e-bülten - Toplumsal Eşitlik

advertisement
e-bülten
29 Ekim – 4 Kasım 2016
İçindekiler

İktidar HDP’li vekilleri tutukluyor:
Diktatörlük ve savaş yönelimini yalnızca işçi
sınıfı durdurabilir
Toplumsal Eşitlik Yayın Kurulu / 4.11.2016

Saldırılar Cumhuriyet gazetesine operasyonla
tırmanıyor
Halil Çelik / 31.10.2016

Demokrasi için Birlik ve sahte sol
Yusuf Ateşçi / 30.10.2016

2016 ABD seçimleri ve iki partili sistemin
krizi
Barry Grey / 2.11.2016

ABD seçim kampanyasının son haftasında
siyasi gerilimler artıyor
Patrick Martin / 3.11.2016

ABD ile Rusya arasında savaş gerilimleri
tırmanıyor
Bill Van Auken / 29.10.2016

Halep, Musul ve “savaş suçları”
Bill Van Auken / 29.10.2016

ABD’nin “Asya’ya dönüş”ü kargaşa içinde
Peter Symonds / 31.10.2016
Dünya Sosyalist Web Sitesi ve
Toplumsal Eşitlik web sitesinden alınan
yazılardan hazırlanmıştır. Para ile satılmaz.
www.wsws.org
www.toplumsalesitlik.org
[email protected]
İktidar HPD’li vekilleri
tutukluyor: Diktatörlük ve
savaş yönelimini yalnızca işçi
sınıfı durdurabilir
Toplumsal Eşitlik Yayın Kurulu / 4.11.2016
Cumhuriyet gazetesine yönelik operasyonun hemen
ardından, aralarında eş genel başkanlar Figen Yüksekdağ
ile Selahattin Demirtaş’ın da bulunduğu HDP’li 12
milletvekili, gece yarısı gözaltına alındı. Bu satırların
yazıldığı sırada, Demirtaş ve Yüksekdağ ile altı
milletvekili tutuklanmıştı.
Milyonlarca kişinin oyuyla seçilmiş milletvekillerine
yönelik bu gayrimeşru saldırı, savaş ve diktatörlük
yöneliminin ayrılmaz bir parçası olarak tırmanan
demokratik haklara yönelik saldırıların ulaştığı boyutu
gözler önüne sermektedir.
Emekçilerin ve gençlerin gerçekleri öğrenmesinden ve
örgütlü tepkisinden korkan iktidar sosyal medyaya erişimi
engeller ve interneti kısıtlarken, iktidarın borazanlığını
yapan medya, gelişmelere ilişkin gönüllü bir sansür
uyguluyor.
Buna karşılık, başta Diyarbakır olmak üzere Türkiye’nin
dört bir yanında kitlesel protestolar düzenleniyor ve polis
güçleri ile göstericiler arasında çatışmalar yaşanıyor.
İstanbul’da, Ankara’da, Adana’da, Mersin’de ve Aydın’da
düzenlenen protesto gösterilerinde çok sayıda insan
polisin saldırısıyla yaralandı, onlarca kişi gözaltına alındı.
İstanbul Esenyurt’taki protestoda polisin “silah
kullanmaktan çekinmeyin” dediği duyuluyordu. İktidarın
HDP’ye yönelik saldırısını protesto amacıyla, Avrupa’da
yaşayan Türkiyeliler de gösteriler düzenliyorlar.
Bununla birlikte, sabah saatlerinde Diyarbakır’ın Bağlar
ilçesinde 2’si polis 9 kişinin öldüğü, yüzden fazla kişinin
yaralandığı ve PKK'nin üstlendiği iddia edilen, sonra
IŞİD'in üstlendiği saldırı, daha önceki benzeri saldırılarda
olduğu gibi yalnızca hükümetin ekmeğine yağ sürmüştür.
HDP’ye yönelik saldırıya, hem Ankara’nın bölgedeki tek
müttefiki Barzani’den hem de Türkiye’nin NATO
müttefiklerinden sert tepki geldi.
AKP iktidarı, başta Cumhurbaşkanı Erdoğan olmak üzere
en yetkili ağızlardan defalarca tanımadığını ilan ettiği
anayasaya ve yasalara açıkça aykırı olan bu son saldırı ile
birlikte, savaş ve diktatörlük yönelimindeki pervasızlığını
bir kez daha gözler önüne sermektedir.
HDP’ye yönelik bu son hamlenin Cumhuriyet gazetesine
yönelik operasyon ile aynı zamana denk gelmesi,
kesinlikle rastlantı değildir. AKP, “Yenikapı ruhu”
üzerinden oluşturmaya çalıştığı “milli mutabakat”ın CHP
tabanından gelen baskı nedeniyle çökmesinin ardından
Cumhuriyet gazetesi üzerinden CHP’ye “mesaj” verirken,
eşzamanlı olarak, zaten bir süredir hedef tahtasına
yerleştirmiş olduğu HDP’yi susturmanın hesabını
yapmaktadır.
Diktatörlük ve savaş yöneliminde MHP ile sıkı işbirliği
içinde olan iktidar, bu gerici işbirliği sayesinde, sürmekte
olan derin ekonomik krizin kaçınılmaz şekilde bir çöküşe
yol açacağı önümüzdeki haftalarda ya da aylarda
harekete geçecek olan işçi sınıfına karşı önlemler aldığını
varsayıyor olabilir. Ancak yanılıyor!
Artan baskılar, 14 yıllık iktidarı boyunca, kamuya ait
neredeyse her şeyi büyük bankalara ve şirketlere peşkeş
çekmiş ve emekçilerden zenginlere devasa bir servet
aktarımını yönetmiş olan AKP’nin gücünün değil,
güçsüzlüğünün ifadesidir. İşçi sınıfını ve gençliği daha
fazla kandıramayacağını gören iktidar, artık kendisini
geniş emekçi kitlelere karşı savunabileceği hiçbir geçerli
argümana sahip değil.
2008’deki küresel mali çöküş ve onu izleyen emperyalist
saldırganlık dalgası ile birlikte, AKP iktidarının üzerine
kaplanmış olan bütün “demokrasi ve barış” örtüsü de
paramparça olmuştu. Bu gerçek, en çarpıcı biçimde,
geçtiğimiz yıllarda işçi sınıfına, gençliğe ve Kürt halkına
yönelik saldırıların tırmandırılmasında görüldü.
İçerideki kapsamlı saldırılara, Ankara’nın Suriye’deki ve
Irak’taki İslamcı vekil güçler üzerinden izlediği yayılmacı
politika eşlik etti. Bir yıl önce NATO ile Rusya arasında
bir savaşı tetikleyecek şekilde bir Rus savaş uçağını
düşüren Türkiye, Moskova ile ilişkilerini -görünüşe göreyeniden iyileştirdikten sonra, “Fırat Kalkanı” operasyonu
adı altında, Suriye’ye asker gönderdi. Ankara şimdi, Irak
sınırına yoğun bir tank ve asker sevkiyatı gerçekleştiriyor.
AKP iktidarının işçi sınıfına ve diğer halklara karşı içeride
ve dışarıda sürdürdüğü saldırı, 15 Temmuz’daki darbe
girişiminin yenilgiye uğratılmasının ardından, kelimenin
tam anlamıyla dizginlerinden boşalmış durumda.
Erdoğan ve ekibi, NATO’lu müttefiklerinin pek de örtülü
olmayan bir şekilde onay verdiği darbe girişiminin asıl
olarak sokağa dökülen kitleler eliyle yenilgiye
uğratılmasının ardından, farklı siyasi görüşlerden on
binlerce muhalifin “FETÖ bağlantılı” olduğu gerekçesiyle
işten atıldığı ve binlercesinin tutuklandığı kapsamlı bir
sindirme operasyonu başlattı.
AKP iktidarının içeride muhalefet üzerinde estirdiği terör
ile Suriye’ye ve Irak’a yönelik istila hazırlıkları bir
bütünün iki parçasıdır. Ankara, Cumhurbaşkanı
Erdoğan’ın “Misak-ı Milli” üzerine yaptığı üst perdeden
çıkışlar eşliğinde, yayılmacı “yeni Osmanlıcı” gündemini
yaşama geçirmeye çalışıyor. Bu, öncelikle, İran’ın
desteklediği Şii milislerle, topraklarındaki Türk askeri
varlığını “işgalci” olarak tanımlayan Irak’la ve ABD’nin
Suriye ve Irak’taki başlıca vekil güçlerinden biri olan Kürt
savaşçılarıyla savaşmak anlamına gelmektedir. Ancak
hepsi bu değil! Türkiye’nin Suriye’deki ve Irak
topraklarına yönelik saldırısı, bizzat oradaki ABD güçleri
ile de çatışma potansiyeli taşıyor.
AKP iktidarı, Irak’ın ve Suriye’nin yağmalanmasından pay
kapmak için Washington ve Berlin ile Moskova
arasındaki çatışmadan yararlanmayı ve ikincisinin
desteğini (en azından sessiz onayını) almayı umuyor
olabilir. Ancak bu, hiç de sağlam bir hesap değil. Zira
Moskova, “Kürt kartını” ABD’ye bırakmaya niyeti
olmadığını gösterir şekilde, Eylül ayında, Suriye’de, PYD
ile Esad yönetiminin temsilcilerini bir araya getirdiği bir
toplantı düzenledi. Suriye’nin geleceğinin tartışıldığı bu
toplantıda, Kürtlerin federal özerk yönetim hakkı
edineceği federal bir Suriye üzerinde durulduğu bildirildi.
Kısacası, Ankara, Kürtler konusunda Rusya ile de karşı
karşıya gelebilir.
Özetle, içeride açık bir diktatörlüğe yönelen AKP
iktidarının dış politikada izlediği yol, yalnızca Türkiye’nin
üç komşu ülke (Irak, Suriye ve İran) ile savaşması tehlikesi
oluşturmakla kalmamakta; aynı zamanda, NATO ile
Rusya arasında nükleer bir savaşı tetikleyecek dinamikler
taşımaktadır.
MHP destekli AKP iktidarının hızla tırmandırdığı
diktatörlük ve savaş yönelimi, cumhuriyet tarihinin en
büyük vurgununu gerçekleştiren asalak bir burjuva
azınlığa sunduğu hizmet karşılığında boğazına kadar
rüşvete ve yolsuzluğa batmış olan yönetici seçkinlerin
neler yapabileceğinin çarpıcı bir örneğidir. En büyük
korkusu iktidarları ile birlikte tüm ayrıcalıklarını yitirmek
ve işlemiş oldukları suçların hesabını vermek olan AKP’li
yönetici seçkinler, hem bunu önlemek için hem de
arkalarındaki egemen sınıfın yayılmacı hedefleri
doğrultusunda, içeride iç savaşa, dışarıda ise Irak’ı istilaya
hazırlanıyorlar.
CHP, HDP ve onların arkasındaki sendikalar,
Cumhurbaşkanı Erdoğan önderliğindeki yönetici
seçkinlerin bu pervasız yönelimini engelleme becerisine
ve iradesine sahip değildir. AKP iktidarının işçi düşmanı
sermaye yanlısı politikalarına karşı çıkmayan bu sözde
“sol” burjuva partileri, yıllardır, sahte bir “barış” ve
“demokrasi” örtüsü altında onunla uzlaşma peşinde
koştular.
Daha birkaç ay önce, CHP -sözde darbe karşıtlığı
(demokrasi) adına- “Yenikapı ruhu”na biat ederken, HDP,
oradan dışlanmış olmaktan yakınıyordu. Bu partiler,
şimdi, işçi sınıfına ve Kürtlere yönelik yoğun saldırılarla
geçen 14 yıl içinde her fırsatta uzlaşma aradıkları o
“ruh”un gazabı ile karşı karşıyalar. Bununla birlikte CHP
ve HDP ile onların işçi kolu işlevi gören sendikalar, bu
durumda bile, yüzlerini geniş emekçi kitlelere dönmüyor;
bunun yerine, uzun süredir bir yalandan ibaret olan
“hukuk devleti”ne bağlılıktan söz ediyor ve Batılı
başkentlerden destek bekliyorlar.
Özetle, şimdi hedef tahtasına yerleştirilmiş olan burjuva
“sol” muhalefet, AKP’nin diktatörlük ve savaş yönelimine
karşı koyamaz. Bunun nedeni, söz konusu partilerin ve
sendikaların, bu yönelimin kaynağı olan emperyalist
sistemi savunuyor olmalarıdır.
Dolayısıyla, işçi sınıfının ve gençliğin, egemen sınıfın
diktatörlük ve savaş yönelimine karşı mücadelede bu
partilerden bekleyebileceği hiçbir şey yoktur. Bu
yönelimi durdurabilecek tek toplumsal gücün sosyalist bir
program etrafında harekete geçecek uluslararası işçi sınıfı
olduğu, hem teorik olarak (Troçki’nin Sürekli Devrim
Teorisi) hem de 100 yılı aşkın sürelik uluslararası
deneyimler eliyle kanıtlanmış durumdadır.
İşçi sınıfı ve gençlik, milletvekillerinin ve diğer
seçilmişlerin tutuklanmasından, diğer operasyonlara
kadar, demokratik haklara yönelik tüm saldırılara
kararlılıkla karşı çıkmalıdır. Savaşa ve diktatörlüğe karşı
mücadele ile demokratik hakların savunusu uğruna
mücadele birbirine ayrılmaz şekilde bağlıdır. Türkiye’de,
Ortadoğu’da ve tüm dünyada, acil ihtiyaç, savaşa ve
diktatörlüğe karşı sosyalist bir program ekseninde ve işçi
sınıfına dayanan uluslararası bir hareketin inşasıdır.
Saldırılar Cumhuriyet
gazetesine operasyonla
tırmanıyor
Halil Çelik / 31.10.2016
AKP iktidarı, muhalefeti ezmeye yönelik son adımını,
Cumhuriyet gazetesinin, aralarında genel yayın
yönetmeni Murat Sabuncu’nun da olduğu 12 yazarı ve
yöneticisini gözaltına alarak attı. Haklarında gözaltı
kararı çıkarılan diğer yazar ve yöneticilerinde
yakalanmasıyla sayı 16’ya çıkacak. Gözaltına alınanlara
beş günlük avukat yasağı konulurken, gazetenin yazarı ve
eski yayın yönetmeni Can Dündar hakkında tutuklama
kararı çıkartıldı. Polis tarafından evi basılan Dündar, şu
anda yurt dışında.
Cumhuriyet gazetesinin yöneticilerinin ve yazarlarının
gözaltına alınması, bir bütün olarak toplumsal muhalefeti
ezmeyi, yıldırmayı amaçlayan kapsamlı bir operasyonun
parçasıdır.
Cumhuriyet’e yönelik baskından bir gün önce, 30 Ekim
günü, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Eşbaşkanları
Gültan Kışanak ve Fırat Anlı ile BDP’nin eski Batman
Milletvekili ve KJA Dönem Sözcüsü Ayla Akat Ata
tutuklandı. Tutuklamaları protesto etmek için düzenlenen
gösteriler polis şiddetiyle bastırıldı.
İstanbul
Cumhuriyet
Başsavcılığı’ndan
yapılan
açıklamaya göre, Cumhuriyet gazetesine ve Cumhuriyet
Vakfı’na yönelik operasyon, “PKK/KCK ve FETÖ/PDY
Terör Örgütlerine müzahir olduklarına [Türkçesi: “destek
olduklarına”]... 15 Temmuz darbe girişimden kısa bir süre
öncesinde darbeyi meşrulaştırıcı yayınlar yapıldığına dair
iddia ve tespitler üzerine” 18 Ağustos tarihinde
başlatılmış olan soruşturmanın bir parçası. Bu
soruşturmanın ve gözaltıların gerekçesi ise akıllara ziyan.
Türkiye Cumhuriyeti’nin ve devletinin kuruluş ilkelerinin
savunucusu olan yöneticiler ve yazarlar, “FETÖ/PDY ve
PKK/KCK terör örgütlerine üye olmamakla birlikte örgüt
adına suç işlemek” ile suçlanıyorlar.
Bu operasyonunun “FETÖ” ya da 15 Temmuz darbe
girişimi ile ilişkisi olmadığını; sözde “bağımsız yargı”nın,
darbenin gerçek failleri ve işbirlikçileri ile ilgilenmediğini
herkes biliyor. “FETÖ”nün üyeleri ve işbirlikçileri, söz
konusu akımın burjuva medyası içindeki en kararlı siyasi
düşmanlarından biri olan Cumhuriyet gazetesinde değil;
14 yıldan bu yana devleti yöneten AKP’li yetkililer
arasında aranmalıdır.
Aslında, aramaya da gerek yok. Zira medyanın haber
arşivleri, başta Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan,
Abdullah Gül, Ahmet Davutoğlu ve Bülent Arınç olmak
üzere, ülkeyi 14 yıldır yöneten AKP’lilerin -kısa süre
öncesine kadar- “PKK/KCK ve FETÖ/PDY Terör
Örgütlerine müzahir olduklarına” ilişkin “samimi
itiraf”larıyla dolu.
Buna karşılık, sözde “bağımsız” yargı, iktidara “FETÖ” ile
birlikte gelmiş ve onu her alanda desteklemiş; yani en
azından “yardım ve yataklık yapmış” olan bu siyasetçilere
yönelmedi. “Bağımsız yargı”, bunun yerine, AKP
iktidarlarının palazlandırdığı bankalara para yatırmış ya
da şirketlerde, okullarda vb. çalışmış on binlerce insan ile
birlikte, çoğu söz konusu hareket ile hiçbir ilişkisi
olmayan muhalifleri (liberaller, demokratlar, sosyalistler,
HDP’liler vd.) sindirmeye girişmiştir.
İktidarın, aynı zamanda cumhurbaşkanına üniversitelere
rektör atama yetkisi veren son kanun hükmünde
kararnamesi ile birlikte, aralarında sosyalistlerin de yer
aldığı 1.267 akademisyen ve 10 bin kamu çalışanı ihraç
edilirken, Dicle Haber Ajansı, Azadiya Welat gazetesi ve
Evrensel Kültür Dergisi dahil, 10 gazete, 2 haber ajansı ve
3 dergi kapatıldı. İktidar, 16 Ağustos’ta Özgür Gündem
gazetesini kapatmış; ardından da, bu ayın başında,
aralarında İMC TV’nin de olduğu 20 kadar televizyon ve
radyo kanalı ile gazeteyi yasaklayıp onlarca gazeteciyi
gözaltına almıştı. Bu listeye, “FETÖ” ile bağlantılı olduğu
gerekçesiyle daha önce kapatılmış ya da “kayyuma
devredilmiş” olan onlarca TV kanalını ve gazeteyi
ekleyebiliriz.
Burjuva siyaset ve medya kurumlarının sürekli tırmanan
bu devlet terörü karşısındaki tavrı, kelimenin tam
anlamıyla, ikiyüzlülükten ibarettir.
Son birkaç yıldır, önceki başlıca ortağına (şimdi “FETÖ”
denilen Gülen hareketi) ve milliyetçi Kürt hareketine
savaş ilan etmiş olan AKP iktidarının eylemlerinde ve
söyleminde yaşanan köklü değişim hiç kimse için sır
değil. Toplumsal Eşitlik, bu değişimin ardında
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kişisel hırslarının değil;
Ankara ile ABD emperyalizmi arasında özellikle
Ortadoğu konusunda yaşanan derin anlaşmazlığın
yattığına ilişkin tespitimizi içeren çok sayıda yazı
yayınladı. Bu yüzden, AKP, savaş ve diktatörlük
yönelimine saplanmış herhangi bir burjuva iktidar gibi,
yalanı ve tehdidi, söyleminin başlıca unsuru haline
getirmiş durumda. Elbette, daha birkaç ay önce bir darbe
girişimiyle karşılaşmış ve Ortadoğu konusunda Batılı
müttefikleri tarafından büyük ölçüde dışlanmış olmanın
hırçınlığıyla, diğer ülkelerdekinden daha keskinleşmiş
biçimde.
Ekonomik krizin tetiklediği devasa uluslararası gerilimler
ve toplumsal hoşnutsuzluk karşısında savaş ve diktatörlük
yönelimini benimsemiş bir iktidarın en yakın müttefiki,
kuşkusuz, faşist ya da aşırı sağcı partilerdir. Bu yüzden,
işçi sınıfına, genel olarak sola ve Kürt halkına karşı kanlı
bir sicili olan MHP’nin bu yönelimde AKP iktidarına
sunduğu tam desteğin ikiyüzlü olduğu söylenemez. Kriz,
Ortadoğu’daki savaş ve artan toplumsal gerilimler, Türk
milliyetçisi, militarist ve diktatörlük yanlısı bir söyleme
sarılmış olan AKP ile MHP’yi hiçbir zaman olmadığı
kadar yakınlaştırmış durumda.
Buna karşılık, kendilerini “sol”da tanımlayan diğer iki
burjuva muhalefet partisinin (CHP ile HDP) durumu biraz
daha farklı. Bu partilerin, AKP’nin savaş ve diktatörlük
yönelimine muhalefetine damgasını vuran şeyin
ikiyüzlülük ve siniklik olduğunu söylemek, kesinlikle
abartı değildir.
CHP ile HDP’nin, darbe girişiminin ardından, 21
Temmuz’da TBMM’de yapılan oylamada olağanüstü hal
ilanına karşı çıktığını biliyoruz. CHP, darbeye karşı
mücadelede olağanüstü hale gerek olmadığı düşüncesini
savunurken, HDP adına konuşan Adana milletvekili
Meral Danış, daha önce Kürtlerin yaşadığı illerde
1987’de uygulamaya konulan olağanüstü halin 46 kez
uzatılmış olduğunu belirterek, “OHAL yaşam alanlarını
daraltıyor” demişti.
Ancak TBMM’de sergilenen bu “demokrasi savunusu”nu,
CHP’nin topu topu 17 gün sonra “Yenikapı ruhu”nu
benimsemesi; HDP’nin de AKP-CHP-MHP arasında
sağlanan “ulusal mutabakat”tan dışlanmış olmayı
protesto etmesi izledi. En önemlisi, CHP’nin, Ekim ayı
başında TBMM’de yapılan oylamada, hükümetin SuriyeIrak savaş tezkerelerine AKP’li ve MHP’li milletvekilleri
ile birlikte “evet” oyu vermesiydi. HDP’nin “hayır” oyu
kullanmasının nedeni ise ABD önderliğinde Suriye’de ve
Irak’ta sürmekte olan savaşa karşı olması değildi. HDP,
Ankara’nın, ABD’nin vekil gücü işlevi gören PKK’ye ve
PYD/YPG’ye yönelik düşmanca tavrına karşıydı
(Selahattin Demirtaş, bu konuda, en son, Türkiye’nin
bölgedeki savaşta bir yanına PKK’yi diğer tarafına PYD’yi
alması önerisini yineledi). Dahası, daha birkaç yıl
öncesine
kadar,
AKP
iktidarının
ülkeyi
“demokratikleştireceği” ve “barış” getireceği masalını
anlatarak, başta Kürtler olmak üzere emekçileri ve
gençleri kandıran, bu partiden başkası değildi.
Dolayısıyla, hem CHP hem de HDP, AKP iktidarının
muhalif medyaya ve siyasetçilere yönelik saldırılarında
siyasi olarak pay sahibidir.
Siyasi iktidarın propaganda aygıtı haline gelmiş olan
yüzlerce TV ve radyo kanalı ile gazete ise, muhalif medya
ve siyasetçiler üzerinde yıllardır estirilen terörü
görmezden gelmekle kalmamakta; AKP iktidarının
diktatörlük yönelimini açıkça desteklemekte; hatta bizzat
tetikçiliğe soyunmaktadır.
İçeride diktatörlük yönelimine verilen bu desteğe,
Ankara’nın Suriye’de ve Irak’ta izlediği yayılmacı
politikanın “ulusal çıkarlar”, “tarihsel bağlar”, “insan
hakları” vb. yalanlar eşliğinde meşrulaştırılması eşlik
ediyor ve bu bir rastlantı değil. İç politikanın gerçekte
uluslararası/dış politikanın bir devamı/bileşeni olduğuna
ilişkin Marksist sav burada da doğrulanmaktadır.
Demokrasi için Birlik ve sahte
sol
Burjuva medyasının hızla tırmanan savaş ve diktatörlük
yönelimini destekleme tavrı, şu gerçeği bir kez daha
gözler önüne sermektedir: Burjuva medyasının görevi,
egemen sınıfın çıkarları doğrultusunda gerçekleri
gizlemek ve halka yalan söylemektir! Öyle ki, bugün
saldırıya uğrayan Cumhuriyet gazetesi bile, genel olarak
“IŞİD’le mücadele” adı altında Suriye’de ve Irak’ta
tırmanan emperyalist müdahaleyi desteklemekte idi.
23 Ekim Pazar günü İstanbul Şişli Kent Kültür
Merkezi’nde gerçekleştirilen Demokrasi İçin Birlik
buluşması, CHP ve HDP önderliğinde sözde “sol” bir
burjuva cephe oluşturma girişiminde yeni bir adıma işaret
etmektedir.
Medyanın bu gerici işlevindeki en yakın yardımcısı
üniversitelerdir. Her türlü aydınlanmacı düşünce
kırıntısını uzun süre önce ortadan kaldırmış ve son
ihraçlarla birlikte iyice birer gericilik yuvası haline gelmiş
olan üniversiteler, bilimsel yöntemle ve yaklaşımla
uzaktan yakından ilişkisi olmayan bir dinci-milliyetçi
ideologlar ve propagandacılar yuvasıdır. Burjuvazinin ve
siyasi iktidarın bu gerici kalelerindeki sözde
“akademisyenler”, yalnızca üniversite öğrencilerini değil;
aynı zamanda, “uzman” ya da “yazar” olarak boy
gösterdikleri medya aracılığıyla tüm emekçileri ve
gençliği zehirliyorlar.
Burjuvazinin bu gerici savaş ve diktatörlük bloğuna karşı,
demokratik hakların savunusu uğruna mücadelenin tek
toplumsal tabanı, işçi sınıfıdır. Derinleşen küresel
ekonomik ve siyasi kriz koşullarında, egemen sınıfın
siyasi iktidarı aracılığıyla sürdürdüğü bu saldırı, bir
yandan dışarıda emperyalist yağma savaşından pay
kapma peşinde koşarken, diğer yandan, buna dur
diyebilecek tek güç olan işçi sınıfını ezme ve yaklaşan
sınıfsal patlamalara önlem almayı amaçlamaktadır.
Dünya çapında şiddetlenen savaş-diktatörlük yönelimine
ve onu doğuran kapitalizme karşı ileriye giden tek yol,
uluslararası işçi sınıfının gerçek demokrasiyi ve barışı
hayata geçirecek olan sosyalizm programı uğruna
mücadeledir.
Yusuf Ateşçi / 30.10.2016
Bu “birlik”i öncekilerden ayırt eden en önemli yanı,
kendilerini uzun yıllar önce Kürt burjuva partileri
üzerinden kapitalist sistemle bütünleştirmeye başlamış
olan sahte sol grupların, bu politikayı CHP’nin kanatları
altına girerek taçlandırıyor olmasıdır. Bu durum, Dünya
Sosyalist Web Sitesi’nin ve Toplumsal Eşitlik’in, sahte
solun burjuva partilerin bir uzantısı olduğu ve emperyalist
savaşla hiçbir sorunlarının olmadığı tespitinin açık bir
doğrulanmasıdır.
İlk kez Haziran ayında CHP’li eski milletvekilleri Rıza
Türmen ile Binnaz Toprak’ın çağrısıyla bir araya gelen
gruplar, bir kurultay çağrısında bulunmuş ve bu yönde
hazırlıklara başlamışlardı. Geçtiğimiz hafta gerçekleşen
bu kurultaya, Sendika.org’un haberine göre, CHP’li ve
HDP’li milletvekillerinin yanı sıra DİSK, KESK, TTB
yöneticileri ve sahte soldan Halkevleri, EMEP, EHP,
TÖPG, Kaldıraç, SODAP, YSGP, Devrimci Parti
yöneticileri ve üyeleri katıldı. Burada ismi yer alan
grupların dışında, HDP içinde ve çevresinde faaliyet
gösteren sahte sol gruplar da kurultayın parçasıydı.
“Tek adam rejimi”ne ve “faşizm”e karşı “geniş bir
demokrasi cephesi” vurgusunun ön plana çıktığı
kurultayın katılımcıları arasında ANAP eski genel başkanı
Nesrin Nas’ın da yer alıyor olması, söz konusu genişliğin
sınır tanımadığının açık bir ifadesiydi.
Başını CHP’lilerin çektiği ve sahte solun ezici bir
çoğunluğunun bir kez daha yedeklendiği “Demokrasi
İçin Birlik” oluşumu, 15 Temmuz darbe girişiminin
ardından, CHP ile MHP’nin desteğiyle AKP önderliğinde
kurulan ve HDP’nin dışlandığı “ulusal birlik”e karşı,
HDP, DİSK, KESK, TTB ve TMMOB önderliğinde kurulan
“Emek ve Demokrasi İçin Güç Birliği” platformunda
olduğu gibi, savaş ve diktatörlük karşıtı toplumsal
muhalefeti CHP ve HDP üzerinden kapitalist sistem
kanallarına yedeklemeyi hedefleyen bir burjuva
oluşumdur.
Demokrasi İçin Birlik buluşmasının sonuç bildirgesi,
bekleneceği üzere, ne herhangi bir sınıfsal ve uluslararası
bir değerlendirme yapmakta ne de küresel kapitalist kriz
ve emperyalist dünya savaşına doğru sürükleniş ile
Türkiye’de olup bitenler arasında bir bağlantı
kurmaktadır. Aslında, bu bildirge, tam da bu yüzden
sahte bir ulusalcı demokrasi hayali yaymakta ve burjuva
düzene ilişkin yanılsamaları beslemeye hizmet
etmektedir.
Türkiye’deki mevcut durumun tek sebebini özel olarak
Erdoğan’a ve genel olarak da AKP’ye indirgeyen bu
yaklaşım, “en geniş demokrasi cephesi” adı altında bir
burjuva muhalif cephe ve hatta bir iktidar alternatifi
yaratma çabasının ifadesidir. Tek sorun Erdoğan’sa, o
halde herkes soyut bir “demokrasi” adı altında birleşmeli
ve bir “demokratik cumhuriyet” için mücadele etmelidir!
Bu burjuva perspektif üzerine kurulu “birlik” ve onun
sonuç bildirgesi, söz konusu güçlerin, Batılı emperyalist
güçlere AKP’den çok daha sadık bir iktidar alternatifi
oluşturma hedefini özetlemektedir.
Baştan sona bu bakış açısının egemen olduğu bildirgeye
göre, “Yurttaşları temsil etmesi gereken Meclis fiilen
lağvedilmiş, yasama, yargı ve yürütmenin dengesine ve
birbirini frenlemesine dayanan güçler ayrılığı ilkesi
ortadan kaldırılmıştır.” (vurgular sonradan). Siyasi iktidar
organları bir yana, genel olarak sınıfsal değerlendirme
yapmayı uzun süre önce terk etmiş olan sahte sol gruplar,
bu yalan ifadenin altına imzalarını atarak, burjuva
egemenliği ile aralarında bir sorun olmadığını ilan
etmektedirler.
Yine aynı bildirgeye göre, “İnsanca yaşama ve çalışma
koşulları
ortadan
kaldırılmış,
köleleştirme
ve
taşeronlaştırma yasaları çıkarılmış, yoksullaşma ve işsizlik
korkunç boyutlara ulaşmıştır.” (vurgular sonradan)
Kapitalist sömürü ile herhangi bir sorunu olmayan, aksine
özel mülkiyetin ve serbest piyasa ekonomisinin baş
savunucuları arasında yer alan CHP ile HDP söz konusu
olduğunda anlaşılır olan bu ifadelere göre, “bir zamanlar”
Türkiye’de “insanca yaşama ve çalışma koşulları” vardı
ve ileride de, kapitalist sömürü sistemi altında, pekala
yeniden olabilir. Bildirgede, göstermelik bir “muhalif”
söylem
eşliğinde
değinilen
“köleleştirme
ve
taşeronlaştırma” yasalarının ardı ardına geçmesine bu iki
partinin nasıl karşı çıktığına ise değinilmiyor.
Çeşitli kimlik politikalarının da yer aldığı bildirge,
“demokratik bir ülke” hedefiyle “demokrasiden yana”
tüm güçleri birleşmeye çağırıyor.
Kurultayın Türkiye’nin siyasi yaşamında yeni bir
başlangıç olduğu iddia edilse de, 11 Ağustos’ta HDP’ye
yönelik polis baskınına karşı çıkan ve “Emek ve
Demokrasi İçin Güç Birliği”nin ilan edilmesini
değerlendiren bir yazımızda ifade ettiğimiz şu
düşünceler, genel hatlarıyla “Demokrasi İçin Birlik”
oluşumu için de geçerlidir:
AKP’nin CHP ve MHP ile şimdilik oluşturduğu
“ulusal birlik”e karşı “Emek ve Demokrasi İçin
Güç Birliği” adı altında, asıl olarak HDP ile DİSK,
KESK, TMMOB ve TTB önderliğinde bir araya
gelen sahte sol güçler, bir kez daha, burjuva
düzen içi hayaller yayan bir girişim oluşturmuş
durumdalar. Bu girişim, HDP’ye (milliyetçi Kürt
burjuvazisine) daha önceki seçim blokları
üzerinden hayata geçirilen tabiiyetin bir
devamıdır. Bu girişimin, işçi sınıfının askeri
darbelere, diktatörlük ve savaş yönelimine karşı
gerçek demokrasi (sosyalizm) uğruna mücadelesi
ile yakından uzaktan bir ilgisi bulunmamaktadır.
Bu “Güç Birliği”nin bütünüyle burjuva reformist
yalanlar üzerine kurulu hedeflerini ifade
eden açıklaması, katılımcılarının on yıllardır
savundukları ve yıkımdan başka bir sonuca yol
açmayan sahte sol politikaların bir tekrarını
oluşturuyor. Onlar, burjuva kimlik politikaları
üzerine kurulu açıklamalarında, “Emperyalizmin
ortak geleceğimize karşı bölge ve ülkemizdeki
müdahalelerine, faşizme ve darbelere karşı ortak
ve birlikte mücadele”den söz ederken, ABD
emperyalizmin Suriye’deki milliyetçi Kürt
hareketi ile kurduğu açık ittifakı, PYD’nin
Pentagon’un vekil gücü olarak işlevini ve
kendilerinin bu ittifaka verdikleri desteği
gizlemeye çalışıyorlar
Başlıca sahte sol güçleri içeren bu “birlik”, aynı
geçmişteki
öncelleri
gibi,
Ortadoğu’daki
emperyalist müdahalelere haklılık kazandırmaya
yönelik ikiyüzlü bir “barış ve demokrasi” söylemi
geliştiren burjuva bir muhalefettir. Çoğu CHP’nin
ve HDP’nin “işçi kolu” konumundaki sendika
bürokratlarından meslek odalarına ve sahte sol
partilere kadar geniş bir yelpazeyi bir araya
getiren bu “güç birliği”, diğer ülkelerdeki
benzerleri gibi, patlaması kaçınılmaz olan işçi
sınıfı mücadelelerini mümkünse engellemenin ve
bunu başaramadığında ise düzen içi kanallara
akıtmanın bir aracı olacaktır.
Bununla birlikte, geçtiğimiz yılki 7 Haziran seçimlerinin
ardından bir koalisyon hükümeti kurmak üzere kolları
sıvayan, ancak MHP’nin karşı çıkmasıyla girişimleri boşa
düşen CHP ile HDP’nin AKP karşıtlığı üzerinden bir araya
gelme çabası, baştan sona ikiyüzlülük üzerine kuruludur.
Öyle ki, kurultayın sonuç bildirgesinde “demokrasi”den
ve “barış”tan söz ediliyor olsa da, CHP, yaklaşık bir
buçuk yıldır AKP’nin savaş politikalarının başlıca suç
ortağı konumundadır. Kürt illerini savaş alanına çeviren,
binlerce kişinin ölümüne, yüz binlercesinin evlerini terk
etmeye zorlamasına yol açan ve bugün, en son
Diyarbakır belediyesi eş başkanlarının gayrimeşru şekilde
gözaltına alınmasıyla sürdürülen operasyonlara tam
destek veren CHP, hem geçtiğimiz yıl hem de bu yıl
meclise sunulan Suriye-Irak savaş tezkerelerini
desteklemiştir.
CHP, bu çizgisinin tamamlayıcı bir parçası olarak, Fırat
Kalkanı adı altında başlatılan Suriye istilasını başından
itibaren desteklemekte, Türkiye’nin Irak’taki yayılmacı
emellerini de karşı çıkmamaktadır. CHP’nin, tüm bu
savaş politikalarının ayrılmaz bir parçası olan işçi sınıfı
düşmanı yasalara açıktan ya da örtülü şekilde verdiği
destek, tabloyu tamamlamaktadır.
CHP’nin, AKP’nin PKK/PYD’yi hedef alan savaş
politikalarına açıkça verdiği desteğe rağmen onu HDP ile
bir araya getiren asıl konu ise, her iki partinin de
Ortadoğu’da ABD’nin ve Avrupalı emperyalist güçlerinin
politikasını savunuyor olmasıdır. Özünde, hem AKP
hükümeti hem de meclisteki üç burjuva muhalefet partisi,
Türkiye’nin Ortadoğu’daki emperyalist savaşta yer
almasını desteklemekte, yalnızca bunun hangi
doğrultuda olacağı konusunda anlaşamamaktadır.
HDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş’ın, 18 Ekim’de
partisinin grup toplantısında yaptığı konuşmadaki
ifadeler, HDP’nin gerici perspektifini en açık şekilde ifade
etmektedir: “Musul meselesinde başından beri yanlış
aktörlerle iş tutmasaydınız, mezhepçilik yapmasaydınız,
milliyetçilik, ırkçılık yapmasaydınız ve en önemlisi
çözüm masasını devirmeseydiniz, Türkiye'de iç barışı
sağlasaydınız, bir tarafınıza Ahrar'uş Şam'ı, bir tarafınıza
El Nusra'yı alacağınıza bu tarafınıza, çok açık
söylüyorum PYD'yi, öbür tarafınıza PKK'yi alsaydınız...”
(vurgular sonradan)
Bu açıklama, “barış süreci” adı verilen şeyin aldatmaca
olduğunun da bir itirafıdır. Türk ve Kürt burjuvazilerinin,
Türkiye’nin Ortadoğu’daki yayılmacı emelleri temelinde
barışını ifade eden o süreç, Türkiye devletinin gerici
yayılmacı hedeflerini PKK/PYD ile birlikte sürdürmesini
amaçlıyordu. Bugün gelinen noktada, PKK/PYD, ABD
emperyalizminin karadaki başlıca vekil güçlerinden biri
haline gelmişken, HDP, Irak ile Suriye’deki emperyalist
paylaşım savaşında Türkiye-PKK/PYD işbirliğini yeniden
önermektedir.
HDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş, Cumhurbaşkanı
Erdoğan’ın bu ayın ortasında yaptığı ve Türkiye
burjuvazisinin yayılmacı hedeflerini açık bir şekilde ilan
ettiği Misakı Milli açıklamalarıyla ilgili olarak,
“Cumhurbaşkanı net bir şekilde açıklıyor. 'Misakı Milli'ye
bakarsanız anlarsınız' diyor. Yani Musul'u ve Kerkük'ü
Türkiye sınırlarına katmak. Misakı Milli'nin, en azından
sınırlar bölümü budur. Eğer Cumhurbaşkanı'nın niyeti
buysa, Musul'u ve Kerkük'ü başta olmak üzere Güney
Kürdistan'ı, hatta Rojava Kürt Bölgesi'ni, Türkiye'nin
resmi sınırları içerisine katma gibi bir emperyal amaç
varsa, bu bölgede yeni savaşların, dünya savaşına
gidecek yolun taşlarını döşemekten başka bir şey değil.”
diyor. Irak ve Suriye’deki emperyalist müdahaleleri
destekleyen bir siyasi hareketin önderinin bu sözlerinde,
herhangi bir tutarlı savaş ya da emperyalizm karşıtlığı söz
konusu değildir. Aksine, Demirtaş, gerçekte, bu sözlerle,
kendi politikalarının gericiliğini itiraf etmektedir. “Misakı
Milli” vurgusunun, Abdullah Öcalan’ın 2013 Newroz
mesajındaki yeri ve “barış süreci”nin bir parçası olduğu
hatırlandığında, bu çok daha iyi anlaşılacaktır.
Sonuç olarak, ABD emperyalizminin petrol zengini
Ortadoğu üzerinde tartışmasız egemenlik kurma ve
üçüncü bir dünya savaşına yol açabilecek şekilde,
Rusya’ya ve Çin’e boyun eğdirme yönündeki kapsamlı
stratejisinin bir ürünü olan Ortadoğu’daki yağma
savaşının
doğrudan
parçası
olan
partilerin,
demokrasiden, barıştan ve “sol”dan söz ediyor olması,
onların kendi gerici burjuva hedeflerini gizleme
çabasından başka bir şeyi ifade etmemektedir.
Gerçek şu ki, savaşa ve onu doğuran kapitalist sisteme
karşı çıkmadan, demokrasi ve barış uğruna mücadele
edilemez. Burjuvazinin savaş ve diktatörlük yönelimine
karşı başarıyla mücadele edecek bir birlik, sözde sol
burjuva partiler önderliğinde değil; yalnızca, bilimsel
sosyalist bir program ekseninde ve uluslararası işçi sınıfı
temelinde oluşturulabilir. Bu perspektifi savunan ve
burjuva/küçük-burjuva partilerin savaş yanlısı karakterini
dünya çapında ifşa eden tek örgüt olan Dördüncü
Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’nin (DEUK)
mücadelesinin önemi burada yatmaktadır.
Dünya, nükleer silahların da kullanılacağı bir üçüncü
dünya savaşının eşiğinde iken, emperyalist müdahaleleri
gerekçelendirmekle, sahte barış ve demokrasi hayalleri
yaymakla ve patlaması kaçınılmaz olan toplumsal
muhalefeti kapitalist düzen sınırlarına hapsetmeye
hazırlanmakla meşgul olan sahte sol ile dünya çapında
savaşa karşı ve sosyalizm uğruna mücadele eden
Troçkistler arasında aşılmaz bir uçurum bulunmaktadır.
2016 ABD seçimleri ve iki
partili sistemin krizi
Barry Grey / 2.11.2016
Seçim gününe bir hafta kala, kamuoyu yoklamalarındaki
daralan oy farkıyla ve sonucun belirsizliğiyle birlikte, tüm
ABD siyasi sistemi, Federal Soruşturma Bürosu’nun (FBI)
eşi görülmemiş müdahalesiyle kargaşaya sürüklenmiş
durumda. FBI Müdürü James Comey tarafından Cuma
günü Kongre’ye gönderilen ve Hillary Clinton’ın özel bir
e-posta sunucusu kullanımına ilişkin yeni bir
soruşturmanın yürütüldüğü bilgisini veren mektup, devlet
aygıtı içindeki şiddetli çatışmanın üzerindeki örtüyü
kaldırdı. Uzun süredir içten içe kaynayan gerilimler, açık
siyasi savaş biçiminde patlak veriyor.
Cuma gününden beri, yerel FBI makamlarının hem
Clinton’ın gizli bilgileri kötü idare ettiği iddiasına ilişkin
daha saldırgan bir soruşturma hem de milyarlarca dolarlık
Clinton Vakfı’nı kapsayan yolsuzluk suçlamalarına ilişkin
derinlemesine bir soruşturma talep etmesiyle birlikte, FBI
ve Adalet Bakanlığı içindeki çeşitli yetkililer, Clinton’a
yönelik soruşturmanın keskin bölünmelere yol açtığının
bilinmesine izin vermiş durumdalar. Her iki taraf için de
öldürücü olan bu çatışma, Comey’in geçtiğimiz Temmuz
ayında Clinton’ın e-postalarına ilişkin soruşturmanın
tamamlandığını
ve
cezai
bir
suçlamada
bulunulmayacağını
duyurmasının
ardından
şiddetlenmişti.
Comey, Kongre’ye mektubuyla, Clinton’a karşı daha
saldırgan eylem çağrısı yapan hizbin tarafında
müdahalede bulundu. Adalet Bakanlığı yetkilileri,
Comey’in kurumun ek e-posta incelemesini 8 Kasım
seçimlerine sadece 11 gün kala halka açıklama kararına
karşı olduklarının bilinmesine izin verdiler.
Hem Cumhuriyetçi hem de Demokrat eski adalet
bakanları ile birlikte, Demokratik Parti ve Clinton
kampanyası, Comey’in hareketini şiddetle kınadı. ABD
Senatosu’ndan Demokratik Partili Harry Reid, Comey’in,
federal çalışanların şu ya da bu adayı alenen destekleyen
eylemlerini yasaklayan Hatch Yasası’nı ihlal etmekle
suçlayan bir mektup gönderdi. En az bir Demokratik
Partili kongre üyesi, FBI şefinin derhal istifa etmesini talep
etti.
Daha birkaç hafta önce, Clinton ve Demokratik Parti,
Trump’ın seçimlere hile karıştığına ilişkin suçlamalarını
öfkeyle kınıyordu. Onlar, bu tür suçlamaların, ABD
seçimlerinin ve Amerikan demokrasisinin bozulmamış
karakterine yönelik yurtsever olmayan bir hakaret
olduğunu iddia ediyorlardı. Onlar şimdi, değişen koşullar
altında, kurallara aykırı hareket diye haykırıyor ve FBI’ı
kendilerine karşı seçimlere hile karıştırmaya çalışmakla
suçluyorlar.
Gerçekte, egemen sınıfın her iki hizbi de, kavgalarını
kazanmak için skandal tellallığı yöntemlerinden
yararlanmaktadır. Demokratlar, geçtiğimiz aylarda,
Trump karşıtı kampanyalarını, seks skandallarına ve
Trump’ın Kremlin’in bir vekili olduğuna ilişkin üretilmiş
yeni McCarthyci iddialar üzerine yoğunlaştırdılar. Reid,
Comey’e yazdığı mektubunda, FBI’ı, “Donald Trump ve
başdanışmanları ile Rus hükümeti (ABD’ye açıkça
düşman, yabancı bir çıkar) arasındaki yakın bağlara ve
işbirliğine ilişkin şiddetli tartışmalara yol açacak bilgileri
” halka açıklamayı reddetmekle suçlayarak, bu
suçlamaları ikiye katladı.
Trump ise, kendi payına, medyanın Clinton yanlısı
önyargısına dikkat çekti; FBI’ın Clinton’a dava
açamayışını kınadı; seçim gününün ağırlıklı olarak
göçmen ve azınlık toplulukları içinde seçimlere
sistematik hile karıştırmaya tanık olacağı ithamında
bulunarak, göçmen karşıtı ve ırkçı duygulara seslendi.
Aslında, tüm bu seçim, gerçek demokrasinin gülünç bir
taklididir. Her iki parti de, emekçilerin asıl kaygılarının
üzerine eğilme yönünde herhangi bir politika
önerememektedir. Çamur atma ve skandal tellallığı,
savaş, toplumsal eşitsizlik ve demokratik haklara yönelik
saldırılar gibi yakıcı meselelerin üstünü örtmek için
kullanılmaktadır.
Başkanlık yarışındaki son viraj, Clinton’ın ve
Demokratların kampanyalarını yürüttükleri gerici temelin
altını çizmektedir. Trump’ın başkomutan olarak görev
almaya uygun olmadığını ilan ederken, Clinton’ın bir
askeri müdahale savunucusu olarak sicilini tanıtarak,
hem Cumhuriyetçi önderlerin ve seçmenlerin hem de
ordu/istihbarat kurumunun desteğini alma peşinde koşan
Clinton ve Demokratlar, faşizan Trump’a sağdan karşı
koymaya çalışıyorlar.
İşçilerin kötü durumuna yönelik hiç de gizlenmeyen
kayıtsızlıkları ve işçi sınıfı içinde bir desteğe sahip
olmamaları, onları, devlet içindeki Trump yanlısı güçlerin
entrikaları karşısında son derece savunmasız kılmıştır.
Bu gelişmeler, aynı zamanda, Bernie Sanders’ın haince
rolünü de vurgulamaktadır. Kendisini bir sosyalist ve
“milyarder sınıf”ın karşıtı gibi göstererek işçi sınıfı ve
gençlik içinde kitlesel destek kazanan Sanders, etkisini,
toplumsal muhalefeti Demokratik Parti’nin ve Wall
Street’in tercih ettiği aday olan Clinton’ın kampanyasının
arkasına takmak için kullanmaya çalışmıştır. Dolayısıyla,
o, işçi sınıfının bağımsız siyasi hareketinin ortaya
çıkmasının önüne geçme ve engelleme konusunda son
derece önemli bir rol oynamıştır.
Önümüzdeki Salı günü yapılacak olan seçimleri hangi
aday kazanırsa kazansın, iki partili sistemin krizinde
hiçbir şey çözülmeyecektir. ABD tarihindeki en az rağbet
gören iki aday da, geniş halk kitleleri tarafından
horlanıyor ve seçim sonuçları, Amerikan halkının
çoğunluğu tarafından gayrimeşru olarak görülecektir.
Trump’ın zaferi, on milyonlarca işçi tarafından, işçi
sınıfına karşı bir savaş ilanı; Clinton’ın elde edeceği bir
zafer ise gerici statükonun bir devamı olarak görülecek.
Devlet içindeki şiddetli çatışmalar da hafiflemeyecek. Bu
çatışmalar, nesnel olarak, Amerikan ve dünya
kapitalizminin tarihsel krizinden kaynaklanmaktadır.
Ekonomik kriz ve çürüme, durmadan artan toplumsal
kutuplaşma ve yoğunlaşan jeopolitik çatışmalar, burjuva
demokrasisinin temellerini ölümcül şekilde aşındırmıştır.
2016 seçimlerinde patlak veren görülmemiş siyasi kriz,
uzatmalı bir sürecin sonucudur. Siyasi sistemin çöküşü,
Bill Clinton’ın 1998’de bir seks skandalı üzerinden görevi
kötüye kullanmakla suçlanmasında açık ve patlayıcı
biçimde ortaya çıkmıştı. Dünya Sosyalist Web Sitesi’nin,
Temsilciler Meclisi’nin Clinton’ı suçlama oylamasının
ardından yayınladığı “Amerika iç savaşa doğru mu
gidiyor?” başlıklı bir yayın kurulu yazısında, şöyle
yazmıştık:
“Washington’daki kriz, karmaşık siyasal, toplumsal ve
ekonomik
süreçlerin
karşılıklı
etkileşiminden
kaynaklanmaktadır. Burjuva demokrasisi, birikmiş ve
giderek daha çözümsüz hale gelmiş çelişkilerin ağırlığı
altında çöküyor.”
Bu önemli olayı, 2000 yılındaki çalıntı seçim ve bir yıl
sonra, 11 Eylül saldırılarının ardından başlayan “terörle
mücadele” izlemişti. Demokratik haklara yönelik
cepheden saldırının, polis devleti egemenliğinin
çerçevesinin oluşturulmasının, Büyük Bunalım’dan bu
yana yaşanan en büyük ekonomik krizin ve daha fazla
servetin zenginlere aktarılmasının eşlik ettiği kesintisiz ve
sürekli yayılan savaşla geçen 15 yıl, yalnızca, ordu ve
istihbarat “derin devleti”nin gücünü arttırmış ve
Amerika’daki kapitalist egemenliğin geleneksel anayasal
çerçevesini daha da aşındırmıştır.
Bu süreçler, aşağılayıcı 2016 seçimleri oyununda, zehirli
bir dışavurumlarını bulmaktadır. Toplumsal muhalefetin
büyümesinin ve tüm siyasi sisteme yönelik tiksintinin
egemen olduğu bir seçimde, seçmenler, en zengin yüzde
1’in iki yozlaşmış, sağcı temsilcisi arasında bir “seçim” ile
karşı karşıya bırakılmaktadır.
İşçi sınıfının, siyasi krize, mali aristokrasinin kar
güdüsüne değil, kendi ihtiyaçlarına ve çıkarlarına
seslenen bir program uğruna mücadele eden bağımsız bir
güç olarak müdahale etmesi, can alıcı öneme sahiptir.
Bunun dışında, iki partili sistemin krizi, yalnızca, işçi
sınıfının yaşam standartlarına yönelik daha acımasız
saldırılarla ve diktatörlüğe ve yeni bir dünya savaşına
doğru ivme kazanmış bir hareket ile birlikte, daha fazla
sağa kaymaya yol açacaktır.
Sosyalist Eşitlik Partisi’nin (SEP) seçim kampanyasının
önemi burada yatmaktadır. SEP’n adayları (Jerry White ve
Niles Niemuth), işçi sınıfını gerçek ve güncel savaş
tehlikesi konusunda uyaran ve bunu durdurmak için
sosyalist bir programı ileri süren tek adaylardır. Sadece
SEP’in kampanyası, seçimlerin ardından ortaya çıkacak
olan kitlesel mücadeleler öncesinde işçi sınıfı içinde
siyasi bir önderliği hazırlıyor.
Savaşa, eşitsizliğe ve baskıya karşı çıkan herkes, SEP’in
kampanyasını aktif bir şekilde desteklemeli ve işçi sınıfı
içinde yeni devrimci önderliğin inşası mücadelesine
katılmalıdır.
1 Kasım 2016
ABD seçim kampanyasının son
haftasında siyasi gerilimler
artıyor
Pennsylvania’daki dava dilekçesinde, “Seçim gününde
seçmenlere yönelik taciz ve tehdit komplosu, kayıtlı
Pennsylvania
seçmenlerinin
oy
kullanma
hakkını şimdiden tehdit eden eylemlere yol açmış
durumda.” iddiasında bulunuluyor.
Patrick Martin / 3.11.2016
New Jersey’deki Newark kentindeki yerel mahkeme
yargıcı John Vazquez, Salı günü, Cumhuriyetçi Ulusal
Komite’ye, seçim günü sandıklarda yapılacağı varsayılan
“oy hilesi”ni önlemeye yönelik çabalar konusunda Trump
kampanyası ile hemfikir olunan noktaların ayrıntılarını
sağlaması için 24 saat verdi.
ABD seçim kampanyasının bitmesine yalnızca altı gün
kalmışken, her iki kapitalist parti, 8 Kasım’daki seçimlerin
Beyaz Saray’ın kontrolü üzerine süren sert mücadeleyi
sonuçlandırmayacağı bir duruma hazırlanıyor. FBI’ın
(Federal Soruşturma Bürosu), Clinton’ın e-maillerinin
yeniden soruşturulmasına ilişkin, onun kampanyasına
zarar vermek için hesaplanmış olan görülmedik
müdahalesinin ardından sertleşen rekabeti gösteren
kamuoyu yoklamalarıyla birlikte, seçim yarışı, giderek
artan bir ihtimalle, 2000 yılında Florida’da ve 2004’te
Ohio’da olduğu gibi, tek bir eyaletteki sonuçla
belirlenebilir.
Clinton’ı Trump’ın önüne yerleştiren destek, daha FBI
soruşturmasından önce, özellikle hükümetin Obamacare
[Obama yönetiminin sağlık reformuna verilen ad]
primlerinin 2017 yılında ortalama yüzde 25 artacağını
açıklamasının ardından azalmaya başlamıştı.
Demokratik Partili aday Hillary Clinton ve onun
Cumhuriyetçi rakibi Donald Trump, seçmenlerin sandığa
gitmesini engellemeye ya da kullanılan oyların sayımını
aksatmaya
yönelik
yaygın
girişimler
olacağı
düşüncesiyle, binlerce avukatı, seçim günü Florida,
Kuzey California, Pennsylvania ve Ohio gibi savaş alanı
eyaletlere gönderilmek üzere seferber ediyor.
Pazar günü, Nevada, Pennsylvania, Ohio ve Arizona
eyaletlerindeki Demokratik Parti örgütleri, Trump
kampanyasına ve eyaletlerdeki Cumhuriyetçi Parti
örgütlerine karşı, 1965 tarihli Oy Kullanma Hakkı’na ve
1871 tarihli Ku Klux Klan yasalarına aykırı biçimde,
“seçmene gözdağı vermeye yönelik eşgüdümlü bir
kampanya” yürüttükleri suçlamasıyla önleyici davalar
açtılar.
Trump, sürekli olarak, düşük gelirlilerden, azınlıklardan
ve öğrencilerden oluşan semtlerde oy kullanmama
yönelimlerine gönderme yaparak, “hileli seçim” dediği
şeyi kınıyor ve kaybetmesi durumunda seçim sonuçlarını
ille de kabullenmek durumunda olmayacağını açıklıyor.
Trump, Clinton ile son tartışmasında, bu konuda onu
“kaygılandıracak”
olduğunu
söyledi.
Trump
kampanyasının web sitesi, gönüllüleri, “Sahtekar Hillary
Clinton’ın bu seçime hile katmasını engellememe
yardımcı olmak” için seçim gözlemcisi olarak kayıt
olmaya çağırıyor.
2016 seçimleri, Yüksek Mahkeme’nin Shelby–Holder
davasında 2013’te verdiği ve ırk ayrımcılığının oy
kullanmayı reddetmede artık önemli bir etmen olmadığı
gerekçesiyle 1965 tarihli Oy Hakkı Yasası’nın önemli
zorlayıcı koşullarını hükümsüz kılan kararından sonra
düzenlenen ilk başkanlık seçimleri kampanyasıdır.
Bu karar, Cumhuriyetçilerin kontrolündeki eyalet
hükümetlerine, kasıtlı olarak büyük olasılıkla Demokratik
Partili adaylara oy vereceğine inanılan Afrika kökenli
Amerikalıları ve diğer grupları hedefleyen önlemler
uygulamaya koymasına kapı aralamıştı. Bu yıl alınan bir
dizi mahkeme kararı, Kuzey Carolina’daki, Texas’daki,
Wisconsin’deki ve birçok başka eyaletteki bu tür
girişimleri engelledi.
Davalar, Cumhuriyetçi Ulusal Komite’yi seçmenlere
baskı
yapmayı
amaçlayan
“sandık
güvenliği”
kampanyaları düzenlenmesine izin vermemekle yükümlü
kılan 1982 tarihli bir mahkeme kararına aykırı olarak
Cumhuriyetçiler tarafından finanse edilen düzmece “çıkış
oylaması” ve “yurttaş gazeteciler” faaliyetlerini
hedefliyor. Karar, seçmenlere, sandığa geldiklerinde ya
da oylarını kullandıklarında, federal bir yargıç tarafından
verilmiş bir yetki olmadıkça, kimlik sorulmasını
yasaklıyor.
Kampanyanın son haftası başlarken, Trump ve Clinton,
FBI Müdürü James Comey’in 8 Kongre komitesine Cuma
günü gönderdiği ve Clinton’ın dışişleri bakanı iken
2009’dan 2013’e kadar özel bir e-mail servis sağlayıcısı
kullanmasına ilişkin soruşturmada yeni “araştırma
adımları”nı bildiren mektubunun ardından, suç oluşturan
faaliyetler ile ilgili karşılıklı suçlamalara devam etti. Bu,
Comey’in, gizli bilgilerin özel servis sağlayıcı üzerinden
kötü kullanımı konusunda Clinton’a karşı cezai
kovuşturma başlatılması için herhangi bir temel
olmadığını açıkladığı Temmuz ayından bu yana uykuda
olan bir soruşturmanın yeniden gündeme getirilmesine
kadar vardı.
Trump’ın destekleyicilerine yaptığı, büyük ölçüde
Clinton’a oy vermesi beklenen çok sayıda Afrika kökenli
Amerikalının yaşadığı Philadelphia kentindeki oy
kullanma yerlerine akın etme çağrısına gönderme yapan
Mektup, söylendiğine göre, Clinton’ın uzun süreli
yardımcısı Huma Abedin’in eşi ve eski Kongre üyesi olan
Anthony Weiner’a ait bir dizüstü bilgisayarın FBI
tarafından ele geçirilmesiyle tetiklenmiş. Comey,
mektubunda, FBI ajanlarının, Clinton soruşturması ile
“ilgili görünen” e-mailler bulduklarını yazmış. Bununla
birlikte, o, e-mailler henüz incelenmemiş oldukları için,
onların “önemli” olup olmadıklarını bilmenin mümkün
olmadığını da kabul etmiş.
Bu belirsizlik göz önünde bulundurulduğunda, Comey’in
seçimlerden yalnızca 11 gün önce Kongre’ye yaptığı bu
açık bildirim, ordu-istihbarat aygıtının başlıca
unsurlarından biri tarafından gerçekleştirilmiş daha önce
tanık olunmadık bir siyasi müdahaleydi. Onun
öngörülebilir tek sonucu (ve amacı), Clinton’ın
kampanyasına zarar vermek ve çoğu kamuoyu
yoklamasında
onun
ardından
gelen
Trump’ı
desteklemekti.
FBI’ın müdahalesinin yüzsüz siyasi karakteri, onun, Bill
Clinton’ın kaçak milyarder Marc Rich’i tartışmaya yol
açacak
şekilde
bağışlamasına
ilişkin
gizli
soruşturmasındaki belgelerin 129 sayfasını açıkladığı
Pazar günü doğrulandı. Belgelerin neredeyse yarısı
redakte edilmiş durumda ve çok az yeni bilgi söz konusu
ki bu, onların başkanlık seçimlerinden 8 gün önce
yayımlanması kararını daha da kuşkulu kılıyor.
Soruşturmanın sonucu (kovuşturmaya izin verecek yeterli
kanıtın olmadığı), [yayınlanan belgelerden] çıkarılmış.
Ardından, FBI, Salı günü, belgelerin yayımlanmasına
dikkat çeken bir Twitter mesajı yayınladı.
E-mail skandalının “Watergate’den daha kötü” olduğunu
açıklayarak, bizzat Trump’ın kapsamlı sonuçlar
çıkarmasıyla, Trump kampanyası Comey’in mektubuna
hemen sarıldı. Trump, Michigan’daki Grand Rapids’de
yaptığı bir konuşmada, Clinton’ın başkanlık makamına
gelmesi durumunda, onun yönetiminin en baştan itibaren
sakat olacağı uyarısında bulundu. O, “Hiçbir şey
başarılmayacak. Onun seçilmesi, devletimizi ve ülkemizi
yapısal bir kriz bataklığına saplayacak.” dedi.
Wall Street Journal, Salı günkü bir başyazısında, aynı
sonucu çıkarttı: “Bu, o kurumlar, hükümete olan güven
ve gelecek Salı günkü seçimlerde kazanması durumunda
Bayan Clinton’ın yönetme becerisi için çok kötü. Bu
olaylar, onun Oval Ofis’e cezai kovuşturma altında… ve
bu tehlikeli soruşturmaları inceleyen Kongre’nin emrinde
girebileceği anlamına geliyor.”
Trump’ın kampanyasını yarı-suçlu ve gelecekteki bir
Trump yönetimini gayrımeşru ilan eden Demokratik Parti
de aynı yolu tutmuş durumda. Onun, çamur atmak ve
skandal tellallığı yapmak için seçtiği yol, Trump’ın Rusya
Devlet Başkanı Vladimir Putin tarafından destekleniyor
olduğu biçimindeki bütünüyle temelsiz bir iddiadır.
Clinton kampanyası ve Kongre’deki Demokratlar,
Comey’i, Trump ile Rusya arasında var olduğu varsayılan
bağlara ilişkin soruşturmaları sır gibi saklarken, Clinton’ın
e-maillerine yönelik yenilenen soruşturmayı kamuya
açıklamakla suçluyorlar.
CNBC, Pazartesi günü, ABD istihbarat örgütlerinin,
Demokratik Parti Ulusal Komitesi’nin e-mail servis
sağlayıcılarına yönelik bilgisayar korsanlığı saldırısından
Rus hükümetinin sorumlu olduğuna ilişkin bir
bulgusunun 7 Ekim’de açıklanmasına, Comey’in
başlangıçta karşı olduğunu bildirdi. CNBC, FBI şefinin,
buna, seçim gününe çok kısa bir süre kaldığı için karşı
çıktığını belirtti. Clinton’ın kampanyasının yöneticisi
Robby Mook, bunu, hemen, Comey’in 28 Ekim’de
Kongre’ye Clinton’ın e-mailleri hakkında mektup
gönderme kararı ile karşılaştırdı. Mook, “Bu açık bir çifte
standarttan başka bir şey değildir” dedi.
Rusya ve Trump karşıtı propaganda saldırısı, Trump’ın
eski kampanya yöneticisi Paul Manafort üzerinden,
Moskova’daki Alfa Bank, Rus istihbaratı ya da Rus
oligarkları ile gizli bağlantılara sahip olduğunu ileri süren
New York Times’ın, Slate’in, NBC News’in ve Mother
Jones dergisinin dahil olduğu Clinton yanlısı medya
organları tarafından başlatılmış durumda. Bu konudaki
haberlerin birinde bile kaynakların adı belirtilmiyor.
2 Kasım 2016
ABD ile Rusya arasında savaş
gerilimleri artıyor
Bill Van Auken / 29.10.2016
NATO savunma bakanları, Rusya sınırına dikkat çekici
mesafede dört savaş grubu içinde örgütlenmiş 4.000
dolayında muharebe askerinin konuşlandırılması
yönündeki nihai planları tartışarak çözüme kavuşturmak
için, Çarşamba günü, Brüksel’de, iki günlük bir toplantıda
bir araya geldi.
Bu cephe hattı güçleri, iki gün içinde savaşa girme
kapasitesine sahip 40.000 kişilik bir ani müdahale
gücüyle desteklenecek.
Plan, ABD ile eski Sovyetler Birliği arasındaki Soğuk
Savaş’ın doruk noktasından bu yana, bölgedeki en geniş
askeri tırmanmayı temsil etmekte ve dünyanın en büyük
iki nükleer gücü olan Washington ile Moskova arasında
arttırılmış silahlı bir çatışma tehdidini beraberinde
getirmektedir.
Çarşamba günkü oturumunun sonunda, NATO Genel
Sekreteri Jens Stoltenberg, ABD’nin, Britanya’nın,
Almanya’nın ve Kanada’nın, Polonya’da ve eski üç
Sovyet Baltık cumhuriyetinde (Estonya, Litvanya ve
Letonya) konuşlandırılacak olan muharebe gruplarının
öncü unsurlarını sağlaması konusunda anlaştıklarını
doğruladı.
Stoltenberg, diğer NATO üyesi devletlerin de takviyeye
asker ve silah katkısında bulunacağını ekledi.
Konuşlanmayı
“çokuluslu”
olarak
tanımlayan
Stoltenberg, bunun, “herhangi bir müttefike yönelik bir
saldırının hepimize yapılmış bir saldırı olarak kabul
edileceği”nin altını çizdiğini vurguladı.
ABD Savunma Bakanı Ashton Carter, Washington’ın,
Polonya’nın doğusuna, yaklaşık 900 askerden oluşan,
“savaşmaya hazır bir tabur görev kuvveti” göndereceğini
söyledi. Bu askerler, adını Stryker zırhlı savaş aracından
alan 2. Stryker Süvari Alayı’ndan çekilecekler. Birlik,
defalarca, Afganistan ile Irak’taki savaşlara gönderilmişti.
Buna ek olarak, Pentagon, Polonya’da üslenecek ama
genel olarak eski Sovyet cumhuriyetlerinin ve Rusya’nın
batı kanadındaki eski Varşova Paktı ülkeleri çevresinde
faaliyet gösterecek olan, savaş tankları ve ağır silahlarla
donanmış 4. Piyade Tümeni’nin 3. Zırhlı Tugay
Muharebe Timi’ni gönderiyor. Ayrıca, Black Hawk saldırı
helikopterleriyle donatılmış 10. Muharebe Havacılık
Tugayı da sevk ediliyor.
Washington, aynı zamanda, Norveç hükümetinin
konuşlanmayı Pazartesi günü onaylamasının ardından,
330 deniz piyadesinin Norveç’e gönderildiğini duyurdu.
ABD’nin NATO temsilcisi David Lute, bu hamleyi
açıklarken, “Biz, Doğu’dan, Rusya’dan, onun askeri
faaliyeti üzerinden sürekli bir meydan okuma
bekliyoruz.” dedi.
Bu arada, Britanya, savaş tankları, zırhlı piyade savaş
araçları ve insansız hava araçları ile donatılmış 800 askeri
Estonya’ya konuşlandırma planlarını ayrıntılı şekilde
açıkladı. Onlara, Fransa’dan ve Danimarka’dan birlikler
katılacak. Britanya savaş uçakları da Romanya’ya
gönderiliyor.
Almanya, orada 250.000’e yakın Musevi’yi katleden
Nazilerin işgalinden bu yana Alman ordusunun ülkeye ilk
girişine işaret edecek şekilde, Litvanya’ya 400-600
askerlik
bir
tümen
konuşlandıracak.
Alman
konuşlanması, Hollanda’dan, Norveç’ten, Belçika’dan,
Hırvatistan’dan ve Lüksemburg’dan gelen askerlerle
desteklenecek.
Haberlere göre, Kanada, Letonya’ya 450 asker
gönderiyor. Onlara İtalya’dan 140 askeri personel
katılacak.
Konuşlanmaları Deutsche Welle’deki bir röportajda
savunan NATO’nun Amerikalı eski genel sekreter
yardımcısı Alexander Vershbow, ABD önderliğindeki
ittifakın “başka seçeneği yok” iddiasında bulundu.
Vershbow, “Rusya, Ukrayna’ya karşı 2014’teki
saldırganlığıyla, Kırım’ın yasadışı ilhakıyla, tüm
paradigmayı değiştirdi.” dedi.
Bu, düpedüz bir yalandır. Ukrayna’daki kriz, Kremlin
oligarşisinin “saldırganlığı” ile değil; Washington ile
Berlin’in, Kiev’deki seçilmiş hükümeti şiddete başvuran
faşist ve sağcı milliyetçi güçlerin seferber edilmesi yoluyla
devrilmesine yönelik komplosu eliyle tetiklenmişti.
ABD’nin Ukrayna’daki yönetim değişikliğini ilerletmek
için 5 milyar dolar harcamış olmasıyla övünen Dışişleri
Bakan Yardımcısı Victoria Nuland ile birlikte, ABD bu
darbeyle açıkça ilişkiliydi.
Ancak hem Rusya’nın hem de Ukrayna’nın Sovyetler
Birliği’nin parçası olduğu 1956’da Ukrayna’nın
yönetimine geçmiş olan Kırım’ın Rusya ile yeniden
bütünleşmesi, referandumda, bölgede yaşayanlar
tarafından
ezici
bir
çoğunlukla
desteklemişti.
Moskova’nın bakış açısından, bu, Rusya’nın Karadeniz
filosunun tarihi üssünü garantiye alan savunmacı bir
önlemdi.
Ukrayna’daki darbe, NATO’nun sınırlarını doğuya doğru
1.300 kilometre kaydırmasına tanık olan Rusya’ya
yönelik aralıksız askeri kuşatmanın doruk noktasıydı.
Şimdi, Çarşamba günü ilan edilen konuşlandırmalar,
NATO ile Moskova arasında varılmış olan ve bu alanlara
“önemli” sayıda Batılı asker gönderilemeyeceğine ilişkin
anlaşmayı hükümsüz bir belgeye dönüştürmüştür.
Ukrayna darbesinin ardından, ABD Başkanı Barack
Obama, Washington’ın Estonya’yı ve diğer iki Baltık
devletini “karadaki Amerikan çizmeleri” ile savunmaya
“sonsuza değin” bağlılığını ilan etmek; dolayısıyla,
ABD’nin, çatışmaya istekli sağcı ve fanatik şekilde Rusya
karşıtı hükümetlerle yönetilen bu üç küçük ülkeyi
savunmak için savaşacağını vaat etmek üzere Estonya’ya
uçmuştu.
NATO’nun
şimdiki
takviyesini
gerekçelendiren
Stoltenberg, Çarşamba günü, “Sınırlarımıza yakın olan
Rusya, iddialı askeri duruşunu sürdürüyor.” diye ilan etti.
NATO’nun Rusya’nın kendi sınırlarına kadar ulaştığı göz
önünde bulundurulduğunda, bu, etkili bir şekilde,
Rusya’nın, kendi topraklarında silahlı kuvvetler muhafaza
ettiği için bir tehdit olduğu anlamına gelmektedir.
Hem Rusya ile hem de NATO ittifakının kendi içinde
varolan gerilimler, Moskova’nın, Suriye hükümetini
destekleyen Rus operasyonlarını takviye etmek için uçak
gemisi Amiral Kuznetsov önderliğindeki sekiz gemilik bir
filoyu Akdeniz’in doğusuna sevk etmesi üzerine artmış
durumda.
Bu Rus filosunun yakıt ikmali için Afrika’nın kuzey
kıyısında İspanya’nın elindeki liman kenti Ceuta’da
duracağına ilişkin haberlerin ardından, NATO güçleri,
Rus savaş gemilerinin orada demirlemesine izin vermeyi
reddetmesi için İspanyol hükümetine yoğun baskı
uyguladılar.
Britanya Savunma Bakanı Michel Fallon, hükümetinin,
“bir NATO üyesinin sonunda Suriye’yi bombalayabilecek
bir Rus uçak gemisi grubuna yardım etmeyi
düşünmesinden son derece kaygılı” olduğunu duyurdu.
İspanya, haberlere göre, 2011’den bu yana, Ceuta’da
yakıt ve malzeme alması için, yaklaşık 60 Rus savaş
gemisine izin verdi. Bu pratik, ABD Kongresi’nde
kınamalara ve ABD askeri harcamalar yasa tasarısına,
geçtiğimiz Mayıs’ta, Pentagon’un Rus gemilerini konuk
eden ülkeleri Kongre’ye bildirmesini gerektiren bir
değişikliğin eklenmesine yol açmıştı.
Asya’ya “dönüş”ü eliyle önemli ölçüde kısmen azalmış
olan alan kontrolüne meydan okuyor olmasıdır.
Suriye’deki ve çevresindeki Rus ateş gücü, Demokrat
başkan adayı Hillary Clinton’ın ve ABD dış siyaset
kurumunun büyük kısmı tarafından teşvik edilen bir
politika olan “uçuşa yasak bölge” uygulamasını da, Rusya
ile doğrudan bir askeri çatışma dışında, etkin bir şekilde
olanaksızlaştırmıştır.
Bu, Salı günü Dış İlişkiler Konseyi’ne yaptığı
açıklamalarda, ABD Ulusal İstihbarat Müdürü James
Clapper tarafından kabul edildi. Clapper, Dış İlişkiler
Konseyi’ndeki bir görüşme sırasında, Rus ordusuna
ilişkin, “Onların, karadaki kuvvetlerini tehdit altında
hissetmeleri halinde bir Amerikan uçağını vurup
düşürmeleri beni şaşırtmaz.” dedi ve ekledi: “Onların
orada sahip oldukları sistem son derece gelişkin ve
yetenekli. Eğer onların kullanma yönünde bir niyetleri
olmasaydı, bunu -sevkiyatı- yapmazlardı.”
ABD emperyalizminin küresel egemenlik yönelimi,
parlama noktası ister Doğu Avrupa’da isterse Suriye’de
ortaya çıksın, dünya savaşı tehdidini durmadan arttırıyor.
27 Ekim 2016
Rus hükümet kaynakları gemilerin hedeflerine ulaşmaya
yetecek yakıta ve malzemeye sahip olduğunu söylerken,
Rus medyası, Moskova’nın, limanda yakıt alma talebini
iptal ettiğini bildirdi.
Anlaşmazlık, Rusya ile tırmanan cepheleşmenin basıncı
altında NATO ittifakı içinde artan bölünmeleri
yansıtmaktadır. Güney Avrupa’daki ülkeler, özellikle de
İspanya, İtalya, Yunanistan, yalnızca kendi ekonomik
krizlerini derinleştiren Rusya’ya karşı yaptırım
uygulamasına giderek artan şekilde karşı çıkıyor. Bu
arada, Almanya ve Fransa, ABD ile Avrupa’nın çıkarları
arasındaki büyüyen çatışmayı yansıtacak şekilde, Avrupa
Birliği’ni bağımsız bir askeri ittifaka dönüştürme
planlarını piyasaya sürdü.
Halep, Musul ve “savaş
suçları”
Bill Van Auken / 29.10.2016
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, Çarşamba günü,
Batılı güçlerin Rusya’yı Halep’teki operasyonları
üzerinden savaş suçu işlemekle suçlamasıyla birlikte,
Suriye’de sürmekte olan savaş üzerine şiddetli
tartışmalara sahne oldu.
NATO yetkilileri, Rus filosu konusunu, Kuznetsov uçak
gemisindeki savaş uçaklarının Halep’in doğusuna ve
Washington ile müttefikleri tarafından desteklenen El
Kaide bağlantılı milislerin kontrol ettiği diğer alanlara
yönelik hava saldırılarına katılacağına ilişkin uyarılarla
birlikte, Suriye’deki durum üzerine sözde “insani”
kaygılarla ifade ettiler.
BM yardım şefi ve Britanya parlamentosunun eski
Muhafazakar Partili üyesi Stephen O’Brien, Güvenlik
Konseyi’nin harekete geçme konusundaki yetersizliği
üzerine “öfke dolu” olduğunu söyleyerek, atmosferi
belirledi. O’Brien, “Halep, gerçekte, bir ölüm bölgesi
haline gelmiş durumda.” dedi.
Kuşkusuz daha esaslı bir kaygı, Doğu Akdeniz’de Rus
savaş gemisi takviyesinin, Rusya’nın Suriye’de savaş
uçakları ve gelişmiş hareketli S-400 ve S-300 füze
savunma sistemleri konuşlandırması ile birlikte, ABD
Altıncı Filo’sunun tarihsel olarak uyguladığı ve ABD’nin
Gerçek şu ki, hem Rusya hem de Suriye savaş uçakları,
geçtiğimiz 10 gündür, Halep’in doğusunu kontrol eden El
Kaide’ye bağlı İslamcı milislere karşı hava saldırılarına
ara vermiştir. Ancak bu, emperyalist “insan hakları”
ikiyüzlülüğünün yaşayan örneğini temsil eden ABD’nin
Birleşmiş Milletler temsilcisi Samantha Power tarafından
önemsenmedi.
Suriye’deki
rejim
değişikliği
savunucularından biriydi.
Rusya temsilcisi Vitali Çurkin’e sataşan Power, “Bir gün
ya da bir hafta savaş suçu işlemediğiniz için tebrik ve
övgü almayacaksınız.” dedi. Söylevine devam eden
Power, “Rusya, Halep’in doğusundaki tüm çocukların El
Kaide üyesi olduğuna mı inanıyor?” diye sordu.
Rusya’ya karşı Halep üzerinden yapılan savaş suçu
suçlamalarının ikiyüzlülüğü ve çifte standardı, IŞİD’in
2014’te istila ettiği, sadece 500 kilometre doğudaki Irak
kenti Musul’a yönelik ABD önderliğindeki kuşatmada
tüm çıplaklığıyla ortaya çıkmaktadır.
Sivillerin ve çocukların yazgısı üzerine bu tür bir öfke,
oldukça
seçicidir.
ABD
emperyalizminin
ve
müttefiklerinin hiçbir temsilcisi, El Kaide “asileri”ne
Pentagon ve CIA tarafından sağlanmış olan havan topları
ve füzelerle düzenli olarak bombalanan hükümet
kontrolündeki Halep’in batısında bulunan erkeklerin,
kadınların ve çocukların öldürülmesi üzerine bir öfke
kıvılcımı bile göstermemiştir.
Ruslar Halep’i bir “ölüm bölgesi”ne dönüştürmekle
suçlanırken, Batı medyası, Amerikan saldırısından,
düzenli olarak, Musul’un “kurtarılması” olarak
bahsediyor. “Kurtarma” amacıyla, ABD savaş uçakları,
roketatarları ve topçu birlikleri, uzmanların enkaz haline
getirileceğini kabul ettikleri bir milyonu aşkın nüfusa
sahip kenti pervasızca vuruyor. ABD ordusunun Merkez
Komutanlığı’ndan General Joseph Votel, AFP ile bir
röportajında, kuvvetlerinin, “800-900 İslam Devleti
savaşçısı”nı öldürmüş olmasıyla övündü. Votel, ABD
bombardımanında kaç sivilin öldüğü hakkında tek bir
kelime etmezken, ABD şirket medyası da bu konuya ilgi
göstermedi.
Perşembe günü, roket atışı, nüfusun büyük çoğunluğunun
yaşadığı kentin batısında, altı çocuğun yaşamına mal
oldu. Üç çocuk okullarında öldü, 14 çocuk yaralandı.
Başka bir saldırıda, bir roketin evlerine düşmesi
sonucunda üç erkek kardeş öldü.
İnsan hakları emperyalistlerine gelince; ABD’nin
Suriye’nin başka yerlerindeki hava saldırılarında sivillerin
katledilmesi, Rusya’nın Halep’i bombalamasının neden
olduğu ölümlerle hiçbir şekilde kıyaslanamaz.
Uluslararası Af Örgütü, Salı günü, ABD önderliğindeki
“koalisyon”un yaklaşık 300 sivili öldürdüğü 11 ayrı
saldırısı üzerine bir rapor yayınladı. Pentagon, bu hava
akınlarında sadece bir ölü olduğunu kabul ediyor. Diğer
izleme grupları ise, Suriye’deki ABD hava savaşının yol
açtığı sivil ölü sayısının 1.000’den çok daha fazla
olduğunu belirtiyor. Pentagon, iki yılda toplam olarak
sadece 55 sivilin öldürüldüğünü kabul ediyor. Power’ın,
Rusların Halep’teki her çocuğu bir El Kaide üyesi olarak
gördüğü
biçimindeki
dokundurması,
bombaları
görünüşte sadece IŞİD üyelerini öldüren Pentagon için de
aynı ölçüde geçerlidir.
Bizzat Power, bu kaba çifte standart türünün emektar bir
uygulayıcısıdır. Bu insan hakları taraftarı, 2.100’den fazla
Filistinlinin öldürüldüğü, 11.000’inin de yaralandığı
2013’teki 51 günlük İsrail kuşatması sırasında
“Gazze’deki her çocuğun Hamas üyesi” olduğu yönünde
etkili bir tutum almıştı. ABD temsilcisi, bu tek taraflı
katliam sırasında, BM’deki konumunu, pervasızca,
İsrail’in kendini “savunma” hakkını ilan etmek için
kullanmıştı.
Kirli emperyalist insan hakları bayrağını sallayan Power,
ayrıca, on binlerce insanı öldüren ve ülkeyi enkaz haline
getiren Libya’daki ABD-NATO savaşının ve 300.000’den
fazla insanı öldürüp milyonlarca insanı evlerinden süren
savaşının
baş
Geçtiğimiz Cuma günü, Kerkük yakınındaki bir Şii
türbesinin bombalanmasıyla 17 kadının ve çocuğun
hayatını kaybettiği ve çok sayıda kişinin yaralandığı
dehşet verici bir olay ortaya çıktığında, Pentagon bunu
önemsemedi ve şirket medyası da görmezden geldi.
ABD’li yetkililer IŞİD’i Musul halkını “canlı kalkan”
(sivillerin katledilmesi için eskimiş bir mazeret) olarak
kullanmakla suçlar ve basın da bunu papağan gibi
tekrarlarken dahi, El Kaide’nin Halep’in doğusundaki
kuşatılmış mahallelerden kaçmaya çalışan sivilleri
engellemek için teröre ve şiddete başvurmasını
görmezden geliyor ve örgüte örtülü destek veriyorlar.
Rus ordusunun Halep’in doğusunda kapana kısılmış
sivillere karşı gerçekleştirdiği eylemler kuşkusuz
suçlanmayı hak ediyor. Buna karşılık, savaş suçları
hakkında çığlık atanların asıl endişesi bu değildir. Onların
korkusu, rejim değişikliği savaşında başlıca vekil güç
işlevi gören El Kaide bağlantılı milislerin nihai bozgunla
karşı karşıya olmasıdır.
Daha da önemlisi, Rusya’nın Halep’teki suçları,
Washington’ın bölgede ve hatta tüm gezegende
işlediklerinin yanında sönük kalmaktadır.
Suriye’ye atılan Rus bombaları üzerine dehşete düşmüş
ve öfkeli gibi görünenler, “dehşet ve öfke”yi unuttular mı?
ABD’nin Irak’ı işgali, tahminen 1 milyon Iraklının
yaşamına mal oldu.
Bu insan hakları savunucuları, ABD’nin sağladığı
bombalar ve füzelerle gerçekleştirilen ve Pentagon’dan
gelen geniş çaplı istihbarat ve lojistik destekle mümkün
kılınan Suudi hava saldırılarında 10.000’i aşkın insanın
öldüğü Yemen’de devam eden katliamdan haberdar değil
mi? Ortadoğu’nun en zengin ülkesinin egemen
monarşisinin, sivil altyapının sistematik imhasının ve
ABD kuvvetlerinin yardımıyla uygulanan bir ablukanın
halkı açlıktan ölümle tehdit ettiği Ortadoğu’nun en yoksul
ülkesine karşı savaşı konusunda neden hiç öfke yok?
Savaş suçları söz konusu olduğunda, Vladimir Putin
tarafından temsil edilen Kremlin oligarşisi, ikinci ligde yer
almaktadır. II. Dünya Savaşı’nın sona ermesinden ve
ABD’nin Hiroşima ile Nagazaki’de yaklaşık 200.000
kişiyi katleden atom bombalarını atmasından bu yana,
neredeyse her ABD başkanı, çoğu Hitler’in Nazi
İmparatorluğu’nun gerçekleştirdiği vahşetleri bile
gölgede bırakan savaş suçlarına yol açmış askeri saldırı
savaşlarına girmiştir.
Kore Savaşı, 3 milyon sivilin ölümüyle sonuçlandı; ABD,
Vietnam’da, 3 ile 4 milyon arasında sivili katletti.
Afganistan’ın, ABD emperyalizmiyle, CIA’in 1980’lerde
organize ettiği rejim değişikliği savaşına kadar uzanan
trajik ve uzun süreli karşılaşması, 1,5 ile 2 milyon
arasında sivilin yaşamına mal oldu.
Washington, aynı zamanda, sivil ölümlerin her gün arttığı
en az yedi farklı ülkede savaş halinde: Irak, Afganistan,
Pakistan, Suriye, Libya, Yemen ve Somali.
Halep konusundaki sahte öfkenin ve gözyaşının kaynağı,
ABD’nin Suriye’deki rejim değişikliği savaşının bir
fiyaskoya dönüşmüş olmasıdır. Moskova, kendi
müdahalesini, Suriyeli kitlelerin değil, Rusya’nın egemen
kapitalist oligarşisinin çıkarlarını savunmak için
başlatmıştı. Bununla beraber, bu, ABD’nin petrol zengini
tüm Ortadoğu üzerinde egemenlik kurma yöneliminin
önünde bir engel oluşturmaktadır.
Durmak bilmeyen “insan hakları” propagandası ve
Rusya’nın Halep üzerinden şeytanlaştırılması, bir
uyarıdır. ABD emperyalizmi, sadece Suriye’deki ABD
müdahalesinde değil, ama bir nükleer savaş yönündeki
gerçek ve güncel tehlikeyi de beraberinde getirecek
şekilde, bizzat Rusya ile cepheleşmesinde büyük bir
tırmanmayı hazırlıyor.
28 Ekim 2016
ABD’nin “Asya’ya dönüş”ü
kargaşa içinde
Peter Symonds / 31.10.2016
ABD başkanlık seçimi kampanyası son günlerine
girerken, Amerikan ve uluslararası medyada, Obama
yönetiminin Çin’i baskı altında tutup ona boyun
eğdirmeyi amaçlayan “Asya’ya dönüş”ünün başarısız
olduğuna ilişkin artan sayıda yorum söz konusu.
Washington’ın yanıtı, bölgeden herhangi bir geri çekilme
şöyle dursun, Asya Pasifik’teki diplomatik entrikalarını ve
kışkırtıcı askeri yığınağını tırmandırmak olacaktır.
Filipinler Devlet Başkanı Rodrigo Duterte’nin Çin’e
doğru, geçtiğimiz hafta Pekin’e yaptığı resmi ziyaretle
örneklenen beklenmedik dönüşü, hiç kuşku yok ki,
Asya’daki ABD stratejisine indirilmiş bir darbedir.
Financial Times dış ilişkiler köşe yazarı Gideon Rachman,
Duterte’nin Pekin’de ABD’den “ayrılma” ve Çin ile yeni
bir özel ilişki açıklamasına dikkat çekti ve bu kaymayı
“önemli bir stratejik yenilgi” olarak niteledi.
Duterte, Haziran’da göreve gelmesinden bu yana, ABD
Başkanı Obama’ya “o... çocuğu” gibi sözlü saldırılarda
bulundu;
ABD
özel
kuvvetlerinin
Filipinler’in
güneyindeki Mindanao adasından çıkarılması çağrısı
yaptı; Güney Çin Denizi’ndeki ABD-Filipinler ortak
tatbikatlarını sona erdirdi ve ülkenin ABD ile askeri üs
anlaşmasını gözden geçirilmesini önerdi. Onun
Lahey’deki Daimi Tahkim Mahkemesi’nin Manila lehine
ve Pekin’in bölgesel hak iddialarına karşı kararını
önemsememesi, ABD’nin, karardan, Güney Çin
Denizi’nde Çin’e yönelik baskıyı arttırmak için
yararlanma planlarının bozulmasına yol açmış durumda.
Rachman, ABD’nin, müttefiki Tayland’ın denizaltı
alımları için Çin’e başvurması ve Malezya’nın Başbakan
Najib Razak’ın Batı’da bastırılan yolsuzluk iddialarını
savuşturmaya çalışırken destek için yüzünü Pekin’e
dönmesi ile birlikte, başka ani değişikliklerle karşı karşıya
olduğunu belirtti.
Rupert Murdoch’un Australian gazetesinde yazan dış
haberler editörü Sheridan, dün, “Duterte’nin Çin’e ani
dönüşü, ABD’nin Saygon’un düşüşünden beri
Güneydoğu Asya’daki konumunda yaşadığı en ciddi
yenilgidir.” iddiasında bulundu. Sheridan, bu kaymanın
ABD’nin Asya’daki ittifak sistemini ciddi biçimde
yaraladığını ilan etti ve Obama’nın dış politikasının,
Çin’e, Rusya’ya ve İran’a, etki alanlarını “tehlikeli
biçimde genişletme” izni vermiş olduğunu söyleyerek,
onun “topyekün başarısızlığın kıyısında” olduğunu
belirtti.
Obama yönetiminin “Asya’ya dönüş”ü, Asya’daki
Amerikan üstünlüğünü garantiye almayı hedefleyen
kapsamlı bir diplomatik, ekonomik ve askeri stratejidir.
Bununla birlikte, ABD’nin bölge genelindeki müttefikleri
ve ortakları, Washington’ın Asya’ya yönelik kararlılığını
giderek daha fazla sorguluyorlar. Bunda, onun merkezi
ekonomik girişimi olan Pasifik Ötesi Ortaklığı’nın (TPP),
şu anda, ABD başkan adayları Hillary Clinton ile Donald
Trump’tan ve hem Cumhuriyetçi hem Demokratik partili
parlamenterlerden gelen muhalefet karşısında kuşkulu
durumda olmasının da payı var.
TPP’nin “dönüş” için önemi, geçtiğimiz yıl, anlaşma,
“benim için başka bir uçak gemisi kadar önemli” diye ilan
ederek ekonomik anlaşma ile Pentagon’un savaş planları
arasındaki bağlantıya dikkat çeken ABD Savunma Bakanı
Ashton Carter tarafından vurgulanmıştı. Ağustos ayında,
Singapur Başbakanı Lee Hsien Loong, ABD’yi Asya’da
müdahil kalmaya çağırmış ve TPP’nin onaylanması
“güvenilirliğiniz ve niyetinizin ciddiyeti için bir test”
uyarısında bulunmuştu.
ABD’deki,
başkanlık
seçimlerinin
bayağı
ve
itibarsızlaşmış görüntüsü ve bir sonraki yönetimin dış
politikası konusunda bir açıklığın olmamasıyla
örneklenen derin siyasi kriz işaretleri, Asya Pasifik’teki
egemen seçkinler arasındaki kaygıları yalnızca
arttırmıştır. Dışişleri bakanı olarak Clinton, “Asya’ya
dönüş”ün baş mimarı ve Çin’e karşı daha militarist bir
stratejinin savunucusu idi. Clinton, 2013’te Wall Street’te
yaptığı
ve
WikiLeaks
tarafından
yayınlanan
konuşmalardan birinde, “Füze savunması ile Çin’i
çember içine alacağız. Bölgeye daha fazla filo
yerleştireceğiz.” diyordu.
Trump’ın Asya’ya yönelik politikası, açık olmak şöyle
dursun, onun “Amerika’yı Muhteşem Kıl” sloganı, Çin’e
yönelik daha da saldırgan bir duruşu önermektedir.
Dahası, bu, Washington’ın Japonya ve Güney Kore gibi
müttefiklerinin daha ağır bir yük taşımasında ısrar edeceği
bir politikadır.
Artan jeo-politik gerilimler ve kötüleşen küresel
ekonomik görünüm ile birlikte ABD seçimlerinin
oluşturduğu belirsizlikler, Asya-Pasifik egemen sınıflarını,
riski azaltmak için kendilerini korumaya teşvik ediyor.
ABD’nin “dönüş”ünün iki ana dayanağı olan Japonya ve
Avustralya, ABD’ninkilere aykırı politikalar izliyorlar.
Japonya Başbakanı Shinzo Abe, kısa süre önce,
Washington’da artan şekilde “yasadışı devlet” olarak
damgalanan bir ülke ile bağları geliştirmek amacıyla,
Japonya’nın II. Dünya Savaşı sonrasında Kuril Adaları
konusunda Rusya ile olan anlaşmazlığını giderme
yönündeki planlarını duyurdu. ABD’nin ısrarlı baskılarına
rağmen, Avustralya hükümeti, Çin’in Güney Çin
Denizi’ndeki bölgesel hak iddialarına meydan okumak
üzere bir “denizcilik özgürlüğü” operasyonuna girişmeyi
kabul etmedi. Bu, Avustralya egemen seçkinleri içinde,
ülkenin en büyük ticaret ortağıyla zıtlaşmanın riskleri
üzerine sürmekte olan bir tartışmayı yansıtıyor.
Washington’ın Asya’daki dış politika kargaşası, onun
temel hedefinden (küresel egemenliğe ulaşma olanaksız
görevi) kaynaklanmaktadır. TPP’yi çevreleyen kriz eliyle
kanıtlandığı üzere, dünyaya ekonomik açıdan
hükmedemeyen ABD emperyalizmi, giderek daha
pervasız askeri provokasyonlara ve gezegeni nükleer
silahlı güçler arası bir çatışmaya sürükleme tehdidi
oluşturan müdahalelere başvurmaya zorlanmaktadır.
Tam da Duterte’nin geçtiğimiz hafta Çin’de olduğu
sırada, ABD donanması, Çin’in Güney Çin Denizi’ndeki
Paracel Adaları’na yönelik hak iddialarına provokatif
şekilde meydan okumak amacıyla, dördüncü bir
“denizcilik özgürlüğü” operasyonu gerçekleştirmek üzere
güdümlü füze destroyeri gönderdi. Operasyon, sadece,
Washington’ın Çin ile bir deniz çatışması riski alma
istekliliğini göstermekle kalmıyor; ABD donanmasının
100 savaş gemisine ve dört uçak gemisine sahip Üçüncü
Filo’sunun Çin’e karşı Batı Pasifik’te askeri yığınak
başlattığına da işaret ediyordu.
Washington’ın tepkisi, savaşa doğru tehlikeli sürüklenme
dinamiğini vurgulamaktadır: Washington, küresel
emellerine yönelik daha fazla direnişle ve engelle
karşılaştıkça, eylemleri daha pervasız ve militarist
olmaktadır. ABD seçim kampanyasında, yalnızca
Sosyalist Eşitlik Partisi (SEP) ve onun başkan ve başkan
yardımcısı adayları (Jerry White ve Niles Niemuth) savaş
tehlikesi uyarısında bulunuyor. SEP ve onun gençlik
hareketi Toplumsal Eşitlik İçin Uluslararası Gençlik ve
Öğrenciler
tarafından
Detroit’te
5
Kasım’da
düzenlenecek olan “Kapitalizme ve Savaşa Karşı
Sosyalizm” konferansı, işçi sınıfına ve sosyalizm uğruna
mücadeleye dayanan uluslararası savaş karşıtı bir
hareketin inşasının siyasi temellerini tartışacak.
Emperyalist savaşa karşı çıkan ve ona karşı mücadele
etmek için bir yol arayan herkes, toplantıya katılmak
üzere kayıt olmalıdır.
26 Ekim 2016
Download