kızılbaş alevilerin sorunlarının tartışıldığı demokratik kürsü!

advertisement
kızılbaş
A r a l ı k 2 0 11 s a y ı 9
kızılbaş alevilerin sorunlarının tartışıldığı demokratik kürsü!
kızılbaş
veröffentlicht
generaldirektor freizugeben.
sakine polat
genelyayın yönetmeni
ali ülger
tr. hukuk danışmanları:
av. nadide metin erdoğan
av. erdal doğan
av. hıdır özcan
ankara temsilcisi:
hatice çevik
tel: 0506 818 66 55
[email protected]
av. birliği hukuk danışmanı:
av. ertekin ceylan
adres: bergheimer str 51
d - 47228 duisburg almanya
tel: +49 (0) 177 502 88 53
http://www.kizilbas.biz
[email protected]
kızılbaş’ta yayınlanan yazı ve
ilanların sorumluluğu sahiplerine
aittir. kızılbaş’ta imzasız ve
kaynaksız yazılar yayınlanmaz.
yayın tarihi:
15 aralık 2011 sayı: 9
yeni web sayfamız:
http://www.kizilbas.biz
kızılbaş’ın eski sayılarını
bize vereceğiniz e-mail adresinize
pdf dosya olarak gönderebiliriz.
k izilbasdergisi@k izilbas.biz
gönüllü katkı formu
adı soyadı :..................................................................................................
adres :..........................................................................................................
e-mail & tel :...............................................................................................
ali ülger konto: 300 23 23 29 BLZ: 350 5000 Sparkasse Duisburg
6 sayı 25 € - 12 sayı 50 €
kızılbaş - sayfa 3 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
içindek iler:
sayfa:
4 - can cana .................................. ali ülger
sayfa:
6 - desim dosyası
sayfa:
7 - dersim katliamı
Direnişini Doğru Okumak -3
sayfa:
9 - Av. Erdal Doğan ile Söyleşi
.......................................... Sait Çetinoğlu
sayfa: 12 - Bir acı kahve yüzünden üç köy
................................... Süleyman Deprem
sayfa: 35 - Emir Bedirhan’ın Cizre-Bothan
sayfa: 39 - ‘Sinagog Katliamları vesilesiyle
kurşuna dizildi
Türkiye’de anti-semitizm’
..............................................Celal Yıldız
........................................ Recep Maraşlı
sayfa: 13 - “Genelkurmay Arşivlerine Başbakanın da Gücü Yetmez”
sayfa: 42 - ZONÊ MA
............................................... H. Dewran
......................... Prof. Dr. Taner Akçam sayfa: 43 - Aşure “alaca aşa” nasıl dönüşür?
sayfa: 15 - ‘Atatürk vurun dedi, vurduk’
sayfa: 17 - ‘Kadınları kurşuna dizmediler,
tecavüz ettiler’
sayfa: 18 - Bir ‘Kızılbaş’ şehrine tahammül
edemediler
.................................. Hüseyin Demirtaş
sayfa: 45 - tarihe tanık belgeler!
sayfa: 46 - Oğlumuz gitti, biz hakikati istiyoruz
sayfa: 47 - Erdoğan’dan Sarkozy’ye mektup:
Sonucu vahim olur
.......................... aktaran: Hatice Çevik sayfa: 47 - Vicdani Retçi Savda Gözaltında
sayfa: 21 - Tunceli’de Alpdoğan sokağı’nın adı
değiştirildi
sayfa: 48 - Bir “İttifak”ın Teori ve Pratiğine Dair
Notlar: 3 TÜRKİYE’DE SOL
sayfa: 21 - Dersim’in kayıp kızları ortaya çıkıyor
DÜŞÜNCE VE ALEVİLER
sayfa: 22 - Dersim tartışması büyüyor.
........................................... Murat Küçük
sayfa: 25 - Kimyasal silahların kısa tarihçesi...
sayfa: 52 - “Mele Projesi, TRT Şeş’e bnziyor”
.................................................. Ayşe Hür sayfa: 55 - işçi ihracatının 50. yılı
sayfa: 28 - İç Hukuk Tükendi, AİHM Yolu
Açıldı
sayfa: 28 - 1915 Ermeni 1938 Dersim Soykırımı
sayfa: 57 - İleri Teknoloji ile Sunum Alarak
Arazi/Arsa Yatırımı Yapanlar
Kazanıyor!
....................................... Av. Eren Keskin sayfa: 60 - Van depremine ilk dava açıldı
sayfa: 29 - Koçgiri/Dersim Katliamında Atatürk
baş komutandı
...................................Enver ÇAMPINAR
sayfa: 32 - „Ulus-Devlet“ ve Soykırımlar
.................................................. Ali Kanlı
sayfa: 32 - Süryanilere azınlık statüsü talebi
AB’ye taşınıyor
sayfa: 33 - gelin canlar bir olalım!
................................. Av. Mustafa Aladağ
sayfa: 61 - Avrupa Konseyi’nden vicdani ret
açıklaması
sayfa: 62 - “Türkiye’nin en büyük tabusu Ermeni
tabusudur”
.............................................. Mikail Aslan
sayfa: 64 - Dersimli Ermenilerin özüne dönüşü
............................ Miran Pırgic Gültekin
kızılbaş - sayfa 4 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
can
cana
Irkçı faşizan devlet partisi CHP
vekili Av. Hüseyin Aygün’ün Zaman Gazetesiyle yaptığı mülakatın 10 Kasımda yayınlanması
DESİM SOYKIRIMINI gündeme
getirdi. Aygün’ün yaptığı mülakatının bu denli gündem oluşturacağının hesabını yaptığı ka- a l i ü l g e r
nısında değiliz. Burada Zaman
Gazetesinin uyanık ve hedefli bir Resmi kuramın yeşil partiyayın tarihi ve politikası yaptığı si AKP, TC devletinin tarihsel
katliamlarını ve soykırımlarının
aşikârdır.
vebalini CHP’ye fatura ederek
Irkçı faşizan devlet partisi CHP devletini korumaya çalışmaktavekili Av. Hüseyin Aygün’ün ge- dır. CHP’in devletin katliam ve
lişen gündemle birlikte zikzak soykırımlarının bire bir sorumyapması anlaşılır bir durumdur. lusudurlar. Kesinlikle devletin
Çünkü işin bu denli köklü, bu günahlarını CHP’ye,CHP’in güdenli önemli olduğunun ayırdın- nahlarını da devlete yem etmeden sorunları ele alınmalıdır.
dan uzaktı.
Irkçı faşizan devlet partisi CHP
vekili Av. Hüseyin Aygün’ün kendisiyle ne kadar barışık olduğu
ciddi soru işareti taşımaktadır.
Bir yandan katliamcı, soykırımcı bir partinin vekili olacaksın
bir yandan da partisine aykırı
siyaset yapacaksın burada çok
ciddi bir sorun olmalı?!..
Irkçı faşizan devlet partisi CHP
vekili Av. Hüseyin Aygün’ün partisi CHP’in resmi kuramcılarının tepkilerini de doğru anlamak
gerekir. Sayın Aygün, partisinin
resmi kuramının dibine dinamit
koymuştur. Suç işlemiştir. Sayın
Aygün bu işleri hangi niyet ile
yaptığı pekte belli değil. Aygün
katliamcı soykırımcı bir partide vekil olarak kalmak ile suça
günaha ortak olmuyor mu? CHP
resmi kuramcı yürütme erki Sayın Aygün’ü etkisiz hale sokup
işe yaramaz duruma düşürdükten sonra CHP’in çöplüğüne atma politikalarını işletmektedir.
Aygün’ün emeklerinin heder olmasını asla istemeyiz.
***
sıyla mümkündür.
Erdoğan’ın sunduğu Dersim belgeleri piyasada olan ve bilinen
belgeler. Esas dosyaların açılması soykırımcı kuramın sonunu
hazırlayacağından Türk ordusunun genel kurmayı buna izin
veremez.
Türk ordusunun siyasal ve kuramsal varlığı tasfiye edilmeden
samimi bir yüzleşme, demokratikleşme kanımızca mümkün değildir.
Devletin yeşil partisi böylesi kök
lü bir dönüşüme karşıdır.
TC. Devletinin kurucu paşalarını koruma kanunları halen yüOsmanlı ümmet sisteminden, Irk rürlükteyken bizim tarafımızın
çı millet devletine TC’ne geçişte özgürce konuşması engellenmek
İttihatçı teşkilatlar CHP olarak tedir.
kendini yeniden üreterek tarihini gizlemeye çalışmıştır.
Samimi özür bu koruma kanunlarının kaldırılmasıyla tartışılaYeşil resmi kuramcı AKP bugün bilinir.
benzeri bir siyaset ile CHP’ye
yüklenerek Devletinin tarihini * * *
suç ve günahlarını korumaya Hal perişan;
çalışmaktadırlar!...
Devletin Yeşil partisi aracılığıyErdoğan’ın ince siyaseti karşı- la yaptığı çıkışı bizim camiayı
sında ezilen CHP tüm çabası tarumar eyledi.
kendisini savunmak için değil
devletini savunmak için her tür- Dersim’li demokratik kurum ve
lü ayak düşkün siyasetini işlet- kuruluşları olarak devletin böymeye çalışmaktadır.
lesi bir çıkışına hazırlıklı değildik. Sudan çıkmış balık misali
Erdoğan Özrü samimi değildir. şaşkınlık yön bilmezlik hâkim
oldu bir süre…
Dersim’den özür dilenmesinin
yolu. 1915 Ermeni Soykırımın- Acil bir ihtiyacın var olduğu
dan, 1919 Pontus Soykırımı, yavaş yavaş fark edilir olmaya
1921 Koçgiri Soykırımı, 1925 Şex başlayarak, yokluğu günışığına
Said katliamı, 1937-38 Dersim çıktı. O da şu; Biz Dersimlilerin
Soykırımına, maraşa, çoruma, kendi özgül ve bağımsız siyasal
madımaka kadar uzar gider!
örgütlenmelerimizden yoksun ol
duğumuz. İşte bu boşluğumuzu
Sırasıyla adım atılmalıdır.
doldurmak için tüm bilgi samiBunun da yapılabilmesi, var ol- miyet ve maharetlerimiz ile kenan yasal engellerin kaldırılma- di özgür partimizi kurmalıyız.
kızılbaş - sayfa 5 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Dersim Kızılbaş demokrat partimiz. Türkiye’yi kurtaran parti
asla olmamalı. Kendimize sahip
olan kendimiz için çalışan bir
Dersim Partisi olabilmeliyiz...
Tunçelili olup da Türkiye’yi kurtarmak isteyenler var olan çeşitli partilerde zaten çalışıyorlar.
Bu alanda modern marabalarımız yeterince de aktifler. Tırk
alevi örgütlerinde, Tırk solunda,
Kürt milliyetçi akımlarında...
***
Yapılan tartışmaları Dersimin
ve demokrasi tarafının yenilenmesine aydınlanmasına önemli
katkıları olduğunu da asla inkar
etmeden, daha verimli ve kalıcı
olması açısından bizim de taraf
olduğumuz tarafın gelişmesine
önemli katkılarını göz ardı etmeden mücadeleyi yükseltmek
gerekiyor.
Örneğin bize ait olmayan heykellerin sahiplerine iade edilmesi için, sökülüp Ankara’ya
gönderilmeleri gereklidir. İşte o
zaman Seyit Rıza ile Dersim bizim olacak!..
Dersim Belediye meclisi bu yönde alacağı demokratik kararıyla
gerçek özüre giden yeni bir yolu
zorlayarak açabilir kanısındayız!..
***
10 Aralıkta İstanbul’da Dersim
Ermenileri Sosyal Yardımlaşma
Derneğinin yemekli bir gecesine katıldık. Tüm katılımcılar ara
sında sıcak dostluk kardeşlik
rüzgarları esti.
tekleyeceği sözü de geceye apayrı bir güzellik ve şenlik kattı.
***
Sırada Suriye var. Peşinden
İran’ın tasfiyesi. Devletin, Suriye’ye iştahının kabarması başına yeni belalar açabilir. Yeni bir
yol deneniyor: İç savaş. İç savaş
çıkarma ve destekleme sizin için
ucuz ve maliyetsiz bir savaş olabilir. Savaşın maliyetini de kendilerine yıkabilirsiniz. Ama bu
silahın bir sizi vurmayacağının
garantisi yoktur.
Ortadoğu’da İngiliz cetveliyle
çizilmiş Lozan devletlerinin miadı dolmuştur. Yeni şekillenen
Arap devletlerinin siyasal karakterlerinin demokratik yönde
Dernek Başkanı Miran Pırgic gelişebilmesi için yerel demokGültekin yaptığı konuşmasın- ratik örgütlenmelerin bu değişida Mazgirt’te battal edilmiş bir me fiilen katılmaları gereklidir.
Ermeni Mezarlığının onarılması
projesinin duyurusunu yaptı. Bir Görünen o ki; T C. nin bu değiDERSİM’in HOZAT Belediyesi- yandan hüzün bir yandan sevinç şimin dışında kalması asla mümkün olmayacaktır.
nin, Soykırımcı paşanın adını bir birine karıştı.
sokaktan alması hayırlı bir kaAnadolu Kültür Vakfı başkanı Bizde kendimiz için, kendi gerardır.
Dersim’de bu yönde yapılacak Osman Kavala Yapılacak proje- leceğimize yönelik yeni hesaplar
o kadar demokratik işler var ki. yi maddi ve manevi olarak des yapmayacak mıyız! Can cana...
t e ş e k ür :
kızılbaş dergisinin e-mail toplama çalışmasına katkıda bulunan
herkeze çok çok teşekürler. kızılbaş dergisinin 8. sayısı 7500 e-mail
adresine gönderilmiştir. katkılarınızın devamını bekliyoruz
duy ur u:
kızılbaş dergisinin dagıtımında gmx.net firmasının sunduğu
kapasitesinin azlığından dolayı yeni e-mail alma
durumunda kaldık. kızılbaşa ait olan tüm eski e-mail adresleri
01.01.2012 tarihinden itibaren kullanılmayacaktır.
kızılbaş dergisinin yeni e-mail adresi:
[email protected]
kızılbaş dergisinin web sitesinin adresi:
http://www.kizilbas.biz
kızılbaş - sayfa 6 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
desim dosyası
CHP'li Aygün:
'Dersim Katliamı'nda Atatürk
devletin başındaydı'
10 Kasım 2011 Perşembe
CHP'li Aygün, Zaman'a yaptığı
açıklamda, "Dersim Katliamı'nın
sorumlusu CHP ve Devlettir" dedi.
Aygün, Atatürk'ün katliamdan haberdar olduğunu ve Dersim olaylarının soykırım olduğunu belirtti.
Milletvekili (CHP) Hüseyin Aygün, Zaman gazetesinden Habib
Güler'e yaptığı açıklamda, "Dersim, etnik kimliği ve dinî inançları bakımından farklı özellikler
taşıyan, bu farklılık sebebiyle de
500 yıldır yok edilme siyasetiyle karşı karşıya kalan bir bölge"
dedi. Dersim sorununun 500 yıllık
bir sorun olduğunun altını çizen
Aygün, "Cumhuriyet, esasen o
politikada bir değişiklik meydana getirmiyor; önce merkezleşme
yönünde kararlar alınıyor, bölgeyi
merkezî yönetime bağlama yönünde bazı raporlar hazırlanıyor.
Bu raporlar, 500 yıllık Dersim
sorununu barış içinde çözmeye
yönelik öneri getirmiyor. 19371938'de jenosite [soykırım] varan
bir operasyonla Dersim meselesi
tarihe havale edilmiş oluyor. Ama
böyle de bitmiyor, bu sorun devam
ediyor" diye konuştu.
Ordu harekat yapınca insanların
kendini korumak için silahlandığını aktaran CHP'li milletvekili,
"Resmiyette ise bir isyan olduğu
ve devletin de bunu bastırdığı tezi
savunuluyor. Çünkü Başbakan'ın
deyimiyle '50 bin insanın öldürüldüğü' bir operasyonun meşru-
laştırılması için orada bir isyan
oluşturulması gerekiyordu. Dersim isyanı, sonradan icat edilmiş
bir şeydir, öyle bir şey gerçekte
yoktur" dedi. Dersim katliamının
sorumlusunun devlet ve o dönemin
CHP iktidarı olduğunu vurgulayan
Aygün, şöyle devam etti: "Ancak
CHP'de bu konuda kendi tarihiyle
yüzleşme ve uygulanan politikaların toplumun önünde saydam bir
şekilde tartışılması yönünde bir
tavır alındığını Kılıçdaroğlu döneminde görüyoruz. Tabii 'bunu CHP
yaptı' deyip, bunun üzerinden bir
politika üretmek de doğru değil,
çünkü o dönem başka parti yoktu
zaten."
Mustafa Kemal Atatürk'ün katliamdan haberdar olmamasının
mümkün olmadığını da dile
getiren Aygün, "Bu dönem boyunca izlenen bütün politikalarda
Atatürk devletin başındadır. Fakat
Aleviler, bütün bu dönemi Mustafa Kemal'den ayırmak için onun
'büyük lider' kimliğine de gölge
düşmemesi için fotoğrafını alıp
Hazreti Ali ile yan yana asmışlardır. Bu katliamdan haberdar
olmadığına kendilerini inandırmışlardır" yorumunda bulundu.
Kürt sorununa da değinen Aygün,
çözümün barış ve diyalogla olacağına inandığını dile getirerek,
"Öcalan'la yapılan görüşmeler çok
değerlidir ve bu sürecin yeniden
başlaması gerekir. Ama örgütün de
silah kullanmayacağını inandırıcı
bir şekilde topluma ve hükümete
anlatması lazım. Birbirimizi öldürmeden konuşmalı, çözüm aramalıyız. Hükümet aslında görüşmeler
yaparak, müzakere yaparak bu iradeyi ortaya koydu. O yolun devam
etmesi gerekir" şeklinde konuştu.
Sorunun çözümünde "kırmızı çizgi" söylemini de yanlış bulduğunu
aktardı.
"Ergenekon sulandı, büyük fırsat
heba ediliyor"
Hüseyin Aygün, Ergenekon ve
Balyoz davasını da değerlendirdi.
"Ergenekon diye bir gizli örgütün,
yapılanmanın olduğunu biliyorum" diyen Aygün, operasyonun
başlamasıyla yasadışı eylemlerin
bittiğini, bölgede faili meçhullerin neredeyse durma noktasına
geldiğini anlattı. Aygün, "Veli
Küçük'lerin tutuklandığı dönemi
olumlu bulduğunu" belirtirken,
"Derin devlet ve gizli kontgerilla
çekirdekleri felç oldu. Gerçekten
kontgerillanın tasfiyesinin, derin
devlete son verme adımı olarak
görüyordum" diye konuştu.
Aygün, yapılan son tutuklamaları
ise eleştirdi ve şunları söyledi:
"Ahmet Şık'ların, gazetecilerin,
Ergenekon'dan kuşku duyduğunu
söyleyenlerin, eser yayınlayanların tutuklanması nedeniyle ben
biraz sulandığını düşünüyorum.
Daha çok 'muhalifleri tasfiye etme
hareketi' gibi duruyor. Dolayısıyla
çok büyük bir fırsatın heba edildiği
görüşündeyim."
Kaynak:
http://imc-tv.com/haber_detay.
php?id=736/#axzz1fZvC0Aag
kızılbaş - sayfa 7 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
"Dahili işlerimizden en
mühim bir saf ha varsa o'da
Dersim meselesidir. Dahilde bulunan işbu yarayı,
bu korkunc çıbanı, ortadan
temizleyip koparmak ve
kökünden kesmek işi her
ne pahasına olursa olsun
yapılmalı ve bu hususta
en acil kararların alınması için, hükümete tam ve
geniş selahiyetler verilmelidir." Mustafa Kemal'in
1936 tarihli Meclisi Açış
Konuşması!
DERSİM
KATLİAMI
Başbakan: "Dersim İçin Özür
Diliyorum"
Başbakan Erdoğan, Kılıçdaroğlu
ile devam eden "Dersim olayları"
tartışmasında dört belge açıkladı.
Erdoğan "Devlet adına özür dilenecekse, böyle bir literatür varsa
ben özür dilerim, diliyorum" dedi.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan
ve Cumhuriyet Halk Partisi (CHP)
lideri Kemal Kılıçdaroğlu arasında devam eden "Dersim olayları"
tartışmasında dört belge açıkladı.
Erdoğan, "Dersim olayları" için
asıl özür dilemesi gerekenin CHP
olduğunu ama "böyle bir literatür
varsa" kendisinin özür dileyeceğini söyleyerek devlet adına özür
diledi.
Erdoğan, "Devlet adına özür dilenecekse, böyle bir literatür varsa
ben özür dilerim, diliyorum" dedi.
Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP)
Genişletilmiş İl Başkanları toplantısında konuşan Başbakan Erdoğan, gösterdiği dört belgeyi okudu.
1. Belge
"Dersim'de hareket eden her şey
katlediliyor"
"1935 yılında bir kanun çıkarılıyor. Kanun'un adı: Tunç-eli
vilayetinin idaresi hakkında kanun. Kanun'un ilk maddesinde şu
belirtiliyor:
üzere harekete geçtik. İki aya
yakın Dersim'de görev yaptım.
Okuyucularımdan özür diliyorum
ve yaşantımın bu bölümünü anlatmaktan kaçınıyorum.
Madde 1: Tunç-eli vilayetine, ordu
ile irtibatı baki kalmak ve rütbesinin salahiyetini haiz bulunmak
üzere kor komutan rütbesinde
bir zat vali ve kumandan olarak
seçilir.
Üstad Necip Fazıl, Dersim'deki
facianın tarihte bir benzerinin
olmadığını ifade ediyor.
Babalarını arayan ve yanına
gitmek istediklerini söyleyen iki
masum çocuk Hozat kaymakamı
tarafından süngületilerek babalarının yanına gönderiliyor.
Sonra, bu vali ve kumandana yasada çok enteresan haklar tanınıyor.
Mesela vali ve kumandan gerek
görürse, aileleri bir yerden bir yere
göç ettirebilir. Mesela, idam hükümlerinin vali ve kumandan tarafından teciline lüzum görülmezse,
hemen infaz yapılır. Mesela ceza
mahkemelerinde verilen kararların
temyizine gerek yoktur.
İşte bu kanunun ardından, hazırlıklar yapılıyor, 1937,1938 ve 1939
yıllarında Dersim'de maalesef
büyük bir dram yaşanıyor.
Havadan, karadan, toplarla, hatta
gaz bombalarıyla, Dersim'de hareket eden her şey, çocuklar, kadınlar katlediliyor.
Dersim olayları sırasında orada
asker olan Muhsin Batur, anılarında aynen şu ifadeyi kullanıyor:
'Günlerden bir gün emir geldi.
Tren yoluyla Elazığ'a vardık.
Oradan da ilk durak Pertek olmak
Kendisinin öğretmen ve köy
halkıyla alakasız bir şahıs olduğunu iddia ederek, alevler içinden
fırlamak isteyen bir genç, kalasla
alevlerin içine itiliyor ve karşısında da sigara içiliyor.
Bir köy halkı, önce kurşunlanıyor,
daha sonra buğday sapları üzerinde yakılıyor. Üstad, faciayı şu
satırlarla anlatıyor.
'Mazgirt Tersemek nahiyesinin
halkı doğranmakta. Merhamet
sahiplerinden biri, birle on yaş
arasında 20 kadar çocuğu alıp bir
derenin içine saklamıştır. Vaziyet
birden haber alınıyor. Çocukların
öldürülmeleri emri veriliyor.
Fakat bu emri yerine getirebilecek
kimse bulunamıyor. En katı yürekliler bile, böyle müdafaasız masumlara silah kullanamayacaklarını söylemeye mecbur kalıyorlar.
Nihayet kara suratlı bir adam
bulunuyor ve bir dere içinde titreşe
kızılbaş - sayfa 8 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
titreşe bekleyen 20 masumun işi
bitiriliyor.
Murat suyunun, kandan kıpkızıl
aktığını görenler olmuştur. Dersim
vakasının en büyük mazlumlarından Seyit Rıza'nın hikâyesi ise
ayrıca yürek burkucu.
Dönemin Malatya Emniyet Müdürü İhsan Sabri Çağlayangil, bir
röportajda bunu şöyle anlatıyor.
'Son sözünü sorduk? Kırk liram
var, oğluma verirsiniz dedi. Bu
sırada Fındık Hafız asılıyordu.
Asarken iki kez ip koptu. Seyit
Rıza görmesin diye ben arabanın
önünü kapattım. Fındık Hafız'ın
idamı bitti. Seyit Rıza'yı meydana
çıkardık. Soğuktu ve etrafta kimseler yoktu.
Ama Seyit Rıza, meydan insan
doluymuş gibi sessizliğe ve boşluğa hitap etti: Evlad-ı kerbalayıkh,
bi hatayıkh, ayıptır, zulümdür,
cinayettir?
Evet değerli arkadaşlarım. Sayısı
bugün dahi bilinmeyen, tahmin
edilen binlerce insan, kadın ve çocuk katlediliyor, yuvalar yıkılıyor,
binlerce insan batıya göç ettiriliyor, binlerce kız çocuğu evlatlık
veriliyor."
2. Belge
"Ben özür diliyorum"
"Bir belgeyi sizlere göstermek
istiyorum. 8 ağustos 1939 tarihli
bir belge. Jandarma Umum Komutanlığından başvekâlet yüksek
makamına gönderilmiş.
Dersim'e yapılan müdahalenin
bilançosunu veriyor, kat'i netice alınıncaya kadar baskınların
devam edeceğini bildiriyor. Ekte
de bir cetvel var? Ölü, diri, teslim
olanların rakamlarını gösteriyor.
1936, 1937, 1938 ve 1939'da, toplam 13 bin 806 kişinin öldürüldüğü bu belgede ifade ediliyor. Belgenin altındaki imza çok ilginç.
Faik Öztrak, Dahiliye Vekili, yani
İçişleri Bakanı.
Kılıçdaroğlu nereye kaçıyorsun?
Bunlardan nasıl sıyrılacaksın? Ben
mi özür dileyeceğim sen mi özür
dileyeceksin?
şahitlerin sonra dinlenmesine"
diyerek idam eden, kel ali lakaplı
hâkim.
Devlet adına özür dilemek gerekiyorsa böyle bir literatür varsa, ben
özür dilerim, diliyorum.
Ancak CHP zihniyeti adına özür
dilemesi gereken varsa, 'yeni
CHP'nin Genel Başkanıyım' diyorsun."
3 Mayıs'ta, CHP'li Yenimahalle Belediyesi, işte bu Ali
Çetinkaya'nın ismini Ankara
Yenimahalle'de bir parka verdi.
Erdoğan, devlet adına özür dilemesinin ardından ayakta alkışlandı.
3. Belge
İmza: Reisicumhur İsmet İnönü
"Dersim'le ilgili bir başka belgeyi
de bugün açıklıyorum. 23 Aralık
1938.
Atatürk'ün vefatından yaklaşık 1
ay sonra. İsmet İnönü Cumhurbaşkanı, Celal Bayar Başbakan. Bu
bir kararname. Şöyle diyor:
'Tunceli'den garba nakillerine
karar verilen cem'an 12 bin kişinin 11 bin 683 kişinin mürettep
mahallerine sevk ve iskânları icra
edilmiş ise de, muhtelif mahallerde aynı evsafı haiz ve sevke hazır
bir vaziyette bulunan 514 şahıs ile
birlikte yekûnu, kararnamelerle
tespit edilen miktarı geçeceğinden
dağlarda ve mağaralarda saklanmaları ve kış münasebeti ile barınamayarak dehaletleri umulanlarla beraber daha iki bin kişinin
ilişik listede yazılı yerlere sevk ve
iskânları, dâhiliye vekilliğinin teklifi üzerine icra vekilleri heyetinin
toplantısında onanmıştır.'
İmza: Reisicumhur İsmet İnönü.
Tabii, alttaki imzalarda bir isim
de bu arada dikkatimizi çekiyor.
Nafia vekili, yani Bayındırlık Bakanı Ali Çetinkaya. Ali Çetinkaya,
İskilipli Atıf Hoca'yı düzmece bir
mahkemeyle, "kararın infazına,
Biz, bunu hatırlattığımız zaman
da, CHP Genel Başkanı Sayın Kılıçdaroğlu Afyonkarahisar'da, işte
bu Ali Çetinkaya'ya sahip çıktı,
onu bir kahraman olarak ilan etti.
Sizin kahramanlarınız buysa bu
ülke biter. Bizim kahramanlarımızın arasında böyle yüzü kapkara
olanlar yok.
İşte bu Dersim Belgesi'nin altında
da Ali Çetinkaya'nın imzası var.
Dersim'de operasyon hazırlıklarında da, işte CHP Genel Başkanı Sayın Kılıçdaroğlu'nun sahip çıktığı
bu Ali Çetinkaya'nın katkısı var.
Bu da fotoğraflarla sabit."
4. Belge
"Sason bölgesinde temizlik"
"Bir başka belge. Dersim operasyonlarının hemen ardından,
Sason'da yapılan temizlik ve takip
operasyonlarının raporu.
Sason bölgesinde 384 kişinin
öldürüldüğü, diri tutulan ve teslim
olanların tamamının batıya göç
ettirildiği ifade ediliyor.
Halen Sason yasak bölgesi içinde
hiçbir ferdin kalmadığı, operasyonun da böylece sonlandırıldığı ifade ediliyor. 28 Eylül 1938. İmza:
İçişleri Bakanı Şükrü Kaya."
"Dersim aydınlatılmayı bekleyen
bir olaydır"
Erdoğan, belgeleri açıkladıktan sonra CHP Lideri Kemal
Kılıçdaroğlu'na seslenerek,
"Dersim yakın tarihimizdeki en
acı en trajik olaylardan biridir.
Dersim aydınlatılmayı bekleyen
bir olaydır. Bu kanlı eserin sahibi
olan CHP'dir. CHP'nin Tunceli
milletvekilleridir. Tunceli kökenli
Genel Başkanı'dır. Tuncelili bir
Genel Başkan tarihiyle yüzleşmek
için CHP'ye fırsattır" dedi. (IC)
kızılbaş - sayfa 9 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Av. Erdal Doğan ile Söyleşi
- Daha önce böyle bir girişimde
bulundunuz mu?
Bu uluslararası alanda ilk başvuru olacak. 24 Kasım 2010
tarihinde Berlin’de üçüncüsü
düzenlenen Uluslararası Dersim
Konferansı’nda bu karar alındı.
1937-38 Dersim soykırımının
bugün hala sürüp giden durumuna
uluslararası hukuktaki tanımı ise
kültürel soykırımdır. Böylece sürecin uluslararası ceza mahkemesine
taşınması için bir karar alınmış
oldu. Bu kararı üstlenen avukatlar
olarak Türkiye’den konferansa
katılanlardan avukatlardan ben ve
Eren Keskin bu somut halin hukuki gerekliliklerin yapılması için
görev üstlendik.
Fakat bu vakanın UCM’ye taşınması için Türkiye ilgili bazı sıkıntılar olduğunu da söyelememiz
gerekir. O da şudur ki Türkiye,
uluslararası ceza mahkemesine halan taraf değil. Taraf olmamak için
de çokca direniyor. Bu mahkemeyi
şu an itibarıyle yetkisini tanıyan,
yani taraf olan 117 devlet var.
Daha önceki yıllarda Türkiye’nin
taraf olmamasının en önemli
nedeni iç hukukunda bu yöndeki
eksikliklerini gerekçe olarak ileri
sürüyordu. Fakat daha sonra bu
konuya dair Türkiye, 2005 yılında
çıkartmış olduğu 5237 sayılı Türk
Ceza Kanunu’yla bu eksikliklerini giderdi. Türkiye Türk Ceza
Kanunu’nundaki 76 ve 77. madde
düzenlemeleriyle insanlığa karşı
suçlar ile soykırım suçunu normatif iç hukuk düzenine katmış oldu.
Türkiye’nin artık 2005 yılından
beri uluslararası ceza mahkemesine taraf olmamak için geçerli
hiçbir hukuki bir mazereti bulunmuyor. Hatta hükümet yapmış
olduğu bu yeni düzenlemeler ile
ilgili olarak 2008 yılında UCM’ye
yaptığı bildirimde bu mahkemenin
statüsünü belirleyen 1998 tarihli
Roma Statüsünü dikkate alarak
gerçekleştirdiğini beyan etmiştir.
Bu resmi bildirim ile bir bakıma
mahkemenin hukuki dayanaklarını
da tanımış bulunmaktadır.
-Mahkeme’nin yetkilendiği
haziran 2002 tarihinden önceki
yaşanan olaylara bakıyor mu?
Mahkeme yargılama yetkisini
kazandığı 1 Haziran 2002 yılından
önceki soykırım,savaş suçları ve
insanlığa karşı suçlara bakmıyor.
Fakat ileri sürdüğümüz somut veriler ve maddi hukuki dayanaklar ve
gerekçeler ile Dersim’de Soykırımın 1937 ve 1938’de kalmadığıdır. 2002’den sonra da Dersim’de
soykırım çok açık bir şekilde
devam ettiğini delillendiriyoruz.
Çok kısa süreliğine bölgeyi ziyaret
ettiğinizde dahi bu acı gerçeklik
tüm çıplaklığı ile kendini göstermektedir.Mesela Dersim’de yaşam
alanlarına döşenmesi,kullanılması
yasaklı olan binlerce kara anti
tank mayınlar döşenmiş ve halen
sökülmemiş. Resmi rakamlarla
döşenen kara mayın sayısını yaklaşık 11.000 olarak açıklar. Gerçek
sayıyı ise hiç kimse bilmiyor. Bazı
köy okullarının yanında daha önce
bulunan ve yakın zamanda terkedilmiş karakol içine ve çevresine döşenmiş kara mayınlardan
çocukları korumak için tenefüsler
dahi öğretmen nezaretinde yapılmaktadır. Bölgede en temel insan
hakkı olan anadilde eğitim halen
yapılmamaktadır. Bölgenin çocuklarına ana dillerini hor görmesine
sağlayan bir eğitim ve öğretim sistemi verilmeye devam edillmekte,
asimilasyon bütün hızıyla devam
etmektedir.Yaşayan halkın büyük çoğunluğunun inaç ve yaşam
kültürü Kızılbaşlık iken bu halkın
çocukları tüm ülkede olduğu gibi
zorunlu Sunni Islam din dersine
tabi tutulmaktadır. Ayrıca tüm
ülkede olduğu gibi Dersimdede
cem evleri hala resmi olarak ibadet
statüsünde görülmemektedir. Herkes için çok önemli olan doğanın
kendisi Kızılbaş inancı olan halk
için ise yaşamsal derecede ayrı bir
öneme sahiptir. Çünkü kızılbaşlık
inancının ritüelleri, felsefesi,doğuş
u,varlığı,ibadeti doğaya tabiidir. Kı
zılbaşlık;Nehirleri,ağacı,ormanı,
kayayı, dağı, ovayı, yaylayı ve buralarda yaşayan her tür canlıyı bir
bütün olarak kutsal görerek, varlık
ve bütünlüğünü bunun üzerine inşa
eden,içselleştirmiş bir inanç sistemidir. Askerin güvenlik nedeniyle
yaktığı ormanlar, Dersimliler için
yalnızca yakılmış orman değildir.
Halkın inanç ve yaşam bütünlüğüne doğrudan saldırı ve işkencedir.
Dersimde şu ana kadar son 5 yılda
yapılmış 4 baraj ve halen yapılması düşünülen 20 nin üzerindekilerle
halkın kutsal kabul ettiği Munzur
nehrinin yok oluşu demektir. Yani
Dersim Milli parkı ve onu çevreleyen doğanın katli doğrudan halkın
inanç ve yaşamına saldırı ve imhası anlamına gelmektedir. Ayrıca
yapılmış ve yapılacak barajlarla,
bölgedeki köy ve ilçeler arasındaki ulaşım da engellenecek, bölge
yine zorunlu göçe tabi tutularak
insansızlaştırılmak istenmektedir.
Yine yapılmış/yapılacak barajlarla
kutsal Kızılbaş mekan ve ziyaretleri sular altında kalmasına da sebep
olmuş ve daha da olmaya devam
edecektir. Bu yöndeki icraatlar
bölge halkının maddi ve manevi
tüm yaşam alanına sirayet etmeye
kızılbaş - sayfa 10 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
devam etmektedir.
Eski il, ilçeler ve köylerin isimleri halen Türkçeleştirildiği gibi
durmakta ve halen eski isimlerine
dönülmemiştir. Evlatlık verilen kız
ve erkek çocuklarının akibetleri
yaşayan ailelerinin gündemini
halen çok yoğun işgal etmektedir.1937 ve 1938’de katledilenlerin toplu olarak yakıldıkları,
gömüldükleri yerler ile 1990’larda
400’e yakın köyün benzer şekilde
yakılarak, tahrip edilip,sakinleri
katlediği düşünüldüğünde mağdur
yakınlarının katledilen ailelerinin
nerelere gömüldüğünü bilmemenin
verdiği acı ile birlikte boşaltılan
yerlere dönememiş olmalarının
tarifsiz acısının yaşanmaya devam edilmesi de yaşanan kıyımın
acısını sürekli canlı tutulmasını
sağlamaktadır.
Bölgede, alınan asayiş sebebiyle
güvenlik önlemleri normal yaşamı
felç edecek boyutlardadır. Özellikle Dersim sınırlarına girdiğinizde
büyük arazili bir açık cezaevine
girmiş hissiyatını yaşatan bu sıkı
askeri güvenlik önlemleri bölge
halkını yine maddi ve manevi yönden çok ağır taciz eder yoğunluktadır.Bu fotoğraf Dersime ilişkin
1800lerin ikinci yarısında başlayan sürecin 2011’ tarihinde halen
devam ettiğini gösteriyor. Yani
Soykırım 1937 ve 38’de kalmış değildir. Tüm yıkıcı varlığıyla bugün
dahi devam etmektedir.Fiili yasaklar, engeller nedenleriyle geçmişte
hayvancılık ve tarımla meşgul olup
hali durumu iyi olan köylülerin
köylerine dönüp,yerleşememeleri
nedeniyl çok ciddi bir yoksullukla
iç içe yaşam savaşı vermekteler.
Trajik örnekleri çoğaltabiliriz.
Buna benzer somut vakaları sıralayarak uluslarası ceza mahkemesine başvuracağız. mahkemenin
statüsünü belirleyen Roma statüsünün 7.ve6.maddeleri ise hukuki
dayanak noktamız. 1948 tarihli
Türkiyenin de taraf olduğu B.M.in
Soykırım Sözleşmesinin 5.maddesi
ile Roma Statüsünün 6.maddesine
göre tartışmasız olarak 1937-38
Dersim vahşeti bir soykırımdır. O
günden bugüne Dersim halkına
yaşatılanlar ise Roma statüsünün 7
ve 6.maddeleri kapsamında devam
ededuran bir kültürel soykırım
olduğunu belirterek.1994 tarihinde kurulan uluslararası Ruanda
de hoc ceza mahkemesinin 1998
tarihli kararlarındaki kültürel soykırıma dair tespitleri de UCM’yi
bağlayan içtihattır. 1937 ve 1938
Dersim kıyımının hukuki olarak
soykırım olarak tespiti ile günümüzde sürmekte olan kültürel
soykırım uygulamalarını delilleriyle mahkemeye ileterek, Türkiye
Cumhuriyeti Devletinin işlemiş
olduğu ve işlemeye devam ettiği
insanlığa karşı bu suç tasaruflarına son vermesini, en az son 30
yıl içinde eylemleri ile bu suçu
devam ettirmiş yaşayan faillerinin tespiti ile cezalandırılmasını,
mağdurların maddi ve manevi tüm
mağdurluklarının giderilmesini,
kayıp kızların akıbetinin ailelerine
bildirilmesini, orman yakımına
son verilmesi, yaşam alanlarından
mayınların temizlenmesi, anadilde eğitimin başlatılması, zorunlu
Türkleştirme ve Islamlaştırma
projelerine son verilmesi,toplu
katledilenlerin mezarlarındaki kemiklerin usulüne göre çıkartılarak
ailelerine verilmesini ve o yerlerde
anıt mezar yapılması gibi talepleri
mahkemenin acil olarak ele almasını isteyeceğiz.
-Peki hangi kapsam ve suçlamayla mahkemeye gideceksiniz?
Mahkemenin kurulduğu 2002’den
sonraki süreçte yapılanları kültürel
soykırım olarak görüp orada işlenen suçların insanlığa karşı işlenmiş bir suç olduğunu, Roma statüsünün altıncı ve yedinci maddesi
kapsamında mahkemenin uluslar
arası yetkisiyle bakabileceğini
söylüyoruz. Hukuksal bakımıyla,
böyle bir mahkemenin kurulma
meşrutiyeti, devam edegelen bu
tür insanlığa karşı suçlarla, kültürel soykırım suçlarına B.M.üysei
bir devletin kötü niyetle taraf
olmamasını dayanak göstererek
bakmaktan kendini alıkoyamayacağını maddi ve hukuki dayanaklarla anlatacağız. Ayrıca Dersim
soykırımı meselesi, B.M.sistemine
tabi tüm ülkelerin gündemlerine
alabileceği bir husustur. Insanlık
suçu herkesin müştekisi olabileceği
tartışmasız bir durumdur. Nasıl ki
Türkiye, Suriye halkının meselesini haklı olarak iç meselesi yapmış
ve Esad yönetimine her türlü siysi
ve hukuki uyarıda bulunup, ekonomik ambargo uygulama noktasına
gelmişse, Türkiye’de Dersim’le ilgili üzerine düşen sorumlulukların
gereğini yapmazsa, kendisinin de
belki önümüzde yıllarda hukuken,
siyaseten,ekonomik ve kültürel bakımdan çeşitli uyarı ve ambargo ile
karşı karşıya kalabilir. Çünkü Türkiye hala üzerine düşen bu görevi
yapmayıp,güncel siyasi polemik
konusu yapmaktadır. Başbakanın
yapmış olduğu özür çok önemli
bir adımdı.30 kasım 2011 de sayın
Hüseyin Çelik’in yapmış olduğu
açıklamalarda çok önemlidir. Fakat
bu açıklama ve özürlerden öteye
çok acil olarak hükümetin bölgenin
acılarını,mağdurluklarını gidermesi gerekir.
-Türkiye’nin iç hukukunda daha
önce bu yönde başvurular oldu
mu?
Daha önce başvurular oldu. Iki üç
başvuru oldu. Savcılar, bu konunun
zaman aşımına uğradığını gerekçe
göstererek adeta alay edercesine
kapattılar. Halbuki savcılar Türk
Ceza Kanunu’nun 76. ve 77.inci
maddesine göre soruşturma yapma
yetkisine sahip olmalarına rağmen
hiçbir şey yapmadılar. Türk yargısı
özellikle bu konuda bir şey yapmamak için bir direnç içindedir.
-Ne kadar süredir mahkemeye
gitmeye hazırlanıyorsunuz?
Hazırlık yaklaşık bir buçuk yıldır
sürmektedir. Fakat bu konunun
hem Türkiye’de hem de uluslararası alanda daha çok görünür olmasını
kızılbaş - sayfa 11 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
2008 yılından beri Dersim meselesiyle ilgili Avrupa Parlamentosunda Kürt ve Alevi örgütlerinin ortak
çabası ile yapılan konferansların
payının çok olduğunu söyleyebilirm.Konferanslarda bu konu
hukuk,sosyoloji,tarih ve siyasi
disiplinleri açısından ele alınmış
ve ele alınmaya devam etmektedir.
Tüm bu konferanslar ile bu bağlamda devam eden çalışmalarla,
Türkiye ve dünyadan çeşitli ülkelerinden katılan çeşitli disiplinlerden
kişilerin sunumları ve tespitleri
Dersim soykırımının daha cesaretle konuşulmasını, tartışılmasını
ve gündeme alınmasını sağladığını
söyleyebilirim.
-Daha önce uluslararası ceza
mahkemesiyle bir ön görüşmeniz
oldu mu?
Biz savcıdan randevu alarak
bu dilekçeyi kendisine sunmak
istiyoruz. Doğrudan dilekçe verip
takip etmekten ziyade bu dilekçeyi
verirken ilgili savcı ile görüşmeyi
ve konu hakkında bir ön bilgilendirme yapmayı uygun olacağını
düşünüyoruz. Çünkü bu yöndeki
mahkemeye yapılan belki de ilk
başvuru olacaktır. O nedenle başvurunun anlam ve mahiyetini anlatmak istiyoruz. Bu konuyu Avrupa Parlamentosu ve Avrupa Birliği
yetkilileri ile görüşürek desteklerini isteyeceğiz. Bu yöndeki destek
çağrısına ilişkin olarak yıl başında
36 ülke parlemontosuna ve devlet
yetkilisine toplanan on bin imzla
listesi eklenerek Dersim soykırımı
ve halen yaşanan giderilmemiş acılardan haberdar ederek, Uluslarası
hukuki alanda desteklerini istedik.
Yaşanmış ve yaşanmaya devam
bu trajedinin mağdurları yalnızca Dersim ve Türkiye halkının
olmadığını, doğrudan tüm dünya
halkları olduğuna dair açıklamamıza dair 2 ay öncesine şimdilik
Almanya ve Isviçre’den gelmiş ve
onlar Dersim meselesini gündeme
aldıklarını iletmişlerdir.
-Peki mahkeme Dersim olaylarını
sizce nasıl algılar?
Garip bir şekilde bu mahkeme
mazlumları ve mağdurları korumak amacıyla kuruldu. Fakat bu
güne kadar işleyen sistemde çok
çeşitli lobilerin ve güçlerin etkisiyle bu mahkemenin çalıştığını
gördük. Mahkeme ve savcılık
normalde bu gibi durumlarda
insan hakları ve hukukun verdiği
meşrutiyet ve misyon nedeniyle
resen harekete geçmesi gerekir.
Mahkemenin kuruluş ve işleyişiyle
ilgili en az yüz yıllık bir çalışma
ve tartışma söz konusudur. Insan
hakları hukuku statik ve dogmatik bir hukuk alanı değildir. Sıkı
sıkıya bağlı bir şekil hukuku da
değildir. Sürekli gelişim süreci
içinde olan bir alan olduğundan
burada savcıların ve yargıçların
cesur davranmaları gerekir. Çeşitli
lobi ve güç konusundan etkilenmeden mahkemenin misyonunun bir
gereği olarak savcı ve yargıçlardan
görevlerini yapmaları beklenir.
Bakalım yapacak mı, bu da ayrı
bir tartışma konusu olacaktır. Tabi
buna bağlı olarak çeşitli ülkelerin
engellemeleri olabilir. Çünkü bu
uluslararası bir alan ve bazı ülkeler
soykırımla ilgili kendi suçlarının
da gündeme gelebileceğini düşünerek engelleme girişimlerinde
bulunabilir.
-Tam da dilekçenizi tamamlamaya
yakın Dersim olayları bir anda
gündeme geldi. Bu doğrultuda da
Türkiye Cumhuriyeti tarihinde
ilk defa bir başbakan devlet adına
özür diledi. Siz bu adımı nasıl değerlendiriyorsunuz ve dilekçenize
nasıl bir etkisi olacak?
Olumlu bir etkide olacak bu özür.
Başbakanın son iki yıldır bu konudaki tutumu çok açık ve netti.
CHP ile ilgili siyasi bir çekişmeden de olsa bu dillendirildi. 2 yıl
önce 50 bin insanın Dersim’de
katledildiğini söylemişti. Geçen
23 kasımda da usul ve şekil sorunlu olsa da bir özür dilenmesi
söz konusu oldu devlet adına. Bu
önemli. Açıkladığı belgeler ise
konuyu yakından takip edenler
için bilinen belgelerdi.Zaten bu
konuyla ilgili Genelkurmay ve
Dışişleri bakanlığının arşivlerinin
açılması da taleplerimiz arasında.
Kamuoyunda dolaşımda olan bu
belgeler olayın hazırlık süreçlerini,
yapılmış olan askeri hareketi ve
sürgünlere ilişkin soykırımın nasıl
gerçekleştirildiğine dair hiçbir tartışma yaratmıyor. Başbakan da bu
belgelerle beraber özür diledi. Tabi
bu konu dediğim gibi başvuruda
önemli olacak. Uluslararası ceza
mahkemesinin savcısının da bunu
dikkatine sunacağız. Bu konuyla
ilgili bu beyanları dikkate alacaklardır.
-Bu özrün uluslararası yaptırımı
nasıl olur?
Geçmiş dönemlerde yapılan katliamlar ve insanlığa karşı işlenmiş
suçlarla ilgili çeşitli ülkelerin yapmış olduğu özürler oldu. Insanlığa
karşı işlenmiş bu tür suçlarda zaman aşımı gibi bir durum olmaz..
Olayın mağdurları yaşamamış bile
olsa onların ikinci veya üçüncü
kuşağı nezdinde bu mağduriyetler giderilmiştir. Başbakan da bu
konuda özürle yetinemeyeceğini
en azından bir siyasi kişi olarak
bilmesi gerekiyor. Böyle bir özrün
hem uluslararası alanda hem de
Türkiye iç kamuoyunda mağduriyetlerin giderilmesi konusunda
bir beklentiyi doğuracaktır. Bunun
hukuksal olarak gereğinin yerine
getirilmesi gerekiyor.
-Dilekçenizde ne tür deliller yer
alıyor? Mahkemenin karşısına
nasıl çıkacaksınız?
1937 ve 38 öncesi hazırlanmış
çokca rapor var. O raporlar o coğrafyanın halkıyla birlikte nasıl ortadan kaldırılmasını hiç tartışmaya
yer vermeden anlatmaktadır. Bu
raporlar 1870’den sonra Dersim ile
ilgili tutulmuş raporlardır. Burada
öldürülenler yaşlı ve çocuklardan oluştuğu ve bu konuyla ilgili
kızılbaş - sayfa 12 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
olarak dönemin kişilerinin anıları,
soykırımla ilgili tartışmaya yer
vermeyecek diğer önemli delillerdir. Ayrıca bu döneme ilişkin
olarak da son yıllara ilişkin olarak
da bölgede çeşitli kurumların istatiki verileri, aynı şekilde devletin
resmi açıklamaları, güncel tutulan
tüm günlük ve yıllık görsel ve
işitsel yayınlar, doğrudan dönemi
yaşayanların tanıklıkları ve buna
benzer birçok belge ve yayınlar
delil olarak gösterildi.
-Sorumlu tutulan yaşayan mülki
amir var mı peki?
1937 ve 38le ilgili yaşayan kalmadı. Fakat devlette devamlılık esas
olduğu için Türkiye Cumhuriyeti
Devleti o dönemde yaşanan soykırımdan sorumluluk olarak gereğini
yapmak zorundadır. Şöyle bir durum da var 1980 askeri darbesinde
özel bir muamele gördü Dersim.
1990 larda da yıkım gören Dersim,
bugün de AKP hükümeti marifetiyle kültürel asimilasyon ve doğa
katliamlarına maruz kalmaktadır.
Son 30 yıllık süreçteki hayatta
bulunan faillerin tespiti ve cezalandırılması mümkündür.
-Dava açılırsa Türkiye nasıl bir
yargılama süreciyle karşı karşıya
olacak?
Şuan bunu söylemek biraz erken. Ama görevlerinin bilinciyle
hareket ederlerse çeşitli sorularla
ve belgelere gerekli incelemeleri
savcılar gelip soruşturma kapsamında yapacaklar. Savcılar yerinde
incelemeler yaparak, aynı zamanda
tanık dinlemeleri yaparak, çeşitli
mevzuatlar ve makamlardan resmi
cevaplar alarak gerekli bilgileri
mahkemeye sunacaklardır.
Bir acı kahve yüzünden üç
köy kurşuna dizildi
DERSİM KATLİAMININ CANLI TANIKLARINDAN
ARAŞTIRMACI CELAL YILDIZ ANLATTI
Kurtuluş Savaşı’nın önemli ismi Diyap Ağa’nın köyü de katliamdan nasibini aldı. Fevzi Çakmak’ın “Öldürmek yok, sıra sürgünde” emri geciktiği için kurşuna dizilen köyler oldu.
Dersim katliamı üzerinde yaptığı araştırmalarla tanınan yazar Celal
Yıldız, Dersim katliamının bir ayaklanma nedeniyle değil asimilasyon
amaçlı yapıldığını söyledi. Yıldız, bu iddiasına gerekçe olarak da 2. Abdulhamit döneminde Hamidiye Alaylarında yer almış, Kurtuluş Savaşı
sırasında büyük yararlılık göstermiş olan Diyap Ağa’nın köyü ve ailesinin de katliamdan nasibini almasını gösterdi. Dersim katliamını STAR’a
değerlendiren Yıldız’ın çarpıcı örnekleri şu şekilde:
Silahsız on kadın mağaraya sığındı
Ailem Dersim olaylarının mağduru. Dersim’de köyler toplu olarak kurşuna dizildi. Diyap Ağa’nın köyü de nasibini aldı. Koçuşağı köyündeki
katliamdan kaçan 10 kadın bizim köyün mağaralarına sığınıyor. Kadınların içinde bir yaşlı adam ve Diyap Ağa’nın akrabası olan bir de kadın
varmış. Kadınlar Kenter’e haber göndermişler, o da acımış onlara ekmek
göndermiş. Kadınlardan biri askerler tarafından fark ediliyor. Asker mağarayı sarıyor, içeridekiler Kenter’in onları ihbar ettiğini düşünerek,
‘Diyap Ağa’nın oğlu bize ekmek gönderdi’ diyorlar.
Emir beş dakika gecikse ölecektik
Ellerinde silah yok. İstiklal Mahkemeleri’nde yargılanmaları gerekirdi,
ancak Diyap Ağa’nın oğlu ve kardeşini kurşuna diziyorlar. Milletvekili
olmuş, devlete o kadar hizmet etmiş bir kişinin ailesine yapılacak şey mi
bu. Olaydan sonra köylüyü topladılar kurşuna dizecekler. O arada süvari
bir subay kan ter içinde geliyor. ‘Fevzi Çakmak’ın emri var, öldürmek
yok. Bundan sonra sürgün olacak’ diyor. Ve köylülere ‘Zehir olsaydı da
kahve içmeseydim. Hozat’da bir kahve içtim, bir acı kahve yüzünden 3
köy kurşuna dizildi’ diyor. 5 dakika geç gelse belki şu an yaşamayacaktım.
kızılbaş - sayfa 13 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
"Genelkurmay Arşivlerine
Başbakanın da Gücü Yetmez"
P rof. D r. Ta ne r Akç a m
Prof. Dr. Akçam Dersim katliamı
ve geçmişin karanlık sayfalarının
açığa çıkması için önerilen "arşivler açılsın" talebini yorumluyor,
Dışişleri ve Genelkurmay arşivlerinin hala açılmamasını da 21.
yüzyılın ayıbı olarak görüyor.
tam bir ayıptır. Bence, Ahmet
Davutoğlu'nun bu ayıba bir son
vermesi gerekir. Hem bölge ve
dünyaya, demokrasi ve adalet
dersleri vereceksiniz, hem de kendi
bakanlığınızın arşivini kapalı tutacaksınız... Olmaz böyle bir şey.
Ekin KARACA
[email protected]
Worcester - BİA Haber Merkezi
Üçüncüsü, Genelkurmay Başkanlığı'nın arşivi, teorik olarak açık,
pratik olarak kapalıdır. En önemli
arşiv budur. Bu arşivi araştırmacı
hizmetine sunmaya Başbakanın
bile gücünün yeteceğini zannetmiyorum. Eğer gücü varsa, yollayacağı bir kararname ile bu arşivdeki, hiç değilse Dersim belgeleri
araştırmacılar veya kamuoyu ile
paylaşılabilir.
29 Kasım 2011, Salı Başbakan
Recep Tayyip Erdoğan'ın Dersim
Katliamı nedeniyle özür dilemesinin ardından pek çok farklı kesimden değişik sesler yükseldi.
Kimi ilk kez Başbakanlık nezdinde
özür dilenmesini olumlu karşılarken, kimi de bu özrü Başbakan'ın
Cumhuriyet Halk Partisi'ne (CHP)
karşı koz olarak kullandığını
söyledi ve Adalet ve Kalkınma
Partisi'nin (AKP) Alevi politikasını eleştirdi.
Ancak belki de konu Mustafa Kemal Atatürk'e dayandığı için farklı
seslerin en çok yükseldiği yer CHP
oldu.
CHP Tunceli milletvekili Hüseyin
Aygün'ün Zaman gazetesine verdiği röportajda söylediği sözlerle
alevlenen tartışma sonrası partinin
ulusalcı kanadının yaptığı basın
açıklaması, Erdoğan'ın "özrü"
derken CHP Genel Başkanı sazı
ele aldı ve özrün yeterli olmadığını, arşivlerin açılması gerektiğini
söyledi.
"Dışişleri ve Genelkurmay arşivleri hala kapalı"
Peki, Kılıçdaroğlu'nun bahsettiği
arşivler sorunun çözümü açısından
ne ifade ediyor? Arşivlerin açıl-
ması tarihi doğru okumamızı ne
kadar kolaylaştırır? Clark Üniversitesi Soykırım Çalışmaları Merkezi öğretim üyesi Prof. Dr. Taner
Akçam'la konuştuk...
- Türkiye tarihini doğru okumamız açısından arşivlerin açılması
ne anlam ifade ediyor?
"Arşivin açılması" kelimesi çok yanıltıcı olabiliyor. Birincisi, Başbakanlığa bağlı Osmanlı ve Cumhuriyet arşivleri zaten açık. Buralara
isteyen gider, istediği belgeyi alır.
Burada problem yok. Sorun, bu iki
arşivdeki mevcut tasnif meselesidir.
Arşivde var olan belgelerin tümü
araştırmacıların hizmetine sunulmamaktadır. Her devlet böyle şeyler yapar; bir kısım belgeyi tasnife
tabii tutmaz ve saklar. Bizim dolayısıyla Başbakanlık Arşivlerine
ilişkin söyleyebileceğimiz, burada
tasnife sunulmamış belgeleri, eğer
imha etmedilerse, tasnif edip, araştırmacı hizmetine sunmalarıdır.
Bir örnek: Ermeni soykırımı döneminde, vilayetlerden neredeyse
haftalık bazda gelen raporlar veya
emval-i metrukelere ilişkin tutulan
defterler hala karanlıktadır.
İkincisi, tamamı ile kapalı arşiv
vardır. Dışişleri Bakanlığı arşivi
hala kapalıdır. Bu 21. yüzyıl için
Bu arşivlerdeki tüm belgelerin
araştırmacı hizmetine sunulması
paha biçilmez bir öneme sahiptir.
Buraları Türkiye'nin "gizli sandık
odası"dır. Ben buralardaki önemli
belgelerin araştırmacı hizmetine
sunulacağını hiç zannetmiyorum.
- CHP'nin önerisi doğrultusunda mecliste bir tarih komisyonu
kurulmasının sizce bir faydası
olur mu?
Elbette olur. CHP'nin hemen bir
önerge vermesi gerekir. Bir komisyon kurulmalı ve komisyon,
özel bir Bakanlar Kurulu veya
Parlamento kararı ile tüm arşivlere doğrudan girme hakkını elde
etmelidir. Kendi uzmanlarıyla,
bu komisyon, arşivlerde çalışıp,
bulduğu belgeleri kamuoyu ile
paylaşmalıdır.
"Ermeni meselesiyle ilgili arşivlerin bir kısmı imha edildi"
- Ermeni katliamı ve Dersim kat-
kızılbaş - sayfa 14 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
liamı başta olmak üzere arşivlerin
açılmasının tarihsel süreci anlamamıza ne gibi katkıları olabilir?
Jandarma Umum Komutanlığı Dersim Raporu Kısaca JUK
olarak Dersim Araştırmalalarında
belirtilen Aslında “Dersim Jenosidi El Kitabı” olan bu rapor Gizli
ve zata mahsus Kayıt altında 100
tane basılmış Bu bölümü sürgün
edilecek Aşiret ve Kabile liderlerini içermekte Yanlız 1938’de
türkler bundan vaz geçip listede
olan bütün aileleri Dersimde Öldüreceklerdi…
Kabile, Aşiret, Aile ve kişi isimleri türkler tarafindan “türkçeleştirilmeye” Çalışılmıştır..
Devasa faydası olur. Bugüne kadar
karanlıkta kalınmasının bir nedeni de budur. Dersim konusunda,
"smoking gun" denilen yani doğrudan imhaya yönelik emirlerin
bulunduğu belgelerin hala bulunabileceğini tahmin ediyorum.
Çünkü çok güçlü oldukları ve
kendilerine güvendikleri için imha
etmemiş olabilirler. Hükümetin yerinde olsam, Genelkurmay elindeki
belgelerin imha edilmemesi için
tedbir alırdım.
Ermeni meselesine gelince, bu
konudan çok korktukları için
hem 1918'de hem de 1980 sonrası
temizlik yaptıklarını ve belge imha
ettiklerini biliyoruz.
- Bu arşivlerin açılması durumunda arşivler üzerinde nasıl
çalışılmalıdır? Arşivler üzerinde
çalışma yürütmenin zorlukları
nelerdir?
Bir karınca inceliği ile çalışmak
gerekir. Özellikle 1915 dönemine
ilişkin belgeler Osmanlıca olduğu
için çok ciddi sorun yaratırlar.
Bunların tamamı el yazması belgelerdir. Bu nedenle parlamentonun
kuracağı bir komisyonun uzmanlardan bir ekip oluşturmasında
fayda vardır.
Belki söylenebilecek son şey, aslında Başbakan'ın doğrudan direktifi
ile Arşiv Müdürlüğü şimdiden
çalışmaya başlayabilir ve belgeleri
ve düzenli olarak yayınlayabilir.
Başbakanlık arşivi bugüne kadar
onlarca kitap yayınladı.
Bunların çoğu internet üzerinden
indirilebilir. Ama bu kitapların ve
yayınlanan belgelerin tümü maalesef propaganda amaçlıdır. Bu duruma da bir son verilmesi gerekir.
(EKN)
Kaynak: Dersim (JUK Raporu)
Kaynak Yayınları : İstanbul 1998
Sayfa:195-225
www.dersim.biz
Kaynak: Osmanlılar Devrinde
Dersim İsyanları
Yazan Kurmay Albay Burhan
Özkök
1937 Askeri Matbaa
69 Sayfa ve Ekte 3 Kroki
1938 Dersim jenosidine giden yolda türkler osmanlı zamanındaki
Dersimi araştırmayı ve alacakları
“önlemleri” geçmişten ders çıkartarak yapmayı ihmal etmediler.
Bütün bu araştırmaların sonucu
JUK raporudur, JUK raporunun
daha küçügü ama metod ve içerik
olarak kopyası sayılabilecek Kur.
Binb. Burhan Özkök’un hazırladığı rapordur. Bu rapor veya kitap
1937 yayınlanmıştır ama araştırma
kuşkusuz eskidir.
Rapor osmanlı devleti zamanındaki Dersimi, Dersim isyanlarını
askeri gözle analiz edip araştırmıştır.
Kitabın toplamı 70 sayfadır ve
ekinde 3 kroki vardır.
Kitapda özet olarak; türk yöneticiler, Dersimi başka bir ülke ve
başka bir halk olarak nitelendirmektedir. Sorun olarak gördükleri
Dersim'de; çözüme askeri bakmaktadırlar. Ve nihayetin de artık
türklerde bir “kültür” şekli alan
jenosidler zinciri, başka halkları
bitirmek, temizlemek, yok etmek
en sonunda, Dersim toplumunu da
1938 de bulmuştur.
Türklerin Dersimle ilgili planlarını şeyhulislam Ebu Suud fetvalarını okumayan ve osmanlıların
Dersime seferlerini bilmeyen
anlıyamaz. İşte Kur. Binb Burhan
Özkök JUK raporunun evveliyatıdır, onunda evveliyati Ebu Suud
fetvalarıdır. Hiç bir şey birbirinden kopuk degildir ve tarih bir
bütündür. Türklerin Dersimdeki
uygulamaları ve sunni devlet dinine dayanan türklerle Dersimlilerin
çatışması asırlara yayılmış bir
çatışmadır.
Tarih her zaman degil ama;
çoğu zaman tekerurden ibarettir.
Tarihin tekerurunu engelleyebilen halklar yaşama hakkını elde
etmekteler. Tarihin her zaman aynı
dairede dönmesini kabul edenler
daire içinde ezilmeye mahkumdurlar.
İşte Dersimlilerinde kendi tarihlerini ögrenme ve Dersim düşmanlarını daha iyi tahlil ve analiz
etmek için hem Kur. Binb Burhan
Özköku okumak zorundalar hemde
seyhulislam Ebuu Suudu
www.dersim.biz
kızılbaş - sayfa 15 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
‘Atatürk vurun dedi, vurduk’
Hüsamettin Cindoruk Radikal'den
Ezgi Başaran'a önemli açıklamalar
yaptı...
Hüsamettin Cindoruk uzun yıllar
Celal Bayar'ın avukatlığını yapmıştı. Dersim katliamı sırasında başbakan olan Bayar'la Cindoruk'un bu
konu hakkında neler konuştuğunu,
Bayar'ın Dersim'le ilgili fikrini öğrenmek için kapısını çaldım. Elbette
sohbetimiz Dersim'le sınırlı kalmadı.
Açılacak olan 28 Şubat soruşturmasıyla ilgili fikirlerini ve geçen hafta
ziyaret ettiği Silivri Mahkemesi'nde
gördüklerini de anlattı.
1936'da Celal Bayar'ın Dersim'le ilgili
hazırladığı rapor en az İnönü'nünki
kadar sert. Bayar, Dersim katliamıyla
ilgili ne düşünüyordu?
Ben Bayar'ın son 25 yılında avukatlığı yaptığımdan bu konuda da konuşmuştuk. Rahmetli Bayar'ın Dersim'le
ilgili bana söylediği şudur: "Cumhuriyet Milli Misak sınırları içerisinde
tamamen egemen olmuştu. Hakkâri
dahil, Trakya dahil bütün ülkede
Cumhuriyet egemendi, bir tek Tunceli dışında. Tunceli'deki mütegallibe
Tunceli'yi Cumhuriyet'in dışında tutuyordu. Polis, jandarma oraya giremiyor, vergi alamıyordu. Coğrafyası
böyle bir direnmeye çok müsaitti.
Bunu aşmak için çok uyarı yaptık, kanunlar çıkardık ama olmadı. Atatürk
sonunda bize vurun dedi, vurduk.
Tenkir ve tedip ederek Cumhuriyet
topraklarına Tunceli'yi kattık." Aynen
böyle anlatmıştı.
Atatürk'ün bilgisi yoktu diye bir kesim hâlâ diretiyor?
Atatürk'ün bilgisi yoktu, o sırada hastaydı diyenler doğru söylemiyor. Başka bir karine daha Sabiha Gökçen'dir.
Kendisi askeri pilot da değildi. Sizce
Atatürk'ün manevi kızı olarak onun
bilgisi dışında böyle bir harekâta katılması mümkün mü? O nedenle işi
İnönü'ye veya Bayar'a yıkmak son derece yanlış. Atatürk'ün ölmeden evvel
Tunceli'yi Cumhuriyet topraklarına
katma iradesi var işin içinde.
Ne İnönü ne Celal Bayar bu acımasız
yönteme karşı çıkmış ama değil mi?
O zaman karşı çıkmak yok. İhsan
Sabri Çağlayangil, ki Bayar'ın yakınıydı, devlet bürokrasisi olarak talimat aldıklarını açıkça anılarında söylemişti. Dersim'e yapılanlar baştan
aşağı haksızlıktır. Ve Seyit Rıza'nın
dediği gibi zulümdür. Cumhuriyet'in
zorbalığıdır. Evet, belki CHP egemen
partiydi ama o sırada sadece İnönü
ve Bayar mı var? Menderes, Köprülü milletvekili. Demokrat Partili bir
sürü vekil var. Eğer orada bir siyasi
mesuliyet varsa, herkesindir. Sadece
CHP'nin değil, Demokrat Parti'nin
de.
Bayar, Dersim'le ilgili bir özeleştiri
yapmış mıydı size?
Yapmaz. Onlar nasıl insanlardı biliyor musun... Milli mücadeleci adamlar! Zor bir kavga içindeler. Ölüm
fermanıyla geziyorlar ve bir koca
Osmanlı'yla hesaplaşarak devlet ortaya çıkarıyorlar. İşte o devlete karşı
aşırı sahiplik duygusu gelişiyor onlarda. Devletin mülkiyeti bizde gibi
hissediyorlar. O zamanlar kolay erişilebilen insan hakları sözleşmeleri de
yok, bir tek kuralları esnek olan Milletler Cemiyeti var. Ne Atatürk'ün ne
de diğerlerinin o dönemde öncelikleri
hak ve hukuk değil. Bir devlet kurmanın kirli yanları varsa, onlar bunu kir
diye görmüyordu.
Başbakan'ın dilediği özrün anlamlı
bir hale gelmesi için ne yapılmalı?
Başbakan'ın, iktidar olduğu süre boyunca Dersim konusunu ancak bir
Dersimli Zaza Kürdü olan Kılıçda-
roğlu CHP'ye genel başkan seçildikten sonra açması siyasi hesaplara
dayanıyor. Acı bir dramı kullanıyor.
Lafla özür dilemek de bir şey getirmez tabii. Cumhuriyet tarihinde sorgulanması gereken bir hadisedir Dersim. Metot şu: Meclis'te bir araştırma
komisyonu kurulur. Bu komisyon
Cumhuriyet'i azarlamadan yaptığı
yanlışları ortaya çıkarıp, telafisi için
teklifler yapar. Genelkurmay arşivleri
açılır. Kimin ne zararı varsa karşılanır. Kimin mezarı kayıpsa o mezar
bulunur. Meclis kararıyla bir devlet
özür diler. Hükümetler gelip geçicidir, hukuken mühim olan Meclis'in
kolektif özrü. Anayasa böyle bir özrü
mümkün kılıyor. Yalnız tabii bu Dersim özrünün devamı olacak.
Ne gibi?
Dersim için özür dileyince Ermeni
diyasporası sormayacak mı? Onun da
özrünü dilediği vakit, ABD'deki sigorta şirketleri altından kalkılamayacak meblağlar talep edecek. Daha da
acısı olacak. Terörle mücadelede yaptığınız işlerden dolayı da hesap verilmesi gerekecek. O zaman Abdullah
Öcalan'dan da mı özür dileyecek? Dileyecek o zaman. Devlet idare etmek
kolay iş değildir, tüm bunları hesaba
katacaksın.
Bir de İstiklal Mahkemeleri meselesi
var. Sizin bu konuda bir çalışmanız
olmuştu değil mi?
Tabii. Meclis Başkanı olduğum dönem (1992) Refah Partisi milletvekili
olan Hasan Mezarcı bir gün geldi ve
İstiklal Mahkemesi arşivini açmamı
istedi. Bu arşivin Meclis'te olduğunu
bile bilmiyordum o sırada. Mezarcı,
"İskilipli Atıf Hoca'nın uğradığı zulmü yazacağız" dedi. Ben de 'hay hay'
dedim. Arşive indim, tasnif ettirdim.
1200 kadar dosya vardı, 1100'ü asker kaçağı davası, 100 kadarı siyasi
davaydı. 100 siyasi davanın incelenmesini istedim. Anlaşıldı ki, İstiklal
Mahkemeleri'nin kuruluş amacı asker kaçaklarını önleyip, muntazam
orduyu korumak. Ve adil olma iddi-
kızılbaş - sayfa 16 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ası filan da yok.
Haberal'ı milletvekili yapması için
CHP'ye siz ve Demirel gittiniz değil
mi?
Benim elimden öyle bir şey gelmez.
Kendimi niye milletvekili yapmadım
madem öyle. Benim haberim bile yok,
inan bana. Ne CHP'ye karışırım ne
de CHP karıştırtır. Haberal çok sevdiğim bir dostum, o ayrı mevzu. Bu
yaştan sonra benim hiçbir siyasi beklentim yok. Doğruları söylemekten
başka da derdim yok.
Seçimleri AKP kazandı ama ideolojisi
kaybetti. Yola çıkarken ne diyorlardı,
şimdi ne diyorlar. 1991-95 arasında
Abdullah Gül'ün ve Salih Kapusuz'un
Meclis'te yaptığı konuşmalara bakarsanız, ne demek istediğimi görürsünüz. O iddiayla aldıkları oy yüzde 1011'di. Başlangıç noktalarından başka
bir yerdeler şu anda. En büyük 'beyaz
Türk' bugün Tayyip Erdoğan'dır çünkü Cumhuriyet onu yoğurdu.
28 Şubat'a soruşturma açılmasına ne
diyorsunuz?
İyi bir şey. Açılmayan kalmasın, o da
açılsın.
Sizin tanıklığınıza başvurulsa ne dersiniz?
Süleyman Demirel'e sorun derim.
Ne demek o?
Demirel diyor ki, darbe nizamiyeden
döndü. O engellemiş cumhurbaşkanı
olarak.
Nasıl engellemiş?
Muhtıralarını uygulamalarına imkân
sağlayarak. Milli Güvenlik Kurulu'na
getirilen 18 maddelik bildiriyi hem
Erbakan hem de Çiller imzaladı biliyorsun. Kendi aralarında ihtilafa
düştükleri için de 4.5 ay sonra istifa
ettiler. Orada çok komik bir hadise
vardır: Nöbetleşe başbakanlık diye
bir şey icat etmişlerdi. Bir de nöbet
cetveli hazırlamışlar. Olur mu öyle
şey... Sonuçta 28 Şubat'ın bir tek sonucu oldu: 8 yıllık zorunlu eğitim.
Geri kalan maddelerin hiçbiri uygulanmamıştır.
28 Şubat hiçbir mağduriyet yaratmadı gibi konuşuyorsunuz...
Yaratmadı. Kim mağdur oldu?
Belirli bir sürece yayıldığı için çok
kişi... Mesela andıçlanan gazeteciler...
O andıçlar yüzünden yapılmadı ki
28 Şubat. Postmodern darbe yaptı
adamlar. Ama burada yargılanacak
bir şey yok.
Nasıl yok?
Hukuk maddi unsurlara dayanır da
ondan yok. Bak, o askerler MGK üyesi mi? Evet. Oraya bir bildirge getiriyorlar, hükümet de onu imzalıyor.
Bunun neresinde suç var?
Kabul etmeye, imzalamaya zorlanmadılar mı?
Ben olaya tamamen bir hukukçu olarak bakıyorum. Hükümet o bildirgeyi
kabul etmiyorum, istifa ediyorum deseydi ve asker bunun üstüne yönetime el koysaydı o zaman bir suç ortaya
çıkmış olacaktı. Şimdi darbe teşebbüsü de laf olarak var, bunun karşılığı
maddi delil mevcut değil. Örneğin
İsmail Hakkı Karadayı'nın ifadesini
alacaklarmış. Ne diyecek adam? Biz
bir bildiri hazırladık, sivil hükümet
de kabul etti diyecek. Teşebbüs fiili hukukta net olarak açıklanmıştır.
Teşebbüs edenler beklenmedik bir
engelle karşılaşıp fiili tamamlayamayanlardır. 28 Şubat'ta ne gibi bir
engelle karşılaşılmış da asker darbe
yapamamış...
Geçen hafta Silivri'ye gidip, Balyoz
duruşmasını izlediniz. Neden?
Gözlerimle görüp, Yassıada'yla mukayese edebilmek için. Bir müddet sonra
Silivri'deki hâkimler hâkimliklerini
hatırlayacaklar. Bugüne kadar kendilerini oralara getirenlere bir minnet borcu duysalar da yargıç olmanın
haysiyetini hatırlayacaklar. Birbirlerini de bu yönde etkileyecekler. Ben
bunu 60 senelik hukuk hayatımda
gördüm. Yassıada yargıçları bir müddet sonra sokağa çıkamaz hale gelmişti. İtibar kaybettiler. Yassıada'da
çalışmış olanlar sonra avukatlık bile
yapamadı çünkü barolar reddetti.
Akrabaları, arkadaşları reddetti.
Silivri'de görülen davalarla ilgili öyle
bir mahalle baskısı yok ki...
Gün gelecek, insanlar o iddianameleri okuyacak. O zaman işler değişecek.
Yassıada ve Silivri birbirine çok benziyor. Yassıada'da hâkimler ve savcılar tecrit edilmişti, Silivri'de de ediliyor. Şehre 80 km uzaklıkta mahkeme
mi olur? Amaç, siz ayrı hâkimler, ayrı
savcılar, ayrı sanıklarsınız diyerek
korkutmak. Bir kere Silivri Mahkemesi anayasaya aykırı.
Nesi aykırı?
143'üncü maddedeki devlet güvenlik
mahkemeleri kaldırılırken, yerine
şöyle bir mahkeme kurulabilir denmesi gerekiyordu. Ama denmedi, dolayısıyla yasalara aykırı. Ve Avrupalılar bu durumu yakından izliyor.
E, Demirel engellemiş diyorsunuz?
Hangi Avrupalılar?
Demirel'in yaptığı şey demokratik
mekanizmaları kullanarak salimen
ülkeyi seçimlere taşımak oldu. Engelledim dediği, sistemin işlemesini
sağlamak.
Şimdi isim vermeyeyim. Ama
AİHM'den Fransız hukukçular gelip
bana bu konuyu danıştı. Kendi sefaretleri aracılığıyla beni bulmuşlar.
Yarın öbür gün AİHM bizi öyle ağır
cezalara çarptıracak ki...
Askerin 27 Nisan'da web sitesinden
yayımladığı metin de yanlıştı ve lüzumsuzdu. Ama lüzumsuz diye bir
eylemi yargılayamazsın. Hukuki olarak mümkün değil. Ben 27 Mayıs'ı
yaşamış bir insanım. Asker darbe yapacağı zaman muhtıra, bildirge filan
yayımlamaz.
AİHM'DEN HUKUKÇULAR BANA
SİLİVRİ'Yİ SORUYOR
Nitekim şu andaki hassasiyetleri o
yönde. Anlamaya çalışıyorlar. Bu
mahkeme oraya nasıl gitti diyorlar.
Hatta Nürnberg Mahkemesi'ne mi
benziyor diye sordu biri. Şunu da söyleyeyim; görevli hâkimleri isim isim
eğitimlerine kadar biliyor, takip ediyorlar.
Müthiş bir metodolojileri var.
kızılbaş - sayfa 17 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
'Kadınları kurşuna dizmediler, tecavüz ettiler'
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın
bazı tarihi belgeleri açıklayıp devlet adına özür dileği Dersim katliamı tanıklarından 90 yaşındaki
Yumoş Bakıray konuştu: Kadınları
kurşuna dizmediler, tecavüz ettiler.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın
bazı tarihi belgeleri açıklayıp
devlet adına özür dileği Dersim
Katliamı’nın yaşayan tanıkları Taraf gazetesinden Remzi Budancir'e
konuştu: “Kadınlara tecavüz ettiler
ve çığlıklar içinde süngülerle öldürdüler. Ortalık tam bir cehenneme,
kan gölüne dönmüştü. Her taraf
ceset doluydu... Askerler Munzur’a
attı beni. Nehir kan akıyordu. Suların üzerinde cesetler yüzüyordu.
Boğulmak üzereyken bir cesede tutundum.”
Bir süredir Türkiye’nin gündemine oturan ve Başbakan Erdoğan’ın
açıklamaları ve özür dilemesiyle
yeni bir sayfanın açıldığı Dersim
Katliamı ile ilgili olarak o dönemi
yaşayan tanıkları bulmaya çalışıyoruz Dersim’de. O dönemin bir
kaç tanığından ikisine ulaşıyoruz.
Onlardan biri Tunceli’ye 9 km
uzaklıktaki Meytan Köyü’nde yaşayan 90 yaşındaki Yumoş Bakıray.
Katliam sırasında 15 yaşında olan
Yumoş Nene’nin yüzündeki çizgiler, çorak toprakları andırıyor ama
belleği pırıl pırıl. “O acıyı, katliamı
bizden iyi kim anlatabilir ki oğul.
Etimizde, kemiğimizde, kulaklarımızda, yüreğimizde hâlâ o sızı
vardır” diye başladı ve şöyle devam
etti Yumoş Nene:
Askerler katırlarla aylarca bölgeye
sevkiyat yaptılar, çadırlar kurdular,
silahlar getirdiler. Katliam gününde
bizim köydeki insanları başka bir
köye götürdüler. Biz kaçtık, ormana saklandık. Oradan seyrediyorduk korkuyla. Çevredeki köylerden
toplananları ilk önce kadın ve erkek olarak iki ayrı gruba ayırdılar.
O anı hayatım boyunca hiç unutmadım. Kalabalığın önüne kurulu
silahlar vardı. Askerler erkekleri o
silahlarla taradılar. O an yükselen
çığlık ve yakarışlar, şu an bile kulağımda.”
Anlatırken kalın çerçeveli gözlüklerinin altından gözyaşları akıyor
Yumoş Nene’nin. “Neneceğim biraz dinlen istersen” deyince, “Yok
oğul, anlatalım ki bir daha kıyamasınlar kimseye” dedi ve devam etti:
“İnsan vicdanının kabul edemeyeceği bir sahneydi benim için. Gece
kâbus görmeme neden olan olay o
an oldu. Askerleri kadınların içine
saldılar.
Kadınları kurşuna dizmediler, tecavüz ettiler
Etraf sarılıydı ve çoğu bir birine
iple bağlanmıştı. Kadınlara tecavüz
ettiler ve çığlıklar içinde süngüler
ile öldürdüler. Ortalık tam bir cehenneme dönmüştü. Saklandığımız
yerde ağlıyor, korkuyor ve çığlımızı
içimize gömüyorduk. Aynı şey bizimde başımıza gelebilirdi. Kaçtık,
ormanın derinliklerinde saklandık.
“1937 yılında Turişmek köyü Robaik mezrasında, ailemle yaşıyordum.
15 yaşındaydım daha. Askerler katliamdan önce gelip köydeki evlerde bulunan bıçaklarımızı bile toplayınca babalarımız, dedelerimiz
şüphelendi aslında.
Askerler daha sonra köyleri ateşe verdi. Askerler gittikten sonra
saklandığımız yerden çıkıp köye
indik. Cesetler yerdeydi hala. Her
yer kan gölüne dönmüştü. Her taraf
komşumuz, akrabalarımız ve tanıdıklarımızın cesetleri ile doluydu.
Sonra tekrar ormanlık alana çekildik. Aylarca ormanda saklandık hiç
inmedik.
Gündüz mağaralarda saklanıyorduk, gece köylerimize gelip başıboş
olan hayvanları sağıp süt alıp tekrar
mağaralara geri gidiyorduk. Kadınlar çocukları ile birlikte mağaralara
saklanıyordu. Bir bebek ağlamaya
başladı. Yanındakiler kadına ‘çocuğu sustur, yerlerimizi öğrenirlerse
gelip bizi de öldürürler’ dedi. Kadın emzirdiği çocuğunu göğsüne
ağlayarak bastırdı sesi çıkmasın
diye. Asker gittiğinde çocuk boğulmuştu.”
Köyü çığlıklar sardı
Katliamın bir diğer yaşayan tanığı
83 yaşındaki Hüseyin Gül. İzlerini hala vücudunda taşıdığı katliam
sırasında 10 yaşındaymış Hüseyin
Dede: Anlatırken o günleri yeniden
yaşıyor: “Askerler bizi Hopik’te
topladı. İple kollarımızı birbirine
bağladılar. Önümüze makineli tüfekleri koydular ve taramaya başladılar.
Kadın çığlıkları ortalığı kaplamıştı. Ağzımdan ve vücudumun başka
yerlerinden vuruldum. Bir cesedin
altında kaldım ve ölü numarası yaptım, hiç kıpırdamadım. Yaklaşık 10
asker ölenleri kontrole geldi. Süngü
batırıyordular.
Koluma süngü isabet edince ah
dedim. Canlı olduğumu anlayınca
bacağımdan tutup sürükledi ve tepeden aşağı attılar, Munzur’a attılar
beni. Askerler sudayken de ateş etti
ama vuramadı. Bir baktım Munzur kıpkırmızı, kan akıyor. Suların
üzerin cesetler yüzüyor. Boğulmak
üzereyken yanımdan geçen bir cesede tutundum. Onunla birlikte
epey sürüklendim. Bir yerde ayaklarımın taşa değdiğini hissedince
çırpındım sudan çıktım.
Aylarca dağlarda köy köy dolandım.”
haber.gazetevatan.com
kızılbaş - sayfa 18 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Bir ‘Kızılbaş’ şehrine tahammül edemediler
Kalan Müzik’in sahibi Hasan
Saltık’a göre Dersim olaylarının
nedeni ideolojinin tek tipleştirme
çabası. Saltık, CHP’ye “gerçeği kabul edin”, AKP’ye “arşivleri açın”
çağrısı yapıyor.
Hasan Saltık Dersim de gerçekleştirilecek operasyonun haritasını
gösterirken.
ABDULLAH KILIÇ
AYÇA ÖRER - RADİKAL
Aktaran: Hatice Çevik
Dersim’de yaşananlar üzerine on
yıllardır çalışan, belge toplayan
ve arşivini araştırmacılara açarak, önemli bilgilerin gün ışığına
çıkmasını sağlayan Hasan Saltık, konunun taraflarına “Devlet
arşivleri açılsın” çağrısı yapıyor.
Saltık’a göre, Dersim operasyonu
‘Kızılbaş’ kültürünün ortadan
kaldırılması için, isyan olmaksızın başlatılmış, planlı bir toplum
mühendisliği faaliyeti, CHP de bu
olayın sivil kanadı.
Yıllardır resmi tarihten ‘Tunceli
isyanlarını’ okuyoruz, bu tarihte
eksik kalan ne?
Dersim’le ilgili çıkan kitapların
kaynaklarına bakıldığında şu anda
elimde tuttuğum, sadece yüz adet
basılan Jandarma Komutanlığı’nın
gizli zata mahsus belgesi esas alınır. Bu aslında Genelkurmay’ın yayımladığı bir kitaptır. Gene Genelkurmay’ın bir başka kitabı vardır,
Türkiye İsyanları diye. Genellikle
bu raporlara ve tanıklıklara dayanarak hazırlanıyor kitaplar. Bu kitaplarda Dersim meselesi bir isyan
gibi gösterilmiştir. Olayın isyan
gibi gösterilmesi resmi ideolojinin
eseridir. Aslında o dönemde isyan
olmadı. Şimdiki süreçte Hüseyin
Aygün’ün yazdığı kitapta yeni
olan bölüm, sürgün politikalarının
Erzincan’ı da kapsadığı bölümdür.
73 yıl önce yaşanan bir olay
neden hâlâ bu kadar sıcak?
Mesele Onur Öymen’in açıklamalarıyla yeniden konuşulmaya
başlandı. Dersim meselesi hep
bilinirdi ama birçok konuda olduğu
gibi yanlış biliyorduk. Tıpkı Ermeni olayları, Bolu-Adapazarı isyanı,
Çerkes Ethem meselesi gibi… Bize
tarihin yanlış öğretilmesinden kaynaklıyor sorun. Son dönemde daha
çok belge ortaya çıkmaya başladı.
Öncesinde tarihsel olarak Türkiye
Cumhuriyeti Devleti’ni korumaya yönelikti her şey. Bu meseleyi diğerlerinden ayıran, yazılan
tarihin tamamen yalan olması.
Dersim’de yaşanan isyan değil,
haddini bildirme. Artık cumhuriyet oluşmuş, başına buyruk bir yer
olan Dersim’e ‘devlet giremiyor’
dedirtmek istememişler. ‘Oraya
devlet giremiyordu’ tezi çok yanlış,
gerçekte bir intikam duygusuyla
hareket ediliyor. Dersimlilerin
Hamidiye Alayları’na asker vermemeleri bir neden mesela. Kürtler
de Dersimlilerden hoşlanmıyor,
çünkü Dersim ‘Kızılbaş’. Ortada
orayı nasıl Sünnileştiririz, nasıl
yok ederiz sorusu var. Cumhuriyet nasıl Trakya Yahudilerini yok
ettiyse, nasıl Ermeni, Rum nüfus
azaltıldıysa, Dersimlilere de bu uygulandı. Türkiye Cumhuriyeti’nin
bir ‘Kızılbaş’ şehrine tahammülü
yoktu.
Tamamen etnik kökeni ve kültürel
kimliği hedef alan bir tablo çizdiniz...
Bu savı yayımlamadığım belgelere
dayandırıyorum. Dikkat ederseniz,
Onur Öymen’in açıklamalarından
sonra piyasaya bir çok Dersim
kitabı çıktı. Henüz yayımlanmamış
raporlara göre, bu harekâtın çok
öncesinden planlanmış bir Kızılbaş
harekâtı olduğunu çok rahatlıkla
söyleyebilirim. Dersim harekâtı
olduğunda İskân Kanunu çıkmıştı
ama öyle bir tarihte yapıldı ki operasyon, zamanlaması mükemmeldi.
Çünkü Japonya Çin’i işgal etmişti,
İspanya’da iç savaş yeni bitmişti,
Hitler iktidardaydı, dünyada inanılmaz bir karışıklık vardı. Dersim
dünyanın umurunda değildi. Öyle
bir zamanlamada yapıldı ki, zaten
dış dünyada da çok fazla haber olarak yer almadı. Hatta bir ara SSCB
buradaki TKP’ye ne olduğunu soruyor, ‘Türkiye’nin iç meselesidir”
yanıtı alıyor...
Bahsettiğiniz kaynaklara meraklı
bir arşivci ulaşabilir mi?
Ben 12 yıldır topluyorum bunları.
Ne kadar acı bir şey, tek tek aileleri
tespit ettik, birçok fotoğraf onlardan satın alındı. Benim bu işe başlamam tamamen tesadüftü. Dersim
türküleri albümü yapacaktık,
elinde kayıt ve fotoğraf olduğunu
bildiğim birinden paylaşmasını
istedim, vermedi. Ben de bu işin
arşivini yapmaya karar verdim.
Kendi kendime araştıra araştıra,
tek tek tespit ederek bugüne geldik. Devletin arşivini bilmiyorum
ama ondan sonra en iyi arşiv bizde.
Dersim üzerine pek çok çalışmaya
imza attınız. Orada 1938’in etkileri nasıl hissediliyor?
Dersim çok göç verdi, nüfusu hep
azaldı. Yaşlıları hâlâ korkar. Ben
röportajlarda biraz sert konuştuğumda, annem hemen uyarır. O
da katliamdan annesinin karnında
kurtulmuş, babam 15 gün dağlarda mağaralara sığınmış. Bizim
kızılbaş - sayfa 19 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Sarı Saltuk köyü Türkmen köyü
olmasına rağmen ilk öldürülenler
ailemizden. Aileden subaylar da
var içlerinde. Köyün aşağısında
o günlerden kalma bir mezarlık
vardır hâlâ. Bizimkileri affetmemişler ama devlet memurları da
olduğu için, askerler gelip köyü
önceden uyarmışlar, çocuklar öyle
kurtulmuş. Harekâta baktığımızda çok enteresan bir durum var.
Silahlar katliam olmadan önce
toplanıyor. Hangi köyden ne kadar
toplandığının belgesi mevcut.
Seyit Rıza zaten teslim oluyor,
idam ediliyor. Bölgede tek çatışma
olmuyor, okul inşaatları başlamış,
bir köprünün yıkılması bahanesiyle
katliam başlıyor. Başka bir neden
de bulamıyorlar, bir Sin karakolu
baskını hikâyesi var, bir de köprü yıkılması. Karakol baskınının
belgesi de maalesef elimde yok,
bunu anlatan kişiden dinledim ama
kayıt altına alınmasını istemedi. O
bunun düzmece bir baskın olduğunu anlatmıştı. Ortada ayaklanma
yok, silah yok. Her yanda karakol
var. Bir harita hazırlanıyor, yasaklı, girilmez bölgeleri gösteren.
Her şey 1935’ten itibaren planlı
programlı aslında. Belli yerlerde çatışmalar oluyor. Hatta daha
sonra Adalet Partisi kurucularından Ragıp Gümüşpala o dönemde
subay, Silopıt isimli adama esir
düşüyor, iyileştirip birliğine teslim
ediyorlar. Gümüşpala da bu olaydan sonra Dersimlileri övgüyle
anar. O dönemin gazetelerine de
baktığınızda, Genelkurmay’ın yayın organı gibi hareket ettiklerini
görürsünüz. Aşiretlerin birbirine
düşürülmesinde de payı vardır bu
gazetecilik anlayışının. Sonrasında
çileli bir sürgün süreci var...
gelmiştir. Türkiye yaşananlardan
özür dileyebilecek düzeye geldi.
Toplum mühendisliği çabası başarılı oluyor mu?
Kapsamlı çalışma hâlâ yapılamadı
O kadar ağır ölümler ve göçler
oluyor ki, derin bir korku başlıyor.
Çok enteresandır, Dersimliler Hz.
Ali ve Atatürk’e sarılır, kendilerini hemen okumaya verir. Bence
Dersim’le ilgili bir sürü kitap ve
tanıklık olmasına rağmen asıl
kaynak devlet arşividir. Bu konuda bir kitap yayımlayacaktık ama
bir çok belge, fotoğraf toplamama
rağmen kitabı erteledik. Çünkü
bu konuda belli kişiler çok ketum. CHP o dönemin telgraflarına
bakarsa, Erzurum Kongresi’nden
sonra Atatürk’e suikast ihtimaline
karşı onu koruyanların Dersimliler
olduğunu görür. Devlet bunu da
açıklasın. Cumhurbaşkanlığı arşivleri de, Başbakanlık arşivleri de
Atatürk’ün yaşananlardan haberdar
olduğunu, operasyona katılanlara
ne kadar para verilmesi gerektiği,
“madalyalar verilsin” dediğini detayıyla anlatır. Yine de Dersimliler
Atatürk’ü korumuşlardır.
Yapılan belgesellerin, kitapların
yeterli olmadığını düşünüyorum.
Arşivleri tırtıklamaya yönelik çalışmalar. Bu eleştirim Dersimlilerin çalışmalarını da kapsıyor. Derli
toplu bir çalışma henüz yapılmış
değil. Kitap hazırlamak benim
haddime değil, şunu özellikle
vurgulamak istiyorum, biz kaynak
kitap hazırlamak istedik. Çünkü bu
iş sulandırılmaya çalışılıyor ama
çok ciddi bir konu. Biz ciddiyetten
dolayı bu kitabı henüz yayımlamadık. Bunun ispatı piyasaya verdiğimiz belge, harita ve fotoğraflardır.
Ben müzik insanıyım, asıl komik
olan bunları benim araştırmam.
CHP kabul etsin, AKP arşivi
açsın
1938’in etkileri halkın üzerinde
hâlâ sürer. Çoğu Dersimli kendini
Atatürk’ün o dönemde hasta olduğuna inandırır. Oysa o dönemde
Meclis konuşmalarına bakılırsa,
herkes her şeyden haberdar. Şu
andaki tartışmayı çok komik buluyorum. Şov yapmaya gerek yok.
O dönemde CHP ordunun sivil
uzantısı gibi çalışıyor, artık bunu
kabul etsinler. AKP de tartışmayı
laf atma düzeyinden çıkarıp, devlet
arşivlerini açsın. Orada öldürülen
insanların fotoğrafları var. Seyit
Rıza’nın mezar yerini açıklasınlar. AKP madem katliamı kabul
ediyor, binlerce fotoğraf, film
olan arşivleri açsın. Kimse dürüst
davranmıyor. Kaçak güreşiliyor.
Geçmişteki iktidarların suçu bu,
bununla artık yüzleşmenin zamanı
Sivil milisler de talana ortak
Operasyona katılan askerlerin
büyük utanç duyduğunu biliyorum.
Görüştüklerimizin çoğu kamerayı
kapattırdı. Ben hepsini dinledim
ama çok azı kayıt altında. Çoğu
hacca gitmiş, ruhsal sorunlar yaşamış, içine kapanmış. İnanılmaz
bir katliam görmüşler. Vahşetin
ağırlığını kaldıramamışlar. Nüfus
sayımlarına göre 13 bin civarında
ölüm, akıbeti olmayan 2 bin civarı
insan ve 13 bin civarında sürgün
var. Ölümler de kadın çocuk ağırlıklı. Dersim’de askerlerin dışında
milis kuvvetler de var. Harput’tan
kaçan Ermenileri koruyan Dersimliler milislerin öfkesini çekmiş,
operasyona talan için gitmişler.
Kalan Müzik
www.kalan.com
İMÇ 6. Blok No: 6608
Unkapanı - İstanbul
Tel: +90 212 512 35 13
Fax: +90 212 528 11 34
CHP'li Tekin'den Başbakan'ın
açıklamalarına ilk yorum
CHP Genel Başkan Yardımcısı
Gürsel Tekin,
Başbakan Erdoğan’ın "Dersim"
konusundaki açıklamalarına
tepki gösterdi.
Tekin, yaptığı yazılı açıklamada, şu ifadeleri kullandı:
"Başbakanı tebrik ediyorum.
Dili, üslubu ve açıklamasıyla
memleketimizin ve milletimizin birliğinin temeline dinamit koymuştur. Herkesi birbirine düşman etmeyi, birbirine
düşürecek yolu açmayı başarmıştır. Sayesinde tarihimizi de
öğrendik. Geriye söylenecek
ne kaldı? Başbakanın bir sonraki adımı nedir? Bu kampanyanın nihai amacı nedir?"
(milliyet)
-Evladi Kervelayme, Be gunayime, Ayvo Zulumo, Cinayeto.
(Evlad-i Kerbelayız, günahsızız, ayıptır, zulümdür, cinayettir.)
kızılbaş - sayfa 20 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel 00 49 (0) 177 502 88 53
kızılbaş - sayfa 21 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Dersim'in kayıp
kızları ortaya çıkıyor
Dersim'in Kayıp Kızları "Tanıdığınız
ihtiyar bir kadın, Dersim'den koparılmış bir kızın son hali olabilir" diye
bitiyordu. Bu sözler üzerine yeni kayıp
kızlar ortaya çıktı.
SERKAN OCAKArşivi
Tunceli'de Alpdoğan
sokağı'nın adı değiştirildi
Tunceli'de 1938 olaylarının etkin isimlerinden Korgeneral Abdullah Alpdoğan'ın adı bir sokaktan kaldırıldı.
Koegeneral Alpdoğan Tunceli'de teftişte
TUNCELİ - Tunceli'nin Hozat ilçesi
Belediye Başkanı Cevdet Konak, ilçe
merkezindeki Alpdoğan sokağının adının Özgürlük sokağı olarak değiştirildiğini bildirdi.
Konak, AA muhabirine yaptığı açıklamada, Alpdoğan adının 1947 yılında
sokağa verildiğini belirterek, vatandaşlardan gelen istek üzerine, belediye meclisinin de kararıyla bu adın
değiştirildiğini söyledi.
Belediye Başkanı Cevdet Konak,
“Korgeneral Abdullah Alpdoğan,
1937-38 Dersim olayları sırasında binlerce insanın ölüm emrini verdiği için
belediye meclisimizin aldığı kararla
sokaktan adını kaldırarak buraya 'Özgürlük' adını verdik. Bu karar Kaymakamlık tarafından da onaylanınca
caddemizin adı değişti. Ayrıca yine
ilçemiz merkezindeki bir mahallenin
adı olan 'Hamidiye' ismini de ocak ayı
içerisinde belediye meclisimizde görüşerek değiştireceğiz” dedi. (aa)
1938 yılında ailelerinden koparılan
Dersimli kızların akıbetini araştıran
‘Dersim’in Kayıp Kızları: İki Tutam
Saç’ belgeseli 2009’da gösterime girdikten sonra belgeselin bir izleyicisi,
‘www.dersiminkayipkizlari.com’ adresine e-posta attı. İzmir Urla’da yaşlı bir
kadının Dersimli kızlardan olabileceğini söylüyordu. Haklı çıktı.
‘Korkuyordum’
9 yaşında Elazığ’da bir aileye evlatlık
verilen Lale Filiz, hâlâ gerçek ailesini
bilmiyor. Ailesine dair bir şeyler öğrenmeye çalışmış ancak bir yandan
da korkmuş. Yıllar sonra belgesel için
kapısını çalan Kazım ve Nezahat Gündoğanları karşısında görünce “Beni de
arayan birileri varmış” diyerek şaşkınlığını gizleyememiş. Önce bir sıhhıye
memuruna, sonra bir doktora, daha
sonra da bir binbaşıya verildiğini söylüyor. Lale teyzenin çocukları da annelerinin Dersim’in kayıp kızı olduğunu
yeni öğrendi. Şimdi çocukları da akrabalarını arıyor.
Besime Selli, dönemin 3. Ordu Müfettişi Kazım Orbay tarafından alınan iki
kızdan biri. Besime ve amcasının torunu Orbay tarafından götürülmüş. İkisi
de tamamen Türkleşip Sünnileştirilmiş. Evden kaçarak evlenmiş, 1980’lerde ailesini bulmuş.
Orbay’ın evlatlık aldığı diğer kişi Gündoğanlarla konuşmak istemiyor. Çocuklarına, ailesine bir zarar geleceğinden endişe ediyor. Ayrıca kendilerini
götürenlerin iyi niyetli olduğunu da
belirtiyor.
Fecire Büke, biri erkek 4 kardeş. Annesi
ve babası Dersim’de öldürülmüş. 4 kardeş dağıtılmış. Fecire yıllar sonra Gaziantepli ilk eşiyle evlenmiş. 1970’lerde
önce erkek kardeşini, 1980’lerde de kız
kardeşlerini bulmuş. Çocuğu olmamış,
eşi öldükten sonra da ikinci evliliğini
yapmış. Elazığ’a dönmüş, 2011 yazında
da hayatını kaybetmiş.
Munzur’a şiir
Bütün hayatı ailesini aramakla geçen
Fecire teyze, yaklaşık 30 yıl önce,
memleket özlemiyle bir şiir yazmış. Ölmeden önce bunu Kazım Gündoğan’a
da okumuş:
“Munzurum/Canımda gönlümsün/Gözümde yaşımsın/Başucumda taşımsın/
Taşımın üstünde tacımsın/Munzurum/
Kan verdim gardaşım oldun/Can ver-
dim candaşım oldun/Şahidim sen değil
misin…/Munzurum(….) ”
Özür ama nasıl özür?
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın
Dersim’de yaşananlar için özür dilemesi, Dersim konusunda bir dönüm
noktası oldu. Belgeselin araştırmacısı
Kazım Gündoğan, Başbakan’ın özür
dilemesinin hem siyasi, hem de hukuki
bir karşılığının olduğunu anlatırken yönetmeni Nezahat Gündoğan ise özrün
yanında yapılması gerekenleri şöyle
sıralıyor: “Bu harekete neden olan tüm
politikaların deşifre edilmesi, arşivlerin açılması gerekiyor. Adı değiştirilen
Dersim’e adı iade edilmeli. Öldürülen,
haksız yere yargılanan, idam edilen
Dersim seyitlerinin mezarlarının belirlenmesi gerekiyor. Kayıp kızların
bulunması ve bunların ailelerine kavuşturulması lazım. Toplu mezarlar
var. Yerleri de belli. Bunlar açılmalı.
Anıtlar dikilmeli. Böyle yapılırsa bir
karşılığı olur ve gerçekten de bütün
toplum “Bu devletin, başbakanın politikası tutarlıdır” der. Bu suç tüm insanlığa karşı işlenmiştir. Her şeyden önce
Dersimlilerle yüzleşilmeli. Hem tarihe
ışık tutmaları, hem de kendi iç huzurlarını sağlamak açısından bu çok önemli.
İnsanlar konuşursa daha çok gerçekler
ortaya çıkar. Toplumda böyle bir talep
oluşmadıkça hükümetlerin de kendini
mecbur hissetmeyeceklerini düşünüyorum. İnsanların kendi kimlikleriyle
rahatça ifade etmelerini sağlamak gerekir. Hâlâ bizimle konuşmak istemeyenler, ulaşamadıklarımız, bulamadıklarımız var. 5 yıllık araştırma süreci oldu.
Yüzlerce çocuğun götürüldüğünü biliyoruz. Bunların açığa çıkabilmesi için
arşivlerin ortaya çıkması gerekiyor. En
önemli arşivse Genelkurmay’da.”
LALE FİLİZ
1938 yazında yaşanan ve Dersim’de
yıllardır fısıltı halinde konuşulanlar,
‘Dersim’in Kayıp Kızları’ belgeseliyle
yüksek sesle dile geldi. Belgeselin sonundaki çağrıya yanıt verenler sayesinde Urla’da Lale Filiz’e ulaşıldı.
FECİRE
Ağa kızı Fecire’nin ailesi gözünün
önünde katledildi. Ömrü 4 kardeşini
arayarak geçti.
BESİME
Besime, amcasının torunuyla birlikte 3.
Ordu Müfettişi Rauf Orbay’a verilmiş.
kızılbaş - sayfa 22 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel 00 49 (0) 177 502 88 53
Dersim tartışması büyüyor.
Başbakan Erdoğan’ın 4 belgeyle açtığı Dersim tartışması büyüyor. Kamuoyuna yansıyan yeni belgelerde
dudak uçuklatan ifadeler var.
Genelkurmay imzalı bir metinde
“Yakma, kadın ve çocukları toplama işlerinden evvel iyilikle silahını
vermesi anlatılmalı” deniliyor.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın
açıkladığı 4 belgeyle gündeme gelen
Dersim olaylarıyla ilgili inanılmaz
detaylar ortaya çıkıyor. Erdoğan’ın
da atıf yaptığı raporlarda Dersim
‘çıban’ olarak nitelendirilirken halk
Kürt, Kızılbaş, Ermeni diye sınıflandırılıyor. Muhalefet eden aşiret
köylerinin bombalanma planları yapılıyor. Jandarma Komutanlığı’nın
Dersim çıbanına operasyonun ‘farzı
ayn’ olduğu söylenerek “Dersimli
okşanmakla kazanılmaz. Müsellah
kuvvetin müdahalesi Dersimli’ye
daha çok tesir yapar ve ıslahın esasını teşkil eder” ifadesi dikkat çekiyor. İsmet İnönü’nün Özel Kalem
Müdürlüğü’nü de yapmış olan Necmettin Sahir Sılan’ın arşivi, Tarih
Vakfı’ndan çıkan bir dizi kitaba dönüştü. Eserler Dersim Harekatının
detaylarını içeriyor.
BAŞARININ KİTABI YAZILMIŞ!
Tunceli harekâtının sonunda bölgenin ‘aşiretlerden tamamen temizlendiği’ belirtiliyor. 14 bin kişinin öldürüldüğü bir operasyon için bizzat
Genelkurmay ve Jandarma methiye
ve ‘başarının’ nasıl geldiğini anlatan kitaplar basılıyor. 1946’da dönemin Genelkurmay Başkanı Kâzım
Orbay’ın harekâtından dersler alınması için bir kitap bastırıyor. Orbay,
Dersim’den aldığı tecrübeyle şunu
söylüyor: “Sıkıştırma, yakma, kadın ve çocukları toplama işlerinden
evvel iyilikle silahını vermesi anlatılmalı.”
T.C.Dahiliye Vekaleti JandarmaUmum Komutanlığı ‘55058’ sayı numaralı Dersim Raporu’nda çarpıcı
ifadeler kullanılıyor. ‘Gizli ve zata
mahsustur’ ibareli raporun ilk sayfasında ‘Kayıt altında yüz tane basılmıştır’ deniliyor. Raporun ilk bölümünde Dersim’in coğrafi, nüfus,
idari, mali, askerlik, maarif, sıhhi
vaziyeti ve aşiretler ele alınıyor.
İkinci kısım Dersim’in asayişsizlik
tarihçesi ile ıslahı esasları ve safhaları bölümlerini içeriyor. Lahikası
ile toplam 266 sayfadan oluşan raporda aşiretlerin dağılımı ve operasyonların yapılış şekli aktarılıyor.
ti başlığı altında kazalarda yaşayan
vatandaşların sayısı, milliyetleri ve
dinleri üzerinden bir sınıflandırma
yapılıyor. Vitali Genet’in Asya Türkiyesi adlı 1981 basımlı kitabı ile
Dersim Mutasarrıfı Arif Bey’in raporları karşılaştırılarak veriler şöyle yazılmış: “Vitaliye nazaran 2303
müslüman, 806 kürt, 4806 kızılbaş,
941 Geregoryan ve 44 protestan Ermeni ki cem’an 7915 müslüman, 985
Ermenidir. Arif Beye nazaran 5000
mektum olmak üzere Müslüman
8189 dur.”
Köyleri bombalayıp hayvanları
imha edelim
AŞİRET
EDİLMİŞ
4806 KIZILBAŞ, 985 ERMENİ
İlk bölümde Dersim’in nüfus vaziye-
Umum Müfettişi İbrahim Tali Bey’
in 1928 Temmuz’un da yaptığı ge-
DAĞILIMI
TESPİT
kızılbaş - sayfa 23 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel 00 49 (0) 177 502 88 53
zide gördükleri bir rapor haline getirilmiş. Tali Bey Dersim’de ‘Biz
Türküz’ diye bağıran bir kalabalıkla
karşılaştığını söyleyerek izlenimlerini Birinci Umum Müfettişliği’nin
1930 tarihli raporuna yansıtmış. Zayıf bir hareketin zararlı netice vereceğini savunan rapor, Dersim’in ıslahı adı altında şok öneriler içeriyor.
İlk öneri “Dersim ile dış bağlantıyı
keserek, taarruzlarına ve ticaretlerine mani olmak, aç kalacak halkı zamanla kendiliğinden ilticaya icbar.”
Ardından da yakalananları ‘Garba
atmak ve serpiştirmek’ mutlaka uygulanmalı deniliyor.207. sayfada ise
şu tedbirler sıralanıyor: “Elazizde
bir bomba teyyare filosu bulundurularak mühim vakalar yapan veya hukumetin tebliğatına muhalefet eden
aşiret köylerini müessir bir sarette
bombalamak, ziraat ve hayvanlarını
imha etmek ve rahatça ikametlerine
mani olmak.”
DERSİM OKŞANMAKLA KAZANILMAZ
Jandarma raporunda Dersim’in Büyük Erkanı Harbiye’ce (Genelkurmay Başkanlığı) yakından takip
edildiği belirtilerek dönemin Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi
Çakmak’a iletilen rapor dikkat çekiyor. İşte o şok ifadeler: “Dersimli
okşanmakla kazanılmaz. Müsellah
kuvvetin müdahalesi Dersimli’ye
daha çok tesir yapar ve ıslahın esasını teşkil eder.”
Bu kadar Kürt milli birliği bozar
Dersim harekâtını yöneten Korgeneral Abdullah Alptoğan, nüfus sayımında Kürt nüfusu çok çıkınca
derhal bir yazı ile yeni bir ıslah için
emir verilmesini istiyor. “Bunlar
soyca enasil Türktürler” diyenkomutan çobanlarıyla anlaşmak için
kullandıkları karışık bir dil yüzünden bunlara Kürtdemenin çok yanlış olacağını söylüyor. Milli Şef İnönü’nün dehalkın Türk olduğunu
söylediğine atıf yapan Alptoğan,
“Türkü haksız yere Kürt gösteren
ve memleket içinde birliğibozacak
olan bu cetvellerin ıslahına yüksek
emirlerinin verilmesini arz ve rica
ederim” diyor.
FAHİŞ BİR YANLIŞLIKTIR
Koçgiri ayaklanmasını bastıran
Merkez Ordusu Kurmay Başkanı Korgeneral Abdullah Alptoğan,
Dersim harekâtından önce 1936’da
Tunceli Valisi, Komutanı ve 4.
Umum Müfettişi olarak görevlendirildi. 1943’e kadarbu görevini sürdüren Alptoğan, harekât sonrasında
Kürt kaydı ile ilgili bir yazıyı döneminyetkililerini sunuyor. 1935 nüfus sayımında ‘ana lisan’ hanesinde
Kürtçe yazanların 1 milyon 480 bin
246 olarak yansıtılmasına karşı çıkan Alptoğan, “Bu rakam ve mefhum yanlıştır. Türklük için büyük
bir mahsur vücuda getirecek fahiş
biryanlışlıktır” yorumunu yapıyor.
KÜRT IRKININ BİR DAMGASI
YOK
6 Temmuz 1939’da 611 genel sayılı
bilgi notunu Yüksek Başvekalet’e
diyerek Genelkurmay, İçişleri ve ilgili kurumlara dagönderiyor. Nüfus
sayımındaana dilini Kürtçe olarak
ifade eden sayının yanlış olduğunu
savunarak şu yorumları yapıyor:
“Esasen Kürt denilen ırk için gözle
görülür bir damga da yoktur. Zaza
denilen Oğuz Türklerine bucetveller
Kürt derler; Kormançdenilen dağlılara bu cetveller Kürtderler. Mardin
ve Siirt taraflarında Arapçayı kötü
bir şekilde telaffuz edenlere Kürt
derler. Dersimliye Kürt derler. Bunlar konuşma bakımından birbirini
anlamazlar. Zaza ve Dersimlinin
çehreleri, boyları, endamları, gözleri pek güzel olanı çoktur. Daha şark
ve cenupta en çirkin simalı olanlar
da vardır.”
Çıban ameliyat edilmeli
Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey’in 2
Şubat 1926 tarihli raporunda Dersim’deki durum ve yapılması gerekenler anlatılıyor. Hamdi Bey, rapo-
runa “Seyit Rıza’nın bütün aşiretleri
ittifakına alması ve harekete şubatta
geçmeleri ihtimali hakkındaki keyfiyeti teyit ve tevsik kabi olamamıştır. Dersim gittikçe Kürtleşiyor,
mefkureleşiyor, tehlike büyüyor.
Dersim, hukumeti Cumhuriye için
bir çibandır. Bu çiban üzerinde kati
bir ameliye ihtimalatı elimeyi önlemek, selameti memleket namına
farzı ayindir” tespiti ile başlıyor.
TÜRKLEŞTİR, MEKTEP AÇMA
Yakın veya uzak bir günde patlayacağına kuvvetle kani bulunduğum
Dersim kıyamının atideki gibi önüne geçmek lazımdır” denilen raporda yapılması gerekenler maddeler
halinde sıralanıyor. İlk sırada ‘silah
toplamak’ var. Ancak Hamdi Bey
aşiretlerdeki silahları toplarken dikkat edilmesi gerektiğini şu sözlerle
anlatıyor: “En mühim esas sadakat
ve harekete iştirak ve hizmet tekliflerine katiyen itimat ve emniyet
etmemek, tebidatı umuma teşmil etmek. Hizmete şitap arzuları hiledir,
asılda birdirler.”
25 SENELİK ISLAHAT
Silahlar toplandıktan sonra aşiret
liderlerini uzak illere göndermeyi
öneren raporda ıslahatın 25 sene
sürmesi gerektiği belirtilerek, “Memur göndermek ve bunlara misyonerlik yaptırarak havali kürtlerini
Türkleştirmek. Bu müddet zarfında
mektep açmamak, ancak 25 sene
zarfında ahaliye Türklük ve his ve
terbiyesini verdikten sonra mektepler küşat etmek ve halkı okutmak.
Aksi halde kürtlük telkinatı muvaffak olur” deniliyor. Rapordan çıkartılacak netice de şöyle özetleniyor:
“Dersim Türkiye için cehalet, maişet darlığı, dahili ve harici tesvilat
ve kürtlük temayülatı ile bulaşmış,
tehlikeli bir çıbandır. Bu çıbanın
kati bir ameliyeye tabi tutulması lazımdır.”
Katliam ‘ders’ olmuş
Genelkurmay
Başkanlığı,
Tun-
kızılbaş - sayfa 24 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel 00 49 (0) 177 502 88 53
celi Harekâtı sonrasında 16 Mart
1946’da, ‘Doğu bölgesindeki geçmiş isyanlar ve alınan dersler’ başlıklı 22 sayfadan oluşan bir broşür
hazırlatmış. 15750 sayı numaralı yayın Ankara’da Genelkurmay
Basımevi’nde basılmış. O dönemde
‘hizmete mahsus ve gizli’ olarak
nitelendirilen çift hilal kodlu ve
‘ivedi’ yazılı kitabın ilk sayfasında dönemin Genelkurmay Başkanı
Orgeneral Kazım Orbay’ın talimatları yer alıyor. Orbay, kitabın basım
amacını ‘ordu subay ve eratını aydınlatmak, kıtaları eşkıya ve çete
muharebelerine hazırlamak’ olarak
açıklıyor.
Dersim bölgesinde yapılan silah
toplama ile ilgili şu ifadeler dikkat
çekiyor: “Sıkıştırma, yakma, kadın ve çocukları toplama işlerinden evvel iyilikle silahını vermesi
anlatılmalı.” Cumhuriyet devrinde
çıkan isyanlar, sebepleri, bölgeleri, isyan eden aşiretler bölümünde
harekâtların sebep ve sonuçları anlatılıyor. 1924’ten başlanarak 1937
ve 38’deki Tunceli İsyanları anlatılıyor. 1. Tunceli Harekâtı başlığı
altında 21/22 Mart: 22 Ekim 1937
tarihleri yer alıyor. İlk harekâtın gerekçesi şöyle açıklanıyor:
BÖLGE AŞİRETLERDEN
TEMİZLENDİ
“Tunceli bölgesine hükümetçe konulmak istenen karakolları bölge
halkı menfaatlerine uygun görmediklerinden
Kahmutla
Pah
arasındaki Darboğaz tahta köprüsünü yıktılar ve oradaki jandarmalarla müsademe ettiler.” 2. Tunceli harekâtının ise 1 Haziran ila 7
Ağustos 1938 tarihlerinde gerçekleştiği belirtiliyor. Amaç ise şöyle:
“Tunceli bölgesinin tamamen aşiretlerden temizlenmesi ve bölgedeki çapulculuk ve şekavete son verilmesi.” Krokilerle yapılan harekâtlar
hakkında daha detaylı bilgi verildiği belirtilerek sonuç kısmında şöyle
deniliyor: “Harekâtın sonunda bölge bu aşiretlerden tamamen temizlenmiştir.”
Şiir bile yazdırmışlar:
Destanı’ başlıklı 24 sayfadan oluşan
bir kitap hazırlattığı ortaya çıktı. 19
Nisan 1939 tarih ve 2550/60277 sayılı kitapçık Jandarma Genel Komutanlığı matbaasında basılmış.
Dağbek köyünden Ali Çavuş’un
Destanı denilen ilk şiirde, harekât
sonrası halka devletçilik empoze
edilmeye ve başta idam edilen Seyit
Rıza ve aşiret reisleri kötülenmeye
çalışılıyor.
İşte şiirde dikkat çeken bölümlerden bir kısım:
Saman çöpü gibi katıldık sele
Devlete asiydık,
Seyyide köle Kaç yüz sene geçti,
ne geçti ele
Geçti gayrı kafa tutma zamanı
Devlete bağlanın, durmayın gevşek Nemruda tokmaktır,
Devletin kadrini bilmeyen eşek
Eyyuba döşek Devletin kadrini
bilmeyen eşek
Jandarma Genel Komutanlığı’nın,
Dersim harekâtı sonrasında ‘Dersim
Girsin cehenneme yesin samanı
bugün
kızılbaş - sayfa 25 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel 00 49 (0) 177 502 88 53
Kimyasal silahların kısa tarihçesi...
Ay şe Hür
Resmî belgelere göre 13.806 ölü,
11.118 sürgünle sonuçlanan Dersim
Harekâtı’na son noktayı ordunun kullandığı zehirli gazın koyduğunu ilk
kez, 2008 yılında posta ile bana gönderilen bir ses kaydından öğrenmiş ve
16 Kasım2008 tarihli “1937-1938’de
Dersim’de neler oldu?” başlıklı yazımda sizlerle paylaşmıştım. Kayıtta
Süleyman Demirel hükümetlerinin
ünlü Dışişleri Bakanı İhsan Sabri
Çağlayangil’le emekli olduktan sonra, 1986’da yapılan bir röportajdan bir
bölüm vardı. Hatırlanacağı gibi Çağlayangil, 1937’de Malatya Emniyet
Müdürü olarak Seyit Rıza’nın hukuk
dışı yargılamasını örgütlemiş, Seyit
Rıza ve altı arkadaşının idamlarına
tanıklık etmişti. Röportajı yapan ise
o sırada hesap uzmanı olarak çalışan,
bugünün CHP Genel Başkanı Kemal
Kılıçdaroğlu idi. Çağlayangil’in özellikle şu son sözleri tüyler ürperticiydi: “Neticeyi söylüyorum. Bunlar mağaralara iltica etmişlerdi. Ordu zehirli
gaz kullandı. Mağaraların kapısının
içinden... Bunları fare gibi zehirledi.
Yediden yetmişe o Dersim Kürtlerini
kestiler. Kanlı bir hareket oldu. Dersim davası da bitti. Hükümet otoritesi de köye ve Dersim’e girdi. Dersim
böyle bitti...”
Resmî belgelere göre 13.806 ölü,
11.118 sürgünle sonuçlanan Dersim
Harekâtı’na son noktayı ordunun kullandığı zehirli gazın koyduğunu ilk
kez, 2008 yılında posta ile bana gönderilen bir ses kaydından öğrenmiş ve
16 Kasım2008 tarihli “1937-1938’de
Dersim’de neler oldu?” başlıklı yazımda sizlerle paylaşmıştım. Kayıtta
Süleyman Demirel hükümetlerinin
ünlü Dışişleri Bakanı İhsan Sabri
Çağlayangil’le emekli olduktan sonra, 1986’da yapılan bir röportajdan bir
bölüm vardı. Hatırlanacağı gibi Çağlayangil, 1937’de Malatya Emniyet
Müdürü olarak Seyit Rıza’nın hukuk
dışı yargılamasını örgütlemiş, Seyit
Rıza ve altı arkadaşının idamlarına
Silah ilk kez 674-678 yılları arasında
Bizans’ın başkenti Konstantinopolis’i
(bugün İstanbul) kuşatan Arap ordularına karşı kullanılmıştı. Rivayete
göre silahın yarattığı korku öylesine
büyük olmuştu ki, Araplar çekilmekle kalmamış Bizans’a 30 yıl süreyle
yılda üç bin altın ödemeyi kabul etmişlerdi.
tanıklık etmişti. Röportajı yapan ise
o sırada hesap uzmanı olarak çalışan,
bugünün CHP Genel Başkanı Kemal
Kılıçdaroğlu idi. Çağlayangil’in özellikle şu son sözleri tüyler ürperticiydi: “Neticeyi söylüyorum. Bunlar mağaralara iltica etmişlerdi. Ordu zehirli
gaz kullandı. Mağaraların kapısının
içinden... Bunları fare gibi zehirledi.
Yediden yetmişe o Dersim Kürtlerini
kestiler. Kanlı bir hareket oldu. Dersim davası da bitti. Hükümet otoritesi de köye ve Dersim’e girdi. Dersim
böyle bitti...”
Bu sözler o günlerde dikkati çekmemişti ama 2009 yılında CHP Genel
Sekreteri Onur Öymen’in “Dersim’de
analar ağlamadı mı?” vecizesi üzerine konu tekrar gündeme geldi,
Çağlayangil’in anlattıklarını doğrulayan tanıklar ortaya çıktı. Ama son
günlerde bazıları Çağlayangil’in itirafını ve Dersimlilerin tanıklıklarını geçersiz kılmak için “o günlerde
zehirli gaz mı vardı ki” gibi sorular
soruyorlar. Hem bu soruya cevap vermek için, hem de Van 4. Ağır Ceza
Mahkemesi’nin molotofkokteylini ve
havaifişeği terör silahı kabul ederek
iki sanığa 12 yıl 6’şar ay ceza vermesinin anlamı üzerine biraz düşünmeyi sağlamak için bu haftayı kimyasal
silahların tarihçesine ayırmaya karar
verdim.
İlk kimyasal silah
Tarihin en ünlü kimyasal silahı
Haçlılar’ın verdiği adla Rum Ateşi
(bizde Grejuva) denen gizemli silahtı.
Silaha ilişkin anlatımlar, Rum Ateşi’
nin çıkardığı sesin insanları büyük
bir paniğe sevkettiğini, değdiği yerde
taş taş üstünde bırakmadığını, suda
bile yanmaya devam ettiğini düşündürüyor. Kaynaklarda Rum Ateşi’nin
temel maddesi olarak pek çok maddenin adı veriliyor. En çok neft, sülfür
ve zift karışımı; zift, reçine, sülfür
karışımı, sülfür, zift, katran, günlük,
doğal gübre, reçine ve keten kıtığı karışımı, ya da pamuk kıtığına emdirilmiş neft ya da neftyağı ile damıtılmış
petrol karışımından sözediliyor. Rum
Ateşi’nin su üstünde bile yanmaya
devam etmesinin nedeni içindeki neft
yağı olmalı. Bazı kaynaklarda Rum
Ateşi ile birlikte canlı akreplerin ve
yılanların da düşman üzerine fırlatıldığı, ayrıca toz kireç de atılarak
düşmanın yoğun bir toz bulutu ile kör
edildiği ya da boğulduğu da kaydedilmiş.
Ana madde konusu henüz açıklığa
kavuşmadığı gibi, Rum Ateşi’nin
belli bir dereceye kadar ısıtıldıktan
sonra herhangi bir patlamaya neden
olmadan bir boru aracılığıyla çok
uzaklara püskürtülmesinde kullanılan düzeneğin de nasıl olduğu bilinmemekte. Çünkü Rum Ateşi’nin formülü yüzlerce yıl Bizans’ın en büyük
devlet sırrı olarak saklanmış. Silahın
dair nadir tasvirleri ise Madrid Milli
Kütüphanesi’nde saklanan Skilitzes
Yazması’ndaki bir kaç minyatür ile
Vatikan’da bulunan 11. yüzyıla ait bir
resimden ibaret.
1139’da Roma’da toplanan Lateran
Konsili’nde savaş sırasında bu öldü-
kızılbaş - sayfa 26 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel 00 49 (0) 177 502 88 53
rücü silahın kullanılması yasaklanmıştı ama 1191’de Araplar, III. Haçlı
Ordusu tarafından kuşatılan Akka
kalesini savunurken; 1249’da ise Nil
Deltasındaki Mansura şehrini kuşatan IX. Louis’nin komutasındaki
Fransız ordularına karşı savaşırken
Rum Ateşi’ni kullanmışlardı. Bu tarihten itibaren kaynaklarda Rum
Ateşi’ne rastlanmaz, çünkü yeni
yeni silahlar keşfedilmişti. Yine de
Bizanslı tarihçiler Mihael Dukas ve
Georgios Sfrantzes’e göre 6 Nisan-29
Mayıs 1453’te Konstantinopolis Osmanlılar tarafından kuşatıldığında da
meşhur silah kullanılmıştı.
Leonardo da Vinci’nin icadı
Sadece çok başarılı bir ressam değil, on parmağında on marifet olan,
16. yüzyılda yaşamış Leonardo da
Vinci’nin bile, kireçtaşı, arsenik, sülfür ve bakır pasından oluşan bir toz
karışımı düşmanı boğacak bir silah
olarak kullanmayı önerdiğini biliyoruz. 17. yüzyıldan itibaren kükürt,
donyağı, reçine, terebentin, güherçile
ve antimon karışımı yanıcı bir madde
kuşatmalarda kullanılmıştı. Bu madde yanmazsa bile çıkardığı dumanla
kitlesel boğulmalara neden oluyordu. 1672 yılında Münster Piskoposu,
‘güzelavratotu ile yapılmış boğucu
gazların’ kullanılmasını sağlamıştı.
Ancak bu silahlar öylesine yıldırıcı
olmuştu ki, 27 Ağustos 1675’te Fransızlar ve Almanlar Strasbourg Anlaşması ile bu ‘hain ve iğrenç’ zehirli
silahların kullanılmasını yasaklamışlardı. Yasağa rağmen basit boğucu
gazların kullanımına devam edildi.
Kaptan Mahan’ın itirazı
Örneğin 1854’te Kırım Savaşı sırasında Britanyalı bir kimyager, kakodil siyanür adlı iğrenç kokulu bir
maddenin Sivastopol kuşatması sırasında kullanılmasını önerdi. Öneri
Başbakan Lord Palmerstone tarafından beğenildiyse de, ilginçtir, Ordu
Donatım Bölümü, düşmanı zehirlemeyi ‘kötü bir âdet’ olarak niteledi
ve kabul etmedi. Kimyasal gazların
kullanımına karşı ilk ciddi tavır alış
1899’da Hague Konferansı’nda oldu.
Bu konferansta boğucu gazların kullanımına karşı alınan karara ret oyu
veren tek kişi Amerikan temsilcisi
Kaptan Alfred Thayer Mahan’dı. Mahan, “Amerikalıların yaratıcılığı yeni
silahların gelişmesine sıkıştırılmamalıdır” demişti.
Elbette, silah teknolojisi Mahan’ın dilediği yönde gelişti. 1899-1902 Boer
Savaşı’nda İngilizler pikrik asit dolu
mermiler kullandılar. 1907 tarihli La
Haye Konvansiyonu ile zehirli gazların kullanımı yasaklandığı halde Birinci Dünya Savaşı sırasında 124 bin
tondan fazla zehirli gaz kullanıldı.
Bu konuda öncü olan Almanlar 22
Nisan 1915’te Belçika’nın 22 Ypres
bölgesinde Fransız, Belçika, Cezayir
ve Kanada tümenlerine karşı 51 bin
ton klorin kullandılar ve beş bin askeri öldürdüler. Almanlar bu gazı Ruslara karşı da kullandılar. Fransızlar
da Almanlara karşı fosgene ve turpunite gazını kullandılar. Karşılıklı bu
saldırılarda 50 bin kişi öldü, bir milyondan fazla kişi ise zarar gördü.
Almanların içine sodyum hipoklorit
ve bikarbonata batırılmış yastıklar
yerleştirilmiş deri gaz maskelerini,
İngilizler güya geliştirdiler (ilk örneklerde sidiğe ve sodaya batırılmış
pamuklar kullanılmıştı) ama bu maskeler öyle ilkeldiler ki, ölümleri engellemek bir yana, hızlandırıyorlardı.
Almanlar maskeleri daha da etkisiz
kılmak için ‘at pisliği, sarımsak ve
elma kokulu’ yakıcı bir gaz olan hardal gazını icat ettiler. Bu gazı difenilkloroarsin adlı kusturucu bir gazla
birlikte kullanıyorlardı çünkü bu gaz
maskelerin çıkarılmasını sağlıyor,
böylece hardal gazının etkisi artıyordu!
Çanakkale’de gaz kullanıldı mı?
Peki, bizde sıklıkla iddia edildiği gibi
1915’te Çanakkale (Gelibolu) Savaşı
sırasında zehirli gaz kullanıldı mı?
İngiliz ve Rus kaynaklarında Türk
tarafının 26-27 Kasım 1915 tarihinde
zehirli gaz kullandığına dair iddialar
vardır. Yine iddiaya göre, Türk tarafı İngilizleri caydırmak için 50 kadar gayrımüslimi ‘rehine’ babından
cepheye götürmüştü. Türk tarafı ise
Churchill’in “Türkler insan bile değildir, gaz bombası atın” dediğini;
İngilizlerin de Türklere karşı zehirli gaz kullanmaya çalıştığını ancak
rüzgâr yüzünden başarılı olamadığını iddia ederler. Ancak bu güne dek,
ne Churchill’in böyle dediğine, ne de
iki tarafın da zehirli gaz kullandığına dair kanıt ortaya çıkmıştır. Bu
iddiaların, Osmanlı ordusunun Almanlardan alacakları zehirli gazları
kullanmaları ihtimaline karşı İngiliz
askerlerine dağıtılan gaz maskelerinden kaynaklanmış olması muhtemel.
Bu arada not edelim ki, İngiliz askerleri gaz maskelerini bazılarının iddia
ettiği gibi “Türkler temiz savaş yaparlar” diye düşündüklerinden değil,
Gelibolu’da gaz kullanılamayacağını
bildiklerinden takmamışlardır. Çünkü Gelibolu gibi cephelerin iç içe geçtiği ve rüzgârın tek bir yönü olmadığı
bir coğrafyada zehirli gaz kullanmak
aynı zamanda intihar anlamına da gelirdi.
Çanakkale’de zehirli gaz kullanmaya
fırsat bulamayan İngilizler 1920 temmuzunda işgalleri altındaki Irak’ın
Necef ve Kerbela şehirlerinde başlayan halk ayaklanması sırasında
uçakla zehirli gaz bombaları atma
mutluluğuna (!) erdiler. Sadece emperyalistler değil, 1921’de Bolşevikler devrime karşı çıkan Tambov köylülerinin ayaklanmasını bastırmak
için zehirli gaz kullanırken, İspanyol
ve Fransız kuvvetleri Fas’taki Berberî
ayaklanmasını bastırmak için hardal
gazı kullandılar. Bu iş o kadar benimsenmişti ki, 1923’te Almanya
ile SSCB, Volga Nehri civarındaki
Trotsk şehrinde ortak bir kimyasal
silah fabrikası kurmak için görüşmelere başladılar ama neyse ki sonunu
getiremediler.
Tabun, soman ve sarin
1925’te dünyanın 16 büyük devleti
savaşlarda kullanılacak silahları ve
savaşan taraflara yönelik muameleleri kurallara bağlayan Cenevre
kızılbaş - sayfa 27 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel 00 49 (0) 177 502 88 53
Protokolü’nü imzaladılar ama durum
değişmedi. (ABD protokolü ancak
1975’te imzaladı.) 1935’te Mussolini
İtalya’sı Etiyopya’da hardal gazıyla 150 binden fazla kişiyi öldürdü.
1934’ten itibaren ‘kimyasal silah birlikleri’ oluşturan Almanya, 1938’de
sinir gazı diye bilinen tabun, soman
ve sarini üretti ancak Müttefiklerin
elinde de benzer gazlar olduğunu sandığı için bunları kullanmaktan kaçındı. 1938’de Türk ordusu, Dersim’de
kendi halkına karşı zehirli gaz kullandı ve ‘Dersim müşkilesini bitirdi
(!)...
Literatüre “garibanların silahı” olarak geçen ve artık kullananların 12
yıl altı ay hapse mahkûm olabileceği molotofkokteyli, ilk kez 1939’da
Finlandiya’yı işgal eden Rus tanklarına karşı kullanıldı. Bir cam şişe
içine konan az miktarda sülfürik asit
ile benzin/parafin karışımının bir filtre ile yakılmasıyla faaliyete geçen
bu ilkel yangın bombasına Finliler,
Finlandiya’nın işgalinden sorumlu
gördükleri SSCB Dışişleri Bakanı
Molotof’un adını vererek Ruslarla
adeta dalga geçmişlerdi.
Zehirli gaz merakı Yeni Dünya’ya da
geçmişti. Nitekim 2 Aralık 1943’te
İtalya’nın Bari limanında Alman güçlerince batırılan Amerikan gemilerinde bol miktarda hardal gazı olduğu anlaşıldı. Aynı dönemde, Japonya,
Hindi Çin’de ve Mançurya’da bol bol
zehirli gaz kullanıyordu.
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından İngiltere, ABD ve Rusya, Almanlardan
geriye kalan sinir gazlarını yoğunlaştırarak kalıcı sinir gazları ürettiler.
İngilizlerin icadı V, ABD’lilerin icadı
VX, Rusların icadı ise VR-55 ve Goman adıyla anılacaktı. Bu devletler
müttefiklerini de bu nimetten mahrum
etmediler elbette. Mısır 1966-1967’de
Yemen iç savaşında; Libya 1969’da
Çad’da hardal gazı kullandı. Aynı yıl
ABD’nin Utah eyaletinde depodan
sızan VX gazı binlerce koyunu öldürdü. ABD 1963-1973’te Vietnam’da
“Kargaşaları Bastırma Gazları” dediği kusturucu, göz yaşartıcı, yanıcı kimyasalları ve 800-1200 derece
ısı veren korkunç napalm bombasını
kullandı. Vietnam, 1975-1981’de Laos
ve Kamboçya’da; Sovyetler Birliği
1979’dan sonra Afganistan’da; Irak
1984-1988’de İran’a karşı kimyasal
ve biyolojik silahlar kullandı. Mart
1988’de Saddam Hüseyin, VX, hardal
gazı ve sarin karışımını Halepçe’de
Kürtlere karşı kullandı. Bu saldırıda
altı bin kişi öldü, 65 bin kişi çeşitli
zararlar gördü. İran da aynı dönemde savunma amaçlı (!) kimyasal silah
üretimine başladı.
Tokyo Metrosu’na sarin
Günümüzde sadece devletler değil
terör örgütleri de kimyasal silahları çok seviyor. 1995 mart ayında
Tokyo Metrosu’na sarin atarak 12
kişinin ölümüne ve beş bin 700 kişinin hastanelik olmasına neden olan
Aum Shinrikyo örgütü Hinduizm
ve Budizm’den esinlenmiş, kıyamet
gününe inanan bir çeşit dinsel fanatikler topluluğuydu. Renksiz ve kokusuz olduğu için tesbit edilmesi son
derece güç olan sarin gazının üretimi ileri teknoloji gerektiriyordu ama
yıllık bir milyar dolardan fazla cirosu
olan ve üyelerini Japonya’nın seçkin
üniversite öğrencilerinden ve bilim
adamlarından derleyen örgüt için sarini üretmek zor olmamıştı.
Son olarak İsrail, 27 Aralık 2008’de
Gazze’ye yönelttiği “Dökme Kurşun
Operasyonu” sırasında fosfor gazı
kullandı. İsrail savunmasını “Fosfor
bombası, kimyasal silah olarak nitelendirilse de, askerî açık alanlarda
geceleri çatışma bölgesini aydınlatma
ya da çıkardığı yoğun dumanla karşı tarafın hedefini köreltme amacıyla
kullanılabiliyor, biz de öyle kullandık” diye yaptı.
ABD ve Rusya’nın stokları
1993 yılında 130 ülke, kimyasal
silahların yasaklanmasını öngö-
ren antlaşmaya imza attı, anlaşma
1997’de yürürlüğe girebildi. Bugün
Suriye’nin elinde bir miktar sarin olduğu, HAMAS’ın da sarin peşinde olduğuna dair ipuçları var. Ama bu tür
silahların ana deposu ABD ile Rusya.
ABD’nin elinde 36 bin ton kimyasal
gaz olduğu, sadece sinir gazı stoklarının dünya nüfusunun dört bin katını öldürecek miktarda olduğu söyleniyor. Rusya’nın elinde ise 270 ila
360 bin ton arasında fosgene, tabun,
sarin, soman, hardal ve hidrosiyanik
asit olduğu sanılıyor. Hâl böyleyken,
özünde çok haklı bir tepki olmakla
birlikte, İran’ın nükleer silah edinmesine bu ülkelerin karşı çıkması çifte
standardın daniskası oluyor.
Bu kısa özet sadece kimyasal silahların tarihçesine dair. Daha ateşli silahlar var, biyolojik silahlar var, nükleer
silahlar var... Şimdi bu tarihçeye bakınca, 1937-1938’de Dersim’de “devlet Kürtleri mağaralara doldurdu ve
fare gibi zehirledi” diye itirafta bulunan İhsan Sabri Çağlayangil’e ve
zehirli gazla yakınları öldürülmüş
Dersimlilere inanmamak mümkün
mü? Peki, molotofkokteylini veya havaifişeği 12 yıl altı ayla cezalandıran
bir mahkemenin, acaba 13.806 kişiyi
ateşli silahlarla, bombalarla, zehirli
gazlarla öldüren bir devlete ne kadar
ceza kesmesi adil olur?
Özet Kaynakça: Ayşe Hür, “Rum
Ateşi’nin Sırrı Neydi?”, Toplumsal
Tarih, S. 120, Aralık 2003, s. 50-53;
L. Szinicz, History of chemical and
biological warfare agents, Toxicology, Volume 214, Issue 3, 30 October
2005, s. 167-181; Richard Price, “A
genealogy of the chemical weapons
taboo”, International Organization,
Volume 49, Issue 01, December 1995,
s. 73-103; Yetkin İşcen, “Kimyasal silah, Çanakkale’de hiç kullanılmadı”,
Çanakkale 1915, Nisan 2010, s. 34-42.
[email protected]
Düzeltme: Alevi-Bektaşi Halk Kültürü Ve İnançlarının Eski
Anadolu Uygarlıklarındaki Kökenleri Başlıklı yazının kaynağı
8. sayıda verilmemiştir özürdileriz http://yolunezeli.com
kızılbaş - sayfa 28 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel 00 49 (0) 177 502 88 53
1915 Ermeni
1938 Dersim
Soykırımı
Av. Eren Keskin
[email protected]
İç Hukuk Tükendi,
AİHM Yolu Açıldı
Yargıtay Başsavcılığı, N.Ç. davasında Yargıtay kararına itiraz etmedi.
Suçun faillerinin "N.Ç'nin rızası
olduğu" gerekçesiyle ceza indiriminden faydalanması kesinleşmiş oldu.
Davaya AİHM yolu açıldı.
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı,
13 yaşında toplu tecavüze uğrayan
N.Ç.'nin bu işi "rızasıyla yaptığı"na
hükmeden Yargıtay kararına itiraz
etmedi.
N.Ç. davasında verilen kararın
ardından kamuoyunun beklentisinin
aksine Yargıtay Başsavcılığı'ndan itiraz gelmedi. Yargıtay Başsavcısı'nın
karara itiraz için 30 gün süresi vardı,
ancak bu süre dün itiraz yapılmadan
doldu. Bu, Yargıtay Başsavcılığı'nın
yerel mahkeme kararını onaylayan
Yargıtay kararını hukuka uygun
bulduğu anlamına geliyor.
Böylece ceza indirimi olmasa, yasaya
göre en az beşer yıl ceza alması gereken 26 failin cezaları 1 yıl 8 ay ile 5
yıl arasında kaldı.
Yargıtay 14. Ceza Dairesi, yerel
mahkemenin N.Ç.'nin "rızası olduğu"
gerekçesiyle suçun faillerine en alt sınırdan ceza veren kararını onamıştı.
Yargıtay kararı kamuoyunda büyük
tepkilere neden olmuştu.
Davanın seyri
N.Ç. davasında Mardin 1. Ağır
Ceza Mahkemesi suçu işleyenlere
alt sınırdan ceza vermesini, N.Ç'nin
"tecavüzlere karşı koymadığı için
rızası olduğu ve her şeyin farkında
olmasıyla" açıklamıştı.
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'nın
yerel mahkemenin kararının onanması yönünde mütalaa vermesinin
ardından, Yargıtay 14. Ceza Dairesi
de alınan kararı onamıştı.
Böylece Avrupa İnsan Hakları
Mah-kemesi'nde (AİHM) incelenme
aşamasında olan N.Ç.'nin davasında
AİHM'de yargılanma yolu açılmış
oldu. (YY) bianet - 25 kasım 2011
Geçtiğimiz günlerde, Başbakan
Erdoğan’ın için yaptığı özür konuşması çok tartışıldı.
Türkiye Cumhuriyeti devleti, kendinden önce gelen İttihat -Terakki Cemiyetinin gerçekleştirdiği 1915 Ermeni
Soykırımı nedeniyle özür dileyip ve
bu özrün hukuki gerekçelerini yerine
getirmedikçe, yapılan her “özür
konuşması” yalan kalacaktır.
ilgili özür dilerken tamamen CHP
lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nu köşeye
sıkıştırmayı hedeflemektedir.
Kılıçdaroğlu’nun ailesi de binlerce
Dersim’li gibi bu soykırımdan büyük
zararlar görmüş, acılar çekmiştir.
Biraz eskiye dönelim. Mustafa
Kemal’in içinden geldiği, aynı siyasal
görüşü paylaştığı ittihatçılarla olan
iktidar kavgasını hatırlayalım.
Fakat ne yazıktır ki yalana ve inkara
dayalı ‘resmi ideoloji’, mağduru
olan Kemal Kılıçdaoğlu’nu da teslim
almıştır.
Ve Erdoğan’ın yaptığı bu özür konuşmasının kesinlikle ittihatçı zihniyetle
olan, iktidar kavgasının bir ürünü
olduğunu düşünüyorum. Bu özür konuşması kesinlikle Erdoğan’ın gerçek
zihniyetini oluşturmuyor.
Erdoğan’ın Dersim Özrü’nden sonra,
Kılçdaroğlu’nun söylediği sözlere bakalım; “Bu ne büyük talihsizliktir ki,
bu ülkenin başbakanın zihin haritası,
Ermeni Diasporasının zihin haritasıyla aynıdır. Öyle gözü dönmüş
ki, bu başbakan yakın zamanda bu
millete Ermeni Soykırımı iddialarını
da dayatırsa şaşmayın…” Böyle diyor
Kemal Kılıçdaroğlu…
Tayyip Erdoğan, İttihatçı-militarist
zihniyetle aynı zihniyeti taşımaktadır.
Kırmızı çizgilerin hepsinde uzlaşmışlardır. İşte Erdoğan’ın 1915 Ermeni
soykırımı ile ilgili söylediklerini bir
kez daha hatırlayalım.
“Bir defa şunu baştan kesip atayım.
Böyle bir soykırımı asla kabul etmiyoruz. Bu tamamen yalandır. İnsanları bunu ispata davet ediyorum.”
Bunlar birebir Erdoğan’ın görüşleridir. Aynı soykırımı gerçekleştirenler
gibi, ve yine aynı Türk Genelkurmayı
gibi. Aralarında hiçbir fark yoktur.
Oysa bilirler mi ki, 1949 yılında soykırımı suç sayan tasarıyı hazırlarken,
hukukçu Lemkin, Ermeni soykırımından etkilenerek bu tasarıyı hazırlamıştır. Yani esas olarak soykırım
sözcüğünün ortaya çıkış nedenidir,
Ermeni soykırımı!
Dersim soykırımı ve Kürt halkına
yönelik diğer katliamlar, hep aynı
zihniyetin devamıdır. Ermeni soykırımına karşı çıkmadan Dersim soykırımına karşı çıkılamaz.
Tayyip Erdoğan, aslında Dersim ile
Ne kadar açıklı ve ne kadar ironik bir
durum.
Ermeni Soykırımı sırasında birçok
Dersim’li Kızılbaş Kürt aile, soykırım mağdurlarına yardım için
çabalamıştır. Kim bilir belki de
Kılıçdaroğlu’nun dedesi de onların
arasındaydı.
Ve çok fazla geçmeden 1915’den 23
yıl sonra aynı acı akıbeti kendileri
de yaşadılar. Soykırım yaşamış bir
ulusun bir üyesinin gerek kendisine
yönelik soykırımı gerekse Ermeni
ulusunun maruz kaldığı soykırımı
görmezden gelmesi ne kadar büyük
bir talihsizlik!
Aslında, Kılıçdaroğlu örneğinde,
çok açık bir gerçeğe şahit oluyoruz.
“Yalan bir resmi ideolojinin kıskacında kalmış, kimlik bunalımı yaşamış
insanlar!”
Keşke Kılıçdaroğlu, o çok eleştirdiği
Erimeni Diasporasından biraz birşeyler öğrenseydi!
Kaynak:
5 Aralık 2011, Sesonline.net
kızılbaş - sayfa 29 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel 00 49 (0) 177 502 88 53
Koçgiri/Dersim Katliamında
Atatürk baş komutandı
Enver ÇAMPINAR
Osmanllının dağılmasıyla birlikte,
Osmanlı topraklarının üzerinde bagımsızlık mücadelesini veren uluslar, tüm siyasi hazırlıklarını bitirmiş, yirmi“20“kadar ülke sayısına
ulaşarak, son yıllar da ise sayıları
27 ülkeye ulaştıkları bilinmektedir.
Doğuda ruslarla büyük sorunlar yaşanmaktaydi, Seyid Rıza, Koçgiri
den Aliser, ve diyer kürt bölgelerinde olduğu gibi yaşadığı toprakların
üzerinde, diyer uluslar gibi koruyup
kendi özerk veya bagımsız devletlerini kurmak amacında ve çabasında olmaları, çok normal ve olması
gereken bir mücadeleydi. Koçgiri/
Dersim bölgesinde ruslara karşı savaştıklar, dönemin hükümetleri tarafında takdir ve madalya verildigini tüm dünya bilmektedir.
Atatürk’ün olmadığı bir dönem,
cumhuriyetin isminin daha telafuz
edilmeyen bir tarih, her ulus topraklarının üzerinde kendini savunma pozisiyonunda olduğu bir dönem dir, tarih 1919 yılı başlanğıcı.
Atatürk Padişahın en yakını ve en
güvenilir subayı olduğu bir tarihdir
samsuna gelişi.
Atatürk Samsuna geliş nedeni
Atatürkün, Samsuna, gelmeden önce, Abdülhamid’in, yaveriydi ve en
güvendigi kişiydi. Karadeniz Pontus halkı, Topal Osman çetesinin
uygulamalarında rahatsız oldukları,
Padişah; Atatürk’ü buna bir çözüm
bulması adına Pontuslarin bölgesine
gönderi, İngiliz gemilerinin koruması altında.
Atatürk’ün Samsuna gelişini, Seyfullah Çiçek’in Topal Osman Ağa,
hatıralarını yazdığı kitabın, 39.
sayfasında başlayarak şunları yazmaktadır; Pontus bölgesinde, Giresunlu Osman Ağa (Topal Osman)
çetesinin, şidet harekatlarine giriştiklerine dair şikayet telgırafları çekilmektedir.
Padişah da, 9. Ordu Müfetişi sıfatıyla Mustafa Kamal Paşa’yı bu iş için
görevlendirir. Ermeni katliamına da
karışan Topal Osmana ve çetesinin
idam hükümlüsü olarak aranması ve
yakalanıp idam edilmesi. Karadeniz bölgesinde asayışın sağlanması
göreviyle samsuna, 15 mayıs 1919
da 18 arkadaşıyla köhne bir vapurla geldigini yazar. Gemide Mustafa
Kemal Paşa ve kurmayları 22, er
ve erbaş 25, müsavir ve katipler 8,
gemi personeli (Biri Göreleli serdümen Ali Oğlu basri) 21 kişi olmak
üzere toplam 76 kişi bulunuyordu.
Atatürkün Topal Osman Çetesiyle
iş birliği yapması, sonucu Padişah
M. Kemal’in yakalanması için emir
vermektedir. Ermeni katliamı, Pontus katliamını Topal Osman çetesinin de bizat katıldığının bilinmesine rağmen, M. Kemal’in bu vahşet
den rahatsız olmadığıni, yeni katliam görevlerini, Topal Osman çetesine vermeyi pilanlamış durumda, ve
düşüncede olduğu anlaşılmıştır.
Koçgiri Katliamını da, Topal Osman’a havale etigini bizat kendisi
açıklamıştır. Kemalist, alevilerin
atası böyle bir gelenekten geldigi,
halen bir çok AKM lerden atalarinin resimlerinin, asılı olduğu,
ibadet edildigi, CEM evlerin veya
ekdeki Yöetim Kurulu odalarında
asılı olduğunu hepimiz biliyoruz.
Bu hal ve yaklaşım, Celladına aşık
olan tarihdeki yazılan romanlara
benzetmek yerinde olacaktır. Halen
Bu konularin “Dersim katliamı Atatürk yaptırdı konusu“nun itiraf ve
kabullenilmesinden sonra, bu duruma çok ama çok üzülen kemalist
alevilerin olduğunu, bu yaklaşımı
asla kabul etmiyeceklerini duyuyorum ve bizat şahit olmuşum dur. Bu
yaklşım ırkçılık degilmidir?.
Yıllarca Dersim Katliamı ve diger
alevi katliamlarının CHP tarihiyle
başlayarak devletin yaptığını, delileriyle açıklamamıza, ve açıklanmasına rağmen, bizleri ayırımcılık
la atatürk düşmanlığıyla suçlandık.
Haydi efendiler şimdi nerdesiniz,
yalandır yalan söylediniz, iftiradır, Atatürk O dönemde yoktunun
haricinde neyi konuşacaklarından
önemlisi, kemalizmin altı oku, ideoloji olmadığı, ırkçılık politikasının
Alevi-Kızılbaş ve Kürtlerin katliamlarına kılıf bulma aracı olduğunu kabul edeceklermi?.
Atatürk, Topal Osman’i Koçgiri
Katliamina Görevlendirir!..
Koçgiri bölgesi ve Önderleri, Osmanlının dağılmasından, dolayı
kendi özerk yönetimini diyer ulsların olduğu gibi Koçgiri/Dersim
olmak üzere kendi bağımsızlıklarını kurmaları ve mücadele etmeleri,
dağılan ve başsız olan bölgenin Rus
egemenligine girme korkusu ve endişesi, Ermeni devletinin kurulması, gibi amaçlarının olduğu bir tarihi
dönemidir. Osmanlının Ruslara yenildigi bir dönem, Osmanlının doguda, kürt bölgesinde otoritesinin
olmadığı bir dönemin altının çizilmesi önemlidir.
kızılbaş - sayfa 30 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel 00 49 (0) 177 502 88 53
Koçgiri de halk cumhuriyete karşı
ayaklanmadığı, belirsizlik ortamı
ve dönemin otorite boşluğunun yasandığı, Anadolu bölge kongrelerin
dahi başlamdığı “Sivas, Erzurum
kongreleri“ konusunun bile olmadığı bir dönem dir.
Koçgiri katliamı, böylesi siyasi bir
muglaklığın yaşandığı, Atatürkün
halen Abdülhamid’in yaveri oldugu, ve en güvendiği kişi oldugu bir
dönem de samsuna gelirken koçgiri
olaylarında haberdardı, cumhuriyetin olmadığı bir dönem, osmanlının
fermanıyla görevli M. Kemal’in,
koçgiriyi Topal Osma’na havale
edecek fırsatın oluştuğunu fark etmişti.
Koçgiri/Dersim aşiret ve ileri gelenleri Nuri Dersimi, Aliser Efendi’ye
Atatürk’ün arazi ve madi olanaklar
sunması, ilk meclise atama milet
vekili görevini vereceklerini söylemesine ragmen, kabul edilmemiştir.
Gerekçesi böyle anlmak mümkündür“ bunun bir oyun oldugu, Abdül
hamide madik atan M. Kemale güvenmediklerini“ Osmanlı topraklarında tüm ulusların bağımsızlık
yolunda başarılı olmalarına karşın,
dersim bölgesinde özerk bir Kızılbaş inancına mensup, Kürt yönetiminin kurulması mücadelesinden
vaz geçilmsi, bu firsatı diger halkların olduğu gibi bizim en doğal hakımız olduğu sonucu çıkması, düşünülmesi gayet normal bir yaklaşım
dır. Atatürk de bu istemlere karşı,
Sivas kongresinde özerk bir kürt
yönetiminin kurulacağını, cumhuriyetin ilk meclisi kürt ve türklerden
olusacağını söylemiş, ve dönemin
kongre zabıtlarında “tutanaklarında“ mevcutdur.
Kongre tutanaklarına geçmesine
ragmen M. Kemale güvenilmeyecegi ortaya çıkmıştır, gelinen tarih sürecinde, haklı çıktıkları, ilk
meclise katılan ve destek veren tüm
dersimli ve koçgirililer ortada kaldırılmışlardır. Amasyada merkez
Ordusu kurulur. Komutanlığna „Sakallı lakabiyla anilan Nurettin Paşa
Getrilir.
Atatürk’ün Kurdugu 47. Alay Topal Osman’in emrinde Koçgiride
Koçgiri İsyanında başarısız kalan
Nurettin paşa, Atatürk’ün Albay
rütbesiyle ödüllendirdigi, Topal Osman’ı Giresun gönülü alayı olarak,
Topal Osman 11 Mart 1921 tarihinde 47.Alaya ait bir tabur asker ve
bir bandoyla yola çıkar. Egri bel
geçidinde iki metreyi bulan karları
yarmak, kendilerine yol acan 120
Rum gencini de önüne katar. Osman
ağanın hatıralarının yazıldığı Kitabın 129.sayfada Giresun Alayının
başarılarının devamında; Giresun
Alayı, Cengerli Bölgesi ile Pusans
köyünü asilerden temizler. İsyancılara yardım ve yataklık yapan
köyü yakarlar. Zara tarfında birliklerimiz de pazarcık köyünde direnen asileri öldürüp köyü yakarlar.
Hozat (Dersim) bölgesinden gelen
guruplar imha edilir. Ölü sayısı 700
ü bulmuştu. Alisir, Haydar, Naki,
ve Azaket beylerin evleri harebeye
çevrilir, yakılır.
Harakete devam eden Topal Osman
Alayı, Kızıl tepeden cetin bir çatışmadan sonra 150 asiyi daha temizleyerek yoluna devam eder. Koçgiri
katliamına adı verilen isyan. 17 Haziran 1921 tarihinde 32 kişi ile birlikte asilerden 500 kişi teslim olur.
Koçgiri böylelikle kadın kız ve hayvanlarının telef edilmelerine mütakip 60 bine yakın küçük ve büyük
baş hayvanlarını, karadeniz limanlarında gemilerle ganimet olarak
el konulup sahiplenildigi dönemin
arşivlerinde kayıtlı olup açılmayı
bekleye dursun, Koçgirililer olarak
celatlarımızın resimlerinin altında
atalarımızın katliamını resmi tarih,
bahnelerine göre analiz etmemiz
saglıklı bir ruh hali olmamakla birlikte endişe verici, ters turs olma
halidir.
Atatürk Topal Osman’i Muhafizı
olarak Çankayada muhafaza eder
Celal Bayar koçgiri bence hepisinden mühümdür. Yunanlılara nasıl
karşı tedbir alıyorsak, oradada aynı
sutetle teskilat yaptık. Giresunda
gelen Topal Osman çok yakın dostumdur, cahil bir adamdı büyük
gayretleri oldu. Topal Osmanın
1200 güvenili adamının, 1000 kişisi, orduya yunanlılara karşı verilmiştir. 200 kişisi de Atatürkün Muhafızı olarak çankaya da muhafiza
edilmiştir. “(Kurtul Altug,“ Celal
Bayar Anlatıyor: Kritik olayların
Perde Arkası“ Tercüman Gazetesi,
10 Ekim 1986).
Koçgiri Katliamı Dersim den ayrı
düşünülmesi yanlış bir yaklaşım
olacaktır. Atatürk Dersim Cografyasının bir parçası olan Koçgiri den
sonra Dersim’inde mutlaka çıbanı
sökülüp atılması zorunludur sözleri. Koçgiriden Kızılbaş Kürt önderlerin Seyid Rızayla aynı amac ve
düşünceleri taşıdığı, ilk meclis atama milet vekilikleri ret eden anlayış Seyid Rıza ninda onayladığı bir
gerçektir.
İttihat Terakki’nin iktidar olduğu
yıllar İttiat ve Terakki nin iktidar
oldugu yıllar içinde (1913-1918)
Anadolu’nun Türkleştirilmesi ve
Müslümanlaştırılması için yogun
bir nüfus ve iskan politikası uygulanır.
Arnavut, Arap, Boşnak, Çerkez,
Çingene, Kürt, Laz gibi Müslüman
unsurların kabile ve aşiret önderliginde koparılarak Anadolu’nun dört
tarafina yerleştirilmesi ve Türklük
potası altında eritilmesi arzulanır.
Müslüman olmayanların payına ise
katliam, tehcir, zorunlu mübadele
düşer. Bu günkü etnik karışımın
nedeni bu yıllarda hayata geçirilen
nüfus ve iskan politikalarıdır.
Bu politikalar, Osmanlının 3 milliyon kilometrelik toprak parçasının
1,1 milliyon kilometrekaresi yitirilir. Koçgiri ve Dersim’in Seyid Rıza
da dahil, Osmanlının bu yenilgi tarihleriyle birlikte kendi yurtlarının
elden gitmesine seyirci kalınmaması için tabiki önlemlerini almaları
gerekliydi. Ortada ne Aatürk’ün,
kuvai milliyesi nede kongrelerin
isminin geçmediği bir dönemdir bu
dönem.
kızılbaş - sayfa 31 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel 00 49 (0) 177 502 88 53
Koçgiri/Dersim katliami, Kemalist
düşüncelerin degerlendirmesi Koçgiri katliamını, Atatürke, Cumhuriyetine karşı gelerek, atatürkün
başka çaresinin kalmadığı, koçgiri
katliamına, kemalist düşüncelerin
kılıf uydurma çabalarının bir sonucudur. Bu yaklaşım tarihi olaylarla
çürütüldügü gercegi, özellikle Koçgir/Dersimlilerin bazı kesimerce,
kemalist düşünce ve resmi tarihin
ölçülerine göre biçilip hizaya gelen
kirli tarih savunucuların sözleridir.
1938 Dersim katliamının yapıldığı
döneme ait, belgelerin -arşivlerin
açılmayı bekleye dursun, gerçekleri Türkiye toplumundan, gizleyen
anlayışa AKP de ortak olacaktır.
Genel Kurmay Başkanlığı vurdum
duymaz yaklaşımı, ne zamana kadar sürdürecegi bilinmemektedir.
Ancak Alevi kurumları AABF nin
açıklamalarının dışında, toplumun
yıllardır, Dersim ve Koçgiri katliamını cidi bir şekilde, kimlerin döneminde yapıldığını biliyor ancak
ne hikmet ise seslendirmediler?.
Atatürk’ün bu olaylarla bir ilişkisinin olmadığı anlayışı aleviler arasında tartışıldığını hepimiz şahidiz.
1925 deki teke ve zaviye yasalarının
atatürk dönemi “tek adam dönemi”
alevilik ve tüm ritelerininin yasaklandığı, TC nin resmi devlet, dini
örgütlenmesi olan, Diyanet İşleri
Başkanlığı kurularak bugune kadar ki örgütlenmesinin tüm gücünü
CHP ve Atatürk’ün emirleri ve yasalarıyla çıkarıldığını, Pirimiz Bektaşi Veli- Dergahi da kapatıldığını,
hatırlatmamıza gerek yok sanırım.
1920-21, 1935-37-38 tarihlerini, M
Kemal’i ayrı tutuk?
AKM lerimizde, dünyada olup bitenleri konuşa biliriz, her partiyi
tartışa biliriz, dünyadaki zulümleri,
katliamları, hitler dönemini de konusabiliriz, ne hikmet ise Dersim
ve Koçgiri katliamlarını duymak
istemiyen kemalist alevilerin, hiçsevmedigi, negatif duydugu konularin en başında geldigini söylemek
sanırım abartılı olmayacaktır diye
düşünüyorum.
Böylelikle, Kürt sorunu, Dersim
katliamı gibi konular açılınca, 72
millete bir nazardan bakan yolumuzun bu çizgisi, dikate alınmamaşıyla birlikte, aleviligin kadim
tarihine uymamaktadır. Resmi tarih
savunucuları ve kemalistler, CHP
nin altı oku, tümüyle, at izi, ok izi,
kurt izini takip eden anlayışla aynı
çizgiye geldiklerini hatırlatılması
gerekmezmi?.
Katliamların gazetelerde degil, sohbet ortamında olsa dahi. Dersim
katliamını Atatürk’ün kararı ve bizat bilgisi dahilinde yapılmıştır, ve
CHP döneminde yapılmıştır, atatürk döneminde, yapılmıştır, 192021, 1937-38 den Koçgiri/Dersim de
aynı şekilde katliam yapacaklarının
pilanları yapılarak uyguladılar. Bu
konuları AKM lerden tartışamadık,
çareler aramadık, kemalizmin hizarında biçilip hizaya getirildigimiz
resmi tarih yalanlarıyla uyutulduk.
Aleviligin kadim tarihi, insanlık
tarihiyle başlayarak bu güne geldigini, kılıçtan keskin kıldan ince, rızalık şehri, musahiplik ”dört can bir
gömlek, yarin yanağından gayrisi
ortaktır sosiyal dayanışma, 72 millete bir bakan eşitçi anlayışımızın,
Bedretinlerin, Nesimlierin, Hallacı
Mansurun, İmam Hüeyin’in duruşlarını bilince çıkarılması yönünde
çalışmaların akademik düzeyde tartışılması gereklidir.
Alevi-Kızılbaşlar öz eleştiriyi yapmalıdır
Koçgiriden/Dersimden başlıyarak,
Sivas katliamına kadar ki, insanlık
dışı uygulamalra maruz kalan bir
yolun mensupları olarak, bunca yıldır demokratik siyasi bir çizgi bilincine ulaşamadığımızı, kemalizmin
türk islam ölçülerine göre, biçilip
hizaya getirildigimiz, lozan dönüşünde generaller cumhuriyetine dönüşen sistemin, bizlere bir artısını
(+sını) söyliyecek ve kanıtlıyacak
bir uygulaması, varmıdır, 26 yıl
CHP nin tek parti dönminde yaşadıgımız travmalar da çabası.
Son günlerden sistemin partileri,
alevilein acılrına çözüm bulma yerine başta CHP olmak üzere tarihiyle yüzleşmesi, AKP nin Gülen
hareketinin siyasi kanadı olarak
tehlikeli siyasi çıkışlarına karşı, salonlardan degil meydanlar dan ülkenin ezilen kesimlerle siyasi güc birligi, yapılması zorunldur. Kızılbaş
Alevi tarihi, kerbela katliamıyla eş
degerdir. Alevi kurumları, Özelikle
İnanç kurumu temsilcilerinin, Dersimden başlıyarak, Sivas katliamına
kadarki, Alevi Kızılbaş katliamlarının Kerbela yasımatem günlerinde deyinmeleri gerekir. Acılarımızı
gelecek kuşaklara anlatamadığımız
taktirde siyasi gurupların bizleri
düşünür gibi açıklamaları? Çözümlerden uzak yaklaşımlar olduğunu,
siyasi rant olarak kulanılmasına
izin vermiş olacağımızın kanıtı olacaktır.
Alevi – Kızılbaş inanc ritellerini,
sadece dindar toplum ölçülerine gö
re uygulandığı endişesini zaman zaman tartıştığımızı unutmamaliyız.
Alevi-Kızılbaş yolu, insan hak ve
özgürlüklerinin zulümle bastırıldığı, insanlık tarihi boyunca zalime karşı ser verip sır vermemiştir.
CEM evlerimizi ve kurumlarımızın, sadece Cenaze erkanı, Cem
hizmeti’ne indirgenmemesi zorunludur.
Alevi toplumu çizgisini, siyasi yapılanmadan yana ağırlığını koymak
zorundadır. Toplumların özgürlükleri, demokratik kuralarla salonlarda degil, kamuoya açık alanlara
dünya halklarına duyurulmasıyla
gerçekleşeceginin örneklerini görüyor ve biliyoruz. Alevi Kurum
çatı örgütleri, yeniden, Alevi-Kızılbaş duruşunu, kemalizmin CHP
si ölçülerine göre yıllardır bir birimizi hırpaladığımızı, kemalizmin
Demokrasiyle asla bagdaşmadığı,
yaşadığımız coğrafyanın siyasi yapılanmasına uyulmadığının bilince
çıkarılmasının zamanı gelmiştir ve
geçmektedir. ..................... 27,11,2011
kızılbaş - sayfa 32 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel 00 49 (0) 177 502 88 53
„Ulus-Devlet“
ve Soykırımlar
Ali Kanlı
Henüz 150 yılı bile bulmayan bir
sürece tekabül eder „Ulusdevlet“ler
(Milli Devlet) tarihi.
Türk Ulusdevleti Ümmetten Millete
geçişin en tipik modellerindendir.Yatay ve kesintisiz geçiş
İstanbul-Ankara.
Osmanlı´da Millet, Ümmeti Muhammed di ve diger milliyetlere Ecnebi
milletleri denirdi.
Türkleştirme İslam üzerinden gerçe
kleştirildiğinden;İslamlaştırılamaya
cak milletler aynı zamanda türkleştirilemeyecekti de.
Türk Ulusdevleti bu nedenle Ötekilerin tasfiyesi (Soykırımlar, sürgünler) üzerinden gerçekleştirildi.
Sırasıyla; Ermeni, Süryani, Pontus
Rumları, Koçgiri Kürt Kızılbaşları,
Ağrı ve Dersim olmak üzere
Müslümanlaştırılamayacak ve Müslümanlık üzerinden Türkleştirilemeyecek halkara uygulanan soykırımlar, sürgünler ve katliamlarla (Ki; bu
kırım ve katliamlara bir süreklilik de
kazandirilmiştır)
Türk Ulusdevletinin önü açılmış
oldu.
19.yy.sonu. 20 yy. başlarında Ermeni
Taşnak Partisi ve Kürt aydınlarıyla ortak örgütlenen İtihat ve Terakki güçlendiği oranda başta Ermeni
Elitleri olmak üzere bir temizlik(!)
hareketi başlatır. Kürt aydınlarının
bir kismı türkçülügü seçer ve hatta
bunlardan Ziya Gökalp gibileri en
saldırğan türkçülüge soyunurlar.
120 civarında Ermeni Aydınının
Deportasyonuyla (!) başlayan sürec
Ermeni Soykırımının startıdır aynı
zamanda.
1919 da Samsun´a gönderilen
Kemal´in görevi Pontus Rumlarına
yönelik Çerkez çetelerinin kırım ve
talanlarını durdurmaktı
Kemal, bu firsatı bir ganimet bilip;
Çerkez Beyleri´iyle işbirligi yaparak
Pontus´u kırımdan geçirir ve bir darbeyle Anadolu halk hareketinin başına geçer.
Devamla Teskilati Mahsusann tescilli Soykırımcılarına yaslanarak talan ve kırımlarını sürürür.
Ermeni, Süryani ve Rumlardan arındırılmış Anadolu´da Koçgiri (Kürt
Kızılbaşları) Ulusdevlete rıza göstermemkte, kurulacak bir devlette
azınlıkların hak ve özgürlüklerini
sağlama alma arzusunda, çabasındadır.
Bin yıldır Selçuklu ve Osmanlının
kırım ve talanlarına rağmen başegmemiş KOçGİRİ KIZILBAŞLARI
Bu talepleri red edilince; bir başkaldırı başlatır Aliser bey önderliginde
Ermeni Soykırımından tescilli Topal Osman (Kemal´in yaveri ve sağ
kolu) komutasına verilen iki kolordu
ile çullanır devlet Koçgirinin başına
…
Şark Seyehatinden dönen İsmet (İnönü) bir SARK ISLAHAT PLANI hazırlar 1923-1925
Dersimi kısmen yanına alarak Koçgiri Kızılbaşlarını da bertaraf eden
Kemal; Müslüman olup, Türkleşmek
istemeyen Kürtleri oturtmuştur hedef tahtasına ..
Okun sivri ucu Ağrı´ya yönelmiştir
artık. Zilan kan ağlar, kan akar…..
Dersim hala yan bakar….
Giderek özgüvenini pekiştiten Kemal; evlatlık edindigi Ermeni kızı
Sabiha (Gökcen) ya bombalatır Dersim´i.
O zamana kadar yaşanan kırımlara
seyirci kalan Dersim´in yardımına
koşacak kimse kalmamıştır...
kadınlar, çocuklar yaşlı genç ayırmaksızın süngülenir, zehirli gazlarla
boğdurulurlar.
Gelinen aşamada politik hesaplarla
da olsa (Dersim´i İslam içine çekme
manevraları) dilucuyla deginilmiş
olsada Dersim kırımına, diger yandan Kürt toprakları bombardıman
altında tutulmaya devam ediyor hala.
Ve daha da önemlisi Ermeni Soykırımı (Jenoside) inkar ediliyor ısrarla
Soykırımlarla dolaysız yüzleşmeksizin ve resmi tarih silbaştan yeniden
yazılmaksızın hiç bir özür (ki ortada
gerçek anlamda bir özür dileme yoktur) kapatamayacaktır kanamakta
olan İNSANLIK YARALARINI...
Türk Ulusdevlat tarihi bir SOYKIRIMLAR TARİHİDİR!..
Bu kan kokulu tarihi degiştirme şanşımız yok ama, hiç degilse tarihle
dolaysız yüzleşerek KIRIMLARA
ugratılmış halkların çocuklarının,
torunlarının acılarını bir nebze olsun
hafifletebiliriz .
Süryanilere
azınlık statüsü
talebi AB’ye taşınıyor
Brüksel - İsveç’te Hükümet ortağı “Hıristiyan Demokratlar”ın
milletvekili Robert Halef, Türkiye’de yaşayan Süryanilerin azın
lık statüsüne tabi tutulmalarını
talep etti. İsveç’te yaklaşık 100
bin Süryani’nin yaşadığını belirten Robert Halef, İsveç Parlamentosu’na verdiği önergede
Türkiye’de yaşayan Süryanilere
azınlık statüsü verilmesi için Avrupa Birliği nezdinde girişimde
bulunmasını istedi.
1900’lu yıların başlarında Türkiye’ de 2 milyondan fazla Süryani,
Ermeni, Rum ve Yahudi yaşadığı
belirtilen önergede, ‘’Birinci Dünya Savaşı yıllarında çoğu Süryani
öldürüldü, topraklarından sürüldü. Bugün sadece Türkiye’de 15
bin civarında Süryani kaldı’’ denildi.
Mardin’in Midyat ilçesindeki Mor
Gabriel Manastırı’na ait topraklara el konulduğu belirtilen önergede şu ifadeler yer aldı: “Bugün
Türkiye’de yaşayan Hıristiyan
ve Süryanilerin dillerini, kültürlerini korumaları ve dini inançlarını yerine getirmeleri güçtür.
İnançlarından ötürü baskı altında
tutuluyorlar. Hukuki bir temeli
olmamasına karşın Türk devleti
Hıristiyan azınlıkları tehdit ediyor ve mallarına el koyuyor. Bunun Bir örneği Mardin’in Midyat
ilçesinde bulunan ‘Mor Gabriel
Manastırı’dır. Mahkemenin toprakların Kiliseye ait olduğuna karar vermesine rağmen devlet hala
kilisenin topraklarına el koymaya
çalışıyor. Ayrıca Süryanilerin ana
dillerinde eğitim hakları da yok.”
Ermeni, Rus ve Yahudilere tanınan hakların Süryaniler için de
geçerli olması gerektiğini belirtilen önergede, İsveç Hükümeti’nin
konuyu Avrupa Birliği’nin gündemine taşımasını istedi.
ANF NEWS AGENCY
kızılbaş - sayfa 33 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel 00 49 (0) 177 502 88 53
gelin canlar bir olalım!
süleyman deprem
Binyıllardan buyana Alevilere yapılan zulüm, imha, inkar ve baskılar,
sadece sıradan din veya mezhep kavgası olarak ifade edilemez. Böyle bir
ifade özünde Alevilere haksızlıktır.
Siyasi inkarın başka bir boyutudur.
Aleviliğin tarihi İSLAM’ la değil,
İNSAN’ la başlar. Mezhep veya din
savaşları sömürü sistemi tarafından
değişik bölgelerde değişik zamanlarda ihtiyaç duyuldukça kışkırtılır. Ancak hiçbir din veya mezhep çatışması binyıllarca devam etmez. Sistem
kışkırtmadıkça hiçbir din veya mezhep mensupları birbirlerine kin duymaz düşmanlık beslemezler. Çünkü
inançlar bireylerin özgür ve özgün
inanç tercihleridir. Bunun toplumsal
bir durum kazanması ayrı bir şeydir.
Sömürü sistemi kendi varlığını sürdürebilmek için tüm sosyal-Kültürel
toplumsal yapıları birbirine düşman
etmek için özel yöntemler kullanır.
Alevilik veya Aleviler söz konusu
olduğunda durum çok farklıdır. Tarihi incelediğimizde Aleviliğin, özel
mülkiyetin ortaya çıkışıyla birlikte
ve özel mülkiyetin toplumlar üzerinde baskı aracı olmaya başlamasıyla
birlikte, Aleviliğin bir başkaldırı hareketi olarak başat bir şekilde ortaya çıktığını görebiliriz. Doğal(ilkel)
komünal toplumun sınıflı topluma
dönüşme süreciyle başlayan bir başkaldırı hareketidir. O dönem tüm toplumların yaşam biçiminde inanç ve
tapınma, önemli bir yer tutmaktadır.
Kimi doğal güçlere, kimi totemlere
kimi ise büyücülük gibi olağanüstü
güçlere tapınmakta idi. Değişik toplumlarda değişik inanç ritüelleri vardı. Bunların birçoğu hala günümüze
kadar varlığını sürdürmektedir. Semavi dinlerin ortaya çıkışı bu dönemden sonra başlamaktadır. O dönemde bile Alevilerin inancı, doğa ve
İnsan merkezli idi. Tüm inanç ritüellerini incelediğimizde, insan sevgisi,
ortak paylaşım ve doğanın bütünlüğü
kutsanmış, hayalcilik ve hurafeciliğe sapmamışlardır. Özellikle Tanrı
veya Allah deyimi yerine “HAK”
deyimi kullanılmıştır. Alevilerde
“HAK” deyimi, (Sevgi, Barış, Paylaşım, Doğa, Eşitlik) gibi tüm anlamlı
ve güzellik içeren kavramları içinde
barındırır. İnanç ritüelleri de bu bütünlüğü içerir. Örneğin SEMAH tamamen evrenin uyum içindeki döngüsünü, bu döngü içerisinde insanın
ve sevginin önemini çarpıcı bir şekilde vurgular. Burada, diğer din ve
inançlardaki olağan üstü, insanı ve
doğayı dışlayan, her şeyi korkuyla,
insanları Cennet-Cehennem ikilemiyle yüz yüze bırakan, hayali Sırat
köprüleri ve Katran kazanı korkusuyla kimseyi zapt u rapt altına alma
gayreti yoktur. Alevilerin Bu durumu, sömürü sistemlerinin işine gelmemektedir. Özellikle ilk çıkışında
tüm semavi din’lerin mazlumlar lehine ortaya çıkışlarına rağmen, ilerleyen süreç’de sömürü sistemlerinin
yedeğine düşmesine rağmen, Alevilik değerlerinden taviz vermemiştir.
İşte asırlardır sömürü sistemlerinin
her coğrafyada Alevilere zulüm-İmha- İnkar ve Asimilasyon uygulamalarının ve bu uygulamaların günümüze kadar süregelmesinin sebebini
burada aramak gerekir. Alevilik “ Ah
Hüseyin-Vah Hüseyin!” diye ağlayan
yas tutanların mağdur kültürü değildir. Başlı başına bir Zulme ve inkara
başkaldırı hareketidir. Bu isyan ve
başkaldırı tarihinin ve geleneğinin
temel taşlarını oluşturan ZENC isyanı, KARMATİ hareketi, İsmaili Hareketi,Hasan Sabbah,Hallacı
Mansur, Baba İlyas, Şeyh BedrettinBörklüce, Pir Sultan, Seyit Rıza ve
sayabileceğimiz daha birçok bir çok
hak ve adalet için başkaldırı örneği
mevcuttur. Bu başkaldırılar günümüze tüm devrim şehitlerinin şahsında
Deniz Gezmişle, Hüseyin İnanla,
İ.Kaypakkaya ile,Mazlum Doğanla
ve onurlu Kürt özgürlük mücadelesiyle devam etmektedir. Bunları gözden kaçırarak, Aleviliği sadece Din
temelli, mağdur ve zavallı bir topluluk olarak değerlendirmek sistemin
ekmeğine yağ sürmekten başka bir
şey değildir. Aleviliği bir dinin ya
da bir ulusal kimliğin veya bir coğrafi bölgenin sınırları içerisine hapsetmek Alevilere olduğu gibi küresel
anlamda verilen hak ve özgürlük mücadelelerine karşı haksızlıktır.
Günümüze kadar gelen süreç de Aleviler varlıklarını sürdürebilmek ve
zulüm ve baskılardan korunmak için
hemen her dönemde özel yaşamlarını
“sır”layarak ve dışarıya karşı “takkiye” yapmak zorunda kalmışlardır.
Hıristiyanlık döneminde, “en iyi Hıristiyan biziz” dedikleri gibi, İslam
döneminde de “İslam’ın özü biziz.!”
Demişlerdir. İşin kötü yanı; Asimilasyoncu Emevi- İslam yayılmacıları
bunu fırsat bilerek bu söylem üzerine Alevileri Sünnileştirmek için her
yola başvurmuşlardır. Vurmakta devam etmektedirler.
Bu takkiyeci’lik öyle bir hal almıştır
ki, günümüzde Türk İslam sentezinin baskısıyla birçok alevi “Asıl Türk
Biziz!” noktasına gelmiş ve Aleviliği
sadece Türklüğün ulusal kimliğine
hapsetme gayretindedirler. Bilimin
ve tarihin ışığında incelediğimizde
bunların hiçbirinin doğru olmadığını görebiliriz. Ancak okuyanların
ve araştıranların yok denecek kadar
(nüfusa oranla) az olduğu ülkemizde
ezbercilik ve yayılmacı sistem politikalarının etkisiyle böylelerin sayısı
oldukça fazladır. Bu durum devletin
işini kolaylaştırmaktadır.
Yukarıda belirtilen ayrıntıları göz
önüne aldığımız zaman, Alevilerin
günümüzde neden “devletten fazla
devletçi, Türk’ten fazla Türk’çü” ol-
kızılbaş - sayfa 34 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel 00 49 (0) 177 502 88 53
duklarını daha kolay anlarız. Aleviliği kendi yaşamsal ve felsefi kuralları ve temel ilkeleri ışığında değil
de, sistemin belirlediği çakma ilke ve
kurallar çerçevesinde, yani Aleviliği
; “İslam içi-İslam dışı”ya da“Aleviler
Türk mü- Kürt mü-Arap mı-Acem
mi” gibi hedef saptırıcı, yönlendirmelerin ışığında tartıştığımız sürece,
Asimilasyona ve yozlaşmaya hizmet
etmiş oluruz. Özellikle, “Cumhuriyet” döneminde yapılan inanç kırımı ve soykırımları göz ardı ederek,
dersim Kanunu’nu ve Katliamını yok
sayarak, bu kanunu çıkaranların resimlerini Cem evlerimizin baş köşesinde sergileyerek o katliamları kutsadığımızı gözden kaçırıyoruz. bu
toplumsal bir hafıza kaybı değilse,
toplumsal-Psikolojik bir sendrom’dan
başka bir şey değildir. Sorunu yok sayarsan sorun ortadan kalkmıyor. Bu
sendrom’un mutlaka tarih ve bilimin
ışığında sorgulanması bir zorunluluktur. Kendini inkar başka bir şeydir ve bireyseldir. Ancak tarihi inkar;
toplumsal ve bilimsel bir araştırma
konusudur. Önlem alınmazsa Daha
büyük tahribatlara yol açar.
Aleviler, Katilini kutsama sendromu
doğrultusunda yıllarca Statükonun
savunucusu CHP yi iktidara taşıdı.
Asimilasyon-böl parçala siyaseti sonucu sosyal ve siyasal birliğini kaybeden Aleviler, statükocu CHP tarafından bile önemli bir oy tabanı olma
özelliklerini kaybettiler. Son süreçte
CHP nin milliyetçiliğe yönelmesi ve
Alevilerden milletvekili adayı olarak
S.Akkiraz dışında tanınmış ve daha
önce hizmet vermiş isimleri aday
göstermemesinin sebebi de budur.
Artık CHP nin Alevilik veya aleviler diye bir sorunu yoktur. Onlar
AKP ile Statükoyu korumak konusunda milliyetçilik yarışındadırlar.
Kemal Kılıçdaroğlu’ nun, CHP nin
başına getirilmesinin Aleviliği veya
Alevilerle hiçbir ilgisi bulunmamaktadır. Bu tamamen ABD destekli ve
benzeri bir gelişen sol-Sosyalist dalganın engellenmesi amaçlı “küçük
Obama” modelidir. Ayniyle uygulanmıştır. Oysa K.Kılıçdaroğlu’nun
Aleviliği deşifre olmasaydı, nasıl ki
Deniz Baykal yıllarca kendine Alevi
diyenlere hayır demediyse, o da cami
ye gitmede beis görmeyecekti. Çünkü Statükocuların aidiyetleri yoktur.
Tek aidiyetleri kapitalizme kulluktur.
SON SİYASİ SÜREÇ
Son siyasi süreç kritik bir hal almıştır. AKP, ABD’nin BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) doğrultusunda ülkeyi
Emperyalizme peşkeş çekerken, bununla birlikte kendi şeriatını ve imamın ordusunu meşrulaştırmak adına
tüm demokratik talepleri ve söylemleri KCK şahsında yasa dışı göstermekte ve bu arada yaptığı tüm kanun
dışı uygulamalarını bu maskeyle
gizleme çabasındadır. Son 12 Eylül
faşist darbe yasası marifeti, kanun
hükmünde kararnamelerle yaşamı
iyice çekilmez hale getirmiştir. Yaptığı zamlara “Güncelleme” diyerek
halkla alay eden iktidar ve sözcüleri,
asıl zamlara daha başlamadıklarının,
yakın gelecekte daha büyük zamların yolda olduğu sinyalini vermişlerdir. Kürtlerin top yekün imha ile
karşı karşıya bulunduğu günümüzde,
Kürtleri bertaraf ettikten sonra, ikinci sırada sosyal ve toplumsal dinamik olarak Aleviler bulunmaktadır.
ALEVİLERİN DURUMU
Tarihi sürecinden bu yana, imha-inkar ve Asimilasyon politikaları sonucu Alevilerde müthiş bir kafa karışıklığı yaratılmıştır. Aleviler, Aleviliği
felsefesi ve ilkeleri üzerinden tarif
etmek yerine, Türk mü- Kürt mü, İslam içi mi-dışı mı, İnanç mı- Felsefe
mi biçiminde özünden saptıran konularla oldukça meşgul edilmekte, bu
doğrultuda bölünüp parçalanmalarına zemin yaratılmaktadır. Hal böyle
olunca, ortak örgütlenme ve ortak
muhalefet zemini kaymaktadır. Alevi- Hacı Bektaş- Pir sultan- Cem v.s.
isimler altında “örgütlenen”ler, ayrılıklarına birer gerekçe bulmak için
bu asimilasyon kültüründen medet
ummaktadırlar. Her kesimin kendi
“Dükkan”ını koruma gayreti ile, ortak Alevi –Kızılbaş İnisiyatifin yaratılması çabası es geçilmektedir. Bu
durum Yol örgütlenmesinin önünde
engel teşkil etmektedir.
Devlet ve iktidar, varlığını ve sürekliliğini, halkların, azınlıkların, işçi
ve Emekçilerin kısaca tüm eşitlik-
Demokrasi-Özgürlük talep edenlerin
sindirilmesine, etkisizleştirilmesine,
baş kaldıranın imhasına endekslemiştir. Bunun literatürdeki adı FAŞİZM dir. Artık hiçbir demokratik
uyarı yada talebe tahammülü yoktur.
En masum talepler dahi “teröristlik”
olarak nitelendirilmektedir. İmamın
ordusu halka ve işçi sınıfına karşı
güçlendirilmekte daha büyük imha
ve kıyımlar için, ABD den yeni silah
ve Helikopter alımı için görüşmeler
yapılmaktadır. Fetullahçı faşist yapılanma her alanda dayatılmaktadır.
ÇÖZÜM
Böylesi bir durumda, bu iktidardan
olumlu bir açılım ya da demokratik
bir uygulama, artık hayaldir. İş başa
düşmüştür. Yapılması gereken en güzel şey, tüm hak-Adalet ve özgürlük
talebi olanların ortak bir mücadele
ve müdahale zemininde ortak örgütlülük temelinde bir araya gelmesi ve
güçlerini birleştirmekten geçer.
HDK (Halkların Demokratik Kongresi) ortak siyasi-Ekonomik-Politik
mücadelenin ortak zemini olmaya
aday, son zamanların en olumlu yapılanmasıdır. Özellikle kendi kaderlerine terk edilen Alevilerin bu
durumu iyi bir fırsat olarak değerlendirmeleri kendi çıkarlarına olacaktır.
Kemalist Statükocu CHP nin Alevilere karşı ikiyüzlü politikası deşifre
olmuştur. Alevilere verecekleri ve
bundan sonrada verecekleri bir şey
yoktur kalmamıştır. Fetullahçı İmamın ordusunun zaten Alevilere bakışı bellidir. Bu noktada bir beklentiye
girmek tamamen siyasi körlük den
başka bir şey degildir. Artık Aleviler kendi başlarına bırakılmışlardır.
Ya da Aleviler bunun farkına yeni,
yeni varmaktadır. Dolayısıyla başta
Aleviler olmak üzere, tüm sistemden
ve iktidardan zarar görenlerin HDK
bünyesinde mücadelelerini örgütlemeleri ve top yekun mücadelenin
saflarını güçlendirmeleri herkes için
hayırlı olacaktır. Mücadelenin birliği
kendini dayatmaktadır.
DİRENİŞ CEPHESİNİ GÜÇLEN
DİRELİM
GELİN CANLAR BİR OLALIM
kızılbaş - sayfa 35 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel 00 49 (0) 177 502 88 53
Emir Bedirhan’ın
Cizre-Bothan Direnişini Doğru Okumak -3
Sait Çet i noğlu
Şayet, bugüne kadar Saray, Kürtleri
destekliyorsa, bu onları, Ana­dolu'daki
Hıristiyan unsurlara karşı kullanmak
istediğindendir, fakat, Ermeniler katledildiği taktirde, Kürtler Türkiye Hükümeti neznindeki önemlerini kaybedeceklerdir
Kürt Hareketi içerisinde Emir Bedirhan Bey bir mittir ve Bedirhani ailesine
karşı da büyük bir bağlılık vardır.[1] Bu
yazı da bir anlamda Ahmet Kardam’ım
Bedirhan incelemesinden hareketle
Bedirhani hareketinin hak ettiği yere
oturtulması yönünde bir deneme çalışmasıdır.
Burada unutulmaması gereken bir
nokta daha vardır ki Kürtlerin dinsel
duygularının güçlü oluşu ve İslam halifesine olan bağlılıkları. Bu bağlılık
bir anlamda farkındalık duygusu gelişmeye başlayan ve gelişen Kürt kökenli
önderlerinin direnişlerine sinmiştir.
Halifeye boyun kıldan ince ve eğridir[2]. Halifenin askerlerine dolayısıyla
Halifeye el kaldıramaz[3], yönünü başka yere çevirerek güçlerini başka yerde
denerler. Bu yönelme Bedirhan Bey’de
Nasturiler olurken, Şeyh Ubeydullah
hareketinde ise İran’a doğru olur. Bu
bakımdan da Osmanlı tarafından bir
isyan olarak görülmez bir asayiş ihlali
olarak algılanırlar. Aşağıdaki metinlerde de görüleceği gibi fesad olarak tanımlanır.
Kaldı ki Bedirhan Bey son ana kadar
ortalıkta görülmez diğer Kürt reislerini
öne sürer. Kendisi bir anlamda arabulucuk ile elini da güçlendireceği kanısındadır. Kardam, kitabında buna dair
bir çok örnek vermiştir. Biz burada birine dikkat çekmek isteriz. Yukarıdaki
yargımız 29 Haziran 1845 tarihli Seyid
Bekir Sami’nin Sadarete yazdığı raporunda belirgindir:
“… Bende maslahat gereği Cizre Kaymakamı Bedirhan Bey ile tanışma fırsatı bulmuştum. Çıkan bu isyanda[4]
fazla sürdüremeyeceklerini ve dolayısıyla herhangi bir cebir kullanmaya da
ihtiyaç yok, diye ümit ediyorum.”[5]
Bedirhan Bey’in de katkısının olabileceğini düşündüğüm için mühürdarım
olan Tosun Ağa’yı Bedirhan Bey’e göndermiştim. Şimdi Bedirhan Bey ve mühürdarım olan Tosun Ağa’dan gelen yazılardan anlaşılıyor ki Bedirhan Bey’in
bu isyandan asla haberi yok. Çünkü
Bedirhan Bey yemin billah ederek bundan haberinin olmadığını ve bu isyanın
bertaraf edilmesi için elinden gelen bütün gayreti göstereceğine söz veriyor.
Diğer Kürt beylerinin bu isyana destek
olmamaları için özel bir adamını yollayarak kendilerine gerekli telkinlerde
bulunmuştur.
Bedirhan Bey kendisine bir taltifname
gönderilmesini talep etmektedir. Her
ne kadar kendisinin sözlerine itimat
etmek doğru değil ise de bu şartlarda
kendisinden gerekli yardımı sağlamak
amacıyla, tarafımdan bir taltifname
gönderilmiş ve kendisine İstanbul’dan
ödüllendirileceği sözü verilmiştir…
Bedirhan Bey de Padişahın rızasına
uygun olarak bu yöredeki Kürt beylerinden Han Mahmud, Han Abdal ve
Hakkari Bey’i Nasrullah Bey’i halktan
gerekli desteği almamaları için gereken
desteği vereceğine söz verdiğine göre
bu işi halletmek daha kolay olacaktır.
Bu durumda Bahri Paşa Van’a ulaştığında konuyu Bayezit Kaymakamı
Behlül Paşa ile müzakere ederek Van
halkının yazılı ve sözlü tehdit ve gözdağı verilerek uyarıldıkları zaman ve
adı geçen Kürt Beylerinden de destek
alamadıkları takdirde bu isyanı daha
Yukarıda ki alıntıda ortaya konulan
zihniyet bütün bir dönem boyunca cereyan eden Kürt Beylerinin direnişlerinin belirgin ve ortak karakteri olarak
önümüze çıkmaktadır. Görüldüğü gibi
Osmanlının endişesi yoktur. Güç kullanılmasına da gerek kalmayacağını ümit
ettiğinin altı çizilmektedir. Nitekim
Paşa haklı çıkacak kendisine karşıt
güçleri birbirleriyle karşı karşıya getirip birbirine kırdırarak etkisizleştirmesi kolay olacaktır.
Üstelik Bedirhan Bey’in direniş yılları Osmanlının bölgede en dağınık
ve güçsüz olduğu, yenilgilerden yeni
çıktığı yani belini henüz doğrultamadığı döneme denk gelmektedir. 1829’da
Rusya’ya karşı hezimete uğramasının
ardından, Mısır Ordularının Toros’ları
aşarak Anadolu içlerine ilerlemesini
Osmanlı ancak Büyük güçlerin yardımı ile durdurabilmişse de Mısır tehlikesini tam savuşturamamış, 1839’da da
Nizip savaşında Mısır Güçlerini komuta eden İbrahim Paşa’nın ordusuna karşı ağır bir yenilgi almıştır. Bu son yenilgi ile Kürdistan’a karşı girdiği fetih
hareketi kesintiye uğramış, Bedirhan
Bey Osmanlının bu şaşkın anında bir
güç denemesinde bulunmasına rağmen
başaramamış teslim olarak sürgüne
yollanmıştır.
Bütün bu savaşın Tarihi Ermenistan
topraklarında geçtiği unutulmamalıdır.
Ancak Ermenistan’daki yıkımın boyutları ayrı bir yazının konusu olması
dolayısıyla burada değinmekle yetiniyoruz.
Batıda ilerlemesi duran ve fetih olanakları ortadan kalkan Osmanlı için 300
yıldır egemenliği altındaki toprakları
yeniden düzene sokmak hayati bir sorundur: “Osmanlı, Kürdistan'ın kendi
sınırları içindeki bölümünün tamamını
kızılbaş - sayfa 36 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel 00 49 (0) 177 502 88 53
kendi egemenlik alanı ola­rak görmekte
ve yönetimi merkezileştirme politikasının bir uzantı­sı olarak, orada 300 küsur yılı aşkın süredir şöyle ya da böyle
süregiden özerk ve yarı özerk beylik
düzenine son vermesi gerek­tiğini düşünmektedir. Bir başka deyişle, sorun,
Rumeli veya Ana­dolu topraklarının
herhangi bir bölgesindeki şu veya bu
ayanın veya ayan ailesinin varlığına
son verip o bölgede Osmanlı otorite­
sinin yeniden kurulması değil, kendilerini askerleriyle ve beylikle­r inin
hanedan aileleriyle özdeşleştirmiş bir
halkın varlık koşullarının yok edilmesi, Kürdistan'ın tümüyle ve kesin olarak
Osmanlı devletinin hâkimiyeti altına
sokulması, yani Kürdistan coğrafyası­
nın o bölümünün fethedilmesi sorunudur.” (s 71)
“Reşid Mehmed Paşa'nın 1835 baharında Garzan'daki Ezidilere saldırısıyla
başlayan ve ancak 12 yıl sonra, 1847
temmuzunda Bedirhan Bey'in teslim
olmasıyla nihai hedefine ulaşabilen
Kürdis­t an'ın fethi iki aşamada tamamlanır. Birinci aşama, 1835'te başlayıp 24
Haziran 1839'daki Nizip savaşı ile son
bulur. Osmanlı'nın Mısır valisi Mehmed Ali Paşa ordusu karşısında Nizip'te
uğradığı hezimet onu 1839 yazından
Kasım 1846'ya kadar, fetih harekâtına
yedi yıl süreyle ara vermek zorunda
bırakır. Tanzimat Fermanı'nın (1839)
mimarı Mustafa Reşid Paşa'nın sadrazam olmasıyla fetih harekâtının ikinci
aşaması Eylül 1846'da bu kez Bedirhan
Bey'e karşı başlatılır ve 1847 temmuzunda tamamlanır. Böylece, Osmanlı
Kürdistan'ındaki beylik düzenine geri
dönülmemek üzere kesin olarak son
verilir ve Kürdistan bir Osmanlı eyaleti haline getirilir.” (s 71-72) Osmanlı,
Kürdistan’a yani Tarihi Ermenistan’a
askeri gücünü bir kez daha kabul ettirmiştir. Ancak Osmanlı’nın Bölgeye
ikinci gelişi ilkinden biraz daha farklı
ve sistematiktir. Her ne kadar Osmanlı- Kürt ittifakı Sünni bir temelde yeşerdi ise de 1826 da Yeniçeri Ocağının
kanlı tasfiyesinden sonra Devletin yeni
karakteri daha resmi bir Sünni temelde şekillenecektir. Bu özellikle Hamid
döneminde daha da görünür bir karakter alacak, Hamid ile Kürtler arasında
Hamidiye Alayları ile birlikte yeni bir
antlaşma ile tarihi Ermenistan’ın fethi
yeniden gündeme gelecektir. Osmanlının bu kez daha sistemli hareket etmektedir.
Bedirhan Beyin yükselişine bakarsak kısaca bir tedip hareketi sonunda
Cizre’ye mütesellim olarak tayin edilerek, güçleri Osmanlı ordusuna yedeklenmesiyle başlar:
“Hafız Mehmed Paşa 1837 yazında,
Sincar Ezidilerine karşı ke­sin olarak
boyun eğdirme amaçlı bir sefer düzenlerken, komutası altındaki Kürd Mehmed Hamdi Paşa'yı da Cizre üzerine
yürüyüp dağlara çekilmiş olan Bedirhan Bey'in direnişine son vermekle gö­
revlendirir. Osmanlı ordusuyla baş edemeyeceğini anlamış olan Bedirhan Bey
direnmeyip itaat etmeyi tercih eder ve,
daha sonra, Hafız Mehmed Paşa tarafından Cizre-Bohtan beyliğine mütesellim (yönetici) atanır.”[6]Mütesellimlik yanında Bedirhan Bey’e binbaşılık
rütbesi de verilecektir. Ayrıca Dersaadetten, bir şeref madalyası ve bir miralay kılıcı ile de ödüllendirilecektir.
Osmanlı ordusuna yedeklenen Bedirhan güçleri Kürdistan’daki yeni fetih
ve tepelemelerin aygıtına dönüşmüştür. Önceki bölümde de örneklediğimiz
gibi Bedirhan güçleri fethin bir parçasıdır. “Sincar Ezidilerinin direnişini çok
kanlı biçimde bastıran Hafız Mehmed
Paşa çoğunluğunu yine onların oluşturduğu Tılefer'i de çok kan dökerek zapteder ve Mayıs 1838'de Hacı Behram
miri Said Bey'in elindeki Gurkel kalesini Bedirhan Bey'in yardımıyla düşü­
rür. Hemen ardından, Haziran-Temmuz
1838'de, Garzan bölge­sindeki Ezidileri
kanlı bir saldırıyla zapturapt altına alır.
Bu askeri operasyonların bir amacı da,
Mısır valisi Mehmed Ali Paşa'yla ya­
pılacak nihai hesaplaşma sırasında ortaya çıkabilecek olası Kürt direnişlerine imkân vermemektir.” (s 74)
Kardam, Osmanlının Kürdistan üzerindeki seferinin bu kanlı eylemlere başarıya ulaştığını bu kazanımlarının Nizip bozgunu ile sıfıra indirgenmediğini
kaydeder. Osmanlı Kürdistan’a girmiş,
yerleşmiş ve yeni düzenini oluşturmuştur. “1835'te Reşid Mehmed Paşa'nm
komutasında başlayıp, onun ölü­münden
sonra 1838'e kadar Hafız Mehmed Paşa
eliyle sürdürülen Kürdistan seferi sonucunda, Osmanlı ordusu Kürdistan'ın
o güne kadar hiçbir ordunun giremediği bölgelerine girmiş olur. Başta So­ran
beyliği olmak üzere, büyüklü küçüklü
çok sayıda Kürt beyli­ğinin varlıklarına son verilir. Yine, büyüklü küçüklü
birçok Kürt beyliğinin 16. yüzyıldan
beri devam edegelen, veraset yoluyla
yö­netilen "hükümet sancağı" statüsüne son verilir. Beyliklerin yöne­t imleri
yine çoğunlukla yönetici sülaleden birine verilmekle birlik­te, bu beyler Osmanlının atadığı "mütesellim" statüsüne indirge­n ir.” (s 75)
Osmanlı artık Kürt Beylerine karşı
operasyonları diğer Kürt Beylerine
yaptırmaktadır. Nitekim Nizip Savaşı
öncesindeki son Askeri harekata ordu
katılmaz Müküs Beyi Han Mahmud’a
karşı yapılan askeri harekat Bedirhan,
Mir Sevdin ve Hakkari Beyi Nurullah
eliyle yapıtırılır.
Kürdistan’da artık hiçbir şey eskisi
gibi değildir. Nizip bozgunu Osmanlıyı
sarsmış olsa da Kürdistan’da kurduğu
yeni düzeni pek fazla etkilemiş olduğu
söylenemez. Bu Bedirhan Bey’in direniş sürecinde de açıkça görülmektedir.
Bedirhan Bey sürekli alttan almakta zaman kazanmaya çalışmakta ve
öne diğer Kürt beylerini sürmektedir.
Bunun yanında Osmanlının yenilgisi “Osmanlı devletinin isyan eden bir
vali (Mehmed Ali Paşa) karşısında ne
kadar güçsüz olduğunu, bir valisinin
isyanı karşısında bile, toprak bütünlüğünü sağlamak için yabancı devletlerin yardımına muhtaç olduğunu tüm
Kürdistan'a gösterir.Nizip yenilgisinin
özellikle Cizre-Bohtan beyi Bedirhan
için ce­saretlendirici, ufuk açıcı sonuçları olduğu anlaşılıyor. ( s 76)
Bedirhan Bey Osmanlının sendelediği
bu ortamda fırsatları lehine çevirme
yollarına başvurarak ittifaklar tesis
etmeye başlar: “Osmanlının Nizip
bozgunuyla birlikte Bedirhan Bey'in
yükselişi de başlar. Ni­zip yenilgisinin
ardından, Hafız Mehmed Paşa ile kurduğu diplo­matik ilişkilerin kendisine
kazandırdığı güçle, … (s 76)Diğer Kürt
beyleri ile kurduğu ittifaklar saye­sinde,
Bedirhan Bey kısa zamanda diğerlerinin arasından sıyrılarak, Kürdistan'ın
en güçlü beyi ha­line gelir. Bu ittifaklar ayrıca Bedirhan bey çevresinde bir
koruma kalkanı olarak kullanıldığını
da söyleyebiliriz. Ayrıca Bedirhan Bey
bölgedeki her güç gibi Devleti arkasına
alarak güçlenmektedir. Devletle olduğu
zaman güçlüdür. Bu aynı zamanda Samir Amin’in de dediği gibi kapitalizm
öncesi haraççı toplumların karakteridir
de. Devletle olduğun zaman her şey,
kızılbaş - sayfa 37 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel 00 49 (0) 177 502 88 53
devletle ayrı düştüğün zaman hiçbir
şey!
Nizip Yenilgisi kendisine bir fırsat tanımasıyla birlikte, Bedirhan’ın Osmanlı
tarafından güçlendirilmiş olduğunu da
söylemek mümkündür; 1838 sonu veya
1839 başında Osmanlı tüm ça­basını
Nizip savaşı hazırlıkları üzerinde yoğunlaştırdığında, “hem asker toplamaya imkân tanıması ve hem de cephe gerisinde sorun yaşanmaması için,
1835'ten beri yürütülegelmiş operasyonlarla sindirilmiş Kürt beyliklerinin,
Osmanlı desteği ile güçlendirilmiş ve
daha da güç­lendirilecek olan Bedirhan
Bey aracılığıyla kontrol altında tutul­
ması önemliydi… Kürdistan'dan olabildiğince çok sayı­d a Kürdün ordu için
seferber edilebilmesi yaşamsal önem
taşı­maktaydı. Osmanlı ordusunun çok
önemli bir kısmını Kürdis­t an'dan toplanacak başıbozuk askerler oluşturacaktı. O nedenle, Diyarbekir eyaleti redif
alayları miralayı Bedirhan Bey'i hoş
tut­mak önemliydi.” (s 76) Ancak bu
geçici bir durumdur. Bedirhan Bey bu
geçici durumu kalıcı sanarak güç denemesinde bulunmuştur.
Nizip savaşı sonrasında Osmanlı bölgede kontrolünü geçici olarak kaybettiğinde bölge geçici olarak Bedirhan
Bey’e kalmış olur. Kardam bu durumu
şöyle özetler: Sadrazam Mustafa Reşit
Paşa’nın, padişaha sunduğu 26 Tem­
muz 1847 tarihli tezkeresinde, her ne
kadar devletin elinde gibi gö­r ünüyorsa
da, aslında “birtakım zalim ve serkeşlerin” [siz bunu Bedirhan Bey ve müttefikleri olarak okuyun] elinde olan bir
“Kürdistan”dan söz edilmektedir. (s
110)
Kardam’ın Bedirhan Bey’in Osmanlı
ilişkileri ile ilgili Bedirhan tarifi direnişinin niteliğini açıklar mahiyette olduğu kadar Durduğu yeri de özetler :1847
haziranında Cizre’ye saldıran Anadolu
Ordusu müşiri Osman Paşa’nın birlikleriyle savaşması dışında, o tarihe kadar Osmanlıya ait hiçbir kale­ye ve yere
saldırmamış, tek bir Osmanlı askerine kılıç sallayıp ateş etmemiş olan…
Müttefiklerinin direniş ve isyanlarını
hep desteklemiş, hatta bizzat planlamış
olduğu halde hep geri planda durmuş,
kendisine yönelik iddiaları hep red­
detmiş, Osmanlıyla diplomatik ilişkilerini korumaya sürekli özen göstermiş
olan Bedirhan Bey… (s 113) Yumurta
kapıya geldiği zaman silaha sarılmak
Kürt direnişlerinin genel karakteridir.
Herkes sıranın kendisine gelmeyeceğini düşünerek önceki tedibi seyreder
ya da destekler bir tutum almaktadır.
Kardam konunun Dersaadet’te tartışıldığını ve Bedirhan bey’in direnişinin
geçiştirilmesinin yollarının arandığını
kaydeder: Dersaadet, Nizip bozgununun açtığı yaralar sarılmaya çalışılırken Kürdistan’da gereksiz yere sorun
yaratılmasını is­tememekte ve yaratılmış olan sorunun Bedirhan Bey’in ikna
edil­mesine bağlı ve bunun mümkün
olduğunu düşünmektedir. Sad­razam,
“içinden geçilmekte olan şu nazik zamanda, [Kürdistan’da] hiçbir şekilde
bir ihtilale yol açılmamasını” istemektedir.
Kardam eklerde (BOA 155 [img039984]
) verdiği bir belgede yine Bedirhan
Bey’in güzellikle yola getirilebileceği
kaydedilmekte ve buna uygun hareket
edilmesi tavsiye edilmektedir:
“Cizre tarafında bulunan Miralay Bedirhan Bey bi’t-taltîf celb olunduğu
hâlde merkûm Han Mahmud ile müttehid olduğundan gaile-i mezkûrenin
hüsn-i suretle indifâ’ı hâsıl olacağı cihetle mîr-i merkûmun imâl-i letâyifü’lhiyel tarafına celbiyle istihsâl-i indifâ-ı
gaileye himmet olunması hususunun
Diyarbekir müşîri atûfetlü Vecihi Paşa
hazretlerine dahi iş’âr ve merkûmların
İranlu cânibine savuşamamaları esbâbının istihsâline gayret eylemesi
key-fiyâtının…”
Bedirhan Bey’in ana stratejisinin ana
noktaları olarak Kardam şunları sıralar
(s 121-22):
• İttifak halinde olduğu Kürt beylerinin
direniş veya açık isyan­larını çeşitli biçimlerde desteklemek veya planlamak,
ama Osman­lıya karşı hiçbir zaman açık
bir direniş sergilememek, hele silaha
asla davranmamak;
• Bu isyan ve direnişlerin destekçisi ya
da planlayıcısı olmakla suçlandığında,
bu suçlamayı kesin bir dille reddetmek
ve bölge va­lileri ile yazışmalarında direniş veya isyan halinde olan müttefiki
Kürt beyleri için “hain”, “asi”, “eşkıya”,
vb. gibi sıfatlar kullanırken, padişah,
sadrazam ve bağlı olduğu bölge valisine karşı sada­katini neredeyse “kölece”
denebilecek aşın abartılı bir dille ifade
etmek;
• Böylece, gerekirse sahip olduğu askeri gücü kullanabileceği tehdidini
kuşkusuz ima eden diplomasi kanallarını asla kapatma­mak;
• Açık tutmaya özen gösterdiği kanallardan, her seferinde, sa­raya, hükümete
ve bölge valilerine şu mesajı vermek:
“Bölgedeki direniş ve isyanları kontrol
altına almak, Kürdistan’da istikrar sağ­
lamak istiyorsanız beni muhatap alıp
yetkilendirin; ben yaşanan her sorunu
çözebilirim.”
Kısaca Osmanlının sendelediği bir tarih aralığında Bedirhan Bey, Osmanlının Nizip bozgununun sonucu düştüğü
zayıflığın ve çaresizliğin sürgit devamı
varsayımı içinde, çevresine koruma
çemberi olarak aldığı diğer Kürt Beyleri ile kendine bir iktidar yolu açmak
istemektedir. Osmanlı Bedirhan Bey’i
tatlılıkla eski çizgisine getirmeye, asiliğini geçiştirmeye çalışır. Yetmediğinde ise zora başvuracaktır. Burada
da öncelikle – her Kürt direnişi ya da
isyanında olduğu gibi- Bedirhan Bey’in
Kürt Beylerinden oluşan koruma çemberi ortadan kaldırılır. En yakınlarını
elde eden ve kendi yanına çeken devlet için, Bedirhan’ı teslim alıp sürgüne
yollamak kolaydır. Küçük bir direniş
sonucunda Bedirhan Bey yenilerek teslim olur.
Kardam, Bedirhan Bey’in direnişinin bir ay gibi olağanüstü kısa sürede
çökmesini ve yenilginin nedenini de
tartışarak, yenilgiyi sosyal ve siyasal
gelişmemişliğe bağlarken; Bedirhan
Bey’i efsaneleştirerek onu 19. yüzyılın
sonu ile 20. yüzyılın başındaki örgütlü
Kürt ulusal uyanışının başlıca referans
noktalarından biri haline getiren, ken­
dinden önceki ve sonraki Kürt isyanlarının tersine, askeri basanla­r ı değil,
başarılı bir siyasetçi olarak görülmemiş
genişlikte bir Kürt ittifakı kurması, yönetim becerisiyle Cizre-Bohtan beyliğini yüksek bir refah düzeyine yükseltip
ona “devlet” özellikleri kazandırması,
Osmanlıyla kurduğu diplomatik ilişkilerle özerk/bağımsız bir Kürdistan
hedefine doğru kaydettiği ilerlemedir.
(s 372) sözleriyle Bedirhan Bey mitini
tanımlamasına çekinceli yaklaşıyoruz.
Bedirhan Bey Hareketi Kürt unsurları
içinde barındırsa da dönem itibariyle
gelişmişlik düzeyi bir farkındalık keş-
kızılbaş - sayfa 38 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel 00 49 (0) 177 502 88 53
fedilse dahi milli bir bilinç yoktur ve
milli bir harekat sayılmamalıdır. Bedirhan bu hareketi ile bir Kürt hareketi /
Kürdi hareket planlamamıştır. O sadece kendisine bir iktidar açmak istemiştir. Buna rağmen primordialist bir tarih
anlayışı çerçevesindeki bir ihtiyaçtan
doğan bir Bedirhan mitinin dolaşıma sokulduğunu rahatlıkla söylemek
mümkündür.
Kardam’ın yenilginin sonuçları olarak
söylediği: Bedirhan Bey’in yenilgisi
Osmanlı Kürdistan’ının tarihinin en
önemli dönüm noktalarmdan biridir.
Bu yenilgiyle birlikte Os­manlı Kürdistan’ındaki beylik düzenine son verilmiş, Kürdistan’ın Osmanlı tarafından fethi tamamlanmış, günümüzdeki
“Kürt sorunu”nun temelleri atılmış,
çok çeşitli etnik ve dinsel unsurlardan oluşan bu coğrafyanın kendi iç
dinamikleriyle gelişme imkânlan yok
edilmiştir.Sözlerine de maalesef katılamıyoruz. Osmanlı Kürdistan’ı denen
bölge Tarihi Ermenistan’dır. Başta da
belirttiğimiz gibi Osmanlı-Kürt ittifakı
tarihi Ermenistan’ın fethini amaçlamış
ve gerçekleştirmiştir. Bu konudaki yargımızı Bedirhan Bey’in bir güç gösterisi olarak gerçekleştirdiği Nasturi
Soykırımı’nın perçinlediğini söylemekte sakınca yoktur.
Şeyh Ubeydullah’ın yıllar öncesinden
söylediklerine kulak vermemizde ve
onun sözlerini bir kere daha düşünmemizde fayda vardır:
1880 yılı temmuz ayı sonunda Kürt
liderle­r i Şemdinan’da toplanmıştır.
Bu toplantı, Kürtlerin 19. yüzyıl ta­
rihindeki en temsilli toplantısıdır. Toplantının amacı Ubeydullah tarafından
Kürt aşiretleri arasında birlik kurulması ve ayak­lanma için hazırlık yapılması
olarak belirlemişti. Toplantı ol­dukça
ateşli geçmiş ve Kürtler arasındaki çıkar farklılığını or­t aya koymuştu. Türk
iktidarı ile işbirliği halinde olan bazı
aşiret reisleri daha toplantının başlangıcında Kürt birliğinin Ermeni ve diğer
Hristiyanlara karşı kullanılması görüşünü ileri sürdüklerinde, Şeyh Ubeydullah onları uyararak bir gerçekliği
ifade eder: “Şayet, bugüne kadar Saray, Kürtleri destekliyorsa, bu onları,
Ana­dolu’daki Hristiyan unsurlara karşı
kullanmak istediğindendir, fakat, Ermeniler katledildiği taktirde, Kürtler
Türkiye Hükümeti neznindeki önemle-
rini kaybedeceklerdir’’[7] Ubeydullah
Nehri’nin sözlerinin altını bir kere daha
çiziyoruz. Bu günkü gerçeklik de tam
da buna tekabül etmektedir.
...................
[1] Günümüzün özgün Kürt yazarlarından Cemil Gündoğan “Bugünün
Kürt aydınları, geçmişlerinde Kürt
aydını aradıklarında Bedirhan kardeşlerden başkasını pek görmezler”
der Bedirhani ailesine bu bağlılığın
sonuçlarından birinin de diğer önemli
kişiliklerin ve “ısrarla kendi topraklarında kalıp direniş örgütleyen çizginin” gölgelendiğinin altını çizer. Örnek olarak da Bu çizginin temsilcileri
olarak da İhsan Nuri Paşa ve Koçgirili
Alişer örneğini verir. Cemil Gündoğan, Dönemeç Yazıları Kürt Sorunu
Üzerine Makaleler (1999-2011) Vate
Y.2011, s 91.Biz Cemil Gündoğan’ın
örneklerine, Şeyh Ubeydullah Hareketi ile Mevlanzade Rıfat Efendiyi de
eklemek isteriz. Bedirhan Bey Oğullarının da tümünün de aynı fikirde ve
aynı yönde olduğu da söylenemez. Bu
konuda Ahmet Kardam’ın bu konuda
verdiği örnekler çarpıcıdır. (Ahmet
Kardam, Cizre- Bothan Beyi Bedirhan
Direniş ve İsyan Yılları, Dipnot Y.
2011, s 30-32. Ancak Bedirhanilerin
kendilerine Kürt hareketinin önderleri misyonunu biçtiklerini ve buna
da hakkı olduklarına inandıklarını
eklemekle yetinelim. Ahmet Kardam’ın
Cizre- Bothan Beyi Bedirhan Direniş
ve İsyan Yılları kitabından yapılacak
alıntılar bundan böyle metinde sahife
numaraları ile belirtilecektir.
[2] Diplomatik bir dil olduğunu kabul
etsek dahi Bedirhan Beyin mektubunda geçen bu ifadelerin neresi nüanse
edilebilir: Devlet her dağ başında
benim gibi bin Bedirhan bulup hiçbirine çobanlık bile vermezken, benim
miralaylık rütbesine nail olup padişah
nişanına layık görülmem iyi hizmet
edip tuttuğum yoldan Ötürüdür. Maazallah, nzaya karşı çıkacak olsam,
padişahın bugüne kadar yediğim
ekmeği gözüme durup fena olaca­ğım
gün gibi meydandadır. Hal böyleyken,
asiliğe kalkışanlara nasıl olur da yardım ederim? (...) Padişahın nişanına
layık görülmüş ola­rak, bunun gereği
ve borcu olarak, değil Han Mahmud
haini, muha­lefet eden kardeşim bile
olsa mutlaka bir yolunu bulup onu elde
edip [ikna edip] ilgili yere sevk etmek
görevimdir. (s 125)
[3] Soran ulemasının ilan ettiği Halife
ordusuna karşı çıkmanın kafirlik olacağı fetvasının Mir Muhammed’in kuvvetlerinin etkinliğini kırmış hareketin
yenilgisiyle sonuçlanmıştır. “Osmanlı
ile mir Muhammed arasında sözü edilmeye değer herhangi bir çatışmadan
söz edilmemektedir.” Ahmet Kardam,
Bedirhan…, s 73
[4] Yazar -okuyucuya kolaylık olması
bakımından olsa gerek- isyan kelimesini kullansa da orijinal metinde isyan
yerine fesad-ı mezküre kullanılmıştır.
Bu alıntıdaki bütün isyan kelimeleri
fesad-ı mezküre okunmalı/anlaşılmalıdır. Çalışmada belgelerin orjinalleri,
transkribi ve bugünkü dile tercümesi
bulunmaktadır.
[5] Kerem Soylu, Mesail-i Mühimme-i
Kürdistan (Kürdistan’ın Önemli
Meseleleri) Enstituya Kurdi, Amed
2004, s 267-269. Kerem Soylu’nun bu
kapsamlı arşiv incelemesi ve deşifrasyonu ile son derece önemli belgelerin okuyucu ve araştırmacılar ile
buluşması sağlanmıştır. Okuyucu bu
sayede birinci el kaynaklara direkt
olarak ulaşma olanağı elde etmektedir.
Ahmet Kardam’ın da kitaba eklediği arşiv belgelerinin orjinalleri ile
birlikte bunların transkribi ile de bu
belgelerin günışığına çıkarak okuyucu
ve araştırmacılara sunması ayrı bir
takdire değer çalışmadır.
[7] Celilé Celil, 1880 Şeyh Ubeydullah Nehri Kürt Ayaklanması, Çev. M.
Aras, Péri Yayınları, 1998, s 85
kızılbaş - sayfa 39 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel 00 49 (0) 177 502 88 53
'Sinagog Katliamları vesilesiyle
Türkiye’de anti-semitizm'
Sinagog Katliamları vesilesiyle Türkiye’de anti-semitizm;
Trakya pogromu, Struma faciasi ve Sebataycılık tartışmaları
Recep Maraşlı
Nedense Yahudilerin Türkiye’de
hiç bir zaman ayrımcılığa, baskıya
maruz kalmadıkları, hatta mutluimtiyazlı bir azınlık oldukları gibi
bir yanlış bir inanış vardır. Resmi
propaganda tarafından örnek bir
alicenaplık olarak sunulan, anti-semitikler tarafından da tersten bir
saldırı referansı olarak kullanılan
bu düşünce nereden kaynaklanıyor?
Bu gibi saldırıların istihbarat örgütlerinin masalarında planlanmış
olması elbette mümkün. Ya da dinsel fanatizm içindeki örgütlerce de
yapılmış olabilir. Ama her olasılıkta
da bu saldırının kendisine Yahudileri bütün dünya için kollektif bir
düşman ve tehlike olarak gösteren
“anti-semitist” ideolojik arka plan
ile meşrulaştırdığını görmek lazım.
Ve bir zamanların yükselen “antikomünizm” manipülasyonu gibi,
dünyadaki sosyal-siyasal sorunların
temelindeki çelişki ve çözümleri
gözden kaçırmak amacıyla yoğun
bir “Yahudi düşmanlığı” pompalandığına da dikkat çekmek istiyorum.
Belki de Ermeni ve Rumlarla kıyaslandığında ne Osmanlı ne de Cumhuriyet bürokrasisinin Yahudilerle
herhangi bir savaş yapmamış olması, Yahudilerin ulusal bağımsızlık
ya da toprak talepleriyle karşılaşmamış olması böyle bir farklılık
algılanmasına neden olmuş olabilir.
Yahudi nüfusunun büyük çoğunluğuyla İspanya sürgünü Yahudilerin
(Seferdim), Sultan II.Mehmet döneminden beri İstanbul’da yaşıyor
olmaları, kendilerine o zamandan
beri dinsel cemaat statüsü tanınmış
olması; Sarayla her zaman dostane
yanı sıra özel olarak Yahudilerin
uğradığı baskıları da örneklemek
mümkündür.
ilişkiler sürdürmeye özen göstermeleri ek bir neden olarak sayılabilir.
Yanı sıra kapitalizmin gelişmesiyle
birlikte Selanik’te palazlanan Yahudi ticaret sermayesinin siyaseten
etkili olmasının da bu yargıyı besleyen bir arka plan oluşturduğu söylenebilir.
Yaklaşık 300 yıl önce Musevi bir
din adamı olan Sebatay Sevi, Musevilikle İslam dinini sentezleyen
bir inanışı örgütledi. Osmanlıların
„dönme“ olarak adlandırdıkları Sebataycılık özellikle Selanik’teki Yahudi tüccarlar arasında rağbet buldu.
Böylelikle tümüyle İslam unsurlardan oluşan Osmanlı bürokrasisinde yer alma ve toplumu siyaseten
de etkileme şansı elde edeceklerini
düşünüyorlardı. Geleneksel Musevi
cemaatiyle ilişkileri koptuğu için
kendi aralarında dayanışmacı Masonik bir örgütlülüğü yeğliyorlardı.
Sınıfsal ve etnik konumları onları
politik olarak Jön-Türk hareketini
ve Meşrutiyeti, Kemalizmi ve Cumhuriyeti desteklemelerine yol açtı.
Oysa Yahudiler de diğer gayri Müslim toplumlar gibi Cumhuriyetçin
etnik yok etme politikasından nasiplerini almışlardır. Asimilasyon
politikaları, Varlık Vergisi ve 6-7
Eylül olaylarında Rum ve Ermenilerle birlikte hedefte olmalarının
1934 yılında Trakya\''da Yahudilere
dönük provokasyon girişimleri sonucu 15 bine yakın Yahudi’nin evlerini terk ederek İstanbul’a kaçması
unutulmaması gereken bir örnek
oluşturuyor.
Trakya\''da özellikle süt ürünleriyle ilgili ticarette nüfuz sahibi 30
bini aşkın Yahudi yaşamaktaydı.
Trakya\''da Yahudilere dönük bir
kampanyayı başlatan Cevat Rifat
Atılhan, Nazi Almanyası\''nda Julius Streichet\''in yanında siyasi
eğitim görmüş, İstanbul\''a döndüğünde Milli İnkılap Dergisi\''ni çıkarmaya başlamıştı. Yazdığı yazılarla Yahudi düşmanlığını harekete
geçiren Atilhan’ın, Yahudilerin sömürücü oldukları temasıyla başlattığı anti-semit kampanya kısa süre
de militanların girişimleriyle saldırılara dönüştü.15 bine yakın Yahudi evlerini terk ederek İstanbul\''a
doğru kaçmaya başladı. Saldırılarda
evler, is yerleri yakılıp yağmalanıyor. İnsanlar dövülüyor, kadınların
ırzına geçiliyordu. Olaylar sırasında bir de onbaşı öldü. Neden sonra
ancak olayların 4. gününde Ankara
müdahale etti. Sorumlu tutulan bazı
insanlar tutuklandı.
Yine II. Dünya Savaşı öncesinde
Nazi Almanya’sının zulmünden kaçan pek çok Yahudi Türkiye’ye göç
etmekteydi. Bunların içinde kendi
dallarında uzman bilim adamı ve sanatçılar da bulunmaktaydı. 1938\''de
Türkiye\''ye dönük Avrupa’daki Yahudi göçünün önlenmesi için bir
kızılbaş - sayfa 40 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel 00 49 (0) 177 502 88 53
yasa tasarısı verildiyse de kabul
edilmedi. Fakat özellikle siyaset bürokrasisi içinde Almancı eğilimin
güçlenmesine koşut olarak hükümet
Yahudi düşmanlığını resmi bir politika haline getirmenin işaretlerini
vermeye başladı. „Azınlıklar“ı ekonomik ve siyasi sıkıntıların sorumlusu olarak gösterilen söylemlerin
dozajı sertleşerek artması bunun bir
göstergesidir.
Bu süreçte dönemin başbakanı Refik Saydam\''ın emriyle ülkenin tek
Resmi haber ajansı olan Anadolu
Ajansı’nda çalışan 26 Musevi personelin isine son verildi. Bu arada
ayni günlerde 6 Musevi genç Yahudiliği yaymak suçlamasıyla yargılanmaya başladı. Bu gençlerin
evinde bulunan 700 kitaptan sadece
7 tanesi Siyonizm hakkındaydı.
Aynı günlerde yaşanan „Struma Faciası“ gelişmelerin seyri hakkında
ürkütücü bir manzara ortaya koymaktadır.
1941 yılının aralık ayında Nazi
kontrolündeki Romanya Hükümeti ülkedeki Yahudileri toplamaya
başlamış ve bu kırımdan kurtulmak
için 769 Romen Yahudisi Köstence
limanından „Struma“ adında eski
ve bozuk bir gemiyle Karadeniz\''e
açılmıştı. Gemi 11 Aralık 1941 tarihinde İstanbul/Sarayburnu açıklarında arızalandığında Yahudiler,
Türk hükümetine Filistin\''e gitme
taleplerini iletti. Ancak Türkiye ne
geminin geçişine ne de karaya çıkmalarına izin veriyordu. Boğazlar
Sözleşmesine aykırı biçimde geminin boğazlardan geçişinin engellenmesi ve nasıl bir yasal dayanakla
Karadeniz’e çıkarıldığı soruları ise
yanıtsızdır. Sonradan açıklanan bilgilerden İngiltere hükümetinin de
geminin Filistin’e gitmesi için vize
vermediği anlaşılmaktadır. 2.5 ay
bir cüzamlı adası gibi denizde karantina altında tutulan gemide bulaşıcı hastalık ve açlık baş göstermişti. İstanbul’daki Musevi cemaatinin
ve Kızılay’ın gemiye ulaştırmaya
çalıştıkları giyecek ve yiyecek yardımları bu insanların kaderini değiştirmeye yetmedi. Gemiden ancak
birkaç şanslı kişi çeşitli gerekçelerle
karaya çıkmayı başarabildi.
Siyasi pazarlıklar zulümden kaçan Struma yolcularının denizin
ortasında kaderlerine terk edilmesiyle sonuçlanır. 24 Şubat 1942’de
Gemi İstanbul limanından kovularak Karadeniz’e geri gönderilir.
Gemi ya Alman denizaltılarınca
bilinçli olarak ya da yanlışlıkla,
Balkanlar\''dan Adriyatik\''e yapılan nakliyatı engellediğini sanan bir
Sovyet Denizatlısı’nın gönderdiği
torpil sonucu batar. İşte, günün koşullarında, Struma yolcularına yaşatılan çilenin ve top yekun ölümle
biten bu korkunç facianın özeti. Yolculardan sadece bir kişi sağ olarak
kurtuldu. Olayın duyulması üzerine
bir açıklama yapan başbakan Refik
Saydam sorunu bir cümleyle özetlemekteydi;
\"Türkiye başkaları tarafından arzu
edilmeyen insanlara mekan olamaz.\"
Struma faciası, Türkiye’nin Nazi
Almanyası’na karşı sürdürdüğü bir
politikanın sonucu yaşanmıştır. Bir
yolcu gemisinin boğaz suları dışına
atılması Montrö Boğazlar sözleşmesine de aykırı bir uygulamadır, eşi
benzeri yoktur. Keza Boğazlardan
geçişine izin vermemek de uluslararası sözleşmelere aykırıydı. Kaldı ki
bulaşıcı hastalık görülen gemilerin
karantinaya alınması uygulaması
gibi bir “mevzuat” bulunmakla beraber, karantina tedavi ve koruma
amaçlı bir tedbirdir. Gemi yolcuları toplu olarak bakıma alınıp tedavi
edilebilirdi. Burada imha amaçlı bir
dışa atma eylemi söz konusudur.
Yalnız şiddet değil, anti-semitizm
ve kolektif suç mantığı da kınanmalı..
Sinagoglara yönelen şiddet hareketi,
insanlara sadece dini inancı ve etnik kimliği nedeniyle “kolektif suçlu” olarak görülüp cezalandırılması
gibi korkunç bir mantığa dayanıyor.
Olayın dehşet boyutunu kınayan
açıklama ve arka planı yorumlamaya çalışan tahlilleri okuduğumuzda
insanın dudağı uçukluyor adeta.
Kimileri “yoldan geçmekte olan
ve Yahudilikle ilgisi olmayan masum insanlar”dan bahsediyor. Yani
saldırıya yapanları adeta “dikkatsizlikle” ve “Yahudi olmayanların
da hayatını tehlikeye attıkları” için
eleştirmekte. Ölenlerin hepsi Yahudi olsaydı mesele olmayacaktı gibi
mesajlar çıkıyor. Kimileri koruma
görevlilerine hayıflanıyor. Kimileri saldırının “Dışarıdan” yapılmış
olmasını diliyor vb. Analizciler yoğunlukla, Ortadoğu, Amerika – İsrail ilişkileri, El kaide meselesi vb.
Üzerinde duruyorlar.
Bu gibi saldırıların istihbarat örgütlerinin masalarında planlanmış
olması elbette mümkün. Ya da dinsel fanatizm içindeki örgütlerce de
yapılmış olabilir. Ama her olasılıkta
da bu saldırının kendisine Yahudileri bütün dünya için kollektif bir
düşman ve tehlike olarak gösteren
“anti-semitist” ideolojik arka plan
ile meşrulaştırdığını görmek lazım.
Ve bir zamanların yükselen “antikomünizm” manipülasyonu gibi,
dünyadaki sosyal-siyasal sorunların
temelindeki çelişki ve çözümleri
gözden kaçırmak amacıyla yoğun
bir “Yahudi düşmanlığı” pompalandığına da dikkat çekmek istiyorum.
Devlet politikalarına her zaman
“sol”dan ideolojik destek vermiş
olan Türkiye’nin Kemalist solcuları da, bugün moda bir akım olarak
yakın doğuda ve dünyadaki bütün
olumsuz gelişim ve değişimleri de
“işin içinde Yahudi parmağı” bularak açıklamaya başlamışlardır.
Türkiye’de aklı başında ne kadar
bilim insanı, sanatçı varsa onların
neredeyse hepsinin “gizli Yahudi”,
“Sebataycı” oldukları gibi bir cadı
avı başlatılıp, isimleri adresleri
akrabalarıyla soy sopuyla birlikte “gizli kolektif düşman” olarak
hedef gösterilmesinden tutun da,
Güney Kürdistan’ın “Küçük İsrail”
olarak ilan edilmesi, Barzani ailesinin “Yahudiliğinin keşfedilmesi”
gibi popüler bütün söylemler, hepsi
anti-semitizmi beslemekte veya bu-
kızılbaş - sayfa 41 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel 00 49 (0) 177 502 88 53
radan kalkınmaktadır.
İtiraf etmeliyim ki ben de “Sebataycı” olmakla “suç(!)”lanıncaya kadar
bu konunun bu kadar saçma sapan
bir hal aldığının farkında değildim.
Bu söylem asıl olarak “özbe öz Türk”
olanları, “gerçek” Müslümanları,
Türk ve Arap milliyetçiliği ile İslam
fundemantalizmini destekleyen bir
zihni alt yapıya sahip. Türkiye’yi
“gerçek” Türkler ve “gerçek” Müslümanlar yönetmiyorlar ve bütün
kötülüklerin kaynağı da bu. Gerçek
Türkler ve gerçek Müslümanlar bu
“gizli Yahudi dönmeleri”nin onların
ilişki ve bağlantılarını deşifre edip
iktidarı ele aldılar mı Türkiye’nin
bütün sorunları çözülmüş olacak!
Ama böylelikle cıvık cıvık bir Türk
şovenizmi yapmakla kalmıyor, TC
devletinin militarist bürokratik yapısını (Özellikle Ordununun rolü
ve işlevini) de gözden kaçırmaya,
hedefi saptırmaya da yarıyor. Sosyo-ekonomik, toplumsal analizlerin
yerini, gizli tarikatların izini kovalayan gizemli ve falcılığa benzeyen
bir metafizik bir söylem alıyor.
Güney Kürdistan’daki özgürlük
hareketini Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkını boğmak mı istiyorsunuz. Anti-semitizm hemen
imdada koşuyor, bunun bir Yahudi
planı olduğunu, Barzani ailesinin
de zaten Yahudi dönmesi olduklarını, Güney Kürdistan’daki devletin
de “Küçük İsrail” olacağı söylemi
geliyor. Baasçı Arap milliyetçiği,
Kemalist Türk şovenizmi, pek barışık olmasalar da bir başka boyuttan
Sünni ya da Şii dinsel fanatizmiyle
de bu noktada korelasyonlar kurarak bir “Yahudi heyulası” dolaştırıyorlar.
İsrail’in yayılmacılığına, Filistin’de
uyguladığı teröre karşı çıkmak başka bir şey ama her bunalım dönemlerinde toplumsal öfkeyi manüple
etmek üzere süslenip püslenip piyasaya sürülen “anti-semitizm” oltasına takılmak başka bir şey.
Sinagog katliamlarını lanetlerken
anti-semitizmi unutmayalım, hem
de hiç!
kaynak: http://www.gelawej.net
aradığınız kitapları kızılbaş
kitabevinden sipariş verebilirsiniz
[email protected]
kızılbaş - sayfa 42 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel 00 49 (0) 177 502 88 53
ZONÊ MA
H. Dewran
http://w w w.hasan-dewran.de
Zarance kuna kemeru,
Zonê hode wanena.
Qılancıke
nisena gıle dare ra,
Zonê xode qıştnena.
Amnon yeno, beno germ,
Temuz zonê hode cızeno.
Mor u mılawın,
Teyr u tur,
Pil u qız,
Cin u ciamerd,
Serre na dinade her çi,
Zonê hode waneno.
Serre na dinade
her çi, her kes
zone hode gırano.
Wertê ninera
ça teyna ma
zonê hora vozdame!
Ça teyna ma
zone hora rememe!
Ma rememe kata some?
Zazaki zonê mao.
Bav u kali qeseykerdo.
Lawıki vatê, sanıki vatê,
Zonê ma zof şireno.
Zonê ho ça vindkerime,
Zonê sari ça ser kerime,
Zonê ho ça bın kerime!
Zonê sari ça ser kerime!
Zonê ma ke bi vind,
Ma ki beme vind!
Lawıki bene vind,
Sanıki bene vind,
Roşt bena vind,
Tari maneno!
Beme lal, beme kêr,
Beme bê pa u bê per,
Kume bıne destu,
Gıneme vêrrê dêsu,
Halê mare u waxt
her kes huyino,
- ne ke her!
kaynak:
http://www.hasan-dewran.de
her kuş kendi
dilinden öter!
her çiçek kendi
kökü üzerinde
açar!
kızılbaş - sayfa 43 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel 00 49 (0) 177 502 88 53
Aşure
“alaca aşa” nasıl dönüşür?
Alevilere yönelik yoğun dış saldırılara
cevap yetiştirmekten, kendi içimizdeki
problemlere eğilmeye pek zaman bulamıyoruz. Ancak bu sefer söz konusu
saldırılar dur durak bilmese de Alevilerin bazı iç sorunlarına değineceğiz.
Malum Alevilerin Türkiye’deki en büyük sorunu her türlü açılıma rağmen
bitmeyen asimilasyon uygulamalarıdır. Asimilasyon AKP Hükümeti döneminde de katlanarak devam ediyor.
Oysa aslında Alevi açılımları, çalıştaylar ve Alevilerin problemlerinin daha
yoğun konuşulması da bu hükümet
dönemine denk geldi. Ama gel gör
ki, aynı hükümet Alevileri ötekileştirme, dışlama ve Sünni çoğunluğa hedef gösterme konusunda da çok ileri
(!) adımlar attı. Ne büyük başarı! Bir
yanda Alevilere yaklaşır gibi yap, diğer
yandan onları kendinden soğutacak
her türlü icraata son gaz devam et!
Neyse, tüm bunlar Alevilere yönelik
dışsal asimilasyon çabaları. Hâlbuki
asimilasyon tek taraflı yani yukarıdan
aşağı yaşanan bir olgu değil. Bir de
içsel asimilasyon var. Aleviler kendi
iç sorunlarından kaynaklanan nedenlerle de Alevi kimliklerinden uzaklaşmaktadırlar. Bu içsel asimilasyon
bazen dışsal olandan daha etkili bile
olabilmektedir.
Gerçi temelde iç asimilasyonu tetikleyen de, dış asimilasyon çabalarıdır
ama yine de asimilasyon bir başladı mı
nerede duracağı belli olmuyor. Artık
mesele “tavuk mu yumurtadan yoksa
yumurta mı tavuktan çıktı” gibi bir kısır döngüye giriyor. Zira “iç”in “dış”a
mı yoksa “dış”ın “iç”e mi etki ettiği belirsiz hale geliyor. Örneğin, büyük bir
Alevi köyü düşünün ki, 1980’e kadar o
köyde namaz kılmasını bilen ve kılan
erkek sayısı bir elin parmaklarını geç-
zorlamıyoruz” demiyorlar mı?
****
İçsel asimilasyon başta Orta ve Batı
Anadolu bölgelerinde öyle yoğun yaşanıyor ki, devletin ek bir çaba göstermesine artık gerek kalmıyor.
Hü sey in Demir ta ş
mezken, şimdi namaz kılmasını bilmeyen neredeyse kalmamış. En azından çoğu Cuma namazına gidiyor. Üç
hafta üst üste cumaya gitmezse, kâfir
olacağını ve nikâhını tazelemesi gerektiğine inandırılmış durumda. Aynı
köyün insanları öyle bir hale gelmiş
ki, diyelim ki, devletin müftüsü, “Köyünüzün tamamı Alevi. Kadrolu bir
imamın sürekli bulunması israftır. O
nedenle imamınızı gerçekten ihtiyacı
olan Sünni bir köye tayin edeceğim”
dese, köylü ayaklanır ve imamın köyde
kalması için müftüye yalvarır. Aynen
uyuşturucuya alıştırılan bir bağımlı
gibi, devlet on yıllar, belki yüz yıllardır
sürdürdüğü asimilasyon çabalarının
sonucunu almış; köylüyü Alevilikte
asla yeri olmayan namaz, oruç, hac ve
zekât gibi bazı Sünniliğe özgü ibadet
ve pratiklere bağımlı hale getirmiş. Ve
şimdi kalkıp diyor ki, “Efendim, biz
kimseyi camiye gitmeye zorlamıyoruz.
Kendileri gönüllü gidiyorlar. Hem kim
demiş, Aleviler camiye gitmez diye?
İşte bakınız birçok Alevi köyünde insanlar akın akın camilere koşuyorlar.
Demek ki, Alevilikte cami vardır!”
Ne güzel mantık değil mi? Uyuşturucu tüccarları da zaten, “Bunlar bizden
kendileri uyuşturucu talep ediyorlar.
Biz kimseyi esrar, eroin satın almaya
Sünniler arasında çok tekrarlanan ve
şaşkınlar için söylenen bir atasözü
vardır: Allah şaşırttığı kuluna karısına hala dedirtirmiş… Bazı Aleviler
de öyle şaşırmış ki pusulasını, neyin
Aleviliğe ait neyin değil onu bile karıştırır hale gelmişler. Daha önce tıkır
tıkır çalışan Aleviliğe zararlı maddeleri
içeri sokmayan süzgeçler, filtreler artık
işlemiyor olsa gerek…
Söz gelimi, Kütahya’nın bir Alevi beldesinde hem de dede postuna dikmelik
yoluyla oturtulan bir rehber, Alevilerin
artık Ebu Bekir, Ömer ve Osman’a lanet etmekten vazgeçmesi gerektiğini
cemevinde dillendirme cesaretini gösterebilmektedir. Gerekçesi de şu: Ebu
Bekir Hz. Muhammed’in kayınpederi,
Ömer hem damadı hem kayın pederi,
Osman ise peygamberin iki kızının da
(Rukiye ve Ümmü Gülsüm) kocasıymış. Ayrıca bu halifeler ashabı kiramdan ve yaşarken peygamberce cennetle
müjdelenmişler.
Aynı dede cemevinde son 5–6 senedir
Kutlu Doğum Haftası etkinliği düzenlemekte, deyiş söylemeler gittikçe
azalırken ilahiler daha çok yer kaplamakta, her Perşembe ve Pazar günü
yapılan cemler Kur’an tilavetiyle açılmaktadır. Özetle beldede bulunan iki
cemevi çoktan minaresiz camiye dönmüş bulunmaktadır. Tüm bu uygulamalara geçmişteki erkânı çok iyi bilen
ihtiyarlar dâhil kimse sesini çıkaramamaktadır. Bunun nedenleri arasında,
insanların çıkarcı yaklaşımları, kişilik-
kızılbaş - sayfa 44 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel 00 49 (0) 177 502 88 53
sizliği, kimliksizliği yanında, yıllarca
sürdürülen asimilasyon çalışmalarının
sonucu ortaya çıkan dayatmalar, sindirmeler ve psikolojik baskıların çok
etkili olması sayılabilir.
Çoğunluk baskısını ve devasa devlet
imkânlarını kullanarak, “Siz de Müslümansınız” diye diye insanları gerçekten illallah dedirtip sonunda Müslüman yaptılar. Oysa bu Müslüman
tanımı hiçbir zaman Aleviliği kapsamıyordu. Bunların Müslümanlıktan
anladığı sadece ve sadece Sünnilik ve
onun da Hanefi koluydu. Alevilerin
kafasında önce büyük bir kavram kargaşası yarattılar ve ardından da hamle
yaparak bu durumu sonuna kadar halen istismar ediyorlar. Keza “Hz. Ali
camiye gitti, siz niye gitmiyorsunuz?”,
“Allah’ımız, kitabımız, peygamberimiz
bir ve aynı” gibi söylemler de, birçok
Alevi’nin asimilasyon zokasını yutmasını sağlamaya tüm hızıyla devam
ediyor. Oysa bu söylemler birer aldatmacadan ibaret, yalan ve çarpık bir
mantık üzerine kuruludur. Ama olsun,
gerçek ortaya çıkıncaya kadar atı alan
Üsküdar’ı geçiyor nasıl olsa… Misal
Kütahya’da 50 yıl önce 100 civarında
olan Alevi köyü sayısı 30’lara kadar
inmiş durumda. Bunlar için mesele
Alevi’yi kendi sömürgen, hak-hukuk
bilmez yollarına sokmaya gelince ve iç
misyonerlik olunca her şey mubah ve
makbul!
****
Özellikle 1980 sonrası başlayan zorunlu din dersleri de meyvelerini vermeye
başladı. Toplum bilimcilerin Özal kuşağı diye adlandırdığı bu yeni neslin
beyinleri zorunlu din dersleri ve yanı
sıra diğer derslerin müfredatının da
dinselleştirilmesi sonucu adeta iğfal
edildi. Kanımca bu kuşağın çoğunluğu artık pek sağlıklı düşünemiyor.
Neden-sonuç sonuç ilişkisi kuramıyor.
Büyüye, efsunlara, mucizelere inanıyor. Üniversite öğrencilerinin bile yüzde 60’dan fazlası her geçen gün bilimsel olarak doğrulanan Evrim Teorisini
kabul etmiyor.
Bu kuşağın Aleviler arasından çıkan
temsilcileri ise daha yobaz oluyor nedense. Bunlar arasında çocuğuna Ale-
viler arasında yaygın olmayan hatta
nefret edilen kişilerden Bekir, Ömer,
Osman’ın isimleri veriliyor. Erkeklerde
Ramazan, Enes, Talha, Selim; kızlarda
Rukiye, Ayşe, Aleyna gibi yine Alevi
ananesine ters adlar tercih ediliyor.
Yakında Muaviye peygamberin vahiy
kâtibiydi, Yezit ise bu mübarek (!) sahabenin oğluydu deyip bunların adlarını çocuklarına verirlerse hiç şaşırmayalım. Zira unutmayalım ki, “Kur’an’da
tavşan eti yemenin haram olduğu yazmıyor” diye taliplerini tavşan eti yemeye teşvik eden dedeler bile türedi!
Dedik ya, şaşırıpta karısına hala diyen
Alevilerin de bini bir para artık…
İç asimilasyon demişken cemlerdeki
erkândan ekleme ve çıkarmalardan
söz etmezsek olmaz. Özellikle Kütahya, Eskişehir, Bilecik ve Afyon yöresindeki Alevi yerleşimlerinde erkânda sürekli bazı değişiklikler yapılmaktadır.
Örneğin, artık pek çok Alevi köyünde
yol kardeşi diye de tanımlayabileceğimiz musahiplik şartlarını günümüzde
yerine getirmek çok zorlaştı diye kaldırılmış durumdadır. Hâlbuki şartları ne
kadar zor da olsa, musahiplik sembolikte olsa korunmalıydı. Siz hiç Müslüman veya Hıristiyanların her hangi bir
ibadeti günümüzde uygulaması zorlaştı diye kaldırdığını duydunuz mu?
Diğer yandan yola giriş niteliği taşıyan
ikrar törenleri de pek çok yerde eskisi
gibi hemen evlilik sonrası yapılmıyor.
Hiçbir çift genç yaşta yola girmeye
yanaşmadığı gibi, işi abartıp, “Şu şu
zevkleri tadayım, önce ona buna haddini bildireyim de öyle ikrar vereyim”
diyenler giderek artıyor. O nedenle de
Alevi yerleşimlerinde eskisi gibi dostluk, dayanışma ve yardımlaşma gibi
erdemler azalıyor. İnsanlar musahiplik
kaldırıldığı ve yola geç girdikleri için
paylaşımcılığı unutuyor; hasetlik, çekememezlik, gammazlama, dedikodu,
yalan ve iftira gibi insan ilişkilerini zehirleyen olaylardaki dramatik yükselişi dikkatle bakan herkes görebiliyor.
Kısaca Alevi yerleşimlerinde eskisi
gibi toplumsal barış berkemal değil.
Aleviler de hızla Sünni komşularına
benziyorlar. Ne demişler: Üzüm üzüme baka baka kararır…
****
Daha önce mahkemelere pek işleri
düşmezken, Alevi toplumunda da asimilasyon süreciyle paralel olarak suç
oranlarında önemli artışlar yaşanıyor.
Gözün aydın Türkiye, mevcut suçluların yetmiyormuş gibi üstüne yenilerini ekledin! Asimilasyona devam, ta ki
Aleviler her şeyleriyle Sünnilerle aynı
hizaya gelinceye kadar…
Bitirirken son bir anekdot aktarayım.
Batı Anadolu’daki bazı Alevi yerleşimlerinde 12’den eksik malzemeyle
pişirilen aşureye alaca aş denilir. Aşure
demek Muharrem ayı demektir ve bu
ayda pişirilen aşurede 12 sayısını tamamlamak için büyük titizlik gösterilir. Bazı çok fakir Alevi köylerindeyse
12 malzeme her zaman bulunamadığından olsa gerek, aşure adı zamanla
unutulmuş ve sadece alaca aş denilmeye başlanmış aşure tatlısına.
Bana öyle geliyor ki, gerek iç gerekse
dış nedenli asimilasyon sonucu Aleviliğin olmazsa olmaz unsurları, teker
teker azaltılarak aynen aşurede olduğu
gibi Alevilik alaca aş konumuna sürüklenmek isteniyor. Aleviliğin kasıtlı
olarak içi boşaltılıyor, cem ve semah
gibi ibadetler folklorik bir düzeye indirgenerek anlamsızlaştırılıyor. Bugüne kadar içinde olmayan Sünni-İslami
unsurlar durmadan Aleviliğe karıştırılarak yol ve erkânda büyük bir kirlilik
ve kendine yabancılaşma yaşanıyor.
Sanki içten ve dıştan gelen baskıyla
Alevilik intihara sürükleniyor. Çünkü
yaşananların başka bir açıklaması yok.
Korkarım, “Şu şu olmadan Alevi olunmaz” denilen şartlar böyle sürekli iptal
edilmeye devam edilirse, çok geçmeden Aleviliğin varacağı yer tamamen
yok oluş yani Sünnileşme/Müslümanlaşma olacaktır. Son durak kara toprak
misali, aşurenin eksile eksile alaca aşta
karar kıldığı gibi, Alevilikte durmadan
orası burası budanarak hâkim dini
inanışa dönüştürülecek zahir…
O zaman artık tamamen Kâbe toprağına dönen Türkiye’de birileri daha da
rahat eder… Kim bilir?
Butzbach, 7 Nisan 2011
kızılbaş - sayfa 45 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel 00 49 (0) 177 502 88 53
tarihe tanık belgeler!
Müftü El Hamza'nın Kızılbaşlarla ilgili fetvası ile ilgili Benzer
Konular
Bir imtihan alanı olarak Uhud
Peygamber'in emrine muhalefet ve gelişen olaylar Musab'ın
Abdullah'ın, Hamza'nın ve diğerl
Nübüvvetin ilk 6 yılının bir değerlendirilmesi Hz. Hamza'nın ve
Hz. Ömer'in Müslüman oluşu ve
başlayan yeni süreç
Müftü Kimdir?
Erzurumlu İmam ve Trabzonlu
müftü Hamza'nın Savaşa Zırhsız
Girmesi...
Müftü El Hamza'nın Kızılbaşlarla
ilgili fetvası
Müftü El Hamza'nın Kızılbaşlarla
ilgili fetvası Mum Sema Müftü
El Hamza'nın Kızılbaşlarla ilgili
fetvası Mumsema islam Arşivi
Müslümanlar! Bilin ve öğrenin ki
şu Kızılbaş toplumunun başkanları Erdebil-oğlu Şâh İsmail'dir
Peygamberimiz aleyhisselâmm
şerîatini ve sünnetini ve İslâm
dinini ve din bilgisini ve Kur'ânı
küçümsedikleri ve de Allah
Tâlâ'nın haram kıldığı günahlara
helâldir dedikleri ve Kur'ân'ı ve
Mushafları ve şerîat kitaplarını hor
görüp ateşte yaktıkları ve de bilginlere ve dindarlara ihanet edip
öldürüp mescitlerini yaktıkları ve
de pis başkanlarını Tanrı sayıp
secde ettikleri ve de Hazret-i Ebu
Bekir'e ve Hazret-i Ömer'e sövüp halifelik halifeliklerini inkar
edip sövdükleri ve de peygamberimizin şeriatını ve İslâmı yok
etmeye kast ettikleri, bu anılan
ve de bunların Şeriata karşı söz
ve davranışları bu fakire ve diğer
İslâm âlimlerine göre tevatürle
bilinip açıkça belli olduğundan biz
dahi şeriat’ın hükmü ve kitaplarımızın nakli ile fetva verdik ki adı
geçen toplum Kızılbaşlar-Kâfir
ve dinsizdirler ve de her kimse
ki onlara uyup o sapık dinlerine
razı ve yardımcı olurlarsa onlar da
kâfir ve dinsizlerdir Bunları dahi
öldürüp, toplumlarını darmadağın
etmek tüm Müslümanlara vacip
ve farzdır Müslümanlardan ölen
said ve şehid olup cennete girer ve
onlardan ölen aşağılık cehennemin
dibindedir, bunların hâli kâfirlerin
hâlinden daha fena ve çirkindir
Zira bunların kestikleri ve avladıkları ister doğan'la ister ok ile
ve av köpeği ile olsun murdardır
ve nikâhları gerekse kendilerinden
ve gerekse başkasından alsınlar
bâtıldır ve de bunlara kimseden
miras yoktur Bir bucak halkı bunlardan olsa da Allah yardımcısı
olsun Osmanlı Padişahına gerekir
ki bunların (Kızılbaşların) ileri gelenlerini öldürüp mallarını ve kadınlarını dahi ve çocuklarını İslâm
gazilerine taksim ede ve bunları
ele geçirilince tövbeliklerine ve
pişmanlıklarına inanmayıp öldürülmeli ve de bir kimse ki vilayette olup onlardan olduğu bilinirse
ya da onlara giderken yakalanırsa
öldürülmeli ve tüm bu toplum hem
dinsizdir ve hem bozguncudur, iki
yönden katledilmeleri vaciptir Ey
Allahım dine yardım edene sen
de yardım et ve Müslümanları hor
göreni sen de hor gör, (bu fetvayı
veren) Sanı Görez adıyla meşhur
el-Müftü Hamza"
Müftü El Hamza'nın Kızılbaşlarla
ilgili fetvası
Kaynaklar
1) Şehabeddin Tekindağ, "Yeni Kaynak ve Vesîkaların Işığı Altında Yavuz
Sultan Selim’in İran Seferi", İstanbul
Üniversitesi Eedbiyat Fakültesi Tarih
Dergisi, Sayı 22, s 17, 1968
2) Gülağ Öz İslamiyet Türkler ve
Alevilik s 188, 1999, Ankara, ISBN
9757059021
kızılbaş - sayfa 46 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel 00 49 (0) 177 502 88 53
Oğlumuz
gitti, biz
hakikati
istiyoruz
Asker arkadaşı tarafından vurulan
Sevag Şahin Balıkçı’nın ölümünün
kaza olduğu söylendi. Dünyaları yıkılan Ani ve Garabet Balıkçı çifti,
‘Yeri görene kadar kazaya inandık
ama artık ırkçı cinayet olduğunu
düşünüyoruz’ diyor 15 Aralık 2011
M. Zeynep Özkartal
Kadıköy’den Moda’ya yürürken biraz sonra karşılaşacağım aileye ne
söyleyeceğimi düşünüyorum. Onlar
Sevag Balıkçı’nın ailesi. 24 Nisan
2011’de asker arkadaşı Kıvanç Ağaoğlu tarafından vurularak öldürülen Sevag’ın annesi ve babası, Ani
ve Garabet Balıkçı.
Yedi buçuk ay geçti aradan. Binlerce soruyla boğuştukları, adalet
arayışlarının acılarını katmerlediği
yedi ay. Kıvanç Ağaoğlu tutuksuz
yargılanmak üzere serbest bırakıldı, canları daha çok yandı. Sevag’ın
arkadaşları ilk ifadelerini değiştirdiler, yaraları daha fazla açıldı. Bu
arada sessiz sedasız şehit ilan edildi Sevag. Türkiye Cumhuriyeti’nin
şehitleri arasına eklendi adı.
Şimdi 16 Aralık’taki (yarın) yeni
duruşmayı bekliyorlar. Oğullarının
kasten, ırkçılık sonucu öldürüldüğüne inanıyorlar. Ve adalet istiyorlar.
Yürekleri bir nebze soğusun diye...
Annesinden Sevag’ı anlatmasını istiyorum. “Sevgi dolu” diyor, “Espritüel, güleryüzlü. Okulunda çok
sevilirdi, bir gün olsun şikayet almadım.”
Anneannesi her gece yatağını ha-
zırlıyor
Ani Balıkçı öğretmen. Çocuklarına annesi bakmış hep... “Sevag’ı
annem büyüttü” diyor. Anneanne,
Sevag gitti gideli gerçeği unutmuş.
Henüz başlangıç aşamasında olan
Alzheimerı bir anda kaplamış bütün zihnini. Her akşam gelecek
diye ona yatak yapıyor, Ani Hanım
sil baştan topluyor.
Önce Maçka Sanat Okulu’nu bitirdi Sevag, sonra da Yıldız Teknik
Üniversitesi’nde seramik bölümünü. Sanatçı olacaktı, hayali buydu.
Yaptığı seramikler duruyor şimdi
evin salonunda. Fotoğrafının tam
altında...
Sevag, siyah göz demek Ermenice.
Se siyah, ag da göz. Sevag 1 kilo
100 gram doğdu, yedi buçuk aylıktı. Yaşam şansı yoktu neredeyse,
zor tutundu. Babası kısık bir sesle
“Keşke o gün ölseydi” diyor, “Bu
kadar hatırası olmazdı.”
Kırk gün hastanede kaldı. Hep başından serumlar veriliyordu. Bir
tek gözleri görülüyordu; kapkara
gözleri, upuzun kirpikleri... Onun
için de “Sevag” dedi ona annesiyle
babası. İkinci adını da Şahin koydular. Ama söylendiği gibi askerde
rahat etsin diye değil. Şahin gibi olsun diye.
Zaten “oğlumuz askere gider de başına kimbilir neler gelir” diye sormak hiç gelmedi akıllarına. Yalnız
Batman’a gidecek diye ürktüler, terörden. Annesi, “İçeride onun çok
iyi korunacağına inanıyordum”
diye anlatıyor, “Ama emanetimi koruyamadılar.“
Bir önceki duruşmada, mahkemeye
yazdığı mektupta da söyledi bunu
Ani Balıkçı. Bir de “Oğluma şehit
diyemiyorum, vatanı için savaşırken ölmedi ki” dedi.
Acaba şehitlik önemli mi onlar
için? Rahatlatır mı bir nebze olsun? “Şehitlik unvanı, ordu oğlumuzu kucakladı demek”tir diyorlar. Zaten bayrağa sarıldı Sevag’ın
cenazesi ve o bayrak baba Garabet
Balıkçı’ya teslim edildi. Hem o
bayrak hem de Sevag’ın üniforması
odasındaki dolapta duruyor.
24 gün kalmıştı Sevag’ın dönmesine, uçak biletini yollamışlardı. O
bilet, eşyalarıyla birlikte iade edildi
ailesine.
Anne acı haberi internetten öğrendi
Olay gününü, 24 Nisan’ı anlatıyor
Ani Balıkçı. Oğluna ulaşamayınca internette arama yapmış, haberi
orada görmüş.
“Şakalaşan iki askerden biri vuruldu. Sevag Şahin Balıkçı otopsi için
Devlet Hastanesi’ne kaldırıldı” yazsısını okumuş, dünya kararmış. Gerisini ikisi de hatırlamıyor. “Kaza
oldu” denilmiş, inanmışlar... Ta ki
Genelkurmay onları davet edip de
olay yerini görene kadar.
Ne zaman ki olay yerini gördüler,
her şey değişti. Artık kaza olduğun
inanmalarına imkan yoktu. Garabet
Balıkçı “Yeri görseniz anlarsınız,
imkan yok kaza olmasına” diyor,
“Bu bir cinayet. Kıvanç 14 ay içinde saklamış bunu. Hakikat ortaya
çıkmadan ben rahatlayamayacağım. Şimdi ne uyku var ne huzur.
Sevag çatışmada ölseydi gurur duyardım. Çünkü düşmanla çatışıyor
olacaktı.”
kızılbaş - sayfa 47 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel 00 49 (0) 177 502 88 53
Vicdani Retçi
Savda Gözaltında
Ani Balıkçı da hemfikir: “O zaman
isyanımız bu savaşa olacaktı.”
Garabet Balıkçı, “Ben askerliği severim, 38 senedir tezkeremi saklıyorum. Oğlumuz gitti. Biz hakikati
öğrenmek istiyoruz” diye ekliyor
Garabet ve Ani Balıkçı yaşadıkları yıkım ve acıyı Zeynep Miraç
Özkartal’a anlattı..
Paris'e gitmek üzereyken havaalanında gözaltına alınan vicdani retçi Halil
Savda'nın "halkı askerlikten soğutma"
nedeniyle kesinleşmiş cezasından dolayı gözaltına alındığı ifade edildi.
‘TOKAT ATMAMAK İÇİN ZOR
DURDUM’
Erdoğan'dan
Sarkozy'ye mektup:
Sonucu vahim olur
Peki ya diğer taraf? Kıvanç
Ağaoğlu’nun ailesiyle hiç görüştüler mi? “Aradılar” diye anlatıyor
Ani Balıkçı, “Kaza oldu, biz de
üzgünüz” dediler. Annesi “oğluna
ulaşamadı-ğında Sevag’ı çağırıyormuş.”
Fransa lideri Nicolas Sarkozy'ye
mektup gönderen Başbakan Erdoğan, Ermeni soykırımı iddialarıyla
ilgili tasarıyı engellemesini istedi. Erdoğan, "İki ülke arasındaki
ilişkiler açısından sonuçları vahim
olur" dedi.
“Sevag değil, Şahin dedi” diye düzeltiyor Garabet Bey, “O adını kullanıyorlarmış askerde. Mahkemede
Sevag’ı kullanmaya başladılar.”
Ani Hanım’a göre aile, Kıvanç ile
Sevag’ın yakın arkadaş olduklarını
söylemek istiyor. Oysa o Kıvanç’ı
hiç duymamış oğlundan.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan,
Fransa Cumhurbaşkanı Nicholas
Sarkozy'ye, Fransa meclisindeki,
1915 olaylarıyla ilgili Ermeni iddialarının reddedilmesini suç sayan
yasa teklifi girişimiyle ilgili bir
mektup gönderdi.
Kıvanç’la da karşılaşmışlar. Mahkemede. “Beni oğullarının yerine
koysunlar” diyecek olmuş. Ani Hanım, “İki tokat atmamak için zor
tuttum kendimi” diyor, “Ne cesaretle söylüyor onu? Çok sakindi. Sanki
gurur duyar gibi bir hali vardı.”
Onlar bu hasretle yaşarken oğullarını öldüren Kıvanç’ın tutuksuz
yargılanması daha da yakıyor canını: “O yiyor, içiyor, geziyor. Ne
kadar kolay değil mi?”
Ani ve Garabet Balıkçı ise yedi aydır ne oturduğu yeri biliyor ne de
kalktığı yeri. Garabet Bey her hafta sonu Sevag’ın mezarına gidiyor:
“Toprakla konuşuyorum. Allah
kimseyi konuşturmasın.” Boynunda Sevagın künyesi, her gece yatakta sorularla boğuşup duruyor.
Ani Balıkçı da her gece yazıyor
Sevag’a... Ne olup bittiğini anlatıyor, onu ne kadar özlediğini de...
Sonra Sevag’ın çantasından çıkan
kazağına sarılıp yatıyor.
Kaynak: Milliyet
Başbakan Erdoğan, mektupta ''Artık Türkiye-Fransa ilişkileri üçüncü
tarafların taleplerine tutsak edilmemelidir. Bu konu hassastır, ciddidir.
Sağduyunun siyasi hesaplara üstün
gelmesi önemlidir. Tüm bu nedenler ışığında, bu tür mevzuat çalışmalarının sonuçlandırılmayacağı
yönünde verdiğiniz sözü tutacağınızı ve telafisi mümkün olmayacak
adımların atılmasını engelleyeceğinizi samimiyetle umuyorum''
ifadelerine yer verdiği öğrenildi.
Mektupta, ''Bu yasa teklifi Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni, Türk
Ulusunu ve Fransa'da yaşayan
Türk toplumunu doğrudan hedef
almakta ve hasmane bulunmaktadır. Bu noktada açıkça ifade etmek
istiyorum ki, bu tür adımların ileri
noktalara varmasının Türkiye ile
Fransa arasındaki siyasi, ekonomik,
kültürel tüm alanlardaki çok yönlü
ilişkileri bakımından sonuçları
vahim olacağı gibi, sorumluluğu
da girişim sahiplerine ait olacaktır''
denildi. (AA)
Ekin KARACA [email protected] İstanbul - BİA Haber Merkezi
Uluslararası Af Örgütü'nün davetlisi
olarak Paris'e gitmek üzere havaalanına giden Savda'nın, burada "halkı
askerlikten soğutma" nedeniyle 318.
maddeyi ihlal ettiği gerekçesiyle gözaltına alındığı tahmin ediliyor.
bianet'e konuşan avukat Davut Erkan,
Savda'nın İsrailli bir vicdani retçiyle
dayanışmak için düzenlenen basın toplantısında yaptığı konuşmada, kendisine "halkı askerlikten soğuttuğu" iddiasıyla 318. maddeden dava açıldığını
ve burada aldığı cezanın da Yargıtay
tarafından onandığını, Savda'nın da
bu nedenle gözaltına alındığını düşündüklerini söyledi.
Vicdani retçi Mehmet Tarhan ise Halil
Savda'nın havaalanında gözaltında tutulduğunu söyledi.
Henüz Savda'nın yanında avukat bulunmadığını söyleyen Tarhan, kendilerinin de bu sorunun çözümü için uğraştıklarını ifade etti.
"Savda bu gece nezarette"
Bakırköy Adliyesi'nde bulunan Avukat Efkan Bolaç ise Eskişehir 4. Sulh
Ceza Mahkemesi'nden gerekli evrakların gelmemesi nedeniyle Savda'nın bu
gece Atatürk Havaalanı'ndaki nezarethanede tutulacağını söyledi.
Gerekli evrakların gelmesinin ardından Bakırköy Adliyesi'ne çıkarılacak
olan Savda'nın burada ifade vermesinin ardından serbest bırakılacağını
tahmin ettiklerini söyleyen Bolaç, Savda hakkında yargılandığı davada ifade
vermediği için "gıyabi tevkif" kararı
olduğunu ifade etti. (EKN)
kızılbaş - sayfa 48 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel 00 49 (0) 177 502 88 53
Bir “İttifak”ın Teori ve Pratiğine Dair Notlar: 3
TÜRKİYE’DE SOL DÜŞÜNCE VE ALEVİLER
Murat Küçük
3.Bölüm
GERİLLA HARBİNDEN
ALEVİ KATLİAMLARINA
Ancak bunun gerçekte böyle olmadığını, birbirlerinin pozisyonunu daima kollayan Sünnilik de
farkındaydı ve henüz bir kaç yıl
öncesine kadar, kendisine karşı
matbuat ile açık polemiğe girmeye
başlayan Alevilerin, bu kez “dinsiz
solcular”la birlik oluşunu dikkatle
izliyordu. 70’li yılların ikinci yarısından itibaren devrimci örgütler
Orta ve Doğu Anadolu’nun bir çok
yöresinde Alevilerden müteşekkildi
ve artık her köy Alevi-Sünni ayrımının genellikle sağın ve solun sınırlarını da haber verdiği bir haritayla
bölünmüş vaziyetteydi. Cumhuriyet
sonrası gelip yerleştikleri kasaba
ve şehir merkezleri ise bu haritada
Aleviler için en az güvenli noktaları
işaret ediyordu. 70’li yılların sonunda Sünni fundamentalizm bu yerleşimlerin bir çoğunda anti-komünist
siyasetlerle Alevilere yöneldi ve
bilinen katliamları gerçekleştirdi.
Ölenlerin çoğunun bıçak ve satır
yaralarıyla hayatını yitirdiği “Kıran Resimleri”(43) sol fraksiyonlar
tarafından çoğu kez “devrimcilere
ve halka” yönelik faşist saldırılar
olarak yorumlandı. Yakın bir tarihte
örgütlerden birince kaleme alınmış
bir makale bu algının solda sürdürdüğü hakimiyetten sadece bir örnek:
“Herkesin çok iyi bildiği gibi, 12 Eylül öncesinde devrimci mücadelenin
en gelişmiş olduğu bölgeler, dinsel
olarak Aleviliğin yaygın olduğu
bölgelerdi. Faşist milis saldırıların
yoğunlaştırıldığı ve katliamlara yöneldiği Sivas, Maraş, Çorum illeri
bu özellikleri ile seçilmişti. Faşistlerin kendi ırkçı milliyetçi sloganları
ile harekete geçiremedikleri kitleleri, dinsel farklılıkları öne çıkararak
harekete geçirme çabaları bu illerde
açık biçimde görülmüştür. Devrimcilerin her zaman söyledikleri gibi, geçmiş dönemde olduğu gibi, bugün de
sorunun kendisi Alevi-Sünni çatışması
değildir. Faşist milislerin geçmişte yaptıkları gibi, Sünni kitlenin Alevi kitleye
karşı yüzyıllardır kafalarında şekillenmiş düşmanlık duygularıyla saldırmalarını sağlamak ve devrimci mücadeleye katılmalarını engellemekti. Bugün
de yapılmak istenen aynıdır. Oysa devrim mücadelesi bir sınıf mücadelesidir.
Bu mücadelede ırk, dil, din, mezhep,
etnik köken ayrımı yapılmaz. Çünkü
bu mücadele yoksulluğa karşı, baskıya
karşı, haksızlığa karşı, emperyalizme
karşı bir mücadeledir (...) Şehirlerde
gecekondu semtlerinde yaşayan, kendi
emekleri ile geçinen; kırsal alanlarda
yoksul köylü olarak yaşamlarını sürdüren Alevilerin devrim mücadelesine katılmalarında şaşıracak hiçbir yön
yoktur. Onlar Aleviliklerinden önce
emekçidirler.”
Anti-komünist siyasetin hedefi solun yükselişini durdurabilmekti ve bu
amaçla (sağcı) Sünnilerin, (solcu) Alevilere karşı “yüzyıllardır kafalarında
şekillenmiş düşmanlık duygularıyla
saldırmalarını” tahrik ettiler. 1978 Sivas olayları öncesinde şehirde dağıtılan
Müslüman Gençlik imzalı bir bildiri bu hedefi açıkca vurgulamaktadır:
„Aleviler Dikkat! Alet olmayın. Tarihi
gözönünde bulundurun,bir zaman Şah
Şah diyordunuz. Şimdi Şah’a değil ko-
münizme gidiyorsunuz. Bu gidişinizi
mutlaka engelleyeceğiz.“(44) Ancak
bu düşmanlık duygularının “sorunun
kendisi” olmadığını öne süren devrimcilerin, “nikahları batıl” Alevilerin
kadınlarına ve çocuklarına yönelmiş,
bebeklerini ağaçlara çivilemekten kendini alıkoyamamış düşmanlık duygularını giderebilmek bakımından aslına
uygun bir tahlilini yapabilmeleri, taraflar arasında konuşulan dili anlamak
istemediklerinden imkansızdı. Sosyalistlerin duruma müdahalesi, Maraş olaylarından sonra Çorum’da daha
“tedbirli” olup Alevi mahallelerinde
savunma birlikleri oluşturmakla sınırlı kaldı. Solun algı sınırlarının dışında
kalmış bu tarihsel kavgada “Alevi” ve
“Sünni” solcular olarak Alevi mahallelerin önüne siper olma çabası, devletin
müsamahası altında saldıran dinci-faşist milislerin katliamlarını engellemeye yetmedi.(45)
Öte yandan onların devrimci harekete katılmalarında temel etken olarak
emekçiliklerini ve sınıfsal konumlarını
öne süren izah tarzı, benzer katliamların, neden en az Maraş veya Çorum
kadar “emekçi köylü” barındıran Konya veya Kastamonu’da meydana gelmediğini açıklamaya yetmez. Çünkü
Maraş’ın yeni sakinlerine yönelen vahşetin nedeni Alevilerin sadece “yoksul
köylüler” olarak devrimci mücadeleye
katılmaları değil, o mücadelede Alevi
köylüler olarak yer almalarıdır.
Bu noktada, modern zamanlarda süregelen Alevi-Sünni hassasiyetinin
derinliğini kavramak için cumhuriyet
sonrası, tartışmaların geniş kesimleri
etkileyecek şekilde yazılı olarak başladığı Demokrat Parti’nin ilk yıllarına
kısaca göz atmalıyız. Çünkü 60’larda
alevilerin sola yönelmesiyle birlikte
anti komünist politikacılarca kullanılan öfke, 50’li yıllardaki “cüret”in
sonucuydu. Sünni din adamlarıyla polemiklere giren Elbistan’lı Halil Öztoprak, risalesini 1953 yılında, demokrat
partinin özgürleştirici ortamında yaz-
kızılbaş - sayfa 49 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel 00 49 (0) 177 502 88 53
mıştı. Öztoprak ilk satırlarına anayasa
ve Kuran’dan alıntılarla başlıyor, Demokrat Parti’nin millete vaadeylediği
söz ve basın hürriyetine atıfta bulunuyor ve nihayet: “Ey Nesimi can Nesimi
bil ki Hak aynındadır/Bunca mahlukun
vebali ulema boynundadır” dizeleriyle
geleneksel hasmına yöneliyordu.(46)
Kitap, İslamın inanç esaslarının ve
kimi ayetlerin “menfaat” için değiştirildiği, peygamberin geceleyin olmak
üzere günde sadece bir kez namaz kıldığı, gündüz namazlarının Üçüncü Halife Osman zamanında ilave olunduğu,
namaz için kıbleye dönme koşulunun
gerekmediği vb. Alevilerin yüzlerce
yıldır Sünnilerden ayrı durup söyledikleri, üç aşağı beş yukarı işitilip bilinen
şeyleri ifade ediyordu. Tek fark şimdiye dek alevilerin kendi içlerinde inanıp
söyledikleri ve kimi zaman aşıkların
dizelerinde bölük börçük ifade olunan
bu inanç tarzının “demokrasinin memleketimize getirdiği hürriyetin nimetinden cesaret bularak” yazıya dökülmüş
ve yayınlanmış olmasıydı. Bekleneceği üzere Sünni çevrelerde büyük bir
tepkiyle karşılandı. Malatya Müftüsü
İsmail Hatip Erzen bu risaleye karşı
bir reddiye kaleme aldı. Elbistanlı yoksul bir köylünün donanımsız metnine
“ulema”nın ağırlığı ve bilgi yüküyle cevap veren reddiye, Sünni camia indinde
Öztoprak’ın “aslı astarı olmayan hurafelerle dolu” iddiasını pekala çürüttüğü
intibaını uyandırabilir ve sakinleştirici
bir etkisi olabilirdi. Ama yazıda donanımsız alevilerin sazlarıyla da şehir
yerinde dolanıp iddialarını sürdürmeleri, popüler alanda onları oldukça etkili
kılıyordu. 1955 yılında Afşinli Sünni
Aşık Kul Hamit’in alevileri hicveden
taşlaması „Gelsin ortalığa bilenleriniz“
diye sona eriyordu ve Erzincan’dan at
sırtında yola koyulan Aşık Davut Sulari, yine DP ile gelen hürriyetin verdiği
cesaretle “düello” çağrısına cevap verecekti. İki aşığın atışması kasaba merkezinde kaymakam, kumandan ve ileri
gelenlerin de katıldığı bir salon toplantısında gerçekleşti ve Osman Dağlı’nın
ifadesiyle Kul Hamit pes edip çekildi.
Afşinlilerin gururu fena kırılmıştı. (47)
Demokrat Parti döneminde Halil Öztoprak ile Malatya Müftüsü arasındaki
polemik, alevilerin „cüret”inin muhtemel sonuçlarını haber vermekteydi.
„Alevinin selamı alınmaz“, „alışveriş
edilmez“, „kestiği yenmez“, „köyünden
geçen suyla tarla sulanmaz“ gibi yerel
dini otoritelerce tembih olunan, cumhuriyetin ilk yıllarında belki bir parça
geriye atılmış önyargılar, Demokrat
partinin vaadeylediği inanç hürriyetini kullanmaya yeltenen ilk yazılı girişimlerin ardından olanca hışmıyla
geri dönmüştü. 50’li yıllar boyunca bu
gerilim sadece Maraş ve Malatyada değil, Erzurum, Erzincan, Sivas, Yozgat,
Tokat, Çorum gibi alevi ve sünnilerin
„birlikte“ yaşadıkları bölgelerde yoğun
bir şekilde hissedilmekteydi. Fikret
Otyam’ın 60’lı yıllarda Maraş, Malatya
yöresine dair tanıklıkları, Alevi Sünni
rekabetinin çokpartili siyaset denemeleriyle birlikte yükselen gerilimine dair
uyarılarla doludur.(48)
Sol, hem Kemalizmden devraldığı kültürel fanusun etkisiyle, hem de bilimsel
sosyalizmi yorumlama tarzıyla bu gerilimin dinamiklerini ve gücünü anlayabilecek hassasiyete hiç bir zaman sahip
olamadı. Seksen sonrası kaleme alınmış bir makale, alevi örgütlenmesinin
de etkisiyle döneme ilişkin daha açık
bir değerlendirmeye cesaret etmekte,
solun geçmiş yıllarda “Aleviler üzerindeki baskı bir ölüm kalım meselesi haline dönüşmüş, yüzbinlerce insan ciddi
ciddi katledilme korkusu yaşamışken”
Alevilerin özgül varlığını ve sünnilikle
yaşadığı gerilimi “din meselesi” olduğu
için görmek istemediğini, vurgulamaktadır.(49), “Aleviler üzerinde ise sadece
dini baskılar değil, bazen katliamlara varmış hayati, siyasi, toplumsal ve
kültürel baskılar sözkonusudur. Yani
insanlar sırf Alevi oldukları için öldürülmüşlerdir. Hal böyleyken devrimci
hareket ne yazık ki Alevilik meselesinde doğru bütünsel bir yaklaşım içinde
değildir. Herşeyden önce Aleviliğin bir
mesele olduğu ve üstelik ciddi siyasi bir
mesele olduğu görülmüyor. Aleviliğin
salt bir dini inanç olarak ele alınması
ve her çeşit dini inancın otomatikman
gericilikle özdeşleştirilmesi, meselenin
taşıdığı siyasi ve demokratik içeriğin
kavranmasını engelliyor.”
Aleviler de kendilerini –tıpkı Kemalizm ile ilişkilerinde olduğu gibi- sol
düşünce içerisinde eritip çözelterek
bunu kolaylaştırdılar. Ehli Sünnet ile
tarihi rekabetlerini, solun modern kavramlarıyla kamufle ederek gayrı ihtiyari konumlarını güçlendirmeye çalış-
tılar.Ancak bu defa Kemalizmin şartlı
„himayesi“ altında değildiler ve bir kez
resmi ideolojinin –ki onun kıblesinin
de geçip giden otuz yılda epeyce kaydığını belirtmek gerek- dışında kalmışlardı.(50) Devletin Maraş’a iki günde
giremediğinin sebebi de bu dışarda
kalmış olma halinde aranmalı.
ONİKİ EYLÜL’DEN DOKSANLI
YILLARA ALEVİLİĞİN YENİDEN İNŞASI VE SOL
Oniki Eylül alevilere büyük darbe
vurdu. Tutuklanan, hapis yatan, işkenceden geçirilen sosyalistlerin önemli
bölümü Aleviydi. Askeri cunta bunun
farkındaydı ve sola verilen desteğin
hesabını sormak üzere evvela onlara
yöneldi. Türkiye’nin birlik ve beraberliğini Türk-İslam Sentezi’yle gerçekleştirmeye çalışan dönemin „resmi
ideolojisi“ bu amaçla Alevi köylerine
zorla cami yaptırma programını devlet
politikası olarak benimsedi ve Alevilerin Sünnileştirilmesi için çaba harcadı.
Generallerin anti komünist siyaset adına Türkçü ve İslamcı bir ideolojiyi yaygınlaştırmaları, kısa bir suskunluk döneminin ardından Alevilerin yeniden
dini kimliklerine sarılmalarıyla sonuçlanacaktı. Kimi yörelerde asker kökenli
valilerin köy ziyaretlerinde, neden cami
istemediklerine dair dini tartışmalara
dahi girmeyi göze aldılar. Bu tür tartışmalarla Aleviliğin devlet için içerebileceği „olanağı“ valilerin bir süre
sonra farketmiş olması muhtemeldir.
Öngörülen programın uygulanmasında
karşılaşılan güçlükler neticesinde, inşa
ettirilen camilere, görevlendirilen cemaatsiz imamlara rağmen, onları zorla
Sünnileştiremeyeceklerini farkettiklerinde “sadece” Aleviler ve Kürt milliyetçiliğinin doğu illerinde yükselişine
paralel olarak „özbeöz Türk Aleviler“
olarak kalmalarında, “aşırı sola“ ve
„Kürtçülüğe“ meyletmedikçe bir sakınca görülmemiş olmalı.
Bu sürece ilişkin değerlendirmelerinde
sol, genel bir kabul olarak, Aleviliğin
oniki eylül sonrasında, devlet tarafından, devrimci mücadeleyi bölmek için
ortaya atıldığını öne sürmekte, Türkİslam Sentezi politikalarının yükselttiği Sünni muhafazakarlığın Aleviler
nazarında yarattığı endişe ve bu endişenin harekete geçirdiği geleneksel
kızılbaş - sayfa 50 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel 00 49 (0) 177 502 88 53
mekanizma bir kez daha farkedilmemektedir. Oysa Alevi deyişlerinin
“yurttan sesler” potborisine dahil edilmeden sunulduğu, giderek açık bir Alevi çağrısı niteliği taşıyan ilk konserler
1983’lerden itibaren gözlenmekteydi
ve solun tarumar edildiği bir ortamda
yükselen Türk-İslam sentezine karşı
bir toparlanmayı içeriyordu. Kendilerini solun etkisinden kurtarmak için
dindarlaştırmaya çalışan generallere
karşı, yine dine dönüyorlardı ama kendi bildikleri dine. Aleviliğin “çalınıp
söylenen bir şey” olarak geri dönüşü,
yeni kuşaklar için, kulağa ilk kez çalınan anahtar kavramların anlaşılmasını
gerektiriyordu.(51) Böyle bir ihtiyaç
ile aleviliğe yönelen insanlar için İslam
tarihindeki ihtilaflı meseleleri, imamların, evliyaların yaşam öykülerini,
cem, müsahiplik vb kavramların aslını
esasını bilip öğrenmek önem taşıyordu ve okuyup tartışma sürecini içeren
ayrı bir konsantrasyon gerektiriyordu.
Aleviler böyle bir uğraşa meylettiklerinde, evvela, yetmişli yıllar boyunca
evrildikleri, teorik veya pratik her türlü
dinsel meşguliyeti gericilik olarak nitelendiren sosyo-politik iklimin kendi
içlerinde etkin temsilcilerinin müdahalesiyle karşılaşacaklardı. Aşıldığı,
tarihe malolduğu düşünülen inanç geri
dönüyordu ve yetmişli yıllar boyunca
onun çekildiği alanlar üzerine kendisini inşa etmeye çalışmış sol indinde bu
durum ciddi bir tehlike olarak görülmekteydi. Türkiye solunun bu en sadık
izleyicilerinin (kendi kanaatleri öteden
beri bu yöndedir) eş-dost, akraba çevresinde gözlemlediği yönelim, onları
kendi burçlarında algıladıkları gediği
bir an evvel ve elbette sol adına kapatmaya yönlendirirken, devlet uzunca bir süre saldırının kaynağı olarak
algılanacaktı. 1988 yılında Pir Sultan
Abdal Dernekleri en çok bu müdahalenin aciliyeti duygusuyla kuruldu ve
bir süre sonra kendisini Hacı Bektaş
Veli Dernekleri’nin (1989) karşısında
konumlayarak burada sürdürülen etkinlikleri çoğu zaman devlet yanlısı bir
alevicilikle suçladı. Cemevlerinin inşaası için devlet yardımının taleb edilmesi yoğun eleştirilere konu oldu. Sonraki
yıllarda bu suçlamaların odağına devlet ricali ve siyasilerle çok daha açık bir
“teşrik-i mesai”ye yönelen Cem Vakfı
(1995) yerleştirilecekti. Alevi örgütlen-
melerinde oldukça etkili bu “sol” izah,
özgül sorun ve taleplerin dile getirilmesinde engelleyici bir set haline dönüşecektir. PSA Derneğinin 1992 yılında
aynı isimle neşredilen yayın organının
ilk sayısında, Alevilerin Sosyalizme
yönelmesinde dedelik ve cem gibi olguların “köyde kalmasının ötesinde”,
“kendi sınıfsal konumları”nın belirleyici olduğu vurgulanmaktadır.(52) Bu
izaha göre Aleviler tercihlerini sosyalizmden yana yapmışken, son yıllarda
yeniden bir Alevilik cereyanına maruz
bırakılmışlardır. Alevilik Aleviler tarafından bir talep olarak gündeme getirilmemiş, onları sosyalist mücadeleden
alıkoymak üzere bizzat devlet tarafından hatırlatılmış olmalıdır:
“12 Eylülün getirdiği koşullarda ülkemizde devrimci hareket yenilgiye uğrar, 80’li yılların getirdiği koşullarda,
Sosyalizm dünya ölçeğinde, geçici de
olsa, manevi ve moral anlamda da olsa
yenilgiye uğrar. Bütün bunlar karşı
devrimin topyekün saldırısını gündeme getirir. Karşı devrim, bütün kanallardan ve bütün olanaklarıyla karşı saldırıya geçer. ‘Sosyalizm dediğiniz bir
ütopyadır. Doğduğu yerde, Moskova’da
ölmüştür. En iyisi siz, işçiyseniz işçi,
köylüyseniz köylü, patronsanız patron,
Aleviyseniz Alevi olmaya, kalmaya
devam edin.’ Demiştir. Bilinci zayıf,
inancı zayıf, bilimsel donanımı zayıf
bir çok unsur, olanlardan ve söylenenlerden etkilenmiştir. Yeniden bir arayış
başlamıştır. İnsanlar yeniden Türklüklerini, Kürtlüklerini, Aleviliklerini,
Sünniliklerini anımsamışlardır, anımsatılmıştır.”
Pir Sultan Abdal Dergisi bu “topyekün
saldırı”ya karşılık, Aleviliğin “zamanı
değilken, gereği yokken, birdenbire,
bilinçli bir biçimde toplumun gündemine getirilmesini” engellemek, “barışa, insan haklarına, demokrasiye,
halkların kardeşliğine” sahip çıkmak
amacıyla “devrimcilere, demokratlara,
sosyalistlere düşen acil bir görev” olarak yayınlanmaktadır. Sonraki aylarda
topluluğun özgül sorunlarının tartışılması talebiyle “Alevi kurultayı” oluşturma girişimlerine de aynı “görev”
anlayışıyla: “Toplumumuzun pek çok
ekonomik, siyasal ve kültürel kökenli
demokratikleşme, laiklik ve insan hakları sorunları bulunmaktadır. Acil ve
özel temelde Alevilik diye bir sorunu-
muz yoktur” denilerek karşı çıkılmaktadır.(53)
O dönemde pek çok sosyalist gibi Pir
Sultan Abdal Dergisini yayına hazırlayanlar da Alevi uyanışının solun gücünü zayıflattığına inanıyorlardı. Bununla beraber sol ile Alevilik arasında
bir yerde durduklarının farkındaydılar. Başlangıçta Aleviliğin “gündeme
getirilmesi”ne karşı koymaya çalışanlar, bir süre sonra “alevi hareketi”ne
dahil oldular.(54) Kuşkusuz safdil talipler olarak değil, epeyce bir ideolojik
formasyon ve sınıf bilinci ile. Sosyalist
olduklarını ve hatta Alevi örgütlenmelerinde devrimci çalışma yaptıklarını
söylediler. Giderek Alevilik ağır bastı. Nihayet bir çoğu sosyalist öğretinin
Alevilikte zaten içkin olduğuna kanaat getirip, bugünün “çağdaş” koşullarına uygun bir inanç olarak varlığını
sürdürebilmesi için elzem gördükleri
değişimleri savunarak, yeniden inşa
sürecinin aktörleri arasına katıldı. Aleviliğin tarihi, geleneksel kurumları, bu
kurumların geleceğin Alevi toplumundaki yeri, bu kaygı ile yeniden yazılmaya başlandı.
İŞÇİ SINIFININ “MÜSAHİBİ”
OLARAK ALEVİLER!
Geri dönen bir dalga olarak solun temellerine dolan Aleviliğin, gördüğü
mukavemet ve müdahale sadece, dünün
“dedeleri köyden kovan” solcu Alevileri
aracılığıyla gerçekleşmedi. Alevi toplumundaki gelenekle sol bilgi arasındaki
tartışmanın etkisiyle çok kısa bir süre
sonra sadece “solcu Aleviler” değil,
bizzat sadece solcular Aleviliğin ne olduğu nerede durduğu konusu ile yakından ilgilenmeye başlayacaktılar. PSA
Derneği’nin temsil ettiği iç frenlerin
yanısıra, sol içi bir muhasebenin başlangıcı olarak hayli canlı tartışmalara
sahne olması bakımından ilginç ikinci
bir müdahale,TKP’den geldi. Reel sosyalist sistemin dağılıp soğuk savaşın
sona erdiği dönemde, Parti içerisinde
“İngiltere kanadı” olarak bilinen “İşçinin Sesi” dergisi etrafında toplanmış
bir grup 1991 yılı Mart ayında “Kavga”
adlı bir dergi yayınlamaya başladı. (55)
İşçi-sendika haberlerinin yanısıra, Alevi dedeleri ve aşıklarla söyleşilere, sosyalist bir yayın organında o güne dek
görülmemiş bir şekilde geniş yer ayıran
kızılbaş - sayfa 51 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel 00 49 (0) 177 502 88 53
dergi daha ilk sayısında, Babaileri “işçi
sınıfının atası” olarak ilan etmekteydi.
O günlerde kamuoyunda büyük yankı
uyandıran Maden-İş üyesi kömür işçilerinin Zonguldak’tan Ankara’ya yürüyüşü, tıpkı 15-16 Haziran olayları gibi,
işçi sınıfının başkaldırı geleneğinin
önemli bir halkası olarak selamlanıyor
ve bu geleneğin Babailerden miras kaldığı vurgulanıyordu. Aynı yazıya göre
Babailik, şiddetli sınıf kavgalarının
içinde biçimlenen hümanizm, kollektivizm gibi değerlerin yanısıra, “Alevilik-Bektaşilik gibi eşsiz bir miras”
daha bırakmıştır(56) ve TKP İşçinin
Sesi nihayet bu “mirası” açıkça sahiplenmektedir!
Alevi dedeleriyle yapılan söyleşilerde
inanca ve inancın tarihine ilişkin konuların yanısıra Alevilikle Sosyalizm
arasında “ne tür bir ilişki” bulunduğu,
Alevilerin çoğunun neden solcu olduğu
sorusu yöneltilmekteydi. Örneğin Ali
Özsoy dedeye göre; “Alevilik doğrudan doğruya sosyalistlik. Sosyalistlik
doğrudan doğruya Alevilik idi.” Dede
„kırklar cemi“ni örnek veriyordu ve bu
mitosta dile getirilen kollektivizmin
sosyalistlikten başka bir şey olmadığını anlatıyordu.(57) Derginin yayın
politikası Aleviliğin arkaik bir sosyalist ideolojiyi barındırdığı, bu nedenle
önemsenmesi gerektiği üzerine inşa
edilmekteydi. Bu yaklaşım özellikle
Alevi bölgelerinde örgütlenmiş THKO,
THKP-C ve TİKKO geleneğinden
doğmuş bütün fraksiyonlara yönelik
bir eleştiri barındırmaktaydı. Devrimcilerin şimdiye dek Aleviliği gericilik olarak nitelendirip küçümsediği,
Alevilerin gönlünü okşayan ifadelerle
dile getirilmekteydi. Alevilerin sosyal,
ekonomik bakımlardan olduğu gibi bu
felsefeyi sürdürebilecek kurumların
yaşatılabilmesi açısından geri kaldığını
belirten grubun önderi R. Yürükoğlu,
modernitenin kaçınılmaz sonuçlarını
ezen ezilen çelişkisiyle açıklamaktadır.
(58)
“Eskiden çağın en önünde bilgilere sahipmişler. Müzik, resim, edebiyat, tarih, astronomi, tıp, tasavvuf vb. Zaman
ilerleyince dedeler geri kaldılar. Bunun
suçlusu dedeler mi? Hayır Alevi toplumunda dedeliği günün koşullarına göre
ilerletecek bir mekanizma yok. Öyleyse
bu geri kalışın suçlusu Alevi toplumu
mu? Yine hayır! Kendine dost olma-
yan bir devlet ve egemen sınıf baskısı
altında, yoksul ve ezilen bir muhalefet
kesiminin bu mekanizmaları yaratabileceğini düşünmek hayal olurdu. Suçlu
baskıcı, sömürücü, yobaz düzenin kendisidir.”(59)
Aleviliğe bu „iadeyi itibar“ı yapan
TKP İşçinin Sesi fraksiyonu, bunu,
70’li yıllarda din olarak reddedilen
Aleviliği daha farklı biçimde tanımlayarak gerçekleştirmektedir. Bilimsel
sosyalist bakış değişmemekle beraber
geçmişte yapılan tesbitin yanlışlığı öne
sürülmekte, Aleviliğin aslında din olmadığı o nedenle onun sosyalistlerce
reddedilmesinin yanlışlığı vurgulanmaktadır. Böylece Aleviliği „bir yaşam felsefesi“ne terfi ettirerek onunla kurulması elzem görülen ittifakın
gerekçesi oluşturulmuştur. Din, evet
o esasen kitlelerin afyonudur ama alevilik başkadır. Derginin yazarlarından
İsmail Kaygusuz’a göre o’nun materyalist felsefi özü Onikiimamcı Aleviliğin
kurucusu Şah İsmail’in nefeslerinde
açıkça görülmektedir. O yüzden: „kızılbaşlığını inkar etmeyen hiç bir Alevi
ben Komünistim demekten de çekinmez.(60) (...) Dün Aleviliğin siyaset
adı Kızılbaşlıktı, bugün ise işçi sınıfının ideolojisi olan Komünizm ve onun
felsefesi Marksizm’dir“(61)
Böylece Alevilerle Sosyalistler aynı
tarihsel ortak amaçlara sahip oldukları belirtilip „müsahip“ ilan edilir.
“İşçi Sınıfı Alevilerin müsahibidir”.
(62) Müsahiplik Alevi inancında „yol
kardeşliği“ anlamına gelir. Aleviliğe göre müsahipler birbirlerinden sorumludurlar. İnancın gerekleri birlikte yerine getirilir yani „yola birlikte
gidilir“. Müsahiplerden birinin yanlış
bir iş işlemesi, diğerini de „düşkün“
kılar. Onların devrim yolunda birlikte
ilerlemeleri aynı amaçları benimsemiş
olmalarının yanısıra, birbirlerine olan
“gereksinim”den de kaynaklanmaktadır. İşçi sınıfının Aleviliğe gereksinimi vardır çünkü Alevilik işçi sınıfının
“atası, dedesi, kökü”dür. Töresinden,
terbiyesinden, hümanizmasından alabileceği çok şey vardır. Öte yandan
Aleviler de işçi sınıfına gereksinim
duymaktadır çünkü “kapitalizm koşullarında” amaçlarını gerçekleştirme yollarını gösteren “izm” ondadır.(63)
Grub’un yaklaşımı Aleviler arasında
önceleri ilgiyle karşılanmış, buna mu-
kabil doksanlı yıllarda Avrupa’daki
Alevi örgütlenmelerinde etkinlik savaşına giren Dev-Yol, Dev-Sol, Kurtuluş, TKP/ML TİKKO gibi fraksiyonlar
tarafından yoğun şekilde eleştirilmiştir. Tartışmalara broşür savaşları eşlik
eder. TKP-ML tarafından yayınlandığı
belirtilen bir broşüre cevaben Kavga’da
yeralan Cemile Çakmak imzalı yazıda, Marksın da ortaçağda heterodoks
bir köylü isyanı yaratan Münzer’i ve
onun öğretisini önemsediği belirtilerek, yapılmak istenenin bizatihi Marksist bir yaklaşım olduğu savunulmaktadır: “Marksizm gökten zembille mi
indi? Marksizmin sacayaklarından biri
olan Alman felsefesinin birikimi içine, Münzer’in, ortaçağ Almanyasında
Hristiyanlık örtüsü altında çıkan ama,
Engels’in deyimiyle komünist nosyonlar taşıyan öğretisi de girmiyor mu?
Alevilik neden giremesin? O da devrimci bir öze sahiptir.” denilerek “yerli” kaynakların önemi vurgulanmaktadır.(64) Yazının hedefi Aleviliği etkili
olduğu bölgelerde öteden beri gericilikle suçlayan TKP/ML (TİKKO) dir
ama gıyabında sol grupların tamamının
Aleviliği yanlış değerlendirdiği öne sürülmektedir. (Devamı gelecek sayıda)
...................
43-İnci Aral’ın öyküleri, Maraş katliamına hakim Sünni dindarlığın, kızılbaşlara duyduğu derin nefret ve tiksintinin bilinçaltı çözümlemelerini işliyor.
Kıran Resimleri, Kaynak Yayınları,
İstanbul,
44-THKP-C Halkın Devrimci Öncüleri’ nin Gazi Olayları sonrasında yaptığı 7 nolu açıklamada 12 Eylül öncesi bu
üç ilde gerçekleştirilen katliamlar böyle değerlendiriliyor. TKP-ML’nin yayın
organı Devrimci Demokrasi’ye göre de
“Hükümet, katliamın sınıfsal niteliğini
gizleyerek bunu Alevi Sünni çatışması
olarak gösterir.” Sayı 21, 2001.
45-Fikret Otyam, Hü Dost, Nefes Yayınları 3. Basım, İstanbul, 1995, s.168.
46-Şerif Mardin, asker ve laik aydınların “Sünnilerle Aleviler arasındaki
mezhep çekişmesinin sun’i olarak yaratılmış olduğuna” inandıklarını belirtmektedir. Türkiye’de Din ve Siyaset,
S.127. Kanımızca aynı eğilim solda da
tezahür etmiştir. Ordu ve laik aydınlar
meselenin gündeme getirilmesini dış
güçlerin provakasyonu olarak açıklarken, aynı ruha uygun olarak sol; devletin provakasyonuna bağlar. Her iki
tutumda da iç dinamikler görmezlikten
gelinmektedir. Devlet “devrimci mücadeleyi önleyebilmek” için” Alevi-Sünni
kızılbaş - sayfa 52 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel 00 49 (0) 177 502 88 53
ayrımını tahrik etmektedir. Aynı devlet
12 Eylülden sonra da “devrimci mücadeleyi bölmek” için Aleviliği “teşvik”
etmiştir.
47-Halil Öztoprak, Kuran’da Hikmet
Tarihte Hakikat, yeniden basım Haziran 1990, Can Yayınları, İstanbul, s.5.
48-Osman Dağlı ile görüşme kaydından.
49-Fikret Otyam, Hü Dost!
50- Selman Ciranoğlu,“Türkiye’de Demokratik Siyası Bir Mesele”, 1989 tarihli Hedef Dergisi’nden derleyen Cemal Şener, Alevilik Üstüne Ne Dediler,
Ant Yayınları, İstanbul, 1994, s:35.
51-Resmi ideolojinin değişken muhtevası ve Alevilerle ilişkisi üzerine
bkz. Reha Çamuroğlu,“Resmi İdeoloji
ve Aleviler”, Birikim, Sayı: 105-106,
Ocak-Şubat 1998, s.112-116.
52-Alevi kimliğinin yeniden oluşumunda müziğin önemini burada bir kez daha
vurgulamalıyız. Cemaate yönelik dergi
ve kitapların tirajı biriki istisna dışında
bir kaç bini geçmezken, kaset satışları
yüzbinlerle ifade edilmektedir. İlk “Alevi radyoları”nın yarattığı olağanüstü
coşku da Alevi müziğinin TRT’de maruz kaldığı kısıtlamadan sonra özgürce
kamuya açılması nedeniyledir. 1983’ten
itibaren müzik ve özellikle Arif Sağ’ın
sazda “Alevi akordu”nu daha kolay
icra etmeye olanak veren “kısa saplı
bağlama”sı popülerleşmenin başlangıç
noktasını oluşturmaktadır. İlk dernekler bu müzikal görünürlüğün ardından
kurulmaya başlandı.
53-Pir Sultan Abdal sayı 1, Ankara,
Haziran 1992. Ali Balkız’ın editör yazısından.
54-A.g.d., Sayı: 5, Şubat 1993, s.12.
55-Kavramlaştırma Ruşen Çakır’a ait.
“Değişim Sürecinde Alevi Hareketi”,
Milliyet Gazetesi, 2-12 Temmuz 1995.
56-Dergi’nin adı 22. sayıda Kervan
olarak değiştirildi.
57-Oya Hisarlı, Kavga, Sayı 1, s.21.
58-Kavga, Sayı:2, s.15.
59-Nihat Akseymen TKP içerisinde R.
Yürükoğlu adını kullandı. “R” önceleri
“Rüştü” olarak bilinirken, Alevi derneklerinin davetlisi olarak bulunduğu
Avustralya’da bir “Alevi can”ın isteği
üzerine adını “Rıza” olarak değiştirdiğini açıkladı. Kervan, Sayı 27, s.12.
60-A.g.y, 4, 20. R.Yürükoğlu.
61-İsmail Kaygusuz, Kervan, Sayı: 50,
s.15.
62-İsmail Kaygusuz, Alevilik ve Materyalizm, Kervan, Sayı:46, s18.
63-Kavga, Sayı:15, s.19.
64-Kavga, Sayı:17, s.10.
Kaynak:
Modern Türkiye`de Siyasi Düşünce,
Sekizinci Cilt: Sol, İletişim Yayınları,
İstanbul, 2007.
FERHAT KENTEL
"Mele Projesi, TRT Şeş'e Benziyor"
Doç. Dr. Ferhat Kentel Diyanet İşleri
Başkanlığı'nın "Mele Projesi"nin Kürtleri din vasıtasıyla merkeze çekmeyi
amaçladığını ve sorgulanması gerekenin Diyanet İşleri Başkanlığı’nın
kendisi olduğunu söyledi.
Işıl CİNMEN [email protected]
İstanbul - BİA Haber Merkezi
"Mele projesini, devletin Kürtçe televizyon açması ya da 'acılarınızı paylaşıyoruz' demesi gibi düşünün."
İstanbul Şehir Üniversitesi Sosyoloji
bölümü öğretim üyesi Doç. Dr. Ferhat
Kentel, Başbakan Yardımcısı Bekir
Bozdağ, doğu ve güneydoğu'da "mele"
denilen kişilerin sözleşmeli imam hatip
olarak Diyanet İşleri kadrosuna alınacağını belirttiğinden beri tartışılan "mele
projesi"ni bu sözlerle yorumluyor.
Tartışmada genel olarak akla takılan
soru şu: Kürt illerinde "mele" olarak
adlandırılan din adamları, neden şimdi
devlet kadrosuna katılıyor?
Bekir Bozdağ, "Diyanetin 2012'ye yönelik en önemli projesi" olarak tanıttığı
çalışmanın nedenini "Bölgede imam
açığı var" diye belirtti.
Bozdağ, "Bu kişileri analiz ettik. Toplumda sözü dinlenen, saygınlığı olan,
sözleri insanları durduran veya harekete
geçiren insanlar. Bu kişilerin hizmetinden müftülük denetiminde yararlanmak
istiyoruz. Başkaları tarafından kontrol
edilmeleri de böylece önlenecek. Doğu
illerinde imam açığımız var. Açığı da
bölgenin insanlarından gidermiş olacağız" dedi.
Kentel, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın
doğu ve güneydoğu illerine yönelik
"mele" projesini bianet'e değerlendirirken bu kişilerin kadroya alınmasının
devletin Kürt politikasında attığı bir
adım olduğunu düşündüğünü söyledi.
Kentel, sağlıklı bir toplum için Diyanet
İşleri Başkanlığı'nın kendisinin sorgulanması gerektiğini de sözlerine ekledi.
Kürtler, din vasıtasıyla merkeze çekilmek isteniyor
* Diyanet'e mele almak, devletin Kürt
politikasında attığı bir adım. Diğer ufak
tefek adımlarla birlikte düşünmek gerekiyor; Kürtçe yayın yapan TRT Şeş'i
açmak, 'acılarınızı paylaşıyoruz' demek
gibi. Kürtleri din vasıtasıyla merkeze
çekmek için...
* Alternatif dinsel varoluşlar Kürt
coğrafyasında daha yoğun olduğu için,
mele projesiyle memurlaşacak. Ancak
bu tip toplumsal mühendislik durumlarında hiçbir şey hesaplandığı gibi
yürümez.
* Kürtler ulusal Diyanet İşleri şapkası
altında kendi dinlerini yaşamaya devam
ettiler. Dolayısıyla şimdi Diyanet şunu
demiş oluyor: "Biz sizin dinselliğinizi
tanıyoruz. İçeri alıyoruz."
* Bu ne demek? Marjinalize olmaktan
çıkarmak, çevreye almak, merkeze
çekmek ve kontrol etmek demek.
* Bir taraftan seni tanıyorum diyor;
bu bakımdan Kürtçe TRT'ye benziyor.
Ama aynı zamanda içeri alırken kontrol
sağlıyor.
"Diyanet İşleri baştan aşağı sorgulanmalı"
* Diyanet'in mele projesinden ziyade,
Diyanet İşleri Başkanlığı'nın kendisinin
sorgulanması gerekiyor. Bir toplumun
dinsel eğilimlerini bir tür memuriyet
vasıtasıyla kontrol altına almak, bir topluluğa ulusal bir din vermeye çalışmak
ve tezahürünü denetim altında tutmak
anlamlı değil.
* Diyanet İşleri baştan aşağı sorgulanmalı. İmamlar, imam oldukları zaman
öyle bir yemin ediyorlar ki; "Türk milliyetçiliğine bağlı kalacaklarına" dair...
"Türkiye Cumhuriyeti Anayasasına, Atatürk İnkılâp ve İlkelerine,
Anayasa'da ifadesi bulunan Türk
milliyetçiliğine sadakatle bağlı kalacağıma..." diyerek evrensel bir mesajı
bulunan dini bir ulus kimliğinin içine
hapsedilmiş, uluslaştırılmış oluyorlar.
* Bu sorgulama gerekliliğinin içinde
vergi konusu da var. Bu tür kurumlara ilgilenen şahıslar vergi ödemelidir.
Oysa bu toptancı uygulamada inanan,
inanmayan, Müslüman olan, olmayan
Diyanet'e vergi ödüyor. Herkese aynı
şeyi dayatıyorsun ama herkes aynı
değil.
Diyanet, uzun vadede varolamaz
* Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP)
uyumlu, ortalamayı temsil eden bir
muhafazakâr parti. Daha radikal gruplar Diyanet İşleri Başkanlığı'nı reddeder; ortalama Türkiye Müslüman'ı ise
reddetmez.
* Baştan kendine "muhafazakâr demokrat" demiştir ve yönetmeye talip olduğu:
Devlet'tir. Dolayısıyla devletleşiyor. Bu
yüzden taşımış olduğu alternatif muhalif yöne rağmen bir tarafıyla "Devlet"
gibi düşünüyor.
* Diyanette reform yapmaya çalışıyor.
Alevilerle ilgili, kadınlarla ilgili ve son
olarak Kürtlerle ilgili yaptığı küçük girişimlerde bu görülüyor. Diyanet İşleri
Başkanı Mehmet Görmez'le birlikte bu
başladı. Ancak bu mümkün değil.
*Yapısal olarak mümkün değil ayrıca
uzun vadede Diyanet'in devam etmesi
de imkânlı değil.
* Alışkanlıklar, sabitleşmiş yapı ve
konformizm nedeniyle toplum kendisini
esir alan bu mekanizmadan vazgeçemiyor. "Diyanet'i istemiyoruz" talebi
yükselmiyor. Bu bakımdan Diyanet,
Atatürk gibi bir yapı." (IC)
kızılbaş - sayfa 53 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel 00 49 (0) 177 502 88 53
Dinsel İnançlar ve
Düşünceler Tarihi Cilt 1
Dinler Tarihine Giriş
Mircea Eliade'nin bu kitabının
merkezinde iki temel soru var: Din
nedir ve hangi aşamada bir din
tarihinden söz edebiliriz? Eliade
bu soruların aydınlatılabilmesi için
kutsalın belli sayıda tezahürünün
incelenmesi gerektiğini düşünüyor.
Bu yüzden de incelemesine gök,
su, yer, taşlar gibi kutsalın farklı
kozmik düzlemlerde ortaya konulan yüzlerini irdelemekle başlıyor;
ardından ayın halleri, güneş, bitkiler
ve tarım, cinsellik gibi kutsalın
biyolojik tezahürlerini; kutlu yerler,
tapınaklar gibi kutsalın mekanla ilgili tezahürlerini, son olarak
da mitleri ve simgeleri inceliyor.
Yazarın her bölümde kendine özgü
bir çerçeve oluşturduğu ve kimi
zaman da didaktik olmanın tekdüzeliğini aşmak üzere her bölümde
kendine özgü bir üslup geliştirdiği
görülüyor. Kitabın farklı başlıkları
arasında gezinen okuyucu kutsalın
yapısı üzerinde düşünme olanağı
buluyor. Eliade'nin Dinler Tarihine Giriş'i tek tek dinleri ele alıp
inceleyen bir kitap değil, "ilkel" ve
"gelişmiş" din biçimlerini eşzamanlı
olarak inceleyerek tüm dinlerdeki
ortak öğeleri ortaya koyan ve insanın kutsal ile ilişkisini çözümleyen
bir çalışma. Bu kitap bize dinsel
inançlar ve düşünceler tarihine nasıl
yaklaşmamız gerektiğini öğretiyor.
(Arka Kapak) .
Taş Devrinden Eleusis Mysteria'larına
Eliade, Dinsel İnançlar ve Düşünceler Tarihi isimli bu üç ciltlik eserinde, 1933'ten
itibaren belirli aralıklarla Bükreş Üniversitesi, Ecole des Hautes Etudes ve Chicago Üniversitesi'nde verdiği Dinler Tarihi
derslerini bizlerle paylaşıyor. Yazar, Dinler Tarihine Giriş'te kutsalın diyalektiğini
ve morfolojisini tartışmıştı; bu ciltleri ise
farklı bir bakış açısıyla tasarlamış. Bir yandan kutsalın tezahürlerini zamandizinsel
bir düzen içinde çözümlüyor, bir yandan
da dinsel inançlar ve düşünceler tarihine
yapılmış en büyük katkıları, dinsel geleneklerdeki köklü dönüşümleri gün ışığına
çıkarmaya çalışıyor.
Eliade'ye göre din tarihçisi için kutsalın
her tezahürü büyük önem taşır; her ayin,
her mit, her inanç ya da tanri figürü kutsalın deneyimlenmesini yansıtır ve dolayısıyla varolma, anlam ve hakikat kavramlarını gündeme getiri. "Kutsal", insan
bilincinin tarihinde bir aşama değil, bilincin yapısı içinde bir unsurdur. Kültürün en
arkaik düzeylerinde insan olarak yaşamak
kendi içinde bir dinsel eylemdir; çünkü
beslenmenin, cinsel hayatın ve çalışmanın
ayinsel bir değeri vardır. Başka bir deyişle insan olmak ya da insan haline gelmek
bizatihi "dinle ilişkili" olmak demektir.
Yine Eliade'ye göre, insan zihninin, indirgenemez gerçek bir şeyin mevcudiyeti kanısı olmaksızın nasıl işleyebileceğini hayal
etmek güçtür; insanın deneyimlerine ve
dürtülerine bir anlam yüklemeden bilincin nasıl ortaya çıkabileceğini düşünmek
olanaksızdır. Gerçek ve anlamlı bir dünya
bilinci, kutsallığın keşfiyle yakından ilintilidir. İnsan zihni gerçek, güçlü, zengin ve
anlamlı olarak ortaya çıkanla bu niteliklerden yoksun olan -yani şeylerin kaotik
ve tehlikeli akışı, onların rastlantısal ve
anlamsız beliriş ve yok oluşları- arasındaki
farklı kutsalın deneyimi sayesinde yakalayabilmiştir. (Arka Kapak) .
Dinsel İnançlar ve
Düşünceler Tarihi Gotama
Budha'dan Hıristiyanlığın
Doğuşuna 2. Cilt
Mircea Eliade, anıtsal eserlerinin
-Dinler Tarihine Giriş, Dinsel İnançlar
ve Düşünceler Tarihi- bu cildinde de
dinsel düşünceler tarihinin haritasını
çıkarmaya devam ediyor. Eski Çin,
Brahmancılık, Hinduizm, Budha ve
çağdaşları, Roma, Kelt ve Cermen
dinleri, Yahudilik, Helenistik dönemin dinsel düşünceleri, mesihçilik
ve binyılcı hareketler, dünyanın sonu
üzerine spekülasyonlar, İran'daki dinsel sentezler ve Hıristiyanlığın doğuşu,
tüm bunlar "harita"nın bu ciltteki
parçalarını oluşturuyor. Diğer ciltlerde
olduğu gibi bölüm sonlarındaki zengin
kaynakçalar, profesyonel araştırmacılara yol gösterici nitelikte.
Bir kez daha anlıyoruz ki, Eliade'yi
aynı konuda çalışan diğer araştırmacılardan ayıran en büyük özelliği dinler
tarihini anlatırken mitleri, teolojiyi,
tarih ve felsefeyi büyük bir ustalıkla sentezlemesi ve böylece insanın
düşünce tarihini de anlatmayı başarmasıdır. Onun eserlerinin en çarpıcı
noktası, söylemsel ya da simgesel
olarak tüm teolojilerde, mitolojilerde
ve liturjilerde bulunan temel yapıları ortaya koyması; dinin, kendini
oluşturan öğelerden farklı bir sistem,
eklemli bir düşünce, bir dünya görüşü
olduğunu söylemesidir. Elliade külliyatının, dinler tarihinin görüngüler
labirentinde kaybolmuş okuyucunun
zihin karışıklığını gidereceği, ona net
bir harita sunacağı kesin.
(Arka Kapak) .
kızılbaş - sayfa 54 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel 00 49 (0) 177 502 88 53
Tanrı Yanılgısı
Son zamanlarda, Discover dergisi, evrimi sert ve etkili savunduğu
için Richard Dawkins'i "Darwin'in
Rottweiler"i olarak anmaktadır.
Prospect dergisi ise onu, (umberto
Eco ve Noam Chomsky ile birlikte)
dünyanın ilk üç halk aydınından biri
olarak seçti. Bu kez Dawkins keskin
zekâsını din üzerine çevirir, dinin
hatalı mantığını ve yol açtığı acıları
ifşa eder.
Dinsel İnançlar ve
Düşünceler Tarihi Muhammed'den
Reform Çağına Cilt 3
Mircea Eliade, dinler tarihiyle ilgili bu son derece önemli
eserinin son cildinde genellikle
yeterince önemsenmeyen veya
suskunlukla geçiştirilen heterodoks akımlar, halk mitolojileri ve
ibadetleri, büyücülük, simya gibi
dinsel yaratımlara yer veriyor.
Yazar, kendi manevi ufukları
içinde ele aldığı bu dinsel yaratımları, dünya dinsel kültürünün
önemli bir parçası olarak kabul
ediyor. Eliade birtakım sağlık
sorunlarıyla boğuşurken kaleme
almasına karşın, Batıdaki dinsel
reform hareketlerinden Doğudaki
Tibet dinlerine kadar geniş bir
coğrafyayı kapsayan bu ciltte de
aynı ayrıntı zenginliğini ve panoromik bakışı korumayı başarmış.
Antik Avrasya dinleri, ikonakırıcılık, azizlere ve kutsal emanetlere tapınma, İslamın doğuşu ve
tasavvuf, Musevi ve Hıristiyan
mistisizmi, Batıda Hermesçi
akımlar ve Lamacı öğretiler.
Üç ciltlik Dinsel inançlar ve Düşünceler Tarihi ve Dinler Tarihine Giriş ile birlikte dört kitaplık
bu dizi, en eski çağlardan yakın
zamanlara kadar insanoğlunun
dinsel evrenine nüfuz etmemiz
ve yalnızca dinsel inançları değil,
hayatı anlamamız için değerli bir
rehber. (Arka Kapak) .
Eski Ahit'in cinsiyet takıntılı tiranından, Aydınlanma düşünürlerince
müşfik (ama hala mantık dışı) Kutsal
Düzenleyici olmasına kadar Tanrı'yı
bütün formlarıyla eleştirir. Dine ilişkin bütün önemli argümanları didik
didik eder ve doğaüstü bir varlığın
olamazlığını açık seçik ortaya koyar.
Konuları tarihsel ve çağdaş kanıtlarla destekleyerek, dinin nasıl savaşı
ateşlediğini, bağnazlığı kışkırttığını,
çocukları istismar ettiğini gösterir.
Böyle yaparak, Tanrı inancının sadece akil dişi (irrasyonel) değil, ayni
zamanda potansiyel olarak ölümcül
olduğu seklinde zorlayıcı bir durum
yaratmaktadır.
Dawkins'in dini çürütmeye yönelik
ateşli ve şiddetli tarzı, Kutsal Kitap'ı
delik deşik eden tutarsızlık ve zalimlikler durmadan dile getiren, "maharetli tasarım"ın anlamsızlığı ya da
can çekişen Orta Doğu veya Orta
Amerika köktendinciliği karşısında
tüyleri diken diken olan herhangi
biri tarafından bağrına basılacaktır.
Bu dünyada bir dev var. Bu devin
öyle kolları var ki, hiç güçlük
çekmeden bir lokomotifi kaldırabilir. Öyle ayakları var ki, günde
binlerce kilometre koşabilir. Bu
devin öyle kanatları var ki, bulutlar
üzerinde, kuşların çıkamadığı yüksekliklerde uçabilir. Öyle yüzgeçleri var ki, su altında balıklardan
daha iyi yüzebilir. Bu devin öyle
gözleri ve kulakları var ki, görülmeyenleri görür, başka bir kıtada
konuşulanları işitir. Bu dev o kadar
güçlüdür ki, dağları delip geçer
ve dolu dizgin akıp giden suları
durdurur.
Bu dev, yeryüzünü istediği gibi
değiştirir; ormanlar diker, denizleri birleştirir, çölleri sular. Kimdir
bu dev? Bu dev insandır. Acaba
insan nasıl dev oldu, nasıl dünyanın efendisi oldu? Biz bu kitapta
direnenlerin torunu!
yücel halis’i koçgiri kızılbaşlarının yüzakı! senin alişer’e,
zarife’ye seyrıza’ya ugurladık!
ali rıza koçgiri
kızılbaş - sayfa 55 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel 00 49 (0) 177 502 88 53
Sa i t ÇETİ NOĞLU
Yok Ediciler ve Erdemli
Müslümanlar
Cemil Gündoğan`in yeni
kitabı: Dönemeç Yazıları
Vete Yayinevi'den çıktı!
Kürt hareketi yakın bir zaman
öncesine kadar, devlet ve hakim
medya tarafından dış mihrakların
Türkiye’ye karşı kullandığı bir güç
olarak sunulurdu. Şimdilerde, giderek iktidarla muhalefetin birbirine
karşı kullanmaya çalıştığı bir güç
olarak işlem görüyor.
Onun, Türk siyasal alanı-nın dışından içine doğru bu şekilde yer
değiştirmesini mümkün kılan tek
faktör, bu hareketteki iç değişim ve
dönüşümler değildir. Türk toplumunda ve siyasetinde yaşanan derin
yarılma ve çatışmalar ile Türkiye’nin
dış dünyayla yaşadığı sorunlar da
bu yer değiştirme üzerinde etkide
bulunmaktadırlar.
Cemil Gündoğan’ın bu kitabı, Kürt
soru-nunu derinden etkileyen bu tür
değişme, gelişme ve faktörleri analiz
eden denemelerden oluşuyor. Bir
kısmı ilk kez bu kitapta yayımlanan
makaleler, Ergenekon davasından,
yazarın deyimiyle "
Avrupai Türkler"le "Asyatik Türkler" arasında yaşanan ayrışma ve
çatışmaların Kürt hareketi bakımından yarattığı siyasi fırsatlara kadar
görece geniş bir yelpazeye yayılıyor.
Kürt hareketini ve Kürt sorununu,
güncel siyasi çekişmelerin ötesine
geçerek düşünmek ve tartış-mak
isteyenler için.
Bir asır evvel insanlık, bir büyük
felaketi,Ermeni Soykırımını yaşadı.
Sonrasında konuştu, tartıştı! “Oldu
mu olmadı mı?” diye. Kimisi; “Ermeniler, Müslüman olmadıklarıiçin
ölümü, öldürülmeyi hak etti!” dedi.
Kimisi “Ermeniler Müslümanlarıkatlederken kendileri yok oldu!”
dedi. Kimisi; “Türk, Kürt, Çerkez
vs.suçsuz! Olayla alakamız yok!”
dedi.Kimisi; “Ermenileri asıl katledenler Kürtlerdir! Kalanlarını da
TürklerKurtardı!” dedi. Kimisi “Osmanlı tehcirinden, Cumhuriyet’in
alakası yok.Cumhuriyet’ten bu hesabı sormak abesle iştigaldir!” dedi.
Kimisi; “soykırımdeğil de, karşılıklı
arbedede Ermeniler yenildi, dağıldı,
çekip gitti!” dedi. Kimisi; “onlar
(Ermeniler) Müslümanları yokederken, Allahû Te’ala cezalarını verdi.
Kayboldular!” dedi....
Sinirlenince de Ermeni’ye ‘Küfürün
bini birpara etti. “Ermeniler gibi
sonunu getiririm!”, “Ermeni oğlu
Ermeni” diyeaşağılayıcı sözler edenleri de az olmadı.
“Ermeni Tertelesi(katliamı)nin olduğu sene!”diyerek o katliamı milad
kabul edip, safça itiraf eden yaşlılarımızdan hayattaolanları oldu.
Fakat bu tartışmalar, son 20 yıl içinde epeyyol aldı. Belge ve tarih bilinci
ortaya konuldu. Her ne kadar resmi
ideolojikendisiyle yüzleşemediyse
de, artık azıcık insanlık tarihinden
nasiplenmişler;“Bu olay olmadı!”
deme kudretini kendinden bulamıyor/
bulamaz durumda.
Şimdi sıra, katliamı bir zat yapan sorumlukatil kadronun kimliğini ortaya
koymak, yaptıklarını ve biyografilerini gençnesillere sunmaktır.
Bu kitapta; Patrik Zaven Der
Yeghiayan’ın (1868-1947); “Ermeni
Soykırımı Örgütleyicilerinin Listesi, Exterminators (Yok Ediciler ve
Erdemli Müslümanlar)” olarakhazırladığı notlarından yola çıkarak,
Sait Çetinoğlu’nun büyük bir çaba
vetitizlikle derleyip yayına hazırladığı bu çabasıyla tartışmanın çıtasını
başkabir merhaleye taşıyor.
Artık, Ermenileri katledenler ve
kurtulmalarıiçin yardımcı olanların
isim ve biyografilerini liste halinde
bu kitaptabulacaksınız.
Yapılanlardanutanarak yerin dibine
girmek yerine "yalancının mumu
buraya kadar"denilerek, dedelerinin
/babalarının yaptıklarını öğrenerek,
kınayarak,kendileriyle yüzleşerek bu
travmadan kurtulabilinir.Soykırım
esnasında, gözü dönmüş katilçetelerinin talan ve kıyımına karşı, insanlığını unutmayanların ve katledilmekistenenlerin kurtulmaları için
yardımcı olanların torunları, dede ve
atalarınıninsani duruşlarını bilince
taşıyarak övünebilir.
Artıkyaşanmış gerçeği inkâr edenler,
karanlık dünyada kendilerini insanlıktangizlemenin zaruretine düşmüş
olanlar, aydınlığa çıkarak normal
yaşamaakabilmeli. Zira karanlıkta kalmaya gerek kalmadı. Sarkis
Çerkezyan’ın dediğigibi “Bu dünya
hepimize yeter!” yeter ki yaşamayı
becermeli.
İnsanlığını kaybedenlere karşı, İnsanlığınhuzuruna çıkıp gerçeği haykıranlara seslerini katarak, şoven,
ırkçı vekatliamcı tarih ve zihniyetten
kendisini arındırma mücadelesini
vererek,kendilerini insanlık tarihi
karşısında sorumlu kılarak, geleceklerini temizetaşıyabileceklerdir.
Doğruyu yakalamakve doğruda
sebat etmek için önyargılardan uzak
durmak, değişmek ve mücadeleetmek
erdemliliktir. İnsanlığın veonurlu
geleceğin yanında saf tutmaktan
başka çare yoktur! Aksi halde tarihtekatil listesinde zikir edilmemek elde
değildir. Tıpkı bu kitaptakiler gibi…
Arka kapak
kızılbaş - sayfa 56 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel 00 49 (0) 177 502 88 53
işçi
i hracat ı nı n
5 0.y ı l ı
Çetin Çam
Tel: 02151- 75 81 62
Fax: 02151- 659 99 80
Hülserstrasse 89
Mobil: 0173-137 40 13
[email protected]
D - 47803 Krefeld
www.cetin-cam-kunst.de
kızılbaş - sayfa 57 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel 00 49 (0) 177 502 88 53
Re/max
Erguvan
İleri Teknoloji ile Sunum Alarak
Arazi/Arsa Yatırımı Yapanlar Kazanıyor!
Engin Eren
Tel: 0212- 787 17 06
[email protected]
www.ermax-erguvan.com
Ferhatpaşa Mah. Lise Cad.
No: 30 İstanbul-Çatalca
Almanya: Ali Ülger
Tel: 0177 502 88 53
E-mail: [email protected]
- daha detaylı bilği
için
bizi
arayabilirsiniz!..
Sunum
İçerikleri:
1. Avrupa ve Anadolu bölgesi haritası üzerinden net sunum.
2. İSKİ Koruma alanları ile ilgili
kurulması.
3. Kadastral haritalar hakkında
bilgi vermek, İSKİ ve uydu fotoğraflarıyla ile eşleştirilmesi (karşılaştırılması)
- İmar Planlarına göre arsa/arazi
tehvit (birleştirilme) ve ifraz (ayırma) edilme hakkında bilgi.
- NİP (Nazın İmar Planı) hakkında
bilgi.
- Nato ve Doğalgaz hakkında
bilgilendirme.
- Enerji hatları ve yüksek gerilim
hakkında bilgi.
- Orman tehdit (sınırlandırma)
haritaları ile ilgi kurulması.
4. III. İstanbul Boğaz Köprüsü
(Kuzey Marmara Otoyolu Prolesi)
geşe çıkışları ve geçiş yollarının
anlatılması ve çevremizle ilgi
kurulması.
5. Yeni Gümrük Alanı (Mahmutbey/Büyükçekmece) Halkalı
Gümrüğü’nün yeni yeri,
6. 1/100.000 Ölçekli İstanbul
(İÇDP) Çevre Düzenleme Planı ile
ilg kurulması.
7. Yeni İstanbul Avrupa Bölgesi
(Arnavutköy, Eyüp, Sarıyer), ve
Anadolu Bölgesi hakkında bilgi ve
İstanbul’a getireceği yenilikler,
8. Kanal/İstanbul Projesi (Çatalca
/Silivri) hakkında bilgi
9. 2/B ve Orman tehdit
(sınırlandırma) haritaları hakkında
bilgi.
Satışa sunulmuş arsa ve tarlalar...
8 Büyükçekmece Celaliye 17,000 m² 500,000 tl. tarla
12 Çatalca............Çakıl
7,500 m² 200,000 tl. Gümrük ve TEM e yakın
13 Çatalca............Çakıl
19,450 m² 470,000 tl. Gümrük ve TEM e yakın
14 Çatalca ...........Çiftlikköy 1,350 m² 79,000 tl. %10 villa imarlı, arsa
15 Çatalca ...........Çiftlikköy 3,700 m² 108,000 tl. %10 villa imarlı arsa
16 Çatalca ...........Çiftlikköy 7,400 m² 139,000 tl. tarla
17 Çatalca ...........Dağyenice 12,100 m² 250,000 tl. orman cepheli , tarla
18 Çatalca ...........Elbasan
6,962 m² 180,000 tl. tarla
19 Çatalca ...........Elbasan
9,950 m² 250,000 tl. tarla
20 Çatalca ...........Elbasan 12,200 m² 250,000 tl. tarla
21 Çatalca ...........Elbasan 11,500 m² 300,000 tl. tarla
26 Çatalca ...........İhsaniye 12,153 m² 150,000 tl. tarla
27 Çatalca ...........İnceğiz
6,400 m² 180,000 tl. 3. köprüye yakın tarla
28 Çatalca ...........İnceğiz
14,500 m² 290,000 tl. tarla
29 Çatalca ...........İzzettin
8,187 m² 270,000 tl. tarla
30 Çatalca ...........Kabakça 2,600 m² 58,000 tl. tarla
31 Çatalca ...........Kabakça 3,000 m² 62,000 tl. tarla
32 Çatalca ...........Kabakça
510 m² 64,000 tl. imarlı arsa
38 Çatalca ...........Karacaköy 3,600 m² 48,000 tl. tarla
39 Çatalca ...........Kestanelik 410 m² 49,000 tl. %30 villa imarlı arsa
41 Çatalca ...........Örencik
7,700 m² 120,000 tl. tarla
42 Çatalca ...........Örencik
7,700 m² 125,000 tl. NİP tarla
44 Çatalca ...........Yazlıkköy 11,600 m² 160,000 tl. tarla
45 Silivri .............Akören
9,600 m² 137,000 tl. tarla
50 Silivri .............Akören 14,400 m² 200,000 tl. tarla
55 Silivri .............Çanta
8,271 m² 135,000 tl. İmarlı arsa (%25 villa )
56 Silivri ..........Değirmenköy 8,550 m² 100,000 tl. tarla
57 Silivri ..........Değirmenköy 8,100 m² 115,000 tl. tarla
59 Silivri .............Fener
3,900 m² 50,000 tl.
68 Silivri .............Gazitepe 5,370 m² 190,000 tl. tarla
69 Silivri .............Gazitepe 4,700 m² 210,000 tl. tarla
80 Silivri .............Kadıköy
8,666 m² 229,000 tl. tarla
81 Silivri .............Kadıköy 10,350 m² 250,000 tl. tarla
83 Silivri .............Kadıköy
3,300 m² 90,000 tl. yerleşime yakın tarla
84 Silivri .............Kadıköy 10,300 m² 322,000 tl. Ana asfalta cepheli tarla
86 Silivri .............Kurfallı
2,500 m² 55,000 tl. tarla
87 Silivri .............Kurfallı
4,250 m² 66,000 tl. tarla
97 Silivri ............ Seymen
8,880 m² 230,000 tl. tarla
98 Silivri .............Seymen 14,460 m² 375,000 tl. tarla
kızılbaş - sayfa 58 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel 00 49 (0) 177 502 88 53
Almanya
Türkiye'deki Rumları
Nasıl Mahvetti?
Mihail Rodas'ın bu çalışması tarihi topraklarından kazınan Elen
halkının soykırımında Alman etkisini ve yönlendirmesini tarihsel
süreç içinde incelemektedir. Eser
olayların dumanının tüttüğü bir
dönemde sıcağı sıcağına yazılmıştır.
PONTUS KİTABI ÇIKTI
PONTUS: Antikçağ'dan Günümüze
Karadeniz'in Etnik ve Siyasi Tarihi
Özhan Öztürk
Bu kitap, Karadeniz çevresinde beliren
ilk yaşam izlerinden günümüze dek
gerçekleşen tüm tarihî gelişmeleri
jeopolitik odaklı değerlendiren bir
tarih anlayışının yanı sıra; coğrafya, arkeoloji, etnoloji, folklor, hatta
genetik kaynaklar da kullanılarak
oluşturulmuş disiplinlerarası bir
çalışmadır. Karadeniz kıyısında ortaya
çıkan yerleşimleri; otokton halklar ile
istilacılar arasında doğal kaynakların
paylaşımına paralel olarak gelişen yerleşim ve çatışma ilişkisini; Karadeniz’e
egemen olmak isteyen güç odaklarının
mücadele ve yönetim modellerini;
zaman içinde yaşanan göç, sürgün
ve çatışmaları; mümkün olduğunca
20. yüzyılın ideolojik kurgularından
uzak durmaya çalışılarak okuyucuya
sunulmaktadır. Dolayısıyla Pontus:
Antikçağ’dan Günümüze Karadeniz’in
Etnik ve Siyasi Tarihi, Türk arşivlerindeki verileri pek alışılmadık bir
biçimde İngiliz, Yunan, Ermeni, Rus
arşiv ve kaynaklarıyla kıyaslayarak ele
alan, güncel makale ve bulguların yanı
sıra yerel dil ile folklorik arşivleri de
yorumlayarak kullanan devrimci bir
çalışma olup tarih, arkeoloji ve etnoloji
meraklıları kadar Karadeniz havzasının jeopolitiğini anlama bağlamında
kapsamlı içeriğiyle siyaset öğrencilerine de özgün bir vizyon kazandıracak
niteliktedir.
Türkiyeli okurun Ermeni Soykırımı konusunda oldukça önemli
bilgilere ulaşabileceği kaynaklar
varsa da 1915 soykırım sürecinde
diğer kadim halklara uygulanan
muamele ile ilgili kaynaklar oldukça sınırlıdır. Rodas'ın yazdığı
bu değerli inceleme, bu boşluğun
doldurulmasına yönelik titiz bir
çalışmadır.
Rodas, değerli eserinde, Almanya'nın gerek Abdülhamit ve gerek
se İttihatçılarla kol kola Osmanlı
coğrafyasına ve bu coğrafyanın
kadim halklarına yönelik emperyal seferinin ekonomik ve siyasi
nedenlerini ve sonuçlarını inceler. Bu nedenler Osmanlı coğrafyası kadim halklarının tek tek
sonunu hazırlamış, sonuçta bu
hakların kadim topraklarından
kazınmasına neden olan en büyük etmen olmuştur.
Emanet Çeyiz
Mübadele İnsanları
"Bak şu bahçenin güzelligine. Şu
şeftaliye, şu erige, şu çiçeklere bak!...
Hepsi birlikte güzel... Bir ülkenin
içinde ne kadar din, dil, ırk varsa o
kadar zenginliktir bu... Budur sana,
Sinoplulara, Ayancıklılara ve Türklere son sözüm: Tek meyveyle bahçe
olmaz!..."
Ayancıklı Baba Yorgo
Türkiye ile Yunanistan arasında 1923
yılında Lozan'da imzalanan protokol,
Türkiye'de yaşayan Rum Ortodokslarala, Yunanistanda yaşayan Müslümanların zorunlu mübadelesini
öngörüyordu.
1912'de Balkan Harbi'yle başlayan on
yıllık savaş dönemi boyunca yerinden yurdundan olanlarla birlikte,
iki milyon civarında insan karşılıklı
olarak göç etmek zorunda kaldı.
Emanet Çeyiz, Denizli'nin Honaz
Köyü'nde yaşayan Rum ailenin,
sürgüne gönderilirken Müslüman
komşularına bıraktığı kızlarının
çeyizinin, yaklaşık seksen yıl sonra
aileye geri veriliş öyküsüdür.
Kemal Yalçın, dedesine emanet
edilen çeyizi teslim etmek üzere
Minoğlu ailesinin izini sürerken, on
beş Rum ve on beş Türk mübadilin
yaşam öyküsünü ve duygularını kendi ağızlarından aktarır bize.
kızılbaş - sayfa 59 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel 00 49 (0) 177 502 88 53
‘Çingeneler nasıl
kurtulur’un cevabı,
insanlığın kurtuluş
yolunu gösteriyor…
dırlar.
c- Savaşçı Gacoların kültürünün
insanlığın ruhunda yarattığı büyük
tahribat ortaya konulmalı ve Çingene kültürünün barışçı özellikleri
bir ideal olarak işlenmelidir. Bu
amaçla hem Gacolara hem de Çingenelere hitap edebilecek iletişim
araçları oluşturulmalı ve Çingene
kültürü ortak bir insanlık değeri
olarak bu kanallardan işlenmelidir.
Yani, Çingenelere göre Çingene
olmayanlar…
Cingeneyiz.org sitesinin editörü
ve aynı zamanda ‘Çingenelerin
Kitabı’nın yazarı Ali Mezarcıoğlu
kitabında ‘Çingeneler Nasıl Kurtulur?’ sorusuna şöyle yanıt veriyor:
“Savaşçı Gacoların kültürünün
insanlığın ruhunda yarattığı büyük
tahribat ortaya konulmalı ve Çingene kültürünün barışçı özellikleri
bir ideal olarak işlenmelidir.”
üzerinde duran Mezarcıoğlu'nun
önerileri aynı zamanda insanlığın
tamamını ilgilendiriyor.
ÇİNGENELER
NASIL KURTULUR
Çingenelerin Kitabı'ndan- Çingeneler Nasıl Kurtulur? Sayfa 146-147:
Çingenelerin en temel sorunlarının
çözümü için yapılması gerekenleri 5 madde halinde sıralayan Ali
Mezarcıoğlu Çingenelerin sorunlarının çözümünün aynı zamanda bir
insanlık meselesi olduğuna dikkat
çekiyor.
a- Çingeneler evrensel millet olduklarının farkına varmalı, Gacoların
ve kendilerinin tarihlerini öğrenerek binlerce yıl içerisinde içlerinde
yer eden son derece anlamsız eziklik duygusundan kurtulmalıdırlar.
Dünya Çingenelerini temsil edebilecek ve Çingenelerin seslerinin
duyurulmasını mümkün kılacak
kurumlar yaratılmasının önemle
b- Tüm dünya Çingenelerini temsil
edebilecek nitelikte kurumlar oluşturulmalı ve bu kurumlar aracılığı
ile Çingeneler seslerini dünyaya
daha güçlü bir biçimde duyurmalı-
d- Çingenelerin sorunlarının ve
tüm insanlığın problemlerinin
yegane çözüm yolu hepimizin ortak
atası olan tabiat insanlarının ruhunun yeniden canlandırılmasıdır.
Bunun için insanlığın gerçekte bir
soy olduğu, insanları asiller ve asil
olmayanlar diye ayırmanın haksızlığı ve farklılıklar üzerinden yapılan her türlü ayrımcılığın büyük bir
insanlık suçu olduğu tüm toplum
kesimlerine kabul ettirilmelidir.
e- Tabiat insanlarının ruhunu yeniden hayata getirmek, insanlığın
ve doğanın kötü gidişatını durdurmanın tek yolu olacaktır. Evrensel
millet olarak Çingenelerin tarih
sahnesine çıkması; tüm insanlığın
Çingenelik köprüsü üzerinden
Tabiat İnsanlarının kültürü ile bağ
kurmasını sağlayacaktır.
Kaynak: Ali Mezarcıoğlu, Çingenelerin Kitabı; Cinius Yayınları
Çingenelerin
Sitesine Hoşgeldiniz
Romanlar, Abdallar,
Elekçiler, Domlar, Lomlar,
Mırtipler! Çingene olarak
adlandırılan veya kendisini
Çingene olarak kabul eden
herkes! Burası sizin siteniz.
http://www.cingeneyiz.org
[email protected]
kızılbaş - sayfa 60 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel 00 49 (0) 177 502 88 53
Van
depremine
ilk dava açıldı
Av. Mustafa Aladağ
Van'da meydana gelen, çok sayıda
kişinin ölümüne, binlerce kişinin
yaralanmasına, yüzlerce binanın
yıkılmasına neden olan depremin
ardından ilk dava açıldı.
Vanlı Avukat Mustafa Aladağ,
Erciş'te depremde yıkılan bir binanın altında yaşamını yitiren Taner
Akgün için maddi ve manevi tazminat davası açtıklarını söyledi. Avukat Aladağ, depremzedeleri 'kader'
demeyip haklarını aramaları konusunda uyardı.
Van'da meydana gelen depremi yaşayan Van Barosu'na kayıtlı Avukat
Mustafa Aladağ, geldiği Mersin'de
depremzedelere dava açmaları çağrısında bulundu. Konuya ilişkin
İHA muhabirine açıklama yapan
Avukat Aladağ, 23 Ekim 2011 ve
9 Kasım 2011 tarihlerinde Van ve
Erciş'te meydana gelen depremlerde
gerek yaşamını yitiren gerek sakat
kalan gerekse sadece maddi zarara
uğrayan kişilerin ilgili kurum ve
kişiler aleyhine maddi ve manevi
tazminat davaları açabileceklerini
bildirdi. Bu konuda depremzedeleri
uyaran Aladağ, "Öncelikle herhangi
bir binada, özellikle belediyelerin
sorumluluk alanlarında bulunan
binalarda yaşamını yitiren kişilerin
yakınları ilgili belediye başkanlığına, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı
başta olmak üzere ilgili devlet kurumları aleyhine, ayrıca binanın sahibine, binayı inşa eden müteahhide
ve binanın inşaatında görev yapan
inşaat mühendisi, şantiye şefi, proje sorumlusu gibi teknik personele
karşı tüm tazminat istemlerini içerir şekilde dava açabilirler. Açılacak
olan bu davalarda cismani
zarar dediğimiz, kişinin ölümü veya
yaralanmasından kaynaklı davalar asliye hukuk mahkemelerinde,
sadece mala gelen zararlara ilişkin
olanlar müteahhide ve teknik sorumlulara karşı yöneltilecek olan
kısımlar adli yargıda, idareye karşı
kısımlar da idare mahkemelerinde
dava konusu edilebilecektir. Bu konuda sadece mal zararına uğrayan
kişilerin özellikle depremden sonraki 60 günlük süreye dikkat etmeleri
gerekmektedir. Çünkü bazı Danıştay ve İdari Mahkeme kararlarında
depremden sonraki 60 günlük süre
içerisinde ilgili kişilerin idareye
başvurarak zararlarını talep etmeleri gerekmektedir. Ancak ölüm ve
yaralanmalara ilişkin olanlar için
böyle bir süre söz konusu değildir"
dedi.
"VAN DEPREMİNE İLİŞKİN İLK
DAVAYI AÇTIK"
Van depremine ilişkin ilk davayı,
depremde 18 yaşındaki oğullarını kaybeden bir ailenin başvurusu
üzerine açtıklarını belirten Avukat
Aladağ, dava ile ilgili şu bilgileri
verdi: "Taner Akgün adlı 18 yaşındaki bir eczacı çırağı, 23 Ekim'deki
depremde Erciş ilçesinde AK Parti
Van Milletvekili Fatih Çiftçi'nin
amcası Hüseyin Çiftçi'ye ait bir
mülkte bulunan internet kafeye girerken deprem meydana geliyor
ve Taner Akgün ölüyor. Biz onun
annesi, babası ve kardeşleri adına
maddi ve manevi tazminat istemli
olarak gerek Hüseyin Çiftçi'ye gerekse Erciş Belediye Başkanlığı ve
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı'na
karşı maddi ve manevi tazminat
istemli davamızı açmış bulunmaktayız. Biz pilot dava açtığımız için
rakamın bir önemi şu an bulunmamaktadır" diye konuştu.
Devletin deprem zararlarına karşı yasayla tanımlanmış zorunlu bir
yükümlülüğü bulunmadığına işaret eden Aladağ, ancak depremden
sonra zarara uğrayan kişilere yönelik olarak sosyal devlet olma ilkesi
gereği belli bazı olanaklar getirmesinin mümkün olduğunu ifade etti.
Örneğin, 'depremde evi yıkılan herkese bir ev verilir' gibi amir bir hükmün söz konusu olmadığını, bunun
tamamen devletin takdirine kalmış
bir durum olduğunu vurgulayan
Aladağ, depremzedelere dava açarak haklarını aramaları çağrısında
bulundu. Aladağ, "Ben gerek depremi yaşamış birisi olarak gerekse
her zaman bizim başımıza gelme
olasılığı bulunan bir durum olması
nedeniyle bütün vatandaşların 'kadredir' mantığı içerisinde davranmayıp ilgili kişi ve kurumlar aleyhine
kızılbaş - sayfa 61 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel 00 49 (0) 177 502 88 53
haklarını aramak üzere hukukçulara başvurmaları gerektiğini düşünmekteyim" ifadelerini kullandı.
DAVA AŞAMASINDA İZLENECEK YOL
Depremde maddi manevi zarar gören kişilerin dava açma aşamasında izleyecekleri yol konusunda da
bilgi veren Aladağ, şunları söyledi:
"Depremde ölmüş bir kişinin yakınlarının ilgili belediye, Çevre ve
Şehircilik Bakanlığı, resmi bir kurumsa o kuruma, özel bir apartmansa apartmanın sahibi, müteahhidi,
teknik personeli aleyhine 1 yıl içerisinde tazminat davası açması gerekmektedir. Öte yandan, ölüm ve
yaralama meydana gelmese bile yıllarca çalışıp bir ev alan kişi, devletin bunu denetlediğine olan inançla
o evi almış ama ev ortada yok, çünkü çökmüş. Müteahhidini bulamaz
çünkü 10 yıl, 20 yıl önce yapılmış
bina ya da 100 tane daire çökmüş,
müteahhit bunu tazmin edemez. Bu
tarz olaylarda bu kişilerin 60 günlük
süreye dikkat ederek ilgili idareye
başvurup zararlarının giderilmesini istemeleri gerekmektedir. Şayet
zarar giderilmezse bir hukukçuya
danışıp gerekli işlemleri yapmaları
gerekir. Süre hususuna dikkat edilmediği takdirde hak kayıpları ortaya çıkabilmektedir".
Türkiye hukukunun deprem konusunda daha önce 1999'da Gölcük ve
Düzce depremleriyle bir sınav verdiğine, o zaman gerek adli gerekse
idari yargıya yansıyan olaylar sonucunda yargının oluşmuş içtihatları
bulunduğuna dikkat çeken Avukat
Aladağ, özellikle Danıştay'ın oluşmuş içtihatlarının önemli olduğunu
kaydetti. Bu içtihatlarla, meydana
gelen bir deprem sonrasında ilgili
belediye, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ile devletin açık sorumluluklarının ortaya çıktığını dile getiren Aladağ, bu çerçevede davaların
açılabileceğinin de altını çizdi.
ht t p://w w w.saba h.com.t r/G u ndem /2011/11/21/van-depremineiliskin-ilk-dava-acildi
Avrupa Konseyi'nden
vicdani ret açıklaması
Avrupa Konseyi Genel Sekreteri Tharbjorz Jagland, Avrupa’da vicdani ret hakkının bulunduğunu belirterek, "Bu hakkın tanınması askeri
gücü tehdit etmiyor, askeri güce zarar vermiyor. Tam tersine hem ülke
kamu düzeni hem de bireylerin hakkının korunması bu alanda mümkün
olabiliyor" dedi.
Avrupa Konseyi Genel Sekreteri Tharbjorz Jagland, Avrupa’da vicdani ret hakkının bulunduğunu belirterek, "Bu hakkın tanınması askeri
gücü tehdit etmiyor, askeri güce zarar vermiyor. Tam tersine hem ülke
kamu düzeni hem de bireylerin hakkının korunması bu alanda mümkün
olabiliyor" dedi.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) Türkiye Kararları,
Sorunlar ve Çözüm Önerileri Konferansı sürüyor. Hilton Otel’deki konferansın açılışının ardından Adalet Bakanı Ergin ve Jagland,
ortak basın toplantısı düzenledi. Gazetecilerin Türkiye’de vicdani ret
konusuyla ilgili yapılacak düzenlemelere ilişkin sorularını yanıtlayan
Jagland, AİHM’in konuyla ilgili Türkiye aleyhinde bir kararı bulunduğunu anımsatarak AİHM’in Türkiye’deki yasaların şu an itibarıyla
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) hükümlerine uygun olmadığını belirttiği söyledi.
Jagland, "Normal standarda göre Avrupa’da vicdani ret hakkı var. Tarihte şu görülmüştür ki bu hakkın tanınması askeri gücü tehdit etmiyor,
askeri güce zarar vermiyor. Tam tersine hem ülke kamu düzeni hem de
bireylerin hakkının korunması bu alanda mümkün olabiliyor" dedi.
Adalet Bakanı Sadullah Ergin de vicdani ret çalışmalarına yönelik sorular üzerine konunun Milli Savunma Bakanlığınca değerlendirildiğini
söyledi. Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin Türkiye’ye yönelik bu
konuda bir talebi bulunduğunu belirten Ergin, "Bu taleple ilgili bir çalışma yapılıyor, ama bu çalışmada değişik seçenekler masanın üzerinde. Bunları siyaset kurumu değerlendirecek. İlk etapta AİHM’in ihlal
kararının gerekçesindeki hususların giderilmesi hedeflenecektir, ama
Türkiye’nin kendi ihtiyaçları, Milli Savunma Bakanlığımızın, Genelkurmay Başkanlığımızın görüşleri ve ihtiyaçları bizim için önemli. Bütün
bunlarla beraber bir görüş ortaya çıkacak, şu an için bir şey söylemek
erken ancak bu yönde Savunma Bakanlığımızın bir çalışması var, bu
çalışma tamamlandığında Bakanlar Kurulunda bu konuyla ilgili müzakere yapılacak" değerlendirmesinde bulundu.
Ergin, bir gazetecinin "Vicdani ret konusunun kamu hizmeti ile çözülmesi yönünde bir fikir olduğu söyleniyor" görüşünü anımsatması
üzerine, seçeneklerle ilgili görüş bildirmeyeceğini, bu konuda kararı
verecek organın Bakanlar Kurulu olduğunu tekrarladı. Ergin, Bakanlar Kurulunda görüşülüp tartışılmadıkça vicdani ret konusunda yapılan çalışmanın içeriğe ilişkin herhangi bir detay paylaşmayacağının
altını da çizdi. Anka, 15-11-2011 17.17 (TSİ)
kaynak: http://www.abhaber.com/haber.php?id=37316
kızılbaş - sayfa 62 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel 00 49 (0) 177 502 88 53
“Türkiye’nin en büyük tabusu Ermeni tabusudur”
M i k a i l A slan
Tanınmış Zaza sanatçı Mikail Aslan, 14 Kasım’da Aram Haçaturyan
Büyük Konser Salonu’nda düzenlenen ″Ararat’ın Öte Yanı″ konserine
katılmak amacıyla 11 Kasım’da
Yerevan’a geldi. Yerevan’da düzenlenen basın toplantısında bulunan
Mikail Aslan, “Akunq” veb sitesi
yöneticilerinin ricası üzerine Batı
Ermenistan ve Batı Ermenileri
Araştırmalar Merkezi ofisini ziyaret edip “Akunq”a konuştu. Mikail
Aslan’ın Batı Ermenistan ve Batı
Ermenileri Araştırmalar Merkezi
Direktörü Haykazun Alvrstyan’a
verdiği mülakatı okurlarımıza sunmaktayız:
Haykazun Alvrstyan- Bu Ermenis
tan’a kaçıncı gelişiniz?
Mikail Aslan-Bu, Ermenistan’a
beşinci gelişimdir. 2001’de ilk
geldiğimde Ali Ertem’in yönettiği Soykırım Karşıtları Derneği
üyesiydim ve Soykırımdan dolayı
buraya geldim. O zaman müzedeki
deftere bir şey yazdım. Defterin
başındaki hanım bana nereden geldiğimi sordu. Hanım “Senden önce
de Yılmaz Güney buraya gelmişti”
dedi. O çok değerli ve dünyaca
tanınmış bir Kürt sinemacısıdır.
Demek istediğim o ki, Ermeni Soykırım Müzesi, vicdanlı insanların
sonuçta uğradıkları bir yer.
Haykazun Alvrstyan-Mikail Aslan’
ın adı, ruhumuza yakın olan şarkılar söyleyen bir sanatçı olarak son
yıllarda Ermenistan’da çok duyulan
bir isim. Şarkılarınız niye ruhumuza yakın?
Mikail Aslan-Bence bunun birinci
nedeni ve en önemlisi coğrafiktir.
İkincisi de… bir çocuğu düşünün,
bir çocuk bir şey çok severek yaptığı zaman insan ona bakar, değil
mi? Yani bu, aslında bizim bu işi
çocuklar gibi severek yaptığımızdan kaynaklanan bir şey olabilir.
Haykazun Alvrstyan-Bu gelişinizdeki program nedir?
oluyorlar. Mesela Ermeni ve Zaza
şarkıları arasındaki benzerlikler,
birçok bilimadamını bu benzerlikleri araştırmaya itiyor. Yani kültür,
bilimadamlarının bunları araştırmalarına neden oluyor. Siz, Ermeni
şarkılarını yayma yönünde adımlar
attınız mı? Ermeni kültürünü yaymakla ilgili projeleriniz var mı?
Mikail Aslan-Biz “Petag” albümünü yapmıştık. Yapmak istediğimiz
işi yeteri kadar tanıtamadık. Çünkü
bizim amacımız, orda bir albüm
yapıp ortaya koymak değil, bu albümle her iki taraf, yani Ararat’ın
diğer tarafı ve bu tarafı arasında bir
bağ oluşturmak istedik. Çünkü bu
sınırlar aslında yoktur. Yani bizim
gönlümüzde, bizim ruhumuzda
böyle bir sınır yoktur. Onu siyasetçiler koymuş. Ama müzik yapmak,
gerçekten çok insani bir şey olduğu
için bizim kafamızda bu sınırlar
yok. Bu gelişimizdeki amaçlardan
biri, bu projeyi tekrar insanlara
tanıtarak her iki taraftaki insanlarda karşılıklı duyarlılık yaratmaktır. Aram Haçaturyan salonunda
çalacağız. Bu da benim için büyük
bir onur. Bizi destekleyen bir milletvekilimiz var: Aragats Akhoyan.
Aragats Akhoyan bize çok destek
oldu. Aynı zamanda “Nik-Abaran”
diye bir dernek var, onlar da bizi
destekliyorlar. Umarım ki bu çalışmanın devamı gelir. Bilindiği gibi
birkaç gün önce burda Zaza konulu
bir konferans düzenlendi. Gerçi
bilimadamları, bir meseleyi müzisyenlerden ve sanatkarlardan farklı
tartışırlar. Ama müzik, her zaman
bağlayıcı ve toparlatıcı olduğu için
ben çok anlamlı buluyorum çünkü
müzik, kültür yanıyla yavaş yavaş
tamamlanan bir bilimsel çalışma
temelini oluşturur.
Haykazun Alvrstyan-Kesinlikle!
Ve biz, çalışmalarımızda fark ettik
ki, kültürel faktörler çoğu kez bilimsel araştırmalar yapmaya neden
Mikail Aslan-En büyük amaçlarımdan biri, coğrafyamızda yaşayan Ermenilerin kendi kimliklerine, kültürlerine sahip çıkması ve
özgürce yaşamasıdır. Ben “Petag”
albümündeki şarkıları söylediğimde onlara da bir cesaret geliyor.
Onlar da kimliklerini daha çok
araştırmaya başlayacak. Ayrıca,
ilerde çeşitli Ermeni şarkıcılarla
projeler yapmak istiyorum ki bizim
coğrafyamızda Ermeni olmaktan
korkan insanlar, kendi kimliklerine
yavaş yavaş sahip çıksınlar. 20 yıl
önce Türkiye hükümetinin ciddi
bir Müslümanlaştırma, Türkleştirme politikası vardı. Onun için
bizim toplumumuz, kendi anadilini
konuşmaktan utanıyordu. İnsanlar,
kendi kimliklerine o kadar yabancılaşmış ki, kendi dilini kendi ailesi
içerisinde bile yasaklamıştı. Biz,
üniversite çevresindeki devrimci
insanlar, asimilasyona karşı bu
dilde müzik yapmaya başladık. Ve
birdenbire beni halkımdan eleştirenler ortaya çıktı. “Bu Zazaca
nerden çıktı?” diyorlardı. Ama
aradan on yıl geçti ve şimdi herkes
bizim müziğimizi dinliyor. Şimdi
gençler ve çocuklar, müziğimizi
seviyor. Ben bu “Petag” albümünü
yapınca bu sefer o gerici çevreler “Bu Ermenice nerden çıktı?”
demeye başladı. Zazaca nasıl sizin
toprağınızdan çıkmışsa, Ermenice
de topraklarınızdan çıkmıştır. Yani
demek istediğim o ki, bazı önyargıları kırmak amacıyla cesaret
vermek için çok mücadele etmek
gerekir. Siz geldiniz ve Dersim’de
gördünüz ki bir askeri kışlanın
kapısıyla bir evin kapısı yüz yüze
bakıyor ve bir kişiye beş tane, on
tane asker düşüyor. Yani o topraklar şimdi askeri kışla haline getiril-
kızılbaş - sayfa 63 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel 00 49 (0) 177 502 88 53
miştir. Demek istediğim, o coğrafyada büyük meseleler var, insanlar
çok korkuyorlar…
Haykazun Alvrstyan-Ama aynı
zamanda gördük ki, Dersim’deki
insanların iradesi o denli kudretli,
onlar kendilerini o denli bu toprakların sahibi olarak hissediyorlardı
ki, bu dediğin garnizonlar kendilerini savunmaya başlamışlar gibi
geldi bize. Sizin Zazaca söylediğiniz şarkılar, seyirciler arasında büyük bir coşku yaratıyordu. Konseri
ise başlıca olarak gençler izliyordu.
Dersim’deki genç Zazaların ulusal
kültür uyanışını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Mikail Aslan-15 yıl önce dilimizle müzik yapan kimse yoktu.
Tamamen bitmişti yani. Çocuklar,
son 15 yıl bizim yaptığımız, yani
benim gibi arkadaşlarla beraber
yaptığımız müzikle büyüyorlar.
Benim düşüncem şudur: bir çocuk
hangi şarkı dinliyorsa, kimliği
odur. Bunun için çocukların kendi
anadiliyle büyümesi çok önemlidir. Onu kendi annesinin karnında
duyduğu zaman bir daha hiç unutmaz. Büyük umutlar var. Özellikle
Kürt halkının uyanışıyla beraber,
Asuri, Süryani, Yezidi, Zaza, Alevi
halkları da yeni bir dönem içine
girdiler. Eskiden Türkiye’de sadece
Türk ve Müslüman vardı ama şimdi
o diğerleri de ortaya çıktı.
Haykazun Alvrstyan-Farkettiğimiz kadarıyla, Türkiye’de yaşayan
Ermenilerden pek az sözediliyor.
Mesela Dersim Ermenileri Derneği
gibi kurumlar daha yeni kurulmaya başladı. Bu uyanış, 15 yıl önce
Zazalar arasındaki yaşanan uyanış
bir devamı mı?
Mikail Aslan-Nasıl anlatayım…
Mesela Kürt, kendisini Türk içinde
saklıyor, Alevi kendisini Kürt
içinde saklıyor, Ermeni kendisini
Alevi içinde saklıyor… Türkiye’nin
en büyük meselesi, en büyük
tabusu Ermeni tabusudur. Bu çok
korkunç bir tabu. Ermeni demek
küfür anlamına geliyor. Benim
yakın arkadaşlarım, Ermeniliklerini benden bile gizliyorlar. Bu çok
zor bir meseledir Türkiye gibi bir
yerde. Ermeni tabusunun yıkılması için daha büyük bir cesaret
göstermek lazım. Ben bu albümü
yaptığım zaman, bırakın resmi
Türkiye çevresini, bizim kendi
içimizde bile bir sürü gericiler
bana karşı çıktılar. “Mikail Ermeni
olmuş”, “Mikail Ermeni misyoner olmuş” diyorlardı. İnsanlar, o
kadar hasta olmuş ki yüzyıllardan
beri o topraklarda yaşayan Ermeni
halkının bir temsilcisi bile Ermenice şarkı seslendiriyorsa, herkes onu
yoketmeye çalışıyorlar. Türkiye’de
sadece hükümetin değil, Zazasının,
Kürdünün, Kurmancısının, Alevisinin, hepsinin bu meselelerle tek tek
yüzleşmeleri gerekiyor. O coğrafyadaki Kürt halkının da bu meselelerle yüzleşmesi gerekir. Ermeni
Soykırımı zamanında Kürt halkı
ne yapıyordu? Kürt aydınlara, Kürt
sanatçılara bu konuda büyük bir
görev düşüyor. Bizim insanlarımız,
Ermeni deyince böyle çok yabancı
bir şey zannediyorlar. “Akunk”
müzik grubunun Dersim’de sahneye çıktığı zaman bizimkiler, onun
bizden bir farkı olmadığını gördü.
Ermeniler uzaktan gelmemiş ki, o
toprakların insanlarıdır. Bizim parçamız, bizim komşumuzdu, bizimle
birlikte yaşamış yani… Bu yabancılaşma en başta sistem tarafından
yapılıyor. İnsanlar da bunu kabul
ediyor. İşte müziğin gücü burdadır:
sen küçük bir şarkıyla binyılları
hatırlatabiliyorsun. Dersimliler,
“Petag” albümünü dinlediği zaman
o komşularını tekrar hatırlıyorlar.
Haykazun Alvrstyan-Bu ağır ama
pek önemli işte Mikail Aslan’ı
her zaman öncü görmek istiyoruz.
Sizin attığınız tohumlar bugün
artık meyve vermeye başlamıştır.
Toplumumuz, bunu anlamıştır zaten. Hem “Akunk”, hem “Maratuk”
gruplarının Dersim’e gittiklerinden önce Mikail Aslan tanınmıştı.
Mikail Aslan’ın kim olduğunu,
Zaza halkının uyanışını, Ermeni
kültürünün uyanışını biliyorlardı.
Bu uyanış, bize güven verdi ve
oralara gitmemiz için itici bir güç
oluşturdu. Mikail Aslan’ın açtığı
yolda binlerce Ermeninin oralara
gideceklerine inanıyorum. Mikail
Aslan’ın şarkılarının birdenbire
Ermenistan’da seslendirilmesi
bizim için bir sürpriz oldu. “Petag” albümü ortaya çıktığında pek
önemli bir şey yaşandığını anladık.
Bunun elbette ki uzun bir tarihi
vardı ve büyük bir çalışmanın
sonucuydu o albüm. Her geçen
günle birlikte hem Ermenistan,
hem başka yerlerde birçok insan bu
olayı anlayacaktır.
Mikail Aslan-Ben bizden önce o
coğrafyalarda bedel veren insanları
burdan yadetmek isterim. Bunun
bedelini Hrant Dink gibi insanlar
çok büyük verdiler. İnsani vicdan
şöyle bir şeydir: senden önceki
nereye düşmüşse, sen oraya gidiyorsun, ordan başlıyorsun. Mesela,
Hrant Dink’in mezarı nerdedir,
benim yola girmem için o mezarı
ziyaret etmem lazım. Çünkü bu zor
yoldur ve gerçekten bir ışık gibidir:
ne kadar yaklaşırsan seni yakar,
ama her zaman bir yere kadar götürür… Bu dostluğu başlatanlar biz
değiliz, bizden önce Dersim’de de
yine bu dostluklar yaşanmış. Tarih
de bunu belgelemiştir. Biz de bu
dostluğu takip eden yolcularız.
Haykazun Alvrstyan-Evet, Dersimlilerin Ermenilerle ne gibi
dostluklar kurmuş olduklarını çok
iyi biliyoruz. Soykırım yıllarında
Dersimlilerin Ermenilere sığınak
verdiklerini de biliyoruz, ancak
eğer insanlar, özellikle Türkiye gibi
bir ülkenin koşullarında bazı şeyler
tekrar hatırlayamazsa, yeni yollar
açmazlarsa, bunlar tarihte unutulabilirler… İşte burda sanat, sanat
olmakla kalmayıp daha yüksek bir
mücadele simgesine dönüşüyor.
Mikail Aslan-Bizim yaptığımız
işler burda çok iyi karşılandı. Yani
yüzyıldır dondurulan bir dostluğu
yeniden hatırlatmak istedik. Albüm
yapmamızda en başta bize destek
olan arkadaşlarımız oldu: Tigran
Hakobyan, Lilit Simonyan, Samvel Felekyan. Ermenistan Toplum
Radyosu ve “Akunk” ansamblı da
bize bu konuda destek oldu. Umarım ki bundan sonraki yıllarda bu
geliş gidişler daha çoğalır ve bizim
çocuklarımız ve sonraki kuşaklarımız bu geleneği sürdürürler.
Haykazun Alvrstyan-Bu konuda
büyük ümitler besliyoruz. Sizin
gibi insanlar sayesinde birçok başarıya ulaşacağız.
03.12.2011 kaynak: Akunq.net
kızılbaş - sayfa 62 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel 00 49 (0) 177 502 88 53
10 aralıkta istanbulda
düzenlenen desim ermenileri
yemeginde ermeniler dostlarıyla can cana oladular!
Dersimli Ermenilerin özüne dönüşü
Tüm canları selamlayarak başlıyorum yazıma DERSİMLİ ER
MENİLER DERNEĞİNİN gecesine katkılarını sunan arkadaşlara sonsuz teşekkülerimi sunuyorum. Bu yaptığımız etkinliğin
önemini çok iyi biliyorduk ona
göre hazırlandık inanıyordukki Dersimli ermenilerin artık
kendilerini doğu ifade etmeleri,
takkiye ve inkardan kurtulmalarının zamanı çoktan gecmişti,
onlarda bunu bu etkinlikle tüm
birlikte yaşadıkları halklara
göstermiş oldu. Artık kimseden
gizleme ihtiyaçları olmayaçak.
Bilinmesi gereken gerçekler ne
ise ortaya çıksın ki herkes üstüne düşen payını sahiplensin geçmişte yaşanalar basite alınacak
Miran Pırgic Gültekin
yaptırımlar değil bir halkın soykırımından söz ediyoruz.Kendi
topraklarında yaşıyamadıkları
kültüründen söz ediyoruz,coluk
çocuğuna söyledikleri yalanları
anlatmaya calışıyoruz. yaşıyamadığı inancından bahsediyoruz. Ne kadar kandırılmış bir
halk olduğumuzu ve bu halkı
korkutarak küçülterek bir cemaata dönüştürmeleri bile başlı
başına bir katlimadır.Özelliklede bu zaaflardan faydalanmaya
calışan kendi içimizdeki düşman
zihniyetli kişilikler varki bunların içine düştükleri ihanetten
kurtulması bile bizim için önemli bir durumdur çünkü bunların
bu duruşu rahmetli HIRANTIN
katledilmesine katkı sunmuştur
halada bizim birlikteliğimize
karşı çıkmaya çalışıyorlar. Karşı
duruşları yetmeyecek Cemaatcilerin çünkü bu birlikteliğin tohumu Dersim Eremeniler Derneğinin yemeğinde atıldı Tüm
Ermeni milletine hayırlı olsun
saygılarımla.
Download