Gazze yardım gemisine yapılan saldırıyı kınıyoruz

advertisement
Perspektif
JUNI /HAZİRAN 2010 • Jg./Yıl: 16, Nr./Sa yı: 186
İslam Toplumu Millî Görüş aylık yayın organı
Gazze yardım
gemisine yapılan
saldırıyı kınıyoruz !
EDİ TÖR
Ortadoğu’ya
barış gerekiyor!
Gazze’nin artık bir açık hava hapishanesi olduğunu dillendirmeyen kalmadı. İsrail politikalarını her
şartta destekleyen Amerika Birleşik Devleteleri’nin
bile ablukanın kaldırılması yönündeki tavsiye kararı, İsrail’in politikalarının dünya komuoyunda mahkum edildiğini bir kez daha gösterdi. Dünyanın bu
gerçeği yeniden görebilmesi, belki de Türkiye’den yola çıkan Mavi Maramara ve ona eşlik eden diğer yardım gemilerine yapılan kanlı İsrail saldırısı sonucunda
gerçekleşti. Yardım gemileri yola çıkmadan önce İsrail, Gazze’nin yardıma ihitiyacı olmadığını, yardımları
zaten İsrail’in yaptığını iddia ederek, dışarıdan gelecek olan yardımları engelleyeceğini duyurmuştu. Ancak İsrail’in, yardımların ulaşmasını engelleme girişiminde bulunabileceği beklenirken, gemilere operasyon
düzenleyip insanları katledebileceğine ihtimal verilmemişti. Fakat İsrail, yardım gemisine baskın düzenleyerek 9 kişiyi öldürünce, dünyada Filistin ve Gazze gerçeği de tartışmaya açıldı.
ması, diğer kuruluşlarla birlikte yayınladığımız ortak bildiri ve protesto mitingi ile ortaya koyduk.
Türkiye, hemen BM Güvenlik Konseyi’ni toplayarak kınama ve soruşturma yapılması kararını çıkarttı
ve İsrail ile olan ilişkileri asgarî düzeye indirdi. Biz
de tepkimizi teşkilat olarak yaptığımız basın açıkla-
Gelecek sayımızda buluşmak üzere, Allah’a emanet olun.
• Oğuz ÜÇÜNCÜ
Perspektif
Yayınlanan makale ve fikir yazılarının sorumlulukları yazarlarına aittir.
Die in der Zeitschrift veröffentlichten Meinungen binden die Autoren, nicht die IGMG
İLAN SERVİSİ · ANZEIGENSERVICE:
Tel.: 02237/ 656-201 • Fax: 02237/ 656 555 • E-Mail: [email protected]
ABONE SERVİSİ · ABONNEMENT:
Islamische Gemeinschaft Millî Görüş
Lastschriftabteilung: Boschstr. 61-65, D- 50171 Kerpen
Tel.: 02237/ 656-0 • Fax: 02237/ 656 555 • E-Mail: [email protected]
Yıllık abone ücreti: 59,-EURO • Jahresabonnement: 59,-EURO
IGMG Genel Merkez Üyelerine Ücretsizdir
Für Vereinsmitglieder der IGMG kostenlos
Der Bezugspreis ist im Mitgliedsbeitrag enthalten
HESAP NO · BANKVERBINDUNG:
DENIZ BANK AG Kontonr.: 20 41 27 45 50 BLZ: 500 307 00
IGMG AYLIK YAYIN ORGANI
JUNI / HAZİRAN 2010 Yıl/Jg.: 16, Sayı/Nr.: 186
Boschstr. 61-65, D- 50171 Kerpen
Tel.: 02237/ 656-0 • Fax: 02237/ 656 555
www.igmg.de E-Mail: [email protected]
YAYINCI · HERAUSGEBER
Islamische Gemeinschaft Millî Görüş • IGMG e.V. • Amtsgericht Bonn, VR
6621 • Vertreten durch den Vorstand: Osman Döring, Vorsitzender;
Oguz Ücüncü, Generalsekretär ; Ali Bozkurt, stellv. Vorsitzender
GENEL YAYIN YÖNETMENİ · CHEFREDAKTEUR:
Oğuz Üçüncü (V.i.S.d.P)
DİZGİ-LAYOUT: İlhan BİLGÜ • BASKI · DRUCK: Yavuzsöhne-Duisburg
Saldırı üzerine tüm dünyada protesto gösterileri
ile karşılaşan İsrail bu saldırıyla, Ortadoğu barış çabalarını da baltalamış oldu. Bu olay, İsrail’in uluslararası
hukuku ve Birleşmiş Milletler kararlarını yok saymasının
artık daha da kabullenilemeyeceğini, Ortadoğu barış sürecinde yolun, yalnızca, Filistinliler tarafından
kapatıldığı yönündeki inancı da yıktığını göstermiş
oldu. Gelişmeler tüm insanlığı endişelendirse de, Ortadoğu’ya barışın gelmesi öncelikli meselelerin başında geliyor.
Teşkilat olarak 1 Mayıs tarihinde “Uluslararası Kimlik Sempozyumu” düzenlemiştik. Bu sayımızı, söz konusu sempozyuma katılan çok sayıda bilimadamıyla yaptığımız röportajlara ve katılımcıların ele aldığı konuların değerlendirmesine ayırdık.
Bu arada mübarek üçaylarınızı tebrik ediyoruz.
İÇİNDEKİLER
5
6
“Yardım filosuna saldırı barış
çabalarına yönelik sabotajdır”
8
10
6 12
IGMG Çocuk Kulübü Namaz
Sûreleri Yarışması sonuçlandı
14
16
18
21
24
Sancak
27
Avrupa’da Müslüman için
kimlik çok önemli
30
33
35
Avrupa’da çok kültürlülüğün
fay hattı: Öteki olarak İslam
İsrail’in, Gazze yardım
konvoyuna yaptığı kanlı baskına tepkiler devam ediyor
Şehâdet
8
Başörtüsü sorununda yeni
perde: İspanya
37
39
Yahudi ve Müslüman azınlıklar üzerine
41
18
45
Osmanlı’da azınlık hukuku
Avrupa’da Tıp
Uluslararası Kimlik Sempozyumu Wuppertal’de Yapıldı
‘‘İnsanî-ahlakî değerlerde
yarışmak gerekir‘‘
Kimliğin kimliği
Prof. Dr. Mahmut Erol Kılıç’la
‘Modern Müslüman’ın kimlik
bunalımı üzerine
Yeni, melez ve “öteki” kimliklerin oluşumu
Almanya’da kimlik
politikaları ve Müslümanlara
etkisi
51
53
55
57
61
İslam Toplumu Millî Görüş
ve kimlik
Die Formierung neuer, hybrider und „anderer“ Identitäten
Identitätspolitik in Deutschland
und ihr Einfluss auf die Muslime
Über Erfahrungen jüdischer
und muslimischer Minderheiten
Minderheitenrecht im
osmanischen Staat
Islamische Gemeinschaft Milli
Görüş und die Identität
45
g ünd e m
“Yardım filosuna saldırı
barış çabalarına yönelik sabotajdır”
Almanya’daki sivil toplum kuruluşları Gazze’ye giden yardım filosuna yapılan saldırıyı barış çabalarına yönelik sabotaj olarak değerlendirdi
İslamî cemaatler ve Türk sivil toplum kuruluşları, İsrail’in Gazze’ye yardım filosuna yaptığı kanlı saldırıyı şiddetle kınayarak barış çabalarının sabote edildiğini bildirdi.
Saldırı, sivil toplum kuruluşları tarafından bugün düzenlenen
ortak basın toplantısında ‘‘Kanlı baskın, uluslararası hukukun hiçe sayıldığı, en temel insani değerlerin çiğnendiği izahtan yoksun bir zorbalıktır’’ cümlesiyle değerlendirildi.
Başta Birleşmiş Milletler olmak üzere değişik uluslararası kurum ve kuruluşların gösterdiği tepkinin yerinde
ve doğru bir adım olduğuna dikkat çeken sivil toplum
kuruluşları basın açıklamasında şu ifadelere yer verdi:
"Uluslararası topluluk bu sefer de sadece kınama kararıyla yetinmemeli, uluslararası hukuku tanımadığı sürece İsrail’e karşı uluslararası hukukun gereği uygulanmalıdır.Bilinmelidir ki, uluslararası hukuk her devlet için geçerlidir ve
hiç bir devlet bu hukukun üstünde değildir.
Biz, bu açıklamada imzası bulunan sivil toplum kuruluşları olarak, hiçbir şekilde din, dil ve ırk ayrımı gözetmeksizin,
her türlü şiddeti, radikalizmi ve ırkcılığı reddedip, insanlığın ortak vicdanı adına kamuoyuna sesleniyoruz.
İsrail hükümeti, herşeyden önce kendi halkına saygısının
gereği olarak kanlı eyleminden dolayı dünya kamuoyundan
özür dilemelidir.
Barış filosuna katılmış olan insan hakları savunucuları insanlığın ortak vicdanını temsil etmektedirler. Gemileriyle birlikte eksiksiz derhal serbest bırakılmalıdırlar. Şehid
olanların ailelerine, yaralılara ve gemi sahiplerine hukukun
gereği olarak tazminat ödenmelidir.
İsrail, Filistin halkına gönderilen insani yardımların yerine ulaşmasına engel olmamalıdır.
İsrail dünya kamuoyu önünde kendine biçtiği özel rolden vazgeçmeli, kanlı saldırı, Birleşmiş Milletlerin belirleyeceği bağımsız bir heyet tarafından incelenmeli ve suçlular
tesbit edilip yargılanmalıdır.
Dünya kamuoyu artık Filistin halkına yönelik zulme ve
Gazze’deki insanlık dramına seyirci kalmamalıdır.
İsrail, Birleşmiş Milletlerin kararlarına riayet etmeli ve
Gazze’ye yönelik abluka bir an evvel kaldırılmalı, Filistin
Devletine yönelik işgale son verilip, Filistin halkı özgürlüğüne kavuşmalıdır.
Özellikle Alman kamuoyuna seslenmek istiyoruz:
Almanya tarihi sorumluluğunu ve İsrail’le özel ilişkisini de dikkate alarak, Gazze dramına son verilmesi için tüm
diplomatik imkanlarını seferber etmelidir.''
İmzası bulunan kuruluşlar:
ATİB – Avrupa Türk İslam Birliği
ADV – Avrupa Demokrasi Vakfı
ATB – Avrupa Türk Birliği
ATCB – Avrupa Türk Caferiler Birliği
DİTİB – Diyanet İşleri Türk İslam Birliği
ABAF – Avrupa Ehli Beyt Alevi Federasyonu
AEKB – Avrupa Ehli Beyt Kadınlar Birliği
IGMG – İslam Toplumu Milli Görüş
IKMB – İslam Kültür Merkezleri Birliği
IRH - Hessen İslam Cemaati
IHH – Uluslararası İnsani Yardım Kurumu
İslamrat – Almanya İslam Konseyi
MÜSİAD – Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği
TIDAF – Türk-Alman İşadamları Dernekleri Almanya Federasyonu
UETD – Avrupa Türk Demokratları Birliği
ZMD – Almanya Müslümanları Merkez Konseyi
JUNI / HAZİRAN 2010
/5/
g ünd e m
İsrail’in, Gazze yardım
konvoyuna yaptığı kanlı baskına
tepkiler devam ediyor
Tarihte eşine nadir rastlanan bir yöntemle gerçekleşen
İsrail saldırısı sonucunda 9 kişi hayatını kaybederken,
onlarca insan da yaralandı. Tutuklanan yüzlerce kişi, Türkiye’nin sert tutumunun ardından serbest bırakıldı.
azze’ye yardım kampanyası çerçevesinde
yola çıkan gemilere İsrail ordusu tarafından düzenlenen kanlı baskının etkileri devam ediyor. Tarihte eşine nadir rastlanan
bir yöntemle gerçekleşen saldırı sonucunda 9 kişi hayatını kaybederken, onlarca insan yaralandı. Tutuklanan yüzlerce insan, Türkiye’nin sert tutumunun ardından serbest bırakıldı.
Uluslararası hukuk kurallarını hiçe sayarak kendi karasularının onlarca mil ötesinde güvenlik bahanesiyle, insani yardım malzemesi taşıyan gemilere yapılan hunharca saldırının ardından pek çok uluslararası kuruluş, devlet ve sivil toplum kuruluşu İsrail’i
kınadı. Kanlı baskının ardından, Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı’nın çağrısıyla Birleşmiş Millletler Güvenlik Konseyi acil olarak toplantıya çağırıldı. Türkiye konseyden uluslararası bağımsız bir komisyon kurulmasını ve bu komisyonun ulaşacağı neticelere göre hayatlarını kaybedenlerin ailelerinin tazmin edilmeleri, ayrıca Birleşmiş Milletler’in 1860 sayılı kararına aykırı olarak süren Gazze ambargosu-
G
/6/
IGMG • PERSPEKTİF
nun kaldırılması ve yardımların Gazze'ye ulaştırılmasını
talep etti. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi barış gönüllülerine yönelik saldırının araştırılmasını talep ederken, İsrail tüm bu talepleri reddediyor.
Cidde’de toplanarak saldırıyı görüşen İslam Konferansı Teşkilatı Yürütme Kurulu, sorumluların bulunup cezalandırılmasını, tazminat ödenmesini ve ablukanın kaldırılmasını istedi. İKT bildirisinde ayrıca saldırı hakkında şimdiye kadar yapılan açıklamalara da değinilerek, BM Güvenlik Konseyi’nin, Afrika Birliği’nin, ASEAN-GCC’nin ve Arap Ligi’nin
açıklamalarından memnuniyet duyulduğu kaydedildi. Bildiride ayrıca BM İnsan Hakları Konseyi’nin 2
Haziran’da sunduğu, İsrail’in yardım gemisine saldırısıyla ilgili olarak uluslararası bağımsız bir misyonun
oluşturulması teklifinden de duyulan memnuniyet ifade edildi.
Saldırı Avrupa çapında yapılan basın açıklamaları, miting ve yürüyüşlerle de protesto edildi. Almanya’da faaliyet gösteren İslami cemaatler ve Türk sivil
toplum kuruluşları da ortak bir basın toplantısı yaptı ve sonrasında Duisburg’da düzenledikleri mitingle
İsrail’i kınadı. Kuruluşlar, İsrail’in Gazze’ye yardım
filosuna yaptığı kanlı saldırının barış çabalarına karşı girişilmiş bir sabotaj olduğunu bildirdi. Saldırı, ortaklaşa düzenlenen basın toplantısında “Kanlı baskın, uluslararası hukukun hiçe sayıldığı, en temel insani değerlerin çiğnendiği izahtan yoksun bir zorbalıktır” cümlesiyle değerlendirildi.
Avrupa Türk İslam Birliği, Avrupa Demokrasi Vakfı, Avrupa Türk Birliği, Avrupa Türk Caferiler Birliği, Diyanet İşleri Türk İslam Birliği, Avrupa Ehli
Beyt Alevi Federasyonu, Avrupa Ehli Beyt Kadınlar
Birliği, İslam Toplumu Milli Görüş, İslam Kültür Merkezleri Birliği, Hessen İslam Cemaati, Uluslararası
İnsani Yardım Kurumu (IHH e.V.), Almanya İslam
g ünd e m
Konseyi, Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği, Türkrak, Gazze dramına son verilmesi için tüm diplomaAlman İşadamları Dernekleri Almanya Federasyonu,
tik imkanlarını seferber etmelidir.”
Avrupa Türk Demokratları Birliği ve Almanya MüsKanlı baskın ayrıca Brüksel’de farklı sivil toplum
lümanları Merkez Konseyi’nin iştirak ettigi basın topkuruluşlarının desteğiyle düzenlenen mitingde de prolantısı sonucu yayınlana ortak bildirgede; başta Birtesto edildi. Miting Başta Belçika İslam Federasyoleşmiş Milletler olmak üzere değişik uluslararası kunu olmak üzere Belçika Diyanet Vakfı, EYAD Emirrum ve kuruluşların gösterdiği tepkinin yerinde ve doğdağlılar Dayanıșma Derneği, UETD, Brüksel Camiler
ru bir adım olduğuna dikkat çekildi. Sözkonusu siBirliği ve Arnavutlar Federasyonu tarafından desteklendi.
vil toplum kuruluşları ortak basın açıklamasında şu
Mavi Marmara gemisinde yolculuk ederek
ifadelere yer verdi:
vahșetin canlı görgü șahitleri olan Belçikalı Griet Dek“Uluslararası topluluk bu sefer de sadece kınama
nopper ile Inge Neefs de mitinge katılanlar arasınkararıyla yetinmemeli, uluslararası hukuku tanımadaydı. Inge Neefs mitingde yaptığı konuşmada, “Bu
dığı sürece İsrail’e karşı uluslararası hukukun gereği
insancıl amaçla yola çıkılan bir yolculuktu. Bu müuygulanmalıdır. Bilinmelidir ki, uluslararası hukuk her
cadeleyi, bu mitinglerin ve yürüyüșlerin ambargo kaldevlet için geçerlidir ve hiçbir devlet bu hukukun üskana kadar devam etmesini istiyoruz. Bugün yine yatünde değildir. Biz, bu açıklamada imzası bulunan sipılsa yine o gemilere bineceğiz. Gemilerimize silahvil toplum kuruluşlalı saldırılar yapıldı ve
rı olarak, hiçbir şekilde
elimizde bulunan büdin, dil ve ırk ayrımı
tün görüntüler eligözetmeksizin, her
mizden alındı” dedi.
türlü şiddeti, radikaSaldırı ayrıca; Vilizmi ve ırkcılığı redyana, Bregenz, Hamdedip, insanlığın orburg, Bremen, ve
tak vicdanı adına kaNürnberg gibi Avrumuoyuna sesleniyoruz.
pa’nın değişik kentİsrail hükümeti,
lerinde de miting ve
herşeyden önce kenyürüyüşlerle kınandı.
di halkına saygısının
gereği olarak kanlı
“Filistinlilerin de
eyleminden dolayı
yaşama hakkı var”
dünya kamuoyundan
özür dilemelidir. Baİsrail’in uluslarrış filosuna katılmış
arası yardım filosuna
olan insan hakları sayaptığı kanlı saldırıyı
vunucuları insanlığın
kınamak üzere BreGazze yardım gemisi Mavi Marmara
ortak vicdanını temmen’de düzenlenen ve
sil etmektedirler. Geyaklaşık 3500 kişinin
mileriyle birlikte ekkatıldığı
protesto
siksiz derhal serbest bırakılmalıdırlar. Şehid olanlagösterisini başta Bremen İslam Federasyonu olmak
rın ailelerine, yaralılara ve gemi sahiplerine hukukun
üzere çok sayıda Müslüman dernek ve Bremen Bagereği olarak tazminat ödenmelidir. İsrail, Filistin halrış Forumu organize etti.
kına gönderilen insani yardımların yerine ulaşmasıBremen Barış Forumu’undan Arn Strohmeyer kona engel olmamalıdır. İsrail dünya kamuoyu önünde
nuşmasında Gazze Şeridi’ndeki ablukanın kaldırılkendine biçtiği özel rolden vazgeçmeli, kanlı saldırı,
ması talebinde bulunarak, Bremen Barış ForuBirleşmiş Milletler’in belirleyeceği bağımsız bir hemu’undan Arn Strohmeyer konuşmasında Gazze Şeyet tarafından incelenmeli ve suçlular tesbit edilip yarridi’ndeki ablukanın kaldırılması talebinde bulunagılanmalıdır.
rak, “Gazze’de yaşayan insanlar, aynen İsrail’de yaşaDünya kamuoyu artık Filistin halkına yönelik zulyan insanlar gibi onurlu bir yaşam hakkına sahiptirme ve Gazze’deki insanlık dramına seyirci kalmamalıdır.
ler. Ablukanın kaldırılmasının ardından ikinci adım
İsrail, Birleşmiş Milletlerin kararlarına riayet etmeatılmalıdır. İsrail Batı Şeria’yı boşaltmalı, yerleşimli ve Gazze’ye yönelik abluka bir an evvel kaldırılmalı,
lerini ortadan kaldırmalı ve bölgede Filistin devletiFilistin Devletine yönelik işgale son verilip, Filistin
nin kurulması için terk etmelidir” dedi. “Gazze’de yahalkı özgürlüğüne kavuşmalıdır. Almanya tarihi soşayan insanlar, aynen İsrail’de yaşayan insanlar gibi
rumluluğunu ve İsrail’le özel ilişkisini de dikkate alaonurlu bir yaşam hakkına sahiptirler” dedi.
JUNI / HAZİRAN 2010
/7/
te ş k il at
IGMG Çocuk Kulübü
Namaz Sûreleri Yarışması
sonuçlandı
Kızlar grubunda birinciliği Württemberg Bölgesi’nden
Hayrunnisa Yaşar, 465 puanla kazanırken; erkek çocuklar
arasında yapılan yarışmanın birinciliğini, 498 puanla
Hamburg Bölgesi’nden Emrullah Çuluk kazandı.
slam Toplumu Millî Görüş (IGMG) Çocuk Kulübü tarafından tertiplenen Namaz Sûreleri’ni
Ezberleme Yarışması, Kerpen’deki IGMG Genel Merkez Salonu’nda yapıldı.
07-09 yaşları arasındaki kız ve erkek çocuklar arasında yapılan yarışmada, yarışmacılar Namaz Sûreleri’ni
manaları ile birlikte ezberden okudular.
Tatlı bir heyecanın oluştuğu yarışma esnasında
İ
/8/
IGMG • PERSPEKTİF
yarışmacıların anne ve babalarının da heyecanı görülmeye değerdi.
Yarışmayı değerlendiren jüri heyeti, IGMG Kadınlar Teşkilatı Başkanı Zehra Dizman, Derya Ünalan, Emine Batın, Abdurrahman Dizman ve Eğitim Başkan Yardımcısı Ramazan Başlık’tan oluştu. Yarışmayı, Kadınlar Teşkilatı Eğitim Başkanı Tünay Ermiş sundu.
Programın ilk selamlama konuşmasını IGMG
Çocuk Kulübü Başkanı Meryem Saral yaptı.
Katılan çocukları, anne ve babaları tebrik ederek sözlerine başlayan Çocuk Kulübü Başkanı Meryem Saral, “Böyle güzel bir faaliyete destek verdikleri için Bölge Çocuk Kulübü Başkanları’nı tebrik ediyorum, yarışmacı yavrularımıza da başarılar diliyorum” diyerek sözlerine tamamladı.
Eğitim Başkan Yardımcısı Ramazan Başlık da
yaptığı selamlama konuşmasında “Böyle bir yarışma
teşkilat tarihinde yeni bir ilk. Tebrik ediyor ve Çocuk
Kulübü’nün daha nice hayırlı hizmetlere vesile olmasını diliyorum” dedi.
Daha sonra kürsüye Kadınlar Teşkilatı Başkanı
te ş k il at
Zehra Dizman geldi ve özetle şunları söyledi:
“İçinde bulunduğumuz Genel Merkez’imiz hepinizin
evi, yuvasıdır. Evinize hoş geldiniz. Avrupa’da yapıtığımız tüm faaliyetler bu binamızdan organize ediliyor. Bugün de bu binamızda bir ilke daha, yani yepyeni bir güzelliğe imza atıyoruz. Bu küçük yaşta yavrularımızdan
dinleyeceğimiz namaz sûreleri ve manaları maneviyatımıza
yeni bir güzellik katacak inşaallah.. Tüm yavrularımızı,
ebeveynleri ve Çocuk Kulübü çalışanlarımızı gayretlerinden dolayı tebrik ediyor, bu yarışmanın çocuklarımıza hayatları boyunca daha hayırlı çalışmalara vesile olmasını, manevi dünyalarında kalıcı izler bırakmasını C. Allah’dan niyaz ediyorum.”
Heyecanlı sahnelerin yaşandığı yarışmada kızlar grubunda birinciliği Württemberg Bölgesi’nden
Hayrunnisa Yaşar, 465 puanla kazanırken; ikinciliği, Bremen Bölgesi’nden, 457 puanla Esin Gönlüaçık; üçüncülüğü ise, 456 puanla Hamburg Bölgesi’nden Dilara Ünsal elde etti.
Diğer yarışmacılardan Rhein Neckar Saar Bölgesi’nden Ravza Çakmak, Köln Bölgesi’nden Nursena Nisa Doğan ve Düsseldorf Bölgesi’nden Fatma Yılmaz da dördüncü ilan edildiler.
Erkek çocuklar arasında yapılan yarışmanın birinciliğini ise, 498 puanla Hamburg Bölgesi’nden
Yarışmanın birincileri, Württemberg Bölgesi’nden
Hayrunnisa Yaşar ve Hamburg Bölgesi’nden Emrullah Çuluk
Emrullah Çuluk kazanırken, Bremen Bölgesi’nden
M. Emin Özden, 455 puanla ikinci, Paris Bölgesi’nden
Arif Emre Ataş da, 431 puanla üçüncü oldular.
Yarışmaya katılan Württemberg Bölgesi’nden Muhammed Karnas, Rhein Neckar Saar Bölgesi’nden
Ahmed Çevik ve Köln Bölgesi’nden Yakup Ünsal
da dödüncü ilan edildiler.
Yarışma katılımcı çocuklara verilen hediyeler ve
yapılan dua ile sona erdi.
JUNI / HAZİRAN 2010
/9/
i sl a m ve hayat
Şehâdet
Kur’ân-ı Kerîm Muhammed ümmetinin orta yolu tutan (vasat), her türlü aşırılıktan (ifrat-tefrit) uzak, fıtrat / yaratılış
gerçekliğine bağlı, adaletli, sağduyulu, din-dünya, dünyaahiret dengesini kuran özelliğiyle bütün insanlığa model özellik taşıdığını; Hz. Peygamber’in de bu ümmetin modeli olduğunu şehîd (ç. şühedâ’) kelimesiyle ifade eder ve bu özelliğiyle de ümmeti, insanlar içinden çıkmış en hayırlı topluluk olarak vasfeder.
Prof. Dr. Saffet KÖSE • [email protected]
ehâdet, Kur’ân ve Sünnette dini, ahlaki bir karakter arzeden, anlam farkına göre de fıkhî boyutları olan geniş çerçeveli bir kavramdır. Bu bağlamda şehâdetin model olma, bir olaya tanıklık
etme, Allâh yolunda savaşırken ölme gibi anlamları öne
çıkar. “Şehîd” de aynı kökten gelen bir kelime olarak her
şeye tanık olan anlamında Allâh’ın isimlerinden birisidir.1
Kur’ân-ı Kerîm Muhammed ümmetinin orta yolu
tutan (vasat), her türlü aşırılıktan (ifrat-tefrit) uzak, fıtrat / yaratılış gerçekliğine bağlı, adaletli, sağduyulu, dindünya, dünya-ahiret dengesini kuran özelliğiyle bütün
insanlığa model özellik taşıdığını; Hz. Peygamber’in de
bu ümmetin modeli olduğunu şehîd (ç. şühedâ’) kelimesiyle
ifade eder2 ve bu özelliğiyle de ümmeti, insanlar içinden çıkmış en hayırlı topluluk olarak vasfeder.3 Bunun
yanı sıra Kur’ân-ı Kerîm, model olmanın (şehîd) ek bir
yükümlülüğünden bahseder. Buna göre davranışları kendileriyle sınırlı olmayan ve öteki insanları etkileyen, diğerleri tarafından örnek konumda görülen model kişiliklerin davranışlarının Allâh katındaki karşılığının
katlanarak verileceğine mesela günahının iki kat, sevaplarının
da iki defa karşılık göreceğine vurguda bulunur.4
Kur’ân-ı Kerîm ve hadislerde şehâdet aynı zamanda bir olaya tanıklık etmek anlamına gelir ve üzerinde
önemle durulan ispat vasıtalarından birisi olarak yer alır.
Ş
/ 10 /
IGMG • PERSPEKTİF
Olayın tanığına da şâhid denir. Fıkıh kitaplarında genişçe yer alan şahitlik, Kur’ân ve hadislerde dini ve ahlaki yönüne genişçe vurgu yapılan bir özelliğe sahiptir.
Buna göre şahitlik dürüstlüğün en önemli simgesidir ve
kişinin bildiği bir konuda şehadette bulunması onun vazifesidir.5 Bir mü’min bu görevi ifa ederken, sevmediği, içinden kin duyduğu bir topluluk söz konusu olduğunda bile şahitliği dürüstçe yapmalı adaletten ayrılmamalıdır.6 Çünkü yalan yere şehâdet büyük günahlardandır.7 Yalan yere yapılan şahitlikle eğer bir kul hakkı engellenmişse kul hakkının affı olmadığından mutlaka bu sebeple haksızlığa uğrayandan özür dilenmesi
ve helallik alınması, zararının da telafi edilmesi gerekir.
Şahitlik sırasında doğru söylediğine dair istenen yeminin yapılması halinde de şayet şahitlik yalan yere yapılıyorsa burada ikinci büyük günah işlenmiş demektir. Çünkü yemin Allâh Te‘âlâyı sözüne şahit tutmak anlamına
gelir. Allâh’ın yalana şahit tutulması büyük günahlardandır. Şu ayet bunu açık biçimde ortaya koyar: “Allah’a
verdikleri sözü ve yeminlerini az bir bedelle satanlara
gelince, işte onların âhirette hiç nasipleri yoktur. Kıyamet günü Allah onlarla konuşmayacak, onlara bakmayacak ve onları temize çıkarmayacaktır. Onlar için elem
veren bir azap vardır.”8 Yalan yere yapılan yeminin dünyada keffâreti yoktur. Bununla haksızlığa uğrayan kişinin hakkı ödendikten sonra bir daha aynı şekilde davranmamak üzere kesin biçimde tövbe edilmesi gerekir.
Aksi halde Hz. Peygamber’in yalan yere yemin edenlerin Allâh’ın gazabını çekecekleri, cennetten mahrum
kalacakları ve ateşe girecekleri şeklindeki uyarılarına maruz kalacaklardır.9
Kur’ân-ı Kerîm bir kadına zina isnadında bulunan
(kazf ) ve bunu dört şahitle ispat edemeyenin cezasını
çektikten sonra bir daha şahitliğinin kabul edilmemesi gerektiğini bildirir.10 Bu oldukça ağır bir cezadır. Bu
ayetin yorumunda Ebû Hanîfe (ö.150/767) cezasını çeken şahsın tövbe edip iyi hal kazanması durumunda da
tanıklığa ehil olma vasfını kazanamayacağını yani şahitliğinin geçerli olamayacağı görüşünü savunurken diğer üç mezhep imamı bu durumda şahitlik ehliyetini kazanacağı görüşündedirler.
Kur’ân-ı Kerîm şehâdetin bir başka boyutuna dikkat çeker. O da elest bezminde Allâh’ın insanlarla yaptığı sözleşmeye kendilerini şahit tutmalarıdır. Buna göre Rab-kul arasında şöyle bir antlaşma yapılmıştır:
i sl a m ve hayat
“Rabbin Ademoğulları’ndan, onleseydim sen onu şüphesiz bilirdin. Sen
ların sırtlarından zürriyetlerini alıp bunbenim içimdekini bilirsin, halbuki ben
ları kendileri hakkındaki şu sözleşmesenin zatında olanı bilmem. Gaybları
ye şahit tutmuştu: Ben sizin rabbiniz
eksiksiz bilen yalnızca sensin. Ben on“Rabbin Ademoğulları’ndan, onların
değil miyim? “Elbette öyle!” dediler. Böylara, ancak bana emrettiğini söyledim:
le yaptık ki kıyamet gününde, “Bizim
Benim de Rabbim, sizin de Rabbisırtlarından zürriyetlerini alıp bunları
bundan haberimiz yoktu” demeyesiniz.”11
niz olan Allah’a kulluk edin, dedim.
kendileri
hakkındaki
şu
sözleşmeye
şaÎmân, bu gerçekliği kabul edeİçlerinde bulunduğum müddetçe onrek Allâh’ın var ve bir olduğunu dil
lar üzerine şâhit / model idim. Beni
hit tutmuştu: Ben sizin rabbiniz değil miile ikrar, kalp ile tasdik etmek devefat ettirince artık onlar üzerine göyim? “Elbette öyle!” dediler. Böyle yapmektir. İslam kültüründe bu kabule
zetleyici yalnız sen oldun. Sen her şeşehâdet denir ki Allâh’ı görüyorye tanıksın”22 diye cevap verecektir.
tık ki kıyamet gününde, “Bizim bundan
Şehâdetin önemine vurgu için
muşçasına O’nu kabul etmek dehaberimiz yoktu” demeyesiniz.”
Allâh Te‘âlâ tanıklık eden (şâhid)
mektir. Bir mü’mine düşen Peyve edilene (meşhûd) yemin etgamberini dinledikten sonra:
mektedir.23 Bu ayette geçen şâhid ve
“Rabbimiz! İman ettik, bizi şahitmeşhûd kelimesiyle ilgili farklı gölik edenlerle beraber yaz”12 demektir. Nitekim Hz. Îsâ inkarcılırüşler bulunsa da tanıklık edenin kulğı sezince, “Allah’a giden yolda
larının eylemlerini gören ve buna göbana yardımcı olacaklar kimlerdir” diye sorduğunda Hare onları yargılayacak olan Allâh Te‘âlâ; tanıklık edilevârîler, “Allah’ın yardımcıları biziz; Allah’a inandık, binin de yargılanacak ve sonuçta hak ettikleri ceza ve müzi tanıklar / şahitler arasına yaz”13 demişlerdir.
kafatı alacak olan kullar olduğu fikri ağırlık kazanmaktadır.
Rab-kul arasındaki sözleşme hükümleri peygamberler
Kur’ân-ı Kerîm’de24 ve Hz. Peygamberin hadislerinde25
aracılığıyla insanlara ulaştırılmaktadır. Ayrıca bu kesintisiz
meşru bir savaş sırasında ölenlere de şehîd (ç. şühedâ’)
denilmiştir. Şehitlikle ilgili hükümler fıkıh kitaplarınmesajı getiren her bir peygamber kendisinden sonra geda geniş biçimde ele alınmıştır.
lecek olan ve elindekini doğrulayan bir başka peygamber geldiğinde ona iman edecek ve destekleyecek ve ümmetini bu elçiye tabi olmaya çağıracaktır. Böylece ilahi
Kaynaklar:
mesaj kesintisiz biçimde insanlığa ulaşmış olacaktır. Allah Te‘âlâ bu konuda her bir peygamberle sözleşme yap1
Fussilet Suresi, [41:53]
2
mış, onları buna şahit tutmuş ve kendisi de şahit olmuştur.14
Bakara Suresi, [2:143]; Hacc Suresi, [22:78]
3
Âl-i İmrân Suresi, [3:103]
Nitekim Hz. Îsâ Hz. Muhammed’in peygamberliğini
4
Ahzâb Suresi, [33:30-31]
müjdelemiştir.15
5
Bakara Suresi, [2:283]
Allâh’ın peygamberleri aracılığıyla gönderdiği dinin
6
Maide Suresi, [5:8]
7
hükümlerine göre dünya hayatı yürümelidir. Bu açıdan
bk. Hacc Suresi, [22:30]; Furkân Suresi, [25:72]
8
Âl-i İmrân Suresi, [3:77]
bütün söz ve fiiller kayda geçmekte olup16 muhasebesi
9
Buhârî, “Eymân”, 16, 18; Müslim, “Îmân”, 218-220
de hesap gününde yapılacaktır.17 O gün her bir organ
10
Nûr Suresi, [24:4]
11
yaptıklarına şehâdette bulunacaktır.18 Peygamberlerin
A‘râf Suresi, [7:172]
12
Mâide Suresi, [5:83]
getirdiği ilâhi mesajı reddeden kâfirler inkârcılıklarını
13
Âl-i İmrân Suresi, [3:53]
itiraf ederek aleyhlerine şehâdette bulunacaklardır.19 Za14
Âl-i İmrân Suresi, [3:81]
ten Allah Te‘âlâ da bütün kullarının yaptıklarına şahit15
Sâf Suresi, [61:6]
16
tir.20 Peygamberler de ümmetleri hakkında şehâdette buİsrâ Suresi, [17:13]; İnfitâr Suresi, [82:10-12]
17
En‘âm Suresi, [6:164]; A‘raf Suresi, [7:8-9]; Tâhâ Suresi, [20:74-76];
lunacak, Hz. Muhammed ve Müslümanlar da peyZâriyât Suresi, 51:6]; Tekvir Suresi, [81:10-15]; Gâşiye Suresi, [88:25gamberlerin görevini yerine getirdiğine şahitlik edecektir.21
26]; Zilzâl Suresi, [99:7-8]
18
Çünkü bütün ilahi kitaplar ve peygamberler birbirleriNûr Suresi, [24:24]; Yâsîn Suresi, [36:65]; Fussilet Suresi, [41:20-22]
19
En‘âm Suresi, [6:130]
ni tasdik ederek gelmiş, ilahi mesajın son halkası Hz.
20
Âl-i İmrân Suresi, [3:98]; Nisâ’ Suresi, [4:33]; Yunus Suresi, [10:46];
Muhammed ile kemale erip tamamlanmış ve bütün MuAhzâb Suresi, [33:55]; Mücâdele Suresi, [58:6]
hammed ümmeti Hz. Âdem’den itibaren gelen pey21
Bakara Suresi, [2:143]; Nahl Suresi, [16:84, 89]; Hacc Suresi,
gamberlerin tamamına ve onların getirdiklerine iman
[22:78]; Kasas Suresi, [28:75]
22
Mâide Suresi, [5:116-117]
etmişlerdir.
23
Burûc Suresi, [85:3]
Allâh Te‘âlâ hesap günü geldiğinde Hz. Îsâ’ya: “Sen
24
Bakara Suresi, [2:154]; Âl-i İmrân Suresi, [3:140, 169-171]; Nisâ’ Sumi Allâh’ı bırakıp beni ve annemi iki Tanrı edinin diye söyresi, [4:69]; Zümer Suresi, [39:69]
25
msl. bk. Müslim, “İmâret”, 103, 119; Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 25-26; İbn
ledin” diye sorduğunda: “Hâşâ! Seni tenzih ederim; hakMâce, “Cihâd”, 1, 10; “Zühd”, 37.
kım olmayan şeyi söylemek bana yakışmaz. Hem ben söy-
JUNI / HAZİRAN 2010
/ 11 /
d ü nya
Başörtüsü sorununda
yeni perde: İspanya
Başörtüsü sorunu İspanya için bir ilk değil. Daha önce
2002 ve 2007 yıllarında benzer sorunlar yaşanmış ve
bir avukatın başörtülü olarak mahkemeye girmesine izin
verilmemişti. Fakat Najwa olayı Avrupa’nın diğer ülkelerinde yaşanan burka tartışmalarıyla aynı döneme geldiği için tonu biraz farklı olmuştur.
Mehmet Özkan • [email protected]
Najwa ve babası
arihte çokkültürlülük ve dinsel çoğulculuğun
nasıl bir yaşam biçimi haline gelebileceğini
gösteren en iyi örneklerden birisi hiç şüphesiz Endülüs tecrübesidir. İspanyanın güneyinde
bugün hala Andülüs adıyla anılan bölge aynı zamanda
çokkültürlülüğün vahşi bir şekilde yıkımını da en iyi gösteren örnekten birisidir. Nisan ayından yaşanan ve Najwa Malha adlı 16 yaşındaki Fas asıllı bir kızın başörtüsü taktiği için Madrid yakınlarındaki Camilo Jósé Cela de Pozuelo kolejine başörtülü olarak girmesini yasaklayan
okul idaresi ve sonrasında yaşanan tartışmalar aslında
İspanya’nin derin sorunlarını bir kez daha gün yüzüne
çıkardı. Bu yaşananları anlamlandırmanın en iyi yolu tarihten günümüze İspanyanın dönüşümünü anlamaktan
geçiyor.
Herşeyden önce vurgulanması gereken nokta İspanya
tarihi çokkültürlülük ve geniş ufukluluktan hergeçen gün
kendisini sınırlama ve içine kapanmaya doğru bir eğilim göstermektedir. 1492’de Granada’nın düşmesiyle beraber müslüman ve yahudi izlerinin İberya yarım adasında silinmesi çalışmalarının sona ermesi süreci olarak
adlandırılan reconqueista ve sonrasında yaşananlar
çokkültürlülük açısında İspanya’nın gerilemesini ifade
T
/ 12 /
IGMG • PERSPEKTİF
eder. Sömürgecilikle dünyaya açılmış olan fakat 20.yy’da
Franço diktatörlüğüyle beraber gelen daha da içine kapanma süreci bugün İspanya toplumunda hala derin izler taşımaktadır. 1975’te Franco’nun ölümü sonrasında
başlayan demokratikleşme süreci beraberinde AB üyeliği göreceli olarak İspanya’yı tekrardan uluslararası alana çıkarmıştır. İspanya bugün reconquista-sömürgecilik-Franco diktatörlüğünün derin izler bıraktiği tarihi
mirasın 21. yy da nasıl yorumlanacağı ile ilgili derin bir
entellektüel ve toplumsal kriz yaşamaktadır. Yaşanan başörtüsü tartışması hem bu derin krizi göstermesi açısından hem de İspanya’daki gelecek eğilimleri açısında son derece önemli bir rol oynamaktadır.
Başörtüsü sorunu İspanya için bir ilk değil. Daha önce 2002 ve 2007 yıllarında benzer sorunlar yaşanmış ve
bir avukatın başörtülü olarak mahkemeye girmesine izin
verilmemişti. Fakat Najwa olayı Avrupa’nın diğer ülkelerinde
yaşanan burka tartışmalarıyla aynı döneme geldiği için
tonu biraz farklı olmuştur. Tartışmaları özetle destekleyenler ve karşı çıkanlar olarak iki başlık altında toplamak mümkün, fakat her iki bakış açısı da gerek argümanları gerekse yaklaşım tarzı açısından olayın özüne inmek yerine gizli bir oryantalist söylemin iki fark-
d ü nya
lı boyutunu temsil etmektedir.
Najwa başörtüsü ile okula gitme sorununu kolej değiştirerek şimdilik çözdü, fakat bu süreçteki toplumsal
tepkiler ve tartışmalara değinmekte yarar var. İşin en ilginç tarafı tartışmalar başladığı zaman Najwa’nin gitme ihtimali yüksek olan başka bir kolejin de aceleyle iç
düzenlemesini değiştirerek Najwa’nin bu okula gitmesini engellemesiydi. İktidardaki sosyalist partisi
PSOE’nin Eğitim Bakanı Ángel Gabilondo, Najwa’nin
başörtüsüyle okula gitmesini eğitim herşeyden önemlidir diyerek desteklemesine rağmen, Madrid eyalet başkanı ve sağcı muhalefet partisi PP üyesi Esperanza Aguirre okulun kararını desteklemiş ve başörtüsüne karşı çıkmıştır. Yazılı ve görüntülü basındaki tartışmalar da genel olarak bu iki eğilimi temsil etmektedir, fakat tartışmaların içeriği ve argümanları olayın farklı boyutlarını
göstermektedir.
Karşı çıkanların temel tezi İspanya’ya gelen göçmenlerin
geldikleri ülkenin kurallarına uyması gerektiği ve bu konuda taviz verilmemesi gerektiği yönünde. Fakat tartışma
sadece bununla sınırlı değil. Karşı çıkanların bir çoğu
Najwa olayı üzerinden İslam dünyasını, İslami reformu
ve bununla bağlantılı olarak İslamda kadın konusunu
tartışmaya açmıştır. Hiçbir müslüman devlette demokrasi olmadığı ve İslam dini yüzünden olmayacağı, kadının her zaman ikinci sınıf vatandaş olacağı ve eve mahkum edileceği tartışmaların ana çerçevesini temsil etmiştir. Ayrıca sık sık müslüman bir ülke olan Türkiye’de
bile başörtüsünün yasak olduğu hatırlatılarak İspanya’da
izin verilmesinin anlamsız olacağı vurgusu, yani müslümanları kendi silahlarıyla vurmaları, yapılan tartışmalarda
çok sık yeralmiştir. İslama hakarete varan ve klasik islamofobik eğilimler gösteren bu grubun temel amacı aslında Najwa olayı üzerinden İslamı yeniden tanımlama
ve negatif imajla önün topluma sunmaktan başka birşey değildir.
Najwa’nin okula başörtülü olarak girmesine izin verilmesini destekleyenlerin temel argümanı ise eğer
Najwa okula gitmezse evde oturacağı ve kendi bağımsızlığını kazanıp kendi kararını veremeyeği yönündeydi. Aslında bu şekilde düşünenlerin temel yaklaşımı Najwa’nin okula devam etmesi opsiyonu önün için kötünün en iyisidir. İlk bakışta pozitif gibi görünen bu yaklaşım tarzı aslında derin bir oryantalist söylemin yumuşatılmış halinden ibarettir.
Tartışmaların sürdüğü süreçte en ilginç olan taraf ne
tartışmaya taraf olan İslami kesimin temsilcilerine çok
söz hakkı verilmesi ne de bizatihi mağdur olan genç kızın gerçekten ne düşündüğünün merak edilmesiydi. Her
ne kadar Najwa’nın ailesi ve avukatı olayı kimlik, kişisel tercih ve özgürlük bağlamına çeken açıklamalar yapmışsalar da bu durum ne hakettiği ilgiyi görmüş ne de
tartışılmaya değer bulunmuştur. Bu yöndeki açıklamalar başında ancak klasik savunma ifadeleri olarak sunulmuş
Okula giden Müslüman kız öğrenciler
ve tartışmanın özüne bir türlü inilememiştir.
Diğer Avrupa ülkeleriyle karşılaştırıldığında İspanya’ya gelen göçmenler göreceli olarak yenidir. Daha çok
Fas ve Latin Amerikalı olan göçmenlerin en yoğun geldiği dönem doksanlı yıllardır. Bundan dolayı İspanya’da
ikinci nesil göçmenler kendilerini yeni yeni göstermeye başlamıştır. Fransa ve Almanya üçüncü nesil göçmenleri
tartışırken İspanya’nın daha yeni ikinci nesil ve entegrasyon sorunlarını tartışmaya başlamıştır. Bu durum İspanya’nın başörtüsü, entegrasyon ve asimilasyon gibi tartışmaları geç yapmasına ve doğal olarak diğer örnekleri takip etmesiyle sonuçlanmıştır. Belki bu sepeple belki de uzunca süredir İspanya’nın yaşadığı içe kapanma
sürecinin getirdiği tarihi-psikolojik etkenler sonucu İspanya’nın tarihi Endülüs tecrübesinden yola çıkarak kendine özgün bir çokültürlülük ve tolerans tartışması yapması son derece zor gözükmektedir. Hans Morgenthau’nun
yıllar önce yaptığı ‘Avrupa prenelerde biter’ tesbiti bugün hala geçerliliğini korumaktadır ve İspanya’nın diğer merkezi avrupa ülkeleriyle entellektüel ve sosyal düzeyle göreceli olarak zayıftır. BBVA Vakfı’nın yaptığı son
araştırmanın Avrupa’da en ez seyahat eden ve etkileşime giren ülkenin İspanya olduğu tesbitini de bunun tipik bir yansıması olarak almak gerekir.
Sonuçta başörtüsü tartışması İspanya’da şimdilik gündemden düşse de hem İspanya’nın derin sorunlarıyla bağlantısı hem de göçmenlerle ilgili tartışmaların yeni yeni başlaması dolayısıyla bu konu tekrar tekrar gündeme gelecektir.
JUNI / HAZİRAN 2010
/ 13 /
d ü nya
Sancak
Yusuf Ziya • [email protected]
lmanca sözlüğü açıp da “die Balkanisierung” kelimesinin anlamına baktığımızda, karışıklık hali, bölünme, asayişin ve sükûnetin
bozulması manalarına geldiğini görürüz.
Dünyanın en stratejik bölgelerinden birisi olan Balkan
coğrafyası, ismini Balkan dağlarından almaktadır. Şu halde sarp ve ormanlık sıradağları manasına gelen Balkan
kelimesinin dahi, karışıklık ve bölünme manalarına dönüştüğüne şahit oluyoruz. Etnik çeşitliliğin oldukça yoğun olduğu balkan coğrafyasının Avrupa’dan farklı
olarak dikkati çeken en önemli özelliğinin ise, tarihi süreçte İslam ile tanışmış olduğunu söyleyebiliriz.
Genel Bilgiler
Sancak ya da tarihi ismiyle Yeni Pazar Sancağı, Balkanlar’ın merkezinde, Müslüman Bosna-Hersek, Arnavutluk, Kosova ve Hristiyan Sırbistan ve Karadağ ülkeleri ile komşudur. “Sancak” kelimesi, Osmanlı dönemindeki idari yapının adı iken daha sonra bu bölgenin
siyasi adı haline gelmiş ve kayıtlara bu isimle geçmiştir. Sancak, tarihte Yenipazar kentinden yönetildiği için“Yenipazar Sancağı” olarak da anılır. Osmanlı döneminde
teşekkül etmiş bir idari bir bölge olan Sancak’ın, asıl vazifesi Bosna Hersek ve Kosovalı Müslümanlar arasında bir köprü vazifesi görmek iken, maalesef günümüzde Sırbistan ile Karadağ devletleri arasında paylaşılmış
durumdadır. Sancak bölgesi günümüzde Kuzey doğu ve
güney batı olmak üzere ikiye ayrılır. Doğu, Kuzey Sancak Sırbistan idaresinde iken, güney batı Sancak ise Karadağ Cumhuriyeti sınırları içerisinde bulunmaktadır.
Sancak bölgesini bir bütün halinde düşündüğümüzde,
8.687 km karelik bir toprak parçası üzerinde yaşayan
500.000’i aşkın bir nüfus ile karşılaşırız. Toplam nüfusun % 60 inden fazlasını da Müslümanlar oluşturmaktadır. Bölgenin kuzey kısmını Yenipazar, Tutin, Sjenica, Prijepolje, Yeni Varoş, Priboj gibi şehirler oluştururken,
A
/ 14 /
IGMG • PERSPEKTİF
Yeni Pazar
güney kısmında ise Taşlıca, Akova, Berane, Rozaje ve
Plav şehirleri bulunur.
Tarihte Sancak
Sancak’ın tamamen Osmanlı idaresine girmesi
1455–1463 yılları arasında gerçekleşmiştir. İshak Bey’in
oğlu İsa Bey, Sancak’ı fethettikten sonra Eski Pazar’a
(Trgovişte) alternatif olarak Yenipazar kentinin temelini atmış, cami, hamam, kışla ve çarşıdan oluşan ilk yapıları inşa ettirmiştir. 1584 yılında Bosna Eyaleti’nin bir
sancağı haline getirilen Yenipazar şehrinin ticaret yolları üzerinde bulunması Osmanlı Devleti için büyük önem
taşıyordu. Dubrovnik-İstanbul yolu Sancak’tan ve Yenipazar’dan geçiyordu ve aynı şekilde Saraybosna’dan İstanbul’a giden yol da Sjenica civarında Dubrovnik’ten
gelen yol ile birleşiyordu. Sancak bölgesi Osmanlı idaresi altında 16 ve 17. yüzyıllarda siyasi, askeri ve ekonomik açıdan huzurlu bir dönem yaşamıştı. Evliya Çelebi’nin yazdığına göre 1660 yılında Yenipazar’ın 4050
mahallesi, 23 camisi, 11 mescidi, 5 medresesi, 12 000
hanesi, 1100 dükkânlı çarşısı, birçok han, hamam ve kervansarayı bulunmakta ve Saraybosna’dan sonra Bosna
Sancağının en büyük şehri konumundaydı.
Ancak bu refah dönemi Balkanlarda yaşayan tüm Müslümanların bugün dahi bitmeyen çilelerinin başlangıcını teşkil ettiği kabul edilen II. Viyana Kuşatması ve
sonrasındaki Osmanlı-Avusturya Savaşı (1683-1699) yeni bir dönemin başlangıcı oldu. Bu dönemden itibaren
yaşanan savaşlarla birlikte bölgede yaşayan Müslüman
Boşnaklara ve kentlere çok ağır kayıplar verdirilirken,
ekonomik sıkıntılar ve zorunlu göçler baş gösterdi. Öte
yandan 18 yüzyılın ilk yarısı Yenipazar Sancağı için sadece savaşların getirdiği felaketlerle sınırlı değildi. Sel
felaketleri, salgın hastalıklar da bölgedeki en büyük sorunların başında geliyordu.
1877–78 Osmanlı-Rus savaşında (93 Harbi) alınan
yenilgi ve sonrasında Berlin Antlaşmasına göre Avusturya
Macaristan İmparatorluğu, Bosna-Hersek’in 6 sancağını işgal etti. 7. Sancak olan Yenipazar Sancağı ise Osmanlı
yönetimine bırakılarak Kosova Vilayetinin altı sancağından
biri oldu. Ancak Balkan Savaşı çıktığında Sırplar az bir
d ü nya
direnişle karşılaşıp Sancak ve Kosova bölgesini işgal ettiler. Böylece Sancak, diğer Balkan topraklarıyla aynı kaderi paylaşarak Osmanlı
hâkimiyetinden çıktı.
Balkanlardaki geri çekilmeyi ve
acıları en derinden hissedenlerden
biri de merhum Mehmet Akif olmuştu. Akif, bu dönemde vaazlarıyla, şiirleriyle, yazılarıyla halkı bilinçlendirmek için var gücüyle
uğraştı. Fakat neticede 1913 yılında
imzalanan antlaşmalarla Türkler
Balkanlara veda ettiler.
Bu dönemden sonra Sırpların
idaresindeki Yugoslav Krallığı’nın
(1918–1941) bir parçası olan Sancak bölgesi politik kimliğini kaybetti. . 1943 yılında Sancak kendini özerk ilan etse de 1945 sonrası Tito Yugoslavya’sı döneminde Sancak bölgesi tekrar Sırbistan
ve Karadağ arasında paylaşıldı,
ancak buna rağmen günümüze kadar bölgenin adı Sancak olarak anılmaya devam ederken, Sırbistan ile Karadağ’ın hiç bir hukuki temele dayanmayan bu paylaşımı, uluslararası alanda bir oldubitti olarak kabul edilmektedir. Bölgede Bosna Hersek ve Kosova savaşları (1992–
2000) döneminde de büyük sıkıntılar yaşandı.
Günümüzde Sancak
Bugün, nüfusunun çoğunluğu Müslüman bir bölge
olarak iki Hristiyan devlet arasında paylaşılmış olması, Sancak’ın sıkıntılarının baş kaynağını oluşturmaktadır. Burada Müslümanların Sancak adını anmaları yasa ihlali sayılırken, Müslüman halk ekonomik, siyasi ve
kültürel alanda kısıtlamalara maruz kalmaktadır. Yasal
düzenlemeler her ne kadar Boşnakların Sırp ve Karadağlılarla aynı haklara sahip olduklarını söylese de, Avrupa’nın ortasında Sancaklı Müslümanların ikinci sınıf
vatandaş muamelesine tabi tutuldukları görülüyor.
Diğer yandan günümüzde Sancak bölgesinde Müslümanların en yoğun olduğu yerleşim yeri Yenipazar’dır.
Sancak’ın aynı zamanda en büyük kenti olan Yenipazar, uçaktan kuşbakışı izlediğinizde bir Anadolu şehrini, küçük beyaz evleriyle Safranbolu’yu andırır. Bölgede Osmanlı kültürünün izlerine bolca rastlanır. Osmanlı
medeniyetinin Balkanlar’ın tarihi dokusunu nakış nakış işlediği camiler, hamamlar, tekkeler, çarşılar, köprüler, çeşmeler, hanlar ve imarethanelerin tüm tahribat ve
tecavüzlere rağmen bir kısmı ayakta kalmayı başarabilmiş ve bölgedeki İslami yaşamın simgesi haline gelmişlerdir.
Bugün Balkan Müslümanlarının büyük kısmının kendisini Türk olarak tanımladığını göz önünde bulundurduğumuzda, tarihi bağlarımızın ne denli güçlü ol-
duğunu ve bugün dahi halen bu bağların devam ettiğini görürüz. Özelde Sancak, genelde Balkan Müslümanları
bugün Türkiye’yi ikinci vatanları olarak görmektedirler. Tarihi süreçte Balkanlardan Anadolu ve Türkiye topraklarına yapılan göçler bunun en önemli göstergesidir.
Sancak, beş asırdan uzun süren Osmanlı döneminde Bosna’ya bağlı sancaklardan birisiydi ve bu manada
esasında bugün de Bosna’nın doğal bir uzantısıdır. Bosna ve Sancak aynı zamanda etnik ve dini birliktelik içerisindedirler. Zira merhum Aliya İzzetbegoviç’in tabiriyle; aslında Sancaklı Boşnaklar Bosnalıların Berlin paylaşımında Drina’nın öte yakasında kalan ve daha şanssız olan kardeşlerinden başka bir şey değildir.
Mevcut Hukukî Statü
1974 Yugoslavya Federal Anayasasına göre Sancak’taki Müslmanlar, Bosnalı Müslümanlarla birlikte
Yugoslavya’nın 6 kurucu halkından birisiydi. Ancak 2003
yılında Sırbistan tarafından Sancak’taki Boşnakların
(Müslümanlar) kurucu halk statüsü iptal edilerek azınlık
statüsüne düşürüldü. Sancak Müslümanlarının en üst temsilcisi Sırbistan tarafından da kabul edilen ve otonom bir
yapıya sahip olan Sancak Boşnakları Millî Meclisi’dir. Aynı statü Sancak’ın Karadağ tarafında kalan bölümü için
de geçerlidir. Bu Millî Meclis dil, kültür, eğitim ve kısmen yerel yönetimlerin idaresinde söz sahibidir.
Kaynaklar:
• “Sancak”, TDV İslam Ansiklopedisi, Cilt 36, S.99–102, İstanbul, 2009
• “Dünden Bugüne Sancak”, Hüseyin Gül, www.bosnakforum.com
• http://sancak.ihh.org.tr
JUNI / HAZİRAN 2010
/ 15 /
k ül t ür
Avrupa’da Tıp
Müslümanların günlük yaşamımıza katkıları
İlknur Melekoğlu • [email protected]
unus, 830 yılında inşaa edilen Kayravan Hastanesi nedeniyle adeta tıbbî bilginin beşiğiydi. Daha önceki yazılarımızda da değindiğimiz Kayravan Hastanesi sağlık hizmetleri
vermesinin yanısıra, tıp alanında ciltler dolusu kitaplar yazan bilim adamlarına da sahipti ki, bu kitapların çoğu Constantinus Africanus gibi isimler tarafından Avrupa’ya tanıtılmıştır. Hristiyan olan Constantinus Africanus 11.yüzyılda bir çok tıp ansiklopedisini Latince’ye tercüme ederek İslam dünyasının eserlerinin Avrupa’ya taşımıştır. Onun
bu çalışması Avrupa’daki tıp eğitiminde devrim yapmakla
kalmamış, aralarında bir çok ünlü tıp hocasının bulunduğu yeni bir nesil ortaya çıkarmıştır.
Latince’ye “Pantegni” adıyla tercüme ettiği, 10.yy’da İranlı hekim Ali ibn Abbas tarafından yazılan “Asil Kitap” Constantinus’un Latince’ye kazandırdığı en önemli eserdir. Bu
eser 1515 yılında Fransa Lyon’da, 1536’da İsviçre Basel’de yeniden basılmıştır. Ali ibn Abbas’ın “Asil Kitap”ı
Müslüman tıbbın en iyi klasikleri arasında yer alır.
Constantinus bunun yanısıra diet, mide, unutkanlık, melankoli ve cinsellik gibi konularda da tercümeler yapmıştır. Tercüme ettiği bir diğer önemli eserde “Uzak
ülkelere giden yolcular için rehber”dir. Bu eser patoloji (hastalıklar bilimi) alanının kolayca anlaşılmasını sağlayacak bir tanıtıcı rehber özelliğindedir.
Hekim İbn Cezzar tarafından yazılan “Uzak ülkelere giden yolcular için rehber” ya da “Yolcunun hazırlığı”
adıyla bilinen bu eser Ortaçağ’ın en çok satan kitapları
arasındaydı. İbn Cezzar, Kayravan Hastanesi’nde eğitim
görmüş, aynı hastanede hekimlik yapmış ve 1005 yılında yine orada vefat etmiştir. 80 yıldan fazla yaşayan İbn
Cezzar vefat ettiğinde geride 24000 dinar para ve 25 quintar (1 quintar 45 kilogram) ağırlığında, tıp alanında ve
diğer alanlarda olmak üzere, kitap bırakmıştır. Onun mirası arasında kadın hastalıkları ve tedavileri alanında hazırladığı bir araştırma eseri de bulunmaktadır ki, bu eser ona
T
/ 16 /
IGMG • PERSPEKTİF
Ortaçağ Batı Avrupa’sında ün ve etki kazandırmıştır.
Constantinus’un Latince’ye “Viaticum peregrinantis”
adıyla tercüme ettiği “Yolcunun hazırlığı”nı, Synesios, Rumca ve İbranice’ye “Zedat ha-derachim” adında tercüme etmiştir, bu tercüme eser de uluslararası boyutta en çok satan ve okunan kitaplar listesine dahil edilmiştir.
Tıpkı günümüz yolcuları gibi Ortaçağ’daki yolcular da her türlü hastalığın yolda nasıl tedavi edileceğine dair tavsiyeler ve bu kötü zamanların nasıl atlatılacağına dair referanslar aramışlardır. Bu özellikleri barındıran, kızamık ve su çiceği hakkında önemli tanımlamalar yapan “Yolcunun hazırlığı”, sadece yolcular için
değil tüm insanlar için sistematik ve kapsamlı bir tıbbî çalışma niteliğinde idi. “Yolcunun hazırlığı”, “Articella” ya da “Ars medicinae” denen ve Avrupa’da okutulan ders kitapları arasına girmişti. Bu yönüyle de kitap Salerno, Montpellier, Bologna, Paris ve Oxford’daki üniversitelerde ve tıp okullarında ders kitabı olarak
okutulmuştu.
Constantinus’un çalışmalarını Joannes Afflacius ya da
Joannes Saracenus adıyla bilinen Müslüman öğrencisi devam ettirmiştir. 1103 yılında vefat eden Joannes Saracenus
aynı zamanda Salerno Hastanesi’nde hekimdi. Saracenus
uröloji ve ateş hakkında inceleme yazıları da yazmıştır. Arapça’dan tercüme edilen çalışmalar kısa sürede gerek tıp okullarıyla Avrupa’daki ana eğitim merkezi konumunda olan
Salerno’da, gerekse Avrupa’daki diğer alanlardaki tüm eğitim merkezlerinde popüler hale geldi.
Avrupa’da derin etkiler yapan bir diğer tıbbî eserde
Batı’da “Hekimlerin Prensi” olarak tanınan İbn Sina’nın
çalışmasıdır. Onun 11. Yüzyıldaki, 760 ilaçtan fazla ilacı tanıttığı Kanon’u 6 yüzyıl boyunca tüm dünyada tıp alanındaki en yüksek otorite kabul edilmiş, muhteşem bir tıp
ansiklopedisidir. İbn Sina’nın bilimsel, felsefik ve teolojik görüşleri Albertus Magnus, St Thomas, Duns Scotus ve Roger Bacon gibi pek çok önemli isim üstünde
izlerini bırakmıştır.
13.yy’ın modern hükümdarlarından Kutsal Roma İmparatoru ve Sicilya Kralı II.Frederick de Müslümanların çalışmalarına ilgi duyarak, bilim adamı Michael Scott’u
İbn Sina’nın çalışmalarını getirmesi için Kordoba’ya göndermiştir. Bilinen ilk; tıbbî terimlerin alfabetik sınıflandırması, hastalıkların ve ilaçların listelenmesi ve psikolo-
k ül t ür
Tunus Kayravan Camii ve Kayravan Hastanesi kompleksi
jik tedaviler kitabı “Kitab Al-Maa” (Suyun Kitabı)dır. İbn
Tababi adıyla da tanınan Azdi’nin yazdığı bu kitapta ilk
sayfada su kelimesi yer aldığı için eser bu adı almıştır.
1033 yılında Müslüman İspanya’da Valencia’da ölen yazar geride bu 900 sayfalık el yazması eserini bırakarak,
çağdaşlarının ve gelecek nesillerin istifadesine sunmuştur.
Razi’nin 20 ciltlik “Kapsamlı Kitap”ı tüm tıp alanlarını kapsamaktadır. Latince’ye “Liber Continens” adıyla çevrilen bu eser, Batı’da birkaç yüzyıl boyunca en çok saygı gören ve en sık kullanılan tıp ders kitaplarından olmuştur. Razi’nin çalışması 1395’de Paris Üniversitesi’nde tıp
fakültesi kütüphanesini oluşturan 9 kitaptan biri idi.
Güney İspanya’nın, Kordoba’nın sıradışı hekimi Zahravi’nin yaklaşık 1000 yılında yaptığı çalışması da gözardı edilemez bir eserdir. Onun değerli tıp mirası “alTasrif ”dir. Batı dillerine “İlaçların Düzenlenmesi”adıyla çevrilen bu eser oldukça pratik bir rehber niteliğindedir. Zahravi hekimlik kariyeri boyunca edindiği tüm
tıbbî bilgiyi bu 30 ciltlik Tasrif ’inde toplamıştır. Kendisi çok az seyahat eden Zahravi kazada yaralanların tedavisi ile ilgili geniş bir tecrübeye sahipti. Kitabın en önemli özelliği, tıp alanındaki hemen hemen her alanda yapılması ve yapılmaması gerekenleri belirterek pratik tıbbın kurallarını oluşturmasıdır. Bunların yanısıra kitap Zahravi’nin geniş tecrübeleri sonucu keşfettiği çözümler ve
tedavi yöntemlerini de içerir.
Tasrif ortaçağdan modern zamanlara dek ameliyat aletleri hakkındaki tek ve biricik kaynak olarak tarih sahnesindeki yerini almıştır. Tasrifte yer alan “Ameliyatlar hakkında”ki ciltte 200’den fazla ameliyat aletinin çizimlerle
anlatılmış olması kitabı diğerlerinden farklı kılan önemli bir özelliktir. Zahravi’nin ameliyat teknikleri de devrim niteliğinde idi ve Tasrif ’in ameliyatlarla ilgili olan
kısımları Cremonalı Gerard tarafından Latince’ye tercüme edilmiş, 1497 de Venedik’te, 1541’de Basel’de, 1778’de
Oxford’da yeni baskıları yapılmıştır. Böylece Zahravi’nin
tüm bilgi ve özenli operasyonları Avrupalılara ulaştı ve
Tasrif, referans kitabı ve ameliyatlar için el kitabı olarak Salerno ve Montpellier gibi Avrupa’daki tıp okullarında okutuldu ve buralarda yıllarca okullardaki tıp müfredatlarında merkezi konumda yer aldı.
Sadece öğrenciler değil pratisyen hekimler de Tasrif ’den faydalandı.19.yy Fransız hekimi ve tıp tarihçisi
L.Lerlerc Tasrif ’in etkisini şöyle anlatır: “Ortaçağ Avrupasındaki ameliyatların geliştirilmesinde Tasrif ’in tercüme edilmesi önemli bir rol oynamıştır.”Tasrif bugün ABD
Congress Kütüphanesi’nde ve başka bir çok kütüphanede bulunabilir.
1288’de vefat eden Suriyeli İbn Nafis bizlere 80 cilttlik “Tıp üstüne eksiksiz kitap”ı bırakmıştır. Elyazması bu
dev eserin kısımları; Şam, Halep, Bağdat, Oxford ve Kalifornia Palo Alto (İbn Nafis’in elyazmasından büyük bir
parça buradadır)’daki kolleksiyonlarda mevcuttur.
Pek çok tıbbî bilgi, teknik, ilaç ve çareler Müslüman
eserlerin tercümesiyle olduğu kadar, Müslüman hekimlerle
haçlıların direk temasıyla da (hekimlerin haçlıları tedavi
etmesi vasıtasıyla) Avrupa’ya geçmiştir. Müslüman hekimler alanındaki üstünlükleriyle ünlüydüler ve İngiltere Kralı Aslan Yürekli Richard’ı bile Selahaddin Eyyubi’nin hekimi tedavi etmiştir.
Müslüman tıpçıların çalışmaları muazzamdı. Onların
yazıları, hijyen standartlarını ve koruyucu hekimliği yaydığı kadar “karanlık çağ” denen ortaçağda halk sağlığının geliştirilmesine de yol açtı.
“Herşeyin kaynağı olarak düşündüğümüz Yunan bilimi, reforme edildi, eleştirildi ve İslam dünyasında alternatif bir bilim oluşturuldu. Ancak bundan sonra rönesanscılar Arap bilminin sanatın en son hali olduğunu düşündüler.” (Kolombiya Üniversitesi Arap ve İslami bilim uzmanı Dr. George Saliba)
Kaynak:
• 1001 Inventions-Muslim heritage in Our World, Prof.Salim T S AlHassani, 2006, Foundation for Science, Technology and Civilisatio
JUNI / HAZİRAN 2010
/ 17 /
se m p oz y um
Uluslararası Kimlik Sempozyumu
Wuppertal’de Yapıldı
slam Toplumu Milli Görüş’ün düzenlediği “Değişim Sürecinde Anlam Kaymaları-Eski ve Yeni Kimlikler” temalı uluslararası sempozyum 12 Mayıs 2010 tarihinde dünyanın çeşitli ülkelerinden gelen akademisyenlerin ve dinleyicilerin katılımı ile Wuppertal Historische Stadthalle’de gerçekleştirildi.
Kimlik kavramının gerek geçmişte gerekse modernleşme sürecinde geçirdiği evrelerin sosyokültürel
ve sosyopolitik açıdan derinlemesine ele alındığı
sempozyum, açılış konuşmalarını takip eden ve iki güne yayılan beş oturum halinde çeşitli ülkelerden gelen akademisyenlerin tebliğleri ile yapıldı. Sempozyumun alt başlıklarının içini teorik boyutlarda ve birçok bakış açısı ile dolduran konularının uzmanları akademisyenler, katılımcıların zihinlerinde kimlik kavramının
genel haritasını çizerek, konunun algılanması ve anlam çeşitliliği üzerine konuşmalar yaptılar.
Açılış konuşmasında söz alan IGMG Genel Başkanı Yavuz Çelik Karahan, programa iştiraklerinden
ötürü konuşmacılara ve dinleyicilere teşekkür etti. Kimlik konusunun çağımızın en önemli problemlerinden
biri olduğunu ifade eden Karahan, bu kavramın etra-
İ
/ 18 /
IGMG • PERSPEKTİF
fında gelişen “anlam ve anlamlandırma” arayışının Müslüman toplulukları da ihtiva ettiğini belirtti. Müslümanların da eski aidiyetlerinin sarsıldığı, belki de yitirildiği hissine kapıldıklarına değinen IGMG Genel
Başkanı, eski ile yeni kimlik arasında nasıl bir yol takip edileceği hususunda tereddüt içerisinde olan
Müslümanların gündeminde kimliğin önemli bir yer
teşkil ettiğinin altını çizdi. Farklı ülkelerden Avrupa’ya
göç etmiş olan Müslümanların “Biz kimiz ve nereye
aitiz?” sorusuna çok farklı ve belki de birbirine zıt cevaplar verdiklerini söyledi.
“Avrupa’da yaşayan Müslümanlar çok daha farklı bir kimlik problemi ile karşı karşıyadır”
IGMG Genel Başkanı Yavuz Çelik Karahan sözlerini şöyle sürdürdü: “Yaklaşık üç asrı bulan modernleşme
ile yaşadığımız tecrübe bizleri; ‘eski’ olanı da ‘yeni’ olanı da yeniden düşünmeye sevk etti. Dolayısıyla Müslümanlar olarak, küreselleşen dünyada karşılaşmış olduğumuz hadiseleri hep belirli bir aidiyet kimliği içerisinde değerlendirdik. Bu yüzyılın başlarında Müslüman dünyası bir taraftan ulusal kimlikler etrafında
örgütlenirken, diğer yandan yaşanan sömürgecilik sonrası modernleşmeye birer tepki hareketi olarak geli-
sem p oz y um
‘Biz kimiz?’sorusu,‘Kendimizi ve başkalarını nasıl algılıyoruz?’,
‘Başkaları ile olan ilişkilerimize nasıl bir anlam yüklüyoruz?’
sorularını da beraberinde getirmektedir. Dolayısıyla bu konuları
gündeme taşımak, bugüne kadar söylediklerimizin ve bundan sonra söyleyeceklerimizin muhasebesini yapmak anlamına da gelmektedir şüphesiz.
şen politik dînî kimlikler
üretmiştir. Klasik imparatorlukların birçok toplumsal yapısıyla çözüldüğü bu asırda Müslümanlar, içerisinde bulundukları toplumlarda varoluşlarını tanımlayacak bir paradigma inşasına yöneldiler. Bu inşa süreci, birbirinden çok farklı siyasi, geleneksel ve modernleşmeci kimliklerin ortaya çıkışı ve toplumsal arenada ifade buluşu ile devam etti. Bu farklı fikrî arkaplanların etkisiyle Avrupa’da yaşayan Müslümanlar çok daha farklı bir kimlik problemi ile karşı karşıya kaldılar.
Bugün Avrupa’da yaşayan Müslümanlar olarak Avrupalı kimliği, dînî kimlik, farklı siyasi ve birçok diğer kimlik arasında kendimizi tanımlamaya çalışırken,
belirli argümanlara müracaat ediyoruz. Müslümanların kendilerini tanımlama gayretleri bazen geleneksel kimliği yeniden ihya etmek, bazen siyasi kimlikler arasında bir yol tutmak gibi farklı şekillerde tecelli
ediyor.
Ancak şunu hatırlatmakta fayda görüyorum:
Yaşamakta olduğumuz bu süreci, bir kayboluş süreci olarak algılayanlar olduğu gibi, bunun yeni kimliklerin ortaya çıkmasına imkân sağladığını ve bu
yüzden olumsuz değil, bilâkis olumlu bir gelişme olduğunu söyeleyenler de vardır.
Bendeniz, her iki görüşün de burada dile getirileceğini ve belki de
uzun uzun tartışılacağını ümit ediyorum.
Kıymetli misafirler,
Bugün burada sizlerle beraber ‘kimlik’ konusunu
yeniden gözden geçirmekle aslında kendi algılarımızı da tartışmaya açmış oluyoruz. Zira ‘Biz kimiz?’ sorusu, ‘Kendimizi ve başkalarını nasıl algılıyoruz?’, ‘Başkaları ile olan ilişkilerimize nasıl bir anlam yüklüyoruz?’ sorularını da beraberinde getirmektedir. Dolayısıyla bu konuları gündeme taşımak, bugüne kadar
söylediklerimizin ve bundan sonra söyleyeceklerimizin muhasebesini yapmak anlamına da gelmektedir şüphesiz. Sempozyumumuzun bize bu açıdan büyük ve
eşsiz bir fırsat sunacağını düşünüyorum.
Hızla akıp giden gündem karşısında acele ve hazır cevaplar yetiştirmek yerine doğru soruları sorarak,
sihhatli cevaplara ulaşabilmek için bu tartışmaları gerekli görüyoruz.
İslam Toplumu Milli Görüş olarak toplumumuzun ve
bilhassa Müslümanların karşılaştıkları siyasi tanımlamalar ve hatta yaftalamalardan kendimizi beri tutarak
ilmî temeller üzerinden bir düşünce inşaasına ve bu doğrultuda sıhhatli cevaplara ulaşmayı gerekli görüyoruz.
JUNI / HAZİRAN 2010
/ 19 /
se m p oz y um
Bize eşlik etmek ve değerli fikirleriyle katkıda buyanacak kadar suistimal edildiğini söyledi. Toleransın
lunmak üzere aramıza katılan konuşmacılarımıza ve
İmparatorluk bünyesinde belli sınırlarının olduğunu,
siz kıymetli dinleyicilerimize, programımıza iştirak et19. Yüzyıl’da oluşmaya başlayan ıslahat hareketlerine
me nezaketini gösterdiğinizden dolayı tekrar teşekkadar azınlıkların mutlak anlamda eşit haklara sahip
kür eder, sempozyumumuzun hayırlara vesile olmaolmadığını da sözlerine ekledi. Daha sonra söz alan Prof.Dr.
sını yüce Rabbim’den niyaz ederim.”
Y. Michal Bodemann’ın altını doldurduğu başlık ise
Akabinde sempozyumun giriş konuşmasını yap“Avrupa Yahudilerinde Tarihi Gelişim” idi. Avrupa’daki
mak üzere kürsüye yazar Dücane Cündioğlu çıktı. KimYahudi toplumunun geçmişten günümüze ne gibi evliğin Kimliği başlıklı konuşmasında kimlik kavramırelerden geçtiğine değinen Bodemann, Yahudi Diasnın anlamlandırılması meselesinde algı çeşitliliğinin
porası’nı örnek vererek Müslümanlara “dışlanmayın” tavetimolojik açıdan değerlendirmesini yaptı. İnsan fıtsiyesinde bulundu. İnanılan genel kanının aksine Yaratının “kimsin sen?” sorusuna vereceği cevabın ancak
hudi gücünün abartılmaması gerektiğini söylerken, dış
karşısındakini tanımlamasıyla ortaya çıkabileceğini beetkenleri de bir tarafa bırakıp Müslümanların kendi seslirten Cündioglu, bu bireysel algının toplumsal talerini duyurmaya çalışması gerektiğini belirtti.
nımlamalara mutlak zemin oluşturduğunu söyledi.
Dördüncü oturumun konu başlığı olarak seçilen “BaTürkiye Cumhuriyeti Başbakanlık Baş Danıştı Avrupa’da Kimlik Politikalarının Müslümanlar Üzemanlığı görevini yürüten Doç. Dr. İbrahim Kalın’ın,
rindeki Etkisi”nde konuşmacı olarak Prof.Dr. Birgit Rombaşkanlığını yaptığı ilk oturumun konusu “Müslüman
melspacher ve Prof.Dr. Pamela Irving Jackson hazır buKimliği ve Batı” idi. Konuşmacı olarak söz alan Prof.
lundular. Başkanlığını Dr.Sabiha El-Zayat’ın yaptığı otuDr. Mahmut Erol Kılıç,
rumda ilk olarak Prof.
konuşmasını tasavvufi
Rommelspacher söz aldı.
kökenlere dayandırarak
Prof. Jackson konuşmasınMüslüman kimliğinin
da Avrupa Birliği, Almanakli değil kalbi hissiyatya, Fransa ve ABD’de yüSempozyumun son konuşmacısı olarak IGMG Gela oluşan bir olgu oldurütülen Müslümanlara yönel Sekreteri Oğuz Üçüncü söz aldı. Küreselleşmeğunu belirtti.
nelik politikalara değinirken
nin kimlik oluşumunda önemli bir yer edindiğinin
“Kimlik ve Öteki” koProf. Rommelspacher Alnulu ikinci oturumun
manya’nın birleşiminden
altını çizen Üçüncü, IGMG örneğinden yola çıkarak
başkanlığını Prof. Dr.
sonra şekillenen göçmen poAvrupa’da yaşayan Müslümanların yaşadığı kimlik
Werner Schiffauer yaptı.
litikasını irdeledi.
“Müslümanlar AvruSempozyumun son
tecrübelerini irdeledi ve Müslümanların da ötekipa’nın Ötekisi mi?” soruoturum konusu olarak
leştirdiğini değişik örneklerle açıkladı.
suna cevap amacıyla ha“Göç, Kimlik ve IGMG” işzır bulunan Dr. Hisham
lendi. Sözü ilk olarak Prof.
A. Hellyer, MüslümanDr. Werner Schiffauer alların öteki olarak nitedı. “Yeni Kimlik Açılımları,
lendirilemeyeceğini, geçMelez ve Öteki Kimlikler” alt
mişte Avrupa’da var olbaşlığını irdeleyen Schiffauer,
dukları gibi gelecekte de bu varlıklarını devam ettibireyin “Ben kimim?” ve “Bu toplumda Müslüman olareceklerini beyan etti. Akabinde, oturumun ikinci korak ben kimim?” sorularına teorik çerçevelerde cevapnuşmacısı olarak söz alan Doç. Dr. İbrahim Kalın ise
lar vererek konuştu. Osmanlı hoşgörü örneğini ve yeni
sözlerine Avrupa’nın Müslümanlara “öteki” olgusukimlik arayışlarını karşılaştırmalı bir şekilde ele alarak
nu hissettirdiğini söyledi. Siyasi arenalarda her ne kadinleyicilere açıklamalarda bulundu. Daha sonra otudar açık olarak beyan edilmese de ötekileştirmenin gözrumun ve sempozyumun son konuşmacısı olarak IGMG
le görülür bir gerçek olduğunu bildirdi.
Genel Sekreteri Oğuz Üçüncü söz aldı. KüreselleşmeSempozyumun ilk gününün son oturumda“Azınlık
nin kimlik oluşumunda önemli bir yer edindiğinin alTecrübesi ve Kimlik”konusu işlendi. Başkanlığını Prof.Dr.
tını çizen Üçüncü, IGMG örneğinden yola çıkarak AvÜmit Meriç’in yaptığı oturumda ilk sözü Doç.Dr. Musrupa’da yaşayan Müslümanların yaşadığı kimlik tecrütafa Macit Kenanoğlu aldı. “İslam Dünyasında Azınbelerini irdeledi ve Müslümanların da ötekileştirdiğini
lıklar” başlığını Osmanlı İmparatorluğu’nun azınlıklar
değişik örneklerle açıkladı.
politikasını ele alarak incelemeye çalışan Prof. KenaSempozyumda ayrıca sanatsal etkinliğe de yer venoğlu, Osmanlı İmparatorluğu’nun Batı toplumlarına
rildi. Grup Salsabil’in musikinin en seçme eserlerinnazaran azınlıklara karşı daha hoşgörülü olduğunu faden oluşan bir repertuar sunduğu konserde, dinleyikat günümüzde bunun bazı kesimlerce şovenizme dacilere musiki ziyafeti sunuldu.
/ 20 /
IGMG • PERSPEKTİF
sem p oz y um
Kimliğin kimliği
Uluslararası Kimlik Sempozyumu’nun açış konuşmasını
yazar Dücane Cündioğlu yaptı. Cündioğlu konuşmasında özellikle kimlik ve aidiyet konusunu değerlendirdi.
vrupa’da gerek milliyetçi gerekse dini hareketler,
akımlar kendilerini sürekli aynı terimle adlandırdılar: Hareket terimi ile. Bu terimin, yani “Bewegung” teriminin şu anda bulunduğumuz
ülkede, Almanya’da ve Almancada, hususi bir anlamı olduğunu zannediyorum. Buradaki konukların hepsi takdir edeceklerdir. Hareket, eylem, değişme, gelişme yani sürat 19 ve
20. yüzyılın en başat terimlerinden oldu. Düşünce akımları
bile kendilerini hareket terimi ile yani “Bewegung” ile adlandırmayı tercih ettiler. Oysa düşünmek için harekete değil
durmaya ihtiyaç vardır. Mesela Almancada “verstehen” durmak kelimesinden türetilmiştir, yani “stehen”. İngilizcede de
böyledir, “understanding”; “standing” olmadan anlama
olmaz. Yunancada da böyledir, “episteme” kelimesi “siteme”den gelir, durmakla alakaladır. Arapçada “vakafa” fiili,
vâkıf olmak, anlamak manasına geldiği gibi, aynı zamanda
durmak manasına gelir. Özetle, anlamak için durmaya gerek
vardır. Fakat Karl Marx’ın, özellikle Feuerbach üzerine tezlerinin onbirincisinde, zannediyorum hepiniz biliyorsunuzdur. “Die Philosophen haben versucht” diye başlayan o ünlü
cümlesinde, “filozoflar dünyayı anlamaya, yorumlamaya çalıştılar ama yapılması gereken onu değiştirmektir” der.
Marx’ın bu sözünden sonra düşünme sokağa indi, meydana
indi ve durmaktan vazgeçti, çünkü düşünmenin konusu, anlamak, “interpretation”, yani yorumlamak değil, eylemek
halini aldı. Yine hatırlayacaksınız Goethe “önce söz vardı,
logos vardı” sözünü, önce eylem vardı diye tercüme etmiştir.
Niçin böyle bir giriş yaptım. Kimlik meselesinin, üzerinde çok konuşulan bir mesele olmak itibariyle, iyi bilindiği tanımlandığı düşünülür. Oysa felsefi düşünme kimlik
üzerinde de muhataplarını durmaya davet etmek zorundadır, onları hareketten alıkoymak zorundadır, düşünmenin
hakkını verebilmek için tabiî ki. Jean-Jacques Rousseau, con-
A
tra social, toplumsal sözleşme adlı risalesinin ilk cümlesinde
şöyle söyler; “İnsanlar özgür doğarlar, fakat zincirlere vurulmuş olarak yaşarlar”. İnsanların, özgür doğan insanların, vurulduğu zincirler nedir, akla ilk bu gelir. Acaba mesela
kimlik, bu manada zincirlerden birini teşkil edebilir mi? O
bakımdan, belki biraz derine kazmayı, kimliğin, batı dillerinde de, Arapçada ve Türkçede de, iki anlama birden geliyor olmasının üzerine gitmeyi deneyeceğim. Mesela,
İngilizcede, Almancada, Türkçede, “wer bist du?” diye sorulduğunda, verilecek cevap, bir milliyet, bir din, bir meslek,
bir sınıf beyanına dayanmaz, yani kimsin sorusuyla, nesin
sorusu arasında bir ayrım yapar zihnimiz. Sözgelimi, İrlanda
kurtuluş ordusuna mensub askerler gelip geçenleri çeviriyorlarmış. Bir tanesine sormuş, İrlandalı militan, demişki
Katolik misin Protestan mı? Adam düşünmüş, Protestanım
dese canına okuyacaklar; Katoliğim dese bir sürü soru soracaklar, ben kestirmeden gideyim diyerek, “Ben ateistim”
demiş. İrlandalı militan, “ateist olup olmaman önemli değil”
demiş, Katolik ateist misin, Protestan ateist misin? Şimdi
biraz durmanızı ve düşünmenizi rica edeceğim. Acaba barış
zamanında olsaydı, İngiltere ile İrlanda arasında savaş olmasaydı, o İrlandalı asker ateist olup olmaman önemli değil
diyebilir miydi? Zannetmiyorum. Peki acaba niçin muhatabının ateist olup olmamasını önemsemiyor da, Katolik ateist ya da Protestan ateist olmasını önemsiyor? Çünkü orada
soru askeri ve politik bir sorudur. Yani sen hangi taraftansın?
Kimdensin? Kimlerdensin? Neyin nesisin? Bizden misin?
Onlardan mısın? Öteki misin? anlamında bir sorudur. O
yüzden, kimlik meselesi, politik, askeri, hatta iktisadi bağlamından ayırt edilerek tecrit edilerek tartışılamaz. J.J. Rousseau’nun işaret ettiği zincirler, o bizim ateistimizin zincirleri
gibi, Tanrıya inanmasa bile kendisini muhakkak bir kampa
ait olarak görmesi değil, dikkatinizi çekerim bulması gerekiyor. Yani kendisini belli bir çerçevenin bir kimliğin içerisinde buluyor ve bulmak zorunda. Avrupa’daki Türkler,
Müslümanlar, Yahudiler, Müslümanım, Türküm diye kendilerine sorulan soruya cevap verdiklerinde aslında şöyle bir
gizli soruya muhatap olduklarını hep düşünürler: Müslüman olup olmaman önemli değil. Sen Avrupalı Müslüman
mısın? Diyelim Ortadoğulu, Asyalı Müslüman mısın? Bu
“Avrupa İslamı” şeklindeki tanımlamalar, Müslümanlık terimini, bizim fıkramızda olduğu gibi, bölgeye göre, kültüre
göre ayırt etmek ihtiyacında ve zannediyorum yarım yüzyıl
içerisinde Avrupalı Müslümanlar, Avrupalı olmayan Müslümanlardan ciddi ölçüde ayrışmış olacaklardır, ben bunda
bir beis şahsen görmüyorum.
Şimdi tekrar başa dönecek olursam. Kimsin sorusu yani
“Wer bist du” sorusu, ister istemez bir kişiliği ortaya çıkarır,
yani “Persönlichkeit” bir, aynı person yani, diyebilir ki sen
JUNI / HAZİRAN 2010
/ 21 /
se m p oz y um
kimsin sorusuna muhatap “Ich bin eine Person”, ben bir şahsım ben bir kişiyim. Fakat şöyle de sorulabilir, “Was bist du”,
sen nesin, “katolisch oder protestantisch”. Sorudaki zamir
değişiyor. “Wer”‘in yerini “Was” alıyor. Yani artık bir “Persönlichkeit”dan bir kişilikten değil bir “Sachlichkeit”dan bir
“Sache” dan söz ediyoruz. Şimdi Türkçede, Arapçada, batı
dillerinde de, kimlik kelimesinin iki anlamı olduğunu söylemiştim, işaret etmiştim. Bir tanesi, hiç tereddüt etmeden
söyleyebilirim, bizim Osmanlıcada, Arapçada, Türkçede hüviyet dediğimiz kelime, yani biz kimlik kelimesini hüviyet
olarak karşılarız. Kimlik batı dillerinde de aynı şekilde karşılanıyor. Fakat “İdentität”, mesela Heidegger’in bir risalesinin adı “Identität und Differenz”, yani oradaki “Identität”
esas itibari ile “identity” kimlik demek değildir. Ayniyet demektir. Almancada da sorulduğunda mesela, biri diyebilirki
“Wer bist du” denildiğinde, “Ich bin mit mir identisch”. Dolayısıyla “Identität”, sadece hüviyet
demek değildir, ayniyet demektir, yani
günümüz türkçesi ile özdeşlik demektir. Neyin neyle özdeşliği? Tekrar soruyu soralım, “Wer bist du?”,
muhatabımız diyebilirki, “Ich bin ich”,
ya da Descartes’ın dediği gibi, “Ich
denke, also bin ich”. Biraz düşünmek
lazım. Durmak ve düşünmek lazım.
Anlamı nedir, ben benim, “Ich bin
ich”. Bizim tasavvufi kültürümüze atıf
yaparak, Yunus Emre’ye atıf yaparak,
“bir ben var bende benden içeru”. Yani
iki tane ben var. Özdeşlik, ayniyet, eğer
insan aklının ilk ilkesi olmak itibari ile
“Identität”e yani özdeşliğe, yani ayniyete atıf yaparak söyleyecek olursak, A,
A’dır. Eğer A, A ise, A aynı zamanda
non A’dır, A olmayandır. Demek oluyor özdeşliğin, ayniyetin olduğu heryerde gayriyette vardır. Benin olduğu
heryerde sen zorunlu olarak vardır.
Fakat, A eşittir A diye formüle edelim. A eşittir A ile, A ve
A arasında çok basit bir fark var. A eşittir A’da iki tane A
var. İki A’nın birbirine eşit olduğu söylenir fakat gayrılık
yoktur. Buna mukabil A, A’dır dediğimizde zorunlu olarak
aklın en temel üç ilkesinden biri, biliyorsunuz özdeşlik ilkesidir diğeri çelişmezlik ilkesi. Eğer A, A ise, A zorunlu olarak A olmayandır. Ben bensem, ben sen değilim demektir.
Dolayısıyla “Identität” yani ayniyet zorunlu olarak özdeşlik
anlamı kazanır ve kimlik bu manaya dahil değildir. Burada
iki gün boyunca tartışmaları göreceksiniz, değerli bilim
adamları milli kimliklerden, dini kimliklerden, sosyal sınıfsal kimliklerden söz edecekler. Ama ben benim, “Ich bin ich”
diyorsam, kimlik nerede? Burada kimlikten değil, hüviyetten
değil, özdeşlikten söz etmiş oluyoruz. Batı düşüncesinde
özdeşlik ile kimlik arasındaki ayrımı daha uzun bir süre analiz etmeyi isterdim, fakat hızlı bir şekilde İslam dünyasına
geçmek istiyorum.
İslam dünyasında da hüviyet kelimesi iki anlama gelir.
Biri mantıkta, klasik mantıkta, hüviyetin tanımı “hakikat ma
teşahhus”dur, yani tam anlamıyla, bir hakikate, hakikatle bir-
/ 22 /
IGMG • PERSPEKTİF
likte bulunan teşahhusa hüviyyet denir. Hakikat, mahiyyet ve
hüviyetten söz ediyorum. Hüviyet bir hakikatle bulunan teşahhusun, kişiliğin, “Persönlichkeit”ın adıdır. Fakat çok enteresan ikinci manası teveccüd demektir. Yani vücud, “Sein”
demektir. “Das Sein”. Bunu nereden biliyoruz? Batı felsefesi,
Yunan felsefesi İslam dünyasına tercüme edildiğinde bazı sorunlarla karşılaştı Süryani, Müslüman ve Hrıstiyan mütercimler. “Ist”, “est”, “sein” ve “to be”nin kipleri Arapçada
yoktu. Arapçada diyelim ki, bir isim cümlesinde, yani bir subjekt bir prädikat, birde kopula, bir bağlaç, bir bağlacın bulunduğu bir isim cümlesinde, Arapçada, Almancadaki “ist”‘e,
İngilizcedeki “is”e, hatta Farsçadaki “est”e tekabül edebilecek
bir varlık bildiren bağlaç, bir kopula yoktu. Bunu nereden
takip edebiliyoruz, bunun için çok değerli bir kaynağa atıf
yapabilirim. Farabi’nin metafizik kitabı olan Kitab-ul Huruf’unda, varlık bahsinde, Farabi batı dili Yunancada tabiiki
özellikle, varlık kelimesinin nasıl tercüme edildiğini inceler. Arapçada varlık kelimesi yok. Yani bugün Arapçada
vücud kelimesi kullanılır ya da mevcut
kelimesi kullanılır yani, “Das Sein”,
“das Seiende”. Ama bunun ikisi de
otantik Kuran Arapçasına indirgenemezler. Bunlar, Yunan felsefesi ile Müslümanlar tanıştıktan sonra İslam
dünyasına girmiştir. Farabi derki, varlık
anlamında kullanılan ilk kelime çok enteresan, hepinizin zamir olarak bildigi
“hüve”dir. Yani Arapçada varlık anlamına gelen ilk kelime hüviyet kelimesidir. Bugün kimlik olarak bildiğimiz,
kullandığımız, özellikle Osmanlıcadaki
hüviyet, İslam dünyasında varlık anlamında kullanılmıştır. Oysa hüve, eya
demek, hii demek, zamir, isim değil
ama daha sonra Müslüman filozoflar bu
zamiri isim haline getirmişler, bir artikel
ile tamamlamışlar ve “hüve”yi, “el hüve”
yapmışlardır. Sadece Müslüman konuklar değil, diğer misafirlerimizinde bildiğini tahmin ettiğim örnek, sufiler zikrederlerken “hu” diye zikrederler. Hani biraz amiyane tabirler
“hu” çekmek denir, “hu” çekilmez ama zikredilir, fakat “hu”
diye sürekli dervişlerin “hu hu” dedikleri işte “hüve”dir. Bu
İslam dünyasında anlaşılmış bir kelime değildir, çünkü bunu
zamir olarak kavramak şeklinde genel bir eğilim vardır. Türkçede bir örnek vereyim, bizde hatlarla, kalligrafik olarak sürekli duvarlarımızı süsleyen, “Edep ya Hu” diye bir tabir
vardır. “Edep ya Hu”, beni terbiye et ey varlık demektir. Burada “hüve” varlık manasına gelir, zamir manasına gelmez. O
bakımdan hüviyetin Arapçadaki, İslam dünyasındaki hikayesini, kimliğin etimolojik olarak, kökenini izlemek isterseniz, orada da aynı problemle karşılaşacaksınız. Yani İslam
dünyasında da hüviyet hem varlık manasına gelmektedir,
hem de kimlik manasına gelmektedir. Yani varlığa bitişmiş
olan, insanın hakikatine bitişmiş olan, o hakikatle birlikte bulunan teşahhus. Demek oluyorki “Identität” veya hüviyet hem
varlık manasına gelebiliyor hem de kimlik manasına gelebiliyor. Arapçada Farabi buna işaret ederek, hüviyet kelimesi
sem p oz y um
tutmuyor. Bir süre sonra terkediliyor. Bunun yerine, hüviyetin yerine vücut, mevcut kelimeleri kullanılıyor. Fakat vecede,
yani vücut ve mevcut esas itibariyle varlık, var olmak, var olan
manasından çok, bulmak ile alakalıdır. Vücut ve mevcut kelimeleri İslam dünyasında kullanılmaya başlandıktan sonra,
hüviyet kelimesi usulca kimlik manası kazanmıştır ve bizde
hüviyet cüzdanı şeklinde, yani bir kimlik belgesi olarak da
karşılığını bulmuştur. Kimsin sorusuna verilecek cevap esas
itibari ile ben, benim demektir dedik. Burada ben, benimdeki ikinci ben, yani birinci ile ikinci ben arasındaki irtibat
modern dönemle birlikte zihinsel bir irtibat halini aldı, yani
ontolojik değil epistemolojik bir öz mahiyet, “Wesen” manası
kazandı. “Descartes”a dönecek olursak, “Ich denke also bin
ich” diyor. Buradaki “bin, I’m thinking therefore I am”, buradaki “I am” hangi anlama gelir? Ben anlamına gelmez. Aynı
Arapçada olduğu gibi batı dillerinde de varlık manasına gelir.
Dolayısıyla insanın ben kimim sorusu
kendisine varlık içerisinde bir yer bulduğu takdirde cevaplanabilir. Fakat bu
cevap aynı konuşmamın başında işaret
ettiğim Katolik askerin önemsemediği
bir cevap. Değerli Başkan konuşmasında insanın ben kimim diye sorduğuna işaret etti.
Aslında dini metinler, teolojik metinler, felsefi ve tasavvufi metinler, insanın böyle bir soru sorduğunu
varsayarlar. İnsan aslında ben kimim
sorusunu kendiliğinden sormaz. İnsan
kendisini, kendisinden hareketle anlayamaz, tanımlayamaz. İnsan insanı başkasında ve sonra kendinde tanır.
Başkası olamadan insan, insanı tanıyamaz. O yüzden hepimizin bir başkasına
ihtiyacı var. Avrupa’nın başkası, ötekisi
kimdir? Mark Bloch üç saldırının Avrupa’nın sınırlarını çizdiğini söyler. Kuzeyden Normanlar, yani Nordmanlar,
doğudan Macarlar ve Hunlar, güneyden Serakenler, yani
Müslümanlar daha sonra doğudan gelenlerin ismi Türkler.
Yani Avrupa, Avrupalılık bilincini, Avrupalılık kimliğini esas
itibariyle ötekisi ile başkasıyla oluşturdu. Bir coğrafi olarak,
iki ırki olarak, üç dini olarak, dört kültürel olarak. Yani Avrupalılık esas itibariyle ancak başkasıyla birlikte anlamı olan
bir kimlik adıdır. Kerameti kendinden menkul değildir. Avrupalı, durup dururken kendisini tanımlama ihtiyacı hissetmemiştir. Onun coğrafi sınırlarını çizen Normanlılar,
Macarlar, Hunlar, Osmanlılar, Serakenler, Türkler vs. dışarıdan gelenler yani bir anlamda düşmanlar, düşman bellediği öteki Avrupalı kimliğini oluşturmuştur. Peki aynı
soruyu Müslümanlar için soralım. Müslüman kimliğini,
Türk kimliğini oluşturan dış saldırılar nedir? Öteki kimdir?
Sanırım bu soruya cevap vermeye hevesi olan çok insan var.
İslam dünyasına ve Türk dünyasına, kendisini çevreleyen,
dış tehdit olarak algılanabilecek bir sürü ötekiden söz edilebilir, başkadan söz edilebilir, yabancıdan söz edilebilir. Hakiki manasıyla bu kimlik tartışmasını çok önemsiyorum
onun için sizi bir etimolojik bir gezintiye çıkarmak istedim,
çünkü Yunancada “etimos” hakikat demektir. Yani kökü
bulmak hakikati bulmak demektir. Kelimelerin ve kavramların dibini kazdığımızda hakikat için bir adım atmış oluruz. O bakımdan burada iki gün boyunca tartışılacak olan
kimlik tartışmalarını esas itibari ile, bende merakla dinleyeceğim, esas itibari ile bir problemi ortaya koyacak, yani
böyle bir problemin daha doğrusu sıhhatini ortaya koyacak.
Nedir o problem? Bugün İslam dünyası kendisi ile ilgili
kimliğini kendisi bir dış düşman ya da daha sosyolojik anlamıyla söyleyecek olursak bir ötekiden hareketle tanımlama çabası içerisinde midir? Hayır, burada fevkalade büyük
bir haksızlık, adaletsizlik ve bilinç kirliliği var. İslam dünyası
ile ilgili bütün kimlik tanımlamaları, ötekisinin İslam dünyası hakkındaki tanımlamalarıdır. İslam dünyası yani Müslüman entelijansiya, kendi kimliğini tanımlama konusunda
özgür bir iradeye sahip değildir. Müslüman entelijansiya İrlandalı asker karşısında ateist gibidir.
O bakımdan kendisine dayatılan kimliği, kimliklere razı olmak veya itiraz
etme seçenekleri arasındadır. Kendi
kimliğini, kendisine ilişkin tanımlarını
kendisi yapacak durumda değildir.
Mesela Iraklılar, bir Iraklı olmayı nasıl
tanımlar? Bir Filistinli, Filistinli olmayı nasıl tanımlar? Iraklıları tanımlayan Amerikan askerleri. Kimsin diye
soruyorlar, “Wer bist du?” “Katolisch
oder protestantisch?” Eh Iraklı buna ne
cevap verecek? Peki Filistin’e, Gazze’ye
gidelim. Yolda askerler bir Filistinliyi
çevirdiğinde, kimsin sen diye sorduğunda, kendisini nasıl tanımlayabilir?
Tabii bu sadece bir kimlik cüzdanı
beyan etmek anlamına gelmez. Burada
haksızlığın, adaletsizliğin bir tarafı,
öteki sayesinde kendini tanımlamak
değil ötekinin sizi tanımlaması. İslam
kelimesi bugün şiddet veya terörle birlikte zikrediliyor kasıtlı olarak. Medya bunu yapıyor bunu
biliyoruz, bilhassa batılı medya. Peki bu bilgi kirliliği karşısında Müslüman entelijansiya kendisini nasıl tanımlayacak?
Kendisini ateist olarak tanımlama şansı yok. Çünkü ya “Katolik ateistsin” diyorlar ya da “Protestan ateist”. Benim
bugün ülkemde, kendi gazetemde yazdığım makalenin başlığı “”Müslüman ateist ile diyalog”. Kimlik en derinden yarıldığı takdirde, kavramların bu tür “oxymoron” anlamlar
taşımaları kaçınılmazdır. Yinede diyorumki Avrupa, Avrupalı, batılı entelijansiyanın namuslu zekaları, namuslu bilinçleri ve namuslu kalemleri suçlanan, toprakları işgal
edilen İslam dünyasının Müslüman entelijansiyasına kendilerini olduğu gibi tanımlama firsatı verecekler ve bu tanımlara saygı duyacaklardır.
Tartışmanın özgürce yapılacağı günleri, barikatlar karşısında sorguya çekilen kimseler gibi değil, doğrudan problemi
felsefi, teolojik, kültürel boyutlarıyla da tartışabileceğimiz
özgür ortamların geleceği günlerin hasretiyle sözlerimi noktalıyorum. Beni sabırla dinlediğiniz için sizlere teşekkür ediyorum.
JUNI / HAZİRAN 2010
/ 23 /
se m p oz y um
Prof. Dr. Mahmut Erol Kılıç’la
‘Modern Müslüman’ın kimlik
bunalımı üzerine
En basitinden diyebilirim ki, modern zamanlarda kalbî bilgilenme ikincil, üçüncül konuma itilmiştir. “Kalb”
modern Müslüman’ın epistemolojisinde yer almamakta ve hatta küçümsenmektedir.
İlhan Bilgü • [email protected]
eğerli hocam. Modernlik öncesi Müslümanlardan farklı olarak günümüzde
Müslüman’ın “kimlik” ile ilgili önemli bir
problemi olduğunu söylüyorsunuz. Bu
problem nedir?
“Kimlik”; sizin yer yüzü hayatınızı, fiillerinizi,
amellerinizi de etkileyen yani bu anlamda pratiğe doğru uzantısı da olan fakat hadd-i zâtında ontolojik bir
sorundur. Bir nevi “varlık” sorunudur. Sizin “ne olduğunuz”, “nereden geldiğiniz” ve “nereye gitmekte” olduğunuz
bilinmeden, bunlara tatmin edici bir referans sunulmadan “ne yapmakta” olduğunuz yani “eylemleriniz” manasızdır. Modernlik öncesi Müslümanlardan farklı olarak günümüz Müslümanının kendini tanımlaması, yani kimliğini sergilemesi maalesef böylesi referanslardan
kopuk bir görüntü arzediyor. Böyle olunca da “refleksif ” yani “başkasına göre” bir tanımlama geliştirmektedirler. Yani başkaları ona sen şusun deyince harekete
geçen yoksa geçmeyen münfail bir durum. Bu da bence günümüz Müslümanının problemlerinin esasını teşkil etmektedir. Şimdiki Müslümanlar da, kendi özünden, cevherinden uzaklaşma görülmektedir.
D
/ 24 /
IGMG • PERSPEKTİF
Bunun sebebi olarak neyi gösterebilirsiniz?
Maalesef, modern Müslüman aydının kimliğinin bir
refleks kimliği olduğunu itiraf etmek durumundayız. Çünkü bu kimlik, herhangi bir tepki olmadan, kendi başına bırakılarak oluşmuş bir kimlik değildir. Bir manada
modern müslümanın kimliği “ötekinin”, Fanon’un tabiri ile “işgalcinin”, “tecavüzkar”ın veyahut Hegel’in tabiri ile “efendinin” tanımlamasından etkilenmiş bir kimlik olarak ortaya çıkmaktadır. Bunun içindir ki, modern
Müslümanın geliştirdiği kimliklerin çok otantik, çok sahih geleneğe tâbi kimlikler olduğu kanaatinde değilim.
İslam tefekkür tarihinin referans noktalarına sahip gözükmeyen nev-zuhur arayışlar bunlar.
Biraz daha açarsak?
En basitinden diyebilirim ki modern zamanlarda kalbî bilgilenme ikincil, üçüncül konuma itilmiştir. “Kalb”
modern Müslüman’ın epistemolojisinde yer almamakta ve hatta küçümsenmektedir. Modern Müslüman, sırf
hukuki terminolojiyi öne çıkaran bir din anlayışını sergilemeye başlamıştır. Sadece “yecûz, la yecûz” (câizdir, değildir) kategorik mantığı üzerine kurulan bir İslam kimliği yeni bir oluşumdur. Oysa hepimiz bilmekteyiz ki,
İslâm inancının genel manada referanslarının yüzde 20’sini geçmez hukuki referanslar. Hukukun, ahkâmın temsil ettiği alan, İslâm anlayışının yüzde 18-20 civarına tekabül eder iken “tezekkür”, “tedebbür”, “tefekkür”,
“ta’akkul” konularındaki ayetler, hadisler ve bunlara istinad eden İslam tefekkür tarihi daha büyük bir yekün
işgal eder. Günümüzde özellikle bazı Müslümanlar “İslâm eşittir İslâm hukuku” anlayışına gelmişlerdir. Bana göre bu durum, öteki ile kendini tanımlamanın patolojik bir sonucudur. Özellikle yüzyılın başından beri
Ortadoğu’dan İslâm dünyasına yayılan bir tür din anlayışı vardır ki ben bu anlayışa “ Yahudivari İslam anlaşıyı” diyorum. Bilindiği gibi Yahudi dininin sadece hukuka referanslı(Halakaik) bir din haline gelmesi, irfan
ve hikmetten uzaklaşması neticesinde muslih olarak Hz.
sem p oz y um
İsa gönderilmiştir. Özellikle talmudik gelenekten sonra
aşk ve hikmet boyutundan uzaklaşan bu yapı salt hukuk
vurgusunun sonucunda çağımızda “siyonizm” politik anlayışını üretmekle sonlanmıştır. O da “bir toprak ve taş
parçası olmazsa veyahut bir ritüel şekli olmazsa ben hakiki dindar olamam” anlayışına sahip bir “yanlış dindar
tipi” üretmiştir. O dindar tipi de bu gaye için her türlü
zulmü, işkenceyi öteki (goyim) üzerinde tatbik etmeyi mübah görmüştür. İşte bu işgalcinin “yanlış din zihniyeti” bir
hançer gibi ortasına saplandığı İslam dünyasında bana göre belki de farkında olmadan köklü İslâm anlayışını, bu
tarz Yahudi din anlayışına dönüştürmüştür. Hatta bu yapı ile politik manada mücadele içerisinde olan bazı Müslümanlar da farkında olmadan benzer tavırlar gelişmiştir. Yani mutlak yaptırımcı, yargılamacı ifadelerin önde
olduğu bir din anlayışı sivrilmeye başlamıştır. Bu da günümüz Müslümanının bana göre en ciddî problemlerinden birisidir. Bugün İslam
devleti kurduğunu iddia eden doğu
Afrikadaki bazı “gençler” o fakir ülkede ilk iş olarak kol kesmeye başladılar. Oralarda ve diğer buna benzer yerlerde dolaşırsanız yüzlerce kolu kesik insan görürsünüz. Bu, Hz.
Muhammed’in getirdiği İslam dini değildir. “Nasara-yensuru” okuyarak kendini din alimi olduğunu zanneden üç-beş çulsuz bunlar. Ama şunu da itiraf etmeliyiz ki bugün İslam dünyasını bunlar temsil etmektedir. Bu çulsuzlar ekonomik ve
kültürel seviyenin düşük olduğu yörelerde kendilerine kolaylıkla yandaş bulabilmektedirler. Seçkin insanlar
artık bunlara karşı sesini yükseltmelidirler.
Buna göre, sizce, eskiden fıkıh, hukuk ön planda değil miydi?
Elbette ki dini hukuk büyük resim içerisinde muayyen bir yeri olan mühim bir saha idi. Biz bunu inkar
edenlerden değiliz ama kimliği belirlemede birinci derecede hakim olan hukuk değildi, bunu söylemek istiyoruz. Bilgi hiyerarşisi alt-üst oldu. “Ayak baş – baş ayak
oldu”. Biz ananevi hiyerarşiyi yeniden tesis etmek istiyoruz. Bu meratibin her bir unsuruna saygı duyuyoruz.
Fakat sıralamayı düzeltmek istiyoruz, hepsi bu. Şeriat
– Tarikat – Marifet – Hakikat dörtlü düzeyi bizim modelimizdir. Bu modelde Müslüman kimliğini birinci derecede, ferdin Allah’a yakınlığı, kurbiyyeti, takvası, irfanı, ilmi, marifeti, iz’ânı, cömertliği, şecaati, ruh güzelliği,
şefkati, merhameti, ahlakı, efendiliği, kibarlığı, doğru sözlülüğü, elinden dilinden belinden güvenilir kişi oluşu gibi hususiyetler belirliyordu. Şimdi ise bu kavramlar ra-
fa kalktı. Yerine başka kıstaslar geldi. Tabii ki sonuç ortada. “Görünür kişinin rütbesi eserinde” demişler. O kadim Müslümanların kimliğini belirleyen bu ontolojik
ve varoluşsal keyfiyetler sonuçta onların yapıp ettikleri
şeyleri de, eylemlerini de etkiliyordu. Yani buna bağlı
olarak kurdukları medeniyetlerde bu kimliğin izlerini
görmek mümkündü. Orta çağlarda Müslümanlar bütün dünyada yazdıkları eserlerle, yaptıkları sanatlarla tanınan bir kimliğe sahiptiler. Modern Müslümanlar, bu
neviden ortaya bir şey koyamadıklarından dolayı, başka bir kimliklerle tanınmak durumunda kalıyorlar. İbn
Arabi’yi, Mevlana’yı, Yunus Emre’yi, Gazzali’yi, İbn Sina’yı üretebiliyorsanız evrensel, kuşatıcı bir kimliğiniz
var demektir sizin. Taj Mahal’i, El-Hamra’yı, Süleymaniye’yi
inşa edebiliyorsanız muhteşem bir kimliğiniz var demektir.
Bir sultanınız, yani bir siyasi lideriniz muazam bir peşrev, bir Mevlevî ayin-i şerifi bestelebiliyorsa işte o zaman o lider alemşumul manada, global manada bütün insanlığa bir tehdit değil bir rahmet olacaktır. Ama bunlar üretilemediği,
sanatta, şiirde, edebiyatta, estetikte bir varlık ortaya konulamadığı zaman, ister istemez birileri sizi,
kendi karşısına alarak aksül-amel
bir hareket, refleksif bir hareket haline getirip kendi düşünce tarzı ve
metodolojisini size yansıtarak, sizi de kendine benzetecektir. Oysa
Cenab-ı Allah Kur’an’da açıkça
“onlar sizi kendilerine benzetmeye çalışırlar” demekte ve Hz. Peygamber de “onlara benzeyenler onlardandır” demekte değil midir? Anlayışımız öyle daraldı ki bu yüce sözleri dahi salt zahiri kisvede benzeşmeye hapsettik. Zihinde onlar gibi olmak mühimsenmez oldu. Neticede onlarda bu özellikler olmadığı
için, bunu kaybettikleri için siz farkında olmadan anlayışınızı bu büyük muhteşem anlayıştan, daralta daralta
sadece askerî terminoloji kullanan bir İslâm ideolojisi
haline dönüştürüyorsunuz. Oysa din ideolojiden daha
kuşatıcı manevi, spiritüel bir alandır. Bütünü görmeyen
parçaya da hakim olamaz.
Modern Müslümanın kimlik bunalımının en önemli bölümü burası olsa gerek.
Elbette ki. Böyle oluşmuş bir Müslüman kimliğinin
problemli kimlik olduğu kanaatindeyim. Geleneksel İslâmda ise, öteki ile bir kimlik bulmaktan ziyade, kendi beslendiği kaynakların ona verdiği bir kimliğin daha önde olduğunu görmekteyiz. Mesela, Osmanlıda bir
kişiye: “Evladım! Sen, hangi bahçenin gülüsün?” diye
bir soru sorulurdu. “Sen kimsin?” sorusuyla irtibatlı bir
JUNI / HAZİRAN 2010
/ 25 /
se m p oz y um
soru bu. Ama sorunun kendisinde bile bir estetik vardır. “Hangi kâmil nazarında yetiştin, hangi nefes sana
değdi de böyle kamil oldun”, demektir bu. Bunlar modernliğe tercüme edilemez. “Nefesin değmesi” ya da “bir
bahçenin gülü olmak”, modern Müslümana şiirsel, mistik ifadeler olarak geliyor. Belki de alaylı bir şekilde gülüp geçiyor. Halbuki, ananevi İslâm anlayışında hâkim
kimlik bu tarzda belirleniyordu.
Böyle bir Müslüman kimlik anlayışı olabilmesi
için, o zaman bugünkü modern kimlik anlayışı neye göre düzeltilecek?
Modern Müslümanın yapması gerekli en önemli şey
“kimliğini” öz değerleri üzerine yeniden-inşa etmesi, reconstruction yapmasının kaçınılmaz olduğunu idrak etmesidir. Ananevi hiyerarşiyi ihya etmesidir. “Ananevi”yi
de lütfen doğru anlayalım. Mesela
Mevlanâ’nın meşhur pergel benzetmesini, metaforunu ele alalım. Bu
misalde pergelin bir ayağı sabittir. Öbür
ayak ise hareketlidir, 72 âlemi dolaşıyor. Bugün modern Müslümanın
en büyük problemi bu tavrı tutturamamasıdır. Ya pergelin iki ayağı birden bir yerde sabit, hiç bir yere hareket edemiyor ki bu da nasçılığa, doğmatizme, fundemantalizme yönelimin kaynağıdır. İki ayağı sabit bir anlayış. Yorum yok, fikir yok, hiç bir şey
yorumlayamazsın. Ya kabul ya da retten ibaret. Öbür taraftan bazı modernist Müslüman aydınların yaklaşımlarında olduğu gibi, pergelin iki
ayağı birden öylesine hareketli ki, bir
rüzgar esiyor buraya bir rüzgar esiyor oraya gidiyor. Bu kişilerin bir sabitesi olmadığı için olaylar karşısında
ne yapacakları belli olmuyor. Bu aydınları takip eden gençler de yoruluyorlar, acaba seneye
nereye gideceğiz?, diye soruyorlar. Oysa ki insan ömrü çok
sınırlı. Bizim bu sınırlı ömrümüzde hikmeti rasyonel çıkarımlarla, söz dalaşlarıyla ve deneme yanılma suretiyle
elde etmemiz çok zor. “Kime Hikmet verildiyse..” ayetinde olduğu gibi “Hikmet” alınacak bir şey değil verilecek bir şey. O zaman yapılması gereken şey o verilişin ön
“hazırlığını” yapmak.
Ama bu sabiteleri belirleyen şey Kur’an ve Sünnet
değil mi ve bu sabiteler orada bazen fıkıh olarak karşımıza çıkmıyor mu?
Daha evvel söylediğimiz gibi ananevi anlayışta İslam
dini dörtlü merhalede ele alınır. Bu 4 merhalenin her birinin de 10 altbaşlığı bulunur. Buna 4 kapı 40 makam denilir. Üstelik dahasını söyleyeyim bu orijinal yapı sadece
İslam dininde muhafaza edilmiştir. Zaten bana göre bir
rüçhaniyeti varsa o da bu noktadadır. Tabii ki bu model-
/ 26 /
IGMG • PERSPEKTİF
de her alt merhale bir üsttekinin denetimi altındadır. Üsttekine ise alttakinin içinden geçilir. Görüldüğü gibi her
şeyin yeri belli. Bu şemadaki bir bozulma bilgide keşmekeşi
doğurur. Dinler tarihi bir uçtan diğer bir uca salınan bu
sarkacın tarihidir. Kimisi uç zahirizme diğeri uç batınizme kaçar. Ortasını tutturabilmek “ümmeten vasatâ”nın
imtiyazıdır. Bu dörtlü yapıdan dolayı İslâm dininin kavramsal manada bir problemi yoktur. Ortada mevcut ve
müşahhas bir kitap bulunmaktadır. Kaynağa, yani asla dönüş noktasında bazı dinler, “nereye döneceğiz?” sorununu yaşamaktadırlar. Sahihlik, otantiklik problemi önlerindeki en önemli problem olarak durmaktadır. Bu dinlerde hangi kavramsal şemayı kullanacağız sorunu var iken
Müslümanların problemi daha çok konjunktüreldir, metod problemidir. Otantik kaynak bulma sorunu yoktur.
Sadece zihniyet ve anlam kayması
olmuştur. Bana göre Müslümanların rücû edeceği otantik anlam haritaları, ârifler eliyle, Muhyiddin-i Arabî, Hâfız-ı Şirâzî gibi veli/fakihler
eliyle tarif edilen anlam haritalarıdır. Bu vesile ile günümüz şiasındaki
velâyet-i fakîh anlayışının bile bu kimselerden devşirilmiş bir kavram olduğunu hatırlatmak isterim. Tabii ki
fakîhin veliliği kalmayınca zalim bir
despot haline dönüşür.
Asrın başına gelinceye kadar değişik coğrafyalarda oluşturulmuş
İslam medeniyet nümunelerinin
üzerine dayandığı düşünsel model
hep bu model idi. Vaktimiz olsa detaylara inerek örnekler verilebilirdik. Demek ki birinci merhale olan
“şeriat” mertebesini üst 3 merhalenin denetimine vermek gerekiyor.
Bu üst denetim olmazsa rahmet yerine zahmet olur. Bu vesile ile pek mühim bir şey daha
hatırlatmakta fayda mülahaza ediyorum. Asli manada “fıkh”
kelimesi “derin anlayış” demektir. Sathi, yüzeysel anlayışın yanında “derin” anlayışın da olduğunu biz bu kelimeden anlıyoruz. Bu kök manasında “fıkh” aslında tasavvuf ilminin mevzusunu bize vermektedir. Asr-ı saadette malum “tasavvuf ” kelimesi kullanılmazdı. O ilmin
adı o zaman o değildi. Peki neydi nerseniz “tefakkuh” yani derin anlamak derim. “Allah bir kimseye hayır murad
eder ise onu dinde fakîh kılar” sözünü “hukukçu kılar” diye tercüme etmek her mezhepten günümüz İslam hukukçularına büyük gurur verir. Yalnız bu gurur hatalı bir
tercümeye dayalıdır. Doğru tercüme “onu dinde derin anlayış sahibi kılar” olmalıdır. O zaman bu sözün işaret ettiği ilim dalı değişmektedir. Bizim söylemek istediğimiz
bu yanlış tercümelerle İslam’ın irfanî, tefekkürî ve tedebbürî
yönünün hakkının gaspedilmesine itirazdır.
sem p oz y um
Avrupa’da Müslüman için
kimlik çok önemli
Sempozyuma ABD’den katılan ve Rode Island College öğretim görevlisi olan Prof. Dr. Pamela Irving-Jakson ile Avrupa’daki Müslümanların kimlik arayışı üzerine konuştuk. Jakson, gözlemlerine binaen IGMG camiasını şöyle değerlendirdi: Burada tanıştığım arkadaşlar ve onlar gibi iyi eğitim
almış ve ne yapmak istediğini iyi düşünen birçok genç iki
kimlik arasında tercih yapmak yerine kendilerine yepyeni“melez” kimlikler bulacaklardır. Bu kaçınılmaz birşey. Çünkü çok
kabiliyetliler ve bu kadar yetenekli ve entellektüel birikime
sahip olan insanlar, yaşamın kendilerine sunmuş olduğu imkânları muhakkak değerlendireceklerdir.
Aydin Süer • [email protected]
ayın Hocam, isterseniz sempozyumda işlenen konuyla başlayalım. Sizce kimlik, Avrupa’da yaşayan Müslümanlar açısından niçin önemli bir konu?
Bunun iki sebebi var bence. Birincisi yeni nesillerin yetişmesi ile alâkalı. Yani dünyanın her yerinde olduğu gibi Avrupa’daki Müslüman gençler de “ben
annemden ve babamdan farklıyım” düşüncesine sahipler. İkincisi ise Avrupa toplumu tarafından kabul edilmemiş olma hissi. 20-25 yaşlarında, en dinamik, en üretken çağlarını yaşayan bir genç düşünün. Bu genç kendisini bir Avrupalı olarak görse dahi Avrupa toplumları ona hâlâ bir yabancı gözüyle
bakıyor. Sınırlandırmalar getirerek onun hayatta başarılı olmasını engelliyor. Bunun da tabii ki olum-
S
suz etkileri olabiliyor. Avrupa kendisini bu yetenekli
gençlere açmak zorunda çünkü bunu yapmadığı taktirde bu insanlar kendilerine, yeteneklerini değerlendirebilecekleri başka alanlar bulacaklardır. İşte bu
da onların kimliklerinin şekillenmesinde önemli bir
faktör olacaktır.
Peki sizce Müslüman gençler iki kimlik arasında bir tercih yapmak zorundalar mı?
Burada tanıştığım arkadaşlar ve onlar gibi iyi eğitim almış ve ne yapmak istediğini iyi düşünen birçok genç iki kimlik arasında tercih yapmak yerine
kendilerine yepyeni “melez” kimlikler bulacaklardır.
Bu kaçınılmaz birşey. Çünkü çok kabiliyetliler ve bu
kadar yetenekli ve entellektüel birikime sahip olan
insanlar, yaşamın kendilerine sunmuş olduğu imkânları
muhakkak değerlendireceklerdir. Ancak bunu yaparken
kendi kültürlerini de ihmal etmeyeceklerdir. Tabii
bu biraz da annelerin ve babaların gençlerin önlerini açmasıyla ilgili bir husus ama aileler bunu zaten yapıyorlar.
Gençler, hayatlarına anne ve babalarından farklı bir yol çizse bile onları ailenin desteğinden mahrum bırakmıyorlar. Hattâ çocukları bir engel ile karşılaştığında müdahale edip ona o engeli aşmasında
yardımcı oluyorlar; ve görebildiğim kadarıyla bu vazifeyi sadece aileler değil Müslümanlar topluca
üstlenmiş durumda.
Öyleyse hocam, bu gelişmeleri ve özellikle yeni
kimliklerin oluşmasını, sempozyumda da sık sık gündeme gelen “ötekileştirme” açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kendimden örnek vereyim. Ben bir Amerikalıyım ama bir dedem ve ninem Yunanlı, diğer dedem
ve ninem ise Portekizli. Yani ben Portekizli, Yunan,
hattâ daha da geriye gittiğimizde biraz da İrlandalı, İngiliz ve İskoç olan biriyim. Baklava yapmasını
bilirim fakat aynı zamanda doktoram var ve profesörüm. Bir gün ninemin yanında üniversiteden yakındığımda bana dönüp “Sen bu işi yapabilecek mi-
JUNI / HAZİRAN 2010
/ 27 /
se m p oz y um
sin yapamayacak mısın?” diye
lerini bir tercih yapmak zorunÇok ağır bir ifade olacak belki ama posormuştu. Ben de “evet” deyince
da hissetmiyorlar aslında. Ancak
litikacılar çıkar elde edemeyecekleri şey“o halde sızlanıp durma, git yap”,
politik söylemlere baktığımızda
demişti. Az önce de söylediğim
bunun yeterince dikkate alınleri yapmazlar genelde. Burada konuşgibi, önceki nesiller gençleri desmadığını görüyoruz. Politikatuğum bazı arkadaşlar Avrupa’da duruteklemeye hazır aslında, yeter ki
cılar bu gerçeği kabullenmekte
onlar hayatta başarılı olmak için
niçin bu kadar zorlanıyorlar sizmun kötüye doğru gittiğini, Müslüçaba sarfetsinler. Bu durumda “ötece?
manların çok sıkıştırıldığını söylediler. Ama
kileştirme”nin çok da önemli bir
Kendilerini bu insanlara karhusus olduğunu düşünmüyorum.
şı sorumlu hissetmedikleri için.
bence bu, eski rejimin sonunun geldiğiTabii ki ötekileştirme belli bir ölBir menfaatleri yok çünkü. Çok
ni gösteriyor. Bakın, karşınızda oldukça
çüde hep olacaktır. Gençler “ben
ağır bir ifade olacak belki ama pogenç bir nüfus var. Bunlar yaşadıkları ülannem ve babam gibi değilim” delitikacılar çıkar elde edemeyediklerinde bir anlamda anne ve
cekleri şeyleri yapmazlar genelkelerin vatandaşlığına giriyorlar ve artık
babalarını ötekileştirmiş oluyorde. Burada konuştuğum bazı arburada kalıcı olduklarını söylüyorlar.
lar zaten. Ama bu çok doğal ve
kadaşlar Avrupa’da durumun köbütün gençlerin yaptıkları bir
tüye doğru gittiğini, Müslüşey. Azınlık konumunda olan
manların çok sıkıştırıldığını söygençlerin durumu biraz farklı
lediler. Ama bence bu, eski rejiolabilir çünkü onların üzerinde
min sonunun geldiğini gösteriçoğunluğun baskısı da var. Fakat
yor. Bakın, karşınızda oldukça genç
bu çocukların da ana dillerini ve
bir nüfus var. Bunlar yaşadıklaailelerinin örf ve adetlerini korı ülkelerin vatandaşlığına giriruduklarını görüyoruz. Burada bayorlar ve artık burada kalıcı olşörtüsünü veya başörtüsü gibi
duklarını söylüyorlar. Burada
eğitimlerini alıyorlar, iyi iş sahipleri
sürekli tartışılan şeyleri kastetoluyorlar, evlenip çoğalıyorlar.
miyorum.
Birileri bu gelişmeyi çok tehliMesela Çinli Amerikalılara
keli bulabilir ve buluyor da nibaktığımızda, ki bu konuda çok
tekim. Egemen kültüre mensup
şeyler yazıldı, Çinli Amerikalıların
olan gruplar, ötekinin git gide güççocuklarının okulda çok başarılendiğini, yasal yollardan hak
lı olduklarını görüyoruz. Bu çotalep etmeye başladığını ve sonuç
cuklar Çinceyi çok iyi konuşuitibariyle toplumda daha etkili bir
yorlar, Çin yemekleri yiyorlar ve
konuma geldiğini sezdiğinde,
bütün adet ve görenekleri muonun önünü kesmek için ellehafaza ediyorlar ama aynı zamanda
rindeki bütün imkânları seferber
okulda karneleri hep pek iyi. Yaedeceklerdir tabii ki; yeni yasani evde Çinli olmak ile okulda
lar çıkaracaklardır, sınırlamalar getireceklerdir vs.
Amerikalı olmak arasında bir çelişki yaşamıyorlar.
Siz bunu yazılarınızda “göç politikalarının gü“Ben kimim?” sorusunu sorma gereği duymadan iki
venlik eksenine kayması“ şeklinde adlandırıyorsukültür arasında gidip gelebiliyorlar.
nuz. Bu süreci biraz daha açabilir misiniz?
Buradan şunu anlıyoruz: bir insanın kendi kül1970’li yılların öncesine baktığımızda göç alan
türüne sıkıca bağlanmasında hiç bir sorun yok, yeülkelerin bunu sadece ekonomik sebeplerden dolater ki bu bağlar esnek olsun. Dışarıdaki gelişmeleyı yaptığını görüyoruz. Fransa’yı örnek alalım. Franre ayak uydururken içeriyi de kaybetmemekten
sa’da, gelen insanların kalmaları ve Fransız olmalabahsediyorum. Bu süreçte ötekileştirmeler de oları isteniyordu aslında. Yani bundan 30 yıl öncesine
bilir tabii ki. Ama iki grup arasına duvarlar örülmediği
kadar göç ekonomi ile alâkalı bir konuydu. O yüzsürece bunda bir sorun yok bence.
den “daha fazla insan çağırmalıyız” düşüncesi hakimdi.
Avrupa’da yaşayan Müslümanlara tekrar döneGelen insanların kalması veya geri dönmesi o kacek olursak, yıllardır bilim adamları özellikle genç
dar önemsenmiyordu; güvenlik sorusu ise hiç günnesillerden bahsederken yeni kimliklerin ortaya
demde değildi diyebiliriz.
çıktığını söylüyorlar. Yani farklı kimlikleri içinde baAncak şimdi durum çok farklı. Bugün göç ne yarındıran ve hatta bağdaştıran “melez” kimliklerin oluşzık ki tamamen bir güvenlik sorunu olarak algılatuğunu söylüyorlar. Dolayısıyla bu gençler kendi-
/ 28 /
IGMG • PERSPEKTİF
sem p oz y um
nıyor. Buraya gelen insanların topToparlayacak olursak göç poİnsanları eğitme ve topluma kazandırma
luma zarar verdiği ve Avrupa
litikalarının güvenlik eksenine kayişlevini görmeleri gerekiyor. IGMG’nin daiçin büyük bir tehdit oluşturduması herşeyden önce göçmenleğu düşüncesi giderek yaygınlaşırin suç işlemeye ve terörizme daha verimli çalışabilmesi için Avrupa’da bir
yor. Bununla sadece terörizm
ha meyilli olduğu zannına dayaMüslüman olarak yaşamanın getirdiği sokastedilmiyor elbette, aynı zanıyor. Böyle olunca ne yapıyormanda “kültürümüzü tehdit edisunuz? Yeni yasalar çıkararak
runların arkasına düşmesi ve çözüm üretyorlar” da deniliyor. Yani göçsuçsuz insanları suçlu konumumesi gerekiyor. Görebildiğim kadarıyla
menlerin, hakim kültürü değişna düşürüyor ve onları cezalantireceklerine dair bir endişe, bir
IGMG bu inceliği yakalamış durumda ve bu
dırıyorsunuz. Bu da tabii ki istakorku söz konusu. Buna benzer
tistiklere yansıyor. Sonuçta – ceyönde ilerliyor zaten. Bununla birlikte hak
gelişmelere biz ABD’de de şahit
zalandırmadıklarınız da dahil
talep etmek ve hakkını aramak da çok önemoluyoruz. Aşağı ırklar olarak niolmak üzere – bütün göçmenler
telendirilien Çinlilerin ve Jabirer potansiyel suçlu olarak alli; her ne kadar “bu toplumda size yer yok”
ponların, Amerikan kültürünü
gılanmaya başlanıyor.
denilse de.
yozlaştırdığı söyleniyor mesela. YaBu durumda Avrupa’daki sini bizim de çok kötü bir tarihivil toplum kuruluşlarının ve tamiz var diyebilirim.
bii ki IGMG’nin yakın gelecekİşte benim, yazılarımda “güteki görevleri ne olacaktır sizce?
venlik eksenine kayma” derken işaİnsanları eğitme ve topluma
ret ettiğim nokta burası. Bu ve bukazandırma işlevini görmeleri
na benzer korkulardan hareketgerekiyor. IGMG’nin daha verimli
le yeni yeni yasalar çıkarılıyor, yaçalışabilmesi için Avrupa’da bir
ni bugüne kadar suç olarak göMüslüman olarak yaşamanın gerülmeyen birçok şey birdenbire suç
tirdiği sorunların arkasına düşoluveriyor.
mesi ve çözüm üretmesi gerekiDolayısıyla aslında masum
yor. Görebildiğim kadarıyla
olan göçmenler bu yasaların yüIGMG bu inceliği yakalamış
rürlüğe girmesiyle birlikte suçlu dudurumda ve bu yönde ilerliyor zarumuna düşmüş oluyorlar. İstaten. Bununla birlikte hak talep ettistiklere baktığımızda, göçmenmek ve hakkını aramak da çok
lerin işlediği suçların %90’ının
önemli; her ne kadar “bu toplumda
resmi evraklarla ilgili ihlaller olsize yer yok” denilse de.
duğunu görüyoruz. Fakat ne yazık
Hocam, birkaç gündür
ki gazeteler bunu gözardı edip suç
IGMG’nin misafiri olarak Aloranının büyük bir kısmının göçmanya’da bulunuyorsunuz. Bumenlerden kaynaklandığını iddia
rada sanırım birçok kişiyle taediyorlar. Halbuki resmi evraklarla
nışma imkânınız olmuştur. Son
ilgili ihlalleri çıkardığımızda göçmenlerin yerlilerden
olarak insanlara iletmek istediğiniz veya onlarla payçok daha az suç işlediğini görüyoruz. Bu özellikle ilk
laşmak istediğiniz birşey var mı?
nesil için geçerli. Çocuklar biraz daha yerlilere benBuraya geldiğim ilk günden beri gençlerin enzedikleri için onlarda bir artış var ancak buna rağmen
tellektüel birikiminden, heyecanlarından, coşkularakamlar yerlilere göre daha düşük.
rından ve organize kabiliyetlerinden son derece etHiç unutmuyorum, 2001 yılında Alman bir
kilendim. Düşünün, bu insanlar Avrupa’nın dört bir
meslektaşım bana Almanya’da yaşayan yabancılaryanından buraya gelmişler ve kimlikleri ile ilgili sola ilgili bazı veriler göndermişti. Ben de ona “bak,
ruları tartışıyorlar. Havaalanında arabaya bindiğim
bunlar hep küçük ihlaller” demiş yabancıların ve azınandan bu yana anladım ki böyle bir topluluğun balıkların daha çok suç işlediği iddiasının yanlış olduğunu
şarısız olması çok zor. Burada yapılmak istenenlesöylemiştim. İnanın, bunu kabul etmekte o kadar zorrin muhakkak dışarıya da yansıması ve IGMG ile
landı ki, “bu istatistiklerde bir yanlışlık olmalı” deilgili önyargıların bu şekilde bertaraf edilmesi geyip durdu. Bu düşünceler zihnine o denli yerleşmiş
rekiyor. O açıdan medya mensuplarının da bu semçünkü. Tehdit algısı da buradan kaynaklanıyor zapozyumda bulunmaları önemliydi. Burada olup biten. Bu sadece Almanya için geçerli değil, Fransa ve
tenleri gören birinin endişe duyması için herhangi
ABD için de geçerli.
bir sebep göremiyorum doğrusu.
JUNI / HAZİRAN 2010
/ 29 /
se m p oz y um
Avrupa’da çok kültürlülüğün
fay hattı: Öteki olarak İslam
Hellyer sosyal bilimlerde çok önemli bir parametre olan algıların, mitlerin ve efsanelerin bu tartışmalar çerçevesinde
Avrupalının zihinsel dünyasını ve bilincini dokuyan önemli bir unsur olduğunu iddia etmektedir. Bu bilinç Müslüman
kimliğinin öteki bir konuma yerleştirdiğini ve dolayısıyla Avrupanın yabancısı, Avrupaya ait olmayan yani “orient” olan
bir unsur olarak inşa ettiğini söylüyor.
Yusuf Yerkel • [email protected]
üreselleşen dünyada gitgide artan mikro milliyetçilik olgusu çerçevesinde bireysel, toplumsal
ve kollektif kimliklerin günlük hayatımızdaki ağırlıklarının arttığını görmekteyiz. Çok paradoksal bir şekilde küreselleşmeyle birlikte hem bireysel
kimliklerimiz aşınıyor hem de kimliklerimizin sınırları daha da katılaşıp keskinleşiyor. Bundan ötürüdür ki
modern zamanda siyasal ve toplumsal katmanlarda en
çok tartışılan konu kimlik konusudur desek yalnış bir
şey söylememiş oluruz. Özellikle son zamanlarda Avrupa’da artan muhafazakar eğilimler ışığında azınlıkların kimliklerini (özelde Müslüman kimliği) daha da sorunsal bir olgu haline dönüşmüş olması bunu teyit etmektedir. Avrupa’daki Müslümanların kimliklerinden
ötürü karşılaştıkları siyasal ve toplumsal baskılar beraberinde bir takım soruları da ortaya çıkartmıştır.
Sempozyuma İngiltere’den katılan Hişham Hellyer
tamda bu bağlamda çok önemli bir soru soruyor: Müslümanlar Avrupa‘nın ötekisi mi? Fakat, Hisham’a göre,
bu soruyu sorarken neyi sorguladığımızı tutarlı ve bütüncül bir şekilde ortaya koymamız gerekmektedir. Çünkü, yazara göre, bu soru beraberinde bir takım olguları
daha ortaya çıkıyor. Bu soruyu sorarken bizler Avrupa’daki
K
/ 30 /
IGMG • PERSPEKTİF
Müslümanlardan mı, Avrupa dışındaki Müslümanlardan mı, bügünden mi, geçmişten mi, gelecekten mı bahsediyoruz? Yukardaki temel soru sadece Müslümanları ilgilendiren bir soru mu yoksa bu Avrupa’nın bir sorunu mu?
Hişham’a göre bütün bu sorulara bütünsel bakıldığında aslında bizleri tek bir noktaya sevkediyor ki, o da
biz Avrupa’lı olarak kimiz, sorusudur. Çok farklı bir şekilde Hellyer, Müslüman kimliğinin Avrupa’daki konumundan ziyade Avrupa’nın kim ve hangi değerler üzerinde inşa edildiğini sorguluyor. Zannedersem hem Müslümanlar hem de özelde Avrupalılar bütün bu kimlik
tartışmaları ekseninde çok önemli olan bu soruyu
unuttular. Dolayısıyla Müslümanlar Avrupa’nın ötekisi mi, sorusunu sorduğumuzda aslında bu noktaya temas ediyor olmamız gerekmektedir.
Hellyer sosyal bilimlerde çok önemli bir parametre
olan algıların, mitlerin ve efsanelerin bu tartışmalar çerçevesinde Avrupalının zihinsel dünyasını ve bilincini dokuyan önemli bir unsur olduğunu iddia etmektedir. Bu
bilinç Müslüman kimliğinin öteki bir konuma yerleştirdiğini ve dolayısıyla Avrupa’nın yabancısı, Avrupaya
ait olmayan yani “orient” olan bir unsur olarak inşa ettiğini söylüyor. Fakat Müslümanların Avrupadaki tarihleri
incelendiğinde Müslümanlar Avrupa’nın çeşitli bölgelerinde, İtalya, Polonya ve İspanya gibi ülkelerde yaşamış ve Avrupa’nın bugün ulaşmış olduğu medeniyet anlamındaki kazanımlarında önemli rol oynamıştır. Fakat
yazar Avrupa bilincinin bunu zihinsel olarak kabul etmediğini ve Müslümanların Avrupa’nın tarihindeki rollerinin yeteri kadar gündeme getirilmediğini iddia etmektedir.
Bu anlamda Hisham’in bu gerçekliğe vurgu yapmasının
19.yüzyılda ivme kazanan Oryantalist çalışmalarının etkisinin hala devam ettiğini ortaya koyması bakımından
önemli olduğunu düşünüyorum. Bana göre bunun arkasında yatan sebebin çoğunlukla oryantalist çalışmalara dayandığını söylemek gerek. Çünkü Silvestre Sacy,
Renan gibi oryantalistler köklerini felsefeden çıkardığı bir bilimsel metodun aracılığı ile Doğu’nun Batı’ya
sem p oz y um
eşit olmadığı iddiasında buluntiği nokta Avrupada gittikçe yoHellyer’e göre Müslüman kimliğinin
maktadırlar. Müslümanların da
ğunlaşan sekülerleşme sürecinin
Avrupa’nın ötekisi olarak algılanmaDoğu’nun bir parçası olması gerçeği
beraberinde Müslümanlara karşı bir
bu zihinsel red edişi daha anlaşılır
ötekileştirme zemini geliştirmiş
sında tarihsel unsurun rol oynadığıkılmaktadır. Diğer taraftan klasik
olmasıdır. Müslümanların devletin
nı ve Avrupa’nın ben-idrakinin kar19.yüzyıl oryantalist çalışmalarınişlevsel olarak sekülerleşmeye kardan farklı olarak, 20. yüzyılın son
şı olmadıklarını fakat sekülerleşmenin
şıt bir öteki ile inşa edildiğini iddia
çeyreğinde tekrar ivme kazanan
zamanla kamu alanına ve hatta özel
etmektedir. Bunun böyle olmasındaki
İslamiyet çalışmaları Batı-dışı bir
hayata doğru kayması Müslümanmeydan okuma olarak İslami uyaların bu ötekileştirme sürecinin
unsur ise medeniyetlerin kendi bennışın yarattığı bir huzursuzluğa
yoğun bir öznesi olmasına sebeb olidrakini inşa ederken başkasına nevurgu yapmaktadır ki, bu da Hişmuştur. Müslümanların kamu alagatif anlamlar yükleyerek inşa etme
ham’in belirttiği gibi Avrupa’nın zinında dinin gerektiği bir şekilde yahin dünyasında ve bilincinde var olan
şama mecburiyeti, yazara göre, topeğiliminde olması olduğunu söylemitlerin ve efsanelerin ne kadar orlum içerisinde çatışmayı körüklemektedir.
yantalist kanaldan beslendiğini ve
yen bir unsur olarak ortaya çıkmıştır.
İslami unsurların dışlanışının sosAvrupada aydınlanmayla birlikte başyo-psikolojik altyapısını oluşturlayan bu sekülerleşme süreci sonucu
duğunu göstermektedir.
dinin siyasal ve toplumsal hayattaHellyer’e göre Müslüman
ki rolünün azalması gerçeğinin
kimliğinin Avrupa’nın ötekisi
Müslümanlar üzerinde de uyguolarak algılanmasında tarihsel
lanmak istenmesi bu çatışmayı deunsurun rol oynadığını ve Avrurinleştirmiş ve ötekileştirmeyi Avpa’nın ben-idrakinin karşıt bir öterupalılar gözünde haklılaştırmasıki ile inşa edildiğini iddia etna zemin hazırlamıştır. Yazara gömektedir. Bunun böyle olmasınre, burada var olan paradoks, Avdaki unsur ise medeniyetlerin
rupa’nın övgüyle vurgu yaptığı din
kendi ben-idrakini inşa ederken
özgürlüğü olgusunun Müslümanbaşkasına negatif anlamlar yüklar söz konusu olduğunda objektif
leyerek inşa etme eğiliminde ololarak uygulanmaması ki, bunun örması olduğunu söylemektedir. Bu
neğini Fransa’daki başörtüsünün
ötekileştirme, yani bir başkası
okullarda yasaklanması karşısında
olmama, benzememe olgusu, asbu evrensel değerlerin savunucusu
lında kendisinin ne olduğuna darolündeki kurumlardan herhangi bir
ir soruyla yüzleşmemek için bir kakınamanın gelmemiş olmasıyla teçış yoludur, Hellyer’e göre. Bu anyit edilmiştir.
lamda ötekileştirme eğilimi kenBana göre Hellyer’in konuşdi öz değerlerinden devşirerek inmasının en önemli boyutu çok
şa edilmiş kimlikler ortaya çıkartmak yerine suni ve
kültürlülük nosyonunun Avrupada tam olarak oturmatepkisel bir kimlik inşasıdır.
mış olması gerçeğine vurgu yapmasıdır. Avrupa kıtasıDolayısıyla Avrupa kendi kimliğinden bahsederken
nın çok kültürlülük anlayışının çok premature olduğunegatif yollardan ve Müslüman kimliğine referans venu ve bu nosyonun Amerika’da, Kanada’da veya Avusrerek yapmaktadır. Özellikle yakın tarihimizde 1980’lertralya’daki gibi algılanmadığını ve olgunlaşmadığını idden beri meydana gelen çeşitli olaylar, Irak savaşı, Bosdia etmektedir. Avrupa kıtası son 50 yıldır demografik
na krizi ve Filistin çatışması gibi unsurlar Müslümananlamda geri dönülmesi mümkün olmayan yoğun bir
lar içerisinde belli bir kızgınlık meydana getirmesi sodönüşüm geçirmektedir ve bu gerçek Avrupa’ya bir annucu Avrupadaki Müslüman unsurunun farklı algılanlamda travma etkisi yapmıştır. Yazara göre Avrupa’yı inmaya başlanmasına sebeb olmuştur ki, Hellyer’e göre bu
celerken bu gerçeği göz ardı etmek, yaşanan ötekileşfarklı algılama Müslümanlara karşı bakışı ırksal bir zetirmenin arka planına nüfuz etmemize engel teşkil edeminden dinsel bir zemine doğru kaydırmıştır. Bu bağcektir çünkü kıta Avrupası tarihsel olarak farklılıkları
lamda Hişham Müslümanların Avrupadaki konumukabul etme eğilimine sahip olmamıştır.
nu Yahudilerin soykırım öncesi dönemindeki dışlanmışlık
Hellyer’a göre diğer önemli bir nokta ise Avrupa’nın
olgusuna benzetmektedir.
dinsel ayrımcılığının ırksal ayrımcılık kadar önemsenİkinci olarak, Hellyer de özellikle dikkatimizi çekmediği ve bununda Müslümanlar bağlamında sorunlar
JUNI / HAZİRAN 2010
/ 31 /
se m p oz y um
çıkardığı gerçeğidir. Avrupada ilginç
sorusu, Hellyer’in de haklı olarak
Hisham Hellyer, Avrupa’nın kollektif kimlibir şekilde dini inancından dolayı
vurgu yaptığı gibi, temelde yeni bir
ğini oluşturan prensipler ve değerlerin buayrımcılık yapılmasının kabul editarih okumasını gerekli kılmaktagüne kadar çok kültürlülük testini geçemediğini
lebilir olmasına karşın ırkından
dır. Bu yeni tarih okuması oryandolayı ayrımcılığa maruz kalmanın
talist bir zemin üzerinden değil, inve Avrupa olarak bunu aşmak içinse tekrar
kabul edilemez bir olgu olduğunu
sanlık tarihi boyunca çeşitli medeyeni bir tanımlamanın kaçınılmaz olduğusöylemektedir. Kendisi Avrupa
niyetlerin insanlığa katmış olduknu
iddia
etmektedir.
Ona
göre
bu
süreç
koKonseyi’nin bazı üyeleriyle yaptıları değerlere vurgu yaparak inşa edilğı bir görüşmede, neden dini aymesi gerekmektedir. Avrupa merlay olmayacaktır, çünkü 11 Eylül terrör
rımcılık üzerine yeteri kadar gidilkezli bir tarih okuması, Huntingolaylarından sonra Müslümanlara bakış
mediği sorusuna karşılık, bu soruton’in veya Fukuyama’nın tarihin sonegatif yönde etkilenmiş ve Avrupalıların zinun o kadar da önemli olmadığınu tezinde yapmış olduğu gibi,
na dair bir cevapla karşılaştığını betoplum içerisindeki farklılıkların dahinlerinde Müslümanların içerisinde batılirtmektedir.
ha da derinleştirmesi ve ötekileşya karşı savaş başlatanların var olduğu
Bu sebeble Hisham Hellyer, Avtirmesi üzeriden bir kimlik inşasırupa’nın kollektif kimliğini oluşturan
na yönlendirmektedir. Bütün insanlık
gerçeği ortaya çıkmıştır.
prensipler ve değerlerin bugüne
tarihinin kazanımlarını ve birikadar çok kültürlülük testini geçekimlerini sadece tek bir medeniyete
mediğini ve Avrupa olarak bunu aşait kazanımlar olarak lanse etmek
mak içinse tekrar yeni bir tanımlaister istemez farklı medeniyetlere
manın kaçınılmaz olduğunu iddia
ait toplulukların geleceği birlikte inetmektedir. Ona göre bu süreç koşa etme duygusunu törpüleyeceklay olmayacaktır, çünkü 11 Eylül tertir. İslam konusunda yapılan çalışrör olaylarından sonra Müslümanmalarındaki İslami uyanışın uluslara bakış negatif yönde etkilenmiş
lararası bir tehdit olabileceği şekve Avrupalıların zihinlerinde Müslindeki önyargılı varsayım İslam üzelümanların içerisinde batıya karşı sarine yapılan çağdaş araştırmaların
vaş başlatanların var olduğu gerçeözgünlük, derinlik ve objektiflikten
ği ortaya çıkmıştır. Bu gerçek ister
uzak olmalarındaki temel sebeptir.
istemez özellikle Müslümanlara
Bu anlamda üniversitelerde
karşı ötekileştirmeyi yoğunlaştırmıştır.
okutulan kitapların müfredatları daFakat yazar burada özellikle şu
ha kucaklayıcı ve farklıkları bir
noktaya vurgu yapmaktadır. 11 Eyzenginlik olarak telakki eden bir unlül sonrası yapılan tartışmalarda Müssur olarak yansıtması bu anlamda
Hellyer’in Avrupa’nın ötekileri:
lüman olgusu terör ve güvenlik
atılabilecek adımlardan bir tanesiAvrupa Müslümanları başlıklı kitabı
ekseninde ele alınmasından ziyade
dir. Aksi halde tarihini ve dolayıbu olgu yoğun bir şekilde medenisıylada bugününü ötekisine karşıt
yet düzlemine taşınmış ve tartışılolarak inşa etme geleneği devam edemıştır. Bunun sonucunda çok kritik bir sorunsal alan orcek ve entegrasyon zemini üzerinde karşı tarafı kendi
taya çıkmıştır ki, o soru Avrupalı olarak biz kimiz sokimliğine tehdit olarak görüp onu asimile etmeye, dönrusu olmuştur. Fakat bu soruya cevap arayışında Müsüştürmeye ve tek tipleştirmeye çalışacaktır. Enver Ablümanlar bu tartışmaların dışında tutulmuş ve bir özdülmalik’in ifade ettiği gibi, Avrupa’nın Avrupa merkezciliğe
ne muamelesi değil bir nesne muamelesi görmüştür. Albağlı insan merkezciliğinden vazgeçmesi gerekir ki, Avmanya’da son zamanlarda meydana gelen entegrasyon
rupadaki ötekileştirme ve onun sonucu olan politikalaile ilgili tartışmalar kapsamında özellikle İslam Konserın ayrıştırıcı unsurları yok olsun. Blokçu düşünce anlayi gibi bir kuruluşun İslam Konferansı’ndan çıkartılmış
yışından sıyrılmadıkça, Avrupadaki çok kültürlülük ololması tamda bize bu zihinsel arkaplanı ortaya koyan
gusu çok dar bir çerçeveye hapsolmaya ve toplum içeribir örnek olarak durmuyor mu? Bundan dolayı Hisham
sindeki farklılıkları zenginlik olarak değil tehdit olarak
haklı olarak cevaplanması gereken asıl sorunun Avrugörmeye devam edecektir. Müslümanlar Avrupa’nın
pa olarak biz kimiz sorusu olduğunu ve Müslümanlaötekisi mi sorusunun cevabı işte bize Avrupa’nın kendi
rın bu Avrupa’nın neresinde bulunduğuna dikkat cekben idraki ile reel sosyo-politik ve sosyo-kültürel olgumektedir..
lar araşındaki uçurumun fay hatlarını ortaya koyacaktır.
Bütün bu söylenenlerin ışığında başlangıçtaki soruBu uçurumun fay hatlarının derinliğini ise, Avrupa’nın
ya dönecek olursak “Müslümanlar Avrupa‘nın ötekisi mi?”
İslam ile hesaplaşması çerçevesinde ortaya çıkacaktır.
/ 32 /
IGMG • PERSPEKTİF
sem p oz y um
Yeni, melez ve “öteki”
kimliklerin oluşumu
Schiffauer öncelikle kimlik tanımının,“Ben kimim?”gibi kimliğe yönelik sorular ile bağlantılı olduğunu belirtti. Ona göre kimlik sorunu “ben gerçekten ben miyim” ve “ben aslında ben miyim”sorularıyla da bağlantılı olmakla birlikte günlük yaşamda sıkça sorulmaz; kişi genellikle tabiî olarak var
olduğunu düşünür.
Habibe Baltacı • [email protected]
rof. Dr. Werner Schiffauer yaptığı sempozyum
sunumunda IGMG’de “köken” (roots) ve
“rota” (routes) arayışı bağlamında “Yeni
Osmanlıcılık” (Neo-Osmanismus) ve “melezlik” (Hybridität) kavramlarına değindi.
Schiffauer öncelikle kimlik tanımının, “Ben kimim?” gibi kimliğe yönelik sorular ile bağlantılı olduğunu belirtti. Ona göre kimlik sorunu “ben gerçekten ben miyim” ve “ben aslında ben miyim” sorularıyla da bağlantılı olmakla birlikte günlük yaşamda sıkça sorulmaz; kişi genellikle tabiî olarak
var olduğunu düşünür.
Avrupa’daki Müslümanlar için ise dikkat çekici
şekilde kim veya ne olunduğu sorularının geçerli
olduğu bir durum söz konusudur. Avrupa’da
Müslümanlar için bu açık bir konu değildir ve özellikle de ikinci ve üçüncü nesil için kimlik problemlerine
neden olmaktadır: Ben bir Müslüman olarak
Avrupa’da ne yapıyorum? Bir Müslüman olarak Avrupa’da
olabilir miyim? Bir Müslüman olarak Avrupa’da nasıl kalabilirim? Ve en büyük soru bir Müslüman ola-
P
rak Avrupa’nın bir parçası mıyım?
Schiffauer bunun ardından bu soruların birbirleriyle bağlantılı olduklarını açıkladı. IGMG içerisinde 10 seneden fazla zamandan beri bu sorulara sistematik cevaplar arandığını, bugün bu konuda Avrupa’dan genel bir tasdikin mevcut olduğunu, zira din özgürlüğünün bir Müslüman’ın yasalar çerçevesinde Avrupa’da yaşamasına izin verdiğini belirten Schiffauer, bir Müslüman olarak Avrupa’da
yaşayan diğer Müslümanlara karşı da sorumlu olunduğunu vurguladı. Ayrıca, dünya dinleri arasında
eşitliği sağlamayı garanti eden seküler bir hukuk
devletine ihtiyaç olduğuna işaret eden Profesör,
Müslümanların Avrupa’daki azınlık statüsü tecrübesinin, azınlıkların korunmasının önemini ortaya çıkardığını ve anayasanın da bunu onayladığını
belirtti.
Bu genel cevapların ardından Schiffauer konuyu iki kısımda inceledi. Bir taraftan “ben aslında geldiğim yerin insanıyım” cevabı verilebilecek “ben aslında kimim” sorunu çerçevesinde Yeni Osmanlıcılık
kavramını açıkladı. Kişinin geçmişini araştırarak kökenlerini Osmanlı İmparatorluğu’nda aradığını belirten Schiffauer, Osmanlı tarihinin özel, insani ve
büyük bir geçmiş olarak değerlendirildiğini söyledi. Schiffauer, kendilerini zihni olarak büyük bir gelenek içerisinde konumlandırma eğiliminde olan insanların belli bir “güçlülük hissine” (Empowerment)
sahip olduklarını, kendine güvendiklerini ve geçmişleriyle gurur duyduklarını belirtti.
İkinci kısımda ise “melez kimlikleri” ele alan Profesör,
burada kişilerin büyük geçmişteki gerçek kimlik arayışına cevap niteliğindeki birinci soruyu yetersiz bulduğunu ve daha karmaşık bir tecrübe ile bağlılık
hissinin olmadığına işaret etti. Burada Osmanlı
İmparatorluğu’nun tarihi, kişinin onun sayesinde
korunmakta olduğu, güçlü ve güçsüz yönleriyle kendisini konumlandırdığı sıradan bir tarihi oluştu-
JUNI / HAZİRAN 2010
/ 33 /
se m p oz y um
ken. Çevirideki kendi kelimelerimiz metinde olanın çevirisidir. Çeviri aynı zamanda kaynak metin
üzerine daha derin bir
anlayış imkânı sunmaktadır.
Çeviriyle ilgili diğer bir
noktayı
ise
Prof.
Schiffauer “eksensizleştirme (de-zentrierung”
olarak gösterdi. Buna göre metinler “bir bağlamdan
diğerine, bir kültürden diğerine çevrilmektedir, aynı
bir kayıkçının eşyaları bir
nehrin bir kıyısından diğer
kıyısına taşıması gibi.
Sürekli kültürler arasında
bir hareketlilik vardır. Kişi
devamlı diğer kıyıya dışarıdan bakmakta kendisini merkezsizleştirmektedir. Önce Türk
bakış açısından Alman kültürüne, daha sonra Alman
Çeviriyle ilgili diğer bir noktayı ise Prof. Schiffauer “eksensizleştirme (de-zentriebakış açısından Türk külrung)” olarak gösterdi. Buna göre metinler “bir bağlamdan diğerine, bir kültürden
türüne bakmaktadır ve bu
dışarıdan bakışın avantajdiğerine çevrilmektedir, aynı bir kayıkçının eşyaları bir nehrin bir kıyısından diğer
ları vardır. Kişi dışarıdan
kıyısına taşıması gibi. Sürekli kültürler arasında bir hareketlilik vardır.
kusur ve tezatları çok daha iyi görebilir. Kendi kültürüne veya içerisinde bulunduğu kültüre karşı eleştirel gözle bakabilir”.
rur. Schiffauer’e göre “Burada çıkış noktası şimdiki
Tam da bu şüphe klasik konumların geleceğinzamandır, geçmiş değil. Önemli olan yolların, “rotaden olan üçüncü bir alanın (“Third-Space”) geliların” gerçekleştirilmesidir. Kişi geçmiş üzerinde cidşimine götürür. Bu da iki ve üçüncü neslin üyeledi çalışmalı ve şimdiki zaman bir fırsat sunar. Çöküş
rini ümmet istikametine yöneltir.
hali sadece bugüne mahsus değildir”.
Prof. Schiffauer son olarak kimlik arayışının, her
Schiffauer konuşmasının devamında anahtar bir
zaman doğu ve batının zıtlıklarına değil, aksine İslam
kavram olan çeviri üzerinde durdu. Çevirinin fakve Hristiyanlığın ortak yönlerini vurgulama fırsalı anlamları olan karmaşık bir süreç olduğuna işatını da sunduğunu belirtti.
ret ederek, öncelikle bir defa saf dilsel olarak Almancadan
Açık bir şekilde kıyaslanan bu iki konumun, gerTürkçeye ya da Türkçeden Almancaya veya bir düçeklikte açıkça ayrılmadığını belirten Prof.
şüncenin Türk kültüründen Alman kültürüne ya da
Schiffauer, konuşmasını şu tespitlerle bitirdi:
Alman kültüründen Türk kültürüne aktarımı ola“Özellikle 15–16 yaşlarındaki genç insanlar, sıkrak değerlendi. Çeviri hakkındaki bu yorumun, kilıkla
ilk pozisyondaki gerçeklik düşüncesinden etkilenmekteler.
şinin kendi düşüncelerinin diğer kültürde nasıl etOnlara diğer arayış çok daha zor gelir. Neredeyse Mistizmdeki
ki uyandırdığını ve hangi anlama geldiğini bilmegibi, mirası yeniden keşfetmek için açık bir arayıştır.
si manasına geldiğini belirtti
Bu adım daha çok üniversite döneminde veya daha
Diğer bir yandan çeviri, orijinalin yaratıcı şesonraki yaşamda atılır. Bu iki aşama her zaman, takilde benimsenmesinin ifadesidir. Bazen çevirilermamen veya kesin bir şekilde birbirinden ayrı değil.
de gerçekliğe daha yakın olabilmek için gerekli duBiri diğeriyle ilişki içerisindedir. Ama her zaman da
rumlarda değişiklikler yapmak durumunda kalırız,
değil.” Habibe Baltaci ([email protected])
örneğin bir metni kendi kelimelerinle ifade eder-
/ 34 /
IGMG • PERSPEKTİF
sem p oz y um
Almanya’da kimlik
politikaları ve Müslümanlara etkisi
Rommelspacher, Almanya’nın yakın tarihindeki olayların Almanya’daki göçmenlerin kimliklerine damgasını
vurduğunu belirtti. Buna göre Berlin duvarının yıkılışı
ve iki Almanya’nın birleşmesi göçmenleri için çok anlamlıydı. Bu anlamda Alman öncü kültürü ve “Alman
olmak” etrafında yapılan tartışmalarda, göçmenler
tartışmanın dışında bırakıldı.
Fatma Yilmazer • [email protected]
rof. Dr. Birgit Rommelspacher, sempozyumun ikinci gününde yaptığı konuşmasında
Almanya bağlamında Batı Avrupa’nın kimlik politikası ve bunların Müslümanlara etkisi konusunu işledi.
Müslüman karşıtı söylemlerin özellikle 11 Eylül’den
sonra tüm Avrupa’da gözlemlendiğini belirten
Rommelspacher, buna rağmen karşılaştırmalı araştırmaların Müslümanların kendilerini en az Almanya’da
kabullenilmiş hissettiklerini ortaya koyduğunu belirtti. Rommelspacher’e göre bunun sebepleri şunlar:
“Nedenlerden biri hiç şüphesiz Almanya’nın uzun
yıllardır göçmenleri gözardı eden politikası. Sürekli Almanya’nın
göçmen ülkesi olmadığı dillendirildi. Bugün ise göç büyük ölçüde kabul ediliyor, fakat bir entegrasyon baskısı var ki, çoğunlukla asimilasyondan başka bir şey değil. Diğer bir neden ise Almanya’nın etnik homojenliği vurgulayan siyasi kültürü. Bu, sonraları nazi reji-
P
minin ırkçı politikalarına kadar giden, 19. yy’daki milliyetçi eğitime kadar geri götürülebilir”
Rommelspacher’e göre Almanya’da yaşayan göçmenlerin
durumu kökenleri ile de ilişkilendirilebilir, zira Fransa
ve İngiltere’de olduğu gibi Almanya’daki göçmenler eski bir koloniden gelmediler. Çoğunluğu misafir işçi idi
ve normal göçmen ülkelerindeki gibi sınıf ayrımı mevcut değildi. Bununla beraber memleketleri ile yakın bağlantıları diğer göçmenlerden ayrılıyorlardı.
Rommelspacher, sözüedilen faktörlerin yanı sıra
Almanya’nın yakın tarihindeki olayların Almanya’daki
göçmenlerin kimliklerine damgasını vurduğunu belirtti.
Buna göre Berlin duvarının yıkılışı ve iki Almanya’nın
birleşmesi göçmenleri için çok anlamlıydı. Bu anlamda Alman öncü kültürü ve “Alman olmak” etrafında
yapılan tartışmalarda, göçmenler tartışmanın dışında
bırakıldı. İş piyasasında da göçmenler duvarın yıkılışının etkilerini hissettiler. Doğu Alman işçilere iş piyasasında öncelik verildi. Diğer bir faktör, Doğu ve Batı
Almanya’nın birleşmesinin diğer bir sonucu ise ırkçı
şiddetin ortaya çıkması oldu. Mölln ve Solingen’deki
ölümcül ırkçı saldırılar göçmenleri etkiledi. Bunlar ilk
göçmen nesiller için bir şok oldu, kendilerini dışlanmış hissettiler, hayal kırıklıkları yaşandı. Bu ırkçı saldırılar Almanya’nın geçmişinde yaşananları hatırlattı.
Buna ek olarak yaşlı bir göçmenin “Almanya’nın yeni
yahudileri olduğumuzu biliyoruz” sözlerini alıntılıyan
Rommelspracher, karşılaştırmanın elverişli olmadığını, fakat “öteki”nin gayri meşru ve entegre olmaya yeteneksiz olarak görülme anlamında etnik homojenlik
ideolojisinin halen varolduğunu vurguladı.
Bunun dışında çifte vatandaşlık örneğine yer veren, Almanya ve Avusturya dışındaki tüm Avrupa ülkelerinde çifte vatandaşlığın kabul edildiğini ifade eden
Rommelspacher, bununla göçmenlere “Alman ya da Türk
JUNI / HAZİRAN 2010
/ 35 /
se m p oz y um
olabilirsin, iki veya daha fazla vatandaş
olman mümkün değil” mesajının verildiğini söyledi.
Bu tür politika ve Almanya’nın
tarihi gelişimi göçmenlere zorluklar çıkarmasına rağmen, toplumun
çoğunluğunun nezdinde sahip oldukları
imajın göçmenler için aşılması gereken en önemli unsur olduğunu de
belirten Rommelspacher,toplumun
çoğunluğunun, ekseriyetle belirli bir
“öteki” düşüncesine sahip olduğunun
altını çizdi.
ettikleri insanlar ile kendini özdeşleştirerek, onların kimliklerinin sadece bir yanına odaklanırRommelspacher’e göre göçmenlerin
sa, bunun “Othering” düalizmiilk olarak sembolik güçlerini topne sebep olan zemini oluşturacağını belirtti. Kadın ve ırkçılıkla mülumsal güce dönüştürmeleri önemli
cadele hareketlerinde çok etkili olan
ve “Othering” e karşı en iyi savunma
bir konseptten sözeden ve bu konseptin merkezinde ortak bir hesiyasi,ekonomik ve sosyal eşitlik. Bu
defin yer aldığını ifade eden
kesin çözüm olmamakla beraber,
Rommelspacher’e göre, grup üyeönemli bir adımdır. Bu anlamda azınleri ortak hedefleri olduğu bilinci ile hareket ediyorlar fakat bulıklar kabullenilme ve toplumsal kanun yanı sıra farklı oldukları ve
tılım için mücadele etmeliler.
Kimlikler ve “Othering”
farklı kimliklere sahip olduklarıRommelspacher, “Othering”i
nın da bilincindeler.
esasen farklı olan bir toplululuğu hoBirgit Rommelspacher ayrımojen bir topluluk olarak kurgulaca konuşmasının sonunda ayrımcılık
mak olarak tanımlıyor. Buna göre topve “Othering” ile ilgili yapılabilumun küçük bir kesiminin yaptıkleceklere değindi.
ları, tüm topluma mal ediliyor.
Rommelspacher’e göre göç“Öteki” imajı kendinin tam tersi olamenlerin ilk olarak sembolik güçrak yerleşiyor.
lerini toplumsal güce dönüştürFakat “Othering”i yapanın sameleri önemli ve “Othering” e kardece toplumun çoğunluğu olmadışı en iyi savunma siyasi,ekonoğını, göçmenler arasında da aynı şemik ve sosyal eşitlik. Bu kesin çökilde bunu yapanlar olduğunu bezüm olmamakla beraber, önemlirten Rommelspacher’e göre, göçli bir adımdır. Bu anlamda azınmenler Almanları soğuk, menfaatlıklar kabullenilme ve toplumsal
perest, serbest ve ahlaki bir tehlike
katılım için mücadele etmeliler.
olarak görebiliyorlar, yozlaşmış baBir diğer hedef, düalizmin aşıltının bir örneği. Bu anlamda aileması ve çoğul kimliklerin kabul
ler çoğunlukla çocuklarının yabangörmesi için çalışılmasıdır. Arzu
cılaşması ve “Almanlaşmasından” koredilen toplumun çoğulcu hale gelkuyorlar. Her iki tarafta da dammesi, karşılıklı kabulleniş ve çogalamalar sözkonusu. Ancak sonuçları
ğul kimliklerdir.
açısından bakıldığında farklılıklar göBerlin duvarının yıkılmasınze çarpıyor. Azınlıkların “otheda sonra ortaya çıkan ırkçı şidring”i daha çok sembolik bir düzeyde kalırken, topdet Almanya’daki göçmenlerin bu şiddete tepki göslumun çoğunluğunu oluşturan kesimin “othering”inin
termesine yol açtığını, 11 Eylül ve göçmenlerin armeslek, eğitim, haklar, sosyal prestij gibi konularda sotan İslamlaşması “biz” ve “onlar” arasında bölünmemut etkileri oluyor.
yi güçlendirdiğini ifade eden Rommelspacher’e göRommelspacher’e göre sembolik gücün de bir anre, bugün işler dönüşmeye başlamış durumda. Buna
lamı var. Buna göre kimliğin belirlenmesinde etnik çogöre azınlıkların kamuoyu, siyaset ve bilim alanında
ğunluk toplumun çoğunluğunun etkin konumunu targiderek daha fazla öne çıkmaları çoğulculuğun nortışmaya açıyor. Göçmenler toplumun çoğunluğunu oluşmal olarak algılanmasına sebep olurken, bunun yanı
turan kesime çoğulculuk anlayışı ile yaklaşırken, topsıra İslam’ın varlığını kamuoyuna giderek daha fazlumun tek parçalı yapısına karşı geliyorlar.
la göstermesi bu süreci hızlandıracaktır.
Çok yaygın olan İslam karşıtı söylemler nedeniyle
Çoğul kimlikler
müslümanlara karşı hoşgörüsüzlük ve ayrımcılığın bir
Rommelspacher konuşmasında ayrıca “çoğul kimgerçek olduğunu belirten Rommelspacher, konuşmalikler” kavramına da değindi. Bir grubun belirli bir kimsını “ Ayrımcılık ve Othering” ile mücadelenin çok zor
liğine odaklanan kimlik politikası sorununu anlatan
ancak, imkansız olmadığının altını çizerek bitirdi.
Rommelspacher, şayet bir grup hakları için mücadele
Tercüme: Ömer Faruk Altıntaş
/ 36 /
IGMG • PERSPEKTİF
sem p oz y um
Yahudi ve Müslüman
azınlıklar üzerine
Prof. Dr. Michal Bodemann sempozyumda 2. Dünya Savaşı sonrası Almanya’daki Yahudilerin yaşadıkları tecrübeyi aktardı. Toronto Üniversitesi öğretim üyesi olan Bodemann’la
anti-semitizm, İslam düşmanlığı, Yahudi ve Müslüman azınlıkların gündemdeki problemleri üzerine konuştuk.
Bekir Altaş • [email protected]
onuşmanızda Müslümanlarda görülen antisemitik temayüllere dikkat çektiniz. Bunun
Müslümanlar tarafından yok sayılması hasebi ile bilhassa bu soru ile başlamak istedim.
Meseleyi biraz daha teferruatlı açıklayabilir misiniz?
Antisemitizm vasıtasıyla elde edilen çıkar, hem Alman toplumu hem de Müslümanlar için aynıdır. Tabii
ki Türk ve Arap Müslümanlar arasında daha yaygın çok
nisbeten kolaydır. İsrail meselesinin bununla doğrudan
bir ilişkisi vardır. Gazze saldırısı örneğinde olduğu gibi İsrail’de meydana gelen büyük olaylar esnasında, bilhassa Müslümanlarda güçlü bir antisemitizm gözlemleme imkânı vardır. Bununla beraber, sayıca üstün olan
Hıristiyan çoğunluğun tersine daha zayıf bir konumda
olan bir azınlığa karşı beslenen temel bir temayülden,
antisemitizm temayülünden bahsetmek mümkündür.
Benzer bir azınlık tecrübesine sahip olan, kurumsal ve yapısal ayrımcılığın şekilleriyle yüzleşmiş olan Müslümanların bu konu ile ilgili hususî bir hassasiyet geliştirmiş olmaları gerekmez mi?
Bu zaten kısmen mevcuttur, Müslümanlar kendilerini kısmen Yahudiler ile özdeşleştirirken, Yahudiler de
aynısını yapmaktadırlar. Mesela yazarlar Zafer Şenocak
ve Feridun Zaimoğlu örneklerine bakalım. İkisi de Yahudilik ile alâkalı konulardan bahsederler ve aynı zamanda onlarla bir benzerlik kurarlar. Yahut Almanya’da
K
yaşayan diğer azınlıkları sürekli sözkonusu eden Navid
Kermani. Bu perspektifin Almanya’da yaşanmış olan –
hem müsbet hem menfi – uzun tecrübelere yaslanabilme avantajı vardır.
Bu söylediğiniz bireyler için geçerli tabii?
Doğru. Ancak adını andığımız yazarların, en azından Zaimoğlu ve Şenocak’ın, Türk toplumunun görüşlerini şekillendiren elit insanlar olmaları önemli bir husus. Söylediklerinin eksiksiz biçimde toplumun alt tabakalarına aktarılmasını ümit ediyoruz sadece. Bu sebeple, dinî ve siyasî açıdan aynı safta olmasalar dahi, bu
insanlara kulak verilmesinin önemli olduğunu düşünüyorum.
Bu bağlamda İslamî dinî cemaatlerden beklentileriniz nelerdir?
Bir diyaloğun sürdürülmesi, Yahudi cemaati ve hahamlar ile konuşmanın yollarının araştırılması fevkalâde önemli. Hahamların bazen çok dikkatli ve çekingen oldukları için bunun kolay olmayacağının da farkındayım.
Konuşmanızda Almanya’daki Yahudi diasporasının
dış politika amaçlarına alet edildiğini söylediniz. Bu tespiti neye istinaden yapıyorsunuz?
İki temel husus var. Birincisi, Yahudilerin yönetim
kademesi diasporadaki durumdan ziyade, yoğun bir biçimde İsrail’e odaklanmış vaziyette ve durum sadece Almanya’da değil, Kuzey Amerika’da da böyle. Bu son yıllarda ortaya çıkmış bir zafiyet ve İsrail tarafından Yahudilerin Avrupa’daki ve Kuzey Amerika’daki temsilcilerinin aynı zamanda İsrail’in de temsilcileri olması
yönünde sürdürdüğü çabalar ile doğrudan alâkalı.
Tarihsel arka plan düşünüldüğünde anlaşılır bir durum değil mi bu? Güçlü bir İsrail aynı zamanda sığınılacak bir yer demek. Bu durumda bir alma-verme sözkonusu değil mi?
Çok değişik tutumlar sözkonusu. Meselâ Daniel CohnBendit. Ona, burada [Almanya’da] bir takım problemlerin gün yüzüne çıkmasından sonra İsrail’e göç edip etmeyeceğini sorsanız „hayır“ diyecektir. Türkler ve diğer
diaspora gruplarında da aynı cevabı alırsınız. Diğer bir
ifade ile: Büyük bir gücün himayesinde olmak mı, yok-
JUNI / HAZİRAN 2010
/ 37 /
se m p oz y um
sa buradaki konumumuzu kuvvetlendirip daha güçlü bir
diaspora grubu mu teşkil etmek mi istiyoruz?
Yani Yahudi ve Türk cemaatlerinin durumları arasında bir benzerlik görüyorsunuz. Bu bağlamda Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’nın Köln’de yaptığı ve bazı tartışmalara neden olan konuşmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu çetrefil bir husus. Birilerinin gelip onlara nelerin yapılması gerektiğini söylemesi bir çok Müslüman
Türk’ün de hoşuna giden bir şey değil. Bu Yahudi siyasetçilerin Almanya’ya gelip Yahudilere İsrail’in çıkarlarını gözetmeleri ve oraya göç etmeleri gerektiğini söylemelerine benzer.
Ancak Sayın Erdoğan’ın entegrasyon-asimilasyon
tartışmasını başlatmış olmasının Almanya’da yaşayan göçmenler açısından olumlu bir tarafı da olmuştur. Olaydan
kısa bir süre sonra Başbakan Merkel, kendisini Türk kökenli göçmenlerin de başbakanı olduğunu beyan etti ve
Türkiye ziyaretinden önce asimilasyona karşı net bir tavır aldı. Erdoğan’ın konuşması olmasa idi, bu belki de gerçekleşmeyecekti. Alman Devleti’nin yurtdışındaki Alman
okulları ile alakalı olarak benzer tutumları var mıdır?
Bu bambaşka ve diaspora olarak nitelenemeyecek bir
durum. Burada sözkonusu olan okullar, kimi iş adamlarının ve diplomatların çocuklarının gittiği okullardır.
Büyük bir topluluk sözkonusu değildir yani.
Almanya’daki Müslümanların geldikleri ülkelerin,
onları yine Almanya’daki –mesela – İslam karşıtı temayüllere
karşı uyarmaları gerekli ve mantıklı değil mi?
Bunu yapmanın zor olduğunu düşünüyorum. Erdoğan
bunu belki gerçekleştirdi ancak burada aslında neler olup
bittiğine dair çok fazla bir şey bilmeden. Kısmen de –
vaktiyle Ludwigshafen’de yaptığı gibi – dozajını kaçırdı. Müslüman-Türk toplumun bu meseleye nasıl baktığı ile alakalı tahmin de bulunamamamın da nedenini çözemiyorum.
Ama daha ziyade şüphecisiniz.
/ 38 /
IGMG • PERSPEKTİF
Evet, bu durum bende şüphe uyandırıyor çünkü kendi değerlerimizi oluşturup savunduğumuzu görüyorum.
Ayrıca Almanya’da Yahudileri temsil eden ve basında
ses getiren Yahudi Merkez Konseyine (Zentralrat der
Juden) Müslümanların sahip olmaması gibi bir durum
var ortada. Navid Kermani gibi bazı görünür entelektüeller var olsa bile, örgütler parçalanmış vaziyetteler. Eğer
muhtelif Müslüman örgütler temsilci olarak birkaç kişi üzerinde mutabakata varabilselerdi, bir kazanımdan
bahsedebilirdik.
Konuşmanızda Yahudilerin mesela yurtdışı gezilerine götürülerek iç ve dış politika malzemesi yapıldığını belirttiniz. Yahudi cemaati bu durumdan sakınmalı
mıdır?
Evet, kesinlikle.
Alman Devleti’nin Yahudi cemaatine öngördüğü gibi Müslümanlara da belirli bir yapı öneren ve bu yapıyı kendi siyasî emellerine alet etmek istemesi anlamına gelen Almanya İslam Konferansı da bu bağlamda
değerlendirilebilir mi?
Elbette. Bu iki taraflı bir olaydır. Bir yandan bir
alet etme sözkonusudur, buna şüphe yok. Diğer yandan ise dışarıda bırakılmış Müslüman kurumların
daha fazla bir birlikteliğe ulaşması gibi müsbet getirileri olmaktadır.
Konuşmanızı bitirirken hiçbir cemaatin felâketlerin
üzerine bina edilemeyeceğini söylediniz. Müslümanlarda da bu eğilimi görüyor musunuz? Başka
bir ifade ile: Ayrımcılıklar günyüzüne çıkarılırken
bir mağduriyet rolü mü oynanmaktadır?
Öncelikle belirtmeliyim ki, Yahudilerde bu durum çok daha belirgindir. Soykırıma teslim olmak,
onu içselleştirmek gibi bir tutumu kastediyorum. Müslümanlarda bu oranda bir tutum sözkonusu değil.
Aslında mağdur rolü bir ölçüde birarada bulunmanın bir aracı gibi kullanılıyor. Yani, “ayrımcılık var ve müdafaa da bulunmak için birarada durmalıyız” mantığı.
Abartılmadığı sürece bu bir sorun değil. Elbetteki bunu soykırım durumları ile mukayese etmek mümkün değildir. Yani Mölln’de vuku bulmuş cinayetler ile mukayese edilmesi bile abartı sayılır.
Yahudi paralel toplumlarından da bahsettiniz.
Evet ama kısmen başka nedenlerle. Bir katilin cinayet
maksadı ile başka bir yola değilde, diğer katillerle sıkı
bir ilişkiye girmeye tevessül etmesi gibi düşünün. Paralel toplumlar her yerde oluşuyorlar. Meselâ entegrasyon için çok iyi bir örnek sayılabilecek Kanada’da. Oluşsunlar zaten, bunun kötü bir tarafı yok ki. Yeni dile hakim olmayan insanlar neden kültürsüz olarak yeni topluma entegre olmaya uğraşsınlar. Bunun için bir nesil
geçmesi gerekiyor. İkinci nesil okumaya başlıyor ve topluma entegre oluyor.
Bu söyleşi için çok teşekkür ederiz.
(Tercüme: Hüsnü Yavuz Aytekin)
sem p oz y um
‘‘İnsanî-ahlakî değerlerde
yarışmak gerekir‘‘
T.C. Başbakanlık Başdanışmanı Doç. Dr. İbrahim Kalın ‘‘Müslüman Kimliği ve Batı‘‘ başlığıyla bir sunumda bulundu. Sunumunda dile getirdiği ve Avrupa’daki Müslümanlar bağlamında öne çıkan konuları program çerçevesinde kendisiyle görüşme fırsatı bulduk.
Ünal Koyuncu • [email protected]
brahim bey, sempozyumdaki sunumunuzda Avrupa’daki Müslümanların durumunu tanımlarken
yeni bir gerçeklikten bahsettiniz. Söyleşimize, bu
yeni gerçekliği biraz açarak başlamak istiyorum.
Nedir bu yeni gerçeklik?
Şöyle söyleyeyim, İslam-Batı toplumlarının tarihi çok
uzun bir döneme yayılıyor. Geçmişte de çatışmadan işbirliğine, savaşlardan bir arada yaşama tecrübesine kadar çok zengin bir tarih var. Bugün gördüğümüz olgu
biraz daha farklı. İlk defa birbiri içine bu kadar geçmiş
iki topluluktan bahsediyoruz. Yani Batı toplumları İslam dünyasında var. Neyiyle var? Kültürüyle, bilimiyle,
siyasetiyle, sanatıyla var. Aynı şekilde Müslüman topluluklarda Avrupa’da fiilen yaşıyorlar. Avrupa‘da yaşayan Müslüman sayısını ve Almanya‘da yaşayan Türk sayısını düşündüğünüz zaman, ilk defa böyle çok nevi şahsına münhasır özel bir tecrübe yaşanıyor. Bunun da getirdiği bir takım fırsatlar ve tehditler var. Şimdi bizim
bu fırsat ve tehditleri doğru bir şekilde anlamamız, yapıcı bir şeye dönüştürmemiz lazım.
Buradaki temel mesele, kendimiz kalarak başkalarıyla çok kültürlü ortam içerisinde birlikte yaşama ahlakını geliştirebilecekmiyiz sorusudur. Burada hem Avrupalılara hemde Müslüman azınlıklara roller ve görevler
düşüyor. Bu sadece tek bir tarafın taviz vererek çözebi-
İ
leceği bir süreç değildir. Karşılıklı medeni bir münakaşa ortamında, Habermas’ın iletişimsel etkileşim dediği tarzda bir söylem geliştirebilecekmiyiz?
Şimdi Avrupa bunun için aslında bir takım imkanlar ve fırsatlar sunuyor. Yani Avrupalı Müslümanların
özellikle de Avrupa’daki çok kültürlülük, çoğulculuk, modernleşme, azınlıklar vs. gibi kavramlar üzerine yeni söylemler üretmesi gerekiyor. Müslümanların kendilerini
dışarıda, toplumun marjininde değil, merkezinde, ortasında,
önemli pozisyonlarında aktörler olarak görebilmesi lazım. Bunun içinde yaşadıkları toplumun eğitiminde, sanatında, biliminde, medyasında kısaca her alanında bulunmaları gerekir. Bulunacaklar ki, bu etkileşim bir pozitif enerjiye dönüşebilsin. Bunun önünde bir sürü engellerin var olduğunuda unutmamak gerekir. Herşeyden önce Müslüman toplulukların kendi iç sorunları var.
Hala bir azınlık psikolojisinden kurtulabilmiş değiller.
Diğer taraftan Avrupa’nın yaşadığı başka sorunlar var.
Yaşanan gelişmeler bize, Avrupa’da çoğulculuğun sınırlarını
Müslümanlara karşı alınan tavırların belirlediğini gösteriyor. Dolayısıyla bu durumda bir gerilim ortamı çıkıyor.
Avrupa’ya genel olarak baktığımızda siyasi ve sosyal alanda bir daralmanın, bir küçülmenin olduğunu görüyorsunuz. Yani çok kültürlülüğün, farklı kimliklerin
temsil edildiği değil, giderek daha homojen kimliklerin öne çıktığı ve ulusal politikaların buna göre belirlendiği bir Avrupa‘yı görüyorsunuz. Oluşan bu gerilime Müslümanlar ve diğer azınlık topluluklar farklı cevaplar veriyorlar. Ne yapıyorlar? İçe kapanıyorlar, etkileşime girmiyorlar, kendilerini açmıyorlar ve böylelikle karşılıklı korku ve güvensizlik ortamı doğuyor.
… Avrupa’daki Müslümanlarla ilgili olumsuz noktaya değiniyorsunuz. Peki olumlu, pozitif gelişmeler yok
mu?
Şüphesiz var. Olumlu örnekleri de görmekteyiz. Belirli Avrupa ülkelerinde entegrasyon süreci daha başarılı yaşanıyor. Müslüman topluluklar kendilerini o ülkeye ait, o ülkenin vatandaşı olarak tanımlamakta bir
sıkıntı çekmiyorlar. O ülkenin kanunlarına, kurallarına
bağlı yaşıyorlar, o ülkenin dilini, tarihini ve kültürünü
JUNI / HAZİRAN 2010
/ 39 /
se m p oz y um
öğreniyorlar. Ama bunu kendi kimliklerinden taviz vermeden, kendilerini kaybetmeden yapmak istiyorlar.
Bunlar iyi örnekler, hiç şüphesiz.
Avrupa’da da böyle bir çoğulculuğa sıcak bakan, bunu arzulayan, bunun Avrupa’yı zenginleştireceğini düşünen çok önemli bir kitle var. Yani Avrupa’nın tamamı kesinlikle yabancı düşmanı, azınlıklar düşmanı değil. Bunun iyi örnekleride var. Önemli olan bu iyi örnekleri çoğaltmak, bu ittifakı genişletmek, ki bu ilerde
hakikaten Avrupalılarla Avrupa’da yaşayan Müslüman
azınlık arasında yapıcı bir etkileşime dönüşür.
Asimilasyon kavramını ele alırken bu kavrama
farklı bir anlam yüklediniz. Asimilasyonu kökten reddetmekten ziyade asimilasyonun belirli alanlarda mümkün olduğunu belirttiniz.
Kasdettiğim şuydu: Asimilasyon
kelimesinin manası birbirine benzemek demektir. Ama biz birbirimize nerede benzemeliyiz? Yediğimiz
yemekte, kültürde, dini adetlerde değil, en temel insanî-ahlakî değerlerde birbirimize benzemeliyiz.
Hatta onunda ötesinde birbirimizle oralarda rekabet etmeliyiz. Hayırda, yani en temel ahlakî-insanî
değerlerde yarışmak. Hukukun üstünlüğüne dayalı evrensel bir sistemi inşa ederken bizim birbirimizle
rekabet halinde olmamız lazım.
Bu noktada birbirimize benzememizin hiç bir zararı yok. Yani mesela haksız yere insan öldürmek, ayrımcılık ve ırkçılık bir suçtur. Bunlar evrensel ilkelerdir. Burada herkesin birbirine benzemesi yani
‘‘asimilasyona‘‘ uğraması kötü bir şey
değildir. Ama insanlar bunu yaparken
kendilerine ait bir takım hususi kimlik unsurlarını da
muhafaza etmek isterler. Bu da doğal bir haktır. Onları reddettiğiniz zaman toplumlar bunlara tepki gösterirler, kendilerini kapatırlar. O zaman ortak iyide buluşamazsınız.
Avrupa’daki Müslümanlara baktığımızda, İslam
dünyasının bir mozaiğinin bu coğrafyada yaşadığını görüyoruz. ABD Başkanı Obama’nın danışmanlığına getirilen bir Müslüman bayan örneğinde görüldüğü gibi, Avrupa’daki Müslüman azınlık İslam dünyası ile Avrupa arasında iletişimi sağlayıcı bir rol oynayabilir…
…tabi bunun için öncelikle şunu ortaya koymamız
gerekir: Diğer bütün azınlık toplulukları gibi Avrupalı Müslümanlar da kendi geldikleri ülkelerle ilişkilerine sahip çıkma noktasında bir hakka sahiptirler. Yani
Almanya’da yaşayan Türklerin Türkiye ile olan irtibatlarını korumaları, kesinlikle buradaki entegrasyon sü-
/ 40 /
IGMG • PERSPEKTİF
reçlerinin bir alternatifi ya da engeli olarak görülmemelidir.
Öyle bir model geliştirmeliyiz ki, burada yaşayan bir
Türk Türkiye ile, Fransa’da yaşayan Cezayirli Cezayir ile
ve İngiltere’de yaşayan Pakistanlı Pakistan ile ilişkisini,
o ülkede entegre olmak adına koparmak zorunda olmamalı.
Biz bu ilişkiyi artı bir değere dönüştürebiliriz. Bu ilişkileri koruduğunuz zaman bu kesim topluluklar arasında
tercümanlık yapmaya başlar. Bu çok önemli bir şey. Zira bunu yapacak başka topluluklar yok. Yani bu insanlar Almanya’ya Türkiye’yi, Türkiye’ye de Almanya’ya anlatacaklar. Ama bunu yaparken kaçamak bir şekilde değil, kendi kimliklerini muhafaza ederek, ezilerek değil,
kendinden emin bir şekilde yapacak. Asimile olmuş bir
kişinin temsil gücü olmaz, güvenilirliğini yitirir.
Avrupa’da ‘‘İslam ülkelerinde kiliseler açılmıyor
Hristiyanların hakları kısıtlı, dolayısıyla burada da camiler sınırlandırılmalı ve Müslümanlara sınırlı
düzeyde haklar verilmeli‘‘ düşüncesi belirli bir kanatta hakim. Bu düşünceyi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Öncelikle İslam ülkelerinde kiliselerin açılmadığı tespiti doğru değildir. Sadece Suudi Arabistan’da kilise açılmasına müsade edilmiyor.
Ama bu konuda bir takım ulusal ve
uluslararası kanunlardan kaynaklanan
sıkıntılar var tabiki. Bunlar hiç
şüphesiz aşılmalıdır. Din özgürlüğü evrensel bir ilkedir. Bunun her
yerde eşit ve adil bir şekilde uygulanması gerekir.
Moderniteyi özgürlük ve anlam
kavramlarıyla tanımlarken başörtüsü örneğinde Avrupa’nın özgürlüğü kişisel tercih bağlamında tartışmaya açtığını savundunuz. Bu yorumu biraz açsanız?
Özgürlüğü seçme hakkı olarak tanımladığınızda o
tercihin içeriğini tartışmazsınız. Bu özgürlüğün bir tanımıdır. Kişinin tercihi kamu düzenini ihlal etmediği
sürece devlet herhangi bir müdahalede bulunmaz, içeriğini tartışmaz. Avrupa’da İslam tartışması söz konusu olduğu zaman, işte bu içerik tartışılır hale geliyor. Bazı çevreler Müslüman kadının başını örtmesini bir hata olarak, kadının aşağılanması ve baskı altında tutulması olarak görüyor. Neden o bir tercih olarak kabul edilip saygı duyulmuyor? Tabiki içeriğini tartışalım. Ama
başka bir bağlamda. Hukuk zemininde önce o başörtüsüne saygı duymak gerekir. Yani bunu devletle, kanunla,
polisle yasaklamak yerine, o tercihe öncelikle saygı göstermeli. Ardından onu tartışmaya açabilirsin. Saygı gösterirseniz o insanlar daha sonra bu tartışmaya gönül rahatlığıyla katılırlar.
sem p oz y um
Osmanlı’da “azınlık hukuku”
Prof. Dr. Mustafa Macit Kenanoğlu:“Osmanlı uygulamasında
azınlık hukuku diye bir kavram yok. Osmanlı uygulamasında
söz konusu olan sadece İslam hukukunun gayrimüslimlere ilişkin düzenlemeleridir. Osmanlı devleti çok hukuklu bir
sistem değil, olsa olsa, çok kültürlü bir toplum olarak nitelendirilebilir ve bu çok kültürlü ortam da İslam hukukunun
temel prensipleri gereği söz konusu olabilen bir ortamdır.”
Ali Mete • [email protected]
ayın Hocam, Kimlik Sempozyumunda bir azınlık hukuku olan Osmanlı millet sistemi hakkında
bazı ilgi çekici tespitlerde bulundunuz. Avrupa’da
yaşayan bilhassa Türk kökenli Müslümanlar için
Osmanlı’nın bu uygulaması çoğulcu bir toplumda bir
arada yaşamanın başarılı bir örneğidir. Zira Osmanlı’nın
hakimiyeti altında yaşayan gayrimüslimlere kapsamlı –
idari, mali, adli ve cezai– hürriyetlerin verilmesi
Osmanlı’nın örnek bir uygulaması olarak görülmekte.
Siz ise böyle bir millet sisteminin olmadığını iddia ediyorsunuz. Bunu açıklar mısınız?
Öncelikle bir iki hususu düzeltmeme izin verirseniz memnun olurum. Sorunuzda sözünü ettiğiniz “bir
azınlık hukuku olan Osmanlı millet sistemi” ifadesi çok
isabetli bir ifade değil. Osmanlı uygulamasında azınlık hukuku diye bir kavram yok. Osmanlı uygulamasında söz konusu olan sadece İslam hukukunun gayrimüslimlere ilişkin düzenlemeleridir. Osmanlı devleti çok
hukuklu bir sistem değil olsa olsa çok kültürlü bir toplum olarak nitelendirilebilir ve bu çok kültürlü ortam
da İslam hukukunun temel prensipleri gereği söz konusu olabilen bir ortamdır. İslam hukuku ehl-i kitap
denilen yahudi ve hristiyanların var olmasını kabul eder;
ama bu sizin sorunuzda ifade ettiğiniz gibi kapsamlı
bir idari, mali, adli ve cezai hürriyetlerin verilmesi şek-
S
linde değildir. Osmanlı devletinde tek bir hukuk sistemi geçerlidir, o da İslam hukukudur. Gayrimüslimlerin
hürriyetleri tahdit edilmiş yani sınırlı bir hürriyettir. Bugün
anlaşıldığı gibi değildir. Ben Osmanlıda gayrimüslimlere çok kötü davranılıyordu veya hiçbir hak tanınmamıştı demiyorum. Benim dediğim Osmanlı devletinde, yerli ve yabancı literatürde gayrimüslimlere hukuki bir otonomi ve kendi hukukunu uygulama imkânı
verildiği, cezai alanda birtakım yargılama yetkileri ile
donatılmış bir cemaat sisteminin mevcut olduğu şeklindeki görüşlerin geçerli olmadığıdır. Osmanlı devleti gayrimüslim cemaatlere herhangi bir otonomi vermiş değildir.
Osmanlı’nın yaygın olarak bilinen millet sistemi uygulamasının temeli İslam hukuku değil mi? Ama klasik İslam Hukuku’nda ise çoğulcu bir hukuk sistemi
yok mu?
Osmanlı devleti bir İslam devleti olması hasebiyle
elbetteki İslam hukukunun prensiplerini uygulamalarına esas almıştır. İslam hukuku ise bu anlamda gayrimüslimlere kendi hukuklarını uygulama hakkı vermemiştir. Bir kere böyle bir durum olsa İslam dünyasında çok sayıda gayrimüslim hakime rastlamamız gerekir. Ya da Osmanlı İmparatorluğu’nun her yerinde bunların mahkemeleri ve hapishaneleri olması gerekir. Halbuki
İslam hukukunda gayrimüslimin gayrimüslim üzerine
hakim olamayacağı ancak hakem olabileceği kabul edilmiştir. Hanefi hukukçuların neredeyse tamamı bu konuda ittifak halindedir. Hakem kararları ise uyulması
mecburi kararlar değildir. Osmanlı devleti de esas itibarıyla Hanefi mezhebi uygulamalarını esas almıştır.
Bugün İslam hukukunun uygulanmadığı bir ülkede iki
Müslüman gidip bir müftüden bir meselenin hukuki
hükmünü öğrenip kendi istekleriyle o hükme uymaları, mesela bir mirası bu anlamda onun fetvasına göre
paylaşmaları mümkündür ve aralarında anlaştıkları sürece hiçbir devlet bu kişilere karışmaz. Ama bu bir hukuk sisteminin var olduğu anlamına gelmez. Çünkü devlet öyle bir hukuk uygulamasını kendi kurallarıyla desteklemiş değildir. Ama içlerinden biri verilen karara uymaz itiraz ederse o kişilerin yetkili devlet makamına
müracaattan başka hakları kalmaz. Bu konuda yazıp çi-
JUNI / HAZİRAN 2010
/ 41 /
se m p oz y um
zenlerin “çoğulcu hukuk sistemi”
konuda uygulamalar şekillenmediğinden
Avrupa hukuk anlayışında bugün eşitlik, aykavramını tanımlamadan Osmanlı
bu tip uygulamaların mutlaka yapılrımcılık yasağı, düşünce ve ifade hürriyedevletinde böyle bir uygulamanın
ması gerektiği düşüncesi hakim olti gibi temel insan hak ve hürriyetleri form
peşinen varlığını kabul edip açıkmuştur.
İslam
devletlerinde
lamalarını buna göre yapmaları anMüslümanların
hakimiyeti
geçerli olve içerik olarak oldukça geliştirilmiştir.
lamlı değildir. Osmanlı uygulamasının
duğundan gayrimüslimlerin bu haAncak uygulamada bu prensiplerin Avrudetaylarını, getirilen yasaklamalakimiyeti ihlal eden propaganda ve düpa’
d
a
yaşayan
Müslümanlar
açısından
rearı ve gayrimüslimlerle aralarında
şünce açıklamalarına izin verilmemiştir.
yaşanan tartışmaları bilmeden, geKamusal alanda bu gibi eylemler yalize edilebilirliği söz konusu değildir. Avnel geçer şekilde bu sistemi çoğulcu
saklanmıştır. Zaman zaman bazı
rupa devletlerinin Müslümanlara karşı çifhukuk sistemi ya da çok hukuklu
idarecilerin gayrimüslimlere yönelik
te standart içerisinde oldukları bir vakıasistem olarak aktarmak sadece
olumsuz emirleri de bu kanaatlerin
buna inanmaya hazır kitleleri tatyerleşmesinde etkili olmuştur.
dır. Eski dönemde hukuk dinle iç içedir. Bumin etmekten ibaret bir vasıta niÖrneğin III. Selim’in gayrimüslimgün ise hukuku dinden mümkün olduğunca
teliğine bürünür.
lerin kılık kıyafet ve üslup olarak aşaKamuoyunda genel olarak
ğılanması ve tahkir edilmesine dair
ayırma çabaları vardır.
İslam hukukunda özel olarak ise
fermanı bu konudaki örneklerden biOsmanlı’da gayrimüslimlerin ikinrisidir.
ci sınıf vatandaş oldukları yönünAvrupa hukuk anlayışında bugün
de bir söylem var. İslam hukukuneşitlik, ayrımcılık yasağı, düşünce ve
dan ve Osmanlı uygulamasından
ifade hürriyeti gibi temel insan hak
buna delil getirmek mümkün mü?
ve hürriyetleri form ve içerik olarak
Günümüz Avrupası’ndaki vatanoldukça geliştirilmiştir. Ancak uydaşlık uygulamasına bakınca ne gigulamada bu prensiplerin Avrupa’da
bi farklar mevcut?
yaşayan Müslümanlar açısından reaBu tür nitelendirmelerin birçolize edilebilirliği söz konusu değilğu ya peşin hükümlü ya kastı aşan
dir.Avrupa devletlerinin Müslümanya da İslam ve Osmanlı hukukulara karşı çifte standart içerisinde olnun karakteristiğini tespit edemedukları bir vakıadır. Eski dönemde
mekten kaynaklanan açıklamalarhukuk dinle iç içedir. Bugün ise hudır. Gayrimüslimlerin ikinci sınıf sakuku dinden mümkün olduğunca ayıryıldığına dair İslam ve Osmanlı huma çabaları vardır. Eski dönemde İslam
kukunda kurumsal anlamda bir
dinini benimseyen devlet olarak
düzenleme veya sistematik bir uyOsmanlı devletinin gayrimüslimlegulama mevcut değildir. Ancak
re tanıdığı sınırlı ortamın bu çifte stangayrimüslimlerle Müslümanlar aradartla karşılaştırılarak mukayese yasında bazı durumlarda bir statü farkpılması sağlıklı bir sonuca ulaşma imlılığı olduğu doğrudur. İslam hukuku
kânı vermeyeceği gibi insanların esbir statü hukukudur. Bu bugünkü modern hukukta da
ki form ve içerikleri yeniden ihya edilebileceği şeklinde
mevcut olan bir durumdur. Bir kısım hak ve yetkiler kibir zanna sahip olmalarında etkili olmaktadır. Bunun yeşilerin içinde bulunduğu statü ve mesleğe göre elde edirine bir taraftan İslam hukukunun bu konudaki yorumlir veya sınırlandırılır. İslam hukuku genel anlamıyla gaylarının ciddi bir fikri değerlendirmeden geçirilerek işlenmesi
rimüslimlerin hukuki işlem ehliyetini tanır. Yani onlar da
ve uygulamaya nasıl aktarılacağının tespit edilmesi, öte
Müslümanlar gibi evlenme boşanma, alım satım, vekayandan Avrupa hukuk anlayışı bu konudaki çifte stanlet, kefalet vb. hukuki işlemleri rahatlıkla yaparlar.
dardının öne çıkarılarak Avrupalıların bu konuda kendi
Gayrimüslimlere getirilen sınırlamalar bu gibi alanlarda
uygulamalarını düzeltmeye zorlama ve bu konuda baskı
değil, din ve ibadet hürriyeti, çan çalma, gürültülü biçimde
oluşturma yönünde çabaların sergilenmesi gerekir. İslam
ayin icra etmeme, bazı meslekleri icra edememe, cami cihukukunu benimsemeyen ve uygulamayan Avrupa devvarlarında ev satın alamama, mahkemelerde Müslümanlara
letlerinde Osmanlı uygulamasını model göstererek sokarşı şahitlik etme, kılık-kıyafet, mesken, silah taşıma ginuç alınabileceği konusunda açıkçası pek iyimser değibi şeri ya da örfi konularda getirilmiştir. Bu sınırlamalalim.
rın hepsi İslam hukukunun kesin emirleri sonucu değil
Sempozyumdaki konuşmanızda çoğulcu hukukun
bir kısmı sadece örfen yerleşmiş uygulamalardır. Rahatlıkla
pratiği öldürdüğünü söylediniz. Nisbeten çok kültürdeğiştirilebilecek niteliktedir. Ancak İslam dünyasında bu
lülüğe sahip olan Kanada’da İslam Hukuku‘nun 2004
/ 42 /
IGMG • PERSPEKTİF
sem p oz y um
senesinde kurulmuş olan “Islamic Sharia Court” vasıtasıyla bazı alanlarda uygulanmakta. İngiltere’de benzeri teşebbüsler var. Almanya da ise mesela Prof. Dr. Mathias
Rohe, başka (dinî) normların tatbik edilmesinin uluslararası medenî hukuk çerçevesinde mümkün olduğunu ve buna medenî hukuk örneği üzerinden örneklendirmekte. Bunlar neden pratiği öldürüyor ki?
Bir kere bazı hukuki kavramları yerli yerinde kullanmak gerek. Çok hukuklu sistem ile çoğulculuğa izin
veren hukuk sistemi farklı şeylerdir. İslam hukuku çok
hukuklu sisteme izin vermez. Sadece İslamiyeti benimsemeyen kişilere temel insan haklarını tanır. Bu da İslam
hukukunun öngördüğü şekil ve çerçeveye göredir.
İslamiyet, ilga ettiği, kaldırdığı, batıl olarak nitelendirdiği Hristiyanlığa ve Yahudiliğe bir sistem olarak kurumsal ve kavramsal olarak kendi
bünyesinde yer vermez. Sorunuzda
sizde bir yerde çok kültürlülük kavramını kullanıyorsunuz. Çok kültürlülük için çok hukuklu sistem
olmak gerekmez. Kanada ve
İngiltere’deki örnekleri gösteriyorsunuz
ama bunlar henüz içerik olarak şekillenmiş değil. Daha çok teori geliştirme şeklindeki çok kısmi uygulamalardır. Bu mahkemelerin mecburi niteliği var mı? Müslümanlar
buraya gitmek zorunda mı?
Kararlar icrai nitelikte mi? Karara
beğenmez veya uymazlarsa nereye
itiraz edecekler? Ortada bir üst mahkeme uygulaması var mı? Bu soruları ciddi analize tabi tutmadan
birilerinin teorik olarak ortaya attığı görüşleri dayanak göstermek doğru bir yaklaşım değildir. Bunu net
bir biçimde ortaya koyabilmek için
ya çok hukuklu bir ortamda doğabilecek problemleri tahmin etmek ya da geçmişte yaşanmış problemlerden haberdar olmak gerekir. Örneğin bu konuda Osmanlı devletinin muhatap olduğu çekişme ve çatışmalar ve dış baskıları görmek gerekir. Bu gibi konular üzerinde düşünmeden ilk bakışta kulağa hoş gelen açıklamalarla bir hukuk sisteminin kurulabileceğini ve yaşatılabileceğini düşünemeyiz. Bir hukuk sistemi uygulandıkça gelişir. İslam
hukuku bu konuda son yüzelli yıl içerisinde önemli bir
handikapa sahiptir. İslam hukukunun geçen bu sürede
ciddi bir kurumsal ve teorik gelişme gösterememesi uygulanmamış olmasıyla ilgilidir. Bugün batılı devletlerin
kendi hukuk sistemlerini dünyada geçerli tek hukuk sistemi kılma yönünde sergilediği çabalar ve kurumsal uygulamalar ve bunları yaparken kullandıkları formlar İslam
hukukunun geri kalmasına ve kendisini geliştirememesine neden olmaktadır. Batılıların çok taraflı uluslarara-
sı antlaşmalar yoluyla kendi hukuklarını herkese belli formlar altında dayatmaları kendi hukuklarının sürekli her
yerde uygulanmasına ve gelişmesine yol açarken
Müslümanlar bu konuda hiçbir varlık gösterememektedirler. Türkiye gibi ülkeler de AB ile müşterek hukuk
sistemine geçme yolunda çabalar göstermekte İslam hukukunu kurumsal ve kavramsal olarak zaten benimsememektedir. Hukuk devletle gerçekleşen bir şeydir. Arkasında
devlet desteği olmayan bir hukuk sistemi güdük kalmaya mahkumdur. Uluslararası özel hukuk uygulamalarını çok hukuklu sistem olarak takdim etmek de kanaatimce geçerli değildir. Zira bu uygulamalar daha çok iki
devlet arasındaki anlaşmaya dayanır. Devletler bu anlaşmaları yapıp yapmamakta serbesttirler veya istemezlerse anlaşmadan dönebilirler. Bu gibi uygulamalar çok
hukuklu bir sistemi hakim kılma niyet ve amacıyla değil farklı devlet vatandaşları arasındaki hukuki meseleleri çözümsüz bırakmamadan dolayı benimsenmiştir. Dolayısıyla
Müslümanlar kendi hukuk sistemlerinin körelmesine değil gelişmesine yarayacak ve hakim pozisyona
geçecek uygulamaları öne çıkarmak
durumundadırlar.
Yaygın olarak bilinen millet
sistemi anlayışına göre dini cemaat kimliğini oluşturmak ve muhafaza etmek için geniş araçlara sahip idi. Peki sizin savunduğunuz tarihi millet sistemi uygulamasına göre bir dini cemaat kimliğini nasıl inşa edebiliyor ve koruyabiliyordu?
Bir kere bu husus tamamıyla İslam
hukukun esaslarına göre şekillenmiş bir uygulamadır. İkinci olarak
ben millet sistemini değil iltizam
sistemi diye adlandırılan bir sistemi savunuyorum. İslam
hukukunda esas olarak dinde zorlamanın olmadığı kimseye İslamiyetin zorla benimsetilmeyeceği kuralı vardır. Bu kural çerçevesinde gayrimüslimler kendi inançlarını korur ve ibadetlerini de İslam devletinin hakimiyetini gölgelemeyecek ve açık bir propaganda şekline dönüşmeyecek tarzda kullanabilirler. Eski dönemde hakimiyet bir takım semboller üzerinden yürütüldüğünden bu sembolleri gölgeleyecek tavır, davranış ve
uygulamalara devlet izin vermemiştir. Gayrimüslimlerin
kimliklerini inşası ve koruması bu esaslara aykırı olamaz. İslamiyet evrensel bir din olması ve tebliği esas
alması itibarıyla muhataplarının var olmasına saygı göstermiştir. Ama bundan gayrimüslimlerin bütün tavır ve
davranışlarına izin ve onay verildiği sonucu çıkmaz. Aksine
İslama aykırı tavır ve davranışlar kesinlikle yasaklanmış sınırlanmış ve cezalandırılmıştır. Ellerindeki kitapların
JUNI / HAZİRAN 2010
/ 43 /
se m p oz y um
denetime tabi tutulduğuna, gümrüklerde yurtdışından
gelen kitapların bile incelemeden geçirildiğine dair kayıtlar mevcuttur. Zararlı nitelikte olanların devlet içerisine sokulmasına izin verilmemiştir. Bu gibi detayları görmeden gayrimüslimlerin her türlü hürriyetten istifade ettiği varsayımının bir değeri yoktur. Cemaatlere
devlet durduk yerde bir müdahalede bulunmamıştır. Herhangi
bir suç veya zarar verici tavır ve davranış yoksa müdahale için de bir sebep yoktur. İslamiyet Hristiyanların
Yahudilere veya diğer Hristiyan mezheplerine yaptığı
gibi farklı olmayı engellemek istemez ama kendi üstünlüğünden de taviz vermez. Kendi aralarında dillerini kullanma ve dinlerini icrada devletçe getirilmiş yasaklama yoktur. Bu serbestiyet İslam hukukunun zimmet kurumu sayesinde mümkün olabilmiştir. İslam devletinin hakimiyetini kabul etmeye dayanan bu anlaşma ile gayrimüslimler hayat, hürriyet, mülkiyet haklarını ve hukuki korumayı
elde etmişlerdir. Yaygın olarak bilinen millet sistemi ile anlatılanların birçoğu gerçek dışı uygulamalardır. Benim savunduğum iltizam sistemi ise Osmanlı bünyesinde gayrimüslimlerin nasıl
Osmanlı hukuk sistemi ile bütünleştirildiğini ve birçok çatışmanın
önüne geçildiğini açıklamada daha savunulan millet sistemine göre daha elverişlidir. Basit bir örnek olsun diye şu hususu vurgulamakta fayda var. Eğer Osmanlı
millet sistemi diye bir sistem kurmuşsa mesela aynı mezhebe mensup olan Hristiyan Ortodoksları
neden tek bir ruhani lider altında
birleştirmemiştir? Mesele İstanbul,
Kudüs, Antakya, İskenderiye patriklikleri niye ayrı ayrıdır? Bunlar aynı milletin mensubu ise tek bir patrik
altında birleştirilmeleri daha doğru olmaz mı? Bir başka husus mesela Osmanlı niye İpek patrikliğini kurdurmuştur? Bu patriklik Hristiyanların kendi dinleri
gereği oluşturdukları bir kurum değil tamamıyla
Osmanlı tarafından oluşturulan bir patrikliktir. Yani Osmanlı
zaman zaman müdahalede bulunmuştur. Aynı şekilde
İstanbul Ermeni Patrikhanesi diye bir kurum Osmanlı
devletince ihdas edilmiştir ve Ermeni kilise yapısı içerisinde ruhani açıdan bir değeri olan bir makam değildir. Devletin bu konudaki tavrı zarar vermedikçe dokunmama prensibine dayanır. Ama zaman zamanda kendi politikasına uygun müdahaleleri yapar. İsyan veya
ihanet eden patrik bile olsa idam eder.
Hocam son olarak Avrupada yaşayan Müslümanların
kimliklerini belirmele ve koruma açısından İslam hu-
/ 44 /
IGMG • PERSPEKTİF
kukunun gelecekte hangi fonkiyona sahip olacağını düşünüyorsunuz.
İslam dininin temel esaslarının kimliklerin oluşumunda
ve korunmasında elbette ki büyük önemi vardır. Yalnız
İslam hukukunun geçerli olmadığı Avrupa ülkelerinde
bu hukukun doğrudan bir rol oynaması, bu hukuk sistemine göre bir uygulama yapılabilmesi için o devletlerin
bu esasları hayata geçirecek bir düzenlemeyi kabul etmeleri gerekir. Ancak bu, İslamiyetin bireysel Müslümanlar
için geçerli olmadığı ya da Müslüman cemaatin kendi
arasındaki bir kısım uygulamalarını İslami esaslara göre
şekillendiremeyeceği anlamına gelmez. Dolayısıyla İslam
hukukunda ziyade İslam dininin prensiplerinin buralarda Müslümanlar arasında nasıl uygulanacağına bakmak
ve Müslümanları bu prensiplere günlük hayatlarında hassasiyetle uymaya ve takip etmeye teşvik etmek gerekir. Bu bir hukuk uygulaması olmaz ama dini gereklerin hassasiyetle icrası sosyal hayatta önemli gelişmelere yol açacaktır.
Müslümanların ahlaki ve dini prensiplerini günlük hayatta ve işlemlerinde tavizsiz ve devamlı biçimde uygulayarak İslamiyetin mehasinini bulundukları toplumda izhar
etmeleri şarttır. Müslümanlar kimliklerini bu şekilde rahatlıkla koruyabilirler.
Öte yandan Müslümanlar mevcut Avrupa hukuku ile hak taleplerini çok rahatlıkla dile getirip talepte
bulunabilecek bir pozisyondadırlar.
Avrupada bugün geçerli hukuk sisteminin
temel
esasları
Müslümanların bu konuda azami hürriyeti elde etmelerine müsaittir.
Kendi savundukları prensiplerle
onları zorlamak daha kolay ve makuldur. Aksi takdirde onların İslami esasları kabul etmeleri ve uygulamalarını beklemek gibi pek de gerçekçi olmayan bir tavır
sergilemek durumunda kalınmaktadır. Günlük hayatta
yaşanan birçok sıkıntı (bilhassa okullarda ve işe girmede yaşanan sıkıntılar) eşitlik, hertürlü ayrımcılığı yasaklayan
mevzuat ve insan hakları teorisi ve prensipleri çerçevesinde Avrupalı devletleri zorlamada daha etkili olacaktır kanaatindeyim. İslam hukukunun bu konuda etkili
bir rol oynayabilmesi her şeyden önce geliştirilmesine
bağlıdır. Pratikte ciddi bir uygulama imkanına kavuşmalıdır. Bugün ne Türkiye gibi laik bir devlete mensup
Müslümanların ne de kendilerini bir kısım kısır çekişme ve mücadelelerle zayıflatan veya birtakım blokların
uydusu konumuna getirmiş İslam devletlerinin bu konuda başarılı olduğunu söyleyebiliriz. Bu husus ciddi
bir fikri emek ve irade gerektirmektedir.
sem p oz y um
İslam Toplumu Millî Görüş
ve kimlik
IGMG Genel Sekreteri Öğuz Üçüncü sempozyumda, Avrupa’da Müslümanların varlığıyla yeniden şekillenen kimlik politikalarından yola çıkarak güncel gelişmeleri değerlendirdi ve IGMG’nin kimlik anlayışı çerçevesinde karakteristik özelliklerini irdeledi.
onuya girmeden önce, sayın İbrahim Kalın’ın
farkında olmadan dikkatimizi çektiği ikilem
ile karşı karşıya olduğumuzu belirtmek istiyorum. İsteyenin kendi anadilinde konuşabileceğine vurgu yapan Kalın, kendi konuşmasına
Türkçe olarak devam etmişti. Bu durumda ben kendime şunu sormadan edemiyorum: Bu bağlamda benim
konuşma dilim hangisi acaba? Acaba bu dil, vatandaşı
olduğum ülkenin dili mi, yoksa, doğup büyüdüğüm ve
aynı zamanda benim kimliğimin de bir ifadesi olan ülkenin dili mi? Bu sorulardan sonra şimdi, konuşmamı Almanca olarak sürdüreceğim.
Bu sempozyumdaki tebliğ ve tartışmaları büyük bir
ilgi ile izledim. Özellikle kimlik teriminin teorik temelleri
ile ilgili tartışmalar esnasında Almanca dil bilgisi ile ilgili bir hissiyatım ortaya çıktı. Almanca gramerindeki
Plusquamperfekt’in ne olduğu sorulduğunda çoğunlukla,
bunun ne olduğu ile ilgili bilgim olmadığını, ama kullandığımda da doğru bir şekilde kullandığımdan emin
olduğumu söylerim.
Kimlik sorusu da buna benzer bir mahiyettedir. Kişinin, kendi kimlik anlayışının, kimlik teorisi tartışmalarında karşılığını bulduğunu görmesi her zaman ilginçtir.
K
Ama aynı şekilde, bu teorilerin yine kişinin kendi bağlamında hiç bir rolünün bulunmadığını, aksine bizim
kimlik anlayışımızın, cemaat gerçeklerimize, göçmen kökenimize ve inancımıza dayandığından emin olduğumuzu görmek de ilginçtir. Ki bunlar bizim kimliğimizin temellerininin birer parçalarıdır.
Şimdi, şayet her şey net bir şekilde izah edilmişse,
IGMG’nin acaba neden böyle bir sempozyum düzenlediği sorusu sorulabilir. IGMG bu sempozyumu, kimlik yaklaşımlarının bilimsel bir şekilde sorgulanması ve
böylece sürekli bir şekilde birbiriyle tartışan bu yaklaşımlar arasındaki çatışma ve farklılıkların belirginleşmesini
sağlamak için düzenlemektedir. Ve yine kesinmiş gibi
kabul gören düşünce kalıplarının tartışılması için, kısmen hayal aleminden çıkmamıza yardımcı olacak tartışmalar yapılmasını arzu ediyoruz. Elbette ki, böylece,
ne olduğumuzla ile ilgili bir tartışma ve yüzleşmeyi de
gerçekleştirmek istiyoruz.
Bu sempozyuma katılanları, konuşmamı hazırlarken,
konunun teorik yönleriyle de uğraştığım hususunda ikna etmeden önce, bir noktaya daha değinmek istiyorum:
Küreselleşme ve internet kavramlarının iki gün süren
kimlik terimi ile ilgili tartışmalar bağlamında sadece
bir kez gündeme gelmiş olması dikkatimi çekti.
Şimdi konuya ilişkin değerlendirmelerime geçebiliriz. Kimlik ile ilgili kaynak literatürleri incelediğimde, bizim kendi kimlik tasavvurumuzun, kimlik teriminin
modern tanımlamalarıyla uyuştuğunu tesbit ettim. Modern yaklaşım, kimliği, birbirinin aynı, anlaşılır ve hayat boyu geçerli olan öz algılama, yani birbirinin aynı,
anlaşılır ve hayat boyu geçerli olan iç muktesabat şeklinde tanımlıyor. Bu salondakilerin büyük bir bölümü,
kimliğin ve kimlik algılamalarının bu şekilde tanımlanmasını,
IGMG bağlamı dikkate alındığında, şayet bilim bu tanımlamanın geçersiz olduğunu söylemediği takdirde, onaylayacaktır. Nitekim, postmodern anlayış, bu arada kimlik terimini yeniden tanımlamak istiyor. Zira bu postmodern anlayışa göre “İnsanın bireyselleştirilmesi” başlığı altında birey gelenekten kurtarılmalı, cinsel hayatta, eşler arası ilişki ve görev dağılımında var olan (geleneksel) düzenlemeler kaldırılmalıdır. Bilim, bu çerçevede aile, din ve kültür gibi güvenilir yapıların kaybo-
JUNI / HAZİRAN 2010
/ 45 /
se m p oz y um
larak herkesin kendi hayat çizgisini çizmek zorunda olduğu ve böylece yine herkesin kendi kimliğini kendi eline aldığı bir “kısa dönem rejimi”nden bahsetmektedir.
Bu noktada ben, bizim kendi cemaatimiz/teşkilatımız içerisinde kimlik oluşum ve gelişimiyle alakalı pratik meseleleri, özellikle modern ve post modern tanımlamalar
arasında cereyan eden tartışmalar bağlamında ele alacağım. Ama bundan önce, bazı temel noktalara değineceğim.
Müslümanlarla ilgili meseleler Avrupa ülkelerinin
kimliğini oluşturuyor
Şüphesiz bu kimlik sempozyumu, ilginç ve hatta endişe verici bir zamanda yapılıyor. Öyle ki, ülkemiz ve
etrafındaki diğer komşu Avrupa ülkelerindeki mevcut
tartışmaya bir göz atarsak, kimlik
oluşumu ile ilgili zorluklarla karşılaşanların yalnızca Müslümanlar
olmadığını görürüz.
Mesela burada, İsviçre’deki Minare yasağı gibi bir kaç örnek verebiliriz.Tartışma, İsviçre’de minareli cami sayısını toplamda 6’ya yükseltecek olan iki yeni minare yapımı etrafında dönmüştü. Toplam 150 cami bulunan ülkede, minarelerin yel değirmeni türbinleri gibi yerden yükselmeleri tehlikesi söz konusu değildi. Ama buna rağmen yeni minare
yapımı etrafında sürdürülen bu tartışma, görünüşte zararsız gibi görünse
de, referamdum sayesinde giderek İsviçre kimliği hakkında genel bir tartışmaya dönüştü. Minare yasağını en
çok savunan kanton ve köyler, neredeyse hiç Müslümanın yaşamadığı yerlerdi. Bu konuda rekoru elinde tutan
ve yüzde 80’lik bir oranla yasağa evet diyen köyde ise hiç
bir Müslüman yaşamıyordu. Bütün bunlar, çoğunluk toplumu için de kimlik ve kimlik oluşumunun, geçmişte kalan bir mesele olmaktan öte, eskiden olduğu gibi şimdi de
derin bir olgu olarak sözde ‘öteki” ile sınırlar çizilerek oluştuğunun doğru olduğunu gösteriyor. Bu olgunun derin kökleri vardır. Prof. Dr. Rommelspacher, konuyla bağlantılı olarak haklı bir şekilde İslam’a kuşkulu ve düşmanca yaklaşımların Avrupa’da bir ülkeye has olmadığının tesbitini yaptı. Buradan hareketle kısmen tüm Avrupa ülkelerinde, özellikle de batı Avrupa ülkelerinde İslam ve Müslümanlara karşı bu şüpheci ve düşmanca tutumların derin kökleri olduğu sonucuna varılabilir.
Bir başka örneği, mesela Belçika’daki şu Burka yasağı örneğini ele alalım. Bilindiği gibi Belçika, Flaman
ve Walon çıkarları doğrultusunda ikiye bölünmüş ve böylelikle kendi bütünlüğünü oluşturan atom parçalarına
/ 46 /
IGMG • PERSPEKTİF
bölünmek üzere olan derin ayrılıkların yaşandığı bir ülkedir. Buna rağmen, Burka’nın Belçika’nın değerlerini
sarsacağı gerekçesi ile, Parlamentoda neredeyse ittifak
halinde bu yasak onaylanabildi. Şimdi burada bu Belçika değerlerinin tam olarak ne olduğu, veya gerçekten
de böyle bir değerin bulunup bulunmadığı sorusunu sormak durumundayız. Yoksa bu yasaklama ile burada, kendisini Burka veya çarşaf ya da tüm vücudu kaplayan tesettürün ifade ettiği anlamın tam tersi olarak ifade edilebilecek bir Belçika kimliği mi oluşturulmaya çalışılıyor? Burada bir kıyafet türünün, Belçika toplumu realitesiyle alakası olmamasına rağmen, bu ülkede birliği
ve kimliği tesis ettiğini görmekteyiz.
Fransa’daki burka yasağını da burada örnek olarak
ele alalım. Bu ülkede polisler, bu kıyafetin kaç kadın tarafından giyildiğini tesbit etmek üzere özel olarak görevlendirildiler.
Yoğun bir sayım sonucunda, ülkede 5.5 veya 6 Milyon Müslüman’dan sadece 2000 kadının Burkalı olduğu tesbit edildi. Ama, tartışma, çizgisini aşarak sonunda,
‘‘Fransa kimliğini oluşturan şey
ne?’’ sorusunun tartışılmasına dönüştü. Bu soruya verilen cevap ise, başörtüsünün, tüm vücudu kaplayan
tesettürün veya bu ülkede yaşan sözde “öteki”nin görünür dindarlığının
olmadığı şey olarak ortaya çıktı.
Almanya’da da okullarda ve kamu kuruluşlarında başörtüsünün yasaklanmasını öngören yasalar, bu ülkede kimlik oluşumunun nasıl gerçekleştiği hakkında ipuçları veriyor.
Bu yasaklamalara gerekçe olarak genellikle, Alman değerlerinin, başörtüsü takarak bu değerleri içtenlikle reddettiğini gösteren insanlara karşı korunması için
ortaya konulan “soylu” niyet gösteriliyor.
Burada örneklerini verdiğimiz gelişmelere daha yakından baktığımızda, bu tartışmaların modernizm ile
postmodernizm arasında yapılan bir kimlik tartışması
olmadığını, aksine, siyasal sorumluluların, çekincesiz bir
şekilde postkolonial olarak tanımlanabilecek düşünce yapılarıyla hareket ettikleri görebiliriz.
Günlük politikalarda Kimlik Olgusu
Derin toplumsal güvensizlik ve kırılmaların yaşandığı bir zamanda hem çoğunluk toplumu hem de azınlık
toplumu, ne yeni ne de benzersiz sayılabilecek tepkiler gösterebiliyor. Bununla birlikte bu tepkilerin yakından incelenmesi gerekiyor. Yukarıda zikredilen toplumsal tartışmaları izlersek, ırk teriminin kültür terimi ile değiştirildiği postkolonial davranış ve terimlerinin kullanıldığını
sem p oz y um
tesbit edebilir, böylece, eski genetik yetersizlikten şimdi
kültür yetersizliği üretildiğini görebiliriz.
Bu ifademizi Thilo Sarrazin’in ifadelerini örnek vererek teyit ettirebiliriz. Almanların üçte ikisinin sert, ama,
haklı bulduğu Sarrazin, artık kültür ve ırk arasında bir ayrım yapmamaktadır. Hatta Sarrazin daha da ileri giderek benzeri görülmemiş, acımasız bir şekil ve uslupla da
Müslümanları aşağılayarak şunları söyleyebilmektedir: “İnsan yeteneği, yalnızca kısmen toplumsal şartlara bağlıdır. Geri kalanı ise kalıtsaldır/irsîdir.” Veya “Ben bu ülkeye saygı göstermeyen, çocuklarının eğitimine önem vermeyen ve sürekli
bir şekilde yeni başörtülü kızlar üreten kimseleri takdir edip
onlara saygı göstermek zorunda değilim. Bu durum Türklerin yüzde 70’i, Arabların ise yüzde 90’ı için geçerlidir.” Sarrazin’in bu ülkedeki Müslüman azınlıklar ile ilgili görüşleri böyle. Ne yazık ki, Sarrazin’in bu
görüşleri ülkede ırkçı bir görüş olarak değerlendirilmedi.
Görülüyor ki, sadece, ırk kelimesinin etnik ya da kültürel kimlik
kelimesi ile değiştirilmiş olmasıyla
tartışma zararsız ve tanımlama da tartışma götürmez anlamına gelmez. Aksine burada tanımlamalar, “güçlülerin”, kendilerinin ne olmadıklarını
her zaman bildikleri hegemonyal bir
tahakküm hakkı için örtü fonksiyonunu icra ediyor. Bu bağlamda “öteki” sadece sözde bir “kültür”e sahiptir. Tartışmaya biraz daha derinlemesine bakarsanız, “öteki”nin kültürsüz veya ilkel olarak değerlendirildiğini görürsünüz.
Kanaatimce bu konu da, bu iki
gün için içinde az işlendi. Henüz
güç ve terimlerin tanımlanma yetkisi problemi üzerine konuşmadık:
Kim, kimi kültürlü olarak tanımlayabiliyor ve kim de
kimi ilkel olarak tanımlayabiliyor? Hakikaten kendimize
karşı dürüst isek, şu yapılan tartışmanın eşit seviyelerde yapılan bir tartışma olmadığını kabul etmemiz gerekir. Tam aksine, bir kültür ulusu, bir başka topluluğu
ilkellikle niteleyip, o topluluğun bazı düşünce aşamalarından geçmesi ve belirli ruhsal gelişim sürecini atlatması
gerektiğini dayatıyor. Bu kültür ulusu, o topluluğa, herhangi bir üçüncü dünya ülkesi yerlisi statüsü veriyor. Bu
durum ağır gelse de, fırsatı, mağdur rolünü çizmek için
kullanan hakarete uğramış Müslümanın cümlelerini hatırlatıyor. İşlerin bu şekil ve usülde yürüdüğü bilindiğine göre, İslama karşı bu sözde eleştirel tartışmaları öncü/acı kültür tartışması olarak sunmak, hatta bu tartışmaları böyle ortaya koymak mümkün olacaktır.
Konudan az uzaklaşalım: Bana sürekli olarak, resmî mercilerin, yani siyasal sorumluların IGMG ile ne
gibi bir problemi olduğu soruluyor. Öyle ya, bir şeylerin olması gerekiyor ? Burada gündeme getirdiğim tespitler bağlamında şunu söyleyebilirim ki, evet ortada
bir şeyler var ve hatta biz IGMG olarak Almanya masalının “ayna”sıyız: Ayna ayna, söyle bana, bizim ülkemiz ne kadar çoğulcu? Biz, bu sorunun cevabının yansıdığı aynayız. Ve cevap, bizim neden böyle bir muamele
ile karşılaştığımızın da sebebi. Cevap: “Çoğulcu? Evet,
60 yıl önce sadece kendi kendimize iken çoğulcu idik.
Fakat 10 yıldan bu yana, Müslümanlar buna uyamadıkları
için, çoğulculuk sevdasından vazgeçtik.”
Aslında biz, kendi anayasasını hep “çoğulcu” olarak tanımlayan, fakat bu “yüksek” değerin, kendisi ve ikinci dünya savaşından sonra Almanya’nın görüntüsünü düzeltmek
için kullanılmasına izin vermeyen bir topluma ayna tutuyoruz. Aslında bizim yaptığımız
şey, kağıt üzerinde durması istenen,
ama, bir “öteki” azınlığın varlığında
artan bir şekilde tartışmaya açılan çelişkinin belirginleşmesine çalışmaktan ibarettir. Zira, çoğulculuğun pratiğe uyarlanmasına baktığımızda,
özellikle, 11 Eylül 2001 hadisesi,Theo
Van Gogh’un 2004’de öldürülmesi veya 2005 yılında Londra’daki bombalama eylemleri sonrasında meydana
gelen kırılma ve ayrışmaların akabinde,
çoğunluk toplumunun, çoğulculuğu ülkemizdeki sosyal barışı tehdit
eder olarak algıladığını görüyoruz. Bu
algılamaya göre, malî kriz, iklim değişiklikleri, küreselleşme gibi gelişmeler dikkate alındığında, çoğulculuk toplumsal geleceğimizi tehdit ediyor.Toplum homojenleştirilmediği takdirde gelecekteki çatışmaların kaçınılmaz olduğu varsayılıyor.
Gelecek senaryoları nedeniyle azınlıklıklardaki kimlik oluşumuna etkide bulunma isteğiyle değişmiş olan
bu paradigma, bilimin kimlik politikası olarak tanımladığından başka bir şey değildir. Artık, özne ya da toplumun kendi başına kendi kimliğini oluşturmasına izin
verilmiyor. Kimlik artık, ferd için bir ön tedbir ve ön önlem olarak başkaları tarafından tanımlanıyor, ki böylece gelecekte problem olmayacağı hesaplanıyor. Buna inanmayanlar, bu ülkedeki, hatta, diğer Avrupa ülkelerindeki güvenlik tartışmalarına baksın ve radikalleşme senaryoları ile yüzleşsin.
Bu ülkenin güvenlik güçleri , istihbarat servisleri veya içişleri bakanlıkları hangi senaryolar ve hangi bağlantı zincirleriyle çalışıyorlar? Hangi kimlik politikası
burada hangi diğer kimlik tanımlamalarıyla çatışıyor?
Buradaki temel mantık şu: Kendi kendimi şekillendirmeme imkan vermek yerine, benim kendi değer ve
JUNI / HAZİRAN 2010
/ 47 /
se m p oz y um
ister istemez bir “alt kültür” olarak kabul edilen kendi
kültürümle, kendi kimliğimi geliştirmem önlenmek isteniliyor. Kendi kimliğimin “yük”ünden beni kurtarmak
istiyorlar. En iyisi ben aynı zamanda cinsiyet ve dinî yüklerimden de kurtulmalıyım ki, böylece bu toplum içinde dikkat çekmeden yerimi bulabileyim. Ki ileride, ancak böylece semtlerimizde, şehirlerimizde hatta tüm ülkede problemler oluşmasın.
Burada benim söylediğim ifadeler genelde abartılı
ve sınırı aşan tespitler olarak algılanıyor. Fakat, ilgili içişleri dairelerinin son yayınlarına, örneğin Federal İçişleri Bakanlığı’nın “Terörizm ve Ekstremizle Mücadele
aracı olarak Entegrasyon” başlıklı yayına bir baktığımızda,
buralarda yazılan kimlik politikalarının, ilgili sorumluluların düşünce ve tutumunu belirlediğini görürüz.
IGMG Camilerinden birinde Gençlerarası Hutbe Yarışması
Bu yeni paradigmanın bedelleri ise insan hakları kısıtlamaları ve ihlalleri, sürekli olarak yenilenen güvenlik önlemleri yasaları, gözetleme ve kontrol önlemleri
olarak karşımıza çıkıyor ve bunu da özgürlüğün bedeli olarak sunuyorlar. Gerekçe de, güvenlik isterseniz, özgürlüğünüzden fedakarlık edeceksiniz, ifadesi oluyor.
Zeki bir Amerikan Başkanı bir keresinde şu hikmetli
sözü söylemişti: “Kim, insanları özgürlük ve güvenlik arasında bir tercih yapma durumunda bırakıyorsa, ikisini de
haketmiyor demektir.”
Bu tehlikeli toplumsal gelişme karşısında biz İslam Toplumu Millî Görüş olarak gerçektende bir aynayız. Biz, Hristiyanlık ve batı medeniyetinden olmayan bir azınlığın entegrasyonuyla sınanan ve ayrıca toplumsal kazanımlarını
Anayasa düzenine kadar tartışmaya açan veya kenara atan
bir toplumun çelişkilerini gözler önüne seren bir aynayız.
Ve bu, kendimizi, çoğulçu toplumsal düzenin kazanımları ve böylece “başka olma”mızın kabullenilmesi ile özdeşleştirdiğimiz bir zaman diliminde oluyor.
/ 48 /
IGMG • PERSPEKTİF
Ek olarak, bu durumun aynısı Türkiye’nin AB üyeliği tartışmalarında da yaşanıyor. Görüntüde yer aldığı
gibi, kurallar, Müslümanlar bu kurala uymak istediklerinde sürekli olarak değiştiriliyor. Çoğunluk toplumu,
çoğulculuğu tartışma yerine, haklı olarak 60 yıldır gurur duyulan anayasal düzenin temellerini dikkate almalı
ve böylece farklı yaşam şekillerinin çokluğunun ve hatta görünür bir dindarlığın kamu mekanlarında dahi yer
bulabilmesinin arzu edilir olduğunu, gelecekte de bu durumun devam etmesinin istendiğini görmek durumundadır.
Dayatılan kimlik ve kendi kimliğimiz
Bir aynadan, mecazi olarak zorlamadan bahsederken; iki gündür eskiden söylenenleri konuşuyor ve biraz da ilginç eklemeler yapıyoruz.
Ve biz aynı zamanda kendimize ve
kendi teşkilatımıza da ayna tutuyoruz.
Burada yaptığımız şey, temelde
kendimizi mahkum etmeden kendi kimliğimizi tartışmaktan, “gözden geçirilmiş öz kimlik”imize yeni şeyler eklemekten ve bununla birlikte kendimize olan güvenimizi kuvvetlendirmekten ibarettir. Ki böylece, kendi köklerimizi tanıyıp anlamak istiyoruz.
Bu anlamda, kimlik politikası tabiî ki tek yönlü bir politika değildir. Keza, özneyi yani topluluğu kendi kendine bırakmayıp kendi kimliğinin mahiyetini kendisinin tespit edememesi gibi çoğunluk toplumunda eleştirdiğimiz konularda
biz de, kendi içimizde kendi kimliğimizi kendimizin oluşturup oluşturmadığını, kimliğimizin hiyerarşiler ve organizasyon yapıları tarafından
ne kadar dayatıldığını sorgulamamız gerekiyor Yani, hep
şu soruyu sormalıyız: Kişi, acaba başka türlü olma seçeneği omadığı için mi şu anki halini aldı? Özellikle işçi çocukları olarak, dünyayı değiştirme emelleri olan işcilerin çocukları olarak bu tartışmayı eleştirel olarak yapmak zorundayız.
Öyleyse, kimliğimizi oluşturan temel direkler nelerdir?
Her şeyden önce bizi biz yapan şey, hiç şüphesiz inancımızdır. Teşkilatımızın temel vasfı olarak bu noktanın
altını çizebiliriz.
İkinci olarak, inancımızın yorumlanmasında devletin müdahalesini reddetmemiz de bizim özelliğimizdir.
Bu noktada biz DİTİB tarafından temsil edilen Türk
resmî devlet İslam’ı anlayışını eleştirdik. Ve biz, bu tür
bir İslam anlayışından açık bir şekilde, örneğin İslamî
bayramların devlet tarafından tesbit edilmesi gibi konularda, uzak durduk. Devletin dinî cemaatlerin işleri-
sem p oz y um
ne karışması meselesi gibi konularda, sürekli olarak bir
tartışma mevcuttu. Bu tartışmalar karın ağrısına kadar
götüren abartılara neden olduğu için, şimdilerde bu tartışmalar nedeniyle yıllar içerisinde oluşmuş uçurumu ortadan kaldırmakla meşgülüz ki, bu ülkede Müslümanların nasıl temsil edileceği meselesinde işte bu sebeplerden dolayı da bir birlik sağlanamamıştır. Bu gelişmeler hem IGMG’de hem de üyeleri arasında iz bırakmış,
her türlü devlet tesirine veya bu konudaki bir girişime
şüpheli bakmamıza yolaçan sivil bir karakter geliştirmemiz
sonucunu doğurmuştur.
Üçüncü olarak bizim kimlik karakterimizi, büyük bir
inanç cemaatinin bir parçası olmayı kabul etmemiz, yani Ümmet düşüncesine sahip olmamız yansıtır. IGMG
kendisini büyük bir bütünün parçası olarak görmektedir ve bu sebeble de sorumluluk, dayanışma ve kardeşlik düşüncesine
sahiptir. İşte bunlar teşkilat olarak
hizmetlerimizi ve faaliyetlerimizi de
belirlemektedir.
Bizim kimliğimizi karakterize
eden hususların dördüncüsü de, toplumsal katılım anlayışımız ve asimile olmayı reddedişimizdir. Burada demek istediğimiz şey, toplumsal olarak aktif olmayı ve toplumun huzuru için çalışmayı öngören, haksızlıklara, adaletsizliklere, ayırımcılıklara karşı çıkmayı hatta bunlarla aktif bir şekilde mücadele etmeyi emreden dinimizin getirdiği prensiplerle ilgilidir. Sürekli olarak suçlandığımız şey,
aslında kimliğimizin bir parçasıdır, nitekim biz, dinin ve inancın kişisel boyutunun yanı sıra, bir de toplumsal boyutunun var olduğuna inanmaktayız.
Bu bizi, bu ülkenin refahı için, içinde yaşayıp çalıştığımız toplumun huzuru için çalışmaya yönlendiriyor ve toplumun zenginleştirici bir “yeni” parçası olarak gelecekteki toplumsal problemlerin çözümüne katkı yapmak isteğimizi teşvik ediyor.
Burada tarif edilen kimlik anlayışı ile, aynı zamanda
bu anlayıştan doğan toplumsal tanınma mücadelesi,
marjinalleştirilmiş grupların, özdeşleştirme, kendi geçmişinin
yeniden keşfi ve kimlik politikaları anlamında kabul görme mücadelesi çerçevesinde kendi yerini belirleme süreçleri olarak etnisitenin sosyolojik tanımı neredeyse tam
olarak bağdaşıyor. Şimdi, burada bilimin belirli davranış
örnekleri hakkında açıklamaları olduğunu bilmek güzel.
Zira, bu zamana kadar hep, doğru olduğu için, inanç değerlerimizle, kimlik tasavvurumuzla ve inanç gerçeklerimizle uyuştuğunu varsaydığmız için böyle yapıyorduk. Bu
yüzden bilimin bu tanımlamasını hep bir göz işareti ile
takdim ediyorum.
Kendini başkaları üzerinden tanımlamak
Teşkilat olarak, kimlik oluşturma sürecinde dün ve bugün konuştuğumuz “ötekileştirme”den kurtulabilmiş değiliz. Mesela, bizim kimliğimizin oluşumunda “Batıl” teriminin karşıtı olarak “Hak” ikilemesi önemli bir rol oynar.
Bunun üzerine kurulu olan basitleştirilmiş dünya tasavvuru, antisemitizm ve bir dünya Yahudi komplosu, kimliğimizin oluşmasında kısmî bir rol oynamış durumdadır. Bunu reddetmek ve bunun kimliğimizin oluşum tarihinde yeri olmadığını söylemek dürüst olmaz. Ama bunu ölçü alarak kimliğimizın oluşumunda hâlâ bir kaynak olduğunu
iddia etmek, bu teşkilata yapılacak olan en büyük haksızlıktır. Tarihi inkar etmek ve bu basite indirgenmiş dünya
tasavvurunun gençler arasında alıcısı olduğunu inkar etmek
de dürüst değildir. Kendi saflarındaki Irçılık ve Yahudi düşmanlığını tartışmak, bu teşkilat ve bu
teşkilatın öncüleri için önemli bir meseledir. Herkes Necip Fazıl Kısakürek’in şu şiirini, ya da şiirinin başını bilir:
“Ey düşmanım,
Sen benim ifadem ve hızımsın.
Gündüz geceye muhtaç
Bana da sen lazımsın”
O zamanlar, sürekli olarak ötekilerin, varsayılan düşmanın karşıtı bir kimlik oluşturma sürecinde
olduğumuz zamanlardı: Yani, kimliğimizi “Ben, O’nun olmadığı şeyim” olarak tasavvur ettiğimiz zamanlar. Yine bir küçük anekdot: Bir
zamanlar, İslam’ın ne olduğunu
yazmamız gereken bir bilgi yarışması düzenlemiştik. Yarışmayı kazanan en güzel cümle şöyleydi:
“İslam, bu dünyada mevcut tüm çirkinliklerin, kötülüklerin, tüm savaşların, haksızlıkların ve baskıların zıddıdır.”
İslam’ın ne olmadığını anlatan bu cevap okunduğunda
güçlü bir alkış almış idik. Peki İslam ne o zaman? İşte
o zamanlar dünyayı bu kadar basit bir şekilde kurguladık. ‘‘Onlar bizi bir kültür olarak kabul etmiyorlar. Aslında kendileri bir kültür değil’’. Onların acaba “ahlak”ı
var mı? cümlelerinden hareketle, kendimizi hep “öteki”nin karşıtı olarak tanımladık.
Bu toplumda ahlak olup olmadığı sorusu bana göre öyle bir soru ki, böyle bir sorunun kendisini gayr-i
ahlakî buluyorum. İşte burada insan bizzat kendisini ölçü yerine koyuyor. Slogan şu: Onlar bizi bir ilkel millet olarak görüyorlar. Öyleyse ben de onları ilkel bir millet olarak tanımlıyorum. Heves peşinde koşmaktan, tefekkür etmeden ateşli bir biçimde rasgele yaşamaktan
başka bir şey yapmıyorlar. Halbu ki, mutluluk bizim tekelimizdedir. Onlar daha çok ararlar.
JUNI / HAZİRAN 2010
/ 49 /
se m p oz y um
İşte bunlar, cemaat içinde, kameralar olmadığı zaman yapılan münaraza konularıdır. Almanlar çocuklarını seviyorlar mı ki? Çocukları için ağlıyorlar mı? Çocukları öldüğünde üzülüyorlar mı? İşte bütün bu tartışmalar, “öteki”nin de aynı endişe ve ihtiyaçlara sahip
olduğunu, aynı şekilde çocuklarının geleceği için endişelendiğini görebilmemiz için“öteki”ne yapılacak olan
bir ev ziyaretinin bile yeterli olacağı ve her türlü dayanaktan yoksun, basmakalıp tartışmalardı.
Elbetteki bu hegemonyal tartışmalardan uzaklaşmanın
bir yolunu bulmamız gerekiyor. Bununla birlikte postmodernizmin, dindarlığın, içine sığınılabilen ama bir çözüm üretemeyen sahte bir gerçeklik olduğu şeklindeki
yönlendirmesine de eleştirel yaklaşmamız gerekiyor. Postmodernist bilimsel anlamda dindarlık, milliyetçilikten,
yani sahte bir gerçeklikten başka bir şey değildir ve böy-
Camilerimizde “Milli Görüş ne yapıyor?” sorusu hep soruluyor
le bir şey olmadığı halde, içine girenleri güvence altında tuttuğunu iddia etse bile, bu güvenliği garanti edebilecek durumda değildir.
Bu ifadelere eleştirel bir yaklaşımla bakılması gerektiğini
düşünüyorum. Bu konuda Prof. Dr Mahmud Erol Kılıç’la aynı şeyi paylaştığımı düşünüyorum. Buna göre ‘‘Anlam dolu bir hayat, anlamlı bir hayat kişinin kendisini sınırlamasıyla da mümkündür. Bu anlamda dindar insanlar ‘’anlam arayışı süpermarketinde’’ iyi satıcılar değil, ne
olduğumuza ve ne olacağımıza cevap sunabilen güven verici muhataplardır.”
Postmodernizmin bizi ikna etmeye çalıştığı, bir insanın değerinin o insanın tüketim gücü olduğu yönündeki tezlere de karşı çıkıyoruz. Bizim, bir insanın değerinin ne olduğu yönündeki ölçümüz takva ölçüsüdür.
İşte bu, bir başka Kur’anî yaklaşımdır. Aynı şekilde, postmodernizmin çaresizliğine ve mutluluk ve hayatın anlamının ateşli aranışına da karşı çıkıyoruz. Çünkü nefsin maddî istek ve beklentilerle tatmin edilmesinin mümkün olmadığını, aksine, yüce yaratıcının rızasını kazanmak
/ 50 /
IGMG • PERSPEKTİF
ve onun rızasına uymakla tatmin olacağına inanıyoruz.
Bu anlamda bir şeyler bulmak değil, Allah rızasını kazanma yoluna girmek önemlidir. İşte bu nokta, bizi harekete geçiren bir güçtür.
Peki, kendi kimliğimizden ne kadar eminiz? Bu konuda genelde kendimizden eminiz, ki, bunu Prof. Dr.
Schiffauer de onaylayacaktır. Biraz doğru bir şekilde bakınca, tozları kaldırdığımızda görülecektir ki, teşkilat içi
tartışmalarımızda şu cümlelerle söze başlıyoruz: “Çocuklarımız kayboluyor!”, “Ailelerimiz dağılıyor,” “Millî
Görüş ne yapıyor?”, “Torunlarımız, bizim inandığımız
şeylere inanacak mı?”
IGMG’nin kimliği ile ilgili tartışmalarda dillendirildiği gibi, kendinden emin cevaplar sunulsa bile, bu sorular öyle gözükmüyor. Teşkilat olarak, bağımsız bir kimlikte ısrar
etmek ve böylece de entegrasyonu engelleyici etki yapmak
ve paralel toplumların oluşmasını teşvik etmekle suçlanıyoruz. Buna karşın cemaatimize
bir göz atıldığında, çokca ormanda ıslık çalındığı da görülecektir. Sık sık denilir ki, kendimizden eminiz, gayenin ne olduğunu, cevapların ne olduğunu biliriz. Yine de, işin içine girildiğinde, çocukların farklı düşündüğü,
ailelerin bu arada farklı bir yapılanmaya girdiği ve promlemlerinin farklı olduğu gerekçesi ile, bu kadar da emin olunamayacağı yönünde sözler duymak da mümkündür.
O zaman burada teşkilat olarak üstesinden gelmemiz gereken en büyük zorluklar nedir? Önümüzdeki en önemli sorumluluk, toplumsal değişimler sebebiyle felce uğramamak
ve aynı şekilde teşkilat olarak da felce uğramayıp, problemi kendi dinî anlayışımızla gögüsleyebilmektir.
Zaman değişiyor. Zaman değiştikce de çözümler de değişiyor. Fakat, kaynaklar değişmiyor. Kaynaklar değişmediği ve çözümlerin zamana göre uyarlanması gerektiğine
göre, bu her zaman kendisine başvurmak durumunda olduğumuz İslam’ın kendisinde bulunan bir dinamizmdir. Pek
çok şey dalgalansa da, aile yapıları değişiyor olsa da, hareketlilik her şeyi birbirine karıştırsa da, IGMG için asıl mesele, bütün bu problemlere yeni cevap ve çözümler bulabilmektir. Mesela, aile içerisinde yaşlıların bakımı yapılamadığı zaman, teşkilatımızın bu probleme yaşlılar yurdu kurarak çözüm getirmesi istenmektedir. Aynı şekilde, teşkilatımızdan cami, eğitim merkezleri, buluşma ve bir araya
gelme yerleri, öğrenci yurtları şeklinde kendilerine güven
veren yapılanmaları gerçekleştirmesi de talep edilmektedir.
İşte bunların hiç birisi paralel yapılanmalar değildir. Bu, toplumdan uzaklaşma arayışı da değildir. Aksine bu, küreselleşme ve bireyselleşme sürecinde ister istemez karşılaşacağımız problemlere Müslümanca cevap vermek için yapılan ciddî çabalardır.
(Tercüme: İlhan Bilgü)
sy m p o s ium
Die Formierung neuer,
hybrider und „anderer“
Identitäten
Die Identitätsdefinition, so Schiffauer einführend, wird mit
Fragen nach der Identität, also„Wer bin ich?“, assoziiert. Die
Identität sei eine ganz bestimmte Relation zwischen
der Identitätsprüfung „Ich bin der, der ich wirklich bin“
und der Identitätsvergewisserung „Ich bin der, der ich
eigentlich bin“.
Habibe Baltacı • [email protected]
n seinem Vortrag ging Prof. Dr. Werner Schiffauer auf die Begriffe „Neo-Osmanismus“ und
„Hybridität“, in Bezug auf die Suche nach „roots“
und „routes“ bei der IGMG, ein.
Die Identitätsdefinition, so Schiffauer einführend,
wird mit Fragen nach der Identität, also „Wer bin ich?“,
assoziiert. Die Identität sei eine ganz bestimmte Relation zwischen der Identitätsprüfung „Ich bin der, der ich
wirklich bin“ und der Identitätsvergewisserung „Ich bin
der, der ich eigentlich bin“. Diese Fragen würden im
Alltag jedoch nicht oft gestellt; man gehe davon aus, dass
man sinngemäß sei. Für Muslime in Europa gelte aber,
dass es Situationen gibt, „in welchen man aus der Selbstverständlichkeit heraustritt, in welchen nicht mehr klar ist,
wer oder was man ist. Dass Muslime in Europa sind, ist nicht
selbstverständlich und das führt zu beispielsweise folgenden
Identitätsfragen, mit welchen sich Muslime, vor allem die
zweite und die dritte Generation von muslimischen Einwanderern, auseinandersetzen: ‚Was mache ich eigentlich
I
als Muslim in Europa?‘, ‚Kann ich als Muslim in Europa
sein?‘, ‚Wie kann ich Muslim in Europa bleiben?‘ Auch gibt
es die große Frage ‚Gehört man denn als Muslim nach
Europa?’“
Weiter erklärte er, dass diese Fragen zusammen hängen würden. Innerhalb der IGMG gebe es seit mehr als
10 Jahren den Versuch, systematisch Antworten auf
diese Fragen zu finden. Heute gebe es eine generelle
Bejahung von Europa. Denn die Religionsfreiheit erlaube Einem als rechtgeleiteter Muslim in Europa zu
leben. Auch habe man als Muslim eine Verantwortung
gegenüber anderen Muslimen in Europa. Außerdem
brauche man einen säkularen Rechtsstaat, der einen
gleichen Austausch der Weltreligionen garantiert. Die
Erfahrung als Muslime in der Minderheitensituation in
Europa zu sein, habe den Wert des Schutzes der Minderheiten verdeutlicht und zur Bejahung der Verfassung geführt.
Nach diesen generellen Antworten setzte Schiffauer sich mit zwei Teilpositionen auseinander. Zum einen
erläuterte er den Begriff Neo-Osmanismus, bei dem es
um die Frage „Wer bin ich eigentlich?“ gehe, welche
mit „Eigentlich bin ich derjenige, woher ich komme“ beantwortet werde. Man suche nach den Wurzeln der
Herkunft, nach den „roots“ und zwar im Osmanischen
Reich. Die osmanische Vergangenheit werde als spezifische, humane und große Vergangenheit empfunden.
Man wolle in einem emphatischen Sinn, in einer großen Tradition stehen. Menschen, die diesen Diskurs
aufnehmen, würden, so Schiffauer, ein gewisses „Empowerment“ erlangen. Man vergewissere sich selber
und man sei stolz auf diese Vergangenheit.
Die zweite Position jedoch sei die der „HybridIdentities“, die diese erste Frage als etwa die Antwort
der Suche nach Identität der Authentizität in der großen Vergangenheit als unbefriedigend empfinde, nämlich die Erfahrung der komplexen und verschalten Zu-
JUNI / HAZİRAN 2010
/ 51 /
sy m p o s ium
gehörigkeit. Hier sei die Geschichte des Osmanischen Reiches
eine banale Geschichte, durch die
man geborgen sei und der man
sich stellen solle, mit ihren Stärken und Schwächen. „Der Ausgangspunkt hier ist die Gegenwart,
nicht die Vergangenheit. Es geht um
die Vergegenwärtigung der Wege,
„routes“. Man sollte die Vergangenheit
wirklich ausarbeiten und die Gegenwart bietet eine Chance. Die Gegenwart ist nicht nur der Verfall.“,
führte Schiffauer aus.
Im weiteren Verlauf seiner Rede ging er auf einen Schlüsselbegriff, die Übersetzung, ein. Übersetzung sei ein komplexer Prozess,
der verschiedene Bedeutungen habe. Sie sei zunächst einmal die
Übersetzung rein sprachlich, vom
Deutschen ins Türkische, vom
Türkischen ins Deutsche bzw. von
Konzepten aus der türkischen
Kultur in die deutsche Kultur und
Einen dritten Aspekt der Übersetzung bezeichnete Prof. Schiffauer als „De-Zentrieumgekehrt. Diese Auseinandersetzung mit der Übersetzung harung“. Demnach würden Texte „aus einem Kontext zum anderen, von einer Kultur
be die Bedeutung, dass man wisan die andere Kultur übersetzt, wie ein Fährmann Sachen von einem Ufer ans ansen müsse, wie die eigenen Konzepte
dere bringt. Er bewegt sich ständig zwischen den Kulturen.”
in der anderen Kultur wirken und
was sie bedeuten würden.
Ein weiterer Punkt sei die
Übersetzung als kreative Aneignung des Originals, das
Genau diese Skepsis führe zu einer Entwicklung
zum Ausdruck gebracht werde. Als Menschen seien
eines dritten Raumes („Third-Space“), zu einem Mewir fast notwendigerweise darauf angewiesen, beim
tastandpunkt, welcher jenseits der klassischen PositioÜbersetzen zu verfälschen, um der Wahrheit näherzunen sei. Er führe viele Mitglieder der zweiten und dritkommen, wenn man z. B. einen Text in eigenen Worten Generation zur Orientierung an der Umma.
ten wiedergebe. Diese eigenen Worte seien eine ÜberZum Schluss bemerkte Prof. Schiffauer, dass die
setzung dessen, was in dem Text steht. Die ÜbersetIdentitätssuche Chancen der Überwindung habe, die nicht
zung sei die Chance ein tieferes Verständnis des Quelimmer wieder den Gegensatz von Ost und West herlentextes zu erlangen.
stellt, sondern die Gemeinsamkeiten von Ost und West,
Einen dritten Aspekt der Übersetzung bezeichnevon Islam und Christentum betont. Diese beiden Pote Prof. Schiffauer als „De-Zentrierung“. Demnach
sitionen in der Empirie, die klar gegenübergestellt wurwürden Texte „aus einem Kontext zum anderen, von eiden, seien nicht in Wirklichkeit eindeutig zu trennen.
ner Kultur an die andere Kultur übersetzt, wie ein FährEr beendete seinen Vortrag mit folgender Feststellung:
mann Sachen von einem Ufer ans andere bringt. Er be„Sehr oft ist es so, dass junge Menschen, vor allem 15-16wegt sich ständig zwischen den Kulturen. Man schaut imJährige, sich für die erste Position des Authentizitätsdismer auf das andere Ufer von außen, man de-zentriert sich.
kurses begeistert haben. Die andere Suche ist weit schwieMan sieht einmal auf die deutsche Kultur von der türkischen
riger. Sie ist eine offene Suche, fast wie in der Mystik, eine
Perspektive und dann auf die türkische Kultur von der
Herausforderung, das Erbe neu zu entdecken. Dieser Schritt
deutschen Perspektive und dieser Blick von außen hat seiwird dann oft im Studium vollzogen oder in den späteren
ne Chancen. Von außen sieht man Missstände und WiderLebensphasen. Die beiden Phasen stehen sich nicht ganz
sprüche viel besser. Man ist selbstkritisch gegenüber der eiund immer und absolut gegenüber. Das Eine geht in das
genen Kultur oder der Kultur, in der man sich befindet.“
Andere über. Aber übrigens auch nicht immer.“
/ 52 /
IGMG • PERSPEKTİF
sy m p o s ium
Identitätspolitik in
Deutschland und ihr Einfluss
auf die Muslime
Prof Dr. Brigit Rommelpacher zufolge ist der Mauerfall
und die deutsche Wiedervereinigung für die Migranten
sehr bedeutend gewesen. Von den Diskussionen um eine
deutsche Leitkultur und darüber, was die deutsche Kultur
ausmacht, seien Migranten größtenteils ausgeschlossen
worden.
Fatma Yilmazer • [email protected]
rof. Dr. Birgit Rommelspacher stellte in ihrem Vortrag am zweiten Tag des Symposiums
die Identitätspolitik in Westeuropa und ihren
Einfluss auf die Muslime am Fall Deutschland dar. Sie wies darauf hin, dass antimuslimische Ressentiments insbesondere seit dem 11. September in
ganz Europa zu beobachten sind. Dennoch würden sich
laut Studien Muslime in Deutschland am wenigsten
von der Mehrheitsgesellschaft anerkannt fühlen. Rommelspacher zufolge hat das folgende Ursachen:
„Einer der Gründe ist sicherlich die deutsche Politik, die
Migration viele Jahre lang, um nicht zu sagen Jahrzehnte lang, verleugnete. Es wurde gesagt, dass Deutschland
kein Einwanderungsland sei. Heute ist Einwanderung
weitgehend akzeptiert, doch es gibt einen Integrationsdruck,
was oft nichts anderes ist als Assimilation. Ein weiterer
Grund ist die politische Kultur Deutschlands, die ethnische
Homogenität betont. Das geht auf die Nationalbildung im
19. Jahrhundert zurück, das sich auf die rassistische Politik des Nazi-Regimes niederschlug.“
Auch die Herkunft der Migranten könne ein Grund
für die unterschiedliche Situation der Muslime in
Europa sein. Anders als Migranten in Frankreich und
Großbritannien seien die Migranten in Deutschland
P
nicht aus einer ehemaligen Kolonie eingewandert, sondern als Gastarbeiter nach Deutschland gekommen.
Es hätte zudem keine Klassenselektion wie in klassischen
Einwanderungsländern gegeben. Desweiteren würden
sich muslimische Migranten in Deutschland durch die
enge Beziehung zu ihrem Heimatland von anderen
Migranten unterscheiden.
Neben diesen Faktoren prägten auch die Ereignisse
in der jüngsten Geschichte Deutschlands die Identitäten der Migranten in Deutschland, erklärt Rommelspacher. So sei der Mauerfall und die deutsche Wiedervereinigung für die Migranten sehr bedeutend gewesen. Von
den Diskussionen um eine deutsche Leitkultur und darüber, was die deutsche Kultur ausmacht, seien Migranten größtenteils ausgeschlossen worden. Auch auf dem Arbeitsmarkt haben Migranten die Auswirkungen des Mauerfalls zu spüren bekommen. Ost-Deutsche wurden auf
dem Arbeitsmarkt bevorzugt. Eine weitere Konsequenz
der deutschen Wiedervereinigung habe sich in Form von
rassistischen Gewalttaten gezeigt. Die rassistisch motivierten
Angriffe in Mölln und Solingen mit tödlichem Ausgang
hätten die Migranten nachhaltig geprägt. Für die ältere
Generation von Migranten seien diese Vorfälle schockierend gewesen. Sie fühlten sich ausgeschlossen und
viele ihrer Hoffnungen seien zerstört. Diese rassistischen
Gewalttaten riefen die Erinnerungen an die Vergangenheit Deutschlands hervor. „Wir wissen, wir sind die neuen
Juden Deutschlands“, zitierte Rommelspacher einen älteren türkischen Migranten. Sie bezeichnet den Vergleich
als inadäquat, doch die Ideologie einer ethnischen Homogenität, wo der „Andere“ als illoyal und als nicht integrierfähig erachtet wird, sei weiterhin vorhanden.
Darüber hinaus sei das Beispiel der doppelten
Staatsbürgerschaft anzuführen. Die Tatsache, dass in
allen europäischen Ländern außer Deutschland und
Österreich Doppel-Pässe akzeptiert werden, vermittle
den Migranten „Du kannst entweder Deutscher sein oder
JUNI / HAZİRAN 2010
/ 53 /
sy m p o s ium
Türke, aber kannst nicht zwei oder mehrere Staatsbürgerschaften haben.“
Obwohl diese Art von Politik und auch die geschichtliche Entwicklung Deutschlands Migranten vor
Schwierigkeiten stellten, sei der Umgang mit dem Bild,
das die Mehrheitsgesellschaft auf sie projiziere, die
größte Herausforderung. Die Mehrheitsgesellschaft
habe ein bestimmtes Bild von Menschen, die sie als die
„Anderen“ wahrnehmen.
Identitäten und „Othering“
„Othering“ beschreibt Birgit Rommelspacher als die
Konstruktion des Anderen als eine homogene Gemeinschaft, die im Grunde unterschiedlich ist. Taten, die von wenigen in der Gemeinschaft ausgehen, werden demnach
der gesamten Gruppe zugeschrieben.
Das Bild des „Anderen“ fungiere als
Gegenbild zum Selbstbild.
„Othering“ betreibe jedoch
nicht nur die Mehrheitsgesellschaft. Auf der Seite der Migranten gebe es ebenfalls Ressentiments. Laut Prof. Rommelspacher
sehen Migranten die Deutschen
als kalt, ausbeutend, freizügig und
als eine moralische Gefahr. Sie stehen für sie als der dekadente Westen. Auch die Ängste der muslimischen Eltern, dass ihre Kinder sich
entfremden und „verdeutschen“
beschreibt Rommelspacher. Demnach seien Projizierungen auf beiden Seiten vorhanden, doch der
Unterschied liege in der Machtrelation – insbesondere hinsichtlich
der materiellen und soziokulturellen Konsequenzen. Das „Othering“
der Minderheit bleibe vorwiegend auf einer symbolischen
Ebene, wohingegen das „Othering“ der Mehrheitsgesellschaft konkrete Konsequenzen bezüglich Ressourcen, also Arbeitsplätze, Bildung, Rechte und Sozialprestige habe.
Die symbolische Macht der Migranten sei jedoch nicht
unbedeutend. In Hinsicht auf Identitätsbestimmung
stelle die ethnische Vielfalt die Monopolstellung der
Mehrheitsgesellschaft in Frage. Migranten konfrontierten die Mehrheitsgesellschaft mit Pluralismus und
damit werde die monolithische Struktur der Gesellschaft angefochten.
Multiple Identitäten
Des Weiteren ging Birgit Rommelspacher in ihrem
Vortrag auf den Begriff „Multiple Identitäten“ ein. Sie
stellte das Problem der Identitätspolitik dar, die sich
/ 54 /
IGMG • PERSPEKTİF
nur auf eine bestimmte Identität einer Gruppe konzentriere. Wenn eine Interessengruppe, die sich mit den
Menschen für dessen Rechte sie sich einsetzt identifiziert, nur auf einen Aspekt ihrer Identität konzentriert,
würde dies zu Dualismus führen, was wiederum als
Grundlage für das „Othering“ diene. Rommelspacher
stellte das Konzept des „strategischer Essentialismus“
vor, das in der Frauenbewegung und AntirassismusBewegungen sehr wirksam gewesen sei. Bei diesem
Konzept stehe das gemeinsame Ziel im Mittelpunkt. Die
Gruppenmitglieder handelten in dem Bewusstsein, dass
sie zwar ein gemeinsames Ziel haben, aber darüber hinaus unterschiedlich sind und über verschiedene Identitäten verfügen.
Zum Abschluss stellte Birgit Rommelspacher Perspektiven und Handlungsmöglichkeiten in Bezug auf Diskriminierung und „Othering“ vor. Es sei
zunächst wichtig die symbolische
Macht der Migranten in gesellschaftliche Macht umzuwandeln.
Die beste Prävention von „Othering“
sei ihr zufolge politische, ökonomische und soziale Gleichheit.
Minderheiten müssten um Anerkennung und gesellschaftliche
Teilhabe kämpfen.
Ein weiteres Ziel sei die Dekonstruktion von Dualismus und die
Bemühung um Anerkennung von
multiplen Identitäten. Erstrebenswert sei die Pluralisierung der Gesellschaft, gegenseitige Akzeptanz
und multiple Identitäten.
Der Mauerfall mit seiner subsequent rassistischen Gewalt, der 11.
September und die steigende Islamisierung von Migration habe die Dichotomie zwischen „Uns“ und „Ihnen“ verstärkt. Doch heute seien die
Dinge im Wandel. Die steigende Präsenz von Minoritäten in der Öffentlichkeit, in Politik und Wissenschaft
führe zur Normalisierung von Pluralität. Die wachsende öffentliche Präsenz des Islams würde diesen Prozess beschleunigen. Darüber hinaus gebe es von Seiten der Politik Bestrebungen, die Bildungssituation von
Jugendlichen mit Migrationshintergrund zu verbessern.
Infolge der weitverbreiteten antimuslimischen Debatten sei jedoch auch eine Zunahme von Intoleranz
und Diskriminierung gegen Muslime wegen ihrer
Religion zu verzeichnen. Ihren Vortrag beendete Rommelspacher mit den Worten, dass der Kampf gegen
Diskriminierung und „Othering“ sehr schwer, aber nicht
hoffnungslos sei.
sy m p o s ium
Über Erfahrungen jüdischer und
muslimischer Minderheiten
Prof. Dr. Michal Bodemann von der Universtät Toronto sprach
über die Erfahrungen der jüdischen Minderheit in Deutschland
nach dem 2. Weltkrieg. Mit ihm unterhielten wir uns über
Antisemitismus, Islamfeindlichkeit und aktuelle Probleme
jüdishcer und muslimischer Minderheiten.
Bekir Altaş • [email protected]
n Ihrem Vortrag haben Sie auf innermuslimische
antisemitische Tendenzen hingewiesen. Ich möchte mit dieser Frage beginnen, da dies bei den Muslimen teilweise unterzugehen scheint. Können Sie
genauer darauf eingehen?
Die Vorteile von Antisemitismus, nicht nur unter Muslimen, sondern auch insgesamt in der deutschen Gesellschaft, sind dieselben, aber sie sind natürlich besonders
virulent unter türkischen oder arabischen Muslimen. Sicherlich hat das einiges zu tun mit der Situation in Israel. Insbesondere wenn sich in Israel etwas Eklatantes ereignet, wie zum Beispiel der Überfall auf Gaza, kann ein
starker Antisemitismus beobachtet werden, in dem Fall
dann vor allem unter Muslimen. Aber es ist auch eine
grundlegende Tendenz da, nämlich die antisemitische
Tendenz, die sich gegen die angeblich schwächere Minorität richtet im Gegensatz etwa zur christlichen Überzahl.
Es ist viel leichter, sich gegen eine schwächere Gruppe zu
wenden, als gegen die stärkere.
Müsste sich angesichts der Minderheitensituation der
Muslime, die auch mit Formen der strukturellen und institutionellen Diskriminierung einhergeht, nicht eine
Sensibilität für andere entwickelt haben?
Zum Teil gibt es das ja auch, Muslime identifizieren
sich teilweise stark mit Juden – und umgekehrt. Denken
Sie an zum Beispiel an die Autoren Zafer Şenocak und Feridun Zaimoğlu, beide orientieren sich sehr stark an jüdischen
Themen und sehen auch eine Affinität zu Juden. Oder
nehmen Sie Navid Kermani, bei dem es eine sehr starke
Orientierung auf die andere Minorität in Deutschland
I
gibt. Diese Perspektive hat den Vorteil, der längeren Tradition in Deutschland, auf die man sich dann berufen
kann, also auf die Erfahrung, die sie haben, sowohl negativ als auch positiv.
Wobei es sich aber um einzelne Personen handelt.
Ja, das stimmt. Es ist aber wichtig, dass sie zu den Meinungsmachern der türkisch-muslimischen Elite gehören,
zumindest Zaimoğlu und Şenocak. Man kann nur hoffen, dass von ihnen aus etwas heruntersickert auf die Gemeinschaft als ganze. Deshalb ist es auch ganz wichtig,
dass diese Leute gehört werden, auch wenn sie religiös
oder politisch nicht in der selben Stimmlage sind.
Was erwarten Sie in diesem Zusammenhang von den
muslimischen Religionsgemeinschaften?
Es ist ganz wichtig, dass mehr Dialog stattfindet, das
Gespräch mit den jüdischen Gemeinden, den Rabbinern
gesucht wird. Ich weiß, dass es nicht leicht ist, die sind
manchmal sehr vorsichtig und scheuen sich.
Sie haben in Ihrem Vortrag davon gesprochen, dass
die jüdische Diaspora in Deutschland außenpolitisch
instrumentalisiert wird. Woran machen sie das fest?
Da gibt es zwei Richtungen. Einerseits ist es so, dass
in der jüdischen Führung viele sehr stark auf Israel fokussiert sind, anstatt auf die diasporische Situation selbst.
Das ist übrigens nicht nur in Deutschland so, sondern
auch in Nordamerika. Da ist eine Schwäche, die sich in
den letzten Jahren entwickeln hat, allerdings auch damit zu tun hat, dass von israelischer Seite her Bemühungen vorhanden sind, die jüdischen Repräsentanten
in Europa oder Nordamerika zu Repräsentanten Israels
zu machen.
Ist das vor dem historischen Hintergrund nicht verständlich? Ein starkes Israel bietet einen gewissen Schutz.
Gibt es in diesem Fall nicht ein Nehmen und Geben?
Ja, es gibt aber sehr unterschiedliche Haltungen dazu. Nehmen Sie zum Beispiel Daniel Cohn-Bendit.
Wenn sie ihn fragen würden, ob er nach Israel auswandern würde, wenn es hier Schwierigkeiten gebe, würde er
das verneinen. Ähnlich ist das ja mit anderen diasporischen Gruppen, etwa mit türkischen. Mit anderen Worten: Wollen wir uns immer an einen mächtigen Staat
hängen oder wollen wir zusehen, hier unsere eigene Positionen zu festigen und uns viel stärker als disaporische
Gruppe zu etablieren?
Sie sehen also eine Ähnlichkeit zwischen der Situation der jüdischen und der türkischen Gemeinschaft. Wie
JUNI / HAZİRAN 2010
/ 55 /
sy m p o s ium
bewerten Sie die in diesem Kontext die Rede des türkischen
Ministerpräsidenten in Köln, die für Diskussionen gesorgt hatte?
Das ist eine problematische Sache. Es behagt auch
vielen türkischen Muslimen nicht, dass jemand kommt
und ihnen sagt, wie es gemacht werden muss. Das ist
genau dasselbe wie mit jüdischen Politikern, die nach
Deutschland kommen und Juden sagen, diese müssten
die Interessen Israels vertreten oder nach Israel auswandern.
Dass Herr Erdoğan die Integrations- und Assimilationsdebatte angestoßen hat, hatte auch positive Aspekte für die Migranten in Deutschland. Die Bundeskanzlerin hat sich danach auch als Kanzlerin der türkischstämmigen Bürger beschrieben und sich vor ihrer Türkeireise gegen Assimilation ausgesprochen. Ohne Erdoğans Aussagen wäre das wahrscheinlich nicht passiert.
Gibt es hier Parallelen zur Haltung des deutschen Staates gegenüber deutschen Schulen im Ausland?
Das ist eine andere Situation, die man kaum als Diaspora
beschreiben kann. Es handelt sich hierbei um kleine Gruppen, Diplomaten und Geschäftsleute, die ihre Kinder in
diese Schulen schicken, aber im Grund gibt es keine größere Gemeinschaft.
Wäre es nicht notwendig und sinnvoll, dass sich die Ursprungsländer der Muslime ihnen in Deutschland dabei
behilflich sind, auf etwa islamfeindlich Tendenzen aufmerksam zu machen?
Ich glaube, es ist schwer, sie dazu zu bringen. Erdoğan
hat das vielleicht gemacht, aber mit weniger Verständnis
dem gegenüber, was hier tatsächlich vor sich geht. Zum Teil
ist er auch über das Ziel hinausgeschossen, so wie damals
in Ludwigshafen. Ich bin da auch etwas überfragt, weil
ich nicht einschätzen kann, wie das von türkisch-muslimischer Seite her gesehen wird.
Aber Sie sind eher skeptisch.
Ja, ich sehe das skeptisch, weil wir sehen, dass wir unsere eigenen Werte entwickeln und zu dem stehen. Es ist
ferner auch so, dass im Gegensatz zur jüdischen Repräsentanz
in Deutschland, mit dem Zentralrat der Juden, der auch
in den Medien sehr stark Gehör findet, dies bei Muslimen
/ 56 /
IGMG • PERSPEKTİF
nicht der Fall ist, da es diese zentrale Repräsentanz nicht
gibt. Es gibt zwar einzelne Intellektuelle wie Navid Kermani, der eine relativ große Sichtbarkeit hat, aber von den
Organisationen her, ist da eher wenig, weil sie gespalten
sind. Es wäre vielleicht damit etwas gewonnen, wenn sich
die verschiedenen muslimischen Organisationen auf einige Personen als Repräsentanten einigen könnten.
Sie haben in Ihrem Vortrag auch die innen- und außenpolitische Instrumentalisierung der Juden thematisiert, wenn sie etwa auf Auslandsreisen mitgenommen
werden. Sollte sich die jüdische Gemeinschaft dem entziehen?
Ja, definitiv.
Kann man in diesem Zusammenhang auch die Deutsche Islamkonferenz bewerten, dass also der deutsche
Staat, ähnlich wie bei der jüdischen Gemeinschaft, eine
gewisse Struktur für die Muslime schaffen und diese für
seine politischen Ziele instrumentalisieren möchte?
Ja, natürlich. Das ist eine zwiespältige Geschichte. Einerseits findet eine Instrumentalisierung statt, das ist gar
keine Frage. Auf der anderen Seite hat sie die positive
Folge, dass insgesamt die verschiedenen muslimischen
Gruppierungen, auch die, die ausgeschlossen sind, mehr
zusammenkommen.
In ihren Schlussätzen haben sie gesagt, dass eine
Gemeinschaft nicht auf Katastrophen aufbauen kann.
Sehen Sie unter den Muslimen in Deutschland solche
Tendenzen? Etwas spitz formuliert: Bedient man sich
der Opferrolle, wenn man Diskriminierungen ans Tageslicht bringt?
Zuerst einmal muss man sehen, dass es auf der jüdischen Seite viel drastischer ist. Ich meine die Haltung,
sich dem Holocaust hinzugeben, ihn zu verinnerlichen.
In diesem Maße ist das bei Muslimen nicht der Fall.
Tatsächlich ist ein gewisses Maß an Opferrolle ein Instrument der inneren Einigung: Es gibt Diskriminierung, und aufgrund dessen muss man zusammenstehen, um sich zu wehren. Das ist erst einmal in Ordnung,
solange es nicht übertrieben wird. Man kann das selbstverständlich nicht mit Situationen des Holocaust vergleichen. Das wäre übertrieben, auch wenn zum Beispiel in Mölln schreckliche Dinge passiert sind.
Sie haben auch von jüdischen Parallelgesellschaften gesprochen.
Ja, das hat zum Teil aber andere Gründe gehabt.
Etwa, dass man sich quasi als Ziele des Mordens unter Mördern enger zusammenschließt, als man das anderweitig tun würde. Parallelgesellschaften entwickeln
sich aber überall, wenn ich etwa an Kanada, angeblich
ein wunderbares Vorbild für Integration. Natürlich
entwickeln sich Parallelgesellschaften, warum auch
nicht, es ist nichts negatives dabei. Warum sollten die
Leute, die die neue Sprache noch nicht beherrschen, versuchen, sich kulturlos in die Gesellschaft zu integrieren? Das braucht eine Generation. Die zweite Generation fängt an zu studieren und integriert sich dann
auch in die Gesellschaft.
Vielen Dank für das Gespräch.
sy m p o s ium
“Minderheitenrecht”
im osmanischen Staat
Ali Mete • [email protected]
uf dem Symposium haben Sie mit einigen interessanten Aussagen über das osmanische
Millet-System, also einer Form von Minderheitenrecht, auf sich aufmerksam gemacht. Für viele Muslime, insbesondere für solche mit
türkischem Hintergrund, ist dieses System ein gelungenes Beispiel für das Zusammenleben innerhalb einer
pluralistischen Gesellschaft. Es wird als vorbildliche
Praxis angesehen, da die Osmanen den nichtmuslimischen Minderheiten, die in ihrem Herrschaftsbereich
lebten, umfassende – administrative, finanzielle und
exekutive – Freiräume geboten haben. Sie behaupten
nun, dass es ein solches Millet-System nicht gegeben
habe. Können Sie das näher erläutern?
Zuerst möchte ich zwei Dinge richtigstellen. Das osmanische Millet-System als eine „Form von Minderheitenrecht“ zu bezeichnen, ist nicht ganz zutreffend.
In der osmanischen Praxis gab es den Begriff des Minderheitenrechts nämlich nicht. Vielmehr handelt es
sich hierbei um die Anwendung der Bestimmungen
des islamischen Rechts auf Nichtmuslime. Der osmanische Staat kann außerdem nicht als rechtspluralistischer, sondern – wenn überhaupt –kulturpluralistischer
Staat bezeichnet werden – und dieser kulturelle Pluralismus ist von den Prinzipien des islamischen Rechts her
begründbar. Das islamische Recht erkennt das Vorhandensein der als „Ahl al-Kitâb“ (Schriftbesitzer) bezeichneten Christen und Juden an, doch nicht in der Weise, dass ihnen – wie Sie das formulieren – „umfassende administrative, finanzielle und exekutive“ Freiheiten gegeben wurden. Im osmanischen Staat gab es nur
ein anerkanntes Rechtssystem, und das war das islamische Recht. Die Freiheiten der Nichtmuslime waren
eingeschränkt. Ich behaupte jedoch nicht, dass Nichtmuslime schlecht behandelt oder ihnen keinerlei Rechte eingeräumt wurden. Was ich meine ist, dass die weit-
A
verbreitete Ansicht, die in der inländischen und internationalen Literatur vertereten wird und wonach den
nichtmuslimschen Gemeinden eine rechtliche Autonomie eingeräumt wird, sie ihr eigenes Recht anwenden konnten und eine gewisse exekutive Kompetenz
besaßen, nicht richtig ist. Der osmanische Staat hat
den Nichtmuslimen keinerlei Autonomie gewährt.
Die Grundlage des Millet-Systems ist also das islamische Recht. Doch gibt es im klassischen islamischen Recht keinen rechtspluralistischen Ansatz?
Der osmanische Staat hat als islamischer Staat selbstverständlich die Prinzipien des islamischen Rechts als
Grundlage. Doch gibt das islamische Recht Nichtmuslimen nicht das Recht, ihr eigenes Recht anzuwenden. Wenn
dies der Fall wäre, müsste es in der gesamten islamischen
Welt zahlreiche nichtmuslimische Richter geben, und
im osmanischen Reich müssten es überall entsprechende Gerichte und Gefängnisse geben. Dabei hat im islamischen Recht doch der Satz, dass ein Nichtmuslim
nicht über einen Nichtmuslim herrschen, sondern nur
richten darf, allgemeine Gültigkeit. Die hanafitischen
Gelehrten sind sich diesbezüglich fast ausnahmslos einig. Die richterlichen Beschlüsse sind nicht einmal unbedingt bindend. Der osmanische Staat hat sich grundsätzlich an die hanafitische Rechtsschule gehalten.
Heute können zwei Muslime in einem Land, in dem
das islamische Recht keine Anwendung findet, zu einem Mufti gehen und von ihm eine Fatwa etwa in einer Erbrechtsangelegenheit einholen, ohne dass sich ein
Staat einmischen könnte, solange sie sich einig sind.
Doch heißt das nicht, dass es auch ein etabliertes Rechtssystem gibt. Denn der Staat unterstützt ein solches
Rechtssystem nicht. Erst wenn eine der Parteien mit einem Urteil nicht einverstanden ist, bleibt ihr keine andere Möglichkeit, außer sich an die zuständigen staatlichen Institutionen zu wenden. Es ist nicht sinnvoll, hinter der osmanischen Praxis ein „pluralistisches Rechtssystem“ zu sehen, ohne den Begriff zu definieren. Von einem allgemein gegebenen pluralistischen Rechtssystem
oder einem rechtspluralistischen System zu sprechen,
JUNI / HAZİRAN 2010
/ 57 /
sy m p o s ium
ohne die Details, etwa die erlassenen Verbote und die
derlei Bestrebungen verboten. Die Regelungen gegen
Diskussionen unter den Nichtmuslimen zu kennen, zeugt
Nichtmuslime vonseiten einzelner Verantwortungsträger
nur von der Bereitschaft, ein Publikum zu befriedigen, das
haben dazu beigetragen, den Anschein der Benachteilibereit ist, dies so hinzunehmen.
gung zu verstärken. Ein Beispiel hierfür ist der Erlass
In der öffentlichen Diskussion wird immer wieder arSelim III. bezüglich der Kleidung von Nichtmuslimen und
gumentiert, dass Nichtmuslime aus der Perspektive des
dem beleidigenden Umgang mit ihnen.
islamischen Rechts und insbesondere im osmanischen
Im europäischen Rechtsverständnis wurden grundReich ein zweitrangiger Status zukommt. Kann das mit dem
legende Menschen- und Freiheitsrechte wie das Recht
islamischen Recht und der osmanischen Praxis belegt werauf Gleichheit, das Verbot der Diskriminierung sowie
den? Welche Unterschiede gibt es, wenn man sich die heuGedanken- und Meinungsfreiheit formell und inhaltlich
tige Situation in Europa vor Augen führt?
in umfassender Weise entwickelt. Doch in der Praxis
Der Großteil solcher Zuschreibungen beruht entkann von keiner Umsetzung etwa im Hinblick auf Musweder auf voreiligen oder übereifrigen Schlüssen, oder
lime gesprochen werden. Es ist offensichtlich, dass es die
der unzulänglichen Charakterisierung des osmanischen
europäischen Staaten, was die Muslime angeht, einem
Rechts. Dass Nichtmuslime als zweitrangig angesehen werdoppelten Standard verfallen sind. In früheren Zeiten
den, ist auf keine institutionalisierwar das Recht mit der Religion verte oder systematische Benachteiliwoben. Heute bemüht man sich
gung derselben im islamischen und
beides soweit wie möglich voneiIm europäischen Rechtsverständnis wurosmanischen Recht zurückzufühnander zu trennen. Die Einschränren. Jedoch ist es richtig, dass es in
kungen, die für Nichtmuslime im
den grundlegende Menschen- und Freimanchen Situationen einen Staosmanischen Staat galten, welcher
heitsrechte wie das Recht auf Gleichheit,
tusunterschied zwischen Muslimen
sich auf den Islam berief, mit dieund Nichtmuslimen gibt. Das issem Doppelstandard zu vergleichen,
das Verbot der Diskriminierung sowie
lamische Recht ist ein „Statusist keine Grundlage für ein verGedanken- und Meinungsfreiheit formell
recht“. Dies ist auch im modernen
nünftiges Ergebnis. Ebenso führt es
und inhaltlich in umfassender Weise entRecht vorhanden. Bestimmte
dazu, dass man glaubt, die alte Form
Rechte und Kompetenzen werden
und der Inhalt könnten wiederherwickelt. Doch in der Praxis kann von keientsprechend dem Status und der
gestellt werden. Stattdessen sollten
ner Umsetzung etwa im Hinblick auf
Ausbildung verliehen oder beeinerseits die betreffenden InterMuslime gesprochen werden. Es ist ofgrenzt. Das islamische Recht räumt
pretationen des islamischen Rechts
Nichtmuslimen eine allgemeine
einer ernsthaften Beurteilung unfensichtlich, dass es die europäischen
Rechtsfähigkeit ein. Das heißt,
terzogen werden, um festzustellen,
Staaten, was die Muslime angeht, einem
auch sie können rechtliche Verwie es am besten umgesetzt werfahren wie Heirat, Scheidung,
den kann. Andererseits sollte der
doppelten Standard verfallen sind.
Handel, Vollmacht, Bürgschaft
Doppelstandard des europäischen
usw. durchführen. Die für NichtRechtsverständnis der Europäer
muslime gültigen Einschränkunoffen angesprochen werden, um
gen liegen nicht in diesem Bereich, sondern betreffen
die Europäer unter Druck zu setzen und zu einer Revielmehr Bereiche, die die Scharia und den Brauch bevidierung zu bewegen. Dass es zu einem Ergebnis führt,
treffen wie die Freiheit der Religion und Religionspraden europäischen Staaten, welche das islamische Recht
xis, also etwa den Einsatz von Kirchenglocken, das launicht befürworten und anwenden, die osmanische Prate Abhalten von religiösen Zeremonien, die Ausübung
xis als Modell anzubieten, glaube ich eher nicht.
bestimmter Berufe, den Kauf von Immobilien aus der
In ihrem Vortrag auf dem Symposium sagten Sie,
Nähe einer Moschee, die Zeugenschaft gegen Muslime,
pluralistisches Recht verhindere die Praxis. In dem versowie Kleidung, Wohnung und das Tragen von Waffen.
hältnismäßig multikulturellen Kanada gibt es die MögDie meisten dieser Begrenzungen gehen nicht auf eine
lichkeit, islamisches Recht anzuwenden, etwa über das
eindeutige Bestimmung des islamischen Rechts zurück,
„Islamic Sharia Court“, welches 2004 eingerichtet wursondern haben sich als Brauch fest etabliert, können alde. In Großbritannien gibt es ähnliche Bestrebungen.
so ohne weiteres verändert werden. Doch da sich in der
Nach Ansicht von Prof. Dr. Mathias Rohes wird islaislamischen Welt solche Bestimmungen nicht entwickelt
misches Recht etwa im Rahmen des Internationalen Prihatten, war man der Meinung, Entsprechendes einzuvatrechts und des sogenannten dispositiven Sachrechts
führen. Da in islamischen Staaten Muslime herrschten,
angewendet. Weshalb sollten solche Anwendungen
wurde Nichtmuslimen nicht erlaubt, gegen die Herrdie Rechtspraxis behindern?
schaft zu propagieren. Im öffentlichen Raum wurden
Zuerst einmal sollten gewisse Begriffe richtig ver-
/ 58 /
IGMG • PERSPEKTİF
sy m p o s ium
wendet werden. Rechtspluralismus und ein Rechtssystem, das Pluralismus erlaubt, sind zu unterscheiden.
Das islamische Recht lässt keinen Rechtspluralismus
zu. Personen, die den Islam nicht annehmen, werden grundlegende Menschenrechte zugestanden. Dies geschieht
in der Form und im Rahmen, den das islamische Recht
vorsieht. Der Islam sieht für Christentum und Judentum, die er als Religion berichtigt und aufhebt, keinen
institutionellen und begrifflichen Platz vor. In Ihrer
Frage verwenden Sie den Begriff Mulitkulturalismus.
Damit ein System multikulturell ist, muss es kein pluralistisches Recht geben. Sie weisen auf Beispiele in
Kanada und Großbritannien hin, aber diese sind inhaltlich noch nicht ausgereift, es sind vielmehr partielle Anwendungen. Sind diese Einrichtungen verbindlich?
Müssen die Muslime sich an diese Gerichte wenden? Müssen die
Urteile ausgeführt werden? An
wen wendet sich jemand, der mit
einem Urteil nicht zufrieden ist?
Es ist nicht richtig, sich an Ideen
zu orientieren, die jemand theoretisch ersonnen hat, und sie als
Beispiele anzuführen, solange die
genannten Fragen nicht ernsthaft
analysiert wurden. Hierfür ist es
aber notwendig, die potenziellen
Probleme innerhalb eines pluralistischen Rechtssystems abschätzen zu können oder Probleme aus
der Vergangenheit zu kennen. So
muss man die Diskussionen und
den Druck innerhalb des osmanischen Staates sowie von außerhalb
sehen. Ohne die Berücksichtigung
derartiger Aspekte kann kein
Rechtssystem etabliert und erhalten werden, auch wenn es sich auf den ersten Blick gut
anhört.
Ein Rechtssystem entwickelt sich mit der Praxis.
Das islamische Recht hat in den vergangenen einhundertfünfzig Jahren mit einem Hindernis zu kämpfen. Dass
es sich institutionell und theoretisch nicht weiterentwickelt
hat, hängt zum Teil mit der fehlenden Rechtspraxis zusammen. Die Bemühungen westlicher Staaten ihr
Rechtssystem als einzig gültiges System auf der ganzen
Welt zu etablieren und die Art wie dies bewerkstelligt
wird, hindern das islamische Recht an der Weiterentwicklung. Während der Westen seinem Rechtsverständnis durch internationale Abkommen eine weltweit bestimmende Position errungen hat und somit die
Anwendung und Entwicklung gewährleistet, konnten
sich die Muslime nicht behaupten. Staaten wie die Türkei, die bemüht sind den Anschluss an ein gemeinsa-
mes Rechtssystem zu finden, erkennen das islamische
Recht institutionell und begrifflich nicht an.
Das Recht verwirklicht sich mit dem Staat. Ein
Rechtssystem ohne die Unterstützung durch einen Staat
wird schwach bleiben. Meiner Meinung nach ist es auch
nicht richtig, Anwendungen des internationalen Personenrechts als Beispiel für pluralistische Rechtspraxis heranzuziehen. Denn diese hängen mehr von zwischenstaatlichen Vereinbarungen ab. Den Staaten steht es frei,
solche Verträge abzuschließen oder diese aufzulösen.
Derartige Abkommen werden nicht mit der Absicht geschlossen, die Rechtspraxis pluraler zu gestalten, sondern aus dem Bedürfnis heraus, rechtliche Belange zwischen den jeweiligen Staatsbürgern zu regeln. Die Muslime sind also angehalten, Wege zu beschreiten, die das
islamische Recht weiterentwickeln
und die Anwendung ermöglichen.
Es scheint Konsens zu sein,
dass das Millet-System den religiösen Gemeinschaften umfassende Möglichkeiten in die Hand
gab, ihre Identität zu stiften und
zu bewahren. Wie wird das in dem
historischen Millet-System bewerkstelligt, das sie vertreten?
Zuerst ist dies ein vollständig
nach dem islamischen Recht geregeltes System. Ferner vertrete ich
kein Millet-System, sondern ein
System, dass an das „iltizâm“ genannte Steuerpachtsystem angelehnt ist. Im islamischen Recht gibt
es den Grundsatz, dass es keinen
Zwang in der Religion gibt, also
niemand zum Glauben gezwungen
werden darf. Im Rahmen dieses
Grundsatzes können Nichtmuslime ihren Glauben und ihre Religionspraxis pflegen, solange damit nicht die Herrschaft des Staates bedroht
wird und offen gegen ihn propagiert wird. Da früher
Herrschaft stark an Symbolen hing, hat der Staat es nicht
zugelassen, dass diese auf irgendeine Weise in schlechtes Licht gerückt wurden. Die Identitätsstiftung und –
bewahrung der Nichtmuslime konnte diesen Rahmen
nicht überschreiten. Da der Islam eine universelle Religion ist und den Tablîğ (Mission) zur Grundlage hat,
respektiert er seine Adressaten. Daraus kann aber nicht
gefolgert werden, dass alle Handlungen der Nichtmuslime befürwortet und gestattet werden. Im Gegenteil, es
wurden alle Handlungen, die dem Islam widersprechen,
verboten, begrenzt und unter Strafe gestellt. Es gibt Aufzeichnungen, aus denen hervorgeht, dass an den Grenzübergängen sogar die Bücher begutachtet wurden, die
aus dem Ausland kamen. Die Behauptung, dass Nicht-
JUNI / HAZİRAN 2010
/ 59 /
sy m p o s ium
muslimen weitreichende Freiheiten gewährt wurden, hat
keinen Wert, wenn nicht solche Details miteinbezogen
werden. Der Staat hat sich nicht ohne weiteres in die
Angelegenheiten der Gemeinschaften eingemischt.
Wenn kein Vergehen vorlag, gab es hierzu auch keinen
Grund. Der Islam akzeptiert das Vorhandensein des Anderen, etwa der Christen, Juden und anderer, doch sieht
er auch nicht von seiner überlegenen Stellung ab. Im
Hinblick auf die Verwendung der eigenen Sprache und
die Praktizierung der Religion gibt es staatlicherseits
keine Einschränkungen. Dies ist im islamischen Recht
innerhalb der Institution der „Dhimma“ (Schutz, Garantie) möglich. Dieses Vertragsverhältnis beruht auf der
Akzeptanz des islamischen Staates vonseiten der Nichtmuslime, für die das Leben, die Freiheit und der Besitz
vom Staat rechtlich geschützt werden. Was unter der Bezeichnung
Millet-System Verbreitung gefunden hat, ist zumeist unrealistisch.
Das Iltizâm-System, welches ich
vertrete, ist besser geeignet zu zeigen, wie Nichtmuslime in das osmanische Rechtssystem integriert
wurden und wie somit zahlreiche
Konflikte verhindert wurden. Des
besseren Verständnisses wegen
möchte ich noch einige Ausführungen hinzufügen. Wenn die Osmanen ein System wie das MilletSystem etabliert haben sollen, weshalb wurden die orthodoxen Christen nicht unter einem einzigen Patriarchat vereinigt? Weshalb gab es
je eins in Istanbul, Jerusalem, Antiochia und Alexandria? Wenn diese demselben „Millet“ (Gemeinschaft) angehörten, wäre es dann
nicht folgerichtig gewesen, diese in einem Patriarchat
zu vereinigen? Eine andere Frage ist, weshalb die Osmanen das Patriarchat in Ipek eingerichtet haben. Denn
dieses Patriarchat war keines aus der Orthodoxie erwachsenes, sondern wurde von den Osmanen etabliert.
Die Osmanen haben sich also von Zeit zu Zeit eingemischt. Dasselbe gilt für das armenische Patriarchat in
Istanbul. Die Haltung des Staates in diesen Angelegenheiten ist es, sich soweit wie möglich herauszuhalten.
Doch zeitweise hat man auch im Sinne der Politik Einfluss darauf genommen.
Zum Schluss: Wie, glauben Sie, kann das islamische
Recht den Muslimen in ihrem Bemühen behilflich
sein, ihre Identität zu bewahren? Welche Funktion
kann es diesbezüglich in der Zukunft haben?
Die Grundlagen der islamischen Religion spielen
bei der Bildung und Bewahrung von Identität sicher-
/ 60 /
IGMG • PERSPEKTİF
lich eine große Rolle. Damit aber das islamische Recht
in den Ländern, in denen es keine Gültigkeit hat, einen
direkten Einfluss auf die Identitätsbildung und –bewahrung haben kann, müsste ein Rahmen gegeben sein,
innerhalb dessen es Anwendung findet. Das bedeutet
aber nicht, dass die Grundsätze des Islams für den einzelnen Muslim keine Relevanz hätten und es den Muslimen nicht möglich sei, innerislamische Angelegenheiten entsprechend zu handhaben. Mehr als das islamische Recht sollte es also von Interesse sein, wie die
Prinzipien des Islams in diesen Ländern umgesetzt
werden können, wie den Muslimen ermöglicht werden
kann, diese in ihr tägliches Leben zu integrieren und zu
befolgen. Dies würde zwar nicht der Umsetzung des
Rechts entsprechen, aber die bedachte Umsetzung religiöser Notwendigkeiten wird zu
wichtigen sozialen Entwicklungen
führen. Es ist erforderlich, dass die
Muslime durch die ernsthafte Befolgung moralischer und religiöser
Prinzipien die Botschaft des Islams
für die Gesellschaft, in der sie leben,
offenlegen. Auf diese Weise können
sie ihre Identität ohne Schwierigkeiten bewahren.
Zudem befinden sich die Muslime in einer Position, aus der heraus
sie ihre Rechte im Rahmen des
europäischen Rechts einfordern
können. Auf der Basis der Grundlagen des gültigen Rechtssystems
können die Muslime Freiheiten in
höchstem Maße erwerben. Sich
hierbei an den Prinzipien zu orientieren, die die europäischen Staaten
sich selbst setzten, ist angebracht
und sinnvoll. Von ihnen die Ermöglichung von Grundsätzen und Anwendungen des
islamischen Recht zu erwarten, ist unrealistisch. Die
meisten alltäglichen Probleme (insbesondere solche
im Schul- und Berufsleben) können meiner Meinung
nach leichter im Rahmen der Menschenrechtstheorie
und entsprechenden Prinzipien gelöst werden. Damit
das islamische Recht hier eine Rolle spielen kann,
muss es weiterentwickelt werden. Es muss eine Anwendungsgrundlage bekommen. Diesbezüglich sind weder die Muslime in laizistischen Staaten wie der Türkei in der Lage noch solche in Ländern, die von kurzatmigen Diskussionen und Streitereien heimgesucht
werden oder nicht mehr sind als Trabanten bestimmter Blöcke. Dies erfordert eine ernsthafte gedankliche
Auseinandersetzung und einen starken Willen.
(Aus dem Türkischen übersetzt von Ali Mete)
sy m p o s ium
Islamische Gemeinschaft
Milli Görüş und die Identität
Vor dem Hintergrund der muslimischen Präsenz in Europa bewertete Oğuz Üçüncü die neue Identitätspolitik in den europäischen Staaten und benannte die charakteristischen Eigenschaften der IGMG.
ereits der Bereits der Einstieg in das Thema meines Vortrages konfrontiert uns mit einem Dilemma, auf das uns İbrahim Kalın wohl eher unbewusst aufmerksam gemacht hat. Mit dem Hinweis darauf, dass alle Redner in der Sprache ihres Landes
sprechen würde, setzte er seinen Vortrag in türkischer Sprache fort. Nun musste ich mich unweigerlich fragen, welche
Sprache in diesem Kontext überhaupt meine Sprache ist.
Ist es die Sprache des Landes, dessen Staatsbürger ich bin
oder die Sprache des Landes, in dem ich geboren und aufgewachsen bin und die auch Ausdruck meiner Identität
ist? Nun, ich werde meinen Beitrag einfach in deutscher
Sprache fortführen.
Mit großem Interesse habe ich die Vorträge und Diskussionen rund um unser Symposium verfolgt, und insbesondere bei den Diskursen um die theoretischen Grundlagen des Begriffs Identität stellte sich ein mir im Zusammenhang
mit der deutschen Grammatik bekanntes Gefühl ein. Gefragt was denn z. B. das Plusquamperfekt ist, antworte ich
zumeist, dass ich mir nicht ganz sicher bin was es ist, aber
das ich mir sicher bin, es richtig anzuwenden.
Ähnlich ist es auch mit der Frage der Identität. Es ist
immer wieder interessant festzustellen, dass das eigene Verständnis von Identität seine Entsprechung in den theoretischen Auseinandersetzungen um diesen Begriff findet.
Aber genauso interessant ist es zu sehen, dass im eigenen
Kontext diese Theorien quasi keine Rolle spielen, sondern
wir ganz im Gegenteil sicher sind, dass sich unser Verständnis von Identität an der Gemeinderealität, unserem
B
Migrationshintergrund und unserem Glauben orientiert,
und somit zu den Fundamenten unserer Identität gehört.
Jetzt könnte man fragen, warum man als IGMG überhaupt so eine Veranstaltung macht, wenn die Dinge scheinbar eindeutig geklärt sind? Die IGMG führt diese Veranstaltung durch, um zu einen den Ansatz von Identität wissenschaftlich auf den Prüfstand zu stellen und darüber hinaus den Konflikt zwischen den sich wiederstreitenden
Identitätsansätzen deutlich zu machen. Ferner möchten
wir Diskussionen anstoßen, die teilweise als desillusionierend daherkommen, um die als Gewissheit wahrgenommen Denkmuster auf den Prüfstand zu stellen. Und natürlich möchten wir uns mit dem auseinander setzen, was
uns eigentlich ausmacht.
Bevor ich nun die Teilnehmer des Symposiums davon
überzeuge, dass ich mich in der Vorbereitung auf meinen
Vortrag auch mit den theoretischen Erwägungen zur Thematik auseinandergesetzt habe, möchte ich zu Beginn doch
noch auf einen Umstand hinweisen: Ich bin erstaunt, dass
die Schlagwörter Globalisierung und Internet im Kontext
der Diskussion um den Begriff Identität in den gesamten
zwei Tagen nur einmal gefallen sind.
Nun zu meinen Erwägungen zur Thematik. Bei der
Lektüre entsprechender Fachliteratur musste ich feststellen, dass unsere Vorstellung von Identität der modernen
Definition des Begriffes entspricht. Die Moderne definiert
Identität als ein einheitliches, eindeutiges, lebenslang gültiges Selbstbild bzw. als einen einheitlichen, eindeutigen,
lebenslang gültigen inneren Besitzstand. Dieser Definition von Identität und Identitätsverständnis würden wohl
viele hier im Saal im Bezug auf die IGMG zustimmen,
wenn, ja wenn die Wissenschaft nicht sagen würde, es sei
schon längst überholt. Denn inzwischen schickt sich die
Postmoderne an, den Begriff Identität neu zu definieren. Unter der Überschrift „Individualisierung des Menschen“ soll
das Individuum von Traditionen befreit werden und Festsetzungen im Bereich des Sexuallebens, der Ehegestaltung
oder der Rollenzuweisung des Geschlechts sollen aufgehoben werden. Die Wissenschaft spricht von einem „Kurzfristigkeitsregime“, in dem vertraute Haltepunkte wie Familie, Stand, Religion, Kultur entschwinden und jeder gezwungen ist, sein Lebensentwurf und damit seine Identität in die eigenen Hände zu nehmen.
JUNI / HAZİRAN 2010
/ 61 /
sy m p o s ium
An dieser Stelle möchte ich auf die praktischen Fragen
im Bezug auf die Identitätsbildung innerhalb unserer Gemeinschaft, insbesondere im Wiederstreit der modernen
und postmodernen Definitionen, eingehen, muss aber vorher noch Grundsätzliches anmerken.
Muslimische Aspekte konstruieren die Identität der
europäischen Länder
Tatsächlich findet unser Symposium zum Thema Identität in einer sehr interessanten, wenn nicht sogar beängstigenden Zeit statt. Dass nicht nur Muslime sich mit der
Bewältigung des Themas Identitätsbildung schwer tun,
zeigt ein Blick auf die aktuellen Debatten in unserem Land
und in den umliegenden europäischen Nachbarländern.
Genannt seien hier ein Paar Beispiele wie etwa das Minarettverbot in der Schweiz. Der Streit drehte sich um den
Neubau von zwei Minaretten, die die
Gesamtzahl der schweizer Moscheen mit Minarett auf insgesamt
sechs erhöht hätte. Bei insgesamt
150 Moscheen bestand also nie die Gefahr, dass Minarette wie z. B. Windkrafträder aus dem Boden schießen
würden. Dennoch mutierte eine
scheinbar harmlosen Debatte um
den Neubau von Minaretten, mit
dem angestrengten Volksentscheid
zum Minarettbau, zu einer Generaldebatte hinsichtlich der Identität der
Schweiz. Die größte Ablehnung des
Minarettbaus ist in den Kantonen
und Dörfern zustande gekommen,
in denen kaum Muslime leben. Den
Rekord hat ein Dorf mit einem Anteil von 80 Prozent an Minarettgegnern gebrochen, ein Dorf, in dem
keine Muslime leben. Allem Anschein nach, gilt auch bei
Mehrheitsgesellschaften, dass Identität und Identitätsbildung in der Abgrenzung zum vermeintlichen „Anderen“
nach wie vor ein tiefgreifendes Phänomen darstellt und
nicht als ein Problem der Vergangenheit daherkommt. Es
muss tiefer verwurzelt sein. Prof. Dr. Rommelspacher stellte in diesem Zusammenhang auch zu Recht fest, dass die
islamskeptische und islamfeindliche Einstellung kein europäischer Einzelfall ist. Man müsse teilweise davon ausgehen, dass dies in allen europäischen, insbesondere westeuropäischen Staaten verwurzelt ist, wenn es um die Frage der Muslime und des Islam geht.
Nehmen wir als weiteres Beispiel das sogenannte Burkaverbot in Belgien. Belgien ist ein zutiefst zerstrittenes
Land, das sich schon längst auseinander dividiert hat in
flämische und walonische Interessen und kurz davor ist, in
seine Atome zu zerfallen. Trotzdem hat es mit der Begründung, dass die Burka gegen belgische Werte verstoßen würde, geschafft, in seinem Parlament nahezu einstimmig ein entsprechendes Verbot zu verabschieden. Nun
/ 62 /
IGMG • PERSPEKTİF
müsste man doch fragen dürfen, was denn genau diese belgischen Werte sind und ob es sie tatsächlich auch gibt.
Oder wird hier eine belgische Identität konstruiert, die sich
einfach als das genaue Gegenteil dessen definiert, wofür
die Burka oder der Schador oder der Ganzkörperschleier
vermeintlich steht. Hier stiftet ein Kleidungsstück Einheit
und Identität, obwohl es mit der belgischen gesellschaftlichen Realität im Alltag nichts gemein hat.
Ein anderes Beispiel ist das Burkaverbot in Frankreich.
In diesem Land wurden die Polizisten aufgefordert zu zählen, wie viele Frauen sich entsprechend kleiden. Die intensivste Zählung hat ergeben, dass 2000 Frauen von fünfeinhalb bis sechs Millionen Muslimen, eine Burka tragen.
Dennoch ist eine Debatte vom Zaun gebrochen worden
die letztlich in der Frage mündete: Was macht die französische Identität aus? Die Antwort auf diese Frage war, was
sie eben nicht ausmacht, nämlich das
Kopftuch, der Ganzkörperschleier
oder eine sichtbare Religiosität der
vermeintlich „Anderen“ im Lande.
In Deutschland lassen die Gesetze zum Verbot des Kopftuches in
Schule und öffentlichen Einrichtungen erahnen, wie sich in diesem Land
Identitätsbildung vollzieht. Begründet
wurden die Verbote zumeist mit der
„hehren“ Absicht die deutschen Werte vor Menschen schützen zu wollen,
die mit dem Tragen des Kopftuchs
zum Ausdruck bringen würden, dass
sie eben diese, innerlich ablehnen.
Bei näherer Betrachtung aller hier
genannten Beispiele kann man feststellen, dass es nicht einmal mehr um
den Widerstreit von Moderne und
Postmoderne in puncto Identität
geht, sondern die politisch Verantwortlichen in Denkmuster
verfallen sind, die man als wohl ohne Vorbehalte als postkolonial bezeichnen kann.
Identität im Spannungsfeld der Tagespolitik
In einer Zeit tiefster gesellschaftlicher Verunsicherungen und Umbrüche zeigen sowohl Mehrheits- als auch
Minderheitsgesellschaft Reflexe, die weder neu noch einzigartig sind. Dennoch verdienen sie eine nähere Betrachtung. Verfolgt man die eben erwähnten gesellschaftlichen
Debatten, erkennt man Handlungs- und Sprachmuster
postkolonialer Debatten, wobei der Begriff Rasse durch
den Begriff Kultur ersetzt wird und aus dem vormals genetischen Mangel jetzt ein Kulturdefizit wird.
Dies kann man etwa am Beispiel der Aussagen Thilo Sarrazins festmachen. Er unterscheidet nicht mehr zwischen
Kultur und Rasse, was zwei Drittel der Deutschen inhaltlich als hart aber richtig empfinden. Vielmehr betreibt er eine Muslimschelte in einer beispiellos rabiaten Art und Weise, indem er Dinge sagt wie z. B.: „Menschliche Begabung ist
sy m p o s ium
nur zu einem Teil sozial bedingt, der andere Teil ist erblich“
oder „Ich muss niemanden anerkennen und respektieren, der
dieses Land nicht achtet, für die Erziehung seiner Kinder nicht
sorgt und ständig neue Kopftuchmädchen produziert. Dies gilt
für 70% der türkischen und 90% der arabischen Bevölkerung.“
Das ist seine Meinung über die muslimische Minderheit in
diesem Land. Doch wurde diese von der Mehrheitsgesellschaft nicht als rassistisch empfunden.
Nur weil der Begriff Rasse durch Ethnie oder kulturelle Identität ersetzt wird, ist die Debatte nicht harmloser
und sind die Begriffe nicht unverfänglicher. Im Gegenteil,
hier bilden die Begrifflichkeiten den Deckmantel für einen hegemonialen Herrschaftsanspruch, wobei die „Mächtigen“ immer wissen, wer sie nicht sind. In diesem Kontext hat der „Andere“ nur vorgeblich auch eine „Kultur“.
Blickt man jedoch ein wenig schärfer in die Debatte, gilt er
als kulturlos und primitiv.
Und auch dieser Aspekt ist mir in
diesen zwei Tagen zu kurz gekommen. Wie haben noch nicht über die
Frage der Macht und der Definitionshoheit von Begriffen gesprochen:
Wer erklärt jemanden zu einer Kultur
und wer erklärt jemanden als primitiv?
Wenn wir ehrlich zu uns selbst sind,
müssen wir zugeben, dass der Diskurs,
der zur Zeit stattfindet, keiner ist, der
auf Augenhöhe geführt wird. Ganz
im Gegenteil erklärt eine Kulturnation einer anderen Gemeinschaft, dass
sie primitiv sei, noch bestimmte
Denkmuster zu überspringen und gewisse geistige Entwicklungsprozesse
hinter sich zu bringen habe. Bis dahin hat sie einen Status, den man normalerweise Eingeborenen in irgendwelchen Ländern der dritten Welt zuschreibt. Das klingt
hart, klingt wieder nach Sätzen des beleidigten Muslims, der
wieder die Gelegenheit wahrnehmen will, sich in der Opferrolle
zu stilisieren. Doch vor dem Hintergrund der gegenwärtigen
Situation, sollten wir uns nichts vormachen. Wenn man weiß,
dass Dinge in dieser Art und Weise funktionieren, ist es auch
nicht falsch, diese vermeintlich islamkritischen Debatten als
Leit(d)kulturdebatten darzustellen, zumal sie auch als solche
entlarvt werden können.
Ein kleiner Einschub aus gegebenem Anlass: Immer
wieder wird mir die Frage gestellt, was für ein Problem
denn die Offiziellen, sprich politisch Verantwortlichen, mit
der IGMG hätten. Irgendetwas müsse es doch geben? Auch
mit Bezug auf die Erwägungen von gerade kann ich nur sagen: Ja, es gibt etwas, und zwar sind wir als IGMG der
„Spiegel“ beim Deutschlandmärchen: Spieglein, Spieglein
an der Wand, wie Plural ist unser Land? Wir sind der Spiegel, der die Antwort gibt. Und die Antwort ist der Grund,
warum wir so behandelt werden, wie wir derzeit in der Öffentlichkeit behandelt werden. Sie lautet: „Plural? Ja, vor
60 Jahren, als wir noch unter uns waren, da waren wir Plural. Aber seit zehn Jahren, weil sich die Muslime nicht betragen, ist es vorbei mit der Pluralitätsliebelei.“
Tatsächlich halten wir einer Gesellschaft den Spiegel vor,
die sich selbst und ihre Verfassungsordnung immer als „pluralistisch“ definiert hat und es sich nicht nehmen ließ, mit diesem „hohen“ Wert auch viel für sich und für die Verbesserung des öffentlichen Ansehens Deutschlands nach dem
zweiten Weltkrieg zu werben. Wir verdeutlichen die Diskrepanz einer auf dem Papier gewollten aber im Angesicht
der Präsenz einer „anderen“ Minderheit zunehmend in Frage gestellten Pluralität. Denn insbesondere in der praktischen Umsetzung von Pluralität, insbesondere nach den Brüchen und Umbrüchen verursacht durch den 11. September
2001, dem Mord an Theo Van Gogh 2004 oder den Bombenanschlägen in London 2005, ist es doch so, dass es von
Seiten der Mehrheitsgesellschaft immer mehr heißt, Pluralität gefährde
den sozialen Frieden unseres Landes.
Sie gefährde unsere gemeinschaftliche Zukunft, die angesichts von Finanzkrise, Klimakatastrophe, Globalisierung, dem Aufstieg anderer Wirtschaftsnationen immer mehr fragwürdig erscheint. Man müsse aufpassen, dass die Konflikte der Zukunft
nicht in unserer Gesellschaft selbst geschürt werden, indem man versäumt,
die Gesellschaft zu homogenisieren.
Dieses geänderte Paradigma, also aufgrund von Zukunftsszenarien auf
die Identitätsbildung der Minderheit
Einfluss nehmen zu wollen, ist nichts
weiter als das, was die Wissenschaft
als Identitätspolitik bezeichnet. Man
überlässt es nicht mehr dem Subjekt
oder der Gemeinschaft, Identität selbst zu bilden. Man formuliert sie prophylaktisch für das Individuum, damit es in
Zukunft keine Probleme gibt. Wer das nicht glaubt, sollte
sich mit den aktuellen Sicherheitsdebatten in diesem Land,
aber auch in anderen Ländern Europas, vertraut machen und
sich mit den zugrunde liegenden Radikalisierungsszenarien auseinandersetzen.
Mit welchen Assoziationsketten arbeiten die Sicherheitsbehörden, Geheimdienste, Innenministerien dieser
Länder, mit welchen Szenarien? Welche Identitätspolitik gerät hier in einen Widerstreit mit anderen Identitätsdefinitionen? Die zugrunde liegende Logik ist folgende: Anstatt
mir zuzubilligen, mich selbst zu gestalten, möchte man verhindern, dass ich mit meinen Werten und meiner Kultur,
die sowieso eine „Unter-Kultur“ sei, eine eigene Identität
entwickle. Man möchte mir diesen „Ballast“ einer eigenen
Identität abnehmen. Am besten sollte ich mich gleichzeitig auch des geschlechtlichen und religiösen Ballastes entledigen, damit ich ohne anzuecken und aufzufallen meinen Platz in der Gesellschaft finde. Nur so könne man si-
JUNI / HAZİRAN 2010
/ 63 /
sy m p o s ium
cher sein, dass es in Zukunft keine Probleme in unseren
Vierteln, Städten oder auch im ganzen Land gibt.
Meine hier dargelegte Argumentation wird oft als übertrieben und überzogen wahrgenommen. Doch reicht
manchmal schon ein Blick auf aktuelle Publikationen der
betroffenen Innenbehörden, beispielsweise sei hier eine
Veröffentlichung des Bundesinnenministeriums mit dem Titel „Integration als Terrorismus- und Extremismusprävention“ genannt, um zu verdeutlichen, dass die beschriebene
Identitätspolitik maßgeblich das Denken und Handeln der
Verantwortlichen bestimmt.
Der Preis dieses neuen Paradigmas sind Menschenrechtseinschränkungen und -verletzungen, ständig neue Sicherheitsgesetzgebungen, Überwachungs- und Kontrollmaßnahmen auf die wir uns alle einlassen und bei denen man
uns suggeriert, dass sie Pries unserer Freiheit wären. Die Argumentation ist, dass, wenn man Sicherheit will, man ein wenig auf Freiheit verzichten müsse. Dazu hat ein
kluger amerikanischer Präsident mal
diese weisen Worte gesprochen: „Wer
die Leute wählen lässt zwischen Freiheit
und Sicherheit, verdient beides nicht.“
Im Sinne dieser gefährlichen gesellschaftlichen Entwicklungen sind
wir als Islamische Gemeinschaft Milli Görüş tatsächlich ein Spiegel, der
dieser Gesellschaft ihre Widersprüche vor Augen führt, und vor allen
Dingen deutlich macht, dass sie bei
der Bewährungsprobe der Integration
einer nicht-christlichen und nichtabendländischen Minderheit drauf
und dran ist, ihre gesellschaftlichen
Errungenschaften bis hin zur Verfassungsordnung in Frage zu stellen oder
sogar über Bord zu werfen. Und dies insbesondere zu einem
Zeitpunkt, an dem wir uns genau mit den Errungenschaften einer pluralistischen Gesellschaftsordnung und der damit einhergehenden spezifischen Anerkennung des „Anders-Sein“ immer mehr identifiziert haben.
Ähnliches gilt ja im Übrigen auch für die Debatte um
den EU-Beitritt der Türkei. Hier, so der Augenschein, werden die Regeln immer dann geändert, wenn sie Muslime in
Anspruch nehmen wollen. Anstatt aber Pluralität auf den
Prüfstand zu stellen, sollte sich die Mehrheitsgesellschaft
noch einmal die Grundfeste der hiesigen Verfassungsordnung, auf die man zurecht seit 60 Jahren so stolz ist, vor
Augen führen, um zu sehen, dass die Vielfalt der Lebensentwürfe und auch eine im öffentlichen Raum sichtbare
Religiosität eben ausdrücklich gewünscht war und auch in
Zukunft gewünscht sein sollte.
Aufgezwungene und eigene Identität
Wo wir schon denn Spiegel metaphorisch Bemühen. Seit
zwei Tagen machen wir über das bisher Gesagte auch noch
/ 64 /
IGMG • PERSPEKTİF
etwas ganz Interessantes. Wir halten uns und der eigenen
Gemeinschaft nämlich selbst auch den Spiegel vor. Das, was
wir hier machen, ist das Eigene in Frage zu stellen ohne es
grundsätzlich zu verdammen und wiederum auf dem „geprüften Eigenen“ etwas Neues und gleichzeitig Vertrautes aufzubauen, damit etwas entsteht, mit dem man einverstanden
ist und in dem man seine Wurzeln erkennt.
In diesem Sinne ist Identitätspolitik natürlich keine
Einbahnstraße. Ebenso wie man bei der Mehrheitsgesellschaft kritisiert, dass man es dem Subjekt oder der Gemeinschaft nicht selbst belässt, die Inhalte seiner Identität
zu bestimmen, ist auch bei uns auch immer wieder kritisch
zu hinterfragen, wie viel Identität wir selbst gebildet haben und wie viel Identität uns von Hierarchien und Organisationsstrukturen, von der Gemeinschaft quasi durch kollektiven Zwang aufoktroyiert worden ist. Das heißt, es gilt
immer wieder zu fragen: Ist man zu
dem geworden, was man ist, weil man
gar keine andere Wahl hatte, etwas
anderes zu werden? Insbesondere als
Nachkommen von Arbeitern, aber
doch von Arbeitern, die sich aufgeschwungen haben, die Welt zu verändern, sind wir gezwungen, uns kritisch diesem Diskurs zu stellen.
Was sind denn nun die Grundpfeiler, auf denen unsere Identität
aufbaut?
Zum einen macht uns ohne
Zweifel die tiefe Verwurzlung im
Glauben aus. Dies kann man als wesentlichen Charakterzug unserer Gemeinschaft unterstreichen.
Zweitens charakterisiert uns die
Ablehnung staatlicher Einflussnahme
auf die Interpretation des Glaubens.
Wir haben uns dabei am türkischen Staatsislam abgearbeitet, einem Staatsislam, der durch die DITIB vertreten wurde und von dem wir uns auch demonstrativ, wie z. B. bei der
Frage der Festlegung islamischer Feiertage, distanziert haben. Man kann feststellen, dass es immer wieder inhaltliche Auseinandersetzungen gab, die sich vor allem auf die
Einmischung des Staates in Angelegenheiten der Religionsgemeinschaften fokussierten. Dies hat zu Übertreibungen geführt, die uns nach wie vor Bauchschmerzen bereiten, weil die Zusammenführung muslimischer Repräsentanz hier eben auch daran scheitert, dass wir über Jahre hinweg große Gräben aufgebaut haben, die wir jetzt
überwinden müssen. Diese Entwicklungen haben die
IGMG und ihre Mitglieder geprägt und vor allem dazu
geführt, dass wir einen zivilen Charakter entwickelt haben,
der uns jede Form von staatlicher Einflussnahme oder auch
nur den Versuch suspekt erscheinen lässt.
Als drittes Identitätsmerkmal kann die Erkenntnis, Teil
einer großen Gemeinschaft von Gläubigen zu sein, also der
Umma-Gedanke, genannt werden. Die IGMG sieht sich
sy m p o s ium
als Teil eines Großen Ganzen und leitet daraus Verantwortlichkeits,- Solidaritäts- und Brüderlichkeitsgedanken
ab, die für das Handeln in der Gemeinschaft maßgeblich
sind.
Ferner charakterisiert uns, viertens, unser Verständnis
von gesellschaftlicher Teilhabe und die Weigerung, uns zu
assimilieren. Gemeint ist dabei unser Verständnis von Religion und dessen Prinzipien, auch gesellschaftlich aktiv zu
werden, sich um das Gemeinwohl zu bemühen und sich
gegen Ungerechtigkeit und Diskriminierung zu wehren
und sogar diese aktiv zu bekämpfen. Das, was uns immer
wieder vorgeworfen wird, ist tatsächlich etwas, was unsere
Identität ausmacht, nämlich Religion und Glauben so zu
verstehen, dass es neben der persönlichen Dimension auch
eine gesellschaftliche Dimension gibt. Diese leitet mich
dazu an, mich für das Gemeinwohl des Landes, in dem ich
lebe, der Gesellschaft, in der ich agiere, einzusetzen und als bereichernder „neuer“ Teil
der Gesellschaft an der Lösung gesellschaftlicher Zukunftsaufgaben mitzuwirken.
Das hier beschriebene Verständnis von
Identität, also auch der mit diesem Verständnis einhergehende Kampf um gesellschaftliche Anerkennung, ist fast deckungsgleich mit
soziologischen Definitionen von Ethnizität,
als Prozessen von Selbstidentifizierungen,
Wiedererkennung der eigenen Vergangenheit, Selbstverortung im Rahmen identitätspolitischer Anerkennungskämpfe bei marginalisierten Gruppen. Nun, gut zu wissen, das
auch hier die Wissenschaft Erklärungen für bestimmte Handlungsmuster parat hat. Vor allem deshalb, weil wir immer davon ausgegangen sind, dass wir so agieren, weil es so
richtig ist und weil es so unseren Glaubenswerten, unseren Vorstellungen von Identität und
Glaubensverwirklichung entspricht. Deshalb führe ich diese Definition der Wissenschaft auch immer mit einem Augenzwinkern an.
Sich über den Anderen definieren
Es ist auch richtig, dass wir in puncto Identitätsbildung
natürlich als Gemeinschaft selbst nicht vor dem „Othering“, über das wir gestern und heute gesprochen haben,
gefeit sind. Das heißt, dass bei unserer Identitätsbildung
Dualität, also etwa der Begriff „Hak“ im Widerstreit zum
Begriff „Batıl“ eine wichtige Rolle gespielt hat. Das darauf
basierend vereinfachte Weltbilder, Antisemitismus und die
Vermutung einer jüdischen Weltverschwörung, teilweise
auch eine Rolle in unseren Identitäten gespielt haben, ist so,
wie es ist. Dies zu verleugnen, so zu tun als ob das kein Teil
unserer Identitätsgeschichte wäre, wäre nicht aufrichtig.
Sie aber zum Maßstab zu machen und so zu tun als ob das
nach wie vor Quellen unseren Identitätsfindung ist, ist das
große Unrecht, das man dieser Gemeinschaft antut. Die
Geschichte zu verleugnen und auch zu verleugnen, dass
diese vereinfachten Weltbilder insbesondere bei jungen
Leuten auch Rezipienten finden, wäre einfach nicht aufrichtig.
Damit sich auseinander zu setzen, mit dem Rassismus und
dem Antisemitismus in den eigenen Reihen ist eben die
große Herausforderung für die Gemeinschaft und die Vorreiter dieser Gemeinschaft.
Jeder kennt folgendes Gedicht von Necip Fazıl Kısakürek,
oder zumindest den Anfang:
„Mein Feind,
mein Ansporn,
Ausdruck meines Ich,
wie der Tag die Nacht,
so brauch auch Ich dich.“
Das war eine große Zeit, als wir noch Identität geformt
haben, immer im Gegensatz zu den Anderen, den vermeintlichen Feinden: Ich bin das, was er nicht ist. Hierzu
Die IGMG in der Öffentlichkeit
eine kleine Anekdote: Wir hatten einmal einen Wissenswettbewerb organisiert, bei dem beschrieben werden sollte, was Islam ist? Der beste Satz, der damals gewann, lautete: „Islam ist das Gegenteil von allem Schlechten, von allem
Bösen, von allen Kriegen, von allen Menschenrechtsunterdrückungen, die es in der Welt gibt.“
Nun haben wir also Applaus für eine Definition bekommen, die beschreibt, was der Islam nicht ist. Doch was
ist er denn? So einfach haben wir uns die Welt dann immer gern gebastelt. Immer als Gegenteil des „Anderen“,
nach dem Motto: Sie akzeptieren uns als Kultur nicht, sie
sind doch selbst keine Kultur. Haben die überhaupt einen
„Ahlak“, haben die noch Sitten und Moral? Die Frage, ob
es in dieser Gesellschaft Moral gibt oder nicht, ist eine Frage, die ich als unmoralisch empfinde. Hierbei macht man
sich selbst zum Maßstab, nach dem Motto: Die haben uns
zu einer primitiven Nation gemacht, dann bezeichne ich
sie als primitive Nation, die nichts anderes kennt, als nach
Glück zu streben, rastlos durch die Gegend zu irren, obwohl
wir doch schon im Besitz des Glückes sind. Da können die
JUNI / HAZİRAN 2010
/ 65 /
sy m p o s ium
noch lange warten. Das sind doch die Debatten, die im inden Staub weg, wird man sehen, dass in den innergemeinternen Kontext geführt werden, wenn mal keine Kamera
schaftlichen Debatten die Sätze immer so anfangen: „Undabei ist. Mögen Deutsche ihre Kinder? Weinen sie wirklich
sere Kinder gehen verloren!“, „Unsere Familien lösen sich
um ihre Kinder? Empfinden sie Trauer, wenn Kinder sterauf.“, „Was macht die Milli Görüş aus?“, „Werden unsere
ben? Das sind Debatten, die natürlich jeglicher Grundlage
Enkel noch an das glauben, woran wir glauben?“
entbehren bzw. mit haltlosen Stereotypen arbeiten und bei
Besonders selbstsicher klingen diese Fragen nicht, obdenen schon ein Hausbesuch beim vermeintlich „Anderen“
wohl man doch sehr sichere Antworten zu bieten hat, wie
genügen würde, um einzusehen, dass der „Andere“ die gleiman auch immer wieder im Identitätsdiskurs über die
chen Sorgen und Nöte hat und sich genauso um die ZuIGMG sagt. Man wirft uns ja vor, an einer eigenständigen
kunft seiner Kinder sorgt, wie man es ja selbst auch tut.
Identität festzuhalten und damit desintegrativ zu wirken
Aus diesem hegemonial angehauchten Diskurs müsund somit Parallelgesellschaften zu fördern. Aber blickt
sen wir natürlich herausfinden. Wir müssen selbtverständman ein bisschen in die Gemeinde hinein, wird man selich auch kritisch gegenüber dem sein, was uns die Postmoderne
hen, dass es auch viel Pfeifen im Walde gibt. Oft sagt man,
suggeriert, dass nämlich die Religiosität nur eine Scheinman sei sich sicher, man wisse, worum es gehe und was die
realität ist, in die man sich flüchten kann, die aber dennoch
Antworten seien. Doch wenn man sich darauf einlässt, kann
keine Antworten gibt. Religiosität ist im Sinne postmoman Sätze vernehmen, die besagen, dass man sich eben
derner wissenschaftlicher Deutung
nicht so sicher ist, denn die Kinder
nichts anderes als Nationalismus, aldenken anders, die Familien sind inso eine Scheinwirklichkeit, die es so
zwischen anders strukturiert und HeWir müssen selbtverständlich auch krinicht gibt und die suggeriert wird, in
rausforderungen sind andere.
der man sich quasi sicher fühlt, die
Was ist denn die größte Heraustisch gegenüber dem sein, was uns die
jedoch diese Sicherheit nicht garanforderung? Die größte HerausfordePostmoderne suggeriert, dass nämlich
tiert.
rung ist, sich von den gesellschaftliIch finde, mit diesem Ansatz
chen Veränderungen innerhalb der
die Religiosität nur eine Scheinrealität ist,
muss man sich kritisch auseinanGesellschaft nicht lähmen zu lassen,
in die man sich flüchten kann, die aber
dersetzen. Da knüpfe ich an das an,
sich auch als Gemeinschaft nicht lähdennoch keine Antworten gibt. Religiosität
was Prof. Dr. Mahmut Erol Kılıç
men zu lassen, sondern im Kontext
gesagt hat, wonach “ein sinnvolles
des eigenen Religionsverständnisses die
ist im Sinne postmoderner wissenschaftLeben, ein Leben mit Sinn ist auch
Herausforderung anzugehen.
licher Deutung nichts anderes als Natioin der Limitierung des Sich-Selbst
Zeiten wandeln sich, also wanmöglich ist”. In diesem Sinne
deln
sich die Antworten, aber nicht die
nalismus, also eine Scheinwirklichkeit,
sind religiöse Menschen eben
Quellen. Wenn sich die Quellen
die es so nicht gibt und die suggeriert
nicht irgendwelche windigen Annicht wandeln und sich die Antworbieter im “Suche-nach-dem Sinnten auf die Zeit einstellen müssen, ist
wird, in der man sich quasi sicher fühlt, die
Supermarkt”, sondern glaubwürdidas die Dynamik, die den Islam injedoch diese Sicherheit nicht garantiert.
ge Ansprechpartner die Antworten
newohnt, auf die wir uns immer wiebieten auf das, was wir sind und auf
der berufen sollten. Und auch wenn
das, was wir werden.
viele Dinge in Wallung und BeweAuch verweigern wir uns der
gung geraten sind, wenn FamilienThese, dass es die Konsumkraft ist, die den Wert eines
strukturen sich ändern, wenn Mobilität viele Dinge durchMenschen ausmacht, wie uns die Postmoderne glauben
einander wirbelt, ist doch die eigentliche Herausforderung
machen will. Unser Maßstab vom Wert des Menschen ist
für die IGMG, eben auch auf diese neuen Fragen Antseine Gottesfürchtigkeit (Takwa). Auch da wieder ein koworten zu geben. Wenn es etwa die Familie z. B. nicht mehr
ranischer Ansatz. Ebenfalls widersprechen wir zu Recht
leisten kann, im Familienbund die Älteren zu versorgen,
der postmodernen Rastlosigkeit und der fieberhaften Suist die Gemeinschaft gefragt, durch den Betrieb von Alche nach Glück und Lebenssinn, weil wir die Quelle für seltersheimen Antworten zu geben. Ebenso ist die Gemeinbige nicht in der Erfüllung von materiellen Wünschen und
schaft aufgefordert Strukturen aufzubauen die, z. B. in Form
Erwartungen sehen, sondern dem Bemühen, das Wohlgevon Moscheen, Bildungseinrichtungen, Begegnungsstätfallen unseres Schöpfers zu erlangen und uns seinem Wilten und Studentenwohnheimen, Geborgenheit und Heimat
len zu ergeben. In diesem Sinne gilt es nicht etwas zu finbieten. Das sind keine Parallelstrukturen. Das ist auch kein
den, sondern der Weg ist das Ziel, also das Sich-Bemühen,
Versuch, sich von dieser Gesellschaft zu verabschieden,
um der Zufriedenheit des Schöpfers willen. Das ist der Ansondern es ist das ernsthafte Bemühen, muslimische Antsporn, der uns immer wieder nach vorne treibt.
worten zu geben auf Fragen, die im Spannungsfeld von
Wie sicher sind wir in unserer Identität? Wir kommen
Globalisierung und Individualisierung unweigerlich aufimmer sehr selbstsicher daher, dies wird Prof. Schiffauer
kommen.
auch bestätigen. Sieht man etwas genauer hin, macht man
(Transkribiert von: Sümeyye Üçüncü)
/ 66 /
IGMG • PERSPEKTİF
Mü’minlerin mallarından zekat al ki, onunla kendilerini arındırmış
ve mallarını bereketlendirmiş olursun. Tevbe: 103
KURULDUĞUMUZ GÜNDEN BERİ ZEKAT VE FİTRELERİNİZİ EN DOĞRU YERLERE ULAŞTIRIYORUZ.
İSLAM TOPLUMU MİLLİ GÖRÜŞ
SOSYAL HİZMETLER BAŞKANLIĞI
Boschstrasse 61-65 • D-50171 Kerpen • Fon: +49 2237 656 291
Faks: +49 2237 656 222 • [email protected] • www.igmg.de
Hesap Numarası
IGMG e.V.
Bank Austria
IBAN: AT 23 1200 0515 7466 5601
B I C : B K AUAT W W
Verwendungszweck: Fitre/Zekat 2010
“Umre, kendisiyle öbür Umre
arasında işlenmiş günahlar
için keffârettir.”
-Hadis-i Şerif-
IGMG Hadsch-Umra & Reisen GmbH
Boschstr. 61-65, D- 50171 Kerpen
Telefon: +49 (0) 2237 97 46-0
Faks:+49 (0) 2237 97 46 19
www.igmghacumre.com
E-Mail: [email protected]
Download