaya çıkan büyük bir değişime paralel olarak, çok sayıda kadının işgücüne katıldığı ve üretimin farklı sektörlerinde istihdam edildikleri görüldü. İşgücünün Demografik Dönüşümü Tarihte ilk kez kadınlar, 'sanayi devrimiyle' beraber belirli bir "ücret" karşılığında iş yaşamının içinde yer almışlardır. Kadınların çalışma yaşamı içindeki yerleri ile sanayileşme olgusu arasında güçlü bir bağıntı bulunmaktadır. Sanayileşme, daha çok sayıda kadını çalışma hayatının içine çekmiştir. Esasında "kadının işçileşmesi" veya 'ücretli' olarak çalışma hayatına girişini destekleyen ve yaygınlaşmasını teşvik eden "sosyal politikalar" ve bu politikaların öngördüğü 'hukuksal-yasal' gelişmeleri de göz ardı etmemek gerekmektedir. Kıta Avrupa'sı ülkelerinde, 'işgücünün demografik dönüşümüne' katkı veren ulusal sosyal politikalar ve bu politikaların çalışma yaşamını kadınlar lehine düzenleyen yasaları yürürlüğe koyması, bir bakıma, reform niteliğindeydi. Söz konusu yasal düzenlemeler, ilk elden kadınların çalışma yaşamına girişini kolaylaştırmış, onların biyolojik ve genetik özellikleri nedeniyle, ayrımcılığa uğramadan ,'korunmalarını' öngörmüş ve böylece toplumsal yaşam içindeki konumlarını güçlendirmiştir. Avrupa Birliği'nin kadın erkek eşitliğini sağlama yönünde kabul ettiği yasalar, düzenlemeler, sözleşmeler, raporlar ve stratejiler esasında kadının her alanda olduğu gibi ekonomik yaşamda da erkekle eşit haklara sahipliğini öngörür. 96 YILDIZ, Ö. EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013) Örneğin "Avrupa İstihdam Stratejisi" kadın ve erkek eşitliğini sağlamaya yönelik olarak eşit fırsat ilkesi gereği meslek ve iş alanlarına kadınların daha kolay girmesini, ücret vasıf düzeyi açısından eşitsizlik ve dengesizliğin ortadan kaldırılmasını sağlayacak uygulamalar, kadınların kariyer gelişimini kesintiye uğratan çocuk ve yaşlı bakımına ilişkin düzenlemelerin geliştirilmesi, cinsiyete dayalı iş bölümünün kadın istihdamı üzerindeki olumsuz etkilerini azaltmak bakımından büyük önem taşımaktadır (Toksöz, 2007: 53). Günümüzde ulusal ekonomiler, “küreselleşme” olarak adlandırılan yeni bir ekonomik yapılanmanın etkisi altındadır. Bu ‘yapılanmaya’ anlam kazandıran ana unsur ise malum ‘bilgi’ ve ‘teknoloji’dir. Ekonomik yaşamda, işletmelerin veya firmaların, ayakta kalabilmesi, gelişen bilgi ve teknolojik gelişmeleri izlemesi ve bu gelişmelerden yararlanmasıyla olanaklıdır. Firmaların, 'küresel rekabet ekonomisinde' pazar payını yükseltebilmesi ve kar maksimizasyonuna ulaşması, üretimde 'bilgi teknoloji girdilerinin' kullanılmasıyla mümkün görünmektedir. Üretimde bilgi teknoloji girdilerinin kullanılması, elbette bu bilgi teknolojilerini kullanacak 'insan kaynağının' önemini gündeme getirmektedir. Değişim sürecinde üretim yapısı, 'insan kaynağı' tercihini ve politikasını da şekillendirmektedir. 'İnsan kaynağı ya da yetişmiş işgücü' potansiyeli, hiç kuşku yok ki, günümüzde iktisadi ve beşeri kalkınmanın ön koşulu haline gelmektedir. Manuel Castells, (Munck, 2003: 123) modern bilgi ekonomilerinin işçileri 'ağ (network) işçilerine' dönüştürdüğünü, bilgi teknolojilerinin verimlilik potansiyeli beklentisini karşılayacak daha iyi bilgilendirilmiş işçilere gereksinim doğurduğunu belirtir. Yeni ekonomide sadece daha iyi bilgilendirilmiş değil, kendine daha çok güvenen, daha az denetlenen ve daha çok motive edilmiş çalışanlara ihtiyaç vardır. Esasında bu süreç "fordist" ekonomik sistemden "postfordist" sisteme geçişle ortaya çıkan "esnek üretim modelinin" firmalarda hakim olmaya başlamasıyla da ilgilidir. Buna göre uluslararası rekabeti sürdürmenin koşulu üretim süreçlerini "esnek" hale getirmekten geçer. 'Esnek İstihdam' ve Kayıt-Dışı Sektör ve Kadın Emeği ‘Küresel kapitalist ekonomik sistem’ kendisini sürekli yenileyerek işgücü piyasasını da köklü dönüşümlere uğratmaktadır. Özellikle sanayi devrimi sonrasında ivme kazanan yeni ekonomik yapılanmalar başta 'işin örgütlenme biçiminde yaşanan değişim' ve 'istihdamda ortaya çıkan yeni eğilimler' kadın ve çocuk emeğinden yoğun bir biçimde yararlanmayı gündeme getirmiştir. 97 İŞVERENLERİN BAKIŞ AÇISINDAN TÜRKİYE'DE KADIN İSTİHDAMI: BİR ALAN ARAŞTIRMASI Bilindiği üzere, yakın zamana kadar işgücü piyasasında "ücretli işler" daha çok erkekler tarafından yapılmaktaydı. Fakat son otuz yıldaysa bu durumun büyük bir değişime sahne olduğuna tanık olmaktayız. Günümüzde daha fazla kadının giderek işgücüne katıldığı görülmektedir (Giddens, 2005: 388). Kadınların artan oranda işgücüne dahil olmasında kuşkusuz çeşitli etmenler rol oynamaktadır. Yeni bilgi ve iletişim teknolojilerinin ortaya çıkması, "esnek çalışma" sistemlerinin yaygınlaşması, toplumsal cinsiyet ayrımcılığının çözülme sürecine girmesi, hanehalkı üzerindeki ekonomik baskılar, kadının eğitim seviyesinin giderek yükselmesi bu etmenler arasında sayılabilir. Birleşmiş Milletler raporunda (1999: 32) sermayenin uluslararası hareketinin hızlanması, yeni finans kurumlarının ve finansal araçların oluşturulması, banka ve sigorta şirketi gibi hizmet sektörlerinde "kadın istihdamının" büyümesine yol açmıştır. Finans sektörünün hızlı büyümesi geç kapitalistleşen ülkelerde bilgisayar yazılımı ile finans ve bankacılık alanlarında yüksek vasıflı kadın emek gücünün istihdamını arttırdı. Bunun yanında bankalarda, postayla alışverişte, havayolu ve tren yolu ulaştırmacılığı alanlarında, veri girişi işlerinde kadınlar kullanıldı. Elbette bu etmenler, kadın istihdamı artışının arkasındaki çok genel-geçer sebeplerdir. Özellikle kadınların işgücü piyasasına girişi, tuttukları işlerin niteliği, süresi ve güvenliği açısından değerlendirildiğinde kadınlar için pek çok olumsuzluk da bulunmaktadır. Dünyada ve Türkiye'de kadınlar açısından en sorunlu uygulamalardan birisi "esnek istihdam" biçimlerinin genişletilmesidir. Bu uygulamalar tüm ülkelerde yasal güvence altına alınmaktadır. Bu yasal güvenceye dayanarak "esnek istihdam", talep üzerine çalışma, eve iş alma, yarı zamanlı çalışma, parça başı iş alma, götürü iş alma şeklinde tezahür etmektedir. "Esneklik kapitalistin çalışma yeri, çalışma zamanı, çalışma süresi, işgücü miktarı ücret düzeyi, gibi konularda serbestlik kazanması anlamına gelmektedir. Yani kapitalist, ihtiyaç duyduğu zaman, ihtiyaç duyduğu sayıda işçiye, ihtiyaç duyduğu süre ihtiyaç duyduğu üretimi yapma serbestisine sahip olacaktır" (Dedeoğlu & Öztürk, 2012: 28). Kadınların ve çocukların bu kapsamda güvencesiz ve düşük ücretlerle çalıştırılması giderek yaygınlaşmaktadır. Diğer yandan dünyada ve ülkemizde kayıt-dışı ekonomi ya da kayıt-dışı istihdamın olumsuz etkilediği kesimlerin başında kadınlar gelmektedir. Ekonomik kriz ve işsizlik dönemlerinde kayıt-dışı istihdam edilen kadın işgücü oranları daha da yükselmektedir. TÜİK hanehalkı işgücü anketine göre ülkemizde istihdam edilenlerin 2011 yılı itibari ile % 41,7'si herhangi bir sosyal güvenlik kurumuna başlı değildir, yani diğer bir ifadeyle istihdam edilenlerin yarıya yakını kayıt dışı sektörde yer almaktadır. Ücretli yevmiyeli olarak 98 YILDIZ, Ö. EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013) çalışanların % 23,5'i işverenlerin % 22,4'ü kendi hesabına çalışanların % 66,3'ü, ücretsiz aile işçisi olarak çalışanların da % 92'si kayıt dışı olarak çalışmaktadır. Erkeklerin % 35'i, kadınların ise % 56,3'ü kayıt dışı olarak çalışmaktadır. Ücretli ve yevmiyeli olarak çalışan erkeklerin % 23,1'i kadınların % 24,8'si işveren olarak çalışan erkeklerin % 22,3'ü kadınların %23,02'si, kendi hesabına çalışan erkeklerin % 86,6'sı kadınların da % 94'ü kayıt dışı olarak çalışmaktadır. "Kayıt dışı çalışan kadınlar bütün diğer kayıt dışında çalışanlar gibi sosyal güvenlik hukukunun kendilerine sağlayacağı güvenceden yoksun kalmaktadır. Kayıt dışında çalışan kadınların çalışma süreleri uzundur. Ücretleri özellikle tekstilde parça başı ücret uygulaması nedeniyle düşüktür. Kayıt dışında çalışmalarına bağlı olarak iş kazalarına karşı korumaları da bulunmamaktadır" (Metin, 2011: 65). Gerek kayıt-dışı çalıştırma, gerekse de esnek çalıştırmanın arka planında işverenlerin daha az ücret ödeme isteği ve de daha fazla kar elde etme imkânı yatmaktadır. "Kadınlar düşük ücretlerle, vasıfsız işlerde otorite hiyerarşisinde düşük konumlarda, kötü iş koşullarında çalışmaya kolaylıkla mahkum edilmektedir. İşverenlerin, kadınları bu koşullarda çalıştırmaktan kazancı oldukça büyük olmaktadır. Ucuz işgücünü oluşturan kadınlar, emek sürecinde ezilmeye açık, kolay işten çıkarılan ve yedek iş ordusu niteliği taşıyan bir kesimdir" (KSGM, 1999b). Kadınlar, işin değişen doğası, sosyal haklar ve yasal düzenlemeler vb etmenler nedeniyle eskisine oranla daha fazla sayıda çalışma yaşamına girmiş olabilirler. Ancak eğitimleri, kalifikasyonları, çalışma yaşamında tuttukları işler, aldıkları ücretler dikkate alındığında ekonomik yaşamda, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin hala devam etmekte olduğu söylenebilir. Araştırmalar, sosyal ve kültürel engellerin kadınları çalışma yaşamının dışına ittiği bunun da toplumsal cinsiyet eşitsizliğini körüklediğine dikkat çekmektedir. Ayşe Buğra 2009 yılında İstanbul, Kayseri, Gaziantep, Sinop ve Denizli illerinde kamu çalışanları, işçi ve işveren temsilcileri, sivil toplum kuruluşu (STK) çalışanlarıyla yaptığı araştırmada "muhafazakarlığın" kadın istihdamını iki kanaldan etkilediğine değinmektedir. 'Taciz ve Kreş.' (Buğra, 2010). "Türkiye’de özellikle yeni sanayileşen Anadolu kentlerinde sanayi bölgeleri 'erkek' alanları olarak algılanmakta ve kadınlar için uygun çalışma ortamları olarak görülmemektedir. Hizmetler sektörü içindeki çeşitli iş kollarında da kadınların erkeklerle bir arada çalışmasının uygun görülmediği alanlar kadınlara kapalıdır...Türkiye'de ihracata yönelik sanayileşme sürecinde kadın işgücüne talebin düşük kalması geleneksel cinsiyetçi 99 İŞVERENLERİN BAKIŞ AÇISINDAN TÜRKİYE'DE KADIN İSTİHDAMI: BİR ALAN ARAŞTIRMASI işbölümünün devamını ve 'sermaye' ile 'patriarka' arasında kadınların hane içindeki karşılıksız emeklerine dayanan uzlaşmanın korunmasını sağlamıştır (Toksöz, 2011: 264). Kadının işgücüne katılımında, dünya ölçeğinde önemli farklılıklar görülmektedir. Kimi Akdenizli Avrupa ülkelerinde kadınların işgücüne katılım oranlarına bakıldığında 2008 yılı verilerine göre işgücüne katılan kadınların oranı Portekiz’de % 56.2, İspanya’da % 50.4, Yunanistan’da % 42,6 ve İtalya’da % 38'dir (ILO http://laborsta.ilo.org). TÜİK istihdam verilerinde ise Türkiye'de kadınların istihdamdaki payı (tarım kesimi de dahil) % 30'dur. TÜİK 2008 yılı Hanehalkı İşgücü Anketinde işgücüne katılım kadınlarda % 25,4, erkeklerde ise % 70,1'dir. Kadınların işgücüne katılımları, kır-kent ayrımı çerçevesinde incelendiğinde de önemli farklılıklar görülmektedir. Kentsel alanlarda kadınların işgücüne katılım oranı 2008 yılında % 16,6 iken kırsal kesimde bu oran % 32,9 olarak hesaplanmaktadır. Kuşkusuz kırda kadınlar ağırlıklı olarak ücretsiz aile işçisi olarak çalışmaktadır. Türkiye’de bölgesel olarak kadınların işgücüne katılım ve katılanların sosyal güvence sahipliği oranları da farklılaşmaktadır. Verilere bakıldığında TRC1 Bölgesi’nde (Gaziantep, Adıyaman ve Kilis) % 13 iken TR 32 bölgesi olan Aydın, Denizli ve Muğla’da % 35,6’dır (TÜİK). Yine TÜİK verilerine göre istihdam edilenler arasında sosyal güvence dışında kalan kadınların oranı TR 32 (Aydın Denizli, Muğla) bölgesinde % 59 iken Gaziantep, Adıyaman ve Kilis Bölgesinde % 82’dir. Araştırmanın Yöntemi ve Uygulama Bu araştırma, TRC1 bölgesi olarak adlandırılan Gaziantep, Adıyaman, Kilis illerinde kadın istihdamının görünümüne ışık tutmaya çalışmaktadır. Burada sunulan veriler, söz konusu illerde 500 firmayla yapılan anket çalışmasına dayanmaktadır. Bu 500 firmanın dağılımında, Gaziantep için 250, Adıyaman için 150 ve Kilis için 100 firma örnekleme dâhil edilmiştir. Firmaların listesi her üç ilin sanayi ve/veya sanayi ve ticaret odalarından seçilmiştir. Örneklem seçiminde kotalar, illerin sanayi ve ticaret kuruluşları listesinde yer alan firmaların ağırlığı ölçüsünde belirlenmiştir. İzlenen örneklem yöntemi her üç il için standart istatistikî veriler ortaya koymaya ve karşılaştırma yapmaya görece olanak tanımaktadır. Her üç ilde seçilen firmalar “basit tesadüfü örnekleme” metoduyla belirlenmiştir. 100 YILDIZ, Ö. Saha EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013) çalışmasında "yüz yüze görüşme" yoluyla gerçekleştirilmek üzere yapılandırılmış ‘anket formu’ kullanılmıştır. Formda firmaların sektörel özellikleri, genel istihdam anlayışları, çalışma koşulları, kadın istihdamı ve kadın istihdamına ilişkin gelecek perspektifi, kadın istihdamına ilişkin mevzuat hakkında bilinç düzeyleri vb konuları sorgulayan sorular yer almıştır. Araştırmada kullanılan 'soru formu', çoktan seçmeli kategorik yanıtların olduğu sorular ve deneklerin kendi görüşlerini ifade edebilecek açık uçlu sorulardan oluşmaktadır. Soru formunun ilk bölümünde işletmelerin genel üretim yapısının belirlenmesine yönelik sorular yer almaktadır. İzleyen bölümde firmaların yer aldığı iş kolları, kadın istihdamının mevcut durumu ve geleceği, işverenlerin çalışma koşullarını kadın istihdamı açısından değerlendirişi, kadın istihdamı konusunda yasal mevzuata ilişkin firmaların bilinç düzeyleri vb. sorulara yer verilmiştir. Araştırmanın Bulguları Gaziantep kendine özgü ‘girişimcilik’ kültürü ve kalkınma modeliyle Anadolu’da önemli bir sanayi ve ticaret kentidir. 80’ler ve bilhassa 90’lardan sonra ekonominin küreselleşmesiyle eşzamanlı olarak ‘ihracat’ eksenli sanayi ve ticaret hamleleri kentin ekonomik performansını yükseltmiştir. Kentin ekonomisi, ağırlıklı olarak ‘ara mal’ üretimine dayanmaktadır. Tekstil, gıda, plastik, kimya vb. sanayinin kilit sektörleridir. Gaziantep’te dört organize sanayi, bir serbest bölge, beş bin civarında sanayi kuruluşu beş milyar dolara yaklaşan ihracat hacmi bulunmaktadır. 160 yakın ülkeye ihracat yapılmaktadır. ‘Sanayi’ ve ‘ticaret’ Gaziantep'i bulunduğu bölgede bir çekim merkezi haline getirmiştir. Bu nedenle kent, kendi kırsalından ve civar illerden yoğun göç almıştır. Her ne kadar TÜİK 2009 verilerinde kentin nüfusu 1.652.670 olarak görülse de resmi olmayan kayıtlarda nüfusun 2 milyona dayandığı tahmin edilmektedir. TÜİK İl İstatistiklerine göre, ilin 30 yaş ve altı nüfus oranı % 60’ların üstündedir. Bu nüfus dilimi içinde yer alanların eğitimsiz ve mesleksiz oluşları dikkat çekmektedir. Örneklemeye dahil olan firmaların yer aldığı sektörlere bakıldığında, “tekstil sektörü” (% 41,6) ilk sırada gelmektedir. İkinci sırada “gıda sektörü” (% 19,5) gelirken üçüncü sırada “kimya-plastik-kağıt” (% 12) sektörü gelmektedir. “Makine-metal” ve inşaat” sektörünün de belirli bir ağırlığı bulunmaktadır. Denilebilir ki tekstil sektörü Gaziantep sanayinin motorunu oluşturmaktadır. Tekstil sektörü kadın istihdamı için büyük bir öneme sahiptir. 101 İŞVERENLERİN BAKIŞ AÇISINDAN TÜRKİYE'DE KADIN İSTİHDAMI: BİR ALAN ARAŞTIRMASI Araştırma örneklemi içinde yer alan işletmelerin faaliyet yıllarına bakıldığında her iki işletmeden birinin faaliyet yılı 6 ile 20 yıl arasında değişmektedir. 20 yıl ve üzeri geçmişe sahip işletmelerin oranı % 20,3’dür. 1-5 yıllık geçmişe sahip olan firmaların oranı % 19,3’dür. Bu veriler bize bir yandan bu bölgede köklü bir sanayi geleneğinin var olduğunu, diğer yandan yeni kurulan ve kurumsallaşma eğilimi gösteren firmaların sayısında bir artış olduğunu göstermektedir. Bölgedeki işletmelerin genel kompozisyonuna bakıldığında, “Küçük ve Orta Boy İşletmelerin (KOBİ)” ağırlıkta olduğu görülmektedir. Küçük ölçekli firmaların oranı % 57,8’dir. 250 ve üstü çalışana sahip olan işletmelerin oranı ise sadece % 5,6’dır. Sanayinin lokomotif gücü olarak KOBİ’lerin büyük ölçekli firmalara dönüşmesinde çeşitli güçlükler bulunmaktadır. Her ne kadar KOBİ’ler kamu desteği veya teşvikinden yararlanıyor olsalar da büyük firma olma yönündeki atılımları gerçekleştiremediği görülmektedir. KOBİ’ler bu bölgede ağırlıklı olarak aile şirketi hüviyetindedir. Bu durum işletmenin personel istihdam etme pratiğini etkilemektedir. Böylesi bir durum kültürel muhafazakârlıktan beslenerek kadın istihdamını olumsuz yönde etkilemektedir. Gaziantep, Adıyaman ve Kilis’te faaliyet gösteren firmaların çok büyük bir kısmı (% 69,7) kadın istihdamından faydalanmaktadır. Ancak çalışan kadınların 'eğitim' seviyesinin düşük oluşu dikkat çekmektedir. İlköğretim ve altı eğitim düzeyine sahip kadın çalışanların oranı % 45,2’dir. İşletmelerde çalışan kadınların yaş dağılımlarına bakıldığında genç ve orta yaş diliminde olanlar ağırlık oluşturmaktadır. 16-24 yaş diliminde yer alan kadın çalışanların oranı % 38,8’dir. 25-34 yaş diliminde yer alanların oranı ise % 49,1’dir. Denilebilir ki işletmeler genç ve düşük eğitimli kadın çalışan tercih etmektedir. Örneğin 45-54 yaş diliminde yer alan kadın çalışanların oranının sadece % 0,3 olması oldukça düşündürücüdür. Kadınlar çalışma yaşamına erken girmekte ancak çok erken ayrılmaktadır. Genelde bekar kadın çalışan tercih edilmektedir. Elbette bu 'tercihin', işveren açısından çeşitli sebepleri bulunmaktadır. Genç yaş diliminde yer alan kadınların ekseri göçmen ve vasıfsız konumda bulundukları; özellikle evli, çocuklu ve yaşı ileri kadınların işgücü piyasasına erişemediği tespit edilmektedir. Gaziantep’te eve iş alma veya parça başı işler (fıstık, ceviz, badem çıtlatma, terlik-ayakkabı, havlu kenarı işleme vb işleri) genelde kadınların omzundadır. Bu işler ise kayıt-dışıdır. 102 YILDIZ, Ö. EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013) İşletme sahiplerinin kadın istihdamına yönelik devletin "yasal desteğinden" (örneğin 6111 sayılı torba yasa) yeterince haberdar olmadıkları görülmektedir. Neredeyse her iki işletmeden birinin bu konuda bilgisinin olmadığı görülmektedir. "Torba yasa" teşvikinden en çok haberdar olan firmalar başta “sağlık” sonra sırasıyla “otomotiv” ve “makine-kimya” sektörleridir. “Sigortacılık”, “beyaz eşya” “inşaat” “gıda” sektörlerinde yer alan firmaların ise söz konusu yasadan haberdar olamadıkları görülmektedir. Söz konusu destekten haberdar olanların da bu destekten faydalanmadığı (% 75) dikkat çekmektedir. Başka bir ifadeyle her dört firmadan sadece birisi yasal teşvik desteğinden yararlanmaktadır. Her ne kadar, kadın çalışana ihtiyacı olmayan firmaların bu destekten yararlanmaması anlaşılır bir durumsa kadın personele ihtiyacı olan firmaların bu destekten yararlanmamasının sebepleri de mutlaka araştırılmalıdır. Firmalarda "fazla mesai" kadının çalışma isteği ve motivasyonunu olumsuz etkilemektedir. Araştırma bulgularına bakıldığında işletmelerde kadınların % 26,2’si "ek mesai" yapmaktadır. Gerçekte bu oranın daha da yüksek olacağı söylenebilir. Diğer yandan ek mesainin ne şekilde ücretlendirildiği de tam bir muammadır. Ek mesainin süresine bakıldığında “1-2” saat ek mesai yapılan firmaların oranı % 45,9; “3-5” saat ek mesai yapılan firmaların oranı ise % 45,8’dir. Kadın çalışanların ortalama çalışma süresi (% 76,7) 8 saat olmakla birlikte 9, 10 ve üzeri saat çalışanların oranı (% 21) da küçümsemeyecek boyuttadır. Otomotiv, sigortacılık ve makine-kimya ve tekstil sektörleri ek mesainin yapıldığı sektörler olarak dikkat çekmektedir. Denilebilir ki işçilerin çalışma saatleri işverenin ihtiyaçlarına göre düzenlenmektedir. Ek mesai yapan kadın çalışanların yasal haklarının korunması noktasında ek denetime ihtiyaç vardır. Bu noktada Uluslararası Çalışma Örgütünün (ILO) koyduğu kurallara riayet edilmesi gerekmektedir. Çalışma koşullarının kadın ve erkek ayrımı yapılmadan birlikte dönüştürülmesi ve standart hale getirilmesi elzem görünmektedir. Kadınlar, işletmelerde ya idari kadroda ya da işletme kadrosunda çalışmaktadır. Araştırmada kadınların ağılıklı olarak işletme kadrosunda çalıştıklarını göstermektedir. İdari kadroda çalışan kadınların oranı ise % 24,6’dır. İdari ve işletme kadrosunda çalışan kadınların pozisyonlarına bakıldığında “işçi” kadınların oransal yüksekliği (% 69,9) dikkat çekmektedir. İkinci sırada “teknik elaman” kadrosunda bulunan kadınlar (% 22,1) gelmektedir. “Şef” konumunda bulunan kadınların oranı % 3,4 iken “müdür” konumunda olan kadınların oranı sadece % 2’dir. Vasıf gerektirmeyen işlerin genellikle kadınlar tarafından "kalifikasyon" gerektiren işler erkeklere ait bir alan olduğu söylenebilir. Emeğin feminizasyonu denilen süreç ya da 103 İŞVERENLERİN BAKIŞ AÇISINDAN TÜRKİYE'DE KADIN İSTİHDAMI: BİR ALAN ARAŞTIRMASI emek piyasasında işlerin cinsiyet temelinde ayrıldığı görülmektedir. Emek piyasasında bu anlamda keskin bir ayrım söz konusudur. Kadınlar her sektörde çalışmazlar. Kadınların çalıştığı sektörler tekstil (konfeksiyon-halı) temizlik, sağlık, sigortacılık gibi hizmet sektörleridir. Kadınların sosyal güvence kapsamı dışında çalıştırılması yaygın davranış kalıbıdır. TÜİK verileri de bu tespiti doğrulamaktadır. 2009 verilerine göre Türkiye’de kadınların % 60’ı "sosyal güvenlik" kapsamı dışında kalmaktadır. İstihdam edilenler arasında sosyal güvenlik kapsamı dışında olan kadınların oranı İstanbul’da % 22 iken GaziantepAdıyaman ve Kilis’te % 82’dir. Firma yetkililerinin büyük çoğunluğu kadın çalışandan verim aldıklarını ifade etmiştir. Bununla birlikte kadın çalışandan “kısmen” verim alabiliyorum diyenlerin oranı % 8,5’dir. Bunun nedenleri sorgulandığında firma yetkilileri, kadın çalışanlar için, “ağır işleri yapamazlar”, (% 36) “problemleri fazla” (% 32), “verim alınamaz” (% 18) ve “eğitimsizler” (% 14) yanıtını vermektedir. Hizmet içi eğitimin ne derece yaygın olduğuna bakıldığında firmaların % 59,4’ünde hizmet içi eğitimin hiç yapılmadığı görülmektedir. Bu oran 10 firmadan 6’sına tekabül eder ki firmaların iç eğitime gereken hassasiyeti göstermediğini kanıtlamaktadır. Firmalarda en çok ihtiyaç duyulan "eğitim" ise sırasıyla “bilgisayar destekli eğitim” (% 31,2), işbaşı eğitim” (% 24,7), “iletişim eğitimi” (% 21,4) “iş güvenliği eğitimidir” (% 19,8). Görüldüğü üzere firmalar personelin alması gereken eğitim ihtiyacına vurguda bulunmaktadır. Özellikle “bilgisayar destekli eğitim” ihtiyacının ilk sırada gelmesi bir bakıma "bilgi teknoloji" odaklı eğitim ihtiyacının firmalardaki artan önemini göstermektedir. “Bilgisayar destekli eğitime” duyulan ihtiyaç başta 'makine-kimya' ve 'tekstil' sektörü olmak üzere tüm sektörlerde ilk sırada gelmektedir. “İşbaşı eğitim” daha ziyade tekstil işkolunda” işgüvenliği eğitimi” gıda sektöründe; “iletişim” eğitimi otomotiv, sigortacılık, sağlık sektörlerinde ön plana çıkmaktadır. Değişen pazar koşullarına uyum ve rekabet etmedeki gücünün firma içine transferi günümüzde “öğrenen organizasyon” terimiyle karakterize edilmektedir. Firmaların ayakta kalıp rekabet etmedeki başarısı “öğrenen organizasyon” yoluyla insan kaynağının niteliğinin yükseltilmesi ve kurum kültürünün oluşturmasıyla mümkün görünmektedir. Bölgede firmaların büyük bir kısmında insan kaynağına yönelik yatırımda endişe verici ölçüde geride kalmaktadır. 104 YILDIZ, Ö. EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013) İşletmelerde kadın çalışanların sahip olması gereken niteliklerin neler olması gerektiği sorgulandığında, firma yetkililerince arzu edilen kalifikasyonlar modern profesyonel işletme anlayışına karşılık gelmektedir. Kadın çalışanlarda eksik olarak tespit edilen nitelikler, “risk alma” (% 20), “sorumluluk alma” (% 18), “bilgi ve teknoloji kullanımı” (% 15), “takım çalışması”, (% 14), “iletişim” (% 13) şeklinde sıralanmaktadır. İş dünyasında son yıllarda yaygınlaşan “işlevsel esneklik” (işçilerin işlerinin işverenin ihtiyaçlarına göre düzenlenmesi); “ücret esnekliği” (çalışma saatlerinin ve dağılımının işverenin ihtiyaçlarına göre hazırlanması) gibi görece yeni üreti bölgedeki işverenler tarafından da önemsenmektedir. Risk alma, sorumluluk alma, firmaya bağlılık gibi değerler Postfordist üretim anlayışının parçası olan emek esnekliği talebinin bir sonucudur. Emek esnekliği yönündeki gidişat küresel bir eğilimdir. KOBİ’lerde daha az kurallara ve sendikal bağlara ve ekonomik gelgitlere endeksli ücret politikasına doğru gidiş emek esnekliği olarak tanımlanmaktadır. Firmalarda gereksinim duyulan alanlarda değişimin gerçekleşebilmesinde çalışanların bu değişime uyumu ve çalışanlara yönelik imkân ve fırsatların hazırlanmasını şart koşmaktadır. Bu koşullar sağlandığında çalışanlar, daha fazla risk ve sorumluluk alacak ve bilgi teknolojilerine aşina olacaktır. Dolayısıyla dünyadaki değişim ve gelişimlere uyumda organizasyonların insan kaynağına daha fazla yatırım yapmasını zorunlu kılmaktadır. Bugün firmalarda başta maliyet kaygısından ötürü firmalar bu alana yeterli desteği vermekten uzaktırlar. Teknolojik değişim sonucu yetkinliğini kaybeden kadınlara uygulanan yöntem genellikle “eğitime tabi tutma” (% 34,8) ve “uyarma” (% 33,3) şeklindedir. “İşten çıkarma” yöntemi % 10 iken, “iş/birim değiştirme” yoluna başvuranların oranı ise % 16’dır. İşletmelerde çalışan kadınların rahatsız oldukları konular arasında birinci sırada “ücretlerin düşüklüğü” gelmektedir. Bunu “işin ağır/zor oluşu”, “iş saatlerinin uzun oluşu” izlemektedir. “Terfi etme” ve “vardiya sistemi” kadın istihdamı üzerinde caydırıcı olmaktadır. Uluslar arası kuruluşlar (ILO, AB vb) Türkiye genelinde çalışma saatlerinin hem AB hem de OECD ülkeleriyle karşılaştırılmayacak ölçüde uzun olduğuna dikkat çekmektedir. ILO’nun “düzgün iş ve insana yaraşır iş” kategorileriyle bağdaşmayan çalışma iklimi kadının kısa sürede işgücü piyasasından kopuşuna sebebiyet vermektedir. Her ne kadar sanayide çalışmayı tercih eden kadınlar düzenli maaş ve sigortayı gerekçe gösterseler de son tahlilde çalışma saatlerine riayet edilmemesi, düşük ücretler, işin ağır oluşu kadının çalışma yaşamından genç yaşta uzaklaşmasına yol açmaktadır. Özellikle ekonomik kriz dönemlerinde vardiya sistemi ve genel ücretler konusundaki tasarruflardan olumsuz etkilenenler genelde 105 İŞVERENLERİN BAKIŞ AÇISINDAN TÜRKİYE'DE KADIN İSTİHDAMI: BİR ALAN ARAŞTIRMASI kadınlar olmaktadır. Kadınların işten çıkarılması ya da düşük ücrete tabi tutulması işverenlerce daha kolay bir yol olarak görülmektedir. İşverenlere göre kadın istihdamını zorlaştıran ‘muhtelif sebepler’ bulunmaktadır. Bunlardan en önemlisi “kadınlık halleridir” (% 36). İkinci sırada “vardiya sistemi” gelmektedir. Üçüncü sırada ise “servis/taşıma” problemi gelmektedir. Kadının hem işe alınmasında hem de işten çıkarılmasında evlilik, hamilelik, doğum izni, emzirme, çocukların bakım sorunları vb tayin edici rol oynamaktadır. İşverenler içinde kadın istihdamına gidilirken zaman zaman çocuk yapmama şartının sözleşmeye eklendiği de bilinmektedir. Kuşkusuz kadınların yukarıda sayılan nedenlerden ötürü kısa sürede işten çıkmaları veya iş değiştirmeleri onların istikrarsız, iş aidiyeti zayıf, verimsiz oldukları algısına yol açmaktadır. Bu algı toplumsal bir boyut kazanarak kadın istihdamının tercih edilmesinde negatif bir etki yaratmaktadır. Kadınların çalışma hayatındaki eğreti konumlarından kaynaklanan algı ve imgelerin bertaraf edilmesi için yoğun çabanın sergilenmesi gerekmektedir. Kadın istihdamını engelleyen faktörler içinde performans düşüklüğü, süt izni, doğum izni ve kreş ihtiyacı da ön sırada gelmektedir. İşveren kreş-yuva açma yükümlülüğünden ötürü kadın işçi çalıştırmaya sıcak bakmamaktadır. Bir bakıma, gerekirse işveren kreş, doğum izni ve cinsel taciz gibi sorunlarla uğraşmak istememektedir. Kadın istihdamı için neler yapılmalı ne tür girişimlerde bulunulmadır? Sorusuna verilen yanıtlara bakıldığında “kamu ve özel teşviklerin arttırılmasını” öneren işverenlerin oranı % 16,3’dür. Her iki işverenden birisi de “mesleki eğitim ve kursların arttırılmasını” önermektedir. “Uygun çalışma ortamının oluşturulmasını” ifade edenlerin oranı da % 11,4’dür. Araştırma bölgesinde (Gaziantep, Adıyaman ve Kilis) önümüzdeki iki yıl içinde firmaların istihdam etmeyi planladığı kadın işgücü şu alanlarda olacaktır. Vasıfsız işçi (% 20,7), muhasebe elemanı (% 18), idari kadro elamanı (% 11,5), pazarlama (% 8,3), sekreter (% 7,8), desinatör (% 7,4), tekniker (% 6,9), kalite kontrol elamanı (% 3,7), işletmeci (% 2,8), kasiyer (% 2,3). Görüldüğü üzere, bölgede önümüzdeki dönemde de firmaların en çok ihtiyaç duyduğu kadın işgücü içinde "vasıfsız kadın işçi " ilk sırada gelmektedir. Vasıfsız kadın işçilerin istihdam edildiği sektörler de konfeksiyon, gıda, iplik ve hizmetler sektörüdür. Bu sektörler denilebilir ki “kadın işçi deposu” niteliğindedir. Gerek hali hazırda çalışanın gerekse gelecekte en çok ihtiyaç duyulan işçi türünün vasıfsız kadın olması firmaların kadın 106 YILDIZ, Ö. EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013) istihdamına bakışını ortaya koymaktadır. Elbette bu bakış açısının değişimi kendiliğinden olmayacaktır. Sonuç Türkiye’de kadınların işgücüne katılım oranları hala çok düşüktür. Bu oranlar batıdan doğuya veya kırdan kentsel kesime doğru gidildiğinde daha da düşmektedir. Kentlerde yoksul gecekondu semtlerinde kadının yoksullaşması ve ekonomik hayatın dışına itilmesi daha sık görülmektedir. Araştırmanın gerçekleştirildiği TRC1 bölgesinde (Antep, Adıyaman ve Kilis) istihdam edilen kadın oranı Türkiye ortalamasının altında kalmakta ve işgücü piyasasında 'toplumsal cinsiyet' temelli ayrışma giderek belirginleşmektedir. Kadın erkek işgücü istihdamında keskin bir ayrışmanın olduğu dikkat çekmektedir. Örneğin kimya, inşaat, makine, otomotiv sektörlerinde kadın çalışan yok denecek kadar azdır. Bu sektörlerde erkek işgücünün egemenliği söz konusudur. Bu durum kalıplaşmış toplumsal cinsiyet temelinde ayrımlaşmanın Gaziantep, Adıyaman ve Kilis işgücü piyasasında da devam ettiğini göstermektedir. Bu yapınan ulusal politikalarla giderilmesi yani daha fazla kadının istihdam piyasalarına erişim kanallarının açılması gerekmektedir. Firmalarda vasıfsız kadın işgücü talebinin yüksek oluşu ki bu vasıfsız işgücünün “1830” yaş diliminde yoğunlaşması bu genç çalışan kadın nüfusun niteliğinin yükseltilmesi yönünde politikaların oluşturulmasını ve uygulanmasını ayrıcalıklı kılmaktadır. Resmi ve gayri resmi işçi-işveren örgütleri için bu grup önemli bir hedef grubunu oluşturmalıdır. Genç kadın işçilerin eğitim yoluyla meslek kazandırılması “insana yaraşır iş” bulma ilkesi çerçevesinde istihdamını kolaylaştıracaktır. Bu noktada özellikle meslek edindirme kurslarının yapısı ve niteliği gözden geçirilmelidir. Kadınların düşük sosyal statülü işlerde çalışmasının muhafazası onların çalışma yaşamında kariyerlerini olumsuz etkileyecek -ki terfi alanında yaşanan negatif ayrımcılık dikkate alınmalı- ve kısa sürede iş yaşamından kopmasına sebep olacağı açıktır. Araştırmada da net bir biçimde görülmektedir ki kadın işçilerin iş yaşamı istikrarsızdır. Genç kadınların iş yaşamında eğitim yoluyla niteliğinin yükseltilmesine yönelik çalışmalar yasal güvence altına alınmalıdır. Eşit işe eşit ücret ilkesi pratikte uygulanmalıdır. Bu ilkeye uyulmadığı görülmektedir. Oysa 2003 yılında çıkarılan kanunla benzer ve eşdeğerde bir iş için cinsiyet nedeniyle farklı ücrete tabi tutulamayacağı hükmü getirmiştir. Ancak yasanın uygulamada pek önemsenmediği görülmektedir. 107 İŞVERENLERİN BAKIŞ AÇISINDAN TÜRKİYE'DE KADIN İSTİHDAMI: BİR ALAN ARAŞTIRMASI TRC1 Bölgesi’nde kadına ilişkin geleneksel/ataerkil/muhafazakâr tutumlar kadının çalışma hayatına girişini engellemektedir. Kadınların istihdama erişiminde engel oluşturan kimi sosyo-kültürel değerlerin değişimine yönelik çalışmalar (kampanyalar, seminerler, konferanslar) yapılmalıdır. Toplumsal cinsiyet eğitimleri kamu ve özel sektör temsilcileri eliyle periyodik hale getirilmelidir. Kadın işgücü piyasasına geleneksel faktörler nedeniyle dâhil olmamakta fakat diğer yandan başta ‘eve iş alma’, ‘tarım işçiliği’ gibi sosyal güvence kapsamı dışında olan kayıt dışı sektörde çalışmaktadır. Türkiye’de kayıtdışı sektörün önüne hala etkin bir biçimde geçilmediği bu araştırmanın bulguları bir kez daha ortaya koymaktadır. Hükümetler ve meslek örgütleri öncülüğünde kayıtdışıyla mücadele noktasında gerekli çalışma ve denetimler yapılmalı ve sonuçlar izlenerek rapor edilmelidir. 100’den fazla kadın işçi çalıştıran iş yerlerinde ‘kreş’ açılmalıdır. Kreş uygulamasına vergi muafiyeti, kadın işçi çalıştıran işyerlerine ekstra kolaylıklar gibi teşviklerin kamu ve özel sektör kuruluşlarınca devreye sokulmalıdır. Kalkınma politikalarında toplumsal cinsiyet eşitliği yaşamsal öneme haizdir. Bir kalkınma aracı olarak toplumsal cinsiyet eşitliğinde önemli ilerlemeler kaydedilmişse de hala gündelik hayatta önemli engeller mevcuttur. Kadınların eğitim, sağlık, güvenlik, haklar, iş ve geçim olanaklarıma erişimde erkeklerle aynı haklara sahip olması gerekmektedir. Toplumsal cinsiyet eşitliği verimlilik üzerinde bariz etkiler bırakmaktadır. Dünya Kalkınma Raporuna göre (2012: 3) kadınlar bugün küresel işgücünün % 40'tan fazlasını, tarımsal işgücünün %43'ünü ve dünyadaki üniversite öğrencilerinin yarısından fazlasını temsil etmektedir. Bir ekonominin tam potansiyelinde işleyebilmesi için kadınların beceri ve yeteneklerinin bu kabiliyetlerden en iyi şekilde yararlanan faaliyetlerde kullanılması gerekir. Türkiye'de toplumsal kalkınma, başta eğitimde kızlar ve erkekler arasındaki farkın kapanmasına, kadınlar iş hayatından erkeklerle eşit fırsatlara kavuşmasına, haklarını yasal güvence altına alınıp uygulanmasına, insan onuruna yakışır işlerde istihdamına patriyarkal değerlerden ve inançlardan korunmasına, kendi yaşamları üzerinden söz sahibi olmasıyla mümkün görünmektedir. 108 YILDIZ, Ö. EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013) KAYNAKÇA Birleşmiş Milletler (1999), 1999 World Survey on the Role of Women in Development: New York. Buğra, A. (2010), Toplumsal Cinsiyet, İşgücü Piyasaları ve Refah Rejimleri: Türkiye'de Kadın İstihdamı, TUBİTAK Projesi, İstanbul. Calhan, C. (2012), TRC1 Kadın İstihdamı Raporu, İpekyolu Kalkınma Ajansı, Gaziantep. Dedeoğlu, S. & Öztürk M. Y. (2012), Kapitalizm, Ataerkillik ve Kadın Emeği, İstanbul. SAV Yayınları. Giddens, A. (2005), Sosyoloji, Ankara: Ayraç Yayınevi. ILO LABORSTA Labour Statistics Database http://laborsta.ilo.org/ (02/08/2010). Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü (KSGM), Çalışmaya Hazır İşgücü Olarak Kentli Kadın ve Değişimi, Ankara: Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü Yayınları. Metin, Ş. (2011), Kayıt Dışı İstihdam ve Esnek Üretim Sürecinde Kadın Emeğinin Durumu: Türkiye'de Ev-Eksenli Çalışma. Uzmanlık Tezi, TC Başbakanlık Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü, Ankara. Munck, R. (2003), Emeğin Yeni Doğası, İstanbul: Kitap Yayınevi. Toksöz, G. (2007), Türkiye'de Kadın İstihdamının Durumu, Ankara: ILO Yayınları. Toksöz, G. (2011), Kalkınmada Kadın Emeği, İstanbul: Varlık Yayınları. TÜİK Hanehalkı İşgücü Anketleri, 2011. 109 EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013) 110 EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013) AYSEVER, R. L. Dokuz Eylül Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi Cilt: 2 Sayı: 3 2013 BİR SÖZ EDİMİ OLARAK YARGI EDİMİ R. Levent AYSEVER * ÖZET Yargı edimi, en genel anlamıyla, doğada karşımıza çıkan bir olguyu ya da insanın yapıp etmiş olduğu bir şeyi (bir eylemini, bir eserini) genel bir yasanın, ilkenin ya da kuralın “terazisinde tartma” edimidir ve iki temel yönü vardır. Birincisi, ancak ve ancak dille yerine getirilir: bir karar ve o karara götüren gerekçeler söyleyerek ya da yazarak dile getirilmeden bir yargı ediminde bulunulamaz. İkincisi, hayatın her alanına yayılır ama yargı konusu edilen şeyin ne olduğuna ve yargı ediminde bulunurken kullanılan genel ilkeye bağlı olarak iki farklı türü vardır: (1) doğa olaylarını her türlü tartışmadan uzak olarak kabul ettiğimiz doğa yasalarının “terazisinde tartma” edimi olarak yargı edimi ve (2) insanın yapıp ettiklerini tartışmaya açık olduğunu kabul ettiğimiz genel ilke ya da kuralların “terazisinde tartma” edimi olarak yargı edimi. Bu yazıda, ikinci türe giren ve yargıçlar tarafından yerine getirilen yargı edimin karmaşık ve çok boyutlu bir edim olduğuna dikkat çekilmekte, arkasından yargı ediminin bir dil edimi olduğu belirtilip dil edimleri konusunda genel bir söz edimleri kuramı geliştirmiş olan John L. Austin ve John R. Searle’ün gözünde yargı ediminin ne tür bir dil edimi olduğuna bakılmakta, sonra çağdaş bir hukuk kuramcısının bu genel söz edimleri kuramından yola çıkarak bir yargı kararı örneği üzerinden yaptığı bir yargı edimi çözümlemesi üzerinde durulmakta, en sonunda söz edimleri kuramı çerçevesinde yapılan bu yargı edimi çözümlemesinin, siyaset, etik, estetik ve zanaat alanlarında kendisini gösteren yargı edimleri konusunda bize sunduğu olanaklar üzerinde durulmaktadır. Anahtar Sözcükler: yargı edimi, söz edimleri, John L. Austin, John R. Searle JUDICIAL ACT AS A SPEECH ACT ABSTRACT Judicial act, in its most general meaning, is the act of evaluating a natural phenomenon or human practice in terms of a general law, principle or rule. It involves two aspects. First, it can only be carried out through language: There cannot be judicial act without expressing, verbally or in writing, the decisions and the justification for the decisions. Second, it is found in all facets of life but it is distinguished into two depending on the general principle utilized in the judicial act: (1) Judicial act as evaluating a natural phenomenon in terms of natural laws taken to be indisputable. (2) Judicial act evaluating human practice in * Doç. Dr., Dokuz Eylül Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü Öğretim Üyesi. [email protected] 111 BİR SÖZ EDİMİ OLARAK YARGI EDİMİ terms of general principles or rules, which can be debated. Judicial acts in the second category, carried out by judges, are complex and multidimensional acts. They are linguistic acts that need to be analyzed from the perspectives of John L. Austin and John R. Searle who developed a theory of speech acts. In this article, departing from the general speech acts theory of a modern legal theorist, a judicial acts analysis is examined. The article then dwells upon the possibilities this analysis provides regarding the judicial acts seen in the areas of politics, ethics, aesthetics and craft. Key words: judicial act, speech acts, John. L. Austin, John R. Searle Bu yazının konusu, bir yargıcın (ya da bir mahkemenin) bir yargı kararı vermek suretiyle yerine getirdiği bir edim olarak yargı ediminin dilsel çözümlemesi, daha doğru bir ifadeyle, yargı ediminin bir dil edimi olarak çözümlemesidir. Elbette, bir karar ve onun öncesinde bir karar-oluşturma süreci içeren bir edim olarak yargı edimi, yalnızca yargıçlar tarafından yerine getirilen bir edim değildir. Söz konusu karar-oluşturma sürecinde yargıcın yaptığı şeyin, bir fiili, hukuk sisteminin onayladığı genel bir kuralın, deyim yerindeyse “terazisinde tartmak” olduğu düşünülürse, yargı ediminin insan hayatının neredeyse her alanına yayıldığını söylemek yanlış olmaz: çoğu zaman, tanığı olduğumuz doğa olaylarını, insan eylemlerini, karşımıza çıkan insan-elinden-çıkma nesneleri genel bir yasanın, ilkenin ya da kuralın terazisinde tartma gereği duyarız. Dolayısıyla, yargı ediminin, en geniş anlamında, genel bir ilkeden yola çıkarak olup-biten (Aristoteles’in “bilimler” sınıflamasına göre “teorik bilimlerin” nesnesini oluşturan “olduğundan başka türlü olamayan”) ya da yapıp-edilen (Aristoteles’in “bilimler” sınıflamasına göre “poetik bilimler” ile “pratik bilimlerin” nesnesini oluşturan “olduğundan başka türlü de olabilen”) bir şey hakkında bir sonuç çıkarma işi olduğunu söyleyebiliriz. Ancak doğada olup-bitenleri terazisinde tarttığımız genel ilke ile insanın yapıpettiklerini terazisinde tarttığımız genel ilke aynı türden değildir. Doğada olup-biten bir şeyi tartarken başvurduğumuz genel ilkenin, her türlü tartışmadan uzak ve doğayı yöneten yasalardan bir yasa olduğunu düşünür ve kabul ederiz de insanın yapıp-ettiği bir şeyi (ortaya koyduğu bir eseri, bulunduğu bir eylemi) tartarken başvurduğumuz genel ilkenin, tartışmaya açık, insanın bizzat kendisinin koyduğu ve kendi yapıp-etmelerini yöneten genel kurallardan bir kural olduğunu düşünür ve kabul ederiz. Bu nedenle, yargı edimini (1) doğada olupbitenleri tartma edimi ve (2) insanın yapıp-ettiklerini tartma edimi diye ikiye ayırmak, bir yargıcın yerine getirdiği yargı edimini de, bu ikinci tür yargı ediminin altında değerlendirmek yerinde olur. 112 EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013) AYSEVER, R. L. Elbette, insanın yapıp-ettiği ve genel bir ilkenin terazisinde tartılan şeyler, yargıçların tarttığı şeyler değildir yalnızca. Yargıçlar, insanların toplumun bir bireyi olarak toplumun diğer bireyleriyle kurdukları ilişkilerden doğan eylemlerini, başka bir deyişle kamusal alandaki eylemlerini hukukun ilkelerinin terazisinde tartarlar. Ama insanın yapıp-ettikleri arasında, ayrıca, yine kamusal alanda yine birey olarak iktidarla kurdukları ilişkilerden doğan ve siyasetin ilkelerinin terazinde tartılan eylemleri; kişi olarak kamusal alanın dışında, yani özel alanda başka kişilerle kurdukları ilişkilerden doğan ve etiğin ilkelerinin terazinde tartılan eylemleri vardır. Bu üç tür eyleme insanın “ettiği şeyler” ya da “praksis”i denebilir. Bu üçüne insanın, estetiğin ilkelerinin terazisinde tarttığı şeyler ile zanaatın ilkelerinin terazisinde tarttığı şeyler olarak “yaptığı şeyler”i, başka bir deyişle “poiesis”ini (deyim yerindeyse, özel alanda meydana getirip kamusal alana sunduğu eserlerini) eklersek, yargı edimine konu olan yapıp-edilen şeyleri tamamlamış oluruz. Burada, yargı ediminin, yargıçlar tarafından gerçekleştirilen çeşidinin dilsel bir çözümlemesi üzerinde durulacak. Elbette, toplumda bir bireyin başka bir bireye ettiklerini hukuk kurallarını terazisinde tartma işinin tamamını ya da bir bölümünü yargıç dışında başkalarına, yani bir mahkeme heyetine ya da bir jüri heyetine veren farklı yargı sistemleri ve usulleri vardır. Fakat bu yazıda, bireyin bir başka bireye ettiğini bir yargıcın tek başına tarttığı yalın bir yargı edimi göz önünde bulundurularak şunlar yapılmaya çalışılacak: önce yargı ediminin karmaşık ve çok boyutlu bir edim olduğuna dikkat çekilecek, arkasından yargı ediminin bir dil edimi olduğu belirtilip dil edimleri konusunda genel bir söz edimleri kuramı geliştirmiş olan John L. Austin ve John R. Searle’ün gözünde yargı ediminin ne tür bir dil edimi olduğuna bakılacak, sonra çağdaş bir hukuk kuramcısının bu genel söz edimleri kuramından yola çıkarak bir yargı kararı örneği üzerinden yaptığı bir yargı edimi çözümlemesi üzerinde durulacak, en sonunda söz edimleri kuramı çerçevesinde yapılan bu yargı edimi çözümlemesinin, bir bireyin kamusal alanda siyasal iktidara ettiklerini, bir kişinin kamusal alan dışında başka bir kişiye ettiklerini tartma işi olarak yargı edimi ile bir kişinin bir sanat yapıtı ya da bir zanaat ürünü olarak meydana getirdiği şeyleri tartma işi olarak yargı edimi konusunda, daha açık deyişle siyaset, etik, estetik ve zanaat alanlarında kendisini gösteren yargı edimleri konusunda bize sunduğu olanaklar üzerinde durulacak. I. Büyük Türkçe sözlüklere (TDK 2012, Tuğlacı 1971-74) göre, yargıç ya da hâkim, “millet adına, yargı yetkisini kullanarak yasaya aykırı davranışlarda veya uyuşulmayan işlerde yasayı yerine getirmekle, adaleti gerçekleştirmekle görevli kimse”dir. ‘Hâkim’ sözcüğünün sıfat olarak taşıdığı anlamlar, bu kimsede var olduğu varsayılan özellikler konusunda önemli 113 BİR SÖZ EDİMİ OLARAK YARGI EDİMİ ipuçları veriyor. Hâkim olan, “egemenliğini yürüten, buyruğunu yürüten, sözünü geçiren, egemen” kimsedir; “başta gelen, başta olan, baskın çıkan” kimsedir; “yukarıdan gören”, “bir yeri yüksekten bir bütün olarak gören” kimsedir. Yine Türkçe sözlüklere göre, yargıç ya da hâkim, “davacı ve davalıyı dinleyerek sonuca varır”, iki tarafı dinleyerek bir yargıya varır, yani durumu zihninde iyice tartıp (“kavrama, karşılaştırma, değerlendirme vb. yollara başvurarak”) bir “değerlendirme” yapar, yani durumu zihninde iyice tartıp bir karara varır, başka bir deyişle durumu muhakeme edip bir hüküm verir. En sonunda varılan karar ya da hüküm, tıpkı onu dile getiren gibi “egemen”dir, “başat”tır ve “yukarıdan"dır. ‘Yargıç’ ve ‘hâkim’, ‘yargı’ ve ‘hüküm’, ‘yargılama’ ve ‘muhakeme’ sözcüklerinin sözlük anlamlarının bu kısa özeti bize bir yargıç ya da hakimin yerine getirdiği edimin, yani yargı ediminin en az iki boyutunun olduğunu gösteriyor: tartım (akıl yürütme, muhakeme) ve karar (sonuç çıkarma). Nitekim yargı kararlarında da gördüğümüz tam böyle bir yapıdır. Carlos L. Bernal (2007) bu yazının son bölümünde büyük ölçüde yararlanılacak olan makalesinin yargı kararlarının mantıksal bakımdan genel yapısını ele aldığı bölümünde (s. 56) gerekçe ve karar bölümlerinden oluşan her yargı kararının bir büyük öncül, bir küçük öncül ve onlardan modus ponens yasasıyla 2 elde edilen bir sonuçtan oluşan koşullu bir tasım formunda olduğunu, bu tasımın öncüllerinin gerekçeye, sonucunun ise karara karşılık geldiğini belirtiyor. Buna göre, en sonunda belli bir hukuki sonuca (3. önerme) varan her yargı kararı, bir koşullu önerme 3 olan büyük öncül (1. önerme) ile bir kategorik önerme 4 olan küçük öncülün (2. önerme) elde edilme süreçleri dışarıda tutulduğunda, şöyle bir mantıksal iç yapıya sahiptir: (1)(x)(Kx → HSx) (2)Ka (3)HSa MP (1,2) Bu mantık cümlelerinde ifade edilenlere gelince, bir koşullu önerme olan 1 önermesi (yani, büyük öncül) genel bir kuralı ifade eder ve bu genel kural, her yargıcın, fiiliyle K koşullarını yerine getiren her x faili için, HK hukuki sonucuna hükmetme yetkisine sahip olduğunu ve bu x faili için bu HK hukuki sonucuna hükmetmek zorunda olduğunu söyler. Bir kategorik önerme olan 2 önermesi (yani, küçük öncül), a gibi belirli bir failin K koşullarını Bir koşullunun ön-bileşenin evetlenmesi halinde art-bileşeninin evetlenmesinin zorunlu olduğunu söyleyen yasa. 3 Koşullu önerme, yani birbirlerine koşul (ise) eklemiyle bağlanmış iki kategorik önermeden oluşan bileşik önerme. 4 Kategorik önerme, yani özne ve yüklemden oluşan yalın önerme. 2 114 EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013) AYSEVER, R. L. yerine getiren bir fiilde bulunduğunu ifade eder. Yine bir kategorik bir önerme olan 3 önermesi (yani, sonuç önermesi), 1 önermesinin ifade ettiği genel kuralda öngörülen K koşullarına uygun fiilde bulunmuş olduğu 2 önermesinde onaylanan a faili için HS hukuki sonucuna hükmedildiğini ifade eder. Bu üç mantık cümlesinin birlikte ifade etti şey ise, 1 ve 2 gerekçeleriyle (modus ponens yasası gereği) a faili için 3 kararının verilmiş olduğudur. Peki, mantıksal içyapısı böyle olan bir yargı kararı üreten bir yargıcın, bir yargı ediminde bulunurken yaptığı şeyin öncülleri tartıp onlardan bir sonuca varmak olarak belirlemek yeterli midir? Sözlükler ve Bernal’ın yukarıda kısa bir özeti verilen mantıksal yapı çözümlemesi, ilk bakışta, yargıçların yargı edimlerinin böyle iki boyutlu bir edim olduğu fikrini destekliyor. Ancak hem sözlüklerde ilgili sözcüklerin taşıdığı yan anlamlar, hem Bernal’ın örnek bir dava üzerinden yaptığı ayrıntılı çözümleme, yargıcın ediminin, çok daha karmaşık, çok daha fazla boyutlu bir edimler zinciri olduğunu da gözler önüne seriyor. Son bölümde geniş olarak kullanılacak olan bu ayrıntılı çözümlemeye şöyle kabaca bir bakış bile bu karmaşık ve çok boyutlu yapıyı görmek için yeterli: Genel bir hukuk kuralını ifade eden büyük öncül, hukuk kaynaklarının (anayasa, yasalar, yasaların amacı, yasa yapıcının niyeti, örfi hukuk kuralları ya da ilkeleri, akli yorum ilkeleri vb) yorumlanmasıyla elde edilir. Küçük öncül mevcut kanıtlar değerlendirilerek yapılan bir olgu sapmasıdır. Sonuç önermesiyle hem failin fiiliyle ilgili hüküm verilmekte, hem ilgili makam ya da kişilere bu hükmün gereğinin yapılması emri verilmekte, hem de davalının (bazen hem davalı hem davacının) hukuki statüleri değiştirilmektedir. II. Ancak yargı ediminin çok boyutlu olmak dışında, son derece önemli bir yönü daha vardır: her yargı edimi söz ve/veya yazı ortamında gerçekleşir. Daha açık bir anlatımla, her yargıç bir yargı kararı verdiğinde, bu yargı kararını söyleyerek ve/veya yazarak dile döker: Yargılamaya konu olan olayı, yargılamaya konu olan olayın taraflarını, yargılamaya konu olan olayın yarattığı hukuki sorunu, o hukuki sorunu çözüme kavuşturmak için başvurduğu genel kuralı, bu genel kuralı hangi hukuk kaynaklarının hangi yorumundan çıkardığını, kanıtların neler olduğunu, bu kanıtlarla ilgili yaptığı değerlendirmeyi, bu değerlendirmenin sonunda yaptığı olgusal saptamayı, hukuk kaynaklarının yorumundan elde ettiği genel kural ve yaptığı olgusal saptama ışığında vardığı hukuki sonucu söyleyerek ve/veya yazarak dile getirmeden bir yargı ediminde bulunmak mümkün değildir. Dahası, söz konusu hukuki sonuç bu şekilde dile getirilmeden ne ilgili makam ya da kişilere o hukuki sonucun gereğinin yerine getirilmesi emri verilebilir ne de birtakım hukuki statülerin değişikliğe uğraması mümkün olur. Dolayısıyla her yargı ediminin dilde başlayıp dilde 115 BİR SÖZ EDİMİ OLARAK YARGI EDİMİ bittiğini, dili çekip aldığımızda ortada bir yargı ediminin de kalmayacağını söylemek hiç de yanlış olmaz. Bunun içindir ki, “bir şey söylemek bir şey yapmaktır” diyen söz edimleri kuramı, yargı edimini bir şey söylemek suretiyle yerine getirilen (bildirmek, söz vermek, emir vermek, teşekkür etmek, aforoz etmek gibi) edimlerden bir edim anlamında, bir söz edimi olarak görür. III. 40’lı yılların ortasından 50’li yılların sonlarına kadar John L. Austin tarafından geliştirilip 5 öğrencisi John R. Searle tarafından 60’lı yılların sonlarından başlayarak 80’li yılların ortasına kadar yapılan çalışmalarla en temel düşünceleri bir eleştiri süzgecinden geçirilerek yeniden ortaya konan 6 söz edimleri kuramına 7 göre, bir şey söyleyen kişi düzsöz, edimsöz ve etkisöz edimlerinden oluşan (ve bu edimlerin bir toplamı olan) bir söz ediminde bulunur. Bunlardan düzsöz 8 edimi belli bir dilde bir önerme dile getirmek yoluyla bir nesneye göndermede bulunup ona bir özellik yüklemeye çalışmayı, edimsöz edimi düzsöz edimiyle yerine getirilen (bildirmek, söz vermek, emir vermek, teşekkür etmek, aforoz etmek gibi) dil edimlerinde bulunmaya çalışmayı anlatır. Örneğin, belli bir iletişim ortamında 9 kitabını arayan muhatabına “Kitap masanın üzerinde” diyen kişi belli bir kitap ile belli bir masaya göndermede bulunur ve o belli kitaba masasının üzerinde olmaklığı yükler. Bu onun yerine getirdiği düzsöz edimidir. Kişi bunu söylerken aynı zamanda kitabın masanın üzerinde olduğunu bildirir. Bu da onun yerine getirdiği edimsöz edimidir. Ancak her düzsöz ediminde bulunanın aynı zamanda bir edimsöz ediminde bulunması zorunlu değildir. Örneğin, “Kitap masasının üzerinde” önermesi söz gelişi Türkçe öğrenmeye çalışan biri tarafından sözlü (ya da yazılı) bir alıştırma olarak söylenebilir (ya da yazılabilir). Ancak bir düzsöz ediminde bulunmadan bir edimsöz ediminde bulunmak mümkün değildir: kitabın masanın üzerinde oluğunu bildirmek gibi bir dil ediminde bulunmanın yolu “Kitap masanın üzerinde” tümcesini Austin, 1946 yılında (Proceedings of Aristotelian Society’de) yayımlanan “Other Minds” başlıklı bir çalışmasında ilk tohumlarını attığı kuramına 1955 yılında Harvard Üniversitesinde yaptığı ve ölümünden sonra 1962’de How to Do Things with Words başlığıyla yayımlanan derslerinde son şeklini vermiştir. 6 Searle 1969 yılında yayımlanan Speech Acts başlıklı kitabında; arkasından da 1979’da Expression and Meaning başlığı altında bir araya getirilerek yayımlanan yazılarında kuramını bir eleştiri süzgecinden geçirerek yeniden ele alır. 1985 yılında Daniel Vanderveken ile birlikte kaleme aldığı Foundations of Illocutionary Logic başlıklı kitapta ise söz edimlerinin mantıksal yapılarını ortaya koyar. 7 Söz edimleri kuramının ayrıntıları için bkz Aysever 2000 ve 2009. 8 “Düzsöz” Austin’e ait bir kavramdır ve onu “seslendirme”, “dillendirme” ve “anlamlandırma” edimlerinin bir toplamı olarak tanımlar. Ancak Searle, Austin’in bu kavramını sorunlu bulur ve onu “sözceleme” ve “önerme edimi” olarak yeniden tanımlar. Fakat bugün genel kabul gören kavramlaştırma Austin’inkidir. Searle’ün eleştirilerinin ayrıntısı için bkz Searle 1968, Aysever, 2000, s. 26-23. 9 Ortada aynı dili konuşan bir konuşan (ya da yazan) bir de dinleyen (ya da okuyan) olmak üzere en az iki kişinin bulunduğu (ya da bulunduğunun varsayıldığı), bunlardan konuşan (yazan) kişinin dinleyene (okuyana) bir şeyler söyleyerek (yazarak) bir iletide bulunmaya çalıştığı (ya da bulunmaya çalıştığının varsayıldığı), dinleyen (okuyan) kişinin de konuşan (yazan) kişinin söylediği (yazdığı) sözlerle bir şey iletmeye çalıştığını kabul edip o iletiyi kavramaya çalıştığı durum. 5 116 EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013) AYSEVER, R. L. söylemekten geçer. Ayrıca bir ve aynı düzsöz edimiyle, başka iletişim ortamlarında başka edimsöz edimlerinde bulunmak da mümkündür. Örneğin uygun başka bir iletişim ortamında başka bir kişi (hatta aynı kişi) yine belli bir kitap ile belli bir masaya göndermede bulunup o belli kitaba masanın üzerinde olmaklığı yüklemek suretiyle, söz gelişi “Kitap masanın üzerinde olacak” diyerek muhatabına kitabı masanın üzerine koyma emri verebilir, ya da muhatabına kitabı masanın üzerine bırakma sözü verebilir. Toplam söz edimini oluşturan üç edimden sonuncusuna, yani etkisöz edimine gelince, o da yerine getirilen edimsöz edimleriyle muhatapta bir duyguya, bir düşünceye ya da bir davranışa yol açmaya çalışmayı anlatır. Örneğin, uygun bir iletişim ortamında “Fare masanın üzerinde” diyerek (düzsöz) farenin masanın üzerinde olduğunu bildiren (edimsöz) kişi, bu bildirme edimiyle muhatabında söz gelişi bir tiksinme duygusu ya da masanın temiz olmadığı düşüncesi yaratmaya çalışabilir, veya muhatabının masadan uzaklaşmasını sağlamayı amaçlayabilir. Etkisöz ediminin, ilk iki edimden önemli bir farkı vardır: düzsöz ve edimsöz edimleri uylaşımsal edimlerken, etkisöz edimi uylaşımsal bir edim değildir. Daha açık bir deyişle, düzsöz ve edimsöz edimlerini dilin sözdizim, anlam ve kullanım kuralları yönetirken, etkisöz edimi dilin bu kurallarının dışında işler. Yukarıdaki örnek üzerinden biraz daha açmak gerekirse, ilgili iletişim ortamını dışarıdan izleyen bir gözlemci, iletişim ortamıyla ilgili bilgilerine konuşulan dilin (burada Türkçenin) sözdizim, anlam ve kullanım kurallarını ekleyerek, “Fare masanın üzerinde” diyen kişinin bulunduğu düzsöz ve edimsöz edimlerini kavrayabilir, ama etkisöz edimini kavrayamaz. Onu da kavrayabilmesi, söyleyen ve dinleyen kişilerle ilgili fazladan birtakım bilgilere sahip olmasına bağlıdır. Bunun içindir ki, kişi bulunduğu edimsöz edimiyle muhatabında belli bir duygu, belli bir düşünce, ya da belli bir davranış şekli yaratmak istese, muhatabı da onun bu isteğini anlasa bile amacına ulaşamayabilir: muhatabında bir tiksinme duygusu ya da masanın temiz olmadığı düşüncesi yaratmaya, veya muhatabının masadan uzaklaşmasını sağlamayı amaçlasa, muhatabı da onun bu niyetinin farkına varsa bile, muhatabında bir tiksinme duygusu, masanın temiz olmadığı düşüncesi oluşmayabilir, muhatabı masadan uzaklaşmayabilir. Bunun tam tersi de doğrudur: kişi bütün bunları amaçlamasa bile, muhatabı onun böyle bir amacı olduğu düşüncesine kapılıp tiksinti duygusu duyabilir, masanın temiz olmadığı düşüncesine varabilir, ya da masadan hızla uzaklaşabilir. Hatta, kişinin böyle bir amacı olmasa, muhatabı da onun böyle bir amacı olmadığı bilse bile onda böyle bir duygu, böyle bir düşünce, böyle bir davranış şekli ortaya çıkabilir. 117 BİR SÖZ EDİMİ OLARAK YARGI EDİMİ Bütün bunlardan anlaşılabileceği gibi, söz edimleri kuramı açısından bu üç edimden edimsöz edimi, toplam söz ediminin tam merkezinde yer alır: kuram bir söz ediminde bulunan kişiyi, belirli bir önermeyi belirli bir edimsöz gücüyle dillendiren kişi olarak görür ve kişinin bir önermeyi dillendirirken yerine getirdiği edimin hangisi olduğunu ve kişinin o edimi gerçekten yerine getirmiş sayılıp sayılamayacağını, başka bir deyişle edimin başarılı ve kusursuz bir şekilde yerine getirilip getirilmediğini belirleyen faktörleri edimsöz gücünün yedi bileşeni olarak belirler. Kurama göre bunlar da edimsöz ereği, edimsöz ereğinin şiddet derecesi, edimsöz ereğine ulaşma yolu, önerme içeriği koşulları, hazırlayıcı koşullar, içtenlik koşulu ve içtenlik koşulunun şiddet derecesidir. Kuramın edimsöz gücünün ana bileşeni olarak değerlendirdiği edimsöz ereği, yerine getirilen edimsöz ediminde içkin olan erek ya da amacı anlatır. Örneğin bildirme ediminin amacı, dünyayı betimlemek; söz vermenin, söz veren kişiye bir şey yapma sorumluluğu yüklemek; emir vermenin amacı, muhataba bir şey yaptırmaya çalışmak; teşekkür etmenin amacı, teşekkür eden kişinin, muhatabının kendisi için yaptığı bir şeyden dolayı duyduğu şükran duygusu dışavurmak; aforoz etmenin amacı muhatabı içerisinde yer aldığı din kurumundan dışlamaktır. Edimsöz ereği aynı olan bazı edimler o ereğe farklı şiddet dereceleriyle ulaşır. Söz gelişi muhataba bir şey yapmasını emretmenin de rica etmenin de ereği aynıdır: muhataba bir şey yaptırmaya çalışmak. Fakat emir veren kişinin muhatabına bir şey yaptırma çabası, rica edenin muhatabına bir şey yaptırma çabasından daha güçlüdür. Bunun gibi muhatabına bir şey yapmaya yemin eden kişi de, muhatabına bir şey yapma sözü veren kişi de bir şey yapma sorumluluğu üstlenir, ama yemin edenin üstlendiği sorumluluk, söz verinin üstlendiği sorumluluktan daha güçlüdür. Kimi edimsöz edimleri, edimsöz ereğine ulaşmak için özel bir yolun kullanılmasını ya da özel birtakım koşulların varlığını gerekli kılar. Örneğin, emir vermek ile rica etmenin ereği aynıdır, fakat emir vermek söz konusu olduğunda kişi bu ereğe muhatabı üzerindeki otoritesini kullanarak ulaşır. Aynı şekilde, tanıklık etmek ile bildirmenin edimsöz erekleri dünyayı betimlemektir, ama tanıklık eden kişi bildiren kişiden farklı olarak, bu betimlemeyi tanıklığına dayanarak yapar. Kimi durumlarda edimsöz ereğine ulaşma yolu, edimsöz ereğinin şiddet derecesini etkiler: örneğin kişinin muhatabına onun üzerindeki otoritesini kullanarak bir şey yaptırmaya çalışması onun bu çabasının gücünü de arttırır. 118 EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013) AYSEVER, R. L. Çoğu durumda yerine getirilen edimin edimsöz gücü, o edimde bulunulurken dile getirilen önermenin içeriğiyle ilgili birtakım koşullar dayatır. Örneğin söz vermek, kişinin kendisinin gelecekte bir eylemde bulunacağı yollu bir önerme dile getirmesini zorunlu kılar; buna karşılık muhatabının ya da üçüncü bir kişinin gelecekte bir şey yapacağı, ya da kendisinin geçmişte bir şey yapmış olduğu yollu önermeler dile getirmesini yasaklar. Benzer şekilde kişi bir konuda teşekkür ediyorsa, teşekkürüne konu olan şeyi dile getiren önermenin muhatabının yaptığı (yapacağı, yapıyor olduğu) bir şeyi dile getirmesini gerektirir. Her edimsöz edimi birtakım varsayımlar içerir. Örneğin söz verme ediminde, kişi yapmaya söz verdiği şeyin muhatabının yararına olduğunu, muhatabının bu şeyin yapılmasını kendisinden beklediğini, kişinin kendisinin söz verdiği şeyi yapabilecek durumda olduğunu varsayar. Teşekkür etmek de, kişinin teşekkürüne konu olan şeyin kendisine yarayan bir şey olduğunu varsayar. Bu varsayımların birçoğunu edimsöz ereği belirler. Bunun için, edimsöz ereği aynı olan bütün edimsöz edimlerinin ortak bir ya da bir dizi varsayımı vardır. Örneğin edimsöz ereği dinleyen kişiye bir şey yaptırmak olan bütün edimsöz edimlerinin (yani emir vermek, rica etmek, yalvarmak gibi edimlerin tamamı), bir hazırlayıcı koşul olarak, kişinin muhatabının ondan yapılması istenen şeyi yapabilecek durumda olduğunu varsaymasını gerektirir. Fakat varsayımların kimilerini edimsöz ereğine ulaşma yolu belirlediğinden, kimi varsayımlar da ancak belli edimsöz edimlerinde karşımıza çıkar. Örneğin emir vermek ile rica etmek, yukarıdaki varsayımı gerekli kılar; ancak emir ricadan farklı olarak, aynı edimsöz ereğine kendine özgü bir ulaşma yoluyla ulaşılmayı gerektirdiğinden, yani kişinin muhatabına onun üzerindeki otoritesini kullanarak bir şey yaptırmaya çalışmayı gerektirdiği için, konuşan kişinin dinleyen kişi üzerinde bir otoritesi olmasını da gerekli kılar. Dolayısıyla, ancak bu varsayımın doğru olması durumunda kişi muhatabına başarılı ve kusursuz bir biçimde emir vermiş sayılır. Kişi, içeriği dile getirmiş olduğu önerme olan belli bir edimsöz ediminde bulunduğu her durumda, bir de içeriği dile getirmiş olduğu o önerme olan bir duygusunu dışavurur. Örneğin önerme içeriği kitabı masanın üzerine koymak olan bir söz verme ediminde bulunan, yani kitabı masanın üzerine koyma sözü veren kişi, aynı zamanda da kitabı masanın üzerine koyma niyetini; kitabın masanın üzerine koyulması emrini veren kişi, aynı zamanda da kitabın masanın üzerine konulması isteğini, kitabın masanın üzerinde olduğunu bildiren kişi aynı zamanda da kitabın masanın üzerinde olduğu inancını dışavurur. Elbette kişi söz verdiği şeyi yapma niyeti olmadığı halde o şeyi yapma sözü verebilir, emir verdiği şeyin yapılmasını istemediği halde o şeyin yapılmasını emredebilir, önerme olarak dile getirdiği şeyin olduğuna 119 BİR SÖZ EDİMİ OLARAK YARGI EDİMİ inanmadığı halde o şeyin olduğunu bildirebilir. Ancak bütün bu durumlarda, kişinin edimi içten bir edim olmaz. Yani kişi yapma niyeti olmadığı halde söz vermiş, yapılmasını istemediği halde emir vermiş, olduğuna inanmadığı halde bildirmiş sayılır. Aynı edimsöz ereğine farklı şiddet dereceleriyle ulaşılabileceği gibi aynı ruhsal durum da farklı şiddet dereceleriyle dışavurulabilir. Örneğin rica eden de yalvaran da bir şey yapılması isteğini dışavurur. Ancak rica edilirken dışavurulan isteğin gücü ile yalvarırken dışavurulan isteğin gücü aynı değildir: yalvaran kişinin dışavurduğu istek, rica eden kişinin dışavurduğu istekten daha güçlüdür. Çoğu zaman içtenlik koşulunun şiddet derecesi ile edimsöz ereğinin şiddet derecesi birlikte değişir. Örneğin rica etmek ile yalvarmak söz konusu olduğunda durum budur. Çünkü içtenlik koşulunun şiddet derecesinin artması onun edimsöz ereğinin şiddet derecesini de arttırır. Ama kimi durumlarda da bu iki şiddet derecesi birlikte değişmez. Örneğin emir vermenin edimsöz ereğinin şiddet derecesi, rica etmeninkinden daha büyüktür; ama içtenlik koşulunun şiddet derecesinin ricanınkinden daha büyük olması zorunlu değildir. Çünkü emrin edimsöz ereğinin şiddet derecesinin yüksek olması, bu edimin edimsöz ereğine ulaşma yolundan kaynaklanmaktadır: emrin edimsöz ereğinin şiddet derecesi yüksektir, çünkü emir veren dinleyen kişiye, onun üzerindeki otoritesini kullanarak bir şey yaptırmaya çalışır. Kurama göre, bütün bunların dışında, kimi edimsöz edimleri, edimsöz erekleri gereği, o edimsöz ediminde bulunulurken dile getirilen önermeyi dünyaya uydurmayı, kimi edimsöz edimleri de dünyayı o edimsöz edimi yerine getirilirken dile getirilen önermeye uydurmayı zorunlu kılar. Örneğin bildirmek önermeyi dünyaya uydurmayı, söz vermek ile emretmek ise dünyayı önermeye uydurmayı zorunlu kılar. Kuram, elindeki listeyle alış veriş yapan biri ile onu izleyerek aldıklarını listeleyen bir başka biri örneği üzerinden bu iki farklı uydurma doğrultusunu şöyle açıklıyor: Karısının verdiği, üzerinde “fasulye, yağ, salam, ekmek” yazılı bir alış veriş listesiyle süpermarkete giren bir adam ve bu adam listede yazılanları sepetine ata ata raflar arasında dolaşırken onun her aldığını bir kağıda yaza yaza adamı izleyen bir dedektif düşünelim. Dışarı çıktıklarında her ikisinin de elinde aynı liste olacaktır. Fakat bu iki listenin işlevleri çok farklıdır. Alış veriş yapan adamın elindeki listenin amacı, deyim yerindeyse, dünyayı elindeki listeye uydurmaktır: eylemlerini listeye uygun olarak yapar. Buna karşılık dedektifin elindeki listenin amacı listeyi dünyaya uydurmaktır: listeyi alış veriş yapan adamın eylemlerine uydurduğu söylenebilir. Aralarındaki fark, her iki durumda bir hata yapıldığında olup bitene bakarak daha iyi anlaşılabilir. Söz gelişi, dedektifin eve gittiğinde, birden, adamın salam 120 EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013) AYSEVER, R. L. yerine kuşbaşı et aldığını fark ettiğini düşünelim. Bu durumda onun yapacağı tek şey, elindeki listede yer alan ‘salam’ sözcüğünü çizip yerine ‘kuşbaşı et’ yazmak olacaktır. Ama eve gidince salam yerine kuşbaşı et aldığı fark edildiğinde, adamın bu hatayı aynı yolla düzeltmesi olanaklı değildir. Bu örnekte, eldeki listeler dile getirilen önermeye, adam ile dedektifin yaptıkları ise edimsöz edimine karşılık gelmektedir. Burada nasıl yapılan işlerin niteliği eldeki listede yazılanlarla markette bulunan mallar arasındaki ilişkinin yönünü belirliyorsa, tıpkı bunun gibi, yerine getirilen edimsöz edimleri de, dile getirilen önerme ile dünya arasındaki ilişkinin yönünü belirler. Kurama göre, bildirmek ve onun gibi edimsöz ereği dünyayı betimlemek olan edimlerde önerme dünyaya, söz vermek gibi edimsöz ereği kişiye gelecekte bir şey yapma sorumluluğu yükleyen edimlerle emretmek gibi edimsöz ereği muhataba bir şey yaptırmaya çalışmak olan edimlerde ise dünya önermeye uydurulur. Teşekkür etmek gibi ereği kişinin içinde bulunduğu belirli bir duygu ya da zihin durumunu dışavurmak olan edimlerin bir uydurma doğrultusu yoktur: ne önerme dünyaya (dış dünyaya) uydurulur ne de dünya (dış dünya) önermeye uydurulur (kuram açıkça söylemez ama, önermenin kişinin iç dünyasına uydurulduğu söylenebilir). Aforoz etmek gibi ereği dünyada bir değişiklik yaratmak olan edimlerin ise iki yönlü bir uydurma doğrultusu vardır: dünyada önerme doğrultusunda yeni bir durum yaratılıp önerme yaratılan bu yeni duruma uydurulur. IV. Kuram bir söz edimi olarak yargı ediminin yapısıyla ilgili ayrıntılı bir çözümleme sunmaz. Bu bağlamda yaptığı şey, edimsöz edimlerini sınıflandırmaktır. Ama bu sınıflandırma sırasında bir yargıcın bir yargı kararı dile getirirken yerine getirdiği edimin yapısıyla ilgili birtakım önemli ipuçları sunar bize. Kuramın yaratıcısı Austin, Söylemek ve Yapmak’ın (2009) “Edimsöz Sınıfları” başlıklı son bölümünde (s. 160-174) bir önerme dile getirmek suretiyle yerine getirilebilecek edimsöz edimlerinin sayısının binlerle ifade edilebileceğini belirtir. Ona göre, bir dilin söz varlığında yer alan ve bu tür edimleri adlandıran fiillerin sayısı bunun kanıtıdır. Ancak bu sayı ne kadar çok olursa olsun onları beş sınıfa ayırmak mümkündür. O yaptığı sınıflandırmadan hiç memnun değildir, ama yine de sınıflandırmasının edimsöz edimlerinin kaba bir fotoğrafını çıkardığını belirttikten sonra bu edimleri kulağa “itici” geleceğini söylediği şu beş başlık altında toplar: (1) hüküm-belirticiler, (2) erk-belirticiler, (3) sorumluluk-yükleyiciler, (4) davranış belirticiler ve (5) serimleyiciler. Bunlardan birincisi, yani hüküm-belirticiler, farklı nedenlerle hakkında emin olunması zor olan bir şeyle ilgili bir karar vermeyi içerir. Bu verilen kararın kesin olması gerekli değildir: bu bir tahmin, bir kanaat, bir değer takdiri vb olabilir. 121 BİR SÖZ EDİMİ OLARAK YARGI EDİMİ İkincisi, yani erk-belirticiler, bir gücün, bir hakkın, ya da bir nüfuzun kullanılmasını içerir: atama yapmak, oy vermek, emretmek, ısrar etmek, tavsiyede bulunmak, uyarmak bu sınıfa giren örneklerdir. Üçüncüsünün, yani sorumluluk-yükleyicilerin en tipik örneği söz vermek, ya da başka türlü taahhütlerdir; size bir şey yapma sorumluluğu yüklerler, ama ayrıca niyet beyan ya da ilanlarını da içine alır. Austin’in çok karmaşık olduğunu belirttiği dördüncü sınıf, yani davranış-belirticiler tutumlarla ve toplumsal davranışla ilişkilidir. Örneğin, özür dilemek, tebrik etmek, övmek, taziyede bulunmak, ilenmek, meydan okumak bu guruba girer. Austin’in tanımlamakta zorlandığını söylediği beşincisi, yani serimleyiciler, ona göre, kullandığımız tümcelerin bir uslamlamanın ya da konuşmanın akışı içinde nasıl bir yere oturduğunu, sözleri nasıl kullanmakta olduğumuzu belirginleştirirler, ya da daha genel bir ifadeyle açıklayıcı bir işlev görürler. Örneğin, yanıt vermek, savunmak bu sınıfa girer. Austin, “bir jürinin, bir yargıcın, ya da bir hakemin bir hüküm vermesi” edimini, bu edimsöz edimleri sınıflamasında hüküm-belirticilerin tipik bir örneği sayar. Ancak onun bu sınıflamasında hiçbir sınıf homojen değildir: her edimsöz, deyim yerindeyse ana karakteri bakımından belli bir edimsöz sınıfının üyesidir, ama onun diğer sınıflarla da bağlantıları vardır. Bu yüzden Austin’in gözünde yargı edimi, ana karakteri bakımından bir hükümbelirtici olan, ama ayrıca diğer sınıflarla da bağlantıları olan bir edimdir. Austin’e göre hüküm-belirticiler sınıfına giren edimlerde kanıtlara ya da birtakım gerekçelere dayanarak değerler ve olgularla ilgili resmi ya da gayri resmi kararlar verilir. Bu edimler yasama ve yürütme tarafından yerine getirilen erk-belirtici edimlerden ayrıdır, ama bazı hüküm-belirtici edimler, örneğin bir jüri ya da bir yargıç tarafından yerine getirilen bir edim olarak yargı edimi aynı zamanda bir erk-belirtici niteliğindedir: resmi bir görevlendirmeye dayanılarak yerine getirilir ve fiili bir durum yaratır. Dahası, hüküm-belirtici edimlerin erk-belirtici bir yönü olduğu gibi sorumluluk-yükleyici bir yönü de vardır: hüküm-belirticiler, böyle bir edimde bulunan kişiye, hem verdiği hükmün tutarlı olması için gerekli olan, ya da verdiği hükme dayanak olan eylemlerin hem de verdiği hükmün sonuçları olabilecek, ya da verdiği hükümlü ilgili olabilecek eylemlerin sorumluluğunu yükler: söz gelişi tazminata hükmeden bir yargıç, tazminat hükmünü gerekçelendirme sorumluluğunu üstlendiği gibi o tazminatı belirleme sorumluluğunu da üstlenir. Austin’e göre, ayrıca, bazı davranış-belirticilerde hüküm-belirtici bir yön bulunabilir: söz gelişi tebrik etmek bir değer ya da kişinin karakteriyle ilgili bir hüküm vermeyi içerebilir; bazı serimleyeci edimlerde bulunan kişi, bir bakıma hüküm-belirtici bir edimde de bulunmuş sayılabilir: söz gelişi söylenen bir söze ilişkin her yorum, bir bakıma o söz hakkında bir hüküm de belirtir. 122 EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013) AYSEVER, R. L. IV. Austin’inin ardından kuramı gözden geçiren Searle, hocasının yaptığı edimsöz edimleri sınıflamasında birtakım sorunlar görür ve yeni bir edimsöz edimleri sınıflaması yapar. Ona göre Austin’in sınıflamasında altı önemli sorun vardır: (1) Austin bir şey söylemek suretiyle yerine getirdiğimiz edimlerle, yani edimsöz edimleriyle bu edimlerin adlarını, yani edimsöz fiillerini birbirine karıştırmakta ve edimsöz edimlerinden çok edimsöz fiillerini sınıflandırmaktadır. (2) Dikkate aldığı fiillerin hepsi edimsöz fiili değildir. (3) Sınıflar arasında çok fazla kesişme bulunmaktadır. (4) Sınıfları oluşturan fiiller homojen değildir. (5) Sınıfları oluşturan fiillerin birçoğu sınıfın tanımına uygun değil. (6) En önemlisi, tutarlı bir sınıflama ilkesi bulunmamaktadır. Bu nedenlerle de edimsöz gücünün yukarıda sayılan yedi bileşeninden edimsöz ereği ve içtenlik koşuluyla birlikte uydurma doğrultusunu da temele alarak edimsöz edimlerini (1) kesinleyiciler, (2) yönelticiler, (3) yükleyiciler, (4) dışavurucular ve (5) beyanlar diye beş ana sınıfa ayırır. Onun Austin’inkine oranla çok daha homojen bir yapısı olan bu sınıflamasına göre, kesinleyici edimsöz edimlerinin ereği, bir şeyin söylendiği gibi olduğu, başka bir deyişle, dile getirilen önermenin doğru olduğu konusunda konuşan kişiyi, değişik ölçülerde, yükümlülük altına sokmaktır. Bu tür edimlerde önerme dünyaya uydurulur, ya da daha açık bir deyişle bu tür edimlerde önermenin dünyaya uygun olması beklenir ve kişi, söylenen şeyin söylendiği gibi olduğu içerikli bir inancını da dışavurmuş sayılır. Örneğin, ileri sürmek, iddia etmek, bildirmek, yadsımak, öndeyide bulunmak böyle edimlerdir. Yöneltici edimlerin ereği, muhataba bir şey yaptırmaya çalışmaktır. Bu edimlerde dünya dile getirilen önermeye uydurulur. Dolayısıyla, beklenen şey, bir süre sonra muhatap tarafından dünyada dile getirilen önerme doğrultusunda bir değişiklik yaratılmasıdır. Bu tür bir edimde bulunan kişi, içeriği dile getirdiği önerme olan bir isteğini dışavurur. Örneğin, sormak, buyurmak, emretmek bu sınıfa girmektedir. Searle, Austin’in sorumluluk-yükleyici tanımına karşı çıkmaz. Dolayısıyla ona göre, yükleyici edimsözler, ereği kişiyi gelecekte bir şey yapma konusunda bir yükümlülük altına sokmak olan edimlerdir. Böyle bir edimde bulunan kişi bir niyetini dışavurur. Söz ile dünya arasındaki ilişkiye gelince, bu edimlerde de yöneltici edimlerde olduğu gibi dünya dile getirilen önermeye uydurulur. Ancak, bu kez, dünyada önerme doğrultusunda bir değişiklik yaratması beklenen muhatap değil, edimde bulunan, yani konuşan kişidir. Söz vermek, tehdit etmek, bir şey yapmaya yemin etmek, bir şey yapmayı reddetmek böyle edimlerdir. 123 BİR SÖZ EDİMİ OLARAK YARGI EDİMİ Dışavurucular, ereği, edimin önerme içeriğiyle ilgili olarak konuşan kişinin içinde bulunduğu ruhsal bir durumu dışavurmak olan edimlerdir. Örneğin teşekkür etmek, tebrik etmek, özür dilemek bu türe girer. Bu tür edimlerde dışavurulan ruhsal durumlar çeşitlidir. Söz gelişi kişi, teşekkür etmede, dile getirdiği önermenin gösterdiği olgu ya da durum karşısında duyduğu şükran duygusunu; tebrik etmede, sevincini; özür dilemede, üzüntüsünü dışavurur. Böyle edimsözlerin uydurma doğrultusu yoktur: Önerme (dış) dünyaya uydurulmadığı gibi (dış) dünya da önermeye uydurulmaz. Son edimsöz edimi türü olan beyanların ereği dünyada yeni bir olgu ya da durum yaratmaktır. Kişinin ilgili önermeyi söylemesi, o önermenin dile getirdiği olgu ya da duruma gerçeklik kazandırır. Başarılı ve kusursuz bir biçimde bu edimde bulunulması, dile getirilen önermeyi dünyaya uygun hale getirir. Dolayısıyla beyanların iki yönlü bir uydurma doğrultusu vardır. Onlarda dışavurulan ruhsal duruma gelince, bütün bu tür edimlerde kişi bir isteğini ve bir inancını dışavurur: bir beyanda bulunan kişi, bu beyanda bulunurken dile getirdiği önermenin anlattığı olgu ya da durumun olması isteğini ve o olgu ya da durumu yarattığı inancını dışavurur. Austin gibi Searle’ün de yargı edimiyle ilgili özel bir çözümlemesi yoktur ve yalnızca bazı özel yargı edimlerini bu beş tür edimden sonuncusunu açıklarken verdiği örnekler arasında sayar ve beyan sınıfına giren edimlerin, tıpkı birtakım bedensel hareketlerde bulunarak başlattığımız bir nedensellik zinciri sonucu dünyada bir değişiklik yarattığımız edimlerimiz gibi, dünyada bilerek ve isteyerek eylemlerimiz aracılığıyla bir değişiklik yarattığımız edimlerden olduğunu belirtir. 10 Evet, dünyada eylemlerimizle bilerek ve isteyerek bir değişiklik yaratabilmek için çoğu durumda bedensel hareketlerimizin bir nedensellik zincirini harekete geçirmesi gerekir. Örneğin tahtaya çivi çakmaya ya da arabayı çalıştırmaya çalıştığımda belli birtakım bedensel hareketlerim (söz gelişi elimde bir çekici tutarak kolumu havaya kaldırmam, anahtar kontağa yerleştirip bileğimi saat yönünde döndürmem) sonucunda niyetlendiğim etkiler ortaya çıkar: çivi tahtaya girer, araba çalışır. Beyan sınıfına giren edimler de tıpkı bunlar gibi belli birtakım bedensel hareketlerde bulunmak (ağzımızı açıp birtakım sesler çıkarmak) suretiyle bilerek ve isteyerek dünyada bir değişiklik meydana getirdiğimiz edimlerdir, ama beyanlarda, gerçekleştirdiğimiz bedensel hareketlerle o hareketlerin bir sonucu olarak ortaya çıkmasını istediğimiz etkiler arasında fiziksel bir nedensellik zinciri söz konusu değildir. Örneğin bir toplantının ertelenmiş, iki 10 Bir edimsöz sınıfı olarak beyan edimleri konusunda daha fazlası için özellikle bkz Searle, 1989, s. 547-50; ayrıca bkz Searle, 2011, s. 21-58, 1978b, s. 27-58) ve Searle ve Vanderveken, 1985, s. 56-58, 61. 124 EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013) AYSEVER, R. L. kişinin karı koca ilan edilmiş, ya da savaş açılmış olması için birinin çıkıp, sırasıyla, “Toplantı ertelendi”, “Sizi karı koca ilan ediyorum”, “Savaş ilan edilmiştir” demesi tek başına yeterlidir. Elbette bu tümceler her söylendiğinde, dünyada, dile getirilen önermenin ifade ettiği niyetlenilen durumlar meydana gelmez. Söz gelişi bu tümceler uygun olmayan kişilerce söylendiğinde dile getirilen önermenin ifade ettiği amaçlanan durum meydana gelmez: toplantı sırasında toplantıya katılan birinin toplantının ertelenmesi durumunu yaratmak amacıyla “Toplantı ertelendi” demesi toplantının ertelenmesi sonucunu yaratmaz da toplantıyı yöneten kişinin demesi yaratır. Nikâh törenine katılan herhangi birinin “Sizi karı koca ilan ediyorum” demesi ilgili iki kişinin karı koca ilan edilmesi sonucunu yaratmaz da nikâh memurunun demesi yaratır. Ya da bir vatandaşın “Savaş ilan edilmiştir” demesi bir devletle savaş hali durumu yaratmaz ama devlet başkanının ya da meclisin demesi yaratır. Searle bu beyan edimlerinde belirli kişilerin, yani toplantıyı yöneten kişinin, nikah memurunun, devlet başkanının bir önerme söyleyip o önermenin dile getirdiği durumu meydana getirebilmesini, buna karşılık diğerlerinin meydana getirememesini, beyan edimlerinin şu dört özelliğiyle açıklar. Ona göre bu beyan edimleri, (1) dil-dışı bir kurumun varlığını, (2) edimde bulunan kişinin ve muhatabının bu dil-dışı kurum içerisinde bir yerlerinin olmasını, (3) doğal dile ait belli tümcelerin düz anlamlarıyla söylenmesini (biçimselliğin çok önemli sayıldığı durumlarda kişinin mutlaka ve mutlaka belli birtakım sözleri söylemesi beklenir, ancak biçimselliğin önemli sayılmadığı durumlarda bu gerekli sayılmayabilir) ilgili dil-dışı kurum çerçevesinde belli birtakım beyan edimlerinde bulunmak sayan özel bir uylaşımı, (4) edimde bulunan kişinin, kendisi tarafından söylenmesi halinde beyan gücü taşıyan ilgili tümceleri, tümcede dile getirilen önermeye karşılık gelen durumu yaratma niyetiyle söylemesini gerekli kılarlar. Çivi çakmak ile toplantı ertelemek arasındaki farkı yaratan işte tam da budur: toplantıyı ertelemede arzulanan değişikliğin meydana gelmesini sağlayan şey, varsayılan dildışı kurumca yetkilendirilen ve bu yetkisi muhataplarınca da tanınan kişinin varsayılan dildışı kurumun belirlediği ya da kabul edebileceği uygun sözleri o sözlerin ifade ettiği durumu meydana getirme niyetiyle söylemesidir. Searle’e göre bu niyetin dışavurulmuş sayılması için de, ilgili tümcenin, yetkisi muhatapça da tanınan kişi tarafından söylenmiş olması yeterlidir. 125 BİR SÖZ EDİMİ OLARAK YARGI EDİMİ Çivi çakma ya da arabayı çalıştırma edimlerinde yapıldığı gibi ilgili tümcenin başlattığı bir nedenler zinciri aramak gerekmez. Ancak Searle bütün beyanların, toplantı erteleme, karı koca ilan etme ve savaş ilan etme gibi olmadığını da vurgular. Her şeyden önce beyanların dil-dışı bir kurumun varlığını gerektirdiği iddiasının geçerli olmadığı beyanlar vardır: doğaüstü beyanlar. Yani Tanrının “Işık olsun!” diyerek yerine getirdiği beyan edimleri. Ayrıca masallar da cadıların, büyücülerin gerçekleştirdiği benzer bayan edimleriyle doludur. Biz insanların beyanları bu tür beyanlardan değildir. Evet, insanların da sözleriyle dünyada birtakım değişiklikler yaratma gücü vardır, ama onlara bu gücü veren birtakım doğaüstü güçler değil, yine onların ürünü olan anlaşmalar ve yine onların meydana getirdiği toplumsal kurumlardır. Burada sözü edilen dildışı kurumlar da işte bu toplumsal kurumlardan başkası değildir. Biz insanlar ancak yaptığımız anlaşmaların ve oluşturduğumuz toplumsal kurumların izin verdiği beyan edimlerinde bulunabiliriz. Searle, insanlarca gerçekleştirilen ve dil-dışı bir kurumun varlığını gerektiren beyanları da bir bütün olarak değerlendirmez. Onları da dilsel ve dil-dışı olarak yeniden ikiye ayırır. Dilsel olduğunu belirttiği beyanlar, yine bütün beyanlar gibi söylediğimiz tümcenin ifade ettiği durumu yarattığımız edimlerdir: daha açık bir deyişle, bir şey söylemek suretiyle bir şey yaptığımız edimler, yani edimsöz edimleridir. “Söz veriyorum, gelip seni göreceğim”, “Odadan çıkmanı emrediyorum”, “Yağmur yağdığını bildiriyorum” gibi edimsöz edimleri söz konusu olduğunda da bu edimlerde bulunan kişi dünyada söylediği tümcenin ifade ettiği durumu yaratır. Ayrıca bir edimsöz edimi şeklinde bir dil ediminde bulunarak yaratılan olguların kendileri de (yani söz verme, emir verme, bildirme olguları da) dilsel olgulardır. Ama bir de yine birer edimsöz edimi olan ve burada örnekleri verilen toplantıyı erteleme, karı koca ilan etme, savaş açma gibi beyan edimleri vardır ki, bunlarda bir şey söylemek suretiyle yaratılan olgular dilsel değil, dil-dışıdırlar. Biraz daha farklı bir şekilde açıklamak gerekirse, dilsel beyanlar da dil-dışı beyanlar da birer söz edimidirler ve dolayısıyla bu anlamda dilseldirler. Birer beyan olarak her ikisinde de edimsöz ereği, dünyada, söylenen söze karşılık gelen yeni bir durum yaratmaktır. Ama kimi zaman bu olguların kendileri söz vermek, bildirimde bulunmak, emretmek gibi söz edimleri olur. Searle bunları “dilsel beyanlar” olarak adlandırır. Kimi zaman da yaratılan yeni olgular bir başka söz edimi olmazlar; “savaş, evlilik, erteleme, mülk devri vb.” gibi dil-dışı olgular 11 olurlar. Searle bunlara da “dil-dışı beyanlar” 11 Searle, “kurumsal olgular” olarak da adlandırdığı ve toplumsal gerçekliği oluşturduğunu belirttiği bu tür olguların yapısını ve onların fizik dünyanın “kaba olguları” ile insan zihninin “zihinsel olguları”yla ilişkisini 126 EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013) AYSEVER, R. L. der. Searle, birtakım özel yargı edimlerini de işte bu dil-dışı beyanlara verdiği örnekler arasında sayar. V. Austin ile Searle’ün bir söz edimi olarak yargı ediminin yapısı konusunda, yargı ediminin ait olduğu söz edimi sınıfı dolayımıyla söylediklerinin yeterli olduklarını elbette söyleyemeyiz. Ancak bu söyledikleri arasında yargı edimiyle ilgili son derece önemli iki saptamanın bulunduğunu da kabul etmek gerekir. Austin’in yaptığı birinci saptamaya göre, söyleyerek ve/veya yazarak bir yargı kararı dile getiren her yargıç (ya da mahkeme) aslında tek bir edimde değil bir dizi edimde bulunur. Searle’ün yaptığı çok daha önemli ikinci saptamaya göreyse, verilen bir kararın bir yargı kararı sayılabilmesi ve o kararı dile getiren kişinin bir yargı ediminde bulunmuş sayılabilmesi için, o kararın, bir söz edimi olarak yargı ediminin varsaydığı dil-dışı kurumca yetkilendirilmiş ve o yetkisi muhataplarınca da tanınan bir kişi tarafından, o dil-dışı kurumun belirlediği uygun sözlerle, o sözlerin ifade ettiği durumu, yeni bir dil-dışı olgu olarak dünyada meydana getirme niyetiyle verilmiş bir karar olması gerekmektedir. Gerçekten de onların bu saptamalarını temele alıp bir söz edimi olarak yargı ediminin değişik yönleriyle ilgili ayrıntılı, ayrıntılı olduğu kadar da çarpıcı çözümlemeler sunan hukuk kuramcıları ve felsefecileri vardır. 12 Carlos L. Bernal’ın, söz edimleri kuramı ve onun hukuk felsefesi ile hukuk kuramındaki bu yansımalarından yola çıkarak New York Temyiz Mahkemesinin 8 Ekim 1889 tarihinde Palmer hakkında verdiği (ve hukuk literatüründe sık sık örnek olarak kullanılan) yargı kararı üzerinden yaptığı çözümleme (Bernal 2007) tam da böyle bir çözümlemedir. O bu çözümlemesine, bir yargıcın (ya da mahkemenin) bir karar verdiğinde her şeyden önce o kararı ve gerekçelerini söylemek ve/veya yazmak suretiyle bir düzsöz ediminde bulunduğuna, bunu yapmak suretiyle de bir dizi edimsöz ediminden oluşan bir yargı edimi gerçekleştirdiğine dikkat çekip bunların hangileri olduğunu sorarak başlıyor. Arkasından da sırasıyla Palmer davasına konu olan olayı ve New Yok Temyiz Mahkemesinin verdiği yargı kararını bize özetliyor (s. 4-5). Sonra bu mahkeme kararının mantıksal yapısını Serimliyor (s. 5-9). En sonunda da mahkeme yargıcının söz konusu yargı kararını verirken gerçekleştirdiği söz edimlerini, daha doğru bir ifadeyle edimsöz edimleri dizisi ortaya koyuyor (s. 16-24). The Construction of Social Reality (Londra: Penguin Books, 1995) ve Making the Social World: The Structure of Human Civilization (Oxford: Oxford University Press, 2010) başlıklı çalışmalarında ayrıntılı olarak inceliyor. Bu iki kitabında geliştirdiği “Toplum Ontolojisi” kuramının kısa ve özlü bir anlatımı için bkz.: Searle 2008 ve Searle 2012. 12 Mart 2009 (Cilt 41, Sayı 3) tarihli Journal of Pragmatics’te açılan “Speech Acts in Legal Language” başlıklı özel dosya bu literatürün önemli bir bölümüne ulaşmak için iyi bir başlangıç olabilir. 127 BİR SÖZ EDİMİ OLARAK YARGI EDİMİ VI. Bernal’in çözümlemesine konu yaptığı Palmer davasında olay şudur: 13 Ağustos 1880’de Francis B. Palmer vasiyetnamesini hazırlar ve mülklerinin küçük bir bölümünü iki kızına, büyük bir bölümünü de torunu Elmer E. Palmer’a bırakır. Palmer vasiyetname hükümlerinin kendisi lehine olduğunu bilmektedir. Ama büyükbabasının vasiyetnamesindeki onun lehine olan söz konusu hükümleri değiştirmek istediğini de bilmektedir. Palmer büyükbabasının mülklerinin büyük bir bölümünün doğrudan zilyetliğini elde etmek için bir plan yapar ve büyükbabasını öldürür. Sonra yakalanıp ikinci dereceden cinayetle suçlanır ve mahkum olur. New York Temyiz Mahkemesindeki dava başladığında yerel mahkemenin verdiği ceza doğrultusunda ıslahevinde bulunmaktadır. Ama o bütün bunlara rağmen büyükbabasının mülkleri üzerinde vasiyetnameden doğan miras hakkının yasal olarak onaylanmasını istemektedir. New York Temyiz Mahkemesinin bu davada yanıtını aradığı soru Palmer’in söz konusu mülkler üzerinde hakkı olup olmadığıdır ve bu sorunun yanıtını verirken üç adımlık bir muhakemede bulunur. İlk adımda, yasanın bu davayla ilgili nasıl bir çözüm sunduğunu belirlemeye çalışır. Mahkeme, vasiyet düzenleme, vasiyetlerin kanıt değeri, vasiyetlerin sonuçları ve malların intikali ile ilgili yasaların dar yorumunun, vasiyet yürürlükte olduğu ve değiştirilmediği için mülklerin katile verilmesini emrettiğini teslim eder. Yasa, vasiyet sahibinin varis tarafından öldürülmesi durumunda varisin kendisine bırakılan mirası alma hakkını kaybettiğini belirten istisnai bir durum tarif etmemektedir. Fakat Mahkeme böyle bir çözümün yerinde olmadığını kanaatindedir. Bunun için de mevcut hukuk sistemi çerçevesinde başka bir yorumda bulunur. Denir ki, yasaların amacı, 13 yasa yapıcının niyeti, 14 akılcı yorum, 15 örfi hukukunun ilkesi 16 ya da genel kural şudur: “Hiç kimsenin sahtekarlık yaparak çıkar elde etmesine, yasaya aykırı fiilde bulunarak üstünlük kazanmasına, ya da cinayet işleyerek mal edinmesine izin verilemez” ve bu ilke daha önce New York Mutual Life Sigorta Şirketi’nin Armstrog aleyhine açtığı davasında kullanılmıştır. Buna göre varılan Bernal’in, yargı kararının gerekçe bölümünden yaptığı tespite göre bu amaç şudur: “vasiyet sahiplerinin, ölümleri halinde, mal ve mülklerini istediklerine armağan olarak dağıtmasını ve yasal bir şekilde ifade ettikleri son arzularının gerçekleşmesini sağlamak” (2007, s. 4, dn.9). 14 Bernal’in, yargı kararının gerekçe bölümünden yaptığı tespite göre bu niyet şudur: “Bir vasiyet yoluyla kendisine bir mal mülk bağışında bulunulan kişi, o mal mülke sahip olmalıdır. Ama yasa yapıcının niyeti, vasiyette kendisine bağışta bulunulan kişinin, vasiyetin yürürlüğe girmesi için vasiyet sahibini öldürmesi halinde de vasiyetten yararlanmasını sağlamak olamaz” (2007, s. 4. dn.10). 15 Bernal’in tespitine göre, akılcı ya da makul bir yorum, yasa yapıcıların bir yasanın uygulanabileceği her bir durumu hesaplamasının imkansız olduğunu, makul olmayan sonuçların ortaya çıkmaması için Mahkemenin yasının lafzını daraltıp genişletme hakkı olduğunu onaylar. Bizim davamızda Mahkeme malların miras kalmasıyla konusundaki istisnai durumları, varisin vasiyet sahibini öldürdüğü durumlar da içinde alacak biçimde genişletmiştir (2007, s. 4. dn.11). 16 Bernal buraya, bir hukuk sisteminin yalnızca yasalardan oluşmadığı, örf, adet ve teamülleri de bir ilke ya da genel kural olarak içinde barındırdığının bilindiği dipnotunu düşer (2007, s. 4. dn.12 13 128 EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013) AYSEVER, R. L. hüküm: eğer varis vasiyet sahibini öldürmüşse, kendisine vasiyet edilen mallar üzerinde asla bir hakkı olamaz. İkinci adımda Mahkeme Palmer’in vasiyet bırakan kişiyi, yani büyükbabasını öldürdüğünün doğruluğunu kabul eder. Mahkeme, en sonunda da, bu gerekçelerle, muhakemesinin üçüncü adımında, Palmer’in kendisine vasiyet edilen mülklerden hiçbirine varis olarak sahip olamayacağı kararına varır. VII. Bernal, yargı kararlarının, biri büyük öteki küçük olmak üzere iki öncül önermesiyle, bu iki öncül önermesinden çıkan bir sonuç önermesinden oluştuğu ve (1)(x)(Kx → HSx) (2)Ka (3)HSa MP (1,2) şeklinde genel bir mantıksal yapıya sahip olduğu saptamasından yola çıkarak Palmer davasında New York Temyiz Mahkemesinin verdiği yargı kararının genel bir kuralı ifade eden büyük öncülünü, “yargıç, vasiyet yoluyla kendisine miras olarak bir mülk bırakan kişiyi öldürmüş olan (Ö) bir mirasçıya (x), o vasiyet yoluyla ona verilen mirası vermeme (~V) hukuki sonucuna hükmetme yetkisine sahiptir ve böyle biri için bu hukuki sonuca hükmetmelidir” olarak belirler ve bu genel kuralı (x)(Öx → ~Vx) mantık tümcesiyle ifade eder. Fakat Mahkemenin resmi karar metninde birebir yer alan bir ifade değildir bu. Bernal bu genel kuralı, resmi karar metninde yer alan “bir kişi, öldürmüş olduğu atadan ya da hayırseverden miras ya da vasiyet yoluyla mal edinemez” tümcesinden şu iki adımın sonunda çıkarır: (i) Mahkemenin resmi karar metninde yer alan bu tümceyi, içeriğinde herhangi bir değişik yaratmadan, “bir mirasçı vasiyet sahibini (bir atayı ya da hayırseveri) öldürmüşse, miras ya da vasiyet yoluyla kendisine devredilen mal ona verilmez” tümcesine çevrilebilir. (ii) Bu son ifade de ve devlet ve hukuk kurumları (bu iki dil-dışı kurum) dikkate alınarak yorumlandığında, “devletin yasaları, yargıca (ya da mahkemeye), vasiyet yoluyla kendisine miras bırakan kişiyi (atayı ya da hayır sahibini) öldüren mirasçıya, vasiyet yoluyla kendisine bırakılan mirası vermeme yetkisi vermiştir, bir yargıç da böyle bir durumda bu yetkisini kullanmalıdır” şeklini alır. 129 BİR SÖZ EDİMİ OLARAK YARGI EDİMİ Palmer davasında Mahkemenin verdiği kararın ikinci öncülü, kanıtlara göre Palmer’in (p) vasiyet sahibini öldürdüğü (Ö) şeklindedir ve Bernal bunu da Öp şeklinde bir mantık tümcesiyle ifade eder. Mahkemenin resmi karar metninde ise bu küçük öncül “Bu kişi (Palmer), vasiyetteki hükümlerin kendi yararına olduğunu biliyordu ve o hükümleri değiştirme niyetini açık etmiş olan büyükbabasının bunu yapmasını önlemek ve vasiyette ona tanınan haklardan hemen yararlanmak ve malların doğrudan zilyetliğini elde etmek için büyükbabasını taammüden zehirleyerek öldürdü.” sözleriyle ifade edilmektedir. Bernal’in mantıksal çözümlemesine göre, sonuç önermesi, yani mülklerin Palmer’e verilmemesi gerektiği (~V) sonucu, bu iki öncülden modus ponens yoluyla çıkarılmaktadır. Bu sonuç önermesi de Mahkemenin resmi karar metninde birebir ifadesini bulan bir önerme değildir ama Bernal onun da resmi karar metninin şu sözlerin yer aldığı hüküm bölümünden çıkarsanabileceğini belirtir: “Vasiyetnamenin ve vasiyetnamede belirtilen Palmer’e vasiyet edilen mülkün mülkiyet hakkının Palmer’e aktarılması işleminin hükümsüz ilan edilmesine ve büyükbabayı öldürme suçu nedeniyle Palmer’in büyükbaba tarafından ona bırakılan mülk üzerindeki her türlü hak ve menfaatten mahrum bırakılmasına”. Bernal MHGp (Palmer’in mülkiyet hakkı geçersiz) mantık tümcesiyle ifade ettiği bu hüküm bölümü ve yasaların belirlediği çerçeve içerisinde yer alan kimi öğeler kullanılarak ~V mantık tümcesinde ifadesini bulan Mahkemenin vasiyetle kendisine bırakılan mülkün Palmer’e vermemesi gerektiği sonucunun çıkarsanabileceğini belirtir. Ona göre, vasiyetnamenin ve vasiyetnamede belirtilen Palmer’e vasiyet edilen mülkün mülkiyet hakkının ona geçme işleminin hükümsüz ilan edilmesi, Mahkemenin mülkü Palmer’e vermeme yükümlülüğünü yerine getirme yoludur. Dolayısıyla, bu davada Mahkeme yalnızca söz konusu mülkün Palmer’e verilmemesi gerektiği sonucuna ulaşmamış, aynı zamanda vasiyetnamenin ve vasiyetnamede belirtilen, Palmer’e vasiyet edilen mülkün mülkiyet hakkının ona geçme işlemini hükümsüz ilan etmek suretiyle de söz konusu mülkü ona vermeme işlemini de gerçekleştirmiştir. Bernal, bütün bunlardan sonra Palmer davasında Mahkemece verilen yargı kararının mantısal yapısını şöyle çıkarır: (1)(x)(Öx → ~Vx) (2)Öp (3)~Vp MP (1,2) (4)(x)(~Vx → MHGx) (5)MHGp MP (4,3) 130 EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013) AYSEVER, R. L. Bernal, mantıksal yapısını bu şekilde verdiği yargı kararında 4 öncülünün 5 sonucunu desteklemek için bulunduğunu belirtir. Bu 4 öncülü “bir mülkü mirasçıya vermek istemeyen bir yargıcın, o kişiye o mülkün vasiyet edildiği vasiyetnameyi ve o vasiyetnamedeki mülkiyet hakkı devri işleminin geçersiz ilan etmesi gerekir” şeklindeki hukuk kuralını dile getirmektedir. Bu muhakemede 5 sonucu 4 ve 3 öncüllerinden yine modus ponens gereği çıkmakta, Mahkemenin Palmer davasında vasiyetin hükümsüz olduğunu ilan etmek zorunda olduğunu söylemekte ve New York Temyiz Mahkemesinin Palmer’a mülkiyet devri vasiyetinin hükümsüzlüğünü fiilen ilan eden hüküm bölümü için dayanak oluşturmaktadır. 3, 5 ve 5 önermeleri Mahkemenin resmi karar metninde örtük olarak bulunmaktadır. Hüküm bölümünde birebir yer almamaktadırlar ama 1 ve 2 önermeleriyle hüküm bölümünde söylenen sözlerden modus ponens yoluyla çıkarsanabilmektedirler. VIII. Bernal’in yaptığı mantıksal çözümleme, yargı ediminin bir mantık işlemi (yani bir muhakeme, bir akılyürütme) gerektirdiğini ve bu işlemin modus ponens yasasının yönettiği bir işlem olduğunu bize açıkça gösteriyor. Ayrıca bir söz edimi olarak yargı ediminin başarılı ve kusursuz bir biçimde için yerine getirilmesi için gerekli bir dizi düzsöz edimi olduğunu, bunların da iki öncül ve bir sonuç önermesi olmak üzere en az üç önermenin dile getirilmesini içerdiğini her türlü tartışmadan uzak bir şekilde söylüyor. Palmer davasında olduğu gibi resmi karar metinlerinde bu önermelerin üçten fazla olması, kimilerinin örtük bir biçimde resmi karar metninde bulunması da elbette mümkündür. Fakat bu mantıksal çözümlemenin, bir söz edimi, daha doğru bir ifadeyle bir şey söylemek suretiyle gerçekleştirilen bir edimsöz edimi olarak yargı ediminin yapısını aynı açıklıkla gözler önüne serdiğini söylemek pek mümkün görünmüyor. Dilin bildirme işlevini, ya da Searle’ün edimsöz edimleri sınıflandırmasından yola çıkarak söylemek gerekirse edimsöz gücü kesinleme olan tümceleri temele alan mantığın tek boyutlu dili, bize, söz konusu önermeleri resmi karar metninde açık ya da örtük bir şekilde dile getiren bir yargıcın (ya da mahkemenin) yaptığı şeyin, en temelde, dünyayı betimlemek olduğunu söyler. Elbette, resmi karar metninde bu önermeleri dile getiren bir yargıcın ya da bir mahkemenin, en azından bu önermelerin kimilerini dile getirirken edimsöz ereği dünyayı betimlemek olan bir edimde, yani bir kesinleme ediminde bulunmadığını söylemek mümkün görünmüyor. Ama yargı kararında bu önermeleri dile getiren bir yargıcın ya da bir mahkemenin her seferinde yalnızca kesinleme ediminde bulunduğunu söylemek de o derece mümkün görünmüyor. Nitekim Bernal de, yaptığı mantıksal çözümlemeden yola çıkarak, New York Temyiz Mahkemesinin yargı kararında açık ya da örtük bir biçimde dile getirilen 131 BİR SÖZ EDİMİ OLARAK YARGI EDİMİ (1)(x)(Öx → ~Vx) (2)Öp (3)~Vp (4)(x)(~Vx → MHGx) (5)MHGp önermelerinin kesinleme gücünde söylendiklerini onaylıyor ama hemen arkasında da bu önermeler dile getirildiğinde yerine getirilen edimlerin sadece kesinleme olduklarının doğru olmadığını belirtip ve bunu akılyürütmenin büyük ve küçük öncülleri ile sonuç önermesi (1, 2 ve 3-5 önermeleri) üzerinden çok açık bir biçimde gösteriyor: Mahkeme 3-5 önermelerinin karşılığı olan “vasiyetnamenin ve vasiyetnamede belirtilen Palmer’e vasiyet edilen mülkün mülkiyet hakkının Palmer’e aktarılması işleminin hükümsüz ilan edilmesine ve büyükbabayı öldürme suçu nedeniyle Palmer’in büyükbaba tarafından ona bırakılan mülk üzerindeki her türlü hak ve menfaatten mahrum bırakılmasına” sözlerini söylerken 1 önermesinde belirtilen hukuki sonuca hükmedildiği kesinlemesinde bulunur, ama bu hukuki sonuca da ilgili mülkülerin Palmer’e devreden vasiyeti geçersiz olduğunu beyan ederek hükmeder. Vasiyetin geçersiz olduğunun beyan edilmesi ediminin de iki boyutu vardır: Palmer’in ve ilgili mülklerin yasal statüleriyle ilgili bir bilgi verilmekle kalmaz, Palmer’in ve o mülklerin bu bilgi verilene kadar tartışmalı olan yasal statülerini belirlemek suretiyle dünyada yeni bir hukuki durum, yani bir hukuk olgusu yaratılır. Palmer Davasında bu yeni hukuk olgusu, hukuk sistemi tarafından Palmer’in ilgili mülkler üzerideki haklarının tanınmadığı, bununla bağlantılı olarak da aynı hukuk sistemi tarafından davacının o mülkler üzerindeki haklarının tanındığıdır. Başka tür davalarda da yargıçlar ya da mahkemeler benzer edimlerde bulunurlar. Ceza hukuku davalarında yargıç, söz gelişi, bir cürüm nedeniyle hakkında dava açılan kişiyi suçlu ilan ederek dünyada onunla ilgili yeni bir durum yaratır. Sözleşme hukuku ya da borçlar hukuku davalarında da yargıç, söz gelişi taraflar arasında hukuki ilişkinin şeklini belirlemek ve buna bağlı olarak taraflardan birinin diğerine verdiği zararın tazminine karar vermek suretiyle dünyada bu belirleme ve karardan önce mevcut olmayan yeni bir durum yaratır. Ayrıca, Mahkeme, 1 önermesini söylerken bu (x)(Öx → ~Vx) önermesinde ifadesini bulan kuralın genel bir hukuk kuralı olduğu iddiasında bulunmak gibi bir kesinleme ediminde bulunmanın yanında, bu kuralın hukuk kaynaklarında yer alan bir ya da bir dizi önermenin mümkün en uygun yorumu olduğu iddiasında da bulunur. Çünkü yargıç akılyürütmesinin 132 EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013) AYSEVER, R. L. büyük öncülünü oluşturan 1 önermesini anayasa, yasalar ve diğer ilgili hukuk kaynaklarında bulunan bir ya da bir dizi önermeyi yorumlayarak elde eder. Örneğin Palmer davasında New York Temyiz Mahkemesi, hukuk kaynaklarının, 1 önermesi olarak alınabilecek iki farklı yorumundan söz eder ve onları tartışır. Bu yorumlardan birincisine göre 1 önermesi olarak alınması en uygun kural (x)(Öx → Vx) mantık tümcesine karşılık gelen ve yargıcın söz konusu mülklerin zilyetliğini Palmer’e devretmesi gerektiğini söyleyen kuraldır. Resmi yargı kararı metninde “Şurası açıktır ki, vasiyet düzenleme, vasiyetlerin kanıt değeri, vasiyetlerin sonuçları ve malların intikali ile ilgili yasalar dar anlamıyla yorumlanır ve o yasaların zorlayıcılığı sonuçları hiçbir şekilde ve hiçbir koşul altında değiştirilemez diye kabul edilirse, bu zilyetlik katile verilmelidir” tümcesinde ifadesini bulan işte bu yorumdur. Ancak Mahkeme, yasaların amacı, yasa yapıcının niyeti, akılcı yorum ilkelerini, örfi hukukunun genel kurallarını dikkate alarak bu yorumun değil, “Hiç kimsenin sahtekarlık yaparak çıkar elde etmesine, yasaya aykırı filde bulunarak üstünlük kazanmasına, ya da cinayet işleyerek mal edinmesine izin verilemez” yorumunun en uygun yorum olduğu kanaatindedir. Bu nedenle de “bir kişi, öldürmüş olduğu atadan ya da hayırseverden miras ya da vasiyet yoluyla mal edinemez” sözlerinde ifadesini bulan (x)(Öx → ~Vx) kuralını 1 önermesi olarak kullanır. Dolayısıyla Palmer davasında Mahkeme, başka birçok dava gibi, daha önce hukuk sisteminde var olmayan bir hukuk kuralını hukuk sistemine sokarak gelecekteki benzer davalar için emsal olacak bir yargı kararı vermiştir. Mahkeme resmi yargı kararı metninde yer alan “Bu kişi (Palmer), vasiyetteki hükümlerin kendi yararına olduğunu biliyordu ve o hükümleri değiştirme niyetini açık etmiş olan büyükbabasının bunu yapmasını önlemek ve vasiyette ona tanınan haklardan hemen yararlanmak ve malların doğrudan zilyetliğini elde etmek için büyükbabasını taammüden zehirleyerek öldürdü” sözlerinde ifadesi bulan 2 önermesini, yani Öp önermesini söylerken de, elbette yine bir kesinlemede bulunmakta ve Palmer’in 1 önermesinde belirtilen Ö fiilini gerçekleştirmiş olduğu yollu bir saptama yapmaktadır. Olguyu saptama görevi yasalarla yargıca, mahkemeye, ya da jüriye verilmiş olabilir, ama bu görevi yerine getiren her kim ya da her ne heyet olursa olsun, o kişi ya da heyet Öp önermesini söylerken olgu saptaması gibi bir kesinleme ediminden bulunmaktan daha fazlasını yapar: o kişi ya da heyet, kendisine yasalarla verilen olgu saptama yetkisini kullanarak gelecekteki yargı kararlarında bir emsal oluşturacak yeni bir “kurumsal olgu”, yani yeni bir hukuk olgusu yaratır. Biraz daha açarak söylemek gerekirse, birinin başka birinin hayatının sonlanmasıyla sonuçlanan bir eylemde bulunması, dünyada meydana gelebilecek “doğal” olgulardandır. Bunun hukukta birtakım 133 BİR SÖZ EDİMİ OLARAK YARGI EDİMİ sonuçlar yaratacak bir olgu, yani “kurumsal” bir olgu haline gelmesi, daha açık bir deyişle bir cinayet eylemi haline gelmesi için, bir yargıcın (mahkemenin ya da jürinin), onun hukuk kaynaklarında yasadışı olarak tanımlanan belirli birtakım eylemlerden biri, yani bir cinayet olduğu ve onu, yani cinayeti gerçekleştirenin a kişisi olduğunun kanıtlarla sabit olduğu kesinlemelerinde bulunmasına bağlıdır. Yargıç tarafından cinayet olduğu söylenmeyen hiçbir ölüme-yol-açıcı eylem cinayet olmaz, yargıç tarafından yasalara aykırı bir biçimde ölüme-yolaçıcı eylemde bulunduğu söylenmeyen hiçbir kimse katil olmaz. “a kişinin, yasaların cinayet olarak tanımladığı şekilde b kişisinin hayatının sonlanmasına yol açtı” sözlerinin, a kişisinin hapsedilmesi, belli birtakım haklardan mahrum bırakılması gibi birtakım hukuki sonuçlar yaratması, o sözlerin bir yargıç tarafından söylenmesine bağlıdır. Palmer davasına gelince, bu davada Mahkeme, resmi yargı kararında, Palmer’in büyükbabasını öldürerek cinayet işlemiş olduğu olgusunu, onun suçlu bulunarak hapse mahkum edildiği önceki ceza yargılamasında kanıtlanmış bir olgu olarak almıştır. Bunun için resmi karar metninde onun bu eyleminin yalnızca miras hukuku bakımından yarattığı sonuçları dile getirmiştir. IX. Bernal’in belirttiği gibi, yargı kararlarının mantıksal yapısı konusunda yapılan çözümlemenin, bir yargı kararı dile getirmek suretiyle yerine getirilen bir yargı ediminin çoklu yapısını ve bu çoklu yapının içerdiği edimler dizisini bize göstermekte yetersiz olduğu tartışma götürmez; ama onun, bu edimler dizisini ortaya çıkarmak üzere söz edimleri kuramından yola çıkarak yapılacak yeni bir çözümleme için bize sağlam bir başlangıç noktası sunduğunu da kabul etmek gerekir. Bir söz edimi olarak bir yargı ediminde bulunan her yargıcın (ya da mahkemenin), başarılı ve kusursuz bir yargı ediminde bulunmanın koşullarının yerine gelmiş olması şartıyla, her şeyden önce, yargı kararlarının büyük ve küçük öncülleriyle sonuç önermesinde ifadelerini bulan en az üç düzsöz ediminde bulunması gerekir. Bernal de çalışmasının son bölümünde bu noktayı kendisine çıkış noktası alıyor ve yargı ediminin başarılı ve kusursuz olması için gerekli koşullardan başlayarak bize yargı ediminin bir söz edimi olarak aşağıdaki ayrıntılı çözümlemesini sunuyor. Ona göre, yargı ediminin başarılı ve kusursuz olması için en azıından iki genel koşulu sağlaması zorunludur. İlki yargıcın (ya da mahkemenin) yetkisiyle ilgilidir: Yargıcın (ya da mahkemenin) karar vermek için hukuki bir gücünün ya da hukuki görevinin olması gerekir. Daha somut bir şekilde ifade etmek gerekirse, hukuk sisteminin bir kuralının yargıca (ya da mahkemenin) bu görevi vermesi gerekir. Ayrıca da bu kural geçerli olmalıdır; yani söz konusu kuralın, geçerli normlardan (kurallardan, ilkelerden) oluşan hiyerarşik bir yapı olarak 134 EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013) AYSEVER, R. L. bir hukuk sisteminin kurumsal çerçevesi içerisinde yer alması gerekir. Yargıca yetki veren kural, ancak bu kurumsal çerçevede, yargıcın (ya da mahkemenin) verdiği kararın bir yargı kararı sayılmasını sağlayabilir. Kararı veren, ilgili davayı çözmek için bir yargı kararında bulunma özel yetkisine sahip değilse gerçekleştirdiği yargı edimi, başarılı ve kusursuz bir yargı edimi sayılamaz: verdiği karar herhangi bir hukuki sonuç yaratmaz. İkinci koşul, yargı kararlarının biçimi ve ortamıyla ilgilidir. Yargıç (ya da mahkeme) kararını duruşmada vermelidir. Duruşmada da hukukun belirlediği şekil şartları yerine getirilmiş olmalıdır ve duruşmada verilen yargı kararı da aynı şekilde belli şekil şartlarını yerine getirmelidir. Yargılamadaki ya da karardaki ciddi usul hataları yargı kararını geçersiz kılabilir. Söz gelişi, Palmer davasında, kararın geçerliliği, New York Temyiz Mahkemesinin bu davaya bakıp karar vermeye yetkili olmasına, verdiği hükmün bir temyiz için gerekli bütün hukuki formalitelerin yerine getirildiği bir mahkeme sürecinin sonunda yer almış olmasına dayanır. Yargı edimini gerçekleştirirken dile getirilen büyük ve küçük öncüllerle sonuç önermesiyle yerine getirilen edimsöz edimlerine gelince, Bernal yine New York Temyiz Mahkemesinin Palmer davasındaki resmi karar metninden yola çıkarak onları da bize şöyle sunuyor: X. Bernal, Mahkeme resmi karar metninde akılyürütmesinin büyük öncülü olan (x)(Öx → ~Vx) önermesini GHK gibi genel bir hukuk kuralı olarak dile getirmek suretiyle en azından şu dört edimde bulunduğunu belirtiyor. Birinci olarak, o GHK kuralının, hukuk kaynaklarının mevcut bir davada başvurulabilecek en uygun yorumu olduğu kesinlemesinde bulunur. İkinci olarak, bu GHK kuralı en azından eldeki hukuk sisteminde mevcut olmayan bir kural olduğu için, yeni bir hukuk kuralı yaratır. Üçüncü olarak yarattığı bu yeni hukuk kuralını gelecekteki davalar için bir emsal kılar. Dördüncü olarak da, onu davayı çözerken büyük öncül olarak kullanır. Bu dört edim ise, Searle’ün edimsöz güçleri sınıflamasına göre biri kesinleyici ikisi beyan sınıfına giren üç edimsöz gücüne karşılık gelmektedir. Bernal’e göre kesinleyici olan, özel bir tür kesinleyicidir: 1 önermesi olarak GHK gibi genel bir hukuk kuralı dile getiren yargıç, bu kuralın mevcut dava açısından hukuk kaynaklarının en uygun yorumu olduğunu söylerken, içerisinde yaşadığı dünyanın normatif bölümüyle ilgili bir betimleme yapar. Daha açık bir deyişle, dile getirdiği genel kuralın geçerli olduğu hukuk sistemini betimler. Nitekim, Palmer davasının kararında da New York Temyiz Mahkemesi yasaların amacı, yasa yapıcının niyeti, akılcı yorum ilkesi, örfi hukukun genel ilkeleri hakkında birtakım temellendirmeler ortaya atarak “Hiç kimsenin sahtekarlık yaparak çıkar elde etmesine, yasaya aykırı fiilde bulunarak üstünlük kazanmasına, ya da cinayet 135 BİR SÖZ EDİMİ OLARAK YARGI EDİMİ işleyerek mal edinmesine izin verilemez” demekte; bunu da “bir kişi, öldürmüş olduğu atadan ya da hayırseverden miras ya da vasiyet yoluyla mal edinemez” kuralının ((x)(Öx → ~Vx) önermesinin), Palmer davası gibi davalar için en uygun hukuk yorumu olduğunu savını temellendirmek için kullanmaktadır. Bu temellendirme hukuk alanının, daha başka bir deyişle, hukuk uygulamalarının bir betimini gerektirir. Yasalar, yasa yapıcıların niyeti, yorum yöntemleri ve örfi hukukun genel ilkeleri de bu hukuk uygulamalarının parçalarıdırlar. Bernal dünyanın normatif olan bölgesinin bu betiminin bir değer boyutunun da oluğuna dikkat çeker. Ona göre, yargıç 1 öncülünü mevcut davayı çözecek yasaların ve öteki hukuk kaynaklarının en uygun yorumu olarak ortaya atarken bunu yine o yasalara ve o öteki hukuk kaynaklarına dayanarak yapar. Bunlar yargıcın ortaya attığı yorumun, yargı kararında açıkça yer dile getirdiği nesnel dayanaklarıdır. Ama yorumunun bir de öznel bir dayanağı daha vardır: yasaların temeli olan moral değerler hakkındaki kendi kişisel görüşleri. Bunun için 1 öncülünü dile getiren yargıç, gerisinde moral bir değerlendirme yatan bir kesinlemede bulunur. Mahkemenin 1 önermesini dile getirmek suretiyle gerçekleştirdiği bu birinci edimin edimsöz ereğini dünyanın normatif olan bölümünü betimlemek olarak belirleyen Bernal, bu edimin “hazırlayıcı koşulunu” Mahkemenin (x)(Öx → ~Vx) olduğu konusunda birtakım gerekçelere sahip olması; “önerme içeriği koşulunu” (x)(Öx → ~Vx) önermesinin mevcut dava açısından hukuk kaynaklarının en uygun yorum olması; “içtenlik koşulunu” ise Mahkemenin (x)(Öx → ~Vx) yorumunun uygun olduğuna inanması olarak belirler. 17 Edimin uydurma doğrultusu dünyadan-sözedir: yargı kararının gerekçe bölümünde dile getirilen önermeler dünyaya, daha doğrusu dünyanın normatif olan bölümüne uydurulur. Bu kesinleme ediminde niyet edilen etkisöz etkisine, yani bu edimle muhataplarda yaratılmak istenen duygu ya da düşünceye gelince, o da davanın bütün taraflarında, bütün hukukçularda ve bütün bir 17 Bernal bu son koşulla ilgili olarak ortada bir uygunluk ölçütü sorunu olduğuna da dikkat çekiyor: (x)(Öx → ⌐Vx) şeklindeki genel hukuk kuralının dayanılan hukuk kaynakları çerçevesinde uygun yorum olması yeterli midir, yoksa bu genel kuralın ayrıca adalete de uygun olması gerekli değil midir? Söz edimleri kuramı, içtenlik koşulunu, yargıcın ya da mahkemenin yargı kararında büyük öncül olarak dile getirdiği genel hukuk kuralının mevcut hukuk kaynakları çerçevesinde uygun yorum olduğuna inanması olarak belirlemektedir. Ama bu kesinleme ediminin başarılı ve kusursuz bir edim olması için yargıcın ya da mahkemenin, ayrıca, en uygun yorum olarak ortaya attığı genel kuralın adalete uygun olduğuna da inanması gerekmez mi? Bir yargıç ya da mahkemenin yargı kararına dayanak yaptığı genel bir hukuk kuralının mevcut hukuk kaynaklarına uygun olduğuna ama adalete uygun olmadığına inanması halinde başarılı bir yargı ediminde bulunmuş olduğunu söylemek mümkün müdür? Bernal, hukuk ile adalet kavramları arasında zorunlu bir bağ görüp görmemeye bağlı olarak bu sorulara hem olumlu hem olumsuz bir yanıt verilebileceğini belirtiyor: böyle bir bağın olmadığı görüşünü savunan söz gelişi pozitivist bir hukukçu ilkine gerekli olmadığı, ikincisine ise mümkün olduğu yanıtını verirken; böyle bir bağın olduğu görüşünde olan bir başka hukukçu onun tam tersi yanıtlar verecektir. Bkz Bernal, 2007, s. 18-19. 136 EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013) AYSEVER, R. L. toplumda, (x)(Öx → ~Vx) şeklindeki genel kuralın, mevcut davada hukuk kaynaklarının en uygun yorumu olduğu inancı ya da düşüncesi yaratmaktır. Bernal’in, Mahkemenin 1 öncülünü dile getirdiğinde, Searle’ün edimsöz güçleri sınıflamasına göre gerçekleştirdiğini belirttiği beyan gücündeki iki edimsöz edimine gelince, ona göre Mahkeme bunlardan birincisinde (x)(Öx → ~Vx) önermesinde ifadesini bulan genel bir hukuk kuralı yaratır. Bir beyan edimi olarak bu edimin edimsöz ereği, dile getirilen önermenin, (New York Temiz Mahkemesinin gerçekleştirdiği yargı edimi örneğinde (x)(Öx → ~Vx) önermesinin) ifade ettiği dil-dışı, ya da Searle’ün diğer bir adlandırmasıyla “kurumsal” olguyu yaratmaktır. Mahkeme böylece mevcut hukuk sisteminde bir değişiklik yaparak ona (x)(Öx → ~Vx) önermesinde ifadesini bulan yeni bir hukuk kuralı ekler. Mahkemenin kendisini dile getirdiği anda mevcut hukuk sisteminde varlık göstermeye başlayan genel bir hukuk kuralıdır bu. Böyle bir ekleme yapmak suretiyle de Mahkeme mevcut hukuk sistemine eklediği o yeni hukuk kurulanı gelecekteki davalar için bir emsal olarak ortaya koyar ve Palmer davasında ona büyük öncül olarak başvurur. Bernal’e göre, Mahkemenin 1 öncülünü dile getirmek suretiyle gerçekleştirmiş olduğu beyan gücündeki ikinci edim, işte kendi yaratmış olduğu genel hukuk kuralına Palmer davasında başvurması edimidir. Bunu yapmakla da Palmer davasının (x)(Öx → ~Vx) önermesinde ifadesini bulan genel hukuk kuralı çerçevesinde karara bağlanmış olması şeklinde başka bir kurumsal olgu yaratmış olur. Beyan gücündeki bu iki edimin uydurma doğrultusu sözden-dünyayadır. Daha açık bir deyişle, sözden dünyanın normatif bölümüedir: her iki edim yoluyla da dünyanın normatif olan bölümü, ona (x)(Öx → ~Vx) önermesinde ifadesini bulan ve her ikisi de birer hukuk olgusu olan iki yeni kurumsal olgu eklenerek (x)(Öx → ~Vx) önermesine uydurulur. XI. Bernal’e göre, Mahkemenin yürüttüğü akılyürütmede küçük öncül olarak aldığı Öp önermesi (2 önermesi) bir olgu bildirimidir ve Mahkeme bu önermeyi dile getirilmek suretiyle her şeyden önce, kanıtlara göre (x)(Öx → ~Vx) önermesinin ön-bileşeninde ifadesini bulan olgunun meydana gelmiş olduğu yollu bir olgu bildirimde bulunur: kanıtlara göre Palmer (p) vasiyette bulunan kişiyi önceden planlayarak öldürmüştür (Ö). Elbette New York Temyiz Mahkemesi, bir üst mahkeme olduğu için Öp iddiasında bulunmak gibi bir olgu bildiriminde bulunurken, kanıtlarla ilgili doğrudan bir değerlendirme yapmamış, Palmer’in daha önce yargılandığı ceza hukuku davasında kendisine “olgu-bulucu” işlevi verilmiş olan jürinin eldeki kanıtlar ışığında yapmış olduğu Öp şeklindeki olgu saptamasını olduğu gibi almıştır. Ancak mahkeme bunu yapmakla, yani yetkilendirilmiş bir jürinin olgu saptamasını 137 BİR SÖZ EDİMİ OLARAK YARGI EDİMİ kendi yargı kararında yinelemekle bir kez daha aynı olgu saptamasında bulunmuş olmaz yalnızca, bunun yanı sıra hem (tıpkı kendisinden önce jürinin de yaptığı gibi) Öp önermesinde ifadesini bulan kurumsal bir olgu da yaratır, hem de Öp önermesini akılyürütmesinin küçük öncülü yapar. Bernal, Mahkemenin yargı kararında küçük öncül Öp önermesini dile getirmek suretiyle yaptığı bu üç şeyin, büyük öncül (x)(Öx → ~Vx) önermesini dile getirdiğinde olduğu gibi biri kesinleme, diğer ikisi beyan sınıfına giren üç farklı edimsöz gücüne karşılık geldiği düşüncesindedir. İlki gözleme dayalı bir kesinleme edimidir: Mahkeme Öp önermesini dile getirirken, yani p kişisinin (x)(Öx → ~Vx) önermesinde ifadesini bulan genel hukuk kuralında tarif edilen Ö fiilini gerçekleştirmiş olduğunu söylerken aslında dünyada meydana gelen bir olayı betimlemektedir. Ancak bu, doğrudan tanıklığa dayalı olmadığı için Mahkemece yapılan dolaylı bir betimlemedir. Dolayısıyla Mahkeme p kişisinin bir fiilde bulunduğunu ve bu fiilin büyük öncülün ön-bileşeninde ifadesini bulan Ö fiiline karşılık geldiğini dolaylı bir şekilde kesinlemektedir. Ancak bu kesinlemede de, tıpkı (x)(Öx → ~Vx) içerikli önceki kesinlemede olduğu gibi, bir değer boyutu bulunmaktadır: Mahkeme kanıtların gösterdiği şeyi betimlemekle kalmamakta, ayrıca bir de o kanıtların ilgili fiille bağlantıları ve güvenilirlikleriyle ilgili normatif ölçütlere dayalı bir değerlendirmede bulunmaktadır. Bu kesinleme sınıfına giren bu edimsöz ediminin hazırlayıcı koşulu, Mahkemenin Öp olduğuna birtakım gerekçelerinin olduğudur. İçtenlik koşulu, en az iki tanedir. Birincisi, mevcut kanıtlar ışığında sanığın suçlu olduğunu kabul etmekte Mahkemenin kendisinin haklı olduğuna inanmasıdır. Ama bu yeterli değildir, ikinci olarak, Mahkemenin bir de failin gerçekten de suçlu olduğuna inanması, yani sanığın gerçekten de işlediği bir fiilinin olduğuna ve bu fiilin gerçekten de büyük öncülün ifade ettiği genel hukuk kuralında ön-bileşeninde belirtilen fiilin bir örneği olduğuna inanması gerekir. Çünkü Mahkemenin bir yandan Öp kesinlemesinde bulunması, bir yandan da p kişisinin Ö fiilinin, büyük öncülün ön-bileşeninde belirtilen fiilin bir örneği olduğuna inanmadığını söylemesi durumunda ortaya şöyle bir paradoks çıkacaktır: Öp olduğu kanıtlandı, ama Öp önermesi yanlış, çünkü Ö aslında meydana gelmedi, ya da çünkü Ö büyük öncülün ön-bileşeninde belirtilen fiilin bir örneği değil. Öp demek suretiyle yerine getirilen kesinleme ediminin uydurma doğrultusuna gelince, bu edimin uydurma doğrultusu dünyadan-sözedir: dile getirilen önerme dünyaya uydurulur. Çünkü bu edimin ereği, küçük öncül olarak dile getirilen önermeyle, dünyanın mevcut kanıtlara uygun bir betimini yapmaktır. Bu edimde niyet edilen etkisöz etkisi ise, 138 EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013) AYSEVER, R. L. yargılamadaki bütün taraflarda, bütün hukukçularda ve toplumun geri kalan bölümünde, kanıtlara göre Ö fiilinin gerçekten meydana geldiği ve bu fiilin büyük öncülde ifadesini bulan genel hukuk kuralında belirtilen fiilin bir örneği olduğu inancının ya da düşüncesinin oluşmasını sağlamaktır. Bernal’e göre, Mahkeme, tıpkı büyük öncülü oluşturan (x)(Öx → ~Vx) önermesini dile getirdiğinde olduğu gibi, küçük öncülü oluşturan Öp önermesini dile getirdiğinde de, ikisi de beyan gücünde olan iki edimsöz ediminde daha bulunur: Öp önermesinin ifade ettiği yeni bir kurumsal olgu yaratır ve mevcut davayı Öp küçük önermesi temelinde hükme bağlamak gibi bir başka kurumsal olgu daha yaratır. Bunlardan ilkinde edimsöz ereği, dünyada, dile getirilen önermenin ifade ettiği durumu yaratmaktır. Burada Mahkeme, bir olgu-bulucu işleviyle, mevcut hukuk sisteminde bir düzenleme yaparak o hukuk sisteminin resmen tanıdığı olgular kümesine yeni bir olgu daha ekler ve failin yasal statüsünü değiştirir. Küçük öncülü dile getirdiği andan itibaren önermede belirtilen fiil hukuk sistemi tarafından resmen faile yüklenir ve onun bu fiilinin büyük öncülün ifade ettiği genel hukuk kuralında belirtilen fiilin bir örneği olduğu resmen ilan olunur. Mahkeme, yetkisini kullanarak, failin fiilinin gerçekleştiğini ve onun bu fiilinin genel kuralın belirttiği fiile uygun düştüğünü ilan eder. Bunu yapmakla da faile yöneltilen suçlama kurumsal bir olgu haline gelir: eylemiyle büyükbabasının ölümüne yol açan Palmer, bir cinayet işlemiş olur. Bernal, kurumsal olguların bir tür “hukuk sertifikaları” olduğunu; fizik olguların, ancak ve ancak hukuk kaynaklarının belirlediği şekil şartları yerine getirilerek gerçekleştirilen bir yargılama sürecinin sonunda verilen böyle “hukuk sertifikaları”yla kurumsal olgular haline geldiğinin altını çizer. Bernal’e göre, bütün bunlar ayrıca, Öp önermesini dile getirmek suretiyle gerçekleştirilen beyan ediminin neden gelecek davalar için bir emsal gücünde olduğunu; Mahkemenin mevcut davayı çözmek için neden bu Öp önermesini kullanmak zorunda olduğunu da açıklamaktadır. Mahkemenin, p kişisinin Ö fiilini gerçekleştirmiş olması kurumsal olgusunu yarattığı bu beyan edimi ile bu p kişisinin yargılandığı davanın bu Öp kurumsal olgusu temelinde hükme bağlanmış olması kurumsal olgusunu yarattığı ikinci beyan ediminin uydurma doğrultuları, sözden-dünyayadır: dünya, dile getirilen önermeye uygun hale getirilir. İlkinde dünyaya (mevcut hukuk sistemine) Öp önermesinin ifade ettiği yeni bir kurumsal olgu eklenmekte, ikincisinde ise dünyaya (mevcut hukuk sistemine) bir davanın bu Öp kurumsal olgusu temele alınarak çözülmüş olması gibi bir başka kurumsal olgu daha eklenmektedir. 139 BİR SÖZ EDİMİ OLARAK YARGI EDİMİ XII. Bernal’e göre, Mahkeme, yargı kararında “vasiyetnamenin ve vasiyetnamede belirtilen Palmer’e vasiyet edilen mülkün mülkiyet hakkının Palmer’e aktarılması işleminin hükümsüz ilan edilmesine ve büyükbabayı öldürme suçu nedeniyle Palmer’in büyükbaba tarafından ona bırakılan mülk üzerindeki her türlü hak ve menfaatten mahrum bırakılmasına” sözlerinde örtük olar ifadesini bulan ~Vp, (x)(~Vx → MHGx), MHGp önermelerini dile getirmek suretiyle de iki şey birden yapmaktadır: birtakım yeni hukuki durumlar yaratır, yani tarafların yasal statülerini, ya da tarafların hukuki ilişkilerini yeniden belirler. İkinci olarak da belli birtakım yetkililere taraflara yönelik olarak belli birtakım işler buyurur. Palmer davası çerçevesinde daha açık bir biçimde dile getirmek gerekirse, Mahkeme ~Vp, (x)(~Vx → MHGx), MHGp önermelerinde ifadesini bulan, vasiyetnamede Palmer’e bırakılan mülklerin Palmer’e verilmeyerek vasiyetin ve Palmer’in o vasiyetten doğan mülkiyet hakkının geçersiz ilan edilmesi hukuki sonuçlarına hükmetmektedir. Bu hükümle de bir yandan ilgili mülklerin zilyetliğiyle ilgili yeni bir hukuki durum yaratırken bir yandan da vasiyeti yürütmekle yetkili olanlara vasiyeti yürütmeme emri vermektedir. Tıpkı ceza hukuku davalarında sanığı suçlu bulup hapse mahkûm eden bir mahkemenin ya da yargıcın, bu mahkûmiyet kararıyla, aynı zamanda, yasaların yetkili kıldığı kişilere, hapse mahkûm edilen kişiyi cezaevine koymaları emri vermiş olması ve söz konusu kişiyle ilgili yeni bir hukuki statü yaratmış olması gibi. Tıpkı sözleşme hukuku davalarında taraflardan birinin uğradığı zararın tazminine hükmeden bir mahkemenin ya da yargıcın, bu kararıyla, aynı zamanda, yine yasaların yetkili kıldığı kişilere bu zararın tazmininin sağlanması emri vermiş olması ve söz gelişi zararın tazmini amacıyla zarara uğratan kişinin mal ve mülkleriyle ilgili yine bir hukuki durum yaratmış olması gibi. Bernal, Mahkemenin resmi karar metninde sonuç önermesini dile getirmek suretiyle yaptığı bu iki şeyin, iki farklı edimsöz gücüne karşılık geldiği görüşündedir. Bunlardan ilki beyan gücündedir: Mahkeme Mahkeme ~Vp, (x)(~Vx → MHGx), MHGp önermelerini dile getirmek suretiyle, bu önermelerin ifade ettiği ve her biri kurumsal bir olgu olan yeni hukuki durumlar yaratmaktadır: Palmer’in vasiyetten doğan mülkiyet hakkının geçersiz olması ve buna bağlı olarak vasiyetnamede ona bırakılan mülklerin Palmer’e verilmemesi durumlarını meydana çıkarmaktadır. Mahkemenin aynı önermeleri dile getirmek suretiyle yerine getirmiş olduğu ikinci edim ise, bir emir olmasının da göstermiş olduğu gibi, yöneltici sınıfına girmektedir. Bu edimin, verilen emrin muhataplarına, Palmer hakkında verilen yaptırımları uygulama sorumluluğu yükler. ~Vp, (x)(~Vx → MHGx), MHGp önermelerinin, onların dile getirildikleri 140 EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013) AYSEVER, R. L. an itibarıyla henüz uygulanmamış olan, dolayısıyla o andan sonra uygulanacak olan birtakım fiilleri ifade ediyor olmaları, bu edimin önerme içeriği koşuludur. Edimin hazırlayıcı koşulu, Mahkemenin verdiği yaptırım kararını uygulama emrini verdiği ilgili kişinin hem fiilen hem de hukuken bu yaptırımı uygulama gücüne sahip olması, Mahkemenin de böyle olduğunu varsayıyor olmasıdır. Edimin içtenlik koşulu, Mahkemenin karar verdiği yaptırımların gerçekten de faile uygulanması isteği ya da arzusunda olmasıdır. Edimin uydurma doğrultusuna gelince, sözden-dünyayadır, yani ~Vp, (x)(~Vx → MHGx), MHGp önermelerinin ifade ettiği yaptırımlar uygulanmak suretiyle dünya dile getirilen bu önermelere uydurulmaya çalışılır. Bernal, bunlara ilave olarak, kimi durumlarda, örneğin ceza ve sözleşme hukuku davalarında ~Vp, (x)(~Vx → MHGx), MHGp önermelerini söylemek suretiyle, mahkeme ya da yargıcın faille ilgili olumsuz bir duygusunu da dışavurduğu, dolayısıyla Searle’ün dışavurucu dediği türden bir edimde daha bulunduğunun düşünülebileceğini ileri sürmektedir: Ceza hukuku davalarında karar bir ayıplama ya da kınamayı da içerir ve bu ayıplama ya da kınama da, edimin etkisöz etkisi olarak kabul edilebilecek, bir pişmanlık ya da utanma duygusu duymasını sağlayıp failin “düzelmesini” sağlamanın bir ilk adımı olarak kabul edilebilir. IX. Austin ile Searle’ün söz edimleri kuramı çerçevesinde yargıçların gerçekleştirdikleri yargı edimi konusunda, bu edimin içerisinde yer aldığı edimsöz sınıfı üzerinden bize söyledikleri çok genel olabilir. Bernal’in söz edimleri kuramından yola çıkarak yargıçların yerine getirdikleri yargı edimi konusunda bize sunduğu yukarıdaki ayrıntılı çözümleme birtakım düzeltmeler isteyebilir. Ama bu ikisi, insanın hukuk, siyaset, etik, estetik ve zanaat alanlarında yapıp-ettiklerini genel bir ilkenin terazisinde tartma edimi olarak yargı ediminin genel yapısı hakkında bize çarpıcı bir model sunuyor. Bu modele göre 18 yargı edimi, bir şeyler söylemek suretiyle yerine getirilen bir dil edimi anlamında bir söz edimi, ya da daha teknik ifadesiyle bir edimsöz edimidir: bir insanın yapıp-ettiklerini genel bir ilkenin terazisinde tartmak isteyen biri, bunu birtakım şeyler 18 Bernal yargı ediminde bulunan yargıçların, bu edimde bulunarak muhataplarında belli birtakım duygu, düşünce ya da davranış şekli yaratmayı da amaçladığını varsayarak, yargı ediminin altında yer alan edimlerden bazılarının (aşağıdaki 1a, 2a ve 3a edimlerinin) bir sonucu olarak muhataplarda ortaya çıkarılmak istenen duygu, düşünce ya da davranış şekillerine de çözümlemesinde yer veriyor. Yukarıda III. bölümde belirtildiği üzere, söz edimleri kuramı, muhatabın duygu, düşünce ve davranışlarını etkileme edimininin, ya da kuramın tercih ettiği adlandırmayla “etkisöz edimi”nin dilin sözdizim, anlam ve kulanım kurallarının dışında bir işleyişe sahip olduğunu savunur ve bu nedenle de onun düzsöz ve edimsöz edimlerinin olduğu anlamda dilsel bir edim olmadığını söyler. Bunun için, Bernal’in çözümlemesinin bir parçası olan etkisöz edimi, hukuk, siyaset, etik, estetik ve zanaat alanlarında karşımıza çıkan yargı ediminin genel bir dilsel çözümlemesini sunmayı amaçlayan bu yazıda hesaba katılmadı. 141 BİR SÖZ EDİMİ OLARAK YARGI EDİMİ söylemeden, yani bir dizi düzsöz ediminde bulunmadan yapamaz. Fakat birtakım şeyler söylemek de tek başına yeterli değildir: biri, ancak ve ancak bulunduğu özel yargı ediminin varlığını gerekli kıldığı “kurum”un belirlediği belli birtakım koşulların yerine gelmiş olması şartıyla, birtakım şeyler söylerken o özel yargı ediminde bulunmuş sayılabilir. Başarılı ve kusursuz bir yargı edimi ise şu üç şeyi dile getirmeyi gerektirir: (1) x gibi herhangi birinin yapıp-etmiş olduğu şeyin, terazisinde tartılacağı, K koşullarını karşılayan bir şey yapıp-etmesi halinde x’in yapıp-ettiği o şeyle ilgili olarak S sonucuna hükmedilmesi gerektiğini söyleyen Gİ gibi genel bir ilke; (2) a gibi belirli birinin Gİ genel ilkesinde sözü edilen K koşullarını karşılayan bir şey yapıp-etmiş olduğunu; (3) a gibi o belirli birinin Gİ genel ilkesinde sözü edilen K koşullarını karşılayan bir şey yapıp-etmiş olmasının bir neticesi olarak S sonucuna hükmedilmiş olduğu. Bunlar yargı ediminde bulunan kişinin gerçekleştirmesi gereken düzsöz edimleridir. Bu kişi, bulunduğu özel yargı ediminin varlığını gerekli kıldığı “kurumun” belirlediği koşullarda bu üç düzsöz ediminde bulunmak suretiyle, Bernal’in saptamasıyla (1)(x)(Kx → Sx) (2)Ka (3)Sa MP (1,2) şeklinde bir çıkarım gerçekleştirerek yerine getirdiği o özel yargı ediminin oluşturucuları olan şu edimsöz edimlerinde bulunur: (1) (x)(Kx → Sx) genel ilkesini dile getirirken, edimsöz gücü kesinleme olan bir, edimsöz gücü beyan olan iki söz ediminde bulunur: (1a) (x)(Kx → Sx) olduğu yollu bir kesinleme ediminde bulunur. (1b) Bulunduğu özel yargı ediminin varlığını gerekli kıldığı kurum çerçevesinde (x)(Kx → Sx) önermesine karşılık gelen yeni bir kurumsal olgu yatır. (1c) (x)(Kx → Sx) önermesinin ifade ettiği genel ilkeyi, çıkarımının büyük öncülü yapar. (2) Ka önermesini dile getirirken, yine edimsöz gücü kesinleme olan bir, edimsöz gücü beyan olan iki söz ediminde bulunur: (2a) Ka olduğu yollu bir kesinlemede bulunur. 142 EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013) AYSEVER, R. L. (2b) Bulunduğu özel yargı ediminin varlığını gerekli kıldığı kurum çerçevesinde Ka önermesine karşılık gelen yeni bir kurumsal olgu yaratır. (2c) Ka önermesinde ifadesini bulan olgu bildirimini, çıkarımının küçük öncülü yapar. (3) Sa önermesini dile getirirken, edimsöz güçleri beyan ve yöneltici olan iki söz ediminde bulunur: (3a) Bulunduğu özel yargı ediminin varlığını gerekli kıldığı kurum çerçevesinde Sa önermesine karşılık gelen yeni bir kurumsal olgu yaratır. (3b) Belli birtakım üçüncü kişilere ya da bireylere bu Sa önermesinin ifade ettiği kurumsal olgunun gerektirdiği belli birtakım işleri yapma sorumluluğu yükler. Elbette, söz edimleri kuramından ve bu kuramdan yola çıkan bir hukuk kuramcısının kendi alanında gerçekleştirilen yargı edimlerinin yapısıyla ilgili çözümlemenin bize sunduğu şey, yalnızca bir model: her model gibi, modeli olduğu şeyin, yani genel yargı ediminin dış sınırını veriyor, bu sınırın içerisinde yer alan özel yargı edimleriyle ilgili özel ayrıntılar vermiyor. Dolayısıyla bu modelin, hukuka, siyasete, etiğe, estetiğe ve zanaata özgü yargı edimlerinin ortak noktasını sorgulamak isteyenlere şunları söylediği ileri sürülebilir: Yargı edimi, bir insanın yapıp-ettiklerini genel bir ilkenin terazisinde tartma edimidir ve ancak bir dizi önerme dile getirmek suretiyle gerçekleştirilebilir. Bir yargı ediminde bulunmak üzere birtakım önermeler dile getiren kişi ise o önermeleri dile getirirken edimsöz gücü aynı içeriği farklı olan bir dizi söz edimiyle içeriği aynı edimsöz gücü farklı olan başka bir dizi söz ediminde bulunur. Başarılı ve kusursuz bir biçimde bir yargı ediminde bulunan birinin, hangi söz edimlerinde bulunduğunu mu soruşturmak istiyorsun? Önce o kişinin başarılı ve kusursuz bir yargı ediminde bulunmak için dile getirmesi gereken önermelerin hangileri olduğunu, sonra da bu önermeleri dile getirmek suretiyle gerçekleştirdiği edimlerin hangileri olduğunu sorgula! Bu modelin, her model gibi, modeli olduğu şeyin, yani yargı ediminin dış sınırını vermesi, bu sınırın içerisinde yer alan özel yargı edimleri konusunda özel ayrıntılar vermemesi bir zayıflık olarak görülebilir. Ama modelin, özel yargı edimlerinin özel ayrıntılarını soruşturmak isteyenlere, o ayrıntılara ulaşmak için bir yönerge sunmak gibi güçlü bir yanı da var. Bize diyor ki: Her özel yargı edimi özel bir “kurum”un varlığını gerekli kılar ve ancak o özel “kurum”un çizdiği sınırlar içerisinde gerçekleştirilebilir: Söz gelişi, bir bireyin bir başka bireye ettiğini hukukun ilkelerinin terazisinde tartmak, yani hukuk alanında bir yargı ediminde bulunmak, ancak ve ancak, hukuk kaynaklarında kendisini gösteren bir hukuk sisteminin çizdiği sınırlar içerisinde gerçekleştirilebilir. Bir yargıcın 143 BİR SÖZ EDİMİ OLARAK YARGI EDİMİ başarılı ve kusursuz bir yargı ediminde bulunması, tarttığı fiili de o fiili tartarken kullandığı genel ilkeyi de tartımının sonunda ulaştığı sonucu da hukuk sisteminin içinden dile getirmesine bağlıdır. Bu nedenle, siyaset alanında başarılı ve kusursuz bir yargı ediminde bulunmanın varlığını gerekli kıldığı kurumu mu arıyorsun? Bir bireyin iktidar karşısında ettiği bir şeyi siyasetin ilkelerinin terazinde başarılı ve kusursuz bir biçimde tartmak isteyen birinin, tarttığı fiili, o fiili tartarken başvurduğu genel ilkeyi, ve tartımının sonunda vardığı sonucu bildirirken dilinin içerisinde kalmaya özen göstermek zorunda olduğu kaynakların hangileri olduğunu 19 sorgula! Etik alanında başarılı ve kusursuz bir yargı ediminde bulunmanın varlığını gerekli kıldığı kurumu mu arıyorsun? Bir kişinin bir başka kişiye ettiği bir şeyi etiğin ilkelerinin terazinde başarılı ve kusursuz bir biçimde tartmak isteyen birinin, tarttığı eylemi, o eylemi tartarken başvurduğu genel ilkeyi, ve tartımının sonunda vardığı sonucu bildirirken dilinin içerisinde kalmaya özen göstermek zorunda olduğu kaynakların hangileri olduğunu 20 sorgula! Estetik alanında başarılı ve kusursuz bir yargı ediminde bulunmanın varlığını gerekli kıldığı kurumu mu arıyorsun? Bir kişinin yarattığı bir yapıtı estetiğin ilkelerinin terazisinde başarılı ve kusursuz bir biçimde tartmak isteyen birinin, tarttığı yapıtı, o yapıtı tartarken başvurduğu genel ilkeyi, ve tartımının sonunda vardığı sonucu bildirirken dilinin içerisinde kalmaya özen göstermek zorunda olduğu kaynakların hangileri olduğunu 21 sorgula! Zanaat alanında başarılı ve kusursuz bir yargı ediminde bulunmanın varlığını gerekli kıldığı kurumu mu arıyorsun? Bir kişinin meydana getirip başkalarının kullanımına sunduğu bir ürünü zanaatın ilkelerinin terazisinde başarılı ve kusursuz bir biçimde tartmak isteyen birinin, tarttığı ürünü, o ürünü tartarken başvurduğu genel ilkeyi, ve tartımının sonunda vardığı sonucu bildirirken dilinin içerisinde kalmaya özen göstermek zorunda olduğu kaynakların hangileri olduğunu 22 sorgula! Ayrıntılı bir irdeleme ve temellendirme istiyor ama siyaset alanında bir yargı ediminde bulunulduğunda, tartımda dilinin içerisinde kalınmaya özen gösterilmesi gereken kaynakların siyaset kuramları ve siyaset felsefesi külliyatı olduğu söylenebilir. 20 Yine ayrıntılı bir irdeleme ve temellendirme istiyor ama etik alanında, tartımda dilinin içerisinde kalınmaya özen gösterilmesi gereken kaynakların etik kuramları ve etik külliyatı olduğu söylenebilir. 21 Bu kaynakların da, benzer şekilde, sanat kuramları ve sanat felsefesi külliyatı olduğu söylenebilir. 22 Bu kaynakların ise gelenek ve yaşamın bizzat kendisi olduğu söylenebilir. 19 144 EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013) AYSEVER, R. L. KAYNAKÇA Austin, J. L. (1962). How to Do Things with Words. Oxford: Oxford University Press. Türkçesi (2009) Söylemek ve Yapmak, R. L. Aysever, İstanbul: Metis Yayınevi. Aysever, R. L. (2000). Dil Felsefesi, Söz Edimleri Kuramı ve John R. Searle. Searle 2000 içinde, 7-72. Aysever, R. L. (2009). “Söylemek ve Yapmak’a Sunuş”. Austin 2009 içinde, 9-32. Bernal, C. J. (2007). A Speech Acts Analysis of Judicial Decisions. European Journal of Legal Studies, 2(1) 1-24. Erişim: http://www.ejls.eu/2/34UK.pdf Searle, J. R. (1968). Austin on Locutionary and Illocutionary Acts. Philosophical Review, 77 (4) 405-424. Searle, J. R. (1969). Speech Acts. Cambridge: Cambridge University Press. Türkçesi (2000), R. L. Aysever (Çev.), Söz Edimleri. Ankara: Ayraç Yayınları. Searle, J. R. (1978a). Expression and Meaning. Cambridge: Cambridge University Press. Türkçesi (2011), Söylemek ve Anlatmaya Çalışmak, R. L. Aysever (Çev.), Ankara: BilgeSu Yayınları. Searle, J. R. (1978b). Mind and Language. W. L. Megav (Ed.), Prospects of Man: Communication, Toronto: York University Press, 27-58. Searle, J. R. (1989). How Performatives Work?” Linguistics and Philosophy, 12(5) 535-558. Searle, J. R. (1995). The Construction of Social Reality. Londra: Penguin Books. Searle, J. R. (2008). Language and Social Ontology. Theory and Society, 37(5) 443-459. Searle, J. R. (2010). Making the Social World: The Structure of Human Civilization. Oxford: Oxford University Press. Searle, J. R. (2012). Human Social Reality and Language. Phenomenology and Mind, No.2. 26-39. Searle, J. R., Vanderveken, D. (1985). Foundations of Illocutionary Logic. (Cambridge: Cambridge University Press. TDK Büyük Türkçe Sözlük (2012). Erişim: http://tdkterim.gov.tr/bts/ Tuğlacı, P. (1971-1974). Okyanus Türkçe Sözlük (3 Cilt). İstanbul: Sermet Matbaası. 145 EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013) 146 OSMONOV, O. C. EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013) Çev.Vefa KURBAN Dokuz Eylül Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi Cilt: 2 Sayı: 3 2013 ESKİ KIRGIZLAR O. C. OSMONOV Çev. Vefa KURBAN * Çin tarihçisi Sima Tsyan (M.Ö.145-86) “Şı-Tszi” (Tarih Risalesi, M.Ö 1.yy ) çalışmasında milattan önce 201 yılında Hun hükümdarı Mete Han’ın kuzey ve kuzey batı komşularının topraklarını fethetmek için harekât düzenlediğini yazmaktadır. O, bu harekâtı sırasında bazı bağımsız kabileleri ‘Gyangunlar veya Tszsıyangunlar, Dinlinler, Sinliler ve Kyuşeleri (Kıpçak) kendisine tabi kılmıştır. Bilim adamlarının ispatladıkları gibi Çinliler eski Kırgızlar’ı, Gyangunlar veya Syangunlar (Gegun, Tsıgu, Kıgu, Cigu ) olarak adlandırmışlardır. Bu bilgiler Kırgız etnoniminin kullanımına dair ilk bilgiler olup tarih ilmi ve Kırgızistan tarihi açısından çok büyük önem arz etmektedir. Bu bilgiler doğrultusunda Kırgızların uzun zaman önce, 3.yüzyılda kendilerine ait teşekküllerinin olduğu söylenebilir. Böylece, Kırgız etnonimi Türk kökenli halklar arasında en kadim etnonimdir. Türkmen, Özbek, Kazak, Uygur ve Başkurt gibi Türk etnonimleri de çok geç tarihlerde ortaya çıkmıştır. Tszsiyangunlar, Çinliler’in Kırgızlar’a verdiği addır. Bu kelime “Demir Halk” olarak tercüme edilmektedir. Çin tarih risalelerinde Kırgızlar’ın yaşadıkları toplumda bakır, demir ve altın yer almaktadır. Kırgızlar, özellikle meteorit (Gök taşı, Yıldız taşı) demirine ilgi göstermişlerdi. Nitekim bu maddeden çok sağlam silahlar yapılmaktaydı. Çin tarih kaynaklarına göre, Kırgızlar bu silahların hazırlandığı maddenin nasıl işlendiğini bir sır olarak saklamışlardır. Gök demiri “Tszyıaşıa’’ dır. (Tszyasıa Zelyazo – “o” harfi hayret etmek, hayrete düşmek anlamındadır.) Buna dayanarak, Çinliler Kırgızları “Tszyangunlar” yani demir halk olarak adlandırmışlardır. Türkmenler Kangılı boyuna aittirler. Etnik anlamda Türkmen kelimesi 8.yy’dan itibaren kullanılmaya başlamıştır. Bazı araştırmacılara göre, Türkmen etnonimi Turuk, Türk etnonimine aittir. Bilindiği üzere, Türkmen Oğuzlar 9-11.yy’dan itibaren bugünkü Türkmenistan ve civar bölgelere büyük topluluklar halinde göç etmişlerdir. * Yrd. Doç. Dr., Dokuz Eylül Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Genel Türk Tarihi Anabilim Dalı Başkanı. [email protected] 147 ESKİ KIRGIZLAR Özbekler bağımsız bir halk olarak; Karahanlılar 10. yy-13.yy başları ve Timurlular 14.yy ikinci yarısı-15.yy sonu dönemlerinde teşekkül bulmuşlardır. 15-16. yüzyılda Altın Orda Devleti’nin doğu bölgelerinde yaşayan göçebe kabileler Özbek Han’ın şerefine kendilerini Özbek olarak adlandırmışlardır. Göçebe Özbekler, Şeybani Han ordusunun çekirdeğini oluşturmuştur. Şeybani Han, Timur torunlarının hâkimiyetine el koymuştur. Kazakların ataları ise Kıpçaklar’dır. Rus ülkesinde Kıpçaklar’ı ‘Polovets’ olarak adlandırmışlardır. Kıpçaklar saçlarını yulaf renginde boyattıkları için, Ruslar tarafından böyle adlandırılmışlardır. Şüphesiz ki, Polovetsler’in kazak etnik kimliğine nasıl dönüştüğünü anlamak zor olacaktır. Fakat burada dikkate alınması gereken bir husus Kazaklar’ın genetik olarak kökenlerinin Moğol boylarından, özellikle Kareiyler’den gelmesidir. Kırgız etnonimi ile ilgili tartımalar uzun yıllardır bilim çevrelerinde devam etmektedir. Bununla birlikte, bu terimin deşifre olmasının anahtarı Türk dili içersinde yatmaktadır. Burada dikkate alınması gereken bir husus da etnonimin anlamının yorumlanmasındaki halk dili ve bilimsel dilin birbirinden farklılık göstermesindedir. Halkın hafızasında tarihi olaylar ve değerlendirmeler tarihi folklorculuğun, masalların, namelerin içeriğinde yer almakta kendine özgü bir şekilde yansımaktadır. Halkın “Kırgız” kelimesini açıklama çabalarını daha çok efsanelerde görmekteyiz. Halk efsanelerine göre, Kırgız kırk+kız yani, kırk kızın torunları şeklinde açıklanmaktadır. Başka açıklamalarda ise kırk+oğuz yani kır oğuzları anlamında yorumlanmaktadır. Kırgız etnoniminin 16.yy çalışmalarında, bu şekilde halk yorumuyla açıklandığı görülmektedir. 16.yy Yuan Şi (Yuan Hanedanın Tarihi) risalesinde Kırgızlar, kırk Çin kızının ve kuzey bölgedeki Us halkının oluşturduğu birliğin torunları olarak tanımlanmaktadırlar. Seyfettin Ahsıkent’in aktardığı efsaneye göre, Sultan Sencer Doğu Fergane’ye saldırdığında (12.yy) kırk “Üzgen Oğuzu” Hocend’e (kuzey Tacikistan) kaçmış ve orada iskân etmişlerdir. Ve böylece onlardan da Kırgızlar türemişlerdir. Başka bir efsaneye göre, kırk kız Fergane dağlarında otuz gençle karşılaşmış ve böylece Kırgız boyu ortaya çıkmıştır. Kırgız halkı içersindeki aşiret ve boylar kendi adlarını da değişik şekillerde yorumlamışlar. Mesela, Kırgız boyu olan Bugulara göre, onların soyu güzel bir geyikten gelmektedir. Bağış boyuna göre onların kökeni siyah geyikten, Sarı Bağış boyuna göre, ormanlar sahibi olan sarı geyikten gelmektedir. Kendi kökenlerinin beyaz parstan geldiğini söyleyenler de vardı. Bu efsaneler kökenimizin totemik algılamaları ve bu algılamaların sonraki kuşaklara aktarılmasından kaynaklanmaktadır. Kırgızların menşeine dair çok kıymetli kaynaklar Kırgız Sözlü Şecereleri – Sanjirleri’dir. Bu 148 OSMONOV, O. C. EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013) Çev.Vefa KURBAN kaynaklara göre, Türklerin mitolojik olarak atası kurttur. Onun 4 oğlu olmuş, büyük oğlu Nodulu-Şat eski Türk hanedanı Aşen’in kurucusudur. Diğer oğlu Afu ve Gan nehirleri arasındaki bölgeyi Tsyigu (Kırgız) Bölgesi’ni yönetmiştir. Ünlü tarihçi Türk dili halkların tarihi alanında önemli bilim adamlarından biri olan Hive Hanı, Muhammed Ebül Gazi Batır Han (1603-1664) Eski Türklerin Şeceresi adlı çalışmasında Kırgızlar’ın Oğuz Han’ın torunları olduğundan bahseder, farklı bir değişle, Kırgızların eski Türkler’in ataları olduğunu vurgular. Moğol boyu olan Duglatlar’ın tarihçisi Mirza Muhammed Haydar’ın (16.yy) “Tarih-i Raşidi” ve Seyfettin Ahsikent’in (16.yy) “Mecmuat-Tevarih” eserinde, ayrıca Hudayar Han’ın 19.yy da yazılmış olan “Neseb-Name” olarak bilinen çalışmasında eski Kırgızların soylarına dair bilgiler yer almaktadır. Bu bilgiler Kırgızların jeneolojik kökenlerine dair öykülere dayanmaktadır. (Tüm bu çalışmalar, Kırgızistan Cumhuriyet’i Milli Bilimler Akademisi el yazması bölümlerinde korunmaktadır). Bu kaynaklarda Âdem Peygamber’den Nuh Peygamber’e kadar olan dönem belirtilmemiştir. Öykülerde Büyük Tufan sonrası doğmuş olan Nuh Peygamber’in oğulları (Ham, Sam, Yafes) tarihinden Oğuz Han’a kadar olan dönemden bahsedilmektedir. Oğuz Han Türk Ata’nın soyundandır. Oğuz Han’ın büyük hanımından 6 çocuğu vardır: Gün Han, Ay Han, Yıldız Han, Kök Han, Dağ Han, Deniz Han. Bunlarında her birinin 4 çocuğu vardır. Dağ Han’ın oğulları Kırgız Han, Salır İmar, Aleyuntali’dir. Bunun dışında Oğuz Han’ın küçük hanımından da oğulları ve kızları vardır. “Neseb-Name”de “Kırgız Hanedanının Şeceresi” bölümünde Kırgızların eski vatanının Ankamuran, Salamkar sahilinde yerleştiğinden bahsedilmektedir. Burada Cengiz Han ve Kırgızlar’ın aynı soydan, geldiği yani Oğuz Han’ın torunu ve Dağ Han’ın oğlundan geldiğinden bahsedilmektedir. “Nuh Peygamber’den Kırgız Han’a kadarki dönem” başlıklı bölümde şu satırlar yer almaktadır. “Nuh Peygamber aleyhisselam’dan oğlu Yafes aleyhisselam, ondan Türk Han, daha sonra İlçi Han, ondan Deloku Han, ondan Kuyuk Han, ondan Alança Han, ondan Moğol Han, ondan Oğuz Han, ondan Dağ Han ve ondan Kırgız Han gelmektedir. Kırgız Etnoniminin Menşeine Dair Bilimsel Hipotezler Bilim adamları Kırgız kelimesini parçalarına ayırarak lengüistik ve onomastik yöntemlerle araştırarak çok değişik yorumlarda bulunmaktadırlar. Bunlardan bazılarına örnekler verebiliriz. 149 ESKİ KIRGIZLAR 1. Kırk + yus, kırk jüs (Kırk yüz). V.Radlov 2. Kırk + er, (Kırk kişi). Ahmet Togan 3. Kırk + kız, (Siyah saçlı halk). D.Aytmuradov 4. Kırk+ guu, (Kırklar). K. Petrov 5. Kırk + oğuz, (Kırk oğuzlar daha doğrusu güney veya batı oğuzlar). N. Baskakov 6. Kırgın-kırgıt-kırgız, (Açık yüzlü mavi gözlü halk). A.Kononov 7. Kırgız- kırıl kız, (Yenilmez istikrarlı). A.Omurkulov 8. Kırkuğuz, (Kırk uğuz, Uğuz hanın Torunları). Manas Destanının (Jaisan versiyonu) 9. Kırkgıc- Kırgız,(Savaşçı, akımcı). Akay Kine Bilim adamlarının çoğunluğu Yenisey Kırgızları’nın dış görünüşlerini temel alarak Kırgız etnoniminin eski bir Türk kelimesi olan kırk-kırmızı ve “Iz” (boy aşiret) kelimesinde türediğini ve tam olarak kırmızı başlı(yüzlü veya saçlı)halk olarak tanımaktadırlar. Etnonimin incelenmesi sırasında bilim adamları “gız”, “guz”, “gar”, “gaz”, “ar”, “aş”, “as” ( Oğuz, Gagaoğuz, Uygur, Bulgar, Çuvaş) vs. bileşenlerin, değişik Türk dilli halkların adlarındaki benzerlik üzerinde durmaktadırlar. Yenisey nehrinden Ural’a kadar geniş bir arazide yaşamış olan Orta Çağ dönemi göçebelerde “Kırgız” adının geniş bir şekilde yayılması onların bu adın “Türkî” adı gibi eskiden “cesur ve savaşçı” insanlar anlamına geldiği üzerinde düşünmek gerekiyor. Bu yüzden göçebe aşiretlerin birçoğunun kendilerini “Kırgız” olarak adlandırmaları doğaldır. Bir zamanlar tüm Asya’da yaşamış olan göçebeler Kırgız olarak adlandırılmıştır. Orta Çağda yaşamış olan şair Nizami “İskender-name” adlı eserinde, ondan çok daha sonra büyük Rus şairi A.S.Puşkin “Yüzbaşının Kızı” adlı eserinde Ural nehrinden doğuya doğru tüm halkları Kırgız olarak adlandırmıştır. Büyük Rus tarihçisi N.M Karamzin “Rus devletinin tarihi” adlı eserinde aşağıdakileri yazmaktadır. İskitler değişik adlarla adlandırılmışlardır. Kırgızlar ve ya karmıklar gibi yaşamışlardır. Özgürlüklerini her şeyden çok severlerdi. Daha sonra Karamzin Peçenekler ile ilgili şunları yazmaktadır. Göçebe yaşayan, hayvancılıkla uğraşan bugünkü Kalmık veya Kırgızlara benzer bir halktır. Onlar Ruslara Asya atları, koyunlar ve öküzler satarlar. Karamzin 16.yy Alman diplomatlarından Herbertshtain’in Tatarlarla ilgili yazısını şu şekilde aktarmaktadır. Onların şekillerinden gerçek Moğolları, bugünkü Kalmık ve Kırgızları görmekteyiz. Bu gelenekler Batı Avrupa yazarları tarafından da geniş bir şekilde kullanılmıştır. Böylece Kırgız etnonimi bağımsız bir soy veya boy ittifakı olarak ortaya çıkmış ve daha sonra Avrupalılar tarafından Orta Asya’nın birçok halkı için kullanılmıştır. 150 OSMONOV, O. C. EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013) Çev.Vefa KURBAN Kırgızların Eski Vatanı Yazılı eski tarih kaynaklarında M.Ö 3.yy’dan itibaren Kırgızların soyuna dair çok değişik görüşler vardır. Sım Tszyan’ın çalışmasında Kırgızlardan bahsedilmektedir ve onların yerleşim yerleri hakkında bilgi verilmemektedir. Bazılarına göre, Kırgızların vatanı Yenisey, bazılarına göre bugünkü Kuzeybatı Moğolistan’daki Hırkız Nur (Kırgız gölü) bölgesidir. Sonuncu tez uzun yıllar en çok kabul gören tezdir. Han Şu (Han Hanedanın Tarihi) risalesinden eski Çin tarihçisi Ban Gu (M.S 1.yüzyıl) şöyle yazmaktadır: “Hun hükümdarının karargâhı Kırgızlardan doğuda yedi yüz Li (1li=500m) mesafededir”. Bu verilere dayanarak arkeoloji uzmanı olan Prof. Y.Gudyakov, Sinoloji uzmanı L.A. Borovkova ve günümüzdeki Kırgız tarihçileri onların vatanını M.Ö 1.yy’da Doğu Tenir Too (Tenir Dağ- bugünkü Manas Kara Şaar (Doğu Türkistan’daki) ayrıca Borov-Horo Kuzey dağlık bölgesidir. Kırgızların eski komşuları Hun, Usun, Dinlin gibi Türk halkları, ayrıca Doğu Türkistan’ın Hint-Avrupa grubuna ait halklardır (Yuenşiler veya Toharlar). Kırgızların atalarının iskân yerleri verimli ve zengin topraklara sahipti. Burada göçebeler hayvancılık çiftçilik ve zanaat (marangoz, derici, demirci, iplikçi vs.) ayrıca av ürünleri, savaş sanatı ve diğer faaliyetlerle uğraşmışlardır. M.Ö 1.yy ortalarında Hun hükümdarı Cici kendi ordusunu savaşçı Kırgızlar sayesinde daha da iyileştirdi ve bugünkü Yenisey Minosin Bölgesinde yaşayan hakları kendilerine tabii etti. O dönemde Kırgızların çekirdek toplumu yeni vatanlarına iskân ettiler. Hunlar Yenisey’de çok kalmadılar ve bugünkü Talas vadisine saldırdılar. M.Ö. 36 yılında Çinliler Hunları yendiler. Cici esir alındı ve idam edildi. Böylece, Kırgızların yeni vatanı olan Yenisey’e göç etmelerini bir kısım bilim adamı Hunların politikasıyla ilişkilendirirken, bir kısmı da neden ve zaman bazen de değişik tezler öne sürmekteydi. Rus şarkiyatçısı N.Aristov’un yazdığına göre, değişik tarihi etnografik ve diğer veriler eski dönemlerden 18.yy’a dek Yenisey’de aynı isim, aynı dil, dış görünüş ve gelenekleriyle Tiyan-Şan Kırgızlarına benzeyen halkların olması şunu ispatlamaktadır: Bir zamanlar Yenisey’de ve Tiyan-Şan’da Kırgızlar yaşamıştır ve daha sonradan M.Ö 3.yy da iki yere parçalanmışlardır. Bunlardan bir kısmı 18.yy’e dek Yenisey’de yaşarken diğer kısmı da güneyde Batı Tiyan-Şan’da kalmışlar ve Çinliler tarafından Us’un olarak adlandırılmışlar. Yani, N.Aristov’a göre, Yenisey ve Tiyan-Şan Kırgızları aynı halktır. Onlar Yenisey’de 151 ESKİ KIRGIZLAR Tiyan-Şan’a kadar olan alanda yaşamışlardır. N.Aristov’un bu tezi dikkate alınması gereken ciddi bir tezdir. Eski Kırgızların Hun İmparatorluğu Tarafından Mağlup Edilmesi Hun İmparatoru Mete’nin Kırgızları ne zaman egemenliği altına aldığını söylemek ve o dönemde onların herhangi bir devlet olup olmadığını söylemek çok zordur. Hatta böyle bir devleti varlığı söz konusu olmasa ve Kırgızların M.Ö 3. yy.da Hun devletinin egemenliği altına girdiğini kabul etmiş olsak bile, şu tezi hiç tereddüt etmeden ileri sürebiliriz: onların gelişimi ilk göçebe uygarlığı devletinin doğrudan ve aktif etkisi altında gelişmiştir. Hun İmparatorluğunun egemenliği altında değişik birkaç eski Türk halkının kültür, gelenek ve örflerinin karşılıklı şekilde kaynaştığı ve yeni bir dil alanının meydana geldiği söylenebilir. Kırgızlar Hunlardan siyasi deneyim ve askeri yönetim tecrübesini kazanmışlardır. Ortaçağ’da Kırgızlar eski gelenek icabı 3 gruba ayrılıyordu : “Sağ” ve “sol” kanat ve “içkilik”. Hunların siyasi egemenliği altına girmiş olan Kırgızlar Çin İmparatorluğuna karsı Hunlar tarafında savaşa katılmışlardır. Bu husus şöyle bir ihtimalin çok dikkatle incelenmesini gerekmektedir: Hunların Merkezi Asya’daki döneminde Kırgızların tarihi kahramanlık destanlarının ortaya çıktığı söylenebilir. Kırgızlar M.Ö 1.Yüzyılın İlk Yarısında M.Ö. 99 yılında Tszyuydıheu’nun Hükümdarlığı döneminde Çin orduları Hunlara saldırdı. Fakat bu savaşta yenildiler. Ünlü Çin savaş komutanı Li Li esir alındı. O, Hunlara hizmet etmeye razı oldu. Nitekim Çin’de onu idam cezası bekliyordu. Tszyuydıheu kızını Li Li ile evlendirdi ve ona Batı kolunun Cjuki Bey unvanını vererek Yenisey Kırgızlarının yaşadığı bölgeye yönetici olarak atadı. Li Li’nin Hun eşinden olan çocukları büyük Kırgız devletinin temelini attılar. Onlar 840 yılında Uygur Kağanlığını yendiler. Kırgızların bu hâkimiyeti Cengiz Han saldırılarına kadar devam etti. M.Ö. 90 yılında Li Li’nin komutasındaki Kırgız birlikleri güçlü Hun birliklerinin katılımıyla Hingan yakınındaki Yanjan Dağlarında Çin Ordularıyla savaşa girdiler. Hunlar tarafından Kırgızların yanı sıra Dinlin ve Tufanlar da savaşmışlardır. Bu müttefik birlikler Han İmparatorluğu ordusunu yendiler. Çin yayılmacılığına karşı yapılmış olan bu özgürlük savaşı ünlü Kırgız kahramanlık destanı olan “Manas” destanında da geçmektedir. Burada Çin kökenli Almanbet’in Kırgızlara ve Türklere samimi bir şekilde hizmet ettiğinden bahsedilmektedir. Bu motiflerle Li Li ile ilgili gerçek tarihi olaylar arasında ilginç bir benzerlik vardır. Kırgızlar milat öncesi 60’lı yıllara kadar Hunların çok güvenilir tebaası 152 OSMONOV, O. C. EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013) Çev.Vefa KURBAN olarak bilinmektedir. Hun hükümdarı Kırgızların yönetimi için bölge yöneticisi atardı. M.Ö. 71 yılında Us’un Dinlin ve Uhuanlıların Hunlara karşı isyanı sırasında Kırgızlar Hunların yanında yer almışlardır. Bunun dışında Hun devlet sisteminin organik bir bileşimi olarak Kırgızlar onların politikalarını her bir şekilde uyguluyorlardı. İlk Bağımsız Kırgız Devleti Kırgızlar, Hun devletinin merkezi hâkimiyetinin zayıflaması ve siyasi dağınıklık sürecinden yararlanarak M.Ö. 56 yılında özgürlüklerini ve siyasi bağımsızlıklarını ilan ettiler. Onların hâkimiyeti Doğu Tenir - Too dağın kuzey kısmında - Boro-Horo Dağlarıyla Dzsiotin Elisun Çölü arasındaki alanda geçerliydi. Bu dönemden itibaren kaynaklarda ilk kez Kırgız krallığından bahsedilmektedir. Eski Çin tarihçisi Ban Gu Kırgız boylarının ittifakını “ho”- “krallık” olarak adlandırmıştır. Küçük Kırgız hükümdarlığının bulunduğu alanın coğrafi özelliği onlara birkaç yıl içinde Hunların etki alanından uzak kalmalarına ve Kırgız devletinin meydana gelmesine olanak sunmuştur. Sadece M.Ö. 49 yılında kuzey Hunlarının hükümdarı Cici bugünkü Manas şehri civarındaki Utszı Krallığını, daha sonra Kırgız krallığını ve kuzey komsularını, yani Dinlinleri yendi. Cici birkaç yıl Kırgız topraklarında kaldıktan sonra batıya doğru harekât etti ve burada Kangün Krallığıyla bir barış antlaşması yaptı. Bazı araştırmacılara göre, M.Ö. 48 -42 yıllarında ayrı ayrı Kırgız birlikleri bu savaşlara katılmış ve Talas vadisine kadar gelmişlerdir. M.Ö. I -V. yy’da Kırgızlar Bu dönemde Kırgızlar Tenir -Too Dağ bölgesinde iskân etmişlerdir. Çin Tarihçilerine göre, Kırgızlar Türk kavimlerinden olan Tele(telesler) ile komşuydu. Akdağ yakınındaki kuzey Yansin (Kara Şaar)’da yaşıyorlardı. Dinlin ve Hunların bir kısmı ise Kırgızlar tarafından asimile edilmişlerdir. 5.yyda Kırgızlar Teles gibi Kuzey Çin’den saldıran Juan Juanlara (yani Avarlar) karşı savaşmışlardır. Fakat sonunda yenilmişlerdir. Kırgızların Türk kabilelerinden olan Aşenlerle etnik yakınlığına ilişkin Çin kaynaklarında yer alan efsanelere göre, Kırgızlar tüm Türklerin mitolojik anasından Kurt, Pars, Meral ve diğer kutsal Kırgız totemlerinden türemişlerdir. Diğer Türkler gibi Kırgızlarda Göktanrı – Tengri, ayrıca yer Su, Çoban Yıldızı, Ay ve Ateşe İbadet etmişlerdir. Böylece uzun tarihi gelişim döneminde Kırgızlar sadece Orta Asya’nın Türk topluluklarıyla doğal kaynaşma sürecinde yetinmemiş, kendileri de diğer Türk olmayan hakları asimile etmişlerdir. 153 ESKİ KIRGIZLAR “Süyün Tarihine İlişkin Belgeler”, Sayı: II 1973 y. Doğu yazarları Kırgızlarla ilgili. Hazırlayan ve Yorumlayan O.Karayeva, Bişkek 1994 “Us’un ordusunun sayıca çok olduğunu görünce ve gönderdiği elçi geri gelmeyince Cici Us’a saldırdı. Cici bunun ardından ordularını batıya gönderdi, Tszyangun’u yendi, kuzeyde ise Dinlinlileri teslim olmaya mecbur etti. Cici böylece 3 topluluk üzerinde hâkimiyet kurdu. O Us’lar üzerine defalarca ordular göndermiş ve defalarca galip gelmiştir. Hükümdar karargâhından 7000 li mesafede ve Cieşi hükümdarlığının kuzeyine 5000 li mesafede yer almıştır. Orada Cici hayatta kaldı.” N.Y.Bicurin “Eski Çağlarda Orta Asya’da Yaşamış Haklara İlişkin Bilgiler Mecmuası” birinci cilt. Moskova-Leningrad 1950 “Hakyanslar- Hakaslar(Kırgızlar) Hakas Gyangun’ların eski devletidir. O Hami’den batıda Haraşar’dan kuzeye Akdağlar boyunca yerleşmiştir. Bu devletin başka bir ismi de Gyuyvu ve Gyegu’dur. Ahalisi Dinlinlerle karışmışlardır. Hakas hükümdarlığı bir zamanlar batı sınırındaydı. Çin komutanı Li Li’yi yenerek Batı Çuki hükümdarlığını tesis ettiler. Diğer Çin hükümdarını Dinlinlerin hükümdarı olarak atadılar. Sonunda hükümdar Cici Gyangu’nu yenerek burayı hâkimiyeti altına aldı: doğu hükümdarlığı ortasında 7000’li Batıda Çeşi’den 5000 li batıda. Buna göre de bu ülkenin hükümdarları olarak yanlışlıkla Hagas yerine Gyuyvu ve Gyegusi de adlandırmışlardır. Büyük Türk Kağanlığı I.binyılının ikinci yarısında güney Sibirya, Kazakistan Orta ve Merkezi Asya’da erken feodalite döneminde Türk devletleri meydana geldi. Bu dönem bu yüzden “Eski Türk Dönemi” olarak adlandırılabilir (VI-XII. yy). VI. yy’ın ortalarında Merkezi Asya’da ilk Türk devleti kuruldu. Bu devlet, yani Türk Kağanlığı Kırgızistan tarihi için de büyük önem taşımaktadır. Bu devlet yaklaşık 200 sene (552-745) devam etmiştir. Türk “Turkut” (Çin transkripsiyon Tutsızi) etnonimleri ilk defa 546 yılında Çin yazılı kaynaklarında geçmektedir. Sogdlar, Persler ve Bizanslılar bozkırın yeni fatihlerini bu adla adlandırıyorlardı. Runik metinlerde bu adın anlamı “kuvvetli”, “dayanıklı” “eğilmez” olarak geçmektedir. Diğer taraftan, bu terim etnik olmaktan öte sosyal anlam içeren bir terimdir. Nitekim başlangıçta bu ad altında sadece askeri aristokrasi tanımlanmıştır. Zamanla bu ad sadece askeri aristokrasi değil, onun egemenliği altında olan halkı da kapsama içine almıştır. Türk boyları IV-V. yy.da Hunların içinde meydana gelmiştir. Onlar Asena’dan (Dişi Kurt) türediklerine inanıyorlardı. Asena kelimesi İran etimolojisinde koyu lacivert anlamına gelmektedir. V.yy ortalarında Türkler Juan Juanların (Avar) Kağanlığının egemenliği altındaydılar. Avarlar o dönemde Merkezi Asya’nın tümüne egemendiler. Başlıca iskân yerleri Altaylardı. Burada Türkler zengin madenler bularak demir üretiyorlardı. Bu madenlerin miktarı o kadar fazlaydı ki, onlar Juan Juanlara vergi ödüyorlardı. Bununla 154 OSMONOV, O. C. EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013) Çev.Vefa KURBAN birlikte Türklerin önderleri olan Asan-Şad Tuu ve Bumin Kağan kendilerinde bulunan doğal zenginlikleri verimli bir şekilde kullanarak bağımsızlıklarına kavuşmaya çalışıyorlardı. İmalathanelerde silah demir zırhlar, atlar için zırh üretiyorlardı. Çok iyi eğitilmiş ve silahlanmış düzenli ordu kurarak Türkler 100 seneden fazla tüm Altan kabilelerini egemenlikleri altına aldılar. 546 yılında Bumin sayıca çok olan ve Cungarya’da yaşayan Tele (Tegreg) halkını yenerek topraklarını işgal etti. Bu sayede Türkler Juan Juanlara vergi vermeyi durdurdular. Ayrıca Merkezi Asya bölgesinde egemenlik yarışına girdiler. Juan Juanlarla çatışmak için sebep arayan Bumin Juan Kağanı Anahuan’dan (520-552) kızını kendisine vermesini istedi. Kendi kudret ve hâkimiyetine güvenen Kağan gülerek aşağılayıcı bir tarzda Bumin’in talebini geri cevirdi. Bundan iyi savaş nedeni olamazdı. 552’de Türkler Juan Juanlara saldırdılar ve onları yenilgiye uğrattılar. Anahuan çaresiz kalarak intihar etti. Galip gelmiş olan Bumin Juan Juanların en üst unvanını aldı: İlig Kağan (Büyük Kağan). Böylece, Merkezi Asya’da Büyük Türk Kağanlığı (552-653) ortaya çıktı. Kağanın karargâhı Orhan nehri üzerinde (Kuzey Moğolistan) yerleşmiştir. O dönemden itibaren burası yeni devletin idari ve siyasi merkezine dönüştü. Asenalar (Aşena) büyük Türk hanedanın kurucusu olan Bumin Kağan 553’de vefat etti. Göçebe geleneklerine uygun olarak hâkimiyet İstemi Kağan’a geçti. İstemi Kağan Bumin hayattayken Dokuz Oklar kabilesinin topraklarını Yediçay vadisinde merkezi batı Tenir-Toğ bölgesine (Tegri dağa) kadar olan alanı fethetmiştir. Bu gelişmeden sonra İstemi Kağan Dokuz Oklar Kağanı adını almıştır. Ama gerçekte ise ülkenin sadece batı kısmını yönetiyordu. Bumin kabilesinden olanlar ve devletin doğu bölgesini yönetenler formalite icabı Kağanın hâkimiyeti altındaydı. Fakat dış politikada serbestiler ve kendi çıkarları doğrultusunda politika izliyorlardı. Şöyle ki, İlik Kağan Muhan 553-572 Güney Sibirya ve Kuzey Çin’in fethi ile uğraşırken Dokuz Oklar Kağanı İstemi Orta Asya’nın verimli topraklarını ve Kazakistan bozkırlarını işgal etmek istiyordu. Aynı dönemde Orta Asya’da Eftalitler egemendiler. 5.yy ikinci yarısından başlayarak Eftalitlere İranlılar da vergi ödemeye başladılar. Bu yüzden İran yöneticileri İstemi Kağan’la sıkı ilişki kurarak Eftalitlerden kurtulmayı düşünüyorlardı. 555 yılında onlar kendi aralarında ittifak kurdular. İran Şahı Husrev Anişirvan (531-579) İstemi Kağan’ın kızıyla evlendi. Müttefikler Eftalitlerle savaş hazırlığına başladılar. Arka cephenin güvenliğini sağlamak için devamlı düşmanlık yaptıkları Varhonitler (yalancı Avarlar)a saldırdılar. Varhonitler Aral Denizi sahillerinde göçebe halinde yaşıyorlardı. Sonunda onları Volga nehrinin diğer sahiline sıkıştırdılar. 563567 yıllarında batıdan İran, kuzeyden ise Türk atlıları Eftalitlere saldırdılar. Eftalitler yenilgiye uğradılar ve toprakları Amuderya nehri sınır olmakla galipler arasında paylaştırıldı. Orta Asya toprakları haricinde Dokuz Oklar Kağanı İstemi, Eftalitlerin hükümdarı unvanını 155 ESKİ KIRGIZLAR da aldı. Kağanın geçici başkenti Tenir-Tog oldu. Bu şehrin coğrafi konumu ticaretin gelişmesi ve diğer ülkelere kervan ve elçiler göndermesi açısından çok elverişliydi. Eftalitlerin mağlup edilmesi üzerine Türk - İran ilişkileri gerginleşti. Bir damat olarak Şah Husrev Anuşirvan konumu itibariyle Kağan’dan aşağıda durmalı ve ona tabi olmalıydı. Fakat buna karşı geldi. Bunun dışında İstemi Kağan daha önceleri İran’ın Eftalitlere ödediği verginin Türklerin hazinesine ödenmesini istiyordu. İran bu şartları kabul etmedi. Şah ve Kağan arasındaki siyasi çatışmanın diğer nedenleri de vardı. Bunlar ekonomik çıkarlara dayalı nedenlerdir: örneğin büyük ipek yolunda ticaret üzerinde denetim, ayrıca bu ticaretten büyük gelir elde etmek. Çatışmanın kısa sürede durdurulması gerekiyordu. Türkler İran’a bir biri ardınca iki elçi gönderdiler. Husrev Anuşirvan elçilerin taleplerini yanıtsız bıraktı. İkinci elçinin İran’da ölümü ilişkileri daha da kötüleştirdi. İranlılara göre elçinin ölümü aşırı sıcak iklimden olmuştur. Fakat bu iddialar İstemi Kağanı tatmin etmedi ve eski müttefikler arasında ilişkilerde nihai kırılmalar meydana geldi. İran Batı Türklere karşı savaş hazırlıklarına başladı. İran’ın yenilgisini Sogd tacirleri de istiyorlardı. Sogd Çarı Maniah İstemi Kağan’a eskiden düşman olan Bizans’la bir ittifak kurmasını önerdi. Tenir-Tog gelen Maniah Türk elçilerine başkanlık ederek uzak seyahate çıktı. İran’a girmeden Hazar Denizi’nin kuzeyi ile Kafkaslardan geçerek 568 yılında Konstantinapol’e vardılar. İkinci Justinian elçileri saygı ile karşıladı. Müttefikliğe razı olduğunun bir göstergesi olarak Bizans elçileri de komutan Zemarh Başkanlığında Kağanlığa seyahat ettiler. Bizans elçileri Maniah’ın gitti yolu takip ederek Talas ve Çuy vadisine vardılar. Buralar o zamanlar Sogdların topraklarıydı. Buradan Zemarh'ı Ak dağ ve Tenir-Toğ Dağları arasında yerleşmiş olan Kağan karargâhına getirdiler. Karşılıklı yardımlaşma antlaşması imzalandıktan sonra İran’a saldırdılar. Bundan sonraki olaylarla ilgili gelişmelerde tarihi kaynaklarda birbirine zıt bilgiler yer almaktadır. Türkler Curcan Eyaletini ele geçirdiler. Fakat bu eylem Bizans tarafından desteklenmedi. Bunun dışında Husrev Şah iki cephede savaşmaktan korkarak bir an önce İstemi ile barış istedi. 571 tarihli barış antlaşması gereğince İran daha önce Eftalitlere ödediği vergiyi Kağana ödemeye razı oldu. İpek ticareti ile ilgili sorun da çözülmüş oldu. Türklerle barış antlaşması imzalayan İran, Bizans ve Mezopotamya’yı ağır yenilgiye uğratma fırsatı kazandı. Konstantinopol’ün birkaç defa Türklerle ittifak kurma girişimleri herhangi bir sonuç vermedi. 576 yılında Türk hükümdarı Turksanf yeteri kadar güç toplayarak Karadeniz sahilleri boyunca Bizans’a saldırdı ve Boğaza hâkim oldu 570 yılında Türkler Kırım’a saldırdılar ve 156 OSMONOV, O. C. EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013) Çev.Vefa KURBAN Hersones’i kuşatma altına aldılar. Böylece, merkezi önceden olduğu gibi Tenir-Tog’da yerleşmiş olan Türk Kağanlığı Avrasya’nın kudretli devletine dönüştü. İsteminin önderliğinde dış politikada çok önemli gelişmeler elde edilmişti. Fakat bu başarılar daha sonra devam ettirilemedi. 575’de halklar ve komutanlar arasında saygınlığı olan İstemi öldü. Kağanlık içinde hâkimiyeti sahiplenmek için iç savaşlar patlak verdi. Taspar Kağanın 572-581 ölümünden sonra hâkimiyet dört kardeş arasında paylaşıldı. Oysa Taspar Kağan sert yönetimi sayesinde birçok beylikten oluşan bu devleti bölünmekten korumuştu. Kardeşler arasındaki taht kavgası, diğer 3 kardeşin ölmesiyle sona erdi. 587 yılında İstemi’nin tahtına Darduboke Kağan oturdu. Buna rağmen yine Kağan unvanı uğruna savaşlar devam etmiştir. İç savaşlar Türk Kağanlığını iyice zayıflattı. Dış politikada pozisyon değiştirmesine neden oldu. Bu dönemde parçalanmış olan ve Türklere vergi ödeyen Çin Su hanedanın yönetiminde (581618) birleşebildi. İran 588’de Herat yakınındaki savaşta Türkleri ağır yenilgiye uğrattı. 590 yılında Bizans Boğazları Türklerden geri aldı. 603 yılında Dordu Boke Kağan’ın ölmesiyle Türk devleti iki kağanlığa ayrıldı: Batı ve Doğu. Kırgızistan tarihinin bundan sonraki dönemi batı Türk tarihi ile ilişkilidir. Batı Türk Kağanlığı (603-704) Halkların ve boyların Avrasya Türk devletinde birbiriyle kaynaşmaları Kırgızistan nüfusunun Türkleşmesine sebep oldu. Yerel halk gelmeler tarafından asimile edildi. Onların dış görünüşünde Moğol çizgileri oluşmaya başladı. Sogd dilinde konuşan (İran dil grubu) halkın dilinde Türk ifadeleri daha fazla yer almaya başladı. 7. yy’da Batı Türk Kağanlığı Dokuz Oklar olarak biliniyordu. Asena (Aşin) Türk Kağanlığından olan yöneticiler resmi olarak Cabgu Kağan veya Dokuz Oklar halkının Kağanı unvanı taşıyordu. Devletin adı ve hükümdarların resmi unvanları ülkede Dokuz Oklar halkının egemen olduğunu göstermektedir. Nitekim bu halk Merkezi Asya’dan gelme Türkler değildi. Halk iki büyük kısımdan oluşuyordu. Nurşibi Konfederasyonuna 5 kabile dâhildi. Bunlar Sırderya sahilinden Çuy Nehrine kadar uzayan arazide yaşıyorlardı. Diğer 5 kabile Dulu adı altında bir araya gelerek Çuy nehrinden Altay’a kadarki arazide yaşıyordu. Batı Türk Kağanlığı’na Doğu Türkistan, Orta Asya’nın verimli toprakları, Aral’ın geniş bozkırı ve Kuzey Kafkasya dâhildi. Devletin önce siyasi merkezi Minbulak (Talas Vadisi) idi. 618 yılından itibaren ise Suyap kenti merkez oldu. (Akbeşin Şehrinin Harabeleri, bugünkü Tokmak yakınlarında bulunmaktadır.) 157 ESKİ KIRGIZLAR Ton Cabgu Kağan (618-630) iktidara geldikten sonra Batı Türk Kağanlığı’nda boylar arası savaşlar son buldu. O dönemde yaşayanların yaptığı değerlendirmeye bakıldığında Ton Cabgu Kağan’ın yetenekli bir politikacı ve askeri komutan olduğu anlaşılmaktadır. Çin kaynaklarına göre, yetenekli politikacı ve cesur askerdi. Hâkimiyetine güvenen Ton Cabgu Kağan İran karşıtı politika yürütüyordu. Birkaç defa Tohristanı İran'dan almış, Afganistan’a ve Hindistan’ın kuzeyine hâkim olmuştur. Bizans İmparatoru İrakli ile ittifak anlaşması sayesinde İran’ın Kafkaslardaki bölgelerine saldırmış, Derbent, Tiflis ve Partav’ı ele geçirmiştir. Ton Cabgu Kağan muhtemel sonuçlarını anlasa da çok önemli idari ve politik reformlar gerçekleştirmiştir. Orta Asya ve Doğu Türkistan’daki göçebe aristokrasinin yerleşik feodalitenin haklarını eşitlemiştir. Onun döneminde eyalet valileri görevleri ihdas edilmiştir. “Tutuk” olarak adlanan bu yetkililer bölgesel yönetici olup vergi topluyorlardı. Fakat bu reformlar sonuna kadar gerçekleştirilemedi. Ton Cabgu Kağan bir bozkır feodali tarafından haince öldürüldü. Bu olay Aşin hanedanının Dokuz Oklar halkı ve Orta Asya ve Doğu Türkistan’ın kabileleri arasındaki saygınlığını iyice yaraladı. Ton Kağan’ın çabaları ile oluşturulmuş olan hâkimiyet yavaş yavaş dağılmaya başladı. Yine kabileler arasında hâkimiyet uğruna savaşlar çıktı. Birbirinin ardınca hükümdarlar değişti. Dokuz Oklar halkının kabile reisleri İşbara Elteriş Şir Kağanı (634-639) reformlar yapmaya ve Dulu ve Nuşubi kabilelerine özerklik ve bağımsızlık vererek konfederasyona geri dönmelerini istediler. Kabileler arasındaki ayrışmalar ve çatışmalar dış tehditlere rağmen daha da derinleşti. 7.yy sonunda Çin’de İmparator Thaizun Tan Hanedanı (618-907) kuvvetlendi. O dış politikada saldırgan bir tutum izliyordu. Şöyle ki hâkim hanedan çok eskiden beri büyük İpekyolu’nda egemen olma planlarını işleyip hazırlamıştır. 630 yılında Tokuz Oğuz göçebe boyları ile ittifaka giren Çin ordusu Doğu Türk Kağanlığı’na saldırarak onu hâkimiyeti altına aldı. Türk önderler arasındaki çatışma ortamından yararlanan Taitszun Turfan vadesinde yerleşik Goaçan devletini ele geçirmek amacıyla onların ordularını kullanabildi. Devletin çok elverişli coğrafi konumda bulunması onun Doğu Türkistan Kağanlığına düzenli saldırılar yapmasına fırsat sunuyordu. Uzun yıllar Batı Türkleri Doğu Türkistan halkları ile düşman saldırılarına karşı koyabildi. Her defasında taraflardan biri kazanıyordu. Sonunda 656 yılında Çin komutanı Sudiinfan İli nehri civarındaki savaşta İşbar Kağan’ın ordularını yendi. Türk birlikleri Çuy vadisine geri çekildiler. Fakat düşman orduları sonuna kadar ilerlediler. İşbar Kağan tamimiyle yenilgiye uğradı ve esir alındı, 2 yıl sonra da idam edildi. Tenir-Tog’un işgal edilmiş olan topraklarını yönetmek imparator için neredeyse başaramadığı bir şeydi. Bu yüzden Dokuz Oklar halkının başına Aşin hanedanın batı kolundan birini oturttu. Fakat kukla 158 OSMONOV, O. C. EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013) Çev.Vefa KURBAN yönetici halkın desteğinden ve saygısından yoksundu. Her geçen yıl Kağanlık eski kudretini kaybetmeye devam ediyordu. 704 yılında Kulan şehrinde Türgeşler sonuncu 23. Aşin Kağanını öldürdüler. Böylece Batı Türk Kağanlığı dönemi kapandı. Türgeş Kağanlığı (704-766) Değişik olaylar Tenir-Tog ve Yediçay halklarının gelişimini engelleyemedi. 8. yy başında Batı Türk Kağanlığı’nın harabeleri üzerinde Türgeş devleti yükseldi. Türgeşler Dokuz Oklar halkından Dulu kabilesi ile ittifaka girdi ve İli ve Çuy nehirleri arasındaki vadide iskân ettiler. Türgeşler iki boya ayrılıyorlardı: Sarı Türgeşler ve Kara Türgeşler. Bunların yöneticileri bir biriyle sürekli kavga halindeydi. Hâkim hanedanın kurucusu Uç-elig Kağan (704-706) oldu. Üç-Elig Kağan Sarı Türgeşlerdendi. Suyap şehrindeydi. Sırderya nehrinin orta akarında yukarı Yırtış nehrine kadar olan araziler Türgeşlerin egemenliği altına girmişlerdi. Kağan topraklarını 20 bölgeye ayırdı. Her bir bölge gerektiğinde 7000 asker verecekti. Türgeşlerin hâkimiyeti Doğu Türkistan’a da yayıldı. Üç Elig Kağanın ölümünden sonra Sakal Kağan (706-711) döneminde devletin durumu çok kötüydü. Ülkeyi Tan İmparatorluğu’nun silahlı kuvvetleri tehdit ediyordu. Batıda Türkler kendi Kağanlığını yeniden kalkındırmak için harekete geçebilirlerdi. Güneybatıda Arap işgali tehdidi vardı. Bağımsızlığını korumak için Sakal Kağan olağanüstü caba gösteriyordu. 709 yılında Doğu Türkistan’ın Çin denetimi altında bulunan Ansi eyaletine saldırdı ve Çin ordusunu ağır yenilgiye uğratarak bölge hükümdarını cezalandırdı. Daha sonra Türgeşler silahlı güçlerini Orta Asya’ya yönelttiler. Burada Sogdlarla birlikte Buhara civarında Arap Emiri, Kuteyb İbni Müslim’in ordularını kuşattı. Kuteyb müttefikler arasındaki görüş ayrılıklarından yararlanarak bu durumdan çıkabildi. Fakat Türgeşler için esas tehlike önce olduğu gibi, yine de Doğu Türk Kağanlığı’ndan gelmekteydi. Bu devlet Kapağan Kağanın (691-716) döneminde eski kudretini yeniden canlandırabildi. Türk komutanlar Kağanın oluşturduğu büyük ve güçlü orduya güvenerek Bumin Kağan ve İstemi Kağan dönemindeki sınırları yeniden çizmeye kalkıştılar. Bu planların gerçekleşmesi önündeki en büyük engel 710 yılında kurulmuş olan güçlü koalisyon idi. Bu koalisyona Çin Tan İmparatorluğu, Kırgız Kağanlığı ve TenirTog’daki Türgeş Kağanlığı dâhildi. Türklere karşı oluşturulmuş olan bu koalisyon Barsbeg’in aktif diplomatik faaliyeti sonucunda ortaya çıkmıştır. Müttefikler 711 yılında Doğu Türklere karşı saldırı planlamışlardı. Fakat Kapan Kağan olayları yöneterek hileli bir manevra yaptı, Tan İmparatoru ile anlaşma yaparak Çin’i koalisyondan çıkardı ve tarafsız duruma getirdi. Daha sonra Doğu Türkleri sert kış koşullarına rağmen Sayan nehrini geçerek Yenisey Kırgızlarına saldırdılar ve onları yendiler. Değişen durumda hızlı hareket eden Kapağan 159 ESKİ KIRGIZLAR Altay’ın gizli yollarıyla ordusunu Yırtış Nehrinin diğer sahiline gönderdi. Bolucu yakınında Türkler Türgeşlerin kalabalık ordusunu hezimete uğrattı. Sakal Kağan esir alındı ve asıldı. Türgeş hâkimiyeti geçici olarak İkinci Doğu Türk Kağanlığına verildi. 712 yılında Kapağan orduları 720 binlik Çin ordusunu Mançurya’da yenilgiye uğrattılar. Bu zafer Türklerin askeri kuvvetinin zirve noktasıydı. 726 yılında Kapağan öldürüldü. Onun yerine yeğeni Bilge Kağan oturdu (726-734). 20 yıllık iktidarı döneminde Bilge Kağan Yenisey sahillerinden Orta Asya’ya kadar uzayan alanda düzenli askeri seferlerde bulundu. Çin’in etkisiyle Bilge Kağan büyük bir mabet yaptırdı. Önünde yabancı elçilerin büstleri dikildi. Bu dönemde artık Türgeşler bağımsızlardı. Hükümdarları Kara Türgeşlerden Çabışçorsuluk (716-738) idi. Yeni Kağan başarılı bir diplomattı. 717 yılında Çin’e seyahat etti ve burada çok iyi karşılandı. Daha sonra da Sulug kendisine tehdit oluşturan hükümdar aileleriyle başarılı evlilikler yaptı. Aşin Hanedanının batı kolundan bir kızla evlendi. İkinci karısı Bilge Kağan’ın kızıydı. Üçüncü ise Tibet hükümdarının kızıydı. Kızlarından birisini Bilge Kağan’ın oğlu ile evlendirdi. Doğudaki diplomatik başarılar Türgeşlerin Batıya doğru askeri seferlerini hızlandırdı. Bağdat halifesinin Horasan valisi Türklerin Türgeşleri yenmesinden faydalanarak, bazı bölgeleri işgal etti (Sogd, Harezm, Toharistan’ın bir kısmı). Çabışçorsuluk Kağan 720 yılından başlayarak Araplara karşı birkaç sefer düzenledi. Savaşlar sırasında Araplara karşı bir koalisyon düzenlendi. Koalisyona Fergane, Çaç (Taşkent vadisi) Türgeş Kağanlığı dâhildi. Sogd halkının Araplara karşı sık sık ayaklanmaları koalisyonun başarılarını daha da arttırdı. Birkaç defa yenilgiye uğramış olan Araplar Sogd’dan geri çekilmek zorunda kaldılar. Fakat yenilgiyi kabullenmeyerek, “gazavat” ettiler (kâfirlere karşı kutsal savaş). 729 yılında Arap orduları Amuderya civarında toplanarak Buhara’ya saldırdılar. Sogd Kralı Gurek de kendi ordusuyla onlara katıldı. Çabışcorsulug Kağan’ın önderliğinde Türgeş, Fergane ve Çaç birleşik kuvvetleri işgallere karsı koydular. Savaş sırasında Sogd orduları beklenmedik bir şekilde Kağan tarafına geçtiler. Orta Asya taraftarlarının desteği ile müttefiklerin çabasıyla uzun süren kuşatma sonrasında Araplar şehirden çıkarıldılar. İşgal edilmiş olan topraklarda Araplar kendi dinlerini zor kullanarak yayıyorlardı. Çabışcorsulug İslam’ı kabul etmeyi önerdi. Fakat Türgeşler bunu kabul etmediler. Başarısızlığa uğraşmış olan Bağdat Halifesi Orta Asya’ya yeni bir vali atadı ve güçlü askeri destek sağladı. İlk başlarda vali başarılar sergilerken 721 yılında büyük bir yenilgiye uğradı. Bundan sonra 734735 yılına kadar Araplar Sogd’u İşgal etmeye kalkışmadılar.734 yılında ünlü Arap komutanı Haris İbni Sürec Emevilerin yönetiminden hoşnut olmadığı için Orta Asya devletleri koalisyonuna katıldı. Bunun dışında Haris önemli bir siyasi adım attı. O Çabırcosulug 160 OSMONOV, O. C. EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013) Çev.Vefa KURBAN Kağan’dan sığınma hakkı istedi. Kağan Halis’e kendine bağımlı bir yetkili olarak Farab kentinden vergi toplamak hakkı tanıdı. Haris İbni Sürec Huddal hükümdarı (Güney Tacikistan) ve Toharistan Karluklarıyla bir araya gelerek Araplara saldırdıysa da yenildi. Huddal halkının Haris’e yardım ettiği gerekçesiyle Araplar onları cezalandırmak için üzerlerine ordu gönderdi. Huddallılar Kağandan yardım istediler. Çabuşarsulug’un önderliğinde Türgeşler Çuy vadisinden yola çıkarak 17 gün sonra Huddal’a vardılar. Gergin geçen savaşta Türgeşler Arapları yendiler. Araplar Horasan’a doğru geri çekildiler. Mağlup edilmiş ve dağıtılmış olan Arap birliklerinin artık çok büyük tehlike arz etmediklerini düşünen Kağan 737 yılında onları takip ederek yeniden saldırdı. Fakat Araplar hızlı bir şekilde toparlanarak Türgeşleri ağır yenilgiye uğrattılar. Esir düşmekten zor kurtulan Kağan ordusunun kalıntılarıyla birlikte Çuy vadisine geri döndü. Türgeş aristokrasisi bu olaydan dolayı Sulug Kağanı suçladı. Tüm bu olaylar Sulug Kağanın hayatına mal oldu. Kağan felç geçirdi ve 738 yılında öldü. Kağanın ölümüyle Sarı Türgeşler ve Kara Türgeşler arasında taht kavgası ortaya çıktı ve bu kavga devleti iyice zayıflattı. Rakipler bu durumdan hızlıca yararlandılar. 8.yüzyılın ortalarında Kağanlık Karluklar devleti tarafından işgal edildi. Karluk Devleti Türgeş Kağanlığından sonra Karluk devleti ortaya çıktı. “Karluk Budun” (Karluk halkı) veya üç Karluk olarak bilinen bu eski Türk göçebe ittifakının sınırları Moğol Altayın’dan Balhaş gölüne kadar, ayrıca Tarbagatay dağlarında güneye ve kuzeye kadar uzuyordu. Karluklar uzun süre Yenisey Kırgızlarıyla sıkı ilişkiler içinde bulunmuşlardı. Karluk Birliği 3 büyük Türk kabilesinden oluşuyordu: Bulak, Çigil ve Taşlık. Kaynaklara göre, başlangıçta Karluk Birliği ülkesi ve siyasi bütünlüğü açısından çok dağınıktı. Karlukların bir kısmı 6.yy’ın ikinci yarısında ve 7. yüzyılda Toharistan’ın bazı bölgelerini hâkimiyetleri altında bulunduruyorlardı. Onların yöneticileri Cabgu unvanı taşıyorlardı. Önce Batı Türklerinin daha sonra Türgeş kağanlarının yönetimindeydi. Toharistan Karlukları Arap işgallerine karşı önemli rol almışlardı. Karlukların diğer bir kısmı Doğuda Moğol bozkırında yerleşmişlerdir. Tarbagatay Karlukları güçlü orduya sahiptiler. Doğu ve Batı Türk Kağanları arasındaki topraklarda bulunmaları onların güçlerini bir anlamda dengede tutuyordu. Nitekim bazen doğu bazen de batının işgalinde oluyordu. Bu hareketli ve mağlup edilmez halkla ilgili kaynakların verdiği bilgiye göre, 8.yy ilk çeyreğinde 3 kez Doğu Türk Kağanı’na karşı ayaklandıkları bilinmektedir. Karluklar ikinci Türk Kağanlığı’nın düşüşüne neden olmuş, büyük siyasi olayların içerisinde aktif rol almışlardır. 744 yılında Basmıl, Uygur ve Karluk 161 ESKİ KIRGIZLAR birleşik güçleri ikinci Türk Kağanlığı’nı yenilgiye uğrattılar. Yeni bozkır devleti meydana çıktı: Eletmiş Bilge Kağan önderliğinde Uygur Kağanlığı. Uygur kelimesi eski Türkçede “organize” anlamında kullanılmaktaydı. Bu etnik toplulukta 19 kabile birliği yer almaktaydı. Bunlar arasında Yağlakar boyu başlıca rol oynuyordu. Doğu Türklerini yendikten sonra “Tokuz Oğuz” kabilleri ile kudretli bir ittifak tesis eden Uygurlar kendi hâkimiyetlerini Altay’dan Mançurya’ya kadar genişlettiler. Karlukların önderi Cabgu unvanı alarak önceki müttefiklerin hâkimiyeti altına girdi. Bu durum bağımsızlık isteyen Karlukların itirazına neden oldu ve yeni çatışmalar meydana getirdi. 746 yılında Uygurlar tarafından sıkıştırılan Karluklar Yediçay’a göç etmek zorunda kaldılar. Burada siyasi durum çok zordu. Türgeş Kağanlığı aristokrasisi arasındaki çatışmalar hâkimiyeti fiilen felç etmişti. Tan Hanedanlığının Doğu Türkistan’daki yerel yöneticileri bu durumdan faydalandılar. 748 yılında Çin ordusu Çuy vadisine saldırdı, Suyap şehrine saldırarak bu şehri yıktı. Bir yıl sonra Çaça (Taşkent) hâkimi tutuklanarak asıldı. Karluklar Çinlilere bu durumda yardım ediyorlardı. Bölgede kendi çıkarlarını gözeten Araplar Orta Asya devletlerine müdahale eden düşman devletlerin burada hâkimiyet kurmalarına sessiz kalamazdı. Araplar Ziyat İbni Salih’in komutanlığında Çinlilere karşı savaş başlattılar. Arapların geldiğini haber alan Çinli komutan Gau Sanji Suyap’tan yüz binlik orduyla Çinlileri karşılamaya gitti. 751 yılı Temmuz ayında Talas vadisindeki Atlah şehrinde iki ordu karşılaştı. 4 gün boyunca ordular onları ayıran nehrin kıyısına geçerek savaşı başlatmadılar. Beşinci gün Karlukların süvari birlikleri Çinlilere arkadan saldırdılar. Bu durumda Araplar harekete geçtiler. İki taraftan sıkışan Çin ordusu dayanamadı ve Talas nehrinin dar vadilerinin birisine sığındılar. Orta Çağ tarihçilerinden İbn Esir’in yazdığına göre, Atlah’da Çinliler büyük hezimete uğramışlardır. 50 bin Çinli öldürülmüş, 20 bin Çinli esir alınmıştır. Bu zafer Türk halkları için önemli bir zaferdir: Çinliler Orta Asya sınırlarının dışına atılmıştır. Bu yenilgi sonrası 1000 yıl boyunca Çin orduları Orta Asya sınırlarına yaklaşamadılar. Çinlilerin yenilmesi ve Arap Türk ordularının zaferi bölgede İslam’ın yayılması için ortam oluşturdu. Yediçay ve Yenisey Kırgızlarının Karluklarla siyasi birliği ve onların Arap Hilafetiyle karşılıklı ilişkileri konusuyla ilgili V.Barthold ve A.Bernigsch’in eserlerinde bilgi verilmektedir. Çin ordularının yenilgiye uğratılmasında önemli rol oynamış olan Karluklar Yediçay’daki konumlarını güçlendirdiler. Fakat Karluk liderlerine siyasi üstünlük sağlamak için mücadele etmek zorunda kaldılar. Karluklara göre, Bozkır alanına sahip olma planlarının gerçekleştirilmesi önündeki en büyük engel Uygur Kağanlığıydı. 751 yılında Karluklar Uygur karşıtı bir koalisyon oluşturmayı başardılar. Bu koalisyona Karlukların yanı sıra Türkler, 162 OSMONOV, O. C. EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013) Çev.Vefa KURBAN Kırgızlar ve Cig kabileleri dâhildi. Fakat müttefikler ortak bir eylem planı yapamadılar. Koalisyonun niyetinden haberdar olan Bilge Kağan olağanüstü bir askeri strateji geliştirdi: Düşmanların niyetlerini anlayarak onları tek tek yendi. Karluklar kırk sene önce Türgeşler gibi Yırtış nehrinin sol sahilinde Bolucu adlı yerde yenilgiye uğradılar. Bir sene sonra Karluklar Türgeş ve Basmıllarla ittifak oluşturarak bozkırın derinliklerine ilerleyerek Uygur Kağanlığının başkentine Ötüken’e vardılar. Uygurlar tekrar bunları yendiler. Bundan sonra da Karluklar birkaç defa saldırsa da her defasında büyük yenilgiye uğramışlardır. Eş zamanlı olarak Karluk yöneticileri Yediçay’da siyasi üstünlük mücadelesine devam ediyorlardı. Oğuz Kağanla ilgili efsane ve öykülerde Issık-Kul ve Talas vadisinin Oğuzların toprağı olduğuna dair bilgiler yer almaktadır. Bu mücadele geçici başarılarla ve kesintilerle birlikte yaklaşık 20 yıl devam etmiştir. Savaş sonunda Karlukların zaferi ile sonuçlanmıştır. Karluklar 766’da Suyap ve Taraz şehirlerini işgal ettiler. Oğuzların büyük bir kısmı Yediçay’ı terk ederek Aral sahillerine göç ederek burada kendi devletlerini kurdular. Yediçay ve Tenir-Tog’da hâkimiyetlerini kuran Karluklar Tibetlilerle ittifaka girerek Doğu Türkistan ve Cüngarya’da Uygurlara karşı savaştılar. Başlangıçta başarılar kazanan müttefikler 791 yılında, daha sonra 812 yılında Uygurlar tarafından ağır yenilgiye uğratıldılar. Sonunda Karluk Cabgusu Uygur Kağanı’nın hâkimiyetini tanımak zorunda kaldı. Karlukların zayıflamasından yararlanan Araplar 812 yılında onlara karşı savaş başlattılar. Otrar nehri yakınında Cabgu ailesi esir alındı. Cabgunun kendisi Yırtış’taki Kimaklara kaçtı. 9.yy’ın ortalarında Orta ve Merkezi Asya önemli siyasi gelişmelere sahne oldu. Bu gelişmeler Karluk devletinin kaderini doğrudan etkileyen gelişmelerdir. Orta Asya haklarının işgalcileriyle yaptığı savaşların doğurduğu ortamdan faydalanan Samaniler Hanedanlığı için elverişli koşullar meydana gelmiştir. Merkezi Asya’da 20 yıl devam eden savaşlar sonrası Yenisey Kırgızları Uygur Kağanlığı’nı 840 yılında yıktılar. Sadece çok az sayıda Uygur Turfan’da ve Gancjou bölgesinde iki küçük devlet kurabildiler. Bu durumdan faydalanan Karluk Cabgusu Bilge Kul Kadir Han kendi devletinin otoritesini yükseltti. Kırgızların Kağanı kendi başkentini Ötüken’e taşımadı. Hunlar döneminde burası göçebelerin üst düzey yöneticilerin başkenti olarak bilinmekteydi. Bu Kağan’ın bozkırda yüksek hâkimiyet iddiasında bulunmadığı anlamına gelmekteydi. 840 yılında Bilge Kul Kağan “Kağan” unvanını aldı ve bölgenin göçebe halklarına karşı iddialarını açık bir şekilde dile getirdi. Şüphesiz, bu eylem tüm Orta ve Merkezi Asya haklarının o anda Karlukların yönetimi altına girdikleri anlamına gelmemekteydi. O dönemde gerçek güç ve hâkimiyet Yenisey Kırgızlarının elindeydi. 840 yılında Samanilerin Semerkant valisi Nuh İbni Asad “kâfir” 163 ESKİ KIRGIZLAR Türklere karşı dini savaşı başlattı. O İsficab Şehrini işgal etti (bugünkü Şımkent yakınında) ve orada kendisine saray inşa etti. 893 yılında Samanilerden İsmail İbni Ahmet Karlukların üzerine yürüdü ve Taraz şehrini kuşattı. Kağan Oğul Çak Kadir Han uzun süre kuşatma altında kaldı ve sonunda şehri teslim etmek zorunda kaldı. Bu olaylar sonucunda tüm Talas ve Çuy vadisinin bir kısmı Merg şehrine kadar İsmail’in hâkimiyeti altına girdi. Bu gelişme Samanilerin iki önemli amacının gerçekleşmesine yardımcı oldu: Bölgede kâfirler arasında İslam'ı yaymak ve Şelçi’de (Talas nehrinin yukarısı) zengin gümüş yataklarına sahip olmak. Oğul Çak Kadir Han kendi karargâhını Kaşgar’a taşıdı ve Samanilerin doğuya doğru ilerlemesini engelledi. Bir yüzyıl boyunca Tenir-Tog, Yediçay ve Doğu Türkistan Karlukları arasında Karahanlılar Hanedanlığı birleşme süreci devam etti. Ve bu güç sayesinde Karahanlılar Samanileri kovarak tüm Orta Asya’yı egemenliği altına aldı. Bilimsel hipotezlerden birisi de Kırgızların Saruu kabilesinin o dönemdeki güçlü Karluk kabilesinden kalmış olmasıdır. 164 OSMONOV, O. C. EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013) Çev.Vefa KURBAN KAYNAKÇA Anvar Baytur, Kırgız Tarihinin Leksiyaları, 1. Kitap, Bişkek, 1992 Aristov N.A., Usuni i Kırgızı ili Kara-Kırgızı: Ocjerki İstorii i Bıta Naseleniya Zapadnogo Tyan-Şana i İssledovaniya po Ego İstoricheskoy Geografii, Bişkek, 2001 Baktıgulov C.S., Ploskih V.M., Mokrınin V.P.Kırgız Elinin Tarihi, Oçerkter.// El agartuu1990-1991 Barthold V.V.İzbrannıe Trudı po İstorii Kırgızov i Kırgızstana, Bişkek, 1996 Bernshtam A.N.İzbrannıe Trudı po Arkeologii i İstorii Kırgızov i Kırgızstana cilt-1, 1997, cilt-2, 1998 Biçurin N.Y.,Sobranie svedeniy o Narodah, obitavşih v Sredney Azii v Drevnie Vremena, Moskova-Leningrad cilt-1,1950, cilt-2,1953 Butanayev V.Y., Hudyakov Y.S.İstoriya Eniseyskih Kırgızov, Abakan, 2000 Chorotegin T., Ömürbektegin T. Junnu Doorundağı Babalarımız/ Kırgızlar: Sanjıra, Tarih, Muras, Önör/Tüz. K.Jusupov.-3 kitap, -5., 1995 Chorotegin T.K. Etnicheskie Situasii v Tyurkskih Regionah Sentralnoy Azii Domongolskogo Vremeni, Bişkek, 1995 Chorotegin T.K. Moldokasımov K.S. Kırgızdardın Jana Kırgızstandın Kısa Tarihi, Bişkek, 2000 Cumanaliyev T. Hrestomatiya po Drevney i Srednevekovoy İstorii Kırgızstana ( M.Ö. VII, XIII yüzyıl başları) Ders Kitabı, cilt-1, Bişkek, 2007 Gumilyov L.N., Drevnie Turki, Moskova, 1993 Gumilyov L.N., Hunnı, Moskova, 1960, 1993 Hrestomatiya po İstorii Kırgızstana (s drevnosti do XX. vv) SSost. B.A.Voropaeva, Bişkek, 1997 Hudyakov Y.S.Kırgızı na Prostorah Azii, Bişkek, 1995 Jakşılıkov A.Estutum, Bişkek, 2004 Kırgız SSC Tarihi, 1. Cilt, Frunze, 1973 Maanayev E., Eraliyev Z., Esen Ulu Kılıç. Kırgızı v Drevnosti i Srednevekovye. Bişkek, 1997 Mokeev A. K Voprosu ob Etniçeskih svyazyah Kırgızov i Karlukov// “Manas” Üniversitesi, Koomduk İlimler Dergisi, Bişkek, 2001 Omurzakov S.İstoriya Kırgızov i Kırgızstana. Ders Kitabı, Bişkek, 2001 165 ESKİ KIRGIZLAR Osmonov Ö.J.Asankanov A.A. Kırgızıstan Tarihi, (En bayırkı doordon azırkı Mezgilge Çeyin). Jogorku, okuu jayları için okuu kitabı, Bişkek, 2001, toluktalıp 2. Bas. Bişkek, 2003 Ömürkolov A.Askak Börünün Armanı, Tarihi Roman, Bişkek, 1998 Ömürkul Kara Ulu Eski Türk Tarihi, Bişkek, 1994 Petrov K.İ. Oçerki Sotsialno-ekonomicheskoy İstorii Kırgızstana. VI-VIII yy. Frunze, 1981 Problemı Politogeneza Kırgızskoy Gosudarstvennosti, Bişkek, 2003 Tukembayev Ç.A.Kolıbel Ariyskoy Rası, Bişkek, 2011 Vladimir, Metropolit Bişkekskiy i Sredneaziatskiy. Zemlya Potomkov Patriarha Turka., Bişkek, 2002 166