NURULLAH ATAÇ . , A-iz

advertisement
Cumhuriyet Kuşağının Not Karnesi
* 2L
NURULLAH ATAÇ
. ,
A -iz
Eleştirmen, Çevirmen
stanbul’da, 21 Ağustos 1898'de doğdu. »Asıl
adı Nurullah Ata'ydı. Hammer tarihini dilimize
çevirmiş olan Ata Bey'in oğluydu. Baba yanıy­
la Karadenizli, ana yanıyla Maraşlı’ydı. »Onbir
yaşmda annesini yitirdi. «Ankara Radyosu’ndaki sohbet programlan ve gazete yazılanyla tanınan he­
kim ve milletvekili Galip Ataç, büyük kardeşiydi. Re­
fik, adında bir kardeşi de Çanakkale Savaşı’nda şehit
oldu. «İlk yazılarını 1908 yılında henüz 10 yaşınday­
ken yazdı. »İlkokuldan sonra Galatasaray Lisesi'ne
başladı (1909-1913). Dördüncü sınıftayken okuldan ay­
rıldı. »Öğrenimini sürdürmek üzere İsviçre'nin Cenev­
re kentine gitti. »Babasının beklenmedik ölümü üzeri­
ne mütareke döneminde (1919) Türkiye'ye dönmek
zorunda kaldı. »Bir süre Darülfünun'da edebiyat ders­
lerini izledi. »Kendi çabasıyla Fransızca öğrendi. »A h­
met Haşim'in "Göl Saatleri" üzerine yazdığı ilk yazısı
“Dergah”ta yayımlandı. »1921-23 yılları arasında Ni­
şantaşı, Vefa, İstanbul, Üsküdar Liselerinde Fransızca
öğretmenliği yaptı. »1924-25 yıllarında Adana Lisesi
edebiyat öğretmenliğine atandı. Aynı lisede müdür
yardımcılığı görevinde de bulundu. »Ticaret Vekaletin­
de çevirmen olarak çalıştı (1925-26). »Ticaret Vekale­
tindeki görevinden ayrılarak yeniden Maarif Vekaleti
bünyesine döndü. »Bir yıl Talim ve Terbiye Dairesi’nde çevirmenlik ve »ilk Tedrisat Dairesi şube müdürlü­
ğünü yaptı. »1927 yılında, R. Grousset'tin “Asyanın
Uyanması” yapıtını Türkçe’ye çevirdi. »1928-1930 yıl­
lan arasında Ankara Orta Muallim Mektebi’nde Türkçe,
Edebiyat, Sanat Tarihi, Fransızca dersleri verdi. »1930
yılında, A. Maurois'in “Genç Verter'in Istıraplan” çevi­
risini yaptı. »1932 yılında, “Mitoloji” adlı Fransızca ya-
İ
16
t
Bütün Dünya • Ekim 2002
yımlanmış bir çalışmayı dilimize kazandırdı. »1935 yı­
lında, “Fransızca-Türkçe Resimli Büyük Dil Klavuzu”
adlı iki ciltlik bir sözlüğü hazırlayanların arasındaydı.
Reşat Nuri Güntekin, A. S. Delibaş ve İsmail Hakkı Danişmen'in de içinde yer aldığı kurul içinde çalıştı.
*
stanbul'da Pertevniyal Lisesi’nde, »İ. Ü. Ya­
bancı Diller Okulu’nda (1937-38), »1939 yılın­
da ise, Milli Eğitim Bakanlığı'nın kurduğu ter­
cüme bürosunda çalıştı. Dünya edebiyatından
klasik yapıtları Türkçe'ye kazandırdı. »1939
yılında, M. R. Ballantyne'den “Mercan Adası” adlı ün­
lü klasiği çevirdi. »Gazi Eğitim Enstitüsü'nde (193940) görev yaptı. »1940 yılında, Alain Fournier'den
“Adsız Köşk”, H. De Balzac'dan “İki Yeni Gelinin Ha­
tıraları”, L. Bertrand'dan “İspanya Tarihi” (Galip K.
Söylemezoğlu ile birlikte), Ch. Vildrac'dan “Dünya
Gözüyle” adlı yapıtları dilimize kazandırdı. • 1941 yı­
lında, M. Ayme'den “Sarman’ın Masalları” (Kurt,
Öküzler, Bodur Kara Horoz, Köpek, Fil, Kötü Kaz,
Ördek ile Pars, Koç ile Doğan) dizisini, Dostoyevski'den “Kumarbaz”, Sophokles'den “Oidipos Kolonos'ta”, “Philoktetes”, Stendal'dan “Kırmızı ve Siyah”ı
Türkçe’ye aktardı. »1941-1945 yılları arasında, Anka­
ra Atatürk Lisesinde Fransızca öğretmeni olarak çalış­
tı. »1943 Plautus'un “Amphitryon”, “Çömlek", M.
Magre'nin “Granata Sefahati”, A. de Musset'tin “And­
rea del Sarto”, “Terentius'un Kardeşler” adlı yapıtları­
nı çevirdi. »1944 yılında, Choderlos de Laclos'un
“Tehlikeli Alakalar”, “Lukianos'un Seçme Yazılan”
(iki cilt) P. Merimee'nin “Fırsat”, “İnes Mendo”, Pla­
utus'un “Çifte Bakhis"ler adlı kitaplarını Türkçeleştir­
di. »1945 yılında, Aisopos (Ezop)'dan “Masallar”, Plautus'dan “Urgan” yapıtlannı dilimize aktardı. »1945
yılından sonra Basın Yayın Umum Miidürlüğü'nde
yayın şefliği görevini yürüttü. »1946 yılında, “Günle­
rin Getirdiği” kitabı yayımlandı. »Gogol'dan “Taraş
Bulba”, Plautus'dan “Tecimen”, Terentius'dan “Andros Güzeli”, “Formio”, “Hadım”, “Kaynana”, “Özünün
Celladı” yapıtlarını Türkçeleştirdi. »1947 yılında, Pla­
utus'dan “Buğday Kurdu”, “Casina”, “Epidicus”, “Üç
Akçelik Kişi” ve Terentius'dan “Hortlak”ı çevirdi.
•1948 yılında Plautus'un “Kartacalı” adlı yapıtını
Türkçe’ye aktardı. »1949 yılında, TDK'na üye oldu.
• Plautus'un “İkizler” ve “Lukianos'un Seçme Yazıla-
I
18
NuraJLlah A ta ç
n”nm üçüncü ciltini okum ile buluşturdu. • 1950 yı­
lında, Apuleius'un “Altın Eşek” adlı yapıtını dilimize
kazandırdı. »1951 yılında, kurumun yönetim kumlu­
na girerek, yayın kolu başkanı oldu ve ölümüne dek
bu görevini sürdürdü. »Aynı yıl cumhurbaşkanlığı
çevirmenliğine atandı. «Andersen'den “Masallar” ad­
lı ünlü yapıtı Türkçe’ye çevirdi. «7 Şubat, 1952'de
otuz yıllık eylemli hizmetini doldurduğu için emekli­
ye ayrıldı. «Emekli olduktan sonra, yalnızca yazı
yazdı ve çeviriler yaptı. « “Türk Dili” dergisini yönet­
ti. «1952 yılında, “Sözden Söze”, “Karalama Defteri”
adlı yapıtları yayımlandı. «1953 yılında, G. Simenon'un “Kiralık Oda” adlı yapıtını çevirdi. «1954 yı­
lında, “Ararken”, “Diyelim” adlı yapıtları çıktı. «E.
Larreta'ın “Don Ramiro” kitabını dilimiza aktardı.
•1955 yılında eşi Leman Ataç öldü. «M. Ayme'in “İğ­
reti Surat” adlı yapıtı Türkçe’leştirdi. «1957 yılında,
“Günlerin Getirdiği”, “Söz Arasında” adlı çalışmaları
okum ile buluştu. «8 Mayıs 1957 günü hastalanarak
İşçi Sigortaları Hastanesi’ne yatırıldı. «17 Mayıs
1957'de Numune Hastanesi'nde üremiden öldü.
• 1958 yılında, “Okumma Mektuplar Kitabı” ölümün­
den sonra okumna ulaşabildi.
958 yılında, kızı Meral Tolluoğlu tarafın­
dan, yılın en iyi eleştiri-deneme yazılarına
verilmek üzere kumlan 500 lira tutarında­
ki "Ataç Armağanı" • 1959 yılında, Mehmet
Fuat'a, «1960 yılında, Sabahattin Eyüboğlu'na verildikten sonra kaldırıldı. «1960 yılında,
“Günce”, G. Simenon'dan Türkçe’ye kazandırdığı
“Polis Müfettişi Kadavra”, “Yedi Kızlar” adlı yapıtları
yayımlandı. «196i yılında, “Prespero” ile “Caliban”
adlı denemeleri yayımlandı. «1962 yılında, yaşamını
adadığı Türk Dil Kummu onun anısına “Ataç” adlı
bir derlemeyi yayımladı. «1967 yılında, ölümünün
10’uncu yılında Türk Dil Kummu, onu özel bir tö­
renle andı. Anmaya ilişkin bir kitap “Ataç'ı Anış”
adıyla yayımlandı. «Yapıtlarında yazılarının bir bö­
lümünde takma adlar kullandı. Sabiha Yağızlar (Mil­
li Eğitim Bakanlığı Dünya Edebiyatından Tercümeler
Serisi, Fransız Klasikleri çevirilerinde), Ahfeş (Tan
gazetesindeki yazılarında), Süha Kavafoğlu (Ulus
gazetesinde) «2000 yılında, Yapı Kredi Yayınları
“Bütün Yapıtları”nı yayımladı.«
1
19
TÜRK DİLİNİN
YORULMAZ SAVAŞIMCISI:
NURULLAH ATAÇ
•Songül Saydam - Bütün Dünya•
için yazıyorum? sorubeklemeden, sadece yazmak iste­
melerinin buyruğu ile oturur ya­
suyla başlamıştı o gün­
kü güncesine: “Dün bir
zarlarmış. Ben onlardan olmadığı­
delikanlı sordu bunu
mı biliyorum, bir yazımı yarına bırakabilsem sevinirim. Öyle sanıyo­
bana. Doğaısu ben de bilmiyorum
rum ki çalışmadan geçinebilseyniçin yazdığımı. Bırakamam yaz­
dim hiç yazmazdım, belki oku­
mayı diyemem, biliyorum ki peka­
mazdım bile. Yazı yazmayı iş
la bırakabilirim. Birtakım kimseler
edindim, onun için yazıyorum.
varmış, içlerinden bir şey zorlamış
Doğru mu acaba bu dediğim? Şimonları yazmaya, hiç bir karşılık
N
20
di yazı yazacağım bir iki yer var,
bir doğruyu söylediğimi sanarak
yazdım. Sonra o doğrular beni bı­
bir iki gazete, bir iki dergi. Gaze­
rakıp kaçmış olabilirler. Niçin ko­
teler, dergiler, yazımı almasalar:
‘İstemiyoruz biz senin yazılannı,
şayım arkalarından? Onlann yeri­
ne başka doğrular geldi. Y el alıp
artık yeter’ deseler, o zaman ben,
götürecek bu yaprakları. Hepsi de
oturup da kendi kendime yazmaz
dağılıp çürümeden önce bir kişi­
mıyım? Yazı yazmak, o zaman bir
nin gözüne bir tanesine bir an ta­
ihtiyaç olmaz mı benim için de?
kılırsa... İşte budur bir yazarın bü­
Başka ihtiyaçlara bağlı olmayan,
tün beklediği.”
kendi kendine bir ihtiyaç, nasıl
söyleyeyim? Katıksız yazı yazmak
ihtiyacı. Bir zamanlar, kendim de
İlk
y a z ı s ı n ı yazdığında
henüz on yaşındaydı. Annesi, ba­
farkına varmadan bu ihtiyacı duy­
cıları sabaha kadar roman okuyan
mamış olsaydım, yazı yazmaya el­
bette
başlamaz­
dım. Başka bir iş
arardım kendime.
Hayır doğru değil
yukarıda söyledik­
lerim, sadece iş
edindiğim
için
yazmıyorum, var
bir başka sebep,
benim de bilmedi­
ğim sebep.”
Günün getirdi­
ği bir konuyu ka­
fasında tasarlıyor,
yazı makinesinin
başına oturuyor,
Nurullah Ataç, İsmet İn ö n ü ’y le
' birisiyle ya da
kendisiyle konu­
bir ocakta yetişmişti. Babası ünlü
şuyormuş gibi sözcükler kağıda
Hammer tarihini dilimize çeviren
dökülüyordu.
ve bir yazar olan Ata Bey’di.
“Kanımı, kemiğimi, etimi koya­
“Ağam Galip Ataç da bir yazardır”
cakmışım gibi yazıyorum. Bir ger­
diyen Nurullah Ataç kitaplarla do­
çeği, bir hali başka bir gerçekle,
lu bir ortamda büyüdü. “Okuma­
başka bir halle söylemeye çalışı­
mak bir yazar olmamak hiç aklım­
yorum, bazan bir masaldır tutturu­
dan geçmedi, yani kendimi bildim
yorum kendi kendime, onu anlatı­
bileli yazmaya özendim” diyen
yorum. Ama bütün bu yapmacık­
Ataç doğuştan bir yazardı adeta.
ların,’ bütün bu yalanların arasına
Sık sık pek okul görmediğini,
kendimi, özümü koymak istiyo­
rum” diyordu, yazdıkları ve yaza­
kendi kendini elinden geldiğince
yetiştirmiş bir yazar olduğunu vurcakları için. “Hepsini de inanarak,
21
Bütün Dünya * Ekim 2002
guluyordu yazılarında. “Ben ders
dinleyerek, bilgi edinmeye alışma­
dığımdan, okumadığım şeyi iyi an­
lamam” diyordu. Onun için okul
kitap demekti. Onları anlamaya
ayrı bir özen gösteriyordu ve şöy­
le diyordu: “Bir kere anlamamak
insanın gücüne gidiyor. Ben, anla­
madıkları şeyler karşısında dudak
bükenlerden değilim. Öyle kimse­
ler kendilerini pek beğenir, herşeyi yargılamaya haklı bulurlar. ‘An­
layamıyoruz’ demeleri, ‘İyi değil
bu, güzel değil!’ demekle birdir.
Anlamıyorlarsa bir uğraşsınlar an­
lamaya, kendilerini aşmaya çalış­
sınlar. Sanat eserleri de, bilim
eserleri gibi, bir çaba ister kişiden,
birdenbire açmazlar kendilerini.
Ben çabuk anlayamadığım eserle­
ri daha çok severim; bir yenilikle­
ri, alışık olmadığım bir güzellikleri
vardır da onun için.”
Galatasaray Lisesi’nin dördün­
cü sınıfından ayrılıp, ailesi tarafın­
dan Cenevre'ye eğitim için gönde­
rilmesine karşın, düzenli bir eğitim
görmedi. Babasının beklenmedik
ölümü nedeniyle 1919 yılında Tür­
kiye'ye dönmek zorunda kalmıştı.
Bir süre Darülfünun'da edebiyat
derslerini izledi. Edebiyata olan il­
gisi gün geçtikçe artıyordu. Yerli
ve yabancı edebiyatı yakından iz­
liyordu. Sınava girerek Fransızca
öğretmeni oldu. Yaşamının çeşitli
dönemlerinde uzun yıllar öğret­
menlik mesleğini sürdürdü.
Fransız edebiyatı hak­
kında engin birikimi vardı. Dil kurumunda uzun yıllar birlikte çalış­
tığı Ömer Asım Aksoy, Nurullah
Ataç'ın Fransız edebiyatındaki yet­
kisini gösteren bir anısını anlatır­
22
ken şunları söylüyordu: “Ölümün­
den birkaç yıl önce, şimdi o da
rahmetli olan, ünlü Fransız dilcisi
Jean Deny Türkiye'ye gelmiş, Türk
grameri üzerine bir konferans ver­
mişti. Konferanstan sonra Ataç, Je­
an Deny ile konuşmaya daldı.
Fransız edebiyatının çeşitli sorun­
ları ve ürünleri üzerine o kadar il­
ginç şeyler söylüyordu ki bir aralık
Jean Deny kendisine şöyle dedi:
‘Fransız edebiyatı üzerine sizin­
ki kadar bilgim olmasını isterdim.’”
Türk kültür ve edebiyat
dünyasında eşine az rastlanılan
yazarlardan biri olan Nurullah
Ataç, 1921 yılında başladığı yazı
uğraşısını, ölümüne dek sürdürdü.
Henüz dilimize çevrilmemiş Batı
edebiyatından çeşitli yapıtları
Fransızca’sı sayesinde sürekli oku­
yordu. Kendisi eski dil kültürü ile
yetişmişti. Divan edebiyatını çok
iyi biliyor ve seviyordu. Kolayca
ezberleyebilen bir hafızası olduğu
için, yeri geldiğinde, beyitleri, ga­
zelleri konuşmalarında ve yazıla­
rında kullanırdı. Ama onun aklı öz
Türkçe'den yanaydı. Divan şiirini
çok sevmesine karşın, artık ölmüş
olduğunu savunuyordu. Ona göre
divan şiirini artık hiç kimse anla­
mıyordu ve şöyle diyordu: “Seve­
rekten, yüreğimiz kanayaraktan
kapatacağız divan şiirini. Onda bi­
zim duygularımız vardır, ama bile­
lim ki insanı insan eden duyguları
değil, düşünceleridir. Duyguları­
mız karşısında düşüncelerimizi
susturmaya değil, düşüncelerimiz
karşısında duygularımızı sustur­
maya çalışalım.”
Nurullah Ataç'a göre asıl yeni
zordu, yeninin anlamını bilmek,
NuntUah A taç
güzelliğini duymak zordu. Bunun
için alışkanlıklarımızı aşmak, dik­
katimizi işletmek gerekliydi. Yal­
nız eskiyi, örneğin Fuzuli'nin, N e­
dim'in şiirlerini beğenip de bu­
günkü şairlerden hoşlanmayanlar,
yalnız kendilerine öğretilmişle ye­
tinen, yeni bir zevkin kendini tat­
tırmak için istediği emeği
ağır bulup korkan kimse­
lerdi. Yazılarını öz Türkçe
ile yazmaya özen gösteri­
yordu. İlk kez farklı bir
söz dizimi kullanarak,
devrik cümlelerle yazdı
yazılarını. Dilimizi zengin­
leştirmek, yabancı kökler­
den gelen sözcükleri kar­
şılamak için yeni sözcük­
ler yapmaktan da geri kal­
madı. Dilbilgisi kurallarına
uymadığı gerekçesi ile bir­
çok kesimden tepki alı­
yordu. Türk dilini özleştir­
mek ve zenginleştinmek
üzere girişilen çalışmalar­
da seçkin bir yere sahip
olduğu denli onu eleşti­
renler de vardı.
uğraşın. Veremin kalkmasını mı is­
tiyorsunuz? Çok iyi! Önce dille uğ­
raşın. Önce dil! Dil, düşüncenin
aracıdır da onun için. O sizin söy­
lediğiniz davaların hepsi de dü­
şünceye dayanır, o sizin istediği­
niz davalara AvrupalIlar bizden
daha iyi çalışıyorlar. Neden? Yüz­
A taç'a g'öre dil
çok önemliydi, çünkü dü­
şünceye verilmiş bir kılıktı.
Nurullah A ta ç’m, sınıfta ders verirken
“Bir öz olmayınca ona bir
bir öğrencisi tarafından çizilen portresi
kılık verebilir misiniz? Bir
vücut olmayınca ona han­
gi giysinin uyacağını, yaraşacağını
yıllardan beri kurulmuş bir dilleri
kestirebilir misiniz?” diyordu, dil
var da onun için. O dille düşüne­
davasının önemeni araştırırken.
biliyorlar. O dilin yardımıyla dü­
Bu konudaki düşüncelerini şöyle
şündüklerini söyleyebiliyorlar da
açıklıyordu:
onun için. Onaltıncı yüzyılda Ron“Barış davasına mı katılmak is­
sard, Rabelais, Amyot, Montaigne
tiyorsunuz? Çok iyi! Önce dille uğ­
gibi adamlar, Fransız dilini kurmaraşın. Köylünün kalkınmasını mı
salardı, bir Descartes, Pascal yeti­
istiyorsunuz? Çok iyi! Önce dille
şemezdi, Fransız devrimi olmaz23
Bütün Dünya • Skim 2002
dı.” Bu düşünceler ışığında giriş­
mişti dil işine.
“Türkçe’ye özenişim de duy­
gularımın etkisi ile değildir. Latin­
ce, Yunanca öğrenilmeyen bir ül­
kede tek doğru yolun, tek usul
yolun öz dile gitmek olduğunu
düşüncemle anladım da onun
için o yolu tuttum.”
Ömer Asım Aksoy,
onun dil sorununa yaklaşımını
şöyle anlatıyordu:
"Ataç da Atatürk gibi, dil eğiti­
mi görmüş değildi. Ama onun gi­
bi sağlam ve geniş kültürü, şaş­
maz bir sağduyusu vardı. Ayrıca
dilin çeşitli sorunları üzerine ya­
zılmış yapıtları okuyarak, bilgisine
güvendiği kimselerin düşünceleri­
ni sorarak durmadan gerçeği arar­
dı. Bütün bunlar, kendisini öz
Türkçe akımına itmiş, bu yola gir­
mekten başka çare olmadığı kanı­
sına ulaştırmıştı. İşte bundan son­
ra, edebi geçmişini ayaklar altına
almaktan çekinmedi. İşe sıfırdan
başladı. Ama çok geçmeden bu
çabasının gözler kamaştıran parıl­
tıları arasında yeni bir doruğa
yükseldi ve oradan yalnız yaşadı­
ğı çağın değil, gelecek çağın da
kuşaklarına yol gösterdi.”
Eski dil kültürünün etkisi altın­
daki yazın ortamında, yeniyi sa­
vunmak kolay değildi. Küflenmiş,
kemikleşmiş, durağan bir yazı dili­
nin yerine akışkan, canlı, hareketli
bir yazı dili getinnek istiyordu. Öz
Türkçe’nin, halkın konuşmasının
sesini araştırıyordu. Biz okur yazar­
lar konuşma Türkçe’sini unutmu­
şuz diyordu. Bizim yazılarımızın di­
li bir miydi konuşma diliyle? Çarşı­
da pazarda konuşulan dille?” Şöyle
24
devam ediyordu Ataç: “Ben biliyor
muyum, bulabildim mi Türkçe’nin
gerçek kurallarını? Öyle bir şey de­
diğim yok. Benim yazılarımda da,
benim gibi yazan birkaç kişi daha
var, onların yazılarında da, Tam
Türkçe’nin sesini bulamıyorum, da­
ha çok çalışacağız onu elde edebil­
mek için. Ama bizim yazılarımız
Türkçe’ye, gerçek Türkçe’ye biz­
den öncekilerin Türkçe’sinden da­
ha yakın. Elbette öyle olacak biz
arıyoruz, yazı diline konuşma dili­
nin sıcaklığını, sesini vermeye çalı­
şıyoruz. Bizden öncekiler istemez­
lerdi bunu; yazılarında konuşma
dilinin, canlı dilin bir yankısı olma­
sına özenmezlerdi.”
Ama bu uzun ve çetrefilli bir
yoldu. Hemen bir çırpıda olacak
bir iş değildi. Bu uğurda gönüllü
olarak rahatını kaçırmıştı Ataç.
Umutlu olduğu gelecekten şöyle
söz ediyordu: “Hele yüz yıl, elli yıl
geçsin, bizim tuttuğumuz yol ge­
nişlesin, güzel eserler versin, dil­
bilgisi araştırıcıları Türkçe’nin im­
kanlarını işte o zaman anlayacak­
lar, gerçek kuralları o zaman
bulup görecekler.”
Dilci kimliğinin yanın­
da, eleştirmeci kimliği de giderek
ön plana çıkan Ataç, edebiyat dün­
yasında bir otorite olmuştu. Yeni
çıkan tüm edebiyat eserlerini oku­
yordu ve onlar üzerindeki düşün­
celerini yetkili ve etkili bir dille ya­
zıyordu. Anadolu'nun uzak köşele­
rinde çıkan dergilerdeki amatör ya­
zıları izliyor, umutlu bulduğu genç­
leri yüreklendiriyor, bayağılığa dü­
şenleri azarlar bir üslupla eleştiri­
yordu. Tanınmış bir yazarın yeni
çıkmış bir yapıtını beğenmemişse,
N n ru lla h A ta ç
en yakın bir arkadaşı bile olsa, acı­
masızca eleştiriyordu. Çünkü onun
en sevmediği şeylerden birisi yalan
söylemekti. Ömer Asım Aksoy
“Onun işi, gücü sanki edebiyat
dünyasının düzenini sağlamaktı”
diye yorumlarken onun eleştirmen­
liği üzerine şöyle diyordu:
“Bütün yazarlar kendisinden çe­
kinirler, kötü not almamak için ya­
zılarına çok dikkat ederlerdi. Yargı­
larına herkesin saygı gösterdiği
böyle bir eleştiricinin edebiyat dün­
yasına düzen vermekte ne büyük
etken olduğu düşü­
nülürse edebiyatı­
mızın bugünkü ba­
şıboş
gidişinde
böyle bir kişiden
yoksun bulunma­
mızın acısı daha de­
rin olarak belirir.”
Nurullah Ataç
“Bu konuda eleştir­
mecinin duygular­
dan, bütün duygu­
lardan uzak olması
gerekir, yoksa yar­
gılama gücünü o
duygular
etkiler,
bozar. Ama öyle de
insan olmaz. E! Ne
yapmalı eleştirme­
ci?
Duygularını
yenmesini bilmeli, kendi düşünce­
lerinin, yargılarının kaynaklarını da
araştırmalı, hangilerinin duygular
etkisinde olduğunu bulmasını bil­
meli. Bu da kolay bir şey değildir.
Bunun içindir ki iyi bir eleştirmeci
zor yetişir” demektedir.
Roman, hikaye şiir alanında,
varlık göstermeye çalışan birçok
genç yazarın tanınmasını sağlıyor­
du. Nazım Hikmet, Necip Fazıl Kı-
sakürek, Yahya Kemal, Sabahattin
Ali, Sait Faik gibi günümüz edebi­
yatının oluşmasında öncülük eden
pek çok yazarın değerlerini, gü­
zelliklerini ortaya çıkarıyordu.
"Yaşadığım çağ* Türk
şairlerinin hepsini değilse de ço­
ğunu okudum” diyen Nurullah
Ataç şiiri sevdiği kadar hiçbir şeyi
sevmediğini söylüyordu. Roman,
hikaye okumaya, kendilerini ede­
biyatçılığa kaptırmayan kişilerin
yazdıkları denemeleri okumaya da
bayılıyordu. Ama şiir başkaydı.
“Şiirde öz ile şekil birbirinden ay­
rılamayacağı içindir ki, odamıza
astığımız bir resme yıllarca bak­
maktan bıkmadığımız gibi sevdiği­
miz şiirleri, mısraları da boyuna
söyleyebiliriz. Her söyleyişimizde
de, bir dost yüzü gibi, bakmaya
doyamayız” diye açıklıyordu şiirle
ilgili düşüncelerini.
Şiirle kurduğu bu bağı, şairler-
25
Bütün Dünya • Ekim 2002
le de kurmuştu. Garip Grubu’nun
şiirlerinin tanınmasında, büyük
rolü vardı.
Nurullah Ataç, Orhan
Veli'nin ve grubunun en büyük
destekçisi oldu. Şöyle diyordu Nu­
rullah Ataç: “Eleştirmeci de, her­
hangi bir kimse de ancak gerçek­
ten değeri olan bir şiiri, bir eseri
sevdirebilir, bütün yapabileceği
şey o şiir, o eser üzerine dikkati
çekmektir. Orhan Veli iyi bir şair­
di, ben övdüğüm için değil, ger­
çekten bir değeri olduğu için iyi
bir şairdi.”
“Bugün Türk elinde en tam
edebiyat adamı kimdir?” diye so­
rarlarsa beni gösterebilirsiniz.
Övünmek için söylemiyorum bu­
nu, yazdıklarım iyidir, kötüdür, o
başka, iyiyse de, kötüyse de ina­
narak yazarım, övmem de yer­
mem de bir çıkar kaygısıyla, dost­
luk arkadaşlık düşüncesiyle değil­
dir” diyordu ve düşüncelerini ina­
narak yazıyordu.
Ona göre gerçek aydının öde­
vi, toplumun düşünce bakımın­
dan, beğeni bakımından yüksel­
mesine çalışmaktır.
O edebiyata adamıştı kendini.
“Ben edebiyatı kendine dert
edinmiş bir adamım. Gece gündüz
edebiyat düşünürüm. Sevdiğim bir
şiiri tanıdıklarıma okumadığım ya­
hut bir edebiyat sorusu üzerine tar­
tışmaya girişmediğim günler, yaşa­
dım saymam kendimi” diyordu.
Tüm birikimlerini geleceğe aktar­
mak, uygarlaşma yolunda katkı sağ­
lamak, onun tüm uğraşlarının teme­
lini oluşturuyordu. Yunanca ve La­
tince’nin okullarda ders olarak ko­
nulmasını savunuyor, düşüncenin
26
gelişmesi için gerekli görüyordu.
Öna göre Avrupa’nın bugünkü
gelişmişlik düzeyine erişmesinde­
ki en büyük etken edebiyattı. Bu
düşünceden hareketle Batı edebi­
yatının önde gelen yapıtlarının
Türkçe’ye kazandırılmasında ön­
cülük etti. Yunan, Latin, Rus ve
Fransız klasiklerinden elliye yakın
yapıtı dilimize kazandırdı.
Yıllarca öğretmenlik yapmış
bir yazar olarak, eğitim alanındaki
deneyimlerini birikimlerini dile
getiren, eğitim sorunlarına deği­
nen pek çok yazı yazdı. Ona g ö­
re: “Okul medeniyet değildir, sa­
dece bir araçtır. Okula gidip oku­
ma öğrenmenin faydalarını göste­
rirseniz, okul ancak o zaman bir
işe yarar. Dünyayı karanlıktan, sa­
kat düşünceden, yavuzluktan kur­
taran okul değildir, büyük düşü­
nürlerin, bilginlerin, şairlerin yaz­
dıkları kitaplardır”.
Çocukların hayal güçlerinin ge­
lişmesini savunurken şu görüşlere
yer veriyordu:
"Çocukları, gençleri düş­
ler kurmaktan vazgeçirip yalnız
doğru söylemeye, doğruyu araştır­
maya alıştırmak istiyorlar. Çocuk­
lar, gençler doğruyu aramasınlar,
görm eye çalışmasınlar dem iyo­
rum, ancak hayallerini işletmezler­
se, düşler kurmaya alışmazlarsa,
gerçeği doğalları da sezemezler,
göremezler. Düş gücünden yok­
sun bir us, kuaıyuverir. Bunun
içindir ki hikaye, roman okuma­
yanları sevmem, beslemezler ha­
yallerini, düş kurma güçlerini işlet­
mez olurlar, giderek hiçbir şeyi,
kendilerinden başka hiçbir insanı
anlamaz olurlar. Başkalarını anla-
Nturnllah A ta ç
mayınca, kendilerini de anlamaz­
kabul edilmektedir. Yazılarında
lar. Kendilerini kiminle, ne ile kar­
ağırlıklı olarak edebiyat konusu
şılaştıracaklar da anlayacaklar?”
olmakla
birlikte,
tiyatrodan
Nurullah Ataç'ın öğrencisi olan
resme, ahlak anlayışına, akla, in­
Mehmed Kemal okulla ilgili anıla­
sanlığı ilgilendiren birçok konuda
rında öğetmenini şöyle anlatıyordu:
düşüncelerini dile getiren pek
“Ataç lisede öğretmenimdi.
çok deneme yazdı. Kadınlar sıkça
Öğretmen olarak edebiyatın kural­
işlediği konulardandı. Ona göre
larını öğretmez, onları siz okuyun
bir toplumun gelişmesinde rol
der, daha çok edebiyat, şiir beğe­
oynayan en önemli etkenlerden
nisi verirdi. Beğendiği şiirleri ma­
birisiydi kadın. Edebiyattan yola
kine ile yazar, sınıftakilere dağıtır,
çıkarak kadınlarla ilgili düşünce­
bunları güzel okuyanlara numara
lerini şöyle dile getiriyordu:
verirdi. Şiirler
aruzdu. Bunun
için de ezber­
lemesi kolay­
dı. Kendisi ez­
bere çok şiir
bilir, bir şiiri
de üç okuma­
da ezberlerdi.”
O aşkın ve
sevginin duy­
guları inceltti­
ğine inanıyor­
du. Çocuklara
aşk şiirlerinin
okutulmamasını da eleştiri­
yordu. “Bence
anlatılmalı sev­
Nurullah Ataç, Gazi Eğitim Enstitüsü nde
ginin, aşkın ne
öğrencileriyle birlikte
olduğu. Oku­
lun ödevi ço­
cuktaki doğal duyguları, ihtiyaçla­
“Kadınları küçümsemiş, ro­
rı köreltmek değildir, onları işle­
manlarında, oyunlarında, ilginç bi­
mek, inceltmektir.”
rer kadın yüzü yaratamamış yazar­
lar arasında gerçekten büyük ya­
Nurullah Ataç edebi­ zar denebilecek adam yoktur. Ba­
yatçı kimliğinin yanısıra, düşü­
kın Laclos'ya, Bazac'a, Stendhal'e,
nürlüğüyle toplumsal birçok ko­
Tolstoy'a, Dostoyevski'ye... Hepsi
nuya ışık tuttu. Türk edebiyatın­
de kadınları anlamış, anlamaya ça­
da, modern anlamda deneme tü­
lışmış, kadının gücünü, -büyüklü­
ründe ürün veren ilk yazar olarak
ğünü görmüşlerdir. Kadını küçüm-
27
Bütün Dünya • Ekim 2002
seyip de anlamaya çalışmayan, ya­
zar, hayatın hiç olmazsa yarısını
görmüyor, göremiyor demektir.
Kadını önemsemeyen uygarlıkları
da sevmem. Yalnız incelikten yok­
sun, kaskatı oldukları için değil,
tamamlaşamadıkları, bütünleşemedikleri için.”
otuz altı yıllık yazı ça­
bası boyunca sekseni aşkın dergi
ve gazetede 4000'den fazla yazı
yayımlamış olan Nurullah Ataç,
hep yeninin peşinde koşmuştu.
1953 yılından itibaren güncele­
rini yazmaya başladı. Çünkü ken­
dini anlamak istiyordu. Belki de
mutluluğu arayıştı bu. Çünkü mut­
luluğu şöyle tanımlıyordu:
“Ben mutluluğu anlamakta
görenlerdenim ,
aldanmakta,
avutmada değil. Kendimizi anla­
yalım, elimizden ne gelir, ne gel­
mez, bilelim onu, yeter mutlu ol­
mamıza. Üzüldüğümüz de olur­
muş. Olsun. Üzülmenin de mut­
luluğa yardımı vardır.”
Bir anlamda mutluluk yaşa­
maktı, gerçek olan tek zenginliği­
miz yaşamak. Ölümü düşündükçe
daha da sıkı tutunduğumuz yaşa­
mak. Ama yaşam geçiciydi ve şöy­
le anlatıyordu:
“Atatürk'ün bir resmi vardır,
görmüşsünüzdür elbette, Anka­
ra'dan son ayrılışında çekilen res­
mi: Vagon penceresinde dayan­
mış, gözleri dalmış, bakıyor, yal­
nız hayranlıkla değil, onları hiç
göremeyeceği günün yaklaştığını
sezdiği için yüreği sızlayarak bakı­
yor. Veda ediyor, yalnız Anka­
ra'ya, kendi kurduğu, şüphesiz
çok sevdiği şehre değil, yaşamaya
veda ediyor, içi burkularak veda
28
ediyor. Çok severim Atatürk'ün o
resmini, ne zaman görsem bağrım
dolar. Doğrusunu isterseniz ben
ona sadece bir büyük adamın res­
mi diye bakmam, hatta o resimde­
ki adamın Atatürk olduğunu, bir
millet kurtaran, sonra da devrimler
yoluna götüren yüce insan oldu­
ğunu unuturum, herhangi bir kişi
diye bakarım ona, o dalgın üzün­
tülü bakışlarıyla insanoğlunun de­
ğişmez maceralarından birini, ya­
şamın geçiciliğini düşündükçe
gönlümüzü kaplayıveren şifasız
acıyı anlatan herhangi bir kişinin
resmi diye bakarım. Hangimiz
çekmeyiz o derdi?”
31 Aralık 1955 tarihli günce­
sinde yaşamın geçiciliği bir kez
daha kendini göstermişti. “Yıl so­
nu bugün. Benim için çok kötü
geçti 1955 yılı, yüreğimden vurdu
beni” diye yazdı güncesine. “ 19
Mayıs'a kadar her günümü korku
içinde geçirdim. Sonra acı için­
de.” Eşini kaybetmişti. Üzgündü,
“Çok çok iki yıl yaşarım” dedi
yakınlarına.
İki yıl sonra, 11 Mayıs
1957'de son güncesini yazdı:
“Sayrılar evine düştüm. Bu kez
önemliye benziyor. Öldürür mü?
Öldürmez mi? Orasını bilemem
ya, İstanbul'a gidecektim, sağınlar
(hekimler) bırakmıyor. Bir süre
yazı yazamayacağım. Ben de ya­
zamayacağım, Kavafoğlu da yaza­
mayacak. Ayrılamaz benim ya­
nımdan. Kim bilir? Ola ki son yaz­
dığım çizeklerdir bunlar. Öyleyse
ne yapalım? Bunca yıl yaşadım,
yeter bana.” «
[email protected]
Babam öldüğünde ben otuz yaşındaydım. Tabii ki otuz yıl
içerisinde babamla çok anılarım oldu. Ama bunlar ev içi anılardır.
Size bunları anlatmaya çalışacağım.
Babam
N u ru llah A taç
•Meral Tolluoğlu - Bütün Dünya•
abam küçük yaştan beri
biraz inatçıymış. Bunu sü­
rekli olarak aile içinde
söylerler. Kendisi de bu­
nu onaylardı. Babam çok alıngan
bir insandı. Herkesin sözünden alı­
nırdı. Belki çok hassaslığından,
belki, de kendi deyişiyle "şımarık"
oluşundandı. "Ben şımarık bir ada­
mım" derdi, ama şımarık olduğunu
pek sanmıyorum. Herhalde hassaslığındandı. Özellikle kitaplarının
yer değiştirmesine çok kızardı. Ki­
taplara sevgisi büyüktü ama koru­
masını bilmezdi. Her gün eve cep­
leri kitapla dolu .gelirdi ve paltosu­
nun, elbiselerinin cepleri sarkardı.
Annem derdi ki: "Nurullah Beyciğim, bu elbiseniz daha yenidir, ni­
B
çin böyle ceplerine kitap doldur­
dunuz?" Babam o zaman "Efendim,
ben giysiye tutsak olamam. Giysi
bana tutsak olsun" derdi. Kitaplannı da gelişi güzel her tarafa koyar­
dı. Kitaplar bilirsiniz zamanla böcekleniyor, toz tutuyor, bir çocuk
bakımı istiyor. Biz de elimizden
geldiği kadar bunlan toplamaya,
bakımlı tutmaya çalışırdık. Akşam
eve geldiği zaman kitabını arar, bu­
lamaz, bu kez başlardı: "Efendim,
anlıyorum, ben yoksul adamım. Siz
bunu yüzüme çarpmak için kitap­
larımı toplamışsınız, devşirmişsiniz.
Ben kitaplarımı da alayım, bavulu­
mu da alayım, bu evden gideyim.
Siz şöyle düşünüyorsunuz: Senin
daha bir evin yok, kitap almak se­
29
Bûtûn Dünya • Ekim 2002
nin nene." Annem, "Aman Nurullah
Beyciğim" derdi. "Bu zamanda evin
sözü mü olur, hiç olmazsa bir
apartman olsun." Ve kavga da şa­
kayla tatlıya bağlanırdı.
Babam, büyüğe, küçüğe, her­
kese nazik davranan bir adamdı.
Ben bunu babamı övmek için söy­
lemiyorum. Babam kaba da olmuş
olsaydı, gene de benim için bir
sevgiliydi. Çünkü babamdı. Büyük­
lere daima saygılı, küçüklere daima
şefkatliydi. Büyük amcamın yanın­
da babamın hiçbir gün ayak ayak
üstüne attığım bilmem. Çünkü bü­
yük amcam ile babamın arasında
ondokuz yirmi yaş fark vardı. Her
zaman kendisini sayar, düşüncele­
rini kabul etmese bile kabul etmiş
gibi görünür, sesini çıkarmazdı.
Y
alana dayanamazdı, ken­
disine karşı bile olsa doğ­
ru yoldan, doğru bildiği
şeyden şaşmaz, eğer bir
düşüncede, bir harekette yanılıp
da, karşısındakinin kalbini kırdıysa,
özür dilemekte hiç duraksamazdı.
Bunu insanlara karşı kayıtsız koşul­
suz uygulardı. Bir kedimiz vardı.
Bu kedi çok güzeldi. Fakat çok so­
ğuktu. Babam dedi ki: "Bu kedi
çok güzel ama soğuk. Greta Garbo
da çok güzeldi ama soğuktu. Bu­
nun adı Greta olsun." Bu hayvan
bir türlü yavrulanna bakmıyordu.
Babam kedisini incitmezdi. Ne söz­
le ne hareketle. Fakat bir gün bu
kediyi aldı. Kendi bildiğince döv­
dü. Dövmek değil de biraz hızlı
okşadı. Fakat zamanla öğrendik ki,
bu hayvanın yavrulanna bakma­
masının nedeni yavrular doğuştan
saralıymış, onun için bakmıyormuş. Bunun öğrendikten sonra,
"Ben bu hayvana haksızlık ettim"
diye o kediyi elinden geldiği kadar
daha hoş tutfrıaya çalıştı.
Öğrencilerine sevgisi çok bü­
yüktü. Bir aralık bazı anlaşmazlıklar
yüzünden Milli Eğitim’den aynlmıştı. Her gün okulun önüne giderdi
ve eve dönünce: "Hanım, ben hata
ettim, keşke okulumdan aynlmasaydım" derdi. Öğrencileri arasında
kendisine "Ağabey" diyen de bulu­
nurdu, sevgilerinden dolayı. Birgün
şöyle bir anısını anlattılar. Babam
Fransızca dersinde bütün öğrencile­
ri yoklamış. Hiçbirinden işe yarar
bir yanıt alamamış. Onun üzerine
"Eğer bu yazıyı yarın sabah beşyüz
kere yazıp getirmezseniz Meral'in
başı için hepinizi sınıfta bırakaca­
ğım" demiş. Öğrenciler demişler ki
"Öğretmenimizin kızı tektir, çok da
sever, herhalde bu kez çok ciddi,
ama biz de beşyüz kere yazamaz­
sak bile, beş yüze yakın yazmış gö­
rünelim. "Ertesi gün öğrencilerden
bir tanesi, yazdığı sözcükleri bir top
haline sokmuş ve babama vermiş.
"Öğretmenim" demiş "Beş yüz kere
yazdım. Bu da top oldu, büyük bir
top. Buyrun, size hediye ediyo­
rum." Arkadan bir arkadaşı demiş
ki "Öğretmenim saym bakın, o beş
yüz değildir. Size yalan söylüyor."
Babam da demiş ki "Siz akılsızsınız,
benim sözüme inandınız. Ben akıl­
sız mıyım ki, bu beş yüz müdür,
dört yüz müdür, sayayım?"
Babam müşfik bir aile reisiydi.
Alışveriş ile ilgisi yoktu. Kazandığı
parayı anneme verirdi. Her yemekte
et isterdi. Boğazına da çok düşkün­
dü. Evde çok nadir içerdi. Fakat an­
nemin ölümü babamı yıktı. Babam
o gün bize "Çok çok iki yıl yaşarım"
demişti. Bu sözü de doğru çıktı.»
30
Taha Toros Arşivi
Download