Yeni Dinî Anlayışlar - Diyanet İşleri Başkanlığı Müdürlükler

advertisement
Aylık Dergi
Mayıs 2015
Sayı 293
İSLAM DÜNYASINDA
Yeni Dinî Anlayışlar
Orta Doğu’da Çatışan Sİyasİ
Çıkarlar mı, Mezhep mİ?
Tarİhî Selefİlİğİn İzİnde Yolunu
Şaşıranlar: NEOSELEFİLER
İslam Dünyasında Yenİ Dİnî Hareketler Üzerİne
Doç. Dr. Ramazan YILDIRIM İle Söyleşİ
FETHE SAHİP
ÇIKMAK
Bugünkü Orta Doğu büyük bir tarihsel kırılma
anı yaşamakta ve köklü bir siyasi/sosyolojik
dönüşüm sürecinden geçmektedir.
İslam coğrafyasındaki kırılgan siyasi yapıların
ürettiği yapısal sorunların temeline inmeden,
neoselefilik olgusunu anlamak imkânsızdır.
Orta Doğu; farklı din, mezhep ve etnik kimliklerin içi içe, yan yana yaşadığı ender coğrafyalardan biridir. İslamiyet açısından baktığımızda hem
Sünniliğin hem de Şiiliğin tüm tonlarıyla burada yaşadıklarını görürüz.
Övünelim mi, dövünelim mi?
Fethe ve şehre sahip çıkmak hiç
de kolay olmasa gerek…
EDİTÖRDEN
İNSANLIĞA barışı, huzuru, kardeşliği ve merhameti getiren İslam dini; savaşlar ve çatışmalar içerisindeki cahiliye toplumundan, bir arada barış içerisinde yaşayan bir medeniyet inşa etmiştir. İlhamını Hz.
Peygamber’den ve onun inşa ettiği erdemli toplumdan alan Müslümanlar, tarihsel süreçte bugün dahi
insanlığın gıpta ettiği örnek toplumun, kültürün, sanat ve estetiğin beşiği olan ülkeler meydana getirmişlerdir. Ancak bugün geldiğimiz noktada İslam’ın insanlığa hayat veren barış ve kardeşlik çağrısı âdeta
unutulmuş, İslam’ın yaşandığı çoğu coğrafya isyanlar, iç çatışmalar ve dış müdahaleler ile âdeta yangın
yerine dönmüş durumdadır.
İslam dünyasında Arap Baharı ile birlikte ortaya çıkan değişim ve dönüşüm talepleri bölgede hareketlenmelerin ve yeni grupların ortaya çıktığı bir sürecin de ateşleyicisi olmuştur. Ancak toplumun değişim taleplerinin tüm çabalara rağmen Mısır, Libya ve Suriye gibi ülkelerde akamete uğraması, bu hareketlerin baskı
altına alınmasıyla sonuçlandı. Haklı taleplerin ifade edilmediği ve karşılık görmediği bu sürecin sonunda
ortaya çıkan manzaranın iç açıcı olduğunu söylemek kuşkusuz mümkün değildir. Orta Doğu’da meydana gelen kaostan nemalanmak isteyen birtakım güçler de, farklı toplum gurupları, mezhepler ve hizipler
arasında gerilim ve çatışmalar oluşturmak suretiyle yangını körüklemeye çalışmaktadırlar. Ortalığın âdeta
toz duman olduğu bu havada, tarihsel bağlamından kopuk bir Selefi anlayışın zuhur ettiğini görmekteyiz.
İslam dünyasının içinde bulunduğu sorunların çözümünü asr-ı saadete dönüşte bulan ve bunu da şekilsel
bir dindarlık biçimine indirgeyen günümüz Selefilik hareketi, daha çok tebliğ ve davet faaliyetleri üzerinde yoğunlaşarak cihat fikrini ön plana çıkaran bir anlayışa sahip. Neoselefilik olarak da adlandırılan bu
hareketler, her türlü yeni dinî fikir ve yorumu bidat saymakta, farklı görüşleri tekfir etmekte ve bunlarla
mücadele edilmesini kendilerine misyon olarak görmektedirler.
İslam’ı katı yorumlarla dar kalıplara hapseden bu yaklaşımın neden olduğu şiddet eylemlerinden ve can
kayıplarından çoğunlukla Müslümanların zarar görmesi de dikkat çekicidir. İslam âlimlerinin kahir ekseriyetinin kanaatine göre; Müslüman, bir başka Müslüman’ı müşrik görerek onunla savaş hâlinde olamaz.
Böyle bir çatışma durumu İslam’ın en ulvi kavramlarından olan cihat ile anılamaz. Cihat; terörün, vahşetin
ve öldürmenin değil, diriltici bir gayretin, hayat veren bir mücadelenin adıdır. Mezhebine, fikrine ve anlayışına uymayanı tekfir ederek öldürmeyi hiç kimse cihat olarak tarif edemez.
Bugün ne yazık ki Hz. Peygamber’in izini takip ettiklerini söyleyenlerin, rahmet elçisinin adını kullanarak
uyguladıkları şiddet ve zulüm ancak islamofobiyi beslemekte, körüklemekte ve büyütmektedir. Dinî anlamda bir daralma ve katılığın ifadesi olan bu acımasız şiddet ve hiddet; sevgi, barış ve kardeşlik tohumları
yerine ancak nefret ve düşmanlık tohumları üretmektedir. Vicdanları hiç sızlamadan zulüm ve katliam
işleyen bu grupların, Müslümanlara bir gelecek sunmalarını beklemek ancak safdillik olacaktır.
Bu ay “İslam Dünyasında Yeni Dinî Hareketler” başlıklı gündem konumuzla, İslam dünyasında ortaya
çıkan yeni dinî hareketleri ele aldık. Dosyamız, Yrd. Doç. Dr. Faruk Sancar’ın kaleme aldığı “İslam Dünyasında Yeni Dinî Hareketler” isimli çerçeve yazı ile başlamaktadır. Konunun siyasal ya da mezhepsel açıdan
değerlendirmesini Prof. Dr. Birol Akgün yaptı. Ahmet b. Hanbel’den İbn Teymiye’ye ve Muhammed b.
Abdülvehhab’a Selefi din söylemini tarihî süreç içerisinde irdeleyen Prof. Dr. Mehmet Zeki İşcan’ın makalesini ilgiyle okuyacağınızı düşünüyoruz. Tarihî Selefiliğin izinde yolunu şaşıran “Neoselefiler”i Prof.
Dr. Adnan Bülent Baloğlu kaleme aldı. Dr. Lamia Levent’in Doç. Dr. Ramazan Yıldırım’la dosya konusuna
ilişkin gerçekleştirdiği ufuk açıcı söyleşiyi de beğeniyle okuyacağınızı düşünüyoruz.
Müslümanların birlik ve beraberliğinin kaybolmadığı, toplumsal barışın yok olmadığı, sahih inancın huzuruyla barış ve huzur dolu günlere ermek dileğiyle dergimizi ilginize sunuyor, iyi okumalar diliyoruz.
Sa lman
l
e
s
k
ü
Y
r.
D
293
10
İslam Dünyasında Yeni Dinî Hareketler
15
Orta Doğu’da Çatışan Siyasi Çıkarlar mı,
Mezhep mi?
18
Tarihî Süreç İçerisinde Selefi Din Söylemi
24
Tarihî Selefiliğin İzinde Yolunu
Şaşıranlar Neoselefiler
28
İslam Dünyasında Yeni Dinî Hareketler Üzerine
Doç. Dr. Ramazan YILDIRIM ile Söyleşi
34
Mültecilere Hicret Yurdu ya da
Muhacire Ensar Olmak
37
Gençlerin Kimlik Oluşumunda
Hz. Peygamber’in Örnekliği
40
Şehir ve Mahremiyet
44
İnsanın Temel Bir Zaafı
46
Vücutta Dolaşan Sinsi Düşman: Şeytan
Yrd. Doç. Dr. Faruk SANCAR
10
Prof. Dr. Birol AKGÜN
Prof. Dr. Mehmet Zeki İŞCAN
Prof. Dr. Adnan Bülent BALOĞLU
Dr. Lamia LEVENT
Prof. Dr. Mehmet Mahfuz SÖYLEMEZ
Haydar BEKİROĞLU
Mahmut BIYIKLI
Prof. Dr. İbrahim Hilmi KARSLI
Elif ERDEM
Diyanet İşleri Başkanlığı
Adına Sahibi ve
Genel Yayın Yönetmeni
Mali İşler ve Dağıtım Sorumlusu
Dr. Yüksel SALMAN
Yayın Koordinatörleri
Mustafa BAYRAKTAR
Mustafa BEKTAŞOĞLU
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
Dr. Faruk GÖRGÜLÜ
2 DİYANET AYLIK DERGİ MAYIS 2015
Dr. Lamia LEVENT
[email protected]
24
Tashih
Mesut ÖZÜNLÜ
Görsel Sorumlu
Burhan ÇİMEN
Arşiv
Ali Duran DEMİRCİOĞLU
İletişim
Dini Yayınlar Genel Müdürlüğü
Üniversiteler Mah. Dumlupınar Blv.
No: 147/A 06800 Çankaya/Ankara
Tel : 0312 295 86 61
Faks: 0312 295 61 92
[email protected]
facebook.com/diyanetaylikdergi
twitter.com/DiyanetDergisi
28
48
Kardeşlik ve Dostluğa Açılan
Pencere: SELAM
51
Şeytanın Telkini Vesvese
54
Bir Başkadır Sabah Namazı Buluşmaları
57
“Sırat-ı Müstakim” Çizgisinde Bir Adam
Eşref Edip FERGAN
60
Concordance ya da İslâm Ansiklopedisinin
Değerini Anlamak
62
Bursalı Safiye Hanım ve Miraciye Vakfiyesi
64
Hamasetin Değil İradenin Ödülü Fetih
66
Yıldızlar Göz Göz Olmuş Neyi Gözlüyor?
68
Fethe Sahip Çıkmak
72
74
Hüseyin KARACA
Yrd. Doç. Dr. Dursun Ali TÖKEL
Dr. Erdal KILIÇ
Ahmet Can Altıok ile Söyleşi
Ali AYGÜN
Gufranınla Ört Bizi Ya Gaffar
Fatma BAYRAM
76
İstanbul’un Âlim ve Şair Müftüsü:
Abdurrahman Şeref Güzelyazıcı
79
Asr Suresi Tefsiri
Yrd. Doç. Dr. Kâmil YAŞAROĞLU
Fatih KANCA
Prof. Dr. Ömer YILMAZ
Doç. Dr. İsmail KARAGÖZ
Selahaddin ÇELEBİ
Kâmil BÜYÜKER
Hatice MERAKLI
Prof. Dr. Mustafa KARA
Abone İşleri
Tel : 0312 295 71 96-97
Faks : 0312 285 18 54
e-mail: [email protected]
Abone Şartları
Yurtiçi yıllık: 60.00 TL
Yurtdışı yıllık: ABD: 30 ABD Doları
AB Ülkeleri: 30 Euro
Avustralya: 50 Avustralya Doları
İsveç ve Danimarka: 250 Kron
İsviçre: 45 Frank
48
68
Abone kaydı için, ücretin Döner Sermaye İşletme Müdürlüğü’nün T.C. Ziraat Bankası, Ankara Kamu Girişimci Şubesi
IBAN: TR08 000 1 00 25 330 599 4308 5019 nolu hesabına yatırılması ve makbuzun fotokopisi ile abonenin hangi
sayıdan başlayacağını bildirir bir dilekçe, mektup, yazı, faks veya e-mailin Diyanet İşleri Başkanlığı Döner Sermaye
İşletmesi Müdürlüğü Üniversiteler Mah. Dumlupınar Blv. No: 147/A 06800 Çankaya/Ankara adresine gönderilmesi gerekir.
Temsilcilikler; Yurtiçi: İl Müftülükleri, İlçe Müftülükleri - Yurtdışı: Din Hizmetleri Müşavirlikleri, Din Hizmetleri
Ataşelikleri / Yayınlanacak yazılarda düzeltme ve çıkartmalar yapılabilir. Yazıların bilimsel sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tasarım: Aral Grup www.aral.org Fidanlı›k Mahallesi Ataç 1 Sokak No:25 / 11 Yenişflehir / Ankara Tel: +90.312 433 2725
Baskı: A4 Grafik Matbaa Yay. Rekl. Bilg. Hiz. Ltd.Şfi ti. Tel: 0212 452 40 99 Fax: 0212 639 50 49 mail: [email protected] www.a4grafik.com.tr
Yayın Türü: Aylık, Yerel, Süreli Yayın, Diyanet Aylık Dergi (Türkçe)
Basım Tarihi: 15/05/2015 ISSN-1300-8471
B A Ş M A K A L E
Prof. Dr. Mehmet Görmez
Diyanet İşleri Başkanı
Günümüzde Yeni Dinî Anlayışlar
İSLAM dini, medeniyeti ve coğrafyasının bugün içinden geçtiği ve belki de tarihin bu en zorlu
sürecinde bütün Müslümanların hayati meselesi, hiç şüphesiz, din konusunda doğru ve sahih
bilgi üretme meselesidir. Ölümlerin, vahşetin, dehşetin ve şiddetin tüm korkunçluğuyla yaşandığı
İslam coğrafyasının her şeyden önce doğru bilgiye, hikmetli söze ve derin irfana ihtiyacı vardır.
Bugün kendisinden gururla bahsettiğimiz İslam medeniyeti bilgi, hikmet ve marifetle yoğrularak
iman, akıl ve ahlakla inşa edilmiştir.
İslam medeniyetinde ilk kırılma, bilginin dinî ve gayridinî diye ikiye ayrılmasıyla başlamıştır.
İslam’ın muhatabı insandır. İlahî hitap insanın aklınadır. Mükellefiyet insanın idrakinedir. İnsan
yeryüzünü imar ve inşa ederken din kılavuzdur. Esas olan hem bu dünya hem de ahiret saadetini
istemektir. Zira dünya ahiretin tarlasıdır. Cennet, tohumlarını bu dünyada ektiğimiz bir bahçe;
cehennem, ateşini bu dünyadan götürdüğümüz bir ocaktır. Ne dünya ile ahireti birbirinden ne de
hayatı dinî ve gayridinî diye ayırabiliriz. Bugün en temel meselelerin başında bu ikilem gelmektedir. Değerler algısı hırpalanmış günümüz İslam dünyası ne kendi medeniyeti ve zenginliğinin
farkındadır ne de farklı dinî anlayışları zenginliğe ve medeniyete dönüştürme gücüne sahiptir.
Kargaşayı körüklemek isteyenlerin elinde farklılıklarımız düşmanlıklara dönüşmüş, idraklerimiz
tutulmuş, basiretimiz bağlanmıştır. Nice zamandır bilgiyle arasına mesafe koyan İslam toplumları,
her geçen gün maalesef Cahiliye Dönemi’nin anlayışına bir adım daha yaklaşmakta, gerek duygusal gerekse düşünsel anlamda birbirlerine yabancılaşmaktadır.
Böyle bir ortamda İslam âlimi, entelektüel ve bilim adamlarının omuzlarındaki sorumluluk ağırlaşmaktadır. Bu sorumluluk, dinî ve gayridinî tasnifine girmeden, aklı ve vahyi karşı karşıya getirmeden ilim, hikmet ve marifeti ahlak, adalet ve merhametle mezcedecek bir bilginin üretim,
eğitim ve öğretimi mevzuunu daima bir mesele, bir dert ve bir gaye hâline getirmektir. Aksi
takdirde İslam medeniyeti söylemleri sadece geçmişle avunmanın ve çağımızda yaşananlara karşı
bir savunmanın ötesine geçemeyecektir. Bizler sadece geçmişte var olanlarla günümüzü inşa edemeyiz. Dün ve tarih, bizim için sadece ibret ve örnek almak içindir. Ne dün olduğu gibi bugüne
gelir, ne de bugün olanlar olduğu gibi kabul edilebilir. Her zaman ve zeminde ilahî hitabın muhatapları olarak bizler, mükellefiyetlerimizi müdrik iş ve eylemler üretmek zorundayız. Bunlar da
eşref-i mahluk olarak yaratılan insanın hilafet görevleridir. Buna göre insan, yeryüzünde fitne ve
fesat çıkarmayacak, bozgunculuk yapmayacak, yeryüzünü imar ve inşa edecek, bilgiyi, hikmeti ve
marifeti rehber edinecek, adaletle hükmedecek, kâinatı ve tabiatı emanet bilecek, maruftan yana
münkerin karşısında olacak, her zaman zulmün ve zalimin karşısında mazlumun ve mağdurun
yanında duracaktır. Onun davası sadece ve sadece ahlak, adalet ve merhamet olacaktır. Bütün
mahlukata şefkatle bakacak, bu dünyada yapıp ettiklerinden dolayı hesaba çekileceğini bilecektir.
İşte İslam medeniyeti böyle bir bilinç üzerine inşa edilmiştir. Bugün İslam dünyası, mensubu
olduğu dinin ve onun var ettiği medeniyetin ne kadar farkında olduğunu düşünmek ve kendi öz
eleştirisini yapmak durumundadır.
İslam, insanlık için sadece sözle bulunulacak bir barış ve esenlik temennisinden ibaret değildir. Allah’ın
barış ve esenlik çağrısı, insana bütün güç ve kudretini bu uğurda sarf etme, Allah’ın kulları arasında hikmet
ve adaletle hükmederek süfli çıkar çatışmalarını sulh ve uzlaşmayla sona erdirme sorumluluğu yüklemektedir. İşte İslam medeniyeti, bu sorumluluğun tarih sahnesinde yerine getirilmesiyle Allah’ın insanlığa
lütfettiği göz kamaştırıcı bir ödüldür. Müslümanlar, sadece kendi yurtlarında barış ve sükûneti sağlamakla
kalmamış, aynı zamanda yeryüzünü selam ve eman yurdu hâline getirmek üzere beldeleri, kıtaları ve denizleri mescit edinmişlerdir. İslam medeniyeti, Allah için çarpan rikkatli yüreklerin, Allah’a yönelmiş huşu
ve muhabbetin; beldelere, insanlara, toplumlara ve bütün mahlukata şefkat, merhamet ve hizmet olarak
yansımasından ibarettir.
Vârisi olmakla Rabbimize hamdettiğimiz bu medeniyetin hâlihazırdaki temsilcileri olarak uzamış bunalım
dönemlerinin ardından bugün, Müslüman yurtlarının içine sürüklendiği derin krizlerin orta yerinde sorumluluğumuz gerçekten çok büyüktür. Din-i mübin-i İslam, yükümlülükleri karşısında süfli mazeretlere
sığınmayı değil, emaneti kuşanmayı; sırf dünyevi tatminler için zenginlik ve refahı putlaştırmayı değil,
Allah’a kulluk ve kullarına hizmet için yeryüzünün zenginliklerini adaletle paylaşmayı; mağdur ve mazlum
insanları zulmün karanlıklarından Allah’ın aydınlığına ulaştırmayı emreder.
Bugün ateş çemberinin ortasında yer alan ülkemizin, hâlâ bir esenlik ülkesi olarak umut vaat etmeye devam ediyor olmasında pek çok sebebin yanında, din eğitimi ve öğretimi ile din hizmetlerini başından beri
ciddiye alarak bugünün dünyasında ikame etmeye çalışmasının payı asla göz ardı edilemez. Bu konularda
her ne kadar ülkemizde zaman zaman bazı kırılmalar yaşanmış olsa da din eğitimi ve din hizmetleri diğer
İslam ülkelerine nazaran çağımız şartlarında daha sağlıklı bir zeminde seyretmektedir. 14 asırlık bilgi ve
medeniyet birikimiyle doğru ilişkiler kuran, Kerim Kitab’ın ayetleriyle tabiatın ayetlerini aynı hakikatin
dile gelişleri olarak anlamaya çalışan; ulum-i diniyye ile fen ve sosyal bilimleri, ilahiyat eğitimiyle hikmet
ve felsefeyi birlikte veren bir eğitim anlayışının ve kurumların varlığı, hiç kuşkusuz, bu zemini bizlere sağlamıştır. İmam-hatip liseleri ve ilahiyat fakülteleri gibi eğitim kurumlarımızda üretilen bilgiyi toplumun ve
insanlığın istifadesine sunan Diyanet İşleri Başkanlığımızın varlığı, gerek yurt içinde ve gerekse yurt dışında
barış, güven ve huzur vesilesidir.
Ülkemizin en küçük yerleşim birimlerinden büyükşehirlerine, Afrika’nın uçlarından Latin Amerika ve Karayip Adaları’na kadar yerkürenin hemen her yerine, gerek yurt dışındaki millet varlığımıza, gerek gönül
coğrafyamıza ve gerekse dünya Müslümanlarına götürülen hizmet ve faaliyetler, Başkanlığımızı küresel
ölçekte hizmet sunan uluslararası bir kurum hâline getirmiştir. Bu durum, ülkemiz için hem büyük bir
imkân ve fırsat hem de bizleri iman ve aşkla coşturan çok önemli bir husustur. Ancak itiraf etmek isteriz
ki, 14 asırlık büyük bir mirası günümüze taşıma, onu bilme, doğru anlama, doğru yorumlama; yaşadığımız
çağın devasa sorunlarını çözme ve gelecek nesillerin ihtiyacına göre yeni bir medeniyet inşa etme hususlarını dikkate aldığımızda hâlihazırda ürettiğimiz bilgi ve sunduğumuz hizmetleri yeterli görmek mümkün
değildir. Bugün ülkemizin, gerek bölgemizde gerek gönül coğrafyamızda ve gerekse tüm dünyada bir umut
adası olması, diğer konularda olduğu gibi dinî-ilmî sahalarda da bir başvuru mercii hâline gelmesi, çabalarımızı, çalışmalarımızı, kurum ve müesseselerimizi yeniden gözden geçirmemizi zorunlu kılmaktadır.
Günümüzde İslam toplumlarının karşı karşıya kaldığı çatışmalara mesnet teşkil eden farklı dinî anlayışlar,
İslam’ın evrensel mesajlarını görmezden gelerek kendi dar kalıpları doğrultusunda İslam’ı temsil etme
iddiaları bulunmaktadır. Bugün her ne şekilde olursa olsun İslam’ı anlama ve yaşama biçimleri bir şekilde
tarihsel köklere dayanmaktadır. Ancak medeniyetimizin harici ve dâhilî sadmelerin etkisiyle kırılmalar geçirdiği uzun yıllarda sömürgelerin, istilaların, işgallerin, istibdatların ve travmatik dönüşümlerin gölgesinde oluşan yaralı bilinçler, tercih ettikleri yol ve yöntemlerle uç noktalara savrulmuştur. Bunun bir nedeni
de çağımızın egemen bilgi üretim mekanizmalarının, bilgiyi gücün ve hakikatin yegâne kaynağı olarak
görmesi, pozitivist eğitim anlayışının bir şekilde dini anlama biçimlerine de yansımasıdır. Ayrıca çağımız
ideolojiler çağıdır. İdeolojiler kendi hakikatlerini sloganlaştırıp onların uğruna mücadele etmeyi esas alır-
MAYIS 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
5
B A Ş M A K A L E
lar. Maalesef çağımızda birtakım İslami hareketler, kendilerini ideolojilerin tesirinden kurtaramamışlardır.
Diğer yandan sömürgecilik döneminde başlayıp halen devam eden Hristiyan misyonerliğinin bir eğitim ve
yardım hareketi görüntüsü altında dünyada kendine bir alan açarak birçok bölgede güç ve nüfuz kazanmış
olması da dikkatle incelenmesi gereken bir durumdur. Bu noktada Hristiyan misyoner organizasyonu ve
faaliyet tarzını kendine örnek alan bazı dinî yapıların, güç ve çıkar ağına dayalı bir çalışma ağı oluşturarak
kendi dinî söylemlerini tüm dünyaya model olarak sunmaları da calib-i dikkattir. Bütün bunların neticesinde oluşan anlayışlar, farklılıkları yok kabul etmekte ve kendisi gibi düşünmeyenleri kolayca hakikatin
dışına itmektedir.
Bu çerçevede modern zamanlarda ortaya çıkan nevzuhur dinî tezahürlerden biri var ki, İslam’ın cihanşümul hak ve adalet anlayışına; sevgi, şefkat ve rahmet mesajına gölge düşürmüş, medeniyet yürüyüşünü
sekteye uğratmış, Batı dünyasında İslamofobinin oluşmasına sebep olmuş ve medeniyetler arası çatışma
üretmek isteyen görüş ve çıkar odaklarının maşası hâline gelmiştir. Afrika’nın paylaşımı ve sömürgeleştirilmesi, Afganistan’ın işgali, Bosna ve Çeçenistan savaşları, Körfez Savaşı ve Irak’ın işgali, Libya ve Suriye’nin
parçalanması ve bu coğrafyaların iç savaşlara sürüklenmesi gibi İslam dünyasının dinî ve kültürel fay hatlarını sarsan büyük acılardan sonra bu anlayış sömürge, şiddet, savaş, işgal ve istibdatların gölgesinde yetişen
yaralı bilinçlerin, mağdur ve mazlum kimliklerin, hatta Batı’da varlıkları ve kimlikleri yok sayılarak ötekileştirilen genç kuşakların, uğruna canlarını verdikleri ve insanları hunharca katlettikleri bir kurtuluş ideolojisine dönüşmüştür. İslam dünyasının sorunlu bölgelerinde varlığını kuvvetlendiren bu anlayış, İslam’ın
ilk fitne hâdiselerinde ortaya çıkan Harici unsurların düşünce, tavır ve diliyle de birleşince bugün itibarıyla
din-i mübin-i İslam ve İslam toplumları için en büyük sorun hâline gelmiştir. Söz konusu anlayış, mutlaka
tarihsel bir süreç içerisinde değerlendirilmelidir.
Şöyle ki; İslam medeniyeti ve toplumlarında değişik ekol, mezhep ve meşreplerin var olduğu bilinen tarihsel bir gerçektir. Mezhepler, başlangıçta siyasi sebeplerle ortaya çıkmış olsalar da zamanla dinî hüviyetleri
ağırlık kazanmış, İslam’ı anlama ve uygulamada zengin bir birikim oluşturmayı başarmıştır. Kur’an ve sünnetin anlaşılması ve dinin pratik hayatta uygulanmasıyla ilgili bir yöntem tartışması başından beri hep var
olmuştur. Mezheplerin olgunlaşmasından epeyce zaman geçtikten sonra hakikatin geçmişte belirlendiği,
dinin “selef” olarak nitelenen ilk nesiller tarafından en mükemmel biçimde anlaşılıp yorumlandığı şeklinde
bir görüş ortaya çıkmış, Müslümanlar, ağır bunalımlar altında karşı karşıya kaldıkları problemlerle mücadele etmek yerine selefin çözümleriyle yetinmeye başlamıştır.
Tarih boyunca İslam medeniyetinde egemen olmayan, şaz ve marjinal kalan bu anlayış, önceleri tamamen
selefe ve dinî metinlere bağlılığı ifade ederken, Moğol istilasıyla birlikte zemin bularak bir eylem ve hareket
alanına dönüşmüştür. Daha sonraları Osmanlı Devleti’nin dağılması sürecinde ortaya çıkan otorite zaafından istifade etmiş; Birinci Dünya Savaşı ortamında dâhilî ve harici etkenlerle siyasî bir güç elde ederek Arap
coğrafyasında egemenlik oluşturmuş ve kurulan bazı devletlerin ideolojisi hâline gelmiştir.
Bu anlayışa göre hakikat “selef” adı verilen sadece ilk üç neslin inhisarındadır. Selefin kendi devir ve şartlarını yorumlama ve karşılaştığı yeni problemleri çözüme kavuşturma çabasını tümüyle göz ardı eden bu anlayış, modern hayatla, modern bilim ve zihniyetle bir hesaplaşmaya girişmeksizin dinî bilgiyi ilk üç asırdaki
çözümlerle sınırlandırarak dini, ferî çözümlerden ibaret donmuş bir hayat tarzına hapsetmiştir. Bu anlayış
sahipleri, modernitenin etkisiyle ihdas ettikleri kendi hakikatlerini, ilk üç mübarek nesle izafe ettiklerinin
de farkında olmamıştır. Kendi hakikatlerine ve dinî anlayışlarına inanmayanları, İslam’ın ana yolunun tarih
boyunca prensibi olan “Ehlikıble tekfir edilmez.” düsturunu yok sayarak kolaylıkla tekfir eden bu zihniyet,
kendi dışındaki bütün inanış ve mezheplerle savaşmayı cihat olarak kabul etmeye başlamıştır. Bunlara göre
Müslümanların kıyamete kadar karşılaşacakları her mesele ilk nesillerce çözüme kavuşturulduğu için halefin, yani sonraki nesillerin Kur’an ve sünnet yanında akıl, re’y ve içtihada yer veren dini anlama metotları,
doğru ve geçerli değildir.
6 DİYANET AYLIK DERGİ MAYIS 2015
Bu anlayış, kendisini akıl, içtihat ve re’y karşısında muhalif bir karşıtlık üzerine konumlandırmış, dinî
anlayış ve kavrayışı selefin eserinden/geleneğinden ibaret kabul ederek İslami bilgi kaynağını dirayetten
arındırılmış rivayete indirgemiştir. Bu anlayışa göre doğrudan nasslara başvurmak yerine, fıkhi konularda
farklı metot takip ederek oluşan mezhepler ve tarih boyunca medeniyet üreten bütün düşünce okulları
ehlibidat; irfan geleneğimizin deruni dinî tecrübesini yaşayan bütün tasavvuf mektepleri de ehlidalalettir.
Bu anlayışta bütün tekkeler, zaviyeler, türbeler, tarihî eserler, yıkılması ve tahrip edilmesi gereken birer şirk
unsuru olarak kabul edilmiştir. Bu düşüncede Allah’ın cemal sıfatının bir tezahürü olarak İslam medeniyetinin var ettiği bilim, sanat, estetik, edebiyat, bediiyyat ve mimarinin herhangi bir yeri ve değeri yoktur.
Dinî metinleri kanun metni gibi algılayan, bunlardaki hikmet ve gayeyi yok sayan bu anlayış, kendi yorumunu bizatihi dinle özdeşleştirerek bir hakikat tekeli ihdas etmiştir. Kur’an’la ilişkisi lafzi ve harfî, sünnetle
ilişkisi zahiri ve şeklî olan, Allah’ın insana bahşettiği akıl ve istidatları vahyin karşısına koyarak reddeden
bu anlayış, tarih boyunca İslam’ın ana yolunu temsil eden ehlisünneti kendi tekeline alarak, diğer bütün
mezhepleri ötekileştirerek, mezhep çatışmalarına zemin hazırlamış, medeniyet içi bir çatışma isteyen siyasal mühendisliklere de hizmet eder hâle gelmiştir.
Dini şekilciliğe mahkûm eden bu anlayış, ibadetlerde içtenliğin yaşanması, Allah sevgisinin mahlukata şefkat olarak yansıtılması, yaratılanın yaratandan ötürü hoş görülmesi, insanları rahatsız ve huzursuz etmekten sakınılması gibi ahlaki hassasiyetlerin kaybolup gitmesine neden olmuş; din adına sadece baskı, şiddet,
vahşet, dehşet ve zulüm üretmiştir. Başından beri İslam medeniyetinin bir emaneti olarak kabul edilen ve
Müslümanlarla birlikte yaşama ahlakı ve hukuku çerçevesinde iç içe olan ehlikitap ve diğer dinî azınlıklar
üzerinde korku üreten bu zihniyetten dolayı ne yazık ki barış ve esenlik dini olan İslam, şiddet ve terörle
yaftalanmaya, İslam toprakları ise selam ve eman yurdu olmaktan uzaklaşmaya başlamıştır.
Bu akım ve anlayış, Allah yolunda çaba sarf etmek anlamında müminin her türlü gayretini kapsayan cihadı,
neredeyse “modern bir savaş doktrini”ne indirgemiştir. Böylece İslam’ı sevgi, barış, merhamet ve adalet dini
olarak tanıma/tanıtma ve anlama/anlatma imkânını ortadan kaldırmış; gittikçe fanatik bir şiddet sarmalına
evrilerek başka dünyalarda ve özellikle Batı’da İslam’ın ve Müslümanların bir fobi kaynağı hâline getirilmesine neden olmuştur.
İslam medeniyetinde ve günümüzde üzerinde çokça konuşulan ve tartışılan bir başka anlayış da tasavvufla
ilgilidir. Daha çok kişinin kendi nefsini tezkiye etmesi ve ferdin ıslahından cemiyetin ıslahına ulaşılması
üzerine kurulan bu anlayış, başından beri toplumsal bir olgu olarak tarihimizde var olmuştur. İlk fitne
dönemlerinde din eksenli siyasal çatışmalardan uzaklaşan ve daha sonraları özellikle Emevi saltanatının
güç ve çıkar ilişkilerine bir tepki olarak deruni dinî tecrübeyi bir yol ve yöntem olarak kabul eden tasavvufi
anlayış, dünyevileşen İslam algısı karşısında uhreviliği öne çıkararak dinin ihsan boyutunu, zühd ve takvayı esas almış, Allah’ın murakabesini tüm iş ve anlayışlarına temel kılmıştır. Anadolu’nun ve Balkanlar’ın
Müslümanlaşmasında büyük bir fonksiyona sahip olan bu gelenek, daha sonraları istila ve işgal yaşayan
bölgelerde hem Müslümanlığın muhafazasında hem de kurtuluş mücadelelerinde büyük hizmetler görmüştür. Her türlü ahlaki eğitimle nefislerdeki azgınlıkları terbiyeyi esas alan tasavvuf, İslam medeniyetinin
en önemli ahlak okulu olma özelliğini bugüne kadar korumuştur.
İnsanın fıtratında böyle bir dinî tecrübeye her zaman ilgi bulunduğu inkâr edilemez. Ancak söz konusu ilgi
ve düşüncenin kurumsallaşarak organize bir yapı kazanmasıyla birlikte züht ve takvaya yönelik hassasiyetlerin yerini, bu organize yapıların çıkarlarını gözeten reflekslerin aldığı da bilinen bir husustur.
Tasavvufa dayalı dinî yaklaşımların, Kur’an ve sünnet çizgisinde kaldığı müddetçe insanın otokontrol ihtiyacını karşıladıkları muhakkaktır. Ancak bu tecrübenin kişisel olduğu, herkesi bağlayıcı olmadığı da
bilinmelidir. Zira bu tecrübe, dinin doğru bilgisinden koptuğu takdirde kolayca subjektif bir hâle evrilebilmekte, eğitim ve pedagoji açısından da istismara dönüşebilmektedir. Bilhassa tasavvufi düşüncenin
MAYIS 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
7
B A Ş M A K A L E
kurumsallaşmasıyla oluşan yapılar, zaman zaman teorik çerçevelerinin dışına çıkarak etki alanlarını güçlendirme adına pragmatizme kayabilmekte ve varlıklarının devamı için dünyevi kaygılarla hareket edebilmektedir. Burada bireyin güç ve çıkarından ziyade kurumsal güç ve çıkar, bütün hakikatin önüne kolayca
geçebilmektedir.
Maalesef günümüzde tasavvufi karakterdeki bazı yapıların gelenekteki temel hassasiyetlerden uzaklaşarak
dünyevi çıkar organizasyonları hâline geldiği görülmektedir. Müntesiplerinin nefis murakabesinin ve terbiyesinin büyük ölçüde sözde kaldığı bazı uygulamalarda mutlak bağlılık terbiyesi esas hâline gelmiştir. Bir
kısım yapılarda dinin sahih bilgisini referans almaktan ziyade kişilerin subjektif görüş ve rüyaları önemli
bir bilgi kaynağına dönüşebilmektedir.
Bilinmelidir ki İslam’da akıl ve irade, mükellef olmanın en başta gelen şartıdır. Söz konusu bazı tasavvufi
yapılarda ise akıl ve vahiy çoğu zaman bir bilgi kaynağı olmaktan çıkmakta, kişi mürşidinin karşısında
âdeta gassalın önündeki meyyit misali iradesini mutlak teslim etmektedir. Modern zamanlarda yeryüzü
ahalisinin topyekûn içine sürüklendiği maddiyat düşkünlüğü, güç ve çıkar tutkusu, tüketim iştahı ve aşırı
dünyevileşme olgusu karşısında insanların manevi ihtiyaçlarını karşılamak için bir sığınma limanı olarak
görülmesi gereken bu yapıların, zamanla dünyevileşme meyilleri ve hâkimiyet çabalarıyla hem dinî hem de
sosyal meşruiyetleri tartışılır hâle gelmektedir. İslam’ın rahmet mesajlarının yeryüzüne yayılmasında, medeniyetimizin sevgi, aşk ve merhamet boyutunun öne çıkmasında işlevi yüksek olan irfan geleneğimizin ve
tasavvufi ekollerin, günümüz tezahürlerinin tarihsel misyonlarına uygun şekilde kendi iç muhasebelerini
yapmaları elzemdir. Bugün tarihsel referansına uygun olmadığı hâlde bu yapıların bir kısmı başkalaşarak varlığını devam ettirmektedir. İhvanlık hâli İslam’ın özündeki uhuvveti zedelemeden, tekkenin varlığı
İslam’ın varlığının önüne geçmeden, kişinin aklını ve iradesini bir başkasına teslim etmeden bu tecrübenin
züht, takva ve ihsan boyutunda yaşanması başta Müslümanlar olmak üzere bugünün dünyasında herkes
için manevi bir ihtiyaçtır.
Üzerinde durulması gereken bir başka olgu da özellikle bütün dünyayı kurtarma iddiasıyla ortaya çıkan ve
mega idealler peşinde koşarak bir misyon edasıyla hareket eden dinî yapılardır. Bu tarz yapıların, özellikle
sömürgecilik döneminden itibaren başlayan, çağımızda da bir hayli etkili olan kilise tarihinde de görüldüğü
bilinmektedir. Uluslararası siyasi güçlerden kendilerini korumaları pek mümkün olmayan bu tarz hareketler, görünenden farklı bir ajandayı esas alarak faaliyet yürütmektedir. İlişkileri ve işleyişleri şeffaf ve legal
olmadığı için değerlendirilmesi oldukça zor olan bu yapılar, iyi niyetle ilk bakışta masum bir görünüm
sergilemektedir.
Başlangıçta bir kişi etrafında oluşan bu hareketler, zamanla kendi içinde bir yapıya, bir söyleme, bir gayeye
ve büyük bir hedefe dönüşmektedir. Dinî referanslar ve peygamberlerin mücadelesi dahi daha çok araçsal
bir boyut kazanan bu hareketlerde başarıya endeksli olmak büyük bir amaç hâline gelmektedir. Kendilerinin dışındaki hareket ve oluşumlara karşı mücadelede her yolun mubah sayıldığı bu yapılar, her türlü
ortama uyum sağlamaya ve gizliliğe büyük önem atfetmektedir. Şahıs merkezli bu hareketlerde ahireti
kazanma karşısında akıl ve vahiy devre dışı bırakabilmekte, körü körüne itaat kültürüyle iradeler teslim
alınabilmektedir.
Unutulmamamalıdır ki İslam’a göre hakikat hiç kimsenin tekelinde değildir. Mümine düşen, hakikati kendi avucunda görmek ve insanları kendi hakikatine davet etmek değil, daima hakikatin yolunda olmaktır.
Elbette İslam yardımlaşma ve dayanışmayı esas alan bir ahlak doğrultusunda birlik olmayı ve tüm Müslümanların ortak hedef, ortak gaye ve ortak idealde birleşmelerini ister. Ancak Kur’an-ı Kerim, Hristiyanlık
ve Yahudilik örneklerinde olduğu gibi fırka ve hiziplere bölünmeyi, kendinden başkasına cenneti layık
görmeyen kibirli ve müstağni dindarlıkları zemmeder. İslam’ın daveti ve tebliği aşikârdır. Meşru olan gayeye hiçbir zaman gayrimeşru yöntemlerle ulaşılmaz. Hile yapmak, şantaj uygulamak, desise oluşturmak ve
8 DİYANET AYLIK DERGİ MAYIS 2015
fitne çıkarmak İslami ahlakın asla tasvip etmeyeceği hususlardır. İslam fitneyi savaştan beter görür. Dini,
kişilere ve anlayışlara hasretmeyi değil, Allah’a has kılmayı ve tüm eylemlerin sadece O’nun rızasına uygun
olmasını ister.
Bilinmelidir ki, İslam dini hak, hukuk ve adalete dayalı faziletli ve ahlaklı bir toplum inşa etmeyi ister.
Bunu, bir dinî sorumluluk ve vecibe olarak görür. Bu anlamıyla İslam sadece bireysel ritüellerin ikamesine
dayalı dinî vazifelerin yapılmasını isteyen bir din değildir. İslam, hem bu dünya hem de ahiret hayatının
saadet ve mutluluğunu esas alır. İslam’ın ibadet anlayışı bütün yapıp ettiklerimizi ve tüm amellerimizi kapsar. Ubudiyet, kişinin başta yaratıcı olmak üzere kendisiyle, yaşadığı toplumla ve tabiatla olan ilişkilerinin
tümünü içine alır. Bu anlamıyla toplumsal sorunlarla ilgili olmak Müslümanlığın bir parçasıdır. Toplumsal
iş ve eylemlerde hakkı, hukuku ve adaleti esas almak Müslümanlara yüklenen bir görev olmanın yanında
Allah’ın rızasını kazanmanın da bir gereğidir. Hiçbir kişisel menfaat ve çıkar, bu rızanın kazanılmasının üstünde görülemez. Toplumsal birlik ve beraberliğin en önemli ortak paydası dindir. İslam, hiç kimsenin ve
hiçbir yapının dini, bir çıkar aracı hâline getirerek güç ve menfaat kaynağına dönüştürmesine onay vermez.
Dinî yorum, fikir ve görüşler, tarihte olduğu gibi günümüzde de farklılık arz edecektir. Bu farklılıklar, medeniyetimizin bir zenginliğidir. Bu durum, aynı zamanda İslam’ın dinî düşünce alanında bireylere tanıdığı
özgürlüktür. Aslolan, düşünceden ziyade eylemlerin toplumsal bir ifsada ve zarara neden olmamasıdır. Kişi
kendi dinî anlayışını hakikat gibi telakki edebilir; ancak karşısındakini ötekileştirerek tekfir edemez, onun
hayat hakkını yok edemez.
İslam, evrensel mesajlar içeren bir dindir. Yerel özellikler dikkate alınmadan, tarihsel uygulamalar irdelenmeden İslam’ın evrensel mesajları doğrultusunda bir medeniyet inşa etmek mümkün değildir. Biz Müslümanlar için daima biri geçici ve küçük, diğeri ise kalıcı ve büyük olmak üzere iki aidiyet söz konusudur. Bir
aileye, bir ırka, bir gruba, bir mezhebe, bir meşrebe, bir cemaate, ibr ideolojiye olan intisabımız geçici, yani
küçük mensubiyetimizdir. Asıl büyük aidiyet ve mensubiyetimiz ise İslam ailesine olan mensubiyetimizdir.
Geçmişte olduğu gibi günümüzde de Müslümanlar için en büyük tehlike, küçük mensubiyetleri kimliğe
dönüştürerek büyük mensubiyetin önüne geçirmeye kalkışmak olmuştur.
Dinî yaklaşımlar, hiçbir zaman köklü geleneğimizden ve medeniyetimizden aldığımız güçle geleceğe güvenle bakmamızın önündeki engeller hâline gelmemelidir. Aksine bu farklı oluşumların ürettiği farklı tonlardaki enerji, aynı tayfta kırılarak düşünce ufkumuzu aydınlatabilmelidir. Bugün Müslüman yürekleri
zayıflatan, birlik ve bütünlüğümüzü içten içe kemiren, geleceğimize endişe yükleyen sorun, dışlama, sevgisizlik, tahammülsüzlük hastalığıdır. Bu hastalık, son kırk elli yılda bizim coğrafyamıza yine Müslüman
bildiğimiz coğrafyalardan bulaşmıştır. Yabancı kaynaklı nevzuhur dinî hareketler de aynı şekilde halkımızı,
ilim ve fikir insanlarımızı, geleceğimiz olan gençlerimizi, kurumlarımızı tehdit etmektedir. İslam’ın müntesiplerinin yerel, bölgesel ve küresel ölçekteki sorunları iç içe geçerek büyümektedir. Hiçbir metodolojiye,
usul ve erkâna bağlı olmaksızın Müslümanların halis duygularını kendi emelleri için kullanmaktan çekinmeyenler, sonuçta ortaya kötürümleşmiş bağlılıklar bırakmaktadır. Zaman akıyor ve biz bu meselelere ne
gibi çözümler üretebildiğimiz hakkında sorumluyuz. Tarihin yeniden şekillendiği, ortak aklın harekete
geçmesine en çok ihtiyaç duyduğumuz bu dönem, bizleri hiçbir hesap hatasını kaldırmayacak bir dikkate
zorlamaktadır. İmanımızı çekilmez polemiklerle oyuna getirmeye çalışan, renkli öğretilerin gölgesinde din
kardeşliğimizi talan eden, köklü geleneğimize haset dolu gözlerle bakarken hoyrat bir dille hakaret eden,
akıl, izan ve ferasetten yoksun her türlü çaba karşısında uyanık olmak zorundayız. Uyarmak, uyandırmak,
temkinli olmak, inisiyatif almak, “İslam dünyasında neler oluyor?” sorusunun her zamankinden daha ağır
ve daha derin olan cevaplarını bulmak ve vermek zorundayız.
MAYIS 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
9
G Ü N D E M
İSLAM DÜNYASINDA
Yeni Dinî
Hareketler
Yrd. Doç. Dr. Faruk SANCAR
Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Çağdaş dönemdeki Selefiyye terimi, herkesin gaye, hedef, beklenti ve stratejisine
göre anlamı genişleyebilen bir mahiyete sahiptir. Bu itibarla söz konusu terimin
bir mezhebin ismi olmaktan ziyade bir düşünce, paradigma hatta bir ideolojiyi
ifade eden şemsiye bir kavram olduğu söylenebilir. Bu sebeple Selefilik derken
aslında tek bir Selefilikten bahsedilemeyeceği de önemle vurgulanmalıdır.
10 DİYANET AYLIK DERGİ MAYIS 2015
İSLAM dünyasının son iki asırdır yaşadığı siyasi ve toplumsal
travmaların en belirgin yansımalarını yeni birer dinî hareket
olarak tanımlanabilecek neoselefi cereyanlar içerisinde görmek
mümkündür. Burada söz konusu
edilen Selefilik ile İslam’ın erken
döneminin kurucu ve örnek şahsiyetlerine referansta bulunmayı
ifade eden selef kavramı arasında
isim benzerliği dışında ciddi bir
benzerlik kurmak doğru değildir.
Zira selef-i salihin veya ehl-i sünneti hâssa olarak da isimlendirilen
bu dönemin fazilet ve rehberliği
hususunda bütün İslam ekollerinin ittifakı söz konusudur. XIX.
yüzyılın başlarında filizlenen ve
özellikle XX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren kendini belirgin
bir özne hâline getiren yeni Selefi
hareketler ise aynı hürmeti elde
etmek şöyle dursun, metotlarına, mahiyetlerine ve yerliliklerine dair sürekli bir sorgulamanın
muhatabı olmuşlardır. Bu yeni
selefi dünce tarzının son otuz yıl
içerisinde bünyesinden çıkardığı
el-Kaide, Taliban, eş-Şebâb, Işid/
Deaş, Boko Haram ve benzeri
cihatçı İslami grupların söylem,
tutum ve eylemleri göz önünde
MAYIS 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
11
İbn Teymiyye
G Ü N D E M
bulundurulduğunda söz konusu
hareketler hakkındaki şüphelerin
hiç de yersiz olmadığı görülmektedir.
Çağdaş dönemdeki Selefiyye terimi, herkesin gaye, hedef, beklenti
ve stratejisine göre anlamı genişleyebilen bir mahiyete sahiptir.
Bu itibarla söz konusu terimin bir
mezhebin ismi olmaktan ziyade
bir düşünce, paradigma hatta bir
ideolojiyi ifade eden şemsiye bir
kavram olduğu söylenebilir. Bu
sebeple Selefilik derken aslında
tek bir Selefilikten bahsedilemeyeceği de önemle vurgulanmalıdır. Yöntem ve düşünce tarzı açısından birbirinden farklı onlarca
hareketin kendisini bu sıfatla nitelendirmesi en radikal düşünce
ve tedhiş grupları tarafından bu
ismin memnuniyetle kullanılması da bu tespiti desteklemektedir. Kendileri açısından bu ismin
12 DİYANET AYLIK DERGİ MAYIS 2015
tercih edilmesinde özellikle İbn
Teymiye ve İbn Kayyim çizgisinden aldıkları ilhamın etkisi
kadar önceki nesillerin kutsallığı düşüncesine dayanarak kendi
meşruiyetlerini sağlama faydacılığının tesirinden de söz edilebilir.
Her ne kadar bu zümreler kendilerini erken dönem selefiliğine
nispet etseler de modern Selefi
hareketlerin kökenine yönelik
analizlerin ucunun çoğu kez iki
asırlık Vehhabilik öğretisiyle kesiştiğini söylemek daha doğru
olacaktır.
Selefiliğin tarihi bir hayli eski olsa
da yarı siyasi yarı dinî bir ideoloji
olan çağdaş Selefiğin başlangıcını
XVIII. asırda Muhammed b. Abdülvehhap (1703-1792)’ın fikirleri etrafında oluşan Vehhabilik
hareketine dayandırmak mümkündür. Hanbeli bir gelenekten
gelen Muhammed b. Abdülveh-
hap ile o sırada Deriyye emiri
olan İbn Suud arasında “silah
gücüyle de olsa Allah kelamını
hâkim kılmak” üzere varılan anlaşma uyarınca artık kendi dinî
anlayışları dışındaki zümreler
üzerinde silah kullanmanın meşruiyeti temin edilmiş oluyordu.
Bu hareketin ilk düşmanı o sırada bölgenin hâkimi olan Osmanlı
Devletiydi. Tevhidi tesis etmek,
bidatleri ortadan kaldırmak ve
asr-ı saadete dönmek gibi görünüşte temiz ideallerle zuhur eden
bu hareket ve yine daha sonraları
aynı ideallerden beslenen diğer
Selefi anlayışlar kendilerini hakikatin yegâne temsilcisi olarak
görmeleri sebebiyle Müslüman
kardeşlerinin kanını helal görme
noktasında herhangi bir tereddüt
göstermiyorlardı.
Günümüze gelecek olursak özellikle Suudi Arabistan’ın 1970’li
G Ü N D E M
yıllarda elde ettiği ekonomik
refah ve dünyaya açılma stratejisiyle birlikte o zamana kadar
kapalı devre ve dar bir muhitte
faaliyet yürütmüş olan Selefiler,
İslam coğrafyasında daha önceden tanık olunmayan bir pozisyon elde etmeye başladılar.
Ayrıca Arap coğrafyasındaki tek
tipçi baasçı totaliter yönetimlerin baskısından kaçan İslamcı
önderlerin ve akademisyenlerin
Suud üniversitelerinde istihdam
edilmesi ve onların da katkısıyla
değişen Vehhabiliğin bir bakıma
mutasyona uğramasıyla beraber
Selefilik daha baskın bir şekilde
cihatçı karaktere bürünmüştür.
Bu yönüyle Suudi Arabistan’daki
yerleşik selefi zihniyetin dahi bu
yeni kontrolsüz cihatçı eğilimden
ciddi rahatsızlık duyduğunu iddia etmek yanlış olmaz. Nitekim
1979 yılındaki kanlı Mescid-i
Haram baskının önderi Cüheyman el-Uteybi ve taraftarlarının,
Suud rejimini kâfirlerle ittifak
yapmak, doğal kaynakları onlara
peşkeş çekmek ve nihayetinde de
kâfir ve müşriklere karşı sürdürülen cihadı engellemekle suçladığı bilinmektedir. Yeni Selefi
hareketler açısından bu aşama
sadece uluslararası Siyonist ve sömürgeci batılı güçlere karşı değil,
kendileri açısından işbirlikçi olarak gördükleri birey toplum ve
iktidarlara karşı da siyasi ve silahlı bir mücadeleyi benimsemeleri
sebebiyle cihadi selefilik olarak
anılmaya başladıkları döneme
tekabül eder. İslam coğrafyası bu
tarihlerden sonra istikrarsızlığın
boy gösterdiği her bölgede Selefi
Genelde Selefilerin
özelde ise yeni Selefi/
cihatçı grupların siyasi
ideolojilerini oluşturan
zihniyetin temel iman
kabulleriyle ilişkili
olduğunu söylemek
zorundayız.
söyleme sahip cihatçı grupların
ortaya çıkmasına tanıklık edecektir. Bunun ilk örneği ise Sovyetlerin Afganistan’ı işgal etmesinin
ardından gerçekleşmiştir.
Afganistan’ın işgalden kurtarılması için sürdürülen mücadele
için bölgeye gelen cihatçı gruplar
düşünce ve idealler açısından homojen olmasa da düşmanın kimliği ve mücadelenin meşruiyeti
konusunda hemfikirdiler. Bu durum savaşın ardından birbirilerini tekfir etme ve kanlarını helal
görme aşırılığına savrulacak bu
grupların savaş süresince kendi
aralarındaki ihtilaflarını dondurmalarına ve ertelemelerine imkân
tanıyordu. İşgalin bitmesiyle
birlikte ciddi bir savaş tecrübesi
de elde etmiş olan bu insanlar
kendi ülkelerine kabul edilme
hususunda zorluklarla karşılaştılar. Böylelikle düşünce kodları
açısından son derece katı ve aynı
zamanda büyük bir savaş kabiliyetine sahip olan kontrolsüz militer gruplar dünyanın dikkatini
çekmeye başladı. Özellikle de 11
Eylül saldırılarıyla birlikte dünya
gündeminin en önemli başlıklarından biri hâline geldi. Bundan
dolayı cihatçı Selefi hareketlerin
zihnî alt yapısının tahlili bu sorunun çözümü ve boyutlarının
tespiti bakımından önem arz etmektedir.
Genelde Selefilerin özelde ise
yeni Selefi/cihatçı grupların siyasi
ideolojilerini oluşturan zihniyetin
temel iman kabulleriyle ilişkili
olduğunu söylemek zorundayız.
Bu grupların son otuz yıl içerinde
uyguladıkları tedhiş eylemlerinin
muhataplarının ve sebep oldukları ölümlerin %80’inin Müslüman bireyler olduğu göz önünde
bulundurulduğunda, bu zümreleri böylesi soğukkanlı şekilde
Müslüman kanı dökmeye iten
inanç dinamiklerinin tespit edilmesi önem arz etmektedir. Her
ne kadar bu hareketlerin birçok
bakımdan klasik Selefilikle aralarında derin farklılıklar bulunsa
da gerek klasik Selefilerin gerekse de bu yeni grupların inançları arasında bazı ortak kabullerin
bulunduğu da ifade edilmelidir.
İslam’ı şiddet merkezli bir kabule
hapseden bu akımların zihin çözümlemesi yapıldığında şiddete
yönelik motivasyonlarının iman
ve imanın mahiyeti hakkındaki
tercihlerine dayandığını ifade etmek yerinde bir tespit olacaktır.
Onlara göre iman; tasdik, ikrar ve
amelden oluşmaktadır. Allah’ın
zatı hakkında Kur’an ve hadislerde nispet edilen bütün bilgilere
herhangi bir tevilde bulunmaksı-
MAYIS 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
13
G Ü N D E M
Selefçi/cihatçı grupların
son otuz yıl içerinde
uyguladıkları tedhiş
eylemlerinin muhataplarının
ve sebep oldukları ölümlerin
%80’inin Müslüman
bireyler olduğu göz önünde
bulundurulduğunda, bu
zümreleri böylesi soğukkanlı
şekilde Müslüman kanı
dökmeye iten inanç
dinamiklerinin tespit edilmesi
önem arz etmektedir.
zın olduğu gibi iman etmek gerekir. Tevhit onlara göre rububiyet,
uluhiyet ve amellerle ilgili boyutları havidir. Muvahhit olduğunu
iddia eden kimsenin bu boyutların her birini eksiksiz ikmal
etmesi zorunludur. Bu konuların
herhangi birisinde eksiklik gösteren kimse şirke düşmüş olur.
Dolayısıyla kâfir olur ve tekfir edilir. Kebair olarak isimlendirilen
büyük günahları işlemek de kişiyi küfre düşürür. Küfür ve şirk
hiçbir nedenden ötürü mazur
görülemez, müsamahayla karşılanamaz ve Müslüman olarak
bilinen kimselerden sadır oldu
diye haklarında hüsnüzan beslenip hükmü Allah’a havale edilemez. Onlara göre böyle bir tercih
irca anlamına gelir ki bu da sapık
14 DİYANET AYLIK DERGİ MAYIS 2015
Mürcie mezhebinin tercihidir.
Bu hareketlerin temel görüşlerinden birisi de herhangi bir
mezhebin mukallidi olmayı şiddetli bir şekilde eleştirmeleridir.
Zira onlara göre Kur’an, sünnet
ve sahabe kavli gibi şer’i delilleri
anlama yeterliliğine sahip olmayanların çevrelerindeki âlimlerin
fetvalarıyla iktifa etmeleri yeterlidir. Bu anlayış sadece belli başlı
fıkıh ekollerinin mukallidi olmayı değil bütün tasavvuf ekollerini, kavramlarını ve pratiklerini
en hafifiyle bidat kategorisi içerisinde değerlendirmektedir. Bu
noktada tespit edilen bidatlerle
tebliğ, vaaz, ikaz, münakaşa yöntemleriyle mücadele etmek eğer
hâlâ bidatten şirk ve küfürden
vazgeçilmezse zor kullanmak suretiyle bu sorunları ortadan kaldırmak şer’i bir vazife olarak görülür. Bu nitelikleriyle İslam’ın en
tutucu ve muhafazakâr kanadını
temsil eden Hanbeli çizgiye benzerlikler gösteren modern Selefilik kullandıkları metot, söylem ve
eylemleri açısından çok daha uç
bir noktaya savrulmuştur.
Bu zümrelerin bu şekildeki ötekileştirici tutumlarının altında
inanç ve ideolojilerinin doğruluğu hususundaki kesin kanaatleri
yatmaktadır. Bu konudaki mutlak kabulleri bir taraftan tedhiş
eylemlerinin meşruiyeti noktasında vicdanlarında oluşabilecek
istifhamları ortadan kaldırırken;
diğer taraftan kendi aralarındaki
bölünmenin fitilini ateşlemektedir. Zira değişen şartlara göre
dinî metinler sürekli yorumla-
nırken zorlanılan yerde ortaya
atılan farklı görüşler, geleneği
temsil eden anlayışlarla yeninin
peşinden gitmek isteyen akımlar arasında cepheleşmeye sebep
olmakta ve tartışma kısa bir süre
içerisinde bidat, küfür ve şirk
kavramları etrafında alevlenmektedir. Bundan dolayı birbirinden
farklı hatta hasım olan birçok
farklı Selefi akımla karşılaşmak
mümkündür.
Yukarıda zikrettiğimiz iman kabullerinin büyük kısmı aslında
Müslüman kitlenin çoğunluğunu ifade etmesi sebebiyle sevâd-ı
âzam olarak isimlendirilen Sünni
camianın da ortak kabullerini ifade eder. Ne var ki arada şöyle büyük bir fark söz konusudur. Ehlisünnet anlayışı mümin olduğunu
ikrar eden kişinin herhangi bir
fiil ve sözünden ötürü tekfir edilmesi konusunda son derece ihtiyatlı bir çekimserlik sergilerken;
bu yeni Selefi söylem ise aceleci
bir peşin hükümlülük gösterir.
Gazali’nin ifadeleriyle söyleyecek
olursak “kişinin imanı konusunda yanılmak, küfrü konusunda
yanılmaktan evladır” şeklindeki
temel strateji bu yeni hareketlerin
ötekileştirici tavrıyla ehlisünnetin
kapsayıcı tavrı arasındaki farkı
göstermesi bakımından kayda
değerdir. Bu yönüyle bu hareketler her ne kadar kendilerine
bu ismi yakıştırmasalar da yeni
Selefilikten daha ziyade neoharici
yani yeni Haricilik olarak isimlendirilmeyi hak etmektedirler.
G Ü N D E M
Orta Doğu’da Çatışan Siyasi
Çıkarlar mı, Mezhep mi?
Prof. Dr. Birol AKGÜN
Yıldırım Beyazıt Üniversitesi SBF
BUGÜNLERDE hangi haber kanalını veya gazeteyi açsanız mutlaka İslam dünyası ile ilgili iç karartan çatışma ve ölüm haberlerini
görüyorsunuz. Cuma namazı için
camiye toplanan cemaate karşı
girişilen intihar saldırıları, farklı
İslami gruplar için kutsal sayılan
dinî mekânlara yönelik bomba-
lamalar, muhalif gruplara karşı
kimyasal silah kullanılarak yapılan kitlesel kıyımlar ne yazık ki
bizim de parçası bulunduğumuz
Orta Doğu coğrafyasındaki Müslüman ülkelerde vuku buluyor.
Pek çok Batılı ülke aydını bizim
bölgemizdeki son çatışmaları dinî
ve mezhepsel motivasyonlarla a-
MAYIS 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
15
G Ü N D E M
isimleri farklı ama siyasi davranış
kodları aynı olan ve sözde dine
hizmet ettiklerine inanan terör
grupları üzerinden İslam ve Müslümanlar kendi aralarında çatışmaya itiliyor.
çıklama eğilimindeler. Hristiyan
dünyasında Katolikler ve Protestanlar arasında 17. yüzyılda yaşanan kanlı çatışmalara istinaden
Müslüman Ortadoğu’nun kendi
içinde iki ana akım olan Sünniler ve Şiiler arasında “Otuz yıl
savaşlarının” başladığından söz
ediyorlar. Uzun mezhep savaşları
sonrasında imzalanan Westphalia
antlaşmasıyla Avrupa’da egemen
devletlerin ve laikliğin doğması
gibi, Ortadoğu’da da ancak uzun
din savaşlarından sonra Müslüman modernleşmesinin önünün
açılacağı beklentisi vurgulanıyor.
Bu tür değerlendirmelerin ne kadar gerçeği yansıttığı, ne kadar
kendi temennileri olduğu ise ayrı
bir tartışma konusudur.
Ancak ortada inkârı mümkün
olmayan bir gerçek var ki, İslam
dünyasının en kritik merkezleri
bugünlerde isyanlar, iç çatışmalar ve dış müdahaleler ile yangın
16 DİYANET AYLIK DERGİ MAYIS 2015
alanına dönmüş durumda. Suriye’deki kriz beşinci yılına girdi.
Sayısını bile bilemediğimiz sayıda
insan hayatını kaybetti; milyonlarcası ülkesini terk etmek zorunda kaldı. Afganistan ve Irak halkı
2002’den bu yana çatışmalardan
kurtulabilmiş değil. Libya ve Yemen Suriyelileşme yolunda hızla
ilerliyor. Arap Baharının örnek
ülkesi sayılan Tunus’taki demokratik başarı ise kanlı terör saldırıları ile gölgelenmek isteniyor.
Barış ve huzur dini olan İslam’ın
yaşandığı coğrafyada huzur ve
istikrar kalmadı. Huntington’un
1990’lı yıllarda dile getirdiği
“İslam’ın kanlı sınırları” tezi âdeta
adım adım hayata geçiriliyor. İslam dünyası içeriden çökertiliyor.
Medeniyetler çatışması tezi tutmadı; şimdi İslam medeniyetinin
kendi içindeki teolojik ve siyasi
fay hatları harekete geçiriliyor.
IŞİD’den Boko Haram’a kadar
Son olarak Yemen’deki İran destekli Husiler’in Aden’e doğru ilerleyişi, Suudi Arabistan liderliğinde Arap Birliği ülkelerince oluşturulan koalisyonun bu ülkeye
müdahalesine yol açtı. Arap dünyasında medya ve dinî liderler Şii
İran’ın, Irak ve Suriye’nin ardından Yemen’i de siyasi hâkimiyeti
altına almasının mutlaka durdurulması gerektiği propagandasını
yapıyorlar. Sünni Arap dünyası
İran yayılmacılığına karşı işbirliği ve dayanışmaya çağrılıyor. Bu
amaçla Arap ülkeleri arasında
ortak bir ordu kurulması kararlaştırılmış durumda. İran ise Batıyla vardığı nükleer antlaşmanın
sağladığı rahatlıkla Kerbela ve
Necef’in (Irak) Şiilerin başkenti olduğunu ilan ederek Sünni
Arap dünyasının korkularını
haklı çıkarıyor. Peki, gerçekten
Ortadoğu’da olup bitenler bir
mezhep çatışması mı, yoksa siyasi çatışmalar, mezhebî argümanlar üzerinden meşrulaştırılmaya
mı çalışılıyor?
Mezhepsel söylemler siyasi
çatışmaları örtüyor
Öncelikle şunu belirtmek gerekir
ki, İslam dünyasındaki çatışmalar
Batılıların anladıkları anlamda
dinî/mezhebî eksenli çatışmalar
değildir. Çatışmaların temelinde
bir yandan devletler arasında bölgenin geleceğine ilişkin bir güç
ve hegemonya mücadelesi, diğer
G Ü N D E M
yandan ise Arap coğrafyasındaki
otoriter rejimlere karşı halkların
özgürlük, demokrasi, onur ve adalet arayışları yatmaktadır. Dinî,
mezhebî veya etnik argümanlar,
ister devlet temelinde olsun isterse ulus altı grupların iktidar mücadelesinde olsun çoğu zaman
kitleleri kendi amaçları doğrultusunda mobilize etmede siyasi bir
enstrüman olarak kullanılmaktadır. Gerçekte çatışan mezhepler
değil, çıkarlardır. Zira siyasi çatışma ve savaş ortamlarında uzun
mücadeleleri sürdürebilmek için
“biz” ve “öteki” ayrımını derinleştirmek gerekmektedir. Bu
amaçla taraflar sık sık din temelli
şeytanlaştırma (demonize etme,
tekfir) yolunu kullanmaktadırlar. Orta Doğu’da özellikle Arap
baharı denilen süreçte, var olan
devletler çökerek başarısız devletlere dönüşmüş; bu da güvenlik
ve beka arayışına giren bireyleri
ulus altı dinî/mezhepsel gruplara
sığınmaya itmiştir. Gerçekten de
İslam tarihinde Batı’da yaşandığı
türden salt mezhep farklılığından
kaynaklanan dinî çatışmalar olmadığı gibi, bugünkü çatışmaları
da uzun süredir biriken mezhepsel kin ve nefretin dışa vuruşu
olarak görmek yanlıştır.
Ancak şu da bir gerçektir ki, soğuk savaş yıllarından bu yana
Orta Doğu halklarının Müslüman
kimliği küresel siyasi mücadelede
özellikle Batı Bloku tarafından bilinçli şekilde kullanılmıştır. Sovyet yayılmacılığına karşı dirençli
bir “yeşil kuşak” ekseni yaratma
projesi; Afganistan’ı Sovyetlere
mezar yapmak için desteklenen
Mücahitlere ve Üsame bin Ladin
İslam dünyasındaki
çatışmalar Batılıların
anladıkları anlamda dinî/
mezhebî eksenli çatışmalar
değildir. Çatışmaların
temelinde bir yandan
devletler arasında bölgenin
geleceğine ilişkin bir güç
ve hegemonya mücadelesi,
diğer yandan ise Arap
coğrafyasındaki otoriter
rejimlere karşı halkların
özgürlük, demokrasi,
onur ve adalet arayışları
yatmaktadır.
gibi yabancı savaşçılara askerî
destek verilmesi; İran devrimi
sonrasında Arap dünyasındaki
otoriter laik rejimler veya Sünni
kökenli İslami monarşilerle siyasi
ittifaklar yapılarak halkların özgürlük taleplerinin gerektiğinde
acımasızca bastırılması bu meyanda değerlendirilebilir. En son
Arap baharı sürecinde Mısır’da
demokratik yolla seçilen devlet
başkanının askerî darbeyle görevinden alınması da aynı çarpık
yaklaşımın bir sonucudur. Tam
da bu nedenlerle Orta Doğu’da
sistemden dışlanan kalabalıklar
için otoriter rejimlere muhalefet
etmek için radikal dinî gruplara
sığınmak tek seçenek gözükmektedir. Bugün Afganistan’dan Kuzey Afrika’ya uzanan coğrafyada
faaliyet gösteren el-Kaide; Irak
ve Suriye’de kendisine toplumsal
destek bulan IŞİD; Somali’deki
Eş-Şebâb ve Nijerya’daki Boko
Haram gibi örgütler görüntüde
dinî (Selefizm) temelli yapılanmalar olsa da, aslında içinde yer
aldıkları toplumlarda siyasi mu-
halefeti temsil eden yapılanmalardır. Eurosentrik bir perspektifle örneğin İran’ın desteklediği
Irak’taki Şii milisler ile Yemen’deki Husiler’in eylemlerini salt
mezhepsel temelde açıklamak
ve bu grupları ortaya çıkaran ve
besleyen sosyoekonomik ve siyasi çevreyi göz ardı etmek son
derece eksik bir analizdir. Benzer
şekilde IŞİD gibi grupları doğuran sosyolojik altyapıyı göz ardı
ederek sekteryan bir temele dayandırmak da yanlıştır.
Doğru olan şey şudur: Bugünkü
Orta Doğu büyük bir tarihsel kırılma anı yaşamakta ve köklü bir
siyasi/sosyolojik dönüşüm sürecinden geçmektedir. Müslüman
toplumlar için mağduriyetlerini
ve taleplerini ifade edebilecekleri
meşru siyasi kanalların tıkandığı bir ortamda, kendilerini etnik
veya mezhepsel temelde şekillenen gruplar vasıtasıyla ifade
etmektedirler. Siyasi hayat ister
barışçıl yollarla isterse silahlı mücadeleyle olsun bu grup dinamikleri üzerinden şekillendiği için de
görüntüde bir mezhep çatışması
varmış algısı oluşmaktadır. Oysa
temelde çatışma ve mücadelenin
özü siyaseten iktidara kimin hükmedeceği meselesidir. Bununla
birlikte, şu da unutulmamalıdır
ki, siyasi temelli olarak başlayan bunalım dönemleri zamanla
çatışmaların gerçek mahiyetini unutturarak, bir araç olarak
kullanılan dinî/sosyal kimlikleri
çatışmanın temel ekseni hâline
dönüştürebilir. İslam dünyası
için gerçek tehlike de burada yatmaktadır.
MAYIS 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
17
G Ü N D E M
Tarihî Süreç İçerisinde
SELEFİ DİN SÖYLEMİ
Prof. Dr. Mehmet Zeki İŞCAN
Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
18 DİYANET AYLIK DERGİ MAYIS 2015
SELEFİLİK, amelî açıdan açıklanan bir tevhit ilkesi etrafında selefe dönüş, taklidi ret, dini bidatlerden arındırma anlayışına karşılık
gelmektedir. Selefilikte “yabancı
unsurlardan” dini temizleme ve
ilk İslam toplumunun ‘saf’lığına
dönme niyeti söz konusudur.
Selefilik, aklın kullanımını esas
alan ‘yeni yönelişler’ karşısında,
Kitap ve sünnete dönmek, rey ile
konuşmamak, sahabe ve tabiinin
yolunu takip etmek, felsefe ve kelamı bırakıp, ‘ilm’e yani geçmişte
(selef dönemi) atalar tarafından
tecrübe edilerek bilinene tabi olmaktır. (İbn Teymiye, Mecmûu Fetevâ,
Dâru Âlemi’l-Kütüb.)
Selefi yöneliş, yaratanın elinden
çıkmış olarak hayatın “geçmişte”,
“Allah ve Rasulü’nün övdüğü” ilk
nesiller eliyle tamamlanmış olduğunu varsaymaktadır. Bu zihniyette ‘şimdi’ ve ‘gelecek’, “geçmiş”
zaman içinde anlam kazanmaktadır. İnsan, fert ve toplum için
amelin tek hüküm standardı,
geçmişte ortaya konmuş ‘âsar’dır;
din ‘âsar’dır.
G Ü N D E M
İlk öncüler: Ehlihadis
İlk dönem fetih hareketleri sonucu fethedilen bölge insanlarının
ve kültürlerinin Arap İslam toplumuna entegrasyonu büyük bir
problem olarak görünür hâl almıştır. Birbirine hiç benzemeyen
yaşayış biçimlerinin temasından
doğan çözücü hatta harap edici tesirlere karşı gelebilmek için
çok kuvvetli sosyal bir disipline
ihtiyaç duyulmuştur. Selefi söylemin ilk defa böyle bir disiplin
hevesiyle başladığı söylenebilir.
Bu disiplinin araçlarını sağlamada ise Arapların, çöl hayatının
bir gereği olarak tarih içerisinde
oluşan sosyopsikolojik tavrı, ilk
ataların sünnetini takip etme devreye girmiştir.
Ömer bin Abdülaziz zamanında
(h. 99-101) selefe dönüş fikri dinsel
içerik kazanmış, “değişik yollar”
karşısında “müminlerin yolunu”
tespit etmek, dinî-siyasi bir faaliyet olarak ortaya çıkmıştır. (İbn
Abdilberr, Camiu Beyani’l-İlm.)
Ahmet b. Hanbel’in kaydına göre
Ömer bin Abdülaziz’in valilerine
gönderdiği emrin sonucunda,
sünnete uyulmalı, yeni icatlar
terkedilmeli, Peygamberin ve
ilk neslin bıraktığı bakiye yeterli
olmalı (Ahmet b. Hanbel, Kitabu’z-Zühd.)
şeklindeki kanaatler siyasi ve
dinî güç kazanmıştır. İbn Sa’d’ın
kaydına göre de “mübtedi değil
müttebi olmak için ‘ihya-i sünne
ve itfai bida’ (sünneti diriltme, yeniliği ortadan kaldırma) hareketi
dinî-siyasi vücut bulmuştur. (İbn
Sa’d, et-Tabakâtu’l-Kübrâ.)
Selefi yöneliş,
yaratanın elinden
çıkmış olarak hayatın
“geçmişte”, “Allah
ve Rasulü’nün
övdüğü” ilk nesiller
eliyle tamamlanmış
olduğunu
varsaymaktadır.
Bu ilk dönemde Selefi din söyleminin temsilcilerinin, “geçmiş
sünnetleri iyi bilen” Ehlihadis
olduğu söylenebilir. Ehlihadis;
problemleri akıl, rey, görüş ve insani hüküm yolu ile çözüme kavuşturmak isteyenlerin (ehlirey)
karşısında, “seleflerin geçmişte
ortaya koydukları belli hayat sabiteleri” anlamına gelen ve yok
olmaya yüz tutmuş “ilmi” ayakta tutmaya çalışmış; bunu, din
ve dünyanın devamı için önemli
düstur kabul etmiştir. (Ebu Muhammed Abdullah b. Abdirrahman ed-Darimî,
Sünen-i Darimî.)
Ehlihadise göre yeni olan bir şey
görüldüğünde yapılacak iş, ilk
duruma sarılmaktır. (fealeyküm bi’lemri’l-evvel) Çünkü iş, ancak önceki
iştir. (ma’l-emru ille’l-emru’l-evvel) (Osman
b. Said ed-Darimî, Reddu’l-İmam ed-Darimî.)
İlk görünümü ile selefin yolunu
takip etme, ağır baskı altında
olan bir yerelliğin kendini sağlama alma çabası olarak görülebilir.
Eskilerin izini takip etme, dış teh-
dit altında gerçekleşen kabilevi
bir dayanışma ideolojisidir.
Emeviler gerçekte bir aşiret devleti görünümünde idi. Abbasiler
ise Arapların, genel Müslüman
nüfus ile karışmalarının bir sonucu olarak (Fernand Braudel, Uygarlıkların
Grameri.) ‘evrensel imparatorluk’
olma gereğini duymuşlardır. İbn
Haldun’un tespitiyle Abbasiler
döneminde göçebe hayattan yerleşik hayata geçişin sancıları söz
konusu olmuş, yaşama alanları
genişlemiştir. (İbn Haldun, Mukaddime.)
Ayrıca bu zamanda, İslam’ın kendi kültür çevresine katmış olduğu çeşitli halk zümreleri, girmiş
oldukları bu yeni ve değişik kültür çevresinde orijinal ve enerjik
çalışmalar yaparak nevi şahsına
münhasır eserler vermeye başlamışlardır. Bu suretle o devreye
has rönesans denebilecek bir hareketlilik yaşanmıştır. (Philip K., Siyasi ve Kültürel İslam Tarihi.)
Yine bu dönemde içtihat, teoloji
ve felsefe çabaları kendini göstermiştir. Bu tutum sayesinde
Yunan ilmi ve felsefesi, Arapçaya
tercüme edilmiştir. (Carl Brockelmann, İslam Ulusları ve Devletleri Tarihi.)
Hikmet ve felsefe ilimlerine öncelik verilmesi sonucunda, eskiden
belirlenmiş “hakikat” karşısında
beşerî değerlendirmeler kuvvetlenmiş, din nazariyesi üzerinde
tekrar durulmuştur. Başka dinler
ve kültürlerle yapılan temas, teoloji ile iştigal edilmesini beraberinde getirmiştir.
Selefi din söyleminin ikinci evresi, sosyal hayatta ve din nazariye-
MAYIS 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
19
G Ü N D E M
sinde meydana gelen bu gelişimlerin bir sonucu olarak başlamıştır. Din nazariyesinde meydana
gelen gelişmeler, dinin doktriner
özelliklerinden ayrılma itirazına
neden olmuştur. (Joachim Wach, Din
Sosyolojisi.) Bu yüzden dini, sonradan yapılan ‘ilave ve tahriflerden’
temizleme, onu saf ve asli şekline
irca etme gayesi ortaya çıkmıştır.
Felsefe ve kelam çabaları, “yeni
bir din için eski dini bırakmak’
olarak nitelendirilmiştir. Bu zihniyete göre bir hükme varmak
için meseleler, Kur’an ve sünnete
havale edilmelidir. Bunlar geç-
20 DİYANET AYLIK DERGİ MAYIS 2015
mişte tamamlanmıştır. (Mehmet Zeki
İşcan, Selefilik.)
Bu evrede de ehlihadis, yeni gelişmeleri, aidiyet ve tanımlama
düzeyinde bir buharlaşma olarak
görmüştür. Burada Selefi zihniyet
kendini belli bir kimliği koruma
çabası olarak göstermiştir. Bu evrede Selefi söylemin en önemli
temsilcisinin Ahmet b. Hanbel (v.
h. 241) olduğu ifade edilebilir.
Ahmet b. Hanbel’den sonra selefe dönüş fikri Berbehari (v. 329/941)
tarafından aktivist ve silahlı
ayaklanma yöntemi ile savunul-
Tarih içinde selefe dönüş,
İbn Teymiye ile birlikte
tepkisel ve retorik söylem
hâlinde sentetik bir
mezhebe de dönüşmüştür.
İbn Teymiye’de selefe
dönmek suretiyle dini ihya
etme, ‘grubu’, ‘düşmanla’
ilgili olabilecek adlardan
arındırmaya yönelik bir
çaba olarak algılanmıştır.
G Ü N D E M
Emevi Camii / Halep
olarak algılanmıştır.
Selefiyye kavramını ilk kullanan kişi olarak görünen İbn
Teymiye’de bu kavram, oluşmuş bir yapıdan, bir hareketten
ziyade ‘dışarıdan’ İslam düşüncesine karışan yabancı unsurlardan dini temizleme ve ilk İslam
toplumunun ‘saflığına’ dönme
niyetine tekabül etmektedir. İbn
Teymiye’de nebevi ve selefi yol,
Allah hakkında rey ile konuşmamak, sahabe ve tabiinin yolunu
takip etmek, felsefe ve kelamı bırakıp ‘ilme’ tabi olmaktır. (İbn Teymiye, Mecmûu Fetevâ.)
İbn Teymiye, selefi din anlayışını tevhide dayandırmaktadır. İbn
Teymiye’ye göre İslam dini tevhitten ibarettir ve tevhit sadece
Allah’ın varlığına ve kâinatı yarattığına inanmak değildir. Tevhit
aynı zamanda ibadeti O’na hasretmek ve ulûhiyete has şeylerde
O’na hiç kimseyi ortak koşmamaktır. (Rızaaddein b. Fahreddin, Şeyhülismuştur. Bu dönemde Selefi söylem, belli bir yerelliğin yaşama
imkânları ile özdeşleştirildiği için
katı bir nefret ve şiddet söylemi
hâline de gelmiştir. (Muhyettin İğde,
Siyasi-İtikadi Bir Mezhep Olarak Hanbeliliğin
Teşekkül Süreci.)
Ehlihadiste insanı hüküm verebilecek bir ölçüt olarak kabul
etmeye yanaşmayan belirlenmiş
bir inkâr mevcuttur. Bidatin,
muhdes olanın, reyin, görüşün,
kelamın, felsefenin reddedilmesi,
aslında değiştirme, yorum, yargılama, değerlendirme, düzeltme
çeşidinden her türlü insani eyle-
min inkâr edilmesinin sonucudur. Burada hedef, âdeta ‘tarihi
sona erdirerek’ cemaatin normatif özelliğini koruyup daimiliğini
ve denetimini sağlamaktır.
Sentetik bir mezhep olarak
Selefilik: İbn Teymiye örneği
Tarih içinde selefe dönüş, İbn
Teymiye ile birlikte tepkisel ve
retorik söylem hâlinde sentetik
bir mezhebe de dönüşmüştür.
İbn Teymiye’de selefe dönmek
suretiyle dini ihya etme, ‘grubu’,
‘düşmanla’ ilgili olabilecek adlardan arındırmaya yönelik bir çaba
lam İbn Teymiye ve Mücadelesi.)
“Uluhiyete has şeyler”in alanı
İbn Teymiye’de oldukça geniştir.
Örneğin kelam ilmi ile uğraşmak
bir tür Allah’ın alanına müdahale
sayılabilir. Ya da insanın rey ve
görüş bildirmesi, aklı esas alarak
konuşması da ilahlaşma olarak
görülebilir.
Nitekim İbn Teymiye’ye göre tevhit, dinde sadece Kitap ve sünnete bağlılığı da beraberinde getirmelidir. Çünkü insanların görüş
ve reylerine göre hareket etmek
şirk kapsamındadır. (İbn Teymiye,
Minhacu’s-Sünne.)
MAYIS 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
21
G Ü N D E M
Ameli tevhit ekolü:
Muhammed bin Abdülvehhab
ve Vehhabilik
davet eden kişiler oldukları hâlde
Benî Hanife ile savaşmıştır. (Mu-
18. yüzyılın buhranlı kültürel ve
siyasi ortamında ilhamını Hanbeli ekolünden alan Muhammed
b. Abdülvehhab (1703-1787)’ın
hareketi, Selefiye’nin en önemli
tarihî arka planını oluşturmaktadır. Takipçilerinin ileri sürdüklerine göre bu hareketin hedefi,
İslam’ın başlangıcındaki saflığına
ve katışıksızlığına döndürülmesi
ve dindeki bidatlerle savaşmaktır. (Hamit İnayet, Arap Siyasi Düşüncesinin
Muhammed b. Abdülvehhab’ın
dinde ıslah fikri, daha çoğulcu
bir din anlayışını temsil eden
Osmanlı hilafet düzenine karşı
isyan hareketlerinin dinî temelini
oluşturmuştur. Onun bidat, şirk
ve gerçek tevhit üzerinde duruşu,
dini aslına irca üzerinde yoğunlaşması, selef dönemine dönüş
çağrısı, siyasal açıdan şu manaya gelmekteydi: Osmanlı hilafeti
gerçek dini temsil etmemektedir. Bu yüzden Osmanlıya karşı
ayaklanmak vaciptir. Vehhabilik
Osmanlı yönetimine karşı ayrılıkçı bir mücadeleye kaynaklık
etmiştir.
Seyri.)
Abdülvehhab’a göre İslamiyet
başkalarının söylediklerini taklitten ibaret değildir. İslam, her
şeyden önce Allah’tan başka bütün ilahların reddedilmesidir.
Gerçek tevhit, Allah’ın emirleri
ve Peygamber’in sünneti dışında emir ve yasak tanımayarak
Peygamber devrinde olmayan
her şeyi, bidat ve tevessülü terk
ederek Allah’ı birlemek manasına
gelen tevhid-i amelidir. (Ethem Ruhi
Fığlalı, Çağımızda İtikadi İslam Mezhepleri.)
Bunu temsil eden selef dönemidir. (Hüseyin Gazi Yurdaydın, İslam Tarihi
hammed b. Abdilvehhab, Keşfu’ş-Şubuhat.)
Yusuf Akçura Vehhabilerin daha
on dokuzuncu yüzyılın başlarında Arabistan’ı Osmanlı idaresi
altından çıkararak, müstakil bir
Arap devleti tesis etme gayesini
hedeflediklerini söylemektedir.
Ona göre Vehhabi hareketi millî
bir Arap hareketidir. (Yusuf Akçura,
Osmanlı Devleti’nin Dağılma Devri.)
Dersleri.)
İslami yenilik hareketi ve
Selefilik
Muhammed b. Abdülvehhab’a
göre iman ile küfrü ayırt eden
tevhit, tevhid-i amelidir. (Fığlalı,
Çağımızda İtikadi İslam Mezhepleri.) Bu sebeple tevhidi sadece bir ‘itikat’ olarak görmek, onu inanç boyutuna indirgemek şirktir. Bu tür bir
anlayışta olanlarla savaşılır. Bunların kanları ve malları helaldir.
Nitekim sahabe ‘Lailahe illallah’
dedikleri ve namaz kılan İslam’a
İbn Teymiye’nin ve Muhammed
b. Abdülvehhab’ın ‘İslam’ı aslına irca’, ‘selef dönemine dönüş’,
‘taklidi ret’, ‘bidatleri yok etme’
prensipleri, on dokuzuncu yüzyılın sonlarında Cemaleddin Afgani, Muhammed Abduh gibi
“modernist İslamcıları” da etkilemiştir. Çünkü bu ilkeler, sahih
bir İslam anlayışına götüren temel referanslar olarak görülmüş-
22 DİYANET AYLIK DERGİ MAYIS 2015
tür. Örneğin Abduh’a göre eğer
sahabe dönemi din anlayışına
dönülürse İslam, gerçek safvetine
kavuşacak, peygamber zamanındaki saflığını, komplekssizliğini,
basitliğini yeniden elde edecek,
böylece geleneksel İslam’ın modern dünyadaki açmazları ortadan kalkacaktır. Taklidi ret de,
düşüncede otoriteyi, dogmatizmi, skolastisizmi ortadan kaldıracaktır. Bidatlerin reddi ile de
İslam hurafelerden arındırılmış
olacaktır.
Selefi ilkelerden hareket etmekle
beraber Selefilikten çok farklı bir
sonuç elde ettiği ve İslami esaslara riayet etmekle beraber değişen
dünyayı anlamaya çalıştığı için
İslam modernizmini Selefi düşüncenin tarihi içerisinde değerlendirmek mümkün değildir.
İslamcılığa dönüşen Selefilik
İdeolojiler çağı diyebileceğimiz yirminci yüzyılda Selefilik,
İslam’ı, her şeyi kapsayan, toplumsal ve siyasal varoluşun bütün boyutlarını içeren kapalı, tekelci, tasarımcı ve kapsayıcı siyasi
bir kurgu; dini, devleti, insanları
ve yaşama biçimlerini belirlemek
isteyen, ideolojik bir yapı olarak
görmüştür. (Mehmet Zeki İşcan, Siyasal
İslam, Dinî ve Fikrî Temelleri.) Böylece
Selefilik İslamcılığa dönüşmüştür.
Selefilik, günümüzde çeşitli gelişmeler sonucunda birçok siyasal
tutumu barındıran bir yelpazeyi temsil eden özellikler kazanmıştır. Ilımlı kutupta, yeniden
İslamileşme hareketliliği içinde,
G Ü N D E M
sadece İslam’ın ve ibadetin saflaştırılması üzerinde ısrar eden
muhafazakârlar, onların peşinde, eylemlerinin eksenini davet
ve tebliğ üzerine kurup, egemen
kültür ve topluma katılıma karşı
çıkan ‘vaiz militanlar’ (Tebliğ Cemaati ve Hizbu’t-Tahrir), yelpazenin diğer
ucunda da batı dünyasına karşı
savaş vazeden cihatçılar vardır.
Günümüzde yeni fundamentalizm olarak isimlendirilebilecek Selefiliği tanımlayan iki
unsur vardır. Birincisi her şeyin
Kur’an’a, sünnete ve şeriata indirgenmesi ve mutlak bir lafzilikle
kaynakların ele alınmasıdır. Selefilikte insanın fiil ve davranışlarının bütünü din içinde değerlendirilir. (Olivier Roy, Küreselleşen
İslam.) İkincisi, Bid’a ya da yeniliğin, saf geleneğe ilave edilen
her şeyle ilgili olarak sapıklık gibi
görülmesidir. Selefiliğin geçmişten günümüze en önemli özelliği,
militan retçiliktir. (Olivier Roy, Küreselleşen İslam.)
Ehlihadis ekolünden başlayıp
günümüz Selefiliğine varıncaya
dek aklı kullanma konusundaki
yetersizlik, başarısızlık, yenilgi,
hâkimiyetin elden gitmesinden
kaynaklanan sosyal-siyasal kriz,
selefe, sahih dine, sahabeye, dinî
metne tutkulu bağlılığı din hâline
getirmiştir. Selefilik krizle bağlantılıdır. Ahmet b. Hanbel’de dini
aslına irca anlamında “selef mezhebi, “dışarıdan” gelen her türlü
unsuru reddetmek suretiyle kabile ve cemaatin yapısını muhafazayı, İbn Teymiye’de Moğallara
karşı mücadeleyi, Muhammed
b. Abdülvehhap’da Arapların
Osmanlıya karşı mücadelesinin
dinî temelini, Suud devletinde
şirke karşı mücadele ile kuruluş
teolojisini, Afganistan’da kabile
gelenekleriyle örülü bir yapının
dışarıya (Sovyet işgaline) karşı
cihat için bir araya gelebilmesini,
İslamcılıkta batılılaşma ile birlikte oluşan melez dinî anlayışları
karşılamaya, böylece heterojen
bir alanın kavram düzleminde
türdeşleşmesine matuftur.
Selefi yönelişleri anlamak, İslam
dünyasında yaşanan krizleri anlamaya bağlıdır. Selefilik başta
olmak üzere hemen tüm İslamcı
hareketler doğaları itibariyle siyasidir, ilahiyatla ilişkili değildir.
Şu kadar var ki İslam’a burada
‘meşrulaştırıcı’ bir rol biçilmiştir.
Selefilik, İslam kültürünün bir
sonucu değil, İslami kültür bunalımının bir sonucudur.
MAYIS 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
23
G Ü N D E M
MÜSLÜMANLAR bugün, 21.
asrın ilk çeyreğinde, teşbihte hata
olmasın, Batı’nın 16 ve 17. yüzyıllardaki korkunç din savaşlarını
andıran bir ‘fitne’ hâlini yaşıyorlar. Batı tarihine bir “kara leke”
olarak geçen din savaşları, Avrupa toplumlarının zihin yapısında
ve toplum hayatında derin yaralar açmıştı. Hristiyan tebaayı birbirine kanlı-bıçaklı hasım yapan
böyle felaket anlarının bir daha
yaşanmaması için, toplumsal huzuru tehdit ettiğine inanılan din,
toplumun kıyısına konuşlandırılmıştı. Aydınlanma sürecinde, ‘dinî olan’ ile ‘dinî olmayan’
(seküler) arasına kalın bir ayrım
çizgisi çekilirken; gerekçe, din ve
devlet ittifakının toplumsal huzuru bozabilecek potansiyel bir tehlike olduğu endişesiydi. Siyaset
ve sosyal hayatın etkin aktörlerinden biri olan Kilise’nin elinden
imtiyaz ve yetkilerinin önemli bir
kısmı alındı. Avrupa’nın din savaşları, hükümdarların ‘mutlak’
iktidarlarını tesis etmeleri, o güne
kadar “kesin ve eleştirilemez’ kabul edilen dinsel inanç ve dogmaların eleştiri oklarının hedefi
hâline gelmesi ile sonuçlanmıştır.
Diğer taraftan, bugün İslam dünyasında süregiden kavga ve kaosun sebebini, din kaynaklı farklı
anlayış ve yorumların hâkimiyet
mücadelesine bağlayanlar çoğunluktadır. Dikkatlice tahlil edildiğinde, kavgaların temelinde sosyal, ekonomik, jeopolitik, siyasi
ve etnik sebeplerin yattığı, menfaat paylaşımı, iktidar hırsı gibi
unsurların da körükleyici ko-
Tarihî Selefiliğin İzinde
Yolunu Şaşıranlar
NEOSELEFİLER
Prof. Dr. Adnan Bülent BALOĞLU
Başkanlık Müşaviri
24 DİYANET AYLIK DERGİ MAYIS 2015
numunda olduğu anlaşılacaktır.
Gerçekte, sebepleri ne olursa olsun, savaş ve kavgaların ağır faturasını ezici çoğunluğu oluşturan
sade Müslümanlar öderken, tabiatıyla bir “barış” dini olan İslam
da bütün bu olumsuzluklardan
nasibini alıyor. Neticede, şiddeti
ideolojik hedefleri için bir vasıta
kılan ve bunu dinî metinlerle de
meşrulaştıran sözde İslami gruplar yaptıkları eylemlerle, İslam’ı
ve Müslümanları karalamayı bir
kazanç sektörüne dönüştüren
uluslararası güç odaklarının değirmenine su taşıyorlar. Bir diğer
ifadeyle, Müslümanları Müslümanlara kırdırmanın ancak din
ve mezhep çatışmalarıyla mümkün olabileceğini keşfeden Batılı
stratejileri haklı çıkarmak için
âdeta yarış hâlindeler.
G Ü N D E M
Günümüz dinî ve siyasi literatürüne yeni/neoselefiler olarak
giren bu gruplara göre, toplumdaki her türlü kötülük, ahlaki
bozulma ve dinî gevşemenin bir
sebebi tasavvuf yoluyla giren hurafe ve bidatler, bir diğer sebebi
ise, Batı eliyle sokulan ‘modern’
devlet kurumları ve ‘seküler’
normlardır. Onlar nezdinde, tüm
bidat ve hurafeler, Batı kaynaklı
modern ve seküler yapılar, kanun
ve normlar haramdır; Kur’an hükümleri esastır; her Müslüman bu
esasları ifa etmekle yükümlüdür.
Bu kutsal çağrıya yani davaya
inanmayanlar, bu uğurda mücadele etmeyenler, Müslüman dahi
olsalar, kâfirdirler. ‘Halife’nin
başta olduğu, şer’i hukukun uygulandığı, tüm Müslümanların
‘Ümmet’ çatısı altında toplandığı
bir İslam devleti kuruluncaya kadar mücadele devam edecektir.
Hedefe ulaşmada silahlı mücadele (cihat) dinsel bir vecibedir.
‘İyiliği emir ve kötülüğü yasakla-
ma’ hükmü gereğince, Ehlisünnet
ve selef yolundan sapan, haram
ve helallere lakayt kalan Müslümanları uyarmak ve gerektiğinde
cezalandırmak da dinin mutlak
bir emridir. Dinsel metinlerin
yalnızca lafzi manaları, ilk anlamları geçerlidir; her türlü tevil (yorum) yasaktır. Selefiliği reddeden
kâfirdir; kâfir hakkındaki hüküm
onlara da tatbik olunur. Emperyalist ve Siyonist güçler bütün
kötülüklerin anası olup İslam’ın
ve Müslümanların düşmanlarıdır. Şiilik ile mücadele de esastır.
Selefi gruplar ‘Selefi’ kavramının uzanımında ittifak etseler de
yekpare değildirler, mesela Müslümanlara şiddet uygulanıp uygulanamayacağı, demokrasinin
bir araç olup olmadığı gibi ko-
Al-Askari Camii / Irak
Özellikle Orta Doğu, Kuzey ve
Orta Afrika İslam ülkeleri, kendilerini ‘Selefi’ olarak adlandıran,
İslam’ı yaşamak için Selefiliğin
tek ve hakiki yol olduğunu iddia
eden silahlı gruplarla, halkını ve
ülke kaynaklarını adil biçimde
yönetmekten âciz, despot, boğazına kadar yolsuzluğa batmış
hükümetlerin kavga arenasına
dönüşmüş durumdadır. Vaktiyle
İslam medeniyetine beşiklik yapan şehirler birer korku ve dehşet mekânlarına dönüşürken, bir
kısmı da hâlihazırda yerle bir olmuş durumda.
MAYIS 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
25
G Ü N D E M
İslam coğrafyasındaki
kırılgan siyasi yapıların
ürettiği yapısal sorunların
temeline inmeden,
neoselefilik olgusunu
anlamak imkânsızdır.
Mevcut huzursuzlukların
temelinde, bu kırılgan siyasi
yapıların, otokrat, âciz
yönetimlerinin ve yanlış
politikalarının bulunduğu
gerçeğini asla göz ardı
edemeyiz.
nularda aralarında ihtilaf vardır.
Bununla birlikte, bir İslam devleti kurulup hilafet ve şeriat tesis
oluncaya, Batılı emperyalist güçler ve onların modern, seküler
yapıları, eğitim kurumları İslam
topraklarından sökülüp atılıncaya kadar silahlı cihadın farz oluşu
hakkında müttefiktirler.
Bu gruplar, mevcut görüntü, anlayış, tutum ve mücadele metotlarıyla tarihi Selefiliği farklı bir
mecraya sokmuşlardır. Kendilerini Selefiliğin gerçek vârisi kabul
eden bu grupların Selefilik anlayışlarını, içinde bulundukları sosyosiyasi ve ekonomik iklimden,
etnik, dilsel, kabilesel ve dinsel
şartlardan ayrı değerlendirmek
imkânsızdır. Ülkelerinin geri
kalmışlığı, işsizlik, eğitimsizlik,
fakirlik, yönetimsel zafiyet ve yolsuzluk, ülke kaynaklarının israfı
ve yabancılara peşkeş çekilmesi,
gelir dağılımındaki adaletsizlik,
idarenin ve polisin despot ve
keyfi muamelesi, aynı coğrafyada
26 DİYANET AYLIK DERGİ MAYIS 2015
birlikte yaşadıkları gayrimüslimlerle olan ilişkileri (Nijerya gibi),
ülkenin yabancı güçler tarafından
işgal altında olması (Afganistan,
Irak gibi) vb. durumlar, sağlıklı
bir değerlendirme için mutlaka
dikkate alınmalıdır. Esasen bu
gruplar, kendi ülkelerinin geri
kalmışlık, fakirlik ve pespayelik
kaderine isyan için, dış güçlerce
sömürülmeye “yeter” demek için
yola çıkmış gruplardır. Din onlar
için bir “son sığınak”, bir “son
umut”, bir “muhkem liman”, bir
“kutsal şemsiye”dir. Onlar nezdinde İslam, kitleleri harekete geçirebilecek, organize edebilecek
tek motor güç, kapsamlı siyasal
muhalefeti meşrulaştırabilecek
en kuvvetli araçtır. Bu gücün harekete geçmesinde, belki de bir
milat olarak kabul edilebilecek
tarih, Rusların Afganistan’ı 27
Aralık 1979’da işgal etmesidir.
10 yıl sonra Ruslar ‘mağlup’ vaziyette geri çekildiklerinde, farklı
İslam ülkelerinden Müslüman
Afgan halkının yardımına koşan
binlerce Müslüman gençten sağ
kalanlar ‘muzaffer’ edasıyla ülkelerine dönmüşler ve mücadele
kıvılcımlarını kendi ülkelerinde
çakmaya başlamışlardır.
Bu gruplar kendi şecerelerini,
Selefiye’nin ilk mümessili olarak
kabul ettikleri Hz. Peygamber
(s.a.s.) ile başlatırlar. İlk dört halifenin de içinde bulunduğu sahabe, tabiin ve tebei tabiin nesli,
onlara göre İslam’ı en iyi anlayan,
yorumlayan ve yaşayan ‘altın’ nesil idi. Hadis ekolünün kurucusu
Ahmet b. Hanbel’i Selefiye’nin temellerine harcı ilk koyan kişi olarak kabul ederler. Onlara göre,
Selefilik sonraki tarihi süreçte İbn
Teymiye ile yeniden dirilmiş, ardından talebeleri İbnü’l-Kayyim
el-Cevziyye, İbn Kesir ve müteakip asırda yaşayan İbn Hacer elAskalani’nin ellerinde sistemleşmiştir. Daha sonra, Muhammed
eş-Şevkani, es-San’ani, Afgani,
Abduh ve Reşit Rıza gibi önem-
G Ü N D E M
li simaların eser ve görüşlerinde
ideolojik rengini almaya başlamıştır. Ardından yirminci asırda
Mısırlı Hasan el-Benna, Seyyid
Kutup ve Pakistanlı Mevdudi’nin
fikirlerinden ilham almıştır. Selefilik bağlamında tartışmasız bir öneme sahip olan kişi ise Muhammed b. Abdülvehhap’tır. Onunla
birlikte Selefilik, Vehhabi ideolojinin hayat kaynağı olurken keskin, aşırı ve tavizsiz bir karakterini de bulmuştur. Onun bu çizgiyi
devam ettiren el-Elbani, İbn Bâz
ve İbnü’l-Useymin gibi sıkı takipçileri de mutlaka zikredilmelidir.
Selefilik bugün yeni bir görünüm
ve metotla ezilen ve sömürülen
Müslüman halkların âdeta bir
kurtuluş ideolojisine döndürülmüşse son iki asırdaki temsilcilerinin bundaki payı büyüktür.
Bu şahsiyetlerin eserleri, eylemci
kişilikleri, keskin fikir ve yorumları Selefiye’nin siyasi-ideolojik
zemininin beslenmesinde önemli
rol oynamıştır.
Bugün Selefi gruplar, Suudi Arabistan, Mısır, Ürdün, Suriye,
Irak, Yemen, Pakistan gibi ülkelerde ikamet eden ve ideologâlim konumundaki şahsiyetlerin
özellikle internet ve sosyal medya üzerinden servis edilen görüş
ve eserlerinden beslenmektedir.
Bu şahıslar, söz konusu grupların ideolojik dokusunu örmekte,
görüş ve fetvalarıyla önlerini açmakta, stratejilerini tayin etmekte
ve silahlı mücadelelerinde onlara
moral ve cesaret aşılamaktadırlar.
Onların eserleri camilerde ücretsiz dağıtılmakta, hutbe ve vaazlarda geniş bir biçimde cemaate
aktarılmaktadır.
İslam coğrafyasındaki kırılgan
siyasi yapıların ürettiği yapısal
sorunların temeline inmeden,
neoselefilik olgusunu anlamak
imkânsızdır. Mevcut huzursuzlukların temelinde, bu kırılgan siyasi yapıların, otokrat, âciz yönetimlerinin ve yanlış politikalarının bulunduğu gerçeğini asla göz
ardı edemeyiz. Neoselefi grupları
salt dinî oluşumlar olarak görmek yanıltıcı olur; bir yönüyle
bu gruplar kendi köklerini mazide arayan tepkisel hareketlerdir.
Dinmek bilmez öfke ve tepkileri
ise, içinde yaşadıkları ülkelerin
siyaseten, iktisaden ve ahlaken
çökmesinin sorumluları olarak
gördükleri ulusal/yerel ve küresel
aktörlere yöneliktir. Bu bakımdan tek bir Selefilik yoktur, ülkelerin kendine özgü dokularından
neşet eden Selefilikler vardır.
Mevcut radikal Selefilik, tarihteki
Selefiliğin genleriyle oynanmış,
başkalaşıma uğramış hâlidir.
Ufku dardır, gelecek vizyonu
yoktur, beslendiği kaynakların
pek çoğu siyasi-ideolojik saiklerle yazılmıştır. Felsefi, kelami,
tasavvufi derinlikten yoksun, sığ,
şekilci bir zihniyetin ürünüdür.
Bu sebeple estetik, sanat, mimari,
tarih gibi kaygıları da yoktur. Hurafe, bidat ve şirk nevinden şeyler
kabul edip, tarihî eserleri, türbeleri, mezarlıkları, müzeleri tahrip
etmenin aynı zamanda köklü bir
medeniyetin tahribi anlamını taşıdığını özellikle vurgulamalıyız.
Selefilik ve günümüzdeki moda
adıyla yeni/neoselefilik, “şimdi”
de geçmişi canlandırabilme idealini, “kötü zamanlar”da bile en
iyiyi ikame edebilme inancını
temsil eder. İslam’ın ilk üç neslinin gelmiş geçmiş en iyi nesil
olduğuna olan kesin inancıyla
Selefilik, bir mezhep olmanın
çok ötesinde teolojik, ideolojik
ve siyasi uzanımlarıyla birlikte,
“altın nesil”de zirvesini bulan bir
ideal hayat tarzına atıfta bulunur.
Günümüz Selefiliği, sahip olduğu dünya görüşünün kaynağını
iki temel kaynaktan, yani Kur’an
ve sünnetten aldığını ve evrensel olduğunu iddia etse de, dinî
hayatta bir daralmayı, katılığı ve
statikliği ifade eder.
Diğer taraftan, Selefilik iddiaları
ne kadar güçlü olursa olsun, günümüz Selefi gruplarının önemli
bir kısmı ve özellikle de silahlarını kendi dindaşlarına da çevirmekten imtina etmeyen gruplar,
açık ve net bir biçimde, Ahmet b.
Hanbel’in tohumlarını attığı Selefi
anlayışın izinde yollarını kaybetmişlerdir. Tarihî Selefilik; bir din
anlayışı, hayat felsefesi ve dünya
görüşü olarak köklü bir geleneği
ve zengin bir kültür mirasını temsil ederken, isim benzerliğinden
başka ortak bir noktası bulunmayan bugünkü Selefilik ise din adına sevgi, barış, kardeşlik tohumları ekecek yerde, acımasız şiddet
ve hiddetiyle nefret ve düşmanlık
tohumları ekmektedir. Yaptıkları
zulüm ve katliamlar için vicdanı
ürpermeyenlerin, dünya Müslümanlarına bir gelecek ve umut
projesi sunacaklarını beklemek,
insani ve İslami bir medeniyeti
dirilteceklerini ummak, çöl serabını su zannedip avuçlamakla
eşdeğerdir.
MAYIS 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
27
SÖYLEŞİ
Doç. Dr. Ramazan YILDIRIM:
“Arap devrimlerinden sonra bu coğrafyada var olan tüm ideolojik ve
siyasi guruplar geleneksel ezberler yerine yeni bir söylemle kendilerini
ifade etmek zorunda kalmışlardır.”
Söyleşi: Dr. Lamia LEVENT
Diyanet İşleri Uzmanı
İslam dünyasında ortaya çıkan
yeni hareketleri anlamak için
öncelikle Orta Doğu’da yaşanan
toplumsal dalgalanmalara bakmak gerekir. Bunlardan biri de
Arap baharı diye isimlendirilen
değişim hareketidir. Sizce İslam
dünyasında başlayan bu değişim
ve dönüşüm hareketlerinin sebepleri nelerdir?
Arap dünyası 2011 yılından itibaren sahici bir toplumsal hareketlilik yaşamıştır. Kimileri bunu bahar olarak isimlendirdi ancak işin
sahibi olan halklar, bu durumu
bir devrim olarak isimlendirdi. İsmi her ne olursa olsun bu süreç
köklü bir toplumsal değişim talebinin dile getirilmesini temsil etmektedir. Tunus’ta başlayıp kısa bir süre içerisinde Mısır, Libya,
Suriye, Yemen, Bahreyn ve Ürdün
gibi ülkelere sıçrayan bu değişimdönüşüm talebi, onlarca yıldır birikmiş bir öfke patlamasıdır. Hem
rejimlerin hem de onlara muhale-
28 DİYANET AYLIK DERGİ MAYIS 2015
SÖYLEŞİ
fet eden geleneksel tüm aktörlerin tahmin edemediği bu hareketin öncüleri gençlerdi. Farklı ideolojik ve siyasi eğilimleri olan tüm
kesimleri kuşatan değişim hareketlerinde dile getirilen taleplerden hareketle sebepleri anlamak
mümkündür. Tüm gösterilerde
göze çarpan özgürlük, adalet, onur ve ekmek sloganları değişimdönüşüm hareketlerinin gerçek
sebeplerinin birer ifadesidir. Her
türlü baskıya karşı özgürlük, her
türlü haksızlığa karşı adalet, her
türlü itibarsızlaştırma ve yok saymaya karşı onur ve her türlü yoksulluğa ve sefalete karşı makul bir
yaşam düzeyi yani iş ve ekmek.
Barındırdığı zenginliklere rağmen
fakirleşen, en önemli ilkeleri adalet ve özgürlük olan bir dine mensup olmasına rağmen haksızlıklara, baskılara, dışlanmışlıklara maruz kalmış bu dünyanın halkları
kendilerini idare edenlerden özgürlüklerini istiyor, adil, şeffaf, onurlu ve yaşanılabilir bir gelecek
inşa etmenin gereğine inanıyor.
Arap Baharı sonrasında Orta
Doğu coğrafyasında ortaya çıkan
yeni durumu İslami hareketler
açısından değerlendirdiğimizde
nasıl bir tablo ile karşı karşıyayız?
Başta Orta Doğu ve Kuzey Afrika
olmak üzere İslam dünyasında ortaya çıkan İslami hareketler, mezhep ve tarikat gibi geleneksel yapılardan farklı bir olgu olarak ortaya çıkmışlardır. İslami hareketler,
birinci dünya savaşından sonra
farklı bir evreye giren ve ulus devlet süreciyle yüz yüze kalan Müslümanların kendi değerleriyle ha-
Başta Orta Doğu ve
Kuzey Afrika olmak
üzere İslam dünyasında
ortaya çıkan İslami
hareketler, mezhep ve
tarikat gibi geleneksel
yapılardan farklı bir
olgu olarak ortaya
çıkmışlardır. İslami
hareketler, birinci
dünya savaşından
sonra farklı bir evreye
giren ve ulus devlet
süreciyle yüz yüze
kalan Müslümanların
kendi değerleriyle
hayatta var olma
taleplerinin bir
ifadesidir.
yatta var olma taleplerinin bir ifadesidir. Orta Doğu’da dili, ırkı ve
dini bir olan Araplar bir sabah uyandığında yirmiden fazla devlet,
bayrak, millî marş ve cetvelle çizilmiş sınırlarla karşılaştılar. Siyasi iktidarlar bu durumu fazlasıyla
ciddiye aldı ve kurgu ile gerçeklik
arasındaki dengeyi tutturamadılar. Kendi büyük evlerinin odaları
arasında dolaşmaları vizeye, pasaporta bağlandı. Bağdat’tan Şam’a,
Kahire’den Beyrut’a, Kudüs’ten
Mekke’ye giden yollar birden sarp
yokuşlara dönüştü. İşte böylesi bir ortamda ortaya çıkan İslami
hareketler, bu suni sınır ve engelleri aşan bir dil kullanarak toparlanmanın ve tekrar buluşmanın umudunu diri tuttular. Özünde siyasi hareketler olmalarına rağmen
siyaset yapma ve iktidara gelme
yollarından mahrum bırakılan İslami hareketler, varlıklarını dinî
bir yapı olarak devam ettirmek
zorunda kaldılar. Arap devrimleriyle birlikte önlerindeki engeller
kısmi olarak ortadan kalktığı için
hızla partileşerek siyasal hayattaki yerlerini aldılar. Çok güçlü toplumsal destekleri vardı bu hareketlerin. Mısır, Tunus ve Libya’da
şeffaflaşan siyasal katılım süreçlerinden başarıyla çıktılar. Ancak
iç ve dış dinamikler bu yeni duruma hazır değildi. İçerde çatırdayan eski dinamikler dış desteklerle tekrar sahnedeki yerini aldı
ve devrimlerle birlikte ortaya çıkan yeni umutları bastırmaya çalıştı. Oysaki yeni dönemle birlikte
İslami hareketler kendi iç bünyelerinde büyük bir özeleştiri süreci başlatmışlardı ve hem kullandıkları dili hem de başvurdukları geleneksel yöntemleri terk etme
yönünde bir irade beyanında bulunmuşlardı. Dinî bir cemaat olmak ile siyasi bir parti olmak arasındaki ince çizginin farkına varmışlardı. Bulundukları ülkenin
sorunlarına rasyonel cevaplar üretmeye çalışıyorlardı. Diğer toplumsal kesimlerle birlikte iş yapma imkânlarıyla yüzleşiyorlardı
ve tüm bölge için umut olabilecek bir modele doğru gidiyorlardı. Özellikle de Mısır’daki askerî
darbe tüm bu filizlenmenin üzerinden tanklarla geçerek siyaset
yoluyla toplumsal değişimi-dönüşümü sağlamak isteyen hareketleri tekrar baskı altına aldı ve onları
eski geleneksel yöntemleriyle baş
başa bıraktı.
Orta Doğu’da meydana gelen
halk hareketlerinde etkili olan
MAYIS 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
29
SÖYLEŞİ
düşünce ve anlayışlara baktığımızda daha çok hangi gruplar ve
düşüncelerin etkisinin olduğunu
söyleyebiliriz, neden?
Orta Doğu’daki halk hareketleri üzerinde etkili olan yapılar hiç
şüphesiz İslami hareketlerdir. Zaten İslami hareketler 1960’lı yıllarda başarısızlığa uğrayan sosyalist ve milliyetçi hareketlere bir alternatif olarak yükselişe geçmişti.
Özellikle yakın dönem Arap-Müslüman bilincine “nekba/felaket” olarak kazınan 1967 yılındaki İsrail karşısındaki yenilginin ardından
Nasır sosyalizmi ve Arap milliyetçiliği düşünsel bir krizin içine girmişti. O yıllarda İslami hareketin
önemli liderlerinin idam edilmesi,
mensuplarının tutuklanması, sürgün edilmesi ve baskı altına alınması politikaları sonucu halk, bu
hareketlerin mazlumiyetinin farkına vardı. Ayrıca bu hareketler,
aynı zamanda büyük halk kesimlerinin ilgisine ve sevgisine mazhar olmuştu. Arap baharı sonrası
bu coğrafyada yapılan tüm seçimlerde halk İslami hareketin farklı eğilimlerinden gelen siyasi partileri ve liderleri destekleyerek bu
teveccühünü göstermiştir. Arap
devrimlerinden sonra bu coğrafyada var olan tüm ideolojik ve siyasi guruplar geleneksel ezberler
yerine yeni bir söylemle kendilerini ifade etmek zorunda kalmışlardır. Statükodan yana veya değişimden yana. Mesela Mısır’da İslami hareket havzasından gelen
bazı Selefi gruplar, milliyetçiler,
liberaller, solcular askeri darbenin yanında yer alarak statükocu
olmuşlardır. Teorik düzeyde birbirleriyle yan yana durmaları dahi
30 DİYANET AYLIK DERGİ MAYIS 2015
Selefi olarak
isimlendiren tüm
gurupların dini anlama
ve yorumlama biçimi,
dinî metinlerin literal
yorumu, şekilsel
dindarlık, farklı
toplumsal örf ve âdetleri
din adına dışlama, her
türlü yeni dinî fikir ve
yorumu bidat sayma
gibi hususlarda ortak bir
tutum ve davranış içinde
yer almaktadırlar.
düşünülemeyen gruplar çok rahat
bir şekilde aynı statükocu pratik içerisinde bulunmuşlardır.
İslam dünyasında ortaya çıkan
birtakım hareketlerin Selefilik
düşüncesinden etkilendiğini görüyoruz. Hatta neoselefilik şeklinde isimlendirmelere de rastlamaktayız. Selefi düşüncenin bu
hareketler üzerindeki etkisi hakkında neler söylemek istersiniz?
İslam tarihinin hiçbir döneminde Selefilik, bağlamından kopuk
bir şekilde bu kadar konuşulmadı
ve tartışılmadı. Bir düşünme biçimi veya dinî metinleri anlama hususunda kendine özgü bir zihniyet olan Selefilik, son yüzyılda bir
hareket olarak ete kemiğe bürünmüştür. İslam dünyasının içinde
bulunduğu sorunların çözümünü asr-ı saadete dönüşte bulan ve
bunu da şekilsel bir dindarlık biçimine indirgeyen günümüz Selefilik hareketi, diğer İslami ha-
reketler gibi Mısır’da ortaya çıkmış ve birbirinden farklılaşarak
diğer coğrafyalarda varlığını sürdürmüştür. Bugünkü Selefi kökenli hareketleri toplumsal değişimi sağlamak üzere benimsedikleri
yöntemler açısından farklı guruplara ayırmak mümkündür. Daha
çok tebliğ ve davet faaliyetleri üzerinde yoğunlaşan Selefi gurupların içinden çıkan bir akım, cihat fikrini ön plana çıkararak bu
doğrultuda fiilî eylemlerde bulunurken bazı gruplar da daha çok
iyi bir dindar nasıl olmalı üzerinde yoğunlaştı ve kılık kıyafet özelinde şekilsel bir dindarlık çağrısı
yaptı. Arap devrimlerinden sonra
diğer tüm hareketlerde olduğu gibi Selefiler de kendi içlerinde büyük bir dönüşüm yaşadılar. Her
türlü siyasal katılımı, partileşmeyi,
parlamentoda yer almayı küfür sayan ve bu yöntemleri benimseyen
diğer İslami hareketlere ağır eleştirilerde bulunan Selefilerin büyük
bir kısmı çok pragmatik davrandılar ve hızla partileşerek seçimlere
katıldılar. Benimsedikleri yöntemlerin farklılığına rağmen kendisini
Selefi olarak isimlendiren tüm gurupların dini anlama ve yorumlama biçimi, dinî metinlerin literal
yorumu, şekilsel dindarlık, farklı
toplumsal örf ve âdetleri din adına
dışlama, her türlü yeni dinî fikir
ve yorumu bidat sayma gibi hususlarda ortak bir tutum ve davranış içinde yer almaktadırlar.
Orta Doğu’da mezhepler üzerinden özellikle Sünni-Şii çatışması
ekseninde birtakım hareketlerin
karşı karşıya geldiğini görüyoruz. Yaşanan gerilim ve çatışmaların İslam ve Müslümanlar
SÖYLEŞİ
açısından sebep olduğu parçalanmalar ve oluşan yeni yapılanmalar hakkında düşünceleriniz
nelerdir?
Orta Doğu; farklı din, mezhep ve
etnik kimliklerin içi içe, yan yana
yaşadığı ender coğrafyalardan biridir. İslamiyet açısından baktığımızda hem Sünniliğin hem de Şiiliğin tüm tonlarıyla burada yaşadıklarını görürüz. Mezhepler,
tarikatlar ve cemaatler değişik yorumların birer ürünü olarak ortaya çıktıkları için özleri itibarıyla farklı etnik kökenlere, toplumsal yapılara ve anlayışlara sahip
olan Müslümanların bir zenginliğidir. Yani Müslümanların farklılıkları onların zenginlikleridir aynen gökkuşağındaki renkler gibi.
Müslümanlar arasındaki bu farklılıkları zenginlik olmaktan çıkaran
ve birer çatışma unsuru hâline dönüştüren husus, siyasi iktidarların
hırs ve beceriksizliklerinden kaynaklanmaktadır. Siyasi ve ekonomik çıkarlarını korumak veya genişletmek isteyen iktidarlar ister
istemez ötekiyle bir çatışma içine
girecektir. Bu çatışmasını rasyonel
temellerle izah edemeyince farklılıkları körükleyerek onlar üzerinden kitleleri çatışmanın içine çekmeye çalışmaktadırlar. İslam dünyası Batı’nın ortaçağında yaşanan
din ve mezhep savaşlarını yaşamamıştır ama maalesef 21. yüzyılın temel belirleyici aktörü olmaya
doğru ilerleyen İslam dünyası bu
çetin imtihanla karşı karşıya kalmaktadır. Eğer siyasetçiler sağduyuyu ve feraseti elden bırakmadan
bu dünyanın sorunlarına geniş
toplum kesimlerini memnun edici
çözümler getirirlerse bu imtihan-
dan fazla örselenmeden çıkabiliriz. Mezhepçi ve etnik politikalar
diğer ırk ve mezhep mensuplarını tedirgin etmekte ve onları etnik
ve mezhep kimliğine sımsıkı sarılmalarına ve kendilerini bunun üzerinden ifade etmelerine zorlamaktadır. Oysaki tevhit, adalet,
özgürlük ve erdem gibi değerler
üzerinden kendimizi ifade etsek
ve sorunlarımızı bu temelde çözmeye çalışsak ortada ne mezhebî
ne de etnik bir çatışma olurdu.
Orta Doğu’daki siyasi iktidarların
beceriksiz politikalarının ve mevcut sorunları çözmekten çok yeni
sorunlar üreten icraatlarının faturasını maalesef halklar ödüyor.
Orta Doğu’da oluşturulan kaos
ve savaş durumundan yeni bir
kimlik haritası çıkarılma gayretleri olduğunu söyleyebilir miyiz?
Ayrıca İslami hareketler bu tablonun neresinde durmaktadır?
Arap devrimleriyle birlikte bu
coğrafyada yüzyıldır üstü örtülen ve çözülemeyen tüm sorunlar birden ortaya çıktı. Batı dünyası, elbette ki bu sorunları istismar edecek bazı girişimlerde
bulunmakta ve kendi çıkarlarını sürdürmeye çalışmaktadır. An-
MAYIS 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
31
SÖYLEŞİ
nın sınır çizgilerini belirginleştirmekte ve fay hatlarını hareketlendirmektedir. İslami hareketlerin
büyük bir kesimi bunun farkındalar ama hiçbiri çözüm makamında
olmadığı için inisiyatif alamamaktadır. Aşırı siyasallaştırılmış Şiilik
ile fanatizme varmış Selefilik maalesef bu kaos ve çatışma ortamına
negatif katkı yapmaktadır. Mezhep kimlikleri üzerinden bir mağduriyet oluşturarak diğer toplum
kesimlerini işin içine çekmeye çalışmaktadır. Her iki grup da çatışmacı bir dil kullanıyor, aynı yöntemlere başvuruyor, farklı argümanlarla aynı tahribatı yapıyor.
Ancak bunlar kaos ve şiddet ortamının ürünleri olup bu coğrafyada düzen kurucu ve kalıcı olamazlar. Müslümanların siyasal tarihi
bunun örnekleriyle doludur. Adil
bir paylaşım, özgür bir siyasal katılım, onurlu bir yaşam standardı
sağlandığı takdirde kaostan beslenen ve şiddete başvuran yapılar
kendiliğinden eriyip gidecektir.
DOÇ. DR. RAMAZAN YILDIRIM
Uludağ Üniversitesi İlahiyat
Fakültesinde lisans eğitimini
bitirdikten sonra doktorasını
Ankara Üniversitesinde
tamamladı. İstanbul Üniversitesi
Öğretim Üyesi olan Ramazan
Yıldırım SETA tarafından
Arapça olarak yayınlanan Ru’ye
Türkiye Dergisi’nin editörlüğünü
yapmaktadır. “Hilafet
Tartışmaları” ve “Mutezile’nin
Kelamî Polemikleri” isimli
kitapları yayınlandı. Dindevlet ilişkileri, İslam Kelam
ekolleri ve görüşleri ve çağdaş
İslamî hareketler alanında
araştırmalarını sürdürmektedir.
32 DİYANET AYLIK DERGİ MAYIS 2015
cak Cezayirli sosyolog ve düşünür
Malik b. Nebi’nin adına “sömürgeciliğe elverişlilik” dediği bir ortamın da bulunduğunu hesap etmek gerekiyor. Kendi evimizin
düzenini biz kendimiz sağlamadıkça karıştıranlar çok olacaktır.
Din, mezhep ve etnik temelde yeni bir haritanın çıkarılmak istendiği çok aşikâr. İçinden geçtiğimiz
kaos ve çatışma ortamı henüz tasavvur aşamasında olan bu harita-
Yeni İslami hareketlerin geleceğini nasıl görmektesiniz? Bu
hareketler Mısır, Tunus gibi ülkelerde gördüğümüz üzere birer
siyasi aktör olarak ne ölçüde var
olabilirler?
Yeni İslami hareketler tanımlaması yerine İslami hareketlerin “yeni hâlleri”nden bahsetmek mümkündür. İslami hareketler, birer
sosyal ve siyasal oluşumlardır. Bulundukları ülkelerde legal yollarla siyaset yapma imkânı bulamadıkları için dinî bir hareket veya
cemaat hüviyetinde varlıklarını
devam ettirmek zorunda kalmışlardır. Bu süreçte dinî irşat ve teb-
SÖYLEŞİ
liğ faaliyetlerinin yanı sıra sınırlı sosyal ve eğitim faaliyetlerinde
bulundular ancak fırsatlar elverir vermez hızla partileşerek siyaset arenasında boy gösterdiler. Bu
hareketlerden bazıları Sudan, Ürdün ve Kuveyt gibi bazı ülkelerde partiler kurarak seçimlere katılmış, parlamentolara girmiş ve
koalisyon hükümetlerine iştirak
etmişlerdi. Tunus’ta siyasal katılımın yolları tamamen kapalıyken Mısır’da bağımsız adaylıklarla parlamento tecrübesi yaşanmıştı. Ancak Arap devrimlerinden
sonra Müslüman Kardeşler Hareketi Mısır’da, Nahda Hareketi de
Tunus’ta siyasi birer parti kurarak
seçimlere katıldılar ve büyük başarılar elde ettiler. Mısır’da cumhurbaşkanlığı seçimlerinin galibi oldular. Ancak 2012 yılının
temmuz ayında gerçekleştirilen
askerî darbeyle Mısır’da başlayan
bu siyasi süreç akamete uğratıldı.
Tunus’ta ise başarılı bir şekilde süreç devam etmektedir. İslami hareketler, artık aktif siyasetin içine
girmişlerdir. Özellikle bu hareketlerin içinde yer alan genç kuşaklar, siyaset yapmanın gereğini ve
farklı yöntemlerini keşfetmiş durumdalar. An itibarıyla İslami hareketler havzasından doğan siyasi
yapılanmalar, ülkelerinin en büyük muhalefet hareketleri konumunda bulunmaktadır. Ülkelerinin sorunlarını çözmeye aday aktörler olarak toplumsal desteğe
sahipler. Siyasetin doğal mekanizmaları devrede olduğu müddetçe
onlar da birer siyasi aktör olarak
varlıklarını sürdürecekler. Ancak
Mısır’da olduğu gibi siyaset dışı
müdahaleler karşısında fazla ya-
pabilecekleri bir şey yok. Ancak
bu bir süreçtir ve devam etmektedir. Yenilgilerin toplamından büyük zaferler de çıkabilir. Bazı zaferler yenilgi yenilgi büyüyebilir.
İslami hareketlere siyaset yapma
fırsatı tanınmadığı sürece, yasal
yollarla iktidara gelmelerine şans
verilmediği müddetçe bu hareketler sürekli bir alternatif olma özelliğini devam ettireceklerdir.
Türkiye’deki siyaset
Konuya Türkiye bağlamında
baktığımızda, bu yeni İslami hareketler ülkemiz açısından ne tür
bir etkileşim veya değişim meydana getirebilir. Siz bu durumu
nasıl değerlendiriyorsunuz?
konuda çok iyi ve olumlu
Siyasal hayata yeni yeni katılma
teşebbüsünde olan İslami hareketlerin Türkiye üzerinde bir etkiye sahip olmaları çok zor. Aksine Türkiye’deki siyaset yapma
ve partileşme tecrübesi diğer İslam ülkeleri için bir ilham kaynağı olmaktadır. Çünkü ülkemizin bu konuda çok iyi ve olumlu
aynı zamanda başarılı bir tecrübesi var. Yarım asır öncesinde İslam
dünyasındaki tüm İslami hareketlerin fikir ve düşünceleriyle Türkiye’deki “İslami hareketler” üzerinde etkili olduğu bir gerçekliktir.
Ancak gelinen bu süreçte Türkiye, diğer İslam ülkelerindeki hareketlerden etkilenme yerine onları
etkileyecek ve tecrübelerini onlarla paylaşacak bir konumdadır. Aslında ülke olarak yaşadığımız bu
yeni süreçte Türkiye’deki dinî yapılar veya cemaatlerin de kendilerini sorgulamalarını, faaliyet alanlarını yeniden gözden geçirmelerini, söylem ve eylem düzeyinde
şeffaflaşmalarını zorunlu kılmak-
yapma ve partileşme
tecrübesi diğer İslam
ülkeleri için bir ilham
kaynağı olmaktadır.
Çünkü ülkemizin bu
aynı zamanda başarılı bir
tecrübesi var.
tadır. Medeniyetimizin tüm dünyaya armağan ettiği vakıf müessesini kişisel ihtiras ve arzuların üzerinde tutarak, bireylerin veya
gurupların siyasi ve ekonomik çıkarlarına alet etmeyen bir bakış açısıyla yeniden bir dirilişe ihtiyaç
vardır. Devletin eski reflekslerine göre haklı olarak kendisini konumlandıran dinî yapıların, cemaatlerin ve tarikatların artık eski
reflekslerinden vazgeçen, ülkenin
tüm değerleriyle bütünleşme uğrunda adımlar atan, milletin önündeki engelleri kaldıran, onları
merkeze alan bir politika benimseyen devletin “yeni hâli” karşısında eski reflekslerini terk etmeleri gerekiyor. Faaliyet alanlarını ve
bakış açılarını yeniledikleri takdirde varlıklarını daha kalıcı ve sahici
hâle getirebilirler. Siyaset kendisini nasıl şeffaflaştırıyorsa her türlü
dinî faaliyetlerin, gönüllü sosyal
ve eğitim hizmetlerinin de şeffaflaşmaya ihtiyacı vardır.
MAYIS 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
33
DİN DÜŞÜNCE YORUM
Mültecilere Hicret Yurdu
ya da
Muhacire Ensar Olmak
Prof. Dr. Mehmet Mahfuz SÖYLEMEZ
İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Zulme maruz kaldığı, harem-i
ismetine el uzatıldığı, kutsalının çiğnendiği, kutsiyetinin yok
edildiği, onurunun ayaklar altına
alındığı, değerlerine dil uzatıldığı; inançlarının yaşanmasına
mani olunduğu için yurdundan,
sılasından, ailesinden, alışkanlıklarından uzaklaşarak “muhacir
konumuna düşen insanlar, İslam
nokta-i nazarından son derece değerli kabul edilmişlerdir. Onların
bu hicretleri Kur’an tarafından
34 DİYANET AYLIK DERGİ MAYIS 2015
Allah’a yapılan bir yolculuk olarak
tesmiye edilmiş ve onlara her iki
cihanda da üstün bir derece, yüce
bir mertebe mükâfat olarak vaat edilmiştir. Nitekim Kur’an-ı Kerim
İslam tarihinin ilk muhacirlerinin
çıktıkları kutsal yolculuklarını
makbul gördüğünü ifade etmek
amacıyla şöyle demektedir.
“Allah yolunda hicret edip de sonra öldürülen veya ölenlere, Allah
elbette güzel bir rızık verecektir.
Rızık verenlerin en hayırlısı yalnız
Allah’tır. O onları hoşnut olacakları bir yere koyacaktır. Şüphesiz
Allah bilendir, halimdir.” (Hac,
22/58-59.)
Tarihî bir olgu olarak “muhacir ve ensar” kavramları Hz.
Peygamber’in Medine’ye hicret
etmesiyle başlayan ve Mekke’nin
fethiyle biten zaman diliminde
kutlu yurda yani Medine’ye göç
edenler ile onlara kucak açan yiğit
insanlara verilen bir isim olsa da
günümüzde bu ilk kutlu müjdeyle
müşerref olanlarınkine benzeyen
onlarca hadise yaşanmaktadır.
Arakan’da onurları ayaklar altına
alınmasın diye kaçanlar veya zorla yurtlarından sökülüp atılanlar;
Bosna’da Müslüman oldukları için
yakılan binlerce akrabasını geride bırakmak zorunda kalanlar;
Mısır’da tek amaçları Müslüman
DİN DÜŞÜNCE YORUM
gibi yaşamak olduğu için meydanlarda kurşuna dizilenlerin yakını
olduklarından dolayı derdest edileceklerini bildiklerinden sılalarından uzaklaşanlar, Çeçenistan’da
Müslüman onurunu korumaya
çabaladıkları için yok edilenlerin
hatıralarını yaşatmak amacıyla
dünyanın muhtelif yerlerine dağılanlar; Çin’in Uygur bölgesinde
İslam’ı temsil ettikleri için darağaçlarına çekilenleri anlatmak
amacıyla yurtlarını terk edenler;
Suriye’de zulme dur demek istedikleri için her gün binlercesi
öldürülenlerin arkada kalanlarından yaşam mücadelesi verenler…
Evet bütün bunların tamamının o
ilk muhacirlere verilen kutlu muştudan nasiplenmeyeceklerini kim
bilebilir? Ya bunlara kucak açan,
kol kanat geren, yurt sağlayan,
kendi evlerinde ağırlayan, onur ve
iffetlerini muhafaza eden, harem-i
ismetini en kutsi değerlerden biri
olarak kabul eden, bırak yan bakmayı onu kendi harem-i ismetlerinden ayırmaksızın mücadele
edenlerin ilk ensar nesline verilen
muştudan nasiplenmeyeceklerini
kim bilebilir?
Kur’an ilk ensar nesli üzerinden
her dönem o kutlu hatırayı yeniden inşa edenlere hitaben şöyle
demektedir:
“Onlardan önce oraya [Medine]
ve imana yerleşmiş olanlar, kendilerine göç edip gelenleri severler; onlara verilenlere içlerinde bir
arzu duymazlar, kendileri zorluk
içerisinde bulunsalar bile onları
kendilerinden önce tutarlar. Kim
nefsinin cimriliğinden korunursa,
işte onlar kurtuluşa ulaşanlardır.
Onlardan sonra gelenler: Rabbimiz! Bizi ve bizden önce inanmış
Ülkemiz son
zamanlarda sadece
İslam aleminin
muhtelif yerlerinde
zulme maruz kalan,
kan ve göz yaşı ile
boğuşan insanların
sığınağı olmadı. Aynı
zamanda dünyanın
birçok yerinde yardıma
muhtaç insanların
yarasını sarmak için
harekete geçti.
olan kardeşlerimizi bağışla; kalbimizde müminlere karşı kin bırakma. Rabbimiz! Şüphesiz sen çok
şefkatlisin. Çok merhametlisin
derler.” (Haşir, 59/9-10.)
“İslam’ı ilk önce kabul eden muhacirler ve ensar ile iyilikle onlara uyanlar var ya, Allah onlardan
razı olmuş; onlar da O’ndan razı
olmuşlardır. Allah onlara içinden
ırmaklar akan ve içinde ebedî kalacakları cennetler hazırlamıştır.
İşte bu büyük başarıdır.” (Tevbe,
9/100.)
Kur’an, bu iki kıymete şayan insanı birbirlerinin velileri olarak
tesmiye etmektedir. Hatta bunları
birbirinin mütemmim cüzü olarak
görmektedir.
“İnanıp hicret eden; canları ve
mallarıyla Allah yolunda cihat
edenlerle onları barındırıp yardım
edenler, işte bunlar birbirlerinin
velileridirler…” (Enfal, 8/72.)
Ülkemiz son zamanlarda sadece
İslam aleminin muhtelif yerlerinde zulme maruz kalan, kan ve
göz yaşı ile boğuşan insanların
sığınağı olmadı. Aynı zamanda
dünyanın birçok yerinde yardıma
muhtaç insanların yarasını sarmak
için harekete geçti. Asya, Afrika,
hatta Avrupa ve Amerika kıtasında birçok mağdur bu merhamete
mazhar oldu. Birçok yardım kuruluşumuz bu hayırları hem topladılar, hem yerine dağıttılar. İnsanlık
onurunu korumakla kalmadılar,
Rabbimizin huzuruna vardığımızda bu yapılanlarla taçlanmamızı
da sağladılar.
Yurt içine gelince ülkemizde birçok mülteciyi barındırmaktayız.
Dünyanın değişik yerinde baskı
görenler ülkemize, onun onurlu
ve vakur, çilekeş ve merhametli halkına ve onların temsil ettiği
devasa geçmişe ve tarihe sığınıyor.
Bu da bizi ensar konumuna yükseltiyor. Peki, ensar olmak neyi
icap ettiriyor? Kanaatimce bunlara kucak açmak kadar bu onuru
zedelemeden götürmektir aslında
“ensar” sıfatının hak edilmesini
sağlayan. Bunlardan faydalanmak
değil onlarla her şeyimizi paylaşmaktır aslında ensar olmayı gerektiren. Onların harem-i ismetine göz dikmek, ondan faydalanmak değil onu korumaktır “ensar”
olmayı icap ettiren.
Abdurrahman b. Avf ile ensar
kardeşini hatırlayalım. Medine’ye
hicret eden muhacir kardeşine bir
ensar olarak:
-“İşte malım, yarısını al”
Abdurrahman’ın buna cevabı en
az bu teklif kadar yüce ve onurluydu:
- “Malın sana mübarek olsun. Sen
bana [geçimimi sağlayacağım] pazarın yolunu göster.”
İşte ensar olmak bunu gerektiriyor, bunu icap ettiriyor. Gelen
MAYIS 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
35
DİN DÜŞÜNCE YORUM
dışlamamızı, ötekileştirmemizi,
toplu olarak suçlu ilan etmemizi
ve onları kaderlerine terk etmemizi yasaklamaktadır. Zaten Peygamber Efendimizin uygulamaları
da aynen böyle olmuştur. Nitekim
o bir kurban bayramı arifesinde
Medine’ye gelen muhacirleri korumak amacıyla orada yaşayan
Müslümanlara:
“Sizden her kim kurban keserse bayramın üçüncü gecesinden
sonra evinde kurban etinden bir
şey bırakmasın.” (İmam Malik, Udhiye,
2135, 2136; Buhari, Udhiye, 1886; ayrıca bkz.
demiştir.
Böylece onları sorumluluklarını
müdrik olmaya davet etmiştir.
Kuşkusuz “muhacir” olmak bir
sorumluluk gerektirdiği gibi “ensar” olmak da sorumluluk icap
ettirir. Ensar, kendine sığınmakta
olan muhacirleri gereği gibi ağırlamalı ve onlara madden ve manen
kucak açmalıdır.
İbn Kayyım el-Cevziyye, II, 318.)
muhacire sofrasını, ocağını açmak
kadar ona geçimini sağlayacak olanaklar da sağlamayı gerektiriyor.
Bunu sağlayanları Hz. Peygamber
insanlığın yüz akı olarak değerlendiriyor ve onlar hakkında şöyle
diyor:
“Ensar’ı sevenlerin mükâfatı Allah
tarafından sevilmektir. Ensar’dan
nefret edenlerin cezası ise Allah’ın
buğzuna uğramaktır.” (Buhari, Menakıp, 4.) “Dünyanın en değerli
ve makbul insanları Ensar’dır.
Allah’ım sen onları ve nesillerini
koru.” (Müslim, Fezailu’s-sahabe, 172-180.)
Kaldı ki dinimiz bize sığınanların
Müslüman olmasına da bakmamamızı, mazlumun dininin ve
36 DİYANET AYLIK DERGİ MAYIS 2015
ırkının sorgulanamayacağını, onları himaye etmemizi bizden istemektedir. Nitekim yüce Rabbimiz
Kur’an’da şöyle buyurmaktadır:
“Ey Muhammed! Eğer müşriklerden biri sana sığınmak isterse,
onu himayene al ki, Allah’ın sözünü dinlesin. Sonra onu güvende
olacağı yere ulaştır. Çünkü onlar
bilmeyen bir topluluktur. (Tevbe,
9/6.)
Yani bize sığınmak zorunda kalan
insanların dinleri ne olursa olsun
himaye edilmeleri icap etmekte ve
şayet varsa yanlışları onlara doğru
yolu gösterip yanlışlarını gidermemizi bize emretmektedir. Dahası,
bize sığınanları kategorize edip
Kendilerine kucak açılan muhacirler de, onları bağırlarına basan,
yaşamlarının bir parçası hâline
getiren ensara karşı kardeşlik hukukuna uygun davranmalıdırlar.
Aslında ümmet olmak da bunu
gerektirmiyor mu? Hz. Peygamber
İslam ümmetinden bahsederken
onları bir yapının taşlarına benzeterek her iki kitlenin de sorumluluğunu yerine getirmesi gerektiğini söylemiş olmuyor mu? Öyleyse
bu yapı taşlarının birbirlerine karşı sorumluluklarının olduğunu,
birlikte bir aileyi teşkil ettiklerini
idrak etmeliler ve bu idrakin esası
içerisinde bir vücudun azaları olarak davranmalılar.
DİN DÜŞÜNCE YORUM
GENÇLERİN KİMLİK OLUŞUMUNDA
Hz. Peygamber’in
Örnekliği
Gençlere güven duymak, bu güven duygusunu davranışlara yansıtmak, sorumluluk
vermek ve onlara fikir yürütüp bilgi üretmeleri için imkân sunmak, gençlerin kimlik
oluşumuna etki eden önemli unsurlardan biridir.
Haydar BEKİROĞLU
Malzeme Yönetimi ve Satın Alma Daire Başkanı
Birey olarak insanın kendisiyle en
güçlü şekilde buluştuğu gençlik
dönemi, zihinsel, duygusal ve bedensel yoğunluklarla birlikte manevi ve ahlaki karşılaşmaların da
en sık yaşandığı zaman dilimidir.
Yetişkinler tarafından oluşturulan
anlam ve eylem çevresi içerisinde, dıştan içe aktarılan bir hayatı
yaşayan çocuk, gençlikle birlikte
artık hayatın tüm alanlarında, bağımsızlık eksenli bir yaşam sergilemeye başlamaktadır. Kimliğinin
belirgin çizgilerinin oluştuğu ve
şekillendiği bu dönemde genç, bir
yandan özgün ideallerini besleyip
büyütmek için arayışa girerken,
diğer yandan birey olmanın sağladığı serbest fakat riskler içeren
alanlarda yol almaktadır.
İmkânların ve seçeneklerin alabildiğine çeşitlendiği çağımızda,
gençlerin sahip oldukları inanç,
anlayış ve değerler çerçevesinde
kendilerinin ve yaşadıkları toplumun geleceğine sağlıklı katkılar
sunabilmeleri için, Hz. Peygamberin gençliğe bakışını, iletişim
biçimini ve örnekliğini gençlerin
kimlik oluşumu açısından bir kez
daha düşünmeye ihtiyacımız var.
Allah’a ibadeti yaşantısının bir
parçası hâline getiren gencin
mahşer gününde Allah’ın himayesinde gölgelendirileceğini
buyuran (Buhari, Zekât, 16.) Sevgili
Peygamberimiz, Allah’a kulluğu
hayatın amacı hâline getiren genç
kimliğini inşa ederken, onların fiziksel ve ruhsal yapılarını dikkate alan, emretmekten çok örnek
olup teşvik eden, onlara inanıp
güvenerek motive eden, hata arayıp azarlamak yerine merhametle
muamelede bulunan, buyurup
yönetmek yerine yetki ve sorumluluk vererek benliklerini güçlendiren bir anlayış sergilerdi.
Gençlerle bir arada yaşayan ve
onlarla birlikte hareket etmekten
mutluluk duyan Hz. Peygamber,
meşakkat ve zorlukların kuşattığı
Mekke döneminde genç bir sahabenin evini mektep edinmişti.
Sevgili Nebi’yi ve arkadaşlarını
gölgesinde barındıran “Darü’lErkâm” veya “Darü’l-İslam” isimli
evin sahibi Erkâm isimli sahabeydi. 17-18 yaşındayken Müslüman olmuş, gençliğini İslam
dinine hizmetle yoğurmuştu. Hz.
Peygamber de bu fedakâr genç
arkadaşını sadakatle ödüllendirerek iltifat ve ikramda bulunmuş,
Mekkelilerden ganimet olarak
alınan özel bir kılıcı ona armağan
etmişti. (bkz. İbn Sa’d, Tabakâtü’l-Kübrâ, c.
3, s. 225; Önkal, Ahmet, DİA “Erkam b. Ebü’lErkam” md. c. 11, s. 305.)
Gençlere güven duymak, bu
güven duygusunu davranışlara
yansıtmak, sorumluluk vermek
ve onlara fikir yürütüp bilgi üretmeleri için imkân sunmak, gençlerin kimlik oluşumuna etki eden
önemli unsurlardan biridir. Bu
anlamda Sevgili Efendimiz, gençlere kritik öneme sahip görevleri
vermiş ve sorumluluklar yüklemişti. 19 yaşında Müslüman olan
MAYIS 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
37
DİN DÜŞÜNCE YORUM
Cafer Tayyar (r.a.) Habeşistan’a
hicret eden Müslümanların liderliğine tayin edilmiş, beraberindeki muhacirlerin sözcülüğünü de
üstlenen bu genç sahabe Habeşistan kralının huzurunda Mekkeli usta hatiplere karşı yaptığı
savunmayla onlarca Müslümanın Habeşistan’da esenlik içinde
yaşamasını sağlamıştı. Cafer’in,
verilen sorumluluğu hakkıyla
yerine getirmesinin karşılığı, Hz.
Muhammed’in (s.a.s.) derin muhabbetiydi. Hayber’in fethedildiği
gün, Cafer Habeşistan’dan döndü.
Sevgili Rasul (s.a.s.) onu gördü-
ğünde, “Hangisine sevineceğimi
bilemiyorum, Hayber’in fethine
mi, Cafer’in gelişine mi?” diyerek
vuslatından duyduğu coşkuyu
sergiledi, ona sarıldı ve alnından
öptü. Ardından, Cafer’e Hayber
ganimetlerinden pay verdi. O,
(s.a.s.) bu tavrıyla, görev ve sorumluluk yüklediği gençleri toplum önünde onurlandırıp, maddi
ve manevi olarak ödüllendirme
konusunda nazenin bir örnek sergilemişti.
Gençlere sorumluluk vermekten
bahsedildiğinde Muaz b. Cebel’i
(r.a.) anmak kaçınılmazdır. O-
nunla Sevgili Peygamberimiz arasındaki ilişki, hem yönetim ahlakı, hem fıkıh usulü, hem de gençlerle iletişim açısından anlamlı
örnekler içerir: Hz. Peygamber
Huneyn Savaşı için Mekke’den
ayrıldığında genç Muaz’ı kendi
yerine Mekke’de emir tayin etmiş,
ardından da Yemen’e vali olarak atamıştı. Valilik için Yemen’e
yolcu ederken ona insanları nasıl
yöneteceği konusunda önerilerde
bulunmak istemiş, ancak bunu
tek taraflı ve buyurgan bir yöntemle yapmak yerine öncelikle
onun kendini ifade etmesine ve
“Haydi ailelerinize dönün.
Onlarla yaşayın. (Burada
öğrendiklerinizi) onlara
öğretin, (iyi şeyleri) emredin,
benim nasıl namaz kıldığımı
gördüyseniz, öylece namaz
kılın, namaz vakti geldiğinde
içinizden biri ezan okusun, en
yaşlınız da imamınız olsun.”
(Buhari, Ezan, 18.)
38 DİYANET AYLIK DERGİ MAYIS 2015
DİN DÜŞÜNCE YORUM
yönetim anlayışını ortaya koymasına imkân vermişti. Karşılıklı diyalog sırasında kutlu Peygamber
Muaz’a insanları nasıl yönetmeyi
düşündüğünü sormuş; Muaz,
Kur’an-ı Kerim, Hz. Peygamber’in
sünneti ve bu ikisinde de kanıt
bulamaması hâlinde kendi içtihadına göre toplumu yöneteceğini ifade emişti. Sevgili Peygamberimiz bu cevaptan duyduğu
mutlulukla Allah’a şükrederken,
(Tirmizi, Ahkâm, 3.) genç yöneticiye
de “Muaz, insanlara karşı davranışlarında ahlakını güzelleştir”,
“Kolaylaştır, zorlaştırma; sevindir,
nefret ettirme; uyumlu ol, ihtilaf
etme.” tavsiyesinde bulunmuştu.
(Müslim, Cihad ve Siyer, 6-8.)
Gençleri bilgiye ve hikmete yönlendirerek onların geleceğini ilimle inşa etmek, Sevgili Nebi’nin
bizlere emanetiydi. Genç sahabilerin sembol isimlerinden
Abdullah İbn Abbas (r.a.), Peygamberimizin yanında filizlenen,
büyüyen, yeşeren ve meyve veren
biriydi. Onun İslam ilim mirasına
kattığı zenginlikte elbette Sevgililer Sevgilisinin dua ve merhametle güçlenen eğitim anlayışının
etkisi vardı. Rasulüllah (s.a.s.)
İbn Abbas’ın alnına elini koyarak,
“Allah’ım ona hikmeti ve Kur’an’ı
yorumlayabilme kabiliyetini ver!”
(İbn Sa’d, Tabakâtü’l-Kübrâ, c. 2, s. 315-317.)
“Allah’ım, ona Kitabı öğret ve onu
dinde mütehassıs kıl!” (Buhari,
İlim, 17.) diye dua etmiş, onu atının veya devesinin terkisine bindirip gezdirirken, “delikanlı” diye
başladığı şefkat dolu sözleriyle
İbn Abbas’a hayata ve ahirete dair
değerleri öğretmişti. (Ahmet b. Hanbel,
Müsned, I/293.) Peygamberin öğrettiği
bilgi ve hikmeti yüklenen bu genç
sahabe, Kur’an’ı çok iyi anlayıp
yorumladığı için “Kur’an tercümanı” ve “ilim denizi” olarak adlandırılmıştı.
Hz. Nebi genç arkadaşlarına bilgiyi sevgiyle güzelleştirerek takdim
ederdi. Bir gün Muaz’ın elinden
tutup: “Muaz! Allah’a yemin ederim ki seni seviyorum.” diye söze
başladı. Muaz; “Ben de seni seviyorum ey Allah’ın elçisi!” dedi.
Peygamber (s.a.s.): “O hâlde sana
bir dua önereyim. O duayı her
namazdan sonra okumayı ihmal
etme: Allah’ım! Seni zikretmekte,
sana şükretmekte ve sana güzelce
ibadet etmekte bana yardım et.”
(Ebu Davud, Tefsiru ebvabi’l-vitr, 26; Nesai,
Sehiv, 60.)
Hz. Peygamber gençlerle ilişkisinde gençlik çağının bedensel
ve duygusal yönlerini de dikkate
almış, onlara anlayış ve zarafetle
muamelede bulunmuştu. Kutlu
Peygamberin yanına giden Malik
b. Huveyris ve genç arkadaşları
yaklaşık 20 gün orada kalmış, ancak ailelerini de özlemeye başlamışlardı. Bunu hisseden Peygamberimiz, geride bıraktıkları bir
ailelerinin olup olmadığını sordu.
Ailelerinden uzakta olduklarını
öğrenince de, gençlere temel bazı
bilgiler verip onları ailelerinin yanına gönderdi: “Haydi ailelerinize
dönün. Onlarla yaşayın. (Burada
öğrendiklerinizi) onlara öğretin,
(iyi şeyleri) emredin, benim nasıl namaz kıldığımı gördüyseniz,
öylece namaz kılın, namaz vakti geldiğinde içinizden biri ezan
okusun, en yaşlınız da imamınız
olsun.” (Buhari, Ezan, 18.)
Bilal-i Habeşi’nin ilk ezan okumasıyla ilgili tecrübesi, Hz.
Peygamber’in gençlerin kimliğini
inşa ederken onlara inisiyatif tanımasının latif örneklerinden biridir. Genç Bilal’in, dinin sembollerinden biri olan ezan hakkında
güzellik üretmesine imkân sunan
Nebi (s.a.s.) bizlere de bireyin
dinî tecrübesinin oluşumunda
yapıcı olmanın örneğini hediye etmiştir. Peygamber müezzini Bilal, bir sabah vakti: “Namaz
uyumaktan hayırlıdır.” cümlesini
ekleyerek sabah ezanı okumuştu.
Onun bu uygulamasını uygun bulan şefkat Peygamberi, (Âdem Apak,
Hz. Peygamber’in İzinde, s. 311.) Bilal’in
inisiyatif kullanmasını onaylamış
ve artık sabah ezanlarında bu ifadenin de okunmasını emretmişti.
Hz. Peygamber’in gençlere eşsiz
örnekliğinin yansımaları genç
sahabilerden Enes b. Malik’in
hayatında da görülmektedir. O,
Hz. Peygamber’in yanında yetişip
bilgi ve görgü öğrenmiş, sonra da
öğrendiklerini başkalarına aktarmıştır. Hz. Peygamber’in Enes’in
kimliğinin oluşumundaki etkisinde şefkatinin rolü büyüktür.
Enes, yıllarca Peygamberimizin
hizmetinde bulunduğunu, zaman
zaman onun istediği gibi davranamadığını, bununla birlikte ondan
bir defa dahi azar işitmediğini anlatmıştır. (Âdem Apak, age. s. 302.)
Sevgili Peygamberimizin örnekliği sayesinde, önemli bir kısmı zulüm ve vahşetle özdeşleşen Cahiliye döneminin karanlığında bulduğu gençler “gökteki yıldızlar”
gibi ışıldayan bir topluluk hâline
gelmiş ve bu gençler aracılığıyla
da İslam dini çağlara ve coğrafyalara ulaşmıştır.
MAYIS 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
39
ŞEHİR VE KÜLTÜR
Şehir ve Mahremiyet
Mahmut BIYIKLI
40 DİYANET AYLIK DERGİ MAYIS 2015
ŞEHİR VE KÜLTÜR
Şüphesiz insanın inancı, bilgisi ve bakış açısı şehri
şekillendirmekte, şekillendirdiği şehir geleceğe miras
kalmaktadır. Mahremiyet, sadece İslam toplumuna has bir
kavram değildir elbette; evrenseldir.
Mekân, insana hem sınırlar koyan hem de imkânlar tanıyan
alandır. İnsanlar, kuşatan ve kuşatılan bir mekânda bir araya geldiklerinde birbirlerini belirleme
durumuyla karşı karşıya kalırlar.
Mekân, insana varlığını tamamlama imkânı sunar. İnsan; var olma
sürecini, mekân inşa etme üzerinden gerçekleştirir. Değer dünyasını mekân üzerinden görünür
hâle getirir. Bundan dolayıdır ki
mekân, onu inşa eden insanın
inancının, ideolojisinin; bir bütün
olarak dünya görüşünün aynasıdır.
Klasik dönemlere bakıldığında
bir Müslüman şehri ile farklı bir
dini benimseyen insanların inşa
ettiği şehir, sadece minareleri ile
değil; bütün uzviyetiyle fark edilirdi. Müslümanların inşa ettiği
şehirlere bakılarak bir ‘İslam medeniyeti’ tasavvuru ortaya konulabilirdi. Müslüman insan tasvirinin
silikleşmesiyle birlikte İslam şehir
tasavvuru da ayırıcı özelliklerini
kaybetmiş oldu. Modernist bakış
açılarının önce şehirleri esir aldığını söylemek lazım. Müslüman
duyarlılığının şehir karşısındaki
esas duruşunun bozulmasıyla
Müslüman insanın mahremiyet
anlayışı da zedelenmiş oluyordu.
Müslüman hayatının merkezinde
dinin yer alması gibi, kadim Müslüman şehirlerinde de caminin
etrafında yayılan bir mekân tutma
tarzı söz konusuydu. Efendimizden (s.a.s.) itibaren Müslümanlar,
şehirlerini merkeze camiyi koyarak inşa ediyorlardı. Şimdi ise
camiler, konutların arasında rastgele bir mevkide aksesuar kabilinden bir yer işgal etmekte.
Mimari, Allah şuurunun
binalaşmış şeklidir…
Turgut Cansever, “İslam mimarisi, İslam’da insanın Allah hakkındaki şuurunun, varlığın kutsal
karakterinin çatısını oluşturur.”
diyerek Müslüman’ın mekânla
ilişkisi adına çok önemli bir tespit
yapar. Allah hakkındaki şuurun
kaybolması şehre zulmün hâkim
olması demektir. Bir şehir tabiatın içinde kaybolmuyorsa orada
tabiata karşı bir zulüm vardır. Bugün, şehrin içinde kaybolmaktan
öte, şehirden kazınmış bir tabiatla
karşı karşıyayız. Âlimler, insanın
fazileti ile şehrin fazileti arasında
mutlak bir bağ olduğundan bahsetmişlerdir. Bugün kutsal topraklar üzerinde bile faziletli şehre
tesadüf etme imkânımız kalmamış durumdadır. Şehre yapılan
zulmün görülmemesi için sitelerin duvarları gökleri delecekmişçesine uzayıp gitmektedir. Acı
olan o ki Müslüman insan, hassasiyetlerini kaybederken kültürünü irfanını da zayi etmektedir.
Şüphesiz insanın inancı, bilgisi ve
bakış açısı şehri şekillendirmekte, şekillendirdiği şehir geleceğe
miras kalmaktadır. Mahremiyet,
sadece İslam toplumuna has bir
kavram değildir elbette; evrenseldir. Ancak boyutları toplumlara
ve inançlara göre değişmektedir.
Bugün karşımızdaki tablo ilginçtir; İslam şehir mantığı Müslüman
beldeleri terk ederken, mahremiyeti daha ziyade “özel hayat” ve
“özgürlük” olarak anlayan Avrupa
şehirlerinde ise mahremiyetin ve
çocukların güvenliği ve rahatlığının ön plana çıktığını görmekteyiz. Son dönem yapılan şehir
planları, bu iki olguyu güçlendirmekte ve getirilen kurallar ile de
“suni” çıkmaz sokaklar meydana
getirilmektedir. İslam şehirlerinde öngörülmüş ve yüzyıllar önce
gerçekleştirilmiş evi ve ailenin
mahremiyetini ön plana alan uygulamanın, Batının modern şehirlerinde artan bir şekilde talep
edildiğini ve uygulandığını görüyoruz ve hayretten hayrete düşüyoruz.
Çıkmaz sokaklar mahremiyete
çıkardı…
Ferdi açıdan baktığımızda mahremiyet, insanların inanç, çevre
ve bilinçleri çerçevesinde değişmektedir. Şehirler büyüdükçe
farklı öncelikler ortaya çıkmakta
ve mahremiyet geri plana itilmektedir. İçimize dönersek mahre-
MAYIS 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
41
ŞEHİR VE KÜLTÜR
miyet, özellikle aile hayatımızda
oldukça hassas olduğumuz bir
durumdur. Evlerimizin girişi,
odaların formu mahremiyetin izlerini taşımaktadır. Lakin sokaklara, caddelere ve şehre baktığımızda mahremiyetin yok olmaya
yüz tuttuğunu görmekteyiz. Mahremiyet bir şehrin yapısını oluştururken İslam şehirlerinde ne ifade
ediyordu, bugün ne ifade ediyor?
Neden İslam şehirlerinde çıkmaz
sokaklar daha fazladır; şehir planlamacılarının bu sorular üzerinde
düşünmesi gerekmektedir.
Çıkmaz sokak, ana caddeler ile
ev arasında yarı mahrem bir bölge oluşturmaktadır. Bu, aynı zamanda o bölge sakininin güvenli
bölgesi konumundadır. Çıkmaz
sokakların şehrin merkezinde değil, şehrin konut bölgelerinde tercih edilmiş olması da mahremiyet
düşüncesinin haklılığını ortaya
koymaktadır. Bu şekilde bir şehir
yapısı kurulduğunda, ödül olarak tabiat ile barışık, insana huzur veren bir yol ağı ve şehir elde
edilmiş olur. Turgut Cansever bu
durumu, Osmanlı şehirlerini modern şehirler ile mukayese ederek
şu şekilde ifade ediyor:
“Modern şehirde, insan hayatını
sürekli birbirine benzer duvarlar
arasına hapseden, dünyaya sırtını
dönen, ona karşı duyarsız olan,
hatta duyarsız olması da önemsiz sayılan bir insan telakkisi görüyoruz. Buna karşılık Osmanlı
şehri sakin, hareketli yol şeması
üzerinde, yol boyunca yeri, biçimi, şahsiyeti, değişen evlerin
arasında büyük abidelerin bulunduğu yerleri, büyük abidevi
42 DİYANET AYLIK DERGİ MAYIS 2015
ağaçların bulunduğu meydanları,
alçak duvarlardan sarkan çiçekleri yahut meyve ağaçlarının sarkan
dallarını görerek ve parlak, farklı
renklere sahip evlerin arasından
geçerek, her an yeni bir güzellikle
karşılaşarak yaşayan bir insan için
vücuda getirilmiş bulunuyor. Burada önemli bir mesele var; birçok
insan bu muntazam olmayan yol
şebekesi-ni kargaşa olarak görüyor. Oysa Osmanlı şehrinde bir
taraftan sürekli değişmeyi yaşarken, bir taraftan da ‘değişme’den
hiçbir rahatsızlık duymadan, onu
tadı alınan bir güzellik olarak görebiliyorsunuz.” (Osmanlı Şehri, Timaş
Yayınları, İstanbul, 2010.)
Rezidans mabetleri…
Mahallenin mahremiyetini yitirmesiyle, aileler çekirdek aileye
dönüşmüş, bireyler özel alanlarına çekildikten sonra bilhassa büyük şehirlerde marazi durumlar
oluşmuştur. Mesela İstanbul artık
bir metropoldür ve metropolün
insanları şehrin her gün daha da
kalabalıklaşan kamusal alanlarından kaçmakta, kendilerine sığınaklar yaratmaktadır. Kamusal
alanla özel alan arsandaki alışveriş
ilişkisi bozulmuştur. Kitle insan
artık şehrin gittikçe karmaşıklaşan hayatını, kendisi için kamusal
kılacak şekilde bir bütün olarak
idrak etmeyi başaramamaktadır.
Genel olarak şehir bütünü, görülmesi zorlaşan bir ormana dönüşmüş ve birey kendi özel alanına
çekilmekten başka çare bulamamıştır. Güvenlikli apartmanlar
bugün kapalı sitelere, rezidanslara
dönüşmüştür. Kapalı siteler aynı
fikirde, aynı gelir düzeyinde, aynı
beklentilere sahip insanlarla bir-
likte var olmayı vaat eden dikey
yaşam alanlarıdır ve bu yapıların
kendi içinde bile bir kamusallık
oluşturması imkânsız görülmektedir.
Yeni dünya yalnızlıklar
dünyası…
Yeni dünya, kurallar dünyası olduğu kadar yalnızlıklar dünyasıdır da. İnsan önce tabiattan koparıldı, modern uyku evlerinde
yaşamaya mahkûm edildi. Topraktan uzaklaştığı gibi gökyüzünü
de unuttu. Bu yüzden büyük nüfus çoğunluğunun yaşadığı şehirlerde insanın toprakla münasebeti
de sembolik düzeyde kaldı. İnsan
ve çevresi bütünlük düşüncesi
ile anlam kazanır. Modern dünya insanın hayata katılımını yok
etmiştir. Katılımdan soyutlanmış
insanın dünyayı koruma bilinci
gelişmediği gibi dünyanın kayıp
giden güzelliklerinin farkına varması da mümkün olmaz.
“İstanbul’da üç kutsal mekân
vardı: Cami, çarşı, ev. İnsanlar
sokakta fazla dolaşmazlardı; gezmek amacıyla sokağa çıkmazlardı.
Bu üç kutsal alandan birinden diğerine gidebilmek için sokaklardan geçerlerdi. Evlerin dışarıya
bakan pencereleri sınırlıydı. Pencereler ‘hayat’ adı verilen kapalı iç
mekânlara açılırdı. Özellikle kadınların hayatı ‘hayat’ta geçerdi.
Yoğurtçu, sütçü kapıya gelirdi. Ev
kutsaldı. Bu yaşam tarzı içinde,
sokaklar kutsal değildi, köpeklere terk edilmişti. Köpek mekruh
kabul edilir eve sokulmazdı. Ama
sokakta bakılırdı. Çünkü ev kutsaldı!” (İstanbul’da Gündelik Hayat, Ekrem
Işın, Yapı Kredi Yayınları.)
ŞEHİR VE KÜLTÜR
Şimdi bu satırlar bize bir masal
mışıltısı gibi geliyor ne yazık ki…
İnsan, ‘dünyayı güzelleştirmek’
vazifesini yeniden hatırlamalıdır.
Gelecek nesillere devraldığımızdan daha güzel bir dünya bırakmanın mesuliyetini taşıyoruz.
fırlatılarak hayallerinden ve kutlu
istikbal rüyalarından da sürgün
edilmekte. İnsan toprağa küsmüş,
toprak da insandan öcünü almaya
yönelmiştir. İnsanın yeniden toprakla yani kendiyle barışması ve
aslına dönmesi lazım.
Bilge şair Sezai Karakoç’un ifadesiyle,
Bugün, yüz sene önceki Alman
Bauhaus tarzı her yeri şeffaf cam
mülkiyet alanlarından bahsediliyor. Şehirler de insanlar gibidir;
geçmişinden koparılırsa şahsiyetini kaybeder. Şahsiyetsiz şehirlerde yaşamamak için şahsiyetli
fertlerin ordular hâlinde direnmesi gerekiyor.
“Cadde sokak ev bütün kent
Uygun kurulmamışsa samanyollarına
Mutluluk ne mümkün o kentin insanlarına.”
Çünkü hayat ‘ev’in içinde yaşanır
ve çocuk yeryüzüne evden açılır;
ev çocuğun ilk cennetidir. Cennetten kovulmuş çocukların dünyayı imar etmesini beklemek ancak kuru bir hayal olarak kalmaya
mahkûmdur.
Çocuk ve toprak iki kardeş gibi
birbirini tamamlar. İnsan yaratıldığı toprak parçasından uzağa
“Alnından öpmeye gidiyorum
Evleri balkonsuz yapan mimarların”
Diyen öncü ruhları daha iyi anlayabileceğimiz bir öze dönüş, bizi
mahremiyetin tılsımlı hayatiyetine de yeniden kavuşturacaktır;
inanıyoruz, çünkü inanmak istiyoruz!
Yeni dünya, kurallar dünyası
olduğu kadar yalnızlıklar
dünyasıdır da. İnsan önce
tabiattan koparıldı, modern
uyku evlerinde yaşamaya
mahkûm edildi. Topraktan
uzaklaştığı gibi gökyüzünü
de unuttu. Bu yüzden
büyük nüfus çoğunluğunun
yaşadığı şehirlerde insanın
toprakla münasebeti de
sembolik düzeyde kaldı.
İnsan ve çevresi bütünlük
düşüncesi ile anlam kazanır.
MAYIS 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
43
VAHYİN AYDINLIĞINDA
İnsanın Temel Bir Zaafı
Prof. Dr. İbrahim Hilmi KARSLI
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi
“Dediler ki: Sakın ilahlarınızı bırakmayın; hele Ved’den, Suva’dan, Yeğus’tan,
Yeuk’tan ve Nesr’den asla vazgeçmeyin.” (Nuh, 71/23.)
Peygamberler, beşer olmakla beraber, Allah
Teala katında özel makamları olan ve O’ndan
vahiy alan seçkin kimselerdir. Onların beşerî
ve ilahî konumları bizzat vahiy tarafından net
bir şekilde belirlenmiştir.
Mesela Kur’an, bir beşer olarak tıpkı diğer
insanlar gibi olduğunu muhataplarına bildirmesini Hz. Peygambere tekrarlar. (Kehf, 18/110;
Fussılet, 41/6.)
Ayrıca Kur’an, kendi elinde Allah’ın nimet
hazinleri bulunmadığını, geçmiş ve geleceği
bilmediğini ve bir melek olmadığını insanlara
tebliğ etmesini Peygamberden ister. (Enam, 6/50.)
Bu ayette bahsedilen kutsal niteliklere sahip
olmadığı peygambere söyletilmektedir? Çünkü Cahiliye Arapları normal bir beşer olmayı
peygambere yakıştıramıyorlardı. (Furkan, 25/7.)
Mutlaka onda olağanüstü, harika özellikler
görmek istiyorlardı.
Aslında dinler tarihine bakıldığında, halk muhayyilesinin daima dinî önderlere çeşitli olağanüstü özellikler izafe ettiği görülür. İnsanın
bu noktada ölçüyü kaçırdığı ve ilahî birtakım
sıfatları onlara yakıştırdığı görülür. İşte bu durum, şirkin ortaya çıkmasının önemli nedenlerinden biridir.
Bu olgunun, peygamberler tarihi açısından en
dikkat çekici örneği Hz. İsa’dır. O, büyük peygamberlerden biriydi ve tabii ki insanlara öncelikle tevhidi tebliğ etmek için gönderilmişti.
44 DİYANET AYLIK DERGİ MAYIS 2015
Ne var ki vefatından sonra gelişen hadiseler
sebebiyle o, Tanrı’nın kendisine hulul ettiğine
inanılan kutsal bir varlığa dönüşmüştür. Hatta
bu dine inananlar Hz. İsa’nın Allah olduğunu
iddia edecek kadar ileri gitmişlerdir.
Bu sapma, sadece peygamberlerle ilgili değildir. Onların dışında aziz, ermiş, yatır, gavs,
kutup, mürşit vb. din büyükleri için de söz
konusudur. Kimi daha yaşarken kimi de vefatından sonra beşer üstü niteliklere haiz kimseler olarak görülmüş, kendilerine sığınılıp
himmet, keramet ve şefaatleri niyaz edilmiştir.
Tarih boyunca tevhit çizgisine bağlı, muttaki
ve veli insanlar ve bunları izleyen topluluklar
daima var olmuştur. Ne var ki bağlıları tarafından kendilerine insanüstü nitelikler yakıştırılan ve böylece kutsallaştırılan kimseler de
eksik olmamıştır.
Kur’an, Vedd, Suva’, Yağûs, Yeûk ve Nesr putlarından bahseder. (Nuh, 71/23.) Tefsir kitaplarında bu ayetle ilgili yapılan açıklamalar, salih
insanların zamanla nasıl putlaştırıldıklarını
göstermek açısından dikkat çekicidir.
Ayette bahsedilen put isimleri, daha önceleri
yaşayan salih insanların isimleriydi. Bu kimseler vefat edince, hatıralarına saygı göstermek
ve şefaatlerine nail olmak amacıyla heykelleri
yapılmıştır. Ne var ki zamanla bunların asıl
yapılış amaçları unutulmuş ve kutsal tanınan
bu heykellere tanrı gözüyle bakılır olmuştur.
Yine Kur’an bizlere, Yahudi ve Hristiyanla-
rın kendi din adamlarını tanrılaştırdıklarını
söyler. Bu, aslında ciddi bir sapmaya işaret
etmektedir. Bununla, sadece bir tespit yapılmamış; aksine tevhidin son temsilcileri olarak
bize de önemli bir uyarıda bulunulmuştur.
İnsanlara aşırı hürmet göstermek, onları tazim
etmek şirk çeşitlerinden biridir. Nitekim Allah
Rasulü kendi şahsına dahi aşırı saygı gösterilmesine razı olmamış ve bu konuda insanları
şöyle uyarmıştır:
“Hristiyanların Meryem oğlu İsa’yı aşırı bir şekilde övdüğü gibi siz de beni övmeyin. Ben
sadece Allah’ın kuluyum. Bu sebeple ‘Allah’ın
kulu ve elçisi deyin.” (Buhari, Enbiya, 48.)
Hz. Peygamberin bu davranışı bizlere şu ölçüyü vermektedir: Hiçbir insan peygamber seviyesinde değildir. Peygambere insanüstü bir
konum verilemeyeceğine göre, diğer insanları
kutsallaştırıcı davranışlardan zaten sakınmak
gerekir. Dolayısıyla Allah Teala’ya gösterilecek
hürmet ve tazim hiçbir insana gösterilemez.
Biz bu konularda duygu, düşünce ve davranışlarımızı daima kontrol ederiz. Hayatta
olanlara karşı ölçülü davrandığımız gibi yatırlara karşı da bu duyarlılığımızı devam ettiririz.
Onların türbelerini, yaşadıkları hayattan ibret
almak, örnek şahsiyetlerinden istifade etmek
için ziyaret ederiz. Yoksa bir beklenti içerisine
girerek onlara yalvarıp yakarmayız. Onlardan
şefaat etmelerini dilenmeyiz. Çünkü biz sadece Rabbimize kulluk eder ve sadece O’ndan
yardım dileriz.
Yine belirtmek gerekir ki ‘Filan mürşit insanların davranışlarından haberdardır’ anlamına
gelecek düşünceler de tevhit inancıyla bağdaşmaz. Bu tür yanlış itikatlarla, bilerek veya
bilmeyerek gaybı Allah’ın dışındakilerin de
bilebileceği kabul edilmektedir.
Ne yazık ki bu tür anlayışlar, günümüzde bazı
çevrelerde normal kabul edilmektedir. Oysa
bu ciddi bir sapmadır. Çünkü gaybı sadece
Allah bilir. O’nun bilmesi, görmesi, işitmesi sınırsızdır. Dolayısıyla müminler sadece O’nun
murakabesi altında olduklarını düşünürler.
Çünkü O, ‘Nerede olursanız olun ben sizinle
beraberim’ diyor. (Mücadele, 58/7.)
Yine Müslümanlar, günahtan korunmuş olanların sadece peygamberler olduğuna inanırlar.
Dolayısıyla bir insan takva sahibi ve erdemli
bir şahsiyet olabilir. İnsanlar onun üstün ahlakından, örnek kişiliğinden istifade edebilirler.
Fakat bütün bu meziyetleri, onun hatalardan,
günahlardan korunmuş olduğu anlamına gelmez.
Mümin, böyle bir şahsı yüceltmede aşırı bir
tutum içerisine girmez. Onun düşüncelerini,
hâl ve hareketlerini hatadan korunmuş olarak
görmez. Salih bir insan olsa dahi yanlış bir tercih ve içtihatta bulunabileceği ve günah işleyebileceğini göz ardı etmez.
Mümin, böyle bir şahsın düşünce ve davranışlarının arkasında her daim bir hikmet aramaz.
Yine bu kimse ‘la yüsel’; itiraz edilmez, düşünce ve davranışları sorgulanamaz biri olarak görülmez. Çünkü aksi bir durum, insanın
kendini inkâr etmesi anlamına gelir.
Diğer taraftan, ashaptan cennetle müjdelenenler hariç, hiç kimseye ebedi kurtuluş garantisi verilmemiştir. Üstelik kullarını gerçek
manada bilen sadece Allah Teala değil midir?
Şu hâlde mümin bu konuda kesin bir yargıda
bulunmaz. Sadece faziletine inandığı şahsın,
Allah’ın sevgili bir kulu olduğunu düşünür.
Onun gidişatıyla ilgili olumlu kanaat besler,
örnek hayatından istifade etmeye çalışır.
Mümin bir kimse, salih bir insan olarak kabul
ettiği bir şahısta Allah’ın tecelli edip göründüğü tarzında ileri sürülen batıl itikatlara onay
vermez.
Yine mümin, nerede olursa olsun, darda kalmış bir kimsenin ‘ya ğavs” çağrısına cevap
veren ve onu bu durumdan kurtardığına inanılan özel yetkili kimselerin bulunduğu şeklindeki inancın batıl olduğunu düşünür. Çünkü namazın her rekâtında ‘yalnız sana kulluk
eder, yalnız senden yardım dileriz’ cümleleriyle tekrarladığı tevhit ilkesinin bununla bağdaşmadığına inanır.
MAYIS 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
45
HADİSLERİN IŞIĞINDA
Vücutta Dolaşan Sinsi Düşman:
Şeytan
Elif ERDEM
Diyanet İşleri Uzmanı
“Muhakkak ki şeytan, insanın vücudunda kanın dolaştığı gibi
dolaşır.” (Müslim, Selam, 24.)
Ramazan-ı şerifin son günleriydi. Rasuli Ekrem her yıl olduğu gibi mescitte
itikâfa çekilmiş, kendini ibadete vermişti
ki bir gece vakti Safiyye (r.a.) kendisini
ziyarete geldi. Bir müddet sohbet ettikten sonra Safiyye validemiz, Usame
b. Zeyd mahallesindeki evine dönmek
üzere ayağa kalktığında, Allah Rasulü de kendisini uğurlamak için onunla
birlikte kalktı. Mescidin kapısına vardıklarında, yanlarından geçmekte olan
iki kişi Rasulüllah’a selam vererek adımlarını hızlandırdılar. Yanı başında hanımı varken Allah Rasulü’nü oyalayıp
rahatsız etmek istememiş olmalıydılar.
Fakat bu durumdan rahatsızlık duyan
Allah Rasulü, Medineli iki adama “Ağır
olun” diye seslendikten sonra hiç beklemedikleri bir açıklamada bulundu: “Bu
yanımda bulunan (kadın yabancı değil,
eşim) Safiyye binti Huyey’dir.” Bir ağızdan “Sübhanallah” diyerek şaşkınlıklarını dile getiren iki adam, “Hâşâ biz senin
hakkında başka türlü nasıl düşünebiliriz
ey Allah’ın Rasulü!” diyerek Efendimizin
açıklama ihtiyacı duymasına biraz da
içerlediklerini ifade ettiler. Oysaki Rabbimizin ümmetine düşkünlüğüyle andığı o merhametli elçi, şeytanın olur olmaz
telkinlerle bu iki müminin imanına zarar
vermesine engel olmak istiyordu. Sözlerine şu çarpıcı ifadelerle açıklık getirdi:
“Muhakkak ki şeytan, insanın vücudunda kanın dolaştığı gibi dolaşır. Ben, şey-
46 DİYANET AYLIK DERGİ MAYIS 2015
tanın sizin kalplerinize kötü bir şüphe
atmasından endişe ettim.” (Müslim, Selam, 24;
Buhari, Farzu’l-humus, 4.)
Yüce Allah’ın seçilmiş bir kulu olarak
insanlığa en güzel örnek olarak takdim
edilen Peygamber Efendimiz, ne O’nun
katındaki bu yüksek mertebeye ne de
“Anam babam sana feda olsun” diyerek
etrafında pervane olan sahabe arasındaki
eşsiz konumuna güvenmiş, tedbiri elden
bırakmamıştı. En üstün vasıflarla donanmış olmasına rağmen Rasulüllah’ın
mescitte karşılaştığı iki sahabiye, yanlış
bir harekette bulunmadığını beyan etme
gayreti, bu davranışının nedenini izah
kabilinden söylediği sözlerin ne denli
önemli olduğunu göstermektedir: “Muhakkak ki şeytan, insanın vücudunda
kanın dolaştığı gibi dolaşır.”
Hadis-i şerifte şeytanın insanla ilişkisini
harikulade bir benzetmeyle ifade eden
Rasulüllah, sinsice hareket eden şeytana
karşı her an teyakkuzda olmak gerektiğine dikkatleri çekmektedir. Vücudu
baştanbaşa kaplayan kanın damarlarda
sessiz sedasız ama daimi deveranı gibi
şeytan da bin bir türlü hilesi ve vesvesesiyle insanı çepeçevre kuşatır ve onu mütemadiyen kötülüğe çağırır. Zira o, kibrine yenik düşüp Rahman’a asi olduğu
ve böylece huzuru ilahiden kovulduğu
gün, lanetlenmesine sebep olarak gördüğü insana düşman kesilmiştir. Onun da
kendisi gibi ilahî rahmetten uzak kalması
için bütün yolları denemeyi kendine görev
kabul etmiş ve Allah’a şöyle yemin etmiştir: “…Andolsun ben de onları (insanları)
saptırmak için muhakkak senin dosdoğru
yolunun üzerinde oturacağım. Sonra onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından ve
sollarından sokulacağım ve sen onların çoğunu şükreden kimseler bulamayacaksın.”
(Araf, 7/16-17.) Bu doğrultuda insana çok çeşitli yollardan yaklaşarak onu günaha davet
eden şeytan, onun Rabbinin koyduğu sınırları aşması için elinden geleni yapar. En büyük yardımcıları, insanın nefsani arzuları ve
zaaflarıdır. Zira nefsin azgınlaştığı, zaafların
çoğaldığı, akıl ve vicdanın sesini duyuramadığı bir bedende onun telkinleri eyleme dönüşmekte çok gecikmeyecektir. Bu nedenle
şeytan bir yandan insana yeme, içme, şehvet
gibi dünyevi arzulara düşkünlüğü emrederken bir yandan da açlık, fakirlik gibi korkularla onu paylaşmaktan, hayır hasenattan ve
infaktan alıkoyar. Bir yandan kibir ve gurur
telkiniyle benliğini güçlendirirken bir yandan da onu diğer insanlara karşı menfi düşünceler ve tavırlar içerisinde olmaya sevk
eder. Daima “haklı” olduğunu söyler insana,
yaptığı tüm kötülükleri süslü gösterir (Enam,
6/43.) ve dahası onu sahte vaatleriyle kandırır. (Nisa, 4/120.) Böylece onun sevgi, kardeşlik, sabır, dürüstlük, dayanışma, fedakârlık
ve isar gibi ahlaki erdemlerle latif bir varlık
olmak yerine süfli arzular, kin, nefret, öfke,
haset gibi düşmanca duyguların esaretinde
olan, dünyaya düşkün, açgözlü, haris, cimri
ve/veya bencil bir varlığa dönüşmesi için çabalayıp durur. Kulun tövbe etmesine, dua,
zikir ve ibadet gibi güzel amellerle günahlarından arınıp Allah’a yaklaşmasına asla razı
olamaz. Bu yüzden onu salih amellerden
uzaklaştırmaya çalıştığı gibi Rabbine karşı
görevlerinde gevşeklik göstermeye de teşvik eder. İbadete başladığında ise kişiyi bu
ibadetin ruhundan uzaklaştırıp sevabından
mahrum etmeyi hedefleyerek vesveselerini
daha da artırır. Tıpkı “Şunu hatırla, bunu
hatırla…” diyerek hiç aklında olmayan düşüncelerle namaz kılan kimsenin zihnini
bulandırdığı ve nihayetinde kaç rekât kıldığını dahi bilmez hâle getirdiği gibi. (Buhari,
Ezan, 4.)
Hz. Âdem’in cennetten çıkarılmasından
Kabil’in kardeşi Habil’i öldürmesine; Firavunların ilahlık iddialarından Müslümanlar
arasında yaşanan fitne olaylarına kadar, tarihte yaşanan her olumsuz olayda şeytanın
yıkıcı izlerini sürmek mümkündür. Onun
telkinlerine kapılan nice masum insan günah çukurlarına yuvarlanmış, ona uyarak
âdeta suç makinesine dönmüş; tüyler ürperten katliamlara ve kıyımlara imza atmış,
kısacası onun saçtığı nifak tohumlarıyla ailelerden devletlere nice bütünler parçalanmıştır. Oysaki şeytanın inanan ve Rabbine
sığınan, O’na güvenip dayanan kulları üzerinde hiçbir gücü yoktur. (Nahl, 16/99.) İnsan
iradesini iyiye ya da kötüye kullanmakta ve
şeytana uyup uymamakta özgürdür. İşte bu
yüzden şeytanın “insanın vücudunda kanın
dolaştığı gibi dolaştığı”nı söyleyen Allah Rasulü, her şeyden önce inananlara şeytanın
bitmek bilmeyen vesveseleri hususunda bir
“farkındalık” kazandırmaya çalışmaktadır.
Bu farkındalık, kişinin söz ve davranışlarında, tıpkı Rasulüllah gibi, şeytanın kışkırtmalarına fırsat vermeyecek şekilde tedbirli olmasını sağlayacaktır. Aynı zamanda
bu farkındalık, kişinin başkaları hakkında
hüküm verirken aceleci davranmasını önleyecek, kendisine yapılan kötülüklerde
şeytanın rolünü düşünerek karşısındakine
kin tutmak yerine onu affetmesini kolaylaştıracaktır. Elbette ki bu farkındalığı kazanan
kişinin şeytanın telkinlerine uymama hususunda güçlü bir iradeye ve ilahi desteğe
de sahip olması gerekir. İşte buna binaen
Rabbimiz bizlere ilahî kelamında şöyle demektedir: “Eğer şeytandan gelen kötü bir
düşünce seni ayartmaya çalışırsa, hemen
Allah’a sığın.” (Fussılet, 41/36.)
MAYIS 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
47
DİN VE SOSYAL HAYAT
Prof. Dr. Ömer YILMAZ
Yıldırım Beyazıt Üniversitesi
İslami İlimler Fakültesi
Bizleri yoktan var eden Allah:
“Müminler ancak kardeştir.”
(Hucurat, 49/1.) ve “Müminler birbirlerinin dostudur.” (Tevbe, 9/71.)
buyurmaktadır.
Kadın-erkek,
Acem-Arap Hz. Âdem’in birer evlatları olarak beşeriyette kardeştirler. Dinde kardeşlik ise bunun
bir adım daha ötesinde başka bir
anlam ve derinlik kazanır. Mekkeli muhacirler ile Medineli ensar
arasında tesis edilen “muahat” bunun pratiğe yansımış hâlidir. “Al-
48 DİYANET AYLIK DERGİ MAYIS 2015
lah kalplerinizi kaynaştırdı. Onun
nimeti sayesinde kardeş oldunuz” (Âl-i İmran, 3/103.) diyen Allah
devamla Peygamberine; “Dünya
kadar para harcasaydın onların
gönüllerini böylesine birbirine
raptedemezdin”
buyurmuştur.
Buradan kardeşlik ve dostlukta
ilahî inayet ve Rabbani hidayetin
kulların yanında olduğunu anlıyoruz.
nim olsa, bunu bir lokma hâline
getirip bir kardeşimin ağzına koysam, yine de fazla bir şey yaptım
diyemem” derken aynı zat bu defa
bir başka ifadesinde benzeri bir
yaklaşımla, “Bir dostumun ağzına
koyduğum lokmanın tadını kendi
ağzımda hissederim” diyebilmiştir. Amasyalı Akif ise,
Genelde İslam tarihi özelde Anadolu kültürü “Candan önce
canan”ı önceleyen örneklerle doludur. Nitekim “Bin dost çok, bir
düşman az değildir” anlayışının
temsilcilerinden biri olan Ebu Süleyman Darani, “Tüm dünya be-
Sanma kim vardır hüner teksir-i
yâran etmede”
“İş tahammül etmededir bâr-ı
hukuk-ı sohbete
Demek suretiyle dost ve kardeşliğin çoğaltılması gerektiğine vurgu
yapmaktadır.
Ne yazık ki pek çok açmazlarla
DİN VE SOSYAL HAYAT
baş başa kaldık. Evlerimizi büyüttük, ama ailelerimizi küçülttük.
Geçimimizi sağlamayı başardık,
ancak birbirimizle geçinmeyi
başaramadık. Denizde balıklar
gibi yüzmek, havada kuşlar gibi
uçmak biz insanoğlu için adeta
sıradanlaştı, ama ne var ki bütün bunları başarırken, kardeşçe,
dostça yaşamayı bir türlü başaramadık. Çok fazla zaman tüketiyor, çok çabuk kızıyor, çok geç
saatlere kadar oturuyor, çok yorgun kalkıyoruz. İletişim araçlarıyla haddinden fazla vakit harcıyor,
ne var ki çok az okuyor, çok az
birbirimizle sohbet ediyor ve çok
az şükrediyoruz. Gelinen bu noktada yüz yüze ilişkiler yerine sanal
ilişkileri tercih etmeye başladık.
Yüz yüze gelsek dahi birbirimizin
yüzüne daha az bakıyoruz, iletişime geçmeden ayrılıp gidiyoruz.
Otobüs ve trenlerde, uçakta yan
yana koltuklarda, bir birimize
selam vermeden, hal-hatır sormadan ve hatta birbirimizle tanışma
gereği bile duymadan uzunca yolculuğumuzu bitiriyoruz.
Galiba mülk (milk) âlemini abat
ederken, melekût âlemini ihmal
ettik. Modernite çoğumuzun
dikkatini dağıttı. Gözün gördüğü şeyler artınca, gönül daha çok
şeylerle meşgul olmaya başladı.
Bu arada iç dinginliğin, sükunetin
temini için farklı meditasyon teknik ve seanslarına yönelenlerimiz
oldu. Stres, depresyon, gerilim,
korku, endişe, çaresizlik, yalnızlık, boşluk, cinnet, sıkıntı, intihar,
memnuniyetsizlik
insanımızın
belini büktü.
Hâlbuki kadim selam medeniyetinin sakinleri olarak bizler buna
layık değil ve bunu hak etmedik!
Anadolu coğrafyasında
selam medeniyetinin
sakinleri olarak
yeniden birbirimizle
iletişim kurmaya,
yeniden birbirimizin
hal ve hatırını sormaya,
yeniden kalplerimize
giden yolu Yunus’ça,
Mevlana’ca, Hacı
Bektaş-ı Veli’ce
bulmaya çalışmak
zorundayız.
Rahmanın kulları, esenlik Peygamberinin ümmeti, barış yurdunun daimi çocukları olarak
birbirimizin derdiyle dertlenmek,
birbirimizin yarasına merhem olmak dururken, acaba yaraya tuz
basmak da neyin nesiydi?
Kardeşlerim! Vakit çok geç olmadan selam ile başlayalım kelama.
Selamlaşma, iletişim kurmanın,
iletişim toplumsal bütünleşmenin, toplumsal bütünleşme ise
iyi bir insan olmanın temel koşuludur. Hatta selamlaşmayı bir
başkasından bekleyerek değil, ilk
adımı kendimiz atarak başlatalım.
Kur’an’da otuz üç defa geçen ve
müminlerin tam on iki kez selamlandığı bu sihirli kelime “Selamün
aleyküm” ile dostluğa, kardeşliğe,
insanlığa, yardımlaşmaya, dayanışmaya yeniden ve beraberce
“merhaba” diyelim!
“es-Selam” (Haşr, 59/23.) O’nun en
güzel isimlerinden biridir. Birer
mümin olarak bizler “Abdü’sSelam”, yani selamın kullarıyız.
Bizleri “selam” kökünden türeyen
ve “Müslüman” olarak isimlendiren, dinimize barış, sevgi, esenlik anlamları katıp etik bir kavramla ilintilendiren ve dolaysıyla
“İslam”ı seçen Allah’a binlerce
kez şükürler olsun. Bununla birlikte O bizlere, “Selam yurdunun
yolcuları” (Yunus,10/25.) ve “Daru’sselam”ın (Enam, 127; Araf, 46; Zümer, 73.)
daimi sakinleri diye seslenmiştir.
Bizim inanç sistemimizde “kul
hakkı” her şeyden önce selam
alıp vermekle başlar. (Buhari, Cenaiz
2; Müslim, Selam 4-5.) Selam vermeyi sünnet, selamı almayı ise farz
bilen bir geleneğin sahipleriyiz.
Keza bizim kültürümüzde selam
cennet kelamı olarak kabul edilir. (Nisa, 4/86.) Müslümanlar ebedi
istirahatgâhları cennette ‘boş bir
söz’ değil; sadece selam işitirler.
(Meryem, 19/62.) Peygamberimiz ise
bize cennete giden yolun selamdan geçtiğini öğretir: “Canım
kudret elinde olan Allah’a yemin
ederim ki; iman etmeden Cennete
giremezsiniz, birbirinizi sevmeden de iman etmiş olmazsınız.
Size yaptığınız takdirde birbirinizi
seveceğiniz bir işi göstereyim mi?
Selamı aranızda yaygınlaştırınız.”
(Müslim, İman, 17.)
Anadolu coğrafyasında selam medeniyetinin sakinleri olarak yeniden birbirimizle iletişim kurmaya,
yeniden birbirimizin hal ve hatırını sormaya, yeniden kalplerimize
giden yolu Yunus’ça, Mevlana’ca,
Hacı Bektaş-ı Veli’ce bulmaya çalışmak zorundayız. Müslüman,
Peygamberin nezih diliyle tanıdık ve tanımadıklarından tanrı
selamını (Buhari, İman, 20.) esirgememelidir. Modern dünyanın barışı
temsil eden beyaz güvercini ve
zeytin dalından önce bizim sevgi
MAYIS 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
49
DİN VE SOSYAL HAYAT
medeniyetimizin selamı çoktan
keşfedilmişti. Bu anlamda zeytin
dalı toprağın, tabiatın mahsulü
iken, dil ile verilen samimi bir selam kendi canımızın mahsulüdür.
Selam ‘benden sana zarar gelmez’
demektir.
Selam, kardeşin kardeşe dua etmesi, kardeşin kardeşe iyi dilekte
bulunması demektir.
Selam, herkese cennet yurdu ve
kurtuluş yolu sizin olsun demektir.
Selam, sen de benim gibi Allah’ın
bir kulusun diyebilmenin bir diğer adıdır.
Malatyalı Niyazi Mısri (ö. 1693),
bize insanların tek bir nefisten
yaratıldıklarına dair Kur’anî gerçeği (Nisa, 4/1.) hatırlatarak, insanların gidip gelmek, tanışmak,
selamlaşmak ve dostluk kurmak
gibi ilişkilerinin, aradaki sevgiyi
arttıracağını söylemektedir. Yine
Kars’ta şehit düşen derviş meşrep
Ebu’l-Hasan Harakani (ö.1034);
50 DİYANET AYLIK DERGİ MAYIS 2015
“Türkistan’dan Şam’a kadar olan
sahada bir din kardeşimin parmağına batan diken benim parmağıma batmıştır. Onun ayağına çarpan taş benim ayağıma çarpmıştır. Bir yürekte hüzün varsa bilin
ki o yürek benim yüreğimdir.”
demiştir. Mevlana ise mürşidi
Şemsi Tebrizi (ö. 1247)’nin kendisine bir şey öğrettiğini beyan
ederek onu bizimle paylaşmıştır:
“Dünyada bir tek mümin üşüyorsa, ısınma hakkına sahip değilsin.
Ben de biliyorum ki yeryüzünde
üşüyen müminler var, ben artık
ısınamıyorum.”
Ötelerden sesi duyulan Yunus
Emre; “Gelin tanış olalım, işin
kolay kılalım” derken kardeşliğe,
dostluğa çağrı yapmaktadır. Hacı
Bektaş-ı Veli; “Gelin canlar bir
olalım” çağrısıyla yâd olanları bilişmeye, tanışmaya, selamlaşmaya
ve akabinde kardeş olmaya davet
etmektedir.
Kardeşlerim! Hepimiz aynı kilimin desenleri, aynı tarağın dişleri,
aynı gitarın telleri, aynı gökkuşağının farklı tonlardaki renkleriyiz.
Gün ellerimizi yumruk yapma
günü değildir. O hâlde geliniz
hep beraber önce ellerimizi, sonra
kollarımızı ve sonra kalplerimizi
birbirimize açalım! Şu üç günlük
dünyayı daha yaşanabilir bir hale
getirmenin gayretini güdelim.
Unutmayınız ki İslam ve insanlık
âlemi bu medeniyetin ve bu toprağın sahip olduğu kardeşlik, hoşgörü, diğerkâmlık, yardımlaşma
ve paylaşma erdemine eskisinden
daha fazla ihtiyaç duymaktadır.
Bu konuda etrafımıza bakınmaya
ve bunu bir başkasından beklemeye ne hakkımız ne de haddimiz vardır. Mademki söze selamla
başladık, yine selamla bitirelim:
sözü Bizim Yunus’a verelim:
“Biz dünyadan gider olduk
Kalanlara selam olsun
Bizim için hayır dua
Edenlere selam olsun!” vesselam!
DİN VE SOSYAL HAYAT
Şeytanın Telkini
VESVESE
Doç. Dr. İsmail KARAGÖZ
Rehberlik ve Teftiş Başkanı
Sözlükte gizli ses, gizli söz anlamına gelen vesvese terim olarak,
zihinde beliren ve kişiyi kötü ya
da faydasız bir düşünce ve davranışa sürükleyen, fikir, şüphe ve
kuruntu demektir. Bir kimseye
böyle bir düşünceyi telkin etmeye
“vesvese vermek” denir.
Vesvesenin kaynağı; Şeytan/İblis
(Araf, 7/20; Taha 20/120.), şeytanlaşan
insan ve cinler (Nas, 114/1-4.) ile kişinin kendi nefsidir. (Kaf, 50/16.)
1. Şeytanın vesvesesi: “Şeytan”;
cin ve insanların, şerir, azgın, kibirli, isyankâr, müşrik, kâfir ve
münafık olanlarına verilen bir
cins isimdir. (Yazır, I, 239.) “Şeytan”
deyince ilk akla gelen iblistir. İblis, Âdem (a.s.) için secde etme
emrine karşı çıkarak Allah’a isyan
ettiği, azdığı ve Allah’ın lanetine
uğradığı için “Şeytan” ismini almış ve bu kelime, şeytan için isim
olmuştur. İblis, “çok ümitsiz ve
hüzünlü” demektir. İblis, cin asıllı
bir varlıktır. (Kehf, 18/50.)
Kur’an-ı Kerim’de iblisin, insan
ve cin şeytanlarının insana vesvese verdiği açıkça bildirilmektedir. Şeytan, ilk vesvesesine Hz.
Âdem ve eşi Havva ile başlamıştır:
“Şeytan, kendilerinden gizlenmiş
olan avret yerlerini açmak için
onlara vesvese verdi.” (Araf, 7/20;
Taha, 20/120.) Şeytan’ın Hz. Âdem
ile Havva’ya nasıl vesvese verdiği,
onlara ne dediği ve onları nasıl
kandırdığı ayetlerde bildirilmektedir. Cennete konulan Hz. Âdem
ve Havva’nın bir ağaca yaklaşması
yasaklanmıştı. İblis, Hz. Âdem ile
Havva’ya, ‘Rabbiniz size bu ağacı
ancak, melek olmayasınız, ya da
(cennette) ebedî kalacaklardan olmayasınız diye yasakladı. Şüphesiz ben size öğüt verenlerdenim’
diye yemin etti.” (Araf, 7/20-21; bk.
Taha, 20/120-121.) Ve bu şekilde kandırıp yasağı işleyerek nefislerine
zulmetmelerine sebep oldu. Dolayısıyla vesvesenin alanı, dinî ve
ahlaki kurallar, Allah ve peygamberine isyan ve kötülüklerdir. İblis, ilahî huzurdan kovulunca kıyamet kopuncaya kadar Allah’tan
yaşama izni almış (Sad, 38/81.) ve
“(Ey Rabbim!) Senin şerefine ant
olsun ki, içlerinden ihlaslı kulların hariç, mutlaka onların hepsini
azdıracağım” (Sad, 38/82.) demiştir.
Nas suresinde cin ve insanlardan
olup, insanların kalplerine vesvese veren sinsi şeytandan söz edilmektedir. “Kanın bedende dolaştığı gibi şeytan da insana hulûl
eder.” (Buhari, Ahkâm, 21.) buyuran
Peygamberimiz (s.a.s.); “Şeytanın
ve meleğin Âdemoğluna tesiri,
etkisi ve baskısı vardır. Şeytanın
baskısı, insanı şer ile korkutup
MAYIS 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
51
DİN VE SOSYAL HAYAT
“İmanım var mı yok mu?
Abdestim, namazım oldu
mu olmadı mı? Yeterince
temizlik yaptım mı yapmadım
mı? Şunu yaparsam ne olur?
Yapayım mı yapmayayım
mı?” gibi sürekli şüphe ve
tereddüt içerisinde olmak da
vesvesenin bir çeşidi olup
şeytanın telkini sonucudur.
Bu tür vesvese bir hastalıktır.
Tedavisi, iman ve sağlam
bilgidir.
tehdit etmek ve hakkı yalanlamaktır. Meleğin etkisi ise hayır
vaat etmek ve hakkı doğrulamaktır. Kim meleğin etkisini kalbinde
bulursa bilsin ki bu Allah’tandır.
Allah’a hamt etsin. Kim de şeytanın baskısını kalbinde bulursa,
kovulmuş şeytandan Allah’a sığınsın buyurmuş ve “Şeytan fakirlikle korkutur ve kötülükleri emreder” ayetini okumuştur. (Tirmizi,
Tefsir, 2 V, 219–220.) Bu hadis-i şerife
göre insanın kalbine gelen düşünceler, iyi ve kötü olmak üzere iki
çeşittir. İyilerine ilham, kötülerine
vesvese denir. İlham ilahî, vesvese ise nefsani ve şeytanidir. Kalbe
gelen düşüncenin iyi mi, kötü mü
olduğunu anlamada ölçü, kalbe
gelen düşüncenin ilahî emir ve yasaklara uygun olup olmamasıdır.
İslam’ın beğendiği şeyler iyidir ve
melek tarafından ilham edilmiştir.
İslam’ın beğenmediği ve yasakladığı şeyler, kötüdür, şeytan veya
nefis tarafından kalbe vesvese verilmiştir. İslam’ı iyi öğrenen bir
Müslüman, kalbine gelen düşüncelerin ilham mı vesvese mi ol-
52 DİYANET AYLIK DERGİ MAYIS 2015
duğunu anlar. İnsanın şeytandan
kurtulması mümkün değildir.
Peygamberimiz (s.a.s.); “Her insanın kendine ait bir cini (şeytanı)
vardır.” (Darimi, Rikak, 25.) “Doğan
hiç bir çocuk yoktur ki kalbi üzerinde sinsi bir şeytan bulunmuş
olmasın. İnsan, Allah’ı zikrederse
geri çekilir, zikirden gaflet ederse vesvese verir. Bu, Allah’ın “elvesvâs el-hannâs” sözüdür, (İbn Ebi
Şeybe, el-Musannef, No: 34774; Taberi, Nas,
114/4.) buyurmuştur. Abdullah ibn
Abbas, “el-vesvâs el-hannâs” ile ilgili olarak şöyle demiştir: “Şeytan
Âdemoğlunun kalbi üzerine oturur. İnsan Allah’ın zikrini unutup
gafil olursa vesvese verir. Allah’ı
zikrederse geri çekilip siner.”
(Hâkim, el-Müstedrek, No: 3991; Taberi,
Dolayısıyla
insanın şeytan ile daima mücadele
etmesi gerekir. Çünkü şeytan; insanlara amellerini süslü gösterir.
Câmiu’l-beyan, Nas, 114/4.)
(Nahl, 16/63; Enam, 6/43, 137; Enfal, 8/48;
İnsanlara önlerinden, arkalarından, sağlarından
ve sollarından yaklaşır (Araf, 7/17.)
ve onları azdırır. (Sad, 38/82.) İçki ve
27/24; Ankebut, 29/38.)
kumar vasıtasıyla insanlar arasında düşmanlık ve kin sokmak, namazdan ve Allah’ı anmaktan alıkoymak ister. (Maide, 5/91.) İnsanları
fakirlikle korkutur ve kötülükleri
teşvik eder. (Bakara, 2/268.) İnsanlara
kötü düşünceler telkin eder. (Enfal,
8/11.) Her türlü çirkin söz, fiil ve
davranışları (Bakara, 2/268; Nur, 24/21.),
kötülükleri, haramları ve küfrü
emreder. (Nur, 24/21; Haşir, 59/16.) Söz
verir, ümitlendirir ve aldatır. (Nisa,
4/120.) İnsanların yaptığı kötülükleri, kötü sözleri, kötü fiil ve davranışları süslü, iyi, güzel ve cazip
gösterir ve ümitlendirir. (Enam, 6/43;
Enfal, 8/48; Nahl, 16/163; Neml, 27/24; An-
Allah’ın
zikrini ve gerçekleri unutturur.
(Mücadele, 58/19; Enam, 6/68.) Hak yoldan saptırır (Nisa, 4/60; Araf, 7/30; Hac,
22/4; Neml, 27/24.), fitneye düşürür,
azdırır, kişi ile kardeşi arasına
fitne sokar. (Araf, 7/27, 175, 202; Yusuf,
12/100.) Doğru yoldan uzaklaştırır,
alevli ateşe, cehenneme çağırır ve
böylece hüsrana sürükler. (Nisa,
kebut, 29/38; Muhammed, 47/25.)
4/60; Yusuf, 12/105; İsra, 17/53; Lokman,
31/21; Fatır, 35/6.)
DİN VE SOSYAL HAYAT
“İmanım var mı yok mu? Abdestim, namazım oldu mu olmadı
mı? Yeterince temizlik yaptım mı
yapmadım mı? Şunu yaparsam ne
olur? Yapayım mı yapmayayım
mı?” gibi sürekli şüphe ve tereddüt içerisinde olmak da vesvesenin bir çeşidi olup şeytanın telkini sonucudur. Bu tür vesvese bir
hastalıktır. Tedavisi, iman ve sağlam bilgidir. İnsan elinden geleni,
kuralına uygun olarak yapmalı,
Allah’a güvenmeli ve bu tür şüpheden uzak durmalıdır.
2. Şeytanlaşan insanların vesvesesi: Ahlaken kötü insanların kötülük ve haram telkini, söz gelimi,
bir insanın bir başkasını zulüm,
içki ve kumar, zina ve fuhuş, sigara ve uyuşturucu, yalan ve iftira,
hırsızlık ve gasp, terör ve cinayet
gibi kötülük ve haramları işlemeye teşvik etmesi vesvesedir.
3. Nefsin vesvesesi: Kaf suresinin
16’ncı ayetinde insanın nefsinin
kendisine vesvese verdiği bildirilmektedir. Nefsin vesvesesi; insanın içinden kendine söylediği,
gönlünden geçirdiği gizli duygular, vehimler, kuruntular, kötü
düşünceler, kötü kararlar ve benzeri bütün iç duygularıdır. Zihne
ve gönle gelen kötü düşünceler
hayata geçirilmezse bu vesvesenin
sorumluluğu olmaz. Peygamberimiz (s.a.s.), şöyle buyurmuştur:
“Allah, uygulamadıkları ve başkalarına anlatmadıkları takdirde
ümmetimi, göğüslerinin vesvese
verdiği şeyler ile zorla yaptırıldığı
şeylerden dolayı cezalandırmayacaktır.” (İbn Mace, Talak, 16.)
Kötülüğü emreden nefse uyan,
nefsinin her arzusunu yerine getiren insan, onu tanrı edinmiş olur.
“Nefsini tanrı edineni gördün mü”
(Furkan, 25/43.) ayeti
bu gerçeği ifade
etmektedir. “Nefsini (şirk, küfür,
nifak, isyan ve kötülüklerden) temizleyen (insan) kurtuluşa ermiş,
onu (bu kötülüklerle) kirleten de
ziyana uğramıştır.” (Şems, 91/9–10.)
İnsanın en büyük düşmanı nefsidir. (Acluni, Keşfü’l-Hafa, I,160, No: 412.)
Vesveseden kurtulma
yöntemleri
Yüce Rabbimiz ve sevgili Peygamberimiz (s.a.s.), bize vesveseden
kurtulmanın yöntemlerini bildirmiştir. Bu yöntemleri şöyle özetleyebiliriz.
1. Allah’a sığınmak. İblis ve cin
şeytanlarının
vesvesesinden
Allah’a sığınmak gerekir. Yüce
Allah, “Eğer şeytandan bir kışkırtma seni dürterse, hemen Allah’a
sığın” (Araf, 7/200.) “(Ey Peygamberim!) De ki: Rabbim! Şeytanların
vesveselerinden sana sığınırım ve
onların yanımda bulunmalarından sana sığırım.” (Müminun, 23/97–
98.) buyurmaktadır. Nas suresinde de sinsi vesveseci şeytandan
Allah’a sığınılması emredilmektedir. Dolayısıyla akla, zihne, gönle
bir kötü düşünce gelince hemen
euzü okuyarak bundan Allah’a
sığınmak gerekir. Peygamberimiz
(s.a.s.), “Kovulmuş şeytanın kötülük dürtüsü, fısıldaması ve telkininden, bilen ve duyan Allah’a
sığınırım.” (Tirmizi, Salat, 179.) diye
dua etmiştir.
2. Allah’ı hatırlamak. “Allah’a
karşı gelmekten sakınanlar, kendilerine şeytandan bir vesvese
dokunduğu zaman iyice düşünür
(ve hemen Allah’ı hatırlarlar) sonra hemen gözlerini açarlar.” (Araf,
7/201.) Zihnine bir kötülük yapma
düşüncesi gelen insan, hemen bunun şeytanın bir telkini olduğunu
bilmeli, Allah’ın bundan razı olmayacağını düşünmeli ve bu kötü
düşünceyi eyleme dönüştürmemelidir.
3. Allah’a dua etmek: Peygamberimiz (s.a.s.); “Allah’ım! Kabir
azabından ve gönlün vesvesesinden sana sığınırım.” (Tirmizi, Deavat,
93, No: 3586.) “Allah’ım! Beni bir an
nefsime bırakma” (İbn Hibban, II, 250
bk. Suyuti, I, 173, No: 1493.) diye dua etmiştir. Çünkü “Nefis daima kötülüğü emreder.” (Yusuf, 12/53.)
4. İnsanlara güzel söz söylemek:
“(Ey Peygamberim!) Kullarıma
söyle: En güzel söz söylesinler.
Çünkü şeytan onların aralarına girer. (onları tartışmaya ve kötülüğe
sürükler.) Çünkü şeytan insanın
apaçık düşmanıdır.” (İsra, 17/53.) Ayetten insanların yüzüne veya gıyabında kötü söz söylenmesinde
şeytanın telkinin etkili olduğu ve
bunun fitneye sebep olacağı anlaşılmaktadır. Dolayısıyla kötü sözlerden daima sakınmak gerekir.
d) İlahî emirlere uymak, yasaklardan kaçınmak, şeytana uymamak
ve onu düşman bilmek. Şeytan
ancak kendisini dost edinenlere
(Nisa, 4/119.), kâfirlere (Meryem, 19/83.),
müşriklere (Nahl, 16/100.), münafıklara (Hac, 22/53.), Allah’ın zikrinden uzak kalanlara (Zuhruf, 43/36.)
ve günahkârlara (Şuara, 26/221–222.)
etki edebilir. Dolayısıyla insan ne
kadar Allah’ın emir ve yasaklarına riayet ederse o kadar şeytanın,
şeytanlaşan insanların ve nefsinin
vesvesesinden uzaklaşır. Şeytanın
vesvesesinden ve şerrinden korunmanın yolu daima Allah’a zikretmektir. (Tirmizi, Emsal, 3, No: 3023.)
MAYIS 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
53
DİN VE SOSYAL HAYAT
Bir Başkadır Sabah Namazı Buluşmaları
Selahaddin ÇELEBİ
Cami Hizmetleri Daire Başkanı
Sabah vakti günün en feyizli, en
bereketli, en hoş anıdır. Her sabah gün yeniden doğar ve her sabah hayat yeniden başlar.
Dirilişin adıdır sabah: Yeni bir
niyet, yeni bir azim ve yeni bir
adım, sükûnetin ardından başlayan harekettir sabah.
Bugünlerde sabahlar yeniden dirilmekte ve manevi bir şenliğe dönüşmektedir. Camilerimizde ‘’sabah namazı buluşmaları’’ adıyla
54 DİYANET AYLIK DERGİ MAYIS 2015
uygulamaya koyduğumuz bu manevi şenlik katılanları cezbediyor.
yaşayan insanımız mutluluğunu
ifade etmekten de geri durmuyor.
Cemaat zikrullah ile cem olmanın
şuurunu tüm benliğinde hissederken, aynı mahalleyi paylaştığı arkadaşlarının, dostlarının ve
komşularının yeni güzelliklerinin
farkına varıyor. Şehirlerde yaşayanlar modern hayatın koşuşturmasına haftada bir ara verip
dostlarıyla camide bir fecir vakti
buluşmanın heyecanını yaşıyorlarken köylerde yaşayanlar da
köye yeni bir âdetin gelmesiyle
coşku ve heyecanı birlikte yaşıyorlar.
2011 yılında il ve ilçe merkezlerinde büyük camilerde başlatılan
“sabah namazı buluşmaları” 5
Mart 2013 tarihinde yayınlanan
Camilerin Açık Tutulması Genelgesi ile yerel şartlar ve cemaatin
durumu dikkate alınarak bütün
camilere teşmil edilmiştir.
Asr-ı saadette her gün gerçekleşen
bu uygulamayı haftada bir de olsa
Kadim
geleneklerin
yurdu
Anadolu’da camilerimiz, güzel
uygulamaları tarihten günümüze taşımıştır. Her sabah Fatih
Camii’nde okunan Fetih suresi,
her sabah namazdan sonra imam
önderliğinde cemaatin Eyüp Sultan Hazretlerinin kabri başında
DİN VE SOSYAL HAYAT
ayakta dua etmesi, Urfa’da Dergâh
Camii’nde devam eden tesbihat
ülkemizden sadece birkaç güzel
uygulama örneğidir.
Camilerimiz sabah namazı buluşmaları ile her hafta farklı bir buluşmaya ev sahipliği yapmaktadır.
Sözgelimi; İstanbul Eyüp Sultan,
Ankara’da Hacı Bayram, Ahmet
Hamdi Akseki, Çukurambar Firdevs, Kars Evliya, Edirne Selimiye, Hakkâri Hacı Said, Antalya
Murat Paşa Camiinde, Sinop Cezayirli Ali Paşa Camii’nde, Mardin
Ulu Camii’nde, Tekirdağ Osmanlı
Büyük, Kahramanmaraş Abdülhamit Han Camii’nde, Samsun
Gazi Osman Paşa, Adana Sabancı, Karabük Pazaryeri, Mersin Ulu
Camii’nde, Zonguldak İmam-Hatip Camii’nde ve diğer şehirlerimizin, ilçe, köy ve mahallelerimizin nice camilerinde...
Halkımızın teveccüh gösterdiği
“Sabah Namazı Buluşmalarının”
yapıldığı cami sayımız her geçen
gün artmaktadır. Görevlilerimiz
böyle güzel bir uygulamayı yaptıkları için takdir edilirken, Diyanet İşleri Başkanlığı’na da tebrikler gelmeye devam etmektedir.
Bütün haftayı bir sabah namazı
buluşması heyecanı ile beklemiş
cemaat hep birlikte zikre katılmakta, sanki şehir yeniden doğmakta ve yeniden nefes almaya
başlamaktadır. Kentin bütün canları-canlıları eşlik ediyor yapılan
zikre. Hatta sadece canlılar değil
bütün cemadat da eşlik ediyor
sanki tesbihata. Yunus’un diliyle:
Seher vakti bülbüller
Nede güzel öterler
Açınca tüm çiçekler
Birlikte zikredeler
Şehirlerde yaşayanlar
modern hayatın
koşuşturmasına haftada
bir ara verip dostlarıyla
camide bir fecir vakti
buluşmanın heyecanını
yaşıyorlarken köylerde
yaşayanlar da köye yeni
bir âdetin gelmesiyle
coşku ve heyecanı
birlikte yaşıyorlar.
Aman Allah ya Allah
Dertlere derman Allah
Gönle şifa veren
La ilahe illallah
Diyanet İşleri Başkanlığının hemen yanında yer alan Ahmet
Hamdi Akseki Camii’nde cumartesi sabahları gerçekleştirilen buluşmalardan birinde, bir mümin
duygularını şöyle ifade ediyor:
“Bu zikir var ya, beni kendime
getiriyor. Âdeta cumartesileri yeniden diriliyor ve hayata başlıyorum. Cumartesi sabahlarını hasretle bekliyorum” dediği anda:
Sevgili Peygamberimizin
“Allah’ı zikredenle, zikretmeyenin
misali; diri ile ölüye benzer.” (Buhari, Fethu’l-Kadir Şerhi, 11/208.)
ifadesi gönlüme düşüyor.
Sabah namazı buluşması
programının uygulanışı
Öncelikle sabah namazı buluşmasının yapılacağı gün, cemaate
Cuma vaazlarının sonunda, cami
görevlilerimiz tarafından ilan edi-
lir. O gün geldiğinde sabah namazından önce mutat olduğu üzere
Kur’an-ı Kerim okunur. Sabah
namazı kılınır tesbihat ve duadan
sonra zikir faslına geçilir. Hep
birlikte Hz. Peygamberin fem-i
muhsinlerinden dökülen zikir ve
dualar, imamın öncülüğünde bütün cemaatin katılımıyla söylenir:
‘’Fa’lem ennehu la ilahe illallah, la
ilahe illallah...”
“Nerede tevhid çekilir,
Melekler saf saf gelir.” (Yunus Emre)
“Biliniz ki; kalpler, ancak Allah’ı
anmakla huzur bulur.” (Ra’d, 13/28.)
15-20 dakika kadar süren zikir
faslından sonra sohbet ve dua ile
bitirilir. Kerahet vakti çıkmış ise
işrak namazı kılınır. Bazı camilerimizde bunlara ilaveten program
sonrası yapılan kahvaltı ikramı da
katılanlar arasında derin sohbetlere ve dostluklara vesile olmaktadır.
Sabah namazı buluşmaları
yapılan örnek camilerimiz
Ülke genelinde köy, kasaba ve
şehirlerimizde devam eden buluşmalar halkımız tarafından ilgiyle
takip edilmektedir. Köy, mahalle
halkı, haftada bir bu vesileyle bir
araya gelmek isterken, camilerimiz meslek gruplarının, öğrencilerin, işçi ve işverenlerin sabah
namazı buluşmalarına da ev sahipliği yapmaktadır.
Senenin sadece belirli günlerinde,
teravih namazlarında, kandil gecelerinde, düğün, sünnet ve taziye gibi vesilelerle camiye gelebilen
hanım cemaatimiz, sabah namazı
buluşmaları vesilesiyle camilere
daha sık ve düzenli olarak gelmeye başladı.
MAYIS 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
55
DİN VE SOSYAL HAYAT
İstanbul Eyüp Sultan Camii:
Sevgili Peygamberimize mihmandarlık yapmış Halit b. Zeyd ‘in
metfun bulunduğu Eyüp Sultan
Camii, ülkemizin en çok ziyaret
edilen camiidir. Bu camiye has bir
özellik olmak üzere; her sabah namaz kılındıktan sonra imamın önderliğinde cemaat Eyüp Sultan’ın
kabri başına gelip, ümmet-i Muhammedin sağlık ve selameti için,
insanlığın barış ve huzuru için
dua etmektedir.
Ankara Hacı Bayram Camii:
Ankara’da sabah buluşmalarının
en önemli adresi şüphesiz Hacı
Bayram Camii’dir. Cuma sabahları yaklaşık 5-6 bin kişinin katılımıyla gerçekleştirilen program
Ankara’da ilgiyle takip edilmektedir. Fecir vaktinin bütün huzur
ve ihtişamı sükûnete dönüşerek
tecelli ediyor.
Ankara Ahmet Hamdi Akseki
Camii: 2013 yılında bir imam,
bir müezzin, üç beş cemaat ve bu
satırların yazarından oluşan cumartesi sabah buluşması bugün
hamdolsun imamlarımızın güzel
gönül ve dillerinden dökülen tesbihatla üç beş saf cemaate ulaştı. 4
Nisan Cumartesi sabahı öğretmen
ve öğrencilerden oluşan iki bin
kişilik cemaatle Akseki Camiinde
sabah bir başkaydı.
Gaziantep Emine Konukoğlu
Camii: Her hafta pazar sabahları devam eden programa beş yüz
civarında cemaat katılmaktadır.
Kadın ve çocukların da ilgi gösterdiği programdan sonra ikram
yapılmaktadır.
Kahramanmaraş Abdülhamit
Han Camii: Her cuma sabahı devam eden programa bin civarında
cemaat katılmaktadır. Üniversite
öğrencileri, esnaf, erkek ve kadın
56 DİYANET AYLIK DERGİ MAYIS 2015
cemaatin ilgi gösterdiği programın akabinde düzenli olarak ikram yapılmaktadır.
Karabük Pazar Camii: Her hafta
Pazar sabahları beş yüzün üzerinde, çoğu da üniversite öğrencisi
olan gençlerin katılımıyla gerçekleşen programda müftülük çalışanlarının yanı sıra, ilahiyat fakültesi hocaları da görev almaktadır.
Samsun Büyük Camii: Her hafta
cuma sabahları takriben bin kişilik bir cemaatle buluşma gerçekleştirilmektedir. Kadın ve gençlerin ilgi gösterdiği programın
akabinde kahvaltı ikram edilmektedir.
Yozgat Çapanoğlu Camii: Her
hafta cumartesi sabahları devam
eden programı üç yüz civarında
cemaat ilgiyle takip etmekte, bu
programa kadınlar da düzenli olarak katılmaktadır.
Mersin Hz. Mikdat Camii: Her
pazar sabahı gerçekleşen programa üç yüz civarında cemaat katılmaktadır.
Kars Evliya Camii: Her hafta
pazar günü gerçekleştirilen programa, kar kış demeden düzenli
olarak iki yüz civarında cemaat
katılmaktadır.
Diyarbakır Hz. Süleyman Camii: Her hafta perşembe sabahları
devam eden programa yaklaşık
üç yüz kişi katılmaktadır. Düzenli
olarak programın akabinde ikram
verilmektedir.
Adana Sabancı Camii: Her hafta
pazar sabahı gerçekleştirilen buluşmada iki yüz civarında cemaat
hazır bulunmaktadır. Erkek cemaatin yanı sıra az sayıda kadın
ve çocuk da programa katılmaktadır.
Edirne Yavuz Selim Camii: Her
hafta pazar sabahları devam eden
programa yaklaşık üç yüz kişi katılmaktadır. Kadın ve gençler de
programa ilgi göstermektedir.
Burada yalnız birkaç örnek verebildiğimiz uygulama, ülke genelinde bugün itibarıyla beş bin
civarında camimizde gerçekleştirilmekte ve her geçen gün uygulamaya katılan cami sayısı artmaktadır.
Modern zamanlarda bile camilerimizdeki bu buluşmalar, seher
vakitlerinin maneviyatına ulaşabileceğimize güzel bir örnektir.
Yunus’un ifadesiyle:
Dilimde Kur’an
Virdim her zaman
Tespihim her an
Elhamdülillah
Yatma seherde
Uğrarsın derde
Söyle her yerde
Elhamdülillah
Seher, melekût âleminin şahit olduğu bir vakittir. Rızıkların dağıtıldığı, insanın en dinç ve üretken
olduğu zaman dilimidir. Zira Sevgili Peygamberimiz “akşamdan
önce uykuyu, yatsıdan sonra sohbeti hoş görmemiştir.” (Buhari, Mevakıt 23; Müslim, Mesacit, 236.) Herhâlde
sabaha dinç uyanabilmek ve güne
bereketle başlayabilmek, Rahmanın mağfiretini kaçırmamak içindir bu tavsiye.
Haftada bir olsa da iştirak ettiği
“sabah namazı buluşmaları”yla
kalbi Allah’ı zikretmekle sükûnete
erip huzurla dolan bir mümin artık, huzurlu bir eş, huzurlu bir
baba, huzurlu bir amir, huzurlu
bir memur, huzurlu bir esnaf, huzurlu bir işveren ve huzurlu bir
işçi olacaktır.
MÜSLÜMAN BİLGİNLER
“Sırat-ı Müstakim” Çizgisinde Bir Adam
EŞREF EDİP FERGAN
Kâmil BÜYÜKER
Umumiyetle onu Sırat-ı Müstakim dergilerinin sahibi ve muharriri olarak tanıdık. Daha sonraları
da Sebilü’r-Reşad’la tabii… Ama
çocukluğumda babamın şahsi
kütüphanesinde adı “Kara Kitap”
olan ve alt başlığında “Milleti
Nasıl Aldattılar? Mukaddesatına
Nasıl Saldırdılar?” yazan bu kitabın da yazarı Eşref Edip’ti. Yıllar sonra İstanbul’a geldiğimde
Cağaloğlu’nda tanıştığım ve kendisinden çok şey öğrenip zaman
zaman hatıralarını dinlediğim bir
zamanların Abdullah Işıklar Kitabevi yayınlarının da sahibi olan
Abdullah Işıklar amcadan Eşref
Edip’i tanıyan, bilen bir göz olarak
da ayrıca dinleme fırsatı buldum.
Zira Abdullah Işıklar hâlâ o yıllarda (2004-2005) “Kara Kitap”ı basmaya devam etmekteydi. O “Kara
Kitap” ki, Eşref Edip’in bir dönem
yargılanmasına sebep olmuştu.
(1971) Hatta kitap hakkında toplatılma kararı da çıkmıştı.
Atik Ali Paşa Camii’nde medrese
derslerine devam eder. Dönemin
meşhur vaizlerinin vaazlarıyla
Mekteb-i Hukuk hocalarının ders
takrirlerinden derlediği risaleleri
bastırmak suretiyle yayın hayatına
girer. Bu yıllarda yayın piyasasında Serezli Hafız Eşref Edip adıyla
tanınır.
Serezli Hafız Eşref Edip
Türkistan muhacirlerinden bir
ailenin çocuğu olarak 1882’de
Serez’de dünyaya gelen Eşref
Edip’in yayın sahasına girmesinin hikâyesi için, hayatının satır
aralarında dolaşmak icap edecektir. Serez’de rüşdiyeyi ve hıfzını
tamamlayan Eşref Edip, bir yıl
Mahkeme-i Şer‘iyye kâtibi olarak
çalıştıktan sonra İstanbul’a gider
ve Mekteb-i Hukuk’a kaydolur.
Aynı zamanda Çemberlitaş’taki
İstanbul’da kitabın kokusunun
bir zamanlar her daim dolaştığı,
dönemin kudretli yazar, şair, edip
ve muharrirlerinin arz-ı endam ettiği Babıali ve Cağaloğlu’nun her
caddesi ve sokağı ayrı bir hususiyet taşımakta imiş. Nitekim Eşref
Edip de vefat ettiği 1971 tarihine
kadar şahitlerinin ifadeleriyle Babıali ve Cağaloğlu’nda her zaman
yeni bir yayın, neşriyat, dergi ve
gazete gibi meşguliyetlerin içinde
olmuştur.
MAYIS 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
57
MÜSLÜMAN BİLGİNLER
Mücadele ve mücahede mekânı
olarak dergi ve gazeteleri
Aslında onu, hayat çizgisini ve
mücadelesini tanımak için yol
arkadaşlarına bakmak yeterli olacaktır. Ebül‘ulâ (Mardin), Mehmet
Akif (Ersoy), Musa Kâzım ve Mahmud Esad, İzmirli İsmail Hakkı,
Kâmil Miras ve Ömer Rıza Doğrul, Kâzım Nami Duru, Cevat Rifat Atilhan, Tahir Olgun, Ali Fuat
Başgil ve Hasan Basri Çantay gibi
isimler onu ve hayat çizgisi olan
şaşmaz mücadelesini anlatmaya
yetecektir. Sadece bu isimler de-
ğil elbet onu anlamak için Sırat-ı
Müstakim, Sebilü’r-Reşad sayfaları arasında dolaşmanız gerekecektir. Yine Tevhid-i Efkâr, Yeni
Sabah, Millet, Diyanet, Yeni Asya,
Yeni İstiklâl, Bugün, Sabah, İttihat gibi gazete ve dergilerde yine
onun ağırlığını, ismini ve imzasını
bulabilirsiniz.
Ancak yakın tarihimizde özellikle II. Meşrutiyet ve Cumhuriyet
dönemlerinde cansiperane, hakikati eğip bükmeden dile getirme
cesareti gösteren bir yayın organı
olarak Sırat-ı Müstakim ve devamında Sebilü’r-Reşad mecmualarının büyük payı vardır. Elbette ki bu süreç hele ki savaşların,
işgallerin hüküm sürdüğü sancılı
yılların akabinde gerçekleştiği için
hiç de kolay olmamıştır. İlk olarak
Ebül‘ulâ (Mardin), Mehmet Akif
(Ersoy), Musa Kâzım ve Mahmud
58 DİYANET AYLIK DERGİ MAYIS 2015
Esad gibi İslamcı düşüncenin
önde gelen bazı şahsiyetlerinin
desteğiyle Sırat-ı Müstakim adıyla
haftalık bir dergi çıkarmaya karar
verir Serezli Hafız Eşref Edip. 11
Temmuz 1324’te (24 Temmuz 1908)
kurulan dergi, 14 Ağustos 1324’te
(27 Ağustos 1908) yayın hayatına girer.
Halkta büyük bir teveccüh gören
dergi 40-50.000 basılır ve satılır.
182. sayıdan sonra Ebül‘ulâ’nın
darülfünuna hoca olması üzerine tek imtiyaz sahibi kalan Eşref
Edip derginin adını Sebilü’r-Reşad
olarak değiştirir. (24 Şubat 1327/9 Mart
Sırat-ı Müstakim ve
Sebilü’r-Reşad’ın bütün
meselesi: İslam davası
1912.), (Eşref Edip Fergan, DİA, Sadık Albay-
ri caddeleri kapladı. 24 saat sürmedi, on binlerce nüshası yağma
oldu. Tekrar bastık, yine bitti.
Arkasından ikinci nüshası yetişti.
Memleketin her tarafından telgraflar yağmaya başladı. Matbaalar
gece gündüz çalıştığı hâlde yetiştiremez oldular.
rak, C. 11, s. 473.) Hakikatte derginin
gayesi yenilikçi düşüncelere karşı
çıkıp İslam birliği idealini gerçekleştirmektir. Bu mecmualar
bunda büyük ölçüde muvaffak
olmuşlardır. Nitekim Türkiye’de
İslam düşüncesini tartışıyorsak
bu dergileri yok sayarak kesinlikle konuşamayız. Sebilü’r-Reşad, 5
Mart 1341/5 Mart 1925 tarihindeki 641. Sayısına kadar kesintisiz
olarak yayınlandı. Bu nüshalar bir
arada 18 yıllık cildi oluşturmaktadır. 22 yıllık bir kesintiden sonra
mecmua genel bir istek üzerine
yeniden fakat bu kez Latin harfleriyle yayınlanmaya başladı. Mayıs
1948 ile Mart 1965 (Şevval 1384) arasında 359 sayı (toplam 15 cilt) çıkartıldı. (Esther Debus, Sebilü’r-Reşad, çev. Atilla
Dirim, Libra yayınları, 2012, s. 32.)
Eşref Edip, Sırat-ı Müstakim’in ilk
çıktığı günlerdeki heyecanını ve
uyandırdığı tesiri şöyle anlatır:
“İlk çıktığı günlerin heyecanını
hiç unutmuyorum. Yıllarca hasretini çektiğimiz hürriyet güneşi
doğar doğmaz matbaalara koştuk.
“Sırat-ı Müstakim” unvanıyla ilk
nüshamız çıkınca Babıali alt üst
oldu. Müvezzilerin “Sırat-ı Müstakim, Sırat-ı Müstakim” avazele-
Az zamanda İşkodra’dan Bağdat’a
ve Yemen’e kadar bütün memleket Sırat-ı Müstakim’le doldu ve
bütün İslam dünyasına taşmaya
başladı. Büyük âlimlerin, kudretli
üstatların eserleriyle, kıymetli şiirleriyle Sırat-ı Müstakim en birinci
mecmua hâlini aldı. Hele Akif’in
şiirleri bütün gönüllere öyle heyecanlar verdi ki…”
Sırat-ı Müstakim’in devamı olan
Sebilü’r-Reşad dergisinde ise Eşref Edip, mücadelesinin bu ikinci aşamasında aslında davasının
MÜSLÜMAN BİLGİNLER
özünü ifade sadedinde şu önemli
satırları kaleme almıştır:
“İşte İslam davası… Sebilü’rReşad’ın yarım asırdır takip ettiği
dava budur. Muarızlarla esas çarpışma sahası da budur. Bu itibarla
Sebilü’r-Reşad’ı alelade bir mecmuadan ziyade, İslam’dan ve millî
ruhtan uzaklaşma hareketi karşısında mevki alan İslami millî bir
müessese telakki ve kabul etmek
daha doğru olur.
Hele İslam’a karşı dil uzatanlar hakkında mecmuamız, hiç
müsamahakâr olmayarak lazım
gelen ilmi cevapları vermiş, İslam
dininin müdafaasına kanatlarını
germiş, her türlü tehlikelere göğüs
gererek, yapılan taarruzları bertaraf etmeye çalışmıştır.
Bu itibarla Sırat-ı Müstakim ve
Sebilü’r-Reşad memleketimizde ve
bütün İslam dünyasında, mümtaz
bir mevki ihraz etmiş, yüksek bir
otorite olmuş, çok geniş mikyasta
yayılmış, hemen her Müslümanın
hanesine girmiştir.” (Sırat-ı Müstakim
Mecmuası, C1, Proje yürütücüsü: Ertuğrul Düzdağ, Bağcılar Belediyesi yay. 2013, s. IX.)
Eşref Edip, bütün bu satırlardan
sonra bir devrin tarihini yazmak
isteyenler, bu devrin bizzat şahidi
ve İslam’ın müdafii olarak Sıratı Müstakim ve Sebilü’r-Reşad’a
bakmak zorunda olacaklardır, demiştir.
Âsâr-ı İlmiyye Kütüphanesi ve
yayınladığı kitaplar
Eşref Edip sadece yazmakla kalmamış Âsâr-ı İlmiyye Kütüphanesi adı altında birçok âlimin
eserleri yanında bilhassa Mısır ve
Hint Müslümanları ile Batılı mühtedilerin eserlerini yayımlamaya
gayret göstermiştir. Kendi hayat
mücadelesi içinde sürekli olarak
İslam birliği ideolojisi doğrultusundaki basını destekledi. Neşrettiği kitaplar arasında Tahir Olgun,
Musa Kâzım, Babanzâde Ahmet
Naim, Ali Himmet Berki, Mehmet Akif Ersoy ve İsmail Hami
Danişmend’in eserleri önemli bir
yer tutmaktadır. (Albayrak, s. 474.)
Eşref Edip, bulunduğu bütün
mahfillerde İslam adına yılmaz bir
müdafaa, eğilmez bir kalem, sahih
bir duruş sahibi bir kişilik olarak
vardır. Geride bıraktığı eserleri
bugün de hâlâ o kuvvetli sesin
yankısının devam ettiğini gösterir.
Eserlerinden bazılarını zikretmekte fayda var: Mehmet Akif - Hayatı, Eserleri ve 70 Muharririn Yazıları (I-II, İstanbul 1938-1939.); İnkılâp
Karşısında Akif - Fikret, Gençlik
- Tan’cılar: Kurtuluş Harbi’nin
Kaynağı İstiklal Marşı mı, Tarih-i
Kadim mi? (İstanbul, 1940.); Misyoner
ve Müsteşriklerin Yazdıkları İslam
Ansiklopedisi’nin İlmî Mahiyeti
(İstanbul, 1941.); Pembe Kitap: Tevfik
Fikret’i Beş Cepheden Kırk Muharririn Tenkitleri (İstanbul, 1943.);
Çocuklarımıza Din Kitabı (4 kitap,
İstanbul, 1944-1949.); Risale-i Nur Müellifi Bediüzzaman Said Nur Hayatı Eserleri Mesleği (İstanbul, 1950.);
Kur’an, Garp Mütefekkirlerine
Göre Kur’an’ın Azamet ve İhtişamı Hakkında Dünya Mütefekkirlerinin Şehadetleri. (İstanbul, 1958.)
İslam düşüncesinin son yüzyılı içerisinde neşrettiği dergi ve kitaplarla silinmez bir iz bırakmış olan
Eşref Edip Fergan, Edirnekapı
şehitliğinde Mehmet Akif, Ahmet
Naim gibi pek çok kıymetli dostlarıyla beraber yatmaktadır. Ruhu
şâd olsun.
MAYIS 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
59
HATIRA DEFTERİNDEN
Concordance ya da
İslam Ansiklopedisinin
Değerini Anlamak
Hatice MERAKLI
Sakarya Vaizi
“İki şey başarının sırrıdır:
Ustalardan ustalığı öğrenmek;
Kendini güncellemek.”
Giordano Bruno
60 DİYANET AYLIK DERGİ MAYIS 2015
Üniversiteye başladığım ilk yıl
usul gereği, hocalarımız bize alanlarımızla ilgili kitapları tanıtıyorlardı. Hatta zaman zaman kitapların isimlerini vermekle kalmayıp
bizi kütüphaneye de götürüyorlardı. Raflardaki kitaplarla bizleri
âdeta tanıştırıyorlardı ki bunun
çok faydasını görmüşümdür.
Bir defasında Concordance ile tanıştırdı hocamız bizi. Her tanıştığım kitabı şeref duydum efendim
edasıyla karşılayan ben, buz gibi
olmuştum anlatılanları duyunca.
Mahcubiyet mi dersiniz, gıpta mı
dersiniz, ne derseniz deyin, hem
kitabı çok beğenmiş hem de kendimden utanmıştım.
Amsterdam Kraliyet Akademisinin himayesinde ve değişik ülkelere ait 15 kadar akademi ve
enstitünün ilmî ve mali desteğiyle
ortaya konmuş modern bir çalışmaydı bu. Wensinck (1882-1939)
HATIRA DEFTERİNDEN
başkanlığındaki bir grup oryantalist (Juynboll, Horovitz…) sırf
kendileri rahat ulaşabilsinler diye
hadislerimiz için sistematik bir
fihrist ansiklopedi hazırlamıştı,
hem de uzun yıllar süren titiz bir
çalışmayla. 1916 yılında başlayan
çalışmanın ilk cildi 20 yıl sonra
1936’da Leiden’de neşredilmiş. 8.
Cildi ise 1988 yılında yayımlanarak tamamlanmış. 40 kadar müsteşrikin (oryantalist) emeği var bu
eserde.
Orijinal adı Concordance etIndıces de la-Tradition Musulmane. Arapça adı; Mu’cemü’lMüfehres li Elfazi’l-Hadis. Kısaca
Concordance ya da Mu’cemü’lMüfehres diye tanınıyor ilim çevrelerinde. Bir hadisin kaynağını
bulmak isterseniz bakacağınız ilk
alfabetik eserlerden. Eser sistematik yapısıyla da kullanıcıların dikkatini çekmekte.
TDV İslam Ansiklopedisinden
bahsetti bir gün hocamız. Gurur
duyduğu her hâlinden belliydi.
Tabii o zamanlar tamamlanmamıştı henüz ansiklopedi. Sınıftaki her bir arkadaşım bir madde
aradı sonra, kaynakçası gözden
geçirildi. Dipnotun nasıl verildiğini ben oradan öğrendim o gün
bizzat dokunduğum kitaptan. Zaman içerisinde diğer hocalarımız
da bazı konularda ansiklopedinin
ilgili maddesini okuyun diye ödev
verdikçe, ünsiyetim arttı bu devasa esere.
Devasa diyorum, hiç abartmıyorum ve gururla söylüyorum. Her
şeyden önce biz Müslümanlar
tarafından hazırlanmış telif bir
eser. Akademik titiz çalışmaların
TDV İslam Ansiklopedisi sadece akademik çalışma yapanları
ilgilendiren bir kaynak da değil üstelik. Merak eden herkesin
bir şeyler öğrenebileceği güvenilir kaynaklara dayanan bir eser.
Gün geçtikçe önemini kaybedecek popüler ürünler arasında
da değil ayrıca. Hani bize ve dünyaya kaynak deniliyordu ya
tanıtımlarında, tam da öyle.
ve alanında uzman yüzlerce akademisyenin imbiğinden süzülmüş
binlerce madde. Hazırlık çalışmalarına 1983 yılında başlanan
bu nadide eserin ilk cildi 1988
yılında neşredilmiş. Son bölümü
olan 44. cilt de daha yenilerde tamamlandı.
TDV İslam Ansiklopedisi sadece akademik çalışma yapanları
ilgilendiren bir kaynak da değil
üstelik. Merak eden herkesin bir
şeyler öğrenebileceği güvenilir
kaynaklara dayanan bir eser. Gün
geçtikçe önemini kaybedecek popüler ürünler arasında da değil
ayrıca. Hani bize ve dünyaya kaynak deniliyordu ya tanıtımlarında, tam da öyle.
O güne kadar pek dikkatimi çekmemişti, ne bileyim koca ansiklopediler, dururlar kenarda öyle.
Hâlbuki lise yıllarımda dönem
ödevleri için ne çok ansiklopedi karıştırmıştım. O dönemleri
hatırlayanlar bilirler her dönem
için, her dersten dönem ödevleri
hazırlatılırdı bize. O zamanlar zor
gelirdi ama şimdi faydasını görmüyorum desem yalan olur.
Şimdi görev sebebiyle gittiğim her
camide özellikle gözlerimin aradığı bir eser. Vaazlarımı hazırlarken
mutlaka göz attığım başvuru kaynağım.
Fakat bu büyük eserin yeterince değerini bilemediğimizi ifade
etmeden geçemeyeceğim. Genellikle kütüphanelerin en ulaşılmaz
yerlerinde duran, ciltlerinin yıpranmamasına bakıldığında pek
açılıp kullanılmadığı her hâlinden
belli olan, ciddi bir birikimin ve
mesainin mahsulü olan bu eseri
muhataplarıyla buluşturmamız
gerektiğini düşünüyorum.
Yurt dışındayken görev aldığım
camilerde ilk önce kütüphanenin
en yakın bölümüne koyduruyordum ansiklopediyi. Öğrencilerimden anlayacağını düşündüklerime tek tek dokunduruyor ve
bir maddeyi onlarla birlikte okuyordum. Sonra ansiklopedinin
konuyla ilgili maddelerini ödev
veriyordum. Camide namazı beklerken, bir maddeyi gözden geçirin diyordum. Tefekkür de bir
zikir değil mi?
Gittiğim her cemaate, vaazlarımın
bir bölümünde onların anlayacağı şekilde anlatmaya çalıştığım
bu eseri hazırlayanlara selam ve
dualarımı yolluyorum. Sadaka-i
cariyelerin en önemlilerinden biri
olan bu eseri ortaya koyanlara
saygılarımı sunuyorum.
MAYIS 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
61
kültürsanatedebiyat
Bursalı Safiye Hanım ve Miraciye Vakfiyesi
Prof. Dr. Mustafa KARA
Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Vakfeyledi gönlünü miras-ı
Muhammed’e
Sarfeyledi milkini mirac-ı
Muhammed’e
Vardavî
Miraciye konusu ile ilgili dikkat
çekici bir davranışı Bursalı Safiye
Hanım ortaya koymuştur. 1888
tarihli vakfiyeye göre, Mevlit, Regaip ve Berat kandillerinde mevlit, kadir gecesinde hatm-i şerif,
Miraç kandilinde de miraciye
okunması sağlanacaktır. Safiye
Hanım damadı Mustafa Rakım
Efendi ile birlikte hazırladıkları
bu vakfiyenin miraciye ile ilgili
bölümü bugün hâlâ yaşamaktadır. Her sene Miraç kandilinin
olduğu günün ikindi namazından sonra Nayi Osman Dede’nin
Miraciyesi okunmaktadır. Miraciyehanlar görevlerini Mahkeme
Camii’nde (Kız Lisesi’nin karşısında) ifa etmektedirler. (Bu miraciye Ah-
Musikişinaslara göre klasik musikimizin en uzun bestesi Osman
Dede’nin bu eseridir.
Galata Mevlevihanesi’nde yetişen ve bu dergâhta şeyhlik yapan
Nayi Osman Dede (öl. 1729)
İstanbul doğumlu olup, Galata Mevlevihanesi şeyhi Gavsi
Dede’nin yanında yetişti. Arapça ve Farsçaya olan vukufu edebiyat, musiki ve tasavvufa olan
hâkimiyetine yardımcı oldu.
Mürşidi ve kayınpederi Gavsi
Dede’nin âlem-i cemâle intikalinden sonra, 1698’de Galata
Mevlevihanesi’ne postnişin oldu.
Kendisinden sonra yerine oğlu
Abdülbaki Sırri Dede şeyh oldu.
Sırri Dede’nin kızı Saide Hanım
Yenikapı Mevlevihanesi şeyhi Kütahyalı Ebubekir Dede ile evlenmiş ve bu izdivaçtan üç bestekâr
Mevlevi doğmuştur: Ali Nutki
Dede, Abdülbaki Nasır Dede, Abdurrahim Künhi Dede.
Kutb-ı Nayi Osman Dede’nin
Rabt-ı Tabirât-ı Musikî, Notai Türkî ile Ravzatü’l-İ‘caz adlı
eserleri günümüze gelebilmiştir.
Miraciyye’nin dışında pek çok
bestesi vardır: Dört Mevlevi ayini,
dört tevşih, iki ilahi, yirmi sekiz
peşrev, yirmi beş saz semaisi bestelemiştir. (bk. Yılmaz Öztuna, Büyülü Musikisi Ansiklopedisi, Ankara, 1990, c. 2, s.169170; Bursa Mevlevihanesi için ayrıca bkz. M.
Kara, Bursa’da Tarikatlar ve Tekkeler, Bursa,
2012, s. 293.)
Nayi Osman Dede ile Bursa
arasında Miraciyye’den öte bir
başka ‘bağ’ daha vardır. Mürşidi ve kayınpederi Gavsi Ahmet
Dede tasavvufi eğitimini Bursa
Mevlevihanesi’nde Cünuni Ahmet Dede’nin halifesi Zihni Salih
Dede’nin (öl. 1662) yanında tamamlamış daha sonra Galata/Kulekapısı Mevlevihanesi’nde postnişin
olmuştur. (bk. age.)
Söz, Hüseyin Vassaf Efendi’nin:
Nâzım-ı manzume-i miraciyye Osman Dede
met Hatiboğlu’nun korosu tarafından iki kaset
hâlinde tespit edilmiş ve Kubbealtı Akademisi
Kültür ve Sanat Vakfı tarafından yayınlanmış-
Bu geleneğin günümüzde yaşamasına vesile olanlardan biri de
Numaniye Dergâhı son postnişini
Safiyyüddin Efendi’nin oğlu Ziya
Eşrefoğlu’dur. (öl. 1977) Kabri
Emir Sultandadır.
tır.)
62 DİYANET AYLIK DERGİ MAYIS 2015
Bursa Mahkeme Camii’nde
Şakir Çetiner Mirâciyye okuyor.
KÜLTÜR-SANAT-EDEBİYAT
Eylemiş vakf-ı vücud-i zât Cenab-ı
Ahmed’e
Arif u kâmil idi ol bülbül-i bağ-ı Habib
Akıbet pervaz idüp gitti makam-ı
es’ade
Can u dilden arz-ı hürmet eyle Vassaf daima
Mahzen-i aşk u kemaldir Hazret-i
Osman Dede
(Sefine-i Evliya, c. 5, s. 175. Divan, s. 361.)
Vakfiyede başka neler var?
Kültür ve medeniyet tarihimizin
en önemli yadigârlarından biri de
vakıflar ve bunların yönetim şeklini belirleyen vakfiyelerdir.
Maddi ve mali bir kaynağı, Allah
için toplumun hizmetine sunmak
anlamına gelen vakıf yüzyıllardan
beri birçok hizmetin yürütülebilmesine imkân vermiştir.
Hukuki belge olan vakfiyeler bize
sadece vakfın kurucusu, tahsis
edilen para ve harcama şekli hakkında bilgi vermez. Ayrıca dönemin dinî, siyasi, ilmî, iktisadi ve
askerî konularla da başka yerde
olmayan detaylar da verir.
Safiye Hatun’un vakfiyesinde Miraciyye dışında bize XIX. yüzyılın
Bursa’sında kandil gecelerinde
neler yapıldığı hakkında renkli
bilgiler sunmaktadır. (Vakıf, vakfiye
hakkında geniş bilgi için bk. DİA, c. 42.)
İbrahim Paşa Mahallesi’nde oturan Ataullah Efendi’nin kızı Safiye
Hanım tarafından kurulan vakfın
mütevellisi damadı Mustafa Ağa,
oğlu Mustafa Râkım Efendi ve kızı
Muhsine Hanım’dır. Vakıf için ayrılan para ve belirtilen gelir kaynakları ile yapılması gereken işler
de tek tek sıralanmıştır. Ramazan
ayı ve kandil gecelerinde yapılacak faaliyetlerde görev alacaklar
ve bunlara verilecek ücretleri tespit ve tayin eden vakfiye metni
şöyle özetlenebilir:
1. İbrahim Paşa Camii’nde
Rebiulevvel’in (Mevlit) 12. gecesi, mümkün olmadığı takdirde herhangi bir cuma gecesi
“Menkıbetname-i Hazreti Risaletpenahi” kıraat olunacaktır.
2. Her sene Receb-i ferdinin 27.
gecesi mezkûr camide mi’racu’nnebi kıraat olunup dinleyenlere
kâfi miktarda süt ve şerbet, miraçhan ve zâkir efendilere ücret
verilecektir.
3. Her sene Şabanu’l-muaazzamın
15. Berat gecesi mezkûr camide
mevludu’n-nebi kıraat edilecektir.
4. Her sene ramazan mağfiret
nişanda mezkûr camide ehl-i
Kur’an bir hafız efendi sırayla her
gün bir cüz okuyacak, Kadir gecesinin seherinde tamamlanıp duası
yapılacak, caminin kayyımına 50
kuruş, hatim duasını edene 20
kuruş, esnay-ı hatm-i serifte hazır
bulunmuş hafız efendilere 20 kuruş verilecektir.
5. 150 kuruşluk zeytinyağı alınıp,
mukabele okunurken, teravih kılınırken caminin içinde ve minarede kandil yakılacaktır.
6. Hz. Üftade’nin türbesinde seher vakti ramazan-ı şerifte her
gün bir cüz okuyan mücevvid-i
ehl-i Kur’an hafız efendiye 160
kuruş, cami kayyımına 50 kuruş,
dua eden zata 20 kuruş, hatimde
bulunan hafız efendilere 20 kuruş
verilecektir.
7. 150 kuruşluk zeytinyağı alınıp
mukabele okunurken ve teravih
kılınırken caminin içinde ve minaresinde kandil yakılacaktır.
8. İspermeçet mumu alınıp her
iki hatmi okuyan hafız efendiler
ve dinleyenler huzurunda yakılacaktır.
9. İbrahim Paşa Camii’nde vakfettiğim saati kurana 60 kuruş
verilecek, gerekirse tamir ettirilecektir.
10. Arife günü bir koyun alınıp
mezkûr caminin önünde kesilip
fakirlere dağıtılacaktır.
11. 150 kuruşluk zeytinyağı alınarak Hoca Alizade Mahallesi
Camii’nde ve minaresinde kandil
yakılacaktır.
12. İcray-ı şerait-i mezkûre muteazzir olursa menâfi-i vakıf mutlaka fukarây-ı müslimine yahut
Guraba hastanesine yönlendirilecektir.
Son maddeye dikkat: Bu harcama
kalemlerinde problem oluşursa vakfın geliri fakir fukaraya ve
Guraba hastanesinin masraflarına
yönlendirilecektir.
Evet, yaklaşık 130 yıl önce kurulan bu vakfın sadece bir maddesi
işlemektedir: Her yıl miraç kandilinde Bursa Anadolu Kız Lisesi’nin
yanında bulunan Mahkeme
Camii’nde ikindi namazından
sonra Nayi Osman Dede’nin Miraciyye’sini okumak ve dinleyenlere
süt ikram etmek. Yanında bendenizin Mi’râciye kitabı da hediye.
(Mi’râciye ve Bursalı Safiye Hanım Vakfiyesi,
Bursa 2014.) Son
söz Vardavi’ye ait:
“Dersini göklerde aldı
Muştusun ümmete saldı
Ruhunun özüne daldı
Miraç sultanı Muhammed.”
MAYIS 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
63
kültürsanat edebiyat
Hamasetin Değil İradenin Ödülü
Hüseyin KARACA
Ömer Nasuhi Bilmen Dini Yüksek İhtisas
Merkezi Eğitim Görevlisi
Fetih, yirmi dokuz mayıs bin dört
yüz elli üç miladi seneye muvafık
tarihte mehter vuruşuna indirgenmiş bir hamaset ve hatıra nostaljisi
değildir. Günübirlik söylemlerde
tarihi tüketmek de değildir.
Fetih bir hitam değil bidayettir.
Son değil başlangıçtır. Bitiş değil
özleyiştir. Reddediş değil benimseyiştir. Bakmak değil görmektir.
Yenmek değil öğrenmektir. Bulmak değil buldurana teşekkürdür.
Mekke
fethinden
ziyade
Hudeybiye’ye akrabalığı bundandır. Fetih sonrasındaki fütuhatın
fethe denk oluşu bundandır. Bir
salih hanedanın Hicaz’a hizmet
ülküsündeki ihlas bundandır.
Fetih için bir Mekke lazımdır hic-
64 DİYANET AYLIK DERGİ MAYIS 2015
ret ile Medine olacak. Yeis çöllerinde “sakın edepten” redifli na’tlerde
âleme reca vahası olarak bir Ravza
lazımdır. Sefere tahammül lazımdır Ebâ Eyyûb delikanlılığında
yaşlılığa inat surlara yakın bir yere
kadar götürecek. Asırlarca bitip
tükenmeyen bir fetih koşusu lazımdır adı Emevi adı Abbasi adı
Selçuki adı Memluki olan.
Bir Osman lazımdır Söğüt’ün bağrında bir şecere-i ihtiram olarak
arz-ı endam eden. Mushafa saygıya bedel Kanuniler Selimlerle
taçlanan.
Bir Orhan lazımdır hakikat meydanlarında da harbi kazanmak
için medresenin başına Davud
Kayserileri getiren, gözünü kardeş
kavgasına değil küfrün kalbine çeviren.
Fetih için Konstantiniyye nehrinin bu yakasına hisar inşa ettiren,
teenni ile sonraki nesillere zemin
hazırlayan bir Yıldırım şecaati;
şehadetinden önce Kosovalarda
“attan inmeyesüz” diye haykıran
Hüdavendigar fesahati gerektir. Kılı kırk yaran bir titizlikle
şehzâdesini feth-i mübine hazırlayan bir Murad-ı Sani lazımdır.
Ta hulefa-i raşidin devirlerinden
beri surlara sevdalı askerlerin at
izlerinde donmuş alın terlerinde
bestesi yazılmış bir öykü lazımdır.
Bir çocuk lazımdır müfettihu’lebvâb’a saygı ile yetişen, Konstantiniyye şehrine yönelik planlar yapan. Bir çocuk ki Haliç sularında
Bizans surlarını aşacak hendesenin sırlarını arayan.
Fetih için Akşemseddinler, Güranilerle boyanmış istişare bereketlerine “Biz sana apaçık bir fetih
ihsan ettik” (Fetih, 48/1.) irşadı, “İstanbul mutlaka fetholunacaktır.
Onu fetheden komutan ne güzel
komutan, onu fetheden asker ne
KÜLTÜR-SANAT-EDEBİYAT
güzel askerdir.” (Ahmet b. Hanbel, Müsned, IV, 325.) nasibi lazımdır.
Tarihî pencereden bakılacak olursa Bizans o zamanlar, sadece
bir düşman değil marufu emir
münkeri izaleye yönelik her türlü imkânın önündeki engeldi. Bu
eşik aşıldığı zaman Balkanlar, Balkanlar geçildiği zaman yaşlı Avrupa semaları hakikat-i Muhammediye ile tanışacaktı. Ve nitekim
öyle de oldu. Balkan coğrafyasının fetih sonrası asırlarda dünyaya armağan ettiği âlim ve arifler,
irfan geleneğinin öncüleri olmuştur. Sadece Edirne’nin ötesinde,
Balkan gülistanında yeşeren tekke
gülleri, medrese bülbülleri bile
İslam medeniyet baharının remzidirler.
Yakine koşan iradelere yeni Konstantiniyyeler, yeni belde-i mübarekeler işaretlemek, bu işareti
varoluş reflekslerinin mihveri
yapmaktır.
Hamaset miftahı ile fetihlere vuslatın mümkün olmadığını bilmektir.
Hıra uzleti, Yesrib mihneti bir
vahiy buketi Furkan’a olan cehaletimizin, onun diline olan mesafemizin nedametiyle yaşamaktır.
Ayda bir dahi olsa Kur’an’ı hatmetmek, o mana denizini anla-
maya vesile ulûm-ı şeriyeyi tahsile
öncelik vermektir.
Şiddete mahkum bir global köyde, sure-i fetih kıraatlerinde Cibril
nefesini duymak, feth-i Mekke’de
“hepiniz özgürsünüz” diyebilen
bir Nebi’ye ümmet bilincini tazelemektir.
Şerh, ihtisar ve haşiyelerle bûy-ı
Muhammedî kokan hadis-i şerif
külliyatının daimi ziyaretçisi sadık talebesi olmaktır.
Bilime doymuş fakat ilim ve irfana
susuz dünyaya “Fütûhât-ı Mekkiye” lehçesiyle selam diyebilmektir
İbn Arabi eczanesinden. Görünür
olmak erdemlerine hapsedilmiş
şehirlere “Mefâtîhu’l-Ğayb” metafiziği sunabilmektir Razi lisanından. Boğazına kadar detaylara
saplanmış, ayrıntılarda boğulmuş modern zamanlara bir sehl-i
mümteni ihtisar ile aşk devşirebilmektir Yunus ebyatından.
“Muhammed Mustafa sallallahu
aleyhi vesellem’in, Mekke’yi ve
diğer yerleri fethetmek istemesi, dünya mülkünü sevdiğinden
değildi; Allah emriyleydi. Çünkü
“Dünya cifedir” buyurmuştu. Peygamber, Mekke’yi fethe uğraştı
diye nasıl olur da dünya sevgisiyle
itham edilir? O öyle bir kişiydi ki
imtihan günü (yani Miraç’ta) yedi
göğün hazinesine karşı hem yüzünü yumdu, hem gönlünü kapadı. Göklerin, akılların hazineleri
bile Peygamber’in gözüne bir çöp
kadar ehemmiyetsiz görünürse.
Artık Mekke, Şam ve Irak ne oluyor ki onlar için savaşsın, onlara
iştiyak çeksin!” (Mesnevi, 3950.) diyen
Mevlana Celaleddin dergâhında
kalp dili çilesi çekmektir.
Mazide yaşanan dervişliklere
denk muasır gönül medeniyetleri inşa edebilmektir. Geleceği
marufla süslemek isteyen herkes
için ibnü’l-vakt olmaktır. Dünü
ân köprüsünden en büyük yarın
olan ahirete taşıma şuurudur.
Kendini bilme bilincinde enfüsi
seyr-u sülükle insanı keşfetmek
insanı fethetmektir. Emmare
duygulara teslim olmuş fertleri,
günah zindanından kurtarmak,
onlara Hudeybiyeler ikram edebilmektir.
Fetihlerin hamasetin değil muradı ilahiyi gözeten iradelerin bir ödülü olduğu şuurudur.
Ecdat sevgisini sanal bir oyun
sanma gafletinden tövbe etmektir.
Cenab-ı Hak salihlere, ariflere lütfeylediği maddi manevi fetihleri
cümlemize ihsan eylesin.
MAYIS 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
65
kültürsanat
Yıldızlar Göz Göz Olmuş
Neyi Gözlüyor?
Yrd. Doç. Dr. Dursun Ali TÖKEL
OMÜ Fen-Edebiyat Fakültesi
Gökleri bir yüz, orada pırıl pırıl
parlayan milyonlarca yıldızı da
birer göz olarak tasavvur etseniz,
sizce gökler, her biri göz olmuş
sayısız yıldızla acaba neye bakıyor, neyi gözlüyor olurdu?
Divan şairleri Peygamberimizi yüceltmek, kendi sözlerine değer ve
şeref kazandırmak için eşsiz naatlar
yazmışlardır. Naat için genellikle
kaside nazım biçimi kullanılmışsa da, kimi zaman gazel formunda, bazen gazellerin herhangi bir
beytinde veya bir kıtada benzerine
az rastlanır ihtişamda peygamber
övgüsüne rastlamak mümkündür.
Miraciyeler Peygamberimizin miraç hadisesini nazmen anlatan en
önemli nazım türlerinden biridir.
Genellikle mesnevi formunda yazılan bu eserler, miracı anlatmanın
yanında aynı zamanda birer naat
işlevi de görürler. Çünkü bu metinlerde şairlerimiz kalplerinden
gelen en samimi ve halisane duyguyla yüce Peygambere karşı olan
muhabbet ve hayranlıklarını ifade
etmişlerdir.
Müstakilen miraciye başlığını taşı-
66 DİYANET AYLIK DERGİ MAYIS 2015
yan eserler olmakla beraber bazen
bir rubai, bazen bir gazel, bazen
bir kıta formunda öyle örnekler
karşımıza çıkar ki bunların sanatsal formuna, şiirsel ifadesine,
imgesel yoğunluğuna ve buluşlarına hayran olmamak mümkün
değildir. Bu yazımızda divan şairi
Necati’nin eşine az rastlanır mükemmellikteki bir kıtasını dikkatlerinize sunmak istiyorum.
Ta ki insanlar Peygamber sevgisi
neymiş, miraç nasıl anlatılırmış,
hüsn-i ta’lil sanatı nasıl yapılırmış
bir görsünler:
İşte Necati’nin miracı metaforlarla
anlattığı kıtası:
Yine ola diyu bir gice mi’râc
Açar encüm gözin kuhl-i şeb-i dâc
Feleklerde sa’âdet yıldızı var
Ki yüzün görmeye gözi var (Necati
Divanı, (Haz: Ali Nihat Tarlan), MEB. Yay.,
s. 3.)
Kısaca dörtlüğün anlamına bakalım:
(Ah yine miraç olsa diye kapkaranlık gece yıldızdan ibaret gözünü açtı. Feleklerin yıldızı ne kadar
uğurlu ki senin yüzünü görmek
için binlerce gözü var. Yani felekler seni görmek için binlerce gözü
olduğu için ne kadar bahtiyardır.)
Görüldüğü gibi şiir miraç konulu
bir naat örneğidir. Miraç hadisesi
bir gece yarısı vuku bulduğu için
şairin geceden bahsetmesi olağan.
Fakat burada göz-yıldız metaforunun ötesinde daha değişik metaforlar da var.
Şair, gökyüzünü bir yüz, gökteki
yıldızları ise o yüzde bulunan binlerce göz olarak tasavvur etmektedir: Encüm göz, yani yıldızlardan
ibaret göz. Bu göze sahip olan da
kuhl-i şeb-i dâc’tır. Kuhl, göze
çekilen sürme anlamına geliyor
ki bunun rengi siyahtır. Bundan
dolayı Arapçada, kuhlun sıfat hâli
olan kuhlî, simsiyah anlamına gelirmiş. Şeb Farsça, gece demektir.
Dâc kelimesini ise Burhan-ı Kati
şöyle açıklıyor: “Dâc: karanlık
gece, leyle-i zulmânî manasınadır. Karanlık ve zulmet manasına
gelir. Cimin şeddesiyle Arabide
mekkâri ve tüccar manasına gelir.”
(Mütercim Asım Efendi, Burhan-ı Katı, (Haz:
M. Öztürk-D. Örs), TDK., Yay., s. 149.) Yine
Burhan’a göre Kuhl-i Şeb (veya
kuhl-i rûz): Zulmet-i leyl’den (karanlık gece) kinâyedür.” (Burhan-ı
Katı, s. 459.)
Bütün bu imgelerden sonra şairin
nasıl bir manzara kurduğu daha
iyi anlaşılmaktadır. Şair, yıldızlara göz demekle yetinmez. Nasıl
KÜLTÜR-SANAT-EDEBİYAT
KÜLTÜR-SANAT
Gökyüzü (gece); ‘ah, tekrar miraç olsa da ben o hadiseyi tekrar
yaşasam’ hasretiyle gözlerini dört açmış hasretle beklemektedir.
gözlerin güzel görünmesi ve dikkat çekmesi için etrafına sürme
sürülürse, gökteki göze benzeyen
yıldızların da sürmesi vardır: Yıldızlar, etrafına gecenin karanlığı
sürme olarak çekilmiş binlerce
gözdür; öylesine belirgin, parlak
ve göz alıcıdır. Yıldızların belirginliğinin fark ettirilmesi için gecenin karanlık içinde karanlık bir
tasviri vardır. Sadece göz denilmeyip, sürmenin de işe katılması
tabloyu daha da zenginleştirmektedir.
Üçüncü ve dördüncü mısralar bir
ve ikinci dizelerin pekiştirilmesinden ibaret gibi görülse de, yıldızlar bir göz metaforu olmasının
yanında kendi kimliğiyle de vurgulanmış ve somut anlamıyla yerini almıştır. Fakat bu sefer başka
bir göndermeyle gündelik dilde
şanslı insan anlamına yorumlanan
“gökte yıldızı var” inancı devreye
girmiş görünmektedir. Yani ikinci
mısrada göz metaforunu karşılayan yıldız kelimesi üçüncü mısrada talih, şans gösterenine dönüşmektedir. Dördüncü mısradaki
bin bin (yani milyonlarca) gösterileni ise yıldızların sayısal değerine
yapılan bir sıfat biçimidir. Necati,
binlerce gözü olan gökyüzünün
bir zamanlar çok büyük bir bah-
tiyarlığa kavuştuğunu söylemektedir. Gece, binlerce gözüyle miraç gecesi Yüce Peygamberimizi
görme ve gözleme bahtiyarlığına
ermiş saadetli bir varlıktır.
Tabii ki bu şiirdeki anlam varlığını hem olmuşa hem de olacağa
doğru genişletmek lazımdır. Yani,
“Miraç hadisesine binlerce gözle
şahit olan gece ne kadar bahtiyardır” anlamı yanında bu dörtlüğün
asıl şu anlamı da insanı derinden etkilemekte ve sarsmaktadır.
“Gökyüzü (gece); ‘ah, tekrar miraç olsa da ben o hadiseyi tekrar
yaşasam’ hasretiyle gözlerini dört
açmış hasretle beklemektedir.” Bu
anlamıyla şiirde mükemmel bir
hüsn-i ta’lil sanatı örneği vardır.
Yani “sen gökyüzünü yıldızlardan
ibaret bir varlık olarak görme! Bilakis onu, milyonlarca yıldızıyla,
‘tekrar miraç olsa da Peygamber’i
görsem!’ diye iştiyakla yanan binlerce gözle sevgiliyi bekleyen bir
âşık olarak gör!”
Miraç-gece-yıldız ve gezegenlerle
ilgili o kadar anlatı vardır ki, bu
anlatıları bilenler bu metnin daha
ne kadar zengin olduğunu çok
iyi anlayacaklardır. Şairlerimizin
miracı nasıl anlattığı, hangi metaforlarla bu kutlu hadiseyi insan
idrakine sundukları, bu sunuşun
dünya edebiyatındaki yerinin ne
olduğu, divan şairlerimizin hayal ve hakikati somutlama kudretindeki başarıları ve bugünün
sanatçısının bu eşsiz hazine karşısındaki çaresizliği öylesine derin,
kapsamlı ve özverili çalışmalar
bekliyor ki! Sorunun ne olduğuna
ilişkin Tanpınar’a kulak verelim:
“Hemen hemen kendimizi hiç
okumuyoruz. Hatta en yakınları
bile… Kendimizi beğenmiyoruz
ve sevmiyoruz. Maalesef realitelerimizden en hazini budur.” (Ahmet Hamdi Tanpınar, Yaşadığım Gibi, Dergah
Yay.,5. baskı, s. 309.)
Kendimizi okumaya başlarsak,
eminim kendimizi beğenmeye ve
sevmeye de başlayacak, hayranlığımızla yukarıdaki örnekte olduğu gibi daha ne eşsiz hazinelerin
kapılarını aralayacağız! O eşsiz
gökyüzündeki yıldızlar göz göz
olmuş böylesi araştırmacıları da
bekliyor mu?
MAYIS 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
67
GEÇMİŞ ZAMANIN İZİNDE
Fethe Sahip Çıkmak
Dr. Erdal KILIÇ
Tarihimizdeki Muhteşem Mektuplar, Hayat
Yay., İstanbul 2012, s. 102, 186, 202.)
Muhteşem mektuplar
Fetih sonrası Edirne Başhahamı
Isac Tzatafi Güney Almanya’daki
Yahudilere hitaben yazdığı mektubunda şöyle diyordu:
“…Tanrının kutsadığı, tüm güzelliklerle dolu olan Türkiye topraklarına geldim. Burada huzur
ve mutluluk buldum. Türkiye
sizin için de bir barış ülkesidir.
Size derim ki Osmanlı ülkesi hiçbir şeyin eksik olmadığı bir ülkedir. Eğer isterseniz şu anda burası
sizler için en hayırlı yer olacaktır.
Burada Türklerin topraklarında
şikâyetçi olacağınız hiçbir şey
yok. Büyük nimetler elde etmekteyiz. Ağır vergi yükümüz yok.
Ticaretimiz serbest, engellenmiyor. Her şey ucuz ve bol. Herkes
barış ve hürriyet içinde. Türkler
hoşgörülü insanlar. Hristiyanlardansa Müslümanların egemenliği
altında yaşamak sizin için daha iyi
değil mi? Burada herkes kendi asması ve inciri altında huzur içinde
oturabiliyor...” (Necdet Bayraktaroğlu,
68 DİYANET AYLIK DERGİ MAYIS 2015
Benzer bir tarihî itirafı da Sultan III. Ahmet Han döneminde yaşamış olan İsveç Kralı XII.
Charles’ın kız kardeşine yazdığı
mektubunda görüyoruz:
“...Bugün esirim. Türklerin esiriyim. Demirin, ateşin, suyun yapamadığını onlar yaptılar. Beni
esir ettiler. Ayağımda zincir yok.
Zindanda da değilim. Hürüm. İs-
Hak ve adaletle
Fetihten hemen sonra Fatih’in
Bizans ve Ceneviz halkına yani
İstanbul’da yaşayan Hristiyanlara
hitaben yayınladığı Emanname’de
ise yukarıdaki itirafların ne denli
yerinde ve gerçek olduğunu, daha
15. asırdan günümüze “çağdaş insan hakları”, “çağdaş demokrasi”
ve “çağdaş hoşgörü” çerçevesinde
ne kadar çarpıcı ve manidar mesajlar verdiğini görürüz:
Fetihten hemen sonra Fatih’in Bizans ve Ceneviz halkına yani
İstanbul’da yaşayan Hristiyanlara hitaben yayınladığı Emanname’de
ise yukarıdaki itirafların ne denli yerinde ve gerçek olduğunu, daha
15. asırdan günümüze “çağdaş insan hakları”, “çağdaş demokrasi”
ve “çağdaş hoşgörü” çerçevesinde ne kadar çarpıcı ve manidar
mesajlar verdiğini görürüz.
tediğimi yapıyorum. Lakin gene
esirim. Şefkatin, uluvv-i cenabın, asaletin, nezaketin esiriyim.
Türkler beni işbu elmas bağa sardılar. Bu kadar şefkatli, bu kadar
âlicenap, bu kadar asil ve bu kadar nazik bir milletin arasında hür
esir gibi yaşamak bilsen ne tatlı...”
(Bayraktaroğlu, a.g.e. s. 102, 186, 202.)
“…Şehrin Katolik papazları tarafından, bizim bab-ı hümayunumuza temsilci olarak gönderilen
rahiplerle Senyör Baraban Balios,
Senyör Markiz Drifango ve tercüman Nikola Pelazoni’nin dileği üzerine, Galata halkının, bize
tabi olan sair halklar gibi, âdet ve
GEÇMİŞ ZAMANIN İZİNDE
MAYIS 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
69
GEÇMİŞ ZAMANIN İZİNDE
“Bu şehirde herkesin
gözü vardır. Sizin
aranızda da sen-ben
kavgası başlarsa,
kişisel çıkarlar ülke
çıkarlarının önüne
geçerse, mülklerini
yabancılara satanlar
çoğalır, yabancılardan
medet umanlar
artarsa; işte o zaman
bu şehir sizin
elinizden çıkar.”
ibadetlerini serbestçe yapmalarına
izin veriyoruz…”
“…Bu kanun ve kaideler bugünden başlayıp ebediyen hükümran
olacaktır. Biz onları kendimizi korur gibi koruyup gözeteceğiz…”
II. Mehmet’in bir beraatıyla
geleceği güvence altına alınan
Patrik, devlet törenlerinde vezirlere
eşit tutulmuştur.
70 DİYANET AYLIK DERGİ MAYIS 2015
Zağanos Paşa’nın imzası ve Fatih
Sultan Mehmet’in tuğrasıyla çıkan
bu “Emanname”, bir “insan hakları belgesi” olarak, kendi çağını çok
aşan görüşleri ihtiva etmektedir
kuşkusuz. Üstelik “Emanname”de
belirtilen hak ve özgürlüklerin
Hristiyan halka verilmiş olması,
çağın kılıçla, kuvvetle değil, hak
ve adaletle açıldığının da apaçık
bir göstergesi olmaktadır.
GEÇMİŞ ZAMANIN İZİNDE
Papaz hikâyesi
Fetih sonrası Bizans hapishanelerinde bir mahzende bulunan ve
Fatih’in huzuruna götürülen iki
papaz hikâyesi anlatılır. Bizans
imparatorluğunun zulmüne karşı
çıktıkları ve imparatoru ikaz ettikleri için zindana atılmışlardı.
Fatih kendilerini serbest bırakır
fakat onlar zulme bir tepki olarak
ömür boyu hapisten çıkmamaya
yemin etmişlerdir. Bu yaşananlardan haberdar olan Fatih, bu
iki papazı huzuruna çağırır ve
hikâyelerini dinler. En nihayetinde ise onlara şöyle bir teklif sunar:
“Sizler İslam adaletinin hüküm
sürdüğü bu memleketi geziniz,
Müslüman hâkimlerin ve halkımın davalarını takip ediniz. Eğer
hayata küsmenize sebep olan
adaletsizliği burada da görürseniz
gelip bana bildiriniz ve önceden
verdiğiniz kararınız doğrultusunda uzlete çekilerek hâlâ küsmekte
haklı olduğunuzu bana kanıtlayınız…”
Bunun üzerine hiç vakit kaybetmeden yola koyulan papazlar soluğu Bursa’da alırlar ve burada bir
dava ile karşılaşırlar.
Bir Müslüman, bir Yahudi’den bir
at satın almıştır. Atı satın aldıktan
bir süre sonra ise bu atın hasta olduğunu fark etmiş ve sabah olur
olmaz kadının yolunu tutmuştur. Vardığında ise kadıyı yerinde
bulamayan ve bir süre bekleyen
Müslüman kadının gelmeyeceğini
düşünerek evine geri döner ve akşamına hasta olan atı ölür. Bunun
haberini alan kadı, Müslümanı
bulup şöyle der:
“Eğer makamıma geldiğinizde
ben burada olsaydım, atı sahibine
iade edip paranızı alırdım. Ancak
zamanında daireme gelmediğim
için olayların bu şekilde gelişmesine sebep oldum. O yüzden atın
ölümünden doğan zararı ben karşılayacağım.”
renizde hiç kimsenin zulme uğramayacağına inandık.”
Bu yaşananlar papazları bir hayli şaşırtır. Gezmeye devam eden
papazların ikinci durağı İznik’tir.
Burada bir başka dava ile karşılaşırlar.
“Bu şehirde herkesin gözü vardır.
Sizin aranızda da sen-ben kavgası başlarsa, kişisel çıkarlar ülke
çıkarlarının önüne geçerse mülklerini yabancılara satanlar çoğalır;
yabancılardan medet umanlar artarsa, işte o zaman bu şehir sizin
elinizden çıkar.”
Burada ise bir Müslüman, bir diğerinden tarla satın almıştır. Vakti
geldiğinde tarlasını sürmeye başlayan tarlanın yeni sahibinin sabanına bir küp takılır. Çıkarıp baktığında ise içinin altın dolu olduğunu görür ve hemen kendisine
tarlayı satan adamın yanına gider.
Tarlayı alan “Tarlada altın olduğunu bilseydin bu kadar ucuza
bana satmazdın. Al, bu altınlar senin hakkın” der. Tarlayı satan ise
“Ben sana tarlanın taşını toprağını
sattım, o altınlar senin hakkın”
şeklinde karşılık verir. Orta yolu
bulamayıp kadının yanına giderler. Kadı ise bu iki kişinin kız ve
erkek çocuklarını evlendirip altını
da çeyiz olarak vermeye hüküm
verir.
Bu iki olaya tanık olduktan sonra papazlar hemen Fatih Sultan
Mehmet’in yanında alırlar soluğu:
“Bizler artık inandık ki bu kadar
adalet ve birbirinin hakkına saygı ancak İslam dininde vardır.
Bu dinin insanları başka dinden
olanlara bile kötülük yapamazlar.
Bu yüzden biz zindana dönme
kararımızdan vazgeçtik, sizin ida-
Fatih Sultan Mehmet, papazlardan birine “Peki bu şehir bir gün
gelir bizim de elimizden çıkar
mı?” diye sorunca papaz şu yanıtı
verir:
Papazın sözleri üzerine müteessir olarak ellerini kaldıran Fatih
“Ya Rabbi! Böylelerini kahrına ve
gazabına uğratmanı niyaz ediyorum” diye duada bulunur.
Nihai kelam
Esasen yukarıda anlatılanlar Osmanlı medeniyetinin teşekkül
ettiği umumi kaidelerin yansımasından başka bir şey değildir.
Bu medeniyetin teşekkülü bütüncül ve tutarlı bir şekilde gerçekleşmiştir. Zira oluşum süreçleri
yazılı kaynaklarla da kendini ispat etmiştir. Ahlaki yaşantılarını
Allah’a karşı sorumluluk olarak
kabul eden Osmanlılar bu sorumluluğun önemli bir boyutunun da
topluma ve insanlığa karşı duyarlı
olmak olduğunu göstermişler ve
bihakkın yerine getirebilmek için
de bilgiye, ilme ve gayrete değer
vermişlerdir.
Övünelim mi, dövünelim mi? Fethe ve şehre sahip çıkmak hiç de
kolay olmasa gerek…
MAYIS 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
71
BUNU KONUŞALIM
Türkiye’nin En Genç Yazarı Ahmet Can Altıok:
“Düşünceleri harekete geçiren tek eylem okumaktır.”
Söyleşi: Ali AYGÜN
Henüz 11. sınıf öğrencisiyken
“Berçem” adlı şiir kitabınızla Kültür Bakanlığı tarafından
Türkiye’nin en genç yazarı unvanıyla ödüllendirildiniz. Bu
ödül edebiyata merakınızın çok
küçük yaşlarda oluştuğunu gösteriyor. Edebiyata, şiire nasıl ve
ne zaman başladınız?
Öncelikle Berçem, temellerini henüz 15 yaşındayken attığım yaşanmış gerçek bir hayat hikâyesiydi.
Bir şiir kitabı olacağı muhayyilemden hiç geçmezdi. Roman
olarak kaleme almıştım çünkü.
Lakin şu an piyasadaki Berçem,
bir şiir kitabı. Bizatihi şiire indirgemeyip edebiyata ve yazıya olan
merakımı dile getirecek olursam,
sebebini tek oluşuma dayandırabilirim. Çünkü yalnız olmak veya
kendi semasında tek yıldız olmak
insanı erken olgunlaştırır. Ve yalnızlık bir insanın üretim fabrikasıdır. Çok küçük yaşlarda babamın
teşvikleriyle okumaya başladım.
Okudukça da başkalarının gözünde kendimi görmeyi öğrendim, bir süre sonra da yazmaya
başladım. Tabii şiir, insanın kendi
şuur altında sair fi’l-menam, yani
uyurgezer olarak dolaşması anlamına geldiği için şiir ile biraz geç
tanıştım diyebilirim.
Babanızın sizi okumaya teşvik
ettiğini söylediniz. Edebiyata
olan bu ilginize ailenizin desteği,
yaklaşımı ve katkıları nasıldı?
72 DİYANET AYLIK DERGİ MAYIS 2015
Yazdıklarımın ilk okuyucusu annem, hangi konuda olursa olsun
her türlü desteği esirgemeden veren babam… Teşbihimi mübalağa
ve de ukalalık saymazsanız eğer,
âdeta Yaradan tarafından onlara
yazılmış bir şiirdim ben. Onlar
ise, sanatkârın yansıması olarak
yeryüzüne gönderilen birer şairdiler. Kalemi elime ilk aldığım zaman, babam bana yazılarımı yazmam için bir ajanda hediye edip
ilk sayfasına da aynen şu cümleyi
yazmıştı: “Unutma, yazanlar her
gün okuyanlardır.” Onlar sayesinde kitaplarla tanıştım, en büyük
destek sizce de bu değil mi?
Özellikle genç yaşlarda yazın hayatına başlayan gençleri yönlendiren ve çalışmalarında onlara
destek olan öğretmenleri vardır.
Size bu konuda yön gösteren öğretmenleriniz var mıydı?
Ahmet Can Altıok, 1998
yılında Van’ın Özalp
ilçesinde doğdu. Konya’da
ilköğrenimini tamamladıktan
sonra Van’da Niyazi
Türkmenoğlu Anadolu
Lisesinde orta öğrenimine
başladı. Halen bu okulda 11.
sınıfta öğrenimine devam
etmektedir. Altıok’un ilk
eserleri Hayal Bilgisi edebiyat
dergisinde yayımlandı.
Berçem adlı şiir kitabı ile
Ahmet Can Altıok, Türkiye’nin
en genç yazarı oldu.
Yazın hayatıma başladığım ilk zamanlar, yazdıklarımı hiç kimseye
okutmazdım. Belki de utancımdan. Her ne kadar da ileriki zamanlarda yazdıklarımı birilerine
okutma ihtiyacı duysam da, yazdıklarımı okutmadım, okutmazdım. Ve edebî çalışmalarıma öyle
ciddi anlamda katkı sağlayacak bir
öğretmenim de olmadı hiç.
Edebiyat dünyanızı etkileyen ve
sizin beslendiğiniz şair ve yazarlar kimlerdir?
BUNU KONUŞALIM
Yazmaya ilk başlayanların kalemleri farklı faklı renklerde yazar çarnaçar. Çünkü o ana gelene kadar
birçok kişiyi okumuş ve birçok kişiden etkilenmiştir. Ve eline aldığı
kalemde kendi mürekkebi olmaz
asla ilk başlarda. Etkisinden kurtulamadığı yazarlar vardır, bu da
normaldir. Benim de öyle oldu.
Tam olarak kendi üslubumu kurdum ya da kendi mürekkebimle
yazıyorum diyemem, denmez de
zaten. Elbette etkisinde kaldığım
yazar ve şairler vardır, bazıları da
şunlardır: Cahit Zarifoğlu, Halil
Cibran, Sezai Karakoç, Rasim Özdenören…
Şiir ve edebiyatta gelmek istediğiniz bir yer var mı, gelecekte
kendinizi nerede hayal ediyorsunuz?
“İnsan âlemde hayal ettiği müddetçe yaşar.” der Yahya Kemal.
Elbette gelecekle ilgili ve gelecekteki konumumuzla ilgili birtakım
hayallerimiz vardır. Ama sorduğunuz soru, bana daha çok bize
küçükken sorulan, “büyüyünce
ne olacaksın” sorusunu hatırlattığı gibi kafamda hemen bu soruya
cevaben Ali Ural’ın bir sözü geldi:
“Büyüyünce doktor olmak isteyen
çocuklar, büyüyünce cellât oldular.” der. Küçüklükte en sık duyduğumuz ve muhatabını sıkan
sorular arasında görmüşümdür
bu soruyu hep. Kendimden örnek
verecek olursam, bu soruya cevap
olarak bütün meslekleri sıralamışımdır belki. Yazarlığı söylemiş
miyim bilmiyorum ama yazarlık
sıfatım var lakin şimdi asıl görevim öğrenciliktir. Bu yazarlık sıfatının önüne ya da arkasına renk
verecek olan o an hangi meslekte
olduğumuzdur. Kendimi bir hukuk ya da edebiyat fakültesinde
akademik kariyeri olan bir yazar
olarak hayal ediyorum. Lakin zaman ve şartlar beni nerelere götürür, onu bilmiyorum.
Gençlerin sanat ve edebiyata, kitap okumaya bakış açısı nasıldır?
Çok sancılı bir konuya temas ettiniz. Öncelikle belirtmeliyim ki, saatçi vitrinine bakıp zamanı söyleyemediğiniz gibi okumadan da ne
tarihinizden haberdar olursunuz,
ne de geleceğinize yön verebilirsiniz. Ne yazık ki, teknoloji denen
z/illet’in çok büyük dezavantajları
var. Bir yeri onardığı gibi on yeri
tahrip ediyor. Şu anki gençliğin
zihinlerine vurulan prangaları,
teknoloji elinde tutuyor ve şunu
da söylemeliyim ki, zihinlere vurulan prangaları kırmak, ayaklara
vurulan prangaları kırmaktan çok
daha zordur. Gençlik… Gençlik,
vatanını omuzları üzerinde yarınlara taşıyacak nesildir. Bu neslin
temelleri ise çok sağlam olmalıdır ki yarınlara güçlü bir şekilde
taşınabilsin. Bir milletin, bir toplumun yok olmasını istiyorsanız, geleceğini emanet edecekleri
gençleri kitaplardan uzak tutmanız yeterlidir. Üzülerek söylüyorum, okumayan bir nesil yetişiyor.
Oysa gençlik denilince, geçmişten
nefes alıp geleceğe nefes veren
bir fidan aklıma gelir. O fidanın
büyümesi için her gün sulanması
şarttır ki ileride çınar olsun. Her
gün sulama işlemi okumaktır. Okuyan bir gençlik, geleceğini çok
sağlam kolonlar üzerine inşa etmeye başlamış demektir. Yani çınar olmaya namzettir. Evet, çınar
ağacı uzun ömürlüdür ama bazen
onu da sarsan rüzgârlar vardır.
Demek istediğim okuyup sadece
bir diploma sahibi olmak değildir.
Yazar ağabeyim Sait Çamlıca’nın
bu konuyla ilgili “Diploma cehaleti örtmüyor, okuyun!” sözü her
şeye açıklık getiriyor. “Okumanın
Önemi” adlı konferanslarımızda
hep şunu anlatırım, bilgisayarlarla
yapılan bir araştırmaya göre ortalama 72 yıl yaşayan birisi ömrü-
nün 6 yılını kuyruklarda geçiriyor.
Asıl durum 6 yılını kuyruklarda
bekleyerek geçirmesi ilginçtir. Bu
6 yılı iyi değerlendirmek lazım.
Bu konu hakkında söylenecek çok
şey olduğu gibi yapılacak çok şey
de vardır. Bir toplumun ölümü, o
toplumun gençlerinin kitaplardan
uzak yaşaması demektir. Ve bizler
bu yok oluşu izleyip duruyoruz,
ölüm alkışlanır mı hiç? Bu konuda
daha çok konferanslar, seminerler
tertipleyip okumanın önemini
topluma ve daha çok da gençliğe
anlatmak gerekir. Dediğim gibi
söylenecek çok şey var ancak şimdilik akranlarıma ve dahi genç
arkadaşlarıma Prof. Dr. Ali Fuat
Başgil’ in şu sözüyle seslenmek
istiyorum: “Çalış, genç arkadaşım,
çalış! Namerde muhtaç olmak ölmekten beterdir.”
Edebiyat alanında başarılı olmak
isteyen genç arkadaşlarınıza neler tavsiye edersiniz?
Her şeyden önce üzerinde durduğum tek konu vardır; okumak.
Sanat ve edebiyata ilgisi olan arkadaşlarıma, okumanın her şeyden
daha elzem olduğunu hatırlatmak
isterim. Yazmak, biraz da düşünme eylemidir. Düşünceleri harekete geçirecek, düşüncelere renk
katacak, onu katlanılır kılacak ve
etrafındaki çitleri daha da genişletecek tek eylem de okumaktır.
Yazdıkça, başkalarının gözünde
başkaları olmayı görürüz; kalemi alınca, işte o an zihin yüreği
tetikler ve düşünceler harekete
geçer. Lafı fazla dolandırmadan,
bir zamanlar babamın beni teşvik
eden sözleriyle yazıya ve edebiyata meraklı olan arkadaşlarıma
seslenerek sözlerimi bitiriyorum.
“Unutma! Yazanlar, her gün okuyanlardır.”
MAYIS 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
73
EN G Ü Z E L İ Sİ M L E R
GUFRANINLA ÖRT BİZİ
YA GAFFAR
Fatma BAYRAM
“Açıkta kalmak” fiziksel varlığımızı tehdit eder; “açığı çıkmak” ise
sosyal ve ruhsal varlığımızı. Ne
başımızın açıkta olmasını isteriz
ne de işimizde gücümüzde açığımızın çıkmasını. Başımızın üstüne bir dam gerektiği gibi beşeri
hâllerimizin üstünün de örtülmesine ihtiyaç duyarız. Rabbimizin
güzel isimlerinden Gaffar, işte bu
ihtiyaçlarımıza cevap verir. “Kusurları örten, suçları bağışlayan”
demektir.
Gazali’nin de işaret ettiği gibi
Allah’ın örtücülüğü iç organlarımızı gül yaprağı gibi bir ciltle,
bedenin bize özel yerlerini insana
heybet veren nice güzel giysilerle
örtmesiyle tecelli ettiği gibi; hepsi
aleni olsa idi insan içine çıkacak
hâlimiz kalmayacak nice hatalarımızı da mağfiretiyle örterek tecelli eder. Öyle ki bazen biz bile
unuturuz yapıp ettiklerimizi, bir
güven gelir kendimize de mangalda kül bırakmayız. Bu manada
unutmak da Allah’ın örtücü rahmetinin bir tecellisidir.
Örtmenin âlâsı ise hataların üstünü örtmekten de önce, Allah’ın
setrinin bizi günahlardan himaye
ederek hatalarla aramızı uzak tutacak şekilde benliğimizi tertemiz
muhafaza etmesidir. Zaten “Gaffar” isminin kökü olan “g-f-r”nın
74 DİYANET AYLIK DERGİ MAYIS 2015
sözlük anlamları içinde kirlenmekten korumak için bir şeyin
üstünü örtmek de vardır. Allah’ın
dilediği kullarını günahlardan bu
şekilde koruması, onlar için en
büyük nimetlerden biridir.
Örtmek için görmek gerekir...
Dikkatsizlik, saflık, gaflet gibi nedenlerden dolayı etrafında olup
bitenleri ayırt edememek, kusurları görememek gufran değildir.
Gaffar kusurları görür; kimin,
neyi, niçin yaptığının gayet güzel
farkındadır ama ifşa etmez, kin
tutmaz, örter; hiç işlenmemiş gibi
kişinin kendisine bile unutturarak
izlerini siler.
Allah’ın güzel isimlerinin her biri
bize Rabbimizi ayrı ayrı yönleriyle
tanıtır. Bu isimler sayesinde O’nun
hakkında yanılmaktan korunduğumuz gibi yalnızca O’na ait olan
bu isimlerin muhtevası hakkında
şirke düşmekten de korunmuş
oluruz. Bu manada Gaffar ismi,
kişiyi Allah’ın affını kazanmak için
araya aracılar sokma sapkınlığından da korur. Mümin suresinin
42. ayetinde Firavun ailesinden
olan mümin bir kul inkârcılarla
mücadele ederken onlarla kendisi
arasındaki farkın tam da bu olduğunu şöyle ifade eder: “Siz benim,
Allah’ı inkâr etmemi ve O’nun ortağı olduğuna dair hiçbir bilgim
olmayan şeyleri kendisine ortak
koşmamı teklif ediyorsunuz. Ben
ise sizi (üstün kudret sahibi ve
mağfireti pek bol olan) o Aziz ve
Gaffar’ın yoluna davet ediyorum.”
İbn Arabi’ye göre; kul, kendini
dünyada ve ahirette azaba götürecek her türlü düşünce ve hareketten korunmak amacıyla bu
isme ihtiyaç hisseder. Ne kadar
çok hata yapmış olursak olalım
Allah’ın mağfiretinin hepsine yeteceğini bilmek ruh sağlığının en
önemli şartlarından olan kendini
affedebilmenin ve her zaman yeniden başlamanın mümkün olduğu inancının zeminini oluşturur.
Bu inanç, insanın içindeki olumlu
ve insanî özellikleri açığa çıkarabilmenin temel şartıdır. İçinde
kapanmamış meseleler, affedilmemiş düşmanlıklar biriktirmek
insanı zehirler. Kendini ve başkalarını affedememek, Allah’tan
her daim af bekleyen insanın en
büyük trajedilerinden biridir. Neredeyse Allah’ın yüceliğini inkâr
sayılan ümitsizlik duygusu ise,
Allah’ın; isterse, iman eden kullarının bütün günahlarını bağışlayabileceğinin (Zümer, 39/53.) göz ardı
edilmesinden doğar.
Allah’ın bağışlayıcılığından ümit
kesmek doğru olmadığı gibi
O’nun mağfiretine yaslanarak günahlara fütursuzca devam etmek
de yanlıştır. Sufiler, sürekli günah
işleyip de mağfiret dileme ihtiyacı
duymamanın, insanın iç yüzünün
tamamen karardığının alameti sayarlar.
Allah’ın mağfiretini dilemek sadece bir temenni olarak kalmamalı;
bu arzu bazı güzel amellerle de
desteklenmelidir. Kur’an ve sün-
netten öğrendiğimize göre beş vakit namaz, sadaka, seherlerde niyaz gibi ameller günahların affına
sebeptir. Allah Teala, Taha suresi
82. ayette Gaffar isminin tecellisini sırasıyla tövbe, iman, salih amel
ve hidayet olarak sayarken bu hakikati bize açıkça göstermiştir.
Günahlar ne kadar tekrar edilmiş
olursa olsun Rabbimizin her seferinde bağışlamaya hazır olduğunu
vurgulayan Gaffar isminden başka Kur’an-ı Kerim’de bu kalıptan
türemiş iki isim daha vardır: “Gafur” ve “Gafir”. Gafir, bir vurgu
taşımaksızın mutlak anlamda günahları örten manasına gelirken;
Gafur ismi, kullar ne kadar çeşitli
günah işlemiş olursa olsun Rabbimizin hepsini örtüp bağışlayabileceğini ifade eder. Burada önemli
olan hatasını kabul edip tövbe
istiğfar ederek ilk adımın kuldan
gelmesidir. Çünkü insan, günah
işlemek suretiyle Yaradan’la kendisi arasındaki Rab-kul ilişkisini
ihlal etmiş olmaktadır. Tövbe de
bir dönüş olması hasebiyle bu ilişkinin yeniden tazelenmesi talebidir. Tövbenin tecellisi olan mağfiret, yukarıda saydığımız isimlerin
ifade ettiği şekilde Allah Teala’nın
kulun bu talebine cevabıdır. (Nuh,
71/10.)
Kur’an-ı Kerim’de “gafr” kökünden türemiş 234 kelime bulunmaktadır. Mağfiret kavramının
Kur’an-ı Kerim’de bu kadar çok
tekrarlanmasının sebebi olarak
insanı sürekli günah işleyen bir
mücrim gibi telakki edilmesinin
yanlış olacağı söylenmiş; günahlardan sakınanların dahi Allah’ın
rızasına ulaşabilmek için kazanmaları gereken kemal mertebelerinde geri kalabilecekleri, bu
nedenle de Allah’ın mağfiretine
herkesin muhtaç olduğu belirtilmiştir. İnsan; günahlara batmış olmasa da Rabbinin kendisine ihsan
ettiği, onu meleklerden bile üstün
kılacak kapasitesini ziyan ettiği
için de af ve mağfirete muhtaçtır.
Haydi, bu hatayı da yapmadı diyelim bu sefer de her yükselişte bir
önceki hâlden duyulan utancın
gereği olur mağfiret dilemek. Yani
sözün özü insan hangi mertebede olursa olsun ulaştığı yer Rabbinin sonsuz ihsanları karşısında
çok basittir ve bu nedenle de asıl
maksuda ancak O’nun bizim hata
ve eksiklerimizi örtmesiyle (mağfiret) ulaşılabilir. İnsanın mevkii
ne olursa olsun Allah’ın “Gaffar”
isminin tecellisi olan mağfirete
ihtiyacı olduğu bütün peygamberlerin Allah’ın mağfireti için yalvarmalarından da anlaşılmaktadır.
(Araf, 7/23; Hud, 11/47; Şûra, 42/82; Araf,
7/151; Sad, 38/24; Sad, 38/35; Muhammed,
47/19.)
lun Gaffar isminden nasibi, ifşa
edilmesini istemediği kusurlarının
benzerlerini başkalarında gördüğü takdirde onları yaymayıp örtmesidir. Hele hele ana baba ya da
öğretmen gibi insanları idare etme
pozisyonunda olan bir kişinin bu
isimle ahlaklanması olmazsa olmaz bir şarttır. Öyle ki cezalandırmanın kaçınılmaz olduğu durumlarda dahi mümkün olduğu kadar
alenileştirmemeye dikkat edilmelidir. Kusurları örtmek şahsiyetteki izzetin bir sonucudur. Gaffar
isminin Kur’an-ı Kerim’de yer aldığı beş ayetin üçünde (Sad, 38/66;
Mümin, 60/42; Zümer, 39/5.) “yenilmeyen
yegâne galip” anlamındaki “Aziz”
ismiyle birlikte gelmesi Allah’ın
bağışlamasının, O’nun izzetinin
gereklerinden olduğunu gösterir.
Gaffar kusurları görür; kimin, neyi, niçin yaptığının gayet güzel
farkındadır ama ifşa etmez, kin tutmaz, örter; hiç işlenmemiş
gibi kişinin kendisine bile unutturarak izlerini siler.
Gaffar isminin tecellileri hakkında İbn Arabi’nin dikkatlerimizi
çektiği bir başka husus da bulunduğumuz hâl ve makamlara dair
Allah’ın gizlediği şeyleri bizim ifşa
etmememizdir. Bu yalnızca bizimle O’nun arasında kalmış olan
günahlarımız için böyle olduğu
gibi yine O’nun lütfu olan manevi mertebeler için de böyledir.
Kemal yolunda makam izharı en
büyük tehlikedir.
Allah’ın affediciliğini anlatan isimleri kulun kusursuzluk arayışının da muhal olduğunu gösterir.
Kur’an’daki peygamber duaları,
bize kusursuzluk talep etmeyi
değil; kusurlarımızın örtülmesini
talep etmeyi öğretir.
Gazali’nin kanaatine göre ku-
Gıybet, tecessüs, kusur arama,
intikam gibi izzete aykırı hâller;
kişinin bu mertebeye ulaşmasının
önündeki en ciddi engellerdir.
Bizi “hataları örten” olabilmekten
alıkoyan şey başkalarının kusurlarının büyüklüğü değil, kendi ahlakımızın düşüklüğüdür.
Efendimiz (s.a.s.)’in bildirdiği
üzere hataları örtmenin, kişinin
kendisine dönen uhrevi neticeleri vardır: “Kim bir Müslümanın
ayıbını örter, kusurunu bağışlarsa
Allah da kıyamet gününde onun
kusurlarını bağışlar.” (Buhari, Mezalim, 3; Müslim, Birr, 58.) Buna göre insan
asla etrafındaki kişilerin aleyhine
yol aramamalı, kendi üstünlüğünü başkalarının eksikliği üzerine
kurmamalıdır.
MAYIS 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
75
PORTRE
İstanbul’un Âlim ve Şair Müftüsü:
Abdurrahman Şeref Güzelyazıcı
Yrd. Doç. Dr. Kâmil YAŞAROĞLU
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
6 Mayıs 1904 tarihinde Selanik’in
Petriç kasabasında dünyaya gelir. Babası dönemin Petriç Müftüsü Müderris İbrahim Ethem Efendi, annesi müderris ve hattat Hacı
Ali Siyami Efendi’nin kızı Latife
Hanım’dır. Hattat dedesinin hatırasını adının yanında taşımak amacıyla daha sonra Güzelyazıcı
soyadını alacaktır. Abdurrahman
Şeref dört yaşında iken babasını,
dokuz yaşında iken annesini kaybeder; küçük yaşta yetim ve öksüz
kalır. Ağabeyi Abdullah Hulusi Efendi onu himayesine alır ve büyütür.
İlköğrenimine Petriç’te Hoca Halil Efendi’den aldığı derslerle başlar. Balkan Harbi başlayınca 1912
yılında önce İstanbul’a, ardından
Amasya’ya göçerler. Amasya’da
bir süre devam ettiği Pendelli İlkokulu’nda Ahmet Efendi’den
Kur’an, Yahya Efendi’den matematik dersleri alır. Bir yıl sonra ailesinden kalan kişilerle birlikte
76 DİYANET AYLIK DERGİ MAYIS 2015
PORTRE
Kırklareli’ye bağlı Vize’ye muhacir sıfatıyla yerleştirilir. İlkokulu
Saray Ayaş Paşa İlkokulu’nda tamamlar.
Güzelyazıcı daha sonra İstanbul’a
giderek 1924 yılında Dârü’lhilâfeti’l-aliyye Medresesi’nden
pekiyi derece ile mezun olur. Aynı yıl tıbbiye mektebine kayıt yaptırsa da maddi imkânsızlıklar sebebiyle tıbbiyeye devam edemez.
Dârü’l-fünûn İlahiyat Fakültesi’ne
geçer. Buradaki öğrenimine devam ederken 1926 yılında imtihana girerek felsefe bölümünün
üçüncü sınıfına kaydolur. İlahiyat Fakültesi’nden 1927 yılında
pekiyi derece ile mezun olur. İlahiyat öğrenimi sırasında sadece
fakültede verilen derslerle yetinmez; aynı zamanda Süleymaniye
Kütüphanesi’nde açılan kütüphanecilik kursuna katılarak sertifika
alır. O dönemde değişik hocalardan aldığı derslerle kendisini yetiştirir. Özellikle Elmalılı Hamdi
(Yazır) Efendi’den istifade eder.
Abdurrahman Şeref Güzelyazıcı, fakülteden mezun olduktan sonra 10 Ağustos 1927 tarihinde tayin edildiği Fatih Millet
Kütüphanesi’nde
memuriyete
başlar. Bu göreve devam ederken
İstiklal Lisesi’nde Türkçe derslerine de girer. Bu arada Hürmüz
Hanım’la evlenir.
Askerliği sebebiyle görevlerinden ayrılır ve 1932 yılında askerlik hizmetini tamamlayarak Fatih
Millet Kütüphanesi’ndeki vazifesine geri döner. Bu görevinin yanında Hayriye ve Vefa liselerinde edebiyat öğretmenliği yapar.
Resmî memuriyeti ise Murat Mol-
Vakur duruşu,
mütebessim yüzü,
tertemiz beyaz
sarığı ve cübbesiyle
muhataplarında saygı
uyandıran Abdurrahman
Şeref Güzelyazıcı İslam
ilimlerine hâkim, Doğu
kültür ve irfanına vakıf
iyi bir hatip ve başarılı
bir şairdi.
la Kütüphanesi’ne nakledilir.
1934 yılında Hilal Cavidan,
1936’da Ayşe Zühal adlarında iki
kızı dünyaya gelir. 1936 yılında
büyük kızı Hilal Cavidan, 1937
yılında da eşi Hürmüz Hanım vefat eder. Tek çocukla dul kalan
Güzelyazıcı, biricik kızı ve sevgili eşinin kaybından dolayı hissettiği acıları yazıya döker ve kızı hakkında “Yeter” adlı şiirini, eşi
Hürmüz Hanım için de Abdülhak
Hamid Tarhan’ın Makber’ine nazire olarak Mezar isimli şiir kitabını kaleme alır. Bu dönemdeki
hissiyatının etkisiyle tasavvufa yönelerek Nakşibendi şeyhi Serezli Hacı Hasip Efendi’ye intisap eder. 1940 yılında Kevser hanımla
hayatını birleştirerek ikinci evliliğini yapar.
Abdurrahman Şeref Güzelyazıcı II. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte 1941 yılında tekrar
askere alınır. 1943 yılında terhis olduktan sonra memuriyete
dönerek Süleymaniye Kütüphanesi Tasnif Heyeti’ne tayin edilir. Bu arada bir yandan Zeyrek
Ortaokulu’nda Türkçe dersleri verirken diğer yandan üstadı Hasip
Efendi’nin arzusu üzerine Şehzade Camii’nde, Cuma günleri öğleden önce vaaz vermektedir. Bir
süre sonra vaaz ve sohbetlerine
Beyazıt, Valide (Aksaray) ve Fatih
camilerinin kürsülerinden devam
eder. İskender Paşa Camii’nde
(Fatih) ramazan geceleri teravih
öncesi vaazlar verir.
1948 yılında Çapa Kız Öğretmen
Okulu’nda Din Dersi öğretmenliğine tayin edilen Güzelyazıcı, bu
görevi sırasında Celaleddin Ökten
ile birlikte imam-hatip okullarının
yeniden kurulması faaliyetlerine
öncülük eder. Eğitime başlamasından sonra İstanbul İmam-Hatip Okulu’nda tefsir, usul-i fıkıh,
hadis ve usul-i hadis dersleri verir. 1950’de İstanbul İl Müftülüğü
vaizlik ve Hademe-i Hayrat murakıplığına atanır. Ardından İstanbul ihtisas vaizliğine getirilir.
1963-1968 yılları arasında Fatih
Camii’nde fahrî hatiplik yapar.
30 Kasım 1972 tarihinde İstanbul Müftülüğü görevine getirilen
Güzelyazıcı’nın 1976 yılında Suudi Arabistan’ın Riyad şehrinde
Türkiye’yi temsilen katıldığı İslam
Konferansı Toplantısı’nda sunduğu “İçtihat” konusundaki Arapça
tebliği büyük ilgi görür. Abdurrahman Şeref Güzelyazıcı, 15 Mayıs 1978 tarihinde İstanbul Müftülüğü görevi devam ederken
vefat eder. Fatih Camii’nde kılınan cenaze namazının ardından
Edirnekapı Şehitliği’nde mürşidi
MAYIS 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
77
PORTRE
Abdurrahman Şeref
Güzelyazıcı sıradan
bir halk vaizi değildi.
Medrese ve tekke
kültürünü sanat ve
edebiyatla birleştirip
zenginleştirdiği için
vaazlarında doyurucu
olmuştur.
Serezli Hacı Hasip Efendi’nin kabrinin yanına defnedilir.
Vakur duruşu, mütebessim yüzü,
tertemiz beyaz sarığı ve cübbesiyle
muhataplarında saygı uyandıran
Abdurrahman Şeref Güzelyazıcı
İslam ilimlerine hâkim, Doğu kültür ve irfanına vakıf iyi bir hatip ve
başarılı bir şairdi. Çok iyi derecede Arapça, Farsça ve Fransızca biliyordu. Onun çok yönlü yetişmesinde, son devir Osmanlı âlim ve
meşâyihini, edip ve şairlerini yakından tanımasının önemli rolü
vardır. Müslümanların âlim yetiştirme sorumluluğunun önemine
sıklıkla vurgu yapan Güzelyazıcı,
bir defasında “Bir Müslüman için
en zor şey irfan öksüzü olmaktır.
İstanbul bir ilim merkezidir. Bazı
dinî meselelerde zorlanıyoruz. Soracağımız bir âlim kalmadı, irfan
öksüzü olduk” demiştir.
Abdurrahman Şeref Güzelyazı-
78 DİYANET AYLIK DERGİ MAYIS 2015
cı sıradan bir halk vaizi değildi.
Medrese ve tekke kültürünü sanat ve edebiyatla birleştirip zenginleştirdiği için vaazlarında doyurucu olmuştur. Bir vaazında
Fuzuli’nin bir beytini on beş dakika kadar anlattığı bilinmektedir. Özellikle pazar günleri ikindi namazından sonra Beyazıt
Camii’nde verdiği vaazlarda kültür seviyesi yüksek seçkin bir cemaate hitap ederken aslında üniversite gençliğini aydınlatmayı
amaçlamıştı. Güzelyazıcı’nın, Nur
suresinin 39-40. ayetlerini esas alan ve yıllarca devam eden vaazları, ateizmin çıkmazlarını ortaya
koyduğu için yüksek tahsil gençliği üzerinde çok etkili olmuştur.
Topluma yönelik hizmetler ile de
yakından ilgilenen Güzelyazıcı,
30 Kasım 1972 tarihinden vefatına kadar İbnülemin Mahmud Kemal İnal Vakfı başkanlığını yürütmüştür.
Abdurrahman Şeref Güzelyazıcı Ehl-i Sünnet İnanışının Değişmez Metinleri isimli eserinde elFıh
ķ ü’l-ekber, el-Aiķā dü’l-Adudiyye,
el-Aiķā dü’n-Nesefî, el-ĶKasîdetü’nnûniyye ve el-Emâlî gibi temel akait risalelerinden faydalanmak
suretiyle ehlisünnet akidesinin esaslarını 137 madde hâlinde özetlemiş ve halkın din adına bidat ve
hurafeye sapmasını önlemeye çalışmıştır.
1950 yılından itibaren Çapa Öğretmen Okulu’nda vermeye başladığı din bilgisi derslerini dikkate
alarak hazırladığı Din Dersleri (İstanbul 1956) isimli eseri bir ders
kitabından çok daha kapsamlıdır.
Eserini iki cilt hâlinde tasarlayan
müellif, I. ciltte “Âmentü”de ifadesini bulan iman esaslarını işlemişse de II. cildin yazımını gerçekleştirememiştir.
1963-1968 yılları arasında Fatih
Camii’nde okuduğu hutbeleri ihtiva eden Fatih Minberinden Müminlere Hutbeler (I-II, İstanbul 1966,
1970.) isimli eserinde aşk derecesinde bir iman ve ihlasın, takva ölçüsünde bir dindarlığın, İslam ahlak ve fazilet anlayışının insana
kazandırdığı mutluluğun her fırsatta vurgulandığı görülmektedir.
İrat ettiği her hutbenin Arapça
mukaddimesinde konuya uygun
bir “hamdele” ve “salvele” okumayı âdet hâline getirmiştir.
Eylül Yaprakları ve Gönül Yolcuları isimli yayımlanmış şiir kitapları bulunan Güzelyazıcı’nın
henüz yayımlanmamış Dîvân-ı
Şeref, Bahar Dalları, Hakikat Çiçekleri, Telden Tele ve Abdülhak
Hâmid’in Makber’ine nazire olarak yazılmış Mezar adlı şiir kitapları ile Yeni Türk Aruzu, Ruh
Hakkında Söylenenler, Rüyalar ve
Tabirler, Hakikat ve Görüşler adlı
araştırmaları vardır.
Abdurrahman Şeref Güzelyazıcı’nın Hz. Peygamber için yazdığı
bir dörtlük:
“Bir yaratmış zatını âlemde
Hallâk’ın senin
Örnek olmaz mı cihana yüksek ahlakın senin
Sözle tasvirin ne mümkün, anlamaktan acizim
Sade bir söz söylerim: Allah
müştâkın senin.”
KİTAPLIK
Asr Suresi
Tefsiri
Aksekili Ahmed Hamdi
Fatih KANCA
DİYK Uzman Yrd.
“Asr Sûresi Tefsîri” Aksekili Ahmet Hamdi’nin basılmış yirmi altı
eserinden biridir. Ne var ki müellifin okurlarla buluşmayı bekleyen yirmi iki eseri daha vardır.
Bu güzide eser, takriz yazan üstatların da ifade ettiği üzere, sure-i
asr’ın muhtevi olduğu hikmetleri
ve latif manaları güzel bir şekilde
beyan eden, insanlara yol gösteren, aydınlara ışık tutan, ehl-i
tefekküre fikir veren, yegâne gaye
olan saadet esaslarını içeren ve
selef-halef âlimlerin görüşlerine
muvafık olması bakımından nadir
bir eserdir.
Müellif, asr suresini icaz ve i‘caz
bakımından en üst seviyede bir
nazım harikası olduğunu ve surenin itikat, ibadet, ahlak ve içtimaiyat konularını veciz bir şekilde beyan ettiğini ifade ederek
eserine başlamıştır. Çoğu müfessirin suredeki hikmetleri, kapsayıcı bir şekilde kaleme dökemediklerinden yakınan Aksekili,
İmam Şafii’nin ve bazı âlimlerin
“Kur’an’dan sadece bu sure nazil
olsaydı insanlara kâfi gelirdi; zira
bu sure Kur’an’ın ilim ve maksatlarının tamamını şamildir.” sözü
ile yetinildiğini söylemektedir.
Müellif, ‘yemin nedir?’, ‘‘asrın
manası nedir?’, ‘suredeki insan
kelimesi ile kimler kastedilmiştir…’? şeklinde sıralanan on bir
soru sorarak eserini telif etmiştir.
Ayrıca akıcı bir üslupla ele aldığı
eserinde surenin temel kavramları
olan ‘asr, insan, iman, amel, hak
ve sabır kavramlarının tahlillerini
yapmıştır.
Aksekili, surenin ismi de olan ‘asr’
kelimesinin ikindi anlamında da
yorumlanabileceğini ifade etmiş
olmakla birlikte sözcüğü, insanların fiil ve hareketlerini içine
alan “zaman” manasında yorumlayarak kavrama daha geniş bir
anlam yüklemiştir. Müellif tüm
zamanlara hitap edecek bir bakış
açısıyla, insanların tuhaf bir hâleti ruhiye ile yaşadıkları dönemden
şikâyetçi olduklarını, yaşanan
musibetlerden, içinde bulunulan
asrı sorumlu tuttuklarını ve eski
MAYIS 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
79
KİTAPLIK
dönemlerin daha yaşanılır olduğunu
ileri sürdüklerini ancak zamanın hep
aynı olduğunu, yüz sene öncesi ile şu
an arasında bir fark olmadığını, zamanda bir şer olduğunu vehmetmenin
büyük bir hata olduğunu, iyilik ve kötülüğün zamanda değil de insanların
kendilerinde olduğunu ifade ederek
kişileri iç muhasebe yapmaya davet
etmiştir.
inandığı şeyi araştırmasını tavsiye etmek ve kişinin müdellel hakikatlere
ulaşmasını sağlamaktır. Sabrı ise tüm
hasletlerin kendisine bağlı bulunduğu
bir haslet olarak gören müellif, sabrın
her şeye katlanmak olmadığını, aklın
ve şeriatın ya da her ikisinin gerektirdiği şeylere göğüs germek olup ve
dünyevi ve uhrevi boyutu olduğunu
vurgulamaktadır.
Müellif bir taraftan surenin iman, salih
amel, hakkı ve sabrı tavsiye ile muttasıf olmayan bütün insanların hüsranda
olduklarını; bunların dışında tasavvur
edilen bir kurtuluşun ancak serap olduğunu yeminlerle zihinlere yerleştirmekte olduğuna işaret ederken, diğer
taraftan surede geçen “insan” kelimesi
ile reşit olan, hayrı ve şerri tefrik eden
her bir insanın kastedildiğini ifade etmiştir. Ona göre suredeki vasıflarla
muttasıf olmayan akil ve baliğ her bir
fert mutlak hüsrandadır.
Aksekili, surenin itikadi ve amelî hususların yanında ahlaki değerlerle de
derin bağlantısının olduğuna değinmiştir. Ona göre imanda meydana
gelen çöküş, ahlakta, terbiyede ve toplumda da çöküşe neden olur. Müellif;
sure bağlamında ahlakın adalet ve ihsan boyutunu öne çıkararak, bu tür bir
ahlakın kişiyi behimî arzulardan kurtaracağını ifade etmiştir.
Aksekili Ahmet Hamdi, ilahî hitabın
yaşamakta olan insanların hayatlarına
yön vermesi zaviyesinden yaklaşarak
suredeki hüsranın dünya ya da ahirete
hasredilmeyeceği, umumi bir muhteva
ile zararın dünyevi ve uhrevi hatta her
iki âlemde de olabileceği üzerinde durmaktadır.
Salih amel kavramına da geniş yer
veren Aksekili, salih ameli, namaz
ve oruç gibi ibadetlerle sınırlamayıp
umumi menfaatleri kapsayan geniş
bir tarife yer vermektedir. Ayrıca salih
amellerin fahşâdan/çirkin işlerden koruyan yönüne dikkat çekerek bu tür
amellerin kişide, maddi ve manevi pisliklerden eser bırakmayacağına işaret
etmektedir.
Müellife göre, hak kavramı kişilerin
anlayışına hasredilemez. Doğru olan,
insanların birbirlerine hak olduğuna
80 DİYANET AYLIK DERGİ MAYIS 2015
Aksekili bu kısa çalışmada, sure ile ilgili yazılan birçok tefsirden bahsetmiş
ancak Muhammed Abduh’un “Tefsiru
Sureti’l-Asr” adlı eserin önemine dikkat çekmiştir.
Asr suresine yakışan veciz bir üslupla
telif edilen eser, ayet ve hadislere yer
vermesi ve rivayetlere dayalı bilgiler
sunması gibi yönleri ile rivayet türü
tefsir örneği olarak değerlendirilebileceği gibi, kavram tahlilleri, akli istidlalleri, sosyoloji ve psikoloji alanına dair
değerlendirmeleri içermesi ve suredeki
hikmetlerin güncel örneklerle sunulması gibi açılardan da dirayet tefsir örneği kabul edilebilir.
Gerekli izahları yapan ve bazı kavramları sadeleştirip eseri Başkanlığımız
yayınlarından yüz otuz bir sayfada,
anlaşılır bir üslupla okuyucuya sunan
Ertuğrul Özalp’in katkıları takdire şayandır. Eserin, okuyucunun dünya ve
ahiret tasavvurunda tesir bırakacağı
muhakkaktır.
Hadisi Yeniden Düşünmek
Prof. Dr. Mehmet Emin Özafşar
OTTO Yayınları
Ankara, 2015
İdeolojik Hadisçiliğin Tarihi
Arkaplanı
Prof. Dr. Mehmet Emin Özafşar
OTTO Yayınları
Ankara, 2015
Oryantalist Yaklaşıma
İtirazlar
Prof. Dr. Mehmet Emin Özafşar
OTTO Yayınları
Ankara, 2015
Hadis ve Kültür Yazıları
Prof. Dr. Mehmet Emin
Özafşar
OTTO Yayınları
Ankara, 2015
Sünnetin Neliği Sorunu
Muhammed Yûsuf Guraya
Çeviren: Prof. Dr. Mehmet
Emin Özafşar
OTTO Yayınları
Ankara, 2015
Yenİ Yayınlarımız
ŞAFİİ FIKHI
Yurt içinde Diyanet Yayınları satış
yerlerinden, yurt dışında Müşavirlik ve
Ataşeliklerimizden temin edebilirsiniz.
ww.diyanet.gov.tr
Hep birlikte Allah’ın
ipine (İslâm’a) sımsıkı
yapışın; parçalanmayın.
Allah’ın size olan
nimetini hatırlayın:
Hani siz birbirinize
düşman kişileridiniz
de O, gönüllerinizi
birleştirmişti ve O’nun
nimeti sayesinde
kardeş kimseler
olmuştunuz. Yine siz
bir ateş çukurunun tam
kenarında iken oradan
da sizi O kurtarmıştı.
İşte Allah size âyetlerini
böyle açıklar ki doğru
yolu bulasınız.
(Âl-i İmran, 3/103.)
FİYATI: 5TL
Download