e-bülten 29 Ekim – 4 Kasım 2016 İçindekiler İktidar HDP’li vekilleri tutukluyor: Diktatörlük ve savaş yönelimini yalnızca işçi sınıfı durdurabilir Toplumsal Eşitlik Yayın Kurulu / 4.11.2016 Saldırılar Cumhuriyet gazetesine operasyonla tırmanıyor Halil Çelik / 31.10.2016 Demokrasi için Birlik ve sahte sol Yusuf Ateşçi / 30.10.2016 2016 ABD seçimleri ve iki partili sistemin krizi Barry Grey / 2.11.2016 ABD seçim kampanyasının son haftasında siyasi gerilimler artıyor Patrick Martin / 3.11.2016 ABD ile Rusya arasında savaş gerilimleri tırmanıyor Bill Van Auken / 29.10.2016 Halep, Musul ve “savaş suçları” Bill Van Auken / 29.10.2016 ABD’nin “Asya’ya dönüş”ü kargaşa içinde Peter Symonds / 31.10.2016 Dünya Sosyalist Web Sitesi ve Toplumsal Eşitlik web sitesinden alınan yazılardan hazırlanmıştır. Para ile satılmaz. www.wsws.org www.toplumsalesitlik.org [email protected] İktidar HPD’li vekilleri tutukluyor: Diktatörlük ve savaş yönelimini yalnızca işçi sınıfı durdurabilir Toplumsal Eşitlik Yayın Kurulu / 4.11.2016 Cumhuriyet gazetesine yönelik operasyonun hemen ardından, aralarında eş genel başkanlar Figen Yüksekdağ ile Selahattin Demirtaş’ın da bulunduğu HDP’li 12 milletvekili, gece yarısı gözaltına alındı. Bu satırların yazıldığı sırada, Demirtaş ve Yüksekdağ ile altı milletvekili tutuklanmıştı. Milyonlarca kişinin oyuyla seçilmiş milletvekillerine yönelik bu gayrimeşru saldırı, savaş ve diktatörlük yöneliminin ayrılmaz bir parçası olarak tırmanan demokratik haklara yönelik saldırıların ulaştığı boyutu gözler önüne sermektedir. Emekçilerin ve gençlerin gerçekleri öğrenmesinden ve örgütlü tepkisinden korkan iktidar sosyal medyaya erişimi engeller ve interneti kısıtlarken, iktidarın borazanlığını yapan medya, gelişmelere ilişkin gönüllü bir sansür uyguluyor. Buna karşılık, başta Diyarbakır olmak üzere Türkiye’nin dört bir yanında kitlesel protestolar düzenleniyor ve polis güçleri ile göstericiler arasında çatışmalar yaşanıyor. İstanbul’da, Ankara’da, Adana’da, Mersin’de ve Aydın’da düzenlenen protesto gösterilerinde çok sayıda insan polisin saldırısıyla yaralandı, onlarca kişi gözaltına alındı. İstanbul Esenyurt’taki protestoda polisin “silah kullanmaktan çekinmeyin” dediği duyuluyordu. İktidarın HDP’ye yönelik saldırısını protesto amacıyla, Avrupa’da yaşayan Türkiyeliler de gösteriler düzenliyorlar. Bununla birlikte, sabah saatlerinde Diyarbakır’ın Bağlar ilçesinde 2’si polis 9 kişinin öldüğü, yüzden fazla kişinin yaralandığı ve PKK'nin üstlendiği iddia edilen, sonra IŞİD'in üstlendiği saldırı, daha önceki benzeri saldırılarda olduğu gibi yalnızca hükümetin ekmeğine yağ sürmüştür. HDP’ye yönelik saldırıya, hem Ankara’nın bölgedeki tek müttefiki Barzani’den hem de Türkiye’nin NATO müttefiklerinden sert tepki geldi. AKP iktidarı, başta Cumhurbaşkanı Erdoğan olmak üzere en yetkili ağızlardan defalarca tanımadığını ilan ettiği anayasaya ve yasalara açıkça aykırı olan bu son saldırı ile birlikte, savaş ve diktatörlük yönelimindeki pervasızlığını bir kez daha gözler önüne sermektedir. HDP’ye yönelik bu son hamlenin Cumhuriyet gazetesine yönelik operasyon ile aynı zamana denk gelmesi, kesinlikle rastlantı değildir. AKP, “Yenikapı ruhu” üzerinden oluşturmaya çalıştığı “milli mutabakat”ın CHP tabanından gelen baskı nedeniyle çökmesinin ardından Cumhuriyet gazetesi üzerinden CHP’ye “mesaj” verirken, eşzamanlı olarak, zaten bir süredir hedef tahtasına yerleştirmiş olduğu HDP’yi susturmanın hesabını yapmaktadır. Diktatörlük ve savaş yöneliminde MHP ile sıkı işbirliği içinde olan iktidar, bu gerici işbirliği sayesinde, sürmekte olan derin ekonomik krizin kaçınılmaz şekilde bir çöküşe yol açacağı önümüzdeki haftalarda ya da aylarda harekete geçecek olan işçi sınıfına karşı önlemler aldığını varsayıyor olabilir. Ancak yanılıyor! Artan baskılar, 14 yıllık iktidarı boyunca, kamuya ait neredeyse her şeyi büyük bankalara ve şirketlere peşkeş çekmiş ve emekçilerden zenginlere devasa bir servet aktarımını yönetmiş olan AKP’nin gücünün değil, güçsüzlüğünün ifadesidir. İşçi sınıfını ve gençliği daha fazla kandıramayacağını gören iktidar, artık kendisini geniş emekçi kitlelere karşı savunabileceği hiçbir geçerli argümana sahip değil. 2008’deki küresel mali çöküş ve onu izleyen emperyalist saldırganlık dalgası ile birlikte, AKP iktidarının üzerine kaplanmış olan bütün “demokrasi ve barış” örtüsü de paramparça olmuştu. Bu gerçek, en çarpıcı biçimde, geçtiğimiz yıllarda işçi sınıfına, gençliğe ve Kürt halkına yönelik saldırıların tırmandırılmasında görüldü. İçerideki kapsamlı saldırılara, Ankara’nın Suriye’deki ve Irak’taki İslamcı vekil güçler üzerinden izlediği yayılmacı politika eşlik etti. Bir yıl önce NATO ile Rusya arasında bir savaşı tetikleyecek şekilde bir Rus savaş uçağını düşüren Türkiye, Moskova ile ilişkilerini -görünüşe göreyeniden iyileştirdikten sonra, “Fırat Kalkanı” operasyonu adı altında, Suriye’ye asker gönderdi. Ankara şimdi, Irak sınırına yoğun bir tank ve asker sevkiyatı gerçekleştiriyor. AKP iktidarının işçi sınıfına ve diğer halklara karşı içeride ve dışarıda sürdürdüğü saldırı, 15 Temmuz’daki darbe girişiminin yenilgiye uğratılmasının ardından, kelimenin tam anlamıyla dizginlerinden boşalmış durumda. Erdoğan ve ekibi, NATO’lu müttefiklerinin pek de örtülü olmayan bir şekilde onay verdiği darbe girişiminin asıl olarak sokağa dökülen kitleler eliyle yenilgiye uğratılmasının ardından, farklı siyasi görüşlerden on binlerce muhalifin “FETÖ bağlantılı” olduğu gerekçesiyle işten atıldığı ve binlercesinin tutuklandığı kapsamlı bir sindirme operasyonu başlattı. AKP iktidarının içeride muhalefet üzerinde estirdiği terör ile Suriye’ye ve Irak’a yönelik istila hazırlıkları bir bütünün iki parçasıdır. Ankara, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Misak-ı Milli” üzerine yaptığı üst perdeden çıkışlar eşliğinde, yayılmacı “yeni Osmanlıcı” gündemini yaşama geçirmeye çalışıyor. Bu, öncelikle, İran’ın desteklediği Şii milislerle, topraklarındaki Türk askeri varlığını “işgalci” olarak tanımlayan Irak’la ve ABD’nin Suriye ve Irak’taki başlıca vekil güçlerinden biri olan Kürt savaşçılarıyla savaşmak anlamına gelmektedir. Ancak hepsi bu değil! Türkiye’nin Suriye’deki ve Irak topraklarına yönelik saldırısı, bizzat oradaki ABD güçleri ile de çatışma potansiyeli taşıyor. AKP iktidarı, Irak’ın ve Suriye’nin yağmalanmasından pay kapmak için Washington ve Berlin ile Moskova arasındaki çatışmadan yararlanmayı ve ikincisinin desteğini (en azından sessiz onayını) almayı umuyor olabilir. Ancak bu, hiç de sağlam bir hesap değil. Zira Moskova, “Kürt kartını” ABD’ye bırakmaya niyeti olmadığını gösterir şekilde, Eylül ayında, Suriye’de, PYD ile Esad yönetiminin temsilcilerini bir araya getirdiği bir toplantı düzenledi. Suriye’nin geleceğinin tartışıldığı bu toplantıda, Kürtlerin federal özerk yönetim hakkı edineceği federal bir Suriye üzerinde durulduğu bildirildi. Kısacası, Ankara, Kürtler konusunda Rusya ile de karşı karşıya gelebilir. Özetle, içeride açık bir diktatörlüğe yönelen AKP iktidarının dış politikada izlediği yol, yalnızca Türkiye’nin üç komşu ülke (Irak, Suriye ve İran) ile savaşması tehlikesi oluşturmakla kalmamakta; aynı zamanda, NATO ile Rusya arasında nükleer bir savaşı tetikleyecek dinamikler taşımaktadır. MHP destekli AKP iktidarının hızla tırmandırdığı diktatörlük ve savaş yönelimi, cumhuriyet tarihinin en büyük vurgununu gerçekleştiren asalak bir burjuva azınlığa sunduğu hizmet karşılığında boğazına kadar rüşvete ve yolsuzluğa batmış olan yönetici seçkinlerin neler yapabileceğinin çarpıcı bir örneğidir. En büyük korkusu iktidarları ile birlikte tüm ayrıcalıklarını yitirmek ve işlemiş oldukları suçların hesabını vermek olan AKP’li yönetici seçkinler, hem bunu önlemek için hem de arkalarındaki egemen sınıfın yayılmacı hedefleri doğrultusunda, içeride iç savaşa, dışarıda ise Irak’ı istilaya hazırlanıyorlar. CHP, HDP ve onların arkasındaki sendikalar, Cumhurbaşkanı Erdoğan önderliğindeki yönetici seçkinlerin bu pervasız yönelimini engelleme becerisine ve iradesine sahip değildir. AKP iktidarının işçi düşmanı sermaye yanlısı politikalarına karşı çıkmayan bu sözde “sol” burjuva partileri, yıllardır, sahte bir “barış” ve “demokrasi” örtüsü altında onunla uzlaşma peşinde koştular. Daha birkaç ay önce, CHP -sözde darbe karşıtlığı (demokrasi) adına- “Yenikapı ruhu”na biat ederken, HDP, oradan dışlanmış olmaktan yakınıyordu. Bu partiler, şimdi, işçi sınıfına ve Kürtlere yönelik yoğun saldırılarla geçen 14 yıl içinde her fırsatta uzlaşma aradıkları o “ruh”un gazabı ile karşı karşıyalar. Bununla birlikte CHP ve HDP ile onların işçi kolu işlevi gören sendikalar, bu durumda bile, yüzlerini geniş emekçi kitlelere dönmüyor; bunun yerine, uzun süredir bir yalandan ibaret olan “hukuk devleti”ne bağlılıktan söz ediyor ve Batılı başkentlerden destek bekliyorlar. Özetle, şimdi hedef tahtasına yerleştirilmiş olan burjuva “sol” muhalefet, AKP’nin diktatörlük ve savaş yönelimine karşı koyamaz. Bunun nedeni, söz konusu partilerin ve sendikaların, bu yönelimin kaynağı olan emperyalist sistemi savunuyor olmalarıdır. Dolayısıyla, işçi sınıfının ve gençliğin, egemen sınıfın diktatörlük ve savaş yönelimine karşı mücadelede bu partilerden bekleyebileceği hiçbir şey yoktur. Bu yönelimi durdurabilecek tek toplumsal gücün sosyalist bir program etrafında harekete geçecek uluslararası işçi sınıfı olduğu, hem teorik olarak (Troçki’nin Sürekli Devrim Teorisi) hem de 100 yılı aşkın sürelik uluslararası deneyimler eliyle kanıtlanmış durumdadır. İşçi sınıfı ve gençlik, milletvekillerinin ve diğer seçilmişlerin tutuklanmasından, diğer operasyonlara kadar, demokratik haklara yönelik tüm saldırılara kararlılıkla karşı çıkmalıdır. Savaşa ve diktatörlüğe karşı mücadele ile demokratik hakların savunusu uğruna mücadele birbirine ayrılmaz şekilde bağlıdır. Türkiye’de, Ortadoğu’da ve tüm dünyada, acil ihtiyaç, savaşa ve diktatörlüğe karşı sosyalist bir program ekseninde ve işçi sınıfına dayanan uluslararası bir hareketin inşasıdır. Saldırılar Cumhuriyet gazetesine operasyonla tırmanıyor Halil Çelik / 31.10.2016 AKP iktidarı, muhalefeti ezmeye yönelik son adımını, Cumhuriyet gazetesinin, aralarında genel yayın yönetmeni Murat Sabuncu’nun da olduğu 12 yazarı ve yöneticisini gözaltına alarak attı. Haklarında gözaltı kararı çıkarılan diğer yazar ve yöneticilerinde yakalanmasıyla sayı 16’ya çıkacak. Gözaltına alınanlara beş günlük avukat yasağı konulurken, gazetenin yazarı ve eski yayın yönetmeni Can Dündar hakkında tutuklama kararı çıkartıldı. Polis tarafından evi basılan Dündar, şu anda yurt dışında. Cumhuriyet gazetesinin yöneticilerinin ve yazarlarının gözaltına alınması, bir bütün olarak toplumsal muhalefeti ezmeyi, yıldırmayı amaçlayan kapsamlı bir operasyonun parçasıdır. Cumhuriyet’e yönelik baskından bir gün önce, 30 Ekim günü, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Eşbaşkanları Gültan Kışanak ve Fırat Anlı ile BDP’nin eski Batman Milletvekili ve KJA Dönem Sözcüsü Ayla Akat Ata tutuklandı. Tutuklamaları protesto etmek için düzenlenen gösteriler polis şiddetiyle bastırıldı. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’ndan yapılan açıklamaya göre, Cumhuriyet gazetesine ve Cumhuriyet Vakfı’na yönelik operasyon, “PKK/KCK ve FETÖ/PDY Terör Örgütlerine müzahir olduklarına [Türkçesi: “destek olduklarına”]... 15 Temmuz darbe girişimden kısa bir süre öncesinde darbeyi meşrulaştırıcı yayınlar yapıldığına dair iddia ve tespitler üzerine” 18 Ağustos tarihinde başlatılmış olan soruşturmanın bir parçası. Bu soruşturmanın ve gözaltıların gerekçesi ise akıllara ziyan. Türkiye Cumhuriyeti’nin ve devletinin kuruluş ilkelerinin savunucusu olan yöneticiler ve yazarlar, “FETÖ/PDY ve PKK/KCK terör örgütlerine üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işlemek” ile suçlanıyorlar. Bu operasyonunun “FETÖ” ya da 15 Temmuz darbe girişimi ile ilişkisi olmadığını; sözde “bağımsız yargı”nın, darbenin gerçek failleri ve işbirlikçileri ile ilgilenmediğini herkes biliyor. “FETÖ”nün üyeleri ve işbirlikçileri, söz konusu akımın burjuva medyası içindeki en kararlı siyasi düşmanlarından biri olan Cumhuriyet gazetesinde değil; 14 yıldan bu yana devleti yöneten AKP’li yetkililer arasında aranmalıdır. Aslında, aramaya da gerek yok. Zira medyanın haber arşivleri, başta Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül, Ahmet Davutoğlu ve Bülent Arınç olmak üzere, ülkeyi 14 yıldır yöneten AKP’lilerin -kısa süre öncesine kadar- “PKK/KCK ve FETÖ/PDY Terör Örgütlerine müzahir olduklarına” ilişkin “samimi itiraf”larıyla dolu. Buna karşılık, sözde “bağımsız” yargı, iktidara “FETÖ” ile birlikte gelmiş ve onu her alanda desteklemiş; yani en azından “yardım ve yataklık yapmış” olan bu siyasetçilere yönelmedi. “Bağımsız yargı”, bunun yerine, AKP iktidarlarının palazlandırdığı bankalara para yatırmış ya da şirketlerde, okullarda vb. çalışmış on binlerce insan ile birlikte, çoğu söz konusu hareket ile hiçbir ilişkisi olmayan muhalifleri (liberaller, demokratlar, sosyalistler, HDP’liler vd.) sindirmeye girişmiştir. İktidarın, aynı zamanda cumhurbaşkanına üniversitelere rektör atama yetkisi veren son kanun hükmünde kararnamesi ile birlikte, aralarında sosyalistlerin de yer aldığı 1.267 akademisyen ve 10 bin kamu çalışanı ihraç edilirken, Dicle Haber Ajansı, Azadiya Welat gazetesi ve Evrensel Kültür Dergisi dahil, 10 gazete, 2 haber ajansı ve 3 dergi kapatıldı. İktidar, 16 Ağustos’ta Özgür Gündem gazetesini kapatmış; ardından da, bu ayın başında, aralarında İMC TV’nin de olduğu 20 kadar televizyon ve radyo kanalı ile gazeteyi yasaklayıp onlarca gazeteciyi gözaltına almıştı. Bu listeye, “FETÖ” ile bağlantılı olduğu gerekçesiyle daha önce kapatılmış ya da “kayyuma devredilmiş” olan onlarca TV kanalını ve gazeteyi ekleyebiliriz. Burjuva siyaset ve medya kurumlarının sürekli tırmanan bu devlet terörü karşısındaki tavrı, kelimenin tam anlamıyla, ikiyüzlülükten ibarettir. Son birkaç yıldır, önceki başlıca ortağına (şimdi “FETÖ” denilen Gülen hareketi) ve milliyetçi Kürt hareketine savaş ilan etmiş olan AKP iktidarının eylemlerinde ve söyleminde yaşanan köklü değişim hiç kimse için sır değil. Toplumsal Eşitlik, bu değişimin ardında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kişisel hırslarının değil; Ankara ile ABD emperyalizmi arasında özellikle Ortadoğu konusunda yaşanan derin anlaşmazlığın yattığına ilişkin tespitimizi içeren çok sayıda yazı yayınladı. Bu yüzden, AKP, savaş ve diktatörlük yönelimine saplanmış herhangi bir burjuva iktidar gibi, yalanı ve tehdidi, söyleminin başlıca unsuru haline getirmiş durumda. Elbette, daha birkaç ay önce bir darbe girişimiyle karşılaşmış ve Ortadoğu konusunda Batılı müttefikleri tarafından büyük ölçüde dışlanmış olmanın hırçınlığıyla, diğer ülkelerdekinden daha keskinleşmiş biçimde. Ekonomik krizin tetiklediği devasa uluslararası gerilimler ve toplumsal hoşnutsuzluk karşısında savaş ve diktatörlük yönelimini benimsemiş bir iktidarın en yakın müttefiki, kuşkusuz, faşist ya da aşırı sağcı partilerdir. Bu yüzden, işçi sınıfına, genel olarak sola ve Kürt halkına karşı kanlı bir sicili olan MHP’nin bu yönelimde AKP iktidarına sunduğu tam desteğin ikiyüzlü olduğu söylenemez. Kriz, Ortadoğu’daki savaş ve artan toplumsal gerilimler, Türk milliyetçisi, militarist ve diktatörlük yanlısı bir söyleme sarılmış olan AKP ile MHP’yi hiçbir zaman olmadığı kadar yakınlaştırmış durumda. Buna karşılık, kendilerini “sol”da tanımlayan diğer iki burjuva muhalefet partisinin (CHP ile HDP) durumu biraz daha farklı. Bu partilerin, AKP’nin savaş ve diktatörlük yönelimine muhalefetine damgasını vuran şeyin ikiyüzlülük ve siniklik olduğunu söylemek, kesinlikle abartı değildir. CHP ile HDP’nin, darbe girişiminin ardından, 21 Temmuz’da TBMM’de yapılan oylamada olağanüstü hal ilanına karşı çıktığını biliyoruz. CHP, darbeye karşı mücadelede olağanüstü hale gerek olmadığı düşüncesini savunurken, HDP adına konuşan Adana milletvekili Meral Danış, daha önce Kürtlerin yaşadığı illerde 1987’de uygulamaya konulan olağanüstü halin 46 kez uzatılmış olduğunu belirterek, “OHAL yaşam alanlarını daraltıyor” demişti. Ancak TBMM’de sergilenen bu “demokrasi savunusu”nu, CHP’nin topu topu 17 gün sonra “Yenikapı ruhu”nu benimsemesi; HDP’nin de AKP-CHP-MHP arasında sağlanan “ulusal mutabakat”tan dışlanmış olmayı protesto etmesi izledi. En önemlisi, CHP’nin, Ekim ayı başında TBMM’de yapılan oylamada, hükümetin SuriyeIrak savaş tezkerelerine AKP’li ve MHP’li milletvekilleri ile birlikte “evet” oyu vermesiydi. HDP’nin “hayır” oyu kullanmasının nedeni ise ABD önderliğinde Suriye’de ve Irak’ta sürmekte olan savaşa karşı olması değildi. HDP, Ankara’nın, ABD’nin vekil gücü işlevi gören PKK’ye ve PYD/YPG’ye yönelik düşmanca tavrına karşıydı (Selahattin Demirtaş, bu konuda, en son, Türkiye’nin bölgedeki savaşta bir yanına PKK’yi diğer tarafına PYD’yi alması önerisini yineledi). Dahası, daha birkaç yıl öncesine kadar, AKP iktidarının ülkeyi “demokratikleştireceği” ve “barış” getireceği masalını anlatarak, başta Kürtler olmak üzere emekçileri ve gençleri kandıran, bu partiden başkası değildi. Dolayısıyla, hem CHP hem de HDP, AKP iktidarının muhalif medyaya ve siyasetçilere yönelik saldırılarında siyasi olarak pay sahibidir. Siyasi iktidarın propaganda aygıtı haline gelmiş olan yüzlerce TV ve radyo kanalı ile gazete ise, muhalif medya ve siyasetçiler üzerinde yıllardır estirilen terörü görmezden gelmekle kalmamakta; AKP iktidarının diktatörlük yönelimini açıkça desteklemekte; hatta bizzat tetikçiliğe soyunmaktadır. İçeride diktatörlük yönelimine verilen bu desteğe, Ankara’nın Suriye’de ve Irak’ta izlediği yayılmacı politikanın “ulusal çıkarlar”, “tarihsel bağlar”, “insan hakları” vb. yalanlar eşliğinde meşrulaştırılması eşlik ediyor ve bu bir rastlantı değil. İç politikanın gerçekte uluslararası/dış politikanın bir devamı/bileşeni olduğuna ilişkin Marksist sav burada da doğrulanmaktadır. Demokrasi için Birlik ve sahte sol Burjuva medyasının hızla tırmanan savaş ve diktatörlük yönelimini destekleme tavrı, şu gerçeği bir kez daha gözler önüne sermektedir: Burjuva medyasının görevi, egemen sınıfın çıkarları doğrultusunda gerçekleri gizlemek ve halka yalan söylemektir! Öyle ki, bugün saldırıya uğrayan Cumhuriyet gazetesi bile, genel olarak “IŞİD’le mücadele” adı altında Suriye’de ve Irak’ta tırmanan emperyalist müdahaleyi desteklemekte idi. 23 Ekim Pazar günü İstanbul Şişli Kent Kültür Merkezi’nde gerçekleştirilen Demokrasi İçin Birlik buluşması, CHP ve HDP önderliğinde sözde “sol” bir burjuva cephe oluşturma girişiminde yeni bir adıma işaret etmektedir. Medyanın bu gerici işlevindeki en yakın yardımcısı üniversitelerdir. Her türlü aydınlanmacı düşünce kırıntısını uzun süre önce ortadan kaldırmış ve son ihraçlarla birlikte iyice birer gericilik yuvası haline gelmiş olan üniversiteler, bilimsel yöntemle ve yaklaşımla uzaktan yakından ilişkisi olmayan bir dinci-milliyetçi ideologlar ve propagandacılar yuvasıdır. Burjuvazinin ve siyasi iktidarın bu gerici kalelerindeki sözde “akademisyenler”, yalnızca üniversite öğrencilerini değil; aynı zamanda, “uzman” ya da “yazar” olarak boy gösterdikleri medya aracılığıyla tüm emekçileri ve gençliği zehirliyorlar. Burjuvazinin bu gerici savaş ve diktatörlük bloğuna karşı, demokratik hakların savunusu uğruna mücadelenin tek toplumsal tabanı, işçi sınıfıdır. Derinleşen küresel ekonomik ve siyasi kriz koşullarında, egemen sınıfın siyasi iktidarı aracılığıyla sürdürdüğü bu saldırı, bir yandan dışarıda emperyalist yağma savaşından pay kapma peşinde koşarken, diğer yandan, buna dur diyebilecek tek güç olan işçi sınıfını ezme ve yaklaşan sınıfsal patlamalara önlem almayı amaçlamaktadır. Dünya çapında şiddetlenen savaş-diktatörlük yönelimine ve onu doğuran kapitalizme karşı ileriye giden tek yol, uluslararası işçi sınıfının gerçek demokrasiyi ve barışı hayata geçirecek olan sosyalizm programı uğruna mücadeledir. Yusuf Ateşçi / 30.10.2016 Bu “birlik”i öncekilerden ayırt eden en önemli yanı, kendilerini uzun yıllar önce Kürt burjuva partileri üzerinden kapitalist sistemle bütünleştirmeye başlamış olan sahte sol grupların, bu politikayı CHP’nin kanatları altına girerek taçlandırıyor olmasıdır. Bu durum, Dünya Sosyalist Web Sitesi’nin ve Toplumsal Eşitlik’in, sahte solun burjuva partilerin bir uzantısı olduğu ve emperyalist savaşla hiçbir sorunlarının olmadığı tespitinin açık bir doğrulanmasıdır. İlk kez Haziran ayında CHP’li eski milletvekilleri Rıza Türmen ile Binnaz Toprak’ın çağrısıyla bir araya gelen gruplar, bir kurultay çağrısında bulunmuş ve bu yönde hazırlıklara başlamışlardı. Geçtiğimiz hafta gerçekleşen bu kurultaya, Sendika.org’un haberine göre, CHP’li ve HDP’li milletvekillerinin yanı sıra DİSK, KESK, TTB yöneticileri ve sahte soldan Halkevleri, EMEP, EHP, TÖPG, Kaldıraç, SODAP, YSGP, Devrimci Parti yöneticileri ve üyeleri katıldı. Burada ismi yer alan grupların dışında, HDP içinde ve çevresinde faaliyet gösteren sahte sol gruplar da kurultayın parçasıydı. “Tek adam rejimi”ne ve “faşizm”e karşı “geniş bir demokrasi cephesi” vurgusunun ön plana çıktığı kurultayın katılımcıları arasında ANAP eski genel başkanı Nesrin Nas’ın da yer alıyor olması, söz konusu genişliğin sınır tanımadığının açık bir ifadesiydi. Başını CHP’lilerin çektiği ve sahte solun ezici bir çoğunluğunun bir kez daha yedeklendiği “Demokrasi İçin Birlik” oluşumu, 15 Temmuz darbe girişiminin ardından, CHP ile MHP’nin desteğiyle AKP önderliğinde kurulan ve HDP’nin dışlandığı “ulusal birlik”e karşı, HDP, DİSK, KESK, TTB ve TMMOB önderliğinde kurulan “Emek ve Demokrasi İçin Güç Birliği” platformunda olduğu gibi, savaş ve diktatörlük karşıtı toplumsal muhalefeti CHP ve HDP üzerinden kapitalist sistem kanallarına yedeklemeyi hedefleyen bir burjuva oluşumdur. Demokrasi İçin Birlik buluşmasının sonuç bildirgesi, bekleneceği üzere, ne herhangi bir sınıfsal ve uluslararası bir değerlendirme yapmakta ne de küresel kapitalist kriz ve emperyalist dünya savaşına doğru sürükleniş ile Türkiye’de olup bitenler arasında bir bağlantı kurmaktadır. Aslında, bu bildirge, tam da bu yüzden sahte bir ulusalcı demokrasi hayali yaymakta ve burjuva düzene ilişkin yanılsamaları beslemeye hizmet etmektedir. Türkiye’deki mevcut durumun tek sebebini özel olarak Erdoğan’a ve genel olarak da AKP’ye indirgeyen bu yaklaşım, “en geniş demokrasi cephesi” adı altında bir burjuva muhalif cephe ve hatta bir iktidar alternatifi yaratma çabasının ifadesidir. Tek sorun Erdoğan’sa, o halde herkes soyut bir “demokrasi” adı altında birleşmeli ve bir “demokratik cumhuriyet” için mücadele etmelidir! Bu burjuva perspektif üzerine kurulu “birlik” ve onun sonuç bildirgesi, söz konusu güçlerin, Batılı emperyalist güçlere AKP’den çok daha sadık bir iktidar alternatifi oluşturma hedefini özetlemektedir. Baştan sona bu bakış açısının egemen olduğu bildirgeye göre, “Yurttaşları temsil etmesi gereken Meclis fiilen lağvedilmiş, yasama, yargı ve yürütmenin dengesine ve birbirini frenlemesine dayanan güçler ayrılığı ilkesi ortadan kaldırılmıştır.” (vurgular sonradan). Siyasi iktidar organları bir yana, genel olarak sınıfsal değerlendirme yapmayı uzun süre önce terk etmiş olan sahte sol gruplar, bu yalan ifadenin altına imzalarını atarak, burjuva egemenliği ile aralarında bir sorun olmadığını ilan etmektedirler. Yine aynı bildirgeye göre, “İnsanca yaşama ve çalışma koşulları ortadan kaldırılmış, köleleştirme ve taşeronlaştırma yasaları çıkarılmış, yoksullaşma ve işsizlik korkunç boyutlara ulaşmıştır.” (vurgular sonradan) Kapitalist sömürü ile herhangi bir sorunu olmayan, aksine özel mülkiyetin ve serbest piyasa ekonomisinin baş savunucuları arasında yer alan CHP ile HDP söz konusu olduğunda anlaşılır olan bu ifadelere göre, “bir zamanlar” Türkiye’de “insanca yaşama ve çalışma koşulları” vardı ve ileride de, kapitalist sömürü sistemi altında, pekala yeniden olabilir. Bildirgede, göstermelik bir “muhalif” söylem eşliğinde değinilen “köleleştirme ve taşeronlaştırma” yasalarının ardı ardına geçmesine bu iki partinin nasıl karşı çıktığına ise değinilmiyor. Çeşitli kimlik politikalarının da yer aldığı bildirge, “demokratik bir ülke” hedefiyle “demokrasiden yana” tüm güçleri birleşmeye çağırıyor. Kurultayın Türkiye’nin siyasi yaşamında yeni bir başlangıç olduğu iddia edilse de, 11 Ağustos’ta HDP’ye yönelik polis baskınına karşı çıkan ve “Emek ve Demokrasi İçin Güç Birliği”nin ilan edilmesini değerlendiren bir yazımızda ifade ettiğimiz şu düşünceler, genel hatlarıyla “Demokrasi İçin Birlik” oluşumu için de geçerlidir: AKP’nin CHP ve MHP ile şimdilik oluşturduğu “ulusal birlik”e karşı “Emek ve Demokrasi İçin Güç Birliği” adı altında, asıl olarak HDP ile DİSK, KESK, TMMOB ve TTB önderliğinde bir araya gelen sahte sol güçler, bir kez daha, burjuva düzen içi hayaller yayan bir girişim oluşturmuş durumdalar. Bu girişim, HDP’ye (milliyetçi Kürt burjuvazisine) daha önceki seçim blokları üzerinden hayata geçirilen tabiiyetin bir devamıdır. Bu girişimin, işçi sınıfının askeri darbelere, diktatörlük ve savaş yönelimine karşı gerçek demokrasi (sosyalizm) uğruna mücadelesi ile yakından uzaktan bir ilgisi bulunmamaktadır. Bu “Güç Birliği”nin bütünüyle burjuva reformist yalanlar üzerine kurulu hedeflerini ifade eden açıklaması, katılımcılarının on yıllardır savundukları ve yıkımdan başka bir sonuca yol açmayan sahte sol politikaların bir tekrarını oluşturuyor. Onlar, burjuva kimlik politikaları üzerine kurulu açıklamalarında, “Emperyalizmin ortak geleceğimize karşı bölge ve ülkemizdeki müdahalelerine, faşizme ve darbelere karşı ortak ve birlikte mücadele”den söz ederken, ABD emperyalizmin Suriye’deki milliyetçi Kürt hareketi ile kurduğu açık ittifakı, PYD’nin Pentagon’un vekil gücü olarak işlevini ve kendilerinin bu ittifaka verdikleri desteği gizlemeye çalışıyorlar Başlıca sahte sol güçleri içeren bu “birlik”, aynı geçmişteki öncelleri gibi, Ortadoğu’daki emperyalist müdahalelere haklılık kazandırmaya yönelik ikiyüzlü bir “barış ve demokrasi” söylemi geliştiren burjuva bir muhalefettir. Çoğu CHP’nin ve HDP’nin “işçi kolu” konumundaki sendika bürokratlarından meslek odalarına ve sahte sol partilere kadar geniş bir yelpazeyi bir araya getiren bu “güç birliği”, diğer ülkelerdeki benzerleri gibi, patlaması kaçınılmaz olan işçi sınıfı mücadelelerini mümkünse engellemenin ve bunu başaramadığında ise düzen içi kanallara akıtmanın bir aracı olacaktır. Bununla birlikte, geçtiğimiz yılki 7 Haziran seçimlerinin ardından bir koalisyon hükümeti kurmak üzere kolları sıvayan, ancak MHP’nin karşı çıkmasıyla girişimleri boşa düşen CHP ile HDP’nin AKP karşıtlığı üzerinden bir araya gelme çabası, baştan sona ikiyüzlülük üzerine kuruludur. Öyle ki, kurultayın sonuç bildirgesinde “demokrasi”den ve “barış”tan söz ediliyor olsa da, CHP, yaklaşık bir buçuk yıldır AKP’nin savaş politikalarının başlıca suç ortağı konumundadır. Kürt illerini savaş alanına çeviren, binlerce kişinin ölümüne, yüz binlercesinin evlerini terk etmeye zorlamasına yol açan ve bugün, en son Diyarbakır belediyesi eş başkanlarının gayrimeşru şekilde gözaltına alınmasıyla sürdürülen operasyonlara tam destek veren CHP, hem geçtiğimiz yıl hem de bu yıl meclise sunulan Suriye-Irak savaş tezkerelerini desteklemiştir. CHP, bu çizgisinin tamamlayıcı bir parçası olarak, Fırat Kalkanı adı altında başlatılan Suriye istilasını başından itibaren desteklemekte, Türkiye’nin Irak’taki yayılmacı emellerini de karşı çıkmamaktadır. CHP’nin, tüm bu savaş politikalarının ayrılmaz bir parçası olan işçi sınıfı düşmanı yasalara açıktan ya da örtülü şekilde verdiği destek, tabloyu tamamlamaktadır. CHP’nin, AKP’nin PKK/PYD’yi hedef alan savaş politikalarına açıkça verdiği desteğe rağmen onu HDP ile bir araya getiren asıl konu ise, her iki partinin de Ortadoğu’da ABD’nin ve Avrupalı emperyalist güçlerinin politikasını savunuyor olmasıdır. Özünde, hem AKP hükümeti hem de meclisteki üç burjuva muhalefet partisi, Türkiye’nin Ortadoğu’daki emperyalist savaşta yer almasını desteklemekte, yalnızca bunun hangi doğrultuda olacağı konusunda anlaşamamaktadır. HDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş’ın, 18 Ekim’de partisinin grup toplantısında yaptığı konuşmadaki ifadeler, HDP’nin gerici perspektifini en açık şekilde ifade etmektedir: “Musul meselesinde başından beri yanlış aktörlerle iş tutmasaydınız, mezhepçilik yapmasaydınız, milliyetçilik, ırkçılık yapmasaydınız ve en önemlisi çözüm masasını devirmeseydiniz, Türkiye'de iç barışı sağlasaydınız, bir tarafınıza Ahrar'uş Şam'ı, bir tarafınıza El Nusra'yı alacağınıza bu tarafınıza, çok açık söylüyorum PYD'yi, öbür tarafınıza PKK'yi alsaydınız...” (vurgular sonradan) Bu açıklama, “barış süreci” adı verilen şeyin aldatmaca olduğunun da bir itirafıdır. Türk ve Kürt burjuvazilerinin, Türkiye’nin Ortadoğu’daki yayılmacı emelleri temelinde barışını ifade eden o süreç, Türkiye devletinin gerici yayılmacı hedeflerini PKK/PYD ile birlikte sürdürmesini amaçlıyordu. Bugün gelinen noktada, PKK/PYD, ABD emperyalizminin karadaki başlıca vekil güçlerinden biri haline gelmişken, HDP, Irak ile Suriye’deki emperyalist paylaşım savaşında Türkiye-PKK/PYD işbirliğini yeniden önermektedir. HDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu ayın ortasında yaptığı ve Türkiye burjuvazisinin yayılmacı hedeflerini açık bir şekilde ilan ettiği Misakı Milli açıklamalarıyla ilgili olarak, “Cumhurbaşkanı net bir şekilde açıklıyor. 'Misakı Milli'ye bakarsanız anlarsınız' diyor. Yani Musul'u ve Kerkük'ü Türkiye sınırlarına katmak. Misakı Milli'nin, en azından sınırlar bölümü budur. Eğer Cumhurbaşkanı'nın niyeti buysa, Musul'u ve Kerkük'ü başta olmak üzere Güney Kürdistan'ı, hatta Rojava Kürt Bölgesi'ni, Türkiye'nin resmi sınırları içerisine katma gibi bir emperyal amaç varsa, bu bölgede yeni savaşların, dünya savaşına gidecek yolun taşlarını döşemekten başka bir şey değil.” diyor. Irak ve Suriye’deki emperyalist müdahaleleri destekleyen bir siyasi hareketin önderinin bu sözlerinde, herhangi bir tutarlı savaş ya da emperyalizm karşıtlığı söz konusu değildir. Aksine, Demirtaş, gerçekte, bu sözlerle, kendi politikalarının gericiliğini itiraf etmektedir. “Misakı Milli” vurgusunun, Abdullah Öcalan’ın 2013 Newroz mesajındaki yeri ve “barış süreci”nin bir parçası olduğu hatırlandığında, bu çok daha iyi anlaşılacaktır. Sonuç olarak, ABD emperyalizminin petrol zengini Ortadoğu üzerinde tartışmasız egemenlik kurma ve üçüncü bir dünya savaşına yol açabilecek şekilde, Rusya’ya ve Çin’e boyun eğdirme yönündeki kapsamlı stratejisinin bir ürünü olan Ortadoğu’daki yağma savaşının doğrudan parçası olan partilerin, demokrasiden, barıştan ve “sol”dan söz ediyor olması, onların kendi gerici burjuva hedeflerini gizleme çabasından başka bir şeyi ifade etmemektedir. Gerçek şu ki, savaşa ve onu doğuran kapitalist sisteme karşı çıkmadan, demokrasi ve barış uğruna mücadele edilemez. Burjuvazinin savaş ve diktatörlük yönelimine karşı başarıyla mücadele edecek bir birlik, sözde sol burjuva partiler önderliğinde değil; yalnızca, bilimsel sosyalist bir program ekseninde ve uluslararası işçi sınıfı temelinde oluşturulabilir. Bu perspektifi savunan ve burjuva/küçük-burjuva partilerin savaş yanlısı karakterini dünya çapında ifşa eden tek örgüt olan Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’nin (DEUK) mücadelesinin önemi burada yatmaktadır. Dünya, nükleer silahların da kullanılacağı bir üçüncü dünya savaşının eşiğinde iken, emperyalist müdahaleleri gerekçelendirmekle, sahte barış ve demokrasi hayalleri yaymakla ve patlaması kaçınılmaz olan toplumsal muhalefeti kapitalist düzen sınırlarına hapsetmeye hazırlanmakla meşgul olan sahte sol ile dünya çapında savaşa karşı ve sosyalizm uğruna mücadele eden Troçkistler arasında aşılmaz bir uçurum bulunmaktadır. 2016 ABD seçimleri ve iki partili sistemin krizi Barry Grey / 2.11.2016 Seçim gününe bir hafta kala, kamuoyu yoklamalarındaki daralan oy farkıyla ve sonucun belirsizliğiyle birlikte, tüm ABD siyasi sistemi, Federal Soruşturma Bürosu’nun (FBI) eşi görülmemiş müdahalesiyle kargaşaya sürüklenmiş durumda. FBI Müdürü James Comey tarafından Cuma günü Kongre’ye gönderilen ve Hillary Clinton’ın özel bir e-posta sunucusu kullanımına ilişkin yeni bir soruşturmanın yürütüldüğü bilgisini veren mektup, devlet aygıtı içindeki şiddetli çatışmanın üzerindeki örtüyü kaldırdı. Uzun süredir içten içe kaynayan gerilimler, açık siyasi savaş biçiminde patlak veriyor. Cuma gününden beri, yerel FBI makamlarının hem Clinton’ın gizli bilgileri kötü idare ettiği iddiasına ilişkin daha saldırgan bir soruşturma hem de milyarlarca dolarlık Clinton Vakfı’nı kapsayan yolsuzluk suçlamalarına ilişkin derinlemesine bir soruşturma talep etmesiyle birlikte, FBI ve Adalet Bakanlığı içindeki çeşitli yetkililer, Clinton’a yönelik soruşturmanın keskin bölünmelere yol açtığının bilinmesine izin vermiş durumdalar. Her iki taraf için de öldürücü olan bu çatışma, Comey’in geçtiğimiz Temmuz ayında Clinton’ın e-postalarına ilişkin soruşturmanın tamamlandığını ve cezai bir suçlamada bulunulmayacağını duyurmasının ardından şiddetlenmişti. Comey, Kongre’ye mektubuyla, Clinton’a karşı daha saldırgan eylem çağrısı yapan hizbin tarafında müdahalede bulundu. Adalet Bakanlığı yetkilileri, Comey’in kurumun ek e-posta incelemesini 8 Kasım seçimlerine sadece 11 gün kala halka açıklama kararına karşı olduklarının bilinmesine izin verdiler. Hem Cumhuriyetçi hem de Demokrat eski adalet bakanları ile birlikte, Demokratik Parti ve Clinton kampanyası, Comey’in hareketini şiddetle kınadı. ABD Senatosu’ndan Demokratik Partili Harry Reid, Comey’in, federal çalışanların şu ya da bu adayı alenen destekleyen eylemlerini yasaklayan Hatch Yasası’nı ihlal etmekle suçlayan bir mektup gönderdi. En az bir Demokratik Partili kongre üyesi, FBI şefinin derhal istifa etmesini talep etti. Daha birkaç hafta önce, Clinton ve Demokratik Parti, Trump’ın seçimlere hile karıştığına ilişkin suçlamalarını öfkeyle kınıyordu. Onlar, bu tür suçlamaların, ABD seçimlerinin ve Amerikan demokrasisinin bozulmamış karakterine yönelik yurtsever olmayan bir hakaret olduğunu iddia ediyorlardı. Onlar şimdi, değişen koşullar altında, kurallara aykırı hareket diye haykırıyor ve FBI’ı kendilerine karşı seçimlere hile karıştırmaya çalışmakla suçluyorlar. Gerçekte, egemen sınıfın her iki hizbi de, kavgalarını kazanmak için skandal tellallığı yöntemlerinden yararlanmaktadır. Demokratlar, geçtiğimiz aylarda, Trump karşıtı kampanyalarını, seks skandallarına ve Trump’ın Kremlin’in bir vekili olduğuna ilişkin üretilmiş yeni McCarthyci iddialar üzerine yoğunlaştırdılar. Reid, Comey’e yazdığı mektubunda, FBI’ı, “Donald Trump ve başdanışmanları ile Rus hükümeti (ABD’ye açıkça düşman, yabancı bir çıkar) arasındaki yakın bağlara ve işbirliğine ilişkin şiddetli tartışmalara yol açacak bilgileri ” halka açıklamayı reddetmekle suçlayarak, bu suçlamaları ikiye katladı. Trump ise, kendi payına, medyanın Clinton yanlısı önyargısına dikkat çekti; FBI’ın Clinton’a dava açamayışını kınadı; seçim gününün ağırlıklı olarak göçmen ve azınlık toplulukları içinde seçimlere sistematik hile karıştırmaya tanık olacağı ithamında bulunarak, göçmen karşıtı ve ırkçı duygulara seslendi. Aslında, tüm bu seçim, gerçek demokrasinin gülünç bir taklididir. Her iki parti de, emekçilerin asıl kaygılarının üzerine eğilme yönünde herhangi bir politika önerememektedir. Çamur atma ve skandal tellallığı, savaş, toplumsal eşitsizlik ve demokratik haklara yönelik saldırılar gibi yakıcı meselelerin üstünü örtmek için kullanılmaktadır. Başkanlık yarışındaki son viraj, Clinton’ın ve Demokratların kampanyalarını yürüttükleri gerici temelin altını çizmektedir. Trump’ın başkomutan olarak görev almaya uygun olmadığını ilan ederken, Clinton’ın bir askeri müdahale savunucusu olarak sicilini tanıtarak, hem Cumhuriyetçi önderlerin ve seçmenlerin hem de ordu/istihbarat kurumunun desteğini alma peşinde koşan Clinton ve Demokratlar, faşizan Trump’a sağdan karşı koymaya çalışıyorlar. İşçilerin kötü durumuna yönelik hiç de gizlenmeyen kayıtsızlıkları ve işçi sınıfı içinde bir desteğe sahip olmamaları, onları, devlet içindeki Trump yanlısı güçlerin entrikaları karşısında son derece savunmasız kılmıştır. Bu gelişmeler, aynı zamanda, Bernie Sanders’ın haince rolünü de vurgulamaktadır. Kendisini bir sosyalist ve “milyarder sınıf”ın karşıtı gibi göstererek işçi sınıfı ve gençlik içinde kitlesel destek kazanan Sanders, etkisini, toplumsal muhalefeti Demokratik Parti’nin ve Wall Street’in tercih ettiği aday olan Clinton’ın kampanyasının arkasına takmak için kullanmaya çalışmıştır. Dolayısıyla, o, işçi sınıfının bağımsız siyasi hareketinin ortaya çıkmasının önüne geçme ve engelleme konusunda son derece önemli bir rol oynamıştır. Önümüzdeki Salı günü yapılacak olan seçimleri hangi aday kazanırsa kazansın, iki partili sistemin krizinde hiçbir şey çözülmeyecektir. ABD tarihindeki en az rağbet gören iki aday da, geniş halk kitleleri tarafından horlanıyor ve seçim sonuçları, Amerikan halkının çoğunluğu tarafından gayrimeşru olarak görülecektir. Trump’ın zaferi, on milyonlarca işçi tarafından, işçi sınıfına karşı bir savaş ilanı; Clinton’ın elde edeceği bir zafer ise gerici statükonun bir devamı olarak görülecek. Devlet içindeki şiddetli çatışmalar da hafiflemeyecek. Bu çatışmalar, nesnel olarak, Amerikan ve dünya kapitalizminin tarihsel krizinden kaynaklanmaktadır. Ekonomik kriz ve çürüme, durmadan artan toplumsal kutuplaşma ve yoğunlaşan jeopolitik çatışmalar, burjuva demokrasisinin temellerini ölümcül şekilde aşındırmıştır. 2016 seçimlerinde patlak veren görülmemiş siyasi kriz, uzatmalı bir sürecin sonucudur. Siyasi sistemin çöküşü, Bill Clinton’ın 1998’de bir seks skandalı üzerinden görevi kötüye kullanmakla suçlanmasında açık ve patlayıcı biçimde ortaya çıkmıştı. Dünya Sosyalist Web Sitesi’nin, Temsilciler Meclisi’nin Clinton’ı suçlama oylamasının ardından yayınladığı “Amerika iç savaşa doğru mu gidiyor?” başlıklı bir yayın kurulu yazısında, şöyle yazmıştık: “Washington’daki kriz, karmaşık siyasal, toplumsal ve ekonomik süreçlerin karşılıklı etkileşiminden kaynaklanmaktadır. Burjuva demokrasisi, birikmiş ve giderek daha çözümsüz hale gelmiş çelişkilerin ağırlığı altında çöküyor.” Bu önemli olayı, 2000 yılındaki çalıntı seçim ve bir yıl sonra, 11 Eylül saldırılarının ardından başlayan “terörle mücadele” izlemişti. Demokratik haklara yönelik cepheden saldırının, polis devleti egemenliğinin çerçevesinin oluşturulmasının, Büyük Bunalım’dan bu yana yaşanan en büyük ekonomik krizin ve daha fazla servetin zenginlere aktarılmasının eşlik ettiği kesintisiz ve sürekli yayılan savaşla geçen 15 yıl, yalnızca, ordu ve istihbarat “derin devleti”nin gücünü arttırmış ve Amerika’daki kapitalist egemenliğin geleneksel anayasal çerçevesini daha da aşındırmıştır. Bu süreçler, aşağılayıcı 2016 seçimleri oyununda, zehirli bir dışavurumlarını bulmaktadır. Toplumsal muhalefetin büyümesinin ve tüm siyasi sisteme yönelik tiksintinin egemen olduğu bir seçimde, seçmenler, en zengin yüzde 1’in iki yozlaşmış, sağcı temsilcisi arasında bir “seçim” ile karşı karşıya bırakılmaktadır. İşçi sınıfının, siyasi krize, mali aristokrasinin kar güdüsüne değil, kendi ihtiyaçlarına ve çıkarlarına seslenen bir program uğruna mücadele eden bağımsız bir güç olarak müdahale etmesi, can alıcı öneme sahiptir. Bunun dışında, iki partili sistemin krizi, yalnızca, işçi sınıfının yaşam standartlarına yönelik daha acımasız saldırılarla ve diktatörlüğe ve yeni bir dünya savaşına doğru ivme kazanmış bir hareket ile birlikte, daha fazla sağa kaymaya yol açacaktır. Sosyalist Eşitlik Partisi’nin (SEP) seçim kampanyasının önemi burada yatmaktadır. SEP’n adayları (Jerry White ve Niles Niemuth), işçi sınıfını gerçek ve güncel savaş tehlikesi konusunda uyaran ve bunu durdurmak için sosyalist bir programı ileri süren tek adaylardır. Sadece SEP’in kampanyası, seçimlerin ardından ortaya çıkacak olan kitlesel mücadeleler öncesinde işçi sınıfı içinde siyasi bir önderliği hazırlıyor. Savaşa, eşitsizliğe ve baskıya karşı çıkan herkes, SEP’in kampanyasını aktif bir şekilde desteklemeli ve işçi sınıfı içinde yeni devrimci önderliğin inşası mücadelesine katılmalıdır. 1 Kasım 2016 ABD seçim kampanyasının son haftasında siyasi gerilimler artıyor Pennsylvania’daki dava dilekçesinde, “Seçim gününde seçmenlere yönelik taciz ve tehdit komplosu, kayıtlı Pennsylvania seçmenlerinin oy kullanma hakkını şimdiden tehdit eden eylemlere yol açmış durumda.” iddiasında bulunuluyor. Patrick Martin / 3.11.2016 New Jersey’deki Newark kentindeki yerel mahkeme yargıcı John Vazquez, Salı günü, Cumhuriyetçi Ulusal Komite’ye, seçim günü sandıklarda yapılacağı varsayılan “oy hilesi”ni önlemeye yönelik çabalar konusunda Trump kampanyası ile hemfikir olunan noktaların ayrıntılarını sağlaması için 24 saat verdi. ABD seçim kampanyasının bitmesine yalnızca altı gün kalmışken, her iki kapitalist parti, 8 Kasım’daki seçimlerin Beyaz Saray’ın kontrolü üzerine süren sert mücadeleyi sonuçlandırmayacağı bir duruma hazırlanıyor. FBI’ın (Federal Soruşturma Bürosu), Clinton’ın e-maillerinin yeniden soruşturulmasına ilişkin, onun kampanyasına zarar vermek için hesaplanmış olan görülmedik müdahalesinin ardından sertleşen rekabeti gösteren kamuoyu yoklamalarıyla birlikte, seçim yarışı, giderek artan bir ihtimalle, 2000 yılında Florida’da ve 2004’te Ohio’da olduğu gibi, tek bir eyaletteki sonuçla belirlenebilir. Clinton’ı Trump’ın önüne yerleştiren destek, daha FBI soruşturmasından önce, özellikle hükümetin Obamacare [Obama yönetiminin sağlık reformuna verilen ad] primlerinin 2017 yılında ortalama yüzde 25 artacağını açıklamasının ardından azalmaya başlamıştı. Demokratik Partili aday Hillary Clinton ve onun Cumhuriyetçi rakibi Donald Trump, seçmenlerin sandığa gitmesini engellemeye ya da kullanılan oyların sayımını aksatmaya yönelik yaygın girişimler olacağı düşüncesiyle, binlerce avukatı, seçim günü Florida, Kuzey California, Pennsylvania ve Ohio gibi savaş alanı eyaletlere gönderilmek üzere seferber ediyor. Pazar günü, Nevada, Pennsylvania, Ohio ve Arizona eyaletlerindeki Demokratik Parti örgütleri, Trump kampanyasına ve eyaletlerdeki Cumhuriyetçi Parti örgütlerine karşı, 1965 tarihli Oy Kullanma Hakkı’na ve 1871 tarihli Ku Klux Klan yasalarına aykırı biçimde, “seçmene gözdağı vermeye yönelik eşgüdümlü bir kampanya” yürüttükleri suçlamasıyla önleyici davalar açtılar. Trump, sürekli olarak, düşük gelirlilerden, azınlıklardan ve öğrencilerden oluşan semtlerde oy kullanmama yönelimlerine gönderme yaparak, “hileli seçim” dediği şeyi kınıyor ve kaybetmesi durumunda seçim sonuçlarını ille de kabullenmek durumunda olmayacağını açıklıyor. Trump, Clinton ile son tartışmasında, bu konuda onu “kaygılandıracak” olduğunu söyledi. Trump kampanyasının web sitesi, gönüllüleri, “Sahtekar Hillary Clinton’ın bu seçime hile katmasını engellememe yardımcı olmak” için seçim gözlemcisi olarak kayıt olmaya çağırıyor. 2016 seçimleri, Yüksek Mahkeme’nin Shelby–Holder davasında 2013’te verdiği ve ırk ayrımcılığının oy kullanmayı reddetmede artık önemli bir etmen olmadığı gerekçesiyle 1965 tarihli Oy Hakkı Yasası’nın önemli zorlayıcı koşullarını hükümsüz kılan kararından sonra düzenlenen ilk başkanlık seçimleri kampanyasıdır. Bu karar, Cumhuriyetçilerin kontrolündeki eyalet hükümetlerine, kasıtlı olarak büyük olasılıkla Demokratik Partili adaylara oy vereceğine inanılan Afrika kökenli Amerikalıları ve diğer grupları hedefleyen önlemler uygulamaya koymasına kapı aralamıştı. Bu yıl alınan bir dizi mahkeme kararı, Kuzey Carolina’daki, Texas’daki, Wisconsin’deki ve birçok başka eyaletteki bu tür girişimleri engelledi. Davalar, Cumhuriyetçi Ulusal Komite’yi seçmenlere baskı yapmayı amaçlayan “sandık güvenliği” kampanyaları düzenlenmesine izin vermemekle yükümlü kılan 1982 tarihli bir mahkeme kararına aykırı olarak Cumhuriyetçiler tarafından finanse edilen düzmece “çıkış oylaması” ve “yurttaş gazeteciler” faaliyetlerini hedefliyor. Karar, seçmenlere, sandığa geldiklerinde ya da oylarını kullandıklarında, federal bir yargıç tarafından verilmiş bir yetki olmadıkça, kimlik sorulmasını yasaklıyor. Kampanyanın son haftası başlarken, Trump ve Clinton, FBI Müdürü James Comey’in 8 Kongre komitesine Cuma günü gönderdiği ve Clinton’ın dışişleri bakanı iken 2009’dan 2013’e kadar özel bir e-mail servis sağlayıcısı kullanmasına ilişkin soruşturmada yeni “araştırma adımları”nı bildiren mektubunun ardından, suç oluşturan faaliyetler ile ilgili karşılıklı suçlamalara devam etti. Bu, Comey’in, gizli bilgilerin özel servis sağlayıcı üzerinden kötü kullanımı konusunda Clinton’a karşı cezai kovuşturma başlatılması için herhangi bir temel olmadığını açıkladığı Temmuz ayından bu yana uykuda olan bir soruşturmanın yeniden gündeme getirilmesine kadar vardı. Trump’ın destekleyicilerine yaptığı, büyük ölçüde Clinton’a oy vermesi beklenen çok sayıda Afrika kökenli Amerikalının yaşadığı Philadelphia kentindeki oy kullanma yerlerine akın etme çağrısına gönderme yapan Mektup, söylendiğine göre, Clinton’ın uzun süreli yardımcısı Huma Abedin’in eşi ve eski Kongre üyesi olan Anthony Weiner’a ait bir dizüstü bilgisayarın FBI tarafından ele geçirilmesiyle tetiklenmiş. Comey, mektubunda, FBI ajanlarının, Clinton soruşturması ile “ilgili görünen” e-mailler bulduklarını yazmış. Bununla birlikte, o, e-mailler henüz incelenmemiş oldukları için, onların “önemli” olup olmadıklarını bilmenin mümkün olmadığını da kabul etmiş. Bu belirsizlik göz önünde bulundurulduğunda, Comey’in seçimlerden yalnızca 11 gün önce Kongre’ye yaptığı bu açık bildirim, ordu-istihbarat aygıtının başlıca unsurlarından biri tarafından gerçekleştirilmiş daha önce tanık olunmadık bir siyasi müdahaleydi. Onun öngörülebilir tek sonucu (ve amacı), Clinton’ın kampanyasına zarar vermek ve çoğu kamuoyu yoklamasında onun ardından gelen Trump’ı desteklemekti. FBI’ın müdahalesinin yüzsüz siyasi karakteri, onun, Bill Clinton’ın kaçak milyarder Marc Rich’i tartışmaya yol açacak şekilde bağışlamasına ilişkin gizli soruşturmasındaki belgelerin 129 sayfasını açıkladığı Pazar günü doğrulandı. Belgelerin neredeyse yarısı redakte edilmiş durumda ve çok az yeni bilgi söz konusu ki bu, onların başkanlık seçimlerinden 8 gün önce yayımlanması kararını daha da kuşkulu kılıyor. Soruşturmanın sonucu (kovuşturmaya izin verecek yeterli kanıtın olmadığı), [yayınlanan belgelerden] çıkarılmış. Ardından, FBI, Salı günü, belgelerin yayımlanmasına dikkat çeken bir Twitter mesajı yayınladı. E-mail skandalının “Watergate’den daha kötü” olduğunu açıklayarak, bizzat Trump’ın kapsamlı sonuçlar çıkarmasıyla, Trump kampanyası Comey’in mektubuna hemen sarıldı. Trump, Michigan’daki Grand Rapids’de yaptığı bir konuşmada, Clinton’ın başkanlık makamına gelmesi durumunda, onun yönetiminin en baştan itibaren sakat olacağı uyarısında bulundu. O, “Hiçbir şey başarılmayacak. Onun seçilmesi, devletimizi ve ülkemizi yapısal bir kriz bataklığına saplayacak.” dedi. Wall Street Journal, Salı günkü bir başyazısında, aynı sonucu çıkarttı: “Bu, o kurumlar, hükümete olan güven ve gelecek Salı günkü seçimlerde kazanması durumunda Bayan Clinton’ın yönetme becerisi için çok kötü. Bu olaylar, onun Oval Ofis’e cezai kovuşturma altında… ve bu tehlikeli soruşturmaları inceleyen Kongre’nin emrinde girebileceği anlamına geliyor.” Trump’ın kampanyasını yarı-suçlu ve gelecekteki bir Trump yönetimini gayrımeşru ilan eden Demokratik Parti de aynı yolu tutmuş durumda. Onun, çamur atmak ve skandal tellallığı yapmak için seçtiği yol, Trump’ın Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin tarafından destekleniyor olduğu biçimindeki bütünüyle temelsiz bir iddiadır. Clinton kampanyası ve Kongre’deki Demokratlar, Comey’i, Trump ile Rusya arasında var olduğu varsayılan bağlara ilişkin soruşturmaları sır gibi saklarken, Clinton’ın e-maillerine yönelik yenilenen soruşturmayı kamuya açıklamakla suçluyorlar. CNBC, Pazartesi günü, ABD istihbarat örgütlerinin, Demokratik Parti Ulusal Komitesi’nin e-mail servis sağlayıcılarına yönelik bilgisayar korsanlığı saldırısından Rus hükümetinin sorumlu olduğuna ilişkin bir bulgusunun 7 Ekim’de açıklanmasına, Comey’in başlangıçta karşı olduğunu bildirdi. CNBC, FBI şefinin, buna, seçim gününe çok kısa bir süre kaldığı için karşı çıktığını belirtti. Clinton’ın kampanyasının yöneticisi Robby Mook, bunu, hemen, Comey’in 28 Ekim’de Kongre’ye Clinton’ın e-mailleri hakkında mektup gönderme kararı ile karşılaştırdı. Mook, “Bu açık bir çifte standarttan başka bir şey değildir” dedi. Rusya ve Trump karşıtı propaganda saldırısı, Trump’ın eski kampanya yöneticisi Paul Manafort üzerinden, Moskova’daki Alfa Bank, Rus istihbaratı ya da Rus oligarkları ile gizli bağlantılara sahip olduğunu ileri süren New York Times’ın, Slate’in, NBC News’in ve Mother Jones dergisinin dahil olduğu Clinton yanlısı medya organları tarafından başlatılmış durumda. Bu konudaki haberlerin birinde bile kaynakların adı belirtilmiyor. 2 Kasım 2016 ABD ile Rusya arasında savaş gerilimleri artıyor Bill Van Auken / 29.10.2016 NATO savunma bakanları, Rusya sınırına dikkat çekici mesafede dört savaş grubu içinde örgütlenmiş 4.000 dolayında muharebe askerinin konuşlandırılması yönündeki nihai planları tartışarak çözüme kavuşturmak için, Çarşamba günü, Brüksel’de, iki günlük bir toplantıda bir araya geldi. Bu cephe hattı güçleri, iki gün içinde savaşa girme kapasitesine sahip 40.000 kişilik bir ani müdahale gücüyle desteklenecek. Plan, ABD ile eski Sovyetler Birliği arasındaki Soğuk Savaş’ın doruk noktasından bu yana, bölgedeki en geniş askeri tırmanmayı temsil etmekte ve dünyanın en büyük iki nükleer gücü olan Washington ile Moskova arasında arttırılmış silahlı bir çatışma tehdidini beraberinde getirmektedir. Çarşamba günkü oturumunun sonunda, NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg, ABD’nin, Britanya’nın, Almanya’nın ve Kanada’nın, Polonya’da ve eski üç Sovyet Baltık cumhuriyetinde (Estonya, Litvanya ve Letonya) konuşlandırılacak olan muharebe gruplarının öncü unsurlarını sağlaması konusunda anlaştıklarını doğruladı. Stoltenberg, diğer NATO üyesi devletlerin de takviyeye asker ve silah katkısında bulunacağını ekledi. Konuşlanmayı “çokuluslu” olarak tanımlayan Stoltenberg, bunun, “herhangi bir müttefike yönelik bir saldırının hepimize yapılmış bir saldırı olarak kabul edileceği”nin altını çizdiğini vurguladı. ABD Savunma Bakanı Ashton Carter, Washington’ın, Polonya’nın doğusuna, yaklaşık 900 askerden oluşan, “savaşmaya hazır bir tabur görev kuvveti” göndereceğini söyledi. Bu askerler, adını Stryker zırhlı savaş aracından alan 2. Stryker Süvari Alayı’ndan çekilecekler. Birlik, defalarca, Afganistan ile Irak’taki savaşlara gönderilmişti. Buna ek olarak, Pentagon, Polonya’da üslenecek ama genel olarak eski Sovyet cumhuriyetlerinin ve Rusya’nın batı kanadındaki eski Varşova Paktı ülkeleri çevresinde faaliyet gösterecek olan, savaş tankları ve ağır silahlarla donanmış 4. Piyade Tümeni’nin 3. Zırhlı Tugay Muharebe Timi’ni gönderiyor. Ayrıca, Black Hawk saldırı helikopterleriyle donatılmış 10. Muharebe Havacılık Tugayı da sevk ediliyor. Washington, aynı zamanda, Norveç hükümetinin konuşlanmayı Pazartesi günü onaylamasının ardından, 330 deniz piyadesinin Norveç’e gönderildiğini duyurdu. ABD’nin NATO temsilcisi David Lute, bu hamleyi açıklarken, “Biz, Doğu’dan, Rusya’dan, onun askeri faaliyeti üzerinden sürekli bir meydan okuma bekliyoruz.” dedi. Bu arada, Britanya, savaş tankları, zırhlı piyade savaş araçları ve insansız hava araçları ile donatılmış 800 askeri Estonya’ya konuşlandırma planlarını ayrıntılı şekilde açıkladı. Onlara, Fransa’dan ve Danimarka’dan birlikler katılacak. Britanya savaş uçakları da Romanya’ya gönderiliyor. Almanya, orada 250.000’e yakın Musevi’yi katleden Nazilerin işgalinden bu yana Alman ordusunun ülkeye ilk girişine işaret edecek şekilde, Litvanya’ya 400-600 askerlik bir tümen konuşlandıracak. Alman konuşlanması, Hollanda’dan, Norveç’ten, Belçika’dan, Hırvatistan’dan ve Lüksemburg’dan gelen askerlerle desteklenecek. Haberlere göre, Kanada, Letonya’ya 450 asker gönderiyor. Onlara İtalya’dan 140 askeri personel katılacak. Konuşlanmaları Deutsche Welle’deki bir röportajda savunan NATO’nun Amerikalı eski genel sekreter yardımcısı Alexander Vershbow, ABD önderliğindeki ittifakın “başka seçeneği yok” iddiasında bulundu. Vershbow, “Rusya, Ukrayna’ya karşı 2014’teki saldırganlığıyla, Kırım’ın yasadışı ilhakıyla, tüm paradigmayı değiştirdi.” dedi. Bu, düpedüz bir yalandır. Ukrayna’daki kriz, Kremlin oligarşisinin “saldırganlığı” ile değil; Washington ile Berlin’in, Kiev’deki seçilmiş hükümeti şiddete başvuran faşist ve sağcı milliyetçi güçlerin seferber edilmesi yoluyla devrilmesine yönelik komplosu eliyle tetiklenmişti. ABD’nin Ukrayna’daki yönetim değişikliğini ilerletmek için 5 milyar dolar harcamış olmasıyla övünen Dışişleri Bakan Yardımcısı Victoria Nuland ile birlikte, ABD bu darbeyle açıkça ilişkiliydi. Ancak hem Rusya’nın hem de Ukrayna’nın Sovyetler Birliği’nin parçası olduğu 1956’da Ukrayna’nın yönetimine geçmiş olan Kırım’ın Rusya ile yeniden bütünleşmesi, referandumda, bölgede yaşayanlar tarafından ezici bir çoğunlukla desteklemişti. Moskova’nın bakış açısından, bu, Rusya’nın Karadeniz filosunun tarihi üssünü garantiye alan savunmacı bir önlemdi. Ukrayna’daki darbe, NATO’nun sınırlarını doğuya doğru 1.300 kilometre kaydırmasına tanık olan Rusya’ya yönelik aralıksız askeri kuşatmanın doruk noktasıydı. Şimdi, Çarşamba günü ilan edilen konuşlandırmalar, NATO ile Moskova arasında varılmış olan ve bu alanlara “önemli” sayıda Batılı asker gönderilemeyeceğine ilişkin anlaşmayı hükümsüz bir belgeye dönüştürmüştür. Ukrayna darbesinin ardından, ABD Başkanı Barack Obama, Washington’ın Estonya’yı ve diğer iki Baltık devletini “karadaki Amerikan çizmeleri” ile savunmaya “sonsuza değin” bağlılığını ilan etmek; dolayısıyla, ABD’nin, çatışmaya istekli sağcı ve fanatik şekilde Rusya karşıtı hükümetlerle yönetilen bu üç küçük ülkeyi savunmak için savaşacağını vaat etmek üzere Estonya’ya uçmuştu. NATO’nun şimdiki takviyesini gerekçelendiren Stoltenberg, Çarşamba günü, “Sınırlarımıza yakın olan Rusya, iddialı askeri duruşunu sürdürüyor.” diye ilan etti. NATO’nun Rusya’nın kendi sınırlarına kadar ulaştığı göz önünde bulundurulduğunda, bu, etkili bir şekilde, Rusya’nın, kendi topraklarında silahlı kuvvetler muhafaza ettiği için bir tehdit olduğu anlamına gelmektedir. Hem Rusya ile hem de NATO ittifakının kendi içinde varolan gerilimler, Moskova’nın, Suriye hükümetini destekleyen Rus operasyonlarını takviye etmek için uçak gemisi Amiral Kuznetsov önderliğindeki sekiz gemilik bir filoyu Akdeniz’in doğusuna sevk etmesi üzerine artmış durumda. Bu Rus filosunun yakıt ikmali için Afrika’nın kuzey kıyısında İspanya’nın elindeki liman kenti Ceuta’da duracağına ilişkin haberlerin ardından, NATO güçleri, Rus savaş gemilerinin orada demirlemesine izin vermeyi reddetmesi için İspanyol hükümetine yoğun baskı uyguladılar. Britanya Savunma Bakanı Michel Fallon, hükümetinin, “bir NATO üyesinin sonunda Suriye’yi bombalayabilecek bir Rus uçak gemisi grubuna yardım etmeyi düşünmesinden son derece kaygılı” olduğunu duyurdu. İspanya, haberlere göre, 2011’den bu yana, Ceuta’da yakıt ve malzeme alması için, yaklaşık 60 Rus savaş gemisine izin verdi. Bu pratik, ABD Kongresi’nde kınamalara ve ABD askeri harcamalar yasa tasarısına, geçtiğimiz Mayıs’ta, Pentagon’un Rus gemilerini konuk eden ülkeleri Kongre’ye bildirmesini gerektiren bir değişikliğin eklenmesine yol açmıştı. Asya’ya “dönüş”ü eliyle önemli ölçüde kısmen azalmış olan alan kontrolüne meydan okuyor olmasıdır. Suriye’deki ve çevresindeki Rus ateş gücü, Demokrat başkan adayı Hillary Clinton’ın ve ABD dış siyaset kurumunun büyük kısmı tarafından teşvik edilen bir politika olan “uçuşa yasak bölge” uygulamasını da, Rusya ile doğrudan bir askeri çatışma dışında, etkin bir şekilde olanaksızlaştırmıştır. Bu, Salı günü Dış İlişkiler Konseyi’ne yaptığı açıklamalarda, ABD Ulusal İstihbarat Müdürü James Clapper tarafından kabul edildi. Clapper, Dış İlişkiler Konseyi’ndeki bir görüşme sırasında, Rus ordusuna ilişkin, “Onların, karadaki kuvvetlerini tehdit altında hissetmeleri halinde bir Amerikan uçağını vurup düşürmeleri beni şaşırtmaz.” dedi ve ekledi: “Onların orada sahip oldukları sistem son derece gelişkin ve yetenekli. Eğer onların kullanma yönünde bir niyetleri olmasaydı, bunu -sevkiyatı- yapmazlardı.” ABD emperyalizminin küresel egemenlik yönelimi, parlama noktası ister Doğu Avrupa’da isterse Suriye’de ortaya çıksın, dünya savaşı tehdidini durmadan arttırıyor. 27 Ekim 2016 Rus hükümet kaynakları gemilerin hedeflerine ulaşmaya yetecek yakıta ve malzemeye sahip olduğunu söylerken, Rus medyası, Moskova’nın, limanda yakıt alma talebini iptal ettiğini bildirdi. Anlaşmazlık, Rusya ile tırmanan cepheleşmenin basıncı altında NATO ittifakı içinde artan bölünmeleri yansıtmaktadır. Güney Avrupa’daki ülkeler, özellikle de İspanya, İtalya, Yunanistan, yalnızca kendi ekonomik krizlerini derinleştiren Rusya’ya karşı yaptırım uygulamasına giderek artan şekilde karşı çıkıyor. Bu arada, Almanya ve Fransa, ABD ile Avrupa’nın çıkarları arasındaki büyüyen çatışmayı yansıtacak şekilde, Avrupa Birliği’ni bağımsız bir askeri ittifaka dönüştürme planlarını piyasaya sürdü. Halep, Musul ve “savaş suçları” Bill Van Auken / 29.10.2016 Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, Çarşamba günü, Batılı güçlerin Rusya’yı Halep’teki operasyonları üzerinden savaş suçu işlemekle suçlamasıyla birlikte, Suriye’de sürmekte olan savaş üzerine şiddetli tartışmalara sahne oldu. NATO yetkilileri, Rus filosu konusunu, Kuznetsov uçak gemisindeki savaş uçaklarının Halep’in doğusuna ve Washington ile müttefikleri tarafından desteklenen El Kaide bağlantılı milislerin kontrol ettiği diğer alanlara yönelik hava saldırılarına katılacağına ilişkin uyarılarla birlikte, Suriye’deki durum üzerine sözde “insani” kaygılarla ifade ettiler. BM yardım şefi ve Britanya parlamentosunun eski Muhafazakar Partili üyesi Stephen O’Brien, Güvenlik Konseyi’nin harekete geçme konusundaki yetersizliği üzerine “öfke dolu” olduğunu söyleyerek, atmosferi belirledi. O’Brien, “Halep, gerçekte, bir ölüm bölgesi haline gelmiş durumda.” dedi. Kuşkusuz daha esaslı bir kaygı, Doğu Akdeniz’de Rus savaş gemisi takviyesinin, Rusya’nın Suriye’de savaş uçakları ve gelişmiş hareketli S-400 ve S-300 füze savunma sistemleri konuşlandırması ile birlikte, ABD Altıncı Filo’sunun tarihsel olarak uyguladığı ve ABD’nin Gerçek şu ki, hem Rusya hem de Suriye savaş uçakları, geçtiğimiz 10 gündür, Halep’in doğusunu kontrol eden El Kaide’ye bağlı İslamcı milislere karşı hava saldırılarına ara vermiştir. Ancak bu, emperyalist “insan hakları” ikiyüzlülüğünün yaşayan örneğini temsil eden ABD’nin Birleşmiş Milletler temsilcisi Samantha Power tarafından önemsenmedi. Suriye’deki rejim değişikliği savunucularından biriydi. Rusya temsilcisi Vitali Çurkin’e sataşan Power, “Bir gün ya da bir hafta savaş suçu işlemediğiniz için tebrik ve övgü almayacaksınız.” dedi. Söylevine devam eden Power, “Rusya, Halep’in doğusundaki tüm çocukların El Kaide üyesi olduğuna mı inanıyor?” diye sordu. Rusya’ya karşı Halep üzerinden yapılan savaş suçu suçlamalarının ikiyüzlülüğü ve çifte standardı, IŞİD’in 2014’te istila ettiği, sadece 500 kilometre doğudaki Irak kenti Musul’a yönelik ABD önderliğindeki kuşatmada tüm çıplaklığıyla ortaya çıkmaktadır. Sivillerin ve çocukların yazgısı üzerine bu tür bir öfke, oldukça seçicidir. ABD emperyalizminin ve müttefiklerinin hiçbir temsilcisi, El Kaide “asileri”ne Pentagon ve CIA tarafından sağlanmış olan havan topları ve füzelerle düzenli olarak bombalanan hükümet kontrolündeki Halep’in batısında bulunan erkeklerin, kadınların ve çocukların öldürülmesi üzerine bir öfke kıvılcımı bile göstermemiştir. Ruslar Halep’i bir “ölüm bölgesi”ne dönüştürmekle suçlanırken, Batı medyası, Amerikan saldırısından, düzenli olarak, Musul’un “kurtarılması” olarak bahsediyor. “Kurtarma” amacıyla, ABD savaş uçakları, roketatarları ve topçu birlikleri, uzmanların enkaz haline getirileceğini kabul ettikleri bir milyonu aşkın nüfusa sahip kenti pervasızca vuruyor. ABD ordusunun Merkez Komutanlığı’ndan General Joseph Votel, AFP ile bir röportajında, kuvvetlerinin, “800-900 İslam Devleti savaşçısı”nı öldürmüş olmasıyla övündü. Votel, ABD bombardımanında kaç sivilin öldüğü hakkında tek bir kelime etmezken, ABD şirket medyası da bu konuya ilgi göstermedi. Perşembe günü, roket atışı, nüfusun büyük çoğunluğunun yaşadığı kentin batısında, altı çocuğun yaşamına mal oldu. Üç çocuk okullarında öldü, 14 çocuk yaralandı. Başka bir saldırıda, bir roketin evlerine düşmesi sonucunda üç erkek kardeş öldü. İnsan hakları emperyalistlerine gelince; ABD’nin Suriye’nin başka yerlerindeki hava saldırılarında sivillerin katledilmesi, Rusya’nın Halep’i bombalamasının neden olduğu ölümlerle hiçbir şekilde kıyaslanamaz. Uluslararası Af Örgütü, Salı günü, ABD önderliğindeki “koalisyon”un yaklaşık 300 sivili öldürdüğü 11 ayrı saldırısı üzerine bir rapor yayınladı. Pentagon, bu hava akınlarında sadece bir ölü olduğunu kabul ediyor. Diğer izleme grupları ise, Suriye’deki ABD hava savaşının yol açtığı sivil ölü sayısının 1.000’den çok daha fazla olduğunu belirtiyor. Pentagon, iki yılda toplam olarak sadece 55 sivilin öldürüldüğünü kabul ediyor. Power’ın, Rusların Halep’teki her çocuğu bir El Kaide üyesi olarak gördüğü biçimindeki dokundurması, bombaları görünüşte sadece IŞİD üyelerini öldüren Pentagon için de aynı ölçüde geçerlidir. Bizzat Power, bu kaba çifte standart türünün emektar bir uygulayıcısıdır. Bu insan hakları taraftarı, 2.100’den fazla Filistinlinin öldürüldüğü, 11.000’inin de yaralandığı 2013’teki 51 günlük İsrail kuşatması sırasında “Gazze’deki her çocuğun Hamas üyesi” olduğu yönünde etkili bir tutum almıştı. ABD temsilcisi, bu tek taraflı katliam sırasında, BM’deki konumunu, pervasızca, İsrail’in kendini “savunma” hakkını ilan etmek için kullanmıştı. Kirli emperyalist insan hakları bayrağını sallayan Power, ayrıca, on binlerce insanı öldüren ve ülkeyi enkaz haline getiren Libya’daki ABD-NATO savaşının ve 300.000’den fazla insanı öldürüp milyonlarca insanı evlerinden süren savaşının baş Geçtiğimiz Cuma günü, Kerkük yakınındaki bir Şii türbesinin bombalanmasıyla 17 kadının ve çocuğun hayatını kaybettiği ve çok sayıda kişinin yaralandığı dehşet verici bir olay ortaya çıktığında, Pentagon bunu önemsemedi ve şirket medyası da görmezden geldi. ABD’li yetkililer IŞİD’i Musul halkını “canlı kalkan” (sivillerin katledilmesi için eskimiş bir mazeret) olarak kullanmakla suçlar ve basın da bunu papağan gibi tekrarlarken dahi, El Kaide’nin Halep’in doğusundaki kuşatılmış mahallelerden kaçmaya çalışan sivilleri engellemek için teröre ve şiddete başvurmasını görmezden geliyor ve örgüte örtülü destek veriyorlar. Rus ordusunun Halep’in doğusunda kapana kısılmış sivillere karşı gerçekleştirdiği eylemler kuşkusuz suçlanmayı hak ediyor. Buna karşılık, savaş suçları hakkında çığlık atanların asıl endişesi bu değildir. Onların korkusu, rejim değişikliği savaşında başlıca vekil güç işlevi gören El Kaide bağlantılı milislerin nihai bozgunla karşı karşıya olmasıdır. Daha da önemlisi, Rusya’nın Halep’teki suçları, Washington’ın bölgede ve hatta tüm gezegende işlediklerinin yanında sönük kalmaktadır. Suriye’ye atılan Rus bombaları üzerine dehşete düşmüş ve öfkeli gibi görünenler, “dehşet ve öfke”yi unuttular mı? ABD’nin Irak’ı işgali, tahminen 1 milyon Iraklının yaşamına mal oldu. Bu insan hakları savunucuları, ABD’nin sağladığı bombalar ve füzelerle gerçekleştirilen ve Pentagon’dan gelen geniş çaplı istihbarat ve lojistik destekle mümkün kılınan Suudi hava saldırılarında 10.000’i aşkın insanın öldüğü Yemen’de devam eden katliamdan haberdar değil mi? Ortadoğu’nun en zengin ülkesinin egemen monarşisinin, sivil altyapının sistematik imhasının ve ABD kuvvetlerinin yardımıyla uygulanan bir ablukanın halkı açlıktan ölümle tehdit ettiği Ortadoğu’nun en yoksul ülkesine karşı savaşı konusunda neden hiç öfke yok? Savaş suçları söz konusu olduğunda, Vladimir Putin tarafından temsil edilen Kremlin oligarşisi, ikinci ligde yer almaktadır. II. Dünya Savaşı’nın sona ermesinden ve ABD’nin Hiroşima ile Nagazaki’de yaklaşık 200.000 kişiyi katleden atom bombalarını atmasından bu yana, neredeyse her ABD başkanı, çoğu Hitler’in Nazi İmparatorluğu’nun gerçekleştirdiği vahşetleri bile gölgede bırakan savaş suçlarına yol açmış askeri saldırı savaşlarına girmiştir. Kore Savaşı, 3 milyon sivilin ölümüyle sonuçlandı; ABD, Vietnam’da, 3 ile 4 milyon arasında sivili katletti. Afganistan’ın, ABD emperyalizmiyle, CIA’in 1980’lerde organize ettiği rejim değişikliği savaşına kadar uzanan trajik ve uzun süreli karşılaşması, 1,5 ile 2 milyon arasında sivilin yaşamına mal oldu. Washington, aynı zamanda, sivil ölümlerin her gün arttığı en az yedi farklı ülkede savaş halinde: Irak, Afganistan, Pakistan, Suriye, Libya, Yemen ve Somali. Halep konusundaki sahte öfkenin ve gözyaşının kaynağı, ABD’nin Suriye’deki rejim değişikliği savaşının bir fiyaskoya dönüşmüş olmasıdır. Moskova, kendi müdahalesini, Suriyeli kitlelerin değil, Rusya’nın egemen kapitalist oligarşisinin çıkarlarını savunmak için başlatmıştı. Bununla beraber, bu, ABD’nin petrol zengini tüm Ortadoğu üzerinde egemenlik kurma yöneliminin önünde bir engel oluşturmaktadır. Durmak bilmeyen “insan hakları” propagandası ve Rusya’nın Halep üzerinden şeytanlaştırılması, bir uyarıdır. ABD emperyalizmi, sadece Suriye’deki ABD müdahalesinde değil, ama bir nükleer savaş yönündeki gerçek ve güncel tehlikeyi de beraberinde getirecek şekilde, bizzat Rusya ile cepheleşmesinde büyük bir tırmanmayı hazırlıyor. 28 Ekim 2016 ABD’nin “Asya’ya dönüş”ü kargaşa içinde Peter Symonds / 31.10.2016 ABD başkanlık seçimi kampanyası son günlerine girerken, Amerikan ve uluslararası medyada, Obama yönetiminin Çin’i baskı altında tutup ona boyun eğdirmeyi amaçlayan “Asya’ya dönüş”ünün başarısız olduğuna ilişkin artan sayıda yorum söz konusu. Washington’ın yanıtı, bölgeden herhangi bir geri çekilme şöyle dursun, Asya Pasifik’teki diplomatik entrikalarını ve kışkırtıcı askeri yığınağını tırmandırmak olacaktır. Filipinler Devlet Başkanı Rodrigo Duterte’nin Çin’e doğru, geçtiğimiz hafta Pekin’e yaptığı resmi ziyaretle örneklenen beklenmedik dönüşü, hiç kuşku yok ki, Asya’daki ABD stratejisine indirilmiş bir darbedir. Financial Times dış ilişkiler köşe yazarı Gideon Rachman, Duterte’nin Pekin’de ABD’den “ayrılma” ve Çin ile yeni bir özel ilişki açıklamasına dikkat çekti ve bu kaymayı “önemli bir stratejik yenilgi” olarak niteledi. Duterte, Haziran’da göreve gelmesinden bu yana, ABD Başkanı Obama’ya “o... çocuğu” gibi sözlü saldırılarda bulundu; ABD özel kuvvetlerinin Filipinler’in güneyindeki Mindanao adasından çıkarılması çağrısı yaptı; Güney Çin Denizi’ndeki ABD-Filipinler ortak tatbikatlarını sona erdirdi ve ülkenin ABD ile askeri üs anlaşmasını gözden geçirilmesini önerdi. Onun Lahey’deki Daimi Tahkim Mahkemesi’nin Manila lehine ve Pekin’in bölgesel hak iddialarına karşı kararını önemsememesi, ABD’nin, karardan, Güney Çin Denizi’nde Çin’e yönelik baskıyı arttırmak için yararlanma planlarının bozulmasına yol açmış durumda. Rachman, ABD’nin, müttefiki Tayland’ın denizaltı alımları için Çin’e başvurması ve Malezya’nın Başbakan Najib Razak’ın Batı’da bastırılan yolsuzluk iddialarını savuşturmaya çalışırken destek için yüzünü Pekin’e dönmesi ile birlikte, başka ani değişikliklerle karşı karşıya olduğunu belirtti. Rupert Murdoch’un Australian gazetesinde yazan dış haberler editörü Sheridan, dün, “Duterte’nin Çin’e ani dönüşü, ABD’nin Saygon’un düşüşünden beri Güneydoğu Asya’daki konumunda yaşadığı en ciddi yenilgidir.” iddiasında bulundu. Sheridan, bu kaymanın ABD’nin Asya’daki ittifak sistemini ciddi biçimde yaraladığını ilan etti ve Obama’nın dış politikasının, Çin’e, Rusya’ya ve İran’a, etki alanlarını “tehlikeli biçimde genişletme” izni vermiş olduğunu söyleyerek, onun “topyekün başarısızlığın kıyısında” olduğunu belirtti. Obama yönetiminin “Asya’ya dönüş”ü, Asya’daki Amerikan üstünlüğünü garantiye almayı hedefleyen kapsamlı bir diplomatik, ekonomik ve askeri stratejidir. Bununla birlikte, ABD’nin bölge genelindeki müttefikleri ve ortakları, Washington’ın Asya’ya yönelik kararlılığını giderek daha fazla sorguluyorlar. Bunda, onun merkezi ekonomik girişimi olan Pasifik Ötesi Ortaklığı’nın (TPP), şu anda, ABD başkan adayları Hillary Clinton ile Donald Trump’tan ve hem Cumhuriyetçi hem Demokratik partili parlamenterlerden gelen muhalefet karşısında kuşkulu durumda olmasının da payı var. TPP’nin “dönüş” için önemi, geçtiğimiz yıl, anlaşma, “benim için başka bir uçak gemisi kadar önemli” diye ilan ederek ekonomik anlaşma ile Pentagon’un savaş planları arasındaki bağlantıya dikkat çeken ABD Savunma Bakanı Ashton Carter tarafından vurgulanmıştı. Ağustos ayında, Singapur Başbakanı Lee Hsien Loong, ABD’yi Asya’da müdahil kalmaya çağırmış ve TPP’nin onaylanması “güvenilirliğiniz ve niyetinizin ciddiyeti için bir test” uyarısında bulunmuştu. ABD’deki, başkanlık seçimlerinin bayağı ve itibarsızlaşmış görüntüsü ve bir sonraki yönetimin dış politikası konusunda bir açıklığın olmamasıyla örneklenen derin siyasi kriz işaretleri, Asya Pasifik’teki egemen seçkinler arasındaki kaygıları yalnızca arttırmıştır. Dışişleri bakanı olarak Clinton, “Asya’ya dönüş”ün baş mimarı ve Çin’e karşı daha militarist bir stratejinin savunucusu idi. Clinton, 2013’te Wall Street’te yaptığı ve WikiLeaks tarafından yayınlanan konuşmalardan birinde, “Füze savunması ile Çin’i çember içine alacağız. Bölgeye daha fazla filo yerleştireceğiz.” diyordu. Trump’ın Asya’ya yönelik politikası, açık olmak şöyle dursun, onun “Amerika’yı Muhteşem Kıl” sloganı, Çin’e yönelik daha da saldırgan bir duruşu önermektedir. Dahası, bu, Washington’ın Japonya ve Güney Kore gibi müttefiklerinin daha ağır bir yük taşımasında ısrar edeceği bir politikadır. Artan jeo-politik gerilimler ve kötüleşen küresel ekonomik görünüm ile birlikte ABD seçimlerinin oluşturduğu belirsizlikler, Asya-Pasifik egemen sınıflarını, riski azaltmak için kendilerini korumaya teşvik ediyor. ABD’nin “dönüş”ünün iki ana dayanağı olan Japonya ve Avustralya, ABD’ninkilere aykırı politikalar izliyorlar. Japonya Başbakanı Shinzo Abe, kısa süre önce, Washington’da artan şekilde “yasadışı devlet” olarak damgalanan bir ülke ile bağları geliştirmek amacıyla, Japonya’nın II. Dünya Savaşı sonrasında Kuril Adaları konusunda Rusya ile olan anlaşmazlığını giderme yönündeki planlarını duyurdu. ABD’nin ısrarlı baskılarına rağmen, Avustralya hükümeti, Çin’in Güney Çin Denizi’ndeki bölgesel hak iddialarına meydan okumak üzere bir “denizcilik özgürlüğü” operasyonuna girişmeyi kabul etmedi. Bu, Avustralya egemen seçkinleri içinde, ülkenin en büyük ticaret ortağıyla zıtlaşmanın riskleri üzerine sürmekte olan bir tartışmayı yansıtıyor. Washington’ın Asya’daki dış politika kargaşası, onun temel hedefinden (küresel egemenliğe ulaşma olanaksız görevi) kaynaklanmaktadır. TPP’yi çevreleyen kriz eliyle kanıtlandığı üzere, dünyaya ekonomik açıdan hükmedemeyen ABD emperyalizmi, giderek daha pervasız askeri provokasyonlara ve gezegeni nükleer silahlı güçler arası bir çatışmaya sürükleme tehdidi oluşturan müdahalelere başvurmaya zorlanmaktadır. Tam da Duterte’nin geçtiğimiz hafta Çin’de olduğu sırada, ABD donanması, Çin’in Güney Çin Denizi’ndeki Paracel Adaları’na yönelik hak iddialarına provokatif şekilde meydan okumak amacıyla, dördüncü bir “denizcilik özgürlüğü” operasyonu gerçekleştirmek üzere güdümlü füze destroyeri gönderdi. Operasyon, sadece, Washington’ın Çin ile bir deniz çatışması riski alma istekliliğini göstermekle kalmıyor; ABD donanmasının 100 savaş gemisine ve dört uçak gemisine sahip Üçüncü Filo’sunun Çin’e karşı Batı Pasifik’te askeri yığınak başlattığına da işaret ediyordu. Washington’ın tepkisi, savaşa doğru tehlikeli sürüklenme dinamiğini vurgulamaktadır: Washington, küresel emellerine yönelik daha fazla direnişle ve engelle karşılaştıkça, eylemleri daha pervasız ve militarist olmaktadır. ABD seçim kampanyasında, yalnızca Sosyalist Eşitlik Partisi (SEP) ve onun başkan ve başkan yardımcısı adayları (Jerry White ve Niles Niemuth) savaş tehlikesi uyarısında bulunuyor. SEP ve onun gençlik hareketi Toplumsal Eşitlik İçin Uluslararası Gençlik ve Öğrenciler tarafından Detroit’te 5 Kasım’da düzenlenecek olan “Kapitalizme ve Savaşa Karşı Sosyalizm” konferansı, işçi sınıfına ve sosyalizm uğruna mücadeleye dayanan uluslararası savaş karşıtı bir hareketin inşasının siyasi temellerini tartışacak. Emperyalist savaşa karşı çıkan ve ona karşı mücadele etmek için bir yol arayan herkes, toplantıya katılmak üzere kayıt olmalıdır. 26 Ekim 2016