Perspektif JUNI /HAZİRAN 2010 • Jg./Yıl: 16, Nr./Sa yı: 186 İslam Toplumu Millî Görüş aylık yayın organı Gazze yardım gemisine yapılan saldırıyı kınıyoruz ! EDİ TÖR Ortadoğu’ya barış gerekiyor! Gazze’nin artık bir açık hava hapishanesi olduğunu dillendirmeyen kalmadı. İsrail politikalarını her şartta destekleyen Amerika Birleşik Devleteleri’nin bile ablukanın kaldırılması yönündeki tavsiye kararı, İsrail’in politikalarının dünya komuoyunda mahkum edildiğini bir kez daha gösterdi. Dünyanın bu gerçeği yeniden görebilmesi, belki de Türkiye’den yola çıkan Mavi Maramara ve ona eşlik eden diğer yardım gemilerine yapılan kanlı İsrail saldırısı sonucunda gerçekleşti. Yardım gemileri yola çıkmadan önce İsrail, Gazze’nin yardıma ihitiyacı olmadığını, yardımları zaten İsrail’in yaptığını iddia ederek, dışarıdan gelecek olan yardımları engelleyeceğini duyurmuştu. Ancak İsrail’in, yardımların ulaşmasını engelleme girişiminde bulunabileceği beklenirken, gemilere operasyon düzenleyip insanları katledebileceğine ihtimal verilmemişti. Fakat İsrail, yardım gemisine baskın düzenleyerek 9 kişiyi öldürünce, dünyada Filistin ve Gazze gerçeği de tartışmaya açıldı. ması, diğer kuruluşlarla birlikte yayınladığımız ortak bildiri ve protesto mitingi ile ortaya koyduk. Türkiye, hemen BM Güvenlik Konseyi’ni toplayarak kınama ve soruşturma yapılması kararını çıkarttı ve İsrail ile olan ilişkileri asgarî düzeye indirdi. Biz de tepkimizi teşkilat olarak yaptığımız basın açıkla- Gelecek sayımızda buluşmak üzere, Allah’a emanet olun. • Oğuz ÜÇÜNCÜ Perspektif Yayınlanan makale ve fikir yazılarının sorumlulukları yazarlarına aittir. Die in der Zeitschrift veröffentlichten Meinungen binden die Autoren, nicht die IGMG İLAN SERVİSİ · ANZEIGENSERVICE: Tel.: 02237/ 656-201 • Fax: 02237/ 656 555 • E-Mail: [email protected] ABONE SERVİSİ · ABONNEMENT: Islamische Gemeinschaft Millî Görüş Lastschriftabteilung: Boschstr. 61-65, D- 50171 Kerpen Tel.: 02237/ 656-0 • Fax: 02237/ 656 555 • E-Mail: [email protected] Yıllık abone ücreti: 59,-EURO • Jahresabonnement: 59,-EURO IGMG Genel Merkez Üyelerine Ücretsizdir Für Vereinsmitglieder der IGMG kostenlos Der Bezugspreis ist im Mitgliedsbeitrag enthalten HESAP NO · BANKVERBINDUNG: DENIZ BANK AG Kontonr.: 20 41 27 45 50 BLZ: 500 307 00 IGMG AYLIK YAYIN ORGANI JUNI / HAZİRAN 2010 Yıl/Jg.: 16, Sayı/Nr.: 186 Boschstr. 61-65, D- 50171 Kerpen Tel.: 02237/ 656-0 • Fax: 02237/ 656 555 www.igmg.de E-Mail: [email protected] YAYINCI · HERAUSGEBER Islamische Gemeinschaft Millî Görüş • IGMG e.V. • Amtsgericht Bonn, VR 6621 • Vertreten durch den Vorstand: Osman Döring, Vorsitzender; Oguz Ücüncü, Generalsekretär ; Ali Bozkurt, stellv. Vorsitzender GENEL YAYIN YÖNETMENİ · CHEFREDAKTEUR: Oğuz Üçüncü (V.i.S.d.P) DİZGİ-LAYOUT: İlhan BİLGÜ • BASKI · DRUCK: Yavuzsöhne-Duisburg Saldırı üzerine tüm dünyada protesto gösterileri ile karşılaşan İsrail bu saldırıyla, Ortadoğu barış çabalarını da baltalamış oldu. Bu olay, İsrail’in uluslararası hukuku ve Birleşmiş Milletler kararlarını yok saymasının artık daha da kabullenilemeyeceğini, Ortadoğu barış sürecinde yolun, yalnızca, Filistinliler tarafından kapatıldığı yönündeki inancı da yıktığını göstermiş oldu. Gelişmeler tüm insanlığı endişelendirse de, Ortadoğu’ya barışın gelmesi öncelikli meselelerin başında geliyor. Teşkilat olarak 1 Mayıs tarihinde “Uluslararası Kimlik Sempozyumu” düzenlemiştik. Bu sayımızı, söz konusu sempozyuma katılan çok sayıda bilimadamıyla yaptığımız röportajlara ve katılımcıların ele aldığı konuların değerlendirmesine ayırdık. Bu arada mübarek üçaylarınızı tebrik ediyoruz. İÇİNDEKİLER 5 6 “Yardım filosuna saldırı barış çabalarına yönelik sabotajdır” 8 10 6 12 IGMG Çocuk Kulübü Namaz Sûreleri Yarışması sonuçlandı 14 16 18 21 24 Sancak 27 Avrupa’da Müslüman için kimlik çok önemli 30 33 35 Avrupa’da çok kültürlülüğün fay hattı: Öteki olarak İslam İsrail’in, Gazze yardım konvoyuna yaptığı kanlı baskına tepkiler devam ediyor Şehâdet 8 Başörtüsü sorununda yeni perde: İspanya 37 39 Yahudi ve Müslüman azınlıklar üzerine 41 18 45 Osmanlı’da azınlık hukuku Avrupa’da Tıp Uluslararası Kimlik Sempozyumu Wuppertal’de Yapıldı ‘‘İnsanî-ahlakî değerlerde yarışmak gerekir‘‘ Kimliğin kimliği Prof. Dr. Mahmut Erol Kılıç’la ‘Modern Müslüman’ın kimlik bunalımı üzerine Yeni, melez ve “öteki” kimliklerin oluşumu Almanya’da kimlik politikaları ve Müslümanlara etkisi 51 53 55 57 61 İslam Toplumu Millî Görüş ve kimlik Die Formierung neuer, hybrider und „anderer“ Identitäten Identitätspolitik in Deutschland und ihr Einfluss auf die Muslime Über Erfahrungen jüdischer und muslimischer Minderheiten Minderheitenrecht im osmanischen Staat Islamische Gemeinschaft Milli Görüş und die Identität 45 g ünd e m “Yardım filosuna saldırı barış çabalarına yönelik sabotajdır” Almanya’daki sivil toplum kuruluşları Gazze’ye giden yardım filosuna yapılan saldırıyı barış çabalarına yönelik sabotaj olarak değerlendirdi İslamî cemaatler ve Türk sivil toplum kuruluşları, İsrail’in Gazze’ye yardım filosuna yaptığı kanlı saldırıyı şiddetle kınayarak barış çabalarının sabote edildiğini bildirdi. Saldırı, sivil toplum kuruluşları tarafından bugün düzenlenen ortak basın toplantısında ‘‘Kanlı baskın, uluslararası hukukun hiçe sayıldığı, en temel insani değerlerin çiğnendiği izahtan yoksun bir zorbalıktır’’ cümlesiyle değerlendirildi. Başta Birleşmiş Milletler olmak üzere değişik uluslararası kurum ve kuruluşların gösterdiği tepkinin yerinde ve doğru bir adım olduğuna dikkat çeken sivil toplum kuruluşları basın açıklamasında şu ifadelere yer verdi: "Uluslararası topluluk bu sefer de sadece kınama kararıyla yetinmemeli, uluslararası hukuku tanımadığı sürece İsrail’e karşı uluslararası hukukun gereği uygulanmalıdır.Bilinmelidir ki, uluslararası hukuk her devlet için geçerlidir ve hiç bir devlet bu hukukun üstünde değildir. Biz, bu açıklamada imzası bulunan sivil toplum kuruluşları olarak, hiçbir şekilde din, dil ve ırk ayrımı gözetmeksizin, her türlü şiddeti, radikalizmi ve ırkcılığı reddedip, insanlığın ortak vicdanı adına kamuoyuna sesleniyoruz. İsrail hükümeti, herşeyden önce kendi halkına saygısının gereği olarak kanlı eyleminden dolayı dünya kamuoyundan özür dilemelidir. Barış filosuna katılmış olan insan hakları savunucuları insanlığın ortak vicdanını temsil etmektedirler. Gemileriyle birlikte eksiksiz derhal serbest bırakılmalıdırlar. Şehid olanların ailelerine, yaralılara ve gemi sahiplerine hukukun gereği olarak tazminat ödenmelidir. İsrail, Filistin halkına gönderilen insani yardımların yerine ulaşmasına engel olmamalıdır. İsrail dünya kamuoyu önünde kendine biçtiği özel rolden vazgeçmeli, kanlı saldırı, Birleşmiş Milletlerin belirleyeceği bağımsız bir heyet tarafından incelenmeli ve suçlular tesbit edilip yargılanmalıdır. Dünya kamuoyu artık Filistin halkına yönelik zulme ve Gazze’deki insanlık dramına seyirci kalmamalıdır. İsrail, Birleşmiş Milletlerin kararlarına riayet etmeli ve Gazze’ye yönelik abluka bir an evvel kaldırılmalı, Filistin Devletine yönelik işgale son verilip, Filistin halkı özgürlüğüne kavuşmalıdır. Özellikle Alman kamuoyuna seslenmek istiyoruz: Almanya tarihi sorumluluğunu ve İsrail’le özel ilişkisini de dikkate alarak, Gazze dramına son verilmesi için tüm diplomatik imkanlarını seferber etmelidir.'' İmzası bulunan kuruluşlar: ATİB – Avrupa Türk İslam Birliği ADV – Avrupa Demokrasi Vakfı ATB – Avrupa Türk Birliği ATCB – Avrupa Türk Caferiler Birliği DİTİB – Diyanet İşleri Türk İslam Birliği ABAF – Avrupa Ehli Beyt Alevi Federasyonu AEKB – Avrupa Ehli Beyt Kadınlar Birliği IGMG – İslam Toplumu Milli Görüş IKMB – İslam Kültür Merkezleri Birliği IRH - Hessen İslam Cemaati IHH – Uluslararası İnsani Yardım Kurumu İslamrat – Almanya İslam Konseyi MÜSİAD – Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği TIDAF – Türk-Alman İşadamları Dernekleri Almanya Federasyonu UETD – Avrupa Türk Demokratları Birliği ZMD – Almanya Müslümanları Merkez Konseyi JUNI / HAZİRAN 2010 /5/ g ünd e m İsrail’in, Gazze yardım konvoyuna yaptığı kanlı baskına tepkiler devam ediyor Tarihte eşine nadir rastlanan bir yöntemle gerçekleşen İsrail saldırısı sonucunda 9 kişi hayatını kaybederken, onlarca insan da yaralandı. Tutuklanan yüzlerce kişi, Türkiye’nin sert tutumunun ardından serbest bırakıldı. azze’ye yardım kampanyası çerçevesinde yola çıkan gemilere İsrail ordusu tarafından düzenlenen kanlı baskının etkileri devam ediyor. Tarihte eşine nadir rastlanan bir yöntemle gerçekleşen saldırı sonucunda 9 kişi hayatını kaybederken, onlarca insan yaralandı. Tutuklanan yüzlerce insan, Türkiye’nin sert tutumunun ardından serbest bırakıldı. Uluslararası hukuk kurallarını hiçe sayarak kendi karasularının onlarca mil ötesinde güvenlik bahanesiyle, insani yardım malzemesi taşıyan gemilere yapılan hunharca saldırının ardından pek çok uluslararası kuruluş, devlet ve sivil toplum kuruluşu İsrail’i kınadı. Kanlı baskının ardından, Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı’nın çağrısıyla Birleşmiş Millletler Güvenlik Konseyi acil olarak toplantıya çağırıldı. Türkiye konseyden uluslararası bağımsız bir komisyon kurulmasını ve bu komisyonun ulaşacağı neticelere göre hayatlarını kaybedenlerin ailelerinin tazmin edilmeleri, ayrıca Birleşmiş Milletler’in 1860 sayılı kararına aykırı olarak süren Gazze ambargosu- G /6/ IGMG • PERSPEKTİF nun kaldırılması ve yardımların Gazze'ye ulaştırılmasını talep etti. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi barış gönüllülerine yönelik saldırının araştırılmasını talep ederken, İsrail tüm bu talepleri reddediyor. Cidde’de toplanarak saldırıyı görüşen İslam Konferansı Teşkilatı Yürütme Kurulu, sorumluların bulunup cezalandırılmasını, tazminat ödenmesini ve ablukanın kaldırılmasını istedi. İKT bildirisinde ayrıca saldırı hakkında şimdiye kadar yapılan açıklamalara da değinilerek, BM Güvenlik Konseyi’nin, Afrika Birliği’nin, ASEAN-GCC’nin ve Arap Ligi’nin açıklamalarından memnuniyet duyulduğu kaydedildi. Bildiride ayrıca BM İnsan Hakları Konseyi’nin 2 Haziran’da sunduğu, İsrail’in yardım gemisine saldırısıyla ilgili olarak uluslararası bağımsız bir misyonun oluşturulması teklifinden de duyulan memnuniyet ifade edildi. Saldırı Avrupa çapında yapılan basın açıklamaları, miting ve yürüyüşlerle de protesto edildi. Almanya’da faaliyet gösteren İslami cemaatler ve Türk sivil toplum kuruluşları da ortak bir basın toplantısı yaptı ve sonrasında Duisburg’da düzenledikleri mitingle İsrail’i kınadı. Kuruluşlar, İsrail’in Gazze’ye yardım filosuna yaptığı kanlı saldırının barış çabalarına karşı girişilmiş bir sabotaj olduğunu bildirdi. Saldırı, ortaklaşa düzenlenen basın toplantısında “Kanlı baskın, uluslararası hukukun hiçe sayıldığı, en temel insani değerlerin çiğnendiği izahtan yoksun bir zorbalıktır” cümlesiyle değerlendirildi. Avrupa Türk İslam Birliği, Avrupa Demokrasi Vakfı, Avrupa Türk Birliği, Avrupa Türk Caferiler Birliği, Diyanet İşleri Türk İslam Birliği, Avrupa Ehli Beyt Alevi Federasyonu, Avrupa Ehli Beyt Kadınlar Birliği, İslam Toplumu Milli Görüş, İslam Kültür Merkezleri Birliği, Hessen İslam Cemaati, Uluslararası İnsani Yardım Kurumu (IHH e.V.), Almanya İslam g ünd e m Konseyi, Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği, Türkrak, Gazze dramına son verilmesi için tüm diplomaAlman İşadamları Dernekleri Almanya Federasyonu, tik imkanlarını seferber etmelidir.” Avrupa Türk Demokratları Birliği ve Almanya MüsKanlı baskın ayrıca Brüksel’de farklı sivil toplum lümanları Merkez Konseyi’nin iştirak ettigi basın topkuruluşlarının desteğiyle düzenlenen mitingde de prolantısı sonucu yayınlana ortak bildirgede; başta Birtesto edildi. Miting Başta Belçika İslam Federasyoleşmiş Milletler olmak üzere değişik uluslararası kunu olmak üzere Belçika Diyanet Vakfı, EYAD Emirrum ve kuruluşların gösterdiği tepkinin yerinde ve doğdağlılar Dayanıșma Derneği, UETD, Brüksel Camiler ru bir adım olduğuna dikkat çekildi. Sözkonusu siBirliği ve Arnavutlar Federasyonu tarafından desteklendi. vil toplum kuruluşları ortak basın açıklamasında şu Mavi Marmara gemisinde yolculuk ederek ifadelere yer verdi: vahșetin canlı görgü șahitleri olan Belçikalı Griet Dek“Uluslararası topluluk bu sefer de sadece kınama nopper ile Inge Neefs de mitinge katılanlar arasınkararıyla yetinmemeli, uluslararası hukuku tanımadaydı. Inge Neefs mitingde yaptığı konuşmada, “Bu dığı sürece İsrail’e karşı uluslararası hukukun gereği insancıl amaçla yola çıkılan bir yolculuktu. Bu müuygulanmalıdır. Bilinmelidir ki, uluslararası hukuk her cadeleyi, bu mitinglerin ve yürüyüșlerin ambargo kaldevlet için geçerlidir ve hiçbir devlet bu hukukun üskana kadar devam etmesini istiyoruz. Bugün yine yatünde değildir. Biz, bu açıklamada imzası bulunan sipılsa yine o gemilere bineceğiz. Gemilerimize silahvil toplum kuruluşlalı saldırılar yapıldı ve rı olarak, hiçbir şekilde elimizde bulunan büdin, dil ve ırk ayrımı tün görüntüler eligözetmeksizin, her mizden alındı” dedi. türlü şiddeti, radikaSaldırı ayrıca; Vilizmi ve ırkcılığı redyana, Bregenz, Hamdedip, insanlığın orburg, Bremen, ve tak vicdanı adına kaNürnberg gibi Avrumuoyuna sesleniyoruz. pa’nın değişik kentİsrail hükümeti, lerinde de miting ve herşeyden önce kenyürüyüşlerle kınandı. di halkına saygısının gereği olarak kanlı “Filistinlilerin de eyleminden dolayı yaşama hakkı var” dünya kamuoyundan özür dilemelidir. Baİsrail’in uluslarrış filosuna katılmış arası yardım filosuna olan insan hakları sayaptığı kanlı saldırıyı vunucuları insanlığın kınamak üzere BreGazze yardım gemisi Mavi Marmara ortak vicdanını temmen’de düzenlenen ve sil etmektedirler. Geyaklaşık 3500 kişinin mileriyle birlikte ekkatıldığı protesto siksiz derhal serbest bırakılmalıdırlar. Şehid olanlagösterisini başta Bremen İslam Federasyonu olmak rın ailelerine, yaralılara ve gemi sahiplerine hukukun üzere çok sayıda Müslüman dernek ve Bremen Bagereği olarak tazminat ödenmelidir. İsrail, Filistin halrış Forumu organize etti. kına gönderilen insani yardımların yerine ulaşmasıBremen Barış Forumu’undan Arn Strohmeyer kona engel olmamalıdır. İsrail dünya kamuoyu önünde nuşmasında Gazze Şeridi’ndeki ablukanın kaldırılkendine biçtiği özel rolden vazgeçmeli, kanlı saldırı, ması talebinde bulunarak, Bremen Barış ForuBirleşmiş Milletler’in belirleyeceği bağımsız bir hemu’undan Arn Strohmeyer konuşmasında Gazze Şeyet tarafından incelenmeli ve suçlular tesbit edilip yarridi’ndeki ablukanın kaldırılması talebinde bulunagılanmalıdır. rak, “Gazze’de yaşayan insanlar, aynen İsrail’de yaşaDünya kamuoyu artık Filistin halkına yönelik zulyan insanlar gibi onurlu bir yaşam hakkına sahiptirme ve Gazze’deki insanlık dramına seyirci kalmamalıdır. ler. Ablukanın kaldırılmasının ardından ikinci adım İsrail, Birleşmiş Milletlerin kararlarına riayet etmeatılmalıdır. İsrail Batı Şeria’yı boşaltmalı, yerleşimli ve Gazze’ye yönelik abluka bir an evvel kaldırılmalı, lerini ortadan kaldırmalı ve bölgede Filistin devletiFilistin Devletine yönelik işgale son verilip, Filistin nin kurulması için terk etmelidir” dedi. “Gazze’de yahalkı özgürlüğüne kavuşmalıdır. Almanya tarihi soşayan insanlar, aynen İsrail’de yaşayan insanlar gibi rumluluğunu ve İsrail’le özel ilişkisini de dikkate alaonurlu bir yaşam hakkına sahiptirler” dedi. JUNI / HAZİRAN 2010 /7/ te ş k il at IGMG Çocuk Kulübü Namaz Sûreleri Yarışması sonuçlandı Kızlar grubunda birinciliği Württemberg Bölgesi’nden Hayrunnisa Yaşar, 465 puanla kazanırken; erkek çocuklar arasında yapılan yarışmanın birinciliğini, 498 puanla Hamburg Bölgesi’nden Emrullah Çuluk kazandı. slam Toplumu Millî Görüş (IGMG) Çocuk Kulübü tarafından tertiplenen Namaz Sûreleri’ni Ezberleme Yarışması, Kerpen’deki IGMG Genel Merkez Salonu’nda yapıldı. 07-09 yaşları arasındaki kız ve erkek çocuklar arasında yapılan yarışmada, yarışmacılar Namaz Sûreleri’ni manaları ile birlikte ezberden okudular. Tatlı bir heyecanın oluştuğu yarışma esnasında İ /8/ IGMG • PERSPEKTİF yarışmacıların anne ve babalarının da heyecanı görülmeye değerdi. Yarışmayı değerlendiren jüri heyeti, IGMG Kadınlar Teşkilatı Başkanı Zehra Dizman, Derya Ünalan, Emine Batın, Abdurrahman Dizman ve Eğitim Başkan Yardımcısı Ramazan Başlık’tan oluştu. Yarışmayı, Kadınlar Teşkilatı Eğitim Başkanı Tünay Ermiş sundu. Programın ilk selamlama konuşmasını IGMG Çocuk Kulübü Başkanı Meryem Saral yaptı. Katılan çocukları, anne ve babaları tebrik ederek sözlerine başlayan Çocuk Kulübü Başkanı Meryem Saral, “Böyle güzel bir faaliyete destek verdikleri için Bölge Çocuk Kulübü Başkanları’nı tebrik ediyorum, yarışmacı yavrularımıza da başarılar diliyorum” diyerek sözlerine tamamladı. Eğitim Başkan Yardımcısı Ramazan Başlık da yaptığı selamlama konuşmasında “Böyle bir yarışma teşkilat tarihinde yeni bir ilk. Tebrik ediyor ve Çocuk Kulübü’nün daha nice hayırlı hizmetlere vesile olmasını diliyorum” dedi. Daha sonra kürsüye Kadınlar Teşkilatı Başkanı te ş k il at Zehra Dizman geldi ve özetle şunları söyledi: “İçinde bulunduğumuz Genel Merkez’imiz hepinizin evi, yuvasıdır. Evinize hoş geldiniz. Avrupa’da yapıtığımız tüm faaliyetler bu binamızdan organize ediliyor. Bugün de bu binamızda bir ilke daha, yani yepyeni bir güzelliğe imza atıyoruz. Bu küçük yaşta yavrularımızdan dinleyeceğimiz namaz sûreleri ve manaları maneviyatımıza yeni bir güzellik katacak inşaallah.. Tüm yavrularımızı, ebeveynleri ve Çocuk Kulübü çalışanlarımızı gayretlerinden dolayı tebrik ediyor, bu yarışmanın çocuklarımıza hayatları boyunca daha hayırlı çalışmalara vesile olmasını, manevi dünyalarında kalıcı izler bırakmasını C. Allah’dan niyaz ediyorum.” Heyecanlı sahnelerin yaşandığı yarışmada kızlar grubunda birinciliği Württemberg Bölgesi’nden Hayrunnisa Yaşar, 465 puanla kazanırken; ikinciliği, Bremen Bölgesi’nden, 457 puanla Esin Gönlüaçık; üçüncülüğü ise, 456 puanla Hamburg Bölgesi’nden Dilara Ünsal elde etti. Diğer yarışmacılardan Rhein Neckar Saar Bölgesi’nden Ravza Çakmak, Köln Bölgesi’nden Nursena Nisa Doğan ve Düsseldorf Bölgesi’nden Fatma Yılmaz da dördüncü ilan edildiler. Erkek çocuklar arasında yapılan yarışmanın birinciliğini ise, 498 puanla Hamburg Bölgesi’nden Yarışmanın birincileri, Württemberg Bölgesi’nden Hayrunnisa Yaşar ve Hamburg Bölgesi’nden Emrullah Çuluk Emrullah Çuluk kazanırken, Bremen Bölgesi’nden M. Emin Özden, 455 puanla ikinci, Paris Bölgesi’nden Arif Emre Ataş da, 431 puanla üçüncü oldular. Yarışmaya katılan Württemberg Bölgesi’nden Muhammed Karnas, Rhein Neckar Saar Bölgesi’nden Ahmed Çevik ve Köln Bölgesi’nden Yakup Ünsal da dödüncü ilan edildiler. Yarışma katılımcı çocuklara verilen hediyeler ve yapılan dua ile sona erdi. JUNI / HAZİRAN 2010 /9/ i sl a m ve hayat Şehâdet Kur’ân-ı Kerîm Muhammed ümmetinin orta yolu tutan (vasat), her türlü aşırılıktan (ifrat-tefrit) uzak, fıtrat / yaratılış gerçekliğine bağlı, adaletli, sağduyulu, din-dünya, dünyaahiret dengesini kuran özelliğiyle bütün insanlığa model özellik taşıdığını; Hz. Peygamber’in de bu ümmetin modeli olduğunu şehîd (ç. şühedâ’) kelimesiyle ifade eder ve bu özelliğiyle de ümmeti, insanlar içinden çıkmış en hayırlı topluluk olarak vasfeder. Prof. Dr. Saffet KÖSE • [email protected] ehâdet, Kur’ân ve Sünnette dini, ahlaki bir karakter arzeden, anlam farkına göre de fıkhî boyutları olan geniş çerçeveli bir kavramdır. Bu bağlamda şehâdetin model olma, bir olaya tanıklık etme, Allâh yolunda savaşırken ölme gibi anlamları öne çıkar. “Şehîd” de aynı kökten gelen bir kelime olarak her şeye tanık olan anlamında Allâh’ın isimlerinden birisidir.1 Kur’ân-ı Kerîm Muhammed ümmetinin orta yolu tutan (vasat), her türlü aşırılıktan (ifrat-tefrit) uzak, fıtrat / yaratılış gerçekliğine bağlı, adaletli, sağduyulu, dindünya, dünya-ahiret dengesini kuran özelliğiyle bütün insanlığa model özellik taşıdığını; Hz. Peygamber’in de bu ümmetin modeli olduğunu şehîd (ç. şühedâ’) kelimesiyle ifade eder2 ve bu özelliğiyle de ümmeti, insanlar içinden çıkmış en hayırlı topluluk olarak vasfeder.3 Bunun yanı sıra Kur’ân-ı Kerîm, model olmanın (şehîd) ek bir yükümlülüğünden bahseder. Buna göre davranışları kendileriyle sınırlı olmayan ve öteki insanları etkileyen, diğerleri tarafından örnek konumda görülen model kişiliklerin davranışlarının Allâh katındaki karşılığının katlanarak verileceğine mesela günahının iki kat, sevaplarının da iki defa karşılık göreceğine vurguda bulunur.4 Kur’ân-ı Kerîm ve hadislerde şehâdet aynı zamanda bir olaya tanıklık etmek anlamına gelir ve üzerinde önemle durulan ispat vasıtalarından birisi olarak yer alır. Ş / 10 / IGMG • PERSPEKTİF Olayın tanığına da şâhid denir. Fıkıh kitaplarında genişçe yer alan şahitlik, Kur’ân ve hadislerde dini ve ahlaki yönüne genişçe vurgu yapılan bir özelliğe sahiptir. Buna göre şahitlik dürüstlüğün en önemli simgesidir ve kişinin bildiği bir konuda şehadette bulunması onun vazifesidir.5 Bir mü’min bu görevi ifa ederken, sevmediği, içinden kin duyduğu bir topluluk söz konusu olduğunda bile şahitliği dürüstçe yapmalı adaletten ayrılmamalıdır.6 Çünkü yalan yere şehâdet büyük günahlardandır.7 Yalan yere yapılan şahitlikle eğer bir kul hakkı engellenmişse kul hakkının affı olmadığından mutlaka bu sebeple haksızlığa uğrayandan özür dilenmesi ve helallik alınması, zararının da telafi edilmesi gerekir. Şahitlik sırasında doğru söylediğine dair istenen yeminin yapılması halinde de şayet şahitlik yalan yere yapılıyorsa burada ikinci büyük günah işlenmiş demektir. Çünkü yemin Allâh Te‘âlâyı sözüne şahit tutmak anlamına gelir. Allâh’ın yalana şahit tutulması büyük günahlardandır. Şu ayet bunu açık biçimde ortaya koyar: “Allah’a verdikleri sözü ve yeminlerini az bir bedelle satanlara gelince, işte onların âhirette hiç nasipleri yoktur. Kıyamet günü Allah onlarla konuşmayacak, onlara bakmayacak ve onları temize çıkarmayacaktır. Onlar için elem veren bir azap vardır.”8 Yalan yere yapılan yeminin dünyada keffâreti yoktur. Bununla haksızlığa uğrayan kişinin hakkı ödendikten sonra bir daha aynı şekilde davranmamak üzere kesin biçimde tövbe edilmesi gerekir. Aksi halde Hz. Peygamber’in yalan yere yemin edenlerin Allâh’ın gazabını çekecekleri, cennetten mahrum kalacakları ve ateşe girecekleri şeklindeki uyarılarına maruz kalacaklardır.9 Kur’ân-ı Kerîm bir kadına zina isnadında bulunan (kazf ) ve bunu dört şahitle ispat edemeyenin cezasını çektikten sonra bir daha şahitliğinin kabul edilmemesi gerektiğini bildirir.10 Bu oldukça ağır bir cezadır. Bu ayetin yorumunda Ebû Hanîfe (ö.150/767) cezasını çeken şahsın tövbe edip iyi hal kazanması durumunda da tanıklığa ehil olma vasfını kazanamayacağını yani şahitliğinin geçerli olamayacağı görüşünü savunurken diğer üç mezhep imamı bu durumda şahitlik ehliyetini kazanacağı görüşündedirler. Kur’ân-ı Kerîm şehâdetin bir başka boyutuna dikkat çeker. O da elest bezminde Allâh’ın insanlarla yaptığı sözleşmeye kendilerini şahit tutmalarıdır. Buna göre Rab-kul arasında şöyle bir antlaşma yapılmıştır: i sl a m ve hayat “Rabbin Ademoğulları’ndan, onleseydim sen onu şüphesiz bilirdin. Sen ların sırtlarından zürriyetlerini alıp bunbenim içimdekini bilirsin, halbuki ben ları kendileri hakkındaki şu sözleşmesenin zatında olanı bilmem. Gaybları ye şahit tutmuştu: Ben sizin rabbiniz eksiksiz bilen yalnızca sensin. Ben on“Rabbin Ademoğulları’ndan, onların değil miyim? “Elbette öyle!” dediler. Böylara, ancak bana emrettiğini söyledim: le yaptık ki kıyamet gününde, “Bizim Benim de Rabbim, sizin de Rabbisırtlarından zürriyetlerini alıp bunları bundan haberimiz yoktu” demeyesiniz.”11 niz olan Allah’a kulluk edin, dedim. kendileri hakkındaki şu sözleşmeye şaÎmân, bu gerçekliği kabul edeİçlerinde bulunduğum müddetçe onrek Allâh’ın var ve bir olduğunu dil lar üzerine şâhit / model idim. Beni hit tutmuştu: Ben sizin rabbiniz değil miile ikrar, kalp ile tasdik etmek devefat ettirince artık onlar üzerine göyim? “Elbette öyle!” dediler. Böyle yapmektir. İslam kültüründe bu kabule zetleyici yalnız sen oldun. Sen her şeşehâdet denir ki Allâh’ı görüyorye tanıksın”22 diye cevap verecektir. tık ki kıyamet gününde, “Bizim bundan Şehâdetin önemine vurgu için muşçasına O’nu kabul etmek dehaberimiz yoktu” demeyesiniz.” Allâh Te‘âlâ tanıklık eden (şâhid) mektir. Bir mü’mine düşen Peyve edilene (meşhûd) yemin etgamberini dinledikten sonra: mektedir.23 Bu ayette geçen şâhid ve “Rabbimiz! İman ettik, bizi şahitmeşhûd kelimesiyle ilgili farklı gölik edenlerle beraber yaz”12 demektir. Nitekim Hz. Îsâ inkarcılırüşler bulunsa da tanıklık edenin kulğı sezince, “Allah’a giden yolda larının eylemlerini gören ve buna göbana yardımcı olacaklar kimlerdir” diye sorduğunda Hare onları yargılayacak olan Allâh Te‘âlâ; tanıklık edilevârîler, “Allah’ın yardımcıları biziz; Allah’a inandık, binin de yargılanacak ve sonuçta hak ettikleri ceza ve müzi tanıklar / şahitler arasına yaz”13 demişlerdir. kafatı alacak olan kullar olduğu fikri ağırlık kazanmaktadır. Rab-kul arasındaki sözleşme hükümleri peygamberler Kur’ân-ı Kerîm’de24 ve Hz. Peygamberin hadislerinde25 aracılığıyla insanlara ulaştırılmaktadır. Ayrıca bu kesintisiz meşru bir savaş sırasında ölenlere de şehîd (ç. şühedâ’) denilmiştir. Şehitlikle ilgili hükümler fıkıh kitaplarınmesajı getiren her bir peygamber kendisinden sonra geda geniş biçimde ele alınmıştır. lecek olan ve elindekini doğrulayan bir başka peygamber geldiğinde ona iman edecek ve destekleyecek ve ümmetini bu elçiye tabi olmaya çağıracaktır. Böylece ilahi Kaynaklar: mesaj kesintisiz biçimde insanlığa ulaşmış olacaktır. Allah Te‘âlâ bu konuda her bir peygamberle sözleşme yap1 Fussilet Suresi, [41:53] 2 mış, onları buna şahit tutmuş ve kendisi de şahit olmuştur.14 Bakara Suresi, [2:143]; Hacc Suresi, [22:78] 3 Âl-i İmrân Suresi, [3:103] Nitekim Hz. Îsâ Hz. Muhammed’in peygamberliğini 4 Ahzâb Suresi, [33:30-31] müjdelemiştir.15 5 Bakara Suresi, [2:283] Allâh’ın peygamberleri aracılığıyla gönderdiği dinin 6 Maide Suresi, [5:8] 7 hükümlerine göre dünya hayatı yürümelidir. Bu açıdan bk. Hacc Suresi, [22:30]; Furkân Suresi, [25:72] 8 Âl-i İmrân Suresi, [3:77] bütün söz ve fiiller kayda geçmekte olup16 muhasebesi 9 Buhârî, “Eymân”, 16, 18; Müslim, “Îmân”, 218-220 de hesap gününde yapılacaktır.17 O gün her bir organ 10 Nûr Suresi, [24:4] 11 yaptıklarına şehâdette bulunacaktır.18 Peygamberlerin A‘râf Suresi, [7:172] 12 Mâide Suresi, [5:83] getirdiği ilâhi mesajı reddeden kâfirler inkârcılıklarını 13 Âl-i İmrân Suresi, [3:53] itiraf ederek aleyhlerine şehâdette bulunacaklardır.19 Za14 Âl-i İmrân Suresi, [3:81] ten Allah Te‘âlâ da bütün kullarının yaptıklarına şahit15 Sâf Suresi, [61:6] 16 tir.20 Peygamberler de ümmetleri hakkında şehâdette buİsrâ Suresi, [17:13]; İnfitâr Suresi, [82:10-12] 17 En‘âm Suresi, [6:164]; A‘raf Suresi, [7:8-9]; Tâhâ Suresi, [20:74-76]; lunacak, Hz. Muhammed ve Müslümanlar da peyZâriyât Suresi, 51:6]; Tekvir Suresi, [81:10-15]; Gâşiye Suresi, [88:25gamberlerin görevini yerine getirdiğine şahitlik edecektir.21 26]; Zilzâl Suresi, [99:7-8] 18 Çünkü bütün ilahi kitaplar ve peygamberler birbirleriNûr Suresi, [24:24]; Yâsîn Suresi, [36:65]; Fussilet Suresi, [41:20-22] 19 En‘âm Suresi, [6:130] ni tasdik ederek gelmiş, ilahi mesajın son halkası Hz. 20 Âl-i İmrân Suresi, [3:98]; Nisâ’ Suresi, [4:33]; Yunus Suresi, [10:46]; Muhammed ile kemale erip tamamlanmış ve bütün MuAhzâb Suresi, [33:55]; Mücâdele Suresi, [58:6] hammed ümmeti Hz. Âdem’den itibaren gelen pey21 Bakara Suresi, [2:143]; Nahl Suresi, [16:84, 89]; Hacc Suresi, gamberlerin tamamına ve onların getirdiklerine iman [22:78]; Kasas Suresi, [28:75] 22 Mâide Suresi, [5:116-117] etmişlerdir. 23 Burûc Suresi, [85:3] Allâh Te‘âlâ hesap günü geldiğinde Hz. Îsâ’ya: “Sen 24 Bakara Suresi, [2:154]; Âl-i İmrân Suresi, [3:140, 169-171]; Nisâ’ Sumi Allâh’ı bırakıp beni ve annemi iki Tanrı edinin diye söyresi, [4:69]; Zümer Suresi, [39:69] 25 msl. bk. Müslim, “İmâret”, 103, 119; Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 25-26; İbn ledin” diye sorduğunda: “Hâşâ! Seni tenzih ederim; hakMâce, “Cihâd”, 1, 10; “Zühd”, 37. kım olmayan şeyi söylemek bana yakışmaz. Hem ben söy- JUNI / HAZİRAN 2010 / 11 / d ü nya Başörtüsü sorununda yeni perde: İspanya Başörtüsü sorunu İspanya için bir ilk değil. Daha önce 2002 ve 2007 yıllarında benzer sorunlar yaşanmış ve bir avukatın başörtülü olarak mahkemeye girmesine izin verilmemişti. Fakat Najwa olayı Avrupa’nın diğer ülkelerinde yaşanan burka tartışmalarıyla aynı döneme geldiği için tonu biraz farklı olmuştur. Mehmet Özkan • [email protected] Najwa ve babası arihte çokkültürlülük ve dinsel çoğulculuğun nasıl bir yaşam biçimi haline gelebileceğini gösteren en iyi örneklerden birisi hiç şüphesiz Endülüs tecrübesidir. İspanyanın güneyinde bugün hala Andülüs adıyla anılan bölge aynı zamanda çokkültürlülüğün vahşi bir şekilde yıkımını da en iyi gösteren örnekten birisidir. Nisan ayından yaşanan ve Najwa Malha adlı 16 yaşındaki Fas asıllı bir kızın başörtüsü taktiği için Madrid yakınlarındaki Camilo Jósé Cela de Pozuelo kolejine başörtülü olarak girmesini yasaklayan okul idaresi ve sonrasında yaşanan tartışmalar aslında İspanya’nin derin sorunlarını bir kez daha gün yüzüne çıkardı. Bu yaşananları anlamlandırmanın en iyi yolu tarihten günümüze İspanyanın dönüşümünü anlamaktan geçiyor. Herşeyden önce vurgulanması gereken nokta İspanya tarihi çokkültürlülük ve geniş ufukluluktan hergeçen gün kendisini sınırlama ve içine kapanmaya doğru bir eğilim göstermektedir. 1492’de Granada’nın düşmesiyle beraber müslüman ve yahudi izlerinin İberya yarım adasında silinmesi çalışmalarının sona ermesi süreci olarak adlandırılan reconqueista ve sonrasında yaşananlar çokkültürlülük açısında İspanya’nın gerilemesini ifade T / 12 / IGMG • PERSPEKTİF eder. Sömürgecilikle dünyaya açılmış olan fakat 20.yy’da Franço diktatörlüğüyle beraber gelen daha da içine kapanma süreci bugün İspanya toplumunda hala derin izler taşımaktadır. 1975’te Franco’nun ölümü sonrasında başlayan demokratikleşme süreci beraberinde AB üyeliği göreceli olarak İspanya’yı tekrardan uluslararası alana çıkarmıştır. İspanya bugün reconquista-sömürgecilik-Franco diktatörlüğünün derin izler bıraktiği tarihi mirasın 21. yy da nasıl yorumlanacağı ile ilgili derin bir entellektüel ve toplumsal kriz yaşamaktadır. Yaşanan başörtüsü tartışması hem bu derin krizi göstermesi açısından hem de İspanya’daki gelecek eğilimleri açısında son derece önemli bir rol oynamaktadır. Başörtüsü sorunu İspanya için bir ilk değil. Daha önce 2002 ve 2007 yıllarında benzer sorunlar yaşanmış ve bir avukatın başörtülü olarak mahkemeye girmesine izin verilmemişti. Fakat Najwa olayı Avrupa’nın diğer ülkelerinde yaşanan burka tartışmalarıyla aynı döneme geldiği için tonu biraz farklı olmuştur. Tartışmaları özetle destekleyenler ve karşı çıkanlar olarak iki başlık altında toplamak mümkün, fakat her iki bakış açısı da gerek argümanları gerekse yaklaşım tarzı açısından olayın özüne inmek yerine gizli bir oryantalist söylemin iki fark- d ü nya lı boyutunu temsil etmektedir. Najwa başörtüsü ile okula gitme sorununu kolej değiştirerek şimdilik çözdü, fakat bu süreçteki toplumsal tepkiler ve tartışmalara değinmekte yarar var. İşin en ilginç tarafı tartışmalar başladığı zaman Najwa’nin gitme ihtimali yüksek olan başka bir kolejin de aceleyle iç düzenlemesini değiştirerek Najwa’nin bu okula gitmesini engellemesiydi. İktidardaki sosyalist partisi PSOE’nin Eğitim Bakanı Ángel Gabilondo, Najwa’nin başörtüsüyle okula gitmesini eğitim herşeyden önemlidir diyerek desteklemesine rağmen, Madrid eyalet başkanı ve sağcı muhalefet partisi PP üyesi Esperanza Aguirre okulun kararını desteklemiş ve başörtüsüne karşı çıkmıştır. Yazılı ve görüntülü basındaki tartışmalar da genel olarak bu iki eğilimi temsil etmektedir, fakat tartışmaların içeriği ve argümanları olayın farklı boyutlarını göstermektedir. Karşı çıkanların temel tezi İspanya’ya gelen göçmenlerin geldikleri ülkenin kurallarına uyması gerektiği ve bu konuda taviz verilmemesi gerektiği yönünde. Fakat tartışma sadece bununla sınırlı değil. Karşı çıkanların bir çoğu Najwa olayı üzerinden İslam dünyasını, İslami reformu ve bununla bağlantılı olarak İslamda kadın konusunu tartışmaya açmıştır. Hiçbir müslüman devlette demokrasi olmadığı ve İslam dini yüzünden olmayacağı, kadının her zaman ikinci sınıf vatandaş olacağı ve eve mahkum edileceği tartışmaların ana çerçevesini temsil etmiştir. Ayrıca sık sık müslüman bir ülke olan Türkiye’de bile başörtüsünün yasak olduğu hatırlatılarak İspanya’da izin verilmesinin anlamsız olacağı vurgusu, yani müslümanları kendi silahlarıyla vurmaları, yapılan tartışmalarda çok sık yeralmiştir. İslama hakarete varan ve klasik islamofobik eğilimler gösteren bu grubun temel amacı aslında Najwa olayı üzerinden İslamı yeniden tanımlama ve negatif imajla önün topluma sunmaktan başka birşey değildir. Najwa’nin okula başörtülü olarak girmesine izin verilmesini destekleyenlerin temel argümanı ise eğer Najwa okula gitmezse evde oturacağı ve kendi bağımsızlığını kazanıp kendi kararını veremeyeği yönündeydi. Aslında bu şekilde düşünenlerin temel yaklaşımı Najwa’nin okula devam etmesi opsiyonu önün için kötünün en iyisidir. İlk bakışta pozitif gibi görünen bu yaklaşım tarzı aslında derin bir oryantalist söylemin yumuşatılmış halinden ibarettir. Tartışmaların sürdüğü süreçte en ilginç olan taraf ne tartışmaya taraf olan İslami kesimin temsilcilerine çok söz hakkı verilmesi ne de bizatihi mağdur olan genç kızın gerçekten ne düşündüğünün merak edilmesiydi. Her ne kadar Najwa’nın ailesi ve avukatı olayı kimlik, kişisel tercih ve özgürlük bağlamına çeken açıklamalar yapmışsalar da bu durum ne hakettiği ilgiyi görmüş ne de tartışılmaya değer bulunmuştur. Bu yöndeki açıklamalar başında ancak klasik savunma ifadeleri olarak sunulmuş Okula giden Müslüman kız öğrenciler ve tartışmanın özüne bir türlü inilememiştir. Diğer Avrupa ülkeleriyle karşılaştırıldığında İspanya’ya gelen göçmenler göreceli olarak yenidir. Daha çok Fas ve Latin Amerikalı olan göçmenlerin en yoğun geldiği dönem doksanlı yıllardır. Bundan dolayı İspanya’da ikinci nesil göçmenler kendilerini yeni yeni göstermeye başlamıştır. Fransa ve Almanya üçüncü nesil göçmenleri tartışırken İspanya’nın daha yeni ikinci nesil ve entegrasyon sorunlarını tartışmaya başlamıştır. Bu durum İspanya’nın başörtüsü, entegrasyon ve asimilasyon gibi tartışmaları geç yapmasına ve doğal olarak diğer örnekleri takip etmesiyle sonuçlanmıştır. Belki bu sepeple belki de uzunca süredir İspanya’nın yaşadığı içe kapanma sürecinin getirdiği tarihi-psikolojik etkenler sonucu İspanya’nın tarihi Endülüs tecrübesinden yola çıkarak kendine özgün bir çokültürlülük ve tolerans tartışması yapması son derece zor gözükmektedir. Hans Morgenthau’nun yıllar önce yaptığı ‘Avrupa prenelerde biter’ tesbiti bugün hala geçerliliğini korumaktadır ve İspanya’nın diğer merkezi avrupa ülkeleriyle entellektüel ve sosyal düzeyle göreceli olarak zayıftır. BBVA Vakfı’nın yaptığı son araştırmanın Avrupa’da en ez seyahat eden ve etkileşime giren ülkenin İspanya olduğu tesbitini de bunun tipik bir yansıması olarak almak gerekir. Sonuçta başörtüsü tartışması İspanya’da şimdilik gündemden düşse de hem İspanya’nın derin sorunlarıyla bağlantısı hem de göçmenlerle ilgili tartışmaların yeni yeni başlaması dolayısıyla bu konu tekrar tekrar gündeme gelecektir. JUNI / HAZİRAN 2010 / 13 / d ü nya Sancak Yusuf Ziya • [email protected] lmanca sözlüğü açıp da “die Balkanisierung” kelimesinin anlamına baktığımızda, karışıklık hali, bölünme, asayişin ve sükûnetin bozulması manalarına geldiğini görürüz. Dünyanın en stratejik bölgelerinden birisi olan Balkan coğrafyası, ismini Balkan dağlarından almaktadır. Şu halde sarp ve ormanlık sıradağları manasına gelen Balkan kelimesinin dahi, karışıklık ve bölünme manalarına dönüştüğüne şahit oluyoruz. Etnik çeşitliliğin oldukça yoğun olduğu balkan coğrafyasının Avrupa’dan farklı olarak dikkati çeken en önemli özelliğinin ise, tarihi süreçte İslam ile tanışmış olduğunu söyleyebiliriz. Genel Bilgiler Sancak ya da tarihi ismiyle Yeni Pazar Sancağı, Balkanlar’ın merkezinde, Müslüman Bosna-Hersek, Arnavutluk, Kosova ve Hristiyan Sırbistan ve Karadağ ülkeleri ile komşudur. “Sancak” kelimesi, Osmanlı dönemindeki idari yapının adı iken daha sonra bu bölgenin siyasi adı haline gelmiş ve kayıtlara bu isimle geçmiştir. Sancak, tarihte Yenipazar kentinden yönetildiği için“Yenipazar Sancağı” olarak da anılır. Osmanlı döneminde teşekkül etmiş bir idari bir bölge olan Sancak’ın, asıl vazifesi Bosna Hersek ve Kosovalı Müslümanlar arasında bir köprü vazifesi görmek iken, maalesef günümüzde Sırbistan ile Karadağ devletleri arasında paylaşılmış durumdadır. Sancak bölgesi günümüzde Kuzey doğu ve güney batı olmak üzere ikiye ayrılır. Doğu, Kuzey Sancak Sırbistan idaresinde iken, güney batı Sancak ise Karadağ Cumhuriyeti sınırları içerisinde bulunmaktadır. Sancak bölgesini bir bütün halinde düşündüğümüzde, 8.687 km karelik bir toprak parçası üzerinde yaşayan 500.000’i aşkın bir nüfus ile karşılaşırız. Toplam nüfusun % 60 inden fazlasını da Müslümanlar oluşturmaktadır. Bölgenin kuzey kısmını Yenipazar, Tutin, Sjenica, Prijepolje, Yeni Varoş, Priboj gibi şehirler oluştururken, A / 14 / IGMG • PERSPEKTİF Yeni Pazar güney kısmında ise Taşlıca, Akova, Berane, Rozaje ve Plav şehirleri bulunur. Tarihte Sancak Sancak’ın tamamen Osmanlı idaresine girmesi 1455–1463 yılları arasında gerçekleşmiştir. İshak Bey’in oğlu İsa Bey, Sancak’ı fethettikten sonra Eski Pazar’a (Trgovişte) alternatif olarak Yenipazar kentinin temelini atmış, cami, hamam, kışla ve çarşıdan oluşan ilk yapıları inşa ettirmiştir. 1584 yılında Bosna Eyaleti’nin bir sancağı haline getirilen Yenipazar şehrinin ticaret yolları üzerinde bulunması Osmanlı Devleti için büyük önem taşıyordu. Dubrovnik-İstanbul yolu Sancak’tan ve Yenipazar’dan geçiyordu ve aynı şekilde Saraybosna’dan İstanbul’a giden yol da Sjenica civarında Dubrovnik’ten gelen yol ile birleşiyordu. Sancak bölgesi Osmanlı idaresi altında 16 ve 17. yüzyıllarda siyasi, askeri ve ekonomik açıdan huzurlu bir dönem yaşamıştı. Evliya Çelebi’nin yazdığına göre 1660 yılında Yenipazar’ın 4050 mahallesi, 23 camisi, 11 mescidi, 5 medresesi, 12 000 hanesi, 1100 dükkânlı çarşısı, birçok han, hamam ve kervansarayı bulunmakta ve Saraybosna’dan sonra Bosna Sancağının en büyük şehri konumundaydı. Ancak bu refah dönemi Balkanlarda yaşayan tüm Müslümanların bugün dahi bitmeyen çilelerinin başlangıcını teşkil ettiği kabul edilen II. Viyana Kuşatması ve sonrasındaki Osmanlı-Avusturya Savaşı (1683-1699) yeni bir dönemin başlangıcı oldu. Bu dönemden itibaren yaşanan savaşlarla birlikte bölgede yaşayan Müslüman Boşnaklara ve kentlere çok ağır kayıplar verdirilirken, ekonomik sıkıntılar ve zorunlu göçler baş gösterdi. Öte yandan 18 yüzyılın ilk yarısı Yenipazar Sancağı için sadece savaşların getirdiği felaketlerle sınırlı değildi. Sel felaketleri, salgın hastalıklar da bölgedeki en büyük sorunların başında geliyordu. 1877–78 Osmanlı-Rus savaşında (93 Harbi) alınan yenilgi ve sonrasında Berlin Antlaşmasına göre Avusturya Macaristan İmparatorluğu, Bosna-Hersek’in 6 sancağını işgal etti. 7. Sancak olan Yenipazar Sancağı ise Osmanlı yönetimine bırakılarak Kosova Vilayetinin altı sancağından biri oldu. Ancak Balkan Savaşı çıktığında Sırplar az bir d ü nya direnişle karşılaşıp Sancak ve Kosova bölgesini işgal ettiler. Böylece Sancak, diğer Balkan topraklarıyla aynı kaderi paylaşarak Osmanlı hâkimiyetinden çıktı. Balkanlardaki geri çekilmeyi ve acıları en derinden hissedenlerden biri de merhum Mehmet Akif olmuştu. Akif, bu dönemde vaazlarıyla, şiirleriyle, yazılarıyla halkı bilinçlendirmek için var gücüyle uğraştı. Fakat neticede 1913 yılında imzalanan antlaşmalarla Türkler Balkanlara veda ettiler. Bu dönemden sonra Sırpların idaresindeki Yugoslav Krallığı’nın (1918–1941) bir parçası olan Sancak bölgesi politik kimliğini kaybetti. . 1943 yılında Sancak kendini özerk ilan etse de 1945 sonrası Tito Yugoslavya’sı döneminde Sancak bölgesi tekrar Sırbistan ve Karadağ arasında paylaşıldı, ancak buna rağmen günümüze kadar bölgenin adı Sancak olarak anılmaya devam ederken, Sırbistan ile Karadağ’ın hiç bir hukuki temele dayanmayan bu paylaşımı, uluslararası alanda bir oldubitti olarak kabul edilmektedir. Bölgede Bosna Hersek ve Kosova savaşları (1992– 2000) döneminde de büyük sıkıntılar yaşandı. Günümüzde Sancak Bugün, nüfusunun çoğunluğu Müslüman bir bölge olarak iki Hristiyan devlet arasında paylaşılmış olması, Sancak’ın sıkıntılarının baş kaynağını oluşturmaktadır. Burada Müslümanların Sancak adını anmaları yasa ihlali sayılırken, Müslüman halk ekonomik, siyasi ve kültürel alanda kısıtlamalara maruz kalmaktadır. Yasal düzenlemeler her ne kadar Boşnakların Sırp ve Karadağlılarla aynı haklara sahip olduklarını söylese de, Avrupa’nın ortasında Sancaklı Müslümanların ikinci sınıf vatandaş muamelesine tabi tutuldukları görülüyor. Diğer yandan günümüzde Sancak bölgesinde Müslümanların en yoğun olduğu yerleşim yeri Yenipazar’dır. Sancak’ın aynı zamanda en büyük kenti olan Yenipazar, uçaktan kuşbakışı izlediğinizde bir Anadolu şehrini, küçük beyaz evleriyle Safranbolu’yu andırır. Bölgede Osmanlı kültürünün izlerine bolca rastlanır. Osmanlı medeniyetinin Balkanlar’ın tarihi dokusunu nakış nakış işlediği camiler, hamamlar, tekkeler, çarşılar, köprüler, çeşmeler, hanlar ve imarethanelerin tüm tahribat ve tecavüzlere rağmen bir kısmı ayakta kalmayı başarabilmiş ve bölgedeki İslami yaşamın simgesi haline gelmişlerdir. Bugün Balkan Müslümanlarının büyük kısmının kendisini Türk olarak tanımladığını göz önünde bulundurduğumuzda, tarihi bağlarımızın ne denli güçlü ol- duğunu ve bugün dahi halen bu bağların devam ettiğini görürüz. Özelde Sancak, genelde Balkan Müslümanları bugün Türkiye’yi ikinci vatanları olarak görmektedirler. Tarihi süreçte Balkanlardan Anadolu ve Türkiye topraklarına yapılan göçler bunun en önemli göstergesidir. Sancak, beş asırdan uzun süren Osmanlı döneminde Bosna’ya bağlı sancaklardan birisiydi ve bu manada esasında bugün de Bosna’nın doğal bir uzantısıdır. Bosna ve Sancak aynı zamanda etnik ve dini birliktelik içerisindedirler. Zira merhum Aliya İzzetbegoviç’in tabiriyle; aslında Sancaklı Boşnaklar Bosnalıların Berlin paylaşımında Drina’nın öte yakasında kalan ve daha şanssız olan kardeşlerinden başka bir şey değildir. Mevcut Hukukî Statü 1974 Yugoslavya Federal Anayasasına göre Sancak’taki Müslmanlar, Bosnalı Müslümanlarla birlikte Yugoslavya’nın 6 kurucu halkından birisiydi. Ancak 2003 yılında Sırbistan tarafından Sancak’taki Boşnakların (Müslümanlar) kurucu halk statüsü iptal edilerek azınlık statüsüne düşürüldü. Sancak Müslümanlarının en üst temsilcisi Sırbistan tarafından da kabul edilen ve otonom bir yapıya sahip olan Sancak Boşnakları Millî Meclisi’dir. Aynı statü Sancak’ın Karadağ tarafında kalan bölümü için de geçerlidir. Bu Millî Meclis dil, kültür, eğitim ve kısmen yerel yönetimlerin idaresinde söz sahibidir. Kaynaklar: • “Sancak”, TDV İslam Ansiklopedisi, Cilt 36, S.99–102, İstanbul, 2009 • “Dünden Bugüne Sancak”, Hüseyin Gül, www.bosnakforum.com • http://sancak.ihh.org.tr JUNI / HAZİRAN 2010 / 15 / k ül t ür Avrupa’da Tıp Müslümanların günlük yaşamımıza katkıları İlknur Melekoğlu • [email protected] unus, 830 yılında inşaa edilen Kayravan Hastanesi nedeniyle adeta tıbbî bilginin beşiğiydi. Daha önceki yazılarımızda da değindiğimiz Kayravan Hastanesi sağlık hizmetleri vermesinin yanısıra, tıp alanında ciltler dolusu kitaplar yazan bilim adamlarına da sahipti ki, bu kitapların çoğu Constantinus Africanus gibi isimler tarafından Avrupa’ya tanıtılmıştır. Hristiyan olan Constantinus Africanus 11.yüzyılda bir çok tıp ansiklopedisini Latince’ye tercüme ederek İslam dünyasının eserlerinin Avrupa’ya taşımıştır. Onun bu çalışması Avrupa’daki tıp eğitiminde devrim yapmakla kalmamış, aralarında bir çok ünlü tıp hocasının bulunduğu yeni bir nesil ortaya çıkarmıştır. Latince’ye “Pantegni” adıyla tercüme ettiği, 10.yy’da İranlı hekim Ali ibn Abbas tarafından yazılan “Asil Kitap” Constantinus’un Latince’ye kazandırdığı en önemli eserdir. Bu eser 1515 yılında Fransa Lyon’da, 1536’da İsviçre Basel’de yeniden basılmıştır. Ali ibn Abbas’ın “Asil Kitap”ı Müslüman tıbbın en iyi klasikleri arasında yer alır. Constantinus bunun yanısıra diet, mide, unutkanlık, melankoli ve cinsellik gibi konularda da tercümeler yapmıştır. Tercüme ettiği bir diğer önemli eserde “Uzak ülkelere giden yolcular için rehber”dir. Bu eser patoloji (hastalıklar bilimi) alanının kolayca anlaşılmasını sağlayacak bir tanıtıcı rehber özelliğindedir. Hekim İbn Cezzar tarafından yazılan “Uzak ülkelere giden yolcular için rehber” ya da “Yolcunun hazırlığı” adıyla bilinen bu eser Ortaçağ’ın en çok satan kitapları arasındaydı. İbn Cezzar, Kayravan Hastanesi’nde eğitim görmüş, aynı hastanede hekimlik yapmış ve 1005 yılında yine orada vefat etmiştir. 80 yıldan fazla yaşayan İbn Cezzar vefat ettiğinde geride 24000 dinar para ve 25 quintar (1 quintar 45 kilogram) ağırlığında, tıp alanında ve diğer alanlarda olmak üzere, kitap bırakmıştır. Onun mirası arasında kadın hastalıkları ve tedavileri alanında hazırladığı bir araştırma eseri de bulunmaktadır ki, bu eser ona T / 16 / IGMG • PERSPEKTİF Ortaçağ Batı Avrupa’sında ün ve etki kazandırmıştır. Constantinus’un Latince’ye “Viaticum peregrinantis” adıyla tercüme ettiği “Yolcunun hazırlığı”nı, Synesios, Rumca ve İbranice’ye “Zedat ha-derachim” adında tercüme etmiştir, bu tercüme eser de uluslararası boyutta en çok satan ve okunan kitaplar listesine dahil edilmiştir. Tıpkı günümüz yolcuları gibi Ortaçağ’daki yolcular da her türlü hastalığın yolda nasıl tedavi edileceğine dair tavsiyeler ve bu kötü zamanların nasıl atlatılacağına dair referanslar aramışlardır. Bu özellikleri barındıran, kızamık ve su çiceği hakkında önemli tanımlamalar yapan “Yolcunun hazırlığı”, sadece yolcular için değil tüm insanlar için sistematik ve kapsamlı bir tıbbî çalışma niteliğinde idi. “Yolcunun hazırlığı”, “Articella” ya da “Ars medicinae” denen ve Avrupa’da okutulan ders kitapları arasına girmişti. Bu yönüyle de kitap Salerno, Montpellier, Bologna, Paris ve Oxford’daki üniversitelerde ve tıp okullarında ders kitabı olarak okutulmuştu. Constantinus’un çalışmalarını Joannes Afflacius ya da Joannes Saracenus adıyla bilinen Müslüman öğrencisi devam ettirmiştir. 1103 yılında vefat eden Joannes Saracenus aynı zamanda Salerno Hastanesi’nde hekimdi. Saracenus uröloji ve ateş hakkında inceleme yazıları da yazmıştır. Arapça’dan tercüme edilen çalışmalar kısa sürede gerek tıp okullarıyla Avrupa’daki ana eğitim merkezi konumunda olan Salerno’da, gerekse Avrupa’daki diğer alanlardaki tüm eğitim merkezlerinde popüler hale geldi. Avrupa’da derin etkiler yapan bir diğer tıbbî eserde Batı’da “Hekimlerin Prensi” olarak tanınan İbn Sina’nın çalışmasıdır. Onun 11. Yüzyıldaki, 760 ilaçtan fazla ilacı tanıttığı Kanon’u 6 yüzyıl boyunca tüm dünyada tıp alanındaki en yüksek otorite kabul edilmiş, muhteşem bir tıp ansiklopedisidir. İbn Sina’nın bilimsel, felsefik ve teolojik görüşleri Albertus Magnus, St Thomas, Duns Scotus ve Roger Bacon gibi pek çok önemli isim üstünde izlerini bırakmıştır. 13.yy’ın modern hükümdarlarından Kutsal Roma İmparatoru ve Sicilya Kralı II.Frederick de Müslümanların çalışmalarına ilgi duyarak, bilim adamı Michael Scott’u İbn Sina’nın çalışmalarını getirmesi için Kordoba’ya göndermiştir. Bilinen ilk; tıbbî terimlerin alfabetik sınıflandırması, hastalıkların ve ilaçların listelenmesi ve psikolo- k ül t ür Tunus Kayravan Camii ve Kayravan Hastanesi kompleksi jik tedaviler kitabı “Kitab Al-Maa” (Suyun Kitabı)dır. İbn Tababi adıyla da tanınan Azdi’nin yazdığı bu kitapta ilk sayfada su kelimesi yer aldığı için eser bu adı almıştır. 1033 yılında Müslüman İspanya’da Valencia’da ölen yazar geride bu 900 sayfalık el yazması eserini bırakarak, çağdaşlarının ve gelecek nesillerin istifadesine sunmuştur. Razi’nin 20 ciltlik “Kapsamlı Kitap”ı tüm tıp alanlarını kapsamaktadır. Latince’ye “Liber Continens” adıyla çevrilen bu eser, Batı’da birkaç yüzyıl boyunca en çok saygı gören ve en sık kullanılan tıp ders kitaplarından olmuştur. Razi’nin çalışması 1395’de Paris Üniversitesi’nde tıp fakültesi kütüphanesini oluşturan 9 kitaptan biri idi. Güney İspanya’nın, Kordoba’nın sıradışı hekimi Zahravi’nin yaklaşık 1000 yılında yaptığı çalışması da gözardı edilemez bir eserdir. Onun değerli tıp mirası “alTasrif ”dir. Batı dillerine “İlaçların Düzenlenmesi”adıyla çevrilen bu eser oldukça pratik bir rehber niteliğindedir. Zahravi hekimlik kariyeri boyunca edindiği tüm tıbbî bilgiyi bu 30 ciltlik Tasrif ’inde toplamıştır. Kendisi çok az seyahat eden Zahravi kazada yaralanların tedavisi ile ilgili geniş bir tecrübeye sahipti. Kitabın en önemli özelliği, tıp alanındaki hemen hemen her alanda yapılması ve yapılmaması gerekenleri belirterek pratik tıbbın kurallarını oluşturmasıdır. Bunların yanısıra kitap Zahravi’nin geniş tecrübeleri sonucu keşfettiği çözümler ve tedavi yöntemlerini de içerir. Tasrif ortaçağdan modern zamanlara dek ameliyat aletleri hakkındaki tek ve biricik kaynak olarak tarih sahnesindeki yerini almıştır. Tasrifte yer alan “Ameliyatlar hakkında”ki ciltte 200’den fazla ameliyat aletinin çizimlerle anlatılmış olması kitabı diğerlerinden farklı kılan önemli bir özelliktir. Zahravi’nin ameliyat teknikleri de devrim niteliğinde idi ve Tasrif ’in ameliyatlarla ilgili olan kısımları Cremonalı Gerard tarafından Latince’ye tercüme edilmiş, 1497 de Venedik’te, 1541’de Basel’de, 1778’de Oxford’da yeni baskıları yapılmıştır. Böylece Zahravi’nin tüm bilgi ve özenli operasyonları Avrupalılara ulaştı ve Tasrif, referans kitabı ve ameliyatlar için el kitabı olarak Salerno ve Montpellier gibi Avrupa’daki tıp okullarında okutuldu ve buralarda yıllarca okullardaki tıp müfredatlarında merkezi konumda yer aldı. Sadece öğrenciler değil pratisyen hekimler de Tasrif ’den faydalandı.19.yy Fransız hekimi ve tıp tarihçisi L.Lerlerc Tasrif ’in etkisini şöyle anlatır: “Ortaçağ Avrupasındaki ameliyatların geliştirilmesinde Tasrif ’in tercüme edilmesi önemli bir rol oynamıştır.”Tasrif bugün ABD Congress Kütüphanesi’nde ve başka bir çok kütüphanede bulunabilir. 1288’de vefat eden Suriyeli İbn Nafis bizlere 80 cilttlik “Tıp üstüne eksiksiz kitap”ı bırakmıştır. Elyazması bu dev eserin kısımları; Şam, Halep, Bağdat, Oxford ve Kalifornia Palo Alto (İbn Nafis’in elyazmasından büyük bir parça buradadır)’daki kolleksiyonlarda mevcuttur. Pek çok tıbbî bilgi, teknik, ilaç ve çareler Müslüman eserlerin tercümesiyle olduğu kadar, Müslüman hekimlerle haçlıların direk temasıyla da (hekimlerin haçlıları tedavi etmesi vasıtasıyla) Avrupa’ya geçmiştir. Müslüman hekimler alanındaki üstünlükleriyle ünlüydüler ve İngiltere Kralı Aslan Yürekli Richard’ı bile Selahaddin Eyyubi’nin hekimi tedavi etmiştir. Müslüman tıpçıların çalışmaları muazzamdı. Onların yazıları, hijyen standartlarını ve koruyucu hekimliği yaydığı kadar “karanlık çağ” denen ortaçağda halk sağlığının geliştirilmesine de yol açtı. “Herşeyin kaynağı olarak düşündüğümüz Yunan bilimi, reforme edildi, eleştirildi ve İslam dünyasında alternatif bir bilim oluşturuldu. Ancak bundan sonra rönesanscılar Arap bilminin sanatın en son hali olduğunu düşündüler.” (Kolombiya Üniversitesi Arap ve İslami bilim uzmanı Dr. George Saliba) Kaynak: • 1001 Inventions-Muslim heritage in Our World, Prof.Salim T S AlHassani, 2006, Foundation for Science, Technology and Civilisatio JUNI / HAZİRAN 2010 / 17 / se m p oz y um Uluslararası Kimlik Sempozyumu Wuppertal’de Yapıldı slam Toplumu Milli Görüş’ün düzenlediği “Değişim Sürecinde Anlam Kaymaları-Eski ve Yeni Kimlikler” temalı uluslararası sempozyum 12 Mayıs 2010 tarihinde dünyanın çeşitli ülkelerinden gelen akademisyenlerin ve dinleyicilerin katılımı ile Wuppertal Historische Stadthalle’de gerçekleştirildi. Kimlik kavramının gerek geçmişte gerekse modernleşme sürecinde geçirdiği evrelerin sosyokültürel ve sosyopolitik açıdan derinlemesine ele alındığı sempozyum, açılış konuşmalarını takip eden ve iki güne yayılan beş oturum halinde çeşitli ülkelerden gelen akademisyenlerin tebliğleri ile yapıldı. Sempozyumun alt başlıklarının içini teorik boyutlarda ve birçok bakış açısı ile dolduran konularının uzmanları akademisyenler, katılımcıların zihinlerinde kimlik kavramının genel haritasını çizerek, konunun algılanması ve anlam çeşitliliği üzerine konuşmalar yaptılar. Açılış konuşmasında söz alan IGMG Genel Başkanı Yavuz Çelik Karahan, programa iştiraklerinden ötürü konuşmacılara ve dinleyicilere teşekkür etti. Kimlik konusunun çağımızın en önemli problemlerinden biri olduğunu ifade eden Karahan, bu kavramın etra- İ / 18 / IGMG • PERSPEKTİF fında gelişen “anlam ve anlamlandırma” arayışının Müslüman toplulukları da ihtiva ettiğini belirtti. Müslümanların da eski aidiyetlerinin sarsıldığı, belki de yitirildiği hissine kapıldıklarına değinen IGMG Genel Başkanı, eski ile yeni kimlik arasında nasıl bir yol takip edileceği hususunda tereddüt içerisinde olan Müslümanların gündeminde kimliğin önemli bir yer teşkil ettiğinin altını çizdi. Farklı ülkelerden Avrupa’ya göç etmiş olan Müslümanların “Biz kimiz ve nereye aitiz?” sorusuna çok farklı ve belki de birbirine zıt cevaplar verdiklerini söyledi. “Avrupa’da yaşayan Müslümanlar çok daha farklı bir kimlik problemi ile karşı karşıyadır” IGMG Genel Başkanı Yavuz Çelik Karahan sözlerini şöyle sürdürdü: “Yaklaşık üç asrı bulan modernleşme ile yaşadığımız tecrübe bizleri; ‘eski’ olanı da ‘yeni’ olanı da yeniden düşünmeye sevk etti. Dolayısıyla Müslümanlar olarak, küreselleşen dünyada karşılaşmış olduğumuz hadiseleri hep belirli bir aidiyet kimliği içerisinde değerlendirdik. Bu yüzyılın başlarında Müslüman dünyası bir taraftan ulusal kimlikler etrafında örgütlenirken, diğer yandan yaşanan sömürgecilik sonrası modernleşmeye birer tepki hareketi olarak geli- sem p oz y um ‘Biz kimiz?’sorusu,‘Kendimizi ve başkalarını nasıl algılıyoruz?’, ‘Başkaları ile olan ilişkilerimize nasıl bir anlam yüklüyoruz?’ sorularını da beraberinde getirmektedir. Dolayısıyla bu konuları gündeme taşımak, bugüne kadar söylediklerimizin ve bundan sonra söyleyeceklerimizin muhasebesini yapmak anlamına da gelmektedir şüphesiz. şen politik dînî kimlikler üretmiştir. Klasik imparatorlukların birçok toplumsal yapısıyla çözüldüğü bu asırda Müslümanlar, içerisinde bulundukları toplumlarda varoluşlarını tanımlayacak bir paradigma inşasına yöneldiler. Bu inşa süreci, birbirinden çok farklı siyasi, geleneksel ve modernleşmeci kimliklerin ortaya çıkışı ve toplumsal arenada ifade buluşu ile devam etti. Bu farklı fikrî arkaplanların etkisiyle Avrupa’da yaşayan Müslümanlar çok daha farklı bir kimlik problemi ile karşı karşıya kaldılar. Bugün Avrupa’da yaşayan Müslümanlar olarak Avrupalı kimliği, dînî kimlik, farklı siyasi ve birçok diğer kimlik arasında kendimizi tanımlamaya çalışırken, belirli argümanlara müracaat ediyoruz. Müslümanların kendilerini tanımlama gayretleri bazen geleneksel kimliği yeniden ihya etmek, bazen siyasi kimlikler arasında bir yol tutmak gibi farklı şekillerde tecelli ediyor. Ancak şunu hatırlatmakta fayda görüyorum: Yaşamakta olduğumuz bu süreci, bir kayboluş süreci olarak algılayanlar olduğu gibi, bunun yeni kimliklerin ortaya çıkmasına imkân sağladığını ve bu yüzden olumsuz değil, bilâkis olumlu bir gelişme olduğunu söyeleyenler de vardır. Bendeniz, her iki görüşün de burada dile getirileceğini ve belki de uzun uzun tartışılacağını ümit ediyorum. Kıymetli misafirler, Bugün burada sizlerle beraber ‘kimlik’ konusunu yeniden gözden geçirmekle aslında kendi algılarımızı da tartışmaya açmış oluyoruz. Zira ‘Biz kimiz?’ sorusu, ‘Kendimizi ve başkalarını nasıl algılıyoruz?’, ‘Başkaları ile olan ilişkilerimize nasıl bir anlam yüklüyoruz?’ sorularını da beraberinde getirmektedir. Dolayısıyla bu konuları gündeme taşımak, bugüne kadar söylediklerimizin ve bundan sonra söyleyeceklerimizin muhasebesini yapmak anlamına da gelmektedir şüphesiz. Sempozyumumuzun bize bu açıdan büyük ve eşsiz bir fırsat sunacağını düşünüyorum. Hızla akıp giden gündem karşısında acele ve hazır cevaplar yetiştirmek yerine doğru soruları sorarak, sihhatli cevaplara ulaşabilmek için bu tartışmaları gerekli görüyoruz. İslam Toplumu Milli Görüş olarak toplumumuzun ve bilhassa Müslümanların karşılaştıkları siyasi tanımlamalar ve hatta yaftalamalardan kendimizi beri tutarak ilmî temeller üzerinden bir düşünce inşaasına ve bu doğrultuda sıhhatli cevaplara ulaşmayı gerekli görüyoruz. JUNI / HAZİRAN 2010 / 19 / se m p oz y um Bize eşlik etmek ve değerli fikirleriyle katkıda buyanacak kadar suistimal edildiğini söyledi. Toleransın lunmak üzere aramıza katılan konuşmacılarımıza ve İmparatorluk bünyesinde belli sınırlarının olduğunu, siz kıymetli dinleyicilerimize, programımıza iştirak et19. Yüzyıl’da oluşmaya başlayan ıslahat hareketlerine me nezaketini gösterdiğinizden dolayı tekrar teşekkadar azınlıkların mutlak anlamda eşit haklara sahip kür eder, sempozyumumuzun hayırlara vesile olmaolmadığını da sözlerine ekledi. Daha sonra söz alan Prof.Dr. sını yüce Rabbim’den niyaz ederim.” Y. Michal Bodemann’ın altını doldurduğu başlık ise Akabinde sempozyumun giriş konuşmasını yap“Avrupa Yahudilerinde Tarihi Gelişim” idi. Avrupa’daki mak üzere kürsüye yazar Dücane Cündioğlu çıktı. KimYahudi toplumunun geçmişten günümüze ne gibi evliğin Kimliği başlıklı konuşmasında kimlik kavramırelerden geçtiğine değinen Bodemann, Yahudi Diasnın anlamlandırılması meselesinde algı çeşitliliğinin porası’nı örnek vererek Müslümanlara “dışlanmayın” tavetimolojik açıdan değerlendirmesini yaptı. İnsan fıtsiyesinde bulundu. İnanılan genel kanının aksine Yaratının “kimsin sen?” sorusuna vereceği cevabın ancak hudi gücünün abartılmaması gerektiğini söylerken, dış karşısındakini tanımlamasıyla ortaya çıkabileceğini beetkenleri de bir tarafa bırakıp Müslümanların kendi seslirten Cündioglu, bu bireysel algının toplumsal talerini duyurmaya çalışması gerektiğini belirtti. nımlamalara mutlak zemin oluşturduğunu söyledi. Dördüncü oturumun konu başlığı olarak seçilen “BaTürkiye Cumhuriyeti Başbakanlık Baş Danıştı Avrupa’da Kimlik Politikalarının Müslümanlar Üzemanlığı görevini yürüten Doç. Dr. İbrahim Kalın’ın, rindeki Etkisi”nde konuşmacı olarak Prof.Dr. Birgit Rombaşkanlığını yaptığı ilk oturumun konusu “Müslüman melspacher ve Prof.Dr. Pamela Irving Jackson hazır buKimliği ve Batı” idi. Konuşmacı olarak söz alan Prof. lundular. Başkanlığını Dr.Sabiha El-Zayat’ın yaptığı otuDr. Mahmut Erol Kılıç, rumda ilk olarak Prof. konuşmasını tasavvufi Rommelspacher söz aldı. kökenlere dayandırarak Prof. Jackson konuşmasınMüslüman kimliğinin da Avrupa Birliği, Almanakli değil kalbi hissiyatya, Fransa ve ABD’de yüSempozyumun son konuşmacısı olarak IGMG Gela oluşan bir olgu oldurütülen Müslümanlara yönel Sekreteri Oğuz Üçüncü söz aldı. Küreselleşmeğunu belirtti. nelik politikalara değinirken nin kimlik oluşumunda önemli bir yer edindiğinin “Kimlik ve Öteki” koProf. Rommelspacher Alnulu ikinci oturumun manya’nın birleşiminden altını çizen Üçüncü, IGMG örneğinden yola çıkarak başkanlığını Prof. Dr. sonra şekillenen göçmen poAvrupa’da yaşayan Müslümanların yaşadığı kimlik Werner Schiffauer yaptı. litikasını irdeledi. “Müslümanlar AvruSempozyumun son tecrübelerini irdeledi ve Müslümanların da ötekipa’nın Ötekisi mi?” soruoturum konusu olarak leştirdiğini değişik örneklerle açıkladı. suna cevap amacıyla ha“Göç, Kimlik ve IGMG” işzır bulunan Dr. Hisham lendi. Sözü ilk olarak Prof. A. Hellyer, MüslümanDr. Werner Schiffauer alların öteki olarak nitedı. “Yeni Kimlik Açılımları, lendirilemeyeceğini, geçMelez ve Öteki Kimlikler” alt mişte Avrupa’da var olbaşlığını irdeleyen Schiffauer, dukları gibi gelecekte de bu varlıklarını devam ettibireyin “Ben kimim?” ve “Bu toplumda Müslüman olareceklerini beyan etti. Akabinde, oturumun ikinci korak ben kimim?” sorularına teorik çerçevelerde cevapnuşmacısı olarak söz alan Doç. Dr. İbrahim Kalın ise lar vererek konuştu. Osmanlı hoşgörü örneğini ve yeni sözlerine Avrupa’nın Müslümanlara “öteki” olgusukimlik arayışlarını karşılaştırmalı bir şekilde ele alarak nu hissettirdiğini söyledi. Siyasi arenalarda her ne kadinleyicilere açıklamalarda bulundu. Daha sonra otudar açık olarak beyan edilmese de ötekileştirmenin gözrumun ve sempozyumun son konuşmacısı olarak IGMG le görülür bir gerçek olduğunu bildirdi. Genel Sekreteri Oğuz Üçüncü söz aldı. KüreselleşmeSempozyumun ilk gününün son oturumda“Azınlık nin kimlik oluşumunda önemli bir yer edindiğinin alTecrübesi ve Kimlik”konusu işlendi. Başkanlığını Prof.Dr. tını çizen Üçüncü, IGMG örneğinden yola çıkarak AvÜmit Meriç’in yaptığı oturumda ilk sözü Doç.Dr. Musrupa’da yaşayan Müslümanların yaşadığı kimlik tecrütafa Macit Kenanoğlu aldı. “İslam Dünyasında Azınbelerini irdeledi ve Müslümanların da ötekileştirdiğini lıklar” başlığını Osmanlı İmparatorluğu’nun azınlıklar değişik örneklerle açıkladı. politikasını ele alarak incelemeye çalışan Prof. KenaSempozyumda ayrıca sanatsal etkinliğe de yer venoğlu, Osmanlı İmparatorluğu’nun Batı toplumlarına rildi. Grup Salsabil’in musikinin en seçme eserlerinnazaran azınlıklara karşı daha hoşgörülü olduğunu faden oluşan bir repertuar sunduğu konserde, dinleyikat günümüzde bunun bazı kesimlerce şovenizme dacilere musiki ziyafeti sunuldu. / 20 / IGMG • PERSPEKTİF sem p oz y um Kimliğin kimliği Uluslararası Kimlik Sempozyumu’nun açış konuşmasını yazar Dücane Cündioğlu yaptı. Cündioğlu konuşmasında özellikle kimlik ve aidiyet konusunu değerlendirdi. vrupa’da gerek milliyetçi gerekse dini hareketler, akımlar kendilerini sürekli aynı terimle adlandırdılar: Hareket terimi ile. Bu terimin, yani “Bewegung” teriminin şu anda bulunduğumuz ülkede, Almanya’da ve Almancada, hususi bir anlamı olduğunu zannediyorum. Buradaki konukların hepsi takdir edeceklerdir. Hareket, eylem, değişme, gelişme yani sürat 19 ve 20. yüzyılın en başat terimlerinden oldu. Düşünce akımları bile kendilerini hareket terimi ile yani “Bewegung” ile adlandırmayı tercih ettiler. Oysa düşünmek için harekete değil durmaya ihtiyaç vardır. Mesela Almancada “verstehen” durmak kelimesinden türetilmiştir, yani “stehen”. İngilizcede de böyledir, “understanding”; “standing” olmadan anlama olmaz. Yunancada da böyledir, “episteme” kelimesi “siteme”den gelir, durmakla alakaladır. Arapçada “vakafa” fiili, vâkıf olmak, anlamak manasına geldiği gibi, aynı zamanda durmak manasına gelir. Özetle, anlamak için durmaya gerek vardır. Fakat Karl Marx’ın, özellikle Feuerbach üzerine tezlerinin onbirincisinde, zannediyorum hepiniz biliyorsunuzdur. “Die Philosophen haben versucht” diye başlayan o ünlü cümlesinde, “filozoflar dünyayı anlamaya, yorumlamaya çalıştılar ama yapılması gereken onu değiştirmektir” der. Marx’ın bu sözünden sonra düşünme sokağa indi, meydana indi ve durmaktan vazgeçti, çünkü düşünmenin konusu, anlamak, “interpretation”, yani yorumlamak değil, eylemek halini aldı. Yine hatırlayacaksınız Goethe “önce söz vardı, logos vardı” sözünü, önce eylem vardı diye tercüme etmiştir. Niçin böyle bir giriş yaptım. Kimlik meselesinin, üzerinde çok konuşulan bir mesele olmak itibariyle, iyi bilindiği tanımlandığı düşünülür. Oysa felsefi düşünme kimlik üzerinde de muhataplarını durmaya davet etmek zorundadır, onları hareketten alıkoymak zorundadır, düşünmenin hakkını verebilmek için tabiî ki. Jean-Jacques Rousseau, con- A tra social, toplumsal sözleşme adlı risalesinin ilk cümlesinde şöyle söyler; “İnsanlar özgür doğarlar, fakat zincirlere vurulmuş olarak yaşarlar”. İnsanların, özgür doğan insanların, vurulduğu zincirler nedir, akla ilk bu gelir. Acaba mesela kimlik, bu manada zincirlerden birini teşkil edebilir mi? O bakımdan, belki biraz derine kazmayı, kimliğin, batı dillerinde de, Arapçada ve Türkçede de, iki anlama birden geliyor olmasının üzerine gitmeyi deneyeceğim. Mesela, İngilizcede, Almancada, Türkçede, “wer bist du?” diye sorulduğunda, verilecek cevap, bir milliyet, bir din, bir meslek, bir sınıf beyanına dayanmaz, yani kimsin sorusuyla, nesin sorusu arasında bir ayrım yapar zihnimiz. Sözgelimi, İrlanda kurtuluş ordusuna mensub askerler gelip geçenleri çeviriyorlarmış. Bir tanesine sormuş, İrlandalı militan, demişki Katolik misin Protestan mı? Adam düşünmüş, Protestanım dese canına okuyacaklar; Katoliğim dese bir sürü soru soracaklar, ben kestirmeden gideyim diyerek, “Ben ateistim” demiş. İrlandalı militan, “ateist olup olmaman önemli değil” demiş, Katolik ateist misin, Protestan ateist misin? Şimdi biraz durmanızı ve düşünmenizi rica edeceğim. Acaba barış zamanında olsaydı, İngiltere ile İrlanda arasında savaş olmasaydı, o İrlandalı asker ateist olup olmaman önemli değil diyebilir miydi? Zannetmiyorum. Peki acaba niçin muhatabının ateist olup olmamasını önemsemiyor da, Katolik ateist ya da Protestan ateist olmasını önemsiyor? Çünkü orada soru askeri ve politik bir sorudur. Yani sen hangi taraftansın? Kimdensin? Kimlerdensin? Neyin nesisin? Bizden misin? Onlardan mısın? Öteki misin? anlamında bir sorudur. O yüzden, kimlik meselesi, politik, askeri, hatta iktisadi bağlamından ayırt edilerek tecrit edilerek tartışılamaz. J.J. Rousseau’nun işaret ettiği zincirler, o bizim ateistimizin zincirleri gibi, Tanrıya inanmasa bile kendisini muhakkak bir kampa ait olarak görmesi değil, dikkatinizi çekerim bulması gerekiyor. Yani kendisini belli bir çerçevenin bir kimliğin içerisinde buluyor ve bulmak zorunda. Avrupa’daki Türkler, Müslümanlar, Yahudiler, Müslümanım, Türküm diye kendilerine sorulan soruya cevap verdiklerinde aslında şöyle bir gizli soruya muhatap olduklarını hep düşünürler: Müslüman olup olmaman önemli değil. Sen Avrupalı Müslüman mısın? Diyelim Ortadoğulu, Asyalı Müslüman mısın? Bu “Avrupa İslamı” şeklindeki tanımlamalar, Müslümanlık terimini, bizim fıkramızda olduğu gibi, bölgeye göre, kültüre göre ayırt etmek ihtiyacında ve zannediyorum yarım yüzyıl içerisinde Avrupalı Müslümanlar, Avrupalı olmayan Müslümanlardan ciddi ölçüde ayrışmış olacaklardır, ben bunda bir beis şahsen görmüyorum. Şimdi tekrar başa dönecek olursam. Kimsin sorusu yani “Wer bist du” sorusu, ister istemez bir kişiliği ortaya çıkarır, yani “Persönlichkeit” bir, aynı person yani, diyebilir ki sen JUNI / HAZİRAN 2010 / 21 / se m p oz y um kimsin sorusuna muhatap “Ich bin eine Person”, ben bir şahsım ben bir kişiyim. Fakat şöyle de sorulabilir, “Was bist du”, sen nesin, “katolisch oder protestantisch”. Sorudaki zamir değişiyor. “Wer”‘in yerini “Was” alıyor. Yani artık bir “Persönlichkeit”dan bir kişilikten değil bir “Sachlichkeit”dan bir “Sache” dan söz ediyoruz. Şimdi Türkçede, Arapçada, batı dillerinde de, kimlik kelimesinin iki anlamı olduğunu söylemiştim, işaret etmiştim. Bir tanesi, hiç tereddüt etmeden söyleyebilirim, bizim Osmanlıcada, Arapçada, Türkçede hüviyet dediğimiz kelime, yani biz kimlik kelimesini hüviyet olarak karşılarız. Kimlik batı dillerinde de aynı şekilde karşılanıyor. Fakat “İdentität”, mesela Heidegger’in bir risalesinin adı “Identität und Differenz”, yani oradaki “Identität” esas itibari ile “identity” kimlik demek değildir. Ayniyet demektir. Almancada da sorulduğunda mesela, biri diyebilirki “Wer bist du” denildiğinde, “Ich bin mit mir identisch”. Dolayısıyla “Identität”, sadece hüviyet demek değildir, ayniyet demektir, yani günümüz türkçesi ile özdeşlik demektir. Neyin neyle özdeşliği? Tekrar soruyu soralım, “Wer bist du?”, muhatabımız diyebilirki, “Ich bin ich”, ya da Descartes’ın dediği gibi, “Ich denke, also bin ich”. Biraz düşünmek lazım. Durmak ve düşünmek lazım. Anlamı nedir, ben benim, “Ich bin ich”. Bizim tasavvufi kültürümüze atıf yaparak, Yunus Emre’ye atıf yaparak, “bir ben var bende benden içeru”. Yani iki tane ben var. Özdeşlik, ayniyet, eğer insan aklının ilk ilkesi olmak itibari ile “Identität”e yani özdeşliğe, yani ayniyete atıf yaparak söyleyecek olursak, A, A’dır. Eğer A, A ise, A aynı zamanda non A’dır, A olmayandır. Demek oluyor özdeşliğin, ayniyetin olduğu heryerde gayriyette vardır. Benin olduğu heryerde sen zorunlu olarak vardır. Fakat, A eşittir A diye formüle edelim. A eşittir A ile, A ve A arasında çok basit bir fark var. A eşittir A’da iki tane A var. İki A’nın birbirine eşit olduğu söylenir fakat gayrılık yoktur. Buna mukabil A, A’dır dediğimizde zorunlu olarak aklın en temel üç ilkesinden biri, biliyorsunuz özdeşlik ilkesidir diğeri çelişmezlik ilkesi. Eğer A, A ise, A zorunlu olarak A olmayandır. Ben bensem, ben sen değilim demektir. Dolayısıyla “Identität” yani ayniyet zorunlu olarak özdeşlik anlamı kazanır ve kimlik bu manaya dahil değildir. Burada iki gün boyunca tartışmaları göreceksiniz, değerli bilim adamları milli kimliklerden, dini kimliklerden, sosyal sınıfsal kimliklerden söz edecekler. Ama ben benim, “Ich bin ich” diyorsam, kimlik nerede? Burada kimlikten değil, hüviyetten değil, özdeşlikten söz etmiş oluyoruz. Batı düşüncesinde özdeşlik ile kimlik arasındaki ayrımı daha uzun bir süre analiz etmeyi isterdim, fakat hızlı bir şekilde İslam dünyasına geçmek istiyorum. İslam dünyasında da hüviyet kelimesi iki anlama gelir. Biri mantıkta, klasik mantıkta, hüviyetin tanımı “hakikat ma teşahhus”dur, yani tam anlamıyla, bir hakikate, hakikatle bir- / 22 / IGMG • PERSPEKTİF likte bulunan teşahhusa hüviyyet denir. Hakikat, mahiyyet ve hüviyetten söz ediyorum. Hüviyet bir hakikatle bulunan teşahhusun, kişiliğin, “Persönlichkeit”ın adıdır. Fakat çok enteresan ikinci manası teveccüd demektir. Yani vücud, “Sein” demektir. “Das Sein”. Bunu nereden biliyoruz? Batı felsefesi, Yunan felsefesi İslam dünyasına tercüme edildiğinde bazı sorunlarla karşılaştı Süryani, Müslüman ve Hrıstiyan mütercimler. “Ist”, “est”, “sein” ve “to be”nin kipleri Arapçada yoktu. Arapçada diyelim ki, bir isim cümlesinde, yani bir subjekt bir prädikat, birde kopula, bir bağlaç, bir bağlacın bulunduğu bir isim cümlesinde, Arapçada, Almancadaki “ist”‘e, İngilizcedeki “is”e, hatta Farsçadaki “est”e tekabül edebilecek bir varlık bildiren bağlaç, bir kopula yoktu. Bunu nereden takip edebiliyoruz, bunun için çok değerli bir kaynağa atıf yapabilirim. Farabi’nin metafizik kitabı olan Kitab-ul Huruf’unda, varlık bahsinde, Farabi batı dili Yunancada tabiiki özellikle, varlık kelimesinin nasıl tercüme edildiğini inceler. Arapçada varlık kelimesi yok. Yani bugün Arapçada vücud kelimesi kullanılır ya da mevcut kelimesi kullanılır yani, “Das Sein”, “das Seiende”. Ama bunun ikisi de otantik Kuran Arapçasına indirgenemezler. Bunlar, Yunan felsefesi ile Müslümanlar tanıştıktan sonra İslam dünyasına girmiştir. Farabi derki, varlık anlamında kullanılan ilk kelime çok enteresan, hepinizin zamir olarak bildigi “hüve”dir. Yani Arapçada varlık anlamına gelen ilk kelime hüviyet kelimesidir. Bugün kimlik olarak bildiğimiz, kullandığımız, özellikle Osmanlıcadaki hüviyet, İslam dünyasında varlık anlamında kullanılmıştır. Oysa hüve, eya demek, hii demek, zamir, isim değil ama daha sonra Müslüman filozoflar bu zamiri isim haline getirmişler, bir artikel ile tamamlamışlar ve “hüve”yi, “el hüve” yapmışlardır. Sadece Müslüman konuklar değil, diğer misafirlerimizinde bildiğini tahmin ettiğim örnek, sufiler zikrederlerken “hu” diye zikrederler. Hani biraz amiyane tabirler “hu” çekmek denir, “hu” çekilmez ama zikredilir, fakat “hu” diye sürekli dervişlerin “hu hu” dedikleri işte “hüve”dir. Bu İslam dünyasında anlaşılmış bir kelime değildir, çünkü bunu zamir olarak kavramak şeklinde genel bir eğilim vardır. Türkçede bir örnek vereyim, bizde hatlarla, kalligrafik olarak sürekli duvarlarımızı süsleyen, “Edep ya Hu” diye bir tabir vardır. “Edep ya Hu”, beni terbiye et ey varlık demektir. Burada “hüve” varlık manasına gelir, zamir manasına gelmez. O bakımdan hüviyetin Arapçadaki, İslam dünyasındaki hikayesini, kimliğin etimolojik olarak, kökenini izlemek isterseniz, orada da aynı problemle karşılaşacaksınız. Yani İslam dünyasında da hüviyet hem varlık manasına gelmektedir, hem de kimlik manasına gelmektedir. Yani varlığa bitişmiş olan, insanın hakikatine bitişmiş olan, o hakikatle birlikte bulunan teşahhus. Demek oluyorki “Identität” veya hüviyet hem varlık manasına gelebiliyor hem de kimlik manasına gelebiliyor. Arapçada Farabi buna işaret ederek, hüviyet kelimesi sem p oz y um tutmuyor. Bir süre sonra terkediliyor. Bunun yerine, hüviyetin yerine vücut, mevcut kelimeleri kullanılıyor. Fakat vecede, yani vücut ve mevcut esas itibariyle varlık, var olmak, var olan manasından çok, bulmak ile alakalıdır. Vücut ve mevcut kelimeleri İslam dünyasında kullanılmaya başlandıktan sonra, hüviyet kelimesi usulca kimlik manası kazanmıştır ve bizde hüviyet cüzdanı şeklinde, yani bir kimlik belgesi olarak da karşılığını bulmuştur. Kimsin sorusuna verilecek cevap esas itibari ile ben, benim demektir dedik. Burada ben, benimdeki ikinci ben, yani birinci ile ikinci ben arasındaki irtibat modern dönemle birlikte zihinsel bir irtibat halini aldı, yani ontolojik değil epistemolojik bir öz mahiyet, “Wesen” manası kazandı. “Descartes”a dönecek olursak, “Ich denke also bin ich” diyor. Buradaki “bin, I’m thinking therefore I am”, buradaki “I am” hangi anlama gelir? Ben anlamına gelmez. Aynı Arapçada olduğu gibi batı dillerinde de varlık manasına gelir. Dolayısıyla insanın ben kimim sorusu kendisine varlık içerisinde bir yer bulduğu takdirde cevaplanabilir. Fakat bu cevap aynı konuşmamın başında işaret ettiğim Katolik askerin önemsemediği bir cevap. Değerli Başkan konuşmasında insanın ben kimim diye sorduğuna işaret etti. Aslında dini metinler, teolojik metinler, felsefi ve tasavvufi metinler, insanın böyle bir soru sorduğunu varsayarlar. İnsan aslında ben kimim sorusunu kendiliğinden sormaz. İnsan kendisini, kendisinden hareketle anlayamaz, tanımlayamaz. İnsan insanı başkasında ve sonra kendinde tanır. Başkası olamadan insan, insanı tanıyamaz. O yüzden hepimizin bir başkasına ihtiyacı var. Avrupa’nın başkası, ötekisi kimdir? Mark Bloch üç saldırının Avrupa’nın sınırlarını çizdiğini söyler. Kuzeyden Normanlar, yani Nordmanlar, doğudan Macarlar ve Hunlar, güneyden Serakenler, yani Müslümanlar daha sonra doğudan gelenlerin ismi Türkler. Yani Avrupa, Avrupalılık bilincini, Avrupalılık kimliğini esas itibariyle ötekisi ile başkasıyla oluşturdu. Bir coğrafi olarak, iki ırki olarak, üç dini olarak, dört kültürel olarak. Yani Avrupalılık esas itibariyle ancak başkasıyla birlikte anlamı olan bir kimlik adıdır. Kerameti kendinden menkul değildir. Avrupalı, durup dururken kendisini tanımlama ihtiyacı hissetmemiştir. Onun coğrafi sınırlarını çizen Normanlılar, Macarlar, Hunlar, Osmanlılar, Serakenler, Türkler vs. dışarıdan gelenler yani bir anlamda düşmanlar, düşman bellediği öteki Avrupalı kimliğini oluşturmuştur. Peki aynı soruyu Müslümanlar için soralım. Müslüman kimliğini, Türk kimliğini oluşturan dış saldırılar nedir? Öteki kimdir? Sanırım bu soruya cevap vermeye hevesi olan çok insan var. İslam dünyasına ve Türk dünyasına, kendisini çevreleyen, dış tehdit olarak algılanabilecek bir sürü ötekiden söz edilebilir, başkadan söz edilebilir, yabancıdan söz edilebilir. Hakiki manasıyla bu kimlik tartışmasını çok önemsiyorum onun için sizi bir etimolojik bir gezintiye çıkarmak istedim, çünkü Yunancada “etimos” hakikat demektir. Yani kökü bulmak hakikati bulmak demektir. Kelimelerin ve kavramların dibini kazdığımızda hakikat için bir adım atmış oluruz. O bakımdan burada iki gün boyunca tartışılacak olan kimlik tartışmalarını esas itibari ile, bende merakla dinleyeceğim, esas itibari ile bir problemi ortaya koyacak, yani böyle bir problemin daha doğrusu sıhhatini ortaya koyacak. Nedir o problem? Bugün İslam dünyası kendisi ile ilgili kimliğini kendisi bir dış düşman ya da daha sosyolojik anlamıyla söyleyecek olursak bir ötekiden hareketle tanımlama çabası içerisinde midir? Hayır, burada fevkalade büyük bir haksızlık, adaletsizlik ve bilinç kirliliği var. İslam dünyası ile ilgili bütün kimlik tanımlamaları, ötekisinin İslam dünyası hakkındaki tanımlamalarıdır. İslam dünyası yani Müslüman entelijansiya, kendi kimliğini tanımlama konusunda özgür bir iradeye sahip değildir. Müslüman entelijansiya İrlandalı asker karşısında ateist gibidir. O bakımdan kendisine dayatılan kimliği, kimliklere razı olmak veya itiraz etme seçenekleri arasındadır. Kendi kimliğini, kendisine ilişkin tanımlarını kendisi yapacak durumda değildir. Mesela Iraklılar, bir Iraklı olmayı nasıl tanımlar? Bir Filistinli, Filistinli olmayı nasıl tanımlar? Iraklıları tanımlayan Amerikan askerleri. Kimsin diye soruyorlar, “Wer bist du?” “Katolisch oder protestantisch?” Eh Iraklı buna ne cevap verecek? Peki Filistin’e, Gazze’ye gidelim. Yolda askerler bir Filistinliyi çevirdiğinde, kimsin sen diye sorduğunda, kendisini nasıl tanımlayabilir? Tabii bu sadece bir kimlik cüzdanı beyan etmek anlamına gelmez. Burada haksızlığın, adaletsizliğin bir tarafı, öteki sayesinde kendini tanımlamak değil ötekinin sizi tanımlaması. İslam kelimesi bugün şiddet veya terörle birlikte zikrediliyor kasıtlı olarak. Medya bunu yapıyor bunu biliyoruz, bilhassa batılı medya. Peki bu bilgi kirliliği karşısında Müslüman entelijansiya kendisini nasıl tanımlayacak? Kendisini ateist olarak tanımlama şansı yok. Çünkü ya “Katolik ateistsin” diyorlar ya da “Protestan ateist”. Benim bugün ülkemde, kendi gazetemde yazdığım makalenin başlığı “”Müslüman ateist ile diyalog”. Kimlik en derinden yarıldığı takdirde, kavramların bu tür “oxymoron” anlamlar taşımaları kaçınılmazdır. Yinede diyorumki Avrupa, Avrupalı, batılı entelijansiyanın namuslu zekaları, namuslu bilinçleri ve namuslu kalemleri suçlanan, toprakları işgal edilen İslam dünyasının Müslüman entelijansiyasına kendilerini olduğu gibi tanımlama firsatı verecekler ve bu tanımlara saygı duyacaklardır. Tartışmanın özgürce yapılacağı günleri, barikatlar karşısında sorguya çekilen kimseler gibi değil, doğrudan problemi felsefi, teolojik, kültürel boyutlarıyla da tartışabileceğimiz özgür ortamların geleceği günlerin hasretiyle sözlerimi noktalıyorum. Beni sabırla dinlediğiniz için sizlere teşekkür ediyorum. JUNI / HAZİRAN 2010 / 23 / se m p oz y um Prof. Dr. Mahmut Erol Kılıç’la ‘Modern Müslüman’ın kimlik bunalımı üzerine En basitinden diyebilirim ki, modern zamanlarda kalbî bilgilenme ikincil, üçüncül konuma itilmiştir. “Kalb” modern Müslüman’ın epistemolojisinde yer almamakta ve hatta küçümsenmektedir. İlhan Bilgü • [email protected] eğerli hocam. Modernlik öncesi Müslümanlardan farklı olarak günümüzde Müslüman’ın “kimlik” ile ilgili önemli bir problemi olduğunu söylüyorsunuz. Bu problem nedir? “Kimlik”; sizin yer yüzü hayatınızı, fiillerinizi, amellerinizi de etkileyen yani bu anlamda pratiğe doğru uzantısı da olan fakat hadd-i zâtında ontolojik bir sorundur. Bir nevi “varlık” sorunudur. Sizin “ne olduğunuz”, “nereden geldiğiniz” ve “nereye gitmekte” olduğunuz bilinmeden, bunlara tatmin edici bir referans sunulmadan “ne yapmakta” olduğunuz yani “eylemleriniz” manasızdır. Modernlik öncesi Müslümanlardan farklı olarak günümüz Müslümanının kendini tanımlaması, yani kimliğini sergilemesi maalesef böylesi referanslardan kopuk bir görüntü arzediyor. Böyle olunca da “refleksif ” yani “başkasına göre” bir tanımlama geliştirmektedirler. Yani başkaları ona sen şusun deyince harekete geçen yoksa geçmeyen münfail bir durum. Bu da bence günümüz Müslümanının problemlerinin esasını teşkil etmektedir. Şimdiki Müslümanlar da, kendi özünden, cevherinden uzaklaşma görülmektedir. D / 24 / IGMG • PERSPEKTİF Bunun sebebi olarak neyi gösterebilirsiniz? Maalesef, modern Müslüman aydının kimliğinin bir refleks kimliği olduğunu itiraf etmek durumundayız. Çünkü bu kimlik, herhangi bir tepki olmadan, kendi başına bırakılarak oluşmuş bir kimlik değildir. Bir manada modern müslümanın kimliği “ötekinin”, Fanon’un tabiri ile “işgalcinin”, “tecavüzkar”ın veyahut Hegel’in tabiri ile “efendinin” tanımlamasından etkilenmiş bir kimlik olarak ortaya çıkmaktadır. Bunun içindir ki, modern Müslümanın geliştirdiği kimliklerin çok otantik, çok sahih geleneğe tâbi kimlikler olduğu kanaatinde değilim. İslam tefekkür tarihinin referans noktalarına sahip gözükmeyen nev-zuhur arayışlar bunlar. Biraz daha açarsak? En basitinden diyebilirim ki modern zamanlarda kalbî bilgilenme ikincil, üçüncül konuma itilmiştir. “Kalb” modern Müslüman’ın epistemolojisinde yer almamakta ve hatta küçümsenmektedir. Modern Müslüman, sırf hukuki terminolojiyi öne çıkaran bir din anlayışını sergilemeye başlamıştır. Sadece “yecûz, la yecûz” (câizdir, değildir) kategorik mantığı üzerine kurulan bir İslam kimliği yeni bir oluşumdur. Oysa hepimiz bilmekteyiz ki, İslâm inancının genel manada referanslarının yüzde 20’sini geçmez hukuki referanslar. Hukukun, ahkâmın temsil ettiği alan, İslâm anlayışının yüzde 18-20 civarına tekabül eder iken “tezekkür”, “tedebbür”, “tefekkür”, “ta’akkul” konularındaki ayetler, hadisler ve bunlara istinad eden İslam tefekkür tarihi daha büyük bir yekün işgal eder. Günümüzde özellikle bazı Müslümanlar “İslâm eşittir İslâm hukuku” anlayışına gelmişlerdir. Bana göre bu durum, öteki ile kendini tanımlamanın patolojik bir sonucudur. Özellikle yüzyılın başından beri Ortadoğu’dan İslâm dünyasına yayılan bir tür din anlayışı vardır ki ben bu anlayışa “ Yahudivari İslam anlaşıyı” diyorum. Bilindiği gibi Yahudi dininin sadece hukuka referanslı(Halakaik) bir din haline gelmesi, irfan ve hikmetten uzaklaşması neticesinde muslih olarak Hz. sem p oz y um İsa gönderilmiştir. Özellikle talmudik gelenekten sonra aşk ve hikmet boyutundan uzaklaşan bu yapı salt hukuk vurgusunun sonucunda çağımızda “siyonizm” politik anlayışını üretmekle sonlanmıştır. O da “bir toprak ve taş parçası olmazsa veyahut bir ritüel şekli olmazsa ben hakiki dindar olamam” anlayışına sahip bir “yanlış dindar tipi” üretmiştir. O dindar tipi de bu gaye için her türlü zulmü, işkenceyi öteki (goyim) üzerinde tatbik etmeyi mübah görmüştür. İşte bu işgalcinin “yanlış din zihniyeti” bir hançer gibi ortasına saplandığı İslam dünyasında bana göre belki de farkında olmadan köklü İslâm anlayışını, bu tarz Yahudi din anlayışına dönüştürmüştür. Hatta bu yapı ile politik manada mücadele içerisinde olan bazı Müslümanlar da farkında olmadan benzer tavırlar gelişmiştir. Yani mutlak yaptırımcı, yargılamacı ifadelerin önde olduğu bir din anlayışı sivrilmeye başlamıştır. Bu da günümüz Müslümanının bana göre en ciddî problemlerinden birisidir. Bugün İslam devleti kurduğunu iddia eden doğu Afrikadaki bazı “gençler” o fakir ülkede ilk iş olarak kol kesmeye başladılar. Oralarda ve diğer buna benzer yerlerde dolaşırsanız yüzlerce kolu kesik insan görürsünüz. Bu, Hz. Muhammed’in getirdiği İslam dini değildir. “Nasara-yensuru” okuyarak kendini din alimi olduğunu zanneden üç-beş çulsuz bunlar. Ama şunu da itiraf etmeliyiz ki bugün İslam dünyasını bunlar temsil etmektedir. Bu çulsuzlar ekonomik ve kültürel seviyenin düşük olduğu yörelerde kendilerine kolaylıkla yandaş bulabilmektedirler. Seçkin insanlar artık bunlara karşı sesini yükseltmelidirler. Buna göre, sizce, eskiden fıkıh, hukuk ön planda değil miydi? Elbette ki dini hukuk büyük resim içerisinde muayyen bir yeri olan mühim bir saha idi. Biz bunu inkar edenlerden değiliz ama kimliği belirlemede birinci derecede hakim olan hukuk değildi, bunu söylemek istiyoruz. Bilgi hiyerarşisi alt-üst oldu. “Ayak baş – baş ayak oldu”. Biz ananevi hiyerarşiyi yeniden tesis etmek istiyoruz. Bu meratibin her bir unsuruna saygı duyuyoruz. Fakat sıralamayı düzeltmek istiyoruz, hepsi bu. Şeriat – Tarikat – Marifet – Hakikat dörtlü düzeyi bizim modelimizdir. Bu modelde Müslüman kimliğini birinci derecede, ferdin Allah’a yakınlığı, kurbiyyeti, takvası, irfanı, ilmi, marifeti, iz’ânı, cömertliği, şecaati, ruh güzelliği, şefkati, merhameti, ahlakı, efendiliği, kibarlığı, doğru sözlülüğü, elinden dilinden belinden güvenilir kişi oluşu gibi hususiyetler belirliyordu. Şimdi ise bu kavramlar ra- fa kalktı. Yerine başka kıstaslar geldi. Tabii ki sonuç ortada. “Görünür kişinin rütbesi eserinde” demişler. O kadim Müslümanların kimliğini belirleyen bu ontolojik ve varoluşsal keyfiyetler sonuçta onların yapıp ettikleri şeyleri de, eylemlerini de etkiliyordu. Yani buna bağlı olarak kurdukları medeniyetlerde bu kimliğin izlerini görmek mümkündü. Orta çağlarda Müslümanlar bütün dünyada yazdıkları eserlerle, yaptıkları sanatlarla tanınan bir kimliğe sahiptiler. Modern Müslümanlar, bu neviden ortaya bir şey koyamadıklarından dolayı, başka bir kimliklerle tanınmak durumunda kalıyorlar. İbn Arabi’yi, Mevlana’yı, Yunus Emre’yi, Gazzali’yi, İbn Sina’yı üretebiliyorsanız evrensel, kuşatıcı bir kimliğiniz var demektir sizin. Taj Mahal’i, El-Hamra’yı, Süleymaniye’yi inşa edebiliyorsanız muhteşem bir kimliğiniz var demektir. Bir sultanınız, yani bir siyasi lideriniz muazam bir peşrev, bir Mevlevî ayin-i şerifi bestelebiliyorsa işte o zaman o lider alemşumul manada, global manada bütün insanlığa bir tehdit değil bir rahmet olacaktır. Ama bunlar üretilemediği, sanatta, şiirde, edebiyatta, estetikte bir varlık ortaya konulamadığı zaman, ister istemez birileri sizi, kendi karşısına alarak aksül-amel bir hareket, refleksif bir hareket haline getirip kendi düşünce tarzı ve metodolojisini size yansıtarak, sizi de kendine benzetecektir. Oysa Cenab-ı Allah Kur’an’da açıkça “onlar sizi kendilerine benzetmeye çalışırlar” demekte ve Hz. Peygamber de “onlara benzeyenler onlardandır” demekte değil midir? Anlayışımız öyle daraldı ki bu yüce sözleri dahi salt zahiri kisvede benzeşmeye hapsettik. Zihinde onlar gibi olmak mühimsenmez oldu. Neticede onlarda bu özellikler olmadığı için, bunu kaybettikleri için siz farkında olmadan anlayışınızı bu büyük muhteşem anlayıştan, daralta daralta sadece askerî terminoloji kullanan bir İslâm ideolojisi haline dönüştürüyorsunuz. Oysa din ideolojiden daha kuşatıcı manevi, spiritüel bir alandır. Bütünü görmeyen parçaya da hakim olamaz. Modern Müslümanın kimlik bunalımının en önemli bölümü burası olsa gerek. Elbette ki. Böyle oluşmuş bir Müslüman kimliğinin problemli kimlik olduğu kanaatindeyim. Geleneksel İslâmda ise, öteki ile bir kimlik bulmaktan ziyade, kendi beslendiği kaynakların ona verdiği bir kimliğin daha önde olduğunu görmekteyiz. Mesela, Osmanlıda bir kişiye: “Evladım! Sen, hangi bahçenin gülüsün?” diye bir soru sorulurdu. “Sen kimsin?” sorusuyla irtibatlı bir JUNI / HAZİRAN 2010 / 25 / se m p oz y um soru bu. Ama sorunun kendisinde bile bir estetik vardır. “Hangi kâmil nazarında yetiştin, hangi nefes sana değdi de böyle kamil oldun”, demektir bu. Bunlar modernliğe tercüme edilemez. “Nefesin değmesi” ya da “bir bahçenin gülü olmak”, modern Müslümana şiirsel, mistik ifadeler olarak geliyor. Belki de alaylı bir şekilde gülüp geçiyor. Halbuki, ananevi İslâm anlayışında hâkim kimlik bu tarzda belirleniyordu. Böyle bir Müslüman kimlik anlayışı olabilmesi için, o zaman bugünkü modern kimlik anlayışı neye göre düzeltilecek? Modern Müslümanın yapması gerekli en önemli şey “kimliğini” öz değerleri üzerine yeniden-inşa etmesi, reconstruction yapmasının kaçınılmaz olduğunu idrak etmesidir. Ananevi hiyerarşiyi ihya etmesidir. “Ananevi”yi de lütfen doğru anlayalım. Mesela Mevlanâ’nın meşhur pergel benzetmesini, metaforunu ele alalım. Bu misalde pergelin bir ayağı sabittir. Öbür ayak ise hareketlidir, 72 âlemi dolaşıyor. Bugün modern Müslümanın en büyük problemi bu tavrı tutturamamasıdır. Ya pergelin iki ayağı birden bir yerde sabit, hiç bir yere hareket edemiyor ki bu da nasçılığa, doğmatizme, fundemantalizme yönelimin kaynağıdır. İki ayağı sabit bir anlayış. Yorum yok, fikir yok, hiç bir şey yorumlayamazsın. Ya kabul ya da retten ibaret. Öbür taraftan bazı modernist Müslüman aydınların yaklaşımlarında olduğu gibi, pergelin iki ayağı birden öylesine hareketli ki, bir rüzgar esiyor buraya bir rüzgar esiyor oraya gidiyor. Bu kişilerin bir sabitesi olmadığı için olaylar karşısında ne yapacakları belli olmuyor. Bu aydınları takip eden gençler de yoruluyorlar, acaba seneye nereye gideceğiz?, diye soruyorlar. Oysa ki insan ömrü çok sınırlı. Bizim bu sınırlı ömrümüzde hikmeti rasyonel çıkarımlarla, söz dalaşlarıyla ve deneme yanılma suretiyle elde etmemiz çok zor. “Kime Hikmet verildiyse..” ayetinde olduğu gibi “Hikmet” alınacak bir şey değil verilecek bir şey. O zaman yapılması gereken şey o verilişin ön “hazırlığını” yapmak. Ama bu sabiteleri belirleyen şey Kur’an ve Sünnet değil mi ve bu sabiteler orada bazen fıkıh olarak karşımıza çıkmıyor mu? Daha evvel söylediğimiz gibi ananevi anlayışta İslam dini dörtlü merhalede ele alınır. Bu 4 merhalenin her birinin de 10 altbaşlığı bulunur. Buna 4 kapı 40 makam denilir. Üstelik dahasını söyleyeyim bu orijinal yapı sadece İslam dininde muhafaza edilmiştir. Zaten bana göre bir rüçhaniyeti varsa o da bu noktadadır. Tabii ki bu model- / 26 / IGMG • PERSPEKTİF de her alt merhale bir üsttekinin denetimi altındadır. Üsttekine ise alttakinin içinden geçilir. Görüldüğü gibi her şeyin yeri belli. Bu şemadaki bir bozulma bilgide keşmekeşi doğurur. Dinler tarihi bir uçtan diğer bir uca salınan bu sarkacın tarihidir. Kimisi uç zahirizme diğeri uç batınizme kaçar. Ortasını tutturabilmek “ümmeten vasatâ”nın imtiyazıdır. Bu dörtlü yapıdan dolayı İslâm dininin kavramsal manada bir problemi yoktur. Ortada mevcut ve müşahhas bir kitap bulunmaktadır. Kaynağa, yani asla dönüş noktasında bazı dinler, “nereye döneceğiz?” sorununu yaşamaktadırlar. Sahihlik, otantiklik problemi önlerindeki en önemli problem olarak durmaktadır. Bu dinlerde hangi kavramsal şemayı kullanacağız sorunu var iken Müslümanların problemi daha çok konjunktüreldir, metod problemidir. Otantik kaynak bulma sorunu yoktur. Sadece zihniyet ve anlam kayması olmuştur. Bana göre Müslümanların rücû edeceği otantik anlam haritaları, ârifler eliyle, Muhyiddin-i Arabî, Hâfız-ı Şirâzî gibi veli/fakihler eliyle tarif edilen anlam haritalarıdır. Bu vesile ile günümüz şiasındaki velâyet-i fakîh anlayışının bile bu kimselerden devşirilmiş bir kavram olduğunu hatırlatmak isterim. Tabii ki fakîhin veliliği kalmayınca zalim bir despot haline dönüşür. Asrın başına gelinceye kadar değişik coğrafyalarda oluşturulmuş İslam medeniyet nümunelerinin üzerine dayandığı düşünsel model hep bu model idi. Vaktimiz olsa detaylara inerek örnekler verilebilirdik. Demek ki birinci merhale olan “şeriat” mertebesini üst 3 merhalenin denetimine vermek gerekiyor. Bu üst denetim olmazsa rahmet yerine zahmet olur. Bu vesile ile pek mühim bir şey daha hatırlatmakta fayda mülahaza ediyorum. Asli manada “fıkh” kelimesi “derin anlayış” demektir. Sathi, yüzeysel anlayışın yanında “derin” anlayışın da olduğunu biz bu kelimeden anlıyoruz. Bu kök manasında “fıkh” aslında tasavvuf ilminin mevzusunu bize vermektedir. Asr-ı saadette malum “tasavvuf ” kelimesi kullanılmazdı. O ilmin adı o zaman o değildi. Peki neydi nerseniz “tefakkuh” yani derin anlamak derim. “Allah bir kimseye hayır murad eder ise onu dinde fakîh kılar” sözünü “hukukçu kılar” diye tercüme etmek her mezhepten günümüz İslam hukukçularına büyük gurur verir. Yalnız bu gurur hatalı bir tercümeye dayalıdır. Doğru tercüme “onu dinde derin anlayış sahibi kılar” olmalıdır. O zaman bu sözün işaret ettiği ilim dalı değişmektedir. Bizim söylemek istediğimiz bu yanlış tercümelerle İslam’ın irfanî, tefekkürî ve tedebbürî yönünün hakkının gaspedilmesine itirazdır. sem p oz y um Avrupa’da Müslüman için kimlik çok önemli Sempozyuma ABD’den katılan ve Rode Island College öğretim görevlisi olan Prof. Dr. Pamela Irving-Jakson ile Avrupa’daki Müslümanların kimlik arayışı üzerine konuştuk. Jakson, gözlemlerine binaen IGMG camiasını şöyle değerlendirdi: Burada tanıştığım arkadaşlar ve onlar gibi iyi eğitim almış ve ne yapmak istediğini iyi düşünen birçok genç iki kimlik arasında tercih yapmak yerine kendilerine yepyeni“melez” kimlikler bulacaklardır. Bu kaçınılmaz birşey. Çünkü çok kabiliyetliler ve bu kadar yetenekli ve entellektüel birikime sahip olan insanlar, yaşamın kendilerine sunmuş olduğu imkânları muhakkak değerlendireceklerdir. Aydin Süer • [email protected] ayın Hocam, isterseniz sempozyumda işlenen konuyla başlayalım. Sizce kimlik, Avrupa’da yaşayan Müslümanlar açısından niçin önemli bir konu? Bunun iki sebebi var bence. Birincisi yeni nesillerin yetişmesi ile alâkalı. Yani dünyanın her yerinde olduğu gibi Avrupa’daki Müslüman gençler de “ben annemden ve babamdan farklıyım” düşüncesine sahipler. İkincisi ise Avrupa toplumu tarafından kabul edilmemiş olma hissi. 20-25 yaşlarında, en dinamik, en üretken çağlarını yaşayan bir genç düşünün. Bu genç kendisini bir Avrupalı olarak görse dahi Avrupa toplumları ona hâlâ bir yabancı gözüyle bakıyor. Sınırlandırmalar getirerek onun hayatta başarılı olmasını engelliyor. Bunun da tabii ki olum- S suz etkileri olabiliyor. Avrupa kendisini bu yetenekli gençlere açmak zorunda çünkü bunu yapmadığı taktirde bu insanlar kendilerine, yeteneklerini değerlendirebilecekleri başka alanlar bulacaklardır. İşte bu da onların kimliklerinin şekillenmesinde önemli bir faktör olacaktır. Peki sizce Müslüman gençler iki kimlik arasında bir tercih yapmak zorundalar mı? Burada tanıştığım arkadaşlar ve onlar gibi iyi eğitim almış ve ne yapmak istediğini iyi düşünen birçok genç iki kimlik arasında tercih yapmak yerine kendilerine yepyeni “melez” kimlikler bulacaklardır. Bu kaçınılmaz birşey. Çünkü çok kabiliyetliler ve bu kadar yetenekli ve entellektüel birikime sahip olan insanlar, yaşamın kendilerine sunmuş olduğu imkânları muhakkak değerlendireceklerdir. Ancak bunu yaparken kendi kültürlerini de ihmal etmeyeceklerdir. Tabii bu biraz da annelerin ve babaların gençlerin önlerini açmasıyla ilgili bir husus ama aileler bunu zaten yapıyorlar. Gençler, hayatlarına anne ve babalarından farklı bir yol çizse bile onları ailenin desteğinden mahrum bırakmıyorlar. Hattâ çocukları bir engel ile karşılaştığında müdahale edip ona o engeli aşmasında yardımcı oluyorlar; ve görebildiğim kadarıyla bu vazifeyi sadece aileler değil Müslümanlar topluca üstlenmiş durumda. Öyleyse hocam, bu gelişmeleri ve özellikle yeni kimliklerin oluşmasını, sempozyumda da sık sık gündeme gelen “ötekileştirme” açısından nasıl değerlendiriyorsunuz? Kendimden örnek vereyim. Ben bir Amerikalıyım ama bir dedem ve ninem Yunanlı, diğer dedem ve ninem ise Portekizli. Yani ben Portekizli, Yunan, hattâ daha da geriye gittiğimizde biraz da İrlandalı, İngiliz ve İskoç olan biriyim. Baklava yapmasını bilirim fakat aynı zamanda doktoram var ve profesörüm. Bir gün ninemin yanında üniversiteden yakındığımda bana dönüp “Sen bu işi yapabilecek mi- JUNI / HAZİRAN 2010 / 27 / se m p oz y um sin yapamayacak mısın?” diye lerini bir tercih yapmak zorunÇok ağır bir ifade olacak belki ama posormuştu. Ben de “evet” deyince da hissetmiyorlar aslında. Ancak litikacılar çıkar elde edemeyecekleri şey“o halde sızlanıp durma, git yap”, politik söylemlere baktığımızda demişti. Az önce de söylediğim bunun yeterince dikkate alınleri yapmazlar genelde. Burada konuşgibi, önceki nesiller gençleri desmadığını görüyoruz. Politikatuğum bazı arkadaşlar Avrupa’da duruteklemeye hazır aslında, yeter ki cılar bu gerçeği kabullenmekte onlar hayatta başarılı olmak için niçin bu kadar zorlanıyorlar sizmun kötüye doğru gittiğini, Müslüçaba sarfetsinler. Bu durumda “ötece? manların çok sıkıştırıldığını söylediler. Ama kileştirme”nin çok da önemli bir Kendilerini bu insanlara karhusus olduğunu düşünmüyorum. şı sorumlu hissetmedikleri için. bence bu, eski rejimin sonunun geldiğiTabii ki ötekileştirme belli bir ölBir menfaatleri yok çünkü. Çok ni gösteriyor. Bakın, karşınızda oldukça çüde hep olacaktır. Gençler “ben ağır bir ifade olacak belki ama pogenç bir nüfus var. Bunlar yaşadıkları ülannem ve babam gibi değilim” delitikacılar çıkar elde edemeyediklerinde bir anlamda anne ve cekleri şeyleri yapmazlar genelkelerin vatandaşlığına giriyorlar ve artık babalarını ötekileştirmiş oluyorde. Burada konuştuğum bazı arburada kalıcı olduklarını söylüyorlar. lar zaten. Ama bu çok doğal ve kadaşlar Avrupa’da durumun köbütün gençlerin yaptıkları bir tüye doğru gittiğini, Müslüşey. Azınlık konumunda olan manların çok sıkıştırıldığını söygençlerin durumu biraz farklı lediler. Ama bence bu, eski rejiolabilir çünkü onların üzerinde min sonunun geldiğini gösteriçoğunluğun baskısı da var. Fakat yor. Bakın, karşınızda oldukça genç bu çocukların da ana dillerini ve bir nüfus var. Bunlar yaşadıklaailelerinin örf ve adetlerini korı ülkelerin vatandaşlığına giriruduklarını görüyoruz. Burada bayorlar ve artık burada kalıcı olşörtüsünü veya başörtüsü gibi duklarını söylüyorlar. Burada eğitimlerini alıyorlar, iyi iş sahipleri sürekli tartışılan şeyleri kastetoluyorlar, evlenip çoğalıyorlar. miyorum. Birileri bu gelişmeyi çok tehliMesela Çinli Amerikalılara keli bulabilir ve buluyor da nibaktığımızda, ki bu konuda çok tekim. Egemen kültüre mensup şeyler yazıldı, Çinli Amerikalıların olan gruplar, ötekinin git gide güççocuklarının okulda çok başarılendiğini, yasal yollardan hak lı olduklarını görüyoruz. Bu çotalep etmeye başladığını ve sonuç cuklar Çinceyi çok iyi konuşuitibariyle toplumda daha etkili bir yorlar, Çin yemekleri yiyorlar ve konuma geldiğini sezdiğinde, bütün adet ve görenekleri muonun önünü kesmek için ellehafaza ediyorlar ama aynı zamanda rindeki bütün imkânları seferber okulda karneleri hep pek iyi. Yaedeceklerdir tabii ki; yeni yasani evde Çinli olmak ile okulda lar çıkaracaklardır, sınırlamalar getireceklerdir vs. Amerikalı olmak arasında bir çelişki yaşamıyorlar. Siz bunu yazılarınızda “göç politikalarının gü“Ben kimim?” sorusunu sorma gereği duymadan iki venlik eksenine kayması“ şeklinde adlandırıyorsukültür arasında gidip gelebiliyorlar. nuz. Bu süreci biraz daha açabilir misiniz? Buradan şunu anlıyoruz: bir insanın kendi kül1970’li yılların öncesine baktığımızda göç alan türüne sıkıca bağlanmasında hiç bir sorun yok, yeülkelerin bunu sadece ekonomik sebeplerden dolater ki bu bağlar esnek olsun. Dışarıdaki gelişmeleyı yaptığını görüyoruz. Fransa’yı örnek alalım. Franre ayak uydururken içeriyi de kaybetmemekten sa’da, gelen insanların kalmaları ve Fransız olmalabahsediyorum. Bu süreçte ötekileştirmeler de oları isteniyordu aslında. Yani bundan 30 yıl öncesine bilir tabii ki. Ama iki grup arasına duvarlar örülmediği kadar göç ekonomi ile alâkalı bir konuydu. O yüzsürece bunda bir sorun yok bence. den “daha fazla insan çağırmalıyız” düşüncesi hakimdi. Avrupa’da yaşayan Müslümanlara tekrar döneGelen insanların kalması veya geri dönmesi o kacek olursak, yıllardır bilim adamları özellikle genç dar önemsenmiyordu; güvenlik sorusu ise hiç günnesillerden bahsederken yeni kimliklerin ortaya demde değildi diyebiliriz. çıktığını söylüyorlar. Yani farklı kimlikleri içinde baAncak şimdi durum çok farklı. Bugün göç ne yarındıran ve hatta bağdaştıran “melez” kimliklerin oluşzık ki tamamen bir güvenlik sorunu olarak algılatuğunu söylüyorlar. Dolayısıyla bu gençler kendi- / 28 / IGMG • PERSPEKTİF sem p oz y um nıyor. Buraya gelen insanların topToparlayacak olursak göç poİnsanları eğitme ve topluma kazandırma luma zarar verdiği ve Avrupa litikalarının güvenlik eksenine kayişlevini görmeleri gerekiyor. IGMG’nin daiçin büyük bir tehdit oluşturduması herşeyden önce göçmenleğu düşüncesi giderek yaygınlaşırin suç işlemeye ve terörizme daha verimli çalışabilmesi için Avrupa’da bir yor. Bununla sadece terörizm ha meyilli olduğu zannına dayaMüslüman olarak yaşamanın getirdiği sokastedilmiyor elbette, aynı zanıyor. Böyle olunca ne yapıyormanda “kültürümüzü tehdit edisunuz? Yeni yasalar çıkararak runların arkasına düşmesi ve çözüm üretyorlar” da deniliyor. Yani göçsuçsuz insanları suçlu konumumesi gerekiyor. Görebildiğim kadarıyla menlerin, hakim kültürü değişna düşürüyor ve onları cezalantireceklerine dair bir endişe, bir IGMG bu inceliği yakalamış durumda ve bu dırıyorsunuz. Bu da tabii ki istakorku söz konusu. Buna benzer tistiklere yansıyor. Sonuçta – ceyönde ilerliyor zaten. Bununla birlikte hak gelişmelere biz ABD’de de şahit zalandırmadıklarınız da dahil talep etmek ve hakkını aramak da çok önemoluyoruz. Aşağı ırklar olarak niolmak üzere – bütün göçmenler telendirilien Çinlilerin ve Jabirer potansiyel suçlu olarak alli; her ne kadar “bu toplumda size yer yok” ponların, Amerikan kültürünü gılanmaya başlanıyor. denilse de. yozlaştırdığı söyleniyor mesela. YaBu durumda Avrupa’daki sini bizim de çok kötü bir tarihivil toplum kuruluşlarının ve tamiz var diyebilirim. bii ki IGMG’nin yakın gelecekİşte benim, yazılarımda “güteki görevleri ne olacaktır sizce? venlik eksenine kayma” derken işaİnsanları eğitme ve topluma ret ettiğim nokta burası. Bu ve bukazandırma işlevini görmeleri na benzer korkulardan hareketgerekiyor. IGMG’nin daha verimli le yeni yeni yasalar çıkarılıyor, yaçalışabilmesi için Avrupa’da bir ni bugüne kadar suç olarak göMüslüman olarak yaşamanın gerülmeyen birçok şey birdenbire suç tirdiği sorunların arkasına düşoluveriyor. mesi ve çözüm üretmesi gerekiDolayısıyla aslında masum yor. Görebildiğim kadarıyla olan göçmenler bu yasaların yüIGMG bu inceliği yakalamış rürlüğe girmesiyle birlikte suçlu dudurumda ve bu yönde ilerliyor zarumuna düşmüş oluyorlar. İstaten. Bununla birlikte hak talep ettistiklere baktığımızda, göçmenmek ve hakkını aramak da çok lerin işlediği suçların %90’ının önemli; her ne kadar “bu toplumda resmi evraklarla ilgili ihlaller olsize yer yok” denilse de. duğunu görüyoruz. Fakat ne yazık Hocam, birkaç gündür ki gazeteler bunu gözardı edip suç IGMG’nin misafiri olarak Aloranının büyük bir kısmının göçmanya’da bulunuyorsunuz. Bumenlerden kaynaklandığını iddia rada sanırım birçok kişiyle taediyorlar. Halbuki resmi evraklarla nışma imkânınız olmuştur. Son ilgili ihlalleri çıkardığımızda göçmenlerin yerlilerden olarak insanlara iletmek istediğiniz veya onlarla payçok daha az suç işlediğini görüyoruz. Bu özellikle ilk laşmak istediğiniz birşey var mı? nesil için geçerli. Çocuklar biraz daha yerlilere benBuraya geldiğim ilk günden beri gençlerin enzedikleri için onlarda bir artış var ancak buna rağmen tellektüel birikiminden, heyecanlarından, coşkularakamlar yerlilere göre daha düşük. rından ve organize kabiliyetlerinden son derece etHiç unutmuyorum, 2001 yılında Alman bir kilendim. Düşünün, bu insanlar Avrupa’nın dört bir meslektaşım bana Almanya’da yaşayan yabancılaryanından buraya gelmişler ve kimlikleri ile ilgili sola ilgili bazı veriler göndermişti. Ben de ona “bak, ruları tartışıyorlar. Havaalanında arabaya bindiğim bunlar hep küçük ihlaller” demiş yabancıların ve azınandan bu yana anladım ki böyle bir topluluğun balıkların daha çok suç işlediği iddiasının yanlış olduğunu şarısız olması çok zor. Burada yapılmak istenenlesöylemiştim. İnanın, bunu kabul etmekte o kadar zorrin muhakkak dışarıya da yansıması ve IGMG ile landı ki, “bu istatistiklerde bir yanlışlık olmalı” deilgili önyargıların bu şekilde bertaraf edilmesi geyip durdu. Bu düşünceler zihnine o denli yerleşmiş rekiyor. O açıdan medya mensuplarının da bu semçünkü. Tehdit algısı da buradan kaynaklanıyor zapozyumda bulunmaları önemliydi. Burada olup biten. Bu sadece Almanya için geçerli değil, Fransa ve tenleri gören birinin endişe duyması için herhangi ABD için de geçerli. bir sebep göremiyorum doğrusu. JUNI / HAZİRAN 2010 / 29 / se m p oz y um Avrupa’da çok kültürlülüğün fay hattı: Öteki olarak İslam Hellyer sosyal bilimlerde çok önemli bir parametre olan algıların, mitlerin ve efsanelerin bu tartışmalar çerçevesinde Avrupalının zihinsel dünyasını ve bilincini dokuyan önemli bir unsur olduğunu iddia etmektedir. Bu bilinç Müslüman kimliğinin öteki bir konuma yerleştirdiğini ve dolayısıyla Avrupanın yabancısı, Avrupaya ait olmayan yani “orient” olan bir unsur olarak inşa ettiğini söylüyor. Yusuf Yerkel • [email protected] üreselleşen dünyada gitgide artan mikro milliyetçilik olgusu çerçevesinde bireysel, toplumsal ve kollektif kimliklerin günlük hayatımızdaki ağırlıklarının arttığını görmekteyiz. Çok paradoksal bir şekilde küreselleşmeyle birlikte hem bireysel kimliklerimiz aşınıyor hem de kimliklerimizin sınırları daha da katılaşıp keskinleşiyor. Bundan ötürüdür ki modern zamanda siyasal ve toplumsal katmanlarda en çok tartışılan konu kimlik konusudur desek yalnış bir şey söylememiş oluruz. Özellikle son zamanlarda Avrupa’da artan muhafazakar eğilimler ışığında azınlıkların kimliklerini (özelde Müslüman kimliği) daha da sorunsal bir olgu haline dönüşmüş olması bunu teyit etmektedir. Avrupa’daki Müslümanların kimliklerinden ötürü karşılaştıkları siyasal ve toplumsal baskılar beraberinde bir takım soruları da ortaya çıkartmıştır. Sempozyuma İngiltere’den katılan Hişham Hellyer tamda bu bağlamda çok önemli bir soru soruyor: Müslümanlar Avrupa‘nın ötekisi mi? Fakat, Hisham’a göre, bu soruyu sorarken neyi sorguladığımızı tutarlı ve bütüncül bir şekilde ortaya koymamız gerekmektedir. Çünkü, yazara göre, bu soru beraberinde bir takım olguları daha ortaya çıkıyor. Bu soruyu sorarken bizler Avrupa’daki K / 30 / IGMG • PERSPEKTİF Müslümanlardan mı, Avrupa dışındaki Müslümanlardan mı, bügünden mi, geçmişten mi, gelecekten mı bahsediyoruz? Yukardaki temel soru sadece Müslümanları ilgilendiren bir soru mu yoksa bu Avrupa’nın bir sorunu mu? Hişham’a göre bütün bu sorulara bütünsel bakıldığında aslında bizleri tek bir noktaya sevkediyor ki, o da biz Avrupa’lı olarak kimiz, sorusudur. Çok farklı bir şekilde Hellyer, Müslüman kimliğinin Avrupa’daki konumundan ziyade Avrupa’nın kim ve hangi değerler üzerinde inşa edildiğini sorguluyor. Zannedersem hem Müslümanlar hem de özelde Avrupalılar bütün bu kimlik tartışmaları ekseninde çok önemli olan bu soruyu unuttular. Dolayısıyla Müslümanlar Avrupa’nın ötekisi mi, sorusunu sorduğumuzda aslında bu noktaya temas ediyor olmamız gerekmektedir. Hellyer sosyal bilimlerde çok önemli bir parametre olan algıların, mitlerin ve efsanelerin bu tartışmalar çerçevesinde Avrupalının zihinsel dünyasını ve bilincini dokuyan önemli bir unsur olduğunu iddia etmektedir. Bu bilinç Müslüman kimliğinin öteki bir konuma yerleştirdiğini ve dolayısıyla Avrupa’nın yabancısı, Avrupaya ait olmayan yani “orient” olan bir unsur olarak inşa ettiğini söylüyor. Fakat Müslümanların Avrupadaki tarihleri incelendiğinde Müslümanlar Avrupa’nın çeşitli bölgelerinde, İtalya, Polonya ve İspanya gibi ülkelerde yaşamış ve Avrupa’nın bugün ulaşmış olduğu medeniyet anlamındaki kazanımlarında önemli rol oynamıştır. Fakat yazar Avrupa bilincinin bunu zihinsel olarak kabul etmediğini ve Müslümanların Avrupa’nın tarihindeki rollerinin yeteri kadar gündeme getirilmediğini iddia etmektedir. Bu anlamda Hisham’in bu gerçekliğe vurgu yapmasının 19.yüzyılda ivme kazanan Oryantalist çalışmalarının etkisinin hala devam ettiğini ortaya koyması bakımından önemli olduğunu düşünüyorum. Bana göre bunun arkasında yatan sebebin çoğunlukla oryantalist çalışmalara dayandığını söylemek gerek. Çünkü Silvestre Sacy, Renan gibi oryantalistler köklerini felsefeden çıkardığı bir bilimsel metodun aracılığı ile Doğu’nun Batı’ya sem p oz y um eşit olmadığı iddiasında buluntiği nokta Avrupada gittikçe yoHellyer’e göre Müslüman kimliğinin maktadırlar. Müslümanların da ğunlaşan sekülerleşme sürecinin Avrupa’nın ötekisi olarak algılanmaDoğu’nun bir parçası olması gerçeği beraberinde Müslümanlara karşı bir bu zihinsel red edişi daha anlaşılır ötekileştirme zemini geliştirmiş sında tarihsel unsurun rol oynadığıkılmaktadır. Diğer taraftan klasik olmasıdır. Müslümanların devletin nı ve Avrupa’nın ben-idrakinin kar19.yüzyıl oryantalist çalışmalarınişlevsel olarak sekülerleşmeye kardan farklı olarak, 20. yüzyılın son şı olmadıklarını fakat sekülerleşmenin şıt bir öteki ile inşa edildiğini iddia çeyreğinde tekrar ivme kazanan zamanla kamu alanına ve hatta özel etmektedir. Bunun böyle olmasındaki İslamiyet çalışmaları Batı-dışı bir hayata doğru kayması Müslümanmeydan okuma olarak İslami uyaların bu ötekileştirme sürecinin unsur ise medeniyetlerin kendi bennışın yarattığı bir huzursuzluğa yoğun bir öznesi olmasına sebeb olidrakini inşa ederken başkasına nevurgu yapmaktadır ki, bu da Hişmuştur. Müslümanların kamu alagatif anlamlar yükleyerek inşa etme ham’in belirttiği gibi Avrupa’nın zinında dinin gerektiği bir şekilde yahin dünyasında ve bilincinde var olan şama mecburiyeti, yazara göre, topeğiliminde olması olduğunu söylemitlerin ve efsanelerin ne kadar orlum içerisinde çatışmayı körüklemektedir. yantalist kanaldan beslendiğini ve yen bir unsur olarak ortaya çıkmıştır. İslami unsurların dışlanışının sosAvrupada aydınlanmayla birlikte başyo-psikolojik altyapısını oluşturlayan bu sekülerleşme süreci sonucu duğunu göstermektedir. dinin siyasal ve toplumsal hayattaHellyer’e göre Müslüman ki rolünün azalması gerçeğinin kimliğinin Avrupa’nın ötekisi Müslümanlar üzerinde de uyguolarak algılanmasında tarihsel lanmak istenmesi bu çatışmayı deunsurun rol oynadığını ve Avrurinleştirmiş ve ötekileştirmeyi Avpa’nın ben-idrakinin karşıt bir öterupalılar gözünde haklılaştırmasıki ile inşa edildiğini iddia etna zemin hazırlamıştır. Yazara gömektedir. Bunun böyle olmasınre, burada var olan paradoks, Avdaki unsur ise medeniyetlerin rupa’nın övgüyle vurgu yaptığı din kendi ben-idrakini inşa ederken özgürlüğü olgusunun Müslümanbaşkasına negatif anlamlar yüklar söz konusu olduğunda objektif leyerek inşa etme eğiliminde ololarak uygulanmaması ki, bunun örması olduğunu söylemektedir. Bu neğini Fransa’daki başörtüsünün ötekileştirme, yani bir başkası okullarda yasaklanması karşısında olmama, benzememe olgusu, asbu evrensel değerlerin savunucusu lında kendisinin ne olduğuna darolündeki kurumlardan herhangi bir ir soruyla yüzleşmemek için bir kakınamanın gelmemiş olmasıyla teçış yoludur, Hellyer’e göre. Bu anyit edilmiştir. lamda ötekileştirme eğilimi kenBana göre Hellyer’in konuşdi öz değerlerinden devşirerek inmasının en önemli boyutu çok şa edilmiş kimlikler ortaya çıkartmak yerine suni ve kültürlülük nosyonunun Avrupada tam olarak oturmatepkisel bir kimlik inşasıdır. mış olması gerçeğine vurgu yapmasıdır. Avrupa kıtasıDolayısıyla Avrupa kendi kimliğinden bahsederken nın çok kültürlülük anlayışının çok premature olduğunegatif yollardan ve Müslüman kimliğine referans venu ve bu nosyonun Amerika’da, Kanada’da veya Avusrerek yapmaktadır. Özellikle yakın tarihimizde 1980’lertralya’daki gibi algılanmadığını ve olgunlaşmadığını idden beri meydana gelen çeşitli olaylar, Irak savaşı, Bosdia etmektedir. Avrupa kıtası son 50 yıldır demografik na krizi ve Filistin çatışması gibi unsurlar Müslümananlamda geri dönülmesi mümkün olmayan yoğun bir lar içerisinde belli bir kızgınlık meydana getirmesi sodönüşüm geçirmektedir ve bu gerçek Avrupa’ya bir annucu Avrupadaki Müslüman unsurunun farklı algılanlamda travma etkisi yapmıştır. Yazara göre Avrupa’yı inmaya başlanmasına sebeb olmuştur ki, Hellyer’e göre bu celerken bu gerçeği göz ardı etmek, yaşanan ötekileşfarklı algılama Müslümanlara karşı bakışı ırksal bir zetirmenin arka planına nüfuz etmemize engel teşkil edeminden dinsel bir zemine doğru kaydırmıştır. Bu bağcektir çünkü kıta Avrupası tarihsel olarak farklılıkları lamda Hişham Müslümanların Avrupadaki konumukabul etme eğilimine sahip olmamıştır. nu Yahudilerin soykırım öncesi dönemindeki dışlanmışlık Hellyer’a göre diğer önemli bir nokta ise Avrupa’nın olgusuna benzetmektedir. dinsel ayrımcılığının ırksal ayrımcılık kadar önemsenİkinci olarak, Hellyer de özellikle dikkatimizi çekmediği ve bununda Müslümanlar bağlamında sorunlar JUNI / HAZİRAN 2010 / 31 / se m p oz y um çıkardığı gerçeğidir. Avrupada ilginç sorusu, Hellyer’in de haklı olarak Hisham Hellyer, Avrupa’nın kollektif kimlibir şekilde dini inancından dolayı vurgu yaptığı gibi, temelde yeni bir ğini oluşturan prensipler ve değerlerin buayrımcılık yapılmasının kabul editarih okumasını gerekli kılmaktagüne kadar çok kültürlülük testini geçemediğini lebilir olmasına karşın ırkından dır. Bu yeni tarih okuması oryandolayı ayrımcılığa maruz kalmanın talist bir zemin üzerinden değil, inve Avrupa olarak bunu aşmak içinse tekrar kabul edilemez bir olgu olduğunu sanlık tarihi boyunca çeşitli medeyeni bir tanımlamanın kaçınılmaz olduğusöylemektedir. Kendisi Avrupa niyetlerin insanlığa katmış olduknu iddia etmektedir. Ona göre bu süreç koKonseyi’nin bazı üyeleriyle yaptıları değerlere vurgu yaparak inşa edilğı bir görüşmede, neden dini aymesi gerekmektedir. Avrupa merlay olmayacaktır, çünkü 11 Eylül terrör rımcılık üzerine yeteri kadar gidilkezli bir tarih okuması, Huntingolaylarından sonra Müslümanlara bakış mediği sorusuna karşılık, bu soruton’in veya Fukuyama’nın tarihin sonegatif yönde etkilenmiş ve Avrupalıların zinun o kadar da önemli olmadığınu tezinde yapmış olduğu gibi, na dair bir cevapla karşılaştığını betoplum içerisindeki farklılıkların dahinlerinde Müslümanların içerisinde batılirtmektedir. ha da derinleştirmesi ve ötekileşya karşı savaş başlatanların var olduğu Bu sebeble Hisham Hellyer, Avtirmesi üzeriden bir kimlik inşasırupa’nın kollektif kimliğini oluşturan na yönlendirmektedir. Bütün insanlık gerçeği ortaya çıkmıştır. prensipler ve değerlerin bugüne tarihinin kazanımlarını ve birikadar çok kültürlülük testini geçekimlerini sadece tek bir medeniyete mediğini ve Avrupa olarak bunu aşait kazanımlar olarak lanse etmek mak içinse tekrar yeni bir tanımlaister istemez farklı medeniyetlere manın kaçınılmaz olduğunu iddia ait toplulukların geleceği birlikte inetmektedir. Ona göre bu süreç koşa etme duygusunu törpüleyeceklay olmayacaktır, çünkü 11 Eylül tertir. İslam konusunda yapılan çalışrör olaylarından sonra Müslümanmalarındaki İslami uyanışın uluslara bakış negatif yönde etkilenmiş lararası bir tehdit olabileceği şekve Avrupalıların zihinlerinde Müslindeki önyargılı varsayım İslam üzelümanların içerisinde batıya karşı sarine yapılan çağdaş araştırmaların vaş başlatanların var olduğu gerçeözgünlük, derinlik ve objektiflikten ği ortaya çıkmıştır. Bu gerçek ister uzak olmalarındaki temel sebeptir. istemez özellikle Müslümanlara Bu anlamda üniversitelerde karşı ötekileştirmeyi yoğunlaştırmıştır. okutulan kitapların müfredatları daFakat yazar burada özellikle şu ha kucaklayıcı ve farklıkları bir noktaya vurgu yapmaktadır. 11 Eyzenginlik olarak telakki eden bir unlül sonrası yapılan tartışmalarda Müssur olarak yansıtması bu anlamda Hellyer’in Avrupa’nın ötekileri: lüman olgusu terör ve güvenlik atılabilecek adımlardan bir tanesiAvrupa Müslümanları başlıklı kitabı ekseninde ele alınmasından ziyade dir. Aksi halde tarihini ve dolayıbu olgu yoğun bir şekilde medenisıylada bugününü ötekisine karşıt yet düzlemine taşınmış ve tartışılolarak inşa etme geleneği devam edemıştır. Bunun sonucunda çok kritik bir sorunsal alan orcek ve entegrasyon zemini üzerinde karşı tarafı kendi taya çıkmıştır ki, o soru Avrupalı olarak biz kimiz sokimliğine tehdit olarak görüp onu asimile etmeye, dönrusu olmuştur. Fakat bu soruya cevap arayışında Müsüştürmeye ve tek tipleştirmeye çalışacaktır. Enver Ablümanlar bu tartışmaların dışında tutulmuş ve bir özdülmalik’in ifade ettiği gibi, Avrupa’nın Avrupa merkezciliğe ne muamelesi değil bir nesne muamelesi görmüştür. Albağlı insan merkezciliğinden vazgeçmesi gerekir ki, Avmanya’da son zamanlarda meydana gelen entegrasyon rupadaki ötekileştirme ve onun sonucu olan politikalaile ilgili tartışmalar kapsamında özellikle İslam Konserın ayrıştırıcı unsurları yok olsun. Blokçu düşünce anlayi gibi bir kuruluşun İslam Konferansı’ndan çıkartılmış yışından sıyrılmadıkça, Avrupadaki çok kültürlülük ololması tamda bize bu zihinsel arkaplanı ortaya koyan gusu çok dar bir çerçeveye hapsolmaya ve toplum içeribir örnek olarak durmuyor mu? Bundan dolayı Hisham sindeki farklılıkları zenginlik olarak değil tehdit olarak haklı olarak cevaplanması gereken asıl sorunun Avrugörmeye devam edecektir. Müslümanlar Avrupa’nın pa olarak biz kimiz sorusu olduğunu ve Müslümanlaötekisi mi sorusunun cevabı işte bize Avrupa’nın kendi rın bu Avrupa’nın neresinde bulunduğuna dikkat cekben idraki ile reel sosyo-politik ve sosyo-kültürel olgumektedir.. lar araşındaki uçurumun fay hatlarını ortaya koyacaktır. Bütün bu söylenenlerin ışığında başlangıçtaki soruBu uçurumun fay hatlarının derinliğini ise, Avrupa’nın ya dönecek olursak “Müslümanlar Avrupa‘nın ötekisi mi?” İslam ile hesaplaşması çerçevesinde ortaya çıkacaktır. / 32 / IGMG • PERSPEKTİF sem p oz y um Yeni, melez ve “öteki” kimliklerin oluşumu Schiffauer öncelikle kimlik tanımının,“Ben kimim?”gibi kimliğe yönelik sorular ile bağlantılı olduğunu belirtti. Ona göre kimlik sorunu “ben gerçekten ben miyim” ve “ben aslında ben miyim”sorularıyla da bağlantılı olmakla birlikte günlük yaşamda sıkça sorulmaz; kişi genellikle tabiî olarak var olduğunu düşünür. Habibe Baltacı • [email protected] rof. Dr. Werner Schiffauer yaptığı sempozyum sunumunda IGMG’de “köken” (roots) ve “rota” (routes) arayışı bağlamında “Yeni Osmanlıcılık” (Neo-Osmanismus) ve “melezlik” (Hybridität) kavramlarına değindi. Schiffauer öncelikle kimlik tanımının, “Ben kimim?” gibi kimliğe yönelik sorular ile bağlantılı olduğunu belirtti. Ona göre kimlik sorunu “ben gerçekten ben miyim” ve “ben aslında ben miyim” sorularıyla da bağlantılı olmakla birlikte günlük yaşamda sıkça sorulmaz; kişi genellikle tabiî olarak var olduğunu düşünür. Avrupa’daki Müslümanlar için ise dikkat çekici şekilde kim veya ne olunduğu sorularının geçerli olduğu bir durum söz konusudur. Avrupa’da Müslümanlar için bu açık bir konu değildir ve özellikle de ikinci ve üçüncü nesil için kimlik problemlerine neden olmaktadır: Ben bir Müslüman olarak Avrupa’da ne yapıyorum? Bir Müslüman olarak Avrupa’da olabilir miyim? Bir Müslüman olarak Avrupa’da nasıl kalabilirim? Ve en büyük soru bir Müslüman ola- P rak Avrupa’nın bir parçası mıyım? Schiffauer bunun ardından bu soruların birbirleriyle bağlantılı olduklarını açıkladı. IGMG içerisinde 10 seneden fazla zamandan beri bu sorulara sistematik cevaplar arandığını, bugün bu konuda Avrupa’dan genel bir tasdikin mevcut olduğunu, zira din özgürlüğünün bir Müslüman’ın yasalar çerçevesinde Avrupa’da yaşamasına izin verdiğini belirten Schiffauer, bir Müslüman olarak Avrupa’da yaşayan diğer Müslümanlara karşı da sorumlu olunduğunu vurguladı. Ayrıca, dünya dinleri arasında eşitliği sağlamayı garanti eden seküler bir hukuk devletine ihtiyaç olduğuna işaret eden Profesör, Müslümanların Avrupa’daki azınlık statüsü tecrübesinin, azınlıkların korunmasının önemini ortaya çıkardığını ve anayasanın da bunu onayladığını belirtti. Bu genel cevapların ardından Schiffauer konuyu iki kısımda inceledi. Bir taraftan “ben aslında geldiğim yerin insanıyım” cevabı verilebilecek “ben aslında kimim” sorunu çerçevesinde Yeni Osmanlıcılık kavramını açıkladı. Kişinin geçmişini araştırarak kökenlerini Osmanlı İmparatorluğu’nda aradığını belirten Schiffauer, Osmanlı tarihinin özel, insani ve büyük bir geçmiş olarak değerlendirildiğini söyledi. Schiffauer, kendilerini zihni olarak büyük bir gelenek içerisinde konumlandırma eğiliminde olan insanların belli bir “güçlülük hissine” (Empowerment) sahip olduklarını, kendine güvendiklerini ve geçmişleriyle gurur duyduklarını belirtti. İkinci kısımda ise “melez kimlikleri” ele alan Profesör, burada kişilerin büyük geçmişteki gerçek kimlik arayışına cevap niteliğindeki birinci soruyu yetersiz bulduğunu ve daha karmaşık bir tecrübe ile bağlılık hissinin olmadığına işaret etti. Burada Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihi, kişinin onun sayesinde korunmakta olduğu, güçlü ve güçsüz yönleriyle kendisini konumlandırdığı sıradan bir tarihi oluştu- JUNI / HAZİRAN 2010 / 33 / se m p oz y um ken. Çevirideki kendi kelimelerimiz metinde olanın çevirisidir. Çeviri aynı zamanda kaynak metin üzerine daha derin bir anlayış imkânı sunmaktadır. Çeviriyle ilgili diğer bir noktayı ise Prof. Schiffauer “eksensizleştirme (de-zentrierung” olarak gösterdi. Buna göre metinler “bir bağlamdan diğerine, bir kültürden diğerine çevrilmektedir, aynı bir kayıkçının eşyaları bir nehrin bir kıyısından diğer kıyısına taşıması gibi. Sürekli kültürler arasında bir hareketlilik vardır. Kişi devamlı diğer kıyıya dışarıdan bakmakta kendisini merkezsizleştirmektedir. Önce Türk bakış açısından Alman kültürüne, daha sonra Alman Çeviriyle ilgili diğer bir noktayı ise Prof. Schiffauer “eksensizleştirme (de-zentriebakış açısından Türk külrung)” olarak gösterdi. Buna göre metinler “bir bağlamdan diğerine, bir kültürden türüne bakmaktadır ve bu dışarıdan bakışın avantajdiğerine çevrilmektedir, aynı bir kayıkçının eşyaları bir nehrin bir kıyısından diğer ları vardır. Kişi dışarıdan kıyısına taşıması gibi. Sürekli kültürler arasında bir hareketlilik vardır. kusur ve tezatları çok daha iyi görebilir. Kendi kültürüne veya içerisinde bulunduğu kültüre karşı eleştirel gözle bakabilir”. rur. Schiffauer’e göre “Burada çıkış noktası şimdiki Tam da bu şüphe klasik konumların geleceğinzamandır, geçmiş değil. Önemli olan yolların, “rotaden olan üçüncü bir alanın (“Third-Space”) geliların” gerçekleştirilmesidir. Kişi geçmiş üzerinde cidşimine götürür. Bu da iki ve üçüncü neslin üyeledi çalışmalı ve şimdiki zaman bir fırsat sunar. Çöküş rini ümmet istikametine yöneltir. hali sadece bugüne mahsus değildir”. Prof. Schiffauer son olarak kimlik arayışının, her Schiffauer konuşmasının devamında anahtar bir zaman doğu ve batının zıtlıklarına değil, aksine İslam kavram olan çeviri üzerinde durdu. Çevirinin fakve Hristiyanlığın ortak yönlerini vurgulama fırsalı anlamları olan karmaşık bir süreç olduğuna işatını da sunduğunu belirtti. ret ederek, öncelikle bir defa saf dilsel olarak Almancadan Açık bir şekilde kıyaslanan bu iki konumun, gerTürkçeye ya da Türkçeden Almancaya veya bir düçeklikte açıkça ayrılmadığını belirten Prof. şüncenin Türk kültüründen Alman kültürüne ya da Schiffauer, konuşmasını şu tespitlerle bitirdi: Alman kültüründen Türk kültürüne aktarımı ola“Özellikle 15–16 yaşlarındaki genç insanlar, sıkrak değerlendi. Çeviri hakkındaki bu yorumun, kilıkla ilk pozisyondaki gerçeklik düşüncesinden etkilenmekteler. şinin kendi düşüncelerinin diğer kültürde nasıl etOnlara diğer arayış çok daha zor gelir. Neredeyse Mistizmdeki ki uyandırdığını ve hangi anlama geldiğini bilmegibi, mirası yeniden keşfetmek için açık bir arayıştır. si manasına geldiğini belirtti Bu adım daha çok üniversite döneminde veya daha Diğer bir yandan çeviri, orijinalin yaratıcı şesonraki yaşamda atılır. Bu iki aşama her zaman, takilde benimsenmesinin ifadesidir. Bazen çevirilermamen veya kesin bir şekilde birbirinden ayrı değil. de gerçekliğe daha yakın olabilmek için gerekli duBiri diğeriyle ilişki içerisindedir. Ama her zaman da rumlarda değişiklikler yapmak durumunda kalırız, değil.” Habibe Baltaci ([email protected]) örneğin bir metni kendi kelimelerinle ifade eder- / 34 / IGMG • PERSPEKTİF sem p oz y um Almanya’da kimlik politikaları ve Müslümanlara etkisi Rommelspacher, Almanya’nın yakın tarihindeki olayların Almanya’daki göçmenlerin kimliklerine damgasını vurduğunu belirtti. Buna göre Berlin duvarının yıkılışı ve iki Almanya’nın birleşmesi göçmenleri için çok anlamlıydı. Bu anlamda Alman öncü kültürü ve “Alman olmak” etrafında yapılan tartışmalarda, göçmenler tartışmanın dışında bırakıldı. Fatma Yilmazer • [email protected] rof. Dr. Birgit Rommelspacher, sempozyumun ikinci gününde yaptığı konuşmasında Almanya bağlamında Batı Avrupa’nın kimlik politikası ve bunların Müslümanlara etkisi konusunu işledi. Müslüman karşıtı söylemlerin özellikle 11 Eylül’den sonra tüm Avrupa’da gözlemlendiğini belirten Rommelspacher, buna rağmen karşılaştırmalı araştırmaların Müslümanların kendilerini en az Almanya’da kabullenilmiş hissettiklerini ortaya koyduğunu belirtti. Rommelspacher’e göre bunun sebepleri şunlar: “Nedenlerden biri hiç şüphesiz Almanya’nın uzun yıllardır göçmenleri gözardı eden politikası. Sürekli Almanya’nın göçmen ülkesi olmadığı dillendirildi. Bugün ise göç büyük ölçüde kabul ediliyor, fakat bir entegrasyon baskısı var ki, çoğunlukla asimilasyondan başka bir şey değil. Diğer bir neden ise Almanya’nın etnik homojenliği vurgulayan siyasi kültürü. Bu, sonraları nazi reji- P minin ırkçı politikalarına kadar giden, 19. yy’daki milliyetçi eğitime kadar geri götürülebilir” Rommelspacher’e göre Almanya’da yaşayan göçmenlerin durumu kökenleri ile de ilişkilendirilebilir, zira Fransa ve İngiltere’de olduğu gibi Almanya’daki göçmenler eski bir koloniden gelmediler. Çoğunluğu misafir işçi idi ve normal göçmen ülkelerindeki gibi sınıf ayrımı mevcut değildi. Bununla beraber memleketleri ile yakın bağlantıları diğer göçmenlerden ayrılıyorlardı. Rommelspacher, sözüedilen faktörlerin yanı sıra Almanya’nın yakın tarihindeki olayların Almanya’daki göçmenlerin kimliklerine damgasını vurduğunu belirtti. Buna göre Berlin duvarının yıkılışı ve iki Almanya’nın birleşmesi göçmenleri için çok anlamlıydı. Bu anlamda Alman öncü kültürü ve “Alman olmak” etrafında yapılan tartışmalarda, göçmenler tartışmanın dışında bırakıldı. İş piyasasında da göçmenler duvarın yıkılışının etkilerini hissettiler. Doğu Alman işçilere iş piyasasında öncelik verildi. Diğer bir faktör, Doğu ve Batı Almanya’nın birleşmesinin diğer bir sonucu ise ırkçı şiddetin ortaya çıkması oldu. Mölln ve Solingen’deki ölümcül ırkçı saldırılar göçmenleri etkiledi. Bunlar ilk göçmen nesiller için bir şok oldu, kendilerini dışlanmış hissettiler, hayal kırıklıkları yaşandı. Bu ırkçı saldırılar Almanya’nın geçmişinde yaşananları hatırlattı. Buna ek olarak yaşlı bir göçmenin “Almanya’nın yeni yahudileri olduğumuzu biliyoruz” sözlerini alıntılıyan Rommelspracher, karşılaştırmanın elverişli olmadığını, fakat “öteki”nin gayri meşru ve entegre olmaya yeteneksiz olarak görülme anlamında etnik homojenlik ideolojisinin halen varolduğunu vurguladı. Bunun dışında çifte vatandaşlık örneğine yer veren, Almanya ve Avusturya dışındaki tüm Avrupa ülkelerinde çifte vatandaşlığın kabul edildiğini ifade eden Rommelspacher, bununla göçmenlere “Alman ya da Türk JUNI / HAZİRAN 2010 / 35 / se m p oz y um olabilirsin, iki veya daha fazla vatandaş olman mümkün değil” mesajının verildiğini söyledi. Bu tür politika ve Almanya’nın tarihi gelişimi göçmenlere zorluklar çıkarmasına rağmen, toplumun çoğunluğunun nezdinde sahip oldukları imajın göçmenler için aşılması gereken en önemli unsur olduğunu de belirten Rommelspacher,toplumun çoğunluğunun, ekseriyetle belirli bir “öteki” düşüncesine sahip olduğunun altını çizdi. ettikleri insanlar ile kendini özdeşleştirerek, onların kimliklerinin sadece bir yanına odaklanırRommelspacher’e göre göçmenlerin sa, bunun “Othering” düalizmiilk olarak sembolik güçlerini topne sebep olan zemini oluşturacağını belirtti. Kadın ve ırkçılıkla mülumsal güce dönüştürmeleri önemli cadele hareketlerinde çok etkili olan ve “Othering” e karşı en iyi savunma bir konseptten sözeden ve bu konseptin merkezinde ortak bir hesiyasi,ekonomik ve sosyal eşitlik. Bu defin yer aldığını ifade eden kesin çözüm olmamakla beraber, Rommelspacher’e göre, grup üyeönemli bir adımdır. Bu anlamda azınleri ortak hedefleri olduğu bilinci ile hareket ediyorlar fakat bulıklar kabullenilme ve toplumsal kanun yanı sıra farklı oldukları ve tılım için mücadele etmeliler. Kimlikler ve “Othering” farklı kimliklere sahip olduklarıRommelspacher, “Othering”i nın da bilincindeler. esasen farklı olan bir toplululuğu hoBirgit Rommelspacher ayrımojen bir topluluk olarak kurgulaca konuşmasının sonunda ayrımcılık mak olarak tanımlıyor. Buna göre topve “Othering” ile ilgili yapılabilumun küçük bir kesiminin yaptıkleceklere değindi. ları, tüm topluma mal ediliyor. Rommelspacher’e göre göç“Öteki” imajı kendinin tam tersi olamenlerin ilk olarak sembolik güçrak yerleşiyor. lerini toplumsal güce dönüştürFakat “Othering”i yapanın sameleri önemli ve “Othering” e kardece toplumun çoğunluğu olmadışı en iyi savunma siyasi,ekonoğını, göçmenler arasında da aynı şemik ve sosyal eşitlik. Bu kesin çökilde bunu yapanlar olduğunu bezüm olmamakla beraber, önemlirten Rommelspacher’e göre, göçli bir adımdır. Bu anlamda azınmenler Almanları soğuk, menfaatlıklar kabullenilme ve toplumsal perest, serbest ve ahlaki bir tehlike katılım için mücadele etmeliler. olarak görebiliyorlar, yozlaşmış baBir diğer hedef, düalizmin aşıltının bir örneği. Bu anlamda aileması ve çoğul kimliklerin kabul ler çoğunlukla çocuklarının yabangörmesi için çalışılmasıdır. Arzu cılaşması ve “Almanlaşmasından” koredilen toplumun çoğulcu hale gelkuyorlar. Her iki tarafta da dammesi, karşılıklı kabulleniş ve çogalamalar sözkonusu. Ancak sonuçları ğul kimliklerdir. açısından bakıldığında farklılıklar göBerlin duvarının yıkılmasınze çarpıyor. Azınlıkların “otheda sonra ortaya çıkan ırkçı şidring”i daha çok sembolik bir düzeyde kalırken, topdet Almanya’daki göçmenlerin bu şiddete tepki göslumun çoğunluğunu oluşturan kesimin “othering”inin termesine yol açtığını, 11 Eylül ve göçmenlerin armeslek, eğitim, haklar, sosyal prestij gibi konularda sotan İslamlaşması “biz” ve “onlar” arasında bölünmemut etkileri oluyor. yi güçlendirdiğini ifade eden Rommelspacher’e göRommelspacher’e göre sembolik gücün de bir anre, bugün işler dönüşmeye başlamış durumda. Buna lamı var. Buna göre kimliğin belirlenmesinde etnik çogöre azınlıkların kamuoyu, siyaset ve bilim alanında ğunluk toplumun çoğunluğunun etkin konumunu targiderek daha fazla öne çıkmaları çoğulculuğun nortışmaya açıyor. Göçmenler toplumun çoğunluğunu oluşmal olarak algılanmasına sebep olurken, bunun yanı turan kesime çoğulculuk anlayışı ile yaklaşırken, topsıra İslam’ın varlığını kamuoyuna giderek daha fazlumun tek parçalı yapısına karşı geliyorlar. la göstermesi bu süreci hızlandıracaktır. Çok yaygın olan İslam karşıtı söylemler nedeniyle Çoğul kimlikler müslümanlara karşı hoşgörüsüzlük ve ayrımcılığın bir Rommelspacher konuşmasında ayrıca “çoğul kimgerçek olduğunu belirten Rommelspacher, konuşmalikler” kavramına da değindi. Bir grubun belirli bir kimsını “ Ayrımcılık ve Othering” ile mücadelenin çok zor liğine odaklanan kimlik politikası sorununu anlatan ancak, imkansız olmadığının altını çizerek bitirdi. Rommelspacher, şayet bir grup hakları için mücadele Tercüme: Ömer Faruk Altıntaş / 36 / IGMG • PERSPEKTİF sem p oz y um Yahudi ve Müslüman azınlıklar üzerine Prof. Dr. Michal Bodemann sempozyumda 2. Dünya Savaşı sonrası Almanya’daki Yahudilerin yaşadıkları tecrübeyi aktardı. Toronto Üniversitesi öğretim üyesi olan Bodemann’la anti-semitizm, İslam düşmanlığı, Yahudi ve Müslüman azınlıkların gündemdeki problemleri üzerine konuştuk. Bekir Altaş • [email protected] onuşmanızda Müslümanlarda görülen antisemitik temayüllere dikkat çektiniz. Bunun Müslümanlar tarafından yok sayılması hasebi ile bilhassa bu soru ile başlamak istedim. Meseleyi biraz daha teferruatlı açıklayabilir misiniz? Antisemitizm vasıtasıyla elde edilen çıkar, hem Alman toplumu hem de Müslümanlar için aynıdır. Tabii ki Türk ve Arap Müslümanlar arasında daha yaygın çok nisbeten kolaydır. İsrail meselesinin bununla doğrudan bir ilişkisi vardır. Gazze saldırısı örneğinde olduğu gibi İsrail’de meydana gelen büyük olaylar esnasında, bilhassa Müslümanlarda güçlü bir antisemitizm gözlemleme imkânı vardır. Bununla beraber, sayıca üstün olan Hıristiyan çoğunluğun tersine daha zayıf bir konumda olan bir azınlığa karşı beslenen temel bir temayülden, antisemitizm temayülünden bahsetmek mümkündür. Benzer bir azınlık tecrübesine sahip olan, kurumsal ve yapısal ayrımcılığın şekilleriyle yüzleşmiş olan Müslümanların bu konu ile ilgili hususî bir hassasiyet geliştirmiş olmaları gerekmez mi? Bu zaten kısmen mevcuttur, Müslümanlar kendilerini kısmen Yahudiler ile özdeşleştirirken, Yahudiler de aynısını yapmaktadırlar. Mesela yazarlar Zafer Şenocak ve Feridun Zaimoğlu örneklerine bakalım. İkisi de Yahudilik ile alâkalı konulardan bahsederler ve aynı zamanda onlarla bir benzerlik kurarlar. Yahut Almanya’da K yaşayan diğer azınlıkları sürekli sözkonusu eden Navid Kermani. Bu perspektifin Almanya’da yaşanmış olan – hem müsbet hem menfi – uzun tecrübelere yaslanabilme avantajı vardır. Bu söylediğiniz bireyler için geçerli tabii? Doğru. Ancak adını andığımız yazarların, en azından Zaimoğlu ve Şenocak’ın, Türk toplumunun görüşlerini şekillendiren elit insanlar olmaları önemli bir husus. Söylediklerinin eksiksiz biçimde toplumun alt tabakalarına aktarılmasını ümit ediyoruz sadece. Bu sebeple, dinî ve siyasî açıdan aynı safta olmasalar dahi, bu insanlara kulak verilmesinin önemli olduğunu düşünüyorum. Bu bağlamda İslamî dinî cemaatlerden beklentileriniz nelerdir? Bir diyaloğun sürdürülmesi, Yahudi cemaati ve hahamlar ile konuşmanın yollarının araştırılması fevkalâde önemli. Hahamların bazen çok dikkatli ve çekingen oldukları için bunun kolay olmayacağının da farkındayım. Konuşmanızda Almanya’daki Yahudi diasporasının dış politika amaçlarına alet edildiğini söylediniz. Bu tespiti neye istinaden yapıyorsunuz? İki temel husus var. Birincisi, Yahudilerin yönetim kademesi diasporadaki durumdan ziyade, yoğun bir biçimde İsrail’e odaklanmış vaziyette ve durum sadece Almanya’da değil, Kuzey Amerika’da da böyle. Bu son yıllarda ortaya çıkmış bir zafiyet ve İsrail tarafından Yahudilerin Avrupa’daki ve Kuzey Amerika’daki temsilcilerinin aynı zamanda İsrail’in de temsilcileri olması yönünde sürdürdüğü çabalar ile doğrudan alâkalı. Tarihsel arka plan düşünüldüğünde anlaşılır bir durum değil mi bu? Güçlü bir İsrail aynı zamanda sığınılacak bir yer demek. Bu durumda bir alma-verme sözkonusu değil mi? Çok değişik tutumlar sözkonusu. Meselâ Daniel CohnBendit. Ona, burada [Almanya’da] bir takım problemlerin gün yüzüne çıkmasından sonra İsrail’e göç edip etmeyeceğini sorsanız „hayır“ diyecektir. Türkler ve diğer diaspora gruplarında da aynı cevabı alırsınız. Diğer bir ifade ile: Büyük bir gücün himayesinde olmak mı, yok- JUNI / HAZİRAN 2010 / 37 / se m p oz y um sa buradaki konumumuzu kuvvetlendirip daha güçlü bir diaspora grubu mu teşkil etmek mi istiyoruz? Yani Yahudi ve Türk cemaatlerinin durumları arasında bir benzerlik görüyorsunuz. Bu bağlamda Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’nın Köln’de yaptığı ve bazı tartışmalara neden olan konuşmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu çetrefil bir husus. Birilerinin gelip onlara nelerin yapılması gerektiğini söylemesi bir çok Müslüman Türk’ün de hoşuna giden bir şey değil. Bu Yahudi siyasetçilerin Almanya’ya gelip Yahudilere İsrail’in çıkarlarını gözetmeleri ve oraya göç etmeleri gerektiğini söylemelerine benzer. Ancak Sayın Erdoğan’ın entegrasyon-asimilasyon tartışmasını başlatmış olmasının Almanya’da yaşayan göçmenler açısından olumlu bir tarafı da olmuştur. Olaydan kısa bir süre sonra Başbakan Merkel, kendisini Türk kökenli göçmenlerin de başbakanı olduğunu beyan etti ve Türkiye ziyaretinden önce asimilasyona karşı net bir tavır aldı. Erdoğan’ın konuşması olmasa idi, bu belki de gerçekleşmeyecekti. Alman Devleti’nin yurtdışındaki Alman okulları ile alakalı olarak benzer tutumları var mıdır? Bu bambaşka ve diaspora olarak nitelenemeyecek bir durum. Burada sözkonusu olan okullar, kimi iş adamlarının ve diplomatların çocuklarının gittiği okullardır. Büyük bir topluluk sözkonusu değildir yani. Almanya’daki Müslümanların geldikleri ülkelerin, onları yine Almanya’daki –mesela – İslam karşıtı temayüllere karşı uyarmaları gerekli ve mantıklı değil mi? Bunu yapmanın zor olduğunu düşünüyorum. Erdoğan bunu belki gerçekleştirdi ancak burada aslında neler olup bittiğine dair çok fazla bir şey bilmeden. Kısmen de – vaktiyle Ludwigshafen’de yaptığı gibi – dozajını kaçırdı. Müslüman-Türk toplumun bu meseleye nasıl baktığı ile alakalı tahmin de bulunamamamın da nedenini çözemiyorum. Ama daha ziyade şüphecisiniz. / 38 / IGMG • PERSPEKTİF Evet, bu durum bende şüphe uyandırıyor çünkü kendi değerlerimizi oluşturup savunduğumuzu görüyorum. Ayrıca Almanya’da Yahudileri temsil eden ve basında ses getiren Yahudi Merkez Konseyine (Zentralrat der Juden) Müslümanların sahip olmaması gibi bir durum var ortada. Navid Kermani gibi bazı görünür entelektüeller var olsa bile, örgütler parçalanmış vaziyetteler. Eğer muhtelif Müslüman örgütler temsilci olarak birkaç kişi üzerinde mutabakata varabilselerdi, bir kazanımdan bahsedebilirdik. Konuşmanızda Yahudilerin mesela yurtdışı gezilerine götürülerek iç ve dış politika malzemesi yapıldığını belirttiniz. Yahudi cemaati bu durumdan sakınmalı mıdır? Evet, kesinlikle. Alman Devleti’nin Yahudi cemaatine öngördüğü gibi Müslümanlara da belirli bir yapı öneren ve bu yapıyı kendi siyasî emellerine alet etmek istemesi anlamına gelen Almanya İslam Konferansı da bu bağlamda değerlendirilebilir mi? Elbette. Bu iki taraflı bir olaydır. Bir yandan bir alet etme sözkonusudur, buna şüphe yok. Diğer yandan ise dışarıda bırakılmış Müslüman kurumların daha fazla bir birlikteliğe ulaşması gibi müsbet getirileri olmaktadır. Konuşmanızı bitirirken hiçbir cemaatin felâketlerin üzerine bina edilemeyeceğini söylediniz. Müslümanlarda da bu eğilimi görüyor musunuz? Başka bir ifade ile: Ayrımcılıklar günyüzüne çıkarılırken bir mağduriyet rolü mü oynanmaktadır? Öncelikle belirtmeliyim ki, Yahudilerde bu durum çok daha belirgindir. Soykırıma teslim olmak, onu içselleştirmek gibi bir tutumu kastediyorum. Müslümanlarda bu oranda bir tutum sözkonusu değil. Aslında mağdur rolü bir ölçüde birarada bulunmanın bir aracı gibi kullanılıyor. Yani, “ayrımcılık var ve müdafaa da bulunmak için birarada durmalıyız” mantığı. Abartılmadığı sürece bu bir sorun değil. Elbetteki bunu soykırım durumları ile mukayese etmek mümkün değildir. Yani Mölln’de vuku bulmuş cinayetler ile mukayese edilmesi bile abartı sayılır. Yahudi paralel toplumlarından da bahsettiniz. Evet ama kısmen başka nedenlerle. Bir katilin cinayet maksadı ile başka bir yola değilde, diğer katillerle sıkı bir ilişkiye girmeye tevessül etmesi gibi düşünün. Paralel toplumlar her yerde oluşuyorlar. Meselâ entegrasyon için çok iyi bir örnek sayılabilecek Kanada’da. Oluşsunlar zaten, bunun kötü bir tarafı yok ki. Yeni dile hakim olmayan insanlar neden kültürsüz olarak yeni topluma entegre olmaya uğraşsınlar. Bunun için bir nesil geçmesi gerekiyor. İkinci nesil okumaya başlıyor ve topluma entegre oluyor. Bu söyleşi için çok teşekkür ederiz. (Tercüme: Hüsnü Yavuz Aytekin) sem p oz y um ‘‘İnsanî-ahlakî değerlerde yarışmak gerekir‘‘ T.C. Başbakanlık Başdanışmanı Doç. Dr. İbrahim Kalın ‘‘Müslüman Kimliği ve Batı‘‘ başlığıyla bir sunumda bulundu. Sunumunda dile getirdiği ve Avrupa’daki Müslümanlar bağlamında öne çıkan konuları program çerçevesinde kendisiyle görüşme fırsatı bulduk. Ünal Koyuncu • [email protected] brahim bey, sempozyumdaki sunumunuzda Avrupa’daki Müslümanların durumunu tanımlarken yeni bir gerçeklikten bahsettiniz. Söyleşimize, bu yeni gerçekliği biraz açarak başlamak istiyorum. Nedir bu yeni gerçeklik? Şöyle söyleyeyim, İslam-Batı toplumlarının tarihi çok uzun bir döneme yayılıyor. Geçmişte de çatışmadan işbirliğine, savaşlardan bir arada yaşama tecrübesine kadar çok zengin bir tarih var. Bugün gördüğümüz olgu biraz daha farklı. İlk defa birbiri içine bu kadar geçmiş iki topluluktan bahsediyoruz. Yani Batı toplumları İslam dünyasında var. Neyiyle var? Kültürüyle, bilimiyle, siyasetiyle, sanatıyla var. Aynı şekilde Müslüman topluluklarda Avrupa’da fiilen yaşıyorlar. Avrupa‘da yaşayan Müslüman sayısını ve Almanya‘da yaşayan Türk sayısını düşündüğünüz zaman, ilk defa böyle çok nevi şahsına münhasır özel bir tecrübe yaşanıyor. Bunun da getirdiği bir takım fırsatlar ve tehditler var. Şimdi bizim bu fırsat ve tehditleri doğru bir şekilde anlamamız, yapıcı bir şeye dönüştürmemiz lazım. Buradaki temel mesele, kendimiz kalarak başkalarıyla çok kültürlü ortam içerisinde birlikte yaşama ahlakını geliştirebilecekmiyiz sorusudur. Burada hem Avrupalılara hemde Müslüman azınlıklara roller ve görevler düşüyor. Bu sadece tek bir tarafın taviz vererek çözebi- İ leceği bir süreç değildir. Karşılıklı medeni bir münakaşa ortamında, Habermas’ın iletişimsel etkileşim dediği tarzda bir söylem geliştirebilecekmiyiz? Şimdi Avrupa bunun için aslında bir takım imkanlar ve fırsatlar sunuyor. Yani Avrupalı Müslümanların özellikle de Avrupa’daki çok kültürlülük, çoğulculuk, modernleşme, azınlıklar vs. gibi kavramlar üzerine yeni söylemler üretmesi gerekiyor. Müslümanların kendilerini dışarıda, toplumun marjininde değil, merkezinde, ortasında, önemli pozisyonlarında aktörler olarak görebilmesi lazım. Bunun içinde yaşadıkları toplumun eğitiminde, sanatında, biliminde, medyasında kısaca her alanında bulunmaları gerekir. Bulunacaklar ki, bu etkileşim bir pozitif enerjiye dönüşebilsin. Bunun önünde bir sürü engellerin var olduğunuda unutmamak gerekir. Herşeyden önce Müslüman toplulukların kendi iç sorunları var. Hala bir azınlık psikolojisinden kurtulabilmiş değiller. Diğer taraftan Avrupa’nın yaşadığı başka sorunlar var. Yaşanan gelişmeler bize, Avrupa’da çoğulculuğun sınırlarını Müslümanlara karşı alınan tavırların belirlediğini gösteriyor. Dolayısıyla bu durumda bir gerilim ortamı çıkıyor. Avrupa’ya genel olarak baktığımızda siyasi ve sosyal alanda bir daralmanın, bir küçülmenin olduğunu görüyorsunuz. Yani çok kültürlülüğün, farklı kimliklerin temsil edildiği değil, giderek daha homojen kimliklerin öne çıktığı ve ulusal politikaların buna göre belirlendiği bir Avrupa‘yı görüyorsunuz. Oluşan bu gerilime Müslümanlar ve diğer azınlık topluluklar farklı cevaplar veriyorlar. Ne yapıyorlar? İçe kapanıyorlar, etkileşime girmiyorlar, kendilerini açmıyorlar ve böylelikle karşılıklı korku ve güvensizlik ortamı doğuyor. … Avrupa’daki Müslümanlarla ilgili olumsuz noktaya değiniyorsunuz. Peki olumlu, pozitif gelişmeler yok mu? Şüphesiz var. Olumlu örnekleri de görmekteyiz. Belirli Avrupa ülkelerinde entegrasyon süreci daha başarılı yaşanıyor. Müslüman topluluklar kendilerini o ülkeye ait, o ülkenin vatandaşı olarak tanımlamakta bir sıkıntı çekmiyorlar. O ülkenin kanunlarına, kurallarına bağlı yaşıyorlar, o ülkenin dilini, tarihini ve kültürünü JUNI / HAZİRAN 2010 / 39 / se m p oz y um öğreniyorlar. Ama bunu kendi kimliklerinden taviz vermeden, kendilerini kaybetmeden yapmak istiyorlar. Bunlar iyi örnekler, hiç şüphesiz. Avrupa’da da böyle bir çoğulculuğa sıcak bakan, bunu arzulayan, bunun Avrupa’yı zenginleştireceğini düşünen çok önemli bir kitle var. Yani Avrupa’nın tamamı kesinlikle yabancı düşmanı, azınlıklar düşmanı değil. Bunun iyi örnekleride var. Önemli olan bu iyi örnekleri çoğaltmak, bu ittifakı genişletmek, ki bu ilerde hakikaten Avrupalılarla Avrupa’da yaşayan Müslüman azınlık arasında yapıcı bir etkileşime dönüşür. Asimilasyon kavramını ele alırken bu kavrama farklı bir anlam yüklediniz. Asimilasyonu kökten reddetmekten ziyade asimilasyonun belirli alanlarda mümkün olduğunu belirttiniz. Kasdettiğim şuydu: Asimilasyon kelimesinin manası birbirine benzemek demektir. Ama biz birbirimize nerede benzemeliyiz? Yediğimiz yemekte, kültürde, dini adetlerde değil, en temel insanî-ahlakî değerlerde birbirimize benzemeliyiz. Hatta onunda ötesinde birbirimizle oralarda rekabet etmeliyiz. Hayırda, yani en temel ahlakî-insanî değerlerde yarışmak. Hukukun üstünlüğüne dayalı evrensel bir sistemi inşa ederken bizim birbirimizle rekabet halinde olmamız lazım. Bu noktada birbirimize benzememizin hiç bir zararı yok. Yani mesela haksız yere insan öldürmek, ayrımcılık ve ırkçılık bir suçtur. Bunlar evrensel ilkelerdir. Burada herkesin birbirine benzemesi yani ‘‘asimilasyona‘‘ uğraması kötü bir şey değildir. Ama insanlar bunu yaparken kendilerine ait bir takım hususi kimlik unsurlarını da muhafaza etmek isterler. Bu da doğal bir haktır. Onları reddettiğiniz zaman toplumlar bunlara tepki gösterirler, kendilerini kapatırlar. O zaman ortak iyide buluşamazsınız. Avrupa’daki Müslümanlara baktığımızda, İslam dünyasının bir mozaiğinin bu coğrafyada yaşadığını görüyoruz. ABD Başkanı Obama’nın danışmanlığına getirilen bir Müslüman bayan örneğinde görüldüğü gibi, Avrupa’daki Müslüman azınlık İslam dünyası ile Avrupa arasında iletişimi sağlayıcı bir rol oynayabilir… …tabi bunun için öncelikle şunu ortaya koymamız gerekir: Diğer bütün azınlık toplulukları gibi Avrupalı Müslümanlar da kendi geldikleri ülkelerle ilişkilerine sahip çıkma noktasında bir hakka sahiptirler. Yani Almanya’da yaşayan Türklerin Türkiye ile olan irtibatlarını korumaları, kesinlikle buradaki entegrasyon sü- / 40 / IGMG • PERSPEKTİF reçlerinin bir alternatifi ya da engeli olarak görülmemelidir. Öyle bir model geliştirmeliyiz ki, burada yaşayan bir Türk Türkiye ile, Fransa’da yaşayan Cezayirli Cezayir ile ve İngiltere’de yaşayan Pakistanlı Pakistan ile ilişkisini, o ülkede entegre olmak adına koparmak zorunda olmamalı. Biz bu ilişkiyi artı bir değere dönüştürebiliriz. Bu ilişkileri koruduğunuz zaman bu kesim topluluklar arasında tercümanlık yapmaya başlar. Bu çok önemli bir şey. Zira bunu yapacak başka topluluklar yok. Yani bu insanlar Almanya’ya Türkiye’yi, Türkiye’ye de Almanya’ya anlatacaklar. Ama bunu yaparken kaçamak bir şekilde değil, kendi kimliklerini muhafaza ederek, ezilerek değil, kendinden emin bir şekilde yapacak. Asimile olmuş bir kişinin temsil gücü olmaz, güvenilirliğini yitirir. Avrupa’da ‘‘İslam ülkelerinde kiliseler açılmıyor Hristiyanların hakları kısıtlı, dolayısıyla burada da camiler sınırlandırılmalı ve Müslümanlara sınırlı düzeyde haklar verilmeli‘‘ düşüncesi belirli bir kanatta hakim. Bu düşünceyi nasıl değerlendiriyorsunuz? Öncelikle İslam ülkelerinde kiliselerin açılmadığı tespiti doğru değildir. Sadece Suudi Arabistan’da kilise açılmasına müsade edilmiyor. Ama bu konuda bir takım ulusal ve uluslararası kanunlardan kaynaklanan sıkıntılar var tabiki. Bunlar hiç şüphesiz aşılmalıdır. Din özgürlüğü evrensel bir ilkedir. Bunun her yerde eşit ve adil bir şekilde uygulanması gerekir. Moderniteyi özgürlük ve anlam kavramlarıyla tanımlarken başörtüsü örneğinde Avrupa’nın özgürlüğü kişisel tercih bağlamında tartışmaya açtığını savundunuz. Bu yorumu biraz açsanız? Özgürlüğü seçme hakkı olarak tanımladığınızda o tercihin içeriğini tartışmazsınız. Bu özgürlüğün bir tanımıdır. Kişinin tercihi kamu düzenini ihlal etmediği sürece devlet herhangi bir müdahalede bulunmaz, içeriğini tartışmaz. Avrupa’da İslam tartışması söz konusu olduğu zaman, işte bu içerik tartışılır hale geliyor. Bazı çevreler Müslüman kadının başını örtmesini bir hata olarak, kadının aşağılanması ve baskı altında tutulması olarak görüyor. Neden o bir tercih olarak kabul edilip saygı duyulmuyor? Tabiki içeriğini tartışalım. Ama başka bir bağlamda. Hukuk zemininde önce o başörtüsüne saygı duymak gerekir. Yani bunu devletle, kanunla, polisle yasaklamak yerine, o tercihe öncelikle saygı göstermeli. Ardından onu tartışmaya açabilirsin. Saygı gösterirseniz o insanlar daha sonra bu tartışmaya gönül rahatlığıyla katılırlar. sem p oz y um Osmanlı’da “azınlık hukuku” Prof. Dr. Mustafa Macit Kenanoğlu:“Osmanlı uygulamasında azınlık hukuku diye bir kavram yok. Osmanlı uygulamasında söz konusu olan sadece İslam hukukunun gayrimüslimlere ilişkin düzenlemeleridir. Osmanlı devleti çok hukuklu bir sistem değil, olsa olsa, çok kültürlü bir toplum olarak nitelendirilebilir ve bu çok kültürlü ortam da İslam hukukunun temel prensipleri gereği söz konusu olabilen bir ortamdır.” Ali Mete • [email protected] ayın Hocam, Kimlik Sempozyumunda bir azınlık hukuku olan Osmanlı millet sistemi hakkında bazı ilgi çekici tespitlerde bulundunuz. Avrupa’da yaşayan bilhassa Türk kökenli Müslümanlar için Osmanlı’nın bu uygulaması çoğulcu bir toplumda bir arada yaşamanın başarılı bir örneğidir. Zira Osmanlı’nın hakimiyeti altında yaşayan gayrimüslimlere kapsamlı – idari, mali, adli ve cezai– hürriyetlerin verilmesi Osmanlı’nın örnek bir uygulaması olarak görülmekte. Siz ise böyle bir millet sisteminin olmadığını iddia ediyorsunuz. Bunu açıklar mısınız? Öncelikle bir iki hususu düzeltmeme izin verirseniz memnun olurum. Sorunuzda sözünü ettiğiniz “bir azınlık hukuku olan Osmanlı millet sistemi” ifadesi çok isabetli bir ifade değil. Osmanlı uygulamasında azınlık hukuku diye bir kavram yok. Osmanlı uygulamasında söz konusu olan sadece İslam hukukunun gayrimüslimlere ilişkin düzenlemeleridir. Osmanlı devleti çok hukuklu bir sistem değil olsa olsa çok kültürlü bir toplum olarak nitelendirilebilir ve bu çok kültürlü ortam da İslam hukukunun temel prensipleri gereği söz konusu olabilen bir ortamdır. İslam hukuku ehl-i kitap denilen yahudi ve hristiyanların var olmasını kabul eder; ama bu sizin sorunuzda ifade ettiğiniz gibi kapsamlı bir idari, mali, adli ve cezai hürriyetlerin verilmesi şek- S linde değildir. Osmanlı devletinde tek bir hukuk sistemi geçerlidir, o da İslam hukukudur. Gayrimüslimlerin hürriyetleri tahdit edilmiş yani sınırlı bir hürriyettir. Bugün anlaşıldığı gibi değildir. Ben Osmanlıda gayrimüslimlere çok kötü davranılıyordu veya hiçbir hak tanınmamıştı demiyorum. Benim dediğim Osmanlı devletinde, yerli ve yabancı literatürde gayrimüslimlere hukuki bir otonomi ve kendi hukukunu uygulama imkânı verildiği, cezai alanda birtakım yargılama yetkileri ile donatılmış bir cemaat sisteminin mevcut olduğu şeklindeki görüşlerin geçerli olmadığıdır. Osmanlı devleti gayrimüslim cemaatlere herhangi bir otonomi vermiş değildir. Osmanlı’nın yaygın olarak bilinen millet sistemi uygulamasının temeli İslam hukuku değil mi? Ama klasik İslam Hukuku’nda ise çoğulcu bir hukuk sistemi yok mu? Osmanlı devleti bir İslam devleti olması hasebiyle elbetteki İslam hukukunun prensiplerini uygulamalarına esas almıştır. İslam hukuku ise bu anlamda gayrimüslimlere kendi hukuklarını uygulama hakkı vermemiştir. Bir kere böyle bir durum olsa İslam dünyasında çok sayıda gayrimüslim hakime rastlamamız gerekir. Ya da Osmanlı İmparatorluğu’nun her yerinde bunların mahkemeleri ve hapishaneleri olması gerekir. Halbuki İslam hukukunda gayrimüslimin gayrimüslim üzerine hakim olamayacağı ancak hakem olabileceği kabul edilmiştir. Hanefi hukukçuların neredeyse tamamı bu konuda ittifak halindedir. Hakem kararları ise uyulması mecburi kararlar değildir. Osmanlı devleti de esas itibarıyla Hanefi mezhebi uygulamalarını esas almıştır. Bugün İslam hukukunun uygulanmadığı bir ülkede iki Müslüman gidip bir müftüden bir meselenin hukuki hükmünü öğrenip kendi istekleriyle o hükme uymaları, mesela bir mirası bu anlamda onun fetvasına göre paylaşmaları mümkündür ve aralarında anlaştıkları sürece hiçbir devlet bu kişilere karışmaz. Ama bu bir hukuk sisteminin var olduğu anlamına gelmez. Çünkü devlet öyle bir hukuk uygulamasını kendi kurallarıyla desteklemiş değildir. Ama içlerinden biri verilen karara uymaz itiraz ederse o kişilerin yetkili devlet makamına müracaattan başka hakları kalmaz. Bu konuda yazıp çi- JUNI / HAZİRAN 2010 / 41 / se m p oz y um zenlerin “çoğulcu hukuk sistemi” konuda uygulamalar şekillenmediğinden Avrupa hukuk anlayışında bugün eşitlik, aykavramını tanımlamadan Osmanlı bu tip uygulamaların mutlaka yapılrımcılık yasağı, düşünce ve ifade hürriyedevletinde böyle bir uygulamanın ması gerektiği düşüncesi hakim olti gibi temel insan hak ve hürriyetleri form peşinen varlığını kabul edip açıkmuştur. İslam devletlerinde lamalarını buna göre yapmaları anMüslümanların hakimiyeti geçerli olve içerik olarak oldukça geliştirilmiştir. lamlı değildir. Osmanlı uygulamasının duğundan gayrimüslimlerin bu haAncak uygulamada bu prensiplerin Avrudetaylarını, getirilen yasaklamalakimiyeti ihlal eden propaganda ve düpa’ d a yaşayan Müslümanlar açısından rearı ve gayrimüslimlerle aralarında şünce açıklamalarına izin verilmemiştir. yaşanan tartışmaları bilmeden, geKamusal alanda bu gibi eylemler yalize edilebilirliği söz konusu değildir. Avnel geçer şekilde bu sistemi çoğulcu saklanmıştır. Zaman zaman bazı rupa devletlerinin Müslümanlara karşı çifhukuk sistemi ya da çok hukuklu idarecilerin gayrimüslimlere yönelik te standart içerisinde oldukları bir vakıasistem olarak aktarmak sadece olumsuz emirleri de bu kanaatlerin buna inanmaya hazır kitleleri tatyerleşmesinde etkili olmuştur. dır. Eski dönemde hukuk dinle iç içedir. Bumin etmekten ibaret bir vasıta niÖrneğin III. Selim’in gayrimüslimgün ise hukuku dinden mümkün olduğunca teliğine bürünür. lerin kılık kıyafet ve üslup olarak aşaKamuoyunda genel olarak ğılanması ve tahkir edilmesine dair ayırma çabaları vardır. İslam hukukunda özel olarak ise fermanı bu konudaki örneklerden biOsmanlı’da gayrimüslimlerin ikinrisidir. ci sınıf vatandaş oldukları yönünAvrupa hukuk anlayışında bugün de bir söylem var. İslam hukukuneşitlik, ayrımcılık yasağı, düşünce ve dan ve Osmanlı uygulamasından ifade hürriyeti gibi temel insan hak buna delil getirmek mümkün mü? ve hürriyetleri form ve içerik olarak Günümüz Avrupası’ndaki vatanoldukça geliştirilmiştir. Ancak uydaşlık uygulamasına bakınca ne gigulamada bu prensiplerin Avrupa’da bi farklar mevcut? yaşayan Müslümanlar açısından reaBu tür nitelendirmelerin birçolize edilebilirliği söz konusu değilğu ya peşin hükümlü ya kastı aşan dir.Avrupa devletlerinin Müslümanya da İslam ve Osmanlı hukukulara karşı çifte standart içerisinde olnun karakteristiğini tespit edemedukları bir vakıadır. Eski dönemde mekten kaynaklanan açıklamalarhukuk dinle iç içedir. Bugün ise hudır. Gayrimüslimlerin ikinci sınıf sakuku dinden mümkün olduğunca ayıryıldığına dair İslam ve Osmanlı huma çabaları vardır. Eski dönemde İslam kukunda kurumsal anlamda bir dinini benimseyen devlet olarak düzenleme veya sistematik bir uyOsmanlı devletinin gayrimüslimlegulama mevcut değildir. Ancak re tanıdığı sınırlı ortamın bu çifte stangayrimüslimlerle Müslümanlar aradartla karşılaştırılarak mukayese yasında bazı durumlarda bir statü farkpılması sağlıklı bir sonuca ulaşma imlılığı olduğu doğrudur. İslam hukuku kânı vermeyeceği gibi insanların esbir statü hukukudur. Bu bugünkü modern hukukta da ki form ve içerikleri yeniden ihya edilebileceği şeklinde mevcut olan bir durumdur. Bir kısım hak ve yetkiler kibir zanna sahip olmalarında etkili olmaktadır. Bunun yeşilerin içinde bulunduğu statü ve mesleğe göre elde edirine bir taraftan İslam hukukunun bu konudaki yorumlir veya sınırlandırılır. İslam hukuku genel anlamıyla gaylarının ciddi bir fikri değerlendirmeden geçirilerek işlenmesi rimüslimlerin hukuki işlem ehliyetini tanır. Yani onlar da ve uygulamaya nasıl aktarılacağının tespit edilmesi, öte Müslümanlar gibi evlenme boşanma, alım satım, vekayandan Avrupa hukuk anlayışı bu konudaki çifte stanlet, kefalet vb. hukuki işlemleri rahatlıkla yaparlar. dardının öne çıkarılarak Avrupalıların bu konuda kendi Gayrimüslimlere getirilen sınırlamalar bu gibi alanlarda uygulamalarını düzeltmeye zorlama ve bu konuda baskı değil, din ve ibadet hürriyeti, çan çalma, gürültülü biçimde oluşturma yönünde çabaların sergilenmesi gerekir. İslam ayin icra etmeme, bazı meslekleri icra edememe, cami cihukukunu benimsemeyen ve uygulamayan Avrupa devvarlarında ev satın alamama, mahkemelerde Müslümanlara letlerinde Osmanlı uygulamasını model göstererek sokarşı şahitlik etme, kılık-kıyafet, mesken, silah taşıma ginuç alınabileceği konusunda açıkçası pek iyimser değibi şeri ya da örfi konularda getirilmiştir. Bu sınırlamalalim. rın hepsi İslam hukukunun kesin emirleri sonucu değil Sempozyumdaki konuşmanızda çoğulcu hukukun bir kısmı sadece örfen yerleşmiş uygulamalardır. Rahatlıkla pratiği öldürdüğünü söylediniz. Nisbeten çok kültürdeğiştirilebilecek niteliktedir. Ancak İslam dünyasında bu lülüğe sahip olan Kanada’da İslam Hukuku‘nun 2004 / 42 / IGMG • PERSPEKTİF sem p oz y um senesinde kurulmuş olan “Islamic Sharia Court” vasıtasıyla bazı alanlarda uygulanmakta. İngiltere’de benzeri teşebbüsler var. Almanya da ise mesela Prof. Dr. Mathias Rohe, başka (dinî) normların tatbik edilmesinin uluslararası medenî hukuk çerçevesinde mümkün olduğunu ve buna medenî hukuk örneği üzerinden örneklendirmekte. Bunlar neden pratiği öldürüyor ki? Bir kere bazı hukuki kavramları yerli yerinde kullanmak gerek. Çok hukuklu sistem ile çoğulculuğa izin veren hukuk sistemi farklı şeylerdir. İslam hukuku çok hukuklu sisteme izin vermez. Sadece İslamiyeti benimsemeyen kişilere temel insan haklarını tanır. Bu da İslam hukukunun öngördüğü şekil ve çerçeveye göredir. İslamiyet, ilga ettiği, kaldırdığı, batıl olarak nitelendirdiği Hristiyanlığa ve Yahudiliğe bir sistem olarak kurumsal ve kavramsal olarak kendi bünyesinde yer vermez. Sorunuzda sizde bir yerde çok kültürlülük kavramını kullanıyorsunuz. Çok kültürlülük için çok hukuklu sistem olmak gerekmez. Kanada ve İngiltere’deki örnekleri gösteriyorsunuz ama bunlar henüz içerik olarak şekillenmiş değil. Daha çok teori geliştirme şeklindeki çok kısmi uygulamalardır. Bu mahkemelerin mecburi niteliği var mı? Müslümanlar buraya gitmek zorunda mı? Kararlar icrai nitelikte mi? Karara beğenmez veya uymazlarsa nereye itiraz edecekler? Ortada bir üst mahkeme uygulaması var mı? Bu soruları ciddi analize tabi tutmadan birilerinin teorik olarak ortaya attığı görüşleri dayanak göstermek doğru bir yaklaşım değildir. Bunu net bir biçimde ortaya koyabilmek için ya çok hukuklu bir ortamda doğabilecek problemleri tahmin etmek ya da geçmişte yaşanmış problemlerden haberdar olmak gerekir. Örneğin bu konuda Osmanlı devletinin muhatap olduğu çekişme ve çatışmalar ve dış baskıları görmek gerekir. Bu gibi konular üzerinde düşünmeden ilk bakışta kulağa hoş gelen açıklamalarla bir hukuk sisteminin kurulabileceğini ve yaşatılabileceğini düşünemeyiz. Bir hukuk sistemi uygulandıkça gelişir. İslam hukuku bu konuda son yüzelli yıl içerisinde önemli bir handikapa sahiptir. İslam hukukunun geçen bu sürede ciddi bir kurumsal ve teorik gelişme gösterememesi uygulanmamış olmasıyla ilgilidir. Bugün batılı devletlerin kendi hukuk sistemlerini dünyada geçerli tek hukuk sistemi kılma yönünde sergilediği çabalar ve kurumsal uygulamalar ve bunları yaparken kullandıkları formlar İslam hukukunun geri kalmasına ve kendisini geliştirememesine neden olmaktadır. Batılıların çok taraflı uluslarara- sı antlaşmalar yoluyla kendi hukuklarını herkese belli formlar altında dayatmaları kendi hukuklarının sürekli her yerde uygulanmasına ve gelişmesine yol açarken Müslümanlar bu konuda hiçbir varlık gösterememektedirler. Türkiye gibi ülkeler de AB ile müşterek hukuk sistemine geçme yolunda çabalar göstermekte İslam hukukunu kurumsal ve kavramsal olarak zaten benimsememektedir. Hukuk devletle gerçekleşen bir şeydir. Arkasında devlet desteği olmayan bir hukuk sistemi güdük kalmaya mahkumdur. Uluslararası özel hukuk uygulamalarını çok hukuklu sistem olarak takdim etmek de kanaatimce geçerli değildir. Zira bu uygulamalar daha çok iki devlet arasındaki anlaşmaya dayanır. Devletler bu anlaşmaları yapıp yapmamakta serbesttirler veya istemezlerse anlaşmadan dönebilirler. Bu gibi uygulamalar çok hukuklu bir sistemi hakim kılma niyet ve amacıyla değil farklı devlet vatandaşları arasındaki hukuki meseleleri çözümsüz bırakmamadan dolayı benimsenmiştir. Dolayısıyla Müslümanlar kendi hukuk sistemlerinin körelmesine değil gelişmesine yarayacak ve hakim pozisyona geçecek uygulamaları öne çıkarmak durumundadırlar. Yaygın olarak bilinen millet sistemi anlayışına göre dini cemaat kimliğini oluşturmak ve muhafaza etmek için geniş araçlara sahip idi. Peki sizin savunduğunuz tarihi millet sistemi uygulamasına göre bir dini cemaat kimliğini nasıl inşa edebiliyor ve koruyabiliyordu? Bir kere bu husus tamamıyla İslam hukukun esaslarına göre şekillenmiş bir uygulamadır. İkinci olarak ben millet sistemini değil iltizam sistemi diye adlandırılan bir sistemi savunuyorum. İslam hukukunda esas olarak dinde zorlamanın olmadığı kimseye İslamiyetin zorla benimsetilmeyeceği kuralı vardır. Bu kural çerçevesinde gayrimüslimler kendi inançlarını korur ve ibadetlerini de İslam devletinin hakimiyetini gölgelemeyecek ve açık bir propaganda şekline dönüşmeyecek tarzda kullanabilirler. Eski dönemde hakimiyet bir takım semboller üzerinden yürütüldüğünden bu sembolleri gölgeleyecek tavır, davranış ve uygulamalara devlet izin vermemiştir. Gayrimüslimlerin kimliklerini inşası ve koruması bu esaslara aykırı olamaz. İslamiyet evrensel bir din olması ve tebliği esas alması itibarıyla muhataplarının var olmasına saygı göstermiştir. Ama bundan gayrimüslimlerin bütün tavır ve davranışlarına izin ve onay verildiği sonucu çıkmaz. Aksine İslama aykırı tavır ve davranışlar kesinlikle yasaklanmış sınırlanmış ve cezalandırılmıştır. Ellerindeki kitapların JUNI / HAZİRAN 2010 / 43 / se m p oz y um denetime tabi tutulduğuna, gümrüklerde yurtdışından gelen kitapların bile incelemeden geçirildiğine dair kayıtlar mevcuttur. Zararlı nitelikte olanların devlet içerisine sokulmasına izin verilmemiştir. Bu gibi detayları görmeden gayrimüslimlerin her türlü hürriyetten istifade ettiği varsayımının bir değeri yoktur. Cemaatlere devlet durduk yerde bir müdahalede bulunmamıştır. Herhangi bir suç veya zarar verici tavır ve davranış yoksa müdahale için de bir sebep yoktur. İslamiyet Hristiyanların Yahudilere veya diğer Hristiyan mezheplerine yaptığı gibi farklı olmayı engellemek istemez ama kendi üstünlüğünden de taviz vermez. Kendi aralarında dillerini kullanma ve dinlerini icrada devletçe getirilmiş yasaklama yoktur. Bu serbestiyet İslam hukukunun zimmet kurumu sayesinde mümkün olabilmiştir. İslam devletinin hakimiyetini kabul etmeye dayanan bu anlaşma ile gayrimüslimler hayat, hürriyet, mülkiyet haklarını ve hukuki korumayı elde etmişlerdir. Yaygın olarak bilinen millet sistemi ile anlatılanların birçoğu gerçek dışı uygulamalardır. Benim savunduğum iltizam sistemi ise Osmanlı bünyesinde gayrimüslimlerin nasıl Osmanlı hukuk sistemi ile bütünleştirildiğini ve birçok çatışmanın önüne geçildiğini açıklamada daha savunulan millet sistemine göre daha elverişlidir. Basit bir örnek olsun diye şu hususu vurgulamakta fayda var. Eğer Osmanlı millet sistemi diye bir sistem kurmuşsa mesela aynı mezhebe mensup olan Hristiyan Ortodoksları neden tek bir ruhani lider altında birleştirmemiştir? Mesele İstanbul, Kudüs, Antakya, İskenderiye patriklikleri niye ayrı ayrıdır? Bunlar aynı milletin mensubu ise tek bir patrik altında birleştirilmeleri daha doğru olmaz mı? Bir başka husus mesela Osmanlı niye İpek patrikliğini kurdurmuştur? Bu patriklik Hristiyanların kendi dinleri gereği oluşturdukları bir kurum değil tamamıyla Osmanlı tarafından oluşturulan bir patrikliktir. Yani Osmanlı zaman zaman müdahalede bulunmuştur. Aynı şekilde İstanbul Ermeni Patrikhanesi diye bir kurum Osmanlı devletince ihdas edilmiştir ve Ermeni kilise yapısı içerisinde ruhani açıdan bir değeri olan bir makam değildir. Devletin bu konudaki tavrı zarar vermedikçe dokunmama prensibine dayanır. Ama zaman zamanda kendi politikasına uygun müdahaleleri yapar. İsyan veya ihanet eden patrik bile olsa idam eder. Hocam son olarak Avrupada yaşayan Müslümanların kimliklerini belirmele ve koruma açısından İslam hu- / 44 / IGMG • PERSPEKTİF kukunun gelecekte hangi fonkiyona sahip olacağını düşünüyorsunuz. İslam dininin temel esaslarının kimliklerin oluşumunda ve korunmasında elbette ki büyük önemi vardır. Yalnız İslam hukukunun geçerli olmadığı Avrupa ülkelerinde bu hukukun doğrudan bir rol oynaması, bu hukuk sistemine göre bir uygulama yapılabilmesi için o devletlerin bu esasları hayata geçirecek bir düzenlemeyi kabul etmeleri gerekir. Ancak bu, İslamiyetin bireysel Müslümanlar için geçerli olmadığı ya da Müslüman cemaatin kendi arasındaki bir kısım uygulamalarını İslami esaslara göre şekillendiremeyeceği anlamına gelmez. Dolayısıyla İslam hukukunda ziyade İslam dininin prensiplerinin buralarda Müslümanlar arasında nasıl uygulanacağına bakmak ve Müslümanları bu prensiplere günlük hayatlarında hassasiyetle uymaya ve takip etmeye teşvik etmek gerekir. Bu bir hukuk uygulaması olmaz ama dini gereklerin hassasiyetle icrası sosyal hayatta önemli gelişmelere yol açacaktır. Müslümanların ahlaki ve dini prensiplerini günlük hayatta ve işlemlerinde tavizsiz ve devamlı biçimde uygulayarak İslamiyetin mehasinini bulundukları toplumda izhar etmeleri şarttır. Müslümanlar kimliklerini bu şekilde rahatlıkla koruyabilirler. Öte yandan Müslümanlar mevcut Avrupa hukuku ile hak taleplerini çok rahatlıkla dile getirip talepte bulunabilecek bir pozisyondadırlar. Avrupada bugün geçerli hukuk sisteminin temel esasları Müslümanların bu konuda azami hürriyeti elde etmelerine müsaittir. Kendi savundukları prensiplerle onları zorlamak daha kolay ve makuldur. Aksi takdirde onların İslami esasları kabul etmeleri ve uygulamalarını beklemek gibi pek de gerçekçi olmayan bir tavır sergilemek durumunda kalınmaktadır. Günlük hayatta yaşanan birçok sıkıntı (bilhassa okullarda ve işe girmede yaşanan sıkıntılar) eşitlik, hertürlü ayrımcılığı yasaklayan mevzuat ve insan hakları teorisi ve prensipleri çerçevesinde Avrupalı devletleri zorlamada daha etkili olacaktır kanaatindeyim. İslam hukukunun bu konuda etkili bir rol oynayabilmesi her şeyden önce geliştirilmesine bağlıdır. Pratikte ciddi bir uygulama imkanına kavuşmalıdır. Bugün ne Türkiye gibi laik bir devlete mensup Müslümanların ne de kendilerini bir kısım kısır çekişme ve mücadelelerle zayıflatan veya birtakım blokların uydusu konumuna getirmiş İslam devletlerinin bu konuda başarılı olduğunu söyleyebiliriz. Bu husus ciddi bir fikri emek ve irade gerektirmektedir. sem p oz y um İslam Toplumu Millî Görüş ve kimlik IGMG Genel Sekreteri Öğuz Üçüncü sempozyumda, Avrupa’da Müslümanların varlığıyla yeniden şekillenen kimlik politikalarından yola çıkarak güncel gelişmeleri değerlendirdi ve IGMG’nin kimlik anlayışı çerçevesinde karakteristik özelliklerini irdeledi. onuya girmeden önce, sayın İbrahim Kalın’ın farkında olmadan dikkatimizi çektiği ikilem ile karşı karşıya olduğumuzu belirtmek istiyorum. İsteyenin kendi anadilinde konuşabileceğine vurgu yapan Kalın, kendi konuşmasına Türkçe olarak devam etmişti. Bu durumda ben kendime şunu sormadan edemiyorum: Bu bağlamda benim konuşma dilim hangisi acaba? Acaba bu dil, vatandaşı olduğum ülkenin dili mi, yoksa, doğup büyüdüğüm ve aynı zamanda benim kimliğimin de bir ifadesi olan ülkenin dili mi? Bu sorulardan sonra şimdi, konuşmamı Almanca olarak sürdüreceğim. Bu sempozyumdaki tebliğ ve tartışmaları büyük bir ilgi ile izledim. Özellikle kimlik teriminin teorik temelleri ile ilgili tartışmalar esnasında Almanca dil bilgisi ile ilgili bir hissiyatım ortaya çıktı. Almanca gramerindeki Plusquamperfekt’in ne olduğu sorulduğunda çoğunlukla, bunun ne olduğu ile ilgili bilgim olmadığını, ama kullandığımda da doğru bir şekilde kullandığımdan emin olduğumu söylerim. Kimlik sorusu da buna benzer bir mahiyettedir. Kişinin, kendi kimlik anlayışının, kimlik teorisi tartışmalarında karşılığını bulduğunu görmesi her zaman ilginçtir. K Ama aynı şekilde, bu teorilerin yine kişinin kendi bağlamında hiç bir rolünün bulunmadığını, aksine bizim kimlik anlayışımızın, cemaat gerçeklerimize, göçmen kökenimize ve inancımıza dayandığından emin olduğumuzu görmek de ilginçtir. Ki bunlar bizim kimliğimizin temellerininin birer parçalarıdır. Şimdi, şayet her şey net bir şekilde izah edilmişse, IGMG’nin acaba neden böyle bir sempozyum düzenlediği sorusu sorulabilir. IGMG bu sempozyumu, kimlik yaklaşımlarının bilimsel bir şekilde sorgulanması ve böylece sürekli bir şekilde birbiriyle tartışan bu yaklaşımlar arasındaki çatışma ve farklılıkların belirginleşmesini sağlamak için düzenlemektedir. Ve yine kesinmiş gibi kabul gören düşünce kalıplarının tartışılması için, kısmen hayal aleminden çıkmamıza yardımcı olacak tartışmalar yapılmasını arzu ediyoruz. Elbette ki, böylece, ne olduğumuzla ile ilgili bir tartışma ve yüzleşmeyi de gerçekleştirmek istiyoruz. Bu sempozyuma katılanları, konuşmamı hazırlarken, konunun teorik yönleriyle de uğraştığım hususunda ikna etmeden önce, bir noktaya daha değinmek istiyorum: Küreselleşme ve internet kavramlarının iki gün süren kimlik terimi ile ilgili tartışmalar bağlamında sadece bir kez gündeme gelmiş olması dikkatimi çekti. Şimdi konuya ilişkin değerlendirmelerime geçebiliriz. Kimlik ile ilgili kaynak literatürleri incelediğimde, bizim kendi kimlik tasavvurumuzun, kimlik teriminin modern tanımlamalarıyla uyuştuğunu tesbit ettim. Modern yaklaşım, kimliği, birbirinin aynı, anlaşılır ve hayat boyu geçerli olan öz algılama, yani birbirinin aynı, anlaşılır ve hayat boyu geçerli olan iç muktesabat şeklinde tanımlıyor. Bu salondakilerin büyük bir bölümü, kimliğin ve kimlik algılamalarının bu şekilde tanımlanmasını, IGMG bağlamı dikkate alındığında, şayet bilim bu tanımlamanın geçersiz olduğunu söylemediği takdirde, onaylayacaktır. Nitekim, postmodern anlayış, bu arada kimlik terimini yeniden tanımlamak istiyor. Zira bu postmodern anlayışa göre “İnsanın bireyselleştirilmesi” başlığı altında birey gelenekten kurtarılmalı, cinsel hayatta, eşler arası ilişki ve görev dağılımında var olan (geleneksel) düzenlemeler kaldırılmalıdır. Bilim, bu çerçevede aile, din ve kültür gibi güvenilir yapıların kaybo- JUNI / HAZİRAN 2010 / 45 / se m p oz y um larak herkesin kendi hayat çizgisini çizmek zorunda olduğu ve böylece yine herkesin kendi kimliğini kendi eline aldığı bir “kısa dönem rejimi”nden bahsetmektedir. Bu noktada ben, bizim kendi cemaatimiz/teşkilatımız içerisinde kimlik oluşum ve gelişimiyle alakalı pratik meseleleri, özellikle modern ve post modern tanımlamalar arasında cereyan eden tartışmalar bağlamında ele alacağım. Ama bundan önce, bazı temel noktalara değineceğim. Müslümanlarla ilgili meseleler Avrupa ülkelerinin kimliğini oluşturuyor Şüphesiz bu kimlik sempozyumu, ilginç ve hatta endişe verici bir zamanda yapılıyor. Öyle ki, ülkemiz ve etrafındaki diğer komşu Avrupa ülkelerindeki mevcut tartışmaya bir göz atarsak, kimlik oluşumu ile ilgili zorluklarla karşılaşanların yalnızca Müslümanlar olmadığını görürüz. Mesela burada, İsviçre’deki Minare yasağı gibi bir kaç örnek verebiliriz.Tartışma, İsviçre’de minareli cami sayısını toplamda 6’ya yükseltecek olan iki yeni minare yapımı etrafında dönmüştü. Toplam 150 cami bulunan ülkede, minarelerin yel değirmeni türbinleri gibi yerden yükselmeleri tehlikesi söz konusu değildi. Ama buna rağmen yeni minare yapımı etrafında sürdürülen bu tartışma, görünüşte zararsız gibi görünse de, referamdum sayesinde giderek İsviçre kimliği hakkında genel bir tartışmaya dönüştü. Minare yasağını en çok savunan kanton ve köyler, neredeyse hiç Müslümanın yaşamadığı yerlerdi. Bu konuda rekoru elinde tutan ve yüzde 80’lik bir oranla yasağa evet diyen köyde ise hiç bir Müslüman yaşamıyordu. Bütün bunlar, çoğunluk toplumu için de kimlik ve kimlik oluşumunun, geçmişte kalan bir mesele olmaktan öte, eskiden olduğu gibi şimdi de derin bir olgu olarak sözde ‘öteki” ile sınırlar çizilerek oluştuğunun doğru olduğunu gösteriyor. Bu olgunun derin kökleri vardır. Prof. Dr. Rommelspacher, konuyla bağlantılı olarak haklı bir şekilde İslam’a kuşkulu ve düşmanca yaklaşımların Avrupa’da bir ülkeye has olmadığının tesbitini yaptı. Buradan hareketle kısmen tüm Avrupa ülkelerinde, özellikle de batı Avrupa ülkelerinde İslam ve Müslümanlara karşı bu şüpheci ve düşmanca tutumların derin kökleri olduğu sonucuna varılabilir. Bir başka örneği, mesela Belçika’daki şu Burka yasağı örneğini ele alalım. Bilindiği gibi Belçika, Flaman ve Walon çıkarları doğrultusunda ikiye bölünmüş ve böylelikle kendi bütünlüğünü oluşturan atom parçalarına / 46 / IGMG • PERSPEKTİF bölünmek üzere olan derin ayrılıkların yaşandığı bir ülkedir. Buna rağmen, Burka’nın Belçika’nın değerlerini sarsacağı gerekçesi ile, Parlamentoda neredeyse ittifak halinde bu yasak onaylanabildi. Şimdi burada bu Belçika değerlerinin tam olarak ne olduğu, veya gerçekten de böyle bir değerin bulunup bulunmadığı sorusunu sormak durumundayız. Yoksa bu yasaklama ile burada, kendisini Burka veya çarşaf ya da tüm vücudu kaplayan tesettürün ifade ettiği anlamın tam tersi olarak ifade edilebilecek bir Belçika kimliği mi oluşturulmaya çalışılıyor? Burada bir kıyafet türünün, Belçika toplumu realitesiyle alakası olmamasına rağmen, bu ülkede birliği ve kimliği tesis ettiğini görmekteyiz. Fransa’daki burka yasağını da burada örnek olarak ele alalım. Bu ülkede polisler, bu kıyafetin kaç kadın tarafından giyildiğini tesbit etmek üzere özel olarak görevlendirildiler. Yoğun bir sayım sonucunda, ülkede 5.5 veya 6 Milyon Müslüman’dan sadece 2000 kadının Burkalı olduğu tesbit edildi. Ama, tartışma, çizgisini aşarak sonunda, ‘‘Fransa kimliğini oluşturan şey ne?’’ sorusunun tartışılmasına dönüştü. Bu soruya verilen cevap ise, başörtüsünün, tüm vücudu kaplayan tesettürün veya bu ülkede yaşan sözde “öteki”nin görünür dindarlığının olmadığı şey olarak ortaya çıktı. Almanya’da da okullarda ve kamu kuruluşlarında başörtüsünün yasaklanmasını öngören yasalar, bu ülkede kimlik oluşumunun nasıl gerçekleştiği hakkında ipuçları veriyor. Bu yasaklamalara gerekçe olarak genellikle, Alman değerlerinin, başörtüsü takarak bu değerleri içtenlikle reddettiğini gösteren insanlara karşı korunması için ortaya konulan “soylu” niyet gösteriliyor. Burada örneklerini verdiğimiz gelişmelere daha yakından baktığımızda, bu tartışmaların modernizm ile postmodernizm arasında yapılan bir kimlik tartışması olmadığını, aksine, siyasal sorumluluların, çekincesiz bir şekilde postkolonial olarak tanımlanabilecek düşünce yapılarıyla hareket ettikleri görebiliriz. Günlük politikalarda Kimlik Olgusu Derin toplumsal güvensizlik ve kırılmaların yaşandığı bir zamanda hem çoğunluk toplumu hem de azınlık toplumu, ne yeni ne de benzersiz sayılabilecek tepkiler gösterebiliyor. Bununla birlikte bu tepkilerin yakından incelenmesi gerekiyor. Yukarıda zikredilen toplumsal tartışmaları izlersek, ırk teriminin kültür terimi ile değiştirildiği postkolonial davranış ve terimlerinin kullanıldığını sem p oz y um tesbit edebilir, böylece, eski genetik yetersizlikten şimdi kültür yetersizliği üretildiğini görebiliriz. Bu ifademizi Thilo Sarrazin’in ifadelerini örnek vererek teyit ettirebiliriz. Almanların üçte ikisinin sert, ama, haklı bulduğu Sarrazin, artık kültür ve ırk arasında bir ayrım yapmamaktadır. Hatta Sarrazin daha da ileri giderek benzeri görülmemiş, acımasız bir şekil ve uslupla da Müslümanları aşağılayarak şunları söyleyebilmektedir: “İnsan yeteneği, yalnızca kısmen toplumsal şartlara bağlıdır. Geri kalanı ise kalıtsaldır/irsîdir.” Veya “Ben bu ülkeye saygı göstermeyen, çocuklarının eğitimine önem vermeyen ve sürekli bir şekilde yeni başörtülü kızlar üreten kimseleri takdir edip onlara saygı göstermek zorunda değilim. Bu durum Türklerin yüzde 70’i, Arabların ise yüzde 90’ı için geçerlidir.” Sarrazin’in bu ülkedeki Müslüman azınlıklar ile ilgili görüşleri böyle. Ne yazık ki, Sarrazin’in bu görüşleri ülkede ırkçı bir görüş olarak değerlendirilmedi. Görülüyor ki, sadece, ırk kelimesinin etnik ya da kültürel kimlik kelimesi ile değiştirilmiş olmasıyla tartışma zararsız ve tanımlama da tartışma götürmez anlamına gelmez. Aksine burada tanımlamalar, “güçlülerin”, kendilerinin ne olmadıklarını her zaman bildikleri hegemonyal bir tahakküm hakkı için örtü fonksiyonunu icra ediyor. Bu bağlamda “öteki” sadece sözde bir “kültür”e sahiptir. Tartışmaya biraz daha derinlemesine bakarsanız, “öteki”nin kültürsüz veya ilkel olarak değerlendirildiğini görürsünüz. Kanaatimce bu konu da, bu iki gün için içinde az işlendi. Henüz güç ve terimlerin tanımlanma yetkisi problemi üzerine konuşmadık: Kim, kimi kültürlü olarak tanımlayabiliyor ve kim de kimi ilkel olarak tanımlayabiliyor? Hakikaten kendimize karşı dürüst isek, şu yapılan tartışmanın eşit seviyelerde yapılan bir tartışma olmadığını kabul etmemiz gerekir. Tam aksine, bir kültür ulusu, bir başka topluluğu ilkellikle niteleyip, o topluluğun bazı düşünce aşamalarından geçmesi ve belirli ruhsal gelişim sürecini atlatması gerektiğini dayatıyor. Bu kültür ulusu, o topluluğa, herhangi bir üçüncü dünya ülkesi yerlisi statüsü veriyor. Bu durum ağır gelse de, fırsatı, mağdur rolünü çizmek için kullanan hakarete uğramış Müslümanın cümlelerini hatırlatıyor. İşlerin bu şekil ve usülde yürüdüğü bilindiğine göre, İslama karşı bu sözde eleştirel tartışmaları öncü/acı kültür tartışması olarak sunmak, hatta bu tartışmaları böyle ortaya koymak mümkün olacaktır. Konudan az uzaklaşalım: Bana sürekli olarak, resmî mercilerin, yani siyasal sorumluların IGMG ile ne gibi bir problemi olduğu soruluyor. Öyle ya, bir şeylerin olması gerekiyor ? Burada gündeme getirdiğim tespitler bağlamında şunu söyleyebilirim ki, evet ortada bir şeyler var ve hatta biz IGMG olarak Almanya masalının “ayna”sıyız: Ayna ayna, söyle bana, bizim ülkemiz ne kadar çoğulcu? Biz, bu sorunun cevabının yansıdığı aynayız. Ve cevap, bizim neden böyle bir muamele ile karşılaştığımızın da sebebi. Cevap: “Çoğulcu? Evet, 60 yıl önce sadece kendi kendimize iken çoğulcu idik. Fakat 10 yıldan bu yana, Müslümanlar buna uyamadıkları için, çoğulculuk sevdasından vazgeçtik.” Aslında biz, kendi anayasasını hep “çoğulcu” olarak tanımlayan, fakat bu “yüksek” değerin, kendisi ve ikinci dünya savaşından sonra Almanya’nın görüntüsünü düzeltmek için kullanılmasına izin vermeyen bir topluma ayna tutuyoruz. Aslında bizim yaptığımız şey, kağıt üzerinde durması istenen, ama, bir “öteki” azınlığın varlığında artan bir şekilde tartışmaya açılan çelişkinin belirginleşmesine çalışmaktan ibarettir. Zira, çoğulculuğun pratiğe uyarlanmasına baktığımızda, özellikle, 11 Eylül 2001 hadisesi,Theo Van Gogh’un 2004’de öldürülmesi veya 2005 yılında Londra’daki bombalama eylemleri sonrasında meydana gelen kırılma ve ayrışmaların akabinde, çoğunluk toplumunun, çoğulculuğu ülkemizdeki sosyal barışı tehdit eder olarak algıladığını görüyoruz. Bu algılamaya göre, malî kriz, iklim değişiklikleri, küreselleşme gibi gelişmeler dikkate alındığında, çoğulculuk toplumsal geleceğimizi tehdit ediyor.Toplum homojenleştirilmediği takdirde gelecekteki çatışmaların kaçınılmaz olduğu varsayılıyor. Gelecek senaryoları nedeniyle azınlıklıklardaki kimlik oluşumuna etkide bulunma isteğiyle değişmiş olan bu paradigma, bilimin kimlik politikası olarak tanımladığından başka bir şey değildir. Artık, özne ya da toplumun kendi başına kendi kimliğini oluşturmasına izin verilmiyor. Kimlik artık, ferd için bir ön tedbir ve ön önlem olarak başkaları tarafından tanımlanıyor, ki böylece gelecekte problem olmayacağı hesaplanıyor. Buna inanmayanlar, bu ülkedeki, hatta, diğer Avrupa ülkelerindeki güvenlik tartışmalarına baksın ve radikalleşme senaryoları ile yüzleşsin. Bu ülkenin güvenlik güçleri , istihbarat servisleri veya içişleri bakanlıkları hangi senaryolar ve hangi bağlantı zincirleriyle çalışıyorlar? Hangi kimlik politikası burada hangi diğer kimlik tanımlamalarıyla çatışıyor? Buradaki temel mantık şu: Kendi kendimi şekillendirmeme imkan vermek yerine, benim kendi değer ve JUNI / HAZİRAN 2010 / 47 / se m p oz y um ister istemez bir “alt kültür” olarak kabul edilen kendi kültürümle, kendi kimliğimi geliştirmem önlenmek isteniliyor. Kendi kimliğimin “yük”ünden beni kurtarmak istiyorlar. En iyisi ben aynı zamanda cinsiyet ve dinî yüklerimden de kurtulmalıyım ki, böylece bu toplum içinde dikkat çekmeden yerimi bulabileyim. Ki ileride, ancak böylece semtlerimizde, şehirlerimizde hatta tüm ülkede problemler oluşmasın. Burada benim söylediğim ifadeler genelde abartılı ve sınırı aşan tespitler olarak algılanıyor. Fakat, ilgili içişleri dairelerinin son yayınlarına, örneğin Federal İçişleri Bakanlığı’nın “Terörizm ve Ekstremizle Mücadele aracı olarak Entegrasyon” başlıklı yayına bir baktığımızda, buralarda yazılan kimlik politikalarının, ilgili sorumluluların düşünce ve tutumunu belirlediğini görürüz. IGMG Camilerinden birinde Gençlerarası Hutbe Yarışması Bu yeni paradigmanın bedelleri ise insan hakları kısıtlamaları ve ihlalleri, sürekli olarak yenilenen güvenlik önlemleri yasaları, gözetleme ve kontrol önlemleri olarak karşımıza çıkıyor ve bunu da özgürlüğün bedeli olarak sunuyorlar. Gerekçe de, güvenlik isterseniz, özgürlüğünüzden fedakarlık edeceksiniz, ifadesi oluyor. Zeki bir Amerikan Başkanı bir keresinde şu hikmetli sözü söylemişti: “Kim, insanları özgürlük ve güvenlik arasında bir tercih yapma durumunda bırakıyorsa, ikisini de haketmiyor demektir.” Bu tehlikeli toplumsal gelişme karşısında biz İslam Toplumu Millî Görüş olarak gerçektende bir aynayız. Biz, Hristiyanlık ve batı medeniyetinden olmayan bir azınlığın entegrasyonuyla sınanan ve ayrıca toplumsal kazanımlarını Anayasa düzenine kadar tartışmaya açan veya kenara atan bir toplumun çelişkilerini gözler önüne seren bir aynayız. Ve bu, kendimizi, çoğulçu toplumsal düzenin kazanımları ve böylece “başka olma”mızın kabullenilmesi ile özdeşleştirdiğimiz bir zaman diliminde oluyor. / 48 / IGMG • PERSPEKTİF Ek olarak, bu durumun aynısı Türkiye’nin AB üyeliği tartışmalarında da yaşanıyor. Görüntüde yer aldığı gibi, kurallar, Müslümanlar bu kurala uymak istediklerinde sürekli olarak değiştiriliyor. Çoğunluk toplumu, çoğulculuğu tartışma yerine, haklı olarak 60 yıldır gurur duyulan anayasal düzenin temellerini dikkate almalı ve böylece farklı yaşam şekillerinin çokluğunun ve hatta görünür bir dindarlığın kamu mekanlarında dahi yer bulabilmesinin arzu edilir olduğunu, gelecekte de bu durumun devam etmesinin istendiğini görmek durumundadır. Dayatılan kimlik ve kendi kimliğimiz Bir aynadan, mecazi olarak zorlamadan bahsederken; iki gündür eskiden söylenenleri konuşuyor ve biraz da ilginç eklemeler yapıyoruz. Ve biz aynı zamanda kendimize ve kendi teşkilatımıza da ayna tutuyoruz. Burada yaptığımız şey, temelde kendimizi mahkum etmeden kendi kimliğimizi tartışmaktan, “gözden geçirilmiş öz kimlik”imize yeni şeyler eklemekten ve bununla birlikte kendimize olan güvenimizi kuvvetlendirmekten ibarettir. Ki böylece, kendi köklerimizi tanıyıp anlamak istiyoruz. Bu anlamda, kimlik politikası tabiî ki tek yönlü bir politika değildir. Keza, özneyi yani topluluğu kendi kendine bırakmayıp kendi kimliğinin mahiyetini kendisinin tespit edememesi gibi çoğunluk toplumunda eleştirdiğimiz konularda biz de, kendi içimizde kendi kimliğimizi kendimizin oluşturup oluşturmadığını, kimliğimizin hiyerarşiler ve organizasyon yapıları tarafından ne kadar dayatıldığını sorgulamamız gerekiyor Yani, hep şu soruyu sormalıyız: Kişi, acaba başka türlü olma seçeneği omadığı için mi şu anki halini aldı? Özellikle işçi çocukları olarak, dünyayı değiştirme emelleri olan işcilerin çocukları olarak bu tartışmayı eleştirel olarak yapmak zorundayız. Öyleyse, kimliğimizi oluşturan temel direkler nelerdir? Her şeyden önce bizi biz yapan şey, hiç şüphesiz inancımızdır. Teşkilatımızın temel vasfı olarak bu noktanın altını çizebiliriz. İkinci olarak, inancımızın yorumlanmasında devletin müdahalesini reddetmemiz de bizim özelliğimizdir. Bu noktada biz DİTİB tarafından temsil edilen Türk resmî devlet İslam’ı anlayışını eleştirdik. Ve biz, bu tür bir İslam anlayışından açık bir şekilde, örneğin İslamî bayramların devlet tarafından tesbit edilmesi gibi konularda, uzak durduk. Devletin dinî cemaatlerin işleri- sem p oz y um ne karışması meselesi gibi konularda, sürekli olarak bir tartışma mevcuttu. Bu tartışmalar karın ağrısına kadar götüren abartılara neden olduğu için, şimdilerde bu tartışmalar nedeniyle yıllar içerisinde oluşmuş uçurumu ortadan kaldırmakla meşgülüz ki, bu ülkede Müslümanların nasıl temsil edileceği meselesinde işte bu sebeplerden dolayı da bir birlik sağlanamamıştır. Bu gelişmeler hem IGMG’de hem de üyeleri arasında iz bırakmış, her türlü devlet tesirine veya bu konudaki bir girişime şüpheli bakmamıza yolaçan sivil bir karakter geliştirmemiz sonucunu doğurmuştur. Üçüncü olarak bizim kimlik karakterimizi, büyük bir inanç cemaatinin bir parçası olmayı kabul etmemiz, yani Ümmet düşüncesine sahip olmamız yansıtır. IGMG kendisini büyük bir bütünün parçası olarak görmektedir ve bu sebeble de sorumluluk, dayanışma ve kardeşlik düşüncesine sahiptir. İşte bunlar teşkilat olarak hizmetlerimizi ve faaliyetlerimizi de belirlemektedir. Bizim kimliğimizi karakterize eden hususların dördüncüsü de, toplumsal katılım anlayışımız ve asimile olmayı reddedişimizdir. Burada demek istediğimiz şey, toplumsal olarak aktif olmayı ve toplumun huzuru için çalışmayı öngören, haksızlıklara, adaletsizliklere, ayırımcılıklara karşı çıkmayı hatta bunlarla aktif bir şekilde mücadele etmeyi emreden dinimizin getirdiği prensiplerle ilgilidir. Sürekli olarak suçlandığımız şey, aslında kimliğimizin bir parçasıdır, nitekim biz, dinin ve inancın kişisel boyutunun yanı sıra, bir de toplumsal boyutunun var olduğuna inanmaktayız. Bu bizi, bu ülkenin refahı için, içinde yaşayıp çalıştığımız toplumun huzuru için çalışmaya yönlendiriyor ve toplumun zenginleştirici bir “yeni” parçası olarak gelecekteki toplumsal problemlerin çözümüne katkı yapmak isteğimizi teşvik ediyor. Burada tarif edilen kimlik anlayışı ile, aynı zamanda bu anlayıştan doğan toplumsal tanınma mücadelesi, marjinalleştirilmiş grupların, özdeşleştirme, kendi geçmişinin yeniden keşfi ve kimlik politikaları anlamında kabul görme mücadelesi çerçevesinde kendi yerini belirleme süreçleri olarak etnisitenin sosyolojik tanımı neredeyse tam olarak bağdaşıyor. Şimdi, burada bilimin belirli davranış örnekleri hakkında açıklamaları olduğunu bilmek güzel. Zira, bu zamana kadar hep, doğru olduğu için, inanç değerlerimizle, kimlik tasavvurumuzla ve inanç gerçeklerimizle uyuştuğunu varsaydığmız için böyle yapıyorduk. Bu yüzden bilimin bu tanımlamasını hep bir göz işareti ile takdim ediyorum. Kendini başkaları üzerinden tanımlamak Teşkilat olarak, kimlik oluşturma sürecinde dün ve bugün konuştuğumuz “ötekileştirme”den kurtulabilmiş değiliz. Mesela, bizim kimliğimizin oluşumunda “Batıl” teriminin karşıtı olarak “Hak” ikilemesi önemli bir rol oynar. Bunun üzerine kurulu olan basitleştirilmiş dünya tasavvuru, antisemitizm ve bir dünya Yahudi komplosu, kimliğimizin oluşmasında kısmî bir rol oynamış durumdadır. Bunu reddetmek ve bunun kimliğimizin oluşum tarihinde yeri olmadığını söylemek dürüst olmaz. Ama bunu ölçü alarak kimliğimizın oluşumunda hâlâ bir kaynak olduğunu iddia etmek, bu teşkilata yapılacak olan en büyük haksızlıktır. Tarihi inkar etmek ve bu basite indirgenmiş dünya tasavvurunun gençler arasında alıcısı olduğunu inkar etmek de dürüst değildir. Kendi saflarındaki Irçılık ve Yahudi düşmanlığını tartışmak, bu teşkilat ve bu teşkilatın öncüleri için önemli bir meseledir. Herkes Necip Fazıl Kısakürek’in şu şiirini, ya da şiirinin başını bilir: “Ey düşmanım, Sen benim ifadem ve hızımsın. Gündüz geceye muhtaç Bana da sen lazımsın” O zamanlar, sürekli olarak ötekilerin, varsayılan düşmanın karşıtı bir kimlik oluşturma sürecinde olduğumuz zamanlardı: Yani, kimliğimizi “Ben, O’nun olmadığı şeyim” olarak tasavvur ettiğimiz zamanlar. Yine bir küçük anekdot: Bir zamanlar, İslam’ın ne olduğunu yazmamız gereken bir bilgi yarışması düzenlemiştik. Yarışmayı kazanan en güzel cümle şöyleydi: “İslam, bu dünyada mevcut tüm çirkinliklerin, kötülüklerin, tüm savaşların, haksızlıkların ve baskıların zıddıdır.” İslam’ın ne olmadığını anlatan bu cevap okunduğunda güçlü bir alkış almış idik. Peki İslam ne o zaman? İşte o zamanlar dünyayı bu kadar basit bir şekilde kurguladık. ‘‘Onlar bizi bir kültür olarak kabul etmiyorlar. Aslında kendileri bir kültür değil’’. Onların acaba “ahlak”ı var mı? cümlelerinden hareketle, kendimizi hep “öteki”nin karşıtı olarak tanımladık. Bu toplumda ahlak olup olmadığı sorusu bana göre öyle bir soru ki, böyle bir sorunun kendisini gayr-i ahlakî buluyorum. İşte burada insan bizzat kendisini ölçü yerine koyuyor. Slogan şu: Onlar bizi bir ilkel millet olarak görüyorlar. Öyleyse ben de onları ilkel bir millet olarak tanımlıyorum. Heves peşinde koşmaktan, tefekkür etmeden ateşli bir biçimde rasgele yaşamaktan başka bir şey yapmıyorlar. Halbu ki, mutluluk bizim tekelimizdedir. Onlar daha çok ararlar. JUNI / HAZİRAN 2010 / 49 / se m p oz y um İşte bunlar, cemaat içinde, kameralar olmadığı zaman yapılan münaraza konularıdır. Almanlar çocuklarını seviyorlar mı ki? Çocukları için ağlıyorlar mı? Çocukları öldüğünde üzülüyorlar mı? İşte bütün bu tartışmalar, “öteki”nin de aynı endişe ve ihtiyaçlara sahip olduğunu, aynı şekilde çocuklarının geleceği için endişelendiğini görebilmemiz için“öteki”ne yapılacak olan bir ev ziyaretinin bile yeterli olacağı ve her türlü dayanaktan yoksun, basmakalıp tartışmalardı. Elbetteki bu hegemonyal tartışmalardan uzaklaşmanın bir yolunu bulmamız gerekiyor. Bununla birlikte postmodernizmin, dindarlığın, içine sığınılabilen ama bir çözüm üretemeyen sahte bir gerçeklik olduğu şeklindeki yönlendirmesine de eleştirel yaklaşmamız gerekiyor. Postmodernist bilimsel anlamda dindarlık, milliyetçilikten, yani sahte bir gerçeklikten başka bir şey değildir ve böy- Camilerimizde “Milli Görüş ne yapıyor?” sorusu hep soruluyor le bir şey olmadığı halde, içine girenleri güvence altında tuttuğunu iddia etse bile, bu güvenliği garanti edebilecek durumda değildir. Bu ifadelere eleştirel bir yaklaşımla bakılması gerektiğini düşünüyorum. Bu konuda Prof. Dr Mahmud Erol Kılıç’la aynı şeyi paylaştığımı düşünüyorum. Buna göre ‘‘Anlam dolu bir hayat, anlamlı bir hayat kişinin kendisini sınırlamasıyla da mümkündür. Bu anlamda dindar insanlar ‘’anlam arayışı süpermarketinde’’ iyi satıcılar değil, ne olduğumuza ve ne olacağımıza cevap sunabilen güven verici muhataplardır.” Postmodernizmin bizi ikna etmeye çalıştığı, bir insanın değerinin o insanın tüketim gücü olduğu yönündeki tezlere de karşı çıkıyoruz. Bizim, bir insanın değerinin ne olduğu yönündeki ölçümüz takva ölçüsüdür. İşte bu, bir başka Kur’anî yaklaşımdır. Aynı şekilde, postmodernizmin çaresizliğine ve mutluluk ve hayatın anlamının ateşli aranışına da karşı çıkıyoruz. Çünkü nefsin maddî istek ve beklentilerle tatmin edilmesinin mümkün olmadığını, aksine, yüce yaratıcının rızasını kazanmak / 50 / IGMG • PERSPEKTİF ve onun rızasına uymakla tatmin olacağına inanıyoruz. Bu anlamda bir şeyler bulmak değil, Allah rızasını kazanma yoluna girmek önemlidir. İşte bu nokta, bizi harekete geçiren bir güçtür. Peki, kendi kimliğimizden ne kadar eminiz? Bu konuda genelde kendimizden eminiz, ki, bunu Prof. Dr. Schiffauer de onaylayacaktır. Biraz doğru bir şekilde bakınca, tozları kaldırdığımızda görülecektir ki, teşkilat içi tartışmalarımızda şu cümlelerle söze başlıyoruz: “Çocuklarımız kayboluyor!”, “Ailelerimiz dağılıyor,” “Millî Görüş ne yapıyor?”, “Torunlarımız, bizim inandığımız şeylere inanacak mı?” IGMG’nin kimliği ile ilgili tartışmalarda dillendirildiği gibi, kendinden emin cevaplar sunulsa bile, bu sorular öyle gözükmüyor. Teşkilat olarak, bağımsız bir kimlikte ısrar etmek ve böylece de entegrasyonu engelleyici etki yapmak ve paralel toplumların oluşmasını teşvik etmekle suçlanıyoruz. Buna karşın cemaatimize bir göz atıldığında, çokca ormanda ıslık çalındığı da görülecektir. Sık sık denilir ki, kendimizden eminiz, gayenin ne olduğunu, cevapların ne olduğunu biliriz. Yine de, işin içine girildiğinde, çocukların farklı düşündüğü, ailelerin bu arada farklı bir yapılanmaya girdiği ve promlemlerinin farklı olduğu gerekçesi ile, bu kadar da emin olunamayacağı yönünde sözler duymak da mümkündür. O zaman burada teşkilat olarak üstesinden gelmemiz gereken en büyük zorluklar nedir? Önümüzdeki en önemli sorumluluk, toplumsal değişimler sebebiyle felce uğramamak ve aynı şekilde teşkilat olarak da felce uğramayıp, problemi kendi dinî anlayışımızla gögüsleyebilmektir. Zaman değişiyor. Zaman değiştikce de çözümler de değişiyor. Fakat, kaynaklar değişmiyor. Kaynaklar değişmediği ve çözümlerin zamana göre uyarlanması gerektiğine göre, bu her zaman kendisine başvurmak durumunda olduğumuz İslam’ın kendisinde bulunan bir dinamizmdir. Pek çok şey dalgalansa da, aile yapıları değişiyor olsa da, hareketlilik her şeyi birbirine karıştırsa da, IGMG için asıl mesele, bütün bu problemlere yeni cevap ve çözümler bulabilmektir. Mesela, aile içerisinde yaşlıların bakımı yapılamadığı zaman, teşkilatımızın bu probleme yaşlılar yurdu kurarak çözüm getirmesi istenmektedir. Aynı şekilde, teşkilatımızdan cami, eğitim merkezleri, buluşma ve bir araya gelme yerleri, öğrenci yurtları şeklinde kendilerine güven veren yapılanmaları gerçekleştirmesi de talep edilmektedir. İşte bunların hiç birisi paralel yapılanmalar değildir. Bu, toplumdan uzaklaşma arayışı da değildir. Aksine bu, küreselleşme ve bireyselleşme sürecinde ister istemez karşılaşacağımız problemlere Müslümanca cevap vermek için yapılan ciddî çabalardır. (Tercüme: İlhan Bilgü) sy m p o s ium Die Formierung neuer, hybrider und „anderer“ Identitäten Die Identitätsdefinition, so Schiffauer einführend, wird mit Fragen nach der Identität, also„Wer bin ich?“, assoziiert. Die Identität sei eine ganz bestimmte Relation zwischen der Identitätsprüfung „Ich bin der, der ich wirklich bin“ und der Identitätsvergewisserung „Ich bin der, der ich eigentlich bin“. Habibe Baltacı • [email protected] n seinem Vortrag ging Prof. Dr. Werner Schiffauer auf die Begriffe „Neo-Osmanismus“ und „Hybridität“, in Bezug auf die Suche nach „roots“ und „routes“ bei der IGMG, ein. Die Identitätsdefinition, so Schiffauer einführend, wird mit Fragen nach der Identität, also „Wer bin ich?“, assoziiert. Die Identität sei eine ganz bestimmte Relation zwischen der Identitätsprüfung „Ich bin der, der ich wirklich bin“ und der Identitätsvergewisserung „Ich bin der, der ich eigentlich bin“. Diese Fragen würden im Alltag jedoch nicht oft gestellt; man gehe davon aus, dass man sinngemäß sei. Für Muslime in Europa gelte aber, dass es Situationen gibt, „in welchen man aus der Selbstverständlichkeit heraustritt, in welchen nicht mehr klar ist, wer oder was man ist. Dass Muslime in Europa sind, ist nicht selbstverständlich und das führt zu beispielsweise folgenden Identitätsfragen, mit welchen sich Muslime, vor allem die zweite und die dritte Generation von muslimischen Einwanderern, auseinandersetzen: ‚Was mache ich eigentlich I als Muslim in Europa?‘, ‚Kann ich als Muslim in Europa sein?‘, ‚Wie kann ich Muslim in Europa bleiben?‘ Auch gibt es die große Frage ‚Gehört man denn als Muslim nach Europa?’“ Weiter erklärte er, dass diese Fragen zusammen hängen würden. Innerhalb der IGMG gebe es seit mehr als 10 Jahren den Versuch, systematisch Antworten auf diese Fragen zu finden. Heute gebe es eine generelle Bejahung von Europa. Denn die Religionsfreiheit erlaube Einem als rechtgeleiteter Muslim in Europa zu leben. Auch habe man als Muslim eine Verantwortung gegenüber anderen Muslimen in Europa. Außerdem brauche man einen säkularen Rechtsstaat, der einen gleichen Austausch der Weltreligionen garantiert. Die Erfahrung als Muslime in der Minderheitensituation in Europa zu sein, habe den Wert des Schutzes der Minderheiten verdeutlicht und zur Bejahung der Verfassung geführt. Nach diesen generellen Antworten setzte Schiffauer sich mit zwei Teilpositionen auseinander. Zum einen erläuterte er den Begriff Neo-Osmanismus, bei dem es um die Frage „Wer bin ich eigentlich?“ gehe, welche mit „Eigentlich bin ich derjenige, woher ich komme“ beantwortet werde. Man suche nach den Wurzeln der Herkunft, nach den „roots“ und zwar im Osmanischen Reich. Die osmanische Vergangenheit werde als spezifische, humane und große Vergangenheit empfunden. Man wolle in einem emphatischen Sinn, in einer großen Tradition stehen. Menschen, die diesen Diskurs aufnehmen, würden, so Schiffauer, ein gewisses „Empowerment“ erlangen. Man vergewissere sich selber und man sei stolz auf diese Vergangenheit. Die zweite Position jedoch sei die der „HybridIdentities“, die diese erste Frage als etwa die Antwort der Suche nach Identität der Authentizität in der großen Vergangenheit als unbefriedigend empfinde, nämlich die Erfahrung der komplexen und verschalten Zu- JUNI / HAZİRAN 2010 / 51 / sy m p o s ium gehörigkeit. Hier sei die Geschichte des Osmanischen Reiches eine banale Geschichte, durch die man geborgen sei und der man sich stellen solle, mit ihren Stärken und Schwächen. „Der Ausgangspunkt hier ist die Gegenwart, nicht die Vergangenheit. Es geht um die Vergegenwärtigung der Wege, „routes“. Man sollte die Vergangenheit wirklich ausarbeiten und die Gegenwart bietet eine Chance. Die Gegenwart ist nicht nur der Verfall.“, führte Schiffauer aus. Im weiteren Verlauf seiner Rede ging er auf einen Schlüsselbegriff, die Übersetzung, ein. Übersetzung sei ein komplexer Prozess, der verschiedene Bedeutungen habe. Sie sei zunächst einmal die Übersetzung rein sprachlich, vom Deutschen ins Türkische, vom Türkischen ins Deutsche bzw. von Konzepten aus der türkischen Kultur in die deutsche Kultur und Einen dritten Aspekt der Übersetzung bezeichnete Prof. Schiffauer als „De-Zentrieumgekehrt. Diese Auseinandersetzung mit der Übersetzung harung“. Demnach würden Texte „aus einem Kontext zum anderen, von einer Kultur be die Bedeutung, dass man wisan die andere Kultur übersetzt, wie ein Fährmann Sachen von einem Ufer ans ansen müsse, wie die eigenen Konzepte dere bringt. Er bewegt sich ständig zwischen den Kulturen.” in der anderen Kultur wirken und was sie bedeuten würden. Ein weiterer Punkt sei die Übersetzung als kreative Aneignung des Originals, das Genau diese Skepsis führe zu einer Entwicklung zum Ausdruck gebracht werde. Als Menschen seien eines dritten Raumes („Third-Space“), zu einem Mewir fast notwendigerweise darauf angewiesen, beim tastandpunkt, welcher jenseits der klassischen PositioÜbersetzen zu verfälschen, um der Wahrheit näherzunen sei. Er führe viele Mitglieder der zweiten und dritkommen, wenn man z. B. einen Text in eigenen Worten Generation zur Orientierung an der Umma. ten wiedergebe. Diese eigenen Worte seien eine ÜberZum Schluss bemerkte Prof. Schiffauer, dass die setzung dessen, was in dem Text steht. Die ÜbersetIdentitätssuche Chancen der Überwindung habe, die nicht zung sei die Chance ein tieferes Verständnis des Quelimmer wieder den Gegensatz von Ost und West herlentextes zu erlangen. stellt, sondern die Gemeinsamkeiten von Ost und West, Einen dritten Aspekt der Übersetzung bezeichnevon Islam und Christentum betont. Diese beiden Pote Prof. Schiffauer als „De-Zentrierung“. Demnach sitionen in der Empirie, die klar gegenübergestellt wurwürden Texte „aus einem Kontext zum anderen, von eiden, seien nicht in Wirklichkeit eindeutig zu trennen. ner Kultur an die andere Kultur übersetzt, wie ein FährEr beendete seinen Vortrag mit folgender Feststellung: mann Sachen von einem Ufer ans andere bringt. Er be„Sehr oft ist es so, dass junge Menschen, vor allem 15-16wegt sich ständig zwischen den Kulturen. Man schaut imJährige, sich für die erste Position des Authentizitätsdismer auf das andere Ufer von außen, man de-zentriert sich. kurses begeistert haben. Die andere Suche ist weit schwieMan sieht einmal auf die deutsche Kultur von der türkischen riger. Sie ist eine offene Suche, fast wie in der Mystik, eine Perspektive und dann auf die türkische Kultur von der Herausforderung, das Erbe neu zu entdecken. Dieser Schritt deutschen Perspektive und dieser Blick von außen hat seiwird dann oft im Studium vollzogen oder in den späteren ne Chancen. Von außen sieht man Missstände und WiderLebensphasen. Die beiden Phasen stehen sich nicht ganz sprüche viel besser. Man ist selbstkritisch gegenüber der eiund immer und absolut gegenüber. Das Eine geht in das genen Kultur oder der Kultur, in der man sich befindet.“ Andere über. Aber übrigens auch nicht immer.“ / 52 / IGMG • PERSPEKTİF sy m p o s ium Identitätspolitik in Deutschland und ihr Einfluss auf die Muslime Prof Dr. Brigit Rommelpacher zufolge ist der Mauerfall und die deutsche Wiedervereinigung für die Migranten sehr bedeutend gewesen. Von den Diskussionen um eine deutsche Leitkultur und darüber, was die deutsche Kultur ausmacht, seien Migranten größtenteils ausgeschlossen worden. Fatma Yilmazer • [email protected] rof. Dr. Birgit Rommelspacher stellte in ihrem Vortrag am zweiten Tag des Symposiums die Identitätspolitik in Westeuropa und ihren Einfluss auf die Muslime am Fall Deutschland dar. Sie wies darauf hin, dass antimuslimische Ressentiments insbesondere seit dem 11. September in ganz Europa zu beobachten sind. Dennoch würden sich laut Studien Muslime in Deutschland am wenigsten von der Mehrheitsgesellschaft anerkannt fühlen. Rommelspacher zufolge hat das folgende Ursachen: „Einer der Gründe ist sicherlich die deutsche Politik, die Migration viele Jahre lang, um nicht zu sagen Jahrzehnte lang, verleugnete. Es wurde gesagt, dass Deutschland kein Einwanderungsland sei. Heute ist Einwanderung weitgehend akzeptiert, doch es gibt einen Integrationsdruck, was oft nichts anderes ist als Assimilation. Ein weiterer Grund ist die politische Kultur Deutschlands, die ethnische Homogenität betont. Das geht auf die Nationalbildung im 19. Jahrhundert zurück, das sich auf die rassistische Politik des Nazi-Regimes niederschlug.“ Auch die Herkunft der Migranten könne ein Grund für die unterschiedliche Situation der Muslime in Europa sein. Anders als Migranten in Frankreich und Großbritannien seien die Migranten in Deutschland P nicht aus einer ehemaligen Kolonie eingewandert, sondern als Gastarbeiter nach Deutschland gekommen. Es hätte zudem keine Klassenselektion wie in klassischen Einwanderungsländern gegeben. Desweiteren würden sich muslimische Migranten in Deutschland durch die enge Beziehung zu ihrem Heimatland von anderen Migranten unterscheiden. Neben diesen Faktoren prägten auch die Ereignisse in der jüngsten Geschichte Deutschlands die Identitäten der Migranten in Deutschland, erklärt Rommelspacher. So sei der Mauerfall und die deutsche Wiedervereinigung für die Migranten sehr bedeutend gewesen. Von den Diskussionen um eine deutsche Leitkultur und darüber, was die deutsche Kultur ausmacht, seien Migranten größtenteils ausgeschlossen worden. Auch auf dem Arbeitsmarkt haben Migranten die Auswirkungen des Mauerfalls zu spüren bekommen. Ost-Deutsche wurden auf dem Arbeitsmarkt bevorzugt. Eine weitere Konsequenz der deutschen Wiedervereinigung habe sich in Form von rassistischen Gewalttaten gezeigt. Die rassistisch motivierten Angriffe in Mölln und Solingen mit tödlichem Ausgang hätten die Migranten nachhaltig geprägt. Für die ältere Generation von Migranten seien diese Vorfälle schockierend gewesen. Sie fühlten sich ausgeschlossen und viele ihrer Hoffnungen seien zerstört. Diese rassistischen Gewalttaten riefen die Erinnerungen an die Vergangenheit Deutschlands hervor. „Wir wissen, wir sind die neuen Juden Deutschlands“, zitierte Rommelspacher einen älteren türkischen Migranten. Sie bezeichnet den Vergleich als inadäquat, doch die Ideologie einer ethnischen Homogenität, wo der „Andere“ als illoyal und als nicht integrierfähig erachtet wird, sei weiterhin vorhanden. Darüber hinaus sei das Beispiel der doppelten Staatsbürgerschaft anzuführen. Die Tatsache, dass in allen europäischen Ländern außer Deutschland und Österreich Doppel-Pässe akzeptiert werden, vermittle den Migranten „Du kannst entweder Deutscher sein oder JUNI / HAZİRAN 2010 / 53 / sy m p o s ium Türke, aber kannst nicht zwei oder mehrere Staatsbürgerschaften haben.“ Obwohl diese Art von Politik und auch die geschichtliche Entwicklung Deutschlands Migranten vor Schwierigkeiten stellten, sei der Umgang mit dem Bild, das die Mehrheitsgesellschaft auf sie projiziere, die größte Herausforderung. Die Mehrheitsgesellschaft habe ein bestimmtes Bild von Menschen, die sie als die „Anderen“ wahrnehmen. Identitäten und „Othering“ „Othering“ beschreibt Birgit Rommelspacher als die Konstruktion des Anderen als eine homogene Gemeinschaft, die im Grunde unterschiedlich ist. Taten, die von wenigen in der Gemeinschaft ausgehen, werden demnach der gesamten Gruppe zugeschrieben. Das Bild des „Anderen“ fungiere als Gegenbild zum Selbstbild. „Othering“ betreibe jedoch nicht nur die Mehrheitsgesellschaft. Auf der Seite der Migranten gebe es ebenfalls Ressentiments. Laut Prof. Rommelspacher sehen Migranten die Deutschen als kalt, ausbeutend, freizügig und als eine moralische Gefahr. Sie stehen für sie als der dekadente Westen. Auch die Ängste der muslimischen Eltern, dass ihre Kinder sich entfremden und „verdeutschen“ beschreibt Rommelspacher. Demnach seien Projizierungen auf beiden Seiten vorhanden, doch der Unterschied liege in der Machtrelation – insbesondere hinsichtlich der materiellen und soziokulturellen Konsequenzen. Das „Othering“ der Minderheit bleibe vorwiegend auf einer symbolischen Ebene, wohingegen das „Othering“ der Mehrheitsgesellschaft konkrete Konsequenzen bezüglich Ressourcen, also Arbeitsplätze, Bildung, Rechte und Sozialprestige habe. Die symbolische Macht der Migranten sei jedoch nicht unbedeutend. In Hinsicht auf Identitätsbestimmung stelle die ethnische Vielfalt die Monopolstellung der Mehrheitsgesellschaft in Frage. Migranten konfrontierten die Mehrheitsgesellschaft mit Pluralismus und damit werde die monolithische Struktur der Gesellschaft angefochten. Multiple Identitäten Des Weiteren ging Birgit Rommelspacher in ihrem Vortrag auf den Begriff „Multiple Identitäten“ ein. Sie stellte das Problem der Identitätspolitik dar, die sich / 54 / IGMG • PERSPEKTİF nur auf eine bestimmte Identität einer Gruppe konzentriere. Wenn eine Interessengruppe, die sich mit den Menschen für dessen Rechte sie sich einsetzt identifiziert, nur auf einen Aspekt ihrer Identität konzentriert, würde dies zu Dualismus führen, was wiederum als Grundlage für das „Othering“ diene. Rommelspacher stellte das Konzept des „strategischer Essentialismus“ vor, das in der Frauenbewegung und AntirassismusBewegungen sehr wirksam gewesen sei. Bei diesem Konzept stehe das gemeinsame Ziel im Mittelpunkt. Die Gruppenmitglieder handelten in dem Bewusstsein, dass sie zwar ein gemeinsames Ziel haben, aber darüber hinaus unterschiedlich sind und über verschiedene Identitäten verfügen. Zum Abschluss stellte Birgit Rommelspacher Perspektiven und Handlungsmöglichkeiten in Bezug auf Diskriminierung und „Othering“ vor. Es sei zunächst wichtig die symbolische Macht der Migranten in gesellschaftliche Macht umzuwandeln. Die beste Prävention von „Othering“ sei ihr zufolge politische, ökonomische und soziale Gleichheit. Minderheiten müssten um Anerkennung und gesellschaftliche Teilhabe kämpfen. Ein weiteres Ziel sei die Dekonstruktion von Dualismus und die Bemühung um Anerkennung von multiplen Identitäten. Erstrebenswert sei die Pluralisierung der Gesellschaft, gegenseitige Akzeptanz und multiple Identitäten. Der Mauerfall mit seiner subsequent rassistischen Gewalt, der 11. September und die steigende Islamisierung von Migration habe die Dichotomie zwischen „Uns“ und „Ihnen“ verstärkt. Doch heute seien die Dinge im Wandel. Die steigende Präsenz von Minoritäten in der Öffentlichkeit, in Politik und Wissenschaft führe zur Normalisierung von Pluralität. Die wachsende öffentliche Präsenz des Islams würde diesen Prozess beschleunigen. Darüber hinaus gebe es von Seiten der Politik Bestrebungen, die Bildungssituation von Jugendlichen mit Migrationshintergrund zu verbessern. Infolge der weitverbreiteten antimuslimischen Debatten sei jedoch auch eine Zunahme von Intoleranz und Diskriminierung gegen Muslime wegen ihrer Religion zu verzeichnen. Ihren Vortrag beendete Rommelspacher mit den Worten, dass der Kampf gegen Diskriminierung und „Othering“ sehr schwer, aber nicht hoffnungslos sei. sy m p o s ium Über Erfahrungen jüdischer und muslimischer Minderheiten Prof. Dr. Michal Bodemann von der Universtät Toronto sprach über die Erfahrungen der jüdischen Minderheit in Deutschland nach dem 2. Weltkrieg. Mit ihm unterhielten wir uns über Antisemitismus, Islamfeindlichkeit und aktuelle Probleme jüdishcer und muslimischer Minderheiten. Bekir Altaş • [email protected] n Ihrem Vortrag haben Sie auf innermuslimische antisemitische Tendenzen hingewiesen. Ich möchte mit dieser Frage beginnen, da dies bei den Muslimen teilweise unterzugehen scheint. Können Sie genauer darauf eingehen? Die Vorteile von Antisemitismus, nicht nur unter Muslimen, sondern auch insgesamt in der deutschen Gesellschaft, sind dieselben, aber sie sind natürlich besonders virulent unter türkischen oder arabischen Muslimen. Sicherlich hat das einiges zu tun mit der Situation in Israel. Insbesondere wenn sich in Israel etwas Eklatantes ereignet, wie zum Beispiel der Überfall auf Gaza, kann ein starker Antisemitismus beobachtet werden, in dem Fall dann vor allem unter Muslimen. Aber es ist auch eine grundlegende Tendenz da, nämlich die antisemitische Tendenz, die sich gegen die angeblich schwächere Minorität richtet im Gegensatz etwa zur christlichen Überzahl. Es ist viel leichter, sich gegen eine schwächere Gruppe zu wenden, als gegen die stärkere. Müsste sich angesichts der Minderheitensituation der Muslime, die auch mit Formen der strukturellen und institutionellen Diskriminierung einhergeht, nicht eine Sensibilität für andere entwickelt haben? Zum Teil gibt es das ja auch, Muslime identifizieren sich teilweise stark mit Juden – und umgekehrt. Denken Sie an zum Beispiel an die Autoren Zafer Şenocak und Feridun Zaimoğlu, beide orientieren sich sehr stark an jüdischen Themen und sehen auch eine Affinität zu Juden. Oder nehmen Sie Navid Kermani, bei dem es eine sehr starke Orientierung auf die andere Minorität in Deutschland I gibt. Diese Perspektive hat den Vorteil, der längeren Tradition in Deutschland, auf die man sich dann berufen kann, also auf die Erfahrung, die sie haben, sowohl negativ als auch positiv. Wobei es sich aber um einzelne Personen handelt. Ja, das stimmt. Es ist aber wichtig, dass sie zu den Meinungsmachern der türkisch-muslimischen Elite gehören, zumindest Zaimoğlu und Şenocak. Man kann nur hoffen, dass von ihnen aus etwas heruntersickert auf die Gemeinschaft als ganze. Deshalb ist es auch ganz wichtig, dass diese Leute gehört werden, auch wenn sie religiös oder politisch nicht in der selben Stimmlage sind. Was erwarten Sie in diesem Zusammenhang von den muslimischen Religionsgemeinschaften? Es ist ganz wichtig, dass mehr Dialog stattfindet, das Gespräch mit den jüdischen Gemeinden, den Rabbinern gesucht wird. Ich weiß, dass es nicht leicht ist, die sind manchmal sehr vorsichtig und scheuen sich. Sie haben in Ihrem Vortrag davon gesprochen, dass die jüdische Diaspora in Deutschland außenpolitisch instrumentalisiert wird. Woran machen sie das fest? Da gibt es zwei Richtungen. Einerseits ist es so, dass in der jüdischen Führung viele sehr stark auf Israel fokussiert sind, anstatt auf die diasporische Situation selbst. Das ist übrigens nicht nur in Deutschland so, sondern auch in Nordamerika. Da ist eine Schwäche, die sich in den letzten Jahren entwickeln hat, allerdings auch damit zu tun hat, dass von israelischer Seite her Bemühungen vorhanden sind, die jüdischen Repräsentanten in Europa oder Nordamerika zu Repräsentanten Israels zu machen. Ist das vor dem historischen Hintergrund nicht verständlich? Ein starkes Israel bietet einen gewissen Schutz. Gibt es in diesem Fall nicht ein Nehmen und Geben? Ja, es gibt aber sehr unterschiedliche Haltungen dazu. Nehmen Sie zum Beispiel Daniel Cohn-Bendit. Wenn sie ihn fragen würden, ob er nach Israel auswandern würde, wenn es hier Schwierigkeiten gebe, würde er das verneinen. Ähnlich ist das ja mit anderen diasporischen Gruppen, etwa mit türkischen. Mit anderen Worten: Wollen wir uns immer an einen mächtigen Staat hängen oder wollen wir zusehen, hier unsere eigene Positionen zu festigen und uns viel stärker als disaporische Gruppe zu etablieren? Sie sehen also eine Ähnlichkeit zwischen der Situation der jüdischen und der türkischen Gemeinschaft. Wie JUNI / HAZİRAN 2010 / 55 / sy m p o s ium bewerten Sie die in diesem Kontext die Rede des türkischen Ministerpräsidenten in Köln, die für Diskussionen gesorgt hatte? Das ist eine problematische Sache. Es behagt auch vielen türkischen Muslimen nicht, dass jemand kommt und ihnen sagt, wie es gemacht werden muss. Das ist genau dasselbe wie mit jüdischen Politikern, die nach Deutschland kommen und Juden sagen, diese müssten die Interessen Israels vertreten oder nach Israel auswandern. Dass Herr Erdoğan die Integrations- und Assimilationsdebatte angestoßen hat, hatte auch positive Aspekte für die Migranten in Deutschland. Die Bundeskanzlerin hat sich danach auch als Kanzlerin der türkischstämmigen Bürger beschrieben und sich vor ihrer Türkeireise gegen Assimilation ausgesprochen. Ohne Erdoğans Aussagen wäre das wahrscheinlich nicht passiert. Gibt es hier Parallelen zur Haltung des deutschen Staates gegenüber deutschen Schulen im Ausland? Das ist eine andere Situation, die man kaum als Diaspora beschreiben kann. Es handelt sich hierbei um kleine Gruppen, Diplomaten und Geschäftsleute, die ihre Kinder in diese Schulen schicken, aber im Grund gibt es keine größere Gemeinschaft. Wäre es nicht notwendig und sinnvoll, dass sich die Ursprungsländer der Muslime ihnen in Deutschland dabei behilflich sind, auf etwa islamfeindlich Tendenzen aufmerksam zu machen? Ich glaube, es ist schwer, sie dazu zu bringen. Erdoğan hat das vielleicht gemacht, aber mit weniger Verständnis dem gegenüber, was hier tatsächlich vor sich geht. Zum Teil ist er auch über das Ziel hinausgeschossen, so wie damals in Ludwigshafen. Ich bin da auch etwas überfragt, weil ich nicht einschätzen kann, wie das von türkisch-muslimischer Seite her gesehen wird. Aber Sie sind eher skeptisch. Ja, ich sehe das skeptisch, weil wir sehen, dass wir unsere eigenen Werte entwickeln und zu dem stehen. Es ist ferner auch so, dass im Gegensatz zur jüdischen Repräsentanz in Deutschland, mit dem Zentralrat der Juden, der auch in den Medien sehr stark Gehör findet, dies bei Muslimen / 56 / IGMG • PERSPEKTİF nicht der Fall ist, da es diese zentrale Repräsentanz nicht gibt. Es gibt zwar einzelne Intellektuelle wie Navid Kermani, der eine relativ große Sichtbarkeit hat, aber von den Organisationen her, ist da eher wenig, weil sie gespalten sind. Es wäre vielleicht damit etwas gewonnen, wenn sich die verschiedenen muslimischen Organisationen auf einige Personen als Repräsentanten einigen könnten. Sie haben in Ihrem Vortrag auch die innen- und außenpolitische Instrumentalisierung der Juden thematisiert, wenn sie etwa auf Auslandsreisen mitgenommen werden. Sollte sich die jüdische Gemeinschaft dem entziehen? Ja, definitiv. Kann man in diesem Zusammenhang auch die Deutsche Islamkonferenz bewerten, dass also der deutsche Staat, ähnlich wie bei der jüdischen Gemeinschaft, eine gewisse Struktur für die Muslime schaffen und diese für seine politischen Ziele instrumentalisieren möchte? Ja, natürlich. Das ist eine zwiespältige Geschichte. Einerseits findet eine Instrumentalisierung statt, das ist gar keine Frage. Auf der anderen Seite hat sie die positive Folge, dass insgesamt die verschiedenen muslimischen Gruppierungen, auch die, die ausgeschlossen sind, mehr zusammenkommen. In ihren Schlussätzen haben sie gesagt, dass eine Gemeinschaft nicht auf Katastrophen aufbauen kann. Sehen Sie unter den Muslimen in Deutschland solche Tendenzen? Etwas spitz formuliert: Bedient man sich der Opferrolle, wenn man Diskriminierungen ans Tageslicht bringt? Zuerst einmal muss man sehen, dass es auf der jüdischen Seite viel drastischer ist. Ich meine die Haltung, sich dem Holocaust hinzugeben, ihn zu verinnerlichen. In diesem Maße ist das bei Muslimen nicht der Fall. Tatsächlich ist ein gewisses Maß an Opferrolle ein Instrument der inneren Einigung: Es gibt Diskriminierung, und aufgrund dessen muss man zusammenstehen, um sich zu wehren. Das ist erst einmal in Ordnung, solange es nicht übertrieben wird. Man kann das selbstverständlich nicht mit Situationen des Holocaust vergleichen. Das wäre übertrieben, auch wenn zum Beispiel in Mölln schreckliche Dinge passiert sind. Sie haben auch von jüdischen Parallelgesellschaften gesprochen. Ja, das hat zum Teil aber andere Gründe gehabt. Etwa, dass man sich quasi als Ziele des Mordens unter Mördern enger zusammenschließt, als man das anderweitig tun würde. Parallelgesellschaften entwickeln sich aber überall, wenn ich etwa an Kanada, angeblich ein wunderbares Vorbild für Integration. Natürlich entwickeln sich Parallelgesellschaften, warum auch nicht, es ist nichts negatives dabei. Warum sollten die Leute, die die neue Sprache noch nicht beherrschen, versuchen, sich kulturlos in die Gesellschaft zu integrieren? Das braucht eine Generation. Die zweite Generation fängt an zu studieren und integriert sich dann auch in die Gesellschaft. Vielen Dank für das Gespräch. sy m p o s ium “Minderheitenrecht” im osmanischen Staat Ali Mete • [email protected] uf dem Symposium haben Sie mit einigen interessanten Aussagen über das osmanische Millet-System, also einer Form von Minderheitenrecht, auf sich aufmerksam gemacht. Für viele Muslime, insbesondere für solche mit türkischem Hintergrund, ist dieses System ein gelungenes Beispiel für das Zusammenleben innerhalb einer pluralistischen Gesellschaft. Es wird als vorbildliche Praxis angesehen, da die Osmanen den nichtmuslimischen Minderheiten, die in ihrem Herrschaftsbereich lebten, umfassende – administrative, finanzielle und exekutive – Freiräume geboten haben. Sie behaupten nun, dass es ein solches Millet-System nicht gegeben habe. Können Sie das näher erläutern? Zuerst möchte ich zwei Dinge richtigstellen. Das osmanische Millet-System als eine „Form von Minderheitenrecht“ zu bezeichnen, ist nicht ganz zutreffend. In der osmanischen Praxis gab es den Begriff des Minderheitenrechts nämlich nicht. Vielmehr handelt es sich hierbei um die Anwendung der Bestimmungen des islamischen Rechts auf Nichtmuslime. Der osmanische Staat kann außerdem nicht als rechtspluralistischer, sondern – wenn überhaupt –kulturpluralistischer Staat bezeichnet werden – und dieser kulturelle Pluralismus ist von den Prinzipien des islamischen Rechts her begründbar. Das islamische Recht erkennt das Vorhandensein der als „Ahl al-Kitâb“ (Schriftbesitzer) bezeichneten Christen und Juden an, doch nicht in der Weise, dass ihnen – wie Sie das formulieren – „umfassende administrative, finanzielle und exekutive“ Freiheiten gegeben wurden. Im osmanischen Staat gab es nur ein anerkanntes Rechtssystem, und das war das islamische Recht. Die Freiheiten der Nichtmuslime waren eingeschränkt. Ich behaupte jedoch nicht, dass Nichtmuslime schlecht behandelt oder ihnen keinerlei Rechte eingeräumt wurden. Was ich meine ist, dass die weit- A verbreitete Ansicht, die in der inländischen und internationalen Literatur vertereten wird und wonach den nichtmuslimschen Gemeinden eine rechtliche Autonomie eingeräumt wird, sie ihr eigenes Recht anwenden konnten und eine gewisse exekutive Kompetenz besaßen, nicht richtig ist. Der osmanische Staat hat den Nichtmuslimen keinerlei Autonomie gewährt. Die Grundlage des Millet-Systems ist also das islamische Recht. Doch gibt es im klassischen islamischen Recht keinen rechtspluralistischen Ansatz? Der osmanische Staat hat als islamischer Staat selbstverständlich die Prinzipien des islamischen Rechts als Grundlage. Doch gibt das islamische Recht Nichtmuslimen nicht das Recht, ihr eigenes Recht anzuwenden. Wenn dies der Fall wäre, müsste es in der gesamten islamischen Welt zahlreiche nichtmuslimische Richter geben, und im osmanischen Reich müssten es überall entsprechende Gerichte und Gefängnisse geben. Dabei hat im islamischen Recht doch der Satz, dass ein Nichtmuslim nicht über einen Nichtmuslim herrschen, sondern nur richten darf, allgemeine Gültigkeit. Die hanafitischen Gelehrten sind sich diesbezüglich fast ausnahmslos einig. Die richterlichen Beschlüsse sind nicht einmal unbedingt bindend. Der osmanische Staat hat sich grundsätzlich an die hanafitische Rechtsschule gehalten. Heute können zwei Muslime in einem Land, in dem das islamische Recht keine Anwendung findet, zu einem Mufti gehen und von ihm eine Fatwa etwa in einer Erbrechtsangelegenheit einholen, ohne dass sich ein Staat einmischen könnte, solange sie sich einig sind. Doch heißt das nicht, dass es auch ein etabliertes Rechtssystem gibt. Denn der Staat unterstützt ein solches Rechtssystem nicht. Erst wenn eine der Parteien mit einem Urteil nicht einverstanden ist, bleibt ihr keine andere Möglichkeit, außer sich an die zuständigen staatlichen Institutionen zu wenden. Es ist nicht sinnvoll, hinter der osmanischen Praxis ein „pluralistisches Rechtssystem“ zu sehen, ohne den Begriff zu definieren. Von einem allgemein gegebenen pluralistischen Rechtssystem oder einem rechtspluralistischen System zu sprechen, JUNI / HAZİRAN 2010 / 57 / sy m p o s ium ohne die Details, etwa die erlassenen Verbote und die derlei Bestrebungen verboten. Die Regelungen gegen Diskussionen unter den Nichtmuslimen zu kennen, zeugt Nichtmuslime vonseiten einzelner Verantwortungsträger nur von der Bereitschaft, ein Publikum zu befriedigen, das haben dazu beigetragen, den Anschein der Benachteilibereit ist, dies so hinzunehmen. gung zu verstärken. Ein Beispiel hierfür ist der Erlass In der öffentlichen Diskussion wird immer wieder arSelim III. bezüglich der Kleidung von Nichtmuslimen und gumentiert, dass Nichtmuslime aus der Perspektive des dem beleidigenden Umgang mit ihnen. islamischen Rechts und insbesondere im osmanischen Im europäischen Rechtsverständnis wurden grundReich ein zweitrangiger Status zukommt. Kann das mit dem legende Menschen- und Freiheitsrechte wie das Recht islamischen Recht und der osmanischen Praxis belegt werauf Gleichheit, das Verbot der Diskriminierung sowie den? Welche Unterschiede gibt es, wenn man sich die heuGedanken- und Meinungsfreiheit formell und inhaltlich tige Situation in Europa vor Augen führt? in umfassender Weise entwickelt. Doch in der Praxis Der Großteil solcher Zuschreibungen beruht entkann von keiner Umsetzung etwa im Hinblick auf Musweder auf voreiligen oder übereifrigen Schlüssen, oder lime gesprochen werden. Es ist offensichtlich, dass es die der unzulänglichen Charakterisierung des osmanischen europäischen Staaten, was die Muslime angeht, einem Rechts. Dass Nichtmuslime als zweitrangig angesehen werdoppelten Standard verfallen sind. In früheren Zeiten den, ist auf keine institutionalisierwar das Recht mit der Religion verte oder systematische Benachteiliwoben. Heute bemüht man sich gung derselben im islamischen und beides soweit wie möglich voneiIm europäischen Rechtsverständnis wurosmanischen Recht zurückzufühnander zu trennen. Die Einschränren. Jedoch ist es richtig, dass es in kungen, die für Nichtmuslime im den grundlegende Menschen- und Freimanchen Situationen einen Staosmanischen Staat galten, welcher heitsrechte wie das Recht auf Gleichheit, tusunterschied zwischen Muslimen sich auf den Islam berief, mit dieund Nichtmuslimen gibt. Das issem Doppelstandard zu vergleichen, das Verbot der Diskriminierung sowie lamische Recht ist ein „Statusist keine Grundlage für ein verGedanken- und Meinungsfreiheit formell recht“. Dies ist auch im modernen nünftiges Ergebnis. Ebenso führt es und inhaltlich in umfassender Weise entRecht vorhanden. Bestimmte dazu, dass man glaubt, die alte Form Rechte und Kompetenzen werden und der Inhalt könnten wiederherwickelt. Doch in der Praxis kann von keientsprechend dem Status und der gestellt werden. Stattdessen sollten ner Umsetzung etwa im Hinblick auf Ausbildung verliehen oder beeinerseits die betreffenden InterMuslime gesprochen werden. Es ist ofgrenzt. Das islamische Recht räumt pretationen des islamischen Rechts Nichtmuslimen eine allgemeine einer ernsthaften Beurteilung unfensichtlich, dass es die europäischen Rechtsfähigkeit ein. Das heißt, terzogen werden, um festzustellen, Staaten, was die Muslime angeht, einem auch sie können rechtliche Verwie es am besten umgesetzt werfahren wie Heirat, Scheidung, den kann. Andererseits sollte der doppelten Standard verfallen sind. Handel, Vollmacht, Bürgschaft Doppelstandard des europäischen usw. durchführen. Die für NichtRechtsverständnis der Europäer muslime gültigen Einschränkunoffen angesprochen werden, um gen liegen nicht in diesem Bereich, sondern betreffen die Europäer unter Druck zu setzen und zu einer Revielmehr Bereiche, die die Scharia und den Brauch bevidierung zu bewegen. Dass es zu einem Ergebnis führt, treffen wie die Freiheit der Religion und Religionspraden europäischen Staaten, welche das islamische Recht xis, also etwa den Einsatz von Kirchenglocken, das launicht befürworten und anwenden, die osmanische Prate Abhalten von religiösen Zeremonien, die Ausübung xis als Modell anzubieten, glaube ich eher nicht. bestimmter Berufe, den Kauf von Immobilien aus der In ihrem Vortrag auf dem Symposium sagten Sie, Nähe einer Moschee, die Zeugenschaft gegen Muslime, pluralistisches Recht verhindere die Praxis. In dem versowie Kleidung, Wohnung und das Tragen von Waffen. hältnismäßig multikulturellen Kanada gibt es die MögDie meisten dieser Begrenzungen gehen nicht auf eine lichkeit, islamisches Recht anzuwenden, etwa über das eindeutige Bestimmung des islamischen Rechts zurück, „Islamic Sharia Court“, welches 2004 eingerichtet wursondern haben sich als Brauch fest etabliert, können alde. In Großbritannien gibt es ähnliche Bestrebungen. so ohne weiteres verändert werden. Doch da sich in der Nach Ansicht von Prof. Dr. Mathias Rohes wird islaislamischen Welt solche Bestimmungen nicht entwickelt misches Recht etwa im Rahmen des Internationalen Prihatten, war man der Meinung, Entsprechendes einzuvatrechts und des sogenannten dispositiven Sachrechts führen. Da in islamischen Staaten Muslime herrschten, angewendet. Weshalb sollten solche Anwendungen wurde Nichtmuslimen nicht erlaubt, gegen die Herrdie Rechtspraxis behindern? schaft zu propagieren. Im öffentlichen Raum wurden Zuerst einmal sollten gewisse Begriffe richtig ver- / 58 / IGMG • PERSPEKTİF sy m p o s ium wendet werden. Rechtspluralismus und ein Rechtssystem, das Pluralismus erlaubt, sind zu unterscheiden. Das islamische Recht lässt keinen Rechtspluralismus zu. Personen, die den Islam nicht annehmen, werden grundlegende Menschenrechte zugestanden. Dies geschieht in der Form und im Rahmen, den das islamische Recht vorsieht. Der Islam sieht für Christentum und Judentum, die er als Religion berichtigt und aufhebt, keinen institutionellen und begrifflichen Platz vor. In Ihrer Frage verwenden Sie den Begriff Mulitkulturalismus. Damit ein System multikulturell ist, muss es kein pluralistisches Recht geben. Sie weisen auf Beispiele in Kanada und Großbritannien hin, aber diese sind inhaltlich noch nicht ausgereift, es sind vielmehr partielle Anwendungen. Sind diese Einrichtungen verbindlich? Müssen die Muslime sich an diese Gerichte wenden? Müssen die Urteile ausgeführt werden? An wen wendet sich jemand, der mit einem Urteil nicht zufrieden ist? Es ist nicht richtig, sich an Ideen zu orientieren, die jemand theoretisch ersonnen hat, und sie als Beispiele anzuführen, solange die genannten Fragen nicht ernsthaft analysiert wurden. Hierfür ist es aber notwendig, die potenziellen Probleme innerhalb eines pluralistischen Rechtssystems abschätzen zu können oder Probleme aus der Vergangenheit zu kennen. So muss man die Diskussionen und den Druck innerhalb des osmanischen Staates sowie von außerhalb sehen. Ohne die Berücksichtigung derartiger Aspekte kann kein Rechtssystem etabliert und erhalten werden, auch wenn es sich auf den ersten Blick gut anhört. Ein Rechtssystem entwickelt sich mit der Praxis. Das islamische Recht hat in den vergangenen einhundertfünfzig Jahren mit einem Hindernis zu kämpfen. Dass es sich institutionell und theoretisch nicht weiterentwickelt hat, hängt zum Teil mit der fehlenden Rechtspraxis zusammen. Die Bemühungen westlicher Staaten ihr Rechtssystem als einzig gültiges System auf der ganzen Welt zu etablieren und die Art wie dies bewerkstelligt wird, hindern das islamische Recht an der Weiterentwicklung. Während der Westen seinem Rechtsverständnis durch internationale Abkommen eine weltweit bestimmende Position errungen hat und somit die Anwendung und Entwicklung gewährleistet, konnten sich die Muslime nicht behaupten. Staaten wie die Türkei, die bemüht sind den Anschluss an ein gemeinsa- mes Rechtssystem zu finden, erkennen das islamische Recht institutionell und begrifflich nicht an. Das Recht verwirklicht sich mit dem Staat. Ein Rechtssystem ohne die Unterstützung durch einen Staat wird schwach bleiben. Meiner Meinung nach ist es auch nicht richtig, Anwendungen des internationalen Personenrechts als Beispiel für pluralistische Rechtspraxis heranzuziehen. Denn diese hängen mehr von zwischenstaatlichen Vereinbarungen ab. Den Staaten steht es frei, solche Verträge abzuschließen oder diese aufzulösen. Derartige Abkommen werden nicht mit der Absicht geschlossen, die Rechtspraxis pluraler zu gestalten, sondern aus dem Bedürfnis heraus, rechtliche Belange zwischen den jeweiligen Staatsbürgern zu regeln. Die Muslime sind also angehalten, Wege zu beschreiten, die das islamische Recht weiterentwickeln und die Anwendung ermöglichen. Es scheint Konsens zu sein, dass das Millet-System den religiösen Gemeinschaften umfassende Möglichkeiten in die Hand gab, ihre Identität zu stiften und zu bewahren. Wie wird das in dem historischen Millet-System bewerkstelligt, das sie vertreten? Zuerst ist dies ein vollständig nach dem islamischen Recht geregeltes System. Ferner vertrete ich kein Millet-System, sondern ein System, dass an das „iltizâm“ genannte Steuerpachtsystem angelehnt ist. Im islamischen Recht gibt es den Grundsatz, dass es keinen Zwang in der Religion gibt, also niemand zum Glauben gezwungen werden darf. Im Rahmen dieses Grundsatzes können Nichtmuslime ihren Glauben und ihre Religionspraxis pflegen, solange damit nicht die Herrschaft des Staates bedroht wird und offen gegen ihn propagiert wird. Da früher Herrschaft stark an Symbolen hing, hat der Staat es nicht zugelassen, dass diese auf irgendeine Weise in schlechtes Licht gerückt wurden. Die Identitätsstiftung und – bewahrung der Nichtmuslime konnte diesen Rahmen nicht überschreiten. Da der Islam eine universelle Religion ist und den Tablîğ (Mission) zur Grundlage hat, respektiert er seine Adressaten. Daraus kann aber nicht gefolgert werden, dass alle Handlungen der Nichtmuslime befürwortet und gestattet werden. Im Gegenteil, es wurden alle Handlungen, die dem Islam widersprechen, verboten, begrenzt und unter Strafe gestellt. Es gibt Aufzeichnungen, aus denen hervorgeht, dass an den Grenzübergängen sogar die Bücher begutachtet wurden, die aus dem Ausland kamen. Die Behauptung, dass Nicht- JUNI / HAZİRAN 2010 / 59 / sy m p o s ium muslimen weitreichende Freiheiten gewährt wurden, hat keinen Wert, wenn nicht solche Details miteinbezogen werden. Der Staat hat sich nicht ohne weiteres in die Angelegenheiten der Gemeinschaften eingemischt. Wenn kein Vergehen vorlag, gab es hierzu auch keinen Grund. Der Islam akzeptiert das Vorhandensein des Anderen, etwa der Christen, Juden und anderer, doch sieht er auch nicht von seiner überlegenen Stellung ab. Im Hinblick auf die Verwendung der eigenen Sprache und die Praktizierung der Religion gibt es staatlicherseits keine Einschränkungen. Dies ist im islamischen Recht innerhalb der Institution der „Dhimma“ (Schutz, Garantie) möglich. Dieses Vertragsverhältnis beruht auf der Akzeptanz des islamischen Staates vonseiten der Nichtmuslime, für die das Leben, die Freiheit und der Besitz vom Staat rechtlich geschützt werden. Was unter der Bezeichnung Millet-System Verbreitung gefunden hat, ist zumeist unrealistisch. Das Iltizâm-System, welches ich vertrete, ist besser geeignet zu zeigen, wie Nichtmuslime in das osmanische Rechtssystem integriert wurden und wie somit zahlreiche Konflikte verhindert wurden. Des besseren Verständnisses wegen möchte ich noch einige Ausführungen hinzufügen. Wenn die Osmanen ein System wie das MilletSystem etabliert haben sollen, weshalb wurden die orthodoxen Christen nicht unter einem einzigen Patriarchat vereinigt? Weshalb gab es je eins in Istanbul, Jerusalem, Antiochia und Alexandria? Wenn diese demselben „Millet“ (Gemeinschaft) angehörten, wäre es dann nicht folgerichtig gewesen, diese in einem Patriarchat zu vereinigen? Eine andere Frage ist, weshalb die Osmanen das Patriarchat in Ipek eingerichtet haben. Denn dieses Patriarchat war keines aus der Orthodoxie erwachsenes, sondern wurde von den Osmanen etabliert. Die Osmanen haben sich also von Zeit zu Zeit eingemischt. Dasselbe gilt für das armenische Patriarchat in Istanbul. Die Haltung des Staates in diesen Angelegenheiten ist es, sich soweit wie möglich herauszuhalten. Doch zeitweise hat man auch im Sinne der Politik Einfluss darauf genommen. Zum Schluss: Wie, glauben Sie, kann das islamische Recht den Muslimen in ihrem Bemühen behilflich sein, ihre Identität zu bewahren? Welche Funktion kann es diesbezüglich in der Zukunft haben? Die Grundlagen der islamischen Religion spielen bei der Bildung und Bewahrung von Identität sicher- / 60 / IGMG • PERSPEKTİF lich eine große Rolle. Damit aber das islamische Recht in den Ländern, in denen es keine Gültigkeit hat, einen direkten Einfluss auf die Identitätsbildung und –bewahrung haben kann, müsste ein Rahmen gegeben sein, innerhalb dessen es Anwendung findet. Das bedeutet aber nicht, dass die Grundsätze des Islams für den einzelnen Muslim keine Relevanz hätten und es den Muslimen nicht möglich sei, innerislamische Angelegenheiten entsprechend zu handhaben. Mehr als das islamische Recht sollte es also von Interesse sein, wie die Prinzipien des Islams in diesen Ländern umgesetzt werden können, wie den Muslimen ermöglicht werden kann, diese in ihr tägliches Leben zu integrieren und zu befolgen. Dies würde zwar nicht der Umsetzung des Rechts entsprechen, aber die bedachte Umsetzung religiöser Notwendigkeiten wird zu wichtigen sozialen Entwicklungen führen. Es ist erforderlich, dass die Muslime durch die ernsthafte Befolgung moralischer und religiöser Prinzipien die Botschaft des Islams für die Gesellschaft, in der sie leben, offenlegen. Auf diese Weise können sie ihre Identität ohne Schwierigkeiten bewahren. Zudem befinden sich die Muslime in einer Position, aus der heraus sie ihre Rechte im Rahmen des europäischen Rechts einfordern können. Auf der Basis der Grundlagen des gültigen Rechtssystems können die Muslime Freiheiten in höchstem Maße erwerben. Sich hierbei an den Prinzipien zu orientieren, die die europäischen Staaten sich selbst setzten, ist angebracht und sinnvoll. Von ihnen die Ermöglichung von Grundsätzen und Anwendungen des islamischen Recht zu erwarten, ist unrealistisch. Die meisten alltäglichen Probleme (insbesondere solche im Schul- und Berufsleben) können meiner Meinung nach leichter im Rahmen der Menschenrechtstheorie und entsprechenden Prinzipien gelöst werden. Damit das islamische Recht hier eine Rolle spielen kann, muss es weiterentwickelt werden. Es muss eine Anwendungsgrundlage bekommen. Diesbezüglich sind weder die Muslime in laizistischen Staaten wie der Türkei in der Lage noch solche in Ländern, die von kurzatmigen Diskussionen und Streitereien heimgesucht werden oder nicht mehr sind als Trabanten bestimmter Blöcke. Dies erfordert eine ernsthafte gedankliche Auseinandersetzung und einen starken Willen. (Aus dem Türkischen übersetzt von Ali Mete) sy m p o s ium Islamische Gemeinschaft Milli Görüş und die Identität Vor dem Hintergrund der muslimischen Präsenz in Europa bewertete Oğuz Üçüncü die neue Identitätspolitik in den europäischen Staaten und benannte die charakteristischen Eigenschaften der IGMG. ereits der Bereits der Einstieg in das Thema meines Vortrages konfrontiert uns mit einem Dilemma, auf das uns İbrahim Kalın wohl eher unbewusst aufmerksam gemacht hat. Mit dem Hinweis darauf, dass alle Redner in der Sprache ihres Landes sprechen würde, setzte er seinen Vortrag in türkischer Sprache fort. Nun musste ich mich unweigerlich fragen, welche Sprache in diesem Kontext überhaupt meine Sprache ist. Ist es die Sprache des Landes, dessen Staatsbürger ich bin oder die Sprache des Landes, in dem ich geboren und aufgewachsen bin und die auch Ausdruck meiner Identität ist? Nun, ich werde meinen Beitrag einfach in deutscher Sprache fortführen. Mit großem Interesse habe ich die Vorträge und Diskussionen rund um unser Symposium verfolgt, und insbesondere bei den Diskursen um die theoretischen Grundlagen des Begriffs Identität stellte sich ein mir im Zusammenhang mit der deutschen Grammatik bekanntes Gefühl ein. Gefragt was denn z. B. das Plusquamperfekt ist, antworte ich zumeist, dass ich mir nicht ganz sicher bin was es ist, aber das ich mir sicher bin, es richtig anzuwenden. Ähnlich ist es auch mit der Frage der Identität. Es ist immer wieder interessant festzustellen, dass das eigene Verständnis von Identität seine Entsprechung in den theoretischen Auseinandersetzungen um diesen Begriff findet. Aber genauso interessant ist es zu sehen, dass im eigenen Kontext diese Theorien quasi keine Rolle spielen, sondern wir ganz im Gegenteil sicher sind, dass sich unser Verständnis von Identität an der Gemeinderealität, unserem B Migrationshintergrund und unserem Glauben orientiert, und somit zu den Fundamenten unserer Identität gehört. Jetzt könnte man fragen, warum man als IGMG überhaupt so eine Veranstaltung macht, wenn die Dinge scheinbar eindeutig geklärt sind? Die IGMG führt diese Veranstaltung durch, um zu einen den Ansatz von Identität wissenschaftlich auf den Prüfstand zu stellen und darüber hinaus den Konflikt zwischen den sich wiederstreitenden Identitätsansätzen deutlich zu machen. Ferner möchten wir Diskussionen anstoßen, die teilweise als desillusionierend daherkommen, um die als Gewissheit wahrgenommen Denkmuster auf den Prüfstand zu stellen. Und natürlich möchten wir uns mit dem auseinander setzen, was uns eigentlich ausmacht. Bevor ich nun die Teilnehmer des Symposiums davon überzeuge, dass ich mich in der Vorbereitung auf meinen Vortrag auch mit den theoretischen Erwägungen zur Thematik auseinandergesetzt habe, möchte ich zu Beginn doch noch auf einen Umstand hinweisen: Ich bin erstaunt, dass die Schlagwörter Globalisierung und Internet im Kontext der Diskussion um den Begriff Identität in den gesamten zwei Tagen nur einmal gefallen sind. Nun zu meinen Erwägungen zur Thematik. Bei der Lektüre entsprechender Fachliteratur musste ich feststellen, dass unsere Vorstellung von Identität der modernen Definition des Begriffes entspricht. Die Moderne definiert Identität als ein einheitliches, eindeutiges, lebenslang gültiges Selbstbild bzw. als einen einheitlichen, eindeutigen, lebenslang gültigen inneren Besitzstand. Dieser Definition von Identität und Identitätsverständnis würden wohl viele hier im Saal im Bezug auf die IGMG zustimmen, wenn, ja wenn die Wissenschaft nicht sagen würde, es sei schon längst überholt. Denn inzwischen schickt sich die Postmoderne an, den Begriff Identität neu zu definieren. Unter der Überschrift „Individualisierung des Menschen“ soll das Individuum von Traditionen befreit werden und Festsetzungen im Bereich des Sexuallebens, der Ehegestaltung oder der Rollenzuweisung des Geschlechts sollen aufgehoben werden. Die Wissenschaft spricht von einem „Kurzfristigkeitsregime“, in dem vertraute Haltepunkte wie Familie, Stand, Religion, Kultur entschwinden und jeder gezwungen ist, sein Lebensentwurf und damit seine Identität in die eigenen Hände zu nehmen. JUNI / HAZİRAN 2010 / 61 / sy m p o s ium An dieser Stelle möchte ich auf die praktischen Fragen im Bezug auf die Identitätsbildung innerhalb unserer Gemeinschaft, insbesondere im Wiederstreit der modernen und postmodernen Definitionen, eingehen, muss aber vorher noch Grundsätzliches anmerken. Muslimische Aspekte konstruieren die Identität der europäischen Länder Tatsächlich findet unser Symposium zum Thema Identität in einer sehr interessanten, wenn nicht sogar beängstigenden Zeit statt. Dass nicht nur Muslime sich mit der Bewältigung des Themas Identitätsbildung schwer tun, zeigt ein Blick auf die aktuellen Debatten in unserem Land und in den umliegenden europäischen Nachbarländern. Genannt seien hier ein Paar Beispiele wie etwa das Minarettverbot in der Schweiz. Der Streit drehte sich um den Neubau von zwei Minaretten, die die Gesamtzahl der schweizer Moscheen mit Minarett auf insgesamt sechs erhöht hätte. Bei insgesamt 150 Moscheen bestand also nie die Gefahr, dass Minarette wie z. B. Windkrafträder aus dem Boden schießen würden. Dennoch mutierte eine scheinbar harmlosen Debatte um den Neubau von Minaretten, mit dem angestrengten Volksentscheid zum Minarettbau, zu einer Generaldebatte hinsichtlich der Identität der Schweiz. Die größte Ablehnung des Minarettbaus ist in den Kantonen und Dörfern zustande gekommen, in denen kaum Muslime leben. Den Rekord hat ein Dorf mit einem Anteil von 80 Prozent an Minarettgegnern gebrochen, ein Dorf, in dem keine Muslime leben. Allem Anschein nach, gilt auch bei Mehrheitsgesellschaften, dass Identität und Identitätsbildung in der Abgrenzung zum vermeintlichen „Anderen“ nach wie vor ein tiefgreifendes Phänomen darstellt und nicht als ein Problem der Vergangenheit daherkommt. Es muss tiefer verwurzelt sein. Prof. Dr. Rommelspacher stellte in diesem Zusammenhang auch zu Recht fest, dass die islamskeptische und islamfeindliche Einstellung kein europäischer Einzelfall ist. Man müsse teilweise davon ausgehen, dass dies in allen europäischen, insbesondere westeuropäischen Staaten verwurzelt ist, wenn es um die Frage der Muslime und des Islam geht. Nehmen wir als weiteres Beispiel das sogenannte Burkaverbot in Belgien. Belgien ist ein zutiefst zerstrittenes Land, das sich schon längst auseinander dividiert hat in flämische und walonische Interessen und kurz davor ist, in seine Atome zu zerfallen. Trotzdem hat es mit der Begründung, dass die Burka gegen belgische Werte verstoßen würde, geschafft, in seinem Parlament nahezu einstimmig ein entsprechendes Verbot zu verabschieden. Nun / 62 / IGMG • PERSPEKTİF müsste man doch fragen dürfen, was denn genau diese belgischen Werte sind und ob es sie tatsächlich auch gibt. Oder wird hier eine belgische Identität konstruiert, die sich einfach als das genaue Gegenteil dessen definiert, wofür die Burka oder der Schador oder der Ganzkörperschleier vermeintlich steht. Hier stiftet ein Kleidungsstück Einheit und Identität, obwohl es mit der belgischen gesellschaftlichen Realität im Alltag nichts gemein hat. Ein anderes Beispiel ist das Burkaverbot in Frankreich. In diesem Land wurden die Polizisten aufgefordert zu zählen, wie viele Frauen sich entsprechend kleiden. Die intensivste Zählung hat ergeben, dass 2000 Frauen von fünfeinhalb bis sechs Millionen Muslimen, eine Burka tragen. Dennoch ist eine Debatte vom Zaun gebrochen worden die letztlich in der Frage mündete: Was macht die französische Identität aus? Die Antwort auf diese Frage war, was sie eben nicht ausmacht, nämlich das Kopftuch, der Ganzkörperschleier oder eine sichtbare Religiosität der vermeintlich „Anderen“ im Lande. In Deutschland lassen die Gesetze zum Verbot des Kopftuches in Schule und öffentlichen Einrichtungen erahnen, wie sich in diesem Land Identitätsbildung vollzieht. Begründet wurden die Verbote zumeist mit der „hehren“ Absicht die deutschen Werte vor Menschen schützen zu wollen, die mit dem Tragen des Kopftuchs zum Ausdruck bringen würden, dass sie eben diese, innerlich ablehnen. Bei näherer Betrachtung aller hier genannten Beispiele kann man feststellen, dass es nicht einmal mehr um den Widerstreit von Moderne und Postmoderne in puncto Identität geht, sondern die politisch Verantwortlichen in Denkmuster verfallen sind, die man als wohl ohne Vorbehalte als postkolonial bezeichnen kann. Identität im Spannungsfeld der Tagespolitik In einer Zeit tiefster gesellschaftlicher Verunsicherungen und Umbrüche zeigen sowohl Mehrheits- als auch Minderheitsgesellschaft Reflexe, die weder neu noch einzigartig sind. Dennoch verdienen sie eine nähere Betrachtung. Verfolgt man die eben erwähnten gesellschaftlichen Debatten, erkennt man Handlungs- und Sprachmuster postkolonialer Debatten, wobei der Begriff Rasse durch den Begriff Kultur ersetzt wird und aus dem vormals genetischen Mangel jetzt ein Kulturdefizit wird. Dies kann man etwa am Beispiel der Aussagen Thilo Sarrazins festmachen. Er unterscheidet nicht mehr zwischen Kultur und Rasse, was zwei Drittel der Deutschen inhaltlich als hart aber richtig empfinden. Vielmehr betreibt er eine Muslimschelte in einer beispiellos rabiaten Art und Weise, indem er Dinge sagt wie z. B.: „Menschliche Begabung ist sy m p o s ium nur zu einem Teil sozial bedingt, der andere Teil ist erblich“ oder „Ich muss niemanden anerkennen und respektieren, der dieses Land nicht achtet, für die Erziehung seiner Kinder nicht sorgt und ständig neue Kopftuchmädchen produziert. Dies gilt für 70% der türkischen und 90% der arabischen Bevölkerung.“ Das ist seine Meinung über die muslimische Minderheit in diesem Land. Doch wurde diese von der Mehrheitsgesellschaft nicht als rassistisch empfunden. Nur weil der Begriff Rasse durch Ethnie oder kulturelle Identität ersetzt wird, ist die Debatte nicht harmloser und sind die Begriffe nicht unverfänglicher. Im Gegenteil, hier bilden die Begrifflichkeiten den Deckmantel für einen hegemonialen Herrschaftsanspruch, wobei die „Mächtigen“ immer wissen, wer sie nicht sind. In diesem Kontext hat der „Andere“ nur vorgeblich auch eine „Kultur“. Blickt man jedoch ein wenig schärfer in die Debatte, gilt er als kulturlos und primitiv. Und auch dieser Aspekt ist mir in diesen zwei Tagen zu kurz gekommen. Wie haben noch nicht über die Frage der Macht und der Definitionshoheit von Begriffen gesprochen: Wer erklärt jemanden zu einer Kultur und wer erklärt jemanden als primitiv? Wenn wir ehrlich zu uns selbst sind, müssen wir zugeben, dass der Diskurs, der zur Zeit stattfindet, keiner ist, der auf Augenhöhe geführt wird. Ganz im Gegenteil erklärt eine Kulturnation einer anderen Gemeinschaft, dass sie primitiv sei, noch bestimmte Denkmuster zu überspringen und gewisse geistige Entwicklungsprozesse hinter sich zu bringen habe. Bis dahin hat sie einen Status, den man normalerweise Eingeborenen in irgendwelchen Ländern der dritten Welt zuschreibt. Das klingt hart, klingt wieder nach Sätzen des beleidigten Muslims, der wieder die Gelegenheit wahrnehmen will, sich in der Opferrolle zu stilisieren. Doch vor dem Hintergrund der gegenwärtigen Situation, sollten wir uns nichts vormachen. Wenn man weiß, dass Dinge in dieser Art und Weise funktionieren, ist es auch nicht falsch, diese vermeintlich islamkritischen Debatten als Leit(d)kulturdebatten darzustellen, zumal sie auch als solche entlarvt werden können. Ein kleiner Einschub aus gegebenem Anlass: Immer wieder wird mir die Frage gestellt, was für ein Problem denn die Offiziellen, sprich politisch Verantwortlichen, mit der IGMG hätten. Irgendetwas müsse es doch geben? Auch mit Bezug auf die Erwägungen von gerade kann ich nur sagen: Ja, es gibt etwas, und zwar sind wir als IGMG der „Spiegel“ beim Deutschlandmärchen: Spieglein, Spieglein an der Wand, wie Plural ist unser Land? Wir sind der Spiegel, der die Antwort gibt. Und die Antwort ist der Grund, warum wir so behandelt werden, wie wir derzeit in der Öffentlichkeit behandelt werden. Sie lautet: „Plural? Ja, vor 60 Jahren, als wir noch unter uns waren, da waren wir Plural. Aber seit zehn Jahren, weil sich die Muslime nicht betragen, ist es vorbei mit der Pluralitätsliebelei.“ Tatsächlich halten wir einer Gesellschaft den Spiegel vor, die sich selbst und ihre Verfassungsordnung immer als „pluralistisch“ definiert hat und es sich nicht nehmen ließ, mit diesem „hohen“ Wert auch viel für sich und für die Verbesserung des öffentlichen Ansehens Deutschlands nach dem zweiten Weltkrieg zu werben. Wir verdeutlichen die Diskrepanz einer auf dem Papier gewollten aber im Angesicht der Präsenz einer „anderen“ Minderheit zunehmend in Frage gestellten Pluralität. Denn insbesondere in der praktischen Umsetzung von Pluralität, insbesondere nach den Brüchen und Umbrüchen verursacht durch den 11. September 2001, dem Mord an Theo Van Gogh 2004 oder den Bombenanschlägen in London 2005, ist es doch so, dass es von Seiten der Mehrheitsgesellschaft immer mehr heißt, Pluralität gefährde den sozialen Frieden unseres Landes. Sie gefährde unsere gemeinschaftliche Zukunft, die angesichts von Finanzkrise, Klimakatastrophe, Globalisierung, dem Aufstieg anderer Wirtschaftsnationen immer mehr fragwürdig erscheint. Man müsse aufpassen, dass die Konflikte der Zukunft nicht in unserer Gesellschaft selbst geschürt werden, indem man versäumt, die Gesellschaft zu homogenisieren. Dieses geänderte Paradigma, also aufgrund von Zukunftsszenarien auf die Identitätsbildung der Minderheit Einfluss nehmen zu wollen, ist nichts weiter als das, was die Wissenschaft als Identitätspolitik bezeichnet. Man überlässt es nicht mehr dem Subjekt oder der Gemeinschaft, Identität selbst zu bilden. Man formuliert sie prophylaktisch für das Individuum, damit es in Zukunft keine Probleme gibt. Wer das nicht glaubt, sollte sich mit den aktuellen Sicherheitsdebatten in diesem Land, aber auch in anderen Ländern Europas, vertraut machen und sich mit den zugrunde liegenden Radikalisierungsszenarien auseinandersetzen. Mit welchen Assoziationsketten arbeiten die Sicherheitsbehörden, Geheimdienste, Innenministerien dieser Länder, mit welchen Szenarien? Welche Identitätspolitik gerät hier in einen Widerstreit mit anderen Identitätsdefinitionen? Die zugrunde liegende Logik ist folgende: Anstatt mir zuzubilligen, mich selbst zu gestalten, möchte man verhindern, dass ich mit meinen Werten und meiner Kultur, die sowieso eine „Unter-Kultur“ sei, eine eigene Identität entwickle. Man möchte mir diesen „Ballast“ einer eigenen Identität abnehmen. Am besten sollte ich mich gleichzeitig auch des geschlechtlichen und religiösen Ballastes entledigen, damit ich ohne anzuecken und aufzufallen meinen Platz in der Gesellschaft finde. Nur so könne man si- JUNI / HAZİRAN 2010 / 63 / sy m p o s ium cher sein, dass es in Zukunft keine Probleme in unseren Vierteln, Städten oder auch im ganzen Land gibt. Meine hier dargelegte Argumentation wird oft als übertrieben und überzogen wahrgenommen. Doch reicht manchmal schon ein Blick auf aktuelle Publikationen der betroffenen Innenbehörden, beispielsweise sei hier eine Veröffentlichung des Bundesinnenministeriums mit dem Titel „Integration als Terrorismus- und Extremismusprävention“ genannt, um zu verdeutlichen, dass die beschriebene Identitätspolitik maßgeblich das Denken und Handeln der Verantwortlichen bestimmt. Der Preis dieses neuen Paradigmas sind Menschenrechtseinschränkungen und -verletzungen, ständig neue Sicherheitsgesetzgebungen, Überwachungs- und Kontrollmaßnahmen auf die wir uns alle einlassen und bei denen man uns suggeriert, dass sie Pries unserer Freiheit wären. Die Argumentation ist, dass, wenn man Sicherheit will, man ein wenig auf Freiheit verzichten müsse. Dazu hat ein kluger amerikanischer Präsident mal diese weisen Worte gesprochen: „Wer die Leute wählen lässt zwischen Freiheit und Sicherheit, verdient beides nicht.“ Im Sinne dieser gefährlichen gesellschaftlichen Entwicklungen sind wir als Islamische Gemeinschaft Milli Görüş tatsächlich ein Spiegel, der dieser Gesellschaft ihre Widersprüche vor Augen führt, und vor allen Dingen deutlich macht, dass sie bei der Bewährungsprobe der Integration einer nicht-christlichen und nichtabendländischen Minderheit drauf und dran ist, ihre gesellschaftlichen Errungenschaften bis hin zur Verfassungsordnung in Frage zu stellen oder sogar über Bord zu werfen. Und dies insbesondere zu einem Zeitpunkt, an dem wir uns genau mit den Errungenschaften einer pluralistischen Gesellschaftsordnung und der damit einhergehenden spezifischen Anerkennung des „Anders-Sein“ immer mehr identifiziert haben. Ähnliches gilt ja im Übrigen auch für die Debatte um den EU-Beitritt der Türkei. Hier, so der Augenschein, werden die Regeln immer dann geändert, wenn sie Muslime in Anspruch nehmen wollen. Anstatt aber Pluralität auf den Prüfstand zu stellen, sollte sich die Mehrheitsgesellschaft noch einmal die Grundfeste der hiesigen Verfassungsordnung, auf die man zurecht seit 60 Jahren so stolz ist, vor Augen führen, um zu sehen, dass die Vielfalt der Lebensentwürfe und auch eine im öffentlichen Raum sichtbare Religiosität eben ausdrücklich gewünscht war und auch in Zukunft gewünscht sein sollte. Aufgezwungene und eigene Identität Wo wir schon denn Spiegel metaphorisch Bemühen. Seit zwei Tagen machen wir über das bisher Gesagte auch noch / 64 / IGMG • PERSPEKTİF etwas ganz Interessantes. Wir halten uns und der eigenen Gemeinschaft nämlich selbst auch den Spiegel vor. Das, was wir hier machen, ist das Eigene in Frage zu stellen ohne es grundsätzlich zu verdammen und wiederum auf dem „geprüften Eigenen“ etwas Neues und gleichzeitig Vertrautes aufzubauen, damit etwas entsteht, mit dem man einverstanden ist und in dem man seine Wurzeln erkennt. In diesem Sinne ist Identitätspolitik natürlich keine Einbahnstraße. Ebenso wie man bei der Mehrheitsgesellschaft kritisiert, dass man es dem Subjekt oder der Gemeinschaft nicht selbst belässt, die Inhalte seiner Identität zu bestimmen, ist auch bei uns auch immer wieder kritisch zu hinterfragen, wie viel Identität wir selbst gebildet haben und wie viel Identität uns von Hierarchien und Organisationsstrukturen, von der Gemeinschaft quasi durch kollektiven Zwang aufoktroyiert worden ist. Das heißt, es gilt immer wieder zu fragen: Ist man zu dem geworden, was man ist, weil man gar keine andere Wahl hatte, etwas anderes zu werden? Insbesondere als Nachkommen von Arbeitern, aber doch von Arbeitern, die sich aufgeschwungen haben, die Welt zu verändern, sind wir gezwungen, uns kritisch diesem Diskurs zu stellen. Was sind denn nun die Grundpfeiler, auf denen unsere Identität aufbaut? Zum einen macht uns ohne Zweifel die tiefe Verwurzlung im Glauben aus. Dies kann man als wesentlichen Charakterzug unserer Gemeinschaft unterstreichen. Zweitens charakterisiert uns die Ablehnung staatlicher Einflussnahme auf die Interpretation des Glaubens. Wir haben uns dabei am türkischen Staatsislam abgearbeitet, einem Staatsislam, der durch die DITIB vertreten wurde und von dem wir uns auch demonstrativ, wie z. B. bei der Frage der Festlegung islamischer Feiertage, distanziert haben. Man kann feststellen, dass es immer wieder inhaltliche Auseinandersetzungen gab, die sich vor allem auf die Einmischung des Staates in Angelegenheiten der Religionsgemeinschaften fokussierten. Dies hat zu Übertreibungen geführt, die uns nach wie vor Bauchschmerzen bereiten, weil die Zusammenführung muslimischer Repräsentanz hier eben auch daran scheitert, dass wir über Jahre hinweg große Gräben aufgebaut haben, die wir jetzt überwinden müssen. Diese Entwicklungen haben die IGMG und ihre Mitglieder geprägt und vor allem dazu geführt, dass wir einen zivilen Charakter entwickelt haben, der uns jede Form von staatlicher Einflussnahme oder auch nur den Versuch suspekt erscheinen lässt. Als drittes Identitätsmerkmal kann die Erkenntnis, Teil einer großen Gemeinschaft von Gläubigen zu sein, also der Umma-Gedanke, genannt werden. Die IGMG sieht sich sy m p o s ium als Teil eines Großen Ganzen und leitet daraus Verantwortlichkeits,- Solidaritäts- und Brüderlichkeitsgedanken ab, die für das Handeln in der Gemeinschaft maßgeblich sind. Ferner charakterisiert uns, viertens, unser Verständnis von gesellschaftlicher Teilhabe und die Weigerung, uns zu assimilieren. Gemeint ist dabei unser Verständnis von Religion und dessen Prinzipien, auch gesellschaftlich aktiv zu werden, sich um das Gemeinwohl zu bemühen und sich gegen Ungerechtigkeit und Diskriminierung zu wehren und sogar diese aktiv zu bekämpfen. Das, was uns immer wieder vorgeworfen wird, ist tatsächlich etwas, was unsere Identität ausmacht, nämlich Religion und Glauben so zu verstehen, dass es neben der persönlichen Dimension auch eine gesellschaftliche Dimension gibt. Diese leitet mich dazu an, mich für das Gemeinwohl des Landes, in dem ich lebe, der Gesellschaft, in der ich agiere, einzusetzen und als bereichernder „neuer“ Teil der Gesellschaft an der Lösung gesellschaftlicher Zukunftsaufgaben mitzuwirken. Das hier beschriebene Verständnis von Identität, also auch der mit diesem Verständnis einhergehende Kampf um gesellschaftliche Anerkennung, ist fast deckungsgleich mit soziologischen Definitionen von Ethnizität, als Prozessen von Selbstidentifizierungen, Wiedererkennung der eigenen Vergangenheit, Selbstverortung im Rahmen identitätspolitischer Anerkennungskämpfe bei marginalisierten Gruppen. Nun, gut zu wissen, das auch hier die Wissenschaft Erklärungen für bestimmte Handlungsmuster parat hat. Vor allem deshalb, weil wir immer davon ausgegangen sind, dass wir so agieren, weil es so richtig ist und weil es so unseren Glaubenswerten, unseren Vorstellungen von Identität und Glaubensverwirklichung entspricht. Deshalb führe ich diese Definition der Wissenschaft auch immer mit einem Augenzwinkern an. Sich über den Anderen definieren Es ist auch richtig, dass wir in puncto Identitätsbildung natürlich als Gemeinschaft selbst nicht vor dem „Othering“, über das wir gestern und heute gesprochen haben, gefeit sind. Das heißt, dass bei unserer Identitätsbildung Dualität, also etwa der Begriff „Hak“ im Widerstreit zum Begriff „Batıl“ eine wichtige Rolle gespielt hat. Das darauf basierend vereinfachte Weltbilder, Antisemitismus und die Vermutung einer jüdischen Weltverschwörung, teilweise auch eine Rolle in unseren Identitäten gespielt haben, ist so, wie es ist. Dies zu verleugnen, so zu tun als ob das kein Teil unserer Identitätsgeschichte wäre, wäre nicht aufrichtig. Sie aber zum Maßstab zu machen und so zu tun als ob das nach wie vor Quellen unseren Identitätsfindung ist, ist das große Unrecht, das man dieser Gemeinschaft antut. Die Geschichte zu verleugnen und auch zu verleugnen, dass diese vereinfachten Weltbilder insbesondere bei jungen Leuten auch Rezipienten finden, wäre einfach nicht aufrichtig. Damit sich auseinander zu setzen, mit dem Rassismus und dem Antisemitismus in den eigenen Reihen ist eben die große Herausforderung für die Gemeinschaft und die Vorreiter dieser Gemeinschaft. Jeder kennt folgendes Gedicht von Necip Fazıl Kısakürek, oder zumindest den Anfang: „Mein Feind, mein Ansporn, Ausdruck meines Ich, wie der Tag die Nacht, so brauch auch Ich dich.“ Das war eine große Zeit, als wir noch Identität geformt haben, immer im Gegensatz zu den Anderen, den vermeintlichen Feinden: Ich bin das, was er nicht ist. Hierzu Die IGMG in der Öffentlichkeit eine kleine Anekdote: Wir hatten einmal einen Wissenswettbewerb organisiert, bei dem beschrieben werden sollte, was Islam ist? Der beste Satz, der damals gewann, lautete: „Islam ist das Gegenteil von allem Schlechten, von allem Bösen, von allen Kriegen, von allen Menschenrechtsunterdrückungen, die es in der Welt gibt.“ Nun haben wir also Applaus für eine Definition bekommen, die beschreibt, was der Islam nicht ist. Doch was ist er denn? So einfach haben wir uns die Welt dann immer gern gebastelt. Immer als Gegenteil des „Anderen“, nach dem Motto: Sie akzeptieren uns als Kultur nicht, sie sind doch selbst keine Kultur. Haben die überhaupt einen „Ahlak“, haben die noch Sitten und Moral? Die Frage, ob es in dieser Gesellschaft Moral gibt oder nicht, ist eine Frage, die ich als unmoralisch empfinde. Hierbei macht man sich selbst zum Maßstab, nach dem Motto: Die haben uns zu einer primitiven Nation gemacht, dann bezeichne ich sie als primitive Nation, die nichts anderes kennt, als nach Glück zu streben, rastlos durch die Gegend zu irren, obwohl wir doch schon im Besitz des Glückes sind. Da können die JUNI / HAZİRAN 2010 / 65 / sy m p o s ium noch lange warten. Das sind doch die Debatten, die im inden Staub weg, wird man sehen, dass in den innergemeinternen Kontext geführt werden, wenn mal keine Kamera schaftlichen Debatten die Sätze immer so anfangen: „Undabei ist. Mögen Deutsche ihre Kinder? Weinen sie wirklich sere Kinder gehen verloren!“, „Unsere Familien lösen sich um ihre Kinder? Empfinden sie Trauer, wenn Kinder sterauf.“, „Was macht die Milli Görüş aus?“, „Werden unsere ben? Das sind Debatten, die natürlich jeglicher Grundlage Enkel noch an das glauben, woran wir glauben?“ entbehren bzw. mit haltlosen Stereotypen arbeiten und bei Besonders selbstsicher klingen diese Fragen nicht, obdenen schon ein Hausbesuch beim vermeintlich „Anderen“ wohl man doch sehr sichere Antworten zu bieten hat, wie genügen würde, um einzusehen, dass der „Andere“ die gleiman auch immer wieder im Identitätsdiskurs über die chen Sorgen und Nöte hat und sich genauso um die ZuIGMG sagt. Man wirft uns ja vor, an einer eigenständigen kunft seiner Kinder sorgt, wie man es ja selbst auch tut. Identität festzuhalten und damit desintegrativ zu wirken Aus diesem hegemonial angehauchten Diskurs müsund somit Parallelgesellschaften zu fördern. Aber blickt sen wir natürlich herausfinden. Wir müssen selbtverständman ein bisschen in die Gemeinde hinein, wird man selich auch kritisch gegenüber dem sein, was uns die Postmoderne hen, dass es auch viel Pfeifen im Walde gibt. Oft sagt man, suggeriert, dass nämlich die Religiosität nur eine Scheinman sei sich sicher, man wisse, worum es gehe und was die realität ist, in die man sich flüchten kann, die aber dennoch Antworten seien. Doch wenn man sich darauf einlässt, kann keine Antworten gibt. Religiosität ist im Sinne postmoman Sätze vernehmen, die besagen, dass man sich eben derner wissenschaftlicher Deutung nicht so sicher ist, denn die Kinder nichts anderes als Nationalismus, aldenken anders, die Familien sind inso eine Scheinwirklichkeit, die es so zwischen anders strukturiert und HeWir müssen selbtverständlich auch krinicht gibt und die suggeriert wird, in rausforderungen sind andere. der man sich quasi sicher fühlt, die Was ist denn die größte Heraustisch gegenüber dem sein, was uns die jedoch diese Sicherheit nicht garanforderung? Die größte HerausfordePostmoderne suggeriert, dass nämlich tiert. rung ist, sich von den gesellschaftliIch finde, mit diesem Ansatz chen Veränderungen innerhalb der die Religiosität nur eine Scheinrealität ist, muss man sich kritisch auseinanGesellschaft nicht lähmen zu lassen, in die man sich flüchten kann, die aber dersetzen. Da knüpfe ich an das an, sich auch als Gemeinschaft nicht lähdennoch keine Antworten gibt. Religiosität was Prof. Dr. Mahmut Erol Kılıç men zu lassen, sondern im Kontext gesagt hat, wonach “ein sinnvolles des eigenen Religionsverständnisses die ist im Sinne postmoderner wissenschaftLeben, ein Leben mit Sinn ist auch Herausforderung anzugehen. licher Deutung nichts anderes als Natioin der Limitierung des Sich-Selbst Zeiten wandeln sich, also wanmöglich ist”. In diesem Sinne deln sich die Antworten, aber nicht die nalismus, also eine Scheinwirklichkeit, sind religiöse Menschen eben Quellen. Wenn sich die Quellen die es so nicht gibt und die suggeriert nicht irgendwelche windigen Annicht wandeln und sich die Antworbieter im “Suche-nach-dem Sinnten auf die Zeit einstellen müssen, ist wird, in der man sich quasi sicher fühlt, die Supermarkt”, sondern glaubwürdidas die Dynamik, die den Islam injedoch diese Sicherheit nicht garantiert. ge Ansprechpartner die Antworten newohnt, auf die wir uns immer wiebieten auf das, was wir sind und auf der berufen sollten. Und auch wenn das, was wir werden. viele Dinge in Wallung und BeweAuch verweigern wir uns der gung geraten sind, wenn FamilienThese, dass es die Konsumkraft ist, die den Wert eines strukturen sich ändern, wenn Mobilität viele Dinge durchMenschen ausmacht, wie uns die Postmoderne glauben einander wirbelt, ist doch die eigentliche Herausforderung machen will. Unser Maßstab vom Wert des Menschen ist für die IGMG, eben auch auf diese neuen Fragen Antseine Gottesfürchtigkeit (Takwa). Auch da wieder ein koworten zu geben. Wenn es etwa die Familie z. B. nicht mehr ranischer Ansatz. Ebenfalls widersprechen wir zu Recht leisten kann, im Familienbund die Älteren zu versorgen, der postmodernen Rastlosigkeit und der fieberhaften Suist die Gemeinschaft gefragt, durch den Betrieb von Alche nach Glück und Lebenssinn, weil wir die Quelle für seltersheimen Antworten zu geben. Ebenso ist die Gemeinbige nicht in der Erfüllung von materiellen Wünschen und schaft aufgefordert Strukturen aufzubauen die, z. B. in Form Erwartungen sehen, sondern dem Bemühen, das Wohlgevon Moscheen, Bildungseinrichtungen, Begegnungsstätfallen unseres Schöpfers zu erlangen und uns seinem Wilten und Studentenwohnheimen, Geborgenheit und Heimat len zu ergeben. In diesem Sinne gilt es nicht etwas zu finbieten. Das sind keine Parallelstrukturen. Das ist auch kein den, sondern der Weg ist das Ziel, also das Sich-Bemühen, Versuch, sich von dieser Gesellschaft zu verabschieden, um der Zufriedenheit des Schöpfers willen. Das ist der Ansondern es ist das ernsthafte Bemühen, muslimische Antsporn, der uns immer wieder nach vorne treibt. worten zu geben auf Fragen, die im Spannungsfeld von Wie sicher sind wir in unserer Identität? Wir kommen Globalisierung und Individualisierung unweigerlich aufimmer sehr selbstsicher daher, dies wird Prof. Schiffauer kommen. auch bestätigen. Sieht man etwas genauer hin, macht man (Transkribiert von: Sümeyye Üçüncü) / 66 / IGMG • PERSPEKTİF Mü’minlerin mallarından zekat al ki, onunla kendilerini arındırmış ve mallarını bereketlendirmiş olursun. Tevbe: 103 KURULDUĞUMUZ GÜNDEN BERİ ZEKAT VE FİTRELERİNİZİ EN DOĞRU YERLERE ULAŞTIRIYORUZ. İSLAM TOPLUMU MİLLİ GÖRÜŞ SOSYAL HİZMETLER BAŞKANLIĞI Boschstrasse 61-65 • D-50171 Kerpen • Fon: +49 2237 656 291 Faks: +49 2237 656 222 • [email protected] • www.igmg.de Hesap Numarası IGMG e.V. Bank Austria IBAN: AT 23 1200 0515 7466 5601 B I C : B K AUAT W W Verwendungszweck: Fitre/Zekat 2010 “Umre, kendisiyle öbür Umre arasında işlenmiş günahlar için keffârettir.” -Hadis-i Şerif- IGMG Hadsch-Umra & Reisen GmbH Boschstr. 61-65, D- 50171 Kerpen Telefon: +49 (0) 2237 97 46-0 Faks:+49 (0) 2237 97 46 19 www.igmghacumre.com E-Mail: [email protected]