2011arapdevrimleri–v

advertisement
DÜBAM
HAZIRLAYAN:
ERTUĞRUL AYDIN
2011 ARAP DEVRİMLERİ – V
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
Genel Yayın Yönetmeni
Akif Emre
Yayın Koordinatörü
Ertuğrul Aydın
Temmuz 2011
DÜBAM Yayınları
Küresel İletişim Merkezi
Barbaros Bulvarı, Balmumcu / Beşiktaş
Tel: (0212) 274 80 21 – 274 80 22
www.dunyabulteni.net
2
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
Sunuş
Muhammed Buazizi‟nin Tunus‟taki yoz kamu yönetimi yüzünden kendini yaktığı 17 Aralık
2010 tarihinden bu yana Arap dünyasında yaşanan gelişmeleri izliyoruz. Özne konumundaki
siyasetçilerin hiç değilse olayların başında planlı bir eylem yürütemediklerini iddia edebiliriz.
Gelişmeleri onlar da seyrettiler ve sırası geldiğinde, çıkarları çerçevesinde ülke-ülke
gelişmelere müdahil olmaya çalıştılar, çalışıyorlar.
Buradaki analizcilerin, gözlemcilerin ve yorumcuların yapabilecekleri, asgari, gözlemci
kulesinden bu gelişmeleri tahlil etmek, tasvir etmek-açıklamak ve yorumlamak, azami, yol
göstermektir ancak gözlemci kulesi de akıntıda yüzdüğünden dolayı geriye dönüp bakan bir
tarihçinin konforuna sahip değiller. Bu dosyadaki metinler, seyir halinde olan gözlemci
kulelerinden yazıldığı için tarihte ileriye veya geriye doğru değerlendirme yaparken bu
ayrıntıyı da dikkate almalıdır.
Arap ülkelerinde yaşananlar önce “Arap Devrimleri” sonra “Arap Uyanışı” en son da “Arap
Baharı”, olarak nitelendirildi. Yaşanmakta olanlar devrim mi değil mi? sorusu önemli bir
sorudur ve bu soruyu soranlar arasında gelişmelerin adını doğru koyma çabasında olanlar var
şüphesiz. Ancak bu isimlendirmeler-nitelendirmeler belirli bazı tarafların bulundukları nokta-i
nazardan ne gördüklerini değil neyi, nereden görmek istediklerini de ifşa etmektedir. Biz,
henüz tartışmalı da olsa ilk nitelendirmeye sâdık kaldık ve Dünya Bülteni çevirilerinden,
haber analiz metinlerinden, makalelerinden oluşan bu dosyanın adını “2011 Arap Devrimleri”
koyduk.
Toplam beş bölümden oluşan dosya, 117 makalenin yanısıra 2 röportajdan oluşuyor. Metinler
sırf Arap Devrimlerini değil onun Türkiye dâhil bölgesel ve uluslararası politik etkilerini de
konu edinmektedir. Başka kaynaklardan da istifade ederek geriye dönük inceleme yapanların
işlerini kolaylaştırmak amacıyla metinler tarihi sırasına göre dizilmiştir. Böylelikle, okuyucu
olayları gün be gün tarihi sürekliliği içerisinde takip edebilecektir. Ancak ceteris paribus, her
işin başı iyi niyettir ve bu kaide “doğru bir okuma” için de geçerlidir.
Faydalı olması dileğiyle…
Ertuğrul Aydın
DÜBAM
3
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
Tunus seçimleri ve En-Nahda’nın geleceği – İbrahim Tığlı
24 Temmuz‟da Tunus‟ta seçimler yapılacak. Seçimlere 25 yıl aradan sonra ilk kez katılacak
olan En-Nahda‟nın oyların büyük çoğunluğunu alacağı hatta tek başına iktidara geleceği
söyleniyor. Eski İçişleri Bakanı Ferhat Raci, En-Nahda‟nın seçimlerden zaferle çıkması
durumunda ordunun darbe yapacağını ortaya attı ama ordu yetkilileri bu davetiyeyi
reddederek En-Nahda‟nın diğer partiler gibi seçimlere girme hakkı olduğunu ve seçimleri kim
kazanırsa
kazansın
saygılı
olacaklarını
ifade
ettiler.
En-Nahda, 1 Mart‟ta resmiyet kazandı yıllardır yasaklanmış faaliyetlerine tekrar izin verildi.
19 yıllık yasağın ardından sosyal, ve siyasi çalışmalarına hızlı başladı. 85 parti içerisinde
Tunus‟un her şehrinde temsilcilik açmış tek organizasyon En-Nahda‟nın karşısında bir rakip
bulunmuyor. İngiliz ve Fransız yönetimleri de En-Nahda‟nın olası iktidarına sıcak bakıyor.
Şüphesiz Avrupa devletlerinin En-Nahda iktidarına yeşil ışık yakmalarında Gannuşi‟nin
olayların başladığından beri verdiği demeçler etkili oldu. Kendisinin, Humeyni özlemcisi
olmadığını sıklıkla vurgulayarak Türkiye‟deki Adalet ve Kalkınma Partisinin rol modelliğini
Tunus‟ta gerçekleştirmek istediğini belirtti. Geçen ay Fransa yaptığı ziyarette, Fransızlar
tarafından iyi karşılandı ve Sarkozy‟nin politik danışmanları birbirlerine bu ufacık adamın
gelecekte Tunus siyasetinin etkili figürü olacağını fısıldadılar. Gannuşi‟de, bu konukseverliğe
karşılık vererek Fransız yönetiminin Burka yasağını ve göçmenlerle ilgili yeni
düzenlemelerini olumlu bulduğunu açıkladı. Gannuşi eski söylemlerini terk etmiş ve ikna
edilmiş, bir lider rolü oynadı. Washington merkezli İslam ve Demokrasi Çalışmaları Merkezi
15 Nisan‟da düzenlediği açıkoturuma katılanlar, Gannuşi‟nin yeni vizyonunun Tunus
demokrasisi için gereklilik olduğunda söz birliği ettiler.
Gannuşi‟nin kültürel İslam tercihi, En-Nahda üzerinde ne kadar etkili olacağı pek bilinmiyor.
Yalnız gelecek günlerde büyük bir kongre düzenleyecek. Bu kongrede, En-Nahda‟nın
Tunus‟taki yeni konumu, izleyeceği siyaset masaya yatırılacak. Gannuşi ve En-Nahda‟nın
söylemlerine bakıldığında hareketin politik arenada görünmekten ziyade sosyal alanı tercih
etmek istediği, fakat yönetime katılma fırsatını da kaybetmek istemediğini anlıyoruz. Devlet
başkanlığı için Gannuşi başta olmak üzere hiçbir liderini aday göstermeyeceklerini fakat
uygun gördükleri adaylardan birisini destekleyeceklerini daha önce belirttiler. Bu stratejilerine
bakıldığında öngörülmesi zor olan politik arenada yıpranmak istenmedikleri hatta hareket ve
cemaat olarak varlıklarını devam ettirip politik süreci etkileyen fakat angaje olmayan bir yol
izlemek
istedikleri
şeklinde
iyimser
bir
çıkarım
da
yapabiliriz.
Halk hareketlerinden sonra işsizliğin 700 bin seviyelerine çıkması, enflasyonun giderek
yükselmesi, Avrupalı şirketlerin yatırımlarını durdurması, gençlerin derin devlet
yapılanmasının muhalifi olarak algıladıkları En-Nahda‟ya yönelmelerini kolaylaştırıyor.
Diğer parti liderlerinin, halk tarafından tanınmaması, yeterli dış desteği sağlayamamaları EnNahda‟nın elini kuvvetlendiriyor ve Tunus anayasasına göre, tek başına iktidara gelemese de
seçimi kazanacak parti olmasını sağlıyor.
4
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
24 Temmuz‟da yapılacak seçimlere 86 partiden 75‟i katılacak. Partilerin önemli bir kısmı
naylon partiler olup, sol, liberal ve Burgiba yanlısı bir görünüm içerisinde. Bu partilerin
çoğunluğu seçimlerin ileri bir tarihe ertelenmesini istediler. Hatta Tunus Başbakanı Beji Said
Sebsi seçimlerin 16 Ekim‟e ertelenebileceğini söyledi. Seçimlerin ertelenmesi En-Nahda‟nın
işini zorlaştırabilir. Çünkü şu anda yoğun bir şekilde askeriye ve bürokrasinin
güçlendirilmesine yönelik çalışma yapılıyor. Burgiba dönemindeki liderler, tekrar gün yüzüne
çıkarılarak, Bin Ali iktidarının boşluğu doldurulmak isteniyor. Hâlihazırdaki başbakan ve
genelkurmay
başkanı
Burgiba
döneminin
önemli
isimleri.
Fakat asıl mesele seçimlerde çoğunluğu elde etmekten ziyade yeni oluşturulacak anayasa da
söz sahibi olabilmektir. Tunus İşçiler Sendikası‟nın başını çektiği sivil toplum kuruluşları tek
parti iktidarına sıcak bakmıyor ve anayasanın tek parti iktidarını güçlendirmeye yönelik
olmamasını istiyor. Fakat sendikanın, Tunus‟un hak ve adalete sahip bir yönetime sahip
olması konusundaki samimiyeti de kuşkulu. Çünkü Bin Ali iktidarına en önemli desteği veren
sendika, halk hareketinin ilk günlerinde protestolara katılmadı fakat her nedense daha sonra
halk hareketini temsil eden en önemli güç haline geldi. Bin Ali‟yle köklü ilişkilere sahip
sendikanın, bu ilişkilerin hesabını vermeden yine Tunus yönetimini etkileyecek baş
aktörlerinden biri olacağı görülüyor.
Seçimlere etki edecek aktörlerden biri de askerler olacaktır. Halk hareketleriyle ülkedeki
polisi gücü etkisini azaltırken askerler yıpranmadan çıkmayı başardılar. Fransa‟dan ziyade
ABD ile ilişkilerini geliştiren batıcı ve laik bir çizgide ki askerler, hala halk hareketiyle ortaya
çıkan devrimin tek koruyucuları. Geçen günlerde basına yansıyan eski içişleri bakanının “EnNahda iktidara gelirse darbe olur” demeci çok haksızda değildi. Çünkü halk hareketlerinin
başarısı en fazla askerlere yaradı ve rejimi tamamen kontrolleri altına aldılar. 20 bin Tunuslu
genç, uzman asker olarak orduya alındı ve seçim öncesinde bu sayının 30 bine çıkarılması
hedefleniyor. Askerler, izin verdiği sürece En-Nahda iktidara gelebilir ve çalışmalarına
müsaade edilebilir görüşü şimdilerde kulislerde seslendirilmeye başlandı bile.
Tunus seçimlerinin sosyo-ekonomik ve ideolojik temeller üzerinden yapılacağını söylemek
yanlış olmaz. Henüz hiçbir parti, seçim sonrasında izleyecekleri programı açıklamamalarına
rağmen, ekonomik projelere sahip partiler, halkın tercihinde belirleyici olacak. Yalnız
seçimlerden sonra Tunus‟u büyük bir ekonomik krizin beklediğini söylemek de mümkün.
İMF ve Dünya Bankası‟ndan yardım alamazsa Tunus, halk hareketleri ve darbelerle tekrar
karşılaşabilir. Çünkü 120 milyar dolarlık açığı gidermenin yolu bulunmadığı takdirde, Tunus
halkının isteğinden çok askeri güç ve onları destekleyenlerin isteği gerçekleşebilir.
Gannuşi‟nin batılıları memnun eden açıklamalarına rağmen diğer muhalefet partilerini hoşnut
ettiği söylenemez. 6 Şubatta Gannuşi, Le Temps gazetesine verdiği demecinde çok evliliğin
illegal bir evlilik olduğunu söyleyerek başörtüsünün kişisel bir tercih olduğunu ve el kesme,
recm gibi cezaların uygulanmayacağı belirtti. Yine En-Nahda‟nın sözcüsü Hamadi Cabali
verdiği bir mülakatta, İslami kanunları uygulamak gibi bir niyet taşımadıklarını ifade
etmesinine karşı, Muhafazakar Parti, İlerleme ve Modernlik Partisi, Komünist Parti
5
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
başkanları, En-Nahda‟nın gizli ajandası olduğunu iktidara gelmek için takiyye yaptıklarını
seslendirmeye başladılar.
En-Nahda içerisinde sayıları az olmakla birlikte etkili bir selefi grup var. Bu gençlik grubu,
En-Nahda‟nın daha önceki hedeflerinden vazgeçmediğini laik bir yönetime asla razı
olmayacaklarını hareketin Nisan ayında başlayan yayın organı Fecr‟de dile getirdiler. Aynı
zamanda 90‟lı yılların başlarında hareketten ayrılan Abdülfettah Mora da, Gannuşi ve
arkadaşlarını sert bir şekilde eleştirerek İslam‟dan uzaklaşmakla itham etti. Seçimlerden sonra
En-Nahda istediği başarıyı yakalayamazsa kırılma ve bölünmeler de yaşayabilir.
En-Nahda bu handikaplar içinde seçimlere girecek olmasına rağmen hala seçimlerin favorisi
olarak gözüküyor. İlk defa Tunus‟un siyasi tarihinde İslamcıların politik sürece katılmalarıyla
Türkiye örneği mi yoksa Cezayir örneği mi yaşanacak, tabi ki bu, seçimlerden sonra belli
olacaktır.
3 Haziran 2011, Dünya Bülteni
6
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
Genç Türkler ve Suriye Baharı - Rime Allaf
Türk liderler Avrupa onları bekletip dururken dikkatlerini yakın çevrelerine yöneltmeye karar
verdiklerinden bu yana Türkiye‟nin Arap ve İslam dünyasındaki itibarı bölgedeki tek İsrail
müttefiki ve işe yarar bir NATO üyesiyken bile sürekli arttı. Türkiye bölgesel amaçlara
yöneldikçe Washington ve Tel Aviv bir o kadar üzüldü.
Türkiye‟nin yeni duruşunun ABD için sorunlu olduğu, Irak‟ın Anglo-Amerikan istila ve
işgaline uğramasından önce de belli olmuştu. NATO müttefiklerine hava sahasını
kullandırmayı reddeden Türkiye savaş karşıtlığını aleni kılmış, daha birkaç yıl evveline kadar
pratikte yabancı duran bir ülkeyi ve halkı birdenbire keşfetmeye başlayan Arapların ve
Müslümanların övgü ve minnetini kazanmıştır.
Suriye‟yle ilişkiler bu dönemde ılımaya başladı. Suriye‟nin PKK lideri Öcalan‟a ev sahipliği
yapması yüzünden 1998 Ekim‟inde savaşın eşiğinden dönülmüş, aynı ay Adana Mutabakatı
imzalanmış, Suriye‟nin Öcalan‟ı kovmaya razı olmasının ardından yeni bir sayfa açılmış, AK
Parti‟nin 2002‟de – Recep Tayyip Erdoğan liderliğinin 2003‟te - iktidara gelişiyle iki ülke
arasındaki ilişkiler müthiş bir hızla iyileşmiştir. Türk ve Suriyeli liderlerin üst düzey
ziyaretleriyle birlikte Türkiye, tatillerden Şam aksanıyla seslendirilen televizyon dizilerine
kadar Türk olan her şeyi büyük bir zevkle kabul eden bölgede daha görünür ve duyulur oldu.
Gitgide halkçı duruş sergileyen bölge çapında popüler lideriyle Türkiye, İsrail‟in 2008-2009
vahşi Gazze saldırısının yaralarıyla sendeleyen bölgede kendisini siyasi dümenin başında
buldu. Kasvet‟e boyanmış bir halet-i ruhiye vardı, gayretler kırılmıştı ama Erdoğan, savaş
hakkında söylediği yalanlardan dolayı İsrail devlet başkanı Şimon Peres‟e çıkıştığı Davos‟taki
panelden çekip gittiğinde Arap dünyası sevinç çığlığına boğuldu, Erdoğan‟ı hemen ve derhal
kahramanı ve fahri lideri olarak taçlandırdı.
Müteakip yıl, İsrail Gazze ablukasını yarmak üzere uluslararası sularda seyreden bir Türk
filosunu kaçırıp Mavi Marmara‟daki dokuz Türk vatandaşını öldürdüğünde sosyal ağlar Türk
bayraklarıyla donatıldı ve Araplar Filistin davasıyla böylesine cüretkâr bir dayanışma
sergileyen Türklerle birlik ve beraberliklerini ifade ettiler.
Çeşitli Arap hükümdarlar Tunus‟ta başlayan ve çabucak Mısır‟a sıçrayan manzaraları şok ve
dehşet içinde izlerken Türkiye‟nin liderliği diktatörlere kendilerine gelmelerini ve basitçe
gitmelerini söyleme cesaretini gösterdi.
Doğrusu, Arap Baharı hoş bir özgürlük meltemi estirirken Türkiye‟deki insanlar bölgedeki
dostlarının modası geçmiş zorba rejimlerden kurtulmaları için yakararak izlediler devrimleri
ve çok uzaklardan tezahürat yaptılar. Türkiye‟nin dış ilişkileri bakımından her şey nispeten
iyiydi. Ta ki rejim karşıtı duvar yazıları yazarak vakit geçiren okul çağındaki 15 çocuk
Türkiye-Suriye sınırından çok uzakta bulunan Dera‟da hapse atılıp işkence görene dek.
Kıyamet bundan sonra koptu.
7
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
Türkiye‟nin çok işine yarayan (İsrail hâriç) “sıfır sorun” politikası birdenbire büyük bir
problem eliyle çözülmeye uğradı: Yakın bir Arap ve Müslüman müttefik silahlarını kendi
halkına çevirmiş, barışçıl gösterileri tanklarla ve silahlarla bastırıyordu. Türkler bundan
hoşnut olmadıkları gibi sessiz de kalamadılar.
Suriye rejimi hâriç herkesin malumuydu ki baskı çoğalıp öldürülen insanların sayısı artarken
Türk hükümeti kafasını başka tarafa asla çeviremeyecek ve sessizliğini koruyup farkına
varmamış gibi yapamayacaktı.
Türkiye‟nin Suriye‟ye uzattığı üst düzey diplomatik elin, baskının düzeyi üzerinde hiçbir
tesiri olmadı. Sonuç itibariyle, Türk yönetiminde en üst kademedeki şahsiyetlerden eleştiri
sesleri yükselmeye başlarken, Suriye rejiminin soğuk sessizliği ve protestoların seyrini
değiştirmeye aday acil reform paketini büsbütün göz ardı etmesi karşısında kıdemli istihbarat
ve hükümet yetkililerin Şam‟a yaptıkları diplomatik seyahatlerin sayısı azalmaya başladı.
Başlıca müttefiki Katar‟la bağlarını çoktan koparmış olan Suriye rejimi (böylelikle S.
Arabistan ve müttefiklerine karşıt dengeyi kaybetmişti) çok az müttefikle baş başa kaldı ki
hiçbirisi Türkiye çapında değildir. Katar‟ın Bahreyn‟deki ayaklanmaya yönelik ikiyüzlü
tutumu Katar halkının karşı koyma riskiyle muhatap bile değilken Türk hükümetinin halkına
hesap verme sorumluluğu diğer etkenlere galip gelmeyi sürdürüyor.
Bunların hiçbirisi Suriye rejimi için umulmadık ya da şaşırtıcı olmasa gerektir. Türkiye‟den
gelen çeşitli demeçlere Suriye‟nin verdiği tepki şaşırtıcı derecede amatörceydi ve amaca
aykırıydı. Başbakan Tayyip Erdoğan‟ın bir diğer Hama katliamına karşı yaptığı uyarıdan
sonra Suriye‟nin Ankara büyükelçisi bunu Türk hükümetinin siyasi manevrası ve seçim
öncesinde seçmenleri tatmin etme eğimli olarak yorumladı. Yani Türk hükümetinin Suriye
rejimiyle yakınlığının Türklerin bundan hoşlanmamasına rağmen söz konusu olduğunu mu
söylemeye çalışıyordu? Türk halkı aklına eseni yapmış olsaydı, Türk hükümeti Suriye ile
yakın ilişki kurmayı düşünmez miymiş?
Vizelerin ve sınırların kaldırıldığı, yaklaşık son on yıldır siyasi ve iktisâdi destek veren bir
komşudan beklenecek şeyler değildi bunlar. Türk Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu Tunus,
Mısır, Yemen, Libya, Bahreyn ve Suriye halklarının meşru taleplerine Türkiye‟nin destek
vereceği sözünü de vermişti üstelik.
Suriye rejiminin protestolara verdiği vahşi tepki, Suriye‟nin müttefiklerini yeni bir eşiğe
dayadı. İki ülke lideri arasındaki samimi ilişkiye ve iki ülke arasında artan ticari bağlara
bakınca Türkiye‟nin pozisyonu daha iyi yönetilebilir ve el üstünde tutulabilirdi. ABD ve
AB‟nin uyguladığı müeyyidelerle Suriye rejimi üzerindeki uluslararası baskı artarken,
Türkiye‟deki 12 Haziran genel seçimlerinden ve de barışçıl göstericilere uygulanan tüm şiddet
durduktan sonra hasar kontrolünün mümkün olup olmayacağını veya nasıl olacağını bekleyip
görmek gerekiyor. Şimdilik, Suriye‟nin her yerindeki “genç Türkler” Ankara için halen endişe
konusudur.
8
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
Yazar hakkında: Chatham House Uzmanı
Kaynak: Bitterlemons, 3 Haziran 2011, Çeviren: Ertuğrul Aydın
9
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
Dış politika arayışındaki Mısır - Muhammed Enes Salim
Mısır‟ın dış politikasını gözden geçirme meselesi er ya da geç gündeme gelecektir. Tahrir'in
ilk günlerinde gözlemciler, ayaklanmanın uluslararası meselelerle bir alakasının olmadığını
ifade ettiler. İsrail, Kahire‟yle ilişkilerinin geleceği hususunda endişelerini dile getirdiği sırada
Mısır‟daki Silahlı Kuvvetler Yüksek Konseyi (HCAF), ülkesinin Mısır-İsrail Barış
Anlaşması‟yla birlikte tüm uluslararası anlaşmalara bağlı olduğunu teyit etti. Daha sonra,
devrimin akabinde kurulan iki Mısır hükümetine (biri Ahmed Şefik, sonraki Essam Şeref
liderliğinde) yönelik eleştiriler, diğer bazı hususların yanı sıra, Dışişleri Bakanı Ahmed Ebul
Geyt de dahil olmak üzere eski rejimdeki birkaç bakanın hükümete alınması üzerinde
toplandı. Ebul Geyt, Mısır‟daki ayaklanmayla ilgili olarak kullandığı ifadeler ve daha önce
Gazze‟den Mısır‟a geçenler ve Hamas ve İran‟la ilgili tutumundan dolayı münekkitlerini –
bazılarına göre de genel olarak tüm halkı- kızdırmıştı. Yerine geçen, hukuk bilgisine sahip
tecrübeli diplomat Nebil El-Arabi, kendisini Mısır‟ın dünyaya bakan yeni yüzünün bir parçası
olarak konumlandırdı. İran‟la ilişkilerin daha üst seviyeye çıkarılacağı, Gazze'deki Refah
Sınır Kapısı‟nın açılacağı, İsrail‟le ilişkilerin de mütekabiliyet esası üzerinden yürütüleceğine
işaret etti. Eğer İsrail‟le yapılan barış anlaşmasının gözden geçirilmesi gerekiyorsa, anlaşmada
buna imkan tanıyan maddeler vardı. Mısır, Roma Statüsü (Uluslararası Ceza Mahkemesi‟nin
hukuki temeli) ve diğer insan hakları belgelerine katılacaktı.
İran konusu bununla da bitmedi. Tahran olumlu karşılık verirken Körfez‟de Bahreyn
konusundan dolayı İran‟la keskin bir ihtilaf yaşayan birkaç Arap ülkesi, yeni bakanın
zamanlamasının yanlış olduğu düşüncesindeydi. Kahire‟de uzmanlar, Arap-İsrail ihtilafı,
Lübnan, Körfez‟in güvenliği ve nükleer silahtan arındırılmış bir bölge tesisi gibi meselelerde
Mısır diplomasisini daha etkili kılacağı gerekçesiyle İran‟la olan bu açılımı desteklediler.
Fakat aynı zamanda birkaç ses de, bu meselenin ele alınış tarzından dolayı endişelerini dile
getirdi. Bu konuda Körfez ülkeleriyle önceden istişare ve irtibat sağlanmadığı görülüyordu.
Peki niçin şimdi? Bu, eski Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek‟e daha yumuşak davranılmasına
dair Körfez‟den gelen gizli tavsiyelere bir tepki miydi? Aceleyle gerçekleştirilen Körfez
turunda Başbakan Şeref, "Körfez‟in güvenliğinin Mısır için kırmızı çizgi” olduğu ve Tahran‟a
açılımın Körfez‟deki Arap ülkeleriyle ilişkiler pahasına olmayacağına dair ev sahibi ülkeleri
ikna etti. Ama Körfez İşbirliği Konseyi, Ürdün ve Fas‟ı da içerecek şekilde üyeliklerini
genişletme yönünde harekete geçince öyle görülüyor ki bu iknanın da etkisi sınırlı oldu.
Bölgedeki yeni düzen Arap kraliyet rejimlerini bir grup altında bir araya getirirken
ayaklanmaların olduğu ülkelerle (Mısır, Libya, Suriye, Tunus ve Yemen), istikrarsızlığın
hüküm sürdüğü ülkeler (Irak, Somali ve Sudan) ve son derece fakir ülkeleri (Cibuti ve
Moritanya) dışarda bıraktı.
Filistin meselesine gelelim. Evvelki sene Filistinliler için iyi sonuçlanmadı. İsrail, yerleşim
politikalarına devam ederken ABD yönetiminin arabuluculuk çabaları da bir işe yaramadı.
Fetih‟le Hamas‟ı uzlaştırma teşebbüsleri başarısız oldu, Hamas‟la Kahire arasındaki gerilim
de yüksekti. Derken aniden Mısır Filistinliler arasında bir uzlaşma anlaşması sağladı. İsrail
Başbakanı buna olumsuz tepki verdi. ABD de endişeliydi ve Hamas‟ın muhatap olarak kabul
edilmeden önce İsrail‟i tanıması gerektiğinde ısrar ediyordu. Fakat Avrupa daha akıllıydı,
anlaşmayı olumlu bir gelişme olarak gördü. Sonra Mısır, Refah Sınır Kapısı‟nı açacağını,
artık Gazze‟nin kuşatılmışlığına dair hiçbir şey yapmayacağını açıkladı. Tüm bunlar,
Mısır‟daki devrimci gençler, aydınlar, medya ve siyasi hareketler (muhtemelen en çok da
10
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
Müslüman Kardeşler) tarafından daha bağımsız dış politika takip edileceğine dair coşku verici
işaretler olarak algılandı.
Ama hayat karmaşıktır. Arap Birliği Genel Sekreteri Amr Musa, Mısır devlet başkanlığı için
yarışmak üzere görevini bırakıyor. Mısır, biraz tereddütten sonra onun daha önce Arap
Birliği‟ndeki görev için yaptığı adaylığı geri çekti ve tanınmış politikacı Mustafa El-Feki‟nin
ismini öne sürdü. Bu aday gösterme Katar‟ın rekabetinden dolayı engellenince yerine Mısır‟ın
yeni dışişleri bakanı oy birliğiyle göreve getirildi. Bu da dış politika meselelerimizin tümden
tartışılmasına yol açtı: Mısır‟ın yeni dış politikasının ilkeleri nelerdir? Hedefler ne olmalıdır?
Hangi stratejiler takip edilmelidir? Yeni dışişleri bakanının görev tanımı nedir?
Yeni referans çerçevesi
Mısır, 60 yıldır dış politikasını üç halkaya dayalı olarak sürdürdü: Arap, Afrikalı ve
Müslüman. İsrail‟le uzun süredir devam eden mücadeleye odaklanma ve iki kutuplu
uluslararası düzen, öncelikler belirlemesi ve strateji seçmesine yardım etti. Gerçekte Mısır
politikası esnek bir şekilde işlev gördü ve 1940‟lardan beri tarafsızlığa sarılırken bir yandan
da 1960‟larda SSCB‟yle güya ittifak kurmaktan 1980‟lerden itibaren de ABD‟yle çok yakın
ilişkiye geçti. Üç halka ise daima kronolojik olarak yanlıştı ve pek akıllıca değildi. Bunlar ne
Mısır‟ın önceliklerine hitap ediyordu ne de bunların karmaşık dünyada nasıl takip
edilebileceğini açıklıyordu. Ayrıca SSCB‟nin çökmesi, Arap-Israil barış anlaşması ve
Bağlantısızlar Hareketi‟nin güç kaybetmesiyle oyunun kuralları değişmişti. Bunlara ilaveten
son birkaç aydır bölgede manzara, özellikle dış politikayı etkileyecek şekilde önemli ölçüde
değişti,
Çoklu Arap ayaklanmaları demokrasi, insan hakları ve katılımcılık vurgusu yaptı. Artık,
değişim için örnek olan Mısır, bölgeyi vuran değişim tsunamisinin dalgalarına karşı bir
politika formüle etme ihtiyacı hissetti. Şimdiye kadar Mısır dışişleri bakanı bölgedeki halk
ayaklanmalarını, ilgili ülkelerin iç meselesi olarak değerlendirdi. BBC‟ye “Bu konuda resmi
görüşümüz şudur: Yorum yok” dedi.
Mısır‟ın Libya olayındaki tutumu, orada çalışan çok sayıda vatandaşının güvenlik ve
geçiminin sağlanması olarak izah edildi. Fakat Muhammed Hassaneyn Heykel gibi bazı
analistler, Arap Birliği‟nin NATO‟ya Libya‟ya müdahale izni vermesini eleştirdiler. Araplar,
tahtından vazgeçmesi için Kaddafi hakkında sert bir uyarı yayımlayamazlar mıydı? Mısır‟ın,
kapı komşusu olan ülkedeki olayları idare etmede daha belirgin bir rol oynaması gerekmez
miydi? Libya‟ya Batı müdahalesi başladığından bu yana Arap Birliği niçin sessizliğe
büründü? Mısır‟ın mayıs sonunda, isyancıları ziyaret etmeden Muammer Kaddafi‟ye bir heyet
göndermesi ne derece akıllıcaydı?
Güneyde de Mısır‟ın dikkatlerini yöneltmesi gereken bir dizi zorluklar var: Nil sularının
kesintisiz akışının sağlanması, Sudan‟daki bölünmeye karşılık verme ve Kızıldeniz‟in güney
girişindeki kaosun etkilerini azaltma gibi. Mısır‟ın yeni bir enerjiyle dolan siyasi ve sivil
toplum liderleri, Etiyopya ve Uganda‟ya “halk diplomasisi” başlatsa da davalık meselelerin
halli için, bu tür buzları kıran adımlardan daha fazlasının gerektiği açıktır. Yine güney
cephesinde, Mısır donanması 25 ülkeden oluşan ve Somali korsanları konusuna odaklanan
Birleşik Deniz Kuvvetleri‟nin de dışında kaldı. Somali‟deki korsanlık da yine 20 senedir
ihmal edilen bir ihtilafın yan unsurudur.
11
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
Mısır'ın dışişleri bakanı, ülkesinin sadece barış sürecini devam ettirmeyi değil tam kapsamlı
bir Arap-İsrail barış anlaşması gerçekleştirmeyi istediğini duyurdu. Bu yönde ilk adım olarak
Filistinliler arası uzlaşma sağlanır, Filistin devletinin BM‟de tanınması için halen çalışmalar
yapılırken gerçek şu ki, ABD başkanlık seçimini geride bırakıncaya kadar en azından
önümüzdeki 18 ay için bizi bir durgunluk bekliyor. Peki bu dönem zarfında ne gibi seçenekler
var? Mısır-İsrail bağlamında, Gazze‟ye geçişlerin iyileştirilmesi, Sina yarımadasında güvenlik
düzenlemelerinin takviyesi, Mısır‟ın ihraç ettiği gazın fiyatının güncellenmesi için görüşmeler
başlatılabilir. Eğer Suriye‟deki durum yatışırsa (bu “eğer” önemli), Şam da eski ABD
hükümet danışmanı Bill Quant‟ın da geçenlerde öne sürdüğü gibi kendi barış görüşmeleri için
harekete geçmeye heves edebilir. Aslında bu ihtimal, halk ayaklanması karşısında Beşşar
Essad‟a ABD‟nin daha yumuşak davranmasının sebebini da kısmen açıklıyor. Fakat halen,
geçenlerde Thomas Friedman tarafından “barış sürecinin Mübarek‟i” olarak tanımlandığı
üzere Binyamin Netanyahu'nun engelleme politikalarının nasıl üstesinden gelinebileceği gibi
bazı karanlık noktalar var.
Bu arada Orta Doğu‟da Arap olmayan devletler, çeşitli sert ve yumuşak güç stratejileriyle
fikirlerin enerjik olarak peşine düşüldüğü bir diplomasi türü oluşturdular. Hem Türkiye hem
de İran, farklı yollarla, bölgede nüfuz ve etkileşim seviyelerini arttırdı. Türkiye, birkaç Arap
ülkesiyle vizesiz seyahat bölgeleri kurdu, Orta Doğu‟da ticaret ilişkilerini geliştirdi ve Suriyeİsrail barış görüşmelerinden İran‟ın nükleer programı ve Libya‟daki duruma kadar çeşitli
konularda aracılık yaptı. Türk pembe dizilerinin yıldızları bölgede tanıdık isimler haline geldi.
İç baskılar ve Tahran himayesindeki Arap ayaklanmalarının reddedilmesi dolayısıyla zan
altında olsa da İran‟ın halen Irak‟ta muazzam nüfuzu, Suriye, Hizbullah ve Hamas‟la da
ittifakı var. İran‟ın nükleer programı da, bunu İsrail‟in atom bombası konusundaki tekeline
karşılık verecek boyutta gören insanların hayranlığını celbediyor. Bu standartlara karşı daha
dinamik bir Mısır diplomasisi gerekiyor.
Ekonomik boyut
Bu meydan okuyucu ortamın ötesinde Mısır‟ın yeni bölgesel dinamiklere reaksiyonu büyük
ölçüde iki kritik faktöre bağlı olacaktır: Ekonomi ve iç politika. Turizm gelirlerinde ciddi bir
düşüş, ülkeye gelen yatırımlarda azalma, sanayi üretiminde kötüleşme karşısında IMF
uzmanları, Mısır‟ın gelecek mali yılda 12 milyar dolar kadar dış yardıma ihtiyaç duyacağını
tahmin ediyorlar. Bu ihtiyaca cevap verebilecek kapasiteye sahip olan kritik ortaklar ABD,
AB, ve Körfez ülkeleridir. Deauville‟deki son zirvede G8, Tunus ve Mısır‟a, ülkede
demokrasiyi tesis etmelerine yardımcı olmak üzere borç erteleme, maddi yardım ve destek
sözü verdi. Daha önce de Oxford‟da konuşan Katar Başbakanı Hamad bin Casim, "gençler
arasında yüksek işsizlik oranına ilaveten ekonomik çeşitlilikteki eksiklik” meselesine hitap
etmek üzere Orta Doğu Kalkınma Bankası kurma düşüncesini yeniden gündeme getirdi.
Kahire‟nin bu gruptaki ülkelerle yakın ve verimli ilişkiler kurması gerekiyor.
İkinci faktör de iç politikanın dış politika belirleme süreci üzerinde giderek artan etkisidir.
Son 60 yıldan bu yana Mısır'ın dış politikası, büyük ölçüde zamanın devlet başkanı ve
seçkinci dışişleri mekanizmasınca kontrol edilen kapalı bir sistem tarafından tasarlandı
(planlandı) ve uygulandı. 25 ocaktan sonra, Kahire'de son Milli Diyalog Konferansı'nda da
görüldüğü gibi siyasi partiler, bağımsız uzmanlar, araştırma merkezleri ve medyada giderek
daha geniş çaplı dış politika tartışmaları baş gösterdi. Yakın bir gelecekte, önerilen Milli
Güvenlik Konseyi, parlamento dış ilişkiler komiteleri, Bakanlar Kurulu gibi kuruluşların bu
12
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
rolü kurumsallaştıracağı tahmin ediliyor. Siyasi olarak da İslam ve liberal demokrasi akımları
tartışmalara mevzu olacak. Burada tehlike, halkın tutumunda görülecek gelişmenin prensipler
ve milli menfaatlere dayalı politikayı etkilemesidir.
Kahire‟deki son siyasi tartışmalara nostalji hakim olurken tartışmalarda parlak fikirler azdı,
Nasır dönemi Mısır‟ının Afrika kurtuluş hareketleri ve bu hareketlerin liderlerini desteklediği
Zamalek‟teki Hişmet Caddesi‟nde bulunan villadan bahsedildi. Bazı katılımcılar, dış
ekonomik yardımın reddedilmesi, Nasır döneminde Afrika‟daki İhracat ve İthalat Şirketi‟nin
yeniden faal hale getirilmesi ve Mısırlı çiftçilerin Sudan‟a gönderilmeleri gibi eski politikalara
ve eski vasıtalara dönülmesini önerdiler. Şimdi en çok ihtiyaç duyulan şey ise bölgede deprem
etkisi uyandıran değişikliklerin yeni bir şekilde okunmasıdır.
Örneğin, Afrika bağlamında Mısır‟ın sahadaki yeni oyuncular ve bunların operasyonlarının
boyutunu göz önünde bulundurması gerekiyor. Burada Asya güçleriyle etkileşimde hızlı bir
büyüme oldu. Halihazırda Çin‟in Afrika‟yla ticaret hacmi yıllık 125 milyar dolardan fazladır.
Hindistan ve Afrika arasındaki ticaret ise 2001‟de 1 milyar dolar iken geçen sene yaklaşık 50
milyar dolara sıçradı. Hindistan, Etiyopya‟daki en büyük yabancı yatırımcıdır (geçen sene
4,78 milyar dolar yatırım yaptı). Hindistan‟ın Addis Ababa‟yla yıllık ticaret hacmi 272
milyon dolardır. Son Hindistan-Afrika zirvesinde Hindistan Başbakanı, kalkındırma
kuruluşlarına 700 milyon dolar ve Cibuti- Etiyopya demir yolu inşası için 300 milyon dolara
ilaveten Afrika ülkelerinin Milenyum Kalkınma Hedefleri‟ne ulaşabilmelerini desteklemek
üzere önümüzdeki üç yıl içinde 5 milyar dolar yardım taahhüdünde bulundu. Hindistan ayrıca
22 bin kişiye yükseköğrenim bursuyla Afrika Birliği‟nin Somali‟deki AMISOM misyonunun
masraflarını karşılamayı teklif etti. Bu arada Güney Afrika da Brezilya, Rusya, Hindistan ve
Çin‟den oluşan BRIC grubuna katıldı. Bu tür gelişmeler bölgeyi ve Mısır‟ın Afrika‟daki
hareket imkanlarını değiştirdi. Mısır‟ın Afrika‟yla daha yakından meşgul olması, yenilikler
yapması ve sürekli gayret içinde olması gerekiyor.
Mısır‟ın gelecek dışişleri bakanının tüm bu faktörleri dikkate alması gerekiyor. Ülke dış
politikası için yeni bir vizyon geliştirme yeteneğinin de büyük önemi var. Fransız romancı
Marcel Proust‟un bir zamanlar dediği gibi: “Gerçek keşif seferleri, sadece yeni topraklar
aramaktan ibaret değildir, aynı zamanda yeni gözlerle bakmaktır da.” Belki de Mısır
diplomasisinin şu an, başka her şeyden daha fazla, ihtiyaç duyduğu da budur.
Kaynak: El Ahram, 7 Haziran 2011
Çeviren: Emin Arvas
13
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
Libyalı devrimciler ve İsrail – Abdulbari Atwan
Fransız yazar ve filozof Bernard Henry Levi'nin geçen Perşembe günü Kudüs'e yaptığı ziyaret
sırasında, İsrail başbakanı Benyamin Netenyahu'ya ( Devrimcilerin temsilcisi olan) Libya
Ulusal Geçiş Konseyinin müstakbel Libya rejiminin Filistinlilere adalet, İsraillilere güvenlik
sağlamayı taahhüt eden, İsrail ile normal ilişkiler kuracağı mesajını ilettiğini ilan etmesi...
Şahsen benim için şaşırtıcı olmamıştır.
Şaşırmamamın nedeni ise Henry Levi'nin geçmişini, İsrail ile olan sağlam ilişkilerini ve
Filistinlilere uygulanan kanlı katliam ve cinayetleri savunmak için verdiği amansız
mücadeleyi çok iyi bilmemdir. Libya Ulusal Konseyi kurulduğunda, Yahudi ve Siyonist
yanlısı bir çizgide seyreden Levi'nin Bingazi şehrine giderek orada kendisini devrimcilerin
temsilcisi olarak ilan etmesi, ilk andan itibaren konseyin mahiyeti ve amaçlarıyla ilgili içimde
şüphelerin doğmasına yol açmıştır.
Kırk gün önce ünlü İngiliz News Night ( BBC kanalı ) programına, Libya'daki devrimle ilgili
konuşmak için konuk olarak katıldığımda, karşımda filozof Levi duruyordu ve kendisiyle
Kaddafi rejiminin ne derece kanlı olduğunu ve Bingazi'deki sivillere yönelik kurmuş olduğu
katliam planları karşısında sivilleri ne şekilde olursa olsun korumamız gerektiği konusunda
hemfikirdik. Ayrı düştüğümüz konu ise NATO güçleri müdahalesinin ardındaki gerçek
nedenlerdi. O gün NATO'nun hayır kurumu olmadığını, asıl ve en önemli amacının Libya
petrolünü el geçirmek ve Libya'yı eski sömürge günlerine geri döndürmek olduğunu
söylemiştim. Levi şiddetle bana karşı çıktı ve kendisinin Fransa cumhurbaşkanı Sarkozy'yi
aradığını, Bingazi'deki sivilleri korumak adına askeri müdahale talep edip, Sarkozy'nin bu
çağrısından sonra şehre doğru ilerleyen Kaddafi güçlerini vurmak için uçaklarını gönderdiğini
belirtti. Filozof Levi'ye Libya'daki olayların alevlenip askeri isyana dönüşmesinden hemen
sonra Bingazi'ye gitmesini garipsediğimi, İsrail uçakları Gazze'deki savunmasız halka beyaz
fosfor bombalarını ve çeşitli bombaları atıp yarısından fazlası çocuklardan oluşan 1400
kişinin ölmesine sebep olurken neden Gazze'ye gitmediğini sorduğumda ise, sinirli bir şekilde
Gazze şeridinin aşırı dinci terör örgütü HAMAS tarafından yönetildiği cevabını aldım.
El Kudsül arabi gazetesinde, ilk günden itibaren hep Libya devriminin yanında olduk. Libya
halkını aşağılayan, en basit yaşama şartlarından mahrum ve zenginliklerini heba eden, ülkeyi
kendi çocukları ve yandaşlarının çiftliğine çeviren bu rejimin reforme edilemeyeceğini,
kökten değişmesi gerektiğini her zaman söyledik. Ancak, Libya yönetiminde bulunan bazı
açgözlülerin Libya halkının sahibi olduğu servete göz dikerek NATO güçleri, uçakları ve
füzelerinden yardım istemesi ve karşı tarafta bulunan Libyalıların öldürülmesine ortam
hazırlaması bizim tutumuzun değişmesine neden olmuştur. Bu nedenle Libya devriminin
seyrini değiştiren kişilerin gerçek niyetleri konusunda şüpheli bir yaklaşım sergilediğimizi
söylememiz gerekiyor.
Ülkenin iç savaşa doğru sürüklendiğini, yabancı müdahaleye karşı olduğumuzu ve Libya'nın
başarısız bir ülkeye dönüşmesinin aşırı grupların işine geleceğini söylediğimizde, aldanmış
veya Siyonistler tarafından kiralanmış bazı kışkırtıcıların zalim ve ucuz oyunlarına maruz
kaldık. Ancak, Libyalı devrimcilerin baş destekçisi Amerika, silahların el Kaide örgütünün
eline düşmesinden endişelendiğini, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban ki Moon'un
Libya'daki tarafların savaş suçları işlediğini ilan etmesi ve Reuters haber ajansının Mısrata'da
14
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
savaşan devrimcilerin yanında paralı Fransız ve İngiliz askerlerin olduğunu ortaya
çıkarmasından sonra herkesin derin bir sessizliğe gömüldüğünü gördük.
Amacı, masum insanları Kaddafi rejiminin ve çocuklarının tugaylarının planlamış olduğu
katliamlardan korumak olan NATO'ya başvurmanın gerektiğini savunan, Libya'nın içinde ve
dışındaki muhalifler, şu anda Geçiş konseyinin Netenyahu'dan yardım alıp yönetimin başına
geçtikten sonra İsrail ile iyi ilişkiler kurmayı vaat etmesi konusunda ne diyecekler?
Libya halkı, iç zulme direnen ve bu uğurda yüzlerce şehit veren mücahit Ömer el-Muhtar'ın
halkıdır. Bu yüzden dış zulme boyun eğip, servetinin yağmalanmasına ve Batı işgalinin
topraklarına geri dönmesine izin vermeyecek, ayrıca, Filistin topraklarında her türlü ihlali
yapan İsrail ile ilişkiler kuran bir rejimi asla kabul etmeyecektir.
Muammer Kaddafi'yi ve arkadaşlarını rejimin başına getiren, halkının sorunlarına sadık olan,
Arap ve İslami yüzünü koruyan milliyetçi Libya, bugün zalim Kaddafi rejiminden kurtulup,
adalete, eşitliğe, siyasi özgürlüklere, bağımsız yargıya ve gerçek demokrasiye dayalı rejim
isteyen aynı milliyetçi Libya'dır.
Çoğulcu ve şeffaf Kral İdris el-Sunusi rejimi yolsuzluktan veya zulümden dolayı düşmemiştir,
milli nedenlerden dolayı bir başka ifadeyle Arap ve İslam milleti için değerli olan bir toprak
parçasının Siyonistlerin eline düşmesine engel olmayıp, karşı çıkan diğer Arap
devrimlerinden farklı bir yol çizmesinden dolayı yıkılmıştır.
Kral İdris, aleyhine yapılan darbeden sonra elinde bulunan otuz bin doları o dönemde resmi
ziyarete gittiği Türkiye'deki Libya elçiliğine teslim edip Kahire'ye yola çıktığında kendisinin
ve yanındakilerin akşam yemeğini karşılayacak parası dahi yoktu. Ancak Kaddafi'nin
çocukları ve rejimden ayrılıp devrime katılan bakanlar milyar dolarlık servetlere sahipler.
Devrimciler de, tıpkı Kaddafi rejimi gibi zulme ve yolsuzluklara karşı açtıkları savaşta paralı
askerlerden yardım alıyorlar, bu anlamda diktatörlüğe dayalı Kaddafi rejiminden bir farkları
yok. Reuters ajansı, Mısrata'da bulunan devrimcilerin yanında savaşması için paralı asker
sağlayan Fransız, İngiliz ve Amerikan firmalarının ( Halkla ilişkiler ) bulunduğunu açıklaması
ve bu durumun İngiliz Guardian tarafından onaylanması, bizi cani Libya rejimi hendeğine
girmeden tekrar hesap yapmamız gerektiğine işaret etmektedir.
Libyalı devrimcilere, Enver Sedat ile başlayarak, halefi Hüsnü Mübarek'ten ve son olarak
Moritanya cumhurbaşkanı Muaviye Veled et-Tatyi ile Tunus cumhurbaşkanı Zeynelabidin bin
Ali ile biten ve İsrail'den yardım alan bütün rejimlerin sonu hazin olduğunu hatırlatmakta
fayda var. Ancak burada küçük bir farktan söz etmek istiyorum. Bütün bu saydığım isimler
rejimin , güçlü bir orduya ve istihbarat organlarına sahiplerdi, Libya geçiş komisyonu ise
emekleme aşamasında sayılır ve sadece iki ülke tarafından tanınmaktadır. Bu konsey geçicidir
ve İsrail'den yardım aldığı sürece büyüyemeyecek, büyüse bile yasal olmayan bir şekilde
büyüyecektir.
Levi'nin Netenyahu'ya mesaj ilettiğini inkâr etmek yetmez. Bu siyonisti kovun ve dürüst
iseniz kendisiyle olan bütün ilişkilerinize son verip eski temiz devriminize geri dönün...
Ancak bunu yaptığınızda bizi yanınızda bulacaksınız.
15
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
Al Quds Al Arabi, 8 Haziran 2011
Çeviren: Faruk İbrahimoğlu
16
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
Golan’daki çatışmalardan sonra İsrail Esad (veya Filistin) dosyası üzerinde yeniden
düşünüyor mu? - Daniel Levy
Suriye‟deki olaylara şahit olan çoğu gözlemci nezdinde amaç ortadadır: Ölümlere son ver,
demokrasiyi destekle ve - ortadan kaldırılmasını yahut tanınamaz derecede reformdan
geçirilmesini ümit ederek - Esad rejimini değiştir. Aynı olayı izlemekte olan devlet aktörleri
özellikle de Suriye‟ye komşu olanlar farklı mülahazalar ileri süreceklerdir. İsrail‟in bu kuzey
komşusundaki halk ayaklanmasıyla – ve yıllar içerisinde Şam‟daki Baas rejimiyle de karmaşık bir ilişkisi var.
Karmaşıklık Pazar günü itibariyle yeni bir boyut kazandı. Suriye‟deki halk ayaklanması
İsrail‟le ilgili olmadığı gibi İsrail‟in tepkisi hassaten belirleyici de olmayacaktır. Ama gene de
İsrail liderleri bölgedeki diğer liderler gibi değişmekten olan muhite göre kendilerini
konumlandırmak zorunda kalacaklar ve bu, Suriye‟nin seçeneklerini kısmen de olsa
etkileyecektir.
5 Haziran Pazar günü çoğu Filistin mültecisi ve onların torunları olan protestocular Naksa
Günü ((1967 Savaşındaki Arap yenilgisi) dolayısıyla Suriye ve İsrail işgali altındaki Golan
Tepeleri arasında sınırı temsil eden İsrail-Suriye ayrım hattına yürüdüler. Haberlere göre İsrail
kuvvetlerinin gerçek mermi kullanması sonucunda silahsız 22 Suriyeli-Filistinli gösterici
öldürüldü. (İsrail mayınları patlamış ve kayıplara neden olmuş da olabilir. Olayların nasıl
geliştiği sadece kabataslak bilinmektedir.) Pazar günü yaşanan bu olay pek çok bakımdan
(Filistinlilerin 1948 felâketinin yıldönümü olarak andıkları) 15 Mayıs Nakba Günü
törenlerinin yeniden icrasıdır.
Suriye‟ye ulaşan bölgesel rejim karşıtı gösteri dalgasına İsrail‟in başlangıçtaki tepkisi,
güvenilir haberlere göre, “bildiğimiz şeytan” yaklaşımını gizli olarak desteklemek, ABD dâhil
müttefiklerini Esad rejimine karşı sükûnete teşvik etmekti. Kulağa genel kanının aksineymiş
gibi gelebilir bu zira İsrail, Suriye ile barışta değil, Esad rejimi İran‟a yakın, Hamas liderliğine
ev sahipliği yapmakta ve Hizbullah‟ın silahlandırılmasında faal rol oynadığı düşünülüyor.
Ancak İsrail‟in bu şekilde mevzilenişinin bir izahını kavramak çok da zor değil.
İsrail-Suriye sınırı 1973 savaşından beri sessizdir. Direniş ekseninin bir üyesi olsa da, Esad
Suriyesi İsrail‟e askeri bakımdan meydan okumamıştır. Bölgesel veya uluslararası
diplomaside İsrail‟e meydan okuyacağı yumuşak gücü de neredeyse yok. Esadlar
yönetimindeki Suriye, İsrail‟le sıksık barış ortaklığı flörtüne girmiştir ve direniş ekseninin en
evcilleştirilmiş üyesi sayılabilir.
En azından Pazar günkü olaylar yaşanana dek İsrail‟in Suriye‟deki devrime yönelik duruşu,
Arap Baharına İsrail-Suud ortak tepkisinin simgelediği statüsko muhafazakârlığı olarak
anılabilir. Hem İsrail hem de S. Arabistan, özellikle de ABD‟nin Mübarek rejiminden “erken
bir vakitte” vazgeçmesini eleştirmişlerdi. Esad, Mübarek‟in aksine İsrail müttefiki değil
(Suudilerin müttefiki de değil) fakat İsrail‟in etkin yönetim stratejilerine sahip olduğu kadim
rejimin bir parçasıdır.
Ayrıca İsrail, Şam‟daki diğer seçeneklere âşık da değil. Esad rejiminin alternatiflerinden biri –
Mısır‟da şekillenmekte olana benzer bir biçimde İslamcıların da yönetim koalisyonunun bir
parçası olduğu, yumuşak gücüyle diplomatik ağırlığı artmış demokratik bir Suriye –
17
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
Filistinlilere ve (Golan Tepelerini işgali dâhil) bölgeye karşı kavgacı bir duruşu muhafaza
etmeye niyetli bir İsrail için iştah kaçırıcıdır. Bir diğer alternatif – Suriye‟nin kargaşanın
hüküm sürdüğü bir mekâna dönmesi, Irak ve Lübnan‟la birlikte fitne (mezhep çatışmaları)
kuşağına dönmesi de çekici değildir.
Güç durumda, çaresiz ve itibarsız bir Esad rejiminin bekâsı, Benjamin Netanyahu‟nun barış
retçisi hükümeti nazarında topa vurulacak en etkili yerdir yani doğru neticedir.
Bu hesap, Pazar günü Golan‟daki çatışmadan sonra İsrail için halen anlamlı mıdır? Naksa
günü Golan Tepelerine yürüyüşü Esad rejiminin veya onun Filistinli hizipler arasındaki
müttefiklerinin teşvik ettiği hatta himaye ettiği söyleniyor. Göstericiler işgal altındaki
Filistinlilerle dayanışmalarını ifade etmeye ve ailelerine ait eski evlerde mülkiyet talep etmeye
zorlanmaları veya bu amaç için onlara rüşvet verilmesi gerekmez ancak şurası kesin ki İsrail‟e
komşu diğer ülkelerde olanın aksine, Suriye yönetimi yürüyüşçülerin İsrail sınırına
varmalarını engellemedi. Lübnan hükümeti hatta Hizbullah, sınırda 15 Mayıs‟ın tekrarından
sakınmak için müdahale etti ve olayı Filistinli mülteci cemaatlerin bir günlük genel grev
düzenlemeleriyle sınırlandırdı. Mısır ve Ürdün‟deki yetkililer kendi anma törenlerini Mayıs
ortalarında yaptılar ama sınırda değil; Gazze‟deki Hamas yetkilileri ise bu kez İsrail‟e doğru
yürüyüşü engelleme hususunda daha iddialıydılar.
Beşşar Esad dış dünyaya sinyal gönderiyor olabilir (terbiyem bozulursa veya artık ben
olmazsam bunlar olur); dikkatleri kendi sorunlardan başka yöne kaydırmak istiyor olabilir
(her ne kadar kazandıracak bir stratejiye hiç benzemiyorsa da); yahut kafasında başka bir
şeyler vardır. Her halükarda İsrail, duruşunu yeniden değerlendiriyor olacaktır.
Golan sınırında devam eden protestolar İsrail‟in askeri kuvvetlerini yeniden
mevzilendirmesini ve kuzey sınırını tahkim etmesini gerektirecektir. Suriye içinde düzenli
olarak yapılacak protestoların gerek komşu ülkelerde gerekse işgal altındaki topraklarda hatta
İsrail içinde bile benzer olguyu teşvik etmesinden de endişe edilecektir.
Ancak bunun bir de öbür yüzü var. Suriyeli Filistinlilerin (Esad rejiminin şiddetli baskı
uyguladığı bir zamanda belki de bu baskının hizmetinde) düzenledikleri protestoların
oluşturduğu şartlar, başka yerlerde halk hareketliliğinin cesaretini kırabilir yahut ona zarar
verebilir. Suriye bağlamı, İsrail‟in kendi hareketleri için de kalkan olarak işe yaradı. İsrail
onca silahsız sivili öldürmüş olmasına rağmen doğru dürüst bahis konusu olmadı. İsrail askeri
analistlerinden Ofer Şelah Maariv‟de şöyle yazdı: Söz konusu olan dünyanın tepkisi
olduğunda, Esad İsrail‟in bir numaralı adamıdır. Esad kendi halkını katlederken, hiç kimse
çıkıp da uluslararası sınırı zorla geçmeye çalışan düzinelerce göstericiyi öldürdüğünde İsrail
ordusunu keskin bir şekilde eleştirmeyecektir.”
İsrail, Suriye‟deki gelişmeleri hangi prizmadan izlemesi gerektiğine karar vermek durumunda
artık. Şimdiye değin kullandığı ana prizma geleneksel güçler dengesi ve İsrail‟in bölgesel
rejim vasıflarının tipolojisi içerisinden yaptığı tercihlerdi. Bu tipoloji kısa bir süre öncesine
kadar üç kategoriden oluşuyordu: Birincisi, ABD‟nin desteklediği ve İsrail‟in genel
gündemine ayak uyduran (bazı hallerde İsrail‟le resmi olarak barışta olan) gayri-demokratik
rejimler; ikincisi, ABD ve İsrail‟e muhalefet eden, yumuşak gücü sınırlı olan ama askeri dert
açma kapasitesine de sahip gayri-demokratik rejimler; üçüncüsü, iç huzursuzluk ve yönetim
kargaşası yaşayan rejimler.
18
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
Türkiye bu denkleme yeni bir prototip getirdi – bağımsız dış politika izleyen, yumuşak güç
yetenekleri olan, tüm bölgesel ve uluslararası aktörlerle ilişkilerini koruma anlamında
bağlantısız bir demokrasi.
Eski modeller içerisinden birincisi İsrail için en uygun olanıdır şüphesiz. İkinci ve üçüncüler
ise yeri geldikçe soru işaretlerine yol açsalar da sürekli bir meydan okumayı temsil etmiş
değillerdir. Filistinlilerle ve bölgeyle ilişkilerini yeniden yapılandırmaya gönülsüz bir İsrail
kendisini en çok da yeni, daha demokratik ve diplomatik bakımdan daha iddialı modelden
huzursuzluk duyarken buluyor – şimdi Mısır da bu yönelime girmiş görünüyor. Bu nokta-i
nazardan bakınca, İsrail doğmakta olan Türk/Mısır şıkkı yerine Suriye‟de statüskoyu veya
kargaşayı tercih edecektir.
Ancak İsrail‟in hamlelerini hesaplayabileceği başka bir mercek var – yani silahsız Filistin
mücadelesini hızlandıracak veya ona hız kaybettirecek olanların en önemlisi nedir sorusu.
Uyumlu, azimli ve disiplinli bir şekilde ortaya çıkması halinde, bunun İsrail‟in mevcut
politikalarının devamına yönelik en büyük tehdit olması muhtemeldir. Tony Karon‟un geçen
ay Time dergisinde kaydettiği üzere “İsrail güvenlik yetkilileri kitlesel silahsız sivil
itaatsizliği, roket ateşinden veya intihar bombacılarından daha tehlikeli bulmaktadırlar çünkü
gayri-askeri meydan okumalara askeri tepkiler verilmesi, İsrail‟in diplomatik ve siyasi
itibarını zayıflatmaktadır.” İsrail-Filistin cephesinde gelecek aylardaki joker, herhangi bir BM
oylamasından ziyade bu olacaktır.
Başarısız pek çok teşebbüsten sonra açıktır ki ikili müzakere formülünde oluşturulan asimetri,
müzakerelerin Filistin‟e özgürlük getirme yeteneğini köreltiyor. Bir BM oylaması da bunu
başarmayacaktır. Bilakis Filistinliler için bir miktar kaldıraç gücü üretebilir ve geçmişin can
çekişen stratejilerinden kesin bir kopuşa damgasını vurabilir.
Bir BM oylaması, Filistin‟de potansiyel bir silahsız halk ayaklanması üzerinde neredeyse
hiçbir etkiye sahip olmayabilir. BM oylaması olsa da olmasa da ve oylama sonuçlarına
bakmaksızın Filistin‟deki hüsran devam edecek zira İsrail, herhangi bir BM kararına uygun
olarak askeri mevzilerini değiştirmeyecektir. Kilit alan, işgal altındaki topraklarda olup
bitenlerdir ama yanı sıra komşu ülkelerde ve İsrail içindeki destekleyici halk hareketleri de
etkili olacaktır.
Bir dizi etken, dengeyi değiştirebilir. Örneğin: a) Filistinliler mağlubiyet hissinin ve 1987-91
(büyük ölçüde silahsız) I. İntifada‟nın ve de (daha şiddetli olan) 2000-2003 II. İntifada‟nın
ardından gelen ezici darbelerin üstesinden nereye kadar gelebilirler; b) En büyük siyasi
hiziplerin (Hamas ve el Fetih) liderliği bu nevi bir halk hareketliliğini teşvik mi eder yoksa
engeller mi?; c) Filistin Otoritesi‟nin projeleri ve istihdam alanları dâhil, Filistin‟in bağış ve
yardımla yürüyen ekonomik büyümesi Filistin‟deki huzursuzluğu emecek kadar güçlü bir
sünger olacak mı?; d) Filistin sivil toplumu, iç meydan okumalar ve İsrail‟in kışkırtmaları,
hareket özgürlüğüne getirdiği kısıtlamalar karşısında etkili ve disiplinli şiddet dışı stratejiler
geliştirecek mi?
Netanyahu, İsrail‟in kendisi ile bölge arasında hem fiziki hem de ideolojik yüksek bariyerler
dikerek çevresindeki değişimden korunabileceği bahsini iki kat artırdı. O bariyerler Pazar
günü Golan Tepelerinde ihlal edildi. Netanyahu gidişatı değiştirmezse, ki bunu yapmaktan
19
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
aciz görünüyor, o halde İsrail‟in kısa tarihindeki en dolaylı ve en yanlış kumarı oynuyor
olabilir.
Yazar hakkında: Middle East Channel editörü. New America Foundation üyesi.
Kaynak: Foreign Policy, 9 Haziran 2011
Çeviren: M. Alpaslan Balcı
20
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
Suriye rejimiyle bağlar iyice gerilmeden evvel – Ertuğrul Aydın
Suriye‟ye yönelik baskılar, manipülasyonlar ve manipülatif haberler artış kaydediyor.
Suriye‟nin Paris büyükelçisinin istifa ettiği haberi geldi ama sonra yalanlandı. CNN, İhvan‟ın
silahlı mücadeleye başladığı ve silahların Suriye‟ye Türkiye üzerinden sokulduğu haberini
yaydı. AB ve ABD rejime yönelik müeyyidelerini artırdı. BM Güvenlik Konseyi üyeleri
İngiltere, Fransa, Almanya ve Portekiz, Konsey'e Suriye'yi kınayan bir karar tasarısı sundu.
Fransa Dışişleri Bakanı Alain Juppe, Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad'ın "ülkeyi yönetmek
için meşruiyetini kaybettiği" iddia etti ve Beşşar Esad Fransa‟yı kınadı. Rus basını da Suriye
ordusunun bölünebileceğini ileri sürdü. Farklı manipülatif haberlerin ve manipülasyonların
artması, Suriye rejiminin dayanıklılık testinden geçeceği sürecin hızlanmaya başladığının
alâmetidir. Peki Esad rejimi gözden düşmek için elinden geleni yaparken manipülasyona ne
gerek var?
Çünkü söz konusu olan Suriye olduğunda Türkiye‟nin başı çekmesi, bir an evvel Beşşar
Esad‟la arasında mesafelerin oluşması arzulanıyor. Mesela CNN‟in uydurduğu haber bu
ikisinin arasının açılmasını kolaylaştırma amaçlıdır. Yusuf el Karadavi, İran‟ı henüz teşvik
etmiş değilse de “Türkiye ile Suriye‟nin iyi ilişkiler içinde olduğunu hatırlatıp özellikle de
Türkiye‟nin Başbakanı olarak Erdoğan‟a seslendi ve Erdoğan‟ın Libya‟da yaşananların
Suriye‟de tekrarının engellenmesi için Esad‟a gereken baskıyı yapmasını istedi.” İngilizler ve
Amerikalılar “Türkiye ile Suriye‟nin iyi ilişkiler içinde olduğunu hatırlatıp Türkiye‟den
“üzerine düşeni” yapmasını bekler bir hava içerisindeler. Herkesten ve her yönden gelen bu
talepler yine Suriye rejimi ve Türkiye ilişkilerinin sürtüşmeye dönüşüm sürecini hızlandıracak
türdendir.
Libya’yı, devrimleri ve Avrupa’yı Libya’da oltalamak
Suriye‟yle doğrudan ilgisi olmasa da konumuzla doğrudan ilgili ve Türkiye‟nin üzerinde
düşünmesine değer bir haber daha var: ABD Temsilciler Meclisi, Libya'ya ABD Kongresi'nin
onayını almadan asker gönderdiği için Barack Obama'yı eleştiren bir tasarıyı kabul etti.
Libya‟daki isyanın transatlantik işbirliği için yeni bir fırsat penceresi sunduğundan ve
Amerika‟nın Libya meselesini, Avrupa'nın askerileşmesi, onun NATO taahhütlerini ve külfet
paylaşımını artırma fırsatı olarak gördüğünden kuşkulandığım için özellikle bu haberi,
manipülasyonların arttığı bir zamanda ilgi çekici buldum.
Obama, askeri güçle devrimlerin ortasına atılırken Kongre‟den savaş izni almadığı gibi
Amerikan Kongresi de izin vermeyecekmiş gibi duruyor. Fakat öyle olaylar yaşandı ki ABD,
Libya‟yı ilhak etmeksizin sırf işgal etmeye kalkışsaydı, Libya‟nın bugünkü durumundan çıkar
sağlayan Batılı taraflar bundan daha iyi bir sonucu bu bedelle elde edemezlerdi şüphesiz.
ABD‟de yürütme ve yasama arasında bu konuyla ilgili bir gerilim yok da birbirlerinin niyetini
gözeterek oyalanıyorlar ve Kongre daha çok Beyaz Saray‟ın elini rahatlatıyor sanki.
Obama‟nın Kongre izni almayışında daha baştan bir sorun vardı. Beyaz Saray Libya
muhalefetini “meşru ve muteber” bir muhatap görmekle beraber diplomatik tanıma halen söz
konusu değil. Libyalı muhalifler çok geç bir vakitte Türkiye dâhil ülke ülke gezerek destek
arıyorlar şimdi.
Ancak Amerikan Kongresi‟nin bu tutumunun Avrupa için de sonuçları var. Le Figero‟da
yayınlanan bir habere göre Fransa, Libya‟ya 12 taarruz helikopteri gönderiyor. Eğer varsa,
21
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
helikopter gönderecek diğer Avrupa ülkelerinin hangileri olduğu hakkında bir haber düşmedi
önümüze. Reuters haber ajansına konuşan bir Fransız diplomatik kaynak “sadece Fransız
helikopterleri değil... Bu koalisyon güçleri tarafından eşgüdüm halinde yapılacak NATO
seviyesinde bir harekât'' dedi ve “helikopterlerin gönderilmesinin Libya'ya yönelik bir kara
harekâtı stratejisinin parçası olarak görülemeyeceğini sözlerine ekledi.” Rus güvenlik ve
istihbarat yetkilileri helikopter sevkini kara harekâtının alâmeti olarak değerlendirdiler. Ruslar
bir kara harekâtını Libya‟nın işgali ve ilgili BM kararının ihlali olarak görüyorlar. Haksız
değiller. Ama kara harekâtı başlamasa bile helikopter göndermenin başka bir anlamı
var: Avrupa’nın askeri angajmanında artış.
Kaddafi yönetimi ve silahlı muhalefetin pata kalmalarına ve Libya‟daki can-mal kayıplarının
artmasına rağmen ABD çok ağır davranıp Avrupa‟nın Libya‟daki dahlinin ve askeri
angajmanının artmasını izliyor. Robert Gates‟in İspanya, Türkiye ve Hollanda gibi ülkelerden
Libya‟daki kara hedeflerine yönelik askeri taahhüt üstlenmelerini istemesi bu politikaya
koşuttur. Türk yetkililer de Amerika‟dan böyle bir talep gelmediğini açıkladılar. ABD
Savunma Bakanı‟nın resmi kanallardan değil de medya üzerinden böyle bir talep
iletmesi, Libya‟da oyalama ve oyalanma niyetini gözlerden uzak tutma çabası olarak
yorumlanabilir. (Gates‟in açıklamasından iki gün sonra, dün, Norveç yetkilileri belki de
ihtiyatlı davranma güdüsüyle hareket ederek NATO hava harekâtından çekileceklerini,
Norveç‟in anlayışla karşılanması gerektiğini belirttiler.) Fransa (ve Avrupa) istemese bile
artık yakasından düşmeye niyeti olmayan bir Libya Ulusal Konseyi var. Hem zaten
Avrupa‟nın başlattığı bir işi bitirmesi de beklenir. Dolayısıyla ABD‟nin Avrupa‟yı iyice
kuşkulandıracak şekilde teşvik etmesine öyle pek gerek de yok. Devrim zihniyetini de
etkileyen bu politika doğrudan Libyalıların canını yakacaktır şüphesiz ancak Avrupa zor
duruma düşme riskinden uzak değil; Anglo-Sakson ve İsrail politikalarına direnmeye
kalktığında topu kucağında bulacağı (buck passing) bir sabaha uyanabilir.
Müdahil Avrupalı tarafların önünde başka seçenekler de var. Askerileşmeye, NATO‟da külfet
paylaşımına ayak sürüdükleri takdirde, Norveç gibi elleri boş çekip gidebilirler; ancak
Libya‟da nimet paylaşımı istiyorlarsa, hiç değilse sıcak patatesleri toplama külfeti
Avrupalılara terk edilecektir.
Türkiye-Suriye rejimi
Naksa Günü‟nde Golan Tepeleri‟ndeki olaydan sonra İsrail‟in Suriye‟ye yönelik tutumunu
değiştirmiş olabileceği iddiasını ciddi buluyorum ama “Suriye rejimi yakında düşecek tespiti
yapan” Ehud Barak‟ın dahi Esad‟a açıktan son bir uyarı göndermiş olabileceğini düşünmeden
edemiyorum. Batıda Türkiye‟den Suriye rejimiyle bağlarını koparması bekleniyor. Böylece
Suriye‟nin tecrit edilmesini uzun bir süre engellemiş olan Türkiye‟nin Suriye üzerindeki
koruyucu rolü sona erecek ve potansiyel bir müdahalenin önündeki Türk direnişi sona ermiş
olacak. Fakat bu beklenti olmasaydı bile Suriye rejimi, Türkiye‟nin artık onu savunamayacağı
bir yere geldi. Suriye‟den Türkiye‟ye kaçışlar beklendiği üzere başladı. Beşşar Esad‟ın
şimdiye değin attığı adımlar muhalefetin meşru taleplerini karşılamaktan çok uzak olmasına
rağmen sırf bu adımların atılması için bile 1.200‟den fazla insanın ölmesi gerekti. Türkiye,
Beşşar Esad rejiminin yanısıra Suriyeli muhaliflerin de seslerine kulak veren bir mecra oldu,
ki Türkiye‟nin Suriye muhalefetine ev sahipliği yapması, “ortak kaderi, tarih ve kültürü”
Suriye rejimiyle değil Suriye halkıyla paylaşmasından dolayıdır ve rejimin, ancak meşru
çizgide olduğu müddetçe tek muhatap kabul edilebileceğini, aksi takdirde basınç altında
22
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
kalanın Türkiye-Suriye ilişkilerinden ziyâde Türkiye-Suriye rejimi arasındaki ilişkiler
olduğunu gösterir.
Avrupa’nın askeri angajmanında artış gerekliliği veya sıcak patatesleri toplama külfeti
hesapta kitapta olmayan, görmezlikten de gelinen fiili bir gelişmedir. Cumhurbaşkanı
Abdullah Gül anlamlı bir şekilde “sivil-asker en kötü senaryolara karşı hazırlığımızı da
yapmış vaziyetteyiz' dediğine göre Avrupa‟nın durumuna düşmemek için hesapta kitapta
olmayan bu ve benzeri gelişmelere karşı da tedbirli olmak gerekiyor. Türkiye‟nin Suriye
rejimiyle bağları iyice gerilmeden evvel Suriye‟deki gelişmeleri ve vereceği tepkileri
değerlendirirken Amerika‟nın ve İsrail dâhil ilgili tüm aktörlerin Libya, “Arap UyanışıDevrimi”, Ortadoğu ve Avrupa politikalarındaki değişmezleri, taktik ve stratejik amaçları
tespit edip hem bugün hem de yakın gelecekte Türkiye için ne anlama geleceklerini hesap
etmesi ve Suriye politikasında bunları da gözetmesi gerekiyor. (“Arap Baharı” ifadesinde
onun kışa dönmesi özlemi hissettiğim için artık kullanmıyorum.) Zira Anglo-Saksonlar ve
İsrail sinekten bile yağ çıkarmaya bakıyorlar.
11 Haziran 2011, Dünya Bülteni
23
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
Hizbullah - Esad bağlantısı – Ahmed Mur
Hamza el- Hatib, Suriye‟de 29 nisanda Sayda sokaklarında kaçırıldı. Çocuk, rejim karşıtı
gösterilere katılırken Beşşar Esad‟ın gizli terör timi tarafından yakalandı. Bir ay kadar sonra
24 mayısta cesedi ailesine verildi. İşkence edilerek öldürülmüştü.
El Cezire İngilizce, çocuğun vahşete maruz kalan bedenini şu şekilde tarif etti:
Ayak, dirsek, yüz ve dizlerinde, elektrik şoku veren cihaz kullanmak ve kırbaçlanmaktan
kaynaklanan yaralar, morartılar ve yanıklar vardı. Hamza'nın gözleri şişmiş ve morarmıştı.
Her iki kolunda, kurşunlandığını gösteren yaralar vardı. Kurşunlar iki yanında delik açmış ve
karnına saplanmıştı. Hamza’nın göğsünde derin, koyu bir yanık izi vardı. Boynu kırılmıştı ve
penisi kesilmişti.
Yukarıdaki satırları okudum fakat yine de Hamza‟ya tatbik edilen vahşet ve şiddetin tamamını
idrak edemedim. Yavaş yavaş zihnimde bir resim oluşmaya başladı. Ailesinden koparılan ve
Esad‟ın zorba devletinin en karanlık köşelerine atılan bir çocuk vardı. Büyük adamlar –
yetişkinler – onu kendisi için kutsal olan her şeyden, annesi, babası, evi ve alışkanlıklarından
ayırdı.
Ona karşı işlenen ve kalp ve zihninizi esir edecek türdeki bu kör edici terörü tahayyül etmeye
çalışıyorum. Onun vahşi bir şekilde dövülmesi ve etleri yakılarak şiddet uygulanmasını
zihnimde canlandırıyorum. Bir çocuk insanların kalbini kaplayan karanlığın boyutunu
anlayabilir mi? Hamza öleceğinin farkında mıydı? O sırada şuurunu kaybetmiştir diye dua
ediyorum
Gizli dürtüler
Fakat bu makale bir çocuğun öldürülmesi hakkında değil. Keza makale, Beşşar Esad,
Uluslararası Ceza Mahkemesi ve bir celladın ilmeği hakkında da değil.
Hamza'nın cesedinin bulunuşundan bir gün sonra 25 mayısta, Lübnan‟daki Hizbullah
hareketinin lideri Hasan Nasrallah, İsrail‟in 11 sene önce Lübnan‟ın güneyinin büyük
bölümünden çekilmesini anmak üzere bir konuşma yaptı. Nasrallah, program esnasında
Suriyelileri acımasız diktatörlerini desteklemeye ve gayrimeşru hükümetleriyle diyalog içine
girmeye davet etti.
Bu davranış, bugünün en sevilen ve en idrak sahibi Arap lideri adına şaşırtıcı bir gaftı.
Hizbullah, İran‟dan da Suriye‟den de hem maddi hem siyasi destek alıyor. Demokratik
Lübnan‟da demokratik bir şekilde faaliyet gösteren Şii hareket de iç ve dış meselelerinde
diğerleri kadar realpolitiğe başvuruyor. Bu da müttefikleri vahşi bir şekilde davrandıklarında
çoğu zaman sessiz kalması ve arkasındaki halk desteğini kaybetmemeye çalışması manasına
geliyor.
İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad, 2009‟da silahlı protestocuları devlete ait
kuvvetlerle bastırdığında Hasan Nasrallah kendisini konudan uzak tuttu. Bir Hizbullah
24
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
sözcüsü ise sırf adet yerini bulsun diye, Yeşil Devrim‟i Batı‟nın burnunu sokmasının bir
ürünü olarak ilan etti.
Ama daha da önemlisi şunu ifade etti: "Hizbullah‟ın İran‟ın iç işleriyle hiçbir alakası yoktur.
Biz kimsenin tarafını tutmuyoruz. Bu, tamamen İran‟ın bir iç meselesidir.”
Sözcü, “Orada olanların bizim durumumuzla bir ilgisi yok” diye de devam etti. “Bizim
kimliğimiz Lübnanlıdır ve biz Lübnan‟da seviliyoruz. Bu olaylar bizi ilgilendirmiyor.”
Gerçekten Hasan Nasrallah, Hüsnü Mübarek‟e olan antipatisini saklamasa da tüm siyasi
kariyeri boyunca, Arap liderlerle doğrudan karşı karşıya gelmekten de onlara boyun
eğmekten de kaçınmayı başardı. Onun siyasi bir lider olarak dehası, doğrudan Arap
kamuoyuna her safhada rehberlik etme ya da onu takip etme hususundaki olağanüstü
kabiliyetiyle büyüyor.
Desteğin önemi
Konuşmalarında Arap kamuoyunun adalete yöneldiğini, baskı ve kitlesel şiddetten uzaklaşma
eğiliminde olduğunu anlamış görünüyordu. Arapların İsrail‟den nefret ettikleri için
Hizbullah‟ı desteklemediklerini, Arapların İsrail despotluğu ve işgaline karşı direndiği için
Hizbullah‟ı desteklediklerini anladığı açık bir şekilde görülüyordu. Hizbullah milislerinin
kendileri için kullandıkları kelime de bunun delilidir. Bunlar, kendileri için “Direniş”
kelimesini kullanırlar.
Nasrallah'ın geçmişteki davranışları göz önüne alınırsa, Esad‟a yaptığı son açık sözlü destek
daha büyük önem kazanır. Elbette pratik değerlendirmeler onun, Esad‟ın siyasi olarak hayatta
kalması ve himayeye devam etmesini ümit etmesine yol açıyor.
Ama İran'la da olduğu gibi Nasrallah, Hizbullah'ın, iktidarda kimin olduğuna bakmaksızın
Suriye'nin desteğinin hazzını yaşamaya devam edeceğini mutlaka biliyordur. Bu, ülke
demokratikleşecek olsa da doğrudur, zira sıradan Suriyeli, İsrail saldırganlığı ve Golan
Tepeleri'nin işgaline kuvvetle içerliyor.
Bununla beraber, Hizbullah'ın Araplar arasındaki desteğini tehlikeye sokabilecek bir şey varsa
o da örgütün, çocukları işkence ederek öldüren bir rejimi onayladığı algısıdır. Nasrallah'ın
kafasında Lübnan Özel Mahkemesi, İsrail'e karşı silahlanma, sosyal programlar için para gibi
başka düşünceler olabilir ama bunlar Esad Suriyesi realitesinden sonra gelmelidir.
Bugün Araplar öfkeliler ve Esad rejimine karşı ayaklandılar. Hamza el-Hatib'in işkenceye
maruz kalması, uzuvlarının kesilmesi ve öldürülmesi insanlardaki duyarlılığı arttırdı.
Demokrasi yanlısı gösterilerin başladığından bu yana binden fazla barışçı göstericinin
öldürülmesi de öyle. Hasan Nasrallah akıllıysa, kendisi ve hareketini Esad ve onun ölüm
timlerinden uzak tutar. Hiçbir siyasi himaye veya maddi destek Suriye rejimiyle iş birliği
yapmaya değmez.
Kaynak: El Cezire, 11 Haziran
Çeviren: Emin Arvas
25
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
Suriye ve Arap sessizliği – Tarık el Humeyid
Suriye rejiminin kendi vatandaşlarını üç aydır vahşice ezmesi karşısında Arapların susması
Fransızlar şaşkına döndürdü ki dönmekte haklılar. Fransa ve Suriye‟nin en yakın müttefiki
Türkiye sessizliğini bozdu ama Araplar hala suskun!
Suriye‟ye hem bölgede hem de uluslararası sahada vaftiz ebeveynliği yapan Türkiye‟nin
sessizliği bozduğunu, Suriye‟nin kadınlara, çocuklara ve yaşlılara yaptığı kıyımları dile
getirdiğini ve dört binden fazla Suriyelinin Türkiye‟ye akın ettiğini söylemek kâfidir.
Fransızlar geçmişte Beşşar Esad rejimini savunmuş, bölgede ve uluslararası alanda
pazarlanmasını yapmışlardı. Ancak bugün vatandaşlarını öldürmek için uçakları da kullandığı
baskıcı hareketlerine son vermesi için Şam‟a karşı uluslararası câmiayı birleştirmeye
çalışıyorlar. Bu esnada Araplar, tüm Araplar, suskun kalmayı sürdürüyorlar. Kendilerinden
haber alınamayanlar ve hapislerdeki onbinler şurda dursun, hayatını kaybeden masum
Suriyelilerin sayısı bini geçti ama Araplar bir çift söz bile etmiyorlar!
Rejimin Suriyelilere karşı işlediği suçların görüntüleri her gün yayınlandı ama Araplar yine
ses çıkarmadılar. Çocukların, gençlerin ve yaşlıların aşağılandığı, işkence yapıldığı görüntüler
yayınlandı. Suriye rejimi adamlarının yüzüne tekme attıkları yaşlı adamın iniltilerini dinledik.
Rejimin adamlarının Suriyeli bir adamı tekmeledikten sonra sırtına çıktığını gösteren bir
fotoğraf gördük. Türkiye Başbakanı‟nın Suriye rejiminin işlediklerini savunmanın ne kadar
zor olduğunu dile getirirken izledik ama Araplar Şam rejimini kınayan tek bir söz etmediler
yine. Suriye şehirlerinde ve en gözden ırak yerleşim birimlerinde rejim karşıtı gösteriler
düzenleniyor. Humus‟ta, Hama‟da, Lazkiye‟de, Halep‟te, Şam‟da gösteriler düzenleniyor,
genç subaylar orduya muhalefet edip “hür subaylara” katılıyor ama Araplardan yine ses yok.
Bugünün sorusu şu: Araplar silahsız Suriyelilerin başlarına gelenler hakkında ne zaman doğru
şeyi söyleyecekler? Bu soruyu daha öncede gündeme getirmiştim bugün de getiriyorum.
Araplar, ne KİK ne de son kullanım tarihi çoktan dolmuş Arap Birliği, Suriye rejimine karşı
hiçbir şey yapmazken nasıl olup da Kaddafi‟ye karşı ayaklanıyor, harekete geçmesi için
uluslararası câmiaya çağrı yapabiliyorlar?
Eğer dosdoğru konuşacaksak, İran rejimi, Hasan Nasrallah ve haddizâtında ahlâki ve siyasi
devrime ihtiyaç duyan Lübnan‟daki bazıları Şam rejiminin yanında dururlarken Arapların en
temel iki hak olan özgürlük ve haysiyet özlemi içindeki savunmasız Suriye halkının yanında
hala yer almamış olmaları üzücüdür.
Politikanın çıkar ve gerçekçilik meselesi ve fırsatları kullanma sanatı olduğu doğrudur ama
ahlâki ve insâni boyutları göz ardı etmemiz gerektiği anlamına gelmez bu. Avrupa ve
Amerika, Yugoslavya‟daki, Avrupa‟nın orta yerindeki Müslümanları Miloseviç‟ten korumak
için harekete geçmişlerdi. İslam‟ın Avrupa‟da zayıflatılmasının Avrupa ve Amerika‟nın
çıkarına olduğu gerçeğinden bahsedilmemişti o vakit zira ahlâki ve insâni bir meseleydi.
Araplar Allah‟tan başka koruyucuları olmayan Suriyeler için eşdeğerde bir eyleme ne zaman
geçecekler?Kaynak: Al Arabiya, 13 Haziran 2011,Çeviren: M. Alpaslan Balcı
26
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
Suriye’nin ruhu uğruna – Franck Salameh
Sene başında Tunuslular ve Mısırlılar ömürlük devlet başkanlarını tahttan indirmek üzere
feryat ederken –ve ölürken- Suriye‟nin diktatörü Beşşar Esad, Wall Street Journal‟a uzun bir
mülakat verdi ve kaygısız bir şekilde rejiminin dayanıklılığını övdü, bir göz doktoru edasıyla
popülerliği ve ülkesinin istikrarının sırlarını açıkladı. Suriye‟nin Mısır ve Tunus‟un yolundan
gitmeyeceğine dair övündü, çünkü Suriye halen Arap milliyetçiliği taahhütlerine sadıktı.
Suriye, Siyonist planlar ve Amerikan baskılarına karşı gözü kara bir şekilde nöbet tutuyordu
ve diğer tüm Arap ülkeler tarafından sıkı sıkı sarılınan kapitülasyonlara cesurca karşı geliyor,
Filistinlilerin reddiyetçi politikalarının da gurunu taşıyordu. Modern Suriye şiirinin ödüllü
şairi Nizar Kabbani‟nin ifadeleriyle, teslimiyet ve sorumluluktan kaçma döneminde Suriye,
yürekliliğiyle “Arap namusu”nun koruyucusu olduğunu ispat etti:
diğerleri iffet perdelerini düşürdüler../Sevinçten uçarak../Sonra dans ettiler /ve alçakça bir
barış anlaşması imzaladıkları için kendilerini alkışladılar …/ Artık hiçbir şey onları
korkutmuyor ve hiçbir şey onları utandırmıyor../ Onların damarlarında asaletin gücü
kurudu…
Ama Suriye değil. Rejim yardakçılarının ifadesiyle “Suurya el-Esed” (“Aslan‟ın Suriyesi”) de
değil. Esad, Wall Street Journal’daki mülakatçılarının, iktidarda kalmasındaki heyecan verici
şiiri nakledeceklerinden emindi: Uzlaşmazlıkta inat ebedi hayata yol açar ve Arap
milliyetçiliği rüzgarı Orta Doğu’daki talanın istikrara kavuşması için iyi bir reçetedir.
Bunların yanı sıra, Mübarak ve diğerlerinin aksine Esad, halkına yakın imiş (buz kesici bir
sinizmle yalan söyledi), onlar ne hayal kuruyorlarsa o da o hayali kuruyormuş, gayelerini
onaylıyormuş, menfaatlerini savunuyor ve onlar adına adalet arıyormuş. Suriye‟nin
istikrarının anahtarı olarak da kasılarak şunları söyledi: “Halkınızın inançlarıyla çok yakından
bağlı olmalısınız [… ve] sizin politikanızla halkın inanç ve menfaatleri arasında bir
uyuşmazlık vuku bulduğunda bu size rahatsızlık verir.”
Derken, "rahatsızlık" güya "halkının inançlarına çok yakından bağlı" olmasına rağmen,
kalesinin içinde Esad'ın kapılarını da çalmaya başladı. Bugün, sözlerini yutuyor demek, bu
seneki olayların hafife alınması olabilir. Gösteriler, sadece rejimin sahte Arap milliyetçiliğine
karşı çıkmakla kalmadı, öfkelenen Suriye sokakları da kendilerini Esad'ın bayatlamış
hikayelerinden uzaklaştırıp onun iktidardan ayrılmasını talep ederken farklılıklarını vurgular
göründü.
Yurt dışında yaşayanlar, akademisyenler ve sürgündeki muhaliflerden oluşan Suriyeli bir
grup, ay başında Türkiye'nin Antalya şehrinde toplandı ve yurt içinde kuşatma altındaki
yurttaşlarının ihtiyaçlarını yeniden teyit etti. Toplantının Nihai Bildirisi şu şekildeydi:
Suriye Değişim Konferansı katılımcıları Suriyelilerin Arap, Kürt, Keldani-Asuri, Süryani,
Ermeni ve diğer birçok etnik unsurdan oluştuğunu teyit ederler. Konferans, Suriyeli kimliğini
oluşturan tüm bu unsurların meşru ve eşit haklara sahip olduğunu tanır ve belirtir ve
bunların sivil devlet, çoğulcu parlamenter demokrasi ve milli birlik ilkelerine dayalı olarak
yapılacak yeni Suriye anayasası altında korunmalarını talep eder.
27
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
Golan Tepeleri'nden (İsrail tarafından 1967'de ele geçirilen) bahis yok; takdis edilen
Suriye'nin Araplığı'ndan (Esadların 40 yıldır çok sevdikleri klişe) bahis yok ve yine
Filistin'den (tüm Arap meselelerinin anası) bahis yoktu! Suriyeliler, nefret edilen rejimde
kullanılan dil, muzır semboller ve yapmacık tavırlardan kaçınarak eşikte kendilerini bekleyen
Arap sonrası döneme hazır olduklarına işaret ediyor göründüler.
Çok gecikmiş bir adım olsa da yine de böyle bir sonuç beklenmiyordu. Arap milliyetçiliği
hissiyatının zirvede olduğu 1955'te bile, Arap Baas Partisi'nin baş ideoloğu ve kurucusu
Suriyeli Hristiyan Mişel Eflak, 20. yüzyılın başlarında Suriyeli arkadaşlarının da dahil olduğu
Levantenler arasında Arapçılığın zayıf bir şekilde tatbik edilmesinden yakınıyordu. Eflak,
Arap Dirilişinin Hatrına isimli milli manifestosunda, "Arap" veya "Arap kimliği" gibi
ibarelerin Suriyelilerin siyasi lügatleri ya da milli şuurlarının sadece küçük bir parçasını
oluşturduğunu yazdı. Bu ibareler, Arapça'da Suriye halkına aleni bir şekilde Arap kimliği
aşılamak için nadiren kullanıldı.
Gerçekte Eflak 1930‟larda Suriye‟deki siyasi liderlerin “Suriyeli” ibaresini, bölgelerinde
etnik-dini ve ırki mozaikteki karmaşıklığın halli için adeta bir tılsım gibi kullandıklarını iddia
etti. Onun kabulü şu şekildeydi: “Suriye, tamamen farklı olan Müslümanlar, Hristiyanlar,
Araplar ve Arap olmayanları ayrı ve tek bir „milli kimlik‟ bayrağı altında bir araya getirmek
için kullanılan bir ibareydi.“ Ama kararlı bir Arap milliyetçisi olarak Eflak, “Suriye”
ibaresinin meşruiyetini kabul etmedi ve bunun “milli değil tamamen bölgesel bir tasarım”
olduğunu iddia etti. Ona göre Suriye‟de kimliklerden oluşan potayı tarif etmek için seçilecek
kelime “Arap” idi. Bu yüzden o, görüşünü tatbikata sokmak ve normalleştirmek üzere
bağışlaması olmayan, vahşi ve cebri türde bir Arapçılık telkininde bulundu.
Eflak, Suriye‟nin farklılığı ve melezliğinden halen de kurtulabilmiş değil. O ve onun Baasçı
gaspçıları baskı yapabildiler -kendisi ve Esadların 50 seneye yakın bir zamandır yaptıkları
baskılar gibi - ama Suriye‟nin farklı unsurlardan oluşan karakterini yok edemediler. Bugün
dünyada Suriye‟yi kurtarmak için gelen herhangi bir süvari olmasa da ve nefesini tutarak
Suriye‟nin kurtuluşu için bekleyen anlayışlı izleyiciler bulunmasa da Suriye‟nin sokakları ve
etkili Antalya Deklarasyonu, “Suriye kimliğinin tüm asli unsurlarının meşru ve eşit haklara
sahip olduklarını ileri sürerek” bu eski toprağı kurtarma ve asli haline döndürmede kararlı
görünüyor.
Kaynak: The National Interest, 14 Haziran 2011
Çeviren: Emin Arvas
28
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
Suriye Devrimi üzerine notlar – Azmi Bişara
1- Suriye rejimi bu haliyle devam edemezdi, devamı için ya kendisini değiştirecek ya da
Suriye halkı onu değiştirecekti, rejim kendini değiştirmeyi seçmedi ve bu görev halka düşmüş
oldu.
Suriye rejimi değişime hazır olsaydı ve eğer şubat ayında alevlenen Al-Harîka olayı ve
ardından özgürlük için Dera'da çıkan ayaklanmadan sonra, kendisi ve toplum arasında
anlaşmayı sağlayacak, Suriye halkının isteklerini yerine getirecek aşamalı bir strateji planı
kurmuş olsaydı devamlılığını sağlayacaktı.
Ancak rejimin buna yanaşmaması ve orantısız güç strateji kullanmasıyla sonuçlanan güç
kullanma politikası ile diyalog politikası arasında tereddüde düşmesi, onu öncellikle hayata
geçirilmesi gereken siyasi çözümden şiddete kaydırmıştır.
Güç kullanma politikasının sonucunda, ilk başta kabul etmesi muhtemel olan ancak olaylar
ilerledikçe kabul etmesi zorlaşan bu öneriler karşısında kendini zora soktu. Bu durum,
devrimcilerin ancak son zamanlarda rejimin devrilmesini isteyen pankartlar açmasından
dolayı gayet açık bir şekilde anlaşılmaktadır. Devrimcilerin baştaki hedefi rejimle bir
mutabakata varmaktı.
Suriye cumhurbaşkanı Başar El-Esed değişime destek olup ona öncülük etmiş olsaydı belli
oranda başarı elde edebilecekti. Ancak kendisi bunun yerine mağlubiyetin başlangıcı olarak
kabul edilen 30 Mart 2011 konuşmasını yapmayı tercih etti.
27-28 Mart'ta Halep ve Şam'da sokaklara dökülen insanların çoğu memur ya da partili değildi,
onlar sadece cumhurbaşkanından reform bekleyen normal insanlardı.
Beşşar Esed konuşmasını bitirdiğinde tek yaşanan şey hayal kırıklığıydı. Herkes bu psikolojik
durumu yaşadı ve ( Ya benlesin ya da bana karşısın ) komplosu karşısında korkunç bir
tereddüdün içine düşmüş oldular.
2- Rejimin sunmuş olduğu, reformla birlikte rejimin devamı seçeneği bir hayal ürünüdür.
Rejim, devrimlerde insanların seçeneğinin ya kökten değişiklik ya da rejimi devirme
seçeneğinin olduğunu kavramalıdır. Rejimin baskıcı karakteri ve Arap ülkelerindeki toplumun
yapısından dolayı Suriye'deki devrim tamamıyla farklıdır.
3-Gerçekçi ve ciddi değişiklikler halk tarafından hoşgörüyle karşılanacaktı. Ancak Suriye'de
olmakta olan ve devam eden durum bunun tam tersidir. Cumhurbaşkanının 30 Mart'ta yapmış
olduğu konuşma kendisine duyulan güvenin kalan kısmını da yok eden büyük bir felaketti.
Hiyerarşinin olduğu yerlerde bu durum çok tehlikeli sonuçlar doğurur, bu nedenle
cumhurbaşkanı ile rejim, hedefleri belli, kökten ama aşamalı geçiş yapma fırsatını kaçırmış
oldular.
Artık oradaki çoğu insanın amacı reform değil rejim değişikliğidir ve bir kısmı devrime
katılarak diğer kısmı bekleyerek değişim hesabı yapmaktadır.
29
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
4- Bireysel liderlik özellikleri, büyük değişimlerin yol ayrımında yaşanan olaylarda büyük rol
oynamaktadır. Cumhurbaşkanı, bu bireysel özellikleri kullanırken yapılması gerekenleri
ıskaladı ve önümüzdeki süreç, (Rejim reform yapmaktan aciz mi?) türünden ihtimaller
üzerine değil de, sürprizlerle dolu olacaktır. Rejim ihtimallerden yana oldu.
5- Suriye'deki rejim türü, toplumdaki sosyal yapıyı çöküşe ve Suriye toplumunun yapısından
dolayı kargaşaya sürüklemektedir. Bu rejimin çöküşü orta doğu bölgesini aşiret ve mezhep
kavgaları tuzağına sürükleyecektir. Suriye'deki olaylarda yaşanan süreçte herkesin kaybetmiş
olacağı bir felakete doğru sürüklendiğini görebiliriz. Ancak devrim güçleri, iç savaşa
sürükleyen bir çatışma seçeneğinden değil de, mücadeleci sosyal güç özelliği taşıyan
bağımsız ulusal örgüt kurmaktan yana tavır koyarsa bu durum değişecektir.
6- Suriye rejimi, karşılıklı çıkarlara dayalı zalim baskıcı ve rüşvetin yaygın olduğu bir sistem
üzerine kurulmuştur. [Suriye rejiminin gizli kasası] Rami Mahluf'un herhangi bir ceza
almadan yazmış ve yayınlamış olduğu [Suriye rejiminin İsrail'in garantisi olduğu] yönündeki
yazıyı her hangi bir vatandaş veya aydın yazmış olsaydı tutuklanırdı. Mahluf'un söyledikleri
rejimin dış politika konusunda meşruiyet kaybetmesine neden olmuştur.
7- Suriye'deki rejim, tekelinde toplamış olduğu gücün kaybına neden olacak reformlardan
korkmaktadır. Bu rejim, baskının koruduğu ve yerleştirdiği korkuların etkisiz kalması
durumunda yumruğunun gücünü kaybetmesi ve ardından durdurulması güç olacak çöküşün
başlamasından korkmaktadır. Rejimin kökten reforma karşı olan tavrı budur.
Korkular – Reformdan korkmak- yakını görememekten ve çıkarlardan kaynaklanmaktadır.
8- Suriye rejimi, zorunlu reforma gitmemek için ne pahasına olursa olsun ayaklanmayı
büyümeden gömmeye karar verdi. Bu durum insanları devrim yolunda devam etmeye teşvik
etmiştir ve bundan dolayı Suriye rejimi gerçek mermi kullanarak daha önce benzeri
görülmemiş bir vahşetle devrimcilerin şehirlerde protesto yapmasını engellemeye çalışmasına
sebep olmuştur.
Bu felaket stratejisi uygulanırken her hangi bir yetkili çıkıp bir konuşma yapmamıştır. Ta ki
parti genel sekreterinin rejimi yeni bir uçuruma götürecek, reform düşüncesini reddeden
konuşmasını yapana kadar.
9- Suriye rejiminin egosunu ve kibrini yansıtan bazı adımlar, almış olduğu karara
dayanmaktadır. Bu adımlar, rejimin yandaşları tarafından dahi ahmakça ve zalimce
bulunmuştur. Rejimin devrimi gömme kararı, yandaş medyayı ve gazetecileri hakaretlerle
başlayıp biten reklamlar yapmasına sebep olmuştur. Bunun nedeni ise hem yapılanlar adına
konuşmanın hem de insan varlığını korumanın bu durumda mümkün olmamasıdır. Uygulanan
strateji, rejimi ve bunun yanı sıra yandaşlarını zor durumda bırakıp büyük manevi ve siyasi
kayıplar yaşamalarına neden olmuştur.
10- Ayaklanmanın büyük şehirlerde geç başlamasının nedenleri ise: Büyük şehirlerdeki aşırı
şiddet, memurların ve ticari çıkar sahiplerinin çokluğu, Irak ve Libya örneğinde yaşanan kaos
benzeri bir durumun yaşanması korkusu ve 80'li yıllarda Halep ve Hama'da yaşanan olayların
benzerini yaşamama arzusudur. Buna rağmen Hama şehri kahramanca davranıp harekete geçti
30
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
ve buna benzer durum Şam'da da yaşanıyordu. Halep ve Şam şunu bilmeli ki onların harekete
geçmesi Kaosun yaşanmaması için garanti olacaktır.
11- Protesto ve gösteri yapmak taşrada mümkün hale geldi ve rejim bu duruma karşılık
vahşice tavır aldı. Halk bu vahşete cevabı ise birbirini destekleyerek verdi. Devletin taşrada
almış olduğu tavır vahşice ve aşağılayıcı bir tavırdı, ancak halk kahramanca onuru için
direndi. Bazı bölgelerde devrim taşra devrimine dönüştü. Dünya üzerinde tarih boyunca hiçbir
zaman çatışmasız bir taşra devrimi olmamıştır. Evine ve ailesine yapılmış olan bir saldırıya
direnen ve karşılık veren her insanın yaptığı, dünyanın her hangi bir yerindeki taşrada
uygulanan usullerden farklı değildir.
Savunma mantığı çerçevesinde, Suriye'de diğer şartların bazılarının oluşması durumunda
mücadelenin silahlı hale dönüşmesi bu durumdan istifade edecek olanların çok olacağı kesin
olmakla birlikte kesin bir gerçekliktir ve biz bu ihtimali desteklemiyoruz ama göz ardı da
edemeyiz.
12- Rejimin kendi güvenlik güçleriyle yetinmeyip doğrudan orduyu, protestocuları vahşice
bastırmak için kullanması çok tehlikeli bir durumdur. Ordunun halkı bu derece bastırması
onları düşman gibi gördüğüne delalettir ve bu durum bu şekilde devam edemez çünkü bu
durum orduyu maneviyat, disiplin, itaat ve savaşma ruhu konusunda etkileyecektir. Bu
durumun sorumlusu rejim olacaktır.
Elleri bağlı halkın bu şekilde ayaklar altına alınması ne kahramanlık ne de şereftir ve bunu
yapan vatanı savunmuş olmaz. Zaman bize bu davranışın rejimi koruyamayacağını
kanıtlayacaktır.
13- Orta direk, burjuva ve aydınların bu devrimin niteliğine itiraz etmeleri mümkün değildir.
Devrime katılmamalarının nedeni rejimin aşırı şiddet kullanmasıdır. Katılmış olsalardı
devrimin yöntemi ve yaklaşımıyla ilgili rasyonel bir diyaloga izin verilecekti.
14- Suriye rejimi, velayeti fakih düşüncesini savunan molla sınıfına dayanan ve daha az
çoğulculuğu olan İran rejimi gibi dini bir mezhebe dayanmamaktadır. Bir zamanlar önemli rol
oynayan parti ideolojisini kullanarak partiyi, rejimin ve güvenlik organlarının maşası haline
getirmiştir. Ayrıca, soysal mezhep bağlılığını kullanıp tek bir mezhebi benimseyen rejim
olmamıştır. Bir zamanlar Müslüman kardeşlere verdiği mücadelede bile tutuklananların çoğu
alevi kesimdendi. Kriz zamanlarında mezhep jokerini kullanan hep bu rejim olmuştur.
15- Topluma, aşirete ve bölgeye bağlılık, hakimiyetin mezhebe ait olduğu anlamına gelmez,
bilakis rejime ve organlarına bağlılığı güçlendirmek için sempati yaratmak anlamına
gelmektedir.
16- Mezhep, fakir ve dışlanmış olabilir hatta kullanılmaya en elverişli durum olabilir. Ancak
rejim, mezhebi hedef tahtası olarak göstermeye çalışmaktadır. Aşırı dinciler ve yobazlar
tarafından verilen demeçler ve yönlendirmeler bu durumu güçlendirmektedir. Rejim, dini
mezhepler arasında bu duyguyu yaratıp mezhepçiliği yaymaya çalışarak, gösterilerde sıradan
olan bir durumu gösterilerin temeli haline getirmektedir.
31
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
17- Dahili olarak etnik ayrım mevcuttur. Ancak siyasi etnisite toplumlarda doğal olarak var
olmamaktadır. Bu var oluş yabancı müdahalesiyle, devletle, muhalefetle ve çıkar sahipleri
aracılığıyla ortaya çıkmaktadır.
18- Rejim, kışkırtıcı yöntemlerle durumu abartmaya çalışıyorsa, sivil bir devlet kurmak
isteyen muhalefet, bütün halkı kapsayan demokratik bir yapıyı oluşturmak için gerekli
çözümü sunmalıdır. Bütün mezhepleriyle ve orta doğudaki tarihi rolüyle Suriye'nin Araplığı
korunmalıdır.
19- Esas olan, Türk veya batı ya da körfez desteği beklemek değil. Bunun yerine büyük
şehirler dâhil ülkeyi devrimleştirmek. Her ülkenin kendi çıkarlarıyla ilgili bir ajandası vardır.
Arap toplumları bazı Arap rejimlerin yaptığı gibi batıya siyasi tavizler vermek zorunda
değildir. Demokrasi seçeneği ve halkın iradesi batı kamuoyuna kendini ispatlamıştır.
15 Haziran 2011
Çeviren: Faruk İbrahimoğlu
32
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
El Fetih Üniversitesi B Kampüsü’nün bombalanması - Cynthia McKinney
NATO askeri harekâtının sonuçlarını birinci elden görmek için Trablus‟a geldiğimdem beri
artık malumumdur ki uluslararası basının Libya üzerine suskunluğuna rağmen sivil hedeflerin
vurulduğuna, Libyalı sivillerin yaralandığına ve öldürüldüğüne dair açık deliller mevcuttur.
Bu Salı sabahı beni kaldığım otelden gelip aldılar ve şehrin telaşlı trafiğinde ilerleyerek el
Fetih Üniversitesine götürdüler.
Dekan Ali Mansur 9 Haziran günü dışarıda otopark alanındaydı. Gökyüzü Carolina mavisiydi.
Bulutlar beyazdı - ve gökyüzüne kimyasallar püskürtülmemişti. Dekan Mansur altüst olmuş
bir haldeydi. Anlaşılan el Fetih Üniversitesi‟nin B Kampüsü‟ndeki bazı gençler, kız yüzünden
kavga etmişlerdi. Libyalıların sıcakkanlı insanlar olduğunu söyledi. Gözlerinde bir pırıltıyla
kızların genç erkekler için önemli olduğunu fısıldadı.
Evet, ben el Fetih Üniversitesi‟nin ismi daha önce Nasır Üniversitesi olan B Kampüsüne
yaklaşırken belliydi zaten. Kampüs kapısına yaklaştığımızda ağaçlar altında, çimenlerin
üzerinde sohbet eden, cep telefonuyla görüşme yapan, gezinen, bir arada toplanmış ve
muhtemelen kampüsteki – artık o her ne ise -en son haber hakkında konuşan genç erkekleri ve
kızları görebiliyordum. Bugün el Fetih kampüsünde hayat hareketli. Öğrenci hayatı canlı
görünüyor. Bu his ve üniversitedeki hava, ABD ve dünyada ziyaret ettiğim yüzlerce
üniversitedekinden hiç de farklı değil.
Libyalı genç erkekler ve kızlar bizimkilere benziyor. Benim oğlum bu üniversitedeki hayata
kolayca intibak edebilirdi.
Kampüs de canlı görünüyor. Her yerde vinç olması, sağlıklı bir inşaat programının
yürütüldüğüne, yeni binalarla öğrencinin öğrenim muhitinin iyileştirildiğine işaret ediyor.
Öğrencilerin gürültü-patırtısına rağmen Dekan Mansur mutlu olmak için her şeye sahipti zira
üniversitesi daha büyük, daha iyi ve daha güçlü oluyordu. İngiliz dilinde ders vermek için
İngiltere‟deki bir üniversiteyle anlaşma bile imzalamış olduklarını söyledi. Sadece dil eğitimi
için değil tüm bir eğitim müfredatının İngilizce olması için! Ama hepsi de hayal kırıklığıyla
noktalandı diye ekledi.
El Fetih Üniversitesi B Kampüsü‟nde 10.000 lisans, 800 master, 18 doktora öğrencisi öğrenim
görüyor. Kadrolu 220, sözleşmeli 150 öğretim görevlisi ve 120 çalışanı var. 8 konferans
salonu, 19 sınıf ve ilave 4 büyük sınıf mevcut. Bir de kırsalda, El Aziziye‟de kampüsü var;
orası da üniversite sistemi içerisinde yer alıyor ve o kampüste 700 öğrenci öğrenim görüyor.
Dekan kendisini belediye başkanıyla kıyaslıyor zira zengin ve canlı bir akademik hayatın
içindeki kalabalık bir öğrenci topluluğuna nezaret ederek pek çok sorumluluğu üstlenmiş
durumda.
33
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
Dekan, üniversitedeki hayatın – ve şahsi hayatının – 9 Haziran‟da 2011 tarihinde, öğlen
vaktinde sonsuza dek değiştiğini söyledi.
Üniversite her zaman olduğu gibi saat 8:00‟de açılır ve akşam 8:00‟de kapanır.
9 Haziran Perşembe günü de diğer günlerden bir gün olacaktır ama kız yüzünden çıkan
gürültü patırtı hariç: Kavgaya ortak olmak istemeyen öğrenciler ortalıktan çekilmişlerdi.
Bundan dolayı önündeki disiplin meselesini nasıl halledebileceğini otopark alanında
düşünmekle meşguldür dekan.
Sonra aniden bir ses duyar; gökyüzünden gürültülü bir ses gelir.
Birdenbire başlamış yüksek bir uğultudur. Sonra ıslık sesine benzer ürkütücü bir tiz ses gelir.
Gökyüzüne bakmış ve gördüklerine inanamamıştır: Gökyüzünde parlak bir şey onun önünde
dans ediyor gibiydi. Atari oyunu veya ona benzer bir şey gibi hareket ettiğini söyledi.
Gökyüzünde dans ediyor, zigzaglar çiziyordu. Gerçekte saniyeler içerisinde olmuş olsa gerek
ama sanki dakikalarca cisme takılıp kaldığını söyledi.
Gökyüzünde yukarı-aşağı ve yanlara doğru seğirterek hızla ilerledi ve hiçbir uyarıda
bulunmaksızın yakınındaki zemine düştü. Bir NATO füzesiydi.
Trajik bir şekilde hedefini bulmuştu: El Fetih Üniversitesi B Kampüsü.
Dekan tek bir füze ama çok sayıda ateş ve çevrede farklı farklı renkler ve sonra büyük bir
duman bulutu gördüğünü söyledi. Tek bir füze gördü ama birden fazla patlamalar duydu. Kaç
kez duyduğunu tam olarak söyleyemeyeceğini de belirtti.
Dr. Mansur patlamanın kuvveti ve yarattığı sarsıntı sonucunda olduğu yerde donup kaldığını
ve kalbinin bir an için durduğunu söyledi. Korkmamıştı sadece donup kalmıştı. Koşmamıştı;
çömelip sinmemişti; ama sersemlemişti.
Patlamanın kuvveti, kalın beton duvarları çatlatmış, yüzlerce camı kırmış, amfilerin çatılarını
yere indirmişti.
Yolunu şaşırmış bir Tomahawk füzesi mi yoksa hedefini şaşırmış lazer güdümlü bir füze mi
olduğunu hiç kimse bilmiyor.
Aklına ilk gelen, üniversitedeki binlerce öğrenci ve aynı okulda eğitim gören üç çocuğuydu.
Yaklaşık 30 dakika sonra Libya basını olanları görmek için geldi. Üniversite rektörü ve diğer
resmi yetkililer de geldiler. Fakat uluslararası basın yoktur ve Dr. Mansur bu duruma
şaşırmıştır.
Peki, ne görmüşlerdi?
Medya birçok binadaki hasarı ve sekiz konferans salonunun patlayan camlarını görmüşlerdi.
Kapılar menteşelerinden çıkmıştı. Kütüphane darmaduman olmuştu. Kitaplar dağılmış, her
34
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
yer enkaz yığınıydı. Kampüs mescidi hasar almıştı. Cam kırıkları tepe tepe yığılmıştı ve
temizleme çalışmaları henüz başlamıştı.
Dr. Mansur, kabil olduğu yerde üniversiteyi saldırı gününde hangi şarttaysa öyle tutmakta
olduklarını söyledi. Ancak öğrencilerin çalışmakta olduğu ana sınıf temizlenmiş ve Muammer
Kaddafi‟nin 30 Nisan 2011‟de NATO bombalarıyla evinde katledilen oğlu anısına ismi Seyfül
Arab Konferans Salonu olarak değiştirilecek.
Perşembe günü NATO füzeleri. Cuma ve Cumartesi günleri burada hafta sonu olarak kabul
ediliyor. Pazar, Pazartesi ve Salı günleri öğrenciler bombalamadan yılmamış bir halde tekrar
okuldalar. Bugün gezdiğim pek çok sınıfta öğrenciler moloz yığınları arasında final
sınavlarındaydılar. Kampüste gezerken haykıran ve bana Arapça “Obama nerede?” diye soran
bir erkek sesi duydum.
“Güzel soru” diye düşündüm.
Genç erkekleri ve kadınları düzenli olarak uzak yerlere savaşa gönderen ve dünyanın fakir
halklarını düzenli olarak bombalayan politikacıların daha önce hiç Cruise füzesi saldırısının
hedefinde bulunup bulunmadıklarını veya kendilerini ve ailelerini lazer güdümlü tüketilmiş
uranyum başlıklı füzelerinin merhametine bırakıp bırakmadıklarını hep merak etmişimdir. Bir
sivil hedefe yönelik NATO saldırısının dehşetini birinci elden tecrübe etmiş olsalardı bir
süreliğine durur ve silahlı kuvvetlerimizin Libya halkına yaptığı saldırıyı bitirme ihtiyacı
üzerinde düşünürlerdi belki de. Belki.
Sınavdaki öğrencileri rahatsız etmek istemediğim için dışarıdaki başka öğrencilerle konuştum.
Başkan Obama‟ya söyleyecek bir şeyleri olup olmadığını sordum onlara. Bir kadın öğretim
görevlisi hemen söze girdi ve “ateş altındayız: Fizîken ve ruhen” dedi. Bir öğrenci ise Başkan
Obama “Filistin‟i özgür, Libya‟yı yalnız bırakmalı” dedi ve “biz tek bir aileyiz” diye devam
etti.
Daha fazlasını sonraya bırakalım ama şimdi özetle söyleyelim: Her Libyalı bir aşirete mensup
ve her aşiret kendi kendini yönetmekte ve kendi liderini seçmektedir; tüm aşiretlerden liderler
de daha sonra kendi liderlerini seçerler ta ki Libya‟nın tüm aşiretlerinin tek bir lideri olsun.
Dün Trablus‟un bir başka kesiminde bir aşiret lideriyle görüştüm ve bana, ülkenin gerçek
liderinin bu kişi olduğu söylendi. Libya‟nın gerçek politika yapıcılarını teşkil eden Aşiret
Konseyine başkanlık ediyor. Bu yüzden de genç adam “biz tek bir aileyiz” derken hakikati
söylüyordu.
Dr. Mansur Amerika‟da öğrenim görmüştü ve ABD‟de geçirdiği zamandan ve orada kurduğu
arkadaşlıklardan sevgiyle söz ediyordu. Öğrencileriyle ve üniversite‟deki topluluk hayatının
zenginliğiyle gurur duyuyordu. Tıpkı ABD‟deki bir üniversite dekanı gibiydi o da.
Benim görüşüme göre 9 Haziran 2011‟de ilahi müdahale oldu.
35
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
Füze saldırısının gerçekleştiği gün tek bir öğrenci hayatını kaybetmemişti. Kolaylıkla her şey
çok başka olabilirdi hâlbuki. Yüzlerce gencin hayatını kaybettiği bir felâket olabilirdi.
Üniversiteyi çevreleyen alanda bulunanların bu kadar talihli olmadığı söylendi.
Haberlere göre civardaki evlerde hayatlarını kaybedenler var.
Savaşla ilgili komik bir şey bu. Savaşa yol açanlar habersiz kalırlar ve savaşın neticelerini
bilmezler; başkalarına zarar vermekten dolaylı mutlu görünürler ve zararlı etkilerine karşı
hissiz olurlarken savaşın kurbanları da anormal olanı normalleştirmenin ve biteviye ölüm ve
yıkım tehdidiyle yaşamanın bir yolunu bulurlar.
Trablus‟u ziyaret ettikten sonra daha önce hiç olmadığı kadar savaşa muhalifim.
El Fetih Üniversitesi‟ndeki öğrenciler ülkelerinin kuşatma altında olmasına rağmen
öğrenimlerine devam ediyorlar.
Ah evet, ya tesadüfen konuştuğum diğer öğrenciler? Onlara öğrencim ücreti olarak ne kadar
ödediklerini sordum. Tercümeden sonra bile şaşkın yüzlerle bana baktılar. Kitaplara ne kadar
ödediklerini sordum. Tekrar şaşkın yüzlerle baktılar. El Fetih Üniversitesi‟nde öğrenim ücreti
yıllık 16 dinardı – yaklaşık 9 dolar. Benzin ithali üzerindeki NATO ambargosu yüzünden
okul, öğrencilerin derslere gelebilmesi amacıyla ücretsiz 10 otobüs hattını faaliyete geçirdi.
Onlara Amerika‟da doktora programına girmek üzere olduğumu, öğrenim ve kitap ücretleri
için onbinlerce dolara ihtiyacım olduğunu söyledim. Kuzenimin seçtiği okulda öğrenim
görmek ve master derecesi almak için 100.000 dolar borca girdiğini anlattım. Şöyle
söylediler: “Muammer Kaddafi‟ye müteşekkiriz. Kaddafi‟den dolayı özgür bir eğitimimiz var.
Allah, Muammer, Libya bize yeter!”
NATO‟ya gelince, yalnızca askeri hedefleri vurdukları ve yaptıklarının “insâni müdahale”
olduğu kuruntusuna yapışıp kalmayı sürdürüyorlar. Oy hakkı, demokrasi, sağlık hizmetleri,
eğitim, refah, ulusal borç, kişisel geliri artırma ve zenginliğin dağılımı adına Üçüncü Dünya
halklarını havadan bombalamanın iyi bir şey olduğuna dair delil bulmayı halen bekliyorum.
Hayatın karmaşık meselelerinin Cruise füzelerinin becerebileceğinden daha karmaşık
müdahaleler gerektirdiği benim için ortada.
Yazar hakkında: ABD eski Temsilciler Meclisi Üyesi; Yeşiller’in 2008 ABD Başkan
adayı.
Kaynak: Answer Coalition, 16 Haziran 2011
Çeviren: M. Alpaslan Balcı
36
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
Suriye dönüşü olmayan yolda - Abdullah Aydoğan Kalabalık
Suriye'de gün geçtikçe olaylar daha da içinden çıkılmaz bir hal alıyor. Her Cuma günü farklı
isim ve sloganlarla hız kazanan gösteriler, bu Cuma da ülkenin farklı şehirlerinde devam etti.
Bu gün ki gösteriler, Fransız işgaline karşı Suriye direnişinin simgesi olarak bilinen, Şeyh
Salih el Ali gösterileri olarak isimlendirildi.
Bu gün yaşanabilecek olayları engellemek amacıyla dün Suriye ordusu Cisr eş Şuğur, Magra
el Numan ve İdlib gibi şehirlerde yüzlerce insanı gözaltına aldı. Tutuklananların sayısı
hakkında kesin bir bilgi bulunmuyor. Ancak Lübnan'a sığınan bir Suriyeli görgü tanığı, geçen
hafta altı veya yedi bin kişinin tutuklandığını ve bu tutuklamaların tamamen rastgele
yapıldığını söyledi.
Suriye ordusu son bir haftadır ülkenin kuzey batı sınır bölgelerinde tarama ve temizlik
operasyonları düzenliyor. Halk ise ordunun katliam yapma korkusundan dolayı çareyi, kardeş
ve komşu ülke Türkiye'ye sığınmakta buluyor.
Bir Suriyelinin ifade ettiğine göre, Esed yönetimi Türkiye'ye kaçışları önleyebilmek için halk
arasında, ülke dışına kaçanların evlerine girileceği, bütün eşyalarının ellerinden alınacağı gibi
iğrenç söylentiler yayılarak, skandalın ülke içerisinde ört bas edilmesini hedefliyor.
Öte yandan dün el Arabia televizyonu Cisr eş Şuğur'da öldürüldüğü iddia edilen 120 polis ve
asker arasında kendi adının da yer aldığı bir polis memurunu ekrana çıkardı. Memur; "Ben
ölmedim yaşıyorum ancak öldürülenler arasında adım var" diyordu.
Suriye resmi haber ajansı ise, binlerce kişinin Türkiye'den Cisr eş Şuğur'a geri döndüğünü
yazdı. Halbuki Türkiye makamları çoğunun Cisr eş Şuğurlu olduğu 10 binden fazla
sığınmacının Türkiye'de olduğunu belirtiyor. Sığınmacılar arasında ordu ve polis gibi
güvenlik güçlerinde görev yapanlar da bulunuyor.
Suriye ordusunun temizlik operasyonu yaptığı Cisr eş Şuğur şehrinin isyancı gruplardan
tamamen temizlendiği ilan edildi. Bir haber ajansının yayınladığı görüntülerde şehrin
harabeye döndüğü görülüyor. Son birkaç gündür ise İdlib şehrine bağlı kasabalarda ordu
birlikleri operasyonlar düzenliyor. Bölgeden kaçan görgü tanıklarının anlattığına göre, ordu
operasyonlarda öldürülen bazı göstericilerin cesetlerini bile ailelerine teslim etmiyor.
Suriye ordusunun son üç aydan bu yana ordu mensuplarına ailelerini ziyaret etme izni de
vermediği ifade ediliyor. Aileleri olayların yaşandığı bölgelerde oturan ordu mensupları ve
askerlerin son derece tedirgin oldukları belirtiliyor.
Harsata şehrinde yaşanan bir müdahale ise, Esed yönetiminin halka bakış biçimindeki
gaddarlığı iyice gözler önüne serer nitelikteydi. Eşleri ve yakınları tutuklanan 200 civarında
kadın, yakınlarının serbest bırakılması için gösteri düzenlemek istedi. Kadınların ellerinde
sadece yakınlarının fotoğrafları ve pankartlar vardı. Pankartlarda; 'Eşim nerede? Kardeşim
nerede? Oğlum nerede?' şeklinde yazılar yazıyordu. Güvenlik güçleri gösterinin
37
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
başlamasından yaklaşık 10 dakika sonra gösteri yapan kadınların üzerine yüzlerce gerçek
mermi yağdırdı.
Artık Suriye'de ok yaydan çıkmıştır. Türkiye'nin Suriye yönetimine yaptığı, reform
gerçekleştirme çağrıları siyasi manevradan öte geçmemektedir. Bu vakitten sonra reformdan
söz edilemez.
Diğer Arap ülkelerinde yaşananların Suriye'ye etkisini de göz ardı etmemek gerekir. Kaddafi
rejiminin sona ermesinin, Suriye'deki devrimi büyük oranda hızlandıracağı kuvvetle
muhtemeldir. Bu iki ülkenin yönetim tarzı ve halk hareketlerine karşı tutumu bir birine son
derece yakın. Arap Birliği'nde Libya'ya müdahale kararına en fazla karşı çıkan ülke de zaten
Suriye'ydi.
17 Haziran 2011, Dünya Bülteni
38
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
Erdoğan, Ortadoğu’daki en güçlü lider - Anşel Pfeffer
Recep Tayyip Erdoğan‟ın partisi muhalefetin kanaatini hesaba katmadan anayasa değişikliği
yapmaya yeter sayıda Meclis koltuğu kazanamamış olsa da Erdoğan İslam dünyasının en
mutlu lideridir. Bu haftaki seçimlerden sonra bir dört yıl daha iktidarda olacağını neredeyse
kesin olarak bilen bölgedeki tek lider o.
Arap ülkelerindeki siyasi deprem, Türkiye başbakanına umulmadık ilave faydalar sundu.
Geçen haftalarda Türkiye‟ye akın eden binlerce göçmen Ankara için kısa vadede lojistik ve
insâni baş ağrıları yarattı ve belki Kürtlerle gerilim korkularını da artırıyor olabilir. Ama gelin
görün ki Erdoğan‟a Suriye‟nin kaderini belirleme fırsatı da sunmaktadır.
Devrimin ilk üç ayı boyunca onunla savaşan Şam rejimi olayları ülke sınırları içerisinde
kuşattı. Batı medyasının bağlantısını kesti, muhabirlerini kovdu ve Suriye içindeki ve
dışındaki çok az sayıda muhalif grubun arayı kapatıp Esad hanedanına alternatif sunabilme
yeteneklerine zarar verdi.
Erdoğan, mültecileri sınır boylarındaki kamplarda tutarak ve Suriye‟de ayaklanmaların
yaşandığı şehirlerdeki kan banyosu hakkında birinci el şahitliklere susamış gazetecilerin
onlarla temas korumasını engelleyerek Şam‟daki dostuyla görünüşte işbirliği yapıyor. Fakat
Erdoğan‟ın câni baskıyı sert bir şekilde kınamış olması, Esad‟ın vaktinin sınırlı olduğunu
Türkiye başbakanının da anladığını göstermektedir. Erdoğan üç hafta önce Suriyeli
muhaliflerin Türkiye‟de toplanmasına izin verdi. Erdoğan, Esad‟ın düşmesiyle iktidarı
devralacak olan yeni rejimin geçici üssünün patronu oldu.
Gelecek aylarda Şam‟daki yönetimin daha da zayıfladığına, daha çok sayıda askerin sivillere
ateş etmeyi reddettiğine ve etnik grupların gitgide devrime katıldıklarına şahit olacak. Türk
topraklarındaki mülteci kampları yeni Suriye muhalefetinin üreme zemini olacak, yalnızca
Türkiye dostu hiziplerin büyümesine izin verilecektir. Bu, beklendiği gibi gerçekleşirse, yeni
Suriye Türkiye‟nin vassal devleti olacaktır.
O vakit Erdoğan nasıl davranacak? Nüfuzunu, Lübnan‟daki Hizbullah‟ı Suriye üzerinden
İranlı patronuna bağlayan radikal ekseni dağıtmak için kullanacak mı? Erdoğan‟ın
muhtemelen kurmayı arzulayacağı yeni eksendeki ortaklar kimler olacak? İsrail‟le
müzakereye giderlerken yeni Suriye liderlerine hangi tavsiyelerde bulunacak?
Türkiye başbakanı bizim can düşmanımız ise, İsrail siyasi ve güvenlik sorunlarının
yaşanacağı bir dönem bekleyebilir. Fakat müspet bir fırsat da var. Erdoğan ve İran
Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad‟ın dostane bir şekilde bir araya gelmelerine rağmen
bu iki ülke arasında kadim bir rekabet vardır. Türk nüfuzunun artması zorunlu olarak İran
pahasına olacaktır.
İsrail, Arap devriminin etkilerinden korunmak için bir sigorta poliçesi satın alabilir:
Ankara‟yla ilişkilerin derhal iyileştirilmesi. Dışişleri Bakanı Danny Ayalon‟un Türk
büyükelçisini aşağılayarak yaptığı diplomatik gurur gösterisi artık çocukça ve budalaca
görünüyor. Kurşun Dökme Harekâtı‟ndan bu yana süren müzmin yabancılaşma, ki Mavi
Marmara ve Gazze‟ye Özgürlük filosunda yaşananlar bunu daha da kötüleştirmiştir,
Türkiye‟den çok daha fazla İsrail‟e zarar vermektedir.
39
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
İsrail‟in Türkiye‟yle diplomatik, ekonomik ve kültürel bağları halen sürüyor; İsrail ordusu ve
Türk ordusu arasındaki bağlar ise siyasi iklimde olduğundan daha güçlü bir ittifaktır. İsrail bu
değerlerin aşınıp gittiğini izlemek yerine bölgedeki en güçlü liderle ilişkilerini iyileştirme
yönünde azimle hareket ederse iyi eder.
Kaynak: Ha’aretz, 17 Haziran 2011
Çeviren: M. Alpaslan Balcı
40
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
AB’nin soğuk desteği Türkiye’yi yabancılaştırabilir - Con Coughlin
Binlerce Suriyeli mültecinin aniden Türkiye‟nin güney sınırından akın etmesi karşısında
Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan‟dan daha fazla şaşıran ve alarma geçen çok az kişi
olabilir.
Üçüncü seçim zaferiyle iktidar koltuğunu koruyan sayın Erdoğan son on yılın büyük bir
kesimini Suriyeli mevkidaşı Beşşar Esad‟la samimi ilişkiler kurmakla geçirdi. Her iki ülke
askeri tatbikatlar düzenledi ve hatta ortak kabine toplantıları bile düzenledi.
Bu ikisi arasında derinleşen ittifak, son zamanlara kadar Ortadoğu‟da Türkiye, Suriye ve İran
arasında yeni, Batı karşıtı bir eksenin oluşmakta olduğu korkusunu ateşledi. Şam ve Tahran,
bölgedeki Batı çıkarlarına muhalefette çok önceleri zaten birleşmişlerdi ve Türkiye gibi kilit
bir NATO müttefikinin böylesi olmayacak bir ittifaka kapılıp gitme ihtimali Batıdaki pek
çokları tarafından derin bir endişeyle karşılandı.
Sayın Erdoğan‟ın 2003‟te iktidara gelmesiyle başlayan ekonomik gelişme, Türkiye‟nin
kendisini bölgesel güç olarak yeniden konumlandırma teşebbüsünü tetikledi.
Yıllık ortalama yüzde 8 oranındaki büyüme sayesinde Türkler güven ve gurur tazelediler.
Sayın Erdoğan‟ın ülkesinin bölgedeki tarihi nüfuzunu yeniden ileri sürme çabalarının halkta
karşılığı var şüphesiz.
Ama Suriye‟de çıkan ani kriz bu saflaşmayı birdenbire durdurdu. Sayın Erdoğan –
ittifaklarına ölümcül bir darbe indirmenin yanısıra Türkiye‟nin eşiğinde insâni bir kriz de
yaratan - yönetim karşıtı protestolara Esad rejminin tavizsiz tepkisinin “vahşiliğini” kınamak
durumunda kaldı. Doğrusu, Türkiye‟nin Suriye yönetimine kızgınlığı Ankara‟yı bir BM
Güvenlik Konseyi kararına destek verebileceği tehdidine yöneltti ki sadece birkaç hafta
öncesinde düşünülemez bir hareketti.
Türkiye‟nin Esad rejimini kınamasının İran için de sonuçları olacaktır zira Tahran, en yakın
bölgesel müttefikinin protestocuların taleplerine boyun eğmemesi için Şam‟a bir Devrim
Muhafızları birliği göndermekle suçlandı.
Türkiye‟nin dış politikasında daha iddialı bir yaklaşım sergilemesinin ve tatsız tuzsuz
komşularını kazanmaya çalışmasının nedenlerinden biri de AB üyeliğini garantileme
teşebbüslerinin önüne sonu gelmeyecekmiş gibi duran engellerin yerleştirilmesi yüzünden
Ankara‟nın hayal kırıklığına uğramasıdır. İngiltere, Türkiye‟nin Doğu Akdeniz‟deki merkezi
konumunu göz ardı etmenin çılgınlık olduğunu sürekli savunmaktadır. Fakat ağırlıklı olarak
Müslüman bir ulusun birliğe katılımının, birliğin kültürel temellerine zarar vereceğine inanan
Almanya ve Fransa, Ankara‟nın Avrupa klübüne katılma teşebbüsüne şiddetle muhalefet
ediyorlar.
Sonuç olarak, Türkiye Avrupa‟ya daha da yakınlaşmak yerine Avrupa pahasına bölgesel
ittifakları kasıtlı olarak güçlendirme politikası başlattı. Örneğin, Suriye‟yle yakınlaşma
41
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
nispeten yakın zamanların gelişmesidir ve kısmen de sayın Erdoğan‟ın Türkiye ile İsrail
arasındaki stratejik ittifakı sona erdirme arzusunun sonucudur.
Çeşitli İslamcı hareketlerde kökü olan Adalet ve Kalkınma Partisi‟nin başkanı olarak sayın
Erdoğan elbette ki İsrail‟le kolay bir ilişki sürdürmeyecekti. Başbakan olduktan sonra, iki ülke
arasındaki ilişkiler gitgide bozuldu, İsrail‟in 2009 başlarında Gazze‟ye düzenlediği askeri
harekâtın ardından gerilim daha da tırmandı. Türkler de “Gazze‟ye Özgürlük Filosunu”
örgütleyerek cevap verdiler ki Gazze sahillerine varmalarını engellemek için çalışan İsrail
komandolarıyla şiddetli çatışmaya girildiğinden dokuz eylemcinin öldürülmesiyle sona erdi.
Türkiye‟nin İran‟la artan dostluğu sayın Erdoğan‟ın sekiz yıllık iktidar döneminde yaşanan bir
diğer üzücü uluslararası saflaşma örneğidir. Geçen yıl Amerikan liderliğinde İran‟ı uranyum
zenginleştirme programını dondurmaya ikna çabasını Ankara‟nın raydan çıkarma teşebbüsü
Washington‟da tahrişe yol açtı ve Türkiye‟nin NATO‟da kilit stratejik ortak statüsü hakkında
şüpheler doğurdu.
İlişkilerin gerginliği Libya krizinin başlangıcında çok açıktı; Ankara, Kaddafi karşıtı
ayaklanmacıları koruma amaçlı ABD destekli NATO askeri müdahalesine karşı çıkmıştı. Üst
düzey yetkililer Türklerin kilit Kaddafi hedeflerine saldırı düzenlenmemesi için sıksık
bombardımana müdahale ettiklerini söylüyorlar.
Birçok Batılı yönetim şimdi de Suriye krizinin Ankara‟yı karşılaşmacı tutumunu tekrar
değerlendirmeye, karşılıklı çıkara dayanan meselelerde Avrupa ve ABD ile daha yakından
çalışmaya teşvik etmesini ümit ediyorlar. Türklerin geçen hafta Suriye muhalefetinin
düzenlediği konferansa ev sahipliği yapması, Türkiye‟nin bölgesel ittifaklarına ciddi önem
verdiğini gösterir.
Eğer durum buysa, o halde AB liderlerinin önceliklerin nerede yattığı üzerinde düşünüp
taşınmaları için doğru zamandır. Arap Baharı‟nın yol açtığı Ortadoğu‟daki siyasi kargaşanın
gelecek aylarda daha fazla istikrarsızlığa neden olması muhtemeldir. Dolayısıyla Türkiye‟nin
Suriye ve İran gibi haydut devletlerin yörüngesine düşmesinden ziyâde Avrupa Birliği‟yle
ittifak halinde olmasını sağlamamız tamıtamına çıkarımızadır.
Yazar hakkında: The Telegraph Dış Haberler editörü. Başbakan Erdoğan hakkında
İran'dan 25 milyon dolar yardım aldığı iddiasını ortaya atmıştı. Haber daha sonra
yalanlandı ve Erdoğan'a 25 bin Sterlin ceza ödemeye mahkûm edildi. Erdoğan’dan özür
dileyen gazete Con Coughlin’i cezalandırmadı.
Kaynak: The Telegraph, 20 Haziran 2011
Çeviren: M. Alpaslan Balcı
42
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
Bölgesel dönüşüm telaşı – Rami G. Huri
Bu hafta Ortadoğu‟daki tatlı telaş -hükümet koalisyonları, mülteci akını, parlamento
seçimleri, anayasa değişiklikleri ve her yerde haklarını arayan insanlar- işitiyor musunuz?
Dikkatle dinleyin, çünkü işittikleriniz, tüm Ortadoğu‟da sağlam ve duyarlı yönetim sistemleri
kurmaya çalışan vatandaşların tatlı telaşıdır. Süreç hem telaşlı hem karmaşıktır –ve doğası
gereği yavaştır da. Önemli olan, Birinci Dünya Savaşı dönemi civarında sözde egemen Arap
devletlerin hatalı doğumundan yaklaşık yarım asır sonra, Ortadoğu insanlarının, hak ve
ihtiyaçlarına şimdiye kadar olandan daha etkili şekilde karşılık verecek yönetim sistemleri
kurmak için azimle çalışıyor olmalarıdır.
Bölgemizde bu hafta meydana gelen önemli olaylara bir bakalım. Bu olaylar derin bir
değişimin ortasındaki siyasi hayatı gösteriyor. Bu konuda katedilecek yola dair hem olumlu
hem olumsuz işaretler var. Lübnan‟da Başbakan Necib Mikati, beş ay süren sıkı siyasi
pazarlıklardan sonra nihayet hükümet kurdu. Mikati, parlamentoda Hizbullah ve
müttefiklerinin oluşturduğu çoğunluk tarafından destekleniyor. Suriye‟de, kuzeydeki Cisr El
Şuur kasabasındaki binlerce kişi, hükümetin, kendisini rahatsız eden ve giderek ülke çapında
yayılan halk isyanına karşılık olarak devlet tarafından gerçekleştirilen askeri operasyondan
kaçarak sığınma talebiyle Türkiye sınırına akın etti. Türkiye‟de de genel seçim yapıldı Adalet
ve Kalkınma Partisi art arda üçüncü kez zafer kazandı. Bu da ülkenin askeri idareden istikrarlı
bir şekilde sivil demokrasiye geçişinde bir başka dönüm noktasına işaret ediyor. Ürdün‟de de
Kral Abdullah, vatandaşların talepleri üzerine, başbakanın, sadece parlamentonun seçilmiş alt
kanadındaki çoğunluğun dilekleriyle belirleneceği ya da görevden alınacağı bir sistem tesis
edeceğini duyurdu.
Mısır, Filistin Irak ve diğer Arap ülkeleri de kendi siyasi değişimlerinin ortasındalar. Bu
ülkeler de koalisyonlar, anayasa değişiklikleri, seçimler ve modern Arap dünyasını yarım
asırdır tanımlayan güvenlik ağırlıklı iğrençlikler yerine sağlam ve dürüst yönetim sistemleri
oluşturmak için diğer bazı işlerle boğuşuyorlar.
Değişim sürecinin karmaşık ve yıpratıcı bir süreç olması bekleniyor. Ortadoğu'daki insanlar
ve hükümetler, ülkelerini, ekonomilerini ve ruhlarını kötü şekilde etkileyen birkaç büyük stres
kaynağıyla eş zamanlı olarak boğuşuyorlar. Buna siyasi otoriterlik, şiddetli iktisadi
uyumsuzluk, sosyal adaletsizlikler, iç savaşlar ve yabancı güçler tarafından sürekli bir
biçimde yapılan müdahaleler de dâhil. 500 milyon vatandaşının, yarım asırdır hükümetlerinin
çalışması üzerinde genelde hiç söz hakkına sahip olmadığı bir bölgenin tamamının hem de
bütünüyle değişmesi, toplumda, iktidarda hak iddia eden gerçek demokratlar ve eski tarz
askeri diktatörlerle doldurulacak yeni yerler açar.
Bugünlerde Ortadoğu‟da meydana gelen değişikliklerin en önemlisi Tunus ve Mısır‟da
olanlardır. Buralarda tüm halk, diktatörlerini kovdu ve şimdi anayasal garantilerle sağlama
bağlanan yeni bir sosyal sözleşme ve siyasi yönetim sistemi oluşturmaya çalışıyor. Bu iki
ülkede de bu sene yapılacak seçimler, şimdiki zihniyetlerini kavramamız için ilginç ipuçları
sağlayacak. Ama yeni parlamentoların seçilmesi ve çoğunluğun arzularına uygun olarak siyasi
yönetimin tüm altyapısının oluşturulmasından birkaç sene sonra dönüşüm için gerçekten zor
bir çalışma başlayacak.
43
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
Türkiye, şimdiki etkileyici siyasi devlete, İslamcılar, askeri yetkililer, milliyetçiler ve
diğerlerinin siyasi alanın kontrolü için sürekli mücadele etmesiyle onlarca sene ileri geri
hareket ederek ulaştı. Türkiye‟de istikrarlı, sivillerin hâkimiyetindeki demokratik ve anayasal
sisteme geçilmesi yıllar aldı. Mısırlıların bugün tecrübe ettikleri de buna çok benziyor.
Bu arada, Lübnan, Ürdün, Türkiye ve Suriye; kaba kuvvet, parlamenter seçim, baskı
uygulama, Bizans pazarlıkları ve nihayet bir sonraki kriz gelinceye kadar gelecek birkaç yılı
sakin geçirmemizi sağlamak üzere yapılan anlaşmalar, siyasi savaş makinesi, müzakereler ve
bir kez daha vites yükseltecek anlaşmaların karışımıyla, Ortadoğu‟da hâkim siyaset ve güç
örnekleridir. Bugün çeşitli iktidar yapıları ve siyasi dinamiklerle bu gayet karmaşık siyasi
manzara, en ileri anayasal demokrasilerden en kötü ve çirkin polis devletine kadar insanların
tüm siyasi hayatını kapsar. Her ülke, gücün ne şekilde kullanılacağı ve vatandaşların seslerini
nasıl duyurmaya çalışacakları hususunda farklı bir model sağlıyor.
Önemli olan şu ki, onlarca yıl süren durgunluktan sonra nihayet bunlar tarihi değişikliklerin
içindeler. Belli ki başlayan bu süreç yıllarca devam edecek. Bu süreçte belki de Birinci Dünya
Savaşı‟ndan Sovyetler Birliği‟nin çökmesine kadar Avrupa demokrasisindeki yavaş fakat
istikrarlı gelişmeye benzer şekilde ilerlemeler ve gerilemeler yaşanmasını beklememiz
gerekiyor. Gerçekçi olmayan ve aceleci beklentiler, bugün Ortadoğu‟daki dönüşümün karşı
karşıya kaldığı en tehlikeli engeller arasındadır.
Kaynak: Agence Global, 20 Haziran 2011
Çeviren: Emin Arvas
44
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
İran'ın Suriye politikasındaki açmazlar - Recai Tebrizi
Kuzey Afrika ve Ortadoğu'daki halk ayaklanmaları, İran dış politikası için önemli bir sınav
oldu. İran yönetimi, Tunus'ta başlayan devrimleri desteklediğini açıkladı. İran dini lideri
Seyyid Ali Hamaney, bölgede meydana gelen halk ayaklanmalarının 1979 İslam devrimi ve
Ayetullah İmam Humeyni'nin öğretilerinden esinlendiğini söyledi. İran, kendisine karşı olan
Arap yöneticilerinin arka arkaya devrilmesinden duyduğu memnuniyeti hiç gizlemedi.
Arap baharı esintileri çok geçmeden Suriye'ye de uğrayınca, İran dış politikası adeta
hazırlıksız yakalandı. Ortadoğuda'ki en önemli müttefikinin devrilmesi tehlikesi İran için
sonun başlangıcı olabilir yorumları yapıldı. Şii hilali üzerindeki Suriye'de batıya yakın ılımlı
bir iktidar ihtimali İran'ı karşı atağa geçmeye zorladı. İran Suriye olaylarının yurtdışından
desteklenen küçük silahlı gruplar tarafından desteklendiği propagandasına başladı. Esad
yönetimine verilen destek her fırsatta dile getirildi.
İran dini lideri Ali Hamaney, Humeyni'nin ölüm yıldönümünde yaptığı konuşmada, Ortadoğu
ve kuzey Afrika'da yaşanan halk hareketlerine de değinerek bölgedeki gelişmelerin İran
devriminden ve Humeyni'nin öğretilerinden etkilendiğini kaydetti. Hamaney, Suriye'deki
olayların, ABD ve İsrail'in beslediği paralı militanlar tarafından gerçekleştirildiği tezini öne
sürdü.
Konu ile ilgili son basın toplantısında konuşan İran Cumhurbaşkanı Mahmut Ahmedinecad da
ABD ve batılı ülkelerin Suriye'nin içişlerine müdahalesini şiddetle kınadığını belirterek,
direnişin ön saflarını temsil eden Suriye'nin, herhangi bir müdahale olmadan yaşadığı krizi
aşacağına kesinlikle inandığını belirtti. Ahmedinecad, İran'ın Suriye'deki halk hareketlerinin
bastırılmasında yardımcı olduğu iddiaları üzerine, "Suriye'nin İran'ın yardımına ihtiyacı
yoktur. Bizim dış politikamız da hiç bir ülkenin içişlerine karışmamaktır. Bu konudaki
haberler asılsızdır." dedi.
İran dışişleri bakanlığı sözcüsü Ramin Mihmanperest, İran'ın Suriye politikalarını en iyi
özetleyen açıklamaları yapmıştı TRT ekranlarında. Mihmanperest, Suriye'nin İsrail karşıtı
politikalar izlediği için cezalandırıldığını ve Suriye yıkılırsa sıranın İran'a geleceğini belirtti:
Öte yandan İran'ın Suriye olaylarına doğrudan asker, eğitim ve ekipman sağladığı iddiaları da
gündemde iyice yer etti. İngiliz Dışişleri Bakanlığından yapılan açıklamada, İran askerlerinin,
Suriye ordusuna eğitim ve teçhizat desteği verdiği ileri sürüldü. Doğruluğu tam olarak teyit
edilmemiş olsa bile, bazı görgü tanıkları, siyah üniforma giymiş ve Arapça konuşmayan bazı
yabancı askerlerin de Suriye ordusu ile göstericilere karşı savaştığını bildirdiler. İran bu
bilgilerin doğru olmadığını söyledi. İngiltere'nin Tahran maslahatgüzarı, dışişlerine
çağrılarak, açıklamalar hakkında sert bir nota verildi. ABD dışişleri bakan yardımcısı Hillary
Clinton da İran'ın Suriye'ye verdiği desteği sonlandırmasını sert bir şekilde dile getiren
isimlerden.
Devletin Suriye politikasına karşı, İran içindeki muhalefetten ise zaman zaman eleştiriler
geliyor. İran eski dışişleri bakanı Manucher Muttaki, üniversite öğrencilerine yaptığı
konuşmada, Suriye olaylarının da halk olayları olduğu ve İran yönetimince Suriye'ye verilen
kayıtsız şartsız desteğin yanlış olduğu uyarısı yapıldı.
45
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
İran, bir yandan da Türkiye'nin Suriye politikalarını dikkatle izliyor. Suriye'ye olası bir askeri
operasyon ihtimalinin masada olduğunun farkında olan İran, bu operasyonun Türkiye'nin
oluru ve desteği olmadan yapılamayacağının farkında. Bu yüzden Başbakan Erdoğan"ın
Suriye ile ilgili her kelimesi büyük önem taşıyor. Türkiye'nin son zamanlara kadar izlediği
Suriye politikası, İran yönetimince de desteklendi. İran, başını Başbakan Erdoğan'ın, Esad
yönetimine reformları gerçekleştirmek için zaman tanınması yönündeki açıklamaları sık sık
İran manşetlerindeydi. Ta ki başbakanın seçim öncesi yaptığı son sert açıklamalara kadar...
İran dış politikası, burada da ikinci açmazını yaşamaya başladı. Türkiye ile olan iyi ilişkilerin
bozulması ihtimali yönetimin ilk etapta Erdoğan'ın tavrına karşı direk bir söylem geliştirmeyi
engelledi. İran, devlet destekli basın üzerinden Türkiye'ye yönelik yayın yapmaya başladı.
Bazı haber ajanslarında, "Türkiye Suriye'yi sattı" "Türkiye ABD üslerini kullandırarak
ABD'nin ve İsrail'in maşası haline gelecek" şeklinde oldukça sert yorumlar çıkmaya başladı.
Ahmedinecad'ın Erdoğan'a özel elçi gönderdiği ve Suriye'ye olası müdahalede ABD üslerinin
İran füzelerinin hedefi olacağı şeklinde uyarı verdiği bile İran haber ajanslarında yer aldı.
Ama hiç bir İranlı yetkiliden "en azından şu ana kadar" Türkiye'ye Suriye üzerinden bir
eleştiri gelmedi.
Suriye devlet başkanı Beşsar Esad'ın son televizyon konuşması, şu ana kadar ülke içinde
uyguladığı politikalarda çok fazla değişiklik olmayacağı görüntüsü verdi. Bu, aynı zamanda
İran'ın da politika değişikliği yapmayacağı anlamına geliyor. Esad'ın konuşmasının ardından
en ilginç yorum, İranlı bir gazeteciden geldi. Esad'ın halkına verdiği reform sözlerinin
ardından, İranlı gazeteci meslektaşım: "Esad'ın mesajlarının halkını ne kadar ikna ettiği değil,
Türkiyeyi ve Erdoğan'ı ne kadar ikna ettiği önemli" yorumunu yaptı.
Suriye, İran için hala dipsiz bir kuyu ve çok bilinmeyenli denklem olma özelliğini koruyor.
İran yetkililerinin "İsrail'e ve ABD'ye karşı savunma halkasındaki zincirin" kırılma ihtimaline
karşılık, devamlı yeni atılımlar yapması da sorunu çözmeye yetmiyor. İran, Ortadoğu'daki en
önemli müttefikini kaybetme korkusu yaşıyor. Ama bir diğer önemli korku, ki bu da sıkça dile
getiriliyor, Suriye'den sonra sıranın İran'a geleceği.
20 Haziran 2011, Dünya Bülteni
46
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
İran, Suriye’de çözüme ikna edilmeli – Ertuğrul aydın
Suriye‟de çözüm sanki Türkiye‟nin elindeymiş gibi herkes Türkiye‟nin eline bakıyor.
Gerekçeleri ise basit: Türkiye ve Suriye ilişkileri son on yılda müthiş bir iyileşme-ilerleme
kaydettiği için Suriye rejimini değişime ikna etmeye en uygun aday Türkiye‟dir.
Aslında hiç de öyle değil. İran, özellikle bu safhada Baas rejimi üzerinde daha etkili olabilir.
Ama ne Müslümanlar ne de Batı İran‟a tek bir çağrıda bile bulunmuyor sadece bir tespit
olarak ifade etmekle yetiniyorlar. Söz konusu olan Türkiye olunca, yol haritası bile
çıkartıyorlar. Türkiye yüz binlerce mülteci akınına uğramadan Suriye topraklarında tampon
bölge kurmasını salık veriyorlar. Suriyeli mültecilerin sayısı daha dört bin olmamıştı ki
tampon bölge önerisi geldi Batı medyasından.
Türkiye‟nin yanısıra İran da Suriye rejimine değişim baskısı uygulasaydı Esad bugünkü
durduğu çizgide duramazdı. Demek ki istenen-gözlenen-beklenen Baas rejiminin halk
karşısında geri adım atması değil rejimin bekâ savaşını sürdürmesidir. Bu bekâ savaşının bir
adım sonrasında Şii-Sünni çatışmasına tahvil olması istendiği için İran‟ın Suriye‟nin
karşısında yer alması istenmiyor. İran‟a çağrı yapılmamasının sebebi bu: Suriye rejimi
göstericileri öldürmeye devam edecek, Suriye‟de iç savaş başlayacak ve Müslüman üçüncü
taraflar (Şii-Sünni) haklı buldukları kesimden desteklerini esirgemeyecekler. Böylelikle
rejimin beka kavgası artık Suriye‟de Şii-Sünni kavgasına dönüşmüş olacak. Suriye‟de Batının
nüfuzu Libya‟daki gibi bile değil. Çekişen taraflar Şiilerden ve Sünnilerden başkası
olmayacak. Bu yüzden, İran şıkkının kapısını bile tıklatmadan çözüm için sırf Türkiye üzerine
odaklanılmasını iyi niyetle bağdaştıramıyorum doğrusu.
Peki, Müslümanlara ne oluyor da İran‟a çağrıda bulunmuyorlar? Türkiye her gün
sıkıştırılırken İran‟a böyle bir talep hiç iletilmedi. (Nasrallah‟a çağrıda bulunan tek bir metin
vardı o da tercüme edilip Dünya Bülteni‟nde yayınlandı. Başka?) Türkiye‟ye çağrı
yapılmasında hiçbir sorun yok şüphesiz ama çağrının İran‟a da yöneltilmemesi büyük bir
sorundur. Suriye, Türkiye‟nin müttefiki ise İran‟ın da müttefikidir.
Maharet, sıcak çatışma başlamadan evvel tüm yolların tüketilmesidir. Üstelik İran ilk başta
kulak asmasa bile ya İran Suriye‟de sorunun bir parçası olmaktan çıkıp kolaylaştırıcı rol
oynayana yahut da İran şıkkı tükenene dek Müslümanların her şeyden önce İran‟ı ikna
çabasına girmesi gerekir.
Suriye‟de çözümü kolaylaştırıcı rol oynaması talebine İran‟ın vereceği tepkilerin hâsılası
azımsanacak gibi değildir.
Birincisi, İran olumlu tepki verdiği takdirde Suriye rejiminin devrimi geçiştirme taktikleri ve
ayaklanmacıları cüretkârca öldürmesi artık çok daha zorlaşacaktır. Buna koşut olarak
kendisinden istenenlere daha duyarlı hale gelecektir.
İkincisi, çok önemlidir, İran‟ın Suriye rejimine eleştirel tutumu, rejimin beka kavgasının
önünü alarak potansiyel bir Şii-Sünni kavgasının önünü almış olur.
İran eleştirel bir tutum sergilemediği takdirde, üçüncüsü, a) İran‟ın halkla değil tıpkı İsrail
gibi rejimleri ayakta tutan ceberrut bürokratik unsurlarla iş tuttuğu; b) Sünni kuşak-Şii kuşak
47
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
çatışmasından fayda devşirmeyi umduğu açığa çıkar; böylesi bir stratejik zihniyetten c) el
Fetih ve Hamas arasında ulusal uzlaşmaya sıcak bakmaması beklenir.
Böylelikle, dördüncüsü, Türkiye İran politikasını bu deliller ve gerçekler ışığında gözden
geçirme fırsatı elde eder.
Abdullah Gül, Tayyip Erdoğan, Ahmet Davutoğlu Suriye rejimine halkı öldürmemesini,
taleplere duyarlı olmasını söylüyorsa ben şahsen Ayetullah Ali Hamaney‟in, Mahmud
Ahmedinejad ve Ali Ekber Salihi‟nin aynı şeyi söylemelerini ve Suriye rejimini
eleştirmelerini, ittifaklarının aslen Baas rejimi ile değil Suriye halkı ile olmasını bekliyorum
çünkü İran‟a bundan daha başkasını yakıştıramıyorum.
22 Haziran 2011, Dünya Bülteni
48
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
Osmanlının bıraktığı boşluk – Akif Emre
Türkiye henüz Osmanlı geçmişiyle sağlıklı biçimde yüzleşme cesareti göstermeden,
Osmanlı'yı doğru dürüst anlamadan yeni Osmanlıcılık esintisine yelken açarken, batı yönünde
de Osmanlı tartışmaları yeniden gündeme oturdu. Yeni Osmanlıcılık söyleminin AKP
tabanında içten içe gurur okşayıcı bir esinti haline dönüştüğünü kestirmek zor değil. Bir
tarafta tarihi tümüyle reddeden, Osmanlı'nın olumlu hiçbir miras bırakmadığına hükmeden
hatta onu tüm kötülüklerin, geri kalmışlıklarımızın kaynağı gören tipik cumhuriyet elitist
yaklaşımı, bir tarafta ise Osmanlı'yı idealleştirip bir tür "asr-ı saadet" özlemiyle nostaljik bir
dokunulmazlığa oturtan muhafazakar yaklaşım var. Tarihi inkar ederek ne gelecek inşa
edilebilir ne de geçmişe sığınarak sorunlar çözülebilir. Tarih ve coğrafya olmadan kimliğin
inşası mümkün olmadığı gibi tarihe takılıp kalmak da yarınlara ayak bağı da olabilir.
Osmanlının çökmesi sadece Türkiye'de yaşayanlar açısından küçülmüş bir coğrafyada uludevlet inşasıyla sonuçlanmış bir süreçten ibaret değil... Osmanlı'nın Ortadoğu'da bıraktığı
boşluk hala doldurulamadı. Bölge dışı sömürgeci güçlerin Osmanlı sonrası oluşturdukları
dengeler, bölgeye yabancı unsurların girmesi ve bu coğrafyanın ruhuna, kültürüne yabancı
çözümler sadece kaos getirdi. Belki de bu kaos nedeniyledir ki bölge dışı güçler kurdukları
hegemonik- bağımlılık ilişkisini sürdürebildiler.
İngilizlerin ve kısmen de Fransızların Osmanlı sonrası coğrafyada gerçekleştirdikleri sömürge
yönetimi ve peşinden bağımsız 'ulus devletçik'lerle bölgedeki nüfuzlarını sürdürme çabaları
bir süre devam etse de 2. Dünya savaşından sonra belirgin biçimde Amerika bu boşluğu
doldurduSovyet etkisi ise kara sömürgeciliğe karşı kızıl sömürgeci karşı dengeden ibaretti.
Bir türlü kurulamayan "yeni dünya düzeni"nin tek küresel gücü olarak Amerika, bölgedeki
nüfuzunu işgallerle belirleyici hale getirirken bir bakıma sömürge döneminin şartlarına
dönülmüş oldu.
Her sömürgeci güç gibi Amerika da Ortadoğudan bir gün gidecek. Zaten dünyanın en fakir
ülkesi Afganistan'ı on yıldır bombalıyor olması, Irak ve Ortadoğu petrolünün musluğu
kendisinde olmasına rağmen işgal etmesinin başka açıklaması yok: Bu topraklardan
çekildiğinde geride bıraktığı düzenin devamını sağlamak...
Ortadoğu'da yeni bir düzen kurulmakta olduğu çok açık... Bu yeni düzenin ne yönde
şekilleneceği sorusuna verilecek cevap, ne yönde bir boşluk oluşacağı ve kimin dolduracağı
ile yakından alakalı. İngiliz sömürgeciliği gibi Amerikan hegemonyasının da sonunun geldiği
artık netleşti. Newsweek Dergisi'nden Niall Ferguson da tam bu konuyu ele alarak muhtemel
bir gelecek tasarımı çizmeye çalışmış. Yazıda üç ihtimalden söz ediliyor. "Mutlu senaryo",
ülkelerin ardı ardına Batı demokrasilerine geçmesi ve "kabus senaryosu", ya iç savaş ya
İslami devrimin ortaya çıkması olarak gösterilirken, üçüncü muhtemel senaryo ise "yeniden
canlanmış bir Osmanlı İmparatorluğu" olduğuna dikkat çekiliyor.
Yazının amacı muhtemel bir Osmanlı denkleminin, Amerika'nın bırakacağı boşluğu doldurma
tehlikesine karşı batıyı uyarmak. Bana kalırsa bu uyarı aynı zamanda Türkiye'ye yöneliktir ve
mevcut hükümeti baskı altına almayı amaçlamaktadır. AKP kadrolarında nostaljik düzeyde
dillendirilen yeni Osmanlıcılığın stratejik bir hedefe yönelme ihtimaline karşı bir tür uyarı
49
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
olarak okunabilir pek ala. Ve Osmanlı boşluğunun doldurulması hususunda stratejik
hesaplarının Batının aklına yeni düştüğünü sanmak da çok yüzeyselce bir yaklaşım olur.
Türkiye'nin Avrupa Birliği yolunun açılmasının muhafazakâr –demokrat siyasetçiler eliyle
olması tesadüf değildir. Türkiye'nin AB üyeliğini en fazla Amerika'nın istemesi hatta bu
yönde baskıya varan ısrarda bulunması muhtemel boşluk sendromu stratejisiyle alakalıydı.
Türkiye hem AB kanalıyla Batı içinde tutulacak, hem de Batı, Türkiye üzerinde Ortadoğu'ya
daha kolay nüfuz edecekti. (Bu tespitlerin bugün için fazla bir orijinalliği olmasa da on yıl
önceki yazılarımın bir tekrarından başka bir şey değildir).
Arap baharı adı verilen yeni düzen arayışının Amerika sonrası bölge dengelerini ne türden
şekilleneceği, bunun için kimin rol model olarak ısrarla öne çıkarılmak istendiğini iyi izlemek
gerekiyor. Bir yanda Ezher açıklamasında olduğu gibi, "İslam Medeniyetinde din devleti
yoktur" türü deklarasyonlarla bölgedeki İslami hareketlerin taleplerini seküler demokrasiler
yönünde evrilmesi istenirken Türkiye modeli hayli iş göreceğidüşünülüyor. Diğer tarafta
Türkiye içinde bir niyet okuması yaparak, en kötü senaryoya göre medya üzerinden baskı ve
kontrol mekanizmaları geliştiriliyor.
Türkiye açısından kulağa hoş gelen "yeni Osmanlıcılık" bir ulus devletten nasıl imparatorluk
stratejileri geliştirileceği sorusuna takılıp kalmaya mahkum... Üstelik Batılı normlarda bir
ideolojik devlete Osmanlı giysisinin yakışıp yakışmayacağını düşünmeden gurur okşamak
tuhaf kaçıyor.
Yenişafak, 23 Haziran 2011
50
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
Türkiye’nin, komşularıyla kaçınılmaz problemleri - Stratfor
Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad pazartesi günü uzun ama pek de önemli şeyler içermeyen
bir konuşma yaptı. Konuşmasında Suriye‟deki protestocuları temelde üç kategoriye ayırdı:
İyi, suçlu ve Selefi. Esad meydana gelen istikrarsızlık konusunda bunlardan son ikisini suçladı
ve reformların yürürlüğe konmasının bu yüzden geciktiğini iddia etti. Suriye başkanı, Türkler
tarafından hararetle talep edilen somut reformlar konusunda taahhütte bulunmak yerine,
kendisini halk ve güvenlik kuvvetleri arasında tarafsız bir arabulucu olarak takdim etmeye
çalışırken öncelikle güvenliğin gelmesi gerektiğini vurguladı. Beklendiği üzere Suriye‟de bu
konuşma kaale alınmadı. Tabii Ankara‟da da öyle. Artık sabırsızlandığını belli eden hükümet,
Suriye başkanına halkın taleplerini karşılamak üzere yeterince gayret sarf etmediğini bir kez
daha söyledi.
Ordunun kuşatmasından kaçarak Türk sınırına yığılan 10 binden fazla Suriyeli mülteciyle
Suriye‟de durum hiç kuşkusuz giderek vahim hale geliyor. Bununla beraber, biz Esad
rejiminin yakında çökeceğine dair henüz bir tehlike işareti görmedik. Bunun sebepleri
oldukça açık. Esad ailesi Suriye‟de Alevi azınlığa mensuptur. Bunlar sadece 40 sene önce
ülkedeki Sünni çoğunluğun idaresi altında yaşıyorlardı. 40 sene iktidarda olmak uzun bir
zaman sayılmaz. Dünyanın bu kısmında da intikam etkili bir güçtür. Aleviler bir var olma
kriziyle karşı karşıya oldukları, Baas hakimiyetindeki siyasi sistemde –en önemlisi de ordudakontrollerini az da olsa gevşetirlerse büyük ihtimalle Alevileri yeniden boyun eğer statüye
döndürmeyi amaçlayan Sünni intikam kampanyalarının baş hedefi olacakları anlayışındalar.
Bu durum, Esad‟ın niçin konuşmasında, kendisinin azınlık hükümetinin protestodan
vazgeçeceklerden "intikam" almayacağına vurgu yapma ihtiyacı hissettiğini açıklayabilir.
Türkiye gayet anlaşılabilir bir şekilde, kapı komşusu Suriye‟de olanlar konusunda endişelidir,
Ankara, bilhassa iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi‟nin siyasi rehberliğinde olmak üzere
Suriye‟nin sağlam bir Sünni rejimle idare edilmesini tercih eder. Bununla birlikte Türkler,
Alevi yönetiminin uzun ve kanlı bir mücadele olmadan iktidarı bırakmayacaklarını da
görüyorlar. Levant‟ta Türkiye‟yi model alan Sünni etkisinde bir bölge oluşturma, Ankara‟nın
uzun vadeli hedefi olabilir ama Türk hükümeti Suriye‟deki iç çatışmanın Türk sınırı boyunca
yayılmasının yakın dönemdeki maliyetini karşılamaya kesinlikle hazır değil.
Türkiye şimdiye kadar bu ikilemi genelde şifahi olarak ele aldı ve Suriye yönetimine karşı
öfkeli açıklamalar yaptı, Suriyeli mülteciler için askeri tampon bölge oluşturma fikrini ortaya
attı. AKP‟nin, Türkiye‟yi Arap Baharı için model ve Ortadoğu meselelerine kurtarıcı
arabulucu olarak gösteren halkla ilişkiler stratejisiyle bölgede üstlendiği disiplin sağlama rolü
bir süre iyi gitti. Ama Suriye giderek daha fazla istikrarsızlaştıkça –ve her seferinde de
Ankara‟nın taleplerine kulak tıkadıkça- Türkiye‟nin aciz görünmeyi göze alması da daha fazla
tehlikeye girer.
Suriye'deki kriz muhtemelen Türk dış politikasının yeniden ayarlanmasına yol açacak. Türk
dış politikasının mimarı, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Türkiye'nin, civardaki rejimlerle
etkileşim içinde olmasını öngören ana prensibini ifade etmek için "komşularla sıfır sorun"
51
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
ibaresini türetti. Türkiye'nin Suriye yönetimiyle problemi olduğu açıktır, üstelik bu problem
küçük de değil. Türkiye'nin, Suriye meselesini ele almada eleştirel ifadelerin ötesinde pek de
yapabileceği bir şey olmadığı da giderek daha vazıh hale geliyor. Suriyeli mülteciler için
güvenli bölge mahiyetinde askeri tampon bölge oluşturulması, uluslararası bir yetki
gerektirmesinin yanı sıra Türk askerlerinin de yabancı bir ülkeyi işgal etmelerini icap
ettirecektir. Bu da Türkiye'nin yeni Osmanlılık diye bir gündemi olduğuna dair zaten şüphe
içinde olan Araplar arasında muhtemelen alarm zilleri çalmasına yol açar. Türkiye'nin
Muammer Kaddafi'ye karşı Libyalı isyancıları hararetli bir şekilde desteklemesi ve
Suriye'deki muhalif güçlere olan halk desteği, Arap Baharı'nın etkilerini gidermeye çalışan ve
Türkiye'nin niyetleri konusunda gittikçe artan bir güvensizlik içindeki Arap monarşist
rejimlerinin öfkesini çekmiş durumda.
Ayrıca, Türkiye'nin Esad rejiminin yıkılmasını kolaylaştırmaya çalıştığı şeklinde
yorumlanacak her türlü hareketi, hiç kuşkusuz İran'la problem çıkmasına yol açacaktır.
Türkiye, komşusu İran'ı kızdıracak adımlardan kaçınmak için özel gayret sarf etmiştir. İran,
Lübnan'da Hizbullah, Filistin'de İslami Cihad ve Gazze Şeridi'nde Hamas gibi gruplar
vasıtasıyla Levant'ta tutunmaya devam etmek için büyük ölçüde Suriye'deki Alevi rejimine
güvenir. Suriye'nin Sünnilerin kontrolüne geçmesi İran'ın caydırıcılık stratejisindeki ana
sütunu sökeceği için İran'ın, destek için gözlerini Ankara'ya diken Suriye muhalefet
kuvvetlerini çökertmek için elinden geleni yapacağını tahmin edebiliriz. Türkiye, İran'la karşı
karşıya gelmekten hep kaçındı. Bu yüzden, Irak'ta ABD'nin çekilmesi yaklaşırken, İran
tarafından desteklenen Şiilere karşı Sünni dengesi oluşturmak için uzun süre gizli bir şekilde
çalıştı. Suriye'de iktidar boşluğunun Türkler tarafından desteklenen Sünnilerle doldurulması,
İran'la Türkiye arasında derin jeopolitik temelde yeni yeni başlayan cepheleşmeyi
pekiştirecektir.
Devletlerin dostları yoktur, çıkarları vardır. Tarihi olarak güçlü olan ve dünyanın jeopolitik
olarak en karmaşık yerlerinden birinde bulunan Türkiye, şimdi komşularla problemlerden
kaçınma üzerine inşa edilen dış politikasının realiteden uzak olduğunu keşfediyor.
STRATFOR'un görüşüne göre bu kaçınılmaz bir durum. Bu yüzden biz İngilizce yayımlanan,
Fethullah Gülen hareketine ait olan ve iktidardaki AKP'yi hararetle destekleyen Today's
Zaman gazetesinin pazartesi günkü sayısına alaka gösterdik. Pazartesi günkü sayıda iki köşe
yazarı, Suriye'deki krizin, Türkiye'nin "komşularla sıfır sorun" politikasının ölmekte olduğunu
gösterdiğini ifade etti.
Giderek yayılan bu fikir, sadece Türkiye‟de konu hakkındaki iç tartışmaları değil, Türkiye‟nin
ABD ve diğerlerine vermeye çalıştığı mesajı da gösteriyor: Komşuları üzerinde anlamlı bir
nüfuz sağlaması için zaman gerekiyor. ABD, Irak‟tan askerlerini çekerken Ortadoğu‟yu idare
etmenin yükünü omuzlamada Türkiye‟nin yardım etmesini istiyor. Washington özellikle
İran‟a kuvvetli bir karşı denge oluşturmaya ihtiyaç duyuyor. Bu görev de tarihi olarak hep
Türkiye tarafından ifa edilmiştir. Burada açıkça bir menfaatler çatışması var: Washington,
Türkiye‟yi tam olarak hazır olmadığı bir role itiyor, bu arada Türkiye de yurt dışında nüfuz
sahibi görünürken maruz kaldığı, giderek artan acılardan kurtulmaya gayret ediyor.
Türkiye‟nin evrimi zor ve rahatsız olacaktır ama bu bir sürpriz olarak gelmemelidir.
"Komşularla sıfır sorun” Türkiye‟de yüzyılın başında iyi işledi. Yurt içinde kapandığı
kabuktan çıkan Türkiye şimdi emperyal çıkarları olan yeniden dirilen bir güç olarak
görülmemek için çaba sarf ediyor. Bölgesel anlaşmazlıklardan bir on sene sonra Türkiye
52
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
şimdi komşularıyla problemlerin sadece kaçınılmaz olmadığını, Türkiye devleti asıl
çıkarlarını yeniden belirlerken belki de gerekli bile olduğunu keşfediyor.
Kaynak: Stratfor, 24 Haziran 2011
Çeviren: Emin Arvas
53
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
Avrupa artık niçin mesele değil? – Richard Haass
Savunma Bakanı Robert Gates bu ay yaptığı son siyasi konuşmayı NATO ve Avrupa
müttefiklerimizi fırçalamaya hasretmekle eski ve geçerli bir geleneğimizi icra etmişti: 60
yaşındaki eski ittifakımızın başladığı zamandan bu yana Avrupalıların kendilerine düşen
küresel külfet paylaşımından yan çizmeleri Amerikalıları üzmektedir.
Gates “transatlantik ittifakının kasvetli değilse de sönük bir geleceğinin olma ihtimaline”
karşı uyarıda bulunurken kötümser bir havada konuştu. Ancak, görevinden ayrılmakta olan
Pentagon‟un başkanı yeterince kötümser değildi belki de. Soğuk Savaşın yönetilmesinde ve
kazanılmasında merkezi bir rol oynayan ABD-Avrupa ortaklığı gelecek yıllarda kaçınılmaz
olarak çok daha azaltılmış bir rol oynayacaktır. Bir ölçüde, zaten o noktadayız: NATO bugün
mevcut olmasaydı, her hangi bir kimse onu kurma mecburiyeti hisseder miydi? Yakışıksız
kaçsa da dosdoğru cevap “hayır‟dır.”
Gelecek on yıllarda Avrupa‟nın kendi hudutları ötesindeki nüfuzu düpedüz sınırlı olacaktır;
21. Yüzyılın açık seçik şekillendirileceği ve de tanımlanacağı yer Avrupa değil diğer
bölgelerdir.
NATO‟nun gittikçe marjinalleşmesinin nedenlerinden biri de Avrupalı üyelerin
davranışlarından neşet etmektedir. Problem ne Avrupalı asker sayısı (2 milyon civarındadır)
ne de Avrupalıların toplu olarak savunmaya harcadığı miktardır (yılık 300 milyar dolar);
askerlerin nasıl örgütlendiği ve paraların nasıl harcandığıdır. Söz konusu olan NATO
olduğunda, bütün, parçalarının toplamından daha küçüktür. Kritik kararlar halen ulusal
düzeyde alınıyor; ortak savunma politikası hakkında yapılan konuşmalar sözden öteye
geçmiyor. Uzmanlaşma veya eşgüdüm neredeyse yok. Uzak cephelere askeri güç göndermek
için gerekli olan levazım-ikmal ve istihbarat araçlarının birçoğu da yok. İttifakın Libya‟daki
çabası – üzerinde yeterince düşünülmemiş müdahale, fiili harekâtlara katılımı reddetmek veya
katılamamak, yoğun harekâtların sürdürülmesi önündeki bâriz zorluklar – dünyanın en güçlü
askeri örgütünün neyi sonuca ulaştıramayacağını gündelik olarak hatırlatmaktadır.
Soğuk Savaşın ve Sovyet tehdidinin uzak bir anı olmasıyla birlikte orduya yeterli kamu
bütçesi sağlama yönünde (ülkesine göre değişmekle beraber) çok az isteklilik var.
(GSMH‟nın yüzde ikisini savunmaya ayıran İngiltere ve Fransa iki istisnadır.) Yaklaşık
35.000 Avrupa askerinin bulunduğu Afganistan gibi askeri güç yoluyla müdahale
istekliliğinin olduğu yerlerde bile ciddi kısıtlamalar var. Bazı yönetimler, mesela Almanya,
muharebe harekâtlarına tarihi olarak sınırlı düzeyde katılmaktadır; öte yandan birçok Avrupa
ulusunda kayıplara gösterilen kültürel kabul gitgide azalıyor.
Avrupalıları ve yaptıkları seçimleri suçlamak faydasız olmasının yanısıra yanlış da olacaktır.
Kıtanın dünya meselelerine gitgide alâkasız kalmasına katkı sağlayan daha büyük tarihi
kuvvetler mevcuttur.
İroniktir, Avrupa‟nın dikkate şayan başarıları, transatlantik bağların gelecekte daha az önemli
olmasının mühim sebeplerinden biridir. Avro alanındaki mâli kriz, tarihi bir başarıyı yani
geçen yarım asır içerisinde bütünleşmiş bir Avrupa inşa edildiğini gölgelememelidir. Avrupa
kıtası büyük ölçüde bütündür, özgürdür ve istikrarlıdır. 20.yüzyıl jeopolitik rekabetinin ana
sahası olan Avrupa yeni yüzyılda böylesi bir rolden kurtulacak – ki iyi bir şeydir bu.
54
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
Asya‟yla bundan daha çarpıcı bir tezatlık içerisinde olunamazdı. Asya gitgide dünya
ekonomisinin çekim merkezi oluyor; tarihi soru şu: Bu cevvaliyet barışçıl bir şekilde
yönetilebilir mi? Avrupa‟nın büyük güçleri – Almanya, Fransa ve İngiltere – uzlaşı içindeler
ve yapılan bölgesel düzenlemeler hem geniş hem derin. Asya‟ya gelince, Çin, Japonya,
Hindistan, Vietnam, Kuzey ve Güney Kore, Endonezya ve diğerleri birbirlerine sakıngan
nazarla bakıyorlar. Bölgesel paktlar ve düzenlemeler, hassaten de siyasi ve güvenlik
düzenlemeleri, zayıf. Siyasi ve iktisâdi rekabet kaçınılmaz; askeri çatışma göz ardı edilemez.
Avrupalılar bu gelişmeleri etkileme noktasında en iyi halde mûtedil bir rol oynayacaklardır.
Asya bu cevvaliyeti ve güç mücadelesiyle bazı bakımlardan 100 yıl öncesinin Avrupasına
benziyorsa, bugünün Ortadoğusu birkaç asır öncesinin Avrupasını anımsatmaktadır: Çok
sayıda monarşi, iç çalkantı, çözümsüz kalmış çatışmalar ve sınırları aşan ve sınırlar üzerinde
çekişen uluslar. Avrupa‟nın bu bölgenin seyrini etkileme kabiliyeti de son derece sınırlı
olacaktır.
Avrupa ve ABD‟deki siyasi ve demografik değişimler de transatlantik ittifakının önem
kaybını garantileyecektir. Avrupa‟da, AB projesi pek çoklarının ilgi ve dikkatini tüketmekle
meşgul fakat özellikle de Güney Avrupa‟da sürdürülemez mâli açıklarla yüz yüze gelenler
için ülke içi iktisâdi kargaşa öncelikli bir hâl alıyor. Halk nazarında Avrupa‟nın güvenlik
sorunları coğrafi, siyasi ve psikolojik bakımdan ekonomik sorunlar kadar ivedi değil. Bunda
şüphe yok. Biriken mâli sorunlar ve bütçe açıklarını kapatma zorunluluğu Avrupalıların kıta
ötesinde askeri bakımdan yapabileceklerini sınırlayacaktır muhakkak.
Dahası, sıkı ve samimi Atlantik bağları Amerika‟nın siyasi ve iktisâdi gücünün – Avrupa‟ya
doğru atalarının izini süren ve Avrupa‟daki gelişmelere büyük ilgi duyan - Kuzeyli
seçkinlerin elinde olduğu zamanlarda kurulmuştu. Bugünün Amerika Birleşik Devletleri Güneyin ve Batının yükselişine önem vermektedir ve köklerini Afrika‟da, Latin Amerika‟da
veya Asya‟da bulan Amerikalıların yüzdesi artmaktadır - daha farklı olmayacaktır. Sonuç
itibariyle de Amerika ve Avrupa‟nın tercihleri gittikçe birbirinden uzaklaşacaktır.
Son olarak, uluslararası ilişkilerin doğası da dönüşüm geçirmiştir. İster Soğuk Savaş yıllarının
NATO‟su olsun isterse bugünün ABD-Güney Kore ortaklığı olsun, ittifaklar ellerinden
gelenin en iyisini ancak dostların ve düşmanların kolayca teşhis edildiği, potansiyel muharebe
meydanlarının ortada olduğu ve beklenmedik olayların önceden sezilebildiği hayli esnek ve
öngörülebilir ortamlarda yapıyor.
Bunların hiçbiri bugün için doğru değil. Tehditler çok sayıda ve dağılmış haldeler. İlişkiler
durumsal; evrilen ve öngörülemez şartlara bağlı görünüyor. Ülkeler haftanın gününe bağlı
olarak dost, düşman veya her ikisi olabilir (ABD ve Pakistan‟a bakın). İttifaklar müşterek
değerlendirmeler ve âşikar mükellefiyetler gerektirir genelde; dünya görüşleri birbirinden
uzaklaştıkça ve taahhütler ihtiyari hale geldikçe iş yapmaları daha bir zorlaşıyor. Fakat Irak,
Afganistan ve şimdi de Libya‟daki çatışmaların hepsi de ispatlamaktadır ki yaşamakta
olduğumuz dünya tam olarak budur.
ABD için netice basittir. Birincisi, Avrupa hükümetlerinin yapmakta acze düştüğü şey
hakkında ne kadar söz söylenirse söylensin onları Washington‟daki bazılarının yapmalarını
istediği şeye yöneltmeyecektir. Değiştiler. Değiştik. Dünya değişti.
55
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
İkincisi, bir bütün olarak NATO‟nun kıymet-i harbiyesi daha az olacaktır. Bunun yerine,
ABD askeri güç dâhil dünyada hareket etme kabiliyetine sahip ve buna istekli Avrupa‟daki bir
avuç ülkeyle ikili ilişkileri muhafaza etmek veya ikili ilişkiler kurmak ihtiyacı duyacaktır.
Üçüncüsü, en büyük potansiyel meydan okumaları temsil eden bölgelerdeki müttefiklerin
daha uygun ortaklar olmaları muhtemeldir. Asya‟da – özellikle de ABD-Çin ilişkileri
kötüleşecekse – Avustralya, Hindistan, Güney Kore, Japonya ve Vietnam; Büyük
Ortadoğu‟da ise Türkiye, İsrail, S. Arabistan ve diğerlerine ilave olarak yine Hindistan.
Bunların hiçbirisi NATO‟nun feshedilmesi çağrısına gerekçe değildir. İttifakta, Avrupa‟nın
bazı kesimlerinde güvenliği sağlamaya kuvvet tahsis etmiş ve Ortadoğu‟da istikrara katkıda
bulunabilecek üyeler var halen. Fakat Avrupa ve transatlantik ilişkilerin Amerikan dış
politikasına hâkim olduğu dönemin sona ermiş olduğu daha az doğru değildir. Amerikalılar
için cevap Avrupalılara ters bakış atmak değil bunu kabul etmeleri ve kendilerini buna göre
ayarlamalarıdır.
Kaynak: Washington Post, 25 Haziran 2011
Çeviren: Ertuğrul Aydın
56
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
Sarkozy'nin savaşı – Robert Harneis
Belli ki, Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy‟nin şahsi çabaları olmasaydı Libya‟da savaş
meydana gelme ihtimali çok az olurdu. Askeri müdahalenin sadece Libya halkının iyiliği için
yapıldığına ise sadece küçük çocuklar ve kafası bir hoş olan küçük yaşlı hanımlar inanır.
Gerçekten öyle olsaydı Fransa ve NATO‟nun, Afganistan‟da sivillere yaptıkları için, kendileri
de dahil olmak üzere dünyanın yarısıyla savaş halinde olmaları gerekirdi.
Muammar Kaddafi'nin Batı ve bilhassa ABD'yle ilişkilerinin hikayesi, romanlara malzeme
olur. 1969'da CIA, yeni başkan seçilen Richard Nixon yönetiminde, yeni petrol zengini
krallıkta İngiliz kuklası Kral İdris'i devirmesinde Kaddafi'ye yardım etti. Yanlış adamı
seçtiler. Yaptığı ilk iş, ABD'nin Wheelus hava üssünü kapatmak ve Sovyetler'i davet etmek
oldu. Bundan dolayı o, doğal olarak zamanla ABD Başkanı Ronald Reagan'ın "kudurmuş
köpek"i ve bizim tarif edilemeyecek kadar kötü düşmanımız oldu. Sonunda, 2. Bush
yönetimiyle anlaşma yaptı ve bizim dostumuz oldu. Batı'daki tüm ülkeler silah satmak için
onun ayağına gitti. Şimdi işte bu silahları havaya uçurmaya çalışıyoruz. 2007'de Paris'te 5 gün
ağırlandı, hatta onun Elysée sarayının bahçesine çadır kurmasına bile müsaade edildi. ABD
Başkanı Barack Obama onunla arkadaş oldu. Kaddafi‟nin 2009‟da Hillary Clinton‟la el
sıkışırken mutlu mutlu tebessüm eden fotoğrafları yayımlandı. Berlusconi liderliğindeki
İtalyanlar da onunla dostluk anlaşması imzaladılar, ondan özür dilediler ve 2. Dünya Savaşı
öncesinde on binlerce Libyalının öldüğü sömürgecilik vahşeti için daha üç sene önce tazminat
ödediler. Sonra, göz açıp kapayıncaya kadar yeniden kudurmuş köpek oldu ve Irak muamelesi
gördü.
İsyancılara karşı yaptığı kavgacı (ve özellikle yanlış aktarılan) konuşma, Libya‟daki
ayaklanmaya müdahale için Fransa cumhurbaşkanına bir anlığına bir fırsat verdi, o da bu
fırsatı kaçırmadı. “Sivillleri korumak” ile ilgili olduğu iddiası, Fransız istihbaratından
ajanların düşmanlıkların patlak vermesinden çok önce Libya‟da isyan çıkarmak için
faaliyetlerde bulunduklarını ifade eden Canard Enchainé raporuyla uyuşmuyor. Kaddafi,
halkının hayat standardını Afrika‟nın en yüksek seviyelerine çıkarmıştı. Bundan dolayı
kuvvetli isyan biraz sürpriz oldu. “Lider kardeş”, halkının tamamı tarafından sevilmiyordu
ama bu, berbat bir şekilde Batılıların istihbarat servislerine ateş yaktırdıkları, sonra da
meydana gelen kargaşada askeri itfaiye ekibi için feryat ettikleri duruma benziyor. Çok
derinlerde Sarkozy, Obama‟nın ya da ABD hükümet çevrelerinde birilerinin kuklası olarak mı
hareket ediyordu?
Sarkozy bu bir anlık açığı yakaladıktan sonra muhtemelen entellektüel Bernard HenriLévi‟nin alışılmışın dışındaki aracılığıyla Bingazi‟deki isyancılarla bir araya geldi ve onlara
diplomatik tanıma lütfunda bulundu. Sonra sivillerin korunması için uçuşa yasak bölge
oluşturulması yetkisi veren ve ateşkes çağrısı yapan 1973 sayılı karar, Birleşmiş Milletler
Güvenlik Konseyi‟nden zar zor geçirildi. Brezilya, Hindistan, Çin, Rusya ve Almanya
çekimser kaldı, bu da dünya kamuoyunun önemli bir kısmına tekabül ediyor.
Sadece dokuz gün sonra Sarkozy Fransa‟sının teşebbüsü, sivil nüfusu savunma, insani
yardımlar için serbest hareket imkanı sağlanması ve Libya ordusunun kışlalarına dönmeye
zorlanması şeklinde belirlenen hedeflerle Libya‟da tam kapsamlı NATO hava saldırılarına
dönüştü. Bunu, Kaddafi‟ye karşı oldukça beceriksiz suikast teşebbüsleri takip etti. Bu suikast
teşebbüslerinden biri, onun oğullarından biriyle aile fertlerinden bazılarının ölümüyle
57
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
neticelendi. NATO liderleri ve Cumhurbaşkanı Sarkozy‟nin Libya‟da rejim değişikliğinin
kaçınılmaz olduğunu konuşmalarının üzerinden uzun zaman geçmedi. Tüm diğer hususlar
dışında, Libya ordusunun kışlalarına dönmesi, rejim değişikliği ve buna tuz biber olan suikast
teşebbüsleri, Rusya hükümetinin de işaret etmekte geç kalmadığı üzere meselenin “ateşkes ve
sivillerin korunması”nın çok ötesinde bir boyutu olduğu görülüyor. Şimdi bunlara Güney
Afrika ve Afrika Birliği‟ndeki diğer ülkeler de katıldı. Müttefikleri ve mali destekleyicilerinin
linç ediliyor olması ve onu ebediyyen kaybediyor olmaları bir gerçek iken sömürgecilerin
intikam duygularıyla geri geldiklerine dair endişe verici bir farkındalık, eğer tuhafsa, giderek
artıyor. Bu arada Fransız medyasının büyük bölümü rejim değişikliğinin BM kararının özünde
olduğu fikrini en hafif ifadeyle yüzsüzlükle yaymaya çalışıyor.
Kaddafi'nin baş problemi, Libya‟nın savunması zayıf, nüfusu az, muazzam ve çoğu ülke
tarafından göz dikilen petrol ve gaz rezervleri üzerinde bulunan, stratejik olarak önemli
konumdaki büyük bir ülke olmasıdır. Atılgan bir genç milliyetçi ve askeriyede sosyalist subay
olarak 1969‟da Kral İdris‟i devirdiğinden bu yana, Körfez‟deki Arap hükümdarları
“yozlaşmış şişman kadınlar” diye isimlendirmek de dahil, çok sayıda kişi ve ülkeyi rahatsız
etti. Ama, koltuğundan edilmesi için Batı tarafından yapılan kararlı girişimlerden hatta bir
seferinde, 1986‟da, öldürülmesine teşebbüs edilmesinden de kurtuldu. Bunlara aynı şekilde
karşılık vermekte tereddüt etmedi. Ayrıca ona, sorumlu olmadığı bazı terör eylemleriyle ilgili
kasıtlı olarak isnatlarda bulunuldu. İronik olarak, Kaddafi‟nin izolasyonu, İslamcı
köktenciliğe olan husumetinden dolayı da arttı.
Bunlara ilaveten Kaddafi, ülkenin petrol zenginliğini, Sarkozy'nin NATO/neocon‟dan
mülhem Akdeniz Birliği‟nin zararlarından kurtarmak için Afrika Birliği‟ne yardım için
kullandı ve onları mümkün olduğu kadar Batı‟dan bağımsız olmaya teşvik etti. Bu savaşta
Libya‟nın Batılı ülkeler tarafından el konan muazzam miktardaki paralarının çoğu Afrika‟daki
girişimleri finanse etmek için verilmişti. Keza o, Afrika‟da dünyanın en yüksek seviyedeki
telefon görüşme maliyetlerini düşürmek amacıyla bağımsız bir Afrika uydu telefonu sistemi
için de kaynak sağlamıştı. Bunun Avrupa şirketlerine yılda 500 milyon avroya mal olduğu
iddia ediliyor. O, petrol sanayiinde de daha fazla millileştirme yapmayı ve sözleşmeleri
yeniden görüşmeyi düşünüyordu. Belki de en kötüsü de onun altına dayalı yeni bir Afrika
para birimi oluşturulmasını teklif etmesi ve petrol için ödemelerin dolar yerine bu para
birimiyle yapılmasını talep edeceği tehdidiydi. Bu, zaten sallantıdaki Amerikan dolar
rejimine ciddi şekilde zarar verirdi. Keza bu, başlangıçta Fransız frangına bağlı olan eski
Fransız sömürgesi Batı Afrika‟daki para birimi CFA frangına da zarar verirdi.
ABD meydan okuyan küçük ülkelere, en hafifini söylersek, kolayca göz yummaz ve eskilere
uzanan bir hafızası vardır. NATO‟nun Kaddafi ve ailesini hedef alması, potansiyel olarak
kafalarında bağımsızlık olan ve gelecekte tam bağımsız olunması fikirlerine sahip liderlere
korkunç bir uyarıdır. Washington savaş şahinlerinin, meydan okumalarla dolu yılları ve
1969‟da Wheelus‟tan kovulmalarını unutmadıklarında kuşku yok. NATO için her şey iyi
giderse, bu münasebetsiz albayın yerine, petrol ve para birimi konusunda Suudi Arabistan
tarzında uyumlu biri gelecek.
Bu gürültücü albay için en öldürücü şey, iki baş düşmanı, Sarkozy ve Obama‟nın gelecek
sene zorlu bir seçimle karşı karşıya olmalarıdır. İngiltere‟de sallantılı koalisyonun başındaki
Cameron da günün birinde bununla yüz yüze gelebilir. “Lider kardeş” bunların hepten başarılı
58
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
olmalarını bekleyebilir. Seçmenler için liderlerinin bir kez daha düzenbaz Libyalı tarafından
maskaraya çevrildiği fikri arzu edilmez.
Bununla beraber, şu soru sorulmaya değer: Aniden patlak veren ve şimdiye kadar Batı‟nın
tam desteğiyle acımasızca ve etkili bir şekilde bastırılan Arap Baharı, Demokratik oyların
giderek kritik hale gelmesiyle birlikte, eski ve utandıran müttefik diktatörlerin tümünden
kurtulurken aynı zamanda uzaktan siyasi kontrol elde ederek seçilme şansını arttırmak için
aslında Obama‟nın, muazzam gizli istihbarat teşkilatını kullanarak yaptığı bir girişim midir?
Kaddafi‟yi ortadan kaldırmak için gösterilen kararlı çabalar bu konuda şablona uyuyor.
Tunus‟ta ayaklanmalar patlak vermesinin Fransız gizli servisleri için açık bir şekilde ve
tamamen sürpriz olması da öyle. Bu arada, BM Genel Sekreteri Ban Ki-Moon ve Uluslararası
Ceza Mahkemesi Savcısı Luis Moreno Ocampo‟nun 2012‟de görevleri için yeniden aday
olmaları da Libya liderine çare olmuyor. Bundan dolayı, özellikle baskı yapma eğilimi
“yararlı” olacaktır.
Ama Batı niçin böyle aşikar, ani ve potansiyel olarak utandırıcı bir U dönüşü yapıyor? Daha
tedrici ve daha az göze batan bir aldatış, elbette NATO dışında, hatta NATO içinde de giderek
daha şüpheci olan uluslararası kamuoyuna karşı Batı sinizmini daha az vahşi gösterir.
Sarkozy'nin bu diplomatik ve askeri darbenin tetiğini çekmesinin arkasındaki dürtü, sadece
bunu Fransa Afrikası‟ndaki belalı tesirleri def etmek için yegane fırsat olarak görmesi değil,
aynı derecede ABD ve NATO‟nun, gelecekte düzenbaz Libya lideri aşağı indirilemeyecek
kadar kuvvetli bir pozisyona geldiğinde bu tür askeri siyasi müdahale imkanlarını
engelleyecek mali tsunaminin keskin bir şekilde farkında oluşudur da. Ron Paul‟lerin tecritçi
görüşlerinin yükselişi ve ABD Temsilciler Meclisi‟nde Libya savaşına karşı yapılan son
oylama da bu fikri destekler görünüyor.
Daha genelde, tüm bu olanların azmettiricisi olarak Sarkozy, halen askeri olarak çok güçlü
olan ABD‟den takdir alıyor ki, bu da Fransa‟nın iş dünyası ve dünya çapında diplomatik
çıkarları için önemlidir. Hükümetinin utandırıcı Tunus performansı ve Dışişleri Bakanı AlliotMarie‟nin istifa fiyaskosu, bombardımanların kulakları sağır eden gürültüsü içinde unutuldu.
2012‟de cumhurbaşkanlığı seçimini kaybedecek olsa da o kendisini müşfik neocon‟lar ve
ABD‟de iş adamlarından Blair tarzı milyonlarca dolarlık ödemeler için hazırladı. Hatta belki
Nobel Barış Ödülü‟nü bile kazanır.
Kaynak: El Ahram, 27 Haziran 2011
Çeviren: Emin Arvas
59
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
Türkiye’den özür dilemek İsrail’in çıkarınadır – Zvi Ba’rel
Ortadoğu kaleydoskopu (çiçek dürbünü) bir kez daha 180 derecelik dönüş yaparak yeni bir
resim gösterdi. Başbakan Benjamin Netanyahu‟nun Türkiye Başbakanı Recep Tayyip
Erdoğan‟a partisinin seçim zaferi dolayısıyla tebrik mektubu göndermesi işin tek bir
cephesidir.
İsrailli ve Türkiyeli iyi niyet sahipleri geçen yıl ama özellikle de son haftalarda daha yoğun
bir şekilde iki ülke ilişkilerini ıslah etmek için çabalıyorlar. Suriye‟deki olaylar Türkiye ve
Suriye arasındaki ilişkilerin soğumasına, Türk Dışişleri Bakanlığı ve Başbakanlığının bölge
politikalarını yeniden değerlendirmesine yol açarak onlara kayda değer yardımda bulundu.
Erdoğan, Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad‟ı “dostum” diye anmayı bıraktı ve Esad‟ın
göstericileri vahşice ezmesini “barbarlık” olarak nitelendirdi. Her ne kadar Esad‟ın
devrilmesini talep etmiyorsa da Suriye rejiminin bittiğine inanıyor. Ha‟aretz‟e “Suriye sadece
Türkiye‟ye karşı bir tehdide dönmekle kalmıyor” diyen üst düzey bir Türk yetkili “Suriye
Kürt azınlığa saldırmaya karar verirse ciddi bir problemimiz olabilir” dedi.
Son iki yılda Türkiye ile ekonomik ilişkileri geliştiren İran da Türk medyasında Suriyelilerin
öldürülmesinde faal ortak olarak tanımlanıyor ve Türkiye “komşularla sıfır sorun” politikasını
icra arzusunun başarısız olduğunu hızla keşfediyor. Türkiye İran, Irak ve Suriye ile stratejik
bir eksen – yeni Ortadoğu politikasını teşvik edecek bir eksen - kurmak istediyse eğer, bu
ortaklığın hayal kırıklığı olduğunu keşfediyor. Irak hükümeti çözülmenin eşiğinde; İran‟da
cumhurbaşkanı ile Ali Hamaney dâhil muhalifleri arasında siyasi bir savaş başlıyor; Suriye,
Erdoğan‟ın krizi sona erdirme teşebbüslerini kaba bir şekilde reddetti ve Suriye
vatandaşlarının Türkiye‟ye kaçtığı sınırın Suriye tarafında Perşembe günü Türk bayrağı
indirildi.
Ankara‟nın daha iyi bir Ortadoğu için geliştirdiği büyük planlardan geriye kalan iç Filistin
çatışmasına yönelik olanı. Türkiye Çarşamba günü Hamas lideri Halid Meşşal‟i bir sonraki
gün de Filistin Otoritesi Başkanı Mahmud Abbas‟ı ağırladı fakat Türkiye‟nin bu iki grup
arasındaki uçurumu kapatacağı ve yeni bir Filistin hükümeti kuracağı kesin değil. İsrail
Dışişleri Bakanlığı ve Başbakanlığı‟ndaki birçok kişi Türkiye‟nin içinde bulunduğu durum
karşısında ellerini keyifle ovuşturup “Erdoğan seçimleri kazanmış olabilir ama dünyada
çakıldı” diyorlar. Bayram etmek için gerçek bir neden.
Fakat Türkiye patlamış bir balon değil. Dış politika icrası bir başarı testi ise eğer, o takdirde
Türkiye‟nin başarısızlığı Amerika Birleşik Devletleri‟ninkinden daha büyük değildir; ABD
Ortadoğu‟daki krizleri çözmekten aciz olduğu gibi şimdi de Afganistan‟dan çekip giderken
ardında kargaşa bırakmak üzere. Küresel konumu kötüleşen ve bayır aşağı taştan taşa çarpan
İsrail ise başka ülkelerin dış politika icrası hakkında hüküm yürüteceklerin sonuncusudur.
Türkiye hiç değilse inisiyatif almaktadır.
İsrail, Gazze‟deki başarısız politikası ve son Gazze filosunu trajik bir şekilde ele alması için
olmasa da hiç değilse Türkiye ile iyi ilişkilere destekleyebilirdi hatta ki Türkiye İran‟la ilişki
içindeyken bile. Hatırlanmalıdır, Türkiye İsrail‟le ilişkilerinin bozulması yönünde her hangi
bir ülkenin baskı yapmasına izin vermemişti. Şu an bile çiçek dürbününü nasıl okuması
gerektiğini biliyor ve kendisini doğru tarafa yerleştiriyor.
60
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
Türkiye karşısında duyargaları kapamanın değil hamle yapmanın ve çömlek parçalarını
toplamanın sırasıdır. Türk vatandaşlarını öldürmekten dolayı özür dilemek İsrail için felâket
değildir. Bir özür, suçu ikrar etmek değildir; o askeri harekâtın hikmeti hakkında İsrail‟de bile
farklı kanaatler varken durum haydi haydi böyledir.
Mavi Marmara‟daki olayları soruşturan BM ortak komisyonu iki hafta içerisinde raporunu
yayınlayacak. Türk temsilci Özdem Sanberk ve İsrailli temsilci Yosef Ciechanover iki ülkenin
yeniden bağlanmasına imkân sunacak âdil ve esnek bir rapor olması için ellerinden geleni
yapıyorlar. Raporu beklemek şart değil. İsrail‟in kamuya ilan ederek kendisine söylenmeden
yapması mümkündür ve de tavsiye edilir. Kusur/kabahat daha sonra konuşulabilir.
Kaynak: Ha’aretz, 27 Haziran 2011
Çeviren: M. Alpaslan Balcı
61
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
Zorbalar nasıl dayanır - Bruce Bueno De Mesquita ve Alastair Smith
Bazı diktatörler ayakta kalırken diğerleri niçin düşer? Mazlum vatandaşlar tarih boyunca
başlarındaki zalimlerin boyunduruğundan kurtulmaya çalıştılar fakat Arap dünyasını
süpürmekte olana benzer devrimler nadirdir.
Zorba yöneticiler genelde kilit askeri yetkililer, üst düzey bürokratlar, aile üyeleri veya kabile
adamları gibi sâdık destekçilerden oluşan küçük bir grubu ödüllendirerek iktidarda kalırlar.
Bu sadâkatçilerin merkezî sorumluluğu, rejime karşı muhalefeti ezmektir. Ancak bu
karmakarışık ve tatsız görevi göz doldurucu şekilde ödüllendirildikleri takdirde yerine
getirirler. Dolayısıyla da otokratlar ahbap çavuşlarına kazanç akışını teminat altına almak
zorundadırlar.
Diktatörün destekçileri kitlesel ayaklanmaları bastırmayı reddettikleri veya bir rakibe iltica
ettikleri takdirde diktatörün başı ciddi sıkıntıdadır. Başarılı otokratların ilk önce ahbap
çavuşlarını en son halkı ödüllendirmeleri bu yüzdendir. Ahbap çavuşlara bol kazanca erişim
güvencesi sunulduğu müddetçe protestolar sert bir şekilde bastırılır. Kitleler ahbap çavuş
sadâkatinin sendelediğinden şüphe duydukları anda başarılı bir ayaklanma fırsatı var
demektir. Üç tip yönetici destekçilerinin terk etmesine karşı hassaten duyarlıdır: Yeni,
çökmüş ve müflis liderler.
Koltuğa daha yeni oturmuş diktatörler paranın nerede olduğunu veya kimin sadâkatini ucuz
ve etkin bir şekilde satın alabileceklerini bilmezler. Böylelikle, geçiş dönemleri sırasında,
devrimci müteşebbisler sallantıdaki yeni rejimi devirme fırsatını ele geçirebilirler.
Ahbap çavuşların – desteklerini garantileyen - imtiyaz ve ödemeler için artık eline
bakmadıkları yaşlı otokratları daha büyük tehlikeler bekler. Ölümden başka bir şey
veremeyeceğini bilirler. Köhnelik, sadâkati azaltır, güvenlik güçlerinin ayaklanmayı
durdurmak yerine parmaklarını kıpırdatmadan oturma ihtimalini artır ve kitlelere gerçek bir
ayaklanma şansı tanır. Filipinlerdeki, Zaire ve İran‟daki diktatörlüklerin sonunu getiren
buydu.
Tunus ve Mısır, Zeynel Abidin bin Ali ve Hüsnü Mübarek‟in sağlık durumları hakkındaki
dedikodulara ilave olarak ayaklanmayı alevlendiren ciddi ekonomik sıkıntılar çekiyordu.
Tahıl ve yakıt fiyatları yükselişteydi, işsizlik oranı özellikle eğitimliler arasında yüksekti ve
söz konusu olan Mısır olduğunda, Amerikan yardımında kayda değer bir azalma vardı (daha
sonra Obama bunu eski durumuna iade edecektir). Mübarek‟in askeri destekçileri, yani o
yardımların hamilleri, onun artık güvenilir bir gelir kapısı olmadığına üzülüyorlardı.
Para az bulunur oldukça, liderler de ahbap çavuşlarına ödeme yapamazlar ve halk ayaklandığı
takdirde onları durduracak kimse kalmaz. Rus ve Fransız devrimleri ve Doğu Avrupa‟daki
komünist hâkimiyetinin çöküşü sırasında olan tam da buydu – ve geçen Mayıs ayında
yatırımcılara yaptığımız bir sunumda Mübarek‟in düşeceği tahminini buna dayanarak
yapmıştık.
Beşşar Esad‟ın Suriye‟deki hâkimiyetine karşı bugünkü tehdide de aynı ışık altında
bakılabilir. Beşşar Esad, GSMH‟nın yüzde 7‟si oranında açık, azalan petrol geliri ve gençler
arasında yüksek işsizlik oranı yüzünden mükemmel devrim şartlarıyla yüz yüzedir. Bugün
62
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
kafaları kırıyor olabilir fakat eminiz ki er geç ya mütevazı reformları yerine getirecek ya da
bir başkası onun yerine geçip reformları yapacak.
Salgın, devrimci zamanlarda önemli bir rol oynar. Halk, komşu ülkelerdeki liderlerin sadâkat
satın alamadığını öğrendiklerinde, kendilerinin de bir fırsata sahip olduklarını hissederler.
Fakat bu otomatik olarak taklid devrimlere yol açmaz. Birçok ulusta, özellikle petrol zengini
Körfez ülkelerinde ya hiç protesto olmuyor yahut da protestolar şiddetle karşılaşıyor. Örneğin
Bahreyn‟de devlet gelirinin yüzde 60‟ı petrolden ve doğalgaz sektöründen elde ediliyor; bu
yüzden de liderleri gösterileri şiddetle ezerken çok az riskle karşılaşıyorlar.
Bunun nedeni, kaynak zengini otokratların ahbap çavuşları ödüllendirecekleri güvenilir bir
gelir akışına sahip olmalarıdır – ve baskı, bu nakit akışını tehlikeye sokmaz. Tabiî kaynak
zenginliği, Zimbabwe‟de seksenlik Robert Mugabe‟nin niçin makamından inme işareti
vermediğini ve petrol zengini Albay Muammer Kaddafi‟nin Libya‟da ta baştan itibaren niçin
uzlaşma imasında bulunmadığını açıklar. NATO bombaları Trablus‟a düşerken Albay
Kaddafi geriye kalan sadâkçilerini Libya‟nın petrol zenginlikleri üzerinde yeniden denetim
sağlayacağına ikna etmesi gerektiğini yoksa onların da kendisine karşı döneceklerini
keşfetmektedir. Üzücüdür, eğer ayaklanmacılar kazanırlarsa, petrol zenginliği üzerindeki
hâkimiyetlerini güvenceye almak için özgürlüğü bastırmaları muhtemeldir.
Tabiî kaynak zengini veya dış yardımla yıkanan rejimler ifade özgürlüğünü, basın
özgürlüğünü en önemlisi toplanma hakkını bastırmaya hazırdırlar. Bunun aksine, kaynak
fakiri liderler, aynı anda üretken çalışmaları zora sokmadan halk hareketliliğini kolayca
kısıtlayamazlar; sadâkat satın almak için ihtiyaç duydukları vergi gelirlerini keserler.
Böylesi liderler kendilerini iki arada bir derede bulurlar ve erken davranarak serbestlik
getirmeleri akıllıca olur. Fas ve Suriye gibi ülkelerin protestolara ilk verdikleri tepki baskı
olsa da gelecek birkaç yıl içerisinde reforma gitmelerini bu yüzden bekliyoruz. Tabiî
zenginlikleri bulunmayan Çin ve Ürdün gibi birçok ülkede de demokratikleşmeye yönelik o
aynı özendirici teşvik vardır – otoriteryan yöneticiler için kötü bir kehanet, dünyanın ezilen
kitleleri için iyi bir haberdir.
Yazarlar hakkında: New York Üniversitesi Siyaset Bilimi Profesörleri
Kaynak: New York Times, 27 Haziran 2011
Çeviren: Ertuğrul Aydın
63
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
Halk ayaklanmaları hilafet hayallerini yok ediyor – Sergey Balmasov
Suriye'nin toprak bütünlüğüne karşı çıktı. 24 Haziran 2011 tarihinde açıklama yapan ABD
devlet birimi Suriye'nin kuzey bölgesine asker gönderilmesine tepki gösterdi. Son günler
içerisinde ülkenin kuzeyinde muhalifler Türk bayrakları çekmiş ve olaylar Şam yönetiminin
kontrolü dışına çıkmıştı.
ABD'nin açıklaması batı ülkelerinin bölgeyi yönelik politikalarının devamı niteliğindeydi. Bu
politikalar sonucunda istenmeyen olaylar yaşanabilir. Suriye devleti bağımsızlığını kaybetme
tehlikesi de yaşayabilir.
Daha az kötü senaryoya göre ise Esad rejimi devrilmese de güç kaybediyor ve bölgede yeni
çatışmalar yaşanmaya başlıyor. Suriye çeşitli din ve mezheplerin ikamet ettiği bir bölge
olması hasebiyle dikkat çekiyor.
Suriye vatandaşlarının yüzde 80'den fazlası Araplardan oluşuyor. Ülkenin ikinci halkı
konumunda ise yüzde 9- bazı rakamlara göre ise yüzde 10- nufusu ile Kürtler bulunuyor.
Türkmenlerin sayısının ise toplam ülke nüfusunun yüzde 3-6'sı olduğu tahmin ediliyor. Suriye
Durzileri ise yüzde 3, Çerkez, Süryani ve Ermeniler ise yüzde 0.3- 0.5 oranında.
Ülkenin yüzde 73'ü Müslüman sünnilerden, yüzde 16'sı Şii, Şii ve İsmaili'lerden oluşuyor.
Şiilerin yüzde 11-13 oranında olduğunu iddia edenler de var. Yüzde 10'nu Hıristiyanlardan
oluşmakta. Hıristiyanların ise yüzde 18'i Oradoks, diğerleri Katolik. Yüzde 1 oranında
Yezidilerin olduğu öne sürülüyor.
Beşşar Esad rejiminin çok sayıda zaafları bulunuyor. Bilindiği gibi iktidarda bulunan Şii
azınlığın öncelikleri var. Esad ailesinin yönetimi ele geçirmesi ile beraber Şiiler de iktidara
gelmiş oldu. Ülke subaylarının önemli bir kısmı Şiiler içerisinden seçiliyor. Bu yaşananlar
Sünni çoğunluğun tepkisini çekiyor. Sünnilerin önemli bir kısmı Şiileri İslam mezhepleri
içerisinde görmüyor.
Şimdiki devlet başkanı eşini Sünniler içerisinden seçti. Bu evlilik siyasiler tarafından
yakınlaşma sinyali olarak değerlendirildi. Ancak yaşanan gelişmeler bu değerlendirmeyi teyit
etmedi ve Şiiler ülke politikası ve ekonomisinde kilit noktalarda bulunmaya devam etti. Bu
durum Sünnilerin tepkisini çekiyor.
Batı tarafından istenilen demokrasi reformlarının gerçekleşmesi durumunda Esad'ın koltuğu
ciddi biçimde sallanabilir. Bu durumda Şii azınlık etkisini büyük bir hızla kaybedecek.
Şiilerin kendisi de durumun farkında olduğu için iktidar mücadelesi veriyor ve geri adım
atmağı düşünmüyor. Son döneme kadar Esad Şii, Sünni, Dürzi, Hıristiyanlar arasında
yaşanabilecek muhtemel çatışmaları başarılı bir şekilde engelleyebilmişti.
Sünni Müslümanlar baskıların artmasına rağmen son ana kadar mücadeleye devam
edeceklerini beyan ediyor.
Yaşanacak muhtemel olaylar sonrasında Hıristiyan azınlığın da durumunun da değişeceğinden
kuşku duyulmamalı. Irak ve Mısır örnekleri yaşanan çatışmalardan onların da etkileneceğini
gösterdi.
64
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
Dürzilerin de konumunun incelenmesi gerekiyor. Onların azınlık konumunda olmasına
rağmen etkili olduğu ve tarafların mücadelesinde nihai başarıyı tayin edebilecek güce sahip
olduğu söylenebilir. Henüz şu ana kadar sessiz ve tarafsız kalmayı tercih ettiler. Onların sessiz
kalmasının en önemli sebeplerinden birisi de şimdiki Şam yönetiminin kendileri ile olumlu
ilişki içerisinde olması. Buna rağmen Esad rejimi onların sessiz kalmaya devam edeceğinden
de emin olamıyor. Şu anda İsrail istihbaratı onların Esad rejimine karşı çıkması için yoğun
çaba sarf ediyor. Şöyle ki kısa bir süre önce basın mensupları Avusturya Dürzîleri içerisinde
yayılan muhalif yazılarına rastladı. Bu yazıların İsrail arabuluculuğu ile hazırlandığı Tel Aviv
yönetimi tarafından da teyit edildi.
İsrail Dürzileri içerisinde özel askeri birliklerin kurulduğuna dair haberler geliyor. Onlar her
an çatışma bölgesine gönderilebilir. Suriye kaynaklarının iddiasına göre askeri birlikler
içerisinde yer alan Dürziler bölgedeki akrabalarının da ayaklanması için yoğun çaba sarf
ediyor. Onların bir kısmının Esad aleyhinde ayaklanabileceği öne sürülüyor.
Şam yönetiminin zaafları içerisinde Kürt konusu da yer alıyor. Hatta Kürtlerin ülkenin en
önemli sorunu olduğu da söylenebilir. Gelişmelerin devam etmesi durumunda Suriye
bütünlüğünün tehlikeye gireceği ve Kürtlerin bağımsızlığını ilan edebileceği öngörülüyor.
Kürtlerin kahir çoğunluğu bağımsız devlet kurmanın hayalleri ile yaşıyor. Bu konudaki
gelişmeler Irak Kürdistan'ının nihai tutumundan sonra daha da belirginlik kazanmış olacak.
Bütün bu sorunlara ülke genelinde yaşanan ekonomik sıkıntıların da ilave edilmesi gerekiyor.
Muhaliflerin ekonomi kartını da kullanmaya başladığı biliniyor. Gelişmeler sadece Suriye'nin
bölünmesi ile de sonuçlanmaz, aynı zamanda sonsuz iç savaş bölgeyi sarabilir.
Konunun bir diğer vahim tarafı ülkenin güneyinde ikamet eden Dürziler ve kuzeyinde ikamet
eden Kürtler dışında diğer ulusların sınır bölgelerinin bulunmaması ve ortak bölgelerde
yaşamaları. Örneğin birçok şehirlerde Şii, Sünni ve Hıristiyanlar beraber bir şekilde ikamet
ediyor. Şiilerin "başkenti" olarak kabul edilen Lazkiye şehrinde de diğer gruplar bulunuyor.
Suriye'de durum "değerlendirmesinin" uzun bir süre devam etmesi durumunda "çatışmasız
bölünme" senaryosu gerçekleşemez. Bağdat senaryosunun tekrarlanmasına dair endişeler
artıyor. İç savaş çok kan akmasına neden olabilir.
Batı ülkelerinin ve İsrail'in bunu anlamama ihtimali bulunuyor mu? Onların demokrasi
talepleri devam ediyor. Özellikle de İsrail yönetimi son zamanlarda yapmış olduğu
açıklamalarında Suriye'de yaşanan gelişmelerle ilgilerinin bulunmadığının ve huzursuzluğun
kendi sınırlarına da sıçrayabileceğinden endişe duyduklarını belirtiyor.
Ancak hem İsrail hem de batı ülkeleri Suriye'ye karşı bilinçli politika yürütüyor. Nitekim
İsrail dışişleri bakanı Avigdor Liberman'ın da son açıklamasının altının özellikle çizilmesi
gerekir. Liberman dünya kamuoyunun Suriye'de yaşanan gelişmelere gerekli tepkilerin
vermediğini beyan etmişti.
Suriye'nin bölünmesi ve iç savaşa girmesi durumunda İsrail hiçbir şey kaybetmeyecek.
Birincisi Esad yönetimi İsrail sınırlarında güvenliğin garantisi sayılamaz. Filistinlilerin İsrail
tarafından işgal edilen Golan tepelerine son iki giriş çabalarının hatırlanması yeterli olacak.
Bu girişimler sonucunda çok sayıda insan hayatını kaybetmişti.
65
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
İkincisi Esad rejiminin devrilmesinin Suriye'nin Golan iddialarını da ertelemesi anlamına
geleceği kesin. Iç savaş durumundaki Suriye vatandaşları bu konu ile ilgilenmeyecek. Daha
önce Arap ülkeleri içerisinde en önemli etkiye sahip olmuş ülkelerden birisi Irak'ta da benzer
gelişmeler yaşanmıştı. Irak şu anda bütünlüğünü kaybetme aşamasında. Teorik olarak da
İsrail'in Basra körfezi müttefiklerine tehdit olamaz. İşgal güçlerinin bölgede bulunmasına
rağmen ülkede iç savaş devam ediyor.
Suriye konusuna geri dönecek olursak, İsrail'in Esad rejimini devirmesi ile beraber önemli
kazançlar elde edeceği kesin. Birincisi Suriye, İran'ın en önemli müttefiki... İkincisi Suriye'de
yaşanacak rejim değişikliği komşu Lübnan'da da güç dengelerini önemli ölçüde etkileyecek.
Lübnan'da İsrail ile savaş durumunda olan Hizbullah varlığını gün geçtikce daha fazla
hissettiriyor. İsrail kaynaklarının iddiasına göre Hizbullah silahlıları son günlere kadar
Suriye'den önemli destekler alıyordu. Ayrıca İran'ın yardımının Hizbullah'a ulaştırılması
konusunda da Suriye önemli rol almaktaydı. Esad'ın devrilmesi ile beraber bu gibi sorunlar
ortadan kalkmış olacak.
Gazeteye açıklamada bulunan Suriye ve Lübnan savunma biriminin başkanı Halid Aliyas
bölgeye yabancı ülkelerin hedeflerinin Irak ve Suriye gibi ülkeleri yok etmek olduğunu ifade
etti. Benzer durum Lübnan da gözlemleniyor. Batı ülkeleri Sudan ve Mısır'ı bölmeye
çalışıyor. Aliyas batılıların büyük Arap devletlerinin varlığının devam etmesine karşı
olduğunu bölgede iç savaşın yaşanması için çaba sarfedildiğini ifade etti. Bundan sonra ise
batı ülkeleri kendi çıkarlarını gerçekleştirmeğe devam edecek.
Daha küçük ülkelere direktiflerin verilmesi büyük ülkelerle kıyaslandığı zaman daha kolay...
Petrol ve doğalgaz gibi konularda da benzer durum geçerli. Başka bir ifadeyle batı ülkelerinin
Arap Müslüman ülkelerini yok etmek için yola çıktığı kesinleşmiş durumda. Onlar Arap
birliği düşüncesinin altına büyük bir bomba konuşlandırdı.
Kaynak: Pravda, 29 Haziran 2011
Çeviren: İbrahim Ali
66
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
Suriye'de stratejik duvara toslamak – Akif Emre
Suriye konusunda kafası en karışık olanlar herhalde Osmanlı sonrası bölgede oluşan boşluklu
siyasete; ulusdevletçiklerle bölünmüşlüğe karşı çıkan kesim oldu. Daha açık ifadeyle
söyleyecek olursak, bölgedeki yapay duvarların kalkmasını isteyenler, Türkiye'yi bölgeden
koparan uluslararası dengelerin dayattığı bölünmüşlüğe karşı çıkanlar; İslamcılar...
Tunus'tan Mısır'a uzanan coğrafyada despot yönetimlere karşı ayaklanmaları özgürlük
yolunda önlenemez devrim dalgası olarak selamlamakta gecikmeyenlerin Suriye konusunda
kafaları karıştı iyice. Arap ayaklanmalarının içeriğini sorgulamadan devrimci coşkuya
kendilerini kaptıranlar bu coşkuyu çok daha fazlasıyla hak eden Suriye'ye sıra gelince
tereddüte düştüler. Arap baharının getireceği muhtemel ideolojik dönüşümleri sorgulamadan
destek verenler, Şam'da stratejik kaygıların duvarına tosladıklarında durum değişti.
Suriye'ye ilişkin kafa karışıklığını açıklayacak anahtar kavram stratejik kaygılar olsa gerek.
Çünkü Suriye ile daha önce hükümetin kurduğu ilişkiyi idealleştirenler her türlü siyasi ve
ideolojik kaygıyı öteleyerek stratejik hesapları önceliyordu. Bir örneği Irak'ta hüküm süren
Baas faşizminin Suriye koluyla kol kola girmekten hiç endişe duyulmaması bir açıdan
anlaşılabilirdi. Çünkü Baas rejiminin özellikleri, halkına karşı despotik uygulamaları bir yana,
iki halkın buluşması anlamında sınırların esnetilmesine kimse karşı çıkamazdı. Ne var ki,
stratejik öncelikli bu yakınlaşma idealize edilerek, Baas rejiminin ideolojik temelleri ve 40
yıllık uygulamaları bir anda görmezden gelindi, hatta unutuldu!
Arap baharı denilen ayaklanmalarda, İslamcıları alternatif olmaktan çıkararak sisteme müşteri
haline getiren dönüşümü sorgulamaktan uzak bakış açısının karşına bu kez stratejik kaygılarla
örülmüş duvar çıktı. Ortadoğu açılımına stratejik temelli yaklaşanlar için siyasi, kültürel
gerekçeler geri planda kalmıştı.
Suriye'de olaylar çıktığında stratejik gerekçeler devreye girecek ve Esad'la kurulan stratejik
temelli romantik ittifakın büyüsü bozulacaktı.
Suriye'deki gelişmeler bağlamında gelinen noktada; sadece Türkiye açısından değil bölge
dengeleri, küresel hesaplaşmalar, özellikle de İsrail faktörü ve iç dengeler açısından da
mezhep faktörü dahil olmak üzere çok değişik unsurların devreye girdiği bir manzara ile karşı
karşıyayız.
1- Suriye İran açısından vazgeçilmez stratejik öneme sahiptir. Suriye'nin düşmesi İran için
bölgesel zeminin kaybı ve adeta bir kolunun kaybedilmesi anlamına gelir.
2- Türkiye'nin Suriye ile yakınlaşması ve bu ülkeyi Batı ile entegre etme çabaları da İran için
stratejik kayıp olacaktı. Bu nedenle sadece ayaklanma ile ortaya çıkmış bir kaygı değildir.
3- Muhtemeldir ki Suriye'yi kaybeden bir İran, Lübnan ve Hizbullah üzerinden son kozlarını
oynamak isteyecektir.
4- Suriye'de ayaklanmalara karşı çıkanlar İsrail'in elinin güçleneceği tezini işlemektedir.
67
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
5- Aynı zamanda Suriye'deki Baasçı rejime karşı ayaklanmanın mezhep savaşını kışkırtacağı
argümanı da sıklıkla öne sürülmekte ve dolayısıyla mevcut statükonun devamından yana
dolaylı da olsa tavır sergilenmektedir.
6- Üç ayı aşkın süredir devam eden ve her gün onlarca insanın katline neden olan muhalefet
gösterilerinin dış müdahaleye davetiye çıkarmasından endişe ederek statükonun bozulmasına
karşı çıkmaktadırlar.
Tüm bu farklı tavır alışlara ve argümanlara karşı şu hususların göz önüne alınması gerektiğini
düşünüyorum.
- Suriye'deki rejimin özellikleri göz ardı edilerek yapılacak her tür değerlendirme dün olduğu
gibi bugün de yanıltıcı olmaya mahkûmdur. Hiçbir stratejik kaygı Baasçıların 40 yıllık baskı
rejimini meşrulaştırmayacağı gibi bizim de Esad rejiminin yanında olmamıza gerekçe
oluşturamaz.
- Aynı şekilde muhalefet üzerinde yapılacak ideolojik operasyonla liberal müdahaleciliğin
kapısı aralanmamalıdır. Suriye'ye yapılacak bir dış müdahale Baas rejimini daha da
güçlendirecek, muhalefeti Batının kucağına atacaktır.
- Baas rejimine karşı çıkarken hiçbir zaman mezhep çatışmasına neden olacak bir dil
kullanılmamalı; dış müdahale ile başlayan Irak'taki mezhep çatışması buraya sirayet
etmemelidir.
- Baas rejiminin en büyük kozu; İsrail'e karşı cephe olduğu ve İran'la beraber emperyalizme
karşı bir savunma hattı oluşturduğu iddiasıdır. Bu iddia Baas rejimini ayakta tutan, ona
meşruiyet sağlayan taktik bir tutumdan öte bir anlam taşımamaktadır.
- Suriye'nin düşmesi durumunda İran'ın kendini doğrudan dış müdahaleye açık hissedeceği
çok bellidir. Bu nedenle dış müdahaleye meydan vermeden Suriye'de rejimin dönüşümü
konusunda İran'ın stratejik aklı devreye sokması, mezhep çatışması ihtimalini de önleyecektir.
- Son olarak Suriye'ye girecek Türk askerine alkış tutulacağı safsatasıyla heyecana gelen
muhafazakar kitlenin aklını başına alması önerilir.
Dış müdahaleye karşı çıkarken Baas rejimini savunmak; despotizme karşı çıkmakla
muhalefeti Batının ideolojik ajanı haline getirmek arasındaki ince çizgiyi korumak
zorundayız. Her şeyi stratejik hesaba indirgemeyen kültürel ve insani derinliği gözetmek
zorundayız.
Yenişafak, 30 Haziran 2011
68
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
Hartford Trinity College Uluslar arası Çalışmalar Enstitüsü Müdürü Vijay Prashad ile
röportaj.
Pothik Ghosh (PG): Arap dünyasındaki son olaylar hangi bakımdan devrim olarak
nitelenebilir? Renkli devrimlerle arasındaki farklar nelerdir?
Vijay Prashad (VP): Tüm devrimler aynı değildir. Doğu Avrupa‟daki renkli devrimlerin farklı
bir temposu vardı. Sınıfsal karakteri de başkaydı. Ayrıca halklar ABD adına değil kendi
sınıfsal ve ulusal çıkarları adına hareket ediyorlardı ama gene de Amerikan emperyalizmi
doğrultusundaydı. Gürcistan‟daki Gül Devrimini ve Ukrayna‟daki Turuncu Devrimini
hatırlıyorum. Ukrayna‟da Otpor, yanı sıra diğerleri, George Soros‟un Açık Toplumu ve ABD
yönetimine bağlı Ulusal Demokratik Enstitüsü tarafından yağlanıyordu. Taraflara Rus parası
da akmıştı. Doğu Avrupa‟daki bu devrimler, devlet sosyalizminden yırtıcı kapitalizme doğru
travmatik geçişin dindirmeye yetmediği siyasi savaşlardı.
Şu an şahit olduğumuz Arap ayaklanması ise Arap dünyası için “1968‟ gibidir. Arap
nüfusunun yüzde 60‟ı, 30 yaşın altındadır (bu oran Mısır‟da yüzde 70‟tir). Sloganları iş ve
haysiyettir. Kaynak laneti nüfusun küçük bir kısmına zenginlik getirdi ama ekonomik
kalkınma getirmedi. Sosyal gelişim, Arap dünyasının bazı kesimlerine uğradı: Okuryazarlık
oranı Tunus‟ta % 75, Mısır‟da % 70, Libya‟da yaklaşık % 90. Eğitimli alt orta sınıf ve orta
sınıf gençlik iş bulamaz halde. Peş peşe gelen aşağılanmalar bu gençliği ayaklandırıyor: İş
yok, otoriteryan bir devletten saygı yok ve en önemlisi de dünya sahnesinde ikinci sınıf bir
vatandaş olmanın verdiği kırgınlık ve keyifsizlik var. Sokaklarda atılan sloganlar haysiyet,
adâlet ve iş içindir.
PG: Yasemin Devrimi Batı Asya ve Mağrib’de muhalif siyasetin politik-ideolojik
topoğrafyasının baskın karakterini İslamcı kimlikten organik çalışan-orta sınıf siyasetine
dönüştürür mü? Bölgede çalı yangını gibi yayıldığı gözlenen genel grevler karşıt güç burcuna
hangi şartlar altında dönüşür?Yahut bölge dışındaki solcuların temsili arzuları hükmünde
midir bu?
VP: Korkarım ki hepimiz arzularımızın orada gerçekleştiğini görmek istiyoruz. Gençlik, işçi
sınıfı, orta sınıf, mücadele temposunu başlattılar. Gideceği yön belli değil. Devrimleri
gördüğümde benzetme yapmaktan beri duruyorum zira değişime götüren olaylar umulmadık
şekilde gelişir. Kendiliğindenlik ile yapının itişip kakıştığı yerdir meydan kavgası. Örgütlü
işçi sınıfı, örgütlü teokratik bloktan daha zayıftır, en azından Mısır‟da böyle. İlerlemeci türde
sosyal değişim Arap dünyasına albaylarla gelmiştir. İşçi mücadelesi hiçbir ülkede muradına
ermedi. İşçi hareketinin 1950‟lerde ilerleme kaydettiği Irak, ordu tarafından zaptedildi ve
sonra zımni bir anlaşmaya vardılar.
Neler olacağı kesin bir dille ifade edilemez. Meksika Devrimi 1911‟de başladı fakat PRI
rejimine değin dinmedi ta ki 1917 anayasası yazılıp 1920‟de Carranza veya hatta 1934‟te
Cardenas başkanlığa gelene kadar. Meksika ve Mısır arasında pek çok paralellikler
görüyorum. Sol, her ikisinde de yeterince gelişmemişti. Sağdan neşet eden tehlikeler her daim
mevcuttu. Porfirio Diaz‟ın devleti gibi Firavunvâri devlet de giderse, köylüler ve işçi sınıfı
kendiliğindenliğin ötesine geçip bir yapı ile öne çıkabilirler. Kendiliğindenlik iyidir ama güç
ele geçirilmediğinde karşıt devrim ortaya çıkacaktır.
69
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
PG: Bu dönüşüm âkim kalırsa ortaya çıkacak tehlikeler sizce nelerdir? Bu nevi bir
başarısızlık, Batı Asya’da kendisini faşistçe bir İslamcılık ve/veya otoriteryanizm olarak dışa
vuran küresel neo-liberal konjonktürün kaçınılmaz olarak pekişmesine yol açmaz mı?
VP: Eğer dönüşüm âkim kalırsa, ki Tanrı dilerse kalmayacaktır, üç şık var demektir: Birincisi,
Mısır yönetici seçkinleri ve ABD baskısı altında kalan ordu, kontrolü eline alacaktır. Tunus
için geçerli değil bu çünkü ikinci şık tebarüz etti. İkincisi, yönetici koalisyonun unsurları
aceleyle bir dizi taviz vererek – hassaten de otokrasinin yüzü Zeynel Abidin bin Ali‟nin
gönderilmesiyle - kalabalıkları dağıtabilirler. Eğer Mübarek ayrılır ve Mübarekçi devletin
dizginleri Ömer Süleyman gibi kana bulanmış uşaklardan birinin eline verilirse…Mübarek,
Ahmet Şefik‟le bunu denedi fakat Tantavi‟ye de gidebilirdi…Mübarek‟e yakın ve yönetici
blok tarafından güvenli bulunan tüm generallere. Seçkinlerden hangilerinin Mübarek ile
aralarına mesafe koyup itibar için sokaklara inmeyi deneyeceğini bekleyip göreceğiz. İran
Şahı son bir gayret olarak Şapur Bahtiyar‟ı başbakan olarak atamıştı. İşe yaramadı. Devrim
aldı başını gitti. Eğer bu işe yaramazsa, bu durumda üçüncüsü, ABD büyükelçiliği Baradey‟e
bir mesaj gönderip ona yeşil ışık yakacaktır. El Baradey, İhvan tarafından muteber bir aday
olarak görülüyor. 30 Ocak‟ta kalabalığa hitap ederken meselenin birkaç gün içerisinde
halledileceğini söylemişti. Yeni başkan, İhvan‟dan ve Mübarek kliğinin bazı kesimlerinden
destek alan Baradey mi olacak o halde? Kalabalıklar için yeterli olacak mı bu? Bununla idare
etmek zorunda kalabilirler. El Baradey bir maverik ve İran konusunda UAEK‟da
Washington‟ı rahatsız etmişti. Çocuk oyuncağı olmayacaktır. Öte yandan, Mübarek‟in
ekonomi politikalarını izleyecektir muhtemelen. Tüm gündemi siyasi reformdu. IMF-Dünya
Bankası Yapısal Ayarlamalar 2. Bölüm…”iyi yönetimin” yanı sıra şu eski özelleştirme
gündemi bu. El Baradey Mısır‟da iyi yönetim istiyordu. Sokaklar daha fazlasını istiyor. Bir
süreliğine ateşkes olacaktır bu veya Chavez‟in söylediği gibi “por ahora.”
PG: Radikal İslamcılar,özellikle Müslüman Kardeşler, muhalif politik-ideolojik alanda
neredeyse tam hâkimiyetleri olmasına rağmen etkin bir örgütsel güç olarak fırsatı
avuçlamıyorlar. Bunun sebebi nedir?
VP: Müslüman Kardeşler/İhvan sokaklarda. Kendi ideolojisini sessize aldı. Bu çok açık.
Sözcüsü Cemal Nasır, protestolarda küçük bir rol oynadıklarını ve protestoların İslam değil
Mısır hakkında olduğunu söyledi. Bu çok zekice. 1978-79‟da İran‟daki protestolar sırasında
mollaların söylediğine benziyor. “Kalabalıkların” Şahı devirmesi için kanatlarda beklediler ve
sonra sahneye çıktılar. İhvan‟ın yaptığı bu mu? Bunun halk ayaklanması olduğu, örgütlü bir
gücün işi olmadığı söylenirse, bu elbette ki doğrudur. Ama yeterli değildir. Halk seferber
edilebilir, harekete geçebilir ama halk, aracı olmadan, yapı olmadan yönetebilir mi?
Yapılanmış unsurların devreye girdiği yer burasıdır. Alternatif yoksa, İhvan gücü eline
alacaktır. İhvan‟ın Baradey‟in arkasında durmayı istemesi, ABD‟yi hemen karşısına almamak
içindir. O daha sonra olacak.
PG: El Baradey gibi karakterlerin ortaya çıkması neyin işaretidir? Küresel medyanın
yansıttığı gibi direnişin siyasi yüzü müdür?
VP: El-Baradey‟in güvenilirliği var. 1960‟larda Nasır döneminde dışişleri bakanlığında
çalıştı. İsmail Fehmi‟nin dışişleri bakanlığında da görev aldı. Fehmi‟nin ne kadar etkileyici
olduğu unutuluyor. Sedat İsrail‟e gittiğinde Sedat kabinesinden istifa etmişti. Fehmi
Nasırcıydı. El Baradey bir yıl süreyle dışişleri bakanlığında Butros Gali ile çalıştı. İlişkinin
70
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
başladığı yerdir. Her ikisi de BM bürokrasisine geçti. Butros Gali, Fehmi‟den daha yumuşak
başlıydı. Baradey‟in Fehmi çizgisine daha yakın olduğunu düşünüyorum. UAEK‟da ABD
baskısı önünde eğilmedi. Mübarek yönetiminin en kötü yıllarında Kahire dışında olması ona
güvenilirlik veriyor. Onun sınıfından bir adam Mübarek yönetimine alınırdı. Ancak onun gibi
dışarıdan birisi hem yönetici blokta (sınıfsal durum ve istidat bakımından) ve hem de yönetim
mekanizması (Mübarek‟in kabine çevresi) dışında olabilirdi. Büyük bir imtiyazdır bu.
İhvan kendi yüzünü göstererek hareket etmiyor, halk kolayca lider tayin edecek durumda
değil, Eymen Nur‟un sağlığı yerinde değil; o halde Baradey‟in öne çıkması muteberdir.
Kaynak: Radikal Notes, 8 Şubat 2011
Çeviren: M.Alpaslan Balcı
71
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
Mısır’da İslam ve siyaset
Mısır‟daki karışıklık ve Hüsnü Mübarek‟in cumhurbaşkanlığından ayrılışı İslam‟ın siyasi
hayattaki rolü hakkında sorulara yol açtı. Dina Şihata Mısır‟ın teokrasinin eşiğinde olduğu
düşüncesinin yanlış olduğunu söylüyor. İslam ve Şeriat zaten Mısır anayasasında mevcuttur
ve Şeriat ile medeni hukuk arasında bir tür denge vardır. Mısır‟ın en güçlü İslamcı grubu
Müslüman Kardeşler bile bu noktadan uzaklaşmak istemez. Dina Şihata‟ya (Shehata) göre
Mısır‟ın Malezya ve Türkiye gibi tastamam İslami olmaksızın Müslüman kimliğine sahip olan
ülkelerin izinden gitmesi daha muhtemel. Çoğu Mısırlının şu anki endişesi laik mi yoksa dini
bir devletin mi inşa edileceği değil demokratik bir devlet, sağlam bir ekonomi, adil bir düzen
kurmaktır. Müslüman Kardeşlerin dışındaki muhalif grupların en büyük meselesi, varlığını
sürdürebilecek siyasi partilerin kurulmasıdır. Dina Şihata, İslamcı siyasi partilerin seçilmesi
durumunda ABD‟nin halkın iradesine saygı duyması ve halkın meşru temsilcileri olan bu
hükümetlerle iş yapması gerekir de diyor.
Mısırlıların ne tür bir yönetim biçimi seçecekleri hakkında bahse değer bir endişe var.
İran benzeri sertlik yanlısı bir İslam Cumhuriyetini mi yoksa Endonezya benzeri daha
ılımlı bir sistemi mi seçecekler?
Mısır, İran değildir yani bir teokrasi kurmak söz konusu bile değildir. Teokrasi, din
adamlarının yönetimi demektir. Mısır için bir şık değildir. 1979‟da İran‟da yönetimi eline
geçirenler gibi egemen bir din adamları çevresi yoktur. Müslüman Kardeşler, ki bu hareketin
ana oyuncusudur, din adamı sınıfından olmayan dindar muhafazakar insanlardır. Öğretmenler,
üniversite profesörleri, doktorlar, mühendisler var aralarında ve bu kişiler dindar muhafazakâr
insanlardır. Dolayısıyla sorunlu bir kıyaslamadır bu. Dini sınıfların liderlik ettiği
hareketlerden ziyade Endonezya, Türkiye ve Fas gibi dünyevi hareketlerin bulunduğu
ülkelerle kıyaslamak daha uygun olabilir. Müslüman Kardeşler/İhvan, Mısır‟da önemlidir ve
yeni dönemde bir rol oynayacaktır. Ama bir teokrasi kurmak isteyeceklerini düşünmüyorum.
İslam’a dayalı Mısır bölgedeki diğer ülkelerden ne kadar farklıdır? Mısırlının günlük
yaşamında İslam’a tanım ve târifini veren nedir? Ve demokratik fikirlerle ilişkisi nedir?
Mısır toplumunda İslam‟ın farklı yorumlarına sahip farklı gruplar var. İslam‟ı simgesel
pratikler/ameller seti olarak gören Sûfî gruplar var. İslam‟ı sosyal ve siyasi bir sistem olarak
gören İhvan var. İslam‟ı Mısırlıların yakından takip edecekleri katı pratikler seti olarak gören
selefiler var. Laik Mısırlılar var. İçlerinden bazıları dindardır ve İslam‟ı şahsi inanç ve pratik
formu olarak görürler. Bazıları dindar da değildir. Hem özel yaşamlarında hem de siyasi
yönelimlerinde laiktirler.
İnsanlar İslam‟dan sanki herkes için aynı şeymiş gibi konuşuyor. Pek çok ülkede, pek çok
insan tarafından farklı yerlerde kullanılıyor ve farklı geleneklerle ilişkilidir. Buradaki farklılık
şu ki siyasi sistemin de İslam‟dan beslenmesini isteyen önemli bir insan grubunu temsil
etmekte olan bazı hareketler vardır. Mısır siyasi sistemi tastamam laik değildir; Aile Hukuku
Şeriat‟a dayalıdır ve pek çok kanunumuz Şeriat‟tan mülhemdir. Mısır Anayasası, Şeriat‟ın
yasamanın temelini oluşturduğunu belirtir. Dolayısıyla da tastamam laik bir düzenden
tastamam İslami bir düzene geçişi konuşmuyoruz. İhvan, kendi gündemi hakkında
konuştuğunda söylediği şey anayasanın, Şeriat‟ın yasamanın başlıca kaynağı olduğunu
söyleyen ikinci maddesine işlerlik kazandırılmasıdır.
72
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
Son birkaç yıldır farklı ülkelerde yapılan ve demokrasi, sekülerlik ve şeriat hakkında ne
hissettiklerini inceleyen kamuoyu yoklamaları var. Şeriat Hukukuna bahse değer bir
destek var. Mısırlıların işaret edebilecekleri Şeriat’ın yozlaşmamış ve daha âdil bir
sistem kurduğu ülkeler var mı?
Malezya ve Endonezya gibi Müslümanlar olarak siyasi sistemlerinde geleneklerini izleyen
müreffeh Müslümanlar ülkeler var. Bu ülkeler teokrasi değil Müslüman ülkelerdir ve
yönetimleri ne tastamam laik ne de tastamam İslami‟dir. Müslüman ve de modern olan
nüfusun çoğunluğunu yansıtır. Mısır‟da Şeriat hâlihazırda hukuk sistemimizin ve
anayasamızın ayrılmaz bir parçasıdır. Laik devletten dini bir devlete doğru hareket varmış
gibi bir yanlış mantık var; durumu bütünüyle tersinden anlamaktır bu zira zaten dini hukukun
ciddi şekilde etkilediği bir devlettir tıpkı birçok Müslüman ülkede olduğu gibi. Müslüman
kimliğini muhafaza ederken modernleşerek refaha ulaşan birçok Müslüman ülke var. İslam‟la
alâkası kalmamış ve refaha da ulaşamamış Müslüman ülkeler de var. İslam size Malezya‟nın
niçin müreffeh olduğunu, Mısır‟ın niçin olmadığını veya Türkiye‟nin niçin ilerlediğini,
ötekinin niçin ilerlemediğini açıklamaz.
Mesela aile hukuku veya kadının rolü gibi sizce dini bakımdan daha muhafazakâr
olabilecek politikalar var mı?
Daha katı bir uygulamanın olabileceği tek alan alkol satışı ve tüketimidir. Fakat İslamcılar
kadının kamusal hayata katılımına karşı çıkmazlar. Mısırlıların zaten pek çoğu dindardır ve
aile hukuku Şeriat‟a dayalıdır; benim kanaatime göre bu bakımdan yapılacak pek bir şey yok.
Mısırlılara belirli bir kıyafet kanunu dayatmaya çalışacaklarını da düşünmüyorum fakat gece
klüplerinde alkol tüketimiyle ilgili düzenleme yapabilirler. Mısırlıların yüzde 99‟u için hiçbir
şey değişmeyecek. Alkol tüketmek vb konularda batılılar gibi davrandıklarını
söyleyebileceğimiz Mısırlılar çok küçük bir azınlıktır. Dolayısıyla hayat tarzları belki
etkilenebilir.
Protestolardan hemen önce Kıpti Hıristiyanlar’dan yana bir huzursuzluk vardı.
Kıptiler’e ne olacak ileride?
Mısır daha demokratik bir siyasi sistem, varlığını koruyabilir bir ekonomik sistem, daha âdil
bir sosyal sistem kuracaksa eğer, tüm Mısırlılar bundan istifade edecektir. Daha eğitimli, daha
demokratik bir ülke olduğunda farklı yelpazeden Mısırlılar arasında daha az gerilim
yaşanacaktır. Çoğu Mısırlının şu anki endişesi laik mi yoksa dini bir devletin mi inşa edileceği
değil demokratik bir devlet, sağlam bir ekonomi, adil bir düzen kurmaktır.
Çoğu Mısırlı mevcut formülden memnundur yani Şeriatımız var, sivil hukukumuz var ve bu
ikisi arasında bir denge var. İhvan bile bundan uzaklaşmak istemez. Şöyle söylerler: “Mevcut
anayasadan memnunuz ve değiştirmek istemiyoruz.” Bu yüzden, eğer Mısır güçlü bir
demokratik siyasi sistem ve yaşayabilir bir ekonomi kurarsa, Müslümanlar ve Hıristiyanlar
daha iyi bir durumda olabileceklerdir. Aksi takdirde gerilim devam edecektir. Çünkü bunların
şikâyet, hoşnutsuzluk ve toplumun farklı kesimleri arasında sosyal gerilim yaratan mevcut
siyasi ve ekonomik sistemle ilgisi vardır. Önceki rejim iktidarda kalmak amacıyla bu
ihtilafları kuvvetlendirmişti.
73
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
Herkes İhvan’a odaklandı fakat İhvan’ın dışında, Mısır’da kimlerin siyasi oyuncular
olmasını bekliyorsunuz?
Mısır‟da İslamcı blok var, liberal blok var ve bir de sol blok var. Seçimleri kazanma ve
mecliste temsil tecrübesine vb sahip tek bir örgüt olarak bugüne değin sadece İhvan
örgütlüdür.
Sol (işçi hakları, gelir dağılımı, refah ve sosyal adâletle meşguldür), son işçi eylemleri
dalgasına bakınca, varlığını sürdürebilir bir siyasi blok olarak öne çıkma şansına sahiptir. Pek
çok solcu çoktan siyasi parti kurma hazırlıklarına başladı. Elbette ki biraz zaman alacaktır bu.
İş dünyasının seçkinleri laikler vb gruplardan oluşan liberaller önceki rejimi desteklemeye
eğilimliydiler ama Baradey ve Eymen Nur gibi muhalif liberal şahsiyetler de var, liberal
trendleri temsil eden bir dizi partileri var. Gelecek aylarda veya yıllardaki en büyük mesele,
liberallerin ve solcuların kendilerini örgütleyip siyasi bir teşekkül veya birden fazla teşekkül
altında toplanmalarıdır.
ABD’nin İslamcılarla yakınlaşıp yakınlaşmaması gerektiği hakkında tartışma var.
ABD’nin Hamas ve Hizbullah’la ve hatta Afganistan’da Taliban’la mücadelesine
bakınca, ABD’nin stratejisi ne olmalıdır ve engeller nelerdir?
ABD halkın iradesine saygı duymalı ve halkın meşru temsilcileri olan bu hükümetlerle iş
yapmalıdır. Hamas ve Hizbullah emsalsiz vakalardır çünkü bunlar direniş hareketidirler.
Normal siyasi parti değillerdir ve bu bağlamda anlaşılmalıdırlar. Amerikalı analistlerle ilgili
sorun şu ki İslamcılar hakkında geniş beyanlarda bulunuyor, ayrıma gitmiyorlar. Bunlar işgale
karşı mücadele eden, direnişe geçmiş silahlı hareketlerdir. Arap dünyasında ve ötesinde başka
İslami hareketler var, Mısır‟da Müslüman Kardeşler veya Türkiye‟de AK Parti yahut Fas‟taki
Adalet ve Kalkınma Partisi gibi siyasi sistemle bütünleşmiş siyasi partilerdir bunlar.
Bu partilerle farklı şekillerde iş yapıyorsunuz çünkü meşru siyasi aktörlerdir; eğer halk onları
kendilerini temsil için seçmişse o halde siz de bunu hayatın bir gerçeği olarak kabul etmek
durumundasınız.
Bölgedeki karışıklığa bakınca, bu hareketleri ve müstakbel hükümetleri
şekillendirmekte İslam’ın oynayacağı rol hakkında nasıl bir beklenti taşımalıyız?
Her ülke eşsizdir ve kendi şartları vardır ama bu hareketler otoriteryanizme ve yoz rejimlere
karşıdırlar. İnsanlar bu rejimlerin gitmesini ve yolsuzluğa öyle pek geçit vermeyen, halk
katılımına ve daha sağlıklı ekonomik politikalara imkân veren temsilcilerini seçmek istiyorlar.
Demokrasi, daha iyi ekonomik şartlar ve sosyal adâlet meselesidir bu. Ve bu talepler ülke
içerisindeki İslamcı ve laik, farklı kesimlerce paylaşılmaktadır. Bu hareketlerin İslam‟la bir
ilgisi yoktur.
Yeni dönemde İslamcıların rolünün ne olacağını sorabilirsiniz. Bu çok farklı bir sorudur.
İslamcılar tüm Arap ülkelerinde önemli bir unsurdur fakat tek siyasi aktör de değildirler. Bu
devrimler İslamcı grupların güdümünde olmadı. Her hangi bir hareketin parçası olmayan,
temsil edilmediklerini hisseden genç insanlar ağırlıktaydı. İslam önemli bir oyuncudur ama
74
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
diğerlerinin kendi çıkarlarını temsil etmek için yapıp edecekleri şeyler de belirleyici etken
olacaktır.
Kaynak: Amerikan Dış İlişkiler Konseyi, 3 Mart 2011, Çeviren: M. Alpaslan Balcı
75
Download