OSMANLI TARİHİNİ YENİDEN YAZMAK Gerileme Paradigmasının Sonu Hazırlayan: Mustafa Armağan TİMAŞ YAYINLARI | 2562 Osmanlı Tarihi Dizisi | 65 GENEL YAYIN YÖNETMENİ Emine Eroğlu EDİTÖR Adem Koçal KAPAK TASARIMI Ravza Kızıltuğ I ve 2. BASKI Osmanlı Geriledi mi? adıyla Etkileşim Yayınları 4. BASKI Eylül 2011, İstanbul ISBN 978-605-114-525-9 TİMAŞ YAYINLARI Cağaloğlu, Alemdar Mahallesi, Alayköşkü Caddesi, No: 5, Fatih/İstanbul Telefon: (0212) 511 24 24 Faks: (0212) 512 40 00 P.K. 50 Sirkeci / İstanbul timas.com.tr [email protected] Kültür Bakanlığı Yayıncılık Sertifika No: 12364 BASKI VE CİLT Sistem Matbaacdık Yılanlı Ayazma Sok. No: 8 Davutpaşa-Topkapı/İstanbul Telefon: (0212) 482 11 01 YAYIN HAKLARI © Eserin her hakkı anlaşmalı olarak Timaş Basım Ticaret ve Sanayi Anonim Şirketi’ne aittir. İzinsiz yayınlanamaz. Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir. OSMANLI TARİHİNİ YENİDEN YAZMAK Gerileme Paradigmasının Sonu Hazırlayan: Mustafa Armağan MUSTAFA ARMAĞAN Urfalı bir anne-babanın çocuğu olarak Cizre’de doğdu (24 Şubat 1961). İlk ve orta öğreni­ mini Bursa’da tamamladı. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun olduktan sonra çeşidi yayınevlerinde editör olarak çalıştı. 1995-1996 arasında İzlenim dergisinin, 2000-2002 arasında da Da (Diyalog Avrasya) dergisinin yayın yönetmenliklerini yürüttü. Halen serbest yazar olarak çalışmaktadır. Sosyal Bilimler Ansiklopedisi (Risale Yayınları, 4 cilt, İstanbul 1988) ve Osmanlı Ansiklopedisi (Ağaç Yayıncılık, 7 cilt, İstanbul 1993) adlı çok ciltli çalışmaların yayın koordinatörlükle­ rinde bulundu. M. M. Şerif’in 4 çildik A History of Islamic Philosophy adlı edisyonunu, İslâm Düşüncesi Tarihi adıyla (İnsan Yayınları, İstanbul 1990-91) yayma hazırladı. Türkiye Yazarlar Birliği tarafından 3 defa ödüle layık görüldü: Batı Düşüncesinde Dönüm Noktası (Fritjof Capradan, Tercüme dalında, 1989); Şehir, ey Şehir (Deneme dalında, 1997); Osmanlı: İnsanlığın Son Adası (Fikir dalında, 2003). Yayınevimizdeki Diğer Eserleri Osmanlı Tarihinde Maskeler ve Yüzler (2005) Osmanlı’yı Kuran Şehir: Bursa’ya Şehrengiz (2006) Ufukların Sultanı: Fatih Sultan Mehmed (2006) Küller Altında Yakın Tarih (2006) İnsan Yüzlü Şehirler (2006) Yakın Tarihin Kara Delikleri / Küller Altında Yakın Tarih 2 (2006) Efsaneler ve Gerçekler / Küller Altında Yakın Tarih 3 (2007) Korku Duvarını Yıkmak / Küller Altında Yakın Tarih 4 (2009) Paşaların Hesaplaşması / Küller Altında Yakın Tarih 5 (2010) Osmanlı’yı İmparatorluk Yapan Şehir: İstanbul (2007) Büyük Osmanlı Projesi (2008) Osmanlı’nm Mahrem Tarihi (2008) Avrupa’nın 50 Büyük Yalanı (2009) Abdülhamid’in Kurtlarla Dansı-1 (2009) Abdülhamid’in Kurdarla Dansı-2 (2009) Kır Zincirlerini Osmanlı (2010) Osmanlı: İnsanlığın Son Adası (2010) Fatih’in Rüyası (2010) Cemil Meriç’in Dünyası (2010) Türkçe Ezan ve Menderes (2010) Geri Gel Ey Osmanlı! (2010) Osmanlı’nın Kayıp Atlası (2010) Tek Parti Devri (2010) Kazım Karabekir’in Gözüyle Yakın Tarihimiz (2011) Bulutları Delen Kartal/Cemil Meriç ile Konuşmalar (2011) Osmanlı Tarihini Yeniden Yazmak (2011) 1 i ç i n de k i l e r Yazarlar..............................................................................................7 Önsöz...............................................................................................11 Mustafa Armağan Giriş.................................................................................................19 Mustafa Armağan 1. ‘Osmanlı Gerilemesi’ Masalından Uyanmak!............................ 31 Mustafa Armağan 2. Osmanlı İmparatorluğu’nun İnhitatı Üzerine Bazı Düşünceler.............................................................................. 59 Bernard Lewis 3. Osmanlı Tarihinde Dönemler.................................................... 79 Halil İnalcık 4. Osmanlı Tarihinde Gerileme Meselesi.......................................97 Cemal Kafadar 5. Osmanlı Tarihinde Dönemlendirmeye Farklı Bir Bakış...........151 Linda T. Darling 6. Osmanlı Tarihinin Dönemlere Ayrılması Sorunu: 15. ve 18. Yüzyıllar........................................................................ 165 Jane Hathaway 7. Osmanlı “Gerilemesi”ni Yeniden Düşünmek: 15.-18. Yüzyıllardaki Askerî Teknoloji Yarışında Osmanlı İmparatorluğu’nun Konumu........................................................175 Jonathan Grant 8. Osmanlı Tarihinin Dönemleri: Yapısal Bir Karşılaştırmalı Yaklaşım Kemal H. Karpat 199 9. Osmanlı Tarih Yazıcılığı ve 16.-17. Yüzyılların “Gerileme” Edebiyatı........................ ...........................................223 DouglasA. Hoıvard 10. Mustafa Âli ve Kültürel Yozlaşma Görüşü..............................249 Rhoads Murphey 11. Yükseliş de, Gerileme de Askeri Kriterlere Göre Anlamlı Tasnifler..........................................................................267 Cornell H. Fleischer 12. II. Abdülhamid ve İmparatorluğun Sonu...............................283 îlber Ortaylı 13. Osmanlı Tarihyazımı ve “Gerileme” Kavramına Yönelik Değişen Tavırlar............................................................................ 291 Donald Quataert 14. Bir Historiyografik Model Olarak Gerileme-Çöküş ve Osmanlı Mimarlığı Tarihi.............................303 Uğur Tanyeli 15. Tarihimize Giydirilen Deli Gömleği: Osmanlı Tarihinde Dönemlendirme Meselesi............................319 Mehmet Genç İndeks............................................................................................327 Yazarlar MUSTAFAARMAĞAN: Gelenek ve modern­ lik, şehir tarihi ve Osmanlı kültürünün çe­ şitli yönleri üzerine araştırmalar yaptı. 2003 yılı Türkiye Yazarlar Birliği Fikir Ödülü’nü alan çalışması Osmanlı: İnsanlığın Son Adası'ndan sonra OsmanlI’nın Kayıp Atla­ sı (2004), Abdülhamid’in Kurtlarla Dansı (2006) ve Avrupa’nın 50 Büyük Yalanı (2009) adlı kitapları yayınlandı. Halen Zaman ga­ zetesinde Osmanlı tarihi üzerine yazıyor, ta­ rih üzerine tv ve radyo programlan yapıyor. LINDA T. DARLING: Arizona Üniversite­ si (ABD) tarih bölümünde öğretim üyesi. Osmanlı mali ve kültür tarihi üzerine ça­ lışmalar yapıyor. Revenue-Raising and Legitimacy: Tax Collection and Finance Administration in the Ottoman Empire, 1560-1660 (E. J. Brill, 1996) adlı kitabında Osmanlı Devleti’nin klasik dönem sonrası maliye kayıtlarını inceledi ve bu dönemi bir gerileme döneminden ziyade bir tahkim ve eski düzenle süreklilik temelinde yeniden formüle etti. Ayrıca Osmanlı ve Rönesans ilişkileri üzerine makaleleri bulunuyor. CORNELL H. FLEİSCHER: Chicago Üniversitesi’nde Osmanlı tarihi profesörü. Tarih Vakfı Yurt Yayınlan arasında Türkçe çevirisi çıkan Tarihçi Mustafa Âli: Bir Osmanlı Aydın ve Bürokratı (1997) adlı kita­ bıyla tanınan Fleischer, şimdilerde Kanunî dönemindeki mesiyanik hareketler üzerin­ de çalışmakta. MEHMET GENÇ: AÜ Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitirdi (1958). İÜ İktisat Fa­ kültesi bünyesindeki Türk İktisat Tarihi Enstitüsü’ne, Ömer Lütfi Barkan’m yanı­ na asistan olarak girdi. 1983-1999 yılların­ da Marmara Üniversitesi’nde ders verdi. 1999’daki emekliliğinden sonra da çeşitli kurumlarda Osmanlı iktisat tarihi dersleri vermeye devam etti. Her biri Osmanlı tarih­ çiliği alanında çığır açan makalelerini 2000 yılında Osmanlı împaratorluğu’ndaDevlet ve Ekonomi adıyla kitaplaştırdı. JONATHAN GRANT: Florida Devlet Üni­ versitesi (ABD) öğretim üyesi. Wisconsin Üniversitesi’nde doktora yaptıktan sonra Rusya ve Orta Asya tarihi ile askerî tarih, özellikle de I. Dünya Savaşı’nı takip eden silahlanma yanşı konusunda çalışmalar yaptı. Yayınlanmış kitabı: Big Business in Russia: The Putilov Company in Late Im­ perial Russia, 1868-1917 (Pittsburgh, 1999). JANE HATHAWAY: Ohio State Üniversite­ si tarih bölümü öğretim üyesi. Princeton Üniversitesi Yakın Doğu Araştırmaları’nda doktora tezini hazırladı (danışman: Cemal Kafadar). 19. yüzyıl öncesi Osmanlı tari­ hi, özellikle de Mısır ve Yemen üzerinde uzmanlaştı. The Politics of Households in Ottoman Egypt The Rise of the Qazdaglis (Cambridge University Press, 1997) adlı kitabı Türkçeye çevrildi. DOUGLAS A. HOWARD: Calvin College’da tarih bölümü başkanı ve profesör. The History of Turkey adlı kitabın yazarı. ‘Ayn Ali’nin Kavânin-iÂl-i ‘Osman adlı eserinin tercüme ve incelemesi üzerine çalışıyor. The Early Modem Ottomans/Remapping the Ottoman Empire (Ed. Virginia H. Aksan ve Daniel Goffman, Erken Modern OsmanlI­ lar, 2011, Timaş) adlı derleme esere katkıda bulundu. HALİL İNALCIK: Ankara DU ve Tarih Coğ­ rafya Fakültesi’nden mezun oldu ve bir süre araştırmalarına orada devam etti. 1972’de emekli olunca Chicago Üniversitesi tarih bölümünden davet aldı ve 1993’de Bilkent Üniversitesi’ne dönüşüne kadar Amerika’da Osmanlı tarihçiliğinin mayalanmasına hiz­ met etti. Kendisi ‘Osmanlı tarihçiliğinin ya­ şayan en büyük otoritesi’ kabul edilmek­ tedir. İngilizcede birçok baskı yapan The Ottoman Empire: ClassicalAge, 1300-1600, uzun yıllardan sonra Türkçeye çevrildi. Cambridge Üniversitesi Yaymlan’ndan Donald Quataert’le birlikte edite ettikleri “Osmanlı İmparatorluğu’nun Sosyal ve Ekonomik Tarihi”, sahasında çığır açan bir etki yaptı. Halen Osmanlı Devleti’nin kuruluş devri üzerinde çalışmaktadır. Osmanlılarve Kuruluş ve İmparatorluk Sürecinde Osmanlı (2011, Timaş) adlı iki eseri yakın zamanda neşredilmiştir. CEMAL KAFADAR: Harvard Üniversitesi’nde Vehbi Koç Türkiye Araştırmaları profesörü. Between Two Worlds: The Construction ofthe Ottoman State (Berkeley, 1995) adlı kitabıyla Osmanlı Devleti’nin kuruluşu hakkmdaki tar­ tışmalara yeni boyutlar kazandırdı. Osmanlı-Avrupa ilişkileri, yeniçeriliğin dönüşümü, Osmanlı kültür tarihi üzerine araştırmalarıyla öne çıkan Kafadar, Kim Var İmiş Biz Burada Yoğlken adlı kitabında Osmanlı dünyasından 4 kişiyi ele aldı. KEMAL H. KARPAT: Kuzey Dobruca’da (Ro­ manya) doğdu. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdikten sonra ABD’ye gidip Washington Üniversitesi’nde tarih dersleri aldı. 1967’den bu yana görevyaptığı Wiscon­ sin Üniversitesi’nden emekli oldu. Osmanlı Nüfusu 1830-1914, Türk Demokrasi Tarihi (1967), Ottoman State and its Place in World History (editör, 1974) ve Politicization of Islam (Oxford University Press, 2001) başlıca eser­ leridir. Hayatım anlattığı nehir söyleşi kitabı Dağı Delen Irmak (2010, Timaş) tarihçiler için ilginç detaylarla doludur. BERNARD LEWIS: Londra’da orta sınıf bir Yahudi ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Londra Üniversitesi Şarkiyat ve Afrika İncele­ meleri Okulu’ndan mezun oldu ve Princeton Üniversitesi’nden 1986’da emekli oluncaya kadar çeşitli üniversitelerde ders verdi, araş­ tırmalar yaptı. Özellikle The Emergence of Modem Turkey, bir dönem Türk modernleş­ mesi tarihinin klasiği oldu. 1990’da yazdığı “Müslüman öfkesinin kökleri” adlı makalesiy­ le Huntington’ın tezlerine giden yolu döşedi. Kitaplarından What Went Wrong? (Yanlış Gi­ den Ne?), 11 Eylül sonrasında Batı açısından İslam aleminin nereye gittiğini ele alır. RHOADS MURPHEY: İngiltere’de Birming­ ham Üniversitesi öğretim üyesi. Ana ilgi saha­ ları Osmanlı devlet yapısı, malî durumu, Os­ manlı kara ve deniz kuvvetleri, lojistik yapılar, yönetim, askerî teknoloji, modem dönemde Osmanlı-Bati ilişkileri, Osmanlıca ve Osmanlı edebiyatı vs. 1978’de Halil İnalcık ile beraber Tursun Beğ’in tarihini İngilizceye çevirdi ve yayınladı. Önemli bir kitabı Türkçeye çevrildi: Osmanlı’da Ordu ve Savaş 1500-1700 (Otto­ man Warfare, 1500-1700). İLBER ORTAYLI: AÜ Siyasal Bilgiler Fakül­ tesi ile Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi tarih bölümlerini bitirdi. Chicago Üniversitesi’nde master tezini Halil İnalcık’m yanında yaptı. “Tanzimat Sonrası Mahalli İdareler” başlıklı teziyle doktor oldu (1978). Osmanlı tarihine getirdiği renkli yorumları ve karşılaştırmalı tarihe dayalı izahlarıyla hem akademik sevi­ yede, hem de genel okuyucu arasında makbul bir isim haline geldi. Halen Topkapı Sarayı Müzesi Başkanlığı’nı yürütmektedir. Baş­ lıca kitapları: Osmanlı imparatorluğunda Alman Nüfuzu (1981), İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı (1983) ve Osmanlı Toplumunda Aile(2000). DONALD QUATAERT: (1942-2011) State University of New York (Binghamton) tarih bölümünde profesör olarak görev yapmak­ taydı. Osmanlı ve Ortadoğu tarihi üzerine pek çok çalışması vardır. Social Disintegra­ tion and Popular Resistance in the Ottoman Empire, 1881-1908: Reactions to European Economic Penetration (New York University Press, 1983). Bu çalışması Türkçeye Osmanlı Devleti’nde Avrupa İktisadi Yayılımı ve Dire­ niş adıyla çevrilmiştir. (Yurt Yayınları, 1987) Ayrıca Osmanlı tarihinin son üç yüzyılım fark­ lı bir okumaya tabi tuttuğu Ottoman Empire, 1700-1922 önemli eserlerindendir. UĞUR TANYELİ: Yıldız Teknik Üniversitesi Mimarlık Tarihi bölümünde öğretim üyesi. Osmanlı mimarlık tarihiyle ilgili spesifik ça­ lışmalar yanında, postmodernizmden hermenötiğe uzanan zengin bir çerçevede edindiği birikimi görüşleri için teorik temellendirmede kullandı. Uzun yıllardır mimarlık alanında yayın yapan Arredamento Mimarlık adlı der­ ginin yayın koordinatörlüğünü yürütüyor. Mimar Sinan’ın eserleri ve kişiliği üzerinde çalışmalar yapıyor. Osmanlı Tarihini Yeniden Yazmak: Gerileme Paradigmasının Sonu başlığı altında bir araya getirdiğim makaleler, Osmanlı tarihini dilsizleştirdiğine inandığım gerileme paradigmasının ne olduğunu, ama daha çok da, neden işlemeyen ve kusurlu bir paradigma ol­ duğunu göstermek; bir adım daha atarak, tarihimizin neden böyle pasifize edici bir şekilde kurgulandığım sorgulamak, hatta Osmanlı tarihini yeniden dönemlere ayırma çabasmda alternatif yolların neler olabileceğini ortaya koymak amacıyla buradalar. Yazılar, bir yandan mevcut tarihçiliğimizin çıkmazlarından bi­ risi olduğu giderek daha aşikâr bir şekilde ortaya çıkan mevcut dönemlendirme (periodization) şemasını eleştirirken, öbür yandan da, özellikle gerileme (decline) kavramının eleştirilmesi, Osmanlı tarihinin çok-katlı ve çok boyutlu gerçekliğini anlamanın yeni yol­ larının aranması gibi hususlar üzerinde duruyor. Nihayet Osmanlı gerçeğine karşı bizi körleştiren, hem de bir toplumun tarihi kendi yüzü olduğuna göre, yüzümüzü tarihin aynasında çarpık çurpuk hale getiren bu şemanın Türkçedeki ilk derli toplu eleştirisini sunuyor. Elinizdeki kitapta, Osmanlı tarihini “dönemlendirme” (periodi­ zation) meselesini tartışan metinler ile bazı yerli ve yabancı Osmanlı tarihçilerinin ‘gerileme’ iddiasım ele alan yazılarından epeyce sınırlı bir seçme yapıldı. Sınırlı diyorum, zira bu kitapta gündeme getir­ diğimiz tartışmanın burada sunulan yazılardan ibaret olmadığını o mustafa armağ an vurgulamak önemli. Yani hem makale birikimi olarak oldukça hacimli bir yekûn karşısındayız -ki bu yekûn giderek de artıyor-, hem de Osmanlı tarihini konu alan kitaplarda bu mesele çeşitli bölümlere dağılmış olarak tartışılmaktadır. Mesela kitaba alamadığımız sıkı bir 'gerileme eleştirisi’, Roger Owen’in ekonomi alanına değerli bir katkı sağlayan “Dünya Ekonomisinde Orta Doğu, 1800-1914” adlı çalışmasının Girişi’nde bulunmaktadır.1Aynı şekilde Suraiya Faroqhi “Bunalım ve değişim” başlıklı makalesinde2, Linda Darling de 1560-1660 döneminde Osmanlı Devleti’nde vergi tahsili ve mali idare üzerine yazdığı kitapta3“gerilemeci” bakışa kendi alanlarından çeşitli eleştiriler yöneltmişlerdir. Ancak kitaplarındaki bu parçalar­ dan, ait oldukları kitap içinde işgal ettikleri bütünlüğü elinizdeki derlemede sürdüremeyecekleri gerekçesiyle sarf-ı nazar edilmiştir. Yine bazı yerli araştırmacı ve tarihçilerin konuyla ilgili metinleri de, tekrara yol açmamak için kitaba alınmadı.4 Sonuç olarak, Os­ manlI Tarihini Yeniden Yazmak: Gerileme Paradigmasının Sonu, bu alandaki bütün birikimi bünyesinde barındıran bir antoloji olarak değil, tarihçilik alanındaki yeni bir açılımı belli örnekler üzerinden sergileyen ve kendi içinde tartıştıran bir ana metin olarak tasarlandı. Bu bütüne uymayan veya tekrar mahiyetindeki bazı yazıların der­ 1 2 3 4 Roger Owen, The Middle East in the World Economy, 1800-1914, Londra ve New York: I. B. Tauris 1993, s. 23. Introduction’ın alt başlığı Owen’rn, ele aldığı dö­ nemde bir gerileme görmediği tezini özetler mahiyettedir: “Sözde ‘gerileme’ dö­ neminde Orta Doğu ekonomisi”, 1500-1800 (“The Middle East economy in the period of so-called ‘decline’, 1500-1800"). “Suraiya Faroqhi, “Crisis and change, 1590-1699”, Halil İnalcık with Donald Quataert, An Economic and Social History o f Ottoman Empire, 1300-1914, Cambrid­ ge University Press, 1994, s. 413 vd. Linda T. Darling, Revenue-Raising and Legitimacy: Tax Collection and Finance Administration in the Ottoman Empire, 1560-1660, E. J. Brill, 1996, Introduc­ tion. Mesela şu sözlerini okuyunuz: “Osmanlı gerilemesi kavramı, Osmanlı İmparatorluğu’nun fiilî şartlarından çok Batı Avrupa’nın kendisi hakkmdaki imajlarını yansıtır” (s. 1). Mesela Mehmet Öz’ün “Onyedinci yüzyılda Osmanlı Devleti”, Türkiye Günlüğü, sayı: 58, Kasım-Aralık 1999, s. 48-53, Erol Özvar’m, “Osmanlı tarihini dönemlendirme meselesi ve Osmanlı nasihat literatürü”, Dîvân, sayı: 7,1999/2, s. 135-151 ve M. Fatih Çalışır’ın “Decline of a “myth”: Perspectives on the Ottoman ‘decli­ ne’”, Tarih Okulu, Sayı: IX, Ocak-Nisan 2011, s. 37-60 başlıklı makaleleri bu meyanda zikrolunabilir. önsöz # 1 1 lememizde yer almayışının sebebi, bu yazıların değersiz olmaları değil, tamamen editoryal kaygılardır. Kitabımıza seçilen makalelere gelince, onları aşağıda kısaca tak­ dim etmek istiyorum. Meseleyi çeşitli boyutlarıyla ortaya koyan ve tartışmaya açan “‘Osmanlı gerilemesi’ masalından uyanmak” başlıklı yazım, hem farklı alanlardan verdiği örneklerle, hem de konuyu tartışan tarihçi­ lere yapılan yoğun atıflarla, aynı zamanda da daha basit bir anlatım sergilediği için bir tür toparlayıcı giriş metni olarak düşünüldü. Onu takip eden iki yazı ise ileride sıkça eleştirilecek ‘gerileme’ paradigmasının ne olduğunu ve nasıl geliştiğini görmek bakımından temel metinler. Özellikle kitapta sık sık eleştirilerine rastlayacağınız Bernard Lewis’in klasikleşmiş makalesi “Osmanlı İmparatorluğunun inhitatı üzerine bazı düşünceler” (aslına sadık bir çevirisi, “Osmanlı gerilemesinin Osmanlı gözlemcileri”dir), yazann temel tezini olduğu kadar Oryantalizmin bir döneminin Osmanlı tarihine yanlı bakış açısını da ele vermesi bakımından bir prototip metin (bir başka deyişle ‘nişan tahtası’) olarak seçildi. Günümüz Osmanlı tarihçilerinin piri Halil İnalcık’m “Osmanlı tarihinde devirler” başlıklı önemli makalesi ise Osmanlı tarihçiliğinde revizyonist tavrı sembolize ediyor. Lewis’in adeta kaderci bir bakışla mahkûm ettiği Osmanlı realitesinin devirden devire değişen yüzle­ rini usta bir tarihçinin yaklaşımıyla canlandıran İnalcık’m makalesi, kitabın ileriki sayfalarında başlayacak sert tartışmalara da bir nevi zemin hazırlamaktadır. Harvard Üniversitesi’nden Cemal Kafadar’ın “Osmanlı tarihinde gerileme meselesi” adlı hacimli metni, birçok açıdan yeni Osmanlı tarihinin müjdelerini veren hakikaten dopdolu bir çalışma. Hem interdisipliner yaklaşımı, hem de felsefeden edebiyata uzanan bir çizgide tarihin içinde yaptığı ufuk açıcı yolculuğu için (tabii zengin literatür bilgisi açısından da) son derece önemli bir yerde duruyor Kafadar’m metni. En vurucu cümlelerinden birisi ise, “OsmanlI’nın gerileyip gerilemediğinden emin değilim”. Yukarıda kitabından bahsettiğimiz Arizona Üniversitesi’nden Linda Darling, yeni sayılabilecek bir makalesiyle (“Osmanlı tari­ 12 o mustafa arm ağa n hinde dönemlendirmeye farklı bir bakış”) mali kaynaklar açısından tartışmaya katılıyor. Yüzyıllar boyu süren bir gerilemenin tarihçiler açısından mantıksız olmakla kalmayıp aynı zamanda Osmanlılarm sosyal ve ahlakî boyutlarını da gözden düşüren normatif (değer yar­ gısı içeren) bir yapıya sahip olduğuna dikkat çekmesiyle de dikkate değer bir metin. Onu Jane Hathaway’in ilgi çekici yazısı takip ediyor. Dönemlendirmeyi bir ‘sorun’ olarak ele alanlar kervanına katılan yazar, böylece Kanuni sonrası döneme büyük ölçüde haksızlık edildiği kanaatindedir. Özellikle bizde üzerinde pek durulmayan Sultan III. Murad’ın (1574-1595), Osmanlı kültür hayatı ve sanatları açısından nasıl dönüştürücü ve zenginleştirici bir etki yaptığını vurgulaması, çarpıcı bir tespit olarak selamlanmalıdır. Gerileme tezinin askerî ve teknolojik boyutuna eğilen dikkate değer bir yazıyı Florida Devlet Üniversitesi’nden Jonathan Grant’in yetkin kalemine borçluyuz. Grant, Osmanlı’nm gerilediği görüşünün, Baü’da İslam dünyasına ilişkin 17. yüzyıldan itibaren gelişen olumsuz tutumun bir ürünü olduğunu söylüyor ve bunu top teknolojisi gibi somut bir alandan örneklerle ayrıntılı olarak delillendiriyor. Türkiyeli okurun yakından tanıdığı Kemal Karpat’m bundan 40 yıl kadar önce, yani henüz bu kitapta toplanan tartışmaların çoğunun ortada bulunmadığı bir dönemde kaleme aldığı öncü makalesi, yalnız mevcut dönemlendirme şemasına yönelttiği eleştirilerle değil, aynı zamanda teklif ettiği alternatif tasnif şemasıyla da dikkat çekiyor. Ona göre tarih kitaplarımızdaki padişahların becerisine göre yapılan çağ sınıflandırması, toplumsal değişimi açıklamaya çalışan sosyal bilimciler açısından yetersiz kalacaktır. Toplumda yaşanan derin dönüşümlere göre bir yeniden tasnif öneren Prof. Karpat’m şeması da tartışmaya açık hiç kuşkusuz. Calvin College hocalarından Douglas Howard’m makalesi ise bu defa Osmanlılarm değişen sisteme ve sistemde vuku bulan değişim­ lere kendi içlerinden yönelttikleri eleştirileri ele alıyor ve Bernard Lewis’in yazısına bir tür dolaylı cevap vermiş oluyor. Dahası, Koçi Bey’in ıslahat layihaları veya Kanuni’nin Sadrazamlarından Lütfi Paşa’nm Âsâfnâme'si gibi metinlerin nasıl okunması gerektiğine dair önsöz « 13 ipuçlarını sunarak, bu metinlere farklı bir gözle bakmayı öneriyor. Mesela Koçi Bey’e atfedilen “ıslahat layihaları”nm bir tanesinin ona ait olamayacağına ilişkin ilginç iddiası, oldukça ikna edicidir ve tartışılması gereken bir tezdir. Üstelik OsmanlI’nın bozulduğuna ilişkin eserler kaleme alan Osmanlı yazarlarının bu içeriden eleştirisi, bugünkü gerilemeci tarihçilerin zannettiklerinden çok başka gaye­ lerle kaleme alınmış olup ilerlemeci tarih anlayışıyla herhangi bir alakası bulunmamaktadır. Bugün gerileme tezini savunan yazarlar, Koçi Bey’i Osmanlı’nm ‘ilerici’ aydınları araşma sokmaya uğraşırken, Howard’m yazısı, tam tersine, onun Osmanlı sistemini ‘geriye’, yani Kanuni dönemine ve onun öncesine döndürmeye çabaladığını or­ taya koyuyor. Böylece bugünkü tarihçiler, Koçi Bey’i destekledikleri sürece, OsmanlI'nın en azından bir asır öncesine geri dönmesini savunmuş olmaktadırlar ki, 17. yüzyıl nasihatname yazarlarının muradlarıyla bugünkü tarihçilerin veya popülist yazarların muradları arasındaki temel çelişki de böylece gün yüzüne çıkmış oluyor. Bu yazıyı, biri Ingiltere’den, öbürü de Amerika’dan iki tarihçinin bir 16. yüzyıl Osmanlı aydını üzerinden giriştikleri tartışma takip ediyor. Chicago Üniversitesi’nden Cornell Fleischer’in Gelibolulu Mustafa Âli’yi neredeyse nefes alışverişlerine kadar takip eden de­ ğerli biyografisini, Birmingham Üniversitesi’nden Rhoads Murphey ‘gerileme’ tezine fazla göz kırptığı gerekçesiyle doğrusu biraz ağır bir üslupla eleştiriyor. Fleischer’in bu derlemeye almadığımız oldukça kısa olan savunması, daha doğrusu cevabı ise eleştirinin dozunu ve hedefini şaşırdığını söylüyor; aslında kendisinin, ele al­ dığı yazarın dünyasını yansıtmak için kullandığı kavramların (bu arada ‘gerileme’ kavramının da) Murphey tarafından bu şekilde abartılarak eleştirilişinden duyduğu hayreti belirtiyor.5 Bu teknik cevabını içeren makalesini almasam da, kendisini bu çok değerli araştırmasından tanıdığım Fleischer’le yaklaşık 12 yıl önce yaptığım kişisel bir söyleşiye -yegâne örnek olarak- kitabımda yer vermek istedim. Zira söyleşimizde Fleischer’in de gerileme tezine kesin ola­ rak karşı çıkanlar safında olduğu görülüyor ve bir bakıma onu biraz 5 Bkz. Cornell H. Fleischer, “Notes and comments” International Journal of Midd­ le East Studies, sayi: 22,1190, s. 127-128. 14 # m usta fa arm ağan acımasızca eleştiren Rhoads Murphey’e de bu söyleşimiz aracılığıyla cevap vermiş oluyordu. Türkiye’de gelişen yeni tarihçiliğin uçbeylerinden îlber Ortaylı, zaten Osmanlı tarihine farklı bakışıyla ve özellikle şaşırtıcı “yeni” yorumlarıyla kitapları ve televizyon programlarından yakından ta­ nınan bir isim. Buraya aldığımız bir sempozyumda yaptığı irticali konuşmanın metnini okuduğunuzda eminim Osmanlı Devleti’nin ‘Son İmparatoru’ dediği Sultan II. Abdülhamid’e kucaklayıcı bir ta­ vırla yaklaşırken, onu ve dönemini kuşatmış olan teorik ağları nasıl yırtabildiğim görecek, hatta yaygın “gerileme” ve “çöküş” söylemi­ nin manasız, indî, gerçekle teması olmayan ve tahripkâr bir yorum olduğunu nasıl ortaya koyduğuna ve has bir tarihçinin bu konuya yaklaşımının nasıl olması gerektiğine de şahit olacaksınız. Son üç makale de, ilginçlikte öncekilerden aşağı kalmıyor, üç önemli araştırmacı, kendi alanlarından gerileme kavramının eleş­ tirisini yapıyorlar. Binghampton Üniversitesi öğretim üyelerinden olup 10 Şubat 2011 günü yitirdiğimiz, talebelerinin “Donald Paşa” dedikleri Donald Quataert’in “Osmanlı tarih yazımı ve “gerileme” kavramına yönelik değişen tavırlar” başlıklı makalesi, usta bir tarihçinin soğukkanlılı­ ğıyla kaleme alınmış. Quataert’in gerüeme paradigmasının Osmanlı tarihinin birçok yönünü görmemize nasıl mani olduğunu sade bir üslupla dile getiren makalesi, aynı zamanda Osmanlı tarihçiliğinin son yüzyılını gözden geçirmesi ve tarihçilerin gerileme kavramına bakışının nasıl bir değişim geçirdiğini sergilemesi bakımından son derece önemli bir metin. Yıldız Teknik Üniversitesi’nden mimarlık tarihçisi Uğur Tanyeli’nin bu defa mimarlık tarihi bağlamında gerileme kavramına getirdiği eleştiriler, hem teorik, hem de, az da olsa pratik temellere istinat ediyor. ‘Klasik sonrası dönem’ denilen ve bir tereddi ve yoz­ laşma mimarisi olarak zikredilen mimari eserleri yapanların, gerçekte yenilikçi olduklarını ve asıl önemlisi, zamanın sürekliliği içerisinde neden yenilenmek ihtiyacını duyduklarını da başarıyla açıklıyor. önsöz ♦ 15 Son yazı, bir bakıma kitabı hem noktalama, hem de çerçevele­ me görevini üstleniyor. Mehmet Genç hocanın çeşitli mahfillerde dillendirdiği veya bazı yönlerini kaleme aldığı dönemlendirme ve gerileme hakkındaki görüşleri, ilk defa bu kitapta derlenmiş oldu. Mehmet Genç’e göre, Osmanlı’da ekonomik olarak bir gerilemeden ziyade, insanlık tarihinde benzeri görülmeyen bir atılım olan Batı kalkınmasının, kendi yolunda gelişerek devam etmekte olan Os­ manlI sistemini, tıpkı dünyadaki bütün Batı-dışı sistemlere yaptığı gibi, geçmesi olgusuyla karşı karşıyayız. Bize gerileme olarak gelen durum, bir tereddi değil, yarışta geride kalma, geçilme meselesidir. Genç hocanın dikkatimizi çektiği bir başka husus da çok önemli­ dir. Mesela Bernard Lewis, kitaba aldığımız prototip yazısında 16. yüzyıla ait dokümanların muntazam, teferruatlı ve modern usullere uygun olduğunu, buna mukabil 17.-19. asırlara ait malumatın gayri muntazam, yanlış ve gayet muhtasar olduğunu söylemektedir. Oysa Mehmet Genç’in yaklaşımına göre, durum tam tersidir. 16. yüzyıl yazışmalarında sık sık imla hataları görülebilirken, 18. ve 19. yüz­ yıllarda kayıtlar gayet mükemmelleşmiş, hatalar ise olabildiğince azalmıştır. Bu da, bürokrasinin 17. yüzyıldan itibaren gelişmesine devam ettiğini, giderek profesyonelleştiğini göstermektedir. Osmanlı Tarihini Yeniden Yazmak: Gerileme Paradigmasının Sonu, Osmanlı tarihçiliğinde yükselmekte olan bir eğilimin, yani anti-gerilemeci paradigmanın verimlerinin derli toplu sunulduğu bir ilk kitap. (Bildiğim kadarıyla Osmanlı tarihiyle ilgili en çok yayın yapılan dillerden olan İngilizcede de benzeri bir derleme henüz mevcut değil.) Kitap, eksik ve hatalarıyla birlikte Osmanlı tarihine dair yeni bir kavrayışın kapılarını açabilirse, büyük ölçüde amacına ulaşmış olacaktır. Son olarak makalelerini yayınlamama izin verme lûtfunda bu­ lunan değerli yazarlara ve emek veren çevirmenlerimize ne kadar teşekkür etsem azdır. Katkılarıyla oluşan kitabımızın, genç araştır­ macıları da bu konuda çalışmaya teşvik etmesi en büyük dileğimdir. Osmanlı tarihinin içine soktuğumuz ‘gerileme zindam’ndan azad olacağı günlerin uzakta olmaması umuduyla... 16 o mustafa arm ağa n Not: Elinizdeki derleme, ilk olarak 2006 yılında Osmanlı Geriledi mi? başlığıyla Etkileşim Yayınları’ndan çıkmış ve kısa sürede 2. baskısına ulaşmıştı. Bu defa Timaş Yayınları’mn önerisiyle yeniden basılması gündeme gelince, metinler gözden geçirildi. Ayrıca kitaba iki yeni metin ilave edildi. Birisi, müteveffa Quataert’in ilk baskıya alama­ dığım makalesi, diğeri ise Fleischer’le bizzat yaptığım söyleşidir. Böylece ilk baskıda Giriş bölümüyle 13 adet tutan metin sayısı, bu baskıda 15’e çıkmış ve kitap, haliyle biraz daha genişlemiş oldu. Bu yapısıyla kitabın Osmanlı tarihi çalışanlara ve Osmanlı tarihini giderek daha çok merak eden okurlara daha yararlı ve doyurucu bir hale geldiğine inanıyorum. Mustafa Armağan Temmuz 2011, Ümraniye Giriş Tarih, zannedildiği gibi masum bir malumat küpünden ibaret değildir. İçinden niyetlerimiz geçer, arzularımız, hayallerimiz, hayal kırıklıklarımız ve hınçlarımız geçer. Hasım cepheye yollanacak en müsait 'bombalar tarih cenahında depolanır. Tarih üzerinden kendi cephemize de, karşı tarafa da yollanan mesajlar, ideoloji postanele­ rinin soğuk damgalarım taşır. Bir yerde, tarihi anlatmak kendimizi, yani bugünü anlatmaktır; bugünü ve bugünün ilgilerini, eksikliklerini, zihinlerdeki vakumu, perspektifini. Daha doğrusu, “Tarih” diye okuduğumuz malumat yığını, hiç de ham, masum ve tarafsız bir olay aktarımı olmayıp her zaman başka beyinlerin kim bilir hangi süzgeçlerden geçirerek önümüze servis ettiği, işlenmiş, rafine edilmiş, yönlendirilmiş ve pişirilmiş yemeklerdir. Başka türlü söylersek, bugünü kurmaya ni­ yetlenmiş yakın geçmişin galip aktörlerinin, dünyaya bakacağımız pencerelere yerleştirdikleri camlar ve demir parmaklıklardır tarih kitaplarındaki anlatılar. Daima o parmaklıkların arasından görürüz dünyayı. İşin garibi, onların arasından bakan mahpus çehremizi yine onlar aracılığıyla keşfederiz. Eflatun’un mağara istiaresindeki dış dünyadan bihaber zavallı adamlar gibi arzu edilen yöne bakmakla yükümlüyüzdür; dışarıda neler olup bittiğini göremediğimiz gibi, ‘zamanın dışarısı’ diye bir yer olduğunun da farkında değilizdir çoğunlukla. Güneşe 18 o mus ta fa arm ağa n sırtım dönmüş, sürekli gölgelerden belli manalar çıkartmaya koşulu bir topluluğun kaderidir gerçeğe hasret kalmak; ‘asl'm ne olduğunu, nasıl bir şey olduğunu hissedememek; ve gölgelerin sahiplerini bir türlü keşf edememek; en kötüsü de belki, kendilerini bu konuma mahkûm eden efendilerine kızacak yerde, onları kurtarıcı gibi hür­ metle selamlamak... Almanların 17. yüzyıldan itibaren Çeklere, Amerikalıların 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Almanlara, İsraillilerin Filistinli Araplara, İngilizlerin Hindlilere, Fransızların Cezayirlilere, Rusların Tatarlara öğrettiği tarihler belki seçilmiş ama kesinlikle istisnaî olmayan örneklerdir. Bunlar açıkça sömürge tarihleridir ve bir yere kadar böyle öğretilmesi anlaşılabilir (anlayışla karşılanabilir anlamında değil, sömürgeciliğin mantığından ötürü anlaşılabilir diyorum). İyi ama biz bir sömürge tecrübesi yaşamadığımız halde en yakınımızda bulunan muazzam bir tarih alanı nasıl oldu da sö­ mürgeci bir mantıkla yazılıp okutulabildi? Eğer mesela bir İngiliz sömürgesi olsaydık, tarihimiz bundan farklı mı öğretilecekti? Osmanlı yine kötülenecek ve kendileri kurtarıcı olarak alkışlanacak değil miydi? Gördüğünüz gibi yaklaşık 90 yıldır okumakta olduğumuz tarih modeli aşağı yukarı sömürgecilerinkiyle aynı yolun yolcusu. Osmanlı tarihinin okul kitaplarında veya popüler tarih yazarları­ mızın kaleminde nasıl anlatıldığını hatırlarsınız. O, kanlı bir antolo­ jidir (Çetin Altan); geri kalmışlığımızın sembolüdür (YusufAkçura); önce dışarıyı, gücü tükenince de içeriyi talana girişen yağmacı bir devletin değişmez kaderinin hikâyesidir (Friedrich Engels), Osmanlı, Batı’daki bilimsel gelişmeleri bir türlü anlamamıştır (Mümtaz Tur­ han), 'zirvedeki cüce’ olan Kanuni'den sonra uyumaya başlamış bir devdir (Necip Fazıl Kısakürek) vs. Osmanlı tarihini bir de emperyalist Batı cephesindeki kışkırtıcıların kaleminden okuyanlar, bilimsellik maskesinin altına ne tür menhusluklar gizlendiğini fark etmekte fazla zorlanmayacaklardır. Bugünkü varlık ve kimliğimizi kendilerine borçlu olduğumuz atalarımızın, yani Osmanlılarm tarihini anlamamızın önündeki en büyük engellerden birisinin, kitabımızın konusunun oluşturan inatçı ‘gerileme’ saplantısı olması pek şaşırtıcı değil. Zira başka ko­ nularda taban tabana zıt gibi görünen kalemlerin bu temel noktada neredeyse tek bir saf, hatta muntazam tek bir duvar oluşturmaları giriş + 19 epeyce alışık olduğumuz bir durum. ICitap boyunca ele alacağımız ‘gerileme anlatısı', popüler tarihte o kadar sık tekrarlanmakta ve o kadar apaçık bir gerçekmiş gibi teklifsizce zikredilmektedir ki, tarih okurları, daha işin başlangıcında edindikleri bu izlenimin bir olgu mu, yoksa bir iddia mı olduğunu, daha doğrusu, realist bir tespit mi yoksa ‘belli bir' Osmanlı resmini zihinlere yerleştirmek için girişilmiş bir efsaneleştirme gayretinin ürünü mü olduğunu sorgulamayı dahi gereksiz buluyorlar. Ve tarihe yapılan bu müdahale böyle yıllar yılı sürüp gidiyor. Hangi siyasî görüşe mensup olursanız olun, hangi düzeyde ve dalda eğitim alırsanız alm, kültür ortamımızda, tıpkı ilkel kabilelerdeki tabu gibi, ‘gerileme’yi tartışmak cesaret gerektirir. Öyle ki, adeta bir dokunulmazlık zırhına büründürülmüş durumdadır. Sözü edilen gerilemenin bu haliyle bir ‘olgu’ değil, bir ‘değer yargısı’ olduğunu söylemeye, en azından şüphelerinizi belirtmeye ve sorgulamaya kalktığınızda dahi insanların ilk tepkisi şu oluyor: ‘Zaten Osmanlı gerilememiş miydi? Gerileme olmamış idiyse Osmanlı Devleti neden yıkıldı? Ya da biz kitaplardan böyle öğrendik!' Öte yandan ‘gerileme'den neyin kast edildiğini iyice belirlemeden, gerçekte ne olduğunu eski deyişle ‘hail u fasl' etmeden, yani bir tür ‘karakucak usulü' girişilen bu telaşlı yorumların nereden kaynak­ landığına bakarsanız, şaşkınlığınız bir kat daha artacaktır. Çünkü ‘gerileme’iddiasının Bernard Lewis’in dediği gibi OsmanlIların kendi içinden mi gözlemlendiği, yoksa hasımları olan Avrupalı gözün bir yakıştırması mı olduğu, yeterince dikkat sarf edilmeyen karanlık bir nokta olarak karşımıza çıkacaktır. Tereddî mi, inhitat mı? İddia sahipleri ‘gerileme’ derken neyi kast ediyorlardır sahiden de? Tereddî midir kast olunan şey, yoksa inhitat mıdır? Eğer tereddî anlamında bir gerilemeden söz edeceksek, o zaman şunu söylüyoruz demektir: Osmanlı Devleti (ve toplumu) ilerlediği konumdan geri­ lemiştir, geriye doğru gitmiştir. Kendi içinde bir dejenerasyon, yani bozulma yaşamıştır. Kastımız bu ise eğer, dışarısı, yani OsmanlI’nın ‘öteki’si olarak kurguladığımız Avrupa’nın ilerleyip ilerlememesiyle 20 ♦ mus ta fa arm ağan bir işimiz yok demektir, çünkü bu durumda Avrupa yerinde saysaydı bile biz kendi içimizde bir gerileme yaşayacaktık veya yaşıyorduk. Kısacası, geri kalmışlığımızın sebebi şudur: Osmanlı Devleti bozul­ duğu için geri kaldı. Aslıda burada müteveffa tarihçi Donald Quataert’in kitabımız­ daki makalesinde dikkat çektiği bir totoloji gizlidir: ‘Osmanlı düzeni bozulduğu için geri kaldı / Osmanlı düzeni geri kaldığı için bozuldu.’ Hangisi doğru? İkisi de! Hangisi yanlış? İkisi de! Mantıkta içi boş ifadelere totoloji deniliyor ve biz Osmanlı tarihinin son yarısını bu içi boş yargıların kıskacında kıvrandırmaktan garip bir zevk alıyoruz. Ancak ‘gerileme’nin ikinci anlamına gelirsek, yani bu terimle Osmanlı sisteminin kendi içinde bir tereddi geçirdiğini değil de, Av­ rupa ülkeleriyle olan yarışında geri düştüğünü ya da geride kaldığını kast ediyorsak, o zaman şunu söylüyoruz demektir: Osmanlı kendi içinde yoluna devam ediyordu, ilerliyordu, ancak bir tarihten sonra Avrupa tarafından geçildi. Kastımız bu ise OsmanlI’nın tereddî’sini ya kabul etmiyoruz ya da önemsemiyoruz demektir, çünkü Osmanlı kendi temposunda yoluna devam etseydi bile -ki etmişti, bu açıkAvrupa’nm modern çağlardaki olağanüstü ilerleme temposu karşı­ sında yine de geride kalacakü. Bu, kaçınılmazdı demeye getiriyoruz. Metinlerine eğildiğimizde, ‘gerileme’tezini savunanların burada­ ki anlamlardan hangisini murad ettiklerini ayırd etmenin hakikaten güçleştiği örneklere de rast geliyoruz. Bazen bu iki anlamın, yani tereddi (decay) anlamı ile inhitat (decline) anlamının birlikte veya birbirinin yerine kullanıldığına ya da onları konjonktüre göre bazen ilk anlamda, işlerine geldiği zaman da öbür anlamda kullandıklarına şahit oluyoruz; olacağız. Velhasıl şöyle bir tablo çıkıyor karşımıza: Osmanlı devleti ve toplumu ya kendi içinde bir çürüme yaşadı, ya da Batı karşısında geri kaldı veya her ikisi de beraberce vuku buldu. Cemil Meriç’in, ‘kavramlarımızı, parayı verenin istediğini yapan kötü kadınlar olmaktan çıkaralım’ çağrısını hatırlatmanın yeri tam burası değil mi? Ancak bu iddianın sahiplerinin, kendi içinde çürüyen bir sis­ temin nasıl olup da, çürümeye başladığı söylenilen tarihten, yani Kanuni’nin 1566’daki ölümünden devletin yıkılışına kadarki 357 giriş ♦ 21 (üç yüz elli yedi) yıl, yani 3,5 asır, yani Türkiye Cumhuriyeti’nin ömrünün yaklaşık 4 katı kadar bir süre boyunca yaşamaya devam ettiğini, ayakta kalabildiğini, Osmanlılarm asıl bu mucizeyi nasıl başardıklarım da açıklamaları gerekir. Çürüme süresi, sağlıklı olduğu varsayılan ömrünün -kuruluşundan Kanuni’nin ölümüne kadar geçen süre 267 yıldır- yaklaşık bir asır fazlasına tekabül eden bir devletin bu ‘yavaş ölümle, bir başka deyişle bu muazzam başarıyla ağır ağır nasıl çürüyebildiği (!) ise apayrı tartışma konusudur. Türkiye’de akademik çevrelerde ve Amerika Birleşik Devletleri’nde Neo-Conlar arasında pek bir tutulan -hatta çoğunun üniversiteden hocası olduğu söylenen- Oryantalist Bernard Lewis’in gerileme me­ selesine yaklaşımı, yurt dışında olduğu kadar yurt içinde de epeyce taraftar bulmuşa benzemektedir. Maalesef Modern Türkiye’nin Do­ ğuşu adlı, Metin Kıratlı tarafından yapılan tercümesi tam bir facia olan ve Türk Tarih Kurumu gibi medar-ı iftiharımız olması gereken bir kurumun bastığı demode olmuş kitabından Türk okuru ne an­ ladı, bilmiyorum ama anladıkları bile yetmiştir diye düşünüyorum Osmanlı’yı anlamamalarına. Bernard Lewis’in neredeyse yarım asırdır Müslümanlara ve tabi­ atıyla OsmanlIlara karşı püskürttüğü öfke lavları nasıl yurt dışında Samuel Huntington’m “Medeniyetler Çatışması” tezine müsait bir zemin hazırlamışsa, içeride de anlamsız bir Îslam-Batı karşıtlığını, hadi o neyse ama Avrupa karşısında Osmanlı Devleti’ne haksız yere yakıştırılan bir zafiyet ve acziyet retoriğini canlandırmışa benzemek­ tedir. Ne var ki, Bernard Lewis’in ‘Osmanlı gerilemesi’ (Ottoman dec­ line.?) hakkmdaki ana tezinin arka planı çok daha vahim ve tehlikelidir. Görüşlerinin eleştirisine birazdan geçeceğiz; ancak önce ne de­ diğini kısaca bir görelim. Bernard Lewis ne diyor? Bernard Lewis’in kafasında Batı o kadar sorgulanmaz ve yüce bir konumdadır ki (sanki bizim değil!), bütün dünya, İslam alemi ve elbette Osmanlı da, ona yaklaşabildiği veya benzeyebildiği oranda bir şeye benzeyecek, ondan uzaklaştığı oranda da, bir değer ifade ediyor olmaktan hızla çıkacaktır. Nitekim 11 Eylül 2001 saldırısından 22 ♦ mustafa arm ağa n hemen sonra yayınladığı kitabı What Went Wrong? (Yanlış Giden Ne?), Lewis’in kafasındaki rahatsız edici modeli bir ayna gibi yansıt­ maktadır. Ona göre İslam aleminde yanlış giden bir şey var: Bütün gayretlerimize rağmen, onlar bizim gibi olmadılar. Neden olmadılar? Bize benzemeleri için daha neler yapmamız lazımdır? Bir nevi NeoConlara baba nasihatları yani... Lewis’in uzmanlık sahası olduğuna inanmak istediğimiz ama çoğu zaman bir gazetecinin mi, bir ideologun mu yoksa bir bilim adamının mı konuştuğunu anlayamadığımız ayırımcı yargılarına bakınca aynı tavrı, pervasız bir şekilde tarih alanına da taşımış ol­ duğunu görmekteyiz. İki hasım medeniyet vardır onun kafasında. Bu ezelî husumet, İslamiyetin 15 asır önceki zuhuruyla başlamış, muhtelif zigzaklar çize çize bugüne kadar gelmiş ve maç, artık Batı’mn nihai galebe­ siyle sonuçlanmıştır. Şimdi kolu kanadı kırılmış olan bu “hasm-ı bî-âmân”ı hazmetme zamanıdır, dolayısıyla tarihin sonu yakındır. Bernard Lewis’in muhakemesi şöyle işliyor: İslamiyet bin yıldır Hıristiyanlığa galebe çalışıyordu. Ne zaman ki, Viyana önlerinde Türkler bozguna uğratıldı, o tarihten itibaren İslam alemi Avrupa’dan elini eteğini çekmeye koyuldu. Ardından da Osmanlı güneşi askerî, ekonomik ve bilimsel olarak Batı’nm karşısında ‘tutulmaya başladı’ (Osmanlı tutulması). Osmanlı’mn yaşadığı bu ilk derin utanç, sonraları Müslümanlar arasında Batı’ya karşı “saldırgan bir öfke”ye dönüştü. İşte bugün Müslümanların modern Batı’ya duydukları yaygın öfkenin1tarihî kökleri buralara dayanmaktadır. Şöyle yazar bir yerde: 1 11 Eylül saldırılarından sonra bu iddia, ABD ve Avrupa’da daha yaygın bir ta­ raftar kitlesi buldu kendine. Newsweek!in Aralık 2001-Şubat 2002 tarihli Özel Davos Sayısı’ndaki iki makale özellikle dikkat çekmektedir. Birisi, Medeniyetler Çatışması tezinin mucidi Samuel P. Huntington’m “The age of Muslim wars" (Müslüman Savaşları Çağı) başlıklı yazısıdır ki, da başlığından kışkırtıcılığı anla­ şılmaktadır (s. 6-13). Prof. Huntington’a göre 11 Eylül uzun zamandır iç çaüşmalarla bölünen Batı’mn yeniden birleştiği tarihtir. Çünkü 11 Eylül'le beraber İslam birliği gelebilir. Francis Fukuyama ise “Hedefleri, Modern Dünya” (Their target: The Modern world”) başlıklı yazısında (s. 58-63) “gerçek düşmanı” belirlemiştir: İslam faşizmi (Islamo-fascism). Fukuyama’ya göre Alman faşizmi çöktü ama iç çelişkilerinden dolayı değil, Müttefiklerin bombalarıyla! Öyleyse İslam faşizmini giriş ♦ 23 Bu bir medeniyetler çatışmasından daha hafif bir şey değildir -Yahudi-Hıristiyan mirasımıza, laik düzenimize ve her ikisinin yeryüzüne yayılmasına karşı kadim bir hasmm belki bilinçdışı fakat kesinlikle tarihî bir tepkisidir.2 Bernard Lewis’in, OsmanlIları, medeniyetle özdeşleştirdiği Avrupa’dan dışlayıcı tavrında rahatsız edici yaklaşımı sıra tarih hesaplaşmasına gelince iyice belirgin hale gelmektedir. Ona göre Rönesans mutlak bir şekilde ‘Avrupalı’, dolayısıyla münhasıran ‘Batılı’ bir gelişmedir ve işin garibi, Avrupa’nın burnunun dibinde yaşayan Osmanlılar ona ne merak duymuşlar, ne de oluşumuna iştirak etmişlerdir. “Kayıtlar göstermektedir ki” diyor Türkçeye Müslümanların Avrupa’yı Keşfi adıyla çevrilen kitabında (orijinal adı: The Muslim Discovery of Europe), “18. yüzyılın ikinci yarısına kadar [OsmanlIla­ rın Avrupa hakkında topladıkları] malumat çoğunlukla hurafeden öteye geçmeyen, hatalı ve neredeyse daima güncelliğini kaybetmiş bilgilerden ibaretti.” 18. yüzyılda Osmanlılar Avrupai tarzda diplo­ masi ve askerî teknikleri benimseyince bu taşlaşmış gövdede bazı kıpırdanma alametleri başladı. Ancak 19. yüzyıl başlarmdadır ki [Tanzimat’a giden süreci kastediyor], Müslümanların tavırların­ da esaslı değişmeler görüldü. Böylece Müslümanlar, Türkiye’den başlayarak Hıristiyanlık ile İslam alemleri arasında yalnız iktidar bakımından değil, bilgi halamından da dengelerin değiştiğini fark ettiler ve ilk defa Avrupa dillerini öğrenmenin değerini anladılar. Lewis’e göre, Müslümanların kendi dillerine olan ilgileri bile yok denecek kadar alt düzeydeydi, dolayısıyla bu vazifeyi, ülkelerine gelen emperyalistler ile misyonerler üstlenmişti. 2 de ancak bombalar çökertebilir. Emperyalizmin mantığım görüyorsunuz: Hiç değişmiyor. Önce kafanızda bir düşman yaratıyorsunuz, sonra onu nasıl berta­ raf edeceğinizi planlıyorsunuz ve nihayet düşmanın üzerine bombalar yağmaya başlıyor. Bernard Lewis, From Babel to Dragomans: Interpreting the Middle East, Lon­ don: Weidenfeld and Nicholson, 2004, s. 330’dan nakleden, William Dalrymple, “Foreword: The Porous frontiers of Islam and Christendom: A clash or fusion of civilizations”, Editör: Gerald McLean, Re-Orienting the Renaissance: Cultural Exchanges with the East, New York: Palgrave Macmillan, 2005, s. XVI. 24 * mu sta fa arm ağan Yazanınızın temel somsu şudur: Müslümanlar neden bu kadar ilgisiz ve meraksızdırlar? Tarihi silahsızlandırmak! Bernard Lewis bunu İslam medeniyetinin modern Batı karşı­ sında gerilemiş olmasına bağlıyor ve bütün analizi de bu kritik soru üzerinde şekilleniyor zaten. Müslümanlar modern Batı karşısında uğradıkları hezimeti ancak Batı'mn önünde diz çökerek atlatabile­ ceklerdir ve asıl rahatsız edici olan nokta, Lewis’in gerileme tezinin, aslında İslam dünyasını bu teslimiyet noktasına getirmeye icbar edecek bir silah olarak tasarlanmış olmasıdır. Oysa ne Rönesans hadisesi Lewis’in anlattığı gibi bir “Avrupa mucizesi”dir, ne İslam dünyası ile Avrupa (Hıristiyan alemi) arasında, onun varsaydığı türden uzlaşmaz ve mutiak bir karşıtlık sözkonusudur, ne de Müslümanlar meraklılılc ve dünyayı gezip seyahatname yazma konusunda Batılı meslektaşlarından doğaları gereği geride bulunmaktadırlar. (Kendi kültür çevremizden de ‘Osmanlı seyahat etmeyi sevmezdi’ gibisinden kaba oryantalist tavırların sık sık boy verdiğini biliyoruz.) Bunu örnekleriyle ortaya koymak hiç zor değil. Ancak bu konuyu ömeklendirmeye girmekyerine, cevap olarak yine Batı’da bazı ‘insaf­ lı’ Oryantalistlerin son yıllarda ortaya koydukları eserlere kuşbakışı bakmak sanırım yeterli olacaktır. İngilizce literatürde son zamanlarda yayınlanan bazı çalışmalar, Rönesans'ın sınırlarını İslam alemini içine alacak şekilde alabildiğine genişletirken, aynı zamanda bugüne kadar Avrupalı köklere dayandı­ ğını bildiğimiz pek çok pür ‘Batılı’hadisenin içerisinde Müslümanla­ rın, özellikle de Osmanlı etki ve aktörlerinin bulunduğunu kesin bir dille ortaya koymaya başladı. Mesela Oxford Üniversitesi Yayınlan tarafından basılan Jerry Brotton’un The Renaissance Bazaafı [Röne­ sans Pazan] (2002), Yale Üniversitesi Yayınlan tarafından yayınlanan Deborah Howard’in Venice and the East! [Venedik ve Doğu] (2000), Columbia Üniversitesi Yayınlan arasında çıkan Nabil Matar’m Turk, Moors and Englishmen in the Age of Discovery’si [Keşifler Çağı’nda Türkler, Mağripliler ve İngilizler] (1999), Pennsylvania Üniversite­ giriş « 25 si Yayınları’dan çıkan Nancy Bisaha’nın Creating East and West i [Doğu’yu ve Batı’yı İcat Etmek] (2006) bize sırasıyla Osmanlı katkısı olmadan Rönesans’ın mümkün olamayacağını, Venedik şehri ve kültürünün İslam aleminin fırmmda piştiğini, Osmanlı’nm kollarının İngiltere gibi İslam aleminin etkisinde fazla kalmadığı zannedilen bir ülkeye dahi uzanmış olduğunu ve Rönesans aydınlarının Osmanlı’ya zannettiğimizden daha fazla ilgi göstermiş olduklarını ayrıntılı olarak göstermiş bulunmaktadır. Böylece artık ‘Rönesans’ve ‘Avrupa’gibi, büyük ölçüde 19. yüzyıl Avrupa tarihçilerinin ve Bernard Lewis gibi gayretkeş ve ateşli oryan­ talistlerin eseri olan Avrupa menşeli ‘inşaların çürüklüğü gösteril­ mekte, kısırlaştırılmaya çalışılan Osmanlı ve İslam (ve tabii Doğu) yorumlarının yarıçapları genişletilmekte ve tarihçilik mesleğinin önüne bol oksijenli yeni ufuklar serilmektedir. Hatta Clive Ponting gibi yetenekli bir İngiliz tarihçisi, son yıllarda kaleme aldığı farklı bir Dünya Tarihi’nde, meslektaşlarına açık bir çağrıda bulunarak, kendilerinin Avrupalı olmayanların tarihlerini yeterince yazdıklarım, artık Avrupa’nın tarihini Avrupalı olmayan halkların da yazması gerektiğini, bu yapılabildiği takdirde Avrupa tarihinin şimdiye kadar kendi tarihçilerine görünmeyen ilginç yüzlerinin ortaya çıkacağını ve kusurlarının daha iyi fark edileceğini yazma cesaretini göstermişti. Aynı husus, bir anlamda Avrupa ve Osmanlı tarihleri için de geçerli değil midir? Artık Avrupa tarihinin yörüngesinde bir uydu gibi dolaşan, neredeyse sadece Avrupa’ya karşı ilerlemiş ve onun karşısında gerilemiş bir devletin kısır bağımlılık öyküsüne indirgenen Osmanlı tarihinin (ve karşısında hep parlak sayfalan anlatılan Avrupa tarihinin) karmaşıklığını ve çok-boyutluluğunu, karşılıklı bağımlılı­ ğını ortaya koyacak kapsamlı bir tarih yazma girişiminin entelektüel gündemimize girmesi zamanı geldi de geçiyor bile. Mevcut tarih anlatısından, daha doğrusu mevcut tarih paradigmasının bakış açı­ sından bakabildiğimiz kadar baktık ve bunun sımrma gelip dayandık. Artık bu anlatı, ele almak istediğimiz gerçekliği göğüslemekte iyice dermansız kalmış durumda. Bilimsel kisveli ideolojik kitaplarımız­ dan popüler tarihçilere kadar yayılan ‘gerileme paradigması’nm sımrlanna gelip dayanmış bulunuyoruz. Bu sınınn ancak Osmanlı büyüklüğüne yaraşır bir çok-katlı paradigmayla aşılabileceğini dü­ 2 6 * mustafa arm ağa n şünüyorum. Onun ihtiva ettiği karmaşıklığı göğüsleyebilecek güçte bir modellemeyle daha önceki ağlarımızın avlamakta yetersiz kaldığı olguları yakalayabileceğimiz bir yetkinlik düzeyine erişmesi gerekiyor tarihçiliğimizin. Aksi halde, havanda su dövmeye devam edecek ve tam da bu sebeple, Osmanlı, Batı’yla girdiği yarışta geri kalacaktır! Bir başka deyişle, dünya tarihçiliği, incelediği alan üzerinde makro ve mikro düzeylerde alabildiğine genişler ve derinleşirken, bizim elimizdeki zengin malzeme, köhne bir metodoloji ve delik deşik yelken bezleriyle fırtınalı tarih denizinde yalpalayarak ilerlemeye devam edecektir. İşte Osmanlı tarihi hakkında yaygın olan ‘‘kuruluş-yükseliş-duraklama-genişleme-çöküş" şemamızın ulaştığı ‘yetkinliğe’ günümüzden popüler bir örnek: Bir popüler tarih yazarına göre Osmanlı Devleti ve toplumu 400 yıldan beri bozulmaktadır! Ama bu bozulmanın temeli ‘ruhsal’dır, yani ‘önce ruhlarımız bozuldu, ondan sonra da kurumlarımız. 400 yıl önce uykuya daldık, bir de uyandık ki, Batı bizi geçmiş’. Panikten sonra artık gelsin aşağılık duygusu, gitsin yenilmişlik psikolojisi... Bir dergiden alıntıladığımız bu örneğe, yukarıda gerileme kavra­ mına getirmeye çalıştığımız tereddî-inhitat ayrımını gereksiz kılacak bir birleştirme çabasının hakim olduğu gözden kaçmıyor. Hem Os­ manlI kendi içinde bozuluyor; yani ruhen bozuluyor. Sonra kurumlar da bu kirlenmeden nasiplerini bir şekilde alıyorlar. Rehavete kapılıyor ve uyuyorlar. Buraya kadar tereddi kısmı. Ardından bir de bakıyor ki, Avrupa kendisini geride bırakmış; böylece paniğe kapılıp yenilmişlik kaygısı ile aşağılık duygusuna kapılıyor. Sonrası malum. Tarihinin yarısından fazlasını bozulmayla geçirmiş bir impara­ torluk manzarasının abesliği bir yana, buradaki asıl aşağılık duygu­ sunun, bu tarihin gerçek aktörlerinde mi yoksa tarihi böyle yazmaya kalkan sözde tarihçilerimizde mi olduğunu insan iyice merak etmeye başlıyor. “OsmanlIları geri getirmek”? Ashab-ı Kehf kıssasından epeyce yararlanmışa benzeyen bu kaba gerileme takıntısı ne yazık ki, tarihin 400 yıldan önceki altın sayfala­ rını da karalamakta olduğunun farkında değildir. Çünkü böylesine giriş ♦ 27 uzun bir uykuya meydan veren ‘suçlu’birileri olmalıdır ve uyuyanlar birdenbire, bir mutasyonla ortaya çıkmadıklarına göre, zaaflarının kökleri, 400 yılın öncesindeki parlak sayfalarda bulunmalı değil midir? O zaman o yükseliş (uyanıklık) devri nasıl Altın Çağ olabiliyor? sorusu gelecektir ister istemez. O insanların uykusunu getiren bir dönem, kendi içinde yüceliğini de yitirmez mi? En azından bıraktığı uyutucu miras açısından sorgulanmalı değil midir o Altın Çağ’m kendisi de? Sorular cevapsız kalıyor ve Osmanlı tarihi çökmeye devam edi­ yor... Elbette kafalarımızda ve tarihçilerimizin adeta testereleşen kalemlerinde... Allah’tan ki, dünyada iyi tarihçiler var da, kötü örnekleri seçebi­ liyor ve gerçekten tarihi anlamaya çalışanlar ile ona ideolojilerine uygun elbiseler biçmeye kalkanları birbirinden ayırd edebiliyoruz. Kafasını kullanan ve gönlünü olmasa bile, aklını, araştırdığı alanın hizmetine koşan tarihçi ile kafasındaki şablonu tarihe doğrulatmak ve kapıldığı aşağılık duygusunu onun sırtına yükleyerek hafiflemek için çırpınanları da bu sayede temyiz edebilme imkânına sahip oluyoruz. Caroline Finkel’ın kitaba alamadığım bir makalesindeki tespitiyle söylersek, tarihçiliğimizin önündeki acil görev, ‘Osmanlıları geri getirmek’tir.3Bir başka deyişle, onların tarihte kaybolmuş seslerini geri çağırmak, kendi sesleriyle konuşmalarına müsaade edecek bir ortam kurmaktır. Küreselleşme çağında bütün toplumlar ve millet­ ler, alt-milletler, hatta Çingeneler gibi marjinal gruplar4 dahi kendi öykülerini yeniden anlatmak için çırpmırlarken, bizim çarpıtılmış öykümüzü tekrarlama lüksümüz, korkarım bu gidişle sonunda dilsiz kalmamıza da sebep olacaktır. 3 4 Caroline Finkel, ‘“The treacherous cleverness of hindsight’: Myths of Ottoman decay”, Editor: McLean, age, s. 152. Mesela “Osmanlı Çingeneleri” üzerine yapılan çalışmalar geçen yüzyılda Paspatis adlı İstanbullu bir Rum doktorun eseriyle başlamış olup halen artarak de­ vam etmektedir. Yeni çıkan çalışmalardan birisi için bkz. Elena Marushiakova ve Vesselin Popov, Gypsies in the Ottoman Empire, Centre de reserches tsiganes, University of Gertfordshire Press, 2001. Ayrıca Angus Fraser’m Çingeneler adıyla Türkçeye kazandırılan The Gypsies’inde Osmanlı Devleti’nin Çingenelere, çağ­ daşı Avrupa devletleri arasında sistematik baskı uygulamayan tek devlet oldu­ ğunu, onların gelenek ve göreneklerine saygı gösterdiğini ve kendi otoritelerince yönetilmelerine izin verdiğini ortaya koymaktadır (Çeviren: İlkin İnanç, İstanbul 2005, HomerKitabevi, s. 154). 28 * mustafa arm ağa n Özellikle de “Osmanlı tarihinin en karanlık dönemleri” dediğim 17. ve 18. yüzyıllar üzerinde dikkatle durmak, bizi modernleşme tarihimizle yeniden yüzleşme ortamına sokacak ve gerek Tanzimat’ı, gerekse meşrutiyetleri ve Mahmut Goloğlu’nun yerinde deyişiyle “Üçüncü Meşrutiyet” olan Cumhuriyet dönemlerini, hatta bugün yaşamakta olduğumuz olayları farklı gözlerle değerlendirebilme ve yüzümüzü daha açık seçik tanıyabilme imkânını bağışlayacaktır. 1 80smanli Gerilemesi* Masalından Uyanmak!* Mustafa Armağan Her yerde bir atılını işareti olarak kabul edilen bir şey, burada [Osmanlı împaratorluğu’nda] nasıl olur da bir gerileme işareti olabilir? Femand Braudel (Maddi Uygarlık, c. III, s. 403). Meşrutiyet devrinin üç ana fikir akımından birisi olan Garpçılık ya da Batıcılığın (diğer ikisi İslâmcılık ve Türkçülüktür) sözcülerinden Celal Nuri [İleri], üzerinde 1330 (1914) hicri tarihi bulunan ufak bir kitap neşreder: Târih-i Tedenrıiyât-ı Osmâniyye (Matbaa-i İçtihad, İstanbul). Asıl konuyla, yani “Osmanlılığın gerileme tarihiyle” ilgili kısmı 151 sayfa tutan bu kitabın ilginçliği, sadece Celal Nuri’nin Osmanlı tarihi ile ilgili görüşlerini ve daha genelde devrinin genel temayülünü net bir şekilde yansıtmasından ileri gelmez. Daha çar­ pıcı olan taraf, ‘Osmanlı gerilemesi’ hakkmdaki kanaatierinin, 100 yıl sonra bile “İlmî” veya “akademik” olduğu iddiasıyla ortaya çıkan kitaplarda aynı bakış tarzı ve hemen hemen aynı cümleler ve argümanlarla yürürlükte olmasıdır. Birazdan ayrıntılarına girdiğimizde örnekleriyle ortaya koyacağımız gibi, günümüzde ister Osmanlı’ya * Düşünen Siyaset, Ağustos-Eylül 1999, s. 99-118. Yazı kitaba alınırken büyük ölçü­ de değiştirilmiş ve ilavelerde bulunulmuştur. o mus ta fa arm ağan “karşı” yazılsın, isterse onu “savunmak" için kaleme alınmış olsun, Osmanlılığın gerileme tarihi ile ilgili kafalarda oluşmuş bulunan saplantılar ve basma kalıp fikirler, aradan geçen onca yıla rağmen neredeyse yerinden kıpırdamamış; karaya vurmuş gemiler gibi, deyim yerindeyse “Mesih”ini, kurtarıcısını beklemektedir! “Evet! Tedenniyât-ı Osmâniyye kâbil-i inkâr değildir” diye bir gayretle söze başlıyor Celal Nuri: Yani Osmanlılığın gerilediği inkâr edilemez. Sonra şöyle devam ediyor: “Onun için de tetkik ve tefahhus şayan bir mes’ele-i m u’diledir, hatta mesâ’il-i mu’dilenin ehemm ve akdemidir.” Bugünkü dille söylersek, ‘Onun için de araştırılmaya değer, içinden çıkılması güç bir meseledir, hatta bu meselelerin en önemlisi ve önde gelenidir.’ Celal Nuri, ardından, o pek de yabancısı olmadığımız harcıalem Osmanlı tarihi tablosunu (daha doğrusu kari­ katürünü) biraz cür’etkâr fırça darbeleriyle şu yolda çizmeye koyulur: Tarihi açınız: Turan yaylalarından gelmiş birtakım Türko-Moğol ‘aşâirinin [aşiretlerinin] mülk-iRûma [Anadolu’ya] istilasını, Kon­ ya Selçukilerinin inkırazı üzerine, Karaman hükümetini, bütün Selçuk bakâyâsım [kalıntılarını], Şarki Roma imparatorluğunu, muhtelif ve mütenevvi Slav hükümâtını, Macar devletini mahve dip Beç [Viyana] kapılarına, Herkül sütunlarına, Moskof içlerine, hatt-ı istiva menâtıkma [ekvator civarına], Hind denizlerine, İran’ın göbeğine, Otranto boğazına, Malta mevki-i askerîsine dayandığını, sonra yavaş yavaş fakat kat’î adımlarla gerilediğini, Macaristan’ı, Kırım’ı, Avrupa’daki memâlikinin bir kısm-ı mühimmini [Avrupa’daki topraklarının önemli bir kısmını] tahliye ile Tuna’yı, sonra Balkanları aştığını, adeta geldiği yere gider gibi müteheyyi-i rıhlet olduğunu [gitmeye (mecazen, ölüme) hazırlandığını] görürsünüz. Bu tedenni, bu sükût, bu izmihlal ve vakıadır. İnkâr olunamaz.1 Bir asır önce yazılmış olan yukarıdaki satırlarda yer alan görüşle­ rin popüler tarih bir yana, bugün bile, üstelik ciddi diyebileceğimiz müşteriler bulabilmesi, akademik tarihçiler taralından da çekin­ 1 Celal Nuri, Târih-i Tedenniyât-ı Osmâniyye, İstanbul 1330 (1914), s. 5. Mustafa Kemal Paşa’mn da İstiklal Savaşı sırasında dikkatle okuduğunu bildiğimiz bu ki­ tabın, onun Osmanlı tarihi hakkındaki olumsuz kanaatlerinin oluşumunda etkili olduğunu söyleyebiliriz. ‘osman lı g e r ile m e s i’ m a sa lı nda n uy anmak * 31 meden tekrarlanabilmesi, bana bir tek şeyi, elbette Celal Nuri’nin üstün basiretini değil, Türk düşünce hayatının hâlâ “Meşrutiyet paradigması”nın etkisinden sıyrılamamış olduğunu, II. Meşrutiyet ve sonrasından Cumhuriyet'in 1930’lardaki “tarih devrimi”ne kadar yapılan tartışmaların seviye ve kalitesinin üzerine çıkamadığımızı gösteriyor. Acı ama gerçek bu. Nitekim halen İslamcılardan, milliyetçilerden veya solculardan, liberal veya Kemalist kesimden Osmanlı tarihine dair yapılan yo­ rumların maalesef pek azı yeni ve özgündür. Özgün olanlar da bü­ yük ölçüde Batı'da 20. yüzyılda geliştirilmiş Marksizmden, Annales Okulu’ndan, Webercilerden, tarihselcilikten veya kısmen arşiv ça­ lışmalarından, kısmen de hermenötikten yararlanan tarih yorumları ve açıklamalarıdır. Özgün yaklaşımların büyük ölçüde ya kendilerini arşiv çalışmalarına vakfeden Halil İnalcık gibi araştırmacılardan ya da teorik ve karşılaştırmalı yaklaşımlardan yararlanan Avrupalı ve Amerikalı, bu arada İsrailli uzmanlardan (veya onlarla etkileşim halindeki Türk ve çok az da olsa Arap akademisyenlerden) geldiğini söylemek zorundayız.2 2 Mesela bkz. Cemal Kafadar, Between Two Worlds: The Construction of the Otto­ man State, University of California Press, 1995. Alan çalışması veya monografile­ re bir örnek olarak bkz,. Vera P. Moutafchieva, Agrarian Relations in the Ottoman Empire in the 15th and 16th Centuries, East European Monographs, Boulder, 1988. Tarihte yaşamış bir şahsiyetin nefes alış verişlerini hissettiren emsal teşkil edecek bir çalışmayı Cornell M. Fleischer’e borçluyuz: Tarihçi Mustafa Ali: Bir Osmanlı Aydın ve Bürokratı, Çeviren: Ayla Ortaç, İstanbul 1996, Tarih Vakfı Yurt Yayınları. Osmanlı ilmiyye hiyerarşisi ve İstanbul Müftüsü üzerine kapsamlı bir çalışmayı R. C. Repp’e borçluyuz: The Mufti of Istanbul: A Study in the Develop­ ment of the Ottoman Learned Hierarchy, London 1985, Ithaca Press. Osmanlı’yı karşılaştırmalı perspektiften inceleyen bir çalışma için bkz. Karen Barkey, Empi­ re of Différence: The Ottomans in Comparative Perspective, Cambridge Univer­ sity Press, 2008. Suraiya Faroqhi’nin Ottoman Empire and World Around Ji adlı çalışması (London-New York, 2004,1. B. Tauris) OsmanlIları etraflarındaki dün­ yayla ilişkileri bağlamında ele alan önemli bir çalışmadır. Donald Quatatert’in The Ottoman Empire, 1700-1922 (Cambridge University Press, 2000) adlı kitabı, son 3 yüzyılın Osmanlı tarihini farklı bir bakış açısından incelemeye iyi bir örnek sayılabilir. Amerikan üniversitelerinde Osmanlı tarihi ve kültürü araştırmaları­ nın 2000’li yıllara kadar geldiği konumu değerlendiren bir yazılar derlemesi için bkz. Editörler: Donald Quataert ve Sabri Sayarı, Turkish Studies in the United States, Bloomington, 2003, Indiana University Ottoman and Modern Turkish Studies Publications. 32 « m us ta fa a rm ağan Türk tarihçiliği, küçük bir azınlık haricinde teorik birikimi zayıf bir tarihçilik olduğu için bu eksikliğini daha ziyade arşiv belgele­ ri üzerindeki otoritesiyle telafi etmek mecburiyetinde kalmış, bu avantajını da belli bir teorik çerçeve oluşturmadan sadece belge yayınlamakla temin yoluna gitmiştir. Bu da hatırı sayılır bir adım olmakla birlikte çağın ihtiyaçlarına cevap verebilecek renklilikte bir Osmanlı tarihçiliği için kat edeceğimiz mesafe hâlâ çok büyük­ tür. Mesela Venedik ve Raguza arşivlerini kullanan Fransa’nın tarih devlerinden Femand Braudel’in, Ömer Lütfi Barkan’m çalışmalarını okuduktan sonra Osmanlı tarihine yaklaşımının nasıl “devrimci” bir değişim geçirdiği, buna mukabil, Barkan’m da Braudel gibi bir deryayla tanıştıktan sonra nasıl farklı bir tarihçi portresi çizdiği gö­ rülünce, sadece Türkiye’deki veya yurt dışındaki arşiv belgeleriyle eksiksiz bir Osmanlı tarihinin yazılamayacağı daha iyi anlaşılacaktır. J. Hammer’in Osmanlı Tarihı'm hâlâ değerli kılan hususların, farklı dillerdeki yazma kaynaklara ve arşivlere erişip onları kullanması olduğu kadar bu birikimi bir senteze dönüştürme konusundaki dirayeti olduğu da unutulmamalıdır. Kısaca söylemek gerekirse, yorumsuz belge olmaz. Yorumsuz belge kördür. Belgesiz yorum ise topaldır. Douglas Howard bu konu­ da iyi bir örnek: OsmanlI’daki nasihatname literatürünü hem metin kritiği yaparak, hem de modern anlayıştan uzak bir okumaya tabi tutarak gerçek yerine oturmuş ve belgenin, kendi sesiyle konuşabi­ leceği sağlıklı bir zemine konumlandırılması gerektiğini göstermiştir. Sonuç olarak şu söylenebilir: Osmanlı tarihçiliği, kâşif David Livingstone’unu bulmadan Fer­ nand Braudel’ini, Femand Braudel’ini de bulmadan Joseph Purgstall Hammer’ini bulamayacaktır. Osmanlı Paradoksu “Osmanlı paradoksu” diyebileceğim bir durum yatıyor bu kaosun temelinde: Bu paradoks, Osmanlı’yı başarıya sevk eden motiflerle yıkılışa götüren motiflerin tutarlı olarak takip edilmemesini ve yeterli dikkatle izlenmemesini anlatır. Daha açıkça ortaya koymaya çalışır­ sak, olaylar arasındaki nedensellik zinciri, 600 yıllık büyük, çok-katlı ‘osmanlı g e rile m e s i’ m a sa lı n da n uyanm ak « 33 ve bugüne göre karmaşık bir tarih boyunca belli bir yere kadar takip edilmekte, sonra o zincir, “bozulduğu” veya “açıklamayı aksattığı” gerekçesiyle terk edilmekte ve bu defa başka ve ‘yedek’ nedensellik zincirleri açıklamaya monte edilmektedir. Yeniçerilik ve devşirme sistemini ele alalım. Genel olarak Osmanlı Devleti’ni yücelten ve başarıdan başarıya koşturan, 3 kıtaya hakim kılan faktör, temel kurumu olan askerlikte gösterdiği büyük hünerdir, denilir. Bu hünerin arslan payı da, başlangıçta devşirme usulüyle devlet hizmetine alman yeniçeriliğe verilir. Yükseliş döneminde notları hep “başarı” notu (+) hanesine kaydedilen yeniçerilerin, duraklama dönemi başlayınca notlan ister istemez eksi (-) hanesine kayar, gerileme döneminde ise sistemin olanca olumsuzluklannm faturası neredeyse tamamen yeniçerilere kesilir. Bu görüşe göre devşirme sistemi, Sultan III. Murad zamanın­ da delinmiş ve Yeniçeri Ocağı’na ‘devşirme kanunu’nda belirtilen özelliklere sahip olmayanlar da yazılır olmuş, bunun sonucunda da, “yeniçerilerin ıslah kabul etmez bir güruh” haline gelmelerine sebep olunmuştur.3 Görüldüğü gibi, olaylar arasında nedensellik bağı (eski deyişle illiyet rabıtası) kurma yolundaki bu girişimde bir değişme biçimi olan bozulmanın -böyle bir ‘bozulma’dan söz etme hakkımız varsa tabii- sosyal, ekonomik, kültürel, siyasî ve en önemlisi askerî sebepleri üzerinde durulmamakta, dönülüp eskiye kıyasen bozulmaya yol açtığı varsayılan etkenlerden birisi olan ‘devşirme kanunu’na aykın olarak asker yazma teşebbüsü, tek sebep olarak ilan edilmektedir. Evet, nedensellik kurma işlemi, bir ara ülkemizde de görev yapan Alman felsefe tarihçisi Ernst Von Aster’in isabetle vurguladığı gibi, bir olguyu bir başkasına, daha temel, zaman bakımından önce ve kapsayıcı olana indirgemektir. Ama buradaki örnekte gördüğümüz şey, zaman oku doğrultusunda belli bir noktanın Altın Çağ (zirve) olarak kabul edilmesi ve ondan sonraki gelişmelerin tarihselliğinin yok edilerek sadece bu Altın Çağ’dan saptığı için yargılanması ve 3 Bkz. Prof. Dr. Abdülkadir Özcan, “Osmanlı împaratorluğu’nun duraklama ve gerilemesinin sebepleri hakkında bazı tesbitler ve alman tedbirlere genel bir ba­ kış”, İlim ve Sanat, 19971-II, Sayı: 44-45, s. 22. 3 4 # mustafa armağ an mahkûm edilmesi, yani tek boyutlu bir açıklama modeli şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Burada, mesela şu soru nedense hiç sorulmamaktadır: O hiçbir şeyi bilinçsiz ve gelişigüzel yapmadığını iddia ettikleri devlet, 16. yüzyıl sonlarında nasıl bir genetik bozukluğa uğradı da, bir veya birkaç yılda o “muhteşem” devşirme sistemini “bozmak” ahmaklı­ ğını gösterebildi? Bir soru daha: Yoksa bu bozma, bilinçli bir kararın sonucu olabilir mi? Her şeyi kılı kırk yararcasına inceleyerek yapan kusursuz “Devlet-i Ebed-Müddet”, “belli bir dönemden sonra” bazı şeyleri nasıl hiç düşünmeden ve aklını kullanmadan yapabilir hale geldi? Bu devlet devşirme sistemini bu kadar inceden inceye kurallara bağlamışsa, nasıl olmuş da tarihin belli bir anında itinayla kurduğu sistemi kendi elleriyle lağvedebilmiş ve kendi hazin sonunu hazırlayabilmişti? Anlaşılan, sözü edilen bu devlet ya eskiden de tesadüfen zirveye tırmanmıştı, ya da belli bir noktadan sonra büyümemek için elinden geleni ardına koymamaya başlamıştı! İlk şık, açıklama zincirinden her türlü tesadüfü kovuyorsa, ikinci şıkta da aynı zincirin halkalarını gör­ mek en tabii hakkımız olmalıdır. Yok, yükselme dönemi de tesadüfi bir olaylar silsilesi idiyse, yıkılışın da tesadüflere bağlı olmasında bir gariplik görülmemelidir. Böyle düşünüleceğine, yükseliş döne­ mi olağanüstü idarecilerin bilinçli tercihleriyle şekillendirilmekte, gerileme ve çöküş ise büyük ölçüde bir acziyet (yokluk) retoriği tarafından ve özellikle artık tarihin yeni “jönü” olan “Batılı güçler”ce her türlü iradesi elinden alınmış bir halk zihniyeti ile şekillenmiş gibi gösterilmektedir. Tarihe bu kısır ilerleme-gerileme diyalektiği içerisinden bakmak, gerçekte bir tarihçinin en son yapması gereken iş olmalıdır. Bunu sosyal düşünürler, ideologlar, siyasetçiler, teologlar vb. yapabilirler belki ama bir tarihçinin görevi, tarihin dinamiklerini anlamak için, Braudel’in ünlü deyişiyle, bütün tarihi seferber etmek olmalıdır. Tarihteki bütün ilerlemelerin, bilim ve tekniktekiler de dahil, ağır bedelleri olduğunu ve beraberlerinde belli alanlarda gerilemeler ‘osmanlı g e rile m e s i’ m a sa lı nda n uyanmak * 35 getirmeye mecbur ve mahkûm bulunduklarını burada bir defa daha vurgulamak gerekir.4 Ayrıca yeri gelmişken belirtelim ki, belli bir tarihe kadarki yenilik­ ler dahiyane bulunurken, o tarihten sonra yapılanlar bir tür bid’at, tarihçi Eric Hobsbawm’m deyişiyle “ete saplanmış bir kurşun” gibi düşünülmektedir.5 Nitekim Osmanlı Devleti kâh matbaa gibi bazı yenilikleri ülkeye geç getirdiği için suçlanmakta, kâh timar sistemini iltizama çevirmek gibi aynı mantıktan bakmaya devam edersek son derece zamanında (“çağdaş”) ve yerinde (“gerçekçi”) kabul edilmesi gereken bir yeniliği yaptığı için suçlanabilmekte, hatta devletin sonunun bu ‘yenilik’ yüzünden geldiği iddia edilebilmektedir. Yani bazı yenilikleri geç getirdiği için suçlanmakta olan Osmanlı, Fransa ve Ispanya’da uygu­ lanmakta olan iltizam (tax-farming) uygulamasını bir yenilik olarak getirdiği için de eleştiriye tabi tutulmaktadır. Osmanlı’nm yeniliği geç getirmesi de, zamanında getirmesi de kabahatini artırmaktan başka bir işe yaramamakta, sonuçta maksadın üzümü yemek değil, bağcıyı dövmek olduğu aşikâr hale gelmektedir. Türkiye’de Allah’tan ki gerçekten tarihçiliği ciddiye alan belli bir grup bilim adamı var ve bunlar yurt dışındaki tarihçilerle birlikte yeni bir “Osmanlı paradigması” oluşturmak için kolları sıvamış dürüm­ dalar. Bu yeni tarih çığırının başını vaktiyle Halil İnalcık ve Ömer Lütfi Barkan çekmiş, bugün ise Kemal Karpat, Huricihan îslamoğlu İnan, Leslie Peirce, Heath W. Lowry, Cemal Kafadar, Ahmet Yaşar Ocak, Carter V. Findley, SuraiyaFaroqhi, Şevket Pamuk, Ekmeleddin İhsanoğlu, Cornell H. Fleischer, îlber Ortaylı, Roger Owen, Salih Özbaran, Ariel Salzmann, Mehmet Genç, Maria Todorova, Daniel Goffman, Caroline Finkel, Selim Deringil, Rhoads Murphey ve ben­ zeri isimler, çalışmalarını Osmanlı’nm dinî, toplumsal, ekonomik ve siyasî yapısı üzerine bir ilerleme-gerileme kumpasına sıkıştırmadan, 4 5 Bkz. Eric Hobsbawm, "Tarih ilerleme kaydetti mi?”, Tarih Üzerine, Çeviren: Os­ man Akınhay, Ankara 1999, Bilim ve Sanat Yayınları, s. 99; “Bilim ve teknikteki büyük ilerlemeler, içinden çıktıkları toplumu adeta bir harabeye çevirmiştir” sözü de ünlü filozof Alfred North Whitehead’e aittir. Hobsbawm, age, s. 23. o musta fa arm ağa n yeni tarihçiliğin ufuk açıcı yöntemlerini ve çeşitli ülkelere dağılmış Osmanlı arşiv kayıtlarını kullanarak yürütmektedirler.6 Şimdi yukarıda adları sayılan ve sayılmayan araştırmacıların Osmanlı tarihinin çeşitli boyutlarına getirdikleri yeni bakış açılarını ve sorgulamaya açtıkları kalıp yargıların “gerileme”ye bakan yüzünü örnekler üzerinden giderek aralamaya başlayalım. Osmanlı geriledi mi sahiden de? Birmingham Üniversitesi (Ingiltere) öğretim üyelerinden Rhoads Murphey’nin Osmanlılar’m “gerileme”sini kültürel sebeplere bağ­ lamak yönündeki yaygın tavırdan keskin bir virajla uzaklaştığı ve meselenin ekonomik ve uluslararası faktörlerine eğildiği yazısı7bana Türkiye’deki tarih yazıcılığı ile arasına koyduğu mesafe bakımından son derece önemli görünüyor. Murphey, yaygın söylemin tersine, Osmanlı’nm Batı’ya kapanmadığını, aksine 17. yüzyılın sonlarına kadar Batı’yla, teknolojik araç ve gereçler, özellikle silah ve barut, kalay gibi top teknolojisi için gerekli nitelikli malzemenin alımı yö­ nünde ciddi bir ilişki içerisinde olduğunu iddia etmektedir. Hatta İkinci Viyana Kuşatması’nda Osmanlılar’m eline esir düşmüş olan Kont De Marsigli’nin müşahedesine bakılırsa, 1683 yılındaki Avus6 7 Hepsini ayn ayrı zikretmek gereksiz. Burada Şevket Pamuk’un Osmanlı İmparatorluğu'nda Paranın Tarihi (İstanbul 1999, Tarih Vakfı Yurt Yayınları) ve Carter V. Findley’in Osmanlı Devleti’nde Bürokratik Reform: Babıâli (1789-1922) (Çeviren: İzzet Akyol, İstanbul 1994, İz Yayıncılık) başlıklı çalışmalarını zikret­ mekle yetinelim. Ayrıca Kemal Karpat’m 1974’te Leiden’de basılan Ottoman State and its Place in the World History adlı edisyonu, Osmanlı Devleti’ni dün­ ya tarihi bağlamına yerleştirme noktasında ilk girişimlerden biridir. Kitapta yer alan Toynbee’nin tebliği ise ünlü tarihçinin sağlığında yayınlanmış son yazısıdır. Ahmet Davutoğlu’nun “Medeniyetlerarası etkileşim açısından dünya tarihi ve Osmanlı” başlıklı makalesi, metodolojik açıdan ciddi bir dönüşümün ayak sesle­ ri sayılmalıdır [Dîvan, İlmî Araştırmalar, sayı: 7,1999/2, s. 1-63.). Ayrıca Mustafa Özel’in aşağıdaki makalesi, Osmanlı ekonomisini Çin ve Hind ekonomileriyle paralel bazda ele alma çabalarının derli toplu bir değerlendirmesini içermesi bakımından önemlidir: “İktisadi oryantalizmin sonu: Çin, Hind ve Osmanlı eko­ nomilerine yeni bakış”, Dîvan, İlmî Araştırmalar, sayı: 8,2000/1, s. 1-28. Rhoads Murphey, “Osmanlılar’m Batı teknolojisini benimsemedeki tutumla­ rı", Hazırlayan: Ekmeleddin İhsanoğlu, Osmanlılar ve Batı Teknolojisi, İstanbul 1992, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınlan, s. 11. ‘o s m a n l ı g e r i l e m e s i ’ m a s a l ı n d a n u y a n m a k « turya savaşında Osmanlı tüfeklerinin bazılarının kondüsyonunun rakiplerininkinden üstün olduğu görülmüştür. Demek ki, bizim neredeyse Fatih-Yavuz-Kanuni üçgenine has­ rettiğimiz Osmanlı “ilerlemesi”, Kanuni’den en az bir asır sonrasına kadar devam etmiş ve Osmanlı dünyasında ne söylenildiği kadar kapsamlı bir içe kapanma, ne de yamanmaya çalışıldığı kadar psiko­ lojik bir yılgınlık baş göstermiştir. Hatta İkinci Viyana Kuşatması'na kadar süren parlak bir yarım asır ile Karlofça gibi o zamana kadar imzalanmış en ağır toprak kaybını içeren bir antlaşmadan sonra dahi 1739 Belgrad Antlaşması’yla noktalanan ara parlama dönemleri de vardır ki, bunlar neredeyse imparatorluğa bir ikinci bahar havası yaşatmış ve Avrupa'da Büyük Türk’ün yeniden ayağa kalkıp üzerle­ rine yürüyeceği yolunda bir panik havası uyanmasına yol açmıştır. Karl Marx ve Friedrich Engels’in 1853-1856 yıllarında New-York Daily Tribüne gazetesine yazdıkları yazılarda bile bu hava belirgin bir şekilde hissedilmektedir.8Nitekim 1870-1873 yıllarında Sadrazam Âli Paşa’nm Midhat Paşa ile birlikte giriştiği Ahsa, Katar, Yemen ve Arabistan yarımadasının yeniden fethi programı sayesinde İngiliz emperyalizminin bölgedeki gücü kırılmış ve Birinci Dünya Savaşı’nm sonuna kadar devam edecek olan emperyalizmle dişe diş müca­ delenin ideolojik tohumları, 19. yüzyılın son çeyreğine girilirken mukaddes beldelere başarıyla serpilmişti.9 8 9 Karl Marx ve Friedrich Engels, Doğu Sorunu [Türkiye], Çeviren: Yurdakul Fin­ cancı, Ankara, 1977, Sol Yayınları, s. 73. Marx 14 Temmuz 1853 tarihli yazısında Paris’teki Rus Elçisi’nin Kont Nesselrod’a gönderdiği bir mektupta şunları yaz­ dığım zikretmektedir: “İmparator, Türk sistemini bir deneyden geçirdi ve Haşmetmeapları bu sistemin şimdiye kadar sahip olmadığı maddi ve manevi bir örgütlenişin başlangıcı olduğunu gördü. Sultan, yeni reform planının ve ıslahatı­ nın unsurlarım ancak bir araya getirebilmişken, bize daha düzenli ve kararlı bir direnç gösterme olanağını elde ettiğine göre, eğer ıslahatını sağlamlaştırabilecek zamana sahip olsaydı, kendisini kimbilir ne kadar daha dehşet verici bulacak­ tık.” “Avrupa’nın hasta adamının Arabistan’da aldığı bu genç, dinç ve kuvvetli gö­ rünüş hakikaten şaşırtıcıydı.” Bkz. Robert Gavin, “Arabistan'ın Osmanlılar ta­ rafından yeniden almışı (1871-73)”, Çeviren: Nesrin Morali, Tarih ve Edebiyat Mecmuası, sayı: 11, Kasım 1979, s. 22. Zekeriya Kurşun’un iki kitabı, Ahsa ve Katar’daki Osmanlı fetihlerini inceleyen ilk bilimsel çalışmalardır. Bkz. Necid ve Ahsa’da Osmanlı Hakimiyeti (TTK Yayınlan, Ankara 1998) ve Katar’da OsmanlI­ lar 1871-1916 [TTK Yayınları, Ankara 2004). 38 ♦ mustafa arm ağan Peki bugün “gerileme” diye adlandırdığımız olgu nasıl ortaya çıkmıştır? Böylesine mükemmel sayılan bir devlet, nasıl olmuş da bir zaman gelmiş, “her yönden” inkıraza uğramıştır? Bu kritik sorunun cevabını Murphey, Osmanlılar’m kendilerini Batı’daki gelişmelere (bazıları için dünya Batı’dan ibaret olduğuna göre bu ifade, ‘dünyadaki gelişmelere’ şeklinde de okunabilir!) ka­ padığı gibi beylik ve toptancı bir yargıyla değil, tam tersine Batı’nın kapılarını Osmanlı’ya kapamasındanve teknoloji, askerî mühimmat gibi alanlarda tecrit politikası gütmesinden kaynaklandığı şeklinde veriyor. Askerî alandan olduğu kadar madencilik ve saat yapım tek­ nolojisi alanlarından da örnekler getiren Murphey’nin tezi, gerçekte yalnızca kendisi tarafından savunulan “şaz” (istisnaî nitelikte) bir rey de değildir. Özellikle Marshall Hodgson (İslâm’ın Serüveni), Fernand Braudel (Maddi Medeniyet, Akdeniz Dünyası), Donald Quataert (îmalat Sektörü), Joseph Fletcher (“Bütünsel tarih”),10Andre Gunder Frank (.ReOrient: Global Economy in theAsianAge)11gibi diğer sosyal bilim dallarından Osmanlı tarihinin karanlık labirentlerine eğilen ciddi tarihçilerin ve sosyal bilimcilerin çalışmalarını son derece önemsiyor ve bir dizi halinde tarihçilerimizce dikkatle okunmalarını çok arzu ediyorum. Bu sosyal bilim ve teori aşısı almış tarihçiler, karşılaştır­ malı dünya tarihi perspektifinden baktıklarında bizim “içeriden” göremediğimiz bir sürü derin bağlantıyı fark ediyor ve onların sadece Osmanlı tarihi için değil, bütün bir dünya tarihi için de hangi küresel gelişmeleri davet ettiğini olanca açıklığıyla göstermeyi başarıyor, kısacası Osmanlı tarihinin yıllardır kapatmaya çalıştığımız ‘gözünü açıyorlar’. 16. yüzyılda Avrupa’da ortaya çıktıktan sonra bütün çevre “dünyalar”ı yutan ve küresel ölçekte günümüze kadar hegemonyasını sürdüren kapitalist dünya sistemine Osmanlı'mn karşı koyma müca10 Joseph Fletcher, “Integrative history: Parallels and interconnections in the early modern period, 1500-1800”, Journal of Turkish Studies, sayı: 9,1985, s. 3758. Avrupa ve Osmanlı tarihlerim paralel tarihler olarak anlamak bakımından Fletcher’ın bu makalesi çığır açıcı bir öneme sahiptir. 11 Andre Gunder Frank, ReOrient: Global Economy in theAsian Age, University of California Press, 1998, chapter 5. ‘o s m a n l ı g e r i l e m e s i ’ m a s a l ı n d a n u y a n m a k « delesini ve bu sistem tarafından önce dışlanıp marjinalize edildikten sonra ağır ağır parçalanışının ayakları yere basan hikâyesini hakkıyla ancak bu tarihçilerden öğrenebiliyoruz. Halil înalcık’m Osmanlı tarihi alanındaki katkılarından büyük ölçüde etkilenmiş bulunan Immanuel VVallerstein, onun hakkında kaleme aldığı bir yazısında Osmanlılar'm Batı dünyasıyla ilişkisi konusunda şu gerçekten de ilginç tespitlerde bulunuyor: Bu, öncelikle kavramsal bir meseledir. Geleneksel olarak bu, iki “özerk” varlığın, iki “kültür”ün muayyen neticeler hasıl eden bir buluşması olarak görüldü. Bu yaklaşım şunu farketmemiştir ki, meydana gelmekte olan şey, bir “bölge”nin kapitalist dünya ekonomi denen varlığa eklemlenmesiydi. Bu eklemlenme sadece üretim yapılarının yeniden örgütlenmesiyle değil, devletlerarası sistemin üyeleri olan devlet[ler]in meydana getirilmesiyle[de] sonuçlandı.12 Her ne kadar yeterince rafine edilmiş olmasa da, Wallerstein’m bu genel tespitlerinden de anlaşılmaktadır ki, Batı’yı dışlayan değil, kapitalist dünya sistemince dışlanan, ambargo uygulanan ve köşe­ ye sıkıştırılan taraftır Osmanlı. Yine Murphey’den öğreniyoruz ki, Osmanlı Devleti, Papalığın başını çektiği Katolik (Haçlı) ittifakının kendisini içine sıkıştırmaya çalıştığı bu ablukasını kırmak için çeşitli yollar denemiş, hatta İngiltere ve Hollanda gibi Katolik ittifakı haricin­ de kalmış Protestan kuzey ülkeleriyle temasa geçmeye çabalamış ve bugün düşündüğümüzün aksine, hiç de iflah olmaz bir “yenilmişlik psikozu”na kendisini asla kaptırmamıştır. Eğer kendilerini, bizim onlara atfettiğimiz yenilmişlik psikozuna bu kadar erken yıllarda kaptırmış olsalardı, ne 20. yüzyıla kadar ayakta durabilir, ne de sözümona “gerileme” dönemlerinde Şeyh Galib ve Dede Efendi gibi 12 Immanuel VVallerstein, “Halil İnalcık ve Osmanlı çalışmalarının geleceği”, Der­ leyen ve Çeviren: Mustafa Özel, Tarih Risaleleri, İstanbul 1995, Iz Yayıncılık, s. 58-59. Wallerstein’ın Osmanlı tarihi hakkındaki görüşlerinin bir değerlendirmesi için bkz. Huricihan İnan, “Osmanlı tarihi ve dünya sistemi: Bir değerlendirme”, Toplum ve Bilim, sayı: 23, Güz 1983, s. 20 vd. Ayrıca bkz. Huricihan îslamoğlu înan, Osmanlı İmparatorluğu’nda Devlet ve Köylü, İstanbul 1991, iletişim Yayın­ ları, s. 24 vd. Her iki metin de ufak tefek farklarla aynıdır. Ayrıca bkz. Immanuel Wallerstein, Tarihsel Kapitalizm, Çeviren: Necmiye Alpay, İstanbul 1992, Metis Yayınları. 40 ♦ mus tafa armağan içinde yetiştikleri gelenekleri dirilten dehaları ve Rami Mehmed Efendi, Koca Ragıb Paşa ve Sultan II. Abdülhamid gibi diplomatik satranç ustalarım yetiştirebilirlerdi. Ah şu 17. asır! Ahmet Hamdi Tanpmar, Beş Şehir adlı eserinde Osmanlı tarihin­ deki 17. yüzyılın hakkım teslim etmeye yönelik bazı ilginç tespitlerde bulunur. Mesela: “...(B)u kadar felaketle biten 17. asır, zevkimizin tam teessüs ettiği [kurulduğu] asırdır. İki asırlık tereddüt ve düşünceden sonra sivil mimarimiz Boğaz’a yaraşacak bir üslûp bulmuş, üstelik hayatımız da bu inceliği ve onun külfetlerini kabul edebilecek hale gelmiştir” der. Başka bir yerdeyse hasretle anar bu ilginç yüzyılı: “Ah bu 17. asır, evliyasıyla, ulemasıyla, vezir vüzerasıyla, eşkıyası ile nasıl birbirine benzer.” Bu topraklardaki serencamımızm bütün düğümlerinin birleştiği ve yoğunlaştığı, zaferlerin de, hezimetlerin de beraber tadıldığı ilginç bir kavşak olan bu “büyük asır” olmadan Osmanlı tarihinin başını sonuna bağlayan zincir, en sahih ve kritik halkaların birinden mahrum kalacaktır. Gerçekten de Osmanlı tarihçiliğinin ağır bir şizofreniyle malul olduğu söylenebilir. Şöyle ki: Osmanlı tarihinin ilk üç yüzyılı kuruluş ve yükseliş dönemidir ki, asıl “müthiş” hamleler ve ilerlemeler bu dönemde yapılmıştır, kâmil anlamda “Osmanlı modeli” (Altın Çağ) bu dönemde yatmaktadır. Son üç yüzyıl ise bu dönemden sapma ve bozulmaların tarihidir. Aşağı yukarı Kanuni Sultan Süleyman döneminin sonuna kadar getirilen bu ayrım çizgisi, bu büyük tarihi iki birbirine ters düşen parçaya ayırmakta ve birinci dönemin safından konuşup ikinci dö­ nemi “bozulmuş” ve “yozlaşmış” diye bir kalemde mahkûm etmekte ve “kendi” tarihinin dışına sürgüne göndermektedir. Burada acı da olsa şu sorulan sormak zorundayız: Bir tarihçi, neden bozulma’mn karşısında ve bozulmamış’m ya­ nında yer almak ihtiyacını hisseder? Yükseliş ve parlayış dönemleri, neden tam 6 yüzyıl ömür süren bir devlet ve toplum için değişmez model olsun? Bir tarihçi yenenin, galibin, yükselenin tarafında yer ‘osmanlı g e r ile m e s i’ m a sa lı nda n uya nm ak * 41 alma hakkım kendisinde hangi hakla bulabilir? Dahası, onun böyle bir tutumla yazdığı şey, ‘tarih' olabilir mi? Bozulmayı bir değişme biçimi olarak anlayıp onun altında yatan sosyo-kültürel, siyasî, ekonomik, askerî ve teknolojik vs. gerekçeleri anlamaya çalışmadan, yukarıdaki örnekte gördüğümüz gibi, bir başka tartışmalı iddianın üzerine yıkmak olsa olsa bir ideologun işi olabilir. Türkiye’de ise ideologların neslinin tükenmekte olduğu asla söylenemez. Bunalımlardan beslenen Batı! Şunu hiç unutmamak gerekir: Bir toplum için bunalmışız hiçbir çağ yoktur. Hatta medeniyet tarihindeki “büyük” çağların istikrarlı değil, istikrarsız çağlar olduğu bile söylenebilir.13Lâkin bunalım, 17. yüzyılda Osmanlı’mn da bir parçasını teşkil ettiği Avrupa'nın, hatta Avrasya'nın yakasım bir türlü bırakmamış görünmektedir. Christopher Hill’in tesbitlerine göre, 17. yüzyılın bütün Batı ve Orta Avrupa’yı etkilemiş bulunan ekonomik ve siyasî bunalımına her ülke kendisine göre bir tepki vermiş, siyasî devrimlerin önemli ekonomik ve sosyal değişimleri patlattığı Hollanda ve İngiltere’de bunalımın sonucu ise diğer Avrupa devletlerinden kayda değer öl­ çüde farklı olmuştur.14 Eric Hobsbawm ise 17. yüzyılda yaşanan genel bunalımın Avrupa’da feodal ekonomiden kapitalist ekonomiye geçişi doğuran genel bir dönüşümün son safhası olduğunu söyler. Hobsbawm’m buna ilaveten belirttiği önemli bir husus da, bu bunalımın gerçekte kapitalizmin önünde engel olarak duran güçlüklere temel bir çözüm bulunmasına kapı açüğıdır.15Bunalım, çözümsüzlük demek değildir, tam tersine, tarihin aktörlerine tıkanan bir sistemi açma imkânlarım 13 Alfred North Whitehead, Science and the Modem World, Mentor Book, 1959, s. 186. 14 Christopher Hill, “Introduction", Editör: Trevor Aston, Crisis in Europe 15601660: Essays from Past and Present, Routledge & Kegan Paul, London: 1965, s. 3. Keza 17. yüzyıl Avrupa’sı üzerine genel bir değerlendirme için bkz. David Maland, Europe in the Seventeenth Century, Macmillan &St. Martin Press, 1966. 15 E. J. Hobsbawm, “The Crisis of the seventeenth century", Editör: Trevor Aston, age, s. 5-6. 42 ♦ m usta fa arm ağa n sunan bir anahtardır. Özetleyerek söylersek, bunalım aynı zamanda sorunları çözme imkânları demektir. 17. yüzyıl Avrupa’sını ilgilendiren bu yabancı örneği, durakla­ manın, bunalımın, gerilemenin yalnızca olumsuz sonuçları olması gerekmediğini, aksine bazan yenilgi ve bunalımlardan çok da verimli sonuçlar ortaya çıkabildiğini göstermek için verdim. Tarihçi olaya, tarihin bütün noktalarına eşi mesafede durarak bakmak zorundadır. Bir dönemi övme, diğerini tahkir etme hakkı yoktur tarihçinin. İkisi de malzemedir ona göre. Anlaşılması ve yorumlanması gereken birer malzeme... Hatta bir yazımda16 şunu öne sürmüştüm: Bazan yenilgiler ve başarısızlıklar organizasyonların kendilerini toparlayıp daha güçlü bir atılımla ilerlemesini sağlayabilir (kırbaç tesiri). Nitekim kuruluşu­ nun üzerinden henüz bir asır geçmişken Osmanlı Devleti, Timur’un ordusuna Ankara’da yenildi ve Rumeli hariç hemen bütün toprakları yeniden Anadolu Beylikleri arasında bölüştürüldü (1402). Bu felaket, 11 yıllık bir Fetret Devri’ne yol açmış olsa bile, gelecekte bir daha benzeri facialarla karşılaşılmaması için alman sıkı tedbirler sonu­ cunda İdarî ve askerî organizasyonun yeniden güçlendirilmesi ve pekiştirilmesiyle sonuçlanmıştır. Bir başka deyişle yenilgiler bazen zaferlerden daha fazla şey söyleyebilmiştir bir yönetime. Nitekim filozof Reinhard Koselleck, tarihte uzun vadede kaza­ nanların yenenler değil, yenilenler olduğunu söylerken bu hususa işaret etmekteydi: Kazanan taraftaki tarihçi, kısa süreli başarıyı uzun süreli bir expost teleoloji olarak yorumlamaya eğilimlidir. Ancak bu, kaybeden için geçerli değildir. Onların birincil deneyimi, her şeyin umduk­ ları ya da planladıklarından başka bir yönde gerçekleşmesidir... Niçin başka bir şeyin olduğunu ve [niçin] düşündükleri şeyin olmadığını daha fazla açıklamaya ihtiyaçları vardır. Bu durum, sonuçta daha fazla açıklama gücüne sahip daha kalıcı kavrayışlar yaratarak (...) sürprizi açıklayan orta ve uzun erimli nedenle­ rin araştırılmasını kışkırtabilir. Kısa vadede tarih, galip gelenler 16 Mustafa Armağan, “Tarihte negatif metodoloji", Zaman, 30 Mayıs 1994. Aynı yazı için bkz. Mustafa Armağan, Gelenek ve Modernlik Arasında, İstanbul 1995, İnsan Yayınları, s. 207-209 (2. baskı, İstanbul 1998, İz Yayıncılık, s. 211-213). ‘osmanlı ge rile m e si’ m a sa lı nda n uya nma k «. 43 tarafından yazılabilir. Ama uzun vadede tarihsel kavrayıştaki kazanımlar hep yenilenlerden gelmiştir.17 Tarihe ‘nereden* bakmalı? Tarih, bakılan yere ve bakıldığı yöne göre farklı şekillerde mi görünür? Bakılan odak, hele Osmanlı gibi muazzam bir coğrafyayı ve eşine az rastlanır uzunlukta bir tarihî süreci içeriyorsa kesinlikle olumlu olarak cevaplanması gereken bir somdur bu. Bu yüzden de tek bir Osmanlı tarihi değil, farklı bakış açılarına ve ideolojik ön ka­ bullere göre değişen birçok Osmanlı tarihi olduğunu, olabileceğini söylemek yerinde olur. Prof. Huri îslamoğlu’nun tespitiyle, “imparatorluğun çöküşünden bu yana Türkiye’de olduğu gibi Balkanlarda ve Arap bölgelerinde de, siyasal ve toplumsal kimlikler Osmanlı tarihinin farklı yorumları üzerine inşa edilegelmiştir.”18Demek ki, günümüzde giderek artma eğilimine giren bu “farklı Osmanlı yorumları” durduk yerde ortaya çıkmıyor. Bir kimlik arayışı ve bunalımının sonucu olarak, kim bilir belki de başlangıcı olarak, farklı yorumlara gitmek ve tutunmak, giderek de asılmak ve abanmak, bunu yapanlar için akademik bir tartışma konusu olmaktan öte, bir “hayat-memat” meselesi şeklinde karşımıza çıkıyor. Aslında Türkiye olarak kendimizi Osmanlı Devleti’nin “meşru” varisi saysak bile, Osmanlı’ya dair yorumlarımızın çok da “kendi” inşa ettiğimiz yorumlar olmadığını, ya ‘dışarı’nm, yani Cevdet Paşa'nm deyişiyle Avrupa'nın (Batı’nm) ayarı bozuk merceklerinden yansıyan yorumlar doğrultusundaya da mevcut bazı tarih tezlerine ve onların arkasında yatan zihniyetlere karşı geliştirilmiş olduğunu itiraf etmek durumundayız. Bu yüzden Evliya Çelebi’ye veya tarihçi Selânikî’ye o zamanki hayatın mtin akışı içinde pek de aykırı gelmeyen yığınla olay, bize ya dudak büktürüyor ya da ağzımızdan hayret nidaları çıkmasına yol açıyor. 17 Zikreden: Eric Hobsbawm, Tarih Üzerine, s. 362. 18 Derleyen: Huri Islamoğlu, Neden Avrupa Tarihi?, Çevirenler: Simten Coşar, Öz­ gür Gökmen, Yıldırım Kırgöz, İstanbul 1997, İletişim Yayınları, s. 9. 44 ♦ mu stafa arm ağa n Osmanlı yorumlarının başlangıcına Hegel’i oturtuyor Huri İslamoğlu ve onun Avrupa ile Avrupa dışı, Doğu ile Batı kültürlerini karşı karşıya konumlandırdığı tasnif şemasının Avrupa’daki Os­ manlI yorumlarını nasıl derinden etkilediğini tespit ediyor. Tam olarak katılmamakla birlikte19 bundan sonraki açıklamalara temel teşkil edeceği için geçici bir kalkış noktası olarak kabul edebiliriz îşlamoğlu’nun yaklaşımını. Baü’yı dinamik, akılcı, demokratik, değişme kabiliyetine sahip; Doğu’yu ise durağan, akıldışı, despotik ve taşlaşmış bir varlık gibi gösteren bu Hegelci yaklaşımın Oryantalizmin geliştirdiği “Hayali Doğu” portresi çerçevesinde yer aldığı açıktır.20 Buradaki DoğuBatı ayrımını, “yokluklar teorisi” olarak vasıflandırmak daha uygun olacaktır. Zira bir tarafta, yani Batı’da her şeyin olumlu ve var oldu­ ğunu, öbür tarafta ise Doğu’nun Batı’da var olanların tümünden yoksun bir tavrı ve durumu, eksikliği, daha doğrusu özürlü oluşu temsil ettiğini varsaymaktadır bu bakış. Zaten Bryan Turner’m da dediği gibi Oryantalizmin amacı, Doğu’yu kontrol etmek amacıyla anlamak değil miydi?21 19 Katılmıyorum, zira Osmanlı toplumu içerisinde de, Lütfi Paşa’mn Asaftıame’sinden ve Âli’nin Nasihatname’sinden başlayıp en meşhurları olan Koçi Bey Risalesine ve oradan da ıslahat layihalarına kadar uzanan uzun bir “içe­ riden” eleştiri geleneği mevcuttur. Bugün bile bu otantik tarih yorumunun muhafazakâr/milliyetçi tarih anlayışında devam ettiğini söyleyebiliriz. Geniş bilgi için bkz. Coşkun Yılmaz, “Siyasetnameler ve OsmanlIlarda sosyal tabaka­ laşma", Osmanlı (Editör: Güler Eren), cilt 4, Ankara 1999, Yeni Türkiye Yayınları, s. 69-81. 20 “Hayali Doğu” kavramını Thierry Hentsch’den ödünç alıyorum: Bkz. Hayali Doğu: Batı’nın Akdenizli Doğu’y a Politik Bakışı, Çeviren: Aysel Bora, İstanbul 1996, Metis Yayınları. Bu çerçevede hatırlanması gereken bir çalışma için bkz. Rana Kabbani, Avrupa’nın Doğu İmajı, Çeviren: Serpil Tuncer, İstanbul 1993, Bağlam Yayınlan. Aynca bkz. Mustafa Armağan, “Hayali Doğu’dan Haya­ li Batı’ya”, Doğu Batı, Yıl: 1, sayı: 2, Şubat-Nisan 1998, s. 79-84. Oryantalizmin Doğu ile Batı arasında açtığı bu “yarık”, aslında Baü’nın Doğu’ya olan borcunun üzerim çizmeye dönük ve asırların içine uzanan bir stratejinin adımları olarak okunabilir. Bkz. John M. Hobson, The Eastern Origins of Western Civilisation, Cambridge University Press, 2004. 21 Bryan S. Turner, For Weber: Essays on the Sociology of Fate, Sage Publications, 1996, s. 257. ‘osman lı g e rile m e s i’ m a sa lı nda n uyan ma k « 45 Buna tepki olarak ortaya çıkan bir başka yaklaşım, Huri İslamoğlu’nun deyişiyle “liberal îslâm”dan22 gelmektedir. Liberal İslâm’ın sözcüleri ise bu “yokluklar teorisi”ne tepki olarak, her yokluk iddiasının aksini ileri sürmekte ve onun aslında İslâm’da mevcut olduğunu iddia etmektedirler. Örneğin İslâm’da demokrasinin bu­ lunmadığı iddiasının aksine, daha Hz. Muhammed (sav) zamanında bile Medine’de dört başı mamur demokratik bir sözleşme toplumu bulunduğunun ileri sürüldüğü hatırlardadır.23 Başka bakımlardan ‘Liberal İslâm’ın tam karşı kutbunda yer alan laik ve devletçi söylemin, yokluklar teorisi karşısında hasmınınkine benzer bir tavır koyması ise ilginçtir. Bu söylem, laiklik vurgusunun yalnız Batı’dan ithal edilmiş olarak yapıştırma duracağını bildiği için onu kendi tarihimizden örneklerle temellendirmeye koyulmuştur. Bu nedenle de, hem eski Türklerin Müslüman olmadan önce “laik” olduklarını, hem de Osmanlılar’m Şer’î hukuk karşısında Örfî hu­ kukun alanını genişletmiş olmalarını laik bir yönetim anlayışının çekirdeği olarak görürler. Bunun devamı olarak da, gerçekte laik(!) olan Osmanlı Devleti’nin yüzyıllar içerisinde giderek Şeriata kaydı­ ğını ve Şer’î-Sünnî-Hanefî hukukun zamanla diğerlerini yuttuğunu, Cumhuriyet’in tam da bu bozulan dengeyi düzeltmek için laikliği uygulamaya soktuğunu ileri sürerler.24 Gerçi yelpazenin daha başka renkleri de vardır ama bugün tarih arenasında çatışan iki ana aktörün tepkisel tavrı, özede, Osmanlı tarihini, Batı ve Avrupa tarihine göre veya karşı olarak konumlandırmaya matuftur. Oysa unutulmamalıdır ki, gerek Avrupa-Batı tarihi, gerekse Osmanlı-lslam tarihi, daha büyük bir bütünün, dünya tarihinin parçalarıdır ve ancak bir dünya tarihi bütünü içerisinde gerçek anlamlarını bulabilir ve yorumlanabilirler. Bu tür dünya tarihine dair ayakları yere basan yorumlar yapabilmek ise genel bir tarihçi vizyonunun yanı sıra bir tebahhuru (erudition) gerektirir ki, 22 Huri İslamoğlu, age, s. 11; liberal İslâmla ilgili temel yaklaşımların özetlendiği iyi bir kaynak çalışma için bkz. Leonard Binder, Liberal İslâm, Çeviren: Yusuf Kaplan, Kayseri, 1992, Rey Yayıncılık. 23 Konunun bir tartışması için bkz. Taha Akyol, Medine’den Lozan’a., İstanbul 1996, Milliyet Yayınları. 24 Huri İslamoğlu, “Açılış", Derleyen: İslamoğlu, age, s. 12-13. o mustafa arm ağa n bu da hem İslâm’ı, hem de Batı’yı ve Doğu’yu dünya tarihi bütünü içerisinde ele almaya yönelik Hodgson’mkine benzer yıpratıcı bir gayret sarf etmeyi göze almak demektir. Dünya tarihinde Osmanlı Marshall G. S. Hodgson, gerçekten de yukarıda tavsif ettiğimiz işi hakkıyla başarmış ender dünya ve İslâm tarihçilerinden biridir. Özellikle 3 ciltlik The Venture of Islam25adlı değerli eserinde Hodg­ son, bir dinin siyasî tarihini, medeniyeti, sanatı, siyasî düşüncesi vb. bakımlardan incelerken, onu sürekli olarak dünya ve Avrupa tarihi bağlamıyla ilişkilendirerek ele alır ve bu bakımlardan eser, alanında biricik olmasa da öncü vasfını bugün dahi korumaktadır. (Hodgson’m 47 veya 48 yaşında ve en verimli çağmdayken ölmesinin ardından makalelerinden bir kısmı Rethinking World History adıyla kitaplaştırılmıştır.)26 Gerek The Venture o f Islam’da, gerekse Rethinking World History’de hem İslâm, hem Batı, hem de yeri geldiğinde Osmanlı tarihleri bir kanaviçe gibi iç içe işlenmiş ve aralarındaki farklar kadar benzerlik ve bağlantı noktalarına da titizlikle eğilinmiştir.27 25 Marshall G. S. Hodgson, The Venture of Islam: Conscience and History in a World Civilization, University of Chicago Press, 1958; daha sonra defalarca basılan bu eser Türkçeye bir heyet tarafından kazandırılmıştır: İslâm’ın Serüveni: Bir Dünya Medeniyetinde Bilinç ve Tarih, İstanbul 1993, İz Yayıncılık, 3 cilt. İlmî kullanımlar için Türkçe tercümeye ihtiyatla yaklaşılmalıdır. 26 Marshall G. S. Hodgson, Rethinking World History: Essays on Europe, Islam, and World History, Editör: Edmund Burke III, Cambridge University Press, 1993. Bu kitaptaki Islâmla ilgili makaleler küçük bir kitap halinde Türkçeye çevrilmiştir: Dünya Tarihinde İslâm, Çeviren: Ahmet Kanlıdere, İstanbul 1997, Yöneliş Yayın­ ları. Maalesef terminolojik hatalar içeren bu çeviri de ihtiyatla kullanılmalıdır. (Kitabın tamamı sonradan Türkçeye kazandırılmıştır: Marshall G.S. Hodgson, Dünya Tarihini Yeniden Düşünmek, çevirenler: Ahmet Aydoğan-Ahmet Kanlıdere, İstanbul 2001, Yöneliş Yayınları.) 27 Hodgson ve İslâm tarihini ele alma yöntemine Fazlur Rahman tarafından bir iti­ raz yöneltilmiştir: Bkz.: “Sources of dynamism in İslam", Editör: M. Tariq Kuraishi, Islam: A Way of Life and a Movement, American Trust Publications, 1984, s. 51-64. Ayrıca Rethinking World History yi yayma hazırlayan Edmund Burke III, kitaba yazdığı giriş ve özellikle de sonuç bölümünde Hodgson’m İslâm hakkında ulaştığı yorumlarındaki bazı hatalara ustaca ama ‘müeddeb’ bir üslupla dikkat çekmektedir. Bkz. Age, s. ix-xxi ve 301-328. ‘osm anl ı g e r ile m e s i’ m a sa lı nda n uy anmak « 47 Mesela Mulcaddimeyazaıı îbn Haldun’un, organizmacı bir tarih yaklaşımını benimsediği yolundaki yaygın kanaatin hatalı olduğunu ve tarihin bir organizma olarak anlaşılamayacağım, dahası bunun yerine ekonomiden ödünç alman “yatırım”kavramının geçirilmesi gerektiğini öne süren Hodgson’m Osmanlı tarihine de geniş ölçüde ışık tutan, hakiki bir tarihçi sabrıyla geliştirilmiş konumuzla ilgili yaklaşımları şu şekilde özetlenebilir: Hodgson, çoğu tarihçiye Osmanlı Devleti’nin gerilemesi gibi görünen olguyu, aynı dönemde Avrupa’daki benzer gelişmelerle kıyaslayarak açıklar.28 Bu Avrasya çapındaki gelişmelerin en be­ lirginlerinden birisi, Hodgson’a göre, mutlakiyetçiliğin zevalidir. OsmanlI’da ordu, sivil ve askerî bürokrasinin birlikte yer aldığı ve tüm kaynakların kendisine kanalize edildiği mutlakiyetçiliğin gücünü teşkil ediyordu. Ne var ki, 17. yüzyıldan itibaren ordu içerisinde “sivil sınıf” güçlenmeye başladı ve bu süreç, bir sonraki yüzyılda artarak devam etti. Sonuçta merkezî silahlı kuvvetler ciddi bir zaafa uğradı. Bu da iktidarını ve gücünü yekpare bir orduya dayandırmış olan mutlakiyetçiliğin altını oyan bir gelişme oldu. Hodgson’a göre bu gelişmeyi, kendi doğal sınırlarına ulaşması yüzünden devşirme sisteminin değiştirilmesi takip edecekti. Bizim tarihlerimizin yeniçeriliğin ve devşirme sisteminin “bozulması” olarak yansıttıkları bu hadise, aslında devletin askerî ve İdarî stra­ tejisindeki temel bir tercih değişikliğinin sonucuydu ve devletin, hatta ordunun “sivilleştirilmesi” yönündeki bir girişimin önemli bir parçasını oluşturmaktaydı. Bu pek fazla dikkat çekmeyen sivil darbe (bir nevi coup d ’etat), 17. yüzyılın hemen başında yürürlüğe girmiş ve ilginçtir, devletin başı olarak padişahın yetkilerini bile kısıtlama noktasına kadar varmıştır. Daha Fatih Sultan Mehmed devrinde padişah, Divan-ı Hümayun’a başkanlık yapma yetkisinden mahrum bırakılmıştı.29Kardeş kavgaları 28 Hodgson, The Venture of Islam, s. 126 vd.; Türkçe çevirisi, İslâm’ın Serüveni, s. 135 vd. 29 Divan-ı Hümayun toplantılarına katılmama kararının bir olay üzerine bizzat Fa­ tih tarafından verildiğini söyleyenler olduğu kadar, bunun vezirlerin bir tedbiri olduğunu ve Fatih’e dayatıldığını söyleyenler de bulunmaktadır. Bkz. Abdur­ rahman Şeref, Osmanlı Devleti Tarihi, Hazırlayan: Musa Duman, İstanbul 2005, 48 « m usta fa arm ağan ve taht mücadeleleri yüzünden devletin bir türlü kurala bağlana­ mayan “tahta kimin geçeceği” meselesine çözüm olarak I. Ahmed zamanında, şartların zorlamasıyla da olsa, “ekberiyyet” yani hane­ danın en yaşlı erkek üyesinin doğum tarihi sırasıyla tahta geçirilmesi uygulaması getirilmişti.30Bu, aslında o günün şartlarına göre vera­ set hukukunda son derece önemli bir reform demekti. Şehzadeler III. Mehmed'den sonra artık sancak valiliklerine gönderilmiyor ve sarayda aktif İdarî hayattan tecrit edilmiş bir şekilde “kafes” arka­ sında bir hayat yaşamaya mahkûm ediliyorlardı. Ekberiyyet sistemi, gerçekte bürokrasinin baskı ve telkini altında yetişen şehzadelerin tahta geçtiklerinde idarenin kolektif akima teslim olmasını ve çoklu bir dengeye oturan yönetim mekanizmasının neresinde duracağını öğrenmesini sağlıyordu. Hodgson, sarayın, başma buyruk padişahların çıkma ve keyfî icraatlarda bulunma riskini bu suretle önlediğini söylüyor ki, bence Osmanlı tarihçilerinin bu harikulade tespitin her kelimesi üzerinde ciddi ciddi düşünmeleri gerekmektedir. En yaşlı erkeği tahta çıkarmak, bir yandan Osmanlı hanedanının tahta geçme sistemini bir kurala, daha doğrusu protokole bağlarken, öbür yandan da askerin ikide bir devlet işlerine burnunu sokmasının önüne geçmek amacına matuf bir tedbirdi. Başka bir deyişle, bu adım da sivilleşmenin bir uzantısıydı. Ayrıca tahttan kendi rıza­ sıyla feragat eden padişaha kansız bir şekilde “emekli olma” şansı tanınıyor, böylece bu uygulama, Voltaire’in 18. yüzyıl için söylediği gibi Osmanlı yönetim sistemini Batı monarşilerine kıyasla bir tür “demokrasi” haline getiriyordu. Şöyle diyordu Voltaire: Bütün tarihçilerimiz, Türk imparatorluğunu istibdada dayanan bir devlet olarak göstermekle bizi çok aldatmışlardır. Bunlar arasında, en derin bilgileri olan Kont de Marsigli şöyle diyor: İstanbul’da bulunan Yeniçeri ocağı, sultanı hapse atmak, öl­ dürmek, yerine başkasını getirmek yetkisindedir. Savaş açmak Gökkubbe Yayınları, s. 180; Mustafa Nuri Paşa, Netayicü’l-Vukuat: Kurumlan ve Örgütleriyle Osmanlı Tarihi, Hazırlayan: Neşet Çağatay, C I-II, 3. baskı, Ankara 1992, Türk Tarih Kurumu Yayınlan, s. 65. 30 Bu ‘kural’m başlangıçta fiilî (defacto) olduğu, IV. Mehmed’in tahttan indirilme­ sinden sonra meşrulaştığı ve Meşrutiyetle birlikte yasallaştığı anlaşılmaktadır. ‘o s m a n l ı g e r i l e m e s i ’ m a s a l ı n d a n u y a n m a k « ya da banş yapmak için padişah çok kez süel [askerî] ve siya­ sal çevrelere danışmak yükümünde [zorunda] kalır. Paşalar da taşrada alabildiğine buyuramazlar. Kentin ileri gelenleri onlar hakkında Divan’a rapor yazıp yakınabilirler [şikayet edebilirler]. Türk devleti bir demokrasidir.31 Bürokrasinin iktidara el koyması, sonuçta kumanda zincirinin başı olarak sadrazamın elinin aşırı derecede güçlenmesiyle sonuç­ lanmıştı.32 Bu sivilleşme eğiliminin 18. yüzyılda da devam ettiğini söyleyen Hodgson, şu ilginç tesbitlerde bulunuyor: Nihai olarak onsekizinci yüzyılın başlarında merkezî silahlı kuvvetler kendisini bütünüyle sivilleştirdi. Yeniçerilerin sivil ticaretlerden gelir elde etmelerine ve orduda kaldıkları sürece vergiden muaf olma ve sadece ‘askerî’ mahkemelere tâbi olarak yargılanmalarına izin verildi.33 31 Voltaire, Türkler, Müslümanlar ve Ötekiler, Derleyen: Osman Yensem, 2. baskı, Ankara 1975, Türkiye îş Bankası Kültür Yayınları, s. 90. Bu yönleriyle ülkemizde pek fazla tanınmayan ünlü Aydınlanma düşünürü ve edibi Voltaire’in Osmanlı ve İslâm hakkmdaki daha ayrıntılı düşünceleri için 2 ciltlik Feylesofça Konuşma­ lar ve Fıkralar (ilk baskısı: 1947) adlı kitabına başvurulmalıdır: Çeviren: Fehmi Baldaş, 2. Baskı, Ankara 1962, Milli Eğitim Basımevi. Ayrıca yine Voltaire’in İsveç Kralı olan ve Osmanlı idaresine 18. yüzyılın başında ciddi bir baş ağrısı teşkil eden Demirbaş Şarl hakkında yazdığı XII. Şarl’ın Tarihi adlı kitabında Şarl’m Os­ manlI ile ilişkileri meyanında Osmanlı devleti ve yöneticileri ile ilgili ilginç değer­ lendirmeleri bulunmaktadır: Çeviren. Nahid Sırrı, İstanbul 1939, Hilmi Kitabevi. Daha geniş bilgi için Voltaire hakkında yazdığım şu birkaç yazıya başvurulabilir: “Voltaire’i nasıl bilirsiniz?”, Zaman, 30 Nisan 1996; “Voltaire ve İslâmiyet”, Za­ man, 7 Mayıs 1996; “Voltaire ve Osmanlı demokrasisi”, Zaman, 14 Mayıs 1996. 32 Hodgson, The Venture of İslam, s. 128; Islâm'ın Serüveni, s. 137. Nitekim Evliya Çelebi, Vîyana’ya Nemçe Çasar’ı, yani Habsburg İmparatoru ile görüşmeye gi­ den Mehmed Paşa adındaki bir elçinin, kendilerine yeterli tayın verilmemesine isyan ettiğini, yöneticilerden istekte bulunduğunu, ancak kendisine, bunun an­ cak împarator’un onayıyla mümkün olduğunun söylenmesi üzerine AvusturyalI yetkiliye şöyle hitap ettiğim aktarmaktadır: "Bre hay melun dinsizler! Söze gelin­ ce Çesar şöyle büyük, böyle namlı falan filandır, dersiniz. Bunda çesara danışa­ cak ne var? Çesardan başka iş bilir ve söz anlar adamlarınız yok mudur? Bizim Osmanlı vezirleri işler görür, kaleler alır, bozar, bozulur. Erdel kralım, Boğdan ve Eflâk beylerini yerlerinden alırlar. Erdel’de Yanve ve Varat kalelerini fetheder­ ler, Padişahın haberi bile olmaz, sonra fetih mektubunu gönderirler. Ama sizler elçiye bir ekmek ve bir okka et fazla vermek için çesara danışırsınız. Yine de Osmanoğlu ile eşit olmağa çalışırsınız.” Bkz. Evliya Çelebi Seyahatnamesi, cilt: 7, Sadeleştiren: Mümin Çevik, İstanbul, tarihsiz, Üçdal Neşriyat, s. 136. 33 Age, s. 129; Türkçesi, s. 138. 50 * m us ta fa armağ an Hodgson, mutlakiyetçiliğin zevalinin hatalı olarak sık sık impa­ ratorluğun ve beraberinde toplumun da zevali anlamına geldiğinin zannedildiğini vurgular ve karşı düşüncelerini bu sözlerin hemen ardından şöyle dile getirir: Böyle bir değerlendirme için vakit erkendir (prematüre). Osmanlı toplumu, bir imparatorluk üslubu oluşturma bakımından en yaratıcı çabalara onyedinci yüzyılda sahip olmuşsa da, doğal olarak, emperyal mutlakiyetçiliğin zirvesine gelmek için sadece askerî değil, entelektüel açıdan da gayret göstermeye devam etti.. Osmanlı İmparatorluğu, onsekizinci yüzyılda da yeterince güçlü olmaya devam etti. Çoğu kimse mutlakiyetçiliğin zevalinden acı çekti, fakat hatırı sayılır etkinliğe ulaşmış yeni kurumlar onların yerine ikame edilmişti.34 Hodgson, özetle Osmanlı Devleti’nin 17. yüzyılın başlarından, hatta 16. yüzyılın sonlarından itibaren yapısal bir dönüşüm geçir­ diğini ve sivil bir bürokrasinin devletin askerî karakterine müdahale ederek onu adım adım sivilleştirdiğini gözlemlemektedir. Bu demek­ tir ki, aynı dönemde Avrupa’nın belli başlı devletlerinde yaşandığı türden bir bunalım Osmanlı Devleti’ni de kucağına almış ve onu bir yeniden yapılanmaya gitmeye zorlamıştır. Bunun sonucunda ise padişahın bir kısım yetkilerinin kısıtlanmasından askerin siyasetteki ağırlığının azaltılmasına ve sivilleşmeye kadar uzanan yepyeni bir süreç başlamıştır. Işte, Kanuni dönemini Altın Çağ olarak gören tarihçilerin bozulma alametleri olarak değerlendirdikleri gelişmelerin altında Avrasya’da birçok ülkede birden kendisini hissettiren değişim ihtiyacı, yani si­ villeşme süreci yatmaktadır. Daha doğrusu sivilleşme ve özelleşme süreci... İki Osmanlı Devleti! Halil İnalcık Ottoman Empire: The ClassicalAge35(Osmanlı Dev­ leti: Klasik Çağ) adlı kitabında Osmanlı Devleti’nin 17. yüzyıldan itibaren uğradığı temel bir değişmenin altını çizmektedir. înalcık’a 34 Age, s. 133; Türkçesi, s. 141 (altlarını ben çizdim- M. A.). 35 Halil İnalcık, Ottoman Empire: The Classical Age 1300-1600, Weidenfeld & Nic­ holson, 1973. ‘osmanlı g e r ile m e s i’ m a sa lı nda n uy anmak * 51 göre 600 küsur yıllık ömründe tek bir Osmanlı Devleti’nden söz edilemez. Osmanlı Devleti, yaklaşık 17. yüzyılın başından itibaren bambaşka bir devlet olup çıkacaktır. Osmanlı’nm temel kurumlan 16. yüzyıl sonlarından itibaren Avrupa ve dünya sistemindeki kök­ lü değişmelere ayak uyduramamış ve bir dönüşüm mecburiyeti hasıl olmuştur. İmparatorluğun içine doğduğu “Yakın Doğu devlet modeli”, 16. yüzyılın sonuna kadar bu kurumlarm elini kolunu bağ­ lamıştır. İşte devletin ve ihtişamın zirvesine ulaştığı kabul edilen Kanuni devri, gerçekte mükemmelliği yakalamış, kendinden emin, dış etkilere kapalı bir vaziyet arz etmekteydi. Batı’dan teknoloji, tıp ve mali alanlarda bazı keşifler ödünç alınmasına rağmen bunlar ya askerî ya da pratik amaçlarla kullanılmıştı. Oysa 17. yüzyıl, Osmanlı tarihinde açılan yeni bir çığır, bir tür dönüm noktasıdır. Bu yüzyılda vuku bulan derin kırılmayı Prof. İnalcık şöyle dile getiriyor: Böylece onaltmcı yüzyılın son on yılında Avrupa’nın İktisadî ve askerî etkisi ile onu takip eden derin bunalımlar Osmanlı İmparatorluğu’nu kökten dönüşüme uğrattı ve tarihinde yeni bir çağ açtı. Klasik Yakın Doğu devletinin kurumlan çözüldü ve yeni şartlara uyarlanma çabaları imparatorluğu derinden sarstı. Onyedinci yüzyılın ortalarında gene nisbî bir sükûnet sağlan­ dığında ortaya çıkan tablo, 1600’den önceki imparatorluğun durumundan tamamen farklı bir manzara arz etmekteydi.36 Halil İnalcık Hoca’nm Kanuni devrinin büyük ölçüde dışa kapalı olduğu yargısını tartışmalı bulsam da (ki kendisi de daha sonraki yayınlarında bu görüşünü tashih etmiştir), yukarıdaki önemli yak­ laşımı üzerine şunları söyleyebiliriz: Osmanlı Devleti, eğer değişmeseydi, 16. yüzyılın son 10 yılından itibaren Avrupa’da kendini gösteren derin bunalımları atlatamaz ve kaskatı kesilerek tarih sayfalarına daha o yıllarda veda edebilirdi. Oysa o, değişmeyi başardı ve kendisini, adeta eskisiyle kıyas kabul etmeyecek bir tarzda dönüştürerek 17. yüzyılın ortalarında yeni bir denge durumuna ulaşabildi. Bu değişimden yeni bir Osmanlı Devleti doğmuş oldu. 36 Halil İnalcık, age, s. 52 (altlarını ben çizdim-M. A.). 52 ♦ mus ta fa arm ağan Rifa’at Ali Abou El-Haj’ın dediği gibi, başka toplumların erdemi kabul edilen “değişme”, nedense Osmanlı Devleti ve toplumu için bir kusur sayılmakta ve değişse değiştiği için, değişmese değişmediği için oynak kriterlere dayanılarak eleştirilere uğramaktadır. Bu değişme paradoksunun temelinde, Osmanlı tarihine biçtiğimiz o katı dönemlendirme şeması yatmaktadır. Her şema gibi bunun da zihin atlasımızda, aydınlattığından çok kararttığı bölgeler olduğunu kabul etmek durumundayız. Dönemlendirmenin yanılgısı Makalemizin başında Osmanlı tarihine ilişkin kimi kalıp-yargılardan ve bunların çıkmazlarından söz ettiğimizi tekrar hatırlayalım. Bunlardan birisi, tarih kitaplarımızda gerileme iddiasının gelişigüzel kullanılmasıydı. Bir diğeri de Osmanlı tarihinin dönemlere ayrılması (periodizasyon) alışkanlığında ortaya çıkmaktadır. Malum şemaya göre Osmanlı tarihi, 1. Kuruluş (1299-1453), 2. Yükseliş (1453-1566), 3. Duraklama (1566-1699), 4. Gerileme (1699-1774), 5. Çöküş (1774-1922) aşamalarından geçmiştir (burada verilen tarihler yer aldıkları çalış­ maların bakış açılarına göre ufak tefek farklarla oynayabilmektedir37). Bu aşamalara bakıldığında, tarihin kırılma noktalarından çok, yanlış olarak îbn Haldun’a atfedilen devletin bir organizma tarzında doğup büyüyeceği, orta yaşlarına geleceği ve yaşlanıp öleceği şeklindeki şablonun esas alındığı kolaylıkla fark edilecektir. Yani insan ömrü­ nün aşamaları olduğu gibi bir devletin tarihine yansıtılmakta ve o şemadan buna olumlu cevaplar vermesi beklenmektedir. Acaba bu ne kadar gerçekçi bir taleptir? Bu organizmacı tarih telakkisi, yukarıda değindiğimiz gibi nâhak yere Îbn Haldun’a atfedilmektedir. İbn Haldun’un satırlarında belli 37 Mesela Mufassal Osmanlı Tarihinde Çöküş’ün başlangıcı olarak 1792 tarihi alınmıştır. ‘o s m a n l ı g e r i l e m e s i ’ m a s a l ı n d a n u y a n m a k « bir determinist vurgu güzeran etmekteyse de, onun tarihi statik değil, dinamik bir akış olarak düşündüğü ve onu “ümrandaki bütün değişim ve dönüşümlerin kaydı”38olarak anladığı, bizzat kendi yazılarından görülebilir. Tarihi, ümrandaki bütün değişim ve dönüşümlerin an­ laşılması olarak algılayan bir îbn Haldun’un bu kadar garip ve tarihdışı bir şablonun babası ilan edilmesinin Mağripli mütefekkirimize yapılmış büyük bir haksızlık olduğunu düşünüyorum. Mesela Osmanlı îbn Halduncularmdan Kâtip Çelebi (ölümü: 1657), İbn Haldun’a atfen, hanedanların gelişme, olgunluk ve inhi­ tat safhalarından geçtiklerini söyler. Buna karşılık Naîmâ (ölümü: 1716), bu organizmacı şemanın Osmanlı hanedanı için teşkil ettiği potansiyel tehlikenin farkındadır ve bu yüzden de Osmanlı haneda­ nının güçlü bünyesi sayesinde bir istisna oluşturarak, iyileşip genç­ leşeceğine ve İbn Haldun’un teorisini yanlışlayacağma inanmakta, onun “tavırlar teorisi”nin beşinci safhası olan “izmihlâT’in, Osmanlı idaresindeki “büyük adamlar”m etkisiyle durdurulabileceğini iddia etmektedir.39 Zira Osmanlı “devlet-ebed-müddet”ti ve hatta İbn Haldun’a rağmen böyleydi! 38 Zikreden: Hobsbawm, Tarih Üzerine, s. EX. 39 Fındıkoğlu Z. Fahri, “Türkiye’de İbn Haldunizm”, Fuad Köprülü Armağanı, İs­ tanbul, 1953, Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Yayınlan, s. 158. Fındıkoğlu’nun bu öncü ve toparlayıcı makalesi, Taha Hüseyin’e bir nevi cevap mahiyetinde olup Osmanlı dünyasında, bir “Arap” düşünürünün fikirlerinin nasıl canlandırıldığını örneklemek ve bu suretle Osmanlı aşısı sayesinde İslâm kültürünün geliştiğini is­ patlamak çabasına matuftur. Bu yazısında Fındıkoğlu, Kâtip Çelebi, Naimâ, Müneccimbaşı, Pirizade, Hayrullah Efendi, Abdüllatif Subhi Paşa ve Cevdet Paşa’yı neredeyse İbn Haldun’u iyi veya orta derece kopya eden veya anlayan pasif iz­ leyiciler konumuna hapsetmiş görünmektedir. Oysa Cornell Fleischer’in maka­ lesi daha da derine inmekte ve çarpıcı bir şey söylemektedir: İbn Haldun’dan etkilenmekle birlikte Osmanlı âlimleri de îbn Haldun’un kaynaklarına vakıflardı, yani aynı kaynaklardan besleniyorlardı. Dolayısıyla İbn Haldun’un görüşlerini önemsemekle birlikte, bu görüşlere âşinâ idiler ve aynı geleneğe bağlandıkları için de zaman zaman onunkiyle benzer görüşler öne sürdükleri olmuştur. Ni­ tekim Kâtip Çelebi’nin görüşleri, İbn Haldun’dan ziyade Nasirüddin Tusi’nin Ahlâk-ı Nâsirf sine bağlanabilir. Fleischer’in bu görüşleri için bkz. “Royal aut­ hority, dynastic cyclism, and “ibn Khaldûnism” in sixteenth-century Ottoman letters”, Editör: Bruce B. Lawrence, Ibn Khaldun and Islamic Ideology, Leiden: E. J. Brill, 1984, s. 46-68. Fleischer’in ‘Osmanlı İbn Haldunculuğu’ hakkmdaki görüşlerini, elinizdeki kitapta kendisiyle yaptığım söyleşiden de okuyabilirsiniz. 5 4 ♦ m usta fa arm ağa n Osmanlı tarihini dönemlendirmede inanılmaz bir yaygınlık ve meşruiyet kazanan bu şablonun, oryantalist çalışmalara büyük öl­ çüde Dimitri Kantemir’in, yazımını tarihçi Naimâ’nm vefat ettiği 1716 yılında bitirdiği Osmanlı İmparatorluğu’nun Yükseliş ve Çöküş Tarih?0adlı eserinden sirayet ettiğini, oradan da modern Türk tarih­ çiliğinin bünyesine sızdığını düşünmek çok yanlış olmaz. Başka bir deyişle, Osmanlı tarihini organizmacı benzetmelerle dönemleştirme alışkanlığının, kendi tarih geleneğimizin bir parçası olmayıp belki ‘içimizdeki dış göz’ diyebileceğimiz Dimitri Kantemir’in yaptığı tür­ den ‘Oryantalistleşmemiz’ ile ilgili olduğunu tespit etmek önemlidir. Halil İnalcık da eski bir konuşmasında benim organizmacı dedi­ ğim dönemleştirme alışkanlığını “antropomorfik” olarak niteliyor ve bu yöntemin tamamen değişmesi gerektiğini şöyle ifade ediyordu: Osmanlı tarihinde çağlara ayırmada hâlâ antropomorfik (insan biçimci) yöntem izleniyor. Yani doğma, büyüme, ölme prensibi. [Bu yöntem- M. A.] Tamamen değişmelidir.41 Aynı şekilde Kemal Karpat da bu demode dönemlendirme an­ layışına karşı çıktığı önemli yazısında, hem bu alışkanlığı çeşitli yönlerden eleştiriyor, hem de nadir rastlanan bir tutumla, alternatif bir dönemlendirme şeması teklif ediyor.42Karpat’m 4 aşamalı yeni dönemlendirme şeması şöyledir: 1. Uç beyliği dönemi (1299-1402), 2. Merkezileşmiş yarı-feodal safha (1421-1596), 3. Bölgesel özerklik ve Ayanlar (1603-1789), 4. Ulus devlet aşaması: Modern bürokrasi ve aydınlar (1808-1918). Görüldüğü üzere Kemal Karpat'm bu yeni dönemlendirme şema­ sında ne İstanbul’un fethi gibi askerî bir zafer kıstas alınmaktadır, 40 Dimitri Kantemir, Osmanlı İmparatorluğu’nun Yükseliş ve Çöküş Tarihi, Çevi­ ren: Dr. Özdemir Çobanoğlu, 2 cilt, Ankara 1979, Kültür Bakanlığı Yayınları. 41 Konuşan: Orhan Koloğlu, “Profesör Halil İnalcık ile bir söyleşi: Türkiye’de tarihin bunalımı”, Özgür İnsan, cilt 4, sayı: 36, Ekim 1976, s. 23. 42 Daha önce Halil İnalcık’ın biri 16. yüzyıl sonuna kadar devam eden geleneksel Osmanlı devleti, diğeri 17. yüzyıl başlarından yıkılışa kadar süren değişme döne­ mi Osmanlı devleti şeklinde bir ayrım yaptığını hatırlayalım. ‘osm anl ı g e rile m e s i’ m a sa lı nda n uy an ma k « 55 ne de Viyana kapılarından geri dönüşümüz gibi bir askerî hezimet. Karpat’ı ilgilendiren kıstas, kurumsal değişmelerin, özellikle de bü­ rokrasideki ana istikamet üzerinde hangi çapta etkili olduğudur. Bu yazı çerçevesinde en çok 17. yüzyıl ve sonrasını problematize ettiğimiz için Karpat’m sadece 3. ve 4. şık için söylediklerini tartış­ maya açmak istiyorum. Osmanlı tarihinin en önemli dönemi Kemal Karpat’a göre 1603-1789 yılları, modern çağa geçişte Os­ manlI tarihinin muhtemelen en fazla ihmal edilmiş, buna mukabil en önemli dönemidir. Bu dönemin önemi, 19. yüzyıl reformlarının birçoğunun olduğu kadar Balkanlardaki ulus-devletlerin ortaya çıkışının da bu aşamada beliren sosyo-ekonomik gelişmelerden kay­ naklanmasından ileri gelmektedir. Önemlidir bu dönem, zira eskiden seçkinlerin statüsüne yönetici zümreler karar verirken, yavaş yavaş bu ölçüt değişmekte ve ekonomik gücü olan daha alt sınıftan gelme insanların kendilerine statü aradıklarına ve bu statüyü elde etmek için yukarı katmanları anlaşmaya zorladıklarına şahit olunmaktadır. Bu dönem, Prof. Karpat’a göre, Osmanlı’nm sözde zevaline tekabül etmektedir. Ne var ki, yaygın kanaatin tersine, 18. yüzyılın ilk 50 yılı boyunca devlet, barışa ve huzura kavuşmuş, hatta Karlofça’da kaybettiği toprakların bir kısmını da geri almayı başarmıştır. Kemal Karpat bunun ardından, bu “dönem”in neden ihmal edildi­ ğine ve yüzüstü bırakıldığına ilişkin son derece önemli bir başka tes­ pitte bulunuyor. Sözlerini aşağıya aynen ama altını çizerek alıyorum: Bu can alıcı dönemin ihmal edilmesinin muhtemelen bir başka sebebi de vuku bulan gelişmelerin [ilk dönemlere kıyasla] nispe­ ten karmaşık bir mahiyet arz etmesi ve onları incelemeye müsait kavramsal araçlardan mahrum bulunulmasıdır.43 43 Kemal H. Karpat, “The Stages of Ottoman history: A structural comparative approach”, Editör: Kemal H. Karpat, Ottoman State and its Place in the World History, Leiden, 1974, s. 90. Bu makale, yazarın Osmanlı ve Dünya adıyla yayma hazırladığı edisyonunda (Ufuk Kitapları, 2000) bulunabileceği gibi elinizdeki ki­ taba da alınmıştır. 56 o mustafa arm ağan Zira 18. yüzyıl ve onu takip eden 19. yüzyıllarda Osmanlı toplumu, devleti ve siyasî sistemiyle birlikte önemli bir dönüşüm geçirmiş, mutlakiyetçilik ve merkeziyetçiliğin çözülüp yeni inisiyatiflerin dev­ reye girdiğine, daha önceden varlığı veya önemi yeterince bilinmeyen bazı aktör ve faktörlerin siyasî ve toplumsal denkleme dahil olduğuna şahit olunmuştur. Yalnız ayanlık ve “çiftlikhane” (veya çifthâne) sisteminden44ibaret değildir sözkonusu değişim; aynı zamanda tica­ retin tedricen serbestleşmesi ve yoğunlaşması, üretim tarzlarındaki değişmeler, piyasa ekonomisinin yaygınlaşması, sermayenin özel ellerde birikmesi ve Tuna kasabalarında yerleşmiş bir Türk iş ada­ mının Polonya topraklarında yatınm yapması örneğinde görüldüğü üzere tarımda yatırım yollarının zorlanması (tarımın ticarileşmesi) gibi çok-boyutlu gelişmeler gözardı edilerek bu dönemi anlamak mümkün olamaz.45 Üstelik bu dönemde devletin “tüccar devlet” olma vasfı da iyice belirginleşmeye başlamıştır.46 Hele hele her dönemin iç yapılanmalarını ve değişen çevreye karşı yeniden denge kurma çabalarım hesaba katmadan, 6 asırlık bir tarihin yarısından fazlasını tarihin dışma itmek veya çöp sepetine atmak ve duraklama, gerileme ve çöküş dönemlerine bir devletin ömrünün yarısını ayırmak, gerçekten de, bırakın tarihçilik etiğine sığmasını, bir İnsanî olguyu anlama çabasındaki hiç kimsenin itibar edeceği makul bir tutum olamaz. Üstelik önümüzde Donald Quataert’in taş gibi iki kitabında,47 Osmanlı Devleti’nin yarı sömürge ve “Hasta adam” ilan edildiği bir çağda Avrupa sömürgeciliğine karşı nasıl dişe diş bir mücadele verdiği gösterilmişken, onun 17. yüzyıldan itibaren duraklamaya, 44 Çiftlikhane sisteminin etraflı bir şekilde tartışıldığı önemli bir derleme için bkz. Osmanlı’da Toprak Mülkiyeti ve Ticari Tarım, Editör: Çağlar Keyder-Faruk Ta­ bak, Çeviren: Zeynep Altok, İstanbul 1998, Tarih Vakfı Yurt Yayınlan. 45 Karpat, agm, s. 93. 46 Palmira Brummett, Ottoman Seapower and Levantine Diplomacy in the Age of Discovery, SUNY Press, 1994, s. 5 vd [Osmanlı Denizgücü, Keşifler Çağında Os­ manlI Denizgücü ve Doğu Akdeniz’de Diplomasi, Çeviren: Nazlı Pişkin, 2009, Timaş Yayınlan]. 47 Donald Quataert, Osmanlı Devleti'nde Avrupa İktisadî Yayılımı ve Direniş (1881 1908), Çeviren: Sabri Tekay, Ankara 1987, Yurt Yayınlan; aynı yazar, Sanayi Dev­ rimi Çağında Osmanlı İmalat Sektörü, Çeviren: Tansel Güney, İstanbul 1999, İletişim Yayınlan. o s m a n l ı i m p a r a t o r l u ğ u n u n i n h i t a t ı ü z e r i n e « 57 gerilemeye ve dağılmaya başladığını, bir daha da kendisini topar layamayarak çöküp gittiğini(!) iddia etmek, tarihe kalıp-yargılardan başka bir zaviyeden bakamamak aczinden başka bir anlama gelmez. Yazımı bitirirken özetleme görevini üstad Fernand Braudel’e bırakmama itiraz eden olmaz umarım: Osmanlı İmparatorluğu, büyük bir historiografi [tarih yazımı] sorunu, müthiş bir belirsizlik bölgesi.48 Sürekli çıkardığı istisnalarla tarihçileri yıldıran ve hâlâ belirsizlik­ ler içinde yüzmekte olan bu tarihi, şimdiye kadar bize sunulandan farklı şekilde anlamak zorunda olduğumuzu vurgulamayı amaçlayan bu yazı, “Osmanlı gerilemesi” bağlamında ortaya çıkan yeni yakla­ şımların ufak bir kısmım önünüze getirmektedir. Burada zikredilen­ lerin haricinde son derece zengin bir literatür oluşturan çalışmaların “Osmanlı gerilemesi” sorununa yeni menfezler bulmaya çalışüğmı söylemekle yetinelim şimdilik. Tarihçilerimiz çalışıyor. Biz hakikat avcılarına düşen görev ise onların tarihin derinliklerinden seslenişlerine kulak kabartmak ol­ malıdır. Tarih, geçmişle kurulan bir diyolagdur çünkü. Diyalog, malum, sadece bir tarafın konuştuğu, diğerinin sustuğu ‘nutuk’tan farklı olarak iki tarafın da katıldığı bir ‘söyleşi’dir. Öyleyse gelin tarihi bir söyleşiye çevirelim ve geçmişin susturulan dilinin bize söylemek istediklerine kulak kesilelim. 48 Fernand Braudel, Akdeniz, c. I, s. 13’ten aktaran Huricihan İnan, “Osmanlı tarihi ve dünya sistemi: Bir değerlendirme”, Toplum ve Bilim, sayı: 23, Güz 1983, s. 9. 2 Osmanlı İmparatorluğu’nun İnhitatı Üzerine Bazı Düşünceler* Bernard Lewis Büyük İmparatorlukların inhitat hadiseleri, her devirde alâka çekici bir konu olmuştur. Aynı mevzu zamanımızda da, bu dev­ letlerin azametli mazisine bakarak hayıflanan veya sürür duyan kimseler için yine tesirli bir konu olmak vasfını haiz bulunmaktadır. Üzerinde ciddî çalışmalar yapılmamış olmasına rağmen,1Osmanlı İmparatorluğu’nun inhitatı meselesi de aynı alâka çekicilik vasfını taşımaktadır. OsmanlIların beş asırlık tarihi, hâlâ en fazla ihmal edil­ miş bir tarihî tetkik sahası olarak karşımızda durmaktadır. Türkiye’de ve Batı’da girişilen son araştırmalar, bu İmparatorluğun başlangıç ve son buluş devirleri hakkmdaki bilgimizi artırmışsa da, bu dev­ letin inhitatı meselesi üzerinde bizleri pek az aydınlatabilmiştir. Modern Türk tarihçileri dikkatlerinin büyük bir kısmını tabiatıyla * “Ottoman Observes of Ottoman Decline”, Studia Islamica, No. IX, 1958, s. 111127. Bu metin, yazarın The Emergence o f Modern Turkey adlı kitabının bir bö­ lümü olarak hazırlanmıştır. Metni çeviren: Salih Tuğ, İslâm Tetkikleri Enstitüsü Dergisi, Cilt III, Cüz 1-2,1959-1960, s. 161-178. 1 Bir istisnası vardır: H.A.R. Gibb ve Harold Bowen’in beraberce neşrettikleri Isla­ mic Society and the West, l/i, Islamic Society in the Eighteenth Century, s. 173 vd. (London 1950) adlı eser ile Osmanlı idari müessesesinin çöküşü üzerinde yaptık­ ları tetkikler. 60 * b e r n a r d l e w i s gerektiği kadar kendi milletlerinin ilk büyüme, azamet ve son can­ lanış hadiselerine teksif etmişler, Batılı meslektaşları gibi esas olarak klâsik Osmanlı tarihçilerini tahlil ile iktifa etmişlerdir. Bu tarihçiler de ekseriya, İmparatorluğun Asya ve Avrupa’daki hürriyetlerine kavuşmuş eski tâbî milletlerin millî, tarihî menkıbelerinin tesirine maruz kalmış kimselerdi. Bunlar, kendi cemiyetlerinin bütün kusur ve noksanlarını, İmparatorluğun ileri gelen idarecilerinin yanlış ve kötü davranışlarına atfetmeye temayül etmişler ve Osmanlı devlet idaresinin son devrede içinde bulunduğu malûm zaafları, Osmanlı medeniyetine dair verdikleri tarihî hükme bir bütün olarak teşmil ederek, bu zaafları bütün devirler için aynı âmile veya âmillere bağ­ lamışlardır. Son olarak Jones’un işaret ettiği gibi “Roma İmparatorluğu’nun inhitat ve sukutu, muhtelif girift âmillerin neticesidir ki, bu âmilleri, tarihçi, kusur ve risk tamamen kendisine ait olmak üzere bulup meydana çıkarır.”2Hassaten üzerinde ilk ve normal, lüzumlu tarihî araşürmalarm pek az yapıldığı Osmanlı İmparatorluğu nazar-ı itibara alındığı takdirde, tarihçinin vereceği hükümdeki mezkûr tehlike ve kusurun ne kadar büyük olacağı kendiliğinden meydana çıkar. 17. ve 18. asırlara ait büyük yığınlar halindeki Osmanlı vesikaları henüz neşredilmemiş, hatta el dahi sürülmemiş veyahut da tarihçiler bunlar üzerine dikkatlerini pek az teksif etmişlerdir. Hiç şüphesiz 19. asırda Hammer ve Zinkeisen tarafından ele alman sahanın dışında siyasî tarih üzerindeki çalışmalar pek az ilerlemişse de, İmparatorluğun mezkûr iki asrının İktisadî ve İçtimaî tarihi üzerindeki araştırmalar pek zor yapılabilmektedir. Sonradan gelenler tarafından da bu inhitatın sebep, âmil ve be­ lirtilerinin girift perdesini bir baştan diğer başa yırtacak bir teşebbüs yapılmadı. Yapılan şey, geniş ve umumî bir tarzda Osmanlı devlet idaresi, cemiyet ve medeniyetinin inhitatının bir ifadesi veya bir parçası veyahut da bu inhitata müncer olan bazı esaslı belirti ve hadiselerin tâdât ve tasnifinden ibaret kaldı. Bu belirti ve hadiseler üç ana zümrede mülahaza edilebilir: a) Devlet idaresi b) İktisadî ve İçtimaî hayat c) Manevî, ahlakî, kültürel ve entelektüel değişiklikle ilgili olanlar. 2 A.H.M. Jones, The Décliné and, Fail ofthe Roman Empire, XL (1955) s. 226. osm an lı im p a ra to rlu ğ u n u n inhitatı üze rine « İlk zümreye, hükümet mekanizmasında husule gelen mutâd değişiklikleri ithal edebiliriz: Saray, bürokrasi, adliye, ordu ki, bunlar 1630 yılında Sultan IV Murad'a arz edilmiş meşhur Koçi Bey risale­ sinin ana konusunu teşkil etmektedir.3Osmanlı Hanedanının ilk on kadar sultanı, bizleri dirayet ve kabiliyetleri, seçkinlikleri ile şaşırtır­ larsa da, bunların haricinde kalan diğer hanedan mensubu ve devlet başkanlığına gelmiş sultanlar da, kabiliyetsizlik ve liyakatsizlikleri ile bizleri birincilerden daha ziyade hayretler içinde bırakırlar. Bu vasfı taşıyan sultanlar makbul olmayan diziyi teşkil ederler ki, bu durumu çocukluktaki yetişme ve ihtimam tarzı doğurmuş ve neti­ cede de müessir bir idarecinin ortaya çıkması katî surette imkânsız bir hale gelmiştir. Diğer taraftan, sadrazamlık ve diğer siyasî olsun, dînî olsun yüksek devlet memuriyetlerinin de, gene bizleri hayrette bırakacak derecede muktedir ve şuurlu idare adamları tarafından işgal edildiğini görüyor ve bunların yüksek bir idare tarzı gösterdik­ lerini müşahede ediyoruz. İmparatorluk hükümet mekanizmasındaki sarsıntı, sadece yüksek devlet iktidarı manzumesine tesir etmekle kalmamış, aynı zamanda bütün İmparatorluğa şamil bürokratik ve dînî müesseseleri de müte­ essir etmişti [etkilemişti]. İşte bütün bu müesseseler, askere alınma (devşirme), yetiştirme ve terfi usullerinde husule gelen değişikliklerin de artmasıyla kuvvetlenen tam ve fiilî müthiş bir sükûta [düşüşe] duçar oldular. Bu bozulmayı biz bugün Osmanlı arşivlerini tetkik ile müşahede edebilmekteyiz ki, bunlar 16. asrın hakikaten müessir şuurlu ve uyanık devlet idaresi sisteminden 17. asrın ihmalkâr bü­ rokratik devlet idaresine doğru olan değişikliği ve nihayet 18. asırdaki çöküş vakıasını bize en canlı ve belirli bir şekilde aksettirmektedir.4 3 4 Koçi Bey, MakedonyalI veya Arnavut bir devlet memuru olup devşirme yolu ile yetiştirilmiş ve saray sınıfına ayrılmış, sonradan da Sultan IV. Murad’m hususî ve mahrem müsteşarlığı mevkiine getirilmiştir. 1630 yılında Sultan için meydana getirdiği devlet ve hassaten Osmanlı İmparatorluğunun arzettiği manzara hakkındaki risalesi, Batılı ve Türkiyeli mütehassısların takdirlerini üzerine çekmiş ve Hammer’i Koçi Bey’e “Türk Montesquieu’sü" vasfım vermeye sürüklemiştir. Onun bu eserinin tercüme ve neşirleri için F. Babinger’in Die Geschitschreiber der Osmaneli und ihre Werke, Lepzig 1927 s. 184-5’e bakılabilir. 1939’da İstanbul’da yeni bir tabı neşredilmiştir. W. E Behrnauer tarafından yapılan Almanca bir ter­ cümesi de Z.D.M G. XV. 1861, s. 272’de çıkmıştır. 16. asra ait elde edilen malûmat, muntazam, teferruatlı ve modem usullere uy­ gun bir tarzdadır; 17 ve 19. asırlannki ise gayrı muntazam, yanlış ve gayet muh­ 62 ♦ bern ard lewis Her ne kadar az fark edilir bir şekilde de olsa, aynı meslekî ve ahlâkî sükût, adlî ve dînî teşkilat hiyerarşisinin çeşitli mertebelerinde de müşahede edilebilmektedir. Bunlardan en fazla göze batan inhitat, Osmanlı silahlı kuvvet­ lerinde husule gelmiş olanıdır. Koçi Bey’in 1630’da yazdığı risalede dediği gibi İmparatorluk daha henüz sadık ve yiğit teba yığınlarına istinat etmekteydi. Yine 1774 fecî Küçük Kaynarca Muahedesi’nden sonra Ali Paşa’nm da bir yazısında belirttiği gibi Türk askeri, hiç de cesaret ve maneviyat fıkdanına [yokluğuna] uğramış değildi.5Bunun­ la beraber bir zamanlar Avrupa’nın dehşet ve korku ile karşıladığı Osmanlı orduları, kendi kumandanları ve bizzat kendi sivil halkına karşı müstesna olmak üzere savaşmayı kesmiş ve artık eskiden terzîl edilip küçümsenen düşman orduları karşısında birbiri arkasına utanç verici mağlûbiyetlere uğramaktaydı. 16. asırda Osmanlı İmparatorluğu nihayet azamî genişleme hu­ dutlarına vasıl olmuş ve artık aşamayacağı manialar ile yüz yüze gel­ miş bulunuyordu. Şark hudutlarında, Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman’ın savaş meydanlarında elde ettikleri zaferler bir yana, Osmanlı orduları İran topraklarına nüfûz edemez olmuşlardı. Bir yandan Safevîlerin o sırada evc-i bâlâsında [zirvede] bulunan yeni merkeziyetçi monarşileri, diğer yandan gerek tabiî ve gerekse yeni ve alışılmamış teknik meselelerin zuhuruna meydan veren İran’ın arızalı ve yüksek yaylaları ve aynı zamanda kurulduğundan beri ananesi sadece gayrimüslimlere karşı “Cihâd” olan bir orduyu Müslüman bir hasım üzerine sürmenin doğurduğu zorluklar, Os­ manlI kuvvetlerinin İran hudutlarında sürçmesine ve Orta Asya’ya ve Hindistan’a doğru yayılmasına manî olan sebeplerdir. 5 tasardır. Hatta bu malûmatın üzerine yazıldığı kâğıtlar bile pek düşük evsaftadır. İşte bu umumî “standart” tedennisi arasında Köprülü devrinin ihtimamla mu­ hafaza edilmiş bulunan defterleri epey calib-i dikkat bir manzara arzetmektedir. Ali Paşa bir sadrazamın oğludur ve kendisi Trabzon valisi olarak vazife görmüş­ tür. Kendi demesine göre, şu iki fikir onun düşüncelerinde mühim surette yer işgal etmektedir: 1) Niçin İmparatorluk bu derece kuvvetli ve azametli iken şimdi bu kadar hastadır? 2) Onun yeniden ilk şekline bürünebilmesi için ne yapmalı­ dır? Onun bu yazma risalesi halen neşredilmemiş bir halde Upsala’dc mahfuz tutulmaktadır. Bu yazma M. Norberg tarafından TurkiskaRiketsAnnaler(V. Hernösand, 1822, s. 1425)’de dercedilmiştir. o s m a n l ı i m p a r a t o r l u ğ u n u n i n h i t a t ı ü z e r i n e « 63 Güneydoğu denizlerinde aynı kuvvetler, Atlas Okyanusu ile müca­ dele ede ede yetişmiş ve geliştirilmiş Portekizli denizcilerle karşılaş­ tılar ki, bunların gemi inşacıları ve gerekse denizcileri Osmanlılarmkinden (müsavî olmak bir yana) bir üstünlük de arzediyorlardı. Daha iri cesamette gemiler, daha mükemmel silâhlar, umumî olarak üstün gemicilik şartları, Osmanlılarm birbiri peşinden teşebbüslerinin akamete uğramasına ve bu kuvvetlerin Hint Okyanusu sularından sürülüp savaş meydanından ayrılmalarına müncer olmuştur. Yine aynı kuvveüer Kırım ve daha öte topraklarda Rusya tara­ fından durduruldular. 1475’de Osmanlılar Kefe’yi fethettiler. Kırım sahilleri bu suretle idareleri altına girmiş ve Giray Han Osmanlılarm tâbii olmuş bulunuyordu. 1569’da Don ile Volga nehirleri arasını birleştiren bir kanal açma plânını tahakkuk ettirmek için faaliyete girişilmişti. Bununla Orta Asya’ya bir denizyolu açılacak, bu suretle Portekizlilerin vurdukları köstek boşa çıkarılacaktı.6 Fakat burada dahi Osmanlılar yollarının tıkalı olduğunu gördüler. Aynı zamanda Batı AvrupalIlar deniz yoluyla Afrika ve Asya sahillerine yayıldıkları gibi, Doğu Avrupa’da Ruslar, kara yoluyla steplere, güneye ve doğu­ ya, yani îslâm topraklarına doğru yayılmaktaydı. 1502’de muazzam Altmordu Hanlığı’nın hayatına katî olarak son verildi ve toprakların­ dan büyük bölümü Rusya tarafından işgal edildi. Kazan, Astrahan ve Kırım Hanlıkları daha bir müddet ayakta kalabildilerse de, çok geçmeden Ruslar tarafından ilk iki hanlık ortadan kaldırıldı ve üçüncüsü üzerinde gittikçe artan bir baskı teminine muvaffak oldular. Artık Karadeniz, Kuzey Kafkasya, Hazar Denizi ve Batı Sibirya yolu açılmıştı ki, bütün bu bölgelerde tıpkı Portekizlilerin ve onlardan sonra gelenlerin Şark Denizlerinde Osmanlı ilerleyişi ve yayılışını durdurdukları gibi Ruslar da aynı şekilde muvaffak oldular. Afrika kıtasında çöl, dağlık bölgeler ve iklim gibi manialarla başa çıkmak için yeterli imkânlar mevcut değildi. Akdeniz’de de kısa bir 6 Bu proje hakkında Halil înalcık’ın makalesine bakınız: "Osmanlı-Rus rekabeti­ nin menşei ve Don-Volga kanalı teşebbüsü (1569)”, BelletenXîl (1948) s. 349■402. İngilizce tercümesi: “The Origins of the Ottoman-Russian Rivalry and the Don-Volga Canal, 1569”, Annales de l’Universite dAnkara I (1946-7) s. 47-107. » be rn a rd lewis zaman fasılasından sonra deniz üstünlüğü Batılı memleketlerin deniz filolarına kapürıldı.7 Fakat Osmanlılarm mahut yayılış sahası bunların hiçbiri değil­ dir. 14. asrın ortalarında Boğaz’ı ilk defa geçmelerinden itibaren Avrupa, Osmanlılarm arz-ı mev’udu [vaadedilmiş toprağı] ve has­ saten “dârü’l-harbi” olmuştu. Bu bölgede, İslâm’ın kuvvet, kud­ ret ve debdebesi kâfirlere karşı kazanılan zaferlerle hayli artmıştı. Macaristan’ın fethinden sonra Kanunî Süleyman’ın orduları, 1529 senesinin 27 Eylül günü Viyana’ya vardı. Aynı yılın 15 Ekiminde de hâlâ fethedemedikleri şehrin kapılarından kati olarak ve uzun zaman tekrar uğramamak üzere geri döndüler. Ancak bir sonraki asırda, Macaristan’a karşı girişilen ve henüz tamamlanmamış bir fetih hareketini müteakip 1683 tarihinde Viyana’yı almak üzere yeni bir teşebbüste daha bulunuldu. Fakat dava artık kaybedilmiş, Osmanlı İmparatorluğu bundan böyle aşamayacağı ve fakat sadece geri döneceği hududa varmış bulunuyordu. Tıpkı Safevî ordularınmki gibi Habsburglarm da kahramanlığının hiç şüphesiz Osmanlı hücum ve saldırışlarına sed çekmede rolü olmuşsa da, Viyana müdafilerinin Kosova, Varna, Niğbolu ve Mohaç galiplerini nasıl olup da durdurduklarım tek başına izah etmekten uzaktır. Belki biz buna izah olarak, yepyeni bir harp tekniğini gerektiren yeni ve değişik bir arazî ve hassaten nakliye ve levazım gibi hususları gösterebiliriz. Osmanlı ilerleyişinin durdurulmasından sonra Avrupa ve Os­ manlI orduları arasında gerek yetiştirme ve gerekse teşkilatiandırma bakımından bir fark görülmeye başladı. Bir kere, Osmanlı gerileyişi muüak olmaktan ziyade nispî idi. Bir zamanlar askerlik ilmi saha­ 7 Lütfi Paşa 1541 ’den sonra kaleme aldığı bir yazısmda daha o zaman Avrupa’nın büyüyen deniz kuvveti karşısında Türkiye için mevzuubahis tehlikeyi belirtmek­ tedir. Bu fikrini teyit için de Kemalpaşazade (ö. 1533-34) tarafından Yavuz Sul­ tan Selim’e tevdi edilen bir ikazı zikretmektedir: “Efendim! Sen öyle bir şehirde ikamet ediyorsun ki, onun velinimeti denizdir. Şayet gemilerin gelebilmesi için denizde emn ü selâmet yoksa ve bu yüzden de gelemeyecek olurlarsa İstanbul mahvolur”. Bizzat kendisi de Kanunî Sultan Süleyman’a şöyle söylemektedir: “Mukaddem sultanlar arasında birçoklan vardı ki, memleketlere hükmetmişler, fakat bunlardan ancak birkaçı denizlerde hâkim olabilmişlerdi; deniz harpleri­ nin idare ve akıbetini tayinde küffar bizden daha ilerdedir. Biz onları geçmeli­ yiz”, Lütfi Paşa, Asafnâme, neşreden ve tercüme eden R. Tschudi, Berlin, 1910, metin 32-33, tercüme 26-27. o s m a n l ı i m p a r a t o r l u ğ u n u n i n h i t a t ı ü z e r i n e o 65 sında ön plânda bulunmalarına rağmen şimdi artık geride kalmaya başlamışlardı. 17. asırda Avrupa ordularında meydana gelen tekâmül, Osmanlılar tarafından etkisiz ve gecikmeli olarak takip edilmiştir. Bu hal, 15. asırda topçuluk sahasında Avrupa buluşlarını kabul ve kendilerine uydurmada gösterdikleri kabiliyet ve sürat ile bariz bir tezat halinde bulunmaktadır. Bu değişikliklerde mümkün bir âmil olarak Türkiye’ye kaçıp iltica eden maceraperest ve mültecilerin sayısında husule gelen azalmayı gösterebiliriz. Fakat böyle bir şeyi beyan, Türkiye niçin bu adamları cezbetme kabiliyetini kaybetti veya Türkler bu adamları niçin artık bu kadar az nisbette istihdam ettiler? gibi suallerin de doğmasına müncer olur. Bu teknik yenilikleri almada gösterilen atiklik ve müsaitlikte husu­ le gelen yavaşlama, evvelce de izah ettiğimiz gibi, dînî ve bürokratik smıflardakine paralel olarak silâhlı kuvvetlerde husule gelen ahlâkî ve meslekî umumî tereddinin (ki en tehlikeli olanı da belki budur) bir görünüşünden ibarettir. Daha kuvvetli haricî düşmanlara toprak kaptırma olayına müncer olan bu durum Romalılarda olduğu gibi OsmanlIlarda da belli başlı inhitat sebeplerinden biri sayılmalıdır. Modern tarihçiler, haklı olarak müstevlilere toprak kaptırma olayım hastalık âmillerinden ziyade hastalık tezahürleri olarak gösterme temayülündeydiler; fakat insan emeğinin, varidatın ve sair gelir kaynaklarının devamlı surette boş yere sarfedilmesinin doğuracağı tesiri de gözden kaçırmamak icap etmektedir. Koçi Bey ve ondan sonra gelenler bakımından bu kötülük-tereddî sebepleri, iltimas ve irtikâbdır. Zamanımızda ileri sürülen fikirlere göre ise bunlar has­ talık âmilleri olmaktan ziyade hastalık tezahürleridir. Bu görüşlere nazaran hastalığın menşe ve saiklerini daha geniş ve daha derin değişikliklerde aramamız gerekmektedir. 16. asır müddetince üç büyük değişiklik cereyan etmiştir ki, esas olarak dış kaynağa dayanan bu değişiklik Osmanlı İmparatorluğu’nun bütün hayatiyetine esaslı suretle tesir icra etmiştir. Bunlardan birin­ cisi, evvelce de işaret ettiğimiz gibi Osmanlı ilerleyişinin Avrupa’da durdurulması olayıdır. Bu hâdise bazı bakımlardan Amerika Birleşik Devletleri’ndeki hudutların kapatılması olayı ile kıyaslanabilir. Fakat ondan farkı, daha fazla tesir husule getirmiş olmasıdır. Osmanlı Devleti bu suretle İslâm ve Bizans artığı Hıristiyanlık alemi arasında 66 ♦ b e r n a r d l e w i s sıkışmış oluyor ve bu devletin en belirli şefleri ve orduları, Doğu ve Batı arasındaki mukaddes savaşta pala sallayıp İslâm imanını yeni diyarlara götüren mücahitler oluyorlardı. Osmanlı Gazî ve Derviş­ leri, tıpkı Amerikan misyoner ve piyadeleri gibi, hakiki medeniyet ve imanı, cehalet ve küfür içinde yüzen milletlere götürdüklerine inanmış kimselerdi ve onların, gerek hudut boylarındaki silahşorlar ve gerekse müstemlekecilerden elde ettikleri mükâfatlara benzer ihsanlara nail oluyorlardı. Osmanlı Devleti için hudut boyu, hem kılıç tutanlara ve hem de din ehline olmak üzere iş ve mükâfat teminini icap ettirmekte idi. Daha geniş bir ifade ile bunu temin, adeta onun varlık sebebini teşkil ediyordu. Hakikat şudur ki, bu devlet 16. asırdan itibaren pi­ yade mücahitler beyliğinden çıkıp İmparatorluk statüsüne inkılab etmiştir. Fakat hudut boylarında edinilmiş bulunan âdetler, artık Osmanlılarm askerî, İçtimaî ve dînî hayatında derinlemesine kök salmış bulunuyordu ve sonuç olarak zımnen de olsa vuku bulan hudutların artık yeni fetihlere ve müstemlekelere kapatılması olayı kendilerine derin surette tesir etmekten geri kalmamıştır. Osmanlı askerî, mülkî, İdarî, malî ve toprak teşkilâtı, gayrimüslimler diyarına karşı müstemleke ve fetih yoluyla genişleyen bir cemiyetin ihtiyaç ve zaruretlerine göre ayarlanmıştı ve nihayet geri geri çekilen veya hiç olmazsa sabit bir hudut hattının çeşitli mıntıkalarında, eski düzeni temine muvaffak olamadılar.8 Osmanlı harp makinası kendi menzili dışına çıkıp Macar ova­ larında durakladığı zaman gıcırtılı sesler çıkartmağa başlamış ve Osmanlı İmparatorluğu’nun büyümesi ve normal hayatı daha geniş bir mikyasta Batılı denizci milletler tarafından keşif seyahatlarma girişilmesiyle alt üst olmuş ve bunun sonunda da İmparatorluğun 8 Osmanlı devlet ve cemiyetinde hudutlar ve hudut muhafızlarının mana ve ehemmiyeti Paul Wittek tarafından bir seri tetkik yazısında belirtilmiştir. Onun The Rise of the Ottoman Empire [London 1938] adlı eserinde bu hususta umumî bir malûmat bulmak mümkündür. Amerikan tarihinde hudutların mana ve ehemmiyetleri üzerine E.J. Turner’in müdafaa ettiği meşhur teze bazı atıflar ya­ pan Owen Lattimore The Frontier in History adlı etüdünde kültürel bir mevcu­ diyet olarak bütün hudut meselelerini tekrar gözden geçirmiş bulunmaktadır. 1955 Roma Tarihî İlimler Beynelmilel 10. Kongresi münasebetiyle çıkarılan Relazioni, 1, s. 105-138’de neşredilmiştir. o s m a n l ı i m p a r a t o r l u ğ u n u n i n h i t a t ı ü z e r i n e « 67 yerleşmiş bulunduğu Doğu Akdeniz’e dönmek gibi bir netice ortaya çıkmıştır. 1555 senesinde Avrupa’nın Türkiye nezdindeki en uyanık ve en zekî müşahitlerden biri olan İstanbul’daki elçi Ogier Ghiselin de Busbecq, Batı Avrupalılarm altın aramada enerjilerini Hintli, Yeni ZelandalI ve AvustralyalIların Okyanusun uçsuz bucaksızlığmm öte­ sinde olduklarını zannederek, “boş yere israf ettikleri ve mutlak ve çok yakın bir Türk istilâsına karşı Avrupa’nın kalbini boş ve müdafaasız bıraktıkları” şeklinde bir tefsir ve açıklamada bulunabilmektir.9 Takriben 1580 yılında bir Osmanlı coğrafyacısı, III. Murad için yazdığı ve Yeni Dünya (Amerika) hakkında bir rapor mahiyetinde olan kitabında, İslâm memleketlerini tehdit eden tehlike ve Avrupalılarm Amerika, Hindistan ve Basra Körfezlerine yayılmasıyla bozulan İslâm ticaret hayatı hakkında malûmat vermektedir. Yine aynı kitapta Sul­ tana, Süveyş Berzahında bir kanal açılmasını, bir filo göndererek Hint ve Sind limanlarını ele geçirmesini ve küffarı buralardan kovmasını tavsiye etmektedir.101625’den itibaren Ömer Tâlib daha hissedilir bir şekilde tehlikeyi görebilmektedir. Ona göre şimdi Avrupalılar bütün kürre-i arzı tanımayı öğrendiler ve her tarafa gemilerini gönderdiler, en mühim limanları ele geçirdiler. Eskiden Hind, Sind ve Çin’den gelen malların Süveyş’te toplanması ve Müslümanlar tarafından bütün dünyaya dağıtılması mutad bir şeydi. Fakat şimdi bu mallar Portekiz, Hollanda ve İngiltere gemileriyle Frengistana taşınmakta ve buradan bütün dünyaya tevzi olunmaktadır. Onlar niçin bu mal­ ları kendileri İstanbul’a veya sair İslâm memleketlerine bizzat nakil ve beş misli istifadeli bir fiyatla satmaktan ve bu suretle çok para kazancına sebep olacak bu durumdan müstağni kalmaktaydılar? İşte bunu yapmadıklarmdandır ki, İslâm memleketlerinde altın ve gümüş pek nadir rastlanan bir meta haline gelmişti. Osmanlı İmparatorluğu, Yemen sahillerini almalı ve bu yollardan geçen ti­ careti ele geçirmelidir. Aksi halde çok geçmeden Avrupalılar İslâm memleketlerini idareleri altına alacaklardır.11 9 The Turkish Letters o f Ogier Ghiselin de Busbecq, E.S. Forster tarafından yapılan bir tercümedir. Oxford 1927, s. 40. 10 Ta’rih el-Hind el-Garbi, İstanbul 1142/1729. fol. 6b vd. 11 Ömer Tâüb’in bu müşahedeleri. Tarih el-Hind el-Garbi’n in Ankara Maarif Kü­ tüphanesi 10024 numaralı nüshasının kenar boşluğunda el yazısı ile kayıtlı bu­ lunmaktadır ve A. Zeki Velidi Togan tarafından Bugünkü Türkdili (Türkistan) ve 68 o b e r n a r d l e w i s Afrika etrafının denizlerle çevrili olmasının Orta Doğu ticareti üzerinde yarattığı tesirler, bir zamanlar zannedildiği kadar feci ve mutlak olmamıştır. Hatta 16. asırda bile Doğu metaları, gemi ile Kızıl Deniz ve Basra ve İran'ın muhtelif limanlarına getirilmek sure­ tiyle Osmanlı İmparatorluğu’na ulaşmaya ve Avrupalı tüccarlar da bunları satın almak için Türkiye’ye gelmeye devam ettiler. Fakat bu yollardan geçen beynelmilel ticaretin ağırlığı, esaslı surette azalmaya başladı. 17. asırdan itibaren İngiliz ve Hollanda kuvvetlerinin Asya’da yerleşmeleri ve dünya ticaret yollarının açık okyanuslara kayması, Türkiye’nin haricî ticaret imkânlarının büyük bir kısmından mahrum olmasına ve idaresi altında bulundurduğu devletlerle birlikte bir ha­ yatiyet kaynağı teşkil eden dünya ticaretinin pek cereyan etmediği, hareketsiz sulara çekilmesine müncer olmuştur.12 AvrupalIların giriştikleri keşif seyahatiarı diğer bir bakımdan da şiddetli olduğu kadar beklenmeyen anî bir darbe halini almıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun bütün gelir ve giderlerinin hesaplan­ dığı esas tedavül birimi, gümüş akçe olarak değişti. Diğer Akdeniz ve Avrupa devletleri gibi Osmanlı İmparatorluğu da, gümüş esa­ sı üzerine kurulan para sistemini tehlikeli bir hale sokan kıymetli mâden kıtlığından sıkıntılı bir duruma düştü. Bu gibi müşkilâtlarla karşı karşıya kalan Osmanlı Sultanları, gümüş madenlerini kontrole tâbî tutmak, sikke ve külçenin ithalini teşvîk ve ihracını tahdit, nakit paraya istinat etmeyen devlet iktisadiyaü sahasını genişletme, zaman zaman tedavüldeki nakdi kısmak ve piyasaya yeni nakit sürmek gibi müteşebbis çarelere başvurdular. Alman bu tedbirlerin yarattığı durum, Yeni Dünyadan kıymetli madenlerin Doğu Akdeniz’e vasıl olmasıyla tahavvüle uğradı. Ame­ rikan altını ve geniş mikyasta Amerikan gümüşü, İspanya’da hemen bir fiyat tahavvülüne ve malî bir krizin doğumuna sebep olmuştu. Buradan Cenova’ya ve sonra da, ilk defa Amerikan külçeleriyle dö­ Yakın Tarihi adlı kitabının I. cilt, 2. baskısında (İstanbul 1947, s. 127) neşredil­ miştir. 12 Bu meseleler hakkında Fuat Köprülü’nün mühim tetkikleri ve bahusus Barthold’un Müslim Culture adlı eserinin İslâm Medeniyeti Tarihi başlığı ile yap­ tığı tercümesinin ilâve notlarında (s. 25, İstanbul 1940) ve Halil İnalcık, Belleten XV, No, 60 s. 661’de malûmat vardır. o s m a n l ı i m p a r a t o r l u ğ u n u n i n h i t a t ı ü z e r i n e « 69 külmüş İspanyol sikkelerinin 1580’de girmiş bulunduğu Raguza’ya atladı. Buralardan sonra, aniden zuhur eden bu ucuz ve bol gümüş akımının Türkiye’de yarattığı malî darbe pek seri ve feci oldu. Para kıtlığının doğurduğu krize alışmış olan Osmanlı idarecileri bu du­ ruma intibak edemediler. Gümüş bolluğunun bir neticesi olan bu yeni krizi lâyıkiyle karşılayamadılar, evvelden beri ittihaz edegeldikleri tedbir ve çareler ise sadece durumu daha kötüye götürmeye yaradı. Neticede 1584 yılında, akçe, gümüş dirhemin 1/5 değerinden 1/8’ine düşmüş oldu; bu, şümullü İçtimaî ve İktisadî neticeleri olan bir devalüasyon nispetidir. Gümüş değerinde % 70 değerinde bir düşüklük gördüğü halde altında bu, % 100 oranında bir yükselmeye müncer oldu. Ucuza alman milyonlarca gümüş sikke, satın alın­ masındaki çabukluk ve istifade sebebiyle, Avrupa’dan Türkiye’ye akıp geldi ki, bu yüzden, ticarî emtianın alışverişine yer kalmamış, altın miktarı tükenmiş, fiyat seviyesindeki yükselme şiddetlenmiş ve neticede geniş halk kütlelerinde elem ve ıstırap artmış, daha sonra da çöküntü başlamış oluyordu. Çok geçmeden darbedilen sikke miktarında, sikkenin ağırlığını kasten eksiltmek teşebbüslerinde veya buna benzer hususlarda bir artma ortaya çıktı; akçenin dukayı satın alma kabiliyeti, 60’dan 200’e değişti ve bu suretle altın olsun, gümüş olsun yabancı sikkeler, kıymetten düşmüş Osmanlı sikkelerini memleket içi pazarlardan bile sürüp çıkardılar. Osmanlı idarecileri 17. asırda iki defa, yeni bir gümüş mübadele vasıtasını piyasaya sürmek suretiyle enflasyonist gidişatı önlemeye teşebbüs ettiler. Bunlardan ilki 1620’de gümüş sikkeler olarak çıka­ rılan ve “para” ismiyle anılan teşebbüstür. Diğeri “piastre” yahut “kuruş” olarak anılan ve 1680’de tedavüle arzedilen gümüş sikkelerdir ki, Avrupa dolarını takliden çıkarılmıştır. Bu her iki teşebbüs de akçe devalüasyonuna kadar devam etmiştir.13Tam bu mâlî ve nakdî kriz 13 İlk defa İspanya üzerindeki Amerikan külçelerinin ücret, fiyat ve nakit üzerine olan tesirleri, Earl J. Hamilton tarafından American Treasure and the Price Revolution in Spain 1501-1550 Harvard 1934 isimli kitabında etüt konusu edilmiş ve sonra daha geniş bir mikyasda bütün Akdeniz bölgelerine olan tesirleri F. Braudel tarafından La Mediterrance et le mediterraneen a l ’epoque de Philippe İL Paris, 1949 adlı eserinde gösterilmiştir. Braudel’in Türkiye’deki hadisata te­ mas eden kısımları, (bilhassa s. 393-4, 410-20, 637-43), Halil İnalcık tarafından meşhur “Osmanlı İmparatorluğunun kuruluş ve inkişafı devrinde Türkiye’nin 70 « b e r n a r d l e w i s sırasında hükümet, maaş verdiği memurlara ve sikke masraflarına, geniş çapta para yatırmaya mecbur oldu. Fatih Sultan Mehmed bu nakdî sıkıntı ile karşılaştığı vakit, ücretli askerlerin adetlerini tenkis etmiş [azaltmış] ve ücretleri sikke olarak merkezden ödenmeyip timarlardan temin edilen sipahi süvarilerinin adedini artırmıştı.14 Fakat 16. ve 17. asırlarda harp tekniğinde husule gelen değişiklikler bu çarenin kullanılmasını imkân dışına çıkardı. Ateşli silâhların ve topçuların geniş çapta istimal edilmeye başla­ nışı, çok geniş nispetlerde ücretli ve devamlı askerî birliklerin silâh altında tutulmasını gerektirmekteydi. Bu durum da esasen Sancak ve Timarlara istinat eden sipahilerin nispî önemini azaltmıştı. Koçi Bey ve Kâtip Çelebi ikisi birden, Sipahi teşkilâtının inhitata uğra­ dığını ve ücretli askerlerin sayısının arttığını zikretmekte, bundan dolayı üzüntülerini ifade etmektedirler. Mesela Kâtip Çelebi, 1567’de 48 bin olan ücretli asker adedinin 1620’de 100 bine yükseldiğini nakletmektedir.15 Her iki yazar, bu değişikliğin ziraî, malî zarar zi­ yanlarından haberdar bulunmaktadırlar ve fakat şurası muhakkak ki, onlar, sipahilerin modasının geçmiş olduğunu ve artık meslek­ ten yetişmiş ücretli askerlerin zamanın askerî ihtiyaçlarına hizmet edeceği hususunu görememektedirler. Masraflar müthiş bir hale gelmişti. Artan masraflar ve nakdin kıymetten düşüşü karşısında hâzinenin talepleri, artık karşılanama­ yacak bir seviyeye çıkmıştı. Noksan ücretli ve devletin mülkî, askerî, dînî kadrolarında maaş alan çok sayıda memur, kendi yakalarını bir araya getirmede gitgide artan zorluklarla karşılaştılar ki, bu durum, onların namus, itibar ve kadroya alınmaları usul ve kaidelerinde de kaçınılmaz tesirler icra etmiştir. Her ne kadar timarlara dayanan İktisadî vaziyeti üzerinde bir tetkik münasebetiyle” (Belleten XV. No. 60, 1951, s. 656 vd.) adlı etüdünde yeniden ele alınmış ve tekâmül ettirilmiştir. Bundan başka Braudel’in kitabı hakkında Ömer Lütfü Barkan’m, Revue de la Faculté des sciences économiques de l’Universite d'Istanbul, XI, 1949-1950 vd. s. 196-216’da çıkan kritiğine bakınız. 14 İnalcık, âge. esr. 15 Düstûru'l-’am el li Islahi’l-halel, İstanbul 1280/1863 (‘Aynî ‘Ali’nin Kavânin-iÂli ‘Osman adlı eserine ilâve olarak çıkmıştır) s. 131-132. Almancaya tercümesi W.F. Behrnauer tarafından Z.D.M.G. XI, (1857) s. 125’de çıkmıştır. 1653’e doğru yazıl­ mış olan bu küçük eserde Kâtip Çelebi, Osmanlı împaratorluğu’nun sair karışık­ lıklarının âmillerini etüd etmektedir. o s m a n l ı i m p a r a t o r l u ğ u n u n i n h i t a t ı ü z e r i n e « 71 sipahi teşkilatına orduda daha fazla ihtiyaç duyulmadı ise de, onun ortadan kalkması şehir dışı iktisadiyatında fazlasiyle hissedildi. Ve bir zaman köy iktisadiyatının kilit taşını teşkil eden Osmanlı ziraî sistemi sarsılıp çöküntüye uğradı. Bir zamanlar ya timarın yakınlarında veya bizzat içinde ikamet eden ve onunla tevarüsen bir menfaati olan sipahilerin yerine, sarayın gözde, parazit ve spekülatörleri, şimdi timarlarm sahibi olmuş, bazen onlardan birkaçına birden veya çok büyük çiftliklere sahip ve esas toprağın başında ikamet etmeyen malikler, eskilerin yerine gelmişlerdi. Bunun dışında kalan timarlar da malikâne (Has arazî) olarak muhafaza olunmuştur.16 Fakat bürokrasinin doğurduğu kifayetsizlik ve irtişa [rüşvet], vergilerin tarh, tahakkuk ve tahsilinde müessir bir devlet sisteminin teşkiline meydan bırakmadı. Buna mukabil bu vazifeler mültezimlere tevdi edildi, bunların müdahale ve yetkileri zamanla katî ve tevarüs yoluyla geçen bir hak haline geldi ve çok geniş araziye sahip fakat işletilmeyen çiftliklerin yanma bir menfaat kaynağı olarak ilâve edildi. İmparatorluğun daralan ve sıkışan iktisadiyatı gittikçe irileşen devlet yükleri ve lüks şartları çekmek mecburiyetinde kalmıştı. Sa­ ray, bürokrasi ve dinî hiyerarşi ile masraflar bakımından modern bir ordu ve mültezimlerden ve bizzat toprak başında ispat-ı vücut etmeyen arazî sahiplerinden müteşekkil tufeyli [asalak] bir sınıf ki, bütün bunlar, Orta Çağ devletleri ve hatta Roma İmparatorluğu’nun taşımaya tahammül ettiğinden daha fazla ağırlıkta idi. Lâkin öyle bir İktisadî seviyede kalındı ki, bu, diğer çağdaşlarının ulaştığından daha mütekâmil değildi. Ziraatın teknik seviyesi iptidaî şartlarda kaldı ve 15. asırdan sonraki Türk köyünün sahip olduğu İçtimaî şartlar ve edindiği tecrübeler, İngiltere ziraatini tekâmül ettiren 17. asır İngiliz çiftçilerinin sahip olduğu şartlar gibi bu mütekâmil görünüşe ve yeniliğe imkân bırakmadı. Bu gibi gelişmeler sade Türk cemiyetine has şeyler değildir. Para kıymetinin düşüşü, fiyatların fırlayışı, artan devlet ve harp mas­ rafları, memuriyetlerin, vergi iltizamının satılığa çıkarılması gibi olaylar, diğer Akdeniz ve bitişik komşu devletlerde bilinen olaylardı 16 16. asrm sonlarından itibaren Osmanlı arşivlerinde saklı kadastro defterleri­ nin gösterdiğine göre, Timar sayısında esaslı bir azalma ve buna paralel olarak malikânelerde, yani Hass-ı Şahî’de bir artma vardır. 72 « be rnard lewis ki, bu haller, oralarda da kapitalist ve servet toplamış yeni sınıfların doğumunda rol oynamış, zamanlarının hükümet erbabı üzerinde, gittikçe artan ve neticeli tesirler îka eylemiştir. Türkiye’de de zengin tüccar ve bankerler vardı. Mesela Rum aslından Mihail Kantakuzenos ve Portekiz Yahudisi Yassef Nasi gibi ki, bu sonuncusunu Braudel’in tabiriyle şarkın Fuggel'i olarak isimlendirebiliriz.17Fakat bunlar asla Avrupalı benzerleri gibi dev­ let üzerinde malî, İktisadî ve siyasî hiçbir rol oynamaya muvaffak olamadılar. Evvelce de telmihte bulunduğumuz gibi, durumun bu şekilde gelişmesinde Osmanlı ticaretinin gittikçe artan durgunluğu­ nun payı vardı. Fakat hepsi bu kadar da değildir. Tamamı olmasa bile bu tüccarların büyük bir kısmının Hıristiyan ve Yahudi olması, kendilerine müsamahakâr davranılmasma sebep olmuş fakat İslâm devletinde ikinci sınıf bir tâbi olarak kalmalarına manî olamamışür. Sahip oldukları muazzam İktisadî ve malî kuvvet ve kudretlerine rağmen, siyaseten mahkûm, içtimaen [sosyal olarak] ise münferit [yalnız başlarına] kalmışlardır. Elde edebildikleri siyasî iktidarı sadece hile ile kazanmışlar ve bu kuvveti entrika ve alâkalılar üzerinde gayrı ahlakî yollardan tesir ve nüfuzda bulunmak suretiyle tatbik etmiş­ lerdir. Bunların gayet geniş ve muazzam malî imkânlarına rağmen, kendi ticaretlerine elverişli siyasî şartları ihdasa yahut bankerliğe ve tefeciliğe müsait sağlam bir zemin ortaya çıkarmaya muvaffak olamamaları, Osmanlı Hükümetine devamlı malî sıkıntıları karşıla­ masında kolaylık temin etmiştir. İngiltere’de de malî hayat ve kredi imkânları, birinci plânda, Lombart Street’e isimlerim bile verdiren yabancı mütehassısların elinde kalmışsa da bunlar, zamanla yerli rakiplerin şiddetli ve becerikli mücadelesiyle yerlerinden sökülüp atılmışlardır. Türkiye’de bu tipten rakipler ortaya çıkmamışsa da 17. asrm umumî inhitatı arasında İstanbul'un Yahudi ve Rum asıllı tüccar prenslerinin sayıları pek cüz’î bir miktara indi. Türkiye’de hâlâ servet yapmak mümkün bir şeydi fakat bunun kaynağı artık İktisadî yollardan geçmiyordu. Esasen servet kaynağı bir amme hizmetini ele geçirmeye bağlı, siyasî ve mâli bir yoldan geçmekteydi. Sarfedilen paraların hiçbiri yatırım ve İktisadî tekâmül 17 Braudel, s. 567. o s m a n l ı i m p a r a t o r l u ğ u n u n i n h i t a t ı ü z e r i n e « 73 mevzuunda olmayıp, sadece devrin âdet ve modası veçhile, israfa veya istifçiliğe inhisar ediyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nun teknik sahadaki geriliğine ve hatta diğer milletlerin keşifleriyle yarışacak kadar olmasa bile bu alanda ve sair teknik sahalardaki beceriksizliğine birçok defalar dikkat çekilmişti. Avrupa, ilmî ve teknik mevzularda ileri bir refah seviyesinde bulunurken Osmanlılar, ziraat, sanayi ve ulaşım imkânları hususunda Orta Çağdaki seleflerinin seviyesini muhafaza etmeyi kendileri için kâfi buluyorlardı. Silâhlı kuvvetleri de yetersiz ve gecikmiş bir halde, Avrupalı hasım orduların teknik imkânlarının gerisinden gelmekteydi. Mamafih Osmanlı împaratorluğu’nda ziraat davası, herhangi bir teknik gerilikten daha da kötü bir durumdaydı. Bu dava, kati surette tespit edilen inhitat konularından biridir. Kanunî Sultan Süleyman devrinde yazdığı kitapta Lütfi Paşa, köylerin nüfus adedindeki ek­ silmeyi haber vermekte ve mahallî hükümetlerin yetkileri üzerinde bir kontrol olarak, gerek köy halkının muntazam nüfus sayımlarının yapılmasını ve gerekse vergilerde yapılacak bir indirim ile köyde yaşayanların himaye edilmesini teşvik etmektedir.18Bu hükümleri Koçi Bey de teyid etmektedir. Fakat 1653 yılında Kâtip Çelebi, Kanunî Sultan Süleyman devrinde halkın köylerden şehirlere kaçtığım zik­ retmekte ve bizzat kendi devrinde İmparatorluğun birçok yerlerinde terk edilmiş, metruk köylerin mevcut olduğunu nakletmektedir.19 Osmanlı vakanüvislerinin belirttiğine göre bu ziraî inhitatın se­ bepleri şu amillere bağlanabilir: Başlangıçta Osmanlı ziraî sistemi­ nin ana istinat direğini teşkil eden Sipahi teşkilatının varlığına son verilmesi ve bu teşkilâtın köylü hayatı ve toprak muhafazası gibi hususlarla hiç alâkası olmayan ve fakat sadece vergi gibi küçük bir menfaatin peşinde koşan mültezimler ve sair kimselerle yer değiş­ iş Lütfi Paşa’nın Âsafname'si, bab 4. Lütfi Paşa’mn 1541’de Sadrazamlıktan alın­ masını müteakip yazdığı bu eser muvaffak bir sadrazamın neler yapması ve ne­ lerden kaçınması lâzım geldiğine dair esasları tespit etmektedir. Henüz Osmanlı İmparatorluğu’nun şan, şöhret ve kudretinin zirvesinde olduğu bir devirde yazılmış olan bu küçük risalede müellif bu devletin akıbeti ile saadet ve refahı arasındaki çok yakın alâka ve münasebeti tebarüz ettirmekte ve daha o zaman ileriki yıllarda Osmanlı inhitatının belli başlı alâmetlerinin neler olduğu hususu­ nu göstermektedir. 19 Kâtip Çelebi, bab I. 74 ♦ b e r n a r d l e w i s tirmiş olması gibi hususlar, ayrıca sert istismarcı ve ölçüsüz, hatta sabit ve kati vergiler, ziraat sahasında bir inhitata yol açtı. Sonuçta ihmal edilmiş ve fakirleşmiş köylüler, spekülatör ve tefecilerin elinde tazyike maruz kaldı ve ekseriya topraklarından tamamen ayrılıp git­ tiler. 17. ve 18. asırlar boyunca bürokratik ehliyet ve ihtisasta husule gelen devamlı inhitat ile, ziraatte kullanılan arazi üzerinde gösterilen ihtimam, itina ve nüfus sayımı işleri terk edildi.20Merkezî hükümet, mültezimlerin, ikta sahiplerinin ve has araziyi işletenlerin murakabesiz, haris hareketleri ve terkedilmiş olan köy ve ziraat meseleleri üzerinde bütün kontrol ve denetlemesini durdurmuş bulunuyordu. 17. asırda ise gitgide yerleşen ve adetleri artan ikta sahipleri, has arazi mutasarrıflariyle beraber yeni bir aristokrasi zümresinde birleşme­ ye başladılar; âyân-ı memleket yahut arazî eşrafı denen bu sınıfın zuhuru ve bazı devlet vazife ve selâhiyetlerinin istismara başlanışı, 17. asır sıralarına rastlar.21 Ziraat sahasında inhitat husule geldiği bu sırada, sanayî bir miktar daha iyi gidiyordu. Esnaf loncaları teşkilâtı, eski nizamın İçtimaî vecibe ve hulûsunu gerek ifade ve gerekse muhafazada çok faydalı toplumsal bir vazife icra etti ve keza aynı teşkilât tedricen azalan bir tarzda bile olsa, sanatkârın ahlâkî ve manevî seviyesinin ve maharet ölçüsünün sükûta uğramamasında rol oynadı. Mamafih bunların İktisadî tesirleri mahdut kalmış ve netice olarak da zarar verici olmuştur. Bir kimsenin bir meslek seçişi tevarüs yoluyla tayin, çalışma sahası iptidaî bir usul ile tahdit, çalışma hız ve tarzı da lonca âdet ve ananeleriyle tespit olunuyordu. Bir taraftan dinî tevekkül ve teslimiyet, diğer yandan şiddetli mâlî cezalar hep birden sınaî istihsali iptidaî, sabit, hareketsiz seviyesinde tutmaya sebep oluyor 20 Mesela Arap eyaletleri için tanzim edilen tapu kayıtlarım hâvi defterlere bakınız. Bu kayıtlar hakkında JRAS, 1951, s. 149 vd.’de çıkan "The Ottoman Archives as a source for the History of the Arab Lands”. 21 Mesela Hüseyin Hezarfen Efendi’nin 1669’da yazmış olduğu ikazlara bakınız (R. Anhegger, “Hezarfen Hüseyin Efendinin Osmanlı devlet teşkilâüna dair mülâhazaları”, Türkiyat Mecmuası, X (1951-3) s. 372, 387). Ayan-ı vilâyetin 16. asır kanunnamelerinde bulunuşu tamamen bir tesadüf eseridir (Ömer Lütfü Barkan, XVveXVI.cı asırlarda... Kanunlar, I, İstanbul 1943, indeks). osm an lı im p a ra to rlu ğ u n u n inhitatı üze rine « ve Avrupa’dan ithal edilen emtia ile rekabet tamamen imkânsız bir hale geliyordu.22 Klâsik İslâm medeniyeti, kendinden evvel ve sonrakiler, hattâ şimdikiler gibi, kendisinin en üstün olduğuna ve kendi kendine yeter­ liğine tam bir inanç getirmişti. Başlangıçta ilk safhada İslâm kültürü Helenistik Şarkdan, İran’dan, hatta Hint ve Çin’den gelen tesirlere kapılarını açmış ve eski Yunanca, Süryanice ve Farsçadan birçok eserler Arapçaya tercüme edilmişti.23 Fakat sadece Horasius’un müteahhir Lâtince tarih kitabı müstesna olmak üzere 16. asra ge­ linceye kadar Lâtince ve Batılı herhangi bir eser hiçbir İslâm diline tercüme edilmemiş, ancak bu asırdadır ki, bir iki coğrafya ve tarih eseri Türkçeye tercüme edilmiştir. Frenklerin Avrupasınm cehalet ve küfrün derinliğinde yüzdüğü devreye rastiayan aynı zaman fa­ sılasında, klâsik İslam kültürü için Avrupa’dan korkulacak ve öğre­ nilecek hiçbir şey yoktu; böyle bir düşünce Orta Çağların sonlarına doğru rağbetten düşmeye başlamışsa da, Orta Çağ Müslümanları tarafından kendi halefleri olan Osmanlılara aktarılmış ve Avrupalı hasımlarma karşı kazanılan ezici askerî zaferlerle de gitgide kuvvet kazanmıştı. Her an harp çıkmasına müheyya, açık hudutlar bölgesin­ de bulunan biri, aynı şekilde karşı tarafta bulunan benzer bir kimse ile malûmat mübadelesinde bulunabilir. Bu vaziyet muvacehesinde mühtedî ve mülteciler vasıtasıyla dinî birçok bilgi ve keşifler İslâm İmparatorluğuna ulaşabilmekteydi. Fakat her nedense bu diyarda bu malûmatı öğrenme ve kıymetlendirme arzusu yoktu ve zamanla bu nevi kaynaklar da kurudu. Osmanlı İmparatorluğu’nun hâlâ devam eden askerî kuvvet ve kudretine İslâm milletleri, kendi me­ deniyetlerinin bütün diğer milletlerinkine olan değişmez ve sonsuz üstünlüğü inançlarının tehlikeli ve uyuşturucu şaşaasına aldanmaya devam ediyordu. 22 Sabri F. Ülgener, İktisadî İnhitat Tarihimizin Ahlâk ve Zihniyet Meseleleri, İstan­ bul 1931. Prof. Ülgener, Weber ve Sombart’m Osmanlı İçtimaî ve İktisadî tarihini tetkik için tatbik ettikleri metodu kullanmak suretiyle bu meseleler üzerine epey ışık tutmuşa benzemektedir. 23 Daha fazla malûmat için benim BSOAS, XX, (1957) s. 415’de çıkan “The Muslim Discovery of Europe" adlı makaleme bakınız. [Yazar bu makaleyi daha sonraki yıllarda kitap haline getirmiştir. (New York, 1982).] 76 ♦ b e r n a r d l e w i s Müslümanlar, bir zamanlar derebeyliği ve bürokratik mahiyette olan kendi kendilerine yarattıkları askerî İmparatorluklarında sadece dört meşgale tanıyorlardı: Hükümet, harp, din ve ziraat, sanayi ve ticaret, tevarüs yoluyla icrasına devam edegeldikleri istilaya uğramış memleketlerin gayrimüslim tebasma terkedilmişti. Hatta gayri­ müslimlerin icra ettikleri mesleklere de kâfirlik damgası vurulmaya başlandı ve çoğunun İslam’a girmelerinden sonraki devirlerde bile bu hüküm devam edip gitti. Hıristiyan menşeli keşif ve fikirlere karşı inatçı ve düşüncelerini aynı menşeli sanat ve süflî mekanik mesele­ lerine döndürmeyi hiç arzu etmeyen Osmanlı Müslümanı indinde umumi olarak Batılılar ve yerli Hıristiyanlar, bankerler, tüccarlar ve sanat ehli hepsi, umumî bir istihfaf ve küçümseme mevzuu olu­ yordu. İptidaî imalât, teknik usuller ve ulaşım vasıtaları, müzmin emniyetsizlik ve topyekûn cezalandırma gibi bütün bu hususlar, uzun vadeli yahut geniş çapta teşebbüslere mani oluyor ve Osmanlı iktisadiyatının maneviyat, davranış ve kabiliyet seviyesinin en alt kademede kalmasına müncer oluyordu. Osmanlı idareciler sınıfının bu uyuşukluk ve ataleti, fikrî ha­ yatlarının devamlı canlılığı ile karşılaştırıldığı zaman daha da göze çarpan [çelişkili] bir manzara arzetmektedir. Bunun bir misali, İm­ paratorluğun inhitatını gayet sarih bir surette müşahede edip de bunu durdurmaya muvaffak olamayan belli başlı yazarlar grubunda görülebilir. Keza biz Naimâ’nm (1655-1716) eserleriyle zirvesine varan parlak Osmanlı vakanüvislik mektebini, Osmanlı saray ve dînî şiir ananesini ki, 18. asırda yaşayan Nedîm ve Şeyh Galip ile en büyük örneklerini vermektedir, yine Osmanlı mimarî, minyatür ve musikî ekollerini gösterebiliriz. Hakikaten 18. asrın sonlarına ve 19. asrın başlarına gelinceye kadar Türkiye’nin fikrî ve kültürel hayaünda eski ananelerin artık tamamen ömrünü doldurmasından ve yeni yaratıcı kuvvet ve saiklerin yokluğundan neşet eden tam ve gerçek bir çökme mevzubahis olamaz. Ayrıca, saray usul ve adetlerinin yı­ kılan teamülü arkasında, Türklerin basit halk sanatları ve halk şiiri, eskisi gibi devam etmiştir. Orta Çağın bitiminde Osmanlı İmparatorluğu, Avrupa’da arazi­ ye, ittihada, sağlam bir teşkilâta, insan kuvvetine ve yepyeni harp vasıta ve cihazlarını bir yerden bir yere nakledebilecek imkânlara o s m a n l ı i m p a r a t o r l u ğ u n u n i n h i t a t ı ü z e r i n e « 77 sahip yegâne devletti. Günümüzde Avrupa’da mevcut bazı küçük devletlerin mevcudiyetlerine fiilen son veren modern harp silâhları gibi, o devirde de bu gibi ağır harp masrafları, şehir devletlerinin ve derebeyliklerinin ortadan kalkmasına sebep olmuştu. Belki husule gelen bu farktan dolayı bu imparatorluk 16. asır Avrupa millet-devletlerinin meydan okumasına, onların büyük ticarî ve teknik geliş­ mesine mukabele edemedi. Esas olarak Osmanlı İmparatorluğu, iktisadiyatı ve mantalitesi ile birlikte bir Orta Çağ devleti haline inkılap etmiş veyahut da o şekilde kalmıştır. Ancak bu vasfın yanında Orta Çağ devletlerinin taşımaya tahammül edemeyecekleri iki özelliği de nefsinde cemetmiştir ki bunlar, bürokrasi ve muazzam bir ordudur. Netice olarak süratle modernleşen devletlerden müteşekkil bir dünyada bu devlet, hayatiyetini muhafaza edememiştir. 3 Osmanlı Tarihinde Dönemler* Halil İnalcık Öncelikle Osmanlılarm, tarihlerini kendilerinin dönemlere ayı­ rıp ayırmadıklarını, yaşadıkları dönem ile daha önceki dönemler arasındaki farkın farkında olup olmadıklarını ve tarih dönemleri hakkında ne tür fikirlere sahip olduklarını göz önünde bulundur­ mamız gerektiğine inanmaktayım. II. Bayezid'in emrinde yazmış olduğu mufassal tarihin mukad­ dimesinde Kemâl Paşazade, Osmanlı tarihini daha önceki Müs­ lüman hanedanların tarihi ile mukayese etmekte ve Osmanlılarm “üstünlüklerinin sebeplerini” üç başlık, vücûh-i rüchârı altında özetlemektedir.1 Kemâl Paşazâde, ilk olarak Osmanlılarm diğer Müslüman hanedanların aksine, daha önce İslam cemaati içinde bulunan Müslüman devletlerin zorla yıkılması ile değil, Dârü’lHarb’e ait toprakların fethedilmesi ile hakimiyet kurduklarını ifade etmektedir. İkinci olarak, Osmanlı Devleti’nde hükümdarın yetkisi ve kanunların mer’iyeti mutlaktır. Üçüncü olarak, Osmanlı Devleti * “Periods in Ottoman History”, Essays in Ottoman History, İstanbul 1998, Eren Yayıncılık, s. 15-28. Çev. Ferhan Kırlıdökme-Mollaoğlu, OTAM, Sayı: 10, Ankara, 1999, s. 333-350. 1 Kemâl Paşazâde, Tevârih-i Al-i Osman, Defter I, yay. Şerafettin Turan, Ankara 1970. 80 « h a l i l İ n a l c ık diğerlerine kıyasla daha zengin, daha yoğun nüfuslu ve daha geniştir. Herhangi başka bir devlet Osmanlı askeri gücüne sahip değildir, OsmanlIların güçlü topları ve kuvvetli donanması vardır. Osmanlı Sultanının hedefleri “tedbîr-i imâret-i rûy-i zemin”, gerçek inancın düşmanlarını yok etmek ve İlahi Kanunu hakim kılmaktır. Âşıkpaşazâde Tarihive Anonim Tevârih-iÂl-i Osmân gibi popüler eserlerde değişik dönemler arasındaki fark hakkında daha kişisel üslupta ifade edilmiş düşünceler bulmaktayız. Örneğin, Yıldırım Bayezid (1389-1402)’in hükümdarlık yıllarında ucbeyliği geleneklerini koruyan sınıfların, Sultanın merkeziyetçi politikalarına karşı oldukça seri bir tepkisini anonim kroniklerde görmekteyiz.2 Bu kronikler, Bayezid’in hükümdarlığında vuku bulan saray sere­ monilerinin ihtimamı, merkezî idarenin gelişmesi ve çeşitli “Frenk” adetlerinin benimsenmesi ile ilgili sert eleştiriler içermektedir. Bu eleştiriler “yeni” dönem ile bundan bir önceki dönem arasında kes­ kin bir tezat oluşturmaktadır. II. Bayezid’in hükümdarlığı sırasında yazılmış eserlerde, Fatih döneminde vuku bulmuş gelişmeler ile ilgili benzer eleştiriler bulunmaktadır. 16. yüzyılın sonlarında III. Mehmed (1595-1603), tahta çıkışı münasebetiyle ilan ettiği meşhur adâletnâm e’de, idaredeki suistimalleri sıralarken Kanuni’nin hükümdarlık yıllarım ideal dönem olarak işaret etmekte ve o dönemin kanunlarına ve nizamına dö­ nülmesini talep etmektedir.3Bununla birlikte, onun hükümdarlığı sırasında buhran daha ciddi bir dereceye ulaştı ve imparatorluk yarım yüzyıl boyunca tamamıyla kargaşa ve bozulma içine girdi. Bir önceki Altın Devir4 ile yaşadıkları çöküş arasındaki farkı devlet adamlarının ve müelliflerin idrak etmesi ve eski nasihatnâmeler üslubunda kaleme alınmış eserlerde Osmanlı idaresindeki eksiklikler ile ilgili çeşitli gerçekçi gözlemlerin ve eleştirilerin ortaya çıkması bu döneme rastlamaktadır. Bu üslubun en tanınmış müellifi Koçi Bey olmasına karşın, 16. yüzyılın sonunda ve 17. yüzyılın başmda birçok 2 3 4 Tevârih-i Âl-i Osmân (Die a lt osmanischen Chroniken), yay. F. Giese, Breslau 1922, s. 30. H. İnalcık, “Adaletnameler”, Belgeler (Türk Tarih Kurumu), II/3-4, s. 105. Kanuni döneminin Altın Devir olarak nitelendirilmesi ile ilgili, bkz. H. İnalcık, “Süleyman: Man and the Statesman,” yay. G. Veinstein, Paris. osm anlı ta rih in d e d ö n em ler « takipçisi olmuştur.5 16. yüzyılın sonunda N ushatu’s-Selâtin adlı eserinde Âlî6ve 17. yüzyılın başında Ayn-i Ali ve Kitab-ı Müstetâb’ın7 müellifi kanun ve düzenin bozulması hakkında genel fikirler ortaya koyarak önceki dönemlerde şartların iyi olduğunu ve muntazam idare edildiklerini vurgulamaktadırlar. Çöküşün başlangıç noktası olarak, 16. yüzyılın son çeyreğinde III. Murad (1574-1595)’m ve III. Mehmed'in hükümdarlık dönemini tayin etmekte ve genel itibariyle Kanunî’nin hükümdarlık yıllarım, takip edilmesi gereken model olarak kabul etmektedirler. O tarihten 20. yüzyıla kadar OsmanlIlarda, imparatorluğun çö­ küşü ile ilgili birbirini izleyen düşünceleri ve bunu önlemek için yapılması gereken reformları yansıtan tarihî gelişim kaideleri ve tarih dönemleri kavramı hakkında oldukça geniş kapsamlı eserler bulunmaktadır. Genel itibariyle Osmanlı müellifleri Gazâlî, Farâbî, Nasirüddin Tusî, Devvânî ve özellikle de İbn Haldun’un siyasî nazariyelerini takip etmektedirler.8Bunlar arasından Kâtib Çelebi ve Naima özel bir bahse layıktır. Kâtib Çelebi, Düstûru’1-am ef adlı incelemesinde, toplumların yapısı ve gelişmesi ile insanın doğası ve gelişmesi arasında tama­ mıyla paralelliği kaziye diye kabul etmiştir. Toplumlar, insanlar gibi, birincisi büyüme, İkincisi istikrarlı olgunluk dönemi, üçüncüsü ise çöküş olmak üzere üç dönemden geçmektedir. Ancak güçlü bir yapıya sahip olan toplumlarda çöküş gecikir ve gerekli önlemler 5 6 7 H. İnalcık, “Military and Fiscal Transformation in the Ottoman Empire 16001700”, Archivum Ottomanicum, VI (1980); “The Ruznamçe Registers”, Turcica, XX (1988), s. 256. Bkz. Tietze’nin yayını ve çevirisi: Mustafa Ali’s Counselfor Sultans o fl5 8 1 . 1: Me­ tin, II: Çeviri, Vienna 1979-1982. Aynî Alî, Kavânin-i Al-i Osmân der hulâsa-i M ezamin-i Defter-i Divân, İstan­ bul 1280; Kitab-ı Müstetâb ile ilgili bkz. Y. Yücel, Osmanlı Devlet Teşkilatına Dair Kaynaklar: Kitâb-ı Müstetâb, Kitabu Mesâlihi’l-Müslimin ve Menâflu’lMu'minin H irzü’l-Mulûk, Ankara 1988. 8 9 Bkz. C. Fleischer, “Royal Authority, Dynastie Cyclism, and ibn Khaldunism in Sixteenth Century Ottoman Leiters”, Journal ofA sian and African Studies, XVIII (1983), s. 198-220; Farabi, Tusi ve Dewani’nin etkisi için bkz. Kınalızâde Alâeddin Alî, Ahlâk-iAlâ’î, Bulak 1248 H; II, 5, s. 105-112. Hacı Halife veya Kâtib Çelebi olarak bilinen Mustafa b. Abdullah, Düstûru’l'amel li-Islâhi’l-halel, İstanbul 1280; Almancaya çevirisi için bkz. W.F.A. Behmauer, ZDMG, XI (1857), s. III-132. 82 « h a l i l İ n a l c ık alındığı takdirde çöküşü ertelemek mümkündür. Yine de kaçınılmaz sondan tamamıyla kurtulmak imkânsızdır. Kâtib Çelebi, sırasıyla temel üreticiler olan köylüleri, askerî sınıfı ve devletin malî idaresini göz önünde tutarak her birindeki zayıflığın ve çöküşün ne zaman başladığını ortaya koymaya çalışmaktadır. Kâtib Çelebi’nin çıkış noktası, eski nasihatnâmelerirı, yani hükümdarın orduya, ordunun hâzineye, hâzinenin köylünün refahına ve hepsinin birlikte adalete bağlı oldukları başlangıç noktasıdır. Çöküşün sebeplerini bu özel sınıfları inceleyerek ortaya çıkarmaya çalışması dikkat çekicidir. Olgunluk döneminin Celalî İsyanlarının vuku bulduğu 1593 yılma kadar devam ettiğini kabul etmektedir. Yaklaşık 1610 yılından itibaren Osmanlı topraklarındaki köylerin ağır vergilerden, idaredeki suiis­ timallerden ve vergilerin iltizama verilmesinden dolayı dağıldığını ilave etmektedir. Ayrıca Kâtib Çelebi de Kanuni’nin hükümdarlık yıllarını, devleti teşkil eden unsurların denge içinde bulunduğu dönem olarak kabul etmektedir. Naimâ,10tarihinin mukaddimesinde Âli, Kâtib Çelebi, Kınalızâde ve en büyük tarihçi olarak kabul ettiği İbn Haldun tarafından ifade edilmiş tarih ve toplum ile ilgili fikirleri özetlemektedir. Naimâ, İbn Haldun’u takip ederek, devleüerin ve medeniyetlerin gelişiminde etkili olan çeşitli kuralları ve faktörleri beyan ettikten sonra, İbn Haldun’un beş dönem ile ilgili nazariyesini özetlemektedir. Osmanlı tarihinin dönemlerini bu şemaya oturtma çabasında Naimâ, 1683 tarihli İkinci Viyana Seferini takip eden mağlubiyetler silsilesini ve bunun ardından gelen pasif siyasetin manasını izah etmektedir. Bu bir önceki dönemin nizamının ve kurallarının takip edildiği, eski nes­ lin sınırlandırıldığı ve devletin mümkün olduğu nispette komşuları ile barış içinde yaşamaya çalıştığı teslimiyet ve sükûn dönemidir. Naimâ sonrası dönemde çöküş dönemi yazarları, İbn Haldun’un fikirlerini Osmanlı tarihinin takip ettiği gidişatı açıkça açıklayan bir nazariye olarak kabul etmişlerdir. 1700’den sonra Amcazâde Hüseyin Paşa ve daha sonra Koca Râgıp Paşa tarafından imparatorluğu ölüm­ cül ihtilaçtan kurtarmak ümidi ile barış siyasetinde İbn Haldun’un fikirlerine katı bir şekilde bağlandıklarını görmemiz, gerçekte bu­ 10 Mustafa Naimâ, Târih-i Naim â J-VI, İstanbul 1280. o s m a n l ı t a r i h i n d e d ö n e m l e r * 83 nun doğruluğunu ortaya çıkarmaktadır. Ayrıca Naimâ’nm, tarihini Amcazâde Hüseyin Paşa için kaleme aldığını ve aynı dönemde İbn Haldun’un Mukaddime’sinin Türkçeye çevrildiğini hatırlamamızda fayda vardır.11 19. yüzyılın ortalarında Osmanlı tarihini İslam siyaset felsefesine dayanarak sistemli bir şekilde dönemlere ayırmaya çaba sarf eden ilk Osmanlı tarihçileri Cevdet Paşa12ve Mustafa Nuri Paşa'dır.13Bunlar Kâtib Çelebi gibi, öncelikle Osmanlı tarihini üç ana döneme -gençlik, yani genişlediği ortaçağ, istikrarlı olgunluk ve yaşlılık, yani çöküş dönemlerine- ayırmışlardır. Ayrıca her bir dönemi alt dönemlere bölmüşlerdir. Mustafa Nuri Paşa’nm Osmanlı tarihinin dönemlerini belirleme uğraşısında sadece siyasî tarihi değil, aynı zamanda kurumlar tarihini ve kültürel gelişmeyi de kıstas olarak kullanması en önemli husu­ siyetidir. Müellife göre üçüncü dönemde (yani 16. yüzyılda) lükse düşkünlük artmış, ahlakî değerler kaybolmuş ve çöküşün ilk işaretleri belirmiştir. Ancak gerçek çöküş 1683 Viyana Bozgunundan sonra başlamış ise de 1595-1683 arasındaki safha olgunluk dönemine dahil edilmelidir. Osmanlı tarihinin büyüme, olgunluk ve çöküş olmak üzere bu insanbiçimli (antropomorf) ayrımı, Abdurrahman Şeref ve Yusuf Akçura vasıtası ile günümüze kadar ulaşmış ve Türkiye’deki okul kitaplarının dayandığı klasik ayrım olmuştur. Tarihi dönemlere ayırma uğraşısında önceden tasarlanmış bir tarih nazariyesine dayanan kesin bir çerçeveye ihtiyacımız yoktur. Şimdi, öncelikle Osmanlı İmparatorluğu ile yabancı güçler arasın­ da kurulan denge durumunu, daha sonra imparatorluk içinde hü­ kümdarın yetkilerinin gelişmesini ve bunun imparatorluk içindeki diğer güçleri karşı karşıya getirdiği denge durumunu ve son olarak da devletin askerî, malî ve sosyal kuramlarının dayandığı toprak mülkiyeti sistemini “birbirini takip eden dönemler” bakış açısıyla incelemeyi öneriyorum. 11 Pirizâde Mehmed Sahib tarafından çevrilmiştir, M ukaddime-i İbn Haldun, I-II, İstanbul 1275 H; Cevdet Paşa tarafından tamamlanmıştır, İstanbul 1277 H. 12 A. Cevdet (Paşa), Vekâyi-i Devlet-i Aliyye (Târih-i Cevdet), İstanbul 1271-1301. 13 Netâ'ic'ul-vukuât, I-IV, İstanbul 1294-1327 H. 8 4 « h a l i l İ n a l c ık Cihad veya gaza, 17. yüzyılın sonuna kadar Osmanlı Devleti’nin dinamik bir ilkesi olarak kaldı. 1354’ten itibaren İznikli Müslümanlar, tutsakları Selanik Başpiskoposu Gregorios Palamas ile sohbetlerinde Hıristiyan Baü’nm fethinden kaçınılmaz bir konu olarak bahsediyor;14 1333 gibi erken bir tarihte Bizans imparatoru Osmanlı tehdidi karşı­ sında Papa’ya başvurmaya başlıyor ve yardım karşılığında Kiliselerin birleşmesini teklif ediyordu. Yine de cihad, ancak Yıldırım Bayezid (1389-1402) döneminde sadece Bizans İmparatorluğu ve Balkan Devletlerini ilgilendiren bir sorun olmaktan çıkü ve bir Avrupa sorunu oldu. 1393-1396 yılları arasında Osmanlılarm bir taraftan Adriyatik ve Mora, diğer taraftan ise Tuna boylarına ulaşmalarından kısa bir süre sonra ancak Macaristan ve Venedik kesin bir harekette bulundular ve Batı Hıristiyan dünyasını bir Haçlı Seferi düzenlemek için harekete geçirebildiler.15 Gerçek sorun, İstanbul ve Balkanların bir yandan Venedik ve Macaristan, diğer yandan Osmanlılar tarafından elde edilmesi için ortaya çıkan anlaşmazlıktı. Cihad siyasetinin temsilcisi olan Fatih, sorunu Osmanlılar lehine çözümledi. Fatih, Rodos ve Belgrad’ın alınmasından önce Akdeniz ve Orta Avrupa kapılarında bulunmaktaydı. 1521 yılında Belgrad’m ve 1522 yılında Rodos’un alınması ile Doğu-Batı ilişkilerinde yeni bir safha başlamaktadır. Bu dönemde Osmanlılarm Cihad’a veya daha doğrusu devletin yapısına bakışında önemli bir değişiklik meydana gelmektedir. Osmanlı Devleti artık İslam dünyasının sınırlarında bulunan bir gazi sınır devleti değildir. İslam dünyasının en önemli ülkelerini kapsamaktadır, gerçekte kendisi Halifelik olmuştur. Çok güçlü olan Fatih Sultan Mehmed (1451-1481) dahi İstanbul’un fethinden sonra Memluk Sultanına gönderdiği mektupta onu Mekke’nin koruyucusu olarak tanımakta ve kendisi için sadece gazileri destekleme görevini uygun görmektedir.16 Yavuz Sultan Selim (1512-1520) ve Kanuni Sultan Süleyman (15201566) da bu yükümlülüğü ifade etmişlerdir. Kanuni Sumatra’daki 14 G.G. Arnakis, “Gregory Palamas among the Turks and Documents of Captivity as Historical Sources", Speculum, XXVI (1951), s. 104-118. 15 H. İnalcık, “The Ottoman Turks and the Crusades, 1329-1522”, A History o f the Crusades, genel yay. K.M. Setton, vol: IV: The Im pact o f the Crusades on Europe, yay. H. W. Hazard and N. E Zacour, Madison 1993, s. 221-253. 16 A. Feridun, Münşe’âtu’s-Selâtin, I, Istanbul 1275 H, s. 236. o s m a n l ı t a r i h i n d e d ö n e m l e r # 85 Açe Sultanına ve Hindistan’daki Gucerat Kralına17Portekizlilere karşı askerî yardım göndermiş, aynı zamanda Akdeniz ve Orta Avrupa’da Habsburglara karşı şiddetli savaşı devam ettirmiştir. 16. yüzyılın ortalarından itibaren Cihad’m cihanşümül olduğunu ve Osmanlı Devleti’nin İslam dünyasının koruyucusu olarak her cephede aktif durumda bulunduğunu görmekteyiz. Osmanlı siyasetinin belirleyici prensibinin Hıristiyan dünyasını her zaman bölünmüş tutmak olduğunu bu noktada vurgulamalıyız. 16. yüzyılda Osmanlılar Avrupa’yı birleştirmeye çalışan Habsburgları ve Papalığı iki amansız düşman olarak gördüler ve bunlara karşı Avrupa’da yapılan her faaliyeti desteklediler. Osmanlılarm Fransa ile ittifakı çok iyi bilinmektedir. Kanuni Sultan Süleyman’ın Almanya’daki Lutherci Prenslere 1552 yılında yazılmış bir mektubu Feridun’un devlet belgeleri koleksiyonunda [Münşeat] bulunmak­ tadır.18 Bu mektupta müttefiki Fransa ile ortak amaç için hareket ettikleri süre boyunca onlara hiçbir zaman saldırmayacağı yeminine bağlı kalacağını yazmaktadır. Osmanlılar Avrupa’daki tüm reform hareketlerini desteklediler. II. Philip’e karşı isyanları sırasında HollandalIlara gönderdiği cesaret verici mektubu da Feridun Bey’in koleksiyonunda bulunmaktadır. Osmanlılar, aynı amacın peşinde koşan ve Katolik siyasetine boyun eğen Fransa karşısında Levanten ticaretinde İngilizleri destekleyen Kraliçe I. Elizabeth ile dostane ilişkiler kurmaya önem verdiler.19 Ayrıca Macaristan'daki Kalvinistleri her zaman şiddetle desteklediler. Ancak 1683 yılında kendinden çok fazla emin olan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, Avrupa güçlerinin birleşmiş olarak saldırmasına sebep oldu. Kutsal İttifak 1684 yılında Papa önderliğinde kuruldu. 1686 yılında İttifaka Rusya katıldı. Osmanlılar tüm cephelerde 16 yıl savaştıktan sonra, sonunda mağlubiyeti (Karlofça Antlaşması 1699) kabul etmek zorunda kaldılar. Artık cihad ideolojisi terk edildi. Naimâ'nm bu pasif siyaset ile ilgili açık ifadelerini görmüştük. 18. 17 H.. İnalcık, “The Rise of the Ottoman Empire”, Cambridge History o f Islam, yay. Holt, Lambton and Lewis, Cambridge 1970, s. 320-323; H. İnalcık, yay. An Econo­ mic and Social History o f the Ottoman Empire, Cambridge 1994, s. 327-331. 18 Feridun, a.g.e., II, s. 542-544. 19 H. înalcık, An Economic and Social History o f the Ottoman Empire, s. 367-372. 86 ♦ h a t i l İ n a l c ık yüzyılda Avusturya ve Rusya saldırmaya devam ettiler. Bu dönem­ de Fransa, ticaretinin yarısı Akdeniz’deki pazarlara bağlı olduğun­ dan ve aynı zamanda Habsburglara karşı ittifaktan dolayı Osmanlı İmparatorluğu’nu destekledi. 1870-1914 döneminde Osmanlı İmpa­ ratorluğu ile Avrupa arasındaki ilişkilerin çerçevesini sürekli olarak belirleyen Doğu Sorununun başlangıcı karşımızda bulunmaktadır. Fatih Sultan Mehmed döneminden itibaren Osmanlı Sultanları “sultanü’l-berreyn ve’l-bahreyn” [iki kıtanın ve iki denizin sultanı] unvanını kullanmaktaydılar. Batıda Balkanlara, doğuda Asya’ya ya­ yılan Osmanlı İmparatorluğu bu iki bölgeyi Doğu Roma döneminde olduğu gibi -merkezi Boğaziçi’nde toplanmış birleşik imparatorluk olarak- teşkilatlandırdı. Osmanlılar, Balkanlarda uzun bir müca­ dele sürdürmek zorunda kaldıkları gibi, Anadolu’da yüzyıllardan beri hakim olan geleneksel bir siyasî durum ile de uğraşmışlardır. Anadolu Selçuklu Sultanlığı İran’da hüküm süren Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun uç bölgesi olarak kabul edilmekteydi. Osmanlı Beyliği Orhan Gazi’nin dönemi kadar geç bir tarihe değin İlhanlı malî kayıtlarında bu imparatorluğun uç bölgesi olarak kayıtlıdır. Ancak Yıldırım Bayezid (1389-1402) döneminde Osmanlılar ken­ dilerini Anadolu’daki eski Selçuklulara ait bölgelerin hakimi kılma teşebbüsünde bulundular. Bayezid, Anadolu Selçuklu Sultanlarının taşıdığı Sultanu’r-Rum 20unvanını taşıdığını Halifeye bildirdi, fakat aynı tarihte İslâmî kisve altında eski Moğol İmparatorluğunu can­ landırma hevesi ile Timur, doğudan hareket etmekteydi. Timur, tüm Anadolu’nun hakimiyeti üzerinde hak iddia etti ve Bayezid’in kendisini hakim olarak tanımasını talep etti. Timur, An­ kara civarında 1402 yılında Bayezid’i mağlubiyete uğrattı ve Anadolu Beyliklerini vasal devletleri olarak yeniden canlandırdı. Böylelik­ le diğer beylikler gibi Osmanlı Beyliği de tâbi bir devlet oldu. Bu noktada Çelebi Mehmed (1413-1421) ve II. Murad (1421-1451)’m hükümdarlıkları sırasında, yani yaklaşık yarım yüzyıllık bir dönem boyunca Timur’un Moğollarmı hakimleri olarak tanıdıklarını vur­ gulamak istiyorum. Timur’un oğlu Şahruh babasının Anadolu’da tesis etmiş olduğu anlaşmayı devam ettirmeye çalıştı. Şahruh, 1416 20 “Bayazid”, Encyclopedia o f İslam, (El). o s m a n l ı t a r i h i n d e d ö n e m l e r « 87 yılında Çelebi Mehmed’e gönderdiği bir mektupta, kardeşlerini bertaraf etmesi ve Timur’un kendilerine vermiş olduğu bölgeleri birleştirmesi hareketini tasvip etmeyeceğini belirtti. 1441 yılında II. Murad, Şahruh’a yazdığı mektupta bir vasal hükümdarın hakimine uygun kelimelerle hitap ederken, Osmanlılarm kısa bir süre önce Karamanlılardan elde etmiş oldukları toprakların Timur tarafından kardeşlerine verilen topraklar olmadığını iddia etti.21Kısaca, Moğollar Anadolu’da Timur’un kurmuş olduğu düzeni 1441 gibi geç bir tarihe kadar korumuşlardır. Osmanlılarm Kayı ve Oğuz Han’ın soyundan geldikleri rivayetini tamamen benimsemeleri bu dönemde olmuştur. Doğu Anadolu ve İran (Akkoyunlu) hükümdarı Uzun Haşan, 1461’den itibaren Fatih’in Anadolu Beyliklerini ilhak etmeye başlamasıyla tüm Anadolu üze­ rinde hakimiyet hakkı iddia etti. Bu Türkmen hükümdarı, sürülmüş beyleri himayesi altına aldı ve Osmanlı Sultanına meydan okudu. 1472 yılında Karaman Beyine destek olmak için gönderdiği ordular Osmanlı topraklarının içine kadar girdi. Bu durum karşısında Osman­ lI Sultam Doğu’daki düşmanı karşısında galip gelecek (1473) kadar güçlüydü ve Anadolu tamamıyla İstanbul’daki hükümdarın idaresi altına girdi.22Böylece Anadolu’da dört yüzyıl boyunca sürmüş olan siyasi durum, yani Anadolu’nun Doğu’daki güçlü komşularından birine bağımlılığı sona erdi. Bununla birlikte 16. yüzyılın başlarında İran’da Safevilerin güç kazanması ile Anadolu’daki Osmanlı haki­ miyeti yine ciddi bir şekilde tehdit edilmekteydi, ancak 1514 yılında ateşli silahların mahareüe kullanılması sayesinde Yavuz, düşmana kesin bir darbe vurmayı başardı. Batı Anadolu’nun dağlık bölgelerinin ele geçirilmesi, tehdidi geri püskürttü. 16. ve 17. yüzyıllarda İran ile mücadele, Kafkasların güneyinde, Azerbaycan ve Irak’ta devam etti.23 Osmanlılarm Batı’daki ve Doğu’daki düşmanlarının birbirleri ile temasa geçmeye çalıştıkları, bu noktada vurgulanmalıdır. Osmanlılar üzerinde planlarını ifa ederken, Timur Fransız sarayına mektuplar gönderdi, Uzun Haşan Venedik ile ittifak yaptı ve Safeviler Almanya ve İspanya’daki Habsburglara elçiler gönderdiler. Osmanlılar, aynı 21 I. Mehmed ve II. Murad’ın mektupları için bkz. Feridun, I, s. 150-152,177-178. 22 “Mehmed II” İslâm Ansiklopedisi (İA), s. 523-527. 23 “Selim I”, E12. 88 o h a l i l İ n a l c ık zamanda iki cephede savaşmaktan kaçınmak için münaveleli savaş ve barış politikasını takip etmeye büyük özen gösterdiler. Ancak 1593-1606 arasında Habsburglar’a karşı uzun savaşlar sırasında Şah Abbas Azerbaycan’a saldırdı ve Osmanlılan aynı zamanda iki cephede savaşmaya zorladı. Bunun Osmanlılar için felaket getiren sonuçları oldu. Bundan sonra Osmanlı Devleti’nin iç yapısındaki değişikliklere göz atalım. Osmanlılar, Doğuda ve Batıda cihanşumül mücadeleyi devam ettirmek için tüm mali vasıtaların bir kişinin mutlak emrinde daimi bir hazırlık durumunda bulundurmak zorunda kaldılar. Böylece Osmanlı Devleti, mutlak ve merkeziyetçi bir idareyi o kadar büyük bir başarı ile teşkil etti ki, Avrupa’daki mutlak yönetim teorisyenleri bunu bir model olarak sunmaya çekindiler. Erken dönemde Osmanlı beyinin merkeziyetçi mutlak idaresine en büyük tehdit, uçlardan gelmekteydi.24Osmanlı hükümdarlarının bilinçli olarak takip ettikleri politikanın amacı, merkezde kontrolü tesis etmekti: böylece uc beylerinin, örneğin Germiyan Beyliği’nin durumunda olduğu gibi yeni fethedilmiş bölgelerde bağımsız bey­ likler kurmaları engellendi. İzmit’teki sımr bölgesini kontrolü al­ tında bulunduran Bey, Osman Gazi’nin silah arkadaşı Akça-Koca idi. Akça-Koca’nm ölümü üzerine Orhan Gazi, oğlu Süleyman’ı bu bölgenin idaresi ile görevlendirdi. Süleyman daha sonra, yaklaşık 1340 yılında fethedilen en önemli sınır bölgesi olan Karesi’nin idaresi görevini üzerine aldı. Bundan soma Süleyman Avrupa topraklarındaki akın merke­ zini tesis etmek için 1352’de Gelibolu’ya geçti. Şehzade Süleyman, dönemin en güçlü uc beyi oldu ve eğer babasından önce, 1357’de ölmeseydi, Osmanlı tahtının doğal varisi olacaktı. I. Murad (1362-1389) tahta çıkınca en güvenilir memuru ve ho­ cası Lala Şahin’i Rumeli sınır orduları komutanı, Rumeli Beylerbeyi olarak görevlendirdi. Ancak o dönemlerde dahi Beylerbeyi ile uc 24 Fatih Sultan Mehmed dönemine kadar uc beylerinin önemli rolü ile ilgili olarak bkz. Gazavât-ı Sultan M urad Han, yay. H. İnalcık ve M. Oğuz; “Mehmed I” El2, “Murad II” ÎA. o s m a n l ı t a r i h i n d e d ö n e m l e r « 89 beyleri arasındaki rekabet çok açıktı. Şehzade Savcı’nın 1373’te Ru­ meli’deki isyanında uc beylerinin önemli bir rol oynadıkları anlaşıl­ maktadır. 1402 yılında Bayezid’in ölümü üzerine vuku bulan Fetret döneminde uc beyleri nisbî bir bağımsızlık elde ettiler. Serez sınır boyundaki Evrenos-oğulları, Üsküp’te Paşa Yiğit ve Tuna boyun­ daki Bulgaristan bölgelerinde Mihal ve Kumulu-oğulları kendileri gibi ve kendilerine doğrudan bağlı olan akıncı, yörük ve sipahilerin desteği ile gerçekte “feodal” aileler şeklini aldılar. 1403-1413 yılları arasındaki iç savaşta en belirleyici rolü bunlar oynadılar. II. Murad’m döneminde bölgedeki 189 timar sahibi, Üsküp Uç Beyi îsa Bey tara­ fından kontrol edilmekteydi ve yaklaşık 160 kulu bulunmaktaydı.25 Uç beyleri komşu yabancı devletler ile özel anlaşmalar yapmakta ve haraç tahsil etmekteydiler. Ancak Fatih gazaya bağlı kuvvetli kişiliği ve güçlü merkeziyetçi politikaları sayesinde uc beylerini, özellikle Mihal-oğullarmı kontrolü altına almayı başardı. Fatih döneminde devletin en güçlü kuvveti uçlarda değil, mer­ kezde -kapıkulları arasında- bulunuyordu. Herhangi bir faktörden ziyade, kul sistemi26Sultanın merkezî ve mutlak idaresinin devamını sağlamaktaydı. Bu sistem Orhan’ın sarayında da bulunmaktaydı. 1361 yılını takip eden yıllarda büyük ölçüde genişleyen devletin ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla belli sayıdaki merkezî kurum tesis edildiğinde kul sistemine başvuruldu ve Sultanın şahsına bağlı, ücrete dayalı bir ordu, Yeniçeri ordusu kuruldu. Bu ordunun sayısı tesis edildiği sırada bin, Yıldırım Bayezid (1389-1402) döneminde 6-7 bin, II. Murad (1421-1451)’m hükümdarlığı sırasmda 4-5 bin civarında idi, fakat II. Mehmed (1451-1481 )’in Sultan olduğu dönemde bu sayı 8-10 bine yükseldi. Bu güç sayesinde Osmanlı sultanı her zaman uc beylerinden daha güçlü idi. Üstelik sımr bölgeleri ne zaman güçlü bir düşman saldırısına uğrasa Sultan bir merkezî kuvveti müdahale etmek için kullanabilecek ve Kosova Muharebesi (1389) ve Niğbolu Savaşı’nda (1396) olduğu gibi son darbeyi vurabilecekti. Ayrıca bu Kapıkulları, Sultanın emirlerini ve düzenini güçlendirmek için yasakkulu adı altında eyaletlerde de bulunmaktaydı.27 25 H. İnalcık, Fatih Devri Üzerinde Tetkikler ve Vesikalar, Ankara 1954, s. 149-150. 26 “Ghulam”, EP. 27 Kanunname-i Sultâni berMûceb-i Örf-i Osmâni, Ankara 1956, s. 2-5,8-12,20-24, 30,32, 36,39, 40, 45. 90 ♦ h a l i l İn a l c ık Yeniçeriler kapıkullarmm sadece bir bölümünü teşkil ederlerdi. 14. yüzyıl gibi erken bir tarihte Sultanın kulları sadece merkezde bulunan askerî gücü değil, aynı zamanda eyaletlerdeki timar sahibi si­ pahilerin de büyük bir kısmını oluşturmakta idi. Saray hizmeti içinde ve dışında belli görevlerde bulunduktan sonra sarayda eğitim almış olan kullar, imparatorluğun dört bir köşesine timar sahibi, subaşı, sancakbeyi ve beylerbeyi olarak gönderilmekteydi, yani Sultanın siyasî ve mutlak hakimiyetini vücuda getirenler, asker idarecilerdi.28 İmparatorluk idaresinde kulların yaygın olarak kullanılması Yıldırım Bayezid döneminde başladı. Fatih’in, tüm makamlar arasında en üstünü olan veziri-azamlığı, kullara vermesiyle süreç tamamlandı. Kısaca, merkezî ve mutlak yönetimin güçlenmesi, kul sisteminin gelişmesine paralel gerçekleşti. Diğer Müslüman idareciler üzerin­ de Osmanlı Sultanının üstünlüğünün sebeplerini sıralayan Kemâl Paşazâde, Osmanlı Sultanının kulları sayesinde her yerde ve mutlak olarak hükmünü uyguladığını, ancak herhangi bir kulunun imtiyazlı bir konuma gelmesine müsaade etmediğini vurgulamaktadır. Osmanlı Sultanları, özellikle de Yıldırım ve Fatih, tüm bölgelerdeki yerel hanedanları ve feodal beyleri ortadan kaldırmaya ve tüm yerel imtiyazları ilga etmeye özen gösterdiler.29 Balkanlarda, kendilerini korumaktan aciz oldukları anlaşılan prensler ve beyler ile işbirliği yapmayan köylü sınıfları zımmî statüsünde OsmanlIların tebası oldular. Eski yerel askerî sınıflar ve manastırlar da, aynı şekilde, sa­ hip oldukları pronoiave charistias haklarını garanti altına alan yeni merkeziyetçi sisteme bağlanmayı daha güvenilir buldular. Kısaca, Osmanlı merkeziyetçi idaresi Balkanlarda odak güç olarak hareket etti ve buralarda eski imparatorluk geleneklerini canlandırdı. Ayrıca sürekli artan sayıda gazi, ulema ve toprağa muhtaç köylü bu güve­ nilir ve sürekli yayılan kuvvetin hizmetine girmek için Anadolu’dan göç etti. Üstelik Fatih’in kardeş katli ile ilgili Osmanlı geleneğini bir hüküm ile Kanunnâmesine dahil etmesi ve 16. yüzyıl sonundan 28 H. İnalcık, The Ottoman Empire: Classical Age. 1300-1600, London: Phoenix, 1995, s. 76-188. 29 H. İnalcık, “L’Empire Ottoman”, Studies in Ottoman Social and Economic His­ tory, London: Variorum II, 1985, s. 85-87; “The Rise of the Ottoman Empire”, Cambridge History o f İslam I, s. 295-305. o s m a n l ı t a r i h i n d e d ö n e m l e r « 91 itibaren şehzadelerin sancağa gönderilmesi ile ilgili geleneğin ilga edilmesi mutlakıyetçi merkezî idarenin kurulması yönünde dönüm noktalarıdır. Böylece hükümdarlığın hakim olan ailenin tüm fert­ lerine aynı şekilde ait olduğuna dair eski Türk Hakimiyet geleneği, Osmanlı sarayında bir hükümdara bağlı olan kutsal ve bölünmez kadim Doğu hakimiyet düşüncesine yerini bıraktı.30 Ancak 16. yüzyılın sonundan itibaren mutlak idarenin dayandığı güç, yani saray eşrafı ve kapıkulları etkilerini o kadar arttırdılar ki, devleti kendi kontrolleri altına aldılar. 1018/1600 yıllarında Yeniçe­ rilerin sayısı yaklaşık 35-50 bine ulaştı, hatta 1622 yılında Sultan II. Osman’ı katlettiler. Kapı-kullarmm devlet içinde mutlak gücü ele geçirmeleri ve eyaletlerdeki vergi kaynaklarını kendi kullanımlarına tahsis etmeleri karşısında eyalet orduları şiddet yolu ile bunlara karşı koymaya başladı ve 1625 yılında bir dönem için Abaza Mehmed Paşa31kumandasındaki ordu Anadolu’da kontrolü ele geçirdi. Bu yetki krizi 1656 yılında Köprülü Mehmed Paşa durumu kontrol altına alıncaya kadar devam etti. 17. yüzyılda, sayıları başkentte ve eyaletlerde aşırı derecede artan ve bir tür milis kuvveti teşkil eden Yeniçeriler, IV. Mehmed ve III. Ahmed’i tahttan indirdiler. Ancak 1826 yılında Yeniçeri Ocağı’mn kapatılması ile Padişah ve Saray, devlet meselelerinde bağımsız bir yetkiyi yeniden tesis edebilmiştir. Sadece Yeniçeri ordusu değil, aynı zamanda kul sistemini teşkil eden diğer unsurlar da 17. yüzyılda orijinal yapılarını değiştirdiler.32 Devletin çöküş sebeplerini ve hakim olan genel kargaşayı araştırırken Koçi Bey, bu kul sisteminin çöküşünü liste başına koymaktadır. Son olarak toprak mülkiyeti sistemi üzerinde durmalıyız. Ya­ kın Doğu’daki diğer imparatorluklarda olduğu gibi, Osmanlı împaratorluğu’nda da merkezî idarenin sosyal ve ekonomik ya­ pısının devlet tarafından tüm araziler üzerinde yakın kontrolünü sağlayan özel bir toprak sisteminin olduğunu söylemek doğrudur.33 30 H. İnalcık, “The Ottoman Succession and its Relation to the Turkish Concept of State”, The M iddle East and the Balkans under the Ottoman Empire: Essays on Economy and Society, Bloomington 1993, s. 60-61. 31 “Mehmed Paşa”, İA. 32 H. İnalcık, "Military and Fiscal Transformation”, dipnot 5. 33 Bkz. An Economic and Social History o f the Ottoman Empire, s. 103-154. 92 « h a l i l İ n a l c ık Devletin toprak üzerindeki mülkiyet hakkı merkezî idarenin sosyal düzeni, devlet politikasının hedeflerine uygun olarak kontrol etme­ sini ve vergi gelirlerini bu hedeflere ve hareketin ihtiyaçlarına uygun olarak taksim etmesini mümkün kıldı. Osmanlı öncesi dönemlerde de, aynı şekilde, Selçuklu ve Bizans İmparatorluklarında devletin toprak üzerindeki kontrolü imparatorluğun sosyal ve siyasî yapısını belirlemişti. Bu imparatorlukların çöküş dönemlerinde toprak ve köylü, yerel memurların ve soyluların kontrolü altına girmişti. Bir fatih güç olarak genişleme döneminde Osmanlı İmparatorluğu, ziraat arazisi üzerindeki devletin mülkiyet hakkını her zaman ve her yerde uygulayabilmekteydi. Kural olarak, dinî ve dünyevî olmak üzere her iki eski toprak sahibinin hakları ilga edildi ve yeni fethedilmiş bölgelerin yanı sıra daha sonraları ziraata açılan araziler de devletin kontrolü altına alındı. Gerçekte bu, üç kademeli bir toprak mülkiyeti sistemi idi. Toprak mülkiyeti hakkı devlete aitti; köylünün toprağı, daimi kiracı olarak kullanma hakkı vardı; bu ikisinin arasında timar sahibi ve devle­ tin temsilcisi olarak sipahi, devletin haklarının ihmal edilmediğini gözetmekle yetkili idi. Sipahi başlıca toprağa ait vergileri toplayan ve toprağın boş bırakılmasını önlemek için çıkan kanunları uygu­ lamakla görevli kişi idi. Sipahi devlete karşı bazı askeri görevler ile yükümlüydü ve tahsil ettiği bazı vergileri kendi ücreti olarak tasar­ ruf etmekteydi. Para ekonomisinin tamamen gelişmemiş olduğu devletlerde, devletin en önemli mali kaynağını teşkil eden ürün şeklindeki vergiler, iltizam ile toplanabilmekte idi. İltizam sistemi merkezi hazine için ürün şeklinde toplanan vergilerin nakde çev­ rilmesine imkân vermekte idi. Ancak gaza devleti olarak çok sayıda asker ihtiyacı olan Osmanlı İmparatorluğunda ürün şeklinde top­ lanan vergiler iltizama verilmedi ve köylere yerleştirilen sipahileri desteklemek maksadıyla timar olarak tahsis edildi. Böylece Osmanlı İmparatorluğunda toprak mülkiyeti sistemi, vergi sistemi ve askeri örgütlenme iç içe girmiş bir bütün teşkil ettiler. Bizans İmparatorluğu ve Balkan Devletleri gibi Dârul-harb’e ait fethedilmiş bölgelerde bu sistemi uygulamak, Osmanlılar için zor olmadı. Fakat Osmanlı fethinden önce toprağın mülk ve vakfa dönüş­ türüldüğü ve bu kayıtların şeriata uygun olarak tanzim edildiği Ana­ o s m a n l ı t a r i h i n d e d ö n e m l e r « 93 dolu topraklarında bazı geri adımlar atılmalıydı.34Toprak sipahileri, eşkinci sistemi altında devlete asker sağlamak zorundaydılar. Yıldırım Bayezid döneminde devletin bu tür araziler üzerindeki kontrolü arttı. Bu olay muhtemelen Bayezid’in Anadolu’da sevilmemesinin en önemli sebeplerinden biridir. Bayezid’in hükümdarlığından II. Mehmed’e kadarki süre bu bakımdan bir hoşgörü dönemi idi. Bu dönemde vuku bulan iç kargaşalar merkezî idareyi Rumeli’nin yanı sıra Anadolu’daki tesirli liderlere büyük mülkler tahsis etmeye sevk etti. Bu mülklerin devlet tarafından müsadere edilmelerine karşı bir önlem olarak, genellikle sahipleri tarafından aile-vakıflarma dönüştürüldü. Fakat daha fazla asker ihtiyacı sebebiyle Fatih Sultan Mehmed, bu arazilerin çoğunu devletin mülkiyeti alüna aldı. Maksadını aşan ve Osmanlı hükümdarları tarafından geçerli hale getirilmemiş vakıf­ ları, yetkisini kullanarak ilga etti. Bunları devlet hesabına müsadere etti ve timar olarak yeniden taksim etti. Bu reformun bir sonucu olarak 20 bin köy ve mülk yeniden devletin mülkiyetine geçti.35Bu hareket özellikle ulemanın Sultan aleyhine dönmesine sebep oldu. Ölümü üzerine çok şiddetli bir tepki vuku buldu ve müsadere etmiş olduğu arazilerin büyük bir kısmı eski sahiplerine ve vakıflara iade edildi. Ancak bu gidişatın yeniden eski halini alması için fazla zaman geçmedi. Kanuni Sultan Süleyman’ın hükümdarlığı sırasında asker ihtiyacı, nüfusun artışı ve yeni arazilerin geniş bölümlerinin ziraata açılması, bölgede devlet arazisinin büyük ölçüde genişlemesine se­ bep oldu. Bu ilave araziler ile ilgili kayıtlar, ifrazat kaydı ile dönemin tahrir defterlerini doldurmaktadır. 16. yüzyılın sonundan itibaren, İmparatorluğun taşra bölgelerin­ de, aynı zamanda ziraat ve toprak mülkiyeti sisteminde olmak üzere sürekli ve büyük bir kriz meydana geldi. Bunun başlıca sebepleri ilk olarak, yaklaşık 1580’den itibaren daha ucuz gümüş paranın Batı Avrupa’dan akışı ve bunun sonucu olarak Osmanlı mâliyesini, İmparatorluk ekonomisini ve İdarî mekanizmayı kargaşaya sokan enflasyondur.36 Timarlar değerlerini aniden kaybedince sipahiler 34 a.g.e., s. 126-131. 35 “Mehmed II”, İA. 36 H. İnalcık. 9 4 « h a l i l İ n a l c ık çeşitli kanun dışı yollarla köylülerden zorla daha fazla gelir sağlamaya çalıştılar. İkinci olarak bu dönemde fetih hareketinin duraklaması -gerçekte gerilemesi- mevcut timarían tasarruf etmek için adayların çoğalmasına ve bunlara sahip olmak için rekabetin şiddetlenmesine yol açtı. Üçüncü olarak Kapıkulları timar arazilerini özel mülkleri olarak kendilerine mal etmeyi başarıyor ve timar eksikliğini daha da vahim hale getiriyorlardı. Sonuç olarak, birçok topraksız asker ve işsiz ücretli asker kumpan­ yaları, sekban ve sarucalar köy ve şehirleri eşkıya çeteleri olarak tahrip etmeye; daha sonraları liderler etrafına toplanarak daha da büyük bir güç teşkil etmek suretiyle kendilerine karşı gönderilen devlet ordularını dahi mağlup etmeye başladılar. Bu isyanlar genelde Celali İsyanları olarak bilinmektedir.37 Bunları bastırmak için gönderilen Yeniçeriler de, köyleri talan eden diğer çapulcu kuvvetinden daha iyi değillerdi. Sonunda sürekli savaşlar ve enflasyon devleti avarız -daimi ağır nakdi olarak alman- vergisini tarh etmeye zorladı. Tüm bu şartlar, özellikle Anadolu'da, köylüleri toplu olarak topraklarını terk etmeye ve şehirlere göç etmeye veya eşkıya çetelerine katılmaya sevk etti. 1595-1610 yılları arasında özellikle güçlü olan bu hare­ ket Osmanlı tarihçileri tarafından Büyük Göç olarak bilinmektedir. Rumeli’de aynı yıllarda Hıristiyan köylüler arasında ilk ciddi isyan teşebbüsleri vuku buldu.38 Bu büyük kriz sırasında ilk dönemlerin başarılarının üzerine inşa edilmiş olduğu kurumlar -yani timar sistemi ve toprak mülkiyeti sistemi- çöktü. Bu dönemde yaşamış Koçi Bey, “timar sahibi asker­ lerin yok olduğunu ve Kapıkullarmm tümünün güçlü olduğunu” ifade etmektedir. Devlet, eyaletlerindeki arazi üzerindeki kontrolünü kaybetti, bunun sonucu olarak bu topraklar büyük oranda Kapıkullarmın ve askeri sınıf ile ilişkileri olan yerel nüfuz sahibi şahısların ellerine geçti. 37 Celali İsyanları ile ilgili bkz. M. Akdağ, Celali İsyanları, Ankara 1963; H. İnalcık, “Military and Fiscal Transformation..." dipnot 5. 38 I. Khasiotis, “Sull organize, incorporazione Sociale e ideologiz política dei Greci a Napoli, dalXVmeta delXIX see.” EpistimonikiEpetiris Scholis touAristoteleiou Panepistimiou Thessalonikis, 20 (1981); “The European Powers and the Problem of Greek Independence from the Mid-fifteenth through the Early Nineteenth Century”, Ellada. Istoria kai politismos, Salónica 1981. o s m a n l ı t a r i h i n d e d ö n e m l e r « 95 İmparatorluk arazisinin yarısını teşkil eden Padişahın, daha doğ­ rusu merkezî hâzinenin hassa toprakları genelde mukata’a olarak mültezime verildi. Bu mukataa’larm büyük bir kısmı askerî sınıf men­ supları tarafından tasarruf edildi. Daha sonraki yıllarda mukataa’ya ilaveten devlet arazisi üzerinde kontrol tesis eden bu sınıf, köylüler üzerinde hüküm süren eyalet soylularının, ayanların güçlenmesine sebep oldu.39 Devlet, toprak üzerindeki kontrolünü yeniden tesis etmek için gerekli olan muntazam arazi tahrirlerini artık yapama­ maktaydı. Bundan böyle toprağın hakimi olan bu tesirli ayanlar, şahsen kendilerine bağlı askerî güçler barındırmaya başladılar. Timar sahibi askerler büyük ölçüde var olmadığından devlet, askerî güce sahip bu yerel liderleri imparatorluk ordusuna katılmaya teşvik etti ve birçoğuna paşa unvanını verdi. 18. yüzyılda mukataa’ya ait büyük arazi parçalarını ve güçlü ordu­ ları kontrol eden yerel hanedanlar imparatorluğun her yerinde güç kazandılar. Bu dönemde imparatorluğun Avrupa’dakine benzer bir feodalleşme sürecinden bahsedebiliriz. 18. yüzyılın sonunda merkezî imparatorluğun varlığı sona erdi. II. Mahmud’un yeni bir ordu kurup yerel ayanların etkisini birer birer azaltmasıyla, en azından Anadolu ve Rumeli’de merkezî idarenin hakimiyetini bir ölçüde tanıyan bir imparatorluğu yeniden tesis etmek mümkün oldu. 39 H. İnalcık, “Centralization and Decentralization in Ottoman Administration”, Studies in Eighteenth Century Islamic History, eds. T. Naff and R. Owen, London 1977, s. 27-52. Osmanlı Tarihinde Gerileme Meselesi* Cemal Kafadar Amerika geriliyor mu? Ya da zor bir dönemden geçiyor da bazı Amerikalılar mı bunu yanlış yorumluyor? Gerilemeci bakış açısı -ki bazı editörler bu terimi çekinceli olarak sözkonusu olgunun doğru bir tarifi olarak kabul ederler- Amerikan gerçeklerini doğru yansıt­ makta mıdır? Yoksa bu tabir “Amerikan gücünden ziyade Amerikan psikolojisinin mi bir göstergesidir?1Ya da Amerika'nın gerilemesi * "The Question of Ottoman Decline", Harvard Middle Eastern and Islamic Revi­ ew, 4 (1997-1998), 1-2, s. 30-75. Çeviren: Cengiz Şişman. Yazarın Notu: Bu tebliğin orijinal hali Profesör Stephen Rosen tarafından 1990 yılında Harvard Üniversitesi’nde imparatorlukların gerilemesi hakkında orga­ nize edilen bir konferansa sunulmuştur. Konferans tebliğlerinin basılması fikri daha sonra terkedilse de, ben yıllarca kendi tebliğimi bazı derslerimin okumaları arasında öğrencilere verdim. Bu makaleyi, şaşırtıcı, ara sıra saç baş yoldurucu, görünüşte sezgi karşıtı “Osmanlı İmparatorluğu geriledi m i gerilemedi mi?" soru­ suyla başa çıkma eğlencesini lisans öğrencilerine aktarm am a yardım eden bütün yüksek lisans öğretim asistanlarıma adıyorum. Dergi için bu tebliği hazırlarken, yeni bir giriş yazdım ve bazı değişiklikler yaptım , ancak metnin orijinal yapısını ya da anlam ını değiştirmedim. 1 Samuel Huntington. Zikreden Michael Beschloss, “The U.S.: Still on its Feet,” Joseph S. Nye, Bound to Lead: The Changing Nature o f American Power adlı ki­ tabın kitap değerlendirmesi, New York Times Review, 15 Nisan 1990, s. 13. Bu 1980’lerde ve 90’larda, özellikle Paul Kennedy’nin The Rise and Fall o f the Great Powers adlı kitabının, ki Beschloss’un Mtabiyatında da zikredilir, "Amerika'nın gerilemesi” üzerine çapraz-referanslı söylemin nasıl ortaya çıküğı ile ilgili pek çok örnekten birisidir. 98 « c e m a l k a f a d a r hakkındaki bütün bu tartışmalar (eğitimde, edebiyatta, ekonomide, ahlakta, toplumsal dayanışmada vs.) son kertede Amerika'nın iktidarı hakkında mıdır? Konuya ilişkin yoğun kamusal ilgi muhtemelen Amerikan ekonomisinin geri gitmesi ve Doğu Asya’daki hummalı ekonomik büyüme arasındaki çelişkiden ve daha sonra da bir za­ manların tehditkâr Japon ekonomisinin kötüye gitmesi ve Amerikan ekonomisindeki sağlıklı işaretlerin ortaya çıkmasından kaynaklandı. Ancak acaba “Amerikanın gerilemesi” meselesi sadece ekonomi ile mi ilgilidir? Eğer öyle ise bir kaç yıllık bir eğilime bakarak devasa bir olguyu gerileme olarak tanımlayabilir miyiz? Bir Osmanlı tarihi araştırmacısı olarak Osmanlı İmparatorluğu’nun gerileyip gerilemediğinden ben pek emin değilim. 1970’lere kadar herkes bundan emindi, ancak tarihçiler o zamandan bu yana kendi­ lerine “kuruluş”, “altın çağ” ve “gerileme” gibi rahaüatıcı kategoriler sağlayan öz güvenlerini ya da naifliklerini yitirdiler. Aynı zamanda geçmiş ya da şimdi, gerileme ya da ilerleme gibi konulardaki argü­ manların dikkatli bir şekilde inşa edilmediğinin ve de sıklıkla farklı amaçlara hizmet ettiğinin farkına vardılar. 20. yüzyılın sonlarında Amerika’da yaşamanın ve hicri 1000 (1591/2 M.) yılından biraz önce başlamış olan Osmanlı Devleti’nin gerilemesi konusunu çalışmış olmanın tuhaf ve bir o kadar da öğretici bir yanı vardır, insan kendini gerileme duygusu ve benzeri konular etrafında kurgulanan zengin söylemlerle kaplı iki dünya tarafından sarılmış hissediyor. Gelibolulu Mustafa Âlî ve Kâtib Çelebi gibi etkili Osmanlı yazarları, eğitimde ve edebiyatta düşen standartlardan ya da dış dünyaya olan ilgisizlikten kaynaklanan “Osmanlı akimın kapanması” konusunda kaygılanıp üzülmüşler; diğer birçoğu da işlerini daha iyi ve daha ucuza halleden, paralarının ve eğitim sis­ temlerinin değerini koruyan Frenklere -ki bunlar zamanının Asya kaplanları idi- göre geride kaldıklarına dair eserler kaleme almışlardır. Entelektüeller aşırı-gelişmiş devletten ve aşırı-büyümüş ordudan şikâyet etmişlerdir. Siyasî sınıfın seslerini çıkaran kesimleri, Osmanlı kimliğinin fazlasıyla “içeriri” olmağa başladığından ve “yanlış etnik kökenlerden” gelen (özellikle de ve ironik olarak da Türklerden) çok sayıdaki liyakatsiz insanın kendi rütbelerine çıkmalarına izin o s m a n l ı t a r i h i n d e g e r i l e m e m e s e l e s i ♦ 99 verildiğinden şikâyet etmişlerdir.2Bunlar arasında muhtemelen en yaygın argüman, gerilemenin belirtilerinin “Osmanlı usûlünden” ya da ilk büyük devlet adamlarının (kurucu babaların) ortaya koyduğu normlardan sapmadan kaynaklandığı olmuştur. Osmanlı Devleti ve Amerika örneklerinde benzeri gerileme te­ zahürleri görmeyi arzulayan gerilemeci bakış açısı sahipleri, dev­ letlerin gerilemesi sorunu üzerine yazan büyük düşünürlerden îbn Haldun’un paradigmasının basitleştirilmiş halini burada kullanabi­ lirler. Bu uyarlama kayda değer benzerlikleri ortaya çıkarabilir. îbn Haldun’a göre bir devlet kurulmadan önce, hem kendi medeniyeti­ nin {ümran) gelişmiş temsilcileri ve hem de fethedilen “smırboyu” halkının üzerinde imkânlar ve moral üstünlük arayan, inanılmaz bir enerji ve dayanışma ile sağlam bir yönetim biçimi kuran güçlü ‘kurucu soylar’vardır. Bir süre sonra yüksek beklentilerden ve zen­ gin ve kötülük yuvası şehir hayatından yorgun ve tembel düşmüş (şimdilerde vatandaş ya da Osmanlı Devleti’nde teba denilebilir) olan kuşaklar ortaya çıktığında, kurucu soylarla aynı arka plana sa­ hip, çalışkan ve enerjik meydan okuyucu yeni bir grup sadece aynı döngüyü tekrar etmek için başa geçip yeni bir siyasi düzen kurar. Dolayısı ile geç dönem Osmanlı tarihi araştırmacısı için Sovyetler Birliği’nin dağılması sırasındaki Amerika’daki gerileme bilinci ve Fukuyama’nm “tarihin sonu” tezinin bıraktığı melankolik hal tanıdık olgulardır. Belki de bizim siyasî tasavvurumuz derin bir Maniheist yapı tarafından şekillendirilmiştir. Habsburg İspanyasında Şarlken’in kendini manastıra kapattığı zamanlarda, onun en büyük rakibi olan Sultan Süleyman da ipek elbiseler giyinmeyi ve altın tabaklardan yemeği bırakmıştı. Bu zamanlarda Akdeniz’in iki kıyısındaki entelek­ tüeller kısa süre sonra ait bulundukları dünyanın gerilemesine dair yazılar yazmaya başlayacaklardı ve bu yazılanlar modern bilimin 16. yüzyıl sonrası İspanya ve Osmanlı dünyasına bakış açısını belirleyen gerilemeci mirasın ilk versiyonlarının ana hatlarını oluşturacaktı. 2 Burada önemli bir farkı vurgulamak gerekir. Osmanlı olmak demek gerçekte rüt­ besi ne olursa olsun idareci elitin parçası olmak demektir. Dolayısı ile modem devletteki vatandaşlık hakkındaki Amerika’daki göç tartışmasının aksine, kapsayıcılık sorusu bu statü konusuna odaklanır. o cem al kafadar Kavramsal Problemler ve Tarihi Çerçeve Leopold von Ranke (1795-1886), kendisinden önceki ve sonraki pek çok tarihçi gibi Osmanlı Devleti’nin gerilemesi problemiyle ilgili olarak, böyle bir şey oldu mu ya da olduysa bile ne zaman ve nasıl oldu diye hiç şüpheye düşmemiştir. Ona göre Kanuni Sultan Süleyman’ın ölümünün (1566) sonrasında “bir dizi iktidarsız sul­ tan tahta çıkmış ve onların zayıf karakterleri Osmanlı Devleti’nin talihinin geriye gitmesinin en büyük sebeplerinden birisi olmuştur. Bu sultanların birçoğu kendi felaketlerine katkıda bulunan şartları kendileri oluşturmuşlardı.”3Bu tür yaklaşımlar, tarih yazıcılığındaki yeni yönelimlerin de etkisiyle, sosyal ve ekonomik faktörler üzerine yoğunlaşan çalışmalara ilham kaynağı oldu. Ancak genelde Osmanlı tarihinin son üç buçuk asrının bir gerileme (inhitat, bozulma) dö­ nemi olduğu tanımı çok yakın zamanlara kadar sorgusuz sualsiz geçerliliğini korudu. Nitekim, 1976 yılında basılan bir Osmanlı tarihi kitabı bile “Gerilemenin Siyasi ve Askeri Unsurları,” “Gerilemenin Toplumsal ve Ekonomik Unsurları” ve “Gerilemenin Tezahürleri, 1566-1623” başlıklı bölümleri taşıyabilmekteydi.4 Son 20 yıldır ise Osmanlı tarihçileri bu tanımlamayı sorgulamaya başladılar. Değişen rüzgârın en iyi alametlerinden birisi muhtemelen Fransız tarihçi Fernand Braudel’in 16. yüzyıl sonrası Osmanlı devlet ve toplumuyla ilgili değişen fikridir. Her ne kadar Akdeniz üzerine olan meşhur kitabında gerileme paradigmasını kullanmaya devam etse de, Medeniyet ve Kapitalizm adlı eserinde, Braudel “19. yüzyılın ilk dönemlerinden önce Türk İmparatorluğunun gerilemesinden tam olarak bahsedilemez”5 diye yazmıştır. Braudel’in bu görüşü Osmanlı çalışmaları sahasındaki revizyonist eğilimlerden haberdar olmasından esinlenmiş ve zenginleşmişti. 1970’lerden itibaren hem 3 4 5 Leopold Ranke, The Turkish and Spanish Empire in the Sixteenth Century and Beginning o f the Seventeenth, çev. W.K. Kelly (Philadelphia: Lea and Blanchard, 1845), s. 22. Stanford Shaw, History o f the Ottoman Empire and Modern Turkey, vol. Empire o f the Gazis. The Rise and Decline o f the Ottoman Empire, 1280-1808 (Cambridge: Cambridge University Press, 1976), s. 170-71. Fernand Braudel, Civilization and Capitalism, 15th-18th Century, vol. 3: The Perspective o f the World, çev. S. Reynolds (Fransızca orijinali 1979, New York: Harper and Row, 1984), s. 482. o s m a n l ı t a r i h i n d e g e r i l e m e m e s e l e s i * 101 kavramsal araç olarak, hem de Osmanlı devlet ve toplumu gerçekleri­ ni tanımlayan bir terim olarak gerileme paradigmasının doğruluğunu sorgulayan birçok kitap ve makale yayımlandı.6Gerileme denilen şey, imparatorluğun ömrünün yarısından fazla bir zamana tekabül eden üç buçuk asır boyunca sürer mi? Ayrıca bu paradigma 17. yüzyıldan sonra büyüyüp zenginleşen şehirlerin ortaya çıkışı fenomenini nasıl açıklayabilir? Ve neden eski kaynakların gerileme iddialarını zahirî görünüşleriyle almalıyız? Bu ve benzeri sorular, Osmanlı çalışmaları sahasını o kadar kasıp kavurdu ki, pek çok (ama tamamı değil) Osmanlı tarihçisi bugün Osmanlı tarihi değerlendirmelerinde, gerileme kavramını reddetme noktasına gelmiştir. O kadar ki birileri “gerileme” kelimesinin tama­ men uzak durulup söylenmemesi gereken bir şeye dönüştüğünden bile endişe edebilir. Kelimenin hor görülmesinin sebebi, kelimenin iyi düşünülmüş eleştirel bir bakış açısı sunmadığı, bilakis yanlış bir şey söylüyor gibi göründüğü içindir. Bununla beraber ne “Osmanlı Devleti’nin gerilemesi” konusunun yapıçözümü (deconstruction ) işi nihayete ermiş, ne de bunun gerileme üzerine olan tarih yazıcılığı tartışmalarına katkı yapacak potansiyeli tam olarak fark edilmiştir.7 Osmanlı tarihinde gerileme bilincinin sosyal ve kültür tarihi, “Os­ manlI Devleti’nin gerilemesi”ni halledilmiş bir konu olarak görmeyen tarihçiler için şimdilerde bir problem oluşturmaktadır. 16. yüzyılın son çeyreğinden itibaren Osmanlılarm kötüye gidişine üzülenlerin ya da sevinenlerin yankılarını devletin içinde ve dışındaki coğrafya­ larda işitmek mümkündü. Gerileme söylemi daha sonraki yüzyıllarda farklı bağlamlarda yeni endişe ve formüllerle gelişmesini sürdürdü ve Osmanlı sonrası ortaya çıkan ulusal ve uluslararası tarih yazıcılı­ ğının bildik sorularının arasına karışmcaya kadar çapraz-referanslı (cross-referential) sürekliliği devam ettirdi: Neden onlar/biz Batı tarafından geçildi/k? Osmanlı imparatorluğu neden geriledi? Diğer 6 Bu konudaki literatürün bir değerlendirmesi için bkz. C. Kafadar, When coins turned into drops o f dew and bankers became robbers o f shadows the boundaries o f Ottoman economic imagination a t the end ofthe sixteenth century, Giriş, (Har­ 7 vard University Press). Güzel bir tartışma için, Linda Darling, Revenue-raising and legitimacy: tax collec­ tion and finance administration in the Ottoman Empire, 1560-1660, (Leiden: E.J. Brill, 1996). s. 1-16. 102 « c e m a l k a f a d a r bir söyleyişle gerileme fikri modern akademik tarihçilerden ziyade Osmanlılarm kendi tarihsel bilinçlerinin ortaya çıkardığı bir anlayış idi. Ve her ne kadar Osmanlı bakış açısıyla aynı ruh halini taşımasa da Osmanlı Devleti’nin gidişatı hakkında benzeri bakış açısına sahip olan erken-modern dönem Avrupalılarm gözlemlerinde de Osmanlı toplumunun gerileme fikri akis buldu. O nedenledir ki gerileme kavramı hem Osmanlı bilincinde hem de tarih yazıcılığında büyük ölçüde Osmanlı împaratorluğu’nun şartlarından doğan bir olgu idi ve dolayısı ile tarihdışı (ahistorik ) bir açıkla(ma)ma olan, “bu sadece bir algı meselesidir” yaklaşımına başvurmak bir sonuç vermez. Osmanlı tarihinde uzun süre yoğun bir şekilde devam etmiş olan gerileme söyleminin varlığını bir gölge-fenomen (epi-fenomen) ola­ rak gözardı etmek imkânsızdır. Bilakis, Osmanlı ve Osmanlı olmayan gözlemciler tarafından farklı bağlamlarda, değişik amaçlar ve hedef kitleleri için farklı anlamlarda kullanılan gerileme kavramının her türlü anlamını inceleyen bir kültürel tarih gerekmektedir. Revizyonist süreç şunu kesinlikle göstermiştir ki, tarihçiler “gerileme” ve “bozul­ ma” nosyonlarının Osmanlılarm talihinin gelişim seyrinin doğru bir yansıması olduğunu kabul etmeye devam edemezler; ve de basit ama hayati önemdeki soruları sormaksızın tarihsellikten ve kesinlikten yoksun tariflere sığınamazlar: Neyin gerilemesi? Kimin gerilemesi ve hangi anlamda? Nerede, ne kadar uzunlukta ve neye nispetle? Gerileme kavramının gevşekliğine ilaveten bir de onun kesinlik ifade etmediğini göz ardı etmemek gerekir. Kavram, tarihin her alanında kullanılırken bu kesinsizlik konusu daima ihmal edildi. “Kesinlik ifade etmeyen [gerileme] kavramı ilgili ilgisiz her gelişmeye uyarlandığından,”8 son üç buçuk asırlık pek çok gelişme ve olay, ayırıma tabi tutulmaksızın gerileme başlığı altında değerlendirilmiş­ tir. Hayatın her alanında meydana gelen -siyasî, askeri, kurumsal, sosyal, ekonomik ve kültürel- dönüşümler çok özenli bir şekilde gerilemeci mantığa göre açıklanmıştır. İmparatorluğun çürüyüp bozulması demek (ithal edilen Avrupalılaşmanın canlılığı gelinceye kadar) despotik düzen içinde ara sıra gerçekleşen soluklanmalar 8 John H. Eliot, Spain and its World, 1500-1700 (New Haven: Yale University Press, 1989), s. 214. osmanlı tarihinde gerilem e m eselesi « hariç, herhangi bir yenilenmenin, canlılığın ya da hareketliliğin ol­ maması demekti. Toplumsal bozulma, bundan faydalanan şeytani ve ahlaksız bir azınlık hariç toplumun her kesimi için gittikçe kötüye giden şartlar yaratıyordu. Diğer bir söyleyişle, gerilemeci görüşe göre, olmakta olan olaylar anlamlı bir gelişmeden ziyade, ahlakî bir çürümeye doğru gidiyorlardı. Tarih(siz) anlatı ve analizlerde de gerileme kurgusu doğrusal­ laştırıcı ve toptancılaştırıcı bir araç olarak hizmet görmektedir. As­ lında toplumlarm unsurlarının tamamı (devlet, kültür, ekonomi, vs.) belli bir noktadan sonra kaçınılmaz olarak çözülmeye başlar. Sözkonusu anlatılarda enflasyon, duraklama, isyan, pasiflik vs. gibi tarihçilerin olumsuz olarak gördükleri tarihî olgu ya da eğilimler her zaman daha büyük, devam eden ve her şeyi saran “gerileme” çerçevesi referansıyla açıklanmasalar bile en azından “onun içine yerleştirildiler.” Bu olgulardan bazıları gerçekten de tarihçilerin kolaylıkla gerileme olarak değerlendirebileceği gelişmelerdir, ancak pek çoğunun durumu şüphelidir. Söz gelimi neden fiyat devrimi -eğer gerçekten meydana geldiyse-16. yüzyıl Avrupası için ekono­ mik patlamanın bir işareti sayılıyor da Osmanlı İmparatorluğu için felaketin bir işareti oluyor? Aslında gerileme kurgusunun çerçevesi bu tür varsayımlara imkân hazırlar ve bir süre sonra -döngüsel bir şekilde- bu varsayımlar gözlem olma değerini kazanır (“yıkıcı” enf­ lasyon), bu da sonuçta doğrusal ve toptancı mantığa sahip gerileme kurgusunu iyice perçinleştirir. Bu makalede, “gerileme” kavramı ya başkalarının söylemine gönderme yapmak için ya da bir dereceye kadar, algılamalarla da alakalı olan spesifik ve dar anlamıyla kullanıldı. 16. yüzyılın ikinci yarısı (1453 yılında İstanbul’un fethinin ardından gelen yüz yılda oluşan) Osmanlı “klasik” düzeninin önemli kuramlarındaki derin değişikliklere ve imparatorluğun askerî talihindeki yavaş fakat hisse­ dilir kötüye gitmenin başlangıcına sahne olmuştu. Bu gelişmelerin bir sonucu olarak, merkezi hükümet, içeride kontrol gücünü ve dışarıda güven düzeyini yitirmeye başlamıştı. Bu değişiklikler geleceklerini, hedeflerini, kimliklerini ve onurlarını merkezî yönetim ve askerî aygıtın kaderine bağlamış olan bazı yöneticiler ve yönetilen sınıflar için gerileme anlamına gelmekteydi. Gelişmeler aynı zamanda, bu 104« ce m al kafadar aygıtın etkisi ve temsil ettiği devletin dünya-gücü üzerine söylem üretmek isteyenler için de gerileme anlamına geliyordu. Gerçekten de eğer içeride ve dışarıda güç kullanma ve kendine itaati sağlayıp korku salma yeteneği açısından, Osmanlı Devleti’nin göreceli durumunun grafiği çizilse, ortaya 17. yüzyıldan soma daimi olarak aşağı doğru gitmekte olan zigzaklı bir eğri çıkardı. Aşağıda tartışılacağı gibi, aynı şeyi Osmanlı ekonomisi için de söylemek müm­ kündür. Ancak tekrar etmek gerekirse anahtar kelime “görecelilik”tir, daha da net ifade edersek “Kuzey Avrupa’ya nispetle"dir. Hem eski, hem de modem gerilemeciler, bu küçük fakat vazgeçilemez “göre­ celilik” kavramını göz ardı ettiler ve farkında olmadan daha önceki “yükselme ve zirve "ye karşılık mutlak bir gerileme fikrinin ortaya çıkmasına sebebiyet verdiler. Osmanlı İktidarının Ortaya Çıkışı ve Gücünün Kaynakları Osmanlı Devleti 13. yüzyılın ikinci yarısında Anadolu’nun ba­ tısında ortaya çıkan birçok beyliğin nisbeten küçük olanlarından birisi idi. Anadolu Selçukluları, 1243’te Mogollara yenildikten son­ ra, sınır uçlarındaki kontrollerini kaybetti. Selçukluların merkezi güçleri ile smırboyu savaşçılarının ve kabilelerinin merkezkaç kuv­ vetleri arasındaki muhalefette ibre bir kez daha İkincisini gösterdi. Türk-Müslüman sınır güçleri demografik olarak Güneydoğu Asya’da Moğolların istilasından kaçan sayısız kabilenin (efsaneye göre ha­ nedanın kurucusu olan Osman’ın dedeleri de dahil olmak üzere) göçüyle beslenmekteydi. Moğol tehlikesinin çok uzağında olan Batı Anadolu, askerî maceracıların ve başıboş kabilelerin faaliyet merkezi olmuştu. Konstantinopolis’in Bizans’ın başkenti olarak yeniden inşa edilmesi ve İznik’teki Lascariler döneminin sona ermesi (1261), Bizans iktidarının göreceli olarak bölgeden uzaklaşmasına ve böl­ gedeki savunmanın zayıflamasına yol açmıştı. Geride kalan siyasi boşluk ve buralarda yaşayan savaşa meyilli insanların (savaşçılıkta yetenekli göçebe gruplar, hayal kırıklığına uğramış Bizans tebaası, terkedilmiş Bizans donanmasının denizcileri) varlığı, savaşçı beylerin gazi kuvvetlerini genişletmeyi ve yağmacılığın ötesinde kalıcı siyasi yapılar tesis etmeyi düşünmelerine yol açü. İman önderliği yapma osm anlı tarih in d e gerilem e m eselesi « anlamına gelebilecek olan gaza ideolojisi, bu savaşçılara motivasyon ve meşruiyet sağladı. Bununla beraber gaza, genişlik (latitudinarianism), karma evlilikler, ihtidalar vasıtası ile gerçekleşen dinî ve sosyal etkileşimi ya da dinî-etnik kimlik belirleyicilerinin üstünde oluşan ekonomik bağlantıları ve siyasi ittifakları engellemedi. İşte bu ortam, nihayetinde Osmanlı Beyliği’nin doğmasına elverişli zemini hazırladı. Şunu hemen belirtmek gerekir ki, Osmanlı Beyliği başarılarını sadece Bizans’a karşı değil, aynı zamanda Bizans devletinin erimesi pahasına gücünü ve toprağını artırmak için birbirleriyle mücade­ le eden birçok Türk-Müslüman beyliklerine ve Balkanlardaki Slav beyliklerine karşı da kazanmıştı. Nasıl ki Osmanlı Devleti’ne karşı durabilecek birleşmiş bir Avrupalı Hıristiyanlık yoksa, aynı şekil­ de doğu ya da batı Hıristiyanlığına karşı durabilecek bir birleşmiş “Türklük” ya da “İslamlık” da yoktu. Öyleyse Osmanlı Devleti nasıl başarılı oldu? Uğurlu mevkilerinin önemli bir faktör olduğu sıklıkla vurgulanageldi. İlk dönemlerde Osmanlı Beyliği stratejik bir noktada bulunuyordu ve buradan Lascariler Bitinyası sonrasında zayıflayan Bizans savunmasına karşı çok kararlı saldırılar yapabiliyorlardı. Dahası, Osmanlı Beyliği -Germiyanoğulları gibi daha büyük ve daha güçlü beyliklerle kıyaslandığında- İran’daki İlhanlı Moğollarından görece olarak uzak bir mevkide bulunuyordu. Moğollar özgürce davranan uç beyliklerinin gelişen gücünden rahatsızlık duyduk­ ları zaman onları boyunduruk altına almaya çalışıyorlardı, ancak uzakta ve görünüşte önemsiz olan Osmanlı Beyliği'nden rahatsızlık duymuyorlar ve yakınlarında olan büyük beyliklerle savaşıp onları zayıflatıyorlardı. Benzeri bir şey Osmanlı Beyliği’ni işgal eden küçük Bitinya’daki kabile reislerinden daha güçlü düşmanla (Cenovalılar ya da Rodos Şövalyeleri) karşı karşıya gelen Ege’deki beyliklerin başma gelmişti. Dolayısı ile Osmanlılarm büyümesi başlarda nispeten alttan alta ve büyük bir tehdit olmaksızın gerçekleşti. 1330’larda farkedilmeye başlandıklarında, artık hatırı sayılır kaynaklar üzerinde söz sahibi olmuşlardı. Belki de Osmanlı Beyliğinin bulunduğu sağlam konum, onlara Müslüman savaşçıları yüzyıllardır motive eden gazanın nihai ödülü olan İstanbul için en büyük tehlike olma imkânını vermiştir. Osmanlı Devleti’nin yayılma dönemindeki gücünün en önemli kaynaklarından birisi de kısmen stratejik düşünme, kısmen de ittifak o cem al kafadar kurma yeteneğinden kaynaklanan (‘hiçbir şey başarı kadar başarı­ lı olamaz’ atasözünde olduğu gibi) müthiş başarısıydı.9 Osmanlı Devleti'nin bu başarı karnesi, bir yandan kendilerine güvenlerini perçinleyip askerî ve bilimsel dehaları kendi saflarına katarken, öte yandan düşmanlarını ve onların tebalarmı Osmanlı Devleti’ne boyun eğdirtmekteydi. Bizans tebasmm pek çoğuna göre Tanrı Türklerin yanında görünüyordu. Osmanlı Devleti aynı zamanda düşük vergiler, görece dinî müsamaha ve uzlaşma vasıtasıyla Hıristiyan köylüleri­ nin, keşişlerinin ve aristokratlarının desteğini kazanmayı bilmişti. Öyle ki zaman zaman bu politikalar Osmanlı iktidarının yayılışının, çatışmadan uzak ve adeta “hümanitaryen” bir şekilde gerçekleştiğini tasvir etmek için abartılmıştır. Dervişlerin ıssız yerlere ya da po­ tansiyel düşman topraklarının ortasına cesurca gidip yerleşmeleri, dinî bağdaştırma usulü ve dini tebliğ etmenin latif karışımı ile bir araya gelince pek çok kimse İslama kazandırıldı; ya da en azından uç bölgelerde sembiyotik ilişkiler doğdu. Ve tüm bunlar nihai olarak Osmanlı Devleti’nin işine yaradı. Gazanın Trakya’ya nakledilmesinin akabinde kazanılan prestij ve maddi kazanımlar Osmanlı Beyliği’ni batı Anadolu ve Balkanlar­ daki en önemli beylik haline getirdi. 1453’de İstanbul’un alınması zamanına gelindiğinde, Osmanlılar sadece bölgede rakipsiz bir nüfuz kurmamışlar, aynı zamanda bir ayağı güneydoğu Avrupa’da, bir diğer ayağı ise güneybatı Asya’da yer alan sağlam bir imparatorluk kurmak ve yerleştirmek için önemli bir stratejik avantaj yakalamışlardı. Mo­ dern devir öncesi iletişim ve ulaşım araçları göz önüne alındığında, Bizans’ın başkenti (ya da daha geniş anlamıyla tüm Marmara bölgesi) hem askerî hem de ticari açılardan Doğu Akdeniz’deki merkeziyetçi devletler için ideal bir konumda yer almaktaydı. Bu yüzden Bizans 9 Osmanlı çalışmalarının duayeni Halil İnalcık, Osman ve oğlu Orhan’ın takip ettiği stratejileri anlayıp yorumlamak için, kuzeybatı Anadolu’daki Osmanlı Devleti’nin genişlemesinin ilk dönemlerine şahitlik eden bu toprakların topog­ rafyasını yorulmamacasına incelemektedir. Kendisine benimle bazı gözlem ve düşüncelerini paylaştığı için müteşekkirim. Ayrıca bkz. İnalcık, “Osman Ghazi’s Siege of Nicaea and the Battle of Bapheus,” The Ottoman Emirate (1300-1389): A Symposium Held inRethymnon, 11-13 January 1991, ed. E. Zachariadou (Rethymnon: Crete University Press, 1993), s. 77-100. Osmanlı Devleti’nin ilk zaman­ larındaki ittifak oluşumu ve Osmanlı tarihinin ilk dönemlerinin detaylı bir tar­ tışması için bkz. benim, Between Two Worlds: the Construction o f the Ottoman State (Berkeley: University of California Press, 1995). osmanlı tarihinde gerilem e m eselesi « ve Osmanlı imparatorluklarının inanılmaz derecedeki uzun ömür­ leri, belki de Marmara bölgesine ve onun mihveri olan şehre hakim olmaları ile ilgilidir. Bu bağlamda 1453 yılı, aynı zamanda Âl-i Osman’ı sınır boyu politikalarının tuzaklarından koruyan siyasi eğilim ve deneylerin birikimi ve sistematikleşmesi anlamına gelmekteydi. Bu tuzaklar pek çok beyliği kırılgan hale getirmiş, daha sonra da yok etmişti. Türk-Müslüman uç beyliklerinin en büyük “fay kırığı,” fethedilen toprakların Orta Asya geleneklerinde olduğu gibi vârisler arasında paylaşılması idi. İkinci tuzak da kısmen bu bölünme yüzünden, kısmen de uç boylarındaki başarılı savaşçıların kendilerini oraya gönderen emirlerden bağımsız hissetme eğilimleri yüzünden bunlar üzerindeki kontrolün kaybolması idi. Türk-Moğol geleneğinden ve İslam hukukundan sapma pahasına da olsa Osmanlı Devleti, merkezî bir politika takip ederek her iki tehlikeden de kendisini korudu. Türk-Moğol geleneği ile bağlantılı olarak, gelişmekte olan Osmanlı hanedanı şehzadelere toprak verme sistemini takip etti, ancak farklı bölgelerdeki şehzadelere babalarının ölümlerinden sonra iktidarda kalma izni vermedi. En azından pratikte Âl-i Osman tahta tek vâris bırakmanın (urıigeniture) faziletlerini keşfetmiş ve her kuşakta hane­ dandan “mülkün tamamını elinde bulunduran” tekbir kişi çıkarmış ve böylelikle bölünmeci eğilimlerden kendini korumuştur. Genel itibarıyla oldukça saygı duyulan İslam hukukuna gelince, Osmanlı Devleti gerektiği kadar İslam hukukundan bağımsız hareket edebi­ liyordu* ve nitekim yeni orduyu (Yeniçeri) kurmak için Hıristiyan tebadan erkek çocuklar alan devşirme pratiğini bir takım çekincelere rağmen kurumsallaştırmışlardı. Osmanlı toplumunun bazı eğitimli kesimleri bu pratiğin, İslam hukukuna göre zor kullanılarak ihtida ettirilmesi yasaklanmış olan zımmi statüsündeki gayr-i Müslimlerin zorla Müslüman yapılması anlamına gelebileceğini iddia ediyorlardı. En sonunda pragmatizm kazandı ve devşirme pratiği 17. yüzyıla kadar devam ettirildi.10 * Örfi hukuktan söz ediliyor (Hazırlayanın notu). 10 Kısa bir tarih ve referans için bkz. Victor L. Menage, “Devshirme,” Encyclopedia o f Islam, 2nd ed. Devşirme pratiğinin terkedilmesinde İslam hukuku asıl sebep­ lerden birisi olmamıştır. o cem al kafadar Yeniçeri kurumu aynı zamanda Osmanlı siyasetinin önemli aktör­ lerinden birisiydi. Yeniçeriler askeri görevlerinin yanısıra merkezî yö netime, Anadolu ve Balkanlardaki savaşçı aristokrasilerin iktidarlarını kontrol ederek yardımda bulunuyorlardı. Osmanlı Devleti ya bu tür savaşçıları ortadan kaldırmış ya da onları atanabilir hale getirmişti. Böylelikle merkez, sosyal tabanı olmayan ancak itaatkâr olan bir güç yaratarak egemenliğin bölünmesini engelledi. Hanedanın bir uzantısı haline gelen bu güç kendisinden sonra halef bırakmadığı gibi varolan hanedanın devamının da bir garantisi idi. Timar sahibi olan eyaletlerdeki sipahi ordusu da aile içerisindeki toprak, kaynak ve konum iddialarının pekişmesini büyük ölçüde engelleyen prensip ve pratiklere göre örgütlenmişti. Merkezî yönetim timar sahiplerini ve daha önceki pek çok yerel soyluyu köksüzleş­ tirmek için ‘rotasyon’ gibi farklı tedbirlere başvurmuştu. Tahrirler (ki geç 14. asırdan itibaren başlamış ve iki yüzyıldan fazla devam etmiştir) hem köylülerin üretim fazlalarını hem de timar sahiple­ rinin güçlerini kontrol ediyordu. Aslında ne timarlı sipahiler ne de Yeniçeri ordusu özgün Osmanlı uygulamaları idi. Her iki sistemin de Ortaçağ İslammda ve Bizans’ta tarihî kökenleri vardı. Osmanlı Devleti bu sistemleri daha da geliştirerek, kendinden önceki dev­ letlerden daha etkin bir merkezî devlet kurmayı başarmıştı. Her ne kadar Yeniçeri kurumu daha önceki İslam devletlerindeki gulam ve memluk kuramlarıyla kıyaslanabilirse de, devşirme kurumu tama­ mıyla Osmanlı toplumuna özgü bir olgu idi. Devşirilen kimseler yeni kimliklerinde çok sıkı bir eğitime ve kültürlenmeye tabi tutulurlar ve bunların arasından sadece asker çıkmaz, vezirliğe kadar yükselebilen binlerce yetenekli ve itaatkâr yönetici de çıkardı. Burada, "Neden diğer ümitvârlar değil de Âl-i Osman bu yenilikçi tedbirleri yürürlüğe koyabilmiştir?” sorusuyla yeniden karşılaşmak­ tayız. Neden Osmanlı Beyliği geleneği yönlendirebilmiş ve diğer beyliklere göre daha fazla deneysel hareket edebilmiştir? Buna tam bir cevap bulmak muhtemelen imkânsızdır, çünkü verilecek cevap tarihî analizin ulaşamayacağı alanlarda, yani şans ve bireysel yetenekler alanında yatmaktadır. Belki diğerleri de Osmanlı Beyliği kadar ileri gitselerdi, o kadar deneysel hareket edebilirlerdi. Burada Osman’ın, kendini ya da soyundan gelenleri doğrudan meşrulaştıracak ya da osman lı ta ri hin de geri le m e m e se le s i « kendini “zamanlar üstü" bir geleneğe bağlayacak asil bir soydan gelmediğini, bilakis onun “kendi çabalarıyla başarıya ulaşmış” oldu­ ğunu anlamak önemlidir. Osmanlılar, saygınlık kazanmak ve kendi geleneklerini oluşturmak için mücadele etmek zorundaydılar. So­ nunda, bu hedefe ulaştıklarında, kendilerini şanlı soylarına değil de gaziler ve devlet-kurucuları olarak sağladıkları başarılara yasladılar.11 Dolayısı ile Osmanlı politik sisteminin soy konusu ile nisbeten az ilgilenmesi oldukça dikkate değerdir. Her ne kadar bunu sadece şanlı soylarının olmamasına atfetmek kolay olmasa da, Avrupa aristokrat geleneğinin içinde yetişmiş erken dönem Avrupalı gözlemcilerin neredeyse tamamı Osmanlı Devleti ve toplumunun bu özelliğine hem şaşırmışlar hem de hayranlıklarım gizleyememişlerdir. Öncelikle siyasi sistem, idarecilere, içlerinden yeteneklerine ve hizmetlerine göre askerî ve İdarî atamalar yapabilecekleri, dikkatlice seçilmiş ve eğitilmiş insanlar havuzu sağlayan ‘meritokrasi’ idi. Mutlakıyetçi bir devlet yaratmak için bu sistemin güçlü bir araç olması, Machiavelli ve Busbecq gibi siyasi yorumcular için oldukça açıktı. Hatta bir Rus yazar tarafından “Sultan Mehmed [Fatih]in Yaptıkları” adlı îvan IV’e hitaben yazılan risalede, bu sistem örnek alınmıştı. Yazar burada çarlara boyar aristokrasisini ortadan kaldırmak için sosyal kökenlerinden koparılmış bir güç yaratmasını salık veriyordu. Rus risale yazarının Osmanlı otokrasisinin modeli olarak Fatih’i diğer sultanlara rastgele ya da edebi bir tercih değil, bilakis bilinçli ve duruma uygun bir tercihtir. Devşirme sisteminin köklerinin Fa­ tih döneminden öncesine dayandığı ve diğer merkezî politikaların onun iktidarından önce yürürlükte olduğu bir gerçek idi. Ancak Fatih, İstanbul’u alıp, burayı iktidarını sağlamlaştırdığı bir merkez haline getirince, bu politikaları merkezî idarenin tutarlı bir sistemi haline dönüştürdü. Devşirmeleri daha geniş amaçlı kullandı ve on­ 11 15. yüzyılda Osmanlı yöneticileri büyük emperyal iddialarla ortaya çıktıklarında, OsmanlIlarla ilgili bazı soylar tasavvur edilmiş ya da “hatırlanmıştır.” Ancak bu soy ağaçlarında bir tutarlılık yoktur. Devletin ve hanedanın kökenlerini meşru­ laştırmaya matuf daha sonraki Osmanlı tarih tasavvuru için, bkz. Colin Imber, “The Ottoman Dynastic Myth,” Turcica, 19 (1987), s. 7-27. Daha önceki çalış­ malarda ise Osman Gazi, başka sebeplerden dolayı benim tamamıyla hemfikir olmadığım, kendi kendini yaratan adam olarak görülmüştü. Bkz. H.A. Gibbons, The Foundation o f Ottoman Empire (Oxford: Oxford University Press, 1916). o cem al kafadar ları daha önce olduğundan yüksek makamlara atadı. îlk defa Fatih, hanedanın seküler yasama hakkı vasıtası ile hayata geçirilen ve ideal olarak İslam hukuku ile çelişmeden onun tarafından eksiklikleri giderilen yasaların toplamından oluşan Osmanlı kanununu topla­ yıp yasalaştırdı. Fatih’in kanunlarından birisi “bireye zarar vermek kamuya zarar vermekten evladır” prensibince tahta çıkan kardeşini ortadan kaldırma hakkı veriyordu. Yani kardeş katli siyasi otoriteyi zayıflatan ve toplumsal karışıklığa yol açan iktidarın bölünmesine karşı bir tedbir olarak meşrulaştırılmıştı. Son olarak Fatih zamanında, bütün akademik ve yargısal pozisyonları dolduran ve ilerlemeleri hiyerarşik olup merkezî yönetimle bağlantılı olan ulemanın eğitimi ve faaliyetleri tek bir çatı altında toplanmıştı. Burası, Fatih’in şekillendirip daha sonraki kuşakların küçük deği­ şiklikler yaptığı Osmanlı klasik kumrularının ayrıntılı tarihini vermek için uygun bir yer değildir.12Ancak şunu söylemek yeterlidir ki askerî, İdarî, malî, hukukî ve eğitsel kurumlan nispeten yüksek dereceli merkezileşme içinde birleştiren bu zengin siyasi sistem, Osmanlı Devleti’nin dünya gücü olarak bilindiği dönemlerde en temel unsur­ dur. Bu sistem İslamın, Türk-Moğol kültürünün ve Bizans’ın zengin mirasından ödünç alman fikirler ve pratikler üzerine kurulmuş, özgür yorumlar ve değişikliklerle daha da güçlendirilmiştir. İstanbul'un fethinin korku salan başarısını iki kuşak sonra 1517’de Osmanlı sultanlarına “Hâdimü’l-Harameyn” unvanını kazandıran Mekke ve Medine’nin yönetimini ele geçirme prestiji izledi. Os­ manlI hanedanı bu sayede İslam dünyasında muazzam bir prestij kazanırken kendi topraklarında da sarsılmaz bir meşruiyet kurdu. 20. yüzyıldan geriye doğru bakıldığında Osmanlı Sultanlarının halife sıfatını kullanma hususunda pek hevesli olmadıklarını görmek şaşırtıcıdır. 16. yüzyılda halifeliğin önemi eski gücünü yitirmişti. Bu­ nunla beraber, uzun vadede Osmanlı sultanlarının halifelik üzerinde iddia sahibi olmaları tamamiyle anlamsız değildi. Aslında sultanlar, evvela çarın (1774), daha sonra da Avrupalı güçlerin, Hıristiyan Os12 Osmanlı kurumlarının ve onların merkezi devleti destekleme tarzı konusunda en yetkin ama kısa çalışma hâlâ İnalcık’m kitabıdır. The Classical Age: The Otto­ man Empire 1300-1600 (London: Weidenfeld and Nicolson, 1971). o sm anlı tarih in d e g erilem e m e se lesi « manii tebası üzerinde “koruyuculuk” iddiasına karşı, cevap vermek ihtiyacı hissettikleri zamanlarda halifelik iddiası çok önemli bir araç haline gelmiş oluyordu. Osmanlı Sultanı halife sıfatıyla Rus impara­ torluğundaki (Kırım Tatarları gibi) ya da diğer Avrupa ülkelerindeki Müslümanlar üzerinde dinî bir otorite olduğunu iddia edebilirdi. 20. yüzyılın başında Hindistan’daki hilafet hareketlerinin ateşi, nihaî olarak yetersiz de olsa, Osmanlı Devleti yıkılmadan önce hilafetin Osmanlı Devleti için nasıl bir meşruiyet ve güç kaynağı olduğunu göstermektedir. Osmanlı hanedanının rakipsiz ve köklü meşruiyeti, Osmanlı Devleti’nin gücünün diğer bir kaynağı olarak görülmelidir. Bu ha­ nedan dünya tarihinin en uzun iktidarda kalan hanedanlarından birisidir. 17. yüzyılda hükümete karşı ayaklanmalar yaygınlık kazansa da, milliyetçilik çağma kadar bir kaç padişahın hal edilmesi dışında ciddi bir hanedan eleştirisi olmamıştır.13Bir Osmanlı Sultanı tahtın­ dan indirilebilir ve hatta öldürülebilirdi, ancak daima ailenin diğer bir üyesi onun yerini alırdı. Osmanlı Devleti bir zamanlar BizanslIların sahip olduğu zen­ gin doğal ve beşerî kaynakları devralmışlardı. Bunlara bir de Macaristan’ın, Arap ülkelerinin ve ticaret yollarının (örneğin Yemen ve Basra yoluyla Hind Okyanusu’na açılmak gibi) dahil edilmesinin doğurduğu hatırı sayılır yeni kaynaklar eklenmişti. Osmanlı Devleti'nin ilk dönemleri dahil, bölgesel güçler arasında süregelen kavgalardan sonra istikrar ve güvene kavuşan geniş bir alan üzerinde Pax-Ottomana’nm [Osmanlı Barışı] hakim olması, Anadolu ve Balkanlarda ticari ve sanatsal enerjinin canlanmasına yol açmıştı. 15. yüzyılın sonlarında İberya’dan çıkarılan Yahudi topluluklarının imparatorluğa gelmeleri, ticarete, üretime ve tıbba yeni bir canlılık getirmişti. 16. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu Akdeniz havzasındaki diğer yerler gibi demografik patlamaya sahne olmuştu. Kolonizasyon politikaları, şehir merkezlerinin büyümesinde ve göçebe toplulukla­ rın buralara yerleştirilmesinde başarılı olarak uygulanmıştı. İtalyan tacirlerin geniş ticari ağı, her ne kadar Kuzey Avrupa’nın yükselen 13 Hanedanın “ciddi” olarak tehdit edilmediğini söylemek hiç tehdit edilmediği an­ lamında değildir. Bu konu üzerinde halen bir makale hazırlamaktayım. « cemal kafadar ekonomilerine mensup tacirlerin gelmesinden sonra gücünü yitirse de etkili olmayı sürdürmüştü. Gelişen teknoloji açısından bakıldığında Osmanlı Devleti’ni öncü olarak görmek mümkün değildir, ancak yeni gelişen askerî tekno­ lojileri kendilerine uyarlayıp kullanmada genellikle çığır açıcıdır­ lar. Eğer Osmanlı siyasi elitinin kendine özgü bir dehasından söz edilecekse, bu muhtemelen kurumsal yaratıcılık ve insan gücünü organize etme marifetinde aranmalıdır. Onlar sadece yeni teknolojiyi almakla kalmamış, aynı zamanda bu teknolojinin etkin olarak kul­ lanılabileceği ve devasa askeri-siyasi organizasyona eklemleneceği kurumsal bir çerçeve oluşturmuşlardır. Onların erken dönemlerdeki başarısı eski göçebe askerî taktiklerine ve yeteneklerine dayansa da (ki bunları yüzyıllar boyunca sürdürmüşlerdir), daha sonra tü­ feği geliştirip barutu kullanmakta oldukça hızlı davranmışlardır. Osmanlı Devleti’nin Avrupalı ya da Orta Doğulu rakipleri, benzeri sistematik ve profesyonel karakterde düzenli bir orduyu kurmadan önce kurdukları Yeniçeri taburları tamamıyla Osmanlı Devleti’nin bir becerisidir. Bilindiği gibi Fatih Sultan Mehmed tarafından hiz­ mete alman Macar usta [Urban] 1453’te namlusu İstanbul’a çevrili büyük ebatta toplar dökmüştür. 16. yüzyılın başlarmda, Osmanlı Devleti Müslüman rakipleri olan Safevi ve Memluklar üzerindeki başarılarım kısmen, ateşli silahları yaygın ve sofistike bir biçimde kullanmalarına borçludurlar. Eski devlet kurucularım (Fas’takiler hariç), yani İbn Haldun’un analiz ettiği kabile elitini değiştirerek Kuzey Afrika siyasetinin ve savaş teknolojisinin şeklini değiştirenler îberyalı askerlerin yamsıra, Osmanlı Yeniçerileri ve topçularıdır. 16. yüzyıl boyunca, Osmanlı topçularının uzmanlığı Fas’tan Açe’ye kadar küçük Müslüman güçler tarafından aranır olmuştur.14 Bununla beraber Osmanlı ordularının, 15. ve 16. yüzyıllarda Av­ rupalI rakiplerine karşı teknolojik üstünlüğe sahip olduklarım iddia etmek güçtür. Herhangi bir üstünlükten söz edilecekse, bu organi­ zasyonda (örneğin Yeniçeri ordusu), disiplinde ve büyüklükte (ki bu bazı lojistik ilerlemeye de işaret eder) aranmalıdır. Tüm bunların 16. yüzyılda değişmeye yüz tuttuğuna inanılmaktadır. Gerçekten de, 14 Mesela bkz. A. Reid, “Sixteenth Century Turkish Influence in Western Indone­ sia, ”Journal ofSoutheast Asian History 10 (1969), s. 395-411. osm anlı tarih in d e g erilem e m eselesi « Habsburg güçleri ile mücadelelere tanıklık eden Bosna’daki bir Osmanlı kadısı, Habsburglann îslam askerleri üzerinde “yeni icat edilen silahları kullanma” bakımından üstün olduğunu gözlemlemiştir.15 Eğer etkin askeri güç Osmanlı iktidarının ve meşruiyetinin bir unsurunu oluşturdu ise, iç düzen üzerine yapılan eleştiriler de sa­ dece zorlayıcı bir güç değil, aynı zamanda adaletin sağlanması ve dağıtılmasının kabul edilebilir olmasını sağlayan hukukî-idarî bir araç idi. Gayri Müslimlere gelince, Osmanlı Devleti onların kendi mahkemelerini kullanma ve bir takım vergileri toplama dahil, hatırı sayılır bir otonomi sahibi olmalarına müsaade etti. Müslüman ya da Gayr-i Müslim tebadan herhangi biri İslam hukukuna ve kanununa göre hüküm veren divan mahkemesine ya da kadı mahkemesine gitme hakkına sahipti. Şunu hemen belirtmek gerekir ki, gayr-i Müslimler bu mahkemeleri kendi aralarındaki davalar için de kullanmış­ lardı. Örneğin bir Ermeni ya da Yahudi aile, miras davasım görmek için kadıya başvurabilmişti. Avrupa’dan yeni fikirler ve standartlar gelinceye kadar Osmanlı hukuk sistemi Osmanlı tebasma baskıcı görünmüyordu. Doğal olarak suiistimal şikâyetleri olmuştur, an­ cak mukayeseli çalışmalar yapılmadan, bunların diğer toplumlann hukuk sistemlerine göre daha çok sayıda olup olmadığı tam olarak bilinemez. Hukuki alanda, 16. yüzyılın en kayda değer başarısı Şeyhü­ lislam Ebussud Efendi’nin öncülüğünde din ve hanedan hukukunun senteze kavuşturulmasıdır. Bu senteze tek muhalefet, “dinî hukuk ağırlığını kaybediyor” diye düşünen “aşırı kuralcı” ulemadan gelse de, bunlar çoğunluğu temsil etmiyorlardı. Fatih Sultan Mehmed’in kurduğu siyasi aygıt, başarısı büyük ölçü­ de idarecinin şahsına bağlı olan Ortaçağ niteliğini sürdürdü. Kanuni Sultan Süleyman zamanında, idari mekanizma sonunda tamamiyle tüzel ve bürokratik bir karaktere büründü. Her ne kadar bu, güçten düşme anlamına gelmese de aynı dönemde sultanlar, sembolik rol oynayıp daha arka planda kalmaya başladılar. Sultanların kamusal ve kısa süre sonra da askeri hayata doğrudan müdahale etmekten geri durmaları Osmanlı Devleti’nin gerilemesinin bir sebebi olarak 15 Haşan Kâfi el-Akhisari, “Usulü’l-hikem fi nizami’l-alem" M. İpşirli, haz., İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Dergisi 10-11 (1979-80): s. 245-278; alıntı sayfa 269’da yer alıyor. o cemal kafadar görüldü.16Fakat bunu aynı zamanda bürokrasinin ortaya çıkmasıyla iktidarın tüzelleştiği erken modern döneme paralel bir gelişme olarak da görmek mümkündür. Acaba denildiği gibi sultanlar seferlerde ordularının önünde gitmeyi sürdürselerdi, Osmanlı ordusu gerçekten de Avrupa orduları tarafından geçilemez miydi? 16. yüzyılın sonunda Osmanlı Devleti kendi süper gücünün sarsıldığını hissetse bile, onun muhteşem yönetici eliti, bu krizi aşmak için düzenlemeler yapmaya devam etmiş ve imparatorluğun hayatını 300 yıl daha uzatmışlardı. Klasik dönem sonrası değişen şartlara başarılı bir diğer adaptasyonun örneği de, 18. yüzyılda Avrupalı yöntemlere sahip uluslararası siyasi oyunların artarak sahneye konulmaya başlandığı dönemlerde yoktan varedilen yaygın Osmanlı diplomatik ağıdır. Bu başarının mimarları kendilerini daima devletin ve toplumun hastalıklarını teşhis etmeye ve bunlara pratik tedaviler önermeye adamış bürokratlardır. Gerçekten de, Kanuni sonrasındaki entelektüel hayatm devamını sağlayan gerileme ve reform edebiyatı aslında gerilemenin değil, tam tersine bir canlanışın da delili olarak görülebilir. Entelektüellerin ve bürokratların, sultanların şahsiyet ve faaliyetlerini olduğu kadar, tesis ettikleri kurum ve politikalarını da açıkça eleştirdikleri siyasi forum, hem siyasi muhalefetin hem de fikirlerin kontrolünün daha modern ve etkin araçlarının 19. yüzyılda oluşmasına kadar endüstri öncesi Osmanlı düzeninin güçlü yanlarından birisi idi. Ancak yine de bu forumun varlığı, örgütlü bir muhalefetin olduğu ya da modern anlamdaki konuşma özgürlüğünün varlığı anlamına gelmez. Osmanlı resmi görüşünün (orthodoxy)* tanımladığı şekliyle İslamm temel prensiplerine saygısızlık ya da Osmanlı Devleti’ne ihanet anlamına gelebilecek eylemler oldukça acımasız bir şekilde cezalandırılmıştı. Nitekim birçok şair ve mistik nahoş fikirleri gerekçesiyle hayatları­ nı ya da özgürlüklerini kaybetmişlerdi. Ancak Osmanlı sistemini ve hanedanını ağır bir biçimde eleştiren eserlerin dışarıdaki bir çevrenin değil, saray koleksiyonlarının ve şehir kütüphanelerinin değerli birer parçası olmaları oldukça ilginçtir. Gerileme ve reform 16 Cornell Fleischer bu soru üzerine çalışıyor ve aynı zamanda Kanuni dönemi üzerine bir monografi hazırlıyor. Özel tartışmalarımızdan yararlandığım ve ya­ yınlanmamış müsveddelerine ulaşabildiğimden dolayı kendisine şükranlarımı sunmalıyım. o s m a n l ı t a r i h i n d e g e r i l e m e m e s e l e s i « 115 edebiyatı, sadece yapılan şeyleri belli bir düzeyde tutmayı öngörmez, aynı zamanda şüphesiz ki çok yararlı olmuş olan somut teklifleri ve politika değişikliklerini de ortaya koyar. Son olarak, şunu belirtmek gerekir ki Osmanlı Devleti ile ilgili eleştirilerinin doğası ne olursa olsun siyasi entelektüel elitin üyeleri hiçbir zaman yaptıklarının moral değerini sorgulayan iflah olmaz bilinç krizinden muzdarip olmadılar. Osmanlı elitinin bu ideolo­ jik dayanışmaları ve im paratorluk fikrine sorgusuz sualsiz sada­ katleri 1830’larda Ortadoğu’da bulunan genç seyyah Disraeli’nin muhafazakâr duyarlılıkları için özel bir cazibe alanı oluşturmuştur.17 Her ne kadar Birinci Dünya Savaşı’naan sonra, İstanbul işgal edilip batı Anadolu Yunan ordusunun eline geçince Mustafa Kemal, saltanatın kaldırılıp Cumhuriyetin kurulmasıgerektiği inancını taşısa da, şurası açıktır ki bağımsızlık savaşını yürüten pek çok subay Cumhuriyet için değil, Osmanlı Devleti’ni kurtarmak için mücadele vermişti. Dış Tehditler Emperyal bir güç olarak ortaya çıkmasından sonra ve sözde ge­ rileme dönem inden uzun zam an önce, Osmanlı Devleti için en büyük tehlike Müslüman dünyadan gelmişti. Bu tehlike evvela siyasi ihtirasları olan Sufi liderler, daha sonra da tehditkâr devlet adamları olarak Osmanlı devlet ve toplumunun adeta ayağının altından halıyı çeken Şii Safevilerdi. Geç 15. yüzyıl ve erken 16. yüzyıllardaki Safevi propagandası Anadolu aşiretleri arasında derin yankı yaptı ve bu insanlar giderek yerleşiklik politikası güden hanedanın bürokratik ekonomi aygıtına yabancılaştılar. Böylelikle Osmanlı toplumu bin­ lerce insanın sadakatini kaybetti ve birçok kabile Safevi tarafına geçti. Bu da Osmanlı Devleti’nin kızılbaş diye adlandırdığı (Safevilerin Türkmen taraftarları kırmızı külah giydiklerinden dolayı Osmanlı Sünnileri onları pejoratif olarak böyle adlandırmışlardır) düşmanının askeri gücünü artırdı. 17 Robert Blake, Disraeli's Grand Tour (New York: Oxford Univesity Press, 1982), s. 52. o cemal kafadar Askerî düzeyde sultanlar hızlı ve etkin bir şekilde şahların meydan okumasının üstesinden geldiler. Sünni-Şii ayrımının keskinleşmesi ve devlet politikasına mezhepçiliğin eklemlenmesi Osmanlı-Safevi rekabetinin asıl sonucu olmuştu. Bundan sonra Osmanlı Devleti Sünniliğin, Safevi Devleti de Şiiliğin hakiki temsilcileri olduklarının farkına vardılar. Osmanlı Devleti Sünniliği yaymak ve fesat olarak gördükleri şeyleri -ki bu fesat büyük ölçüde Safevi siyasi görüş taraf­ tarlığı ile ilgiliydi- ortadan kaldırmak için devlet şiddeti kullanmaktan cami inşa etme kampanyasına kadar çeşitli politikaları uygulamıştı. Her ne kadar Anadolu ve Balkanlarda küçük Alevi gruplar 20. yüzyıla kadar var olmaya devam etseler de, Osmanlı Devleti bu tehlikeyi örtbas etmesini bildi. Bu arada Safeviler de kendileri ile “sapkın” Türkmen kabileleri arasına mesafe koymuşlar ve böylece bunlar ile Fars orduları arasında askeri-siyasi ittifak yapılması ihtimali giderek zayıflamıştı. Bununla beraber Osmanlı bakış açısındaki gerileme fikrinin olu­ şumu harici tehditlerden dolayı değil, imparatorluğun askeri gücünü eskiden olduğu gibi etkin bir şekilde dış güçlere karşı kullanamama­ sından kaynaklanıyordu. Yani askeri gücün geri kalması konusundaki algılamalar toprak kayıplarından yüz yıl önce başlamıştı. Örneğin, 16. yüzyılın hemen sonlarında Osmanlı kaynakları askeri üstünlüğün patentini kaybettiklerinden bahsediyorlardı. Bu zamanlarda Osmanlı ordusu birisi Safevilere (1578-1590), diğeri Habsburglara karşı (15931606) ve ikisi de büyük bir başarı sağlamayan pahalı ve uzun birer savaşa girişmişlerdi. Eğer Osmanlı Devleti ve Amerika’nın gerilemesi hakkmdaki paralelliklere dönecek olursak, bütün bir insan, kaynak, prestij ve kendine güven kaybı açısından değerlendirildiğinde, İran savaşlarını Amerika’nın Vietnam’daki savaşma benzetebiliriz. Bu savaşlar, Osmanlı Devleti’nin yayılma hedeflerinin somut sınırlarını farketmesini sağladı. Bu zamana kadar olan seferler ne kadar muhteşem olursa olsun sınırlı modern öncesi ulaşım durumu ve ekonomik şartlar gözönüne alındığında belli bir yarıçapın ötesi­ ne geçemeyen mevsime bağlı savaşlardı. Büyük Osmanlı Ordu-yı Hümayunu’nun kara harekâtlarındaki en uzak sınırların -Viyana, Podolya, Tebriz, Bağdat ve Kahire-İstanbul’a mesafelerinin aşağı yukarı aynı oluşu bir tesadüf değildir. Osmanlı orduları kurumsal, osm anlı ta rih in d e g erilem e m e se lesi « lojistik ya da psikolojik olarak kışları savaşmak üzere hazırlanmamıştı. Ve ordunun organizasyonu birçok malî ve siyasî kurumlara bağlı olduğu için böylesi istekleri yerine getirmek zaten zordu. 17. yüzyılın askeri olaylarını daha yakından incelemek yayılma­ cılığın, her ne kadar hak din ve onun temsilcilerinin adil iktidarı adına yapılsa da, ne dereceye kadar Osmanlı siyasi söyleminin ve kimliğinin ayrılmaz bir parçası olduğunu bize gösterecektir. Bu dö­ nemde askeri ihtişama tekrar kavuşmak için inanılmaz çabalar ve çok büyük kaynaklar sarfedildi, ancak sonuçta II. Osman’ın Leh seferi (1621), Fazıl Ahmet Paşa’nm Uyvar kalesi fethinde (1663) olduğu gibi görece olarak küçük kazanımlar elde edildi. Girit’in alınması önemsiz değildi, ancak çeyrek yüzyıldan fazla süren (1645-1669) hicab verici uzunlukta bir dizi kuşatma sonucu zor kazanılmış bir za­ ferdi. Doğuda IV. Murad’m Revan (1635) ve Bağdat (1638-9) seferleri oldukça etkileyicidir, ama bunlar gerçekte kaybedilmiş toprakların Safevilerden geri alınmasından ibarettir ve zaten Revan bir yıldan daha az bir süre elde kalmıştır. Her ne kadar 17. yüzyılda Osmanlı Devleti’ne süpergüç demek zor değilse de, onlar askeri güçlerinin artık eskisi gibi olmadığını farkediyorlardı. Osmanlı fütuhatının son seferinin Viyana’ya yönelik olması ve bunun Habsburg ile “dünya hakimiyeti" üzerine mücadeleyi sem­ bolize etmesi şaşırtıcı değildir. İstanbul’un fethinden sonra Os­ manlI Devleti için Roma Kızıl Elma idi ve burası kâfirlerin anayurdu olarak görülmüştü. Ancak 16. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin dünya gücü iddialarına karşı en önemli Hıristiyan tehdidi olarak Habsburg İmparatorluğu'nun ortaya çıkmasıyla Kızıl Elma Viyana anlamına geldi. İkinci Viyana Kuşatması Osmanlı ordusu için başarılı başlasa da, savaş sonunda ordular bozguna uğrayıp geri çekilmek zorunda kaldılar ve Osmanlı Devleti yenilmezlik unvanını bir daha geri gelmemecesine yitirdi. Gelecek 10-15 yıl içinde Avrupalı güçler Osmanlı topraklarına girmeye başladı ve Saray ilk büyük toprak kaybına yol açan Karlofça Antlaşması’m (1699) imzalamak zorunda kaldı. Bu dönemlerde Osmanlı Devleti için yeni tehdidin kuzeyden geldiğine dair pek az kimsenin şüphesi vardı. Bu tehdit, Osmanlı Devleti’nin 1700’de Karadeniz’de Osmanlılarm hâkimiyetini sona erdiren Rusların Azak denizinde varlıklarını resmi olarak kabul ettik­ o cemal kafadar leri anlaşma ile açık hale gelmiş olmalıydı. Askerî olarak, Rus tehdidi Doğu Avrupa’dan Kırım’a ve Kafkasya’ya kadar uzanıyordu. Ancak Rusya nitelik olarak diğer tehditlerden daha farklı idi: İmparatorluk­ taki en büyük Hıristiyan azınlık olan Ortodoks teba üzerinde iddia sahibi olma potansiyeli vardı. Aynı zamanda çeşitli Balkan halkları ile Slav bağlantısı davardı. Hıristiyan azınlıklar Osmanlı Devleti’ne bağlılıklarını sorgulamaya başlayıp kendi farklı kimliklerini yavaş ve rahat bir şekilde oluşturmaya başladıkları bir dönemde, Rusya bu iddiaları desteklemek ve yönlendirmek için güçlü bir pozisyona sahipti. Rusya’nın bölgeye girişi şüphesiz ki imparatorluğun ülke içindeki etnik ve dinî gerilimleri uluslararası boyuta taşıması bağ­ lamında önemli bir rol oynamıştı. 18. yüzyılın başlarını sadece Osmanlı devlet ve toplumunun daimi bir erozyonda olduğu ve sürekli toprak kaybettiği bir dönem olarak resmetmek yanlış olur. 1711 Prut Savaşı’nda Osmanlı ordusu başarıya Ruslardan daha çok yaklaşmıştı. 1737-39 yıllarında Osmanlı orduları Belgrad’ı geri aldılar ve Habsburgları Sava nehrinin gerisine çekilme­ ye zorladılar. Ancak 18. yüzyıl Avrupasmda, Türklerle ilgili artarak yazılmaya devam eden eserlere bir göz atıldığında görülmektedir ki Osmanlı ordusunu henüz kimse hesaba katmamazlık etmese de, ordu eski saygınlığını yitirmişti. Avrupa’daki askeri organizasyon, eğitim, taktik nosyonları ve silah tekniği Osmanlılarmkini geçmişti. Karlofça’dan sonraki büyük dönüm noktası, Küçük Kaynarca Anlaş­ ması (1774) idi. 1768’den itibaren süren mücadelede Osmanlı ordusu yenilmiş ve yapılan antlaşmada Osmanlı Devleti Rus çarının Osmanlı tebası olan Ortodoks mezhebine mensup Hıristiyanlar üzerindeki vesayetini kabul etmek zorunda kalmıştı. Bu da ülke içindeki geri­ limler ile harici tehditlerin kesişmesine yol açan süreci başlatmıştı. 19. yüzyıl, imparatorluğun içindeki gerilimlerin giderek ulusla­ rarası bir boyut kazanmasına ve ayrılmacılığm artmasına şahit oldu. 1789’da, Napolyon’un güçleri geçici olarak Mısır’ı işgal etti ve bu ta ­ rihten sonra Mısır, bazı Kuzey Afrikalıların yaptığı gibi, yarı özerk bir şekilde yoluna devam etti. Balkanlar sıklıkla Avrupalı güçlerin destek verdiği en erken ve en başarılı milliyetçi bağımsızlık hareketlerine sahne oldu. Yüzyılın önemli bir kısmında, harici güçlerin oluşturduğu en acil tehlike işgal değil -belki Fransa’nın 1830’da Cezayir’i alması- osm anlı tarih in d e g erilem e m e se lesi * m istisna etmeli-, yerel ya da milli hareketleri özerklik ve bölünme hususunda doğrudan ya da dolaylı olarak cesaretlendirmeleriydi. 16. yüzyılın sonlarından önce Osmanlı ordusunun, Avrupalı ordu­ larla kıyaslandığında, az da olsa, teknolojik olarak geri olduğundan daha önce bahsetmiştik. Askerî olmayan teknolojiye gelince, bu konudaki genel kanı 16. yüzyılın ortalarında Batı’nm üretimde, m a­ denlerin çıkarılmasında ve denizcilik sanatında daha üstün olduğu yönündedir.18 Karşılaştırmalı ve derin bir analiz yapılıncaya değin bu görüşler izlenimsel kalacak ve gerilemenin doğrusal sürecinin başlangıcı olarak Baü’nın teknolojik üstünlüğünü varsaymak tehlikeli olacaktır. Son zamanlardaki bazı çalışmalar Osmanlı Devleti’nin askeri alandaki gelişmelere karşı devam eden ilgisi ve alımlamasma işaret ederek, Osmanlı ordusunun teknolojik geriliği kabulünü sorgulamışlardır. Mesela Osmanlı topçuluk pratiği, 1683’deki başarısız Viyana Kuşatması’nda rakipleri ile aynı düzeydedir.19Her ne kadar Osmanlılarm alımlama özellikleri ve teknolojiyi yakalama yetenek­ lerini ortaya koymak, klişeleşmiş olan Osmanlı toplum unda ‘yeni­ liğin ve değişimin dini-kültürel açıdan reddi’ sözde açıklamasının yanlışlığını ortaya koysa da, bu olguların varlığı Osmanlı Devleti’nde teknolojik yenilikler konusunda sürdürülebilir ve rekabetçi yaklaşım düzeyine erişildiğini göstermez. 19. yüzyıla gelince, Batı’nm bilimsel ve teknik başarıları o düzeye erişmişti ki bunları Batı m edeniyetinin üstünlüğünün bir işareti olarak görenler sadece Osmanlı toplumu değildi. Avrupalı Oryan­ talistler, M üslüman devletlerin ve toplum larm geriliğinin sebebi olarak ileri sürülen, gelenek bağımlısı ve değişmeyen dünya görüşüne sahip İslam imajının yaratılmasında katkı sahibi olmuşlardı. Buna mukabil Müslüman entelektüeller, İslam dünyasındaki daha önceki 18 Charles Issawi, “The Ottoman-Habsburg Balance of Forces,” The Age o f Süley­ m an the Magnificent, ed. İnalcık and Kafadar (İstanbul: Isis, 1995), s. 19. Gabor Agoston, “Ottoman Artillery and European Military Technology in the 15th and 17th Centuries,” Acta Orientalia 47 (1992), s. 15-48; B. Hall and K. DeVries, “The Military Revolution Revisited,” Technology and Cultiire31 (1990), s. 500-507. 19 Rhoads Murphey, “The Ottoman Attitude towards the Adoption of Western Technology: The Role of the Efrenci Technicians in Civil and Military Applica­ tions,” Contributions a Vhistorie economique etsociale de I’Empire ottoman, ed., J.L. Bacque-Grammont and P. Dumont (Louvain: Peeters, 1983), s. 287-298. o cemal kafadar bilimsel başarıları işaret ederek ve hatayı daha somaki Müslüman kuşakların “hakiki” İslama bağlı olmamalarına bağlayarak buna karşı çıkmışlardır. Osmanlı Devleti ticari-ekonomik alanda, erken dönemden itiba­ ren, daha önce Memlûklerin ve BizanslIların yaptığı gibi bir politika benimsemiş, ancak bu politika nihayetinde onları Avrupa'nın eko­ nomik hakimiyeti altına sokmuştu. 15. yüzyıldan itibaren Osmanlı Devleti, çeşitli Avrupalı ülkelere ticari imtiyazlar bahşederek, onlara aşırı ekonomik avantajlar sağlamışlardı. Bu gözlem, şüphesiz ki, ancak som adan yapılabilir, çünkü o zamanlar ne Osmanlı Devleti ne de herhangi bir devlet, bırakın endüstrileşmeyi, merkantilizmin geleceğini bile öngörebilmiş değildi.20 Osmanlı Devleti’nin 19. yüzyıla kadar devam ettirdiği, ihracattan ziyade ithalatı teşvik eden iaşe politikası (provisionisıri) özellikle il­ ginçtir. Bu yüzden de genellikle erken m odem dünyayı şekillendiren ekonomik güçleri yanlış anlamakla ve Avrupa ile rekabet etmek için merkantilist ve korumacı politikaları geliştirmemekle suçlanmış­ lardır. Öyle mi yapmalılardı? Eğer bir kimse bu soruyu soruyorsa (gerileme edebiyatının bir rutini olan istek kipli “-meli, malı”nm problemli imalarına rağmen), bu kimse o takdirde ticaret denge­ leri konusunu dikkate almalıdır. 16. ve 17. yüzyıl merkantilizminin zirvede olduğu zamanda Osmanlı Devleti’nin Avrupa ile ticaretinde ticaret fazlası vardı, Avrupa merkantilizmi çoğu defa ticaret açıkları tarafından belirlenmişti. Osmanlı Devleti doğudaki ve kuzeydeki ülkelerle (özellikle de İran, Hindistan ve Rusya) kıyaslanınca ticari açığı varsa da, batı tarafına doğru olan fazlalık ve doğu tarafına doğru olan ticari açığın toplam dengesi, henüz daha başlangıç düzeyinde bile hesaplanmamıştır. Her halükârda, tercihlerini iyi-arzlı bir piyasa ve düşük fiyatlardan yana koymalarından, ve Avrupalı tacirlerin genel olarak altm-gümüş göçüne (drain ofbullion ) yol açmadığı gerçeğinden dolayı, Osmanlı idarecileri Batı’dan ihtiyaçlarını ithal etmek hususunda herhangi bir sakınca görmemişlerdir. Osmanlı Devleti’nde ticari açıktan kaynaklanan altm-gümüş göçü 17. yüzyılın 20 Osmanlı ekonomik tarihi konusundaki en son ve en yetkin çalışma için bkz. İnal­ cık ve Quartaert, An Economic and Social History o f the Ottoman Empire, 13001914 (Cambridge: Cambridge University Press, 1994). osm anlı ta rih in d e gerilem e m e se lesi ♦ ikinci yarısında infial ile farkedildiğinde, suç Doğu ülkelerinden gelen birtakım ürünlerde bulunmuştu.21 Osmanlı ekonomik gerilemesine, diğer bir sorunlu “istek kipi” belirten yaklaşım da Osmanlı Devleti’nin neden kapitalizmi hızlı­ ca benimsemediği, dolayısı ile gerilediğidir. Bu yaklaşım, sırasıyla Oryantalist, milliyetçi ya da Marksist söyleme yaslanarak, önemli miktarda faydalı deneysel çalışmalar ve bazı kavramsal zenginlikler üretmiştir, ancak en nihayetinde Osmanlı tarihinin neden “takip etmesi” gereken (ya da takip edebileceği) yoldan ayrıldığı sorusunu sormaktan kendini geri alamamıştır. Bu yol Avrupa tarihinin yolu­ dur. Neden Osmanlı İmparatorluğu “Avrupa” gibi gelişmedi? Bu düşünce tarzı sadece Avrupa’daki farklı bölgelerde meydana gelen değişmelerin farklı düzey ve hikâyeleri arasındaki farkı anlamak­ tan uzak kalmadı, aynı zamanda “Avrupa”yı (ve de ‘Batı’yı) doğru (sapkın’ın tersi olarak) tarihî gelişmenin temel ölçütü olarak aldı. Her ne kadar hiçbir zaman tam bu şekilde formüle edilmese de, bu yaklaşım çoğu defa şu soruyla bitti: Neden Ortadoğu (ya da Güney Asya, Doğu Asya vs.) da Avrupa değil?22 Osmanlı Devleti’nin gerilemesiyle alakalı ekonomik olmayan diğer “açıklam a”nm iddiasına göre, eğer Osmanlılar erkenden Atlantik’e açılıp okyanus maceralarına girmiş olsalardı bu engel­ 21 Bkz. İnalcık, “The Ottoman Economic Mind and Aspects of the Ottoman Eco­ nomy,” Studies in the Economic History ofth e Middle East, ed. M.A. Cook (Lon­ don: Oxford University Press, 1970), s. 207-18. Bu örüntüler Osmanlı ekonomik politika ve tavırlarında gözlemlenmeden önce iyi tanımlanmış bağlamlarda spesifik politikalar ve endüstriler üzerine daha fazla çalışma yapmak gereklidir. Bu çalışmalarda artan hammadde ithaline karşı artan işlenmiş madde ithali for­ mundaki değişen ticaret kompozisyonunun ve bazı dahili endüstrilerin gerile­ mesini Osmanlı Devleti’nin nasıl algıladığı ve ne tepki verdiği konusunda ilgiye ihtiyaç vardır. Örneğin Rami Mehmed Paşa’nın vezir-i azamlığı (1702-3), Avrupa rekabetinden dolayı zor durumda olan tekstil merkezlerinin yeniden canlanma­ sı için kayda değer bir dönemdir. 22 Bkz. David Landes, “What Room for Accident in History?: Explaining Big Chan­ ges by Small Events,” Economic History Review 47 (1994), s. 637-656. Burada ya­ zar istek kipli tarih yazıcılığından "Avrupa başarısını... başarı olarak gayri meşru hale getirmek için” strateji geliştirenler tarafından kullanılan bir şey olarak bah­ setmektedir. Şunu vurgulamak gerekmektedir M, olgu-karşıtı ve istek kiplerinin baskın kullanımı Avrupa dışı ekonomik gelişmeleri kaçınılabilir sapmalar olarak gören Avrupa perspektifi içinde meydana gelmiştir. o cemal kafadar lenebilirdi. Bu akıl yürütm enin olgulara aykırı doğasını bir kenara bırakırsak, basitçe şunu hatırlamamız gerekir ki, Atlantik ekonomi­ sinden asıl fayda sağlayanlar ilk başarılı okyanus keşiflerini yapan Avrupalı güçler değildir. Diğer bir söyleyişle Atlantik’e açılmak ile ekonomik gelişme ya da global siyasi hegemonya arasında zorunlu bir ilişki yoktur. 19. yüzyılda İspanya ya da Portekiz’e giden herhangi bir kuzeyli seyyah buna şehadet edebilirdi. Tartışılmaz olan şudur: Osmanlı ekonomisi 16. yüzyılın sonla­ rından itibaren ciddi krizlerden ve daralma dönemlerinden geçti, ancak spesifik eğilimler ve dinamikler her şeyi anlatacak büyük bir açıklamayı desteklemek için yeterince açık değildir. Tarihçiler bu­ gün Osmanlı ekonomisinin gelişiminde, en azından geç 18. yüzyıla kadar, Avrupa ticaretine büyük pay biçmede oldukça temkinlidir. Ayrıca, Osmanlı Devleti'nin iç ticaretinin ve onun üretimle ilişkisinin tarihi üzerine araştırma, her ne kadar yeterince gelişmiş olmasa da, günümüz Osmanlı araştırmacıları tarafından ekonomi tarihindeki yeni çalışmaların en acil hedeflerinden birisi olarak görülmektedir.23 Aynı zamanda şu da açıktır ki, Avrupa’nın Orta Doğunun önüne geçmesini sağlayan ekonomik eşitsizlik, iki bölgedeki gelişme dü­ zeyleri arasında ortaya çıkıp genişledi: “Bilim adamları genel olarak 16. yüzyıl başlarında Osmanlı İmparatorluğu’nun gelişen Avrupa ekonomisinin bir uydusu olmadığında hemfikirdirler. Aynı şekilde 1840’ta tersinin doğru olduğuna dair de yaygın bir kanaat vardır.”24 Bu uzun ve büyük ölçüde araştırılmamış dönemin incelenmesi en azından iki büyük sorunun üzerinde düşünülmesini sağlayacaktır: Bu farklılaşma ne zaman aşikâr hale gelmiştir (1840’tan önce fakat 17. yüzyılda değil)? Ve ne zaman ve nasıl bunun dinamikleri ortaya çık­ mıştır? Bazıları bu eşitsiz gelişimin dinamiklerinin ortaya çıkmasını Ortaçağa kadar götürmektedir. Son zamanlara kadar açıklamaların 23 Alakalı konularla ilgili geniş bir yorum ve klasik sonrası Osmanlı ekonomik tarihi çalışmalarının durumunun güncellenmiş bir değerlendirmesi için, bkz. Suraiya Faroqhi, "Crisis and Change, 1590-1699,” İnalcık and Quartaert, An Economic and Social History ofth e Ottoman Empire, s. 411-636. Geç 16. yüzyıl para krizi ve sonrasında gelen, “fiyat devrimi” üzerine olan bilimsel literatürün bir özeti ve analizi için, bkz. benim, “Les troubles monetaires de la fin du XVle siecle et la prise de conscience ottomane du declin,”Annales-. ESC (1991), s. 381-400. 24 Faroqhi, “Crisis and Change,” s. 479. osmanlı tarihinde gerilem e m eselesi « çoğu başlangıç noktasını, okyanus keşiflerinden ve yeni ticaret yolla­ rının bulunmasından sonraki 16. yüzyıl olarak göstermişlerdir. Uzun bir zaman, bu gelişmelerin doğrudan ve kat’î olarak Orta Doğu’nun üzerinden akan ticaretin gerilemesine yol açtığına inanılmıştır. Oysa şimdi çok iyi anlaşılmaktadır ki, doğu Akdeniz, Vasco da Gama’dan sonra geri planda kalmış bir deniz değildir, dahası, sonraları tekrar canlanarak, kahve gibi olağanüstü popüler yeni malların da dahil olduğu ticari malların geçişinde rolünü sürdürm üştür. Ancak şu da iddia edilebilir ki, bu aracı rol, bölgenin genişleyen yeni dünya ekonomisine katılması için yeterli olmamıştır. Belki de Osmanlı ekonomi tarihinin en etkili bilim adamların­ dan birisi olan Barkan'a (1902-1979) göre, hamm adde ihtiyacı ve alım gücü ile beraber Atlantik Okyanusu ekonomisinin büyümesi, sadece Osmanlı Ortadoğusunda 16. yüzyılın sonundaki ölümcül fiyat devrimine yol açmakla kalmamış, aynı zamanda daha sonra endüstriyel olarak başarısızlığa uğramasına sebebiyet vermişti.25 1970’lerden bu yana Osmanlı tarihi araştırmacıları tarafından be­ nimsenen Wallerstein’m dünya-sistemi teorisi Barkan’m teorisinden çok farklı değildi ve oluşumunun başlangıcında aynı kronolojiyi takip etti. Bu argüman 16. yüzyıl sonrası Batı Avrupalı ülkeler tarafından belirlenen kapitalist dünya-sisteminin ortaya çıkmasını (Batı-dışı ekonomiler bu kapitalist merkeze çevre olmaya başlamışlardır), modern dönemin ekonomik eşitsizliğini şekillendiren bir olgu ola­ rak ortaya koymuştur. Dünya-sistemi perspektifinin daha sonraki formülasyonları ve de Osmanlı ekonomi tarihindeki son zam an­ lardaki çalışmalar Osmanlı İmparatorluğu’nun dünya sistemine eklemlenmesinin 18. yüzyılın ortalarından sonra gerçekleştiğine vurgu yapmışlardır. Kesin tarih hangisi olursa olsun, bu şekildeki bir dünya-gücü teorisinde potansiyel bir problemin olduğunu görmek önemlidir. Bu teoriye göre Osmanlı İmparatorluğu’nun dahilî şartları ve kendilerini azgelişmişliğe sürükleyen karşı konulamaz harici güç karşısında, yöneticilerinin ve yönetilenlerinin yapıp ettiklerinin hiçbir 25 Omer L. Barkan, "The Price Revolution of the Sixteenth Century: A Turning Po­ int in the Economic History of the Middle East,” <jev. J. McCarthy, International Journal o f Middle Eastern Studies 6 (1975), s. 3-28. o cem al kafadar anlamı yoktur.26 Şu an pek çok araştırmacı eklemlenme düzeyinin oldukça net olduğu 19. yüzyılda bile hareketsiz ve çaresiz ekonomik failleri kabul etmiyor. Eksiklerine rağmen, Barkancıya da Wallersteincı perspektif (önemli bölgesel istisnalar dışında) Ortadoğu’nun geri kalmasının nedeninin, dünyanın diğer kısımlarındaki gelişmelere bağlı olduğunu farketmemize yardımcı olmuştur. Her ne kadar geri kalmışlığın göreceliliği farkedilmiş olsa da, Osmanlı ekonomisinin Kanuni sonrası dönemde büyüdüğü ihtimaline çok az dikkat edilmiştir. Osmanlı ekonomisinin dünya ekonomisi içindeki katkısı ve zaman içerisinde Osmanlı ekonomik gelişiminin doğası arasındaki fark, analitik kesinlik için çok önemlidir. “Osmanlı ekonomik gerilemesi”ne ilişkin tarihî açıklamaların pek çoğu bu iki­ sini karıştırma ya da İkincisini göz ardı etme eğilimindedir. Amerikan gümüşünün gelmesinden ve 16. yüzyıl sonu ile 17. yüzyıl başlarındaki krizden biraz sonra ticaret ve endüstrinin imparatorluğun çeşitli yerlerinde gelişmiş olduğuna şüphe yoktur. Tereke defterlerinin incelenmesi gösteriyor ki, 18. yüzyılda pek çok Osmanlı inşam maddî kültür açısından, Sultan Süleyman döneminde yaşayan atalarından daha iyi hayat şartlarında yaşıyorlardı. Onları daha fazla ilgilendi­ rebilecek şey, fırsatlar ve konfor açısından, imkânlarının dünyanın diğer kısımlarında yaşayanlara göre görece olarak daha az gelişiyor olmasıydı, işte Osmanlı ekonomisi çalışmalarının bu tür problemlere cevap üreten kesin tanımlı ve sonuçları olan çalışmalar üzerinde yoğunlaşması gerekmektedir. Bu tür çalışmalar hem zaman içeri­ sindeki gelişmeleri tespit eder, hem de başka yerlerdeki eğilimlerle karşılaştırma yapmaya izin verir. Aynı zamanda Osmanlı ekonomisinin göreceli gerilemesinin doğ­ rusal algılamadan kurtulması da oldukça önemlidir. Global hegemon­ ya düzeyine “Batı’nm yükselmesi” hadisesi, halen temel özellikleri 16. yüzyılda belirginleşen doğrusal bir hikâye olarak görünmektedir. Osmanlı tarih yazıcılığı henüz, kendini son zamanlara kadar modern dünya tarihinin büyük anlatısı içine yerleştiren versiyon yerine “Asya 26 Bkz. Wallerstein tarafından beraberce yazılan makalenin de içinde bulunduğu The Ottoman Empire and. the World Economy, ed. Huri İslamoğlu-İnan (Camb­ ridge: Cambridge Press, 1987). îslamoğlu-înan’m giriş yazısı dünya sistemi teo­ risinin bu yönünü eleştirir. osmanlı tarihinde gerilem e m eselesi * (doğu Akdeniz) sularında Avrupa hegemonyasının oluşumu daha az belirlenmiş, daha az kaçınılmaz bir sonuçtur, ve çok sebepli ve başka şeylere bağlı, aynı zamanda zor ve mükafatlandırıcı alan çalışmasıdır” versiyonu içine yerleştiren yeterli eleştirel çalışmaları üretemedi.27Bu yüzden çağdaş tarihî bilinç hâlâ Rönesans, Reform ve global keşifler döneminde bireyin, teşebbüsün ve kapitalizmin ortaya çıkmasıyla modern Avrupa toplum unun aniden ortaya çıkması (ve dünyanın geri kalanlarının kaderinin bağlanması) nosyonu ile doludur. Bu bilincin doğal sonucu, 16. yüzyıl laissez-faireve serbest piyasa kapitalizmi ile Osmanlı Imparatorluğu’nu kötürüm eden değişmez ve kontrol altındaki ekonominin özcü (essentialist) bir şekilde bir araya konulmasıdır. Oysa şimdilerde bu eşitliğin her iki tarafı da sorgulanmaktadır. Ancak kuşaklar boyunca imanın şartı haline gel­ miş pek çok şey gibi, bu da halen popüler tarihî imgeleme hakim olduğu gibi, bazı akademik tarih çalışmalarında da tekrar edilip durulmaktadır. Osmanlı Devleti uluslararası ticarette çeşitli sektör ve bölgelerde (özellikle limanlarda) serbest piyasaya sahip olmuş, ancak bunu bazı belirli ekonomik aktivitelerde uygulamış, bazılarını da engellemiştir. (Acaba 1600’den sonra İznik çinilerinin başına bu mu gelmiştir?) Ekonomi üzerindeki görece sıkı kontrol -özellikle devlet, ordu ve başkentle ilgili konularda- kaynakların etkin hareketliliğini sağlayabildiği sürece bazı şartlar altında gücün bir kaynağı olarak görülebilirdi. Bununla beraber bu kontrol muhtemelen özel alanda yaratıcı kurumlarm ve metodlarm gelişmesi için yeterli alan açmamış olduğundan uzun vadede zayıflatıcı bir unsur olmuş olabilirdi.28 27 John Wills, “Maritime Asia, 1500-1800: The Interactive Emergence of European Dominations,” American Historical Review 98 (1993), s. 83-105. Alıntı 24 kitabı kapsayan bu değerlendirme makalesinin 83-4’üncü sayfalarmdadır. Bunlardan hiçbirisi Osmanlı dünyası ile ilgili değildir. Bu arada başka ilgili kitaplar da çık­ mıştır. Örneğin bkz. Palmira Brummett, Ottoman Seapower and, Levantine D ip­ lomacy in the Age of Discovery (Albany: SUNY Press, 1994) [Osmanlı Denizgücü, Keşifler Çağında Osmanlı Denizgücü ve Doğu Akdeniz’de Diplomasi, 2009, Timaş Yayınları]; Nelly Hanna, Making Big Money in 1600: The Life and Times o f Isma’ilAbu Taqiyya (Syracuse: Syracuse University Press, 1998). 28 Bkz. Issawi, “Ottoman-Habsburg Balance of Forces.” Bu makaleye göre 16. yüz­ yılda bile Habsburg toprakları Osmanlı İmparatorluğu’ndan daha zengin meka­ nizmalarla işleyen özel bir ekonomiye sahipti. o cemal kafadar Avrupa ekonomilerinin Osmanlı zenaat ve endüstri üretimi üze­ rindeki derin dönüştürücü etkisi 19. yüzyılın ortalarında görünmeye başladı. 1838’deki Îngiliz-Osmanlı ticari anlaşmasıyla başlayan dö­ nemde Osmanlı Devleti’nin verdiği ticari ayrıcalık olan “kapitülas­ yonlar,” zorla kabul ettirilen ayrıcalıklar haline dönüştü. Avrupa ekonomik hâkimiyetinin bir diğer göstergesi, 19. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıktı. Osmanlı Devleti uzun süredir borç al­ masına rağmen bu 19. yüzyılın ortalarına kadar dahili kaynaklardan gelmektedir. 1854’teki ilk dış borcu diğerleri takip etti ve kısa bir süre sonra Avrupalılarca idare edilen Düyurı-ı Umumiyye yönetimi ile nihayetlendi. Bu kurum ile, Osmanlı Devleti en önemli vergi kaynaklarından bazılarını Avrupalı kreditörlerin doğrudan kontro­ lüne bıraktı. Bu çok önemli bir teslimiyet olsa da, Osmanlı merkez yönetimi Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar diğer güçlere bunun haricinde fazla boyun eğmedi. 19. yüzyıldaki askeri tehditler bile direniş için yeterli kaynaklardan yoksun yıkılan bir imparatorluğu tanımlamak için abartılmamalıdır. 1870’lerde imparatorluk, kontrolünü doğu Arabistan taraflarına kadar uzattı. 1910’lara kadar Yemen’den Libya’ya ve Kafkaslara kadar olan geniş topraklarda kendine bağlı çarpışan askerler vardı. Bu büyük alan, İstanbul’daki imparatorluk okullarında eğitilen idareciler tara­ fından yönetiliyordu. Uluslararası ticaretin ve kozmopolitan kültürün ev sahipliğini yapan Beyrut, İzmir ve Trabzon gibi parlak 19. yüzyıl liman şehirleri de bu bağlamda hatırda tutulmalıdır. İç Problemler 16. yüzyılın sonlarına doğru, iç işlerindeki bozukluklardan dolayı yeni tür bir feryat duyulur olmuştu.29 O zamana ait yazılı kaynaklar 29 16. yüzyılın sonundaki gerilemeci bakış açısı ile “geç 15. yüzyıl ile erken 16. yüzyıl yazarları arasında yaygın” olan “gerileme teması”nı karşılaştırmak yanıltıcıdır. (Faroqhi, "Crisis and Change,” s. 413.) Erken dönem yazarları farklı olgularla ilgilenirler ve bu onları genel olarak iyimser bir bakış açısma sahip olmaktan alıkoymaz. Kanuni’nin 1539-41 yıllan arasında Vezir-i Azamlığım yapmış olan Lütfî Paşa bile "Osmanlı Devleti'nin gerilemesinin Osmanlı gözlemcileri” ara­ sında sayılamaz. Bu konunun kronolojisi için, eleştirmenlerinin pek çoğunun da kabul ettiği Bernard Levvis’in makalesine bakınız; (“The Ottoman Observers of Ottoman Decline,” Islamic Studies 1 (1962), s. 71-87). Lütfî Paşa şüphesiz ki daha osm anlı tarih in d e g erilem e m e se lesi « hem artan toplumsal ve ekonomik çalkantılar, hem de devlet orga­ nizasyonundaki (yozlaşma olarak görülen) değişiklikler hakkında infiallerini dile getirirler. Bu dönemde Osmanlı toprak rejiminin ve hükümetin önde gelen kurumlan köklü değişimler geçirmişti. Bir yanda ateşli silahlara ve yaya askerlere bağımlılık artarken, sipahi ordusu Osmanlı ordusunun temel direği olma vasfını (en azından sayısal olarak) kaybediyordu. Ordunun insan gücü ihtiyacı ise daha fazla Yeniçeri askere alınarak önceki askere alma politikalarının gevşetilmesiyle karşılanıyordu. Aslında daha sonraki ıslahatçıların iddia ettiği gibi ne kadar “saf” bir kurum olursa olsun, orduya adam alma yöntem i hiçbir zam an devşirm e ile sınırlı kalmamıştır. 16. yüzyılın sonlarından itibaren ise devşirme, kademeli olarak askere alınmanın temel yöntemlerinden birisi olma konumunu yitirmiştir. Bununla beraber Yeniçerilerin etnik kompozisyonundaki değişim, devşirmelerin eğitimindeki kalitenin düşmesi gerçeği kadar önemli değildir. Daha da önemlisi, Yeniçeri ordusu o kadar büyüm üştür ki, bir süre sonra im paratorluk orduları içindeki en geniş askeri birimi oluşturmuştur. Yeni ekonomik düzenlemeler bu dönüşüme uymak zorundaydı, çünkü sipahiler gelirleri toplamak için görevlen­ dirilmişken, Yeniçeriler maaşlarını doğrudan hâzineden alıyorlardı. Nitekim timar sahiplerinin giderek yok olması kendilerinden askerî sorumluluk beklenmeyen ancak askerlerin maaşlarını ödemek için gerekli olan devlet hâzinesini para ile doldurmak için kullanılan mültezimlerin yaygınlaşması ile eş zamanlı gerçekleşiyordu. Peki bunları yozlaşma ya da gerileme işaretleri olarak mı görmeli­ yiz? Savaş teknolojisinin değişen şartları (“askeri devrim”) ve devletin giderek artan para ihtiyacı göz önüne alındığında, en azından yönetici elitin çoğunluğuna göre yeterli olan askeri ve ekonomik fonksiyon­ sonraki yazarlar için bir ilham kaynağıdır, ancak onun kitabı bozulma ihtimaline karşı bir uyarı niteliğinde iken Mustafa Âli ve 16. ve 17. yüzyıllardaki diğer yazar­ lar bozukluğu kendi gerileyen dünyalarını karakterize eden bir şey olarak yazar­ lar. Âli’nin orijinalliği ve gerileme bilinci için bkz. Cornell Fleischer, Bureaucrat and. Intellectual in the Ottoman Empire: The Historian Mustafa Ali (1541-1600) (Princeton: Princeton University Press, 1986). Jan Schmidt, Âli’nin ne tarihçi olarak ne de gerileme bilincine sahip bir entelektüel olarak orijinal olmadığım düşünür; bkz. onun Pure Water for Thirsty Muslims: A Study o f Mustafa Ali o f Gallipoli’s Künhü’l-Ahbar (Leiden: E.J. Brill, 1991), s. 191-207. ♦ cemal kafadar lara sahip olan “klasik” sistemin yeniden gözden geçirilmesi bir zorunluluk gibi görünmüş olmalıdır. Nitekim en azından idarenin bazı kesimlerine göre “bozukluklar” yeni gelişen şartlara uymak için yapılan pragmatik düzenlemeler olarak görünmüş olabilir. Bununla beraber kurumsal değişmeler hakkındaki gerilemeci bakış açısının neden bazı kimseler arasında oldukça rağbet bulduğunu anlamak mümkündür. Birincisi, bu çevrelerin kendi anladıkları “Osmanlı usulü”nde çıkarları vardı. İkincisi de genel olarak merkezi hükümet açısından bakıldığında, kurumlann dönüştürülmesi kabul edilebilir bir şey değildi çünkü sonraki hiçbir düzenleme uzun vadede askeri güveni ve ülke içindeki huzuru sağlamada etkin olmadı. Eğer genişleme ya da askeri güç dış tehlikeler karşısında Os­ manlI meşruiyetinin bir kaynağı ise, devletin kabul edilebilir bir zenginlik dağıtım biçiminin ve makul derecede güvenliği sağlama kabiliyetinin olması, onun iç tehlikeler karşısındaki meşruiyetinin kaynağı idi. Tehlikelerin ya Hıristiyan AvrupalIlardan ya da Müslü­ man “heretik”lerden [zındıklardan] gelmesi göz önüne alındığında, Sünni Müslüman çoğunluk için kendi kimlik ve inançlarının yegâne geçerli taşıyıcısı olan siyasete ait olmanın fazladan bir özelliği daha vardı. Yayılma ve dahili kaynakların dağıtılması, birbiri ile alakalı meşruiyetin kaynakları idi. Ordu hem büyümek için makro düzeyde imkânlar sağlama, hem de kişisel düzeyde iş, sabit gelir ve hareket­ lilik sağlama potansiyeline sahipti.30 Nitekim, 16. yüzyılın sonları­ na doğru genişleme durduğunda, bu iç olaylarda karışıklıklara yol açmıştı. Nitekim isyankârların pek çoğunun, kendilerine hareket imkânı sağlayan, güvenli, gelir getirici yolun kapanmış olduğunu anlayan düşük rütbeli ya da geçici askerlerin arasından çıkması bizi şaşırtmamalı. Bu bağlamda Osmanlı Devletinin ateşli silahları kullanmaya başlaması iki tarafı keskin bir kılıç gibi işledi, çünkü bu silahların yaygın kullanımı asilerin de işine yaradı.31 30 Yayılmacılığın “makro-ekonomik” boyutu III. Murad’ın Güney Kafkasya’ya ve Batı İran’a yaptığı pahalı seferinin eleştirisini sert bir değerlendirme ile bitiren Selanikî’nin (ö. 1600) kroniğinde canlı olarak anlatılmıştır. Selanikî burası için “getirisi maliyetini karşılamayan köhne bir bölgedir” der. (M. îpşirli, haz., Selarıiki Tarihi, 2 c. (İstanbul: İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, 1989) 1, s. 429. 31 İnalcık, “The Socio-Economic Effects of the Diffusion of Fire-Arms in the Middle East,” War, Technology and Society in the Middle East, ed. V.J. Parry and M.E. Yapp (London: Oxford University Press, 1975), s. 195-217. osm anlı ta rih in d e gerilem e m e se lesi Savaş teknolojisi ve iç düzen arasındaki ilişkinin diğer bir boyutu da genişleme döneminde Osmanlı ordusunun hareketini belirleyen mevsimsel ritmdir. Hatta padişahın ordunun başmda sefere çıkması bile bu ritm ile alakalıdır.32 Savaş olmadığı zamanlarda (ki her yıl sefer olmazdı), timar sahipleri ve Yeniçeriler vergi toplama ve asa­ yişi sağlama gibi birçok askeri olmayan iş görürlerdi. 16. yüzyılın sonlarında Habsburglara karşı uzun savaşlarda ordu peşpeşe iki kış geçirdiğinde, pek çok asker kaçağının savunması kendi topraklarının eşkıya ve hırsızlar tarafından talan edildiği için eve dönmek zorunda kaldıkları şeklinde olmuştu. Ordu askerlerini kışın geri gönderemeyince asayişi temin ve vergi toplamak için yeni düzenlemeler yap­ mak yoluna gitmişti. Osmanlı İmparatorluğu’nda önceleri de kırsal ayaklanmalar ve şehirlerde karışıklıklar yaşanmıştı ancak hiçbirisi bütün Anadolu ve kuzey Suriye’yi on yıldan fazla etkisi altına alan Celali ayaklanmaları kadar yıkıcı ve geniş çaplı olmamıştı. Bu ve sonraki benzeri kargaşaların pek çoğu engellenmiş hare­ ketlilik (çünkü devlet yeterince sunamıyordu) ve aşın vergilendirme (çünkü devlet büyümesi gerektiğine inanıyordu) problemlerinin bileşimiyle ilintili idi. Çağdaş Osmanlı yazarları bu “adaletsizlikleri”, ayaklanmaları tetikleyen unsurlar olarak gösteriyorlardı. Kargaşa ve gerileme ile ilgili olan yazılardan da anlaşılacağı gibi, tacirler ve kreditörler gibi toplum un bazı kesimleri, artan hareketlilik ve iyi imkânlardan yararlanırken diğer kesimlerin huzursuzluğu artıyor­ du.33 Gerilemeci söylem, yeni ortaya çıkan gerçeklerle başa çıkmak için alman idari tedbirlerin arkasında ahlaki zaaf ve bozulma gördüğü gibi, yeni yükselen talihlilerin arkasında da fırsatçılık ve ahlaksızca tavırlar olduğunu iddia ediyordu. 32 Erken 16. yüzyılın önde gelen hukukçularından birisi olan İbn Kemal Osmanlı Devleti’nin gücünün bir kaynağının da sultanların başkentten uzun süre uzak kalmaması olduğuna işaret eder. Bkz. Ş. Turan, “îbn Kemal’in Tarihçiliği ve Ta­ rih Metodolojisi,” Şeyhülislam İbn Kemal Sempozyumu, der. H. Bolay (Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı, 1986), s. 141-153. Aynı yazann, denildiğine göre Arap ül­ kelerinin fatihi Yavuz’u, Mısır’da bir kış daha geçirmeyip İstanbul’a dönme ko­ nusunda uyarması şaşırtıcı değildir. Bkz. S. Tansel, Yavuz Sultan Selim (Ankara: Milli Eğitim Basımevi, 1969), s. 202. 33 Osmanlı Mısır’ındaki tüccarların gelişen refahı ve prestiji üzerine çığır açıcı bir çalışma için bkz. N. Hanna, Making Big Money in 1600: The Life and Times o f Isma’ilAbu Taqiyya (Syracuse: Syracuse University Press, 1998). o cemal kafadar 16. yüzyıl sonu ve 17. yüzyıl başındaki krizlerde kanlı itaatsiz­ liklerden oldukça zarar görmüş merkezi devlet, kısmen aldığı bu tedbirlerden dolayı tehditleri dizginleyip ayakta kalmayı başarmıştı. Diğer bir söyleyişle, karışıklıklar aynı zamanda sistemin esnekliğini ve cebir ve başa çıkma araçlarının gücünü göstermişti. Ancak hâlâ unutulmamalıdır ki, devlet ve hanedanlık bu yoğun kargaşa döne­ minde ayakta kalmasını bilmiş olsa da hiçbir şey artık eskisi gibi değildi. Celali ayaklanmaları -ve onlarla başa çıkmak için alman tedbirler- gerçekte sona ermedi ve adem-i merkezileşme, ayanların ve imparatorluğun bazı kısımlarda daimi eşkıyaların ortaya çıkması gibi süreçlerin bir parçası oldu. Kırsal huzursuzluklar şehirdeki ayaklanmalarla yanyana gidi­ yordu. Bu ayaklanmalara genellikle, küçük ve disiplinli bir ordudan askeri saygınlıktan yoksun büyük ve gangster bir güce dönüşmesine pek çok gözlemcinin şaşırdığı Yeniçeriler ya da diğer kul taifesi ön­ derlik ediyorlardı. Genel olarak, Osmanlı ıslahatçılarının, Osmanlı kuramlarının “saflığı” ve “bozukluğu” üzerine olan görüşleri daha sonraki tarihçiler tarafından sorgusuz sualsiz kabul edilmiş ve hatta pek çok modern tarihçi arasında da dogma statüsüne çıkarılmıştır. Bu süregiden dogmaya göre, kul güçleri ilk zamanlarda “bozuk” değillerdi çünkü sadece kölelerden ve devşirmelerden oluşuyorlardı ve bunların evlenmesine ya da ticari ve ekonomik faaliyetlere girme­ lerine izin verilmiyordu. Ancak bu “bozukluğun” daha 15. yüzyılın başlarında resmen kabul edildiğini belgelemek oldukça kolaydır. Buna karşılık 16. ve 17. yüzyıllarda devletin ve savaş şartlarının de­ ğişmesinden dolayı, birlikler hatırı sayılır ölçüde genişletilmiş ve “bozuk” uygulamalar yaygınlaşmaya başlamıştır. Yeniçerilerin sayılarındaki ve kompozisyonlarındaki bu derin de­ ğişiklikler nihayetinde sosyal, siyasal ve ekonomik sorunlar doğurdu. Ancak bu sorunlar Yeniçerilerin belli bir etnik gruptan geldiği ya da evlendiği ve ticarete atıldığı için değil, devletin onların beklentilerini karşılayamamasmdan, mesela maaşlarını düzenli ödeyememesinden kaynaklanmaktaydı. 17. ve 18. yüzyıllarda maaşların aylarca geç ödenmesi sürpriz değildi. Geç 16. yüzyıldan 19. yüzyılın başlarına kadar Yeniçeriler ve diğer paralı askerler İstanbul’da ve diğer şehir­ lerde bazıları devletin ileri gelenlerini, hatta bazen sultanları alaşağı osmanlı tarihinde gerilem e m eselesi * eden pek çok ayaklanmaya öncülük ettiler. Her ne kadar bunlardan hiçbirisi doğrudan hanedanı ya da Osmanlı iktidar yapısını tehdit etmese de, Yeniçerilerin siyasi rolleri yavaş yavaş olgunlaşıyordu. Derinleşen toplumsal ve ekonomik kökleri ve şiddet araçlarına ulaşa­ bilmeleri sayesinde zamanla, onlarla sosyal bağlar ve siyasi ittifaklar kuran şehir halkının bazı bölümlerinin temsilcileri gibi fonksiyon icra ettiler. ECısaca merkezi devletin çeşitli formlarda sürdürmeye çalıştığı mutlakıyetçiliği engellemişlerdi. Bazı kenar şehirlerde diğer ayanlarla rekabet halinde olan yeni elitin bir parçasını oluşturdular. Merkezi hüküm et bakış açısından bakıldığında, bütün bunlar Yeniçerilerin askeri olarak eskiden olduğu gibi etkin olmadıkları ve özellikle büyük şehir merkezlerinde kamusal düzene bir tehdit oluşturdukları anlamına geliyordu. Çeşitli eyaletlerde oluşan adem-i merkezileşme açısından, İstanbul hükümetinin perspektifi, bu eya­ letlerin kendileri bu süreçten faydalansa da sarayın gelirini ve siyasi nüfuzunu kaybettiği gerçeğinden ayrı görülemezdi. Osmanlı gerilemesinin trajik hikâyesinin anlatım ında bir biri ardınca üzücü hastalıkları sıralarken, bu olguların sadece Osmanlı toplumuna has olmadığını da unutmamak gerekir. Eşkıyalık ve ita­ atsizlikle paralel giden kırsal ayaklanmalar ve şehirdeki başkaldırılar, erken m odern Avrupa tarihinin de bir parçasıdır. Genelde devlet harcamalarından ve özelde savaş maliyetinin artmasından dolayı ortaya çıkan ekonomik kriz Osmanlı Devleti’nin ne batısındaki ne de doğusundaki siyasî birlikler için olağan dışı idi, ve ne de sadece Osmanlı toplum unun yozlaşmasından kaynaklanıyordu. Rüşvet ya da tembellik sadece Osmanlı bürokrasisine has bir şey miydi? Celali isyanı sonrası kırsal bölgeleri, mesela, 14. yüzyılda Osmanlı impara­ torluğu “yükselişinde” olduğundan, ya da Safevi yanlısı sarsıntıların meydana geldiği “klasik” dönemden daha mı az güvenliydi? Ya da Otuz Yıl Savaşları dönemi Avrupa kırsal bölgelerinden daha mı az güvenliydi? Osmanlı eyaletlerinde kargaşa dönemi diğerlerinden daha uzun mu sürmüştü? Bu sorulardan hiçbirisi üzerinde hakiki anlamıyla karşılaştırmalı bir şekilde çalışılmamıştır. Olumlu olan bir şey, Osmanlı araştırmaları tarafından üretilen önemli miktardaki empirik kanıtın şimdi bize eş zamanlı ve artzamanlı karşılaştırma o cemal kafadar imkânı vermesidir. Ve yukarıdaki sorular sadece sorulmakla kalmıyor, aynı zamanda cevaplanabiliyor da. Osmanlı tarihinin en az çalışılan yönlerinden birisi de, son za­ manlardaki bazı canlanmalara rağmen kültürel hayatür. Uzun zaman boyunca öne sürülen içe dönüklüğün ve kültürel kibrin Osmanlı toplum unu Avrupa’daki pozitif bilimlerdeki gelişmelerin parçası olmaktan alıkoyduğu varsayımı şimdilerde oldukça sorgulanır olsa da, şurası bir gerçektir: Osmanlı entelektüelleri ve mühendisleri erken modern dönemde Avrupa’daki ilerlemelere yetişememişlerdi. Coğrafya ve denizcilik açısından bakılınca ise, daha 16. yüzyılın baş­ larında Amerika'nın ilk haritalarından birisini çizen (1513) Osmanlı deniz kaptanı Piri Reis Osmanlı Devletinin geri kalmışlığından söz etmeye başlamıştı. Kâtip Çelebi bu konuyu 17. yüzyılın ortalarında ulema hiyerarşisinin başındaki kimseye cevabı coğrafya ve astrono­ mideki yeni gelişmelerin farkında olmayı gerektiren bir soru sorup, onu herkesin önünde utandırmak suretiyle daha güçlü bir şekilde dile getirmişti.34 Bu yeni tahsil tarzları konusunda ulemayı nasıl utandırabilmişti? Muhtemelen Avrupa’daki yeni araştırma biçimle­ rini harekete geçiren dinamikler Osmanlı İmparatorluğunda geçerli değildi. Ancak bu yüzyılda neden sadece Avrupa ile kıyas edilince değil de, îslami geçmiş ile de kıyas edilince, dinî olmayan bilimlere karşı Osmanlı toplum unun ilgi eksikliğinden şikâyet eden Kâtip Çelebi diye birisi vardır? Şunu hemen belirtmek gereklidir ki, Kâtip Çelebi’nin kitapları kendi hayatında yaygınlık kazanıp kabul görmüş ve bu daha sonraki kuşaklarda daha da geçerlilik kazanmıştır. Katip Çelebi ve 17. yüzyılın diğer özgür zihinlerinin kendi fikrî ilgilerini resmi kurumlarm dışında sürdürmeleri acaba sadece bir tesadüf müdür? 16. yüzyıldan önce bile bir Osmanlı yazarı, Fatih Sultan Mehmed’in düzenlemelerinden sonra imparatorluktaki fikrî hayatın, bilimsel ve akademik ilgilerin hiyerarşik bir biçimde merkezi 34 Piri Reis gözlemlerini Kitab-ı Bahriyye ’sinin önsözünde yazmıştır. İngilizce edisyonu için bkz. Kitab-ı Bahriye: Piri Reis, ed. E.Z. Ökte (Ankara: Ministry of Cultu­ re and Tourism, 1988); Kâtib Çelebi şeyhülislama bu soruyu M izanü’l-Hakk adlı eserinde sorar. İngilizcesi için bkz. The Balance o f Truth, tr. by Geoffrey Lewis (London: Oxford University Press, 1958). osmanlı tarih in d e gerilem e m eselesi « idareye bağlanmasıyla bürokratikleştiğinden şikayet etmiştir.35 Bu belki bir açıdan derli toplu bir yönetim anlayışı idi, ancak bilimsel ilgilerin merkezileştirilmesi ve hükümetin bilimin patronajı üzerine olan yarı tekelciliği, öyle görünmektedir ki, sorgulayıcı deneysel yaratıcılığı kısmî olarak engellemiştir. Osmanlı elitinin ya da tebasmm algıları, zihniyeti ya da duyar­ lılıkları hakkında daha da az şey biliyoruz. Genel olarak tarihçilerin ortalama insanın kendi hayatını nasıl değerlendirdiği, kendilerini diğer statüdeki insanlarla ve özellikle diğer toplum larm insanla­ rı ile nasıl kıyasladığı konusunda söyleyecek çok az şeyleri vardır. Eğer bunları daha fazla bilebilseydik o zaman m uhtemelen tebanm çoğunun bir zamanlar Osmanlı Devleti’ne karşı gösterdikleri bağlılığın, sivil saygı ya da minimal bağlılığın nasıl olup da zaman içinde yıprandığını anlayabilirdik. Bunu daha da iyi anlayabilmek için “Frenklerin arasında” (ya da daha sonra telaffuz edildiği gibi “Batıda”) işler daha iyiye gidiyor diye insanlar arasındaki yaygın şüphe ya da inanç hakkında daha fazla şeyler bilmemiz gerekirdi. 18. yüzyıldan başlayarak Osmanlı siyasi, idari ve hukuki kuramlarının AvrupalIların sahip olduğu refah düzeyini sağlayamadığına olan inanç, tebanın bazılarının gözünde imparatorluğun meşruiyetinin yıpranmasına yol açmıştı. Ekonomik olarak bu, en temelde endüst­ rinin ve ticaretin korunması meselesi idi, siyasi olarak ise ulusal ve bireysel haklar nosyonunun ortaya çıkması Osmanlı tebası arasında Osmanlı siyasi-hukuki sisteminin sürdürülebilirliği hususundaki şüpheyi artırmıştı. Avrupa’daki gelişmeleri ne kadar sıkı takip ederse etsin, Osmanlı Devleti Avrupalılaşma yolunda değişim isteyenler için modası geçmiş bir yapı olarak görünmekten kendini kurtaramadı. Öte yandan ne kadar uğraştıysa geleneksel değerlere ve yaşama şekillerine yapılan saldırılara direnen bir kısım halka da o kadar yabancılaştı. Etnik sınırların belirginleşmesi de imparatorluğun çözülmesine katkıda bulunan bir faktör idi. Bu herhangi bir hükümet kararı ya da fiilinden dolayı değil, etnik ve dini kimliğe karşı olan tavırlardaki değişimden dolayı idi. Osmanlı İmparatorluğu hem elit (belirlenmiş 35 Gelibolulu Mustafa Âli, M evaidü’n-nefais fi-kavaidi’l-mecalis, der. Mehmet Şe­ ker (Ankara: TTK, 1997), s. 312-13. o cemal kafadar kurumlar vasıtasıyla), hem de elit olmayan düzeyde topluma sürekli olarak her türlü etnik ve dinî kökenden insanların gelmelerine izin veren sınır boyu şartlarında kurulmuştu. Bu miras 17. yüzyıla kadar oldukça etkin bir şekilde devam etti. Mühtediler nisbi olarak kolayca îç Asya göçerlerinin soyundan gelenlerden oluşan Türk-Müslüman toplumuna dahil olabiliyorlardı. Osmanlı toplumunda ihtida konusu az çalışılmış ve ideolojik olarak yüklü bir konu olsa da, şunu hemen farketmek m ümkündür ki, ihtida imparatorluğun ilk dönemlerinde (bazı bölgesel istisnalar dışında) daha yaygın bir olgu olmuştur. İmparatorluğun etnik kompozisyonu yüksek düzeyde akışkan ve şekillendirilebilir tuttuğu bir süreçte bir kimsenin dinî kimliğini de­ ğiştirmesi çok önemli bir unsurdu. Osmanlı toplumunun yabancıları aralarına aldıkları ve İberya Yahudileri örneğinde olduğu gibi, onlara kimliklerini ve inançlarını değiştirmelerini istemeden teba statüsü kazanmalarına izin verdiği birçok örnek vardır. Ancak aynı Osmanlı Devleti 16. ve 17. yüzyıllarda Yahudileri ve “M arranoları” istekle kabul etmelerine rağmen, 1717-18’de Avrupa’da dini baskılardan muzdarip olan Huguenotlarm sığınma istemlerini geri çevirmişti.36 Öyle görünmektedir ki zaman içerisinde sadece ihtidalar değil, aynı zamanda etnik gruplarla beraber yaşama ve onlarla iş yapma arzusu da gerilemiştir. Örneğin, Avrupalı gözlemcilerin 19. yüzyılda anlattıkları etnik iş bölümü, 16. ve 17. yüzyıl belgelerinde anlatılan etnik-gruplar üstü loncalar dünyasından daha katı görünmekteydi. Bu gelişmelerin hiçbirisi kendi başına gerileme işareti olarak görü­ lemez, ancak sınırların ve kimliklerin giderek belirginleşmesi 19. yüzyılda gelişen milliyetçiliklere dönüşüp nihayetinde imparatorlu­ ğun siyasi çözülmesinin temel faktörlerinden biri olmaya başlayan erken-milliyetçiliğin bir boyutu olarak düşünülmelidir. Bununla beraber Osmanlı eliti hiçbir zaman kapalı bir kast ol­ madı. Bazen kazanç için, bazen de sığınma için, Avrupa’dan daimi am a az sayıda gelen insanlar vardı. Bunlardan bazıları Osmanlı dünyası üzerinde uzun süren etkiler bırakmış, bazıları da yüksek zümre yönetici eliti arasında kendine yer bulmayı başarabilmişti. Huguenotlardan bir süre önce Macaristan’da Uniteryan mezhebine 36 Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma (Ankara: Bilgi Yayınevi, 1973), s. 43-46. o s m a n l ı t a r i h i n d e g e r i l e m e m e s e l e s i « 135 bağlı olup baskıdan kaçan biri Osmanlı Devleti’ne sığınarak ihtida etmiş ve sarayda görev almıştı. Bu şahıs kısa süre sonra İslam dün­ yasındaki Arap alfabesini kullanan ilk matbaayı açarak kendisini farkettirmiş ve İbrahim Müteferrika olarak tanınmıştı. 1848’den sonra Osmanlı Devleti aynı zamanda Macar (örneğin, Koşuth) ve Polonyalı mültecileri de topraklarına kabul etmişti. Türk unsuru ile daha fazla modernleşmeye mi yol açtığı yoksa imparatorluğun dağılmasını mı hızlandırdığı sorusu bir yana, romantik milliyetçi­ lik erken belirginleşmesini kısmen bu mültecilere borçludur.37 Bir anlamda Tanzimat sonrası eliti daha açıktı, çünkü gayri müslimler ihtida etmeden hükümette görev alabiliyorlardı. Bunun anlamı, gayri müslimler önceki m anada kavimler üstü elite karışmaktan ziyade Rumlar ve Ermeniler olarak kalıyorlardı. Elitin açıklığı ne kadar olursa olsun, imparatorluğun dini-etnik cemaatleri arasındaki sınırların 17. yüzyıldan sonra görece olarak kalınlaşmış olduğu kesindir. 19. yüzyılda, devletin en önemli dahili sorunu özerklik ve ayrılık isteyen milliyetçi hareketlerin ortaya çıkmasıydı. İlk olarak Yunanlılar milli devlete sahip oldu (1828) ve onları çeşitli Balkan milliyetleri takip etti. Din milli kimliğin oluşturulmasında, dolayısı ile de impa­ ratorluğa bağlılıkta önemli rol oynadı. Nitekim Müslüman Arnavutlar 20. yüzyıla kadar milliyetçi harekete katılmadılar; dahası Jön Türk hareketinin kurucusu bir Arnavut idi. Çoğunluğu Müslüman olan Araplar arasında milliyetçilik Balkanlardaki Hıristiyanlardan sonra yaygınlaştı. Ancak Osmanlı tebasmm kendi devletinden soğumasını abartmamak önemlidir. Mesela Yunan bağımsız devleti, en azından bazılarının kendi tercihleriyle, Osmanlı vatandaşı kalmış milyonlarca Yunanlıyı kapsamamıştır. Mısır’ın daha 19. yüzyılda kendi bağımsız­ lığına doğru yelken açtığı doğrudur, ancak bu milliyetçi arzulardan dolayı değildir. Yunanistan ve diğer Balkan-ulus devletlerinin aksine, Mısır 20. yüzyıla kadar Osmanlı İmparatorluğu ile siyasi ve kültürel ilişkilerini sıkıca devam ettirmiştir. İmparatorluğun merkezinin bakış açısmı hesaba katarak, yukarıda bahsedilen sorunlar ve problemli gelişmeleri kendi zamanının özel 37 Bernard Lewis, The Emeigence o f Modern Turkey (London: Oxford University Press, 2nd ed. 1968), s. 345. o cem al kafadar bağlamında ve bir zamanlar tarihçilerin “Osmanlı Devleti’nin geri­ lemesi” olarak çekince koymadan adlandırdıkları karmaşık sürecin dahili faktörleri olarak ele almak gereklidir. Hatta Osmanlı ve Avrupalı yazarların sosyal ve ekonomik tarih yazıcılığının başlam asından önce yapmış oldukları modası geçmiş gibi görünen açıklamaları bile tam amen alakasız görmemek gereklidir. Sultanların karakterleri ya da bazı devlet büyüklerinin aptallıkları dahi bir şekilde anlamaya çalıştığımız bu büyük süreçte rol oynamış olmalıdır. Osmanlı sisteminin bir yönü, güçlü siyasi aygıü, paradoksal olarak rakiplerinin siyasi yapıları ile rekabet etme kabiliyetini engelleyen bir şey olarak görünmektedir. Her ne kadar bu aygıt, erken modern dönemde mutlakıyetçi gücün oluşması için gerekli bir şey olarak, ve de Osmanlı Devleti gücünün zirvesindeyken bu gücün temel kaynağı olarak önemli ise de, modern Avrupa ile karşı karşıya gelince Osmanlı Devleti’ni usandıran bir olgu haline geldi. “ [Devletlerin] yükselişini ve gerilemesini tek ve aynı durum un evriminden dolayı tek ve aynı süreçle açıklamaya çalışan” eski Yunan yazarlarının düşüncesi bizim durumumuza tam am en uyuyor görünmektedir.38 Daha da özelde, yönetici ile yönetilen smıf ve siyasetçi ile üretici sınıf arasındaki kopukluk, parlamenter sistemde varolan arabulu­ culuk ve temsil teknolojileri ile rekabet edebilecek kurum ve meka­ nizmaların doğuşunu engelledi. Bununla beraber, bu kopukluk ne mutlak anlamıyla, ne de iki alan arasındaki arabulucu kuramların yokluğu şeklinde anlaşılmalıdır. Nitekim yöneticilerin yönetilen­ lerden ayrılması ve siyasi ideolojilerin soyutluğuna rağmen, bazı kurumlar -savaş için gönüllü olma ya da medrese eğitimi gibi-, sis­ temin sözde bozulmasının başlamasından önce, iki alan arasındaki engellerin aşılmasına izin veriyorlardı. Dahası, tarikatlar, loncalar gibi kurumlar ve ayanlar (ki daha sonraları resmen tanınmışlardır) gibi daha az normal ancak eşit derecede etkin “baskı gruplan” bu iki alan arasında kendilerine yer buldular. Devlet giderek bu gruplara danışmaya ve onlarla iş yapmaya hazır ve hatta mecbur hale geldi. Ancak genel olarak, bu gruplar önemli ölçüde halkın farklı kesimle­ 38 Jacqueline de Romily, The Rise and Fail o f States according to Greek Authors (Ann Arbor: University of Michigan Press, 1977), s. 18. osm anlı tarihinde gerilem e m eselesi « rinin ihtiyaçlarını görseler de fonksiyonlarını Avrupa devletlerinde yer alan temsil teknolojileri kadar rahatça yürütememişlerdi. En nihayetinde, Osmanlı reformları siyasi alanı genişletebilecek ve tebanm bir kısmını kapsayabilecek uzun soluklu yapısal değişik­ likleri barındıracak noktaya ulaşmadı. Toplumsal gerilimler yoluyla iktidar üzerine yapılan baskılar tamamiyle de sonuçsuz kalmadı. Ancak hareket siyasi iktidarı devletten ayırabilecek yapılar oluşturma düzeyine erişince, ortadan kaldırıldı. İronik olarak, Yeniçeri birlikleri bir zamanlar merkezi yönetimin oluşturulmasında temel bir faktör iken, şimdi merkezi hükümetin otoritesi üzerinde kurumsal tehdit oluşturacak her şeyi yapıyor görünüyorlardı. Ancak bu rolü tam olarak oynayamadan -ve m uhtem elen tam oynamak üzereykenYeniçerilik 1826’da kaldırıldı. Sadece 4 yıl önce, “Rusya ile savaşm kaçınılmazlığının anlaşılmasından” dolayı ortaya çıkan acil durumda, yabancı bir gözlemci şunları kaydetmişti: Devletin anayasasında olağanüstü bir yenilik yapılmıştır, ve bu değişiklik halk hükümetine yakın bir şeydir. Yeniçerilerin temsilci­ leri olarak Mütevelliler ya da bazı Yeniçeri ortalannın mutemetleri ve bir ölçüde halkın temsilcileri olarak da İstanbul’dan pek çok vatandaş Divan toplantılarında bulunacaklardır.39 Başka bir örnekte, devlet ve ayanlar arasındaki 1808 Anlaşması [Sened-i ittifak], ayanları çıkarlarını temsil edebilecek ve savuna­ bilecek meşru araçlara sahip ortaklar olarak kabul etmiştir, ancak kısa süre sonra ayanlar iktidardan uzaklaştırılmış ve anlaşma unu­ tulmuştur. 1876 ve 1908’deki anayasal reformlar gösterişten daha öte bir şeydir ancak çok geç yapılmış ve gelişmeleri geri çevirecek kadar uzun zaman tedavülde kalmamışlardır. Bununla beraber Osmanlı İmparatorluğu’na despotik demek, tebanm savunmasız bir şekilde m onarkm keyfi idaresine boyun eğmesi anlamını çağrıştırır. Oysa imparatorlukta oldukça gelişmiş savunma ve adaleti uygulama mekanizmaları vardı. Bunların yanısıra gaddarlık ve despotluğa karşı da güçlü engeller vardı. Tebanm refahı ve güvenliği, yönetimin daimi bir kaygısıydı. Bununla beraber 39 Robert Walsh, I, s. 394-395. o cem al k a fa d a r tebanın arzularını, isteklerini ve görüşlerini devletin gidişatı üzerinde doğrudan yansıtabilecek bir mekanizma yoktu. Devletin gidişatının belli normatif prensipler üzerine yerleşmesi gerektiği genel olarak boş bir söz değildi, ancak bu normları tartışmak için kamusal alanda yetersiz bir yer vardı ve aynı şekilde siyasi hayatın yapıları içinde bireysel ve sınıfsal çıkarların kurumsallaşmış takibinin yapılabileceği alan çok küçüktü. İç ve Dış Problemlerin Etkileşimi 18. yüzyılın sonlarından itibaren, Osmanlı Devleti ve toplumu Avrupa’nın ekonomik üstünlüğünü farketmeye başladılar. Yaşa­ ma standartları ile ilgili karşılaştırmalı istatistiklere sahip olmadı­ ğımızdan ve Avrupa’daki hayat koşulları ile ilgili olarak Osmanlı toplum unun bilgisi konusunda yeterince araştırma yapılmadığı için bu belki de Türk atasözündeki komşunun tavuğu komşuya kaz görünürmüş örneği gibi düşünülebilir. Ancak Avrupalı tüccarlar ile karşılaşanlar için ve Avrupa’nın zengin şehirlerini görmüş olan artan sayıdaki Osmanlı insanı için (özellikle de gayrimüslim Osmanlılar), “Frenklerin” rekabetçi bir üstünlükleri olduğu aşikâr olmalıdır. Ironik olarak bunun sebebi, büyük ölçüde Osmanlı Devleti’nin gücünün zirvesindeyken Batılılara verdikleri ticaret imtiyazlarının yabancı tacirleri yerli tacirlere tercih etmesidir. Avrupalı meslektaşlarının yararlandıkları devlet koruması ve desteğinden yoksun olan Os­ manlI tüccarları, özellikle de AvrupalIlarla daha kolay ilişki kuran Hıristiyanlar, Osmanlı îm paratorluğu’na olan bağlılıklarını sor­ gular hale getirmişlerdi. İmparatorluğun pek çok tüccarı için (bir Avrupa ülkesinde yarı vatandaşlık sağlayan) berat sahibi olmak ve yabancıların avantajlarından yararlanmak çok daha makul idi. Bu gelişmeler “Osmanlılık” bağının çözülmeye başladığı sürecin çok önemli bir göstergesi idi. Bu sadece ticaret ve refah meselesi değildi. Güneydoğu Avrupa’da iki asırdan fazla Pax Ottom ana’yı kurmuş ve devam ettirmiş im ­ paratorluk 1683 Viyana Kuşatması’ndan sonra, Avrupalı güçlerin Balkanların bazı bölgelerine kadar ilerleyip, hatta güneyde Üsküp’e saldırmaları sırasında, tebasmı koruyamıyordu. 1690’larda Vezir-i Azam Balkanlardaki Osmanlı olmayan topraklara göç eden Hıristi­ osmanlı tarihinde gerilem e m eselesi « yan Osmanlı tebasmı tekrar kazanmak için önlemler alıyordu. 18. asır sonları ve 19. asır başlarında imparatorluğun yaşadığı yenilgiler Avrupalı güçler tarafından yönetilen topraklara doğru geri dönülmez bir göç eğilimine yol açmıştı. Balkanlardaki milli kültürlerin uyanmasını sadece Avrupa’nın etkisine bağlamak oldukça basit bir açıklama olur. Şuna şüphe yoktur ki uyanmanın ardından gelen kültürel ve siyasal kargaşaların yönü hep Batı’ya doğru olmuştur. Doğru anlaşılıp anlaşılmadığı tam olarak bilmemese de, Avrupalı toplumlarm yükselen prestij ve refahı herkes için daha iyi modelleri temsil ediyordu. 19. yüzyıl sadece Osmanlı Hıristiyanlarının giderek merkezden yabancılaşmalarına değil, aynı zamanda Avrupalı askeri hâkimiyetin de doğuşuna tanıklık etti. Batılı güçler Osmanlı idarecilerinin iç mesele olarak gördükleri şeylere m üdahale ve içindeki milliyetçi hassasiyet ve istekleri körükleyerek, devleti bu istekleri karşılaması için tehdit edebiliyorlardı. İm paratorluğun en büyük zaafı, belki de dış tehditlerin içerideki problemleri alevlendirmesini ve onları çözümsüz hale getirmesini engelleyememesi idi. Gerileme Algılamaları İmparatorluğun bozulması ile ilgili algılamalar 16. yüzyılın son­ larından itibaren Osmanlı kaynaklarında görülmeye başlar. İlk za­ manlardaki gerileme bilinci bir anlamda Osmanlı toplumunun erken modern dönem Avrupalı çağdaşları ile paylaştıkları psikolojik duru­ m un parçası olarak görülebilir: Kaygı.40 Bununla beraber Osmanlı toplumunda bu davranışsal kaygıyı yeni bir kendine güven duygusu takip etmedi. Bunun yerine gerileme ve reform temaları 20. yüzyıla kadar siyasi söylem üzerinde etkili oldu ve daha sonraki zamanlar­ da Türkiye ve imparatorluğun diğer varis ülkelerinde azgelişmişlik sorusu ile içiçe geçti. Gerileme ve ıslahat üzerine geç 16. yüzyıldan itibaren yazılan Osmanlı eserlerinin zenginliği, bilim adamları tarafından çok ön­ 40 William J. Bouwsma, “Armety and the Formation of Early Modern Culture,”After the Reformation: Essays in Honor ofJ.H. Hexter, ed. B.C. Malament (Philadelphia: University of Pennsylvania Press, 1980), s. 215-246. o cemal kafadar ceden farkedilmiştir, ancak vurgu hep siyasi elit tarafından yazılan gerileme-ve-reform risaleleri üzerine olmuştu. Gerilemeci hassasi­ yetler üzerine yapılacak olan araştırmaların sadece elitlerin yazdığı diğer eserlere (şür ve tarih gibi) değil, aynı zamanda daha popüler metinlere de bakmaları gereklidir. Bu eserleri, üreten Osmanlı en­ telektüelleri kendi siyasi sistemlerinin ve toplumsal düzenlerinin hastalıklarına işaret ettiklerinden dolayı ahlakî bütünlükleri ve kes­ kin kavrayış güçleri ile takdir edilirken, onların ürettikleri literatür henüz daha hakettiği analitik değerlendirmeye tabi tutulmamıştır. Şematik çerçevede anlatılacak olursa gerileme bilincine sahip olanlar Kanuni’nin hükümranlığı dönemini altın çağ olarak yüceltir ve bu zam anın pratiklerinden her türlü sapmayı yozlaşmanın kaynağı olarak görürler. Daha sonraları bu klasikleştirmeci ta w , Osmanlı reformlarının Batılılaşma döneminden önceki sözde “gelenekselci” doğası olarak suçlanan şeydi. Ancak Osmanlı entelektüellerine karşı adil olmamız gerekir. Çünkü onlar hiçbir zaman Kanuni’nin -ya da herhangi başka bir yöneticinin- dönemini “altın çağ” olarak görme konusunda analitik ve eleştirel perspektiflerini kaybetmemişlerdi. Aksine hiç de romantikleştirici olmayan bir tavırla söz konusu dö­ nemi lekeli ve saflığını yitirmiş bir altın çağ olarak resmediyorlardı. Gerçekten de, pek çoğu siyasi sistemin yozlaşmasının başlangıcını Kanuni’nin hükümdarlığının ortalarında başladığına işaret ediyor­ lardı ve Fatih Sultan Mehmed’den Kanuni Sultan Süleyman’a kadar süren klasik dönemin hiçbir yöneticisi ve devlet büyüğü, onların eleştirilerinden kaçamamıştı.41 Osmanlı Devleti’nin gerileme ile ilgili kaygısı Osmanlı gerçek­ lerinden kaynaklanmaktaydı ancak bunun entelektüel kökenle­ ri Fars-îslam kökenli nasihatnam e literatürüne dayanıyordu. Ibn Haldun'un M ukaddime ’sinin 17. yüzyıldan önce bir model olarak görüldüğüne dair delil yoktur.42 Teorik eğilimleri ve zenginlikleri itibarı ile, Osmanlı entelektüelleri bu Kuzey Afrikalı tarih filozofu 41 Bkz. benim, “Ottoman Historical Consciousness in the Post-Süleymanic Age: The Myth of Golden Age,” Süleymân the Second and his Time, ed. İnalcık and Kafadar (Istanbul: Isis, 1993). 42 Fleischer, “Royal Authority, Dynastic Cyclism and Tbn Khaldunism’ in Sixteenth and Seventeenth Century Ottoman Letters,” Ibn Khaldun and Islamic Ideology, ed. Bruce B. Lawrence (Leiden: E.J. Brill, 1984). osmanlı tarihinde g erilem e m eselesi « ayarında değillerdi. Osmanlı entelektüelleri daha ziyade yöneti­ min detayları ve dar anlamıyla da politika ile meşgul olmuşlardı. M ukaddim e keşfedildiğinde Osmanlı okur yazarlarının en yete­ neklileri onun içeriğini hararetle kabul etmişlerdi. İbn Haldun’un 20. yüzyılda post-sosyolojik “keşfi”nden çok zaman önce Osmanlı entelektüelleri M ukaddim e ’nin çevirileri üzerine çalışmış ve bazı kavramlarını kendi durumlarına uyarlamaya çalışmışlardı. Özellikle hanedan devletlerinin hayatı hakkmdaki döngüsel teori 17. yüzyılın ortalarından itibaren yazarlar tarafından Osmanlı Devleti’nin gidi­ şatına uyarlanabilir görünmüştü. Osmanlı Devleti gençliğini geride bırakmış göründüğünden yapılabilecek tek şey, yaşlanma sürecini uzatmak ve bu dönemi mümkün olduğu kadar sağlıklı geçirmekti. Osmanlı entelektüellerinin İbn Haldun’u alımlaması 19. yüzyılda biraz değişti. Milliyetçilik çağında, 17. ve 18. yüzyılın aksine, İbn Halduncu paradigmanın başka bir analitik kavramı yaygınlık ka­ zanmaya başlamıştı: Asabiyye, grup dayanışması. Nasıl ki Osmanlı gerileme bilinci, önceki idarecilerin erdemle­ rinin sofuca bir tekrarı değilse, Osmanlı ıslahatçılarının yapmak istedikleri de, “Batılılaşma” döneminden bile önce, geleneksel ku­ rum ve pratikleri canlandırmayı hedeflemekten öte bir şeydi. Bu teşebbüsler sözde gelenekselci ıslahat döneminde yapılan oldukça cesur denemelerdi. Bunların en radikali 1622’deki Genç Osman’ın başarısızlığa uğramış Yeniçeriliği ortadan kaldırma (gerçek ilgadan iki yüz yıl önce) ve yerine yeni bir kurumsal çatı altında Anadolu ve Suriye Müslüman gençlerinden oluşmuş bir ordu kurma girişimiydi. Bu çabanın gerçekleşeceğini tahayyül etmek belki Genç Osman için ulaşılması güç bir hedefti, ancak o bu çabasında yalnız değildi. İbşir Paşa da aynı şekilde devleti Yeniçerilerden kurtarmayı düşünmüş ancak aynı şekilde başarılı olamamıştı. İyi fikir olup olmaması bir yana, açıkçası geleneği canlandırmanın yolu, Yeniçeriliği kaldırmak değildi, çünkü bu, klasik Osmanlı siyasi aygıtının en merkezi kuru­ mu sayılabilecek orduyu ortadan kaldırmak demekti. Diğer pek çok ıslahatçı onu kaldırmak yerine aşırı büyümüş Yeniçeri ocağının do­ ğurduğu ekonomik yükü azaltma yoluna gitti. Nitekim Yeniçerilikte reform yapmak genellikle sıkı kontrol uygulamak, faydasız elemanları ayıklamak ve maaşları kısmak şeklinde tezahür etmiştir. 1580’lerden o cemal kafadar kaldırıldığı 1826’ya kadar Yeniçeri ocağının tarihi, kurallardaki gev­ şeklik, sayının büyümesi, sertlik, baskı ve başkaldırı dönemlerinin döngüsel tekrarlarından ibaret olmuştur. Hatta yeni fikirlerin ya da yeni kurumlarm hayaliyle tutuşmayan pragmatik ıslahatçılar bile Yeniçerilerin sayısını azaltmak gerekir derken bir geleneğin diriltilmesinin değil, bunun sadece yeni ger­ çekliklere ayak uydurmak olduğunun bilincinde olmalıdırlar. “Gelenekselci” dönemin ıslahatçılarından hiçbirisi gerçekten de timar ya da devşirme kurumunu geri getirmeye kalkışmamışlardı. Başka bir alandan gelenekselci olmayan bir örnek vermek gerekirse, bu­ rada Batılılaşma öncesi dönemin meşhur ıslahatçılarından Köprülü ailesinden gelen Fazıl Mustafa Paşa’yı zikredebiliriz. Fazıl Mustafa Paşa Kanuni zamanının bir uygulaması olan fiyatların tavanını be­ lirleme (narh) politikasını terk etmiş ve “serbest piyasa”nm fiyatları belirlemesine müsaade etmişti. Aslında belki de ıslahatçı söylemin geleneği sürekli bir ilham olarak hatırına getirmesini lafzî bir şey olarak düşünmemeliyiz. Daha az farkedilen ve anlaşılan başka bir şey ise Osmanlı gele­ neğini retorik düzeyde bile önemsemeyen radikal ıslahatçı gruptur. Onlar için değiştirilemeyecek tek gelenek, Peygamber tarafından ortaya konan gelenektir ve imparatorluğun gerilemesinin sebebi, İslamm temellerine olan bağlılıktaki gevşekliktir. Bu hareket genelde Osmanlı Devleti’nin merkezinin dışında yer almış; ancak başka hiç­ bir şeyin sonuç vermeyeceği görüldüğü zamanlarda sesleri sarayda işitilir hale gelmeye başlamıştır. Böylesi saflığın arandığı dönemlerde kahvehanelerin kapatılmasını, kahve ve sigara tüketiminin daha sıkı kontrol altına alınmasını, Müslümanların alkol kullanımı ve gayri­ müslimlerin belli bazı elbiseleri giymelerini yasaklayan kuralların uygulanmalarının sıkılaştırılmasım, Sufilerin kamusal faaliyetlerinin sınırlandırılmasını, “zındıklık”m bastırılması ve benzeri politikaları -ki bunlar sadece çok nadiren uzun süre yürürlükte kalmıştır- görmek mümkündü. Belki 17. yüzyıldan sonra bu tür aşırı selefi fikirler bir daha ön plana çıkmadı ama mirasları bazı çevrelerde hep ağırlığını sürdürmeye devam etti. Genelde 18. yüzyıl reformcuları, yüzleri Batı’ya dönük olarak bilinseler de, son zamanlarda farkedilmiştir ki, Osmanlı eliti hiç de osmanlı tarihinde gerilem e m eselesi * statik ve dış etkilere kapalı olmayan kendi geleneği ile güçlü bağını sürdürmüştür. Sosyal ve kültürel hayatın “sekülerleşmesi” ve Batı ilhamının bazı önemli yenilikleri (ilk m atbaa gibi) gelenekteki kı­ rılmadan ziyade 16. yüzyıldan itibaren açığa çıkan eğilimlerin top­ lamının bir sonucu idi.43 Bununla beraber, 1768-74 savaş felaketi ve Küçük Kaynarca Antlaşması’ndan sonra, Osmanlı siyasi söylemi Batı’nm bilim, teknoloji ve askeri organizasyon sahalarında görülen üstünlüğünü daha doğrudan ve açıktan dikkate almaya başladı. Sözgelimi Napolyon’dan sonra, Batı usulü askeri birlikler kurma denemesi artık kaçınılmaz olmuştu. Osmanlı ıslahatçılığı en radikal adımını Tanzimat'la (1839) at­ mıştı. 1990’larm okuyucusu için, Tanzimat’ın, yeniden düzenleme, yani bir perestroika anlamına geldiğini kaydetmek ilginç olacaktır. Sovyetler Birliği liderlerinden bir buçuk asır önce, Osmanlı yönetici sınıfı benzeri karmaşık meydan okumalarla karşı karşıya gelmişti: milliyetçi kıpırdanmalar, ekonomik gerilik ve devlet ve toplum a yaşanabilir bir gelecek sağlayacak sosyo-politik düzeni oluşturma kabiliyeti konusunda dahili ve harici güvenin hızlıca aşınması. Bu bilince ve AvrupalIların “barbarlıktan-kurtulma” ve “despotikliktenarm dırm a” arzularına cevap olarak, bir grup yüzü Batı’ya dönük devlet adamı, Osmanlı idari aygıtının ve tebasmm meselelerini ra­ dikal bir şekilde yeniden düzenleme çabasına girişti. Her ne kadar bazı kurumsal düzenlemeler için önemli ilham kaynağı Batı Avrupa ise de, Tanzimat’ın doğrudan hedefi ve kesin sonucu Osmanlı mutlakıyetçiliğinin modern ve dolayısı ile daha etkin araçlarla yeniden düzenlenmesi idi. Yeni düzene giden yolu açmak için, reformcular öncelikle eski düzenin (ancien régime) avatarlarmm bazılarını (Yeni­ çeri birliklerinin 1826’da kanlı bir şekilde katledilmesi gibi) yok ettiler ve muhalif güç odaklarını (ayanlar gibi) ortadan kaldırdılar. Merkezi devletin gücü üzerindeki eski kontrol ve denge ortadan kaldırılınca, 43 16. ve 17. yüzyıllardaki ilgili eğilimler için, bkz. benim, “The Ottomans and Euro­ pe," Handbook o f European History, 1400-1600, haz. T. Brady, H. Oberman and J. Tracy (Leiden: E.J. Brill, 1994), s. 589-635 ve “Janissaries and Other Rifraff of Ottoman İstanbul: Rebels without a cause?", Halil İnalcık Festschrift (Eren Ya­ yınları). o cem al kafadar yeni okullar ve resmi gazete gibi yenilikler merkezi devletin gücünü sağlamlaştırmaya hizmet etti.44 Tanzimat’ın kendine özgü mutlakıyetçiliği ve baskıcılığı, Tanzi­ mat döneminin muhalif şairlerinden Namık Kemal’in keskin gözün­ den kaçmadı. Bununla beraber kendisi ve muhalif Genç Osmanlılar hareketindeki pek çok meslektaşı Tanzimat’ın kurduğu kuramlarda eğitim görmüşlerdi. Bir anlam da Tanzimat döneminde iki uçtaki fikirler yelpazesi genişlemiş oldu. Bir yanda, bir grup aydınlanmış entelektüel ve devlet adamı Tanzimat’ı yeterince ileri gitmediği için eleştiriyordu. Bunların çözümü pan-Osmanlıcılık ile birleşmiş bir anayasacılık idi. Bazıları parlamentoyu muhtemelen bir formalite olarak görse de, bu temsili sistem doğrultusunda çok büyük bir adım olabilirdi. Örneğin gayrimüslimler, bu yeni kurumda, dolayısı ile de imparatorluğun kaderinde söz sahibi olabilirlerdi. Diğer uçta ise başka tür bir radikal çözüm, kısa ömürlü parlamentoyu ilga eden ve İttihâd-ı İslam politikası ile de desteklenen 30 yıllık sıkı baskı dönemini başlatan Abdülhamid (hükümdarlığı 1876-1908) tarafın­ dan devreye sokulmuştu. O sadece halifelik kurumunu kendi selef­ lerinden yukarıda tutmamış, aynı zamanda uluslararası politikada bunun etkin bir kullanımı olduğunu da göstermiştir; eğer Ruslar Balkanlardaki Slavları ayaklandırabiliyorsa, o zaman o da Orta Asya ve Çin’deki çeşitli Müslüman topluluklara din öğretmenleri ve elçiler gönderebilirdi. Ancak evrensel İslam üm metinin siyasi potansiyeli hakkmdaki görüşleri ne olursa olsun, Abdülhamid, kendisinin terketmeyi dü­ şünmediği modernleşme projesinin bir parçası olarak kurulan okul­ larda eğitimini tamamlamış tebasmm siyasi ethos’unu anlayamadı. Aralarında çok parlak memurlardan, doktorlardan, bürokratlardan ve gayrimüslimlerden oluşan eğitimli kesimler yasaldı Jön Türk m u­ halefet hareketine katılmıştı. Ancak 1908 Devrimi ve Abdülhamid’in tahttan indirilmesiyle kurulan Parlamenter rejim kendisinden bekle­ nen kerameti gösteremedi. Hiç kimsenin yeni siyasi rejimin yavaşça sağlamlaşmasını bekleyecek sabrı yoktu. Jön Türklerin kendileri diktatörce baskı ve şiddete başvurdu. Etnik bölünme devam etti ve 44 İlk muhalefet gazetesi 1860’da çıktı. osm anlı ta rih in d e gerilem e m e se lesi « milliyetçi beklentiler Müslümanların arasında bile yayıldı. Her ne kadar dışarıdakiler Osmanlı İmparatorluğunu bir “Türk imparator­ luğu” olarak görmeyi yeğleseler de, Osmanlı Devleti, Birinci Dünya Savaşı’na kadar Türkleri sadece tebasmdaki insanlardan biri olarak değerlendiren, kavimler-üstü emperyal ethosunu yitirmedi. Uzun ve kanlı savaşlardan sonra çok uluslu bir siyaseti sürdürm ek için bir istem olmadığı aşikâr olmaya başlayınca, Türk milliyetçiliğinin doğuşu da kaçınılmaz oldu. Çözülme sürecini geriye çevirmek için gerçekleştirilen bir dizi çözüm arayışındaki bu son sahne, impara­ torluk rüyasının da sonunu ilan ediyordu. Osmanlı Devleti’nin Gerilemesinin Avrupalı Algılamaları Osmanlı Devleti’nin gerilemesi konusu Avrupalı gücün yüksel­ mesiyle bağlantılı olarak algılanageldiği için, doğal olarak Avrupalı algılamalara da bu tartışmada yer verilecektir. Ayrıca Osmanlı devlet gücünün gel-giti üzerinde Avrupalı olmayan güçlerin görüşlerini de (örneğin İranlılarm ya da Faslılarm) bilmek oldukça arzulanır bir şeydir ancak konu üzerine yeterince çalışma yapılmamış olması bunu şimdilik erken bir düşünce kılmaktadır. AvrupalIların Osmanlı împaratorluğu’nda geniş bir diplomatik temsilciler ve ticari acentalar ağını bulundurmasının tarihi oldukça eskilere dayanır. Avrupa’ya düzenli olarak İstanbul’dan ve Akdeniz'in diğer şehirlerinden Venedik ve Raguzalılarm yazdıkları raporların ve insanların gitmesi BizanslIlar zamanına kadar uzanan bir geliş­ meydi. Zamanla bunlara diğer Avrupalı hükümetlerin temsilcileri de katıldı. Bu diplomatik ağ ve ciddi manadaki casusluk, Osmanlı İmparatorluğu üzerine Oryantalizm olarak ortaya çıkan bölge üzerine yapılan akademik- asar-ı atikayı arama çalışmalarından önce bile, müthiş bir bilgi yığını üretmişti. Bilgiler çoğunlukla çarpıtılmıştı ve değerlendirmeler de tarafgirdi. Bu bilgilerin arasında pek nadiren sosyal ve kültürel tarihçinin ya da kültürel antropologun günümüz­ de toplayacağı türden ritüeller, gündelik yaşantı ve farklı sınıfların m addî durumları ile ilgili bilgilere rastlanıyordu. Ancak efsane ve yanlış yorumlamaların yanında, erken modern dönem Avrupa’sın­ da Osmanlı dünyası hakkında bazıları sistematik olarak toplanmış o cem al kafadar ve analiz edilmiş hatırı sayılır bilgi birikimi dolaşımdaydı. Bu bilgi birikimi (Turcica) özellikle askeri koşullar, politik hayat ve ekonomi politik olarak adlandırılabilecek konular açısından çok zengindi. Nitekim bütün büyük atam alar ve görevden alınmalar, kurumsal değişiklikler, askeri hazırlıklar, başkaldırı ve ayaklanmalar, paranın değer kaybetmesi ve ekonomik krizler Avrupa başkentlerine rapor ediliyordu. 16. yüzyılın son çeyreğinde Osmanlı entelektüellerinin gözlem­ lerine paralel bir şekilde, Osmanlı împaratorluğu’nun Avrupalı algı­ lamalarında önemli niteliksel bir değişim gerçekleşti. Bu değişiklik kısmen “öteki” üzerine olan söylemde dolaylı olarak ifade edilen Avrupa içi rekabetten kaynaklanmıştı. Daha önceleri sadece meçhul yönetim metodlarına sahip rakip sistem olarak görülen imparatorluk, sonraları irrasyonel, despotik iktidar yapısına sahip bir şey olarak görülmeye başlanmıştır. İmparatorluk hâlâ büyük ve güçlü olarak algılanmaya devam ediyordu, ancak bu büyük ölçüde onun vahşi ve keyfi güç kullandığı düşüncesinden dolayı idi. Bu yeni niteleme biraz da Osmanlı İmparatorluğu’nun insanları ve kaynakları üze­ rindeki kontrolünü kaybetmek üzere olduğu varsayımı hakkmdaki Avrupa’nın arzusu ile ilgiliydi. Gerçekten de 16. yüzyıl sonlarında kırsal ve kentsel huzursuzluklar üzerine gelen çok sayıdaki rapor ve düşmanını yok etme kabiliyetindeki gözle görülür gevşeklik im­ paratorluğun gerçekten de durum unun kötüye gitmeye başladığını doğruluyordu. Daha sonraları, Avrupalı gözlemciler giderek devletin “despotik" nitelikleri ve onun algılanan sonuçları üzerinde bakışla­ rını yoğunlaştırdılar: Yozlaşma, ekonomik baskı, toplumsal kargaşa, otoritenin ve asayişin zayıflaması. Doğrusal ve pürüzsüz bir gelişmeden yoksun olmasına ve impa­ ratorluğun hayatta kalması ile ilgili olarak ortaya konulan fikirlerin daima değişmesine rağmen, Osmanlı İmparatorluğu hakkmdaki temel Avrupalı algılamaların evrimini farklı aşam alarda şematize etmek mümkündür. Osmanlı İmparatorluğu, sıklıkla farklı bir sosyo-politik düzene sahip düşm an süper güçtür; kendini baskıya teslim etmiş kırılgan bir süper güçtür; yozlaşmış ve gaddar yöneti­ cilerin elinde gerileyen bir süper güçtür; Hıristiyan tebasmm “Türk boyunduruğuna” karşı koyduğu eski bir süper güçtür; hâlâ im pa­ osmanlı tarihinde gerilem e m eselesi * ratorluğun bazı kısımlarına yapışan arkaik bir iktidar yapısıdır, ki diğer kısımları ağaçtan düşecek derecede olgunlaşmıştır; istikbali “Doğu Sorunu” üzerine düşünen (ancak kendi arasında Avrupa içi rekabetten dolayı hemfikir olamayan) Avrupalı devlet adamları tarafından belirlenecek olan “Avrupa’nın Hasta Adamı”dır; ve son olarak şiddetle ameliyata ve azalarının ayrılmasına ihtiyacı olan ölüm döşeğindeki bir imparatorluktur. Osmanlı Devleti’nin Gerilemesine Karşı Avrupalı Güçlerin Başvurduğu Politikalar Osmanlı Devleti’nin gerilemesine karşı Avrupa politikalarının genel tavrı, büyük ölçüde Avrupalılarm Bizans’ın gerilemesine karşı gösterdikleri tavra benzer. Kısaca ifade edilirse, içeridekilerin içişleri­ ne tecavüz olarak algıladıkları değişiklikleri istemek için zayıf devletin kırılganlıklarını kötüye kullandılar. BizanslIların durumunda siyasî ve dinî otoriteleri iki kiliseyi papalığın hakimiyetinde birleştirmek için baskı altına alırken, diğer yandan kendileri için daha avantajlı ticaret şartlarını oluşturmaya çalışıyorlardı. Osmanlı Devleti konusunda ise Avrupa’nın istekleri, esasında çok farklı değildi: Batı medeniye­ tinin üstünlüğünü kabul et (yoksa senin iktidarını kabul etmeyen milliyetçileri destekleriz) ve Avrupa ticaret faaliyetlerini engelleme. BizanslIların bu Batılı tavra karşı ayak diremesi gibi, Osmanlı Devleti da ayak diredi. En modernleşmeciler bile Batılılaşmacı reformların “Batı’ya karşı” sürdürülmesi gerektiğini iddia ediyorlardı. Yani bu adımlar sadece Osmanlı İmparatorluğu’nu güçlendirmek ve Batı’nm tecavüzüne karşı onu korumak için atılmalı idi. Osmanlı Devleti için AvrupalIlardan gelecek en büyük tehlike, imparatorluktaki farklı milletleri etkileri altına almalarıydı. Osmanlı Devleti ile farklı milletlerden oluşan tebası arasındaki bağın zayıf­ ladığını hisseden Avrupalı güçler, dinî ve ticarî bağlantılar kurarak ve millî bilinci besleyerek bu gruplar arasında güç kazanmışlardı. Avrupalı güçlerin politikalarının önemli diğer bir boyutu da millî ve Avrupa-içi blok çizgileri etrafındaki doğal ayrışmalar idi. Hepsi dünya hakimiyeti peşinde koştuğundan, güçlerin hiçbirisi Osmanlı împaratorluğu’nun çözülmesinden dolayı bir rakibinin daha fazla ♦ cemal kafadar avantaj sahibi olmasını istemiyordu. İmparatorluğun parçalanması ya da yaşaması her ne şekilde olursa olsun, her Avrupa hükümeti bunda bir sözü ya da payı olsun istiyordu. Nitekim Rusya, Osmanlı Devleti’nden bir toprak parçası aldığında, başka bir Avrupalı güç Osmanlı Devleti adına müdahale etmeye teşebbüs edebilirdi. Nitekim Kırım Savaşı’nda olduğu gibi (1854-56), bu tür işbirlikleri tam bir askerî ittifaka ve ortak hareket etmeye kadar uzanabilirdi. Osmanlı siyasetinin yönelimini etkilemek ya da en azından bir rakibin bunu yapmasına engel olmak için büyük Avrupalı güçler Osmanlı siyasi eliti arasında sempatizanlar ağı kurdu ve eğitim ve diğer kurumlar (örneğin mason locaları Avrupa’daki çeşitli merkezlerle bağlantılı idi) vasıtası ile kültürel etkisini yaymaya çalıştı.45 Çok partili politikala­ rın yokluğunda, Abdülhamid gibi kurnaz bir sultan, Ingilizseverler, Fransızseverler ve Russeverler gruplarını birbirine karşı kullanabildi. Avrupalı güçler arasındaki bu rekabetin birbirine ters iki sonucu vardı. Bir yanda hırslı ve saldırgan köşe kapmaca oyunu, impara­ torluğun parçalanma ve gerilemesini hızlandırırken, diğer yandan rakiplerin birbirlerinin çok erkenden ve çok fazla kapmasını engel­ lemeye çalışması imparatorluğun ömrünü uzattı. Farklı kavşaklarda ortaya çıkan özel koşullar ve endişeler, eylemlerin akışını ve sonu­ cunu belirledi. Avrupa’nın etkisi, ister askerî-diplomatik olsun, ister ekonomik olsun hep iç faktörlerle yanyana iş gördü.46 Bu bağlamda, genellikle daha kaba olarak “Türk” veya “Oryantal” imgesi olarak ifade edilen Osmanlı devlet ve kültür imgesi, Avrupa devletlerindeki iç çekişmelerin bir uzantısı haline geldi. Bunun en açık örneğini rakip partilerin kendi dış politika vizyonlarını destek­ lemek için kamuoyunu şekillendirdiği İngiltere’de görürüz. Nitekim belirli zamanlarda belirli gruplar “çirkin Türk” imgesini körükleyip “Türk vahşeti”yle ilgili haberleri yayarken, diğerleri “zorda kalmış 45 Masonluk konusu Osmanlı Devleti’nin zayıflaması ve yıkılmasını “açıklayan” birçok komplo teorisine de sebebiyet vermiştir. Bkz. Lewis, Emergence, s. 211-2, dn. 4. Jön Türk hareketinin merkezi hakkmdaki spesifik ve iyi belgelenmiş bir çalışma için, bkz. Paul Dumont, “La Franc-Maçonnerie d’obedience française en Salonique au début duXXe siecle,” Turcica 16 (1984), s. 65-94. 46 Bkz. İlkay Sunar, “State and Economy in the Ottoman Empire,” İslamoğlu-İnan, Ottoman Empire and the World System, s. 63-87. osm anlı ta rih in d e g erilem e m e se lesi * Türk”ü savunmuştu.47Avrupa’da medyanın ve kamuoyunun bu tür yönlendirmeleri, varolan önyargılar ve yanlış bilgilerle birleşerek, Osmanlı Devleti’ni sadece AvrupalIların gözünde değil, aynı zamanda kendi tebasmdan bazısının gözünde de gayri meşru kılmak için daha çok uzun mesafeler kat edecekti. İmparatorluğun Yenilenme Süreci Önde gelen Osmanlı devlet ve fikir adamları, imparatorluğun dağılmasına kadar, gerileme işaretleri olarak gördükleri şeylere karşı sürekli tedbir almakla meşguldü. Eğer gerileme süreci (yukarıda açıklanan dar anlamıyla) gerçekten de 16. yüzyılın sonlarında baş­ ladıysa, bunun uzatılması büyük ölçüde Osmanlı entelektüellerinin onu çözümlemesi, bunun üzerine kamusal bir söylem geliştirmesi ve sürekli olarak (geleneksel olduğu kadar yenilikçi) ıslah politikaları geliştirmelerinden dolayıdır. Reformculuktaki en önemli dönüm nok­ taları: Köprülü dönemi (1654-83); Vezir-i Azam Damat İbrahim Paşa dönemi (“Lale Devri,”” 1718-30), Tanzimat döneminin (1839-1876) bazı zamanları ve Mithat Paşa ve II. Abdülhamid devrinin projeleridir (1878-1908). Meşrutiyet dönemi (1876-1878), kısa olsa da, temsili po­ litikanın gelişmesinde önemli bir dönüm noktası olarak görülmelidir. Islahatçı çabalar kısa vadede biraz rahatlama yaratsa da, bunların uzun vadedeki etkilerini değerlendirmek daha zordur. Sözgelimi Köprülü zamanındaki rahatlama sadece ekonomik tutumluluktan değil, aynı zamanda sıkı baskı uygulanmasından dolayı gerçekleşti; Lale Devri yönetici eliti ekonomik ve kültürel olarak yabancılaşmış kimseler tarafından idare edilen ayaklanma ile sonuçlandı; Tanzimat mutlakıyetçiliği kontrol eden kesimlerin ortadan kaldırılmasından sonra ilan edildi. Tanzimat eleştirmenleri, aynen eski Sovyetler Birliği’ndeki perestroika eleştirmenleri gibi, Tanzimat’ın Batılı hükümet kavramlarını ve kültürel “Batı zehirlenm esi”ni bünyesine kabul etmesinin, imparatorluğu güçlendirmek yerine yaraladığı ve parça­ lanmasını hızlandırdığı yolundaki iddialarını sürdürdüler. 47 İngiliz basını ve Osmanlı-Bulgar çatışmalarının özel bölümleri ile ilgisi açısından siyasi tavırla ilgili aydınlatıcı bir çalışma için bkz. David Harris, Britain and the Bulgarian Horrors o f 1876 (Chicago: University of Chicago Press, 1939). 150 ♦ c e m a l k a f a d a r Ancak yine de şu unutulmamalıdır ki, ıslahatçıların tahlil ve te­ davi hususundaki daimi endişesi Osmanlı Devleti’ne sadece kısa dönemli rahatlamalar getirmekle kalmamış, aynı zamanda tehditlerle başa çıkma yeteneğini geliştiren önemli yapısal değişikliklere de yol açmıştır. Sonuçta, merkezi hükümetin ve onun siyasi, askeri ve ekonomik gücü açısından bakıldığında, Osmanlı tarihinin son 3.5 asrı yenilenme ve gerileme temalarıyla örülüdür. Şurası oldukça ilginçtir: Osmanlı tarihinin son dönemleriyle (ya da geç Roma, Bizans veyahut erken dönem İspanya tarihi ile) ilgilenen tarihçiler, İrlandalI yerel tarihçi Hugh Nolan’m dahiyane yalınlıkta formüle ettiği şu basit hakikati çok uzun zaman gözden kaçırmışlardır: “iki şey aynı anda olur. Bir şey ki iyiye gider, o şey daha da kötüleşir.”48 48 Bu müthiş insanın hayaü ve düşünceleri için bkz. Henry Glassie, "The Practice and Purpose of History,” The Journal o f American History 81 (1994); alıntı sayfa 968’de. 5 Osmanlı Tarihinde Dönemlendirmeye Farklı Bir Bakış* Linda T. Darling Osmanlı tarihinin farklı alanları ile müstakil olarak ilgilenen yeni birçok ders kitabının basılması ve bütün bir imparatorluk tarihini kapsayan eski kitapların baskılarının ortadan kaybolması, Osmanlı tarihinde dönemselleştirme meselesini yeniden düşünmeyi hedef­ leyen bu denemeyi kendine mahsus bir çalışma haline getirecektir. Bütün bir imparatorluk tarihini bir dönemde anlatmak zorunda olan bizim gibiler için, yeni yeni ele geçirilebilir olan malzemeler kişisel bir tarzda düzenlenmiş görünmektedirler: Öyle ki, bir ders kitabı 1650 yılında sona ererken diğeri 1700’lerde başlamakta; üçüncü bir diğeri ise sadece erken dönem i kapsam aktadır.1İşte bu çeşitlilik * “Another Look at Periodization in Ottoman History”, Turkish Studies Association Journal, Fall 2002, Vol. 26, Sayı: 2, s. 9 vd. Çeviren: Hatice Uğur. 1 Colin Imber, The Ottoman Empire, 1300-1650: The Structure o f Power (New York: Palgrave Macmillan, 2002); Donald Quataert, The Ottoman Empire, 1700-1922 (New York: Cambridge University Press, 2000); ve Daniel Goffman, The Ottoman Empire and Early Modern Europe (Cambridge University Press, 2002). Stanford J. Shaw and Ezel Kuran Shaw’m The History o f Ottoman Empire and Modern Tur­ key, Cilt: 1-2 (Berkeley; University of California Pres, 1976-77) isimli çalışmaları­ nın baskısı tükenmiştir. Osmanlı İmparatorluğu ile ilgili bilgilere okuyucu aşina olduğu için bu alan ile ilgili söylemlerde kanımca yetersiz olarak vurgulanan fi­ kirlere dipnotta yer verdim. o l i n d a t. d a r l i n g bize “klasik dönem-gerileme-reform” paradigmasından uzaklaş­ makta olduğumuzun bir göstergesidir. Ancak bunu yaparken önceki çerçevenin içini neyin doldurması gerektiği ile ilgili ortak bir görüş birliğine henüz varılmadığı da söylenilebilir. Osmanlı’nm gerile­ mesi kavramından rahatsız olduğumuz açıkça ortadadır; ancak bu kavramı bütüncül başka bir tasavvur ile henüz değiştiremediğimiz de ortadadır. Bu belirsizlikler içerisindeki unsurlardan biri şüphesiz ki, Osmanlı tarihi üzerine yaptığımız dönemlendirmelerdir. Osmanlı tarihleri geleneksel olarak devletin 1300’lerdeki yükselişi ile başlar. Bunu 1600’lere kadar Kanuni Sultan Süleyman dönemindeki zirve dönem takip eder. Ardından 16. yüzyıl ile 19. yüzyıl arasındaki zaman dilimi bir gerileme dönemi olarak işlenir. İmparatorluk tarihi 1839 yılından başlayıp imparatorluğun çöküşü ve sonra da yeni bir cumhuriyetin kurulmasını beraberinde getiren dönem ile son bulur. Bu tablo son derece derli toplu, anlaşılabilir ve kolayca öğretilebilir bir mahiyet­ tedir. Bu aynı dönemde Batı’nın kendisi ile ilgili söylemekten son derece hoşlandığı bir kurgu olan Baü’nın yükselmesi ve Baü dışındaki her medeniyetin çökmesi kurgusu ile de iyi bir şekilde örtüşmektedir. Ancak son dönemde yazılan yeni tarihler bu zaman cetvelini açıkça kırma girişimlerinde bulunmaktadır. Eski dönemlendirmenin en yetersiz yönü, bir çöküş olmaksızın 300 yıl süren gerileme dönemidir. Böyle fazlasıyla uzun bir gerileme sadece mantıksız değildir. Aynı zamanda “gerileme” kelimesinin ken­ disi OsmanlI’nın farz edilen sosyal ve ahlakî üstünlüklerini küresel an­ lamda kaybetmesine de katkıda bulunuyor görünmektedir. Osmanlı uzmanlan uzun yıllar boyunca Osmanlı tarihindeki bu dönemlendir­ me ile ilgili alternatif kavramlar önererek imparatorluk içerisindeki siyasî, ekonomik ve sosyal hareketlilikleri anlamlandırmak istediler. Bu kavramlar modernleşme, yerinden yönetim, dünya sistemi teorisi ve Marksizm gibi teorik bakış açılarından peyda olmuştur.2Sunulan 2 Modernleşme ile ilgili bkz. Cyril E. Black ve L. Carl Brown, Modernization in the Middle East: The Ottoman Empire and Its Afro-Asian Successors (Princeton: Dar­ win Press, 1992). Yerinden yönetim ile ilgili olarak bkz. Thomas Naff ve Roger Owen, Studies in Eighteenth Century Islamic History (Carbondole: Southern IIlionis University Press, 1977); Karl K. Barbir, Ottoman Rule in Damascus, 1708- osm anlı ta rih in d e d ö n em lendirm e « önerilerden hiçbiri ne Avrupacılar, ne Orta Doğu genellemecileri tarafından kabul gördü. Hatta Osmanlı çalışmaları alanının kendi içerisinde bile ortak bir görüş birliğine ulaşılamadı. Bu çıkmazın nedeni, öneri sunan kimselerin buldukları yeni kavramlara yine eski dönemselleştirmeyi kullanarak ve gerileme kavramının yerine biraz daha yumuşatılmış olanını koyarak ulaşmalarından kaynaklanıyor olabilir. İmparatorluğun sonuç olarak çökmesi ve bunun sebepleri ile ilgilenmek aykırı eğilimleri bastırmakta ve yeni sorular sormayı zorlaştırmaktadır. Üzücü olan, bazı tarihçilerin kendi dönemleri ya da konuları üzerine daha iyi bir şekilde yoğunlaşabilmeleri için önemli anlatıların tamamından birden vazgeçmeleridir. Bu yaklaşım, yukarıda bahsedilen kısmî tarihleri bilgilendiriyor görünmekte ve Türkiye, Fransa ve İngiltere’nin genel tarihlerine dair derlemelerin ortaya çıkmasına katkıda bulunmaktadır.3 Bu arada Osmanlı tarihi yükselme ve çöküş veya başarıya da yok olma dönemleri şeklinde bir kavramsallaşürma içerisinde düşünül­ dükçe, yapılacak bir terminoloji değişikliğinin anlayışımızda büyük bir değişiklik yapması beklenmemeli. Dönüm noktasını 1600’lü yıllar olarak alan herhangi bir model, imparatorluğun jeopolitik gücü ve Batı ile yüzleşme kaderi ile sonuçlanacaktır. Osmanlı tarihini kendi kavramları içerisinde tartışmak, yeni bazı çalışmaların önerdiği gibi 1758 (Princeton University Press, 1980); ve Abdul-Karim Rafeq, The Province o f Damascus, 1723-1783 (Beirut: Khayats, 1966). Dünya Sistemi Teorisi için bkz. Huri Islamoğlu-lnan, The Ottoman Empire and the World Economy, Studies in M odem Capitalism (Cambridge: Cambridge University Press, 1987), Reşat Ka­ saba, The Ottoman Empire and the World Economy: The Nineteenth Century (Al­ 3 bany: State University of New York Press, 1988). Marksizm ile ilgili olarak bkz. Çağlar Keyder'in Anne M. Bailey ve Josep R. Llobera tarafından yayma hazırlan­ mış olan The Asiatic Mode o f Production: Science and Politics (London; Routledge-Kegan Paul, 1981) isimli çalışmalarındaki “The Ottoman Social Formation" başlıklı makalesi. Ayrıca Rifaat ‘Ali Abou-El-Haj, Formation o f M odem State: The Ottoman Empire, Sixteenth to Eighteenth Centuries (Albany: State University of New York Press, 1991). Örneğin, Sina Akşin tarafından 5 cilt olarak hazırlanan Türkiye Tarihi (İstanbul Cem Yayınevi), Ali Sevim ve Yaşar Yücel tarafından hazırlanan yine 5 ciltlik Tür­ kiye Tarihi, (Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1990-1991) ve Robert Mantran taralından yayma hazırlanan Histoire de l’empire Ottoman (Fayard, 1989); ve Halil İnalcık ile Donald Quataert tarafından yayma hazırlanan 2 ciltlik An Econo­ mic and Social History o f the Ottoman Empire (Cambridge; Cambridge Univer­ sity Press, 1994). 154 o l i n d a t. d a r l i n g onu farklı şekilde bölümlendirmeye yardımcı olacaktır. Sonuç olarak, kabul ettiğimiz dönemselleştirme her nasıl olacaksa imparatorluğun iç ritmine, yani Osmanlılarm kendilerinin ne yapmış oldukları ve ne yapmaya çalıştıklarına dayanmalıdır. Böyle bir dönemselleştirme, devlet oluşumu ve sosyal değişim aşamalarına vurgu yapacak ve Osmanlı împaratorluğu’nu kaderi aynı olmadığında bile Batı Avrupa ile aynı kavramlarla değerlendirmemize müsaade edecektir. Osmanlı tarihçileri, imparatorluğun tarihi için yeni bir paradig­ m a üzerinde ortak bir fikir birliğine varmaya hazır olmasalar da, ben yeni bir dönemselleştirme önermesinde bulunmak istiyorum. Bununla birlikte son Osmanlı tarih yazıcılığı anlayışlarının bazılarını bir araya getirmekte olan ve gerileme kavramından sakınan böyle bir dönemselleştirme daha öğretmeye müsait ve ders kitaplarına daha kolay adapte edilebilir görünmektedir. Ayrıca bu dönemselleştirme, Osmanlı tarihini bölgesel ve evrensel eğilimler ile bağlayacak ve daha tarafsız bir terminoloji kazandıracaktır. Birkaç yıl önce geliştirilmiş olan böyle bir dönemselleştirme gibi yeni tarihlerin, Osmanlı tarihin­ de 18. yüzyılın başlangıcını ayırd edici nokta olarak alma eğiliminde oldukları açıkça ortadadır.4 Ben 3 dönemlik bir çerçeve öneriyorum. Buna göre, Genişleme (1300-1550), Tahkim (1550-1718) ve D önüşüm (1718-1923) şek­ linde adlandırabileceğim bu dönemlerin her biri kendi içerisinde benzer tarihler gözetilerek ikili alt dönemlere ayrılabilir. Bu sınıf­ landırmalar her bir dönemde hem devlet, hem de sosyal örgütlerin oluşumu için dönemin en temel karakterlerine dayanmaktadır. Bu yaklaşımın amacı, Osmanlılara ne olduğunu ortaya çıkarmak değil, Osmanlılarm kendilerinin ne yaptıklarım anlamaktır. Amaçlanan bir diğer nokta da, imparatorluğun hem başarı hem de başarısızlık dönemlerindeki jeopolitik konumu ve iç şartları arasındaki ilişkiyi sorunsallaştırmaktır. Bu dönemselleştirme için dış güçler ve olaylar yerine Osmanlı Devleti’nin kendi amaç ve motivasyonları göz önün­ de bulundurulduğu müddetçe başka kavramlar da ileri sürülebilir. 4 Bu dönemselleştirme 1995’te Osmanlı împaratorluğu’nun Sosyal ve Ekonomik Tarihi üzerine Heidelberg’te yapılmış olan uluslararası bir konferans için gelişti­ rilmiştir. osm anlı tarihinde dönem lendirm e * Genişleme dönemi, im paratorluğun başlangıcından Kanuni Sultan Süleyman döneminin ilk yarısına kadar olan dönemi kapsa­ maktadır. Bu dönemin iki alt dönemi için ayırım noktası 1453 yılıdır: 1453 yılı öncesindeki imparatorluk öncesi dönem ile İstanbul’un fethinden sonraki dönem. Bu dönem tabii ki, daimî bir genişleme dönemi olmamıştır. Gerçekte ilk alt dönemde imparatorluk bazen genişlemekten çok küçülmekteydi. Özellikle 1402 yılında Timur karşısındaki yenilgi düşünüldüğünde bunu söylemek mümkündür. Ayrıca bu dönem genişlemenin olduğu tek dönem de değildir. An­ cak bunun “Genişleme” olarak adlandırılmasının sebebi, kendi iç sınırları içerisinde askerî, bürokratik, malî, hanedanlık, sınıfsal, dinî, ticarî, tarımsal vs. gibi temel devlet ve toplum örgütlenmelerinin genişleme odaklı tasarlanmaları ve donatılmalarıdır. Dış düşmanlar ile olan yüzleşmeler, devletin temel işlevi idi. Sultan yaptığı fetihler ile meşru hale gelir ve sultanın en büyük ödülleri her daim impara­ torluğu genişletme çabası içerisinde olanlara giderdi. Timar sistemi, dayanmış olduğu malî kökenlerin, yerel idare ve yönetici kesimin hem kontrol edilip hem de ödüllendirilmesinin askerî destekle de birleşmesi sonucunda sonsuz bir genişlemeye ve fethedilen grupları imparatorluğun hem yönetici hem de yönetilen sınıflarına dahil etmeye muktedir bir sistem idi. Tipik dinî kurum olan tarikatlar fethe­ denler ile fethedilenleri birbirine yakınlaştırmakta, ayrıca askeriyeyi de desteklemekteydi. Ayrıca inşa etmiş olduğu barınaklar [zaviye] ile seyyahlara kalacak yer temin etmekteydi. Bunlar göçmenler ve sınır bölgesindeki değişmelerin merkezi haline gelmişti. Fetihler ticaret yollan boyunca ilerlemiş ve çorak alanların ıslahı ve tarımın gelişmesi ile paralel gitmiştir. Yeni grupların imparatorluk bünyesine dahil edilmeleri ve onlarla birlikte gelen kaynakların genişleme hedefleri için kullanılması devletin en önemli işi idi. “Genişleme” kavramı “yükselme” kavramından pek farklı görülmeyebilir, ancak gücü, sosyal değişimlere bağlama avantajına sahiptir. Ayrıca OsmanlI’nın dış güçler ile olan ilişkisinden çok Osmanlı’nm kendi çabalarım temsil etmektedir. İki alt dönem arasındaki farklar ise imparatorluğun hacmi ve mer­ keziyeti ile sınırlı değildir. Uç bölgeler ile sultanın askerleri arasında meydana gelen sürekli değişiklikleri, yöneten ile yönetilen arasında 156 ♦ l i n d a t. d a r l i n g gittikçe büyüyen ayrılıkları, saray törenlerinin gelişmesini, yüksek saray kültürünün uluslararası bağlantılar kazanmasını, vergilerin arttırılmasını, kayıt tutulm asını ve uluslararası ilişkilerin resm i­ leşmesini de içermektedir. Alt dönemler ayrıca ticaret yollarının İstanbul’a doğru kaymasını, ticaretin kendisinin malî önem inin artmasını ve ticaretin yapılmasındaki m uhtemel değişiklikleri de içermektedir. Ayrıca hayatî öneme sahip olan diğer unsurlardan gazanın, sonraki alt dönem boyunca eğitimin ve devlet tarafından ulemanın örgütlenmesinin de yeni bir önem kazanmış olmalarıdır. Tahkim (sağlamlaştırma) olarak adlandırılan ikinci dönem, 15501718 yıllarını kapsamaktadır. Bu, önceki dönemde kazanılan sınır­ ların korunması ve imparatorluğun devlet ve toplum düzeyindeki iç kuram larının zenginleştirilmesi dönemidir. Bu, aynı dönemde hiçbir genişleme olmadığım söylemek anlam ına gelmemektedir. Ancak bu dönemde özellikle 16. yüzyılın ortalarından sonra devlet ve toplum enerjisini, büyümeden çok, varlıklarının süreklileştirilmesine, merkezî hükümetin eyaletlerdeki hayata nüfuzunu derinleştirmeye, ekonomik ve sosyal değişim kurumlarmm genişlemesine harcamıştır. Osmanlı İmparatorluğu sağlamlaştırma dönemlerini daha önce de geçirmişti: Yıldırım Bayezid, II. Murad döneminin ikinci kısmı ve kısmen de II. Bayezid dönemlerinin her biri bir tür sağlamlaştırma sürecini yaşamışlardır. Bununla birlikte bu dönemde, sağlamlaştırma aşaması birkaç yıl değil, birkaç asır, daha doğrusu tam bir buçuk asır sürmüştür. Tekrar bu dönem, 16. yüzyılın sonlarında yaşanan sosyo-ekonomik krizle iki alt döneme bölünür ki muhtemelen bi­ rinci dönem ödeme güçlüğünün ve kaynak sıkıntısının yaşandığı bir dönemdi. İkinci alt dönem, dünya çapındaki bir kriz dönemi ile kesişmektedir. İmparatorluğun bu dönemdeki olumsuzlukları kontrol etme çabası, döneme damgasını vurmuştur. Kanunî döneminin ortalarında, imparatorluk genişlemeci, kur­ tarıcı ve cihan fâtihi bir imparatorluk olmaktan diğer devletlerle bir arada yaşayabilen, baskın fakat mutlak fetihçi olmayan bir Büyük Güç’e dönüşmüştür.5 Genişleme sağlamlaştırmaya yol verdiği için 5 Cornell H. Fleischer’in, Gilles Veinstein tarafından yayına hazırlanan Süleyman the Magnificent and His Time (Paris: Ecole des Hautes Etudes en Sciences Sociales, 1990) isimli çalışmada “The Lawgiver as Messiah: The Making of the Imperial o s m a n l ı t a r i h i n d e d ö n e m l e n d i r m e « 157 yerleşik kuramların şekilleri değiştirildi ve eski düzenlemeler yerlerini yenilerine bıralcti. Bu değişim askeriyeyi, idari, mali, hanedanlık, dinî, sınıfsal, tarımsal ve ticarî örgütlenmeleri çok büyük ölçüde etkiledi. Bu dönemde, en büyük ödül ve en yüksek mevki, savaşçılardan çok [sivil] yöneticilere verildi. Sadık varisler artık eyaletlerin yönetimine ve ordu liderliğine gönderilmedi. Sultanın liderliğini kabul eden yarı özerk eyaletlerde şimdi merkezî hüküm et öylesine içerilere kadar girmişti ki, buraları da doğrudan yönetme arayışı içerisinde olmuş­ tu. Fethedilen geniş bölgeler çeşitli kısımlara ayrılarak daha küçük eyalet yönetimleri oluşturulmuştur. Bu eyaletlerde de malî ve İdarî yönetim birbirinden ayrılmıştır. Bu Orta Doğu’da her daim daha büyük bir merkezî kontrolün işareti olarak algılanmıştır. Bu dönem maaşlı asker güçlerinde artışa ve onların imparatorluk çapındaki askerî garnizonlarda yayılmalarına tanıklık etmiştir. Ayrıca Timar sahibi piyade birliklerinin sayısı da azalmıştır. Bu eğilime paralel olarak, tim ar sisteminden elde edilen gelirlerde azalma olmuş ve aynı zamanda devlet birimleri tarafından toplanan doğrudan vergi ve m erkezden örgütlenmiş iltizamlarda artış olmuştur. Sağlam­ laştırma medreseye katılmakta olan öğrenci sayısının artmasında, yargı sisteminin genişlemesinde ve devletin kanun ile şeriatın uyum içerisinde yönetilmesi girişimlerinde de görülmektedir. Ayrıca ideo­ lojinin Sünnileştirilmesi olarak adlandırılabilecek bir durum ortaya çıkmış, genişleme döneminde çok büyük bir öneme sahip olan ta­ rikatlara verilen destek azalmıştır. Cami-medrese külliyeleri ise en önemli dinî kurumlar olarak ortaya çıkmışlardır. Yine sağlamlaşürma diplomasi ve karşılıklı görüşmelerin etkin bir şekilde kullanılmaya başlandığı dış ilişkilerde, sınırların oluşturulmasında, ayrıca ticare­ tin genişletilmesinde görülmektedir. İçeride yolların, pazarların ve Cuma namazı kılınan camilerin artışına paralel olarak şehirleşme ve ticarette büyüme yaşanmıştır. Kültürel üretim, sanat ve bilimin artması için çok büyük kaynaklar harcanmıştır. Kenarlara doğru genişlemek yerine, derinlemesine bir iç gelişme bütün bu dönemin en önemli özelliğidir. image in the reign of Süleymân", 159-177. sayfaları arasındaki makalesine bakı­ nız. 158 ♦ ( in d a t. d a r l i n g Bu sağlamlaştırma çabalarının, ilk dönemdeki genişleme ça­ balarından daha başarılı olduğu anlam ına gelmemektedir. Sağ­ lamlaştırmada hedeflenen faaliyetler, ona direnen faaliyetlerle el ele devam etmiştir. Ayrıca büyüm e hızını ve yeni şartlara alışma hızını yavaşlatan gelişmeler de yaşanmıştır.6 Dönemin isyancılığı, özellikle Safevîlerin ideolojik kışkırtmaları, timar sahibi piyadelerin konumlarını kaybetmesi ve maaşlarının değerini düşüren enflasyon ile özdeşleşmiştir. Genişleme savaşları gençlerin hareketliliklerini ve gücün dışında kalanların arzularını zaptetm enin m uteber bir yolu idi. Sağlamlaştırma dönemlerinin hızlı bir nüfus artışı dönemi ile çakışması da Osmanlılarm bir talihsizliği olmuştu. Bu özellikle daha genç nüfus arasında hüsrana neden olmaktaydı. Her ne kadar im paratorluğun kaynakları daha bilinçli bir şekilde tüketilmeye başlansa da, kişi başına düşen gelir muhtemelen düşmüş ve sosyal dengesizlikler meydana gelmiştir. Kapıkulu askerlerinin sayılarının artması, mevcut insan gücünün hepsini içine almakta yetersiz kaldı. Sağlamlaştırmaya gösterilen direniş çabaları Celali isyanlarında, Türkmen ve Kürt kabilelerinin “heterodoks” dinî gruplara bağlılı­ ğında, toprağı işlemekten vazgeçilmesinde ve köylüler, göçebeler, tüccarlar, resmî görevliler ve askeriyeden kimseler de dahil olmak üzere toplum un her kesiminden merkezî hüküm ete gönderilmiş olan taleplerde açıkça görülmektedir. Osmanlı İmparatorluğu'nun sadece bir savaş makinesi olduğunu düşünmekle hata yapıyorsak, o zaman gerilemenin Osmanlı askerî ve malî kuramlarında yapılan değişikliklerden kaynaklanmadığını, bu durum un sağlamlaştırma sürecinin doğal olarak beraberinde getirdiği bir durum olduğunu itiraf etmek durumundayız. 16. yüz­ yılda uç bölgelerin belirlenmesi ve timar sisteminin genişlemekte göstermiş olduğu başarısızlıklar daha seçici bir askerî güç doğurdu ve böylece yeniçeri birliklerinin genişlemesi kaçınılmaz oldu. Sınırların değişmeksizin kalması, aynı zamanda devlet gelirlerinin artık fetihler yoluyla artamayacağı anlamına gelmekteydi. Bu durum devlet için gelir elde edebileceği yeni kaynak arayışları içine girmesine neden olmaktaydı. Böylece gelir getirecek çiftçilik ve savaş zamanları salman 6 Jack A. Goldstone, Revolution and Rebellion in Early Modern World (Berkeley: University of California Press, 1991). o s m a n l ı t a r i h i n d e d ö n e m l e n d i r m e ♦ 159 vergilerin [avarız] m utad hale getirilmesi de kaçınılmaz oldu. Her ne kadar keşfedilen bu yeni kaynak metotları askerî dönüşüm har­ camalarını karşılayabilecek düzeyde olmasa da, devletin çabaladığı yön, kesin bir şekilde sağlamlaştırma istikametindeydi. Sağlamlaştırma döneminin ardından gelen dönem 18. yüzyılın büyük bir kısmını, 19. yüzyılı ve 20. yüzyılın erken dönemlerini de içine alan bir Dönüşüm dönemi idi. 18. ve 19. yüzyıllara genellikle tamamıyla birbirinden ayrı süreçlermiş gibi bakılır. Burada 19. yüz­ yıl sanki tamamıyla yeni bir dünyanın içine girmektedir. 19. yüzyıl evrensel olarak bakıldığında da yeni bir dünyadır. Çünkü kapitaliz­ min tarihinde yeni bir çağ, endüstri devrimi ile başlamıştır. Ancak Osmanlı İmparatorluğu için 18. yüzyılı 19. yüzyıla bağlı olarak dü­ şünmek, daha önce saha içerisindeki iş bölümü tarafından yaşanan keskin sosyal ve siyasal dönüşümlerin sayısını topluca görmemize yardımcı olacaktır. Bu dönem boyunca devletin ve toplum un geniş bir kesiminin enerjisi daha çok imparatorluğun dönüşümüne ya da dönüşüme karşı yapılan direnişlere odaklanmıştı. İmparatorluk daha önce hiç değişmemiş değildi. Ancak değişim için yapılan bilinçli ve doğrudan çabalar dönem boyunca gündemdeki en önemli maddeydi. Dönüşümün doğası modernleşme, “Batı'nm etkisi”, liberalizm ve reform ve dünya ekonomisine dahil olma başlıkları altında birçok kez tartışıldı. Ancak dönüşüm çağı fikri, birçok türde değişimin aynı anda vuku bulmasına müsaade etmekteydi. Dönüşüm dönemi de diğer iki dönem gibi kendi arasında iki alt döneme ayrılabilir. Burada temel alman yıl 1839’dur. Birinci alt dönemde, devletin çabaları dö­ nüşüm yönünde odaklanırken, dönüşüme gösterilen direniş birçok bakımdan daha güçlü konumdaydı. İkinci alt dönemde ise direniş gittikçe azaldı ve dönüşüm geniş ölçekli olarak devam etti. Lale Devri (1718-1730) genellikle Osmanlı Devleti’nin Batı modelli dönüşüm çabalarının başarısızlığa uğradığı ilk örnek olarak görülür. İlginçtir ki, bununla birlikte askerî reformlar ve matbaanın girişi her ne kadar geçici olmuşsa da, Lale Devri’ndeki en az bir değişiklik kalıcı özellik göstermiştir: Sanat üslubunun dönüşümü. 18. yüzyılın barok Osmanlı sanatı geçmişten gerçek anlamda bir uzaklaşma idi. Benimsenen yeni tarz sadece Batılı bir modelin taklit edilmesinden ibaret değildi. Var olan gelenek ile yeni teknik ve motiflerin kendi o linda t. darling türünde mükemmel örneğini oluşturmak için bir araya gelmeleriydi.7 Sanat daha gerçekçi ve özgür olmuştur; edebiyat da daha özgür bir tarzda icra edilmiştir. Allah’tan ki, OsmanlI'nın Batı tarzlarını taklidi, yemek pişirme sanatına kadar uzanmamıştır. Ancak ithal edilen bazı bitkiler bu dönemde ekilmiştir. Patates, domates ve tütün bunların arasındadır. Her ne kadar yeni sanat üslubu savaş çabalarına destek olmasa da, insanların hayatlarında önemli dönüşümler gerçekleş­ tirdi ve onların dünyaya bakış açılarının aşamalı olarak değişmesine neden oldu. Ancak yaratıcılıkları ile övünmek yerine OsmanlIların Avrupa tarzını mükemmel bir şekilde taklit edemedikleri için üzül­ meleri hâlâ çözülmesi gereken bir bilmecedir. 18. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin en önemli çabası, bildiğimiz gibi askerî yenilgileri defetmek ve askeri güçleri dönüştürmek yönünde idi. Her ne kadar bu çabalar başlangıçta Yeniçeri ordusunun ve ule­ manın birçoğunun karşı çıkması nedeniyle başarısızlığa uğrasa da, bu çabalar 19. yüzyıldaki (Kemal Atatürk de bu çağın bir ürünüdür) daha başarılı girişimlere ilham kaynağı olmuştur. Bu durum birlikte değerlendirilmelidir. Askerî başarı sorunundan öte, bu reformlar eğitimde bir devrim meydana getirmişlerdir. 18. yüzyılda hükümet tarafından yeni model birlikler için kurulan askerî eğitim okulları 19. yüzyılda kurulan yeni sistemli devlet eğitiminin öncüsü oldu. Ayrıca hayatın ve toplum un daha da geniş ölçüde dönüştürülmeleri için 20. yüzyılda evrensel bir nitelik kazandı. Osmanlı’nm askerî ve eğitim alanındaki reformlarına cevap ola­ rak, dinin rolü de dönüşüm e uğradı. Öyle ki, bu dönüşüm de din artık merkezî hüküm eti desteklemekten uzaklaşmış, onun dönü­ şüm temelli yapmayı düşündüğü reformlara muhalif bir konuma yerleşmişti. Bu tabii ki bütün dinî nitelik taşıyan unsurların devletin tüm politikasına karşı olduğu anlam ına gelmemelidir. Ancak bu iki yüzyıl, dinin neyi sembolize ettiği ve dinin değerinin ne şekilde uygulandığı ile ilgili bir takım değişimlere sahne oldu. Bu da sabit bir değişim olarak kaldı. İslam reformu, seçici bir modernleşme için 7 Tibor Halasi-Kun ve Bela K. Kirâly tarafından hazırlanmış olan Mutual Effects of the Islamic and Judeo Christian Worlds: The East European Pattern (Brooklyn: Brooklyn College Press, 1979) isimli kitapta 167-181. sayfalar arasındaki makale­ ye bakınız. U.U. Bates, “The European influence on Ottoman Architecture”. osm anlı ta rih in d e dön em len d irm e o yeniden örgütlenmesi ve emperyalizme karşı direnmesi 18. yüzyılda imparatorluğun kenarlarında başlamış ve modern zamanların çar­ pıcı gerçeklerinden biri olarak sonraki yüzyıllarda da süregelmiştir. Diğer önemli bir dönüşüm de vilayet idarelerinin güçlenmesi ve merkezî hükümet, vilayet idarelerinin temsilcileri ve toplum arasında ekonomik ve siyasal gücün kontrol edilmesi noktasında çekişmelerin yaşanmasıdır. Bu değişimi planlayan insanların birçoğu -Suriyeli Azm, Filistinli Cezzar ve Zahhak, Anadolu derebeyleri ve Tepedenli Ali Paşa- imparatorluğu parçalara ayırmaya çalışmıyorlar, onu dö­ nüştürm ek istiyorlardı. İstanbul’a akan geliri tersine döndürmek ve eyaletlerde kendi projeleri için kullanmak niyetindeydiler. Bu adamların bir kısmı yerel düzeyde modernleşme çabalarında son derece aktif roller üstlenmişlerdi. Vilayetlerinde altyapı sistemi ile ilgili yatırımlar yapmışlar, tarım ve ticareti geliştirme çabaları içe­ risinde bulunmuşlardır.8 Bu tür faaliyetler daha sonraları merkezî hükümet tarafından seçilmiş ve desteklenmişlerdir. Ancak Osmanlı ekonomisinin dönüştürülmesinde vilayetler öncü rolü oynamışlar­ dır. Burada da bu hareketin tam olarak anlaşılabilmesi için 18. ve 19. yüzyılların birlikte düşünülmesi gerekmektedir. Bütün bunlarla gelen bir değişiklik, başkentin ve imparatorluğun çekirdek bölgesinin dönüşümüydü. Bu dönüşüm ün ana etkenleri ise imparatorluğun kenar bölgelerinden gelen göçmen ve mülteci hareketi idi. Bu durum siyasal ve toplumsal ilişkilerde önemli değişikliklerle sonuçlandı. Bir kez daha söylemek gerekirse, nüfustaki bu hareketliliklere daha önce de rastlanmıştı/ancak hiçbir zaman bu denli büyük ölçekli ve bu denli uzun süreli olmamıştı. Ayrıca etkileri Osmanlılann kimliğini dönüştürecek kadar büyük olmamıştı. Ekonomi dikkate alındığında, ilim adamları 18. ve 19. yüzyıllarda Osmanlı İmparatorluğu’nun kapitalist dünya ekonomisine dahil olduğunu, ancak 16. ve 17. yüzyıllarda bu tür bir durum un gerçek­ leşmediğini düşündüler.9 Batı ile olan ticaret düşünüldüğünde her ne kadar bu iddia tartışılabilir bir niteliğe bürünse de, 19. yüzyıl 8 9 P. M. Holt, Egypt and the Fertile Crescent, 1516-1922: A Political History (Ithaca: Cornell University Press, 1966), Deena Sadat, “Rumeli Ayanları: The Eighteenth Century”, Journal o f M odem History 44,1972, s. 346-363. Kasaba, The Ottoman Empire and the World Economy: The Nineteenth Century. 0 l i n d a t. d a r l i n g tamamıyla yeni bir dönem idi, bu durumun genel olarak Osmanlı ekonomisi için doğru olup olmadığı çok net değildir. Avrupa ile olan ticaretin diğerlerinin tamamım saf dışı edecek kadar ekonomide önem taşıdığı yukarıda gösterildi. Devletin malî sistem ve ekonomi içerisindeki etkileşimi düşünüldüğünde 17. ve 18. yüzyıl arasında Köprülü’nün reformları nedeniyle önemli bir fark bulunmaktadır. Bunun daha sonraki bir yüzyıllık değişimden daha az ya da daha çok ciddi olup olmadığı tartışılabilir, ancak Osmanlı împaratorluğu'nu Batı Avrupa’da vuku bulan gelişmelere bakarak dönemselleştirmeye karşı güçlü bir argüman vardır. Tabii ki birçok yorumcu Osmanlı împaratorluğu’ndaki dönüşü­ mün en önemli tarafını Cumhuriyetçi hükümet şekillerinin gelişmesi olarak görmektedir. Bununla birlikte, zamanımızda bu bizim için en önemli unsur olmasına rağmen, 20. yüzyıldan önce bu, Osmanlı’nm çok küçük bir kesimini ilgilendiren bir mesele idi. Burada sunulan dönemselleştirmede de bu, önemini kaybetmiş ve sadece elit ke­ simi ilgilendiren geç bir gelişme olmuştur. Gelişmenin bu şekilde anlaşılması onu kendi zamanı içerisinde görmekte ve sadece diğer değişimlerden biri addetmektedir. İnsanların büyük bir kısmı ekono­ mik gelişmelerden, demiryolları inşasından, yeni ekinlerin ve ticaret biçimlerinin imparatorluğa girmesinden ve hatta başörtüsü üzerin­ deki yeni bir desen ya da bir camimin duvarındaki boyamadan, 1876 Anayasası’nm ilanına nazaran çok daha fazla etkilenmişlerdir. Ancak anayasa da bir boşluktan çıkıp gelmemiştir. 18. yüzyılda ayanların yükselişi ve hükümet içerisinde görev almaya başlamaları ile birlikte fetheden ve fethedilen insanlar arasındaki fark bulanmıştı. Aslında bu farkın azalması da vatandaşlık nosyonunun ön şartı idi. Eşitlik de 19. yüzyılda imparatorluğa girmiş oldu. “Reform” dönemini icat edenlerin görüşleri doğruydu, çünkü modern Türkiye’nin doğuşu zaten var olan eğilimlerin devamı niteliği taşımaktaydı. Osmanlı tarihini az çok üç eşit dönem olan Genişleme, Tahkim ve Dönüşüm şeklinde bölümlendirmek birçok açıdan çok kullanışlı olacaktır. Böyle bir bölümleme gerileme kelimesinin “neden, bul­ gu, sonuç” halkası içerisinde değerlendirilmesine engel olacaktır.10 Verilen dönüm noktalarının çok olması, tarihi “yükselme ve düşüş” 10 Bu terim Bernard Lewis’ten almtilanmi§tir. "Some Reflections on the Decline of the Ottoman Empire”, Studia Islamica, 1,1958, s. 111-133. osm anlı tarihinde dönem lendirm e o olarak görüp basite indirgemememizi destekleyecektir. Kronoloji içinde 16. yüzyılın son dönemlerine kasıtlı olarak vurgu yapılma­ mıştır. Bu dönemin imparatorluk tarihinde hayatî bir öneme sahip olmasına, dönemin sorunlarına bulunan çözümlerin imparatorluk hayatında uzun vadeli etkileri olmasına rağmen bu dönem im pa­ ratorluğun gerilemesinin nedeni değildi. Avrupa paradigması 17. yüzyıldaki genel krizleri ve dönemin sorunlarını OsmanlIları hesaba katmaksızın açıklar. Kriz, imparatorluğun kaderini belirlememiştir. Bunu Osmanlı tarihinin tek ya da en önemli dönüm noktası olarak görmemek gerekir. Diğer taraftan, 18. yüzyılı 19. yüzyıla bağlamak, durum u biraz anlaşılmazlıktan kurtarabilir ve üzerinde hak ettiği oranda bir araştırma yapılmasına neden olabilir. Burada öne sürülen dönemlendirme tablosunun bir üstün tarafı, gözlerimizi Osmanlılarm kendi tarihlerini şekillendirmekteki Os­ manlI unsuruna çevirmesidir. Dikkatimizi “OsmanlIlara ne oldu?” sorusundan çok “Osmanlılar kendileri ne yaptı?” sorusuna yönelt­ mesidir. Ayrıca yükselme ve gerileme modelinde önemsenmeyen ve arka plana itilen bir meseleye, yani Osmanlı toplumundaki gerilimler ve zıtlıkları görmemize de müsaade eder. Bu gerilimler açıklayıcı bir güç bile kazanmıştır: Gerileme ex machina ’sı tarafından ileriye doğru sürülmek yerine, Osmanlı toplumu çaba ve direnişin, hedeflerin ve çıkar çekişmelerinin bir ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Bu özellikle “Batı’nm etkisi” açıklamasının tek başına yeterli olmadığı modern dönem değişikliklerini anlamak için doğrudur. Bu değişiklikler Os­ manlI toplum una birdenbire yüklenmek yerine, zam an zarfında karşılaşılan çeşitli problemlerle baş etmeye çalışmanın ve yaşanılan deneyimlerin bir ürünüdür. Bu dönemlendirmenin kabullenilmesi öğretim amaçları açısın­ dan da kolaylık olacaktır. Çünkü böyle bir bakış açısı Osmanlı tarihi kronolojisini İran, Hindistan ve Müslüman Afrika’nın tarihi ile daha yakın bir benzerliğe tabi tutmakta ve böylece bölgesel bir yaklaşım geliştirilmesini kolaylaştırmaktadır. Sağlamlaştırma (tahkim) dönemi “barut imparatorlukları” kavramına, “yükselme-gerileme” modeline uyduğundan daha çok uymaktadır. Ayrıca Dönüşüm dönemi az çok aynı dönemde meydana gelen İngiltere’nin Hindistan sömürgeciliği, Batı Afrika’daki sömürgeci yayılma ve İran’da Safevi kontrolünün 164 o l i n d a t. d a r t i n g sona ermesi ile mukayese edilebilir.11Bu sistem 19. yüzyılda Balkan­ larda ve Arap topraklarında meydana gelen gelişmeleri Osmanlı’mn kendi bağlamı içerisinde değerlendirmeye teşvik etmektedir. Ayrıca bu bölgelerdeki Osmanlı etkisinin burada yaşayan insanlara isyan edebilecekleri bir şeyler vermek gibi tamamıyla olumsuz bir yak­ laşımdan çok daha öteye gittiğini göstermektedir. Milliyetçiliğin yükselmesi ve m odern devletler ile kimliklerin doğuşu, Osmanlı imparatorluk sisteminde, kaynakların pay edilmesinde ve insanlar arasındaki ilişkilerde meydana gelen çok daha geniş çaplı dönüşüm­ lerin bir parçası olarak anlaşılabilir. Kaldı ki, bu dönüşümler dünya üzerinde başka yerde m eydana gelen değişikliklerle de benzerlik arz etmekteydi. Avrupa tarihi ile bağlantılı olarak ise bu dönemlendirme dünya sistemleri teorisinin uygulanmasında karşılaşılan çelişkilerden kur­ tulmak için bir yol önermektedir. Bu teorideki çelişki, 16. yüzyıldaki Batı sermayesinin ilk etkisinin birleşmeye öncülük etmemesi şekline dönüşmesi olmuştu. Bundan başka, Genişleme ve Sağlamlaştırma arasındaki bölünme Baü medeniyetinin dönemleri arasındaki normal dönüm noktaları ile de uyum arz etmektedir. Çünkü Genişleme ve Sağlamlaştırma arasındaki bölünme Aydınlanmanın başlangıcı ile kesişmektedir. Böylece Osmanlı tarihi, Avrupa tarihi içerisine çok daha kolay eklemlenebilir ve çok daha kolay bir şekilde öğretilebilir. Oryantalist imajların oluşumu ile birlikte Avrupa tarihine duyulan mevcut cazibe, karşısına bir alternatif koymadıkça, onları insanların kafasına sürekli bir şekilde kazıma tehlikesi taşımaktadır. Çoğu zaman Osmanlı tarihi Avrupa’nın büyük bir kısmı ile ben­ zer bir akış içerisindeydi. Türklerin küresel tarih içerisindeki rolleri “göçebe kimselerin yapmış olduğu fetihler” imajını çoktan aştı. Bu nedenle, bu durum için bir araç sağlanmalıdır. Genişleme-TahkimDönüşüm modeli Öteki’nin sahip olmuş olduğu olumsuz imajın yerini almaktadır. Bu modelde gelişme ve değişme süreçlerine vurgu yapılmakta ve uzlaşma/karşılıklı anlayışın artması desteklenmektedir ki, bu biz öğretmenlerin teşvik ettiği bir durumdur. 11 “Barut imparatorlukları” için bkz. Marshall G.S. Hodgson, The Venture o f Islam (Chicago: University of Chicago Pres, 1974), Cilt 3. Linda T. Darling, “Rethinking Europe and the Islamic World in the age of exploration,”Journal o f Early Modem History 2 , 1988, s. 221-246. 6 Osmanlı Tarihinin Dönemlere Ayrılması Sorunu: 15. ve 18. Yüzyıllar* Jane Hathavvay 1453 yılındaki İstanbul’un fethinden 19. yüzyıldaki reformlara kadar geçen sürenin dönemlere ayrılışı, günümüzde yeniden değer­ lendirilmektedir. Bu durum 1980’lerden beri gerileme paradigması üzerine süregelen tartışmaların doğal bir sonucudur. Söz konusu paradigmaya göre 15. yüzyılın başından Kanuni Sultan Süleyman'ın saltanatının (1520-1566) sonuna kadar devam eden bir askeri fetih ve yayılma döneminin ardından İmparatorluk kesintisiz bir askeri ve yapısal gerileme içerisine girmiştir. Bu paradigmanın yeniden ele almışıyla artık Kanuni’nin ölümünü takip eden iki yüzyıllık dönem, devletin karşılaştığı ekonomik, teknolojik ve diplomatik gelişmelere uyum sağlama süreci olarak görülmeye başlanmıştır. Söz konusu paradigmaya göre dönemlere ayrılmış olan Osmanlı tarihinin bu yeni anlayış ışığında tekrar ele alınması gerekecektir.1 * “Problems of periodization in Ottoman history: The fifteenth through the eigh­ teenth centuries", The Turkish Studies Association Bulletin, vol. 20, no: 2 (Fall 1996), s. 25-31; Çeviren: Cem Demirkan. 1 Bkz. örneğin, Suraiya Faroqhi, Halil İnalcık (ed.) with Donald Quataert, An Eco­ nomic and Social History o f the Ottoman Empire, 1300-1914, 2. Kısım (Cambrid­ ge and New York: Cambridge University Press, 1994), s. 413-14, 468-70, 572-3; Engin D. Akarli, “Ottoman Historiography” {a review o f Economic and Social « jane h ath aw ay Osmanlı tarihinin eski kuşak tarihçilerce, Paul Wittek’ten Stanford Shaw’a,2 belirlenmiş olan rotasının ilk durağı Osmanlı Beyliği’nin genişlemesini sağlayan itici gücün gaziler olduğu yolundadır. Bu durum Bizans’ın başkenti İstanbul ele geçirilinceye kadar devam etmiştir. Kendisine böyle bir başkent edinen Osmanlı Devleti bir dün­ ya imparatorluğu haline gelmiş ve bu imparatorluk toprak genişliği ve kurumsal gelişmesinin zirvesine İstanbul’un fethinden bir yüzyıl sonra erişmiştir. Kanuni Sultan Süleyman döneminde nihayete eren bu dönem “altın çağ” olarak kabul edilmektedir. Hatta eski kuşak­ tan Osmanlı araştırmacıları bile Kanuni döneminin mükemmel bir örnek olduğunu söylemişlerdir. Oysa diğer taraftan Halil İnalcık ve Uriel Heyd, Kanuni’nin aydınlık çağma ait olduğu zannedilen kimi kanunların onun selefleri Fatih (1444-1446,1451-1481), II. Bayezid (1481-1512) ve Yavuz (1512-1520)3 eliyle yürürlüğe konulduğu­ na işaret etmişlerdir. Yozlaşma ve entrika, Şehzade M ustafa’nın Süleyman’ın eşi Hürrem Sultan, kız kardeşi M ihrimah Sultan ve damadı Rüstem Paşa’nm4düzenlediği komplo sonucu idam edilme­ sinin gösterdiği gibi, Kanuni döneminde yaygın hale gelmişti. Ayrıca Kanuni’nin ölümüyle Osmanlı askeri başarıları da sona ermemişti. 1571 yılında İnebahtı’da Habsburg donanması karşısında uğradıkları yenilgiye rağmen Osmanlılar Doğu Akdeniz’deki iki önemli adayı ele 2 3 4 History), Middle East Studies Association Bulletin 30,1 (July 1996), s. 33-36; Leslie P. Peirce, The Imperial Harem: Women and Sovereignty in the Ottoman Empire (New York and Oxford: Oxford University Press, 1993), s. 153-85; Linda T. Dar­ ling, Revenue-Raising and Legitimacy: Tax Collection and Finance Administrati­ on in the Ottoman Empire, 1560-1660 (Leiden: E. J. Brill, 1996). Paul Wittek, The Rise o f the Ottoman Empire (London: Royal Asiatic Society, 1938, reprint 1971); aynı yazar, “L.’Empire ottoman de la defaite d’Ankara a la prise de Constantinople,” Revue des Etudes Islamiques, 12 (1938), s. 1-34; Stan­ ford J. Shaw, History o f the Ottoman Empire and Modern Turkey, vol. I, Empire o f Gazis: The Rise and Decline o f the Ottoman Empire, 1280-1808 (Cambridge: Cambridge University Press, 1976). Halil İnalcık, “Suleiman the Lawgiver and Ottoman Law,” Archivum Ottomanicum 1 (1969), s. 105-38; Uriel Heyd, “Kanun and Sharia in Old Ottoman Criminal Law,” Israel Academy o f Sciences and Humanities Proceedings, vol. 3, no. 1; aym yazar, Studies in Old Ottoman Criminal Law, ed. V. L. Menage (Oxford: Claren­ don Press, 1973), s. 7-33. Bu olayın bir özeti için, bkz. Ogier Ghiselin de Busbecq, The Turkish Letters of Ogier Ghiselin de Busbecq, Hazırlayan ve çeviren: E. S. Forster (Oxford and Lon­ don: Clarendon Press, 1968), s. 28-33; Peirce, The Imperial Harem, s. 79,81-84. osm anlı ta rih in in d ö n e m le re ayrılm ası « geçirmişlerdi: Kıbrıs (1572) ve Girit (1669). Tahta çıktığı zaman ilk sözü “karnım aç” olan III. Murad’m (1574-1595) yeteneksizliği de devletin kötü gidişatının alameti olarak kabul edilmesine rağmen onun döneminde Osmanlı fikir ve kültür hayatı ve sanatı daha da zenginleşmişti. Gerçekten de İmparatorluk geriliyor diye yakman eserler, aslında o dönemdeki zengin entelektüel ortamın ürünleriydi.5 Süleyman’ın uzun ve verimli saltanatına gölge düşürmeden onun Abbasi Halifesi Harun Reşid (786-809) gibi, belki de daha fazlasıyla hak ettiği, üstün bir konuma yükseltildiğini söyleyebiliriz.6Dönem­ lere ayırma sorununun çözümü Kanuni’nin saltanatı üzerindeki esrar perdesini kaldırmak kadar kolay değildir. Yapmamız gereken şey, 16. yüzyılın Osmanlı toplumu ve kurumsal gelişimi için örnek teşkil edecek bir yüzyıl olduğu ve bir daha asla böyle bir seviyeye yükselmeyi başaramadığı görüşünü yeniden gözden geçirmektir. Bunu başarm anın yolu ise önceki ya da sonraki yüzyılların da 16. yüzyıl kadar verimli ve başarılı yüzyıllar olduğunu ispatlamaya çalış­ mak değil, bizi şu veya bu şekilde “altın çağdan” bahsetmek zorunda bırakan nitelik hiyerarşisini tümüyle terk etmeye çalışmaktır. Bu, bahsettiğimiz yakın geçmişte Osmanlı’nm gerilemesi pa­ radigmasını yeniden inceleyenlerin başardıkları bir şeydir. Yeni düşünce tarzı 600 yıldan uzun süre ayakta kalmış bir im parator­ luğun kuruluşundan yıkılışına kadarki tüm kronolojik ve coğrafi evresinin ona istinaden değerlendirilebileceği ideal bir döneminin olamayacağına inanmaktadır. Eğer bir gazi devlet yayılmayı bırak­ mışsa artık bir gazi devlet değildir ve bu değişim de onun gerilemeye başladığının değil, diğer bir devlet yapısına geçtiğinin göstergesidir. Osmanlı İmparatorluğu’nun gazi evresinden çıktığına dair açık bir 5 6 Cornell H. Fleischer, Bureaucrat and Intellectual in the Ottoman Empire: The Historian Mustafa Ali (1541-1600) (Princeton: Princeton University Press, 1986), s. 295. Osmanlı gerilemesi literatürü hakkında bkz. Bemard Lewis, ‘Ottoman Observers of Ottoman Decline” Islamic Studies, Karachi, 1 (1962), s. 71-87; Fleischer, Bureaucrat and Intellectual, s. 101-103; Walter Livingston Wright, hazırlayan ve çeviren: Ottoman Statecraft: The Book ofCounselfor Vezirs and Governors o f Sarı M ehmet (Princeton: Princeton University Press, 1935), s. 18 vd.; Douglas A. Howard, “Ottoman Historiography and the Literatüre of ‘Decline’ of the Sixteenth and Seventeeth Centuries,” Journal ofAsian History22 (1988), s. 52-77. « jane h a th a w a y delil bulunmamaktadır. Bu oldukça uzun bir süreçti; İstanbul’un fethi ve kalıcı bir başkent kurulmasının yanı sıra 1517’de Memluk devletinin yenilgiye uğratılıp kutsal şehirlerin (Mekke ve Medine’nin) ve Abbasi halifeliğinin alınması da bu sürece katkıda bulunmuştu. Bu fetihlerle imparatorluk sıkça vurgulandığı gibi Sünni İslam’ın kalesi haline gelmişti.7Bir süre daha toprak kazanmaya devam etse de bir dünya imparatorluğunun bir gazi devletinden farklı öncelikleri olması kaçınılmazdı. Bu bilgiler ışığında 16. yüzyıl sonu ile 17. ve 18. yüzyıllar, Os­ manlIların yeni sorumluluklar üstlendiği bir dönemdir. 16. yüzyıl sonundan itibaren sultanların, eşlerinin ve cariyelerinin kutsal şe­ hirlere hizmet eden hayır kurumlan (Evkafü'l-Haremeyn), kurmaya başlamaları buna iyi bir örnektir. Bu vakıflar, merkezi otoritenin başkentte yuvalanmış çok sayıda çıkar çevresi nedeniyle sulandığı bir zamanda, dönemin politik atmosferine uygun kuramlardı. Hayır kuramlarının tesisi saltanata mensup kadınlara has bir eylem olsa da buraların idaresi ve himayesi harem ağalarına ve onların farklı eyaletlerdeki askeri ve mülki erkândan tanıdıklarına teslim edil­ mekteydi.8Osmanlılarm Kahire ve Şam’da düzenlemekle yükümlü oldukları yıllık hac kervanları (sürre alayları) dabölgedeki işgücünün seferber edilmesini gerektiriyordu.916. yüzyıl sonu ve 17. yüzyıl “sa­ ray kadınlarının" devletin dindar ve kendini toplumdan soyutlayan 7 8 9 Örneğin bkz., Halil İnalcık, The Ottoman Empire: The Classical Age:, 1300-1600, çevirenler: Norman Itzkowitz and Colin Imber (London: Weidenfeld and Nicolson, 1973), s. 34; P.M. Holt, Egypt and the Fertile Crescent, 1516-1922: A Political History (Ithaca and London: Cornell University Press, 1966), s. 42; Peirce, The Imperial Harem, s. 5,160,166. Stanford J. Shaw, The Financial and Administrative Organization and Develop­ m ent o f Ottoman Egypt, 1517-1798 (Princeton: Princeton University Press, 1962), s. 269-270; İ.H. Uzunçarşılı, Mekke-i Mükerreme Emirleri (Ankara: Türk Tarih Kurumu, 1972), s. 15; Suraiya Faroqhi, Pilgrims and Sultans: The Hajj under the Ottomans, 1517-1683 (London and New York: I.B. Tauris, 1994), s. 80,90; Peirce, The Imperial Harem, s. 166,203-04,209-10; Jane Hathaway, "The Role of the Kız­ lar Ağası in Seventeeth-Eighteenth Century Ottoman Egypt," Studia Islamica 75 (1992), s. 141-42. Örneğin bkz., Faroqhi, Sultans and Pilgrams-, Karl K. Barbir, Ottoman Rule in Da­ mascus, 1708-1758 (Princeton: Princeton University Press, 1980), s. 108-77; Mic­ hel Tuchscherer, “Le Pelerinage de l’émir Sulaymân Gâwis al-Qazdugli, sirdar de la caravane de la Mekke en 1739,” Annales Islamologiques 24 (1988), 155-206. osm anlı tarihinin d ö n em lere ayrılm ası * yapısının ortaya çıkışında etkili olduklarını söylemek yanlış olacaktır; fakat kadınların, toplum dan yalıtılmış olarak yaşayan hükümdarın ve ailesinin dindarlığının ön plana çıkmasıyla daha etkin bir rol üstlendikleri de bir gerçektir.10 17. ve 18. yüzyılları konu alan Osmanlı tarih yazımında devletin merkezi yapısının zayıflaması değişmez bir yaklaşımdır. Ama söz konusu tarihçiler henüz merkezi yapımn zayıflamasının merkezde bulunan güç odakları arasında iktidarın paylaşımıyla ne denli ilgili olduğunu henüz kavrayamamışlardır. Bu sadece sultanın zayıflığı­ nın yerel otoriteleri bağımsızlık ilan etme yönünde cesaretlendirme meselesi değildir; temelde daha büyük bürokratik yapı, eyaletlerde sırayla görev yapacak olan çok daha fazla sayıda görevli demektir ve bu hareketlilik yerel unsurlarla sıkı bağların tesisine ve bölgesel­ leşmeye yol açmıştır. 17. yüzyılın asi Celali valileri etnik kökenleri onları isyana yöneltme konusunda ne derece etkin olursa olsun nihayetinde İstanbul tarafından tayin edilmiş kişilerdi.11 17. ve 18. yüzyılların İdarî dinamikleri yerel elitlerle karşı karşıya gelmiş merkezi otorite durumuna iyi bir örnek teşkil etmemektedir. Üstelik merkezden atananlar ve onların erkânının da dahil olduğu yerel elitler çoğunlukla idareleri altındaki bölgede merkezin İdarî sisteminin bir benzerini uygulamışlardı. Böyle bir yapıya en iyi örnek, seçkinlerin aile çevresidir -sultan ve vezirlerin aile çevresini örnek almakla kalmayıp onunla olan ilişkilerinden istifade eden akrabalık ve iş ilişkilerinin toplamı.12Bu iki yüzyıl boyunca gerçekleşen münferit 10 Bu hususta bkz. Peirce, The Imperial Harem, s. 168-85. 11 Halep’teki İki Abaza vali 17. yüzyılda isyan etti: Abaza Mehmed Paşa 16231628’de ve Abaza Haşan Paşa 1657-1659’da. Metin Kunt OsmanlI’nın hizmetin­ deki Abazalar ve diğer Kafkas kökenliler arasındaki etnik dayanışmaya dikkat çekerken toplumda Abazalann cahil ve açgözlü olduğu yönünde bir kanı oldu­ ğunu da belirtmiştir. Bkz. Metin Kunt, “Ethnic-Regional (Cins) Solidarity in the Seventeeth Century Ottoman Establishment,” International Journal o f Middle East Studies 5 (1974), s. 233-39. 12 Jane Hathaway, “The Military Household in Ottoman Egypt, ” International Jour­ nal o f Middle East Studies 27 (1995), s.39-52; Rifaat Abou-El-Haj, “The Ottoman Vezir and Paşa Households, 1683-1703: A Preliminary Report,” Journal o f the American Oriental Society94 (1974), s. 438-47; Metin Kunt, The Sultan's Servants: The Transformation o f Ottoman Provincial Government, 1550-1650 (New York: Columbia University Press, 1983). 170 ❖ j a n e h a t h a w a y “merkezileşme” girişimleri, özellikle 17. yüzyılın13 ikinci yarısında Sadrazam Köprülü’nün ıslahatı, çoğunlukla görevini kötüye kullanan bir Sadrazamın adamı olan yerel yöneticilerin değiştirilmesi şeklin­ deydi. Örneğin Sadrazam Köprülü Fazıl Ahmet Paşa 1670 yılında Mısır’ın ekonomik durum unu düzeltmek amacıyla kendi kâhyasını (kethüda) Mısır valisi olarak atamıştı.14 Kısaca Osmanlı eyaletlerinde “ekâbirler politikasının hakim olduğu bir dönem, sonradan Albert Hourani’nin15de belirttiği gibi, merkezdeki güç dağılımının bir sonucuydu; 16. ve 17. yüzyılların girişimci vezirleri, valileri ve bürokratları 18. ve 19. yüzyılların yerel idarecilerinin ilk örnekleri haline gelecek ve o bölgeden yetişmiş idarecilerden bir farkları kalmayacaktı.16 Eyaletlerin merkezden uzaklaşması ve yerel idarecilerin (ayan) güçlenmesi hem merkezdeki, hem de eyaletlerdeki görevli ve elitlerin aktif katılımları sonucu ger­ çekleşen uzun ve karmaşık bir süreçti. Bu açıdan bakıldığında m er­ kezi yapının zayıflaması en azından 16. yüzyıl sonundan 19. yüzyıl başına, II. M ahmud’un 1808’de Sened-i İttifakla ayanların gücünü sınırlamasına kadar süregelmiş Osmanlı idari yapısının geçirdiği evrimin sonucuydu.17 Kanuni sonrası merkezi yapının zayıfladığı dönem aslında Kanuni döneminden bile çok daha merkeziyetçi bir dönem olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu ara dönem ile altın çağ olarak adlandırılan dönem arasındaki ilişki dikkate değerse de, 17. 13 Köprülü’nün reformları için bkz. Encyclopedia o f Islam, New ed. (£72), s. v. “Köp­ rülü,” M. Tayyib Gökbilgin ve R.C. Repp; Norman Itzkowitz, Ottoman Empire and Islamic Tradition (Chicago: University of Chicago Press, 1972), s. 77-81. 14 Jane Hathaway, The Politics o f Households in Ottoman Egypt: The Rise o f the Qazdağlis (Cambridge: Cambridge University Press, 1997), s. 62,148-50. 15 Albert Hourani, “Ottoman Reform and the Politics of Notables,” Beginnings of Modernization in the Middle East: The Nineteenth Century, eds. William R. Polk and Richard L. Chambers (Chicago: University of Chicago Press, 1968). 16 Bu hususta bkz. Kunt, The Sultan’s Servants, bölüm 5 ve Sonuç kısmı; ve AbouEl-Haj, “Vezir and Paşa Households," s. 446, n. 37. 17 Bkz. Halil İnalcık, “The Nature of Traditional Society: Turkey,” Political Mo­ dernization in Japan and Turkey, eds. R.E. Ward and D. A. Rustow (Princeton: Princeton University Press, 1968), s. 42-63; Kemal Karpat, “The Land Regime, Social Structure, and Modernization in the Ottoman Empire,” Beginnings o f Mo­ dernization, eds. Polk and Chambers, s. 69-90; Bernard Lewis, The Emergence o f Modern Turkey (Oxford and London: Oxford University Press, 1961, 1968), s. 74-76,447-8. osm anlı ta rihinin d ö n e m le re ayrılm ası « ve 18. yüzyıllardaki idari gelişimi asla altın çağda kurulmuş idari yapının bir taklidi olarak kabul edemeyiz. Eğer bunu kabul edersek bizler de Kanuni dönemini, çoğu zaman söylendiği gibi, Osmanlılarm klasik dönemi olarak kabul etmiş oluruz: bir başka deyişle, impara­ torluğun kurumlarmm nihai şeklini aldığı dönem. Bu mantığa göre Osmanlı’da divan, saray, hukuk ve eğitim sistemi, toprak düzeni ve eyaletlerin idaresi 16. yüzyılda en mükemmel seviyeye erişmişlerdi. Hukuk ve eğitim sistemiyle ilgilenen akademisyenler bu tür bir iddiaya hukuk ve eğitim kurumlan ve kanunlarının önceki yüzyılda son şeklini almış olduğunu ileri sürerek cevap verebilirler.18 Diğer taraftan sözde klasik dönem sonrasında da yeni idari kurumlar or­ taya çıkmıştı. İlk olarak söyleyelim ki, asla bir “klasik” toprak sistemi olmamıştı. Timar sistemi, eyalet yöneticilerinin sahip olduğu toprak karşılığında atlı birlik beslediği sistem, 16., 17. ve 18. yüzyılların “gerileme”den bahseden yazarlarınca bile doğru olarak uygulanması şartıyla ideal bir sistem olarak kabul edilmişti.19 Fakat Arap eyalet­ lerinin çoğunda Osmanlılar timar sistemini uygulamamıştı. Mısır, Irak ve Kuzey Afrika eyaletleri, valilerin eyaletin gelirinden belli bir payı m aaş olarak aldığı saliyaneli eyaletlerdi.2017. yüzyıla kadar iltizam sistemi, tüm imparatorlukta uygulanmaya başlanmıştı. Bu sistem hükümet görevlileri ve yerel elitler tarafından kendi çıkarları doğrultusunda kullanılmıştı. Söz konusu elitler açık artırmayla satın aldıkları malikâneleri kendi adamları arasında pay ederek geniş bir himaye şebekesi tesis etmişlerdi. 17. yüzyılın sonunda malikâne sis­ teminin, iltizamların idaresinin kalıcı olarak verilmesi ile yerel elitler miras yoluyla aktarabilecekleri büyük mülkler elde edebilmişlerdi.21 18 Bkz. yukarıda not 3; İnalcık, Classical Age, s. 165-85; Richard Repp, "Some Ob­ servations on the Development of the Ottoman Learned Hierarchy,” Scholars, Saints and Sufis: Muslim Religious Institutions since 1500, ed. Nikki R. Keddie (Berkeley, Los Angeles and London: University of California Press, 1972), s. 1732. 19 Örneğin bkz. Hazırlayan ve çeviren: Wright, Ottoman Statecraft, Sari Mehmed’in risalesinin 9. bölümü. 20 İnalcık, Classical Age, s. 105. 21 E12, s.v., Irene Beldiceanu-Steinherr, “Malikâne,”; Shaw, Financial and Adm i­ nistrative Organization, s. 30, 39. îltizam'm Osmanlı fethinden hem en sonra Mısır’da ortaya çıktığı tezi için bkz. Mohsen Shuman, “The Beginnings of Urban İltizam in Egypt,” The State and its Servants: Administration in Egypt from Ot- o ja n e H athaway Kısacası 17. ve 18. yüzyıllarda toprak düzeninde yapılan değişiklikler hem nüfuz, hem de gelir bakımından merkeze meydan okuyan yerel eşrafın otoritesini doğrudan etkileyerek artırmıştı. Osmanlı tarihinin geleneksel yapısını oluşturmuş bulunan nitelikçi hiyerarşiye göre iltizamlar ve yerel elitlerin güç kazanması, gerilemenin işaretleriydi ve gelişmeleri, yozlaşmanın artışıyla doğ­ ru orantılıydı. Bu kurumsal değişikliklerin cereyan ettiği yüzyıllar imparatorluğun hayatının sonbaharıydı: geçen günlerin tekrar geri gelmesi mümkün değildi ama yine de devam etmekte olan ıslahatın vaad ettiği mükemmel seviyeye yükselmiş değildi. 19. yüzyıl başında kurtuluşun Avrupa teknolojisinin ve sonradan, hukukî ve sosyal kuramlarının alınmasında olduğunun anlaşılmasıyla imparatorluk bu durum dan kurtulmuştu. Islahatın modernleşme, modernleşm eninse Avrupalılaşmayla22 aynı şey olarak görülmesinin neden olduğu standartlaştırma nedeniyle bu ara yüzyıllar, Kanuni sonrası ya da klasik-sonrası dönem olarak adlandırıldığı gibi, modern-öncesi olarak da isimlendirilmişti. Uzun yıllardan beri bir reform geleneğine sahip merkezi devlete hakim olan bu düşünce tarzının ürünü, Tanzimat reformlarıydı. Kanuni’nin ölümünden kısa süre sonra güçlü elitleri dizginleyerek ve gelir dağılımında yolsuzlukları engellemeye çalışarak imparator­ luğun idari mekanizmasında reform yapmayı amaçlayan münferit teşebbüsler gerçekleşmişti. 1620’lerde Sultan II. Osman (1618-1622) artan şekilde etkili ve bağımsız hareket eden yeniçerilerin ortadan kaldırılması gerektiğinin farkına varmıştı ve bu amacını gerçekleştir­ meye çalışırken öldürüldü.23Daha sonraki reformların amacı, yetkisiz kişilere görev verilmesini engellemek ve vergi sistemini en mükemmel hale getirebilmekti. 17. yüzyıl sonundaki Köprülü ailesine mensup sadrazamlar m eşhur reformculardı.2418. yüzyıl boyunca reform geleneği III. Ahmed’in (1703-1730) aile efradının tekelindeymiş gibi tomarı Times to Present, ed. Nelly Hanna (Kahire: American University in Cairo Press, 1995). 22 Bu tutumun bir eleştirisi için bkz. Akarlı, "Ottoman Historiography,” s. 35. 23 Bkz. Joseph von Hammer-Purgstall, Historie de Vempire Ottoman, çeviren: J.J. Hellert, 18 cilt. (Paris: Bellizard, Barlhes, Dufour, et Lowell, 1835-1843), cilt. VIII, s. 295-312. 24 Bkz. Yukarıda not 13. osm an lı ta rihinin d ö n e m le re ayrılm ası * görünüyordu.25Sonraki dönemde Osmanlı diplomatlarının ön ayak olduğu Avrupa’yı örnek alan geniş ölçekli reform dalgası, ileride III. Selim’in (1789-1807) yapacağı reformların yolunu açmıştı.26Selim'in reform programı II. M ahmud (1808-1839) ve onun halefi [Abdülmecid] tarafından Tanzimat döneminde hayata geçirilecekti.27 Bu nedenle reform olgusunu rahatlıkla Kanuni döneminden 19. yüzyıla kadar süregelen Osmanlı tarihinin bir parçası olarak kabul edebiliriz. “Modern öncesi” terimi farklı Osmanlı eyaletlerini konu alan tarih yazımında pek çok sorunu da beraberinde getirmektedir. Osmanlı eyaletlerinin büyük kısmı için 19. yüzyıl Özerklik ya da imparatorluk­ tan kazanılmış bağımsızlık dönemiydi. Bu nedenle söz konusu eski eyaletlerin tarih yazıcılığında hâlâ 19. yüzyıl öncesi dönemin zalim yerel elitleri ve um ursam az Osmanlı valileriyle birlikte anılmaya devam edilmektedir. Milliyetçilik gözden düşmeye başlayıp modern ve modem öncesi dönem arasında devamlılık kabul edilse bile ilerici gelişme dönemiyle, çoğunlukla yerel elitlerin de işbirliği içerisinde olduğu, karanlık ve baskıcı Osmanlı idaresi arasındaki kesin ayrım varlığını korumaya devam etmektedir.28 Vurgulamak istediğim husus, Osmanlı idaresinin bu ara yüzyılla­ rının İmparatorluğun tarihî sürecinin tamamlayıcı bir parçası olarak görülmesi gerektiğidir. Bu dönem Osmanlı kurum ve kültürünün şekillendiği bir dönemdir. Osmanlı tarihinin bölümlere ayrılması biraz keyfidir ve imparatorlukla ilgili önyargıların ürünüdür. Osmanlı tarihinin bu şekilde yazılması yönünde fazlasıyla baskı bulunmakta­ 25 JSkz.-EF, s. v. Harold Bowen “Ahmad III” 26 Virginia H. Aksan, An Ottoman Statesman in War and Peace: Ahmed Resmi Efen­ di, 1700-1753 (Leiden: E. J. Brill, 1995), s. 184-205; Stanford J. Shaw, Between Old and New: The Ottoman Empire under Sultan Selim III, 1789-1807 (Cambridge, MA: Harvard University Press, 1971). 27 Tanzimat reformlarının bir değerlendirmesi için bkz. Lewis, The Emergence o f M odem Turkey, s. 74-128. 28 Örneğin bkz. Henry Dodwell, The Founder o f Modern Egypt: A Study o f M uham­ m ad Ali (Cambridge: Cambridge University Press, 1931), s. 2-7, 37-38, 193-195; P.}. Vatikiotis, The History o f Modern Egypt: From M uham m ad Ali to Mubarak, 4. baskı (London: Weidenfeld and Nicolson, 1991), s. 26-38, 51-69. Entrikalı bir Soğuk Savaş çağı ideolojik bakış açısı için bkz. Vera P. Moutafchieva, Agrarian Relations in the Ottoman Empire in the Fifteenth and Sixteenth Centuries, East European Monographs, No. 256 (Boulder, CO: East European Monographs, da­ ğıtım: Columbia University Press, New York, 1988). 174 o j a n e h a t h a w a y dır: Örneğin eski Osmanlı eyaletlerindeki tarih eğitiminin milliyetçi yapısı ya da öğretmenlerin sınıflarda yüz yüze geldikleri daha sıradan pedagojik öncelikler. Osmanlı tarihini ya da herhangi bir siyasi, sosyal ya da kültürel yapıyı yükseliş ve gerileme dönemlerine göre tarif etmek yanıltıcı olmaktadır. Osmanlı tarihinde meydana gelen büyük değişimler bir anda gerçekleşmiş olaylar olmadığından bunları anlamaya çalışırken bölümlere ayırmaya değil, devamlılıklara ağırlık verilmesi daha yerinde olacaktır. 7 Osmanlı “Gerilemesi”ni Yeniden Düşünmek: 15.-18. Yüzyıllardaki Askerî Teknoloji Yarışında Osmanlı İmparatorluğu’nun Konumu* Jonathan Grant Osmanlı tarihinden bahsederken akademisyenler hem en geri­ lemeden söz etmeye başlama eğilimindedirler. Geleneksel olarak kabul edilmiş olan görüşe göre, İmparatorluk 16. yüzyılda Kanuni Sultan Süleyman döneminde gücünün zirvesine ulaşmış, ardından da 20. yüzyıla kadar sürecek olan geri döndürülemez bir duraklama ve gerileme dönemine girmiştir. Tarihçiler genel olarak 1571 İnebahtı ya da 1683 Viyana yenilgisini Osmanlı’nm talihinin tersine döndüğü ve “gerilemeye” başladığı nokta olarak kabul etmişlerdir.1Orta Doğu * “Rethinking the Ottoman ‘decline’: Military technology diffusion in the Ottoman Empire, fifteenth to eighteenth centuries”, Journal o f World History, vol. 10, no. 1 (Spring 1999), s. 179-201, Çeviren: Cem Demirkan. 1 Norman Itzkowitz, Ottoman Empire and Islamic Tradition (Chicago: University of Chicago Press, 1972), s. 67, 73; Paul Coles, The Ottoman Im pact on Europe (London: Thames and Hudson, 1968), s. 195; S. M. Holt, Egypt and the Fertile Crescent 1516-1922: APoliticalHistory [Ithaca: Cornell University Press, 1966), s. 61-70; H. İnalcık, The Ottoman Empire: The Classical Age, 1300-1600 (New Roc­ helle: Orpheus Publishing, 1973), s. 41-52; Aşir Arkayin, İkinci Viyana Kuşatması 1683 (Ankara: Gnkur. Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Yayınları, 1983); Bernard Lewis, The Emergence o f Modern Turkey (London: Oxford University Press, 1968), s. 21-39. Gerileme tezine dair son tartışmalar için aynı zamanda 176 ♦ j o n a t h a n g r a n t uzmanlarının Osmanlı konusunda gerileme terimini kullanmaları kimi sorunlara neden olmaktadır, çünkü “Gerileme” (Decline) te­ riminin kullanımı, yapılan kıyaslamanın bir sonucudur. Bir impa­ ratorluğun gerilediğine kimi ölçüler, ister diğer ülkeler, ister kendi geçmişi olsun, dikkate alınarak karar verilir. Tarihçilerin bu kavramı kullanırken yararlandıkları ölçü birimleri ise ya çok geneldir ya da ilgisiz şeylerdir. OsmanlI’nın “gerilediği” görüşü, İslam dünyasma karşı olan olumsuz tutum un ve onun Batı’nın 17. yüzyıldan beri artmakta olan gücü karşısında durabilecek kapasiteye sahip olmadığı düşüncesinin bir ürünüdür. Bu açıdan bakıldığında, kıyaslananlar aslında medeniyetlerdir.2 Bir medeniyetin kuvvetini askerî gücüne göre tespit etmek, Rönesans İtalya’sı ya da 13. yüzyılda Moğollar örneğinde olduğu gibi, kuşkulu bir yaklaşım olduğundan medeni­ yetlerin birbiriyle kıyaslanması hatalı bir yaklaşımdır. Belirsiz bir ölçü birimi seçmenin yanı sıra gerileme tezinin savu­ nucuları Osmanlı’nm “gerilemesini” ölçmeye çalıştıkları ölçü aletinin seçiminde de hatalı davranmışlardır. Örneğin hem askeri gerilemeye yol açan ekonomik, kültürel ve sosyal gerilemelerden bahsedip hem de gerilemeyi sürekli olarak ekonomik olarak büyüyen “Batı”yla3 ilişkilendirmişlerdir. Ne Bati, ne de İslam toplumu yekpare bir bütün­ dür ve her medeniyetin bünyesinde değişik askeri meziyetlere sahip devletler mevcuttur. Akademisyenlerin Batı ya da Avrupa derken kasd ettikleri, çoğu zaman İngiltere, Fransa ve Hollanda’dır. Osmanlı’nm askerî gerilemesinin anlaşılmasında bu Batı Avrupa ülkelerinin ölçü olarak kullanılması, Osmanlı’yı farklı bir platforma taşıyarak gerçek durumun anlaşılmasını zora sokmaktadır. Osmanlılar Batı Avrupa'da değil, Doğu Avrupa ve Akdeniz’de faaliyet göstermişlerdir.4Gerçekte 2 3 4 bkz. Halil İnalcık ile Donald Quataert, eds., An Economic and Social History o f the Ottoman Empire, 1300-1914 (Cambridge: Cambridge University Press, 1994). Reuben Levy, An Introduction to Sociology o f Islam (London: Harrison and Sons, 1933). Marshall G.S. Hodgson, The Venture o f Islam: Conscience and History in a World Civilization, vol. 3: The Gunpowder Empires and M odem Times (Chicago: University of Chicago Press, 1974), İslam medeniyetinin 1700’den sonraki gerile­ mesinin daha nüanslara duyarlı bir sunumunu yapar. Ayrıca bkz. Ira M. Lapidus, A History o f Islamic Societies (Cambridge University Press, 1988). Bu tür çalışmaların en önde gelen örneği için bkz. H AR. Gibb and H. Bowen, Is­ lamic Society and the West, vol. I, part I (London: Oxford University Press, 1950). Saygın bir istisna, Virginia H. Aksan’ın çalışmasıdır: An Ottoman Statesman in War and Peace: Ahmed Resmi Efendi, 1700-1783 (Leiden: E.J. Brill, 1995). 15 .- 1 8 . y ü z y ı l l a r d a k i a s k e r i t e k n o l o j i y a r ı ş ı « 177 gerileme hiçbir şekilde kullanışlı bir terim olmamıştır, çünkü bu terim 1571 ve 1683 yıllarından sonra Osmanlı’nm başardıklarını takdir etmek yerine, kendilerini kendi üstünlüklerine inandırmış olan AvrupalIların bakış açısını yansıtmaktadır. Şüphesiz, “gerilemeyi savunanlar” çok farklı açıklamalar öne sürmektedirler. Gerileme düşüncesinin belki de en hararetli savu­ nucusu olan Halil İnalcık, nüfus artışı, mali kriz ve Avrupa’nın askerî teknolojide gösterdiği ilerlemenin OsmanlI’nın 17. yüzyıl başlarında ortaya çıkan gerilemesinde rol oynadığım ifade etmektedir. Ona göre, “Osmanlı’nm başarısızlığı, Asya kültürünün, Batı’nm silah tekno­ lojisini almış olsa da, Avrupa’nın yükselişi karşısındaki çöküşünü simgelemektedir... Osmanlı’nm gerilemesi, Avrupa'nın askerî alanda olduğu kadar ekonomik alanda da ilerlemesinin bir sonucuydu.”5 Osmanlı’nın ekonomik gerilemesi iddiası kimi yönlerden artık geçer­ liliğini yitirmiş olsa da, Avrupa'nın askeri teknolojisinin Osmanlı’nm gerilemesine etkisi görüşü hâlâ geçerliliğini korumaktadır.6 “Gerileme” terimi üzerine düşünmek yerine, problemi ulusla­ rarası üretim hiyerarşisinde, silah üretimi, silah satışı ve teknoloji aliminin da dahil olduğu, Osmanlı’mn konumunu belirleyerek başka bir açıdan ele almak daha faydalı olacaktır. Bu nedenle Osmanlı ordu ve donanmasının sahip olduğu özellikleri, Osmanlı’mn geçmiş dönemindeki silah teknolojisi ve üretimi ile Avrupalı rakipleri ve komşulannınkiyle kıyaslamayı deneyeceğim. Bu açıdan bakıldığında 19. yüzyıla kadar bir gerilemeden bahsetmek oldukça güç olacaktır. Keith Krause askeri teknolojinin silah üreticileri arasında nasıl ya­ yıldığına dair bir model ortaya koymuştur. Sıradan bir yayılma dalgası hızlı bir icat dönemiyle başlar (ilk seviye), bunu askeri teknolojinin icat edenden silah ihraç edene (ikinci seviye), oradan teknoloji trans­ feriyle kendi yerli silah sanayisini kurana (üçüncü seviye) yayılması 5 6 İnalcık with Quataert, eds., An Economic and. Social History ofthe Ottoman Em­ pire, 1300-1914, s. 22. Suraiya Faroqhi, "Crisis and change, 1590-1699,” An Economic Social History of the Ottoman Empire, 1300-1914, eds., İnalcık with Quataert, s. 468. 1500-1800 döneminde Osmanlı’da ekonomik gerileme olduğu yorumunun mükemmel bir reddiyesi için bkz. Roger Owen, The M iddle East in the World Economy, 18001914 (London: Methuen, 1981), s. 1-23. 178* jonathan grant izler. İlk seviyede yer alan mucitler, teknolojinin eriştiği sınırı tayin eder, ikinci seviyedekiler bu teknolojinin mümkün kıldığı silahları geliştirirler, üçüncü sıradaki üreticiler de mevcut teknolojiden, icat ve adaptasyon sürecini es geçerek, doğrudan istifade ederler.7 İlk dalga 15. yüzyılın başlarında gerçekleşip 17. yüzyıl ortalarına kadar hız kaybetmeden devam eden barut devrimidir. O döneme kadar ilk seviye üreticiler İngiltere, Benelüks ülkeleri ve (bir süreliği­ ne) İsveç’ti.8İlk devrimci dalganın ardından 17. yüzyılın sonlarında başlayıp 19. yüzyıl başlarında sona eren geliştirici devrim dönemi (ikinci dalga) baş gösterdi. İkinci dalgaya ait icatlar arasında namlu delme tekniği (boring cannon ) (ilk başta topların namlusu kalıpta dökülerek şekillendirilirdi, bu teknikle top bütün olarak dökülmeye, ardından namlu matkapla delinerek açılmaya başlandı), fitilli tüfeğin yerini çakmaklı tüfeğin alması ile top ve cephane arabalarının daha hafif inşa edilmesi yer alıyordu.9 İkinci seviye üreticiler daha esnek bir gruptu. İtalyan şehir dev­ letleri Milano, Venedik, Cenova ve Brescia 15. yüzyılın ilk yarısında birinci seviye üretici iken zamanla ikinci seviye üretici konumuna gerilemişlerdi. 1500 yılında Milano top ithal etmeye başlamıştı ve 1606 yılma gelindiğinde Venedik filosu bile artık yurt dışında inşa ediliyordu. İtalyan üreticiler ikinci seviye üretici konumuna düşmüş olsalar da önemli silah tüccarları olmaya devam ettiler. Kalifiye işçi göçü 1450-1650 yılları arasında teknolojinin İsveç, Rusya, Fransa, İspanya ve Osmanlı İmparatorluğuna yayılmasının temel unsu­ ruydu. Ancak bu yeni gelenleri kullanarak sadece Fransa, Rusya ve İspanya ikinci seviye konumuna yükselebilmişti. İtalya Osmanlılar için, özellikle 1450-1500 yılları arasındaki yayılmacılık döneminde, önemli bir levazım kaynağıydı.10 Krause’nin modelini uygulayarak OsmanlI'nın gerilemesi mesele­ sini daha kesin bir şekilde yeniden belirlemek mümkündür: Osman­ lIlar üretim hiyerarşisinde ilk konumlarından daha geriye gitmişler 7 Keith Krause, Arms and the State: Patterns o f Military Production and Trade (Cambridge: Cambridge University Press, 1992), s. 30-31. 8 Krause, Arms and the State, s. 38. 9 Krause, Arms and the State, s. 54. 10 Krause, Arms and the State, s. 37-45. 15 .- 1 8 . y ü z y ı l l a r d a k i a s k e r i t e k n o l o j i y a r ı ş ı * midir? Rrause’nin modeline göre Osmanlılar 15. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar üçüncü seviyedeki üretici olarak kalmışlardı. Diğer bir deyişle Osmanlılarm askerî niteliklerinde bir gerileme yaşanmamıştır, bu nedenle de onları ilk seviye üreticiler olan İngiltere ve Hollanda'yla kıyaslayarak gerilemekte olduklarını kabul etmek yanıltıcı olacaktır. Dolayısıyla OsmanlI'nın Lehistan, Macaristan ve Balkanlardaki asıl rakipleri, onunla kıyaslanabilir niteliklere sahipken, Mısır ve İran üçüncü seviyenin gerisinde silah ithal eden ülke konumundaydı.11 Bu bölgedeki kuvvetler dikkate alındığında OsmanlI'nın, bulunduğu bölgede egemen güç olduğu ortaya çıkmaktadır. İran'ın sahip olduklarıyla yapılacak bir kıyaslama gayet açıklayıcı olacaktır. Osmanlılar, Safevilerle sürdürdükleri m ücadelenin ba­ şında açık bir teknolojik üstünlüğe sahipti. 1514 yılındaki Çaldıran Savaşı'nda Osmanlı birlikleri, ateşli silaha sahip olmayan Safevi kuvvetlerini top ve tüfek ateşiyle yok etmişti. 1528 yılında İranlılar Portekizlilerden edindikleri toplar sayesinde Özbekleri bozguna uğratmışlardı. Genelde İranlılar OsmanlIlarla m eydan savaşma girmekten kaçmıyor ve savunma esaslı kıvrak arazi taktiğine baş­ vuruyorlardı. Şah Abbas döneminde (1587-1629) İran ordusunda 500 topla donanm ış topçu kıtası bulunuyordu ve Bağdat'ın İran ve Osmanlılar arasında tekrar tekrar el değiştirmesinin ardından Osmanlılar bölgede hâkimiyeti elde etmiş ve Osmanlı-İran sınırı 1639 yılma kadar değişmeden kalmıştı. Fakat İran topçu birlikleri II. Abbas döneminde (1642-66) ihmal edilmişti. Safevi hâkimiyeti 1722 yılında Fransız komutanın idaresinde olan ama komuta bir­ liğine sahip olmayan 24 topa sahip İran ordusunun hiç topa sahip olmayan Afganlılar karşısında uğradığı bozgunun ardından sona erdi. Tüm bu süreçte İranlılar ateşli silahları üretmek yerine ithal etmeyi seçmişlerdi. Bu açıdan silah üretebilme yeteneğiyle Osmanlı Devleti, rakibi İran'ın bir adım önünde yer almaktaydı.12 11 Krause, Arms and the State, s. 43, 51-52. 12 Rudi Matthee, “UnwaUed cities and restless nomads: Firearms and artillery in Safavidlran,”, Safavid Persia, ed., Charles Melville (London: I. B. Tauris, 1996), s. 391-410; David Morgan, M edieval Persia, 1040-1797 (London: Longman, 1994), s. 116-17, 125-26, 135, 147, 150-51; Palmira Brummett, Ottoman Seapower and Levantine Diplomacy in the Age of Discovery (Albany: State University of New York Press, 1994), s. 55-64-87; Faroqhi, “Crisis and Change, 1590-1699,” s. 420- 180« jonathan grant Osmanlı Devletinin 1683 yılından sonra askerî alanda başlayan gerilemesinin devamlı ve geri döndürülemez bir süreç olduğu, yaygın bir görüştür. Örneğin Bernard Lewis “Osmanlılar Batı’nm ilerleyen teknolojisi karşısında her geçen gün daha da zor duruma düşmek­ teydiler ve 18. yüzyılda İslam dünyasının çok ilerisinde olan Osmanlı İmparatorluğu, tüm savaş sanatlarında kesin olarak Avrupa’nın ge­ risinde kalmıştı”13diye yazmış ve şöyle devam etmişti: “18. yüzyılın sonuna gelindiğinde o tarihe kadar kendi kendine yeterli silah üretim teknolojisine sahip olan Osmanlılar yabancı tersanelere savaş gemisi siparişi vermek zorunda kalmışlardı.”14 Bu yorumlar, saray arşivindeki savaş sanayiine dair belgelerce doğrulanmamaktadır. Osmanlı savaş sanayisinin ürünleriyle Avrupa­ lIların ürünleri arasında 18. yüzyılda artan şekilde bir açığın belirdiği doğrudur ama bu açığın nedeni, Osmanlı’nm komşularının transfer ettiği kalyon, firkateyn, namlu delme tekniği, hafif sahra topları, yeni barut formülü ve çakmaklı tüfek gibi askerî teknolojilerdi. Bu durum belirginleşince, özellikle Kırım’ın Ruslar tarafından ele geçirilmesinin ardından, Türkler de aynı yolu takip ettiler ve 19. yüzyılın başında Osmanlı savaş teknolojisi rakipleriyle, özellikle de Rusya’yla, başa çıkabilecek bir konuma geldi. Böylece Osmanlılar yabancı teknolojiyi ithal edip silah üreterek üretimde üçüncü seviyede olduklarını bir kez daha gösterdiler. Sınırlı derecede olan dışa bağımlılığı değerlen­ direbilmek için erken modern dönemdeki Osmanlı savaş sanayisine yakından bakmak yerinde olacaktır. Donanma üretimi Osmanlı savaş gemisi üretim kapasitesi 15.-16. yüzyıllarda büyük bir artış göstermişti. İlk Osmanlı tersanesi Yıldırım Bayezid döne­ 22; Louis Dupree, Afghanistan (Princeton: Princeton University Press, 1980), s. 325. 13 Bernard Lewis, The Muslim Discovery o f Europe (New York: W.W. Norton, 1982), s. 226. 14 Lewis, The Muslim Discovery o f Europe, s. 226-27. Benzer yorumlar şu eserde bulunabilir: Gani Özbaran, “War industry plants of the Ottoman armed forces,” Revue Internationale d ’histoire militaire, 67 (1988): Wayne S. Vucinich, The Ot­ toman Empire: Its Record and Legacy (Princeton: Van Nostrand, 1965), s. 78-87; IU A. Petrosian, Osmanskaia imperiia mogushchestvo i gibel, (Moscow: Nauka, 1990), s. 134. 15 . - 18 . y ü z y ı l l a r d a k i a s k e r i t e k n o l o j i y a r ı ş ı « 181 minde (1389-1402) Gelibolu’da inşa edilmişti.15Bu erken dönemde OsmanlIlar Karadeniz, Marmara ve Ege denizlerinde gemi inşa ede­ biliyorlardı. Bu sınırlı tesislerde savaş gemisi inşa etmeye başladılar ve Fatih Sultan M ehmed dönemine gelindiğinde (1451-1481) 30 kadırgalık bir donanm aya sahip olmuşlardı. Yavuz Sultan Selim döneminde (1512-1520) donanm a için büyük bir inşa faaliyetine girişildi. Haliç, Gelibolu, İzmit, Gemlik, Sinop, Varna, Selçuk, Bod­ rum, Antalya, Rodos, Yalova, Birecik ve diğer bölgelerde 110 tersane ve tophane bulunuyordu. 1565 yılında Birecik’te yaklaşık 250 savaş gemisi denize indirilmişti ve 17. yüzyıl Osmanlı yazarı Kâtip Çelebi’ye göre, 1567 yılında 550 gemilik bir donanma denize açılmıştı.16İstan­ bul’daki büyük tersanede yoğun bir faaliyet vardı. 16. yüzyılda 60 bin işçi Haliç’te, 100 bin işçi ise Kasımpaşa’da çalışıyordu.17 İnebahtı savaşının ardından Venedik balyosu Gianfrancesco Morosini, Os­ manlI donanmasının kapasitesini şöyle tarif etmekteydi: Büyük Türk’ün imparatorluğunu savunmak için kullandığı deniz kuvvetleri muazzamdır ve dünyada benzeri yoktur. Tersanelerin­ de sayısız kadırga bulunmaktadır ve istediği zaman istediği kadar daha üretebilecek kereste, demir, kalifiye işçi, katran, mumyağı ve benzeri şeylerin tümüne sahiptir. Şu anda tamamlanmak üzere olan kadırgaları donatmak için gerekli teçhizatın tümüne sahip olmadığı doğrudur. Hünkâr daha azmin yapılmasını emretmiştir ve pamuk, yelken bezi ve bazı şeylerden ellerinde yeterince bu­ lunmamaktadır. Ama sahip olduğu kaynaklar o kadar fazladır ki, kısa sürede neye ihtiyacı varsa bulabilir ve zaten bunu yapmaya başlamış durumdadır.18 İnebahtı Savaşı’nı Osmanlı donanma üretimi çerçevesinde ele alırsak, bu savaşın Osmanlı için bir dönüm noktası olduğu tümüyle bir hayal ürünüdür. Savaşın Osmanlılar için kesin bir yenilgi oldu­ 15 Î.H. Uzunçarşılı, “Bahriyya,”, Encylopedia o f Islam: New Edition, vol. I (Leiden: E.J. Brill, 1960), s. 947. 16 Kâtip Çelebi, Tuhfetü’l-Kibâr fl Esfâri’l-Bihâr, Hazırlayan:. Orhan Şaik Gökyay (İstanbul: Milli Eğitim Basımevi, 1973), s. 123; Necdet Sevinç, Osmanlı Sosyal ve Ekonomik Düzeni (İstanbul: Üçdal Neşriyat, 1985), s. 145-46. 17 Sevinç, Osmanlı Sosyal ve Ekonomik Düzeni, s. 147. 18 James C. Davis, ed., Pursuit o f Power: Venetian Ambassador’Reports (New York: Harper and Row, 1970), s. 134. 182 « j o n a t h a n g r a n t ğunda şüphe yoktur. 230 Osmanlı kadırgasından 80’i batmış, 130’u da düşmanın eline geçmişti.19Ama Osmanlı savaş gemisi üretiminde değişen bir şey yoktu. Kasımpaşa’daki büyük tersane hâlâ dünyadaki en büyük tersaneydi ve diğer Osmanlı tersaneleriyle birlikte tüm kayıpları kısa sürede telafi etmişlerdi. Fransız elçisi 8 Mayıs 1572 tarihinde Türklerin 5 ay içerisinde 150 kadırga inşa ettiğini bildir­ miştir.20 Osmanlı Devleti büyük bir donanm a inşa edebilmek için gerekli kaynaklara fazlasıyla sahipti. İngiliz gözlemci Paul Rycaut, 17. yüzyılda Osmanlılarm daha büyük bir donanmaya sahip olmayı başaramam aları karşısında hayrete düşmüştür: “Limanlarından bazıları hem yelkenli, hem kadırga inşa edebilecek kapasiteye sa­ hiptir; Konstantinopolis’teki tophanede en az 137 voltaya da atölye bulunmakta ve aynı anda çok sayıda gemi inşa edilebilmektedir.21 Trabzon’a yakın olan Sinop’ta diğer bir tophane bulunmaktadır: Karadeniz şehirleri olan Midia(?) ve Anchiale(?) de aynı şekildeydi(...); yine de Türkler yıllardan beri, özellikle Kandiye’deki savaş ve denizdeki yenilgilerine rağmen, 100 kadırgadan fazla gemiye sahip bir donanm a kurmayı beceremem işlerdir.”22 Bu açıklamalardan Osmanlı’nm çok daha güçlü bir donanm a kurabilecek altyapıya sahip olduğu anlaşılmaktadır. Morosini ve Rycaut’nun gözlemleri yorum gerektirmektedir. Bu gözlemlerin en çarpıcı bölümü, 16. ve 17. yüzyıllarda Osmanlı tersanelerinin sahip olduğu kapasitedir. Ama kapasiteyi verimlilikle karıştırmamalıyız. İstanbul’daki tophane sabit bir üretim mahalli olsa da iş gücü kapasitesi değişmekteydi. İşçilerin büyük bölümü­ nü geçici işçiler oluşturmaktaydı, kalıcı olanların sayısı da oldukça azdı. Tophanenin iş gücü ihtiyacının karşılanmasında mecburi iş gücünden de faydalanılıyordu. İflas eden hazine yüzünden işçilerin ücretlerinin ödenememesi, verimliliği büyük ölçüde düşürmekteydi. Bu arada tophaneye ödeme yapması gereken vergi mükellefi çiftçiler gevşek davranmaktaydılar.23 Gözlemciler Osmanlı tersanelerinin 19 Coles, The Ottoman Im pact on Europe, s. 91. 20 Jack Beeching, The Galleys atLepanto (London: Hutchinson, 1982), s. 228. 21 Paul Rycaut, The Present State of the Ottoman Empire (1968; reprint, Westmead, England: Gregg International, 1972), s. 213. 22 Rycaut, The Present State of the Ottoman Empire, s. 213. 23 Faroqhi, "Crisis and Change, 1590-1699,” s. 461-63. 15 .- 18 . y ü z y ı l l a r d a k i a s k e r i t e k n o l o j i y a r ı ş ı « kapasitesinden fazlasıyla etkilenirken Tophanenin içinde bulunduğu malî krizin farkına varmamışlardı. Osmanlılar kadırgadan kalyona geçişte pek çok nedenden dolayı fazlasıyla geri kalmışlardı. Bu, ancak 1682 yılında Sadrazam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nm, donanmanın ağırlıklı olarak kadırgalardan değil de kalyonlardan oluşmasını kabul etmesiyle gerçekleşmişti.24 Ama yelkenli kalyonların kürekli Kadırgalara karşı üstünlüğünün 16. yüzyıl ortalarında henüz belli olmadığını da unutmamamız gerekir. 17. yüzyıla kadar Akdeniz’de kadırgalar yelkenli gemilerden daha avantajlıydı. Sonuç olarak İspanya, 17. yüzyıl ortalarına kadar, XIV. Louis yüzyıl sonunda dünyanın en büyük kadırga filosunu kuruncaya kadar, en büyük kadırga gücüne sahip olma konumunu korumuştu. 18. yüzyılda bile Ruslar Baltık denizinde İsveçlilere karşı kadırgayı başarıyla kullanmışlardı.25 Türklerin kalyona geçişteki isteksizliğinin mantıklı bir açıklaması, kullanılan malzemeyle ilgili olabilir- yani Osmanlılarm kadırgayı kalyona tercih etmesinin nedeni, azalan kereste kaynaklarıdır.2617. yüzyılda OsmanlI’nın en büyük kereste kaynağı olan Kocaeli san­ cağından gelen malzemede yaşanan düşüş, İtalya’dan ithal edilen kenevirdeki artışla birleşince malzeme tedarikinde sıkıntı yaşanmaya başlanmıştı.27Fakat bu yeterli bir izah değildir. 1760’larda erişilebilir sahil bölgelerinin büyük kısmında ormanlar tahrip edilmiş ve bunun sonucu olarak da kereste fiyatı 1740’lar ile 1760’lar arasında 3 kat artmıştı.28O dönemde Osmanlılar bir yandan kalyon da inşa etmek­ 24 Uzunçarşılı, Bahriyya, s. 948. 25 Geoffrey Parker, The Military Revolution: Military Innovation and Rise o f the West, 1500-1800 (Cambridge: Cambridge University Press, 1988), s. 87-88; John Francis Guilmartin Jr., Gunpowder and Galleys (Cambridge: Cambridge Uni­ versity Press, 1974), s. 252-73; Andrew C. Hess, The Forgotten Frontier (Chicago: University of Chicago Press, 1978), s. 15, 90-91; Paul W. Bamford, Fighting Ships andPrisons: The Mediterranean Galleys o f France in the Age o f Louis XIV {Minne­ apolis: University of Minnesota Press, 1973), s. 11-24. 26 Rhoads Murphey, “The Ottoman attitude towards the adoption of Western tech­ nology: The role of the Efrenci technicians in civil and military applications,” Contributions a I'histoire economique et sociale de Vempire Ottoman (Leuven: Editions Peeters, 1983), s. 292. 27 C. H. Imber, “The Navy of Süleyman the Magnificient,” Archivum Ottomanicum 6 (1980), s. 232. 28 Henry Grenville, Observations sur I’etat actuel de Vempire Ottoman (Ann Arbor: University of Michigan Press, 1965), s. 54. 184 o j o n a t h a n g r a n t teydiler. Tophaneye kimi eyaletler vergi olarak kereste göndermeye devam ediyorlardı ve adaların büyüklük ve gelirlerine göre 1 ya da 2 adet firkate denen gemilerden inşa etmesi zorunluydu.29Üstelik III. Selim’in 1790’lardaki donanmayı ıslah projesi, kereste tem ininde yaşanan güçlüğü tekrar su yüzüne çıkarmıştı. Dolayısıyla kereste kıtlığının Osmanlı kalyon inşaatını ne kadar etkilediğim tespit etmek gerçekten güçtür. Bu konuda bir etken de Osmanlı Devleti’yle Venedik arasındaki önceden beri süregelen denizlerdeki rekabettir. Osmanlı donan­ m asındaki gelişim hem en her zam an Venedik donanm asındaki gelişmelere paralel seyretmişti. 1416 yılında Osmanlı donanm ası henüz emekleme aşamasındayken ilk deniz savaşmı Venediklilerle yapmıştı.30 Osmanlı tersanelerinde kadırga inşaatına nezaret eden uzmanlar, Venedik’te tersane işçisi olarak görev yaptıklarından Os­ manlI gemi inşa tekniği de büyük ölçüde Venedik'ten alınmıştı.31Bu rekabetin Osmanlı gemi inşasının gelişimine büyük etkisi olmuştu, çünkü Venedikliler de kalyon kullanmada isteksizdiler. Hem OsmanlIlar, hem de Venedikliler kalyon filoları kurmakta geç kalmışlardı ve her ikisi de kalyon kullanmaya başlayan Atlantik güçlerinin tâbi olduğu zorunluluktan yoksundular. 1640’ların sonu ile 1650'lerin başında Osmanlılar Venedik filosunda yardımcı kuvvet olarak görev yapan Atlantik yelkenli tekneleri karşısında yaşadıkları yenilgiler sonucunda donanmalarındaki yelkenli gemi sayısını ar­ tırmaya karar verdiler.32 Venedikliler de donanmaları bünyesinde yabancı unsurlar bulundurm anın sıkıntısını yaşıyorlardı. Yelkenli savaş gemilerinin önemini idrak eden Venedikliler, sonunda 1667 yılında kendi yelkenli gemilerini inşa etmeye başladılar.3318. yüzyılın ilk yansında Osmanlı donanmasıyla Venedik donanması arasında bir denge söz konusuydu. Henry Grenville 1765 yılında yaptığı göz­ lemler doğrultusunda o dönemin Osmanlı donanmasının Venedik 29 30 31 32 Grenville, Observations, s. 3-4. Uzunçarçih, “Bahriyya”, s: 947. Beeching, The Galleys atLePanto, s. 152. Katip Çelebi, Tuhfetü'l-Kibâr f i Esfâri’l-Bihâr, s. 185, 190, 225; R.C. Anderson, Naval Wars in the Levant, 1559-1853 (Princeton: Princeton University Press, 1952), s. 142. 33 Anderson, Naval Wars in the Levant, s. 194. 15 .- 1 8 . y ü z y ı l l a r d a k i a s k e r i t e k n o l o j i y a r ı ş ı « donanmasıyla eşit güçte olduğunu öne sürmektedir.34 Fakat ancak Venediklilerle boy ölçülebilen Osmanlılar, denizde Atlantik güçle­ rinin çok gerisinde kalmışlardı. Akdeniz donanmalarının Atlantik donanmalarının gerisinde kalması, 1700’lerin ikinci yarısında Baü Akdeniz’de İngiltere ve Fransa’nın egemen güç olmasıyla iyice be­ lirginleşmişti.35 18. yüzyılın ilk 10 yılındaki münferit gemi inşa programlan dikkate alındığında, donanmanın boyutlarını sınırlandıran en büyük etkenin kararsızlık olduğu anlaşılmaktadır. Mezamorto Hüseyin Paşa’nm enerjik liderliğiyle 1600’lerin sonlarına doğru Avrupa donanmalarının yolundan giden Osmanlılar, o yüzyılın başında başlayan süreci sona erdirerek kürekli kadırgalardan yelkenli kalyonlara geçmişlerdi.36 M ezam orto’nun reformları III. Ahmed dönem inde (1703-30) de devam etti ve büyük çaplı toplarla donatılmış yeni gemilerin sayısı artırıldı.37 Büyük Petro’yla süren savaş sırasında Türkler Azak’da gemilerinin sayısı ve ebatları yönünden üstün durumdaydılar. 1711 yılında Azak filosu 18 kalyon ve 14 kadırgadan oluşuyordu.38Osman­ lIların sahip olduğu gemi inşa kapasitesi dolayısıyla tetikte duran Venedikliler, Osmanlılarm 1720’lerde 40-60 gemilik bir donanm a inşa edeceği söylentilerinden endişe etmekteydiler.39 Söz konu­ su Venedik istihbaratının doğru olup olmamasından daha önemli olansa, Venediklilerin Osmanlılarm böyle bir şeyi yapabileceklerine inanarak endişelenmeleridir. Osmanlı tersanelerinde yabancı uzman olarak görevyapan Fran­ sız aristokrat Baron de Tott’a gör e firkateyn, Osmanlılar tarafından 1768-1777 Türk-Rus Savaşı sırasında kullanılmaya başlanm ış ve 34 Grenville, Observations, s. 29. 35 Uzunçarşılı, “Bahriyya”, s. 948. 36 Stanford Shaw, Empire o f the Gazis: The Rise and Decline o f the Ottoman Empi­ re 1280-1808. History o f the Ottoman Empire and Modern Turkey (Cambridge: Cambridge University Press, 1987) adlı çalışmanın ilk cildi, s. 229. 37 Shaw, Empire o f the Gazis, s. 229. 38 B.H. Sumner, Peter the Great and the Ottoman Empire (Hamden, Conn: Archon Books, 1965), s. 25. 39 Mary Lucille Shay, The Ottoman Empire from 1720 to 1734 as Revealed in Despatches o f the Venetian Baili, University of Illinois Studies in the Social Sciences 27, no. 3 (Urbana: University of Illmois Press, 1944), s. 74-76. 186* jonathan grant OsmanlIların Çeşme yenilgisinden nasiplerini almışlardı.40Firkateyn­ lerin kısa bir süre önce hizmete girmiş olması muhtemeldir. Henry Grenville 1765 yılında her firkateynin 40-50 topla donanmış olduğu­ nu yazmıştır.41 Çeşme’deki Osmanlı yenilgisinin nedeni teknolojik gerilik olmasa da, III. Selim’in donanm a reformuna kadar Osmanlı donanması Atlantik ülkelerinin donanmalarıyla rekabet edebilecek seviyeye yükselememişti. Diğer taraftan Türk gemileri Rus gemi­ lerinden daha büyüktü ve her iki tarafın topları eşit seviyedeydi.42 III. Selim’in donanm a reformu (1789-1807), imparatorluğunun üretim kapasitesinin hâlâ yeterli seviyede olduğunu kanıtlamıştı. 1784 yılında Osmanlı donanması 22 adet 3 ambarlı savaş gemisi (ship o f the line- safh harp gemisi) ve (9’u kötü durumda) 15 firkateynden oluşuyordu.431784-1788 döneminde Osmanlı donanmasında 60’m üzerinde top taşıyan 25 savaş gemisi bulunuyordu. Bunlardan 74 top taşıyan biri, Fransız mühendislerince inşa edilmişti.441789-1798 arasında yaklaşık 45 m odern savaş gemisi, ülkenin tersanelerinde inşa edilerek donanmaya teslim edilmişti. Bunlardan 3’ü o tarihe kadar Osmanlı donanmasına katılmış en büyük gemilerdi: Selimiye (122 toplu), Bedi-iNusret (82 toplu) ve Tavus-ıBahri (82 toplu). 1806 yılma gelindiğinde donanmada toplam olarak 2.156 top taşıyan 20 adet 3 ambarlı savaş gemisi ve 25 firkateyn bulunuyordu.45 2 ahşap gemi havuzunun yerine, taştan 3 havuz inşa edilmiş, 5 yeni gemi inşa modeli uygulamaya geçirilmiş ve Toulon’dakinin benzeri yeni bir gemi havuzu hizmete sokulmuştu.46 Osmanlı gemi inşaatının merkezi İstanbul’du. Selimiye, Tavus-ı Bahri, Bedi-i Nusret, Âsar-ı Nusret, Seddülhahir ve Bahr-i Zafer gemileri İstanbul tersanelerinde inşa edilmişti.47Bu gemiler III. Selim döneminde inşa edilen kalyon40 Baron Francis de Tott, Memoirs o f Baron De Tott, vol. 2, pt. 3. (New York: Arno Press, 1973), s. 25. 41 Grenville, Observations, s. 3. 42 Petrosian, Osmanskaia imperiia mogushchestvo i gibel, s. 164. 43 Shaw, Empire of the Gazis, s. 154. 44 Fernand Braudel, Civilization and Capitalism: 15th-18th Century, vol. 3: The Perspective o f the World (New York: Harper and Row, 1984), s. 477. 45 Shaw, Empire o f the Gazis, s. 158. 46 Shaw, Empire of the Gazis, s. 158. 47 Nejat Gülen, Dünden Bugüne Bahriyemiz (İstanbul: Kastas A.Ş. Yayınları, 1988) s. 118. 15 . - 18 . y ü z y ı l l a r d a k i a s k e r i t e k n o l o j i y a r ı ş ı « 187 larm üçte birini ve ateş gücünün büyük bölümünü teşkil ediyordu. Kalyonların yanı sıra İstanbul tersaneleri Merken-i Gazive Huma-yı Zafer adlarında 2 firkateyn ve ayrıca 6 korvet inşa etmişti.48 İstanbul başta olmakla birlikte diğer merkezlerin de donanma inşasına büyük katkısı oluyordu. Bodrum’da 1790-1796 yıllarında 3 kalyon inşa edilmişti.49 Sinop’ta da 1789-1793 yılları arasında 3 kalyon denize indirilmişti. Çanakkale, Rodos, Midilli ve Gemlik de III. Selim’in donanmasına birer kalyonluk katkıda bulunmuşlardı.50 Rodos, firkateynlerin inşa merkeziydi ve 1793-1797 arasında Rodos’ta 4 firkateyn inşa edilmişti. Ayrıca ilki 1796, İkincisi 1799 olmak üzere 2 korvet Rodos’ta denize indirilmiş ve Ereğli, Limni, Kemer, Kalas ve Sinop’taki tersaneler de birer firkateyn inşa etmişlerdi. Osmanlılar en başından beri tersanelerinde yabancı uzmanlardan faydalanmış ve yabancı teknolojileri kopya etmişlerdi. Birinci seviye Atlantik üreticilerinin teknolojileri İspanya üzerinden Venedik’e ulaşınca Osmanlılar da bunlann farkına varmış ve yeni model sa­ vaş gemilerini donanm alarına dahil etmişlerdi. Komşu güçlerin kullanmaya başlamasının hem en ardından önce kalyonlar, sonra da firkateynler donanmanın hizmetine girmişti. Ordu üretimi Türklerin askerî harekâtlarda ilk kez ne zaman top ve tüfek kul­ lanmaya başladıkları tam olarak bilinmese de, Osmanlı top üre­ tim inin 15. yüzyıl içerisinde gittikçe merkezi bir faaliyet haline geldiği bilinmektedir.51 1440 yılında, yani II. M urad döneminde, 48 49 50 51 Gülen, Dünden Bugüne Bahriyemiz, s. 118-19. Gülen, Dünden Bugüne Bahriyemiz, s. 118. Gülen, Dünden Bugüne Bahriyemiz, s. 118-19. 1422 yılında II. Murad Han’ın İstanbul kuşatması sırasında topçular bulundu­ ğu ve önemli kalelerde -örneğin 1423 yılında Antalya kalesi- top kullanıldığı yö­ nünde elimizde kanıt mevcuttur. Ertesi yıl Osmanlılar kuşatma topundan sahra topuna geçmiş olmalıydılar, çünkü II. Murad dönemindeki (1421-1451) İkinci Kosova Savaşı’nda (1448) sahra topları kullanılmıştı. Sevinç, Osmanlı Sosyal ve Ekonomik Düzeni, s. 141-42; Paul Wittek, “The Earliest references to the use of firearms by the Ottomans,” Gunpowder and Firearms in the Mamluk Kingdom, ed., David Ayalon (London: Vallentine, 1956), s. 142-43; V. J. Parry, "Barud,” Encyclopedia o f Islam, New Edition, 1:1061; Mark C. Bartusis, The Late Byzanti­ ne Army, Arms and Society, 1204-1453 (Philadelphia: University of Pennsylvania Press, 1992), s. 336-41. jon a th an gran t Germe Hisarı’nda bir top dökümhanesi kurulmuştur.52İstanbul’un fethinin ardından ise Galata civarında kalıcı bir top dökümhanesi kurulmuştu.53 II. Bayezid (1481-1512) bu üretim alanım genişletti ve Kanuni Sultan Süleyman (1520-1 566) tarafından da modernize edildi. İstanbul’daki merkez Tophanesine ek olarak Belgrad, Budin, İşkodra, Temeşvar, Pravişte ve Gülamber gibi merkezlerde de top dökülmekteydi.54Bu kalıcı tesislere ek olarak Bilecik, Van, Kiğı, Kamengrad, Kudnik ve Novobordo gibi kimi bölgelerde sadece ihtiyaç hâsıl olduğunda devreye giren geçici dökümhaneler bulunuyordu.55 Osmanlı toplarının boyutları ve kalitesi 15. ve 16. yüzyıllarda oldukça etkileyiciydi.56 1464 yılında dökülmüş Osmanlı toplarının kimyasal analizlerinden, kullanılan tuncun m ükem mel kalitede olduğu anlaşılmıştır. Osmanlılarm ürettiği devasa toplara balyemez topu denilmekteydi. Bu terim İtalyanca pallam eza kelimesinden türemiş ve en büyük Osmanlı toplarına isim olmuştu.57 Terimin İtalyancadan gelmiş olması, teknolojinin de İtalyanlardan alındığını göstermektedir. Yavuz döneminde bu tür topların uzunlukları 820 cm’e, ağırlıkları ise 17 tona kadar çıkabiliyordu. Yine Yavuz döne­ minde Osmanlılarm geliştirmiş olduğu 425 cm uzunluğunda ve 100 cm genişliğindeki yivli topun benzerini Almanlar ancak 19. yüzyılda yapmayı başarabilmişti.58 Osmanlılara 16. yüzyılda çok iyi hizmet etmiş olan metot ve tek­ nikler 17. yüzyıla gelindiğinde artık ayak bağı olmaya başlamışlardı. Osmanlılarm savaş alanında hareket ettirilmesi oldukça güç olan muhasara topları yapma eğilimi 17. yüzyılda da devam etti.59Oysa bu 52 Î.H. Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti Teşkilatında Kapıkulu Ocakları, c. 2 (Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1944), s. 35. Ayrıca bkz. Sevinç, Osmanlı Sosyal ve Ekonomik Düzeni, s. 142. 53 Tursun Bey, Tarih-i Ebu'l-Feth, Hazırlayan: A. Mertol Tulum (İstanbul: Baha Matbaası, 1977), s. 72. 54 Parry, “Barud,” s. 1063. 55 Midhat Sertoğlu, Osmanlı Tarih Lügati (İstanbul: Enderun Kitapevi, 1986), s. 341. 56 Parry, “Barud,” s. 1061. 57 Sertoğlu, Osmanlı Tarih Lügati, s. 33. 58 Sevinç, Osmanlı Sosyal ve Ekonomik Düzeni, s. 143. 59 Coles, The Ottoman Impact on Europe, s. 186. 15 .- 18 . y ü z y ı l l a r d a k i a s k e r i t e k n o l o j i y a r ı ş ı ^ 189 tarihte AvrupalIlar seyyar sahra toplarının imalinde öne geçmişlerdi. OsmanlIları 1664 yılındaki St. Gottard savaşında bozguna uğratmış olan Habsburg komutan Raimondo Montecuccoli Osmanlı toplarını şöyle anlatmaktadır: Bu devasa topların gülleleri isabet ettiği yerde büyük hasara yol açıyordu fakat kullanışsızdılar ve yemden mevzilendirilmeleri ya da doldurulmaları uzun zaman alıyordu. Ateş ettiğinde çok fazla barut harcıyor ve tepmesi tekerleklere, top arabasına, hatta yerleştirildiği mevziiye hasar veriyordu... [Öte yandan] bizim toplarımız çok daha kullanışlı ve etkiliydi ve Türk topları karşı­ sındaki avantajımız da buydu.60 Genel itibariyle 17. yüzyılda Osmanlı topları hâlâ gayet iyiydi. Rycaut şöyle yazmıştır: Osmanlı topları dünyanın en büyük toplarıydı ve uyguladıkları top döküm teknikleri de dünyanın diğer bölgelerindekiyle aynıydı; Macaristan’a düzenlenen son seferde 40 parçalık yeni top Karadeniz, Tuna ve Belgrad üzerinden Budin’e getirilmişti.”61 18. yüzyıl boyunca da Osmanlı top üretiminde bir düşüş yaşan­ madı; fakat Osmanlılarm büyük top yapma saplantısı, onları meydan savaşlarında seri ateş edebilen toplara sahip Avrupalılar karşısında güç durum a düşürüyordu. Osmanlılar balyemez ve şahi toplarını üretmeye devam etmiş ve sonuç olarak da Avrupa’nın gerisinde kalmışlardı.62 Kısacası, imparatorluk ısrarla yanlış top modeli üret­ mekteydi. 1738 yılında Osmanlılarm Ada Kale seferi sırasında Avus­ turyalIlar Orşovo’da ele geçirdikleri 50 toptan sadece 40’mı, topların ağırlığı nedeniyle yanlarında götürebilmişlerdi.63Osmanlılar ancak 1774 yılında hafif sahra topları dökmeye başladılar.64 Rycaut, 17. yüzyıl Osmanlı top üretimini överken yaklaşık bir yüzyıl sonra Baron de Tott hiç de aynı şeyleri söylemiyordu: “Dö­ kümhanelerin hiç biri işe yaramazdı... metal... kalıba döküldüğünde henüz yeterince ısınmış olmuyordu; bu da üretilen topların diğer 60 61 62 63 Coles, The Ottoman Impact on Europe, s. 186. Rycaut, The Present State o f the Ottoman Empire, s. 200. Shaw, Empire ofGazis, s. 121. A.Z. Herzt, "The Ottoman conquest of Ada Kale 1738,” Archivum Ottomanicum 6 (1980), s. 169. 64 Tott, Memoirs, s. 155. o jo n a th a n g ran t bir kusuruydu.”65 Bu görüşlere uygun olarak Baron yeni ocaklar ve namlu delecek yeni delgiler kullanılmasını önerdi.66 Yeni metodla 20 yeni topun dökülmesinin ardından kendisine 50 tane 4 poundluk top dökmesi emredildi. Baron “yeni tophanenin ilk işi, Türklerin tü­ müyle yoksun olduğu hafif sahra toplarını üretmekti” diye yazmıştı.67 Fakat bu yeni tophane de Baron’un umduğu kadar başarılı ola­ mamıştı. Sahra toplarının üretiminin tamamlanmasının ardından Gelibolu’daki kaleler için yeni toplar dökülmeye başlanmıştı.68Za­ ten verimsiz olarak çalışan tophanede Baron’un ülkeden ayrılışı­ nın ardından top imaline son verildi. Bunun temel nedeni, malî problemlerdi. Baron’un kendisinin de söylediği üzere, “Önceden de gördüğümüz gibi kurulan yeni tophane, eskisinin yerini alamamıştı. Top üretimi için ayrılan fon hâlâ eskisine harcanmaktaydı; bu ne­ denle de daha gerekli olduğunu bildiğimiz şey için gereken kaynağı ayırabilmek çok güç oluyordu.” Baron de Tott'un girişiminin kimi iyi sonuçları da olmuştu.691780’lerde her topçu bataryasına, toplam 250 parçadan 10 top tahsis edildi: 4’ü yeni model seri atımlı sürat, iki küçük abus, 4 eski tip balyemez ya da şahi. Ama bu yetersizdi.70 1793 yılında Fransız Dışişleri Bakanının bildirdiği gibi “şu tarihe kadar Türkler ancak tunç top kullanmışlardır ve ordu ile donanma­ ları başka türde bir topa sahip değildir. Tophane ve dökümhaneleri acınacak haldedir.”71 III. Selim de aynı görüşte olmalıydı; çünkü Mart 1793’te top üre­ timinin modernize edilmesi için bir program başlattı. Selim’in prog­ ramı yabancı makine ve uzman kullanımını içeriyordu. İmparatorluk Topçu Döküm hanesi (Tophane) için gereken ekipman İngiltere ve Fransa'dan ithal edilecekti. Aynı tarihte Fransız Direktuvarlığı tarafından gönderilen bir grup top dökümcüsü de Hasköy’deki eski tophane binasına yerleştirildi.72 Bu bina aslında Baron de Tott 65 66 67 68 69 70 71 72 Tott, Memoirs, s. 114. Tott, Memoirs, s. 97. Tott, Memoirs, s. 155. Tott, Memoirs, s. 197. Tott, Memoirs, s. 178. Shaw, Empire of the Gazis, s. 121. Shaw, Empire o f the Gazis, s. 139. Shaw, Empire of the Gazis, s. 140. 15 .- 18 . y ü z y ı l l a r d a k i a s k e r i t e k n o l o j i y a r ı ş ı * 191 tarafından seri atımlı top imali için inşa ettirilmiş ama sonradan tüfek ve mermi imalatı için kullanılmaya başlanmıştı. Eskilerinin modernizasyonu yanında Sultan yeni dökümhaneler de kurmaya çalışıyordu. Bu amaçla 70 kalifiye işçiyle bir dökümhane kurulacaktı.73 1770’lerde Baron de Tott’un hafif sahra toplarını dökmesi ve nam lu delme tekniğinin kullanılmaya başlanmasıyla Osmanlılar Krause modelinin ikinci dalgasını temsil eden 2 önemli teknolojik gelişmeye sahip olmuşlardı. Bunun önemini daha iyi anlayabilmek için Rusya’nın da bu teknikleri Osmanlı Devleti’nden ancak 10 yıl önce ve yine yabancı uzmanlar sayesinde kullanmaya başladığını söylemek yerinde olacaktır.74Doğu Avrupalılarm gözünde Osman­ lIlar çok da geri değillerdi ve Rusya’yla yapılan kıyaslama, Tott’un olumsuz yorumlarını bir ölçüde hafifletmektedir. Türkleri ve İslam dünyasını top üretimi için dışarıdan yardım almakla suçlamadan önce Büyük Katerina döneminde (1762-1796) Rusların da aynı ko­ num da olduklarını unutmamamız gerekir.75 Neden Osmanlılar hafif sahra toplarım kullanmaya bu kadar geç başlamışlardı? 18. yüzyılda [artık] Osmanlılar kendilerini Ruslara göre ayarlıyorlardı. Doğu Avrupa’da ağırlıklı olarak cereyan eden savaş tarzı kuşatmaydı ve dolayısıyla m uhasara toplarının önemi büyüktü. Kuzey sınırını koruyan Türk kaleleri, aşılması güç engellerdi ve Türk-Rus savaşının sınırını onlar belirliyordu. Türkler meydan savaşından çekinerek kalelere sığmıyor, sonuç olarak da Ruslar ka­ leleri kuşatmak zorunda kalıyordu. 1769 yılında muhasara toplarına sahip olmayan Ruslar, Hotin kalesini alamamış ve Türkler karşısında bozguna uğrayarak geri çekilmek zorunda kalmışlardı. Piyade yaylım ateşi, seyyar sahra topları, piyade kare düzeninin uygulanması ve hız ve şok alanındaki Rus taktik gelişmeleri, 18. yüzyılda Türklerin teşkil 73 Shaw, Empire ofthe Gazis, s. 140. 74 Rusya örneğinde uzman, 1760 yılında Berlin’de ele geçirilmiş bir HollandalI sa­ vaş esiriydi. William H. McNeill, The Pursuit o f Power: Technology, Armed Force, and Society since A.D. 1000 (Chicago: University of Chicago Press, 1982), s. 167; Krause, Arms and the State, s. 56. 75 Rusya’nın teknik geriliğinin kapsamlı bir değerlendirmesi için bkz. HansHeinrich Nolte, "Tradition des Rückstands: Ein halbes Jahrtausend ‘Russland und der Westen’,” Wierteiljahrschrift fü r Sozial und Wirtschaft-geschichte 78 (1991): 344-64; Krause, Arms and the State, s. 55. o jonathan grant ettiği tehdidin bir sonucuydu. 1770’lerde Rus komutanlar savaşın kurallarım değiştirmiş, Türkler de buna uymak zorunda kalmışlardı.76 Büyük Osmanlı toplan kaleleri savunurken hâlâ iş görmekteydi ama Rusların açık arazideki üstünlüğü, hafif sahra toplarının kullanımım kaçınılmaz hale getirmişti. Osmanlı barut üretim sistemi toplarmkiyle aynıydı. Devletin sağladığı hammaddeyle çalışan fabrikalar kurulmuş ve idare devletin atadığı yetkililere teslim edilmişti. Bunlardan biri, 1571 yılında ayda 17 ton barut üretebilen Kâğıthane’deki baruthaneydi.77 Belgrad, Konya, Birecik, Halep, Hama, Van, Bağdat, Rodos, Gelibolu, İzmir, Selanik ve Temeşvar’da da büyük baruthaneler bulunuyordu.78Kimi kaynaklara göre ilk baruthane II. Bayezid döneminde Kâğıthane’de kurulmuştur.79Barut üretimi merkezden yönlendirilmekteydi ve tüm üretim, nakliye, ödeme ve kullanım süreci merkezin denetimi altın­ daydı. Merkez sürekli olarak barutun nitelik ve niceliğini artırmaya gayret etmekte ve artan barut, depolanması ve gereken bölgelere dağıtılması için İstanbul’a gönderilmekteydi. Eyaletlerdeki barut imalathaneleri de İmparatorluğun üretimine katkıda bulunuyordu. Mısır’ın yanı sıra Bağdat’da 14, Budin’de 10 barut imalathanesi bulunuyordu. Budin’deki imalathaneler yılda M acaristan’daki 3 kaleye 200-300 kantar (1 kantar: 120 libre) ve Belgrad’a 500 kantar barut göndermekle yükümlüydü. Bağdat’taki imalathaneler ise her yıl Halep yoluyla İstanbul’a 1000 kantar barut gönderiyordu.80 OsmanlIların barut üretiminde dış kaynaklara ne kadar bağımlı olduğunu tespit edebilmemiz güçtür. Paul Rycaut 17. yüzyılın ikinci yarısında bildirdiğine göre “ihtiyaçları olan barut İstanbul çevresinde üretilen küçük bir miktarın dışında Avrupa'nın farklı bölgelerinden gelse de, en makbulü Şam'dan gelen baruttu.”81 1678 yılında İstanbul 76 Aksan, An Ottoman Statesman, s. 145,151; William C. Fuller, Strategy and Power in Russia, 1600-1914 (New York: Free Press, 1992), s. 147-66. 77 İnalcık, The Ottoman Empire: The Classical Age, s. 160. 78 Sertoğlu, Osmanlı Tarih Lügati, s. 34; Sevinç, Osmanlı Sosyal ve Ekonomik Düze­ ni, s. 144. 79 Sertoğlu, Osmanlı Tarih Lügati, s. 34. 80 Turgut lşıksal, “Gunpowder in Ottoman documents of the last half of the 16th century," International Journal o f Turkish Studies 2 (Winter 1981-82), s. 81-91. 81 Rycaut, The Present State of the Ottoman Empire, s. 200. 15 .- 18 . y ü z y ı l l a r d a k i a s k e r i t e k n o l o j i y a r ı ş ı * yakınlarında bir baruthane kuruldu. Bu yeni tesis, Kâğıthane'deki eskisiyle birlikte yılda 3.000 kantar kara barut üretebiliyordu. Bu baruthanelerde kullanmak için Mısır’dan 1.200 kantar güherçile getiriliyordu.821697 yılında bir baruthanenin yangında yok olmasının ardından 1698’de İstanbul dışında yeni bir baruthane kuruldu. Bun­ lara ilave olarak Osmanlılar Selanik, Gelibolu, Bağdat, Kahire, Belgrad ve İzmir’de de barut imalathaneleri kurmuşlardı.8318. yüzyılın ikinci yansında yeniçerilerin ihtiyacının karşılanması için Şam’da bir barut imalathanesi kuruldu.84Bu tesisin yeterince barut üretemediği, 18. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı Devleti’nin İsveç ve Ispanya’dan barut satın almaya başlamasından anlaşılmaktadır.85 Osmanlı ba­ rutunun düşük kaliteli olduğunu söyleyen Henry Grenville, 1765 yılında Hollanda ve Venedik’ten barut ithal edildiğini söylemekte­ dir.86 Osmanlılar 16. yüzyıl formülüne göre barut üretmeye devam ederken, Avrupa 1700’lerin başlannda çok daha güvenli ve yüksek kalitede barut üretimine başlamış bulunuyordu.87 Osmanlılar 18. yüzyılın son 10 yılında barut üretimlerindeki nite­ lik ve niceliği arttırmak için harekete geçti. 1794’ün yazmda Tevki’î er-Ratik Efendi’nin başkanlığında mevcut barut imalathanelerinin modernizasyonuna girişildi. Bakırköy, Gelibolu ve Selanik’teki ba­ ruthaneler için Avrupa'dan ekipman ısmarlandı. Amaç, yılda Avrupa tipi 5.000 kantar barut üretebilmekti. İlk girişim başansız olsa da ertesi yıl başarı elde edilmeye başlandı. 1795 Nisan’mda Mehmet Şerif Efendi ve bazı İngiliz barut uzmanları Bakırköy’deki 20 çarkı yenileyip 5 tane de yeni çark üave ettiler. Bir yıl içerisinde üretim 1.500 kantar eski baruttan 3.000 kantar Avrupa barutuna çıkarıldı. Benzer tadilatlar Gelibolu ve Selanik’te de yapıldı ve Marmara De­ nizi kıyısındaki Azatlı’da yeni bir barut imalathanesi kuruldu. Bu 82 İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi c. TV, Kısım 2, XVIII. Yüzyıl (Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1959), s. 579. 83 Stanford J. Shaw, Between Old and New: The Ottoman Empire under Sultan Se­ lim III, 1789-1807 (Cambridge: Harvard University Press, 1971), s. 142. 84 Abdul Kerim Rafeq, "The Local forces in Syria in the seventieth and eighteenth centuries”, War, Technology and Society in the Middle East {London: Oxford Uni­ versity Press, 1975), s. 301. 85 Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, s. 580. 86 Grenville, Observations, s. 21. 87 Shaw, Between Old and New, s. 142-43 194* jon ath an g ran t imalathanede hayvan enerjisi yerine su enerjisi kullanılıyordu. Azatlı öylesine başarılı olmuştu ki, 1797’den sonra Bakırköy sadece depo olarak kullanılırken Gelibolu, Selanik ve İzmir’deki imalathaneler kapatıldı. 1795’ten sonra Osmanlılar barut üretiminde kendilerine yeter hale gelerek barut ithal etmekten kurtulmuşlardı.88 Küçük ateşli silahlarda Osmanlılar kendilerine has çizgiyi 18. yüzyılın sonuna kadar takip etmişlerdi. Bu Osmanlı modelleri 18. yüzyılın başına kadar Avrupalılarmkinden geri değildi. 1680’lerdeki Avusturya savaşlarına kadar Osmanlılarm kullandığı tüfekler Avru­ pa tüfekleri seviyesindeydi ve Avusturya tüfeklerinden daha uzun menzilliydi.89 Suriye’deki yerel kuvvetler arasında tabanca ve bavd tavil 18. yüzyılda yaygın olarak kullanılmıştı. Her iki silah da fitilliydi. Tabancadan farklı olan tavil 1700’lerin ikinci yarısında kullanılmaya başlanan uzun bir tüfekti.90 Osmanlılar yüzyılın sonuna kadar fitilli tüfek kullanmaya devam ederken çakmaklı tüfek çok önceden Avrupa ordularının standart silahı haline gelmişti. Silah ithalinin artışı 18. yüzyılda belirgin hale gelmişti. O dönemde İstanbul’un yanı sıra Suriye’deki yetkililer de Avrupa’dan, özellikle İtalya’dan, silah ithal etmeye başlamışlardı.91 Avrupa karşısındaki dezavantaj gittikçe arttı ve yüzyıl ortalarında Hollanda ve Venedik’ten çok sayıda tüfek satın alındı.92 İtalyan silahları çoğunlukla Kuzey İtalya’daki Brescia imalathanelerinden geliyordu.93Bu ithâlât, askerî teknolojinin birinci ve ikinci seviye üreticilerden (sırasıyla Hollanda ve Venedik’ten) üçüncü seviye üreticiye geçişine güzel bir örnekti. Silah üretiminde Avrupa ve Osmanlı arasındaki mesafeyi Abdülkerim Paşa’nm gözlemlerinden anlamak mümkündür. 1775-1776 yıllarında bu diplomat Rusya’ya giden heyetin başkanıydı. Seyahati 88 Shaw, Betıveen Old and New, s. 142-44. 89 Murphey, "The Ottoman attitude toward the adoption of Western technology,” s. 291. 90 Rafeq, “The local forces in Syria,” s. 295. 91 Rafeq, “The local forces in Syria,” s. 297. 92 Grenville, Observations, s. 21. 93 V.J. Parry, “Materials of war in the Ottoman Empire”, Studies in the Economic History of the Middle East, ed., M.A. Cook (London: Oxford University Press, 1970), s. 227. 15 .- 18 . y ü z y ı l l a r d a k i a s k e r i t e k n o l o j i y a r ı ş ı « esnasında Abdülkerim, Tula’daki Rus imalathanesini inceleme fır­ satını bulmuştu. Gördüklerini şöyle anlatmaktadır: Nehir kenarında kurulmuş büyük bir imalathanede tüfek, taban­ ca, kargı, meç vb. savaş araçlarını üretiyorlar. Demiri işlemek için gereken enerjiyi nehrin suyunun döndürdüğü çarklardan temin ediyorlar. Hepsi diğer ülkelerdeki meslektaşlarından daha üstün olma gayreti içerisindedir. Titizlikle çalışıp her geçen gün işlerinde daha fazla ustalaşarak çok iyi silahlar üretmektedirler.94 Bu alıntı, bize Osmanlı silah üretimiyle ilgili bilgi vermektedir. Itzkovvitz’in belirttiği gibi Abdülkerim’in Sefâretnâme’sinde Osman­ lIların yaptıkları işin kalitesini değiştirme ve geliştirmeleriyle ilgili ipuçları bulunmaktadır. Ayrıca yazar, su enerjisinin önemini de vurgulamıştır.95 O dönemde tüm Osmanlı silah imalathanelerinde hayvan enerjisinden yararlanılıyordu. Bu noktada yetkililer konuya eğilmemiş ve hayvan enerjisi bir sonraki yüzyıla kadar kullanılmıştı. Abdülkerim’in Rusları çalışmalarından dolayı övmesi, Rusya’nın Osmanlılar tarafından ölçü olarak alınmasına da güzel bir örnektir, çünkü Rus imalathanesi ve işçileri örnek alınmaya değer numuneler olarak sunulmuştu. Rusya silah üretiminde birinci seviye Avrupa güçlerinin gerisinde olsa da gayet iyi bir ikinci seviye üreticiydi.96Bu nedenle Osmanlı diplomatlarının Rusya’nın kabiliyetlerini övmesi, Osmanlılarm Doğu Avrupa’daki göreceli konumlarının bilincinde olduklarının göstergesidir.97 Yıllarca geri kaldıktan sonra Osmanlı silah üretimi 1790’larda teknolojik gelişmeyi yakalamayı başarmıştı. III. Selim İmparatorluk bünyesinde silah üretimini canlandırmak için çabalıyordu. 1794 yılında Sultan, yıl sonunda tüm yeni ekipmanın hazır olacağı um u­ duyla yeniçerilerin yeni Avrupa tarzı silah ve cephaneyle donatılma94 Norman Itzkowitz and Max Mote, Mubadele-An Ottoman-Russian Exchange of Ambassadors (Chicago: University of Chicago Press, 1970), s. 89. 95 Itzkowitz and Mote, Mübadele, s. 12. 96 M.E. Yapp, "The Modernization of Middle Eastern armies in the nineteenth century: A comparative view," War, Technology and Society in the Middle East (London: Oxford University Press, 1975), s. 344; Christopher Duffy, Russia’s Mi­ litary Way to the West: Origins and Nature o f Russian Military Power, 1700-1800 (London: Routledge and Kegan Paul, 1981), s. 37,179. 97 Shaw, Between Old and New, s. 119. ♦ jo n a th a n gran t sim emretti ve bu amaçla Levent Çiftliği’nde bir tüfek imalathanesi kuruldu.98 III. Selim’in programının sonucu olarak Osmanlı silah üretimi Avrupalılarınkiyle rekabet edip teknolojiyi takip edebilecek bir seviyeye yükseldi.99 III. Selim’in tüm isteğine rağmen silah imalathanelerinin moder­ nizasyonu istenilen seviyede gerçekleşmemişti. Sorun, bu tesisleri yönetecek ehil idarecilerin bulunmamasıydı. Yabancı personelin sürekli olarak değiştirilmesi de sorunlara yol açıyordu. 1795-1798 yılları arasında tüm silah imalathaneleri, Hasköy’de bulunanın dı­ şında, Aubert ve Cuny adında iki Fransız’ın denetimi altındaydı. Fransızların Mısır’ı işgalinin ardından bu görevi İsveçli ve İngiliz uzmanlar devraldı. Yabancı uzmanlar arasında rekabet olsa da ço­ ğunun yetkisi kısıtlı olduğundan bu rekabetin etkisi de istenilen seviyeye ulaşamamaktaydı.100 Sonuç Gerileme tezini savunanlara göre, Osmanlılarm askerî teknoloji alanındaki geriliği Osmanlı gerilemesinin ayrılmaz bir parçasıdır. Bu, geçerli bir iddia değildir. 1683 yılından sonra Türklerin muharebe, savaş ve toprak kaybettikleri doğrudur. Ama 1740 yılma kadar Büyük Petro’yu yenmeyi başarmışlar, Venedik ve Avusturya’dan topraklarını geri almışlar ve İran cephesini sabit tutmayı başarmışlardır. Osmanlı zaferlerinin şansla olan ilişkisi, mağlubiyetlerinin şanssızlıkla olan ilişkisinden fazla değildir. 1770’lerden itibaren Rusların Osmanlılar karşısında kazandığı zaferler Rusların teknolojik değil, süngünün kullanılmaya başlanmasıyla taktik alandaki üstünlüğünün sonu­ cudur. Rus General Golitsyn’e göre, “Türk tüfekleri daha uzun ve sağlamdı ve Avrupalılarmkine kıyasla daha kaliteli demirden imal ediliyordu ama Türkler bunları çok ağır kullanıyor ve sabredemeyip düşmana kılıçla hücum a geçiyorlardı... Piyade ateşi onları durdu ramıyordu. Onların şevkini ancak süngü kırabiliyordu.”101 Ruslarla olan muharebelerin sonucunun farklı olması da pekâlâ mümkündü. 98 Shaw, Between Old and New, s. 131. 99 Parry, “Barud,” s. 1064. 100 Shaw, Between Old and New, s. 141. 101 Aksan, An Ottoman Statesman, s. 130. 15 . - 18 . y ü z y ı l l a r d a k i a s k e r i t e k n o l o j i y a r ı ş ı « 197 Katerina savaşlarının ilk yıllarında Ruslar yenilgiye uğramışlardı.102 1801 yılında Fransız devrim ordusu karşısında Osmanlı güçlerinin Mısır’da El-Honka muharebesinde kazandığı zafer, Türk ordusundaki canlanmanın en büyük kanıtıydı.103 Osmanlı silah üretimi 18. yüzyılın sonunda devletin üretim te­ sislerini yabancı teknik personele emanet etmesiyle tekrar rayına oturmuştu. 1780lerde, III. Selim’den bile önce, Osmanlı tesislerinde yabancı uzm anlara düzenli olarak görev verilmeye başlanmıştı. Fransızlar Osmanlı ordusu ve donanmasını yenilemeye istekliydiler ve Osmanlı mermi, top mermisi, gemi ve top üretiminin kontrolünü Fransız mühendis ve işçiler üstlenmişti.104 İngiliz elçiliğinin rapo­ runda şöyle deniliyordu: “Fransız misyonu, sarayı hem kara, hem de denizde askerî hazırlıkları hızlandırması için teşvik etmeye devam etmektedir.”105 Burada teknolojik gelişmelerin Osmanlı üretimine eklemlendiği büyük gelişme gözler önüne serilmektedir. Osmanlılar yetenekli AvrupalIları yüzyıl başında yaptıkları gibi rastgele seçmek yerine, 1780'lerin başında yabancı devletlerle teknoloji transferi hu­ susunda anlaşmalar yapmaya başladılar. Bunun sonucunda kendi tophane ve tersaneleri için en yeni plan ve modelleri elde etmişlerdi. III. Selim 1790’larda başladığı reformlarını bu temel üzerine inşa etti ve bu da Osmanlı Devleti’yle rakipleri arasındaki farkın kapanmasını sağladı. Osmanlı askerî tesislerinde sorunlar devam etse de üretim eski canlılığını yeniden kazanmıştı. Osmanlı silah endüstrisine dair olan bu incelemeden Osmanlı'nm 1571 ya da 1683 sonrası ciddi bir teknolojik gerileme yaşamadığı anlaşılmaktadır. Osmanlılar baş düşmanları Venedik ve Rusya’yla tek­ noloji alanında başa baş mücadele etmişlerdi. 18. yüzyılda Osmanlı silah üretimi Avrupa teknolojisinin gerisinde kalsa da bu, çaresiz bir durum değildi ve o yüzyılın sonunda Osmanlılar teknolojiye ayak 102 Fuller, Strategy and Power in Russia, s. 86-87. 103 Major Holloway’den General Hutchinson’a mektup, Savaş alanı, El Honka, 16 May 1801, The Kaith Papers, éd., Christopher Lloyd, cilt. 2 (London: Navy Re­ cords Society, 1950), s. 303. 104 Public Record Office (Kew), FO 261 /1, Ainslie to Marquis of Carmathen, October 1784, No. 22 ve 25, November 1784, No. 25. 105 Public Record Office (Kew), FO 261/1, Ainslie to Marquis of Carmathen, January 1785, No. 1. o jonathan grant uydurmayı başarmışlardı. Gördüğümüz gibi, kalyon, firkateyn, namlu delme tekniği, hafif sahra topu, yeni barut formülü ve çakmaklı tüfek Osmanlılar tarafından üretilmiş ya da kullanılmıştı. 15.-18. yüzyıllar arasında Osmanlılar askeri teknolojinin iki yayıl­ ma dalgasını yakalamayı başarmış, her seferinde yabancı uzmanlar ve yabancı modellerin taklit edilmesiyle üretim seviyelerini yükseltebilmişlerdi. Teknikler zam an içerisinde değişse de, uyarlanma yetenekleri sayesinde üçüncü seviye üretici olarak kalmayı başar­ dıklarından Osmanlılarm “gerilediği” fikri yanlış ve yanıltıcıdır. 1850 yılından sonrası için belki böyle bir şeyden söz edilebilir. O tarihte Osmanlılar yeni teknoloji dalgasını kaçırmış ve yurt içi üretim potan­ siyelleri neredeyse tümüyle ortadan kalkmıştı. 1854-1914 arasında Osmanlı silah üretiminde görülen gerilemenin boyutlarım incelemek bu makalenin sınırlarını aşacaktır. Kısaca, askerî teknoloji alanında yaşanan büyük ve hızlı değişim, yarı otomatik tüfeklerden makineli tüfeğe, zırhlıdan dretnota, büyük orduların kurulmasıyla birleşince sonuç Türklerin malî bir bunalıma girmesi olmuştu. Ülke içinde yeni bir silah endüstrisi kurmaktansa dışarıdan silah almak çok daha ucuza geliyordu. Alman Mavzer tü ­ fekleri ve Krupp topları Osmanlı kuvvetlerinin standart silahı haline geldi ve Osmanlı donanmasında İngiliz savaş gemileri görev yaptı.106 19. yüzyılın sonuna gelindiğinde Osmanlı Devleti tümüyle dışarıdan alman silahlara bağımlı hale geldi ve üçüncü seviye üretici olma vasfını kaybetti. Gerileme tezinin belki de en garip tarafı, Osman­ lIların Batı kuramlarını almaya en meyilli oldukları dönemin, aynı zamanda ithal bağımlısı konumuna geriledikleri dönem olmasıdır. 106 Jonathan Grant, “The Sword of the Sultan: Ottoman arms imports from the Cri­ mean War to World War 1,” basılmamış tebliğ, Askeri Tarih Cemiyeti’nin yıllık toplantısına sunulmuştur: Montgomery, Alabama. 8 Osmanlı Tarihinin Dönemleri: Yapısal Bir Karşılaştırmalı Yaklaşım* Kemal H. Karpat Türkiye, Bulgaristan, Yugoslavya ve Amerika’daki bilim adamla­ rının son dönemde yaptıkları arşiv belgelerine dayalı araştırmalar, yeni kavramsal açılımlara kapı aralayan önemli ölçüde niceliksel bilgiler ortaya koymuş ve dolaylı bir şekilde son dönemlere kadar Türkiye’deki Osmanlı araştırmalarına hâkim olan milliyetçi bakış açısının yetersizliğini göstermiştir. Arazi icarı, timarlar, nüfus ve iskân, ticaret, zirai ve malî mevzuat veya sosyal gruplar gibi konular üzerine yapılan bu yeni araştırmalar, ekonomik ve sosyal faktörlerin şahıslar üzerindeki veya kültürün Osmanlı tarihi1 üzerindeki etki­ lerini önemle vurgulamıştır. Bu nedenle Osmanlı tarihini gelişme * "The Stages of Ottoman history: A structural comparative approach”, Editör: Kemal H. Karpat, Ottoman State and its Place in the World History, Leiden: E.J. Brill, 1974. Çeviren: Talip Küçükcan, Şu kitaptan alınmıştır: Kemal Karpat (ha­ zırlayan), Osmanlı ve Dünya, Çev. M. Armağan ve diğerleri, İstanbul 2001, Ufuk Kitapları. 1 Bu makalede takdim edilen tezin daha detaylı bir incelemesi ve bahsedilen kay­ naklara yapılan göndermeler E.J. Brill tarafından 1973 yılında yayımlanan Social Change and Politics in Turkey adlı kitabımın giriş bölümünde yer almaktadır. 18. ve 19. yüzyılların genel bir tarihî değerlendirmesi ise şu makalede yer almakta­ dır: ‘The Transformation of the Ottoman State’, International Journal o f Middle Eastern Studies, 3 (1972), s. 243-281. 200 ♦ k e m a l h. k a r p a t veya genişleme, duraklama ve gerileme2 dönemlerine ayıran eski ve geleneksel sınıflandırma yerine şimdi, OsmanlI’nın toplumsal değişiminde kültürel faktörlere hak ettiği yeri veren ve ekonomik ve sosyal faktörlerin etkilerini göz önüne alma fırsatı tanıyan yeni bir yaklaşımı koyabiliriz. Bu çalışmanın amacı, Osmanlı tarihini, çoğunlukla kontrol ettik­ leri arazilerden elde ettikleri güç ile yönetim ve toplumda üstünlük kuran sosyal gruplar ve toprak sistemindeki değişimlere göre gelişen ve değişen safhalar, dönemler veya evrelere ayırmaktır. Osmanlı tarihinin bu şekilde dönemlendirilmesi esas itibariyle temel ekono­ mik kaynağın -toprağın- düzenlenmesi ve elit sınıfın arazi sahipliği ve işletmesi temeline bağlı olarak nüfuzlarının yükselip düşmesine dayanmaktadır. Geleneksel Osmanlı toplum undaki toprak sistemini, elitlerin doğuşunu etkileyen ve bu sınıfların hem geniş halk kitleleri, hem de resmi devlet kuramlarıyla ilişkilerinde onlara bazı güçler sağlayan temel ekonomik kurum olarak kabul etmekteyiz. Toprak, toprak mül­ kiyeti ve işletmesi, Osmanlı tarihindeki başlıca değişimlere yol açan sabiteler ve değişkenlerin her ikisini de göstermektedir. Ekonomik zaruret ve toprağın sürekli işlenmesi sabiteler olarak, toprak mülkiyeti biçimleri ve işletme şekilleri ise değişkenler olarak görülebilir. Çiftçi­ lere değişmez bir vazife olarak sürekli toprak işleme görevi yükleyen geleneksel sosyal teoride de açıkça ifade edildiği gibi, Osmanlı gibi geleneksel bir toplumda tarımsal mallara duyulan ihtiyaç değişmeyip sabit kalmıştır. Ancak tarımsal malların üretim ve dağıtımı sosyal yapı, güç ilişkileri, mülkiyet haklan ve toprak icarındaki dönüşümleri yansıtan önemli sayıdaki değişkeni göstermektedir. Osmanlı tarihini, toprak sistemi ve onlarla ilişkili görülen seçkin (zümre) temeline dayalı olarak dönemlere ayırma işinin gerisinde bir neden daha vardır. Osmanlı tarihi ile ilgili birçok araştırma Ba­ tılılaşma, yenileşme, milliyetçilikte somut ifadesini bulan siyasal ve 2 Osmanlı Devleti’ni gelişen ve gerileyen bir yapı olarak değerlendiren ilk kişi, tarihçi olan Boğdan Kralı Dimitri Kantemir’dir (1673-1723). Bu yaklaşım Kantemir’in 1733 yılında Paris’te yayınlanan klasik eseri Historia incrementorum atque decrementorum aulae Ottomanicae’nin [OsmanlIların Yükseliş ve Gerile­ me Tarihi] daha başlığından da açıkça anlaşılmaktadır. o sm an lı ta rih in in dön em leri + kültürel değişimler ekseninde veya kültürel ve siyasal sistemin genel olarak çağdaşlaşması hakkında yürütülm üştür. Bu araştırmalar, Osmanlı sistem ve tutum larının içten dönüşüm üne neden olan ekonomik ve sosyal etkenleri görmezden gelmiştir. Şüphesiz Osmanlı tarihinin dönemleştirilmesine ilişkin bütün sorunları bir makalede ele almak mümkün değildir. Meselenin özüne vakıf olabilmek için hâlâ bazı noktaların zikredilmesi gerekmektedir. Bu noktaların birincisi, yazarın kültür ve kültürün sosyal yapıyla ilişkisi hakkındaki görüşü, İkincisi İslamiyet’in rolü, üçüncüsü ise Osmanlı sisteminde bürokrasinin konumudur. Osmanlı kültürel sisteminin ve ondan kaynaklanan değerlerin, sosyal yapı ve bunun ekonomik tem elinin de içinde bulunduğu toplumsal çevre tarafından koşullandırıldığmı kabul ediyoruz. Ge­ leneksel bir sistemde fikirlerin kaynağı ve meşrulaştırılması olduk­ ça farklı şeylerdir. Kari M annheim ’in teorisine katılarak fikirlerin toplumsal kökeni olduğu görüşünü benimsiyoruz. Diğer taraftan, özellikle toplumsal düzenle ilgili fikirlerin meşrulaştırılması teolo­ jik bir kisveye bürünmüş olabilir ve cari dinî sistemin dogmalarına uygun olarak ifade edilebilir. Bu durum u, İslamiyet’in, Osmanlı Devleti'nde oynadığı rol iyi açıklamaktadır. Gerçekten İslam, çoğu ahlakî alanla ilgili ken­ di norm atif işlevlerine sahip olmanın yanında, Osmanlı dönemi süresince ve öncesinde toplumsal hareketlerin meşrulaştırılması için bir forum işlevi görmüştür. İslâmî meşrulaştırma, seçkinler tarafından siyasal ve toplumsal düzeni korumak için kullanıldığı gibi, çoğunlukla yükselen elit kesim tarafından yönlendirilen düşük sınıfsal gruplar tarafından da mevcut düzeni protesto etmek için kullanılmıştır. Örneğin, Orta Çağlarda Osmanlılar tarafından kulla­ nılan Mâverdî ve Devvânî'nin İslâmî temele dayalı siyasal teorileri, devletin elit sımfinm iktidarını meşrulaştırmaya hizmet etmiştir. Diğer yandan, temeli yine İslam’dan kaynaklanan İsmailî, Tasavvufi, ve Alevî-Kızılbaş doktrinleri de çoğunlukla avamın yönetici sınıfa karşı gösterdiği protestoları meşrulaştırmayı hedeflemiştir. Ger­ çekten de İsm ail, tasavvufi ve Alevî hareketlerin çoğu, ekseriyetle ortaya çıktığı dönemde meydana gelen başlıca yapısal değişikliklere eşlik eden toplumsal hareketlerdir. Bernard Lewis’in bir toplumsal o k e m a l h. k a r p a t protesto yolu olarak zındıklık üzerine yaptığı araştırmalar gayet iyi bilinmektedir. Bu araştırmalar daha detaylı tartışmalara kapı ara­ lamaktadır. Ne var ki bilim adamları tasavvufi ve Alevî protestoları, toplum sal yapıdaki değişimlere karşılık gelen siyasal ve kültürel intibaklardan (uyumlar) ziyade, ekseriyetle ehl-i sünnet dışı dinî hareketler olarak görmüşlerdir. Örneğin Osmanlı tarihinde dinî reaksiyon, liberalizm ve yenileşme dönemleri vardır. Gerçekte tüm bu dinî hareketler ve tutumlar, İslamiyet’in liberal, muhafazakâr ve hatta heretik yorumlarında iktidardan çıkarı olan bazı toplumsal grupların özel davranışlar ve toplumsal değişimlerine bağlı olarak gelişmiştir. Bu çeşit yorumlarda göze çarpan temel özellik, İslam’ın kelamî özü değil, toplumsal sistemin bazı boyutlarıdır. Kuramların benimsendiği ve bir gelişme safhası deneyiminin yaşandığı Osmanlı Devleti’nin kuruluş döneminde, ‘sınır (uç) İslâ­ mî’ şeklinde kendini gösteren hür bir dinî tutum egemen olmuştur. Ancak Osmanlı sisteminin, Fatih’in (1451-1481) çıkardığı kanunlarla temel toplumsal ve siyasal yapısını kazanmasının ve merkezi bü ­ rokrasinin Yeniçeriler vasıtasıyla gücünü pekiştirmesinin ardından dinî sistem, yani İslam, II. Bayezid (1481-1512) döneminde tutucu, hatta reaksiyoner bir niteliğe bürünmüştür. Kültürel yönelime sahip bilim adamları hâlâ, Yeniçerilerin Müslüman olmadan önce edindik­ leri Hıristiyan kültürü koruduklarını kanıtlamak gayretiyle onların Bektaşilerle yakınlıklarını zikrederek Yeniçerilerin, Sünni İslam’ın dışında olduklarım vurgularken, aslında 15. ve 16. yüzyıllarda, Doğu Anadolu’daki Sünni olmayan Kızılbaş dinî hareketlerin köklerini kazıma ve ortadan kaldırmada Yeniçerilerin önemini görmezden gelmektedirler. Kızılbaşlar kısmen, Yeniçerilerin bağlı bulundukları Hacı Bektaş’tan esinlenmiş olmakla birlikte, devlet düzenine karşı çıkmışlardır. Yeniçeriler, yönetici toplumsal grubun bir parçasıydılar. İsyankâr Kızılbaşlara karşı takındıkları tavrı belirleyen de Yeniçeri­ lerin dinî inançları değil, bu konumlarıydı. Bazı Osmanlı tarihi araştırmacıları, Fatih’in ölümünü takip eden dinî reaksiyonu, merkezî bürokrasiyi kontrolünde bulunduran mühtedilerin ellerine geçirdikleri devletin yüksek makamlarını doğuştan Müslüman olanların tekrar ele geçirme girişimi olarak görmüşlerdir. Kültürel cazibesine karşılık bu teori, kökenleri yapısal değişim bil­ osm anlı tarihinin dönem leri * gisine dayanan bir başka görüşle kolayca çürütülebilir. Bu görüşe göre, M üslümanlar ile devşirme kökenliler arasındaki mücadele aslında, merkezi bürokrasinin hızla yayılan otoritesine karşı beylik elitlerinin, bazı eski imtiyazlarını koruma çabasıdır. Son olarak, toplum sal faktör ile kültür arasındaki ilişkiyi ka­ nıtlamak ve kültürün toplumsal faktöre hizmet ettiğini göstermek için Osmanlı tarihinin m odern döneminden bir örneğe bakılabilir. İslam’da reformist ve sektiler olarak adlandırılan hareketlerin baş­ langıcı, geleneksel olarak Batı’nm 19. yüzyıldaki kültürel etkilerine atfedilir. Türü ne olursa olsun dinî yenileşme hareketi, liberalizmle bağlantılıdır. Hatta liberalizm Osmanlı Devletinde yeni yükselen orta sınıfların -ticari gruplar, m odern bürokrasi, aydınlar- kendi konumlarını meşrulaştırmak için kullandıkları ideolojik bir araçtı. Bu gruplar, ulema ve saltanat bürokrasisi gibi eskiden kurumsal­ laşmış gruplara ve nihayetinde tahtın kendisine karşı sürtüşmeye girmişlerdir. Bu gruplarca geliştirilen seküler meşrulaştırma se­ ktiler’ kavramı Batılılarm bu terimi kullandığı anlamıyla aslında yanlıştır- kısmen Batı’nm ekonomik ve endüstriyel etkisinden kay­ naklanan toplum sal düzenlemeleri meşrulaştırmada eski sistem yetersiz kaldığı için geliştirilmiş olup bu grupların güç ve statüsünü haklı çıkarıyordu. Modern toplumsal yenilikçilerin 'komünist' olarak nitelendirilmelerine benzer şekilde, Sünni anlayış bu grupları zındık olarak adlandırmıştır. Bundan başka m odern İslâmî yenilikçi hareket olarak bilinen oluşumlar esas itibariyle toplumsal konular ekseninde dolaşmış ve İslamiyet’in kelamî yönleriyle sadece yüzeysel olarak ilintili olmuş­ lardır. Modern İslam’daki bu tür ‘yenilikçi’ hareketler yeni bir bakış açısı kazanmış olup Afganî ve Abduh bu anlam da dinî reformist olmaktan ziyade toplumsal yenilikçi olarak belirginleşmektedir. Osmanlı hukuk sistemi, görünüşte İslam hukuku ile uyum için­ deydi. Ancak bu uyum siyasal ve toplumsal konulardan ziyade aile ve ferdî hukuk söz konusu olduğunda kendini göstermekteydi. Bu noktada şunu söylemek yeterli olacaktır: İslam hukuku ne zaman siyasal ve toplumsal gerçeklik ile sürtüşmeye girdiyse ödün verilen, kurban edilen, hukuk olmuştur. Bunun en iyi örneği timar sistemi­ dir, çünkü burada icra edilen devlet arazi mülkiyeti ilkesi, mutlak ♦ k e m a l h. k a r p a t olan İslâmî özel mülkiyet anlayışından açık seçik bir sapmayı ifade etmektedir. (Fatih’in, dinî vakıf mülkiyetini kamulaştırma dışında bırakan bir başka İslam hukuku kuralım çiğneyerek w2/a/arazilerine el koyduğu ve bu arazileri timara dönüştürdüğü de unutulmamalı­ dır.) Bu nedenle hangi açıdan bakılırsa bakılsın Osmanlı kültür ve hukuk sisteminin toplumsal yapıdaki değişimlere tabi olduğu görü­ lür, bunun tersine rastlanmaz. Daha önce zikredilen son açıklayıcı nokta, bürokrasiyle ilgilidir. E.N. Eisentadt’m ThePolitical Systems of Empires [İmparatorlukların Siyasî Sistemleri] adlı eserinde belirttiği gibi, genelde Osmanlı Devleti’nin Orta Çağlarda en karmaşık bü­ rokratik organizasyonlarından birini inşa ettiği kabul edilmektedir. Bu bürokrasinin devlet istikrarının korunmasında etkili olduğu da bir gerçektir.3 Yeni uluslarda (devletlerde) bürokrasi ve aydınların modernleştirici rolü hakkmdaki bazı araştırmaların etkisinde kalan az sayıda bilim adamı, Osmanlı sisteminin tüm ünü bürokrasiyle eşleyecek kadar ileri gitmiştir. Bu görüş, Osmanlı bürokrasisinin çoğunlukla baskın sosyal gruplarla bir tutulduğu veya kendi İdarî fonksiyonları ile yükselen güç odaklarının beklentileri arasında ahenk kurmaya çalıştığı temel gerçeğini açıklamakta başarısız kalır. Bu durum un ortaya çıkmasında çeşitli faktörlerin rolü vardır. Fuat Köprülü, Paul Wittek ve Halil İnalcık gibi önde gelen tarihçi­ ler, Osmanlı hanedanının kabile kökeni olmadığı ve kan bağı olan yakınlarına karşı zorunlulukları bulunmadığı konusunda hemfikir­ dirler. Bu özelliğinden dolayı Osmanlı hanedanı bürokratik sistem 3 Osmanlı Devleti’nin siyasal dönemi geleneksel olarak 1299 ve 1918 yıllarını kap­ samakta olup, bu talihsiz ve az anlaşılmış devletin kuruluş ve yıkılış tarihlerine ilişkin yaklaşımlara bağlı olarak her iki tarih de birkaç yıl ilave edilerek veya çı­ karılarak değiştirilebilir. OsmanlIların Balkanlar, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’nın bazı bölgelerindeki idare süresi, bu bölgelerin Osmanlı kontrolüne giriş ve çıkışı değişik zamanlarda olduğu için oldukça farklılık göstermektedir. Bu nedenle Os­ manlI Devleti’nin ömrü Orta Çağ, Rönesans ve Reformasyon, Modern Çağ, Fran­ sız Devrimi, Sanayileşme ve hatta Rus Devriminin başlangıcına tekabül etmek­ tedir. Avrupa toplumsal tarihi açısından bakıldığında ise Osmanlı Devleti’nin ömrü feodal, küçük burjuvazi, kapitalist ve hatta şayet OsmanlI’nın yıkılış tarihi olarak Rus devriminden bir yıl sonrası esas alınırsa, sosyalist devrime tekabül etmektedir. Gücünün zirvesine ulaştığı 16. yüzyılda Osmanlı sınırları tüm Balkanları, Maca­ ristan, Orta Doğu (İran hariç) ve Kuzey Afrika’mn (Fas hariç) büyük bölümünü kapsamaktaydı. osm anlı tarihinin dönem leri « içerisinde işlevsel bir rol edinme imkânı bulmuş, toplumsal rütbe ve statü ölçeği olarak başarının üzerinde önemle durmuştur. Bürokrasi, kısmen kabile aristokrasisine veya diğer Müslüman hanedanlıkla­ rında olduğu gibi, başlıca devlet fonksiyonlarını üstlenen hanedan ailesine hizmet etmeme özgürlüğünden dolayı neticede rasyonel bir genel görünüm geliştirmiştir. Bürokrasi, neredeyse başlangıcından itibaren toprak düzenlemesi ve benzeri somut meselelerle ilgilen­ miştir. Bununda ötesinde, ilk dönem bürokrasisinin askeri kökenli olması bu sınıfa ahenk ve disiplin kazandırmıştır. 19. yüzyılda sivil kaynaklardan bürokrasiye eleman alımı, modern Türkiye’de etkileri hâlâ hissedilen büyük krizlere neden olmuştur. Son olarak burada şunu da zikretmek gerekir: Osmanlı Devleti, gönüllü olarak veya doğal yollarla oluşan toplumsal örgütlenmeler ve grupları resmen tanıyarak sisteme geniş ölçüde entegre etmeye dayalı ‘bürokratikleşme’ siyaseti gütmüştür. Bu uygulama, örgütlü grupların hanedanla görünüşte özdeşleştirilmesi ile sonuçlanmış ve bu gelişme Osmanlı Devletine monolitik, yekpare bir görünüm kazandırdığı için de toplumsal bünyedeki sürtüşme ve farklılaşmaları gölgede bırakmıştır. Yapısal dönüşüm lere bağlı olarak bürokrasinin fonksiyonları ve örgütlenişi, aslında sürekli değişikliğe uğramıştır. Osmanlı tari­ hi boyunca çok az sayıda idari kurum değişmeden kalabilmiştir.4 Toprak sistemi ve seçkinler tabakasındaki değişimlere dayalı ge­ lişmelere göre, Osmanlı tarihini bazı dönemlere ayırmak, genelde Orta Doğu çalışmaları, özelde ise Türk-Osmanlı araştırmalarına yeni bir kavramsal ve mukayeseli yaklaşım kazandırmak için yararlı bir başlangıç olacaktır. Bu yaklaşım, Balkanlar ve Orta Doğu tarihini ve buralarda m eydana gelen toplumsal değişimleri araştırırken yeni 4 Bütün olarak ele alındığında bir yüzyılda hayati rol oynayan kurumlar ve top­ lumsal grupların çoğunlukla biçimsel olarak süreklilik gösterdiği veya müteakip asırlarda yeni ve farklı fonksiyonlar kazandığı gözlenmektedir. Sürekliliğini ko­ ruyan temel kurum ‘saltanat/taht’ olmuştur. Toplumsal ve siyasal düzenin doru­ ğunda konuşlanmış olan ‘saltanat/taht’, seçkinler arasındaki karşılıklı etkileşimi yansıtmıştır. Geleneksel yapıların çoğu gibi, Osmanlı siyaset sistemi felsefesi de elitist bir yapıya sahipti. İktidar mücadelesi içerisindeki her grup diğer şeyler arasında kendi siyasal ve toplumsal konumlarını meşrulaştıran makam olarak saltanatı korumak istemiştir. « k e m a l h. k a r p a t yöntemler ve niceliksel bilgilerin daha geniş ölçüde kullanılmasını teşvik eder. Dikkatleri, dönüşümün iç etkenleri üzerine yoğunlaştırır. Bunu sağlarken İslamiyet ve Batı uygarlığı gibi kültürel faktörlerin etkilerini, bu etkileri sosyo-ekonomik bir bakış açısı ile dengeleyip güçlendirerek, daha iyi bir yaklaşım kazandırır. Son olarak tarihi dö­ nemlere ayırma dikkatleri tüm toplumlar için geçerli olan değişimin somut ve kavranabilir etkenleri üzerinde yoğunlaştırarak, hem yeni uluslar, hem de Batı ile ilgili daha çok karşılaştırmalı araştırmalar yapmaya sevk eder. Böylelikle Osmanlı tarihiyle Batı ve insanlık tarihi arasında bir bağ kurar. Osmanlı Tarihinin Dönemleri a) Hudut boyları: Uç beyleri 1299-1402 Osmanlı Devleti’nin son derece olumsuz şartlar altında hızla kurulması ve başarılı şekilde yükselişi bazı teorilerin geliştirilmesine neden olmuştur. Bunlardan Paul Wittek’in, kuruluşundan yıkılışına kadar Osmanlı Devleti’nin savaşçı bir gazi devleti olduğu teorisi hâlâ önemli ölçüde ideolojik cazibe taşıyor. Bu teori, Osmanlı Devleti’nin ilk dönemlerinde başarıların elde edilmesinde gazâ ruhuna eşit ve belki ondan daha fazla katkıda bulunan sosyo-ekonomik faktörleri gözardı etmektedir.5Wittek’in erken Osmanlı tarihindeki toplumsal sorunlarla da ilgilendiği doğru olmakla birlikte, onun baskın görüşü, toplumsal olayların, ekonomik ve yapısal faktörlerden ziyade kültürel manzaranın bir sonucu olduğudur. Batı Anadolu’da, M armara denizine açılan dağlık bir bölgede kurulan erken Osmanlı Devleti göreceli özgürlük diyarıydı ve ha­ reketli bir toplumsal örgütlenmeye sahipti. Bu özellikler Osmanlı Devleti’ne önemli ölçüde büyüme ve iktidar fırsatı vermiştir. Batı’da çöken Bizans ile doğuda feodal Türk beylikleri arasında sıkışıp kalan, erişilmesi nispeten güç olan bu bölgeye kasabalılar, tüccarlar, zulme 5 İslamiyet'e dayandığı varsayılan cihad ve gazâ ruhuna duyulan bu tutku insanı inanılmaz çelişkilere sürüklemektedir. Saygınlığıyla bilinen Cambridge History adlı eser, Anadolu’daki ilk dönem Türk devletlerini şu şekilde tanımlamaktadır: ‘Cihad neticesi olan bütün bu Türk beyliklerinde önceleri, İslâmî etkinin izleri­ ni taşımayan popüler Türk kültürü mevcuttu,’ The Cambridge Médiéval History, Vol. 4, Part 1, The Byzantine Empire, s. 756. osm anlı ta rih in in dön em leri « baş kaldıran Ahiler de dahil zanaat erbabı, alimler, göçebeler, m u­ haripler ve çevredeki feodal devletlerden kaçan veya müşteki olan diğer marjinal unsurlar sığınıp yeni fırsatlar yakalamıştır. Toplumsal ve kültürel tahditlerden uzak bu devlette meskûn halkın niteliği ve İslâmî inançtan ziyade Bizans dahil çevre bölgelerdeki sosyo-ekonomik ve siyasal şartlarla ilintili halkın pragmatik görünümü, Osmanlı Devletinin muhteşem yükselişini açıklamaya yardımcı olur.6 Bu açık toplumdaki nisbî hareketlilik, Osmanlı Devleti’nin ilk döneminde uzun bir süre korunmuştur. Hanedanın kurucusu Os­ man Gazi’nin silah arkadaşları ve özellikle de halefleri Orhan ve I. Murad, Balkanların fethi ve burada Osmanlı idaresinin muhafaza edilmesinde hayatî rol oynamışlardır. Yönetici-padişah, yarı ilah veya mutlak hükümdar değil, daha ziyade merkezi örgütlenme ve cari gücü elinde bulunduran çeşitli uç beyleri arasında toparlayıcı bir unsurdu. Padişah ile yakın çevresi arasındaki toplumsal farklılığın en alt düzeyde olduğu görülmektedir. Beyler, yeni fethedilen bölgeleri idare etmiş ve kendi ordularına sahip olmuştur; ancak bir tehlike anında faaliyetlerini birleştirmiş ve padişahın emrine sunmuşlardır. Verilerin yetersiz oluşu nedeniyle, beylerin arazi ve köylülerle ilişkisi tam anlamıyla değerlendirilemiyor. Buna rağmen birçok Türk gruplarının yerleştiği Balkan topraklarının, Bizans tekfurlarının ve zaman zaman da Batılı haçlıların feodal bölgesi olduğu söylenebilir. Uç beyleri, çok sayıda yerel tekfurun iktidarına son vererek bu feodal bölgenin çoğunu kontrol altına almayı başarmıştır. Yerel tekfurların köylüler üzerinde doğrudan bir ekonomik denetimi vardı. Uç beyleri ise öncelikle geniş bölgeler üzerinde siyasal denetim kurdu, ödedik­ leri vergilere ilaveten Bizans ve Latin efendilerine geçmişte sayısız kişisel hizmette bulunan köylülerden sınırlı oranda vergi tahsil ettiler. Ayrıca, hükümdarına karşı sorumlu kalıp arazi ilişkilerini efendi ile çiftçi arasındaki bireysel ilişkiler düzeyinden çıkarıp, devlet (Padişah) ile köylü arasındaki yeni bir kamu ilişkisi düzeyine dönüştüren bey­ lere araziler, Padişah tarafından bahşedilmiştir. Bu durum beylere, iki kesim arasında aracılık yapan bir nitelik kazandırmıştır. Bundan 6 Halil İnalcıkve merhum Profesör Mustafa Akdag’m 13. yüzyıl Marmara havzasına ilişkin tartışmaları Osmanlı tarihi araştırmacıları arasında gayet iyi bilinmektedir. « k e m a l h. k a r p a t yararlanan kesim, Latin Lordları, Haçlılardan sağ kalanlar ve sultanı desteklemek veya Müslüman olarak önceki imtiyazlarını tekrar elde edene kadar, köylüler olmuştur. Bu gelişmelerin, Yıldırım Bayezid’in 1402 yılında ölümünden [1403 olmalı - M.A.] sonra gözlenen beyler arasındaki mücadelede de etkileri olmuştur. Uç beyleri, çiftçiler ve merkezi yönetim arasındaki ilişkilerde ne tür değişiklik olursa olsun açık bir gerçek vardır ortada. Erken dönem Osmanlı Devleti’nin gücü, ekseriyeti Balkanlarda yer alan uç/sınır bölgelerindeydi. Halil İnalcık, Paul Wittek ve diğer bilim adamlarının işaret ettiği gibi, Malkoçoğulları, Evranoszadeler, Turhanoğulları ve diğer birçoklarının Balkanlarda geniş nüfuz alanına ve büyük ordulara sahip olduklarını biliyoruz. Bu boylar tek keli­ meyle devletin temellerini koruyan unsurlardı. Birçok Müslüman devletin yıkılmasına yol açan merkezî hükümet ile taşra idarecileri arasındaki kaçınılmaz otorite (yetki) sürtüşmesi, neredeyse Osmanlı Devleti’nin de yıkılmasına neden oluyordu. Uç beyleri, 1402 Ankara savaşmda Timur'a karşı Bayezid’in ordularına katılmamıştır. Padişah bu çok önemli savaşı kaybetmiş ve devlet uzun süreli bir iç bölünme sürecine girmiştir. Beyler, padişahlık için kendi adaylarına destek vermek suretiyle bu süreçte önemli rol oynamıştır. Osmanlı tarihinin bu dönemi, Anadolu beylerinin, merkezî hüküm etin yanında yer almaları ve Çelebi Mehmed’i (1413-1421) tahta çıkarmalarıyla son bulmuştur. Mahallî beylerin, ailelerinin ve bu döneme tekabül eden yönetim sisteminin oynadığı baskın role dayalı olarak bu dönem Osmanlı tarihinin tahlili, Osmanlı Devleti’nin doğuş ve gelişimi konusunda yeni anlayışlar ortaya koyacaktır. b) Merkezi Yarı-Feodal Dönem, 1421-1596 Merkezi hükümet ve beyler arasındaki çatışma yukarıda da be­ lirtildiği gibi merkezî hüküm et lehine çözümlenmiştir. Bu ikinci dönemde Osmanlı Devleti’nin temel niteliği, merkezî hükümetin kendi iktidarını, ekonomik, toplum sal ve siyasal sistemi yeniden düzenleyerek pekiştirmek amacına yönelik sürekli ve tedricî gayretleri benimsemesi olmuştur. Hem tahta çıkış kurallarının belirlenmesi, hem de geçmişteki Müslüman hükümdarlarla ilinti kurularak hane­ o sm an lı ta rih in in d ö n em leri « danın kökenlerine ilişkin yerinde bir yorumlama, taht ve hanedanın sosyo-politik yapıdaki yerlerini açıkça belirlemiştir. Merkezî ordu, bilhassa yeniçeriler, askeri güç içerisinde ana birim haline gelmiş ve aynı zamanda merkezi hükümetin hâkimiyetini etkili bir şekilde taşraya taşıyan kanal olmuştur. Bu arada ekonomi ve dış ticaret, katı İdarî düzenlemelere tabi tutuluyordu. Bu durum Venediklileri hakim tüccarlar konum undan uzaklaşürdı ve yeni bir yerel ticaret zümresinin doğmasına fırsat verdi. Bu gelişme, Doğu Akdeniz’de Venedikliler ile Osmanlılar arasındaki ekonomik sürtüşmeyi daha da ateşledi. Toprak (arazi) cephesindeki gelişmeler ise merkezi hü­ kümete bağlı kul ve sipahilerin yerini eyalet/taşra sipahileri, yani eyalet/taşra seçkinlerinin alması yönünde olmuştur. Fatih Sultan Mehmed (1451-1481), neredeyse Osmanlı Devleti yıkılana kadar devletin temelleri olarak kalan siyasal, toplumsal ve İdarî kuralları uygulamaya koymuştur. Merkezi hüküm etin, yani siyasal otoritenin üstünlüğü tedricen tüm özel ve gönüllü örgütler ile kültür ve din üzerinde egemen olmuştur. Bu, özü itibariyle Fatih’in bütün vasıtaları kullanarak devlete tam sadakatini sağladığı ve ha­ rici etkilere kapalı tutmaya çalıştığı bürokrasi çevresinde kurulan devletçi bir sistemdir. Bu bürokrasinin zaman içinde daha özel bir toplumsal sınıf olarak ortaya çıktığı doğrudur. Ancak padişaha-devlete sadakat fikri devam etmiş ve bu düşünce Osmanlı Devleti’nin sürekliliğini temin eden başlıca unsurlardan biri olmuştur. Bu dönem aynı zamanda, ana hatlarıyla merkezi bürokrasiden ibaret olan kul sisteminin (genellikle padişahın devşirmelerden oluşan hizmetkârkulları) eski taşra seçkinleri arasında önemli ölçüde tepki yaratarak egemen olduğu dönemdir.7 Bu dönemdeki ekonomik ve toplumsal taban, timar toprak sis­ temiydi. Bu sistemin kökenleri muhtemelen daha eski Orta Doğu imparatorluklarına ve bilhassa da Selçuklu dönemine uzanıyordu. Ancak timarlar devlet yapısıyla bütünleşmiş, tam amen gelişmiş ve iyi örgütlenmiş bir sosyo-ekonomik sistem olarak Osmanlı Devleti 7 Daha önce zikredildiği gibi bu sorun, bazı bilim adamlarınca Müslümanlarla dev­ şirmeler arasında cereyan eden bir mücadele olarak yorumlanmıştır. Aslında bu, padişahın, eski taşra seçkinlerinden daha çok merkezi hükümetin çıkarlarına hiz­ met eden ‘kul’un kendi lehine çözüme kavuşturduğu bir iktidar mücadelesidir. o k e m a l h. k a r p a t döneminde ortaya çıkmıştır. Timar, mirî arazilerin (genellikle fet­ hedilen toprakların) mülkiyet hakkının ebediyen devlete, tasarruf, yani arazinin ekilip-biçilmesi hakkının kiracıya ait olması ilkesine bağlıydı. Özellikle 1453 yılından sonra merkezi hükümetin tayinleri taşradaki eski sipahiler üzerinde öncelik kazanmaya başladıktan sonra çoğu kez kul, yani merkezi orduya mensup olan sipahi, yap­ tığı hizmetlerin karşılığı olarak timar idaresini elde etti, ancak bu hak kendisinden her an geri alınabilecek bir düzenlemeye tâbiydi. Kul, gelirini sadece tayin (görevlendirme) sözleşmesinde belirtilen vergilerden kazanıyordu. Sipahinin başlıca sorumluluğu, devletin mirî araziler üzerindeki mülkiyet haklarını korumak ve kiracının, araziyi işletmek için yüklendiği zorunlulukları yerine getirmesini sağlamaktı. Bu fonksiyonlar sipahiye bir memur rolü kazandırmış­ tır. Sistemin çözülmeye başladığının görülmeye başlandığı Kanuni Sultan Süleyman (1520-1566) döneminde otoriter fermanlar, toprağı işleyenlerin özgürlüklerini kısıtlamış olmakla birlikte, son tahlilde, devletin sipahiler kanalıyla kiracılarla arasında kurulan ilişki sözleşmeci bir görüntü kazanmıştır. Timarm askerî amacı, gelir durum una göre, bir savaş anında insan gücü ve levazım hizmetleri temin etmektir. Timarm bu askeri fonksiyonu diğer sorumluluk alanlarına göre öncelik kazanmış olsa da timar sistemi devletin, en önemli ekonomik kaynak olan toprak ve nüfusun en geniş bölümü köylüler üzerinde denetim sağlamasına yarayacak mekanizmayı tem in etmiştir. Gerçekten de timar siste­ minin, çoğunlukla Anadolu ve Balkanlarda yukarıda açıklandığı gibi uygulanmış olsa da, Osmanlı sisteminin gerçeklerine ve toplumsal mülkiyetlere ilişkin klasik teoriye uygunluk içinde, toplumsal dü­ zenin kuruluş ve korunmasında en etkili yol olduğu kanıtlanmıştır. Bu sistem ayrıca sürekli bir gelir kaynağını sürdürme açısından da önemliydi. Ancak bu sistem, bir taraftan üretimi kontrol altında tu ­ tarken, işlenebilir araziyi sürekli olarak genişletemedi veya yeni ziraî teknikler temininde, sistemin sosyo-ekonomik temelini bozmadan boş ve verimsiz arazileri daha verimli hale getirerek ona sahip olan özel arazi sahiplerinin gösterdiği başarıyı gösteremedi. Gerçekten, timar sistemiyle devlet arazisinin düzenli biçimde ekilip-biçilmesi, osm anlı tarihinin dönem leri * dolaylı olarak Osmanlı nüfusunun artmasını teşvik etmiş, ancak Osmanlı Devleti artan nüfusu eritememiştir. Bu nedenle 16. yüzyılda çoğunluğu gençlerden oluşan, bazıları Anadolu’nun çeşitli yerlerin­ de istihdam sahası arayan, iş bulamadıkları için her işte çalışmaya, hatta paralı askerlik yapmaya hazır bir nüfus fazlası vardı. Osmanlı sisteminin katılığı ile de birleşince bu demografik artış toplumsal çözülme ve kargaşaya neden olmuştur. Timar sistem inin çözülmesi çoğunlukla Osmanlı Devleti’nin zayıflamasının başlıca nedenleri arasında zikredilmektedir. Kanaati­ mize göre bu çözülme, diğer siyasal ve toplumsal örgütlenme biçim­ lerinin gelişmesi için kaçınılmaz ilk adımdır. İlginç olan şu ki, Haşan Kâfi ve Koçi Bey gibi 16. yüzyılın sonu ve 17. yüzyılın başlarındaki erken dönem Osmanlı düşünürleri bile, şeriatın uygulanmamasına işaret etmeleri bir yana, OsmanlI’nın gerilemesinin kökenlerini timarlarm bozulmasına bağlamışlardır. Profesör Bernard Levvis’in de belirttiği gibi, timar askerî önemini kaybetmiştir, çünkü küçük çaplı ateşli silahların kullanılmaya başlanması sipahileri oldukça gereksiz hale getirmişti. Daha sonraları ise piyadelerin rolü güç kazanmış ve yeni silahlara, özellikle ateşli silahlara duyulan ihtiyaç artmıştır. Tüm bunlar devletin giderlerini fazlalaştırmış, dolayısıyla gelir ihtiyacını da artırmıştır. Bu nedenle başlıca vergi dayanağı olan tarımsal üretim miktarını artırmak, kesinlikle zorunlu hale gelmişti. Bu gelişmelerin, özellikle timar sistemi askerî faydasını yitirdiği için devlet gelirlerini artırmak şartıyla, devlete ait arazilerin işletme­ sindeki değişikliklere karşı, devleti daha az karşı koyan bir tutum içine ittiği söylenebilir. 1596 Haçova (Mezö-Keresztes) Savaşı’nda, savaş meydanını bırakıp giden 30 bin sipahinin kovuluşu, timar sistemi ta­ rihinde bir dönüm noktasıdır. Burada ortaya çıkan soru şudur: Sistem yararlılığını kaybetmedikçe ve devlet kendisini oldukça sıkıntılı bir gruptan kurtarmayı benimsemedikçe, timarlarm yönetiminde kilit rolü olan bu kadar geniş kitleyi süratle nasıl azledebilirdi? Osmanlı Devleti’nin toplumsal tarihindeki bir sonraki dönem, yukarıdaki varsayımı destekler niteliktedir. 212 o ke m a l h. k a r p a t c) Taşrada Özerklik ve Ayanlar, 1603-1789 Bu dönem, Osmanlı tarihinde, modern çağa geçiş sürecinde belki de en mühim fakat muhtemelen en fazla ihmal edilen dönemdir. Bu dönem önemlidir çünkü 19. yüzyıldaki yeniliklerin (reformların) çoğu ve Balkanlardaki ulus devletlerin yükselişinin kökenleri bu dö­ nemde meydana gelen sosyo-ekonomik gelişmelerde yatmaktadır. Bu dönemin önemi ayrıca, seçkinlerin belirlenmesindeki ölçütlerde gözlenen sert değişikliklerden kaynaklanır. Bu dönemde, iktidar otoritesinin seçimine dayalı seçkin statüsü yerine, alt sınıflardaki insanların sahip oldukları ekonomik güçlere dayalı, kendiliğinden statü arayışı gayretleri vardı. Bu safhanın Osmanlı’nm gerileme dönemine tekabül ettiği varsayılmaktadır. Bu görüşün aksine, 18. yüzyılda da devlet yaklaşık 50 yıl barış ve refah içinde olmuş, 1683 Viyana yenilgisinden sonra kaybedilen bölgelerin bir kısmı tekrar fethedilmiştir. Bu önemli dönem in ihmal edilmesinin muhtemel bir başka nedeni ise gelişmelerin nispeten karmaşık bir yapıya sa­ hip olması ve değişimleri çözümleyecek uygun kavramsal araçların yokluğudur. Ayanların, yönetimin dışında, en etkin toplumsal grup olarak ortaya çıkmaları bu dönemin en belirgin özelliğidir. İşlevsel olarak konuşmak gerekirse, ayanların yeni bir grup oldukları ancak Orta Doğu’da yaygın olan ayan-eşraf gibi toplum liderlerine ve ileri gelen­ lerine verilen kadîm bazı unvanları kullandıkları görülmektedir. Bu nedenle de bazı tarihçiler yanlış olan toplumsal süreklilik görüşünü savunmuştur. Arazi mülkiyetini ilgilendirdiği kadarıyla ayanlar, ne sipahilerin ne de devlet arazilerine el koyarak yeni bir malik sınıf (toprak sahibi) olarak ortaya çıkan eski sipahilerin varisiydi. (Tabii ki sipahilerin arazi sahibi olduğu bazı istisnai durumlar olmuştur. Ancak genelde rastlanan şey, padişahın, devletin bütün ileri gelen­ lerine timarían malikâne olarak vermesidir.) Çok sayıda malikâne, ekseriyetle yerel ayan veya taşradaki ileri gelenler tarafından ömür boyu kiralanmıştır. Aslında bu gelişme, Osmanlı Devletinin sosyo­ ekonomik tekâmülünde önemli bir dönemdir, çünkü bürokrasi ile toprak kaynakları arasındaki yeni bir ilişki biçimine işaret etmek­ tedir.) o sm anlı ta rihinin dön em leri * Bahsettiğimiz bu kendine has özelliklere sahip ayan sınıfı, hü ­ küm et adına vergi tahsil etm ek ve devlet arazilerini idare etmek için gerekli personel sayısı yetersizliğinden dolayı esas itibariyle 18. yüzyılda doğmuştur. Öyle görünüyor ki ayanların ortaya çıkışının iki nedeni vardı. Birincisi Müslümanlar arasında ayan ve eşraf, gayri­ müslimler arasında çorbacı olarak tanınan veya Mısır’da mültezimler olarak bilinen eski cemaat liderleri vardı. Bu liderlerin kendi bölge ve mahallelerinde halk tarafından seçildiği (bu seçimler tümüyle tahkik edilmemiştir) ve bunların yerel idare, düzen ve yerel güvenlikten sorum lu oldukları iddia edilmektedir. İkincisi, bütün toplum sal katmanlardan yatırımcı bireyler çıkıyordu. Bunlar arasında köylüler ve vergi tahsili ve toprak yönetimindeki imkânlardan yararlanarak toplumsal saygınlığa kavuşan kişiler de vardı. Ayanların işlevi za­ manla genişledi. Ayanlar devlet adına, devlet arazilerini kasaba ve köylülere kiralamada İdarî rolü üstlendiler ve daha sonraları mülkiyet senedi manası kazanan tapu senedini imzalama yetkisi elde ettiler. (1845 yılındaki büyük tapu senedi kayıtları sırasında hükümet, ayanın dağıttığı senetleri mülkiyet delili olarak geçerli kabul etmiştir.) Aynı ayanlar, hem vergi tahsildarları, hem de köylülerin bireysel gelirleri hakkında vergi tahakkuk memurları olarak önemli rol kazanmışlar­ dır. Ayanlar sonunda açık artırmaya katılıp mültezim olmuşlardır. Bunun da ötesinde ayanların yerel düzeyde etkileri arttığı için, bu grup kasaba ve hatta daha küçük yerlerin idaresinde kilit unsur haline gelmiştir. Sonuçta hükümet, bu doğal toplumsal gelişmeyi ayanlık adı altında bir kurum olarak tanıyarak bürokratikleşmesinin faydalı olduğuna kanaat getirmiştir. Bu şekilde kabul edilenler için hükümet berat düzenlemiştir. Ancak ayanların çoğu kurumsallaşmış otorite (iktidar) geleneklerini hiçe sayarak, hükümet beratı olmaksızın fa­ aliyette bulunmuştur. Ayanların toprak idaresi ve vergi tahsiline ilişkin daha önceleri sipahilerin yürüttüğü çoğu görevleri üzerlerine almaları ilginç bir gelişmedir. Ancak, devlet tarafından atanan geçmişteki sipahilerden farklı olarak ayanlar, kendi gayret ve girişimlerine bağlı olarak top­ lumun içinden çıkmış ve toplumdaki etkinlik ve kendi servetlerinin ölçülerine dayalı olarak bir liderlik mevkii elde etmişlerdir. Hükü­ metin ayanı tanımaya yönelik berat düzenlemesi, aslında hükümet o k e m a l h. k a r p a t kontrolü dışında meydana gelen toplumsal gelişmenin sonucu olarak ortaya çıkan cari durumu meşrulaştırmıştır. Geçmişte hükümetin bir timar yönetimi için sipahi tayini, kural oluşturan bir kanun, yani bir statü ve makam oluşturan yegâne etkendi. Ayanlar, arazinin işlenmesi ve vergi tahsilindeki kilit rolünden dolayı kaçınılmaz işlevini büyük oranda kendi başına kazanmıştır. Faaliyetlerini merkezi hükümet memurlarının ve genellikle san­ cak beyinin denetiminde sürdürdüğü ve kendisine tanınan yetkileri aşmadığı sürece ayanın mevkii garanti altına alınmıştı. Ne var ki, merkezi hükümet ve ayan arasındaki bu ilişki, tehlikeli bir çatışmanın tohumlarını da taşımaktaydı. Ayan, kırsal alandaki (taşra) ekonomik kaynakları fiilen (de facto) denetim altında tutuyordu ve çoğu kez halkı, merkezi hüküm etin ikinci derecedeki m em urlarının kötü muamelesine karşı koruduğu için toplum üzerinde önemli oranda nüfuzu vardı. Ayan kendi makamını tehdit etmediği sürece iktidar ve tahta saygı göstermiştir. Aslında yerel olaylarda nisbî özerkliği ve sosyo-ekonomik konumu korunmak kaydıyla ayanın kendisini yasal olarak mevcut sosyo-politikyapıyla bütünleştirmesinde hayatî çıkarları vardı. Yerel özerkliğe doğru giden bu temayül, merkezî hükümetin uyguladığı mutlak otorite ve hükümetin mali kaynakları denetim altında bulundurm asından kaynaklanan hayatî çıkarları ile çatışmıştır. Gerçekten de ayanların yarı-özerk bir şekilde ve özellikle de sis­ temle meşru olarak bütünleşmeleri, klasik Osmanlı Devleti’nin üze­ rinde oturduğu geleneksel toplumsal örgütlenme ve siyaset felsefesini yeniden gözden geçirme ihtiyacını doğurmuştur. Merkezi otoritenin 1768-1774 savaşları neticesinde birden güç kaybetmesinde, önceleri belirgin olmayan bu sürtüşme kendisini açığa vurmuştur. Ayanların gücü hızla artmıştır. Derebeyleri olarak anılan belli başlı ayanlar geniş güçler elde etmiştir. Bu süreçte küçük ayanların desteği de rol oynamıştır. Derebeyleri geniş bölgelerin yönetimini ellerine geçirmiş ve merkezi hükümete başarıyla meydan okumuştur. III. Selim (1789-1807) dönemi, Balkanlar ve Anadolu’daki ayan­ lara karşı yönetimin bitm ez tükenm ez mücadeleleriyle doludur. Ayanlık kurumu 1786 yılında resmen lağvedilmiş, ancak hükümet, vergileri tahsil edemediği ve asker silâh altına alamaz duruma düştü­ osm anlı tarihinin dönem leri « ğü için, bu kurumu 1790 yılında tekrar ihya etmiştir. Böylece ayanlar, yasallaştırılmadığı sürece kendi statülerinin tehlikede olduğunu anlarken, padişah ve üst düzey bürokrasi de ekonomik güce ve yerel topluluklar üzerinde nüfuza sahip olan ayanların kendi otoriteleri için de bir tehdit oluşturduğunun farkına varmıştır. Bu çatışma Rusçuk ayanı Alemdar Mustafa Paşa liderliğinde II. Mahmud’un 1808 yılında tahta çıkmasında kilit rol oynayan ayanların lehine çözümlenmiştir. Ayanlar aynı yıl yeni padişahtan Sened-i İttifak anlaşmasını kopar­ mayı başardılar. Babıâli ile önde gelen ayanlar tarafından imzalanan bu anlaşmaya göre, ayanların mülkiyet hakları yasallaştırıldı, erkek çocuklarına miras hakları tanındı ve ayanların yerel yönetimlerde resmi hükümet (devlet) müdahalesinden muaf tutulması sağlandı. Ticaretin yoğunlaşması ve tedrici olarak liberalleştirilmesi, üretim yöntemlerindeki değişimler, pazar ekonomisinin genişlemesi, özel sermaye birikiminin artışı ve Tuna kıyılarındaki kasabalarda meskûn Türklerin, Eflak topraklarında yatırım yapma çabalarının da açıkça gösterdiği tarıma yatırım yapma açılımları göz önünde bulundurul­ m adan tartışılan dönem ve ayanların yükselişi anlaşılamaz.8 Ayanlar ve onların gelecekteki müttefikleri kasabalı tüccar grupla­ rın yükselişi, bu grupların kişisel mülkiyet, ticaret özgürlüğü ve hatta kapitalizmin ilkel bir biçimini savunmaları ve nihayet mutlakıyete muhalefet etmeleri (Türk milliyetçiliğinin fikir babası Ziya Gölcalp buna işaret etmiştir) belki de Osmanlı tarihindeki en köklü değişim döneminin habercisi olmuştur. Gerçekten bu dönem, modern mil­ liyetçiliğin ekonomik ve toplumsal tohum larının ekildiği dönem olmuştur. 8 Bükreş arşivlerindeki Fener dönemine ait belgelere dayalı bir araştırma, Türkler ve Müslümanların ticarete ilgi duymadığı teorisini çürütmektedir. Bu araş­ tırmaya göre takriben 1704-74 arasında çok sayıda Türk, Osmanlı hükümetinin Eflâklı Fener idarecilerinin isteği üzerine yürürlüğe 'koyduğu yasağı delmek için tüm yolları kullanmıştır. Bu yasak, Türklerin ticari mesleklerle uğraşmasına ve bu bölge tarımına yatırım yapmasma engel oluyordu. M. Alexandrescu-Dreasca, “Despre Regimul Supuşilor Otomani in Tara Romineasca in veacul al xviii lea,” Studii, Vol. 4, (Bükreş, 1961), s. 88-113. * k e m a l h. k a r p a t d) Ulus D evlet Olma Dönemi: Modern Bürokrasi ve Aydınlar, 1808-1918 III. Selim’in yenilikçi çabaları ve II. M ahm ud’un (1808-1839) gerçekleştirdiği geniş çaplı değişikliklerin başlıca amacı, ilkin çağdaş bir ordu kurarak merkezi hükümetin hâkimiyetini güçlendirmekti.9 Padişah, yeni bir ordu ve merkezi bürokratik örgütlenme kurdu, bu­ nunla birlikte yeni bir idareci sosyal katmam, yani bürokrasi-aydınlar katm anını ve buna tekabül eden bir ideoloji geliştirdi. Hükümet eğitim, tarım ve ticaret gibi alanlarda çoğu geçmişte bilinmeyen, gönüllü veya dinî kuruluşlarca yürütülen bir dizi yeni sorumluluk üstlendi. İktidarın hükümetin elinde yoğunlaşmasına yol açan bu merkezileşmeden kısa sürede beklenen siyasal amaç, ayanlara boyun eğdirmek ve dış tecavüzlere karşı koymaktı. Mevcut kaynakların daha etkin kullanım ve hareketliliği, hizmetlerin daha adil dağılımı ve bazı grupların hükümetin kontrolünü ellerine geçirmelerine engel olmak ise merkezileşmenin tedricen gerçekleşen tali amaçlarıydı. Ayanlar, merkezi hükümete sadık yeni bir modern ordu kurulmasında yatan tehlikeyi sezmişti. Bazıları devleti ve kendi konumlarım savunmada modern bir ordunun gereğine inandıklarından ve kendi aleyhlerine kullanılmayacağı kanaatini taşıdıklarından, m odern bir ordunun kurulmasını desteklemiştir. Diğer ayanlar ise m odem bir ordunun kurulmasına karşı çıkmıştır. Sırp isyanım bastırmak için sefere çıkan III. Selim’in modern ordusunun, 1806 yılında Çorlu’dan geri çevril­ mesinde ayanların önemli rol oynadıkları bilinen bir gerçektir. III. Selim, m odern bir ordu kurma girişimlerinden dolayı Yeniçeriler tarafından tahttan indirilmiştir. Ayanların korktukları başlarına geldi, çünkü m odem bir orduyu yeniden kurmak ve güçlendirmek isteyen II. Mahmud, 1812 Rus savaşını da fırsat bilerek, bu gücü 1815 yılında ayanların ileri gelen­ lerini yok etmek için kullandı. II. Mahmud 1826 yılında da Yeniçeri ocağım lağvetti. Yüksek derecedeki ayanların fiziksel olarak ortadan 9 19. yüzyıl Osmanlı tarihi, Batı ile diplomatik ilişkiler çerçevesinde bir değişim, modernleşme ve ulus devlete geçiş dönemi olarak kapsamlı bir şekilde incelen­ miştir. Mamafih, bu son dönem, toplumda işleyen ekonomik ve kültürel etkenler çerçevesinden ziyade, neredeyse tamamen Baü’nın askeri ve kültürel açıdan Os­ manlIlar üzerindeki etkileri çerçevesinde ele alınmıştır. osm anlı ta rih in in dön em leri « kaldırılmaları ve mülkiyetlerine el konulması, bu aşamada sultanın mutlakıyetçiliğine karşı çıkan üst toplumsal tabakayı ortadan kaldır­ mış ancak, m odern orta sınıfın gelişmesine de engel teşkil etmiştir. Neticede bu smıf gayrimüslimlerin egemen olduğu ticari kanat ve Müslümanların etkin olduğu zirai kanattan teşekkül edecek şekilde gelişmiştir. Bu dualite (ikilik) Türk-lslam milliyetçiliği de dâhil olmak üzere ciddi siyasal gelişmelere kaynaklık etmiştir. Yukarıda işaret edilen siyasal ve toplumsal değişimlerin gerisinde toprak, hayati bir rol oynamayı sürdürmüştür. Timar, 1831 yılında resmen lağvedilmiş, ancak açıkça gösterildiği gibi bu tarihten çok daha önce tim ar sistemi Osmanlı Devleti’nin belkemiği olmaktan çıkmıştı. Mamafih, timar sisteminin özünde bulunan devletin toprak mülkiyeti fikri, ilke itibariyle devletin, tarıma elverişli geniş araziler üzerindeki mülkiyet haklarını sürdürm esine katkıda bulunm uş­ tur. Bu durum un 19. yüzyıla kadar Arap topraklarında değil, Orta ve Batı Anadolu’da toprak sahibi aristokrasinin ortaya çıkmasına engel olması açısından bir nimet olduğu belli olmuştur. Ancak bu aynı zamanda bir olumsuzluktu, çünkü Osmanlı Devleti, 19. yüzyıl başlarında Balkanlardaki Hıristiyanlar arasında milliyetçi zihniyete sahip, bağımsızlık arayışı içerisindeki ticari ve tarımsal seçkinlere karşı koyabilecek Müslüman-Türk seçkinlerinden ve böyle bir m ü­ cadele yürütmek için uygun bir ideolojiden yoksun kalmıştı. Böyle bir zümre inşa etmek, hükümetin neredeyse bir asrım almıştır. Bu sırada kısmen siyasal güvensizlik, kısmen de hükümetin, dü­ zenli muhafaza dışında kalan miri arazilerin kiracılarca gasp edilmesi korkusu nedeniyle geniş miktarda arazi boş kalmış ve ziraat yapıl­ mamıştır. Avrupa’yı ziyaret eden üst düzey bürokratlar, vatandaşın özgürce mülkiyet edinm e hakkının, malını özgürce kullanma ve mülkiyetten yararlanmalarının maddi kalkınma için başlıca şartlar olduğu görüşünü çekici buluyordu, ancak aynı zam anda devletin gelir ihtiyacı da kendisini hissettiriyordu. Vatandaşın mülkiyet ve hayat haklarına tümüyle hürmet edileceği güvencesini vermek üzere bürokrasi bir kez daha esas sorumluluğu üstlendi. Bu, 1839 yılında Abdülmecid (1839-1861) adına Reşit Paşa’nm, hatalı olarak Osmanlı Devleti'nde m odernleşm enin başlangıcı olarak değerlendirilen, Tanzimat fermanının okuması ile gerçekleşti. « k e m a l h. k a r p a t Tanzimat, III. Selim’den bu yana meydana gelen yapısal ve ku­ rumsal değişimlerin hukukî ve siyasî anlamda kabulüdür. Tanzimat aynı zamanda padişah ve bürokrasinin, ayanların kendi topraklarına el koymalarına engel olmak için, özellikle Balkanlardaki köylüler dahil kitlelerin desteğini alma amacına yönelik gayretleri olarak da yorumlanmıştır. 15 yıl süren yoğun hazırlıklardan sonra hükümet, 1858 yılında Arazi Kanunnamesini (Land Code) çıkardı. Bundan bir yıl önce 1857 yılında hükümet liberal bir göç fermanı çıkarmış ve bu fermanla Avrupa’nın tüm yörelerinden insanları toprak vaadiyle Os­ manlI sınırları içinde yerleşip çiftçilik yapmaya davet etmiştir.10Arazi Kanunnamesi, Orta Doğu toplumsal tarihinde bir dönüm noktası olmuştur. Bu yasa aslında mirî araziler üzerinde devlet mülkiyetinin tekrar beyanıdır. Bu yasa aynı zamanda köylünün, devletten arazi icar etmesine ve bu esnada hükümetin kendi bürokrasisi vasıtası ile hem bir tür mal sahibi hem de tarafsız bir yasa uygulayıcısı olarak hareket etmesini sağlayan modern bir kiralama (kiracılık) rejimi kur­ mayı amaçlıyordu. Başlangıcından itibaren sistemin yürümeyeceği anlaşıldı ve bunun sonucu olarak Arazi Kanunnamesi sürekli bir biçimde değişikliğe uğradı. Yüzyılın sonunda ve Jön Türkler (19081918) döneminde arazinin bir kişiden diğerine transferi öylesine liberalleştirildi ki, toprak icarı özel mülkiyetten ayırt edilemez hale geldi. Başta Irak ve Suriye olmak üzere, Orta Doğu’da şahıslara ait özel toprak mülkiyetinin kökenlerinin çoğunluğu 19. yüzyılda Ara­ zi Kanunnamesi’nin sağladığı fırsatlarda yatmaktadır. Türkiye’de ise şahıslara ait özel toprak mülkiyetinin artışı 1911 yılından sonra gerçekleşmiştir. 1926 yılında çıkarılan Medeni Kanun ile Osmanlı tarihi boyunca özel bir sisteme bağlı olan toprak, sıradan bir mülk olarak görülmeye başlanmıştır. Bu arada ticari, entelektüel ve tarım sektöründeki seçkinlerini kilise ve cemaat okulları vasıtası ile kuran, celepler ve Bulgaristan'daki çorbacılar gibi, Balkanlardaki Hıristiyan gruplar Baü ile iletişim kura­ rak savaşa girmiş ve tedricen ulusal bağımsızlıklarım elde etmişlerdir. Müslüman nüfus ile gittikçe artan oranda ittifaka zorlanan Osmanlı 10 Göç hakkında, American Historical Association for the Advancement of Science adlı kuruluşun Mart 1972’de Dallas’ta düzenlediği toplantı ve 1974 yılında Prin­ ceton Üniversitesi’nde düzenlenen Yakın Doğu Ekonomik Tarihi konulu konfe­ ransa sunduğum tebliğlere bakınız. osm anlı ta rihinin d önem leri * hükümeti de sadece genel anlamda nüfusu eğitmek amacıyla değil, aynı zamanda gittikçe artan ihtisas sahibi personel açığını kapatmak üzere devlet memurlarını eğitmek amacıyla da modern okullar kur­ muştur. Neticede bu okul sistemi, bürokrasi-aydınlar’dan oluşan egemen toplum sal sınıfın daha da büyüm esine yol açmış ve bu grup için, çoğunlukla kendilerine model olarak aldıkları Batı’daki benzerlerinin sahip olduklarına benzer bir hayat standardı temin etme problemi yoğunluk kazanmıştır. Ekonomik kaynakları dene­ tim altında bulundurmalarına ilaveten bu grup, iletişim (basın) ve eğitim vasıtalarını da (modern okullar) tekeline almış, kendi dünya görüşü ve insan anlayışlarına göre bir ideoloji ve toplum kurmayı denemişlerdir. Bürokrasinin, bir taraftan taht ile, diğer taraftan halk yığınları ile nihai sürtüşmesi, bu karmaşık sosyo-kültürel ortamda açıkça kendini belli etmiyordu. Bu, her biri aydınların modernist ideolojisinin birer parçası olan laiklik, bilim ve anayasacılık uğrunda sürdürülen bir mücadeleydi. Yüzyılın sonuna doğru kendilerini profesyonel bürokrasiden ayrı görmeye başlayan aydınlar, önce Osmanlıcılık, sonra da Türk milliyetçiliği olmak üzere milliyetçilik ideolojisini formüle etmiş ve toplum un geneli için gelecekteki hedefleri belirlemişlerdir. Bunun da ötesinde aydınlar, 19. yüzyılın ikinci yarısında, sadece kendileri için ilham kaynağı olan Batılı fikirlere göre değil, aynı zam anda toplum larm m geçmişinde mevcut bulunan otorite ve toplumsal örgütlenme geleneklerine göre de Osmanlı toplum unun kaderini şekillendirmeyi denemişlerdir. Geç dönem Osmanlı bürokrasisi ve aydınlarının, O sm an­ Devleti’nin dönüşüm ünde oynadıkları rol, eşsiz bir toplum sal olaydır. Bu gruplar yeni toplum sal sürtüşm eler yarattıkları gibi, hem ekonomik orta sınıfın dayanaklarının kurulmasında, hem de modern işlevsel bir hükümetin ilk temellerinin inşasında oldukça etkili olmuşlardır. Bürokrasi, çoğunlukla kendi planlarının aleyhi­ ne, yükselen orta sınıfın ekonomik işlevlerini icra ettiği hukukî ve siyasî çerçeveyi temin etmiş ve bu sınıfı modern kapitalizm ve hür teşebbüs ilkelerine göre eğitmiştir. Bürokrasi bunu kapitalizm ve hür teşebbüse olan ideolojik bağlılığından dolayı değil, kendi ekonomik refah ve güvenliğinin, büyüyen üretime ve ekonomik etkinliğe bağ­ lı olduğunu pratik anlam da idrak etmelerinden dolayı yapmıştır. lI o k e m a l h. k a r p a t Mevcut şartlar, bürokrasi ve aydınları, m addi ilerlemenin ancak ekonomik arayış peşinde koşan bir orta sınıf vasıtasıyla mümkün olabileceğine inandırmıştır. Bu düşünce Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarındaki sosyo-ekonomik düşünceyi yönlendirmiştir. Orta sınıf kendine mahsus siyasal talepler geliştirip iktidarı teslim alma girişiminde bulununca veya bürokrasi ekonomik gelişmeyi, ulusal planlama ve devlet yatırımı yoluyla yönetebileceğini anlayınca bu durum değişime uğramak zorunda kaldı. Osmanlı tarihinin dördüncü dönemi, 1908 yılında Selanik’te genç subayların devrimi ve İttihat ve Terakki Fırkası’nm iktidara gelmesiyle son bulmuştur. Padişah, etkisini 1908 yılında kaybetmiş olmakla bir­ likte, 1922’de Cumhuriyetin hem en ilanından önce saltanat ve onu temsil eden toplumsal sistemin sonu zaten görünüyordu. Sonraki gelişmeler elinizdeki araştırmanın kapsamı dışında kalmaktadır. Bu noktada şu konuya da işaret etmek gerekir: Toprağın oynadığı belirleyici rolün etkisi bu dönemde azalmaya başlamıştır. Çünkü ticaret, ayrıca üretim ve yeni şehir tipinin ortaya çıkışı toplumsal ve siyasal ayrışma sürecine yeni bir yön ve karmaşıklık kazandırmıştır. SONUÇ Osmanlı tarihinde gelişme ve değişme dönemlerinin veya safha­ larının var olduğu, bir dönemden diğer döneme geçiş sürecine şiddet ve büyük toplumsal bozulmaların eşlik ettiği görüşünü savunan top­ lumsal değişme teorisi ışığında da ispat edilebilir. Bu teori Osmanlı tarihini açıklamak için de geçerlidir. Dikkat edileceği gibi 1402-1421, 1596-1603, 1789-1808 (eğer tahlili daha ileri dönemlere götürmek gerekirse 1908-1923) dönemlerini izah etmeden bıraktık. Bu (tarihler arasında belirtilen) dönemler eski dönemden yeni döneme geçişe tekabül eden şiddet ve kargaşa dönemleridir. Bu dönemler ayrıca belli başlı toplumsal grupların yükseliş ve çöküşlerinin (zamanlarını belirleyen) sınır çizgileri olmuştur. Nitekim ilk dönem, Anadolu seçkinleri ile Balkanlardaki Latin ve diğer ileri gelenlerin kendi Müs­ lüman veya Hıristiyan köylü müttefiklerinin de desteğiyle, zaman zaman iktidarı (tahtı) kontrol altına alma mücâdelelerine tekabül etmektedir. Seçkin gruplarından her biri, Yıldırım Bayezid’in tahta o sm anlı ta rih in in dön em leri « geçme iddiasıyla iktidar mücadelesi yarışma giren oğulları Mehmed, Süleyman ve Musa’dan birinin tarafım tutmuş ve desteklemiştir. İkinci dönem başlangıçta, 1606 yılında Haçova’da ordudan kovu­ lan sipahilerin başlattığı, sonraları merkezi hükümetin iktidarına ve onun Erzurum’da yeniçerileri kılıçtan geçiren Abaza Mehmed Paşa (ö. 1634) gibi yerel merkezlerdeki temsilcilerine (kul) tepki gösteren taşra eşrafının ve yerel seçkinlerin öncülük ettiği Celali isyanlarına denk düşmektedir. Anadolu’da avare avare dolaşan işsiz topluluklar da, Anadolu’nun tam amı ve Kuzey Suriye’yi içine alan ve yaygın bir yıkıma dönüşen bu isyanlarda rol almışlardır. Üçüncü dönem, Pazvandoğlu, Çapanoğulları, Canipoğulları, Yanyalı (Tepedelenli) Ali Paşa üe Anadolu ve Balkanlardaki diğer birçok ayanların ayaklanma­ larına tekabül etmektedir. Son olarak dördüncü kargaşa dönemi, Jön Türklerin Selanik’teki ayaklanmalarını, bunların Osmanlı Devleti’nin çöküşüyle son bulan milliyetçi görüşleri ve yenilikçi girişimlerini, nihayet Cumhuriyet Türkiye’si ve bir dizi Arap devleti ile bağımsız Arnavutluk’un kuruluşunu kapsamaktadır. Burada ilginç olan, ilk üç dönemdeki karışıklıkların muhafazakâr bir özellik taşıması, yani egemen grubun statükosunu korumayı hedeflemiş olmasıdır. Son ayaklanma ise yeni sınıfların iktidarı ele geçirmelerini ifade etmekte ve ülkenin bütünüyle dönüştürülmesini tasavvur etmekteydi. İlk üç kargaşa, statükoyu sürdürmede başarısız oldu. Sonuncusu ise hem değişimi sezinleyip bunu toplumun kaçınıl­ maz kuralı olarak kabul ettiği için, hem de geleneksel dönemdeki elit düzenin yerini, yeni bir elit seçim sistemi, seküler iktidar anlayışı ve yöneten ile yönetilenler arasındaki ilişkileri düzenleyen yeni siyasal ilkeler aldığı için büyük değişimleri başlatmada başarılı olmuştur. Dönemlere ayırmanın ihtiva ettiği sonuçlar daha fazla açıklama gerektirmeyecek kadar barizdir. Mamafih, bu şekilde dönemlere ayırmanın, her bir dönemi bazı somut etkenlere dayalı olarak izah etmek, Osmanlı Devleti’ndeki toplumsal ve ekonomik gelişmeleri diğer sistemlerdeki gelişmelerle karşılaştırmak, kültürel ve siyasal gelişmişlere yeni bir yorum getirmek ve değişim ve sürekliliğe doğ­ ru bir yaklaşım kazandırmak için olgulara dayalı bir temel tem in ettiği söylenebilir. Fakat her şeyden önemlisi, dönemlere ayırma, ilim adamlarının, şimdiye kadar yeknesak olarak sunulan Osmanlı tarihinin yeni yönlerini ve boyutlarını görmesini sağlar. 9 Osmanlı Tarih Yazıcılığı ve 16.-17. Yüzyılların “Gerileme” Edebiyatı* Douglas A. Howard 1970’lerde Roger Owen 18. yüzyıl İslam tarihini ele alan, modern Batılı Oryantalist akademisyenleri eleştirdiği iki makale yayınladı.1 Ona göre 18. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin “gerilemekte” olduğu fikri, bir ölçüde Oryantalistlerin sahip olduğu İslam ’ın en güçlü dönem inin Ortaçağ başında yaşandığı fikrinin bir uzantısıydı ve onlara göre Osmanlı Devleti’nin kuruluş dönemini uzun ve aralıksız bir gerileme dönem i takip etmişti. Geleneksel görüş de Osmanlı İmparatorluğu’nun 16. yüzyıl sonundan itibaren “gerileme” dönemi­ ne girdiği yönündeydi. Owen gerileme içre gerileme olarak adlandı­ rılabilecek bu düşünceyi iki kabule bağlamıştı: Osmanlı sisteminde meydana gelen herhangi bir değişiklik mutlaka kötü yönde olacaktır * “Ottoman Historiography and the literature of “Decline" of the Sixteenth and Seventeenth centuries”, Journal o f Asian History, Sayı: 22/1, (1988), s. 52-77. Çe­ viren: Cem Demirkan. 1 Roger Owen, “The Middle East in the eigteenth century- an ‘Islamic society in decline’: A critique of Gibb and Bowen’s Islamic Society and the West”, Review o f M iddle East Studies 1 (1975), s. 101-112; ve 2. bölümün "Introduction”i; 2 o f Studies in Eighteenth Century Islamic History, ed. Thomas Naff and Roger Owen (Carbondale and Edwardsville, III., 1977), s. 133-151. o d o u g l a s a. ho w ar d ve eyaletler üzerindeki Osmanlı otoritesinde gerçekleşen herhangi bir azalma muhakkak zayıflamaya delalet eder.2 Gerçekten de Osmanlı İmparatorluğu tarihinde 1566 yılında Kanuni Sultan Süleyman’ın ölümüyle başlayan ve 1699 Karlofça Antlaşması’na kadar devam eden dönem, “duraklama ve gerileme” dönemi olarak kabul edilmektedir. Genel görüşe göre, kötü padi­ şahların başa geçmesi devlet otoritesini zayıflatmış, bu nedenle de yerel yöneticiler halka baskı yapmaya başlamıştı. 17. yüzyılın sonuna gelindiğinde, klasik niteliklerini 16. yüzyıl ortalarında ka­ zanmış olan Osmanlı Devletine bağlı kurumlar çeşitli nedenlerle yozlaşmaya başlamışlardı. Sosyal hayatta da ahlakî ve kültürel bir bozulma yaşanmaktaydı. Bu “gerileme”, 1656-1683 yılları arasında Köprülülerin girişmiş olduğu reformlarla bir süreliğine durdurulmuş olsa da, 1683-1699 yılları arasında, İkinci Viyana Kuşatması'nm ba­ şarısız olmasının ardından, OsmanlIların yaşadıkları bir dizi askerî yenilgiyle en üst seviyeye ulaşmıştı. Bu yaklaşım dolayısıyla 18. yüz­ yılın Osmanlı tarihindeki en boş dönem olarak karşımıza çıkması yüzünden bazı akademisyenler, Owen’m da belirttiği gibi, “gerileme” tanımlamasını sorgulamaya başlamışlardı. Fakat Owen’m bahsetmediği şey, Osmanlı Devleti’nin 16. yüz­ yıldan 18. yüzyıla kadar gerileme içerisinde olduğu görüşünün te­ melde o dönemde yaşamış Osmanlı siyasî yazarlarının eserlerinin ürünü olduğuydu; diğer bir deyişle, bu görüş bir Osmanlı ürünüydü. Söz konusu düşünce, sonraki kuşak Osmanlılar tarafından hemen kabul görmüş ve takip eden 2 yüzyıl boyunca aynen tekrarlanmıştı. Bu eserlerin Batı dillerine çevrilmesiyle Osmanlı entelektüellerinin Osmanlı gerilemesi üzerine analizleri m odem akademik çevreleri de etkilemişti. Günümüzde gerileme teorisinin ortaya çıkışı, 16. yüzyıl ortasın­ dan 17. yüzyıl ortasına kadar geçen süredeki Osmanlı edebiyatı ve fikir hayatında yaşanan gelişmeler bağlamında ele alınmaktadır. 16. ve 17. yüzyıllardaki Osmanlı siyasî risaleleri [lâyihalar] popüler siyasî hissiyatı yansıtan, sadık tebaanın gösterdiği cesaret isteyen muhalefeti dile getiren, sultanlara öğüt veren ya da az sayıda devlet 2 Owen, “The Middle East," s. 107. o s m a n l ı t a r i h y a z ıc ıl ığ ı * görevlisine reform uygulamaları için yol gösteren resmi belgeler şeklinde ortaya çıkmaktadır.3 Günümüzde tüm bu eserler mülakat, hitabet, şekil, terminoloji ve muhteva açısından ayrı bir edebî bir tür, Gerileme Risaleleri olarak kabul edilmektedir. 17. yüzyıl ortalarına gelindiğinde bu siyasî risaleler OsmanlIlara özgü bir siyasî ve sosyal öğüt verme usulü olan ve ileride yazarların bilinçli olarak katkıda bulunacağı edebî bir türe dönüşmüştü.4 Bu eserlerin en önemli yönü, dönemin fikir tartışmalarına ışık tutm ası ve kimi zam an gerçek olmayan olaylardan bahsetmeleri olup hatalı tarihî muhakemeleri de bu önemlerini azaltmamaktadır. Bu belgeler Kanuni sonrası dönemde Osmanlı aydınlan arasında Osmanlı’nm otorite ve meşruiyetine dair geçmiş olan çok önemli bir diyalogu bize ulaştırmışlardır. Bu metinleri görmezden gelip arşiv belgeleriyle sorunun üstesinden gelmeye çalışmak da bir fayda vermeyecektir. Gerileme teorisinin ortaya çıkışının bizzat kendisinin açıklanmaya ihtiyacı bulunmaktadır. Kimi akademisyenler tüm bu yazarların5kâtip olmalarından yola çıkarak statükoyu koruma istek­ lerinin bu sonucu doğurduğunu iddia etmektedirler. Bu gerçekten 3 4 5 Bernard Lewis, “Ottoman Observers of Ottoman Decline,” Islamic Studies I (1962), 71-87; Rhoads Murphey, “Functioning of the Ottoman Army under Mu­ rad TV (1623-1639/1032-1049): Key to the Understanding of the Relationship between Center and Periphery in Seventeenth-Century Turkey,” basılmamış doktora tezi (University of Chicago, 1979), s. 21; Murphey, Kanun-name-i Sulta­ ni li ‘A ziz Efendi’s Book ofSultanic Laws and Regulations: An Agenda for Reform by a Seventeenth-Century Ottoman Statesman (Harvard, 1985), s. vni; Pal Fodor, “State and Society, Crisis and Reform, in 15th-17th Century Ottoman Mirror for Princes,” Acta Orientalia Academiae Scientiarum Hungaricae 40 (1986), s. 217240. 1080/1669-1670 tarihinde metnini kaleme alan Hezarfen Hüseyin Efendi, Telhisü’l-beyan fi kavanin-iAl-i Osman adlı eserinde Koçi Bey, Kâtip Çelebi, Lütfi Paşa ve Ayni Ali Efendi dahil kendisinden önceki yazarlara atıfta bulunmuştur. Bkz. Robert Anhegger, “Hezarfen Hüseyin Efendi'nin Osmanlı devlet teşkilatına dair mülahazaları,” Türkiyat Mecmuası 10 (1953), 365-393. A.S. Tveritinova, “Socialist! idei v tureckikh didakticheskikh politiko-ekonomicheskikh traktatakh XVII w .,” 25th International Congress o f Orientalists, Proce­ edings Moscow, 9-16 August, 1960, (Moscow, 1963), vol. 2, s. 402-409; Cornell Fleischer, Bureaucrat and Intellectual in the Ottoman Empire: The Historian Mustafa Ali, 1541 -1600 (Princeton, 1986); ayncabkz. R. A. Abou-El-Haj, review of I. Metin Kunt, The Sultan’s Servants: The Transformation o f Ottoman Provincial Government, 1550-1650, in Osmanlı Araştırmaları!Journal o f Ottoman Studies 6 (1986), s. 221-246. o d o u g l a s a. h o w a r d de akla yatkın bir açıklamadır. Fakat 16. yüzyıl sonu ve 17. yüzyıl başında gerileme teorisinin ortaya çıkışını sadece Osmanlı İmparatorluğu’ndaki güçlü kâtip sınıfının kendini koruma içgüdüsüne bağlamak hiç de tatmin edici bir açıklama değildir. Osmanlı geleneğinde hukuk ve meşruiyet Yakın dönemde gerçekleştirilen çalışmalar OsmanlI'nın gerile­ mesi edebiyatının, “kendine has niteliklerine rağmen”, geleneksel Yakın Doğu “Prens Aynaları”nm, işleyişi ve felsefî temeli açısından, bir sonucu olduğunu ortaya koymuştur.6 Bu edebiyat tarzının Os­ manlI gerileme edebiyatını etkilediğine şüphe yoktur. İslam dün­ yası, evrensel olduğu görülen bu nasihat edebiyatının Yakın Doğu uzantısıyla (İran’da pendnâme ya da nasîhatnâme) 8. yüzyılda Halife Mansur’un veziri, pek çok antik Hint-Avrupa eserini Arapçaya çevir­ miş olan İbnü’l-Mukaffa sayesinde tanışmıştı. Üç farklı antik siyasî kültürün bu Yakın Doğu Aynalarındaki etkisi kendisini göstermek­ tedir: Hükümdarın adaletin yaşayan temsilcisi olduğu kadîm İran görüşü; adaletin sosyal ahenk olarak görüldüğü Yunan (Eflatuncu) görüşü; hükümdarın Tann'm n kanununa tâbi olduğu Roma-Hıris­ tiyan görüşü.7Bu edebiyatın en iyi bilinen örnekleri, Kadı Kâbus bin İskender’in Kâbusnam e’si, Nizamülmülk’ün Siyerü’l-Mülûkfu ve Gazâli'nin Nasihatu’l-Mülûfcu, Ortaçağa aittir ve Osmanlılar Farsça olan bu eserleri Türkçeye çevirerek istifade etmişlerdir.8 6 7 8 Fodor, “State and Society,” s. 218. Bkz. Robert Dankoff’un girişi Yusuf Khass Hajib, Wisdom of Royal Glory (Kutadgu Bilig): A Turko-Islamic Mirror for Princes, trans. Dankoff (Chicago, 1983), s. 3-9. İbnu’l-Mukaffâ hakkında bkz. G. Richter, Studien zur Geschichte deralteren arabischen Fürsterıspiegel (Leipzig, 1932). Kâbusname. Dankoff a göre (Wisdom, s. 8) ilk Farsça “aynalar” 1082 yılında ta­ mamlanmıştı. Eleazar Birnbaum bu eserin elimizdeki mevcut en eski örneğinin, muhtemelen 14. yüzyılın son çeyreğine ait olan Osmanlıcasınm bir kopyasını yayınladı. Bkz. Birnbaum, The Book o f advise by King Kay Kaus ibn Iskander (Cambridge, Mass., 1981). N izam ülm ülk’ün Siyer-i M ülûk’umm Osmanlıca bir nüshası İstanbul Üniversitesi Kütüphanesinde bulunmaktadır, no. T6952 (bkz. Agah Sırrı Levend, “Siyasetnameler” Türk Dili Araştırmaları Yıllığı Belleten (1962), s. 167-194, dn. 47. Gazali’nin Nasihatü’l-Mulük adlı eserinin Fatih dö­ nemine (1451-1481) ait Osmanlıca çevirisi Topkapı Sarayı Kütüphanesi’ndedir, İstanbul, no. Hazine 368. o sm anlı ta rih yazıcılığı « Fakat Osmanlı eserlerinde kendini gösteren acelecilik, onları eski eserlerden farklı bir yere koymaktadır. Bu Osmanlı yazarları, nasıl idare edileceğinden daha fazlası hakkında nasihat verme eğilimdedir­ ler. Osmanlı toplumunu analiz ederek kötülüklere engel olunmakta geç kalınırsa bunun sonunun sosyal ve siyasî bir felaket olacağı yolunda uyarılarda bulunmuşlardır. Osmanlı gerileme üslubunun gelişiminde, Yakın Doğu “aynaları”na ek olarak, ikinci etkiye sahip olan şey ise Osmanlı hanedan kurallarından oluşan düzenlemeler olan kanunların merkezîliğidir. Yazarlar eserlerinde bu düzenleme­ lerin üslubunu kullanıp onlarda değinilen teamüle dair dolambaçlı kinayelerde bulunmuşlar, hatta kimi zaman sultanın emirlerini edebî bir vasıta olarak kullanmışlardır. Bunların da OsmanlI’nın gerileme edebiyatına dahil olması, padişaha adalet ve dindarlık ağırlıklı kişisel nasihatlar ve geleneksel kanunlara ehemmiyet verilmesi, Osmanlı siyasî teorisine şekil veren geleneğin sentezini yansıtmaktadır. 16. ve 17. yüzyıl tenkitçilerinin tezi 17. yüzyılda standart görüş haline gelmişti, çünkü bu tez sağlam bir şekilde geleneksel Osmanlı meşruiyet kavramı üzerine inşa edilmişti. Osmanlı devlet idaresi kavramı, bünyesinde İran, İslam ve Orta Asya gibi farklı siyasî-felsefî geleneklerden unsurlar barındırmaktaydı. Bu unsurlar 9. yüzyıldan itibaren Yakın Doğu’da harmanlanmaya başlamış ve aralarındaki ilişkilerden ortaya çıkan sorunlar, Osmanlı siyasî edebiyatında da etkisi görüldüğü gibi, İslam siyaset felsefesinin gelişimine katkıda bulunmuştu. İktidar kavramı, Ortaçağ İslam dönemindeki şekliyle, her şeyden önce kutsal kanunun (şeriat) hayatın nihai yol göstericisi olarak kabul edilmesi esasına dayalıydı. Oysa uygulamada saltanat, anarşinin tek alternatifiydi. Öyleyse otoritenin temel vazifesi, şeriatı uygulamaktı. Otoritenin amacı bu olunca idarenin meşruiyetinin şartı da âdil ol­ masıydı. Eğer bir hükümdar adaletle hükmetmiyorsa bunun sonucu, çıkacak isyan neticesinde tahtını kaybetmesi olacaktı. Tebaaya gös­ terilecek adalet düzeninin korunabilmesi için toplumun Eflatuncu anlamda âdil bölümlere ayrılması gerekiyordu. Âdil idarenin amacı, tebaanın hükümdarı destekleyebilmek için -tebaanın zenginleşmesi ordunun desteklenebilmesi için gerekliydi- zenginleşebileceği uygun ortamı oluşturmaktı. o d o u g l a s a. h o w a r d Bu kadîm paradigma Yakın Doğu edebiyatında sık sık kendini göstermiştir. 16. yüzyıl Osmanlı ahlakçısı Kmalızade’nin Farsça bir eserden uyarladığı çalışmasında şöyle yazmaktadır: Ordusuz devlet olmaz. Parasız ordu olmaz. Serveti reaya üretir. Adalet sayesinde reaya devlete sadık olur. Adalet dünyada düzenin temelidir. Dünya bir bahçedir, duvarları devlettir. Devleti kutsal kanun (şeriat) tesis eder. Devlet olmadan şeriat da olmaz.9 Ortaçağ İslam siyasî teorisinde bu paradigmanın en dikkate değer sonucu, kadîm İran geleneğine uygun olarak mutlak monarşinin meşrulaştırılmasıdır. Monarşi hükümdara kişisel fermanlarıyla dev­ leti idare etme hakkı tanır. Bu kavramın hukukî geçerliliği, "kanun-i padişahî” (örf) ile İslam kanunu (şeriat) arasındaki felsefî dengede yatar. “Kanun-i padişahî” şeriatı tamamlayıcı bir unsur olarak ka­ bul edilir ve şeriatın ilgi alanının dışında kalan konularla, özellikle vergi tahsili, ceza kanunu ve devlet idaresiyle ilgilenir.10Bu kanunlar siyasî olaylarla, özellikle halifelik zayıflayıp sultanların güçlenme­ siyle şekillenmiştir ve Maverdî’den sonra hukukçular tarafından savunulmuştur. Mâverdî’nin formülü, sonraki devletlerce de, Osmanlılar dahil olmak üzere, kullanılmıştı.11 Bununla birlikte Osmanlı siyaset te­ 9 Zikreden: Cornell Fleischer, “Royal Authority, Dynastic Cyclism and Ibn Khaldunism in Sixteenth-Century Ottoman Letters,” in Bruce B. Lawrence, ed., Ibn Khaldun and Islamic ideology (Leiden, 1984), s. 49. (Bkz. Journal o f Asian and African Studies 18 [Jerusalem, 1983], s. 198-220). 10 Bkz. H.A.R. Gibb, “Mawardi’s theory of the Caliphate,” Islamic Culture 11, s. 291302; H. Laoust, “La pensee et l’action politiques d’Al Ma-wardi,” Revue des etudes islamiques36 (1968), s. 11-92. 11 Fermân-ı hümayun ile şeriatın birlikte hukuklaştınlması sorununun bir özeti için bkz. Halil İnalcık, “Osmanlı Hukukuna Giriş: Örfi-Sultani hukuk ve Fatih’in kanunları,” Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi 13 (1958), s. 102-126; İnalcık, "Süley­ man the Lawgiver and Ottoman Law,” Archivum Ottomanicum I (1969), s. 107- o s m a n l ı t a r i h y a z ıc ıl ığ ı « orisinde kanunun meşruiyetine, saltanat açısından ele alınarak, ayrı bir önem verilmiştir. Örf sadece fermanlarla yönetmek değildi, idareciler tarafından neşredilen ve haleflerince onaylanan ferman­ ların toplanıp kanun haline getirilmesiydi. Kânunnâme-iÂli Osman (Osmanlı Hanedanı Kanunları) olarak bilinen bu kanunlar sonraki sultanlarca yenilenip genişletilmiş ve 17. yüzyıl ortalarına kadar Osmanlı kam u hukukunun tem elini teşkil etmişlerdir. Osmanlı yazarları sıkça yukarıda geçen [‘adalet dairesi’ denilen] döngüsel paradigmaya atıfta bulunm uş ve aydınlar bunu, adaletle mevcut hanedan kanunu, yönetilenle yöneten arasında uygun bir ilişki ola­ rak kabul etmişlerdir. Osmanlı tarihçisi Tursun Bey, Fatih Sultan Mehmed’in (1451-1481) kanunlarını, Ortaçağ filozoflarıyla benzer görüşleri paylaşarak, “nizâm-ı âlem”in tesisi için gerekli olduğunu söyleyerek savunmuştur.12 OsmanlIlara ait bu yenilikler, bir ölçüde Osmanlı ve îslam siyaset felsefeleri üzerindeki Orta Asya etkisini yansıtıyor olabilir.13Osmanlı kanunlarıyla Orta Asya’daki atalarının kanunları arasında, Cengiz Yasası’nm meşrulaştırıcı niteliği, hatta Türk dilinin ilk âbidesi olan Orhun Kitabelerinde belirgin olan, bağlantı kurma gayesiyle kimi giri­ şimlerde bulunulmuştur. Bunun yanında Orta Asya siyasî felsefesinin bir ürünü olan yasanın mahiyeti tam olarak bilinmemektedir14 ve 111; ve İnalcık, "Kanun”, Encyclopaedia o f Islam, New Edition, vol. 5 (1985), s. 558-562. 12 Halil İnalcık ve Rhoads Murphey, ed., The History of Mehmed the Conqueror by Tursun Beg (Minneapolis, 1978), text, f.8a. 13 Bu Halil înalcık’m görüşüdür. Onun “OsmanlIlarda saltanat veraseti usulü,” s. 69-77; "Kutadgu Bilig’de Türk ve İran siyaseti nazariye ve gelenekleri,” Reşid Rahmeti Arat için (Ankara, 1966), s. 259-271; “Süleyman the Lawgiver,” s. 107109; The Ottoman Empire: The Classical Age, 1300-1600 (London and New York, 1973), s. 65-69. 14 Bu tartışma için bkz. David Ayalon, “The Great Yasa of Chingiz Khan, A Reexa­ mination,” Studia Islamica 33 (1971), s. 97-140; 34 (1971), s. 151-180; 36 (1972), s. 113-158; 38 (1973), s. 107-156; Peter Golden, “Imperial Ideology and the Sour­ ces of Political Unity Amongst the Pre-Chinggisid Nomads of Western Eurasia,” Archivum Eurasiae Medii Aevi 2 (1982), s. 37-76; Mansura Haider, “The Mongol Traditions and their Survival in Central Asia (XIV-XV Centuries).” Central Asiatic Journal28 (1984), s. 57-79; Haider, “The sovereign in the Timurid State, (XlVthXVth Centuries),” Turcica 812 (1976), s. 61-82; ve D. O. Morgan, “The Great Yasa of Chingiz Khan and Mongol Law in the Ilkhanate,” Bulletin o f the School o f Ori­ ental and African Studies 49 (1986), s. 163-176. 2 3 0 # d o u g l a s a. h o w a r d bilinseydi bile onun Osmanlılar tarafından ne derece bilindiği konusu açık değildir. Moğollardan kaçan bürokratların ve dağılan Anadolu Selçuklu Devleti’nin Batı Anadolu’daki OsmanlIların da dahil olduğu beyliklerin sosyal ve politik hayatını etkilediği bilinmektedir. Osmanlı idari yapısı Selçuklular, îranlılar ve İlhanlIlardan örnek alınmıştı. Ama ilk döneminde Osmanlı Devleti’ne Orta Asya’dan da çok sayıda aydın, yazar, şair ve din adamı gelmişti.15 Bu etkenlerin Osmanlı siyasî söylemini büyük ölçüde etkilediğine şüphe yoktur. Fakat yasa kavramının belki de Osmanlı Devleti tarafından miras alınmış olan Ortaçağ Orta Asya siyaset teorisindeki rolü bilinmemektedir. 15. yüzyıl ortalarına gelindiğinde Osmanlı siyaset felsefesinde kanun uygulamaları ile adaletin sağlanması aynı anlama gelmek­ teydi. Osmanlı idarî-askerî mekanizması 2 temel sistem üzerine inşa edilmişti: Kul ve timar sistemi. Her iki sistem de neredeyse tümüyle kanuna dayalıydı. Benzer şekilde Osmanlı Devleti’nin siyasî ve İdarî yapısı da ağırlıklı olarak teorik örf kavramına dayalıydı. 16. yüzyılın sonu ve 17. yüzyılın başında timar sistemi gibi sistemlerde değişiklik yapma zorunluluğu Osmanlı düşünürlerini fazlasıyla etkilemişti, çünkü onlar bu değişiklikleri kanuna, Osmanlı Devleti’nin hukukî ve felsefî temellerinin cisimleşmiş hali olan geleneksel düzenleme­ lere itaatsizliğin bir işareti olarak görüyorlardı. Bu durum, onların Osmanlı idaresinin meşruiyetini kabullerinin bir sonucuydu. Bu nedenle bu yazarların gözlemlediği sosyal değişim, fikrî bir rahat­ sızlığa dönüşmüştü. Osmanlı gerilemesinden söz eden risaleler ve timar sistemi Hayli yoğun olan 16. yüzyıl sonu ve 17. yüzyıl başı Osmanlı fikir atmosferine “kanun bilinci” damgasını vurmuştu.16Bu dönem edebî ve fikrî açıdan çok verimli, dahası hukuk ve meşruiyet kavramlarının dilden düşmediği bir dönemdi. Nişancı -Divan üyesi olup kanunun günlük uygulamalarından sorumlu olan kişi- Mustafa Âli’nin deyi­ 15 Eleazar Birnbaum, “The Ottomans and Chagatay Literature: An Early 16th Cen­ tury Manuscript of Navai’s Divan in Ottoman Orthography,” Central Asiatic Jo­ urnal 20 (1976), s. 157-190. 16 Flescher, Bureaucrat and Intellectual, s. 191-197. osm anlı ta rih yazıcılığı « miyle, bu dönemde kendisinin görevi şeriattan sorumlu şeyhülislama benzetilerek bir nevi “kanun müftüsü” haline getirilmişti. Osmanlı toplumunda kanun kavramı şeriatla aynı derecede önem kazanmış ve onun sorumlusu da en yüksek dinî otorite seviyesine yükselmişti.17 Yazarlar meşru kanunların önemini vurgularken yabancı ülkelerden örnekler vermekten de çekinmemişlerdi. 16. yüzyıl başında, Kanuni Sultan Süleyman’a takdim edilmek üzere Farsça yazılmış olan, Çin’i anlatan Tarih-i Hitan veHutan,18bu dönemde Kanunname-i Çin ü H itaÿ 9adıyla Osmanlıcaya çevrildi. Yazar şöyle yazmıştı: “O ülkenin imparatorunun sipahileri asla kanunun hilafına hareket edip onu değiştirecek ya da yenileyecek güce sahip değildir.”20 Kanunlar gözden geçirilmeden gerileme edebiyatını her yönüy­ le değerlendirebilmek oldukça güçtür. Bu durum bilhassa tim ar sisteminin analizinde geçerlidir. Timar sisteminde devlet, kendi ihtiyaçları için, seçtiği kişilere belli bir bölgede yaşayan tebaadan vergi toplama yetkisi tanımaktadır. Bu imtiyaz, yani timar, görevin ihmal edilmesi halinde geri alınır. Timar sahibi kendisine verilen timar karşılığında seferlere sipahi olarak katılarak görevini yerine getirir. Timar miras olarak devredilemez ama sipahi olma statüsü 17 Bu husus şu eserde dile getirilmiştir: Fleischer, Bureaucrat and Intellectual, s. 93. 18 Bu eser üzerine bkz C. A. Storey, Persian Literature, A Biobibliographical Guide, 3 vols. (London, 1927), vol. 1, s. 431-432. Yazar, Seyyid Ali Ekber Hıtâ’î ’nin m ü­ ellif hattiyla nüshası Süleymaniye Kütüphanesi’ndedir: İstanbul, no. Aşır Efendi 609. Alıntılar şu kitapta basılmıştır: Charles Schefer, "Trois chapitres du Khitay nameh,” Melanges Oriental (Paris, 1883), s. 29-84. Aynca bkz. Paul Ernst Kahle, “Eine islamische Quelle ilber China um 1500. (Das Khitayname des Ali Ekber.)” Acta Orientalia 12 (Leiden, 1934), s. 91-110; Kahle, “China as described by turkish geographers from Iranian sources,” January 25,1940 tarihinde sunulan teb­ liğin metni (London, The Iranian Society, Proceedings). 19 Paris ve Dresden’de bulunan yazma eserlere ilâveten E. Blochet tarafından, Catalogue des manuscrits turcs, 2 vols. (Paris, 1932-1933), Osmanlıca çevirinin el yazmasını İstanbul’da bulmak mümkün: bkz. İstanbul kütüphaneleri TarihCoğrafya Yazmaları Katalogları, cilt. 1, fasikül. 10 (İstanbul, 1951), s. 810-812. III. Murad’a ithaf edilen Osmanlıca çeviri, yanlışlıkla Hüseyin Hezarfen’e atfedilmiştir (bkz. Robert Anhegger, “Hezarfenn Hüseyin”). 1270/1853-1854 yılında İstanbul’da basılmıştır. Yih-Min Liu’nun Hitayname (Taipei, 1967) adıyla yaptı­ ğı modern Türkçe çeviriye ulaşamadım. Çince kaynaklan kullanan aynı yazar, müellifin gözlemlerinin sağlıklı olup olmadığını sorguluyor: bkz. Liu, “A Compa­ rative and Critical Study of Ali Akbar’s Khitay-nama with Reference to Chinese sources,” (İngilizce özet) Central Asiatic Journal 27 (1983), s. 58-78. 20 Zikreden: Anhegger, “Hezarfenn Hüseyin,” s. 366. o d o u g la s a. how ard babadan oğula geçer; bu nedenle timarlı sipahiler babalar ve oğul­ larından oluşan bir eyalet ordusudur.21 Timar sistemiyle ilgili kanun külliyatına ait çok sayıda belgenin mevcudiyeti kanunların yapısıyla açıklanabilir: Kanunların tümü belli bir kişiye hitaben, çoğunlukla eyalet valisi (beylerbeyi), bir dilekçe ya da şikayete cevaben yazılmış olan sultanın emirleridir. Dilekçelerde dile getirilen standart şikayetlere ilave olarak çoğun­ lukla İdarî illcelerden bahsedilmiştir. Emirler eyalet kadısı tarafından kaydedilir,22 beylerbeyi tarafından bir sandıkta muhafaza edilir.23 Kopyaları çıkarılıp gereken zam anda gereken yerlere gönderilir.24 Belli konularla ilgili emirler, timar sistemi gibi, toplanarak kullanım kolaylığı için tek bir nüsha haline getirilir.25 Örneğin bu tür bir der­ leme, görevi fermanların mevcut kanunlara uygunluğunu kontrol etm ek olan Nişancı tarafından yapılabilir, idarecilerin, ellerinde bulunan kanunnamelere yeni emirler doğrultusunda eklemelerde bulundukları görülmüştür.26Üstelik, bu düzenlemelerin kopyalarını toplayıp kimi zaman tarif edilmesi güç kriterlere göre düzenleyen farklı kişiler de bulunuyordu. Eldeki belgelerde çok değişik örneklere 21 Timar sistemi hk. bkz. Halil İnalcık, The Ottoman Empire, The Classical Age 13001600 (New York, 1973), s. 104-118; Nicoara Beldiceanu, Le tim ar dans VEtat otto­ man (debut XlVe-debut XVIe siede) (Wiesbaden, 1980); Douglas Howard, “The Ottoman Timar System and its Transformation, 1563-1656" basılmamış doktora tezi (Indiana University, 1987). 22 Şeriyye sicilleri, II. Mehmed döneminden örnekler için, bkz. Halil İnalcık, “Bur­ sa şeriyye sicillerinde Fatih Sultan Mehmed’in fermanları,” Belleten 11 (1947), s. 693-708. 23 Her emrin sonunda geçen cümleye dikkat ediniz, “hükm-i şerifiimi defter sanduğında hıfz idesiz,"bkz. Süleymaniye Kütüphanesindeki elyazması, İstanbul, Atıf Efendi 1734, f. 16b. 24 İnalcık, "Süleyman the Lawgiver,” s. 117, n. 39. 25 Fleischer, Bureaucrat and Intellectual, s. 92-95; ayrıca bkz. İnalcık, “Süleyman the Lawgiver,” s. 116-117. 26 Bu Ömer Lütfi Barkan’ın görüşüne ters düşmektedir, XV ve XVI’inci asırlarda Os­ manlI İmparatorluğunda zirai ekonominin hukuki ve m ali esasları, c. 1, Kanun­ lar, s. XX-XXXIV. Örneğin kanun derlemesinde yer alan bir emrin sonuna dikkat ediniz. (Beyazıt Devlet Kütüphanesi, İstanbul, no. Veliyüddin 1970, f. 6a.) “ka­ nunnameye kayd olundı. ”Ayrıca bkz. a.g.e., f. 10a. “bundan böyle daha önceden söylendiği yapılacak ve kanunnameye kaydedilecektir.” osm anlı ta rih yazıcılığı ♦ rastiansa da, timar sistemi için genel geçerliliğe sahip düzenlemelerin olduğu da anlaşılmaktadır.27 Yaşadıkları dönemdeki timar sistemine dair çok önemli gözlem­ lerde bulunan Osmanlı gerileme literatürü yazarlarının görüşlerinde, her ikisi de kanunlar doğrultusunda dile getirilen iki temel iddia yer alıyordu: ilki imparatorluktaki timar sayısının azalmasıydı ve bunun sonucunda da ordudaki timarlı sipahi sayısı azalmıştı. İkincisi ise timar sahiplerinin ait olduğu sınıfın değişmesine yönelik eleştirilerdi. Bu sisteme hem üst, saray adamları ve devlet adamları, hem de alt tabakadan, köylüler, yabancı unsurlar sızmıştı. Bu nedenle bu görevi hak eden az sayıda timar sahibi kalmıştı. Bu yazarlara göre eyaletler­ deki askeri sınıf içerisindeki yozlaşma ve iltimas, timar sistemindeki değişimlerin nedeniydi. Eğer kanuna uyulursa timar ordusu güçlenip tekrar etkili bir askeri güç haline gelecekti. Kanuni Sultan Süleyman’ın eski Sadrazamı Lütfi Paşa 1542 yılında emekliliğinde yazdığı Asafnâme nedeniyle bu türün mucidi olarak kabul edilebilir.28 Eserdeki motivasyon unsurunu eserin başlığın­ dan -Hz. Süleyman’ın efsanevî vezirine atıfta bulunur- anlamak mümkündür. Asafname geleceğin Sadrazamlarına nasihat etmeyi amaçlıyordu, kullanılan kelimeler dikkatle seçilmişti, kişileştiril27 İki derleme de yayımlandı. Bakınız M. Tayyib Gökbilgin, “Kanuni Sultan Süleyman'ın timar ve zeamet tevcihi ile ilgili fermanları,” Tarih Dergisi22 (1968), s. 35-48. Bu Kanuni Sultan Süleyman’ın altı fermanının özetidir. Benzer bir Osmanlıca koleksiyon ve Fransızca çevirisi için, bakınız îrene Beldecieanu-Steinherr, “Loi sur la transmission du timar (1536),” Turcica 11 (1979), s. 78-108. Maalesef bu iki neşir de bu eserleri olmaları gereken şekilde kullanamamış; so­ nuç olarak da 16. yüzyılda timar sistemine dair kafaları iyice karıştırmıştır. Bu kanunnamenin daha kapsamlı bir örneği diğer iki el yazmasmdadır. Atıf Efendi 1734, Süleymaniye Kütüphanesi, İstanbul, (23. dipnotta geçmişti) ve Süleymaniye Kütüphanesi, no. Şehid Ali Paşa 2832 (el yazması Topkapı Sarayı Kütüphanesindedir, İstanbul, no. Yeni Yazma 1392, bu el yazmasının bir örneği 1941 yılında hazırlanmıştır.) ikinci versiyonunun başlığı Kanunname-i Osman i beray-ı tim ar dadenve tarihi 983/1575-1576. 28 Âsafnâme 1326/1908 tarihinde İstanbul’da basılmıştır, İsviçreli âlim Rudolf Tschudi, eserin Almancaya çevirisiyle birlikte Viyana, Dresden ve Münih’teki yazmalara dayanan ama İstanbul’daki Bayezid Camii Kütüphanesi’ndeki nüs­ hayı da dikkate alan bir edisyon kritiğini hazırlamıştır (Erlangen’deki Friedrich Alexanders Üniversitesine sunulan doktora tezi {Das Asafname des Lutfi Pascha, Leipzig, 1910). Aynı başlıkla yayınlanmıştır (Berlin, 1910). o d o u g la s a. howard memiş edilgen bir yaklaşım kanunlar doğrultusunda davranmayı ve kişisel erdemi ön plana çıkartıyordu. Şüphesiz eser dolaylı olarak sultanları da hedef almıştı. Sonraki yazarların kullandığı üslup Lütfi Paşa’nınkinden daha sertti ve doğru­ dan Sultana hitap ediyordu. Bu yazarlar Lütfi Paşa'yı bir öncü olarak kabul etmişlerdi ama bu bakımdan A s g a m e hâlâ geleneksel “Prens Aynaları” tadmdaydı. Gelibolulu Mustafa Âli’nin Nushatü’s-Selâtin adlı eserinin, ortaya çıkmakta olan Gerileme Risalesi türünün iyi bir örneği olduğuna hiç şüphe yoktur.29 Farklı görevlerde çalışmış ve hayal kırıklığına uğramış olan kâtip ve bürokrat Âli sonunda Cidde eyaletine vali olarak atanmıştı.30Âli kendisine hak ettiği görevin verilmediğini ve onun kadar eğitimli ve tecrübeli bir kişiye kariyerini tamamlamak için gereken fırsatın tanınmadığını düşünüyordu. Eserindeki edebî seviye gözden kaça­ cak gibi değildir: böylesine hararetle ve hicivli yazı yazabilecek kişi gerçekten azdır. Hükümetler arası bir yazı olmaktan çok uzak olan Nüshat kişisel bir üslupla yazılmıştır. Âli’nin şikayetlerini istediğini elde edememiş bir devlet adamının huysuzlukları olarak değerlen­ dirmek kolay olsa da bu onun m etodu değildir. Osmanlı hukuk ve fikir tarihinde Âli, kanunu katı bir şekilde temel kaide olarak kabul edip Osmanlı sisteminin sınırlarını belirleyen unsur olarak gören bir kişi olarak karşımıza çıkmaktadır. Sonraki yazarlar bu kavramı daha da güçlendirecektir. Osmanlı gerileme yazarları içerisinde en bilmeni, m uhtemelen 1630’larda Sultan IV. Murad için bir risale kaleme almış ve 1640’da Sultan İbrahim için Osmanlı kuramlarının ve terminolojisinin bir tarifini yapmış olan Koçi Bey’dir. Göriceli, (Arnavutluk) olması dışında Koçi Bey ile ilgili çok az şey bilinmek­ tedir ve Sultan IV. Murad’m güvenini kazanmış olduğu söylenebilir. 1630 tarihli Risalesi telhis olarak adlandırılan ve her biri farklı bir konuyu ele alan 4 bölümden oluşmaktadır.31 Bu telhislerin sultana 29 Nushat’m İngilizceye çevirisiyle birlikte bir basımı yapılmıştır: Andreas Tietze, Mustafa Ali's Counselfor Sultans, 1581,2 pts. (Vienna, 1979 ve 1982). 30 Mustafa Âli için bkz. Comell H. Fleischer, Bureaucrat and Intellectual in the OttomanEmpire: The Historian Mustafa Ali, 1541-1600 (Princeton, 1986). 31 Koçi Bey Risalesi Ahmet Vefik Paşa tarafından yayımlandı (İstanbul, 1277/1861; yeniden basım İstanbul, 1303/1887). Ali Kemal Aksüt Koçi Bey Risalesi’nin m o­ dern Türkçe transkripsiyonunu yayımladı (İstanbul, 1939). o sm an lı ta rih yazıcılığı « hitaben yazılmış olması mümkündür; telhis sonraki yazarlarca da bir araç olarak kullanılmaya devam edilecekti. Eserde abartma ve hiciv ustalıkla kullanılmıştı. OsmanlI’nın “Altın Çağı”, Âli’nin eserinde Fatih dönemi olarak görülürken, Koçi Bey tarafından daha geliştirilip Sultan Süleyman dönemi (1520-1566) olarak kesin şekilde belirlen­ miştir. İstisnasız sonraki tüm yazarlar bu görüşü kabullenmiş ve hepsi yaşadıkları dönemin devlet idaresini Sultan Süleyman’ın ideal dönemindeki idareyle kıyas etmeye başlamışlardır. “Altın Çağ” kav­ ramı yüzlerce yıllık evrim süreci geçirmiş olan Osmanlı idari yapısını hayalen ideal bir noktada dondurmuştu. Bu ideal noktaya “kanun-i kadim”, eski gelenek ya da örfi hukuk, deniyordu ve tüm eylemlerin ona göre değerlendirilebileceği bir ölçü vazifesi görüyordu. İkincisi, Koçi Bey’in başlıksız risalesi, Osmanlı idaresi için yazıl­ mış bir el kitabıydı ve hem tarihinden hem de kullandığı basit dil ve yapısı nedeniyle deliliğiyle meşhur Sultan İbrahim’e (1640-1648) hitaben yazıldığı anlaşılmaktadır.32 Sunum yine bir dizi telhisle ya­ 32 Bu eser, Hammer’in Geschichte des Osmanischen Reichs (Pest, 1829), adlı ese­ rinin yayınıyla tanınmıştır, bkz. c. 5, s. 684-687’deki tasvirine. Hammer’in kul­ landığı yazma (Vienna, Nationalbibliothek, no. AF 188a [96]), haricinde Flügel Viyana’da iki başka nüshasım bulmuştur. (Die ambischen, persischen urıd türkischen Handschriften zu den Kaiser-könig-liche Hojbibliothek zu Wien, vol. 3, s. 256-257). W.F.A. Behmauer eserin Almancaya kısmî bir çevirisini yayınlamıştır (bkz. “Das Nasihatname,” in Zeitschrift der Deutschen Morgenlandischen Gesellschaft 18 [1864], s. 699-740). Ali Kemal Aksüt transkripsiyon yaptığı el yazma­ sındaki bir nota dayanarak el yazmasının Koçi Bey’e ait olduğunu iddia etmiştir (Millet Kütüphanesi, İstanbul, no. 474; bkz. Aksüt, ed., Koçi Bey Risalesi, s. 77). Ahmet Vefik daha önceden o tarihe kadar ulaşmış kaç el yazmasma sahip oldu­ ğunu bilmeden Koçi Bey’in Sultan İbrahim’e bir risale sunduğunu söylemiştir (bkz. onun Koçi Bey Risalesi Baskısı s. 1 ). Bu eserin diğer bir versiyonunda (Nuruosmaniye Kütüphanesi, İstanbul, no. 4950), Faik Reşit Unat buna karşı çıkarak eserin İbrahim’in veziri Kara Mustafa Paşa’ya ait olduğunu iddia etmiştir (bkz. “Kara Mustafa Paşa’nm Sultan İbrahim’e yazdığı kanundur”, Tarih Vesikaları 1/6 [Nisan, 1942], s. 447-480). M. Çağatay Uluçay ikna edici tarzda eserin Koçi Bey’e ait olduğunu iddia ederek Sultan İbrahim için kaleme alınmış orijinal raporların (telhisat) transkripsiyonunu yayımlamıştır “Koçi Bey’in Sultan İbrahim’e takdim ettiği risale ve arzları,” Zeki Velidi Togan Armağanı (İstanbul, 1950-55), s. 177199. Uluçay Revan 1323 (Mükerrer) el yazmasımn, Topkapı Sarayı Kütüphanesi, yazarın kendisine ait ilk örneklerden olduğunu iddia etmektedir. Diğer el yazma­ sı Leningrad’dadır no.361 (bkz. W.D. Smimow, Manuscrits turcs de l’institut des langues orientales (St. Petersburg, 1897; reprinted Amsterdam, 1971). s. 50-54. Daha fazla bilgi için bkz. Uluçay, “Koçi Bey,” İslam Ansiklopedisi, c. 6 (1974), « d o u g la s a. howard pılmıştı. Koçi Bey’e atfedilen üçüncü eser ise bitmiş bir kitaptan çok 10 telhisin bir araya getirildiği ve İstanbul’da Veliyüddin Efendi Kitaplığında bulunan bir derlemedir.33 Eserin yazılış tarihini aşağı­ daki ele aldığı konulardan anlamak mümkündür. Yazar divanın 8 Haziran 1632 tarihinde Sultan Murad tarafından askerlerin isyanı ve devlet meseleleriyle ilgili olarak olağanüstü toplanmasından bah­ setmiştir. Ardından imparatorluktaki tüm timarlarm teftiş edilmesi kararı alınmıştır. Veliyüddin Kitaplığındaki telhisi, Rumeli’nin tef­ tişiyle görevlendirilen Hüseyin Paşa’dan bahsetmektedir. Hüseyin Paşa’nm 19 Temmuz 1632 tarihli görev belgesi diğer nüshada da bulunmuştur.34 Diğer belgelerde, Veliyüddin telhisi için bir termi­ nus ante quern non kurmuş olan, bu atama tarihinin doğruluğunu onaylamaktadır.35 Telhisin yazarı Anadolu’nun teftiş edilmesi için önce Rumeli’nin teftişinin bitirilmesinin beklendiğini ifade etmiştir. Böylece ordu tüm gücüyle hazır bulunarak teftişin sağlıklı şekilde yapılmasını sağlayabilecekti.36 Arşiv belgeleri Anadolu’nun tefti­ şine 1632 Ağustos37 başında başlandığını söylemektedir; buradan da Veliyüddin telhisinin bu tarihten daha önce yazıldığı -Temmuz sonu ya da Ağustos başı- anlaşılmaktadır. Yazar eseri tamamlana­ na kadar -Şubat 1633- Anadolu’nun teftişinin geciktirilmesini rica etmiş olabilir ve dolayısıyla bu tarih Veliyüddin telhisi için terminus post quern non olarak kabul edilecektir. Fakat bu pek muhtemel görülmemektedir.38 33 34 35 36 37 38 s. 832-835, ve Colin İmber, “Koçi Bey,” Encyclopedia o f Islam, New Edition, vol. 5 (1986), s. 248-250. Beyazıt Devlet Kütüphanesi, İstanbul, no. Veliyüddin 3205. Siileymaniye Kütüphanesi, İstanbul, no. Reisûllcûttab, 1004, f. 154b. Berat, tayin belgesi, Evahır-ı Muharrem 1042/Ağustos’un ilk yarısı 1632. Bu olaylara dair ba­ kınız Mustafa Naima’nın Tarih’i (üçüncü baskı, İstanbul, 1283/1866-1867), c. 3, s. 112-122. Hüseyin Paşa’yla merkez arasındaki henüz başlamamış olan teftişlere dair ya­ zışma örnekleri günümüze ulaşmıştır. Bkz. ReisülKüttab 1004, vd. 156a-157a. Cevapların tarihi Eva’il-i Muharrem 1042/Temmuzun ikinci yarısı 1632. Rhoads Murphey, "The Veliyüddin Telhis: Notes on the Sources and In­ terrelations between Koçi Bey and Contemporary Writers of Advice to Kings,” Belleten 43 (1979), 547-571; text, telhis no. VII, s. 568. Ruznamçe, timar dağıtımlarına dair bilgi İstanbul'da Saray Arşivinde bulunmak­ tadır. O yılın Anadolu’ya dair bilgisi sadece 16 Rebiül-evvel 1042/1 Ağustos 1642 tarihine kadardır. Başbakanlık Arşivi (BBA), İstanbul, bkz. Ruz. 519, s. 74. Anadolu’yla ilgili olarak Ruznamçe’deki en eski tarih 16 Receb 1042/10 Şubat 1633 tarihidir. Bkz. BBA Ruz. 512, s. 506. o sm an lı ta rih yazıcılığı « Bu eserin Koçi Bey’e atfedilmesinin nedeni, hatalı metodolojidir. Rhoads Murphey İstanbul’da incelediği 18 nüshadan oluşan Koçi Bey risalesinin sekizinci nüshasında görülen üç telhisten ibaret bu derlemeye dikkat çekmektedir.39 Bu kanıta dayanarak Murphey, Koçi Bey’in Risalenin iki versiyonunu hazırladığı fikrine varmıştır: İlk versiyonuna sonradan üç telhis daha eklemiştir. İkinci versiyonu ise, Veliyüddin koleksiyonundaki tek nüshada beyan edilen, birinci versiyondan eklenen fazladan üç telhisin de dahil olduğu, yedi telhis içermektedir.40Bu teoriyi destekleyecek bir kanıt ileri sürülemediğinden Koçi Bey’e yapılan atıf spekülasyondan öteye gidememektedir. Yazar telhislerinin uygulanabilirliğini ispatlamak için kimi resmi yazışmaların örneklerini hazırlamıştı. Bu “fermanlar” 1632 yılında timarları teftiş etmekle görevlendirilmiş olan Hüseyin Paşa’ya gön­ derilmiş olan emirlerden ziyade gerileme yazarlarının41nasihatlerine benzemekteydi.42Telhis tarzı Koçi Bey’in tamdık bir vasıtasıydı; örnek fermanlar edebî bir usul olarak kullanılmaya başlanmıştı. Üstelik, bu telhislerin yazarları kimi zaman, Risale’de görüleceği gibi, Koçi Bey’inkilerden tamamıyla farklı ifadelere yer vermişlerdi. Örneğin o, ısrarla timarlarm aileleri kuşaklar boyunca Osmanlı Devleti’ne hizmet etmiş sipahilerin oğullarına tahsis edilmesini istemekteydi.43 Geleneksel bakış açısı timar sistemini böyle görüyordu; bu gö­ rünüm 16. yüzyıl kanunlarının ürünüydü ve Gerileme yazarlarının çoğu buna atıfta bulunmuştu. Kanuni döneminde Lütfi Paşa şöy­ le yazmıştı: “Hiçbir köylünün sipahi olmasına izin vermemeliyiz. Babası ve atası da sipahi olan sipahi oğullarından başkası sipahi olmamalıdır.”44 Mustafa Âli de tüm timarlarm “paralı askerlere (le­ 39 Not numarası Veliyüddin Kitaplığında 2, 3 ve 10, Aksüt tarafından yayımlanan­ larda s. 17-19. bkz Murphey, “Dördüncü Sultan Murad’a sunulan yedi telhis,” VIII. Türk Tarih Kongresi, c. 2, s. 1095-1099. 40 a.g.e., s. 1096-1097 ve n. 4. 41 Ayn Ali’nin sepet timarına dair tanımına dikkat ediniz. Yazma Fatih 3497, vd. 31b32a, Veliyüddin no. 6, Murphey, “Veliyüddin Telhis” s. 566-567; ve Aziz Efen­ di tarafından dile getirilen Hüseyin Paşa’mn şüpheleri, Kanunname, R. Murp­ hey, çev. s. 20. 42 Reisülküttab 1004, vd. 154a-159a. 43 Koçi Rey, Risale, ed. Vefik, s. 5. 44 Tschudi, ed., DasAsafrıame, text, s. 24. 2 3 8 « d o u g l a s a. howard vent) ve ekâbir kullarına ayrıldığını” yazmıştı.45Kitab-ı Müstetâb’m meçhul yazarı da timarlarda “vezirlerin öncelikli olduğu “nu ifade ederek şöyle devam etmişti: On akçelik bir katibe giderek evindeki cariyelerin, tüyü bitmemiş delikanlıların, köle oğlanların ve kedi ve köpeklerinin adını yaz­ dırarak her birine bir zeamet ya da timar tahsis ettirir.46 Koçi Bey Risalesi 'nde önceden timarlarm askeri sınıfın elinde olduğunu ve yabancı ve menşei meçhul kişilerin bu sınıfa sızamadığım yazmıştı. Ancak sonradan bu sınıf: “Bu işte kolay para var diye düşünen iyiyle kötüyü ayırt etmekten aciz, soyu sopu dirlik sahibi olmaktan uzak, ne idüğü belirsiz kimi köylü kimi kentli elinden bir iş gelmez bir sürü adam” tarafından işgal edilmişti.47 Koçi Bey bu kişilerle ilgili yorumlarına şöyle devam etmişti: “Dün­ ya yansa bir telleri yanmaz -Allah muhafaza eylesin- düşman her yeri alır da bunların haberi bile olmaz... din diyanet nedir bilmezler.”48 Fakat Osmanlı devlet adamları 1632-1633 yılları arasındaki ye­ niden yapılanma döneminde timarları eyaletlerde görev alan saray mensubu komutanlara ve savaşta yararlılık gösteren köylülere tahsis ederek farklı bir duruş sergilemişlerdi. Yüzyılın ilk yarısında timar sisteminde görülen değişikliklere göre şekil alan bu gerçekçi poli­ tikanın amacı, bu sistemi yeniden canlandırarak dönemin askeri ihtiyaçlarına göre düzenlemekti. Bu durum o dönemin gerileme edebiyatında dile getirilenlerden tümüyle farklıydı.49 Veliyüddin telhisi, timar tahsislerindeki usulsüzlükler konusunda uyarılarda bulunurken, yeniden yapılanma girişimlerine dair fermanlarda geçen terminolojiyi kanunların geleneksel dili yerine kullanmaya başlaya­ rak, uygulanan yeni politikayı da kabullenmiş görünmektedir. Ya 45 46 47 48 49 Tietze, e<±, Counsel for Sultans, vol. I, s. 85. Yaşar Yücel, Kitab-ı Milstetab (Ankara, 1974), metin, s. 26. Koçi Bey, Risale, ed. VefOc, s. 12. A.g.e. Timarlarm reorganizasyonu üzerine bkz. Howard, “The Ottoman Timar System,” s. 193-235. o s m a n l ı t a r i h y a z ı c ı l ı ğ ı « 239 Veliyüddin telhisinin yazarı Koçi Bey değildi ya da iki yıl içerisinde Koçi Bey'in görüşlerinde büyük değişiklikler olmuştu. Bu yazarların timar sistemi hakkındaki görüşlerinden bahseder­ ken, yazdığı eseri bu türün gelişiminde büyük pay sahibi bir yazar olan, Ayni Ali Efendi’den bahsetm em ek m üm kün değildir. 1609 yılında Ayni Ali, Divan kâtibi ve imparatorluktaki tüm timarlara ait kayıtların tutulduğu Devlet Arşivinin Sorumlusu, Sultan I. Ahmed’e tümüyle timar sistemim ele aldığı bir risale sundu. Kavanin-i Al-i Osman der hülasa-ı m ezamin-i defter-i divan50başlıklı kitapta timar sisteminin idare edildiği düzenlemelerin farklı yönleri hakkında bir özet sunulmuştur. Sonraki yazarlar Ayni Ali’nin, İmparatorlukta yer alan tüm timarlarm, her eyaletteki savaşa hazır askeri birliklerin ve eyaletlerdeki görevlilerin maaşlarının listelendiği tablolarından pek çok kez istifade etmişlerdi. 16. yüzyılın mali teftişlerinin sonucu olan bu rakamları kendi eserlerine dahil ederek yaşadıkları dönemin rakamlarıymış gibi kabul ettiler.51 Ayni Ali Efendi mali meselelerle ilgili bir risale daha kaleme aldı. Muasırlarınca bu iki eserin, birbiriyle yakından alakalı görüldüğü açıktır. İki eser de bir nüsha olarak kaleme alınmış ve çoğaltılmıştır.52 Ayni Ali Efendi’nin çalışması emekli bir devlet görevlisi tarafın­ dan yazıldığı için siyasî açıdan az çok tarafsız bir eser olarak kabul edilebilir. Fakat K avan in\n eski bir örneğinde, bir nüsha olarak günümüze ulaşmış olan, I. Ahmed’e53sunulan versiyonunda bulun­ mayan bir bölüm yer almaktadır. Bu bölümün standart bir girişle başlayan ilk cümlesinden (“hafi olmaya ki (sultandan)”) bu eserin gerileme risalesi türünün bir örneği olduğu anlaşılmaktadır. Yazar sert bir dille yazdığı eserini bir nasihatla sona erdirmiştir: “Ordu hususunda kanun-ı m ukarrer uygulandığında düzen ve intizam Allah’ın izniyle sağlanmış olur.” 50 İstanbul’da basıldı, 1280/1864; bu baskısı M. Tayyib Gökbilgin’in eklediği girişle yeniden basıldı. 51 Koçi Bey’i de içerir. İlgili bölüm Revan’da bulunmaktadır 1323 (Mükerrer), vd. 41b-52b. Ayrıca bkz. Aksüt’ün transkripsiyonu, s. 99-103. 52 Risale-i vazife-i horan ve meratib-i bendegan-i Al-i Osman (İstanbul, 1280/1864; yeni baskı 1979). 53 El yazması Süleymaniye Kütüphanesindedir, İstanbul, no. Fatih 3497. bkz. s. 3041 vd. 2 4 0 * d o u g la s a. how ard Fikirlerin menşei meselesi Osmanlı siyaset edebiyatının bu türü­ nün her örneğinde dile getirilmiştir. Bu eserler arasındaki karşılıklı ilişki ve yazarların birbirlerini ne derece etkilemiş olduğu, henüz yeterince araştırılmamış bir konudur.54 Önceden belirtilen dört esere ilave olarak birkaç risalenin daha ele alınması yerinde olacaktır. 1596’da OsmanlIların Macarların Eğri kalesine düzenledikleri seferin ardından Bosna'nın Akhisar köyünden hukukçu, kelamcı ve yazar Haşan Kâfi, Usûlü’l-hikemfi nizâm ’il-alem adlı eserini kaleme aldı. Eseri önce Arapça, ardından da Osmanlıca olarak yazmıştı.55 Haşan Kâfi dünya düzenini ve kendi fikrine göre, o dönemde baş gösteren düzensizliğin nedenlerini açıklamayı amaçlamıştı. Ona göre temel neden, adaletin terk edilmesi ve ehil olmayan kişilere görev verilmesiydi.56 Kavânin-i Yeniçeriyân, Yeniçeriler üzerine yazılmış uzun ve dokuz bölümden oluşan anonim bir eser olup, I. Ahmed dönemine (16031617) aittir ve hiç yayınlanmamıştır. Birkaç nüshası bilinmektedir.57 54 Rhoads Murphey bu sorunları işaret etmekle büyük katkıda bulunmuştur. Bkz. Murphey, “The Veliyüddin Telhis,” s. 547-571. 55 Bu eser 1278/1861-1862, in 1285/1868-1869, ve 1287/1870-1871 tarihinde üç defa İstanbul’da basılmıştır. Tam veya kısmî çevirileri Fransızca Garcin de Tassy, “Principes de sagesse touchant l’art de gouverner par Rizwan-ben-abdoulmennan Ac-hissari,” Journal Asiatique 4 (1824), s. 213-226; Macarca E.J. Karacson, Az eğri török 1596 evben irja Molla Haszan elkjafi (Budapest, 1909); ve Almanca Lajos Thalloczy ve E. J. Karacson “Eine Denkschrtift des bosnischen Mohammedaners Molla Hassan elkjafi über die Art und Weise des Regierens,” Archiv flir slavisc-he Philologie 32 (1911), s. 139-158. Aynca bkz. Mustafa A. Melimed, “La crise ottomane dans la vision de Hasan Kiafi Akhisari (1544-1616), “Revue des etudes sud-est européennes 13 (1975), s. 385-402. 56 Mehmed, “La crise,” s. 392-394. 57 Eldeki yazmalar şunlardır: Istanbul Topkapı Sarayı Kitaplığı. Revan 1319 and 1320; İstanbul Üniversitesi Kitaplığı, no. T3293; Süleymaniye Kütüphanesi, no. Esad Efendi 2068 ve Nuruosmaniye Kitaplığı, no. 4095; Gotha’da bkz. Wilhelm Pertsch, Die orientalischen Handschriften der herzoglichen Bibliothek zu Gotha, 2 vol., Vienna, 1859-1864; reprinted Wiesbaden, 1971, no. 133/2; in Bratisla­ va, University Library no. TE47 (bkz. Josef Blaskovic, ed., Arabische, türksiche und persische Handschriften der Universitatbilbiothek in Bratislava (Bratisla­ va, 1961), s. 318; Sarajevo, bkz. Safvet Beg Basagic, “Popis orijentalnih rukopisa moje bibli-oteke,” Glasnik zemajskog muzeja u Bosni i Hercegovini 28 (1916), s. 207-290, no. 66. o s m a n l ı t a r i h y a z ıc ıl ığ ı Yazım tarzında olaylar örnek alınmıştır ve sunum u, Ayni Ali’nin Kavanin’m i andırır şekilde, düzenlemelerin derlenmesi şeklindedir. Amacı Yeniçerilerin idare edildiği geleneksel düzenlemeleri tarif etmek, onların dününü ve bugününü kıyaslamaktı ve bu nedenle de eser Gerileme risalelerinin bir parçası olarak kabul edilmiştir. Bir başka anonim eser de 1620’li yıllara, II. Osm an’ın karışık dönemine ait olan Kitâb-ı Müstetâb’dır.58 Bu eserin yazarına dair hiçbir ipucu elde edilemediğinden bir kapıkuluna ait olması mümkün gözükmektedir.59 Yazara göre devletin kurucusu Sultan Osman’ın dönem inden III. M urad’m saltanatına (1574-1595) kadar geçen dönemde Osmanlı idaresi hem şeriata, hem de kanuna aynı önemi vermiş ve bu sayede geniş toprakları ele geçirmesi mümkün olmuştu. Bu, yazarın döneminin devlet idaresine getirdiği eleştiriydi. Diğer bir anonim eser ise 1632 yılında yazılmış ve tam amlana­ mamış olan H ırzu’l-MülûK tur. Yayınlanmamış olan eserde timar sistemine dair bir bölüm yer almaktadır.60 M uhtem elen Divan kâtibi olan Aziz Efendi, 1632 yılında Kanunname-i Sultanî’yı kaleme aldı.61Aziz Efendi genel reformlara ilave olarak Doğu Anadolu’daki Kürt aşiretlerle işbirliğine gidilerek o yıl timar sisteminde yapılacak düzenlemenin ardından Bağdat’a düzenlenecek seferde desteklerinin sağlanmasını istemekteydi. Aziz Efendi eserinde örnek olarak fermanları da kullanmıştı. Timar sisteminin organizasyonuna dair ve birbiriyle bağlantılı olan somaki iki Risale Avni Ömer Efendi’nin62 Osmani Mefhum-ı 58 Bakınız Yaşar Yücel’in girişi ve eklemeleriyle Osmanlı harfleri ve Latin transkrip­ siyonuyla yapılmış baskı, ed., Kitâb-ı Müstetâb (Ankara, 1974). 59 Yücel, ed., Kitâb-ı Müstetâb, s. XVIII. 60 İki el yazması mevcuttur. İkisi de İstanbul'dadır: Topkapı Sarayı, Revan 1612 ve Süleymaniye Kütüphanesi, Hacı Mahmud Efendi 4974. Sekizer bölümlük iki el yazmasının da dördüncü bölümden sonraları yoktur. Romanya Bilimler Akade­ misi Kitaplığı’ndaki üçüncü nüshada da 5,6 ve 7. bölümler kayıptır (bkz. Mustafa A. Mehmet, “Un manuscrit turc de la bibliothèque de l’Academie de l’empire ottoman (XVle-XVIle siec-les),” Studia etActa Orientalia4 [19621, s. 209-233). 61 Bu eserin yegâne yazma nüshası yakınlarda tıpkı basım olarak yayınlanmıştır (İngilizceye çeviri, açıklama ve notlarla): Rhoads Murphey, Kanunname-i Sulta­ n ili Aziz Efendi: Aziz Efendi's Book ofSultanic Laws and Régulations: An Agenda for Reform by a Seventeeth-Century Ottoman Statesman (Harvard, 1985). 62 Bu eser transkripsiyon olarak 1. H. Uzunçarşılı tarafından yayınlandı: Belleten 15 « d o u g l a s a. h o w a r d Defter-i Hakani’si ve Sofyalı Ali Çavuş’un Risalesidir,63Bu eserlerde önceki kayıt defterleri ve düzenlemelerden farklı bir şekilde değişik timar türleri tarif edilmişti. Timar sistemini anlatan diğer eserlerden daha büyük olsalar da, Ayn-i Ali’nin Kavanin’ı hariç, geleneksel timar düzenlemelerinin bir tekrarından ibarettirler. Son olarak timar sistemini ancak genel olarak ele alan meşhur Osmanlı entelektüeli Kâtip Çelebi’nin Düstûru’l-’am el li Islâhi’lhaleP4 adlı risalesi bulunmaktadır. Bu noktada önceki örneklerle kıyaslandığında yaklaşımlarda bir farklılık sezilebilir. Önceki ya­ zarlarda gözlenen acelecilik ve telaş, yerini derinlik ve objektifliğe bırakmıştır. Kâtip Çelebi’nin eserinde İbn Haldun’un döngüsel tarih anlayışı kendisini göstermektedir. İbn Haldun o dönemde de Osmanlı entelektüellerini, en azından siyasî ve tarihi görüşlerini, etkilemeye devam etmekteydi. 17. yüzyıl sonu Osmanlı yazarları İbn Haldun’un m etodunu örnek alarak Osmanlı İmparatorluğu’nun duraklama dönemine girdiği fikrine kapılmışlardı. Duraklama dönemi uzatı­ labilirdi ama asla düzeltilemezdi.65 Kâtip Çelebi artık İm paratorluğun sorunlarının öne sürdüğü şekilde çözülebileceği um udunu -bu um ut Hezarfen Hüseyin’in eserinde ve sonraki yazarlarda daha belirgindi- taşımıyordu. Aksine Kâtip Çelebi’nin Düstûru’l-’amel adlı eseri Osmanlı seyfiyye sınıfına Osmanlı toplumundaki yanlışları düzeltmeleri ve Osmanlı Devleti’ne tekrar eski gücünü kazandırmaları yönünde yapılmış umutsuz bir çağrıydı. İlginç şekilde bu çağrı, Kâtip Çelebi kaleme aldıktan üç yıl sonra, 1656 yılında acımasızlığıyla devletin otoritesini yeniden (1951), 381-399. Halil İnalcık (Bkz. “Kanunname,” £72 c. 4 [1975], s. 564) bu eseri Ali Çavuş Risalesi’nin kısa bir türevi olarak kabul etmiştir. 63 Osmanlıca el yazması, Hırvatça çevirisiyle birlikte, Hamid Hadzibegic tarafından yayımlanmışür: “Rasprava Ali Causa iz Sofije o timarskoj organizaciji u XVII stoljecu,” GlasnikZemajskogM uzejaaSarajevom.s. 2 (1947), s. 139-205. İlhan Şahin bu eserin diğer bir nüshası olduğu belirgin olan bir transkripsiyonu, o böyle ol­ duğunu söylemese de, yayımlamıştır: “Timar sistemi hakkında bir Risale,” Tarih Dergisi?,! (1979), s. 905-935. 64 Eser Osmanlıca olarak Ayni Ali Efendi’nin cildiyle aynı tarzda bir ciltte yayımlan­ mıştır (bakanız 50. not). Orhan Şaik Gökyay bu eseri Türkçeye çevirmiştir, bkz. Katip Çelebi’derı Seçmeler (İstanbul, 1968), s. 163-161. 65 Naima, Tarih (İstanbul, 1280/1863), c. 1, s. 26-27; İbn Haldun’un tesiri hususun­ da bkz. Fleischer, “RoyalAuthority”. o sm anlı ta rih yazıcılığı « tesis etmeyi başaracak olan Köprülü Mehmed Paşa’nm sadrazam olmasıyla cevap bulmuştu. Günümüzde 16. ve 17. yüzyıllardaki Osmanlı “gerilemesi”nin ele alınışı Batılı akademisyen ve yazarların Osmanlılarm ancak 1699 yı­ lındaki Karlofça antlaşm asından sonra “gerilemeye” başladığını iddia etmeleri doğal karşılanabilir çünkü o tarihe kadar Avrupalılar “gerileme”denbahsedilebilecek bir intihaya sahip değildiler. Osmanlı orduları 1683 yılında Viyana’ya kadar ulaşmış ve nihai yenilgi ve onu takip eden ağır bir antlaşmaya kadar AvrupalIların gözündeki düşman imajı değişmeden kalmıştı. Bu durum gerçekleşince eğitimli Avrupalılar neler olduğuna dair Osmanlılarm kendi görüşlerine de eğilmeye başladılar ve gördüler İd, Osmanlı gerileme edebiyatı çok önceden bu durum u kendince açıklamaya başlamıştı. Gerileme risaleleri Batı akademik hayatını iki yolla etkilemişti: Osmanlı kay­ naklarının Batılı yazarlarca kullanılması ve Osmanlı eserlerinin Batı dillerine çevrilmesi. Osmanlı eserlerinin Batılı yazarlarca kullanılması hususunda üç eser bilhassa ön plana çıkmaktadır. îlki Osmanlı kumrularının ilk İngilizce incelemesi olan Paul Rycaut’nun Present State ofth e Ottoman Empire adlı eseridir. 1668 yılında basıldı ve ardından da Rycaut tarafından kendisinin bastığı Richard Knolles’in Generali Historie o fth e Turks adlı eserinin 6. baskısının üçüncü cildine ek­ lendi.66 Birkaç yıl sonra yayımlanan bir gazetede C. J. Heywood, Rycaut’nun tarzının “Osmanlı yazarlarının tarzını anımsattığını” belirterek şöyle devam etmişti: Rycaut İmparatorluğun şu anki durumundan dolayı yas tut­ maktadır. Benzer bir altın çağ nostaljisini ‘nerde o günler’ diye yas tutan Osmanlı yazarı Koçi Bey’de de net olarak görebiliriz.67 66 Paul Rycaut, The Present State ofth e Ottoman Empire (London, 1668). Richard Knolles’ The Generali Historie o f the Turkes, (London, 1687-1700). 67 C.J. Heywood, “Sir Paul Rycaut, a Seventeenth Century Observer of the Ottoman State: Notes for a Study,” in Ezel Kural Shaw and Heywood, English and Conti­ nental Views ofthe Ottoman Empire, 1500-1800 (Los Angeles, 1972), s. 33-59. 244 o d o u g l a s a. h o w a r d Gerçekten de Rycaut eserinde Koçi Bey’i kaynak olarak kullan­ mıştı ve “uzun süredir başarıyla görevini ifa eden ve askere alma­ dan sorumlu devlet görevlisi” olarak bahsettiği kişi de Ayni Ali’den başkası değildi.68 Rycaut onun eyaletlerdeki tim arlara dair uzun listelerini Kavânin-iÂl-i Osman adlı eserinden aynen kopya etmiş­ ti.69 Rycaut’nun istifade ettiği nüshada aynı yazarın, Rycaut’nun alelacele bir göz atıp Osmanlı mâliyesine dair bilgi edindiği, Risale-i vazife-i Horan adlı eseri de yer alıyordu. İkinci etkili eser ise Muradgea D’Ohsson’un üç ciltlik Tableau General de L’Empire Othoman adlı eseridir.70 D’Ohsson İstanbul’da Amerikalı bir anne babanın çocuğu olarak dünyaya geldi ve İsveç dışişlerinde görev alarak 1782 yılında elçi olarak Osmanlı başkentine gönderildi. Eserinin basımı Fransız İhtilali nedeniyle sekteye uğramış ve sadece, İslam dini ve ibadetlerden bahseden iki cildi basılabilmişti. Osmanlı kurumlan ve imparatorluğun “l’etat actuel”i (mevcut durumu) üzerine olan üçüncü cilt ölümünün ardından 1820 yılında basılmıştı. D’Ohsson Osmanlı vekayinamelerini kullanmış, Hoca Sadeddin ve Naima’dan alıntılar yaparak ve bunları okunabilir bir hikâyeye dönüştürerek sunmayı başarmıştı. Kanuni sonrası dönemde Osmanlı Devleti’ne dair açıklamalarının kaynağının Osmanlı gerileme yazarları olduğuna şüphe yoktur ama hangisinden ne derece etkilendiğini anlayabilmek pek mümkün değildir.71 Üçüncü eser ise Josef von Hammer-Purgstall’ın 20. yüzyıl or­ tasına kadar Batı’da Osmanlı İmparatorluğumla ilgili en kapsamlı eser olan, büyük hacimli Geschichte des osmanischen adlı eseridir.72 İstanbul’daki Avusturya kordiplomasisinde Sprachknabe olarak eğitim görmüş bir Oryantalist olan Hammer-Purgstall eseri Osmanlı tarih yazımında esas kabul edilmiş gerileme yazarlanmn eserlerin­ den bir adım ilerideydi. Hammer-Purgstall eserinin genel yapısını belirlerken Osmanlı vekayinamelerinden istifade etmişti. Osmanlı toplumundaki yozlaşma ve Osmanlılarm askeri yönden geri kalışına 68 69 70 71 72 Rycaut, The Present State, s. 172. a.g.e., s. 51-57; 174-181. 3 cilt (Paris, 1787-1820). Dikkat cilt 3, s. 414-415. 10 cilt (Pest, 1835; reprinted Graz, 1963). o s m a n l ı t a r i h y a z ıc ıl ığ ı * dair söyledikleri tümüyle Ayni Ali, Koçi Bey ve Hezarfen Hüseyin’den alınmıştır. Koçi Bey’i Türklerin Montesquieu’su olarak adlandıran ilk kişi Hammer-Purgstall’dır.73 Geschichte’de ve Des Osmanischen Reichs Staatsverfassung und Staatsverwaltung de74 Hammer-Purgstall, 16. yüzyıl timar düzenlemelerini de içeren çok sayıda Osmanlı belgesini çoğaltıp çevirmişti.75 Osmanlı eserlerinin Baü dillerine çevrilmesi hususunda ilk örnek, 1725 yılında Fransızcaya çevrilmiş olan Koçi Bey Risalesi’dir.76Kanu­ ni Sultan Süleyman’ın kanunnamesinin bir bölümünün çevirisiyle birlikte yayımlanmıştır. Fransız ve Avusturya kordiplomasisi, çeviri görevini İstanbul’da Doğu dilleri eğitimi alan ve çoğunlukla Osmanlı gerileme risalelerini seçen, genç stajyerlere vermişti.77 Ham mer-Purgstall’m ardından, 19. yüzyılın ikinci yarısında, Avrupalı Oryantalistler Koçi Bey’in eserini Almancaya,78Ayni Ali Efendi’nin eserini de Fransızca ve Almancaya çevirdiler.79Bu yüzyılın başında Lütfi Paşa’nm Asafnâmesi de Rudolf Tschudi’nin gayretiyle, Almancaya çevrilmişti. Sonuç Osmanlı Devleti’yle ilgilenen Avrupalı akademisyenler en ba­ şından beri, tümüyle OsmanlIlardan almamış olsalar da, 16. ve 17. yüzyıl Osmanlı yazarlarının “gerileme" görüşünden fazlasıyla etki­ 73 Hammer-Purgstall, Geschichte, c. 5, s. 291. 74 2 cilt. (Vienna, 1815; reprinted Hildesheim, 1963). 75 Metin Staatverfassung und Staatsverwaltungdadır, c. 1, s. 349-370. Karş. Gökbilgin, “Kanuni,” ve Beldicenau-Steinherr, "Loi”. 76 Petis de la Croix, “Memoire sur les causes de la decadence de l’empire repre­ sente a Sultan Mourad IV pour son instruction,” Canon de Sultan Suleiman II... (Paris, 1725), s. 163-218. Bu nadir baskıya henüz ulaşmış değilim. 77 Mesela Paris’teki Bibliothèque Nationale’deki Türkçe yazmalar katalogu (Blochet’nindir) içinde Ayni Ali Efendi’nin Kavânin’inin bu şekildeki iki yazmasına dikkat (Suppl. Ture, no. 883 ve 885) 78 W.E Behrnauer, “Kagabegs Abhandlung über der Verfall des Osmanischen Staatsgebandes seit Suleiman dem Grossen,” Zeitschrift der Deutschen Morgenlandischen Gesellschaft 15 (1860), s. 272-332. 79 M. Belin, “Du regime des fiefs militaires dans l’islamisme, et principalement en Turquie,” Journal Asiatique 15 (1870), esp. s. 187-222; Paul Tischendorf, Das Lehnwesen in den Moslemischen Staaten insbesondere im Osmanischen Reiche m it dem Gesetzbuche der Lehen unter Sultan Ahmed I (Leipzig, 1872; reprinted Berlin, 1982). * d o u g l a s a. h o w a r d lenmişler ve onların risalelerini edebî bir eser olarak değil de arşiv belgesi olarak görmekte ısrar etmişlerdir. 1930’larda Osmanlı arşivinin açılmasının ardından arşiv belgeleri üzerine artan çalışmalara rağmen hem içeride, hem de dışarıda Os­ manlI araştırmalarını yürüten akademisyenler, kimi zaman bunların geçerliliklerini sorgulasalar da, Osmanlı risalelerini 16. ve 17. yüzyıla dair görüşlerinin temel kaynağı olarak kullanmaya devam etmişler­ dir.80 Belki de en etkilisi H. A. R. Gibb ve Harold Bowen’in Islamic Society and the West adlı, Owen’in eleştirilerinin de başlangıcı olan, eserdir. Gibb ve Bowen’in Herbert Lybyer’in Osmanlı kuramlarına dair tezinden81ve kuramların ve terimlerin tanımı hususunda da Muradgea D’Ohsson’un Tableau General adlı eserinden yararlandıkları bilinmektedir. Gibb ve Bowen’in “yönetim kuramlarının yozlaşması” üzerine olan tezleri, 16. ve 17. yüzyıl Osmanlı gerileme yazarlarının dediklerini aynen tekrar ederek, yozlaşmanın “en baştan”, yani zayıf sultandan kaynaklandığını, “görevin kötüye kullanılmasının” Os­ manlI birliklerinin efsanevi disiplinini ortadan kaldırdığını ve tüm idari kuramlarda düzensizliğin hâkim olduğunu söylemektedir.82 Osmanlı gerileme edebiyatının ele almışında gözlemlenen akade­ mik eksiklik esef vericidir. Osmanlı tarihinde başka hiçbir konu ya da dönemin bu derece yeniden değerlendirilmeye ihtiyacı olmadığını söylemek abartı olmayacaktır. Çoğu örnekte bu yeniden değerlendir­ me, eserin akademik olarak yeniden basılmasıyla başlamalı ve eserin elde mevcut tüm nüshalarının incelenmesini içermelidir. Yukarıda adı geçen eserlerden Lütfi Paşa’nm Âsafnâme'si, Mustafa Âli'nin N üshafı, anonim Kitâb-ı M üstetâb ve Aziz Efendi’nin Kanunna­ me' sinin yeterli baskıları bulunmaktadır. Geri kalanlar ise ya yazma ya da, çoğu geçen yüzyıldan kalma, silik baskılar halindedirler. Doğal olarak bu eserler akademik olarak ele alınmadan onların etkilendiği 80 Bernard lewis, “Ottoman Observers of Ottoman Decline,” s. 82-83. 81 Lybyer, The Government o f the Ottoman Empire in the Time o f Suleiman the Magnificent (Cambridge, Mass., 1913). Bkz. Norman Itzkowitz, “Eighteenth Cen­ tury Ottoman Realities,” Studia Islamica 16 (1962), s. 73-94. 82 H. A. R. Gibb and Harold Bowen, Islamic Society and the West: A Study o f the Im pact ofWestern Civilization on M oslem Culture in the Near East, 1 vol. in 2 pts. (London, 1950-1957), c. 1, s. 173-199. osm anlı ta rih yazıcılığı « kaynaklar, ele aldıkları konuların karşılaştırmalı analizi ve birbirlerine olan etkileri üzerine olan çalışmalar fazla ileri gitmeyecektir. Modern Osmanlı İmparatorluğu tarih yazımına bu eserlerin en büyük katkısı, 16. ve 17. yüzyıllarda Osmanlı yönetim uygulamaları ve Osmanlı kurumlarmın geçirdiği değişim üzerine sağladıkları bilgiler değildir. Osmanlı gerileme edebiyatının asıl katkısı, sürmekte olan geleneksel Osmanlı iktidar ve meşruiyet kavramlarının hararetle tartışıldığı dönemin entelektüel atmosferini yansıtmasıdır. 10 Mustafa Âli ve Kültürel Yozlaşma Görüşü* Rhoads Murphey Son yıllarda tarihçilerin büyük bölümü Osmanlı Devleti’nin 16. yüzyıldan sonra giderek zayıflamaya başladığı1 şeklindeki hâkim görüşü terk ederek imparatorluğun son yüzyılına kadar devam edecek olan değişen şartlara uyum gösterebilme yönündeki hünerini takdir etmeye başlam ışlardır.2 Bu tür bir yaklaşıma en büyük tepkinin Osmanlı tarihi uzmanlarından gelmesi ise oldukça şaşırtıcıdır. “Uz­ m anlar” yerli kaynaklarla fazlasıyla haşır neşir olmaları nedeniyle * “Mustafa Ali and the Politics of Cultural Despair”, IJMES, Sayı: 21/2, Çeviren: Cem Demirkan. 1 Osmanlı medeniyetinin İnebahtı Savaşı’nm ardından hızla gerilemeye başladığı düşüncesinin önde gelen savunucularından biri de, Osmanlı’nm klasik dönemi­ nin sonrasına göndermeler yaparak, “duraklayan medeniyetler” terimini kulla­ nan tarihçi Arnold Toynbee’dir. Bkz. A. Toynbee, A Study o f History (London, 1947), pt. in, ch. 9, s. 171-78. 16. yüzyıl sonrası Osmanlı’mn zayıflığı ve gerilemesinin yeniden değerlendi­ rilmesine ait iki örnek bu trendi göstermek için yeterlidir. R. R. Palmer bugün için klasik olan A History o f the M odem World, 3. baskı. (New York, 1965) adlı eserinde Osmanlılann 1570 yılındaki deniz yenilgisinden şöyle bahsetmektedir: “Türkler İnebahtı’da güçlerinden pek de bir şey kaybetmemişlerdi ve iki yıl sonra Tunus’u Philip’in elinden almayı başardılar.” F. Braudel, Civilization and Capi­ talism, 15th-18th Century, 3 cilt. (New York, 1981-1984), III, s. 482, konunun uz­ manlarını Osmanlı’mn son üç yüz yılını anlatırken gerileme kelimesini çok fazla kullandıkları için azarlamıştır. 2 250o rh o ad s m urphey seçtikleri çalışma alanının kültürel olarak belirlenmiş değerler siste­ mine karşı daha savunmasız olmakta ve bu nedenle çok daha kolay etkilenmektedir. Bu makale gerileme topos’u v e ona bağlı topoi’nm şekil almasına neden olan kaynakları tanımlamayı amaç edinmiş bir çalışmadır. Osmanlı historiyografi (tarih yazımı) geleneğinde baskın olan görüşün temel kaynaklarından biri, etkili bir Osmanlı tarihçisi ve bürokratı olan Mustafa Âli’nin (d. 1008/1600) eserlerindeki çözüm arayışlarıdır. Söz konusu kişi üzerine eğilerek günümüzde mevcut olmayan düşünce tarzlarını perdeleyen çok sayıda gereksiz eklenti­ den sıyrılmayı başarabilir ve Osmanlı tarihi bilincine şekil vermiş kilit görüşleri gün ışığına çıkarabilirsek kendi görüşlerimizle bu eserlerde ortaya konulan önyargılar arasında bir ayırım yapabilmemiz daha kolay hale gelecektir. Bu, Osmanlı’nm sosyal, ekonomik, kültürel ve kurumsal gelişimini anlamaya yönelik ve zihnimizi gereğinden fazla meşgul etmiş olan “kriz” teorisinden çok daha makul bir düşünceye zemin teşkil edecek olan girişimin ilk adımıdır.3 Gerileme olgusu, Osmanlı Devleti’nin ortaya çıkışından çok daha önceleri bile İslam tarihi geleneğinde mevcut olan bir kavramdır. Bu geleneğe göre kişisel ve siyasal yükseliş ve düşüşlerin döngüsel olarak cereyan etmesi Allah’ın takdiriydi. Bu düşünce tarzına göre başarı sınırlı ve kısa süreliydi ve yerini başarısızlığa bırakmaya mahkûmdu. Söz konusu “insanın başarısı kısa sürelidir”4 kavramı 3 4 Tartışmanın derinine inmeden Avrupacılar arasında Hobsbawm’in 17. yüzyıl Avrupa’sındaki “genel kriz” tezi hakkında görüş ayrılıklarının bulunmasının, on­ ların araştırmalarının Osmanlı araştırmalarından daha sıhhatli olduğuna delil teşkil ettiğini söylemek istiyorum. Kriz kavramı, Rabb ve Zagorin gibi akademis­ yenler bu durumu sorgulamaya başlayıncaya kadar tüm 17. yüzyıl Avrupa tarihi öğrencileri için itiraz edilemez bir gerçekti. “Designation” krizini eleştirenlerin görüşlerinin bir değerlendirmesi için bkz. T. Rabb, The Struggle for Stability in Early Modem Europe (New York, 1975), s. 178-28; and P. Zagorin, Rebels and Rulers, 1500-1660, 2 vols. (Cambridge, 1982), I, s. 122-39. Bu akademisyenler önceden Avrupa'nın belli bölgeleri üzerine çalışmış olan J. H. Elliot gibi, 1960’larm başlarında “Ispanya’nın çöküşüne dair geleneksel yargılardan uzaklaşılması gerektiğini” söyleyen akademisyenlerin şüphelendiklerini gün ışığına çıkarmış­ lardır. Bkz. Trevor Aston, ed., Crisis in Europe, 1560-1660 (London, 1965), s. 172. Ayrıca bkz. J. Elliot, “Yet Another Crisis?”, P. Clark, ed., The European Crisis ofthe 1590s: Essays in Comparative History (London, 1985), s. 301-12. . Bkz. “Dawla” maddesi, the Encyclopedia of Islam, 2nd ed. (bundan sonra El2), II, s. 177-78. m u sta fa â li v e k ültü rel y o z la şm a görü şü « 251 hem bireylerin siyasi kariyerlerinin, hem de imparatorlukların ka­ derlerinin açıklanmasına şekil verecek olan egemen görüş haline gelmişti. İmparatorluklar söz konusu olduğunda hanedanların iniş çıkışları insanın doğumundan ölümüne geçirdiği evreye benzetilerek açıklanmaya çalışılmıştı. Eserleri bu tür bir görüşle uyum içerisinde olan tarihçilerin asıl ilgilendikleri, mevcut siyasî otoritenin ortadan kalktığı ve inkirâz-ı devlet olmak adlandırılan son aşamadır. Önceki devlet ve hanedanların gerilemesinin nedenlerini an­ lamaya yönelik çalışmaların pedagojik boyutu da bulunmaktadır. Şehzadeler ve devletin müstakbel yöneticileri, çocukluklarında iyi idarenin nasıl olması ve nelerden kaçınmaları gerektiğine dair onlara yol göstermeyi amaç edinmiş bir tarih eğitiminden geçmişlerdir.5 “İmparatorlukların Çöküşü” teması sadece evrensel tarih yazımın­ da değil, o dönem in Osmanlı toplum u ve politikası üzerine olan eserlerde de hâkim olan bir temaydı. Osmanlılarm tarih bilincinde 13. yüzyılda Moğol istilasının ardından Abbasi Hilafetinin çökmüş olmasının etkisiyle devlet otoritesinin kırılganlığı saplantılı bir görüş olarak yerleşmişti. Yıldırım Bayezid’in Timur karşısında uğradığı yenilgi bu görüşü daha da güçlendirmişti ve siyasî başarının değişken bir doğası olduğu düşüncesi 16. yüzyıl Osmanlı tarihçisi Kantemir’in eserlerinde kendisine yer bulmuştu. Mâverâünnehir’de Timur idare­ sinin çöküşüne ve memleketinin Özbek Hanı Şeybânî tarafından ele geçirilişine bizzat şahit olması Kandemir’in tarih görüşlerini büyük ölçüde etkilemiş6 ve dinden uzaklaştıkları için Allah’ın kendilerini cezalandıracağı inancındaki Osmanlılarm Anadolu ve Rumeli’de meydana gelen benzer olaylar karşısında duymuş oldukları korkuyu paylaşan Kandemir’in korkusunu bir kat daha arttırmıştı. Hicretin 10. yüzyılının başlarında tarih yazımını şekillendiren işte bu tür görüşlerdi. 999 yılındaki (1591) Osmanlı idaresinin 300. yılına ve 1000 yılındaki (1592) İslam tarihinin ilk bin yılma doğru yaklaşılırken Osmanlı tarih yazımındaki korkular ve saplantılar iyice alevlenmeye başladı. 1590 yılında gerçekleşmesi beklenen “çöküş”, 5 6 Tarih yazmanın “instructional” aracı hk. bkz. H. İnalcık and R. Murphey, eds., Tursun Bey’s History o f Mehmed the Conqueror (Chicago and Minneapolis, 1978), s. 24. Bkz. £72, IV, s. 1020-22. 252 ♦ r h o a d s m u r p h e y bekleyenleri hayal kırıklığına uğratsa da onlar 1630’lu yıllara kadar Osmanlı idaresinin çökeceğini söylemeye ısrarla devam ettiler. 1622 yılında ilk hüküm dar katline bağlı olarak yeni bir siyasî yazı üslubu geliştirildi. Hâkim görüşe göre 1570 yılı sonrası Osmanlı dönemi, bir tür kan dökme dönemiydi. 600 yıllık Osmanlı idaresi­ ni “klasik” ve “klasik sonrası” olarak net bir şekilde bölebilmenize imkân veren bu yaklaşım, 16. yüzyılın sonu ve 17. yüzyılın başındaki Osmanlı düşünürlerinin açtığı yolu takip etmiştir. Yaptıkları çıkarım belli tarihî olayların etkisi altındaki belirgin bir kültürel çevrenin “düşünce iklimini”7yansıtmaktaydı. 16. yüzyıl sonu Osmanlı tarih­ çisi Mustafa Âli’nin (1541-1600) hayatı ve eserlerini ele alan yeni bir kitap,8 Osmanlı’nm gerilemesi fikrini yeniden canlandırmış ve dönemin felaket beklentisi içerisindeki havasını korkutucu bir ben­ zerlikle ortaya koymuştur. Kitabın Âli’nin fikirlerine yaklaşımı sıra dışıdır fakat onları değerlendirecek eleştirel standartların yokluğu -ister Âli’nin dönemi, ister günümüz için- üzücüdür. Okuyucu Âli’nin düşüncelerini mi yoksa yeni bir sentezi mi okuduğunu anlamakta güçlük çekmektedir. Eserin hem tanımlayıcı (Bureaucrat and In­ tellectual, bölüm 1, s. 1-189) hem de analitik (a.g.e., bölümler II & III, s. 191-307) bölümlerinde önce mükemmel olarak ele alman Os­ manlI Devleti’nin sadece 20 yıl gibi kısa bir süre içerisinde bir hilkat garibesine döndüğünü öne süren görüşleri kabul mü yoksa red mi edeceğiz? (Diğer bir deyişle Mustafa Âli’nin 1561 yılında henüz 20 yaşında olduğu ve görevine başladığı sırada bir şekilde aşina olduğu dönem.) Fleischer kitap boyunca bizim tümüyle kendi görüşleri olduğuna inandığımız çok sayıda görüş ortaya koysa da bunların içerisinde OsmanlIların ahlakî çöküşüne delil teşkil edecek bir örneğe rastlanmamaktadır. Fleischer kitabının analitik bölümünün başla­ rında (bkz. not 9) Osmanlı gerilemesi hayaletini çağırmaya teşebbüs etmiştir. Bu hayalet gelir gelmez kontrolden çıkmış ve kitabın kalan kısmını da kullanılmaz hale getirmiştir. Yapılan bireysel yorumlar, 7 8 Bkz. Carl L. Becker, The Heavenly City o f the Eighteenth-Century Philosophers (New Haven, 1932. repr. 1980) s 1-31. Cornell H. Fleischer, Bureaucrat and Intellectual in the Ottoman Empire: The Historian Mustafa Ali, 1541-1600 (Princeton, 1986). m u s t a f a âl i v e k ü l t ü r e l y o z l a ş m a g ö r ü ş ü * Fleischer'in kitabından rastgele seçilmiş aşağıdaki örneklerde olduğu gibi, sırasıyla ele alındığı zaman daha anlaşılır olacaktır. 1. sayfa 179- "gençlik ve orta yaş döneminde Âli Osmanlıcanm bir dil olarak olgunlaşmasının heyecanını yaşamıştır” 2. sayfa 185- “Âli gençliğinden itibaren ahlakî ve ekonomik geri­ leme olarak gördüğü şeyi takip etmiştir” 3. sayfa 200- “sancılı dönüşüm ” 4. sayfa 228- “Âli'nin gençliğinin dünyası” 5. sayfa 242- “gençlik yıllarındaki idealleri” 6. sayfa 243- “tek bir kuşağın şahit olduğu muazzam boyuttaki değişim” 7. sayfa 258- “Bu noktadan itibaren (diğer bir deyişle 1553 yılında şehzade Mustafa’nın idamının ardından) İmparatorluk gerilemeye başlamıştı” 8. sayfa 260- “ahlakî çöküş ve yıkıcı kaos” 9. sayfa 263- “Âli’nin kendisi Altın Çağın tam da sonunda doğup büyümüştü” 10. sayfa 269- "Âli’nin gençliğinin dünyası” 11. sayfa 272- “hayatının son günlerinde Âli OsmanlIların başarısız olduklarını kabul etmiştir” 12. sayfa 298- “İmparatorluk tüm ideallerini kaybetmişti ve yok olmanın eşiğindeydi” 13. sayfa 300- “ani ve yıkıcı değişimlerin damgasını vurduğu bir dönem” 14. sayfa 301- “genel yozlaşmanın belirtileri” 15. sayfa 304- “III. Murad döneminin (1574-1595) cehennemi atmosferi” 16. sayfa 305- “her şeyin sonunun gelişi” 17.sayfa 306- “Âli’nin yetiştiği dönemin Osmanlı idealleri” 18. sayfa 307- “ahlakî değerlerin yozlaşması”. o r h o a d s murphey Âli’nin ve Fleischer’in yazar kimliklerindeki belirsizlik çoğunlukla birbiriyle örtüşüyormuş gibi görünmektedir. Fleischer’in Âli'nin tüm eserlerini içeren kapsamlı araştırmasını dikkate aldığımızda Âli’nin tüm gelişmeleri melankolik bir tarzda ele aldığını, yukarıdaki listede de görüldüğü gibi, görmekteyiz. Ama bu bizim Âli’nin “Osmanlı dünyasının gerileme içerisinde olduğu” görüşünü kabul etmemizi gerektirmemektedir.916. yüzyıl Osmanlı gerçeğini kavrayışımızı şe­ killendirmek gayesiyle yaygın kabullerle modern akademik öncelikler arasında sahte bir ilişki tesis edilmiştir; bu yaklaşım konunun önemi­ ni azaltmaktadır. Âli’nin duygularıyla hareket etmesi ya da çalkantılı bir dönemde yaşamış olmasının, yargılarını olumsuz yönde etkile­ yerek onu yanıltmış olduğu görüşü kaçınılmaz bir gerçek olmadığı gibi,10Fleischer’in iddia ettiği gibi, Âli’nin iddialarındaki devamlılık ve tutarlılık da onların doğru olduklarına delil teşkil etmemektedir. Fleischer’in 16. yüzyılın sonundan itibaren başlayan Osmanlı gerilemesi etrafında dönen temel iddiası, çok sayıda tutarsız ve uy­ gunsuz kavram içermektedir. Ona göre Osmanlı bürokratik sınıfının kalabalıklaşmasının bir nedeni de “16. yüzyılın son çeyreğinde askerî başarıların sona ermesiydi.”11Ardından III. Murad döneminde İdarî kadronun mevcudunun büyükbabası Süleyman’ın döneminin iki katı olduğundan bahsetmektedir.12Peki yeni topraklar alınmaya devam edilmeden bu durum nasıl gerçekleşmişti? Gerçekte 16. yüzyıl soııu, askerî ilerlemelerin durduğu bir dönem değildi ve Osmanlılar Kafkaslarda o döneme kadar teşebbüs ettikleri en büyük askerî harekâtlara girişmişlerdi. 1578 yılında Şirvan Beylerbeyliği’nin kurulması Osmanlı mülküne bir düzineden fazla yeni sancağın dahil olmasına neden olmuştu.13Kanuni döneminde belirlenen Osmanlılarm doğu sınırı 17. 9 10 11 12 13 a.g.e., s. 191. a.g.e., s.203. a.g.e., s. 225. a.g.e., s. 243. Bakınız “Şirvan” maddesi, Şemsettin Sami, Kamusu'l-Âlâm, 6. cilt (İstanbul, 1306-1316), IV, s. 2853. Bekir Kütükoğlu’nun III. Murad döneminde Osman­ lI Doğu politikası üzerine olan benzersiz çalışmasında (Osmanlı-İran Siyasi Münasebetleri, 1578-1590 [İstanbul, 19621, s. 63-64) Şirvan bölgesinin iki farklı Beylerbeyliğe bölündüğünü ve birinin 16, diğerinin 6 sancağa sahip olduğunu belirtmektedir. Şirvan'ın yıllık vergi geliri 1578 yılındaki Osmanlı fethi sırasında yaklaşık 2,5 milyon akçe olarak hesaplanmıştır (Kütükoğlu, s. 62. vergi hâsılatı 247,5 yük akçe). m u s t a f a âl i ve k ü l t ü r e l y o z l a ş m a g ö r ü ş ü * yüzyıl başlarına kadar değişmeden kalmıştı. Bu nedenle bu analizde askerî yetersizliğin neden Osmanlı’nm gerilemesinin bir işareti olarak kabul edildiğine bir izah getirilememiştir. Askerî gücün azalması geleneksel tarih yazımında OsmanlI’nın gerilemesiyle ilişkilendirilse de, bu yaklaşım artık geçerliliğini korumamaktadır. 16. yüzyıl sonu Osmanlı fikir krizi: Boyutları ve Ciddiyeti “Genel Kriz” tezini desteklemek gayesiyle Fleischer kültür, sanat ve eğitim alanlarındaki gerilemelerden de örnekler vermektedir. Fleischer’in kitabı, temel olarak Âli’nin görüşlerinden yola çıküğı için “genel kriz” olgusu ayrı bir ehemmiyeti haizdir. Ele aldığımız analizin amaçlarına hizmet etmek gayesiyle siyasi ve ekonomik “krizlerin” boyutunu, süresini, gücünü ve sonuçlarını ele almadan iddia edilen entelektüel krizle ilgili kanıtlara odaklanacağım. Birbiriyle ilişkili çok sayıda krizin ekonomik ve siyasî alanlarda olduğu kadar kültürel ve fikrî olarak da insanları etkilediği düşüncesi, gerilemenin bölgesel ve sınırlı olamayacağı fikrine sahip Âli’nin zihninin bir ürünüdür; fakat bu ilişkiler otomatik olarak varsayılamaz ve bu konuda ikna edici delillere ihtiyaç vardır.14 Kendi hocalarını öncekileriyle kıyaslayarak kötüleyen Âli’nin ergenlik dönemindeki15 (1570 yılı sonrası) Osmanlı ulemasına dair önyargılı görüşlerini destekleyecek yeterli delil mevcut mudur? Onun iddia ettiği gibi “o dönemde eğitim alanında genel bir gerileme”16 mi yaşanmaktaydı yoksa onun karamsarlığı meslekî kıskançlık ve akademik rekabetin bir ürünü müydü? Müderris ve kadıların atama 14 Ayrı araştırma sahaları olarak siyasî, ekonomik, demografik ve ekolojik krizle­ ri muhafaza etmenin arzu edilirliği hk. bkz. E. Le Roy Ladurie, “The Crisis and the Historian,” krş. İngilizce versiyon: E. L. Ladurie, TheMind andM ethod ofthe Historian (Chicago, 1981), s. 270-89. Bu denemede Ladurie, “yaratıcı işlevi icra eden kriz” fikrini geliştirmektedir. Bkz. age, s. 275. Krizin birbirine bağlı alanları fikrinin reddi için bkz. Zagorin, Rebels and Rulers, I, s. 137. 15 “Genç” ve “orta yaş”ın muhalefeti için bkz. s. 245’de 18 alıntının listesi. Bkz. özel­ likle 1, 2, 4, 5, 10 ve 17 nolu alıntılar. Bu görüşlerin Âli’nin mi, Fleischer’in mi yoksa ikisinin karışımı mı olduğu bütünüyle açık değildir. 16 Fleischer, Bureaucrat and the Intellectual, s. 247. o rhoads m urphey ve terfi prosedürünün düzenlenmesi, İstanbul müftülüğündeki çalış­ malarıyla yalan dönemde R.C. Repp’in de ortaya koyduğu gibi, ulema sınıfının “büyümesi ve kompleks hale gelmesinin” bir sonucuydu.17 Ebussuud (ö. 1574) dönemiyle sona eren bu çalışma Ebussuud’un bazı haleflerinin öncekilere kıyasla çok daha fazla dünyevî kaygılara sahip olduklarını ortaya koym uştur.18Ama Repp’in yorum unun son derece karmaşık ve çok yönlü bir yapıya sahip bir hiyerarşinin sadece bir kademesini ilgilendirdiğim de akıldan çıkarmamak ge­ rekmektedir. Hiyerarşinin üst kademesinde yer alanların davranış ve konumlarına bakarak orta ve alt kademelerin durumlarıyla ilgili çıkarım yapmak ve yaşanan değişimlerin ilmiye sınıfına etkisinin tüm kademelerde eşit olduğunu iddia etmek mümkün değildir. Üst kademelerde yaşanan statü kaybı endişesi, tüm kademelerde benzer şekilde hissedilmiş miydi yoksa onların kayıpları alt kademelerdekilerin önüne açılan yeni imkânlarla dengelenmiş iniydi? Fleischer’in ulem a sınıfına dair gelişme analizi, Repp’inkinden farklı olarak, sunduğu çok daha kısıtlı kanıtlarla bir gerileme motifi çizmektedir.19 16. yüzyılın son çeyreğinde Osmanlı başkentinde Âli’nin akademi, sanat ve edebiyat alanındaki muasırlan kimlerdi ve onlar 1550’lerin İstanbul’unda medrese ve meclisleri dolduran müderris ve mükem­ mel insanlara ne gözle bakıyorlardı? Âli’nin de onlardan biri olduğu fin de siècle (yüzyıl sonu) Osmanlı entelektüelleri de onun gibi bir gerilemenin yaşandığının farkında mıydılar? Dönemin entelektüel­ 17 R.C. Repp, The Mufti o f Istanbul: A Study in the Development o f the Ottoman Learned Hierarchy (London, 1986), s. 72. 18 Age, s. 303-4. Vurgu bana aittir. Repp 16. yüzyılın sonlarında bu tür değişmele­ rin baş göstermesini “gerileme” ya da “yapısal kriz” olarak kabul etmemektedir. Sadece bu değişikliklerin olumlu ya da olumsuz olduğunu söylemeden bazı de­ ğişimler yaşandığını vurgulamıştır. Kitabın başlığındaki “gelişme” kelimesi özel­ likle seçilmiştir. 19 Fleischer 16. yüzyılın sonlarında Osmanlı ulemasının “siyasallaşmasını” kanıt olarak ileri sürdükleri (krş. Bureaucrat and Intellectual, s. 267 vd. ve dipnotlar 25-29) ikinci dereceden kaynaklardan alınmıştır. Osmanlı mali bürokrasisinde “profesyonelleşmenin” artışı görüşü mâliyenin üst kademelerine yapılan 15 atama örneğine dayanmaktadır (Age, s. 218, paragraf 2, kaynaklar zikredilmemiştir). Fleischer’in “soft ve “hard” kanıtın eşit önem de olduğuna ilişkin ön var­ sayımına dayanan metodolojisini inkâr etmeden (bkz. Fleischer’in girişi, age, s. 4), bu tür tepeden inme analizinden çıkarsadığı genel sonuçların pek az haklılık payı vardır. m u s t a f a âli v e k ü l t ü r e l y o z l a ş m a g ö r ü ş ü « leri arasında kıran kırana bir rekabet yaşandığı gayet açıktır, ama bu rekabet büyük sanatsal başarılarla mı yoksa entelektüellerin kendi kendisini tüketmesiyle mi sonuçlanmıştır? Fleischer, III. M urad dönemim (1574-1595) ele alarak, “İdarî gerilemenin”20 de yaşanan bu entelektüel yozlaşmanın nedenlerinden biri olduğunu öne sür­ müştür; fakat Âli’yi pek çok eser vücuda getirmesi için görevlendiren sultana yöneltilen bu suçlamalar havada kalmaktadır. ÜstelikÂli’nin resimlerle bezenmiş Nusretname’nin21 de dahil olduğu eserlerinden bazıları, oldukça pahalı çalışmalardır. Âli’nin dönemin Filistinizmine* dair kronolojik olarak tekrar eden şikâyetlerindekinin aksine III. Murad dönemi günümüz akademis­ yenlerince bilimin ve beşeriyetin farklı kollarında eşsiz çalışmaların ortaya konulduğu bir dönem olarak kabul edilmektedir. Örneğin, Osmanlılar önceden bilinmeyen bölgelere22 doğru ilerledikçe coğ­ rafya alanında büyük gelişmeler yaşanmış ve uluslararası bir güç olma rolü kabul edilerek devlet ona göre hareket etmeye başlamışü. Kanuni döneminde yaşanan yayılma o kadar fazla ve hızlıydı ki, Os­ manlIlar ancak 1580'lerde bunun sonuçlarını hakkıyla idrak ederek bu doğrultuda davranmaya başlayabilmişlerdi. Osmanlı coğrafyacısı Mehmet Âşılc’ın kariyeri (1600) coğrafya alanında yaşanan gelişmele­ rin örneklerinden sadece biridir. Onun Menâzirü’l-’avâlim adlı eseri Osmanlı mülkü üzerine kişisel gözleme dayalı bilgi sunan ilk coğ­ rafi eserdir. Onun sayesinde İranlılar ve Araplardan alınmış bilgiler fazlasıyla zenginleşmişti. Aynı dönemde Âli’nin muasırı Takiyüddin (ö. 1585) tarafından önemli bilimsel araştırmalar yapılmaktaydı. Bu çalışmalar İstanbul m üftüsünün müdahalesi nedeniyle bir sonuca ulaşmasa da, Murad’m 1579 yılında İstanbul’da açılan rasathaneyi desteklemek için gösterdiği istek ve gayret diğer araşürmacıları da cesaretlendirmişti. Takiyüddin’in ardından yeni kuşak araştırma­ cılar onun yolunu takip ederek pozitif bilimler alanında çalışmaya devam etmişlerdir.23 20 Age, s. 249. 21 Age, s. ix-x (resimler listesi) ve s. 110. * Kabalık, estetikten yoksunluk (Haz. Notu) 22 Bakınız not 13. 23 Adnan Adıvar, La Science chez les Ottomans (Paris, 1939), s. 82-90, Takiyüddin’in izinden giden daha az tanınmış araştırmacıların ismini listelemekte ve III. Murad’m eğitim kurumlarma olan desteğinin tüm imparatorlukta medreselere o rhoads m urphey 1603-1617 yılları arası hüküm süren I. Ahmed benzer şekilde din ve eğitim kuramlarına büyük destek vererek İstanbul'da yapılacak büyük cami ve külliyeyi de finanse etmişti. Bu projenin boyutla­ rı ve nitelikleri Fatih Sultan M ehmed ve Kanuni Sultan Süleyman döneminde hayata geçirilmiş olanlarla rahatça boy ölçüşebilirdi. Günümüzde I. Ahmed tarafından yapılmış olan cami İstanbul’daki 6 minareli tek camidir. Bu sembolizm Kanuni Sultan Süleyman’ın 1566 yılındaki vefatının ardından sultanların dinin hâmisi rolünü terk etmeye başladıkları iddiasını boşa çıkarmaktadır.24 Din ve bilim alanındaki eylem ve ilgi rönesansı Âli’nin temel ilgi alanları olan edebiyat, şiir ve tarihte çok daha belirgindir. Bu üç alanda da 16. yüzyılın sonu, Fleischer aksini söylese de, aralarında Baki ve Selanikî’nin (Her ikisi de Âli’yle aynı yılda (1600) ölmüştür) bulunduğu çok sayıda yeteneğe şahit olmuştur.25 Bu dönemde Âli sultanların himayesinden istifade eden tek kişi değildi ve bunun için de acımasızca rekabet etmek zorunda kalmıştı. Oysa söz konusu himayeden gittikçe daha az istifade etmesi (ya da onun böyle dü­ şünmesi) sultan ve vezirlerin (yani egemen sınıfın) güçlerini göster­ mek için bir vasıta olarak gördükleri sanat ve edebiyata sağladıkları desteğin genel gidişatına aykırı bir durumdu.26 Burada isimlerini zikrettiğim 16. yüzyıl bilim adamları, şairleri ve tarihçileri, Âli gibi, geçmiş döneme ait olan medrese eğitiminin yapılan kayıtları arttırdığına dikkat çekmektedir. III. Murad’m döneminde 120 kurumda eğitim gören yüksek eğitim öğrencilerinin sayısı 9.000’e ulaşmıştı. Ku­ rumsal gelişmelerin yaşandığı dönemlerde sıkça rastlandığı gibi eğitim seviye­ sinin düştüğü ve okulların ihtiyaçlarının yeterince karşılanmadığı söylentileri dolaşmıştır fakat bu yönde kayda değer bir delil yoktur. 24 I. Ahmed’in Camisi yedi yıl içerisinde yapılmıştı ama tüm külliyetlin tamamlan­ masına Sultanın ömrü vefa etmemişti. Saraya yakın bir bölgede sürdürülen in­ şaat 1609-1620 yılları arasında devam etti. Bkz. Z. Nayır, Osmanlı Mimarlığında Sultan Ahmed Külliyesi ve Sonrası (İstanbul, 1975), s. 46-47. 25 Çeşitli Osmanlı şairleri ile Âli'nin çağdaşları arasında kamunun takdirine mazhar olmak yönünde sürdürülen şiddetli rekabet için hk. bkz. Fleischer, Bureauc­ rat and Intellectual, s. 142. 26 Esin Atil, Turkish Art (Washington, DC., and New York, 1980), s. 195-212) “Kitap sanatı” adlı bölümünde, İstanbul Nakkaşhânesi’nin XVI. yüzyılın sonlarında or­ taya çıkardığı kolektif üretimin, ulaştığı mükemmel düzeyle daha somaları bu döneme Türk kitap sanatının “klasik dönem ”i sıfatının verilmesini haklı çıkardı­ ğını ileri sürmektedir. m u sta fa â li v e k ü ltü rel y o z la şm a gö rü şü « 259 ürünleriydi ama sonraki yüzyıl daha üstün değilse bile, yine bu se­ viyede, değerlere şahit olacaktı. Kâtip Çelebi (ö. 1657) otobiyografik çalışmasında döneminin İstanbul medreselerinin önde gelen m ü­ derrislerine hak etmedikleri iltifatlar yağdırmaktadır.27 1550-1650 yılları arası Osmanlı fikir hayatına dair çizdiğim genel tablo dikkate alınırsa 16. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nun ekonomik ve idari alanda yaşadığı “krizin” -bu alanlarda bir krizin var olup olmadığı da ayrı bir tartışma konusudur- eğitim, öğretim ve sanat alanında da görüldüğü kanaati eski gücünü yitirecektir. Tüm bunlar dikkate alındığında Âli güvenilir ve yetkili bir gözlemci olarak mı yoksa konum undan rahatsız ve her şeyi abartan bir kişi olarak mı dikkate alınacaktır? Âli’nin (ya da başka bir yazarın) “güve­ nilir” olup olmamasından çok, onun yazarlığını etkileyen motiflerin ne olduğu bizim için önemlidir. Âli siyaseti ön plana çıkardığı eser­ lerinde, özellikle tarih çalışmasında, okuyucuyu tahmin edilebilecek şekilde etkileyecek gerçekleri bizzat seçerek onlara sunmuştur. Âli bir amaç doğrultusunda yazıyordu: himaye sisteminin ıslahı. Bu nedenle kendi ıslahat paketinin önemini ön plana çıkarmış ve “reformun” uygulanmasını istediği sınıfın yozluğundan ve yozlaşmaya ne kadar meyilli olduğundan dem vurmuştur. Din adamlarına karşı beslediği önyargı ve onların rüşvet alıp bozgunculuk yaptıkları yönündeki suçlamalar Âli için hiç de sıradışı şeyler değildi. Lütfi Paşa, Âli'nin “tarafsız âlimlerin”28 bulunduğu August çağı olarak romantikleştirdiği dönemi tasvir ederken, Âli’nin daha sonradan yücelteceği erdemlerin hiç birinin mevcut olmadığını söylemişti. Kanuni Sultan 27 Kâtip Çelebi’nin dönemin önde gelen alimlerinden almış olduğu eğitime dair yorumlan için, bkz. Kâtip Çelebi, M izanu’l-hakk fi ihtiyaru’l-ehakk (İstanbul, 1280), s. 129-136. 28 Fleischer eski ideal âlim tipinden (diğer bir deyişle Âli’nin Kanuni ve onun önce­ si dönemlerde yaşadığım hayal ettiği âlimler) bahsederek bu hayali âlimi "taraf­ sız eğitim ve ahlakın sembolü" olarak sunmaktadır (Bureaucrat and Intellectual, p. 266). Âli bir zamanlar çok sayıda olan bu insanlardan III. Murad döneminde (1574-1595) bir tane bile kalmamış olduğuna inanmaktadır. Âli’nin hayalinde yarattığı geçmişteki ilmiye kurumunu Fleischer “onun sevgili İlmiyesi, ahlaki de­ ğerlerin son kalesi” olarak tasvir etmektedir. Bkz. age., s. 160. Onun hayal gücü­ nün ürünleri olan Âli’nin tasavvurlarının Kanuni döneminin daha gerçekçi alimi Lütfi Paşa’mn görüşleriyle kıyaslanması gerekecektir. Bkz. dipnot 29’da alıntıla­ nan pasaj. o r h o a d s m urphey Süleyman döneminin önde gelen devlet adamlarından olan Lütfl (d. 1488 hüküm darm m kine çok yakın bir tarihte) Âsafnâme adlı eserinde Âli’nin “Augustus çağı” olarak sunduğu dönemin alimlerini şöyle anlatmaktadır: Âlim, müderris ve kadılar birbirleriyle sürekli olarak rekabet ha­ lindedirler. Bu nedenle de birinin diğeri hakkında söylediği hiçbir şeye güvenmemek en iyisidir...29 Osmanlı tarih yazımında “gerileme” motifi Sosyal ve ekonomik telhisler, Âli’nin yaşadığı dönemin çok ön­ celerine uzanan yerleşik bir Osmanlı geleneğidir. Belirttiğimiz gibi Osmanlı tarihçisi Lütfi Paşa’nm, Âli’nin küçümseyeceği,30 eseri Âsafnâme'de geçen konuların büyük bölümü Âli’nin eserlerindeki ana temayı oluşturmaktaydı.31Âli'nin eserinde Osmanlı hanedanını yıpratan nedenler olarak görülen idari yozlaşma ve “haremin mel’un müdahalesi”32 Lütfi Paşa’nm 30-40 yıl öncesine ait eserinde de ay­ nen mevcuttur.33 Lütfi’nin (öl. 1562?) ve Âli’nin (öl. 1600) yaşadığı dönem ler pek çok yönden farklıydı. Geçen zam ana bağlı olarak eserlerinde kötülüğün timsali olarak gördükleri karakterler değişim göstermekle birlikte ifade usulleri, her ikisinin de olmasını dilediği topoi’ye zemin teşkil eden anlam, padişaha yaklaşım tarzları ve ortaya 29 Türkçe metin Asafname’den (İstanbul, 1326), s. 15: Müderrisin ve ulema ve kuzat taifesi ekserisi bir birine hased üzeredir. Onların birbirinin hakkında söylediklerine inanmayıp reis-i ulema olanlar ile müşavere ve taharri edip, menasıb-i ulemada gayet yoklamak gerek. 30 31 32 33 Krş. R. Tschudi, ed., Dos Asafname des Lutfi Pascha (Berlin, 1910), s. 16-17. İki yazarın dile getirdiği duygulardaki bazı paralelliklerin tartışması için bkz. dipnot 33. Fleischer, Bureaucrat and Intellectual, s. 250. Age., s. 294-300, Âli’nin 38 “olayı”mn özeti için. Age., s. 304. Nasihatname’de en çok vurgulanan ve tekrar edilen konu ehliyetsiz kişilerin devlet işlerine müdahale etmesine izin verilmesidir. Yazarlar bu durumun sulta­ nın otoritesine bir müdahale olduğunu söyleseler de bu eserleri yazan yazarların sultana danışmanlık yapma tekeli ellerinden alındığı için kızgın olmaları da do­ ğaldır. Lütfi Paşa’nm Asafname’deki nedim, musâhib ve saray mensuplarına dair görüşlerini kıyaslayınız. (İstanbul neşri, s. 10): Padişah nedimleri ile çokluk m usahabet ve ihtilat etmemek gerektir. Mülûk nedim siz olmaz. Am m a nedim ve musahib... mesalih-i halka karışmamak gerektir. m u s t a f a âli ve k ü l t ü r e l y o z l a ş m a g ö r ü ş ü o koydukları dünya görüşleri hemen hemen aynıdır. Âli’nin tespitleri kimi zaman gerçeklikten uzaklaşarak zamansız, neredeyse tarih-dışı bir şekle bürünmektedir. Buradan yola çıkarak Âli'nin eserinin diğer bir kaynağın taklidi olduğunu söyleyemeyiz ama söz konusu eserin sadece belli imtiyazlara sahip küçük bir grup bürokrat ve padişah danışmanını temsil ettiği de inkâr edilemez bir gerçektir.34 Padişah danışm anlarının en büyük endişelerinden biri, padi­ şahlarının itibarım muhafaza edebilmektir.35 Bu bağlamda Âli 15. yüzyıldaki meslektaşı Tursun Bey’in yolundan gitmiştir. Eserinde -muhtemelen 1490 yılma ait- yakın zamanda vefat etmiş olan Fatih döneminin (1451-1481) tarihini anlatırken eleştirel bir üslup kul­ lanmış ve bu şekilde dönem in padişahı II. Bayezid'i (1481-1512) yüceltmeyi amaçlamıştır. Bu üsluptan Âli ve benzeri bürokratların padişaha tavsiyede bulunabilecek imtiyaza sahip olmakla birlikte dönem in padişahını eleştirmekten titizlikle kaçındıkları anlaşıl­ maktadır. Bu balamdan Fransız meslektaşlarıyla aralarında hiçbir fark yoktu: Le roi est mort, vive le roi! [Kral öldü, yaşasın Kral]. Âli de en önemli tarih çalışmasında (1590’larm sonlarında tamamlanan) padişah III. M urad’m (1574-1595) icraatlarına ateş püskürürken 34 Bu yazarların kısıtlı görüşleri Halil İnalcık’ın Osmanlı devletinin 16. ve 17. yüzyı­ lım “kargaşalık devri” olarak tarif ettiği makalesinde vurgulanmıştır; bkz. İslam Ansiklopedisi, cilt 13 [fas. 130] (İstanbul, 1984), s. 305 vd. Aşağıdaki alıntı çıka­ rımlarını güzelce özetleyecektir: Onlar (bu eserleri yazan danışmanlar) imparatorluğun zayıflığını (eski) kanun ve düzenlemelere riayet etmemesine bağlamaktadırlar. (Analizleri) ne ekonomik ve siyasi alandaki değişimleri ne de (klasik) kurumlardaki yozlaşmanın temel nede­ ni olan Avrupa'daki gelişmeleri dikkate almaktadır. Tüm değişimler bu yazarlar tarafından tagayyür ve fesat olarak görülmekteydi ve tüm istedikleri geçmişteki düzenin geri gelmesiydi. 35 Savunmanın ilk satırı, hükümdar tek başına doğru karar verebilecek yeteneğe sahiptir görüşüne dahil edilmiştir. Papa’nın yanılmazlığını anımsatan bu dü­ şünce tarzı Ortaçağ’dan beri Doğu’da hâkim olan siyasi teoridir. (H. İnalcık, “Kutadgu Bilig’de Türk ve İran siyaset nazariye ve gelenekleri,” Reşit Rahmeti Arat için Armağan [Ankara, 1966], s. 259-71; ve onun “Adaletnamelere” girişi [s. 49-52] Belgeler, 2 [1965], s. 49-145). Âli’den önceki ve sonraki Osmanlı siyaset teorisyenleri bu fikre büyük önem vermişlerdi. Âli’nin seleflerinden Tursun Bey hükümdarların her alanda mükemmel bir bilgiye sahip olduğunu söylemiştir (tasarruf-i cüziyat). Bu bölüm Fleischer tarafından da kullanılmıştır ama sulta­ nın sınırsız bilgisinin olduğu kısım açıkça belirtilmemiştir. Cüziyât’ın genel ve özel anlamı için bkz. J. W. Redhouse, A Turkish and English Lexicon (İstanbul, 1890), s. 661, özellikle 3 numaralı anlamdaki tanım. o rhoads m urphey kendi hükümdarı III. Mehmed’e (1595-1603) yönelik bir eleştiride bulunmamıştı.36 Peki Âli’yi OsmanlI’nın bekası hakkında böylesine ümitsizliğe iten olaylar nelerdi? Aktif politikadan çekilmiş olduğu (geleneksel olarak politikadan çekilmiş olmak, tarafsız bir tarih yazabilmek için aranan ama zorunlu olmayan bir nitelikti) şüphelidir. Âli’nin enerjisinin büyük bölümünü Cidde’deki son günlerinde bile Mısır’da yönetim kademesine kendini tayin ettirebilmek için harcadığını bilmekteyiz ki bu asla gerçekleşmemiştir.37Âli pek çok yönden açık bir şekilde meydan okumaktaydı; Wakeman’in Çinli entelektüelleri böldüğü 5 gruptan hiçbirine dâhil değildi -devlet adamları, reformcular, erdemli idealistler, teknokratlar ve münzeviler-38ve İslam entelektüel gele­ neğine de uymuyordu. Her şeye rağmen Âli’nin ortaya koyduğu eser, bağlı bulunduğu siyasi eser yazma geleneğine sıkı sıkıya bağlıydı. Âli tarafından dile getirilen kültürel yozlaşma politikasının altında yatan gizli mesaj, toplumun inanç yoluyla kurtarılabileceğiydi, geleneksel değerlere sahip çıkılarak Allah’ın inayet ve rahmetine mazhar ola­ caklardı. Böylesi bir düşüncenin temelinde yer alan duygu, en güzel şekilde bir ayette ifade edilmektedir: Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı yapışın; parçalanmayın. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmişti ve O’nun nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz. Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı.39 Eleştiri, siyasi muhalefet, hatta hükümdarın zatına ve icraatına yönelik sözlü saldırılar; bunların tüm ü Osmanlı siyasî söyleminin geleneksel parçalarıydı. Fakat bireye ve kimi belirgin icraatlara muhalefet edilirken sistemin kendisi asla sorgulanmazdı. Âli’nin eserinde Osmanlı toplum unun tüm den reddedilmesi, bu inanç ve geleneklerin ışığında ele alınmalıdır. 36 Tursun Bey’in tarihi ve genel olarak Osmanlı tarihçiliği geleneğindeki pragmatik yaklaşımda apoloji unsuru hakkında bkz. İnalcık ve Murphey, Tursun Bey Tarihi girişi, s. 20-24. 37 Bkz. Fleischer, Bureaucrat and Intellectual, s. 183-87. 38 Bkz. F Wakeman, “The Price of Autonomy: Intellectuals in Ming and Ch’ing Po­ litics,” Daedalus. 101 (Spring 1972), s. 35-70. 39 III/103. m u stafa âli v e k ü ltü rel y o z la şm a g ö rü şü * 263 Fleischer, kitabının analitik bölümünde Âli’nin siyasete dair yo­ rumlarım, her biri Âli’nin düşünce tarzını esas kabul eden Fleischer’in zihnindeki “kriz” ve “gerileme” kalıplarına göre şekillenmiş olan üç bölümde ele almıştır. Bunlardan ilki, kitabın başlığının da ortaya koyduğu gibi, “bürokratik kriz”dir (s. 191-231). Bunu “entelektüel kriz” ya da değerler krizi takip etm iştir (s. 235-307). Her ikisi de daha yüzeysel olarak ele alınsa da “genel kriz” kapsamı içerisinde değerlendirilmişlerdir. Osmanlı împaratorluğu’ndaki fikrî krize dair daha önceden açıklama yapılmıştı. Fleischer’in “bürokratik krize” dair açıklamaları ise öncekilerden daha da kötüdür. Âli’nin yaşadığı dönemden önceki kritik yüzyılın (1453-1553) Osmanlı bürokrasisine dair sunduğu “gerçekler” sadece 4 sayfadır40ve gerekli araştırmadan yoksundur. Boşlukları bizden çok sayıda mesnetsiz tahmine dayan­ dırdığı Apollonvarî fikirlerini kabul etmemizi isteyerek doldurmaya çalışmıştır. Örneğin, “ilmiye taraftarı” (ya da “ilmiye karşıtı"), önyargı gibi kavramları kullanmak ne işe yaramıştır ve söz konusu önyargı Osmanlı yapısal gelişiminin seyrini nasıl etkilemiştir?41 Dolayısıyla aşağıdaki gözlemin doğruluğunu ve uygulanabilirliğini nasıl ölçe­ biliriz? 16. yüzyılın sonuna gelindiğinde siyasî şiddet yönetici sınıfın üst kademelerinde sıradan hale gelmişti.42 Bu şiddet bir izlenim mi yoksa bir gerçek miydi? Bu şiddetteki artış nasıl ölçülmüştü? Tüm bu sorular Fleischer’in kitabındaki cömert genellemelerin kurbanı olmaktadır.43 Osmanlı toplumu çalışmalarına alternatif bir yaklaşım Fleischer’in Âli’nin kişiliğine dair incelemeleri, Âli’nin eserlerinin derinlemesine incelemesinin ürünü olan ve Âli'nin kariyerindeki 40 41 42 43 Fleischer, Bureaucrat and Intellectual, s. 216-219. Age., s. 220 vd. Age., s. 168. Genellemenin sınırlarıyla ilgili olarak bkz. Arthur Wright’m denemesi, L. Gottschalk, ed., Generalization in the Writing o f History (Chicago, 1963, repr. 1980), s. 316-58. o rhoads murphey değişimlerin detaylarından harm anlanan bir hikâye (s. 1-187), ta­ rihsel biyografiye yapılmış önemli bir katkıdır. Ama II. ve III. bölüm­ deki Âli'ye evrensellik izafe edip onu döneminin “temsilcisi” haline getirme girişimleri bence, o kadar şeyin içerisinde sadece kendi başarısızlığını dikkate alarak hareket eden Âli’yi hak etmediği bir konuma yükseltmiştir. Âli'nin siyasî yozlaşma üzerine söyledikleri, bizim onun yaşadığı çağa ilişkin bilgimize aykın değildir ama onun söylediklerine dayanarak Osmanlı medeniyetinin tüm ünü -onun kuşağı ya da daha sonraki kuşak- yargılama hatasına düşmemeye dikkat etmeliyiz.44 Osmanlı kuramlarını farklı açıdan değerlendir­ menin gerekliliği takdir edilse de (Fleischer kitabının girişinde bunu küçümsemiştir)45bunu yapmanın yolu, bireyselle evrenseli birbiri­ ne karıştırmak değildir. Osmanlı bürokratik ve yapısal trendlerine toplum un geri kalanından soyutlanmış elitleri inceleyerek değil, çok daha geniş bir perspektiften yaklaşmak zorunludur.46 Yaygın bürokratik yapının başında yer alanlar dışındaki kişileri de analiz etmemiz ve onların kendi mertebelerindeki insanlarla olan ilişkilerini dikkate almamız gerekmektedir.47Sonuç olarak Osmanlı literati’sinin [okumuş sınıfının] kendine has özellikleri olduğunu ve onların yazılı eserlerinden istifade ederken “satır aralarım” okumak için daha fazla gayret göstermemiz gerektiğini kavramalıyız. Belirsizliği ortadan kaldırmak ya da en azından tedbirli davran­ mak48 gayesiyle ortaya koymaya çalıştığım açıklamalar Osmanlı Devleti’nin 16. yüzyıl sonunda yaşadığı iddia edilen “genel krizin” iki boyutunu -entelektüel ve kurumsal- konu edinmiştir. Âli’nin sadece 44 Egemen güce hitap eden ahlâk hocalarının sözlerini lafzen yorumlamak veya onlara evrensel önem atfetmek kışkırtmacasma direnme ihtiyacı hakkında bkz. Arthur E Wright, "The Study of Chinese Civilization,” Journal o f the History of Ideas, 21 (1960), s. 235-55, özellikle kapanış düşünceleri, s. 255. Ayrıca bkz. G. Stem, Meaning and Change o f Meaning (Bloomington, Ind., 1931), zikreden: M. Sahlins, Islands of Histoıy (Chicago, 1985), introduction, p.x. 45 Fleischer, Bureaucrat and Intellectual, s. 4: “bilgimiz... kurumsal iskelete anlam veren İnsanî ve entelektüel bedeni anlamaya yetmemektedir." 46 Bkz. C. Tilly, “Peeping through the Windows of the Wealthy,” Journal o f Urban History, 3 (1976), s. 131-133. 47 Tepeden inme analizle ilişkili tuzaklar hk. bkz. Not 19. 48 Bkz. Tarihî geçmiş hakkında sonuçlar çıkarırken uyarı ve geçiciliğin savunması üzerine P. Geyl’in denemesi, Use and Abuse o f History (New Haven, 1955), Özel­ likle Geyl’in Toynbee’nin tarihî metodları hk. düşünceleri için bkz. age, s. 59-66. m u s t a f a â li v e k ü l t ü r e l y o z l a ş m a g ö r ü ş ü > kendi başarısızlıklarından yola çıkarak imparatorluğun durumundan dolayı timsah gözyaşları döken bir kişi olduğuna da, OsmanlI'nın büyüklüğünün eşi benzeri ve sonu olmadığına da inanmıyorum; sonraki üç yüzyıl bu ikisinin de çok sayıda örneğiyle doludur. Ama ben Osmanlı tarihindeki nedensellikten bahsetmek istiyorum. Bizler Osmanlı olgusunu parçalı değil de bir bütün olarak görmeye alışmışızdır. Toplumun farklı kesimlerinden elde edilen bilgi kırıntı­ ları (çoğunlukla üst kesiminden) genelleştirilmiş bir olgu içerisinde uygun noktalara yerleştirilir ya da Osmanlı toplumuna dair çok daha geniş ölçekli bir araştırmaya materyal desteği olarak kullanılır. Bu yüzden Orta Anadolu kırsalındaki krizin, İstanbul’daki siyasi krizin ya da Ege'deki ticari krizin yapışım incelemek ve her birinin cereyan ettikleri dönem e bağlı olarak farklı bir yol takip etmiş olmasıyla ilgilenmek yerine, bu birbiriyle iç içe geçmiş ve ahenksiz eğilimleri bir tek uyumlu “genel gerileme” teması haline getirmemeliyiz. De­ ğişik şartlar kavramı, her biri farklı koşullarda gerçekleşip özünde bütünden bağımsız olan, şu anda Osmanlı’mn sosyal dinamikleri analizlerinde pek göremediğimiz bir unsurdur. Ekonomik trendlerin analiz edilebilmesi için de bölgelere göre değişen parametrelerin dikkate alınması zorunludur49 am a eski alışkanlıklar kolay kolay ölmez ve hâlâ Osmanlı medeniyeti hakkında evrensel “doğruların” keşfedilebileceğine inanmaya devam edilmektedir. Nihai amacımız olması gereken Osmanlı toplumunun bir bütün olarak ele alınması, ancak bizler onu oluşturan her bir parçayı titizlikle ele aldığımızda mümkün hale gelecektir. 49 R. Murphey, Régional Structure in the Ottoman Economy (Wiesbaden, 1987), Int­ roduction, s. ix vd. 11 Yükseliş de, Gerileme de Askeri Kriterlere Göre Anlamlı Tasnifler* Cornell H. Fleischer Biraz klasik olacak ama konuşmamıza isterseniz Osmanlı tarihini anlamanın önündeki engeller nelerdir ve bunların aşılması için neler yapılabilir? sorularıyla başlayalım, ne dersiniz? Öğrencilik dönemlerinde Osmanlı tarihiyle uğraşmayı planlamamıştım. Ben İslâm tarihçisi olarak yetiştim. İşe Arapça öğrenmekle başladım. Daha sonra bir hocam, Farsça öğrenmemi istedi. Kahire ve İran’da dil okuyup mezun olduktan sonra Amerika’ya doktora yapmaya döndüğümde, kürsü hocam Osmanlı tarihi üzerinde ça­ lışmamı ve Türkçe öğrenmemi tavsiye etti. Kabul ettim ama henüz ne yapacağımı bilmiyordum. 1970’lerin başlarından bahsediyo­ rum, Osmanlı tarihini hakikaten çok kuru buldum. Sanki Osmanlı tarihi, kurum tarihinden oluşuyordu. Osmanlılar bir bakıma tarih çevrelerinde “prem odern” dediğimiz Ortaçağ-sonrası dünyasının Romalıları gibi görülüyorlardı. Yani pek bir şey icad edememiş, bir yenilik getirememişler. Fakat işte, vergi toplamasını, savaşmasını biliyorlardı. Bu yüzden de bir tarihçinin ilgisini çekebilecek konular * Mustafa Armağan’ın Cornell Fleischer’le Türkiye’ye geldiği 26 Mayıs 1999 tari­ hinde Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın Harbiye’deki eski merkezinde yaptığı bu söyleşi, ilk olarak Dergâh dergisinin Kasım 2000 tarihli 129. sayısında (s. 12-15) yayınlanmıştır. « c o r n e l l h. f l e i s c h e r teşkilat, vergi sistemi ve toprak sistemiyle sınırlıydı. Bu arada Braudel ile bazı meslektaşlarının kurduğu Annales tarih okulunun etkisiyle tarihin somut unsurlar üzerinden yazılması modası başlatılmıştı. Gerçekten Osmanlı tarihinin dünya tarihi içerisinde daha uygun bir yer bulması için bu m oda çok önemli bir işlev gördü. Tarihçiler bu moda yaklaşımla birlikte Osmanlı arşivine, eski Başbakanlık Arşivi’ne hayranlıkla yönelmişlerdi, “Bu kadar iyi örgütlenmiş, düzgün çalışan bir devletin, bu kadar büyük ve mufassal bir hâzineyi bırakmış olması her türlü takdirin üstündedir” diyerek... Kendi açımdan böyle bir tarih modasına ve iktisat tarihine fazla ısınamadım. Belki bir bakıma çok katı ve soyut buluyordum. Tabii tarihi ekonomiden ayırarak yazamayız, ama bunu diğer meslektaş­ larımıza bırakıyordum. Nihayet hocam “Madem ki, Arapça, Farsça, Türkçe öğrenmişsin. Bu zemine uygun bir konu bulalım sana” dedi ve Gelibolulu Mustafa Âli’yi çalışmayı önerdi. Hocanızın ismi neydi? İsmi -şimdi hayatta değil- Martin Dickson’dı. Ben biraz direndim. Açıkçası Osmanlı tarihçisi olmak istemiyordum. Bana o zamanlar İran ve Safevi tarihi daha cazip geliyordu. Tabii bu, Osmanlı tarihini takdir etmediğim gibi bir anlam a gelmemeli. Fakat m evcut lite­ ratürden edindiğim, çok naif bir izlenimdi. Hocam bu konuyu şu açıdan önermişti: “Âli, senin gibi geniş bir kültüre sahip bir adam. Yani sadece bir Osmanlı olarak eser yazmıyor, bir de Müslüman olarak eserler kaleme alıyor.” Derdim şuydu: Bir 16. yüzyıl Osmanlı aydınının kendi dünyasını nasıl gördüğünü anlamak. Çok planlı, metodik bir şekilde yaklaşmadım konuya. Âli’nin eserlerini okuyup bir değerlendirmede bulunmayı üm it ediyordum, o kadar. Başka bir hocam, fikir ve kültür tarihiyle ilgilendiğimi ve bu ko­ nuyu çalıştığımı öğrenince şöyle dedi: “Osmanlı fikir tarihi çok güzel bir konu. Çünkü Osmanlı’da çok az fikir vardır”. Demek istediğim, o hoca da biraz önce andığım Osmanlı’nm çok fazla bir gelişme göster­ mediği düşüncesine katılıyor, OsmanlIları hiçbir yenilik getiremeyen bir millet olarak kabul ediyordu. Bunu söyleyen hocaya birkaç sene evvel bu sözünü hatırlattım. Kendisi bu arada Freud’un psikanaliz sistemine merak sarmıştı. Bana hak verdi. (Aslında Âlî hakkındaki y ükseliş de, g erilem e de askeri kriterlere göre anlam lı tasn ifler « kitabımı ona tepki olarak yazmıştım.) Dedi ki: “Oedipus Kompleksine göre iyi olanın babasını öldürmesi lazım, sen de beni öldürdün”. Yani A m erikan üniversitelerinde o za m a n la r genel olarak Osmanlı’y ı anlattığınız şekilde yorum lamak yaygındı. 1950’lere kadar doğru dürüst Osmanlı tarihi sadece bazı üniver­ sitelerde okutuluyordu. Bir bakıma da bu tarih, bir Ortadoğu tarihi uzmanı olmak isteyenler için nispeten kolay çalışılabilecek bir alan olarak gösteriliyordu. Örneğin Türkçe, Arapça ve Farsçadan daha kolaydı. Bir sene içerisinde söküp yeteri kadar malzemeye ulaşabilir­ diniz. Türkçe daha kolay olduğu için, mesela bir yeniçeri listesi yahut bir saray defterini elinize aldığınız zaman paleograflk meselelerle karşılaşabilirsiniz. Ama kullanılan kelimelerin sayısı nispeten azdır. Belirli formüller öğreniyorsunuz. Bir yabancı olarak Osmanlıcayı oluşturan Arap ve Fars dillerine o kadar hâkim olmayabilirsiniz; buna rağmen gereken malzemeyi kullanabilirsiniz. Türkiye’de özellikle o senelerde tarih ve edebiyat arasında nispeten katı bir çizginin var olduğunu söyleyebilirim. Edebiyatçılar tarih ile ilgilenmiyorlardı çok fazla, tarihçiler de edebiyatla. Büyük ölçüde Köprülü’den sonra bu ilgiler daraldı değil mi? Halil İnalcık, rahmetli Bekir Kütükoğlu ve bir sürü çok değerli ta­ rihçi, mesela Ömer Lütfl Barkan çıkmasaydı, Osmanlı tarihi bugünkü nispeten ilerlemiş merhalesine ulaşamayacaktı.... Şahsîibir tercihti benimki. îşin başlangıcında Osmanlı’nm İnsanî boyutlarım keşfet­ mek istiyordum ve bunu gerçekleştirebilme yollarını örnek olarak ortaya koymak istiyordum. Bunu kitabı yazdığım zaman düşünm ü­ yordum tabii ama şimdi baktığım zaman en sevindirici sonucu, yeni neslin Osmanlı kültür, fikir ve sosyal tarihine ilgi duyması ve 20-25 sene evvel kullanılması akla bile gelmeyen malzem eden yeni bir bakış açısı, daha derin ve mantıklı bir perspektif çıkartma hareketi... Bundan 400 yıl önce, üstelik bambaşka bir kültür ve coğrafyada yaşamış bir insanla duygudaşlık kurma noktasına nasıl geldiniz? Bir insan olarak Mustafa Âli, size nasıl yaklaştı asırlar öncesinden? o c o r n e l l h. f l e i s c h e r Güzel bir soru. İlk başta bir historiografi (tarih yazımı) sorunu­ muz var. Bu tarihleri, bu risaleleri, bu nasihatnameleri yazmış olan insanlar, Osmanlı aydınları bizim bildiğimiz insanlar gibi değillerdi. “Osmanlılar” olarak kendi seslerini fazla çıkarmayarak, kendilerine özgü kimliklerini fazla ortaya koymayarak gördüklerini ve inandıkla­ rını mekanik bir şekilde, sofistike bir tenkit ya da tahlil sistemine tâbi tutmadan yazmışlardır. Bir örnek vereyim, çok önemli bence. Bütün bu yükseliş ve çöküş modeli, yani tarihi yükselme, duraklama ve ge rileme devri şeklinde ayırmak bir ölçüde Nasihatnâme literatürüne dayandırılıyor. Neden? Mustafa Âli, Nasihatnâme’sinde Osmanlıya has edebiyat türünün kurucularından, hatta belki en üstteki kişisi; bu adamlar kendi zamanlarındaki değişmelerden, yolsuzluklardan şikâyet ediyor ve hep bir duraklama modelini uyguluyorlar kendi dönemlerine. Tabii bunu edebî olarak uyguluyorlar. Kendi zaman­ larının problemlerini göstermenin bir yolunu arıyorlar aslında. Bir Altın Çağ kurgulanıyor ve bu çağ, Kanuni devri. “Biz altın çağdan uzaklaştık artık, bozulm a başladı”fikri hâkim. Bunu da, içinde bulundukları durumu ifade etmenin bir aracı olarak kullanıyorlar. Öyle mi? Nasihatnâmeler, gerileme (inhitat) paradigmasını destekleyecek malzeme olarak kullanılıyordu. Bunu sadece biz 20. yüzyıl tarihçileri değil, Osmanlı bürokratları da mülahaza etmişlerdir. Bu nasihatna­ meleri, müzakere ya da yarı edebî, yarı siyasî bir belge olarak değil, katı, somut, tarihî bir delil olarak kabul ediyorlardı. Şimdi asıl mesele, bunları yazan insanlar. Bu insanlar kendi dünyalarını nasıl gördüler, ana hatları nasıl çizdiler, meydana gelen olayları nasıl yorumladı­ lar ve bu yorumları, tarih kitabı, risale veya şiir olarak kağıda nasıl döktüler? Zira bu tarihi anlamak için biz belgelere ve tarihî eserlere bağımlıyız. Onların nasıl yazıldığını, nasıl meydana geldiğini, ne gibi faktörlerin şekillerini çizdiğini, söylenenle söylenmeyeni onlardan öğreneceğiz. Bunlar nelerdi? Bunlar da arşiv belgeleri içinde mevcut eninde sonunda. Onun için bu tarihlerle daha olumlu ve derin bir alışverişte bulunabilir miyiz, meselesi gündeme geliyor. Osmanlı tarihi genel olarak nispeten düzgün bir süreç, yükselme ve duraklama süreci olarak gösteriliyor. Bu yorum da sadece bazı y ü k seliş de, g erilem e de askeri k riterlere g öre anlam lı ta sn ifle r + varsayımlara değil, bir historiografyaya (tarih yazımına) dayanıyor. Bir sürü klasik olarak kabul edilmiş kaynaklar var, tarih kitapları, anlatılar, kronikler... Genelde, Osmanlı tarihçileri bu ‘resmi tarih’in dışına çıkma gereğini duymamışlar. “Bu kadar klasik historiografi nasıl ortaya çıktı?”, sorusu da akla geliyor; en azından benim aklıma geldi. Çünkü söylediğim gibi satırlar arasında yahut da okunmayan kitaplar arasında başka görüşler, başka yöntemler ortaya çıkabilir ama bu “klasik” denilen tarih geleneğini anlayabilmek için nelerin seçilmediğini de sormak gerekiyor. Mustafa Âli’ye gelince, onunla olumlu ve İnsanî bir alışverişte bulunmak 4,5 yılımı aldı. Hemen bütün eserlerini okudum. Muha­ liflerinin ve çağdaşlarının eserlerini de okudum, içinde bulunduğu muhiti anlayabilmek için. Eh, bu kadar detaylı ve sürekli şekilde bir adama ve eserlerine angaje olmak beni Âli’ye yakınlaştırmış olmalı! Biraz önce “in h itât” meselesine değindiniz. Türkiye’deki tarih yazımının en büyük handikaplarından birisi de, epeyce kökleşmiş bulunan kurulma dönem i (İstanbul’un fethine kadarki yılları kapsıyor); yükseliş dönem i (sanki daha önce yükselmemiş gibi, Kanuni’nin ölümüyle bitiriliyor); daha sonra bir duraklama döne­ minden söz ediliyor; duraklama dönemini gerileme dönemi takip ediyor; 18. yüzyıldan başlayarak geriliyor ve 19. yüzyıl sonunda da çöküyor. Yerleşik dönemlendirme kalıbı bu. Fakat biliyorum ki, tarihçiler arasında buna ciddi itirazlar yöneltenler de var. Mesela Halil İnalcık bunlardan birisidir. Bir diğeri Kemal Karpat. Akade­ mik alanda itirazlar olmasına rağmen bu kalıp, popüler alanda hala etkisini sürdürüyor. Bunu neye bağlıyorsunuz? Bu şablonu gerçekçi buluyor musunuz? Dahası, alternatif bir şemanız var mı? Kapsayıcı bir alternatif şema öne sürmek çok iddialı olur. Ben inhitat (gerileme) fikrine katılmıyorum. Çünkü bir tarihe başka türlü bakmak gerekir diye düşünüyorum. Osmanlı tarihinin inhitat para­ digması içerisinde yorumlanması, pek çok faktörden kaynaklanıyor. Mesela bir tanesi: Osmanlı Devleti ilk başta askerî ve fetih için ör­ gütlenmiş bir devlet olarak görülmekte. Bunu kabul ettiğimiz zaman bütün o tarihi, sırf askerî ve siyasî kökenlere dayanarak değerlen­ O c o r n e l l h. f l e i s c h e r diriyorsunuz. Tamam, 16. yüzyılın sonlarında önemli bir yükselme var, ama nispeten o hızlı büyüme süreci yavaşlıyor. Osmanlı'yi layıkıyla değerlendirebilmek için çeşitli kriterler kul­ lanmak gerekiyor. Başka bir faktör var bence önemli olan. Osmanlı tarihi, hem Avrupa tarihi, hem de Ortadoğu ve özellikle Türk tarihi için özel bir önemi haiz. “Fetih devleti” şablonu da ondan kaynak­ lanıyor kısmen. Osmanlı tarihi çoğu zaman kendine özgü bir olgu olarak incelenir. Hem Avrupa’dan, hem de diğer İslam devletlerinden değişik, hatta kopuk bir fenomen olarak ele alınır. Askerî ve siyasî alanların dışında ne Avrupa ile, ne de örneğin Arap ve İran memleket­ leriyle alakası olmayan bir görüntü var. Hâlbuki o kocaman impara­ torluğu, doğal olarak bağlı olduğu geniş bağlama oturtmak gerekiyor. Benim için bir Osmanlı tarihçisi olarak değil de, bir İslam tarihçisi olarak konuya yaklaşmış olmak önemli oldu. Halbuki hepimiz için 20. yüzyıl tarihinden kaynaklanan sebeplerden dolayı günümüzde ve yüzyılımızda bu tarihi bir nevi ulusal tarih olarak görme hevesi ortada. Demek ki “imparatorluk” kavramı hâlâ son tahlilde kabul edilmiyor. İmparatorluk, 20. yüzyıla kadar çoğu insanların hayal ettikleri, çok doğal gördükleri bir organizasyon, bir siyaset sistemi. Günümüzde ise m eşru bir kategori olarak kabul edilmiyor. Sorun buradan m ı çıkıyor? Yani ulus-devletin tarih yazım ına biçtiği rol ile imparatorluğun ulus-devletin siyasîi modeline sığ­ mayan yapısından kaynaklanan bir çatışma mı söz konusu sizce? Bir çatışma veya bir örtüşememe. Bariz örnek, Bosna olayı. Bosna tam anlamıyla bir imparatorluk toprağı; hem Osmanlı, hem de Avusturya-Macaristan împaratorluğu'nun en azından 1990’h senelerin başına kadar yaşayan kalıntısı. Batılılarm, Bosna’nın tarihini ve savaş çıkmasının sebeplerini anlamamaları, bir bakıma imparator­ luk kavramını kabul etm emelerinden kaynaklanıyor. Yani Bosna, gayrimeşru bir devlet ya da toplum olarak görülüyor. Milyonlarca Müslüman, Avrupa’nın ortasma nasıl yerleşti? Nereden geldiler? Ne yapacağız onları? Çünkü ulus değiller... Şimdi asıl soruya dönmek için şunu söyleyeyim: Avrupa ta ­ rihçileri olaya -biraz kategorize ediyorum- şu açıdan yaklaşıyorlar. Bu bilmediğimiz, anlamadığımız, kültüründen ve geleneklerinden y ü k seliş de, g erilem e de askeri k riterlere göre anlam lı ta sn ifler « tamamen habersiz olduğumuz devlet başarılı nasıl olabildi? Bu ba­ şarı tabii korkutucu bir şey aynı zamanda. Bu açıdan da yükselme ve çökme devirlerini sadece askerî kriterlere dayandırıyorlar. Türkiye’dekiler de onları taklit ediyor. Garip değil mi? Bir toplumun kendine bakışı ile dışarıdan ona yöneltilen bakış nasıl bu kadar birbirine benzeyebilir? Askerî ve İktisadî faktörler ne kadar önemli olursa olsun, yine de bir toplum un tarihi, yaşantısı, dinamikleri, çok daha nüanslı bir şekilde incelenmeli. Bir örnek vereyim: 13 sene evvel [1986] 16. yüzyıldaki bürokratik modeli, bürokrasinin büyümesini inceliyor­ duk çeşitli açılardan. Çünkü “klasik” diye incelediğimiz Osmanlı bürokrasisi, sonuçta o çağın ürünüydü. Bunu günün birinde de­ ğerli iktisat tarihçisi Mehmet Genç ile konuşuyorduk. “Doğru” dedi, “haklısınız”. Çünkü 16. yüzyılda bürokrasinin nasıl işleyeceğine tam karar verilmemişti. Bir denem e dönemiydi. Çeşitli arayışlar içerisindeydiler. Klasik dediğimiz dönem ancak Kanuni'den sonra tam olarak oturuyor, bürokrasi profesyonalize oluyor. Mehmet Genç “Evet” dedi, “büyüme devrindeki belgelere baktığım zaman fahiş hatalar buluyorum, kelime hataları, m atem atik hatalar. Hâlbuki duraklama dediğimiz dönemde üretilen belgelere baktığımız zaman çok düzgün ve kusursuz işlemlere şahit oluyoruz.” Demek ki rüşvet yiyen, işini bilmeyen, sorumsuzluğuyla m eşhur olan duraklama dönemi bir bakıma tam olarak öyle değildi. Bu yükselme ve gerileme genellemesini her alana tatbik etmemek lazım. Askerî düzeyde bir yavaşlama olabilir ama... Bir devletin sınırları geriye doğru çekilebilir, ileriye gidebilir ama bu, hayatın bütününü kapsayan bir etken değildir; aslında bazen tam tersi olur. Mesela musiki, Osmanlı döneminin çok önemli bir sanat dalı; asıl 18. ve 19. yüzyıllarda parlıyor, zirveye çıkıyor. Halbuki yukarıdaki modele göre bütün kültür hayatının çözül­ mesini görmemiz gerekirdi. Dolayısıyla gerileme dönemi aslında Hodgson ’ın sözünü ettiği bir “îslamizasyon süreci”dir ki gariptir, yükseliş ve çöküş tezini savunanların büyük bir kısmı da Îslamî dünya görüşüne sahip kişilerdir. Hodgson, “Osmanlı zihniyetinin, o c o r n e l l h. f l e i s c h e r 17. yüzyıla kadar olan kısmı, ondan sonraki kısmından daha az İslâm î’dir” mealinde bir tezi savunur. Şu anlamda: Tabii tek tek kişilerin İslamlığı burada söz konusu değil. Kurumsal olarak, Osmanlı toplumu, bünyesindeki gayri Islami öğeleri zam an içe­ risinde ayıklayarak kendini arındırdı son yüzyıllarda. Mesela 18. yüzyıldan itibaren kiliselerin yapım ına getirilen sınırlama­ yı düşünün. Şim di bu açıdan baktığım ız zam an mesela İslâmî dünya görüşünü savunan birisinin, son 2 -3 yüzyılın daha İslâmî olduğuna bakarak asıl bu asırları ilgiye değer bulup incelemeye başlam ası gerekmez m iydi? Bir başka nokta takılıyor zihnime: Acaba bu kalıbın oluşumuna, tarih yazım ı anlam ında Dimitri Kantem ir’in Osmanlı Devleti’nin Yükselişi ve Çöküşü adlı kita­ bının bir etkisi olmuş mudur? Tabii. Aslında bildiğiniz gibi “m odern” anlamda Osmanlı tarihi nispeten yeni bir alan. 20. yüzyıla kadar bu konuya değinen tarih­ çilerden çoğu, Kantemir’den, Hammer'den yola çıkıyorlardı. Hatta Türkçe öğrenmeye fazla gerek duymadılar. Osmanlı tarihçileri için bu yüzyılın başına kadar İtalyanca, Türkçeden daha önemli bir kay­ nak olarak kabul ediliyordu. Ama çok önemli bir konuyu, Osmanlı tarihi içerisinde din ve özellikle İslamiyet konusunu açtınız. Hem çok hassas, hem de mevcut literatüre baktığınız zaman çok az konuşulan bir konu ve bu da biraz evvel konuştuğumuz varsayımlara dayanı­ yor. Yani Osmanlı Müslümanlığı çok katı, geleneksel, Ortodoks bir Sünnilikti. Osmanlı din adamları, bürokratlar gibi, tamamen memur sayılabilecek adamlar. Onun için ne düşündüklerini, ne yaptıklarım aşağı yukarı bildiğimizi zannediyoruz. Bu nedenle din tarihini ve dinin etkisini incelemek gereğini duymuyoruz. “Osm anlı d in î bir toplum du ” şeklinde bir varsayım da bunda etkili oldu sanıyorum. Evet, dinî bir toplum ve biraz diri bir toplum. Yani nasıl hem şeriat, hem de kanun varsa, isteyen istediğini görebilir o tarihte. Ama bana kalırsa, din tarihini, diğer tarih alanları için kullandığınız yöntemlere tabi tutmaya gerek yok. yük seliş de, gerilem e de askeri k riterlere göre anlamlı ta sn ifle r « Bu kadar farklı coğrafyalarda, bu kadar uzun bir zaman diliminde tek bir dinî çizginin var olması düşünülemez zaten. Düşünülemez, hatta Osmanlı Sünniliği ya da Ortodoksisi diye kabul ettiğimiz olay, kurumsal olarak ancak 16. yüzyılın ikinci yarı­ sına gelindiğinde teşekkül etmişti. O zamana kadar imparatorluğun dinî hayatı karmakarışık bir olaydı. Ortodoksinin sınırlarını çizmek ve devlet hizmetine bağlamak, yeni bir olay. Bir bakıma da en azın­ dan başarısıyla Osmanlı'ya has bir tecrübedir. Bu süreci dikkatle incelemek gerekiyor. “Sizin alternatifbir dönemlendirmeniz var mı?”diye sormuştum. Belirli bir alternatif ortaya koymadan önce bana kalırsa mümkün olduğu kadar Osmanlı tarihine yönelik tahlilleri genişletmemiz la­ zım. Siyasal tarihçiler, inhitat (gerileme) denilen paradigmaya karşı çıkıyor, onun yerine transformasyonu (dönüşümü) öneriyorlar. Bu biraz daha nötr bir deyim ama yine de bir özcülük (essentialism) getiriyor. Nedir transforme olan (dönüşen)? Çoğu tarihçiler Osmanlı devletinin hem başarısının, hem de başarısızlığının kendine özgü ve her zaman içinde var olan bir öz olarak görüyor. Yükseliş devri kurumsal olarak düz bir süreç olarak gösteriliyor, imparatorluğu baz aldığımızda onu başarılı kılan şey, başka bir bağlamda gitgide başarısızlığa sebep olmuştur gibisinden bir paradigma çıkıyor ki, pek makul değil. Osmanlıyı daha dinamik bir süreç olarak algılamak ve incelemek gerekiyor. Bir örnek vereyim: Kanuni devrini altm çağ olarak görüyoruz. En azından tohum olarak, 14. yüzyılda mevcut bazı kuramların zirve noktası olarak gösteriliyor bu devir. Halbuki o tarihe bakarsanız, hiç öyle değil. Kanuni devrinde kurumlar tam bir arayış içinde. Her şeyi kuramlara bağlamak düşüncesi nispeten yeniydi. Öbür taraftan devşirme sistemi Osmanlı Devleti’nin öz unsuru olarak gösteriliyor. Halbuki saray çevresine bakarsak hakiki devşirmelerin etkin olduğu dönemin sadece 30 sene sürdüğünü görürüz. Demek ki, o zamana özgü bir ihtiyacı karşılıyordu devşirme sistemi. Ondan sonra Kanuni ve etrafındaki adamlar, onu kullanarak yeni bir kültür, bir saray kültürü üretiyorlar. Onu üretip de bir nesil boyu ortaya koyarsanız, siyasîi ve sosyal olarak istediğinizi yapmış olursunuz. O kadar düz­ « cor rı ell h. f l e i s c h e r gün bir şekilde devşirmelere bağlanmak lazım değildi. Mesela 17. yüzyılda yeniçerilerin sayısı artmıştı, evlenme yasakları -ki, hiçbir zaman o kadar katı bir yasak olmamıştı- bir dönem kalkmıştı, ye­ niçeri oğulları vs.- Bu inhitat ve ona bir kavram olarak bağlı olan dönemlendirme işte bu dinamikleri örtüyor. Her döneme göre farklı farklı dönemlendirmeler var. Her dönemi kendi içinde ayrı ayrı görme, yakalam a gibi bir yön­ tem öneriyorsunuz. Peki bu durum dönemlendirmeden tamamen uzaklaşmak gibi bir sonucu getirmiyor mu beraberinde? Tabii dönem lendirm e tarihî olarak çok önemli ve hepimizin tarihçi olarak kullanmaya mecbur kaldığı bir araç. Ama her zaman bir araç olduğunu aklımızda tutmak gerekiyor. Mesela bir keresinde Siyaset Meydanı programında Kuruluş döneminden biraz bahsedildi ve pat diye 19. yüzyıla, “inhitat” devrine atlandı. 14. yüzyıl, bir de 20. yüzyıl, arada sanki hiç bir şey olmamış... Belirli dönemler üzerinde durm anın bir faydası var: Her dönem de belki gelişmeler oluyor, fakat edebiyat üretildikçe sonraki devirlere tesiri oluyor ve bir yerde birbirlerine bağlanıyor. M ustafa Âli kitabında yapm aya çalıştığım gibi OsmanlIların kendi dünyalarını nasıl gördüklerini anlamaya çalışıyorum, ondan sonra bize kalan kaynakları hakkıyla ve biraz daha vicdan rahatlı­ ğıyla kullanabiliriz. Ona dayanarak daha geniş bir yaklaşım kurma teşebbüsünde bulunabiliriz. Birde Osmanlı’nın kendi içinde çatışmalar, gerilimler söz konusu. Mesela kitabınızdan öğrendiğim kadarıyla Mustafa Âli’nin Piyale Paşa Camii’nde Arapça dersi aldığı Sürûri Efendi, Fatih’in kur­ mak istediği merkezî medrese sistemine itiraz ederek medreseden ayrılmış birisi. Fatih’e itiraz etmiş bir müderrisin olabileceğini ve bunun tekil bir örnek olmayabileceğini bilmiyoruz. Sözgelimi bizde ilköğretimin 8 yıla çıkarılması gibi bir uygulama bir sürü itirazlarla karşılaşmıştı. Sürurî Efendi örneğini okuyunca evet diyorsunuz, dönem de de m utlaka Fatih tarafından eğitim sis­ teminin temelinden değiştirilmesine karşı itirazlar yükseltilmiş y ü k seliş de, g erilem e de askeri kriterlere göre anlam lı ta sn ifle r * olmalı. Sözü şuraya getireceğim: Dinî hayat sünrıî ulema arasında bile tek bir çizgi halinde değildi ve olamazdı da zaten. Hakikaten olamazdı. Halbuki revaçta olan görüş, bütün Osmanlı tarihini düz bir süreç olarak görmek yönünde... Bu biraz da zihin tembelliğinin bir sonucu mu acaba? Karma­ şıklaşınca mesele, cetvel gibi bir hizaya oturtmak zorlaşıyor. 17. yüzyıldan sonra Osmanlı sistemi giderek komplike hale geliyor. Çok farklı dengeler, etkenler giriyor devreye. Bürokrasi profesyo­ nelleşiyor, sarayın içerisinde başka dengeler oluşuyor; şehzadeler savaşı, valide sultanlar, damatlar vs. Dolayısıyla 17. yüzyıl ve son­ rasını düz bir mantıkla anlamak zorlaştığı için bundan kaçınmak gibi bir tavır ortaya çıkıyor düzleştirme, basitleştirme yönünde. Evet, hem Amerika’da, hem de Türkiye’de bu tarihe sempatiyle baktığımız ve gerçekten dinamik bir bağlama oturttuğumuz zaman kendimizi görmek de zorlaşıyor. İnsanlar asıl bundan rahatsız olu­ yorlar. Türkiye’deki üniversitelerin öğrenci yetiştirme tarzları da bir bakıma bunu zorluyor. Bir hoca buluyor, bir sicil defteri alıyor, transkripsiyonunu yapıyor, bazı dipnotları ekliyorsunuz ve tamam, doktor oldunuz. Tabii her öğrencinin bu merhalelerden geçmesi lazım. Biraz daha üretime dönük ve imajinatif eğitilirse öğrenciler iyi olur ama iş de zorlaşabilir tabii... Amerika’da neredeyse baştan aşağıya bir şiir gibi yazılm ış tezler var. Kişinin hayal dünyasını da işin içine kattığı metinler doktora tezi olarak kabul edilebiliyor. Ancak bu metinler Türk üniversi­ telerine gelse “uçuyorsun" diye geri çevrilir. Acaba tez kavramına bakışta da bir farklılık mı var? Evet, Amerika’da tercih edilen, daha analitik bir çalışma. Bu tar­ zın tabiî bazı sakıncaları da var. Bazen öğrenciler malzemeye yeteri kadar hâkim olmadan bayağı uçuyorlar. Kendilerini çok imajinatif, yaratıcı gibi göstermeye çalışıyorlar. Ama bunu gene bir hamallığa dayandırabilmek lazım. Arşivde yahut kütüphanede çalışıp ancak malzemeye hâkim olduktan sonra imajinasyona gitmeliler. Onun için bizde yazılan tezlerden de o kadar m em nun değilim. Bence « Cornell h. f le i s c h e r ideal olan, yaratıcılık ile malzeme üzerindeki çalışmaları beraberce yürütebilmek. Peki Oryantalist geleneğe bakışınız nedir? Kendinizi bir Oryantalist olarak görüyor musunuz? Rahmetli hocam Martin Dickson tahsili itibariyle tam bir oryan­ talistti. Çeşitli dillere hâkim bir filologdu ve öğrencilerinin üslubuna çok dikkat ediyordu. “Metinleri okuyarak konuşacaksın, kafadan atmayacaksın”, tarzında yaklaşıyordu bir konuya. Bir kongre oldu, 1974 senesiydi galiba. Yeni bir derginin çıkarılacağı ilan edildi o kongrede. Dergiyi çıkaranlar “Oryantalizm olmayacak burada; biz bu edebiyatları en modem metotlarla inceleyeceğiz” dediler. Hocam he­ men ayağa kalktı ve “Biraz Oryantalizm olsun, ben de Oryantalistim” dedi. Demek istediği, hocaların “uçmaması”ydı ve bu adam Edward Said’den 15 sene evvel Oryantalizmin en katı ve isabetli tenkidini Journal o f the American Oriental Studies’de yazmış, Oryantalizmin en kaba, en aşağılayıcı, en yanıltıcı taraflarım göstermişti. Sorunuza gelince, hayır, kendimi Oryantalist olarak görmüyorum. Hazırlık itibariyle eski nesilden Oryantalistlerin derslerine katıldığıma çok memnunum. Çok müteşekkirim onlara. Dil bilgisini bunlardan öğrendim. Ama genel yaklaşımlarına hiç katılmıyorum. Edward Said, Oryantalizmi Batı’nın Doğu toplum ve kültürleri üzerindeki entelektüel tahakküm ü ve kendisine ayna tutması şeklinde değerlendirmişti. Bu açıdan mı Oryantalist değilim di­ yorsunuz? Evet, m ezun olduğum Princeton Üniversitesi’nin Yakın Doğu İncelemeleri [Near Eastern Studies] bölümünde hocam Martin Dick­ son gibi bir iki insan hariç, Oryantalizmin sanırım en kötü taraflarını gördüm. Mesela Bernard Lewis tam bir Oryantalist. Dillerini çok iyi bilir ama tarafsız değildir. Gerçi hiçbirimiz tarafsız değiliz ama onların belirli amaçlan ve yaklaşımları var. Bu Oryantalistlerin çoğu, inceledikleri toplum ları ve insanları hiç sevmiyorlardı. Böyle bir sempati doğmamıştı aralarında. Bu Oryantalistlerin çoğu, niye bir Ortadoğu, bir Müslüman memleketine gidip de uzun süre yaşama­ mış, o toplumları içeriden tanımamıştı? Ben fert olarak hayatlarını y ü k seliş de, gerilem e de askeri k riterlere göre anlam lı ta sn ifler « nefret ettikleri bir olaya nasıl adayabildiklerini çok merak ediyorum. Ben olsaydım yapamazdım. O açıdan Oryantalizmin aşağılayıcı ya­ hut nefret ettirici ya da uzaklaştırıcı boyutuna yüzde yüz karşıyım. Buna mukabil şunu teslim edelim ki, eski Oryantalistlerin geçen yüzyılda hazırladıkları tenkitli metinler elimizde olmasaydı bugün birçok çalışma yapılamazdı. Elbette daha fazlasının yapılması gerekir. Bu da Oryantalist ve anti-Oryantalist söylemin başka bir boyutu­ dur. Militan olarak kendilerini anti-Oryantalist ilan edenler, bence kendi konularına da haksızlık ediyorlar. Çünkü eninde sonunda ilgilendikleri konular, Ortadoğu toplumları ve insanları değil de, kendileri. “Oryantalistler şunu yapıyorlar, bunu yaptılar; onun için tarihi yeniden yazmamız lazım” diyorlar ama çoğu, emeklerini ve vakitlerini tenkitte bulunarak harcıyor. Said de zaten kitabının son baskılarından birinde Oryantalizm’in Batı aleyhtarı bir kitap olarak algılanmasından rahatsız olduğu­ nu söylüyor. Oryantalizmin ‘öteki’mekanizmasını çözümlemeye çalışıyor ve kullandığı bazı kavramlar popülerleşip “Batı aleyh­ tarlığı”gibi bir söylem ortaya çıkınca bundan da rahatsız oluyor. Ayrıca Oryantalizm sadece söylemsel düzeyde yapılan analizlerle çökertebilecek bir şey değil. O çalışmaların mukabili, Oryantalist olmayan çalışmalar ortaya konursa ancak, alternatif bir disiplin ortaya çıkarılabilir. Bir de Batı’da ya da Amerika’da bir Neo-Oryantalizm, bir yeni Oryantalizm var. Antropolojiden esinlenerek bazı meslektaşlar şunu derler: “300 sene önce yaşamış olan insanların ne düşündüklerini eninde sonunda bilemeyeceğiz.” Çalışmaya başlamadan önce bu varsayımı ortaya koyuyor ve m ümkün olduğu kadar sempatik bir şekilde yaklaşmaya çalışıyorlar. Tabii hiç bir zaman yüzde yüz emin olamayız. Ama o insanlarla, o kaynaklarla dinî, İslâmî düzeyde di­ yaloga girmek gerekiyor. Oryantalizm bunu başarabilir m i sizce? Oryantalizm bunu başaramaz. Demek istediğim şu: Tarihçi olarak bir sorumluluk üstlenmek gerekiyor. Meslektaşlarınıza, zamanınıza sadık kalmanız gerekiyor. Onun için çağın gerektirdiği ve getirdiği o c o r n e l l h. f l e i s c h e r ilgileri, kaygıları, sorunları bilinçli bir şekilde anlamak gerekiyor. Bir de eserlerini okuduğunuz, kullandığınız insanlara da mümkün olduğu kadar sadık kalmak zorundasınız. O kaynaklara karşı da bir sorumluluğunuz var tarihçi olarak. Bir makalenizde OsmanlIlarda îbn Haldunculuğa değiniyordu­ nuz. Osmanlı tarihçileri için ciddi bir çizgi oluşturduğu kanaa­ tinde misiniz îbn H aldun’un devlet veya tarih teorisinin? Bir yerde hem Oryantalistler, hem de başka tarihçiler arasında îbn Haldun’u m üstesna bir fenomen olarak görme temayülü var. Bu kadar keskin düşünen birinin geleneksel bir toplum dan nasıl çıkabildiği sorgulanıyor; bu da kültür alanında inhitat paradigması­ na bağlanıyor. “Akıllı olsaydık İbn Haldun’u okur, ibret alırdık, onu ihmal etmiş olmamız da, geriliğimizin bir işareti” vs. Bu makalede söylediğim şuydu: 15 ve 16. yüzyıllarda İbn Haldun’u Osmanlı’da aramak, hem faydasız, hem de anlamsızdır. Çünkü OsmanlIlarda Âli gibi kişilerde oluşan tarih ve devlet kavramı, İbn Haldun’un te­ orisine çok benziyor. Hem bazı kaynaklan aynı, hem de (orada da Âli’yi örnek olarak alıp benzerlikleri ortaya koymaya çalıştım) İbn Haldun’un yaşadığı ve yazdığı bağlama bakarsak, Osmanlı bağlamına bazı önemli bakımlardan benziyor. Onun için doğrudan doğruya bir etki aramak anlamsız. Bilakis Osmanlı aydınlarının 17. yüzyıldan itibaren İbn Haldun’u öğrenmeleri ya da ona önem vermeleri nor­ maldi, zira Osmanlı’da onu açıklamak için müsait zemin artık hazırdı. Dediklerinizden ben şunu çıkarttım: 15. ve 16. yüzyıllarda Osmanlı düşüncesinde îbn Haldun etkisinden açık bir şekilde söz edilme­ mesinin temelinde Osmanlı entelektüellerinin aynı kaynaklardan yola çıkarak zaten İbn H aldun’unkine benzer bir görüşe ulaşmış olmaları yatıyordu. Bu yüzden İbn Haldun’un yaklaşımı onlara çok da farklı ve orijinalmiş gibi gelmedi. Faydalı görmüşler ama yabancı bir fikir olarak değerlendirme­ mişlerdir. Yani kendi entelektüel geleneklerinin bir nevi selefi gibi görmüş­ ler, öyle mi? y ü k s e l i ş d e , g e r i l e m e d e a s k e r i k r i t e r l e r e g ö r e a n l a m l ı t a s n i f l e r « 281 Doğru, “selefi” gibi. Ama aynı zamanda anlatım tarzdı da işlerine geldi, hem de düşünceleri onlara pek “yabancı” gelmedi. Peki itiraz ettikleri nokta, hanedanların ya da devletlerin çöküşü üzerinde ısrarla durm asıydı değil m i îbn H aldun’un? Belki de kabul edemedikleri buydu. Mesela Naimâ, îbn Haldun’a açık bir gönderme yapar ve der ki: Bir devletin çöküşü tam olarak önlenemez ama ömrü uzatılabilir. Ömrü uzatılacak devlet de tabiatıyla Osmanlı Devleti’dir... 12 II. Abdülham id v e İm paratorluğun Sonu* İlber Ortaylı II. Abdülhamid Han, eğer I. Abdülhamid’in döneminde olsaydı Osmanlı împaratorluğu’nun Şark dünyasında kaderi değişmiş olurdu. Bu, onun kişiliğiyle ilgilidir. Çünkü tarihte eğer kişilerin, şahısların rolü var ise, İçtimaî şartların ve dünya şartlarının dışında kişilerin rolü var ise, II. Abdülhamid Han bu bakımdan en kayda değer şahsiyettir. Esasen Osmanlı İmparatorluğu’nu bazı insanlar çok küçümser­ ler ama İmparatorluk sağdan soldan birtakım insanların ve büyük portrelerin oluşturduğu bir tarihtir. Devletin kuruluşundan 16. asrın sonuna kadar bütün hükümdarların hepsi büyük mareşallerdir, askerî dehalardır. İtiraf etmek gerekir ki, İslâm dünyası İlmî üstünlüğünü 15. asırda tamamlamıştı; yani 15. asırdan sonra İslâm dünyası tıpta, astronomide, matematikte, kimyada öncü rolünü terk etmişti. Daha da açık konuşmak gerekirse, aslında milletimizin, yani Türklerin devleti olmasa, İslâm dünyası askerî ve İdarî vasıflarını da kaybe­ decek ve çoktan gerilemeye başlayacaktı. Hıristiyan dünyasının dirildiği, toparlandığı, organize olduğu, teşkilatlandığı, ilerlemeler kaydetmeye başladığı bir devirde bu üstünlüğü onlara kaptırmayan, * Hazırlayan: Mehmet Tosun, 21. Yüzyılda Sultan II. Abdülham id’e Bakış, İstanbul 2003, s. 115-119. 284 ♦ i l b e r o r t a y l ı onları geciktiren, onları bir kaç asır için durduran, doğrudan doğruya Türklerin kurduğu Osmanlı İmparatorluğu’dur. Çok açıktır ki, bu imparatorluğun kuruluş ve gelişmesinde büyük hükümdarların çok payı vardır. Bunlardan birisi, “hükümdarların en sonuncusu ve zamansız, geç geldiği için durum u anlaşılama­ yan” II. Abdülhamid Han'dır. Gerilemenin, yavaşlamanın asrında ortaya çıkmıştır. Yapabileceği fazla bir şey yoktur. Cihanşümul bir imparatorluğun sonuna gelinmiştir. Bu bakımdan II. Abdülhamid ‘dünya imparatorlukları', yani bütün milletlerin muhtelif dinler ve diller konuşan birtakım milletlerin bir arada yaşadığı cihanşümul denilen imparatorlukların üçüncüsü ve aslında sonuncusunun son hükümdarıdır. Çünkü kendisinden sonraki hükümdarların ikisinin şahsiyet olarak kayda değer bir yanı yoktur. Sultan Reşad iyi niyetli, dindar, kendine göre de malûmatı, bilgisi olan ve Farsça konuşan bir sevimli ihtiyarcıktır. Son hükümdar VI. Mehmed Vahideddin, oldukça zayıf eğitim görmüştür, ileri yaşta tahta geçmiştir. Bir yenilginin, çöküntü zamanının tahta çıkardığı bir adamdır. Ondan da fazla bir şey beklenemez. Dolayısıyla bütün dünyanın en son hükümdarı, tarihî, hukukî, müessese olarak son üniversal imparator (son Roma imparatoru) II. Abdülhamid H an’dır. Bu anlam da M üslüm anlardaki Hilafet m üessesesini de yetki ile temsil eden son kişi kendisidir. 19. asırda ve 20. asrın başında Hilafet müessesesini oldukça iyi kullanan (ki çok hazin bir tablo­ dur, yeryüzü M üslümanlarının yüzde 80’e yakını yabancı bayrak altında yaşamaktadır) II. Abdülhamid’dir. îçine doğduğu dünya, iç açıcı değildir. İngiltere İmparatorluğu kalabalık sayıda Müslüman’a sahiptir. Bizimkini kat be kat geçer. Ardından Fransız Cumhuriyeti gelir. O da bir sömürge imparatorluğudur. Mekteplerde böyle öğretiliyor, ama bunlar imparatorluk değildir. Bunlar millî devlettir ve deniz aşırı sömürgeleri vardır; yani asla Roma gibi, Sasaniler gibi, İslâm Abbasî İmparatorluğu gibi bir imparator­ luk değillerdir. Bunlar, tebaalarına ‘eşit insanlar’ diye bakmazlar. Bunların ana vatan halkı vardır. Bir de sömürge ötesi ülkeler vardır. Bu bakım dan im paratorluk değillerdir; am a böyle deniyor; yani, Sirkeci’deki bitli otellere ‘palace’ denmesi gibi bir şeydir bu. İmpa­ ratorluk, 19. asırda bir tane vardır. O da Osmanlı İmparatorluğu’dur. II. a b d ü l h a m i d ve i m p a r a t o r l u ğ u n s o n u « Memâlik-i Mahrûsa-yı Osmâniyye ismi ve unvanı da bu mefhumu muhafaza eder; çünkü imparatorluklar, yedlerindeki memleketleri himaye ve hıfz etmekle, korumakla mükellef kuruluşlardır ve bunun adı böyledir. Bu anlamda eski Roma İmparatorluğu ve Bizans ne ise (tabiî İkinci Roma’dır, o Hıristiyan Roma’dır); Sasani Devleti ne ise, bizimki de öyledir. Yalnız burada çok büyük bir güçlük vardır. Biz modern zaman­ larda tüfeğin, topun, m odern idarenin, deniz aşırı ticaretin ve ge­ lişmiş gemiciliğin hakim olduğu bir dünyada bu sistemi yürütmeye çabalayan bir milletiz; yani 15., 16. asırlarda imparatorluk kurmak, M.Ö. 3. asırda, M.S. 5.-10. asırlarda imparatorluk kurup yönetmeye benzemez. Çok güç iştir. Himayeniz altındaki milletlerin her birinin kendi mazisi vardır, kendi kişiliği vardır, kendi kalıntısı vardır ve etrafınızda değişen, kuvvetlenen başka bir dünya vardır. Siz bunlara rağmen, bunlarla birlikte dünyada bir klasik, büyük imparatorluğu kurup götürmeye devam ediyorsunuz. Bu çabanın son batışı II. Abdülhamid Han devridir. Şimdi burada tarih ve şuur olarak değişmemiz lazımdır. Bizim battığımız, çürüdüğümüz, çöktüğümüz yoktur. Senelerce bu memle­ kette hem sağda, hem solda insanlara tarihte bu öğretiliyor. Batmak... Bunun kadar manasız, bunun kadar gerçekle teması olmayan, indî bir yorum, üstelik de tahripkâr bir yorum yoktur. İnsanların bir kısmı bunu safdilliğinden, üzüntüsünden söyler. Bir kısmı da cehaletinden ve siyasi amacından söyler. Siyasî bir programı vardır. Hiçbir şekilde battığımız yoktur. Biz diriyiz. Daima değişiyoruz, daima değişen dünya şartlarına kendimizi uydurmaya çalışıyoruz ve daima öncü olmak için kavga ediyoruz; ve önümüzde model de yoktur. İslâm aleminde Türkler için model yoktur; çünkü biz modern bir dünyada muasır medeniyeti hem benimsemek, hem de onunla kavga ederek tarihimizi ve kimliğimizi korumak zorunda olan bir milletiz. Bunu yaparken çok büyük kahramanlıklar, çok asil manzaralar çizdiğimiz gibi çok büyük sersemlikler, şaşkınlıklar da sergiliyoruz. Hepsi kendi çizdiğimiz tarihî senaryoya, hepsi yazdığımız maceranın muhteva­ sına dahildir. Bunu böyle bilesiniz. O nun için burada yeise kapılarak, gayr-i ilmî bir tarih çizilemez. ‘Biz batıyoruz’ ne demek? 75 milyonluk bir kitle batar mı? Bu 286 ♦ i l b e r o r t a y l ı mümkün değildir. Nereye batıracaksın bunu? Bunu emecek deniz bulunmaz. Bu tarihe biraz baktığın zaman görürsün ki, bu insanlar her zaman devlet şuuruna sahip olmuştur, her zaman mücadele etmek zorunda kalmıştır ve de etmişlerdir. 19. asırda bunu görür­ sünüz. Biz aslında Plevne’de yenildik; ama yenilmedik, Plevne’de Rusya’nın çürümüş taraflarını açığa çıkardık ve kendimizin dirilen taraflarım gördük. Plevne Savaşı’nı yakından takip eden insanlar bunu söylüyorlar; yani ta Tuna Nehri’nden bir anda Yeşilköy’e kadar çekilen ordumuz yer yer büyük kahramanlıklar gösterdi, çarpışan insanlar vatan ve millet şuuruna sahip olduklarını belli ettiler. Yer yer teknik üstünlükler de gösterdiler. Komutanlarımız asrî fenle askerlik bilgisine sahip olduklarını gösterdiler ve çarpışan ordunun barutu bu memlekette üretiliyordu ve orduyu besleyen yiyecek artık eskisi gibi Odesa’dan gelmiyordu. Askerimiz Anadolu buğdayıyla çarpı­ şıyordu. Bu bir m üddet sonra daha da açıkça görüldü. 1897 Yunan Muharebesi'nde ordularımızın asra uygun teknik üstünlüğü açığa çıktı ve yine İstanbul ve ordu, Anadolu buğdayıyla, Anadolu zahire­ siyle besleniyor idi. Temel silahlarımız ve barutumuz ordunun teknik üretiminden çıkmıştı. Bunların üzerinde ısrarla durmak gerekir. 19. yüzyılın son çeyreğinde bu memleketin mektepleri ıslah edi­ liyordu. İnsanları daha fazla okuyordu ve bu memleketin insanları sadece bir imparatorluğun değil, İslâm aleminin, Şark dünyasının sahibi olma şuuruna ermişlerdi. Biz bu yolda hatalar yaptık. O zaman da yaptık, ondan sonra da yaptık. Büyük kahramanlıklar gösterdik, büyük başarılar gösterdik, çok basiretsiz hareketlerimiz de oldu. Tam tabiriyle yanlışlıklarımız oldu. Trajediler de yaşadık. Biz Birinci Cihan Harbi’nde büyük devlet olduğumuzu bir tarafıyla gösterdik, bir tarafıyla da dünyadan bihaber insanların elinde olduğumuzu gördük. Her şeye rağmen Birinci Cihan Harbi’nde biz bir vatan ve millet ol­ duğumuzu ispat ettik. Tarihte çok az milletin böyle bir destan yazma kabiliyeti olmuştur, şansı da az olmuştur, kabiliyeti de az olmuştur. Gelibolu gibi bir olay herkeste görülmez; hatta asker ve saldırgan geçinen memleketlerde bile olmaz. Almanların Gelibolu’su var mı? Yok! Çünkü, Almanya saldırır, vatan savunmaya gelince çözülür. O şuur yoktur aslında. Ama Fransızların vardır. Nitekim Verdun vardır, II. a b d ü l h a m i d v e i m p a r a t o r l u ğ u n s o n u « Marne vardır; kuzeyimizdeki komşumuzun -ister beğenelim, ister beğenmeyelim- K. Smolensk’i vardır, Stalingrad’ı vardır. Biz Gelibolu’muzla, Sarıkamış’ımızla, Halep’imizle vatan savun­ masını bilen nadir milletlerden olduğumuzu göstermişizdir. Bu, tarihin getirdiği bir seciyedir; ama aynı zamanda da bir eğitim ve teşkilatlanma meselesidir. Eğer biz 19. asrın sonu ile 20. asrın baş ve sonunda bu seciyeyi göstermiş isek, her zaman büyük komutanları­ mız, büyük devlet adamlarımız ortaya çıkmış ise, pekâlâ rahat rahat işgalcilerle uyuşma yolunu seçebilecekken namus için kafa tutmuş ve bunu da başarabilmiş isek bunun bir geleneği var demektir. Bu geleneğin çizgisini teşkil edenlerden birisi de Osmanlı împaratorluğu’dur, Osmanlı tarihidir; yani milletimizin uzun tari­ hindeki 6 asırlık bir dönemdir. Biz ona sahip çıkmak zorundayız ve onu biz tartışamayız. Orada ancak öğreneceğimiz şeyleri tartışırız. Burada kimlik tartışması olmaz. Bunu tartışmak bir kere gayr-ı İlmî bir davranıştır. Aklı başında insanlar bunu yapmazlar. Mantık bunu icap ettirir, tarihin bir dönemini çıkarmak mantığa uymaz. Böyle bir şey söz konusu değildir. II. Abdülhamid devri üzerinde durursak, o dönem de Türkiye ve İmparatorluk halkı büyük işler becermiştir ve onunla da biz bu­ günkü hali inşa etmişizdir. Geleceğimizi de bugünün üzerine inşa edeceğiz. Bunda hiç şüphe yoktur ve parlak bir gelecek inşa etmek için de büyük şansa sahip olan nadir milletlerden birisi gene biziz. Bunu da kimse unutmasın. Bu, insanlara belki iftihar vesilesi olabilir, fakat aynı zamanda müthiş bir mesuliyet getirmesi gerekir. Türk ço­ cuğu, etrafının sorumluluğunu taşıyan bir insan olur ise, ki taşımak zorundayız, yarm bir gün etrafımızda İçtimaî, İktisadî ve siyasî bir zelzele olduğu zaman seyirci mi kalacağız? Kalamıyoruz; yani bugün aç olan Gürcistan bizden medet um u­ yor. Yangın içindeki Azerbaycan bizden medet umuyor. Asya’da bir şey olsa bize bakıyorlar. Balkanlar’da yangına uğrayan, bize bakıyor. O bakınca, biz de ‘hayır’ mı diyeceğiz? Diyemiyoruz. Lüzumlu lü­ zumsuz konuşan insanlar bile karar mevkiinde olduğunda katılmak ve konuşmak zorunda kalıyorlar. Onun için “Kabuğumuza çekiliriz” fikrini unutalım, kimse kabuğuna etkilemez. Niye kabuğuna çeki­ 288 « i l b e r o r t a y l ı lemezsin? Çünkü bir imparatorluğun bakiyesi üzerindesin. Burası Lüksemburg Dükalığı değil. Birtakım sorumlulukların var. O sorum­ luluk gelip senin yakana yapışır. Bu, kul hakkıdır. Bu dünyada da kul hakkı vardır. Sen oraya yardım etmek zorundasın. Niçin yerinde oturamazsın? Çünkü, daha 100 sene olmamış, biz oralarda imişiz. Işte onun için II. Abdülhamid devrine bakıyoruz. Niçin yerimizde oturamayız? Mükemmel müesseselerimiz var. O müesseselerimiz tarihten geliyor ve o müesseseler o haliyle yaşamaya devam etmiş, onu yaşatmışlar. Onların nasıl yaşadığını bilmek zorundayız. Bu 100 yılın içinde, 150 yılın içinde olur. Sözü bitirirken iki nokta üzerinde durm ak istiyorum: Bugün birtakım arkadaşlar Abdülhamid paneli için uğraşıyorlar. Benim buraya gelmem bile ne kadar zor. Başka bir şehirden geliyorum. Her türlü kolaylığı sağlıyorlar. Bazı insanlar mesela bugünkü yö­ neticiler sorsunlar kendilerine; “Acaba 100 sene sonra bizi anmak için de böyle birtakım adamlar konuşur mu?” diye. Bu çok önemli bir şey. İkincisi, demek ki tarihe mal olan bir kişilik vardır. Birinci Cihan Harbi’nin en zor günlerinde ‘Halcan-ı sâbık’ vefat ettiğinde Beylerbeyi Sarayı’ndan cenazesi kaldırılmış. Cenaze mahalle arala­ rından geçiyor. O dönemde îttihad ve Terakki’nin harp içinde diktası var. Malum, zaten harpte herkesin her istediğini yazıp söylemesi de beklenmemeli; ama evlerin pencerelerinden birtakım kadınlar çıkıyor. “Bize ekmeği 10 paraya yediren, kömürün okkasını 5 paraya aldıran padişahım, nereye gidiyorsun bizi bırakıp?” diye ağlıyorlar. Demek ki, bir insan, bir devlet orada kendini aklamıştır. Onun da kara tarafları vardır; ama muhasebeyi yaptığm zaman aklarla karaları ayırırsın, ortaya ne çıkmış, ona bakarsın. Bilanço diye bir şey vardır. Tarihçi o bilançoyu namusla, dikkatle, İlmî hassasiyetle yapmak zorundadır. Bunu yapmaz da çalakalem giderse işte o zaman Bey­ lerbeyi sokaklarında pencerelerden uzanıp ağlayan hatunlarla bu gibi törenleri, toplantıları fedakârlıkla tertipleyen arkadaşlar adamı yalancı çıkarırlar, m ahcup olursun. Bunların üzerine düşünmek gerekir; çünkü hakikat kaybolmuyor. Midhat Paşa iyi sadrazam olmamıştır. Anayasadan vs. de anlamaz ama Mithat Paşa büyük bir validir. Unutmayın bunu. Bulgaristan Türklüğü çok uzun esaret yıllarım Midhat Paşa’nm bıraktığı anılar, II. a b d ü l h a m i d v e i m p a r a t o r l u ğ u n s o n u « hatıralar sayesinde başı dik olarak yaşamıştır. Türk cemaati "Büyük valimizin zamanı” diye idame-i hayat etmiştir. Bugünün Suriye’sin­ de, Irak’mda onun eserleriyle Osmanlılık yaşar ama Midhat Paşa’yı methedeceğim diye Cevdet Paşa’yı karalamanın da bir gereği yok­ tur. Bunu bazı densiz insanlar yapıyor. Cevdet Paşa’yı sen istedi­ ğin kadar karala. Adama gülerler. Yazdıkları ortada. Saçma sapan tahlilleri bugünkü safdillere yuttursak yarın birileri, “Yahu bunlar da ne biçim adamlarmış. Cevdet Paşa için neler diyorlar?” derler ve diyorlar; yani siz her satırı ve sayfası altın değerinde eserler yazan bir adamı istediğin kadar karalayın, kim dinler? Ben bu memlekette doktora yapana kadar Cevdet Paşa’yı yüzünden okumuşum, kuru m alûm at diye almışım. Cevdet Paşa’nın kim olduğunu, rahmetli Fazlurrahman hoca öğretti. (PakistanlI büyük alim. Doğru dürüst Türkçe büe bilmediğini söylüyordu, tevazuundan herhalde). Bana Cevdet Paşa’yı o öğretti; yani buradakiler öğretmeseler oradakiler öğretiyor, görüyorsun. Türk tarihi budur. Osmanlı tarihi budur. İslâm tarihi budur. Bunu anlamayan bir Müslüman millet de olabilir, böyleleri de vardır. O da onların hatasıdır. Öğrenene kadar da başlarına çok felaket gelir. Bunu erken anlayan, erken kavrayan insanın da çok çabuk başı göğe erer. Bu önemli bir şeydir. Örnekleri de vardır. Bosnalılan istediğin kadar ez. O Bosna her zam an diridir; çünkü adam da tarih şuuru vardır. Osmanlılann ne olduğunu bilir. 13 Osm anlı Tarihyazım ı ve “ G erilem e” Kavram ına Yönelik Değişen Tavırlar* Donald Quataert Burada kısaca Osmanlı İmparatorluğu hakkındaki gerileme para­ digmasını ele alacağız. Tavrımı berraklaştırayım: Ben bu paradigma­ nın yanlış ve yanıltıcı olduğuna inanıyorum. Osmanlı İmparatorluğu 1300 ile 1566 yılları arasında, savaşçı ve/veya İdarî becerileriyle öne çıkan 10 padişahın rehberliğinde ağır bir seyirle genişlemiştir. Geri­ leme, Kanuni Sultan Süleyman’ın saltanatında (1520-1566), tam da Osmanlı gücü zirvesindeyken başlamıştır. Kanuni iktidarını aptalca, sonradan eşi olacak olan bir cariyeyle [Hürrem Sultan’a] paylaştı, bu da imparatorluğun geleceği üzerinde mahvedici bir etki yaptı. Oğlu Selim’in (“Sarhoş”) tahta çıkışı “Balık baştan kokar” atasözünü doğrulamış oldu ve haremin devlet işlerine burnunu sokması her şeyi berbat etti. Amerikan gümüşü akışının tetiklediği fiyat devrimi Osmanlı gücünün temellerim sarstı. Bu yazıda meydan okuduğum paradigmaya göre Osmanlı gerilemesi 16. yüzyılda başlayıp 1922’ye kadar (bu tarihte Osmanlı İmparatorluğu tam amen ortadan kalk­ mıştır) devam etti. Zaman zaman devlet gemisine el koymak için * “Ottoman history writing and changing attitudes towards the notion of ‘decli­ ne’”, History Compass, Vol. 1, August 2003, s. 1-10. Çeviren: Mustafa Armağan. Baştaki ö zet kısmı buraya alınmamıştır. o donald q u ataert mücadele eden güçlü sultanlar ve bürokratlar yetersiz kaldılar ve gerilik bütün bünyeye yayıldı. Böylece 17. yüzyılda kifayetsiz, seks-manyağı veya rüşvetçi ida­ reciler kontrolü kaybettiler. 1683’de Osmanlı ordusunun Viyana surları önünde uğradığı feci mağlubiyet, var olan gerilemeyi ayan beyan ortaya koydu ve imparatorluk bundan sonra bir yenilgiden diğerine yuvarlanıp durdu. “Avrupa’nın Hasta Adamı” (The Sick Man of Europe) yaftasıyla taçlanan imparatorluk, bundan sonra düşmanları arasındaki anlaşmazlıklar sayesinde hayatta kalabildi. 19. yüzyıldaki olası kurtuluş reçetesi, Batılılaşma şeklinde karşımıza çıktı. Osmanlı liderleri Avrupa’dan askerî ve İdarî modelleri ithal etmeye çalıştılarsa da, bu değişimler yetersizdi; hem birkaç alana m ahsustu, hem de geç kalınmıştı. Beceriksizlik ve geç kalmışlık, tebaa arasında milliyetçiliğin yayılmasına yol açtı, böylece uyarlan­ ma yeteneğini bulunmayan imparatorluğun yapısı, içten bölündü. Millî kimliğini kazanan grupların sonuncusu olan Türkler, 1922'de nihai darbeyi indirmeyi başardılar ve Türkiye Cumhuriyeti 1923’de doğmuş oldu. Osmanlı “boyunduruğu”nu kırmak için sabırsızlıkla mücadeleye girişen gerek Türk, gerekse diğer varis devletler, ulusdevlet olmayı başarmak ve Osmanlı mirasını bertaraf etmek uğrunda mücadele verdiler. Osmanlı geçmişi ve Ortadoğu’ya dair bu gerileme paradigması versiyonunun derin kökleri bulunduğunu belirtmemiz gerekir. Daha 16. yüzyıl sonlarında Osmanlı seçkinleri devletin parlak günleri hak­ kında eserler kaleme almışlardı. Buna göre o zamanlar fazilet, özel eğitim modelleri ve disiplin revaçtaydı. Gelin görün ki, aynı yazarlar kendi devirlerindeki yolsuzluk, rüşvetçilik ve bozuk idareden şikâyet ediyorlardı. 17. ve 18. yüzyıllardan gelen bu ve benzeri iddialar, sonraki dönem Osmanlı yazarları ve kronikçilerince canlandırıldı, sonradan Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarındaki Türk tarih­ çilerince kullanıldı ve ardından Osmanlı geçmişini araştıran Batılı tarihçiler tarafından uyarlandı. 1960’larda bu erken dönem incele­ melere dayalı bazı eserler yayınlandı, özellikle de Bernard Lewis’in Modern Türkiye’nin Doğuşu (The Emergence o f M odern Turkey) o sm a n lı ta rih y azım ı ve “ g e r ile m e ” kavram ı ♦ adlı eseri temel eser statüsünü kazandı.1 Bu eserler çok da şık bir biçimde Osmanlı gerilemesinin daha erken şahitlerini tekrarlayan bir paradigmayı dillendirdiler. Dahası, bunları modernleşme teorisi çatısı içine, daha sonra da gelişme ekonomicileri ve siyasi analizciler arasındaki öfkenin göbeğine yerleştirdiler.2 Özetle modernleşme teorisi şunu öngörüyordu: Siyasî sistemler ve ekonomiler, açıkça tanımlanmış bir dizi gelişme aşamalarından geçerek modernliğe ulaştılar veya ulaşabildiler. Bu yoldan sapmadan yüründüğünde modern endüstriyel demokrasiye götürür.3Tek yol, tarihte Ingiltere ve Fransa’daki Batılı demokrasilerin takip ettikleri yoldur. Geçerli olan, “Modernleşme eşittir Batılılaşma” denklemidir. Bundan dolayı, Osmanlı başarısının anahtarı, ancak Batıcı değişim kalıplarının izlenmesine bağlıdır. 1960’lan takip eden 20-30 yıl zarfında Osmanlı tarih yazımı, aynı zamanda Osmanlı seçkinleri olan Osmanlı Batıcılarını merkeze aldı ve tepeden inme bir değişim sürecini nasıl başardıklarını tespite yö­ neldi. Ölçü yine Batı’ydı. Bir anlamda bu Weltanschauung’a (dünya görüşüne) göre Osmanlı imparatorluğu çöktü, çünkü o Batılı değildi veya daha kesin bir dille söylersek, yeterince Batılılaşmadığı için çöktü. Bu perspektiften bakıldığında Osmanlılar devasız bir dertten muzdaripti: Mutlakıyetçi, sorumsuz ve yozlaşmış padişahlar Os1 2 3 Örneğin Bernard Lewis, The Emergence o f Modern Turkey (London, Oxford Uni­ versity Press, 1961); Niyazi Berkes, The Development of Secularism in Turkey (Montreal, McGill University Press, 1964). Lewis’in kitabının başlığına ve Feroz Ahmad’ın The Making o f Modern Turkey şeklindeki bilinçlilik ifade eden başlığıyla teşkil ettiği tezada dikkat edin (Lon­ don, Routledge, 1993). İmparatorluktan Cumhuriyete doğru çizgisel bir ilerleme olduğuna dair muzafferane anlatı, yukarıda atıfta bulunulan Lewis’in kitap baş­ lığında belirgindir. Daha belirgini ise Shaw and Shaw’un Ottoman Empire and Modern Turkey inde karşımıza çıkar (Stanford J. Shaw and Ezel Kural Shaw, His­ tory o f the Ottoman Empire and Modern Turkey, vol. II. Reform, Revolution and Republic. The Rise o f Modern Turkey. 1808-1975 [Osmanlı İmparatorluğu ve Mo­ dern Türkiye. Cilt II: Islahat, Devrim ve Cumhuriyet. Modern Türkiye’nin Yükse­ lişi.] (Cambridge, Cambridge University Press, 1977). Gerileme paradigması hala güçlüdür ve yaygın olarak dağıtılan bazı kitaplarda gündemde tutulmaktadır. Örneğin Shaw’lann kitabı ve S. N. Fisher ve W. Ochenwald’m The Middle East, A H istor/sinin 4. ve sonraki baskıları (New York, McGraw-Hill, 1990-). W. W. Rostow, The Stages o f Economic Growth: A Non-Communist Manifesto (Cambridge, Cambridge University Press, 1971). 2 94« donald q u ataert manii ekonomisinin bütün yönleri üzerinde katı bir egemenlik tesis etmişlerdi. Üstüne üstlük usulüne uygun bir şekilde batılılaşmayı da becerememişlerdi. Osmanlı tarih yazımı alanı (tarih disiplininin diğer kısmıyla bir­ likte) 1970’lerin başında bir patlam a yaşadı ve o günden beri de Ortadoğu tarihinin en büyük alt alanı haline geldi.4Osmanlı tarihinin genişlediği, bibliyografya yıllıklarımn sayfalarında rahatlıkla görüle­ bilir. Türkoloji Yıllığı {Turkologischer Anzeiger) Viyana’da koordine edilen uluslararası bir bibliyografya ekibince çıkarılmaktadır. İlk yılı olan 1976’da cılız bir cilt iken, bugün [2003] zengin bir İlmî içeriğe işaret eden binlerce madde başlığına sahiptir.5 Osmanlı tarihinin sahası genişledikçe gerileme paradigmasına yönelik eleştiriler de arttı. Osmanlı tarih yazımı giderek daha dışa dönük bir bakışa sahip oldu ve giderek daha rahat bir şekilde küresel ve karşılaştırmalı tarihin içine oturdu. Örneğin daha 1974 yılında Osmanlı tarihinin dünya tarihi içindeki yerine işaret eden önemli bir çalışma yayınlanmıştı. Katkıda bulunanlar, Arnold Toynbee ve William McNeill’den daha aşağı düzeyde değillerdi.6 1970’lerin ortalarında gündeme gelen dünya sistemleri teorisi, Osmanlı tarihini dünya sahnesine yerleştirmekte ve bu söylemi ge­ nişletmekte can alıcı bir rol oynamıştır. Dünya sistemleri görüşünde olaylar farklı görünüyordu: Dikkat merkezi, kurbanları, yani 1922’de ortadan kalkmış olan OsmanlIları suçlamaktan vazgeçiyorlardı. Bu­ nun yerine, Osmanlı’nm iç gelişmesini anlamak açısından küresel bağlam can alıcı bir önemde görünüyordu.7 Sistemler teorisi şunu iddia ediyordu: OsmanlI’nın dünya ekonomisiyle bütünleşmesi, 4 5 6 7 (Eksik de olsa) bir genel değerlendirme için bkz. Suraiya Faroqhi, Approaching Ottoman History: An Introduction to the Sources (Cambridge, Cambridge Uni­ versity Press, 1999). Müteakip konular için sürekli artan aüflar ve alt-kategorilerin sayısını karşılaşürımz. Kemal H. Karpat (ed.), The Ottoman State and, its Place in World History (Leiden, E. J. Brill, 1974). Katkıda bulunan diğer isimler arasında Halil İnalcık ve Albert Hourani de bulunmaktadır. [Charles Issawi ve Stanford J. Shaw’un isimlerini de zikretmeliyiz. M.A. ] Immanuel Wallerstein, The Modern World System, 3 eilt, (New York, Academic Press, 1974-1989). o s m a n l ı t a r i h y a z ı m ı ve “ g e r i l e m e ” k a v r a m ı « eşitsiz bir alış-verişe dayanıyordu, (Batılı) merkez kâr ediyor, (Osmanlı) kenar ise günden güne fakirleşiyordu. Bazı Osmanlı tarihçileri dünya sistemleri teorisinin etkisi altında dışarıya bakmaya başlarken, diğerleri gerileme paradigmasını destekleyen kaynakları eleştirel olarak tahlil etmeye başlamışlardı. 1980’li yıllarda bazı tarihçilerin dikkatini bir husus çekmeye baş­ ladı: Osmanlı’nm gerilediğini yazan ilk dönem Osmanlı yazarları, çıkarlarını kaybeden partilerin mensuplarıydı; boğazlarına kadar partizan mücadelelere gömülmüşlerdi ve kendilerine tahsis edildiğini hissettikleri promosyon ve imtiyazları ellerinde tutmayı başaramamış olan canlan sıkkın kaybedenlerdi.8Muhtemelen anlaşılabilir sebep­ lerle kendi başarısızlıklarını, çöken ve yozlaşan bir promosyon ve imtiyaz sistemine izafe ediyorlardı. “Osmanlı gerilemesinin Osmanlı gözlemcileri”nin [Bernard Lewis’in kitabımızda yer alan makalesinin başlığı] objektifliği sorgulanmaya başlandı ve sonuçta birçok akade­ misyen, bu gözlemcilerin iddialarının itibarî değerini reddetmeye başladılar. 1990’ların başlarında ise kaynakların sorgulanması, bizzat gerileme kavramına yönelik resmi meydan okumalara yol açtı. Çok sayıda çalışma yapıldı ve bunlar sayesinde Osmanlı tecrü­ besinin daha nüanslı (ayrıntılı) bir manzarası ortaya çıkmış oldu. Bu manzara, genel olarak OsmanlI'nın belli bir değişim modelini takip etmekteki başarısızlığı yerine, bu tecrübelerin gerçekliklerini tartışmaya açtı. Osmanlı gerçekliklerinin bu tartışması, aynı za­ m anda Avrupai gücün mahiyetine dair bir yeniden değerlendirmeyi de içermektedir. Özellikle Doğu, Güneydoğu ve Güney Asya tarihi üzerine yapılmakta olan çalışmalara bağlı olarak 1500'ler öncesinde dünyanın pek çok bölgesinde kapitalizmin özerk gelişmesi üzerindeki vurgunun giderek artış gösterdiğini görüyoruz.9 8 9 RifaatAliAbou-El-Haj, Formation o f the Modern State: The Ottoman Empire, Six­ teenth to Eighteenth Centuries (Albany, State University ofN ew York Press, 1991); Douglas Howard, “Ottoman history and litterature of “decline” in the sixteenth and seventeenth centuries”, Journal o f Asian History, 22 (1), 1988, s. 52-76. [Bu makalenin çevirisi elinizdeki kitapta mevcuttur.] Örneğin bkz. A. Reid, Southeast Asia in the Age o f Commerce, 1450-1680,1 (New Haven, Yale University Press, 1988). o donald q u ataert Küresel kapitalizm hakkındaki bu yeni kavrayışımız, hem Batı Avrupa’daki, hem de OsmanlI’daki gelişmeleri yeniden konumlan­ dırmamıza yardımcı oldu. Avrupa’nın tecrübeleri giderek biricik olma vasfını kaybetti ve Hint, Çin, Güneydoğu Asya ve Osmanlı İmparatorluğu’ndaki tecrübelerle paylaştıkları yönler üzerinde du­ ruldu. 1500’lerden sonraki dönemde Avrupa'nın hegemonik yük­ selişi, daha eleştirel bir tarzda anlaşılmaya başlandı: bu yükseliş, dünyadaki herhangi bir yerde ortaya çıkan rakip kapitalizmi ifsat ve tahrip eden bir büyüme olarak değerlendirildi. Böylece Avrupa, özellikle saldırgan kapitalizm biçimine (kısmen) dayalı karmaşık, ciddi teknolojik hamlelerin eşlik ettiği bir gelişmenin adresi olarak değerlendirildi. 1500’lerden sonra Avrupa'nın küresel egemenliğinin doğuşu, önemli ölçüde yegâne faydalanıcısınm kendisi olduğu bazı faktörler sayesindedir. Bu faktörler, Avrupa’ya akan Yeni Dünya’mn [Amerika kıtasının] servetiydi ve m üteakip yayılma ve yatırımın altında yatan sermayenin büyük bir kısmını böyle tem in etmişti. Avrupa Atlantik ekonomisinin müteakip yükselişinden, ticaretin ve daha sonra da Asya topraklarının ele geçirilmesinden dolayı yoğun bir şekilde zenginleşmişti. Lâkin bu yeni bağlamda gerileme paradigması anlatısının bazı kalıntıları hala mevcuttu; yani uluslararası arenada Osmanlı askerî veya siyasî gücünde gerçek bir nispî gerileme olduğu kabul edili­ yordu. Her şeyden önce 1500 yılından itibaren her yerdeki siyasî ve ekonomik sistemler (1868’den sonraki Japonya hariç) Avrupa'nın yayılmasına boyun eğmişti. Batı’yla mukayese ettiğimizde çoğu bölge, 1500’e göre 1900’de daha zayıftı. Fakat bakışımız iç bölgelere çevrildiğinde bu bölgeler-Osmanlı İmparatorluğu dâhil- gerçekten de gerilemiş miydi? Osmanlı gerilemesi bir zamanlar çifte bir başarısızlığa atfen kul­ lanılıyordu: (1) 15. ve 16. yüzyıllarda sahip olduğu yönetimi sürdü­ rebilme beceriksizliğine bağlı olarak klasik normlara sıkı sıkıya bağlı kalma ve (2) devamla, Batılı çizgilerde modernleşme. Birçok (veya belki de en çok) Osmanlı tarihçisi artık siyasi ve ekonomik hayaün yerli alanında gerilemeyi kabul etmiyor. Daha ziyade, esir (ether) içinde yüzen bazı (klasik veya Batılı) normlar manzumesine bağlı o s m a n lı ta rih y azım ı ve “ g e r i le m e ” kavramı « kalmaktan çok, Osmanlı dünyası içinde vuku bulan değişimlerin gerçek mahiyetine dair giderek daha fazla araştırma yapıyorlar. Doğmakta olan yeni araştırmacılık, Osmanlı devletini (toplum ve ekonomisini) idealize edilen bir geçmişin normlarından gerileme veya düşüş ya da Batı’yı başarılı bir şekilde taklit etmeyi başaramayış olarak değil, kesintisiz dönüşüm (transformation ) süreci içinde değerlendiriyor. Bu yeni anlayışta Osmanlı Devleti, iç politikada kesintisiz ıslahat yapmış, önünde hiçbir idealize edilmiş modelin olmadığı sürekli bir evrimden geçmişti. Zira değişimin kendisi, norm olarak anlaşılmıştı. Osmanlı siyasî yapısmda padişahların rolünü ele alalım. Padişah­ lar devletin ilk günlerinde primus inter pares, yani eşitler arasında birinci olarak yola çıkmışlardı; fakat daha sonra, yaklaşık 1453 ile 16. yüzyıl arasında gerçek otokratlar olarak hüküm sürdüler. Ardından hanedan ve saray seçkinlerinin diğer üyeleri -yerel seçkinlerle işbirliği yaparak-19. yüzyıl başlarına kadar devletin gerçek kontrolünü ele aldılar. Bundan sonra bürokratlar ve padişahlar, devletin kontrolü için rekabete girdiler.10Özetle, padişah Osmanlı tarihinin tamamında imparatorluk sistemi üzerinde hüküm ran olmamış, yalnızca 15., 16. ve 19. yüzyılların bazı kısımlarında hükümferman olmuşlardır ve böylece, padişahın despotizmine norm olarak, ondan sapmaya da gerileme olarak bakmak yerine, tarihçiler sürekli değişen bir güç merkezini açıklamaya yönelmektedirler. Böylece 1990’lann ortalarında yazılan bir tez, 18. yüzyılın sözde “karanlık çağları”na yeni bir ışık düşürdü. Bu dönem, bir zamanlar siyasî parçalanma ve adem-i merkezileşmenin zirvesi olarak görü­ lüyordu. Hâlbuki titiz araştırmalar sonucunda tezin yazarı bir karı­ şıklık ve anarşi değil, uzak taşra vilayetlerine emperyal sermayeden mali bir meblağ götürülmesinin sözkonusu olduğunu tespit etti. İstanbul seçkinleri, iltizamları taşradaki ileri gelenlere müzayedeyle satıyorlardı; gelirler kenarı merkeze bağlıyor ve onu servet ve güç için merkeze bağımlı kılıyordu.11 10 Bkz. özellikle Abou-El-Haj, Formation o f the M odem State. 11 Ariel Salzmann, “Measures of empires: Tax farmers and the Ottoman ancien regime, 1695-1807" (Doktora Tezi, Columbia University, 1995). « donald q u ataert Siyaset tarihinde gerileme teorisinden uzaklaşma, Osmanlı iktisat tarihindeki gelişmelerle de paralel bir gelişme göstermiştir. Yukarıda çerçevesi çizilen gerileme paradigması, Osmanlı ekonomisi hakkmdaki [yaygın] görüşlerden, okuyucuların tahm in edebileceği gibi, ekonomik durgunlukla el ele ilerleyen, siyasî ve askerî katılaşmanın (donmanın) sebep olduğu veya onun tetiklediği Osmanlı ekonomisi görüşlerinden alabildiğine etkilenmiş bulunmaktadır. Osmanlı araştırmaları olağanüstü bir hızla büyümeye başlar başlamaz, ünlü bir Osmanlı ekonomi tarihçisi, 1975’de, 16. yüzyıl sonrasındaki fiyat devrimi ve onun feci sonuçları üzerine bir makale kaleme aldı. 16. yüzyıldaki bu gerileme trendi zım nen şu anlama geliyordu: Ekonomi daha sonraki yıllarda, bütün Osmanlı çağı bo­ yunca asla düzelmeyecek bir daimi inişe geçmişti.12Bu basitleştirmeci anlayışlar kısmen, bu özel araştırmanın içine yerleştirilebileceği çok daha geniş kapsamlı bir bilimsel yapı eksikliğinden kaynaklanıyordu; ne var ki, bu anlayış yaşama imkânı buluyordu, çünkü mevcut tavırlar ve gelişme modellerinin içine gayet güzel oturuyordu. Yani, Osmanlı ekonomik gerilemesi hakkmdaki kanaatler, Ortaçağlardan bu yana sözde “İslam ekonornileri”nin uzun vadeli gerilemesine dair [Baü’da] mevcut algıları yansıtıyorlardı. Dahası, bu inançlar, modernliğin temel bir ön şartı olarak endüstriyel proletaryanın işgücüyle çalışan fabrika temelli bir endüstriyel ekonomiyi esas alan genelgeçer m o­ dernleşme paradigmalarıyla da gayet güzel örtüşüyorlardı. Hem Avrupa, hem de Osmanlı ekonomi tarihi hakkmdaki güçlü eserler sonraki nesillerin düşüncesini biçimlendirmeye başladı. David Landes’in yazdığı Prometheus Unbound adlı eser, kesintisiz bir dizi hamleyle birleşen ilerlemeci bir endüstriyel kalkınma modeli getirdi ki, bu süreç, İngiliz endüstriyel demokrasisinin zaferine hizmet etmiştir, diyordu. Neredeyse aynı anda Ortadoğu araştırmalarında Issawi ve Hershlag’m yazdığı önemli iktisat tarihleri ortaya çıkü ve Landes’in makinenin yönettiği, fabrika-merkezli üretimi, ekono­ mik kalkınmanın nicedir ihtiyaç duyduğu standart şeklinde övgüye 12 Ömer Lütfi Barkan, “The price revolution of the sixteenth century: A turning po­ int in the economic history of the Near East”, International Journal o f Middle East Studies, 6 (1), 1975, s. 3-28. o s m a n l ı t a r i h y a z ı m ı ve “ g e r i l e m e ” k a v r a m ı « 299 boğan korosuna katıldı.13 1970’ler ve 1980’lerin önde gelen iktisat tarihçisi Issawi’nin eserleri de kısmen etkili oldu. Ekonomik gelişme modelinin aşamalarını takip eden14 Issawi, 1750 sonrası dönemde geçerli Osmanlı ekonomik başarısızlığı ve gerileme kavramlarını muhafaza etti.15 Ne var ki, meydan okumalar da bir yandan gelmeye başlamıştı. 1979’da bazı Osmanlı zanaatlarının, Avrupalı imalatçılarla başa baş rekabet etme becerisini göstermedikleri ve randımansız kaldıkları gerekçesiyle suçlanan gerilemesi konusunda farklı bir yorum getiren bir makale yayınlandı. Yazar, AvrupalIların Ortadoğu piyasalarını fiyat kırarak ele geçirdiklerini keşfetmişti. Fakat bu ele geçirişin se­ bebi, fabrika mallarını satmaları değil, sattıklarının indirimli mallar olmasıydı. Atlantik ekonomilerindeki kârlarla beslenen Avrupalı tüccarlar Osmanlı limanlarına safra olarak kumaş gönderiyor ve onu maliyetlerinin altında bir fiyatla satıyorlardı. Yeni Dünya altınını, Avrupa’da üzerine kâr koyup yeniden satabilecekleri malları satın almakta kullanıyorlardı.16 Sonuç olarak araştırmacılar, Osmanlı imalat sanayisinin gerile­ mesini sorgulamaya açtılar. Issawi ile büyük fabrikaların Osmanlı'da önemli ölçüde eksik olduğu noktasında fikir birliği içindeydiler ve Avrupa’ya mal ihraç eden bazı küçük el sanatları endüstrilerinin kapandığını kabul ettiler. Daha da ileri giderek şu noktada da m uta­ bık bulunuyorlardı: Avrupa fabrika ürünlerinin Osmanlı tarafından ithalatı 1750 sonrası dönemde çarpıcı bir artış gösteriyordu. Ne var ki, bu gözlemlerden çıkarılacak sonuçlara ve Osmanlı imalat sektö­ 13 David Landes, The Unbound Prometheus: Technological Change and Industrial Development in Western Europe from 1750 to the Present (Cambridge, Cambrid­ ge University Press, 1969). Z. Y. Hershlag, Introduction o f the Modern Economic History o f the Middle East (Leiden, E. J. Brill, 1964). Charles Issawi, örneğin, The Economic History o f the Middle East, 1800-1904 (Chicago, The University of Chi­ cago Press, 1966). 14 Rostow, The Stages o f Economic Growth. 15 Issawi son eserlerinden birinde gerileme paradigmasına verdiği desteği azalt­ maya başlamıştır. Bkz. An Economic History o f the Middle East and North Africa (New York, Columbia University Press, 1983). 16 Benjamin Braude, “International competition and domestic cloth in the Otto­ man Empire, 1500-1650: A study in underdevelopment”, Review, 2 (3), 1979, s. 437-451. donald q u a ta e rt o rünün fiilî kaderini araştırmakla ilgili iddialarına itiraz ediyorlardı. Osmanlı im alat sektörü, tersine, gerilememişti. Küçük ölçekli el sanatları üreticilerinin alanı büyük ölçüde ayaktaydı, (geç dönemde bir miktar makinalaşma bile söz konusuydu). 17.ve 18. yüzyıllarda Osmanlı imalatçıları için dış pazarlar zayıflamış olsa da, üreticiler ürünleri için geniş bir iç pazara mal vermeye devam ettiler. Dahası, 19. yüzyılda Osmanlı nüfusu ulaşım, iletişim, hıfzısıhha (sanitation ) ve übbî bakımdaki ıslahlara binaen büyüdükçe, Osmanlı tüketicileri­ nin sayısı da artış gösterdi.17Bundan maada, son çalışmalar, hem yerli ürünler, hem de ithal mallar için talebi ateşleyen kişi başı (per capi­ ta) tüketimin arttığını göstermektedir.18Dahası, 19. yüzyılda çeşitli yeni ithal endüstriler ortaya çıktı, bunlar onbinlerce işçiyi istihdam ediyor, esasen kadınlar ve kızları evlerinin dışında çalıştırıyordu.19 Osmanlı imalat sanayisinin 1750 sonrası dönemde genişlediğini gösteren bu belgeler, diğer alanlardaki bilim adamlarının bulgula­ rıyla da uyum içindedir. Kürenin farklı bölgelerinden yazılan eserleri bizzat özetleyen Pomeranz’m bir yüzey analizi, Avrupa hegemonyası çağında “Avrupalı olmayan" dünyadaki imalat sanayisinin hayati­ yetini güçlü bir şekilde resmetmektedir.20Daha önemlisi, başka bir örnek vermek gerekirse, sömürge Hindistan’ındaki imalat sektörü üzerine yazılan yeni bir kitap, Osmanlı örneğindekilere çok paralel sonuçlar ortaya koymaktadır. Hindistan’da Avrupalı ile temas, tabii ki yıkıcı bir etki yapmıştı, lâkin sömürge yönetimi de çok sayıda 17 Donald Quataert, Ottoman Manufacturing in the Age o f the Industrial Revoluti­ on (Cambridge, Cambridge University Press, 1993); J. Chalcraft, “Crafts and gu­ ilds in Egypt, 1863-1914” (Doktora Tezi, New York University, 2001); Y. Duman, “Notables textiles and copper in Ottoman Tokat" (Doktora Tezi, Binghampton Unversity, State University of New York Press, 1998); H. Fattah, The Politics of Regional Trade in Iraq, Arabia and the Gulf, 1745-1900 (Albany, State University of New York Press, 1997); B. Doumani, Rediscovering Palestine: Merchants and Peasants in Jabal Nablus, 1700-1900 (Berkeley, (Cambridge, University of Cali­ fornia Press, 1995). 18 Bkz. Donald Quataert (ed.), Consumption Studies and the History o f the Ottoman Empire, 1550-1922: An Introduction (Albany, State University of New York Press, 2000). 19 Quataert, Ottoman Manufacturing. 20 Kenneth Pomeranz, The Great Divergence: Europe, China and the Making o f the M odem World Economy (Princeton, Princeton University Press, 2000). o s m a n lı ta rih y a zım ı ve “ g e r i le m e ” kavram ı 0 farklı el sanatları endüstrilerinin gelişmesiyle sonuçlanmıştı.21Farklı bölgelerde bağımsız olarak çalışan bilim adamlarının bulgularındaki bu örtüşme çok çarpıcıdır ve sözkonusu süreçlerin küreselliğinin altını çizmektedir. Gerileme paradigması çökmeye devam ederken, Osmanlı siyasi ve ekonomik yörüngesiyle diğer bölgelerinde olan bitenler arasında yapılacak ilave dolaysız ve açık karşılaştırmaların bilim adamları için verimli bir yol olabileceği anlaşılıyor. Karşılaştırmalı ve küresel incelemeler, Osmanlı geçmişini bağlamsallaştirmak için vaat edici caddeler açacak ve Güney Asya'nın yanma yerleştirmek suretiyle bu imparatorluklar, devletler ve bölgelerin evrimini biçimlendiren yegâne ve benzer faktörlere dair yetkin bir kavrayış kazandıracak gibi görünüyor. Bu bana, gerileme paradigmasının yargılamaya dayalı perspektiflerinden daha tercihe şayan görünüyor. 21 F. Roy, Traditional Industry in the Economy o f Colonial India (Cambridge, Cambridge University Press, 1999). Buradaki bulgulan benim Ottoman M anu­ facturing adlı kitabımdakilerle karşılaştırınız. 14 Bir H istoriyografik M odel O larak G erilem e-Çöküş ve Osmanlı M im arlığı Tarihi* Uğur Tanyeli Foucault, bügi ile iktidarın birbirine sağlam ve dinamik biçimde bağlı olduğunu ileri sürer. Giderek karmaşıklaşan iktidar yapıları yalnız Modernite’yi var edecek bilgi biçimlerini değil, Modernite'nin dışmda kalanları “ötekiler” de üretirler. Foucault’nun tarihini yazma­ yı amaçladığı ötekiler, zihin sağlığı, cinsellik ve suçluluk gibi başlıklar altında sıralanabilir. Foucault’dan yararlandığını iddia eden Edward Said ise, artık bir klasik olmuş ünlü kitabında şarkiyatçı geleneği bu anlamda bir başka “öteki”ni (yani Şark'ı) yaratma bilgisi olarak takdim eder ve irdeler.1 Ona göre, 19. yüzyılda merkez ülkelerinin yarattığı Şark bilgisi ile aynı güçlerin yürüttükleri sömürgeci politi­ kalar birbirlerinden ayrı düşünülemez. “Öteki”ne ilişkin bilgi, güç ilişkilerinin ayrılmaz bileşenidir. Dolayısıyla, çok alelade bir ifadeyle, Foucault’cu anlam da da bilginin güç olduğu söylenebilir. Ya da, Modernite ile birlikte varlık kazanan güç odaklarının kendilerini “icat edilmiş” karşıtları aracılığıyla tanımladıklarından söz edilebilir. * Osmanlı Mimarlığının 7 Yüzyılı: "Uluslarüstü Bir Miras”, İstanbul 1999, Yapı En­ düstri Merkezi Yayınları, s. 43-49. 1 Edward Said, Orientalism, Vintage Books, New York, 1979. o uğur tanyeli Ben bu bildiride, Türkiye M odernitesinin de “öteki” yaratm a zorunluluğuyla yüzyüze olduğunu ve bu zorunluluğu Osmanlı’yı öteki haline getirerek tatm in ettiğini savlıyorum. Böyle bir savı or­ taya atarken, Türk modernleşmesi içinde kurgulanan tek “öteki”nin Osmanlı olmadığının farkındayım. Örneğin, birkaç kuşak boyunca Türkiye’de “Batı” olarak tanımlanan şeyin de şarkiyatçılığın betim ­ lediği “Şark” kavramından öteki olma niteliği bakımından çok uzak düşmediği açık. Diğer taraftan, “Osmanlı’yı öteki olarak tanım la­ mak” ifadesinin yeni olmadığı rahatça söylenebilir. Balkanlar’dan Ortadoğu’ya OsmanlI’nın emperyal bünyesinden kopan her yeni siyasal birimin en azından popüler tarih yazımında, Osmanlı'mn “öteki” olarak tanımlandığı, bilinen bir gerçek.2 Ancak, Osmanlı’m n Türkiye’de öteki haline getirilişi Suriye’de ya da Bulgaristan’da olduğundan çok daha karmaşık bir sorun gibi gözüküyor. Türkiye dışındaki toplumlar için Osmanlı’mn öteki kıl­ mışı, bir redd-i miras yaparak büyük bir tarihsel yükten kurtulmanın aracıdır. Çok basit bir anlatımla, Osmanlı yanlış olan her şeyin tem­ silcisidir; ülkenin modernleşmesinin önündeki en önemli engeldir. Ve bütün bu olumsuzluklarla yüklenmişliği nedeniyle, bir Bulgar’ın, Yunanlı’nm, Sırp’ın ya da Arap’m üzerinde asla hak iddia etmeye­ ceği bir geçmişi yaratan “öteki”dir o. Dolayısıyla Türkiye dışındaki Osmarüı artığı siyasal coğrafya için Osmanlı’m n öteki haline geti­ rilişi -deyim yerindeyse- basit bir historiyografik trükten ibarettir. Ulusalcı bir ideolojinin güdüm ündeki tarih yazımının başka bir seçeneği de yoktur. Ne var ki, Türkiye’nin bu denli tekboyutlu, dolayısıyla da kolay bir redd-i miras yapm a şansının olmadığı besbelli. Cumhuriyet döneminde gelişen Türk ulusalcı tarih yazımı daha başlangıçta bir ikilemle yüzyüzedir. Bir yanda, tüm ulusalcı yönelimler gibi Türk tarih yazımı da ulusal bir geçmiş inşa etmek zorundadır ve bunun için Osmanlı çağı vazgeçilmez bir historiyografik malzeme oluşturmak­ tadır. O halde, yeni ulusalcı tarih konstrüksiyonunun içine sağlamca yerleştirilmesi gerekir. Tabii ki, Osmanlı öncesi Türk ve Türk öncesi 2 Bkz. “Tarih Eğitimi ve Tarihte "öteki” Sorunu”, 2. Uluslararası Tarih Kongresi 8-lOHaziran 1995, Tarih Vakfi Yurt Yayınları, İstanbul, 1998. Buradaki çoğu bil­ diri bu soruna ilişkindir. b ir h i s t o r i y o g r a f i k m o d e l o l a r a k g e r i l e m e - ç ö k U ş o Anadolu tarihlerinin bu historiyografik kurguya katılması OsmanlI’yı rakipsiz olmaktan çıkarır. Artık Osmanlı “tekil" tarihsel geçmişimiz olarak oturtulduğu tahtından inmiştir. Ancak, çoğullaştırılan geçmiş ortadaki historiyografik sorunu çözemez. Açılan tarihsel ufuğun her iki yeni döneminin (Türk öncesi Anadolu ve Anadolu öncesi Türk) de ikna edici olabilmek için Osmanlı çağma ihtiyaçları vardır. Öte yanda da, yeni Cumhuriyet önerdiği çok kapsamlı modernleşme programı ile kendisini Osmanlı’dan kesin bir kopuş olarak tarif etmek zorun­ dadır. En azından, Osmanlı'nm olağan bir devamı sayılamayacağım ısrarla vurgulaması kaçınılmazdır. Her şeyden önce, Cumhuriyet bir siyasal sistem değişimini temsil etmektedir ve bu değişimin meşrulaştırılması için kullanılabilecek en sağlam gerekçe, Osmanlı’nm başarısızlığı biçiminde formüle edilebilir. "Öteki” (yani Osmanlı) başarısız olmuştur; bu (yani Cumhuriyet) başarılı olacaktır. Demek ki, bir yanda her ulusalcı historiyografik kurgu için gerekli olan bir "şanlı geçmiş” yazmak için Osmanlı’ya başvurulmakta, öte yanda da, aynı Osmanlı yeni rejime bir meşruiyet kaynağı yaratma kaygısıyla tarihsel analizde başarısız olmuş “öteki” olarak tanımlanmaktadır. Bunun anlamı, Cumhuriyet insanının neredeyse hem “ego”sunun, hem de “alter ego”sunun Osmanlı merkezli olarak inşa edildiğidir. Birbirini yadsıyan bir benlik ve alt-benlik çiftinin varlığından söz edilebilir. Böyle bir ikilemin uzun vadede kendi kendini tasfiyeye varacağını düşünmek yanlış olmaz. OsmanlI'yı hem ulusalcı tarihin en verimli elemanı saymak, hem de onu öteki olarak nitelemek uzlaştırılır bir çelişki gibi gözükmüyor. Ama, kolayca uzlaştınlmıştır ve bugün bile, geçerliliği çoktan tartışılır olduğu halde, feda edilebildiğini söylemek zordur. Bu uzlaşmada yaşamsal rol oynayan aracın, Osmanlı tarihi yazmak için icat edilen “yükseliş-duraklama-gerileme-çöküş” biçi­ mindeki historiyografik model olduğu düşünülmelidir. Okullarda sürekli yinelenen, her Türk vatandaşının öğrenmekle kalmayıp içselleştirdiği genel tarih buna göre yazılmaktadır. Ancak, yayılma alanı­ nın sadece ilk ve orta dereceli okullarla sınırlı kalmadığım biliyoruz. Akademik tarihçilik de gerileme-çöküş modelini kullanmayı büyük oranda sürdürür. Oysa model temelde Türkiye tarihini bir biyolojik analoji çerçevesinde, yani çoktan gündem dışı kalmış bir yakla­ 306 ♦ u ğ u r t a n y e l i şımla, doğuş-büyüme-yaşlanma-ölüm dizimi içinde biçimlendirir. Hepimizin bildiği gibi, önce yükseliş adıyla tanımlanan bir gelişme dönemi vardır. 16. yüzyıl sonunda duraklamanın başladığı varsayılır. Duraklama Viyana Kuşatması’yla birlikte gerilemeye dönüşür ve kaçınılmaz son gelir çatar; 20. yüzyıl başında da çöküş gerçekleşir. Bu modelin sağladığı açıklamaların M odern Türkiye'deki Osmanlı sorunsalına kestirme bir çözüm getirdiği açık. Gerileme-çöküş modeli, OsmanlI’nın hangi tarihsel aralıkta “öteki”, hangi tarihsel aralıkta ise “biz” olduğunu tanımlamaktadır. Yükseliş dönemi olarak belirlenen aralıkta Osmanlı, öteki değildir. Ancak burada “öteki” kavramının içeriğinin sadece başarılı olana sahip çıkmak, başarısızı yadsımak biçiminde basit bir karşıtlıkla tanımlandığı iddia edilmi­ yor. Osmanlı yükselme dönemine atfedilen tek değer, o sırada bu politik organizmanın dünya sahnesinde başat rol oynamasından ya da tarihsel anlamda “başarılı” sayılmasından ibaret değildir. Bu historiyografik modelde, yaşamsal olan söz konusu başat rolün ve başarının pozitivist paradigmalara yaslanan açıklamasıdır. Açıklama, yükselme döneminde Osmanlı sisteminin pozitivist paradigmaları doğruladığı -açık ya da örtük- varsayımına dayanır. Bu aralıkta sis­ temin gelişme ve değişmeye açık olduğu biçiminde bir anakronik yargı yaygın biçimde kabul görür. Dolayısıyla OsmanlI’nın yükselme döneminde, neredeyse gelişme ve değişme gibi Modernite buluşu kavramlardan haberli olduğuna inanılır. Aynı mantık mimarlık tarihine de tüm komplikasyonlarıyla ak­ tarılmıştır. Örneğin, Sinan’ın deneyciliğinden ya da tarihsel bir sü­ reç bilinciyle eylemde bulunduğundan söz etmek Türk mimarlık tarihinde sık rastlanan davranışlardandır. Oysa yükseliş dönemi Osmanlı toplum unun hiçbir kesiminin bu zihniyet yapısına sahip olmadığı kesin. Deneycilik ve tarihsel süreç bilinci (dolayısıyla, ev­ rim ve değişim kavramları) kadar Klasik Osmanlı zihniyetine aykırı pek az şey var. Aslında, yükseliş-duraklama-çöküş modeli içinde yükseliş döne­ mine yönelik bu anakronik tutum, Türk Modemitesi’nin kendisine bir tarihsel geçmiş ve o sayede de meşruiyet kurgulama kaygısıyla ilgili olmalıdır. Bunu da, kendisinin henüz yeni yeni oluşturduğu modern pozitivist zihniyet örüntülerine, yükseliş dönemi olarak adlandırdığı b ir h i s t o r i y o g r a f i k m o d e l o l a r a k g e r i l e m e - ç ö k ü ş ♦ bir çağda geçerlilik atfederek yapmayı denemektedir. Modernite böylece ulusal bir tarihsel geçmiş edinmekte ve içselleştirilmesi kolaylaşmaktadır. Sanki Türkiye 15. ve 16. yüzyıllarda Modernite ile buluşma fırsatını yakalamış, sonra duraklama ve gerileme ile bu fırsatı bir iki yüzyıl ertelemiştir. Totolojik açıklama hazırdır: Bu fırsat kaçırılmasaydı gerileme ve çöküş olmazdı. Görülüyor ki, ürettiği historiyografik model sayesinde Türk Modernitesi kendi simetriğini ve asimetriğini (yani Foucault’nun kas­ tettiği anlamda “öteki”ni) yaratmıştır. Şöyle ki, yükselme dönemi olarak tanımlanan tarih aralığı Türkiye’nin modernleşme dönemi­ nin kronolojik simetriği olarak kurgulanmıştır. Gerileme ve çöküş dönemleri ise M odernite’nin asimetriğidir. Bunlar aynı zamanda da karşısında mücadele verilen “öteki”dir. Dolayısıyla, kaçınılmaz olarak Modernite’nin tanımı kendi asimetriği aracılığıyla yapılmış olmaktadır. Başka bir deyişle, Türkiye modernleşmesi, içinde varlık kazandığı tarih aralığını, yani duraklama ve gerileme diye adlan­ dırdığı dönemleri, yani kendi kökeninin içinde biçimlendiği çağı “öteki” haline getirmiş olmaktadır. Ben bunun Türkiye dışında bir benzerini bilmiyorum. Şaşırtıcı olan, muhalif tarihsel söylem önerisiyle ortaya çıkanların bile yükseliş-duraklama-çöküş modelinden pek fazla uzaklaşmayışıdır. Gerçek bir öncü olan Ülgener bile,3Osmanlı zihniyet yapılarını anlamaya çabaladığı halde, duraklama ve çöküş dönemlerini “Ortaçağlaşma” diye tanımlayarak önceki döneme Ortaçağ’dan farklı olma, en azından bir ön modernleşme çağı olma erdemini atfeder. Adeta Osmanlı önce Modernite eşiğine adım atmış, ama kimi tarihsel kazalarla yeniden Ortaçağ’a dönmüştür. Oysa, Ülgener’in zihniyet tarihi merkezli bakışının doğal paradigması, Ortaçağ’dan giderek uzaklaşıldığı ve uzaklaşılamıyorsa bu tıkanıklığın neden yaşandığı biçiminde olmalıydı. Ama, ortama egemen olan historiyografik kabul­ ler öyle güçlüdür ki, Ülgener kendi tarihsel analizini onları yeniden üretmek için kullanır ve heba eder. Böylece zihniyet tarihi yazımını 3 ÖzeEikle bkz. Ülgener, S.E, İktisadi Çözülmenin Ahlak ve Zihniyet Dünyası, Der Yayınları, İstanbul, 1981. 3 0 8 # uğur tanyeli Türkiye’de henüz doğmadan öldürmüş olur. Onun izleyicisi belki de bu nedenle çıkmayacaktır. Bugünkü bilgiler ışığında bakınca, yükseliş-çöküş söyleminin 15. ve 16. yüzyıllardaki Osmanlı yayılmasından başka bir dayanağı bulunamıyor. Bu dayanağın zafiyeti ise açıklamayı bile gerektirme­ yecek kadar belirgin gözüküyor. Model, tarihi tek bir parametreye göre, sadece Osmanlı siyasal egemenliğinin coğrafi yayılma alanına göre yazmayı öngörmektedir. Bu siyasal egemenliğin coğrafi alanı genişledikçe yükseliş olarak tanımlanan evre yaşanmıştır. Duraklama, coğrafi yayılmanın sona ermesi, gerileme ise küçülme demektir. Model bu denli az ikna edici olduğu halde, mimarlık tarihini bile kalıplamayı başarabilmiştir. Halbuki, başka parametreleri de hesaba katan ya da başka parametrelere göre planlanmış bir m o­ del esas alınarak yazılmış bir tarih için, ne coğrafi genişleme tek başına yükselme demektir, ne de coğrafi küçülme zorunlu olarak bir gerileme anlamına gelir. Bu, mimarlık bir yana, Osmanlı siyasal sistemi için bile geçerli olmaktan uzak bir kalıp-inançtır.4 Örneğin, Osmanlı resmi belgeleri üzerinde araştırma yapan birinin kolayca fark edebileceği gibi, bürokratik örgütler 17. ve 18. yüzyıllarda 16. yüzyılda olduklarından çok daha gelişkin ve uzmanlaşmış nitelik­ tedirler. Osmanlı barınm a kültürü5ve gastronomik alışkanlıkları da bu süre içinde karmaşıklaşıp ayrmtılanmıştır. Buna karşılık, gerile­ me ile bağlantısı çerçevesinde en çok sözü edilen askeri etkinliğin mimari yansımalarında ise geç 15. ve 16. yüzyıllardaki süreçlerin devam ettiği kolayca gözlemlenebilir. Örneğin, askeri mimarlık 17., 18. ve 19. yüzyıllarda da, 15. ve 16. yüzyıllarda olduğu gibi Avrupa “know-how”ma muhtaçtır ve bu ihtiyacım oradan temin etmekten çekinmemektedir. Kuşkusuz, giderek karmaşıklaşan bu bilginin 4 5 Bir değerlendirme için: Faroqhi, S., “Part II: Crisis and Change 1590-1699”, İnal­ cık, H., ve D. Quataert (e d.), An Economic and Social History o f the Ottoman Em­ pire, 2,1600-1914, Cambridge University Press, Cambridge, 1994, s. 552 vd. Osmanlı barınma kültürünün bu bağlamdaki değişimi için: Tanyeli, U., “Anadolu’da Bizans, Osmanlı öncesi ve Osmanlı Dönemlerinde Yerleşme ve Ba­ rınma Düzeni”, Yıldız Sey (ed.), Tarihten Günümüze Anadolu da Konut ve Yerleş­ me, İstanbul, 1996, s. 451 vd. b ir h i s t o r i y o g r a f i k m o d e l o l a r a k g e r i l e m e - ç ö k i i ş « 309 transferini zorlaştıran kimi bariyerlerden söz edilebilir; ama bunların hiçbiri öğrenmeye yönelik bir dirençle ilişkili değildir.6 Öte yandan, sürekli olarak Avrupa’dan öğrenmek zorunda olmak ve teknolojik içerikli her konuda oradan transferlerde bulunmak bir duraklama ve gerileme belirtisi sayılacaksa, Türkiye tarihinin 14. ve 15. yüzyıllarını da duraklama ve gerileme ile etiketlememek için bir neden yok. Ama, dikkat edilirse, eldeki tarih modelinin sorunu böyle ortaya koymadığı farkedilecektir. Modelin getirdiği açıklama, tam aksine, açık veya örtük olarak, yükseliş sırasında kültürel ödünçlen­ meye, transfere açık olunup duraklama ve gerileme dönemlerinde bu tavrın terkedildiği iddiasında temellenir. Türkiye’nin teknoloji tarihine ait bilgi birikimimiz zenginleştikçe, Geç Ortaçağ’dan beri her dönemde sürekli olarak bilgi ve teknoloji transfer etmek, öğrenmek zorunda olduğumuz ortaya çıkıyor. Özgün Osmanlı metinleri ise bu zihniyet sisteminde bilgi/teknoloji trans­ ferine engel hiçbir şeyin bulunmadığını gösterir. Yeni mekanik saat teknolojisi örneğinde olduğu gibi, pratikte kullanamadıkları bilgileri bile ithal etmekten kaçınmamıştır Osmanlılar.7 Buna karşılık, tüm denizcilik teknolojisi İtalyan,8deniz içinde ve çürük zeminde inşaat yapma bilgisi özellikle Venedik kökenlidir.9Kurşun, gümüş ve demir 6 7 8 9 Sözgelimi, tahkimat mimarisinin özellikle 17. yüzyıldan başlayarak Avrupa’da karmaşık bir matematiksel temel edindiği görülür. Oysa Osmanlı dünyası bu bilgiyi sadece bir planimetrik görüntü olarak ve pratik uygulama boyutuyla al­ gılayacak ve geç 18. yüzyılda örneğin Mühendishaneler kumlana dek ardındaki teknik bilgiyi ithal edemeyecektir. Burada tıkanıklığı yaratan sorun, geleneksel Osmanlı matematiğinin yeni askeri mimarlık teknolojisini “taşıma” yeteneğinde olmamasıyla ilişkilidir. Mekanik saat ve Osmanlı’da m odem zaman kavrayışı için bkz. Tanyeli, U., “The Emergence of M odem Time-Consciousness in the Islamic World and the Problematics of Spatial Perception”, Cynthia C. Davidson (ed.), Anytime, Anyo­ ne Corporation ve The MIT Press, New York, Cambridge, Mass., Londra, 1999, s.158-167. Bunun için terminoloji yeterli bir kamt oluşturur: Kahene, C., ve A.Tietze, The Lingua Franca in the Levant, The University of Illinois Press, Urbana, III., 1958. İstanbul’da kazıklı temel inşaatlarının, en azından 16. yüzyılda, daima tersa­ ne görevlilerince yapılışı ve tersanenin bu İtalyan bilgisine bağımlılığı rastlan­ tısal olmamalıdır. Tersane ve İtalyan “know-how”ı için: Müller-Wiener, W., Bizans’tan Osmanlı’y a İstanbul Limanı, çev. E.özbek, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 1998, s. 44 vd., 73 vd. Ayrıca bkz. Tanyeli, U., “Batılılaşma Dönem i Ön­ cesinin Türk Mimarlığında Batı Etkileri: 14-17. Yüzyıl”, G.Tanyeli ve M.Saçlıoğlu « uğur tanyeli metalürjisinde 15. yüzyıldan başlayarak Alman, özellikle Saksonya kökenli bilgi ve göçmen işgücü kullanımı söz konusudur. O kadar ki, 16. yüzyıl Osmanlı yönetimi konuya ilişkin yasal kompilasyonu “Saks Kanunu” olarak adlandıracak kadar durumdan haberlidir.10Osmanlı belgeleri Almanca kökenli yüzlerce metalürji ve madencilik terimini içerirler. Ateşli silah yapımında 14. yüzyılın sonundan başlayarak bugüne uzanan kesintisiz bir Avrupa ile bağlantı sicilimiz var. Mi­ marlık alanına gelince, tuğla ve fırın sözcüklerinin bile İtalyanca’dan aktarıldığını anımsatmak isterim. Daha önceki bir çalışmamda bacalı, yaşmaklı ısınma ocağının da Türkiye’ye İtalyan kültür alanından geç 14. yüzyılda transfer edilen bir “know-how” olduğunu ileri sürmüş­ tüm.11Bunların hiçbirinde transfere yönelik bir toplumsal muhalefet belirtisiyle karşılaşılmıyor. Hatta geleneksel muhalefetle karşılaştığı sık sık ileri sürülen m atbaa için bile aksi geçerlidir. 16. ve 17. yüz­ yıllarda matbaa kurulmaya çalışıldığı ve bunun da tutucu bir karşı duruşla engellendiği söylenemez. Basım teknolojisinin Türkiye'ye geç transfer edilişinin gerçekçi bir alternatif açıklaması, bu ülkede kitap talebinin ancak 18. yüzyıl başlarında kitleselleşmeye olanak verecek bir yoğunluğa ulaştığı biçiminde olmalıdır. Hatta matbaanın ilk yüzyılındaki çalışma temposu düşünülecek olursa, 18. yüzyılda bile talebin yeterli olduğundan söz edilemez.12 Bu bilgi ve teknoloji transferleri dizisini sıralarken şunu vurgu­ lamaya çalışıyorum: Genellikle yapılageldiğinin aksine, yükseliş ve duraklama dönem lerinin yabancı teknik bilgilere açıklık gibi bir parametreye göre tanımlanması mümkün değildir. Osmanlı bu bağ­ (ed.), Türk Kültüründe Sanat ve Mimari: Klasik Dönem Sanatı ve Mimarlığı Üze­ rine Denemeler, İstanbul, 1993, s. 273. 10 Anhegger, R., “Beitrage zur Geschichte des Bergbaus im osmanischen Reich”, I Europäische Türkei, Bd. 1, Istanbul, 1943, Bd. 2. Europa Verlag, Zürih ve New York, 1944, Nachtrag, 1945. 11 Uğur Tanyeli, “Geç Ortaçağ’da Türkiye’ye bir Mimari Eleman Transferi: Bacalı Ocak”, Sanatta Etkileşim / Uluslararası Sempozyum / 25-27Kasım 1998, Hacet­ tepe Üniversitesi, Ankara (bildiriler henüz basılmamıştır). 12 Örneğin, matbaanın ilk yüzyılı içinde (1729-1803) ancak 45 kitap basılabilmiş oluşu talebin yetersizliğinden başka neyle açıklanabilir? Bkz. Baysal, J., (Buğra), Müteferrika’dan Birinci Meşrutiyete Kadar Osmanlı Türklerinin Bastıkları Kitap­ lar, İstanbul, 1968. b ir h i s t o r i y o g r a f i k m o d e l o l a r a k g e r i l e m e - ç ö k ü ş * lamda dışa hep açıktı.13Ama bu gerçeğin tek başına ne olumlu, ne de olumsuz bir anlamı vardır. Çünkü sorun, Modernite'nin ürettiği bilgiyi modernleşme sürecine adım atmamış bir toplumun ne kadar içselleştirebileceğinde düğümlenir. Osmanlı için historiyografik anlam da sorgulanması gereken de bu olmalıdır. Örneğin, neden buraya aktarılan her bilgi başlangıçta hiçbir dirençle karşılaşmasa da, uzun vadede kendisini yeniden üretememiş ve fosilleşip yenisi transfer edilene kadar kullanımda kalmıştır yalnızca? Neden bu durum yükseliş dönemi denilen 15. ve 16. yüzyıllarda da 17. ve 18. yüzyıldakinden farklı olmamıştır? Bunların yamü eldeki “yükselişduraklam a-çöküş” modeliyle verilemez. Çünkü m odel bunların yanıtlarını vermek için kurgulanmadı. Ve hiçbir tarihsel söylem kendi kurgusunda varolmayan bir sorgulamaya olanak veremez. Yukarıdaki açıklama, “gerileme-çöküş” modelinin asıl zaafının, Osmanlı dünyasındaki değişimi anlama konusunda ortaya çıktığı­ nı vurgulamaya yönelik. Eldeki parametreler Osmanlı’nm tarihsel değişim sürecini ikna edici biçimde modelleştirme kaygısıyla pek az ilgili gözüküyor. Modelin varlık nedeni, modernleşme dönemi­ nin iktidar yapılarını m eşrulaştırmak olduğu için, modernleşm e döneminin kültürel ödünçlenme tavrını haklı kılmak amacındadır öncelikle. Bu nedenle de, kendisini dışa (yabancı bilgiye) açık bir kültür sistemi olarak takdim etmekte, ki bu açıklık M odernite’nin doğası gereğidir; bunu yaparken ise, “öteki”nin böyle yapm adı­ ğını savlamaktadır, ki bu düpedüz bir çarpıtmadır. Kuşkusuz, bu anlamlı bir çarpıtmadır; çünkü, “öteki”nin tanımı bu çarpıtmaya dayanarak yapılmaktadır. Öteki, bu açıklıktan yoksun olduğu için Modernite’ye bir varlık alanı açılmıştır modele göre. Yükseliş dönemi, yani Modernite’nin 16. yüzyıldaki farazi simetriği böyle yapmamıştır, dolayısıyla Modernite’nin olanaklılığma ve meşruiyetine kadim bir tarihsel kanıt oluşturmaktadır. Böyle bir modelin mimarlık tarihi alanında ne anlam taşıdığı sorulabilir. Buna verilecek aceleci bir yanıt belki de, mimarlık tarihçi­ 13 Bkz. Murphey, R., “The Ottoman Attitude Towards the Adoption of Western Technology: the Role of Efrenci Technicians in Civil and Military Applications”, Contributions a l’histoire économique et sociale de l’Empire Ottoman, ed. J.-L. Bacque-Grammont ve P. Dumont, Paris, 1983, s. 287-98. 3 1 2 « uğur ta n y e li liğinin gerileme-çöküş modeliyle doğrudan ilgili olmadığı biçiminde olacaktır. Osmanlı mimarlığının tarihi hiçbir çalışmada doğrudan doğruya yükseliş-duraklama-çöküş gibi bir kademelenme içinde yazılmıyor. Ne var ki, mimarlık tarihçiliğinin bu modelden bağışık olduğu sonucuna varmakta acele edilmemelidir.14Sadece tek bir ör­ nek bile bunun aksini kanıtlamaya yeter. Osmanlı mimarlığı tarihinde Sinan çağı üzerindeki müthiş historiyografik vurguyla kıyaslanabilir hiçbir şey yok. Bunun doğal olduğu, çünkü Sinan'ın tarihsel yerinin gerçekten de “ötekf’leri ikinci plana düşürecek kadar önemli sayıl­ ması gerektiği iddia edilebilir. Acaba böyle midir? Yoksa, Sinan’a atfedilen her değer aslında yükseliş dönemi denen tarih aralığına atfedilen değerle mi ilişkilidir ağırlıklı biçimde? Osmanlı ve Türkiye tarihinin sonraki yüzyılları bağlamında Sinan çağı kadar, hatta ondan daha önemli hiçbir şey yok mu? Örneğin, Osmanlı tarihindeki ilk bağımsız kitaplık yapısı olması nedeniyle Köprülü Kitaplığı geleceği tanımlaması açısından Selimiye’den önemsiz midir? Bu minyatür yapıyı dev bir strüktürle karşılaştırmaya nasıl cüret edilebileceği soralmamalıdır. Tempietto’nun Köprülü Kitaplığı’ndan da küçük olduğunu anımsatmak isterim. Tarihsel önemlilik niteliği, yapıların kendi üzerlerinde bulunmaz, onları anlamlandırmak için kullandı­ ğımız parametreler tarafından tanımlanır. Yükseliş-çöküş merkezli tarih modelinin ana parametresi olan bo­ yut kavramı, olası tek parametre değil. Sözgelimi, başka bir parametre ile bakarsak 17. ve 18. yüzyıl mimarisinin M odernite’ye çok daha yakın bir kimliği temsil ettiğini farketmek pekala da mümkündür. Sinan çağma takılıp kalmakla itham edilen “duraklama ve gerileme dönemi”nin yapıları başka bir bağlamda da modernleşmekte olan (veya Ön-Modernite aşamasını yaşamakta olan) bir toplumu müj­ delemektedir. Örneğin, yapımlar artık Sinan çağındaki gibi ağırlıklı olarak devletin zorunlu işgücü temini ile yürütülmemiş, bunlarda giderek götürü usul ve ücretli emek gibi m odem dünyaya özgü araç­ 14 Örneğin, Goodwin’in kitabında geç 16. yüzyıl Osmanlı mimarlığım anlattığı bö­ lüme “The Powers Decline” adını koyuşu, gerileme-çöküş modelinin AvrupalIlar tarafından da mimarlık bağlanımda tartışılmaz bir gerçek olarak kabul edildiğim gösterir: Goodwin, G., A History o f Ottoman Architecture, Thames and Hudson, Londra, 1971, s. 285 vd. bir histo riy o g rafik m odel o la ra k g erile m e -ç ö k ü ş o lar kullamlmıştır.15 Bu değişim, sonraki dönemlerin yapı pratiğine ilişkin yeni gerçeklerin doğurucu rolü açısmdan Sinan’ın rolünden daha mı az önemlidir? Tam aksini düşünmek daha doğru olabilirdi. Yapım organizasyonu bağlamında Laleli Camisi çağdaşımız, ama Süleymaniye uzak bir atamızdır yalnızca. Örnekler çoğaltılabilir. Çoğu dayükseliş-gerileme modelinin varettiği önyargılarla ilişkilidir. Örneğin, erken 18. yüzyıldan başlayarak İstanbul şeriye sicillerindeki kimi “sak'larda karşımıza çıkan, mutfaklı helali kiralık dairelerden oluşan birkaç katlı, neredeyse apartman denebilecek nitelikteki konutlara16dikkat etmemizi engelleyen şey nedir? Osmanlı metropolündeki ve metropol insanındaki müthiş değişimin bu belirtileri17Sinan çağından daha az heyecan verici değil. Elimizdeki historiyografik model bizi, hiçbir zaman varolmamış bir “altın çağ”ı kurgulamakla bu denli meşgul etmeseydi, belki barınma formatlanmızda daha 18. yüzyılda başlamış bu değişikliği daha iyi ve daha erken kavrayabilirdik. Lale Devri’nin bu historiyografik modeldeki sunuluşu özellikle aydınlatıcıdır. Osmanlı üst sınıfları Lale Devri'nde gündelik yaşama alışkanlıklarını farklılaştıran, geleneksel lüks ve israf kavramlarım yenileriyle değiştiren, doğayla hem kişisel yaşam, hem de mimari tasarım alanlarında yeni bir ilişki kurmaya koyulan ve yeni bir kadın tanım ı yapmaya başlayan bir M odernleşme programıyla ortaya çıkarlar. Ve daha da önemlisi, Osmanlı intelligentsia’sı ilk olarak bu çağda “yeni” olma, “daha önce yapılmamış” olma niteliklerini bir değer kalemi olarak kendi zihniyet yapısının içine katmış gö­ zükmektedir. “Nevicad” tamlamasının bir Osmanlı yapısı için ilk 15 Süleymaniye ile Sultanahmet Külliyeleri’nin yapım süreçleri arasında yapılacak kaba bir karşılaştırma bile bunu ortaya koyar. Krş.: Barkan, Ö.L., Süleymaniye Camii ve İmareti İnşaatı (1550-1557), TTK Yay, Ankara, 1. Cilt, 1973, 2. Cilt 1979 ve Nayır (Ahunbay), Z., Osmanlı Mimarlığında Sultan Ahm et Külliyesi ve Sonrası (1609-1690), İTÜ Mimarlık Fakültesi, İstanbul, 1975, s. 88 vd. 16 örneğin, 1743 yılına ait şu örnekler: Ahmet Kal’a (proje ve yayın yönetmeni), İstanbul Ahkâm Defterleri: İstanbul Vakıf Tarihi, 1 (1742-1764), İstanbul Araş­ tırmaları Merkezi, İstanbul, 1998, s. 17 (Tavaşi Süleyman Ağa Mahallesi’nde üç katlı, her katında mutfaklı ve helali konuta ilişkin bilgi); s. 32 (iki katinda ayrı ayn hela ve mutfak bulunan konut). 17 Bu değişime ilişkin ender, ancak kısa araştırmalardan biri: Artan, T., "Mahremi­ yet: Mahrumiyetin Resmi”, Defter, 20, Bahar/Yaz 1993, s. 91-115. « uğur ta nyeli kez bu çağda kullanıldığını anlıyoruz.18 Modernite eşiğinden adım atıldığının en dolaysız anlatımlarından biridir bu. Üstelik, mimarlık bu alanda muhtemelen bir öncüdür. Örneğin, edebiyatta özgünlük ve yeni olma erdemlerini kendi yapıtının nitelikleri olarak açıklayan Şeyh Galib’e gelinene kadar 60-70 yıl geçmesi gerekmiştir.19Ama, benim bu önemli gerçeği farketmemi sağlayan, üstelik de ciddi bir araştırma,20bu verinin ne denli önemli bir dönemece işaret ettiğiyle hiç ilgili değildi. Bunun nedeni, mevcut tarih modelinin tıkanıklığıdır. Ona dayanarak, ne yeni beliren sayfiye kavramının, ne de ortaya çı­ kan müthiş zihniyet devriminin mimari sonuçlarını kavrama olanağı vardır. Hiçbir modelin anlamak için biçimlendirilmediği gerçeklikleri anlayamayacağı yinelenmelidir. Sonuç olarak, nasıl bir alternatif model önerisi (daha doğrusu önerileri) ortaya konulması gerektiği tartışılmalıdır. Ben burada böyle bir model önerisiyle ortaya çıkmıyorum. Ancak, gelecek ku­ şakları kuşkusuz çok meşgul edecek bu soru hangi biçimde yanıt­ lanırsa yanıtlansın, bütün ikna edici yanıtlar, öncelikle değişimin m eşrulaştırılmasm a (ve bazen de m ahkûm edilmesine) yönelik ideolojik ısrarı terketmelidir. Bunu başarabilmek içinse, değişim ve Batılılaşma terimlerinin eşanlamlı kılındığı “geleneksel” tarih yazım yaklaşımından kurtulmak gerekiyor. Söz konusu yaklaşım Osmanlı’nm kendi iç dinamikleriyle değişmeye yetenekli olmadığı inancında temellenir. Böyle temellenmek zorundadır. Çünkü, model, 18 Vehbi Hüseyin Efendi’nin tarih yazıtında yapının tasarımsal özgünlüğü şöyle vurgulanır: Bu mevki’i abad edip bir tarh-ı nev icad edip (...) Gök kubbenin altında bak var mı bu resme bir bina Sadece biçiminin “yeni icat” edildiğinin belirtilmesiyle yetinilmeyip bu “resm” (proje) doğrultusunda bir yapının dünyada varolmadığının ileri sürülüşü de Os­ manlI geleneksel mimari övgü formatlarımn dışındadır. Yazıtın tam metni için: Ayvansarayi, H.H., Mecmua-i Tevarih, E Ç. Derin ve V. Çabuk (ed.), İ.Ü. Edebiyat Fak. Yay, İstanbul, 1985, s. 150-152. 19 Şeyh Çalib’deki özgünlük kavrayışı için bkz. Holbrook, V.R., Aşkın Okunmaz Kı­ yılan: Türk Modernitesi ve Mistik Romans, çev. E. Köroğlu ve E. ICılıç, İletişim, İstanbul, 1998, s. 137 vd. 20 Saner, T., 3. Ahmed Çeşmesi, yayınlanmamış doçentlik tez çalışması, ÎTÜ Mimar­ lık Fakültesi, İstanbul, 1999. b ir h i s t o r i y o g r a f i k m o d e l o l a r a k g e r i l e m e - ç ö k ü ş * Osmanlı’nm bir mükemmeliyet noktasından adım adım uzaklaşıp çöküşe doğru gittiği, yani değişmediği, am a çürüdüğü biçiminde kurgulanmıştır. Dolayısıyla, değişimi Batı’dan yapılan transferler ve kültürel ödünçlenmelerle, yani dışsal etmenlerle açıklamaktan başka bir seçenek kalmaz. Demek ki, eldeki historiyografik model değişimi “sadece değişim” olarak anlamlandırmak yerine, ona daima olumlu bir değer atfetmek zorundadır. Çünkü bu tarih modeli içinde değişim çöküşü durdurmak için alman önlem ve transfer edilen bilgi olarak tanımlanmıştır. Bu yüzden, Geç Osmanlı ve giderek Türk yönetici seçkinleri ve intelligentsia’sı değişme gerçeğini sistem in olağan bir özelliği olarak kabul etmeyecek, onu bir türlü “per se” (kendisi olarak) meşrulaştırmayı başaramayacaktır. Değişime araçsal bir gözle baktıkları için bu doğaldır. Böyle bakmaları ise, kendilerine olumlu bir değiştiricilik (ve tabii ki kurtarıcılık) misyonu atfettikleri için doğaldır. Gerileme-çöküş modeli her şeyden önce onlann bu misyonlarım gerekçelendirmeye ve meşrulaştırmaya yarıyor. Öte yandan, dünyaya bu denli misyon-merkezli bakmaları nede­ niyle, kendi öngörmedikleri değişikliklerin varlığını bile farketmeleri çoğu zam an m üm kün olamamıştır. Çünkü, yarattıkları ideolojik aygıtlar, yukarıda da belirtildiği gibi, hep kendi rollerini gerekçelendirmek ve kendi varlıklarını vazgeçilmez olarak takdim edebil­ mek için biçimlendirilmiştir. Bu durumda kendi tanımlamadıkları, insiyatifi elde bulundurm adıkları değişimi ya yok saymak ya da mahkûm etmek dışında bir seçenekleri de olmamıştır. Bu iki seçe­ nekle sadece ekonomik yaşamda ya da gündelik politika alanında yüz yüze kalınmış değil. Mimarlık tarihi alanında da biraz yukarıda sıralananlar türünden pek çok sorunun gündeme getirilmeyişi veya genellikle de sorun olarak bile formüle edilmeyişi, eldeki ideolojik aygıtın bu temel varlık koşullarıyla ilişkili olmalıdır. Türk mimarlık tarihçiliği, örneğin, mimarlıktaki mesleki değişimleri ile devletin bu alana yönelik müdahalesine indeksleyerek anlatır. Devletin modemleşmeci iradesi bu bölgede büyük değişimleri başlatana kadar olup bitenler ise, Hassa Mimarları Ocağı’nm adım adım işlevsizliğe ve çöküşe gittiği biçimindeki genel kabulle geçişti­ rilir yalnızca. Oysa, bu “çöken” örgüt, yıkıldığı iddia edilen onyıllar boyunca çalışıp ürün vermeyi sürdürmüştür. Ancak, koşulların o o uğur tanyeli örgütün 16. yüzyıl sonrasındaki değişimini zorunlu kıldığım ve onun da çökmediği, ama bu zorunluluklara uyduğu pek akla gelmemiştir. Oysa, bunun da en azından ciddiyetle irdelenmesi gereken bir başka alternatif tarih varsayımı olduğu düşünülebilirdi. Düşünülememesi, bu modelin “meşru” ideolojik programın bileşeni olmayan değişimler karşısında duyarsız (bazen de onlara karşı aşırı duyarlı ve tepkili) oluşunun bir sonucudur. Yönetici seçkinlerin ve misyonlarının çoktan devre dışı kaldığı bir Türkiye’de, onlarla bağlantılı tarih modeli de en azından siyasal işlevini büyük oranda yitirmiş gözüküyor. Modelin bilimsel işlevi ise belki de hiçbir zaman yoktu. Dolayısıyla artık, değişim olgusu­ nun doğru mu, yoksa yanlış mı (ya da haklı mı, haksız mı) olduğu sorunuyla uğraşmak yerine, olağanlığının ve her yer için özgül oldu­ ğunun farkına varmak gerekiyor. Buysa Osmanlı mimarlığı tarihini Premodernite’den adım adım uzaklaşan bir Modernleşme süreci olarak yazmakla başarılabilecekmiş gibi gözüküyor. Bu tarihe ilişkin sayısız anomali ancak böyle düzeltilebilir. Örneğin, ancak bu sayede Fatih çağında Batı’dan yapılan sanatçı transferlerinin bir kültürel değişim programı olmadığı, hele hele öncü bir ilerici girişim hiç sayılamayacağı kavranabilecektir. M imarlardan ressamlara uza­ nan bu ithalatın tipik ve yaygın bir Premodern hükümdar davranış kalıbı oluşturduğu ancak böyle görülebilir.21Ya da Sinan’a atfedilen bireysellik, yaratıcılık gibi niteliklerin, aslında onun Modem öncesi kimlik yapısıyla uzlaşmadığı böyle fark edilebilir. Bu farkına varış, Sinan’ın büyük oranda Premodernite’yi temsil ettiği bir çağda, ör­ neğin, Mora’daki küçük Anavarin Kalesi’nin tasarım ve yapımında Osmanlı mimarlığının M odernite’ye çok daha yakın durduğunu da ortaya koyacaktır.22Ya da 18. yüzyıl Osmanlı mimarının meslekî kariyer bağlamında M odernite Çağı’nm m im arına 16. yüzyıldaki meslektaşlarından çok daha yakın olduğu artık kavranmalıdır. 21 Bunu daha önce şurada öne sürmüştüm: Tanyeli, U., “Batılılaşma Dönemi ö n ­ cesinin...”, özellikle s.167 vd. 22 Anavarin’in bu açıdan önemi üzerine: Tanyeli, G., “Bir Osmanlı Kale-Kentinin Yapımı: Anavarin Örneği”, Z. Ahunbay, D. Mazlum, K. Eyüpgiller (ed.), Prof. Do­ ğan Kuban’a Armağan, Eren, İstanbul, 1996, s. 85-93. bir histo riy o g rafik m odel o ia ra k gerilem e-çölcüş o Bu kavrayışa ulaşmak için yöntem, eğer yukarıda önerildiği gibi, değişimi çöküş ve yeniden doğuş olarak tanım lam ak yerine, bir modernleşme süreci olarak betimlemek ise, bunun her şeyden önce Osmanlı tarihini (ve Osmanlı mimarlığı tarihini) kendi kozasından çıkarmaya yarayacağı söylenebilir. Osmanlı’yı sadece kendisi için geçerli bir modelin kapsam ında tanımlanmış bir “tarih garibesi” olmaktan uzaklaştırıp başkalarıyla paylaşılan bir tarih ve coğrafya bölgesinin ya da bölgelerinin malı kılmak gerekiyor. O bölgelerdeyse başkalarından farklı olmak, özgül bir çizgi izlemek olağan gözükü­ yor. Yalnız OsmanlI'nın değil, m odernleşen her toplum un kendi özgül yolunu izlediği bilinen bir gerçek. “A priori” olarak, nasıl ki, İngiliz modernleşmesiyle Alman, Rus modernleşmesiyle Fransız modernleşmesi aynı değilse ve her biri kendi özgül süreci içinde gelişmişse, Osmanlı-Türk modernleşmesi de böyledir. Açıkçası, bu­ günün Türkiye tarihçiliği kendi farklılığımızın olağanlığım açıklayan bir historiyografik model(ler) oluşturma ve ardından da tarih(ler) yazma yükümlülüğüyle karşı karşıya bulunuyor. 15 Tarihim ize Giydirilen Deli G öm leği: Osm anlı Tarihinde Dönemlendirme M e selesi* M ehm et Genç Tarihte dönemlendirme, tarih mesleğinin ortaya çıkışından beri, am a herhalde daha çok 17. yüzyıldan bu yana çeşitli kültürlerde tartışılan, üzerinde düşünülen bir konudur. Tarihin diğer disiplinler arasında özel bir konumu var. Tarih deyince iki ayrı şeyi hatırlarız: Bir yaşanmış, olup bitmiş olaylar, bir de bu olaylar hakkındaki bizim meydana getirdiğimiz bilgiler. Bu, Türkçede ve bildiğim kadarıyla Batı dillerinde de aynı kelime ile ifade edilir. Tarih denildiği zaman bunlardan hangisinin kast edildiğini, ayrıca belirtilmediği sürece anlamak kolay değildir. Ayırmak için çeşitli yollar denenmiştir ama çok başarılı olunamamıştır. Bunun çok basit bir nedeni olduğuna inanıyorum: Burada epistemolojik bir problem var. Tarih dediğimiz zaman yaşanmış olan tarih ile onun hakkındaki bilgilerimizin her ikisi de söz konusudur. Bizim bildiklerimizin dı­ şında kalan geçmiş, Kant'm “noum en”i gibi ulaşılması, erişilmesi * Bu yazı, Mehmet Genç’in 1999 yılında verdiği aynı adlı bir konferans metnine, Osmanlı İmparatorluğu'nda Devlet ve Ekonomi (İstanbul 2000, Ötüken Yayın­ ları) adlı kitabındaki bazı pasajlar ile Yalçın Çetinkaya’nın 17-18 Ekim 1999 tarihlerinde Yeni Şafak gazetesinde yazarla yaptığı röportajdan bölümler ekle­ nerek tarafımızdan oluşturulmuştur. Dileğim, Mehmet Genç hocanın, m etinle­ rine dağılmış bir halde duran dönemlendirme hakkındaki görüşlerini ve elbette ‘modeli’ni, bizzat kendisinin bir makale halinde kâmilen ifade etmesidir. Kendi­ sine, konferans metnini lütfetmek nezaketinde bulunduğu için teşekkür ediyo­ rum [Hazırlayanın notu]. 3 2 0 « m ehm et genç m üm kün olmayan bir alanı oluşturur. Bizim epistemik aletlerle yakalayabildiğimiz kısmı, tarih bilgisi içinde yer alır. Tabii bu, başka bilimler için de söz konusudur. Bir fenomenler sektörü hakkında bi­ limlerin bildiğinden başka bilgi olup olmadığı tartışılabilir. Ama her bilimin incelediği fenomenlerle kendisi arasında az çok fark koyduğu, fizik hariç, söylenebilir. Tarihte bu fark hemen hem en kayboluyor. Tarihçi yaşanmış olan geçmişten kalan kalıntılara bakarak, onlar üzerinde çalışarak olup bitmiş olan geçmişin nasıl olmuş olabileceği hakkında tasavvurlar geliştiriyor, inşa etmeye çalışıyor, açıklamaya ve yorumlamaya gayret ediyor. Arşivlere gittiğimiz zaman, çok tabii olarak okyanus gibi verilerle karşılaşma hissine kapılırız ama geçmişin kendisinden bize kalanlar, yaşanmış olanın çok küçük bir bölümüdür. Bir kere, tarihin kullandığı çok çeşitli kalıntılar var ama bunların en önemlisi, yazılı belgelerdir. Yazılı belgeler, yaşanmış olanların zihinlerden kâğıtlara intikal et­ miş bölümleridir. Bunlar da yaşanmış olanların ekseriya küçük bir bölümüdür. Bunu kendi ferdî hayatımızdan da tahm in edebiliriz. Yaşadığımız acılar, sevinçler, problemler, bunları çözmek için geliş­ tirdiğimiz çareler ve bulduğumuz hal tarzlarının bolluğu karşısında bütün bunlar hakkında zihnimize kaydettiğimiz, zihnimize intikal eden kısım oldukça azdır. Bunlardan kağıda geçirip kaydettiklerimiz ise çok daha azdır. Ne kalır hayatımızdan? Doğum, askerlik, diploma, evlenme gibi şeyler. İnsanın, toplum un geçmişi ile ilgili kaydedi­ lenler de yaşanmış olduğunu farz ettiğimiz fenomenlerin küçük bir bölümünü ihtiva eder. Onun da büyük bir kısmının kaybolduğunu hepimiz biliyoruz. Sonra bize intikal edenlerin de ancak küçük bir bölümü tasnif edilmiş ve okuyucuların, araştırmacıların hizmetine sunulmuştur. Şimdi süzüle süzüle tavşanın suyunun suyu gibi bize intikal eden kalıntılardan neler olup bitmiş olduğuna ulaşmaya çalışmak, tarihçinin çok zorlu, meşakkatli bir iş karşısında olduğunu çok net olarak gösteriyor. Bu kalanları, kalıntıları size eğlenceli bir şekilde gösterebilirim. Örneğin, üniversite hayatımdan hatırladığım şöyle bir Amerikan bilmecesi var: ‘Ortasında iki tane çizgisi olan bir dikdörtgen veya kare düşünün. Sizce bu iki çizgi neyi ifade eder?’ Bilmeceye göre bu iki çizgi, bir zürafa boynunun pencereden görünüşüdür. İşte kalıntılar bu tip şeylerdir. Bu iki çizgiden zürafaya intikal etmek osm anlı ta rih in d e dönem lendirm e m e se le si o tarzında zorlu bir işin içindedir tarihçi. Onun için çeşitli teknikler, kavramlaştırmalar, aletler kullanarak zürafaya intikal etmek için uğraşır. Bu tip anlamsız parçaları bir araya getirip bir kozmos, geç­ mişten kalan kalıntıların kaosundan anlamlı bir dünya inşa etm e­ ye gayret eder. Bu faaliyetin bir bölümü olan dönemlendirme, bir epistemik yol gösterici kavramlaştırmadır. Önemli bir faaliyetidir tarih çalışmasının. Kolay bir iş değildir tarihi dönemlendirme. Bir kere tarih, bildiği­ miz ve anladığımız kadarıyla, senfoni gibi sürekliliklerden örülmüş bir alemdir. O süreklilikleri kaçınılmaz şekilde sun’i olan bölümlere ayırmak oldukça zahmetli, teorik soyutlama gerektiren bir faaliyettir. Tarihçiler genellikle teorik çalışmalardan pek hoşlanmadıkları için dönemlendirme işini de yapmaya fazla yönelmezler. Tarihin teorik meselelerini genellikle filozoflar ele alırlar. Ama onlar tarih bilmez; tarihçiler de felsefe bilmez. Bu iki yakası bir araya gelmeyen bir epistemik no m an ’s land’Ğh. Tarih sahasında dönemlendirmede yalnız teorik kavramlar değil, olup bitenlerin muhtevasına ait bilgi­ ler de lazımdır. Bunlar ise teoriye alışmış olan insanların, tarih-dışı zihinlerin pek başarılı oldukları bir alan değildir. Dönemlendirmede Osmanlı tarihine girerek daha ayrıntılı bir zemine geçebiliriz. Bizim bilinen bir dönemlendirmem iz vardır. Osmanlı tarihinin dönemlendirilmesi sanırım ilkokulda da okunu­ yordun Kuruluşu, yükselişi, duraklaması, gerilemesi ve dağılması. Bunun değişik varyantları yüz senedir, belki bu yüzyılın başından beri ifade ediliyor. Dönemlendirme, bir sınıflandırmadır; belli bir kronoloji içinde bir sınıflama. Bu kronoloji içinde, dönem içinde olup biten olayların bir dönemden ötekine geçerken değişme mekaniz­ malarına dair fikirleri ihtiva etmesi lazımdır. Belli bir dönemin içinde çalışan araştırıcılar için dönemlendirmeyi, bir çeşit trafik işareti gibi bu anlamsız parçaları anlamlandırırken üzerinde hareket ettikleri band hakkında bir fikir sağlayan alet olarak görebiliriz. Osmanlı tarihi hakkında okul kitaplarına kadar girmiş olan dönemlendirmenin de aynı fonksiyon ile, ilk bakışta anlaşılmayacak derecede etkili olduğunu söyleyebiliriz. Ama dönemlendirmenin herhalde bir modelleştirme olarak doğrusu ve yanlışı olmaz, elverişli­ liği veya elverişsizliği olabilir. Bunu Kuhn’un tabiriyle ‘paradigma’ya benzetebiliriz. Her periyodun bir paradigma gibi anlaşılması m üm ­ 322* mehmet genç kün. O periyodun içinde olup bitenleri anlamlandıran, çerçeveleyen, açıklayan bir paradigma. Fakat bu paradigma belirli bir sosyal değiş­ me anlayışına dayandığı ve mümkün olduğu kadar nötral olabildiği ölçüde elverişliliğe sahip olur, diyebiliriz. Osmanlı tarihinde tekrarlanagelen dönem lendirm enin böyle özellikleri görülmüyor. Bir kere çok net şekilde değer yargıları ih­ tiva ediyor (kuruluşa nötral denilebilir am a yükseliş öyle değil). Durgunluk, gerileme, dağılma, kesinlikle olup bitenler hakkında peşin ve çoğu kere yanıltıcı olabilecek istikametlere yönlendiren olumsuz değer yargılan ile yüklü kavramlardır. Mesela Osmanlı tarihçiliğine baktığınız zaman 20. yüzyılın en tanınmış üç Osmanlı tarihçisi Ömer Lütfi Barkan, Fuat Köprülü ve Halil İnalcık’tır. Bunların üçü de kuruluş ve yükseliş devirleriyle ilgilenmişlerdir. Bütünüyle Türk tarihçileri, Türkler, hepimiz bu dönemleri iyi öğrenmişizdir. Ama durgunluk, gerileme, dağılma dönemleri hakkında araştırma yapmaktan kaçınmışızdır. Öğrenmekten de kaçmmışızdır. 17., 18. ve hatta büyük ölçüde 19. yüzyıllar bir nevi kolektif amnezi (hafıza kaybı) alanı haline gelmiştir. Bu, dönemlendirmenin taşıdığı süb­ jektif değer yargılarından doğmuştur. Yoksa olayların içine girdiği­ miz zaman bu kadar bilinme liyakatinden m ahrum feno menlerle karşılaşmadığımızı söyleyebilirim. Bir kere tarihin duygularla, milli heyecanlarla alakası çok açık. Hiçbir genç tarihçi durgun, gerileyen, dağılan bir toplumu, bir dö­ nemi heyecanla öğrenmeye, araştırmaya heves etmez. Genellikle büyüyen, karmaşıklaşan, gelişen fenomenleri incelemek metodolojik olarak daha çekicidir. Buna karşılık gerileyen, dağılan, çürüyen, bozulan, deforme olan fenomenleri araştırmak metodolojik olarak oldukça zordur. Yani iflas eden bir firmanın incelenmesi, doğup büyüyen, gelişen, karmaşık holdinglere dönüşen bir firmayı araştır­ maktan daha zor ve metodolojik olarak iticidir. Onun için bizim 17., 18. yüzyılların, hatta bir ölçüde 19. yüzyılın tarihi çok az ilgi görmüş, az araştırılmıştır. Tabii genel kitaplarda bu yüzyılların bahsi edilmiş. Fakat hep, istatistik ölçülere vurursanız, düşük oranlarda lemsil edilmişlerdir. Ayrıca bu çok yüzeysel, belirli bir sosyal değişmeye, toplumun çeşitli sektörleri arasındaki ilişkiye ait hiçbir ipucu ve fikir ihtiva etmediği için incelediğimiz dönemlerle ilgili yol göstericiliği de olmayan bir sınıflamadır. osm anlı ta rih in d e dön em len d irm e m eselesi ♦ Mesela bu dönemlendirmenin etkisiyle kendi araştırmalarımda başıma gelen bir hatıramı arz etmek isterim. Osmanlı tarihi çalışmaya başladığım zaman Osmanlı kaynaklarından önce yabancı kaynakları inceledim. Önce Fransız, sonra İngiliz kaynakları; seyahatnam e­ ler, çağdaş gözlemler, hatıralar, raporlar vs. okudum. İstanbul'da 1746-1762 yıllarında İngiliz sefiri olan Sir James Porter’m kitabım okudum. Orada 18. yüzyılın ortalarında, “Bürokrasideki dikkat ve itina bakımından hiçbir Hıristiyan devlet Babıali ile yanşamaz. Mu­ ameleleri çok büyük bir titizlikle yaparlar. Herhangi bir emri veya kararı, eğer tarihi biliniyorsa, ne kadar eski olursa olsun, hemen bulup çıkarabilirler”1 şeklinde bir pasajı okuduğum zaman inanmadım. Yalnız inanmamakla kalmadım, Porter’dan bu pasajı okuduğumu da unuttum . Çünkü gerileme dönemindeki bir Osmanlı’nm 1750 yıllarında Prusya’nın meşhur Büyük Friedrich’inin bürokrasisinden, XIV. Louis’nin, XV. Louis’nin bürokrasisinden daha ileri, daha etkin bir bürokrasiye sahip olabileceğine hiçbir şekilde ihtimal vermediğim için zihnim almadı. Çok sonra Porter’a tekrar baktığım zaman onu idrak ettim. Ama onu idrak ettiğim zaman Osmanlı bürokrasisinin ürünlerini tanıyordum. Arşivdeki belgelerden Osmanlı bürokratla­ rının nasıl çalıştıklarına dair biraz fikir sahibi olmuştum; o zaman Porter’m mütalaası bana son derece tabii, normal göründü. Bizim tasnifimizin, dönemlendirmemizin, eğer dönemlendirme yorumlamayı kolaylaştıran, yönlendiren bir trafik işareti gibi anla­ şılırsa, çok açık şekilde bizi yanlış istikametlere sevk eden, yalnız isabetli olmamakla kalmayan, insanı yanlışlara götüren bir niteliği olduğunu söyleyebiliriz. Onun daha çok siyasî sınırların, askerîsiyasî başarıların sınırlara yansıyan sonuçlarını anlatmaya çalışan bir dönemlendirme olduğu anlaşılıyor. Ama bunu da tam olarak ifade etm e kabiliyetinden maalesef m ahrum dur. Eğer amaç onu ifade etmek olsa idi, belki bütün Osmanlı tarihini iki ana periyo­ da bölerek incelemek daha doğru olurdu. Bu iki periyodu, mesela birisini genişleme, öbürünü de daralma diye isimlendirmek daha makul olabilirdi. 1 Sir George Larpent: Turkey; its History and Progress from the Journals and corres­ pondence o f Sir James Porter, fifteen years ambassador a t Constantinople (1746 -1762), Vol. I, London 1854. s. 268. 3 2 4 * metım et genç Osmanlı tarihini incelediğimiz zaman sınırların değişmesi ola­ rak, yükseliş dedikleri dönem e kadar hızlı bir şekilde genişliyor, ondan sonra 16. yüzyılın sonlarından 17. yüzyılın sonlarına kadar duraklama dönemi geliyor; duraklama dedikleri şey ise sınırların yavaş genişlemesi olarak görünüyor. Burada lojistik eğridir söz ko­ nusu olan; hiçbir exponansiyel (üslü) büyüm e ilanihaye sürmez. Osmanlılarm başına gelen, bir çeşit lojistik eğridir. Yani 1500’Ierde, hızlı bir şekilde genişlemiş, ondan sonra hızı yavaşlamıştır. Bu bütün exponansiyel eğrilerin başına gelen kaderi aksettiriyor. 1700’den sonraki daralma kısmını da tam simetrik sayabiliriz; ikisi birlikte bir çan eğrisi oluştururlar. Şimdi ‘genişleme ve daralma dönemleri' diye iki ana döneme ayırmış olsak, sanıyorum hiçbir komplekse kapılmadan bu eğrinin arkasındaki fenomenleri daha iyi tanıyabilirdik. O zaman herkesin hayranlıkla izlediği bir yükselme döneminden sonra bir felaketler döneminin değil, değişik bir maceranın seyrettiğini daha kolaylıkla anlayabilirdik. Avrupa kıtasında genişleme 1354’te başladı ve 1683'e kadar aşağı yukarı kesintisiz devam etti. Ondan sonra da geri dönüş başladı. Viyana’nm kuşatıldığı 1683 yılından İmparatorluğun sona erdiği 1922 yılma kadar geçen süre 239 yıldır. Daralmanın ortalama hızı, yıllık 4.000 km2 civarındadır. Aynı sahanın fethi, genişleme döneminde (1354-1683) 329 yılda gerçekleşmiştir ki, bunun da yıllık ortalaması 3.000 km2kadardır. Gidiş ve dönüş hızları arasındaki fark % 30 civarındadır. Ama ilerlerken karşı kampı oluşturan Avrupa’ya oranla dönüşte birkaç misli daha büyüm üş, adeta devleşmiş bir Avrupa vardır. Bu sebepten bu daralmayı da, birinci dönemdeki genişleme derecesinde, hatta bir bakıma ondan daha başarılı say­ mak gerekir. Zira adım adım geri çekilmenin arkasında anlaşılması, açıklanması ve inanılması kolay olmayan muazzam bir direnmenin gücü vardır. Geri çekilmedeki bu yavaşlığı da asırlar süren genişleme dönemindeki hızlılık gibi, mucizevî diye nitelemek gerekir. Bu ikinci dönemde onun m odern İktisadî büyümeyi gerçekleştirmiş bulu­ nan rakiplere karşı, üstelik bu büyük değişmeyi gerçekleştirmeden direnebilmiş olması, onun mucizevî başarı niteliğini azaltan değil, aksine artıran bir etken olarak kabul edilmelidir. Gerçekten karşısında bulunduğu uluslararası ortam bakımın­ dan düşünürsek, ikinci dönemdeki başarısı birincisinden de parlak osmanlı tarih in d e dönem lendirm e m eselesi ® görünür. Çünkü bütün dünyaya hakim olan bir Avrupa karşısında gösterilen bu direnç, dikkatle incelendiği zam an birinci dönemdekinden daha büyük bir hayatiyete ve dayanmayı ihtiva eden bir performansa işaret eder. Bu dönemi daralma veya değişme dönemi şeklinde daha nötral olarak isimlendirmiş olsak bunları objektif analizlerle teşhis etmemiz çok daha kolay olurdu. Ama yanlış anla­ şılmayı önlemek üzere hemen belirtmeliyim ki Osmanlı tarihi böyle dönemlendirilmeli diyor, değilim. Böyle basit bir ikili dönemlendirme içinde Osmanlı tarihini kavramanın imkanı olmadığı açıktır. Amacım alternatif bir teklif değil, mevcut dönemlendirmenin yanıltıcılığmı ortaya koymaktan ibarettir. Osmanlı sisteminin, çeşitli unsurları ile toplumun çeşitli sektörleri bakımından değişen ritimler ve zirvelerden oluşan bir yumak halin­ de 20. yüzyıla geldiğini söylemek lazım. Siyasî ve askerî sınırlar için böyle ikili bir şema yetebilir. Ama toplumun siyasî organizasyonu için başka, diğer kesimleri için başka ritimler söz konusudur. Bürokrasi için 18. yüzyılın ortasında bir İngiliz’in [Porter’ın] gözlemini ifade ettim; bu gözlem 1750’lerdeydi. Daha sonra bürokrasinin gelişmeye devam ettiğini biliyoruz. Bürokrasi bakımından, mesela 16. yüzyıl ile 18. yüzyılı mukayese edersek, bir gerileme kesinlikle söz konusu edilemez. Dönemlendirmeyi sistemin diğer unsurları bakımından değişik ritimler, değişik zirveler ve bütün bunların yumağı olarak düşünmek gerekir. 18. yüzyılın sonlarına kadar sanat, kültür, İktisadî faaliyetler, organizasyon, üretim, refah bakımlarından "Osmanlı sistemi ne zam an geriledi?” diye bir som sormak ve cevaplamak oldukça zor gözüküyor. Genişleme ve daralmanın dışında, toplumun çeşitli sektörleri için bugüne kadar kullanılan dönemlendirmenin isabetli bir yönlendirme yapmadığım söyleyebüiriz. Batı için yapılan dönemlendirmeyi biliyoruz: Antik çağlar, orta çağlar ve m odem çağlar. Batı tarihçiliği bunun üzerine devamlı yeni fikirler, yeni teklifler tartışmaktadır. Mesela m odern çağ, en çok üzerinde durulan çağdır. 15. yüzyılda başlayıp birçoklarınca 18. yüzyılın sonlarına kadar sürdüğü kabul edilen bu dönemle alakalı tartışmalar günümüzde de devam ediyor. Ne oldu 1500'lerde? Mesela çeşitli fikirler arasında, bu dönemin modernitenin başlangıcı olduğu tezine bile günümüzde ciddi itirazlar var. Evet, diyorlar, 15. yüzyılda önemli şeyler oldu, İstanbul’un fethi dahil, matbaa, Rönesans, keşif­ 326 « mehmet genç ler, evren tasavvurunun, Ptoleme (Batlamyus) görüşünün değişmesi ve daha birçok devrimler, 15. yüzyılın ikinci yarısından itibaren nüfusun önemli bir değişim trendi içine girmesi ve 16. yüzyılda fiyat devriminin yaşanması bütün bunların demeti yeni bir şey getiriyor. Ne bakımdan getiriyor? Toplumun üst tabakaları bakımından bir değişme olduğu muhakkak; sosyal ve İktisadî değişmelerin kitlelere yansıyan kısmına baktığımız zaman 1500’lerde herhangi bir önemli değişme yok, diyorlar. Avrupa için genellikle kabul gören görüşe göre 11. ila 18. yüzyıllar arası modemitenin hazırlık dönemidir. Asıl değiş­ me, 18. yüzyılda endüstri devrimi ve demokrasi ile birlikte başlayan değişmelerdir. Yani sıradan insanların zihniyetinde, tüketiminde çeşitli göstergelerdeki değişmeler o zaman başladı, deniliyor. Osmanlı tarihini henüz bu derece derinliğine araştırma imkânımız olmamıştır. Ama Osmanlı toplumunda 15. ve 16. yüzyıllara göre, 18. ve 19. yüzyılların içinde, bu son iki yüzyılın lehine çok önemli değiş­ meler olduğunu gözlemliyoruz. Kullandığımız dönemlendirmenin, bize ve tarihimize giydirdiği ‘deli gömleği’ne rağmen. Dönemlendirme ile ilgilenmeye yeni başladım, diyebilirim. Bun­ dan iki sene evvel Amerika’da, Wisconsin Üniversitesi’nde Osmanlı modernleşmesi, değişmesi ile ilgili bir seminer yapıldı. Osmanlı tarihi alanında otorite olan adamlar bir araya geldiler ve dönemlendirmenin yeniden düşünülmesi gerektiği üzerinde konuştular; konuştuk, tartıştık. Fakat enteresandır ki, bir arpa boyu yol gidilemediğini de gösterdi bu tartışmalar. Ondan sonra düşünmeye başladım, çünkü orada ciddi adamlar, birtakım şemalar ileri sürdüler; ancak bu şe­ maların hiçbiri, isabetsizliğinde ittifak ettiğimiz mevcut dönemlendirmeden maalesef daha isabetli görünmüyordu. Araştırmalarımızın bugünkü durumunda toplum u bütün sektörleri ile tanıyacak ve ona göre dönemlere ayırabilecek düzeye henüz varamadığı orada anlaşı­ lıyordu. Dönemlendirme çalışmaları ile tarihî araştırmalar arasında bir gidiş-geliş olmalı. Araştırmalarımız ilerledikçe dönemlendirme taslakları oluşturulmalı, bu yeni taslaklara göre derinleştirilen araş­ tırmalarla bu taslaklar test edilmeli ve gerekirse düzeltilmeli. Bu kar­ şılıklı birbirini destekleyici gidiş-gelişler sonucunda sübjektif değer yargılarından m ümkün olduğu kadar arındırılmış nötral, isabetli ve önü açık bir dönemlendirme inşa edilebilir. Index A Abaza Mehmed Paşa 91,169,221 Abdurrahman Şeref 47,83 Abdülhamid (I.) 283 Abdülhamid (II.) 14,40,149,283, 284 Açe 85,112 Adriyatik 84 Afrika 63,68,112,163,171,204 Ahmed (III.) 91,172,185 Akça-Koca 88 Akdeniz 38, 56, 57, 63, 67, 68, 69, 71, 84, 85, 86, 99, 100, 106,111, 123,125,145,166,176,183,185, 209 Albert Hourani 170,294 AliAbouEl-Haj 52 altın çağ 98, 140, 166, 170, 243, 275,313 Amcazâde Hüseyin Paşa 82 Anadolu 30,42, 86, 87, 90,91, 92, 93,94,95,104,106,108,111,115, 116,129,141,161,202,206,208, 210,211,214,217,220,221,230, 236,241,251,265,286,305,308 Andre Gunder Frank 38 Antalya 181,187 Arabistan 37,126 arazi tahrirleri 95 Ariel Salzmann 35,297 Arnavut 61,135 Asafname 44,233,234,237,260 Atlantik 121, 122, 123, 184, 185, 186,187,296,299 Aubert 196 Avusturya 36, 86, 194, 196, 244, 245,272 Ayan 74,214 Azerbaycan 87,88,287 ♦ osm anlı tarihini yeniden yazm ak Celali isyanları 82,94,158,221 Babıâli 36,215 Baron de Tott 186,189,191 celep 218 Basra 67, 68,111 Cenova 68,178 Batı Sibirya 63 Cevdet Paşa 43, 53, 83, 289 Bayezid (I.) 84,86, 89,90,93,156 Cezayir 118 Bayezid (II.) 79, 80,156,180,188, 192,202 Christopher Hill 41 Beç 30 Bedi-i Nusret 186 Belgrad 37, 84,118,188,189,192, 193 Benelüks ülkeleri 178 Bernard Lewis 11,12, 15, 19, 21, 22, 23, 24, 25, 59, 126, 135, 162, 167,170,175,180,201,211,225, 278,292, 293,295 Cemal Kafadar 11,31,35,97 Coğrafya 43, 53, 67, 75, 101, 132, 231 Cuny 196 Çaldıran Savaşı 179 Çanakkale 187 Çeşme 186 Çiftlikhane 56 Çin 36,67,75,144,231,296 çorbacı 213 Beyrut 126 Birecik 181,192 D Birinci Dünya Savaşı 37,115,126, 145 Daniel Goffman 35,151 Birmingham Üniversitesi 13,36 denizcilik 119,132,309 Bitinya 105 devşirme 33, 34, 47, 61, 107, 108, 127,142,203,275 Bizans 65, 84, 92, 104, 105, 106, 108,110,147,150,166,206,207, 285,308,309 Bizans İmparatorluğu 84,92 Boğdan 49,200 boyar 109 Brescia 178,194 C-Ç CJ. Heywood 243 Celal Nuri 29,30,31 Dede Efendi 39 Dimitri Kantemir 54,200,274 Divan-ı Hümayun 47 Doğu Asya 98,121 Donald Çuataert 10,14,20,31,38, 56,151,153,165,291,300 Düstûru’l-amel li Islahi'l-halel 81 Düyun-ı Umumiyye 126 E indeks ♦ E.N. Eisentadt 204 Eflak 215 Fransa 35, 85, 86, 118, 153, 176, 178,185,190,293 ekberiyyet 48 Fransız Direktuvarlığı 190 Ekmeleddin îhsanoğlu 35,36 Fransız İhtilali 244 Elizabeth (I.) 85 endüstri devrimi 159,326 Ereğli 187 Ermeni 113 EmstVonAster 33 Esnaf loncaları 74 eşkinci sistemi 93 Evkafü’l-Haremeyn 168 G gaza 84,92,105 Gazali 226 Gelibolu 13,88,181,190,192,193, 194, 286,287 Gelibolulu Mustafa Âli 133, 234, 268 F Gerileme 9, 10, 12, 15, 19, 52, 97, 101,102,114,139,163,175,176, 177,196,198,200,223,225,234, 237,241,243,250,291,293,301, 303,306,307,315 Farabi 81 Germiyanoğulları 105 Fas 112,204 Girit 117,167 Fatih Sultan Mehmed 47, 70, 84, 86,88,93,112,113,132,140,181, 209,229,232, 258 Gregorios Palamas 84 Evliya Çelebi 43, 49 Evrenos-oğullan 89 gulam 108 Güney Asya 121,295,301 Fazıl Ahmet Paşa 117,170 Fazıl Mustafa Paşa 142 H H.A.R. Gibb 59,176,228 Fernand Braudel 29, 32, 38, 57, 100,186 Habsburglar 88 Fetret Devri 42 Haçova 211, 221 firkate 184 Halep 169,192,287 Fleischer, Cornell 13, 35, 53,114, 127,156,167,225,228,234,267283 Haliç 181 Foucault, Michel 303,307 Hama 192 Halil İnalcık 10,31, 35,39, 50, 54, 63,68, 79-97,143,153,177, 204 ♦ osm anlı tarihini yen id en yazm ak Hammer 32,60,61,172,235,244, 245,274 Harold Bowen 59,173,246 Harun Reşid 167 Hasan Kafi 240 İran 30,62,68,75,86,87,105,116, 120.128.163.179.196.204.226, 227,228,229,254,261,267,268, 272 Isa Bey 89 Hobsbawm, Eric 35,41 İstanbul 27, 29, 30, 31, 36, 39, 42, 43, 44, 45, 46, 47, 48, 49, 53, 54, 56, 61, 64, 67, 68, 70, 72, 74, 75, 79, 81, 82, 83, 84, 87, 103, 105, 106,109,110,112,113,115,116, 117,119,126,128,129,130,131, 140,143,145,153,155,156,161, 165,166,168,169,181,182,186, 187.188.192.193.194.199.226, 231,232,233,234,235,236,237, 239,240,241,242,244,245,254, 256,257,258,259,260,261,265, 271,283,286,297,303,304,307, 308,309,310,313,314,316,319, 323,326 Hugh Nolan 150 İtalyanca 188,274,310 Huguenotlar 134 İttihat ve Terakki Fırkası 220 Hasköy 190,196 Hassa Mimarían Ocağı 315 Hazar Denizi 63 Henry Grenville 183,184,186,193 heterodoks 158 Hıristiyan 23, 24, 72, 76, 84, 85, 94, 106, 107, 110,117, 118, 128, 138,146,202,218,220,226,283, 285,323 Hindistan 62,67,85,111,120,163, 300 historiografi 57,270,271 İzmir 126,192,193,194 I-Í İznik 84,104 Irak 87,171,218,289 Itzkowitz, Norman 168,170,175 J îbn Haldun 47, 52, 53, 81, 82, 99, 140,242 Joseph Fletcher 38 JönTürkler 218 Îbnü’l-Mukaffa 226 Ibrahim Müteferrika 135 K Kâbusname 226 İkinci Viyana Kuşatması 36, 37, 117,175,224 kadırga 181,182,183,184 İlber Ortaylı 14,35,283 Kafkasya 63,118,128 iltizam sistemi 171 Kahire 116,168,172,193,267 İnebahtı 166,175,181,249 Kalas 187 in d e k s « Kalvinist 85 kalyon 180,183,184,185,187,198 kanun-ı padişahî 228 Koçi Bey 12,13,44,61, 62, 65, 70, 73, 80, 91,94,211,225,234,235, 236,237,238,239,243,244,245 Koçi Bey Risalesi 44,234,235,238, 245 Kanuni Sultan Süleyman 40, 62, 84,85,93,100,113,140,152,155, 165,166,175,188,210,224,231, 233, 245,258,259,291 Kont De Marsigli 36 kapitülasyon 126 Kosova Savaşı 187 Kara Mustafa Paşa 85,183,235 Köprülü 53, 62, 68, 91, 142, 149, 162,170,172,204,242,269,312, 322 Kari K. Barbir 152,168 Kari Mannheim 201 Katerina 191,197 Katip Çelebi 132,184, 242 Kavanin-iAl-i Osman der hülasa-ı 239 Kaynarca Anlaşması 118 Kazan 63 Keith Krause 177,178 Kemal Karpat 12, 35, 54, 55, 170, 199, 271 Kemalpaşazade 64 Kıbrıs 167 Kınalızâde 81, 82 Kırım 30, 63,111,118,148,180 Kırım Hanlıkları 63 Kızıl Deniz 68 Kızıl Elma 117 kızılbaş 115 Kolonizasyon 111 Kuban, Doğan 316 Kuzey Afrika 112,171,204 L laissez-faire 125 Lala Şahin 88 Lale devri 149,159,313 Leopold von Ranke 100 Leslie, P. Peirce 35,166 Levanten 85 Libya 126 Limni 187 literatür 11, 57,140 Livingstone 32 Louis (XIV) 183,323 Lütfi Paşa 12, 44, 64, 73,126,225, 233,234, 237,245,246,259,260 Kitab-ı Müstetâb 81,238 klasik dönem 152,171,258 M Macaristan 30,64,84,85, 111, 134, 179.189. 192. 204.272 ♦ osm anlı tarihini yeniden yaz m ak Malta 30 Mustafa Kemal 115 Marksizm 152,153 Mustafa Nuri Paşa 48,83 Marne 287 mutlakiyetçilik 56 Marrano 134 mültezim 213 Marshall G. S. Hodgson 46 Maverdî 228 Medeni Kanun 218 N Naîmâ 53 Namık Kemal 144 Medine 45,110,168 Napolyon 118,143 Mehmed (III.) 48, 80,81,262 Nasihatname 44,235,260 Mehmet Genç 15,35, 273,319 Niğbolu Savaşı 89 Mehmet Şerif Efendi 193 Nüshat 234,246 Memluk 84,168 Mesih 30 O mezamin-i defter-i divan 239 OgierGhiselindeBusbecq 67,166 Mezamorto Hüseyin Paşa 185 Orta Asya 62, 63, 107, 144, 227, 229,230 Midilli 187 Milano 178 Oryantalist 21,121,164,223,244, 278,279 milliyetçilik 111,135,219 Osman (II.) 91,117,172,241, mimarlık 14, 306, 308, 309, 311, 312,314,315 Otuz Yıl Savaşları 131 Mithat Paşa 149,288 P Mohaç 64 Paşa Yiğit 89 Mora 84,316 Paul Rycaut 182,192,243 Morosini 181,182 Paul Wittek 66,166,204,206,208 Moskof 30 Pazvandoğlu 221 Mukaddime 47,83,140,141 mukataa 95 Muradgea D’Ohsson 244,246 Murad (II.) 86,87,89,156,187 Murad (III.) 12,33,67,81,128,167, 231,241,253,254,257,258,259, pendnâme 226 Philip (II.) 85 piastre 69 Piri Reis 132 Plevne Savaşı 286 Podolya 116 Prut Savaşı 118 indeks « R Sofyalı Ali Çavuş 242 Rafeq 153,193,194 Sovyetler Birliği 99,143,149 Raguza 32,69 Stalingrad 287 Raimondo Montecuccoli 189 Stanford Shaw 100,151,166,168, 173,185,193,293,294 Rami Mehmed Efendi 40 reform 37, 48, 85, 114, 139, 140, 141,152,159,172,173,225 Reinhard Koselleck 42 St. Gottard 189 Sultan Reşad 284 Suriye 129,141,194,218,221,289, 304 Rhoads Murphey 13, 14, 35, 36, 119,183,225,229,236,237,240, 241,249 ş Risale-iVazife-i Horan 239,244 Şah Abbas 88,179 Rodos 84,105,181,187,192 Şahruh 86,87 Rodos Şövalyeleri 105 Şehzade Mustafa 166 rotasyon 108 Şehzade Savcı 89 Rönesans 23,24,25,125,176,204, 325 Şehzade Süleyman 88 Rusya 63,85,86,118,120,137,148, 178,180,191,194,195,197,286 Şeyh Galip 76 Şevket Pamuk 35,36 T S Tableau General de L’Empire 244 Saks Kanunu 310 Takiyüddin 257 Salih Özbaran 35 saliyaneli 171 Tanzimat 23,28,135,143,144,149, 172,173,217,218 sancak 48,214 tavırlar teorisi 53 Selanik 84,192,193,194,220,221 Tavus-ı Bahri 186 Selim Deringil 35 telhis 234,235,236,237 Selim (I.) 62, 64,129,181 Temeşvar 188,192 Sened-i ittifak 137,215 Tevârih-iÂl-i Osman 79, 80 Sinop 181,182,187 Tepedenli Ali Paşa 161 Sipahi 70,73,92 timar 35, 108, 127, 129, 142, 157, 158,171,203,209,210,211,214, Slavlar 144 osm anlı tarihini yeniden yaz m ak o 217,230,231,232,233,236,237, 238, 239, 241, 242, 245 timar sahipleri 129 Venedik 24,25,32,84,87,145,178, 181,184,185,187,193,194,196, 197,309 timar sistemi 210, 211, 217, 230, 232,233,239 Verdun 286 Timur 42, 86, 87,155, 208,251 Viyana 22, 30, 36, 37, 49, 55, 64, 82, 83, 116, 117, 119, 138, 175, 212,224,233,235,243,292,294, 306,324 Tophane 190 Toprak sipahileri 93 Trabzon 62,126,182 Vezir-iAzam 138,149 Trakya 106 W Tuna 30, 56, 84, 89,189, 215,286 Wallerstein 39,123,124, 294 Tuna Nehri 286 Tursun Bey 188,229,251,261,262 Tusi 53, 81 Türkmen 87,115,116,158 O Ulus Devlet 216 Usulü’l-hikem fi nizami'l-alem 113 t Jyvar kalesi 117 Uzun Haşan 87 Y Yahudi 23, 72,111,113 Yalova 181 YassefNasi 72 Yeniçeri 33, 48, 89, 91, 107, 108, 112,127,137,141,142,143,160, 216 Yeniçeri Ocağı 33,91 Yusuf Akçura 18,83 Z V Zahhak 161 Varna 64,181 zeamet 233, 238 Vasco da Gama 123 zındık 203 Zinkeisen 60 ERKEN MODERN OSMANLILAR İm p arato rlu ğ u n Yeniden Yazımı Virginia Aksan, Daniel Goffman, Palmira Brummett, Gabor Agoston, Molly Greene, Douglas A. Howard, Baki Tezcan, Najwa Al-Oattan, Leslie Peirce, Edhem Eldem, Dina Rizk Khoury, Shirine H amadeh "M o d e rn O sm a n lI'n ın doğuşuna tanıklık eden bu çalışma, 16. /üzyılın sonu ile 19. yüzyılın başlarını kapsayan çağa odaklanıyor. O sm an lı siyasetinden diplomasiye, askeriyeden haritacılığa, O sm an lı saray tarihçiliğinden kültürel hayata kadar geniş bir içeriğe sahip olan Erken M odern Osm anlılar, alanında uzm an zengin bir akadem ik kadro tarafından hazırlanm ış olm akla beraber her bir bölüm ü okurlar için kapsam lı ve tatmin edici." Donald Quataert