Demokratikleşme mi, -rövanşizm mi, ya da

advertisement
Demokratikleşme mi,
-rövanşizm mi, ya da...
C
Aydın Engin
1941 yılında Ödemiş’te
dünyaya geldi. 1961 yılından
itibaren tiyatro oyunları, film
senaryoları yazdı. Engin,
Yılmaz Güney’in “ghost
writer”ı olarak çok sayıda
senaryo yazdı.
1969’da gazeteciliğe başlayan
Engin, 1 İstanbul’daki belli
başlı gazetelerin çoğunda
çalıştı. Yazdıklarından dolayı
beş kez daha tutuklanarak
askeri hapishanelerde yattı.
Engin, 1980 -1992 yıllarında
siyasal göçmen olarak Federal
Almanya’da yaşadı. 1992’de
Türkiye’ye dönen Engin, Cumhuriyet gazetesinde çalışmaya
başladı.
Engin, halen T24’de yazıyor
ve yabancı medyada serbest
gazeteci olarak çalışıyor. Oya
Baydar’la evli ve bir oğlu var.
14
Heinrich Böll Stiftung
umhuriyet 89 yaşında ve Türkiye 89
yılın en sert, en uzlaşmaz (=antagonist)
kamplaşmasını yaşıyor. Bu bir genelleme.
Oysa hukuk fakültesinde ve gazetecilik
mesleğinde genellemelerden kaçınmam
gerektiğini öğrettiler. “Genellemeler yanıltıcıdır,
nüanslar gözden kaçar” dediler.
Yine de: Türkiye, Cumhuriyetin 89 yılının en
sert, en uzlaşmaz kamplaşmasını yaşıyor. Kamplar karşılıklı durup birbirlerine nefretle bakmakla
yetinmiyor; çatışıyor. Çatışma hayatın hemen bütün
alanlarında su yüzüne çıktı. Siyasal alanda iktidar için çatışılıyor. Siyasal iktidarı adım adım ele
geçiren, devletin bütün dizginlerini adım adım eline
alan Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) ile 89 yılın
neredeyse 79 yılında iktidarı elinde tutan ve şimdi
kaybetmekte olan Kemalistler karşı karşıya. Siyasal
alandaki kamplaşma bugün ve en azından şimdilik
bu iki güç arasında sürüyor. Sosyal demokrasi bir
türlü “sosyal” ve “demokrat” olamıyor; marksist sol
ise çok küçük ve caydırıcı bir siyasal güç olmaktan
çok uzak. Yükselen güç: Siyasal İslam. Yüzde 50’lik
bir seçmen desteğine sahip ve kolaylıkla tek başına
hükümet kurabiliyor.
Ekonomide, Cumhuriyetin kuruluş yıllarında
ve sonrasında devlet desteği ile yaratılan sanayi ve
ticaret burjuvazisi artık rakipsiz değil. Kimilerinin
“yeşil sermaye” diye nitelediği, çoğunluğu Anadolu
kentlerinde doğup büyüyen yeni kapitalistler sanayi,
ticaret, finans sektöründe geleneksel sermaye kesimi
ile kıyasıya çatışıyor ve artık başa güreşiyor.
İdeolojik alanda laikler ile dinsel referanslara
bağlı toplum kesimleri çatışıyor. 10. yılını yaşayan
AKP iktidarında gerilemekte olan kesim, laikler.
“Yaşam tarzı” da kamplaşmanın somutlandığı
alanlardan biri. Batılı yaşam değerleri ve biçimlerine sıkı sıkıya bağlı toplumsal kesimler “endişeli.”
Devlet gücünü elinde tutan siyasal İslam’ın yavaş
yavaş yaşam tarzlarına da karışacağı ve değiştireceği
endişesi gitgide güçleniyor. Alkollü içeceklerin fiilen
yasaklandığı kent ve kasaba sayısı gitgide artıyor.
Medya ve kültür de siyasal İslamcı hareketin soluğunu ensesinde duyuyor.
2012 Türkiyesinin fotoğrafı kaba çizgilerle böyle.
Kimileri, özellikle üniformalı ve üniformasız Kemalistler bu durumun 2002 yılında AKP’nin iktidara
gelmesiyle başladığı kanısında. Bu yanlıştır. Bugünkü çatışmanın kökleri çok öncelere, Cumhuriyet’ten
de (1923) öncelere dayanıyor. Çatışmanın tohumları
Osmanlı İmparatorluğu döneminde, 1839’da atıldı.
O yıl Sultan’ın ilan ettiği “Gülhane Fermanı” ile
bir Doğu ve İslam devleti olan Osmanlı, yüzünü
“Batı”ya, Avrupa’ya döndürdü. Osmanlı devletinin
geleneksel yapısı radikal bir değişime uğratıldı.
Mesela Osmanlı’nın geleneksel ordu örgütlenmesi
tümüyle tasfiye edildi ve yerine “Prusya modeli”ne
geçildi. Toprakta özel mülkiyet ve miras hakkı
resmen kabul edildi. Şeriat hukuku yerine-İslami
kurallara çok da ters düşmemesine özen gösterilenbir medeni kanun, Mecelle, yürürlüğe girdi. Devlet
tasarruflarında dinsel kurumdan (Şeyhülislam)
fetva alınması zorunluğu ağır ağır ortadan kaldırıldı.
Osmanlı ülkesinde Müslüman ve gayrimüslimler
arasındaki hukuksal eşitsizliklere son verildi. O günü
çok iyi tanımlayan bir halk deyişi var: Bundan böyle
gavura gavur demek yasak!
Bugünkü çatışmanın tohumları serpilmişti. O gün
bugün iki zıt dünya görüşü (ideoloji), iki zıt yaşam
tarzı, iki zıt siyasal iktidar anlayışı arasındaki çatışma
sürdü gitti. Bu çatışmanın şiddetlenmesinin, hemen
su yüzüne çıkmasının önüne savaşlar geçti. OsmanlıRus Savaşı (1878), Balkan Savaşı (1912-1913),
Birinci Dünya Savaşı (1914-1918), Ulusal Kurtuluş
Savaşı (1919-1922), bir yönüyle imparatorluğun
dağılma sürecinin halkalarıdır ama bir yönüyle de
içerdeki iktidar savaşının ertelenmesidir.
Kurtuluş Savaşı’ndan sonra imparatorluğun
enkazı üstünde ve imparatorluk topraklarının
sadece Anadolu bölümünde bir Cumhuriyet kuruldu. Genç Cumhuriyet’te devleti kuran ve onun
karakterini belirleyen ordu oldu. Ordu oldu çünkü
o toplumun en örgütlü, en bilgili, en donanımlı
kurumuydu. Bir imparatorluk değil, yer yer ırkçı
eğilimler taşıyan bir ulus-devlet kurdu. Devletin
yapılanmasında Fransa-Almanya karması bir model
tercih edildi. Laik yurttaşlar, seküler devlet, Fransız idari örgütlenmesi, Almanya ordu modeli, Latin
alfabesi, Latin takvimi benimsendi. Medeni Kanun,
İsviçre Medeni Kanunu’nun; Ceza Kanunu, İtalyan
Ceza Kanunu’nun, Ticaret Kanunu, Fransız Ticaret
Kanunu’nun birebir çevirisi ile yürürlüğe sokuldu.
Din tümüyle devlet denetimine alındı. Diyanet İşleri
Başkanlığı “cami”yi tartışmasız kontrolü altına aldı.
Camilerde okunacak vaazlar bile Ankara’da hazırlanıp, imamlara veriliyordu. Medreseler, tekkeler
kapatıldı; tarikatların açıkça faaliyet göstermeleri
yasaklandı. Kemalizm devletin resmi ideolojisi,
Kemalistler (ağırlıklı olarak askerler) devletin sahibi
olmuştu. Çatışmayı İslamcı güçler kaybetmiş, laik,
Batı yaşam tarzına ve aydınlanma ideolojisine sıkı
sıkı bağlı Kemalistler kazanmıştı - ta 1990’lı yılların
ortasına kadar.
“Ergenekon davaları” diye anılan hukuksal, siyasal süreci doğru kavramak, yorumlamak için bu uzun
giriş kanımca gerekli ve hatta zorunluydu. “Ergenekon davaları” dediğimiz bir çuval. İçi hemen hemen
doldu. Kalan boşluklar da doldurulmakta. AKP’nin
seçimi kazanıp iktidara geldiği 2002-2003 yıllarında
darbe yapmaya kalkışan –ve başaramayan- yüksek
rütbeli subaylar, PKK ile mücadele görevlisi iken
çeteleşip haraç, uyuşturucu, kumar sektörüne giren
subay polis ile ırkçı-faşist militanlardan oluşan cinayet şebekeleri, İslam referanslı siyasi partileri (Refah
Partisi, Saadet Partisi. AKP) kapatmak için sendikaların, işveren kuruluşlarının, ana akım medyanın ve
yüksek yargı organlarının desteğini alarak hükümetleri açıkça tehdit eden bildiriler yayımlayan, psikolojik
harekâtın bütün kirli yöntemlerini kullananlar bu
çuvala kondu. Ancak Kemalist ideolojiye içtenlikle
bağlı, cahil seçmen kitleleri hep yanlış seçim yaptığı
için demokrasiye kökten itiraz eden “laik-ulusalcı”
kişiler, STK’ler ve gruplar. Evet onlar da Ergenekon
davaları denen bu çuvalın içine tıkıştırıldı. O yüzden
“Ergenekon davaları” deyince bir hukuk sürecinden,
en azından saf bir hukuk sürecinden söz edemeyiz.
Ergenekon davaları giriş bölümünde çizilen “çatışma
tablosu”nun günümüzdeki yansısıdır. Bu bir iktidar
savaşı; bu, devletin dizginlerini ele geçirme, devleti
yönetme hakkını ve tekelini kazanma savaşı.
Ergenekon davalarını ve sürecini hukukun sınırları içinde ele alırsak yanılırız. Kuşkusuz Ergenekon davalarında sanık iskemlesine oturtulan, çoğu
tutuklu, çeteleşmiş, kriminalleşmiş kişiler ve gruplar
var. Keza darbe girişimi gibi hukuk devletinde ve
demokrasilerde suç oluşturan eylemlere kalkıştıkları
kuşkuya yer bırakmayacak kadar açık yüksek rütbeli
subaylar var. Yalnız aynı çuvalın içinde sadece ve
sadece kemalist ideolojiyi benimsemiş, AKP’nin
temsil ettiği siyasal çizgiye şiddetle muhalefet eden,
demokrasiye radikal itirazlar yönelten ama bunları özgür olması gereken düşünce sınırları içinde
tutmuş, suça bulaşmamış kişiler ve gruplar da var.
O yüzden Ergenekon davalarını sadece bir hukuk
ve siyasal etkilerden arınmış bir yargı süreci olarak
görmek mümkün değil.
Ama aynı şekilde onu, 10 yıl öncesine kadar
devlete egemen olup İslami referanslı siyasal güçleri,
kişileri, örgütlenmeleri sindiren, susturan, yasaklayan
Kemalistler’den intikam almayı hedefleyen bir rövanşizm olarak değerlendirirsek de yanılırız.
“Cumhuriyetin en az 80 yılında siz bizi ağlattınız, şimdi de biz sizi ağlatacağız” gibi duygusal
bir tutumun ciddi bir iktidar savaşında yeri olamaz.
Amaç sadece rövanşizm olsaydı, bu kadar uzun ve
kapsamlı ve uzadıkça inandırıcılığı gölgelenen yargı
süreçlerine başvurmaya gerek yoktu. Hatta bugünkü tabloya bakarak “İstenen rövanş ise bu rövanş
artık alındı” demek mümkün. Ordu bırakınız darbe
yapmayı, darbeyi düşünemeyecek ölçüde sindirildi.
Bir zamanlar AKP’yi bile kapatmaya kalkışan yargı
erki temizlendi ve hükümete sadık hale getirildi.
Sonunda beraat bile etse bir zamanlar genelkurmay
başkanlığı, ordu komutanlığı yapmış generaller,
emekliliklerinin bir bölümünü demir parmaklıklar
ardında geçirmekte. AKP’nin temsil ettiği siyasal
İslam’a darbe yoluyla karşı durmak isteyen kişi ve
kurumların (ordu, yargı, medya) burnu fena halde
sürtüldü. Yani rövanş alındı.
Oysa Ergenekon davaları sürüyor ve 2012 ilkbaharında görüldüğü gibi 28 Şubat “postmodern” darbesini içine alarak, yani genişleyerek sürüyor. Üstelik
sırada 27 Mayıs 1960 ve 12 Mart 1971 darbeleri
var. 12 Eylül darbesinin hayatta kalan cunta üyeleri
yargıç karşısında. Savcılar 12 Eylül darbesi ile ilgili
Türkiye, Cumhuriyetin 89 yılının en sert, en
uzlaşmaz kamplaşmasını yaşıyor. Kamplar
karşılıklı durup birbirlerine nefretle
bakmakla yetinmiyor; çatışıyor.
daha geniş kapsamlı bir iddianame hazırlamakta.
Yani, olup biteni “rövanşizm” terimi ile açıklamak
fazla yüzeysel kalır. Bu bir iktidar savaşıdır. Salt
siyasal iktidarı değil, ekonomik, kültürel ve ideolojik
iktidarı da kapsayan bir savaş.
Bugün savaşın galibi AKP, yani siyasal İslam
gibi görünüyor. Ama savaş da sürüyor. Ülke o yüzden
Cumhuriyet tarihinin en sert ve uzlaşma kamplaşmasını yaşıyor.
Kazanan ile kaybeden, daha doğru bir deyişle
kazanmakta ve kaybetmekte olan hemen hemen belli. Bir zamanlar ve uzun zamanlar Kemalist güçlerin
elindeki yargı, ordu, ideoloji, kültür, hatta ekonomi
şimdi İslami referanslı siyasal güçlerin eline geçmekte. Kemalist ordu, siyasal İslam’a bağlı orduya,
kemalist yargı, siyasal İslam’a bağlı yargıya dönüşmekte. AKP’de temsilcisini bulan siyasal hareket,
Ergenekon davalarını ülkenin yakın ve kirli geçmişi
ile hesaplaşmaya değil, siyasal rakiplerini tasfiye
etmeye yöneltti.
Demokrasi bu olmasa gerek. Ergenekon davaları
ile daha yüksek demokrasi standartlarına geçme,
aşırı kirlenmiş siyaset ile sistemi kirlerinden arındırma imkânı ve fırsatı ne yazık ki heba edilmek üzere.
Oysa bu mümkündü ve Ergenekon davaları başladığında bunu ummak için epey neden vardı. O yüzden
Ergenekon davaları aynasında demokratikleşmeden
söz etmek yanlış. Rövanşizm açıklaması ise yetersiz
ve duygusal. Türkiye’de devleti yönetecek iktidarın el
değiştirmesine giden bir çatışma yaşanıyor. Ergenekon davaları da bu çatışmanın en iyi yansıdığı ayna.
Heinrich Böll Stiftung
15
Download