2012 vı. öğrenci sempozyumu

advertisement
MARMARA ÜNİVERSİTESİ
İLÂHİYAT FAKÜLTESİ
2012
VI. ÖĞRENCİ
SEMPOZYUMU
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
Kitap Adı
VI. Öğrenci Sempozyumu
Editör
Doç. Dr. Hatice K. ARPAGUŞ
Kapak ve Sayfa Tasarım
Eren SAKIZ
İstanbul – 2013
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ
2012
VI. ÖĞRENCİ
SEMPOZYUMU
Editör
Doç. Dr. Hatice K. ARPAGUŞ
İstanbul – 2013
Editörün Notu
2012 Yılı mezunları olan sevgili öğrencilerimizi uğurlama arifesinde bir
Sempozyumla Bilgi Şöleni tadında bir etkinliğin hazırlanması Fakülte idaremizin altı
yıldır özenle düzenleme gayretinde bulunduğu faaliyetlerden birini oluşturmaktadır.
Ancak bu yıl geçmiş yıllardan farklı olarak yeni bir uygulamaya giren ödev dersiyle
akademik çalışma yapabilmenin ilk aşamasını oluşturacak teorik ve pratik bilgilerle
öğrencilerimizin hem gelecekte akademik çalışma yapabilme kabiliyeti elde etmelerini
hem de yazma kapasitelerini test etmelerini sağlanmıştır.
Şüphesiz hemen her faaliyet ve oluşumda görünen ya da görünmeyen birçok
kimsenin bil-fiil katkısı ve desteği olmasa söz konusu oluşumların varlığından
bahsetmek imkânsız olur. Biz de bu çalışmada öncelikle tebliğleriyle katılma cesaretini
sergileyen ve arkadaşlarını da bir anlamda temsil eden öğrencileri cesaret ve
özgüvenlerinden ötürü tebrik ediyoruz. Bu faaliyette katkısını özellikle belirtmemiz
gereken bir isim var ki o da Yrd. Doç. Dr. Sami Erdem’dir. Geçmiş yıllardan beri
gerek fikren gerekse pratikte öğrencileri teşvikiyle bu tür bilgi şölenlerinin
yapılmasında hep itici güç olmuştur. Bu yıl da onun bu konudaki katkılarını zikretmek
bir kadirşinaslık olacaktır. Diğer bir teşekkürümüz de Dekan yardımcımız Yrd. Doç.
Dr. Muhammet Abay’a olacaktır. Şüphesiz o da bizlere bu Sempozyumun
düzenlenmesinde önemli ölçüde katkı ve imkân sağladı. Öğrencilerimiz adına diğer bir
teşekkürü de sayın dekanımız Prof. Dr. Ali Köse’ye yapmamız gerekmektedir. Dönem
sonu yaklaşırken sınırlı zaman anlayışını aşarak teşvik ve destekleriyle bu faaliyetin
düzenlenmesine rehberlik ettiler ve yoğun temposu arasında gelip öğrencilerimizi
dinlemeyi ve onların başarılarını paylaşmayı ihmal etmediler. Bu konuda iki dönem
öğrencilere bizzat verdikleri derslerle katkı sağlayan hocalarımızı da anmamız
gerekmektedir. Bu gün bu Sempozyumun yapılabilmesi öğrencilerimizin gayretleri
yanında hocalarımızın da ders içi ve dışında öğrencilerimize özverili rehberlikleri
sayesinde bu aşamaya gelmiştir. Özellikle Prof. Dr. Ahmet Özel hocamız hem alt yapı
oluşturmak amacıyla öğrencilerimize araştırma yöntemleri kitapçığı hazırladı hem de
bu dersi iki dönem de takip ederek onlara sabırla rehberlik etti, yine zaman ve vakit
ayırarak öğrencileri arasından bir kısmının Sempozyuma katılmasını ve daha sonra bu
kitapçığın oluşmasına katkıda bulundu. Hemen her zaman başımız sıkıştığında
imdadımıza yetişen M.Ü. İlahiyat Fakültesi Vakfımızı da burada zikretmemiz
gerekmektedir. Özellikle bu çalışmanın teknik işlerini yürüten Vakıf Neşriyat Müdürü
Fikret Bey’e ve eserin dizgi-mizanpaj işlerini deruhte eden Eren Sakız kardeşimize
emek ve katkılarından dolayı teşekkür ediyoruz.
Doç. Dr. Hatice K. ARPAGUŞ
Editör
İÇİNDEKİLER
> Güvenç Şensoy
İmam Mâturîdî’ye Göre Nübüvvet ve Nübüvvet İspatında Mucizenin Yeri ........ 7
> Zeynep Şeker
Mîzân Tefsiri’ne Göre Fetret Ehli ve Dînî Sorumluluğu..................................... 20
> Mümine Çekim
Tehâfütü’l-Felâsife’de Âlemin Yaratılması Çerçevesinde Filozofların Eleştirisi .. 43
> Esra Çiftçi
Wang Daiyu’nun Hayatı, Eserleri ve Neo-Konfüçyanizm’e Yaklaşımı ............. 54
> Humeyra Rumeysa Çelik
Kur’an-ı Kerîm ve Kitab-ı Mukaddese Göre İlk İnsan Kıssası ........................... 81
> Kübra Güngör
İmam Radıyyüddin Hasan es-Sâğânî’nin Meşârîku’l-Envâr İsimli Eseri ve
Osmanlı Medreselerindeki Yeri ................................................................... 106
> İbrahim Agah Sağır
Ermenekli Mustafa Safvet Efendi’nin Beyânü’l-Hak Dergisi’ndeki Makaleleri
Üzerine Bir Değerlendirme .......................................................................... 137
> Ömer Faruk Korkmaz
Şeyh Safvet’in Tasavvuf Mecmuâsı’nın İlk 11 Sayısındaki Yazılarının
Değerlendirmesi ........................................................................................... 161
> Şeyma Benli
Dîvân Şiirinde Ebû Hanîfe Konulu Beyitler ..................................................... 182
> Merve Düzcan
Muhafazakârlarda Sosyo-Ekonomik Statüye Bağlı Sekülerleşme Eğilimleri... 199
BİRİNCİ BÖLÜM
İMAM MÂTURÎDÎ’YE GÖRE NÜBÜVVET VE NÜBÜVVET İSPATINDA
MUCİZENİN YERİ1
Güvenç Şensoy
I. GİRİŞ
Bu çalışmada, usul-u selaseden olan nübüvvet, Mâturîdî mezhebinin
kurucusu olan İmam Mâturîdî’ye göre incelenecek daha sonra mucizenin,
nübüvvet ispatında nasıl bir konumda bulunduğuna yine İmam Mâturîdî’ye göre
cevap aranacaktır. Çalışmanın, yalnızca Te’vilatu’l-Kur’an ve Kitabu’t-tevhid
adlı eserlerin temel kaynak olarak kullanılması bakımından dar kapsamlı bir
çalışma olduğu kabul edilmekle beraber, bu iki eserde geçen ilgili yerlerin
zikredilmesi açısından faydalı olacağı da umut edilmektedir.
Mâturîdî’nin konuyla ilgili görüşlerine geçmeden önce hayatıyla ilgili
bazı bilgiler vermek yerinde olacaktır.
A. İmam Mâturîdî (Hayatı, Hocaları, Talebeleri, Eserleri)
Asıl adı Ebu Mansur Muhammed b. Muhammed b. Mansur‘dur.
Doğduğu yere nispetle kendisine Mâturîdî denilmiştir. Maturidi ise Semerkand’da
bir mahalle ya da bir köyün adıdır.2 Doğum tarihi kesin olarak bilinmemekle
beraber 333/944 yılında Semerkand’da öldüğü bilinmektedir.3 Mâturîdî’nin
doğduğu yıllarda Maveraünnehir, önceleri Abbasi devletine bağlı, sonraları ise
müstakil bir devlet olan Samanilerin yönetimi altındaydı. 4 Hocaları arasında
Muhammed b. Mukatil (ö. 248), Nusayr b. Yahya (ö. 268), Ebu Nasr el-İyazi (ö.
1
Bu çalışma Doç. Dr. Hatice K. Arpaguş’un danışmanlığında gerçekleştirilmiştir.
Muhittin Akgül, ‘’Ebu Mansur el- Mâturîdî ve Tevilat’ul-Kur’an’’, SÜİFD, sy.4 (2001), s.57.
3
Sönmez Kutlu, İmam Mâturîdî ve Maturidilik, Ankara; 2011, s.24.
4
Kutlu, a.g.e, s.23.
2
8
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
331) gibi zatlar bulunmaktadır.5 Amelde Hanefi olan Mâturîdî, Ebu Hanife’nin
itikadı görüşlerinin çoğunu onun meşhur talebelerinden, Muhammed b. Hasan eşŞeybani’nin (ö. 189) tabilerinden almıştır.6 Mâturîdî, Ali b. Said Ebu’l-Hasan
Rustuğfeni (ö. 345), Ebu’l-Kasım es-Semerkandi (ö. 342), Ebu Muhammed
Abdulkerim b. Musa b. İsa el-Pezdevi (ö. 390) ve Ebu’l-Leys es-Semerkandi (ö.
383) gibi şahsiyetlere hocalık yapmıştır.7 Mâturîdî pek çok eser meydana
getirmiştir. Bunlardan bazılarını şöyle sıralayabiliriz: Te’vilat’ul-Kur’an,
Kitabu’l-makalat, Kitabu’t-tevhid, Kitabu meâhizi’ş-şerâ’î fi usuli’l-fıkh, Kitabu
beyani vehmi’l-mu’tezile, Kitabu reddi’l-imâme, Kitabu reddi usûli’l-hamse,
Kitabu reddi va’îd’l-fussâk, Kitabu reddi evâili’l-edille.8 Onun eserlerinden
yalnızca, Te’vilatu’l-Kur’an adlı tefsiriyle Kitabu’t-tevhid adlı kelami eseri bize
ulaşabilmiştir. Te’vilat adlı tefsirin, onun itikadi, fıkhi ve diğer dini görüşlerini
ihtiva etmesi, başka eserlerinin bir bütün olarak yazmalarıyla bize ulaşmasını
engellemiştir görüşünde olanlar da vardır.9
Kur’an’ın tefsirinde rivayet ve dirayet olmak üzere iki yöntem esastır.
Mâturîdî’nin Te’vilat adlı tefsiri bu iki metot açısından değerlendirildiğinde
dirayet tefsiri geleneğinin ilk eserlerinden biri olarak kabul edilebilir.10 Mâturîdî,
eserinin başında tefsir ile tevil arasında bir ayırım yapmıştır. Ona göre, tefsir,
Allah’ın muradının ne olduğu konusunda kesin bir fikir beyan etmektir. Tevil ise,
Allah’ın muradının ne olduğu konusunda kesin hüküm vermeksizin muhtemel
olanlardan sadece birisini tercih etmektir. Birincisini sahabeye, ikincisini ise
sonraki nesillerden dinde fakih olan olanlara hasretmiştir. Bu yaptığı tevilleri
sadece sahibini bağlayan teviller olarak görmüş ve bunları kutsallaştırma yoluna
gitmemiştir. Tevile imkân tanıyabilmek için “Her kim Kur’an hakkında kendi
reyiyle bir şey söylerse ateşteki yerine hazırlansın’’ hadisini11 “Her kim Kur’an’ı
tefsir ederse, ateşteki yerine hazırlansın’’ şeklinde alarak, reyle tefsir
5
Akgül, a.g.e, s.58.
Avni İlhan, ‘‘İmam Mâturîdî ve Kitabu’t-tevhid’i’’, Diyanet İşleri Başkanlığı Dergisi, IX/94-95
(Mart-Nisan 1970) , s.99.
7
Akgül, a.g.e, s.58.
8
Akgül, a.g.e, s.59.
9
Kutlu, a.g.e, s.27.
10
Kutlu, a.g.e, s.30.
11
Tirmizi, Ebû Îsâ Muhammed bin Îsâ, Sunen, İstanbul; 1992, V, 199-200.
6
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
9
yapılamayacağını, ancak tevil yapılabileceğini iddia etmiştir.12 Mâturîdî, ayetleri
tevil ederken diğer müfessirlere kıyasla hadisleri daha az kullanmıştır. Kullandığı
hadisleri senediyle ve lafzıyla aynen kullanmak yerine manen rivayeti tercih
etmiştir. Hadislerin sıhhati konusunda emin değilse “eğer sübutu kesin ise’’
şeklinde itirazi bir cümle kullanmıştır.13
‘Kitabu’t-tevhid’ adlı eseri kelami görüşleri açısından Mâturîdî’nin en
önemli eserlerinden biri olmakla birlikte aynı zamanda Maturidiyye akidesinin hem
temel kaynağı hem de Mu’tezile başta olmak üzere çeşitli İslami fırkalar, bazı dinler,
inançlar ve felsefi görüşler açısından en eski kaynaklardan biri durumundadır.14
Mâturîdî’nin hayatı ve eserleriyle ilgili vermiş olduğumuz bu bilgilerin
iktifa edeceğini düşünerek, nübüvvetle ilgili kısma geçebiliriz.
II. NÜBÜVVET VE MUCİZE
“Nübüvvet, haber vermek anlamındaki neb” veya konum ve değeri
yüksek olmak manasındaki nebve (nübû) kökünden masdar isimdir. Allah ile
kulları arasında dünya ve âhiret hayatıyla ilgili ihtiyaçların giderilmesi amacıyla
ifa edilen elçilik görevi diye tanımlanır. Türkçe’de nebi ve nübüvvet yerine daha
çok Farsça asıllı peygamber (haber getiren) ve peygamberlik kelimeleri
yaygınlaşmıştır. Allah ile kul arasında elçilik yapma anlamına gelen risâlet,
nübüvvet; resul de nebi yerine kullanılır.15 Nübüvvet meselesi geçmişte de
günümüzde de üzerinde önemle durulan bir meseledir. Kelamcılar, nübüvvet
olgusunu; imkânı, vukuu, gerekliliği, mahiyeti ve ispatı açılarından ele
almışlardır.16 İmkânı konusu peygamber göndermenin akli olarak mümkün olup
olmadığıyla, vukuu konusu, nübüvvet imkân dâhilinde ise fiilen gerçekleşip
gerçekleşmediği ile ilgilidir. Ancak bu yazıda üzerinde durulacak kısım
gerekliliği ve ispatı meseleleridir.
12
Kutlu, a.g.e, s.31.
Kutlu, a.g.e, s.32.
14
Bekir Topaloğlu , ‘’Giriş’’, Ebu Mansur Mâturîdî, Kitabu’t-tevhid,( trc. Bekir Topaloğlu ) ,
Ankara; 2005, s. XXV.
15
Bekir Topaloğlu – İlyas Çelebi, Kelam Terimleri Sözlüğü, İstanbul; 2010, s.249.
16
Mustafa Akçay, ‘’Bir Kelam Problemi Olarak Nübüvvetin İmkanı’’, SÜİFD, sy.3 (2001), s.217.
13
10
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
Kelam ekolleri arasında nübüvvetin gerekliliği konusunda ihtilaf yoktur
ancak ihtilaf bunun Allah’a nisbeti ile ilgilidir. Nisbeti konusunda, nübüvveti
aklen mümkün kabul edip Allah’a zorunlu olduğunu kabul etmeyenler, onun Allah
üzerine zorunlu olduğunu kabul eden Eş’ariler ile Mu’tezililer olduğu gibi sosyal
ve siyasi bir yaklaşıma binaen zorunlu kabul eden İslam filozofları da vardır.17
Mucize ise; bir şeye güç yetirememek anlamındaki acz kökünden
mûcizin (aciz bırakan) isim şeklidir. Sonundaki tâ harfi mübalağa ifade eder.
Terim olarak: Peygamberlik iddiasında bulunan kimsenin gösterdiği ve herkesi
benzerini getirmekten âciz bırakan tabiat üstü olay diye tanımlanır.18 Kelam
alimleri, mucizeleri, idrak edilmeleri açısından üç grupta toplamıştır: insanların
duyularına hitap eden hissi mûcizeler, peygamberlerin Allah’tan gelen vahye
dayanarak ortaya koydukları haberi mûcizeler ve insanların akıl yürütme gücüne
hitap eden ve onları rasyonel kanıtlarla baş başa bırakan gerçekler olan akli
mûcizelerdir.19 Mucizeler amaçları bakımından da üçe ayrılmıştır: Meydan
okuma sonucunda inkarcıların gözü önünde, onları aciz düşürecek şekilde zuhur
eden hidayet mûcizeleri, inananların ihtiyaçlarını gidermeye yönelik olarak zuhur
eden yardım mûcizeleri ve inkarda ısrar eden kavimlere ceza amacıyla; şiddetli
fırtına, korkunç bir gürültü, tûfan, zelzele gibi tabii afetler tarzında gerçekleşen,
düşmanlar tarafından katledilmek şeklinde de görülen helak mucizeleridir.20
A. Mucizenin özellikleri
Mucizenin özellikleri genel olarak şu şekilde sıralanabilir:
1- İlahi bir fiil olması,
2- Harikulade bir olay olması,
3- Nübüvvet iddiası ve tehaddi ile birlikte zuhur etmesi,
4- İddiaya uygun olarak meydana gelmesi,
17
Musa Koçar, ‘’Mâturîdî’ye göre Nübüvvetin Gerekliliği ve Hz. Peygamberin Nübüvveti’’,
Süleyman Demirel Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Felsefesi Anabilim dalı VI. Kutlu Doğum
Sempozyumu (Tebliğler), 2003, s.104.
18
Topaloğlu – Çelebi, a.g.e, s.219.
19
Halil İbrahim Bulut, ‘’Mûcize’’, DİA, XXX, s.350, Mâturîdî, Tevilat’ul-Kuran, V, 58.
20
Bulut, a.g.e, s.351.
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
11
5- Peygamberin elinde zuhur etmesi,
6- Peygamberi yalanlamaması gibi özelliklerdir.21
B. Kendisinden Mucize İstenen Peygamberler
Kendisinden mucize istenen geçmiş peygamberler şunlardır:
1234567-
Hz. Nûh,22
Hz. Hûd,23
Hz. Salih,24
Hz. Lût,25
Hz. Şuayb,26
Hz. Mûsâ,27
Hz. İsâ,28
C. Peygamberimize Yapılan Mucize Talepleri
Peygamberimize yapılan mucize taleplerini de altı başlıkta sıralamak
mümkündür:
1- Göğe yükselmesini ve kitap getirmesini istemeleri,29
2- Allah’ı görmek istemeleri,30
3- Meleklerin peygamber gönderilmesini istemeleri,31
4- Hz. Peygamber’e verilen nübüvvetin kendilerine de verilmesini
istemeleri,32
5- Hz. Peygamber’in zengin ve varlıklı olmasını istemeleri,
6- Geçmiş peygamberlerinkine
istemeleri 34.
benzer
mûcizeler33
21
Halil İbrahim Bulut, Kur’an Işığında Mucize ve Peygamber, İstanbul; 2002, s.43.
Hûd 11/27.
23
El-Â’râf 7/65; el-Ahkâf 46/21.
24
Eş-Şu’arâ 26/146.
25
El-Ankebût 29/29.
26
Eş-Şu’arâ 26/185-187.
27
El-Â’râf 7/105; el-Bakara 2/60; el-Â’râf 7/160; el-Bakara 2/55.
28
El-Mâide 5/112-115.
29
El-Müddessir 75/52.
30
El-En’âm 6/158; el-İsrâ 17/92; el-Bakara 2/118.
31
El-İsrâ 17/94.
32
El-En’âm 6/124.
22
göstermesini
12
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
D. İnkarcıların Mucizeleri Reddetme Sebepleri
Son olarak da inkarcıların mûcizeleri reddetmelerinin arkasında yatan
sebepler şu şekilde sıralanabilir:
1- Kibir ve inat,35
2- Haset,36
3- Liderlik sevdası, siyasi çıkar ve nüfuz mücadelesi,
4- Zenginlik ve mala güvenme,37
5- Taklitçilik / muhafazakârlık38 gibi sebepler sıralanabilir.39
Verilen bu bilgilerden sonra Mâturîdî’ye göre nübüvvet ve mucize
meselesinin ne olduğu ve birbirleriyle ilişkisi konusuna geçebiliriz.
E. Kitabu’t-tevhid ve Te’vilatu’l-Kur’an’da Nübüvvet ve Mucize
İmam Mâturîdî, Kitabu’t-tevhid adlı eserinin nübüvvet bölümüne,
nübüvvete
karşı
tavırları
zikrederek
başlamış
sonrasında
bu
tavırları
cevaplandırmıştır. Daha sonra Peygamberimizin nübüvvetiyle ilgili kısımdan
önce Verrak (ö. 247)’ın nübüvvet konusundaki görüşlerini zikrederek tenkit
etmiştir. Nübüvvet bölümündeki son bahiste Hıristiyanların Mesih İsâ hakkındaki
görüşlerini belirterek tenkit etmiştir. Genel olarak bu eserin nübüvvet bölümünde
bu bahislerin var olduğunu söyleyebiliriz.
“İnsanlar risalet konusunda çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. Hidayet
önderleri ve bilge kişiler onu kabul etmişlerdir. Buna mukabil, a) Yaratıcıyı inkar
edenler, b) O’nun mevcudiyetini benimsemekle birlikte buyruğu ve yasağı
olabileceğini kabul etmeyenler, c) Bunu benimsedikleri halde insan aklının tek
başına yeterli olup risaletten müstağni kalacağını zannedenler nübüvveti
33
El-Furkân 25/4-5.
Ayrıntılı bilgi için bknz: Bulut, a.g.e, s.125-155.
35
Eş-Şu’arâ 26/111.
36
El-En’âm 6/124.
37
Hûd 11/27.
38
Ez-Zuhruf 43/24.
34
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
13
reddetmişlerdir. Bu inkarcı görüşlere şunu da eklemek söz konusudur; d) Risalet
iddiasında bulunan kişinin göstereceği mucizeleri kahinlerin, sihirbaz ve
gözbağcıların fiillerine denk tutmak da mümkündür, e) Üstelik nübüvvet
iddiasında bulunanların izhar ettikleri olağan üstü görünümlü olaylar karşısında
muhatapların aciz kalışı, onlarda bu tür fiillerin gerektirdiği eğitim ve
alışkanlığın bulunmayışı sebebine de bağlanabilir; zaten peygamber diye ortaya
çıkanlar, bütün toplulukların fiil gücünü denemiş ve zorlamış değillerdir.’’40
İmam Mâturîdî bu görüşleri teker teker ele alarak cevaplandırmıştır.
Yaratıcı inkar edenlerin O’nun ispatı konusunda tartışmaya davet edileceğini
bundan sonra O’nun peygamber göndermesi konusunda konuşulacağını
belirtmiştir. Peygamberlerin muhataplarını âciz bırakan mucizeler göstermesi,
onları elçilikle görevlendiren varlık adına doğru söylediklerini delilidir şeklinde
devam etmiştir.41 Buyruğunu ve yasağını kabul etmeyenlere karşı Allah’ın hakîm
olduğunu hatırlatmış, emir ve yasağının, vaad ve tehdidinin varlığını kabul
etmeyenlerin bahsettiği ilahın hikmetten yoksun olarak kainatı sadece yaratmak
sonra da yok etmek üzere var ettiğini iddia ettiklerini, Allah’ın fiilleri bu şekilde
amaçsız olan bir ilah olmadığını söylemiştir.42 İmam Mâturîdî hikmeti şu şekilde
tanımlamıştır: Bir şeyin tam yerine koyulması ve kendisinden olmayanların
olanlardan ayrılmasıdır.43Allah’ın emir ve yasağının hikmetini de insanların arzu
ve şehvetleriyle süreklilikleri için her türlü şeye saldırmasını engellemek, böylece
insanlar arasında çıkması muhtemel tartışma ve çekişmeden onları uzaklaştırmak;
imtihan;44 elde edilecek menfaatin veya bertaraf edilecek zarardan haberdar
etmek45 ümit ve korku ilkeleri; doğruya uyan mükâfat ve nefsâni arzularına uyan
da hak ettiği cezayı alsın46 şeklinde sıralamıştır.
39
Bulut, a.g.e, s.157-165.
Mâturîdî, Kitabu’t-tevhid, s. 221.
41
Mâturîdî, a.g.e,, s. 222.
42
Mâturîdî, a.g.e, s. 222.
43
Mâturîdî, Tevilat’ul-Kuran, XV, 311.
44
Mâturîdî, Kitabu’t-tevhid, s. 222.
45
Mâturîdî, a.g.e, s. 223.
46
Mâturîdî, a.g.e, s. 224.
40
14
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
“Şimdiye kadar söz konusu ettiğimiz hususlarda peygamberlerin
mevcudiyetine hükmetmenin gereği vardır; öyle ki onlar insanlara adalet ve
doğruluğun belirtileriyle bunların zıddı olan zulüm ve yalanın alametlerini
göstermiş olsun, hem de mahiyeti tam manasıyla anlaşılamayan her şeyi açıklığa
kavuşturmak şartıyla. Ancak bu sayededir ki beşeri davranışlar övgüye layık bir
konum alabilir”.47
Peygamber gönderilmesinin gereksizliğine inananların öne sürdüğü
görüşlerden biri de aklın yeterli olacağı şeklindedir. Bu görüştekiler Allah’ın emir
ve nehyini kabul ederken peygamber göndermesinin mümkün olmadığını iddia
etmişlerdir.48 Mâturîdî, bu durumu insanların, besinlerden hangilerinin hastalığa
ve ölüme sürükleyeceğini denemeler yaparak öğrenmelerinin aklen kabul
edilemez bir şey olduğunu kabul etmesine benzeterek, yeryüzündeki bütün
nesnelerin mahiyetini Allah’ın kendisine bildireceği bir zatın bulunmasının
gerekliliğine bağlamıştır.49 Ayrıca dillerin öğrenilmesinin, nesnelerin isimlerinin
öğrenilmesinin, çocuk eğitimi bilgisinin, sanatlar, tıp, mesleklerin tamamı, şehir
ve ülke yolları, hayvanların eğitimi ve kullanılması bilgilerinin de insanların akli
çıkarımlarıyla değil bizzat peygamberlerin öğretmesiyle meydana geldiğini
söyleyerek peygamberlerin gerekliliğinin temellerini vurgulamıştır.50
Peygamberlerin gönderilmesine itirazlardan biri de insanların bilgi sahibi
olması durumudur. Ancak şu bir gerçektir ki âlimler dahi kendi aralarında
ihtilaflara düşmektedirler. Bunun nedeni birinde olan bilginin diğerinde
olmamasıdır. Aralarındaki ihtilafın sebebi bilgi eksiliği iken kabul edilmesi
gereken de bu bilginin Allah nezdinde sabit olduğudur. İşte bu bilgi insanlara
peygamberler aracılığıyla verilmiştir.51
Ayrıca insanlar bilgiye sahip olsalar bile onları saran dünya meşgaleleri
yüzünden akıllarının doğru çalışmasını sağlayamayabilirler. İnsan yapısına
yerleştirilen çeşitli sıkıntılar, acılar gibi durumlar aklın gerçeği kavramasına engel
47
Mâturîdî, a.g.e,
Mâturîdî, a.g.e,
49
Mâturîdî, a.g.e,
50
Mâturîdî, a.g.e,
51
Mâturîdî, a.g.e,
48
s. 224.
s. 224.
s. 225.
s. 226.
s. 228.
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
15
olabilir. Nefsin arzularının ve dünyevi emel ve lezzetlerin çokluğunun da
olumsuz etkileri vardır. Bu durumda insanlara yol gösterecek gerçek kılavuzlara
ihtiyaç vardır ve onlar Allah’ın elçileridir.52 Aklın nübüvvetten müstağni olduğu
kabul edilseydi bile, lütuf ve keremde bulunmak açısından peygamber göndermek
yine yerinde olurdu. Bu, azının yetmesine rağmen bunca nimet ayrıca lezzet
vasıflarını var eden Allah’ın lütfu ile aynı konumdadır.53 Aslında peygamber
gönderilmesi insanların imtihan dünyasındaki işlerinin kolaylaştırılması anlamına
da gelmektedir. Akıl bazı konularda yeterli olsaydı bile hatırlatma, yol gösterme,
yanlış yolu belirtme gibi peygamberlerin görevlerinden olan hususlar insan için
kolaylaştırıcı amillerdir. Akıl bunları kendi kendi kendine idrak kabiliyetine sahip
olsa dahi nefsani duygunun hakim olduğu durumlarda akla yardımcılar tayin
edilmesi neden yargılansın ki!54
Verrak’ın mucizeler konusundaki görüşü, peygamberlerin hitap ettikleri
toplulukların
insanların
bütün
güçlerini
denememiş,
bazı
fiillerin
gerçekleştirilmesinde tabiata has özelliklere vakıf olamamış topluluklar olduğu
şeklindedir.55 Yani peygamberler bu insanlara nisbeten onların bilmediği
durumları bildiklerinden dolayı onları aciz bırakabilmişlerdir. Eğer bu insanların
vukûfiyeti olsaydı, bu olayların mıknatıs taşının demiri çekmesinden56 farklı bir
durumda olmadığını anlayacaklardı demek istemektedir. İmam Mâturîdî Verrak’a
şu şekilde cevap vermiştir: “ Sen kendin sözünü ettiğin insanların yeteneklerine
ve tabiatın özelliklerine vakıf olma seviyesine ulaşabildin mi ki şu anda
söylediklerinin peygamberlere yönelik bir eleştiri mi yoksa bir safsata mı
olduğunu tesbit edebilesin?’’57 Ayrıca peygamberlerin gösterdikleri mucizelerin
çeşitliliği
onların
arzın
yapısına
vakıf
olmalarıyla
gerçekleştirildiğini
nefyetmektedir. Böyle bir durum dahi arzın bütün özelliklerine vakıf olan
yaratıcının peygambere bunu bildirmesiyle mümkündür. Bu, eğitim öğretimle
kazanılacak bir durumdur şeklinde kabul edilse bile, peygamberlerin böyle bir
52
Mâturîdî, a.g.e,
Mâturîdî, a.g.e,
54
Mâturîdî, a.g.e,
55
Mâturîdî, a.g.e,
56
Mâturîdî, a.g.e,
53
s. 228.
s. 231.
s. 231.
s. 232.
s. 233.
16
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
çerçevede yetişip eğitilmedikleri açık olduğundan, bu mazhariyeti Allah
sayesinde elde ettikleri ve bunun ilahi bir lütuf olduğu ortaya çıkar. Zaten
peygamberler için kendi isteklerine göre mucize getirme gibi bir durum da söz
konusu değildir. Bu Batıniyye’nin görüşüdür. Onlar, arzın yapısına vukufiyetle
beraber istedikleri zaman istedikleri şekilde mucize getirmelerini sağlayacak
ruhani bir cevhere de sahip olduklarını iddia etmişlerdir. Bu yanlış bir görüştür.
Çünkü bu görüş resullerin Allah’ın izni olmadıkça ayetler getiremeyeceklerini
haber veren ayete58 uygun değildir.59 En önemli cevap ise şudur: “Nübüvveti sabit
olmuş hiçbir peygamber yoktur ki, hitap ettiği insanlar mucizeleri olmasa bile,
kendisinde, sözünün benimsenmesine vesile olacak doğruluk örneklerini
müşahede etmiş olmasınlar.’’60 Peygamberlere ait davranışlar herhangi bir aklın
ileri sürebileceği bir şüphe ya da töhmetten uzak bir mükemmeliyette
gerçekleşmiştir.61
İmam Mâturîdî, Hz. Musa’nın mucizesine sihir denmesi hususunda
Verrak’ın görüşüyle de irtibatlandıracağımız bir açıklama yapmıştır. O’nun
getirmiş olduğuna sihir dense bile bu da onun risaletine ve nübüvvetine delildir.
Çünkü bu durum da Allah’tan gelebilecek bir ilim ve haberle mümkündür. Bu da
vahiy olmadan mümkün değildir.62
İmam Mâturîdî bu ümmet üzerine Allah’ın geçerli sünnetinin azabın
ertelenmesi olduğunu söylemiştir. Hissi mucize talebi karşısında, Allah’ın,
resulünün elinde onu yaratması sonucunda inkara devam etmenin karşılığı
helâktır. Allah bu ümmetin acele ile bunu istemesini kıyamete kadar affetmiştir.
Bu yüzden Peygamberimizin mucizeleri çoğunlukla akli ve haberidir.
Muhataplarına hissi mucize göstermiş olsaydı onlar inatlarından dolayı yüz
çevirirlerdi.63 Bu durum helakı gerektirirdi. Mucize ile helak arasına böyle bir
ilişki vardır. İnat ya da kibirden dolayı yapılan talep sonucunda gönderilen
57
Mâturîdî, a.g.e, s.233.
El-Mu’min 40/79.
59
Mâturîdî, Tevilat’ul-Kuran, XIII, 97.
60
Mâturîdî, Kitabu’t-tevhid, s. 233.
61
Mâturîdî, a.g.e, s. 236.
62
Mâturîdî, Tevilat’ul-Kuran, VI, 16.
63
Mâturîdî, a.g.e, XIV, 227.
58
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
17
mucize helaka yol açacaktır. Mesela, müşriklerin melek gönderilmesini istemeleri
gibi. “Eğer onların talepleri olmadan mucize inzal olur ve onlar da inkar
ederlerse, onlara mühlet verilir, yalanlamalarından dolayı azap hemen onları
bulmaz.’’64 Peygamberimizin muhatapları da inat ve kibirle hissi mucize
istemişlerdir. Göğe yükselme, melek gönderilmesini isteme, kendilerine kitap
verilmesini isteme gibi talepleri boşa çıkmıştır. Bu talepler onların doğru yolu
bulmak
amacıyla
yönelttikleri
taleplerden
değildir,
göğün
düşmesini
istemelerinde onlara herhangi bir fayda yoktur işte bu onların taleplerindeki
amacını ortaya koymaktadır.65
III. SONUÇ VE DEĞERLENDİRME
Nübüvvetin kabulü, belirleyicilik açısından, özellikle bazı durumlarda
ulûhiyyetin kabulünden daha fazla öneme sahiptir. Kâinattaki düzenin tesadüfen var
olduğu iddiasının sahipleri dışında insanların genel olarak yaratıcıyı kabul etmede
müspet bir tavır içinde oldukları görülmektedir. Kabul edilen yaratıcının hayata
müdahalesi konusuna gelindiğinde sorun ortaya çıkmaktadır. Yaratıcının varlığını
kabul eden insanlarda O’nun bu dünyanın işleyişinde herhangi bir dahli olmadığı
görüşünde olan insanlar vardır. Nübüvvet meselesi burada önem kazanmaktadır.
Yaratıcı, bu dünyayı sebepsiz, hikmetsiz, herhangi bir amaçtan yoksun bir şekilde
yaratmamıştır. Yaratmaya değer bulunan her canlının bu dünyadaki sistem içerisinde
bir görevi vardır. Bu görev, o canlının fıtratına ters bir şekilde yüklendiği bir görev
değildir. Bu görevi herhangi bir sorgulama, anlama, kabul etme ve uygulama
aşamalarından geçmeden direkt olarak ifa eden canlılar olduğu gibi bu aşamaların
tümünden sorumlu olan teklifi hükümlerin muhatabı olan insan da vardır. İnsanın
dışındaki canlılar Allah’ın kendilerine verdiği görevi insan için yerine getirirler. İnsan
sahip olduğu aklın yanında, nefsî duyguları da olan bir canlıdır. Sorumluluğun aslı
insanındır. İnsan bu hayattaki görevi ifa edebilmek için yaratıcısının yönlendirmelerine
ihtiyaç duymaktadır. Yukarıda bahsedilen dünya meşgaleleri, nefsanî arzular, dertler,
kederler vb. durumlar sebebiyle aklın bu görevi hakkıyla yerine getirememesi normal
bir durumdur. Ayrıca sınırlı olan akıl ile gaybî alanı ilgilendiren, aşkın olanın hitabının
64
Mâturîdî, a.g.e, V, 16.
18
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
kavranması da tek başına mümkün değildir. Önemli sorunlardan biri de kavranan
hakikatlere ittibâda sürekliliğin sağlanmasıdır. Bu gibi sorunlar insanın sorumluluğunu
yerine getirememesi ile ilgili olarak ciddi bir yere sahiptir. İşte bu durumda Allah’ın,
hikmeti gereği ve lütfu dolayısıyla akla yardımcılar tayin etmesi kaçınılmazdır. Bu
yardımcılar sayesinde yaratıcı, kullarıyla irtibata geçmekte, onlara dareyn saadetinin
anahtarlarını sunmakta, karşılaşmış oldukları ya da olacakları her türlü soruna rağmen
istikamet üzere kalmalarına yardımcı olmaktadır.
Yaratıcının sistemli olarak, bir kurallar bütünü olarak dünyadaki bütün
insanlarla teker teker irtibata geçmesi mümkün olmakla beraber vâki değildir. Bu
konuda herhangi bir tartışma yoktur. Yaratıcının müdahalesini kabul edenler,
O’nun, insanlarla kendi içlerinden seçmiş olduğu elçileri aracılığıyla, bütün
insanları ilgilendirecek bir dille irtibata geçtiğini kabul etmişlerdir.
İnsanın tecrübe etmediği, bilgi sahibi olmadığı bir dünyada varlık
kazandığı düşünüldüğünde bu irtibat bir beklenti haline de gelebilir. Bu dünyada
mutlu bir şekilde yaşamak isteyen insanın yaratıcısından beklentisi kendisine ne
yapması gerektiğini gösterecek olan aklıyla beraber, kendisini yalnız bırakmayan
bir yaratıcı, hayatının her alanına müdahale eden bir Şârî’dir.
Nübüvvetin gerekliliği ile ilgili İmam Mâturîdî’nin görüşleri de bu
çerçevededir. Mucize , Allah’ın elçisi olduğunu iddia eden kişinin elinde iddiasını
ispat amacıyla Allah’ın onun elinde yarattığı adete ters olaydır. Burada üzerinde
durulması gereken kısım İmam Mâturîdî’nin de Allah’ın bu ümmet üzerindeki
sünneti olarak ifade etmiş olduğu hissi mucizelerin konumlandırılmasıdır. Son
peygamber olan Hz. Muhammed’in evrensel mesajı çerçevesinde akli ve haberi
mucizeleri üzerine bina edilen din anlayışından hareketle, hissi mucizelere
muhatap olmayan bizlere düşen, haberlerin sıhhati çerçevesinde, vaki olan
mucizeleri kabul etmekle mükellef olmamıza ilaveten, bu mucizelerin özellikle
Peygamberimizin de yer aldığı risalet zincirinde yer alan peygamberlerin elinde
vaki olduğunu, bunun mümkün olduğunu, kainatın katı bir determinizm
anlayışıyla kaplandığı anlayışına karşı durarak kabul etmemiz gerekmektedir.
65
Mâturîdî, a.g.e, VIII, 357.
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
19
Allah yaratıcı olarak hayatın her alanına müdahil olma yetkisini elinde
tutandır. Yaratmış olduğu kainatın sahip olduğunu zannettiğimiz kurallarına
uymakla O’nun da sorumlu olduğunun kabulü doğru değildir. Müdahalesi,
yaratmış olduğu insanların hayatında olduğu gibi yaratıcısı olduğu kainat için de
mümkündür. Mucizelerin imkanına bu zaviyeden bakmak, sınırlılığının,
yaratılmış olduğunun farkında olan insan için en doğru yoldur.
BİBLİYOĞRAFYA
Akçay, Mustafa, “Bir Kelam Problemi Olarak Nübüvvetin İmkanı’’,
SÜİFD, sy.3 (2001), s. 217-246.
Akgül, Muhammed, “Ebu Mansur el- Mâturîdî ve Tevilat’ul-Kur’an’’,
SÜİFD, sy. 4 ( 2001 ), s. 57-67.
Bulut, Halil İbrahim, “Mûcize’’, DİA, XXX, s. 350-354.
-------------------------, Kur’an Işığında Mucize ve Peygamber, Rağbet
Yayınları, İstanbul 2002.
İlhan, Avni, ‘‘İmam Mâturîdî ve Kitabu’t-tevhid’i’’, Diyanet İşleri
Başkanlığı Dergisi, IX/94-95 (Mart-Nisan 1970), s. 99-102.
Koçar,Musa, “ Mâturîdî’ye göre Nübüvvetin Gerekliliği ve Hz. Peygamberin
Nübüvveti’’, Süleyman Demirel Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Felsefesi
Anabilim Dalı VI. Kutlu Doğum Sempozyumu (Tebliğler), 2003, s. 103-116.
Kutlu, Sönmez, İmam Mâturîdî ve Maturidilik, Otto, Ankara 2011.
Mâturîdî, Ebu Mansur, Kitabu’t-tevhid, ( trc. Bekir Topaloğlu), İsam
Yayınları, Ankara 2005.
----------------------------, Te’vilatu’l-Kur’an, (ed. Bekir Topaloğlu), Mizan
Yayınevi, İstanbul 2005.
Tirmizi, Ebû Îsâ Muhammed bin Îsâ, Sunen, Çağrı Yayınları, İstanbul
1992.
Topaloğlu, Bekir- Çelebi, İlyas, Kelam Terimleri Sözlüğü, İsam
Yayınları, İstanbul 2010.
MÎZÂN TEFSİRİ’NE GÖRE FETRET EHLİ VE DÎNÎ SORUMLULUĞU66
Zeynep Şeker
ÖNSÖZ
Vahiyden mahrum kalan toplumlar hakikat arayışında aklı ve fıtratıyla baş
başadır. Akıl insanı bütün varlıklara üstün kılarken fıtrat uygun şartlarda insanın
hakkı bulup bağlanmasını sağlayan tabii bir vasıftır. Peki akıl ve fıtrat insanın
hakikat arayışında ne kadar yardımcı olabilir? Bu ikisi insanı doğruya iletmede
doğru yolda sabit kılmada yeterli midir? Yoksa akla rehberlik edecek fıtrî
yaratılışın yatkın olduğu hak yola iletecek ilâhî bir mesaja ve bu mesajı iletecek
bir elçiye ihtiyaç var mıdır?
İslâm düşüncesinde yaygın olan görüşe göre herhangi bir peygamberin
gelmediği bu dönem fetret dönemi bu dönemde yaşayanlarsa fetret ehlidir. Fetret
ehlinin dinî bakımdan sorumlu olup olmadığı âlimler arasında ihtilaf konusu
olmuştur.
Yapılan araştırmalarda Şiîlerin fetret ehli hakkındaki görüşleriyle ilgili
müstakil bir esere rastlanmamış bu eksikliği bir nebze olsun gidermek amacıyla
böyle bir çalışmaya ihtiyaç duyulmuştur. Ancak bütün Şiî âlimlerin konuyla ilgili
görüşünü incelemek çalışmanın kapsamı ve sürenin yetersizliği nedeniyle
gerçekleştirilememiştir. Bunun yerine son dönem önemli Şiî âlimlerden Allâme
Tabâtabâî’nin en önemli eserlerinden olan Mîzân Tefsiri’nde konuyla ilgili
âyetlerin incelenmesiyle iktifa edilmiştir.
Bu çalışmanın bahsettiğimiz boşluğu doldurması ve bundan sonra bu
alanda yapılacak çalışmalara da yardımcı olması temenni edilmekle beraber gerek
66
Bu çalışma Doç. Dr. Hatice K. Arpaguş’un danışmanlığında gerçekleştirilmiş, Ögr. Gör. Mehmet
Toprak tarafından gözden geçirilmiştir.
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
21
araştırma gerekse yazım safhasında yardımlarını esirgemeyip yol gösteren sayın
Doç. Dr. Hatice K. Arpaguş’a teşekkürü bir borç biliriz.
I. ÇALIŞMANIN AMAÇ ve METODU
Bu çalışmada fetret ehli ve dînî sorumluluğu konusuna Şîa’nın bakış
açısını ortaya koymak amaçlanmıştır. Ancak mezhep âlimlerinin hepsinin
görüşlerinin incelenmesi hem çalışmanın kapsamını aşması hem de sürenin
yetersizliği dolayısıyla tercih edilmemiştir. Bu yüzden Şiî ilim dünyasında önemli
bir yeri olan Allâme Hüseyin Tabâtabâî ekseninde mezhebin konuyla ilgili
görüşleri ele alınacaktır.
Çalışmada Muhammed Hüseyin Tabâtabâî’nin Mîzân Tefsiri adlı eseri esas
alınmıştır. Bu eser, ana kaynak olarak kullanılacaktır. Ancak yine de konunun
anlaşılması için gerekli görüldüğü takdirde diğer mezhep ve âlimlerinin
görüşlerine yer verilerek karşılaştırma yapma imkânı sağlanacaktır. Hem dirâyet
hem rivâyet tefsiri olan Mîzân Tefsiri’nde konuyla ilgili âyetlerin açıklamaları
incelenecek daha sonra ilgili âyet bağlamında eserde yer verilen hadislerle,
âyetler değerlendirilecektir. Araştırmada geçen bütün âyetlerin tercümesinde
Mustafa Öztürk’ün mealinden yararlanılmıştır. Kavram incelemelerinde âyetlerin
Arapça asılları da verilmiş böylece anlama ve anlatımda kolaylık sağlanmaya
çalışılmıştır.
Şimdi görüşlerinin daha iyi anlaşılması için Allâme Tabâtabâî’nin hayatı
ve eseri hakkında özet bir bilgi verilmesi kanaatimizce yerinde olacaktır.
II. Muhammed Hüseyin Tabâtabâî
Tam adı Muhammed Hüseyin b. Muhammed b. Muhammed Hüseyin
Tabâtabâî olan âlim 29 Zilhicce 1321 (17 Mart 1904)’de Tebriz’de doğmuş ilk
eğitimini de burada almıştır. Mensubu bulunduğu ailede pek çok âlim
yetişmiştir.67 On dördüncü büyük babasından itibaren kendi babasına kadar hepsi
Tebriz’in meşhur alim ve bilginlerindendir. Tabâtabâî; fıkıh ve fıkıh usûlü, sarf,
nahiv, matematik, felsefe, kelâm, irfan ve tefsir alanlarında derin bir bilgiye
67
Mehmet Suat Mertoğlu, ‘’Tabâtabâî’’, DİA, XXXIX, 306.
22
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
sahipti.68II. Dünya Savaşı’nda Ruslar İran’ın kuzeyini işgal edince Kum’a gitti.
Burada felsefe dersleri verdi. 69 Felsefenin temeli sayılan “Şifa’’ ve “Esfar’’ adlı
eserleri tedris etti.70
1958-1977 yılları arasında Henry Eugenie Corbin’le yürüttüğü
görüşmelerde ilâhî hikmet, gnostisizm ve tasavvuf konularında farklı din ve
kültürlerin karşılaştırmasına yönelik çalışmalar yaptı. Bu çalışmalara
Tabâtabâî’nin öğrencisi olan Seyyid hüseyin Nasr da mütercim olarak katıldı.
Humeyni’nin velâyet-i fakih doktrinini kısmen benimsemekle birlikte
aktif siyasetin içinde yer almamış sadece 1962’de Kum’da ulemânın hazırladığı
ortak bildiriyi imzalamıştır. Tabâtabâî her ne kadar 1979 İran devriminde fazla
rol almasa da, onun öğrencileri bu devrimin etkili şahsiyetlerinden
olmuşlardır.71
Tabâtabâî; Kur'an tefsiri, felsefe çalışmaları ve bu ikisini mezcetmesiyle
tanınmıştır. Kur'an tefsirinde âyetlerin zâhirî manalarını korumuş ve başta
Meşşaîler olmak üzere İslâm filozoflarını kelamcı ve mutasavvıfları tefsirde
âyetleri zâhirinden uzaklaştırdıkları için eleştirmiştir. Tabâtabâî, Molla Sadrâ’nın
eserlerini yaygınlaştırmaya çalışmış ve onun oluşturduğu tasavvuf, İşrâkîlik,
Meşşâîlik ve kelâmın sentezinden oluşan müteâl hikmet öğretisine yakın
durmuştur.
Tabâtabâî, öğrencileri vasıtasıyla da Şiî dünyasını etkilemiştir. Tahran’da
Tabâtabâî adına bir üniversite dahî kurulmuştur (Dânişgâh-ı Allâme Tabâtabâî)
Tabâtabâî’nin kırk civarında eseri vardır. Bunlardan Bazıları: 1. el-Mîzan fî
tefsîri’l Kur'an adlı eseri çalışmamıza konu olan Tabâtabâî’nin en önemli
eserlerindendir. 2. Şi’a der İslâm 3. Kur'an der İslâm 4. Usul-i Felsefe ve Reviş-i
Ri’âlism 5. Bidâyetü’l-hikme 6. Nihâyetü’l-hikme…72
III. el-Mîzân Tefsiri’nin Özellikleri
Tabâtabâî Kur'an’nın zâhiri hakkında geniş bilgiye sahipti. Eserinde bir
ayeti tefsir ederken konuyla ilgili gördüğü bütün Kur'an âyetlerini göz önünde
bulundururdu. Tabâtabâî’ye göre Kur'an âyetlerinin birbiriyle çelişmesi söz
68
http://elmizantefsiri.tripod.com
Mehmet Suat Mertoğlu, ‘’Tabâtabâi’’, DİA,XXXIX, 307.
70
http://elmizantefsiri.tripod.com
71
Mehmet Suat Mertoğlu, ‘’Tabâtabâi’’, DİA,XXXIX, 307.
72
http://elmizantefsiri.tripod.com.
69
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
23
konusu değildir. Çünkü âyetler arasında çelişki olduğunu söylemek Kur'an’nin
mûcizevî özelliğiyle bağdaşmaz.
Eser rivâyet tefsiri özelliği de taşımaktadır. Sünnet hakkında da derin bilgi
sahibi olan âlim, âyet tefsirlerinde sünnetten delil ve teyit edici rivâyetler
getirerek istidlâl şeklinde yararlanmıştır. Eğer sünnette bir delil veya teyit edici
bir rivâyet yoksa o zaman ilgili âyetin tefsirinde sünnetle çelişkili yorum
olmamasına dikkat ederdi. Çünkü Tabâtabâî’ye göre âyetlerle sünnetin birbiriyle
çelişmesi mümkün değildir.
Müellif âyetleri tefsir ederken aklî istidlallerden de yararlanmıştır. Ancak
bu
yararlanma
şer’î-taabbudî
hükümlerde
değil
istidlâl
veya
istinbât
mahiyetindedir. Tabâtabâî’ye göre akıl ve vahiy birbiriyle çelişmez. Çünkü
Allah’ın uyum içerisindeki iki hücceti birbirine aykırı olamaz.
Allâme Tabâtabâî fıkıh ve fıkıh usûlü gibi naklî ilimlerde de derin bilgi
sahibi olduğundan incelediği âyet hakkında naklî bir delil bulunmadığında, bu
ilimlerin kesin temelleriyle çelişkili bir yorumda bulunmazdı. Ona göre âyetin
içeriği ile bu ilimler arasındaki çelişki; Kur'an’ın Kur'an ile, sünnetin sünnetle
veya sünnetin Kur'an ile çeliştiği anlamına geleceğinden kesinlikle kabul
edilemezdi.
Tabâtabâî’ye göre; muhkem âyetlerinin en belirgini “ O’nun gibi bir şey
yoktur’’ âyetidir. Müellif müteşâbih âyetleri muhkem âyetlere dayanarak tefsir
eder. Hadisleri Kur'an’a sunmada da muhkem âyetleri ölçü olarak alır.
Merhum Allâme Tabâtabâî bilimsel varsayımları asla kanıt olarak görmez
ve âyetlerin tefsirinde varsayımlara yer vermez.
Tefsirde önceliği zâhirî mânâya veren âlim, âyetin kavramsal tefsirinde
bâtını esas almazdı. Sadece âyetin zâhirinin hüccet değerini koruması şartıyla
bâtına geçerdi.
Temel ve anahtar âyetlerden hareketle diğer âyetleri anlama yöntemi, pak
Ehl-i Beyt imamlarının yöntemidir. Bu yöntemde Allah’ın zâtının birliğini,
yaratıcının birliğini, Rabbin birliğini, mâbudun birliğini vurgulayan, bununla
birlikte Allah’ın kutsal zâtının cemal ve celal sıfatlarını açıklayan tevhit âyetleri,
“seçkin kilit âyetler’’ olarak kabul edilir. Bu “seçkin kilit âyetler’’ in Kur'an’ın
içerdiği bilgilerin anahtarlarının bir bölümünü oluşturdukları kabul edilir. Bunlar
24
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
olmadan hiçbir âyetin anlaşılması mümkün değildir. ‘Seçkin kilit âyetler’’
Kur'an’ı anlamanın bütünsel kurallarını içerir. Tabâtabâî’ye göre bu yöntem
unutulmasaydı Kur'an’ın pek çok sırrı açığa çıkardı.73
Müellife göre bütün âyetler birbiriyle uyumludur, aralarında asla bir çelişki
yoktur. Nitekim Tabâtabâî şöyle demiştir: Kur'an âyetlerine mesani adı
verilmiştir. Çünkü âyetlerin bazısı, diğerlerini açıklamaktadır ve onlara eğilim
gösterip yönelmektedir.
Özetle söylemek gerekirse müellif âyetleri tefsir ederken Kur'an’ı Kur'an ile
tefsir metodunu seçmiş bunu yaparken incelenen ayetlerle ilgili olan rivayetlere
de yer vererek istidlal veya istinbat şeklinde aklı kullanmayı da ihmâl etmemiştir.
Çünkü Tabâtabâî’ye göre Kur'an sünnet ve akıl birbiriyle çelişmez. Bu şekliyle
eserin bir Şiî tefsiri olmasına rağmen ehl-i sünnetin tefsir metoduyla da yakınlık
gösterdiği söylenebilir.74
IV. Fetret Kavramı
Arapça ftr kökünden gelen fetret kelimesi sözlükte, “hiddetten sonraki
sakinlik, şiddetten sonraki yumuşaklık ve kuvvetten sonraki zayıflık’’ demektir.75
İki peygamber arasında risaletin kesintiye uğradığı zaman da fetret kelimesiyle
ifade edilmiştir.
76
Fetret daha çok Hz. İsa ile Hz. Muhammed arasında geçen
tebliğsiz dönem için kullanılır. Bununla birlikte Kur'an’ın indirilişi sırasında
vahyin kesildiği, devletlerin gelişme ve ilerlemesinin durduğu ve merkezî
otoritede zayıflamanın görüldüğü zamanlar ve tasavvufta müridin seyr u sulûkte
gevşeklik gösterdiği zaman için de fetret kelimesi kullanılmıştır.
Kur'ân-ı Kerim’de fetret kelimesi üç yerde geçmektedir. Bunlardan ikisi fiil
biri ise isim şeklindeki kullanımlardır. Fetret kelimesinin fiil haliyle kullanıldığı
âyetler Enbiya ve Zuhruf sûrelerindedir.77 ’’Dahası onlar dur durak bilmeksizin
her daim O’nun şanını yüceltirler’’ meâlindeki Enbiya sûresinde “ara vermek’’
anlamında ‫ ﻳﯾﻔﺘﺮﻭوﻥن‬kelimesi kullanılmıştır. Zuhrufta ise “ hafiflemek’’ manasnıdaki
‫ ﻳﯾﻔﺘﺮ‬kelimesi şu mealde kullanılmıştır: “Üstelik azapları hiç hafifletilmeyecek
73
el-Mîzân, I, 12.
http://elmizantefsiri.tripod.com 17.12.2011.
75
Râgıb el-Isfahânî, el-Müfredât fî garîbi’l Kur'an, ‘’ftr’’ mad, s. 277.
76
İbn Manzûr, Lisânü’l Arab, ‘’ftr’’mad, s.349.
77
el-Enbiyâ 21/20, ez-Zuhruf 43/75.
74
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
25
orada tam bir çaresizlik ve ümitsizlik içinde kıvranacaklar.’’ Kelimenin isim
olarak geçtiği tek yer ise Mâide sûresindedir. ‫ ﻓﺘﺮﺓة‬şeklindeki kullanım ile âyette
“Ey Yahudiler ve Hristiyanlar! Hesap günü gelip çatınca,’’Dünyada iken bize ne
bir müjdeci ne bir uyarıcı geldi!’’ gibi bir mazeretin arkasına sığınmamanız için,
peygambersiz geçen uzunca bir dönemin ardından size bütün gerçekleri açıkça
bildiren elçimiz (Muhammed) geldi. Evet, işte size hem bir müjdeci hem de bir
uyarıcı geldi. Unutmayın ki Allah her şeyi gerçekleştirme gücüne sahiptir!’’78
buyrulmaktadır.
Görüldüğü gibi bahsedilen ilk iki âyette fetret kelimesi daha çok sözlük
manasında kullanılırken terim anlamı Mâide sûresindeki âyette verilmiştir. Bu
âyet ileride konuyla ilgili olarak tekrar ele alınacaktır.
Fetret kelimesi, “vahyin kesintiye uğradığı dönem’’ anlamında hadislerde de
geçmektedir. Nitekim hem Buhari hem de Müslim’de ‫ ﺛﻢ ﻓﺘﺮﺍاﻟﻮﺣﻲ ﻋﻨﻲ ﻓﺘﺮﺓة‬rivayeti
vardır.79 Bazı hadislerde fetret “Hz. İsa ile Hz. Muhammed arasında geçen altı
yüz yıllık zaman’’ anlamında ‫ ﻓﺘﺮﺓة ﺑﻴﯿﻦ ﻋﻴﯿﺴﻲ ﻭو ﻣﺤﻤﺪ ﺳﺖ ﻣﺎءﺓة ﺳﻨﺔ‬şeklinde gelmiştir.80
İbn Mes’ud’un rivâyet ettiği bir hadise göre de; Hz. Peygamber bir gün
hastalanmış ve ağlayarak şöyle demiştir: Ağlıyorum çünkü hastalık bana güçlü
olduğum zaman değil ibâdât ve mücâhedâtımda eksikliğin olduğu fetret halinde
isabet etti.81
Bir başka hadis-i şerifte Hz. Peygamber bütün sarhoşluk verici içkileri
yasaklamış ve içildiğinde bedeni kızıştırıp vücutta gevşekliğe sebep oldukları için
bunlara “müfettir’’ demiştir.82
Bazı rivâyetlerde de Hz. Peygamberin İslâm öncesi dönemde yaşayan ve
Hz. İbrahim’in dinine inanan Varaka b. Nevfel ve Zeyd b. Amr b. Nüfeyl’in
kurtuluşa erdiğini haber vermiştir.83
Kısaca söylemek gerekirse Kur'an ve hadislerde, fetret kelimesi hem sözlük
hem de terim anlamında kullanılmıştır.
78
el-Mâide 5/19.
Buhari, ‘’Edeb’’, 118; Müslim, ‘’İman’’, 257.
80
Buhârî, ‘’Menâkıbu’l-ensâr’’, 53.
81
İbn Manzûr, a.g.e, s.349.
82
İbn Manzûr, a.g.e, ‘’ftr’’mad, s.349.
83
Metin Yurdagür, a.g.e, s. 475.
79
26
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
V. Kelâm’da Fetret
Akaid ve kelâm literatüründe fetret daha çok, bir peygamberin ortaya
koyduğu, tahrife uğramamış bir davetle karşılaşma imkânından mahrum kalan
insanların dinî sorumluluğu bakımından üzerinde durulan bir kavramdır. Bu
meseleyle ilgili tartışmalar II. (VIII) yüzyıla kadar uzanır. Peygamber davetinden
haberdar oldukları halde iman etmeyenlerin sorumlulukları konusunda ittifak
eden İslâm âlimleri fetret ehlini çeşitli gruplara ayırmışlardır. Bunlar üç grupta
toplanabilir: 84
a) Hiçbir peygamber davetinden haberdar olmayan, Hz. İsâ ile Hz.
Muhammed arasında yaşayan ve akıl yürütme yoluyla veya geçmiş semâvî
dinlerin tesiriyle tevhide inananlardır. Bunlardan tevhide inanalar kurtulacak,
tevhidden sapanlar ise sorumlu tutulacaklardır. Hz. Peygamber döneminde
yaşayan Zeyd b. Amr. Nüfeyl, Varaka b. Nevfel ve Kus b. Sâide gibi muvahhitler
bu gruba girerler. Metafizik düşüncelerden ve dinî inançlardan tamamen mahrum
olan kimseler gerçek anlamda fetret ehlini oluştururlar. Puta tapan bütün Arap
müşrikleri bu kısma girerler. İslâm ortaya çıktıktan sonra bu dinden haberi
olmayanlar da fetret ehli sayılır. Bunlar, genellikle kültür ve medeniyetten uzak
olan ve bugün bile rastlanılan ilkel kabilelerdir.
b) Hz. Peygamberin anne ve babası İslâm öncesi dönemde yaşayıp vefat
etmişlerdir. Bunlar Hz. Muhammed’e yakınlıkları dolaysıyla âlimlerce ayrı olarak
ele alınmışlardır.
c) Ergenlik çağına ulaşmadan ölen Müslüman veya kâfir çocuklarıdır.
Bunlardan Müslüman çocukların kurtuluşa erdiği yönünde genel bir kanaat
varken kâfir çocuklarının durumu hakkında ihtilaflar vardır.
VI. Fıtrat ve Dînî Sorumluluk
Kur'ân-ı Kerim’e göre Allah insanı en güzel sûrette yaratmıştır.85 Çünkü
insan göklerin ve yerin üstlenmekten kaçındığı emaneti (akıl, irade sahibi olup
sorumluluk almayı) yüklenme cesaretini göstermiştir.86 Allah, insanı yeryüzünde
halifesi ilân etmiştir.87 Hz. Âdem’den beri bütün insanlar Allah’ın varlığını,
84
Metin Yurdagür, ‘’Fetret’’, DİA, XII, 475.
et-Tîn 95/4.
86
el-Ahzâb 22/72.
87
el-Bakara 2/30.
85
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
27
birliğini kabul şeklindeki tevhid dinini benimseyecek ve hayatlarını tevhidin
esaslarına göre düzenleyecek özellikte yaratılmıştır.
Nitekim Rum Sûresi 30. âyette inasanların hak dini benimseyecek özellikte
yaratıldıkları şöyle ifade edilmektedir:
‫ﻓﺎﻗﻢ ﻭوﺟﻬﮭﻚ ﻟﻠﺪ ﻳﯾﻦ ﺣﻨﻴﯿﻔﺎ ﻓﻄﺮﺕت ﷲ ﺍاﻟﺘﻲ ﻓﻄﺮ ﺍاﻟﻨﺎﺱس ﻋﻠﻴﯿﻬﮭﺎ ﻻ ﺗﺒﺪ ﻳﯾﻞ ﻟﺨﻠﻖ ﷲ ﺫذﻟﻚ ﺍاﻟﺪﻳﯾﻦ ﺍاﻟﻘﻴﯿﻢ ﻭوﻟﻜﻦ ﺍاﻛﺜﺮ‬
‫ﺍاﻟﻨﺎﺱس ﻻ ﻳﯾﻌﻠﻤﻮﻥن‬
Âyette geçen ‘fıtrat’ kelimesinin anlamı hakkında âlimler arasında farklı
görüşler vardır. Bazıları bu kavrama “başlangıç, Allah’ın ilk yaratılışta her insan
için belirlediği değişmesi mümkün olmayan farklı inanç ve bunun sonucu olan
nihâî mutluluk veya bedbahtlık’’ anlamı verirken diğer bazıları da fıtrattan
maksadın “ Allah’ın Âdem’in neslinden, dünyaya gelmeden önce iman ettiğine
dair aldığı ikrar ve mîsâk’’ olduğunu söylemişlerdir. Âlimlerin bir kısmı da her
doğan çocuğun fıtrat üzere doğduğunu bildiren hadisteki fıtratın sadece
Müslüman doğanlar için olduğunu; zira herkesin Müslüman olarak yaratılması
durumunda Allah’ın’’Andolsun biz, cehennemlik olmayı hak eden birçok cin ve
insan yarattık’’88 demesinin ve kâfirlerle ilgili daha başka hükümler koymasının
anlamı kalmazdı.89Selef ulemâsı başta olmak üzere İslâm âlimlerinin çoğuna göre
ise; bu âyette geçen “fıtrat’’ kavramı, her insanın İslâm üzere yaratılış hâli
demektir.
90
Genel olarak Şiî bilginlerde fıtratı “bütün insanların tevhîd ve İslâm
üzere yaratılması “mânâsında anlamışlardır.91
Kur'ân-ı Kerim‘de insanların hiçbir şey bilmez durumda dünyaya
geldikleri ifade edilmiştir (en-Nahl 16/78). Buna göre yeni doğanlarla ilgili fıtrat
kavramı onların yaratılış, tabiat ve mizaç bakımından temiz olduğuna işaret eder;
bunlar ancak reşit olduktan sonra iman ve küfrü seçerler. Eğer insanlar
başlangıçtan itibaren iman veya küfür üzere yaratılmış olsalardı hiçbir zaman
inançlarını
değiştirmezlerdi.
Buna
göre
fıtrat
“hakkı
benimseme
yatkınlığı’’dır.92Kısacası Kur'ânî kullanımı ile, fıtrat; evreni yaratan Allah’ın
bütün yarattıkları dışında insan için uyguladığı özel yaratma modeli ve bu
88
el-A’raf 7/179.
Hayati Hökelekli, ‘’Fıtrat’’, DİA, XIII, 47.
90
Mustafa Akçay, Çağdaş Dünyada İnsan ve Dinî Sorumluluğu,İstanbul:Işık Yayınları, 2002 s.71.
91
Mustafa Öztürk, a.g.e, s.75.
92
Hayati Hökelekli, a.g.e, s.47.
89
28
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
modelle birlikte insanın, birtakım eğilim ve karakter özellikleriyle saf bir şekilde
dünyaya gelmesidir.93
Âyette geçen “hanif’’ kelimesi bir kavram olarak; müşrikliğin zıddı
anlamında sadece Allah’a yönelen ve bu yönelmeyi sürdüren (muvahhid)
kimsenin sıfatıdır. Bu yönüyle hanif, din kavramının inanç boyutunu tevhid
olarak açıklamaktadır. 94
Bu açıklamalardan da anlaşıldığı gibi insanın fıtrat üzere yaratılması
demek; insanın her türlü şirkten uzak mutlak dinin özü ve esası95 anlamındaki
hanif dinini benimseyecek vasıfta yaratılmasıdır.
Peki insanın hakkı bilecek özellikte yaratılması, hakkı bulabilmesi için
yeterli midir? Bu soru İslam âlimleri arasında peygamberlerin dâvetini anlayacak
konum ve kıvamda (fıtrat) yaratılan insanın dinî sorumluluğu için, aklın tek
başına yeterli olup olmadığı, buna ne gibi ilâve şartların eklenebileceği, özellikle
fetret ehlinin şer’î hükümlerden hangilerine muhatap olacağı şeklindeki hususlar96
bağlamında tartışılmış ve bu bağlamda farklı düşünceler ortaya çıkmıştır.
Kelâmcıların
hemen
hepsi,
aklın
epistemolojik
fonksiyonunun
vazgeçilemez olduğunda hemfikirdirler. Ancak aklın, bütün varlık ve olayların
bilgisini kuşatma gücü hakkında farklı görüşler ileri sürmüşlerdir.
Mutezile’nin büyük çoğunluğu insanların vahyî bilgiye muhtâc olduklarını
kabul etmekle beraber, aklı mutlak bilgi kaynağı olarak görüp aklı nakle
öncelemiştir. Çünkü onlara göre akıl, Allah’ın varlığını bilmek, iyi ile kötüyü
ayırabilmek için yeterli olduğu gibi Allah’ın sıfatları ve âhiretin mâhiyeti gibi
konuları da kavrayabilecek konumdadır. Ehl-i Sünnetten Selefiyye’ye mensup
olanlar ve bunların özellikle son dönem bilginleri ise naklin açıklanması için akla
ihtiyaç olduğunu kabul etmekle beraber aklı dinin gerçeklerini anlamada tek
başına yeterli görmez. İnsan aklının sınırlı olduğunu kabul eder. İmam Eş’ari ise
“Biz peygamber göndermedikçe hiçbir kavmi cezalandırmayız’’ âyetinden
hareketle vahiy gelmeden insanın hiçbir dinî sorumluluğu olmadığını savunup
93
İsmail Çalışkan, Kur'an’da Din Kavramı, Ankara: Ankara Okulu Yayınları, 2002, s.125.
İsmail Çalışkan, a.g.e., s.130-131.
95
İsmail Çalışkan, a.g.e, s.127.
96
Metin Yurdagür, İslâm Düşüncesinde Fetret Kavramı,İstanbul:Marifet Yayınları,1998 , s.29.
94
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
29
aklın her şeyi anlamaktan âciz olduğunu düşünmektedir.97 İmam Mâturîdî’ye göre
ise akıl özellikle Allah’ın var ve bir olduğu görüşüne ulaşabilecek potansiyele
sahiptir. Hatta Allah’ın zâtî sıfatlarının varlığına da akıl yoluyla ulaşılabilir.98
Yani İmam Maturîdî insanın mârifetullah konusundaki sorumluluğu açısından
herhangi bir fetret kabul etmemektedir.99
Daha önce de belirtildiği gibi insan hakkı bilmeye yatkın bir fıtrat üzere
yaratılmıştır. Ayrıca her ne kadar sınırlılıkları konusunda farklı görüşler bulunsa
da akılda iyi ve kötüyü ayırt etme bakımından insana yardımcıdır. Bununla
birlikte her insanda aklı kullanma kâbiliyeti aynı değildir. Aklı kullanmalarına
göre insanlar arasında görülen bu farklılık onları vahye muhtaç kılmaktadır.100 Bu
da nübüvvetin gerekliliğini ortaya koymaktadır. Cenâb-ı Hak peygamberleri
aracılığıyla doğru yolu göstermeseydi kişilerin ve toplumların bu yolu bulmaları
mümkün olmazdı. Ayrıca Allah’ın sorumlu kıldığı halde insana yol göstermemesi
O’nun zikredilen isim ve sıfatlarıyla çelişir. Kelâmcıların çoğu bu görüştedir.
Mu’tezile ile bir kısım Şîa âlimleri bunu Allah için bir zorunluluk olarak görürken
Mâturîdiyye ve Selefiyye mensupları hikmet ve lütfunun sonucu diye
açıklamışlardır. 101
Din, iradi bir seçimle benimsenen bir olgudur. Âhiretteki ceza ve mükâfatı
gerektiren bu dünyadaki dînî sorumluluk ise ancak mükellefiyetten sonra söz
konusudur. Yoksa doğuştan sahip olunan fıtrat dînî sorumluluk için yeterli
değildir. Çünkü bütün insanlar fıtrat üzere doğmasına rağmen gerek aile gerekse
birtakım çevresel etkenlerle insanın bu saf yaratılışı değişebilmektedir.
Dolayısıyla dîni sorumluluk benimsenen inanç ve işlenen fiilere göre
gerçekleşecektir.102 İnsanları doğru yola sevketmek için zaman zaman Allah
Teâlâ peygamberler göndermiştir. Ancak peygamber tebliğine mazhâr olamamış
ya da peygamber tebliği kendisine ulaştığı halde birtakım psikolojik engeller,
97
Metin Yurdagür, a.g.e, s. 29.
Hülya Alper, İmam Mâtürîdî’de Akıl-Vahiy İlişkisi, İstanbul:İz Yayıncılık, 2009, s.161.
99
Metin Yurdagür, a.g.e, s.30.
100
Hülya Alper, a.g.e, s.163.
101
Yusuf Yavuz Şevki, ‘’Nübüvvet’’, DİA, XXXIII, 282.
102
Metin Yurdagür, a.g.e, s.30.
98
30
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
tebliğin doğru bir şekilde ulaşmaması gibi sebeplerle hak dine girmeyen insanlar
da vardır. Fetret ehli denen bu kesimin dînî sorumluluğu konusunda İslâm
âlimleri arasında farklı görüşler vardır.
VII. Fetret Ehli Tanımları
İslâm âleminde genel kabul gören tanım Mâide Sûresi’nde bulunur. “Ey
Yahudiler ve Hristiyanlar! Hesap günü gelip çatınca,’’ Dünyada iken bize ne bir
müjdeci ne bir uyarıcı geldi!’’ gibi bir mazeretin arkasına sığınmamanız için,
peygambersiz geçen uzunca bir dönemin ardından size bütün gerçekleri açıkça
bildiren elçimiz (Muhammed) geldi. Evet, işte size hem bir müjdeci hem de bir
uyarıcı geldi. Unutmayın ki Allah her şeyi gerçekleştirme gücüne sahiptir!’’103
Âyetten yola çıkarak fetret ehlinin tanımını şu şekilde yapabiliriz:
Peygamber ve vahiy gönderilmesine ara verildiği, ilâhî hakikatlerin zayıflayıp
dinî cehaletin yaygınlık kazandığı Hz. İsâ ile Hz. Muhammed arasındaki
dönemde yaşayan insanlardır. Ancak farklı tanımlar yapanlar da olmuştur. Buna
göre fetret ehli tanımları üç gruba ayrılabilir:104
1. Fetret Ehlini Muayyen Bir Dönem, Dinî Grup veya Kavme Tahsis Eden
Tarifler
Fetret ehli kavramını terim manasında açık bir şekilde ilk kullanan, İslâm
tarihçisi Mes’ûdî’dir. Mes’ûdî fetret ehlini, Hz. İsâ ile Hz. Muhammed arasındaki
dinî cehaletin yaygınlık kazandığı ara dönemde yaşamış olan Ehl-i kitap ve Arap
Hanîfler’den oluşan tevhid ehli topluluğu olarak tanımlamıştır.
Bu gruba giren bir başka tanım ise fetret ehlini Hz. İsmail ile Hz.
Peygamber arasında yaşayan Araplara has kılan tanımdır. Bu tanımı yapan İslâm
bilginleri buna sebep olarak Hz. İsmail’den sonra Hz. Muhammed’e kadar
Araplara peygamber gönderilmemesini göstermişlerdir.105
2. Fetret Ehlini Belli Bir Döneme Tahsis Eden Tarifler
Bu gruptakiler fetret ehlinin “Hz. İsâ ile Hz. Peygamber arasındaki dönemde
yaşayan insanlar’’dan oluştuğunu ileri sürerler. Daha önce de belirtildiği gibi
İslâm âlimlerinin çoğu bu yaklaşımı benimsemiştir.
103
el-Mâide 5/19.
Mustafa Akçay, Çağdaş Dünyada İnsan ve Dinî Sorumluluğu,İstanbul: Işık Yayınları, 2001, s. 355.
105
Mustafa Akçay, a.g.e, s.356.
104
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
31
3. Fetret Ehlini Resulullah’tan Önceki Herhangi İki Peygamber Arasındaki
Dönemde Yaşayanlara Şamil Kılan Tanımlar.
Fetret ehlini bu şekilde tanımlayan âlimlerden bazıları; Tacuddin es-Sübkî
(ö. 771/1370) ve Celaleddin es-Suyûtî’dir. Subkî fetret ehlini " herhangi iki
peygamber arasındaki dönemde yaşayan, bir önceki peygamber kendilerine
gönderilmemiş, bir sonrakine de yetişememiş insanlar’’106 diye Suyûtî’de “İki
peygamber
döneminde
yaşayıp
da
bir
önceki
peygamber
gönderilmemiş bir sonrakine ise yetişememiş bulunan ümmetler’’
kendilerine
107
şeklinde
benzer tanımlar yapmışlardır.
VIII. Fetret Döneminin Vukubulma Şartları
Kur'ân-ı Kerim’de zikredilen âyetler, İslâm âlimlerinin tespitleri, tarihî ve
sosyolojik gerçekler göz önünde bulundurulursa fetret ehlinin genel nitelikleri ve
tahakkuk şartları şöyle sıralanabilir:
1. Peygamber gönderme ve vahiy indirmenin kesintiye uğraması108
Fetret kavramında aslolan, tanımda yer alan “iki peygamber arasındaki
inkıta’’ değil peygamber ve vahiy gönderilmesinin kesintiye uğraması, bu sebeple
de insanların dinî bakımdan zaaf göstermeye başlamalarıdır.
2. Bu kesintinin uzun bir zaman dilimini kapsaması veya iki hak din
arasındaki zaman uzaklığı.
Zemahşerî (ö.538/1210), Fahreddin er-Râzî (ö.606/1210) gibi âlimler “Bilakis,
biz o devrin insanlarıyla senin aranda nice nesiller yarattık ve onların yaşadıkları
devirden bugüne kadar da çok uzun zamanalar geçti.’’109 meâlindeki âyetten hareketle
Allah’ın vahiy ve peygamber göndermesinin gerekçesini, fetretin uzaması olarak
açıklamışlar ve bunun ilâhî adâlete delâlet ettiğini ileri sürmüşlerdir.110 Bu şart
özellikle sözlü kültüre sahip toplumlarda zamanla dinî hayatın değişikliğe uğrayıp
tahrîf olmasıyla beraber genel bir cehalet getirmesine bağlıdır.
106
Mustafa Akçay, a.g.e, s.359; krş. Tacuddin es-Subkî, Cem’u’l-Cevâmî, I, 63.
Mustafa Akçay, a.g.e, s.359; krş. Celâleddin es-Suyûtî, Mesâliku’l-hünefâ fî vâlideyi’l-Mustafâ, s. 17.
108
el-Mâide 5/19.
109
el-Kasas 28/45.
110
Akçay Mustafa, a.g.e, s.46; krş. Zemahşerî, el-Keşşâf, III, 171; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’lgayb, XXIV, 257.
107
32
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
3. Dinî cehâlet ve gafletin yaygınlık kazanması
Dinî cehâlet ve gafletin yaygınlık kazanması fetretin en önemli şartı
sayılabilir. Çünkü esasında vahiy ve peygamber gönderilme sebebi de
toplumlardaki bu yozlaşmanın artmasıdır. Bu dinî cehalet sadece kendileri değil
ataları da uyarılmadığı için111 ortaya çıkabileceği gibi başka toplumlara gelmiş de
olsa önceki hak dinin değiştirilmesi tahrîf olması veya tamamen silinmesi
sebebiyle de ortaya çıkabilir. Aynı zamanda bu dinî cehalet hala devamlılığı olan
hak dinin yanlış aktarılması sebebiyle de gerçekleşebilir.
4. İlâhî dinin asıl ortaya çıkıp yayıldığı coğrafî bölgeye olan uzaklık.
Her ne kadar günümüzdeki ulaşım araçlarıyla mesafeler kısalsa da yine de
büyük insan kitleleri için bu şart her zaman geçerli olacaktır.112
IX. Fetret Ehlinin Tasnifi
İmam Gazzâli fetret ehlini ( Gazzâli bunlara “uzak memleketlerde yaşayan
ve kendilerine İslâmın daveti ulaşmayan Rum ve Türkler’’ demektedir) şu üç
gruba ayırır.
a) Hz. Muhammed’in ismini hiç duymayanlar
b) Hz. Peygamberin ismini, sıfatlarını ve gösterdiği mucizeleri duyan, İslâm
memleketlerine yakın yerlerde yaşayan kâfir ve mülhidler
c) Bu ikisi arasındaki grup. Bunlar Hz. Peygamberin ismini duymuş ama
Hz. Peygamber onlara küçüklüklerinden beri “İsmi Muhammed olan yalancı ve
dalaverecinin biri peygamberlik iddiasında bulunmuştur.’’ şeklinde tanıtılmıştır.
Bu grup Hz. Peygamberin vasıflarını zıtlarıyla beraber duymuşlardır.113
X. Fetret Ehlinin Dinî Sorumluluğu
İslâm öncesi veya İslâm öncesi yaşayan ve herhangi bir peygamberin
tebliğine mazhar olamayanların dinî sorumluluğu hakkında ileri sürülen görüşler
dört grupta toplanabilir.114
111
Yâ-sîn 36/5-6.
Mustafa Akçay, a.g.e, s. 45-47.
113
İmam-ı Gazzâlî, Ebu Hamid b. Muhammed b. Muhammed Ahmed et-Tusi, Hüccetü’l İslâm,
İslâmda Müsamaha (trc. Süleyman Uludağ), İstanbul: İrfan Yayınevi, 1972, s.60-61.
114
Metin Yurdagür, ‘’Fetret’’, DİA, XII, 475.
112
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
33
1. Fetret ehli putperest, müşrik veya tanrıtanımaz olsa dahi dinî sorumluluk
taşımayıp, âhirette kurtuluşa erip cennete girecektir. Bu görüşü savunanlara göre
peygamber dâvetine nâil olamayanlar akıl yürüterek dinî sorumlulukların neler
olduğunu bilemezler.115 Çünkü akıl tek başına hüsün ve kubhu bilemez. Akıl bazı
durumlarda iyi ile kötüyü ayırabilse bile bu dinî bakımdan bir zorunluluk
getirmeyip herhangi bir sorumluluk yüklemez.116 Kur'ân-ı Kerim’de peygamber
gönderilmedikçe azab edilmeyeceğini117 ve dinî sorumluluk için peygamber
gönderilmesinin gerekli olduğunu118 bildiren âyetler bu görüşü savunanların
Kur'an temelli delilleridir. Eş’ariye’nin çoğunluğu başta olmak üzere Hâriciler ve
Şîa bu görüştedir. İmam Şâfiî, Ahmed b. Hanbel, Muhammed Abduh gibi bazı
âlimler bu görüştedir. Bu âlimlerin bir kısmı fetret ehli için “kurtuluşa erenler’’
ifadesini kullanırken bir kısmı da onları Müslüman veya Müslüman hükmünde
kabul edip bu şekilde âhiretteki durumlarına da işaret etmişlerdir.119
Araştırmada esas alınan Mîzân Tefsiri müellifide bu görüşü benimseyenler
arasındadır. İlerleyen bölümlerde ilgili âyetlerin Mîzân Tefsiri’ndeki yorumu
ışığında müellifin görüşleri açıklanacaktır.
2. Fetret ehli Allah’ın varlığı ve birliğini bulmakla mükelleftir. Ayrıca akıl
yürüterek bilinebilecek iyi şeyleri yapıp kötü şeylerden sakınmakla da
sorumludur. Bu yükümlülükleri yerine getiren kurtuluşa erip cennete girer, yerine
getiremeyen ise cehenneme girecektir.
Nitekim ergenlik çağına ulaşmış kimse Allah’ın varlığı ve birliğini kabulle
birlikte akıl yürütme yoluyla birtakım iyi fiilleri işleyip kötülerden sakınmakla
mükellef olur. Peygamberlerin tebliği ise; akıl yoluyla bilme imkânının olmadığı
âhiretle ilgili meseleler, ibâdetler ve bazı hukuk ve ahlâk kuralları gibi hususlar
konusunda mükellefiyet getirir. Bu konulardaki dinî sorumluluk ancak vahiyle söz
konusu olur. Hz. İbrahim’in akıl yürüterek Allah’ın varlığı ve birliğine ulaştığını
ifade eden âyetler120 ve akıl yürütmenin kişiyi ebedî felaketten kurtaracağı
yönündeki âyetler bu görüşü savunanların Kur'an’den getirdikleri delillerdir.
115
Metin Yurdagür, a.g.e, s.475.
Mustafa Akçay, Çağdaş Dünyada İnsan ve Dinî Sorumluluğu, İstanul: Işık Yayınları, 2001, s.395.
117
el-İsrâ 17/15; eş-Şuarâ 26/208-209; el-Kasas 28/59 .
118
Tâhâ 20/134; el-Kasas 28/47.
119
Metin Yurdagür, a.g.e, s.476.
120
el-En’am 6/76-79; el-Mülk 67/10.
116
34
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
Peygamber gönderilmedikçe azap edilmeyeceğini bildiren ayetlerdeki
azaptan maksat dünyadaki sıkıntı ve felâketlerdir. Yükümlülüğün peygamber
dâvetine bağlı kılınması ise vahyin bütünüyle ilgilidir.
Bu görüşü savunanlar başta Ebû Hanîfe olmak üzere İmam Mâturîdî ve
Mâturîdîliğe bağlı olanların çoğu ile Mutezile’nin tamamıdır. Bazı Selefiyye ve
Eş’ariyye âlimleri de kısmen bu görüşü benimsemişlerdir.
3. Fetret ehlinin durumu âhirette bir imtihan yapıldıktan sonra belli
olacaktır. Ahmed b. Hanbel’in rivâyet ettiği bir hadise göre âhirette sağırlar, geri
zekâlılar ve hak dinin davetine çok ileri yaşta muhatap olanların yanı sıra fetret
döneminde yaşayıp ölenler Allah’a karşı mazeret beyan edeceklerdir. Bunun
üzerine onlara cehenneme girmeleri emredilecek emre itaat eden kurtuluşa erecek
itaat etmeyen ise imtihanı kaybedip ebedî hüsrana uğrayacaktır. 121
Başta Beyhakî, İbn Teymiyye, İbn Kesîr, İbn Kayyım el-Cevziyye ve İbn
Hacer olmak üzere Selefiyye’nin çoğunluğu bu görüştedir. Bu âlimlere göre akıl
tek başına birtakım gerçekleri kavrayabilse de bu konuda bütün insanlar aynı
kapasiteye sahip değildir. Dinî sorumluluğun sadece akla bağlanması doğru
olmadığı gibi peygamber tebliğine mazhâr olamayanların hiçbir imtihana tâbî
olmadan kurtuluşa ermesi de isabetli bir görüş değildir.
Asıl imtihan yeri dünya olmasına ve âhiretin sadece bir mükâfât ve cezâ yeri
olmasına rağmen bazı kimseler için âhiret imtihan yeri de olabilir. 122 Ayrıca bazı
rivâyetlerde âraf ehli arasında fetret ehlinin de zikredilmesi bu tür bir âhiretin
mümkün olduğunu düşündürebilir.123
4. Fetret ehli cennete veya cehenneme girmeyecek, dirilişin ardından hesaba
çekilip, cezaları süresince mahşerde azap gördükten sonra hayvanlarla beraber
yok edilecektir. Çünkü cennete ancak gayba iman edenler girebilir. İmanla ilgili
gaybî konularda âhirette açığa çıkacağından artık burada iman etmenin bir anlamı
kalmayacaktır. Âhiret sadece bir cezâ ve mükâfat yeri olduğu için de orada bir
imtihan yapılması söz konusu değildir. Fetret ehli peygamber davetine muhatap
olmadığı için de bunların cezalandırılması ilâhî adâlete uygun değildir. Bu görüş
İmam Rabbâni’ye âittir.124
121
Metin Yurdagür, a.g.e, s.476; krş. Müsned, IV, 24.
Metin Yurdagür, a.g.e, 476.
123
Metin Yurdagür, a.g.e, 476; krş. Muvaffak Ahmed Şükrî, 77-83.
124
Metin Yurdagür, a.g.e, 476; krş. el-Mektûbât, I, 238.
122
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
35
XI. Mîzân Tefsiri’ne Göre Fetret Ehli ve Dinî Sorumluluğu
İslâm âlimlerinin çoğuna göre fetretin manasının; peygamber ve vahiy
gönderilmesine ara verildiği, ilâhî hakikatlerin zayıflayıp dinî cehaletin yaygınlık
kazandığı Hz. İsâ ile Hz. Muhammed arasındaki dönem olduğu ve fetret ehlinin
de bu dönemde yaşayan insanlar olduğu önceki bölümlerde belirtilmişti. Bu
mânâ’ nın en açık şekilde Mâide sûresinde geçtiğine de dikkat çekilmişti.125
Mîzân Tefsiri’nde de fetretin tanımı en açık şekilde yine Mâide sûresinde
görülür. Nitekim konuyla ilgili âyetin açıklamasında müellif fetretin
Müfredat’taki tanımını zikrettikten sonra ‫ﻳﯾﺎ ﺍاﻫﮬﮪھﻞ ﺍاﻟﻜﻠﺘﺎﺏب ﻗﺪ ﺟﺎءﻛﻢ ﺭرﺳﻮﻟﻨﺎ ﻳﯾﺒﻴﯿﻦ ﻟﻜﻢ ﻋﻠﻲ ﻓﺘﺮﺓة ﻣﻦ‬
‫ ﺍاﻟﺮﺳﻞ‬âyetinde geçen fetret kavramını " Allah’ın elçisinin gelişinden yoksun,
sessizlik boşluk dönemi’’126 şeklinde tanımlamıştır. Bu âyetin tefsirinde
zikredilen rivâyetlerden biri Tefsir-i Kummî’den alınmıştır. Tefsir-i Kummî’ye
göre İmam Bâkır şöyle demiştir: “Burada, elçi gönderilişinin kesintiye uğramış
olması kastediliyor.’’ El-Kâfi’de müellifin yer verdiği bir rivâyete göre: Hişam b.
Abdülmelik beraberinde Ömer b. Hattab’ın azadlı kölesi Nafi vardı. Etrafında
insanların kümelendiği İmam Bâkır’a baktı. Nafi’ ve halifeye insanların etrafında
toplandığı kişinin kim olduğunu sordu. Halife şu cevabı verdi. “Bu adam
Kûfelilerin peygamberidir. (Halife bunu suçlamak için söylüyor yoksa Şiîler onun
peygamber olduğuna inanıyor değildi.) Bu Muhammed b. Ali’dir. Bunun üzerine
Nâfi’ ona sadece peygamberlerin bileceği bazı sorular sorarak bir oyun
oynayacağını söyledi ve İmam Bakır’ın yanına giderek ona Hz. İsa ile Hz.
Muhammed arasında kaç yıl geçtiğini sordu. İmam Bakır “Kendi görüşümü mü
yoksa senin görüşünü mü söyleyeyim’’ diye sorunca Nâfi’ “iksini de’’ dedi. O
zaman İmam Bâkır “Bana göre aradan beş yüz yıl geçti sana göre ise altı yüz yıl’’
cevabını verdi.127
Tabâtabâî, ayetin sebeb-i nüzuluyla ilgili bunlardan başka rivâyetlere de yer
vermiştir. Ancak bu rivâyetlerin teorik olduğunu yani hadislerin âyete
uyarlanmasının teorik olduğunu ve âyetlerin sanki herhangi bir nedene bağlı
olmadan nâzil olduğunu ileri sürer.128
125
Mâide 5/19.
el-Allâmetü’s-Seyyid Muhammed Hüseyin et-Tabâtabâî, el-Mîzân fî tefsîri’l Kur'an (trc.
Vahdettin İnce), İstanbul: Kevser Yayınevi (ts.), V, 430.
127
Tabâtabâî, a.g.e, V, 480.
128
Tabâtabâî, a.g.e, V, 481.
126
36
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
Âyetlere yaptığı açıklamalardan yola çıkarak Allâme Tabâtabâî’nin; fıtrat,
aklın idrak kapasitesi, nübüvvetin gerekliliği ve konusundaki görüşleri hakkında
bilgi vermek, konunun anlaşılması bakımından yerinde olacaktır. Müellif; fıtratı
“yaratılış düzeni arasında uyum bulunan din’’ şeklinde tanımlamaktadır. Rûm 30.
Âyette geçen Allah’ın fıtratı’ndan maksadın, yüce Allah’ın insanın öz doğasına
yerleştirdiği iman etme yeteneği olduğu görüşündedir.129 “Feterallah’ulhalke’’
ifadesinde kastedilen Allah’ın, varlıkları kendileri için öngörülen fiilleri
işleyebilecek nitelikte yaratmasıdır.130 Fıtrat ve hanif dini, bilgileri ve yasaları
insanın yaratılışına ve varoluş türüne dayalı olarak bina edilen dindir.131
Tabâtabâî’ye göre akıl; hayrı şerden, yararlı olanı zararlıdan ayırmak için
kullanılır. Ancak akıl; maslahat ve mefsedetin bilinmesinde, 132 tevhid, nübüvvet
ve meâd gibi usulüddin konularını idrakte yetersiz kalır.133
Tabâtabâî tefsirinde fürûa dair sorumluluklarda olduğu gibi hak ve bâtıl
konusunun
da
ancak
nübüvvetle
bilinebileceğini
savunur.
Kulun
sorumluluklarının tebliği ve şer’î hükümlerin açıklanması nübüvvetle olur.
Nübüvvet ilâhî muâhezeyi ve mağfireti sâbit kılar. Yani âhirette sevap ve ikab
yani
mükâfât
134
gerçekleşebilir.
ve
cezâ
ancak
nübüvvet
söz
konusu
olunca
Tabâtabâî’ye göre Kur'ân-ı Kerim’de geçen akıl yürütmeden
kasıt ise; hakka olan davetin gerektirdiği aklî yükümlülük ve insanın hakka boyun
eğmesinin vacipliğinin gerçekliğini aklın bulmasıdır.135
Allâme Tabâtabâî'nin; aklın bütün hakikatleri kavrayamayacağından
hareketle herhangi bir peygamber davetine mazhar olamamış kimselerin dinî
bakımdan sorumlu olmadığını savunan Eş’arîlerle aynı görüşü paylaştığı
görülmektedir. Çünkü daha önce de belirtildiği gibi Tabâtabâî aklın sınırlı ve
nübüvvetin ise hak ve bâtılı anlama noktasında gerekli olduğunu savunmaktadır.
Tabâtabâî’ye göre Allah; geniş rahmeti ve inâyetiyle insanları uyaran bir
129
Tabâtabâî; a.g.e, VII, 421.
Tabâtabâî, a.g.e, VII, 419.
131
Tabâtabâî, a.g.e,VII, 421.
132
el-Allâmetü’s-Seyyid Muhammed Hüseyin et-Tabâtabâî, el-Mîzân fî tefsîri’l Kur'an, BeyrutLübnan: Müessesetü’l e’lâmî li’l matbûa’t, 1997, XIX, 369-370.
133
Tabâtabâî,a.g.e, XIII, 58.
134
Tabâtabâî, a.g.e, XIII, 58.
135
Tabâtabâî, a.g.e, XIX, 369.
130
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
37
peygamber göndermedikçe onları yok edici bir azab ile cezalandırmayacaktır.136
Nitekim İsrâ sûresi onbeşinci âyet açıklanırken geçmiş milletlerin helâk
edilmesinde izlenen ilâhi metodun Allah’ın azâbından uyaran bir resul
gönderilmesi olduğu zikredilmiştir. Böyle bir resul gelmedikçe helâkin söz
konusu olmayacağı belirtilmiştir.137 Çünkü küfr, fısk ve haktan uzaklaşma ilâhi
muâheze sonucunu doğurur. Hiçbir peygamber göndermeden insanların kendi
elleriyle işledikleri bu küfr ve fısktan dolayı azaba uğratılmaları şöyle bir bahane
ileri sürülmesini mümkün kılar138 “Ey rabbimiz! Bize de bir peygamber
göndermiş olsaydın senin buyruklarına uyar ve böylece mümin kimseler
olurduk’’139 Tahâ yüz otuz dördüncü âyette şöyle buyrulmaktadır: “Eğer biz,
peygamber ve vahiy göndermeden şu veya bu şekilde bir azapla onları helak
etmiş olsaydık hesap gününde mutlaka şöyle derlerdi: Ey rabbimiz! Keşke bize
bir peygamber gönderseydin de böyle zelil ve perişan olmadan önce senin
buyruklarına uysaydık.’’Tabâtabâî bu ve bunun gibi konuyla ilgili diğer
âyetlerin140 açıklamasında inanmayanları helâk etmeden önce peygamber
gönderilmesinin
söylemektedir.
bütün
bahaneleri
ortadan
kaldırma
amaçlı
olduğunu
141
Allâme Tabâtabâî Kasas sûresinde geçen “Ey Peygamber! Rabbin hiçbir
memleket ahalisini, kendi, içlerinden onlara ayetlerimizi/mesajlarımızı açıkça
tebliğ eden bir elçi göndermedikçe helak etmez. Dahası biz, ahalisi Allah’a isyan
ve günahkârlığı meslek edinmiş memleketlerden başka yeri imha etmeyiz.’’142
ayetinden hareketle ilâhî azâbın vukû bulma şartlarını şöyle sıralamaktadır:
âyetleri okuyan bir elçi gönderilmesi ve böylece ileri sürülebilecek bütün
bahanelerin ortadan kaldırılması, Allah’ın âyetlerini inkâr etmek sûretiyle
zâlimlerden olunması ve Allah’ın resulünün yalanlanması.143
136
Tabâtabâî, a.g.e, XIII, 58.
Tabâtabâî,a.g.e, XIII, 57.
138
Tabâtabâî, a.g.e, XVI, 51.
139
el-Kasas 28/47.
140
el-İsra 17/15; Ta-hâ 20/134; el-Kasas 28/59; eş-Şuârâ 26/209.
141
Tabâtabâî, a.g.e, XIII, 58; XIV, 240; XV, 324; XVI, 62.
142
el-Kasas 20/59.
143
Tabâtabâî, a.g.e, XVI, 62.
137
38
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
Daha öncede belirtildiği gibi müellif peygamber gönderilmedikçe dinî
sorumluluğun söz konusu olamayacağını ve azâbın ancak uyarıcı bir peygamber
gönderilmesine bağlı olduğunu düşünmektedir. Bunun sebebini de Allah’ın
zulmetmeyeceğini bildiren âyete bağlamaktadır.144 Uyarıcı bir peygamber
göndermeden yok edici bir azapla helak etmek zulümdür. Zulümse Allah’ın
işlerinden değildir.145
Hz. Peygamber’in anne ve babasının İslâm’ın doğuşundan önce vefat
etmeleri fetret ehli bağlamında ebeveyni resul meselesinin müstakil olarak
incelenmesine sebep olmuştur. Ebeveyn-i Resul’ün dini sorumluluğu ve âhiretteki
durumu hakkındaki görüşler iki gruba ayrılabilir:
Birinci görüşe göre; ebeveyn-i resul ebedî kurtuluşa mazhar olmuştur.
Müslüman âlimlerinin çoğunun benimsediği görüş budur. Ebu Hanîfe’ye göre Hz.
Peygamber’in ebeveyni fıtrat üzere ölmüştür.146 Fahreddin er-Râzî gibi bazı
âlimler ise ebeveyn-i resulün o dönemdeki hanif dinine mensup olduklarını ileri
sürmüşlerdir. Bazı müteahhir hadis kitaplarında Hz. Peygamberin anne ve
babasını diriltmesi için Allah’a niyaz ettiği, Yüce Allah’ın da onları dirilttiği ve
iman etmelerinden sonra tekrar âhirete intikal ettirdiği rivâyet edilmiştir.
İkinci görüş Beyhaki ve İbn Teymiyye ‘ye aittir. Bu âllimler Tevbe
sûresinde geçen
“Müşriklerin imana gelmeden öldükleri ve dolayısıyla
cehennemlik oldukları açıklık kazandıktan sonra ne peygamber ve ne de
müminler, yakın akrabaları bile olsa onlar için Allah’tan af dileyemez.’’147
âyetinin kapsamına ebeveyn-i resulün de girdiğini ve onların mümin ve sorumlu
sayılamayacağını savunmuşlardır. Bu âlimler ayrıca Hz. Peygamber’in annesi için
af dilemek için Allah’tan izin istediği ancak Allah teâla’nın buna izin vermediği,
kabrini ziyaretine ise izin verdiği şeklindeki hadisi de bu meselede delil olarak
zikretmişlerdir.148
Ebeveyn-i resul meselesine Mîzân Tefsiri’nin bakışını araştırmak üzere
Tevbe sûresinin ilgili âyetine149 bakılmış ancak konuyla ilgili bir açıklamaya
144
eş-Şuârâ 26/209.
Tabâtabâî,a.g.e, XV, 324.
146
Metin Yurdagür, a.g.e, 476.
147
Tevbe 9/113.
148
Metin Yurdagür, a.g.e, 476.
149
et-Tevbe 9/113.
145
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
39
rastlanmamıştır. Müellif bu âyeti açıklarken ebeveyn-i resule hiç değinmemiştir.
Ancak bu âyetin müşriklerin ebediyen cehennemlik olduğunu gösterdiğini ileri
sürmüştür. Çünkü müşrikler, Allah düşmanıdır. Bu yüzden yakın akraba olsalar
dahi onlar için Allah’tan af taleb etmek câiz değildir. Nitekim müellife göre; ilgili
âyetten önceki iki âyette geçtiği üzere, Hz. İbrahim de Allah düşmanı olmadığı
zannıyla babası için istiğfarda bulunmuş, ancak babasının Allah düşmanı bir
müşrik olduğu ortaya çıkınca bundan vazgeçmiştir.150
Mîzân Tefsiri’nde Tevbe sûresi yüz on üçüncü âyetin inişiyle ilgili şu
rivâyetler zikredilmiştir:
Said b. Müseyyeb’in babasından aldığı bir rivâyete göre Hz. Peygamber
amcası Ebû Tâlib’e vefat etmeden önce kelime-i tevhidi telkin edip müslüman
olmasını istemiş ancak o, bunu reddetmiştir. Bunun üzerine Allah Teâlâ resulüne
istediği kimseyi hidâyete erdiremeyeceğini bildiren âyetini vahyetmiştir. Müellif bu
rivâyetle ilgili ehl-i sünnetin yorumunu eleştirmektedir. Zirâ ehl-i sünnet; Hz.
Peygamberin müşrik olduğu halde amcası için istiğfar ettiğini gördükten sonra
onlarda kendi yakınları için istiğfar etmeye başlamıştır şeklinde bir kanıya sahiptir.
Ancak ehl-i beyt; Ebû Tâlib’in müslüman olduğu, fakat Hz. Peygamberi korumak
için bunu gizlediği konusunda ittifak halindedir. Nitekim sahih rivâyetlerde onun
tevhidi ve nübüvveti tasdik ettiğine işaret eden pek çok delil vardır.151
Mucme’den aktarılan bir başka rivâyete göre; müslüman olduğu halde
farzlar henüz nâzil olmadan vefat edenlerin durumu Hz. Peygamber’e soruldu.
Bunun üzerine bu âyet indi. 152
Görüldüğü üzere Allâme Tabâtabâî, müşriklere yakın akraba bile olsa
istiğfar edilemeyeceği düşüncesindedir. Müellifin bu görüşü ehl-i sünnetin
görüşüyle de uygunluk göstermektedir. Bununla birlikte Tabâtabâî’nin ne
konuyla direkt ilgili olduğu düşüncesiyle âlimlerin çoğunun delil gösterdiği
Tevbe sûresinin bu âyetinde ne de araştırma süresince incelenen âyetlerin
herhangi birinde ebeveyn-i resul meselesine değinmemiştir. Mîzân Tefsiri
üzerinde yapılan sınırlı araştırmadan yola çıkılarak denilebilir ki müellifin bu
konuyu, incelenmesi gereken bir mesele olarak görmemiş olması da muhtemeldir.
150
Tabâtabâî,a.g.e, IX, 411-412.
Tabâtabâî, a.g.e,IX, 421.
152
Tabâtabâî, a.g.e,IX, 421.
151
40
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
SONUÇ
Yüce Allah yeryüzünün halifesi olarak seçtiği insanoğlunu yüklenmiş
olduğu emanetin ağırlığı sebebiyle adaleti gereği en üstün surette yaratmıştır.
İnsanı diğer varlıklardan ayıran ve üstün kılan sahip olduğu akıl ve irade gücüdür.
İnsan aklıyla iyiyi kötüden ayırabilir iradesiyle de seçme özgürlüğünü kullanır.
Ancak insan seçimini etkileyen tek unsur akıl değildir. Nefis, aklın önüne geçerek
doğru ve iyi olanı seçmesine engel olur. Her ne kadar insan hak dini
benimsemeye yatkın bir vasıfla yaratılmış olsa da insan; çevre gibi dış, nefs gibi
iç faktörler sebebiyle doğrudan sapıp yanlış yollara girebilir. İşte bu durumda
vahiy devreye girer. Vahiy, akla rehberlik ederek doğruya sevkeder.
Tabâtabâî’ye göre de akıl iyiyi kötüden, hayrı şerden ayırmada kullanılır
ancak usulüddin konularında aklın idraki yetersiz kalır. İbâdât, âhiret gibi bu
konuların anlaşılması ancak nübbüvvetle yani peygamber mesajıyla mümkün
olabilir. Müellif fıtratın Allah’ın, insanın öz doğasına yerleştirdiği iman etme
yeteneği; fıtrat dinin ise, yaratılış düzeni arasında uyum bulunan din olduğu
görüşündedir.
İşte vahyin bu yol göstericiliğinden mahrum zaman ve toplumlarda yaşayan
insanın sadece saf fıtratıyla hakkı bulup bulamayacağı bulsa bile dinî bakımdan
sorumlu olup olamayacağı âlimler arasında tartışma konusu olmuştur. Bu noktada
aklın iyi ve kötüyü ayıramayacağını ya da en azından bu konuda yetersiz
kalacağını düşünenler vahiy gelmeden insanın doğru yolu bulamayacağını
dolayasıyla dinî bir sorumluluğu olmadığını savunmuşlardır. Maturîdî gibi bazı
âlimler ise Allah’ın varlığı ve birliği dahil olmak üzere aklın birtakım gerçekleri
kendi başına bulabileceğini bu yüzden vahiy gelmese bile insanın bunlardan
sorumlu olduğunu ileri sürmüşlerdir. Ancak bu görüşteki âlimler ibâdetler gibi
konularda aklın sınırlı olduğundan hareketle peygamber davetiyle muhatab
olmayanların dinî sorumluluğunu da tevhidle sınırlı tutmuşlardır. Araştırmada
esas alınan Mîzân Tefsiri müellifinin de içerisinde olduğu bir diğer grup ise fetret
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
41
ehli denen vahiy ışığından mahrum kesimin dinî bakımdan hiçbir sorumluluğu
olmadığı görüşündedir.
Allâme Tabâtabâî vahye ve peygamber dâvetine mazhar olamamış
insanların dinî bakımdan sorumlu olmadıklarını, ilgili âyetlerde geçen’’ ta’zîb’’
den kastın yok edici dünyevî bir cezalandırma olduğunu,153 uyarıcı bir resul
gönderilmeden gerçekleşecek bir azabın zulüm olduğundan hareketle ilâhî
muahezenin ancak peygamber gönderilmesine bağlı olduğunu düşünmektedir.
Hz. Peygamberin İslam’dan önce vefat eden anne ve babasının durumu da
âlimler arasında ayrı bir tartışma konusu olmuştur. Bir kısım, ebeveyn-i resulün
kurtuluşa erdiğini düşünürken bir başka grup tevbe sûresindeki âyete dayanarak
onların mümin veya sorumsuz sayılamayacağını savunmuştur. Tabâtabâî ise bu
konuda herhangi bir görüş beyan etmemiş, belki de bu konuyu tartışmaya gerek
görmemiştir. Sadece ilgili âyetin tefsirinde müşriklerin; Allah düşmanı olmaları
sebebiyle ebediyen cehennemde kalacakları, yakın akrabaları bile olsa
müminlerin müşrikler için af talebinde bulunmaktan men edildikleri şeklinde
açıklamalarda bulunmuştur.
Fetret ve fıtrat kavramlarının birbiriyle ilişkisine çalışmada yer verilse de
zaman yetersizliği sebebiyle “fıtrat” âyetinin Mîzân Tefsiri’ndeki yorumuna
bakılamamıştır. Bu her ne kadar bir eksiklik gibi görülse de ele aldığımız
âyetlerde fıtratla ilgili açıklamaların yeterli olacağı düşünülmüştür.
Müellifin konuyla ilgili yaptığı açıklamalar ehl-i sünnet yorumuna oldukça
yakındır. Ancak ilgili âyetlerde yapılan açıklamalar oldukça sınırlıdır. Tabâtabâî
fetretle ilgli âyetlerde “peygamber davetine muhatab olmayanlar’’ şeklinde
kelimenin terim mânâsına uygun bir açıklama getirse de fetret ehli terkibini hiç
kullanmaması dikkat çekicidir. Çalışma neticesinde bu tespitten de yola çıkılarak
fetret ehli konusunun müellif nezdinde çok geniş tabanlı bir tartışma alanı bulmadığı
düşünülebilir.
153
Tabâtabâî,a.g.e, XIII, 58.
42
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
BİBLİYOGRAFYA
Akçay Mustafa, Çağdaş Dünyada İnsan ve Dinî Sorumluluğu, İstanbul: Işık
Yayınları, 2002.
Alper Hülya, İmam Mâtürîdî’de Akıl-Vahiy İlşkisi, İstanbul: İz Yayıncılık, 2009.
Çalışkan İsmail, Kur'an’da Din Kavramı, Ankara: Ankara Okulu Yayınları, 2002.
el-Allâmetü’s-Seyyid Muhammed Hüseyin et-Tabâtabâî, el-Mîzân fî tefsîri’l
Kur'an (trc.Vahdettin İnce), İstanbul: Kevser Yayınevi (ts.).
el-Allâmetü’s-Seyyid Muhammed Hüseyin et-Tabâtabâî, el-Mîzân fî tefsîri’l
Kur'an, Beyrut-Lübnan: Müessesetü’l e’lâmî li’l matbûa’t, 1997.
Hökelekli Hayati, “Fıtrat’’, DİA, XIII, 47-48.
http://elmizantefsiri.tripod.com, 17.12.2011.
İbn Manzur, Ebü’l Fadl Cemalüddin Muhammed b. Mükerrem b. Ali b. Ahmed
el- Ifrikî el- Ensârî el-Hazrecî, Lisânu’l-Arab,(nşr. Ahmed Faris eş-Şİdyak),
Bulak: el- Matbaatü’l mîriyye, 1309/1882.
İmam-ı Gazzâlî, Ebu Hamid b. Muhammed b. Muhammed b. Ahmed et-Tusi
Hüccetü’l İslâm, İslâmda Müsamaha (trc. Süleyman Uludağ), İstanbul:
İrfan Yayınevi,1972.
Mertoğlu, Mehmet Suat, “Tabâtabâî’’, DİA, XXXIX, 306-308.
Öztürk Mustafa, Kur'ân-ı Kerim Meali: Anlam ve Yorum Merkezli Çeviri,
İstanbul: OTTO, 2008.
Râgıb el-Isfahânî, Ebu’l Kasım el-Hüseyin b. Muhammed b. el- Mufaddal, elMüfredât fî garîbi’l Kur'an (thk. Muhammed Seyyid Kilâni), Mısır: elMatbaatü’l Meymeniyye, 1324/1906.
Wensinck Arent Jean; Mensing J.P, Concordance Et İndices de la Tradition
Müsülmane, İstanbul: Çağrı Yayınları, 1986, V, 56-57.
Yavuz Yusuf Şevki, “Nübüvvet’’, DİA, XXXIII,282-285.
Yurdagür Metin, İslâm Düşüncesinde Fetret Kavramı, İstanbul: Marifet
Yayınları, 1998.
, “Fetret’’, DİA, XII, 475-480.
TEHÂFÜTÜ’L-FELÂSİFE’DE ÂLEMİN YARATILMASI
ÇERÇEVESİNDE FİLOZOFLARIN ELEŞTİRİSİ154
Mümine Çekim
GİRİŞ
İslam geleneğinin en önemli düşünürlerinden birisi olan Ebu Hamid
Muhammed b. Muhammed el-Gazzâlî, 1058 yılında Horosan’ın Tus şehrinde
dünyaya gelmiştir. Küçük yaşta babasını kaybettiğinden dolayı, kardeşi Ebu’l
Futuh Ahmed el-Gazzâlî ile birlikte babasının sufi bir arkadaşının himayesinde
eğitimlerine devam etmişlerdir. İlerleyen zamanlarda onun yanından ayrılıp bir
medreseye sığınmışlardır. Gazzâlî Tus’ta fıkıh dersleri almıştır. Daha sonra
Nişabur’a giderek kelam, cedel, mantık ve felsefe dersleri almıştır.
Onun yaşadığı devir, Türklerin egemen olduğu Büyük Selçuklular
dönemidir. Selçuklu veziri Nizamülmülk 1091 yılında Gazzâlî’yi Bağdat’taki
Nizamiye Medresesi’ne müderris olarak atamıştır. Kendisine Huccetü’l-İslam
unvanı verilmiştir.1095 yılında geçirdiği bir şüphe krizinden sonra Bağdat’ı terk
etmiş ve mistik bir hayat yaşamaya başlamıştır. Yaklaşık 10 yıl devam eden bir
inzivâdan sonra Nişabur’da yeniden dersler vermeye başlamıştır, 1111’de Tus’ta
vefat etmiştir.
Gazzâlî, döneminin fikri hareketlerine duyarlıdır. Felsefecilerin eserlerini
iki yıl okumuş ve onların gayesini Mekâsıdu’l-felasife adlı eserinde yazmıştır.
Daha sonra da Tehafütü’l-felâsife kitabında felsefecilerin görüşlerini çürütmüştür.
Tehafütü’l-felâsife’yi esasında, şüphe krizinden önce ve döneminin siyasî ve ilmî
gelişmelerinden etkilenerek yazmıştır.
Gazzâlî, Tehafütü’l-felâsife’de filozofların görüşlerini sorgulayıp tenkit
ederken yeni bir tez ortaya koyma niyeti taşımamış, sadece görüşleri reddetmeye
154
Bu çalışma Doç. Dr. Hatice K. Arpaguş’un danışmanlığında gerçekleştirilmiş, Arş. Gö. Hümeyra
Karagözoğlu tarafından gözden geçirilmiştir.
44
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
odaklanmıştır. Filozofları yirmi meselede eleştirmiş, bunlardan onbir tanesinde
iddiaları çürütme anlamında “ibtâl” altısında “âciz bırakma ve köşeye sıkıştırma”
anlamında “ta’ciz”, iki meselede filozofların kanıtlarının yetersizliğini göstermek
amacıyla “acz” ve bir meselede aldatmacaya başvurduklarını ifade etmek için
“telbis” terimlerini kullanmıştır. Âlemin ezeliliği, Allah’ın sadece küllileri bildiği
ve haşrin ruhânî olduğu düşüncelerinde filozofları tekfir etmiştir.
Bu çalışmada tekfir konularından âlemin yaratılması çerçevesinde
Gazzâlî’nin filozofları eleştirisi, özet ve anlaşılır bir biçimde işlenmeye gayret
edilmiştir.
I. ÂLEMİN EZELİYETİ VE EBEDİYETİ
A. ALEM EZELİDİR
Allah ile âlem arasındaki münasebetlerden doğan meseleler grubunun en
önemli meselesi âlemin kıdemi tezi ile ilgili olanıdır. Mesele dolayısıyla bahis
konusu edilen yeter sebep, illiyet, irade, zaman-mekan, imkân, sonlu, belirsiz,
vacip, müstahîl gibi kavramlar fevkalade önemlidir.155
Gazzalî, bu konuda filozofların dört delili üzerinde durmuştur. Yaratmanın
yeter sebebinin olmamasına dayanan156 birinci delil, “ezeli olandan sonradan
olanın sudûru asla mümkün değildir” şeklindeki delildir.157 "Âlem hadis olursa,
bir tercih eden gerekir ki onun da tercih edeni gerekeceğinden teselsül olur. Murât
mürîtten geri kalamaz. Bu da illiyet prensibine dayanmaktadır".158 Gazzalî’nin
delil hakkındaki itirazları irade ve sonsuz mefhumlarına bağlı olarak, iki mühim
kısım olarak toplanabilir:
1. Gazzali’ye göre; Allah, alemi iradesiyle istediği vakitte yaratmıştır.
Filozof, yeter sebep olarak Allah’ın iradesini göstermektedir. İrade, iki benzeri
birbirinden ayıran sıfattır. Kudret, iki zıdda aynı şekilde taalluk ettiği zaman,
birini seçecek bir muhassis gerekir, işte bu da iradedir.159
155
Türker, Mübahat, Üç Tehafüt Bakımından Felsefe-Din Münasebeti, s.236.
Türker, Mübahat, a.g.e., s.236.
157
Gazzalî, Filozofların Tutarsızlığı( nşr. ve çev. Mahmut Kaya-Hüseyin Sarıoğlu ) İstanbul 2009,
Klasik yay s.5.
158
Türker, Mübahat, a.g.e., s.236, 237.
159
Türker, Mübahat, a.g.e; Gazzalî, a.g.e., s. 24.
156
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
45
İbn Rüşd, Gazzâli'nin irade tarifini kabul etmez ve ona göre Allah'ın
iradesini, iki benzeri birbirinden ayıran şey olarak tarif etmek yanlıştır. Varlık ve
yoklukta olduğu gibi benzerler değil, zıtlar vardır. Benzerlik sadece irade edenin
taallukuna nispetledir. Bir şeyin yokluktan varlığa çıkarılması, mürîdi değil
murâdı tamamlar.
Gazzâlî de bu itiraza önceden cevap vererek, kendi irade anlayışında bir
çelişki olduğunu fakat bunun insan iradesine göre olduğunu söylemektedir.
Çünkü Allah'ın iradesi insanın iradesine benzemez.160 Aslında, her ikisi de
Allah'ın iradesinin, insanın iradesine benzetilmemesi gerektiğini söylemektedir.
Fakat ikisinin farklı irade tanımlarını savunması ilginçtir.
Burada Gazzâlî, teolojik bir nedenle irade anlayışının aklî delillerini
temellendirme ihtiyacı duymamaktadır. İbn Rüşd de filozofların savunduğu irade
anlayışını burhânî delillerle temellendirmediğini kabul etmiş durumdadır.161
Alemin yaratılması meselesinde filozoflar, yeter sebep olmadığını iddia
ederek illiyet prensibine dayanmışlardır. Bu konudaki en kuvvetli itirazları,
"mûcibin her şartı tamam olduğunda mûcep gecikemez" itirazıdır. Gazzâlî de bu
itiraza farklı bir irade anlayışı ortaya koyarak karşı çıkmıştır. Ona göre, ''eve
geldiği takdirde boş olacaktır'' şeklindeki talak durumunda olduğu gibi, mef'ûlün,
fâilin her şartı tamam olsa dahî, vukûa gelmemesi mümkündür. İbn Rüşd, buna;
vaz’iyyâtın, aklîyyâta benzemeyeceğini söyleyerek, karşı çıkmıştır. 162
2. Gazzâlî, âlemin kadîm olmasına itiraz ederken, sonsuzluk mefhûmundan
yola çıkmıştır. Âlemin sonsuz olması durumunda, feleklerin de sonsuz devirleri
olması gerektiğini fakat bunun böyle olmadığını söylemiştir. Çünkü iki seri
sonsuz ise aralarında belli bir nispet olmamalıdır. Ayrıca sonsuz, tek ve çift
olmayandır. Ancak aralarında nispet olan şey, tek ve çifttir.163
Gazzâlî, felek devirleri ile ilgili başka bir itiraz olarak; filozofların,
kadîmden hâdis çıkamaz demelerine rağmen, hâdis olan felek devirlerinin
kadîmden çıktığını söyler. İbn Rüşd, bu konuda kadîm olandan hâdis, hakîki
olarak değil ârızî olarak çıkmıştır, şeklinde cevap vermekle beraber kendi
160
Gazzalî, a.g.e., s.25.
Türker, Mübahat, a.g.e., s.238,239.
162
Türker, Mübahat, a.g.e., s.239.
163
Gazzalî, a.g.e., s .21; Türker, Mübahat, a.g.e., s. 240.
161
46
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
delilinin de burhânî olmadığını ancak, Gazzâlîninkine nispetle daha ikna edici
olduğunu söylemektedir.164
Âlemin kıdemine dair Gazzâlî'nin filozoflardan getirdiği ikinci delille
alakalı münakaşalar; zaman, mekan, imkan mefhumları ile zaman ve mekanın
karşılıklı durumlarıyla alakalıdır.165 Gazzâlî'nin belirttiğine göre filozoflar,
zamandan önce bir zaman olamayacağı gerekçesiyle, zamanın, dolayısıyla da
hareketlinin kadîm olacağı görüşündedirler. 166
Gazzâlî, ''Allah vardı'' ifadesinde, mâzi mânası aramanın vehîmden
kaynaklandığını söyleyerek, âlemin ötesinde boşluk ve doluluk tasavvuru
örneğinden hareket eder. Ona göre, boşluk; sonsuz boyuttur fakat mekânî boyut,
cismin vasfı olduğu için, cisim dışında boşluk yoktur. Vehim, ötesi olmayan bir
mekana başka bir öte farz ettiği gibi her hâdisin, önceden olan bir şeyden sonra
geldiğini farz edebilir.167 O, bunu söylerken aslında filozofların, mekanın sonsuz
olmadığı, bu şekilde bir algılayışın vehimden kaynaklandığı düşüncesini zamana
uyarlamaktadır. Bu açıklamalarda, zaman ile mekanın karşılıklı durumları ve
zaman ile hareketin birbiriyle alakasına cevaplar verilmiştir. O, zaman ile hareket
arasında bir ilişki kurarak, başı sonsuz olan bir zamanın mümtenî olduğunu
söyler. Nokta, bir hattın sonu olmadan bir hattın başı olarak tasavvur edilebilir.
Ancak İbn Rüşd, zaman ve mekanın aynı açıdan değerlendirilmesinin hatalı
olduğu görüşündedir. Ona göre, üst alta benzemez. Bir büyüklüğe sonsuzca
ilaveler yapmak, Aristoteles'in de gösterdiği gibi mümkün değildir. 168
Gazzâlî, filozofların delillerinden biriyle ilgili olarak, "alt ve üst izafi
mefhumlardır, halbuki önce ve sonra mefhumları sabittir", demiştir. Fakat İbn
Rüşd, hadisin tanımı gereği âlemin hudûsundan önce bir zamanın olduğunu
söylemektedir. Ona göre alt ve üst mutlak olarak vardır.169 Gazzâlî'ye göre
hareket ve zaman, biri olmadan diğeri olmayacak iki şeydir. Hareket olmazsa,
geçmiş ve gelecek de vehmimize bağlı oldukları için var olmazlar.170 İbn Rüşd ise
164
Türker, Mübahat, a.g.e., s. 240-243.
Türker, Mübahat, a.g.e., s.242.
166
Gazzalî, a.g.e., s .32.
167
Gazzalî, a.g.e., s .32-35.
168
Türker, Mübahat, a.g.e., s.241.
169
Türker, Mübahat, a.g.e., s.244,245
170
Gazzalî, a.g.e., s .36.
165
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
47
zaman ve hareketin eşit olmayıp, zamanın hareketten önce olan, hareketleri ölçen,
harekete bağlı olmadan idrak edilebilen daha kapsamlı bir şey olduğunu savunur.
Kendisi, Aristo'nun bu konudaki görüşlerine tâbi olmakta ve değişmenin daha
hızlı veya daha yavaş olabileceğini fakat, zamanın değişmeyeceğini delil olarak
göstermektedir. Aristo'ya göre zaman, husûsî hareketlerin olmasa da en dış
feleğin hareketinin miktarıdır. Bu da Gazzâlî'yi aslında doğrulamaktadır. İbn
Rüşd hareketin yoktan vâr edilmiş olduğunu düşünmediği için halk mefhumunu
kullanmaz. Çünkü halk, zaman ile hareketin aynı sınıra sahip olduğunu tazammun
eder. Bunun yerine ihdâs mefhûmuyla zamanın hareketten daha geniş ve aslında
ondan farklı olduğu anlamını hissettirmektedir. 171
Zamanın İbn Rüşd'e göre en dış feleğin hareketi olması, esasında
yaratılmış olması ihtimaline zıt değil, bilakis onu destekler durumdadır. İbn Rüşd,
hareketin sonradan olmasını, mümtenî iken mümkün hale gelmesi olarak görür.
Bu ise, filozofa göre söz konusu olamaz. Çünkü mümkün, varlığı imkânından
önce olan şeydir. Yani vâr olduktan sonra mümkün olması söz konusu olur.172
Gazzâlî için ise imkân, varlıktan öncedir. Bunun için başlangıçta hareketli
olmayan şeyin sonradan hareketli hale gelmesi sorun değildir. Aslında o,
filozofların dediği gibi mutlak bir üst varsa, mutlak bir önce de olabilir
düşüncesinde olmuş ve bunun için de zaman ve mekanın sonlu mu sonsuz mu
olduğuna dair tartışmalara girişmiştir.173
Zaman ve mekan arasındaki ilişki, hala tartışılan ve tartışılması da gerekli
olan önemli bir konudur. Gazzâlî’nin bu iki mefhûmu mutlak olarak değil de
göreceli olarak ele alması önemlidir. Modern Batı filozoflarından Leibniz de
zaman ve mekanın mutlak olmadığı görüşünde olup Gazzâlî ile aynı görüşe sahip
olmaktadır.
Gazzâlî'nin filozofların delillerinden ele aldığı üçüncü delil, filozofların,
ilkin müstahîl iken âlemin mümkün olmadığı bir ânın olmasının Allah'ın kâdir
olmasına halel getireceği sonucuna varmış olmalarıdır.
174
Gazzali'nin imkân ve
müstahîl anlayışı bu delile itirazında önemli bir rol oynamaktadır. Çünkü o,
171
Türker, Mübahat, a.g.e., s.253.
Türker, Mübahat, a.g.e., s. 254.
173
Türker, Mübahat, a.g.e., s.255.
172
48
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
âlemin ezelî olduğu düşüncesinin âlemin mümkün olmasına değil vâcip olmasına
delâlet edeceği kanâatindedir. Doğru olan, âlemin hâdis olma imkânının ezelî
olmasıdır.175 İbn Rüşd’ün Gazzâlî’nin bu itirazına karşılık sorduğu soru aslında
ikisinin imkan anlayışındaki farklılığı da ortaya koymaktadır. İbn Rüşd, imkânın
varlıktan sonra olacağını düşündüğü için Gazzâlî'nin dediği gibi bu âlemden önce
sonsuz imkânlar olsaydı, sonsuz âlemler olması gerekmez miydi, sorusunu
sormaktadır.176
Gazzâlî'ye göre mümkün, müstahîl, vâcip aklın hükümleridir ve bunlar,
vasfı olacağı bir şeye muhtaç değildirler. Yani ona göre mümkün muhtevâdan
bağımsızdır ki bu onun mantık düşüncesini de yansıtmaktadır. Biz de mümkün
deyince Gazzâlî'nin mümkün tarifini anlamaktayız. Fakat İbn Rüşd mümkünü,
mevcut olmaya yahut mevcut olmamaya hazır olan şey olarak tanımlayarak
mümküne potansiyel varlık anlamı yüklemektedir. Allah için bir şeyin müstahîl
iken daha sonra mümkün
olması Gazzâlî'nin kâdir-i mutlak Tanrı anlayışı
nedeniyle söz konusudur. Ancak bu durumda Allah'ın hikmetli oluşunu nasıl
anlamamız gerekecektir?
Dördüncü delil, “ Her yaratılanın sahip olduğu madde, ondan
öncedir.Çünkü yaratılan, maddesiz olamaz; bu durumda ise madde yaratılmış
olamaz. Zira yaratılan, ancak maddenin taşıdığı sûretler, arazlar ve niteliklerdir.”
Bu konudaki görüşlerin farklılığı da büyük ölçüde imkân ve mümkün
mefhûmlarıyla irtibatlıdır. Ancak Gazzâlî'nin bu delile diğer bir itirazı ruhların
kendiliğinden kâim oluşları üzerinedir. Çünkü filozoflar mümkünün kâim olmak
için başka bir maddeye ihtiyaç duyduğu fikrindedirler. Öyleyse ruhlar nasıl
kendiliğinden kâim olabilmektedir?
Gazzâlî imkânı, aklın bir kaziyyesi olarak görür. Filozoflara göre ise
imkân, akıl tarafından bilinmesi zarûri olmadan da var olan bir şeydir. Yine
onlara göre; küllîler, zihinde bilfiil olarak, aynda ise bilkuvve olarak mevcuttur.
İbn Rüşd’e gore, Gazzâlî yine mugâlata yapmaktadır. Ona göre, imkân zihin
dışında cüz’î, zihinde küllî olmak üzere iki çeşittir ve Gazzâlî'nin dediğinin
aksine küllînin dışarıda bir varlığı bulunmaktadır. Gazzâlî başka bir itiraz olarak
174
Gazzalî, a.g.e., s .40.
Gazzalî, a.g.e., s .41.
176
Türker, Mübahat, a.g.e., s.259.
175
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
49
mümtenînin maddesi olması durumunda, Allah’ın şerîkinin maddesinin
gösterilmesini istemektedir. İbn Rüşd bu soruya cevap vermemektedir177
Dördüncü delilde de imkan ve müstahil mefhumları tartışmaları devam
ettirmektedir. Bu durumun bu meselenin çözümü olmadığını hissettirmektedir.
Ancak Gazzali'nin amacı da bu olmaktadır ve bu amacına eriştiği söylenebilir.
B. ÂLEM EBEDÎDİR
Tehâfütlerin en önemli meselelerinden biri ve aynı zamanda âlemin ezelî
oluşunun uzantısı olan bir bahistir. Gazzâlî bir hâdisin başlangıcı gerekmekle
birlikte sonlu ya da sonsuz oluşunun ancak şerîat tarafından belirleneceği
kanaatindedir. Burada hâdis, mahluk anlamındadır. İbn Rüşd ise, sonlu yahut
sonsuz oluşu, ezelîyetin olup olmamasına bağlamaktadır. Ona göre; zamanın başı
olmadığı için zaman, sonsuzdur. Gazzâlî, filozofların adem bir şey değildir, nasıl
bir fiil olabilir, sorusuna kâdir-i mutlak irade anlayışı ile cevap vermiş ve
meseleye teolojik yaklaşmıştır.178
II. ÂLEMİN SÂNÎİ MESELESİ
A.
ÂLEMİN BİR YAPICISI VARDIR
Gazzâlî’ye göre; bu âlemin bir yapıcısı olduğu üç bakımdan filozofların
görüşlerine uymaz:
1. Fâil bakımından: Gazzâlî’ye göre, asıl fâil irâde ile fiil yapandır. Tabîi
olarak yapmak mecazdır ve tabîi fâil, asıl fâil değildir. Böylece filozoflar Allah
için
tabîi
fâil
dediklerinde
179
söylemektedirler.”
aslında
Allah’ın
mecaz
fâil
olduğunu
Failin, kesin bir ihtiyar ve irade sahibi olması gerekir.
Filozoflara göre ise Allah’ın hiçbir sıfatı olmadığından, Allah mürîd değildir. Bu
bakımdan O’ndan sâdır olan şey, zorunlu olarak sudûr etmektedir.”
İbn Rüşd’ün buna karşılık Gazzâlî’yi iki yönden eleştirir, ki bu aslında
meselenin nedeninin daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır. Öncelikle; İbn Rüşd,
177
Türker, Mübahat, a.g.e., s.257,258.
Türker, Mübahat, a.g.e., s.271-273.
179
Türker, Mübahat, a.g.e., s.295,296.
178
50
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
Gazzâlî’nin filozofların görüşlerini yanlış aktardığını düşünmektedir. Çünkü İbn
Rüşd, filozoflar derken Aristo ve başka Yunan filozoflarını kastetmektedir. Onun
Aristo’ya sıkı sıkıya bağlı olması, onu Aristo’yu savunmak pahasına İbn Sinâ’yı
eleştirmeye sevk etmiştir. Örneğin; Gazzâlî’nin filozoflardan getirmiş olduğu “
Allah’ın fâil olmasıyla onun gayrın sebebi olduğunu kast ederiz, onun varlığı
tasavvur olunmasa âlem de yok olur" deliline karşılık İbn Rüşd, filozofların bunu
söylememiş olduğunu söylemiştir.180 Bu aslında İbn Sinâ ve Fârâbi’nin Aristo’yu
temsil etmediği iddiasını içinde barındırır.
İbn Rüşd, Aristo’nun ilahîyyat konusundaki görüşünün Kur'an'ı nakzetmediği
fikrindedir. İbn Rüşd’e göre; aslında filozoflar, fâili başkasını kuvveden fiile
çıkaran olarak anlarlar. Bu da bazen iradeli olur, bazen de olmaz. Terkip de iki
çeşittir: 1. Mürekkebâtın vücûduna zâit bir mânada olan terkip, 2. Madde
sûretinde olan terkip. Bu da varlıklarda unsurlardan önce gelir ve terkibin illeti
cüzlerin varlığının da illetidir. Allah da âlemdeki terkibin illeti, dolayısıyla da
âlemin fâilidir. Ama O da, Allah'ın fâil ve mürît olması cihetinin
açıklanamayacağını nihayetinde söyler. Çünkü; Allah, insanın iradesine
benzemeyen bir irade ile mürîttir. Bu yorumuyla aslında Gazzâlî’nin görüşü ile
aynı şeyi söylemektedir. Ayrıca o, " Allah'ta kudret, irâde ve hikmet aynı
derecededir, irâde ettiğinde kâdirdir, fiil ondan zarûri olarak değil, fazlından
dolayı çıkar." demektedir. 181
2. Fiil bakımından: Gazzâlî ikinci olarak fiil mefhumu üzerinde durur. Ona
göre hakîki fiil, yoktan var etmedir. Fakat filozofların dediği gibi âlem kadîm
olduğunda yaratma söz konusu olmadığından Allah'ın hakîki fiili olamaz. Fiil
hâdis olduğuna göre, âlem nasıl kadîm olur? İbn Rüşd bu itiraza cevap verirken
asıl önemli mesele olan yoktan var etmenin imkanı konusunda durmaksızın
Aristo'ya dayanarak âlemin kendiliğinden değil Allah’ın muhdesi olduğunu
söylemiştir.182
3. Fail ve fiil arasındaki ilişki bakımından: Gazzâlî’nin üçüncü itirazı fail
ile fiil arasındaki ilişkiyle alakalıdır. Ona göre "filozofların görüşü alemin
Allah'tan sudûr etmesine elverişli değildir; zira onlar bir’den ancak bir çıktığı
iddiasındadırlar, oysaki âlem çokluk ve çeşitliliktir."183
180
Türker, Mübahat, a.g.e., s.296,297.
Türker, Mübahat, a.g.e., s.298.
182
Türker, Mübahat, a.g.e., s.298,299.
183
Türker, Mübahat, a.g.e., s.300.
181
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
51
İbn Rüşd, buna cevap verirken bir’den bir’in çıkmasının cedelî bir hüküm
olduğunu söyler ve bu görüşten Aristo'yu tenzîh ederek Fârâbi ve İbn Sinâ'nın
görüşü olduğunu söylemektedir. Ona göre; "filozoflar, müfârak mebde’lerin
hareketinin âmirinin Allah olduğuna kânidirler; İbn Sinâ’nın mebde’lerin
birbirinden çıktığını söylemesi filozofların bildiği bir şey değildir; onların bildiği
şey ancak bu mebde’lerin Evvel'e nazaran malum makamları olduğudur, yalnız
aralarındaki irtibattan birbirlerinin malûlü olabilirler, aralarındaki fâil-fiil nispeti
âmir-me’mur nispeti gibidir."184
İbn Rüşd’e göre, semâvi cisimler ile Allah arasında me’mur-âmir ilişkisi
mevcuttur. Ancak kendisi semâvi cisimlerin canlı olması delilinin filozofik
olmadığını da dile getirmektedir. Ayrıca "semavi cisimlerin yapmış oldukları
fiillerin keyfiyyetini insan aklı anlamaktan aciz bulunduğuna ve bu iki varlığı
birbirine benzetmek gaflet olduğuna göre, üstelik, muayyen bir manada, metafizik
yapmanın imkansızlığı kanâatını beslemektedir."185 Böylelikle de Gazzâlî’nin
tezini esasında desteklemiş bir vaziyettedir.
Evvel'den kesretin nasıl sudûr ettiği meselesi üzerinde Gazzâlî eleştirilerine
devam eder. İbn Sinâ, Mâlul-ü Evvel'de kesretin ortaya çıkmasını onun
mümkün’ül-vücut olmasına bağlar. Gazzâlî de buna karşılık olarak eğer İbn
Sinâ’nın dediği gibiyse Vâcibu’l- Vücûd’a da kesret gerekmektedir, der. Tabii
Gazzâlî burada vücibu’l-vücudu zihnî bir nispet olarak kullanır.
Gazzâlî'nin aynı konuda İbn Sinâ’yı tenkit ettiği diğer bir husus, Ma’lûlü’lEvvel'in
mebde’ini
idrak
etmesiyle
kesret
ortaya
çıkması
şeklindeki
açıklamadır. Çünkü eğer böyleyse, kendini idrak eden Evvel'e de kesret
gerekecektir. Eğer Evvel yalnızca kendini idrak eder denilirse hem Allah'ın
bilgisi sınırlanır hem de kesretin nasıl hasıl olduğuna da yine cevap verilmemiş
olur. Kesret esas alınacak olursa, bu kez de Allah vahdaniyyetine halel
getirilmiş olur. 186
184
Türker, Mübahat, a.g.e., s.300,301.
Türker, Mübahat, a.g.e., s.302.
186
Türker, Mübahat, a.g.e., s.303.
185
52
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
B.
ALEMİN BİR YAPICISI VAR MIDIR
Gazzâlî’ye göre alemdeki hadiseler için sonsuz illetler zinciri mümkün olsa
da bütün bir zincirin sebebi olmak zorunda değildir. Filozofların da aksine dair
yakinî delilleri bulunmamaktadır. “İbn Rüşd, bu iddiayı bazen Gazzâlî’ye hak
vererek, bazen, filozoflar adına ileri sürülen iddiaların sadece İbn-i Sina’ya ait
olduğunu belirterek ve üstelik, İbn-i Sina’yı Gazzâlî’den daha fazla ve teferruatlı
olarak tenkit etmek suretiyle desteklemekten başka bir şey yapmamıştır. Gazzâlî
filozofları dehrilik ile itham etmektedir. Onun asıl sorusu, sonsuz sebepler
zincirinden nasıl illeti olmayan başka bir varlığa atlandığıdır. Ancak İbn Rüşd bu
soruyu cevapsız bırakmaktadır.
C.
ALEMİN BİR İLLETİ VAR MIDIR?
Gazzâlî filozofları bu konuda da dehrîlik ile itham etmektedir. İbn Rüşd ise
bunu şöyle izah eder. Kadîm cisimde bir sanîi olamayacağı düşüncesi vehmin
işidir. Ayrıca Dehrîler duyulara dayanır, “teselsülün en son semâvi cisimde
sonlandığını görünce, hissen inkıtâa uğrayan şeyin aklen de inkıtâa uğradığına
kanaat getirirler.”187 Fakat ona göre filozoflar böyle değildir. Filozoflar, inkıtaın
olduğu yerde makul sebeplere yaslanırlar. Bu ma’kul sebep de duyusal olamayan
bir varlığın olmasıdır. Bu konularda İbn Rüşd nihayetinde Aristo’yu
tekrarlamaktadır. Gazzâlî esasında, âlemin kadîm olması durumunda onun
Allah’tan sudûruna ilişkin burhanî delil getirilemeyecğini iddia etse de, İbn Rüşd
yoktan var etme sonucunun müşahedeyle de elde edilmediğinin ve bunun da
burhâna dayanmadığını söylemiştir. Bu da meselenin aslında ortada kalması
anlamına gelmektedir.
SONUÇ
Gazzâlî aklı tamamen yok saymamakta, yalnızca onu tahsis etmektedir.
Varlığı mütâlaa ederken muhtelif ve hatta zıt ihtimalleri eşit derecede
hesaplayabilmesi aklın hem kuvvetine hem de zaafına bir işarettir. Bu nedenle de
şeriatın belirleyiciliğine mutlak surette ihtiyaç da vardır. Çift hakikat anlayışı
meseleleri kökünden çözmemektedir. Hatta yeni problemlere neden olmaktadır.
187
Türker, Mübahat, a.g.e., s.317.
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
53
Gerek Gazzâlî’yi ve gerekse de İbn Rüşd’ü yalnızca bir kitabından
anlamamız mümkün değildir. Tehafütler onların düşüncelerinin yalnızca bir
parçasını gösterir. Bu gerçeği dikkate alarak meseleyi anlamaya çalışmak
elzemdir. Gazzâlî’nin tenkitleri muayyen bir manadaki felsefeyi, Aristo
felsefesini hedeflemiş olmakla beraber, neticede, İslami görüş bakımından hangi
neviden bir felsefenin uygun olamayacağını göstererek yeni bir felsefe aramaya
gidecek yolu açmış durumdadır. Yani Aristo’nun felsefe anlayışının reddi, aklın
kendisinin reddi olarak anlaşılmamalıdır.
Gazzâlî, teolog olmasına rağmen muayyen bir felsefeyle yapılmış olan
metafiziğin matematik kesinlik taşıdığı iddiasının değeri yoklamıştır. İbn Rüşd ise
Aristo'ya bağlılığıyla kimi yerde teolog havasına bürünmektedir.
BİBLİYOĞRAFYA
Türker, Mübahat, Üç Tehafüt Bakımından Felsefe-Din Münasebeti, Ankara
1956, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi yay.
Gazzalî, Filozofların Tutarsızlığı (nşr. ve çev. Mahmut Kaya-Hüseyin
Sarıoğlu) İstanbul 2009, Klasik yay.
WANG DAİYU’NUN HAYATI, ESERLERİ VE NEOKONFÜÇYANİZM’E YAKLAŞIMI188
Esra Çiftçi
GİRİŞ
Doğu Asya ülkeleri, başta Avrupalılar daha sonrasında Batı Asyalılar ve
Afrika ülkeleri tarafından “Uzak Doğu” olarak nitelendirilmiştir. Doğu Asya
ülkelerinin Uzak doğu olarak anılması, tıpkı Mezopotamya bölgesinin Orta Doğu
olarak adlandırılması kadar yanlış olsa da kabul görmüş bir hale gelmiştir. Ancak
nitelendirmeler zamanla öylesine yerleşmiştir ki durum, bu topraklarla olan
bağların ve geçmişin de çok uzak ve zayıf olarak görülmesine neden olmuştur.
Oysa başta Çin olmak üzere Doğa Asya ülkeleri, M.Ö. 6. yüzyıldan itibaren
Akdeniz’e kadar açılmış ve birçok ülke ile münasebetlerde bulunmuştur. Çin’in
Araplarla ve İranlılarla tanışması İslamiyet’ten önce gerçekleşmiştir.
Hicri I. asırda Müslümanların dünyaya açılması ile birlikte Çin ile
Müslüman münasebetleri iyice gelişmiş hatta Müslümanlar önceleri ticari
gayelerle gittikleri Çin’e yerleşmeye başlamışlardır. Üstelik Çin ile ilişkiler
sadece ticaret alanıyla kalmayıp kısa süre içerisinde askeri ve siyasi bağlarda
kurulmuştur. İlk ilişki zeminin temelleri Tang hanedanlığı döneminde atılmış
olmakla beraber sonraki yüzyıllarda Çin topraklarının yönetimini elinde
bulunduracak olan Sung, Yüan ve Ming hanedanlıkları döneminde de karşılıklı
ilişkiler devam etmiştir. Özellikle Yüan ve Ming hanedanlıkları, Müslümanların
Çin topraklarında devlet statülerine sahip oldukları dönem olması bakımından
büyük önem arz etmektedir. Yine bu dönemler, Müslümanların Çin’e yerleşmeye
başladıkları ve birçok yerli Çinli’nin de Müslüman olmaya başladığı dönemlerdir.
Yüan hanedanlığı, Moğolların Çin’de hakim olduğu dönem olması bakımından
kendisini Çinlilere kabul ettirme bunun yanı sıra devlet kadrolarında bir çok farklı
188
Söz konusu çalışma Doç.Dr. Ahmet Özel’in danışmanlığında tamamlanmış ve Öğr. Gör. İsmail
Eriş tarafından gözden geçirilmiştir.
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
55
milletlere kademeler tahsis ederek Çinleri yönetimden uzak tutma çabasının
güdüldüğü bir dönem olduğu için din konusunda halka baskı yapılmamış ve her
dine eşit uzaklıkta durulmaya çalışılmıştır. Ancak Ming hanedanlığı için aynı
şeyleri söylemek pek mümkün değildir. Uzun yıllar devam etmiş olan Moğol
hükümranlığının ardından kurulmuş olan Ming hanedanlığı, ülkedeki Moğol
etkinliğini azaltmaya çalışması ve “Çinli olmak” fikrini öne çıkarması ile
tanınmıştır. Ming hanedanları bazı dinlere karşı yasaklayıcı yöntemler
kullanmasına rağmen yinede İslamiyet’e karşı böyle davranışlardan uzak durmuş,
Müslümanların lehinde fermanlar çıkararak onlara imtiyazlar sağlamışlardır.
Ming hanedanlığının yabancılara karşı korku ve endişe duymasında,
Moğolların uzaklardan gelip Çin’i ele geçirmiş olması büyük etkiye sahiptir. Bu
nedenle tüm yabancıları Çinlileştirme politikası başlatılmıştır. Herkesin Çince
isimlere sahip olması, yabancıların Çinli kadınlarla evlenme zorunluluğu gibi bazı
zorlayıcı yasalar çıkarılmıştır. Zaman içerisinde yabancı olduğu anlaşılan kişiler,
toplumda kendilerine saygın bir statü bulabilmek ve toplum içersinde kendilerini
kabul ettirebilmek için Çinlilerle evlenmeyi kendileri tercih eder hale
gelmişlerdir. Bu dönemde Çin kültürüne uyum sağma çabası içinde olmuşlar,
onlar gibi giyinmeye başlamışlar, Çince konuşmak zorunda kalmışlardır. Ayrıca
Ming hanedanlığı, halkının Çin topraklarının sınırları dışına çıkmasını
yasaklamıştır.
Bu
durum
Çinli
Müslümanların,
Çin
dışında
yaşayan
Müslümanlarla olan ilişkilerinin, büyük ölçüde zarar görmesine, onlardan uzak
kalmalarına ve dini-kültürel bağların kopmasına sebep olmuştur. Hem devlet
eliyle yapılmış olan bu baskılar hem de toplumsal baskılar, yabancıların ve
dolayısıyla Müslümanların asimile olması sonucunu ortaya çıkarmıştır.
Bu asimilasyon uygulaması zaman zaman öylesine yoğunlaşmıştır ki
özellikle İran, Orta Asya ve Arap ülkelerinden gelerek Çin’e yerleşmiş olan
Müslümanların pek çoğu Çince dışındaki dilleri bilmiyor hale gelmişlerdir. Bu
durum ise İslami literatürden uzak kalmayı ve dini bilgi yetersizliğini beraberinde
getirmiştir. Temel kaynakların hemen hepsi Arapça veya Farsça olduğu için
Kur’an-ı Kerim’i, hadisleri, fıkhî ve kelamî bilgileri anlayamaz duruma
gelmişlerdir. Bunun yanı sıra Çin’in günlük hayatında yoğun etkinliği olan
Konfüçyanizm, Müslümanların hayatına da aksetmeye başlamıştır. Budizm ve
Taoizm gibi farklı dinlerin yoğun olarak kabul gördüğü Çin dinleri ve felsefeleri,
56
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
Müslümanların dini bilgi eksikliğinin de gittikçe artması ile Müslüman nüfus için
tehlikeli olmaya başlamıştır.
Müslümanların Çin’de en etkin ve güçlü olduğunu dönem Moğol Yüan
hanedanlığı (XII.yy.) dönemidir. Moğollar, birçok Müslüman ilim adamını Çin’e
davet etmiş veya zorla getirmiş, onlara kendi yönetimleri altında ilmi çalışmalar
yapmaları konusunda olanaklar sunmuşlardır. Ancak Moğollar dönemi de dahil
olmak üzere Çin’de; XVII. yüzyıla kadar kelam, tasavvuf, felsefe gibi İslami
ilimlerle ilgili olarak herhangi bir hareketlilik yaşanmamış, özgün bir eser veya
fikir ortaya konulmamıştır. XVII. yüzyıla kadar Müslümanların İslami ilimlere
olan ilgisi genel olarak Arapça ve Farsça dillerinin öğretilmesi ve yine bu diller
üzerinden tefsir, hadis, fıkıh, kelam gibi ilimlerin öğretilmesi şeklinde olmuştur.
Dinî eğitim, Çin topraklarındaki cami ve medreselerde verilmeye çalışılmıştır.
Ancak Çin’de, “Çinli olmak” (Çin felsefi anlayışı da Çinli olma algısı içerisinde
yer almaktadır) ve Çince uzun süredir vurgulanan, önem teşkil eden bir konu
olduğu için Müslümanların çoğu Çin klasiklerini öğrenmeye daha çok ilgi
göstermişler, Çince öğrenmeyi Arapça ve Farsça öğrenmekten daha çok tercih
etmişlerdir. Çincenin bu kadar yoğun önem kazanması ile birlikte aslen Arap ve
Farisî hatta Türkî kökenli olan Müslümanlar dahi Arapça ve Farsçayı anlayamaz
hale gelmişlerdir. Dahası medreselerde dini eğitim aldığı bun yanı sıra Çinceyi de
öğrendiği düşünülen Müslümanların ise Çinceden geri kaldıkları klasik eserleri
okuyamadıkları ve Çince yazamadıkları bir gerçektir.
Dildeki büyük
asimilasyon, Çin’de yaşayan ve medrese eğitimi görmemiş Müslümanların, klasik
din dilini anlamalarını da zorlaştırmıştır.
Dönemin İslami literatürünün dili olan Arapça ve Farsçanın ihmali, dinî
eğitimin de ihmalini beraberinde getirmiştir. Çin’de birçok din ve felsefi anlayışın
yaygın ve rahat bir şekilde bulunuyor olması, Çin’de yaşayan Müslümanların,
dışarıdaki Müslümanlarla olan irtibatlarının koparılması, birçok Müslüman’ın ve
özellikle de yeni nesillerin Çin felsefelerine kapılması endişesine sebebiyet
vermiştir. Zira bu Müslümanların birçoğu Konfüçyanist klasiklerine göre eğitim
görerek büyümekte ve yetişmektedir. Bu durum bazı Müslüman âlimleri derinden
rahatsız etmiş, Müslümanların dini bütünlüğünü koruyabilmek adına onları
entelektüel kalkınma yapmaya sevk etmiştir. Bu entelektüel kalkınma, XVII.
yüzyılda Ming hanedanlığından Qing (Çing) hanedanlığına geçiş sürecinde
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
57
yükselmeye başlamıştır. Çinli Müslüman âlimler, İslam felsefesi, kelamı, ahlakı
ve tasavvufu ve Çin felsefesi gibi konularda Çince eserler ortaya koymaya
başlamışlardır.
Çalışmamızın asıl konusunu oluşturan Wang Daiyu da yine bu dönemde
yaşamış ve Müslümanların içinde bulunduğu zor durumun farkında olarak bu
ihtiyacı karşılamak için temel İslami kaynakları Çinceye çevirmiş ve Çince İslami
eserler kaleme alarak Çinli Müslümanların dini hayatını yeniden canlandıran
ilklerden olması bakımından büyük önem kazanmıştır. Bazıları onun Çin’de
İslam’ı ikinci kez inşa eden, İslam’a Çince söylem kazandıran kişi olarak
anmıştır.
Çin’deki medreselerde geleneksel dini eğitim alan Wang Daiyu, Çinli
Müslümanların gidişatından duyduğu endişe neticesinde, öncelikle Çince
öğrenmiş, ardından Çin’de hakim olan Budizm, Taoizm ve Konfüçyanizm dinleri
üzerinde yoğunlaşarak ve bu dinlerin ekolleri, ekoller arasındaki farklılıkları ve
felsefelerine kadar her türlü ayrıntıyı öğrenerek Çinli Müslümanlar için İslam’la
bağdaşan ve bağdaşmayan yönlerini açıkça ortaya koymak istemiştir. Kendi
döneminde “dört dinin ustası” olarak anılan Wang Daiyu, İslam’a Çince söylem
kazandıran ilk Müslüman olması bakımından da öneme haizdir. Zira İslami
literatürden büyük ölçüde kopmuş olan Müslümanlar için Konfüçyanist, Neokonfüçyanist ve Budist terimler kullanarak İslam hakkında bilgi vermeye, İslam’ı
döneminin insanlarının anlayışı ile anlatmaya çalışmıştır. Wang Daiyu’nun
Çin’deki dinler arasında Konfüçyanizm, üzerinde özellikle de Neo-Konfüçyanizm
üzerinde yoğunlaşması, Konfüçyanizm ile İslam’ın bağdaşan yönlerinin
bulunduğunu iddia etmesi ve İslam’ı Neo-Konfüçyanizm üzerinden Çince söylem
kazandırarak anlatması, Wang Daiyu ve onun çizgisinde olan bazı alimlerin “HuiRu” yani “Neo-konfüçyanist Müslümanlar” olarak anılmış olması, bu çalışmanın
yapılmasının temel sebepleri arasındaki yerini teşkil etmiştir. Onun bu yoğun
çabaların ve çalışmalarında hedef kitlesinde Çinli gayri Müslimler değil, Çinli
Müslümanların olması da dikkat çekicidir.
Çin’deki Müslümanların dini hayatı ve entelektüel durumları gerek
Avrupalı tarihçiler ve karşılaştırmalı dinler tarihçileri gerekse doğu felsefesi ve
teolojisi çalışanları için ilgi çekici olan ve araştırılan konulardandır. Bu konular
Çin kültürü üzerine çalışan Müslümanların ise son zamanlarda dikkatini
58
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
çekemeye başlamıştır. 189 Aynı şekilde Wang Daiyu ile ilgili olarak hem Avrupa
ülkelerinde hem de Doğu Asya ülkelerinde çalışmalar yapılmaktadır. Ancak onun
hakkında ülkemizde hiç Türkçe bilgi bulunmamaktadır. Bu çalışmayla, hissedilen
eksikliğin küçük bir katkı ile de olsa giderilmesi, Wang Daiyu’nun hayatı,
felsefesi ve eserleri hakkında kısa ve genel olarak bilgi verilmesi amaçlanmıştır.
Dolayısıyla elinizdeki çalışma, “Wang Daiyu” ve “Neo-Konfüçyanizm ile İslam
arasındaki ilişki” üzerine ilk Türkçe çalışma olma niteliğini taşımaktadır.
Çalışmanın birinci bölümünde Wang Daiyu’nun hayatı hakkında genel
bilgiler verilmeye gayret edilmiştir. Bu amaçla, Wang Daiyu’nun doğumu, ailesi,
eğitim hayatı, tasavvufi yönü ve vefatı konularına değinilmiştir. Wang Daiyu’nun
eserleri de yine bu bölümde incelenmiştir. Ancak Wang’ın eserleri hakkında bilgi
verirken, eserlerin Türkçe olarak çevirisinin yapılmamasına özen gösterilmiştir.
Zira kullanılan ifadelerin pek çoğunun Konfüçyanizm klasikleri ile ilgisi
bulunmaktadır. Türkçeye çeviri yapıldığında eser ismi ile Konfüçyanist terimler
arasındaki ilişkinin iyi bir şekilde yansıtılamayacağı endişesi sebebiyle böyle bir
yöntem tercih edilmiştir.
İkinci bölümde ise Neo-konfüçyanizm ile diğer dinler arasındaki ilişkiler
dikkate alınarak öncelikle Hıristiyanların daha sonra Müslümanların Neokonfüçyanizm’e yaklaşımı değerlendirilmiş, son olarak ise Wang Daiyu’nun NeoKonfüçyanizm’e bakış açısı incelenmiştir.
Uzakdoğu hakkında çalışmalar yaparken gerek rehberlik edecek birinin
bulunmaması gerekse daha önce hakkında Türkçe bilgi bulunmayan bir konuyu
çalışmamız sebebiyle bazı sıkıntılarla karşılaştık. Bu sıkıntılar arasında belki de
en önemlisi güvenilir kaynakları bulma ve onlara ulaşabilme noktasında
yaşadığımız
sıkıntılardı.
Tek
başımıza
aşamayacağımız
bu
sıkıntıların
üstesinden gelmemizde katkıları bulunan, bize hem Çin’deki Müslümanlar hem
de Wang Daiyu hakkındaki objektif kaynaklara ulaşmamız konusunda yardımcı
olan The Society for the Scientific Study of Religion araştırma görevlilerinden
189
Bu konular hakkında yani İslam ve Konfüçyanizm diyalogları üzerine Wu Teiming, Seyyid
Hüseyin Nasr, Osman Bakar tarafından Cambridge’de bazı çalışmalar yapılmıştır. Klasik Çin’de
İslam felsefesi üzerinde yaptıkları çalışmalar arasında en meşhur olanı 1995 yılında
Masschusetts’de (Kuala Lumpur- Malezya) yapılmış olan konferanstır.
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
59
kıymetli Muhammad Wang’a, İngilizce kaynaklara ulaşabilmemiz için
yardımlarını esirgemeyen Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğr. Gör.
İsmail Eriş hocamıza, henüz yayınlanmamış olan master tezini araştırma
konumuz için bizimle paylaşmaktan çekinmeyen ve bize bu araştırma
konumuzda destek olan Gustavus Adolphus College, Yard. Doç. Dr. Kristian
Petersen’a, araştırmamızın her aşamasında yanımızda olan arkadaşlarımıza
sonsuz şükranlarımızı sunarız.
I. WANG DAİYU’NUN HAYATI VE ESERLERİ
A. HAYATI
Başta Donald Daniel Leslie olmak üzere, İslam’ın Çin’deki tarihi üzerine
çalışan araştırmacılar, İslami konuları anlatan ilk ve en eski Çince kitabın Chengchiao chen- Ch’üan (The Real Commentary on The True Teaching) olduğunu
kabul etmektedirler ve dolayısıyla ilk Çince İslamî literatür oluşturma çabasının,
Çinli
bir
Müslüman
onaylamaktadırlar.
alim
olan
Wang
Daiyu
tarafından
başlatıldığı
190
Wang Daiyu, İslam’ın teolojik perspektifini ilk kez Çince olarak ifade
eden, İslam’a Çince bir söylem kazandırmaya çalışan en önemli iki isimden
biridir. 191 Çin’de yaşayan Müslümanlar, Çince öğrenmeye yoğunluk vermeleri ve
Çin klasiklerine yönelik eğitim almaları sebebiyle dönemin İslam literatürünün
dili olan Arapça ve Farsçayı anlayamıyorlardır. Wang Daiyu, Çin’de yaşayan
Müslümanların
gerek
dil
bilmemeleri
gerekse
yetiştikleri
Konfüçyanist
klasiklerinin ve farklı dinlere ait felsefelerin yoğun bir baskısı altında
kalmalarından dolayı İslam’dan uzaklaşmaya başladıklarını görerek büyük bir
endişe ve üzüntü duymuştur. Üstelik Müslümanlar için Çince olarak kaleme
alınmış eserlerin bulunmayışı, hem Müslüman Çinlilerin dinden uzaklaşmasına
hem de Wang Daiyu’nun endişelerinin artmasına yol açmıştır. Bu durum Wang
Daiyu’yu Çince İslamî bir literatür oluşturma çabası içerisine çekmiştir. İslam’ın
Çince olarak söylem kazanımının güvenilir Müslüman bir alim tarafından
yapılmış olması, Çin’deki Müslümanlar için önemlidir. Zira sonraki Çinli
Müslüman
190
alimler,
Murata, s. 19.
Wang’ın
kullandığı
kelimeler
ve
kalıplardan
çok
60
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
faydalanmışlardır.192 Ancak Wang Daiyu, İslam’ı Çince olarak ifade etmek için
sadece tercüme yöntemini kullanmamış bunun yanı sıra bazı Konfüçyanist
terimlere de yer vererek açıklamalarda bulunmuş ve böylece yeni ve Çince bir
söylem geliştirmiştir.
Bu bölümde öncelikle Wang Daiyu’nun hayatı incelenecek ardından içinde
yaşadığı toplumun sıkıntıları ve onun eserler kaleme almasına sebep olan
etmenler değerlendirilerek eserleri hakkında bilgi verilmeye çalışılacaktır.
1. İsmi
Çin’deki Ming hanedanlığı döneminde, yabancıları Çin toplumuna entegre
edebilmek amacıyla Çin’de yaşayan herkesin Çince bir isme sahip olması
gerektiği konusunda yasa çıkarılmış, bu dönemden itibaren Çin’de yaşayan
Müslümanlar, Çince isimler edinmek zorunda kalmışlardır.193 Ming hanedanlığı
döneminde yaşamış bir Müslüman olan Wang Daiyu’nun ismi de bu sebeple
Çincedir. Basitleştirilmiş Çincede
, klasik Çincede 王袋輿 şeklinde
yazılmaktadır ve pinyin olarak Wáng Dàiyú şeklinde ifade edilmektedir. Ancak
Wang Daiyu sadece ismi ile anılmamış onun için farklı isimlendirmeler
kullanılmıştır. Bunlardan bir kısmı kendisinin kullandığı bir kısmı ise sonradan
verilmiş olan nitelendirmelerdir. Onun için kullanılan en yaygın ifade “gerçek
Hui’lerin yaşlı adamı/şeyhi” anlamına gelen zhenhui la- jen 真回老人’dir. Zira
Wang Daiyu’da otobiyografisinin sonunda kendisini bu şekilde olarak tanıtır. 194
Burada geçen Lao-Jen ifadesi aslında Konfüçyüs elli yaşında göksel buyruğu
aldığında ona verilmiş olan bir isimdir. Wang Daiyu, bu şekilde bir nisbe ile
kendisini Müslümanların Konfüçyüs’ü olarak tanıtmak istemiş olabilir. Onun
hakkında en çok bilinen diğer sıfatlar ise “dört dinin ustası” veya “Konfüçyanist
Müslüman (hui-ru) ” dır.
2. Doğumu
Wang Daiyu’nun hayatı hakkında ne yazık ki çok fazla bilgi
bulunmamaktır. Bu bilgi eksikliğinden dolayı doğum tarihi de kesin olarak
191
Petersen, s. 49.
A.y.
193
Benite, The Marrano Emperor, s. 279.
192
194
Murata, s. 19.
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
61
belirlenememektedir. Hakkında araştırma yapanlar, doğum tarihi üzerine farklı
tahminlerde bulunmuşlardır. Örneğin Sachiko Murata onun doğum tarihini 1590
olarak ifade ederken195, Zvi Ben Dor Benite 1570 olarak tespit ettiğini ifade
etmiş,196 modern dönem Çinli akademisyenler ise 1573 yılı üzerinde
durmuşlardır.197 Ancak Wang Daiyu’nun doğum tarihi hakkındaki tahminler ve
tespitler genellikle 1570-1619 yılları arasında yoğunlaşmıştır.198 Bu araştırmacılar
içerisinde Sachiko Murata, 1590 yılı hakkındaki tahminine Wang Daiyu’nun, The
Real Commentary isimli eserinde kendisi tarafından kaleme alınan
otobiyografisinden hareketle ulaştığını iddia etmiştir. Buna göre; Wang Daiyu,
otobiyografisinin sonunda kendisini chen-hui lao-jen (gerçek huilerin yaşlı
adamı) olarak tanımlamıştır. Burada geçen lao-jen ifadesi dikkat çekicidir zira bu
ifade Konfüçyüs 50 yaşında göksel buyruğu aldığında onun için kullanılan bir
kelimedir199. Konfüçyanist terimleri kullanmayı sık sık kullanan Wang Daiyu, bu
ifadeyi tercih ederek kendi yaşına işaret etmek istemiş olabilir ve bu
otobiyografiyi yazdığında muhtemelen 40 veya 50 yaşlarında olmalıdır. Zaten
yine aynı otobiyografide Wang Daiyu 30 yaşına kadar Çinceyi çok iyi
bilmediğini, bu yaşına kadar Çince üzerine çalışma yapmadığını da belirtir.200
Ancak hem otobiyografisi hem de yazdığı eserler tamamen Çincedir, dolayısyla
bu eserleri 30 yaşından sonra yazmış olmalıdır.201 Wang Daiyu’nun talebesi olan
Liang I-chün,
hocasının eseri olan The Real Commentary’e yazdığı
mukaddimede tarihi 1642 olarak kaydetmiştir. Liang’ın yazdıklarından hocasının
o tarihte hala yaşadığı anlaşılmaktadır. Dolayısıyla eldeki verilerden yola
çıkıldığında, Wang Daiyu 30 yaşında Çince öğrenmeye başlamışsa ve 10 yıl
içerisinde eserini tamamlamamışsa ve yine lao-jen ifadesi ile yaşına işaret etmiş
olma ihtimali düşünülürse, Murata’ya göre Wang Daiyu’nun 1590-92 yıllarında
veya bundan on yıl sonra doğmuş olabileceği tahmini ortaya çıkmaktadır. 202
195
196
197
198
A.y.
Benite, Dao of Muhammad, s.134.
Petersen, s. 49.
Murata, s. 19.
A.y.
200
A.y.; Lipman, s. 76.
201
Murata, s. 19
202
A.y.
199
62
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
Her ne kadar Çince “lao-jen” ( 老人 ) İngilizce “old man” olarak ifade
edilen kelimeye yukarıda bahsettiğimiz gibi bir anlam yüklemesi yapılıyor olsa da
bu terim, “ihtiyar/yaşlı adam” anlamına gelen Arapça “şeyh” veya Farsça “pir”
kelimelerinin Çinceye tercüme edilmiş bir formu da olabilir. 203 Zira talebeleri,
Wang Daiyu’dan bahsederken her zaman bu ifadeyi tercih etmişlerdir ve
yazdıkları eserlerin tamamında (lakaplar da dahil olmak üzere ) Çinceyi
kullanmaya özen göstermişlerdir.
3. Ailesi
Wang Daiyu The Real Commentary adlı eserinin giriş kısmında bize,
atalarının 300 yıl önce T’ien-Fang’dan204 geldiğini belirtir. Onun anlatımına göre
İmparator Kao205 (1368-98), Wang’ın astronom olan büyük dedesini
hanedanlığına davet etmiştir. 206 Onları vergiden ve ağır işlerde çalıştırılmaktan
muaf tutmuştur.207 Wang’ın büyük dedesi, Çin astronomi anlayışındaki ve
takvimindeki bazı hataları tespit ederek düzeltmiş, İmparatorluk
Rasathanesi’ndeki takvim bölümünün sorumluluğunu üstlenmiştir.208 Wang
Daiyu’ya göre, büyük dedesi önceden yapılmış çalışmaların hepsinden uzak
durarak ve hiçbir hata yapmadan önce dokuz kat göğü (göğün derinliklerini)
incelemiş daha sonra dokuz kat denizin derinliklerine inerek incelemelerde
bulunmuştur. İmparator bu durumdan memnuniyet duyarak; eğer onlar
edindikleri bilgileri bize doğru ve güzel bir şekilde bize aktarmasalardı, onların
ulaştığı bu bilgilere bizim ulaşmamız asla mümkün değildi, diyerek ona karşı
övgülerde bulunmuş ve Wang’ın büyük dedesini rasathanenin baş müderrisi
(qintian jian)209 olarak görevlendirmiştir.210
İmparator Taizu (1368-98)211 döneminde yeni başkent Nanjing olur,
Wang’ın ailesi de imparatorun verdiği yerleşme izni ile Nanjing’e taşınır ve daimi
203
Murata, s.19
“T’ien-Fang” Çin’in batısı için kullanılan bir terimdir, bu terimin o dönemde İran’ın bulunduğu
bölgeleri ifade etmek için kullanıldığı düşünülmektedir. Bk. Murata, s.20.
205
İmparatorun tam ismi: Zhū Yuánzhāng(朱元璋), imparator için kullanılan diğer isimlendirmeler:
Gāodì(高帝), Tàizǔ(太祖), bu dönemin ismi: Hóngwǔ (洪武 ).
206
Murata, s. 20.
207
Petersen s. 50.
208
Murata, s. 20.
209
Petersen, s. 50.
210
Murata, s. 20.
211
Bk. Dipnot 30.
204
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
olarak orada yaşamaya başlarlar.
212
63
Nanjing; cosmopolit, entelektüel ve kültürel
yönden zengin, dini yönden çeşitliliğe sahip olan ve birçok Müslüman’ın yaşadığı
bir şehridir.
Hatta bazı verilere göre yaklaşık yarım milyon nüfusun yüzde
yirmisini Müslümanlar oluşturmaktadır213. 17. yüzyıla kadar Nanjing bu
özelliklerini korumaya devam etmiştir. Wang Daiyu da bu farklı kültürel, dini ve
felsefi etkilerin harmanlandığı şehirde doğmuş ve büyümüştür. 214
4. Eğitim Hayatı ve Hocaları
Wang Daiyu’nun tespit edilebilen en önemli hocası Ma Junshi’dir. Ma
Junshi, Nanjing’de kurulmuş olan Kur’an-ı Kerim medreselerinin ilk yerli
hocasıdır. Aslında ilk önce Konfüçyan bir eğitim almıştır ve Mingjing’de215 yarı
resmi bir devlet görevlisi olarak çalışmıştır. Daha sonra Zhuangyuan Zhang’dan
İslamî bir eğitim almak için Ningxia’ya gitmiştir. Buradaki eğitimini
tamamladıktan sonra Nanjing’e tekrar dönerek medresede ilim öğretmeye
başlamıştır. Wang Daiyu, Ma Junshi’nin beşinci nesil talebelerinden olmuştur.
Ma Junshi, Wang Daiyu ile ilgilenmiştir hatta onun Xizhen Zhengda (Orthodox
Responses on The Rare Truth) isimli eserine bir takdim yazarak Wang Daiyu’nun
ilimdeki hünerleri hakkında övgülerde bulunmuştur.216 Ma Junshi’nin anlatımına
göre Wang Daiyu, kendisine yöneltilen herhangi bir soruya çok kibar ve dostça
cevap verebilme yeteneğine sahiptir, üstelik karşısındaki kişi aynı soruyu ona
tekrar tekrar sorsa dahi Wang, bu davranışını hiç terk etmeden sabırla ve aynı
içtenlikle cevap vermeye devam edebilmektedir.217
Wang Daiyu, gençlik yıllarında hadis, tefsir, fıkıh, kelam, ahlak ilmi gibi
geleneksel İslamî ilimlerin eğitimi almıştır. Bazı araştırmacılar onun tasavvuf ve
İslam felsefesi gibi ilimleri de öğrenmiş olma ihtimaline değinmektedirler.
218
Arapça ve Farsça bilmektedir. Yine bazı araştırmacılara göre Türkî bir dil bildiği
de düşünülmektedir. Ancak atalarının 300 yıldır Çin’de yaşıyor olmasına rağmen
yazdığı otobiyografisinde geçen bir takım ifadelerden onun gençken Çinceyi pek
212
Petersen, s. 50.
A.y.
214
A.y.
215
Mahalli otoritelerle ilgili bir görevdir.
216
Petersen, s. 51.
217
Petersen, s. 55.
218
Petersen, s. 50.,
213
64
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
fazla bilmediği anlaşılmaktadır. Zira Wang Daiyu, otuz yaşına kadar Çince
bilmediğini ve kendisini İslamî ilimlere verdiğini belirtir. Fakat 30 yaşına kadar
Çin tarihi ve metafiziğini öğrenmediği ve onlar hakkında kitaplar okumadığı için
kendisine kızar, ve bu durumdan çok utanç ve pişmanlık duyduğunu dile getirir.
219
Bu sözler, Çin’de yaşayan diğer Müslümanların genelde Çince bilip bilmediği
sorusunu akıllara getirebilmektedir. Ancak Wang Daiyu bir başka yerde, bazı
Müslümanların Çin eğitim sistemi içerisinde yetiştirildiğinden ve Çin klasiklerine
çok fazla aşina olduklarından, zamanla İslam ile ilgili eserlere (Arapça veya
Farsça bilmedikleri için) yabancı kaldıklarına, kaynaklara direkt olarak
ulaşamadıklarına, İslamî kaynaklarında Çincesi bulunmamasından ötürü bu
durumun büyük sıkıntılar yaşadıklarına değinir. Bu ifadeler, onun çevresinde
Çince bilen Müslümanlarında bulunduğunu ve her Müslüman’ın İslamî bir eğitim
almadığını, bu tür etkenlerin ise dini eğitimden uzak Müslümanların var olmasına
yol açtığına işaret etmektedir.
220
Wang Daiyu’nun içinde bulunduğu ve
gözlemlediği durumdan dolayı hissettiği bu kaygılar, ileride onu Çince İslamî bir
literatür oluşturma fikrine yönlendirecektir.221
Chin Chi-t’ang yaptığı araştırmalar sonrasında yazdığı biyografide, Wang
Daiyu’nun uzun yıllar Nanjing’de yaşadığını ve eğitim gördüğünü tespit etmiştir.
1645’de henüz kuruluş aşamasında olan Ch’ing(Mançu) hanedanlığının Nanjing’i
işgali üzerine Pekin’e gitmeye karar verir.222 Chin’e göre 1645’de Mançular
Nanjing’i ele geçirince, Wang Daiyu Pekin’e taşınmak zorunda kalır. Pekin’de
varlıklı bir tüccar olan MA Ssu-yüan223 ile tanışır. Ma, Wang’a misafir hoca
olarak Pekin’de kalması yönünde bir teklifte bulunur ve Wang Daiyu da bu teklifi
kabul eder. MA Ssu-yüan, Wang Daiyu’nun her türlü ilmi masrafını karşılar onun
için hocalar bulmaya çalışır. Aslında Ma, farklı geleneklerden ve dinlerden
alimlerin bir araya gelerek müzakereler yaptıkları bir dönemde Wang’a bu teklifi
yapmıştır. Wang bu müzakere halkalarına katılarak çok kısa bir süre içerisinde
219
Murata, s. 20
A.y.
221
A.y.
222
Murata, s. 21.
223
Petersen bu isimi Ma Si-yuan, olarak yazmıştır (Reconstructing İslam, s. 53), Murata’nın yazım
220
şekli esas alınmıştır (Chinese Gealms, s. 21).
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
65
dikkatleri üzerinde toplar, tanınmaya başlanır.224 Bazı rivayetlere göre İron Dağı
Budist
Manastırı’nın
başrahibi,
1650’de
Wang’ın
müzakerelerdeki
ve
tartışmalardaki hünerlerini ve şöhretini duymuştur. Onu yapacağı tartışmada alt
etmek ister. Günlerce Wang’la tartışmalar ve müzakereler yapar ancak sonunda
Wang’ın ilimin yüksekliğini ve deriliğini kabul eder ve Wang Daiyu’nun müridi
olmak ister.225 Wang Daiyu bu durumu şöyle anlatır:
“Kendisi isteyerek gelen üst rütbeli kişilerden biri pişman oldu ve şunu
kabul etti ki Kur’an’dan başka tam olarak rehber olacak bir kitap var olmamıştır.
Bu yüzden ne zaman onlarla benim aramda böyle bir konuşma, tartışma olsa ben
eve gider ve ne söylendiyse hepsini yazardım.”
226 227
.
5. Tasavvufi Yönü
Her ne kadar Wang Daiyu’nun nasıl bir eğitim aldığı ve yetiştirildiği
konusunda çok fazla bilgiye sahip olunmasa da onun yazdıklarında dikkatimizi
çeken bir diğer nokta tasavvufî bir yönünün de olmasıdır. Wang Daiyu’nun
yazdıklarından çok iyi bir tasavvuf temeline sahip olduğu anlaşılmaktadır. Zaten
bu dönemde hem Nakşibendiyye hem de İbn Arabi ekolü Çin’de yaygınlaşmaya
başlamıştır. Wang üzerinde daha çok İbn Arabi ekolünün entelektüel bir etkiye
sahip olduğu anlaşılmaktadır. Ancak Wang Daiyu yazıklarında hiçbir zaman
direkt bir şeyh ismine atıfta bulunmamıştır. Kimlere intisap ettiğinden veya nasıl
tasavvuf eğitimi aldığından bahsetmemiştir.
6. Vefatı
Wang Daiyu’nun vefat tarihi de kesin olarak bilinememekle birlikte 165758 yıllarında olduğu tahmin edilmektedir. Wang’ın talebelerinden olan Ho HanChing, The Real Commentary’nin ikinci nüshasına yazdığı mukaddimede tarihi
1567 olarak kaydetmiştir ve bu da Wang’ın bu tarihte hala yaşıyor olduğunu
göstermektedir. Wang Daiyu’nun en çok tanınan öğrencilerinden biri olan Ma
Chung-Shin de Wang’ın eseri için bir mukaddime yazmıştır ve o da tarihi 1658
olarak kaydetmiştir. Dolayısıyla Wang Daiyu en erken 1657 veya 1658
yıllarında228 Shunzhi döneminde (1644-1661) yılları arasında vefat etmiş
224
Petersen, s. 53.
Murata, s. 21.
226
Petersen, s. 53.
227
Petersen, s. 53; Lipman, 76.
228
Murata, s. 20.
225
66
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
olmalıdır229 . Wang Daiyu, hayatının son yıllarını Sanlihe’de (modern dönemde
Pekin) hocalık yaparak geçirmiştir. 230 Wang vefat ettiğinde ailesinin kabristanına
defnedilmiştir, 1935 yılında türbesi restore edilmiş ve mezar taşı yapılmıştır.231
B. ESERLERİ
Wang Daiyu, kökeni Çinli olan bir ailede yetişmemiştir. Düzenli ve
sistemli bir şekilde Çince veya Konfüçyanist metinler üzerine de eğitim
almamıştır. Ataları Orta Asya taraflarından gelmiş olan, Çin’de yaşayan
Müslüman bir ailede doğmuş ve birçok yaşıtı gibi İslamî ilimler üzerine eğitim
almıştır.232 Otuz yaşına kadar Çinceyi tam olarak bilmediği gibi Çin felsefesi ve
metafiziği hakkında da yeterli bilgiye sahip değildir. Ancak yaşı ilerledikçe
etrafındaki Müslümanların durumunu gözlemlemiş ve onların durumu Wang
Daiyu’nun bazı konularda endişeler duyarak harekete geçmesine vesile olmuştur.
Zira çevresindeki Müslümanlar, Çin’deki birçok felsefi ve dini akımın ortasında
yaşamak zorunda kalıyor ve küçük yaşlarda Çin eğitim sistemine tabi olarak,
Konfüçyan klasikleri öğrenerek yetişiyorlardı. Üstelik Müslümanların İslam
hakkında bilgi edinmek istediklerinde başvurabilecekleri hiç Çince kaynak yoktu.
Çinli Müslümanların büyük çoğunluğu artık Çin sistemine uygun bir eğitim
aldıkları için dönemin İslami literatür dili olan Arapça ve Farsçayı bilmiyorlardı
ve durum onların kaynaklara direkt ulaşmalarını engelliyordu. Ayrıca kaynaklara
ulaşabilseler dahi birçok terim onlara yabancı geliyor, içerisinde büyüdükleri Çin
toplumunun kültürüne ve felsefelerinden hareket ettikleri için yazılanları
anlayamıyorlardı. Bu durum Wang Daiyu’yu Konfüçyanizimle eğitilmiş olan
Müslümanların kendi dinlerini yanlış anlayıp sapkın felsefelerin fikirlerini
kabullenmelerinden endişe duymasına yöneltmişti. Zira gerek temel İslami
bilgilerin Çince olarak bulunmayışı gerekse Çinli Müslümanların eğitim tarzı
Wang’ı Çin gelenekleri ve felsefelerini araştırma ve İslam bağlamında
incelemeye yöneltmiştir. Wang’ın talebesi Zhengjiao, Zhenquan’ın233 basımında
229
Petersen, s. 50.
Petersen, s. 54.
231
Murata, s. 21.
232
Wu Teiming, s. IX.
233
Murata, s. 21.
230
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
67
yazdığı önsözde bu durumu şöyle ifade etmiştir: “Üstadım Wang Tai-yu dört
dinde de uzmanlaşmıştı ve farklı ekollerin bütün doktrinleri üzerine çalışmıştı.”234
Onun kendi döneminde baskın olan düşünce şekilleri üzerindeki ilgisi, Çin
kültüründen ve entelektüel perspektifinden gelmiş olan Müslüman talebelerine
rehberlik etmesine ve onlara doğru yolu göstermesine olanak tanıdı.” 235 Neticede
Wang Daiyu, İslam’ı Çince anlatma ve Çinli Müslümanların dini ihtiyaçlarına
çağına ve yaşadığı topluma uygun olarak cevap verebilmek adına çalışma yapan
ilk Müslüman alim olmuştur.236
Wang Daiyu, Çin’de bulunan dört dini (Taoizm, Budizm, Konfüçyanizm,
İslam) çok iyi bilmektedir. Dinlere olan bu hâkimiyeti onun bu dinleri hem
karşılaştırmalı olarak hem de İslamî bir perspektiften değerlendirmesine olanak
tanımıştır. İslam’ın Çince olarak söylem kazanımının güvenilen bir Müslüman
alim tarafından yapılmış olması, Çin’deki Müslümanlar için de büyük bir öneme
sahiptir. Wang Daiyu’nun öncelikli hitap kitlesi de Çinli Müslümanlardır.
Wang Daiyu, İslam’ı anlatırken Konfüçyanist fikirlerle uzlaşan yönler
üzerinden hareket etmekle beraber İslam’ı daha çok görünür yönleri üzerinden
tasvir etmeyi tercih etmiştir. Sık sık Çin klasiklerinden alıntılar yapmış, bazen
kendi bakış açısını daha iyi ifade etmek için Budist terminolojiyi kullanmıştır.
Wang Daiyu, aslında geleneksel üç Çin dinini (Taoizm, Konfüçyanizm, Budizm)
olduğu gibi kabul etmemiştir. Ancak bazı araştırmacılar, Wang Daiyu’nun üç
dine yönelttiği eleştirilerinin, onların birbirlerine yönelttiği eleştirileri çok da
aşmadığını ifade ederler.
Bazı araştırmacılar ise gayri Müslim bir Çinlinin,
Wang’ın eserini okuduğunda, İslam’ın Çin’de hali hazırda bulunan dinlerden aşırı
derece bir farkının olmadığını düşünecek, üstelik İslam’ın Konfüçyanizmle,
Taoizm ve Budizm’den daha fazla ortak noktasının bulunduğunu ve daha çok
uzlaştığını dile getirebilecektir, şeklinde görüşler öne sürmüşlerdir.237 Ancak
Wang Daiyu, ileride değineceğimiz üzere, Hıristiyanların Çin’de yaptıkları gibi
bir uzlaştırma ve özdeşleştirme çabasına girmemiştir. O, zaman zaman İslam ve
234
A.y.
Petersen, s. 52.
236
Wu Teiming, s. IX.
237
Murata, s. 22.
235
68
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
diğer Çin dinlenin ortak yönlerini, dışa yansıyan ibadetler üzerinden anlatma
yoluna başvurmuştur.
Wang Daiyu’nun en önemli özelliklerinden bir diğeri ise İslam’ı
Konfüçyanist terimler kullanarak anlatmaya çalışmış olmasıdır. Her zaman
İslam’ın üstünlüğünü ve hakikatini savunmuş olmasına rağmen Konfüçyanist
terimleri ve kalıpları kullanmaktan ve onlardan alıntılar yapmaktan
çekinmemiştir.238 Zira kendisi bu terimleri İslam’ı anlatmak için kullandığı
gibi Konfüçyanizm’deki yanlışları ve hataları ortaya koymak için de
kullanmıştır.239
Araştırmacılar, Wang Daiyu hakkında dinleri karşılaştırmak, İslam’ı
içerisinde yaşanılan toplumun dini ile özdeşleştirmek, İslam felsefesini ve
düşüncesini sistematik bir şekilde açıklamak veya geliştirmek gibi bir
amacının bulunmadığı kanaatine sahiptirler.240 O sadece dindaşlarına yardım
etmek ve kaynak eksikliğinden dolayı içerisinde bulundukları din bilgisi
eksikliğini ve gayri Müslim bir toplumun çoğunlukta bulunduğu bir ortamda
dini yönden oluşan sıkıntıları gidermek istemiştir.241 Bu sebeple de Wang
Daiyu, kendisine yöneltilen sorular üzerinden yola çıkarak eserlerini
oluşturmuştur. Eseleri genellikle konuşmalardan, münazaralardan, Müslüman
alimlerden veya Müslüman halktan, Taoist, Budist, Konfüçyanist din
adamlarından veya bu dine mensup olan halktan gelen sorulara verdiği
cevaplardan oluşmaktadır. Bu sebeple kendisine dört dinin ustası veya Chenhui Lao Jen (Gerçek Müslümanların Şeyhi) gibi lakaplar verilmiş ve bu
isimlerle üne kavuşmuştur. Hatta onu Çin’de İslam’ın ikinci kurucusu olarak
görenler ve niteleyenlerde vardır.242
Wang Daiyu’nun yazdıkları sonraki dönemlerde de etkili olmuş, bir çok
Çinli Müslüman alim, onun oluşturduğu terimleri kullanmış ve onun fikirleri
Çin’deki Kur’an medreselerinin yeni alt yapısı teşkil etmiştir.243
238
Petersen, s. 55; Lipman s. 77.
Petersen, s. 54.
240
Benite, Dao of Muhammad, s. 136.
241
Petersen, s. 54.
242
Israeli, s. 176
243
Petersen, s. 55.
239
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
69
Wang Daiyu en az 3 özgün eser yazmıştır. Bunlar, Chen-chiao chench’uan (The Real Commentary of Ortodox Teaching), Qingzhen Daxue (Great
Learning Of Islam), Xizhen Zhengda (The Orthodox Responses on The Rare
Truth)’dır.244
1. Chen-chiao chen-ch’uan (The Real Commentary of Ortodox
Teaching)245
1642 yılında yazılmıştır ve Wang Daiyu’nun en önemli eserlerinden
biridir. Genel olarak insanın doğası, Tanrı, teoloji, hukuk, kozmoloji ve İslami
yaşam biçiminden bahsedilmiş ve bu konularda İslam’ın temel prensiplerinin ana
hatları belirlenmiştir. The Real Commentary, 2 ciltten oluşmaktadır ve her bir
ciltte 20 bölüm yer almaktadır. İlk ciltte; İslam felsefesinin temelleri, Tanrının
mahiyeti, insanın ve evrenin başlangıcı, peygamberlerin rolü, melekler, insan
tabiatı ve maneviyatı gibi konular üzerinde durulmuştur. İkinci cilt ise İslam
inancı, ibadetleri (pratikleri) hakkında kaleme alınmıştır. İkinci cilt, genel olarak
İslam’ın beş şartı, iman meseleleri, kıyamet, ahiret konularını ve Çin’de yaygın
olan bazı uygulamalar hakkında Wang Daiyu’ya yöneltilen soruları ihtiva
etmektedir.246
Wang Daiyu’nun, ibadetleri anlattığı bölümde çok fazla sıkıntı çekmediği
ve farklı dinlerden terim kullanma ihtiyacı hissetmediği gözlemlenmiştir.247 Bu
durum, muhtemelen Müslümanların aile içerisinde nasıl namaz kılıp, oruç
tutacaklarını, neleri yiyip neleri yemeyecekleri konusunda eğitim almaya ve bunu
yaşamaya devam ediyor olmalarından kaynaklanmıştır. Ancak başta kelamî,
kozmoloji ve psikoloji gibi konular söz konusu olduğunda farklı dinlerden
terimlerin kullanıldığı anlaşılmaktadır. Aslında Çin düşünce yapısına göre eğer
bir konu veya ilim dalı Çin entelektüel veya Çin klasiklerinin inceliklerine dair
bir şey önermiyorsa, Çinliler nezdinde hiçbir anlam ifade etmiyor demekti.248
Wang Daiyu’da bu durumu dikkate alarak onların uygulamalarını ve
244
Wu Teiming, s. IX.
Kristian Petersen bu eseri Zhengjiao zhenquan şeklinde yazmıştır ve çevirisi olarak benzer bir
anlama sahip olan The Authentic Commentary on the Orthodox Teaching ifadesini kullanmayı
tercih etmiştir. Bu eserlerin Çince telaffuzları ve çevirileri bazı araştırmacılar tarafından da farklı
şekillerde de ifade edilebilmektedir.
246
Petersen, s. 55.
247
Murata, s. 22.
245
70
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
geleneklerini temel alarak çalışmalarını bu eksende belirlemeye çalışıyordu.
Çoğunlukla Çin geleneklerine karşı duruyordu. Örneğin domuzun, şarabın,
kumarın yasaklılığı konularını gündeme getiriyor, Müslümanları diğer din
mensuplarından ve Çinlilerden ayıran bu tür dışa yansıyan ve dikkat çeken yönler
üzerinden de açıklamaklar da bulunmaya çalışıyor bunu yaparken Çinlilerin
dinleri üzerinden karşılaştırmalar yapma veya onların terimlerini kullanma
ihtiyacı hissediyordu. 249
The Real Commentary, ek niteliğinde olan üç kısa eseri de içersinde
barındırmaktadır. Bunlar otobiyografi olan Zixu bölümü, Fu-lu (Appendix) ve
Shengyu (Addendum) bölümleridir.
Zixu bölümünde Wang Daiyu’nun hayatı anlatılmaktadır. Wang Daiyu
tarafından kaleme alınmıştır.250 Bu otobiyografi Wang’ın öğrencileri veya
hocalarının kendisi hakkında yazdıkları mukaddimelerden farklıdır. Burada
sadece Wang’ın hayatı yer almaktadır. Fu-lu ve Shengyu bölümlerinin her
ikisinde de Wang Dayiu’nun yaptığı bazı konuşmalar ve tartışmalar, farklı dinlere
mensup kişilerin Wang Daiyu’ya yönelttiği sorular, bunlara verilen cevaplar
bulunur. Shengyu kitabı daha çok Wang Daiyu’nun Budist rahiplerle yapmış
olduğu tartışmaları içmektir. 251
Bu eserde dikkat çeken önemli noktalardan biri de Wang Daiyu sorulara
cevap verirken karşısındaki din mensuplarının tartışma yöntemlerini de ustaca
kullanmayı başarmış olmasıdır. Örneğin daha sonraki metinde Wang Daiyu, Zen
Budistlerinin tarzı olan bir hazır cevap yöntemini kullanarak, sert bir Budizm
eleştirisi yapmıştır.252
Aslında Fu-lu ve Shengyu ( Appendix ve Addendum) bölümleri, Wang
Daiyu’nun vefatının ardından eklenmiş kısımlar olduğu için bu eserlerin
otantikliği konusunda bazı şüpheler bulunmaktadır. Bu konuyu araştıran Tazaka
Kodo, bu kısımların sonradan yazılarak kitabın aslına eklendiğini, bu şekilde bir
tutumun asıl amacının ise Wang’ı aslında göründüğünden çok daha fazla
248
A.y.
A.y.
250
Petersen, s. 56.
251
A.y.
252
Murata, s. 21.
249
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
71
Budizm’e karşı ve düşman olduğunu ispatlama çabasından kaynaklandığını
düşünmektedir.253
2. Xizhen Zhengda (The Orthodox Responses on The Rare Truth)
Wang Daiyu’nun en uzun eseri olan The Orthodox Responses, 1658
yılında başta Wu lien-ch’eng olmak üzere Wang’ın talebeleri tarafından
vefatından sonra yayınlanmıştır. Eser yaklaşık olarak 200 tane sorudan
oluşmaktadır ve kitap soru cevap formatıyla yazılmıştır. Eserde, Wang Daiyu
hem Müslüman alimlerin ve halkın sorularını cevaplar, hem de Budist, Taoist ve
Neo Konfüçyanist aydınların ve bu dinlere mensup olanların sorularını yanıtlar.254
Wang Daiyu, eserlerinde öncelikle tek bir soruyu ele alır ona kısa bir cevap verir
daha sonra bu uzun bir şekilde izah eder.
3. Qingzhen Daxue (Great Learning Of Islam)
Qingzhen Daxue (Great Learning of Islam), Wang Daiyu’nun en önemli
eserleri olarak kabul edilmektedir.255 Wang Daiyu, eseri için bu ismi özellikle
tercih etmiştir. Zira bu isim Konfüçyanistler için özel bir kitap olan Book Of
Rites isimli eserde, kısa ancak Çinliler için büyük öneme sahip olan bir bölümün
başlığını anımsatır ki bu başlık da Great Learning’dir. Bu bölüm Song
hanedanlığı bilgelerinden Zhu Xi’nin (1130-1200) Konfüçyüs Klasiklerini
derlemesi ile hazırlanmıştır. Konfüçyan skolastisizmi içerisindeki dört önemli
kitaptan birisidir.
Wang Daiyu, Great Learning adlı eserinde İslam ve Konfüçyanizm
arasındaki önemli benzerlikleri göstermeye çalışır. Eser bir mukaddime, üç ana
bölüm ve uzun bir sonuç kısmından müteşekkildir.
Ancak
Wang
Daiyu’nun
bu
eseri
orijinal
Konfüçyanizm
Great
Learning’den yönelimleri bakımından farklıdır. Zira Wang, sosyal prensiplerin
ilahi yönünü vurgularken yani başlangıcı keşfettiren toplumsal prensiplerdeki
gizli bulunan tanrısal çıkarımları üzerinde dururken, Konfüçyanistlerin Great
Learning eserlerinin çerçevesini kullanmıştır. Wang onun yani Konfüçyanist
Great Learning’in faydalarını kabul ettiğini ancak bazı eksiklikler taşıdığını bu
eksikliklerin; ahlaki öğretilerin Tanrı ile olan zorunlu ilişkisi, âlemin başlangıcı
253
Murata, s. 22.
Petersen, s. 57.
255
Petersen, s. 57.
254
72
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
ve ölüm sonrası hayat (ki bu tür konular Konfüçyanizm’de yer almaz) gibi
konular olduğunu ifade ederek bu mevzuları açıklar. 256
Wang Daiyu’nun, Great Learning adlı eserinin temeline tevhit inancını alır
ve daha çok tevhit vurgusu üzerinde durarak ana hatlarını çizer. Wang Daiyu’nun
temel amacı İslam’ın üstünlüğünü ortaya koymaktır. Bu sebeple Konfüçyanizm
ve İslam’ın benzer noktalarını ortaya koymaya çalıştığı gibi ayrıldığı ve
uyuşmadığı konuları da açıklamaktan geri durmayarak dönemindeki felsefi sistem
ve düşüncelere yönelik eleştirel bir bakış açısı ile yaklaşır.257
II. WANG DAİYU’NUN NEO-KONFÜÇYANİZM’E YAKLAŞIMI
Müslümanların Çin’de en etkin ve güçlü olduğunu dönem Moğollar (XIII.
yy.) dönemidir. Moğollar, birçok Müslüman ilim adamını Çin’e davet etmiş ve
onlara ilmi çalışmalar yapmaları konusunda olanaklar sunmuşlardır. Ancak
Moğollar dönemi de dahil olmak üzere Çin’de XVII. yüzyıla kadar kelam,
tasavvuf, felsefe gibi İslami ilimlerle ilgili olarak herhangi bir hareketlilik
yaşanmamış, özgün bir eser veya fikir ortaya konulmamıştır. Müslümanların
Çin’de İslami ilimlerle ilgili çalışmaları, XVII. yüzyılda Ming hanedanlığından
Qing (Çing) hanedanlığına geçiş sürecinde yükselmeye başlamıştır. Bu yüzyıldan
itibaren Çinli Müslüman alimler, Çin felsefesi ve İslam felsefesi, kelamı, ahlakı
ve tasavvufu gibi konularda Çince eserler ortaya koymaya başlamışlardır. 258 Peki
Müslüman alimleri harekete geçiren durum nedir ve neler yapmışlardır? Bu sual
çalışmamızın temel sorunsalları arasında yer almaktadır.
Zira bu ve benzeri sorular hem tarihçiler, karşılaştırmalı dinler tarihçileri
hem de doğu felsefesi ve teolojisi çalışanlar için çok ilgi çekicidir ve araştırılan
konulardandır. Bu sorular ve konular, Çin kültürü üzerine çalışan Müslüman
alimlerin ise son zamanlarda dikkatini çekemeye başlamıştır.259
İslam tarihi incelendiğinde, Müslümanların yakın temas halinde oldukları
Grek düşüncesini inceledikleri ve Yunan düşüncesinden hareketle yeni felsefi
akımlar oluşturdukları bilinmektedir. Ayrıca kültürel etkileşimler sonucu felsefi
düşüncelerin birbirini etkilemesi ve bunun sonucunda yeni ekoller oluşturulması
256
Petersen, s. 57.
A.y.
258
Wu Teiming, s. VII.
259
Wu Teiming, s. VIII.
257
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
73
da yaygın bir şekilde rastlanılan durumlardandır. Çin’de yaşayan Müslümanlar
arasında da benzer bir durumun biraz geçte olsa yaşandığını söylemek
mümkündür. Müslümanlar, Çinlilerle iletişim kurabilmek, zaman zaman
kendilerini
topluma
kabul
ettirebilmek
veya
kendi
düşüncelerini,
dini
anlayışlarını ifade edebilmek için Çin felsefi düşüncesini ve dinlerini incelemeye
almışlardır. Onların terimlerini kullanarak kendilerini anlatmaya, kendilerine
yöneltilen eleştirilere cevap vermeye ve karşılarında duran Konfüçyan
entelijansiyasina ve Konfüçyanist dünyaya karşı bir şeyler söyleme zorunluluğu
içerisinde kalmışlardır.260 Üstelik bu zorunluluğu sadece Müslümanlar değil
Hıristiyanlarda hissetmişlerdir. Ancak Hıristiyanların izlediği yöntem ile
Müslümanların izlediği yöntem birbirinden farklı olmuştur.
1. Hıristiyanlar’ın Neo-konfüçyanizm’e Yaklaşımı
Matteo Ricci ve Jesuitin, Çin’de Konfüçyanizm ve Hıristiyanlık ilişkisi
üzerinde duran ilk isimlerdendir.261 Bu iki isim arasında ise Ricci’nin çalışmaları
daha yaygın olarak bilinmektedir. Ricci Katolik bir Hıristiyan’dır ve Çin’e elçi
olarak papalık tarafından gönderilmiştir.
Genellikle Ricci’nin, kasti olarak kendi Katolik mesajını Konfüçyanist
aydınlara kabul ettirebilmek amacıyla bir uzlaştırma stratejisi kullandığı ve
Hıristiyanlık mesajını Konfüçyanizm’e adapte etmeye çalıştığı düşünülür. Bu
sentez
fikrine
göre
Ricci,
Hıristiyan
düşüncesindeki
Tanrı
fikrinin,
Konfüçyanizm’deki Gök nosyonu ile uygunluğunu vurgulayarak, Tanrıya
inanmanın
Neo-Konfüçyanizmin
ahlak
(vurgulu)
metafiziği
(sebebiyle)
kaybolmuş olan aklî kaynağa yeniden bir dönüş olduğunu gündeme getirmeyi
amaçlamıştır. Onun ortaya koymaya çalıştığı düşünceye göre; yaratılmış canlı
varlıklardan uzak olan Gök tanrı (Hıristiyanlığın Tanrısı),
Konfüçyan
ortodoksisinin ve ortopraksisinin kulağına sempatik gelen ve bunların temel
çekirdeğini oluşturan gökteki Tanrı’nın gerçek anlamıdır.262
Son
yıllardaki
araştırmacıların
ifadelerine
göre
Ricci,
basit
bir
uzlaştırmadan çok daha fazlasını yapmıştır. Her ne olursa olsun Çinlilerin zihnini
kolonize
etmek
istediği
için
260
A.y.
Wu Teiming, s. VIII.
262
A.y.
261
klasik
Konfüçyanist
dindarlara,
Neo-
74
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
Konfüçyanistlerdeki göğün, yerin ve ikisi arasındakilerin bir vücut olduğu
düşüncesinin yıkılması gerektiği fikrini empozeetmeye çalışması kasdî bir
teşebbüstür.263
2. Müslümanlar’ın Neo-konfüçyanizm’e Yaklaşımı
Ricci’nin bu tavrının aksine, Müslümanlar Neo-Konfüçyanizm’in tarzına
ve düşüncesine gayet olgun bir şekilde yaklaşmışlardır. Müslümanlar, NeoKonfüçyanizm’in temel yapısını oluşturan unsurların felsefesini yapmışlardır.
Onların tanrı hakkındaki görüşlerini İslam’la sentezlemek yerine, eşyanın
hakikati, bilgiyi saflaştırma, irade hâkimiyeti, kalbin ve zihnin arındırılması ve
saflaştırılması, bedenin günahlardan arındırılması, aile ilişkilerinin nasıl olması
gerektiği gibi bazı meseleleri harmanlamış, devlet yönetimi, dünya barışı gibi
konularla ilgilenmişlerdir.264
Özelde
Wang
Daiyu’nun,
genelde
Müslümanların
asıl
amacı
Konfüçyanizm’i benimsemiş olan Çinlilere İslam’ı anlatmak değil, dini literatür
diline yabancı kalmış olan dindaşlarının eğitimi olmuştur. Çin’de yaşayan
Müslümanlara, İslam’daki temel inanç akidelerini açılamak, dini kaidelerin
hayata yansıtılmasını sağlamak öncelikleri arasında yer almıştır.265
Müslüman alimler, Neo-Konfüçyanizm’in ayrılmaz parçası olan değerler
sistemini, kendi felsefi açıklamalarının daha iyi anlaşılması için dolaylı bir
şekilde kullanmışlardır.
Zaten Neo-Konfüçyanistlerin ahlakla ilgili kuralları,
İslam’daki ahlaki yükümlülüklerle büyük ölçüde uyuşmuştur. Onların sentezleri
de genelde bu çerçevede ilerlemiştir. Hıristiyanların yaptığı gibi asla ulûhiyet
anlayışlarını bağdaştırma veya ulûhiyet ve kelamî anlayışlarında NeoKonfüçyanizm’den referanslar kullanma yoluna gitmemişlerdir. Toplumun büyük
bir kesimi tarafından Neo-Konfüçyanizm kabul gördüğü için onların ulûhiyet
anlayışlarını
kendiler
olmamışlardır.
266
Çin’de
yaşayan
mal
etme
veya
Müslümanların,
sentezleme
içerisinde
çabası
içerisine
bulundukları
de
Neo-
Konfüçyanist dünya karşısında dik bir duruş sergiledikleri söylenmektedir.
263
A.y.
Wu Teiming, s. IX.
265
A.y.
266
Wu Teiming, s. IX.
264
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
75
Müslümanların içinde yaşadıkları Konfüçyanist dünyaya “Bu kültür
hepimizin kültürdür” mesajını verdikleri düşünülmektedir. Zira onlara göre
kültür, davranışlardan oluşan ve davranışların dışa yansıyan boyutlarından
oluşan bir yapıdır. Bir toplumun kültürünün benimsenmesi onun ulûhiyet
anlayışının da benimsendiği anlamına gelmemektedir. Müslümanların
sergilediği bu asil tavır onlara, Çin toplumu içersinde yumuşak bir zemin
hazırlamıştır.267
Çin’deki Müslüman ulemanın ne yapıp edip Neo-Konfüçyanizm ve
İslam’ı, çaba harcamadan da olsa yeni bir sentez içerisinde birleştirmiştir gibi
yanlış bir düşünceye sevk etmemelidir. Onların uluhiyet konusunda bir senteze
asla gitmedikleri, Kur’an-ı Kerim ve hadisleri temel aldıkları gözden
kaçırılmamalıdır. Burada bir sentez yoktur sadece her ikisinde de ortak olan
davranış şekilleri Neo-konfüçyanist terimle yeniden gündeme getirilmiştir.268
Sadece Konfüçyanist bir din anlayışına sahip olanların, Müslümanları ve onların
davranışlarını anlamaları için içinde bulundukları din kültür ilişkisi dikkate
alındığını söylemek mümkündür.
3. Wang Daiyu’nun Neo-Konfüçyanizm’e Yakalaşımı
Wang Daiyu, İslam’ı anlatırken Konfüçyanist fikirlerle uzlaşan yönler
üzerinden hareket etmekle beraber İslam’ın daha çok dışa yansıyan veya ahlaki
davranışları barındıran yönleri üzerinden tasvir etmeyi tercih etmiştir. Sık sık Çin
klasiklerinden alıntılar yapmış, bazen kendi bakış açısını daha iyi ifade etmek için
Budist terminolojiyi kullanmıştır
269
. Aslında Wang Daiyu hiç bir zaman
geleneksel Çin dilerini (Taoizm, Konfüçyanizm, Budizm) olduğu gibi kabul
etmemiştir. Ancak bazı araştırmacılar, Wang Daiyu’nun üç geleneksel Çin dinine
yönelttiği eleştirilerin, onların birbirlerine yönelttiği eleştirileri çok fazla
aşmadığını ifade etmişlerdir. 270 Onlara göre gayri Müslim bir Çinli, onun eserini
okuduğunda, İslam’ın Çin’de hali hazırda bulunan dinlerden aşırı derece bir
farkının olmadığını düşünebilecek, üstelik İslam’ın Konfüçyanizmle, Taoizm ve
267
A.y.
A.y.
269
Murata, s. 22.
270
A.y.
268
76
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
Budizm’den daha fazla ortak noktasının bulunduğunu ve daha çok uzlaştığını dile
getirebilecektir.
Elbette
Wang’ın,
İslam’ı
bu
şekilde
anlatıyor
olması
Çin’deki
Müslümanların onu onayladığı ve doğru bulduğu anlamına gelmemektedir.
Nitekim Wang Daiyu mukaddimesinde, bazı alimlerin eserlerini okuduklarında
Çin klasiklerinden çok fazla alıntılama yapmış olmasından, Taoizm ve Budizm’in
çok fazla derinliklerine inerek araştırmalar yapmasından dolayı kendisini
eleştirdiklerini ve kınadıklarını ifade eder.271 Aslında kendisi de onlara, her şeyin
İslam’ın temel kaynakları üzerine kurularak ve bunlardaki terimleri kullanarak
anlatılması konusunda hak vermektedir ve bu konuda kendisini eleştirenlerle aynı
fikirde olduğunu belirtmektedir. Ancak Wang bu eleştirilere, Çince konuşan ve
Çin eğitim sistemi, kültürü ve felsefeleri içerisinde yetişen insanlara (özellikle de
Müslümanlara ) İslam bu dillerle ile ifade edildiğinde anlayamadıklarını, temel
kaynaklara ulaşma ve onları anlama imkanlarının da bulunmadığını hatırlatarak
cevap verir. Zira Çinli Müslümanlar arasında İslami literatürün dili olan Arapça
ve Farsçayı bilenlerin sayısı gün geçtikçe azalmaktadır ve bu yönde eğitim veren
kurumlara yönelim oranı da düşmektedir. Bu sebeple Wang Daiyu, “İslam’ı
anlaşılabilir ama alışılmamış bir yolla ”272 sunmuştur. Kendisine yöneltilen bu
eleştirilere verdiği bir başka cevap ise İslam’ı anlatırken Konfüçyanizm’den
yaptığı alıntıların sadece bireysel ve toplumsal ahlak konularından olduğunu ve
bunu da bahsi geçen mevzularda İslam’a ters düşen bir şey bulunmadığından
dolayı yaptığını iddia eder.273
Kur’an-ı Kerim her zaman Wang Daiyu’nu tartışmalarının temeli ve
standardı olmuştur. Wang Daiyu’yu ilk kez okuyan bir kişinin anlaması çok
zordur. Ancak bu noktada Wang’ın talebesi olan Liang, The Real
Commentary’ye yazdığı mukaddime ile bizlere onu anlamamızda büyük
katkıda bulunmuştur. Zira Liang bu mukaddimede, Wang Daiyu’nun
Konfüçyanizm’e karşı nasıl bir bakış açısına sahip olduğunu açıklar. Liang’ın
ifadelerinden hareketle, Eric Zücher’in Çinlilerdeki “kültürel zorunluluk” fikri
271
Murata, s. 22.
A.y.
273
A.y.
272
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
77
ile açıkladığı teorisinin Wang Daiyu’nun bakış açısıyla uyuştuğunu söyleyenler
de bulunmaktadır.274
Konfüçyanizm’in
insan
hayatında
etkin
olduğu
bazı
yönler
bulunmaktadır. Konfüçyanistler göğün altındaki her şeyin bir ilişki seviyesine
sahip olması gerektiğini düşünürler. Bu ilişkileri ele alırken; öncelikle babaçocuk, karı-koca, büyük kardeş- küçük kardeş ve iki arkadaş arasındaki 5 ilişki
biçimini incelerler. Ayrıca iradenin içtenliği (niyet), kalbin doğruluğu, kişisel
hayatın geliştirilmesi, ailenin düzenlenmesi, ülke yönetimindeki düzenle birlikte
göğün altındaki her şeye barış getirilebileceği vurgusu yapılır ve bu konulara
açıklık getirilir. Onlara göre bu kurallar ve aralarındaki ilişki düzenli ve iyi
olmadan, göğün altındaki alem mükemmel olamaz. 275
Her ne kadar Konfüçyanistler, dünya hayatına dair bu tür kurallar
getirmiş olsalar da onlar asla ilk yaratılış, yok oluş ve ölüm sonrası hayattan
bahsetmezler. Çünkü onlar için önemli olan doğum ve ölüm arasında nasıl bir
hayat yaşandığıdır. İşte bu noktada Müslümanlar ile Konfüçyanistler arasındaki
temel farklar ortaya çıkmaktadır. Liang, Konfüçyüs öğretilerinde yaratılış
mevzusundaki zayıf yönleri anlatırken bir yan dan da eskatolojiyi açıklamaya
çalışır.276
Wang
Daiyu
ve
onun
talebeleri
de
tevhit
çizgisinden
asla
kaymamışlardır. Onlar tevhit başta olmak üzere yoktan var olma (ex-nihilo) ve
yok olma (kıyamet) ve ahiret akidelerinden vazgeçmeyerek Çin dinlerini ve
özellikle Konfüçyanizm’i bu noktalardan eleştirmişlerdir. Onların Konfüçyanizm
ile uyuştukları noktalar ise ahlak kuralları üzerinden olmuştur.277
274
A.y.
Murata, s. 23.
276
A.y.
277
Murata, s.23.
275
78
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
SONUÇ
Tang hanedanlığı döneminde Çin ile Müslümanlar arasında başlayan
ilişkiler Song hanedanlığı döneminde devam etmiş, Yüan hanedanlığı döneminde
en üst seviyeye ulaşmıştır. Ming hanedanlığı döneminde Çin’de gerek yerli
Çinlilerden gerekse uzun yıllar öncesinde gelerek Çin’e yerleşmiş olan birçok
Müslüman bulunmaktadır. Ming hanedanlığı döneminde hem yoğun olarak
hissedilen asimilasyon çalışmaları hem de Çin’de bulunan birçok din ve
felsefenin etkisi ile Müslümanların İslami bilgisinin gittikçe azaldığı hatta Arapça
ve Farsça bilmedikleri için ve Çince hiç bir İslami kaynak bulunmadığı için dini
literatürden uzaklaştıkları ve dini hayatın zayıfladığı anlaşılmıştır.
Müslümanların, Çin dünyası karşısındaki bu durumu, Müslüman Çinli
alimlerde endişe uyandırmış XVII. yüzyılla birlikte Çinli Müslümanlarda
entelektüel bir kalkınmaya sebebiyet vermiştir. Bu sebeple İslami kaynakları
Çinceye tercüme etme faaliyetleri başlamış, Çince İslami eserler kaleme alınmış,
bunu yaparken İslam düşüncesine Çince bir söylem de kazandırmışlardır.
İslam’a Çince söylem kazandıran ilk isim olarak kabul edilen Wang
Daiyu, Müslümanlar için bazı eserler kaleme almış, bu sırada eserlerinde
Konfüçyanist, Budist terimler kullanmaktan çekinmemiştir. Hatta Wang Daiyu
için İslam’ı Neo-konfüçyanizm üzerinden anlattığı, o ve onun yolundan
gidenlerin Konfüçyanist Müslümanlar olduğu ibareleri kullanılmıştır. Wang
Daiyu’nun özellikle Neo-Konfüçyanizm’e vurgu yapması dikkat uyandıran
noktalardandır. Bu sebeple Wang Daiyu’nun hayatı ve eserleri incelenmiş,
Müslümanların dini durumu hakkında duyduğu endişeden dolayı bu eserleri
kaleme alma ihtiyacı hissettiği ifadelerine rastlanılmıştır. Wang Daiyu eserlerinde
gerçekten Konfüçyanist, Neo-Konfüçyanist ve Budist terimler kullanmıştır.
Eserleri genellikle Müslümanlardan, Konfüçyanistlerden, Budistlerden ve
Taoistlerden gelen sorulardan oluşmuştur. Wang Daiyu eserlerinde öncelikle Çin
felsefesinin ve geleneklerinin sessiz kaldığı dünyanın yoktan var edilişi
(exnihilo), kıyamet ve ahiret konularını ele almış ve bu konularda sessiz kalan
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
79
Çin dünyasını yer yer eleştirmiştir. Tevhit meselesini eserlerinin temeline alan
Wang Daiyu’nun, bu konudan ödün vermeden diğer dinlerdeki terimleri
kullandığı anlaşılmıştır.
Neo-Konfüçyanizm’e sık sık vurgu yaptığı, İslam’ı Neo-Konfüçyanizm
üzerinden
anlattığı
iddiaları
dikkate
alınarak
Wang
Daiyu’nun,
Neo-
Konfüçyanizm’e olan bakışı ikinci bölümde değerlendirilmiştir. Araştırmaları
neticesinde Wang’ın, Neo-Konfüçyanizm ile İslam’ı ahlak noktasında uzlaştırdığı
hatta Neo-konfüçyanizm’den direkt iktibaslar yaptığı dahi görülmüştür. Onun
Neo-Konfüçyanizm ile olan yakın ilişkisi hakkında kendisine gelen eleştirilere
verdiği cevaplar dikkate alındığında ise Wang Daiyu’nun, Çin topraklarında
yaşayan, Konfüçyanist klasiklerle büyüyen Müslümanların İslamî literatüre uzak
kalması ve dinî konuları anlayamamaları sebebiyle böyle bir yöntem izlediği
anlaşılmaktadır.
BİBLİYOGRAFYA
Benite, Zvi Ben-Dor, “The Marrano Emperor: The Mysterious Bond between Zhu
Yuanzhang and the Chinese Muslims”, Long Live the Emperor: Uses of the Ming
Founder Across Six Centuries of East Asian History (ed. Sarah Schneewind),
Ming Studies Research Series, No:4, Minneapolis 2008.
Benite, Zvi Ben-Dor, The Dao Of Muhammad: A Cultural History Of Muslims in
Late Impreial China, London 2005.
Israeli, Raphiel, Çin’deki Müslümanlar: Bir Kültürel Çatışma Araştırmaları (çev.
İbrahim Kapaklıkaya), İstanbul 2003.
Leslie, Donald Daniel, İslam in Traditional China: A Short History to 1800,
Canberra 1986.
Lipman, N. Janathan, Familiar Strangers: A history Of Muslims in Northwest
China, Washington 1997.
Murata, Sachiko, Chinese Gleams of Sufi Light: Wang Tai-yü’s Great Learning of
Pure and Real and Liu Chih’s Displaying the Concealment of Real Realm,
Albany 2000.
________, Chinese Gleams of Sufi Light: Wang Tai-yü’s Great Learning of Pure
and Real and Liu Chih’s Displaying the Concealment of Real Realm, Albany
2000, Wu Teiming Önsözü, s.VII-XII.
80
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
Petersen, Kristian, “Reconstructing İslam: Muslim Education and literature in
Ming-Qing China”, The American Journal of Islamic Social Sciences, Vol. 23,
No. 3, Newyork 2006.
Petersen, Kristian, The Heart of the Islamic-Chinese Dialogue Wang Daiyu and
the Creation of a Chinese Muslim Discourse, Yayınlanmamış Yüksek Lisans
Tezi, Stony Brook, Newyork 2006.
KUR’AN-I KERÎM ve KİTAB-I MUKADDESE GÖRE İLK İNSAN
KISSASI278
Humeyra Rumeysa Çelik
ÖZET
Semâvî dinler olan İslamiyet, Hıristiyanlık ve Yahudilik’ten her biri
insanoğlunun yeryüzüne gelişini, yaratılış nazariyesine dayandırmaktadırlar.
Bu hususa dair rivâyetler gerek Kitâb-ı Mukaddes’te gerekse Kur’ân-ı
Kerîm’de yer almaktadır. Ancak Eski Ahid ve Kur’ân-ı Kerîm’de ilk insanın
yeryüzü macerasının ele alınış tarzında bir takım benzerlikler var olduğu gibi
kimi farklılıklar da gözlenmektedir. Söz konusu benzerliklerin ve farklılıkların
ortaya konulması bize göre meselenin kavranılması açısından önem arz
etmektedir.
İsrailiyyat kaynaklı rivâyetler, özellikle Âdem’in yaratılışı ve insanoğlunun
yeryüzüne gönderilişi konularında, klasik İslam kaynaklarında kendine yer
bulmuştur. Dolayısıyla bu araştırmanın ana konusu, Tevrat’a ve Kur’ân-ı Kerîm’e
göre ilk insan kıssasıdır. Mezkur iki kaynaktaki ilk insan kıssasının inceleneceği
bu çalışma altı başlık altında ele alınmıştır: Âdem’in yaratılışı, meleklerin insana
secde etmesi ve insanın halifeliği, İblis’in isyanı, Havva’nın yaratılması,
Şeytan’ın ikisini kandırması ve Cennet’ten indirilmeleri… Âdem ve Havva’nın
dünyadaki hayatına dolayısıyla da Habil ve Kabil kıssasına konunun sınırları
açısından değinilmemiştir.
Bu çalışma hazırlanırken öncelikle Kur’ân-ı Kerîm’den ve Eski
Ahit’ten, sonra tefsir kitaplarından ve peygamberler tarihi kitaplarından
faydalanılmıştır.
278
Bu çalışma Doç. Dr.Hatice K. Arpaguş ve Arş. Gör. Ercan Alkan tarafından gözden geçirilmiştir.
82
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
GİRİŞ
Yaratılış inancı İslamiyet, Hıristiyanlık, Yahudilik dinlerinin her birinde
kabul edilen inançtır. Bu inanç hem Kitâb-ı Mukaddes’te hem de Kur’ân-ı
Kerîm’de yer alan ilk insan kıssasına dayanmaktadır. Ancak 19. yüzyılda bazı
bilim
adamları
insanlığın
soyunu
yaratılışa
değil
canlıların
evrimine
dayandırmaya çalışmışlardır. Evrim teorisine göre canlılar dünyasında basitten
karmaşığa veya ilkel olandan ilkel olmayana doğru bir gelişim söz konusudur.279
Evrim Teorisi, temelde bütün canlı türlerinin birbirinden türediğini söyler.
Türlerin değiştiği ve canlılardaki en kompleks özelliklerin bile türlerin değişimi
sonucunda oluştuğu evrim teorisinin en temel iddiasıdır.280 Evrimcilerden bazıları
insanın bir maymun türünden geldiğini varsayarlar. Onlara göre insan bu tür
çeşitli aşamalardan geçerek günümüz insanı haline gelmiştir. İddialarını
temellendirmek için fosilleri kullanmışlardır. Ancak dayanaklarının asılsız olduğu
bir takım araştırmacılar tarafından saptanmıştır.281 Tek Tanrı’lı dine inananlardan
Evrim Teorisini reddedenler, en çok insanın maymunumsu bir canlıdan geldiği
iddiası yüzünden bu teoriye karşı çıkmışlardır. Bazıları Evrim Teorisi’ni; Âdem
ve Havva ile başlayan ve yaratılışı tarif eden Kutsal Metin ifadelerine uygun
bulmadıkları için, bazıları ise maymunumsu bir canlıdan yaratılışı, insanın
onuruna
ve
ahlaksal
282
seslendirmişlerdir.
yapısına
yaklaştıramadıkları
için
itirazlarını
Jeremy Rifkin, Evrim Teorisi’nin bilimsel metodoloji
açısından sorunlu olduğunu şu şekilde ifade etmektedir: ‘Asgariden söylemek
gerekirse, önümüzde utanılacak, şaşılacak bir durum vardır. Bir düşünce ki,
bilimsel
olduğunu
söylüyor,
ama
bilimsel
ölçüme
elverişli
olamıyor.
Gözlemlenemiyor, yeniden türetilemiyor, ölçülemiyor. Ama savunucuları,
hayatın başlangıcı ve gelimi konusunda onun yüce ve çürütülemez bir gerçek
olarak görülmesini istiyorlar!.. O halde bilimsel gözleme dayanmayan bu evrim
görüşü kişisel bir inanç meselesi olmalıdır. Teori hakkında söylenebilecek en iyi
279
Bayrakdar, Mehmet, ‘Tekâmül Nazariyesi’, DİA, XXXX, 38.
Taslaman, Caner, Din Felsefesi Açısından Evrim Teorisi, İstanbul: Marmara Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Doktora Tezi, 2005, s. 2.
281
Ayrıca bkz. Yahya, Harun, Hayatın Gerçek Kökeni, İstanbul: Vural Yayıncılık, 2000, s. 131.
282
Taslaman, a.g.e, s. 172.
280
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
83
şey onun hayatın nasıl geliştiğine dair birçok insanın paylaştığı, ne kanıtlanabilen
ne de yanlışlanabilen bir inancı temsil ettiğidir.’283 Bununla beraber bu konu
hakkında araştırmalar yapılmaya devam edilmektedir. Araştırmanın sınırları
açısından evrim meselesi hakkında bu kadar bir açıklamayla iktifa ediyoruz.
Bu araştırmada ana hatlarıyla Âdem kıssası ele alınmaktadır. Kıssa sözlük
anlamı olarak ders çıkarılması gereken anlatı, olay demektir.284 Tevrat’ta Hz.
Âdem kıssası Tekvin bölümünün 1.-5. babları arasında anlatılmaktadır. Kitab-ı
Mukaddes’te Hz. Âdem kıssasında hadiselerin sırayla geçtiğini görürüz. Hâlbuki
Kur’ân’da böyle bir durum söz konusu değildir.
Gerek insanın yaratılışında
geçirdiği merhaleler gerek ilk insanın cennetteki ve dünya’daki hayatı değişik
surelerde anlatılmaktadır. Özellikle insanın yaratılışı çok çeşitli âyetlerde çeşitli
konular içerisinde yer almaktadır. Âdem kıssası Âraf, Bakara, Ta-ha, Hicr, Sa’d,
Kehf, İsra surelerinde bulunmaktadır.
Kitab-ı Mukaddes ve Kur’ân-ı Kerîm arasında gerek üslup gerekse içerik
açısından bir takım farklılıklar bulunmaktadır. Maurice Bucaille bu konuda şöyle
söylemektedir: “Kur’ân’da yer alan yaratılış kıssası, Avrupalı yazarların çoğuna
göre Tevrat’taki kıssaya çok yakındır. Dolayısıyla yazarlar, iki kıssayı birbirine
paralel olarak göstermekten zevk alırlar. Bu düşünce sanırız hatalıdır zira iki
kıssanın açıkça birbirine uymayan yanları vardır. Önemi bilimsel açıdan asla
ikinci derecede olmayan meseleler hakkında Kur’ân’da öyle açıklamalar
buluyoruz ki, bunların mislini Tevrat’ta aramak boşunadır. Bir takım açıklamaları
da Tevrat ihtiva eder ki onların karşılığı da Kur’ân’da yer almaz.”285 Kur’ân ve
Tevrat arasındaki farklara kısaca birkaç örnek verilecek olursa: Tevrat’ta Hz.
Âdem’den bahsedilirken Peygamber olan Âdem gibi değil de ilk olarak yaratılmış
olan adam şeklinde bahsedilmektedir. Buna ek olarak Hz. Âdem yasak olan
meyveyi yediği için bir günah işlemiştir, peygamberler ismet sıfatına sahip
olduğuna göre burada bahsedilen Âdem peygamber midir değil midir gibi
tartışmalara İslamî kaynaklarda da değinilmiştir. Konunun kapsamı açısından biz
bu tartışmalara pek yer vermedik. Tevrat’tan esinlenerek çıkan bir diğer tartışma
283
Taslaman, a.g.e, s. 204.
http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_gts&arama=gts&guid=TDK.GTS.505834ee991736.09693830
(Son erişim 19. 09. 2012 11:00)
285
Bucaile, Maurice, Müsbet İlim Yönünden Tevrat, İnciller ve Kur’ân, (trc. Mehmet Ali Sönmez),
Ankara: DİB Yayınları, 1988, s.207.
284
84
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
da bahsi geçen Cennet’in nerde olduğudur. Çünkü Tevrat’a göre burası Aden’in
doğusunda bir bahçedir. Kur’ân-ı Kerîm’de ise bu mesele müphem bırakılmıştır,
dolayısıyla da âlimler bu konuda farklı görüşler ileri sürmüştür.
I. İLK İNSAN KISSASI
A. Âdem’in Yaratılışı
Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Âdem’in topraktan yaratıldığından ve bu toprağın
geçirdiği aşamalardan çeşitli âyetlerde bahsedilir. Ancak Tevrat’ta bu kadar geniş
bir şekilde yer almamaktadır. Allah Teâlâ: “Oysa sizi merhalelerden geçirerek O
yaratmıştır.”286 buyurarak yaratılışta çeşitli aşamaların olduğundan bahseder. Bu
aşamalar âyetlerde sistematik bir şekilde yer almaz ama Kur’ân’ın bütününe
bakıldığında bu safhaları görmek mümkündür. Bu safhalar şu şekilde
sıralanabilir.
1. Toprak safhası287
2. Çamur safhası288
3. Çamurdan süzülmüş bir öz safhası289
4. Şekillenmiş balçık safhası290
5. Ateşte pişmiş çamur safhası291
6. İlahî ruhun üfürülmesi292
Bu âyetlerden anlıyoruz ki insanın yaratılışında toprağın yanında suyun da
bir yeri vardır. Kur’ân’da bu durum “Kasem olsun, Biz insanı süzülmüş bir çamur
veya bir hülasadan yarattık.”293 âyetiyle açıkça görülür, “Biz, her canlı nesneyi
sudan yarattık.”294 âyeti de, suyun bu ehemmiyetini vurgulamaktadır.
Ayrıca insanın yaratılışı hakkında Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
“Doğrusu Allah Âdem'i arzın her tarafından aldığı bir avuç topraktan
286
Nuh: 71/14
Âl-i İmran:3/59
288
Saffât: 37/11
289
Mu’minun: 23/12
290
Hicr:15/26-28
291
Rahman: 55/14
292
Sa’d:38/72
293
Mu’minun:23/12
294
Enbiya: 21/30
287
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
85
yaratmıştır. (Bundan dolayıdır ki) insanlar toprağın çeşitli renklerini (veya
özelliklerini) taşımaktadırlar. Onlardan kırmızı, siyah, beyaz ve bunların arası
(renkte olanlar) vardır. Kimi murdar kimi temiz, kimi de bu ikisi arası nitelikte
bulunuyor.”295
Hadis-i Şerif’ten öyle anlaşılıyor ki, insanda toprakta bulunan elementler
ve mineraller bulunmaktadır. Ayrıca insanlar yaratılışında kullanılan toprağın
özelliklerini taşımaktadırlar. Buna göre insanlar sert veya yumuşak tabiatlı ya da
bunun ortası olabilmekte, bunun yanında güzel veya murdar yahut bunların
ortasında bir takım özelliklere sahip olabilmektedir.
Yapılan araştırmalar, insan bedenini meydana getiren elementler ile
topraktaki elementlerin benzerliğini ortaya koymuştur. 296
Mu’minun Suresi 12-14. âyetlerde ise insanın oluşumunda geçirilen
merhaleler daha farklı biçimde ele alınmıştır. Şöyle ki:
“12- And olsun biz insanı, çamurdan, bir sülâleden (süzülüp çıkarılmış
çamurdan) yarattık.
13- Sonra onu emin ve sağlam bir karargâhta (rahimde) nutfe (sperma)
haline getirdik.
14- Sonra nutfeyi bir alaka (embriyo) yarattık, derken o alakayı bir mudga
(bir çiğnem et parçası halinde) yarattık, derken o mudgayı bir takım kemik
yarattık, derken o kemiklere bir et giydirdik, sonra onu diğer bir yaratık olarak
teşekkül ettirdik. Yapıp yaratanların en güzeli olan Allah, pek yücedir.” 297
Bu âyetlerde ise yaratılış safhaları şu şekildedir:
1- ‘Çamurdan bir sülâleden yarattık.’
2- ‘Sonra onu emin ve sağlam bir karargâhta (rahimde) nutfe haline
getirdik.’ Nutfe kelimesi meni olarak tefsir edilmektedir.
3- ‘Sonra nutfeyi aleka olarak yarattık. Rahime iliştirip aşılama yaptırarak
tutturup pıhtı kan gibi bir tutuk haline değiştirdik.’ Aleka: Esasen uluk
ve tealluk gibi ilişmek ve yapışıp tutmak manasından alınmış olarak
ilişken, yapışkan şey demektir. Donuk pıhtı kana da, denilir. Tefsirciler,
295
Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 400.
Bayraklı, Bayraktar, Yeni Bir anlayışın Işığında Kur’ân Tefsiri, İstanbul: Bayraklı Yayınları, XIII, 26.
297
Mu’minun:23/12-14
296
86
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
genellikle "dem-i câmid" (donmuş kan) diye tefsir etmişlerse de asıl
maksat, rahimde aşılanmanın meydana gelmesiyle oluşan alûktur.
4- ‘Arkasından alekayı mudğa yarattık’, bir çiğnem et parçası haline
değiştirdik.
5- ‘Arkasından mudğayı kemikler yarattık.’
6- Arkasından o kemiklere bir et giydirdik.
7- ‘Sonra onu bambaşka bir yaratık olarak inşa eyledik.’298
Bu husus ayrıca Hac suresi 5. âyette ele alınmaktadır: “Ey insanlar, eğer
dirilişten yana bir kuşku içindeyseniz, gerçek şu ki, biz sizi topraktan yarattık,
sonra bir damla sudan, sonra bir alak'tan (embriyo), sonra yaratış biçimi belli
belirsiz bir çiğnem et parçasından; size (kudretimizi) açıkça göstermek için.
Dilediğimizi, adı konulmuş bir süreye kadar rahimlerde tutuyoruz. Sonra sizi
bebek olarak çıkarıyoruz, sonra da erginlik çağına erişmeniz için (sizi
büyütüyoruz). Sizden kiminizin hayatına son verilmekte, kiminiz de, bildikten
sonra hiç bir şey bilmeme durumuna gelmesi için ömrün en aşağı ucuna
(yaşlılığa) geri çevrilmektedir. Yeryüzünü kupkuru ölü gibi görürsün, fakat biz
onun üzerine suyu indirdiğimiz zaman titreşir, kabarır ve her güzel çiftten
(ürünler) bitirir.” 299
Bu âyetle insanın ana rahminde geçirdiği merhaleler zikredilmiştir. Ayrıca
Hz. Peygamber bu hususta şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz ki sizden birinizin ana
rahmindeki yaratılışı kırk günde bir araya gelir de önce kan pıhtısı, sonra da et
parçası olur. Sonra da Allah ona bir melek gönderir de şu dört kelimeyle
emreder: onun rızkını, amelini, ecelini, mutlu ve mutsuz olacağını yazar.
Arkasından da ona insanî ruh üflenir.” 300
Tevrat’ta ilk insanın yaratılışı 1. bab ile 2. bab’da anlatılmaktadır. Yaratılış
kıssası âlemin yaratılışının anlatılmasıyla başlar. Yaratılışın son gününde (altıncı
günde) insan yaratılır, bu husus Tevrat’ta şu ifadelerle geçmektedir: “Ve Rab
dedi: Suretimizde benzeyişimize göre insan yapalım ve denizlerin balıklarına ve
göklerin kuşlarına ve sığırlara ve bütün yeryüzüne ve yerde sürünen her şeye
298
Yazır, Elmalılı Hamdi, Hak Dini Kur’ân Dili (sad. Karaçam İsmail ve dğr.), İstanbul: Azim
Dağıtım, ts., V, 511-515.
299
Hacc:22/5
300
Buharî, ‘Tevhîd’, 28.
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
87
hükmetsin. Ve Rab insanı kendi suretinde yarattı.” 301 Daha sonra Rab yaptığı
işten memnun olarak yedinci günde dinlenmeye çekilir. Ancak yarattığı
yeryüzünü işleyecek bir insan yoktur ve Rab yeryüzü toprağından bir adam
yaratır ve burnuna hayat nefesi üfler. Daha sonra Rab şarka doğru Aden’de bir
bahçe diker ve yarattığı adamı buraya koyar.302
Kitâb-ı Mukaddes ilk insanın topraktan yaratıldığını söylemekle
yetinmesine rağmen apokrif kaynaklar yaratılışı ayrıntılarına inerek incelemiştir.
Mesela ilk insan yaratılacağı zaman yeryüzünün merkezindeki kutsal yerden ve
dünyanın dört bölgesinden toprak alınır, bütün denizlerin sularıyla karıştırılarak
kırmızı siyah ve beyaz renklere ayrılır. Rab şu toprakların her birini vücudun
farklı bölgelerinde kullandığını söyler. Baş kutsal ülke toprağından, vücut
Babilonya, diğer organlar da farklı bölge topraklarından alınır.303
Her ne kadar insanın yaratılışında toprağın kullanıldığından bahsedilse de
bu toprağın geçtiği aşamalardan bahsedilmemektedir. Kur’ân-ı Kerîm’de insanın
altıncı günde yaratıldığına dair bir bilgi yoktur. Tevrat’ta burnuna hayat nefesi
üflediğinden bahsedilir, Kur’ân’da ise bu husus Allah’ın kendi ruhundan üflemesi
olarak geçer.304
Tevrat’ta Âdem’in yeryüzünde altıncı günde yerin toprağından
yaratıldığı belirtilmekte başka bilgi verilmemektedir. Apokrif kabul edilen
kitaplarda ise Âdem’in yaratılışın altıncı günü olan Cuma gününün ilk saatinde
Kudüs’te yaratıldığı belirtilmektedir.305 Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Âdem’in hangi
günde yaratıldığı belirtilmemekte, ancak hadislerde onun Cuma günü
yaratıldığı o gün cennete konulduğu, yine Cuma günü cennetten çıkarıldığı,
aynı gün tevbesinin kabul edildiği ve yine bir Cuma günü vefat ettiği haber
verilmektedir.306
301
Kitab-ı Mukaddes, Tekvin, 1:26-27.
Kitab-ı Mukaddes, Tekvin, 2:1-8
303
Arpaguş, Hatice K., Osmanlı Halkının Geleneksel İslam Anlayışı, İstanbul: Çamlıca yayınları,
2005, s. 142.
304
Sa’d:38/72
305
Bolay, Süleyman Hilmi, “Âdem”, DİA, I, 359.
306
Ebu Davud ‘Salât’, 207; Bolay, ‘a.g.m.’ 359.
302
88
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
B. Meleklerin Âdem’e Secde Etmesi ve İnsanın Halifeliği
Kur’ân-ı Kerîm’de yaratılış kıssası çeşitli yerlerde Allah Teâlâ’nın Âdem’i
yaratacağını meleklere haber vermesi ile başlar. Mesela Bakara suresi 30. âyette
Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Hani Rabbin, Meleklere: "Muhakkak ben,
yeryüzünde bir halife var edeceğim" demişti. Onlar da: "Biz seni övüp-yüceltir ve
(sürekli) takdis edip dururken, orada fesat çıkaracak ve orada kanlar akıtacak
birini mi var edeceksin?" dediler. (Allah:) "Şüphesiz, sizin bilmediğinizi ben
bilirim.” dedi.
Hilafet, bir kimsenin diğerinin yerini alması, onu temsil etmesi onun
salahiyetlerini kullanması demektir.307 Allah’ın yeryüzünde yaratacağı halife ya
Allah’ın halifesidir ya da daha önce yeryüzünde yaşamış şuurlu varlıkların
halifesidir; onların yerine gelmiş onların yerini almıştır. 308
Ancak insan dâhil hiçbir varlığın O’nun yerini alarak tasarrufta bulunması
mümkün değildir.
Âdem’in ve neslinin halifeliği, Allah’ın mülkü bulunan
yeryüzünde O’nun iradesine uygun yaşamak ve talimatı doğrultusunda tasarrufta
bulunmaktan ibarettir.309
Meleklerin, yaratılan bu yeni varlığı yani Âdem’i nereden tanıdığı
tartışılmış; bunu olacakların yazılı olduğu levh-i mahfuzdan öğrendikleri; daha
önce yaratılıp yeryüzüne gönderilmiş benzer varlıklar olabileceği ve bunlara
bakarak bilgi sahibi oldukları; cinlere veya yırtıcı hayvanlara kıyas ettikleri vb.
görüşler ileri sürülmüştür. 310
“Meleklerin orda fesat çıkaracak birini mi yaratacaksın? Oysa biz Seni
hamd ile tesbih ve takdis ediyoruz” demeleri yeryüzünde daha önce fesat çıkarıp
kan döken “can” kavmiyle alakalı bir takım bilgi ve tecrübelerine dayanıyordu.
Basiretlerinden dolayı insanların orda kan dökeceklerinden haberdarlardı.”
denilmiştir.311
Tevrat’ta ne Hz. Âdem’in yaratılışından önce Rab Allah'ın meleklerle
görüşmesi ne de yaratılışından sonra meleklerin ona secde etmesi zikredilir. Bu
bilgiler sadece Kur’ân'da yer alır. Ancak Tevrat’ta söyle bir ifade yer alıyor: “Ve
307
Avcı, Casim, ’Hilafet’, DİA, İstanbul, 1998, XVII,539,.
Karaman, Hayrettin ve dğr., Kur’ân Yolu Türkçe Meal ve Tefsir, Ankara: DİB Yayınları, 2003, I., 41.
309
Karaman, age, I., 42.
310
Kahraman, age, I, 44.
311
Yıldırım, Celal, İlmin Işığında Asrın Kur’ân Tefsiri, İstanbul: Anadolu Yayınları, 1991, I, 143.
308
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
89
Rab Allah dedi, adam iyiyi ve kötüyü bilmekte bizim gibi biri oldu.”312 Bu gibi
ifadelerdeki çoğul sigası Tevrat tefsirlerinde meleklerin mevcudiyeti olarak izah
edilmiştir. Bazı Hıristiyan ilahiyatçılar da aynı görüşte olmakla beraber bazıları
ise teslis inancının bir işareti olarak yorumlamışlardır.313 Ancak apokrif eserlerde
Mikail’in Rabbin emrine uyarak önce secde ettiği diğerlerini de bu emre çağırdığı
hususu geçmektedir.314
Meleklerin Âdem’e secde etmesi Tevrat tefsirlerinde,
meleklerin ona bir Tanrı gibi secde etmek istemeleri ancak Tanrı’nın buna engel
olmak istemesi şeklinde de nakledilmektedir.315
Allah Teâlâ Meleklerin tepkisine şöyle karşılık vererek devam eder: “ Ve
Âdem’e isimlerin hepsini öğretti. Sonra onları meleklere yöneltip: "Eğer doğru
sözlüler iseniz, bunları bana isimleriyle haber verin" dedi. Dediler ki: "Sen
yücesin, bize öğrettiğinden başka bizim hiç bir bilgimiz yoktur. Gerçekten sen,
her şeyi bilen, hüküm ve hikmet sahibi olansın." (Allah:) "Ey Âdem, bunları
onlara isimleriyle haber ver" dedi. O da, bunları onlara isimleriyle haber
verince, (Allah) dedi ki: "Size demedim mi, göklerin ve yerin gaybını gerçekten
ben bilirim, gizli tuttuklarınızı da, açığa vurduklarınızı da ben bilirim.”
316
Hz. Âdem cins olarak masum olmamakla beraber eşyayı isimleriyle ve
özellikleriyle bilmesi onun meleklerden üstün tutulmasına sebep teşkil etmiştir.
Eğer ilimden üstün bir sıfat olsaydı Âdem’in meleklerden üstün yaratılmasına o
sıfat delil gösterilirdi.317
İsimlerin Hz. Âdem’e öğretilmesi hususu Tevrat’ta da yer almaktadır:
“Rab Allah her kır hayvanını ve kuşunu topraktan yaptı ve onlara ne ad
koyacağını görmek için Âdem’e getirdi. Ve Âdem her birinin adını ne koyduysa
canlı mahlûkun adı o oldu”
318
Âdem’in hayvanların isimlerini belirlemesi, hem
onların görevlerini tespit etmesi hem de onlar üzerine hükümran olması şeklinde
312
Kitab-ı Mukaddes, Tekvin, 3;22
Seyhan, B. Yaşar, Kitab-ı Mukaddes ve Kur’ân’daki Kıssaların Karşılaştırılması,
Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi Sosyal Bilimler Üniversitesi, Yayımlanmamış Yüksek
Lisans Tezi, Kahramanmaraş, 2006, s. 25.
314
Arpaguş, Hatice K. a.g.e, s.142.
315
Bolay, a.g.m. s. 360.
316
Bakara: 21/33
317
Yıldırım, age, I, 152.
318
Kitab-ı Mukaddes, Tekvin, 2;19.
313
90
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
yorumlanmıştır.319 Zira Yahudi telakkisine göre, isim ile o ismin verildiği varlık
arasında doğrudan bir alaka vardır ve bir varlığın adını bilmek, onu iyice tanımak
ve onun üzerinde etkili olmak demektir.320
C. İblis’in İsyanı
Bu âyetlerin akabinde Şeytan’ın Âdem’e secde etmemesinden bahsedilir:
“Ve meleklere: "Âdeme secde edin" dedik de İblis'ten başka (diğerlerinin tümü)
secde ettiler. O ise, dayattı ve kibirlendi ve kâfirlerden oldu.”321 Bu diyaloğun
devamı Âraf suresinde şu şekilde geçmektedir: “ (Allah) Dedi: "Sana
emrettiğimde, seni secde etmekten engelleyen neydi?” (İblis) Dedi ki: “Ben
ondan hayırlıyım; beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın.”(Allah:)
“Öyleyse oradan in, orda büyüklenmen senin (hakkın) olmaz. Hemen çık.
Gerçekten sen, küçük düşenlerdensin.” O da: “(İnsanların) dirilecekleri güne
kadar bana mühlet ver dedi.” (Allah:) “sen mühlet verilenlerdensin” dedi De ki:
“Madem öyle, beni azdırdığından dolayı onlar(ı insanları saptırmak) için
mutlaka senin dosdoğru yolunda (pusu kurup) oturacağım.” “Sonra da muhakkak
onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından kendilerine
sokulacağım. Onların çoğunu şükredici bulmayacaksın.” (Allah) Dedi: “Kınanıp
alçaltılmış ve kovulmuş olarak oradan çık. And olsun, onlardan kim seni izlerse,
hepinizi cehenneme dolduracağım.” 322
Bilindiği üzere Şeytan cennetten kovulmadan önce meleklerin arasında
bulunuyordu, bu konumdayken İlahî rahmetten ebediyen uzaklaşmasına sebep ne
olabilirdi? İblis Allah’ı inkâr ettiği için değil emre itaat etmediği için kâfirlerden
oldu. Fakat âlimlerimiz diyorlar ki, İblis’in küfrünün sebebi, yalnız emre itaat
etmemesi değil, onu beğenmemesi “Ben ondan daha hayırlıyım.”323 diye
kibirlenerek kendi kıyasıyla eleştirmeye kalkmasıdır.324 Yazır secde hakkında
şunları söyler: “Aslen lügatte “secde”, son derece tevazu ile alçalıp baş eğmektir
ki, kibrin tam zıddıdır. Dinen de alnını yere koymaktır ki, ta'zîm (büyükleme) ve
319
Bolay, a.g.m. s. 360.
Bolay, a.g.m. s. 360.
321
Bakara:2/34
322
Araf: 7/12-18
323
Sa’d:38/76
324
Yazır, age, IV, 18.
320
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
91
itaat etmenin en yüksek şeklidir.”325 Dolayısıyla Şeytan daha üstün görülen bir
unsur olan ateşten yaratılmış biri olarak çamurdan yaratılmış olan Âdem’den
kendini yüksek görmüş ve Allah’ın yarattığı ve halife kıldığı bu varlığı
beğenmemişti, bunun sonucunda da daha üstün bir varlık olarak ona secde etmeyi
nefsine yedirememişti. Hz. Âdem yaratılacağı ana kadar, şeytanın içindeki küfür
açığa çıkmamıştı. Hz. Âdem’e secde emri, söz konusu olunca, şeytanın şeytanlığı
da su yüzüne çıktı. Bununla ilgili bir Hadis-i şeriflerinde Hz. Peygamber şöyle
buyurmaktadır: Allah, Âdem’i yarattıktan sonra dilediği kadar kendi haline
bıraktı. İblis de ona bakıp, onun etrafında kötü hayaller kurmaya başladı; onu
boş görünce de, onun kendisine mâlik olamayacak bir mahlûk olduğunu anladı.326
Bazıları meleklerin arasında bulunması sebebiyle ve secdenin emredildiği
âyetlerde Şeytan müstesna tutulurken müstesna edilenin melekler olması
sebebiyle Şeytan’ı meleklerden görmüştür ancak Allah Teâlâ onun cinlerden
olduğunu şu âyetiyle bize bildirmektedir: “Yine düşün o vakit ki Melâikeye Âdem
için secde edin demiştik hemen secde ettiler. Ancak İblis, Cinden idi de Rabbinin
emrinden çıktı, ya şimdi siz beni bırakıp da onu ve zürriyetini kendinize evliya mı
ittihaz ediyorsunuz onlar size öyle düşman iken? Zalimler için ne fena bedel.” 327
Allah Teâlâ Şeytan’a mühlet vermiş olmakla beraber onun insan
üzerindeki etkisinin sınırlı olduğunu bize âyetleriyle göstermektedir şöyle ki:
“Demişti ki: "Şu bana karşı yücelttiğine bir bak; and olsun, eğer bana kıyamet
gününe kadar süre tanırsan, onun soyunu -pek azı dışında- kuşkusuz kendime
bağlı kılacağım.” Demişti ki: "Git, onlardan kim sana uyarsa, şüphesiz sizin
cezanız cehennemdir; eksiksiz bir ceza.” “Onlardan güç yetirdiklerini sesinle
sarsıntıya uğrat, atlıların ve yayalarınla onların üstüne yaygarayı kopar,
mallarda ve çocuklarda onlara ortak ol ve onlara çeşitli vaatlerde bulun.”
Şeytan, onlara aldatmadan başka bir şey vaat etmez. “Benim kullarım; senin
onlar üzerinde hiç bir zorlayıcı gücün (hâkimiyetin) yoktur.” Vekil olarak Rabbin
yeter.”328 “İş hükme bağlanıp-bitince, şeytan der ki: “Doğrusu Allah, size gerçek
olan vaadi vaat etti, ben de size vaatte bulundum, fakat size yalan söyledim.
325
Yazır, age, I, 273.
Müslim, ‘Birr’ 111.
327
Kehf:18/50
328
İsra:17/62-65.
326
92
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
Benim size karşı zorlayıcı bir gücüm yoktu, yalnızca sizi çağırdım, siz de bana
icabet ettiniz. Öyleyse beni kınamayın, siz kendinizi kınayın. Ben sizi kurtaracak
değilim, siz de beni kurtaracak değilsiniz. Doğrusu daha önce beni ortak
koşmanızı da tanımamıştım. Gerçek şu ki, zalimlere acıklı bir azap vardır.”329
Tevrat’ta bu kıssada Şeytan geçmemektedir, ancak daha sonra Âdem’in
aldatılması anlatılırken “Ve Rab Tanrı’nın yaptığı kır hayvanlarının en hilekârı
olan yılandı…”330 denilerek Kur’ân’da Şeytan’ın üstlendiği aldatma vazifesini
burada yılanın üstlendiği görülmektedir. Ancak apokrif eserlerde şeytan
geçmektedir. (bkz. Vita;12-17)
331
Bununla beraber kadını aldatanın kim olduğu
yani yılan mı şeytan mı, yoksa yılan kılığına girmiş şeytan mı olduğu Yahudilerce
de tartışılmıştır.332
D. Hz. Havva’nın Yaratılması
Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Havva’nın yaratılışına dair bir âyet yoktur. Havva
ismi de Kur’ân’da geçmez. Ancak Hz. Âdem ile Havva’nın aynı cevherden tek
nefisten yaratıldığına dair âyetler vardır onlar ise şöyledir: “Ey insanlar sizi tek
bir nefisten yaratan, ondan eşini yaratan ve her ikisinden birçok erkek ve kadın
türetip-yayan Rabbinizden korkup-sakının…”333 “Sizi tek bir nefisten yarattı,
sonra ondan kendi eşini var etti…”334 “Sizi tek bir can’dan yaratan ondan da
huzur bulsun diye eşini yaratan O’dur.”335
Tevrat’ta ise bu hadise şu şekilde geçmektedir: “Ve adam bütün sığırlara
ve göklerin kuşlarına ve her kır hayvanına ad koydu; fakat kendisine uygun bir
yardımcı bulamadı. Ve Rab Tanrı adamın üzerine bir uyku getirdi ve o uyudu ve
onun kaburga kemiklerinden birini aldı ve yerini etle kapattı. Ve Rab Tanrı
adamdan aldığı kaburga kemiğinden bir kadın yaptı ve onu adama getirdi. Ve
adam dedi: şimdi bu benim kemiklerimden kemik ve etimden ettir buna nisa
329
İbrahim: 14/22
Kitab-ı Mukaddes, Tekvîn,,3;1
331
Ayrıca bkz. Batuk, Cengiz, ‘Âdem ve Havva’nın Hayatı: Eski Ahit Apokrifasında Âdem ve
Havva’nın Hayatı’, HÜİFD, V, 2006, s. 60.
332
Ayrıca bkz. Yasdıman, Hakkı Şah, ‘ Yılan, Âdem, Havva Arasındaki Olaylara İslam ve
Yahudiliğin Bakışı’ DEÜİFD, XXXIV/2011, s. 9-35
333
Nisa:4/1
334
Zümer:39/6
335
Âraf:7/189
330
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
93
denilecek çünkü o insandan alındı. Bunun için insan anasını ve babasını bırakacak
ve karısına yapışacaktır ve bir beden olacaklardır. Adam ve karısı ikisi de
üstsüzdüler ve utanmaları yoktu.”336 Tevrat tefsirlerine göre Havva, Âdem’in sağ
böğründeki
on
üçüncü
kaburga
kemiğinden
yaratılmıştır.
Tanrı
onun
böbürlenmemesi için Âdem’in başından, başkalarına bakmaması için onun
gözlerinden, başkalarını dinlememesi için onun kulaklarından, dedikodu
yapmaması için ağzından kıskanç olmaması için kalbinden, hırsızlık yapmaması
için ellerinden, başıboş dolaşmaması için de ayaklarından yaratmamış, fakat
mütevazı olması için bedenin gizli kısmından yaratmıştır.337 Rabbanî literatüre
göre Havva Âdem’in sağ böğründen, on üçüncü kaburgasından ve kalbinin
etinden yaratıldı. Havva ile birlikte şeytan da yaratıldı. Tanrı Havva’yı bir gelin
gibi süsledi; onun için kıymetli taşlarla, incilerle ve altınlarla bezenmiş bir gelin
odası yaptı. Kıskançlıktan çıldıran şeytan yılanın Havva’yı kandırmasını
sağladı.338
Daha önce misal getirilen âyetlerde görüldüğü gibi Kur’ân’da kaburga
kemiğine dair birşey geçmemektedir ancak Hz. Peygamber kadınlara hassas
davranılması gerektiği hususunu arz ederken şöyle buyurmuştur: “Kadınlara
iyilikle muamele edin, zîrâ kadın kaburga kemiğinden yaratılmıştır. Kaburga
kemiğinin en eğri kısmı üst tarafıdır. Onu düzeltmeye çalışırsa kırılır, kendi
haline bırakırsan devamlı eğri kalır, o halde kadınlara iyi davranın.”339
İslamî kaynaklarda belki Tevrat’tan esinlenilmiş olarak ona benzer bir
tablo vardır:
“Âdem uyurken Cenab-ı hak onun kaburga kemiğinden Hz. Havva’yı
yaratı. Hz. Âdem uyanınca başucunda bir kadın gördü. Ona:
-Sen kimsin diye sordu
-Ben bir kadınım diye cevap verdi. Bunun üzerine Âdem:
-Niçin yaratıldın? Dedi. O:
-Benimle ülfet etmen için yaratıldım, diye karşılık verdi.
Melekler Âdem’in bilgi derecesini ölçmek için ona:
336
Kitab-ı Mukaddes, Tekvin, 2;20-25.
Harman, Ömer Faruk, ‘Havvâ’, DİA, XVI, 543.
338
Harman, a.g.m. XVI, 543.
339
Buhari, ‘Enbiya’, 1.
337
94
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
-Ey Âdem! Bu kadının adı nedir? Diye sordular. Âdem:
-Havva’dır cevabını verdi.
-Niçin Havva adı verildi dediler
-Diriden yaratıldığı için bu adı aldı.”340
İslam’ın bazı konular hakkındaki belirsizliğine karşılık Tevrat’ın açık
ifadeleri, İslam âlimlerini boşlukları –İslam inancına ters düşmedikçe - bu
kaynaklardan
esinlenerek
doldurma,
karşılaştıkları
güçlükleri
İslam
kaynaklarında buna ters ifadeler bulunmadığı müddetçe Tevrat’tan ve ya
İsrailiyyat’tan çözme alışkanlıkları bunların İslam literatürüne girmesini
sağlamıştır.341 Bu rivâyet de onlardan olsa gerektir. Öte yandan İslam alimleri
Nisa suresindeki ‘..sizi tek bir nefisten yaratan..’ ifadesinden yola çıkarak
kaburga kemiğinden yaratılması hususunda çeşitli görüşler beyan etmişlerdir.342
E. Şeytan’ın İkisini Kandırması
Allah Teâlâ onları yarattıktan sonra şöyle nida ediyor: “ Ve ey Âdem, sen
ve eşin Cennet’e yerleş. İkiniz de dilediğiniz yerden yiyin; ama şu ağaca
yaklaşmayın. Yoksa zalimlerden olursunuz.”343 Ağaç konusunda onları uyardığı
gibi yasağı çiğnedikleri zaman başına gelecekler konusunda ve Şeytan’ın onlara
düşmanlık yaptığı konusunda da onları uyarıyor ve şöyle buyuruyor: “Ve dedik
ki: "Ey Âdem, bu gerçekten sana da, eşine de düşmandır; sakın sizi cennetten
sürüp çıkarmasın, sonra mutsuz olursun. Zira sen Cennette ne acıkırsın ne çıplak
kalırsın.
Ve
gerçekten
sen
burada
susamayacaksın
ve
güneş
altında
yanmayacaksın da. Sonunda şeytan ona vesvese verdi; dedi ki: "Sana sonsuzluk
ağacını ve yok olmayacak bir mülkü haber vereyim mi? Böylece ikisi ondan
yediler, hemen ardından ayıp yerleri kendilerine açılıverdi, üzerlerini cennet
yapraklarından yamayıp-örtmeye başladılar. Âdem, Rabbine karşı gelmiş oldu da
şaşırıp-kaldı ” 344Az önceki ifadeler Tâ-Ha suresinde geçmektedir. Âraf suresinde
340
Yenibaş, Hasan, Peygamberler Tarihi, İzmir: Işık Yayınları, 2011, s.54.
Erdem, Mustafa, ‘Kur’ânda İlk İnsan’, Kur’ân Kıssalarının Anlam ve Değeri IV. Kur’ân Haftası
Kur’ân Sempozyumu, Ankara: Fecr Yayınları, 1998, s. 222.
342
Bu tartışmalar için ayrıca bkz Arpaguş, Hatice K. ‘Kur’ân perspektifinden Yaratılış İtibariyle
Kadına Bakış’, Tarihten Günümüze Kur’ân’a Yaklaşımlar, ed. Bilal Gökkır ve dğr.,
İstanbul: İlim Yayma Vakfı Kur’ân ve Tefsir Akademisi, 2009.
343
Âraf:7/19
344
Tâ-ha: 20/117-121
341
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
95
ise Şeytan’ın onları aldatması şu şekilde anlatılmaktadır: “Şeytan, kendilerinden
'örtülüp gizlenen çirkin yerlerini' açığa çıkarmak için onlara vesvese verdi ve
dedi ki: "Rabbinizin size bu ağacı yasaklaması, yalnızca, sizin iki melek
olmamanız veya ebedi yaşayanlardan kılınmamanız içindir.”” 345
İbn Abbas’tan gelen rivâyete göre İblis Âdem’i Cennet’ten çıkarmak için
bir plan hazırlar. Önce yılan suretine girerek Cennet’in kapısına gelir ve ağlamaya
başlar. Şeytanı tanımayan Âdemle Havva ona neden ağladığını sorarlar, yılan
‘Ebediyet ağacından yemedikçe birbirinize hasret kalacağınızı bildiğim için
ağlıyorum!’ cevabını verir. Bunun üzerine Havva İblis’in söylediklerine kanarak
oradan ayrılır, bir süre sonra Âdem’in yanına gelerek Allah’ın yasakladığı
ağaçtan yiyerek Cennet’te ebedî kalmak istediğini söyler. Âdem’in itirazlarına ve
o meyvenin yasak olduğunu bildirmesine rağmen dinlemek istemeyen Havva,
yasak meyveden kopararak yemeye başlar ve ‘İşte bir şey olmadı diyerek Âdem’i
ikna eder. Fakat Âdem yasak ağaçtan yer yemez üzerindeki elbiselerin hepsi
düşer ve utancından kaçıp gizlenmeye çalışırken Allah ‘ Ey Âdem benden mi
kaçıyorsun’ diye nida eder. Âdem de incir yapraklarıyla kendisini örtmeye
çalışır.346
Tevrat’ta bu hâdise şöyle geçmektedir: “Ve Rab Tanrı’nın yaptığı kır
hayvanlarının en hilekârı olan hayvan yılandı. Ve kadına dedi: Tanrı bahçenin
hiçbir ağacından yemeyeceksiniz dedi mi? Ve kadın yılana dedi: bahçenin
ağaçlarının meyvesinden yiyebiliriz fakat bahçenin ortasında bulunan ağacın
meyvesi hakkında Tanrı: Ondan yemeyin ve ona dokunmayın ki ölmeyesiniz
dedi. Ve yılan da kadına dedi: katiyen ölmezsiniz. Çünkü Tanrı bilir ki ondan
yediğiniz gün, o vakit gözleriniz açılacak ve iyiyi ve kötüyü bilerek Tanrı gibi
olacaksınız. Ve kadın gördü ki ağaç yemek için iyi, gözlere hoş ve anlayışlı
kılmak için arzu olunur bir ağaçtı; ve onun meyvesinden aldı ve yedi, kendisiyle
beraber eşine de verdi o da yedi. İkisinin de gözleri açıldı ve kendilerinin üstsüz
olduklarının farkına vardılar, incir yapraklarını dikip kendilerine önlük yaptılar.
Ve günün serinliğinde bahçede gezmekte olan Rab Tanrının sesini işittiler;
adamla karısı Rab Tanrının yüzünden bahçenin ağaçları arasına gizlendiler. Ve
Rab Tanrı adama seslenip ona: Nerdesin? Dedi. O da: senin sesini bahçede işittim
345
346
Âraf: 7/20.
Arpaguş, Hatice K. a.g.e., s. 139.
96
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
ve korktum çünkü ben çıplaktım ve gizlendim. Çıplak olduğunu sana kim söyledi,
dedi. Ve adam dedi ki: yanıma verdiğin o kadın o ağaçtan bana verdi ve yedim.
Rab Tanrı kadına dedi: bu yaptığın nedir? Kadın: yılan beni aldattı ve yedim,
dedi.” 347
Apokrif metinlere göre insan önceleri meleklerin itibar ettiği varlıkken yasak
meyveyi yemeleriyle kötü kalbe sahip olur. Yasak meyvenin yenmesiyle aktif bir
güç haline gelen kötülük faaliyet göstermeye devam eder. Kabil kardeşi Habil’i
öldürerek yeryüzünde ilk kanı dökecek ve kötülük cennet sonrasında yeryüzünde
de somutlaşmasını sağlayacaktır.348 Günah, Apocalypse ve Vita’ya göre Tanrı’yla
eşdeğer olma ve açgözlülükten kaynaklanmaktadır. Nitekim yılan Havva’yı
kandırırken meyveyi yediği takdirde “Tanrılar gibi olacağını” (Apoc. 18)
söyleyerek kandırır. Kendisi de Âdem’e secdeyi reddetmesi sonrasında Tanrı’nın
kendisine gazap edecek olmasına aldırmadığını kendisinin de göğün üzerine taht
kurup “En Yüce gibi” (Vita 15) olacağını söyler. Metinlere göre insan ve Şeytan’ı
günaha yönlendiren şey ortaktır: açgözlülük ve Tanrı gibi olma arzusu.349
Tekvin’deki düşüş öyküsüyle benzerlikler taşıyan ve en eski düşüş hikâyelerinden
birisi olarak kabule dilen Sirach’daki öyküde “Günah bir kadınla başlamıştır;
onun yüzünden hepimiz öleceğiz.” cümlesi yer alır. Bu ifadede açıkça günahın ve
ölümün sorumlusu olarak kadın yani Havva gösterilir. 350
Görüldüğü üzere Tevrat’taki tabloyla Kur’ân-ı Kerîm arasında bir takım
farklılıklar mevcuttur. Onları şu şekilde sıralamak mümkündür:
1. Tevrat’ta vesveseyi veren Şeytan değil yılandır. Bazı kaynaklarımızda
yılan ve Tavus kuşu geçmektedir. Ancak bu malumatın kaynağı
İsrailiyyat olmalıdır.351
2. Tevrat’ta Allah meyveyi yedikleri takdirde öleceklerini bildirmektedir,
Kur’ân’da ise meyveyi yedikleri takdirde daha sıkıntılı bir hayata duçar
olacakları bildirilmektedir. Şöyle bir husus var ki; Âdem ve Havva
meyveden yemiş ancak ölmemişlerdir. Bu durumda Tevrat Allah’ı yalancı
çıkarmaktadır.
347
Kitab-ı Mukaddes, Tekvin, 3;1-13.
Batuk, a.g. m,s. 63.
349
Batuk, a.g.m. s. 66
350
Batuk, a.g.m., s. 66-67
351
Aydemir, Abdullah, Tefsirde İsrailiyyat, İstanbul: Beyan Yayınları, 1992, s. 256-258
348
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
97
3. Tevrat’ta vesveseyi veren varlık onları teşvik etmek için “gözleriniz
açılacak,
iyiyle
kötüyü
bilmekte
Tanrı
gibi
olacaksınız”
diye
kandırmaktadır; Kur’ân’da ise “ebedîlik ağacı ve melek gibi olmak”la
kandırmaya çalışmaktadır.
4. Tevrat’ta meyveyi ilk yiyenin ve diğerini teşvik edenin kadın olduğu
geçmektedir; Kur’ân’da ise böyle bir ifadeye yer verilmemiştir. Ancak
bazı müfessirler bunu bu şekilde yorumlamıştır. Mesela İbn Cerîr der ki:
“Bize Kasım’ın… İbn Abbas’tan rivâyet ettiğine göre o şöyle demiştir:
Âdem ağaçtan yediğinde kendisine: Sana yasakladığım ağaçtan niçin
yedin diye sorulmuş, o da: Havva bana emretti, demişti. Bunun
neticesinde ancak zorlukla hamile kalmasını zorlukla doğurmasını netice
verdim, buyurmuş bu sırada Havva inlemişti. Ona şöyle buyruldu: inleme,
sana ve çocuğunadır.”
352
Bu rivâyetler İsrailiyyat kaynaklı olmalıdır.
Çünkü âyetlerde geçen durum meyveyi yiyenin ikisi olduğunu
belirtmektedir.353 Kur’ân-ı Kerîm bu kıssada Âdem’le eşini birlikte
anmakta, gerek Allah’ın uyarısına gerek Şeytan’ın saptırmasına birlikte
kandıklarını belirtmektedir, ayak kaydıranın da kadın değil şeytan
olduğunu bildirmektedir.354 (Bakara:2/36:.. Şeytan, oradan ikisinin
ayağını kaydırdı ve böylece onları içinde bulundukları durumdan
çıkardı…) Tevrat’ta adam kadını, kadın yılanı suçlamaktadır. Kur’ân’da
ise Hz. Âdem ve Havva suçu kendi nefislerine yüklemiştir. (Araf:7/23:
Dediler
ki:
"Rabbimiz,
biz
nefislerimize
zulmettik,
eğer
bizi
bağışlamazsan ve esirgemezsen, gerçekten hüsrana uğrayanlardan
olacağız. )
5. Tevrat’ta Tanrı günün serinliğinde cennette dolaşmaktadır, adamla kadın
onun sesini işitebilmektedir. Tanrı her şeyden bihaber, olan biteni adamla
kadından öğrenmektedir. Hâlbuki bizim inancımıza göre Allah’a insana
has vasıflar addedilemez ayrıca Allah Âlim’dir, her şeyden haberdar
olandır.
352
İbn-i Kesîr, Hadislerle Kur’ân Tefsiri,(trc. Bekir Karlığa, Bedrettin Çetiner), İstanbul: Çağrı
Yayınları, 1984, VI, 2925.
353
Tâ-ha:20/121: Böylece ikisi ondan yediler…
354
Karaman, age, , I, 49.
98
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
6. Tevrat’ta üstsüz olduklarını fark ettikten sonra üzerlerine yapraklarını
örttükleri ağaç incir ağacıdır, Kur’ân’da sadece “cennet yaprakları” olarak
geçmektedir.
Bu âyetler üzerine bir takım tartışmalar çıkmıştır. Bunlardan biri âyetlerde
bahsedilen cennetin nerde olduğudur. Tevrat’a göre bu cennet Aden’de bir
bahçedir, Kur’ân’da bu konu müphem bırakılmıştır, sadece cennet denilmiş ama
bunun dünyada bir bahçe mi yoksa öldükten sonra inanıp salih amel işleyenler
için mükâfat olan ahret yurdu mu olduğu tam belirtilmemiştir. Haliyle İslam
âlimleri bu konuyu tartışmıştır. Ancak konunun sınırları açısından bu konu
hakkındaki görüşlere burada yer verilmeyecektir.355
Yasaklanan ağacın ne olduğu hususunda da bir takım görüşler ileri
sürülmüştür. Hatta Hıristiyanlar bunun cinsî bir beraberlik olduğunu ileri sürüp
ruhban hayatı teşvîk etmişlerdir, Müslüman âlimler arasında da bu düşünceyi
benimseyenler olmuştur. Ancak Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadislerde bu meyve
zikredilmemiştir, demek ki bilmemizin bir manası yoktur.
Bu konu hakkında tartışılan başka hususlardan biri de İblis’in daha önce
cennetten kovulmuş olmasına rağmen nasıl vesvese verebilmiş olduğudur. Çeşitli
İslami kaynaklarda bu konu hakkında görüşler öne sürülmüştür. Bu konuda
nasslarda bir bilgi yoktur, gerçeği ancak Allah bilmektedir. Konunun sınırları
açısından öne sürülen görüşler burada zikredilmeyecektir.356
Burada tartışılan başka bir husus da Hz. Âdem’in peygamber olduğu halde
nasıl olup da Şeytan’a kandığıdır. Bazıları o sırada henüz risalet vazifesinin
başlamadığını ileri sürmüştür. Bazıları da İsrailiyyat’tan etkilenerek âyetlerde
geçen Âdem’in peygamber olan Âdem’den farklı olduğunu; yani ilk yaratılan
insanla Hz. Âdem’in farklı kişiler olduğunu zikreder. Çünkü eğer peygamberse
günah işlememesi gerekmektedir. Bu hususla ilgili Hz. Âdem ve Musa arasında
geçen bir diyalog rivâyet edilmiştir: “Semada, Hz. Âdem ile Hz. Musa karşı
karşıya geldiler. Hz. Musa: “Sen ki beşerin babasısın. Aldın bizi Cennet’ten yere
indirdin.” Âdem de ona:“Sen ki, Allah’ın (celle celâluhu) kendisiyle bizzat
konuştuğu ‘Kelîm’sin. Tevrat’ta şu ibareyi görmedin mi ki, Âdem, o meyveyi
355
Ayrıca bkz. Karaman, age, I,48.
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
99
yemeden kırk sene evvel kaderinde bu yazılıydı.” şeklinde cevap verdi. Efendimiz,
Berzah âlemine ait bu görüşmeyi naklettikten sonra üç defa: “Âdem
(aleyhisselâm), Musa’yı (aleyhisselâm) susturdu.” 357
Ancak âyetlerde Hz. Âdem’in neden aldanmış olduğu belirtilmiştir: “And
olsun biz Âdem’e ahit vermiştik, fakat unuttu onu azimli bulmadık.”358 . Ebu
Hureyre’den nakledilen bir rivâyete göre Allah Teâlâ Hz. Âdem’i yarattığında
onun sırtını sıvazlıyor ve onun zürriyetinden gelenler küçük parçalar halinde
dökülüyor, içlerinden Hz. Davut’un parıltısı hoşuna gidiyor. Onun ömrünün kısa
olduğunu öğrendiğinde ömründen Hz. Davut’un ömrüne eklenmesini istiyor.
Ancak Azrail kendisine geldiğinde daha ömrü olduğunu söyleyerek itiraz ediyor
bu hadisenin devamında Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmaktadır: “Âdem bu
durumu inkâr etti, zürriyeti de inkâr etmektedir. Âdem’e unutturuldu bu yüzden
zürriyeti de unutmaktadır. Âdem yanıldı zürriyeti de yanılmaktadır.”359
Bunlardan anlaşılıyor ki Hz. Âdem insan oluşunun bir sonucunu ortaya
koymuş kendisine buyrulan emri unutmuştur. Unutkanlık ve gayretsizlik, Hz.
Âdem’in etkilenmesine zemin hazırladı.360
Unutma ise, kalemin günah
yazmadığı bir durumdur. Allah Resûlü bu hususta şöyle buyurur: “Şu üç
şeyden kalem kaldırılmıştır. Unutma, hata ve bir de zorlanma.”361 Zaten,
Kur’ân da bize, bu gibi durumlarda, işlediklerimizden af dilemeyi talim edip
öğretmiyor mu? Âyette şöyle buyrulmaktadır: “Rabbimiz, eğer unutacak veya
yanılacak olursak bizi sorumlu tutma.”362 Kur’ân-ı Kerîm’de kıssalar
anlatılırken, kopuk kopuk hâdiseler terkip edilir ve öyle anlatılır. Burada da
durum aynıdır. Bir devrede Hz. Âdem ve Havva’ya memnû meyveye
dokunmamaları söylenmiştir. Ancak onlara bu emir verildikten sonra ne kadar
vakit geçmiştir, belli değildir. Hz. Âdem’in bu emri unutabileceği kadar bir
vakit geçmiş olması mümkündür. Ve memnu meyveye dokunma, bu unutmanın
akabinde olmuş olabilir.
356
Ayrıca bkz. Fahreddîn Razi, Tefsir-i Kebir, (trc.. Suat Yıldırım ve diğerleri), Ankara: Akçağ,
1988, I, 390.
357
Buhari, ‘Kader’, 11.
358
Tâ-ha:20/115
359
Tirmizi, ‘Tefsir’, 3.
360
Bayraklı, age, s. 87.
361
Taberânî, el-Mu’cemü’s-sağîr, II, 52.
100
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
F. Cennet’ten İndirilme
Kıssanın devamı âyetlerde şu şekilde geçmektedir: “ Derken Âdem,
Rabbinden (birtakım) kelimeler aldı. (Allah da) Bunun üzerine tevbesini kabul
etti. Şüphesiz O, tevbeleri kabul edendir, esirgeyendir.” 363 Dediler ki: "Rabbimiz,
biz nefislerimize zulmettik, eğer bizi bağışlamazsan ve esirgemezsen, gerçekten
hüsrana uğrayanlardan olacağız. (Allah) Dedi ki: "Kiminiz kiminize düşman
olarak inin. Yeryüzünde belli bir vakte kadar sizin için bir yerleşim ve meta
(geçim) vardır."
Dedi ki: "Orda yaşayacak, orda ölecek ve ondan
364
çıkarılacaksınız."
Bu kısım Tevrat’ta ise şöyle anlatılmaktadır: “Ve Rab Tanrı yılana dedi:
Bunu yaptığın için tüm sığırlardan ve bütün kır hayvanlarından daha lanetlisin;
karnın üzerinde yürüyeceksin ve ömrünün bütün günlerinde toprak yiyeceksin; ve
seninle kadın arasına, senin zürriyetinle onun zürriyeti arasına düşmanlık
koyacağım; o senin başına saldıracak sen de onun topuğuna saldıracaksın. Kadına
dedi: zahmetini ve gebeliğini ziyadesiyle çoğaltacağım, ağrı ile evlat
doğuracaksın ve kocana arzun olacak o da sana hâkim olacaktır. Ve Âdem’e dedi:
Karının sözünü dinlediğin ve ondan yemeyeceksin dediğim halde yediğin için
toprak senin yüzünden lanetli oldu; ömrünün bütün günlerinde zahmetle ondan
yiyeceksin; sana diken ve çalı bitirecek, kır otunu yiyeceksin.”365 “Ve Rab Tanrı
dedi: İşte adam iyiyle kötüyü bilmekte bizden biri gibi oldu; şimdi elini
uzatmasın, hayat ağacından almasın, yemesin ve ebediyen yaşamasın diye..
Böylece Rab Tanrı onu Aden bahçesinden, kendisinin içinden alındığı toprağı
işlemek için çıkardı. Ve adamı kovdu hayat ağacının yolunu korumak için, Aden
bahçesinin şarkına Kerubileri ve her tarafa dönen kılıcın alevini koydu.”366
Yine bir takım farklılıklar göze çarpmaktadır ki onlar da kısaca şöyledir:
1. Tevrat’ta Şeytan yerine kullanılan yılan da bir cezaya tabi olmaktadır.
Ancak yılan bir hayvandır ve hayvanların akılları ve iradeleri olmadığı
için yaptıklarından sorumlu değillerdir, buna göre cezaya çarptırılması
makul değildir.
362
Bakara:2/286.
Bakara: 2/237.
364
Âraf: 7/23-25.
365
Kitab-ı Mukaddes, Tekvin, 3;14-18.
366
Kitab-ı Mukaddes, Tekvin, 3;22-24.
363
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
101
2. Burada yılan soyuyla insan soyunun düşman olacağından
bahsedilmektedir. Âyette geçen ise; “Birbirinize düşman olarak inin
oradan” 367 ibaresi Âdem, Havva ve Şeytan üçlüsü olarak tefsir
edilmektedir.
3. Burada kadının yaptığı hata yüzünden tüm kadınlar doğum sancısıyla
cezalandırılmıştır. Âyetlerde böyle birşey geçmemektedir. Ama
İsrailiyyat’tan etkilenen bazıları bunu böyle yorumlamıştır. Örneğin:
Rivâyete göre, Havva ağaçtan koparınca ağaç kanamıştı. Allah bu ağacı
kanattığı gibi, ben de onu her ay kana bulaştıracağım. Ben onu
mükemmel ve akıllı yaratmıştım; şimdi hafif akıllı yapacağım. O
iğrenerek ve istemeyerek yüklü olacak, yavrusunu zorlukla dünyaya
getirecektir dedi. İbn Zeyd der ki: “Havva böyle bir hata yapmamış olsa
idi dünya kadınları adet görmez, hepsi de akıllı olur, hepsi de kolaylıkla
hamile oldukları gibi kolaylıkla doğum yaparlardı.368 Bu rivâyet büyük
ihtimalle Ehl-i Kitaptan nakledilmiştir. Zira haber garîb olarak
nitelendirilmiştir.369 Bu tür rivâyetlerin İslam’la bağdaşması
düşünülemez. Çünkü İslam çekilen sıkıntılardan ötürü anneliğe ayrı bir
değer vermiştir bu da âyette şu şekilde izah edilmektedir: “Biz insana
anne ve babasını (onlara iyilikle davranmayı) tavsiye ettik Annesi onu,
zorluk üstüne zorlukla (karnında) taşımıştır…” 370. Âdet görmede ise
farklı hikmetler söz konusudur. Allah kadının yapısını nazara alarak onu
böyle bir özellikle yaratmıştır. Dünyadaki tüm kadınların hafif akıllı
olduğunu söylemek zaten mümkün değildir, tıpkı dünyadaki tüm
erkeklerin akıllı olduğunu söylemenin mümkün olmadığı gibi. Tüm
bunların üstünde sadece bir kadının yaptığını tüm kadınlara yüklemek
İslam anlayışıyla bağdaşmamaktadır.
4. Bu âyetlerde Âdem’in işlediği günah Hıristiyanlarca aslî günah kabul
edilmiş ve her doğan çocuğun vaftiz edilmeksizin günahkar olduğu
savunulmuştur. Ancak İslâm’a göre doğan her çocuk masumdur ve akıl
baliğ olmaksızın ona günah yazılmaz. Ayrıca herkes kendi yaptığından
mes’uldür kimse kimsenin suçunu yüklenmez.(En’am:6/164: …Herkesin
367
Âraf: 7/24
Aydemir, a.g.e.,, s.32.
369
Aydemir, age, s. 32
370
Lokman:31/14
368
102
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
işlediği kötülüğün sorumluluğu kendisine aittir. Hiç kimse başkasının
kötülüğünün sorumluluğunu taşımaz….) Ayrıca Hz. Âdem tövbe etmiştir
ve İslam inancına göre “Tevbe eden, sanki o günahı hiç işlememiş
gibidir.”371
5. Toprağın lanetlenmesi, cennetin etrafını alevlerin sarması vb. hususlar
Kur’ân’da veya diğer İslamî kaynaklarda geçmez.
SONUÇ
Kitâb-ı Mukaddes ve Kur’ân-ı Kerîm’deki ilk insan kıssası kıyaslandığında
aradaki üslup farkı açıkça görülmektedir. Bununla beraber bir kısım ortak
noktalar görülmüş farklılıklara da dikkat çekilmiştir.
Kitâb-ı Mukaddes’te insanın yaratılışı âlemin yaratılışının altıncı gününde
olduğu bildirilmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’de ise böyle bir bilgiye rastlanmamıştır.
Bununla beraber her iki kaynakta da ilk insanın topraktan yaratıldığı
bildirilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de toprağın geçirdiği aşamalardan bahsedilirken
Tevrat’ta böyle detaylara rastlanmamıştır. Kur’ân’da Allah Teâlâ’nın meleklerle
arasında geçen konuşmaya yer verilirken Tevrat’ta böyle bir konuşma yer
almamaktadır. Akabinde Kur’ân’da meleklere secde emri verilir, tüm melekler
secde ederken İblis bundan yüz çevirmiştir. İblis’in kibirlenmesi insan neslini
Allah’a itaatten men etmesi için yemin etmesi ve Cennet’ten kovulmasına yer
verilirken Tevrat’ta bu tür haberlere rastlanılmamaktadır. Tevrat’ta Havva’nın
Âdem’in kaburga kemiğinden yaratıldığından bahsedilirken Kur’ân’da bu detaya
yer verilmemiştir. Öte yandan hem Kur’ân’da hem Tevrat’ta ‘yasak meyve’
hadisesine rastlarız. Ancak Tevrat’a göre meyveye ilk uzanan kadınken
Kur’ân’da böyle bir ifadeye rastlanmaz. Bunun yanında Tevrat’taki ifadelere göre
Havva ve Âdem’in işlediği günahın cezasını tüm insanlık çekecektir ve bu
günahtan dolayı tüm insanlık günahkâr doğar. Bu düşünce İslamî anlayışla
bağdaşmamaktadır, çünkü her nefis kendi işlediğinden sorumludur.
371
İbn Mâce, ‘Zühd’, 30.
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
103
Bununla beraber ‘kıssada geçen Âdem bir peygamber miydi yoksa
sonradan mı peygamber oldu? Yasak meyvenin yenilmesi ismet sıfatını zedeler
mi? İndirildikleri cennet dünyadan bir bahçe miydi yoksa ebedî yurt olan cennet
miydi? Sözü geçen yasak meyvenin mahiyeti neydi? İlk meyveye el uzatan
Havva mıydı? İlk günah hadisesi tüm insan neslinin günahkâr olarak doğmasını
gerektirir mi?’ gibi sorular İslam âlimlerini de ilgilendirmiş ve bu konularda
değişik fikirler beyan edilmiştir. Bütün bu soruları cevaplandırmak bu çalışmanın
sınırlarını aşacak mahiyette bir araştırmayı gerektirmektedir. Dolayısıyla böyle
bir plandan hareket etme imkânı olmamıştır. Kur’ân’da kıssanın nasıl geçtiğini
gözler önüne seren âyetler zannederiz ki kıssa hakkında bilinmesi gerekenler için
yeterlidir. Elbette ki araştırmaya sorgulamaya teşvik açısından bazı yerler
müphem bırakılmıştır. Ancak müphem bırakılan kısımların tamamlanmasında da
her zaman ana kaynak Kur’ân ve hadis olmalıdır.
BİBLİYOĞRAFYA
AVCI, Casim, ‘Hilafet’, DİA, İstanbul, 1998, XVII, 539-546.
AYDEMİR, Abdullah, İslamî Kaynaklara Göre Peygamberler, Ankara: TDV,
1992.
ARPAGUŞ, Hatice K., ‘Kur’ân Perspektifinden Yaratılış İtibariyle Kadına
Bakış’, Tarihten Günümüze Kur’ân’a Yaklaşımlar, ed. Bilal Gökkır ve dğr.,
İstanbul: İlim Yayma Vakfı Kur’ân ve Tefsir Akademisi, 2009.
_____Osmanlı Halkının Geleneksel İslam Anlayışı, İstanbul: Çamlıca Yayınları,
2005
AYDEMİR, Abdullah, Tefsirde İsrailiyyat, İstanbul: Beyan Yayınları, 1992
BATUK, Cengiz, ‘Âdem ve Havva’nın Hayatı: Eski Ahit Apokrifasında Âdem ve
Havva’nın Hayatı’, HÜİFD, V, 2006, 51-72.
BAYRAKDAR, Mehmet, ‘Tekâmül Nazariyesi’, DİA, XXXX, 38.
BAYRAKLI, Bayraktar, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’ân Tefsiri, İstanbul:
Bayraklı Yayınları, 2004.
BOLAY, Süleyman Hilmi, ‘Âdem’, DİA, I, 358-363.
BUCAİLE, Maurice, Müsbet İlim Yönünden Tevrat, İnciller ve Kur’ân, (trc.
Mehmet Ali Sönmez), Ankara: DİB Yayınları, 1988.
104
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
ERDEM, Mustafa, ‘Kur’ânda İlk İnsan’, Kur’ân Kıssalarının Anlam ve Değeri
IV. Kur’ân Haftası Kur’ân Sempozyumu, Ankara: Fecr Yayınları, 1998
HARMAN, Ömer Faruk, ‘Havvâ’, DİA, XVI, 542-545.
İBN-İ KESÎR, Hadislerle Kur’ân Tefsiri, (trc. Bekir Karlığa, Bedrettin Çetiner),
İstanbul: Çağrı Yayınları, 1984.
KARAMAN, Hayrettin ve dğr., Kur’ân Yolu Türkçe Meal ve Tefsir, Ankara: DİB
Yayınları, 2003.
RAZİ, Tefsir-i Kebir, (trc.. Suat Yıldırım ve diğerleri), Ankara: Akçağ, 1988.
SEYHAN, B. Yaşar, Kitab-ı Mukaddes ve Kur’ân’daki Kıssaların
Karşılaştırılması, Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi Sosyal Bilimler
Üniversitesi, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Kahramanmaraş, 2006
TASLAMAN, Caner, Din Felsefesi Açısından Evrim Teorisi, Marmara
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Doktora Tezi,
İstanbul, 2005.
YASDIMAN, Hakkı Şah, ‘ Yılan, Âdem, Havva Arasındaki Olaylara İslam ve
Yahudiliğin Bakışı’ DEÜİFD, XXXIV,2011, 9-35
YAZIR, Elmalılı Hamdi, Hak Dini Kur’an Dili, (sad. İsmail Karaçam ve dğr),
İstanbul: Azim Dağıtım, ts.
YENİBAŞ, Hasan, Peygamberler Tarihi, İzmir: Işık Yayınları, 2011.
YILDIRIM, Celal, İlmin Işığında Asrın Kur’ân Tefsiri, İstanbul: Anadolu
Yayınları, 1991
İKİNCİ BÖLÜM
İMAM RADIYYÜDDİN HASAN es-SÂĞÂNÎ’NİN MEŞÂRÎKU’L-ENVÂR
İSİMLİ ESERİ VE OSMANLI MEDRESELERİNDEKİ YERİ372
Kübra Güngör
ÖNSÖZ
İslam âleminde eğitim ve öğretim kurumları olarak medreseler devreye
girmeden önce hadis öğretiminin evler, mescitler ve camilerde yapıldığı
bilinmektedir. Medreseler devreye girince ise diğer dinî ilimler gibi hadis ilmi de
medreselerde okutulmaya başlamıştır. Osmanlı Devleti zamanında hadis öğretimi
normal medreselerin yanında ihtisas medreseleri niteliği taşıyan Dârü’lHadisler’de yapılmıştır. Fatih Sultan Mehmed, Sahn-ı Seman Medreselerini
açtıktan sonra burada okutulacak dersleri ve diğer medreselerde hangi kademede
hangi ders okutulacağını kitaplarıyla birlikte kanun haline getirmiştir. Bu
medreselere ait vakfiyesinde müderrislerden Mesâbih ve Meşârik veya Buhârî ve
Müslim’den bir miktar hadis-i şerif okutulmasını istemiştir. İşte Fatih’in
vakfiyesinde bahsettiği Meşâriku’l-Envâr isimli eser ve yazarı Radıyyüddin esSâğânî bu çalışmanın konusu olarak seçilmiştir. Özellikle Sâgânî ve Meşâriku’lEnvar’ın tercih sebebi ise yazıldığı devirden itibaren büyük ilgi gören eserin,
başta Osmanlı medreseleri olmak üzere İslâm Dünyasının çeşitli bölgelerinde
ders kitabı olarak okutulmuş olmasıdır. Amaç, uzun zaman medreselerde
okutulan bu eserin değerini ortaya koymak ve yazarı hakkında malumata sahip
olmaktır. Ayrıca eserin Osmanlı medreselerinde okutulma serüvenine de
değinilecektir.
İslâm coğrafyasında bugüne ulaşan İslâmî ilimler birikimi, hayatını bu
ilimleri öğrenmeye ve öğretmeye adayan ve eserler ortaya koyan âlimlerin
372
Bu çalışma Prof. Dr. Ahmet Özel danışmanlığında gerçekleştirilmiştir. Çalışmanın
şekillenmesinde Yrd. Doç. Dr. Hasan Cirit ve henüz yayınlanmamış makalesini paylaşan Arş.
Gör. Suat Koca’nın da katkısı olmuştur.
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
107
katkılarıyla oluşmuştur. Her dönem âlimleri, ilmi çalışmalarıyla ve eserleriyle
daha sonraki dönemlere kaynak ve yol gösterici olmuşlardır. Bu bakımdan İslâm
ilim geleneğine katkıları olan ilim adamlarını tanımak, sonraki kuşaklar için
gerekli ve önemli bir husustur.
Çalışma iki bölüm halinde hazırlanmıştır. Birinci bölümde önce
Radıyyüddin es-Sâgânî’nin yaşadığı dönemin sosyal, siyasî ve ilmî bakımdan
genel durumunun değerlendirilmesi yapılacaktır. Zira bir şahsı ve hayatını doğru
değerlendirebilmek için yaşadığı ortam ve zaman hakkında bilgi sahibi olmak son
derece önemli ve gereklidir. Daha sonra Sâğânî’nin doğumundan itibaren hayatı,
yetişmesi, tahsili, hocaları ve öğrencileri hakkında bilgi verilecektir. İmam
Sâğânî’nin lügat, dil ve hadis ilminde meşhur olması dolayısıyla bu ilimlerdeki
yeri ve öneminden bahsedilecektir. Çünkü Arap dilinde otorite sayılan Sâgânî için
Sûyûtî “lügat sancağının taşıyıcısı”, Zehebi “lügatin zirvesindeki isim”
değerlendirmesini yapmıştır. Radıyyüddin es-Sâgânî’nin hayatıyla ilgili bilgiler
araştırılırken mümkün olduğunca rical ve tabakat kitaplarından yararlanılılmış, .
kendisi birçok yere ilmî seyahatte bulunduğu için öncelikli olarak ailesinin
yaşadığı ve kendisinin doğum yeri olan Lahor şehrindeki sosyal, siyasî ve ilmî
durumla ilgili bilgilere yer verilmiştir.
Daha sonra Radıyyüddin es-Sâgânî’nin eserleri tanıtılmıştır. Sâgânî,
Arap diline ve özellikle lügat alanına yöneldiği için çeşitli sözlükler hazırlamıştır.
Bunlardan hakkında ulaşılabildiği kadarıyla bilgi verildikten sonra asıl inceleme
konusu olan Meşârik hakkında bilgi sunulmuştur. Yazarın Abbasi Halifesi
Mustansır için sahih hadislerden seçerek derlediği bu eser onun çalışmaları
arasında önemli bir yere sahip olduğundan hakkında detaylı bilgiler verilmeye ve
hadis alanındaki değeri belirlenmeye çalışılmıştır.
İkinci bölümde Meşârik’ın Osmanlı medreselerinde ders kitabı olarak
okutulması üzerinde durulmuştur. Bu medreselerde eğitim için kullanılan kitaplar
önceden belirlenmiş ve her biri belli dönemlerde, uygun seviyedeki öğrencilere
kıymetli âlimler tarafından okutulmuştur. Osmanlı medreselerinde hemen her yıl
hadis öğretiminin yapılmış olduğu bazı ilim adamlarının biyoğrafilerinden
anlaşılmaktadır. Dönemin medreselerindeki eğitim programlarına bakıldığında
Meşârik’in bir bölümünün veya tamamının hadis derslerinde okutulduğu görülür.
Bu eserin tercih sebebi ise Buhari ve Müslim’den hadis seçimi yapılarak
108
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
oluşturulmasıdır. Eserin kendisinden başka onun üzerine şerhi de medreselerde
okutulmuştur. Bunlardan biri olan Mebârikü’l-Ezhâr’ın yazarı İbn Melek kendi
şerhini İzmir’in Tire ilçesindeki medresede ders kitabı olarak okutmuştur.
Sonuç olarak, Osmanlı devletinde hadis derslerine verilen önem, bu
çalışma sonunda tekrar fark edilecektir. Hadis dersleri için birçok eser
arasından tercih edilen ve padişahların medrese vakfiyelerinde özel olarak
zikrettikleri Meşâriku’l-Envâr isimli eserin itibarı da bu vesileyle ortaya
konulmuş olacaktır.
I. RADIYYÜDDİN HASAN es-SÂĞÂNİ’NİN YAŞADIĞI DÖNEM,
HAYATI, KİŞİLİĞİ ve ESERLERİ
1.1. Yaşadığı Dönem
1.1.1. Lahor’un Siyasi ve Sosyal Durumu
Radıyyüddin es-Sâğânî’nin doğum
tarihi hakkında net bir bilgi
olamamakla birlikte kaynaklarda vefat tarihi için müşterek bir tarih olan 650
(1252) yılı verilmektedir. Doğum yeri ise Hindistan’ın ikinci büyük şehri olarak
bilinen Lahor’dur.
IV. (X.) yüzyılın sonlarında Gazneli Mahmud ile Müslümanlar Hayber
geçidi yoluyla Kuzey Hindistan’a girdiler. 412’de (1021) Gazneli Mahmud
Lahor’u fethederek Pencap’ı kendi topraklarına kattı. Gazneli Sultanın Hanefi
mezhebinden Şa’fii mezhebine geçtiği ve bu yüzden onun devrinde Lahor’un
hadis ilminin merkezi olduğu belirtilmektedir. Buradaki hadis hizmetleri VI.
(XII.) yüzyılın. sonuna kadar devam etmiştir.373
Şeyh Muhammed İsmail Buhârî Lahorî Buhara’dan 395 (1004)de
Hindistan’a geldi ve buradaki hadis çalışmalarını başlattı. Böylece Lahor hadis
ilminin merkezi oldu. Sonraki 100 yıl zarfında burada yetişen birkaç ünlü
hadisçiden de çalışmanın konusunu teşkil eden ünlü âlim Radıyüddin Hasan b.
Muhammed es-Sâğânî’dir.
373
Daudi, s. 28.
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
109
602’te (1205) Kutbu’d-Din Aybek tarafından Delhi Hindistan’ın başkenti
yapıldı ve kısa sürede önemli bir ilim merkezi haline geldi. Delhi Sultanlığı
Hanefi idi. Orta Asya’da Moğol hükümdarı Cengiz Han’ın istilasından dolayı
âlimler ülkeyi terke mecbur kaldılar ve doğrudan Hindistan’a gelmeye başladılar.
Sultanların cömertliği sayesinde yer yer medreseler ve mektepler kuruldu. Bu
medreselerde kadılık görevi için eleman yetiştirildiği için eğitim müfredatında
fıkıh ve usul-ü fıkha daha çok önem veriliyordu. Diğer ilimlerden sarf, nahiv, dil,
mantık, felsefe de müfredatta yer almakla birlikte İslâmî ilimlerin en önemli iki
sahası olan hadis ve tefsire fazla önem verilmemekteydi.. Hadis eğitimi oldukça
sınırlıydı; Sâğânî’nin eseri dışında Kütüb-i Sitte’den hiçbir metin okutulmuyordu.
Ulemanın o dönemde hadis ilmine olan uzak eğiliminin anlaşılması
hususunda Barni’nin zikrettiği şu olay ibret vericidir: 700’de (1300) bir Mısırlı
hadisçi, hadis ilminin yayılması amacıyla hadis ve ilgili konulara dair 400 kitapla
Hindistan’a geldi. Delhi’ye giderken, Multan’da padişahın düzenli namaz
kılmadığını, cumaya gitmediğini öğrendiğinde bundan çok etkilendi ve geri
döndü. Fakat dönmeden önce padişah için hadis üzerine bir risale yazarak Şeyh
Multânî’nin torunu Fazlullah’a (666/1268) bıraktı. Mektupta şöyle yazıyordu:
“Alâu’d-din devrindeki âlimler hadis ilmini terk etmişler ve sadece fıkıh eğitimi
vermekteler. Bu durumda ben moralim bozuk bir halde ülkeme geri
dönmekteyim. Çünkü ben buraya hadis ilmini öğretmek üzere gelmiştim”.
Bununla hadis ilminin yayılması hususunda çok güzel bir fırsat kaçmıştı.374
582 (1186) yılında Gur Sultanı Muzzüddin Muhammed Lahor’a hâkim
oldu. Onun ölümü üzerine kumandanlarından Kutbuddin Aybeg buraya
yerleştiyse de Sultan İltutmuş (1211-1236) Delhi’yi kendisine merkez seçince
Lahor gitgide önemini kaybetti. 1241’de Moğol tahribat ve katliamı da
geçirdikten sonra Tuğluklular dönemine kadar gelişme imkânı bulamayan
Lahor, Ludiler Devrinde tahkim edildi.375 Lahor’da o dönem hüküm süren
devlet ise Delhi Türk İmparatorluğu’dur (1206-1290). Bu devlet çeşitli
ülkelerden alınmış topraklardan oluşuyordu.
Putperestliğinin
havasını
teneffüs
ediyordu.
Kral ve nedimleri İran
Ordusu
Türk
ve
Moğol
geleneklerine göre kurulmuştu. Merkezi devletin altındaki bölgesel idareler ise
374
Daudi, s. 30.
375
Rızvı, “Lahor”, DİA, XXIII, 57.
110
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
eski Hindu sistemine göreydi. Bu karma düzen ne tam İslâmî ne tam olarak
Hindu özelliklerine sahipti. Devletin üçüncü sultanı Şemseddin İltutmuş (12111236) zamanında İslâm dini devlet yapısında gelişme göstermiş ve güçlenmiştir.
Sultan, 1229'da Halife Müntasır-Billâh'tan “es-Sultânu’l-Muazzam Nâsıru
Emiri’l-Mümînin” unvanını aldı. Halifelik sistemi gücünü kaybetmesine rağmen
halen siyasî otoritenin başı sayılıyor ve saygı görüyordu. Dolayısıyla Abbasi
Halifesi tarafından Hindistan’ın Sultanı unvanını almak Sultan Şemseddin’i çok
mutlu etmişti.376 Halife Müstansır zamanında Dehli’deki medreseye Sâğânî
müderris olarak görevlendirilmiş.377 Sâğânî’nin doğum yeri olan Lahor Şehri de
Sultan Şemseddin İltutmuş zamanında Mültan Sultanı Nâsıruddin Kabâca’nın
elinden alınmıştı (1227).378
Delhi Türk
İmparatorluğu
döneminde
önceleri Türk
komutanları
başarılıydı. Şemseddin İltutmuş fırtınalar içindeki tahtını ancak koruyabildi. Ama
ondan sonra yönetime gelen çocukları sırasında hızlı bir çöküş başladı. Türk
komutanları hem taht için hem halka karşı mücadele veriyorlardı. Halk arasında
ve her yerde sıkıntı ve panik mevcuttu.379
1.1.2. Bağdat’ın Siyasi ve Sosyal Durumu
Kaynaklarda Sâğânî’nin bir süre Bağdat’da bulunduğuna dair bilgiler yer
almaktadır. Dönemi tam olarak bilinmese de kendisine Abbasi halifesi MüstansırBillâh zamanında bir medresede hocalık yapma teklifi geldiği belirtilir.
Bağdat şehri bilindiği üzere Abbasi Halifesi Ebû Cafer el-Mansur
döneminde kurulmuş ve Abbasi Devletinin yıkılışına kadar (1258) hilafet merkezi
olarak kalmıştır. Son dönemlerinde Büveyhi ve Fâtımî Şiî hâkimiyeti altında
kalan Abbasi Devleti’ni Selçuklu Hükümdarı Tuğrul Bey 1055 yılında bu
baskıdan kurtarmıştır. Aynı zamanda yeni medreseler de kurarak fikrî bakımdan
da Şiîlikle mücadeleye destek vermişlerdir.380
Selçuklu Devletinin zayıflaması ile birlikte hilafete Muktefi (1136-1160)
ve Nasır’ın (1180-1225) geçmesi üzerine Abbasi Hilafeti tekrar güçlenmeye
376
Ahmet, s. 184.
377
Atay, s. 26.
378
Ahmet, s. 163.
379
Ahmet, s. 72.
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
111
başladıysa da eski kudretli haline gelemedi. Moğol İmparatoru Cengiz Han’ın
torunu Hülagü 1258 yılında Bağdat şehrini ele geçirerek Abbasî devletine son
vermiştir..
Bağdat’ta medreselerin kurulmasına büyük önem verilmiştir. Bunların
en meşhurları 1066’da kurulan Nizamiye, aynı yıl kurulan ve bugün
Külliyetü’ş-Şeria kullanılan Ebu Hanife, 1233’te kurulan ve XVII. yüzyıla
kadar varlığını koruyan Mustansıriyye medreseleridir. Bu medreselerden her
biri dört fıkıh mezhebinden biri üzerine ihtisaslaşmıştı. Sadece Mustansırıyye
ve 1255’te kurulan Beşiriyye Medresesi dört mezhep üzerinden eğitim
yapıyordu. 381
Moğol istilasından sonra özellikle Nizamiye, Mustansıriyye, Beşiriyye,
Teteşiyye382 ve Medresetü’l-ashab yeniden öğretime başladılar (1258). Tutuşiye
Medrese’sinde Meşâriku’l Envâr’a en meşhur şerhlerden biri olan Mebâriku’l
Ebkâr’ı yazan İbn Melek de hocalık yapmıştır.383
1.2. Hayatı
1.2.1. İsmi, Künyesi ve Nisbesi
İsmi Hasan b. Muhammed b. Hasan b. Haydar’dır.384 Künyesi Ebü’l-Fedail
olup, Lakabı Radıyyüddin’dir.
385
mensup olduğu için Adevî,
Aslen Kureyş kabilesinin Adî b. Kâ’b koluna
Hz. Ömer’in soyundan geldiği için Ömerî
nisbeleriyle de anılmıştır. Eserlerinde nisbesini Sagânî şeklinde kaydetmekle
beraber,
daha
sonra
“Sâğânî”
diye
(Mezopotamya) arkasındaki şehirlerdendir.
kullanılmıştır.386
Sagan;
nehrin
387
380
Karaca, “Abbasiler”, Tarih Ansiklopedisi, s. 20.
381
Duri, “Bağdat”, DİA, IV, 431.
Tutuşiye Medresesi, Bağdad'da Alparslan'ın oğlu Emir Tutuş için kölelerinden Humar Tigin
382
tarafından 1090'da yaptırılan medrese. Zamanla harap olan medresenin yerine 1599'da Vezir
Küçük Hasan Paşa Camii yapılmıştır.
383
Ocak, s. 45.
384
Zehebî, Siyeru A'lâmî'n-Nübelâ, XXIII, 283.
385
Apak, “Radıyyüddin Hasen Sağanî”, IX, 226.
386
Görmez, “Sâgânî, Radıyyüddin” , DİA, XXXV, 487.
387
Kutübî, I, 358.
112
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
1.2.2. Doğumu
10 safer 577’de (25 Haziran 1181) Lahor’da dünyaya geldi.388 Bedâûn’da
doğduğuna dair rivayetler doğru değildir. Ailesi önce Sagâniyân’a (Çagâniyan389)
göç etmiş, ardından Lahor’a yerleşmiştir.
1.2.3. Vefatı
650 (1252) yılında Ramazan ayında Bağdat’ta vefat etti. Zehebi 650 yılı 19
Şaban’ında vefat ettiğini nakleder. Cenazesi kendi vasıyeti üzerine Mekke’ye
nakledilip oraya defnedildi. Cenazesini taşıyacak kişi için elli dinar vaat
etmişti.390
Mekke’de Cennetü’l Muallâ’da Fudayl b. Iyaz’ın yanına
391
gömülmüştür.
1.3. İlmî Kişiliği
Küçük yaşta babası ile birlikte Lahor’dan Gazne’ye göç etti. 13 yaşında
babasını kaybetti. İlk ilmi tahsilini babasının yanında yapan Sâğânî, küçük yaşta
Ebû Ubeyd el-Kasım b. Sellâm’ın (240/854) Garibü’l-Hadîs isimli kitabını
ezberleyerek 1000 dinar ödül aldı392 Önce Hanefi fıkhını öğrendi. Daha sonra
ilmi seyahatlere çıkarak yaklaşık on yıl boyunca çeşitli alimlerden ders aldı.
Mekke, Medine, Yemen, Bağdat, Moggibi yerleri dolaştı. Ardından Lahor’a
dönen ve buradan da Delhi’ye giden Sâgânî, Arap Diline ve özellikle lügat
alanına yöneldi. Bu husustaki bilgilerini derinleştirmek üzere Bedaun ve Kol’de
bir süre kaldıktan sonra 605’te (1208-1209) Hicaz’a gitti. Hicaz’da yaklaşık beş
yıl kaldı.
Dimyâtî onun hakkında “şeyh, sâlih, sadûk” gibi güvenirliğine işaret eden
sıfatları kullanmış, aynı zamanda lügat, fıkıh, hadis, kıraat ve daha birçok ilimde
imam olduğunu belirtmiştir.393
388
Zehebi, Siyeru A'lâmî'n-Nübelâ, XVI, 441.
389
Çağaniyan: veya Saganiyan Ceyhun’un Maveraünnehir tarafında, merkezi Tirmiz olan bölgenin
adıdır. Büyük Selçuklu Hükümdarı Alparslan zamanında kardeşi İlyas’ın yönetiminde olan
bölgedir. Saganiyan şimdiki Özbekistan sınırları içindedir.
390
Zehebi, Siyeru A'lâmî'n-Nübelâ, XVI, 441.
391
Görmez, “Sâgânî, Radıyyüddin”, DİA, XXXV, 488.
392
Daudi, s. 33.
393
Zehebi, Siyeru A'lâmî'n-Nübelâ, XVI, 441.
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
113
1.3.1. Hocaları ve Seyahatleri
Mekke’de Burhâneddin Ebû’l-Fütûh Nasr el-Husrî’den faydalandı.
Yemen’de Nazzâm Muhammed b. Hasen el-Merginânî ile Kâdî Sa’dettin Halef b.
Muhammed el-Kerderî’den hadis, fıkıh, gramer ve aruz konularında istifade etti.
Ebû Muhammed İbnü’l Cevzî de onun hocaları arasındadır.
Sâgânî Hicaz’dan Aden’e geçti; burada Kâdî Ebu İshak İbrahim elKureyzî, İbn Battâl ve oğlu Süleyman gibi hocalardan faydalandı. Hattâbî’nin
Buhârî’nin el-Câmi’u’s-Sahîh’i ve Ebû Davud’un Sünen’ine yazdığı şerhleri bu
hocalardan okudu. Kendisi de onlara Harîrî’nin el-Makâmâtı’nı okuttu.
Aden’den Mogadişu’ya gitti. Ve bir süre sonra tekrar Yemen’e döndü.
613’te Mekke’ye geçerek Yakut el-Hamevî ile görüştü. Burada iki yıl kaldıktan
sonra Bağdat’a geçti. Bağdat’ta Maruf Kerhî’nin mezarını ziyaret etmesi, bu
sırada tasavvufa yöneldiğinin işareti olarak yorumlanmaktadır. Bağdat’ta daha
çok hadis ile meşgul oldu ve kısa zamanda ismi duyuldu. İki yıl kadar Bağdat’ta
kalan Sâgânî Halife Nâsır–Lidînillâh hil’at giydirdi.394 Halife, Sâgânî’yi Delhi
Sultanı İltutmuş’a elçi olarak göndermek istedi. Bunun üzerine Sâgânî 617 (1220)
yılları başında Delhi’ye gitti. 624’de Hindistan’dan ayrılarak önce hac görevini
yerine getirdi, oradan Yemen’e geçti. Yeni Abbasi Halifesi Mustansır-Billah’ın
arzusuyla Bağdat’a döndü; halife onu tekrar iki yıl sonra Delhi’ye elçi olarak
gönderdi (634/1236-37). Orada İltutmuş tarafından çok iyi karşılandı. Arkadaşları
Bağdat’a dönmesine rağmen Sâgânî uzun süre Delhi’de kaldı. Halife MustansırBillâh, Sâgânî’yi İltutmuş’un yerine geçen kızı Raziyye’ye de elçi olarak bir defa
daha yolladı (634/1236-37).
1.3.2. Talebeleri
Sâgânî’nin öğrencileri olarak kaynaklarda Delhi’de ilk olarak Meşârıku’lEnvâr’ı okutan Burhanu’d-Din Mahmud b. Ebi’l-Hayr Es’ad Buhârî395 ve Hafız
Ebû Muhammed Şerefeddin Abdülmü'min b. Halef Dimyâtî’nin
adları
geçmektedir.396
394
Padişahın sadrazamlara, vezirlere ve daha başka devlet ileri gelenlerine; bunların da, daha küçük
aşamada, olanlara, yüceltmek ve ödüllendirmek için, değerli kumaş ya da kürkten yapılmış bir
kaftan giydirmeleri.
395
Daudi, s. 30.
396
Sâğânî, Mevzuatü's- Sâğânî, s. 13.
114
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
1.4. Eserleri
Sâgânî pek çoğu hadis alanında olmak üzere 32 eser yazmış, bu eserleriyle
bilhassa Kuzey Hindistan’da hadislerin yayılmasında etkili olmuştur.397 Arap dili
ve edebiyatına
da ilgi duymuş, çok güzel şiirleri yazmış, öğrencisi Dimyâtî
Meşyaha’sında (Mu’cemü’ş-şüyûh) onun şiirlerine yer vermiştir.
1.4.1. Lügat ve Dil’e Dair Eserleri
Arap dili ve edebiyatı alanında otorite sayılan Sâgânî için Suyûtî “Lügat
sancağının taşıyıcısı”398 nitelendirmesini yapar. Zehebî ise “Lügatın zirvesindeki
isim” ifadesini kullanmıştır. Arap dili bilgisi onda bitiyordu.399 Sağânî tartışmasız
bir şekilde devrinin dil ve edebiyat alanındaki otoritelerindendir. Bu alanda yirmi
kadar eser yazmıştır.
1.4.1.1. et-Tekmile ve’z-zeyl ve’s-sıla.
Tam ismi et-Tekmile ve’z-zeyl ve’s-sıla li-kitâbi Tâci’l-luga ve Sıhâhi’l‘Arabiyye’dir. Sâgânî bu eserinde Cevherî’nin es-Sıhâh’ına 60.000 civarında
madde eklemiştir (I-VI, Kahire 1970-1979; I ve IV. ciltleri Abdülalîm et-Tahâvî,
II ve V. ciltleri İbrâhim el-Ebyârî, III ve VI. Ciltleri Muhammed Ebü’l-Fazl
İbrahim tahkik etmiştir).
1.4.1.2. el-‘Ubâbü’z-zâhir.
Tam ismi el-‘Ubâbü’z-zâhir ve’l-lübabü’l-fâhir’dir. Müellif son Abbasi
veziri İbnü’l-Alkamî için hazırlamaya başladığı bu eserlerini mim harfine kadar
yazabilmiştir. İbn Fâris’in etimolojisini esas alan sözlükçülük anlayışından
istifade edilerek ve Cevherî’nin es-Sıhâh’ının tertibi esas alınarak hazırlanan
eseri Muhammed Hasan Âlü Yâsîn (I-IV, Bağdat 1977- ) ve Fîr Muhammed
Mahdumî (I-IV, İslâmâbâd 1994- ) yayımlamaya başlamıştır. Tâceddin İbn
Mektûm’un bu eserle İbn Sîde’nin el-Muhkem’ini bir araya getirdiği
kaydedilmektedir.400
397
Özafşar, s. 60.
398
Suyuti, Buğyetü’l-Vu’at fi Tabakati’l-Lugaviyyin ve’n-Nuhat, I, 519.
399
Zehebi, Siyeru A'lâmî'n-Nübelâ, XVI, 441.
400
Görmez, a.y.
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
115
1.4.1.3. el-Mürtecel.
Tam
ismi
el-Mürtecel
fî
şerhi’l-Kılâdeti’s-sımtiyye
fi
tevşîhi’d-
Düreydiyye’dir. İbn Düreyd’in el-Maksûre’si üzerine yapılmış bir çalışmadır (nşr.
Ahmed Han, Mekke 1409/1988), bir muhtasarı da Sâmî Mekkî el-Ânî ve Hilal
Nâcî tarafından yayımlanmıştır (Bağdat 197).
1.4.1.4. Kitâbü Fa’alân.
Mastarı “fa’alan” vezninde olan 200’den fazla kelimenin son harfine göre
alfebatik olarak sıralandığı bir eserdir. Ali Hüseyin el-Bevvâb’ın Nak’atü’ssadyân fîma câ’e ‘ale’l-fa’lan (Riyad 1402/1982) başlığıyla neşrettiği eserin
adının müellifin hadisle ilgili diğer eseriyle karıştırıldığı kaydedilir401
1.4.1.5. Mecma’u’l-bahreyn.
Tam ismi Mecma’u’l-bahreyn ve matla’u’n-neyyireyn’dir.Cevherî’nin esSıhâh’ı ile buna dair et-Tekmile ve’z-zeyl ve’s-sıla adlı eserini, ayrıca es-Sıhâh
üzerine yazdığı el-Hâşiye'sini kapsayan geniş bir sözlüktür. Tamamı 12 cilt olan
eserin İstanbul kütüphanelerinde çok ayıda yazma nüshası bulunmaktadır
(Örneğin Süleymaniye Ktp., Şehid Ali Paşa, nr.2673).402
1.4.1.6. Diğerleri
Yukarıda anılanlar dışında; eş-Şevârid fil-lüga, el-Ezdâd, Kitâbü Yef’ûl,
Esmâu'z-z'ib gibi basılmış eserleri de vardır.
1.4.2. Hadise Dair Eserleri
Sagânî’nin ikinci ilgi alanı hadis ilmidir. Hindistan ve Orta Asya ülkeleri
genelde fıkha önem verirken Sâgânî’de hadis çalışmalarına ağırlık vermiştir. O
Sahîh-i Buhârî’nin günümüzdeki nüshasını hazırlayan, mevzu hadisleri ortaya
çıkarmak için bazı aklî ölçüleri ortaya koyan bir muhaddis olarak nitelenir.403
Hadis sahasında 10’dan fazla eser kaleme almış olup bunlar daha çok derleme,
401
Görmez, a.y.
402
Apak, “Radıyyüddin Hasen Sağanî”, İslam Alimleri Ansiklopedisi, IX, 226.
403
Daudi, s. 32.
116
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
ihtisar, şerh, mevzûât ve ricâl/tabakât türü kitaplardır. Onun hadise dair
eserlerinin telifinde iki hedef gözettiği belirtilmiştir:
•
Uydurma hadislerle ilgili kuralları koyup bu hadisleri eserlerde toplamak;
•
Hadis kitaplarındaki sahih hadisleri seçerek bunları çeşitli eserlerde bir
araya getirmek.404
Onu hadis çalışmalarına yönlendiren temel sebebin, içinde yaşadığı
toplumun hadis konusundaki gevşek ve ilgisiz tutumuna karşı bir tavır alış olduğu
söylenmektedir. Dolayısıyla hadise dair eserlerinin genel amacı; sahih hadisleri
yaymaktır. Mesela o, el-Mevzûât’ında, kendi zamanındaki kıssacıların, fakihlerin
ve zahidlerin minberlerde, meclislerde, medreselerde, tekkelerde ve çeşitli
ortamlarda çokça uydurma hadis naklettiklerini belirterek, insanların sünnet
bilgisinin azaldığından, sünnetten uzaklaştıklarından ve hadis bilginlerinin
kaybolduğundan şikâyet eder. Çünkü onun döneminde her grup kendi mezhebini
teyid için zayıf uydurma hadisleri bile kabul edilebilir kılmak için deliller
sunmaya başlamıştır. Bu durumda Sâgânî’ye göre “Din tehlikeye düşmüştü.”.405
O zamane hadisçilerine şöyle sitem eder:
Selef şöyle demiştir: “Hiçbir gün yoktur ki o gün bir sünnet ölmesin ve
bir bid’at hayat bulmasın.” İşte Allah Resulü aleyhinde uydurulan ve iftira
edilen hadisler, hadisçi geçinenlerin eserlerinde kaydedilmiş, onlar bu
hadislerdeki illetlere dikkat çekmemiş, halef seleften bunları nakletmiş ve
nihayet bunların nakillerine ve sözlerine itimat edildiği için din zarar
görmüştür.
Böylece
hem
kendileri
sapmışlar,
hem
de
insanları
saptırmışlardır.406
1.4.2.1. Meşâriku’l-Envâri’n-Nebeviyye.
1.4.2.1.1. Kitabın İsmi ve Metodu.
Tam adı Meşâriku’l-envâri’n-nebeviyye min (‘alâ) sıhâhi’l-ahbâri’lMustafaviyye’dir. Hadislerin büyük çoğunluğu Sahihayn’dan alındığı için
Meşâriku’l-envâr fi’l-cem’i beyne’s-Sahihayn olarak da anılır.
404
Daudi, s. 33.
405
Daudi, s. 34.
406
Sağânî, s. 24-25.
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
117
Kitapta yer alan 2253 hadis Buhari ve Müslim’in sözlü hadislerinden
seçilmiştir. Bunlardan 327’si sadece Sahih-i Buhari’de, 875’i Sahih-i Müslim’de
ve 1051’i her ikisinde mevcuttur. Bu kitap 12 bölüme ayrılmış, hadisler ilk
harflerine göre farklı bir tertiple verilmiştir. Şarih el-Kâzerûnî’ye göre ise 2246
sahih hadis ihtiva etmektedir. Bunlardan 1050’si muttefakun aleyh; yani Buhari
ve Müslim’in ittifakla sahihlerine aldıkları hadislerdir. Geri kalanları ise başta
Buhari ve Müslim’in tek başlarına rivayet ettikleri olmakla birlikte diğer bazı
kaynaklardan alınmadır. 407
Mısırlı âlimlerden Ebû Abdullah Muhammed b. Selâme el-Kuzâ’î
(ö.454/1062) hadis tasnifinde yeni bir metodun öncülüğünü yapmıştır. Bu,
hadisleri konularına ve ravilerine göre tasnif etme şeklini bırakarak kısa sözlü ve
geniş manalı kelimeleri seçip bunları, ilk kelimelerinin ortak özelliklerine göre
gruplandırma şeklinde olan bir metoddur. İbadet ve muamelat dışında kalan
konuları ön plana çıkaran bu tasnif şekli, yeni hadis kitabı yazan çevrelerce kısa
sürede benimsenmiştir. Talebesi, Kuzâ’î için şöyle demiştir: “Mısır’da onun gibi
çığır açmış kimse görmedim.”. Bu yeni metodu uygulayan muhaddisler
eserlerinin mukaddime kısımlarına “Bu kitabımı Şihâb’ül-Ahbâr’ın metoduna
uygun olarak tasnif ettim.” şeklinde bir ifade eklemişlerdir.408 İşte bu
muhaddislerden birisi de Sâğânî’dir.
Aynı dönemde yaşayan İbnü’l-Esîr’in Câmi’ul-Usûl isimli eseri de bu
dönemdeki hadis eserlerinin tasnifinde lügat ilminin etkisini yansıtmaktadır.
Câmi’ul-Usûl'de konular alfebatik sıraya göre tasnif edilirken, Meşâriku’lEnvâr’da
hadis
yapılmaktadır.
metinlerinin
başında
yer
alan
edatlara
göre
tasnif
409
Eserin asıl ayırıcı niteliği, münhasıran Hz. Peygamber tarafından bazen
müstakil olarak serdedilen, bazen de bir hadise yahut diyalog esnasında söylenen
hadislerin – taktî‘ suretiyle- belirli edatlar, kalıplar ve kelimeler altında
sıralanması ve her başlık altındaki rivayetlerin kendi içinde alfabetik olarak
tanzim edilmesidir. Bu bağlamda yazar, dilbilimdeki birikimini hadis alanına
yansıtmış ve dil/gramer merkezli özgün bir tasnif şablonu oluşturmuştur. Eserde
407
Uğur, s. 115
408
Yardım, s. 9.
409
Özafşar, s. 60.
118
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
ayrıca hadislerin isnadı ihtisar edilmiş ve sadece sahabî ravîleri zikredilmiştir.
Meşâriku’l-Envâr’ın dil ve hadis alanında bilgi sahibi olmak isteyenleri gözeten
bir düzenlemeyle kaleme alınması onun pedagojik değerini artırmış, Arapça
öğreniminin ilk basamaklarından itibaren öğrencilerin hadislerle karşılaşmalarına
ve hadisleri, nahivde ‘şâhid’ olarak kullanmalarına vesile olmuştur. Öte yandan
kitap daha çok Arap olmayan toplumların ilgisini çekmiş ve sünnetin topluma
yön verici fonksiyonuna büyük katkı sağlamıştır.
1.4.2.1.2. Muhtevası.
Eser yaklaşık iki sayfalık kısa fakat son derece edebî bir mukaddime ile
başlar. Burada kullanılan süslü ve yüksek üslup, yazarın dil ve edebiyat
sahasındaki yetkinliğinin somut bir örneğidir. Öyle ki beliğ ibareleri anlamakta
zorlanan okuyucu yazarın kalemine saygı duymaktan kendini alamaz. Şârih İbn
Melek bu iki sayfayı yirmi sayfada şerh eder. Bir araştırmacıya göre bu iki
ustanın metin ve şerhinden oluşan mukaddime, müstakil bir tetkik mevzuu
olabilecek kadar kıymetlidir.410 Mukaddime üzerine Behcetu’l-Envâr fî Şerhi
Dîbâceti Mebârikı’l-Ezhâr411 adlı bir çalışmanın yapılmış olması şaşırtıcı
değildir.
Sâğanî, eserinin mukaddimesinde, kendi zamanında hadis ilminin yeterli
ilgiyi görmediğinden ve bu sahanın çorak ve muattal olduğundan bahisle, “Kim
ölü bir araziyi ihyâ ederse arazi onundur”412 hadisine göndermede bulunarak
kitabının telif sebebine işaret eder. O, dönemindeki hadis ilminin durumunu şöyle
tasvir eder:
“Zamanımızda -Allah’ın yardımını dileyerek ve zamane insanlarından ona
şikâyette bulunarak (belirtiyorum ki)- [Kudâ‘î’nin (ö. 454/1062)] Şihâbu’lAhbâr’ını ezberleyen veya yazan kimse zamanımızdaki insanların hadis
konusundaki en bilgini, [Uklişî’nin (ö. 549/1154)] en-Necm adlı kitabından seçme
veya derleme yapan kimse de onların hadiste en ileri geleni sayılıyor. Eğer bu iki
kitaba bir de hadis münekkitlerinin hepsinin tezyif /taz‘îf ettiği [İbn Ved’ân’ın (ö.
494/1100)] el-Hutabu’l-Erbaûn adlı kitabını ilave ederse bu takdirde insanların
en yüksek payelisi ve hakikatte en bilgilisi oluverir. Şayet bir gayret Hutbetu’l410
Özafşar, s. 82.
411
Şerhin yazarı belli değildir.
412
Buhârî, "Hars ve Müzâra’a", 15.
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
119
Vedâ isimli esere göz gezdirmişse o zaman da büyük vâiz, öğütçü ve davetçi
olarak adlandırılır. Bu (muhaddis geçine)nler basiretsizce ve gelişi güzel bir
şekilde işe girişmişler, zayıf ve çorak bir yerde kararsız kalmışlardır. Oysa orman
aslansız kalmasaydı, kurnaz tilkilerin sesi çıkmazdı. Hadisi, ona layık
olmayanlara karşı muhafaza ve müdafaa edecek kimseler yok olup gitti. Şimdi
onların yerinde yeller esiyor. Bu şikâyetler yaralı bir hüzün ve dokunaklı bir
dışavurumdur.”
Meşâriku’l-Envâr, 12 bâbtan oluşmaktadır. Ayrıca her bâb kendi arasında
fasıllara ayrılmıştır. Eserin bâbları ve fasılları şöyledir:
1. Bâb iki fasıldır: Men-i mevsûle veya men-i şartiye ile başlayanlar; Men-i
istifhâmiye ile başlayanlar.
2. Bâb on fasıldır: Sırasıyla inne, innî, innâ, innehû, innehüm, innehâ, inneke,
inneküm, innekünne, ,nnemâ ile başlayanlar.
3. Bâb tek fasıldır: Lâ ile başlayanlar.
4. Bâb iki fasıldır: İzâ ve iz ile başlayanlar
5. Bâb iki fasıldır:
1. Fasıl beşe ayrılır: Mâ-i nâfiye, Mâ-i istifhâmiye, Mâ-i haberiye, Mâ-i
şartiye ve Mâ beyne ile başlayanlar.
2. Fasıl dörde ayrılır: Nida harfi olarak yâ ve münâdâ olarak erkek
künyeleri veya isimleri ile; kabileye muzâf olan isimler ile; çeşitli cins isimler ve
kadın künyeleri veya isimleri ile başlayanlar.
6. Bâb on iki fasıldır: Leyse, Ni’me ve bi’se, Beynâ ve beynemâ, Le‘ana’llâh,
Lev, Levlâ, İn-i şartiye, Hayr, Ef’al-i tafdîl, Kull, Kad ve Lekad ile başlayanlar.
7. Bâb on yedi fasıldır:Lâm ile ma’rife olan isim, Eyyumâ, Eyyukum, İsm-i
zâhire muzâf olan eyyu, İstifhâm hemzesi, Elâ, Elem, Efelâ, Eleyse ve eve, Emâ,
Meselu, İyyâkum, Ene, İsm-i fiil, Leke, Lem ve Emmâ ile başlayanlar.
8. Bâb altı fasıldır: Sayılar, kendisinden sonra ellezî olan kasem vâvı, kendisinden
sonra Allah lafzı olan kasem kelimesi, Fiil-i mustakbel, Fiil-i muzâri ma’lûm ve
Fiil-i muzâri mechûl ile başlayanlar.
9. Bâb beş fasıldır: Fiil-i mâzî ma’lûm, Fiil-i mâzî mechûl, Mâzî mütekellim, Hel
ve Emir fiili ile başlayanlar.
10. Bâb iki fasıldır: İbtidâ lâmı ve çeşitli nev’ilerle başlayanlar.
11. Bâb: Kudsî (hadislerdeki) sözcükler.
120
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
12. Bâb: Dualar (Dua cümleleri ile başlayan hadisler).413
Sâgânî her hadisin sahabi ravisini zikrettikten sonra kaynağını harflerle
göstermiş. Sahihayn’da ittifakla rivayet edilen hadisler için “‫”ﻕق‬, sadece
Buhârî’nin rivayet ettiği hadisler için “ ‫”ﺥخ‬, yalnız Müslim’in rivayet ettiği hadisler
için “‫ ”ﻢ‬harflerini kullanılmıştır. 414
Müellifin bir hadisin muhtelif kısımlarını eserinin değişik yerlerinde
vermesi, hadisleri Sahih-i Müslim ve Sahih-i Buharî’deki lafızları yerine nahiv
tertibine en uygun ibare ile alması hadislerin bulunmasını güçleştirmektedir.
Sâgânî Buharî’nin bab başlıklarında rivayet ettiği muallâk rivayetleri
müsned hadis gibi kaydettiği de olmuştur. Yer yer nasih-mensuhu göstermiş,
garib lafızları açıklamıştır. Sâğânî’nin Sahihayn’da veya bunlardan birinde
olduğunu söylediği, ancak bazı nüshalarda yer almayan hadisler veya raviler
hakkında İbn Melek gibi şarihler cevap vermiştir. Bazen Buhari’ye ait
olduğu söylenilen hadisin Müslim’e, Müslim’e nisbet edilenin Buhari’ye ait
olduğu görülmüş. Bazen de hadis onu söylemeyen sahabiye nisbet
edilmiştir. 415
1.4.2.1.3. Üzerine Yazılan Şerhler ve Haşiyeler
Asırlarca İslam dünyasının çeşitli bölgelerindeki medreselerde hadis ders
kitabı olarak okutulan Meşârıkü’l-Envâr ‘ın üzerine yaklaşık 2500’den fazla şerh
ve haşiye yazılmıştır.416
Sâğânî ve İbn Melek’in eserleri üzerine Osmanlı âlimlerinden de pek çok
çalışma yapan olmuştur. Şehzade Muhyiddin Muhammed b. Mustafa (ö.
951/1544) İstanbul’da müderrislik yapmış ve çeşitli eserler vermiştir. Bunlardan
birisi de Sâğânî’nin eseri üzerine yazdığı Hâşiye ‘alâ Meşârıki’l-envâr ennebeviyye’dir. Bergamalı İbrahim b. Mustafa'nın (1014-1605) eserleri arasında
Envâru’l-bevârık fi tertîbi şerhi’l-Meşârık li’bni Melek vardır. 417
413
Koca, Suat, Anadolu’da Bir Hadis Şerhi: İbn Melek’in Mebârıku’l-Ezhâr Şerhu Meşâriku’l-Envâr
Adlı Eseri, Yayınlanmamış Makale.
414
Hatipoğlu, “Meşâriku’l-Envâri’n-Nebeviyye”, DİA, XXIX, 362.
415
Hatipoğlu, a.y.
416
Özafşar, s. 60.
417
Özafşar, s. 123.
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
121
Kasım b. Kutluboğa (802-879) eser üzerine Hâşiye alâ Meşârıki’l-Envâr
adıyla bir hâşiye yazmış, Muhammed b. Muhammed el-Esedi ed-Kudusi(808)418
de Dekâiku’l-Âsâr fi Muhtasari Meşârıki’l-Envâr adıyla eseri ihtisar etmiştir.
Sâğânî’nin
Meşârikû’l-Envâr’ı
üzerine
yazılan
şerhlerden
bazıları
kronolojik sıraya göre aşağıda verilecektir: (DİKKAT: Burada ve aşağıda anılan
şerh ve haşiyelerin yazarların isimlerindeki eksikler giderilmeli ve vefat tarihleri
hicri/miladi olarak tam verilmelidir. Hemen hepsi ansiklopedide maddedir))))))
Metâli’ul-Esrâr fî Şerhi Meşârıki’l-Envâr: İbrâhim b. Yusuf, İbn Kurkûl
(505-569)
Şerhu’l-Meşârık el-Kebir: Yahya b. Abdüllatif et-Tâvusi (725’de sağ)
Şerhu’l-Meşârık el-Sağir: et-Tâvusi 725’de bitirmiş
el-Metâli’u’l-Mustafaviyye: Sa’îd b. Muhammed b. Mes’ûd el-Kâzerûnî
Şerhu’l-Meşârık: Muhammed b. Abdurrahman ez-Zümürrüdî (776)
Şerhu’l-Meşârık: Muhammed b. Ali el-Atrûşi (784)
Tuhfetu’l-Ebrâr fi şerhi Meşârıkı’l-Envâr: Muhammed b. Mahmud elBâbertî (786)
Şerhu’l-Meşârık: Resul b. Ahmed b. el-Bettanî (793); tamamlanamamıştır.
Şeariku’l-Esrari’l-Aliyye
fi
Şerhi
Meşârıki’l-Envari’l-Nebeviyye:
Muhammed b. Yakub el-Fîruzâbâdî (729-817)
Şerhu’l-Meşârık: Ya’kub b. Celal b. Ahmed et-Tebbânî (827)
Şerhu’l-Meşârık: Ahmed b. Süleyman, İbn Kemal (940)
Keşfü’l-Şârık fi Şerhi’l-Meşârık: Hıdır b. Mahmud el-Merzifuni, el-Atufi (948).
Şerhu’l-Meşârık: Muhammed b. Muslihiddin Mustafa, Şeyhzâde (951)
Şerhu Meşârıki’l-Envâr: Yusuf b. Hacizi el-Kasimî (1065)
Şerhu Meşârıki’l-Envâr: Muhammed İbnü’l Hasen el-Bennanî (1128-1194)
Hadâ’iku’l-Ezhâr Şerhu Meşârıki’l-Envâr: Umer b. Abdulmuhsin elErzincanî
Şerhu’l-Meşârık: Usmân İbnü’l-Hâc Muhammed el-Herevî
Şerhu’l-Meşârık: Vahiduddin
Diyaul Meşârık el-Cedir bi’l-Vad’i ale’l-Meârık: Ali b. Mahmud,
Diyâ’udddin el-Kirmani
418
Uğur, s. 115-116.
122
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
Şerhu’l-Meşârık: Şemsuddin el-Attabi
Mebârıku’l-Ezhâr fi şerhi Meşârıku’l Envâr: Abdüllatif b. Abdülaziz İbnü’l
Melek er-Rumî.
En tanınmış ve en meşhur şerhi olan Mebâriku’l Ezhâr eseri ve yazarı
üzerinde durulacaktır.
İzzeddin ve Emînüddin lakabıyla anılan Abdüllatif daha çok “Melek’in
oğlu” anlamına gelen İbn Melek veya onun Farsça karşılığı olan Ferişteoğlu
lakabı ve er-Rûmî nisbesiyle tanınmıştır..419
İlmiyye mensubu bir aileden gelmiş ve babasından ders almıştır.
Aydınoğulları’nın en güçlü zamanında önce Birgi’de sonra da ikinci ilim ve
kültür merkezi olan Tire’de yaşamıştır. İbn Melek’in aslen Türkistanlı olduğu ve
babasının Aydınoğulları Beyliğinin daveti üzerine Anadolu’ya geldiği kaydedilir.
Evliya Çelebi onun Manisa’da Saruhan Medresesi’nde öğrenim gördüğünü ve
orada halkın ziyaret ettiği bir hücresin olduğunu belirtir..
İbn Melek, Aydınoğlu Mehmed Bey’in şehzadeleri olan İsa Çelebi, Selim
Çelebi ve Hızır Şah’a hocalık yaptı. Aydınoğlu Mehmed Bey tarafından Tire’de
yaptırılan ve İbn Melek diye meşhur olan medresede müderrislik görevinde
bulundu.420 Başta dini ilimler olmak üzere bütün ilim dallarında maharet sahibi idi.
İbn Melek’in vefat tarihi ihtilaflıdır. Kaynaklar onun vefat tarihi olarak,
793/1391, 797/1395, 801/1398-99, 820/1417 ve 821/1417 senelerini vermektedir.
Tire Necip Paşa Kütüphânesi’ndeki (nr. 200) müellif hattı Şerhu Menâri’l-envâr
821/1418 yılında yazıldığına göre İbn Melek’in bu tarihten sonra vefat etmiş
olduğu anlaşılır. İsmiyle meşhur olan medresenin avlusunda medfundur.421
Özellikle Fıkıh, usul-ü fıkıh ve hadis ilimlerinde zamanının önde gelen
âlimlerinden olan İbn Melek Timur’un Tire’ye gelişi sırasında yanında bulunan
Seyyid Şerif Cürcanî ile görüşmüş, ilmi ve kültürüyle büyük beğeni almıştır.
Eserleri: İbn Melek değişik alanlarda çok sayıda eser kaleme almıştır. Özellikle
Osmanlı Medreselerinde ders kitabı olarak okutulan Mebâriku’l-Ezhâr ve
Menâru’l-Envâr isimli şerhlerinin Türkiye kütüphanelerinde çok sayıda yazma
nüshası bulunmaktadır. Eserlerinden bazıları şunlardır:
419
http://darulhadis.org/
420
Baktır, a.y.
421
http://darulhadis.org/
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
123
1. Şerhu Menâri’l-envâr.
2. Şerhu Mecmai’l-bahreyn.
3. Firişteoğlu Lugatı.
4. Şerhu’l-Vikâye.
5. Şerhu Tuhfeti’l-mülûk.
6. Bedrü’l-vâizîn ve zuhrü’l-âbidîn
7. Mebâriku’l-ezhâr fî şerhi Meşâriki’l-envâr.
İbn Melek eserinin mukaddimesinde şerhinin telif sebebini açıklarken
şunları kaydeder. “Meşârik, en güzel şekilde tertip edilmiş, vazıh üslubuyla
emsallerini geride bırakacak, kendisiyle övünülen bir kitaptır. Eser, lüzumlu ve
faydalı olan bilgileri ihtiva etmektedir. Bu özelliğinden ötürü de kuşluk vakti
güneşin parladığı gibi parlayarak meşhur olmuştur. Eser üzerine yapılan şerhlerin
bir kısmı anlaşılamayacak kadar kısa olduğu gibi bir kısmı da gâyeyi aşacak
kadar uzundur. İbâresindeki kapalılıkları ve gizli kalmış nüktelerini açıklayan orta
halli bir şerh yazmak için istihare ettim. Daha sonra ileri gelen talebelerimden
birinin ders esnasında teşviki beni bu şerhe başlamaya mecbur etti. Eserime
Mebârikü’l-ezhâr fî şerhi Meşâriki’l-envâr adını verdim. Allah’dan bu işi kendi
katında güzel bir makam sahibi olmam için sebep kılmasını ve insanların bu
kitaba gönül vermelerini istedim. Kitap tamamlanınca insanlar ona yöneldiler.”
İbn Melek şerhine önce hadislerin farklı rivayetlerini, Buhârî ile Müslim’in
ayrıldıkları noktaları, şayet varsa hadislerdeki kelime farklılıklarını izah ederek
başlar. Zaman zaman “Şayet sen şöyle dersen...”, “Biz de deriz ki...” şeklinde
mukadder sorular sorarak meseleleri tartışır. Ancak bazen bazı farklı görüşleri
verir ve peşine “Ben de derim ki...” diye söze başlayıp o görüşü reddeder. Hadisi
rivayet eden sahabenin isminin ilk geçtiği yerde, kısaca hayatını, ne kadar hadis
rivayet ettiğini ve bu hadislerden ne kadarının Buhârî ile Müslim’de yer aldığını
belirtir. Hadislerin anlaşılması için, sarf ve nahiv yönünden tahlillere girer, zaman
zaman lügat, tarih ve tefsir kitaplarından nakillerde bulunur. Günlük hayatı
ilgilendiren hususlarla ilgili hadislerin izahlarına daha fazla yer verdiği
gözlemlenmektedir. Yaptığı izah ve şerhlerde müellifin fıkhî yönü hemen göze
çarpmaktadır. Bir mesele hakkında önce Hanefî mezhebinin görüşünü vermekte,
şayet farklılıklar varsa, diğer mezheplerin görüşlerine de işaret etmektedir. İtikâdî
124
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
konularda, Ehl-i Sünnet’in görüşünü zikrettikten sonra, Mutezile mezhebine
bazen atıfta bulunup geçmekte, bazan kısa da olsa meseleyi tahlil etmektedir.
Taşköprizâde’nin, sayılamayacak kadar ince ve güzel nükteleri ile bir çok
faydaları ihtiva ettiğini söylediği, İbn Melek’in bu eseri, başta bizzat kendisi
tarafından medresede okutulduğu gibi, diğer ulemâ tarafından büyük itibar
görmüş ve medreselerde ders kitabı olarak okutulmuştur. Bu denli kabul gören
eser üzerine, sonraki dönemlerde bazı haşiye ve tertib çalışmaları yapılmış olup
başlıcaları şunlardır:
Sevâbu’l-Efkâr: İbrahim b. Ahmed, el-Mu’îd
Hâşiye alâ Mebârikı’l-Ezhâr: Muhammed b. Ahmed el-İznikî, Vahyizâde (1018)
Hâşiye alâ Mebârikı’l-Ezhâr: Fadlullah b. Ahmed es-Sivasi (1032)
Tertibü’l-Mebârık: Ali İbnü’l-Hasen (936’da sağ)
Envâu’l-Bevârık fi Tertibi Şerhi’l-Meşârık: İbrahim b. Mustafa el-Berğamavi,
(1014). 987’de tamamlanmış.
1.3.2.2.2. ed-Dürrü’l-mültekat.
Tam ismi ed-Dürrü’l Mültekat fî tebyini’l-galat ve nefyi’l-lagat’dır.
Kudaî’nin Şihâbu’l-ahbâr’ı ile Uklişî’nin en-Necm min kelâmi seyyidi’l-Arab
ve’l-Acem’inde bulunan mevzu hadislere dairdir (nşr. Ebu’l-Fida Abdullah elKadî, müellife ait el-Mevzuat ile birlikte, Beyrut 1405/1985; Nşr. Muhammed b.
Mustafa Ebu’l-Ula, Kahire 1425/2004).422
1.3.2.2.3. Risale fi’l-ehâdisî’l-mevzu’a (Mevzûâtu’s-Sâğânî)423
Muhtemelen ed-Dürrü’l Mültekat’ın muhtasarı olup Kahire de basılmış
(1305) daha sonra el- Mevzuat başlığıyla Necm Abdurrahman Halef (Dımaşk
1401/1981) ve Muhammed Abdülkadir Ahmed (Kahire 1411/1991) tarafından
tahkik edilerek neşredilmiştir.
1.3.2.2.4. Esâmi şüyûhi’l-Buhârî (nşr. Ali b. Muhammed el-İmrân, Mekke 1419).
1.3.2.2.5. Nak’atü’s-sadyanfî men suhbetihim nazar mine’s-sahâbe ve
gayri zâlik (nşr. Seyyid Hasan Kisrevî, Beyrut 1410/1990).
422
Görmez, “Sâgânî, Radıyyüddin”, DİA, , XXXV, 488.
423
Daudi, s. 36.
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
125
1.3.2.2.6. Derrü’s-sehâbe fî beyani mevazı’i vefayati’s-sahâbe (nşr. Sami
Mekkî el-Aynî, Bağdat 1969). Bu kitapta Sâgânî alfabetik olarak 76 sahabe’nin
isimleriyle ölüm yerlerini belirtmiştir. Fakat Ebu künyesiyle meşhur olan
kimselerin isimlerini en sonda vermiştir.424
Sâğânî'nin hadisle ilgili diğer başlıca eserleri de şunlardır: Kitâbu’d-Duafâ
ve’l-Metrûkîn. Şerhu’l-Buharî (Sahih hadislerin yayılması maksadıyla Sahih-i
Buhari’nin muhtasar şerhini Şerhu’l Buhari adıyla yazmıştır)
425
, Misbâhu’d-
Ducâ, Deracâtu’l-ilmi ve’l-ulema, eş-Şemsu’l-Munîre mine’s-Sıhâhi’l-Me’sûre,
Risâle fi’l-Ahâdisi’l-Vâride fi Sadri tefsiri fi Fazâili’l-Kuran’i ve Gayriha,
Buk’atu’s-Sadyân. Bu son kitapta müellif sahabe-i kiram hakkında dört konuyu
ele almıştır ve bunu yaparken de her bölümde isimleri alfabetik olarak
sıralamıştır: Sahabe olup olmadığı hakkında farklı görüşler bulunanlar;
Annelerine nisbet edilen sahabeler; Peygamberimizin isimlerini değiştirdiği
sahabiler Müellefe-i Kulub olan bazı kimselerin isimleri426
II. MEŞÂRÎKU’L-ENVÂR’IN OSMANLI MEDRESELERDEKİ YERİ VE
ÖNEMİ
2.1.Osmanlı Medreselerinde Hadis Dersleri
“Kanûn” ya da “Kanûn-nâme” deyince “Osmanlı Devletinde Şer’i
hukukun yanında idari, ilmi, mali, askeri, muhtelif hukuk sahalarına ait olmak
üzere, vaktiyle padişahların emir ve fermanları ile vaz’ edilmiş olan kanûn ve
nizamları, aynen veya hülasa olarak, bir araya toplamak suretiyle tertip edilen
mecmualar ve bu kanûnlardan elde edilen muayyen bir zümre veya sahaya ait
olanlardan biri” akla gelmektedir. Bugün elimizde mevcut bulunan en eski kanun
mecmuası Fatih Sultan Mehmet Devrine (1451-1481) aittir. Daha sonra da çeşitli
sebeplerle birçok kanûn-nâme oluşturulmuştur. Bunlar arasında Kanuni Sultan
Süleyman, II. Selim, I. Ahmed ve IV. Murat devirlerinde toplanmış oldukları
tespit edilebilen birtakım kanun mecmuaları bugün elimizde mevcuttur.427
424
Daudi, s. 35.
425
Daudi, s. 35.
426
Daudi, s. 37.
427
İzgi, I, 62.
126
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
Osmanlı medreselerinde, ilimlerin gelişigüzel okutulmadığı, belli bir tertip
ve nizam dâhilinde tedris edildiği, yani medreseler için bir müfredat programı
düzenlenerek bunun kanun haline getirildiği çeşitli kaynaklarda belirtilmektedir.
Fatih tedris kanununun “Der Beyan-ı Nehc-i Ulemâ ve Bünyân-ı Tarik-i Ashab-ı
Diraset ve Kaza” (Âlimlerin Usulü ile Müderrisler ve Kadılar Yolunun Yapısının
Açıklanması
Hakkında)
başlığı
altında
şunlardan
bahsetmektedir:
“Her
müderrisin dersten önce Mesabih, Meşârık ya da Sahih-i Buhari e Müslim’den bir
miktar hadis-i şerif naklettikten sonra derse başlaması ferman olundu.”
428
Osmanlılardan önce Dârü’l-hadisler dışında kalan medreselerde de hadis
öğretimi yapılmakta idi. Hatta bazı medreselerde hadis kürsüsü kurmak âdet
haline gelmişti. Kanuni Sultan Süleyman dönemine kadar Anadolu topraklarında
veya dışında birçok medrese veya dârü’l-hadis inşa edilmiştir. Ancak bunların
hiçbirisi Kanuni döneminde inşa edilen Süleymaniye Dârü’l-hadisinin yerini
derece itibariyle geçememiştir. Süleymaniye medreseleri ile Osmanlı medreseleri
son şeklini almıştır.429 Osmanlı medreselerinde kendi içerisinde genel olarak bir
hiyerarşik bir yapı vardır. Hem dersler hem de hoca tayinleri bu yapı dikkate
alınarak icra edilirdi. Bu yapı Fatih zamanında iyice sistemleşmiş; sıbyan
mekteplerinden
sonra
yirmili,
otuzlu,
kırklı,
ellili,
altmışlı
isimlerle
sıralanmıştır.430 Bu sistemdeki, derece bakımından medreseler aşağıdan yukarıya
şöyle sıralanmaktadır: İbtidâ-i Hariç, Hareket-i Hariç, İbtidâ-i Dahil, Hareket-i
Dahil, Mûsıla-ı Sahn Sahn-ı Semân, İbtidâ-i Altmışlı, Hareket-i Altmışlı, Mûsıla-ı
Süleymaniye, Dârü’l-hadis. 431
Osmanlı medreselerinde ders olarak Arap Dili ve Edebiyatı, belagat,
kelam, fıkıh, usul-ü fıkıh, tefsir, hadis ve usulü ile bunların dışında bazı pozitif
ilimlere dair dersler ve kitaplar okutulmuştur. Medreselerde okutulan dersler ve
kitaplar kısmen medrese vakfiyelerinden, o dönemde verilen icazetnamelerden
ve müderrislerin biyografilerinden öğrenilmektedir. Bu sistem içerisinde hadis
428
a.g.e, s. 64.
429
Karacabey, “XV. ve XVI. Asır Osmanlı Medreselerinde Hadis Öğretimi”, Uludağ Üniversitesi
430
Karacabey, Salih, “Hadis Öğretiminde Medrese ve Dârü’l-hadislerin Yeri”, (Anadolu’da Hadis
İlahiyat Fakültesi Dergisi, IV/4, 1992, s. 229.
Geleneği ve Darü’l Hadisler Sempozyumu, Çankırı 2011 içinde), Samsun 2011, s. 226.
431
Karacabey, Salih, “XV. ve XVI. Asır Osmanlı Medreselerinde Hadis Öğretimi”, Uludağ
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, IV/4, 1992, s. 229.
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
127
dersleri otuzlu medreselerde başlıyordu. Örneğin Fatih Sultan Mehmed Sahn-ı
Seman’ı yaptırınca burada okutulacak dersleri ve diğer medreselerde de hangi
kademede hangi dersin okutulacağı, kitaplarıyla birlikte kanun haline getirmiş, bu
kanunnamede zikredilmeyen dersler ve kitaplar için de “müderrisler uygun olanı
seçip okutsunlar” diye muhayyer bırakmıştı.432
Anadolu’da bulunan diğer medreselerde de hadis öğretimi yapılmıştır.
Özellikle müstakil darü’l-hadisleri bulunmayan şehirlerde hadis derslerinin diğer
medreselerin ders müfredatı çerisinde yer aldığı görülmektedir. Meşhur seyyah
Evliya Çelebi Kayseri, Bitlis ve Harput gibi merkezlerde Darü’l-hadis statüsünde
bir medrese bulunmadığı ama hadis öğretiminin diğer medreselerde yapıldığını
kaydetmektedir. Dolayısıyla hadis dersleri diğer derslerle birlikte yapıla gelmiştir.
Örneğin; XVIII. asır âlimlerinden Derviş Ali Muhammed (ö. 1135/1732)
Karahisar Medresesinde Meşâriku’l-Envâr ve şerhlerini okutmuştur.433
İshak b. Hasan et-Tokadî’nin (ö. 1100/1689) Sultan IV. Mehmed devrinde
kaleme aldığı Nazmu’l-ulûm adlı Türkçe manzum risalesinden hadis derslerinde
neler okutulduğu öğrenilmektedir. Hadis ilminin ehemmiyeti anlatılırken bu
ilimde okutulan kitaplar arasında başta Kütüb-i Sitte olmak üzere Mesâbih,
Meşârık, Mişkât ve Şerh-i Tibî zikredilmekte, usul-i hadisten ise Şerh-i Nuhbe
anılmaktadır. Yine Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın Tertîb-i Ulûm’unda Osmanlı
medreselerinde okutulan derslerin programını en geniş şekilde görülür. Beyitler
halinde ders programı hakkında bilgi veren İbrahim Hakkı 12 babta bir
öğrencinin kemal sahibi olabilmesi için okuması gereken resmi dersleri ele
almıştır. Bunlar arasında hadis ve hadis usulü hakkında ise şunları söylemektedir:
ASL-I HADİSten Nuhbe görürsün
İLM-İ HADİSe doğru yürürsün
Bunlarla okut metni MEŞÂRIK
İbn Melek’ten seyret MEBÂRIK434
Nebi Efendi-zâde diye tanınan Ali b. Abdullah el-Uşşakî (ö. 1200/1785)
bir insanın kemal sahibi olabilmesi için okuması gereken 29 ilim dalıyla ilgili
432
Karacabey, Salih, “XV. ve XVI. Asır Osmanlı Medreselerinde Hadis Öğretimi”, Uludağ
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, IV/4, 1992, s. 230.
433
Cihan, Sadık, s. 129.
434
İzgi, I, 92.
128
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
kitaplar hakkında bir kaside nazmetmiştir. Bu kasidede hadis ilminden
bahsederken şunları söylemektedir:
Oku USUL-İ HADİS’ten Nuhbe Şerhin bul felah
Ezber eyle hem dahi Elfiyye-i İbnu’s-Salah435
Osmanlı medreselerinde tercih edilen bu eserlerin görüldüğü üzere bir
çoğu genellikle Osmanlı toprakları dışında ve daha önce yaşamış bulunan âlimler
tarafından kaleme alınmıştır. Okutulan kitap şerh ve haşiyelerin çeşitliliği ve
fazlalığı, Osmanlılarda ciddi bir medrese geleneğinin oluştuğunu göstermektedir.
Osmanlı medreselerinde okutulan eserler tabiî ki sadece kanunnamede
geçenlerle sınırlı değildir. Ayrıca müderrislerin okuttuğu birçok eser de
bulunmaktadır. Kanunnamede yer alan “Şuyuh-i müderrisin kütüb-i
mu’tebârâtdan… ihtiyar ettikleri kitapları ayıdalar.”436 ifadesi de medreselerde
okutulan kitapların kesin bir temel üzerine oturmadığını, müderris tercihlerinin
kitap seçiminde önemli rol oynadığını, belirli dersler ve eserle yanında bu
eserlerin anlaşılmasını kolaylaştıracak başka ders ve kitapların da okutulduğunu
göstermektedir. Örneğin Taşköprülüzade altı yıl boyunca görev yaptığı 40 akçeli
Üsküp’teki ishak Paşa Medrese’sinde hadisten Mesâbîh ve Meşârık’ın tamamını
okutmuştur. 437
Osmanlı medreselerinde hadis alanında okutulan eserlerin belki de en
önemlisi Buhari’nin Sahîh'idir. Daha çok üst düzey medreselerde okutulan bu
eser dışında Kütüb-i Sitte’nin diğer beş hadis kaynağı da - özellikle Müslim’in
Sahîh’i - medreselerde okutulmuştur.
2.2.Osmanlı Dârü’l-hadislerinde Hadis Dersleri
Arapça’da dâr kelimesi ikamet edilen ev mahal için kullanılır; içinde
insanların çokça hareket etmesinden dolayı bu isim kullanılmıştır. Dolayısıyla bu
müesseselere medresetü’l-hadis değil de dârü’l-hadis denilmesi hadise yönelik
yoğunluk sebebiyle olsa gerekir ki; bununla da cami, ev ve medreselerin dışında
hadis ilimlerine tahsis edilen ihtisas medreseleri kastedilmektedir. Bu da ilk
olarak hicri VI. yüzyılda, hadis öğrenimine hasredilmiş müesseselere verilen isim
olarak kullanılmıştır. 438
435
İzgi, I, 96.
436
Hızlı, s. 29.
437
Hızlı, s. 32.
438
Atan, s. 110.
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
129
İslam dünyasında ilk darü’l-hadis Atabek Sultanı Nureddin Zengi
(ö.568/1174) tarafından inşa ettirilen Dımaşk Darü’l-hadisidir. Târîhu Dımaşk
eserinin müellifi İbn Asâkir de bu medresenin hocasıdır. Sultanlar başta olmak
üzere devlet yöneticilerinin ve vakıfların Anadolu’da ve Balkanlar'da darü’l-hadis
inşa etme geleneği Osmanlılar zamanında da devam etmiştir. Osmanlı medrese
sistemi içerisinde Süleymaniye Darü’l-Hadisinin bir numara kabul edilip en üst
seviyeye çıkartılması hadis ilmine verilen önemin bir tezahürüdür.
Osmanlı döneminde hadis eğitimine çok büyük önem verildiğinin diğer bir
göstergesi de hangi seviyede olursa olsun müderrislerin ilmi kariyeri söz konusu
olunca, “Müderris, tefsir ve ehadise vakıf biri olmalıdır.” şartı aranmasıdır.439
Öncelikle Dârü’l-hadisler‘de hadisten başka tefsir, fıkıh ve kelam gibi
diğer ilim ve sanat dallarının okutulup okutulmadığının tespit edilmesi
gerekmektedir. Yapılan araştırmalar sonucunda bu kuruluşların sadece hadis
eğitim ve öğretimi için kurulan ihtisas medreseleri olduğu konusunda genel bir
kanaat oluşmuştur.
Darü’l-hadislerin programı hakkında detaylı bilgilere ulaşılamamakla
birlikte İsmail Hakkı Uzunçarşılı “Süleymaniye Darü’l-hadisi’nde usul-ü hadis ve
hadis okutuluyordu.” derken; Hüseyin Hüsamettin “Osmanlı darü’l-hadislerinde,
hadis ilminden rivayet, dirayet, isnat, teracim-i ahval ve tenkid-i ahval-i rivayete
dair mevzular (usul-ü hadis) okutuluyordu” demektedir.440
Darü’l-hadislerde görev yapan müderrislerle ilgili bilgi etmek için
biyografi ve tabakat kitaplarının taranması gerekebilir. Bu eserlerle birlikte bazı
vakfiyelerde ilgili darü’l-hadislerde nelerin okutulup nelerin okutulmaması
gerektiğine dair malumat da yer almaktadır. Örneğin; 883 (1435) tarihli Edirne
Darü’l-hadis vakfiyesinde okutulması gereken ilimler; şer’i ilimler ve edebi fenler
ile hadis ilmi ve onunla ilgili diğer ilimler şeklinde belirtilmektedir. Aynı
vakfiyede okutulmaması gereken ilimlere de ayrıca yer verilerek; “müderris,
medresede katiyen felsefi ilimlerle iştigal etmeyecektir”, denmek suretiyle felsefi
bilimlerin tedrisine rıza gösterilmemiştir.441
439
Karacabey, “Hadis Öğretiminde Medrese ve Darü’l-hadislerin Yeri”, (Anadolu’da hadis Geleneği
440
Karacabey, a.y.
441
Yücel, Ekrem, s. 279.
ve Darü’l Hadisler Sempozyumu, Çankırı 2011 içinde), Samsun 2011, s. 229.
130
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
Yukarıda verilen bilgiler çerçevesinde darü’l-hadislerin genel olarak dinî
ilimlerin tedrisi için kurulduğunu, amacının hadis ilimi eğitimi vermek olmakla
beraber bunun yanında tefsir ve tefsir usulü gibi derslere de yer verildiğine dair
bazı bilgilere rastlanmaktadır. Amasyalı Abdizâde şöyle demektedir: “Kısm-ı
şer’i içinde ilm-i hadis, bir usul-ü mahsusa üzere turuk ve esanide, teracimi ricale
ve tenkidi ahval-i ruvata müstenid bir ilm-i vasi” olduğundan bu ilmi, eslaf-ı
kiram ulumu saireden tefrik ederek tahsiline birer medrese bina ve darü’l-hadis
namıyla tesmiye edilmiştir.”442 Buradan da anlaşılmaktadır ki, hadis ilminin din
bilimleri içinde kendine has bir yerinin bulunması, konularının çok geniş olması
hasebiyle bu ilme has medreseler yaptırılmıştır.
2.2.1.Hadis Derslerinde Okutulan Eserler
2.2.1.1.Hadis Usulü Eserleri
Yapılan tespitlere göre Osmanlı medreselerinde hadis ilmine dair okutulan
eserler şunlardır:
Hadis Usulü: İbn Salah eş-Şehrîzûrî’nin (ö. 1245) Ulûmu’l-Hadis’i (İbn
Salah Elfiyesi), İbn Hacer el-Askalâni’nin (ö.1447) Nuhbetü’l-Fiker adlı eseri,
İbnü’l-Esir’in (ö.1209) Câmiu’l-Usûl’ü.
XVII-XVIII. yüzyıllarda medreslerde işlenen konular ve derslerle ilgili
olarak nesir ve nazım halinde yazılan müfredat programlarında benzer bilgiler yer
alır. İshak Tokadî’nin Manzûme-i Tertîb-i Ulûm’una göre usûlden Şerh-i Nuhbe;
Müderrsi Ali Uşşakî’nin Kaside fi’l-Kütübi’l-Meşhûre fi’î-Ulûm’una göre
Usûl’den Nuhbe Şerhi ile İbn Salah Elfiyesi, Hadisten Buhari, İbn Melek ve
Mesâbih; Reisü’l-Küttab Mustafa Efendi başkanlığındaki heyet tarafından Fransız
Büyükeçiliği'ne medrese eğitimi hakkında bilgi vermek üzere hazırlanan
Kevâkib-i Seb’a göre Usûl’den Elfiye (ezber), Nuhbetü'l-Fiker, Şerh-i Kârî,
hadisten Buhari, Müslim ve bazı Müsnedler; Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın
Tertibü’l-Ulûm’una göre ise usûlden Nuhbetü’l-Fiker hadisten de Meşârık ile
Mebârik adlı eserlerin okutulduğu/okutulması gerektiği ifade edilmektedir. 443
442
Yücel, a.g.e, s. 281.
443
Yücel, s.186.
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
131
Osmanlı medreselerinde yoğun olarak okutulan hadis usulü dersi eserleri
ve yazarları aşağıdaki tabloda gösterilmiştir:444
Dersin Adı
Eserin Adı
Yazarı
Hadis Usulü
İbn Salah Elfiyesi (Ulumu Hadis)
İbn Salah eş-Şehrezuri
(ö.1245)
Hadis Usulü
Nuhbe (Nuhbetü’l-Fiker)
İbn Hacer el-Askalani
(ö.1447)
Hadis Usulü
Cami’l-Usul
İbnü’l-Esir (ö.1209)
2.2.1.2.Hadis ile İlgili Eserler
Hadis: Buhari’nin Sahîh’i Şehabeddin el-Kastalânî’nin Buhari’ye yazdığı
şerhi İrşadu’s-Sârî, İmam Begavî’nin (ö.1126) Mesâbihu’s-Sünne ve Mişkâtü’lMesâbih adlı eserleri,
Yakup Avfî’nin (ö.1736) Mefâtih’i, Sâgânî’nin
Meşâriku’l-Envâr’ı ile İbn Melek’in bu esere yazdığı şerhi olan Mebâriku’lEzhâr’ı, İmam Muhyiddin en-Nevevî’nin (ö.1277) Kitâbü’l-Erbâin’i .445
Osmanlı medreselerinde yoğun olarak okutulan dersler, eserler ve yazarları
aşağıdaki tabloda gösterilmiştir:446
Dersin Adı
Eserin Adı
Yazarı
Hadis
Sahih-i Buhari(el-Camiu’s-Sahih)
Buhari (ö.870)
Hadis
İrâdu’s-Sâri li-Şerhi Sahihi’l-Buhari
Şehabeddinel-Kestalâni (ö.1517)
Hadis
Mesâbih (Mesâbihu’s-Sünne)
el-Begâvi (ö.1126)
Hadis
Mişkât (Mişkâtü’l Mesâbih)
el-Begâvi (ö.1126)
Hadis
Mefâtih
Yakup Avfi (ö.1739)
Hadis
Meşârıku’l-Envâr
es-Sâğânî (ö.1253)
Hadis
Mebâriku’l Ezhâr
İbn Melek (ö.1398)
Hadis
Meşârıku’l-Envâr alâ Sıhâhı’l-Asâr
Kadı Iyaz el-Yahsubi (ö.1150)
Hadis
Kitâbü’l- Erbain
en-Nevevi (ö.1277)
444
Hızlı, s. 45.
445
Erdem, s. 185-186.
446
Hızlı, s. 44.
132
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
2.2.1.2.1.Meşâriku’l-Envâr’ın Medreselerdeki Yeri ve Önemi
Osmanlı gerileme döneminde yazılan hadis eserlerinin telif sebeplerinden
birisi yöneticilerin talebi ve toplumdaki bir ihtiyacın karşılanmasıdır. Dolayısıyla
Sâgânî’nin eserleri üzerine de çalışmalar yapılması padişahlar tarafından talep
edilmiştir. Padişah III. Ahmed de kendi döneminde Osman-Zâde Ahmed Tâib
Efendi’den es-Sâgânî’nin Meşâriku’l-Envâr isimli eserini tercüme etmesini
istemiştir. Osman-Zâde Ahmed Tâib Efendi de Ahmedü’l-Âsâr fî Tercemeti
Meşâriki’l-Envâr adıyla tercüme etmiştir.447
Eser, toplum tarafından çok büyük bir hüsn-i kabûle mazhar olmuştur.
Yaklaşık bir asır içinde hadis sahasının en şöhretli kitapları arasında girmiş,
hadise ilgi duyanların en yaygın kaynaklarından biri haline gelmiştir. Suyûtî (ö.
911/1505), Tedribu’r-Râvî’sinin hafız, muhaddis ve musnid terimlerinin tanımına
dair bölümünde, sekizinci asrın önemli hadisçilerinden Tâcuddin Subkî’nin (ö.
771/1369) şu ifadelerini aktarır:
İnsanlardan hadisçi geçinen öyle bir grup var ki, tek meziyetleri Sağânî’nin
Meşârıkul’Envar’ına bakmış olmaktır. Eğer biraz ilerlemiş ve (Beğavî’nin)
Mesabihu’s-Sunne’sine
yükselmişlerse
bununla
muhaddisler
derecesine
yükseldiklerini zannederler. Bu, başka değil sadece onların hadis konusundaki
cehaletinden kaynaklanıyor. Şayet sözünü ettiğimiz kimseler bu iki kitabı
yüzünden ezbere bilseler, hatta onlara bir o kadar daha hadis metnini ilave edip
ezberleseler yine de ‘muhaddis’ olamazlar. Bu (kadar hadis bilgisi) ile onların
muhaddis olmaları, deve iğne deliğinden geçinceye kadar mümkün değildir!
Bu yoğun ilgi ve teveccühe bağlı olarak eser üzerine çok sayıda şerh,
haşiye, ihtisar, tertip ve tercüme çalışması yapılmıştır. 448 Bunda kitabın asırlarca
Hindistan’daki ve bilhassa Osmanlı coğrafyasındaki449 eğitim kurumlarının
müfredatında yer almasının da büyük payı vardır.450 Nitekim Anadolu’da şerhi
yapılan kitaplara bakıldığında bunların aynı zamanda medreselerin ve dâru’l447
Macit, s. 255.
448
Pakistanlı bilginlerden Şeyh Muhammed İkram’a göre “İslam âlemindeki mümtaz hocalar onun
üzerine 2500’ten fazla şerh ve haşiye yazmışlardır.” Bu rakamın hayli abartılı olduğu açıktır. Öte
yandan sözü edilen çalışmaların büyük çoğunluğunun Meşârik’ı okutan hocaların pratik
gayelerle metnin kenarına kaydettikleri notlardan ibaret olması da muhtemeldir.
449
Hızlı, s. 36.
450
Cihan, s. 127.
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
133
hadislerin müfredatında yer alan eserler olduğu görülür. Bir eserin yaygınlaşması
ve şöhret bulmasında o dönemin eğitim kurumlarının resmî müfredatında
bulunmasının doğrudan etkisi vardır.
Tanınmış bir dil alimi olan Sâğâni’nin eserini bazı gramer terimlerine göre
düzenlemesi, Arapça öğreniminin ilk basamaklarından itibaren öğrencilerin
hadislerle karşılaşmasına, hadisleri nahivde örnek olarak kullanmasına vesile
olmuştur. Kitap daha çok Arap olmayan toplumların dikkatini çekmiş, sünnetin
topluma yön verici büyük fonksiyonuna büyük katkı sağlamıştır.
SONUÇ
Bazı çevrelerce Osmanlı Devleti dönemi sürekli fetihlerle uğraşıldığı ve
ilmi konuları ele alma fırsatları olmadığı için bu konuda geri kaldıkları fikri
ortaya atılmıştır. Ancak bu fikir son derece yanlış ve tarihi gerçekliklerden
uzaktır. Osmanlı devleti üzerine yapılan araştırmaların çoğu siyasi tarihi ortaya
koyma amacını taşımaktadır. Doç. Dr. Selahattin Yıldırım Osmanlı’da Hadis
Araştırmaları Projesi adı altında bir çalışma başlatmıştır. Osmanlı döneminde
hadis ilmine verilen önem ve bu dönemde yetişen önemli âlimleri tanıtmak da bu
projeye destek niteliğinde olacak ve karanlık bırakıldığı düşünülen dönem de bu
çalışmalar sayesinde aydınlatılacaktır.
Bu çalışmadaki amaç da bir bakıma bu projeye destek verme
niteliğindedir.
Radıyüddin es-Sâğânî Osmanlı döneminde yetişmiş bir âlim
olmasa da hadise dair yazdığı eseri Meşârıku’l Envâr medreselerde okutulan
vazgeçilmez eserler arasında yer almıştır. Üstelik sadece bu eser okutulmakla
kalınmamış eserin üzerine birçok şerh ve haşiye yazılmıştır. Padişahların ilmi
müfredata dair yazdıkları kanunnamelerde,
fermanlarda okutulması özellikle
talep edilen bu eserin niteliği hakkında bilgi vermek dönemin ilmi durumu
hakkında önemli bir ayrıntı olacaktır,
Kendi döneminde doğduğu ülkeye sürekli Abbasi halifesi tarafından elçi
olarak gönderilen Sâğânî'nin kendi eserini ders kitabı olarak okutup okutmadığına
dair herhangi bir bilgiye rastlanmamıştır. Fakat kendisi vefat etikten sonra eser
çeşitli medreselerde okutulmuştur.
134
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
Sâgânî yaşadığı dönemdeki insanların hadise karşı olumsuz tavırlarını
ortadan kaldırmak ve sahih hadislerin öğrenilmesini sağlamak amacıyla da bu
eseri yazma gereği hissetmiştir. Bunu yaparken de en iyi olduğu alandan yani
Arap dilinden faydalanmıştır. Çünkü eserinde Buhari ve Müslim’den yaptığı
seçmelerle bir araya getirdiği hadisleri tasnif ederken Kudâî’nin daha önce
Şihâbu’l-Ahbâr isimli eserinde uyguladığı farklı bir metod belirlemiştir. Ancak
Sâgânî’nin yaptığı çalışma Kudâî’ninkinden daha gelişmiştir. Bu eseri okuyan
öğrenciler hem Arap diline vakıf olacaklar, hem de hadisi şerifleri öğrenmiş
olacaklardır.
BİBLİYOGRAFYA
1. Atan, Hikmet, “Dârü’l Hadislerin Ortaya Çıkışı ve Hadis Öğretimine Katkısı”,
Anadolu’da Hadis Geleneği ve Dârü’l- hadisler Sempozyumu, Çankırı 2011.
2. Atay, Hüseyin, “İslam’da Öğretim”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Dergisi, XXIII, 26, 1960.
3. Ahmet, M. Aziz, Siyasi Tarihi ve Müesseseleriyle Delhi Türk İmparatorluğu,
İstanbul, t.y.
4. Apak, İlhan, “Radıyyüddin Hasen Sâgânî”, İslam Âlimleri Ansiklopedisi, İhlas
Matbaacılık, t.y, IX\ 226-228.
5. Baktır, “İbn Melek”, DİA, XX, 175-176.
6. Baltacı, Cahit, XV.-XVI. Yüzyıllarda Osmanlı Medreseleri, İstanbul 2005, I,
80.
7. Bayram, Hülya Mercimekçi, Taşköprizâde’nin “Eş-Şakaiku’un-Numaniye fi
“Memaid Devleti’l-Osmaniyye” Adlı Eserinde Adı Geçen Muhaddislerin
İncelenmesi, Selçuk Üniv. Sosyal Bilimler Ens. Yüksek Lisans Tezi, Konya
2006, s. 50-51.
8. Daudi, Halid Zaferullah, Pakistan ve Hindistan’da Şah Veliyullah edDehlevî’den (ö. 1176/1762) Günümüze Kadar Hadis Çalışmaları, AÜSBE,
Doktora Tezi, Ankara 1994.
9. Duri, Abdulaziz, “Bağdat”, DİA, , IV, 431.
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
135
10. Erdem, Elif, “Anadolu’daki Dârü’l-Hadislerin Mahiyeti”, Anadolu’da hadis
Geleneği ve Darü’l Hadisler Sempozyumu, Çakırı 2011.
11. Görmez, Mehmet, “Sâgânî, Radıyyüddin”, DİA, , XXXV, 487-489.
12. Gürbüz, Akbulut, Osmanlı Medreseleri 1453-1656 Ders Programları ve Kâtip
Çelebi’nin Bu Konudaki Düşünceleri, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek
Lisans Tezi, İzmir 2002, s. 74.
13. Hatipoğlu, İbrahim, “Meşâriku’l-Envâri’n-Nebeviyye”, DİA, XXIX, 361-362.
14. Hızlı, Mefail, Osmanlı Medreselerinde Okutulan Dersler, Uludağ Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi, XVII/1, 2008, s. 25-46.
15. İzgi, Cevat, Osmanlı Medreselerinde İlim: Riyazî İlimler, I-II\ İstanbul 1997/
16. Karaca, Yusuf, “Abbasiler”, Tarih Ansiklopedisi, Ankara 2002, I.
17. Karacabey, Salih ,
“Osmanlı
Medreselerinin
Son
Dönemi’nde
Hadis
Öğretimi”, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, VIII/8, 1999, s.
149-170.
18. _____ “XV. ve XVI. Asır Osmanlı Medreselerinde Hadis Öğretimi”, Uludağ
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, IV/4, 1992,
s. 227-236.
19. Koca, Suat, Anadolu’da Bir Hadis Şerhi: İbn Melek’in Mebârıku’l-Ezhâr
Şerhu Meşâriku’l-Envâr Adlı Eseri, Yayınlanmamış Makale.
20. Kuzai (v.454/1062), Şihâbü’l Ahbâr Tercümesi, trc. Ali Yardım, İstanbul
1999, s. 9.
21. Ocak, Ahmet, Nizamiye Medreseleri, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Malatya
1993, s.45.
22. Özafşar, Mehmet Emin, Hadis ve Kültür Yazıları, Kitâbiyât Yayınları, Ankara
2005.
23. Cihan, Sadık, “Osmanlı Devrinde Türk Hadisçileri Tarafından Yazılan Usulü
Hadis Eserleri”, Risâleleri ve Nuhbetü’l-Fiker Üzerine Yapılan Şerh ve
Tercümeler, Atatürk Üniversitesi İslâmî İlimler Fakültesi Dergisi, I, 1975, s.
127-136.
24. Sâgânî,
Ebü'l-Fezail
Radıyyüddin
Hasen
b.
Muhammed
b.
Hasan
Muhammed
b.
Hasen
(v.650/1252 ), Meşârıku’l -Envâr; İstanbul, 1329.
25. Sâgânî,
Ebü'l-Fezail
Radıyyüddin
Hasen
b.
(v.650/1252 ), Meşâriku’l-Envâr Tercemesi I-II, çev. Enver Baytan, 197.
136
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
26. Sâgânî,
Ebü'l-Fezail
Radıyyüddin
Hasen
b.
Muhammed
b.
Hasen
(v.650/1252 ),Mevzuatü's-Sâgânî, Dımaşk,1985.
27. Taşköprüzâde, İsamüddin Ebü'l-Hayr Ahmed Efendi, Osmanlı bilginleri =eşŞakaiku’n-numaniyye fi ulemai’d-Devleti’l-Osmaniyye; çev. Muharrem Tan,
İstanbul 2007, s. 60.
28. Turan, Osman, Selçuklular ve İslamiyet, İstanbul 2005.
29. Uğur, Mücteba, Hadis İlimleri Edebiyatı, Ankara 1996, s.115-116.
30. Zehebî, Siyeru A'lâmî'n-Nübelâ, XXIII, 283.
ERMENEKLİ MUSTAFA SAFVET EFENDİ’NİN BEYÂNÜ’L-HAK
DERGİSİ’NDEKİ
MAKALELERİ ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME451
İbrahim Agah Sağır
ÖNSÖZ
Bilindiği üzere XIX. Yüzyılın sonu ve XX. Yüzyılın başı Osmanlı
İmparatorluğu için büyük çalkantılar ile geçmiştir. Yıkılmaya yüz tutmuş bu
imparatorluğun son nefesleri dinî, edebî, siyasî, ilmî birçok tartışmaya da sahne
olmuştur. Bu tartışmalara binâen kimi akımlar ortaya çıkmıştır. Hemen ardından bu
akımlar cihan imparatorluğunu yok oluşun elinden kurtarmanın yollarını aramaya
koyulmuşlardır. Bunlardan biri de Panislamizm bir diğer adıyla İslâmcılıktır. Bu
gurup mensûbu şahıslar kurtuluşun ittihâd-ı İslâm çizgisi etrafından dinin özüne
dönüş ile mümkün olacağını savunmakta idiler. Bu minvalde İslâmcılar ahlâk,
batılılaşma, medreseler ve eğitim faaliyetleri, milliyetçilik, hilâfet, Meşrûtiyet ve
İstibdâd, kadın hakları, din-bilim ilişkisi gibi burada zikredilmeyen birçok konuda
görüş beyân etmiş ve çalışma yürütmüşlerdir.
Bu araştırmada Ermenekli Mustafa Safvet Efendi’nin Beyânü’l-Hak
Dergisinde yer alan makale incelenip genel başlıklar altında okuyucunun dikkatine
sunulmuştur. Onun söz konusu çalkantılı dönemde yaşamış olduğu göz önünde
bulundurulursa yukarıda zikredilen dönem ve tartışmalara dair okuyucuya ufak da
olsa bir fikir sunulması amaçlanmıştır. Makalelerde gündelik olaylara değinildiği için
belirlenen konulara dair yapılan değerlendirmelerde daha çok satır aralarından
yararlanılmış, yazıların içeriğine yönelik bilgiler okuyucunun dikkatinin dağılmasına
yol açmamak ve daha önemlisi çalışma sınırları dışına çıkmamak için gereksiz
bilgilerden kaçınılmıştır. Ayrıca makalelerde söz konusu edilen tartışmaların arka
planı ile ilgili fazlaca detâylara girilmemiş, yer yer bazı atıflarla yetinilmiştir.
451
Bu çalışma Doç. Dr. Hatice K. Arpaguş’un danışmanlığında gerçekleştirimiş, Arş. Gör. Zeynep
Şeyma Özkan tarafından gözden geçirilmiştir.
138
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
Çalışma iki bölümden oluşmaktadır. Birinci bölüm M. Safvet Efendinin
hayatı ve Beyânü’l-Hak Dergisi hakkında kısa bir bilgi içermektedir. İkinci
bölüm ise M. Safvet’in görüşleri hakkındadır.
I.
Mustafa Safvet Efendi’nin Hayatı
Osmanlı ulemâsından Mustafa Efendi’nin oğlu olup Konya vilâyetinin
Ermenek kasabasında 1877 yılında doğmuştur. İlk eğitimini özel bir şekilde
aldıktan sonra Ermenek Rüştiyesine başlamış ve bu okulu 1988 yılında bitirmiştir.
Sarf ve nahiv ilmini Ermenek’te mantık, fıkıh, meanî, usûl ve akâidi ise Konya’da
okumuştur. Bunun yanı sıra hadis, tefsir, sâir ilimleri de İstanbul’da tamamlamıştır.
Ardından 1903 yılında Bayezit dersiâmlarından Arabgirli Hüseyin Avnî Efendi’den
icazet almıştır. 1904 yılında Bayezit Camiinde ilk dersine çıkmıştır.452
Aralık 1904 yılında müderris olmuş, Mayıs 1905’da Şehit Ali Paşa
Kütüphanesi ikinci hâfız kütüblüğüne ardından da Mayıs 1908 yılında birinci hâfız
kütüblüğüne terfi etmiştir. Zilhicce 1909’da İbtidâ- Hâriç İstanbul müderrisliğine
lâyık görülmüştür. Mart 1919’da Medaris-i ilmiye İaşe Müdürlüğü’ne, aynı yılın
nisan ayında Medaris Müfettiş-i Umumîliği’ne bir yıl sonra da Dârü’l Hikmeti’l
İslâmiyye azâlığına tayin edilmiştir. 1920 yılında Medâris Umum Müfettişliğine
naklen tayin edilmiş, bundan iki yıl sonra da mecburi emekliliğe sevk edilmiştir.
1923’de Osmanlıda Padişah’ın huzurunda yapılan Huzur derslerine muhâtab tayin
edilmiş, bir yıl sonrada baş muhâtab olmuştur.453
Ayrıca 1907 yılında Konya mebusluğu yapmıştır. 1920 yılında ise
Müderrisler cemiyeti diğer adı ile Teâli-i İslâm Cemiyeti454 kurucuları arasında
yer almıştır. Hürriyet ve İtilâf Fırkasından olması hasebiyle Ağustos 1927’de
devlet hizmetinde bulunması yasaklanmıştır.455
Bayezit dersiâmlarından Osmanlı Edebiyatı müderrisi Ermenekli Mustafa
Safvet Efendi 1965’de 88 yaşında iken vefat etmiştir.456
452
Sadık Albayrak, Son Devir Osmanlı Uleması, IV, 118.
Albayrak, s.118
454
Geniş bilgi için Bkz. Ekmeleddin İhsanoğlu “Teali İslâm Cemiyeti” DİA, XL. 207-208.
455
Albayrak s.119.
456
A.g.e.
453
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
139
II. Beyânü’l-Hak Dergisi
Beyânü’l-Hak dergisi ilk sayısını II. Meşrûtiyet döneminde 5 Ekim 1908
yılında çıkarmıştır. Kimi zaman kapatılmalarla beraber yaklaşık dört yıl boyunca
yayın hayatına devam etmiştir. Toplamda 7 cilt şeklinde 182 sayı olarak
yayımlanmıştır. Dergi daha çok dinî muhtevâlı olmakla beraber edebî, siyasi ve
fennî konulara da yer vermiştir.457
Dergi Cem’iyyet-i İlmiyye-i İslâmiyye458 tarafından çıkarılmaktadır.
Derginin imtiyaz sahibi Şehri Ahmet Râmiz Efendi olup başyazarlığını da bir
zamanlar şeyhülislâmlık, mebusluk ve Hürriyet ve İtilaf Partisi liderliği yapmış
Mustafa Sabri Efendi üstlenmiştir. Dergide Ermenekli M. Safvet Efendi’nin yanı
sıra Mustafa Sabri Efendi, Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Ömer Nasûhi
Bilmen, Tâhirü’l-mevlevî, İskilipli Mehmet Âtıf vs. gibi tanınmış simâlar makale
yayımlamışlardır.459
Mustafa Safvet Efendi “Beyânü’l-Hakk’ın Kara Yazısı” başlıklı
makalesinde derginin kuruluş amacını şöyle izâh etmektedir.
Beyânü’l- Hak öksüz Müslümanların hukuk ve
milliyetini müdafaaya hasr-ı mesâi etmiş, teşettütten
ve
ihtilâftan
hatta
iğfâlâta
kapılmadan
bıkmak
usanmak bilmeyen ehli İslâm’a bir rehber olabilmek
ümidiyle
ortaya
atılmış
bir
risâle-i
ilmiyedir.
Mezmunu ilmi, edebi, ahlâki,makalât ile meşhun,
mesleği daima nâsı hakk ve itidale da’vetten
ibararettir.460
Beyânü’l-Hak dergisi Meşrûtiyet döneminde şiddetli bir istibdâd karşıtı,
İttihat ve Terakki Partisi yanlısıdır. Dergi ilerleyen dönemlerde İttihat ve Terakki
ile de yollarını ayıracaktır. Çünkü İttihatçılar beklenenin aksi istikamette
uygulamalarda bulunmakta idiler. Hatta İttihat ve Terakki Partisinin kimi
icraatlarını eleştirdikleri için karşı karşıya gelinecektir. İttihatçılar Beyânü’l-Hak
457
Ekrem Bektaş, “ Beyanülhak”, DİA, VI, 34.
Geniş bilgi için bkz. Halis Ayhan, “ Cem’iyyet-i İlmiyye-i İslâmiyye”, DİA, VII, 332-333.
459
Ekrem Bektaş, “ Beyanülhak”, DİA, VI, 35.
458
140
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
dergisini siyasi davranma ile suçlarken, onlar yaptıklarının siyasetten çok “emir
bi’l ma’rûf ve nehiy ani’l-münker” ayeti doğrultusunda hareket etmek olduğunu
vurgulamışlardır.461 Ayrıca derginin kapağında da bu ayet-i kerimeye yer
verilerek bu amaca dikkat çekilmiştir.
Bu ayrışmadan sonra Beyânü’l-Hak’ın İttihat ve Terakki cemiyetine karşı
kurulan muhâlif bir parti olan Hürriyet ve İtilâf Fırkası’nı desteklediği
söylenebilir.462 Her ne kadar Ermenekli M. Safvet “ İzâh-ı Hak ve Hakikat”
başlıklı yazısında derginin herhangi bir fırka ile ilişkisi olmadığını belirtmiş ise
de, Mustafa Sabri Efendi’nin Hürriyet ve İtilâf Fırkası kurucularından olması ve
Beyânü’l-Hak’ın da başyazarı olduğu gerçeği ilk iddiayı doğrular niteliktedir.
Beyânü’l-Hak dergisi daha sonra kendi içinde düştüğü ayrılıklar nedeni
ile 4 Kasım 1912 yılında kapanmıştır.463
III. ÖNE ÇIKAN FİKİRLERİ
A. Ahlâk
Ahlâk konusu her türlü din, felsefe, ideoloji, düşünce gibi hayata dair yaşama
modelleri oluşturmak isteyen yaklaşımlar için vazgeçilmez bir yapı taşı olmuştur.
Geçmişten günümüze kadar da önemini hiç kaybetmeden devam ede gelmiştir.
Tarihi tecrübeler göstermektedir ki ahlâk sistemleri köklü olan bu gibi çabalar
daha uzun ömürlü ve daha etkili olmuşlardır. Ancak şu da bir gerçektir ki, ahlâka
verilen değer ya da önceliğe göre her sistem farklılaşabilmektedir. Hatta aynı
sistem içerisinde bile ahlâk konusuna yaklaşımlar çeşitlenebilmektedir.
Bu durum İslâm tarihi açısından da geçerlidir. Her akım kendi öncelikleri
nispetinde ahlâk konusu ile ilgilenmiştir. Yine bu yaklaşımlarına göre de ahlâk
konusuna ağırlık vermişlerdir.
Mustafa Safvet Efendiye göre ahlâk konusu insanlık için en ehemmiyetli
konudur. O kadar önemlidir ki aslında her şeyi bu konu temelinde tartışabiliriz.
460
Beyânü’l-Hak, s.2586-2587.
Ramazan Boyacıoğlu, “ II. Meşrûtiyet Döneminde Beyânü’l-Hak Dergisindeki Bazı Görüş ve
Düşünceler Üzerine”, Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, III, sy. 1, Sivas 1999.
462
Ali Birinci, Hürriyet ve İtilâf Fırkası, s.72.
463
Ekrem Bektaş, “ Beyanülhak”, DİA, VI, 34.
461
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
141
Nitekim Beyanü’l-Hak dergisindeki yazılarında da ele aldığı her konunun arka
planında ahlâk vardır. Aşağıda zikredilecek bir kaç örnek üzerinden bu tezin ne
kadar yerinde olduğu daha iyi anlaşılacaktır.
Bir makalesinde M. Safvet Efendi İbni Haldun’un devletleri canlı
organizmalara benzeterek belirttiği doğum, gelişim, ölüm merhalelerini464 masaya
yatırarak, yok oluşa doğru giden yolun en keskin virajı olarak toplumda meydana
gelen ahlâk zafiyetlerini göstermektedir. Yani ahlâki hüviyetini kaybetmeyen bir
medeniyet bu akıbete uğramak zorunda değdir. Bu doğrultuda Roma gibi büyük
olan ve uzun müddet tarih sahnesinde yer almış bir devleti inceleyerek Batı
Roma’nın daha erken yıkılmasını, ahlâki çözülmenin Doğu Roma’ya oranla daha
ileri seviyede oluşuna bağlamaktadır. O devletlerin yok oluşlarını hazırlayan
sebepleri siyasi veya ekonomik olaylardan ziyada ahlâki bozukluklarda
aramaktadır.465 Bir diğer örnekte ise, Arapların bedevi bir toplum olmaları
sebebiyle onların Endülüs gibi yüksek bir medeniyet oluşturabilmelerini şecaat,
sehavet ve sözde sebat gibi ahlâki ilkelere haiz olmaları ile ilişkilendirmiştir.466
Yine bir makalesinde ahlâk konusunun arz ettiği önemi şöyle ifade
etmektedir:
Hükümetlerin
öteden
beri
takip
ettiği
meselelerden en doğrusu en müstâkimi temsil ettiği
mukadderâtını eline aldığı milletin her şeyden ziyâde
tasfiye-i ahlâkına hizmet etmeleri hususudur. Kaziyy-i
bedihiye, kâide-i umumiyyedir ki milletler kuvvet ile,
gina ile servet ile, kânunla yaşamazlar. Belki ahlâkla
yaşarlar. Bir milleti yaşatan ahlâktır. Ahlâksız bir
millet hiçbir zaman ne kuvvete, ne kânuna ne de
hükümete itaat ettirilemez. Bunun içindir ki: bir
hükümetin en büyük vazifesi ahâli arasında muârifin
464
Zakir Kadiri Ugan, “Giriş”, Mukaddime, İbn. Haldun (çev. Zakir Kadiri Ugan), s. XIV.
Beyânü’l-Hak, s.1326-1328.
466
a.g.e., s.1340-1342.
465
142
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
ta'mimine ve bu münâsebetle ahlâkın tasfiyesine
çalışmaktır.467
Bir başka yazısında sokak ortasında bir grubun alelâde içki içmesi ve buna
zâbıtanın verdiği tepkiyi konu edinerek, zâbıtaların müdahâle etmesini takdire
şâyan saymış ve bu gibi davranışların ahâli için ne denli büyük yıkıntılara yol
açacağına işaret etmiştir. Bu konuyla ilgili olarak kurumların bir an evvel işe
koyulup gerekli çalışma ve önlemleri alarak bu gibi olayların tekrarına mahal
vermemesi gerektiğini ifade etmiştir. M. Safvet Efendi gayri ahlâki davranışların
toplum içinde yapılmasını o kadar mühim bir hata olarak telakki eder ki, bunun
kesinlikle bir kaç çapulcunun eğlencesi olarak görülemeyeceğini belirtir. Ona
göre bu, toplumun hassasiyetleri ile oynamak isteyen provakatörler tarafından
tertip edilmiş bir kumpastır.468
Erkek-kadın problemi ve benzeri konuları da yine ahlâk temelli bir bakış
açısı ile gündeme getirmektedir. Örneğin kadınların iş hayatında aktif bir surette
rol almasının sakıncalarını sıraladığında, bu sebeplerin genel olarak ahlâk
konusuna mebni olduğu göze çarpmaktadır. Ona göre erkek ve kadınlar aynı
mekanlarda bulunmadıkları ve kadınlar fıtratlarına uygun olmayan bir iş
tutmadıkları müddetçe iş hayatında yer almasında bir sorun yoktur.469
M. Safvet diğer bir makalesinde tiyatrolar konusunu mülâhaza ederken, temel
olarak bu kuruluşların Osmanlı ahâlisi üzerinde sebebiyet verdiği olumsuzluklar
üzerinde durur. Tiyatrolarda oynanan oyunların bizim dinî ve ahlâkî toplum
yapımıza uygun olmayışı nedeni ile hali hazırda toplumda birçok probleme yol
açtığından bahsetmektedir. Kimi gençlerin, ailesinin ihtiyaçları için kazanmış
olduğu parayı buralarda bir gecede harcadığı, oralarda oynan sahte yaşamlara
gençlerimizin nasıl özendiği gibi, özellikle gelecek nesil için tehlike oluşturacak
meşâkile dikkat çeker.470 Ayrıca tiyatro gibi bize yabancı bir etkinlikte bu
yabancılığımızla
beraber
ahlâksızlıkta
467
a.g.e., s.1980-1984.
a.g.e., s. 1426-1428.
469
a.g.e., s. 1437-1440.
470
a.g.e., s.1490-1492.
468
Avrupa’dan
bile
ileri
gitmemizi
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
143
eleştirmekte ve bunun önünün derhal kesilmesi gerektiğini belirtir.471 O söz
konusu dönemde sahneye konulan oyunları şu sözleri ile değerlendirmektedir.
Bu kampanyalar şuradan buradan birkaç göbek atıcı
kadın
toplayarak
adına
tiyatro
süsü
vererek
Anadolu’nun safderûn, fakir, hâluk ahâlisini soymak
için senenin her zamanında şehirden şehire gezen bir
takım çorak açlardır. Biz esâsen bütün lai'bâtın
aleyhinde olmakla beraber memleketimizin içine
sokulan
ahâlimizi
soymaya
çalışan
bu
kabil
kampanyalar edebi, tarihi tiyatrolar olsaydı pek o
kadar dilimiz belki varmazdı.
Bunların bütün
mahâretleri, bilgileri göbek atmak, gandu söylemek,
delikanlılara iltifatta bulunmaktan ibarettir.472
Onun için ehemmiyet iktiza eden dönemin medreseleri, dolayısı ile eğitim
sistemi üzerinde çokça durmasının baş sebebi yine ahlâk konusudur. Ona göre
eğitim kurumlarında yapılmakta olan ya da yapılacak olan değişiklikleri ahlâk
temelli çalışmalar şeklinde belirlenmelidir. M.Safvet modern usulle eğitim veren
mekteplerdeki eksiklikleri de bu perspektiften değerlendirmeye tabi tutarak bu ve
benzeri eğitim faaliyetlerini eleştirmektedir. Çünkü o, eğitimi sadece bilgi
aktarımı olarak görmemektedir. Çocuklar anne babaya karşı saygılı olmak, dürüst
olmak, emanete hıyânet etmemek gibi temel insani meziyetlerini ilk olarak
burada kazanacaklardır. Bu sebeple eğitim sistemi geniş bir bakış açısı ile
oluşturulmalıdır.473
Burada bir şeyi daha eklemekte fayda var ki, o da M. Safvet Efendi’nin
Osmanlı ahâlisinden çocuklarını yabancı okullara göndermemelerini istemesidir.
Bunun
sebebi
ise
buralarda
verilen
eğitimde
kültür
aktarımının
gerçekleşememesidir. Buna mukâbil olarak yabancı okullarda yetişen çocuklar
kendi toplum yapılarına, kendi dinlerine, örf ve kültürlerine karşı mesâfeli hatta
önyargılı olmaktadır. Belirli bir zaman sonra bin bir türlü zahmetlerle yetiştirilen
471
a.g.e., s.1536-1539.
a.g.e., s.2042-2044.
473
a.g.e., s.1730-1733.
472
144
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
çocuklarımızın bizi hiçe sayan hâl ve davranışları ortaya çıkmaktadır. Daha
önemlisi bu şekilde yetişen kişiler ileride devlet ricâlinden oldukları zaman kendi
milletinden bîhaber bir halde değerlerine uygun olmayan birçok uygulamaya da
imza atmaktadır. Bu ise toplumu bir kaosa sevk etmektedir.474
Yukarıda verdiğimiz örneklerden de anlaşılacağı üzere Mustafa Safvet Efendi’nin
ahlâk anlayışı tüm hayatı kapsayıcı niteliktedir.
Ona göre ahlâki konularda
oluşabilecek en ufak bir gedik, üst yapıya dair tüm kurumları sarsacak niteliktedir.
Bu durum ise ahlâkı insan hayatının merkezine konuşlandırmayı kaçınılmaz
kılmaktadır. M. Safvet Efendi’nin yapmayı hedeflediği tam olarak bu olmuştur. O
insana ve topluma dair her konuyu bu düzlemde ele alarak var olan kimi sorunları
bir çözüme ulaştırmak için işin en başından yani ahlâktan başlamaktadır.
B. Batılılaşma
Avrupa’da yaşanan Aydınlanma Çağı sonrası gelişmeler tüm dünya
tarafından özenle takip ve kimi ülkeler tarafından da taklit edilmiştir. Bu noktada
özellikle Batı tarafından modernizmin dünyaya sunuluş şekli büyük önem arz
etmektedir. Buralarda yetişen birçok düşünür Batı’nın Aydınlanma ile ulaştığı
medeniyet seviyesini zirve noktası olarak görmüş, kendi dışındaki medeniyetlerin
amacının ise bu seviyeye ulaşmak olması gerektiğini ileri sürmüştür. Yani artık
tüm dünyadaki insanların bütün gayretlerini modernleşmeye, başka bir deyişle
batılılaşmaya yöneltmeleri gerekmektedir.
Batılılaşma, toplumları her yönü ile etkisi altına alan bir ideolojidir. Bu
süreç zarfında toplumlar birçok sıkıntı yaşayabilmektedir. Çünkü Batı ile
aynîleşme, onlar gibi olabilme isteği beraberinde bir dizi değişikliği zorunlu
kılmaktadır. Bu değişiklikler kimi zaman dinî olduğu gibi, bazen kültürel, bazen
de sosyal uzantılara sahip olabilmektedir.
Özellikle Doğu toplumlarının
muhâfazakâr çehreleri bu değişimlere yer yer sert direnişler göstermiştir.
M. Safvet Efendi de söz konusu dönemin Osmanlı toplumundaki sert
çehrelerinden biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Ulemâdan bir zât olması
hasebiyle özellikle dinî konulara dair meydana gelebilecek herhangi bir
dezenformasyona şiddetle karşı çıkmıştır. Elbette dinî motiflerle bezenmiş İslâm
474
a.g.e., s.1550-1552.
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
145
kültürü de bu kapsamın içinde yer almaktadır. Onun İslâm kültürüne zarar
verecek en ufak bir etkiye bile kapalı olduğu söylenebilir. Bunun yanı sıra
“
İlim Çin’de de olsa alınız” hadisi şerifi mucibince hareket etmenin gerekliliği
üzerinde de ayrıca durmaktadır. Bu bağlamda Batı’da ortaya çıkan ve bizim için
de olumlu sonuçlar meydana getirebilecek ilmi çalışmalardan yararlanılmasında
bir sakınca görmemektedir. Mecmua-i Ebû Ziya’da yayımlanan bir makaleye
cevap niteliğinde kaleme aldığı bir yazısında bu durumu şu satırlarla açıkça
ifade etmektedir. “ … hendese-i İslâmiyye, hey’et-i Mecusiyye, hikmet-i tabiiyye-i
Yahudiyye, kimyâ-i Hristiyani olmaz buyurdukları gibi bunların bir Şark’a bir de
Garb’a kısımları da olmamamladır. Bir de tekemmül etmiş ise o ahz
olunmalıdır.”475 Ancak kendi öz varlığımızı yıkıma uğratacak herhangi bir
uygulamadan da kaçınmamız gerektiği hususunu hemen ardından
eklemektedir.476 Örneğin güncel bir konu olan gündelik hayatta alaturka mı yoksa
alafranga saatin mi kullanılması gerektiği tartışmasına dâhil olarak, önemli olanın
ahâlinin işlerini daha rahat sürdürebilmesi sebeb-i mûcibesince, Batı menşe’li
olmasına rağmen alaturka saatin kullanılmasında bir beis görmemektedir. Ayrıca
bu tür konuların dinî veya ictimaî bir hüviyete sahip olmadığını belirtmektedir.477
Onun asıl olarak eleştirdiği husus Batı ile olan münasebetlerde ölçü nedir
bilmeyen yaklaşımdır. Bu ölçüsüz yaklaşımla ilgili şu değerlendirmesini burada
zikretmemiz yerinde olacaktır.
“ Ekseri geçlerimiz tecdidâtın Avrupa’dan tamamı
tamamına alınması ve muhît-i ictimâimizin nazar-ı
dikkate bile alınmaması taraftarı olduğundan her şeyde
yenilik arzusuyla her meselede Avrupa’yı taklit etmek
istiyorlar”.478 Bir başka makalesinde bu durumdan şu
dizeleri ile yakınmaktadır. “Bizde ahvâl-i garibeden
bir şey varsa o da evimizin içini öğrenmeden hârici
öğrenmeye çalışır, memleketimizin ahvâli ruhiyyesini
Avrupa’nın ahvâli ruhiyyesine benzer zannıyla bütün
475
a.g.e., s.2896-2900.
a.g.e., s.1550-1552.
477
a.g.e., s.1566-1569.
478
a.g.e., s.2995-2997.
476
146
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
harekâtımızı Avrupa’nın muhtelif
etmeye çalışıyoruz.”479
edvârına tatbik
M. Safvet Efendinin batılılaşmaya karşı çıkışının daha iyi anlaşılabilmesi
için o dönemde Batılılaşma ile toplumda meydana gelen kimi olumsuzluklar ve
yanlış değerlendirmelere göz atmak gerekmektedir.
II. Meşrûtiyet sonrası Osmanlı beldesinde Batı tarzı tiyatrolar mevcuttur.
Bu tiyatrolarda bizim geleneksel toplum yapımıza uygun olmayan oyunlar
oynanmaktadır. Buraya giden gençler ise oynanan oyunların etkisi ile kendi
kültüründen uzaklaşmaktadır. Buna binâen önce fertte başlayan bozulma, aile
yapısına arından da topluma sirayet etmektedir. Ona göre bu davranış tasvip
edilebilecek bir durum değildir.480
Batılılaşma hevesinin ortaya çıkardığı özenti kültürü de M. Safvet
Efendinin eleştiri oklarından nasibini almıştır. II. Meşrûtiyet sonrası gündeme
gelen “Osmanlı köpekleri”481 tartışmasını ele alırken yayın kuruluşlarında çıkan
“Avrupa bize ne der” şeklindeki değerlendirmeleri söz konusu ederek bu
davranışın ciddi bir öz güven problemini yansıttığından bahsetmektedir. Bu
konuyla ilgili olarak müstakil bir makale dahi kaleme almıştır.482
Kendi
köklerini
bilmeyenin,
kendisini
de
bilemeyeceği
ilkesi
doğrultusunda Batı hayranı yetişen bir toplumun asla kendi varlığını
koruyamayacağı bir gerçektir. Bu nedenle M. Safvet batılılaşma karşıtı bir zâttır.
Onun batılılaşma karşıtı olmasının sebebi Batı’nın bizatihi kendisinin kötülük
içinde bulunmasıdır. Bu tutumu bir taassup olarak değerlendirmek elbette ki
yanlış olacaktır. O bizde batılılaşma ile meydana gelen ahlâki bozulmaları bir
tehlike olarak telakki ederken, bunun kaynağı olan Batı için de bu durumun
tehlike arz ettiği düşüncesindedir. Eğer modernizmin insanlar için yararlı
olacağına inanmış olsaydı kanaatimizce M. Safvet Efendi bunun en önde gelen
savunucularından biri olurdu.
479
a.g.e., s.2025-2027.
a.g.e., s.1490-1492.
481
İkinci Meşrûtiyet sonrası köpeklerin sokaklarda başı boş dolanmasının sakıncaları üzerinde
durulmuş ve akabinde bir adaya toplanmalarına karar verilmiştir. bu konu çevresinde özellikle
sakıncalar hususunda kimi tartışmalar cereyan etmiştir.
480
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
147
C. İstibdâd ve Meşrûtiyet
İstibdâd kısaca, tek kişinin tüm iktidar kurumlarını kendi baskıcı
yönetimi altına alması olarak tanımlanabilir.483 Bu gibi yönetimlerde tek bir
yönetici; yasama, yürütme ve yargı organlarını kendi hegemonyası altına
almaktadır.
Burada söz konusu edilecek olan dönem, II. Meşrûtiyet’in ilanına kadar
devam eden II. Abdulhâmid dönemidir.
Beyânü’l-Hak dergisinin daha önce istibdâd karşıtı olduğu belirtilmişti.
Dergi yazarları İstibdâd dönemi ilgili bir hayli ağır ifadeler kullanmıştır. Hüseyin
Hâzım bir makalesinde istibdâd yönetimini “ Bir kişinin ya da toplumun, milletin
hukukunu korumayı ümmetin ortak işlerini veya halk sınıflarını aklına ve
hayaline getirmeyerek yalnız kendi heveslerine uyarak yönetimde bulunmasıdır.”
şeklinde tanımlamaktadır. Bir başka ifadesinde de “Dünyada uygulama alanına
gelebilecek bütün kötülüklerin tek kaynağı” olarak nitelendirmektedir.484
Bir başka önemli husus, dergi yazarlarınca II. Abdulhâmid’e karşı
yapılan ithamlardır. Mustafa Sabri Efendi bir yazısında söz konusu dönemi
eleştirmiş ve II. Abdulhâmid’i adeta yerden yere vurmuştur. Şu ifadeleri
gerçekten ilgi çekicidir.
Bizi adamlıktan çıkaran bu adam, etrafına topladığı
beş-on hâinin telkinlerini, şeriat ve kanunlardan üstün
tutarak en âdî bir harem ağasının, en cahil hizmetçi
parçasının, ya da en alçak bir menfaatçinin sözüyle
hükümeti, hükümet de bizi kullanırdı. Bu tek kişi günden
güne yok ettiği milletten biraz daha korkar ve milletten
korkması arttıkça Allah’tan korkması azalırdı. Milleti bu
şekilde kendisine düşman bilen II. Abdulhâmid
hükümeti, halkı da birbirine düşünerek dünyayı
Konya’yı anlamak için gözlerini açmaya meydan
bulamaz bir halde kalmalarını temine çalışırdı.485
482
Beyânü’l-Hak , s. 1412-1413.
İlhan Ayverdi, “İstibdâd”, Misalli Büyük Türkçe Sözlük, s.576.
484
Boyacıoğlu, “ II. Meşrûtiyet Döneminde Beyânü’l-Hak Dergisindeki Bazı Görüş ve Düşünceler
Üzerine”, Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt III, sy. 1, Sivas 1999.
485
a.g.m.
483
148
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
Bu beyânattan da anlaşılacağı üzere dergi yazarları İstibdâd dönemine bir
hayli nefret ve kin duymaktalardır. Bunun nedenlerine geniş bir şekilde
makalelerde yer verilmiş, bu ithamlara gerekçe oluşturacak uygulamalar
eleştirilmiştir. Bu gerekçeler çalışma konusu dışında kaldığı için bu kadarı ile
yetinilecektir.
M. Safvet Efendinin görüşleri de bu minvalde seyretmektedir. O istibdâd
yönetimlerini, büyük milletlerde bulunması gereken ahlâki ilkeleri onlardan çalan
yönetimler olarak görmektedir. Büyük milletlerin zevk ve eğlence için değil, yüce
bir amaç için varlıklarını sürdüklerine dikkat çekerek II. Abdulhâmid’in Osmanlı
ahalisinin bu niteliğini yok saydığını ifade etmiştir.486
II. Abdulhâmid için o da sert ifadeler kullanmıştır. Bir makalesinde II.
Abdulhâmid’i şu sözleri ile değerlendirmektedir: II. Abdulhâmid
yaşayayım kim ne yaparsa yapsın fikrinde idi.”
“Ben
487
O devlet yönetimine karşı eleştirilerde bulunurken söz konusu ettiği
olumsuzlukları hep İstibdâd yönetimlerinin özellikleri olarak saymaktadır.
Örneğin devlet kurumlarında meydana gelen evrak işlerindeki aksaklıkları,
gecikmeleri İstibdâd devri adetlerinden saymıştır.488 Hatta bir yazısında talebelere
atılan bir iftiraya cevap verirken, bu gibi uygulamaların İstibdâd devrinde
meydana geldiğini, istibdâd hükümetlerinin kendi beceriksizliğini bu talebeler
üzerine yıkmaya çalıştığını belirterek böylesi bir durumun Meşrûtiyet bünyesinde
yaşanmasını eleştiri konusu yapmaktadır.
İstibdâd’ın
meydana
getirdiği
dikkat
çekici
nitelikte
bir
diğer
olumsuzluğu ise şöyle ifade etmektedir. “Ahalimiz bunca seneden beri devam
eden İstibdâd'ın mübâlatsızlıkları arasında cahil kalmış, ne yapacağını
bilmeyecek hale gelmiş öyle bir haletteki: Hak nedir? Bâtıl nedir?
bilmiyorlar.”489
Meşrûtiyetle ilgili görüşlerine gelince, yukarıda belirtildiği üzere M.
Safvet Efendi yönetimle ilgili tüm kötü meziyetleri İstibdâd’a çıkarmaktadır. O,
486
Beyânü’l-Hak , s.1373-1375.
a.g.e., s.1373-1375.
488
a.g.e., s.1762-1763.
487
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
149
buna mukâbil olarak yönetime dair tüm iyilikleri de meşrûtiyete bağlamaktadır.
Hatta meşrûtiyete karşı olan bu iltifâtını o kadar ileri seviyelere taşır ki bir
makalesinde İslâm’ın meşrûtiyeti nasıl bir muhabbet ile karşıladığından övgü ile
bahsetmektedir.490
Bir makalesinde Meşrûtiyet ve istibdâdı şu sözleri ile
mukayese etmektedir. “
Bir irade-i İstibdâd hiçbir zaman fena yaptığını,
muzmirinin fenalığını ahâliye izhâr etmez. Herhalde
yaptığını
meşru
göstermek
ister.
Fakat
millet
aldanmaz… Meşrûtiyette ise milletin karşısına çıkan
memur açık bir alınla, vâzıh bir sözle, doğru bir öz ile
çıkar…491
M. Safvet Efendi’nin meşrûtiyet ile ilgili görüşleri genel manada olumlu
olmakla beraber söz konusu dönemde uygulamada olan meşruti yönetimden pek
de memnun olduğu söylenemez. II. Meşrûtiyet’in ilanının ardından o da herkes
gibi büyük beklentiler içerisindedir. Ancak zaman geçtikçe yönetime karşı bir
hoşnutsuzluğun hâsıl olduğunu görmekteyiz. 10 Temmuz Meşrûtiyet bayramı
dolayısı ile yazdığı bir makalede bu durumu şöyle değerlendirmektedir.
Dünkü
Pazar
günü
Meşrûtiyet’in
istirdâd-ı
devriyesinin dördüncüsüne tesâdüf ediyordu ki: millet
evvelce bu günün üçünü görmüş bulunuyordu. Bu
günler esâsı itibâri ile hakiki bir îd-i meserret idi. Ne
çare ki bu birinci günün sürûr ve şâdümâniyyesinin
bize verdiği hammâr-ı neşattı.
Ertesi senelerin o
günlerinde epeyce bir baş dönmeleri husûle getirdi.
Dördüncü senesine vasıl olduğumuz halde yine o
baştaki dönmelerden bir türlü kurtulamadık.492
Aynı makalenin başka bir bölümündeki şu dizeler de söz konusu durumu
anlamamızda bize bir hayli yardımcı olacaktır. M. Safvet Efendi Meşrûtiyet’in
489
a.g.e., s.2025-2027.
a.g.e., s.1678-1680.
491
a.g.e., s.2538-2540.
492
a.g.e., s.2182-2184.
490
150
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
ikinci ve üçüncü yıldönümünde içinde bulunulan sıkıntılara işaret ettikten sonra
şu tespitte bulunmaktadır.
Yine sürur ve şadümanî yaptık, sevindik. Fakat
maa’t-teessüf bu sürurumuz yine birinci 10 Temmuz
zılli ve hayali idi. Yine eski sürur yine eski sevinç
idi… Çünkü yine elde yeni bir şey yok idi.493
Şunu
tekrar
belirtmemiz
gerekir
ki
M.
Safvet
Efendi’nin
memnuniyetsizliği kesinlikle meşrûtiyet yönetim şekli ile ilgili değildir. O hali
hazırdaki yönetimin bu vazifeyi hakkı ile yerine getiremediği kanaatindedir.
Ayrıca bizde olan meşrûtiyet algısının yeterli olmadığı bu algının geliştirilmesi
gerektiğini vurgulamaktadır. Bu konu ile ilgili olarak da parlamentoda çok partili
yapıya geçilmesi gerekliliğini şu şekilde dile getirmektedir.
Bizde ise fevâid-i Meşrûtiyet’in hemen şekl-i
idârenin yalnız değişiyor meselesi hasıl olacağı gibi bir
zan ve zehâb var ki çok yanlış bir fikir !.. biz burada
yanlış
telakkilerimizin
istemiyoruz
yalnız
hepsini
şunu
döküp
temhid
saymak
edeceğiz
ki
Meşrûtiyet’in yaşaması için parlamentoda teşekkül
edecek fırkaların ne dereceye kadar lazım olduğunu ve
bizde fırkalar hakkında ne türlü zan ve itikâd
bulunduğunu söylemek isteriz. Bu gün Meşrûtiyet ile
idare
olunan
muhtelif
memleketin
müteaddid
meclis-i
fırkaların
milliyesinde
vücûdu
elzem
bulunduğuna bütün siyâsiyyun ve idâriyyun kâni’
olmuşlar
ve
bu
kanaatleri
neticesinde
meclis-i
milliyelerinde husûle gelen fırkalara karşı fazla bir
ithâmâtta da bulunmamışlardır. Çünkü meclis-i milli
ictihâdât-ı zâtiyye serbesti-i efkârın vesi’ sahnesi yer
enmûzecidir. Binâen aleyh her mebus kendi kanaat
vicdâniyyesi, ictihâdât-ı fikriyyesi dâiresinde hareketle
493
a.g.e.
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
151
mükellef ve o dâire hâricine çıkmamak üzere
müntehibleri tarafından muvazzaf oldukları için kanat
ve içtihâdlarına hangi tarafı münâsib bulursa o tarafa
meyil ve iltihâk edebilirler ve etmelidirler.494
Sonuç olarak M. Safvet Efendi büyük bir meşrûtiyet yanlısı olmakla
beraber söz konusu Osmanlı memleketinde meşrûtiyetin tam manası ile idrâk
olunamadığı kanaatindedir. Bu nedenle makalelerinde bu konuya geniş yer
ayırmıştır. O bu gibi çalışmalar ile meşrûtiyet algısının daha da yükseltilerek
amaçlanan medeniyet seviyesine ulaşılabileceği görüşündedir.
D. Medreseler ve Eğitim Faaliyetleri
Daha önce de belirtildiği üzere ahlâk konusu M. Safvet Efendi’nin
düşüncelerinin temelini oluşturmaktadır. Her konuyu bu temel çerçevesinde
değerlendirmektedir. Ona göre eğitim faaliyetleri ile ahlâk konusu ayrı birer
mevzu değildir. Çünkü bir ahlâk anlayışı ancak bu anlayışa uygun bir eğitim
faaliyeti
ile
gelecek
nesillere
aktarılabilir.
Bu
nedenle
o,
en
başta
medreselerimizin İslâmî ahlâk yapısının sürdürülebilmesi için muhâfazasının
gerekliliği üzerinde durmaktadır. Bunun yanı sıra medreselerimizde bir dizi
ıslahâtın da yapılmasını zorunlu görmektedir. Onun medreselerimiz ile ilgili
değerlendirmeleri
şu
şekilde
özetlenebilir.
Medreselerimizin
savunması,
varlığının muhâfazası ve ıslâhı.
Söz konusu dönemde medreselere yönelik büyük bir taarruz baş
göstermiştir. Sadece medreselere değil medreselerde yetişen öğrencilere yönelik de
bir dizi kara propaganda yürütülmektedir. M. Safvet Efendi bu saldırı ve iftiralara
cevap mâhiyetinde zaman zaman makāleler kaleme almış ve bu iftira sahiplerini
ahlâksızlıkla itham etmiştir. Bir yazsında SarayBosna’da bir gazetede neşredilen
makālede medrese talebelerine atılan iftira ve öğrencilerin verdikleri tepkiyi
işleyerek bu iftirayı eleştirip, öğrencilere kimi tavsiyelerde bulunmaktadır.495 Bir
başka makālesini “ İftira da bu kadar olur” başlığı ile kaleme almıştır. Bu yazsında
da yine medreselerin müdafaasını sürdürmüştür. Bu makalesinde medrese
talebelerinin ahlâkî meziyetlerinden bahsederek söz konusu iftiranın ne kadar
494
a.g.e., s. 2477-2480.
152
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
yersiz olduğunu vurgulamıştır.496 Onun şu satırları atılan iftiraların medreseler için
ne denli ağır suçlamalar ile dolu olduğunu gözler önüne sermektedir.
Şu sıra da bilmem tesadüf neticesi midir, yoksa
anlaşılamayan bir şey mi var? Memleketimizde en
sâkit en muhterem bir sınıf ki talebe-i ulum ikide bir
de yine iftiralara hedef olmaya başladı fakat nasıl
iftiralar??... Yeni bir şey değil eski derdi yinelemek
kabilinden otuz bir mart vakıasına iştirak meselesi (!)
yılan kadar soğuk fakat yılan kadar uzun olan bu
meş’ûm mesele ne kadar da iyi ta'mik edilmemiş
tahkîk edilmemiş bir hakikat vâzîha (!) şeklini almış
da sarıklılar (!) yagane sebep olmuş.497
M. Safvet Efendi, Kanunî döneminden başlayarak tedricen
medreselerimizde bir himâyesizlik sorununun baş gösterdiğini belirtmektedir.
Medreselerimizin böylesi kötü bir duruma gelmesinde bu himâyesizliğin etkisinin
büyük olduğunu ifade etmektedir. Devlet erkânı buralarda yetişen ilim erbâbını
himâye etmek şöyle dursun, taşraya göndererek onların göz göre göre yok
olmasına sebebiyet vermişlerdir.498 M. Safvet Efendi dinî ilimleri tahsil eden
ulemânın durumunun nispeten daha iyi olduğunu belirmektedir. Çünkü bu âlimler
devlet erkânı tarafından ilgisiz bırakılsalar da Osmanlı ahâlisinin İslâm’a karşı
besledikleri sevgi nedeniyle onları sahipsiz bırakmadığının altını çizmektedir.
Ancak fennî ilimler ile uğraşan ilim adamları yukarıda zikrolunan akıbetten
kendilerini kurtaramamışlardır.499 Dolayısı ile Osmanlı Devleti’nin özellikle bilim
ve fende Avrupa’ya nazaran içinde bulunduğu bu ümitsiz durumun sebebi de bu
himâyesizlik olmaktadır. Bu nedenle medreselerimizin ıslâhı ile beraber
korunması da şarttır. Bunun yanı sıra milletin selâmeti için bu yapıların varlığının
mimâri özelliği ile beraber korunmasının önemi üzerinde de ayrıca
durmaktadır.500
495
Beyânü’l-Hak , s.1774-1775.
a.g.e., s.1875.
497
a.g.e., s.1961-1963.
496
498
a.g.e., s.1678-1680.
a.g.e.
500
a.g.e., s.1730-1733.
499
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
153
M. Safvet Efendi makālelerinde medreselerimizin geçmişi üzerinde sıkça
durmaktadır. Öncelikli olarak bu kurumların hayır ehli tarafından kurulduğunu ve
bunda gayelerinin hem kendi namlarının yürümesi hem de ahlâk tahsilinin
gerçekleşmesi olduğunu ifade etmiştir. Buraların bu gün başıboş bırakılmasının
en başta bu büyük zâtların namlarının unutulmasına yol açacağını vurgulamıştır.
Ardından bu okullarda yetişen büyük âlim insanlardan örnekler vererek yüce
medeniyetimizin temellerinin buralarda atıldığına işaret etmektedir. Farabi, İbni
Sina, Kindi ve daha birçoklarının hep bu medreselerde tahsil gördüğünü ve onlar
sayesinde yüce bir medeniyetin halefleri olabildiğimiz gerçeğine mebni olarak bu
kurumların ehemmiyetini bir kez daha gözler önüne sermektedir.501
M. Safvet Efendi medreselerin ıslâhı ile ilgili yapılması gerekenleri
sıralarken yine tarihi tecrübemizden istifâde etmemiz gerektiğini ileri sürmüştür.
Medrese geleneğimizde tefsir, fıkıh, hadis gibi İslâmi ilimlere ek olarak zamanın
ihtiyaçlarına binâen tıp, hendese vs. gibi fennî ilimlerinde konulduğunu ifade
ederek bizim de bu gün zamanımızın ihtiyaçlarına göre eğitim programımızı
yenilememizin lüzumu üzerinde durmaktadır.502 Çeşitli mülahazalardan sonra sarf
ettiği şu sözleri de onun bu konuya nasıl yaklaştığı hususunda bizlere ipucu
verecek niteliktedir.
Medreselerde tahsil görmüş de cidden bir şey elde
edememiş skolastikçiler var ise onları tenvirde biz de
taraftarız ve hatta medârisimizde ulûm-i İslâmiyye bir
esas olmak üzere fünün-u hâzır-ı medeniyyenin
ta’mimine biz de havâhişkeriz. Biliyoruz ki usûl-ü
tedrisimizde bozuktur fakat ne diyelim? Ders
Vekâleti’nin kulakları çınlasın.503
O, İstibdâd döneminin de ayrıca eğitim faaliyetleri üzerinde olumsuz bir
etkiye sahip olduğu kanaatindedir. Ancak burada şöyle bir karşı duruş da
sergilenebilmektedir. II. Abdulhâmid devri Osmanlı tarihi açısından okullaşma
faaliyetleri için en verimli dönemimizdir.504 Bu bağlamda II. Abdulhâmid Hân’a
501
a.g.e.
a.g.e., s.1642-1645.
503
a.g.e., s.2896-2900.
504
Boyacıoğlu, s. ?
502
154
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
yapılan eleştirinin tarafgir olduğu düşünülebilir. Fakat M. Safvet Efendi bu
durumun gerçek manada farkındadır. Ancak o, II. Abdulhâmid’in bu okullaşma
planını, yönetimi kendi eline almak ve oluşturduğu korku imparatorluğunu
muhâfaza etmek için gerçekleştirdiği görüşündedir. Ona göre II. Abdulhâmid bu
okulları İstibdât taraftarı yetiştirmek için kurmuş ancak bunu başaramamıştır.505
M. Safvet Efendi “Medreselerimiz” başlığıyla kaleme aldığı
makālelerden birinde memleketimizde hali hazırda 2940 medrese bulunduğunu
tespit etmiştir. Buradan yola çıkarak, memleketimizin her köşesini kapsayan bu
kurumların bizim için çokça önem arz ettiğini belirtip, kapatılma fikrini
reddetmektedir. Medreselerin kapatılması fikrini ihânet olarak telakki etmektedir.
Bizim yaşamımızda böylesi geniş bir yer tutan bu kurumların yerinin
doldurulmasının imkansız olduğunu söylemektedir.506 Ayrıca söz konusu
dönemde ortaya çıkan ikili eğitim faaliyetlerinin Fransa’da olduğu gibi bizim için
de sorun olacağı fikrine katılmamaktadır. Çünkü Fransa’da din-bilim çatışmasının
böyle bir sorunu doğurduğunu, bizde ise İslâm dininin böylesi bir yaklaşımının
bulunmadığını belirtmiştir. Buna delil olarak da İslâmiyet’in meşrûtiyeti nasıl
kucakladığını öne sürmektedir. Burada batıdaki din anlayışı ile İslâm dininin
dağlar kadar farkı olduğuna dair beyanatlarda bulunmuştur.507
Son olarak şunu söyleyebiliriz ki M. Safvet Efendi eğitim faaliyetlerini
çokça önemsemektedir. O
Derdimizin En Büyüğü” başlıklı makalesine bunu şu
şekilde izâh eder. “ Bir memleketin en büyük derdi
maârifsizliktir, cehalettir. Cehl bütün rezâilin membağı
olduğu itiraf edilir ise hiç bir kavim maârifsiz, ilimsiz
ahlâkını tasfiye edemez. Ahlâksız bir kavim ise
mahve, helâka mahkûmdur.508
Onun öngördüğü yüksek medeniyet seviyesi ancak ahlâk temelli işlevsel bir
medrese sistemi ile mümkündür. Burada medrese kaydını koyması bir milletin öz
varlığını sürdürmesiyle ancak bu seviyeye ulaşabileceği düşüncesine olan
505
Beyânü’l-Hak., s.1762-1764.
a.g.e., s.1730-1733.
507
a.g.e., s.1678-1680.
506
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
155
inancından dolayıdır. Bunun için de medrese sistemimizin bir an evvel gözden
geçirilip işlerlik kazandırılması gerekmektedir. Bu sayede ahlâklı bir toplum
yapısına kavuşup yeniden eskisi gibi büyük bir medeniyete sahip olabileceğimiz
görüşündedir.
E. Kadın ve Kadın Hakları
Söz konusu dönemde kadın konusu daha çok şark ve garb kadınları
mefhumları üzerinden yürümektedir. Zaten M. Safvet Efendi de “Şark ve Garb
kadınları”509 başlıklı bir makale kaleme almıştır. Bu makalesi daha çok bizim
kadınlarımızın da batılı kadınlar gibi olması taraftarlarına cevap niteliğindedir. M.
Safvet bu görüş yanlılarının tüm şark kadınlarını İstanbul kadınları gibi
zannetmesi gibi vahîm bir hataya işaret etmektedir. Böylece meydana gelen
sorunu tespit ettikten sonra tartışma konusu yapılan kadınların çalışması, eğitim
faaliyetlerine dâhil olmaları gibi konuları masaya yatırmaktadır.
Sözün başında şunu belirtelim ki M. Safvet Efendi Osmanlı toplumu
açısından kadınların çalışması hususunun tartışma konusu yapılamayacağı
kanaatindedir. Çünkü Anadolu ve Rumeli kadınlarının hali hazırda zaten çalışır
bir vaziyettedir. Bu çalışma tarım ve dokuma gibi işlerle sınırlı ise de, M. Safvet
kadınların fıtratlarına uygun her işte çalışabileceği görüşündedir. Bu bağlamda
şer’î veya örfî bir engel görmemektedir.510
O dönemde kadınlarla ilgili olarak feminizm konuları da tartışılmaktadır.
M. Safvet Avrupa’da bu akımın ortaya çıkmasını gayet doğal karşılamaktadır.
Çünkü kadın hakları konusunda Avrupa büyük eksiklikler içindedir. Onun anlam
veremediği bizim toplumuzda ortaya çıkan bu gibi temâyüllerdir.
Bir
makālesinde yaptığı şu değerlendirme bu yaklaşımını daha açık bir şekilde gözler
önüne sermektedir:
Bu (feminizm) meselesi nisânın kâffe-i hukukda
erkeklerle müsâvi bulunmasını talepten ibârettir. Fakat
Avrupa kadınlarını bu talebe mecbur eden dâiye bir
sebeb var. Fakat bizde o sebeb var mı? Yok mu?
508
a.g.e., s.2314-2316.
a.g.e., s. 1437-1440.
510
a.g.e.
509
156
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
Avrupa kadınları iddia ettikleri
kemâliyyeye rağmen cidden esirdirler.
müsâvât-ı
1-) Avrupa’da bir kadın ba’del izdivâç kendi
kazandığı veyahut peder ve vâlidesinden irsen intikâl
eden malını da istediği gibi tasarruf edemez.
2-) Kadının zevcî o kadının malında keyfi
mâyişâi tasarruf eder. Adeta kendi malı gibi
3-) Zât-üz-zevc bir kadın kendi malını satamaz
fakat kanın malını zevcî satabilir.
4-) Avrupalı Zât-üz-zevc bir kadın kendi kendine
nukûdunu bankaya vermez verdiği surette istirdâd
edemez.
5-) Bir kadın alın teriyle el emeği ile kazandığı
parayı kocası elinden alabilir. Şayet vermez de
mahkemeye dava ederse mahkeme teslimi için
emreder.
6-) Avrupa’da bir kadın tabâbet tahsil etse elinde
diploması dahî olsa hükumet ona icra-i tabâbet için
müsaade etmez.
7-) Avrupa’da bir kadın ilm-i hukuk tahsil etse de
elinde bir diploması bile olsa hiçbir mahkemede başka
birisinin hukukunu müdafaa edemez.
8-)
vâsıtasıyla
Avrupa’da
akd-i
bir
izdivâç
kadın
ancak
edebilirler.
papazlar
Zevcinden
müferrigât dahî ancak yine papazlar vâsıtasıyla
olabilirler. Bir erkek bir kadın kendi kendilerine ne
akd-i izdivâç ne de talâk yapabilirler.
Şimdi Avrupa kadınları hakkında vazıh ve tatbik
edilmekte olan tâkıyyedât Avrupa kadınlarında tesettür
bulunmadığı halde yapılıyor. Biz de ise fazla olarak
kadınlar müstûr olduğu için hakkında tâkıyyedat
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
157
bilakis fazla bulunmak lazım gelirdi biz de ise
tesettürden başka bu tâkıyyedâtın hiç biri mevcut
olmadığı kütüb-ü fıkhiyyeye müracaat edilirse pek
güzel anlaşılır. İşte Avrupalıları feminizm takibine
mecbur eden sebeb, dâiye bu!511
M. Safvet yukarıda verdiğimiz pasajdan da anlaşılacağı kadın konusunda İslâm
medeniyetinin ileri bir seviyede olduğu kanaatindedir.
F. Din -Bilim İlişkisi
Din ve Bilim ilişkisi üzerine konuşulmaya, yazılmaya dün olduğu gibi bu
gün de devam edilmektedir. Bu konu günümüze kadar farklı bakış açıları ile
enine boyuna tartışılmıştır. Kimi zaman kaba bir tasnif ile tartışma içerisine tüm
dinler dahil edilirken kimi zaman da müstakil olarak bir din üzerinden din-bilim
ilişkisi değerlendirilmiştir. Bazen bu ilişkinin bir çatışma bazen de uyumlu bir
ilişki olduğu sonucuna ulaşılması yaklaşımlardaki farklılıkların ne kadar zıtlıklar
barındırdığını göstermektedir. Değerlendirmesi yapılan çalışma kapsamında bu
konu yer almadığı için sözü uzatmayıp M. Safvet Efendinin görüşlerine
geçilecektir.
Burada M. Safvet Efendi’nin iki makalesi söz konusu edilerek bu konuya
dair genel görüşleri aktarılacaktır. İlk olarak Beyânü’l-Hak Dergisi’nin 85.
Sayısında “Din-i Mübîn İslâm” başlığı altında yayımlanan makāle, ardından da
96. Sayıda yayımlanan “Uluvviyyet-i İslâmdan Bir Numune Daha” yazısı ele
alınacaktır.
M. Safvet Efendi’nin güncel hususlara dair kimi konuları makālelerinde
konu edindiği daha önce belirtilmişti. O, aslında bu güncel konular üzerinden
görüşlerini ifade etmektedir. Söz konusu döneme dair sıcak tartışmalardan biri de
ahâlinin
tabiplere
güvenip
onlara,
tedavi
olmak
için
başvurup
başvuramayacaklarıdır. Bu konu çerçevesinde görüşlerini zikretmektedir.
Öncelikli olarak şu belirtilmeli ki M. Safvet, şifa için tabiplere
başvurulmasında bir sakınca görmemektedir. Ona göre şifayı veren elbette ki
511
a.g.e., s. 2954-2956.
158
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
Allah Teâla’dır. Ancak Allah Teâla bunu çeşitli vesileler ile vermektedir.
Tabipler de bu vesilelerden sayılmalıdır. Çünkü onların hazırladığı ilaçlar zaten
tabiat âyetlerinden teşekkül etmektedir. Ayrıca tam bu noktada âdet teorisinden
de bahsederek zaten tabibin verdiği ilacın deva olabilmesi için o devayı Allah’ın
yaratması gerektiğinden bahsetmektedir. Bunun yanı sıra o Âdet-i Maneviyye’yi
de kabul etmektedir. İnsanlar kimi zâtlara başvurarak buralarda da şifa
arayabilirler. Bu ikisi çatışır bir hal iktiza etmemektedir. 512
Zikredilmesi gereken bir başka görüşü de ilim yolu ile ortaya konulan
şeylerin zaten İslâmî olmasıdır. Burada mikrobun bilimsel olarak ispat
edilmesinden bahsederek bunun ilk işaretlerinin aslında İslâm dininde mevcut
olduğunu iddia eder. Mikroba dair buluşların bizim tarafımızdan yapılması
gerektiğini savunarak mikrobun hadislerde yer aldığını belirtir. Bu nedenle
“Bunu batıdan önce bizim keşfetmemiz gerekmekteydi” şeklinde bir sonuca
ulaşır.513 Buna benzer bir diğer husus da tabipler tarafında tavsiye edilen sağlık
için önemli bir çok şeyin zaten Hz. Peygamber tarafından bizlere bildirildiği
düşüncesidir. Örneğin; tabipler az yemenin daha sağlıklı olduğu görüşündedirler.
Hz. Peygamber de zaten bunu emretmiştir. Temizlik konusu da bu bâbda
zikredilebilir örneklerdendir.514
Diğer makālesine gelecek olursak aslında bunu yukarıda zikredilen
görüşlerin bir benzeri kabilinden saymak yanlış olmayacaktır. Bu makālede
insanların, ulaştıkları ilmî seviye ile ortaya koymaya çalıştıkları kimi bulguları
İslâm dininin zaten ihtiva ettiğine dâir bir örnek üzerinde durulmaktadır. Şöyle ki:
Bulgaristan meclisi çalışma saatleri ile ilgili tartışmalar yapılırken meclise
sunulan bir yasa tasarısı çalışma saatinin altı saat olması gerektiğini
belirtmektedir. Buna binâen M.Safvet Efendi günün bizzat Peygamber Efendimiz
tarafından üçe bölündüğünü belirtir. Kişinin gününü çalışmak, uyumak ve ibadet
etmek olarak eşit parçalara bölerek yaşaması gerektiğini hadis-i şerifte ile ortaya
koymaya çalışmaktadır. Buradan yola çıkarak İslâm’ın cihan şümûl bir din
olduğu görüşünü zikretmektedir.515
512
a.g.e., s.1610-1617.
a.g.e.
514
a.g.e.
515
a.g.e., s.1796-1797.
513
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
159
SONUÇ
XIX. y.y. sonları ve XX. y.y. başları, dünya tarihi açısından oldukça
hareketli bir dönemdir. Bu hareketlilik söz konusu dönemde kendisini Osmanlı
İmparatorluğu üzerinde de açıkça göstermektedir. Bu çalkantılı dönemde Osmanlı
Devletinde yıkılmaya yüz tutan sadece imparatorluk değildir. Beraberinde
toplumsal yapı da büyük oranda sıkıntılar yaşamaktadır. Bu iki unsur birbirini
etkileyerek git gide çığ gibi büyümektedir Bu durum karşısında Osmanlı
aydınlarından bir kısmı bu yıkıma çare aramayı vazife edinmişlerdir. Bu
bağlamda da farklı akımlar türemiş, her akım kimi sebeplere mebni olarak
görüşünü savunmuştur.
Böylesi bir süreçte ulemadan bir grup âlim Cem’iyyet-i İlmiyye-i
İslâmiyye’yi kurmuşlardır. Bu düzlemde, görüşlerini kitlelere iletebilmek adına
da Beyânü’l-Hak dergisini çıkarmaya başlamışlardır. Bu dergide; gerek gündelik
gerekse de kronikleşmiş ahlâki, siyasi ve sosyal sorunlar ele alınmıştır. Gerekli
görülen konulara dair çözüm önerileri sunulmuştur.
Bir toplumu çöküşe götüren sebepler dizesi oldukça geniş bir yelpazede ele
alınabilir. Bu durumu uzun bir akarsuya da benzetebiliriz. Nasıl her akarsuyun bir
kaynağı varsa toplumların ayakta tutan bir öz de vardır. Bu öz ahlâktır. Çünkü bu
kavram öylesine büyük bir alana yayılabilmektedir ki hayata dair her işin başına bir
sıfat olarak eklediğinizde o iş değer kazanmaktadır. Birey, toplum, iktisat, devlet,
ekonomi, siyaset vs. Bunların tamamı nötr kavramlardır. Ancak tüm bu ifadelerin
başına ahlâk kavramını getirdiğimizde -ahlâklı birey, ahlâklı toplum, ahlâklı iktisatgenel manada, iyi olanı kazanmış olduğumuz, yüksek bir medeniyete doğru kararlı
adımlar ile yürüdüğümüz söylenebilir. Aksi durum düşünüldüğünde ise söz konusu
medeniyetin çöküşüne şahitlik ediyoruz demektir.
Öngörülen ahlâk konusunun düzenli bir şekilde toplum tarafından kabul
görmesi ve sürdürülebilir bir yapı arz etmesi için eğitim faaliyetleri kaçınılmaz
olarak öncelenmelidir. Aynı zamanda kişiye ahlâkın bir eğitim programı
içerisinde faydalı bir şekilde kazandırılabilmesi için bu eğitim faaliyetinin güçlü
160
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
bir siyasi otorite tarafından uygulanması gerekmektedir. Ancak tüm bu çabaların
ahlâkın topluma hakim kılınması için olduğu asla unutulmamalıdır. Yani siyasi
yapının güç kaybetmemesi için ahlâktan taviz verilmesi düşünülemez.
M. Safvet Efendi de bu minvalde görüşlerini beyân ederek toplumda
meydana gelen büyük çöküşlere bir nebze de olsa engel olmak, bahsettiği ilkeleri
korumak istemektedir. Yukarıda makālelerinden derlenen görüşleri de bunu
göstermektedir. Bunu hangi üslup ile yaptığı konusunda farklı yaklaşımlar
olabilir. Sözü geçen bu ilkeleri koruma ve Osmanlının çöküşünü önlemeyebilme
noktasında da ne kadar yararlı olduğu bilinmez ancak ortaya koyduğu ilkeler ve
tespitlerin, devamlılığını sürdürmek isteyen her medeniyet için elzem olduğu göz
ardı edilemeyecek bir gerçektir.
BİBLİYOĞRAFYA
Albayrak, Sadık, “Mustafa Safvet Efendi (Ermenekli)”, Son Devir Osmanlı Uleması,
İstanbul: İstanbul Büyük Şehir Belediyesi Kültür İşleri Daire Başkanlığı Yayınları,
1996.
Ayverdi, İlhan, “İstibdâd”, Misalli Büyük Türkçe Sözlük, İstanbul: Kubbealtı
Yayınları, 2011.
Birinci, Ali, Hürriyet ve İtilâf Fırkası, İstanbul: Dergah Yayınları, 1990.
Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, ( müracat. Bekir Topaloğlu), 1983.
Haldun, İbn, Mukaddime (çev. Zakir Kadiri Ugan), İstanbul: Milli Eğitim
Basımevi, 1990.
ŞEYH SAFVET’İN TASAVVUF MECMUÂSININ İLK 11 SAYISINDAKİ
YAZILARININ DEĞERLENDİRMESİ516
Ömer Faruk Korkmaz
Çalışmanın Konu ve Kapsamı
Çalışmamız Osmanlı son dönem mutasavvıflarından Şeyh Safvet Efendinin
Tasavvuf mecmuası adında neşrettiği derginin ilk 11 sayısında ki yazılarını
kapsamaktadır. Bu da müşârun ileyhin 25 yazısına tekabül eder. Şeyh Safvet
Efendinin hayatı, resmi görevleri ve postnişin bulunduğu tarikata değindikten
sonra yaşadığı dönemin o debdebeli siyasi ve fikri mücadeleleri ışığında II.
meşrutiyet dönemi tekkelerin genel durumu konu edinilecektir. Akabinde ise
meşrutiyet sonrası Tasavvufî yayın organları ve cemiyetler hakkında kısaca bilgi
verilip Tasavvuf Mecmuâsının
icra ettiği görev ve neşir gayesi Şeyh Safvet
Efendinin cümleleriyle izah edilecek, dergide kaleme aldığı yazılar itibariyle
dönemin birçok ulema ve urefâsını celb etmiş olan İttihat ve Terakki cemiyeti
özelinde meşrutiyete karşı tavrı ve “istibdad günleri” diye tanımladığı dönemlere
dergideki yazılarından atıflar yapılmak suretiyle değinilecektir. Yazılarının önemli
bir yekününü oluşturan "Teracim-i Ahvali's-sufiyye (imam Gazzali)" hakkında
kaleme aldığı yazılar mevzu bahis edildikten sonra dergide önemli gördüğümüz,
müstakil mevzulardan müteşekkil konu başlıkları şahsi mülahazalar eşliğinde
işlenecektir. Çalışmamızın en sonunda ise Şeyh Safvet Efendinin dergideki
yazıları, kaleme alındığı tarihler ve bu yazıların hangi sayfalarda bulunduğuna
dair tasnifler yapılmış bir tablo paylaşılacaktır.
ŞEYH SAFVET’E DAİR
Halveti Tekkesi postnişini Şeyh Hacı Mustafa Safvet Efendi cumhuriyet
öncesi bu isimle mâruftur; fakat cumhuriyet sonrası Safvet Kamaleddin Yetkin
516
Bu çalışma Doç. Dr. Hatice K. Arpaguş’un danışmanlığında gerçekleştirilmiş Arş. Gör. Zeynep
Şeyma Özkan tarafından gözden geçirilmiştir.
162
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
ismini almıştır. Kendisi gibi meşayihten olan Şeyh Abdükadir Efendinin oğlu,
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi dekanlarından Prof Dr. Suut Kemal
Yetkinin de babası olup 1282(1866) senesinde Urfada doğmuştur. İlk dini ve
tasavvufi eğitimini babasından aldıktan sonra medrese ilimleri tahsili için Mısır
El-Ezher üniversitesine gitmiş, döndükten sonra Urfa Lisesinde öğretmenlik
yapmıştır.517 Arapça, Farsça ve Türkçe bilmektedir.
II. Abdülhamit karşıtı, İttihat ve Terakki Cemiyeti tarafdârı olan Şeyh
Safvet II. Meşrutiyetin ilanından sonra (1908) urfa milletvekili olarak meclise
girmiş, 1918 yılına kadar 3 dönem vekillik görevini devam ettirmiştir. Akabinde
Meclis-i Meşayih başkanlığına getirilmiş ve 1919 yılında bu görevden ayrılarak
Tetkik-i Mesahif ve Müellefât-ı Şer’iyye Meclisi başkanlığına tayin olmuşdur. 23
temmuz 1338’de (1920) ise Daru’l-Hikmeti’l-İslmiyye âzâlığına naklen tayin
olmuştur.518
Kendisinin en çarpıcı çalışması konumuzu teşkil eden “Tasavvuf
Mecmuası” olmakla beraber İzmirli İsmail Hakkı ile “tasavvuf ve ahlak
kitaplarında ki hadislerin sıhhati” konulu bir tartışma, adına kitap yazılacak çapta
ehemmiyetli görülmüştür.519 Başlangıcı İzmirli İsmail Hakkının Ceride-i İlmiyye
dergisinde yazdığı bir not’a520 istinâden olan tartışma şahısları aşarak mensup
oldukları kurumları da kapsayacak düzeye gelmiştir. Bu konunun daha fazla
ayrıntısına girmeye luzum görmemekle beraber bu tartışmadan neşet eden Şeyh
Safvet’in iki kitabının bulunduğunu söylemekle yetinelim:
1.Ulûm-i Şer’iyye ve Asri mücedditlerimiz (h.1340)
2.Tasavvufun Zaferleri (h.1343)
1923 yılında tekrardan urfa meb’usu olan Şeyh Safvet’in hilafet ve
tekkelerin ilgası sürecinde bu yönde tavır alıp bizâtihi hilafetin ilgası için kanun
teklifi vermesi, tekke ve zaviyelerin kaldırılmasında teşvikatı ve tergibatı
sebebiyle bazı muhalifleri şu mısraları ona reva görmüştür:
517
Mustafa Kara, Metinlerle Günümüz Tasavvuf Hareketleri, İstanbul; 2010, s.106
Sadık Albayrak, Son Devir Osmanlı Uleması, İstanbul; 1980, s.121
519
Bu minvalde neşredilen Dr. İbrahim Hatipoğlunun “İzmirli İsmail Hakkı – Şeyh Safvet Ahlak ve
Tasavvuf Kitaplarındaki Hadislerin Sıhhati” adlı kitabına bakılabilir.
520
“Şurası unutulmasın ki ahlak ve tasavvuf kitaplarında ehâdis-i nebi olarak gösterilen akvâl,
muhaddisînin indinde hadis değildir. Belki pek çoğu kibâr, mutasavvife sözleridir. Nitekim
bundan evvel Gazzalinin hadis-i nebi olmak üzere zikrettiği ‘insanlar gaflet uykusundadır; ancak
öldüklerinde uyanırlar’ kavli de hadis-i nebi değil, belki Hazret-i Ali keram’ullahü vechehunun
kavlidir” bkz. Ceride-i İlmiyye, sene 5, sayı 53, s. 1690(dipnotta)
518
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
163
Anı, Ya Rabbi ateşinde kavur,
Külünü âsman-ı kahra savur,
Uyarak en şenîine küfrün,
Şeyh Safvet Efendi oldu gavur.521
Şeyh Safvet hilafetin ilgasını ve Osmanlı hanedanının yurtdışına
hurucunu kanun teklifi olarak meclise 53 arkadaşıyla beraber sunarken(1924)
ülkede cumhuriyet rejimi ile hilafetin beraber yaşamasının çift başlılığa
imkan tanıyacağını sebep olarak göstermiş, ayrıca cumhuriyet idaresini
hulefa-i raşidine nispet ederek, asr-ı saadetin ve döneminin yönetim tarzlarını
birbirine benzetmekte bir beis görmemiştir. Bu kanun teklifinden ufak bir
pasaj verelim:
Riyaset-i Celileye
“Türkiye cumhuriyeti dahilinde makam-ı hilafetin Türkiyeyi dahili harici
siyasetinde iki başlı olmaktan kurtaramadı. İstiklalinde ve hayat-ı milliyesinde
müşareket kabul etmeyen Türkiyenin zahiren ve zımnen bile olsa ikiliğe
tahammülü yoktur. Asırlardan beri Türk milletinin sebeb-i felaketi ve ilâ nihaye
fiilen ve ahden bir Türk imparatorluğunun vasıla-i inkirâzı olan hanedanın hilafet
kisvesi altında Türkiyenin mevcudiyetine daha müessir bir tehlike olacağı tecarübi namütehammilâne katiyen sabit olmuştur.”522
Otuzlu kırklı yıllarda bazı eserlerin telif ve tercümesiyle meşgul oldu. Şu
tercümeleri maarif klasikleri arasında yayınlandı:
1.Ataullah iskenderi, Hikem-i Âtaiyye
2.Fahruddin-i Irakî, Parıltılar (Lemeat)
3.Suhreverî-i Maktul, Nur heykelleri (Heyakilu’n-nur)
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi dergisinin ilk iki sayısında (1951-53)
İbn Arabi ve Futuhat-ı Mekkiye ile ilgili iki uzun makalesi neşredildi. Bu yıllarda
Suut Kemal Yetkin de(1980) aynı fakültededir.523 Şeyh Safvet Efendi gerek
meşayihten olması gerek idari görevlerde bulunması hasebiyle oldukça hareketli
bir hayat geçirmiş ve 27 Ekim 1950’de vefat etmiştir.524
521
Hüseyin Vassaf, Sefine-i Evliya, (çev. Mehmet Akkuş, Ali Yılmaz), İstanbul; 1990,s.132
Kara, a.g.e, s.108
523
Kara, a.g.e, s.108
524
Albayrak, a.g.e, s.121
522
164
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
Şeyh Safvetin öneme haiz bir yönü de Said Nursi ile olan dostluğudur. Bu
minvalde Said Nursinin “Tevhid Denizinde Bir Katre” isimli risalesine yazdığı o
güzel takriz bu yakınlığı ifşa eder;
“Fazıl-ı muhterem Meclis-i Mesahif ve Tetkik Müellefat-ı Şeriye Reis-i
Âlisi Şeyh Safvet Efendi Hazretlerinin takrizidir;
Cenab-ı Hakk’a hamd ve kendisine Kur’an nâzil olan peygamberimize ve
dinin binasını tahkim ve temhid eden âl ve ashabına salât ve selam olsun!
Tevhid Denizinden Bir Katre nâmındaki risale gözüme tecelli etti. O
denizle bu katre arasında bir fark göremedim; çünkü o katre hakikatte o denizden
geliyor ve o denize dökülüyor. Tevhid denizinden avuçla su içmekte ve İslamiyet
memesinden süt emmekte kardeşimiz olan Allame Bediuzzaman Said Nursî’nin
sa’yinden dolayı Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükürler olsun”525
DÖNEM’İN DURUMU
Şeyh Safvet’in yaşadığı ve Tasavvuf Mecmuasını neşrettiği dönem yenilik
hareketleri ve demokrasi tarihimiz açısından çalkantılı dönemlerdir. Tanzimat’ın
ilanı ile (1839) başladığını kabul ettiğimiz bu temayülü evvelen III. Selim ve II.
Mahmut ilk temellerini atmıştır. III. Selim’in ‘Nizam-ı Cedid’ ; Alemdar Mustafa
Paşanın ‘Sekban-ı Cedid’ teşebbüsleri ve başlatılan ıslahat hareketleri ile
parlementer rejime doğru giden devlet ve hükümet müesseseleri II. Mahmud’un
gayretleri ile devam ettirilerek daha da ileri gitmiş, ‘Vak’a-i Hayriyenin’ ardından,
muhtelif nazırlıkların ve ‘Meclis- Vâlâ-yı Ahkam-ı Adliyenin’ teşkili ile yepyeni
bir veche kazanmıştı.526 I. Meşrutiyet’in ilanı (1876) ve II. Abdülhamid’in hemen
2 yıl sonra bu süreci engelleyişi, ileride detaylı bir şekilde izah edileceği üzere
ulema ve urefadan birçok kesimin ‘istibdad dönemi’ diye tanımlayacağı bir
sürecin başlangıcı olmuştur. Bugün Müslüman zihinlerin ekseriyesi II.
Abdülhamid için cennet mekan! lafızlarını kullanıyor olsa da o günün insanı bunu
böyle algılamadı. Said Nursî, Mehmet Akif gibi birçokları bu sebeple İttihad ve
Terakki cemiyetine meylettiler. İşte bu muharrirlerden birisi de çalışmamıza konu
teşkil eden Şeyh Safvet idi.
525
526
Kara, a.g.e, s.110
Reşat Kaynar, M. Reşit Paşa ve Tanzimat, Ankara; 1954, s. 198-202’den naklen İrfan Gündüz,
Osmanlılarda Devlet-Tekke münasebetleri, İstanbul; 1984, s.216
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
165
Osmanlı toplumuna maya çalmış tarikatlar, topluma tesir güçleri çok fazla
olması hasebiyle siyasi emeller güden her güruhun tabir-i caizse "arka bahçesi"
konumuna sokulmak istenmiştir. Sahip olunan toprakların en ücrâ noktasına
dağılmış olan sûfiyye’nin potansiyeli II. Abdülhamid tarafından keşfedildiğinde,
padişahın bundan istifadesi de kaçınılmaz oldu. Bu vesileyle ittihad-ı islam
politikası güden II. Abdülhamit Şâzeli tarikatı mensubu olmak ve diğer birçok
meşayihin sohpetlerine iştirak etmekle tarikatların ilgisine mazhar olmak
istemiştir. Bu yüzden batılı yazarlar: "Pan-islamizm hareketinin Sultan
Abdülhamit tarafından bilhassa tarikatlara dayandırılarak yürütüldüğünü ve batı
dünyası aleyhine olabilecek bu faaliyete bilhassa dikkat çekmektedirler.527
I.
Mebusan meclisinin kapatılmasından sonra vuku bulan 93 harbine birçok Şeyhin
iştirak etmesi bu durumu kanıtlar niteliktedir. II. Abdülhamid’in bu yönelişi
elbette yalnız manevi hislerle izah edilemez. Müslümanları hilafetin etrafında
toplama isteğiyle paralel Afrika, Japonya, Türkistan ve Çin’e kadar şeyh, derviş
kafileleri göndermesi, bu düşünce ve faaliyetlerini, tarikat şeyhleri vasıtasıyla
yürütmeyi esas alan Abdülhamid, bu hususu da hatıratında belirtmiştir.528
Abdülhamid gibi muhaliflerinin de tekke ve tarikatlarla ünsiyet kurma
çabasında bulundukları meclis-i meşayih başkanlığı yapmış Şeyh Safvet ve
Abdülaziz Mecdi529 gibi mutasavvıf kimselerin İttihad ve Terakki Cemiyetine
gösterdikleri teveccühten de anlaşılmaktadır. İleride değineceğimiz üzere Şeyh
Safvet’in Tasavvuf Mecmuasındaki yazılarının büyük bir yekününü İttihad ve
Terakki Cemiyetine methiyeler teşkil ettiği görülecektir. Ayrıca Abdülaziz Mecdi
Efendi ile Talat Paşa arasında geçen şu konuşma bu yakınlığı ifşa eder;
-Talat Paşa: Efendim! Şu bizim cemiyete bir tarik şekli versek, acaba nasıl
olur.
-Abdülaziz Mecdi: Ne gibi
527
İrfan Gündüz, Osmanlıda Devlet-Tekke Münasebetleri, İstanbul; 1984, s.218-219
Gündüz, a.g.e, s.224
529
“1865 yılında Balıkesir’de doğan Mecdi Efendi bir müddet memuriyet yaptıkdan sonra bu
görevden ayrılarak (1897) ticarete atıldı. En son intisabı Fatih Sertürbedarı Ahmet Amiş
Efendiye olup Meclis-i Mebusanda başkanvekilliği yapan Mecdi Efendi muhalif grubun lideri
konumuna yükselmiş olsa da siyasi gelecek peşinde olmadığı için pasif kaldı. Kendisinin
Diyanet İşleri Başkanlığına getirilmesinin söz konusu olduğu günlerde Ankarayı terk ederek
İstanbul’a geldi, vefat edinceye kadar da hiç görev kabul etmedi. 27 ağustos 1941’de vefat etti.”
Ayrıntılı bilgi için bkz. Mustafa Kara, Metinlerle Günümüz Tasavvuf Hareketleri, s.75
528
166
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
-mesela şovalyelerin sâlik oldukları tarikatlar gibi.
-Eh, olur a. Mevlevi olalım
-Olmaz. Mevlevilik eksantriktir. (dar tabanlı)
-Ah.. Kadiri...
-O da olmaz
-Rufai…
-O hiç olmaz.
-Bektaşilik nasıl?
-O fena değil; ama kâfi derecede şumullü değil
İlk sorudan itibaren Talat Bey'in ne demek istediğini anlayan Şeyh Efendi,
aniden ona döner ve şunları söyler: "Ben sana bir şey diyeyim mi Talat Bey?
Senin dilinin altındakini ben biliyorum. Yani farmason olalım diyeceksin değil
mi? Bunu aklından çıkar. Biz garptan gelen ve din aleyhine gizli maksatlar ihtiva
eden hiçbir cereyana tabi olmayız. Hem sana kat'i olarak söylüyorum, böyle yanlış
bir
fikri
ortaya
mahvedersiniz.
530
sürdüğünüz
vakit
hem
kendinizi
hem
de
cemiyeti
Dinsizlikle itham edilen cemiyet bu itham’ı bertaraf etmek için
böyle bir yola başvurmuştur diyebiliriz.
Tasavvufî Cereyanlar
Tasavvuf Mecmuası hakkında kanâat ve malumatlara geçmeden evvel bize üst
bir başlık vermesi açısından cumhuriyet öncesi tasavvufî yayın organları ve
cemiyetlere değinmek gerekliliğini görmekteyiz; zira Tasavvuf Mecmuasının
oturduğu zemin bu hareketliliğe müstenittir. Zikredeceğimiz bu hareketliliğin
gayesi, Osmanlı münevverinden müderrisine kadar bütün çevrelerin hem fikir
olduğu tarikatların bozulduğu fikri ve ıslah ihtiyacının olmasıdır. Tarikat çevreleri
de bu bozulmuşluğun farkındaydı ve II. Meşrutiyetin getirmiş olduğu bir takım
serbestliği fırsat bilip dergiler çıkarmak ve müesseseler kurmak suretiyle ıslah
çalışmalarına başladılar. Tasavvuf Mecmuası özelinde bu durumu Şeyh Safvet
Mukaddimesinde şöyle izah eder;
“Meşrutiyet’in fuyûzât ve futuhâtından bi’l-istifade mesâlik-i sâire gibi tarik-i
sufiyyenin dahi teceddüdât-ı lâzimeye mazhariyeti esbâbı erbâb-ı kulub arasında
530
Mustafa Kara, Din, Hayat, Sanat Açısından Tekke ve Zaviyeler, İstanbul;1990, s.273-274.
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
167
teemmül ve tasavvur edildikçe ehl-i nisbet’in teşebbüsât-ı ârifanelerine vesîle-i
mutâlaât olmak üzere evvel emirde bir tasavvuf cerîdesinin te’sîsi nazar-ı dikkate
alınmakta idi.”531
Son dönem sûfilerinin ıslah amacıyla organize olma hikayesi aslında Meclis-i
Meşayih’in kurulmasıyla başlar. Yalnız bu teşkilatın devlet eliyle kurulmuş
olması ıslahtan ziyade bürokraside merkezileşmeye bağlı olarak tekkelerin
denetim altına alınması amacıyladır. 1868 yılında kurulan Meclis-i Meşayih,
Yenikapı mevlevihanesi şeyhi Osman Selahaddin Dedenin başkanlığında her biri
farklı tarikatlara mensup beş üyeden oluşuyordu. Sa’diyye, Kadiriyye,
Sünbüliyye, Halvetiyyeden birer temsilcinin bulunduğu meclisin üye sayısı
1874’de altıya çıkarılmış ve Rifaiyye tarikatı da bir üye ile temsil edilmeye
başlanmıştı.532
Meclis-i
Meşayih’in
kurulmasından
sonraki
en
önemli
faaliyetlerden birisi, tekkelerin hiyerarşik olarak denetlenebilmesini sağlayacak
merkezi bir sistemin te’sisi olmuştur. Osmanlı eyaletlerindeki bütün tekkelerin
denetimini hedefleyen ve 1812 tarihli fermanla başlayan merkez tekke
uygulaması, Meclis-i Meşayih’in kurulmasından sonra yeni bir şekil almış ve
İstanbul tekkeleri bulundukları coğrafi bölgelere göre, tarikat ayrımına gidilmeden
önce 35 merkez tekkeye bağlanmış, 1915-16 tarihinden sonra bu sayı 15 merkez
tekkeyle sınırlandırılmıştır. İstanbuldaki bu 15 merkez tekkenin yanı sıra 5
Mevlevihane 8 Nakşi tekkesi müstakil merkezler kabul edilmiştir. Merkez tekke
uygulamasının son şekliyle beraber; İstanbul dahilindeki tekkelerin Meclis-i
Meşayih ile muhaberatını merkez tekkeler aracılığıyla yürütmesi ve merkez kabul
edilen tekkelerin diğer tekkeler üzerinde denetim haklarının bulunması hususları
1915-16
tarihli
Meclis-i
Meşayih
533
Talimatnamesi ile kabul edilmiştir.
Nizamnamesi’nin
Merkez
Tekâya
Merkez tekke uygulamasıyla artık tekkeler
devlet dairesi, Şeyhler ise devlet memuru statüsüne sokulmuş ve kanaâtimizce
tasavvuf’un bireysel, özerk o ulvî gayesi sapmaya uğramıştır.
II. Meşrutiyet dönemine (1908) geldiğimizde ise artık cehd ve gayretler özel
teşebbüslere dayanır. Bu tarihten itibaren tasavvuf alanında üç dergi, bir cemiyet
531
Tasavvuf Mecmuası, sayı: 1, s.2
Bilgin Aydın, “Meclis-i Meşayih”, DİA, XXVIII, s.247
533
Bilgin Aydın, “Osmanlı Devletinde Tekkeler Reformu ve Mecils-i Meşayih’in Şeyhülislamlık’a
532
Bağlı Olarak Kuruluşu Faaliyetleri ve Arşivi”, İstanbul Araştırmaları, sy.7 (1998), s.96.
168
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
dikkati çeker. Tanıtmaya çalışacağımız ilk dergi en uzun ömürlü neşrolunan ve
yazı kadrosu en geniş olan Ceride-i Sufiyye’dir. 1911 yılında haftalık yayınlanan,
sahib-i imtiyaz ve mes’ul müdürlüğünü Hasan Kazım’ın yaptığı dergi şu başlığı
kullanmıştır; “Tasavvufî, dini, siyasi, ahlaki, edebi Türk cerîde-i islamiyesidir.”534
Dergi Muhibban ve Tasavvuf Mecmuası’nın tam aksine siyasi konulara pek
girmemeyi tercih etmiştir. Muhibban ve Tasavvuf Dergileri ise alttan alta rekabet
içinde olmaları hasebiyle beraber incelenmesi gerekli olan iki mecmuadır.
Muhibban dergisinin sahib-i imtiyazı Hacıbeyzâde Ahmet Muhtar derginin bütün
tarikatlara aynı gözle baktığını söylese de yeniçerilikle beraber ilga edilen
Bektaşiliğin yeniden resmi bir hüviyete bürünmesi için çaba göstermiş, bu
minvalde Şeyh Nailî’nin kurulması için çaba harcadığı Cemiyet-i Sufiye-i
İttihadiye, Şeyh Nailî’nin ölümüyle Ahmet Muhtar bu hedefe yönelmişse de
muvaffak olamamıştır. Buna Mukabil konumuz açısından oldukça öneme haiz
Tasavvuf Mecmuasının desteklediği Cemiyet-i Sufiye ise Topkapı tramvay caddesi
Molla Gürani Camii karşısında kendine ait binada 1911 yılında kurulmuştur.
Cemiyetin reisi Musa Kazım Efendi, ikinci reisi ise Kelami dergahı postnişini
Şeyh Esad (Erbili) Efendidir. Tasavvuf Mecmuası cemiyet’in yayın organı gibi
çalışmakta idi. Zaten Şeyh Safvet Efendinin bir sonraki kurultayda cemiyetin
ikinci reisliğine getirildiğini görüyoruz. Cemiyet’in ana olarak 3 gayesi vardır;
Başlangıçtan günümüze kadar tasavvufun bütün yönlerini ele alan bir tasavvuf
tarihi hazırlamak, tasavvufla ilgili yazılmış bütün eserleri içine alan geniş bir
kütüphane kurmak ve cemiyet merkezinde belli zamanlarda mesleki konferanslar
gerçekleştirmek.535 Bunlardan ancak son zikrettiğimiz vuku bulmuştur.
TASAVVUF MECMUÂSI
Siyaset’in girdiği yere hakikat girmez der sufi bir bilge. Maalesef Osmanlı son
dönem tasavvufî hareketlerine baktığımızda bu alanı çok aşındırdıkları görülür.
Padişahlara himmet lütfeden, “gönlü meclisimize kayar da ülke meşgâliyetini
aksatır.” deyip kapıdan geri döndürülen sultanlar vâki olmuştu da bizâtihi siyasi
duruş sergileyen meşayih pek az çıkmıştı ta ki son devre kadar. Bu cümlelerle
534
Mustafa Kara, “Cumhuriyet Öncesi Tasavvufî Yayın Organları ve Cemiyetler ”, Hareket, sy.8
(1979), s.17
535
Mustafa Kara, “Cemiyet-i Sufiyye”, DİA, VII, s.335
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
169
meramımız aslında Tasavvuf Mecmuasının muhtevasına dairdir; 1911’de ilk baskı
yapıldığında Şeyh Safvet’in yazdığı mukaddime akabinde çıkacak 35 sayının
çizgisini belli etmiştir. Şeyh Safvet ise dergiyi çıkarma gayesini takdim ederken
İmam Kuşeyri hazretlerine öykündüğünü, kendi döneminin ehl-i tasavvufunda
vâki olan tahrifatın bir benzerinin İmam Kuşeyri zamanında da olduğunu beyan
etmiştir. İmam’ın “Kuşeyri Risalesi” ismiyle maruf eserini telif etmeye sevk eden
mülahaza ile aynı gerekçeleri paylaşan Şeyh Safvet dergiyi Kuşeyri Risalesinin
icra ettiği görevle özdeş kabul eder.536
Dergide işlenen konulara gelince Edebiyât-ı Sufiyye, Hikem-i Sufiyye, Ahlak-ı
Sufiyye, Istılahât-ı Sufiyye, Teracim-i Ahvâl-i Sufiyye, Mukatebât-ı Sufiyye başlıkları
yanında en önemlisi siyasi meselelerdir. Siyasi dediğimizde ise İttihat ve Terakki
Cemiyetinin methi ve meşruti idarenin faydalarıdır. Özellikle ilk sayılar bunun en
bariz örnekleridir; “Tasavvuf ve Meşrutiyet, İttihat ve Uhuvvet, Hılfu’l-Fudu ve
İttihat ve Terakki Cemiyetinin Şeriat-i Garra-yi İslamiyyede Mazhariyet-i
Maneviyesi”. Bu minvalde dergi İttihat ve Terakki cemiyetinin dini yayın organı
gibi çalışmıştır dersek hata etmiş olmayız; çünkü diğer işlenen konular dahi
hâkimiyet-i milliyeyi pekiştirmek, adalet ve eşitliğe kapı aralamak, birlik ve
kardeşliği tesis etmek gayesi güttüğü mukaddimenin daha ilk cümlesinde faaş edilir.
“Mebhas-ı mahsusunda ayrıca izah ve tafsil edileceği üzere musâvât ve adalete,
ittihad ve uhuvvete ve bil’l-cümle mekârim-i ahlâk-ı insaniyete ilmen ve amelen
bir vesile-i mühimme olmasına nazaran hakimiyet-i milliye ile münasib-i
külliyesi olan tasavvufun usul ve furûuna mebadi ve makasıdını ve mebâhis-i
mütenevviasını havi bir mecelle-i maneviyyenin matbuat-ı osmaniyye arasında
te’sisi ilan-ı meşrutiyetten beri vârid-i hatır olmakta idi.” 537
Derginin yazar kadrosu istikrarlı bir özel kadroya sahip değildir; Şeyh Safvet
Efendi, Haydârizade İbrahim, Muhammed Esad Erbîli, daha önce değindiğimiz
Şeyhülislam Musa Kazım Efendi, Mehmet Emin Efendi, Şeyh Rızaeddin Remzi
Rifaî, Muhammed (Mehmet) Şakir, Şeyh Osman Efendi, Abdussamed Efendi,
Mesnevihan Ali Fuat, Isparta Mebusu Süleyman Sami, Şeyh Naci, Mahmut Kamil
dergide yazı neşredenler arasındadır.538
536
Tasavvuf Mecmuası, sy. 1, s.1-2
Tasavvuf Mecmuası, sy.1, s.1
538
Ayrıntılı bilgi için bkz. Hatice Kunt, Tasavvuf Dergisi Yazıları, Konuları ve Metin Tahlili,
(Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İzmir;
2006
537
170
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
ŞEYH SAFVET’İN TASAVVUF DERGİSİNDEKİ YAZILARI
Siyasi Görüşleri
Çalışmamızın omurgasını oluşturan Şeyh Safvet’in siyasi tavrı özellikle
“mukaddime, Tasavvuf ve Meşrutiyet, İttihat ve Uhuvvet, Hılfu’l-Fudu ve İttihat ve
Terakki Cemiyetinin Şeriat-i Garra-yi İslamiyyede Mazhariyet-i Maneviyesi,
Tearuf-i Ruhani ve İttihad ve Terakki Fırkasının Esrarı, Âfât-ı ittihâd” adlı
makalelerinden hareketle değerlendirmeye alınmıştır. Şeyh Safvet’in hayatını ve
düşüncelerini şekillendiren kanaatimizce iki damar vardır; tasavvuf, insan-alemtanrı’ya dair ontolojik arka planını teşkil ederken, bürokrasiyle iç içe oluşu da
kendisine siyasi bir duruş kazandırmıştır ve hiçbir zaman bu iki damarı
birbirinden ayrı görmemiştir. Dönemin sıkıntılı zamanlarının çözümünü bu günün
siyasilerinin dahi dillerine pelesenk olmuş milli birlik ve kardeşlik düsturunda
gören Şeyh539 bunun ancak fertlerin ahlakî tekamülüyle mümkün olabileceğini
savunmuştur. Fertler arasında muhabbetin peydah olabilmesi için ise ulvi bir
rabıtaya ihtiyaç duyulur, bu rabıta da ancak ve ancak sahih tasavvufi temellerle
inşa edimiş bir toplumda mümkündür;
“Felihâza beyne’l-efrad muhabbeti îcâb eden hâl, menâfi-i şahsiye ve
lezâiz-i nefsâniyye kabilinden ise o muhabbet serîü’z-zevâl olur. Efrâd-ı
milletin uhuvvet-i hakikiyyesini te’sis ve temin edemez. Rabıta-i sûriyye
ile bugün dost olanların yarın düşman oldukları daima görülmektedir.
Lakin bir kemâl-i hakiki ve bir maksad-ı ulvî mülahazâtıyla zuhur eden
muhabbet
ve
böyle
muhabbet-i
makbûlenin
şecere-i
Rıdvan-ı
maneviyyesinden iktitaf edilecek ittihad ve uhuvvet, efrâd-ı millet
arasında saadet-i umumiyyenin bir semaye-i giran-bahayı sermedîdir.”540
Akabinde söylediği “hey’et-i ictimaiyye arasında selamet saadeti milyonlarca
vatandaşları tarafından taht-ı te'mine alınan bir insanın hod-be-hod menâfi-i
şahsiyyesiyle
uğraşması
akl
ve
himmet’in
dışındadır”541
cümlesi
II.
Abdülhamid’in menfaatletlerini milli birlik ve kardeşliğe tercih ettiğini iddia eder.
Dönemin münevverlerinin ekserisi ahlak üzerinde epey durur. Tüm
müesseseleriyle çöküşe geçmiş Osmanlının kurtuluşunu ahlakın iyileştirmesinde
539
Tasavvuf Mecmuası, sy. 2, s.1
Tasavvuf Mecmuası, sy. 2, s.1
541
Tasavvuf Mecmuası, sy. 2, s.2
540
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
171
görenlerden biriside Şeyh Safvet idi. Şeyh, sûfilerin yolunu ahlak’ın kemale
vuslat’ı için gerekli gördüğünü şu cümlelerle ifade eder:
“Berâhin-i akliye ve nakliye ve şevâhid ve hadiât-ı kevniyye ile her bir
kavmin idare-i âmmesi üzerinde ahlak-ı umumiyyesinin avâmil-i müessire-i
ictimaiyyeden olduğu teslim edilince milletin terakki ve teâlisi emrinde
evvela, mekârim-i ahlakın ihya ve ta’mimi ile ıslahât-ı esasiyyeden
başlamak ve teşebbüsât-ı mühimmeyi mesâlik-i celile-i sufiyyeden aramak
icab eder. Çünkü bu mesâlik-i celile ilmen ve amelen nefs-i emmârenin
tezhib ve tezkiyesiyle mehâsin-i insaniyyenin istikmâli mekâsid-i âliyyesi
üzerine mebni müessesât-ı me’sure-i maneviyyemizdendir.”542
Şeyh Safvet güzel ahlak, ittihad ve uhuvvet, musavât ve adalet kavramlarıyla
süslediği düşünce dünyasını gerçek dünyada tam anlamıyla Meşruti idarenin
yönetiminde yakalamıştır. “Mezalim-i şedide”543 günleri II. Meşrutiyetin ilanıyla
geride kalmış ve daha önce değindiğimiz üzere meşrutiyetin feyzinden istifadeyle
Tasavvuf Mecmuasının neşrine karar vermiştir. II. Meşrutiyetle beraber meclis’in
yöneteceği bir yapıya geçen ülke halkının manevi güzelliklerle dolu olması
vatanın ve vatandaşların menfaati açısından hak ve adaletin tesisi için seçeceği
kişilerin de bu minvalde olacağına delalettir. Böyle bir meclis ise mezkur şartlar
ile tesisiyle melek ve melekûtun övgüsüne layık olacaktır.544
Bu süreç’in banisi İttihat ve Terakki Cemiyeti kendini dini yönden
temellendirmesi gerekiyordu ki halk tabanında yankı uyandırabilsin. İşte bu
esnada Tasavvuf Mecmuası ve türevleri bu görevi ifa etmeye başlamışlardır; fakat
karşılıklı menfaat ilişkisinden ziyade hakikaten İttihad ve Terakki Cemiyetinin
ideallerine inanmış bir mütedeyyin grup o dönem için vâkidir. Niyetlerinden
şüphe etmemekle beraber tarih’in getirdiği sonuçlar –ki 10-15 yıl içerisinde
Osmanlı Devleti yıkılmıştır- yanıldıklarını kanıtlar niteliktedir. Tasavvuf
mecmuasına getirilen cemiyeti “methetmede aşırılık” eleştirisine Şeyh Safvet’in
“El-yevm bu cem’iyyet-i maneviye ve netice-i mantıkiyyeyi görünce hasbe’lbeşeriyye isti’cal ile Tasavvuf Ceridesini meddahlık gibi bir sıfat-ı hasise ile itham
etmemelerini rica ederiz…”545 sözleriyle karşı çıktığını görüyoruz.
542
Tasavvuf Mecmuası, sy. 1, s. 6.
Tasavvuf Mecmuası, sy. 1, s. 2.
544
Tasavvuf Mecmuası, sy. 1, s. 6.
545
Tasavvuf Mecmuası, sy. 2, s. 4.
543
172
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
Toplumların yozlaştığı dönemlerde hak ve adalet-perestler daima
kendilerini bu kokuşmuşluktan soyutlayıp alternatif müesseseler kurmuşlardır.
Efendimiz’in vahye muhatap olmadan önce mensubu olduğu Hılfu’l-fudul işte bu
çekincelerle, erdemli insanların bir araya geldiği kurumdur. Zulmet dönemlerinde
ortaya çıkan bir diğer müessese İttihad ve Terakki Cemiyeti, Hılfu’l-fudul
mesâbesinde teceddüde soyunmuş ulvi bir kurum olarak karşımıza çıkar. Şeyh
Safvet her yüzyılda bir müceddid geleceğine yönelik hadîs-i şerîfi bireysel
bağlamda değerlendirmez ve asrın mücedidi olarak gördüğü Cemiyeti şöyle
takdim eder;
“…hadîs-i şerifi dahi irfan ve basiretle teemmül edilirse, o cemiyet-i
mubârekenin mübeşşerât-ı aliyyesinden olduğu görülür. Çünkü zulüm
ve adavet’in izalesiyle adl ve ihsânın muhafazası dîn-i mübîn-i
islâmın mâhiyeti mukaddesesi muktezâsındandır. Her ne zaman bu
mukteza-i âliye ihtimam ve esbâb-ı lâzimesi itmam edilmiş ise bu dîni mübînin emr-i metîni dahi o nisbette teceddüd ve teeyyüd eylemiştir.
Bu hadîs-i şerîfin şerhinde müdekkikîn-i ulemâ-yı İslam emr-i
tecdîdin şahs-ı vâhide inhisarı îcâb etmeyeceği cihetle her asırda
sunûf-ı muhtelifeden bir hey’et-i müceddidenin zuhurunu istinbat
eylediklerine nazaran min külli’l-vücûh dîn-i mübîn-i İslam’ın usul ve
furuûna münâfi bulunan idare-i müstebiddenin fer’ ve izalesiyle usûl-i
meşrûa-i meşveretin temhid ve te’sisi hususlarında İttihad ve Terakki
Cemiyetinin muvaffakiyet-i uzmâsı müceddidlik şeref-i girânbahasını da bu hey’et-i muhteremeye bahş etmiş oluyor. Bugün
meâlim-i münderese-i diniyyenin ihyâsına medyûn ve meftûn olan
ulema-yı dîn-i İslam’ın himem-i âliyyesini sekte-dâr edecek menvânii rengâ-renk istibdâdın kuvve-i kâhire-i hürriyetle külliyen izâle
edilmiş olması teceddüdât-ı diniyyemizin en parlak örneğidir.”546
Ruhlar elest bezminde saf tuttukları vakit şehadet âleminde muhabbet
cerayan edecek hemcinslerini teberruken seçmişlerdi. Şeyh Safvet’e göre bu
birliktelik sadece ruhların değil fikirlerinde birliğini doğurmuştur. Böyle
olmasaydı eğer cemiyet 1911 yılına kadar yani üç sene bu ittihadı nasıl
546
Tasavvuf Mecmuası, sy. 2, s.5.
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
173
sağlayabilirdi.547 İttihad ve Terakki Cemiyeti mensupları fikir birliği etmiş ise bu
ruhların daha evvelden (ârâmgâh-ı mânevide) ittihad ettiğinin kanıtıdır.
“İnsan denilen hülâsa-i tekvin ve hilkat bir cisim ile ehâdis-i şerife-i
nebeviyye’de beyan buyrulduğu üzere o cisimden binlerce sene evvel
takdir buyurulan ruhun mecmûundan ibarettir. Bütün idrâkât ve
melekât-ı insâniyye ise ruhun hasayi-i aliyesindendir. Efkar arasında
münâsebât-ı ittihâdiyyeyi taharrî ederken evvela efkarın mâ-bihi’lkıyâmı olan ervah arasında o münâsebât-ı mütekâbileyi taharri
etmelidir. Binâberin ecsamın halk ve icâdından mukaddem ervâh-ı
beşeriyyenin
idrâkât
ve
hasâyisiyle
beraber
ârâmgâh-ı
maneviyyesinde hem bezm-i tearüf yahut yek diğeriyle rû-gerdan-ı
tehalüf olduğu ve bu alemde zuhûr eden ümûru o ârâmgâh-ı
maneviyyedeki şüûnâtın âsâr-ı mütecelliyesinden ibaret olduğu
( ‫)ﺍاﻻﺭرﻭوﺍاﺣﺠﻨﻮﺩد ﻣﺠﻨﺪﺓة ﻣﺎ ﺗﻌﺎﺭرﻑف ﻣﻨﻬﮭﺎ ﺍاءﺗﻠﻒ ﻭو ﻣﺎ ﺗﻨﺎﻛﺮ ﻣﻨﻬﮭﺎ ﺍاﺧﺘﻠﻒ‬548 hadîs-i
şerif ile sabittir.” 549
Terâcim-i Ahvâl-i Sûfiyye (İmam Gazzali)
Derginin kısımlarından bahsederken sufilerin hâllerini izah eden bir
bölümü de kapsadığından bahsedilmişti. Şeyh Safvet ise yaklaşık 5 sayıya
mündemiç İmam Gazzali’nin hal tercümesini yazmıştır. Bu yazı silsilesinin
ilkinde İmam Gazzali’nin doğduğu yer, babasının vasiyeti ve ilim hayatından
bahseder. Şeyh Safvet’e göre Nişabur’a eğitim için gittiğinde İmamü’l-harameyn
Abdülmelik b. Abdullah Cüveyni hazretlerinden edindiği en önemli haslet fikir
hürriyetidir; zira İmamü’l-Haremeyn’in İmam Şafi ve Eş’ari imamlarının
görüşlerine kendi ilmî muktesabatı doğrultusunda uymayabiliyordu.550
İmam Gazzali ilim hayatının ilk döneminde fıkıhla iştigal etmiş; fakat
filozofların fikirlerinin itikadı zedelediğini görünce bir gurubun yaptığı gibi
külliyen red, diğer bir gurubun ise koşulsuz kabulüne razı gelmemiş ve üç yıl
süreyle felsefeye yoğunlaşarak en sonunda “Tehâfü’l-felâsife” adlı eserini
547
Tasavvuf Mecmuası, sy. 5, s.2
Buhari, Sahih, Enbiya, 2, IV, 104.
549
Tasavvuf Mecmuası, sy. 5, s.2
550
Tasavvuf Mecmuası, sy. 7, s.3
548
174
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
meydana getirmiştir.551 İmam Gazzali felsefeyi külliyen red edenleri felsefenin
kısımlarından olan riyadiyyat (matemetik) ilminin de reddi olarak görür ve buda
alem-i islamı cehalete mebni kılar. Külliyen kabul edenleri de şu cümleleriyle red
eder: "meselâ ulûmu riyâdiyyede isabet edenlerin aynı suretle ilahiyat kısmında
dahi isabetleri lüzumuna kaim olmak; münâfî-i akli ve hikmettir. Bu mesleğin
neticesi ise bahs ve istidlale ehemmiyet vermeksizin kevyen avâm-ı nâsın
tabakasından yükselmek zeamiyle felsefe namına her ne işitirse kabul etmek ve şu
suretle felsefeye tarafdâr geçinmekten ibarettir ki; taklidin aynı ve belki de en
aşağı bir nev'idir; çünkü bir taklidi bırakıp da diğer bir taklide intikâl etmek
merâtib-i insaniyyenin pek âdi bir mertebesidir.”552
Diğer bir taraftan İmam Gazzali batınî yollarla da mücadelesini sürdürmüş,
ismailî, karmatî gibi mezhepler ve Hasan Sabbah gibi İslam dünyasında fâsideye
sebep olan kişilerle ilmi münazara yapmak üzere o dönemde oldukça meşhur olan
İmam Gazzali, hilafet makamından onlarla mücadele etmesi için emir almıştır.553
İmam Gazzali bir müddet sonra hayatın anlamına dair cevaplanması çok güç
sorgulamalara girişti ve nihayetinde şam’a giderek Şeyh Ebu Ali Farmedi’nin
(k.s) yanında iki yıl kaldı ve halvet, uzlet, riyazât ile meşgul olup ruhunu
dinlendirdi. Akabinde ise memleket’i Tus’a gidip medrese ile hankâh inşa edip
hayatını idame ettirdi.554 İmam Gazzaliye hayatının bu evresinde nizamiye
medresesine geri dönmesi teklif edilse de o, bunu nazikçe ve neciz ifadelerle
yazdığı mektubunda555 reddetmiştir.
MÜSTAKİL BAHİSLER
Hakîkat-i İnsâniyye
Zamanla mukayyed insan hakikat arayışında olan bir varlık olması
hasebiyle yüzyıllar önce sorduğu soruları yüzyıllar sonra yine soracaktır; çünkü o
mekanla da mukayyettir. Hakikat yolcusu ise hakikatin zamandan da mekandan da
münezzeh olduğunu bilip, onu tanıyınca vuslat ancak o zaman vâki olacaktır.
“Ben insanları ve cinleri beni tanısınlar diye yarattım”556 diyen Allah insanın
551
Tasavvuf Mecmuası, sy. 8, s.8
Tasavvuf Mecmuası, sy. 9, s.2-3
553
Tasavvuf Mecmuası, sy. 9, s.4
554
Tasavvuf Mecmuası, sy. 10, s.6
555
Yazılan mektubun tamamı için bkz. Tasavvuf Mecmuası, sy. 11, s.3
556
Zâriyat, 39/56
552
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
175
gayesini çizdiğinde Hz peygamber’e sorulan sorulardan birisi de ruh nedir idi?
Allah cevapladı; “Sana ruhtan sorarlar. De ki: Ruh rabbimin emrindedir.”557 Bu
emr-i ilahiyi ruh’un hakikatine dair soruları men olarak algılayanlar çıktıysa da
bu, ekserî müfessir, ehl-i hakikat ve Şeyh Safvet’e göre bilakis anlam arayışına bir
muştuydu;558 çünkü Allah onu kendini tanımakla görevlendirmişti. Buradan
hareketle Cenab-ı beydâvi “‫ﺭرﻭوﺣﻪﮫ‬
‫ ”ﻭو ﻧﻔﺦ ﻓﻴﯿﻪﮫ ﻣﻦ‬ayet-i kerimesini tefsir ederken
“Teala ve Tekaddes hazretleri ruhu şereflendirmek ve bir halk-i acîb olduğunu
bildirmek ve hazreti rububiyyet’e nev’ima münâsebeti olan bir şân-ı azim ile
mümtaz ve muhtas bulunduğunu bildirmek için onu zât-ı akdesi’l-uluhiyyetine
muzaf eylemiş ve bundan dolayı –aleyhi’s-salatü ve’s-selam- Efendimiz: ‘Her kim
nefsini bildiyse, rabbinide bildi’ buyurmuştur demektir.”559
Peki ruh hakikaten nedir? İmam-ı Gazzaliden iktibasla Şeyh Safvet ruhun
cisim olmadığını beyan ediyor. Zira cisim olsaydı kâbil-i inkisam olması lazım
gelirdi. Ruhun cesed ile münasebeti ikinci bahis konusu olmuş ve denilmiştir ki;
“Ruh cesede ne muttasıl ne munfasıl, ne dâhil ne de hâriçtir. Zira ittisal ve
infisal’in musahhıhı cismiyyet ve tehayyüzdür. Ruh bunlardan Müberra
olduğundan her iki zıddan dahi vâ-restedir.”560Hülasa-yı kelâm Şeyh Safvet bu
makalesinde İnsanın hakikatine ve ruh’a dair soruların birbiriyle ilintili sualler
olduğuna cevap vermek ve aramakla nihayete erdirmiştir.
Mi’râc-i Ârifîn
Şeyh Safvet’in o güzel deyişiyle “nâzenîn-i dilâra-yı hakikat”561 olan
namaz risaletpenah efendimizin mirac’ı esnasında Hak Tealanın kıymetli bir
hediyesidir. Yalnız mirac’ın keyfiyetine dair bazı ihtilaflar vardır. Bunu Şey
Safvet, Fahreddîn Râzi’den iktibasla şöyle izah ederek makalesininin konusunu
daha sonra tafsilatlandırır:
“Sürûr-u kainat aleyhi efdâlü’t-tahiyyat Efendimiz hazretlerinin zâhir
ve bâtın alemlerinde ikişer mi’rac-ı mukaddesleri vardır. Mi’râc-ı
zâhirînin biri mescidü’l-haram-ı ilahiden mescid-i aksâya ve diğeride
557
İsrâ, 17/85
Tasavvuf Mecmuası, sy. 3, s. 2
559
Tasavvuf Mecmuası, sy. 3, s. 1
560
Tasavvuf Mecmuası, sy. 3, s. 2
561
Tasavvuf Mecmuası, sy. 3, s. 3
558
176
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
mescid-i aksâdan melekût-i ulyâyadır. Mi’râc-ı bâtınînin dahi biri,
âlem-i şehâdetten kişveristân-ı gayba ve diğeri ise ordan cihân-ı
‫ ﻓﻜﺎﻥن ﻗﺎﺏب ﻗﻮﺳﻴﯿﻦ‬ayet-i kerimesiyle işâret buyrulan
güzergâh-ı cenâb-ı risâlet ve ‫ ﺍاﻭو ﺍاﺩدﻧﻲ‬san’at-ı mübeccelesi de fenâ-yı
gaybü’l-gaybadır.
nefsîden ibarettir.”562
Akabinde Şeyh Safvet, Efendimizin bize hediye ettiği namazın ahvalini, her
bir rüknünün ve kelimesinin ne mânayâ geldiğini uzun uzatıya anlatırken edebi bir
dille öğütler verir. Bunların tamamına değinmemekle beraber namaz hakkında
ufak bir pasaj vererek üslûbun güzelliğine dikkat çekmek isteriz; “Murâfakât
müstahkem olunca murâfekât müteaazir olur”563
Câmia-i İslâmiyye
Şeyh Safvet daha önce zikrettiğimiz üzere Meclis-i Mebusanda vekillik
yapmış bir zâttır. Bu yazıyı da ibadiyye mezhebine mensub Muhammed Ferec
en-Neccâri adlı şahsın meclis’e sunduğu matbu’ esere istinaden yazmıştır;
çünkü bu risale ibadiyye mezhebini fırka-i Naciye kabul ederek diğer
mezheplere tan eden bir metindir. Meşruti idarenin hasıl olduğu böyle bir
kardeşlik döneminde mezhep taasubunu çok tehlikeli gören Şeyh Safvet selef
döneminde vâki olan çekişmelerin bir benzerine mahal verilmemesi gerektiğini
savunur.
Fırka-i Naciye meselesine gelicek olursak Şeyh bu konuda iki rivayetin
mevzubahis olduğunu söyler; bunlardan ilki “ümmetim 73 fırkaya bölünecek ve
biri hariç hepsi cehenneme gidecektir.” İkincisi ise “ümmetim 73 fırkaya
ayrılacak, biri hariç hepsi cennete gidecektir.” mânâlarındadır. Şeyh birinci
rivayete göre bu fırkalarına hakikat taaddüd etmez mucibince ancak birinin haklı
olduğunu ve unun şefaatsiz cennete gideceğini söylerken diğerlerinin ise şefaat-i
nebevi sayesinde cennete gireceğini söyler.564
562
563
Tasavvuf Mecmuası, sy. 3, s.4
“Beraberlik hakim olunca ayrılmak güç olur.”
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
177
SONUÇ
19. yüzyıl modernleşme açısından her alanda atıfların batıya yapılmaya
başlandığı bir dönem olarak karşımıza çıkar. Mağlubiyetler silsilesinin bekli de en
ağır’ı işte bu tavır olmuştur. 19. yüzyıl batıya karşı kompleksli alim prototipini
ortaya çıkartırken kullanılan kavramlar artık batıdan ihraç edilir olmuştur. Bu
profil cumhuriyet döneminde tekke ve medreselerin ilgasıyla yıllar sürecek bir
sükûta uğramış ve yer altına çekilmek zorunda kalmıştır. Bu neslin yetiştirdiği
insanlar siyasi ilmi, fikri mücadelelere girişmiş ve bugünlere gelinmiştir.
Şeyh Safvet o çalkantılı dönemlerin önemli bürokratı ve meşayihlerinden
olması hasebiyle ehemmiyete haiz bir zât olarak karşımıza çıkmış İttihad ve
Terakki Cemiyetine bağlılığı kuvvetli bir Şeyh olarak dikkatleri çekmiştir. Onun
özelinde incelemeye çalıştığımız aslında o zor dönemlerde alim ve arif şahısların
fikrî tezahürleri nasıl cereyan eder sorusuna cevap aramaktı. Nâçizâne cevabını
aradığımız bu sual’in çalışmamız vesilesiyle daha başka ufuklara iştiyâk
uyandırması temennisiyle…
TABLO-I
Şeyh Safvet
Vazîfe
22 R. Evvel 10 Mart
1329
23 Mart
1327
1
1
1
1-2
1
2-5
1
5-7
1911
Şeyh Safvet
Mukaddime
22 R. Evvel 10 Mart
1329
23 Mart
1327
1911
Şeyh Safvet
Sûfiyye ve Tasavvvuf
22 R. Evvel 10 Mart
1329
23 Mart
1327
1911
Şeyh Safvet
Tasavvuf ve Meşrûtiyyet 22 R. Evvel 10 Mart
23 Mart
1329
1327
1911
564
Tasavvuf Mecmuası, sayı: 10, s.2
178
Şeyh Safvet
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
Ittihâd ve Uhuvvet
29 R. Evvel 17 Mart
1329
30 Mart
1327
2
1-3
2
3-5
3
1-3
3
3-6
4
1-3
4
7-8
5
1-2
5
2-4
6
1
6
1-2
6
7-8
7
1-2
1911
Şeyh Safvet
Hılfü’l-Füdûl ve Ittihâd
29 R. Evvel 17 Mart
1329
ve Terakkî
30 Mart
1327
Cem‘iyyeti’nin Şerîatı
Şeyh Safvet
Hakîkat-ı Insâniyye
1911
8 R. Ahir 25 Mart 8 Nisan
1329
1327
1911
Şeyh Safvet
Mi‘râc-ı Arifin
8 R. Ahir 25 Mart 8 Nisan
1329
1327
1911
Şeyh Safvet
Cihâd-ı Ekber
13 R. Ahir 31 Mart 13
1329
Nisan
1327
1911
Şeyh Safvet
Urfa’da Terakkiyât-ı
13 R. Ahir 31 Mart 13
1329
Ma‘neviyye
Nisan
1327
1911
Şeyh Safvet
Taârüf-i Rûhânî ve
20 R. Ahir 7 Nisan 20
1329
Ittihâd ve Terakkî
Nisan
1327
Fırkası’nın Esrârı
Şeyh Safvet
Izâh ve Tafsîl
1911
20 R. Ahir 7 Nisan 20
1329
Nisan
1327
1911
Şeyh Safvet
Arz-ı Tehniyet
27 R. Ahir 14 Nisan 27
1329
Nisan
1327
1911
Şeyh Safvet
Beşâyir-i Ma‘neviyye
27 R. Ahir 14 Nisan 27
1329
Nisan
1327
1911
Şeyh Safvet
Cem‘iyyet-i Sûfiyye
27 R. Ahir
1329
14 Nisan 27 Nisan
1327
1911
Şeyh Safvet
Kâle Hayr
4C. Ulâ 21 Nisan 3 Mayıs
132.9
1327
1911
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
Şeyh Safvet
Şeyh Safvet
Terâcim-i Ahvâl-i
4C Ulâ 21 Nisan 3 Mayıs
132.9
Sûfiyye
1327
(imâm Gazâlî)
1911
Terâcim-i Ahvâl-i
12 C. Ulâ 28 Nisan 11
1329
Sûfiyye
Mayıs
1327
(imâm Gazâlî)
(7. sayıdan devâm)
Şeyh Safvet
179
7
2-3
8
8
9
2-4
10
4-6
11
4
8
1-3
9
1-2
10
1-4
11
1-3
12
1-3
13
1-2
1911
Terâcim-i Ahvâl-i
19 C. Ulâ 5 Mayıs 18
1329
Sûfiyye
Mayıs
1327
(imâm Gazâlî)
1911
(8. sayıdan devâm)
Şeyh Safvet
Terâcim-i Ahvâl-i
26 C. Ulâ 12 Mayıs 25
1329
Sûfiyye
Mayıs
1327
(imâm Gazâlî)
1911
(9. sayıdan devâm)
Şeyh Safvet
Şeyh Safvet
Ta‘lîm ve Taallüm
3 C. Ahir 19 Mayıs 15
1329
(imâm Gazâlî)
(10. sayıdan devâm)
Haziran
1327
1911
Esrâr-ı ibtilâ
12 C. Ulâ 11 Mayıs 28
1329
Nisan
1327
1911
Şeyh Safvet
Afât-ı ittihâd
19 C. Ulâ 5 Mayıs 18
1329
Mayıs
1327
1911
Şeyh Safvet
Câmia-i islâmiyye
26 C. Ulâ 12 Mayıs 25
1329
Mayıs
1327
1911
Şeyh Safvet
ihtârât-ı Şer‘iyye
3 C. Ahir 19 Mayıs 15
1329
Haziran
1327
1911
Şeyh Safvet
Şeyh ve Derviş
10 C. Ahir 26 Mayıs 8
1329
Haziran
1327
1911
Şeyh Safvet
Turuk-ı ilâhiyye
17 C. Ahir 2 Haziran 15
1329
Haziran
1327
1911
180
Şeyh Safvet
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
Maârif-i Ledünniyye
24 C. Ahir 9 Haziran 22
1329
Haziran
1327
14
1-2
15
1-2
16
1-4
21
1-2
22
1-3
26
1-3
27
1-4
30
1-3
31
1-3
32
1-3
33
1-2
33
3-5
1911
Şeyh Safvet
Muhabbet-i ilâhiyye
2 Receb 16 Haziran 29
1329
Haziran
1327
1911
Şeyh Safvet
Ahlâk-ı islâmiyye
9 Receb 23 Haziran 6
1329
Temmuz
1327
1911
Şeyh Safvet
Şeyh Safvet
Başlıksız
14 Şa’bân
28 Temmuz
1329
1327
10 Ağustos
1911
Savm Münâsebetiyle Ekl 21 Şa’bân 4 Ağustos 17
1329
ve Şurb Hakkında Ba‘zı
1327
Ağustos
Hükmiyyât-ı islâmiyye
Şeyh Safvet
Şeyh Safvet
Esrâr-ı Siyâm
Leyletü’l-Kadr
1911
21 Ramazan 1 Eylül 15
1329
Eylül
1327
28 Ramazan 8 Eylül 22
1911
1329
Eylül
1327
1911
Şeyh Safvet
Tebşîrât-ı İlâhiye
4 Zi’l-Ka’de 13 T. Evvel
1329
(Hasbuna’llâh ve
27 Ekim
1327
Ni‘me’l-Vekîl)
Şeyh Safvet
1911
Gençlerimize Bir
10 Zi’l-Ka’de 20 T. Evvel
1329
Nasîhat
2 Kasım
1327
1911
Şeyh Safvet
Evliyâu’llâh
10 Zi’l-Ka’de 27 T. Evvel
1329
9 Kasım
1327
1911
Şeyh Safvet
Şeyh Safvet
Arafât
9 Zi’l-Ka’de 27 T. Evvel 9 1329
Kasım
1327
1911
Terâcim-i Ahvâl-i
9 Zi’l-Hicce 27 T. Evvel 9
1329
Sûfiyye
Kasım
1327
(Selmân-ı Fârisî)
1911
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
Şeyh Safvet
181
Terâcim-i Ahvâl-i
15 Zi’l-Hicce 24 T. Sânî 7
1329
Sûfiyye
Aralık
1327
(Selmân-ı Fârisî)
34
5-6
35
1-2
1911
(33. sayıdan devâm)
Şeyh Safvet
Murâkabe
15 Zi’l-Hicce 1 K. Evvel
1329
14 Aralık
1327
1911
565
BİBLİYOGRAFYA
Albayrak, Sadık, Son Devir Osmanlı Uleması, İstanbul: 1980.
Aydın, Bilgin, “Osmanlı Devletinde Tekkeler Reformu ve Mecils-i Meşayih’in
Şeyhülislamlık’a Bağlı Olarak Kuruluşu Faaliyetleri ve Arşivi”, İstanbul
Araştırmaları, sy.7, İstanbul; 1998, s.93-109.
………......., “Meclis-i Meşayih”, DİA, XXVIII, s. 246-247.
Ayvedi, İlhan, Misalli Büyük Türkçe Sözlük, İstanbul: 2010.
Gündüz, İrfan, Osmanlılarda Devlet-Tekke Münasebetleri, İstanbul: 1984.
Hatipoğlu, İbrahim,
İzmirli İsmail Hakkı – Şeyh Safvet Ahlak ve Tasavvuf
Kitaplarındaki Hadislerin Sıhhati, İstanbul: 2001.
Kara, Mustafa, Metinlerle Günümüz Tasavvuf Hareketleri, İstanbul: 2010.
………......., Din, Hayat, San’at Açısından Tekkeler ve Zaviyeler, İstanbul: 1990.
………......., “Cumhuriyet Öncesi Tasavvufî Yayın Organları ve Cemiyetler”,
Hareket, sy.8, İstanbul; 1979, s.16-22
………......., “Cemiyet-i Sufiyye”, DİA, VII, s.335
Kunt, Hatice, Tasavvuf Dergisi Yazıları, Konuları ve Metin Tahlili, (Basılmamış
Yüksek Lisans Tezi), Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü,
İzmir: 2006.
Sami, Şemseddin, Kâmûs-i Türkî, İstanbul: 2006.
Vassaf, Hüseyin, Sefîne-i Evliya (çev. Mehmet Akkuş- Ali Yılmaz), İstanbul:
1990.
565
Hatice Kunt, Tasavvuf Dergisi Yazıları, Konuları ve Metin Tahlili, (Basılmamış Yüksek Lisans
Tezi), Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İzmir; 2006
DÎVÂN ŞİİRİNDE EBÛ HANÎFE KONULU BEYİTLER566
COUPLETS ABOUT ABU HANIFAH IN THE POEMS OF DIWAN
Şeyma Benli
ÖZET
Hükümdarlar, devlet adamları, peygamberler, âlimler, tarihî ve efsanevî
şahsiyetler beyitler ya da müstakil şiirler vasıtasıyla dîvân şiirinde kendilerine yer
bulmuşlardır. Dîvânlarda bahsi geçen âlimlerden biri de, daha çok Ebû Hanîfe
künyesiyle tanınan, Nu’mân b. Sâbit’tir. Bu çalışmada önce Ebû Hanîfe hakkında
bilgi verilecek, sonra da ona dair yazılmış beyitler sıralanıp açıklanacaktır.
Anahtar Kelimeler: Ebû Hanîfe, Nu’mân b. Sabit, İmâm-ı A‘zam, Dîvân Şiiri
ABSTRACT
Sultans, statemen, prophets, scholars, historical and mythical personage take
a place for themselves in the poems of diwan through couplets or substantive
poems. One of the scholars who is mentioned in the poems is Nu’mân ibn Thabit,
that is better known by his personal record Abu Hanifah. Firstly, information was
given about Abu Hanifah, then couplets which was written for him was put in
order and was explained in this study.
Key Words: Abu Hanifah, Nu’mân ibn Thabit, Imam al-A‘zam, The Poems
of Diwan
GİRİŞ
Bir şiirde şairin içinde bulunduğu sosyal, kültürel, dînî çevrenin etkilerini
görmek kaçınılmazdır. Zira insan, yetiştiği toplumun ürünüdür, ondan izler taşır.
Müslüman bir kimliğe sahip olan dîvân şairleri de şiirlerinde İslâm dinine ait
unsurlara oldukça geniş yer vermişlerdir. Bazen âyet ve hadislerin anlamlarını
şiirlerinde ustalıkla işlemişler, bazen de peygamber kıssalarına atıfta bulunarak
566
Söz konusu çalışma Prof. Dr. Ahmet Özel danışmanlığında gerçekleştirilmiş, Yrd. Doç. Dr.
Ahmet Karataş tarafından gözden geçirilmiştir.
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
183
duygularını daha güzel bir şekilde ifade etmeye çalışmışlardır. Bazen de din
büyüklerini anlatan şiirler yazmışlardır ki bunların en başında Hz. Muhammed
(sav) gelmekte; onu ashab, tarikat pirleri, âlimler, -bunlara ek olarak şiî-alevî
kökenli şairlerde- on iki imâm gibi önemli şahsiyetler takip etmektedir. İşte bu
şahsiyetlerden biri de İmâm-ı A‘zam Ebû Hanîfe’dir.
Bu çalışma, Müslümanların dünyasında önemli bir yeri olan Ebû Hanîfe’den
dîvân şiirinde nasıl bahsedildiğini ve onun klâsik şiirin şahıslar dünyasında hangi
ölçüde yer aldığını ortaya koymayı amaçlamaktadır. Yüze yakın dîvânın tek tek
incelenmesi sûretiyle ortaya çıkan beyitler konularına göre tasnif edilmiş ve
gerekli açıklamalar yapılmıştır.
I. EBÛ HANÎFE’NİN HAYATI VE ŞAHSİYETİ
Ebû Hanîfe (80/699) yılında Kûfe’de doğmuştur. Asıl adı Nu’mân b. Sâbit
b. Zutâ’dır. Etnik kökeni konusunda İranlı, Türk, Hintli, Afgan olduğu gibi farklı
görüşler mevcutsa da en azından Arap olmadığı ama Araplar arasında doğup
büyüdüğü fikri, genel kabul görmüştür.567
Ebû Hanîfe’nin tâbiînden mi tebe-i tâbiînden mi olduğu hususunda da ihtilaf
vardır. Küçük yaştayken, sahabeden sadece Enes b. Mâlik ile görüştüğü, ancak
ondan hadis rivayet etmediği, dolayısıyla tâbiînden sayılamayacağını söyleyenler
de; bir sahâbîyi bir kez bile görmenin tâbiînden olmak için yeterli olacağı
fikrinden hareketle onu tâbiînden sayanlar da olmuştur. Menâkıb ve tabakât
yazarlarının çoğu ise onu tebe-i tâbiînden saymıştır.568
Babası Sâbit, Hz. Ali ile görüşmüş; kendisi ve soyu hakkında hayır duasına
mazhar olmuştur. Ebû Hanîfe de ehl-i beyt sevgisi ile dolu bir insandı. Hatta
Emeviler’in Ehl-i Beyt’e karşı tutumları sertleşince onları alenen tenkit etmiştir.
Ebû Hanîfe, ticaretle uğraşan, zengin bir ailenin çocuğuydu. Kendisi de
ticaretle uğraşmıştır, ancak ilimle meşgul olmaya başlayınca ticaretini ortakları
vasıtasıyla sürdürmüştür.
567
568
Mustafa Öz, İmâm-ı A’zam’ın Beş Eseri, İstanbul 2008, s. 5; Celal Yeniçeri, “Ebû Hanîfe’nin
Hayatı, Mâlî ve İktisâdî Görüşleri”, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, sy. 4
(İstanbul 1986), s. 255.
Hayrettin Karaman, İslâm Hukuk Tarihi, İstanbul 2001.s. 172; Mustafa Uzunpostalcı, “Ebû
Hanîfe –Hayatı ve Şahsiyeti” DİA X (İstanbul 1994), s. 132.
184
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
Kur’ân-ı Kerîm’i küçük yaşlarda ezberlediği tahmin edilmektedir. Kırâât-ı
Seb’a âlimlerinden olan Âsım b. Behdele’den kıraat ilmini öğrenmiştir. Akâid ve
cedel ilimlerini de tahsil eden Ebû Hanîfe, gayrimüslimlerle ve ehl-i bid’atle
birçok münâzara yapmıştır. Bu münâzaralarda, Hz.Peygamber ve ashabdan yeni
nesle intikal eden, o dönemde halkın çoğunluğu tarafından benimsenen inançları
aktarma ve savunma eğilimi göstermiş ve bu eğilim, ehl-i sünnet anlayışının
teşekkülünde önemli rol oynamıştır.569 Onun asıl hocası ise Kûfe re’y ekolünün
üstâdı ve on sekiz yıl boyunca derslerine katıldığı Hammâd b. Ebî Süleyman’dır.
Hocası olmadığı zaman onun yerine vekâleten ders verebilecek düzeyde idi.
Hammâd’ın ölümünden sonra (120/738) çevresinin ısrarıyla ders okutmaya
başlamıştır. Dünyanın farklı bölgelerinden gelen Müslüman talebeler, Ebû
Hanîfe’nin ders halkalarına dâhil olmuşlar ve sayıları binlerle ifade edilen bu
talebeler arasından Ebû Yûsuf, Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî gibi içtihad
makamına ulaşan kişiler de çıkmıştır.
Ebû Hanîfe birçok kez kadılık teklifi almasına rağmen hiçbirini kabul
etmemiştir. Son olarak Abbasi halifelerinden Mansur, kendisine Bağdat kadılığını
teklif etmiş, Ebû Hanîfe yine reddedince, onu hapse attırmıştır. Hapiste işkenceye
maruz kalmış ve dövülmüştür. (150/767) yılının Şaban ayında Bağdat’ta vefat
etmiştir.
Ebû Hanîfe’nin son derece vakarlı, cömert, edepli, dürüst, mütevâzi, zühd
ve takva sahibi olduğu kaynaklarda işaret edilen hususlar arasındadır.
Kıyafetlerine dikkat ettiği ve temiz giyindiği de ayrıca bildirilmektedir. Doğru
bildiğini söylemekten çekinmeyen, cesur olduğu da rivayet edilir ki buna,
ömrünün son demlerinde hapse atılması delil olarak gösterilir.
II. DÎVÂN ŞİİRİNDE EBÛ HANÎFE KONULU BEYİTLER
Pek çok dîvân şairinin konu edindiği Ebû Hanîfe’nin adı şiirlerde, mezkûr
künyesine ek olarak, “Bû Hanîfe, İmâm-ı A‘zam” ya da “Nu’mân” şeklinde
geçmektedir. İçerik açısından da Ebû Hanîfe’den bahseden beyitleri birkaç kısma
ayırmak mümkündür:
569
Mustafa Uzunpostalcı, a.g.m., s. 132.
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
A.
185
Ebû Hanîfe’yi Öven Beyitler: Bazı şairler ise İmâm-ı A‘zam’a
duydukları sevgi ve hayranlık duygularını, zaman zaman övücü ifadelerle de
süsleyerek beyitlerine yansıtmışlardır.
Yahya Bey:
“Ümmetin cümle sirâcıydı İmâm-ı A‘zam
Minnet Allah’a ki sa’yile uyandı bu çerağ”
şeklindeki beytiyle, İmâm-ı A‘zam’ı bütün ümmeti aydınlatan bir ışık kaynağına
benzetmiş ve onun gayretiyle bu ilim ışığının yandığını dile getirmiştir.570
Şems-i Hayâlî, Ebû Hanîfe’nin sadece Hanefîler için değil, Muhammed
(sav) ümmetinin tümü için önemli bir yere sahip olduğunu ve herkesçe sevildiğini
şöyle anlatmıştır:
“Arşın diregidir Gavs-ı A‘zam’ı
Destinden içürdi âb-ı zemzemi
Sanki göçürmişik İmâm-ı A‘zam’ı
Çâr mezhebde ehl-i îmân ağladı”571
Tıflî Çelebi ise İmâm-ı A‘zam’a olan sevgisini bu beytiyle dile getirmiştir:
“Bû Hanîfe İmâm-ı A‘zam içün
Esb-i tab‘a süvardur kalemüm”572
İsmail Hakkı Bursevî hem şiirindeki bir beyitle hem de müstakil bir şiirle,
Ebû Hanîfe’yi methetmiştir. Bursevî aşağıdaki iki beyitte dört mezheb imâmını,
bir gülzâra benzettiği tâbiîn asrının bülbülleri olarak nitelemiş, onların izinden
gitmeyi tavsiye etmiş, buna gerekçe olarak da onların tâbiînin en üstün
şahsiyetleri oluşlarını göstermiştir:
“Geldi karn-ı tâbiîn oldı mezâhib dört yine
İçtihâd ehli bu gülzârın olupdır bülbüli
Bû Hanîfe Şafiî Ahmed İmâm-ı Mâlikî
İtikad it kim bunlardur tâbiînün efdali”573
570
İskender Pala, Ansiklopedik Dîvân Şiiri Sözlüğü, İstanbul 2011, s. 232.
571
Üzeyir İlbak, Dîvân-ı Şems-i Hayâli Tuhfetü’l-Uşşâk Metin İnceleme (yüksek lisans tezi 2010),
İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitürsü, s. 323.
Bekir Çınar, Tıflî Ahmed Çelebi Hayatı Edebi Kişiliği Eserleri ve Dîvânının Tenkitli Metni
(doktora tezi 2000), Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, s. 96.
572
186
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
Ebû Hanîfe için özel olarak kaleme aldığı şiirde ise İsmail Hakkı, kendi iç
dünyasındaki Ebû Hanîfe’yi, ona dâir düşüncelerini ve inançlarını aktarmıştır:
“Ders-i ışk itmeseydi Bû Hanîfe Hazreti
Sâhib-i mezheb olur mıydı işitgil hücceti
Eğer aşktan nasibini almasaydı İmâm-ı A‘zam, ümmet-i İslâm’ın büyük bir
kısmının benimseyip takip edeceği kendine has bir yolu olmazdı. Yani o, sadece
zâhirde değil, bâtında da derece sahibiydi.
Hakk’a vâsıl olmayınca halkı irşâd itmedi
Anun içün dâimâ makbûl oldı da’veti
O, önce Hakk’a, hakikate ulaştı ve onu özümsedi, içselleştirdi. Daha sonra
halkı irşâd etti ki bu, onun kabul görmesinin nedenlerindendir.
Şol zaman kim sır ile irişdi sırr-ı hazrete
Didiler ana yüri var da’vet eyle ümmeti
Bazı ilâhî sırlara eriştikten sonra Hakk’tan ona destur geldi ve ümmeti,
İslâm’ı doğru yaşamaya çağırma görevi verildi.
Zâhiren ahkâmı tutdı dini tashîh eyledi
Bâtınen irfân kitabın şerhe vardı kudreti
Dinin zâhirî hükümlerine bağlıydı, bu konuda yanlış bilinenleri düzeltti.
Bununla beraber bâtınî yönü de kuvvetliydi, irfan sahibiydi. Hem zâhir hem bâtın
ilminin otoritelerindendi.
Hızr ile Mûsâ gibi oldı İmâm ile Hasan
Fehmine tâlib isen bu sırrun eyle dikkati
Eğer Ebû Hanîfe’yi daha iyi anlamak istersen şu benzerliğe dikkat et ki
Hasan-ı Basrî ile Ebû Hanîfe aynı dönemde yaşamışlardı, tıpkı Hz. Mûsâ ile Hz.
Hızır gibi. Hızır (a.s) bâtını, Mûsâ (a.s) ise zâhiri / şeriatı temsil etmiş, birbirlerini
tamamlamışlardı. Bu yönleriyle Hasan, Hızır’a; Ebû Hanîfe de Mûsâ’ya benzer.
Müctehidler Hakkıyâ hâkân velîdür şöyle bil
Anları inkâr idenler nekbetîdür nekbetî”574
Ey Hakkı! Bil ki müctehidler aynı zamanda evliyâullahtır. Bunu inkâr
edenler ise uğursuzların ta kendileridir.
573
Murat Yurtsever, İsmail Hakkı Dîvânı (doktora tezi 1990), Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, s. 566.
574
Murat Yurtsever, a.g.e., s. 568
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
187
İbrahim b. Muhammed el-Yalvâcî, el-Mecmeatü’l-Kübrâ’sında Ebû
Hanîfe’ye nispet edilen bir kasîdeye ve tercümesine yer vermiş, onun öncesinde
de kendisi şu şiiri kaleme almıştır:
“Bû Hanîfe hazret-i ser-mezheb-i Nu’mâniyân
Zât-ı pâki oldı ehl-i ictihâda pîşvâ
Ebû Hanîfe hazretleri, Hanefi mezhebinin kurucusudur; müctehidlerin önderidir.
Azm-i beytullâh idüb kıldı ziyâret ravzaı
Yüz sürüp ol ravza-i pâk-i rasûle bîriyâ
Kâbe’yi ziyaret etmeye niyetlendi ve riyâsız bir şekilde peygamberin
ravzasına yüz sürdü.
Ol zaman işbu kasîde oldı ilhâm kalbine
Cûş idüb bahr-i mehabbet mevcâmevc oldı nemâ
İşte o zaman bu kasîde kalbine ilham oldu. Muhabbet denizi coşup dalga
dalga büyüdü.
Dürr-i meknûn her kelâmı medh-i fahr-ı âleme
Sırr-ı ma’nîsinde mahzûn nice esrâr-ı hafâ
Hz. Peygamber için yazdığı şiirin her bir sözü, saklı bir inci gibidir. Onun
manasında nice sırlar gizlidir.
Rahmetiyle Hakk Teâlâ merkadin pür-nûr idüp
Hem şefâatin nasîb ide bize yevme’l-likâ”575
Allah rahmetiyle kabrini nurlarla doldursun ve mahşer günü bizi şefâatine
nâil eylesin.
Seyyid İbrahim Hanif’in Siyer-i Nebî isimli eserinin ilk cildinde “Menkabeti Eimme-i Müctehidîn” adını verdiği 13 beyitlik bir bölüm bulunmaktadır. Burada
altı müctehidden bahseder. Hepsinin hak yolda olduğunu vurgulamakla birlikte
İmâm-ı A‘zam’a ayrı bir önem atfeder:
“Siyyemâ Nu’mân bin Sâbit tamâm
Oldur ehl-i sünnete el-hak imâm
Ehl-i sünnete hakkıyla imâm olan, bilhassa Nu’mân b. Sâbit’tir.
Oldu mahmûl-i Rasûl-i ‘âlemîn
Böyle gördü kadrini erbâb-ı dîn
575
İbrahim b. Muhammed el-Yalvâcî, el-Mecmeatü’l-Kübrâ mine’l-Kasâidi’l-Fuhrâ fi Hakk-ı
Nebiyyinâ Muhammedin el-Büşra, İstanbul t.y., s.58.
188
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
Hz. Peygamberin yükünü Ebû Hanîfe omuzlandı. Din büyükleri onu böyle
değerli addetmişlerdir.
Ya’nî mahbûb-ı Hudâ oldu özü
Kavl u fi’linde hemân hakdır sözü”576
O, Allah’ın sevgilisi oldu. Sözlerinde ve fiillerinde dâimâ hak yolda oldu.
B. Ebû Hanîfe’nin İlimde Otorite Kabul Edildiğini Gösteren Beyitler:
Giritli Salacıoğlu Mustafa Celvetî, kasîde-i celâliyyesini, adıyla anılan
isyanı başlatan çağdaşı Şeyh Celâl’e hitaben yazdığı düşünülmektedir. Mehdîlik
iddiasında bulunan Şeyh Celâl’e eleştirilerle dolu olan bu şiirinde, gittiği yolun
makbul olmadığını, sözlerinin ne bâtın ehlinin ne de zâhir ehlinin sözlerine
benzediğini şu beyitle ifade etmiştir ki burada aynı zamanda Ebû Hanîfe’yi zâhir
ilimde / şeriatta otorite kabul ettiğini de söylemek mümkündür:
“Bulur bir yol tutup gitmiş ki anı kimseler bilmez
Ne ehlullâha keşf olunmuş ne benzer kavl-i Nu’mân’a”577
Mustafa Celvetî’de görülen, zâhirî ilimde / fıkıhta Ebû Hanîfe’yi otorite
kabul etme eğilimi, Yunus Emre’de de müşâhede edilmektedir. Zira “İster kârda
olayım ister zararda; benim asıl maksadım âriflere esrar, sırdaş olmaktır. Ama
bazen onlardan yüz çevirip dönek de olayım, Ebû Hanîfe gibi zâhire bakayım.”
şeklindeki hissiyâtını anlatırken şu beytinde, zâhirî ilimlerle meşgul olan başka
bir kimseyi değil de, bu alanda oldukça temâyüz etmiş olan Ebû Hanîfe’yi
zikretmiştir:
“Kâr olam bî-kâr olam âriflere esrâr olam
Geh dönem gerdan olam güftar olam Nu’mân olam”578
Kânî ise eğer Ebû Hanîfe bir konu hakkında bir hüküm verse, bu tespitle,
onun ve hükmünün kıymetini ortaya koymada İmâm Şâfiî’nin fukahâ kafilesinin
başında geleceğini şu beytiyle ifade etmiştir:
“Nu’mân-ı Bû Hanîfe eğer sâbit eylese
Fazlında Şâfiî dahî şef’-i katâr olur”579
576
577
578
Sümeyye Yıldız, “Seyyid İbrahim Hanîf’in ‘Menkabet-i Eimme-i Müctehidîn’i”, Turkish Studies
Journal, s.2125
Cemal Kurnaz vd., Giritli Salacıoğlu Mustafa Celvetî Dîvânı, İstanbul 2000, s. 80.
Mustafa Tatcı, Yunus Emre Dîvânı Tenkitli Metin, İstanbul 2008, s. 226.
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
C.
Mezhebî
Kimlik
Vurgusu
189
Yapan
Beyitler:
Bazı
şairler,
kendilerinin veya şiirlerinde bahsettikleri kişilerin Hanefi mezhebinden
olduklarını belirtmek sûretiyle, bu mezhebin kurucusu olan Ebû Hanîfe’yi
beyitlerinde zikretmişlerdir. Meselâ Baharzâde Feride Hanım,
“İ’tikadda mezhebim ancak Ebû Mansûr olup
Bû Hanîfe’dir amel Nu’mân’a başım bağlıdır”580 diyerek Ebû Hanîfe’ye
olan bağlılığını dile getirmiştir.
Bektâşî mutasavvıflardan Hamdi Baba ise Ehl-i sünnet olduğunu vurgulamış
ve Hanefî mezhebine mensubiyetini şöyle ifade etmiştir:
“Fi‘limiz şer‘-i Muhammed mesleğim râh-ı ‘Ali
Ehl-i sünnet milletinde mezhebim Ebû Hanîf”581
Erzurumlu İbrahim Hakkı’ya nispet edilen Hudâ Rabbim risâlesinin ikinci
beytinde Ebû Hanîfe’nin mezhebinden olduğunu şair şöyle beyân ediyor:
“Amelde Bû Hanîfe mezhebüm hem i’tikâdımda
Olubdur ehl-i sünnet ve’l-cemâ’at mezhebî vallâh”582
Kemal Ümmî de her insanın gittiği bir yolu olduğunu, kendi yolunun ise Hz.
Muhammed (sav) ve İmâm-ı A‘zam’ın yolu olduğunu söylemiştir:
“Her kişi bir dîn ü bir mezheb tutar illâ bize
Şer’-i Ahmed dîn-i İslâm Mezheb-i Nu’mân yiter”583
Seyyid İbrahim Hanif, altı müctehid imamdan bahsettiği şiirinde hepsinin
hak yolda olduğunu, fakat dininde samimi olan kimsenin “hangi yol olursa
giderim” demeyip tek bir yol benimsemesi gerektiğini söyler ve bu yol için de
Ebû Hanîfe’nin mezhebinin yeterli olduğunu söyler:
“Küll-i mezheb yezheb olmaz merd-i dîn
Bize kâfî mezheb-i Nu’mân hemîn”584
579
İlyas Yazar, Kânî Dîvânı Tenkidli Metin ve Tahlili, İstanbul 2010, s. 200.
Bünyamin Çağlayan, Baharzâde Feride Hanım Dîvânı, Ankara 2006, s. 14.
581
Halil İbrahim Yakar, “Alevî-Bektaşî Geleneğinde Şiir Yazan Antepli Tekke Şairleri”,
http://www.hbvdergisi.gazi.edu.tr/ui/dergiler/42-75-91.pdf (Erişim Tarihi: 06.03.2012), s. 5.
582
Bilal Kemikli, Dost İlinden Gelen Ses, İstanbul 2004, s. 162.
583
Hayati Yavuzer, Kemal Ümmî Dîvânı, Bolu 2008, s. 223.
584
Sümeyye Yıldız, “Seyyid İbrahim Hanîf’in ‘Menkabet-i Eimme-i Müctehidîn’i”, s. 2126.
580
190
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
Şeyhülislâm Arif Hikmet’in peygamber soyundan olduğuna vurgu yapan bu
beytinde Meşhurî, onu Hanefî mezhebinden fâzıl bir âlim ve ilimle edebin
kaynağı olarak nitelemiştir:
“Me’hâz-ı ilm ü edeb fâzıl-ı Nu’mân-mezheb
Ced-be-ced pâk-neseb mefhar-ı sâdât-ı kirâm”585
D. Ebû Hanîfe’ye ve Mezhebine Yapılan Hizmetlerden Bahseden
Beyitler:
Râmî Abdurrahman Çelebi, Şam kadısı Riyâzî’ye hitaben yazdığı kasîdede,
onun fikir dünyasını bir çiçeğe benzetmiş ve mezheb-i Ebû Hanîfe’yi süslediğini
söylemiştir:
“Şükûfte gül gibidir ‘ilm-i ‘âlem-i ârâsı
Riyâz-ı mezheb-i Nu’mân’a virdi pirâye”586
Antepli Aynî “Sadr-ı Esbak Melek Paşazâde Mir Abdulkâdir Efendi
Hazretlerinin Rumili Sadâretine” ithaf ettiği şiirinde Abdulkâdir Efendi’nin,
Mâturîdî ve Ebû Hanîfe’nin mezheplerini yaşattığından övgüyle bahsetmiştir:
“ Mâturîdî Bû-Hanîfe mezhebin ihyâ eder
Muktedâ-yı ehl-i sünnet ve’l-cemâ’at sadr-ı Rûm”587
Fehim-i Kadîm, Sultan Murad’ın Bağdat seferini anlattığı şiirinde İmâm-ı
A‘zam’ın temiz kabrini yeniden canlandırmak için bütün İslâm gazilerinin var
güçleriyle çalıştıklarına değinmiştir:
“Merkâd-i pâk-i İmâm-ı A‘zam’ı ihyâ içün
İtdiler cümle guzât-ı ehl-i İslâm ictihâd”588
E. Kişilerin Ebû Hanîfe’ye Benzetilerek Övüldüğü Beyitler: Bir insan,
kendisinden daha üstün olan ve genel kabul görmüş kişilere benzetilmek
suretiyle onurlandırılır. Bazı şairler övmek istedikleri şahısları, birtakım
özellikleri nedeniyle Ebû Hanîfe’ye benzetmişlerdir.
585
Halil Çeltik vd., Meşhurî Dîvânı, Ankara 2009, s. 38.
M. Sadık Erdağı, Râmî Abdurrahman Çelebi Dîvânı İnceleme - Metin (doktora tezi 1998), İnönü
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü,s. 57.
587
Mehmet Arslan, Antepli Aynî Dîvânı, İstanbul 2004, s. 296.
586
588
Tahir Üzgör, Fehim-i Kadîm Hayatı Sanatı Dîvân’ı ve Metnin Bugünkü Türkçesi, Ankara 1991, s. 290.
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
191
1. Benzetme Yönü, “İkinci Ebû Hanîfe, Zamanın Ebû Hanîfe’si, Ebû
Hanîfe’nin Vârisi / Vekili” Şeklinde Olanlar: Kânûnî Sultan Süleyman
döneminde Sultânu’ş-Şuarâ lakabıyla anılan Bâkî, çağdaşı olan
şeyhülİslâm
Ebû’s-Suud
Efendi’yi
ikinci
Ebû
Hanîfe
olarak
nitelendirmiştir:
“Ebû Hanîfe-i Sâni Ebû’s-Suud ol kim
Fezâil içre efâzıl olupdur ana ‘ıyal”589
Ebû’s-Suud’dan başka isimler de ikinci Ebû Hanîfe olarak tavsif edilmiştir.
Râmî Abdurrahman Çelebi’nin beyitleri buna örmektir. Şeyhülislâm Ebû Said
Efendi’ye hitâben şu beyitleri yazmıştır:
“Ferîd-i cins-i beşer câ-nîşîn-i peygamber
Muhît-i fazl u hüner Bû Hanîfe-i Sâni”590
“Müşerref eyleye devletle sadr-ı fetevâyı
Diyâneti ide ihyâ rusûm-ı Nu’mân’ı”591
Hakkında kesin bilgi bulunmayan Muhammed Bey’i de yine ikinci Ebû
Hanîfe diyerek övmüştür:
“Ebû Hanîfe-i sâni mürebbi-i ümmet
Kılâde-i bend-i rikâb şerîat u kânûn”592
Lâzikîzâde ise Esad Efendi’yi zamanın Ebû Hanîfe’si, faydalı ilimlerin
kâşifi olarak nitelemiştir:
“Bû Hanîfe-i zaman kâşif-i ‘ilm-i nâfi
Fahr-i hallal-i tefâsir sözü bir Şerh-i Menar”593
Kelâmî, kime ithâf ettiği net olmayan bir kıtasında, bahsettiği kişiyi İslâm’ın
yardımcısı, Müslüman dünyasının müftüsü, Hz. Muhammed’in ilminin vârisi ve
Ebû Hanîfe’nin vekili olarak tavsif etmiştir:
“Müftî-i hıtta-i İslâm mu’înü’l-İslâm
Vâris-i ilm-i nebi nâib-i Nu’mân nicedür”594
589
590
591
592
Furkan Öztürk, Bâkî Dîvânı Sözlüğü –Bağlamlı Dizin ve İşlevsel Sözlük- (doktora tezi 2007),
Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, s. 359.
M. Sadık Erdağı, Râmî Abdurrahman Çelebi Dîvânı, s. 57.
M. Sadık Erdağı, a.g.e., s. 57.
M. Sadık Erdağı, a.g.e., s. 57.
192
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
Şeyhülislâm Arif Hikmet Bey için yazdığı bir kasidede Meşhurî, ilimdeki
derinliğini ifade etme amacıyla onu Ebû Hanîfe’nin vârisi olarak nitelemiştir:
“Âlim-i devr ü zamân vâris-i ilm-i Nu’mân
Müftî-i müctehid-unvân umûm-ı İslâm”595
Meşhurî, Şeyhülislâm Arif Hikmet Bey’e hitâben yazdığı başka bir şiirde
onu yine Ebû Hanîfe’nin vârisi olarak nitelemiş, ayrıca devrinde eşi bulunmaz ve
faziletli bir kişi olarak tavsif etmiş, hatta bu fazileti sebebiyle geçmiş büyük
ulemânın üzerine çıktığını ifade etmiştir:
“Nice bir fâzıl-ı nâyâb-ı devrân-ı vâris-i Nu’mân
Ki fazlıyla tefavvuk etmiş eslâf-ı ızâm üzre”596
2. Diğer Benzetme Yönleri:
Manzûmelerinde övdüğü kişileri Ebû Hanîfe’ye benzeten Fâik Mahmud, bir
beyitinde methettiği şahsı İmâm-ı A‘zam kadar şeriata riâyet etmesiyle övmüştür:
“Muvaffakdur hemîşe hükm-i şer’ullâhı icrâda
İmâm-ı A‘zam kadar eyler riâyet şer’-i garrâya”597
Tıflî Ahmed Çelebi, Ebu’s-Suud-zâde Mustafa Efendi’ye hitâben yazdığı
methiyede, onu ilim ve fazîlet madenine benzetmiş, Ebû Hanîfe yaratılışlı olarak
nitelemiş
ve
adâletinin,
onu
ortadan
kaldırmak
isteyenin
maksadına
erişemeyeceği kadar yüksek bir derecede olduğunu söylemiştir:
“Bû Hanîfe siyer ol ma’den-i ilm ü fazlun
‘Adlî bir mertebe kim men’ini itse işrâb”598
Yine Tıflî, zamanının Sibeveyh’i olarak tanımladığı Abdurrahman
Efendi’yi, zühd sahibi bir kadı olması yönüyle Ebû Hanîfe’ye benzetmiş ve onun
lütfuyla sanatçıların tam bir imtiyâza sahip olduklarını beyan etmiştir:
593
Hiclal Demir, Lâzikîzâde Feyzullah Nâfiz ve Dîvânı (doktora tezi 2008), Hacettepe Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü, s.252.
594
Mustafa Karlıtepe, Kelâmî Dîvânı (yüksek lisans tezi 2007) Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, s. 467.
595
Halil Çeltik vd., Meşhurî Dîvânı, s. 24.
596
Halil Çeltik vd., a.g.e., s. 27.
597
Fatma Koçak, Fâik Mahmud ve Dîvânı (yüksek lisans tezi 2006), Gazi Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü, s. 73.
598
Bekir Çınar, Tıflî Ahmed Çelebi Hayatı Edebi Kişiliği Eserleri ve Dîvânının Tenkitli Metni, s. 163.
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
193
“Ey Bû Hanîfe zühde ya kâdı-i zaman
Lutfunla buldı ehl-i hüner imtiyâz-ı tam”599
İlâhizâde Mehmed Emin Vâsık, bir şiirinde övdüğü kişiyi Ebû Hanîfe gibi
adâletli olmakla taltîf etmiştir:
“Şirin-menkabeta Ebû Hanîfe-ma’deleta
Sipihr-i mihr cemâlin ile münevverdir”600
Ey güzel menkabelere sahip, ey Ebû Hanîfe gibi adâletli olan! Göğün
güneşi, güzelliğinin nurunu, senin yüzünün parlaklığından almıştır.
İlâhizâde’nin başka bir kasidesinde yine bir şahsı Ebû Hanîfe’ye benzetmek
suretiyle methetmiştir:
“Yegâne dâver-i seyyid-eser şârih-i zaman
Güzîde sa’d-siyer Bû Hanîfe-i dünya”601
Kâinâtın tek âdil efendisidir o padişah, zamanın eserlerini şerh edendir.
Dünyanın, hayatı ve yaratılışı seçkin olanı ve Ebû Hanîfe’sidir.
Lale Devri şairlerinden Nedim de şiirlerinde Ebû Hanîfe’ye yer vermiştir.
Bir bayram törenini anlattığı ve Sultan III. Ahmed’i övdüğü şiirinde, zamanın
şeyhülislâmını, Ebû Hanîfe’nin ilmine sahip olmakla taltîf etmiştir:
“Ulûm-i Bû-Hanîfe’yle derûn-ı sinesi memlû
Vera’le vech-i pâki subh-ı Sâdık gibi nûrânî”602
Meşhurî, Şeyhülislâm Arif Hikmet’i Ebû Hanîfe gibi menkabesi olan, Yusuf
(as) gibi doğru sözlü ve temiz, hz. Peygamber gibi yüce ahlaklı bir din bilgini
olarak tavsif etmiştir:
“Âlim-i dîn ü şerîat Bû Hanîfe-menkabet
Yûsuf-ı sıddîk-ismet Mustafâ hulk-ı hamîd”603
F. Bazı Şahısların ve Durumların Ebû Hanîfe’den Dolayı Önemli
Addedilmesi
Râmî Abdurrahman Çelebi, Şeyhülislâm Yahya Efendi’nin, Ebû Hanîfe’nin
yolundan gitmesi sebebiyle Allah tarafından mükerrem kılındığını ifade etmiştir:
599
600
601
602
603
Bekir Çınar, a.g.e., s. 195.
İncinur Atik Gürbüz, İlâhizâde Mehmed Emin Vâsık Dîvânı, Ankara 2011, s. 83.
İncinur Atik Gürbüz, a.g.e., s. 102.
Abdulbâki Gölpınarlı, Nedim Dîvânı, İstanbul 1951, s. 52.
Halil Çeltik vd., Meşhurî Dîvânı, s. 85
194
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
“Cenâb-ı Hazret-i Yahyâ Efendi kim Hudâ zâtın
Mükerrem eylemiş takvayla sadrında Nu’mân’un”604
Ravzî, Murâdiye câmiinin görevlisi Muhyiddîn halîfeyi övdüğü kasîdesinde,
onu Ebû Hanîfe’nin mezhebinden olması nedeniyle günahkârların şefaatçisi
olarak görmüştür:
“Şâfi’isin günah işleyenün
Mezhebün oldı gerçi Nu’mânî”605
Yazdığı yüz altı bentlik Edincik şehrengizinde Ravzî, dokuzuncu bentten
itibaren her bentte bir “güzel” olmak üzere doksan beş kişiden bahsetmiştir.
Seksen üçüncü bentte “Abdurrahman” isimli bir öğrenciyi tanıtmış ve onun,
İmâm-ı A‘zam’ın talebesi olduğuna dikkat çekmiştir:
“Abdirrahmân’un biri şâhı cemî’-i ‘âlemün
Dil-ber-i makbûlidür mecmû’-ı nesl-i ‘âdemün
İlm okur şâkirdi olmışdur İmâm-ı A‘zam’un
Bende-i ednâsı ol ‘izzetle geçsün her demün
Hak budur bâğ-ı irem’dür şehr-i İdincik ki var”606
Sultan IV. Murad, Hâfız Ahmet Paşa’nın manzum olarak kaleme aldığı
yardım isteğine cevâben yazdığı nazirenin bir beytinde, vaktiyle Ebû Hanîfe’nin
yaşadığı şehrin, onun ihmali sebebiyle harap edildiğini söyleyerek sitem etmiştir:
“Bû Hanîfe şehrin ihmalünle vîrân itdiler
Sende ayâ gayret-i dîn ü peygamber yok mıdur”607
Dîvân edebiyatının en önemli isimlerinden biri olan Fuzûlî, Bağdat’ı tasvir
ettiği şiirinde Ebû Hanîfe’ye şöyle yer vermiştir:
“Bunda olmuş münteşir feyz-i İmâm-ı A‘zam’ın
Bunda bulmış behre-i ilm-i şeriat intişâr”608
İmâm-ı A‘zam’ın feyzi, ilim-irfanı burada (Bağdat’ta)
yaygınlaşmıştır.
Şeriat ilminin en küçük parçası da yine burada yayılmıştır.
604
M. Sadık Erdağı, Râmî Abdurrahman Çelebi Dîvânı, s. 57.
Yaşar Aydemir, Ravzî Dîvânı, Ankara 2007, s. 140.
606
Yaşar Aydemir, a.g.e., s. 205.
605
607
Ahmet Kırkkılıç, Sultan III. Murad Hayatı Edebi Kişiliği Eserleri ve Dîvânının Tenkidli Metni, (doktora
608
Cevat Yerdelen, Fuzûlî Dîvânı’nda Tarihî-Dînî-Mitolojik İsimler, Erzurum 1996, s. 44; Kenan
tezi 1985), Atatürk Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, s. 134.
Akyüz, Fuzûlî Dîvânı, Ankara 1990, s. 51.
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
195
G. Muhtelif Vesilelerle Ebû Hanîfe’yi Konu Edinen Beyitler:
Yukarıda anılan başlıklar içerisine girmeyen beyitler de mevcuttur.
Mevlânâ’nın Mesnevî-i Şerîf’inin 3817. beytinde Ebû Hanîfe’ye yer
verilmiştir:
“O tarafta ki aşk derdi ziyâde etti.
Ebû Hanîfe ve Şafiî bir ders etmedi.”
Bu beyti, Ahmed Avni Konuk şöyle şerh etmiştir:
“O tarafta ki aşk, derd-i derûnu ziyade etti, ders vermekle ve nasihat etmekle
izale etmek mümkün değildir. Zira aşk, cezebât-ı ilâhiyyeden bir cezbedir ve dert,
kalpte aşktan neş’et eden bir haldir; binâenaleyh ahvâl-i aşk, tavr-ı akl
haricindedir; bunun böyle olduğunu bildikleri için, akılları derece-i kemalde olan
İmâm-ı A‘zam Ebû Hanîfe ve İmâm-ı Şâfii ve İmâm-ı Ahmed Hanbel ve İmâm-ı
Mâlik hazarâtı asla aşktan ders vermediler. Cenâb-ı Pir Efendimiz Dîvân-ı
Kebîr’lerinde bu ma’nâya dâir olan âtîdeki ebyâtı beyân buyurmuşlardır:
‘Aşk mushafı çok acîb bir mushaftır.
Dört mezhebden onun hakkında bir ayet yoktur.
Aşk için Ebû Hanîfe ders söylemedi.
Hanbelî için onun hakkında rivâyet yoktur.
İmâm-ı Mâlik aşkın kanından bî-haberdir.
İmâm-ı Şâfiî için onun hakkında dirâyet yoktur.’
Zîrâ bu mezheb imâmları, akıl ve temkin dairesinde müctehid-i dîn idiler ve
meşreblerinde aşk-ı ilâhîye mağlûbiyet hâli vâki olmadı. Bu sebeble aşktan ders
vermek ve ondan bahsetmek vazifeleri haricinde idi.”609
Fehim-i Kadîm, Sultan Murad’ın Bağdat seferini anlattığı şiirinde savaş
ortamının ne kadar dehşet verici olduğunu şu beytiyle açıklarken, savaşılan
cenâhı Ebû Hanîfe düşmanları olarak nitelendirmiş ve İmâm-ı A‘zam
düşmanlarının lale renkli kan ırmağından, mavi gökyüzü kubbesinin, şakayığın
gül rengi gibi kırmızı olduğunu dile getirmiştir:
609
A. Avni Konuk, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, VI, İstanbul 2006, s.377.
196
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
“Cûy-ı hûn-ı lâle-reng-i düşmen-i Nu’mân’dan
Oldı gül-gûn-ı şakâyık günbed-i nilüferi”610
Şehrî, kim için yazdığı belli olmayan bir şiirinde, bahsettiği kişinin sorunları
halletmede oldukça mâhir olduğunu, öyle ki o bir meseleyi çözdüğü vakit İmâm-ı
A‘zam’ın ruhunun hayretler içerisinde kaldığını söyler:
“O hallâl-ı mesâ’il kim dem-i müşkil-güşâyîde
Kalur engüşt-i hayret-ber-dehen rûh-ı İmâm A‘zam”611
Meşhurî, faziletli insanların lideri olarak tanımladığı Şeyhülislâm Arif
Hikmet Bey’in, yaptığı içtihadla övgüye layık olduğunu söyler:
“Ser-i hayl-ı efâzıl kim bu günde ictihâdıyla
Sezâ fahr-ı mübâhât eylese ashâb-ı Nu’mân’a”612
İbrahim Paşa’nın Nevşehir’e yaptırdığı cami üzerine yazdığı şiirde
Arpaemîni-zâde Sami, dört mezheb imamının bu eserden haberdar olmalarını
temenni etmiştir:
“Bu eserden olsalar âgâh n’ola ervâh ile
Mâlik ü Hanbel İmâm-ı A‘zam ü hem Şâfiî”613
SONUÇ
Görüldüğü gibi İmâm-ı A‘zam Ebû Hanîfe, sadece fıkıh literatüründe değil,
dîvân şiirinde de belli bir yere sahiptir. Herkesçe kabul edilen büyüklüğü, ilmî
kudreti, örnek yaşayışı onu hep hayırla yâd edilen bir şahsiyet kılmıştır. Kendisi
için yazılan medh dolu beyitler dışında, bazı kimselerin ona teşbih edilmesi
sûretiyle de şiirlerde yer almıştır. Bilhassa şeyhülislamlar, ilm-i fıkhın tartışılmaz
otoritelerinden kabul edilen Ebû Hanîfe’ye benzetilerek taltîf edilmiş, belki de
onlar için yapılacak en güzel övgüye bu şekilde mazhar olmuşlardır.
Kimi şairler ise Hanefi mezhebinden olduklarını beyan ederken Ebû
Hanîfe’ye olan bağlılıklarını dile getirmişlerdir. Bazen bir kişi veya bir şehir ya
da bir durum İmâm-ı A‘zam sebebiyle / ondan ötürü kıymetli bulunmuş, onun
mezhebine yapılan hizmetler vesilesiyle insanlar takdir edilmiştir. Dolayısıyla
İmâm-ı A‘zam Ebû Hanîfe, dîvân şiirinde birçok yönden ele alınmış, kendine has
belli bir yer edinmiş bir karakter olduğunu söylemek mümkündür.
610
611
Tahir Üzgör, Fehim-i Kadîm Hayatı Sanatı Dîvân’ı ve Metnin Bugünkü Türkçesi, s. 294.
Şener Demirel, Şehrî Hayatı, Sanatı, Dîvânı’nın Tenkitli Metni ve Tahlili (doktora tezi 1999),
Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, s. 165.
612
Halil Çeltik vd., Meşhurî Dîvânı, s. 62.
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
197
BİBLİYOGRAFYA
Akyüz, Kenan vd. Fuzûlî Dîvânı, Ankara 1990.
Arslan, Mehmet, Antepli Aynî Dîvânı, İstanbul 2004.
Aydemir, Yaşar, Ravzî Dîvânı, Ankara 2007.
Aynur, Hatice, Üniversitelerde Eski Türk Edebiyatı Çalışmaları, İstanbul 2005.
Ayverdi, İlhan, Misalli Büyük Türkçe Sözlük, İstanbul 2011.
Çağlayan, Bünyamin, Baharzâde Feride Hanım Dîvânı, Ankara 2006.
Çeltik, Halil vd. Meşhurî Dîvânı, Ankara 2009.
Çınar, Bekir, Tıflî Ahmed Çelebi Hayatı Edebi Kişiliği Eserleri ve Dîvânının
Tenkitli Metni (doktora tezi 2000), Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü.
Demir, Hiclal, Lâzikîzâde Feyzullah Nâfiz ve Dîvânı (doktora tezi 2008),
Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Demirel, Şener, Şehrî Hayatı, Sanatı, Dîvânı’nın Tenkitli Metni ve Tahlili
(doktora tezi 1999), Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Ebû Zehra, Muhammed, Ebû Hanîfe (çev.Osman Keskioğlu), Ankara 1997.
Erdağı, M. Sadık, Râmî Abdurrahman Çelebi Dîvânı İnceleme - Metin (doktora
tezi 1998), İnönü Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Gölpınarlı, Abdulbâki, Nedim Dîvânı, İstanbul 1951.
Gürbüz Atik, İncinur, İlâhizâde Mehmed Emin Vâsık Dîvânı, Ankara 2011.
İlbak, Üzeyir, Dîvân-ı Şems-i Hayâlî Tuhfetü’l-Uşşâk Metin İnceleme (yüksek
lisans tezi 2010), İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Kanar, Mehmet, Osmanlı Türkçesi Sözlüğü, İstanbul 2003.
Karaman, Hayreddin, İslâm Hukuk Tarihi, İstanbul 2001.
Karlıtepe, Mustafa, Kelâmî Dîvânı (yüksek lisans tezi 2007), Gazi Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Kemikli, Bilal, Dost İlinden Gelen Ses, İstanbul 2004.
Kırkkılıç, Ahmet, Sultan III. Murad Hayatı Edebi Kişiliği Eserleri ve Dîvânının
Tenkidli Metni, (doktora tezi 1985), Atatürk Üniversitesi Fen Edebiyat
Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü.
Koçak, Fatma, Fâik Mahmud ve Dîvânı (yüksek lisans tezi 2006), Gazi
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
613
Fatma Sabiha Kutlar, Arpaemîni-zâde Mustafa Sâmi Dîvânı, Ankara 2004, s. 215.
198
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
Konuk, A. Avni, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, I-XII, İstanbul 2006.
Kurnaz, Cemal vd. Giritli Salacıoğlu Mustafa Celvetî Dîvânı, İstanbul 2000.
Kutlar, Fatma Sabiha, Arpaemîni-zâde Mustafa Sâmi Dîvânı, Ankara 2004.
Öz, Mustafa, İmâm-ı A’zam’ın Beş Eseri, İstanbul 2008.
Öztürk, Furkan, Bâkî Dîvânı Sözlüğü –Bağlamlı Dizin ve İşlevsel Sözlük- (doktora
tezi 2007), Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Pala, İskender, Ansiklopedik Dîvân Şiiri Sözlüğü, İstanbul 2011.
Tatcı, Mustafa, Yunus Emre Dîvânı Tenkitli Metin, İstanbul 2008.
Uzunpostalcı, Mustafa, “Ebû Hanîfe –Hayatı ve Şahsiyeti” DİA, İstanbul 1994,
X, 131-138.
Üzgör, Tahir, Fehim-i Kadîm Hayatı Sanatı Dîvân’ı ve Metnin Bugünkü Türkçesi,
Ankara 1991.
Yakar, Halil İbrahim, “Alevî-Bektaşî Geleneğinde Şiir Yazan Antepli Tekke
Şairleri”, http://www.hbvdergisi.gazi.edu.tr/ui/dergiler/42-75-91.pdf Erişim
Tarihi: 06.03.2012.
______, “Son Dönem Bektaşî Şairlerinden Gaziantepli Hamdi Baba”,
http://www.hbvdergisi.gazi.edu.tr/ui/dergiler/28-175-191.pdf Erişim Tarihi:
06.03.2012.
el-Yalvâcî, İbrahim b. Muhammed, el-Mecmeatü’l-Kübrâ mine’l-Kasâidi’l-Fuhrâ
fi Hakk-ı Nebiyyinâ Muhammedin el-Büşrâ, Hacı Ali Rıza Matbaası, İstanbul
t.y.
Yaraşır, Ömer, Nedim Dîvânı’nın Tahlili (doktora tezi 1996), Trakya Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Yavuzer, Hayati, Kemal Ümmî Dîvânı, Bolu 2008.
Yazar, İlyas, Kânî Dîvânı Tenkidli Metin ve Tahlili, İstanbul 2010.
Yeniçeri, Celal, “Ebû Hanîfe’nin Hayatı, Mâlî ve İktisâdî Görüşleri”, Marmara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, sy.4, İstanbul 1986, s.255-272.
Yerdelen, Cevat, Fuzûlî Dîvânı’nda Tarihî-Dînî-Mitolojik İsimler, Erzurum 1996.
Yıldız, Sümeyye, “Seyyid İbrahim Hanif’in Menkabet-i Eimme-i Müctehidîn’i”,
http://www.turkishstudies.net/Makaleler/724599561_121_y%C4%B1ld%C4%
B1zs%C3%BCmeyye_2123-2130.pdf Erişim Tarihi: 15.10.2012.
Yurtsever, Murat, İsmail Hakkı Dîvânı (doktora tezi1990), Uludağ Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü.
MUHAFAZAKÂRLARDA SOSYO-EKONOMİK STATÜYE BAĞLI
SEKÜLERLEŞME EĞİLİMLERİ614
Merve Düzcan
A. Muhafazakârlık
Kavramsal olarak; Mevcut yapıya hayat veren geleneksel değer ve
normları koruma taraftarlığı ya da hızlı değişimle geleneklerden kopulmasına
karşı çıkmak anlamlarına gelen muhafazakârlık gündelik dilde “korumak” ya da
“olduğu gibi muhafaza etmek” anlamlarına gelir.
Bu çalışmada bir düşünce geleneğini ve köklü bir siyasi ideolojiyi ifade
eden muhafazakârlık tanımından ziyade popüler bir kullanımla dindar olmayı ya
da geleneksel dinin belirlediği bir tutum alışı ifade eden muhafazakârlık
kavramına yer verilecektir.
Dindarlık, (Ar. tedeyyün, ing. religiosity, religiousness, piety) izâfi bir
kavramdır ve din ile dinî davranış tanımlamalarından bağımsız olarak ele
alınamaz. Hatta din kavramı ile dinî davranışın tanımında ortaya çıkan çeşitlilik
ve bunlardan kaynaklanan belirsizlikler çoğu kez dindarlık kavramı için de
geçerlidir. Bu tanımlar, sadece dinin özüne ve dini algılayana göre değil, dini
yorumlayanın bakış açısına göre de farklılık gösterebilir. Öznel bir tecrübe olan
dindarlık; aile sosyalleştirmesi, cinselliğe bakış, cinsiyet, medeni durum, yaş,
eğitim, coğrafi bölge, kırsal-kent hayatı ve sosyo-ekonomik statü gibi olgusal ve
sosyal çeşitli faktörler tarafından etkilenmektedir.615
Her şeye rağmen bir tanım yapmamız gerekirse dindarlığı, bir kişinin
mensubu olduğu dine ait inanç, ibadet ve sembollere ilişkin kabul, yoğunlaşma ve
meşgul olma derecesi olarak tanımlayabiliriz. Dindar ise mensubu olduğu dinin
614
Bu çalışma Doç. Dr. Halil Aydınalp ve Prof. Dr. Ahmet Özel’in danışmanlığında tamamlanmıştır.
Çalışma sırasında Prof. Dr. M.Tayfun Amman ve Prof.Dr.Veysel Uysal’ın destek ve
fikirlerinden de istifade edilmiştir. Çalışma Doç. Dr. Halil Aydınalp tarafından gözden
geçirilmiştir.
615
Kurt, Dindarlığı Etkileyen Faktörler,U.Ü.F.D,XVIII/2, 1.
200
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
inanç, ilke, pratik ve sembollerini içselleştirip bunları tutum ve davranışlarında
sergileyen kişidir.
Genel olarak, bir kimsenin dindar olduğunun vurgulanması,onun dini
içselleştirdiği; dinî emir, tavsiye ve yasaklara bireysel düzlemde uyduğu,dini,
gündelik hayatında toplumsal denetleyici olarak kabul ettiği ve kendi yaşayışının
bir göstergesi haline getirdiği anlamına
gelir.616 Dindar kişi, her türlü
davranışında dinî sâiklerin etkisi altında bulunduğu için Tanrı ya da kutsalla
kurulan ilişkiler, onun bütün dünyevi ilişkilerinin merkezini oluşturur.617
B. Sekülerleşme
Sekülerizm,
dinin
sosyal
yapıdaki
otorite
ve
geçerliliğini
yitirmesi,doğaüstü olayların tabii ve dünyevî olaylarmış gibi algılanması,insan
aklının dinî ve metafizik bağlardan kurtarılması,dinin bir vicdan meselesi hâline
getirilmesidir.
Sekülerleşme (secularization),sosyal bilimler, felsefe, ilahiyat ve hukuk
gibi çok çeşitli alanlarda birbirinden farklı anlamlarda kullanılan tartışmalı bir
kavramdır. Bu konuda bir çalışma yapan Larry Shiner, sekülerleşme kavramının
altı değişik anlamda kullanıldığını belirlemiştir:”dinin gerilemesi”,”bu dünyaya
uyma”,”toplumun dinle ilgisini kesmesi”,”dinî inanç ve kurumların yer
değiştirmesi”,”dünyanın kutsallıktan arındırılması”,”kutsal bir toplumdan seküler
bir topluma geçiş”.618
Her ne kadar farklı kavramlarla anılsa da sekülerleşme paradigmasının
merkezinde üç kavram yer alır. Bunlar “rasyonelleşme”,”farklılaşma” ve “bu
dünyaya ait olmadır”.
Sekülerleşme modernleşmenin özel bir durumu olarak, bir zamanlar Batı
toplumunun ve aslında tüm toplumların yaşamının odak noktası olan dini
kurumların, dini pratiklerin,dini düşüncenin çöküşe geçmesi,bu çöküşün yerini
kabaca ‘dünyevi’ olarak tanımlayabileceğimiz modern düşünce tarzının
almasıdır.Yaygın anlamda sekülerleşme dinin gündelik hayattaki etkisinin ve
616
Subaşı, Gündelik Hayat ve Dinsellik, 43.
617
Kumter, “Benlik Saygısı ve Dindarlık ilişkisi”, 5.
618
Hamilton, Sociology of Religion, 44.
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
201
yerinin azaltılmasını,sınırlandırılmasını619, seküler inanç ve uygulamalara sahip
bireylerin sayısındaki artışı,hayatın birçok alanında dinin etkisinin azalmasını,din
ve devlet işlerinin ayrılmasını ve dinî kurumların ve geleneğin seküler
düzenlemesini ifade eder.
Sekülerleşme bir şekli, bir de içeriği bulunan bir süreci kapsamaktadır.
Sürecin şekli, değişik toplumlarda yaşanan farklı tarihsel deneyimleri,örneğin
kurumsal olarak dinin toplumsal,siyasal ve ekonomik anlamda kontrolünü
yitirmesi,dini pratiklere toplumsal katılımın azalması,yani bir bakıma pratik
sekülerleşmeyi ifade eder.İçeriğin sekülerleşmesi ise,dini kavramsal çerçevenin ‘bir
dünya görüşü’ olarak yerini modern düşünce ve kavramlara bırakmasıdır . Bu
durumda sekülerleşme sadece topluma ait yaşam alanlarının dinin egemenliğinden
çıkarılması gibi toplumsal bir süreç değil,aynı zamanda bilim,sanat ve felsefe başta
olmak üzere tüm zihinsel ve kültürel alanların da dinden bağımsız hale
getirilmesi,dini içerikten arındırılması gibi bir anlamı ihtiva eder.
Sekülerleşme süreçleri toplumlara göre farklılık arz etse de genel olarak
iki boyutta gerçekleşmektedir. Birinci boyut, kişilere ve eşyaya yönelik
tutumların kutsallıktan arındırılması (desacralization) , dini olan ile dünyevi
olanın birbirinden kesin olarak ayırt edilmesi, dünyevi olanın dini olandan ve
alandan bağımsızlaştırılması, dini olanın pasifize edilerek sadece kendi alanına
hapsedilmesi sürecidir.İkinci süreç ise bu kesin ayrımdan sonra dünyevi olanın
herhangi bir dini açıklamaya ya da desteğe ihtiyaç duymaksızın da
anlaşılabilir,tanımlanabilir ve kontrol edilebilir olduğu inancının yerleşmesi,yani
düşüncenin aklileştirilmesidir.Bazı yazarlar bu iki süreci birbirinin devamı kabul
ederek,buna insanın kutsallık ihtiyacını gidermek için dünyevi olanın ve alanın
dinselleştirilmesi,kutsanması yani dindışı kutsallıklar üretilmesini nihai bir süreç
olarak ilave yaparlar.
C. Araştırmanın Amacı ve Yöntemi
Bu
araştırmada
muhafazakârlarda
sosyo-ekonomik
statüye
bağlı
sekülerleşme eğilimleri hakkında bilgi edinmek ve genel bir profil ortaya koymak
amaçlanmış, anket yöntemi uygulanmıştır.
619
Kaplan,”Seküler Aklın Ötesi”, İslamiyat, IV-3, 88.
202
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
D. Katılımcıların Nitelikleri
Anket % 52si kadın,%48i erkek olmak üzere 308 kişi üzerinde
uygulanmıştır.
Katılımcıların yaş aralığı çeşitlilik göstermekle birlikte %40lık oranın 20-25
yaş aralığında olduğu belirlenmiştir.
Katılımcıların %4’ü doktora mezunu,%5’i doktora öğrencisi,%4’ü yüksek
lisans mezunu,%10’u yüksek lisans öğrencisi,%23’ü lisans mezunu,%40’ı lisans
öğrencisi,%5’i yüksekokul,%6’sı lise,%1’i ise ilkokul mezunudur.
Katılımcıların %51’i çalıştığını, %49’u ise herhangi bir işte çalışmadığını
belirtmiştir.
Katılımcıların %55’i öğrenci olup, geri kalanların meslekleri çeşitlilik
göstermektedir.
Katılımcıların %36’sı evli,%63’ü bekar olduğunu belirtirken %3’lük kesim
‘diğer’ seçeneğini işaretlemişlerdir.
Katılımcıların %4’ü alt,%10’u ortanın altı,%48’i orta,%26’sı ortanın
üstü,%6’sı üstün altı,%6’sı üst,%1’i ise üst ekonomik seviyeye dâhil olduklarını
belirtmişlerdir.
Katılımcıların %69’u Büyükşehir merkezi,%23’ü şehir merkezi,%3’ü
Kasaba,%2’si köy,%2’si ise diğer seçeneğini “hayatlarının en uzun geçtiği yer’’
sorusunda işaretlemişlerdir.
E. Anket Sonuçlarına Bağlı Değerlendirmeler
Bu bölümde anket sonuçlarının değerlendirilmesine yer verilecektir. 1.grup
grafiklerde
muhafazakârlardaki
sekülerleşme
eğilimlerini
sosyo-ekonomik
statüden bağımsız, genel bir profil çizmesi açısından ele alırken, 2.grup
grafiklerde sosyo-ekonomik statü değişkenine yer verilecektir.
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
203
1. GRUP GRAFİKLERİN DEĞERLENDİRİLMESİ
A. DİN-DİNDARLIK
Tablo 1.a
‘Hangi dindarlık daha çok ilginizi çeker’ sorusuna (birden fazla
seçenek hakkı verilen soru, oranlar %100ü geçebilir) katılımcılar en çok %41
kitabî dindarlık,% 44 akılcı dindarlık oranlarında cevap verirken %36 oranla
mistik/tasavvufi dindarlık 3.sırada yer almıştır. Bu oranlar muhafazakarların
dindarlık anlayışlarında akla ve bilgiye önem vererek oldukça bilinçli bir
yaklaşım içersinde olmalarının yanı sıra, dînî tecrübe ve hissiyatı da
önemsedikleri şeklinde yorumlanabilir.
Tablo 1.b
‘Kendinizi dindarlık skalasında nerede görürsünüz’ sorusuna (1, 2, 3,
4, 5 derecelerinden) katılımcılar en çok %41 oranında 3 ve %38 oranında 4
derecelerini işaretlemişlerdir.
Tablo 1.d
‘Günlük
hayatta
kararlarımı
sosyal
çevreden
ziyade
dinî
kanaatlerim belirler’ görüşüne katılımcılar en çok %55 oranında katılıyorum
,% 31 oranında tamamen katılıyorum şeklinde cevap vermişlerdir. Oranlar
muhafazakârların günlük hayatlarında sosyal çevreden kısmen etkilenmiş
olduklarını gösterse de, karar almada dinî kanaatlerinin çok daha baskın olduğunu
gösterir.
Tablo 1.e
‘Bir sosyal ortama girdiğimde kişilerin ve ortamın dindar olmasına
dikkat ederim’ görüşüne katılımcılar %42 oranında katılıyorum,% 15 oranında
tamamen katılıyorum şeklinde cevap verirken toplamda %35’lik oranın hiç
katılmıyorum ve katılmıyorum seçeneklerine ait olması dikkat çekicidir.
‘Dinî
bir
gruba
(cemaate,
tarikate/harekete)
bağlı
olmayı
önemsiyorum’ görüşüne hiç katılmayanlar %18,katılmayanlar %26,fikrim
yok diyenler %15,katılanlar%30,tamamen katılanlar ise %11 oranlarındadır.
Katılmayan oranının toplamda %44,katılan oranının toplamda %41 olması,
muhafazakârlar arasında
bireysel yöneliş içersinde olanlarla,bir yapılanma
içersinde olmayı önemseyenlerin yakın oranlarda olduğunu gösterir.
204
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
Tablo 1.g
‘İnsanlarla iletişimimde dini konulara sıkça değinir ve dindarlığı
müdafaa
ederim’
görüşüne
katılımcılar
en
çok
%
49
oranında
katılıyorum,%17 oranında tamamen katılıyorum şeklinde cevap vermişlerdir.
Her ne kadar katılıyorum oranı daha yüksek olsa da katılmıyorum ve fikrim yok
oranlarının toplamda %45 olması, muhafazakârların insanlarla iletişimlerinde din
anlayışlarını karşılarındakine dayatma ya da kabul ettirme çabası içersinde
olmadıklarını ve bunun biraz da bireysel dindarlık anlayışından kaynaklı
olabileceği şeklinde yorumlanabilir.
Tablo 4
‘Din eğitimini nereden aldınız’ sorusuna katılımcılar en çok
%66
ailemden,%45 imam-hatip lisesinden,%41 kuran kursundan,%41 kendi
kendime oranlarında cevap vermişlerdir. Toplam dağılımda en yüksek oranda din
eğitiminin aileden alındığı görülmektedir. Ailelerin din eğitimini temin için
çocuklarını ailenin yanı sıra imam-hatip lisesi ve kuran kurslarına göndermeyi
önemsediklerini ve muhafazakârların dini bilgilerini geliştirmek için bizzat bir
çaba içersinde olduklarını söyleyebiliriz.
B.DİN-İBADET
Tablo 2.a ve 2.c birlikte değerlendirildiğinde;
Namaz, İslâm dini için en önemli ibâdetlerdendir ve toplum içerisinde de
dine bağlılığın bir ölçüsü olarak görülür. Hz. Peygamber (a.s) tarafından ‘dinin
direği’ olarak önemine vurgu yapılmış ve tarih boyunca da İslâm’ın en önemli
ayırt edici sembollerinden kabul edilmiştir. Bu düşünceden hareketle, bireyin din
ile bağlılığın en önemli göstergesi olacağını düşündüğümüz namaz ibadetini
sorgulamanın, muhafazakârların dini ibadetlerle ilişkilerini anlamaya yeteceği
kanaatindeyiz.
‘Ne sıklıkla farz olan namaz ibâdetini yerine getirirsiniz?’ sorusuna
(1, 2, 3, 4, 5 derecelerinden) katılımcılar en çok
%62 oranında 5 ve %21
oranında 4 derecelerini işaretlemişlerdir.
‘Çağdaş iş hayatı içinde namazlar cem edilebilir’ görüşüne
katılımcılar en çok %39 oranında hiç katılmıyorum ve %30 oranında
katılmıyorum cevaplarını vermişlerdir.
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
205
Tablo 2.b
‘Ekonomik ve sosyal statümün artması dini vecibelerimi yerine
getirmemi engellemez’ görüşüne katılımcılar en çok %60 oranında tamamen
katılıyorum ve %28 oranında katılıyorum yanıtlarını vermişlerdir.
Tablo 2.d ve 2.e birlikte değerlendirildiğinde;
Sosyo-psikolojik işlevi çok belirgin olan önemli ibâdetlerden biri de
zekâttır. Kur’an-ı Kerim’de ‘mü’minlerin mallarından zekât al ki, onları
temizleyip, mallarını çoğaltsın’ buyurulur. Demek ki zekât,hem malın hem de
benliklerin arınma aracıdır.Sosyal yönden ise zenginle fakir arasındaki bağı kuran
bir köprüdür.
‘Hayır yaparken, belirli dernek veya vakıflardan ziyade muhtaç
olana yardım etmeyi önemserim’ görüşüne katılımcılar en çok %45 oranında
katılıyorum,%28 oranında tamamen katılıyorum yanıtlarını vermişlerdir.
‘Zekâtımı tam olarak vermek benim için önemlidir’ görüşüne
katılımcılar en çok
%68 oranında tamamen katılıyorum,%24 oranında
katılıyorum yanıtını vermişlerdir.
Oranlardaki bu yükseklik muhafazakârların dinin ibâdet hususundaki
emirlerine hassasiyetlerinin yüksek olduğunu ifade etmektedir.
C. DİN-AHLÂK
Tablo 3.a,3.b,3.c ve 3.d birlikte değerlendirildiğinde;
Her dört tablodaki oranların yüksekliğinden ahlâki değerler noktasındaki
tutumlarda muhafazakâr eğilimlerin devam ettiği rahatlıkla söylenebilir.
II.BİLİNÇTE DÜNYEVÎLEŞME
Tablo 4.a
‘Çok zıt fikirlere sahip olsalar bile farklı düşünen kişilerle bir arada
yaşayabilirim’ görüşüne katılımcılar en çok %50 oranında katılıyorum,%23
oranında tamamen katılıyorum şeklinde yanıt vermişlerdir.
Tablo 4.b
‘Karar ve Faaliyetlerimde özgür olmak benim için önemlidir’
görüşüne katılımcılar en çok %40 oranında katılıyorum,%51 oranında
206
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
tamamen katılıyorum şeklinde yanıt vermişlerdir. Bu oranların yüksekliği
muhafazakârlar arasında bireyselciliğin önem kazandığını göstermesi açısından
önemlidir.
Tablo 4.c
‘Çağımızda
dinin
daha
akılcı
yorumlara
ihtiyacı
olduğunu
düşünüyorum’ görüşüne katılımcılar %10 oranında hiç katılmıyorum,%22
katılmıyorum,%18
oranında
oranında
fikrim
yok,
%35
oranında
katılıyorum,%15 oranında tamamen katılıyorum şeklinde değişik ve birbirine
yakın oranlarda görüş belirtmeleri dikkat çekicidir.
Tablo 4.d
‘Kadın ve erkek birbirinden üstün değildir, karar verme açısından
aralarında tam bir eşitlik olmalıdır’ görüşüne katılımcılar %8 oranında hiç
katılmıyorum,%27 oranında katılmıyorum,%12 oranında fikrim yok, %30
oranında katılıyorum,%22 oranında tamamen katılıyorum şeklinde değişik
oranlarda görüş belirtmelerine rağmen toplamda %52 oranın tamamen
katılıyorum ve katılıyorum seçeneklerine ait olması muhafazakârların eşitlikçi
bir anlayış içerisinde olduklarını göstermesi bakımından önemlidir.
Tablo 4.e
‘Ailede karar alınırken demokratik bir ortam olması gerektiğini
düşünürüm’ görüşüne katılımcılar en çok %50 oranında katılıyorum,%23
oranında tamamen katılıyorum şeklinde yanıt vermişlerdir. Oranların yüksekliği
muhafazakârların eşitlikçi olduğu kadar demokratik bir anlayış içerisinde
olduklarını da gösterir.
Tablo 4.f
‘Kadın-erkek tokalaşmasını sosyal ortama göre uygun görebilirim’
görüşüne
katılımcılar
%34
oranında
hiç
katılıyorum,%24
oranında
katılmıyorum ,%14 oranında fikrim yok,%23 oranında katılıyorum,%5
oranında tamamen katılıyorum şeklinde yanıt vermişlerdir.
Tablo 4.g
‘Dinler hayatla ilgili temel ilkeler sunar, gündelik yaşam ise bu
ilkelere bütünüyle yüz çevirmemekle birlikte, rasyonel tercihlerle şekillenir’
görüşüne
katılımcılar
%10
oranında
hiç
katılıyorum,%21
oranında
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
207
katılmıyorum, %21 oranında fikrim yok, %38 oranında katılıyorum,%9
oranında tamamen katılıyorum şeklinde yanıt vermişlerdir.
Tablo 4.h
‘Modern
hayatın
bilincimi
dünyevileştirdiğini
düşünüyorum’
görüşüne katılımcılar en çok %49 oranında katılıyorum,%23 oranında
tamamen katılıyorum şeklinde yanıt vermişlerdir.
Yukarıdaki tablolar birlikte değerlendirildiğinde; Muhafazakârların
modern dünyanın sunduğu eşitlikçi, demokratik, hümanist, akılcı tutum ve
düşünceleri oldukça benimsediklerini, bireyselci bir yaklaşım eğiliminde
olduklarını, zaman zaman inançları ve sunulan yaşam tarzı arasında kalıp
kendilerine göre ara formüller geliştirdiklerini söyleyebiliriz. Öte yandan
dünyevîleşmenin farkındalığı da oldukça manidârdır.
III. TÜKETİM ALIŞKANLIKLARI ve LÜKS ALGISINA İLİŞKİN
TUTUMLAR
Tablo 5.b,5.c,5.d,5.f birlikte değerlendirildiğinde;
Her dört tablodaki oranlardan muhafazakârların büyük çoğunluğunun
ihtiyaç duydukları şeyleri satın aldıklarını, maddi güçleri ne olursa olsun sade bir
hayat yaşamayı tercih ettiklerini görüyoruz.
Tablo 5.a,5.e,5.g,5.h,5.ı birlikte değerlendirildiğinde;
Muhafazakârların; hayatlarında lüks ve standartların devamlılığı,
kişilerin, dışarıdan lüks olarak değerlendirilse bile kendi muhitlerine göre
yaşamaları gerektiği ve zengin muhafazakârların lüks araç kullanması
hususunda birbirine yakın oranda iki gruba ayrıldıklarını görmekteyiz.
Ayrıca büyük çoğunluğun alışverişte marka sahibinin dindarlığından
ziyâde kaliteye önem verdiğini ve hayatlarında birçok lüksün olmasını
önemsemediklerini, maddi imkânlarının daha iyi bir seviyeye gelmesinin
dindarlıklarını etkilemediği düşüncesinde olduklarını görmekteyiz.
Tüketim unsurları arasında yapılabilecek bir “temel ihtiyaçlar ” ve “lüks
ihtiyaçlar” ayrımı, bu unsurların iletişimsellik boyutunu daha belirgin
kılacaktır.Çünkü
tüketim
analizi,ekonomik
olarak
başlasa
bile
birincil
ihtiyaçlardan lüks ihtiyaçlara doğru çıktıkça tüketimi bir iletişimsel davranış
olarak okumak daha anlamlı olmaya başlamaktadır.Çünkü malların konfor
208
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
derecesi ve prestij için alındığı bir durumda esasen metalar dünyasında
değil,simgeler dünyasındayızdır.Kamusal tüketim metalarının sosyal dolaşıma
sokulması toplumsal statü edinme kanallarının açılması ve mevcut kanallara
yenilerinin eklenmesi manasına gelir.
Sahip olunan “eşya (şeyler)” aslında “ifade edici”dir. Çünkü kültürel
kategorileri görünür kılarlar, sosyal anlamlar taşırlar ve nihayet iletişim sağlarlar.
Her bir tüketim davranışı toplumsal farklar yaratmaktadır.Sosyal konumlar âlemi
ile yaşam biçimleri âleminin haritalarını üst üste koymak ,hangi yaşam
biçimlerinin hangi sosyal grupları temsil ettiğini görmemizi olanaklı kılar.
Anket sonuçları bağlamında muhafazakârların ‘bir lokma bir hırka’
anlayışından oldukça uzak olduğunu, hayat standartlarının iyi bir seviyeye
gelmesini oldukça önemsediklerini görmekteyiz. Bu durum aynı zamanda
İslâm’ın bir kimlik olarak yeniden inşa biçimlerindeki değişimi de ifade ediyor.
Muhafazakâr kimliğin özellikle 80’lerde etrafında şekillendiği mazlumiyet ve
mağduriyet söyleminden, daha vurgulu ve tüketim sürecine daha fazla katılan bir
muhafazakar kimliğine (bir anlamda tüketimle barışmış bir muhafazakar
kimliğine)doğru bir evrilmeden bahsetmek mümkün.620
IV. SOSYAL ALANDAKİ TUTUMLAR
Tablo 6.a,6.b, 6.c ve 7.a birlikte değerlendirildiğinde;
Muhafazakârların
büyük
çoğunluğunun
ilgi
ve
yetenekleri
doğrultusunda seküler bile olsalar birçok ortama girmelerinin kendileri
açısından bir problem teşkil etmediği ve kamusal alanda muhafazakâr
kadının daha fazla yer alması gerektiği görüşünde olduklarını görüyoruz.
Bununla beraber çoğunluğun ev ziyaretlerinde haremlik-selamlık anlayışını
önemsemesi oldukça dikkat çekicidir.
Tablo 8.a,8.b ve 8.c birlikte değerlendirildiğinde;
Muhafazakârlar; ‘dinde örtünme emredilmiştir, ancak kişi örtünmede
biçim ve şekil olarak kendi standardını oluşturmada özgürdür’ görüşünde
birbirine yakın oranlarda iki gruba ayrılmalarına rağmen büyük çoğunluk ‘giyimkuşamla
ilgili
tercihlerimi
moda
620
Göle, N. “ İslamın Yeni Kamusal Yüzleri ” 227-8.
ve
markalar
belirler’
görüşüne
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
209
katılmıyorum ‘kıyafetlerimin geleneksel dini ölçülere uygun olmasına dikkat
ederim’ görüşüne katılıyorum şeklinde yanıt vermişlerdir.
Tablo 9.a ve 9.b birlikte değerlendirildiğinde;
‘Ekonomik güç toplumsal hayatın temelidir’ görüşüne katılmayanlar
toplamda %37 oranında iken katılanların oranı toplamda %44 tür.‘ İnsanların
sahip olduğu maddi şeylerin miktarını bir başarı göstergesi olarak
önemserim’ görüşüne muhafazakârların çoğu katılmıyorum şeklinde görüş
belirtmişlerdir.
İslâm çalışmayı emreder, ama İslâm servetin belirli ellerde tekelleşmesine
karşıdır. Bu tekelleşmeyi önlemek için İslam, mevcut sermaye birikimini üretime
dönüştürür ya da zekât vermek ve infakta bulunmak gibi, servetin toplumsal hayatta
ihtiyaç sahiplerinin ekonomik anlamda güçlendirilmelerine teşvik eder. Kısacası İslâm,
insana ekonomik teşebbüs özgürlüğü verirken, bir yandan da tekelciliğin gelişmesini
kontrol eder, denetler. Bu manevî öğelerden arındırılmış bir dînî anlayışın, vahşi
kapitalizmin câzibesinden yakayı kurtarması zordur. Bunu Weber, John Wesley’in
dilinden çarpıcı bir şekilde şöyle aktarır: “Korkarım ki, zenginliğin arttığı yerde dinin
içeriği aynı ölçülerde azalmıştır. Bu yüzden de, eşyanın doğasına uygun olarak, gerçek
bir dinin yeniden doğuşunun uzun süre kalıcı olabileceğini olanaklı görmüyorum.
Çünkü din, hem çalışkanlık hem de tutumluluk üretmek zorundadır ve bunlar da ancak
zenginliğe yol açar. Fakat zenginlik artınca, bütün dallarında gurur, kızgınlık ve dünya
sevgisi de artacaktır. Sonuç olarak da dinin kutsallığı kaybolacaktır.”621
Tablo 11.a ve 11.b birlikte değerlendirildiğinde;
‘Bana göre bankaların faiz oranları aslında finans kurumlarının
vade farkıyla aynıdır, fark sadece tanımlamadadır’ görüşünde muhafazakârlar
%29 oranında hiç katılmıyorum,%16 oranında katılmıyorum,%25 oranında
fikrim yok,%19 oranında katılıyorum,%12 oranında tamamen katılıyorum
şeklinde oldukça değişik oranlarda yanıt vermişlerdir.
‘Banka kredisi kullanmakta herhangi bir sakınca görmüyorum’
görüşüne katılımcıların çoğu katılmıyorum ve hiç katılmıyorum şeklinde yanıt
vermişlerdir.
621
Weber, Protestan Ahlâkı ve Kapitalizmin Ruhu, 141.
210
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
V.SİYASÎ TUTUMLAR
Eski toplumlarda kurumsal farklılaşmanın çok fazla olmaması yüzünden
din ve siyaset, tarihî süreçte uzun zaman iç içe olmuştur. Din ile siyasetin bu uzun
birlikteliği modern çağda birbirinden ayrışarak farklı kurumlar hâlinde
varlıklarını sürdürmeye devam etmektedir.
Muhafazakârların siyaset ve devlet konularındaki tutumlarını ölçmek için
katılımcılara dört görüş yönelttik.
Tablo 12.a,12.b,12c,12.d birlikte değerlendirildiğinde;
‘Dini olarak nitelendirilmesinden ziyade, benim için ideal olan, bir
devletin adalete, özgürlüğe ve eşitliğe riayet etmesidir’ ve ‘Dinin siyaset ve
hukuku
doğrudan
etkilemesi
gerektiğini
düşünüyorum’
görüşüne
katılımcıların büyük bir çoğunluğu katılıyorum ve tamamen katılıyorum
şeklinde ‘Laiklik doğru uygulandığında aslında İslam'ın özüne de uygun bir
anlayıştır’ görüşüne ise katılmıyorum ve hiç katılmıyorum şeklinde yanıt
vermişlerdir. ‘Oy kullanırken adayın yetenekli ve iş bitirici olması, dindar
olmasından çok daha önemlidir’ görüşünde ise toplamda %44’lük oran
katılıyorum derken % 41’lik oran katılmıyorum şeklinde görüş belirtmiştir.
VI. EVLİLİĞE İLİŞKİN TUTUMLAR
Tablo 13.a,13.b,13c,13.d birlikte değerlendirildiğinde;
‘Evliliğin görücü usulü olmasından ziyade görüşmeli-anlaşmalı
olması
gerektiğini
düşünüyorum’
ve
‘Eş
adayının
dindar
olması,
yakışıklı/güzel olmasından ya da iyi şartlar sunmasından daha önemlidir’
görüşlerinde katılımcıların büyük çoğunluğu katılıyorum ve tamamen
katılıyorum
‘Eş seçiminde benim tercihimden ziyade anne ve babamın
tercih ve öncelikleri daha önemlidir’ görüşünde ise katılmıyorum ve hiç
katılmıyorum şeklinde görüş belirtmişlerdir’. Kız ve erkeklerin evlilik öncesi
sohbet etmelerinde ve bir arada bulunmalarında bir sakınca görmüyorum’
bu mevzuda toplamda %44 katılıyorum ve %43 katılmıyorum oranlarıyla
katılımcılar iki gruba ayrılmışlardır.
Dindarlık evlilikte önemli bir tercih sebebi olmaya devam etmektedir. Hz.
Peygamberin (s.a.v) evlenilecek adayda aranan özellik olarak ‘dindar olanı tercih
etme’ vurgusu, muhafazakârlarda etkinliğini ciddi bir biçimde korumaktadır.
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
211
VII.TİCARÎ TUTUMLAR
Tablo 15
‘Ticari hayattaki faaliyetlerimi inanç ve vicdanımdan ziyade dünyevi
zorunluluklar/piyasa şartları belirler’ bu görüşe katılımcıların büyük
çoğunluğu katılmıyorum ve hiç katılmıyorum şeklinde yanıt vermişlerdir.
Muhafazakâr kimliğin piyasa ekonomisine bakışında, muhafazakâr
kimliğin kapitalizmle özdeşleşmeme arayışı gerilim hattı oluşturuyor. MÜSİAD
üzerine yapılan çalışmalar incelendiğinde, İslâmi ekonominin tanımının
belirsizliğini korumasına karşın (kerhen bile olsa) piyasa liberalizmini
benimsemiş olduğu görülüyor. Muhafazakâr işadamlarının İslâm medeniyetinin
inşası için ekonomik olarak güçlü olma gerekliliğine olan inançları ile içinde
yaşadıkları piyasa ekonomisinin yollarının kesişmesi, ideolojik aklanışını şu
tarihsel argümanda bulmaktadır: Batının teknolojisini, maddi üstünlüğünü (“
burayı maddi üstünlük aracı olarak piyasa ekonomisini" olarak da okuyabilirsiniz)
alalım, kendi manevi değerlerimizi koruyalım.
Menderes Çınar’a göre muhafazakârların “Alternatif ekonomi arayışının tek
farkı kendi kendini meşrulaştırması zor olan mevcut piyasa rasyonalizmini, farklı bir
şekilde meşrulaştırmaya çalışmasından kaynaklanmaktadır. Buna
göre, piyasa
rasyonalizmi İslam medeniyetinin canlanmasının bir aracı, İslâm medeniyetinin
canlandırılması amacı da piyasa rasyonalizminin meşrulaştırılmasının bir aracıdır.622
2.GRUP GRAFİKLERİN DEĞERLENDİRİLMESİ
Bu tablolar, çeşitli sosyo-ekonomik statüdeki kişilerin ilgili sorulara
verdikleri cevapların puanlamasından oluşmaktadır. En az puan sekülerleşme
eğilimlerinin daha fazla olduğunu, en fazla puan ise sekülerleşme eğilimlerinin
daha az olduğunu göstermektedir.
Tablo 8,15,16,18,20,21,22,26,28,36,37,41 birlikte değerlendirildiğinde;
Sekülerleşme eğilimlerini ölçen 51 unsurdan yalnızca yukarda belirtilen
12 unsur incelendiğinde sosyo-ekonomik statüsü yüksek kişilerin sekülerleşme
eğilimlerinin daha güçlü olduğundan söz edilebilir. Diğer hususlarda alt, orta ve
üst statüdeki kişilerin sekülerleşme eğilimlerinde bir farklılığa rastlanmamıştır.
622
Göle, N. “ İslamın Yeni Kamusal Yüzleri ” 223.
212
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
SONUÇ
Weber’in sekülerleşme sürecinin seyrine göre toplum gittikçe bir
makineye, insan da bu makinenin dişlisine benzemeye başlayan bir varlık hâline
gelmiş, insan davranışları daha akılcı ve hesaplanabilir olmuştur. Böylece insanın
kendi yaşamı üzerinde egemen olma duygusu gelişmiştir. İşte bütün bunlara bağlı
olarak toplumun dinsel anlayışı için önemli sonuçlar ortaya çıkmıştır. Din,
ekonomik, siyasal ve hatta sosyal davranış ve tutumlar alanından, özel yaşamın
gizli bir köşesine çekilmiş ve orada bireyselleşmiş insanın kutsalla ilişkisine
indirgenmiştir.
Weber'in teorisinin yalnızca Batı'daki sekülerleşme için, bir olası
perspektif sunduğu unutulmamalıdır. Ancak müslüman ülkelere baktığımızda çok
sayıda Müslüman kültürel anlamda İslâm'ın içinde bulunmakta, fakat buna
rağmen genellikle seküler Batıda
Hıristiyanların yaptıkları gibi, onlarda
yaşamlarını salt rasyonel düşüncelere göre belirlemektedirler.623
Muhafazakârların sekülerleşme eğilimlerinin genel bir çerçevede
ölçüldüğü bu çalışmada inanç ve ibâdet konularında muhafazakârların
hassasiyetlerini büyük oranda koruduklarını görüyoruz. Bununla birlikte sosyal
hayatta ve özellikle de bilinçlerde açık bir sekülerleşme eğiliminin olduğu
görülüyor. Sosyolojik olarak bilinmektedir ki dinin daha liberal yorumlarının
benimsenmesinde alınan eğitim düzeyi oldukça etkilidir. Araştırmada %55lik
oranın lisans, yüksek lisans ve doktora öğrencilerine ait olması ve eğitim
düzeyinin yüksekliği bu sonuca ulaşmamızda en önemli faktör olarak görülebilir.
Genel
olarak
tutumları
değerlendirdiğimizde
muhafazakârlar
hem
dini
inançlarının gerekliliklerinden vazgeçememekte, hem de dini kabullerle çatışır
gibi görünen ve gündelik yaşam için bir zorunluluk hâline gelen birtakım yeni
uygulamalardan kendilerini alamamaktadırlar.
623
Robinson, Francis, Çev. Celâleddin Çelik, “İslam’da Sekülerleşme” , E.Ü. Sosyal Bilimler
Enstitüsü Dergisi, I-XII.
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
213
Muhafazakârların yaşadıkları toplumsal değişimlere bağlı olarak zaman
zaman dini inançları ile sunulan yaşam tarzı arasında sıkıştıkları söylenebilir. Bu
durumlarda kendilerine göre geliştirdikleri ara formüller devreye girmektedir.
Sekülerleşme eğiliminin toplumsal planda güçlü olmakla birlikte, bireysel planda
dine yönelik ilginin devam etmekte olduğunu söyleyebiliriz.
Sekülerleşme eğilimlerini ölçen elli bir unsurdan yalnızca on iki unsur
incelendiğinde
sosyo-ekonomik
statüsü
yüksek
kişilerin
sekülerleşme
eğilimlerinin daha güçlü olduğundan söz edilebilir. Diğer hususlarda alt, orta ve
üst statüdeki kişilerin sekülerleşme eğilimlerinde bir farklılığa rastlanmamıştır.
Elbette deneysel olan bu araştırma bu konuda söz sahibi olma hakkına sahip
değildir ancak yüksek statünün muhafazakârlarda dünyevîleşmeye ilişkin bir
tehdit oluşturduğu tezi bizim araştırmamızın sonuçları için geçerli değildir. Bu
konuya ilişkin araştırmaların daha derin ve kapsamlı yapılması yerinde olacaktır.
Son olarak her insanda “inanma” olgusu, Allah’ın beşerî tabiatlara
verdiği bir duygudur. Bu duygu var olduğu müddetçe insanın duyu-ötesi aşkın bir
varlıkla temasa geçmesi bütün zamanlar için kaçınılmaz bir zorunluluktur. Her ne
kadar sekülerleşme, dinin bireyselleşmesi ve olabildiğince alanının daraltılması
gibi algılanmış olsa da topyekûn dinden kopmayı gerçekleştirememiştir. Nitekim
sekülerleşme sürecini yaşamış Batı toplumlarında seküler aklın ötesi alanında
yeni dinî harekelerde görülen canlılık, bu görüşü doğrulamaktadır. Çünkü, aşkın
bir kaynaktan kopuk bir medeniyetin tatmin araçları sahte olduğu için insanlığa
vereceği fazla bir şey kalmamıştır. Netice olarak, aşkın bir kaynağa dayalı ve
tabiatı bozulmamış bir dine bağlanan insanlar, ancak ‘kendisi’ kalmayı
başarabilirler. İşte modern dünyanın geldiği sonuç, anlam arayışıdır. Akl-ı selim
sahibi her insan bu anlam arayışını tevhitle noktalayabilir.624
624
Altıntaş, Ramazan, “Teolojik Sekülerleşmenin Neden Olduğu İnanç, Davranış ve Problemler”,
CÜİFD, I-XI,83.
214
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
BİBLİYOGRAFYA
Abuzer, Celil, Üniversite Gençliğinin Değişen Din Anlayışı, İpek Yayınları,
2010.
Altıntaş, Ramazan, “Teolojik Sekülerleşmenin Neden Olduğu İnanç,
Davranış ve Problemler”,CÜİFD, I-XI.
Altıntaş, Ramazan, Din ve Sekülerleşme, İstanbul 2002.
Başer, Vehbi, “Modernizm ve Postmodernizm Arasında Kutsalın Yitirilişi”,
İslâmiyat, I-X.
Bayer, Ali, Sosyolojik Perspektiften Din ve Sekülerleşme İlişkisine Yeniden
Bakış, Y.lisans Tezi, KMSİÜ, 2006.
Göle, Nilüfer, İslam’ın Yeni Kamusal Yüzleri, Metis Yayınları, İstanbul
2000.
Güler, İlhami, “Dünyanın Başına Gelen ‘Derin Sapkınlık’: Dünyevileşme”,
İslâmiyat,
I-X.
Hamilton, Malcolm, The Sociology of Religion, Routledge,1995.
Leger, Daniele Hervieu (trc. Halil Aydınalp) , “Sekülerleşme, Gelenek ve
Dindarlığın Yeni Şekilleri: Bazı Teorik Öneriler”, M.Ü.İ.F.D, I-XLI.
Robinson, Francis, “İslam’da Sekülerleşme” (trc. Celâleddin Çelik) E.Ü.
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, I-XII.
Subaşı, Necdet, Gündelik Hayat ve Dinsellik, İz Yayınları, İstanbul 2004.
Kaplan, Yusuf , ”Seküler Aklın Ötesi”, İslâmiyat, I-X.
Köse, Ali, Sekülerizm Sorgulanıyor, Ufuk Kitapları, İstanbul 2002.
Kirman, Mehmet Ali, Din ve Sekülerleşme -Üniversite Gençliği Üzerinde
Bir Araştırma, Karahan Kitabevi, Mayıs 2005.
Kumter, Nurten “Benlik Saygısı ve Dindarlık ilişkisi”, (Doktora Tezi),
Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2008.
Kurt, Abdurrahman, İşadamlarında Dindarlık ve Dünyevîleşme, Emin
Yayınları, Bursa 2009.
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
215
Kurt, Abdurrahman, “Weber’in İslam Görüşü Üzerine Bir Değerlendirme”,
U.Ü.İ.F.D., I-XXI.
Kurt, Abdurrahman, “Bireyselden Toplumsala Geçişte Din” , U.Ü.İ.F.D., IXXI.
Kurt, Abdurrahman, ”Dindarlığı Etkileyen Faktörler” U.Ü.İ.F.D., I-XXI.
Yeşilyurt, Temel, “Seküler Dünyada İman Toplululukları-Modern İnsan için
İmanın Anlam”, İslâmiyat, I-X.
2. GRUP TABLOLAR
Tablo 1
Kendinizi ''dindarlik s ikalasinda'' nerede görürsünüz?
Tukey HSD
a,b
Aylik ortalama geliriniz
asagidaki kategorilerden
hangisine giriyor?
7üstünüstü
2ortanin alti
5üstün a lti
3orta
1alt
4ortanin üstü
6üst
Sig.
N
3
30
17
148
13
80
17
Subset
for a lpha
= . 05
1
3,0000
3,1333
3,3529
3,3716
3,3846
3,6375
3,7647
,302
Means for groups in homogeneous subsets are displayed.
a. Uses Harmonic Mean Sample Size = 12,059.
b. The group sizes a re unequal. The harmonic m ean
of the group s izes is used. T ype I error levels are
not guaranteed.
216
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
Tablo 2 Ne siklikla farz olan namaz i badetini y erine g etirirsiniz?
Tukey HSD
a,b
Aylik ortalama geliriniz
asagidaki kategorilerden
hangisine giriyor?
1alt
7üstünüstü
2ortanin alti
5üstün a lti
3orta
4ortanin üstü
6üst
Sig.
N
13
3
30
17
148
80
17
Subset
for a lpha
= . 05
1
4,0000
4,0000
4,2333
4,2353
4,3176
4,4750
4,6471
,695
Means for groups in homogeneous subsets are displayed.
a. Uses Harmonic Mean Sample Size = 12,059.
b. The group sizes a re unequal. The harmonic m ean
of the group s izes is used. T ype I error levels are
not guaranteed.
Tablo 3 s1.Ekonomik ve s osyal statümün artmasi dini vecibelerimi
yerine getirmemi e ngellemez]
Tukey HSD a,b
Aylik ortalama geliriniz
asagidaki kategorilerden
hangisine giriyor?
1alt
5üstün a lti
6üst
3orta
2ortanin alti
4ortanin üstü
7üstünüstü
Sig.
N
13
17
17
148
30
80
3
Subset for alpha = . 05
1
2
3,6923
3,8824
3,8824
4,2353
4,2353
4,4054
4,4054
4,4333
4,4333
4,5375
4,5375
5,0000
,313
,065
Means for groups in homogeneous subsets are displayed.
a. Uses Harmonic Mean Sample Size = 12,059.
b. The group sizes a re unequal. The harmonic m ean of the
group sizes is used. Type I error levels a re not
guaranteed.
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
Tablo 4 s2.Günlük hayatta k ararlarimi sosyal çevreden
ziyade dini kanaatlerim belirler]
Tukey HSD
a,b
Aylik ortalama geliriniz
asagidaki kategorilerden
hangisine giriyor?
5üstün a lti
6üst
3orta
1alt
4ortanin üstü
2ortanin alti
7üstünüstü
Sig.
N
17
17
148
13
80
30
3
Subset
for a lpha
= . 05
1
3,8235
4,0000
4,0743
4,0769
4,1000
4,2333
4,3333
,763
Means for groups in homogeneous subsets are displayed.
a. Uses Harmonic Mean Sample Size = 12,059.
b. The group sizes a re unequal. The harmonic m ean
of the group s izes is used. T ype I error levels are
not guaranteed.
Tablo 5 s3.Bir s osyal ortama girdigimde,kisilerin ve
ortamin dindar olmasina dikkat e derim]
Tukey HSD
a,b
Aylik ortalama geliriniz
asagidaki kategorilerden
hangisine giriyor?
5üstün a lti
3orta
1alt
4ortanin üstü
2ortanin alti
6üst
7üstünüstü
Sig.
N
17
148
13
80
30
17
3
Subset
for a lpha
= . 05
1
3,0588
3,2432
3,3077
3,3375
3,4667
3,5882
3,6667
,877
Means for groups in homogeneous subsets are displayed.
a. Uses Harmonic Mean Sample Size = 12,059.
b. The group sizes a re unequal. The harmonic m ean
of the group s izes is used. T ype I error levels are
not guaranteed.
217
218
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
Tablo 6 s4.Dini bir gruba (cemaate/tarikate/harekete)bagli
olmayi önemsiyorum]
Tukey HSD
a,b
Aylik ortalama geliriniz
asagidaki kategorilerden
hangisine giriyor?
7üstünüstü
2ortanin alti
3orta
6üst
4ortanin üstü
5üstün a lti
1alt
Sig.
N
3
30
148
17
80
17
13
Subset
for a lpha
= . 05
1
2,0000
2,8000
2,8716
2,8824
2,8875
3,1176
3,3077
,186
Means for groups in homogeneous subsets are displayed.
a. Uses Harmonic Mean Sample Size = 12,059.
b. The group sizes a re unequal. The harmonic m ean
of the group s izes is used. T ype I error levels are
not guaranteed.
Tablo 7 s5.insanlarla iletisimimde dini konulara sikça deginir ve
dindarligi m üdafaa ederim]
Tukey HSD a,b
Aylik ortalama geliriniz
asagidaki kategorilerden
hangisine giriyor?
7üstünüstü
5üstün a lti
4ortanin üstü
1alt
3orta
2ortanin alti
6üst
Sig.
N
3
17
80
13
148
30
17
Subset for alpha = . 05
1
2
2,0000
3,2941
3,5875
3,6154
3,6486
3,7333
3,8235
1,000
,858
Means for groups in homogeneous subsets are displayed.
a. Uses Harmonic Mean Sample Size = 12,059.
b. The group sizes a re unequal. The harmonic m ean of the
group sizes is used. Type I error levels a re not
guaranteed.
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
219
Tablo 8 s.6insanlarin s ahip olduklariyla yetinmeleri gerektigine
inanir,maddi ödülleri hirs konusu yapmam]
Tukey HSD
a,b
Aylik ortalama geliriniz
asagidaki kategorilerden
hangisine giriyor?
7üstünüstü
5üstün a lti
4ortanin üstü
3orta
6üst
2ortanin alti
1alt
Sig.
N
3
17
80
148
17
30
13
Subset
for a lpha
= . 05
1
3,6667
3,7059
4,0500
4,0676
4,3529
4,3667
4,4615
,354
Means for groups in homogeneous subsets are displayed.
a. Uses Harmonic Mean Sample Size = 12,059.
b. The group sizes a re unequal. The harmonic m ean
of the group s izes is used. T ype I error levels are
not guaranteed.
Tablo 9 s.7Ögrendigim gelenek ve g örenekleri devam ettirmek benim
için önemlidir]
Tukey HSD a,b
Aylik ortalama geliriniz
asagidaki kategorilerden
hangisine giriyor?
7üstünüstü
1alt
5üstün a lti
4ortanin üstü
2ortanin alti
3orta
6üst
Sig.
N
3
13
17
80
30
148
17
Subset for alpha = . 05
1
2
2,3333
3,3846
3,3846
3,4706
3,4706
3,5250
3,5250
3,5333
3,5333
3,6149
3,6471
,082
,996
Means for groups in homogeneous subsets are displayed.
a. Uses Harmonic Mean Sample Size = 12,059.
b. The group sizes a re unequal. The harmonic m ean of the
group sizes is used. Type I error levels a re not
guaranteed.
220
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
Tablo 10 s.8 [Hayata yön veren degerlere i syan e tmekten
ziyade itaat etmek daha belirgin bir özelligimdir]
Tukey HSD
a,b
Aylik ortalama geliriniz
asagidaki kategorilerden
hangisine giriyor?
6üst
2ortanin alti
3orta
7üstünüstü
5üstün a lti
4ortanin üstü
1alt
Sig.
N
17
30
148
3
17
80
13
Subset
for a lpha
= . 05
1
3,1176
3,2333
3,3041
3,3333
3,4118
3,5125
3,5385
,980
Means for groups in homogeneous subsets are displayed.
a. Uses Harmonic Mean Sample Size = 12,059.
b. The group sizes a re unequal. The harmonic m ean
of the group s izes is used. T ype I error levels are
not guaranteed.
Tablo 11 s.10[Çok zit fikirlere sahip olsalar bile farkli düsünen k isilerle
bir arada yasayabilirim]
Tukey HSD a,b
Aylik ortalama geliriniz
asagidaki kategorilerden
hangisine giriyor?
7üstünüstü
3orta
5üstün a lti
2ortanin alti
1alt
4ortanin üstü
6üst
Sig.
N
3
148
17
30
13
80
17
Subset for alpha = . 05
1
2
3,0000
3,6689
3,6689
3,7647
3,7647
3,7667
3,7667
3,8462
3,8462
4,0500
4,0500
4,1765
,113
,859
Means for groups in homogeneous subsets are displayed.
a. Uses Harmonic Mean Sample Size = 12,059.
b. The group sizes a re unequal. The harmonic m ean of the
group sizes is used. Type I error levels a re not
guaranteed.
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
221
Tablo 12 s.11[Karar ve Faaliyetlerimde özgür olmak benim
için önemlidir]
Tukey HSD
a,b
Aylik ortalama geliriniz
asagidaki kategorilerden
hangisine giriyor?
1alt
5üstün a lti
6üst
4ortanin üstü
3orta
2ortanin alti
7üstünüstü
Sig.
N
13
17
17
80
148
30
3
Subset
for a lpha
= . 05
1
4,2308
4,3529
4,3529
4,3625
4,3919
4,6333
4,6667
,767
Means for groups in homogeneous subsets are displayed.
a. Uses Harmonic Mean Sample Size = 12,059.
b. The group sizes a re unequal. The harmonic m ean
of the group s izes is used. T ype I error levels are
not guaranteed.
Tablo 13 s.12 [Alistigim lüks ve standartlarin devami benim
için önemlidir]
Tukey HSD
a,b
Aylik ortalama geliriniz
asagidaki kategorilerden
hangisine giriyor?
2ortanin alti
1alt
5üstün a lti
3orta
7üstünüstü
4ortanin üstü
6üst
Sig.
N
30
13
17
148
3
80
17
Subset
for a lpha
= . 05
1
2,5000
2,6923
2,7647
2,8446
3,0000
3,1875
3,4706
,367
Means for groups in homogeneous subsets are displayed.
a. Uses Harmonic Mean Sample Size = 12,059.
b. The group sizes a re unequal. The harmonic m ean
of the group s izes is used. T ype I error levels are
not guaranteed.
222
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
Tablo 14 s.13[ilgilerim çesitlidir,dini olmasalar bile ilgilerimin
devamini isterim(spor,futbol,konser,tiyatro,yurtdisi
tatilleri,pahali alýsveris,resim yapma,müzik dinleme vs.)]
Tukey HSD
a,b
Aylik ortalama geliriniz
asagidaki kategorilerden
hangisine giriyor?
3orta
6üst
2ortanin alti
4ortanin üstü
5üstün a lti
1alt
7üstünüstü
Sig.
N
148
17
30
80
17
13
3
Subset
for a lpha
= . 05
1
3,5000
3,5882
3,6000
3,6000
3,7647
4,0000
4,0000
,941
Means for groups in homogeneous subsets are displayed.
a. Uses Harmonic Mean Sample Size = 12,059.
b. The group sizes a re unequal. The harmonic m ean
of the group s izes is used. T ype I error levels are
not guaranteed.
Tablo 15 s.14 [Çagimizda dinin daha a kilciyorumlara ihtiyaci
oldugunu düsünüyorum]
Tukey HSD
a,b
Aylik ortalama geliriniz
asagidaki kategorilerden
hangisine giriyor?
6üst
5üstün a lti
4ortanin üstü
2ortanin alti
1alt
3orta
7üstünüstü
Sig.
N
17
17
80
30
13
148
3
Subset
for a lpha
= . 05
1
2,5882
3,0588
3,2125
3,2333
3,3077
3,3176
3,3333
,756
Means for groups in homogeneous subsets are displayed.
a. Uses Harmonic Mean Sample Size = 12,059.
b. The group sizes a re unequal. The harmonic m ean
of the group s izes is used. T ype I error levels are
not guaranteed.
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
223
Tablo 16 s.15 [Kadin ve e rkek birbirinden üstün degildir, karar
verme a çisindan a ralarinda tam bir esitlik olmalidir.]
Tukey HSD
a,b
Aylik ortalama geliriniz
asagidaki kategorilerden
hangisine giriyor?
5üstün a lti
7üstünüstü
3orta
6üst
4ortanin üstü
2ortanin alti
1alt
Sig.
N
17
3
148
17
80
30
13
Subset
for a lpha
= . 05
1
2,8824
3,0000
3,2703
3,2941
3,3625
3,4000
3,8462
,539
Means for groups in homogeneous subsets are displayed.
a. Uses Harmonic Mean Sample Size = 12,059.
b. The group sizes a re unequal. The harmonic m ean
of the group s izes is used. T ype I error levels are
not guaranteed.
Tablo 17 s.16Ev ziyaretlerinde haremlik-­‐selamlik a nlayisinin
geçerliligini önemserim]
Tukey HSD
a,b
Aylik ortalama geliriniz
asagidaki kategorilerden
hangisine giriyor?
1alt
4ortanin üstü
3orta
5üstün a lti
2ortanin alti
6üst
7üstünüstü
Sig.
N
13
80
148
17
30
17
3
Subset
for a lpha
= . 05
1
3,6154
3,6625
3,6959
3,7647
3,8000
3,8824
4,3333
,781
Means for groups in homogeneous subsets are displayed.
a. Uses Harmonic Mean Sample Size = 12,059.
b. The group sizes a re unequal. The harmonic m ean
of the group s izes is used. T ype I error levels are
not guaranteed.
224
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
Tablo 18 s.17[Çagdas is hayati içinde namazlar c em edilebilir. ]
Tukey HSD a,b
Aylik ortalama geliriniz
asagidaki kategorilerden
hangisine giriyor?
6üst
N
17
17
80
13
148
30
3
5üstün a lti
4ortanin üstü
1alt
3orta
2ortanin alti
7üstünüstü
Sig.
Subset for alpha = . 05
1
2
1,5882
1,7647
2,0000
2,0000
2,0769
2,0769
2,2635
2,2635
2,2667
2,2667
3,3333
,797
,086
Means for groups in homogeneous subsets are displayed.
a. Uses Harmonic Mean Sample Size = 12,059.
b. The group sizes a re unequal. The harmonic m ean of the
group sizes is used. Type I error levels a re not
guaranteed.
Tablo 19 s.18 [Dinde örtünme e mredilmistir, a ncak kisi
örtünmede biçim ve sekil olarak kendi standardini
olusturmada özgürdür. ]
Tukey HSD
a,b
Aylik ortalama geliriniz
asagidaki kategorilerden
hangisine giriyor?
1alt
2ortanin alti
6üst
4ortanin üstü
3orta
5üstün a lti
7üstünüstü
Sig.
N
13
30
17
80
148
17
3
Subset
for a lpha
= . 05
1
2,2308
2,3000
2,4118
2,8750
2,9122
3,1176
3,6667
,156
Means for groups in homogeneous subsets are displayed.
a. Uses Harmonic Mean Sample Size = 12,059.
b. The group sizes a re unequal. The harmonic m ean
of the group s izes is used. T ype I error levels are
not guaranteed.
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
225
Tablo 20 s.19[Ekonomik güç t oplumsal hayatin temelidir]
Tukey HSD
a,b
Aylik ortalama geliriniz
asagidaki kategorilerden
hangisine giriyor?
1alt
3orta
6üst
2ortanin alti
4ortanin üstü
5üstün a lti
7üstünüstü
Sig.
N
13
148
17
30
80
17
3
Subset
for a lpha
= . 05
1
2,6154
2,9797
3,0000
3,0333
3,0625
3,3529
3,6667
,301
Means for groups in homogeneous subsets are displayed.
a. Uses Harmonic Mean Sample Size = 12,059.
b. The group sizes a re unequal. The harmonic m ean
of the group s izes is used. T ype I error levels are
not guaranteed.
Tablo 21 s.20 [insanlarin sahip oldugu m addi s eylerin
miktarini bir basari g östergesi olarak önemserim]
Tukey HSD
a,b
Aylik ortalama geliriniz
asagidaki kategorilerden
hangisine giriyor?
7üstünüstü
1alt
2ortanin alti
3orta
5üstün a lti
4ortanin üstü
6üst
Sig.
N
3
13
30
148
17
80
17
Subset
for a lpha
= . 05
1
1,6667
1,6923
1,7667
1,9324
1,9412
2,0750
2,1176
,910
Means for groups in homogeneous subsets are displayed.
a. Uses Harmonic Mean Sample Size = 12,059.
b. The group sizes a re unequal. The harmonic m ean
of the group s izes is used. T ype I error levels are
not guaranteed.
226
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
Tablo 22 s.21Tüketim a liskanliklarimi sadece ihtiyaçlarim
belirler,ihtiyacim olmayan bir s eyi satin almam
Tukey HSD
a,b
Aylik ortalama geliriniz
asagidaki kategorilerden
hangisine giriyor?
7üstünüstü
6üst
3orta
5üstün a lti
1alt
2ortanin alti
4ortanin üstü
Sig.
N
3
17
148
17
13
30
80
Subset
for a lpha
= . 05
1
3,0000
3,4706
3,7162
3,7647
3,7692
3,8333
3,8500
,413
Means for groups in homogeneous subsets are displayed.
a. Uses Harmonic Mean Sample Size = 12,059.
b. The group sizes a re unequal. The harmonic m ean
of the group s izes is used. T ype I error levels are
not guaranteed.
Tablo 23 s.22[Ne kadar maddi gücüm olursa olsun,sade bir
hayat yasamaya ç alisirim]
Tukey HSD
a,b
Aylik ortalama geliriniz
asagidaki kategorilerden
hangisine giriyor?
6üst
4ortanin üstü
3orta
5üstün a lti
1alt
2ortanin alti
7üstünüstü
Sig.
N
17
80
148
17
13
30
3
Subset
for a lpha
= . 05
1
3,5294
3,5875
3,6959
3,7059
3,9231
4,0000
4,6667
,076
Means for groups in homogeneous subsets are displayed.
a. Uses Harmonic Mean Sample Size = 12,059.
b. The group sizes a re unequal. The harmonic m ean
of the group s izes is used. T ype I error levels are
not guaranteed.
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
227
Tablo 24 s.23[Bir seyler s atin almaktan büyük zevk duyarim
ve beni rahatlatir]
Tukey HSD
a,b
Aylik ortalama geliriniz
asagidaki kategorilerden
hangisine giriyor?
5üstün a lti
1alt
2ortanin alti
3orta
7üstünüstü
4ortanin üstü
6üst
Sig.
N
17
13
30
148
3
80
17
Subset
for a lpha
= . 05
1
2,1765
2,3846
2,4333
2,4932
2,6667
2,7250
2,9412
,668
Means for groups in homogeneous subsets are displayed.
a. Uses Harmonic Mean Sample Size = 12,059.
b. The group sizes a re unequal. The harmonic m ean
of the group s izes is used. T ype I error levels are
not guaranteed.
Tablo 25 s.24[Alisveris yaparken ürün/marka sahibinin
dindar olmasindan ziyade, kaliteye önem veririm]
Tukey HSD
a,b
Aylik ortalama geliriniz
asagidaki kategorilerden
hangisine giriyor?
1alt
3orta
7üstünüstü
2ortanin alti
6üst
4ortanin üstü
5üstün a lti
Sig.
N
13
148
3
30
17
80
17
Subset
for a lpha
= . 05
1
3,2308
3,3243
3,3333
3,3667
3,6471
3,7000
4,0588
,484
Means for groups in homogeneous subsets are displayed.
a. Uses Harmonic Mean Sample Size = 12,059.
b. The group sizes a re unequal. The harmonic m ean
of the group s izes is used. T ype I error levels are
not guaranteed.
228
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
Tablo 26 s.25[Hayatimda bir çok l üksün bulunmasini önemserim]
Tukey HSD
a,b
Aylik ortalama geliriniz
asagidaki kategorilerden
hangisine giriyor?
7üstünüstü
2ortanin alti
1alt
3orta
5üstün a lti
4ortanin üstü
6üst
Sig.
N
3
30
13
148
17
80
17
Subset
for a lpha
= . 05
1
2,0000
2,0667
2,0769
2,1014
2,2941
2,3125
2,7647
,519
Means for groups in homogeneous subsets are displayed.
a. Uses Harmonic Mean Sample Size = 12,059.
b. The group sizes a re unequal. The harmonic m ean
of the group s izes is used. T ype I error levels are
not guaranteed.
Tablo 27 s.26[Maddi imkanlarimin daha i yi bir seviyeye
gelmesi, dini yasantimi olumsuz etkilemez ]
Tukey HSD
a,b
Aylik ortalama geliriniz
asagidaki kategorilerden
hangisine giriyor?
5üstün a lti
1alt
2ortanin alti
3orta
4ortanin üstü
6üst
7üstünüstü
Sig.
N
17
13
30
148
80
17
3
Subset
for a lpha
= . 05
1
3,5882
3,6923
3,7667
4,0541
4,0625
4,1176
4,3333
,429
Means for groups in homogeneous subsets are displayed.
a. Uses Harmonic Mean Sample Size = 12,059.
b. The group sizes a re unequal. The harmonic m ean
of the group s izes is used. T ype I error levels are
not guaranteed.
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
229
Tablo 28 s.27Disaridan lüks olarak g örünse bile, kisilerin kendi
muhitlerine g ore yasamasi gerektigini düsünürüm]
Tukey HSD
a,b
Aylik ortalama geliriniz
asagidaki kategorilerden
hangisine giriyor?
1alt
2ortanin alti
3orta
6üst
5üstün a lti
4ortanin üstü
7üstünüstü
Sig.
N
13
30
148
17
17
80
3
Subset
for a lpha
= . 05
1
2,7692
2,8000
2,9392
3,0000
3,0588
3,1125
3,3333
,909
Means for groups in homogeneous subsets are displayed.
a. Uses Harmonic Mean Sample Size = 12,059.
b. The group sizes a re unequal. The harmonic m ean
of the group s izes is used. T ype I error levels are
not guaranteed.
Tablo 29 s.28[Kiyafetlerimin g eleneksel dini ölçülere uygun
olmasina dikkat ederim ]
Tukey HSD
a,b
Aylik ortalama geliriniz
asagidaki kategorilerden
hangisine giriyor?
4ortanin üstü
1alt
3orta
2ortanin alti
5üstün a lti
6üst
7üstünüstü
Sig.
N
80
13
148
30
17
17
3
Subset
for a lpha
= . 05
1
3,4500
3,5385
3,5743
3,6333
3,6471
3,7059
4,0000
,871
Means for groups in homogeneous subsets are displayed.
a. Uses Harmonic Mean Sample Size = 12,059.
b. The group sizes a re unequal. The harmonic m ean
of the group s izes is used. T ype I error levels are
not guaranteed.
230
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
Tablo 30 s.29[Giyim-­‐kusamla ilgili tercihlerimi m oda ve markalar belirler]
Tukey HSD a,b
Aylik ortalama geliriniz
asagidaki kategorilerden
hangisine giriyor?
3orta
N
148
17
30
80
13
17
3
5üstün a lti
2ortanin alti
4ortanin üstü
1alt
6üst
7üstünüstü
Sig.
Subset for alpha = . 05
1
2
1,7027
1,7059
1,7667
1,7875
1,8462
2,0000
2,0000
3,0000
,980
,071
Means for groups in homogeneous subsets are displayed.
a. Uses Harmonic Mean Sample Size = 12,059.
b. The group sizes a re unequal. The harmonic m ean of the
group sizes is used. Type I error levels a re not
guaranteed.
Tablo 31 s.30[Disari çikarken makyaj yapmaya/güzel
görünmeye dikkat e derim]
Tukey HSD
a,b
Aylik ortalama geliriniz
asagidaki kategorilerden
hangisine giriyor?
7üstünüstü
2ortanin alti
3orta
4ortanin üstü
1alt
5üstün a lti
6üst
Sig.
N
3
30
148
80
13
17
17
Subset
for a lpha
= . 05
1
1,3333
2,1000
2,1486
2,5000
2,5385
2,7059
2,7059
,112
Means for groups in homogeneous subsets are displayed.
a. Uses Harmonic Mean Sample Size = 12,059.
b. The group sizes a re unequal. The harmonic m ean
of the group s izes is used. T ype I error levels are
not guaranteed.
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
231
Tablo 32 s.31[Bana göre bankalarin faiz oranlari a slinda
finans kurumlarinin vade farkiyla a ynidir, fark
sadece t animlamadadir]
Tukey HSD
a,b
Aylik ortalama geliriniz
asagidaki kategorilerden
hangisine giriyor?
7üstünüstü
6üst
3orta
4ortanin üstü
1alt
2ortanin alti
5üstün a lti
Sig.
N
3
17
148
80
13
30
17
Subset
for a lpha
= . 05
1
2,3333
2,4118
2,6824
2,6875
2,7692
2,9000
2,9412
,934
Means for groups in homogeneous subsets are displayed.
a. Uses Harmonic Mean Sample Size = 12,059.
b. The group sizes a re unequal. The harmonic m ean
of the group s izes is used. T ype I error levels are
not guaranteed.
Tablo 33 s.32[Banka k redisi k ullanmakta herhangi bir
sakinca görmüyorum]
Tukey HSD
a,b
Aylik ortalama geliriniz
asagidaki kategorilerden
hangisine giriyor?
1alt
6üst
2ortanin alti
7üstünüstü
3orta
4ortanin üstü
5üstün a lti
Sig.
N
13
17
30
3
148
80
17
Subset
for a lpha
= . 05
1
1,4615
1,5294
1,5667
1,6667
1,8716
1,8875
2,0000
,856
Means for groups in homogeneous subsets are displayed.
a. Uses Harmonic Mean Sample Size = 12,059.
b. The group sizes a re unequal. The harmonic m ean
of the group s izes is used. T ype I error levels are
not guaranteed.
232
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
Tablo 34 s.33 [Evimin disinda da spor y apmayi
önemsiyorum (spor salonu,park vs..)]
Tukey HSD
a,b
Aylik ortalama geliriniz
asagidaki kategorilerden
hangisine giriyor?
7üstünüstü
4ortanin üstü
2ortanin alti
1alt
3orta
6üst
5üstün a lti
Sig.
N
3
80
30
13
148
17
17
Subset
for a lpha
= . 05
1
3,0000
3,0125
3,0333
3,0769
3,1014
3,3529
3,7059
,822
Means for groups in homogeneous subsets are displayed.
a. Uses Harmonic Mean Sample Size = 12,059.
b. The group sizes a re unequal. The harmonic m ean
of the group s izes is used. T ype I error levels are
not guaranteed.
Tablo 35 s.35[Dini olarak nitelendirilmesinden ziyade, benim
için ideal olan, bir devletin adalete, özgürlüge ve
esitlige riayet e tmesidir. ]
Tukey HSD
a,b
Aylik ortalama geliriniz
asagidaki kategorilerden
hangisine giriyor?
6üst
3orta
4ortanin üstü
2ortanin alti
1alt
5üstün a lti
7üstünüstü
Sig.
N
17
148
80
30
13
17
3
Subset
for a lpha
= . 05
1
3,2941
3,5676
3,6000
3,6333
3,8462
4,0588
4,6667
,084
Means for groups in homogeneous subsets are displayed.
a. Uses Harmonic Mean Sample Size = 12,059.
b. The group sizes a re unequal. The harmonic m ean
of the group s izes is used. T ype I error levels are
not guaranteed.
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
233
Tablo 36
s.36[Dinin siyaset ve hukuku dogrudan e tkilemesi
gerektigini düsünüyorum]
Tukey HSD
a,b
Aylik ortalama geliriniz
asagidaki kategorilerden
hangisine giriyor?
7üstünüstü
5üstün a lti
4ortanin üstü
3orta
6üst
2ortanin alti
1alt
Sig.
N
3
17
80
148
17
30
13
Subset
for a lpha
= . 05
1
3,3333
3,4706
3,7375
3,8986
4,1176
4,2000
4,6154
,078
Means for groups in homogeneous subsets are displayed.
a. Uses Harmonic Mean Sample Size = 12,059.
b. The group sizes a re unequal. The harmonic m ean
of the group s izes is used. T ype I error levels are
not guaranteed.
Tablo 37 s.37[Oy kullanirken adayin yetenekli ve i sbitirici olmasi,dindar
olmasindan çok daha önemlidir]
Tukey HSD a,b
Aylik ortalama geliriniz
asagidaki kategorilerden
hangisine giriyor?
6üst
3orta
4ortanin üstü
5üstün a lti
2ortanin alti
1alt
7üstünüstü
Sig.
N
17
148
80
17
30
13
3
Subset for alpha = . 05
1
2
2,9412
2,9595
3,0500
3,1176
3,2000
3,2000
3,2308
3,2308
4,6667
,998
,077
Means for groups in homogeneous subsets are displayed.
a. Uses Harmonic Mean Sample Size = 12,059.
b. The group sizes a re unequal. The harmonic m ean of the
group sizes is used. Type I error levels a re not
guaranteed.
234
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
Tablo 38 s.38[Kamusal alanda dindar kadinin daha f azla yer
almasi gerektigini düsünüyorum]
Tukey HSD
a,b
Aylik ortalama geliriniz
asagidaki kategorilerden
hangisine giriyor?
5üstün a lti
1alt
6üst
7üstünüstü
2ortanin alti
3orta
4ortanin üstü
Sig.
N
17
13
17
3
30
148
80
Subset
for a lpha
= . 05
1
2,8824
2,9231
3,2941
3,3333
3,3667
3,4527
3,5500
,826
Means for groups in homogeneous subsets are displayed.
a. Uses Harmonic Mean Sample Size = 12,059.
b. The group sizes a re unequal. The harmonic m ean
of the group s izes is used. T ype I error levels are
not guaranteed.
Tablo 39 s.39[Ailede k arar alinirken demokratik bir ortam
olmasi gerektigini düsünürüm ]
Tukey HSD
a,b
Aylik ortalama geliriniz
asagidaki kategorilerden
hangisine giriyor?
7üstünüstü
1alt
5üstün a lti
6üst
2ortanin alti
3orta
4ortanin üstü
Sig.
N
3
13
17
17
30
148
80
Subset
for a lpha
= . 05
1
3,6667
3,7692
3,8824
4,0588
4,1000
4,1216
4,1250
,914
Means for groups in homogeneous subsets are displayed.
a. Uses Harmonic Mean Sample Size = 12,059.
b. The group sizes a re unequal. The harmonic m ean
of the group s izes is used. T ype I error levels are
not guaranteed.
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
235
Tablo 40 s.40[Yeteneklerimin farkindaligina varmak için seküler
bile olsa çesitli sosyal ortamlara girmeyi önemsiyorum]
Tukey HSD
a,b
Aylik ortalama geliriniz
asagidaki kategorilerden
hangisine giriyor?
2ortanin alti
7üstünüstü
5üstün a lti
4ortanin üstü
3orta
6üst
1alt
Sig.
N
30
3
17
80
148
17
13
Subset
for a lpha
= . 05
1
3,0000
3,0000
3,1176
3,2875
3,3108
3,3529
3,5385
,906
Means for groups in homogeneous subsets are displayed.
a. Uses Harmonic Mean Sample Size = 12,059.
b. The group sizes a re unequal. The harmonic m ean
of the group s izes is used. T ype I error levels are
not guaranteed.
Tablo 41 s.41[Evliligin görücü usulü olmasindan ziyade
görüsmeli-­‐anlasmali olmasi gerektigini düsünüyorum]
Tukey HSD
a,b
Aylik ortalama geliriniz
asagidaki kategorilerden
hangisine giriyor?
7üstünüstü
6üst
5üstün a lti
4ortanin üstü
2ortanin alti
3orta
1alt
Sig.
N
3
17
17
80
30
148
13
Subset
for a lpha
= . 05
1
2,6667
3,0588
3,1765
3,3500
3,4000
3,5270
3,6154
,344
Means for groups in homogeneous subsets are displayed.
a. Uses Harmonic Mean Sample Size = 12,059.
b. The group sizes a re unequal. The harmonic m ean
of the group s izes is used. T ype I error levels are
not guaranteed.
236
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
Tablo 42 s.42[Kýz ve e rkeklerin evlilik öncesi sohbet e tmelerinde ve bir
arada bulunmalarýnda bir sakýnca görmüyorum]
Tukey HSD a,b
Aylik ortalama geliriniz
asagidaki kategorilerden
hangisine 5üstün a ltigiriyor?
N
17
30
80
17
148
13
3
2ortanin alti
4ortanin üstü
6üst
3orta
1alt
7üstünüstü
Sig.
Subset for alpha = . 05
1
2
2,2941
2,8000
2,8000
2,9750
2,9750
3,0000
3,0000
3,0338
3,0338
3,0769
3,0769
4,0000
,743
,245
Means for groups in homogeneous subsets are displayed.
a. Uses Harmonic Mean Sample Size = 12,059.
b. The group sizes a re unequal. The harmonic m ean of the
group sizes is used. Type I error levels a re not
guaranteed.
Tablo 43 s.43[Kadin-­‐erkek t okalasmasini sosyal ortama göre uygun
görebilirim]
Tukey HSD a,b
Aylik ortalama geliriniz
asagidaki kategorilerden
hangisine giriyor?
6üst
2ortanin alti
1alt
5üstün a lti
3orta
4ortanin üstü
7üstünüstü
Sig.
N
17
30
13
17
148
80
3
Subset for alpha = . 05
1
2
1,8235
2,2667
2,3077
2,4118
2,4324
2,4625
2,4625
4,0000
,885
,054
Means for groups in homogeneous subsets are displayed.
a. Uses Harmonic Mean Sample Size = 12,059.
b. The group sizes a re unequal. The harmonic m ean of the
group sizes is used. Type I error levels a re not
guaranteed.
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
237
Tablo 44 s.44[Es adayinin dindar olmasi, yakisikli/güzel olmasindan ya da
iyi sartlar s unmasindan daha önemlidir.]
Tukey HSD a,b
Aylik ortalama geliriniz
asagidaki kategorilerden
hangisine giriyor?
1alt
N
13
17
17
148
30
80
3
5üstün a lti
6üst
3orta
2ortanin alti
4ortanin üstü
7üstünüstü
Sig.
Subset for alpha = . 05
1
2
3,6154
4,0588
4,0588
4,0588
4,0588
4,1149
4,1149
4,2333
4,2333
4,3625
4,3625
5,0000
,511
,229
Means for groups in homogeneous subsets are displayed.
a. Uses Harmonic Mean Sample Size = 12,059.
b. The group sizes a re unequal. The harmonic m ean of the
group sizes is used. Type I error levels a re not
guaranteed.
Tablo 45 s.45.Es seçiminde benim tercihimden ziyade anne
ve babamin t ercih v e öncelikleri daha önemlidir.]
Tukey HSD
a,b
Aylik ortalama geliriniz
asagidaki kategorilerden
hangisine giriyor?
7üstünüstü
1alt
3orta
2ortanin alti
5üstün a lti
4ortanin üstü
6üst
Sig.
N
3
13
148
30
17
80
17
Subset
for a lpha
= . 05
1
1,6667
1,7692
2,2297
2,2667
2,3529
2,3625
2,8235
,096
Means for groups in homogeneous subsets are displayed.
a. Uses Harmonic Mean Sample Size = 12,059.
b. The group sizes a re unequal. The harmonic m ean
of the group s izes is used. T ype I error levels are
not guaranteed.
238
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
Tablo 46 s.47[Laiklik dogru uygulandiginda aslinda islam'in
özüne de uygun bir a nlayistir]
Tukey HSD
a,b
Aylik ortalama geliriniz
asagidaki kategorilerden
hangisine giriyor?
2ortanin alti
4ortanin üstü
3orta
7üstünüstü
6üst
5üstün a lti
1alt
Sig.
N
30
80
148
3
17
17
13
Subset
for a lpha
= . 05
1
2,3000
2,4750
2,5135
2,6667
2,7059
2,8235
2,8462
,954
Means for groups in homogeneous subsets are displayed.
a. Uses Harmonic Mean Sample Size = 12,059.
b. The group sizes a re unequal. The harmonic m ean
of the group s izes is used. T ype I error levels are
not guaranteed.
Tablo 47 s.48[Dinler hayatla ilgili temel ilkeler sunar, g ündelik
yaþam ise bu i lkelere bütünüyle yüz ç evirmemekle
birlikte, rasyonel tercihlerle þekillenir]
Tukey HSD
a,b
Aylik ortalama geliriniz
asagidaki kategorilerden
hangisine giriyor?
5üstün a lti
3orta
1alt
4ortanin üstü
2ortanin alti
6üst
7üstünüstü
Sig.
N
17
148
13
80
30
17
3
Subset
for a lpha
= . 05
1
3,1176
3,1216
3,1538
3,2000
3,2333
3,2353
3,6667
,910
Means for groups in homogeneous subsets are displayed.
a. Uses Harmonic Mean Sample Size = 12,059.
b. The group sizes a re unequal. The harmonic m ean
of the group s izes is used. T ype I error levels are
not guaranteed.
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
239
Tablo 48 s.49[Zengin dindarlarin lüks a raç kullanmasinda
bir sakinca görmüyorum]
Tukey HSD
a,b
Aylik ortalama geliriniz
asagidaki kategorilerden
hangisine giriyor?
1alt
7üstünüstü
2ortanin alti
3orta
5üstün a lti
6üst
4ortanin üstü
Sig.
N
13
3
30
148
17
17
80
Subset
for a lpha
= . 05
1
2,3846
2,6667
2,7333
3,0743
3,1765
3,2353
3,2750
,669
Means for groups in homogeneous subsets are displayed.
a. Uses Harmonic Mean Sample Size = 12,059.
b. The group sizes a re unequal. The harmonic m ean
of the group s izes is used. T ype I error levels are
not guaranteed.
Tablo 49 s.50[Genelde t atillerimi m uhafazakar tatil beldeleri
ve otellerde geçirmeye dikkat e derim]
Tukey HSD
a,b
Aylik ortalama geliriniz
asagidaki kategorilerden
hangisine giriyor?
7üstünüstü
5üstün a lti
2ortanin alti
1alt
4ortanin üstü
3orta
6üst
Sig.
N
3
17
30
13
80
148
17
Subset
for a lpha
= . 05
1
2,3333
2,5882
2,7333
3,0769
3,1125
3,2568
3,3529
,471
Means for groups in homogeneous subsets are displayed.
a. Uses Harmonic Mean Sample Size = 12,059.
b. The group sizes a re unequal. The harmonic m ean
of the group s izes is used. T ype I error levels are
not guaranteed.
240
VI. ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
Tablo 50 s.51[Ticari hayattaki faaliyetlerimi inanç ve vicdanimdan
ziyade dünyevi zorunluluklar/piyasa sartlari belirler]
Tukey HSD
a,b
Aylik ortalama geliriniz
asagidaki kategorilerden
hangisine giriyor?
2ortanin alti
1alt
6üst
3orta
4ortanin üstü
5üstün a lti
7üstünüstü
Sig.
N
30
13
17
148
80
17
3
Subset
for a lpha
= . 05
1
1,8667
2,0769
2,1176
2,1554
2,2375
2,3529
2,6667
,532
Means for groups in homogeneous subsets are displayed.
a. Uses Harmonic Mean Sample Size = 12,059.
b. The group sizes a re unequal. The harmonic m ean
of the group s izes is used. T ype I error levels are
not guaranteed.
Tablo 51 s.52[Modern hayatin bilincimi dünyevilestirdigini
düsünüyorum]
Tukey HSD
a,b
Aylik ortalama geliriniz
asagidaki kategorilerden
hangisine giriyor?
7üstünüstü
5üstün a lti
2ortanin alti
3orta
6üst
4ortanin üstü
1alt
Sig.
N
3
17
30
148
17
80
13
Subset
for a lpha
= . 05
1
3,3333
3,4706
3,6667
3,7297
3,7647
3,7750
4,3077
,289
Means for groups in homogeneous subsets are displayed.
a. Uses Harmonic Mean Sample Size = 12,059.
b. The group sizes a re unequal. The harmonic m ean
of the group s izes is used. T ype I error levels are
not guaranteed.
Download