Untitled

advertisement
Nurer UGURLU başkanlığında bir kurul tarafından
hazırlanmıştır.
Dizgi - Baskı - Yayımlayan:
Yeni Gün Haber Ajansı
Basın ve Yayıncılık A.Ş.
Şubat 1999
BiR ABD BÜYÜKELÇISİNİN
TÜRKiYE HATIRALARI
MUSTAFA KEMAL
1
CHARLES N. SHERRİLL
Çeviren:
ÖRGEN UGURLU
Cumhuriye(
GAZETESİNİN
OKURLARINA ARMAGANIDIR.
Gazi Mustafa Kemal
5
General Charles H. Sherrill, Amerika Birleşik Devlet­
leri 'nin Türkiye Büyükelçisi olarak Ankara'da bulunmuş­
tur ( 1 932- 1 933). Türk Kurtuluş Savaşı, devrimler ve bun­
ların yaratıcısı Mustafa Kema/'e hayranlığının bir sonucu
olarak bu eseri kaleme almıştır.
General Sherrill, bu eserini yazmadan önce Mustafa
Kemal'le pek çok görüşme yapmıştır. Bu bakımdan eser,
Atatürk' ün çeşitli düşünce ve görüşlerini yansıtması açısın­
dan büyük önem taşımaktadır.
Yazar, bu eserinde 1 932- 1 933 yıllan Türkiyesi'ni ve
Ankarası'nı anlatmaktadır. Bu nedenle General Sherrill,
İstanbul ve Ankara şehirleri için olduğu kadar, olaylardaki
değerlendirmelerinde de o günlerin koşullan içindedir. Ki­
tabı okurken, bu özelliğin gözden uzak tutulmamasında bü­
yük yarar vardır.
7
ÖNSÖZ
Büyük adamlar yetiştiren bir ırk, herhalde büyük bir
ırktır. Bir ulusu anlamak için, onun liderini incelemekten
daha iyi bir yol ve yöntem yoktur. Günümüzde kendisin­
den daha üstün bir devlet adamı bulunmayan Mustafa Ke­
mal kadar büyük, liyakatli bir insanı, Türkler ender yetiş­
tirmişlerdir. Bu nedenle Türkiye'yi ve Türkleri incelemek
için izleyeceğimiz en iyi yol, ülkeyi yöneten siyasi insan­
larla işe başlamak ve kurtarıcı, öncü ulusal kahraman ve
beynelmilel devlet adamı cumhurbaşkanını tetkik etmek
olacaktır.
Bu kitabı yazmakta olduğumuz tarihte, bütün dünya­
nın ilgisini çeken üç liderin; Mustafa Kemal, Franklin Ro­
osevelt ve Benito Mussolini 'nin hemen hemen aynı yaşta
bulunmaları ilginç bir rastlantıdır. Bu üç lider sırasıyla
1 88 1 , 1 882 ve 1 883 yıllarında dünyaya gelmişlerdir.
Her üç devlet adamının da büyük işler başardıkları ke­
sindir. Büyük liderler, büyük başarılar kazanırken şöyle dü­
şünenler çok olmuştur:
" - Evet, kesinlikle ulusu için çalışıyor. Ama bu çaba­
ya, bu didinmeye ne kadar dayanabilecek?"
Birçok insanın başarmaya maddi olanak bulamaya9
caklari bir işi, başkanımızın karşılamakta gösterdiği azme,
cesarete ve elde ettiği sonuçlara bütün Amerikalılar hayra­
nızdır. İşte Amerikalıların yukarıda belirttiğim kuşkulara
cevapları.
Gelelim İtalyanlara: Mussolini'yi on yıldan çok bir sü­
reden beri tanımaktayım. Kendisiyle çok yakın görüşme­
lerim olmuştur. Onun sağlık durumunun bozuk olduğu yo­
lunda zaman zaman çıkarılan dedikodulara şaşmışımdır.
Roma'dan Ostia'ya kadar otomobilini kendisi kullanan,
sonra da denize girerek bir saatten çok yüzebilen Mussoli­
ni 'nin, daha uzun yıllar ağır işlere, çalışmalara dayanabi­
leceğinden söz etmek kehanet sayılmaz.
Türk başkanına gelince, özel hayatı konusunda Musta­
fa Kemal kadar hakkında dedikodu, yalan haber uydurul­
muş bir başka lidere rastlamadığımı açıkça söylemeliyim.
Mustafa Kemal Paşa'nın özel hayatı ve sağlık durumu ile
ilgili olarak ortaya atılan dedikoduları çıkaranlar çoğunluk­
la haset ve kıskanç birtakım yazarlar olmuşlardır. Bu neden­
le Batı dünyasında Mustafa Kemal 'in sağlık durumunun
bozuk olduğu konusunda yaygın bir kanı vardır. Yıllarca
koşmuş, kürek çekmiş, maç oynamış, güreşmiş, golf ve ben­
zeri sporlan yapmış, bütün bunlardan başka, uzun süre Olim­
piyat Komitesi üyeliğinde bulunmuş benim gibi bir kimse­
nin, herhangi bir insanın sağlık durumu ile ilgili olarak ya­
nılmış olması olasılığını elbette çok zayıf saymak gerekir.
Bu biyografi için Mustafa Kemal 'le pek çok görüşme­
lerim olmuştur. Bu görüşmelerimin hiçbiri iki saatten az
sürmemiştir. Bu görüşmeler bana, karşımdaki büyük insa­
nın çok güçlü, sağlıklı ve huzur içinde olduğuna tanıklık
10
etmektedir. Akıllara şaşkınlık verecek kadar keskin ve ça­
lışkan zihni, 1 9 1 4 Dünya Savaşı' ndan beri aralıksız devam
eden yorucu çabalarıyla, ulusu için hayret verici sonuçlar
elde etmiş bulunan Mustafa Kemal ' in, bu yoldaki çalışma­
larını daha uzun yıllar sürdüreceği kuşkusuzdur.
Türkiye Başkanı Mustafa Kemal 'le yaptığım görüşme­
lerin, öteki Batılı liderlerle yaptıklarımdan farklı yönleri
vardır. Bunlardan biri, Mustafa Kemal'in herhangi bir ko­
nuyu açıklama biçimi ile ilgilidir. Gazi, zaman zaman ma­
sadan bir kağıt parçasını önüne alır, renkli kalemlerle kro­
kiler, haritalar, şemalar çizer, böylece savaşı ya da söz ko­
nusu olayın geçtiği yerleri ve adı geçen kişilerin bulunduk­
ları konumları şekillerle gösterirdi. Örneğin, Samsun'a ha­
reket etmeden önce sultanla yaptığı son görüşmeyi şöyle
anlatmıştı:
" - Odaya girdiğim zaman, sultan şurada bir masanın
yanında oturuyordu, (odanın çabucak çizdiği krokisinde
sultanın bulunduğu yeri kırmızı kalemle işaretlemişti). Ben
burada idim (burası da mavi kalemle noktalanmıştı). Bir
pencere vardı (pencerenin bulunduğu yere bir P harfi koy­
muştu). Sultan benimle konuşurken durmadan pencereden
dışarıya bakıyordu."
Heyecanla sormuştum:
" - Acaba pencerenin dışında ne vardı?"
Mustafa Kemal, bu soruma cevap vermeden önce,
önündeki ),<ağıda mavi kalemle gemilerin krokisini çizmiş
ve sonra bana dönerek:
"-Y ıldız Köşkü'nün hemen karşısında, Boğaz'da de­
mirli duran müttefik donanmasına bakıyordu" demişti.
11
Böylece, siz de bu görüşmede bulunmuşsunuz gibi, her
şeyi görmüş, her konuşmayı dinlemiş oluyordunuz.
Bu krokilerin en önemlileri, Anafarta (Sola Körfezi), Sa­
karya ve Dumlupınar savaşlarını anlatırken çizdikleriydi.
Bu kitapta okuyucuya yalnız bu büyük Türk'ün hay­
ret ve hayranlık yaratan başarılan anlatılmakla kalınmaya­
cak, bu üstün liderin dayanmış olduğu coğrafi, siyasi ve et­
noloj ik temeller de belirtilmeye çalışılacaktır.
Okuyucularımıza önce İstanbul'u tanıtmaya çalışaca­
ğız. Yazacağımız ilk bölüm, dünyanın bu ünlü limanına
ayak bastığımız zaman gördüklerimiz, hissettiklerimiz ola­
caktır. Ertesi gün, denizden 900 metre yükseklikte bulunan
Ankara'ya gidecek, sizlere eski ve yeni hükümet merkez­
lerinin karşılaştırmasını yapacağız.
İstanbul için ne söyleyebiliriz? Camileri ve sarayları,
Altın Boynuzu (Haliç) ve Boğaziçi . . . İşte İstanbul.
Ankara'ya varınca, hemen Mustafa Kemal'in yaptık­
larını incelemeye başlayacağız. Bundan sonra, Türkiye
Cumhuriyeti'nin kuruluşu, bütün dünyayı şaşırtan tarihsel
oluşum konusunda elde ettiğimiz bilgileri daha ayrıntılı su­
nacağız. Sonra da Gazi Mustafa Kemal tarafından, Türk
ulusal hayatında başarılan on bir değişimi anlatacağız. Ba­
rışsever uluslar için bu köklü değişikliklerin en önemlisi,
sanının kurulan dostluklar olacaktır. Mustafa Kemal, Yu­
goslavya, Bulgaristan, Yunanistan, Filistin ve İtalya gibi
komşularıyla, çok kısa bir süre önce olan kavgalarını bir ya­
na bırakarak, dostluklar kurmayı başarmıştır.
Türkiye'ye gönderilen bütün elçiler, yabancı devlet
temsilcileri, çok anlayışlı ve pek nazik Dışişleri Bakanı
12
Tevfik Rüştü (Aras) Bey tarafından dostça ve içtenlikle
karşılanırlar. Ancak, Tevfik Rüştü Bey'le ilişkilerimiz, bir­
çoklarımız için, bakan-elçi ilişkilerinin çok ötesinde, kişi­
sel dostluklara kadar uzanmıştır.
Aynca, savaş alanlarında ve Lozan Barış Konferan­
sı'ndaki başarılarını daha Türkiye'ye gelmeden önce duy­
duğumuz Başbakan İsmet (İnönü) Paşa ile de yakın ilişki­
ler kurmuştuk. Başbakan İsmet Paşa'nın başında bulundu­
ğu hükümetin üyeleri, bizzat Mustafa Kemal tarafından,
Türkiye'nin en liyakatli adamları arasından çok yerinde bir
isabetle seçilmiştir. Ben, gördükleri işler bakımından, dün­
yanın hiçbir yerinde bu bakanlardan üstün kimselerden ku­
rulu bir kabinenin bulunmadığını söylemek cesaretini gös­
terebilirim.
Bakanlar Kurulu 3 1 7 üyeden oluşan Büyük Millet
Meclisi'nden seçilir. Türkiye'de Ayan olmadığı için, Bü­
yük Millet Meclisi 'nin üstünde senato ya da herhangi bir
kuruluş yoktur.
İşte bu konu bizi Büyük Millet Meclisi'ne getirdi.
Büyük Millet Meclisi'nden söz ederken, bu Meclis'in
başka ülkelerdeki benzerlerinden farkı üzerinde de dur­
makta yarar vardır; şimdi birçok ülkenin kamuoyunda par­
lamentolara karşı bir akım belirmiştir. Çünkü, bunların bir
kısmının yalnız siyasi tartışmalar yapılan cemiyetler duru­
muna geldikleri, dejenere oldukları kanısı yayılmıştır. Bir
kısım parlamentolarda bazı parlamenterler yeniden seçil­
memek korkusunu ulusun gerçek çıkarlarının üstünde tut­
maktadırlar.
İşte bu nedenden dolayı, Türkiye Büyük Millet Mec13
lisi 'nin yapısının bütün bu kuşkulan önleyecek şekilde ku­
rulmuş olduğunu belirtmek gerçekten bir zevktir; bunlar
yalnız tüccar ve bankacılar değil, fen mensupları, serbest
meslek sahipleri ve kısaca genel hayatın bütün kesimlerin­
de değer olarak belirmiş kimseler arasından seçilmektedir.
Bir bakıma Türkiye, kendine özgü özelliği olan bir
yerdir ve burada çifte dil konuşulmaktadır. Karşılaştığım
her memur Fransızca biliyordu. Ancak bunun da bir sakın­
cası var: Bu durum, yabancıların Türkçe öğrenmesine en­
gel oluyor. Oysa Türkçe, şimdiye kadar öğrenmeye çalış­
tığım dillerin en ilgi çekici olanıdır. Türkiye'de İngilizce de
yavaş yavaş yayılmaktadır. Fakat, eğitim ve öğretim görmüş
Türklerin hemen hepsi Fransızca konuşmaktadırlar.
1 932 ve 1 933 yılları arasında Türkiye'de Amerika Bir­
leşik Dev}etleri Büyükelçisi olarak bulundum. Ama, hiçbir
zaman kendimi bir büyükelçi olarak hissetmedim. Vata­
nımdaymış gibiydim. Elçiliğimiz görevlileri arasındaki iç­
ten bağlantıları ve karşılıklı saygıya dayanan ilişkileri de
burada zevkle belirtmek isterim. Başta elçiliğimiz müste­
şarı G. Howland Shaw ile ikinci sekreter Eugene M. Hilke
olmak üzere, üçüncü sekreter Robert D. Coe, ataşe olan oğ­
lum Gibbs W. Sherrill, askeri ataşe Albay Jesse Duncan El­
li ot, yardımcısı Yarbay John Alden Crane, elçiliğimizin en
eski görevlisi olan ve on iki yıldan beri Türkiye'de bulunan
Ticaret Ataşemiz Julian E. Gillespie'nin dostluklarını unut­
mayacağım; ortak çalışmalarımızı her zaman tatlı bir anı
olarak saklayacağım çalışma arkadaşlarımdı.
Charles H. SHERRİLL
14
İSTANBUIJA VARIŞ
Tarihi şehirlerden hiçbiri, yabancı bir yolcuyu, trenle
İstanbul' a yaklaşırken olduğu gibi, insana gurur veren gör­
kemli bir havayla karşılamaz. Trenin penceresinden şehri
ilk gördüğünüz zaman, etrafını çevreleyen yüksek ve asık
yüzlü surlar, size " şehre giremezsiniz" der gibi görünür. A­
ma gerçek.ten öyle mi? Hayır. Bu surlar, sadece gelen ya­
bancıya, eski Yunan çağındaki olimpiyat yarışında başarı
kazanan yarışçının şehir kapılarından değil de kendi onu­
runa surlarda açılmış bir aralıktan girmeye çağırdıklarını
anlatmak için böyle bir maske takmış gibidirler. Bunun için
biz de İstanbul' a, ünlü giriş kapısı Yedikule 'den girmedik.
Trenimizin, bu yüzlerce yıldan kalma surlar üzerinde açıl­
mış olan bir aralıktan geçerek şehre girdiğini, Marmara kı­
yısındaki surların iç tarafından ilerlediğini gördük. Saray­
bumu'nun biraz aşağısında, padişah sarayları, köşkler ve
birbirinden görkemli öteki yapıların birer taç gibi süsledi­
ği bir yamacın altındaki istasyona gelinceye kadar sol ya­
nımızda tipik ahşap Türk evleri; sağımızda göz kamaştıran
deniz manzarasını seyrettik. İstanbul'un bizi böyle karşı­
laması, sonradan Türkiye'nin her yanında rastlayacağımız
Türk konukseverliğinin ilk belirtileri idi.
15
İstanbul'a trenden başka deniz yoluyla da gelinebilir.
Açıkça itiraf edeyim ki, şehre bu şekilde girerken, çevre­
deki manzara çok daha güzeldir. Denizden İstanbul meh­
tap altında mı, şafak vaktinde mi, yoksa gurup zamanında
mı daha güzel görünür? Bu yüzyıllardan beri tartışılan bir
sorudur. De Amicis Constantinople adlı kitabında, Marma­
ra 'dan İstanbul'a, İstanbul'u gökyüzünü süsleyen camile­
rini, eşsiz minarelerini tül gibi saran bir sisin ağır ağır yük­
selmekte olduğu bir sırada gitmiş olmasının nasıl büyük bir
şans eseri olduğunu tatlı tatlı anlatır.
Biz yabancılar bu eski şehir için Constantinople adını
kullanmaya dilimizi o kadar alıştırmışız ki, şimdi lstanbul
demekte oldukça zorluk çekeriz. Ama, 1 929 yılının Ocak
ayından beri bu şehrin resmi adı artık İstanbul 'dur, Cons­
tantinople yazılarak gönderilecek mektupların, Türk posta
görevlileri tarafından geri gönderilmesi olasılığı her zaman
vardır. Oslo nasıl Christiana, Leningrad St. Petersburg adı­
nı, New York ise Nouvelle Amsterdam adını kesin olarak
silip süpürmüşse, İstanbul adı da Constantinople adını öy­
lece ortadan kaldırmıştır artık. 5 Ocak l 929'da Türkiye 'nin
Posta, Telgraf ve Telefon Müdürlüğü, merkezi İsviçre'nin
Bern şehrinde bulunan uluslararası Posta, Telgraf ve Tele­
fon Örgütü'ne bir mektup yazarak, bundan sonra Constan­
tinople yerine İstanb�l adının kullanılması gerektiğini res­
men bildirmiştir.
Bu büyük ve eski şehir, politik bakımdan büyük önem
taşıyan Karadeniz ile Akdeniz'i birleştiren Boğaz'ın iki ya­
nı üzerine kurulmuştur. Mağazaları, elçilik binaları ve mo­
dern hayatıyla, Pera (Beyoğlu) ile, şehre gelmiş yabancıla16
n kendine daha çok çeken sarayları, camileri ve öteki tu­
ristik yerleriyle İstanbul yakasını birleştiren Galata Köprü­
sü'nün üzeri şimdi de oldukça kalabalıktır. Şehrin üçüncü
bölümü olan Üsküdar'a gidebilmek için kısa bir sandal yol­
culuğu yapmak gerekmektedir. Galata Köprüsü'nün öbür
yanı ise, Hz. Muhammed'in sancaktan Eyüp Sultan'ın me­
zarının bulunduğu Eyüp semtine doğru hafifbir kıvrım ya­
pan Haliç'e bakmaktadır.
İstanbul' a geldikten sonra, bu şehrin sayılamayacak ka­
dar çok harikalarını nasıl gezip göreceğiz? Y üzyıllann baş­
kenti olan bu büyük şehrin gerçekten görkemli ve tantana­
lı eserleri yanında, bir sürü de küçük ve mütevazı yerleri
vardır. Adının asıl anlamı 'Tanrısal Hikmet' olan Ayasof­
ya'da Müslümanların kutsal ' Kadir Gecesi 'ne katılmak ka­
dar insanı etki altında bırakan bir şey olabilir mi? Tanrı'ya
adanmış olan bu görkemli yapının geniş kubbesi altında Al­
lah 'ın kudretine dua ve şükreden insanların bu töreninde,
en katı yürekli dinsizin bile duygulanmamasına olanak yok­
tur. Beri yandan, daha mütevazı şeyleri görmek sizin için
yeterli ise, Mısırçarşısı 'nın (ki ben oraya insanı yalnızlık­
tan kurtaran küçük dükkanlar sokağı adını vermiştim) bi­
raz ötesindeki Rüstem Paşa Camii'nin ışıltılı terasında bi­
ze katılabilirsiniz. Zaten Tanrı 'nın her yerde hazır ve nazır
olduğunu insana her an hatırlatan birçok eser arasında ken­
dinizi nasıl yalnız sayabilirsiniz ki ! . .
Şehrin özelliklerinden biri de sokakların büyük bir bö­
lümünün dik yokuşlardan oluşmasıdır. Yabancı, denizin
üzerinde bir anda Pera ve İstanbul'un yükselmesiyle şaşı­
m. Sonuç olarak, bu iki semtin sayısız sokaklarında birçok
17
kiralık taşıyıcılar vardır; diğerleri ise kimi Naples köşele­
rinden görünen sokağı andıran geniş merdivenler yapılmış­
tır. Galata'dan kalkıp Pera'ya kadar çıkan Tünel'e ise pek
çok ilgi vardır.
Eski İstanbul 'da başlıca üç cadde, üç tepeyi izleyen
sırtta son bulur. Biri Edimekapı çıkışı, diğeri Topkapı, üçün­
cüsü ise Yedikule'dir. Sonuncusu Marmara Denizi'ne en
yakın olanıdır. Pera'nın da aynı şekilde Büyük Pera yolu,
Maçka ve Şişli olmak üzere üç çıkışı vardır. Bütün bunlar
şehir planlarında açıkça çizilmiştir. Tepeler Şehri adı, İs­
tanbul ve Pera'dan kaynaklanmaktadır.
Ama siz, isterseniz bütün bunları bir yana bırakıp, Te­
pebaşı 'nda bir köşeden Haliç'i ve karşınızda sıra sıra yük­
selen camilerin ve minarelerin süslediği İstanbul göğünü
seyredebilirsiniz. Bir yabancı için, böyle bir tepeden, bir
yanda Pera, öte yandan İstanbul 'un böylesine keskin biçim­
de denizden yükselişini görmek çok ilgi çekicidir.
Burada okuyucularıma, insanı büyüleyen güzellikte
bu şehirle ilgili sayfalar dolusu bilgi vermek amacında ol­
madığımı hatırlatmak isterim. Çünkü, bu kitabın asıl ama­
cı, çizmek istediği asıl resim, Türkiye 'nin herhangi bir şeh­
ri ya da şehirleri değil, fakat Türk ulusunu kendi kişiliğin­
de temsil eden ve Ankara 'yı İstanbul' a tercih ederek hükü­
met merkezini Ankara'ya taşıyan büyük insanın kişiliğidir.
Ancak, kitabın sonunda okuyucularımızı İstanbul ve çev­
resinde yapacağımız küçük bir geziye davet edeceğiz. Ca­
mileri, sarayları, bahçeleri, çeşmeleri birlikte gezecek, Ka­
radeniz' e kadar güzel Boğaziçi'nin iki kıyısını dolaşarak,
18
Prens adalarına (Kınalı, Burgaz, Heybeli, Büyükada) uza­
nacak ve Haliç'te bir gezinti yapacağız.
Fakat, okuyucularıma şimdiden şunu da bildirmek is­
terim ki, güzelliklerle dolu İstanbul, artık eskisi gibi Tür­
kiye'nin ta kendisi olmaktan çıkmıştır. Artık İstanbul'u bi­
len, Türkiye'nin bütün milli hayatını ve yaşayış biçimini öğ­
renmiş sayılmamaktadır. Türk devrimi milletin hayat yapı­
sını gözler önüne sermiştir. Bugün Türkiye'yi gerçekten bil­
mek, İstanbul'un yeni gelen yabancılara gösterdiği güzel
yüzünden çok değişik olduğunu kavramakla olasıdır. Tür­
kiye 'yi tanımak için çok daha uzaklara, Anadolu'nun içi­
ne, milletin kalbine doğru gitmek gerekir. Bunun için de,
her şeyden önce Türkiye 'nin kalbinin çarptığı yer olan An­
kara 'ya kadar çıkmak şarttır.
Bu Türkiye Cumhuriyeti 'nin kaynakları kimi zaman
çok hoş, çok güzel oluyor. Her yere çabuk ulaşım sağla­
yan. küçük gemilerden biriyle Galata rıhtımından hareket
ettik. Yirmi dakikada Asya'ya geçtik. Kının Savaşı sırasın­
da, Florence Nightingale'in yaralı askerlere baktığı tanın­
mış hastanenin yanında bulunan garın önündeki iskeleye
vardık. Bu garda konforlu bir yataklı vagon ve çok güzel
bir restoran bizi bekliyordu. Şimdi Asya'ya doğru yolcu­
luğumuza başlıyoruz. Çok güzel bir yolculuk. . .
Önce Prens adalarının güzellikleri, sonra iki saat bo­
yunca uzanan İzmit Körfezi. Derken ağaçlı derelerin orta­
sındaki göle ulaştık.
Bay Samuel Peys, " ve şimdi yatağa" dedi.
19
ANK ARA
Ankara, Anadolu yaylasının, büyük bir kayalık çıkın­
tısı çevresine sarılmış bir şehir. Uzakta, ovadan bakılınca
bu kaya parçası, çömelmiş kocaman bir aslanı andırır. As­
lanın başının üstünde kalın duvarlardan yapılı eski bir ka­
le vardır. Tarihle yaşıt olan bu kalede şimdi de tarihten ön­
ceki dönemlerin izleri ortaya çıkarılmaktadır. Kalenin bu­
radaki varlığı için her zaman kesin bir gereklilik vardı. Bu
tarihi kalenin bulunduğu tepede hiç kurumayan bir su kay­
nağı olduğu gibi, doğudan batıya giden büyük kervan yo­
lu da buradan geçmekte, kuzeyden güneye doğru uzanmak­
taydı. Günün her saatinde canlılığını koruyan tren istasyo­
nu ile şehir arasında Roma devrinin Augustos anıtlarıyla ye­
ni, modern banka binaları ve çok güzel resmi dairelerin o­
muz omuza durduğu alanda, bugün bile yere çökmüş deve
kervanlarına ara sıra rastlanabilir.
Şehri en iyi şekilde görebilmek için demiryolu istas­
yonunun öte başında yeni yapılmış Gazi Eğitim Enstitü­
sü 'ne gidelim. Buradan Ankara'nın büyük kayasının ete­
ğine oturan 70.000 nüfusun (*), işyerleri ile evlerine, son­
ra da, daha az görkemli duran soldaki tepeye bakalım. Bi­
rinci tepeyi çömelmiş bir aslana, yanındaki tepeyi de upu­
zun uzanmış ve şimdi yeni kurulmakta olan binaları eğik
sırtında taşıyan ve uyuklayan bir deveye benzetmek yerin­
de olur. Yüzükoyun uzanmış deveye benzeyen tepe, pek mü­
tevazı evleri sanki sırtında taşımaktadır. Oysa, başına ka(*) 1932-1933 yıllannda Ankara'nın nüfusu 70 bin kadardı.
20
leden bir taç giymiş olan aslan, deniz kıyısındaki eski hü­
kümet merkezinin siyasi entrikalarından, güzel kıyılarında
demirli yabancı savaş gemilerinin tehdidinden uzaklara,
anayurdun kalbine çekilmiş ve yeniden dirilmiş bir mille­
te en güzel sembol olmuştur.
Yabancılar Ankara'ya bir başka açıdan daha bakmalı­
dır: Denizden 900 metre yüksekte olması, sonbahar, kış ve
ilkbaharda 'cana can katan' temiz iklimi. Karadeniz'in fır­
tınasıyla İstanbul 'u kaplayan sisli, rutubetli, yağışlı ve kas­
vetli havanın tersine, temiz havasıyla Ankara çok sağlıklı
bir şehirdir.
Bu kadar sağlam bir hükümet merkezine sahip olmak­
la övünebilecek başka bir millet yoktur. Paris ve Berlin'in
havasının can sıkıcı olduğunu çok kişi söylemektedir. Lond­
ralılar bile Londra ikliminin 'iç karartıcı' olduğunu açıkça
itirafederler. Amerikalıların Washington ikliminden 'cana
can katan bir iklim ' diye söz ettiklerini işiten olmamıştır.
Ankara'nın gerçekten güç ve sağlık veren bir havası vardır.
Bir gece süren, rahat bir yataklı vagon yolculuğundan son­
ra İstanbul'dan Ankara'ya gelenler, trenden iner inmez bu­
nu duyarlar.
Paris'in ağır, can sıkıcı havasında, insanı hasta eden bir
ziyaretten sonra Chamonix tepesine çıkarken.nasıl bir ra­
hatlık duyulursa, kış güneşinin çok şaşırtıcı güzelliğinde
Ankara'nın kuvvet veren havası, bu yüksek yerlere tırma­
nanlara yeni bir hayat, yeni bir canlılık verir. Kanunları
yapmak için Ankara'da toplanan milletvekillerine bu hava­
nın büyük yarar sağladığından kuşku duymuyorum. Deniz
seviyesindeki İstanbul 'un gevşek ve sıkıcı hayatından son21
ra Ankara'ya gelerek sağlık ve canlılık kazanmış, tanıdı­
ğım bir düzine milletvekili sayabilirim.
Ankara aynca bütün yabancı etkilerden uzak ve konum
bakımından güvenli bir hükümet merkezidir. Bu konuya,
ileride Mustafa Kemal ile George Washington'ı karşılaş­
tırmak için, Gazi ile yaptığım bir konuşmada yeniden dö­
neceğim. Çünkü, George Washington da devrimci bir ge­
neral, ilk cumhurbaşkanı ve hükümet merkezini ülkenin
içine taşımış bir liderdi.
Ankara'nın hükümet merkezimiz Washington ile ben­
zerliği çok ilginçtir. Bakanlıkların bulunduğu mahalleden
eski Ankara'ya giden geniş ağaçlı cadde, Washington'ın
Massachusetts caddesini çok andırır. O da tatlı ve yumu­
şak bir yokuşla yükselir. Yukarıya, tepeye cumhurbaşkanı­
nın vakarla duran konağına giden caddenin iki yanında tam
iki düzineyi bulan elçilikler ve maslahatgüzarlıklar var. Bu
elçiliklerden bazıları, Washington'da bile övünebileceğimiz
kadar güzel binalardır. Geceleri eski şehirden yukarıya ba­
karken, Çankaya caddesini aydınlatan sayısız elektrik lam­
balan, sanki şehri yıldızlarla çevrelemek isteyen, elmaslı
bir zincire benzer. Bu güzel caddenin insanda bırakacağı
unutulmaz iz, sırtlardan inerken, aşağıda Anadolu ovasının
öte yanında göreceğimiz günbatımının güzel manzarasıdır.
Evet, bu batış inanılmayacak kadar güzeldir. Eski ile yeni
Ankara'nın el ele verip oluşturduğu bu şehirde çok ilginç
manzaralar vardır. Eğer modern yapılardan, yeniliklerden
hoşlanıyorsanız, biraz önce sözünü ettiğimiz Gazi Eğitim
Enstitüsü, kızlara ev ve iş bilgisi öğreten İsmet Paşa Kız
22
Enstitüsü ya da Musiki Mektebi'ni, diğer benzer kuruluş­
ları geziniz.
Şayet eskiye, antikaya merakınız varsa çok güzel dü­
zenlenmiş müzede Eti uygarlığının zengin koleksiyonunu
görebilirsiniz. Bu koleksiyonu süsleyen eşyalar milattan
önce 4.000 yılına kadar dayanan ve Ankara'ya birkaç saat­
lik uzaklıkta bulunmuş ilginç tarihi kalıntılardır. İstasyonun
arka tarafında süren kazıyla ortaya çıkarılan Frikya kalın­
tılarını da görebilirsiniz. Daha olmazsa, Roma, Bizans ve
Selçuk istihkamlarını, kendilerinden önceki çağlarla karşı­
laştırabilmek için kaleye çıkınız. Burada göreceğiniz Au­
gustos Tapınağı, çağımızın mimarisiyle boy ölçüşmek is­
ter gibi durmaktadır.
Şehirde tunçtan yapılmış birkaç güzel heykal var. Bun­
ların en ilgi çekeni Millet Meclisi binasının hemen üstün­
deki caddede bulunan (Ulus Meydanı'nda) Gazi'yi at üs­
tünde gösteren heykeldir. Gazi, burada savaş atının üstüne
oturmuş, 1 92 1 yılında Ankara 'dan işitilen Yunan toplarının
seslerini kıpırdamadan dinlemek istiyormuşçasına Anado­
lu ovalarına bakıyor. Bu heykele bakarken, O'nu hükümet
merkezi Ankara'yı kurtarmak için 22 günlük Sakarya Sa­
vaşı'na atılırken ya da bir yıl sonra düşmanın Eskişehir'den
Afyonkarahisar'a kadar uzanan kuvvetli hatlarını parçala­
maya ve düşmanı İzmir'den denize dökmeye giderken gö­
rür gibi olursunuz.
Heykelin üçgen şeklindeki kaidesinin üç köşesinde üç
yardımcı durmaktadır. Önde, cephede, yüzlerinde vatanı
kurtarmanın kararlılığı okunan ve adımlarını ileri atmış i­
ki Türk piyade askeri. Ardında gülle taşıyan bir Türk kadı23
nı. Bu kadın, Türk kadınlarının İstiklal Savaşı 'nda, cum­
huriyetin kurulmasında, bu kitabı armağan ettiğimiz büyük
öndere karşı gösterdikleri güven ve yurtseverlik duygula­
rını tam anlamıyla temsil etmektedir.
Çankaya tepesine ilk çıkışım 1 932 yılının Mayıs ayın­
da olmuştu. Elçiliğimizin ileri gelenleriyle birlikte devlet
başkanının kabul resmine gitmiştik. Dışarıda bir askeri bir­
lik selam durumu almıştı. İçeride ise güven mektubunu su­
narken, yapılan konuşmalar tam bir resmiyet içinde olmuş­
tu. Ancak, bu törenden sonra devlet başkanı tarafından gös­
terilen yakınlık ve nezaket, benim gibi Washington 'da doğ­
muş bir insana, bizim Beyaz Saray'ın çevresini hatırlatıyor­
du.
Gazi 'nin insanda bıraktığı ilk izlenim dikkate değer­
dir. Gazi'nin arkası ışığa dönüktür. Öyle ki, sonradan ister
istemez inceleme olanağı bulacağınız yüzünün çizgilerini
tam anlamıyla göremezsiniz. Fakat daha ilk bakışta anlar­
sınız ki, karşınızda sağlıklı, keskin bakışlı, derisi pürüzsüz,
geniş alınlı bir yüz ve çok zeki bir insan vardır. Ve birbirin­
den uzak, çok derin anlamlar içeren iki güzel göz. Gazi ilk
görüşmede yalnız Türkçe konuşmak adetindedir. Fakat,
yaptığınız kısa konuşmanın herhangi bir noktası ilgisini
çekerse hemen çok güzel ve düzgün bir Fransızca ile size
karşılık verir. Benimle de böyle olmuştu. Protokolün bu bö­
lümü de tamamlandıktan sonra elçilik ileri gelenleri ikişer
ikişer Gazi 'ye takdim edilmişler, her biri ayn ayn iltifat gör­
müşlerdi. Bu iltifatlar öylesine içten idi ki, sanının hiçbi­
risi kendilerine gösterilen bu ilgiyi hatıralarından sileme­
mişlerdir.
24
Gazi ile ikinci görüşmemiz birincisinden büsbütün
farklı olmuştur. Cumhurbaşkanlığı Köşkü'nün biraz ötesin­
de, daha yeni yapılmış ve modern tarzda döşenmiş bir bi­
na daha vardı. İki ziyaretim arasında yalnız bir ay gibi kı­
sa bir zaman geçmiş olmasına rağmen, her şey büsbütün de­
ğişmiş ve yeni bir şekle bürünmüştü. Mübalağa etmeden
söyleyebilirim ki, eski yer, hiçbir rahatsızlık vermeden, ye­
ni binanın içine konabilirdi. Uzun bir salon, yeni bir bina­
yı bir baştan öbür başa katetmektedir. Sol tarafta törenler
için yetip artacak kadar daireler vardı. Sağ tarafta törenler
için yetip artacak kadar daireler vardı. Sağ tarafta ise, yeni
birçok oda ile bunların ortasında kocaman bir yüzme ha­
vuzu. Hepsi de bir çatının altında olmak üzere Pompei tar­
zında yapılmış sütunlu dehlizlerle çevrili ve yukarıdan ışık
almaktadır. Bu güzel salonda her şeyin en son sistem ve mo­
dern olduğunu görünce insan şaşırmıyor.
Ancak bu kez benim gideceğim yer tören salonları de­
ğildir. Askeri yaver bu çok uzun salonun sonunda sağa dö­
nerek merdivenlerden yukarı çıkıyor. Duvarlar, son zaman­
larda İskandinav ülkelerinde yapılan halılara benzer, tatlı
renkli halılarla süslüdür. Merdivenlerdeki yol halıları da ay­
nı renktedir. Çevremizde gördüğümüz bütün renkler resmi
binalarda görmeye alıştığımız donuk renklerden başka ve
çok daha zarif. Uzakta merdivenin başında, binanın sol kol­
daki köşesinde bir kapı, açık renk keresteden yapılmış, ho­
şa gidecek kadar geniş ve aydınlık bir daireye açılıyor. Or­
tada uzun bir toplantı masası bulunmaktadır. Öte baştaki kö­
şede, tam bir işadamına yakışacak masanın yanında Gazi
durmaktadır. Bu kez yüzünde bir yakın dost gülümsemesi
25
vardır. Şimdi, ilk görüşmemizden daha çok kendi çevresi­
ni ve yuvasını bulmuşa benziyordu. Çünkü kütüphanesin­
deydi ve yaradılışı dolayısıyla her zaman okumak ve ince­
lemek isteyen bir insan için bu varılacak en mutlu nokta­
dır. Gazi, pek sevdiği kitapları, haritalarıyla çevrelenmiş kü­
tüphanesindeki huzur ve rahatı hiçbir yerde bulamazdı. Bu
kütüphanedeki haritalardan ileride, bir başka bölümde söz
edeceğiz. Uzun masalı geniş daireden sonra, binanın bütün
cephesi boyunca uzanan ve Anadolu ovasına bakan diğer
büyük bir dairenin dört yanındaki raflara yerleştirilmiş ki­
taplardan da şimdi söz edecek değilim. Bu haritalarla ki­
taplara, Türk alfabesinin değişmesi ve yeni Türk tarihiyle
ilgili bölümde değineceğiz. Gazi, bu devrimleri, yabancı bo­
yunduruğuna karşı kazandığı zafer ve elde ettiği hürriyet,
emperyalizmin ve yurdu işgal eden düşmanın atılmasından
sonra, çok sevdiği yurduna ve ulusuna yaptığı en büyük hiz­
metlerden saymaktadır.
Şimdi de Ankara için yılın en önemli gününe gelelim:
Türklerin, 29 Ekim 1 923 'te ilan ettikleri Cumhuriye­
tin yıldönümünü kutlamak için çok büyük hazırlıklar yap­
masından daha doğal bir şey olamaz. Biz Amerikalılar sev­
gili kurtarıcımız Washington sağ olup da aramızda bulun­
saydı 4 Temmuzumuzu şimdikinden çok daha parlak ve
heyecanlı kutlamaz mıydık? İşte Türklerin de özellikle An­
kara'da, yeni başkentlerinde yaptıkları bundan başka nedir
ki? Çünkü Türkler, Mustafa Kemal ' e burada inanmışlar, bu­
rada saygı göstermişlerdir. Şimdi de Mustafa Kemal bura­
da bulunmaktadır.
Bu söylediklerim, n için iznimi kısa keserek Birleşik
26
Amerika'dan hemen Ankara'ya döndüğümü açıklamaya
yeter sanırım. Cumhuriyet Bayramı'nda Ankara'da bulun­
mak istiyordum. Bu aceleciliğimin karşılığını da gördüğü­
mü hemen belirtmeliyim.
29 Ekim 1 932 Ankara'nın güzel, fakat serin bir son­
bahar günüydü. Öğleden sonra, savaşta, yürüyüşte her çe­
şit mahrumiyetlere katlanmak konusunda Roma lejyonla­
rından, büyük günlerindeki İspanyol piyadelerinden ve hat­
ta Dünya Savaşı 'nda müttefikler ve Alman askerlerinden
çok üstün olan Türk piyadelerinin güzel bir geçit resmini
gördük. Bu kadar üstün yeteneği üzerinde toplayabilen bir
askere ne mutlu . . . Bunların taşıdıkları tam teçhizat, son
model mitralyözler ve seri ateşli tüfekler hemen göze çar­
pıyordu. Göklerde manevralar ve gösteriler yaparak uçan
63 uçak sanırım ki bütün Türklere 1 92 1 ve 1 922 yıllarını
ve Yunanlıları ezici yenilgilerini hatırlatmıştır.
Geceleyin verilen yüz kişilik ziyafet, Avrupa ülkeleri
başkentlerinde verilen benzeri yemeklerden hiç de farklı de­
ğildi. Yalnız Türkiye Cumhurbaşkanı'nın verdiği bu ziya­
fette kullanılan ve İkinci Mahmut zamanından kalma
( 1 808-1839) som altın tabak ve t�kımlar, bu ziyafeti Avru­
pa'dakilerden daha gösterişli bir duruma getiriyordu.
Mustafa Kemal her şeyden önce savaşçı bir kumandan,
metin, geniş ve derin düşünceli, sert ve canlı sözlü bir in­
sandır. Ancak bu gece tam anlamıyla ince ve nazik bir hü­
kümet adamı, aynı zamanda mükemmel bir devlet başka­
nıydı. Her elçi kendisinden aynı ölçüler içinde övgüler al­
dılar. Sağında, mevki olarak kendisinden sonra gelen Bü­
yük Millet Meclisi Başkanı Kazım (Özalp) Paşa'nın eşi
27
oturmuştu. Solunda ise, Sovyet Büyükelçisi'nin eşi bulu­
nuyordu. Çünkü Sovyet elçisi, Türkiye'de bulunan elçile­
rin en kıdemlisiydi. Cumhurbaşkanı'nın sağ tarafına otur­
muş ilk erkek, Başbakan İsmet (İnönü) Paşa idi. İsmet Pa­
şa'nın yanına eşim oturtulmuştu. Ben, karımın hemen he­
men karşısında oturuyordum. Sağımda, aramızda bulunan
bakanlardan birinin eşi bulunmak üzere, Fransa Büyükel­
çisi Charles de Chambrun vardı. Charles de Chambrun ile
elli yedi yıl önce dünyaya geldiği Washington'da, çocuklu­
ğumuzdan bu yana arkadaştık. Kıdeminden dolayı Cumhur­
başkanı 'nın hemen karşısında bir yere oturtulmuştu.
Cumhurbaşkanı on elçiye ayrı ayrı iltifat ederken, he­
nüz göreve yeni atanmış bulunan İtalyan Elçisi Sinyör Lo­
jacono en sona kalmıştı. Aralarında geçen konuşmalardan
ve başkanın elçiye karşı kullandığı nazikane cümlelerden
Gazi 'nin çok neşeli olduğu anlaşılıyordu. İtalyan Elçisi Ga­
zi 'ye karşı yaptığı konuşmada, Türklerle İtalyanların her za­
man bir arada, büyük bir dostluk ve uyum içinde çalışacak­
ları umudunu taşıdığını söylüyordu. Ancak elçi konuşma­
sı sırasında, her zaman kendi amacını ön planda tutan ger­
çek bir faşist gibi "özellikle iki ülkenin gençleri" sözünü
konuşmasına eklemişti. Gazi, yüzünde beliren sevimli bir
gülümseme ile buna şöyle karşılık vermişti:
"- Daha doğrusu, her iki ülkenin olgun başları deyi­
niz. Zatıalinizin gençlikten söz etmeleri çok yerinde oldu.
Çünkü arkanızda Roma'nın görkemli bir tarihi var. Genç­
lik elbete çok güzel bir şeydir. Ancak unutmamalıyız ki, yıl­
lanmış ağaçların Türk ve ltalyan ulusları gibi, derin kökle­
ri bulunmalıdır."
28
İLK OTUZ BEŞ YILI
Selanik'i ilk kez ziyaret eden bir yabancı, demiryolu
istasyonundaki plakadan şehrin Grekçe adının Tessalinika
olduğunu öğrenerek şaşırır. Ve bu ad onu, Saint Paul ve öte­
ki Ahd-i Cedid (*)yazıcılarının günlerine doğru sürükle­
yip götürür. 1 88 1 yılında burada Mustafa adlı bir erkek ço­
cuğun doğmasıyla Türk ırkının, dünya tarihinde yeni bir al­
tın kitabı yazılmıştır.
Bu bebeğin babası Ali Rıza Bey, önce gümrük memu­
ru idi. Sonra ticaret hayatına atılmış, kereste tüccarı olmuş­
tu. Fakat Ali Rıza Bey, bir subay çocuğuydu. İşte, yeni do­
ğan çocuk, ailesini_n askeri yeteneğinin mirasçısı olarak
dünyaya gelmişti. Bu yavrunun annesi Zübeyde Hanım da
öz be öz Türk'tü. Bugün bile olgun ve her konuda yetişmiş
bir erkeğin yüzünde ana ve babasından miras kalan öz ve
saf Türk kanının izleri görülmektedir.
O, tepeden tırnağa kadar Türk'tür. Güçlü ve metin çer­
çevesinin her parçası ve özellikle çok anlamlı olan güzel
yüzü, Türk'tür. Yavru, şehrin en büyük caddelerinden biri
olan Islahathane Caddesi 'nde, sanayi okulu karşısında ai­
lenin malı olan ve iyi düzenlenmiş bulunan bahçeli bir ev­
de doğmuştur.
Bu kitaba konu olan on beş yıllık hayatına, Mustafa Ke­
mal ' in nasıl hazırlandığını, bu 'asker-devlet adamı'nın na­
sıl yetiştiğini öğrenebilmek için, Osmanlı İmparatorlu(*) Hıristiyanlann dinsel kitabı inci!.
29
ğu'nun bu yeni vatandaşının otuz beş yaşını hızlı bir film
gibi özümüzün önünden geçirelim.
Mustafa Kemal doğduğu zaman annesi hemen hemen
otuz beş yaşındaydı. Yavru, kemale ermiş ana ve babanın
olgun meyvesi olarak dünyaya gelmişti. Annesi kendine gri
mavi gözlerini, metin ve hakim tabiatını ve keskin zekası­
nı vermişti. Büyüdükçe annesine karşı beslediği sevgi de
artıyordu. Bu derin sevgiyi annesinin son dakikasına kadar
sık sık belirtmişti. Çocuk çok küçükken babası vefat etmiş,
annesi de Selanik yakınında bulunan kardeşinin yanına git­
mişti. Ancak orada çok kalmayarak Selanik'teki evlerine
dönmüşlerdi.
Bu olağanüstü zeki çocuğun ilk öğrenimi için annesi
ile dayısı ellerinden geleni yapmışlardı. Fakat on iki yaşı­
na gelince, çocuk okulunu ve mesleğini kendisi seçiyordu.
Asker olmaya karar vermişti. İşte bu seçimle, mesleğinde
çok önemli olan, insanın kendi kendisini yetiştirmesi çaba­
sına başlıyordu. Bu yolu seçmekle de mesleğinin bütün us­
talarını geride bırakmış oluyordu. Babasının bir dostunun
yardımıyla askeri okulun giriş sınavlarına katılıyordu. Mus­
tafa Kemal 'in zekası çok zor olan böyle bir sınavı kolay­
lıkla kazanmasına yetmişti. Askerlik mesleğinin ilk basa­
mağına kuvvetli basan ayağı, onu hiç durmaksızın, sürek­
li yukarıya doğru, Yunanlıları Anadolu ovasından geriye
püskürterek İzmir'de denize döken Türk ordusunun başku­
mandanlığına kadar yükseltecekti.
Mustafa Kemal'in Selanik'teki dört yıllık başarılı okul
hayatına, Manastır Askeri idadisi 'ndc geçen üç yılına, İs­
tanbul Harp Okulu'ndaki üç yıllık öğrenim süresine ve son
30
olarak Erkan-ı Harbiye Mektebi'ndeki (Harp Akademisi)
yüzbaşılık günlerine ilişkin ayrıntılara girecek değiliz . . . O
her zaman parlak zekasıyla sınavlarını başarıyla vermiş ve
'Erkan-ı Harbiye Mektebi 'nden kurmay yüzbaşı olarak çık­
mıştı.
O'na bir yandan yüksek bir kumandan, bir yandan da
büyük bir devlet adamı olma olanağını veren zeka ve man­
tığı, Mustafa Kemal' i yalnız askeri çevrenin çalışmaları
içerisinde bırakmıyordu. Fransızca ve Almanca öğrenmek
için çalışıyordu. Çok okudu. Özellikle Fransız ve Alman
yazarlarının eserlerini inceliyordu. Bu incelemeler O'na,
hükümet prensipleri konusunda derin ve ayrıntılı bilgiler
vermişti. Böylece kendini hem asker, hem devlet adamı
olarak yetiştiriyordu. Çökmeye yüz tutmuş Osmanlı İmpa­
ratorluğu'nda, genç bir Türk'ün devlet adamı olabilmesi
için iki yol vardı: Ya İstanbul entrikalarına karışmak ya da
var olan düzene karşı isyan bayrağını açan ihtilal hareket­
lerine katılmak.
Çabalarının ve çalışmalarının askeri yönüne gelince;
birçoğunun yaptığı gibi o da sultanın çevresini sarmış kur­
naz Levantenlerin yönettiği acayip Osmanlı karışımının
sürdürülmesi için savaşan seçkin askerler sınıfına mı katı­
lacak, yoksa bir devrimle canlandırılacak bir Türkiye 'yi, te­
mizlenmiş ve katışıksız bir Türk ulusuna özgü bir yurt du­
rumuna koymak için çalışan herhangi bir girişime mi yar­
dım edecekti? Birinci yol kolay bir yükselme sağlayabilir­
di. Çünkü bunun için gerekli olan hazırlıkların tümü yapıl­
mıştı. İkinci yol ise, hem zor, hem tehlikeliydi. Mustafa Ke­
mal, daha ilk günlerden başlayarak Osmanlı hükümetleri31
nin başına üşüşmüş çıkarcılarla, düzenbazlarla mücadele
içindeydi. O, ikinci yolu seçti. Mustafa Kemal, bir yandan
askerlik, öte yandan hükümet etme, yöneticilik bilgilerini
geliştirmek için durmaksızın çalışıyordu. Selanik'te, Ma­
nastır'da ya da İstanbul 'da ihtilalci gruplar arasında girişti­
ği ilk çalışmaları, askerlik ve okul hayatındaki kadar başa­
rılı olmuştu. O kadar ki, bu başarılı çalışmalar, hükümetin
ve sarayın çok geniş olan hafiye örgütünün dikkatini çek­
miş ve çok geçmeden Suldan Hamid'in emriyle tutuklan­
mış ve Zülüflü Paşa başkanlığında kurulan özel bir 'Divan­
ı Harp'e verilmişti. Bu askeri mahkeme Yıldız Sarayı'nda
özel bir odada toplanıyordu. Hemen yandaki odada gizlen­
miş bulunan Sultan Hamid, duruşmanın bütün ayrıntıları­
nı, bütün konuşmaları izliyordu. Çok sert bir adam olan Zü­
lüflü Paşa, divan başkanlığına nedensiz getirilmemişti. Zü­
lüflü Paşa, daha önce padişaha başarılı sınavlar vermiş ve
padişah tarafından takdir edilmişti. Dava sonunda Musta­
fa Kemal, hükümet merkezinden çok uzağa, Şam'a gönde­
rildi. Saray çevreleri 'çok tehlikeli' sayılan bu değerli in­
sanın bir dakika bile İstanbul 'da kalmasını istemiyorlardı.
Daha kararın alındığı günü izleyen gece vapura bindirili­
yor, önce Beyrut'a, sonra da Suriye'ye, Şam'a gönderili­
yordu. Mustafa Kemal Şam'a varır varmaz dağlarda başla­
mış bulunan Dürzi muharebelerine katılmak üzere cephe­
ye sevk edilmişti. Osmanlı Levantenlerine göre, Türkler
yalnız savaşa elverişliydiler. Öyleyse bu genç subayın git­
mesi gerekli yer de savaş alanı olmalıydı.
O zamanki Osmanlı talim ve terbiyesine göre bir su­
bay yüzbaşı rütbesine gelince, kurmay subay olabilmek için
32
iki yıllık bir süre staj yapmak zorundaydı. Bu staj , sekizer
aylık süreler olarak, piyade, süvari ve topçu birliklerinde
yapılmaktaydı. Bu stajların tamamlanmasından sonra genç
subay binbaşılığa terfi ettiriliyordu. Mustafa Kemal süva­
ri stajını Dürzilere karşı olan savaşta yapmıştı. Dürzi hare­
katı bitince, piyade stajı için hemen Yafa'ya, deniz kıyısı­
na gönderiliyordu. O'nun içindeki heyecan, gençliğin dev­
rimci ruhu, kuvvetini bir an azaltmamıştı.
Şimdi de hayretler içerisinde izlenecek çalışmaları baş­
lıyordu: İzinsiz olarak ve gizlice Selanik'e gitmek, vaktiy­
le İzmir'de kurduğu " Vatan ve Hürriyet" adlı gizli cemiye­
tin şubesini açmak üzere genç devrimcilerle görüşmeler. . .
Fakat, Selanik O'nun için tehlikeli bir yer durumuna gelin­
ce, yine gizlice Suriye'ye, ama bu kere Şam'a dönmüş ve
gösterişsiz bir şekilde askerlik görevine yeniden başlamış­
tı.İhtilal hareketleri için Selanik' in iyi bir merkez olduğu
kanısına varmıştı. Tam bu sırada, askerlikte gösterdiği ba­
şarılar sonucu Selanik'e atandı. Buradan da Manastır'da
bulunan Üçüncü Ordu'nun kurmay heyetine geçti.
Mustafa Kemal, artık resmi bir görevle doğduğu şehre
yerleşmişti. Selanik'te, daha önce kurmuş olduğu "Vatan ve
Hürriyet Cemiyeti" Selanik şubesinin adını "Terakki ve İt­
tihat" olarak değişmiş buldu (Bu cemiyet daha sonra, sul­
tanın Meşrutiyeti ilanının ardından "İttihat ve Terakki" adı­
m aldı). Mustafa Kemal bu cemiyette etkin bir rol oynuyor,
yardım ediyordu. 1908 İhtilali 'ni gerçekleştirecek olan Genç
Türklerden oluşan komiteye bütün kalbini vermişti. Musta­
fa Kemal bu çalışmaları, Türkiye'nin köklü gelişmesi için
düşündüklerinin ağır ilerleyen bir adımı sayıyordu.
33
Bu komite çalışmaları O'nu, daha sonra istilacı İtalyan­
lara karşı savaşacağı Trablusgarp 'a kadar bir yolculuk yap­
mak zorunda bırakıyordu. Şu kadar ki, bu yolculuk yalnız
siyasi amaçlar için yapılıyordu. Kanun-u Esasi'nin ilanın­
dan hemen sonra Recep Paşa, Trablusgarp Valiliği'nden
Harbiye Nazırlığı'na getirilmiş ve Paşa Kanun-u Esasici­
ler tarafından kazanılmıştı. Fakat, Recep Paşa Trablusg­
rap'tan ayrılınca yerli tutucular liberallere (hürriyetçilere)
hücum etmişlerdi. İttihat ve Terakki Cemiyeti Trablus­
garp 'ta durumu düzeltmek ve örgüt kurmak üzere Musta­
fa Kemal'i gönderiyordu. Böylece Bingazi ve Derne'yi de
ziyaret etmek fırsatını buldu.
Mustafa Kemal Trablusgarp'taki görevi tamamlaya­
rak Selanik'e döndüğü zaman "3 1 Mart Olayı" patlak ver­
miş, bağnaz karşı ihtilalciler ayaklanmışlar, İttihat ve Te­
rakki Cemiyeti 'ni iktidardan, hatta İstanbul 'dan silip süpür­
müşlerdi. Mustafa Kemal'in girişimi ile İkinci ve Üçüncü
Ordu'dan alınan birliklerle bir "Harekat Ordusu" kurulmuş
ve bu ordunun kurmay başkanlığına da kendisi geçmişti.
" Harekat Ordusu" İstanbul'a girdi, isyanı bastırdı ve Mus­
tafa Kemal de Selanik'e döndü.
Şimdi kahramanımız yine askerliğe, askerlikle ilgili
araştırma ve çalışmalarına dönmüştür. Otuz yaşına bastığı
zaman O'nu Üçüncü Ordu'nun kurmay heyetinde buluyo­
ruz. l 9 l O yılında Ali Rıza Paşa ile Paris' e, oradan da Fran­
sa 'nın kuzeyinde yapılmakta olan askeri manevraları izle­
meye gitmişti. Bu gezi, Mustafa Kemal'e oldukça önemli
deneyim kazandırmıştı.
Dönüşünde Selanik'teki subay okulunun yönetimini
34
eline alıyor, burada da gösterdiği başarılarla yükselmeye de­
vam ediyordu. Artık, Selanik'teki 38. Alay'ın kumandanı
olmuştu.
Bu arada çok önemli bir olay vardır: Mustafa Kemal,
İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin ileri gelenlerine karşı çık­
makta ve çatmaktadır. Ve artık İttihat ve Terakki Cemiyeti
yöneticileriyle ilgisini kesmiştir. Mustafa Kemal, o zamana
kadar cemiyetin siyasi çalışmalarına katılmıştı. Şimdi bü­
tün askerlerin derhal siyasi çalışmalardan çekilmelerini,
askerlik görevlerine dönmelerini istiyordu. Ona göre, siya­
si görev sona ermişti. Ancak bu çok mantıklı öneri, Enver
Bey, Talat Paşa ve benzeri ittihatçı liderlerin işlerine gel­
miyordu. Bu liderler, kendilerine karşı çıkan Mustafa Ke­
mal ' i Makedonya 'dan uzaklaştırmak için başarılı bir düzen
hazırlamışlardı. Mustafa Kemal ' i İstanbul'daki Erkan-ı
Harbiye Heyeti'nde (Genelkurmay Başkanlığı) bir göreve
atıyorlardı. Bütün meslek hayatı boyunca düşmanlaır O'nu
etkili olabileceği yerlerden uzaklaştırmakta ısrar ediyorlar
ve ne gariptir ki o her zaman fayda ve değerini ortaya ko­
yacak fırsatlar buluyordu.
Şimdi 1 9 1 1 yılının Ekim ayındayız. İtalyanların, hiç
beklenmedik bir anda, Afrika 'daki bir Osmanlı eyaleti olan
Trablusgarp'a 'asker çıkardıklarına ilişkin haberler gelmiş­
tir. Bu olay, Mustafa Kemal 'in değer ve yeteneklerini bir
kere daha ortaya koyabilmesi için yeni bir etken olacaktır.
Bu haberler bizim savaşçı Türk'ümüzün dayanamayacağı
soydandır. Kökleri çürük Osmanlı hükümetine karşı ihtila­
le geçmek için daha iyi günler beklenebilirdi. Takma bir ad­
la ve Rus vapuru ile hemen Mısır'a hareket etmiş, tarafsız
35
bir hükümetin çıkardığı bütün güçlüklere karşı, günbatısı­
na doğru ilerlemişti. Mustafa Kemal, Derne'de İtalyanların
karşısında bulunan Türk hatlarının kumandasını alarak sa­
vaşa başlamış ve savaş tam bir yıl sürmüştü.
1 9 1 2 Ekim'inde ise, bu kez Karadağ savaş ilan ediyor
ve arkasından da bütün Balkan devletleri Osmanlı İmpara­
torluğu'na karşı birleşiyorlardı. Bu durum karşısında İstan­
bul 'un savunması ön plana geçmişti. Bunun için de Trab­
lusgarp'taki bütün kuvvetlerin geri çağrılması gerekti. Mus­
tafa Kemal, Trieste, Macaristan üzerinden Karadeniz' e çık­
mış, bu yolla anavatana dönmek zorunda kalmıştı.
Osmanlıların durumu umutsuz görünüyordu. Sırp or­
dusu Manastır'ı geçmiş, Yunanlılar Selanik'i almışlar, Bul­
garlar Çatalca'ya kadar gelerek İstanbul kapılarına dayan­
mışlardı.
Şimdi, Mustafa Kemal gibi askerlikte olgunlaşmış
kimseleri savaş sorumluluğu bekliyordu. Bu sırada Musta­
fa Kemal 'i Bolayır'da bir kolordunun kurmay başkanı, ay­
nı zamanda kumandanı olarak görüyoruz. Gelibolu yarıma­
dasının bir ucunda General Savoff'un kumandası altında­
ki Bulgarlara karşı savaşmaktaydı. Stratejik açıdan büyük
önem taşıyan Gelibolu yarımadasını önce doğudan, sonra
batıdan savunmak kahramanımız Mustafa Kemal için ka­
çınılmaz oluyor. Önce yarımadanın doğusunu, bir ·süre son­
ra da batısını İngilizlere karşı savunmak.
Bolayır'da yeni bir ordunun oluşturulması düşüncesini
Mustafa Kemal önermiş ve kabul ettirmiş, daha sonra da ay­
nı ordunun 'Harp Harekatı Şubesi 'nin başına geçmişti. An­
cak kolorduya kumanda edecek bir paşa yoktu. Mustafa Ke36
mal, en kıdemli subay olarak kolordunun kumandasını da
eline almıştı. öte yandan İttihat ve Terakki Cemiyeti 'nde bü­
yük ölçüde söz sahibi olan Enver Bey (sonradan Paşa) de
bir başka kolorduda kurmay başkanı bulunuyordu. Enver
Bey, bu kolordunun kumandanı Hurşit Paşa'yı, Şarköy'de
sağlam bir şekilde yerleşmiş bulunan Bulgar ordusuna kar­
şı, baskın hücum edilmesi için zorluyordu. Mustafa Kemal,
hiç uygun olmayan bu plana karşı çıkmıştı. Fakat, Enver
Bey'i bu kararından vazgeçirememişti. Sonunda plan uygu­
lamaya konuldu. Fakat Bulgar birlikleri Enver Bey kuman­
dasındaki tümeni püskürtmüş, bozguna uğratmıştı. Bu ye­
nilginin neden olduğu kayıpları, Mustafa Kemal, kısmen de
olsa gidermek için kahramanca savaşıyordu.
Savaş, Balkan devletlerinin ellerine geçirdikleri top­
raklan paylaşma kavgasına başlamaları üzerine durmuştu.
Osmanlı genel karargahı bu durumdan yararlanarak birlik­
lerini iki koldan Edirne'ye doğru sürdü. Önce Çatalca'dan
bir kolordu gönderildi. Şans eseri Enver Bey bu kolordunun
kurmay başkanı bulunuyordu. İşte bu rastlantı ve bu kolor­
dunun Edirne'ye ilk giren kuvvet olduğunun yayılması En­
ver Bey'in 'Edirne Fatihi' olduğu yolundaki efsaneyi te­
rnelleştirdi. Ama gerçek şöyle idi: Edirne üzerine ilerleyen
ikinci birlik Bolayır'dan gelen ve Mustafa Kemal 'in kuman­
da ettiği kolorduydu. Bu kolordu Edirne'ye yürümüş, şeh­
re ilk giren kuvvet de bu kolordunun bir süvari alayı olmuş­
tu. Hatta, Mustafa Kemal kumandasındaki birlikler Meriç
Irmağı'nı geçmiş ve ırmağın Batı yakasındaki Dimetoka'yı
ele geçirmişti. Bu savaşlarda gösterdiği başarılardan dolayı
Mustafa Kemal'e kaymakam (yarbay) rütbesi verilmişti.
37
·
Barış antlaşması imzalanmıştı. Mustafa Kemal, yakın
arkadaşı Fethi (Okyar) Bey'in elçi bulunduğu Sofya 'ya as­
keri ataşe olarak gönderildi. Burada, Bolayır'da karşı kar­
şıya çetin savaşlar vermiş olduğu Bulgar generali Savoff 'la
yakın ilişkiler kurdu. Bu yeni görevi Mustafa Kemal' in hiç
de hoşuna gitmiyordu. Çünkü bu görev, kendisine ne asker­
lik, ne de devlet yönetimi bakmından yararlı bir şey kazan­
dırmıyor, öğretmiyordu.
Dünya savaşı çıkmış ve Mustafa Kemal' in karşı görüş­
lerine karşın Osmanlı İmparatorluğu Almanya uğruna bir
badireye sürüklenmişti. Mustafa Kemal, etkin bir göreve
dönmek için sabırsızlanıyordu. Bunun için, artık Başku­
mancfan Vekili bulunan Enver Paşa'ya birkaç kere başvu­
ruda bulunmuş, bir kumandanlık istemişti.
Bulgaristan tarafsızlığını sürdürüyordu. Oysa, Musta­
fa Kemal, tarafsızlar arasında her zaman kendisini yaban­
cı sayagelmiş bir insandı. Enver Paşa ise, Mustafa Kemal' i
kendisine rakip olarak görüyor ve ona bir kumandanlık ver­
meye yanaşmıyordu. Fakat, Türk ordusunun Kafkasya'da
kendi hatası yüzünden bozguna uğraması üzerine Mustafa
Kemal 'i anımsamıştı. Bu sırada Enver Paşa Kafkasya'da i­
di, kendisine Levazım Başkanı Hakkı Paşa vekiilet ediyor­
du. Enver, Kafkasya 'dan Hakkı Paşaiya çektiği bir telgraf­
la Mustafa Kemal 'in bir alay kumandanlığına atanmasını
emretmişti.
Bu sırada müttefik donanması Çanakkale kara istih­
kamlarına şiddetli hücumlara başlamıştı . Alman generali
Liman von Sanders bu hücumlara karşı Türk birliklerini dü­
zenlemeye çalışıyordu. Öte yandan Başkumandan Vekili
38
Enver Paşa'ya vekalet eden Hakkı Paşa, Mustafa Kemal' in
siyasi görüşlerinden endişeli ve kuşkuluydu. Fakat, asker­
lik niteliklerini ve yeteneklerini de biliyor ve takdir edi­
yordu. Mustafa Kemal'i Alman generaline salık verdi. Bu­
nun üzerine Mustafa Kemal İstanbul'a çağrıldı ve kendisi­
ne görevi bildirildi. Mustafa Kemal, emrine verilen 1 9. Tü­
meni Tekirdağ'da topladı. O'nun kumandanlığı altında bü­
yük ün kazanacak olan bu tümenin elde ettiği zaferlere önü­
müzdeki bölümde değineceğiz.
Böylece, Mustafa Kemal'in mesleğinde kazandığı 'bü­
yük kumandanlık' niteliğine gelmiş oluyoruz. Şimdi 1 9 1 5
yılında ve Mustafa Kemal 'in on beş yıl sürecek parlak li­
derlik döneminin tam başlangıcında bulunuyoruz.
"ÇANAKKALE TRAJEDİSİ"
Bu bölümün başlığını Gelibolu savaşları üzerine yazıl­
mış kitapların en iyisi saydığımız bir Fransız yazarın ese­
rinden ödünç alıyoruz. Bu büyük savaşın kahramanının da
Mustafa Kemal olduğunu göreceğiz.
Dünya Savaşı ilerlemektedir. Osmanlı İmparatorluğu,
karmakarışık antlaşmalar yüzünden, kendisini bir anda Al­
manya ve müttefikleri yanında savaşa sürüklenir bulmuştu.
Müttefik düşmanların en güçlülerinden ikisi, Fransa ve İn­
giltere, artık tam anlamıyla çökmeye yüz tutmuş bulunan im­
paratorluğun kalbini, özellikle İstanbul ' a karadan ve deniz­
den yürüyerek, Boğazlar'ı almaya karar vermişlerdi. Böy­
lece, öteden beri Almanların büyük amacı olan ünlü ' Ber­
lin-Bağdat' yolu planına son darbeyi vurmak istiyorlardı.
39
Denizde yapılan küçük bir gösteriden sonra 3 Kasım
1 9 1 4 'te iki devletin bayraklarını taşıyan güçlü bir donan­
ma Çanakkale'ye gelmişti. Bu donanma, 1 8 Mart 1 9 1 5 'te,
bütün gücüyle Türk kara bataryalarına hücuma geçti. Bu
büyük hücum yalnız başarısızlıkla sonuçlanmadı, aynca
müttefik donanmasının üç kruvazörü battı, dört tanesi de
savaş dışı kaldı. Bu çatışma sonunda Türk bataryaları bü­
tün cephanelerini tüketmişlerdi. Ancak, hücuma geçen do­
nanmalar bunu bilmediklerinden, yakındaki adalara çekil­
mişlerdi.
Denizden başarıya ulaşamayacaklarını anlayan Fran­
sız ve İngilizler, 24/25 Nisan gecesi Gelibolu yarımadası­
nın iç tarafına, büyük kayıplar vererek, güçlü bir ordu çı­
karmışlardı. Bu çıkarma hareketinden de beklenen sonuç
elde edilememişti. Çünkü, Türk hatları pek az geriliyor, si­
per savaşı aylarca sürüyordu. Müttefik kumandanların ka­
rarlarına göre, Türk hatları, ne pahasına olursa olsun, bir
yerden yanlmahydı. Ancak, nasıl ve nereden?
Sonunda, Gelibolu yarımadasının dış kısmına asker
çıkararak, yarımadanın iç tarafına gönderilen müttefik bir­
liklerine adım attırmayan Türk kuvvetlerinin gerisine düş­
mekten başka yol olmayan 'Suvla Koyu Planı'nı hazırlıyor
ve bütün umutlar bu plana bağlanıyordu.
Plan, gerek görüş, gerek ayrıntı olarak gerçekten iyi dü­
şünülmüş ve hazırlanmıştı. Eğer karşı tarafta bir Türk yar­
bayı bulunmasaydı planın gerçekleşmesi kolay olacaktı. Bu
yarbay, karaya çıkan müttefik birliklerine karşı duran Be­
şinci Ordu'nun tek yedek gücü olan ve üç küçük alaydan
oluşan l 9'uncu Tümen 'in kumandanıydı. Bu yedekler, sa40
vunma hattının çok gerisine yerleştirilmişti. Cephede olup
bitenlerden kumandana haber vermeye bile gerek görülmü­
yordu. Fakat öyle oldu ki, O'nun ' süratli intikali' ve çabuk
karar vermesi Türklere Gelibolu zaferini kazandırmıştı.
Çok olumlu düşünceli ve biraz sert karakterli bir insan olan
bu subayın adı Mustafa Kemal 'di. O'nun anadan doğma bir
kumandan olması ve bütün bu nitelikleri taşıması Türkler
için büyük şanstı.
Fakat, Mustafa Kemal gerideydi, hatlardan uzaktaydı,
ama tembel ve hareketsiz kalmak hoşuna gitmiyordu. Ka­
rargahı, Arıburnu'ndaki kıyıdan pek uzak değildi. Burası,
sonradan büyük bir ün kazanan Suvla Kumsalı' nın biraz gü­
neyindeydi. Her iki nokta da Gelibolu yanmadasınin geri­
sindeydi.
Mustafa Kemal, 25 Nisan 1 9 1 5 'te düşmanın Arıbur­
nu'nda karaya çıkmakta olduğunu gördü. Genel Karar­
gah 'la telefon bağlantısı yoktu. Bu haberi karayolu ile üst
makamlara ulaştırması ve onlardan gelecek emirleri bek­
lemesi durumunda iş işten geçmiş olabilirdi. Yalnız yedek
kuvvetlerin kumandanı olduğunu unutmuş ve elindeki as­
kerleri hemen hücuma kaldırmaya karar vermişti. İngiliz­
lerin sol tarafına hakim tepeler vardı. Küçük alaylardan bi­
rini İngiliz kuvvetlerinin tam merkezine doğru, cephe yö­
nünde yavaş yavaş ilerletti. İkinci alay da sağ tarafı tehdit
edecek şekilde çevirme hareketine başladı. Fakat, asıl hü­
cumu sol tarafa karşı yapmak istiyordu. Altıncı duygusu ona
şöyle sesleniyordu: Çıkarma hareketi için Suvla, Arıbur­
nu 'ndan daha uygundur. İngilizlerin Arıburnu'ndaki bu bi­
rinci hareket üsleri herhalde Suvla yönünde açılacaktır.
41
Mantık bunu gerektirir. Büyük generallerin hepsinde, düş­
manın olası hareketlerini önceden sezme yeteneği vardır.
Mustafa Kemal bu yeteneğini, hem de birçok kere, kanıt­
lamıştır.
Alaylardan birinin başına kendisi geçti. Alaya, kendi
sağı çevresinde bir çark yaptırdı. Amacı, önce İngilizlerin
solundaki tepelere çıkmak ve düşmanın Suvla 'ya doğru
açılmasını olabildiği kadar geciktirmekti. Türk piyadeleri
tepelere tırmanınca çok yorgun düşmüşlerdi. Öyle ki, İn­
giliz harekatı önünden çekilmekte olan birlikleiıe bağlan­
tıya geçebilmek için yanına aldığı küçük bir müfreze ile ku­
mandan hemen ileriye koştu. Mustafa Kemal bağırdı: "Sün­
gü tak! .. Yere yat! . ." Bütün alay tepelere çıkıncaya kadar,
ne pahasına olursa olsun, düşmanı oyalamak, geciktirmek
istiyordu. Bütün alayın tepelere çıkmasını beklemedi. Ta­
burlar geldikçe savaşa sokuyordu. Üç tabur iyice yoğunlaş­
mış savaş alanına girmişti. Mustafa Kemal 'in bir başka
amacı da, emrindeki kuvvetlerin azlığını düşmandan giz­
lemek, kuvvetini büyük göstermekti. Şimdi de, İngilizlerin
sağına düşen alay taarruza başlamıştı. Sonunda merkez ala­
yı da hücuma kalktı. Bu çaba ve canlılık elbette ki etkisini
gösterecekti. Nitekim, Üzerlerine bu derece şiddetle çulla­
nan Türk birliklerinin gerçek gücü anlaşılıncaya kadar İn­
giliz ileri yürüyüşü durdurulmuşu. Bu süre içinde ise, Or­
du Karargahı 'na gönderilen habercilerle destek birlikleri ve
talimat istenmişti.
Gece olmuş, Mustafa Kemal düşmanın durumunu öğ­
renmek için, karanlıktan yararlanarak ileriye gitti. Ertesi
gün savaş yeniden başladı. Mustafa Kemal, alayının savaş
42
alanını bırakmak üzere olduğunu görünce, subaylarına da­
ha etkili direniş göstermelerini emretti. Destek birlikleri ve
onlarla birlikte ordu karargahından emir gelinceye kadar
düşmanın ileri harekatı kesinlikle geciktirilmeliydi. Dört
gözle beklenen destek kuvvetleri az sonra gözükmeye baş­
ladı. Mustafa Kemal, İngiliz ileri yürüyüşünü geciktirmek
olan amacına ulaşmıştı. Onun bu çabasıyla Ordu Kararga­
hı 'nın da düşmanın çok tehlikeli bir çıkarma harekatından
haberi olmuştu. Derrıek ki, Mustafa Kemal sorumluluğunu
artık daha üst makamlara bırakmış oluyordu. Ancak, O'nun
hiç de böyle düşünmediğini göreceğiz. O, her zaman sorum­
luluğu ve ağır yükü üzerine almak isteyen bir yaradılıştay­
dı.
Aradan aşağı yukarı bir ay kadar bir zaman geçmişti.
1 9'uncu Tümen'in bağlı bulunduğu kolordunun kumanda­
nı Esat Paşa, bütün cephe kumandanlığını almak için gel­
di. Mustafa Kemal de, denenmiş l 9'uncu Tümeni ile sağ
tarafı aldı. İlk gelen destek birliğinin başında bir Alman al­
bay bulunuyordu. Oysa Mustafa Kemal yarbaydı. Çok iyi
niyetli bir insan olduğu anlaşılan Alman albayı, kumanda­
yı kimin üzerine alacağı konusunu dostça çözümlemek yan­
lısı olduğunu söyledi. Mustafa Kemal bu konuda kararını
çoktan vermişti, şöyle demişti: "Karar verilmiştir. Arazi­
nin durumunu ve düşmanın kuvvetini sizden daha iyi bili­
yorum. Ben kumandayı alacağİm."
Sorunu birlikte konuştular. Alman albay, Mustafa Ke­
mal' e hak verdi. Hatta kararı karargaha Alman albayın ken­
disi telefonla bildirdi. Bu büyük Türk'ün düşüncelerini ka­
bul ettirmede gösterdiği başarılan ileride göreceğiz. O, Tür43
kiye'nin tek egemeninin Türkler olduğunu, önce kendi hal­
kına, sonra da bütün dünya devletlerine göstermiştir.
Mustafa Kemal, bu konuda, yalnız Alman albayı ikna
etmiş olmakla kalmamış, sorunu doğrudan Esat Paşa'ya da
açmıştı. Mustafa Kemal, müttefiklerin yapmaları olası ye­
ni bir çıkarma harekatına karşı hem kendilerinin, hem de
Almanların ayn ayn birer plan hazırlamalarını önerdi. Böy­
lece, düşmana karşı direnmede kimin daha yeterli olacağı
ortaya çıkacaktı.
Mustafa Kemal'in hazırladığı plan Esat Paşa'yı o ka­
dar etkiledi ki, Paşa, bir yandan bu planın hemen uygula­
maya konulması için emir verirken, öte yandan da Musta­
fa Kemal'in kumandanlık yetkilerini genişletti. Böyle ol­
masına rağmen Mustafa Kemal, İngilizleri Anburnu'nun
kuzeyinde Suvla Kumsalı 'na asker çıkaracaklarına, kolor­
du kumandanını bile zor inandırmıştı. Çok geçmeden 6
Ağustos'ta İngilizler Suvla'ya asker çıkardılar. Böylece,
Mustafa Kemal'in daha nisan ayında bu hareketi keşfetmiş
bulunması, O'nun doğru ve yerinde görüş yeteneğini ka­
nıtlamış oluyordu. Mustafa Kemal'in bu ileri görüş yete­
neğidir ki, Gelibolu savaşlarının Türkler için bir zafer ol­
masını sağladı. Mustafa Kemal, Anafartalar tepelerinde sağ
taraftaki birliklere kumanda ediyordu. Burada bu tepelere
karşı çok sert hücumlar yapan Avustralyalılardan kurulu
birlikler vardı. Mustafa Kemal, bu birlikleri yenilgiye uğ­
ratarak, müttefiklerin "Türkleri arkadan vurarak Gelibolu
yarımadasını ele geçirme" planını bozdu.
İngilizler buna "Suvla Koyu Muharebesi" diyorlar. Fa­
kat Türkler de bu galibiyetlerine "Anafartalar Tepeleri" adı44
nı vermişlerdir. Hikaye birçok kitapta anlatılmıştır, burada
tekrarında yarar görmüyorum.
En son değerlendirmelere göre bu savaş, Türklerin ge­
ride hiçbir yedek bırakmaksızın ve sürekli olarak karşı ta­
arruzlarla, o tepeleri savunmalarıdır.
Gazi'nin Arıburnu'nda başlayan savaşa verdiği önem
ve bunun Suvla Koyu'nda öteki savaşlara yol açacağını sez­
mesi gerçekten çok ilginçtir. Ancak buna kimse inanmak
istememişti. Mustafa Kemal, 1 927 yılında Ankara'da altı
gün süren Büyük Nutku'nda, Türkiye'nin bu yeni çağının
başlangıcından söz ederken, Anafartalar ile Arıburnu'nu
hep birlikte anmıştır. Bu iki adı birbirinden ayırmamıştı. O,
Gelibolu'da yapmış olduğu bütün harekatı gösteren ve bir
taneşini aynen yayımladığımız krokiyi bana çizerken, Arı­
burnu 'nun önemi üzerinde özellikle durmuştu. O günkü ko­
nuşmamızı ve Ankara'da Çankaya tepesinden görünen gör­
kemli guruba karşı belirlenmiş yüzündeki heyecan alevini
hiçbir zaman unutamayacağım.
Mustafa Kemal 'i, tümeni başında gösterdiği askeri de­
hayı ve Avustralyalıların karaya çıktıktan sonra geniş bir iş­
gal şeklinde yürümelerine engel olan savunma ve karşı ta­
arruzlarının önemini daha iyi anlayabilmek için, İngilizle­
rin resmi kayıtlarını almaktan daha yerinde bir şey yapa­
mayız.
Bu resmi belgelerde 25 Nisan ve onu izleyen günler
şöyle geçmektedir:
"O subayın 25 Nisan'da durumu derhal kavraması yü­
zündendir ki, Anzak kuvvetlerinin karaya çıktıkları ilk gün
sonuç almalarına engel olunmuştur."
45
İki kuvvetin siper savaşları acı bir şekilde sürüp gidi­
yor, güllelerle hastalık iki tarafa da ağır kayıplar verdiriyor­
du.
6 Ağustos'ta İngiliz birliklerinin Suvla Koyu'na çık­
tıkları görülüyordu. Ancak 8 Ağustos 'ta da Suvla Koyu Ha­
rekatı 'na karşı olan cephenin kumandanlığı Mustafa Ke­
mal'e verildi. Bunda geç bile kalınmıştı. Çünkü 8/9 Ağus­
tos gecesi, İngilizler Anafartalar'da en şiddetli taarruzları­
nı yapmışlardı. 9 Ağustos sabahı da Mustafa Kemal, ken­
disine savaş lideri olarak en büyük şöhreti sağlayan darbe­
sini düşmana indirmişti. Bunu da İngilizlerin resmi kayıt­
larından okuyalım:
"O'nun, kuzey mıntıkası kumandanlığı görevine baş­
lamasının üzerinden birkaç saat geçmiş olmasına rağmen,
8 Ağustos sabahı yaptığı şiddetli karşı harekettir ki, 9'uncu
Kolordu'nun çok geciken ilerlemesini durdurdu ve yendi.
24 saat sonra kendisinin yaptığı keşfi izleyen Conkbayı­
rı 'nda başlattığı karşı taarruz, Türkleri Sanbayır sırtlarında
tam anlamıyla hiikim bir durumda yerleştirdi. Bir tek tümen
kumandanının ayn ayn üç fırsatta yaptığı hareketlerin yal­
nız bir muharebenin cereyanına değil, belki de bütün sefer
ve hatta bir milletin kaderi üstünde bu kadar derin etkiler
yaptığı, tarihte pek ender rastlanan olaylardandır.
Ancak, bu ağır yenilgiden sonra Fransız ve İngilizle­
rin akıllan başlarına gelmiş ve başarı olasılığının büyük des­
tek birlikleri sayesinde olabileceği anlaşılmıştı. Fakat yeni
destek kuvvetlerini nereden bulmalı idi? . . İki devlet şimdi­
ye kadar Gelibolu'nun batı cephesine 489.000 kişi gönder­
mişler ve bir tek Alman'ı bile yerinden oynatamamışlardı.
46
Bu acı gerçek, ancak aralık ayında anlaşılıyor ve müttefik­
lerin Çanakkale'den çekilmeleri gerektiği itiraf olunuyor-·
du. Bu bir ayda İngilizler 43.000 ölü, 1 62 .000 yaralı ve has­
ta, Fransızlar ise 1 0.000 ölü ve 3 7.000 yaralı ve hasta ver­
mişlerdi. Müttefiklerin toplam kayıpları 252.000, Türkle­
rin ise 25 1 .000 idi. Müttefikler için bu savaş "Çanakkale
Trajedisi" demekti. Oysa Türkler için zaferdi ve bu zaferin
tacı da Gelibolu idi. Bu parlak zaferi, İngiltere ve Fransa'nın
güçlü ortak donanmalarına karşı, tek başına bir Türk ka­
zanmıştı.
Evet, müttefikler için bu gerçekten bir trajedi idi. Boş
yere hayat ve servet kaybetmişlerdi. Türkler için durum
böyle değildi. Çünkü, savaştan delik deşik olmuş Gelibolu
yarımadasının yeni bir savaş galibi, Anafartalar Kahrama­
nı Mustafa Kemal Paşa çıkmıştı. Türk tarihinde bir kez da­
ha, ulusal bir lider yetişmişti. Bu öyle bir liderdi ki, ken­
dinden önce millete, hiçbir Türk'ün yapmadığı bir şekilde
milli ruhu estirmiş ve uyandırmıştı.
OSMANLIL ARIN SONUNA DOGRU
Büyük Savaş, saray kuklalarının sonunu ve milletin it­
tihat ve Terakki 'ye karşı beslediği güvenin büsbütün sar­
sılmasını hazırlamıştı. İttihat ve Terakki, Enver ile Talat'ın
ateşli, fakat yetersiz sevk ve yönetimiyle çaresizliği gün­
den güne artan Sultan'dan önce bir " Kanun-u Esasi" (Ana­
yasa) koparmış, sonra da denetimin ellerinden çıkmaması
için, Osmanlı İmparatorluğu 'nun tek temiz dayanağı olan
orduyu Almanlara devretmişti.
47
1 9 1 5 yılında Gelibolu'da çok iyi savaş gücünü kanıt­
lamış bulunan bu ordu ile Mustafa Kemal'in 1 9 1 8 Eylül'ün­
de Filistin 'de İngilizlere karşı duran aç, sefil ve perişan ta­
burlardan kurulu, bir iskelet durumuna getirilmiş bulunan
ordusu kıyaslanınca, Enver ile Almanların nasıl bir facianın
nedeni oldukları, tüyleri ürperten bir ·gerçek olarak ortaya
çıkmaktadır.
Hemen açıkça söyleyelim ki, Fransa'nın Batı Cephe­
si'nde dört yıl boyunca, bütün dünya milletlerine karşı ko­
yan üstün yetenekli Alman ordusundan daha iyi bir savaş
makinesini dünya şimdiye kadar görmemişti. Ancak, Al­
man askeri yeteneğine hayran olanların, Dünya Savaşı 'nda
yalnız Batı Cephesi'ne gözlerini çevirmelerinde yarar var­
dır. Çünkü, 1 9 1 5 'te Gelibolu 'da Fransız ve İngiliz ordula­
rına 252.000 ölü, yaralı ve kayıp verdirerek anayurt kapı­
larından kovan mükemmel Türk ordusunun, Almanların
denetimi altında ve Arabistan yarımadasında ne duruma
geldiğini görünce, Alman askeri gücü için nasıl yanıldık­
larını anlayacaklardır. Bu kahraman Türk ordusu, 1 9 1 8 Ey­
lül 'ünde, Allenby'nin tam donatımlı, toplu, uçaklı ve bü­
tün gücü tamam, ardında Nil Irmağı 'ndan borularla getiril­
miş suyu bulunan ordusuna, ayrıca Lawrence'in Arabistan
çöllerinden topladığı Bedevilere dayanan kuvvetlerine kar­
şı koyarken bitkin ve perişan bir duruma düşmüştü. Alman
denetimi ne acı, ne acıklı bir sonuç vermişti ! Enver'le Al­
manların Türk ordusunu büsbütün perişan etmesini, fakat
Mustafa Kemal' in 1 922'de yine aynı malzeme ile nasıl gör­
kemli bir savaş gücü yarattığını ve Yunanlıları denize dök­
tüğünü ileride göreceğiz. Mustafa Kemal, Türk olan her şe48
yin, özellikle Türk askeri kuvvetlerinin Almanlara tam an­
lamıyla teslim edilmesine daha başlangıçta karşı çıkmak­
ta, Enver'e muhalefet etmekte haklıydı.
Osmanlıların bu dört yıllık çöküş devresinde, Enver' in
verilmiş yanlış bilgi ve öğütlerle yaptığı planlara ve Alman­
lara kayıtsız teslim, muhalefet etmeden ve direnmeden kar­
şı karşıya bırakıldığı durumlar Mustafa Kemal için çok
üzücü olmuştu. Kendisine çözümü çok zor, olanaksız prob­
lemler, görevler verilmişti. Örneğin, Halep'te Falken­
hayn'ın emri altında bulunan ve 'Yıldırım' adı verilen or­
dunun kumandasının Mustafa Kemal'e verilmesi. Bu ga­
rip bir isimdi. Ordu, 'yıldınm'dan başka her şeye benzeti­
lebilirdi. Daha kötüsü de var: Doğu'da Ruslara karşı duran
ordunun kumandası. Hele Türklerin bütün umutlarını bağ­
ladığı sözde ordu denilen kuvveti, Filistin'deki çok iyi İn­
giliz kuvvetlerine karşı sevk ve yönetme görevi, şimdiye ka­
dar kendisine verilen işlerin en belalısı idi. Fakat, durum ne
kadar olanaksız ve cesaret kıncı olursa olsun, Mustafa Ke­
mal hiç yılmamış, her zaman elinden geleni yapmıştır. Ga­
zi, kılıcının çeliğine çok kere talihsizlik ateşinde su vermiş­
tir. Ancak bu çelik, saf Türklerden kurulmuş olan düzenli
Türk ordusunun, gerek liderlik, gerek yalın savaş gücü yön­
lerinden dünyayı hayran bırakan bir Anadolu savaşında Yu­
nan ordusuna karşı çekfünce, gözleri kamaştıran bir gör­
kemle parladı. Amerika Birleşik Devletleri 'nin askeri ra­
porlarında Türk piyadelerinden söz edilirken "savunmada
eşsiz, karşı taarruzda fevkalade" denilmesinde şaşılacak bir
yan yoktur.
Şöhreti dünyayı sarmış bulunan 1 9 1 5 Gelibolu savun49
masıyla, Gazi'nin 1 9 1 9 yılında Erzurum ve Sıvas'ta Türk
ulusunu tekrar uyandırması arasında geçen dört yıllık acı
dönemi anlatmak pek de hoş olmayacaktır. Bununla birlik­
te, bu dönemde Mustafa Kemal'in yurduna yaptığı en dik­
kate değer hizmetleri içine aldığı düşünülürse, bu dönem­
le ilgili olaylara da değinmek gereği ortaya çıkacaktır. Mus­
tafa Kemal Paşa'nın karşılaştığı koşullar ve durum, insanı
ağlatacak, bütün umut ve gücünü kıracak kadar zordu. Ger­
çekten büyük olan bir adamdan başkası bunlara karşı gele­
mezdi. Fakat o, dayandı ve kazandı.
Şimdi de Osmanlıların gurubundan önce gelen bu ala­
cakaranlığın içinden Erzurum ve Sıvas 'ta yeni doğacak gü­
neşi görebilmek için hızlı hızlı yürüyelim.
Bütün bu yorucu dört yılın kahramanı hep Mustafa
Kemal 'di. Çanakkale savaşlarının sona ermesiyle İstanbul ' a
dönmüştü. Herhangi bir görevi yoktu. O, artık büyük bir ku­
mandandı. Kumanda altına nasıl girebilecekti? Ancak o,
Anafartalar savaşlarıyla bütün ulusun kalbine girmiş, En­
ver Paşa'Y.a karşı olanların tutunabilecekleri tek dal, daya­
nabilecekleri tek destek olmuştu. Enver Paşa ve arkadaşla­
rı, onu bu şekilde İstanbul 'da bırakamazlardı. 1 9 1 6 yılının
başlarında, karargahı Silvan olan ve Muş-Bitlis'e karşı cep­
he tutan 1 6 'ncı Kolordu Kumandanlığı 'na atanıyordu. Muş
ile Bitlis, Van Gölü'nün batısındadır. Silvan ise, Bitlis ile
Diyarbakır arasında, biraz uzak olmakla birlikte Erzu­
rum 'un güneyindedir.
Bu sırada, saray entrika ve düzenlerinin şehri olan İs­
tanbul, yeni bir entrikaya daha sahne oluyordu. İttihatçıla­
rın ünlü ismi Yakup Cemil, Enver Paşa'nın siyasi baskısı50
na karşı bir grup oluşturmuştu. Bu hareketin amacının, En­
ver'i atmak, yerine Mustafa Kemal' i geçirmek olduğu söy­
leniyordu. Fakat, girişim haber alınmış, Yakup Cemil idam
edilmişti. Bu arada, tertipten yararlanacağı söylenen Mus­
tafa Kemal'in olayla ilgisi görülmedi. Bereket versin ki,
Mustafa Kemal çoktan Doğu'ya gitmiş ve 1 6'ncı Kolor­
du'nun kumandanlığı görevine başlamıştı.
Türkiye 'nin Doğu Bölgesi 'ndeki durum gerçekten çok
umutsuzdu. Enver, bu bölgeye 1 00.000 kişi göndermişti. Bir
yandan savaş, öte yandan tifüs ve soğuk, 1 00.000 kişilik or­
dunun 12 .000'e düşmesine neden olmuştu. Ruslar, dağlar­
da donarak ölmüş 30.000 Türk askeri bulmuşlardı. Ölüle­
rin üstü başı perişandı. Bu durumda Mustafa Kemal bir şey
yapabilir miydi? Evet, Mustafa Kemal bu koşullara rağmen
bir şey yapabilirdi. İmkansızı yapmak O'nun için meslek
durumuna gelmişti.
Çanakkale'yi savunmak için Türklerin kuvvetlerini
orada toplamasından yararlanan Ruslar, Van, Bitlis, Muş ve
Erzurum 'u işgal etmişlerdi. Mustafa Kemal, umutsuz gö­
rünen " Doğu işi "ni yoluna koymak için, işe bütün varlığıy­
la sarıldı. Kısa sürede yeni bir mucize yarattı. 1 6'ncı Ko­
lordu hemen düzene sokulmuş, morali yükseltilmiş, yeni
milis örgütü kurulmuştu. Böylece Rusların ileri harekatı
durdurulmuştu. Dahası var. . . Kaybedilen şehirler. birbiri ar­
dından Ruslardan geri alınıyordu. Bütün bu işler, bozulmuş,
kaçmakta olan bütün cesaret ve umudunu yitirmiş bir or­
dunun döküntüleri tarafından, Mustafa Kemal'in güç veri­
ci çalışmalarıyla yapılmıştı.
Bu Doğu savaşlarını yazanlar, Grand Duke Nicolas'ın
51
1 9 1 7 ilkbaharı için hazırladığı taarruz planının, Rus İhtila­
li ile suya düştüğünü belirtirler. Fakat niçin bu yazarlar, tek­
rar canlanmış olan Türklerin, Rusların ellerinde bulunan
yerleri geri almak için yaptıkları beş gün, beş gece süren
kanlı savaşları yazmazlar? Çok güçlü düşman birliklerine
karşı yapılan beş günlük muharebe, herhalde gerçek bir
'savaş' olmalıdır. Bu derece güç koşullarda kazanılan bu
zafer için herhalde takdir edilecek bir kumandan vardır.
1 9 1 7 yılında Mustafa Kemal'e İkinci Ordu'nun ku­
mandası verildi. Mustafa Kemal, bu orduya bağlı Üçüncü
Kolordu' nun kumandasının İsmet (İnönü) Bey'e verilme­
sini sağlamıştı. Bu, İsmet Bey'in kumandanlık tecrübesi ka­
zanması içindi ve Mustafa Kemal' in her şeyi çok önceden
nasıl hazırladığının bir kanıtıydı.
Bu sırada İngilizlerin Filistin üzerinden Suriye 'ye doğ­
ru ilerlemek istediklerine ilişkin haberler alınmıştı. Musta­
fa Kemal'in hiçbir işe yaramayan bir ordu ile Doğu'da el­
de ettiği sonuçları dikkate alan İstanbul, bu kez onu Suri­
ye'de Alman Generali Falkenhayn'ın emrindeki 7'nci Or­
du Kumandanlığı'na atıyordu. Gazi, Halep'te 'Yıldırım Or­
dusu'nun karargahını bulmuştu, amçı çok geçmeden bu or­
dunun yalnız adının 'yıldırım' olduğunu anlamıştı. Bura­
da, Enver Paşa, Yıldırım Orduları Kumandanı Falkenhayn,
bu orduya bağlı 4 'üncü Kolordu Kumandanı Cemal Paşa
ve diğer Alman subaylarla karşılaştı.
Kumandanlar Bağdat'a karşı bir taarruz tasarlıyorlar
ve bu taarruzun planları üzerinde tartışıyorlardı. Mustafa
Kemal, bu taarruz planını dikkatle dinlemiş, birçok soru­
lar sormuş ve sonunda yanlış hazırlanmış bu plana karşı çık52
mıştı. Ayrıca böyle yanlış bir planın uygulayıcısı olacak bir
ordunun kumandasını almamak için direnmişti. O, İngiliz­
lerin Filistin 'den yukarıya çıkacaklarını biliyordu. Nitekim,
daha sonra gelişen olaylar Mustafa Kemal 'in haklı olduğu­
nu kanıtlamakta gecikmedi.
Alman general, Mustafa Kemal'in istifasını geri al­
dırtmak için her harekete başvurmuş ve kendisine göre en
son sayılan bir kozu oynamıştı. Alman general, bu oyunu
ile yıllar sonra bize Mustafa Kemal'in kişiliğini incelemek
için çok güzel bir ortam yaratıyordu. Alman general, Mus­
tafa Kemal'e altınla dolu bir düzine kadar sandık gönder­
mişti. Mustafa Kemal bunları ne yapacaktı? O, sandıklar­
la gelen bu altınlar için resmi bir makbuz vermekte ısrar
ediyordu. Sonra da altınların tamamını ordu veznesine tes­
lim ettirdi. Bu olay, Mustafa Kemal 'i rüşvetle satın alma gi­
rişimlerinin ne sonuç verebileceğini göstermesi bakımın­
dan çok önemlidir. Bu özü ve sözü doğru vatanseverin şim­
di olduğu gibi, eskiden de paraya karşı ilgisi ve hırsı yok­
tu. Onun bütün isteği ve ihtirası, düşmandan kurtarılmış ve
yeniden canlandırılmış bir vatandı.
Mustafa Kemal, istifada ısrarlıydı. Bu durum karşısın­
da Enver Paşa için yapılacak iş, O'nu yeniden Diyarba­
kır'daki 2 'nci Ordu Kumandanlığı'na atamaktı. Enver Pa­
şa da bunu yaptı. Fakat bu da yararsızdı. Bu kez Enver Pa­
şa, Mustafa Kemal 'in hava değişikliği için lstanbul'a dö­
nüş izni aldığını, İstanbul 'da Alman Genelkurmay 'ı emrin­
de çalışacağını ilan ederek, içinde bulunduğu zor durum­
dan kendisini kurtarmak istedi. Şimdi hem Türkler, hem de
Almanlar, bu iki devlet arasındaki iyi ilişkilerin sürmekte
53
olduğunu dünya kamuoyuna yeniden duyurma kararı alı­
yorlardı. Bunun üzerine, Alman Kaiser'in daha önce yap­
tığı ziyarete karşılık olarak, Veliaht Vahdettin'in Almanya
gezisine çıkması uygun görülmüştü. Bu gezi, Enver Paşa
ve arkadaşları için, her zaman kendilerini korkutan Musta­
fa Kemal'i İstanbul'dan uzaklaştırmak konusunda çok iyi
bir fırsattı. Ama, bu gezi aynı zamanda Mustafa Kemal 'e
de 1 9 1 O askeri manevralarında Fransız metotlarını yakın­
dan görmek, Alman savaş kuvvetlerini daha yakından ta­
nımak fırsatını veriyordu. Böylece Mustafa Kemal, dünya­
nın iki büyük askeri gücünün tekniği ile ilgili olarak, en ger­
çek bilgileri ilk elden toplamış oluyordu. Fakat bu çalışkan
dimağlı Türk, önce hanedan mensuplarına refakat, sonra
Almanlara misafirlik konusunda istenen şekilde hareket et­
meyeceğini belli etmişti. Anayurttan ayrılmadan önce Vah­
dettin'den pek de hoşlanmadığı halde, ülke sınırlarını aş­
tıktan sonra trende, Almanya'daki yolculuklarında ve dö­
nüşte, veliahtın gösterdiği kadirbilirlik ve çelebilik Musta­
fa Kemal üzerinde olumlu etki bırakmıştı. Bu nedenle, ya­
rın sultan koltuğuna oturacak bu kişiyi, omuzlarına alaca­
ğı sorumluluğun askeri yönlerine ilişkin aydınlatmaktan
geri kalmıyordu.
1 7 Aralık 1 9 1 7'de Vahdettin ile yanındaki heyet, Al­
man Genel Karargahı'nın bulunduğu Spa İstasyonu'nda
başta Alman Kaiser'i olmak üzere Mareşal Hindenburg,
General Ludendorf ve kalabalık bir kurmay grubu tarafın­
dan karşılanmıştı. Bu karşılama töreni, dünyanın hiçbir ye­
rinde Almanya'da olduğu kadar iyi ve gösterişli yapılamaz­
dı. Almanlar, saygın müttefikleri, savaşçı Türkler üzerinde
54
olumlu izlenimler bırakabilmek için, o gün ellerinden ge­
leni yapmışlardı. Kurnaz ve her zaman hazırlıklı olan Ka­
iser, Mustafa Kemal'e "Anafarta, 1 6. Kolordu" sözlerini
söylemeyi unutmamıştı. Böylece Mustafa Kemal' i Çanak­
kale savaşlarındaki başarılarından dolayı onurlandırmış olu­
yordu.
Alman büyük karargahına varışın ertesi günü Kaiser,
Vahdettin' in resmi ziyaretine karşılık vermişti. Bu ziyaret
sırasında Türk veliahtı, Kaiser' e karşılığı gerçekten güç ve­
rilebilecek bazı sorular sordu. Kaiser, bu soruların Musta­
fa Kemal tarafından hazırlanmış olduğunu anlayarak kızdı
ve yüksek sesle, "Türk-Alman dostluğunu bozmak isteyen
bir kimsenin bulunduğunu görüyorum. . . . " dedi. Sonra da
yanında Vahdettin ve Naci Bey (şimdi milletvekili) olduğu
halde (*) kapıya doğru yürüdü. Mustafa Kemal, bu sırada
bir kenara çekilmiş duruyordu. Kaiser, Vahdettin ile Naci
Bey'in ellerini sıkmış, Mustafa Kemal' i görmemezlikten
gelmişti. Tam kapıdan çıkacağı sırada tekrar düşünmüş ve
geri dönerek Mustafa Kemal' e elini uzatmış, tokalaşmıştı.
Gazi, Hindenburg'u takdir ederdi. Ondan söz ederken
"Gözleri ile her şeyin ruhunu gören ve dili ile susmanın de­
ğerini bilen bir zattır" derdi. Bununla birlikte, Hindenburg
genel ve yüzeysel bilgilerle Mustafa Kemal' i ikna etmeye
çalışınca, Gazi kendisinden ayrıntılarla ilgili bilgiler iste­
mişti. Bu arada " Suriye ordusunun, İkinci Ordu'dan alına­
cak süvari tümeni ile destekleneceğini" söyleyince, Mus­
tafa Kemal, İkinci Ordu'ya kumanda etmiş bir subay ola(*) Orgeneral Naci Eldeniz.
55
rak, "İkinci Ordu'nun yalnız kağıt üzerinde var olduğunu"
belirtmişti. Bu görüşe karşı Mustafa Kemal'e verilen bü­
tün cevap, ikram edilen bir sigara ile yukarıda sözü geçen
' Hindenburg'un susması ' kaldı. Ludendorf, bu Türk suba­
yının genel durumu parlak bir şeklide anlatmakla kandırı­
lamayacağını anlamış ve resmi bir ziyafette, Kaiser'in is­
teğine uyarak, Mustafa Kemal 'i sudan konuşmalarla meş­
gul etmeye uğraşmıştı. Bir başka ziyafette Alsace Valisi, Er­
meni sorununda Türklerin politikasını eleştirmeye yeltenin­
ce, Mustafa Kemal birden öfkeyle ayağa kalkmış ve bir bü­
yük devletin içişlerini ilgilendiren böyle bir konunun, o
devletin veliahtı önünde tartışmak cesaretini nereden aldı­
ğını validen sormuştu.
Almanya gezisi, hem askerlik, hem de hükümet yöne­
timi bakımından Mustafa Kemal için çok yararlı olmuştu.
Ama ne yazık ki, yarın sultan olarak devletin sorumlulu­
ğunu alacak olan veliahtı, gelecekteki göreviyle ilgili ola­
rak bazı konularda uyarmakta ve aydınlatmakta başarılı
olamamıştı. Vahdettin, Türk ordusunun yönetimini eline al­
ması yolunda, kendisinden daha genç olan bir subayın, ger­
çekten yerinde ve mantıklı önerilerini bir türlü takdir ede­
miyor ya da anlamak istemiyordu. Gerçek şudur ki: Uzun
inziva hayatı Vahdettin 'i sinsi ve korkak bir insan durumu­
na getirmişti. Enver'e, ismine rağmen ne ittihatı ne de te­
rakkiyi temsil etmeyen cemiyete karşı çıkmak cesaretini
gösteremiyordu.
Aşırı yorgunluk ve çok çalışma, şiddetli böbrek rahat­
sızlığı, Vahdettin tahta çıktığı sırada, Mustafa Kemal 'i has­
ta yatağına düşürmüştü. Mustafa Kemal, Viyana'da mu56
ayene ve Karlsbat'ta tedavi olmak zorunda kaldı. Şimdi
1 9 1 8 yılı Ağustos ayına geldik.
Ağustos ayında yeniden Beyoğlu 'na gelen Mustafa
Kemal, orduların kumandasını eline alması için, padişahı
yeniden zorlamaya başladı. Vahdettin, bu yüksek kuman­
danın, genelkurmay başkanı olarak, çok özlenen yenilen­
me ve örgütlenmeyi başaracağına inanıyordu. Bu durum
karşısında Enver telaşa düştü. Saray entrikalarını tam anla­
mıyla çok iyi bildiğinden bütün kozlarını birden oynadı.
Partiyi kazanmakla birlikte, kaybedenin yani Mustafa Ke­
mal 'in aleyhine verilecek bir karan kabule yanaşmayaca­
ğından korkuyordu. Konuyu kesin olarak güvence altına
alabilmek için, VI. Sultan Mehmet'i etkileyerek, Mustafa
Kemal 'i bir cuma selamlığı töreninden sonra huzuruna ça­
ğırttı. Toplanmış bulunan divan huzurunda hükümdar, Mus­
tafa Kemal 'in askerlik yeteneklerini v� başarılarını övmüş,
şimdi de Filistin'e giderek Allenby'nin işgal kuvvetlerine
karşı savaşan 7. Türk ordusunun kumandasını eline alma­
sını istemişti. Mustafa Kemal, gerçek bir askere yakışacak
şekilde bu emre uydu.
1 9 1 8 Ağustos 'unun son günlerinde savaş alanına va­
ran Mustafa Kemal, 1 9 1 7 Eylül 'ündeki istifasından bu ya­
na 7. Ordu'nun Felkenhayn kumandası altında yenilgiden
yenilgiye uğradığını ve bu yüzden bir çeşit iskelet durumu­
na geldiğini gördü.
7. Ordu'ya pek kısa süre kumanda etmiş bulunan Fev­
zi Paşa İstanbul'a çağrılmıştı. İsmet (İnönü) Bey, yine lide­
rinin emrinde, kolordulardan birinin kumandanı idi. Türk sa­
vunma hattı, Filistin'in bir yanından öbür yanına, batıya
57
doğru Yafa 'nın 1 O mil kuzeyindeki noktaya kadar uzanıyor­
du. Bu savunma hattının merkezi 7. Ordu'ya verilmişti. Or­
du ile deniz kıyısı arasında da Cevat Paşa'nın kumanda et­
tiği 8. Ordu bulunuyordu. Kıyı boyunca ilerleyen İngilizler
işte bu orduyu fena halde yenmiş, perişan etmişlerdi.
Mustafa Kemal, kendi kıtalarını levazım, disiplin ve as­
ker sayısı bakımından çok perişan bir durumda buldu. Ge­
libolu 'da olduğu gibi, yapılacak bir tek iş kalmıştı; İngiliz,
Avustralyalı ve Yeni Zelandalı askerlerden oluşan ve sürek­
li taarruz durumunda bulunan ordu karşısında hırpalanmış,
parçalanmış Türk birliklerini olabildiği kadar geriye çek­
mekti.
Bir Arap atasözü, "Nil Irmağı Filistin'e taşmadıkça,
Batılı peygamber, Osmanlıları Kudüs'ten atamayacaktır"
der.
Allenby'nin h&yrete şayan bir şekilde donatılmış
96.000 muharip, 40.000 deve ve 1 3 .000 katırdan oluşan or­
dusu, Süveyş Kanalı 'ndan kuzeye doğru ilerlemeye başla­
yınca, işte yukarıdaki atasözüne konu olan olay oldu.
Bu ordunun arkasında, bütün ulaşım kolaylıklarını sağ­
lamak için demiryolu kurulmuş, su gereksinimini karşıla­
mak için muazzam bir boru tesisatı döşenmişti. Mısır'da bir
kanaldan çekilen Nil suyu, Kantara'da filtreden geçiril­
dikten sonra Süveyş Kanalı 'nın altındaki yollardan pom­
palanıyor, kanalın doğu kıyısındaki sarnıçlara aktarılıyor,
burada 7 tane yardımcı tulumba istasyonu aracılığıyla ku­
rak ve çorak çölde 200 milden daha uzak yere borularla su
götürülüyordu.
Atasözü ile olaylar arasında bir ilişki kurabilmek için,
58
"peygamber" sözcüğünün Arapça'daki karşılığının "El­
Nebi" olduğunu ve bunun da İngiliz kuvvetlerinin kuman­
danı olan, batıdan gelerek Osmanlıları Kudüs'ten atan Al­
lenby'nin adına çok benzediğini bilmek gerekir.
Şimdi de Osmanlılar'ın önce Şam'da, sonra da (bura­
ya dikkat ediniz) Halep' in 1 O mil kuzeyinde bir noktaya ka­
dar gösterdikleri cesur direnmenin acı öyküsüne gelelim.
Çok sağlam ve çok geniş bilgileri olan Mustafa Kemal, To­
ros Dağları'nda kuzeye doğru olan geçitlerin, bu noktanın
savunması için en uygun yer olduğunu biliyordu. Burası,
bugün de olduğu gibi, yabancılara karşı Türkiye'nin stra­
tejik öenmi olan kapısı idi. Orada durdu; zafer ve başarının
verdiği neşe ile ilerleyen İngilizlerin bütün hücum dalga­
larını kırarak orada durmakta devam etti. Bu uzak toprak­
taki savaş alanına, 30 Ekim'de Mondros 'ta mütarekenin im­
zalandığı haberi geldi. Antlaşmaya göre, müttefikler İstan­
bul 'u ve diğer bütün kilit noktaların işgali de içinde olmak
üzere, istedikleri her şeyi almışlardı. Bütün Alman ve Avus­
turyalılar 30 gün içinde Türk topraklarından ayrılacaklar­
dı. General Liman Yon Sanders, Mustafa Kemal' in lider­
lik ve kumandanlık nitelikleri önünde saygıyla eğilerek ve­
da etti. Genellikle unutulan ve göz önünde tutulması gere­
ken iki önemli olay vardır: İstanbul'dan verilmiş çok açık
ve kesin emre karşın Mustafa Kemal, Fransızların "Suri­
ye 'deki ordularının iaşesi için İskenderun 'u işgallerine en­
gel olmuş ve Türkiye'nin Suriye'deki bu şehrine girecek
Fransızların bir daha çıkamayacaklarını" söylemişti. Bu
görüşünde çok haklı idi . . . İkinci olay da, İstanbul'a gitmek
üzere kumandayı bırakmadan önce Antep ve öteki güney
59
illerinde halka silah dağıtmış olmasıydı. Sonra göreceğimiz
gibi, bu olay, yeniden canlanmayı bekleyen Türkiye'nin si­
lahlanma başlangıcı olmuştur.
Yeniden İstanbul'a dönen Mustafa Kemal, Türkleri
umutsuzluğun en derin uçurumlarına sürüklemiş bir durum­
da buldu. İngilizler, İstanbul ve Çanakkale boğazlarını tut­
muşlardı. Fransızlar, Galata'daki Senegalli Zencilerle İstan­
bul 'a yerleşmişler; İtalyanlar Beyoğlu'nu ele geçirmişler, ay­
nı zamanda demiryollarını denetimleri altına almışlardı. Bal­
kanlar, Arnavutluk, Yunanistan ve Trablusgarp 'tan sonra,
Mısır, Suriye, Arabistan ve Filistin de kaybedilmişti. Osman­
lı İmparatorluğu'nun parçalanması artık kesin gibiydi. Sad­
razam İzzet Paşa, Enver ve arkadaşlarının kaçması ile diğer
olayların bütün sorumluluğunu padişaha yükleyerek istifa et­
mişti. Şimdi padişahın durumunu sağlamlaştırmak için, Mus­
tafa Kemal'in girişimlerine uygun zaman gelmişti.
Hayır! .. VI. Mehmet bu kez de, İttihatçıların yerine
müttefiklerden korkuyordu.
Osmanlıların guruptan önce gelen aydınlıkları artık
sönmek üzeredir. Türkiye'nin yeniden canlanmasını gös­
terecek güneşin doğması da yakındır.
60
DOGUDA YENİ BİR GÜNEŞ DOGUYOR
Millet Uyandırıldı
Mustafa Kemal'i ne yapalım? Bitmez bir üzüntü kay­
nağı olan bu sorun, İstanbul'da saray adamlarının karşısı­
na yine dikilmişti.
İşte yine, bu aşırı ateşli vatanperverlik, aşırı Türklük
gücünü bitirip tüketmek üzere, başka bir yere, siyasi nüfuz
hareketinden uzaklara göndermek gerekti. Siyasi nüfuz
merkezi İstanbul 'dan uzak olsun da, neresi olursa olsundu ...
Bu kez acaba nereye gönderilmeli? Onu, niçin ülkenin
doğu bölgelerine göndermemeli? Orada dağlık yerlerde
kendi kendine didinip dursun. . . Bu uzak köşelerde, Türk as­
keri birliklerinden geriye kalmış sefil ve dağınık döküntü­
leri yeniden düzenlemek ve güçlendirmek için bütün kuv­
vet ve enerjisini dilediği gibi harcasın. Yeter ki, güven ve­
recek kadar uzakta olsun. Enver, böyle bir görevin ne ka­
dar umutsuz olduğunu herkesten iyi bilirdi. Kendi anlam­
sız ve çılgın hareketlerinin, o yaman savaşçı Türk piyade­
sinin yalnız manevi gücünü değil, sayı ve donatımını da bu­
rada olduğu kadar, başka hiçbir yerde bu derece perişan et­
memiş olduğunu biliyordu. Her bakımdan, hatta coğrafi ba61
kımdan da bu kadar ümitsiz olan bir duruma Mustafa Ke­
mal'in dehası da bir şey yapamazdı.
Ancak, O'na, ne yapıp yapıp çekici bir unvan verilme­
liydi. Çünkü, Almanya'ya kaçmış bulunan Enver'in yerini
alanlar, böyle bir işi başka türlü kabul edebilecek bir ada­
mı hayallerinden bile geçirmiyorlardı. Ona doğu illerinde
Üçüncü Ordu Müfettişliği unvanı verilmeli ! . . Ancak, bu
unvan Mustafa Kemal için bir terfi sayılamazdı. Fakat, O
bunu öyle düşünebilirdi. Sıvas ve Erzurum bölgelerindeki
Üçüncü ve Onbeşinci kolordular emri altında bulunacaktı.
Eğer, bu uzak bölgede kuvvet ve yetkisini arttırmak ister­
se bundan ne çıkar? Bırakın kendi emirlerini dilediği gibi
yazsın; siyaset merkezinden uzaklaştırılarak İstanbul 'da İt­
tihat ve Terakki Cemiyeti 'ne rahat bir soluk aldırabilmek
için, ne istiyorsa verilsin. Mustafa Kemal, bu uzak bölge­
de kuvvet ve nüfuzunu sağlamlaştırmak için isteklerini ne
kadar çoğalttıysa, karşısındakilerin de O 'nun bu görevi ka­
bul edeceğine olan umutlan o oranda arttı. Erzurum ve Sı­
vas bölgeleri kumandanlığından başka, Diyarbakır, Anka­
ra ve Konya'da bulunan ordulara da kumanda etmek yetki­
sini isteyince, karşısındakiler sevinmişti. Bütün dilek ve
yetkileri böylece kendisince belirlenip düzenlendikten son­
radır ki, Mustafa Kemal, görünürde pek de çekici olmayan
bu uzak görevi kabul etmişti. Ama O'nun derin görüşü,
uzaklarda kalmış bu kumandanlığın, kendi harika güç ve
çalışması için çok iyi bir fırsat olduğunu görmüştü. Aynı
zamanda, Enver grubunun düşündüğü.gibi, Mustafa Kemal,
İstanbul'da eşsiz ve dostsuz kalacak değildi. Çünkü, Erka­
nıharbiye Reisliği (Genelkurmay Başkanlığı) ile çok açık
62
bir biçimde anlaşmış, bağlılık ve değerlerini eskiden beri
tanıdığı ve dünyanın da daha sonra tanıyacağı İsmet ve Fev­
zi (şimdi Genelkurmay Başkanı) paşalarla haberleşmek için
özel bir şifre hazırlamışlardı.
Ancak, saray grubu bu işte üç büyük hata yaptı: Önce
sürgüne göndermekte oldukları kimsenin değer ve "önemi­
ni gereği gibi takdir edememişlerdi; sonra, Samsun'da bir
Rum Pontus devletinin kurulması için hazırladıkları plana
Mustafa Kemal'in karşı çıkmayacağını sanmışlardı. Ayrı­
ca, Türk ulusunu yüzyıllardan beri 'Batı'ya doğru' çeken
derin isteği tam olarak unutmuşlardı. Bu ulusun görkemli
geçmişi onları uyarmalıydı ki; Türkler, Doğu'dan Batı'ya
doğru yürüdükleri zamanlarda en iyi ve en başarılı sonucu
almışlardı. Mustafa Kemal'i, yurt topraklarının izin verdi­
ği kadar Doğu'ya gönderiyorlardı. O kendi özünde olan
Türklüğe uyuyordu. Bu yüzlerce yıldan beri her Türk'ün
içinde doğan ve büyüyen bir istekti. Onlar, Asya'nın orta­
sındaki yüksek Altay yaylasından kalkarak, büyüye büyü­
ye, hep batıya doğru yürümüşlerdi.
Saray çevresinin yaptığı ikinci hatayı anımsayanlar
şimdi çok azdır. Tasarlamış oldukları, bilinen Pontus Dev­
leti ! . .
Mustafa Kemal 'in bana çizmiş olduğu haritalar arasın­
da en ilgi çekici ve aydınlatıcı olanı, coğrafya bakımından
Türklerin ve Rumların Samsun bölgesinde ne kadar dağı­
nık bir şekilde yaşadıklarını, birbirine karışmış küçük ma­
vi ve kırmızı işaretlerle gösteriyordu. Saray çevreleri ora­
da bir Rum Pontus Devleti tasarlamıştı. Mustafa Kemal' in
saray çevrelerinden verilen görevi de, Türkün toprağından
63
bir parçanın Yunanistan' a verilmesine karşı yapılacak ayak­
lanmaları önlemekti. Küçük haritalarda Türkleri kırmızı,
Rumları da mavi işaretlerle gösterirken alaylı bir şekilde gü­
lümseyerek konuşuyordu:
" 1 9 M ayıs 1 9 1 9'da Samsun'da karaya çıktım."
Mustafa Kemal'in başlangıcını bu derece ince bir ya­
lınlıkla anlattığı bu yeni ve onurlu girişimde, yazgısı da dra­
matik bir rol oynamıştı. Aynı hafta içinde, yalnız dört gün
önce, 1 5 Mayıs 1 9 1 9 günü, Yunanlılar İzmir'de karaya çık­
mışlardı. Kaderin oynayacağı rol için bu rastlantı yararlı bir
araç olmuştu. Mustafa Kemal, bu aracı, bitkin ve uykuya
dalmış bir ulusu uyandırmak için, göz kamaştırıcı ışıklar­
la yanan bir meşale durumuna çevirmişti. Tarihi boyunca
düşman bir ulus, Türklerin kutsal topraklarını istila ediyor
ve İstanbul'daki hükümet, buna karşı hiçbir şey yapmıyor­
du.
Kader kendini dram olarak dile getirmekten de hoşlanır.
Aynı yılın, aynı ayı içerisinde Yunan işgal kuvvetleri
ülkenin batı bölgesinden karaya çıkarak Anadolu'nun içe­
rilerine doğru ilerlerken, doğuda, Samsun 'da bu istila ze­
hirine karşı bir panzehir gibi, Mustafa Kemal' in batıya doğ­
ru hareketi kaderin garip cilvesiydi. Kader, bu çifte amaca
hizmet için iki kişiyi kullandı: Birincisi İngiltere Başbaka­
nı Lloyd George, Türkiye' yi parçalayarak müttefikler ara­
sında paylaşılması planını kolaylaştıracağı umuduyla Yu­
nanlılara cesaret vermiş ve yardım etmişti. İkincisi ise, pa­
dişahın kendisiydi. Hükümet merkezine boyuna rahatsız­
lık veren Mustafa Kemal'den kurtulmak amacıyla, ona
64
Samsun gibi uzak bir yerde, değer ve konumuyla hiç de uy­
gun düşmeyen bir genel müfettişlik vererek gözden düşür­
düğünü sezdiriyor ve böylece onu sonsuza kadar başından
savdığını sanıyordu.
"Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz 'diri. ." Bu ünlü ve unu­
tulmaz cümle, daha Milli Mücadele'nin başında olduğu gi­
bi, Dumlupınar'da Yunanlıların yenilgisine kadar Mustafa
Kemal' in çaba ve çalışmalarında her zaman 'amaç' olmuş,
O'nun düşüncelerini sarmıştır.
Peki, Enver ve yaranı, sormadan kendilerinin de öne­
mini anladıkları bu büyük fırsatı neden Mustafa Kemal'e
vermişlerdi? Mustafa Kemal, bunu daha sonra anlatmış ve
açıklaması bir tek cümle olmuştu:
"Çünkü, onlar da ne yaptıklarını bilmiyorlardı! .. "
Mustafa Kemal' in şimdi artık tarihe mal olmuş bulu­
nan Samsun'a çıkış tarihini hatırlamak çok kolaydır. Çün­
kü bu tarih, 1 9 rakamının üç kere tekrarıdır: 1 9 Mayıs
1 9 1 9 . . Nasıl ki, Dünya Savaşı'nın mütarekesi de 1 9 1 8 yı­
lının 1 1 'inci ayının 1 1 ' inci gününde ve saat 1 1 'de imzalan­
mıştı. Bu tarih de, on bir rakamının üç kere tekrarlanma­
sıyla ortaya çıktığı için hatırlanması kolaydır.
Türklerin yüzyıllar boyunca doğudan batıya doğru iler­
ledikleri zaman en iyi savaşları yaptıklarını söylemiştik.
Mustafa Kemal de işte bunu yaptı. Bu kuralı bozmadı. Er­
zurum, Sıvas kongreleri, Ankara'daki sürekli, canlı ve çok
yoğun siyasi çalışma, sonra da yeni bir çağın açılmasını ha­
zırlayan Sakarya ve Dumlupınar savaşlarının merkezi olan
Eskişehir' e ilerleyiş ve sonunda muzaffer Türk ordularının
İzmir'e girişi . . . Bütün bu olaylar, Türklerin batıya doğru
.
65
ilerleyişlerinden aşamalardır ve gerek savaş alanlarında,
gerek politikada görkemli bir Odissie destanı (*) oluştur­
maktadır. ·
İki büyük çaba arasındaki şaşkınlık verici rastlantıyı
anlatmanın zamanı şimdi gelmiştir.
Mustafa Kemal, batıya doğru büyük yürüyüşle iki bü­
yük ihtilali de başarıya ulaştırmıştı. Bunlardan birisi, artık
tam olarak çürümüş ve çökmüş Osmanlı lmparatorluğu'na
karşı olan ihtilaldi. İkincisi ise, her yönden güçlü bulunan
Yunanistan'ın öteki büyük devletlerle birleşerek oluştur­
dukları düzenlemenin de desteğiyle Türkiye'yi ele geçir­
me hareketine karşı olan ihtilaldi. Bu garip rastlantı, Mus­
tafa Kemal' in Samsun'a ayak bastığı ayda, Yunanlıların da
İzmir'e asker çıkarmalarıyla başlar. . . Osmanlı İmparator­
luğu, Türkiye Cumhuriyeti 'nden idam yargısını almadan
tam bir ay önce, Yunan askerlerinin Eylül 1 922'de Anado­
lu'ya çıktıkları limandan kaçmak zorunda kalmaları, bu
rastlantının son aşamasıdır.
Birbirinden tam olarak ayn bulunan bu iki ihtilal, her
ne kadar aynı zamanda yapılmışlarsa da, bunların gerçek­
leşmesi için izlenen yol ve yöntem, dünyanın kuzey ve gü­
ney kutupları kadar birbirinden uzaktı. Yabancı boyundu­
ruğuna karşı ayaklanma savaşın en sert yargıçlığıyla ol­
muştu. Oysa Türkiye'yi köle durumuna getiren yozlaşmış,
çürümüş bir iç yönetime karşı yapılan ihtilal, en yüksek dü(*) Yazar, Kurtuluş Savaşı'nın coşkun akışı ile ünlü Yunan şairi Home­
ros'un 'Odissie ' destanı arasında bir benzerlik kurmuştur. Bu destanda, Kral 0lis'in Truva'yı ele geçirdikten sonra Yunanistan'a dönerken başından geçen se­
rüvenler anlatılmıştır.
66
zeyde bir siyaset stratejisinin sonucuydu. Bu stratejiyi de,
tarihi sıra sıra yetiştirdiği büyük liderlerle onurlandırmış bir
ulusu, şimdiye kadar bir benzerini çıkarmadığı yüce bir ön­
der uygulamaya koymuştu.
Mustafa Kemal'in görevi, umudu sönmüş ve birliği
parçalanmış bir ulusa önce 'ulusal birlik ' duygusunu ve bi­
lincini vermek, sonra atalarının övünç ve gururunu anım­
satmak için eski geleneklere doğru yönelmek ve sonra da
geleceğin çok daha onurlu ve şanslı Türk gençliğine iyi ör­
nek olmayı ulusa aşılamaktı. İçeride sarayın köhne yöneti­
minden, dışarıda yabancıların ordu ve donanmalarıyla yap­
tıkları baskıdan kurtarılmış, bugün artık gerçek dost kom­
şularla çevrili Türkiye ile 1 923 Lozan Konferansı 'nın gü­
leryüzlü manzarasını, o parçalanarak büyük küçük herkes
tarafından parçalanmaya hazır ve galiplerin ayakları altın­
da secdeye varacak sanılan eski Türkiye'yi, anlayışlı bir bi­
çimde göz önüne getirecek herkes, Mustafa Kemal Paşa'nın
hedefine varmakta ne derece başarılı olduğunu kolayca an­
layacaktır.
Şimdi de Mustafa Kemal 'in batıya doğru ilerlemesine
gelelim: Mustafa Kemal, ilerde yalnız "Hakimiyet kayıtsız
şartsız milletindir! " cümlesinden oluşan ve meydan oku­
yan bir hedefle ve buna ek olarak da Yunanlıların İzmir'e
çıkmış bulunmalarının yarattığı heyecanla, ulusu uyarmak
ve "Ulusal Birliği " güçlendirmek için işe sarılıyordu.
Uyan! Artık sabah oldu, Doğu 'da güneş doğuyor!
Maddi eksiklikleri ve yoklukları bir yana, yaygın du­
ruma gelmiş bulunan uyuşukluk ve ilgisizlik üzüntü veri­
ciydi. Bu konuları burada bütün ayrıntılarıyla anlatacak de67
ğiliz. Ancak, bütün bu uyuşukluk ve ilgisizliğe karşı gel­
mek, en çetin mücadele adamlarının bile cesaretini kıracak
nitelikteydi.
Mustafa Kemal, hiç telaş göstermeksizin yavaş yavaş
işe başlamış, her güne, geçen günün sonuçlarını ekleyerek
mücadelesini sürdürmüştü. Bu mücadeleyi sürdürürken,
kimi zaman büyük amacın yanın gönüllü ve inançsız taraf­
tarlarına yapılacak işleri anlatmak, kimi zaman her geçen
gün biraz daha artan taraftarlar arasında zaman zaman or­
taya çıkan kıskançlıkları uzlaştırarak, hiç dinlenmeksizin
ve yorulmaksızın, hep ilerlemişti. Samsun 'da yalnız bir haf­
ta kalarak içeriye doğru girmeye başlamış, önce Havza'da
sonra da Amasya 'da on beşer gün kalmış, bir hafta süren
bir yolculuktan sonra 3 Temmuz'da Erzurum'a varmıştı.
Şimdi gerçekten güven içinde ve batıya doğru, Akdeniz'e
yapacağı büyük yürüyüşün en doğu noktasındaydı.
O 'nun çalışmaları hakkında çeşitli haberler çoktan ls­
tanbul'a varmıştı. Saray çevreleri, böyle bir insanı kendi de­
netimlerinden bu derece uzaklaştırmakla yaptıkları hatayı
anlamışlardı. 5 Haziran'da hemen dönmesi istendi. Musta­
fa Kemal 'in bu isteğe karşılığı kısaydı. O, "Doğu illeri Mü­
dajaai Hukuk Cemiyeti "ni örgütlendirmekle uğraşıyordu.
8 Temmuz'da İstanbul, Mustafa Kemal Paşa'nın görevine
son verdiğini bildirdi. Oysa, büyük bir rastlantıyla, aynı
günün sabahı saat 1 0.50'de Mustafa Kemal askerlikten is­
tifa ettiğini telgrafla hem padişaha, hem de Harbiye Neza­
reti'ne resmen bildirmişti. Zar atılmıştı. Yeni güneş de ufuk­
larda parlamaya başlamıştı. Türkiye için yeni bir gün do­
ğuyordu.
68
23 Temmuz 1 9 1 9'da Erzurum'da on dört gün süren bir
kongre toplanmış, kongrede günün konulan gözden geçi­
rilmiş, tartışılmıştı. Toplantıdaki görüşmeler, kendisinin ve
kendisine yardımcı olanların konuşmalan, özel görüşme­
leri, Yunan istilasının doğurduğu buhranın ne kadar önem­
li olduğunu bütün ayrıntılanyla ortaya koymuştu. Erzurum
-Kongresi'nin bir okul binasında toplanması iyiye işaretti.
Eski Türkiye'de okul sayısı tahmin edilemeyecek kadar az­
dı. Yeni Türkiye'nin bütün gereksinimlerine karşılık vere­
cek sayıda okullan olacaktı.
Erzurum, bu yeni günün ilk kesin saatine bir işaretti.
Kongre, burada Doğu illerinin hukukunu görüştükten son­
ra, Mustafa Kemal Paşa 29 Ağustos'ta Sıvas'a hareket etti.
Burası, birçok hafta için, O'nun hareket merkezi olmuştu.
Sıvas Kongresi için, daha geniş bir bölgeden delegeler
seçilmişti. Eylül ayının dördünden on birine kadar süren
kongrede, bu kez de "Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk
Cemiyeti " kurulmuştu. Dikkat edilecek olursa, Sıvas Kong­
resi ile Rumeli ve Anadolu birlikte anılıyor ve Avrupa 'da­
ki bu bölge Asya Türkiyesi ile birleştirilmiş oluyordu. So­
nuç olarak, Türkiye Cumhuriyeti'ni oluşturacak bütün top­
raklar, ulusun bu uyanışında çok açık ve pürüzsüz, tek so­
run biçiminde birleştiriliyordu.
En sonunda ulusal niteliğini açıkça ortaya koyan bu
kongrede alınan en önemli sonuçlardan biri de, delegelerin
dağılmasından sonra harekatı sürekli olarak yönetecek bir
"Heyet-i Temsiliye " seçilmiş olması ve Heyet-i Temsi/i­
ye'nin başkanlığına gizli oyla ve hemen hemen oybirliğiyle Mustafa Kemal Paşa'nın getirilmesi karan idi. Böylece
69
Mustafa Kemal' e, saray ve çevresinin İstanbul 'dan uzaklaş­
tırmak için gerekli gördüğü unvanlardan çok daha anlamlı
ve geniş kapsamlısını ulusun kendisi vermiş oluyordu. Bu,
O'nun için gerçekten çok daha değerli bir unvandı.
Erzurum'da Doğu illeri ve onu izleyen Sıvas ulusal
kongreleriyle ilgili olarak İstanbul'dan gelen haberler, yal­
nız saray ve çevresini değil, aynı zamanda askeri birliklerini İstanbul ve yurdun diğer bölgelerine yerleştirmiş olan
müttefikleri de telaşlandırmıştı. Onların telaşlarını belli e­
den işaretler de vardı. Örneğin Afyonkarahisar ve Eskişe­
hir'deki kuvvetli İngiliz birliklerinin varlığı, Sıvas Kongre­
si 'nden sonra arttırılmış ve iki katına çıkarılmıştı.
İstanbul'un 8 Temmuz'da Mustafa Kemal' in görevine
son verdiğini, O'nun da istifasını aynı gün saraya telgrafla
bildirdiğini anlatmıştık. Mustafa Kemal, Sıvas Kongresi
görüşmelerini ve kongrede alınan kararları da, saygılı bir
telgrafla padişaha bildirmişti. Saray çevresi bu telgrafı pa­
dişaha vermediğinden, Sıvas, son toplantı günü olan 1 1 Ey­
lül 'de İstanbul'la bütün telgraf bağlantısını kesmişti. Eğer
halk, devletin başındaki ile haberleşme olanağına sahip de­
ğilse, başının çaresine bakmak zorundaydı ve bu onun için
haktı.
Mustafa Kemal, ulusu için giriştiği harekette, yalnız
buyruklar vermek, haber almak gibi işlerden başka, bazı ki­
şilerle görüşmelere de önem veriyordu. Bu görüşmelerin
pek çoğunda tek araç telgraftı. Örneğin, 27 Eylül'de İstan­
bul'da bulunan Kerim Paşa ile görüşürken kendisini gece­
nin on birinden sabahın yedi buçuğuna kadar, tam sekiz sa­
at telgraf başında buluyoruz. Telgrafın kısa sürede bağlan70
•
tı sağlaması, Mustafa Kemal 'in "karar ve harekette sürat "
karakterine pek uygundu.
Bu arada, Türkiye'nin tamamı ya da bir kısmı için or­
taya atılan "Amerikan mandası üzerinde de duralım: Bu
konu, gerek Sıvas Kongresi'nde, gerekse ülkenin her ya­
nında tartışılmıştı. Sıvas Kongresi, 4 Eylül 1 9 1 9 tarihli top­
lantısında " Geçmişte uzun yıllardan beri, Amerika'da aley­
himize yapılmakta olan propagandaların etkilerini ortadan
kaldırmak amacıyla, ülkeyi incelemek ve gerçek durumuy­
la ilgili bir rapor vermek üzere Amerikan Kongresi 'nden
bir heyet çağrılması" konusu oybirliğiyle kararlaştırılmış­
tı. Bu Türk isteğini belirleyen yazı, Kongre'nin başkanı
olarak Mustafa Kemal tarafından imzalanmış ve gönderil­
mişti. İstek üzerine, Amerika Birleşik Devletleri 'nden "K­
ing-Crane Komitesi " denilen bir heyet gelmişti. Ayrıca,
General Harbord başkanlığında bir askeri grup da, diğer he­
yetten sonra hareket etmişti. General Harbord, 22 Eylül'de
Sıvas'ta Mustafa Kemal'le görüşmüştü.
23 Temmuz'da toplanan Erzurum Kongresi'nden son­
ra, General Harbord Amerika Birleşik Devletleri Kongre­
si 'ne verdiği raporda, "Lider Mustafa Kemal Paşa, Çanak­
kale 'de bir orduya şan ve şerefle kumanda etmiş, eski bir
Türkgenerali olup, keskin zekalı ve çok güçlü, genç bir zat­
tır. Kendileri bu hareketin başına geçmek için ordudan is­
tifa etmişlerdi " diyordu. General Harbord'un bu raporunu
hatırlamak, Türk dostu bir Amerikalı için sevinç vericidir.
Amerika Birleşik Devletleri tarafından kabulü istenen
bu 'Amerikan mandası sorunuyla ortaya çıkan yanlış dü­
şünceleri ortadan kaldırmanın zamanı gelmiş, hatta geçmiş"
'
71
tir. Önce, bu düşünce tamamen Türkiye'de doğmuştur,
Amerika'da değil. Sonra, durumu incelemek üzere gelen he­
yetler ve komiteler, Sıvas 'ta Mustafa Kemal 'in başkanlığın­
da toplanmakta olan 'Ulusal Kongre 'nin isteği ve çağrısı
üzerine gelmişlerdi. Ve sonunda, Birleşik Amerika öneri­
len mandayı kabul etmemiştir. Bu üç önemli noktanın ya­
nsı Türkiye'nin, diğer yarısı da Amerika Birleşik Devlet­
leri'nin yararınadır; ve bunlara daha başka görüşler de ek­
lenmelidir.
Türkiye için şunu söyleyelim ki, bu 'Amerikan man­
dası 'nm başlıca propagandacıları Anadolu'da değil, İstan­
bul 'da idi. Plana taraftarlık eden Türkler, 'Amerikan man­
dası 'nı Avrupa devletlerinden herhangi birine verilecek
mandaya göre daha 'ehven-i şer' görüyorlardı.
Mustafa Kemal, 'Amerikan mandası ' düşüncesini he­
men geri çevirmedi. Bir süre beklemeyi uygun buldu. Hat­
ta bunu, yalnız ve yalnız "ulusun. birliğini, anayurdun bü­
tünlüğünü, bağımsızlığını ve özgürlüğünü sağlamak için
bir araç saydı. Görüşümüzü şöyle belirtelim: Mustafa Ke­
mal' in Amerika'ya güveni vardı. Türkiye'nin ayağa kalk­
masına yardım ettikten sonra Amerika'nın hemen ve tam
olarak çekilip gideceğini biliyordu.
Şimdi de sorunu Amerikalılar yönünden ele alalım ve
Türkiye'nin çok görkemli kalkınmasını kendi başına başar­
mış olduğunu görerek, bu mandayı kabul etmediğimize se­
vinelim. Fakat çok kere gözden kaçan ve burada açıklan­
ması gerekli olan iki önemli gerçek vardır: Birincisi, bütün
Türkiye'yi içine alacak bir 'Amerikan mandası ' düşünce­
sinin açıkça ortaya atılması ve tartışılması, Türkiye'nin İn"
72
giltere, Fransa ve İtalya arasında, ayn ayn mandalar şek­
linde dağıtılmasını önlemiştir. Bunların kabul edecekleri
mandalar, Suriye ve Filistin'deki benzerleri gibi, çok uzun
süreli olabilirdi. Bu konu Türkiye'de çoğunlukla unutul­
maktadır. Oysa, 'Amerikan mandası 'nın açıktan açığa ve
geniş ölçüde tartışılması Türkiye'nin kendini toplaması ve
kalkınması için birkaç aylık bir zaman kazandırmıştır.
Avrupa'da ender sözü edilen ikinci gerçek de şudur:
Büyük savaştan galip çıkan devletler arasında, ortak zafe­
rin sonucu olarak, toprak, para ya da manda kabul etme­
yen tek devlet Amerika Birleşik Devletleri'dir. Amerikan
mandasının söz edildiği günlerde Amerika'ya güvenmek­
te haklıydılar. Biz de, manda önerilerini geri çevirmekle bu
güveni doğrulamış bulunuyorduk.
Bu bölümdeki asıl amacımız, Türkiye'nin en doğu sı­
nırından başlayarak, Türk ırkının doğal yönelişiyle batıya,
Akdeniz' e doğru yürüyüşünde ona öncülük eden Mustafa
Kemal' in özgürlük ve bağımsızlık temellerini nasıl atmış
olduğunu ortaya koymak ve anlatmaktır. Bugünkü Türki­
ye 'nin haritasını önünüze açınız ve halkın 'özgiirlük ve ege­
menlik' i çin yapılmış o ünlü ileri yürüyüşteki beş önemli
ve anlamlı noktaya birer işaret koyunuz: Erzurum, Sıvas,
Ankara, Eskişehir, İzmir. . . Bu beş nokta, doğudan batıya
doğru çizilecek bir çizginin hemen hemen üstüne düşer. Ve
ne ilginç bir rastlantıdır ki, bu noktaların birbirinden uzak­
lıkları da eşit gibidir. Bir gün Çankaya'da bu noktalardan
ve aralarındaki eşit uzaklıktan Gazi'ye söz ettiğim zaman,
kendisi de hayretini gizlememişti.
Erzurum Kongresi, Türkiye'nin kurtarılması savaşın·
73
da, Doğu illerinin birliğini oluşturmuştu. Sıvas Kongresi,
Erzurum Kongresi' nin yerel çabasını, 'Ulusal bir hareket '
durumuna sokuyordu. Daha sonra da, bu 'ulusal hareketin ',
batıya doğru ilerleyişinin yan yolu olan Ankara 'da nasıl top­
landığını göreceğiz. Burasını yakın gelecekte bütün dün­
ya, yeni bir devletin merkezi olarak tanıyacaktır. Eskişehir,
aralannda bir yıllık bir zaman aynlığı ile iki büyük savaşa
( 1 92 1 'de Sakarya, 1 922 'de Dumlupınar) sahne olacaktır.
Gelecek bölümlerimiz, birinci savaşın, İzmir'den doğuya
doğru ilerleyerek ülkeyi ezen Yunan istila dalgasını nasıl
durdurduğunu; ikinci savaşın da bu istila hareketini nasıl
boğduğunu ve yok ettiğini anlatacaktır. Bütün bunlann en
son noktası İzmir'dir. İzmir, Gazi'nin tarihe mal olmuş,
"Ordular, hedefiniz Akdeniz 'diri " buyruğunun anlam ve
önemini belirten bir simgedir.
Ancak, Musfafa Kemal, 27 Kasım 1 9 1 9 tarihine kadar,
batıya doğru yürüyüşünü daha Ankara'ya vardırmamıştı.
En cesur taraftarı olan Kazım Karabekir Paşa bile batıya
doğru hareketin bu derece hızlı yapılarak, tehlikeye atılma­
ması düşüncesindeydi. Hele İstanbul buna şiddetle karşıy­
dı. İstanbul' un bu karşı çıkması, büsbütün başka bir düşün­
cenin sonucuydu: Çünkü bu hareket coğrafya bakımından,
artık yerel sayılmayacak ve ulusal bir hareket olarak kabul
edilecekti. Bu konuyu, padişahın Harbiye Nazırı Cemal Pa­
şa 'nın 1 Aralık 1 920 tarihinde Mustafa Kemal ' e gönderdi­
ği bir telgraftan anlıyoruz. Fakat, Mustafa Kemal daha 29
Aralık 'ta delegeleri Ankara 'da toplantıya çağırmış ve 1 9 O­
cak 1 920 'de toplantı yapılmıştı. O gün, eski İçkale 'nin ta­
rihinde unutulmayacak bir olaydır.
74
Fakat, gelenler kimin delegeleri idiler? Hangi amaç
için seçilmişlerdi? Bu soruya karşılık verebilmek için, Sı­
vas Kongresi'nin toplandığı 1 1 Eylül ile ulusal hareketin
Ankara'ya vardığı aralık ayı sonu arasında geçen olaylan
kısaca anlatalım:
İngilizlerin, hemen Sıvas Kongresi'nden sonra, Eski­
şehir'deki askeri birliklerini iki katına çıkardıklarını ve 22
Eylül'de General Harbord'un Sıvas'ta Mustafa Kemal'le
görüştüğünü söylemiştik. 3 Ekim'de, lstanbul'da Damat Fe­
rit Paşa hükümeti düşmüş, yerine Ali Rıza Paşa kabinesi
gelmişti. Ali Rıza Paşa, ertesi gün Mustafa Kemal Paşa'ya
bir telgrafçekerek Erzurum ve Sıvas Kongreleri 'nin karar­
larını soruyordu. İşler önem kazanıyor, İstanbul bile bu iki
kongrenin anlamını ve neyi temsil etmekte olduğunu anla­
maya başlıyordu.
İkinci adım 7 Ekim'de atıldı; padişahın Harbiye Nazı­
rı, Mustafa Kemal'e bir telgraf çekerek Sıvas Kongresi
Hey'et-i Temsiliye'sini ve heyetin başkanı olarak kendisi­
ni tanıdıklarını bildiriyordu. Fakat, çok zeki olan Başkan
Mustafa Kemal, padişahın temsilcileriyle konuşmak üze­
re, padişahın şehrine gitmesi için yapılan öneriyi geri çe­
viriyordu. Bunun üzerine Bahriye Nazırı Salih Paşa Amas­
ya'ya geliyor ve Mustafa Kemal'le üç gün süren görüşme­
ler yapıyordu. Bu görüşmelerin başlıca konusu, yeni Me­
busan Meclisi (Millet Meclisi) seçimi idi. Salih Paşa, Mec­
lis'in padişahın payitahtında toplanmasını istiyordu. Mus­
tafa Kemal'e göre ise, Meclis'in Anadolu'da ve güvenliği
olan bir yerde toplanması zorunluğuydu. Ancak, bu yerin
neresi olacağı tartışılabilirdi.
75
Sonunda, Mustafa Kemal bu konuda Türk ordusunun
da düşüncesini almaya karar verdi ve 20 Ekim'de 1 5 'inci,
20'nci, l 2'nci ve 3 'üncü Kolordu Kumandanlarını, 1 6 Ka­
sım'da Sıvas'ta toplantıya çağırdı. Aynca, Diyarbakır, Edir­
ne, Bursa ve Balıkesir'de bulunan kumandanlara da bir ya­
zı ile konuyla ilgili düşüncelerini sordu. Toplantı 29 Kasım' a
kadar sürdü. Böylece Mustafa Kemal, her gün biraz daha
genişleyen bağımsızlık mücadelesinin her aşaması ile ilgi­
lenmek olanağını bulmuştu. Mebusan Meclisi 'nin toplantı
yeri için askerler, Anadolu'da güvenli bir yerin herhalde pa­
dişahın payitahtından daha çok uygun olacağına karar ver­
mişlerdi. Ancak askerler, konuyu yalnız askeri açıdan ele al­
mışlardı. Bununla birlikte, "ülkede bir buhrana fırsat ver­
memek için, Meclis 'in İstanbul 'da da toplanabileceğini" be­
lirtiyorlardı. Fakat yeni seçilecek delegelerin, kesin ve bel­
li bir politikada anlaşmaları için, daha önce Anadolu'da bir
yerde hazırlık toplantısı yapmaları kararlaştırılmıştı.
Bu sırada İngiliz birliklerinin Maraş, Urfa ve Ayıntap'ı
(şimdiki Gaziantep) işgal ettiklerini ve sonra da Fransızla­
rın buralara girdiklerini hatırdan çıkarmamalıydı. Fransız­
lar, " Bandırma-Soma demiryolunu denetlemek amacıyla"
Bandırma'ya da bir tümen çıkarmışlardı.
Sonunda, Sıvas Kongresi Temsil Hey' eti sürekli mer­
kezinin Sıvas'tan Ankara'ya getirilmesini kararlaştırdı.
Mustafa Kemal Paşa da Kayseri üzerinden Ankara'ya doğ­
ru yola çıkmış ve 27 Arahk'ta Ankaralıların coşkun göste­
rileriyle karşılanmıştı. 29 Aralık tarihinde yayımladığı bir
telgraf genelgesiyle, seçilen milletvekillerinin lstanbul'a
gitmeden önce Ankara 'ya gelmelerini rica ediyordu.
76
Böyle bir toplantının başlıca yaran şuydu: İlgililerin
hepsine " Ulusun uyanışının ve son dokuz ayda bu yolda
gösterilen çalışmaların büyüklüğünü " ve "Türkiye 'nin ge­
leceğinin Erzurum 'la Sıvas Kongreleri 'nde atılan temeller
üstünde kurulması gereğini " anlatmak ve takdir ettirmek­
ti. Bu hazırlık toplantısında, milletvekilleri, Türkiye'nin
tam bağımsız ve özgür olması için tek cephe şeklinde ça­
lışmaya karar veriyorlardı. Ancak, İstanbul 'da tekrar top­
landıkları zaman, "yerli ve yabancı " bazı 'nüfuzlu ' kişile­
rin etkisi altında kalmaya başlamışlar ve Ankara 'da bu de­
rece istek ve heyecanla alkışladıkları amaç için, pratik hiç­
bir iş görememişlerdi. Ama, aynı milletvekillerinin, Anka­
ra'ya döndüklerinde, büyük ve usta önderin inançlı yönlen­
dirme ve yönetiminde ne büyük işler başardıklarını gele­
cek bölümlerde göreceğiz.
İstanbul 'daki başarısızlıkların nedenlerini uzaklarda
aramaya gerek yoktur. Mustafa Kemal 25 Şubat'ta, millet­
vekillerinden birine, " Muhterem milletvekillerinin toplan­
ma yeri olan Hilafet Merkezi'nde, 40.000 Fransız, 3 5.000
İngiliz, 4.000 İtalyan ve 2.000 Yunan askeri bulunduğunu
ve İngiltere'nin Akdeniz Filosu'nun Dolmabahçe Sarayı
karşısında demirli olduğunu" söylüyor ve dikkatini çeki­
yordu. İnsan iç politikanın ayrıntılarıyla uğraşırken, yaban­
cıların bu korkunç baskısını nasıl unutabilirdi? Mustafa
Kemal ise, ulusunun egemenlik için verdiği mücadelede,
ayrıntı içinde kalmaksızın hep ileriye doğru yürümüştür. İs­
tanbul 'un işgali 1 6 Mart'ta olmuştu. (Bu işgal direnme de
görmüştü). Yunanlılar daha 3 Mart'ta, İzmir'i hareket mer77
kezi olarak kullanarak taarruza başlamışlar ve Ödemiş'in
Bozdağ yaylasını işgal etmişlerdi.
Çok ciddi olan görünüme burada biraz mizah karışı­
yor. Rauf Bey, boyuna büyüyen Mustafa Kemal 'in gerçek­
ten geniş ve kapsamlı olan vatanperverane amacını anlaya­
mamıştı. Rauf Bey, sadrazamlığın Mustafa Kemal'e veril­
mesi için padişaha salık vermede bulunuyordu. Böylece
Mustafa Kemal'in kazanılacağını söylüyordu. Büyük va­
tanperver, "Osmanlı imparatorluğu 'nun ömrünü çoktan
bitirdiğini " söylüyor, Rauf Bey'in ortaya attığı düşünceye
ilgi göstermiyor ve "Osmanlı imparatorluğu 'nun sadra­
zamlığını kabul etmek gibi delice birfikir, hiç şüphesiz be­
nim akıl ve hayalimden bile hiçbir zaman geçmemiştir " di­
yordu.
Mustafa Kemal Paşa'nın padişaha yaptığı vatanperve­
rane başvurular yarar vermeyine, büyük devletlerle arayı
kesin olarak açmadan önce İstanbul 'da bulunan İngiliz,
Fransız, İtalyan ve Birleşik Amerika diplomatik temsilci­
lerine, tarafsız devletlerin dışişleri bakanlarına, Fransız, İn­
giliz ve İtalyan parlamentolarına, ulusu adına son bir baş­
vuruda bulunmaya karar veriyordu. Ve bu başvuruyu 1 6
Mart'ta yapmıştı. Türkiye hükümet merkezinin yabancılar
tarafından işgal altına alınmasının, "Milletin hô.kimiyet ve
siyasi hürriyetine karşı bir davranış " olduğunu ve "insan­
lık ve medeni dünya tarafından yirmi yüzyıldan beri hürri­
yet, milliyet ve vatan duyguları gibi kutsal bilinen ilkeleri
çiğnediğini " anlatan bu protesto gerçekten etkili ve değer­
lidir. Mustafa Kemal, aynı gün bütün Türk vali ve kuman­
danlarına seslenerek yayımladığı bildiriqe de "lstanbul 'un
78
zorla işgalinin, yalnız Osmanlı hakimiyetine değil, mede­
niyet ve insanlığın yirmi yüzyıldan beri savunduğu hürri­
yet, milliyet ve vatan prensiplerine de indirilmiş korkunç
bir darbe olduğunu " belirtmiş ve "fstanbul 'un cebren iş­
gali yedi yüzyıllık Osmanlı varlığını ve hükümranlığını
mahvettiğini " bildirmişti.
Bu protesto, Mustafa Kemal'in vatansever enerjisini
tatmin etmemişti. Nitekim 1 6 Mart 1 920'de bütün valilik­
lere ve kumandanlıklara bir genelge göndererek, "olağa­
nüstü yetkisi bulunan Meclis "in seçilmesini ve delegelerin
Ankara'da toplanmalarının sağlanmasını istemişti.
İşte böylece "Büyük Millet Meclisi " doğuyordu.
(Anadolu'nun bu merkez noktasında, Meclis'in toplan­
masıyla millet merkezinin, düşmanın toplan tarafından teh­
dit edilen bir merkezden, ülkenin tam kalbine, nasıl taşın­
mış olduğunu gelecek bölümde anlatacağız.)
Türkiye'nin en doğusundan doğarak, ilk ışıklarını Er­
zurum, sonra da Sıvas'a veren ,yeni güneş, şimdi de Ana­
dolu'nun büyük orta yaylasını, ulusal bilinç ve özgürlüğün
bol ve zengin ışığı aydınlatacaktı. Aslen Türk olan ve do­
ğudan batıya doğru tam Türkler gibi ilerleyen Mustafa Ke­
mal, ulusun Akdeniz'e doğru akışında, Türkiye'nin tam
bağımsızlığiyla kendi topraklarının tamamı üstünde ege­
menlik haklarını almasında, şimdi yarı yola varmış bulu­
nuyordu.
79
DEVLET MERKEZİ
İÇ ANADOLU'YA TAŞINIYOR
Mustafa Kemal Paşa ve George Washington
Büyük Petro Rusya'nın Avrupa'ya karşı bir penceresi
olması için St. Petersburg şehrini kurmuştu. Çevrede hır­
sız varsa pencere tehlikelidir. Hele bu pencereler deniz üs­
tünde olur, hırsızların da filoları bulunursa tehlike büsbü­
tün artar! . . İ stanbul da deniz üstünde çok güzel bir şehir­
dir. Avrupa'ya açılmış pencerelerin en güzelidir. Ancak ko­
numu da çok tehlikelidir. Avrupa devlet adanılan Türki­
ye'ye 'hasta adam ' adını takmışlar ve herşeyine göz dik­
mişlerdi. Marmara ve Boğaziçi'nden esen deniz rüzgarla­
n hasta bir adama şifalı gibi görünürse de, bu adamın da­
ha çok dağların güç verici havasına gereksinimi vardı. Bu
önemli gerçeği kavramış olan ve gerçek Türk ulusunun, Le­
vantenlerin çürük oluşumundan büsbütün başka olduğunu
bilen Mustafa Kemal, sorunun doğrudan doğruya özünü ele
aldı. Sonra da bu gerçek Türklerin Osmanlı geleneğinden
ve yüzyılların oluşturmuş olduğu lüks payltaht İ stanbul 'dan
çekilip uzaklaştınlması gerektiğini anlamıştı. Tıpkı Musa
Peygamberin İ srailoğulları'nı firavunların egemen olduk81
lan çürük uygarlıktan çekerek çölün an ve temizleyici ha­
vasına götürmek gerektiğini anlamış olduğu gibi.
Musafa Kemal aynı zamanda büyük bir kalp adamı ol­
duğunu da kanıtlıyordu. Çünkü, bütün dünya İstanbul 'u
Osmanlı İmparatorluğu'nun kalbi bilirken, evet, yalnız o,
Türk ulusunun kalbiyle ilgiliydi ... Bu kalbi nasıl güçlendir­
meli ve nereye yerleştirmeli? Musa Peygamber gibi o da
ulusunu saray entrikalarının çürütücü havasından çekip çı­
karacak, Osmanlı uyruğundan uzaklaştıracaktı. Bu işin ba­
şarılmasında en doğru ve en iyi yol, onları Anadolu 'nun tam
kalbine götürmekti. İmparatorluğun hükümet merkezinin
sinirlendirici nüfuzundan ve Boğaz'da demir atmış yaban­
cı donanmaların sürekli tehdidinden kurtulmuş Türklerin,
bir kere daha Asya'yı süpürerek Akdeniz'e ulaşması onla­
rı özledikleri amaca götürecekti. Mustafa Kemal bu düşün­
celerle yeni Türkiye'nin merkezini kuzeyden güneye ve
doğudan batıya giden kervan yollarının kesiştiği noktaya,
tarihi Ankara'ya taşımaya karar verdi.
Milli hükümet merkezinin İstanbul 'dan Ankara'ya, bü­
yük bir limanda bin türlü çıkarın çatıştığı, türlü tehdide
açık bir şehirden, Anadolu'nun ortasında yüksek bir yay­
laya taşınması gerçekten çok ilgi çekici bir olaydı. Bu ye­
ni başkentte hükümetler hiçbir tehdit altında kalmadan, ül­
ke sorunlarını sakin bir şekilde gözden geçirebilir, ülkenin
beklediği gelişme ve kalkınmanın koşullarını çok daha iyi .
bir biçimde hazırlayabilirlerdi.
İlk bölümde çizimini verdiğimiz ve Mustafa Kemal 'in
Samsun' a hareketinden önce padişahla yaptığı son görüş­
meyi anlatırken çizdikleri kroki, İstanbul 'daki her Türk hü82
kümetinin, yabancı donanmaların Boğazları denetim altı­
na alması sorunu ile ne dereceye kadar uğraşmış olması ge­
rektiğini açıkça ortaya koymaktadı.
Kitabımızın önsözünde bu krokiden söz etmiştik. Bu­
rada da cümlelerimizden iki tanesini tekrarlayacağız. "Peki,
padişahın nereye baktığını sanıyorsunuz" sorusu üzerine he­
men küçük mavi tekneleri çizmiş ve şu karşılığı vermişti:
"Yıldız Köşkü'nün tam karşısında Boğaziçi'nde de­
mirli duran müttefik donanmalarına bakıyordu. Evet, dev­
let merkezinin Anadolu'nun içerisinde güvenli bir yere ta­
şınması zamanı çoktan gelmiş, hatta geçmişti."
Şimdi de, bu kitabın Amerikalı yazarının, Türk hükü­
met merkezinin anayurdun içine taşınmasını fırsat bilerek
ve konunun da dışına çıkarak, Mustafa Kemal ile George
Washington arasında bir karşılaştırma yapmasını okuyucu­
lar hoşgörü ile karşılamalıdırlar. Biyografi yazıcıları, Plutr­
ck'ın zamanından beri 'çifte kundaklı ' denilen biyografi
şeklinden ve böylece coğrafya bakımından, sosyal çevre
noktasından, hükümet biçimi yönünden, hatta çağları bir­
birinden çok ayn iki hayat hikayesini birbirine karıştırmak­
tan çok hoşlanmışlardır. Bu kitabın yazarı, Bismark ve Mus­
solini gibi özden milliyetçilerin siyasi gelişimlerini araştı­
rırken de aynı yola sapmaktan kendisini alamamış olduğu­
nu itiraf eder. Mustafa Kemal'e ilişkin incelemelerimizin
daha başında, bu büyük Türkün başardığı işleri, yalnız ken­
di George Washington'umuzun yaptıklarına değil, Musa
Peygamber, Martin Luther ve İngilizlerin VIII. Henry 'sinin
çalışmalarına da çok benzediğini belirtmeliyim. Bu bölü­
mün başında Musa Peygamber'den söz ettik. Şimdi de Mus83
tafa Kemal'in yaptıkları ile George Washington'un çalış­
maları arasındaki benzerlikleri gözden geçirelim ve aynı
Türk liderin Luther ve İngiltere Kralı Henry ile karşılaştı­
rılmasını ilerideki bölümlere bırakalım.
İlk Başkanımız General George Washington'ın hükü­
met merkezini Filadelfiya'dan Washington'a taşıdığı gibi,
Mustafa Kemal de Ankara'yı İ stanbul limanına üstün tut­
muştu. Paşa, generallere verilen bur unvandır. Bu da iki kur­
tarıcının meslekleri ve mesleklerindeki gelişmeler yönün­
den benzerliklerinin ikincisini oluşturur. Her ikisi de, sonuç­
ları birer 'Cumhuriyet "i doğuran savaşlarda general idi. Her
ikisi de, kurulmalarını sağladıkları 'Cumhuriyet 'in ilk 'Cum­
hurbaşkanı olmadan önce, devrimci birer kumandandı.
İşte size üçüncü bir benzerlik daha: George Washing­
ton, bütün devrim savaşı sırasında, müttefiklerimiz Fransa
ile ilişkilerinde hayret edilecek derecede bir anlayış göster­
mişti. Bu kitabın yazarı, " 1 8 . Yüzyılın Amerikası'ndan
Hatıralar" adlı eseri için, Lexinton Savaşı ( 1 775) ile hükü­
met merkezinin Washington'a taşınması ( 1 800) arasında
geçen zamanda, Amerika 'yı ziyaret eden Fransız asker, pa­
paz, kadın ve turistler tarafından yazılmış seksenden çok
hatıratı toplamıştı. Bunların hepsi de, Amerikalıları sevsin
ya da sevmesin, George Washillgton 'dan saygıyla söz etmiş­
lerdir. Ancak, Fransızların zaman zaman istemeyerek onun
sabır ve dayanma gücüyle oynadıklarını görmekteyiz. Bu­
nunla birlikte Washington, onların Büyük Okyanus'u ge­
çerek (hem o zamanlar Okyanus yolu şimdikinden çok da­
ha uzundu) Amerika'ya gelmelerindeki amacının yararını
göz önünde tutmuş ve müttefikimiz Fransızlarla her zaman
uzlaşma yolunu korumuştur.
'
84
Aynı şekilde Mustafa Kemal de Türkiye'nin Alman
müttefikleriyle yararlı ve eşit koşullu bir anlaşmayı her za­
man korumuştur. O da George Washington gibi, kimi zaman
yabancı müttefiklerinin isteklerini, Türkiye'nin içinde bu­
lunduğu tehlikeli durumla bağdaştırmakta güçlük çekmiş­
tir. Fakat, en güç koşullara karşın, 'azim ve sebat' göstermiş
ve başarıya ulaşmıştır. Mustafa Kemal'in yaptıkları arasın­
da, bu çok zor geçiş dönemi üzerinde gereği kadar durul­
mamaktadır. Gelibolu savaşlarında Mustafa Kemal' in Al­
man müttefiklerine karşı izlediği bu hareket tarzı, her türlü
takdir ve övgüyü kazanmıştı. Nitekim, George Washington
Amerikan devrimi sırasında Fransızlara karşı takındığı du­
rum dolayısıyla zamanında ve gereği kadar övülmüştü.
George Washington İngilizlere karşı savaşmakla, Fran­
sızların aynı devlete karşı olan çok daha geniş. savaşımına ne
derece yardım ettiğini çok iyi biliyordu. Mustafa Kemal de,
Türklerin Gelibolu'da Fransız ve İngilizlere karşı gösterdik­
leri şanlı direnişin Almanlara çok daha büyük yararlar sağ­
ladığını elbette biliyordu. Bu direniş, İngiliz ve Fransızları,
batı cephesinden bütün birliklerini çekerek Çanakkale'ye
dönmek zorunda bırakmıştı ki, bu sonuç da Almanların da­
ha şiddetli savaşlar yapmasına olanak vermişti. Gelibolu sa­
vaşlarının, Fransız ve İngilizleri, Türkiye gibi uzak bir yer­
de büyük kuvvetler tutmaya zorladığını ve bunun gerek as­
keri, gerek ekonomik bakımdan büyük ölçüde fedakarlığa
mal oldugunu aynca açıklamayı gerekli görmüyoruz.
Türk ve Amerikan liderleri arasındaki son benzerliği
de, Türkiye'nin hayatına yönelen ve bir Fransız yazarın
'Çanakkale Faciası ' adını verdiği savaşları gözden geçiren85
ler kolayca anlayabilirler. Gelibolu'da Türkler, Almanya'nın
askeri yardımına gerek duymayan tek müttefikti.
Az sonra, her iki kahramanımızın hayatlarındaki ben­
zerlikler açıkça ortaya çıkmaktadır. Yorktown şehrinin tes­
lim olmasından sonra Washington, İngiltere'ye yeniden sa­
vaş ilan etmediği için Fransızların eleştirisine ve düşman­
lığına hedef olmuştu. Aynı şekilde, Mustafa Kemal de Bü­
yük Savaş 'tan sonra Almanya 'nın dünya politikasını benim­
semeye ve uygulamaya kesinlikle yanaşmamıştı.
Washington'ın Amerikan dış politikasına bıraktığı en
önemli miras, dert getirici yabancı anlaşmalardan uzak ka­
lınması için yaptığı ısrarlardır.
Gazi'nin yeni Türkiye'nin dış politikası için ortaya
koydukları da aynı değil midir? Türkiye'nin, Rusya, İtal­
ya, Yunanistaq, İran, Irak ve Bulgaristan'la çok sıkı ve ya­
kın dostlukları vardır. Fakat, bunların hiçbirisiyle Türki­
ye 'nin diğer devletlerle ar:!sında uyuşmazlıklara neden ola­
bilecek anlaşmalar yapdmamıştır. Sırası gelmişken sormak
gerekir: Kendisine özgü coğrafi durumu ile Boğazlar' a yer­
leşmiş olan Türkiye'nin çok uzun tarihinde, kendi gereksi­
nimleri için, yabancıların saygısını kazanmak konusunda
bu derece çaba harcamış mıdır?
Bu iki büyük ulusal kahraman arasında ilginç bir ben­
zerlik daha vardır: Mustafa Kemal'i incelemeye başladık­
tan, fakat daha kendisiyle görüşmezden önce, resimlerin­
den birini seçmekte çok zorluğa uğramıştım. Birçok fotoğ­
rafı vardı, fakat bunlar arasında birbirine benzeyen iki ta­
nesi yoktu. Washington ' ın 200'üncü portre sergisinde de
( 1 932) aynı zorlukla karşılaşmıştım.
86
Gazi 'nin yüzünün anlatımları sık sık değişir. Çok ge­
niş alnının arkasındaki düşünceleri durmaksızın yayan, gös­
teren ve bazen gizleyen' gözleri dolayı�ıyladır ki, Gazi'nin
belli ve değişmez bir fotoğrafını bulup çıkarmak olanak­
sızdır. Şimdi, tanımadığımız Washington'ın yüzünde de
acaba aynı hareket ve anlatım değişiklikleri var mıydı?
Çünkü onun da birbirine benzer iki resmini bulmak olanak­
sızdır.
Bu bölümü sona erdirmek için 1 920 yılına ilişkin bir
belgeyi tam olarak ve aynen burada yayımlamak en doğru
yol olmalı. Türkler o tarihi hiç unutmazlar. Çünkü, 1 6
Mart'ta müttefik askeri birlikleri hükümet merkezi İstan­
bul 'u resmen ve kesin olarak işgal etmişlerdi. Türkler, ay­
nı yılın 23 Nisan tarihini anımsamakla sevinç duyarlar.
Çünkü, tarihte yeniden seçilen ve oluşan Büyük Millet Mec­
lisi, Türkiye'nin merkezinde toplanmış ve Ankara hükümet
merkezi olmuştur. Ankara'nın bu tarihi günde yaşadığı he­
yecanı ve o günün olaylarını anlatmanın en doğru yolu,
Mustafa Kemal'in 2 1 Nisan 1 920 tarihinde bütün kolordu,
bağımsız tümen ve alay, bütün illerle Müdafaai Hukuk He­
yeti merkezleri ve belediye başkanlarına gönderdiği telg­
rafı tam olarak tekrar etmektir:
1- A llah 'ın izniyle Nisan 'ın 23 'üncü cuma günü, cu­
ma namazından sonra Ankara (;/a Büyük Millet Meclisi top­
lanacaktır.
2- Vatanın bağımsızlığı, hilafet ve saltanat makamla­
rının kurtarılması gibi en önemli ve hayati görevi yapacak
olan bu Büyük Millet Meclisi 'nin açılış günü cumaya rast­
lamakla, sözü edilen günün kutsallığından istifade ederek
87
bütün milletvekilleriyle birlikte Hacıbayram Veli Camii 'nde
cuma namazı kılınacak, okunan Kuran 'ın ve kılınan nama­
zın nuruna bürünülecektir. Namazdan sonra Ldhye-i Saadet
ile Sancak-ı Şerif'le birlikte Meclis binasına gidilecektir.
Meclis binasına girilmeden önce bir dua okunarak kurban­
lar kesilecektir. Bu tören sırasında, camiden başlayarak
Meclis binasına kadar Kolordu Kumandanlığı 'nca askeri
kıta ile özel düzen sağlanacaktır.
3- Sözü edilen günün kutsallığını pekiştirmek için bu­
günden itibaren il merkezlerinde valilerin düzenlemesiyle
hatim ve Buharii Şerifokunmasıyla başlanacak ve Hatm-i
Şerif'in sonu, uğur getirmesi için Meclis binası önünde ta­
mamlanacaktır.
4- Kutsal ve yaralı vatanımızın her köşesinde aynı şe­
kilde, bugünden sonra Buharf ve Kur 'anı Kerim okunma­
sına başlanarak cuma günü, ezandan önce, minarelerde
Salavat-ı Şerife okunacak ve hutbe sırasında halife ve pa­
dişahımızın adları söylenirken, onun ve memalik-i şahane­
nin ve tebaai mülukanelerinin (vatanın ve milletin) bir an
önce kurtulmaları ve cuma namazının kılınmasından son­
ra, Kur 'an-ı Kerim okunması tamamlanarak halifelik ve
padişahlık makamının ve vatanın bütün bölgelerinin kur­
tarılması için harcanan emeklerin önem ve kutsallığı ve bü­
tün milletin vekillerinden meydana gelmiş olan Büyük Mil­
let Meclisi 'nin vereceği yurt görevinin yapılması mecburi­
yeti hakkında dini öğütlerde bulunulacaktır. Daha sonra ha­
life ve padişahımızın, din ve devletimizin, vatan ve milleti­
mizin kurtuluşu, esenliği ve bağımsızığı için dua edilecek­
tir.
88
Bu dini ve vatani görev yapıldıktan ve camilerden çı­
kıldıktan sonra Osmanlı şehirlerinin her yanında, hükümet
dairelerine gelinerek Meclis 'in açılışından ötürü resmen
kutlamalarda bulunulacaktır. Her yanda, cuma namazın­
dan önce mevlit okunacaktır.
5- Bu bildirinin hemen )'ayınlanması için her çareye
başvurulacak ve hızla en uzak köylere, en küçük askeri bir­
liklere, ülkenin bütün kurum ve kuruluşlarına duyurulma­
. sı saglanacaktır. Ayrıca, büyük levhalar olarak her yere
asılacak ve mümkün olan yerlerde bastırılıp parasız dagı­
tılacaktır.
6- Tanrı 'dan başarılar dilerim.
Heyeti Temsiliye namına
Mustafa Kemal
Ertesi gün de yine bütün illere, kolordulara ve tümen­
lere telgrafla şu tamimi göndermişti:
"Allah 'ın izniyle Nisan 'ın 23 'üncü cuma günü Büyük
Millet Meclisi açılacaktır. Meclis 'in çalışmaya başlamasın­
dan sonra Millet Meclisi' nin bütün sivil ve askeri makam­
ların muhatabı milletin tek mercii olacagı tamimen arzo­
lunur."
Heyeti Temsiliye namına
Mustafa Kemal
Herhangi bir ulusun tam bir serbestlik içinde seçilmiş
parlamentosunun, bundan daha soylu duygularla kendi mer­
kezine yerleştiğine ve çalışmaya başladığına başka bir ör­
nek var mıdır?
89
,,,,,-. ..._
____
....... .. .�··· �
·--�
l
- -.......,,..._ _ _,�
E XEMPLE
T Y P I QU E
M U STAFA
KEMAL
'
A V l!. C L A U T E U R.
D l!. S
AU
SC H E M A S
�OURS
DE
DESSI N E S
SES
PAR
E N T R E TI E N S
Ce scbc!ma se rapporte a l'audieoce donn<!e par le sultan a Mustafa Kemal avant
le deparı de celui-ci pour Samsoun (mai 19191.J
La lettre S (en rouge) indlque le sultan ; (moi) reprı!senteMusta!a Kemal ; P len�tre
par laquelle le sultan regardait !es tlottes alliı!es a l'ancre dans le Bosphore .
de\>ant le palais.
91
MİLLET H AZIRL ANIYOR
Kadınlar Mermi Taşıyor
Ankara'da, Ulus Meydanı'nda, Gazi'nin çok etkili bir
görünüm veren atlı heykelinin kaidesi çevresinde, normal
büyüklükte, bir çeşit canlı nitelikte üç heykel var. Önde,
gözlerini uzaklara, Sakarya Savaşı'na dikmiş, ileri doğru
adım atmış iki piyade askeri bulunmaktadır. . . 22 gün 2 2 ge­
ce süren bu savaşın top seslerini, üzüntülü saatler yaşayan
hükümet merkezi işitmişti. Sırtında top mermisi taşımakta
olan bir Anadolulu köylü kadın, bu heykelin kaidesini oluş­
turan üçgeni tamamlamaktadır.
Gördüğüm bütün savaş ve zafer anıtları arasında, ana­
yurdu savunmak için bir ulusun el ele vererek canla başla
çalışmasını bu kadar güzel simgeleyen bir başkasını gör­
medim. Bu her yönden mükemmel bir liderin çevresine
toplanmış, gerçekten çok güzel bir topluluktur. Ulusun ka­
dınlan, Anadolu'yu işgal ederek hükümet merkezi Anka­
ra'nın kapılarına kadar dayanan düşmandan vatanı kurtar­
mak için çırpınan erkeklere yardım ediyor. Bu vatansever
savaşçı kadın, arkasını duvara dayayarak, ölüm kalım sa­
vaşı veren ulusun çok güzel bir simgesidir. Kadın orada,
93
hem Türk ulusunun yaratıcı özünü, hem de erkekleriyle
birlikte, onlarla omuz omuza savaşmak istek ve heyecanı­
nı sergilemektedir. Anayurtta, Türkleri temsil yeteneğini yi­
tirmiş bir hükümete ve dışardan gelen işgal kuvvetlerine
Türk kadını işte böyle karşı koymuştur. Olayları gözleriy­
le görmüş bir tanık, ulusun yaptığı mücadele hazırlıklarını
bana şöyle anlatmıştı:
" Ruslar, ülkenin iç bölgelerine taşınarak Türk ihtilal­
cilere verilmek üzere, Karadeniz kıyısının çeşitli yerlerine
silah ve cephane çıkarmışlardı. Nereye ve ne zaman olur­
sa olsun, cephane yükü geldi mi, erkek, kadın ve çocuk her­
kes, kollarını ve paçalarını sıvayarak hemen yükü boşalt­
maya koşm_uştu. Ve cephaneleri hiç Z!'lman yitirmeksizin en
yakın köye götürmüşlerdi. O köyün halkı da, gelen cepha­
neleri aynı şekilde ve hemen daha ilerideki köye ulaştırmış­
lardı. Böylece silah ve cephaneler köyden köye taşınarak
cephelere vardırılmıştı."
Bana bu olayı anlatan kimse, dört gözle beklenen cep­
hanelerin taşınmasına, bir rastlantı sonucu tanık olmuştu.
Çocuğunu sırtına bağlamış ve üstüne de bir örtü sarmış
olan kadının çabası özellikle ilgimi çekmişti. Kucağındaki
top mermisini iki tekerlekli küçük kağnıya yerleştiren bu
kadın, yağmurun başladığını görünce, bir an bile bekleme­
den, sırtındaki çocuğu saran örtüyü hemen çekmiş ve mer­
minin üzerine örtmüştü.
Anadolu'nun yurtsever kadınları işte böyle özlü in­
sanlardı.
Heykeldeki mermi taşıyan köylü kadın, bağımsızlığı
için umutsuz bir savaşın hazırlığına girmiş Türk ulusunu
94
simgelemekle kalmıyor, Büyük Millet Meclisi'nin toplan­
masından sonra aldığı ilk önemli kararı da anımsatıyordu.
Bu karar, Moskova'ya özel bir elçilik heyeti göndermekti.
Heyet, 1 Mayıs 1 920'de Ankara'dan yola çıkmış ve 24 Ağus­
tos 'ta Rusya hükümeti ile bir uzlaşma imzalamıştı. Ruslar­
la asıl antlaşma l 6 Mart 1 92 1 'de imzalanmakla birlikte,
Ruslar 24 Ağustos 1 920 tarihli uzlaşma gereğince, Türkle­
re çok gerekli olan silah ve cephaneleri Karadeniz liman­
larına yığmaktan geri kalmamışlardı. O zamanlar Ruslar,
Türklerin tek dostu idi ve Türkler bu gerçeği hiçbir zaman
unutmamışlardır.
Türkler, Rusya'daki Sovyet hükümet tarzının ülkeleri­
ne girmesine izin vermemişlerdi. Aynı şekilde, İtalya'nın
faşist sistemine de kesinlikle karşı çıkmışlardı. Ancak, Rus­
ların bir zamanlar o tek başına Türkiye'ye uzattıkları yar­
dım ve dostluk eli her zaman hatırlarda kalmıştır. Bu nok­
tayı yabancılar hiç akıldan çıkarmamalıdırlar.
Şimdi, sıkıntı ve üzüntü çok yerde başgöstermeye baş­
lamıştı. 1 5 Mayıs 1 9 1 9'da İzmir'de işgale başlayan Yunan­
lılar, 22 Haziran 1 920'de genel taarruza girişmişlerdi. Di­
ğer taraftan da İngilizler, 25 Haziran'da Mudanya'ya ve 2
Temmuz'da Bandırma'ya asker çıkarmışlardı. Kendilerine
'Yeşil Ordu ' adını veren, hem yabancılara, hem de kendi va­
tandaşlarına düşman olan bir sürü, Mustafa Kemal' in yu­
muşak ve hoşgörülü bir deyimle 'zarar verici ' diye nitelen­
diridği birtakım hareketlere girişiyorlardı.
Türkleri daha zor duruma sokmak ve sıkıntılarını art­
tırmak için Ermeniler de Doğu'da bir istila hareketine kal­
kışmışlardı. Ancak, bu hareket hemen bastırıldı. 5 Ekim 'de
95
Kars zapt edilmişti. 6 Kasım 'da da Ermeniler barış istedi­
ler. O, 1 920 yılının yazı ve sonbaharı, yeni toplanmış bu­
lunan Meclis için hiç de hoş olaylarla geçmemişti.
Fakat, 1 92 1 yılı ümit verici bir müjde ile giriyordu.
Başlangıcından beri Mustafa Kemal'e 'sadık ve vefakdr '
olan İsmet Paşa, 6 Ocak'ta Yunan istilacılarına karşı ilk
'/nönü Zaferi 'ni kazanmıştı. Yeni Meclis de, ulusal bağım­
sızlık uğruna çeşitli cephelerde savaşan Türk kuvvetlerinin
birleştirilmesi, tek kumanda altında toplanması için 20 O­
cak 'ta bir kanun çıkarmıştı.
23 Şubat'ta başlayan 1 2 Mart'a kadar süren 'Londra
Konferansı ' Türkler için, 23 Mart'ta Yunanlıların giriştiği,
gerçekten ciddi ve tehlikeli saldırının yanında çok önem­
siz kalıyordu.
Yunanlılar, daha önce işgal ettikleri Bursa'dan hareket
ederek, 29 Ağustos 1 920'de önce Uşak'ı işgal etmişlerdi.
Uşak, Mustafa Kemal'in Dumlupınar'daki ezici zaferinden
Yunan genarallerini tutsak edişine kadar düşman işgalinde
kalmıştır.
1 92 1 yılının korkunç kışına gözlerimizi çevirince, yor­
gun ve bitkin bir duruma düşmüş olan Türklere, adeta Al­
lah tarafından gönderilen bir zaferin gelişini görürüz. 3 1
Mart'ta, İsmet Paşa kumandasındaki Türk birlikleri 'ikin­
ci lnönü Zaferi 'ni kazanmışlardı.
Bir liderin sahip olabileceği niteliklerin en güzeli, bir
diğerinin başarısını açık yüreklilik ve içtenlikle takdir et­
mesidir. Bu zafer üzerine İsmet Paşa'ya çektiği telgraftan
da anlaşılacağı gibi Mustafa Kemal gerçekten, tam anlamıy96
la açık yürekli ve içtenlikli bir devlet adamıdır. Gazi, bu
telgrafında şöyle diyordu:
"Erkanı Harbiye Reisi
ismet Paşa ya
Batı Cephesi Kumandanı/Metristepe-lnönü Savaş
Meydanı.
Ankara, 1 Nisan 1921
Bütün tarihi alemde, sizin lnönü meydan muharebele­
rinde deruhte ettiğiniz vazife kadar ağır bir vazife deruhte
etmiş kumandan enderdir. Milletimizin istiklal ve hayatı, da­
hiyane iradeniz altında şerefle vazifelerini gören kumanda
ve silah arkadaşlarınızın kalp ve hamiyetine büyük emni­
yet istinat ediyordu. Siz orada yalnız düşmanı değil, mille­
tin makı1s talihini deyendiniz. istila altındaki bedbaht top­
raklarımızla beraber bütün vatan, bugün münteha/arına
kadar zaferinizi tes 'it ediyor. Düşmanın hırs-ı istilası, az­
im ve hareketinizin yalçın kayalarına başını çarparak hur­
dahaş oldu.
Namınızı, kitabe-i merahirine kaydeden ve bütün mil­
leti hakkınızda ebedi minnet ve şükrana sevkeden büyükga­
za ve zaferinizi tebrik ederken, üstünde durduğumuz tepe­
nin size binlerce düşman ölüleriyle dolu bir şerefmeydanı
seyrettirdiği kadar, milletimiz ve kendimiz için şaşaa-i iti­
la dolu bir ujk-u istikbale de nazır ve hakim olduğunu söy­
lemek isterim.
B.M. Meclisi Reisi
Mustafa Kemal "
97
Bu bölümü kapatırken, Türkiye 'nin geniş cephe ve ce­
nahlı taarruz gayretlerinin tek elden yönetimi gereğini du­
yan Büyük Millet Meclisi'nin 4 Ağustos 1 92 1 'de bütün
yetkileri ile birlikte, Başkumandanlığı Mustafa Kemal' e
vermiş olduğunu belirtelim.
98
S AKARYA S AVAŞI
Yunan Saldırısı Durduruldu
ve
Geriye Atıldı
Şimdi, Mustafa Kemal' in Ankara'da yarattığı yeni hü­
kümetten sonra, bir yandan da düzenlediği ve yeni baştan
kurduğu orduyu bir büyük sınav bekliyordu. Anafarta 'da ol­
duğu gibi Sakarya'da da bir büyük zafer daha kazandığını
göreceğiz.
Yunanlılar, 1 O Temmuz 1 92 1 'de İzmir'den yeni ileri yü­
rüyüşlerine başlamışlardı. 1 Ağustos 'ta, önemli bir kavşak
noktası olan Eskişehir'e kadar demiryolu boyunca ilerle­
mişlerdi. Hedefleri, yeni hükümet merkezi Ankara idi. Ar­
kalarındaki demiryolunu kapatabilmek için hem kuzeye,
hem güneye doğru cephelerini genişletiyorlardı. Yunan or­
dusu 88 bin piyade, 1 200 süvari ve 300 topçuydu. Yunan
kuvvetlerinin karşısına yayılmış Türk ordusu ise 45. 549 pi­
yade, 4500 süvari, 1 77 top ve bir uçaktı. Bu uçak da yalnız
keşif işlerine yarıyordu.
Mustafa Kemal, bana bu durumu anlatırken çizdiği
krokide Yunan Cephesi, başlıca büyük kuvveti Türklerin so­
lunda olmak üzere (krokide Türkler kırmızı, Yunanlılar
99
mavi işaretliydi) Afyonkarahisar'ı (burasını Af.harfleriyle
göstermişti) önemli kavşak noktasında olmak üzere geniş
bir yay şeklinde açılmıştı. Krokideki yazılardan da görüle­
ceği gibi Mustafa Kemal, Yunanlılardan her zaman Helen
diye söz ediyordu. Niçin Yunan değil Helen adını kullan­
dıklarını sorduğum zaman, bir an için askerliği bırakıp bir
filolojist (dil bilgini) gibi konuşmaya başlamıştı:
- Bu adı tercih ediyorum. Çünkü, Helen aslı Türk olan
bir kelimedir.
Mustafa Kemal, İsmet Paşa'yı Türk kuvvetlerinin ba­
şına getirmişti. Gazi 'nin çizdiği krokide, İsmet Paşa 'nın li­
derden aldığı buyruğa uyarak, cepheyi sürekli daraltarak or­
dusunu nasıl geriye çektiği, Eskişehir çevresindeki kuzey
ve güney tepelerine kadar gerilediği oval şekiller olarak
açıkça görülmektedir. Krokiyi kısa bir inceleme, Yunan or­
dularının ancak yansı kadar olan Türk ordusunun, asıl bo­
ğaz boğaza kavgadan önce, cepheleri daraltmak gereğini
duyduğunu ortaya koyacaktır.
Türklerin geriye çekilişini gösteren kırmızı çizgiler,
Eskişehir'den geriye giderken Yunanlıları Sakarya'nın be­
ri yanına nasıl çektiklerini ve geriye doğru cephelerini git­
tikçe daraltarak nasıl güçlendirmiş bulunduklarını belirt­
mektedir.
Burada okuyucunun hatırına şöyle bir soru gelebilir:
- Fakat, bütün bu hareketler için zaman gerekli değil
mi?
Doğru, hareket oldukça uzun sürmüştü. Ancak, tarihin
en uzun süren savaşlarından biri için, bu kadar hazırlık çok
sayılmamalıdır. Sakarya Savaşı, kısacık bir ara olmaksızın
1 00
22 gün ve 22 gece sürmüştür. Tam bir boğuşma şeklinde,
bu kadar uzun süren bir savaş tarihte enderdir. Bu savaş, 22
Ağustos'ta başlamış, 1 3 Eylül akşamına kadar sürmüştür.
Burada, hemen belirtelim ki, 9 Haziran 'da başlayan ve
Sakarya Savaşı 'ndan sonra da 35 günden çok süren bir baş­
ka savaş daha vardı. Bu savaş, Ankara'da idi ve Mustafa Ke­
mal ile kurnaz Fransız diplomatı Franklin-Bouillon'un ze­
kaları çarpışıyordu. Bu soruna burada değinmemiz neden­
siz değildir. O sırada, Türkiye' nin güney sınırlarında istila
hareketine başlamış Fransız birliklerine karşı Türk kuvvet­
leri gönderilmişti. Ortaya çıkan bu durum, Mustafa Ke­
mal 'i Yunan cephesi karşısında, büyük piyade kuvvetlerin­
den yoksun bırakmıştı. Eğer güney bölgelerine gönderilmiş
Türk birlikleri Ankara'da olsaydı, kesinlikle Yunanlıların
kuvvet üstünlüğü önlenir ve istilacı düşman orada ezilerek
son darbe vurulabilirdi. Ne yapalım ki, düşmanın sayıca üs­
tünlüğü, bu kesin zaferi bir yıl geciktirmişti. Türklerin kuv­
vetlerini yalnız Yunanlılara karşı değil, güneyde yağmaya
kalkışmış Fransızlara karşı da kullanmak zorunda bulun­
duklarını hatırdan çıkarmamalıdır.
Bu sırada, Türklerin karşı koymak zorunda kaldıkları
yeni bir istila hareketi başlamış ve başka bir cephe daha açıl­
mıştı. Bu kere de İngilizlere karşı koymak gerekiyordu.
Gazi, bu sorundan çok az söz ederdi. Hatta, bu konuda bir
şey söylemezdi. 1 5 Ekim 1 927'de başlayarak 20 Ekim gü­
nü tamamladığı Büyük Nutku 'nda, bu konuya ilişkin söy!edikleri yalnızca şu cümlelerdir:
" 1 6 Mart l 920'de İngilizler, İstanbul'a baskın şeklin101
·
de asker çıkardılar ve bazı Türkleri öldürdüler, bazılarını
yaraladılar."
İstilacı İngilizlerle, yurtlarını savunmayı ulusal bir gö­
rev sayan Türkler arasında, Marmara üstündeki İzmit Kör­
fezi ' nin ucunda, İzmit şehrinde bir çarpışma daha oluyor­
du. Aynca, Merzifon'da bulunan ve şimdi demiryolu boyun­
ca Ankara'ya doğru uzanan İngiliz kuvvetleriyle Türkler
arasında da çarpışmalar eksik değildi. Ancak Mustafa Ke­
mal ' in güneyde Fransızlarla, kuzeyde İngilizlerin bu ikin­
ci derece saldırılarından ve yapılan savaşlardan bu kadar kı­
sa söz etmesini anlayışla karşılamak gerekir. Biz de, Türk­
lerin anayurtlarını kurtarmak için yalnız Yunanlılarla de­
ğil, aynı zamanda İngiliz ve Fransız kuvvetleriyle de dö­
ğüşrnek zorunda kaldıklarını kısaca belirtmekle yetinelim.
İngiliz ve Fransız kuvvetlerinin, 1 6 Mart 1 920'den 6
Ekim 1 923 'e kadar İstanbul 'u işgal altında bulundurduk­
larını da hatırda tutmalıdır.
Şimdi de, Sakarya Savaşı ve burada uygulanan strate­
j iye dönelim. Gazi, bana bu savaşın öyküsünü, zamanın en
güzel, en şık yapısı olan köşklerinin kütüphanesinde anlat­
mışlardı. İkisini bu kitaba koyduğum krokileri çizmek için,
zaman zaman öyküye ara veriyorlardı (krokilerde kırmızı
renk Türkler, mavi renk Yunanlılar için kullanılıyordu).
Öyküyü anlatırken, olaylara sağlıklı ve yerinde tanılar ko­
yuyor ve bunları zaman zaman esprilerle süslüyordu. Bu
arada, askeri ve siyasi liderlerin bazılarının karakteristik
yönlerini belirtirken, güzel ve zengin söylenceler anlatıyor­
du.
İşte, bu biyografya için, Gazi ile yaptığım görüşmele1 02
rin en değerlileri, kesin olarak bu savaş öyküleriydi. Gö­
rüşmelerimizin hiçbirisi iki saatten az olmamış ve en uzu­
nu da üç saat 20 dakika kadar sürmüştü. Görüşmelerimiz
sırasında, zaman zaman küçük fincanlarla Türk kahvesi
getirilir, aralarda da limonata bardakları çeşniyi değiştirir­
di. Böyle uzun görüşmelerde çok sigara içilmesi adetti. Oy­
sa, Mustafa Kemal çok sigara içmiyordu. Hele onun anlat­
ma yeteneği, kuvvetli tarihçilerin çok azında bulunabilecek
bir özellikti.
Gazi 'nin 'çift yollu ' diye nitelendirebileceğimiz bir
aklı vardı. Bu yollardan birisi tarihe, diğeri de askerliğe ay­
rılmıştır. Ancak, bu iki yolu hiçbir zaman birbirine karış­
tırmaz. O:
"Haydi, şimdi de o günlerin siyasi gelişmelerine dö­
nelim" diyerek anlatmaka olduğu savaş stratejisinden, da­
ha yeni kurduğu siyasi mekanizmanın nasıl işlediğini an­
latmaya geçerdi.
Burada, savaştan siyasete geçen hızlı değişikliklerden
biri üzerinde durmak gerekir. Mustafa Kemal, Büyük Mil­
let Meclisi 'nde bazı kişilerin ihtiraslı tutumlarının, Yunan­
lılardan daha çok kendisini üzdüğünü bana içtenlikle söy­
lemekten çekinmemişti. İşte bu yüzden, cepheyi bırakıp
Ankara'ya dönmek gereğini duymuştu. Şimdiye dek padi­
şahlıkla yönetilen bir ülkede, cumhuriyet yönetimini kur­
mak ve bu mekanizmayı işletmek gerçekten çok zordu.
Meclis 'teki muhalifler, Yunan ordusunun sayıca üstünlüğü
dolayısıyla, Mustafa Kemal'in yeni ordusunun yenileceği­
ne inanıyorlardı. Kendisini başkumandan yapmakla, onu bir
an önce yok etmeye karar verdiler. Mustafa Kemal, bu teh1 03
likeyi de göze aldı ve altı ay için kesin yetki istedi. Bunu
da verdiler. O, " Düşmanı anayurdun sınırlan içinde imha
edeceğim" diyordu. İstanbul 'da ise birçok kimse bu işe
inanmıyordu. Gazi'ye her zaman bağlı kalmış İsmet Paşa'ya
birçoğu, "Onun peşini daha ne zamana kadar izleyecek­
sin?" diye soruyorlardı.
Hangi nedenle olursa olsun, artık 'Başkumandanlık
meselesi ' kesin olarak çözümlenmişti. Mustafa Kemal, An­
kara'yı bırakarak yeniden cepheye dönüyordu. Danışman­
larından birçoğu, Yunanlıların Ankara'ya doğru yürüyüş­
lerinde, Türklerin sağ cenahından kuzeye doğru dönecek­
lerini düşünüyorlardı. Fakat, Mustafa Kemal, düşmanın bü­
yük kuvvetleriyle kuzeyden değil, doğrudan doğruya Af­
yonkarahisar üzerinden hükümet merkezi yönünde yürüye­
ceğini anlamıştı. Bu nedenle, çekilme durumunda bulunan
Türk kuvvetlerini sağa değil, daha çok sol cenahı kuvvet­
lendirecek şekilde yığınak yaptı. Mustafa Kemal 'in görüş­
leri doğru çıktı. Nitekim, Türk ve Yunan birlikleri son sa­
vaşı yapmak üzere karşı karşıya geldikleri zaman, Başku­
mandan Mustafa Kemal Türk kuvvetlerini, sayıca çok üs­
tün olan Yunan ordusunu en iyi şekilde karşılayabilecek
mevzilerde toplamıştı.
Mustafa Kemal'in 22 gün 22 gece süren bu savaşı na­
sıl yönettiğini incelerken, üzücü bir olayla karşılaşıyoruz:
Savaşın daha başlangıcında olan bir kaza, onu bu savaşın
yorucu çalışmasına dayanamayacak bir duruma sokabilir­
di. Bu kaza, O'nun çelik iredesine sahip olmayan kimsele­
ri tam anlamıyla hareketsiz bir duruma getirebilirdi. Kaza
şöyle olmuştu:
1 04
Mustafa Kemal, düşmanın hareketini izlemek için Ka­
radağ adı verilen bir tepeye çıkmış ve tepede atından inmiş­
ti. Düşman kuvvetlerinin ilerleyişini izledikten sonra tek­
rar atına binmişti. Fakat, bu sırada sigarasını yakmak için
kibritini çakmıştı. At kibritin alevinden ürkmüş ve sıçramış­
tı. Dizginleri elinde tutan Mustafa Kemal de sol yanı üze­
rine düşmüştü. Olaya önce büyük önem vermedi. Atına
tekrar atladı ve Polatlı'daki genel karargaha gitti. Ancak bu­
rada yapılan muayenede kaburga kemiklerinden üçünün
kırıldığı anlaşıldı. Kırık kemiklerden biri ciğeri üzerine çok
baskı yapıyordu. Bu yüzden sesi kısıldı. Ankara 'ya dönün­
ce röntgen filmi aldılar. Röntgen, tehlikenin ne kadar bü­
yük olduğunu ortaya koymuştu. Doktorlar:
"Kemik ciğerinize böyle baskı yaparken çalışmayı sürdürmeniz çok tehlikelidir" dediler.
Çelik yüzlü kumandan:
" Savaştan sonra iyileşirim" karşılığını verdi.
Karadağ, adından da anlaşılacağı gibi kara bir tepedir.
O gün bu tepe gerçekten Mustafa Kemal için çok daha ka­
raydı. Ancak tepe, Yunanlılar için çok daha kara olacaktı.
Çünkü Mustafa Kemal, burada Yunan sol cenahını kesin
olarak ezmiş ve düşmana zafer neşesi tattırmamıştı. Mus­
tafa Kemal Paşa, bana Karadağ'dan ve bu tepe ile ilgili
olaylardan söz ederken gülümser, fakat Yunanlılar bu ko­
nunun açılmasından hiç hoşnut olmazlar, gülmezlerdi.
Yeni Başkumandan, 22 gün 22 gece bu savaşı, 23 Ağus­
tos 'ta bütün Yunan cephesi boyunca genişletmişti. Fakat,
düşman durmadan ilerliyordu. Türkler, bu geniş cephede,
düşmanı geri püskürtmek, sonra da Sakarya lrmağı'nı geç1 05
mesine engel olmak için, yeteri kadar kuvvete sahip değil­
di. Ancak, Sakarya Irmağı'nı geçiş, Yunanlılar için felaket
olmuştu. Türklerin inatçı ve ısrarlı savaş özelliklerini bili­
yorlardı. Türk piyade kuvvetlerinin böylesine bir karşı hü­
cum gücü taşıdığını hiçbir zaman kavrayamamışlardı.
Mustafa Kemal, boyuna savaşarak gerileyen kuvvetle­
rine, koşullarına göre bir taktik uyguluyordu. O, askerleri­
ne şöyle diyordu:
"Bundan sonra, bir savunma hattımız yoktur, bu hat ye­
rine bir savunma sathımız olacaktır. Geri çekilen birlikler,
durabilecekeri yerlerde duracaklardır. Fakat, bütün hat ye­
ni bir cephe meydana getirmek için geri çekilmeyecektir.
Çünkü, bütün Türkiye bizim savunma sathımızdır ve en kü­
çüklerine kadar bütün birliklerimiz, bu satıh üstünde her
yerde ve her zaman düşmana karşı koyacaklardır."
Şimdi de, bu strateji ustasının görüşmelerimiz sırasın­
da, bize çizdikleri ikinci krokiye gelelim. Bu krokide, sol
tarafta tepede Eskişehir'den Afyonkarahisar'a (Af.) giden
demiryolu, mavi çizgiyle gösteriliyor.
Krokiden de anlaşılmaktadır ki, Yunanlılar Sakarya
Irmağı 'nı geçince kuvvetlerini, Türklerin güneyinden bir
çevirme yapmak ve doğruca Ankara üzerine yarıp gitmek
için toplamışlardı. Şimdi, savaşın en kritik anıdır. Türkler,
Ankara'yı korumak için, savaşı kendi sol cenahları ilerisin­
de mi yapmak, yoksa kendi sağ cenahlarından Yunanlıları
sol cenahlarına kahramanca bir atılışla ezerek, Yunanlıla­
rın Türk sol cenahı çevresindeki çevirme hareketine mi
başvurmak durumundaydılar? Dikkat edilmesi gereken
önemli bir nokta vardır: Savaşın en buhranlı bu son gece1 06
sinde, Yunan sağ cenahı Ankara 'ya, Türklerin sağ cenahın­
daki savunma birliklerinden çok daha yakında bulunuyor­
du.
Genel karargahın istihbarat şubesi, Türk sol cenahına
doğru ilerleyen Yunan kuvvetlerini durdurabilmek için, el­
de hiçbir kuvvet bulunmadığından dolayı "her şeyin kay­
bedilmiş olduğunu" bildiriyordu. Evet, hiçbir yerde sol ce­
naha gönderilecek yedek kuvvet yoktu. Fakat, Mustafa Ke­
mal cesaretini kolay kolay kaybedecek yaratılışta değildi.
Dünyada en yılmaz adam Gazi 'dir.
İstihbarat şubesinin verdiği bilgileri, kendisi de değer­
lendirmek için "Bu son hafta içinde Yunanlıların durumu
ve hareketlerini gösteren bütün raporları bana getiriniz" de­
di. Bu raporları inceledikten sonra cesareti kırılmış olan İs­
met Paşa'ya dönerek ve sakin bir şekilde şu sözleri söyle­
mişti:
" İstihbarat şubesi yanılıyor. Düşmanı yenilgiye uğrat­
tık. ..
Mustafa Kemal bu sözlerden sonra İsmet Paşa'ya, Türk
taarruzunun, Yunan sol cenahının sonuna doğru ilerletilme­
sini ve sonra da Yunan merkezine uzatılmasını emretmiş­
ti. Bu taarruzla Mustafa Kemal, Yunanlıların Türk sol ce­
nahı çevresinde uzattıkları çevirme hareketini geriye çek­
mek zorunda kalacaklarını, aynı zamanda, uzun hatlarının
diğer yerlerinden bu cepheye kuvvet getirmelerine olanak
vermeden, Yunan sol cenahını tamamen ezeceğini hesap et­
mişti. Böylece, Yunan sol cenahı geriye, Sakarya'nın öte­
sine atılacak ve sağ cenah da açıkta kalacaktı.
Türk sağ cenahı, şimdi Büyük Millet Meclisi Başkanı
"
1 07
olan ve Türkiye protokolünde başbakanın üstünde bulunan
(çünkü Türkiye'de Cumhurbaşkanı Yardımcılığı gibi bir
makam yoktur) Kazım (Özalp) Paşa kumandasında idi. Li­
deri Mustafa Kemal Paşa'nın kendi kumandası altındaki bu
sağ cenahın şiddetli taarruzlarını yönetmekte gösterdiği
yüksek stratejiyi Kazım Paşa bana takdirkar bir dille anlat­
mıştı.
Kroki bize, Türk kuvvetlerinin kendi sağ cenahlarının
en sonunda toplanmalarını ve bunu önlemeye çalışan Yu­
nanlılara ezici atılımlar yaptıklarını açık bir şekilde göster­
mektedir. Türkler başarılı olmuşlardı. Yunan sağ cenahı,
bozgun şeklinde geriye çekilmeye başlar başlamaz, Türk ta­
arruzu da düşmanın merkezine doğru gelişmeye başlamış­
tı. Her iki taarruz da, kendine gereğinden çok güvenen ve
şimdiye kadar Türklerin zayıf sol cenahını durmadan sıkış­
tıran Yunan sağ cenahının geriye çekilmesine neden olu­
yordu.
Her şey, dahi Türk başkumandanının, önceden söyle­
miş olduğu gibi gelişmişti. Tanyeri ağarırken savaş kaza­
nılmıştı. Yunanlılar da Sakarya'yı geçerek tam olarak geri
çekiliyordu. İstilacılar, arkalarında bir ırmak olduğu halde,
önemli bir savaşa girişmenin tehlikelerini çok geç anlamış­
lardı. Ancak, Mustafa Kemal cehpe hatlarındaki ağır kayıp­
ları doldurmaya zaman bulamadan, Yunanlılar sayıca üs­
tünlükleriyle, 1 2 Eylül'de Sakarya Irmağı'nın ötesine geç­
me işini tamamlamışlardı. Fakat, orada da kalamamış, Es­
kişehir ve Afyonkarahisar üzerine çekilmişlerdi. Bu iki şe­
hir arasında, kuzey ve güneye doğru, çok güçlü bir savun­
ma hattı meydana getiriyorlardı. Savunma hattı, bu iki şeh1 08
ri birbirine bağlayan demiryolunu ve cephede Yunan bir­
liklerinin 'ikmal ve levazımı' için yaşamsal önem taşıyan
İzmir demiryolunun Afyon-Eskişehir demiryolu şebeke­
siyle birleştiği yeri Afyonkarahisar'ı savunacak şekilde dü­
zenlenmişti.
Yunan ileri hareketi, yeni hükümet merkezinden az ile­
ride durdurulmuş ve geriye atılmıştı. Mustafa Kemal, Sa­
karya Meydan Savaşı'nı kazanmış, hükümet merkezi kur­
tarılmış, anayurdun göbeğinde halk için kurulmuş olan ye­
ni hükümetin güçlendirilmesi ve geliştirilmesi için de, bu
zaman böylece kazanılmıştı. Bütün bunlardan daha önem­
lisi, Mustafa Kemal kendisine verilen yüksek kumandan­
lığı, kendisine yakışır bir şekilde fazlasıyla göstermiş ve ka­
nıtlamıştı. Ayrıca, gerek Türkler, gerek düşmanları, Sakar­
ya Savaşı 'nda açıkça görüldüğü gibi, Türkiye'nin büyük bir
lidere sahip olduğunu takdir ve itiraf etmişlerdi.
Ankara'ya dönüşünde Mustafa Kemal Paşa, Ankara­
lıların coşkun ve candan sevgi gösterileriyle karşılanmıştı.
Aynca, Büyük Millet Meclisi de, Türk tarihi boyunca en­
der kumandanlara uygun görülen 'Gazi ' unvanını, oybirli­
ğiyle aldığı bir kararla, Mustafa Kemal Paşa'ya vermişti.
Mustafa Kemal Paşa, şimdi 'Gazi Mustafa Kemal Paşa ' ol­
muştu. Bunqan sonra, artık Mustafa Kemal Paşa 'ya yalnız­
ca 'Gazi Paşa ' denilecekti.
Sakarya Savaşı'ndan tam 37 gün sonra, Fransa hükü­
meti adına Franklin-Bouillon'la Türkler arasında 9 Hazi­
ran'dan beri kesintilerle süren görüşmelerin sonuca bağlan­
dığını daha önce belirtmiştik. Mustafa Kemal'le görüşme­
ler yapmak üzere Franklin-Bouillon, 9 Haziran'da Anka1 09
ra'ya gelmişti. Gazi Mustafa Kemal de Fevzi (Çakmak) Pa­
şa ile birlikte, o zaman Dışişleri Bakanı olan Yusuf Kemal
(Tengirşek) Bey'i de çağırmıştı. Fransa ile yapılan bu an­
laşma sonunda, aşağıda Adana ve Antep bölgeleri kurtarıl­
mış, Fransız askeri kuvvetlerinin Suriye içine çekilmeleri
dolayısıyla, buradaki Türk birliklerinin Ankara'ya getiril­
mesi ile Batı Cephesi'nde kullanılmaları olanağı sağlanmış­
tı. Türkiye'nin güney sınırlarının bu yabancı işgalinden
kurtarılmasının, Mustafa Kemal'in kazandığı çok daha ün­
lü Sakarya zaferi kadar anlamlı olmadığını kim ileri süre­
bilir?
Yabancıların çoğu, Sakarya Savaşı'nın sonucunu,
Türklerle Yunanlılar arasında bir kavga olarak kabul et­
mişlerdir. Çünkü Yunanlıların Anadolu'da doğuya doğru
ilerleme hareketi, birdenbire durdurulmuş olmasına kar­
şın, güneye doğru uzatılmış cephede (Eskişehir gerisinden
aşağıya, Afyonkarahisar'a kadar) siper kazarak bir.yıl son­
raya bir ileri hareketin hazırlıkları içinde bulundukları söy­
leniyordu. (Bu yabancıların kehaneti idi). Fakat Sakarya
Türkler için gerçekten büyük bir zaferdi. Çünkü bu savaş,
Yunan ileri hareketini Ankara'ya varmadan durdurmuş, ay­
nı zamanda daha yeni kurulmuş olan hükümete, istilacıla­
ra karşı kesin bir savaş hazırlığı için 1 1 aylık bir hazırlık
süresi sağlamıştı.
Sakarya sözcüğü benim için çok saygın olan iki hatı­
ranın kafamda tazelenmesine neden olur.
Birincisi şu: Aziz dostum milletvekili ve tanınmış ta­
rihçi Yusuf Akçura Bey 22 gün 22 gece aralıksız süren Sa­
karya Savaşı boyunca bir yedeksubay olarak istihbarat şu1 10
besinde görevliydi. Savaşın en kritik bir anında Mustafa Ke­
mal, üstün bir stratej i uzmanı olan Fevzi Paşa ile görüşmek
istemişti. Fakat bütün aramalara karşın Fevzi Paşa ne ka­
rargah içinde, ne de dışında bulunamamıştı. Yusuf Akçu­
ra, karargahın bulunduğu tepenin yamacından biraz aşağı­
ya inerse kendisini oralarda bir yerde görebileceğini düşün­
müştü. Gerçekten de karargahtan bakıldığı zaman bir per­
de gibi yükselen bir kayanın arkasında, bütün savaş boyun­
ca bir tek kere bile namazını ihmal etmemiş ve her zaman
barıştan yana olan Tanrı 'ya dualarını sürdürmüş bulunan
Fevzi Paşa'yı yine namaz kılarken görmüştü. O uzun ve zor
savaş günlerinde, iki kat düşman kuvveti karşısında bütün
gücünü ortaya koyarak dövüşen Türk askerlerinin morali­
ni yükseltmek için bu ağırbaşlı ve cesur kumandan siper­
den sipere dolaşarak erlerine Kuran'dan parçalar okumuş­
tu. Aynı derecede soğukkanlı ve savaşta bir an bile cesaret
ve azmini yitirmemiş olan İsmet Paşa da, Fevzi Paşa gibi
dinine bağlı bir Müslümandı. Hiç kuşkusuz Mustafa Ke­
mal, bu iki generali kumanda heyetinin başına ve kendisi­
nin en yakınına getirmekle, çok akıllıca davranmıştı.
Yine Sakarya Savaşı 'nın bana hatırlattığı ve aynı de­
recede saygın olan ikinci hatırası şudur:
Amerika'da, Cumhuriyetçi Parti yönetiminin bütün el­
çileri arasında, benim istifam da cumhurbaşkanımız tara­
fından kabul edilmişti. Türkiye'den ayrılacaktım. Pek çok
Türk dostum beni ziyaretle, ayrılmamdan dolayı üzüntüle­
rini bildirdiler. Gerçek bir Türk dostunu kaybettiklerinden
dolayı üzüntülüydüler. Ancak bu nezaket ziyaretinden bi­
risi benim üzerimde, İstanbul güzel sanatlar çevresinin ta111
nınmış sanatkarı Ali Sami Bey'in davranışı kadar derin et­
ki yapmadı. Bu sanatkar, Sakarya Zaferi için çıkarılacak
posta pulları için hazırladığı modelle sanatının doruğuna
çıkmıştı. Ali Sami Bey, elçiliğime geldi. Ayrılmamdan do­
layı duyduğu üzüntüyü dile getirdikten sonra kendisine sa­
nat hayatının en büyük başarısını kazandırmış olan resmi­
nin orij inalini çıkardı ve bunu kişisel saygısının bir belirti­
si olarak kabul etmemi ısrarla rica etti.
" Size verebileecğim en değerli hazinem olan bu eser,
yeni Türkiye'nin geleceğine bu derece içtenlikle inanmış
bir zatın elinde olduğu kadar, başka hiçbir yerde daha gü­
zel ve anlamlı olmayacaktır" diyordu.
Böyle bir ulusa nasıl olur da içtenlik duymam? Ya da
nasıl olur da Sakarya sahnesi hatıralarım arasına silinmez
bir şekilde nakşedilmez?
Veda için huzurlarına çıktığım Gazi Paşa'ya bu olayı
anlattığım zaman, askerliğin türlü acı ve şiddetli olaylan
içinde yoğrulmuş bu çelik gibi insanın bile heyecanlandı­
ğını açıkça gördüm.
1 12
Download