kızılbaş A r a l ı k 2 0 11 s a y ı 9 kızılbaş alevilerin sorunlarının tartışıldığı demokratik kürsü! kızılbaş veröffentlicht generaldirektor freizugeben. sakine polat genelyayın yönetmeni ali ülger tr. hukuk danışmanları: av. nadide metin erdoğan av. erdal doğan av. hıdır özcan ankara temsilcisi: hatice çevik tel: 0506 818 66 55 [email protected] av. birliği hukuk danışmanı: av. ertekin ceylan adres: bergheimer str 51 d - 47228 duisburg almanya tel: +49 (0) 177 502 88 53 http://www.kizilbas.biz [email protected] kızılbaş’ta yayınlanan yazı ve ilanların sorumluluğu sahiplerine aittir. kızılbaş’ta imzasız ve kaynaksız yazılar yayınlanmaz. yayın tarihi: 15 aralık 2011 sayı: 9 yeni web sayfamız: http://www.kizilbas.biz kızılbaş’ın eski sayılarını bize vereceğiniz e-mail adresinize pdf dosya olarak gönderebiliriz. k izilbasdergisi@k izilbas.biz gönüllü katkı formu adı soyadı :.................................................................................................. adres :.......................................................................................................... e-mail & tel :............................................................................................... ali ülger konto: 300 23 23 29 BLZ: 350 5000 Sparkasse Duisburg 6 sayı 25 € - 12 sayı 50 € kızılbaş - sayfa 3 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 içindek iler: sayfa: 4 - can cana .................................. ali ülger sayfa: 6 - desim dosyası sayfa: 7 - dersim katliamı Direnişini Doğru Okumak -3 sayfa: 9 - Av. Erdal Doğan ile Söyleşi .......................................... Sait Çetinoğlu sayfa: 12 - Bir acı kahve yüzünden üç köy ................................... Süleyman Deprem sayfa: 35 - Emir Bedirhan’ın Cizre-Bothan sayfa: 39 - ‘Sinagog Katliamları vesilesiyle kurşuna dizildi Türkiye’de anti-semitizm’ ..............................................Celal Yıldız ........................................ Recep Maraşlı sayfa: 13 - “Genelkurmay Arşivlerine Başbakanın da Gücü Yetmez” sayfa: 42 - ZONÊ MA ............................................... H. Dewran ......................... Prof. Dr. Taner Akçam sayfa: 43 - Aşure “alaca aşa” nasıl dönüşür? sayfa: 15 - ‘Atatürk vurun dedi, vurduk’ sayfa: 17 - ‘Kadınları kurşuna dizmediler, tecavüz ettiler’ sayfa: 18 - Bir ‘Kızılbaş’ şehrine tahammül edemediler .................................. Hüseyin Demirtaş sayfa: 45 - tarihe tanık belgeler! sayfa: 46 - Oğlumuz gitti, biz hakikati istiyoruz sayfa: 47 - Erdoğan’dan Sarkozy’ye mektup: Sonucu vahim olur .......................... aktaran: Hatice Çevik sayfa: 47 - Vicdani Retçi Savda Gözaltında sayfa: 21 - Tunceli’de Alpdoğan sokağı’nın adı değiştirildi sayfa: 48 - Bir “İttifak”ın Teori ve Pratiğine Dair Notlar: 3 TÜRKİYE’DE SOL sayfa: 21 - Dersim’in kayıp kızları ortaya çıkıyor DÜŞÜNCE VE ALEVİLER sayfa: 22 - Dersim tartışması büyüyor. ........................................... Murat Küçük sayfa: 25 - Kimyasal silahların kısa tarihçesi... sayfa: 52 - “Mele Projesi, TRT Şeş’e bnziyor” .................................................. Ayşe Hür sayfa: 55 - işçi ihracatının 50. yılı sayfa: 28 - İç Hukuk Tükendi, AİHM Yolu Açıldı sayfa: 28 - 1915 Ermeni 1938 Dersim Soykırımı sayfa: 57 - İleri Teknoloji ile Sunum Alarak Arazi/Arsa Yatırımı Yapanlar Kazanıyor! ....................................... Av. Eren Keskin sayfa: 60 - Van depremine ilk dava açıldı sayfa: 29 - Koçgiri/Dersim Katliamında Atatürk baş komutandı ...................................Enver ÇAMPINAR sayfa: 32 - „Ulus-Devlet“ ve Soykırımlar .................................................. Ali Kanlı sayfa: 32 - Süryanilere azınlık statüsü talebi AB’ye taşınıyor sayfa: 33 - gelin canlar bir olalım! ................................. Av. Mustafa Aladağ sayfa: 61 - Avrupa Konseyi’nden vicdani ret açıklaması sayfa: 62 - “Türkiye’nin en büyük tabusu Ermeni tabusudur” .............................................. Mikail Aslan sayfa: 64 - Dersimli Ermenilerin özüne dönüşü ............................ Miran Pırgic Gültekin kızılbaş - sayfa 4 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 can cana Irkçı faşizan devlet partisi CHP vekili Av. Hüseyin Aygün’ün Zaman Gazetesiyle yaptığı mülakatın 10 Kasımda yayınlanması DESİM SOYKIRIMINI gündeme getirdi. Aygün’ün yaptığı mülakatının bu denli gündem oluşturacağının hesabını yaptığı ka- a l i ü l g e r nısında değiliz. Burada Zaman Gazetesinin uyanık ve hedefli bir Resmi kuramın yeşil partiyayın tarihi ve politikası yaptığı si AKP, TC devletinin tarihsel katliamlarını ve soykırımlarının aşikârdır. vebalini CHP’ye fatura ederek Irkçı faşizan devlet partisi CHP devletini korumaya çalışmaktavekili Av. Hüseyin Aygün’ün ge- dır. CHP’in devletin katliam ve lişen gündemle birlikte zikzak soykırımlarının bire bir sorumyapması anlaşılır bir durumdur. lusudurlar. Kesinlikle devletin Çünkü işin bu denli köklü, bu günahlarını CHP’ye,CHP’in güdenli önemli olduğunun ayırdın- nahlarını da devlete yem etmeden sorunları ele alınmalıdır. dan uzaktı. Irkçı faşizan devlet partisi CHP vekili Av. Hüseyin Aygün’ün kendisiyle ne kadar barışık olduğu ciddi soru işareti taşımaktadır. Bir yandan katliamcı, soykırımcı bir partinin vekili olacaksın bir yandan da partisine aykırı siyaset yapacaksın burada çok ciddi bir sorun olmalı?!.. Irkçı faşizan devlet partisi CHP vekili Av. Hüseyin Aygün’ün partisi CHP’in resmi kuramcılarının tepkilerini de doğru anlamak gerekir. Sayın Aygün, partisinin resmi kuramının dibine dinamit koymuştur. Suç işlemiştir. Sayın Aygün bu işleri hangi niyet ile yaptığı pekte belli değil. Aygün katliamcı soykırımcı bir partide vekil olarak kalmak ile suça günaha ortak olmuyor mu? CHP resmi kuramcı yürütme erki Sayın Aygün’ü etkisiz hale sokup işe yaramaz duruma düşürdükten sonra CHP’in çöplüğüne atma politikalarını işletmektedir. Aygün’ün emeklerinin heder olmasını asla istemeyiz. *** sıyla mümkündür. Erdoğan’ın sunduğu Dersim belgeleri piyasada olan ve bilinen belgeler. Esas dosyaların açılması soykırımcı kuramın sonunu hazırlayacağından Türk ordusunun genel kurmayı buna izin veremez. Türk ordusunun siyasal ve kuramsal varlığı tasfiye edilmeden samimi bir yüzleşme, demokratikleşme kanımızca mümkün değildir. Devletin yeşil partisi böylesi kök lü bir dönüşüme karşıdır. TC. Devletinin kurucu paşalarını koruma kanunları halen yüOsmanlı ümmet sisteminden, Irk rürlükteyken bizim tarafımızın çı millet devletine TC’ne geçişte özgürce konuşması engellenmek İttihatçı teşkilatlar CHP olarak tedir. kendini yeniden üreterek tarihini gizlemeye çalışmıştır. Samimi özür bu koruma kanunlarının kaldırılmasıyla tartışılaYeşil resmi kuramcı AKP bugün bilinir. benzeri bir siyaset ile CHP’ye yüklenerek Devletinin tarihini * * * suç ve günahlarını korumaya Hal perişan; çalışmaktadırlar!... Devletin Yeşil partisi aracılığıyErdoğan’ın ince siyaseti karşı- la yaptığı çıkışı bizim camiayı sında ezilen CHP tüm çabası tarumar eyledi. kendisini savunmak için değil devletini savunmak için her tür- Dersim’li demokratik kurum ve lü ayak düşkün siyasetini işlet- kuruluşları olarak devletin böymeye çalışmaktadır. lesi bir çıkışına hazırlıklı değildik. Sudan çıkmış balık misali Erdoğan Özrü samimi değildir. şaşkınlık yön bilmezlik hâkim oldu bir süre… Dersim’den özür dilenmesinin yolu. 1915 Ermeni Soykırımın- Acil bir ihtiyacın var olduğu dan, 1919 Pontus Soykırımı, yavaş yavaş fark edilir olmaya 1921 Koçgiri Soykırımı, 1925 Şex başlayarak, yokluğu günışığına Said katliamı, 1937-38 Dersim çıktı. O da şu; Biz Dersimlilerin Soykırımına, maraşa, çoruma, kendi özgül ve bağımsız siyasal madımaka kadar uzar gider! örgütlenmelerimizden yoksun ol duğumuz. İşte bu boşluğumuzu Sırasıyla adım atılmalıdır. doldurmak için tüm bilgi samiBunun da yapılabilmesi, var ol- miyet ve maharetlerimiz ile kenan yasal engellerin kaldırılma- di özgür partimizi kurmalıyız. kızılbaş - sayfa 5 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Dersim Kızılbaş demokrat partimiz. Türkiye’yi kurtaran parti asla olmamalı. Kendimize sahip olan kendimiz için çalışan bir Dersim Partisi olabilmeliyiz... Tunçelili olup da Türkiye’yi kurtarmak isteyenler var olan çeşitli partilerde zaten çalışıyorlar. Bu alanda modern marabalarımız yeterince de aktifler. Tırk alevi örgütlerinde, Tırk solunda, Kürt milliyetçi akımlarında... *** Yapılan tartışmaları Dersimin ve demokrasi tarafının yenilenmesine aydınlanmasına önemli katkıları olduğunu da asla inkar etmeden, daha verimli ve kalıcı olması açısından bizim de taraf olduğumuz tarafın gelişmesine önemli katkılarını göz ardı etmeden mücadeleyi yükseltmek gerekiyor. Örneğin bize ait olmayan heykellerin sahiplerine iade edilmesi için, sökülüp Ankara’ya gönderilmeleri gereklidir. İşte o zaman Seyit Rıza ile Dersim bizim olacak!.. Dersim Belediye meclisi bu yönde alacağı demokratik kararıyla gerçek özüre giden yeni bir yolu zorlayarak açabilir kanısındayız!.. *** 10 Aralıkta İstanbul’da Dersim Ermenileri Sosyal Yardımlaşma Derneğinin yemekli bir gecesine katıldık. Tüm katılımcılar ara sında sıcak dostluk kardeşlik rüzgarları esti. tekleyeceği sözü de geceye apayrı bir güzellik ve şenlik kattı. *** Sırada Suriye var. Peşinden İran’ın tasfiyesi. Devletin, Suriye’ye iştahının kabarması başına yeni belalar açabilir. Yeni bir yol deneniyor: İç savaş. İç savaş çıkarma ve destekleme sizin için ucuz ve maliyetsiz bir savaş olabilir. Savaşın maliyetini de kendilerine yıkabilirsiniz. Ama bu silahın bir sizi vurmayacağının garantisi yoktur. Ortadoğu’da İngiliz cetveliyle çizilmiş Lozan devletlerinin miadı dolmuştur. Yeni şekillenen Arap devletlerinin siyasal karakterlerinin demokratik yönde Dernek Başkanı Miran Pırgic gelişebilmesi için yerel demokGültekin yaptığı konuşmasın- ratik örgütlenmelerin bu değişida Mazgirt’te battal edilmiş bir me fiilen katılmaları gereklidir. Ermeni Mezarlığının onarılması projesinin duyurusunu yaptı. Bir Görünen o ki; T C. nin bu değiDERSİM’in HOZAT Belediyesi- yandan hüzün bir yandan sevinç şimin dışında kalması asla mümkün olmayacaktır. nin, Soykırımcı paşanın adını bir birine karıştı. sokaktan alması hayırlı bir kaAnadolu Kültür Vakfı başkanı Bizde kendimiz için, kendi gerardır. Dersim’de bu yönde yapılacak Osman Kavala Yapılacak proje- leceğimize yönelik yeni hesaplar o kadar demokratik işler var ki. yi maddi ve manevi olarak des yapmayacak mıyız! Can cana... t e ş e k ür : kızılbaş dergisinin e-mail toplama çalışmasına katkıda bulunan herkeze çok çok teşekürler. kızılbaş dergisinin 8. sayısı 7500 e-mail adresine gönderilmiştir. katkılarınızın devamını bekliyoruz duy ur u: kızılbaş dergisinin dagıtımında gmx.net firmasının sunduğu kapasitesinin azlığından dolayı yeni e-mail alma durumunda kaldık. kızılbaşa ait olan tüm eski e-mail adresleri 01.01.2012 tarihinden itibaren kullanılmayacaktır. kızılbaş dergisinin yeni e-mail adresi: [email protected] kızılbaş dergisinin web sitesinin adresi: http://www.kizilbas.biz kızılbaş - sayfa 6 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 desim dosyası CHP'li Aygün: 'Dersim Katliamı'nda Atatürk devletin başındaydı' 10 Kasım 2011 Perşembe CHP'li Aygün, Zaman'a yaptığı açıklamda, "Dersim Katliamı'nın sorumlusu CHP ve Devlettir" dedi. Aygün, Atatürk'ün katliamdan haberdar olduğunu ve Dersim olaylarının soykırım olduğunu belirtti. Milletvekili (CHP) Hüseyin Aygün, Zaman gazetesinden Habib Güler'e yaptığı açıklamda, "Dersim, etnik kimliği ve dinî inançları bakımından farklı özellikler taşıyan, bu farklılık sebebiyle de 500 yıldır yok edilme siyasetiyle karşı karşıya kalan bir bölge" dedi. Dersim sorununun 500 yıllık bir sorun olduğunun altını çizen Aygün, "Cumhuriyet, esasen o politikada bir değişiklik meydana getirmiyor; önce merkezleşme yönünde kararlar alınıyor, bölgeyi merkezî yönetime bağlama yönünde bazı raporlar hazırlanıyor. Bu raporlar, 500 yıllık Dersim sorununu barış içinde çözmeye yönelik öneri getirmiyor. 19371938'de jenosite [soykırım] varan bir operasyonla Dersim meselesi tarihe havale edilmiş oluyor. Ama böyle de bitmiyor, bu sorun devam ediyor" diye konuştu. Ordu harekat yapınca insanların kendini korumak için silahlandığını aktaran CHP'li milletvekili, "Resmiyette ise bir isyan olduğu ve devletin de bunu bastırdığı tezi savunuluyor. Çünkü Başbakan'ın deyimiyle '50 bin insanın öldürüldüğü' bir operasyonun meşru- laştırılması için orada bir isyan oluşturulması gerekiyordu. Dersim isyanı, sonradan icat edilmiş bir şeydir, öyle bir şey gerçekte yoktur" dedi. Dersim katliamının sorumlusunun devlet ve o dönemin CHP iktidarı olduğunu vurgulayan Aygün, şöyle devam etti: "Ancak CHP'de bu konuda kendi tarihiyle yüzleşme ve uygulanan politikaların toplumun önünde saydam bir şekilde tartışılması yönünde bir tavır alındığını Kılıçdaroğlu döneminde görüyoruz. Tabii 'bunu CHP yaptı' deyip, bunun üzerinden bir politika üretmek de doğru değil, çünkü o dönem başka parti yoktu zaten." Mustafa Kemal Atatürk'ün katliamdan haberdar olmamasının mümkün olmadığını da dile getiren Aygün, "Bu dönem boyunca izlenen bütün politikalarda Atatürk devletin başındadır. Fakat Aleviler, bütün bu dönemi Mustafa Kemal'den ayırmak için onun 'büyük lider' kimliğine de gölge düşmemesi için fotoğrafını alıp Hazreti Ali ile yan yana asmışlardır. Bu katliamdan haberdar olmadığına kendilerini inandırmışlardır" yorumunda bulundu. Kürt sorununa da değinen Aygün, çözümün barış ve diyalogla olacağına inandığını dile getirerek, "Öcalan'la yapılan görüşmeler çok değerlidir ve bu sürecin yeniden başlaması gerekir. Ama örgütün de silah kullanmayacağını inandırıcı bir şekilde topluma ve hükümete anlatması lazım. Birbirimizi öldürmeden konuşmalı, çözüm aramalıyız. Hükümet aslında görüşmeler yaparak, müzakere yaparak bu iradeyi ortaya koydu. O yolun devam etmesi gerekir" şeklinde konuştu. Sorunun çözümünde "kırmızı çizgi" söylemini de yanlış bulduğunu aktardı. "Ergenekon sulandı, büyük fırsat heba ediliyor" Hüseyin Aygün, Ergenekon ve Balyoz davasını da değerlendirdi. "Ergenekon diye bir gizli örgütün, yapılanmanın olduğunu biliyorum" diyen Aygün, operasyonun başlamasıyla yasadışı eylemlerin bittiğini, bölgede faili meçhullerin neredeyse durma noktasına geldiğini anlattı. Aygün, "Veli Küçük'lerin tutuklandığı dönemi olumlu bulduğunu" belirtirken, "Derin devlet ve gizli kontgerilla çekirdekleri felç oldu. Gerçekten kontgerillanın tasfiyesinin, derin devlete son verme adımı olarak görüyordum" diye konuştu. Aygün, yapılan son tutuklamaları ise eleştirdi ve şunları söyledi: "Ahmet Şık'ların, gazetecilerin, Ergenekon'dan kuşku duyduğunu söyleyenlerin, eser yayınlayanların tutuklanması nedeniyle ben biraz sulandığını düşünüyorum. Daha çok 'muhalifleri tasfiye etme hareketi' gibi duruyor. Dolayısıyla çok büyük bir fırsatın heba edildiği görüşündeyim." Kaynak: http://imc-tv.com/haber_detay. php?id=736/#axzz1fZvC0Aag kızılbaş - sayfa 7 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 "Dahili işlerimizden en mühim bir saf ha varsa o'da Dersim meselesidir. Dahilde bulunan işbu yarayı, bu korkunc çıbanı, ortadan temizleyip koparmak ve kökünden kesmek işi her ne pahasına olursa olsun yapılmalı ve bu hususta en acil kararların alınması için, hükümete tam ve geniş selahiyetler verilmelidir." Mustafa Kemal'in 1936 tarihli Meclisi Açış Konuşması! DERSİM KATLİAMI Başbakan: "Dersim İçin Özür Diliyorum" Başbakan Erdoğan, Kılıçdaroğlu ile devam eden "Dersim olayları" tartışmasında dört belge açıkladı. Erdoğan "Devlet adına özür dilenecekse, böyle bir literatür varsa ben özür dilerim, diliyorum" dedi. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) lideri Kemal Kılıçdaroğlu arasında devam eden "Dersim olayları" tartışmasında dört belge açıkladı. Erdoğan, "Dersim olayları" için asıl özür dilemesi gerekenin CHP olduğunu ama "böyle bir literatür varsa" kendisinin özür dileyeceğini söyleyerek devlet adına özür diledi. Erdoğan, "Devlet adına özür dilenecekse, böyle bir literatür varsa ben özür dilerim, diliyorum" dedi. Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) Genişletilmiş İl Başkanları toplantısında konuşan Başbakan Erdoğan, gösterdiği dört belgeyi okudu. 1. Belge "Dersim'de hareket eden her şey katlediliyor" "1935 yılında bir kanun çıkarılıyor. Kanun'un adı: Tunç-eli vilayetinin idaresi hakkında kanun. Kanun'un ilk maddesinde şu belirtiliyor: üzere harekete geçtik. İki aya yakın Dersim'de görev yaptım. Okuyucularımdan özür diliyorum ve yaşantımın bu bölümünü anlatmaktan kaçınıyorum. Madde 1: Tunç-eli vilayetine, ordu ile irtibatı baki kalmak ve rütbesinin salahiyetini haiz bulunmak üzere kor komutan rütbesinde bir zat vali ve kumandan olarak seçilir. Üstad Necip Fazıl, Dersim'deki facianın tarihte bir benzerinin olmadığını ifade ediyor. Babalarını arayan ve yanına gitmek istediklerini söyleyen iki masum çocuk Hozat kaymakamı tarafından süngületilerek babalarının yanına gönderiliyor. Sonra, bu vali ve kumandana yasada çok enteresan haklar tanınıyor. Mesela vali ve kumandan gerek görürse, aileleri bir yerden bir yere göç ettirebilir. Mesela, idam hükümlerinin vali ve kumandan tarafından teciline lüzum görülmezse, hemen infaz yapılır. Mesela ceza mahkemelerinde verilen kararların temyizine gerek yoktur. İşte bu kanunun ardından, hazırlıklar yapılıyor, 1937,1938 ve 1939 yıllarında Dersim'de maalesef büyük bir dram yaşanıyor. Havadan, karadan, toplarla, hatta gaz bombalarıyla, Dersim'de hareket eden her şey, çocuklar, kadınlar katlediliyor. Dersim olayları sırasında orada asker olan Muhsin Batur, anılarında aynen şu ifadeyi kullanıyor: 'Günlerden bir gün emir geldi. Tren yoluyla Elazığ'a vardık. Oradan da ilk durak Pertek olmak Kendisinin öğretmen ve köy halkıyla alakasız bir şahıs olduğunu iddia ederek, alevler içinden fırlamak isteyen bir genç, kalasla alevlerin içine itiliyor ve karşısında da sigara içiliyor. Bir köy halkı, önce kurşunlanıyor, daha sonra buğday sapları üzerinde yakılıyor. Üstad, faciayı şu satırlarla anlatıyor. 'Mazgirt Tersemek nahiyesinin halkı doğranmakta. Merhamet sahiplerinden biri, birle on yaş arasında 20 kadar çocuğu alıp bir derenin içine saklamıştır. Vaziyet birden haber alınıyor. Çocukların öldürülmeleri emri veriliyor. Fakat bu emri yerine getirebilecek kimse bulunamıyor. En katı yürekliler bile, böyle müdafaasız masumlara silah kullanamayacaklarını söylemeye mecbur kalıyorlar. Nihayet kara suratlı bir adam bulunuyor ve bir dere içinde titreşe kızılbaş - sayfa 8 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 titreşe bekleyen 20 masumun işi bitiriliyor. Murat suyunun, kandan kıpkızıl aktığını görenler olmuştur. Dersim vakasının en büyük mazlumlarından Seyit Rıza'nın hikâyesi ise ayrıca yürek burkucu. Dönemin Malatya Emniyet Müdürü İhsan Sabri Çağlayangil, bir röportajda bunu şöyle anlatıyor. 'Son sözünü sorduk? Kırk liram var, oğluma verirsiniz dedi. Bu sırada Fındık Hafız asılıyordu. Asarken iki kez ip koptu. Seyit Rıza görmesin diye ben arabanın önünü kapattım. Fındık Hafız'ın idamı bitti. Seyit Rıza'yı meydana çıkardık. Soğuktu ve etrafta kimseler yoktu. Ama Seyit Rıza, meydan insan doluymuş gibi sessizliğe ve boşluğa hitap etti: Evlad-ı kerbalayıkh, bi hatayıkh, ayıptır, zulümdür, cinayettir? Evet değerli arkadaşlarım. Sayısı bugün dahi bilinmeyen, tahmin edilen binlerce insan, kadın ve çocuk katlediliyor, yuvalar yıkılıyor, binlerce insan batıya göç ettiriliyor, binlerce kız çocuğu evlatlık veriliyor." 2. Belge "Ben özür diliyorum" "Bir belgeyi sizlere göstermek istiyorum. 8 ağustos 1939 tarihli bir belge. Jandarma Umum Komutanlığından başvekâlet yüksek makamına gönderilmiş. Dersim'e yapılan müdahalenin bilançosunu veriyor, kat'i netice alınıncaya kadar baskınların devam edeceğini bildiriyor. Ekte de bir cetvel var? Ölü, diri, teslim olanların rakamlarını gösteriyor. 1936, 1937, 1938 ve 1939'da, toplam 13 bin 806 kişinin öldürüldüğü bu belgede ifade ediliyor. Belgenin altındaki imza çok ilginç. Faik Öztrak, Dahiliye Vekili, yani İçişleri Bakanı. Kılıçdaroğlu nereye kaçıyorsun? Bunlardan nasıl sıyrılacaksın? Ben mi özür dileyeceğim sen mi özür dileyeceksin? şahitlerin sonra dinlenmesine" diyerek idam eden, kel ali lakaplı hâkim. Devlet adına özür dilemek gerekiyorsa böyle bir literatür varsa, ben özür dilerim, diliyorum. Ancak CHP zihniyeti adına özür dilemesi gereken varsa, 'yeni CHP'nin Genel Başkanıyım' diyorsun." 3 Mayıs'ta, CHP'li Yenimahalle Belediyesi, işte bu Ali Çetinkaya'nın ismini Ankara Yenimahalle'de bir parka verdi. Erdoğan, devlet adına özür dilemesinin ardından ayakta alkışlandı. 3. Belge İmza: Reisicumhur İsmet İnönü "Dersim'le ilgili bir başka belgeyi de bugün açıklıyorum. 23 Aralık 1938. Atatürk'ün vefatından yaklaşık 1 ay sonra. İsmet İnönü Cumhurbaşkanı, Celal Bayar Başbakan. Bu bir kararname. Şöyle diyor: 'Tunceli'den garba nakillerine karar verilen cem'an 12 bin kişinin 11 bin 683 kişinin mürettep mahallerine sevk ve iskânları icra edilmiş ise de, muhtelif mahallerde aynı evsafı haiz ve sevke hazır bir vaziyette bulunan 514 şahıs ile birlikte yekûnu, kararnamelerle tespit edilen miktarı geçeceğinden dağlarda ve mağaralarda saklanmaları ve kış münasebeti ile barınamayarak dehaletleri umulanlarla beraber daha iki bin kişinin ilişik listede yazılı yerlere sevk ve iskânları, dâhiliye vekilliğinin teklifi üzerine icra vekilleri heyetinin toplantısında onanmıştır.' İmza: Reisicumhur İsmet İnönü. Tabii, alttaki imzalarda bir isim de bu arada dikkatimizi çekiyor. Nafia vekili, yani Bayındırlık Bakanı Ali Çetinkaya. Ali Çetinkaya, İskilipli Atıf Hoca'yı düzmece bir mahkemeyle, "kararın infazına, Biz, bunu hatırlattığımız zaman da, CHP Genel Başkanı Sayın Kılıçdaroğlu Afyonkarahisar'da, işte bu Ali Çetinkaya'ya sahip çıktı, onu bir kahraman olarak ilan etti. Sizin kahramanlarınız buysa bu ülke biter. Bizim kahramanlarımızın arasında böyle yüzü kapkara olanlar yok. İşte bu Dersim Belgesi'nin altında da Ali Çetinkaya'nın imzası var. Dersim'de operasyon hazırlıklarında da, işte CHP Genel Başkanı Sayın Kılıçdaroğlu'nun sahip çıktığı bu Ali Çetinkaya'nın katkısı var. Bu da fotoğraflarla sabit." 4. Belge "Sason bölgesinde temizlik" "Bir başka belge. Dersim operasyonlarının hemen ardından, Sason'da yapılan temizlik ve takip operasyonlarının raporu. Sason bölgesinde 384 kişinin öldürüldüğü, diri tutulan ve teslim olanların tamamının batıya göç ettirildiği ifade ediliyor. Halen Sason yasak bölgesi içinde hiçbir ferdin kalmadığı, operasyonun da böylece sonlandırıldığı ifade ediliyor. 28 Eylül 1938. İmza: İçişleri Bakanı Şükrü Kaya." "Dersim aydınlatılmayı bekleyen bir olaydır" Erdoğan, belgeleri açıkladıktan sonra CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu'na seslenerek, "Dersim yakın tarihimizdeki en acı en trajik olaylardan biridir. Dersim aydınlatılmayı bekleyen bir olaydır. Bu kanlı eserin sahibi olan CHP'dir. CHP'nin Tunceli milletvekilleridir. Tunceli kökenli Genel Başkanı'dır. Tuncelili bir Genel Başkan tarihiyle yüzleşmek için CHP'ye fırsattır" dedi. (IC) kızılbaş - sayfa 9 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Av. Erdal Doğan ile Söyleşi - Daha önce böyle bir girişimde bulundunuz mu? Bu uluslararası alanda ilk başvuru olacak. 24 Kasım 2010 tarihinde Berlin’de üçüncüsü düzenlenen Uluslararası Dersim Konferansı’nda bu karar alındı. 1937-38 Dersim soykırımının bugün hala sürüp giden durumuna uluslararası hukuktaki tanımı ise kültürel soykırımdır. Böylece sürecin uluslararası ceza mahkemesine taşınması için bir karar alınmış oldu. Bu kararı üstlenen avukatlar olarak Türkiye’den konferansa katılanlardan avukatlardan ben ve Eren Keskin bu somut halin hukuki gerekliliklerin yapılması için görev üstlendik. Fakat bu vakanın UCM’ye taşınması için Türkiye ilgili bazı sıkıntılar olduğunu da söyelememiz gerekir. O da şudur ki Türkiye, uluslararası ceza mahkemesine halan taraf değil. Taraf olmamak için de çokca direniyor. Bu mahkemeyi şu an itibarıyle yetkisini tanıyan, yani taraf olan 117 devlet var. Daha önceki yıllarda Türkiye’nin taraf olmamasının en önemli nedeni iç hukukunda bu yöndeki eksikliklerini gerekçe olarak ileri sürüyordu. Fakat daha sonra bu konuya dair Türkiye, 2005 yılında çıkartmış olduğu 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’yla bu eksikliklerini giderdi. Türkiye Türk Ceza Kanunu’nundaki 76 ve 77. madde düzenlemeleriyle insanlığa karşı suçlar ile soykırım suçunu normatif iç hukuk düzenine katmış oldu. Türkiye’nin artık 2005 yılından beri uluslararası ceza mahkemesine taraf olmamak için geçerli hiçbir hukuki bir mazereti bulunmuyor. Hatta hükümet yapmış olduğu bu yeni düzenlemeler ile ilgili olarak 2008 yılında UCM’ye yaptığı bildirimde bu mahkemenin statüsünü belirleyen 1998 tarihli Roma Statüsünü dikkate alarak gerçekleştirdiğini beyan etmiştir. Bu resmi bildirim ile bir bakıma mahkemenin hukuki dayanaklarını da tanımış bulunmaktadır. -Mahkeme’nin yetkilendiği haziran 2002 tarihinden önceki yaşanan olaylara bakıyor mu? Mahkeme yargılama yetkisini kazandığı 1 Haziran 2002 yılından önceki soykırım,savaş suçları ve insanlığa karşı suçlara bakmıyor. Fakat ileri sürdüğümüz somut veriler ve maddi hukuki dayanaklar ve gerekçeler ile Dersim’de Soykırımın 1937 ve 1938’de kalmadığıdır. 2002’den sonra da Dersim’de soykırım çok açık bir şekilde devam ettiğini delillendiriyoruz. Çok kısa süreliğine bölgeyi ziyaret ettiğinizde dahi bu acı gerçeklik tüm çıplaklığı ile kendini göstermektedir.Mesela Dersim’de yaşam alanlarına döşenmesi,kullanılması yasaklı olan binlerce kara anti tank mayınlar döşenmiş ve halen sökülmemiş. Resmi rakamlarla döşenen kara mayın sayısını yaklaşık 11.000 olarak açıklar. Gerçek sayıyı ise hiç kimse bilmiyor. Bazı köy okullarının yanında daha önce bulunan ve yakın zamanda terkedilmiş karakol içine ve çevresine döşenmiş kara mayınlardan çocukları korumak için tenefüsler dahi öğretmen nezaretinde yapılmaktadır. Bölgede en temel insan hakkı olan anadilde eğitim halen yapılmamaktadır. Bölgenin çocuklarına ana dillerini hor görmesine sağlayan bir eğitim ve öğretim sistemi verilmeye devam edillmekte, asimilasyon bütün hızıyla devam etmektedir.Yaşayan halkın büyük çoğunluğunun inaç ve yaşam kültürü Kızılbaşlık iken bu halkın çocukları tüm ülkede olduğu gibi zorunlu Sunni Islam din dersine tabi tutulmaktadır. Ayrıca tüm ülkede olduğu gibi Dersimdede cem evleri hala resmi olarak ibadet statüsünde görülmemektedir. Herkes için çok önemli olan doğanın kendisi Kızılbaş inancı olan halk için ise yaşamsal derecede ayrı bir öneme sahiptir. Çünkü kızılbaşlık inancının ritüelleri, felsefesi,doğuş u,varlığı,ibadeti doğaya tabiidir. Kı zılbaşlık;Nehirleri,ağacı,ormanı, kayayı, dağı, ovayı, yaylayı ve buralarda yaşayan her tür canlıyı bir bütün olarak kutsal görerek, varlık ve bütünlüğünü bunun üzerine inşa eden,içselleştirmiş bir inanç sistemidir. Askerin güvenlik nedeniyle yaktığı ormanlar, Dersimliler için yalnızca yakılmış orman değildir. Halkın inanç ve yaşam bütünlüğüne doğrudan saldırı ve işkencedir. Dersimde şu ana kadar son 5 yılda yapılmış 4 baraj ve halen yapılması düşünülen 20 nin üzerindekilerle halkın kutsal kabul ettiği Munzur nehrinin yok oluşu demektir. Yani Dersim Milli parkı ve onu çevreleyen doğanın katli doğrudan halkın inanç ve yaşamına saldırı ve imhası anlamına gelmektedir. Ayrıca yapılmış ve yapılacak barajlarla, bölgedeki köy ve ilçeler arasındaki ulaşım da engellenecek, bölge yine zorunlu göçe tabi tutularak insansızlaştırılmak istenmektedir. Yine yapılmış/yapılacak barajlarla kutsal Kızılbaş mekan ve ziyaretleri sular altında kalmasına da sebep olmuş ve daha da olmaya devam edecektir. Bu yöndeki icraatlar bölge halkının maddi ve manevi tüm yaşam alanına sirayet etmeye kızılbaş - sayfa 10 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 devam etmektedir. Eski il, ilçeler ve köylerin isimleri halen Türkçeleştirildiği gibi durmakta ve halen eski isimlerine dönülmemiştir. Evlatlık verilen kız ve erkek çocuklarının akibetleri yaşayan ailelerinin gündemini halen çok yoğun işgal etmektedir.1937 ve 1938’de katledilenlerin toplu olarak yakıldıkları, gömüldükleri yerler ile 1990’larda 400’e yakın köyün benzer şekilde yakılarak, tahrip edilip,sakinleri katlediği düşünüldüğünde mağdur yakınlarının katledilen ailelerinin nerelere gömüldüğünü bilmemenin verdiği acı ile birlikte boşaltılan yerlere dönememiş olmalarının tarifsiz acısının yaşanmaya devam edilmesi de yaşanan kıyımın acısını sürekli canlı tutulmasını sağlamaktadır. Bölgede, alınan asayiş sebebiyle güvenlik önlemleri normal yaşamı felç edecek boyutlardadır. Özellikle Dersim sınırlarına girdiğinizde büyük arazili bir açık cezaevine girmiş hissiyatını yaşatan bu sıkı askeri güvenlik önlemleri bölge halkını yine maddi ve manevi yönden çok ağır taciz eder yoğunluktadır.Bu fotoğraf Dersime ilişkin 1800lerin ikinci yarısında başlayan sürecin 2011’ tarihinde halen devam ettiğini gösteriyor. Yani Soykırım 1937 ve 38’de kalmış değildir. Tüm yıkıcı varlığıyla bugün dahi devam etmektedir.Fiili yasaklar, engeller nedenleriyle geçmişte hayvancılık ve tarımla meşgul olup hali durumu iyi olan köylülerin köylerine dönüp,yerleşememeleri nedeniyl çok ciddi bir yoksullukla iç içe yaşam savaşı vermekteler. Trajik örnekleri çoğaltabiliriz. Buna benzer somut vakaları sıralayarak uluslarası ceza mahkemesine başvuracağız. mahkemenin statüsünü belirleyen Roma statüsünün 7.ve6.maddeleri ise hukuki dayanak noktamız. 1948 tarihli Türkiyenin de taraf olduğu B.M.in Soykırım Sözleşmesinin 5.maddesi ile Roma Statüsünün 6.maddesine göre tartışmasız olarak 1937-38 Dersim vahşeti bir soykırımdır. O günden bugüne Dersim halkına yaşatılanlar ise Roma statüsünün 7 ve 6.maddeleri kapsamında devam ededuran bir kültürel soykırım olduğunu belirterek.1994 tarihinde kurulan uluslararası Ruanda de hoc ceza mahkemesinin 1998 tarihli kararlarındaki kültürel soykırıma dair tespitleri de UCM’yi bağlayan içtihattır. 1937 ve 1938 Dersim kıyımının hukuki olarak soykırım olarak tespiti ile günümüzde sürmekte olan kültürel soykırım uygulamalarını delilleriyle mahkemeye ileterek, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin işlemiş olduğu ve işlemeye devam ettiği insanlığa karşı bu suç tasaruflarına son vermesini, en az son 30 yıl içinde eylemleri ile bu suçu devam ettirmiş yaşayan faillerinin tespiti ile cezalandırılmasını, mağdurların maddi ve manevi tüm mağdurluklarının giderilmesini, kayıp kızların akıbetinin ailelerine bildirilmesini, orman yakımına son verilmesi, yaşam alanlarından mayınların temizlenmesi, anadilde eğitimin başlatılması, zorunlu Türkleştirme ve Islamlaştırma projelerine son verilmesi,toplu katledilenlerin mezarlarındaki kemiklerin usulüne göre çıkartılarak ailelerine verilmesini ve o yerlerde anıt mezar yapılması gibi talepleri mahkemenin acil olarak ele almasını isteyeceğiz. -Peki hangi kapsam ve suçlamayla mahkemeye gideceksiniz? Mahkemenin kurulduğu 2002’den sonraki süreçte yapılanları kültürel soykırım olarak görüp orada işlenen suçların insanlığa karşı işlenmiş bir suç olduğunu, Roma statüsünün altıncı ve yedinci maddesi kapsamında mahkemenin uluslar arası yetkisiyle bakabileceğini söylüyoruz. Hukuksal bakımıyla, böyle bir mahkemenin kurulma meşrutiyeti, devam edegelen bu tür insanlığa karşı suçlarla, kültürel soykırım suçlarına B.M.üysei bir devletin kötü niyetle taraf olmamasını dayanak göstererek bakmaktan kendini alıkoyamayacağını maddi ve hukuki dayanaklarla anlatacağız. Ayrıca Dersim soykırımı meselesi, B.M.sistemine tabi tüm ülkelerin gündemlerine alabileceği bir husustur. Insanlık suçu herkesin müştekisi olabileceği tartışmasız bir durumdur. Nasıl ki Türkiye, Suriye halkının meselesini haklı olarak iç meselesi yapmış ve Esad yönetimine her türlü siysi ve hukuki uyarıda bulunup, ekonomik ambargo uygulama noktasına gelmişse, Türkiye’de Dersim’le ilgili üzerine düşen sorumlulukların gereğini yapmazsa, kendisinin de belki önümüzde yıllarda hukuken, siyaseten,ekonomik ve kültürel bakımdan çeşitli uyarı ve ambargo ile karşı karşıya kalabilir. Çünkü Türkiye hala üzerine düşen bu görevi yapmayıp,güncel siyasi polemik konusu yapmaktadır. Başbakanın yapmış olduğu özür çok önemli bir adımdı.30 kasım 2011 de sayın Hüseyin Çelik’in yapmış olduğu açıklamalarda çok önemlidir. Fakat bu açıklama ve özürlerden öteye çok acil olarak hükümetin bölgenin acılarını,mağdurluklarını gidermesi gerekir. -Türkiye’nin iç hukukunda daha önce bu yönde başvurular oldu mu? Daha önce başvurular oldu. Iki üç başvuru oldu. Savcılar, bu konunun zaman aşımına uğradığını gerekçe göstererek adeta alay edercesine kapattılar. Halbuki savcılar Türk Ceza Kanunu’nun 76. ve 77.inci maddesine göre soruşturma yapma yetkisine sahip olmalarına rağmen hiçbir şey yapmadılar. Türk yargısı özellikle bu konuda bir şey yapmamak için bir direnç içindedir. -Ne kadar süredir mahkemeye gitmeye hazırlanıyorsunuz? Hazırlık yaklaşık bir buçuk yıldır sürmektedir. Fakat bu konunun hem Türkiye’de hem de uluslararası alanda daha çok görünür olmasını kızılbaş - sayfa 11 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 2008 yılından beri Dersim meselesiyle ilgili Avrupa Parlamentosunda Kürt ve Alevi örgütlerinin ortak çabası ile yapılan konferansların payının çok olduğunu söyleyebilirm.Konferanslarda bu konu hukuk,sosyoloji,tarih ve siyasi disiplinleri açısından ele alınmış ve ele alınmaya devam etmektedir. Tüm bu konferanslar ile bu bağlamda devam eden çalışmalarla, Türkiye ve dünyadan çeşitli ülkelerinden katılan çeşitli disiplinlerden kişilerin sunumları ve tespitleri Dersim soykırımının daha cesaretle konuşulmasını, tartışılmasını ve gündeme alınmasını sağladığını söyleyebilirim. -Daha önce uluslararası ceza mahkemesiyle bir ön görüşmeniz oldu mu? Biz savcıdan randevu alarak bu dilekçeyi kendisine sunmak istiyoruz. Doğrudan dilekçe verip takip etmekten ziyade bu dilekçeyi verirken ilgili savcı ile görüşmeyi ve konu hakkında bir ön bilgilendirme yapmayı uygun olacağını düşünüyoruz. Çünkü bu yöndeki mahkemeye yapılan belki de ilk başvuru olacaktır. O nedenle başvurunun anlam ve mahiyetini anlatmak istiyoruz. Bu konuyu Avrupa Parlamentosu ve Avrupa Birliği yetkilileri ile görüşürek desteklerini isteyeceğiz. Bu yöndeki destek çağrısına ilişkin olarak yıl başında 36 ülke parlemontosuna ve devlet yetkilisine toplanan on bin imzla listesi eklenerek Dersim soykırımı ve halen yaşanan giderilmemiş acılardan haberdar ederek, Uluslarası hukuki alanda desteklerini istedik. Yaşanmış ve yaşanmaya devam bu trajedinin mağdurları yalnızca Dersim ve Türkiye halkının olmadığını, doğrudan tüm dünya halkları olduğuna dair açıklamamıza dair 2 ay öncesine şimdilik Almanya ve Isviçre’den gelmiş ve onlar Dersim meselesini gündeme aldıklarını iletmişlerdir. -Peki mahkeme Dersim olaylarını sizce nasıl algılar? Garip bir şekilde bu mahkeme mazlumları ve mağdurları korumak amacıyla kuruldu. Fakat bu güne kadar işleyen sistemde çok çeşitli lobilerin ve güçlerin etkisiyle bu mahkemenin çalıştığını gördük. Mahkeme ve savcılık normalde bu gibi durumlarda insan hakları ve hukukun verdiği meşrutiyet ve misyon nedeniyle resen harekete geçmesi gerekir. Mahkemenin kuruluş ve işleyişiyle ilgili en az yüz yıllık bir çalışma ve tartışma söz konusudur. Insan hakları hukuku statik ve dogmatik bir hukuk alanı değildir. Sıkı sıkıya bağlı bir şekil hukuku da değildir. Sürekli gelişim süreci içinde olan bir alan olduğundan burada savcıların ve yargıçların cesur davranmaları gerekir. Çeşitli lobi ve güç konusundan etkilenmeden mahkemenin misyonunun bir gereği olarak savcı ve yargıçlardan görevlerini yapmaları beklenir. Bakalım yapacak mı, bu da ayrı bir tartışma konusu olacaktır. Tabi buna bağlı olarak çeşitli ülkelerin engellemeleri olabilir. Çünkü bu uluslararası bir alan ve bazı ülkeler soykırımla ilgili kendi suçlarının da gündeme gelebileceğini düşünerek engelleme girişimlerinde bulunabilir. -Tam da dilekçenizi tamamlamaya yakın Dersim olayları bir anda gündeme geldi. Bu doğrultuda da Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk defa bir başbakan devlet adına özür diledi. Siz bu adımı nasıl değerlendiriyorsunuz ve dilekçenize nasıl bir etkisi olacak? Olumlu bir etkide olacak bu özür. Başbakanın son iki yıldır bu konudaki tutumu çok açık ve netti. CHP ile ilgili siyasi bir çekişmeden de olsa bu dillendirildi. 2 yıl önce 50 bin insanın Dersim’de katledildiğini söylemişti. Geçen 23 kasımda da usul ve şekil sorunlu olsa da bir özür dilenmesi söz konusu oldu devlet adına. Bu önemli. Açıkladığı belgeler ise konuyu yakından takip edenler için bilinen belgelerdi.Zaten bu konuyla ilgili Genelkurmay ve Dışişleri bakanlığının arşivlerinin açılması da taleplerimiz arasında. Kamuoyunda dolaşımda olan bu belgeler olayın hazırlık süreçlerini, yapılmış olan askeri hareketi ve sürgünlere ilişkin soykırımın nasıl gerçekleştirildiğine dair hiçbir tartışma yaratmıyor. Başbakan da bu belgelerle beraber özür diledi. Tabi bu konu dediğim gibi başvuruda önemli olacak. Uluslararası ceza mahkemesinin savcısının da bunu dikkatine sunacağız. Bu konuyla ilgili bu beyanları dikkate alacaklardır. -Bu özrün uluslararası yaptırımı nasıl olur? Geçmiş dönemlerde yapılan katliamlar ve insanlığa karşı işlenmiş suçlarla ilgili çeşitli ülkelerin yapmış olduğu özürler oldu. Insanlığa karşı işlenmiş bu tür suçlarda zaman aşımı gibi bir durum olmaz.. Olayın mağdurları yaşamamış bile olsa onların ikinci veya üçüncü kuşağı nezdinde bu mağduriyetler giderilmiştir. Başbakan da bu konuda özürle yetinemeyeceğini en azından bir siyasi kişi olarak bilmesi gerekiyor. Böyle bir özrün hem uluslararası alanda hem de Türkiye iç kamuoyunda mağduriyetlerin giderilmesi konusunda bir beklentiyi doğuracaktır. Bunun hukuksal olarak gereğinin yerine getirilmesi gerekiyor. -Dilekçenizde ne tür deliller yer alıyor? Mahkemenin karşısına nasıl çıkacaksınız? 1937 ve 38 öncesi hazırlanmış çokca rapor var. O raporlar o coğrafyanın halkıyla birlikte nasıl ortadan kaldırılmasını hiç tartışmaya yer vermeden anlatmaktadır. Bu raporlar 1870’den sonra Dersim ile ilgili tutulmuş raporlardır. Burada öldürülenler yaşlı ve çocuklardan oluştuğu ve bu konuyla ilgili kızılbaş - sayfa 12 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 olarak dönemin kişilerinin anıları, soykırımla ilgili tartışmaya yer vermeyecek diğer önemli delillerdir. Ayrıca bu döneme ilişkin olarak da son yıllara ilişkin olarak da bölgede çeşitli kurumların istatiki verileri, aynı şekilde devletin resmi açıklamaları, güncel tutulan tüm günlük ve yıllık görsel ve işitsel yayınlar, doğrudan dönemi yaşayanların tanıklıkları ve buna benzer birçok belge ve yayınlar delil olarak gösterildi. -Sorumlu tutulan yaşayan mülki amir var mı peki? 1937 ve 38le ilgili yaşayan kalmadı. Fakat devlette devamlılık esas olduğu için Türkiye Cumhuriyeti Devleti o dönemde yaşanan soykırımdan sorumluluk olarak gereğini yapmak zorundadır. Şöyle bir durum da var 1980 askeri darbesinde özel bir muamele gördü Dersim. 1990 larda da yıkım gören Dersim, bugün de AKP hükümeti marifetiyle kültürel asimilasyon ve doğa katliamlarına maruz kalmaktadır. Son 30 yıllık süreçteki hayatta bulunan faillerin tespiti ve cezalandırılması mümkündür. -Dava açılırsa Türkiye nasıl bir yargılama süreciyle karşı karşıya olacak? Şuan bunu söylemek biraz erken. Ama görevlerinin bilinciyle hareket ederlerse çeşitli sorularla ve belgelere gerekli incelemeleri savcılar gelip soruşturma kapsamında yapacaklar. Savcılar yerinde incelemeler yaparak, aynı zamanda tanık dinlemeleri yaparak, çeşitli mevzuatlar ve makamlardan resmi cevaplar alarak gerekli bilgileri mahkemeye sunacaklardır. Bir acı kahve yüzünden üç köy kurşuna dizildi DERSİM KATLİAMININ CANLI TANIKLARINDAN ARAŞTIRMACI CELAL YILDIZ ANLATTI Kurtuluş Savaşı’nın önemli ismi Diyap Ağa’nın köyü de katliamdan nasibini aldı. Fevzi Çakmak’ın “Öldürmek yok, sıra sürgünde” emri geciktiği için kurşuna dizilen köyler oldu. Dersim katliamı üzerinde yaptığı araştırmalarla tanınan yazar Celal Yıldız, Dersim katliamının bir ayaklanma nedeniyle değil asimilasyon amaçlı yapıldığını söyledi. Yıldız, bu iddiasına gerekçe olarak da 2. Abdulhamit döneminde Hamidiye Alaylarında yer almış, Kurtuluş Savaşı sırasında büyük yararlılık göstermiş olan Diyap Ağa’nın köyü ve ailesinin de katliamdan nasibini almasını gösterdi. Dersim katliamını STAR’a değerlendiren Yıldız’ın çarpıcı örnekleri şu şekilde: Silahsız on kadın mağaraya sığındı Ailem Dersim olaylarının mağduru. Dersim’de köyler toplu olarak kurşuna dizildi. Diyap Ağa’nın köyü de nasibini aldı. Koçuşağı köyündeki katliamdan kaçan 10 kadın bizim köyün mağaralarına sığınıyor. Kadınların içinde bir yaşlı adam ve Diyap Ağa’nın akrabası olan bir de kadın varmış. Kadınlar Kenter’e haber göndermişler, o da acımış onlara ekmek göndermiş. Kadınlardan biri askerler tarafından fark ediliyor. Asker mağarayı sarıyor, içeridekiler Kenter’in onları ihbar ettiğini düşünerek, ‘Diyap Ağa’nın oğlu bize ekmek gönderdi’ diyorlar. Emir beş dakika gecikse ölecektik Ellerinde silah yok. İstiklal Mahkemeleri’nde yargılanmaları gerekirdi, ancak Diyap Ağa’nın oğlu ve kardeşini kurşuna diziyorlar. Milletvekili olmuş, devlete o kadar hizmet etmiş bir kişinin ailesine yapılacak şey mi bu. Olaydan sonra köylüyü topladılar kurşuna dizecekler. O arada süvari bir subay kan ter içinde geliyor. ‘Fevzi Çakmak’ın emri var, öldürmek yok. Bundan sonra sürgün olacak’ diyor. Ve köylülere ‘Zehir olsaydı da kahve içmeseydim. Hozat’da bir kahve içtim, bir acı kahve yüzünden 3 köy kurşuna dizildi’ diyor. 5 dakika geç gelse belki şu an yaşamayacaktım. kızılbaş - sayfa 13 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 "Genelkurmay Arşivlerine Başbakanın da Gücü Yetmez" P rof. D r. Ta ne r Akç a m Prof. Dr. Akçam Dersim katliamı ve geçmişin karanlık sayfalarının açığa çıkması için önerilen "arşivler açılsın" talebini yorumluyor, Dışişleri ve Genelkurmay arşivlerinin hala açılmamasını da 21. yüzyılın ayıbı olarak görüyor. tam bir ayıptır. Bence, Ahmet Davutoğlu'nun bu ayıba bir son vermesi gerekir. Hem bölge ve dünyaya, demokrasi ve adalet dersleri vereceksiniz, hem de kendi bakanlığınızın arşivini kapalı tutacaksınız... Olmaz böyle bir şey. Ekin KARACA [email protected] Worcester - BİA Haber Merkezi Üçüncüsü, Genelkurmay Başkanlığı'nın arşivi, teorik olarak açık, pratik olarak kapalıdır. En önemli arşiv budur. Bu arşivi araştırmacı hizmetine sunmaya Başbakanın bile gücünün yeteceğini zannetmiyorum. Eğer gücü varsa, yollayacağı bir kararname ile bu arşivdeki, hiç değilse Dersim belgeleri araştırmacılar veya kamuoyu ile paylaşılabilir. 29 Kasım 2011, Salı Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın Dersim Katliamı nedeniyle özür dilemesinin ardından pek çok farklı kesimden değişik sesler yükseldi. Kimi ilk kez Başbakanlık nezdinde özür dilenmesini olumlu karşılarken, kimi de bu özrü Başbakan'ın Cumhuriyet Halk Partisi'ne (CHP) karşı koz olarak kullandığını söyledi ve Adalet ve Kalkınma Partisi'nin (AKP) Alevi politikasını eleştirdi. Ancak belki de konu Mustafa Kemal Atatürk'e dayandığı için farklı seslerin en çok yükseldiği yer CHP oldu. CHP Tunceli milletvekili Hüseyin Aygün'ün Zaman gazetesine verdiği röportajda söylediği sözlerle alevlenen tartışma sonrası partinin ulusalcı kanadının yaptığı basın açıklaması, Erdoğan'ın "özrü" derken CHP Genel Başkanı sazı ele aldı ve özrün yeterli olmadığını, arşivlerin açılması gerektiğini söyledi. "Dışişleri ve Genelkurmay arşivleri hala kapalı" Peki, Kılıçdaroğlu'nun bahsettiği arşivler sorunun çözümü açısından ne ifade ediyor? Arşivlerin açıl- ması tarihi doğru okumamızı ne kadar kolaylaştırır? Clark Üniversitesi Soykırım Çalışmaları Merkezi öğretim üyesi Prof. Dr. Taner Akçam'la konuştuk... - Türkiye tarihini doğru okumamız açısından arşivlerin açılması ne anlam ifade ediyor? "Arşivin açılması" kelimesi çok yanıltıcı olabiliyor. Birincisi, Başbakanlığa bağlı Osmanlı ve Cumhuriyet arşivleri zaten açık. Buralara isteyen gider, istediği belgeyi alır. Burada problem yok. Sorun, bu iki arşivdeki mevcut tasnif meselesidir. Arşivde var olan belgelerin tümü araştırmacıların hizmetine sunulmamaktadır. Her devlet böyle şeyler yapar; bir kısım belgeyi tasnife tabii tutmaz ve saklar. Bizim dolayısıyla Başbakanlık Arşivlerine ilişkin söyleyebileceğimiz, burada tasnife sunulmamış belgeleri, eğer imha etmedilerse, tasnif edip, araştırmacı hizmetine sunmalarıdır. Bir örnek: Ermeni soykırımı döneminde, vilayetlerden neredeyse haftalık bazda gelen raporlar veya emval-i metrukelere ilişkin tutulan defterler hala karanlıktadır. İkincisi, tamamı ile kapalı arşiv vardır. Dışişleri Bakanlığı arşivi hala kapalıdır. Bu 21. yüzyıl için Bu arşivlerdeki tüm belgelerin araştırmacı hizmetine sunulması paha biçilmez bir öneme sahiptir. Buraları Türkiye'nin "gizli sandık odası"dır. Ben buralardaki önemli belgelerin araştırmacı hizmetine sunulacağını hiç zannetmiyorum. - CHP'nin önerisi doğrultusunda mecliste bir tarih komisyonu kurulmasının sizce bir faydası olur mu? Elbette olur. CHP'nin hemen bir önerge vermesi gerekir. Bir komisyon kurulmalı ve komisyon, özel bir Bakanlar Kurulu veya Parlamento kararı ile tüm arşivlere doğrudan girme hakkını elde etmelidir. Kendi uzmanlarıyla, bu komisyon, arşivlerde çalışıp, bulduğu belgeleri kamuoyu ile paylaşmalıdır. "Ermeni meselesiyle ilgili arşivlerin bir kısmı imha edildi" - Ermeni katliamı ve Dersim kat- kızılbaş - sayfa 14 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 liamı başta olmak üzere arşivlerin açılmasının tarihsel süreci anlamamıza ne gibi katkıları olabilir? Jandarma Umum Komutanlığı Dersim Raporu Kısaca JUK olarak Dersim Araştırmalalarında belirtilen Aslında “Dersim Jenosidi El Kitabı” olan bu rapor Gizli ve zata mahsus Kayıt altında 100 tane basılmış Bu bölümü sürgün edilecek Aşiret ve Kabile liderlerini içermekte Yanlız 1938’de türkler bundan vaz geçip listede olan bütün aileleri Dersimde Öldüreceklerdi… Kabile, Aşiret, Aile ve kişi isimleri türkler tarafindan “türkçeleştirilmeye” Çalışılmıştır.. Devasa faydası olur. Bugüne kadar karanlıkta kalınmasının bir nedeni de budur. Dersim konusunda, "smoking gun" denilen yani doğrudan imhaya yönelik emirlerin bulunduğu belgelerin hala bulunabileceğini tahmin ediyorum. Çünkü çok güçlü oldukları ve kendilerine güvendikleri için imha etmemiş olabilirler. Hükümetin yerinde olsam, Genelkurmay elindeki belgelerin imha edilmemesi için tedbir alırdım. Ermeni meselesine gelince, bu konudan çok korktukları için hem 1918'de hem de 1980 sonrası temizlik yaptıklarını ve belge imha ettiklerini biliyoruz. - Bu arşivlerin açılması durumunda arşivler üzerinde nasıl çalışılmalıdır? Arşivler üzerinde çalışma yürütmenin zorlukları nelerdir? Bir karınca inceliği ile çalışmak gerekir. Özellikle 1915 dönemine ilişkin belgeler Osmanlıca olduğu için çok ciddi sorun yaratırlar. Bunların tamamı el yazması belgelerdir. Bu nedenle parlamentonun kuracağı bir komisyonun uzmanlardan bir ekip oluşturmasında fayda vardır. Belki söylenebilecek son şey, aslında Başbakan'ın doğrudan direktifi ile Arşiv Müdürlüğü şimdiden çalışmaya başlayabilir ve belgeleri ve düzenli olarak yayınlayabilir. Başbakanlık arşivi bugüne kadar onlarca kitap yayınladı. Bunların çoğu internet üzerinden indirilebilir. Ama bu kitapların ve yayınlanan belgelerin tümü maalesef propaganda amaçlıdır. Bu duruma da bir son verilmesi gerekir. (EKN) Kaynak: Dersim (JUK Raporu) Kaynak Yayınları : İstanbul 1998 Sayfa:195-225 www.dersim.biz Kaynak: Osmanlılar Devrinde Dersim İsyanları Yazan Kurmay Albay Burhan Özkök 1937 Askeri Matbaa 69 Sayfa ve Ekte 3 Kroki 1938 Dersim jenosidine giden yolda türkler osmanlı zamanındaki Dersimi araştırmayı ve alacakları “önlemleri” geçmişten ders çıkartarak yapmayı ihmal etmediler. Bütün bu araştırmaların sonucu JUK raporudur, JUK raporunun daha küçügü ama metod ve içerik olarak kopyası sayılabilecek Kur. Binb. Burhan Özkök’un hazırladığı rapordur. Bu rapor veya kitap 1937 yayınlanmıştır ama araştırma kuşkusuz eskidir. Rapor osmanlı devleti zamanındaki Dersimi, Dersim isyanlarını askeri gözle analiz edip araştırmıştır. Kitabın toplamı 70 sayfadır ve ekinde 3 kroki vardır. Kitapda özet olarak; türk yöneticiler, Dersimi başka bir ülke ve başka bir halk olarak nitelendirmektedir. Sorun olarak gördükleri Dersim'de; çözüme askeri bakmaktadırlar. Ve nihayetin de artık türklerde bir “kültür” şekli alan jenosidler zinciri, başka halkları bitirmek, temizlemek, yok etmek en sonunda, Dersim toplumunu da 1938 de bulmuştur. Türklerin Dersimle ilgili planlarını şeyhulislam Ebu Suud fetvalarını okumayan ve osmanlıların Dersime seferlerini bilmeyen anlıyamaz. İşte Kur. Binb Burhan Özkök JUK raporunun evveliyatıdır, onunda evveliyati Ebu Suud fetvalarıdır. Hiç bir şey birbirinden kopuk degildir ve tarih bir bütündür. Türklerin Dersimdeki uygulamaları ve sunni devlet dinine dayanan türklerle Dersimlilerin çatışması asırlara yayılmış bir çatışmadır. Tarih her zaman degil ama; çoğu zaman tekerurden ibarettir. Tarihin tekerurunu engelleyebilen halklar yaşama hakkını elde etmekteler. Tarihin her zaman aynı dairede dönmesini kabul edenler daire içinde ezilmeye mahkumdurlar. İşte Dersimlilerinde kendi tarihlerini ögrenme ve Dersim düşmanlarını daha iyi tahlil ve analiz etmek için hem Kur. Binb Burhan Özköku okumak zorundalar hemde seyhulislam Ebuu Suudu www.dersim.biz kızılbaş - sayfa 15 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ‘Atatürk vurun dedi, vurduk’ Hüsamettin Cindoruk Radikal'den Ezgi Başaran'a önemli açıklamalar yaptı... Hüsamettin Cindoruk uzun yıllar Celal Bayar'ın avukatlığını yapmıştı. Dersim katliamı sırasında başbakan olan Bayar'la Cindoruk'un bu konu hakkında neler konuştuğunu, Bayar'ın Dersim'le ilgili fikrini öğrenmek için kapısını çaldım. Elbette sohbetimiz Dersim'le sınırlı kalmadı. Açılacak olan 28 Şubat soruşturmasıyla ilgili fikirlerini ve geçen hafta ziyaret ettiği Silivri Mahkemesi'nde gördüklerini de anlattı. 1936'da Celal Bayar'ın Dersim'le ilgili hazırladığı rapor en az İnönü'nünki kadar sert. Bayar, Dersim katliamıyla ilgili ne düşünüyordu? Ben Bayar'ın son 25 yılında avukatlığı yaptığımdan bu konuda da konuşmuştuk. Rahmetli Bayar'ın Dersim'le ilgili bana söylediği şudur: "Cumhuriyet Milli Misak sınırları içerisinde tamamen egemen olmuştu. Hakkâri dahil, Trakya dahil bütün ülkede Cumhuriyet egemendi, bir tek Tunceli dışında. Tunceli'deki mütegallibe Tunceli'yi Cumhuriyet'in dışında tutuyordu. Polis, jandarma oraya giremiyor, vergi alamıyordu. Coğrafyası böyle bir direnmeye çok müsaitti. Bunu aşmak için çok uyarı yaptık, kanunlar çıkardık ama olmadı. Atatürk sonunda bize vurun dedi, vurduk. Tenkir ve tedip ederek Cumhuriyet topraklarına Tunceli'yi kattık." Aynen böyle anlatmıştı. Atatürk'ün bilgisi yoktu diye bir kesim hâlâ diretiyor? Atatürk'ün bilgisi yoktu, o sırada hastaydı diyenler doğru söylemiyor. Başka bir karine daha Sabiha Gökçen'dir. Kendisi askeri pilot da değildi. Sizce Atatürk'ün manevi kızı olarak onun bilgisi dışında böyle bir harekâta katılması mümkün mü? O nedenle işi İnönü'ye veya Bayar'a yıkmak son derece yanlış. Atatürk'ün ölmeden evvel Tunceli'yi Cumhuriyet topraklarına katma iradesi var işin içinde. Ne İnönü ne Celal Bayar bu acımasız yönteme karşı çıkmış ama değil mi? O zaman karşı çıkmak yok. İhsan Sabri Çağlayangil, ki Bayar'ın yakınıydı, devlet bürokrasisi olarak talimat aldıklarını açıkça anılarında söylemişti. Dersim'e yapılanlar baştan aşağı haksızlıktır. Ve Seyit Rıza'nın dediği gibi zulümdür. Cumhuriyet'in zorbalığıdır. Evet, belki CHP egemen partiydi ama o sırada sadece İnönü ve Bayar mı var? Menderes, Köprülü milletvekili. Demokrat Partili bir sürü vekil var. Eğer orada bir siyasi mesuliyet varsa, herkesindir. Sadece CHP'nin değil, Demokrat Parti'nin de. Bayar, Dersim'le ilgili bir özeleştiri yapmış mıydı size? Yapmaz. Onlar nasıl insanlardı biliyor musun... Milli mücadeleci adamlar! Zor bir kavga içindeler. Ölüm fermanıyla geziyorlar ve bir koca Osmanlı'yla hesaplaşarak devlet ortaya çıkarıyorlar. İşte o devlete karşı aşırı sahiplik duygusu gelişiyor onlarda. Devletin mülkiyeti bizde gibi hissediyorlar. O zamanlar kolay erişilebilen insan hakları sözleşmeleri de yok, bir tek kuralları esnek olan Milletler Cemiyeti var. Ne Atatürk'ün ne de diğerlerinin o dönemde öncelikleri hak ve hukuk değil. Bir devlet kurmanın kirli yanları varsa, onlar bunu kir diye görmüyordu. Başbakan'ın dilediği özrün anlamlı bir hale gelmesi için ne yapılmalı? Başbakan'ın, iktidar olduğu süre boyunca Dersim konusunu ancak bir Dersimli Zaza Kürdü olan Kılıçda- roğlu CHP'ye genel başkan seçildikten sonra açması siyasi hesaplara dayanıyor. Acı bir dramı kullanıyor. Lafla özür dilemek de bir şey getirmez tabii. Cumhuriyet tarihinde sorgulanması gereken bir hadisedir Dersim. Metot şu: Meclis'te bir araştırma komisyonu kurulur. Bu komisyon Cumhuriyet'i azarlamadan yaptığı yanlışları ortaya çıkarıp, telafisi için teklifler yapar. Genelkurmay arşivleri açılır. Kimin ne zararı varsa karşılanır. Kimin mezarı kayıpsa o mezar bulunur. Meclis kararıyla bir devlet özür diler. Hükümetler gelip geçicidir, hukuken mühim olan Meclis'in kolektif özrü. Anayasa böyle bir özrü mümkün kılıyor. Yalnız tabii bu Dersim özrünün devamı olacak. Ne gibi? Dersim için özür dileyince Ermeni diyasporası sormayacak mı? Onun da özrünü dilediği vakit, ABD'deki sigorta şirketleri altından kalkılamayacak meblağlar talep edecek. Daha da acısı olacak. Terörle mücadelede yaptığınız işlerden dolayı da hesap verilmesi gerekecek. O zaman Abdullah Öcalan'dan da mı özür dileyecek? Dileyecek o zaman. Devlet idare etmek kolay iş değildir, tüm bunları hesaba katacaksın. Bir de İstiklal Mahkemeleri meselesi var. Sizin bu konuda bir çalışmanız olmuştu değil mi? Tabii. Meclis Başkanı olduğum dönem (1992) Refah Partisi milletvekili olan Hasan Mezarcı bir gün geldi ve İstiklal Mahkemesi arşivini açmamı istedi. Bu arşivin Meclis'te olduğunu bile bilmiyordum o sırada. Mezarcı, "İskilipli Atıf Hoca'nın uğradığı zulmü yazacağız" dedi. Ben de 'hay hay' dedim. Arşive indim, tasnif ettirdim. 1200 kadar dosya vardı, 1100'ü asker kaçağı davası, 100 kadarı siyasi davaydı. 100 siyasi davanın incelenmesini istedim. Anlaşıldı ki, İstiklal Mahkemeleri'nin kuruluş amacı asker kaçaklarını önleyip, muntazam orduyu korumak. Ve adil olma iddi- kızılbaş - sayfa 16 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ası filan da yok. Haberal'ı milletvekili yapması için CHP'ye siz ve Demirel gittiniz değil mi? Benim elimden öyle bir şey gelmez. Kendimi niye milletvekili yapmadım madem öyle. Benim haberim bile yok, inan bana. Ne CHP'ye karışırım ne de CHP karıştırtır. Haberal çok sevdiğim bir dostum, o ayrı mevzu. Bu yaştan sonra benim hiçbir siyasi beklentim yok. Doğruları söylemekten başka da derdim yok. Seçimleri AKP kazandı ama ideolojisi kaybetti. Yola çıkarken ne diyorlardı, şimdi ne diyorlar. 1991-95 arasında Abdullah Gül'ün ve Salih Kapusuz'un Meclis'te yaptığı konuşmalara bakarsanız, ne demek istediğimi görürsünüz. O iddiayla aldıkları oy yüzde 1011'di. Başlangıç noktalarından başka bir yerdeler şu anda. En büyük 'beyaz Türk' bugün Tayyip Erdoğan'dır çünkü Cumhuriyet onu yoğurdu. 28 Şubat'a soruşturma açılmasına ne diyorsunuz? İyi bir şey. Açılmayan kalmasın, o da açılsın. Sizin tanıklığınıza başvurulsa ne dersiniz? Süleyman Demirel'e sorun derim. Ne demek o? Demirel diyor ki, darbe nizamiyeden döndü. O engellemiş cumhurbaşkanı olarak. Nasıl engellemiş? Muhtıralarını uygulamalarına imkân sağlayarak. Milli Güvenlik Kurulu'na getirilen 18 maddelik bildiriyi hem Erbakan hem de Çiller imzaladı biliyorsun. Kendi aralarında ihtilafa düştükleri için de 4.5 ay sonra istifa ettiler. Orada çok komik bir hadise vardır: Nöbetleşe başbakanlık diye bir şey icat etmişlerdi. Bir de nöbet cetveli hazırlamışlar. Olur mu öyle şey... Sonuçta 28 Şubat'ın bir tek sonucu oldu: 8 yıllık zorunlu eğitim. Geri kalan maddelerin hiçbiri uygulanmamıştır. 28 Şubat hiçbir mağduriyet yaratmadı gibi konuşuyorsunuz... Yaratmadı. Kim mağdur oldu? Belirli bir sürece yayıldığı için çok kişi... Mesela andıçlanan gazeteciler... O andıçlar yüzünden yapılmadı ki 28 Şubat. Postmodern darbe yaptı adamlar. Ama burada yargılanacak bir şey yok. Nasıl yok? Hukuk maddi unsurlara dayanır da ondan yok. Bak, o askerler MGK üyesi mi? Evet. Oraya bir bildirge getiriyorlar, hükümet de onu imzalıyor. Bunun neresinde suç var? Kabul etmeye, imzalamaya zorlanmadılar mı? Ben olaya tamamen bir hukukçu olarak bakıyorum. Hükümet o bildirgeyi kabul etmiyorum, istifa ediyorum deseydi ve asker bunun üstüne yönetime el koysaydı o zaman bir suç ortaya çıkmış olacaktı. Şimdi darbe teşebbüsü de laf olarak var, bunun karşılığı maddi delil mevcut değil. Örneğin İsmail Hakkı Karadayı'nın ifadesini alacaklarmış. Ne diyecek adam? Biz bir bildiri hazırladık, sivil hükümet de kabul etti diyecek. Teşebbüs fiili hukukta net olarak açıklanmıştır. Teşebbüs edenler beklenmedik bir engelle karşılaşıp fiili tamamlayamayanlardır. 28 Şubat'ta ne gibi bir engelle karşılaşılmış da asker darbe yapamamış... Geçen hafta Silivri'ye gidip, Balyoz duruşmasını izlediniz. Neden? Gözlerimle görüp, Yassıada'yla mukayese edebilmek için. Bir müddet sonra Silivri'deki hâkimler hâkimliklerini hatırlayacaklar. Bugüne kadar kendilerini oralara getirenlere bir minnet borcu duysalar da yargıç olmanın haysiyetini hatırlayacaklar. Birbirlerini de bu yönde etkileyecekler. Ben bunu 60 senelik hukuk hayatımda gördüm. Yassıada yargıçları bir müddet sonra sokağa çıkamaz hale gelmişti. İtibar kaybettiler. Yassıada'da çalışmış olanlar sonra avukatlık bile yapamadı çünkü barolar reddetti. Akrabaları, arkadaşları reddetti. Silivri'de görülen davalarla ilgili öyle bir mahalle baskısı yok ki... Gün gelecek, insanlar o iddianameleri okuyacak. O zaman işler değişecek. Yassıada ve Silivri birbirine çok benziyor. Yassıada'da hâkimler ve savcılar tecrit edilmişti, Silivri'de de ediliyor. Şehre 80 km uzaklıkta mahkeme mi olur? Amaç, siz ayrı hâkimler, ayrı savcılar, ayrı sanıklarsınız diyerek korkutmak. Bir kere Silivri Mahkemesi anayasaya aykırı. Nesi aykırı? 143'üncü maddedeki devlet güvenlik mahkemeleri kaldırılırken, yerine şöyle bir mahkeme kurulabilir denmesi gerekiyordu. Ama denmedi, dolayısıyla yasalara aykırı. Ve Avrupalılar bu durumu yakından izliyor. E, Demirel engellemiş diyorsunuz? Hangi Avrupalılar? Demirel'in yaptığı şey demokratik mekanizmaları kullanarak salimen ülkeyi seçimlere taşımak oldu. Engelledim dediği, sistemin işlemesini sağlamak. Şimdi isim vermeyeyim. Ama AİHM'den Fransız hukukçular gelip bana bu konuyu danıştı. Kendi sefaretleri aracılığıyla beni bulmuşlar. Yarın öbür gün AİHM bizi öyle ağır cezalara çarptıracak ki... Askerin 27 Nisan'da web sitesinden yayımladığı metin de yanlıştı ve lüzumsuzdu. Ama lüzumsuz diye bir eylemi yargılayamazsın. Hukuki olarak mümkün değil. Ben 27 Mayıs'ı yaşamış bir insanım. Asker darbe yapacağı zaman muhtıra, bildirge filan yayımlamaz. AİHM'DEN HUKUKÇULAR BANA SİLİVRİ'Yİ SORUYOR Nitekim şu andaki hassasiyetleri o yönde. Anlamaya çalışıyorlar. Bu mahkeme oraya nasıl gitti diyorlar. Hatta Nürnberg Mahkemesi'ne mi benziyor diye sordu biri. Şunu da söyleyeyim; görevli hâkimleri isim isim eğitimlerine kadar biliyor, takip ediyorlar. Müthiş bir metodolojileri var. kızılbaş - sayfa 17 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 'Kadınları kurşuna dizmediler, tecavüz ettiler' Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın bazı tarihi belgeleri açıklayıp devlet adına özür dileği Dersim katliamı tanıklarından 90 yaşındaki Yumoş Bakıray konuştu: Kadınları kurşuna dizmediler, tecavüz ettiler. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın bazı tarihi belgeleri açıklayıp devlet adına özür dileği Dersim Katliamı’nın yaşayan tanıkları Taraf gazetesinden Remzi Budancir'e konuştu: “Kadınlara tecavüz ettiler ve çığlıklar içinde süngülerle öldürdüler. Ortalık tam bir cehenneme, kan gölüne dönmüştü. Her taraf ceset doluydu... Askerler Munzur’a attı beni. Nehir kan akıyordu. Suların üzerinde cesetler yüzüyordu. Boğulmak üzereyken bir cesede tutundum.” Bir süredir Türkiye’nin gündemine oturan ve Başbakan Erdoğan’ın açıklamaları ve özür dilemesiyle yeni bir sayfanın açıldığı Dersim Katliamı ile ilgili olarak o dönemi yaşayan tanıkları bulmaya çalışıyoruz Dersim’de. O dönemin bir kaç tanığından ikisine ulaşıyoruz. Onlardan biri Tunceli’ye 9 km uzaklıktaki Meytan Köyü’nde yaşayan 90 yaşındaki Yumoş Bakıray. Katliam sırasında 15 yaşında olan Yumoş Nene’nin yüzündeki çizgiler, çorak toprakları andırıyor ama belleği pırıl pırıl. “O acıyı, katliamı bizden iyi kim anlatabilir ki oğul. Etimizde, kemiğimizde, kulaklarımızda, yüreğimizde hâlâ o sızı vardır” diye başladı ve şöyle devam etti Yumoş Nene: Askerler katırlarla aylarca bölgeye sevkiyat yaptılar, çadırlar kurdular, silahlar getirdiler. Katliam gününde bizim köydeki insanları başka bir köye götürdüler. Biz kaçtık, ormana saklandık. Oradan seyrediyorduk korkuyla. Çevredeki köylerden toplananları ilk önce kadın ve erkek olarak iki ayrı gruba ayırdılar. O anı hayatım boyunca hiç unutmadım. Kalabalığın önüne kurulu silahlar vardı. Askerler erkekleri o silahlarla taradılar. O an yükselen çığlık ve yakarışlar, şu an bile kulağımda.” Anlatırken kalın çerçeveli gözlüklerinin altından gözyaşları akıyor Yumoş Nene’nin. “Neneceğim biraz dinlen istersen” deyince, “Yok oğul, anlatalım ki bir daha kıyamasınlar kimseye” dedi ve devam etti: “İnsan vicdanının kabul edemeyeceği bir sahneydi benim için. Gece kâbus görmeme neden olan olay o an oldu. Askerleri kadınların içine saldılar. Kadınları kurşuna dizmediler, tecavüz ettiler Etraf sarılıydı ve çoğu bir birine iple bağlanmıştı. Kadınlara tecavüz ettiler ve çığlıklar içinde süngüler ile öldürdüler. Ortalık tam bir cehenneme dönmüştü. Saklandığımız yerde ağlıyor, korkuyor ve çığlımızı içimize gömüyorduk. Aynı şey bizimde başımıza gelebilirdi. Kaçtık, ormanın derinliklerinde saklandık. “1937 yılında Turişmek köyü Robaik mezrasında, ailemle yaşıyordum. 15 yaşındaydım daha. Askerler katliamdan önce gelip köydeki evlerde bulunan bıçaklarımızı bile toplayınca babalarımız, dedelerimiz şüphelendi aslında. Askerler daha sonra köyleri ateşe verdi. Askerler gittikten sonra saklandığımız yerden çıkıp köye indik. Cesetler yerdeydi hala. Her yer kan gölüne dönmüştü. Her taraf komşumuz, akrabalarımız ve tanıdıklarımızın cesetleri ile doluydu. Sonra tekrar ormanlık alana çekildik. Aylarca ormanda saklandık hiç inmedik. Gündüz mağaralarda saklanıyorduk, gece köylerimize gelip başıboş olan hayvanları sağıp süt alıp tekrar mağaralara geri gidiyorduk. Kadınlar çocukları ile birlikte mağaralara saklanıyordu. Bir bebek ağlamaya başladı. Yanındakiler kadına ‘çocuğu sustur, yerlerimizi öğrenirlerse gelip bizi de öldürürler’ dedi. Kadın emzirdiği çocuğunu göğsüne ağlayarak bastırdı sesi çıkmasın diye. Asker gittiğinde çocuk boğulmuştu.” Köyü çığlıklar sardı Katliamın bir diğer yaşayan tanığı 83 yaşındaki Hüseyin Gül. İzlerini hala vücudunda taşıdığı katliam sırasında 10 yaşındaymış Hüseyin Dede: Anlatırken o günleri yeniden yaşıyor: “Askerler bizi Hopik’te topladı. İple kollarımızı birbirine bağladılar. Önümüze makineli tüfekleri koydular ve taramaya başladılar. Kadın çığlıkları ortalığı kaplamıştı. Ağzımdan ve vücudumun başka yerlerinden vuruldum. Bir cesedin altında kaldım ve ölü numarası yaptım, hiç kıpırdamadım. Yaklaşık 10 asker ölenleri kontrole geldi. Süngü batırıyordular. Koluma süngü isabet edince ah dedim. Canlı olduğumu anlayınca bacağımdan tutup sürükledi ve tepeden aşağı attılar, Munzur’a attılar beni. Askerler sudayken de ateş etti ama vuramadı. Bir baktım Munzur kıpkırmızı, kan akıyor. Suların üzerin cesetler yüzüyor. Boğulmak üzereyken yanımdan geçen bir cesede tutundum. Onunla birlikte epey sürüklendim. Bir yerde ayaklarımın taşa değdiğini hissedince çırpındım sudan çıktım. Aylarca dağlarda köy köy dolandım.” haber.gazetevatan.com kızılbaş - sayfa 18 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Bir ‘Kızılbaş’ şehrine tahammül edemediler Kalan Müzik’in sahibi Hasan Saltık’a göre Dersim olaylarının nedeni ideolojinin tek tipleştirme çabası. Saltık, CHP’ye “gerçeği kabul edin”, AKP’ye “arşivleri açın” çağrısı yapıyor. Hasan Saltık Dersim de gerçekleştirilecek operasyonun haritasını gösterirken. ABDULLAH KILIÇ AYÇA ÖRER - RADİKAL Aktaran: Hatice Çevik Dersim’de yaşananlar üzerine on yıllardır çalışan, belge toplayan ve arşivini araştırmacılara açarak, önemli bilgilerin gün ışığına çıkmasını sağlayan Hasan Saltık, konunun taraflarına “Devlet arşivleri açılsın” çağrısı yapıyor. Saltık’a göre, Dersim operasyonu ‘Kızılbaş’ kültürünün ortadan kaldırılması için, isyan olmaksızın başlatılmış, planlı bir toplum mühendisliği faaliyeti, CHP de bu olayın sivil kanadı. Yıllardır resmi tarihten ‘Tunceli isyanlarını’ okuyoruz, bu tarihte eksik kalan ne? Dersim’le ilgili çıkan kitapların kaynaklarına bakıldığında şu anda elimde tuttuğum, sadece yüz adet basılan Jandarma Komutanlığı’nın gizli zata mahsus belgesi esas alınır. Bu aslında Genelkurmay’ın yayımladığı bir kitaptır. Gene Genelkurmay’ın bir başka kitabı vardır, Türkiye İsyanları diye. Genellikle bu raporlara ve tanıklıklara dayanarak hazırlanıyor kitaplar. Bu kitaplarda Dersim meselesi bir isyan gibi gösterilmiştir. Olayın isyan gibi gösterilmesi resmi ideolojinin eseridir. Aslında o dönemde isyan olmadı. Şimdiki süreçte Hüseyin Aygün’ün yazdığı kitapta yeni olan bölüm, sürgün politikalarının Erzincan’ı da kapsadığı bölümdür. 73 yıl önce yaşanan bir olay neden hâlâ bu kadar sıcak? Mesele Onur Öymen’in açıklamalarıyla yeniden konuşulmaya başlandı. Dersim meselesi hep bilinirdi ama birçok konuda olduğu gibi yanlış biliyorduk. Tıpkı Ermeni olayları, Bolu-Adapazarı isyanı, Çerkes Ethem meselesi gibi… Bize tarihin yanlış öğretilmesinden kaynaklıyor sorun. Son dönemde daha çok belge ortaya çıkmaya başladı. Öncesinde tarihsel olarak Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni korumaya yönelikti her şey. Bu meseleyi diğerlerinden ayıran, yazılan tarihin tamamen yalan olması. Dersim’de yaşanan isyan değil, haddini bildirme. Artık cumhuriyet oluşmuş, başına buyruk bir yer olan Dersim’e ‘devlet giremiyor’ dedirtmek istememişler. ‘Oraya devlet giremiyordu’ tezi çok yanlış, gerçekte bir intikam duygusuyla hareket ediliyor. Dersimlilerin Hamidiye Alayları’na asker vermemeleri bir neden mesela. Kürtler de Dersimlilerden hoşlanmıyor, çünkü Dersim ‘Kızılbaş’. Ortada orayı nasıl Sünnileştiririz, nasıl yok ederiz sorusu var. Cumhuriyet nasıl Trakya Yahudilerini yok ettiyse, nasıl Ermeni, Rum nüfus azaltıldıysa, Dersimlilere de bu uygulandı. Türkiye Cumhuriyeti’nin bir ‘Kızılbaş’ şehrine tahammülü yoktu. Tamamen etnik kökeni ve kültürel kimliği hedef alan bir tablo çizdiniz... Bu savı yayımlamadığım belgelere dayandırıyorum. Dikkat ederseniz, Onur Öymen’in açıklamalarından sonra piyasaya bir çok Dersim kitabı çıktı. Henüz yayımlanmamış raporlara göre, bu harekâtın çok öncesinden planlanmış bir Kızılbaş harekâtı olduğunu çok rahatlıkla söyleyebilirim. Dersim harekâtı olduğunda İskân Kanunu çıkmıştı ama öyle bir tarihte yapıldı ki operasyon, zamanlaması mükemmeldi. Çünkü Japonya Çin’i işgal etmişti, İspanya’da iç savaş yeni bitmişti, Hitler iktidardaydı, dünyada inanılmaz bir karışıklık vardı. Dersim dünyanın umurunda değildi. Öyle bir zamanlamada yapıldı ki, zaten dış dünyada da çok fazla haber olarak yer almadı. Hatta bir ara SSCB buradaki TKP’ye ne olduğunu soruyor, ‘Türkiye’nin iç meselesidir” yanıtı alıyor... Bahsettiğiniz kaynaklara meraklı bir arşivci ulaşabilir mi? Ben 12 yıldır topluyorum bunları. Ne kadar acı bir şey, tek tek aileleri tespit ettik, birçok fotoğraf onlardan satın alındı. Benim bu işe başlamam tamamen tesadüftü. Dersim türküleri albümü yapacaktık, elinde kayıt ve fotoğraf olduğunu bildiğim birinden paylaşmasını istedim, vermedi. Ben de bu işin arşivini yapmaya karar verdim. Kendi kendime araştıra araştıra, tek tek tespit ederek bugüne geldik. Devletin arşivini bilmiyorum ama ondan sonra en iyi arşiv bizde. Dersim üzerine pek çok çalışmaya imza attınız. Orada 1938’in etkileri nasıl hissediliyor? Dersim çok göç verdi, nüfusu hep azaldı. Yaşlıları hâlâ korkar. Ben röportajlarda biraz sert konuştuğumda, annem hemen uyarır. O da katliamdan annesinin karnında kurtulmuş, babam 15 gün dağlarda mağaralara sığınmış. Bizim kızılbaş - sayfa 19 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Sarı Saltuk köyü Türkmen köyü olmasına rağmen ilk öldürülenler ailemizden. Aileden subaylar da var içlerinde. Köyün aşağısında o günlerden kalma bir mezarlık vardır hâlâ. Bizimkileri affetmemişler ama devlet memurları da olduğu için, askerler gelip köyü önceden uyarmışlar, çocuklar öyle kurtulmuş. Harekâta baktığımızda çok enteresan bir durum var. Silahlar katliam olmadan önce toplanıyor. Hangi köyden ne kadar toplandığının belgesi mevcut. Seyit Rıza zaten teslim oluyor, idam ediliyor. Bölgede tek çatışma olmuyor, okul inşaatları başlamış, bir köprünün yıkılması bahanesiyle katliam başlıyor. Başka bir neden de bulamıyorlar, bir Sin karakolu baskını hikâyesi var, bir de köprü yıkılması. Karakol baskınının belgesi de maalesef elimde yok, bunu anlatan kişiden dinledim ama kayıt altına alınmasını istemedi. O bunun düzmece bir baskın olduğunu anlatmıştı. Ortada ayaklanma yok, silah yok. Her yanda karakol var. Bir harita hazırlanıyor, yasaklı, girilmez bölgeleri gösteren. Her şey 1935’ten itibaren planlı programlı aslında. Belli yerlerde çatışmalar oluyor. Hatta daha sonra Adalet Partisi kurucularından Ragıp Gümüşpala o dönemde subay, Silopıt isimli adama esir düşüyor, iyileştirip birliğine teslim ediyorlar. Gümüşpala da bu olaydan sonra Dersimlileri övgüyle anar. O dönemin gazetelerine de baktığınızda, Genelkurmay’ın yayın organı gibi hareket ettiklerini görürsünüz. Aşiretlerin birbirine düşürülmesinde de payı vardır bu gazetecilik anlayışının. Sonrasında çileli bir sürgün süreci var... gelmiştir. Türkiye yaşananlardan özür dileyebilecek düzeye geldi. Toplum mühendisliği çabası başarılı oluyor mu? Kapsamlı çalışma hâlâ yapılamadı O kadar ağır ölümler ve göçler oluyor ki, derin bir korku başlıyor. Çok enteresandır, Dersimliler Hz. Ali ve Atatürk’e sarılır, kendilerini hemen okumaya verir. Bence Dersim’le ilgili bir sürü kitap ve tanıklık olmasına rağmen asıl kaynak devlet arşividir. Bu konuda bir kitap yayımlayacaktık ama bir çok belge, fotoğraf toplamama rağmen kitabı erteledik. Çünkü bu konuda belli kişiler çok ketum. CHP o dönemin telgraflarına bakarsa, Erzurum Kongresi’nden sonra Atatürk’e suikast ihtimaline karşı onu koruyanların Dersimliler olduğunu görür. Devlet bunu da açıklasın. Cumhurbaşkanlığı arşivleri de, Başbakanlık arşivleri de Atatürk’ün yaşananlardan haberdar olduğunu, operasyona katılanlara ne kadar para verilmesi gerektiği, “madalyalar verilsin” dediğini detayıyla anlatır. Yine de Dersimliler Atatürk’ü korumuşlardır. Yapılan belgesellerin, kitapların yeterli olmadığını düşünüyorum. Arşivleri tırtıklamaya yönelik çalışmalar. Bu eleştirim Dersimlilerin çalışmalarını da kapsıyor. Derli toplu bir çalışma henüz yapılmış değil. Kitap hazırlamak benim haddime değil, şunu özellikle vurgulamak istiyorum, biz kaynak kitap hazırlamak istedik. Çünkü bu iş sulandırılmaya çalışılıyor ama çok ciddi bir konu. Biz ciddiyetten dolayı bu kitabı henüz yayımlamadık. Bunun ispatı piyasaya verdiğimiz belge, harita ve fotoğraflardır. Ben müzik insanıyım, asıl komik olan bunları benim araştırmam. CHP kabul etsin, AKP arşivi açsın 1938’in etkileri halkın üzerinde hâlâ sürer. Çoğu Dersimli kendini Atatürk’ün o dönemde hasta olduğuna inandırır. Oysa o dönemde Meclis konuşmalarına bakılırsa, herkes her şeyden haberdar. Şu andaki tartışmayı çok komik buluyorum. Şov yapmaya gerek yok. O dönemde CHP ordunun sivil uzantısı gibi çalışıyor, artık bunu kabul etsinler. AKP de tartışmayı laf atma düzeyinden çıkarıp, devlet arşivlerini açsın. Orada öldürülen insanların fotoğrafları var. Seyit Rıza’nın mezar yerini açıklasınlar. AKP madem katliamı kabul ediyor, binlerce fotoğraf, film olan arşivleri açsın. Kimse dürüst davranmıyor. Kaçak güreşiliyor. Geçmişteki iktidarların suçu bu, bununla artık yüzleşmenin zamanı Sivil milisler de talana ortak Operasyona katılan askerlerin büyük utanç duyduğunu biliyorum. Görüştüklerimizin çoğu kamerayı kapattırdı. Ben hepsini dinledim ama çok azı kayıt altında. Çoğu hacca gitmiş, ruhsal sorunlar yaşamış, içine kapanmış. İnanılmaz bir katliam görmüşler. Vahşetin ağırlığını kaldıramamışlar. Nüfus sayımlarına göre 13 bin civarında ölüm, akıbeti olmayan 2 bin civarı insan ve 13 bin civarında sürgün var. Ölümler de kadın çocuk ağırlıklı. Dersim’de askerlerin dışında milis kuvvetler de var. Harput’tan kaçan Ermenileri koruyan Dersimliler milislerin öfkesini çekmiş, operasyona talan için gitmişler. Kalan Müzik www.kalan.com İMÇ 6. Blok No: 6608 Unkapanı - İstanbul Tel: +90 212 512 35 13 Fax: +90 212 528 11 34 CHP'li Tekin'den Başbakan'ın açıklamalarına ilk yorum CHP Genel Başkan Yardımcısı Gürsel Tekin, Başbakan Erdoğan’ın "Dersim" konusundaki açıklamalarına tepki gösterdi. Tekin, yaptığı yazılı açıklamada, şu ifadeleri kullandı: "Başbakanı tebrik ediyorum. Dili, üslubu ve açıklamasıyla memleketimizin ve milletimizin birliğinin temeline dinamit koymuştur. Herkesi birbirine düşman etmeyi, birbirine düşürecek yolu açmayı başarmıştır. Sayesinde tarihimizi de öğrendik. Geriye söylenecek ne kaldı? Başbakanın bir sonraki adımı nedir? Bu kampanyanın nihai amacı nedir?" (milliyet) -Evladi Kervelayme, Be gunayime, Ayvo Zulumo, Cinayeto. (Evlad-i Kerbelayız, günahsızız, ayıptır, zulümdür, cinayettir.) kızılbaş - sayfa 20 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel 00 49 (0) 177 502 88 53 kızılbaş - sayfa 21 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Dersim'in kayıp kızları ortaya çıkıyor Dersim'in Kayıp Kızları "Tanıdığınız ihtiyar bir kadın, Dersim'den koparılmış bir kızın son hali olabilir" diye bitiyordu. Bu sözler üzerine yeni kayıp kızlar ortaya çıktı. SERKAN OCAKArşivi Tunceli'de Alpdoğan sokağı'nın adı değiştirildi Tunceli'de 1938 olaylarının etkin isimlerinden Korgeneral Abdullah Alpdoğan'ın adı bir sokaktan kaldırıldı. Koegeneral Alpdoğan Tunceli'de teftişte TUNCELİ - Tunceli'nin Hozat ilçesi Belediye Başkanı Cevdet Konak, ilçe merkezindeki Alpdoğan sokağının adının Özgürlük sokağı olarak değiştirildiğini bildirdi. Konak, AA muhabirine yaptığı açıklamada, Alpdoğan adının 1947 yılında sokağa verildiğini belirterek, vatandaşlardan gelen istek üzerine, belediye meclisinin de kararıyla bu adın değiştirildiğini söyledi. Belediye Başkanı Cevdet Konak, “Korgeneral Abdullah Alpdoğan, 1937-38 Dersim olayları sırasında binlerce insanın ölüm emrini verdiği için belediye meclisimizin aldığı kararla sokaktan adını kaldırarak buraya 'Özgürlük' adını verdik. Bu karar Kaymakamlık tarafından da onaylanınca caddemizin adı değişti. Ayrıca yine ilçemiz merkezindeki bir mahallenin adı olan 'Hamidiye' ismini de ocak ayı içerisinde belediye meclisimizde görüşerek değiştireceğiz” dedi. (aa) 1938 yılında ailelerinden koparılan Dersimli kızların akıbetini araştıran ‘Dersim’in Kayıp Kızları: İki Tutam Saç’ belgeseli 2009’da gösterime girdikten sonra belgeselin bir izleyicisi, ‘www.dersiminkayipkizlari.com’ adresine e-posta attı. İzmir Urla’da yaşlı bir kadının Dersimli kızlardan olabileceğini söylüyordu. Haklı çıktı. ‘Korkuyordum’ 9 yaşında Elazığ’da bir aileye evlatlık verilen Lale Filiz, hâlâ gerçek ailesini bilmiyor. Ailesine dair bir şeyler öğrenmeye çalışmış ancak bir yandan da korkmuş. Yıllar sonra belgesel için kapısını çalan Kazım ve Nezahat Gündoğanları karşısında görünce “Beni de arayan birileri varmış” diyerek şaşkınlığını gizleyememiş. Önce bir sıhhıye memuruna, sonra bir doktora, daha sonra da bir binbaşıya verildiğini söylüyor. Lale teyzenin çocukları da annelerinin Dersim’in kayıp kızı olduğunu yeni öğrendi. Şimdi çocukları da akrabalarını arıyor. Besime Selli, dönemin 3. Ordu Müfettişi Kazım Orbay tarafından alınan iki kızdan biri. Besime ve amcasının torunu Orbay tarafından götürülmüş. İkisi de tamamen Türkleşip Sünnileştirilmiş. Evden kaçarak evlenmiş, 1980’lerde ailesini bulmuş. Orbay’ın evlatlık aldığı diğer kişi Gündoğanlarla konuşmak istemiyor. Çocuklarına, ailesine bir zarar geleceğinden endişe ediyor. Ayrıca kendilerini götürenlerin iyi niyetli olduğunu da belirtiyor. Fecire Büke, biri erkek 4 kardeş. Annesi ve babası Dersim’de öldürülmüş. 4 kardeş dağıtılmış. Fecire yıllar sonra Gaziantepli ilk eşiyle evlenmiş. 1970’lerde önce erkek kardeşini, 1980’lerde de kız kardeşlerini bulmuş. Çocuğu olmamış, eşi öldükten sonra da ikinci evliliğini yapmış. Elazığ’a dönmüş, 2011 yazında da hayatını kaybetmiş. Munzur’a şiir Bütün hayatı ailesini aramakla geçen Fecire teyze, yaklaşık 30 yıl önce, memleket özlemiyle bir şiir yazmış. Ölmeden önce bunu Kazım Gündoğan’a da okumuş: “Munzurum/Canımda gönlümsün/Gözümde yaşımsın/Başucumda taşımsın/ Taşımın üstünde tacımsın/Munzurum/ Kan verdim gardaşım oldun/Can ver- dim candaşım oldun/Şahidim sen değil misin…/Munzurum(….) ” Özür ama nasıl özür? Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Dersim’de yaşananlar için özür dilemesi, Dersim konusunda bir dönüm noktası oldu. Belgeselin araştırmacısı Kazım Gündoğan, Başbakan’ın özür dilemesinin hem siyasi, hem de hukuki bir karşılığının olduğunu anlatırken yönetmeni Nezahat Gündoğan ise özrün yanında yapılması gerekenleri şöyle sıralıyor: “Bu harekete neden olan tüm politikaların deşifre edilmesi, arşivlerin açılması gerekiyor. Adı değiştirilen Dersim’e adı iade edilmeli. Öldürülen, haksız yere yargılanan, idam edilen Dersim seyitlerinin mezarlarının belirlenmesi gerekiyor. Kayıp kızların bulunması ve bunların ailelerine kavuşturulması lazım. Toplu mezarlar var. Yerleri de belli. Bunlar açılmalı. Anıtlar dikilmeli. Böyle yapılırsa bir karşılığı olur ve gerçekten de bütün toplum “Bu devletin, başbakanın politikası tutarlıdır” der. Bu suç tüm insanlığa karşı işlenmiştir. Her şeyden önce Dersimlilerle yüzleşilmeli. Hem tarihe ışık tutmaları, hem de kendi iç huzurlarını sağlamak açısından bu çok önemli. İnsanlar konuşursa daha çok gerçekler ortaya çıkar. Toplumda böyle bir talep oluşmadıkça hükümetlerin de kendini mecbur hissetmeyeceklerini düşünüyorum. İnsanların kendi kimlikleriyle rahatça ifade etmelerini sağlamak gerekir. Hâlâ bizimle konuşmak istemeyenler, ulaşamadıklarımız, bulamadıklarımız var. 5 yıllık araştırma süreci oldu. Yüzlerce çocuğun götürüldüğünü biliyoruz. Bunların açığa çıkabilmesi için arşivlerin ortaya çıkması gerekiyor. En önemli arşivse Genelkurmay’da.” LALE FİLİZ 1938 yazında yaşanan ve Dersim’de yıllardır fısıltı halinde konuşulanlar, ‘Dersim’in Kayıp Kızları’ belgeseliyle yüksek sesle dile geldi. Belgeselin sonundaki çağrıya yanıt verenler sayesinde Urla’da Lale Filiz’e ulaşıldı. FECİRE Ağa kızı Fecire’nin ailesi gözünün önünde katledildi. Ömrü 4 kardeşini arayarak geçti. BESİME Besime, amcasının torunuyla birlikte 3. Ordu Müfettişi Rauf Orbay’a verilmiş. kızılbaş - sayfa 22 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel 00 49 (0) 177 502 88 53 Dersim tartışması büyüyor. Başbakan Erdoğan’ın 4 belgeyle açtığı Dersim tartışması büyüyor. Kamuoyuna yansıyan yeni belgelerde dudak uçuklatan ifadeler var. Genelkurmay imzalı bir metinde “Yakma, kadın ve çocukları toplama işlerinden evvel iyilikle silahını vermesi anlatılmalı” deniliyor. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın açıkladığı 4 belgeyle gündeme gelen Dersim olaylarıyla ilgili inanılmaz detaylar ortaya çıkıyor. Erdoğan’ın da atıf yaptığı raporlarda Dersim ‘çıban’ olarak nitelendirilirken halk Kürt, Kızılbaş, Ermeni diye sınıflandırılıyor. Muhalefet eden aşiret köylerinin bombalanma planları yapılıyor. Jandarma Komutanlığı’nın Dersim çıbanına operasyonun ‘farzı ayn’ olduğu söylenerek “Dersimli okşanmakla kazanılmaz. Müsellah kuvvetin müdahalesi Dersimli’ye daha çok tesir yapar ve ıslahın esasını teşkil eder” ifadesi dikkat çekiyor. İsmet İnönü’nün Özel Kalem Müdürlüğü’nü de yapmış olan Necmettin Sahir Sılan’ın arşivi, Tarih Vakfı’ndan çıkan bir dizi kitaba dönüştü. Eserler Dersim Harekatının detaylarını içeriyor. BAŞARININ KİTABI YAZILMIŞ! Tunceli harekâtının sonunda bölgenin ‘aşiretlerden tamamen temizlendiği’ belirtiliyor. 14 bin kişinin öldürüldüğü bir operasyon için bizzat Genelkurmay ve Jandarma methiye ve ‘başarının’ nasıl geldiğini anlatan kitaplar basılıyor. 1946’da dönemin Genelkurmay Başkanı Kâzım Orbay’ın harekâtından dersler alınması için bir kitap bastırıyor. Orbay, Dersim’den aldığı tecrübeyle şunu söylüyor: “Sıkıştırma, yakma, kadın ve çocukları toplama işlerinden evvel iyilikle silahını vermesi anlatılmalı.” T.C.Dahiliye Vekaleti JandarmaUmum Komutanlığı ‘55058’ sayı numaralı Dersim Raporu’nda çarpıcı ifadeler kullanılıyor. ‘Gizli ve zata mahsustur’ ibareli raporun ilk sayfasında ‘Kayıt altında yüz tane basılmıştır’ deniliyor. Raporun ilk bölümünde Dersim’in coğrafi, nüfus, idari, mali, askerlik, maarif, sıhhi vaziyeti ve aşiretler ele alınıyor. İkinci kısım Dersim’in asayişsizlik tarihçesi ile ıslahı esasları ve safhaları bölümlerini içeriyor. Lahikası ile toplam 266 sayfadan oluşan raporda aşiretlerin dağılımı ve operasyonların yapılış şekli aktarılıyor. ti başlığı altında kazalarda yaşayan vatandaşların sayısı, milliyetleri ve dinleri üzerinden bir sınıflandırma yapılıyor. Vitali Genet’in Asya Türkiyesi adlı 1981 basımlı kitabı ile Dersim Mutasarrıfı Arif Bey’in raporları karşılaştırılarak veriler şöyle yazılmış: “Vitaliye nazaran 2303 müslüman, 806 kürt, 4806 kızılbaş, 941 Geregoryan ve 44 protestan Ermeni ki cem’an 7915 müslüman, 985 Ermenidir. Arif Beye nazaran 5000 mektum olmak üzere Müslüman 8189 dur.” Köyleri bombalayıp hayvanları imha edelim AŞİRET EDİLMİŞ 4806 KIZILBAŞ, 985 ERMENİ İlk bölümde Dersim’in nüfus vaziye- Umum Müfettişi İbrahim Tali Bey’ in 1928 Temmuz’un da yaptığı ge- DAĞILIMI TESPİT kızılbaş - sayfa 23 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel 00 49 (0) 177 502 88 53 zide gördükleri bir rapor haline getirilmiş. Tali Bey Dersim’de ‘Biz Türküz’ diye bağıran bir kalabalıkla karşılaştığını söyleyerek izlenimlerini Birinci Umum Müfettişliği’nin 1930 tarihli raporuna yansıtmış. Zayıf bir hareketin zararlı netice vereceğini savunan rapor, Dersim’in ıslahı adı altında şok öneriler içeriyor. İlk öneri “Dersim ile dış bağlantıyı keserek, taarruzlarına ve ticaretlerine mani olmak, aç kalacak halkı zamanla kendiliğinden ilticaya icbar.” Ardından da yakalananları ‘Garba atmak ve serpiştirmek’ mutlaka uygulanmalı deniliyor.207. sayfada ise şu tedbirler sıralanıyor: “Elazizde bir bomba teyyare filosu bulundurularak mühim vakalar yapan veya hukumetin tebliğatına muhalefet eden aşiret köylerini müessir bir sarette bombalamak, ziraat ve hayvanlarını imha etmek ve rahatça ikametlerine mani olmak.” DERSİM OKŞANMAKLA KAZANILMAZ Jandarma raporunda Dersim’in Büyük Erkanı Harbiye’ce (Genelkurmay Başkanlığı) yakından takip edildiği belirtilerek dönemin Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak’a iletilen rapor dikkat çekiyor. İşte o şok ifadeler: “Dersimli okşanmakla kazanılmaz. Müsellah kuvvetin müdahalesi Dersimli’ye daha çok tesir yapar ve ıslahın esasını teşkil eder.” Bu kadar Kürt milli birliği bozar Dersim harekâtını yöneten Korgeneral Abdullah Alptoğan, nüfus sayımında Kürt nüfusu çok çıkınca derhal bir yazı ile yeni bir ıslah için emir verilmesini istiyor. “Bunlar soyca enasil Türktürler” diyenkomutan çobanlarıyla anlaşmak için kullandıkları karışık bir dil yüzünden bunlara Kürtdemenin çok yanlış olacağını söylüyor. Milli Şef İnönü’nün dehalkın Türk olduğunu söylediğine atıf yapan Alptoğan, “Türkü haksız yere Kürt gösteren ve memleket içinde birliğibozacak olan bu cetvellerin ıslahına yüksek emirlerinin verilmesini arz ve rica ederim” diyor. FAHİŞ BİR YANLIŞLIKTIR Koçgiri ayaklanmasını bastıran Merkez Ordusu Kurmay Başkanı Korgeneral Abdullah Alptoğan, Dersim harekâtından önce 1936’da Tunceli Valisi, Komutanı ve 4. Umum Müfettişi olarak görevlendirildi. 1943’e kadarbu görevini sürdüren Alptoğan, harekât sonrasında Kürt kaydı ile ilgili bir yazıyı döneminyetkililerini sunuyor. 1935 nüfus sayımında ‘ana lisan’ hanesinde Kürtçe yazanların 1 milyon 480 bin 246 olarak yansıtılmasına karşı çıkan Alptoğan, “Bu rakam ve mefhum yanlıştır. Türklük için büyük bir mahsur vücuda getirecek fahiş biryanlışlıktır” yorumunu yapıyor. KÜRT IRKININ BİR DAMGASI YOK 6 Temmuz 1939’da 611 genel sayılı bilgi notunu Yüksek Başvekalet’e diyerek Genelkurmay, İçişleri ve ilgili kurumlara dagönderiyor. Nüfus sayımındaana dilini Kürtçe olarak ifade eden sayının yanlış olduğunu savunarak şu yorumları yapıyor: “Esasen Kürt denilen ırk için gözle görülür bir damga da yoktur. Zaza denilen Oğuz Türklerine bucetveller Kürt derler; Kormançdenilen dağlılara bu cetveller Kürtderler. Mardin ve Siirt taraflarında Arapçayı kötü bir şekilde telaffuz edenlere Kürt derler. Dersimliye Kürt derler. Bunlar konuşma bakımından birbirini anlamazlar. Zaza ve Dersimlinin çehreleri, boyları, endamları, gözleri pek güzel olanı çoktur. Daha şark ve cenupta en çirkin simalı olanlar da vardır.” Çıban ameliyat edilmeli Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey’in 2 Şubat 1926 tarihli raporunda Dersim’deki durum ve yapılması gerekenler anlatılıyor. Hamdi Bey, rapo- runa “Seyit Rıza’nın bütün aşiretleri ittifakına alması ve harekete şubatta geçmeleri ihtimali hakkındaki keyfiyeti teyit ve tevsik kabi olamamıştır. Dersim gittikçe Kürtleşiyor, mefkureleşiyor, tehlike büyüyor. Dersim, hukumeti Cumhuriye için bir çibandır. Bu çiban üzerinde kati bir ameliye ihtimalatı elimeyi önlemek, selameti memleket namına farzı ayindir” tespiti ile başlıyor. TÜRKLEŞTİR, MEKTEP AÇMA Yakın veya uzak bir günde patlayacağına kuvvetle kani bulunduğum Dersim kıyamının atideki gibi önüne geçmek lazımdır” denilen raporda yapılması gerekenler maddeler halinde sıralanıyor. İlk sırada ‘silah toplamak’ var. Ancak Hamdi Bey aşiretlerdeki silahları toplarken dikkat edilmesi gerektiğini şu sözlerle anlatıyor: “En mühim esas sadakat ve harekete iştirak ve hizmet tekliflerine katiyen itimat ve emniyet etmemek, tebidatı umuma teşmil etmek. Hizmete şitap arzuları hiledir, asılda birdirler.” 25 SENELİK ISLAHAT Silahlar toplandıktan sonra aşiret liderlerini uzak illere göndermeyi öneren raporda ıslahatın 25 sene sürmesi gerektiği belirtilerek, “Memur göndermek ve bunlara misyonerlik yaptırarak havali kürtlerini Türkleştirmek. Bu müddet zarfında mektep açmamak, ancak 25 sene zarfında ahaliye Türklük ve his ve terbiyesini verdikten sonra mektepler küşat etmek ve halkı okutmak. Aksi halde kürtlük telkinatı muvaffak olur” deniliyor. Rapordan çıkartılacak netice de şöyle özetleniyor: “Dersim Türkiye için cehalet, maişet darlığı, dahili ve harici tesvilat ve kürtlük temayülatı ile bulaşmış, tehlikeli bir çıbandır. Bu çıbanın kati bir ameliyeye tabi tutulması lazımdır.” Katliam ‘ders’ olmuş Genelkurmay Başkanlığı, Tun- kızılbaş - sayfa 24 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel 00 49 (0) 177 502 88 53 celi Harekâtı sonrasında 16 Mart 1946’da, ‘Doğu bölgesindeki geçmiş isyanlar ve alınan dersler’ başlıklı 22 sayfadan oluşan bir broşür hazırlatmış. 15750 sayı numaralı yayın Ankara’da Genelkurmay Basımevi’nde basılmış. O dönemde ‘hizmete mahsus ve gizli’ olarak nitelendirilen çift hilal kodlu ve ‘ivedi’ yazılı kitabın ilk sayfasında dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kazım Orbay’ın talimatları yer alıyor. Orbay, kitabın basım amacını ‘ordu subay ve eratını aydınlatmak, kıtaları eşkıya ve çete muharebelerine hazırlamak’ olarak açıklıyor. Dersim bölgesinde yapılan silah toplama ile ilgili şu ifadeler dikkat çekiyor: “Sıkıştırma, yakma, kadın ve çocukları toplama işlerinden evvel iyilikle silahını vermesi anlatılmalı.” Cumhuriyet devrinde çıkan isyanlar, sebepleri, bölgeleri, isyan eden aşiretler bölümünde harekâtların sebep ve sonuçları anlatılıyor. 1924’ten başlanarak 1937 ve 38’deki Tunceli İsyanları anlatılıyor. 1. Tunceli Harekâtı başlığı altında 21/22 Mart: 22 Ekim 1937 tarihleri yer alıyor. İlk harekâtın gerekçesi şöyle açıklanıyor: BÖLGE AŞİRETLERDEN TEMİZLENDİ “Tunceli bölgesine hükümetçe konulmak istenen karakolları bölge halkı menfaatlerine uygun görmediklerinden Kahmutla Pah arasındaki Darboğaz tahta köprüsünü yıktılar ve oradaki jandarmalarla müsademe ettiler.” 2. Tunceli harekâtının ise 1 Haziran ila 7 Ağustos 1938 tarihlerinde gerçekleştiği belirtiliyor. Amaç ise şöyle: “Tunceli bölgesinin tamamen aşiretlerden temizlenmesi ve bölgedeki çapulculuk ve şekavete son verilmesi.” Krokilerle yapılan harekâtlar hakkında daha detaylı bilgi verildiği belirtilerek sonuç kısmında şöyle deniliyor: “Harekâtın sonunda bölge bu aşiretlerden tamamen temizlenmiştir.” Şiir bile yazdırmışlar: Destanı’ başlıklı 24 sayfadan oluşan bir kitap hazırlattığı ortaya çıktı. 19 Nisan 1939 tarih ve 2550/60277 sayılı kitapçık Jandarma Genel Komutanlığı matbaasında basılmış. Dağbek köyünden Ali Çavuş’un Destanı denilen ilk şiirde, harekât sonrası halka devletçilik empoze edilmeye ve başta idam edilen Seyit Rıza ve aşiret reisleri kötülenmeye çalışılıyor. İşte şiirde dikkat çeken bölümlerden bir kısım: Saman çöpü gibi katıldık sele Devlete asiydık, Seyyide köle Kaç yüz sene geçti, ne geçti ele Geçti gayrı kafa tutma zamanı Devlete bağlanın, durmayın gevşek Nemruda tokmaktır, Devletin kadrini bilmeyen eşek Eyyuba döşek Devletin kadrini bilmeyen eşek Jandarma Genel Komutanlığı’nın, Dersim harekâtı sonrasında ‘Dersim Girsin cehenneme yesin samanı bugün kızılbaş - sayfa 25 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel 00 49 (0) 177 502 88 53 Kimyasal silahların kısa tarihçesi... Ay şe Hür Resmî belgelere göre 13.806 ölü, 11.118 sürgünle sonuçlanan Dersim Harekâtı’na son noktayı ordunun kullandığı zehirli gazın koyduğunu ilk kez, 2008 yılında posta ile bana gönderilen bir ses kaydından öğrenmiş ve 16 Kasım2008 tarihli “1937-1938’de Dersim’de neler oldu?” başlıklı yazımda sizlerle paylaşmıştım. Kayıtta Süleyman Demirel hükümetlerinin ünlü Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil’le emekli olduktan sonra, 1986’da yapılan bir röportajdan bir bölüm vardı. Hatırlanacağı gibi Çağlayangil, 1937’de Malatya Emniyet Müdürü olarak Seyit Rıza’nın hukuk dışı yargılamasını örgütlemiş, Seyit Rıza ve altı arkadaşının idamlarına tanıklık etmişti. Röportajı yapan ise o sırada hesap uzmanı olarak çalışan, bugünün CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu idi. Çağlayangil’in özellikle şu son sözleri tüyler ürperticiydi: “Neticeyi söylüyorum. Bunlar mağaralara iltica etmişlerdi. Ordu zehirli gaz kullandı. Mağaraların kapısının içinden... Bunları fare gibi zehirledi. Yediden yetmişe o Dersim Kürtlerini kestiler. Kanlı bir hareket oldu. Dersim davası da bitti. Hükümet otoritesi de köye ve Dersim’e girdi. Dersim böyle bitti...” Resmî belgelere göre 13.806 ölü, 11.118 sürgünle sonuçlanan Dersim Harekâtı’na son noktayı ordunun kullandığı zehirli gazın koyduğunu ilk kez, 2008 yılında posta ile bana gönderilen bir ses kaydından öğrenmiş ve 16 Kasım2008 tarihli “1937-1938’de Dersim’de neler oldu?” başlıklı yazımda sizlerle paylaşmıştım. Kayıtta Süleyman Demirel hükümetlerinin ünlü Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil’le emekli olduktan sonra, 1986’da yapılan bir röportajdan bir bölüm vardı. Hatırlanacağı gibi Çağlayangil, 1937’de Malatya Emniyet Müdürü olarak Seyit Rıza’nın hukuk dışı yargılamasını örgütlemiş, Seyit Rıza ve altı arkadaşının idamlarına Silah ilk kez 674-678 yılları arasında Bizans’ın başkenti Konstantinopolis’i (bugün İstanbul) kuşatan Arap ordularına karşı kullanılmıştı. Rivayete göre silahın yarattığı korku öylesine büyük olmuştu ki, Araplar çekilmekle kalmamış Bizans’a 30 yıl süreyle yılda üç bin altın ödemeyi kabul etmişlerdi. tanıklık etmişti. Röportajı yapan ise o sırada hesap uzmanı olarak çalışan, bugünün CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu idi. Çağlayangil’in özellikle şu son sözleri tüyler ürperticiydi: “Neticeyi söylüyorum. Bunlar mağaralara iltica etmişlerdi. Ordu zehirli gaz kullandı. Mağaraların kapısının içinden... Bunları fare gibi zehirledi. Yediden yetmişe o Dersim Kürtlerini kestiler. Kanlı bir hareket oldu. Dersim davası da bitti. Hükümet otoritesi de köye ve Dersim’e girdi. Dersim böyle bitti...” Bu sözler o günlerde dikkati çekmemişti ama 2009 yılında CHP Genel Sekreteri Onur Öymen’in “Dersim’de analar ağlamadı mı?” vecizesi üzerine konu tekrar gündeme geldi, Çağlayangil’in anlattıklarını doğrulayan tanıklar ortaya çıktı. Ama son günlerde bazıları Çağlayangil’in itirafını ve Dersimlilerin tanıklıklarını geçersiz kılmak için “o günlerde zehirli gaz mı vardı ki” gibi sorular soruyorlar. Hem bu soruya cevap vermek için, hem de Van 4. Ağır Ceza Mahkemesi’nin molotofkokteylini ve havaifişeği terör silahı kabul ederek iki sanığa 12 yıl 6’şar ay ceza vermesinin anlamı üzerine biraz düşünmeyi sağlamak için bu haftayı kimyasal silahların tarihçesine ayırmaya karar verdim. İlk kimyasal silah Tarihin en ünlü kimyasal silahı Haçlılar’ın verdiği adla Rum Ateşi (bizde Grejuva) denen gizemli silahtı. Silaha ilişkin anlatımlar, Rum Ateşi’ nin çıkardığı sesin insanları büyük bir paniğe sevkettiğini, değdiği yerde taş taş üstünde bırakmadığını, suda bile yanmaya devam ettiğini düşündürüyor. Kaynaklarda Rum Ateşi’nin temel maddesi olarak pek çok maddenin adı veriliyor. En çok neft, sülfür ve zift karışımı; zift, reçine, sülfür karışımı, sülfür, zift, katran, günlük, doğal gübre, reçine ve keten kıtığı karışımı, ya da pamuk kıtığına emdirilmiş neft ya da neftyağı ile damıtılmış petrol karışımından sözediliyor. Rum Ateşi’nin su üstünde bile yanmaya devam etmesinin nedeni içindeki neft yağı olmalı. Bazı kaynaklarda Rum Ateşi ile birlikte canlı akreplerin ve yılanların da düşman üzerine fırlatıldığı, ayrıca toz kireç de atılarak düşmanın yoğun bir toz bulutu ile kör edildiği ya da boğulduğu da kaydedilmiş. Ana madde konusu henüz açıklığa kavuşmadığı gibi, Rum Ateşi’nin belli bir dereceye kadar ısıtıldıktan sonra herhangi bir patlamaya neden olmadan bir boru aracılığıyla çok uzaklara püskürtülmesinde kullanılan düzeneğin de nasıl olduğu bilinmemekte. Çünkü Rum Ateşi’nin formülü yüzlerce yıl Bizans’ın en büyük devlet sırrı olarak saklanmış. Silahın dair nadir tasvirleri ise Madrid Milli Kütüphanesi’nde saklanan Skilitzes Yazması’ndaki bir kaç minyatür ile Vatikan’da bulunan 11. yüzyıla ait bir resimden ibaret. 1139’da Roma’da toplanan Lateran Konsili’nde savaş sırasında bu öldü- kızılbaş - sayfa 26 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel 00 49 (0) 177 502 88 53 rücü silahın kullanılması yasaklanmıştı ama 1191’de Araplar, III. Haçlı Ordusu tarafından kuşatılan Akka kalesini savunurken; 1249’da ise Nil Deltasındaki Mansura şehrini kuşatan IX. Louis’nin komutasındaki Fransız ordularına karşı savaşırken Rum Ateşi’ni kullanmışlardı. Bu tarihten itibaren kaynaklarda Rum Ateşi’ne rastlanmaz, çünkü yeni yeni silahlar keşfedilmişti. Yine de Bizanslı tarihçiler Mihael Dukas ve Georgios Sfrantzes’e göre 6 Nisan-29 Mayıs 1453’te Konstantinopolis Osmanlılar tarafından kuşatıldığında da meşhur silah kullanılmıştı. Leonardo da Vinci’nin icadı Sadece çok başarılı bir ressam değil, on parmağında on marifet olan, 16. yüzyılda yaşamış Leonardo da Vinci’nin bile, kireçtaşı, arsenik, sülfür ve bakır pasından oluşan bir toz karışımı düşmanı boğacak bir silah olarak kullanmayı önerdiğini biliyoruz. 17. yüzyıldan itibaren kükürt, donyağı, reçine, terebentin, güherçile ve antimon karışımı yanıcı bir madde kuşatmalarda kullanılmıştı. Bu madde yanmazsa bile çıkardığı dumanla kitlesel boğulmalara neden oluyordu. 1672 yılında Münster Piskoposu, ‘güzelavratotu ile yapılmış boğucu gazların’ kullanılmasını sağlamıştı. Ancak bu silahlar öylesine yıldırıcı olmuştu ki, 27 Ağustos 1675’te Fransızlar ve Almanlar Strasbourg Anlaşması ile bu ‘hain ve iğrenç’ zehirli silahların kullanılmasını yasaklamışlardı. Yasağa rağmen basit boğucu gazların kullanımına devam edildi. Kaptan Mahan’ın itirazı Örneğin 1854’te Kırım Savaşı sırasında Britanyalı bir kimyager, kakodil siyanür adlı iğrenç kokulu bir maddenin Sivastopol kuşatması sırasında kullanılmasını önerdi. Öneri Başbakan Lord Palmerstone tarafından beğenildiyse de, ilginçtir, Ordu Donatım Bölümü, düşmanı zehirlemeyi ‘kötü bir âdet’ olarak niteledi ve kabul etmedi. Kimyasal gazların kullanımına karşı ilk ciddi tavır alış 1899’da Hague Konferansı’nda oldu. Bu konferansta boğucu gazların kullanımına karşı alınan karara ret oyu veren tek kişi Amerikan temsilcisi Kaptan Alfred Thayer Mahan’dı. Mahan, “Amerikalıların yaratıcılığı yeni silahların gelişmesine sıkıştırılmamalıdır” demişti. Elbette, silah teknolojisi Mahan’ın dilediği yönde gelişti. 1899-1902 Boer Savaşı’nda İngilizler pikrik asit dolu mermiler kullandılar. 1907 tarihli La Haye Konvansiyonu ile zehirli gazların kullanımı yasaklandığı halde Birinci Dünya Savaşı sırasında 124 bin tondan fazla zehirli gaz kullanıldı. Bu konuda öncü olan Almanlar 22 Nisan 1915’te Belçika’nın 22 Ypres bölgesinde Fransız, Belçika, Cezayir ve Kanada tümenlerine karşı 51 bin ton klorin kullandılar ve beş bin askeri öldürdüler. Almanlar bu gazı Ruslara karşı da kullandılar. Fransızlar da Almanlara karşı fosgene ve turpunite gazını kullandılar. Karşılıklı bu saldırılarda 50 bin kişi öldü, bir milyondan fazla kişi ise zarar gördü. Almanların içine sodyum hipoklorit ve bikarbonata batırılmış yastıklar yerleştirilmiş deri gaz maskelerini, İngilizler güya geliştirdiler (ilk örneklerde sidiğe ve sodaya batırılmış pamuklar kullanılmıştı) ama bu maskeler öyle ilkeldiler ki, ölümleri engellemek bir yana, hızlandırıyorlardı. Almanlar maskeleri daha da etkisiz kılmak için ‘at pisliği, sarımsak ve elma kokulu’ yakıcı bir gaz olan hardal gazını icat ettiler. Bu gazı difenilkloroarsin adlı kusturucu bir gazla birlikte kullanıyorlardı çünkü bu gaz maskelerin çıkarılmasını sağlıyor, böylece hardal gazının etkisi artıyordu! Çanakkale’de gaz kullanıldı mı? Peki, bizde sıklıkla iddia edildiği gibi 1915’te Çanakkale (Gelibolu) Savaşı sırasında zehirli gaz kullanıldı mı? İngiliz ve Rus kaynaklarında Türk tarafının 26-27 Kasım 1915 tarihinde zehirli gaz kullandığına dair iddialar vardır. Yine iddiaya göre, Türk tarafı İngilizleri caydırmak için 50 kadar gayrımüslimi ‘rehine’ babından cepheye götürmüştü. Türk tarafı ise Churchill’in “Türkler insan bile değildir, gaz bombası atın” dediğini; İngilizlerin de Türklere karşı zehirli gaz kullanmaya çalıştığını ancak rüzgâr yüzünden başarılı olamadığını iddia ederler. Ancak bu güne dek, ne Churchill’in böyle dediğine, ne de iki tarafın da zehirli gaz kullandığına dair kanıt ortaya çıkmıştır. Bu iddiaların, Osmanlı ordusunun Almanlardan alacakları zehirli gazları kullanmaları ihtimaline karşı İngiliz askerlerine dağıtılan gaz maskelerinden kaynaklanmış olması muhtemel. Bu arada not edelim ki, İngiliz askerleri gaz maskelerini bazılarının iddia ettiği gibi “Türkler temiz savaş yaparlar” diye düşündüklerinden değil, Gelibolu’da gaz kullanılamayacağını bildiklerinden takmamışlardır. Çünkü Gelibolu gibi cephelerin iç içe geçtiği ve rüzgârın tek bir yönü olmadığı bir coğrafyada zehirli gaz kullanmak aynı zamanda intihar anlamına da gelirdi. Çanakkale’de zehirli gaz kullanmaya fırsat bulamayan İngilizler 1920 temmuzunda işgalleri altındaki Irak’ın Necef ve Kerbela şehirlerinde başlayan halk ayaklanması sırasında uçakla zehirli gaz bombaları atma mutluluğuna (!) erdiler. Sadece emperyalistler değil, 1921’de Bolşevikler devrime karşı çıkan Tambov köylülerinin ayaklanmasını bastırmak için zehirli gaz kullanırken, İspanyol ve Fransız kuvvetleri Fas’taki Berberî ayaklanmasını bastırmak için hardal gazı kullandılar. Bu iş o kadar benimsenmişti ki, 1923’te Almanya ile SSCB, Volga Nehri civarındaki Trotsk şehrinde ortak bir kimyasal silah fabrikası kurmak için görüşmelere başladılar ama neyse ki sonunu getiremediler. Tabun, soman ve sarin 1925’te dünyanın 16 büyük devleti savaşlarda kullanılacak silahları ve savaşan taraflara yönelik muameleleri kurallara bağlayan Cenevre kızılbaş - sayfa 27 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel 00 49 (0) 177 502 88 53 Protokolü’nü imzaladılar ama durum değişmedi. (ABD protokolü ancak 1975’te imzaladı.) 1935’te Mussolini İtalya’sı Etiyopya’da hardal gazıyla 150 binden fazla kişiyi öldürdü. 1934’ten itibaren ‘kimyasal silah birlikleri’ oluşturan Almanya, 1938’de sinir gazı diye bilinen tabun, soman ve sarini üretti ancak Müttefiklerin elinde de benzer gazlar olduğunu sandığı için bunları kullanmaktan kaçındı. 1938’de Türk ordusu, Dersim’de kendi halkına karşı zehirli gaz kullandı ve ‘Dersim müşkilesini bitirdi (!)... Literatüre “garibanların silahı” olarak geçen ve artık kullananların 12 yıl altı ay hapse mahkûm olabileceği molotofkokteyli, ilk kez 1939’da Finlandiya’yı işgal eden Rus tanklarına karşı kullanıldı. Bir cam şişe içine konan az miktarda sülfürik asit ile benzin/parafin karışımının bir filtre ile yakılmasıyla faaliyete geçen bu ilkel yangın bombasına Finliler, Finlandiya’nın işgalinden sorumlu gördükleri SSCB Dışişleri Bakanı Molotof’un adını vererek Ruslarla adeta dalga geçmişlerdi. Zehirli gaz merakı Yeni Dünya’ya da geçmişti. Nitekim 2 Aralık 1943’te İtalya’nın Bari limanında Alman güçlerince batırılan Amerikan gemilerinde bol miktarda hardal gazı olduğu anlaşıldı. Aynı dönemde, Japonya, Hindi Çin’de ve Mançurya’da bol bol zehirli gaz kullanıyordu. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından İngiltere, ABD ve Rusya, Almanlardan geriye kalan sinir gazlarını yoğunlaştırarak kalıcı sinir gazları ürettiler. İngilizlerin icadı V, ABD’lilerin icadı VX, Rusların icadı ise VR-55 ve Goman adıyla anılacaktı. Bu devletler müttefiklerini de bu nimetten mahrum etmediler elbette. Mısır 1966-1967’de Yemen iç savaşında; Libya 1969’da Çad’da hardal gazı kullandı. Aynı yıl ABD’nin Utah eyaletinde depodan sızan VX gazı binlerce koyunu öldürdü. ABD 1963-1973’te Vietnam’da “Kargaşaları Bastırma Gazları” dediği kusturucu, göz yaşartıcı, yanıcı kimyasalları ve 800-1200 derece ısı veren korkunç napalm bombasını kullandı. Vietnam, 1975-1981’de Laos ve Kamboçya’da; Sovyetler Birliği 1979’dan sonra Afganistan’da; Irak 1984-1988’de İran’a karşı kimyasal ve biyolojik silahlar kullandı. Mart 1988’de Saddam Hüseyin, VX, hardal gazı ve sarin karışımını Halepçe’de Kürtlere karşı kullandı. Bu saldırıda altı bin kişi öldü, 65 bin kişi çeşitli zararlar gördü. İran da aynı dönemde savunma amaçlı (!) kimyasal silah üretimine başladı. Tokyo Metrosu’na sarin Günümüzde sadece devletler değil terör örgütleri de kimyasal silahları çok seviyor. 1995 mart ayında Tokyo Metrosu’na sarin atarak 12 kişinin ölümüne ve beş bin 700 kişinin hastanelik olmasına neden olan Aum Shinrikyo örgütü Hinduizm ve Budizm’den esinlenmiş, kıyamet gününe inanan bir çeşit dinsel fanatikler topluluğuydu. Renksiz ve kokusuz olduğu için tesbit edilmesi son derece güç olan sarin gazının üretimi ileri teknoloji gerektiriyordu ama yıllık bir milyar dolardan fazla cirosu olan ve üyelerini Japonya’nın seçkin üniversite öğrencilerinden ve bilim adamlarından derleyen örgüt için sarini üretmek zor olmamıştı. Son olarak İsrail, 27 Aralık 2008’de Gazze’ye yönelttiği “Dökme Kurşun Operasyonu” sırasında fosfor gazı kullandı. İsrail savunmasını “Fosfor bombası, kimyasal silah olarak nitelendirilse de, askerî açık alanlarda geceleri çatışma bölgesini aydınlatma ya da çıkardığı yoğun dumanla karşı tarafın hedefini köreltme amacıyla kullanılabiliyor, biz de öyle kullandık” diye yaptı. ABD ve Rusya’nın stokları 1993 yılında 130 ülke, kimyasal silahların yasaklanmasını öngö- ren antlaşmaya imza attı, anlaşma 1997’de yürürlüğe girebildi. Bugün Suriye’nin elinde bir miktar sarin olduğu, HAMAS’ın da sarin peşinde olduğuna dair ipuçları var. Ama bu tür silahların ana deposu ABD ile Rusya. ABD’nin elinde 36 bin ton kimyasal gaz olduğu, sadece sinir gazı stoklarının dünya nüfusunun dört bin katını öldürecek miktarda olduğu söyleniyor. Rusya’nın elinde ise 270 ila 360 bin ton arasında fosgene, tabun, sarin, soman, hardal ve hidrosiyanik asit olduğu sanılıyor. Hâl böyleyken, özünde çok haklı bir tepki olmakla birlikte, İran’ın nükleer silah edinmesine bu ülkelerin karşı çıkması çifte standardın daniskası oluyor. Bu kısa özet sadece kimyasal silahların tarihçesine dair. Daha ateşli silahlar var, biyolojik silahlar var, nükleer silahlar var... Şimdi bu tarihçeye bakınca, 1937-1938’de Dersim’de “devlet Kürtleri mağaralara doldurdu ve fare gibi zehirledi” diye itirafta bulunan İhsan Sabri Çağlayangil’e ve zehirli gazla yakınları öldürülmüş Dersimlilere inanmamak mümkün mü? Peki, molotofkokteylini veya havaifişeği 12 yıl altı ayla cezalandıran bir mahkemenin, acaba 13.806 kişiyi ateşli silahlarla, bombalarla, zehirli gazlarla öldüren bir devlete ne kadar ceza kesmesi adil olur? Özet Kaynakça: Ayşe Hür, “Rum Ateşi’nin Sırrı Neydi?”, Toplumsal Tarih, S. 120, Aralık 2003, s. 50-53; L. Szinicz, History of chemical and biological warfare agents, Toxicology, Volume 214, Issue 3, 30 October 2005, s. 167-181; Richard Price, “A genealogy of the chemical weapons taboo”, International Organization, Volume 49, Issue 01, December 1995, s. 73-103; Yetkin İşcen, “Kimyasal silah, Çanakkale’de hiç kullanılmadı”, Çanakkale 1915, Nisan 2010, s. 34-42. [email protected] Düzeltme: Alevi-Bektaşi Halk Kültürü Ve İnançlarının Eski Anadolu Uygarlıklarındaki Kökenleri Başlıklı yazının kaynağı 8. sayıda verilmemiştir özürdileriz http://yolunezeli.com kızılbaş - sayfa 28 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel 00 49 (0) 177 502 88 53 1915 Ermeni 1938 Dersim Soykırımı Av. Eren Keskin [email protected] İç Hukuk Tükendi, AİHM Yolu Açıldı Yargıtay Başsavcılığı, N.Ç. davasında Yargıtay kararına itiraz etmedi. Suçun faillerinin "N.Ç'nin rızası olduğu" gerekçesiyle ceza indiriminden faydalanması kesinleşmiş oldu. Davaya AİHM yolu açıldı. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, 13 yaşında toplu tecavüze uğrayan N.Ç.'nin bu işi "rızasıyla yaptığı"na hükmeden Yargıtay kararına itiraz etmedi. N.Ç. davasında verilen kararın ardından kamuoyunun beklentisinin aksine Yargıtay Başsavcılığı'ndan itiraz gelmedi. Yargıtay Başsavcısı'nın karara itiraz için 30 gün süresi vardı, ancak bu süre dün itiraz yapılmadan doldu. Bu, Yargıtay Başsavcılığı'nın yerel mahkeme kararını onaylayan Yargıtay kararını hukuka uygun bulduğu anlamına geliyor. Böylece ceza indirimi olmasa, yasaya göre en az beşer yıl ceza alması gereken 26 failin cezaları 1 yıl 8 ay ile 5 yıl arasında kaldı. Yargıtay 14. Ceza Dairesi, yerel mahkemenin N.Ç.'nin "rızası olduğu" gerekçesiyle suçun faillerine en alt sınırdan ceza veren kararını onamıştı. Yargıtay kararı kamuoyunda büyük tepkilere neden olmuştu. Davanın seyri N.Ç. davasında Mardin 1. Ağır Ceza Mahkemesi suçu işleyenlere alt sınırdan ceza vermesini, N.Ç'nin "tecavüzlere karşı koymadığı için rızası olduğu ve her şeyin farkında olmasıyla" açıklamıştı. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'nın yerel mahkemenin kararının onanması yönünde mütalaa vermesinin ardından, Yargıtay 14. Ceza Dairesi de alınan kararı onamıştı. Böylece Avrupa İnsan Hakları Mah-kemesi'nde (AİHM) incelenme aşamasında olan N.Ç.'nin davasında AİHM'de yargılanma yolu açılmış oldu. (YY) bianet - 25 kasım 2011 Geçtiğimiz günlerde, Başbakan Erdoğan’ın için yaptığı özür konuşması çok tartışıldı. Türkiye Cumhuriyeti devleti, kendinden önce gelen İttihat -Terakki Cemiyetinin gerçekleştirdiği 1915 Ermeni Soykırımı nedeniyle özür dileyip ve bu özrün hukuki gerekçelerini yerine getirmedikçe, yapılan her “özür konuşması” yalan kalacaktır. ilgili özür dilerken tamamen CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nu köşeye sıkıştırmayı hedeflemektedir. Kılıçdaroğlu’nun ailesi de binlerce Dersim’li gibi bu soykırımdan büyük zararlar görmüş, acılar çekmiştir. Biraz eskiye dönelim. Mustafa Kemal’in içinden geldiği, aynı siyasal görüşü paylaştığı ittihatçılarla olan iktidar kavgasını hatırlayalım. Fakat ne yazıktır ki yalana ve inkara dayalı ‘resmi ideoloji’, mağduru olan Kemal Kılıçdaoğlu’nu da teslim almıştır. Ve Erdoğan’ın yaptığı bu özür konuşmasının kesinlikle ittihatçı zihniyetle olan, iktidar kavgasının bir ürünü olduğunu düşünüyorum. Bu özür konuşması kesinlikle Erdoğan’ın gerçek zihniyetini oluşturmuyor. Erdoğan’ın Dersim Özrü’nden sonra, Kılçdaroğlu’nun söylediği sözlere bakalım; “Bu ne büyük talihsizliktir ki, bu ülkenin başbakanın zihin haritası, Ermeni Diasporasının zihin haritasıyla aynıdır. Öyle gözü dönmüş ki, bu başbakan yakın zamanda bu millete Ermeni Soykırımı iddialarını da dayatırsa şaşmayın…” Böyle diyor Kemal Kılıçdaroğlu… Tayyip Erdoğan, İttihatçı-militarist zihniyetle aynı zihniyeti taşımaktadır. Kırmızı çizgilerin hepsinde uzlaşmışlardır. İşte Erdoğan’ın 1915 Ermeni soykırımı ile ilgili söylediklerini bir kez daha hatırlayalım. “Bir defa şunu baştan kesip atayım. Böyle bir soykırımı asla kabul etmiyoruz. Bu tamamen yalandır. İnsanları bunu ispata davet ediyorum.” Bunlar birebir Erdoğan’ın görüşleridir. Aynı soykırımı gerçekleştirenler gibi, ve yine aynı Türk Genelkurmayı gibi. Aralarında hiçbir fark yoktur. Oysa bilirler mi ki, 1949 yılında soykırımı suç sayan tasarıyı hazırlarken, hukukçu Lemkin, Ermeni soykırımından etkilenerek bu tasarıyı hazırlamıştır. Yani esas olarak soykırım sözcüğünün ortaya çıkış nedenidir, Ermeni soykırımı! Dersim soykırımı ve Kürt halkına yönelik diğer katliamlar, hep aynı zihniyetin devamıdır. Ermeni soykırımına karşı çıkmadan Dersim soykırımına karşı çıkılamaz. Tayyip Erdoğan, aslında Dersim ile Ne kadar açıklı ve ne kadar ironik bir durum. Ermeni Soykırımı sırasında birçok Dersim’li Kızılbaş Kürt aile, soykırım mağdurlarına yardım için çabalamıştır. Kim bilir belki de Kılıçdaroğlu’nun dedesi de onların arasındaydı. Ve çok fazla geçmeden 1915’den 23 yıl sonra aynı acı akıbeti kendileri de yaşadılar. Soykırım yaşamış bir ulusun bir üyesinin gerek kendisine yönelik soykırımı gerekse Ermeni ulusunun maruz kaldığı soykırımı görmezden gelmesi ne kadar büyük bir talihsizlik! Aslında, Kılıçdaroğlu örneğinde, çok açık bir gerçeğe şahit oluyoruz. “Yalan bir resmi ideolojinin kıskacında kalmış, kimlik bunalımı yaşamış insanlar!” Keşke Kılıçdaroğlu, o çok eleştirdiği Erimeni Diasporasından biraz birşeyler öğrenseydi! Kaynak: 5 Aralık 2011, Sesonline.net kızılbaş - sayfa 29 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel 00 49 (0) 177 502 88 53 Koçgiri/Dersim Katliamında Atatürk baş komutandı Enver ÇAMPINAR Osmanllının dağılmasıyla birlikte, Osmanlı topraklarının üzerinde bagımsızlık mücadelesini veren uluslar, tüm siyasi hazırlıklarını bitirmiş, yirmi“20“kadar ülke sayısına ulaşarak, son yıllar da ise sayıları 27 ülkeye ulaştıkları bilinmektedir. Doğuda ruslarla büyük sorunlar yaşanmaktaydi, Seyid Rıza, Koçgiri den Aliser, ve diyer kürt bölgelerinde olduğu gibi yaşadığı toprakların üzerinde, diyer uluslar gibi koruyup kendi özerk veya bagımsız devletlerini kurmak amacında ve çabasında olmaları, çok normal ve olması gereken bir mücadeleydi. Koçgiri/ Dersim bölgesinde ruslara karşı savaştıklar, dönemin hükümetleri tarafında takdir ve madalya verildigini tüm dünya bilmektedir. Atatürk’ün olmadığı bir dönem, cumhuriyetin isminin daha telafuz edilmeyen bir tarih, her ulus topraklarının üzerinde kendini savunma pozisiyonunda olduğu bir dönem dir, tarih 1919 yılı başlanğıcı. Atatürk Padişahın en yakını ve en güvenilir subayı olduğu bir tarihdir samsuna gelişi. Atatürk Samsuna geliş nedeni Atatürkün, Samsuna, gelmeden önce, Abdülhamid’in, yaveriydi ve en güvendigi kişiydi. Karadeniz Pontus halkı, Topal Osman çetesinin uygulamalarında rahatsız oldukları, Padişah; Atatürk’ü buna bir çözüm bulması adına Pontuslarin bölgesine gönderi, İngiliz gemilerinin koruması altında. Atatürk’ün Samsuna gelişini, Seyfullah Çiçek’in Topal Osman Ağa, hatıralarını yazdığı kitabın, 39. sayfasında başlayarak şunları yazmaktadır; Pontus bölgesinde, Giresunlu Osman Ağa (Topal Osman) çetesinin, şidet harekatlarine giriştiklerine dair şikayet telgırafları çekilmektedir. Padişah da, 9. Ordu Müfetişi sıfatıyla Mustafa Kamal Paşa’yı bu iş için görevlendirir. Ermeni katliamına da karışan Topal Osmana ve çetesinin idam hükümlüsü olarak aranması ve yakalanıp idam edilmesi. Karadeniz bölgesinde asayışın sağlanması göreviyle samsuna, 15 mayıs 1919 da 18 arkadaşıyla köhne bir vapurla geldigini yazar. Gemide Mustafa Kemal Paşa ve kurmayları 22, er ve erbaş 25, müsavir ve katipler 8, gemi personeli (Biri Göreleli serdümen Ali Oğlu basri) 21 kişi olmak üzere toplam 76 kişi bulunuyordu. Atatürkün Topal Osman Çetesiyle iş birliği yapması, sonucu Padişah M. Kemal’in yakalanması için emir vermektedir. Ermeni katliamı, Pontus katliamını Topal Osman çetesinin de bizat katıldığının bilinmesine rağmen, M. Kemal’in bu vahşet den rahatsız olmadığıni, yeni katliam görevlerini, Topal Osman çetesine vermeyi pilanlamış durumda, ve düşüncede olduğu anlaşılmıştır. Koçgiri Katliamını da, Topal Osman’a havale etigini bizat kendisi açıklamıştır. Kemalist, alevilerin atası böyle bir gelenekten geldigi, halen bir çok AKM lerden atalarinin resimlerinin, asılı olduğu, ibadet edildigi, CEM evlerin veya ekdeki Yöetim Kurulu odalarında asılı olduğunu hepimiz biliyoruz. Bu hal ve yaklaşım, Celladına aşık olan tarihdeki yazılan romanlara benzetmek yerinde olacaktır. Halen Bu konularin “Dersim katliamı Atatürk yaptırdı konusu“nun itiraf ve kabullenilmesinden sonra, bu duruma çok ama çok üzülen kemalist alevilerin olduğunu, bu yaklaşımı asla kabul etmiyeceklerini duyuyorum ve bizat şahit olmuşum dur. Bu yaklşım ırkçılık degilmidir?. Yıllarca Dersim Katliamı ve diger alevi katliamlarının CHP tarihiyle başlayarak devletin yaptığını, delileriyle açıklamamıza, ve açıklanmasına rağmen, bizleri ayırımcılık la atatürk düşmanlığıyla suçlandık. Haydi efendiler şimdi nerdesiniz, yalandır yalan söylediniz, iftiradır, Atatürk O dönemde yoktunun haricinde neyi konuşacaklarından önemlisi, kemalizmin altı oku, ideoloji olmadığı, ırkçılık politikasının Alevi-Kızılbaş ve Kürtlerin katliamlarına kılıf bulma aracı olduğunu kabul edeceklermi?. Atatürk, Topal Osman’i Koçgiri Katliamina Görevlendirir!.. Koçgiri bölgesi ve Önderleri, Osmanlının dağılmasından, dolayı kendi özerk yönetimini diyer ulsların olduğu gibi Koçgiri/Dersim olmak üzere kendi bağımsızlıklarını kurmaları ve mücadele etmeleri, dağılan ve başsız olan bölgenin Rus egemenligine girme korkusu ve endişesi, Ermeni devletinin kurulması, gibi amaçlarının olduğu bir tarihi dönemidir. Osmanlının Ruslara yenildigi bir dönem, Osmanlının doguda, kürt bölgesinde otoritesinin olmadığı bir dönemin altının çizilmesi önemlidir. kızılbaş - sayfa 30 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel 00 49 (0) 177 502 88 53 Koçgiri de halk cumhuriyete karşı ayaklanmadığı, belirsizlik ortamı ve dönemin otorite boşluğunun yasandığı, Anadolu bölge kongrelerin dahi başlamdığı “Sivas, Erzurum kongreleri“ konusunun bile olmadığı bir dönem dir. Koçgiri katliamı, böylesi siyasi bir muglaklığın yaşandığı, Atatürkün halen Abdülhamid’in yaveri oldugu, ve en güvendiği kişi oldugu bir dönem de samsuna gelirken koçgiri olaylarında haberdardı, cumhuriyetin olmadığı bir dönem, osmanlının fermanıyla görevli M. Kemal’in, koçgiriyi Topal Osma’na havale edecek fırsatın oluştuğunu fark etmişti. Koçgiri/Dersim aşiret ve ileri gelenleri Nuri Dersimi, Aliser Efendi’ye Atatürk’ün arazi ve madi olanaklar sunması, ilk meclise atama milet vekili görevini vereceklerini söylemesine ragmen, kabul edilmemiştir. Gerekçesi böyle anlmak mümkündür“ bunun bir oyun oldugu, Abdül hamide madik atan M. Kemale güvenmediklerini“ Osmanlı topraklarında tüm ulusların bağımsızlık yolunda başarılı olmalarına karşın, dersim bölgesinde özerk bir Kızılbaş inancına mensup, Kürt yönetiminin kurulması mücadelesinden vaz geçilmsi, bu firsatı diger halkların olduğu gibi bizim en doğal hakımız olduğu sonucu çıkması, düşünülmesi gayet normal bir yaklaşım dır. Atatürk de bu istemlere karşı, Sivas kongresinde özerk bir kürt yönetiminin kurulacağını, cumhuriyetin ilk meclisi kürt ve türklerden olusacağını söylemiş, ve dönemin kongre zabıtlarında “tutanaklarında“ mevcutdur. Kongre tutanaklarına geçmesine ragmen M. Kemale güvenilmeyecegi ortaya çıkmıştır, gelinen tarih sürecinde, haklı çıktıkları, ilk meclise katılan ve destek veren tüm dersimli ve koçgirililer ortada kaldırılmışlardır. Amasyada merkez Ordusu kurulur. Komutanlığna „Sakallı lakabiyla anilan Nurettin Paşa Getrilir. Atatürk’ün Kurdugu 47. Alay Topal Osman’in emrinde Koçgiride Koçgiri İsyanında başarısız kalan Nurettin paşa, Atatürk’ün Albay rütbesiyle ödüllendirdigi, Topal Osman’ı Giresun gönülü alayı olarak, Topal Osman 11 Mart 1921 tarihinde 47.Alaya ait bir tabur asker ve bir bandoyla yola çıkar. Egri bel geçidinde iki metreyi bulan karları yarmak, kendilerine yol acan 120 Rum gencini de önüne katar. Osman ağanın hatıralarının yazıldığı Kitabın 129.sayfada Giresun Alayının başarılarının devamında; Giresun Alayı, Cengerli Bölgesi ile Pusans köyünü asilerden temizler. İsyancılara yardım ve yataklık yapan köyü yakarlar. Zara tarfında birliklerimiz de pazarcık köyünde direnen asileri öldürüp köyü yakarlar. Hozat (Dersim) bölgesinden gelen guruplar imha edilir. Ölü sayısı 700 ü bulmuştu. Alisir, Haydar, Naki, ve Azaket beylerin evleri harebeye çevrilir, yakılır. Harakete devam eden Topal Osman Alayı, Kızıl tepeden cetin bir çatışmadan sonra 150 asiyi daha temizleyerek yoluna devam eder. Koçgiri katliamına adı verilen isyan. 17 Haziran 1921 tarihinde 32 kişi ile birlikte asilerden 500 kişi teslim olur. Koçgiri böylelikle kadın kız ve hayvanlarının telef edilmelerine mütakip 60 bine yakın küçük ve büyük baş hayvanlarını, karadeniz limanlarında gemilerle ganimet olarak el konulup sahiplenildigi dönemin arşivlerinde kayıtlı olup açılmayı bekleye dursun, Koçgirililer olarak celatlarımızın resimlerinin altında atalarımızın katliamını resmi tarih, bahnelerine göre analiz etmemiz saglıklı bir ruh hali olmamakla birlikte endişe verici, ters turs olma halidir. Atatürk Topal Osman’i Muhafizı olarak Çankayada muhafaza eder Celal Bayar koçgiri bence hepisinden mühümdür. Yunanlılara nasıl karşı tedbir alıyorsak, oradada aynı sutetle teskilat yaptık. Giresunda gelen Topal Osman çok yakın dostumdur, cahil bir adamdı büyük gayretleri oldu. Topal Osmanın 1200 güvenili adamının, 1000 kişisi, orduya yunanlılara karşı verilmiştir. 200 kişisi de Atatürkün Muhafızı olarak çankaya da muhafiza edilmiştir. “(Kurtul Altug,“ Celal Bayar Anlatıyor: Kritik olayların Perde Arkası“ Tercüman Gazetesi, 10 Ekim 1986). Koçgiri Katliamı Dersim den ayrı düşünülmesi yanlış bir yaklaşım olacaktır. Atatürk Dersim Cografyasının bir parçası olan Koçgiri den sonra Dersim’inde mutlaka çıbanı sökülüp atılması zorunludur sözleri. Koçgiriden Kızılbaş Kürt önderlerin Seyid Rızayla aynı amac ve düşünceleri taşıdığı, ilk meclis atama milet vekilikleri ret eden anlayış Seyid Rıza ninda onayladığı bir gerçektir. İttihat Terakki’nin iktidar olduğu yıllar İttiat ve Terakki nin iktidar oldugu yıllar içinde (1913-1918) Anadolu’nun Türkleştirilmesi ve Müslümanlaştırılması için yogun bir nüfus ve iskan politikası uygulanır. Arnavut, Arap, Boşnak, Çerkez, Çingene, Kürt, Laz gibi Müslüman unsurların kabile ve aşiret önderliginde koparılarak Anadolu’nun dört tarafina yerleştirilmesi ve Türklük potası altında eritilmesi arzulanır. Müslüman olmayanların payına ise katliam, tehcir, zorunlu mübadele düşer. Bu günkü etnik karışımın nedeni bu yıllarda hayata geçirilen nüfus ve iskan politikalarıdır. Bu politikalar, Osmanlının 3 milliyon kilometrelik toprak parçasının 1,1 milliyon kilometrekaresi yitirilir. Koçgiri ve Dersim’in Seyid Rıza da dahil, Osmanlının bu yenilgi tarihleriyle birlikte kendi yurtlarının elden gitmesine seyirci kalınmaması için tabiki önlemlerini almaları gerekliydi. Ortada ne Aatürk’ün, kuvai milliyesi nede kongrelerin isminin geçmediği bir dönemdir bu dönem. kızılbaş - sayfa 31 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel 00 49 (0) 177 502 88 53 Koçgiri/Dersim katliami, Kemalist düşüncelerin degerlendirmesi Koçgiri katliamını, Atatürke, Cumhuriyetine karşı gelerek, atatürkün başka çaresinin kalmadığı, koçgiri katliamına, kemalist düşüncelerin kılıf uydurma çabalarının bir sonucudur. Bu yaklaşım tarihi olaylarla çürütüldügü gercegi, özellikle Koçgir/Dersimlilerin bazı kesimerce, kemalist düşünce ve resmi tarihin ölçülerine göre biçilip hizaya gelen kirli tarih savunucuların sözleridir. 1938 Dersim katliamının yapıldığı döneme ait, belgelerin -arşivlerin açılmayı bekleye dursun, gerçekleri Türkiye toplumundan, gizleyen anlayışa AKP de ortak olacaktır. Genel Kurmay Başkanlığı vurdum duymaz yaklaşımı, ne zamana kadar sürdürecegi bilinmemektedir. Ancak Alevi kurumları AABF nin açıklamalarının dışında, toplumun yıllardır, Dersim ve Koçgiri katliamını cidi bir şekilde, kimlerin döneminde yapıldığını biliyor ancak ne hikmet ise seslendirmediler?. Atatürk’ün bu olaylarla bir ilişkisinin olmadığı anlayışı aleviler arasında tartışıldığını hepimiz şahidiz. 1925 deki teke ve zaviye yasalarının atatürk dönemi “tek adam dönemi” alevilik ve tüm ritelerininin yasaklandığı, TC nin resmi devlet, dini örgütlenmesi olan, Diyanet İşleri Başkanlığı kurularak bugune kadar ki örgütlenmesinin tüm gücünü CHP ve Atatürk’ün emirleri ve yasalarıyla çıkarıldığını, Pirimiz Bektaşi Veli- Dergahi da kapatıldığını, hatırlatmamıza gerek yok sanırım. 1920-21, 1935-37-38 tarihlerini, M Kemal’i ayrı tutuk? AKM lerimizde, dünyada olup bitenleri konuşa biliriz, her partiyi tartışa biliriz, dünyadaki zulümleri, katliamları, hitler dönemini de konusabiliriz, ne hikmet ise Dersim ve Koçgiri katliamlarını duymak istemiyen kemalist alevilerin, hiçsevmedigi, negatif duydugu konularin en başında geldigini söylemek sanırım abartılı olmayacaktır diye düşünüyorum. Böylelikle, Kürt sorunu, Dersim katliamı gibi konular açılınca, 72 millete bir nazardan bakan yolumuzun bu çizgisi, dikate alınmamaşıyla birlikte, aleviligin kadim tarihine uymamaktadır. Resmi tarih savunucuları ve kemalistler, CHP nin altı oku, tümüyle, at izi, ok izi, kurt izini takip eden anlayışla aynı çizgiye geldiklerini hatırlatılması gerekmezmi?. Katliamların gazetelerde degil, sohbet ortamında olsa dahi. Dersim katliamını Atatürk’ün kararı ve bizat bilgisi dahilinde yapılmıştır, ve CHP döneminde yapılmıştır, atatürk döneminde, yapılmıştır, 192021, 1937-38 den Koçgiri/Dersim de aynı şekilde katliam yapacaklarının pilanları yapılarak uyguladılar. Bu konuları AKM lerden tartışamadık, çareler aramadık, kemalizmin hizarında biçilip hizaya getirildigimiz resmi tarih yalanlarıyla uyutulduk. Aleviligin kadim tarihi, insanlık tarihiyle başlayarak bu güne geldigini, kılıçtan keskin kıldan ince, rızalık şehri, musahiplik ”dört can bir gömlek, yarin yanağından gayrisi ortaktır sosiyal dayanışma, 72 millete bir bakan eşitçi anlayışımızın, Bedretinlerin, Nesimlierin, Hallacı Mansurun, İmam Hüeyin’in duruşlarını bilince çıkarılması yönünde çalışmaların akademik düzeyde tartışılması gereklidir. Alevi-Kızılbaşlar öz eleştiriyi yapmalıdır Koçgiriden/Dersimden başlıyarak, Sivas katliamına kadar ki, insanlık dışı uygulamalra maruz kalan bir yolun mensupları olarak, bunca yıldır demokratik siyasi bir çizgi bilincine ulaşamadığımızı, kemalizmin türk islam ölçülerine göre, biçilip hizaya getirildigimiz, lozan dönüşünde generaller cumhuriyetine dönüşen sistemin, bizlere bir artısını (+sını) söyliyecek ve kanıtlıyacak bir uygulaması, varmıdır, 26 yıl CHP nin tek parti dönminde yaşadıgımız travmalar da çabası. Son günlerden sistemin partileri, alevilein acılrına çözüm bulma yerine başta CHP olmak üzere tarihiyle yüzleşmesi, AKP nin Gülen hareketinin siyasi kanadı olarak tehlikeli siyasi çıkışlarına karşı, salonlardan degil meydanlar dan ülkenin ezilen kesimlerle siyasi güc birligi, yapılması zorunldur. Kızılbaş Alevi tarihi, kerbela katliamıyla eş degerdir. Alevi kurumları, Özelikle İnanç kurumu temsilcilerinin, Dersimden başlıyarak, Sivas katliamına kadarki, Alevi Kızılbaş katliamlarının Kerbela yasımatem günlerinde deyinmeleri gerekir. Acılarımızı gelecek kuşaklara anlatamadığımız taktirde siyasi gurupların bizleri düşünür gibi açıklamaları? Çözümlerden uzak yaklaşımlar olduğunu, siyasi rant olarak kulanılmasına izin vermiş olacağımızın kanıtı olacaktır. Alevi – Kızılbaş inanc ritellerini, sadece dindar toplum ölçülerine gö re uygulandığı endişesini zaman zaman tartıştığımızı unutmamaliyız. Alevi-Kızılbaş yolu, insan hak ve özgürlüklerinin zulümle bastırıldığı, insanlık tarihi boyunca zalime karşı ser verip sır vermemiştir. CEM evlerimizi ve kurumlarımızın, sadece Cenaze erkanı, Cem hizmeti’ne indirgenmemesi zorunludur. Alevi toplumu çizgisini, siyasi yapılanmadan yana ağırlığını koymak zorundadır. Toplumların özgürlükleri, demokratik kuralarla salonlarda degil, kamuoya açık alanlara dünya halklarına duyurulmasıyla gerçekleşeceginin örneklerini görüyor ve biliyoruz. Alevi Kurum çatı örgütleri, yeniden, Alevi-Kızılbaş duruşunu, kemalizmin CHP si ölçülerine göre yıllardır bir birimizi hırpaladığımızı, kemalizmin Demokrasiyle asla bagdaşmadığı, yaşadığımız coğrafyanın siyasi yapılanmasına uyulmadığının bilince çıkarılmasının zamanı gelmiştir ve geçmektedir. ..................... 27,11,2011 kızılbaş - sayfa 32 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel 00 49 (0) 177 502 88 53 „Ulus-Devlet“ ve Soykırımlar Ali Kanlı Henüz 150 yılı bile bulmayan bir sürece tekabül eder „Ulusdevlet“ler (Milli Devlet) tarihi. Türk Ulusdevleti Ümmetten Millete geçişin en tipik modellerindendir.Yatay ve kesintisiz geçiş İstanbul-Ankara. Osmanlı´da Millet, Ümmeti Muhammed di ve diger milliyetlere Ecnebi milletleri denirdi. Türkleştirme İslam üzerinden gerçe kleştirildiğinden;İslamlaştırılamaya cak milletler aynı zamanda türkleştirilemeyecekti de. Türk Ulusdevleti bu nedenle Ötekilerin tasfiyesi (Soykırımlar, sürgünler) üzerinden gerçekleştirildi. Sırasıyla; Ermeni, Süryani, Pontus Rumları, Koçgiri Kürt Kızılbaşları, Ağrı ve Dersim olmak üzere Müslümanlaştırılamayacak ve Müslümanlık üzerinden Türkleştirilemeyecek halkara uygulanan soykırımlar, sürgünler ve katliamlarla (Ki; bu kırım ve katliamlara bir süreklilik de kazandirilmiştır) Türk Ulusdevletinin önü açılmış oldu. 19.yy.sonu. 20 yy. başlarında Ermeni Taşnak Partisi ve Kürt aydınlarıyla ortak örgütlenen İtihat ve Terakki güçlendiği oranda başta Ermeni Elitleri olmak üzere bir temizlik(!) hareketi başlatır. Kürt aydınlarının bir kismı türkçülügü seçer ve hatta bunlardan Ziya Gökalp gibileri en saldırğan türkçülüge soyunurlar. 120 civarında Ermeni Aydınının Deportasyonuyla (!) başlayan sürec Ermeni Soykırımının startıdır aynı zamanda. 1919 da Samsun´a gönderilen Kemal´in görevi Pontus Rumlarına yönelik Çerkez çetelerinin kırım ve talanlarını durdurmaktı Kemal, bu firsatı bir ganimet bilip; Çerkez Beyleri´iyle işbirligi yaparak Pontus´u kırımdan geçirir ve bir darbeyle Anadolu halk hareketinin başına geçer. Devamla Teskilati Mahsusann tescilli Soykırımcılarına yaslanarak talan ve kırımlarını sürürür. Ermeni, Süryani ve Rumlardan arındırılmış Anadolu´da Koçgiri (Kürt Kızılbaşları) Ulusdevlete rıza göstermemkte, kurulacak bir devlette azınlıkların hak ve özgürlüklerini sağlama alma arzusunda, çabasındadır. Bin yıldır Selçuklu ve Osmanlının kırım ve talanlarına rağmen başegmemiş KOçGİRİ KIZILBAŞLARI Bu talepleri red edilince; bir başkaldırı başlatır Aliser bey önderliginde Ermeni Soykırımından tescilli Topal Osman (Kemal´in yaveri ve sağ kolu) komutasına verilen iki kolordu ile çullanır devlet Koçgirinin başına … Şark Seyehatinden dönen İsmet (İnönü) bir SARK ISLAHAT PLANI hazırlar 1923-1925 Dersimi kısmen yanına alarak Koçgiri Kızılbaşlarını da bertaraf eden Kemal; Müslüman olup, Türkleşmek istemeyen Kürtleri oturtmuştur hedef tahtasına .. Okun sivri ucu Ağrı´ya yönelmiştir artık. Zilan kan ağlar, kan akar….. Dersim hala yan bakar…. Giderek özgüvenini pekiştiten Kemal; evlatlık edindigi Ermeni kızı Sabiha (Gökcen) ya bombalatır Dersim´i. O zamana kadar yaşanan kırımlara seyirci kalan Dersim´in yardımına koşacak kimse kalmamıştır... kadınlar, çocuklar yaşlı genç ayırmaksızın süngülenir, zehirli gazlarla boğdurulurlar. Gelinen aşamada politik hesaplarla da olsa (Dersim´i İslam içine çekme manevraları) dilucuyla deginilmiş olsada Dersim kırımına, diger yandan Kürt toprakları bombardıman altında tutulmaya devam ediyor hala. Ve daha da önemlisi Ermeni Soykırımı (Jenoside) inkar ediliyor ısrarla Soykırımlarla dolaysız yüzleşmeksizin ve resmi tarih silbaştan yeniden yazılmaksızın hiç bir özür (ki ortada gerçek anlamda bir özür dileme yoktur) kapatamayacaktır kanamakta olan İNSANLIK YARALARINI... Türk Ulusdevlat tarihi bir SOYKIRIMLAR TARİHİDİR!.. Bu kan kokulu tarihi degiştirme şanşımız yok ama, hiç degilse tarihle dolaysız yüzleşerek KIRIMLARA ugratılmış halkların çocuklarının, torunlarının acılarını bir nebze olsun hafifletebiliriz . Süryanilere azınlık statüsü talebi AB’ye taşınıyor Brüksel - İsveç’te Hükümet ortağı “Hıristiyan Demokratlar”ın milletvekili Robert Halef, Türkiye’de yaşayan Süryanilerin azın lık statüsüne tabi tutulmalarını talep etti. İsveç’te yaklaşık 100 bin Süryani’nin yaşadığını belirten Robert Halef, İsveç Parlamentosu’na verdiği önergede Türkiye’de yaşayan Süryanilere azınlık statüsü verilmesi için Avrupa Birliği nezdinde girişimde bulunmasını istedi. 1900’lu yıların başlarında Türkiye’ de 2 milyondan fazla Süryani, Ermeni, Rum ve Yahudi yaşadığı belirtilen önergede, ‘’Birinci Dünya Savaşı yıllarında çoğu Süryani öldürüldü, topraklarından sürüldü. Bugün sadece Türkiye’de 15 bin civarında Süryani kaldı’’ denildi. Mardin’in Midyat ilçesindeki Mor Gabriel Manastırı’na ait topraklara el konulduğu belirtilen önergede şu ifadeler yer aldı: “Bugün Türkiye’de yaşayan Hıristiyan ve Süryanilerin dillerini, kültürlerini korumaları ve dini inançlarını yerine getirmeleri güçtür. İnançlarından ötürü baskı altında tutuluyorlar. Hukuki bir temeli olmamasına karşın Türk devleti Hıristiyan azınlıkları tehdit ediyor ve mallarına el koyuyor. Bunun Bir örneği Mardin’in Midyat ilçesinde bulunan ‘Mor Gabriel Manastırı’dır. Mahkemenin toprakların Kiliseye ait olduğuna karar vermesine rağmen devlet hala kilisenin topraklarına el koymaya çalışıyor. Ayrıca Süryanilerin ana dillerinde eğitim hakları da yok.” Ermeni, Rus ve Yahudilere tanınan hakların Süryaniler için de geçerli olması gerektiğini belirtilen önergede, İsveç Hükümeti’nin konuyu Avrupa Birliği’nin gündemine taşımasını istedi. ANF NEWS AGENCY kızılbaş - sayfa 33 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel 00 49 (0) 177 502 88 53 gelin canlar bir olalım! süleyman deprem Binyıllardan buyana Alevilere yapılan zulüm, imha, inkar ve baskılar, sadece sıradan din veya mezhep kavgası olarak ifade edilemez. Böyle bir ifade özünde Alevilere haksızlıktır. Siyasi inkarın başka bir boyutudur. Aleviliğin tarihi İSLAM’ la değil, İNSAN’ la başlar. Mezhep veya din savaşları sömürü sistemi tarafından değişik bölgelerde değişik zamanlarda ihtiyaç duyuldukça kışkırtılır. Ancak hiçbir din veya mezhep çatışması binyıllarca devam etmez. Sistem kışkırtmadıkça hiçbir din veya mezhep mensupları birbirlerine kin duymaz düşmanlık beslemezler. Çünkü inançlar bireylerin özgür ve özgün inanç tercihleridir. Bunun toplumsal bir durum kazanması ayrı bir şeydir. Sömürü sistemi kendi varlığını sürdürebilmek için tüm sosyal-Kültürel toplumsal yapıları birbirine düşman etmek için özel yöntemler kullanır. Alevilik veya Aleviler söz konusu olduğunda durum çok farklıdır. Tarihi incelediğimizde Aleviliğin, özel mülkiyetin ortaya çıkışıyla birlikte ve özel mülkiyetin toplumlar üzerinde baskı aracı olmaya başlamasıyla birlikte, Aleviliğin bir başkaldırı hareketi olarak başat bir şekilde ortaya çıktığını görebiliriz. Doğal(ilkel) komünal toplumun sınıflı topluma dönüşme süreciyle başlayan bir başkaldırı hareketidir. O dönem tüm toplumların yaşam biçiminde inanç ve tapınma, önemli bir yer tutmaktadır. Kimi doğal güçlere, kimi totemlere kimi ise büyücülük gibi olağanüstü güçlere tapınmakta idi. Değişik toplumlarda değişik inanç ritüelleri vardı. Bunların birçoğu hala günümüze kadar varlığını sürdürmektedir. Semavi dinlerin ortaya çıkışı bu dönemden sonra başlamaktadır. O dönemde bile Alevilerin inancı, doğa ve İnsan merkezli idi. Tüm inanç ritüellerini incelediğimizde, insan sevgisi, ortak paylaşım ve doğanın bütünlüğü kutsanmış, hayalcilik ve hurafeciliğe sapmamışlardır. Özellikle Tanrı veya Allah deyimi yerine “HAK” deyimi kullanılmıştır. Alevilerde “HAK” deyimi, (Sevgi, Barış, Paylaşım, Doğa, Eşitlik) gibi tüm anlamlı ve güzellik içeren kavramları içinde barındırır. İnanç ritüelleri de bu bütünlüğü içerir. Örneğin SEMAH tamamen evrenin uyum içindeki döngüsünü, bu döngü içerisinde insanın ve sevginin önemini çarpıcı bir şekilde vurgular. Burada, diğer din ve inançlardaki olağan üstü, insanı ve doğayı dışlayan, her şeyi korkuyla, insanları Cennet-Cehennem ikilemiyle yüz yüze bırakan, hayali Sırat köprüleri ve Katran kazanı korkusuyla kimseyi zapt u rapt altına alma gayreti yoktur. Alevilerin Bu durumu, sömürü sistemlerinin işine gelmemektedir. Özellikle ilk çıkışında tüm semavi din’lerin mazlumlar lehine ortaya çıkışlarına rağmen, ilerleyen süreç’de sömürü sistemlerinin yedeğine düşmesine rağmen, Alevilik değerlerinden taviz vermemiştir. İşte asırlardır sömürü sistemlerinin her coğrafyada Alevilere zulüm-İmha- İnkar ve Asimilasyon uygulamalarının ve bu uygulamaların günümüze kadar süregelmesinin sebebini burada aramak gerekir. Alevilik “ Ah Hüseyin-Vah Hüseyin!” diye ağlayan yas tutanların mağdur kültürü değildir. Başlı başına bir Zulme ve inkara başkaldırı hareketidir. Bu isyan ve başkaldırı tarihinin ve geleneğinin temel taşlarını oluşturan ZENC isyanı, KARMATİ hareketi, İsmaili Hareketi,Hasan Sabbah,Hallacı Mansur, Baba İlyas, Şeyh BedrettinBörklüce, Pir Sultan, Seyit Rıza ve sayabileceğimiz daha birçok bir çok hak ve adalet için başkaldırı örneği mevcuttur. Bu başkaldırılar günümüze tüm devrim şehitlerinin şahsında Deniz Gezmişle, Hüseyin İnanla, İ.Kaypakkaya ile,Mazlum Doğanla ve onurlu Kürt özgürlük mücadelesiyle devam etmektedir. Bunları gözden kaçırarak, Aleviliği sadece Din temelli, mağdur ve zavallı bir topluluk olarak değerlendirmek sistemin ekmeğine yağ sürmekten başka bir şey değildir. Aleviliği bir dinin ya da bir ulusal kimliğin veya bir coğrafi bölgenin sınırları içerisine hapsetmek Alevilere olduğu gibi küresel anlamda verilen hak ve özgürlük mücadelelerine karşı haksızlıktır. Günümüze kadar gelen süreç de Aleviler varlıklarını sürdürebilmek ve zulüm ve baskılardan korunmak için hemen her dönemde özel yaşamlarını “sır”layarak ve dışarıya karşı “takkiye” yapmak zorunda kalmışlardır. Hıristiyanlık döneminde, “en iyi Hıristiyan biziz” dedikleri gibi, İslam döneminde de “İslam’ın özü biziz.!” Demişlerdir. İşin kötü yanı; Asimilasyoncu Emevi- İslam yayılmacıları bunu fırsat bilerek bu söylem üzerine Alevileri Sünnileştirmek için her yola başvurmuşlardır. Vurmakta devam etmektedirler. Bu takkiyeci’lik öyle bir hal almıştır ki, günümüzde Türk İslam sentezinin baskısıyla birçok alevi “Asıl Türk Biziz!” noktasına gelmiş ve Aleviliği sadece Türklüğün ulusal kimliğine hapsetme gayretindedirler. Bilimin ve tarihin ışığında incelediğimizde bunların hiçbirinin doğru olmadığını görebiliriz. Ancak okuyanların ve araştıranların yok denecek kadar (nüfusa oranla) az olduğu ülkemizde ezbercilik ve yayılmacı sistem politikalarının etkisiyle böylelerin sayısı oldukça fazladır. Bu durum devletin işini kolaylaştırmaktadır. Yukarıda belirtilen ayrıntıları göz önüne aldığımız zaman, Alevilerin günümüzde neden “devletten fazla devletçi, Türk’ten fazla Türk’çü” ol- kızılbaş - sayfa 34 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel 00 49 (0) 177 502 88 53 duklarını daha kolay anlarız. Aleviliği kendi yaşamsal ve felsefi kuralları ve temel ilkeleri ışığında değil de, sistemin belirlediği çakma ilke ve kurallar çerçevesinde, yani Aleviliği ; “İslam içi-İslam dışı”ya da“Aleviler Türk mü- Kürt mü-Arap mı-Acem mi” gibi hedef saptırıcı, yönlendirmelerin ışığında tartıştığımız sürece, Asimilasyona ve yozlaşmaya hizmet etmiş oluruz. Özellikle, “Cumhuriyet” döneminde yapılan inanç kırımı ve soykırımları göz ardı ederek, dersim Kanunu’nu ve Katliamını yok sayarak, bu kanunu çıkaranların resimlerini Cem evlerimizin baş köşesinde sergileyerek o katliamları kutsadığımızı gözden kaçırıyoruz. bu toplumsal bir hafıza kaybı değilse, toplumsal-Psikolojik bir sendrom’dan başka bir şey değildir. Sorunu yok sayarsan sorun ortadan kalkmıyor. Bu sendrom’un mutlaka tarih ve bilimin ışığında sorgulanması bir zorunluluktur. Kendini inkar başka bir şeydir ve bireyseldir. Ancak tarihi inkar; toplumsal ve bilimsel bir araştırma konusudur. Önlem alınmazsa Daha büyük tahribatlara yol açar. Aleviler, Katilini kutsama sendromu doğrultusunda yıllarca Statükonun savunucusu CHP yi iktidara taşıdı. Asimilasyon-böl parçala siyaseti sonucu sosyal ve siyasal birliğini kaybeden Aleviler, statükocu CHP tarafından bile önemli bir oy tabanı olma özelliklerini kaybettiler. Son süreçte CHP nin milliyetçiliğe yönelmesi ve Alevilerden milletvekili adayı olarak S.Akkiraz dışında tanınmış ve daha önce hizmet vermiş isimleri aday göstermemesinin sebebi de budur. Artık CHP nin Alevilik veya aleviler diye bir sorunu yoktur. Onlar AKP ile Statükoyu korumak konusunda milliyetçilik yarışındadırlar. Kemal Kılıçdaroğlu’ nun, CHP nin başına getirilmesinin Aleviliği veya Alevilerle hiçbir ilgisi bulunmamaktadır. Bu tamamen ABD destekli ve benzeri bir gelişen sol-Sosyalist dalganın engellenmesi amaçlı “küçük Obama” modelidir. Ayniyle uygulanmıştır. Oysa K.Kılıçdaroğlu’nun Aleviliği deşifre olmasaydı, nasıl ki Deniz Baykal yıllarca kendine Alevi diyenlere hayır demediyse, o da cami ye gitmede beis görmeyecekti. Çünkü Statükocuların aidiyetleri yoktur. Tek aidiyetleri kapitalizme kulluktur. SON SİYASİ SÜREÇ Son siyasi süreç kritik bir hal almıştır. AKP, ABD’nin BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) doğrultusunda ülkeyi Emperyalizme peşkeş çekerken, bununla birlikte kendi şeriatını ve imamın ordusunu meşrulaştırmak adına tüm demokratik talepleri ve söylemleri KCK şahsında yasa dışı göstermekte ve bu arada yaptığı tüm kanun dışı uygulamalarını bu maskeyle gizleme çabasındadır. Son 12 Eylül faşist darbe yasası marifeti, kanun hükmünde kararnamelerle yaşamı iyice çekilmez hale getirmiştir. Yaptığı zamlara “Güncelleme” diyerek halkla alay eden iktidar ve sözcüleri, asıl zamlara daha başlamadıklarının, yakın gelecekte daha büyük zamların yolda olduğu sinyalini vermişlerdir. Kürtlerin top yekün imha ile karşı karşıya bulunduğu günümüzde, Kürtleri bertaraf ettikten sonra, ikinci sırada sosyal ve toplumsal dinamik olarak Aleviler bulunmaktadır. ALEVİLERİN DURUMU Tarihi sürecinden bu yana, imha-inkar ve Asimilasyon politikaları sonucu Alevilerde müthiş bir kafa karışıklığı yaratılmıştır. Aleviler, Aleviliği felsefesi ve ilkeleri üzerinden tarif etmek yerine, Türk mü- Kürt mü, İslam içi mi-dışı mı, İnanç mı- Felsefe mi biçiminde özünden saptıran konularla oldukça meşgul edilmekte, bu doğrultuda bölünüp parçalanmalarına zemin yaratılmaktadır. Hal böyle olunca, ortak örgütlenme ve ortak muhalefet zemini kaymaktadır. Alevi- Hacı Bektaş- Pir sultan- Cem v.s. isimler altında “örgütlenen”ler, ayrılıklarına birer gerekçe bulmak için bu asimilasyon kültüründen medet ummaktadırlar. Her kesimin kendi “Dükkan”ını koruma gayreti ile, ortak Alevi –Kızılbaş İnisiyatifin yaratılması çabası es geçilmektedir. Bu durum Yol örgütlenmesinin önünde engel teşkil etmektedir. Devlet ve iktidar, varlığını ve sürekliliğini, halkların, azınlıkların, işçi ve Emekçilerin kısaca tüm eşitlik- Demokrasi-Özgürlük talep edenlerin sindirilmesine, etkisizleştirilmesine, baş kaldıranın imhasına endekslemiştir. Bunun literatürdeki adı FAŞİZM dir. Artık hiçbir demokratik uyarı yada talebe tahammülü yoktur. En masum talepler dahi “teröristlik” olarak nitelendirilmektedir. İmamın ordusu halka ve işçi sınıfına karşı güçlendirilmekte daha büyük imha ve kıyımlar için, ABD den yeni silah ve Helikopter alımı için görüşmeler yapılmaktadır. Fetullahçı faşist yapılanma her alanda dayatılmaktadır. ÇÖZÜM Böylesi bir durumda, bu iktidardan olumlu bir açılım ya da demokratik bir uygulama, artık hayaldir. İş başa düşmüştür. Yapılması gereken en güzel şey, tüm hak-Adalet ve özgürlük talebi olanların ortak bir mücadele ve müdahale zemininde ortak örgütlülük temelinde bir araya gelmesi ve güçlerini birleştirmekten geçer. HDK (Halkların Demokratik Kongresi) ortak siyasi-Ekonomik-Politik mücadelenin ortak zemini olmaya aday, son zamanların en olumlu yapılanmasıdır. Özellikle kendi kaderlerine terk edilen Alevilerin bu durumu iyi bir fırsat olarak değerlendirmeleri kendi çıkarlarına olacaktır. Kemalist Statükocu CHP nin Alevilere karşı ikiyüzlü politikası deşifre olmuştur. Alevilere verecekleri ve bundan sonrada verecekleri bir şey yoktur kalmamıştır. Fetullahçı İmamın ordusunun zaten Alevilere bakışı bellidir. Bu noktada bir beklentiye girmek tamamen siyasi körlük den başka bir şey degildir. Artık Aleviler kendi başlarına bırakılmışlardır. Ya da Aleviler bunun farkına yeni, yeni varmaktadır. Dolayısıyla başta Aleviler olmak üzere, tüm sistemden ve iktidardan zarar görenlerin HDK bünyesinde mücadelelerini örgütlemeleri ve top yekun mücadelenin saflarını güçlendirmeleri herkes için hayırlı olacaktır. Mücadelenin birliği kendini dayatmaktadır. DİRENİŞ CEPHESİNİ GÜÇLEN DİRELİM GELİN CANLAR BİR OLALIM kızılbaş - sayfa 35 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel 00 49 (0) 177 502 88 53 Emir Bedirhan’ın Cizre-Bothan Direnişini Doğru Okumak -3 Sait Çet i noğlu Şayet, bugüne kadar Saray, Kürtleri destekliyorsa, bu onları, Ana­dolu'daki Hıristiyan unsurlara karşı kullanmak istediğindendir, fakat, Ermeniler katledildiği taktirde, Kürtler Türkiye Hükümeti neznindeki önemlerini kaybedeceklerdir Kürt Hareketi içerisinde Emir Bedirhan Bey bir mittir ve Bedirhani ailesine karşı da büyük bir bağlılık vardır.[1] Bu yazı da bir anlamda Ahmet Kardam’ım Bedirhan incelemesinden hareketle Bedirhani hareketinin hak ettiği yere oturtulması yönünde bir deneme çalışmasıdır. Burada unutulmaması gereken bir nokta daha vardır ki Kürtlerin dinsel duygularının güçlü oluşu ve İslam halifesine olan bağlılıkları. Bu bağlılık bir anlamda farkındalık duygusu gelişmeye başlayan ve gelişen Kürt kökenli önderlerinin direnişlerine sinmiştir. Halifeye boyun kıldan ince ve eğridir[2]. Halifenin askerlerine dolayısıyla Halifeye el kaldıramaz[3], yönünü başka yere çevirerek güçlerini başka yerde denerler. Bu yönelme Bedirhan Bey’de Nasturiler olurken, Şeyh Ubeydullah hareketinde ise İran’a doğru olur. Bu bakımdan da Osmanlı tarafından bir isyan olarak görülmez bir asayiş ihlali olarak algılanırlar. Aşağıdaki metinlerde de görüleceği gibi fesad olarak tanımlanır. Kaldı ki Bedirhan Bey son ana kadar ortalıkta görülmez diğer Kürt reislerini öne sürer. Kendisi bir anlamda arabulucuk ile elini da güçlendireceği kanısındadır. Kardam, kitabında buna dair bir çok örnek vermiştir. Biz burada birine dikkat çekmek isteriz. Yukarıdaki yargımız 29 Haziran 1845 tarihli Seyid Bekir Sami’nin Sadarete yazdığı raporunda belirgindir: “… Bende maslahat gereği Cizre Kaymakamı Bedirhan Bey ile tanışma fırsatı bulmuştum. Çıkan bu isyanda[4] fazla sürdüremeyeceklerini ve dolayısıyla herhangi bir cebir kullanmaya da ihtiyaç yok, diye ümit ediyorum.”[5] Bedirhan Bey’in de katkısının olabileceğini düşündüğüm için mühürdarım olan Tosun Ağa’yı Bedirhan Bey’e göndermiştim. Şimdi Bedirhan Bey ve mühürdarım olan Tosun Ağa’dan gelen yazılardan anlaşılıyor ki Bedirhan Bey’in bu isyandan asla haberi yok. Çünkü Bedirhan Bey yemin billah ederek bundan haberinin olmadığını ve bu isyanın bertaraf edilmesi için elinden gelen bütün gayreti göstereceğine söz veriyor. Diğer Kürt beylerinin bu isyana destek olmamaları için özel bir adamını yollayarak kendilerine gerekli telkinlerde bulunmuştur. Bedirhan Bey kendisine bir taltifname gönderilmesini talep etmektedir. Her ne kadar kendisinin sözlerine itimat etmek doğru değil ise de bu şartlarda kendisinden gerekli yardımı sağlamak amacıyla, tarafımdan bir taltifname gönderilmiş ve kendisine İstanbul’dan ödüllendirileceği sözü verilmiştir… Bedirhan Bey de Padişahın rızasına uygun olarak bu yöredeki Kürt beylerinden Han Mahmud, Han Abdal ve Hakkari Bey’i Nasrullah Bey’i halktan gerekli desteği almamaları için gereken desteği vereceğine söz verdiğine göre bu işi halletmek daha kolay olacaktır. Bu durumda Bahri Paşa Van’a ulaştığında konuyu Bayezit Kaymakamı Behlül Paşa ile müzakere ederek Van halkının yazılı ve sözlü tehdit ve gözdağı verilerek uyarıldıkları zaman ve adı geçen Kürt Beylerinden de destek alamadıkları takdirde bu isyanı daha Yukarıda ki alıntıda ortaya konulan zihniyet bütün bir dönem boyunca cereyan eden Kürt Beylerinin direnişlerinin belirgin ve ortak karakteri olarak önümüze çıkmaktadır. Görüldüğü gibi Osmanlının endişesi yoktur. Güç kullanılmasına da gerek kalmayacağını ümit ettiğinin altı çizilmektedir. Nitekim Paşa haklı çıkacak kendisine karşıt güçleri birbirleriyle karşı karşıya getirip birbirine kırdırarak etkisizleştirmesi kolay olacaktır. Üstelik Bedirhan Bey’in direniş yılları Osmanlının bölgede en dağınık ve güçsüz olduğu, yenilgilerden yeni çıktığı yani belini henüz doğrultamadığı döneme denk gelmektedir. 1829’da Rusya’ya karşı hezimete uğramasının ardından, Mısır Ordularının Toros’ları aşarak Anadolu içlerine ilerlemesini Osmanlı ancak Büyük güçlerin yardımı ile durdurabilmişse de Mısır tehlikesini tam savuşturamamış, 1839’da da Nizip savaşında Mısır Güçlerini komuta eden İbrahim Paşa’nın ordusuna karşı ağır bir yenilgi almıştır. Bu son yenilgi ile Kürdistan’a karşı girdiği fetih hareketi kesintiye uğramış, Bedirhan Bey Osmanlının bu şaşkın anında bir güç denemesinde bulunmasına rağmen başaramamış teslim olarak sürgüne yollanmıştır. Bütün bu savaşın Tarihi Ermenistan topraklarında geçtiği unutulmamalıdır. Ancak Ermenistan’daki yıkımın boyutları ayrı bir yazının konusu olması dolayısıyla burada değinmekle yetiniyoruz. Batıda ilerlemesi duran ve fetih olanakları ortadan kalkan Osmanlı için 300 yıldır egemenliği altındaki toprakları yeniden düzene sokmak hayati bir sorundur: “Osmanlı, Kürdistan'ın kendi sınırları içindeki bölümünün tamamını kızılbaş - sayfa 36 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel 00 49 (0) 177 502 88 53 kendi egemenlik alanı ola­rak görmekte ve yönetimi merkezileştirme politikasının bir uzantı­sı olarak, orada 300 küsur yılı aşkın süredir şöyle ya da böyle süregiden özerk ve yarı özerk beylik düzenine son vermesi gerek­tiğini düşünmektedir. Bir başka deyişle, sorun, Rumeli veya Ana­dolu topraklarının herhangi bir bölgesindeki şu veya bu ayanın veya ayan ailesinin varlığına son verip o bölgede Osmanlı otorite­ sinin yeniden kurulması değil, kendilerini askerleriyle ve beylikle­r inin hanedan aileleriyle özdeşleştirmiş bir halkın varlık koşullarının yok edilmesi, Kürdistan'ın tümüyle ve kesin olarak Osmanlı devletinin hâkimiyeti altına sokulması, yani Kürdistan coğrafyası­ nın o bölümünün fethedilmesi sorunudur.” (s 71) “Reşid Mehmed Paşa'nın 1835 baharında Garzan'daki Ezidilere saldırısıyla başlayan ve ancak 12 yıl sonra, 1847 temmuzunda Bedirhan Bey'in teslim olmasıyla nihai hedefine ulaşabilen Kürdis­t an'ın fethi iki aşamada tamamlanır. Birinci aşama, 1835'te başlayıp 24 Haziran 1839'daki Nizip savaşı ile son bulur. Osmanlı'nın Mısır valisi Mehmed Ali Paşa ordusu karşısında Nizip'te uğradığı hezimet onu 1839 yazından Kasım 1846'ya kadar, fetih harekâtına yedi yıl süreyle ara vermek zorunda bırakır. Tanzimat Fermanı'nın (1839) mimarı Mustafa Reşid Paşa'nın sadrazam olmasıyla fetih harekâtının ikinci aşaması Eylül 1846'da bu kez Bedirhan Bey'e karşı başlatılır ve 1847 temmuzunda tamamlanır. Böylece, Osmanlı Kürdistan'ındaki beylik düzenine geri dönülmemek üzere kesin olarak son verilir ve Kürdistan bir Osmanlı eyaleti haline getirilir.” (s 71-72) Osmanlı, Kürdistan’a yani Tarihi Ermenistan’a askeri gücünü bir kez daha kabul ettirmiştir. Ancak Osmanlı’nın Bölgeye ikinci gelişi ilkinden biraz daha farklı ve sistematiktir. Her ne kadar Osmanlı- Kürt ittifakı Sünni bir temelde yeşerdi ise de 1826 da Yeniçeri Ocağının kanlı tasfiyesinden sonra Devletin yeni karakteri daha resmi bir Sünni temelde şekillenecektir. Bu özellikle Hamid döneminde daha da görünür bir karakter alacak, Hamid ile Kürtler arasında Hamidiye Alayları ile birlikte yeni bir antlaşma ile tarihi Ermenistan’ın fethi yeniden gündeme gelecektir. Osmanlının bu kez daha sistemli hareket etmektedir. Bedirhan Beyin yükselişine bakarsak kısaca bir tedip hareketi sonunda Cizre’ye mütesellim olarak tayin edilerek, güçleri Osmanlı ordusuna yedeklenmesiyle başlar: “Hafız Mehmed Paşa 1837 yazında, Sincar Ezidilerine karşı ke­sin olarak boyun eğdirme amaçlı bir sefer düzenlerken, komutası altındaki Kürd Mehmed Hamdi Paşa'yı da Cizre üzerine yürüyüp dağlara çekilmiş olan Bedirhan Bey'in direnişine son vermekle gö­ revlendirir. Osmanlı ordusuyla baş edemeyeceğini anlamış olan Bedirhan Bey direnmeyip itaat etmeyi tercih eder ve, daha sonra, Hafız Mehmed Paşa tarafından Cizre-Bohtan beyliğine mütesellim (yönetici) atanır.”[6]Mütesellimlik yanında Bedirhan Bey’e binbaşılık rütbesi de verilecektir. Ayrıca Dersaadetten, bir şeref madalyası ve bir miralay kılıcı ile de ödüllendirilecektir. Osmanlı ordusuna yedeklenen Bedirhan güçleri Kürdistan’daki yeni fetih ve tepelemelerin aygıtına dönüşmüştür. Önceki bölümde de örneklediğimiz gibi Bedirhan güçleri fethin bir parçasıdır. “Sincar Ezidilerinin direnişini çok kanlı biçimde bastıran Hafız Mehmed Paşa çoğunluğunu yine onların oluşturduğu Tılefer'i de çok kan dökerek zapteder ve Mayıs 1838'de Hacı Behram miri Said Bey'in elindeki Gurkel kalesini Bedirhan Bey'in yardımıyla düşü­ rür. Hemen ardından, Haziran-Temmuz 1838'de, Garzan bölge­sindeki Ezidileri kanlı bir saldırıyla zapturapt altına alır. Bu askeri operasyonların bir amacı da, Mısır valisi Mehmed Ali Paşa'yla ya­ pılacak nihai hesaplaşma sırasında ortaya çıkabilecek olası Kürt direnişlerine imkân vermemektir.” (s 74) Kardam, Osmanlının Kürdistan üzerindeki seferinin bu kanlı eylemlere başarıya ulaştığını bu kazanımlarının Nizip bozgunu ile sıfıra indirgenmediğini kaydeder. Osmanlı Kürdistan’a girmiş, yerleşmiş ve yeni düzenini oluşturmuştur. “1835'te Reşid Mehmed Paşa'nm komutasında başlayıp, onun ölü­münden sonra 1838'e kadar Hafız Mehmed Paşa eliyle sürdürülen Kürdistan seferi sonucunda, Osmanlı ordusu Kürdistan'ın o güne kadar hiçbir ordunun giremediği bölgelerine girmiş olur. Başta So­ran beyliği olmak üzere, büyüklü küçüklü çok sayıda Kürt beyli­ğinin varlıklarına son verilir. Yine, büyüklü küçüklü birçok Kürt beyliğinin 16. yüzyıldan beri devam edegelen, veraset yoluyla yö­netilen "hükümet sancağı" statüsüne son verilir. Beyliklerin yöne­t imleri yine çoğunlukla yönetici sülaleden birine verilmekle birlik­te, bu beyler Osmanlının atadığı "mütesellim" statüsüne indirge­n ir.” (s 75) Osmanlı artık Kürt Beylerine karşı operasyonları diğer Kürt Beylerine yaptırmaktadır. Nitekim Nizip Savaşı öncesindeki son Askeri harekata ordu katılmaz Müküs Beyi Han Mahmud’a karşı yapılan askeri harekat Bedirhan, Mir Sevdin ve Hakkari Beyi Nurullah eliyle yapıtırılır. Kürdistan’da artık hiçbir şey eskisi gibi değildir. Nizip bozgunu Osmanlıyı sarsmış olsa da Kürdistan’da kurduğu yeni düzeni pek fazla etkilemiş olduğu söylenemez. Bu Bedirhan Bey’in direniş sürecinde de açıkça görülmektedir. Bedirhan Bey sürekli alttan almakta zaman kazanmaya çalışmakta ve öne diğer Kürt beylerini sürmektedir. Bunun yanında Osmanlının yenilgisi “Osmanlı devletinin isyan eden bir vali (Mehmed Ali Paşa) karşısında ne kadar güçsüz olduğunu, bir valisinin isyanı karşısında bile, toprak bütünlüğünü sağlamak için yabancı devletlerin yardımına muhtaç olduğunu tüm Kürdistan'a gösterir.Nizip yenilgisinin özellikle Cizre-Bohtan beyi Bedirhan için ce­saretlendirici, ufuk açıcı sonuçları olduğu anlaşılıyor. ( s 76) Bedirhan Bey Osmanlının sendelediği bu ortamda fırsatları lehine çevirme yollarına başvurarak ittifaklar tesis etmeye başlar: “Osmanlının Nizip bozgunuyla birlikte Bedirhan Bey'in yükselişi de başlar. Ni­zip yenilgisinin ardından, Hafız Mehmed Paşa ile kurduğu diplo­matik ilişkilerin kendisine kazandırdığı güçle, … (s 76)Diğer Kürt beyleri ile kurduğu ittifaklar saye­sinde, Bedirhan Bey kısa zamanda diğerlerinin arasından sıyrılarak, Kürdistan'ın en güçlü beyi ha­line gelir. Bu ittifaklar ayrıca Bedirhan bey çevresinde bir koruma kalkanı olarak kullanıldığını da söyleyebiliriz. Ayrıca Bedirhan Bey bölgedeki her güç gibi Devleti arkasına alarak güçlenmektedir. Devletle olduğu zaman güçlüdür. Bu aynı zamanda Samir Amin’in de dediği gibi kapitalizm öncesi haraççı toplumların karakteridir de. Devletle olduğun zaman her şey, kızılbaş - sayfa 37 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel 00 49 (0) 177 502 88 53 devletle ayrı düştüğün zaman hiçbir şey! Nizip Yenilgisi kendisine bir fırsat tanımasıyla birlikte, Bedirhan’ın Osmanlı tarafından güçlendirilmiş olduğunu da söylemek mümkündür; 1838 sonu veya 1839 başında Osmanlı tüm ça­basını Nizip savaşı hazırlıkları üzerinde yoğunlaştırdığında, “hem asker toplamaya imkân tanıması ve hem de cephe gerisinde sorun yaşanmaması için, 1835'ten beri yürütülegelmiş operasyonlarla sindirilmiş Kürt beyliklerinin, Osmanlı desteği ile güçlendirilmiş ve daha da güç­lendirilecek olan Bedirhan Bey aracılığıyla kontrol altında tutul­ ması önemliydi… Kürdistan'dan olabildiğince çok sayı­d a Kürdün ordu için seferber edilebilmesi yaşamsal önem taşı­maktaydı. Osmanlı ordusunun çok önemli bir kısmını Kürdis­t an'dan toplanacak başıbozuk askerler oluşturacaktı. O nedenle, Diyarbekir eyaleti redif alayları miralayı Bedirhan Bey'i hoş tut­mak önemliydi.” (s 76) Ancak bu geçici bir durumdur. Bedirhan Bey bu geçici durumu kalıcı sanarak güç denemesinde bulunmuştur. Nizip savaşı sonrasında Osmanlı bölgede kontrolünü geçici olarak kaybettiğinde bölge geçici olarak Bedirhan Bey’e kalmış olur. Kardam bu durumu şöyle özetler: Sadrazam Mustafa Reşit Paşa’nın, padişaha sunduğu 26 Tem­ muz 1847 tarihli tezkeresinde, her ne kadar devletin elinde gibi gö­r ünüyorsa da, aslında “birtakım zalim ve serkeşlerin” [siz bunu Bedirhan Bey ve müttefikleri olarak okuyun] elinde olan bir “Kürdistan”dan söz edilmektedir. (s 110) Kardam’ın Bedirhan Bey’in Osmanlı ilişkileri ile ilgili Bedirhan tarifi direnişinin niteliğini açıklar mahiyette olduğu kadar Durduğu yeri de özetler :1847 haziranında Cizre’ye saldıran Anadolu Ordusu müşiri Osman Paşa’nın birlikleriyle savaşması dışında, o tarihe kadar Osmanlıya ait hiçbir kale­ye ve yere saldırmamış, tek bir Osmanlı askerine kılıç sallayıp ateş etmemiş olan… Müttefiklerinin direniş ve isyanlarını hep desteklemiş, hatta bizzat planlamış olduğu halde hep geri planda durmuş, kendisine yönelik iddiaları hep red­ detmiş, Osmanlıyla diplomatik ilişkilerini korumaya sürekli özen göstermiş olan Bedirhan Bey… (s 113) Yumurta kapıya geldiği zaman silaha sarılmak Kürt direnişlerinin genel karakteridir. Herkes sıranın kendisine gelmeyeceğini düşünerek önceki tedibi seyreder ya da destekler bir tutum almaktadır. Kardam konunun Dersaadet’te tartışıldığını ve Bedirhan bey’in direnişinin geçiştirilmesinin yollarının arandığını kaydeder: Dersaadet, Nizip bozgununun açtığı yaralar sarılmaya çalışılırken Kürdistan’da gereksiz yere sorun yaratılmasını is­tememekte ve yaratılmış olan sorunun Bedirhan Bey’in ikna edil­mesine bağlı ve bunun mümkün olduğunu düşünmektedir. Sad­razam, “içinden geçilmekte olan şu nazik zamanda, [Kürdistan’da] hiçbir şekilde bir ihtilale yol açılmamasını” istemektedir. Kardam eklerde (BOA 155 [img039984] ) verdiği bir belgede yine Bedirhan Bey’in güzellikle yola getirilebileceği kaydedilmekte ve buna uygun hareket edilmesi tavsiye edilmektedir: “Cizre tarafında bulunan Miralay Bedirhan Bey bi’t-taltîf celb olunduğu hâlde merkûm Han Mahmud ile müttehid olduğundan gaile-i mezkûrenin hüsn-i suretle indifâ’ı hâsıl olacağı cihetle mîr-i merkûmun imâl-i letâyifü’lhiyel tarafına celbiyle istihsâl-i indifâ-ı gaileye himmet olunması hususunun Diyarbekir müşîri atûfetlü Vecihi Paşa hazretlerine dahi iş’âr ve merkûmların İranlu cânibine savuşamamaları esbâbının istihsâline gayret eylemesi key-fiyâtının…” Bedirhan Bey’in ana stratejisinin ana noktaları olarak Kardam şunları sıralar (s 121-22): • İttifak halinde olduğu Kürt beylerinin direniş veya açık isyan­larını çeşitli biçimlerde desteklemek veya planlamak, ama Osman­lıya karşı hiçbir zaman açık bir direniş sergilememek, hele silaha asla davranmamak; • Bu isyan ve direnişlerin destekçisi ya da planlayıcısı olmakla suçlandığında, bu suçlamayı kesin bir dille reddetmek ve bölge va­lileri ile yazışmalarında direniş veya isyan halinde olan müttefiki Kürt beyleri için “hain”, “asi”, “eşkıya”, vb. gibi sıfatlar kullanırken, padişah, sadrazam ve bağlı olduğu bölge valisine karşı sada­katini neredeyse “kölece” denebilecek aşın abartılı bir dille ifade etmek; • Böylece, gerekirse sahip olduğu askeri gücü kullanabileceği tehdidini kuşkusuz ima eden diplomasi kanallarını asla kapatma­mak; • Açık tutmaya özen gösterdiği kanallardan, her seferinde, sa­raya, hükümete ve bölge valilerine şu mesajı vermek: “Bölgedeki direniş ve isyanları kontrol altına almak, Kürdistan’da istikrar sağ­ lamak istiyorsanız beni muhatap alıp yetkilendirin; ben yaşanan her sorunu çözebilirim.” Kısaca Osmanlının sendelediği bir tarih aralığında Bedirhan Bey, Osmanlının Nizip bozgununun sonucu düştüğü zayıflığın ve çaresizliğin sürgit devamı varsayımı içinde, çevresine koruma çemberi olarak aldığı diğer Kürt Beyleri ile kendine bir iktidar yolu açmak istemektedir. Osmanlı Bedirhan Bey’i tatlılıkla eski çizgisine getirmeye, asiliğini geçiştirmeye çalışır. Yetmediğinde ise zora başvuracaktır. Burada da öncelikle – her Kürt direnişi ya da isyanında olduğu gibi- Bedirhan Bey’in Kürt Beylerinden oluşan koruma çemberi ortadan kaldırılır. En yakınlarını elde eden ve kendi yanına çeken devlet için, Bedirhan’ı teslim alıp sürgüne yollamak kolaydır. Küçük bir direniş sonucunda Bedirhan Bey yenilerek teslim olur. Kardam, Bedirhan Bey’in direnişinin bir ay gibi olağanüstü kısa sürede çökmesini ve yenilginin nedenini de tartışarak, yenilgiyi sosyal ve siyasal gelişmemişliğe bağlarken; Bedirhan Bey’i efsaneleştirerek onu 19. yüzyılın sonu ile 20. yüzyılın başındaki örgütlü Kürt ulusal uyanışının başlıca referans noktalarından biri haline getiren, ken­ dinden önceki ve sonraki Kürt isyanlarının tersine, askeri basanla­r ı değil, başarılı bir siyasetçi olarak görülmemiş genişlikte bir Kürt ittifakı kurması, yönetim becerisiyle Cizre-Bohtan beyliğini yüksek bir refah düzeyine yükseltip ona “devlet” özellikleri kazandırması, Osmanlıyla kurduğu diplomatik ilişkilerle özerk/bağımsız bir Kürdistan hedefine doğru kaydettiği ilerlemedir. (s 372) sözleriyle Bedirhan Bey mitini tanımlamasına çekinceli yaklaşıyoruz. Bedirhan Bey Hareketi Kürt unsurları içinde barındırsa da dönem itibariyle gelişmişlik düzeyi bir farkındalık keş- kızılbaş - sayfa 38 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel 00 49 (0) 177 502 88 53 fedilse dahi milli bir bilinç yoktur ve milli bir harekat sayılmamalıdır. Bedirhan bu hareketi ile bir Kürt hareketi / Kürdi hareket planlamamıştır. O sadece kendisine bir iktidar açmak istemiştir. Buna rağmen primordialist bir tarih anlayışı çerçevesindeki bir ihtiyaçtan doğan bir Bedirhan mitinin dolaşıma sokulduğunu rahatlıkla söylemek mümkündür. Kardam’ın yenilginin sonuçları olarak söylediği: Bedirhan Bey’in yenilgisi Osmanlı Kürdistan’ının tarihinin en önemli dönüm noktalarmdan biridir. Bu yenilgiyle birlikte Os­manlı Kürdistan’ındaki beylik düzenine son verilmiş, Kürdistan’ın Osmanlı tarafından fethi tamamlanmış, günümüzdeki “Kürt sorunu”nun temelleri atılmış, çok çeşitli etnik ve dinsel unsurlardan oluşan bu coğrafyanın kendi iç dinamikleriyle gelişme imkânlan yok edilmiştir.Sözlerine de maalesef katılamıyoruz. Osmanlı Kürdistan’ı denen bölge Tarihi Ermenistan’dır. Başta da belirttiğimiz gibi Osmanlı-Kürt ittifakı tarihi Ermenistan’ın fethini amaçlamış ve gerçekleştirmiştir. Bu konudaki yargımızı Bedirhan Bey’in bir güç gösterisi olarak gerçekleştirdiği Nasturi Soykırımı’nın perçinlediğini söylemekte sakınca yoktur. Şeyh Ubeydullah’ın yıllar öncesinden söylediklerine kulak vermemizde ve onun sözlerini bir kere daha düşünmemizde fayda vardır: 1880 yılı temmuz ayı sonunda Kürt liderle­r i Şemdinan’da toplanmıştır. Bu toplantı, Kürtlerin 19. yüzyıl ta­ rihindeki en temsilli toplantısıdır. Toplantının amacı Ubeydullah tarafından Kürt aşiretleri arasında birlik kurulması ve ayak­lanma için hazırlık yapılması olarak belirlemişti. Toplantı ol­dukça ateşli geçmiş ve Kürtler arasındaki çıkar farklılığını or­t aya koymuştu. Türk iktidarı ile işbirliği halinde olan bazı aşiret reisleri daha toplantının başlangıcında Kürt birliğinin Ermeni ve diğer Hristiyanlara karşı kullanılması görüşünü ileri sürdüklerinde, Şeyh Ubeydullah onları uyararak bir gerçekliği ifade eder: “Şayet, bugüne kadar Saray, Kürtleri destekliyorsa, bu onları, Ana­dolu’daki Hristiyan unsurlara karşı kullanmak istediğindendir, fakat, Ermeniler katledildiği taktirde, Kürtler Türkiye Hükümeti neznindeki önemle- rini kaybedeceklerdir’’[7] Ubeydullah Nehri’nin sözlerinin altını bir kere daha çiziyoruz. Bu günkü gerçeklik de tam da buna tekabül etmektedir. ................... [1] Günümüzün özgün Kürt yazarlarından Cemil Gündoğan “Bugünün Kürt aydınları, geçmişlerinde Kürt aydını aradıklarında Bedirhan kardeşlerden başkasını pek görmezler” der Bedirhani ailesine bu bağlılığın sonuçlarından birinin de diğer önemli kişiliklerin ve “ısrarla kendi topraklarında kalıp direniş örgütleyen çizginin” gölgelendiğinin altını çizer. Örnek olarak da Bu çizginin temsilcileri olarak da İhsan Nuri Paşa ve Koçgirili Alişer örneğini verir. Cemil Gündoğan, Dönemeç Yazıları Kürt Sorunu Üzerine Makaleler (1999-2011) Vate Y.2011, s 91.Biz Cemil Gündoğan’ın örneklerine, Şeyh Ubeydullah Hareketi ile Mevlanzade Rıfat Efendiyi de eklemek isteriz. Bedirhan Bey Oğullarının da tümünün de aynı fikirde ve aynı yönde olduğu da söylenemez. Bu konuda Ahmet Kardam’ın bu konuda verdiği örnekler çarpıcıdır. (Ahmet Kardam, Cizre- Bothan Beyi Bedirhan Direniş ve İsyan Yılları, Dipnot Y. 2011, s 30-32. Ancak Bedirhanilerin kendilerine Kürt hareketinin önderleri misyonunu biçtiklerini ve buna da hakkı olduklarına inandıklarını eklemekle yetinelim. Ahmet Kardam’ın Cizre- Bothan Beyi Bedirhan Direniş ve İsyan Yılları kitabından yapılacak alıntılar bundan böyle metinde sahife numaraları ile belirtilecektir. [2] Diplomatik bir dil olduğunu kabul etsek dahi Bedirhan Beyin mektubunda geçen bu ifadelerin neresi nüanse edilebilir: Devlet her dağ başında benim gibi bin Bedirhan bulup hiçbirine çobanlık bile vermezken, benim miralaylık rütbesine nail olup padişah nişanına layık görülmem iyi hizmet edip tuttuğum yoldan Ötürüdür. Maazallah, nzaya karşı çıkacak olsam, padişahın bugüne kadar yediğim ekmeği gözüme durup fena olaca­ğım gün gibi meydandadır. Hal böyleyken, asiliğe kalkışanlara nasıl olur da yardım ederim? (...) Padişahın nişanına layık görülmüş ola­rak, bunun gereği ve borcu olarak, değil Han Mahmud haini, muha­lefet eden kardeşim bile olsa mutlaka bir yolunu bulup onu elde edip [ikna edip] ilgili yere sevk etmek görevimdir. (s 125) [3] Soran ulemasının ilan ettiği Halife ordusuna karşı çıkmanın kafirlik olacağı fetvasının Mir Muhammed’in kuvvetlerinin etkinliğini kırmış hareketin yenilgisiyle sonuçlanmıştır. “Osmanlı ile mir Muhammed arasında sözü edilmeye değer herhangi bir çatışmadan söz edilmemektedir.” Ahmet Kardam, Bedirhan…, s 73 [4] Yazar -okuyucuya kolaylık olması bakımından olsa gerek- isyan kelimesini kullansa da orijinal metinde isyan yerine fesad-ı mezküre kullanılmıştır. Bu alıntıdaki bütün isyan kelimeleri fesad-ı mezküre okunmalı/anlaşılmalıdır. Çalışmada belgelerin orjinalleri, transkribi ve bugünkü dile tercümesi bulunmaktadır. [5] Kerem Soylu, Mesail-i Mühimme-i Kürdistan (Kürdistan’ın Önemli Meseleleri) Enstituya Kurdi, Amed 2004, s 267-269. Kerem Soylu’nun bu kapsamlı arşiv incelemesi ve deşifrasyonu ile son derece önemli belgelerin okuyucu ve araştırmacılar ile buluşması sağlanmıştır. Okuyucu bu sayede birinci el kaynaklara direkt olarak ulaşma olanağı elde etmektedir. Ahmet Kardam’ın da kitaba eklediği arşiv belgelerinin orjinalleri ile birlikte bunların transkribi ile de bu belgelerin günışığına çıkarak okuyucu ve araştırmacılara sunması ayrı bir takdire değer çalışmadır. [7] Celilé Celil, 1880 Şeyh Ubeydullah Nehri Kürt Ayaklanması, Çev. M. Aras, Péri Yayınları, 1998, s 85 kızılbaş - sayfa 39 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel 00 49 (0) 177 502 88 53 'Sinagog Katliamları vesilesiyle Türkiye’de anti-semitizm' Sinagog Katliamları vesilesiyle Türkiye’de anti-semitizm; Trakya pogromu, Struma faciasi ve Sebataycılık tartışmaları Recep Maraşlı Nedense Yahudilerin Türkiye’de hiç bir zaman ayrımcılığa, baskıya maruz kalmadıkları, hatta mutluimtiyazlı bir azınlık oldukları gibi bir yanlış bir inanış vardır. Resmi propaganda tarafından örnek bir alicenaplık olarak sunulan, anti-semitikler tarafından da tersten bir saldırı referansı olarak kullanılan bu düşünce nereden kaynaklanıyor? Bu gibi saldırıların istihbarat örgütlerinin masalarında planlanmış olması elbette mümkün. Ya da dinsel fanatizm içindeki örgütlerce de yapılmış olabilir. Ama her olasılıkta da bu saldırının kendisine Yahudileri bütün dünya için kollektif bir düşman ve tehlike olarak gösteren “anti-semitist” ideolojik arka plan ile meşrulaştırdığını görmek lazım. Ve bir zamanların yükselen “antikomünizm” manipülasyonu gibi, dünyadaki sosyal-siyasal sorunların temelindeki çelişki ve çözümleri gözden kaçırmak amacıyla yoğun bir “Yahudi düşmanlığı” pompalandığına da dikkat çekmek istiyorum. Belki de Ermeni ve Rumlarla kıyaslandığında ne Osmanlı ne de Cumhuriyet bürokrasisinin Yahudilerle herhangi bir savaş yapmamış olması, Yahudilerin ulusal bağımsızlık ya da toprak talepleriyle karşılaşmamış olması böyle bir farklılık algılanmasına neden olmuş olabilir. Yahudi nüfusunun büyük çoğunluğuyla İspanya sürgünü Yahudilerin (Seferdim), Sultan II.Mehmet döneminden beri İstanbul’da yaşıyor olmaları, kendilerine o zamandan beri dinsel cemaat statüsü tanınmış olması; Sarayla her zaman dostane yanı sıra özel olarak Yahudilerin uğradığı baskıları da örneklemek mümkündür. ilişkiler sürdürmeye özen göstermeleri ek bir neden olarak sayılabilir. Yanı sıra kapitalizmin gelişmesiyle birlikte Selanik’te palazlanan Yahudi ticaret sermayesinin siyaseten etkili olmasının da bu yargıyı besleyen bir arka plan oluşturduğu söylenebilir. Yaklaşık 300 yıl önce Musevi bir din adamı olan Sebatay Sevi, Musevilikle İslam dinini sentezleyen bir inanışı örgütledi. Osmanlıların „dönme“ olarak adlandırdıkları Sebataycılık özellikle Selanik’teki Yahudi tüccarlar arasında rağbet buldu. Böylelikle tümüyle İslam unsurlardan oluşan Osmanlı bürokrasisinde yer alma ve toplumu siyaseten de etkileme şansı elde edeceklerini düşünüyorlardı. Geleneksel Musevi cemaatiyle ilişkileri koptuğu için kendi aralarında dayanışmacı Masonik bir örgütlülüğü yeğliyorlardı. Sınıfsal ve etnik konumları onları politik olarak Jön-Türk hareketini ve Meşrutiyeti, Kemalizmi ve Cumhuriyeti desteklemelerine yol açtı. Oysa Yahudiler de diğer gayri Müslim toplumlar gibi Cumhuriyetçin etnik yok etme politikasından nasiplerini almışlardır. Asimilasyon politikaları, Varlık Vergisi ve 6-7 Eylül olaylarında Rum ve Ermenilerle birlikte hedefte olmalarının 1934 yılında Trakya\''da Yahudilere dönük provokasyon girişimleri sonucu 15 bine yakın Yahudi’nin evlerini terk ederek İstanbul’a kaçması unutulmaması gereken bir örnek oluşturuyor. Trakya\''da özellikle süt ürünleriyle ilgili ticarette nüfuz sahibi 30 bini aşkın Yahudi yaşamaktaydı. Trakya\''da Yahudilere dönük bir kampanyayı başlatan Cevat Rifat Atılhan, Nazi Almanyası\''nda Julius Streichet\''in yanında siyasi eğitim görmüş, İstanbul\''a döndüğünde Milli İnkılap Dergisi\''ni çıkarmaya başlamıştı. Yazdığı yazılarla Yahudi düşmanlığını harekete geçiren Atilhan’ın, Yahudilerin sömürücü oldukları temasıyla başlattığı anti-semit kampanya kısa süre de militanların girişimleriyle saldırılara dönüştü.15 bine yakın Yahudi evlerini terk ederek İstanbul\''a doğru kaçmaya başladı. Saldırılarda evler, is yerleri yakılıp yağmalanıyor. İnsanlar dövülüyor, kadınların ırzına geçiliyordu. Olaylar sırasında bir de onbaşı öldü. Neden sonra ancak olayların 4. gününde Ankara müdahale etti. Sorumlu tutulan bazı insanlar tutuklandı. Yine II. Dünya Savaşı öncesinde Nazi Almanya’sının zulmünden kaçan pek çok Yahudi Türkiye’ye göç etmekteydi. Bunların içinde kendi dallarında uzman bilim adamı ve sanatçılar da bulunmaktaydı. 1938\''de Türkiye\''ye dönük Avrupa’daki Yahudi göçünün önlenmesi için bir kızılbaş - sayfa 40 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel 00 49 (0) 177 502 88 53 yasa tasarısı verildiyse de kabul edilmedi. Fakat özellikle siyaset bürokrasisi içinde Almancı eğilimin güçlenmesine koşut olarak hükümet Yahudi düşmanlığını resmi bir politika haline getirmenin işaretlerini vermeye başladı. „Azınlıklar“ı ekonomik ve siyasi sıkıntıların sorumlusu olarak gösterilen söylemlerin dozajı sertleşerek artması bunun bir göstergesidir. Bu süreçte dönemin başbakanı Refik Saydam\''ın emriyle ülkenin tek Resmi haber ajansı olan Anadolu Ajansı’nda çalışan 26 Musevi personelin isine son verildi. Bu arada ayni günlerde 6 Musevi genç Yahudiliği yaymak suçlamasıyla yargılanmaya başladı. Bu gençlerin evinde bulunan 700 kitaptan sadece 7 tanesi Siyonizm hakkındaydı. Aynı günlerde yaşanan „Struma Faciası“ gelişmelerin seyri hakkında ürkütücü bir manzara ortaya koymaktadır. 1941 yılının aralık ayında Nazi kontrolündeki Romanya Hükümeti ülkedeki Yahudileri toplamaya başlamış ve bu kırımdan kurtulmak için 769 Romen Yahudisi Köstence limanından „Struma“ adında eski ve bozuk bir gemiyle Karadeniz\''e açılmıştı. Gemi 11 Aralık 1941 tarihinde İstanbul/Sarayburnu açıklarında arızalandığında Yahudiler, Türk hükümetine Filistin\''e gitme taleplerini iletti. Ancak Türkiye ne geminin geçişine ne de karaya çıkmalarına izin veriyordu. Boğazlar Sözleşmesine aykırı biçimde geminin boğazlardan geçişinin engellenmesi ve nasıl bir yasal dayanakla Karadeniz’e çıkarıldığı soruları ise yanıtsızdır. Sonradan açıklanan bilgilerden İngiltere hükümetinin de geminin Filistin’e gitmesi için vize vermediği anlaşılmaktadır. 2.5 ay bir cüzamlı adası gibi denizde karantina altında tutulan gemide bulaşıcı hastalık ve açlık baş göstermişti. İstanbul’daki Musevi cemaatinin ve Kızılay’ın gemiye ulaştırmaya çalıştıkları giyecek ve yiyecek yardımları bu insanların kaderini değiştirmeye yetmedi. Gemiden ancak birkaç şanslı kişi çeşitli gerekçelerle karaya çıkmayı başarabildi. Siyasi pazarlıklar zulümden kaçan Struma yolcularının denizin ortasında kaderlerine terk edilmesiyle sonuçlanır. 24 Şubat 1942’de Gemi İstanbul limanından kovularak Karadeniz’e geri gönderilir. Gemi ya Alman denizaltılarınca bilinçli olarak ya da yanlışlıkla, Balkanlar\''dan Adriyatik\''e yapılan nakliyatı engellediğini sanan bir Sovyet Denizatlısı’nın gönderdiği torpil sonucu batar. İşte, günün koşullarında, Struma yolcularına yaşatılan çilenin ve top yekun ölümle biten bu korkunç facianın özeti. Yolculardan sadece bir kişi sağ olarak kurtuldu. Olayın duyulması üzerine bir açıklama yapan başbakan Refik Saydam sorunu bir cümleyle özetlemekteydi; \"Türkiye başkaları tarafından arzu edilmeyen insanlara mekan olamaz.\" Struma faciası, Türkiye’nin Nazi Almanyası’na karşı sürdürdüğü bir politikanın sonucu yaşanmıştır. Bir yolcu gemisinin boğaz suları dışına atılması Montrö Boğazlar sözleşmesine de aykırı bir uygulamadır, eşi benzeri yoktur. Keza Boğazlardan geçişine izin vermemek de uluslararası sözleşmelere aykırıydı. Kaldı ki bulaşıcı hastalık görülen gemilerin karantinaya alınması uygulaması gibi bir “mevzuat” bulunmakla beraber, karantina tedavi ve koruma amaçlı bir tedbirdir. Gemi yolcuları toplu olarak bakıma alınıp tedavi edilebilirdi. Burada imha amaçlı bir dışa atma eylemi söz konusudur. Yalnız şiddet değil, anti-semitizm ve kolektif suç mantığı da kınanmalı.. Sinagoglara yönelen şiddet hareketi, insanlara sadece dini inancı ve etnik kimliği nedeniyle “kolektif suçlu” olarak görülüp cezalandırılması gibi korkunç bir mantığa dayanıyor. Olayın dehşet boyutunu kınayan açıklama ve arka planı yorumlamaya çalışan tahlilleri okuduğumuzda insanın dudağı uçukluyor adeta. Kimileri “yoldan geçmekte olan ve Yahudilikle ilgisi olmayan masum insanlar”dan bahsediyor. Yani saldırıya yapanları adeta “dikkatsizlikle” ve “Yahudi olmayanların da hayatını tehlikeye attıkları” için eleştirmekte. Ölenlerin hepsi Yahudi olsaydı mesele olmayacaktı gibi mesajlar çıkıyor. Kimileri koruma görevlilerine hayıflanıyor. Kimileri saldırının “Dışarıdan” yapılmış olmasını diliyor vb. Analizciler yoğunlukla, Ortadoğu, Amerika – İsrail ilişkileri, El kaide meselesi vb. Üzerinde duruyorlar. Bu gibi saldırıların istihbarat örgütlerinin masalarında planlanmış olması elbette mümkün. Ya da dinsel fanatizm içindeki örgütlerce de yapılmış olabilir. Ama her olasılıkta da bu saldırının kendisine Yahudileri bütün dünya için kollektif bir düşman ve tehlike olarak gösteren “anti-semitist” ideolojik arka plan ile meşrulaştırdığını görmek lazım. Ve bir zamanların yükselen “antikomünizm” manipülasyonu gibi, dünyadaki sosyal-siyasal sorunların temelindeki çelişki ve çözümleri gözden kaçırmak amacıyla yoğun bir “Yahudi düşmanlığı” pompalandığına da dikkat çekmek istiyorum. Devlet politikalarına her zaman “sol”dan ideolojik destek vermiş olan Türkiye’nin Kemalist solcuları da, bugün moda bir akım olarak yakın doğuda ve dünyadaki bütün olumsuz gelişim ve değişimleri de “işin içinde Yahudi parmağı” bularak açıklamaya başlamışlardır. Türkiye’de aklı başında ne kadar bilim insanı, sanatçı varsa onların neredeyse hepsinin “gizli Yahudi”, “Sebataycı” oldukları gibi bir cadı avı başlatılıp, isimleri adresleri akrabalarıyla soy sopuyla birlikte “gizli kolektif düşman” olarak hedef gösterilmesinden tutun da, Güney Kürdistan’ın “Küçük İsrail” olarak ilan edilmesi, Barzani ailesinin “Yahudiliğinin keşfedilmesi” gibi popüler bütün söylemler, hepsi anti-semitizmi beslemekte veya bu- kızılbaş - sayfa 41 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel 00 49 (0) 177 502 88 53 radan kalkınmaktadır. İtiraf etmeliyim ki ben de “Sebataycı” olmakla “suç(!)”lanıncaya kadar bu konunun bu kadar saçma sapan bir hal aldığının farkında değildim. Bu söylem asıl olarak “özbe öz Türk” olanları, “gerçek” Müslümanları, Türk ve Arap milliyetçiliği ile İslam fundemantalizmini destekleyen bir zihni alt yapıya sahip. Türkiye’yi “gerçek” Türkler ve “gerçek” Müslümanlar yönetmiyorlar ve bütün kötülüklerin kaynağı da bu. Gerçek Türkler ve gerçek Müslümanlar bu “gizli Yahudi dönmeleri”nin onların ilişki ve bağlantılarını deşifre edip iktidarı ele aldılar mı Türkiye’nin bütün sorunları çözülmüş olacak! Ama böylelikle cıvık cıvık bir Türk şovenizmi yapmakla kalmıyor, TC devletinin militarist bürokratik yapısını (Özellikle Ordununun rolü ve işlevini) de gözden kaçırmaya, hedefi saptırmaya da yarıyor. Sosyo-ekonomik, toplumsal analizlerin yerini, gizli tarikatların izini kovalayan gizemli ve falcılığa benzeyen bir metafizik bir söylem alıyor. Güney Kürdistan’daki özgürlük hareketini Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkını boğmak mı istiyorsunuz. Anti-semitizm hemen imdada koşuyor, bunun bir Yahudi planı olduğunu, Barzani ailesinin de zaten Yahudi dönmesi olduklarını, Güney Kürdistan’daki devletin de “Küçük İsrail” olacağı söylemi geliyor. Baasçı Arap milliyetçiği, Kemalist Türk şovenizmi, pek barışık olmasalar da bir başka boyuttan Sünni ya da Şii dinsel fanatizmiyle de bu noktada korelasyonlar kurarak bir “Yahudi heyulası” dolaştırıyorlar. İsrail’in yayılmacılığına, Filistin’de uyguladığı teröre karşı çıkmak başka bir şey ama her bunalım dönemlerinde toplumsal öfkeyi manüple etmek üzere süslenip püslenip piyasaya sürülen “anti-semitizm” oltasına takılmak başka bir şey. Sinagog katliamlarını lanetlerken anti-semitizmi unutmayalım, hem de hiç! kaynak: http://www.gelawej.net aradığınız kitapları kızılbaş kitabevinden sipariş verebilirsiniz [email protected] kızılbaş - sayfa 42 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel 00 49 (0) 177 502 88 53 ZONÊ MA H. Dewran http://w w w.hasan-dewran.de Zarance kuna kemeru, Zonê hode wanena. Qılancıke nisena gıle dare ra, Zonê xode qıştnena. Amnon yeno, beno germ, Temuz zonê hode cızeno. Mor u mılawın, Teyr u tur, Pil u qız, Cin u ciamerd, Serre na dinade her çi, Zonê hode waneno. Serre na dinade her çi, her kes zone hode gırano. Wertê ninera ça teyna ma zonê hora vozdame! Ça teyna ma zone hora rememe! Ma rememe kata some? Zazaki zonê mao. Bav u kali qeseykerdo. Lawıki vatê, sanıki vatê, Zonê ma zof şireno. Zonê ho ça vindkerime, Zonê sari ça ser kerime, Zonê ho ça bın kerime! Zonê sari ça ser kerime! Zonê ma ke bi vind, Ma ki beme vind! Lawıki bene vind, Sanıki bene vind, Roşt bena vind, Tari maneno! Beme lal, beme kêr, Beme bê pa u bê per, Kume bıne destu, Gıneme vêrrê dêsu, Halê mare u waxt her kes huyino, - ne ke her! kaynak: http://www.hasan-dewran.de her kuş kendi dilinden öter! her çiçek kendi kökü üzerinde açar! kızılbaş - sayfa 43 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel 00 49 (0) 177 502 88 53 Aşure “alaca aşa” nasıl dönüşür? Alevilere yönelik yoğun dış saldırılara cevap yetiştirmekten, kendi içimizdeki problemlere eğilmeye pek zaman bulamıyoruz. Ancak bu sefer söz konusu saldırılar dur durak bilmese de Alevilerin bazı iç sorunlarına değineceğiz. Malum Alevilerin Türkiye’deki en büyük sorunu her türlü açılıma rağmen bitmeyen asimilasyon uygulamalarıdır. Asimilasyon AKP Hükümeti döneminde de katlanarak devam ediyor. Oysa aslında Alevi açılımları, çalıştaylar ve Alevilerin problemlerinin daha yoğun konuşulması da bu hükümet dönemine denk geldi. Ama gel gör ki, aynı hükümet Alevileri ötekileştirme, dışlama ve Sünni çoğunluğa hedef gösterme konusunda da çok ileri (!) adımlar attı. Ne büyük başarı! Bir yanda Alevilere yaklaşır gibi yap, diğer yandan onları kendinden soğutacak her türlü icraata son gaz devam et! Neyse, tüm bunlar Alevilere yönelik dışsal asimilasyon çabaları. Hâlbuki asimilasyon tek taraflı yani yukarıdan aşağı yaşanan bir olgu değil. Bir de içsel asimilasyon var. Aleviler kendi iç sorunlarından kaynaklanan nedenlerle de Alevi kimliklerinden uzaklaşmaktadırlar. Bu içsel asimilasyon bazen dışsal olandan daha etkili bile olabilmektedir. Gerçi temelde iç asimilasyonu tetikleyen de, dış asimilasyon çabalarıdır ama yine de asimilasyon bir başladı mı nerede duracağı belli olmuyor. Artık mesele “tavuk mu yumurtadan yoksa yumurta mı tavuktan çıktı” gibi bir kısır döngüye giriyor. Zira “iç”in “dış”a mı yoksa “dış”ın “iç”e mi etki ettiği belirsiz hale geliyor. Örneğin, büyük bir Alevi köyü düşünün ki, 1980’e kadar o köyde namaz kılmasını bilen ve kılan erkek sayısı bir elin parmaklarını geç- zorlamıyoruz” demiyorlar mı? **** İçsel asimilasyon başta Orta ve Batı Anadolu bölgelerinde öyle yoğun yaşanıyor ki, devletin ek bir çaba göstermesine artık gerek kalmıyor. Hü sey in Demir ta ş mezken, şimdi namaz kılmasını bilmeyen neredeyse kalmamış. En azından çoğu Cuma namazına gidiyor. Üç hafta üst üste cumaya gitmezse, kâfir olacağını ve nikâhını tazelemesi gerektiğine inandırılmış durumda. Aynı köyün insanları öyle bir hale gelmiş ki, diyelim ki, devletin müftüsü, “Köyünüzün tamamı Alevi. Kadrolu bir imamın sürekli bulunması israftır. O nedenle imamınızı gerçekten ihtiyacı olan Sünni bir köye tayin edeceğim” dese, köylü ayaklanır ve imamın köyde kalması için müftüye yalvarır. Aynen uyuşturucuya alıştırılan bir bağımlı gibi, devlet on yıllar, belki yüz yıllardır sürdürdüğü asimilasyon çabalarının sonucunu almış; köylüyü Alevilikte asla yeri olmayan namaz, oruç, hac ve zekât gibi bazı Sünniliğe özgü ibadet ve pratiklere bağımlı hale getirmiş. Ve şimdi kalkıp diyor ki, “Efendim, biz kimseyi camiye gitmeye zorlamıyoruz. Kendileri gönüllü gidiyorlar. Hem kim demiş, Aleviler camiye gitmez diye? İşte bakınız birçok Alevi köyünde insanlar akın akın camilere koşuyorlar. Demek ki, Alevilikte cami vardır!” Ne güzel mantık değil mi? Uyuşturucu tüccarları da zaten, “Bunlar bizden kendileri uyuşturucu talep ediyorlar. Biz kimseyi esrar, eroin satın almaya Sünniler arasında çok tekrarlanan ve şaşkınlar için söylenen bir atasözü vardır: Allah şaşırttığı kuluna karısına hala dedirtirmiş… Bazı Aleviler de öyle şaşırmış ki pusulasını, neyin Aleviliğe ait neyin değil onu bile karıştırır hale gelmişler. Daha önce tıkır tıkır çalışan Aleviliğe zararlı maddeleri içeri sokmayan süzgeçler, filtreler artık işlemiyor olsa gerek… Söz gelimi, Kütahya’nın bir Alevi beldesinde hem de dede postuna dikmelik yoluyla oturtulan bir rehber, Alevilerin artık Ebu Bekir, Ömer ve Osman’a lanet etmekten vazgeçmesi gerektiğini cemevinde dillendirme cesaretini gösterebilmektedir. Gerekçesi de şu: Ebu Bekir Hz. Muhammed’in kayınpederi, Ömer hem damadı hem kayın pederi, Osman ise peygamberin iki kızının da (Rukiye ve Ümmü Gülsüm) kocasıymış. Ayrıca bu halifeler ashabı kiramdan ve yaşarken peygamberce cennetle müjdelenmişler. Aynı dede cemevinde son 5–6 senedir Kutlu Doğum Haftası etkinliği düzenlemekte, deyiş söylemeler gittikçe azalırken ilahiler daha çok yer kaplamakta, her Perşembe ve Pazar günü yapılan cemler Kur’an tilavetiyle açılmaktadır. Özetle beldede bulunan iki cemevi çoktan minaresiz camiye dönmüş bulunmaktadır. Tüm bu uygulamalara geçmişteki erkânı çok iyi bilen ihtiyarlar dâhil kimse sesini çıkaramamaktadır. Bunun nedenleri arasında, insanların çıkarcı yaklaşımları, kişilik- kızılbaş - sayfa 44 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel 00 49 (0) 177 502 88 53 sizliği, kimliksizliği yanında, yıllarca sürdürülen asimilasyon çalışmalarının sonucu ortaya çıkan dayatmalar, sindirmeler ve psikolojik baskıların çok etkili olması sayılabilir. Çoğunluk baskısını ve devasa devlet imkânlarını kullanarak, “Siz de Müslümansınız” diye diye insanları gerçekten illallah dedirtip sonunda Müslüman yaptılar. Oysa bu Müslüman tanımı hiçbir zaman Aleviliği kapsamıyordu. Bunların Müslümanlıktan anladığı sadece ve sadece Sünnilik ve onun da Hanefi koluydu. Alevilerin kafasında önce büyük bir kavram kargaşası yarattılar ve ardından da hamle yaparak bu durumu sonuna kadar halen istismar ediyorlar. Keza “Hz. Ali camiye gitti, siz niye gitmiyorsunuz?”, “Allah’ımız, kitabımız, peygamberimiz bir ve aynı” gibi söylemler de, birçok Alevi’nin asimilasyon zokasını yutmasını sağlamaya tüm hızıyla devam ediyor. Oysa bu söylemler birer aldatmacadan ibaret, yalan ve çarpık bir mantık üzerine kuruludur. Ama olsun, gerçek ortaya çıkıncaya kadar atı alan Üsküdar’ı geçiyor nasıl olsa… Misal Kütahya’da 50 yıl önce 100 civarında olan Alevi köyü sayısı 30’lara kadar inmiş durumda. Bunlar için mesele Alevi’yi kendi sömürgen, hak-hukuk bilmez yollarına sokmaya gelince ve iç misyonerlik olunca her şey mubah ve makbul! **** Özellikle 1980 sonrası başlayan zorunlu din dersleri de meyvelerini vermeye başladı. Toplum bilimcilerin Özal kuşağı diye adlandırdığı bu yeni neslin beyinleri zorunlu din dersleri ve yanı sıra diğer derslerin müfredatının da dinselleştirilmesi sonucu adeta iğfal edildi. Kanımca bu kuşağın çoğunluğu artık pek sağlıklı düşünemiyor. Neden-sonuç sonuç ilişkisi kuramıyor. Büyüye, efsunlara, mucizelere inanıyor. Üniversite öğrencilerinin bile yüzde 60’dan fazlası her geçen gün bilimsel olarak doğrulanan Evrim Teorisini kabul etmiyor. Bu kuşağın Aleviler arasından çıkan temsilcileri ise daha yobaz oluyor nedense. Bunlar arasında çocuğuna Ale- viler arasında yaygın olmayan hatta nefret edilen kişilerden Bekir, Ömer, Osman’ın isimleri veriliyor. Erkeklerde Ramazan, Enes, Talha, Selim; kızlarda Rukiye, Ayşe, Aleyna gibi yine Alevi ananesine ters adlar tercih ediliyor. Yakında Muaviye peygamberin vahiy kâtibiydi, Yezit ise bu mübarek (!) sahabenin oğluydu deyip bunların adlarını çocuklarına verirlerse hiç şaşırmayalım. Zira unutmayalım ki, “Kur’an’da tavşan eti yemenin haram olduğu yazmıyor” diye taliplerini tavşan eti yemeye teşvik eden dedeler bile türedi! Dedik ya, şaşırıpta karısına hala diyen Alevilerin de bini bir para artık… İç asimilasyon demişken cemlerdeki erkândan ekleme ve çıkarmalardan söz etmezsek olmaz. Özellikle Kütahya, Eskişehir, Bilecik ve Afyon yöresindeki Alevi yerleşimlerinde erkânda sürekli bazı değişiklikler yapılmaktadır. Örneğin, artık pek çok Alevi köyünde yol kardeşi diye de tanımlayabileceğimiz musahiplik şartlarını günümüzde yerine getirmek çok zorlaştı diye kaldırılmış durumdadır. Hâlbuki şartları ne kadar zor da olsa, musahiplik sembolikte olsa korunmalıydı. Siz hiç Müslüman veya Hıristiyanların her hangi bir ibadeti günümüzde uygulaması zorlaştı diye kaldırdığını duydunuz mu? Diğer yandan yola giriş niteliği taşıyan ikrar törenleri de pek çok yerde eskisi gibi hemen evlilik sonrası yapılmıyor. Hiçbir çift genç yaşta yola girmeye yanaşmadığı gibi, işi abartıp, “Şu şu zevkleri tadayım, önce ona buna haddini bildireyim de öyle ikrar vereyim” diyenler giderek artıyor. O nedenle de Alevi yerleşimlerinde eskisi gibi dostluk, dayanışma ve yardımlaşma gibi erdemler azalıyor. İnsanlar musahiplik kaldırıldığı ve yola geç girdikleri için paylaşımcılığı unutuyor; hasetlik, çekememezlik, gammazlama, dedikodu, yalan ve iftira gibi insan ilişkilerini zehirleyen olaylardaki dramatik yükselişi dikkatle bakan herkes görebiliyor. Kısaca Alevi yerleşimlerinde eskisi gibi toplumsal barış berkemal değil. Aleviler de hızla Sünni komşularına benziyorlar. Ne demişler: Üzüm üzüme baka baka kararır… **** Daha önce mahkemelere pek işleri düşmezken, Alevi toplumunda da asimilasyon süreciyle paralel olarak suç oranlarında önemli artışlar yaşanıyor. Gözün aydın Türkiye, mevcut suçluların yetmiyormuş gibi üstüne yenilerini ekledin! Asimilasyona devam, ta ki Aleviler her şeyleriyle Sünnilerle aynı hizaya gelinceye kadar… Bitirirken son bir anekdot aktarayım. Batı Anadolu’daki bazı Alevi yerleşimlerinde 12’den eksik malzemeyle pişirilen aşureye alaca aş denilir. Aşure demek Muharrem ayı demektir ve bu ayda pişirilen aşurede 12 sayısını tamamlamak için büyük titizlik gösterilir. Bazı çok fakir Alevi köylerindeyse 12 malzeme her zaman bulunamadığından olsa gerek, aşure adı zamanla unutulmuş ve sadece alaca aş denilmeye başlanmış aşure tatlısına. Bana öyle geliyor ki, gerek iç gerekse dış nedenli asimilasyon sonucu Aleviliğin olmazsa olmaz unsurları, teker teker azaltılarak aynen aşurede olduğu gibi Alevilik alaca aş konumuna sürüklenmek isteniyor. Aleviliğin kasıtlı olarak içi boşaltılıyor, cem ve semah gibi ibadetler folklorik bir düzeye indirgenerek anlamsızlaştırılıyor. Bugüne kadar içinde olmayan Sünni-İslami unsurlar durmadan Aleviliğe karıştırılarak yol ve erkânda büyük bir kirlilik ve kendine yabancılaşma yaşanıyor. Sanki içten ve dıştan gelen baskıyla Alevilik intihara sürükleniyor. Çünkü yaşananların başka bir açıklaması yok. Korkarım, “Şu şu olmadan Alevi olunmaz” denilen şartlar böyle sürekli iptal edilmeye devam edilirse, çok geçmeden Aleviliğin varacağı yer tamamen yok oluş yani Sünnileşme/Müslümanlaşma olacaktır. Son durak kara toprak misali, aşurenin eksile eksile alaca aşta karar kıldığı gibi, Alevilikte durmadan orası burası budanarak hâkim dini inanışa dönüştürülecek zahir… O zaman artık tamamen Kâbe toprağına dönen Türkiye’de birileri daha da rahat eder… Kim bilir? Butzbach, 7 Nisan 2011 kızılbaş - sayfa 45 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel 00 49 (0) 177 502 88 53 tarihe tanık belgeler! Müftü El Hamza'nın Kızılbaşlarla ilgili fetvası ile ilgili Benzer Konular Bir imtihan alanı olarak Uhud Peygamber'in emrine muhalefet ve gelişen olaylar Musab'ın Abdullah'ın, Hamza'nın ve diğerl Nübüvvetin ilk 6 yılının bir değerlendirilmesi Hz. Hamza'nın ve Hz. Ömer'in Müslüman oluşu ve başlayan yeni süreç Müftü Kimdir? Erzurumlu İmam ve Trabzonlu müftü Hamza'nın Savaşa Zırhsız Girmesi... Müftü El Hamza'nın Kızılbaşlarla ilgili fetvası Müftü El Hamza'nın Kızılbaşlarla ilgili fetvası Mum Sema Müftü El Hamza'nın Kızılbaşlarla ilgili fetvası Mumsema islam Arşivi Müslümanlar! Bilin ve öğrenin ki şu Kızılbaş toplumunun başkanları Erdebil-oğlu Şâh İsmail'dir Peygamberimiz aleyhisselâmm şerîatini ve sünnetini ve İslâm dinini ve din bilgisini ve Kur'ânı küçümsedikleri ve de Allah Tâlâ'nın haram kıldığı günahlara helâldir dedikleri ve Kur'ân'ı ve Mushafları ve şerîat kitaplarını hor görüp ateşte yaktıkları ve de bilginlere ve dindarlara ihanet edip öldürüp mescitlerini yaktıkları ve de pis başkanlarını Tanrı sayıp secde ettikleri ve de Hazret-i Ebu Bekir'e ve Hazret-i Ömer'e sövüp halifelik halifeliklerini inkar edip sövdükleri ve de peygamberimizin şeriatını ve İslâmı yok etmeye kast ettikleri, bu anılan ve de bunların Şeriata karşı söz ve davranışları bu fakire ve diğer İslâm âlimlerine göre tevatürle bilinip açıkça belli olduğundan biz dahi şeriat’ın hükmü ve kitaplarımızın nakli ile fetva verdik ki adı geçen toplum Kızılbaşlar-Kâfir ve dinsizdirler ve de her kimse ki onlara uyup o sapık dinlerine razı ve yardımcı olurlarsa onlar da kâfir ve dinsizlerdir Bunları dahi öldürüp, toplumlarını darmadağın etmek tüm Müslümanlara vacip ve farzdır Müslümanlardan ölen said ve şehid olup cennete girer ve onlardan ölen aşağılık cehennemin dibindedir, bunların hâli kâfirlerin hâlinden daha fena ve çirkindir Zira bunların kestikleri ve avladıkları ister doğan'la ister ok ile ve av köpeği ile olsun murdardır ve nikâhları gerekse kendilerinden ve gerekse başkasından alsınlar bâtıldır ve de bunlara kimseden miras yoktur Bir bucak halkı bunlardan olsa da Allah yardımcısı olsun Osmanlı Padişahına gerekir ki bunların (Kızılbaşların) ileri gelenlerini öldürüp mallarını ve kadınlarını dahi ve çocuklarını İslâm gazilerine taksim ede ve bunları ele geçirilince tövbeliklerine ve pişmanlıklarına inanmayıp öldürülmeli ve de bir kimse ki vilayette olup onlardan olduğu bilinirse ya da onlara giderken yakalanırsa öldürülmeli ve tüm bu toplum hem dinsizdir ve hem bozguncudur, iki yönden katledilmeleri vaciptir Ey Allahım dine yardım edene sen de yardım et ve Müslümanları hor göreni sen de hor gör, (bu fetvayı veren) Sanı Görez adıyla meşhur el-Müftü Hamza" Müftü El Hamza'nın Kızılbaşlarla ilgili fetvası Kaynaklar 1) Şehabeddin Tekindağ, "Yeni Kaynak ve Vesîkaların Işığı Altında Yavuz Sultan Selim’in İran Seferi", İstanbul Üniversitesi Eedbiyat Fakültesi Tarih Dergisi, Sayı 22, s 17, 1968 2) Gülağ Öz İslamiyet Türkler ve Alevilik s 188, 1999, Ankara, ISBN 9757059021 kızılbaş - sayfa 46 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel 00 49 (0) 177 502 88 53 Oğlumuz gitti, biz hakikati istiyoruz Asker arkadaşı tarafından vurulan Sevag Şahin Balıkçı’nın ölümünün kaza olduğu söylendi. Dünyaları yıkılan Ani ve Garabet Balıkçı çifti, ‘Yeri görene kadar kazaya inandık ama artık ırkçı cinayet olduğunu düşünüyoruz’ diyor 15 Aralık 2011 M. Zeynep Özkartal Kadıköy’den Moda’ya yürürken biraz sonra karşılaşacağım aileye ne söyleyeceğimi düşünüyorum. Onlar Sevag Balıkçı’nın ailesi. 24 Nisan 2011’de asker arkadaşı Kıvanç Ağaoğlu tarafından vurularak öldürülen Sevag’ın annesi ve babası, Ani ve Garabet Balıkçı. Yedi buçuk ay geçti aradan. Binlerce soruyla boğuştukları, adalet arayışlarının acılarını katmerlediği yedi ay. Kıvanç Ağaoğlu tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı, canları daha çok yandı. Sevag’ın arkadaşları ilk ifadelerini değiştirdiler, yaraları daha fazla açıldı. Bu arada sessiz sedasız şehit ilan edildi Sevag. Türkiye Cumhuriyeti’nin şehitleri arasına eklendi adı. Şimdi 16 Aralık’taki (yarın) yeni duruşmayı bekliyorlar. Oğullarının kasten, ırkçılık sonucu öldürüldüğüne inanıyorlar. Ve adalet istiyorlar. Yürekleri bir nebze soğusun diye... Annesinden Sevag’ı anlatmasını istiyorum. “Sevgi dolu” diyor, “Espritüel, güleryüzlü. Okulunda çok sevilirdi, bir gün olsun şikayet almadım.” Anneannesi her gece yatağını ha- zırlıyor Ani Balıkçı öğretmen. Çocuklarına annesi bakmış hep... “Sevag’ı annem büyüttü” diyor. Anneanne, Sevag gitti gideli gerçeği unutmuş. Henüz başlangıç aşamasında olan Alzheimerı bir anda kaplamış bütün zihnini. Her akşam gelecek diye ona yatak yapıyor, Ani Hanım sil baştan topluyor. Önce Maçka Sanat Okulu’nu bitirdi Sevag, sonra da Yıldız Teknik Üniversitesi’nde seramik bölümünü. Sanatçı olacaktı, hayali buydu. Yaptığı seramikler duruyor şimdi evin salonunda. Fotoğrafının tam altında... Sevag, siyah göz demek Ermenice. Se siyah, ag da göz. Sevag 1 kilo 100 gram doğdu, yedi buçuk aylıktı. Yaşam şansı yoktu neredeyse, zor tutundu. Babası kısık bir sesle “Keşke o gün ölseydi” diyor, “Bu kadar hatırası olmazdı.” Kırk gün hastanede kaldı. Hep başından serumlar veriliyordu. Bir tek gözleri görülüyordu; kapkara gözleri, upuzun kirpikleri... Onun için de “Sevag” dedi ona annesiyle babası. İkinci adını da Şahin koydular. Ama söylendiği gibi askerde rahat etsin diye değil. Şahin gibi olsun diye. Zaten “oğlumuz askere gider de başına kimbilir neler gelir” diye sormak hiç gelmedi akıllarına. Yalnız Batman’a gidecek diye ürktüler, terörden. Annesi, “İçeride onun çok iyi korunacağına inanıyordum” diye anlatıyor, “Ama emanetimi koruyamadılar.“ Bir önceki duruşmada, mahkemeye yazdığı mektupta da söyledi bunu Ani Balıkçı. Bir de “Oğluma şehit diyemiyorum, vatanı için savaşırken ölmedi ki” dedi. Acaba şehitlik önemli mi onlar için? Rahatlatır mı bir nebze olsun? “Şehitlik unvanı, ordu oğlumuzu kucakladı demek”tir diyorlar. Zaten bayrağa sarıldı Sevag’ın cenazesi ve o bayrak baba Garabet Balıkçı’ya teslim edildi. Hem o bayrak hem de Sevag’ın üniforması odasındaki dolapta duruyor. 24 gün kalmıştı Sevag’ın dönmesine, uçak biletini yollamışlardı. O bilet, eşyalarıyla birlikte iade edildi ailesine. Anne acı haberi internetten öğrendi Olay gününü, 24 Nisan’ı anlatıyor Ani Balıkçı. Oğluna ulaşamayınca internette arama yapmış, haberi orada görmüş. “Şakalaşan iki askerden biri vuruldu. Sevag Şahin Balıkçı otopsi için Devlet Hastanesi’ne kaldırıldı” yazsısını okumuş, dünya kararmış. Gerisini ikisi de hatırlamıyor. “Kaza oldu” denilmiş, inanmışlar... Ta ki Genelkurmay onları davet edip de olay yerini görene kadar. Ne zaman ki olay yerini gördüler, her şey değişti. Artık kaza olduğun inanmalarına imkan yoktu. Garabet Balıkçı “Yeri görseniz anlarsınız, imkan yok kaza olmasına” diyor, “Bu bir cinayet. Kıvanç 14 ay içinde saklamış bunu. Hakikat ortaya çıkmadan ben rahatlayamayacağım. Şimdi ne uyku var ne huzur. Sevag çatışmada ölseydi gurur duyardım. Çünkü düşmanla çatışıyor olacaktı.” kızılbaş - sayfa 47 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel 00 49 (0) 177 502 88 53 Vicdani Retçi Savda Gözaltında Ani Balıkçı da hemfikir: “O zaman isyanımız bu savaşa olacaktı.” Garabet Balıkçı, “Ben askerliği severim, 38 senedir tezkeremi saklıyorum. Oğlumuz gitti. Biz hakikati öğrenmek istiyoruz” diye ekliyor Garabet ve Ani Balıkçı yaşadıkları yıkım ve acıyı Zeynep Miraç Özkartal’a anlattı.. Paris'e gitmek üzereyken havaalanında gözaltına alınan vicdani retçi Halil Savda'nın "halkı askerlikten soğutma" nedeniyle kesinleşmiş cezasından dolayı gözaltına alındığı ifade edildi. ‘TOKAT ATMAMAK İÇİN ZOR DURDUM’ Erdoğan'dan Sarkozy'ye mektup: Sonucu vahim olur Peki ya diğer taraf? Kıvanç Ağaoğlu’nun ailesiyle hiç görüştüler mi? “Aradılar” diye anlatıyor Ani Balıkçı, “Kaza oldu, biz de üzgünüz” dediler. Annesi “oğluna ulaşamadı-ğında Sevag’ı çağırıyormuş.” Fransa lideri Nicolas Sarkozy'ye mektup gönderen Başbakan Erdoğan, Ermeni soykırımı iddialarıyla ilgili tasarıyı engellemesini istedi. Erdoğan, "İki ülke arasındaki ilişkiler açısından sonuçları vahim olur" dedi. “Sevag değil, Şahin dedi” diye düzeltiyor Garabet Bey, “O adını kullanıyorlarmış askerde. Mahkemede Sevag’ı kullanmaya başladılar.” Ani Hanım’a göre aile, Kıvanç ile Sevag’ın yakın arkadaş olduklarını söylemek istiyor. Oysa o Kıvanç’ı hiç duymamış oğlundan. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Fransa Cumhurbaşkanı Nicholas Sarkozy'ye, Fransa meclisindeki, 1915 olaylarıyla ilgili Ermeni iddialarının reddedilmesini suç sayan yasa teklifi girişimiyle ilgili bir mektup gönderdi. Kıvanç’la da karşılaşmışlar. Mahkemede. “Beni oğullarının yerine koysunlar” diyecek olmuş. Ani Hanım, “İki tokat atmamak için zor tuttum kendimi” diyor, “Ne cesaretle söylüyor onu? Çok sakindi. Sanki gurur duyar gibi bir hali vardı.” Onlar bu hasretle yaşarken oğullarını öldüren Kıvanç’ın tutuksuz yargılanması daha da yakıyor canını: “O yiyor, içiyor, geziyor. Ne kadar kolay değil mi?” Ani ve Garabet Balıkçı ise yedi aydır ne oturduğu yeri biliyor ne de kalktığı yeri. Garabet Bey her hafta sonu Sevag’ın mezarına gidiyor: “Toprakla konuşuyorum. Allah kimseyi konuşturmasın.” Boynunda Sevagın künyesi, her gece yatakta sorularla boğuşup duruyor. Ani Balıkçı da her gece yazıyor Sevag’a... Ne olup bittiğini anlatıyor, onu ne kadar özlediğini de... Sonra Sevag’ın çantasından çıkan kazağına sarılıp yatıyor. Kaynak: Milliyet Başbakan Erdoğan, mektupta ''Artık Türkiye-Fransa ilişkileri üçüncü tarafların taleplerine tutsak edilmemelidir. Bu konu hassastır, ciddidir. Sağduyunun siyasi hesaplara üstün gelmesi önemlidir. Tüm bu nedenler ışığında, bu tür mevzuat çalışmalarının sonuçlandırılmayacağı yönünde verdiğiniz sözü tutacağınızı ve telafisi mümkün olmayacak adımların atılmasını engelleyeceğinizi samimiyetle umuyorum'' ifadelerine yer verdiği öğrenildi. Mektupta, ''Bu yasa teklifi Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni, Türk Ulusunu ve Fransa'da yaşayan Türk toplumunu doğrudan hedef almakta ve hasmane bulunmaktadır. Bu noktada açıkça ifade etmek istiyorum ki, bu tür adımların ileri noktalara varmasının Türkiye ile Fransa arasındaki siyasi, ekonomik, kültürel tüm alanlardaki çok yönlü ilişkileri bakımından sonuçları vahim olacağı gibi, sorumluluğu da girişim sahiplerine ait olacaktır'' denildi. (AA) Ekin KARACA [email protected] İstanbul - BİA Haber Merkezi Uluslararası Af Örgütü'nün davetlisi olarak Paris'e gitmek üzere havaalanına giden Savda'nın, burada "halkı askerlikten soğutma" nedeniyle 318. maddeyi ihlal ettiği gerekçesiyle gözaltına alındığı tahmin ediliyor. bianet'e konuşan avukat Davut Erkan, Savda'nın İsrailli bir vicdani retçiyle dayanışmak için düzenlenen basın toplantısında yaptığı konuşmada, kendisine "halkı askerlikten soğuttuğu" iddiasıyla 318. maddeden dava açıldığını ve burada aldığı cezanın da Yargıtay tarafından onandığını, Savda'nın da bu nedenle gözaltına alındığını düşündüklerini söyledi. Vicdani retçi Mehmet Tarhan ise Halil Savda'nın havaalanında gözaltında tutulduğunu söyledi. Henüz Savda'nın yanında avukat bulunmadığını söyleyen Tarhan, kendilerinin de bu sorunun çözümü için uğraştıklarını ifade etti. "Savda bu gece nezarette" Bakırköy Adliyesi'nde bulunan Avukat Efkan Bolaç ise Eskişehir 4. Sulh Ceza Mahkemesi'nden gerekli evrakların gelmemesi nedeniyle Savda'nın bu gece Atatürk Havaalanı'ndaki nezarethanede tutulacağını söyledi. Gerekli evrakların gelmesinin ardından Bakırköy Adliyesi'ne çıkarılacak olan Savda'nın burada ifade vermesinin ardından serbest bırakılacağını tahmin ettiklerini söyleyen Bolaç, Savda hakkında yargılandığı davada ifade vermediği için "gıyabi tevkif" kararı olduğunu ifade etti. (EKN) kızılbaş - sayfa 48 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel 00 49 (0) 177 502 88 53 Bir “İttifak”ın Teori ve Pratiğine Dair Notlar: 3 TÜRKİYE’DE SOL DÜŞÜNCE VE ALEVİLER Murat Küçük 3.Bölüm GERİLLA HARBİNDEN ALEVİ KATLİAMLARINA Ancak bunun gerçekte böyle olmadığını, birbirlerinin pozisyonunu daima kollayan Sünnilik de farkındaydı ve henüz bir kaç yıl öncesine kadar, kendisine karşı matbuat ile açık polemiğe girmeye başlayan Alevilerin, bu kez “dinsiz solcular”la birlik oluşunu dikkatle izliyordu. 70’li yılların ikinci yarısından itibaren devrimci örgütler Orta ve Doğu Anadolu’nun bir çok yöresinde Alevilerden müteşekkildi ve artık her köy Alevi-Sünni ayrımının genellikle sağın ve solun sınırlarını da haber verdiği bir haritayla bölünmüş vaziyetteydi. Cumhuriyet sonrası gelip yerleştikleri kasaba ve şehir merkezleri ise bu haritada Aleviler için en az güvenli noktaları işaret ediyordu. 70’li yılların sonunda Sünni fundamentalizm bu yerleşimlerin bir çoğunda anti-komünist siyasetlerle Alevilere yöneldi ve bilinen katliamları gerçekleştirdi. Ölenlerin çoğunun bıçak ve satır yaralarıyla hayatını yitirdiği “Kıran Resimleri”(43) sol fraksiyonlar tarafından çoğu kez “devrimcilere ve halka” yönelik faşist saldırılar olarak yorumlandı. Yakın bir tarihte örgütlerden birince kaleme alınmış bir makale bu algının solda sürdürdüğü hakimiyetten sadece bir örnek: “Herkesin çok iyi bildiği gibi, 12 Eylül öncesinde devrimci mücadelenin en gelişmiş olduğu bölgeler, dinsel olarak Aleviliğin yaygın olduğu bölgelerdi. Faşist milis saldırıların yoğunlaştırıldığı ve katliamlara yöneldiği Sivas, Maraş, Çorum illeri bu özellikleri ile seçilmişti. Faşistlerin kendi ırkçı milliyetçi sloganları ile harekete geçiremedikleri kitleleri, dinsel farklılıkları öne çıkararak harekete geçirme çabaları bu illerde açık biçimde görülmüştür. Devrimcilerin her zaman söyledikleri gibi, geçmiş dönemde olduğu gibi, bugün de sorunun kendisi Alevi-Sünni çatışması değildir. Faşist milislerin geçmişte yaptıkları gibi, Sünni kitlenin Alevi kitleye karşı yüzyıllardır kafalarında şekillenmiş düşmanlık duygularıyla saldırmalarını sağlamak ve devrimci mücadeleye katılmalarını engellemekti. Bugün de yapılmak istenen aynıdır. Oysa devrim mücadelesi bir sınıf mücadelesidir. Bu mücadelede ırk, dil, din, mezhep, etnik köken ayrımı yapılmaz. Çünkü bu mücadele yoksulluğa karşı, baskıya karşı, haksızlığa karşı, emperyalizme karşı bir mücadeledir (...) Şehirlerde gecekondu semtlerinde yaşayan, kendi emekleri ile geçinen; kırsal alanlarda yoksul köylü olarak yaşamlarını sürdüren Alevilerin devrim mücadelesine katılmalarında şaşıracak hiçbir yön yoktur. Onlar Aleviliklerinden önce emekçidirler.” Anti-komünist siyasetin hedefi solun yükselişini durdurabilmekti ve bu amaçla (sağcı) Sünnilerin, (solcu) Alevilere karşı “yüzyıllardır kafalarında şekillenmiş düşmanlık duygularıyla saldırmalarını” tahrik ettiler. 1978 Sivas olayları öncesinde şehirde dağıtılan Müslüman Gençlik imzalı bir bildiri bu hedefi açıkca vurgulamaktadır: „Aleviler Dikkat! Alet olmayın. Tarihi gözönünde bulundurun,bir zaman Şah Şah diyordunuz. Şimdi Şah’a değil ko- münizme gidiyorsunuz. Bu gidişinizi mutlaka engelleyeceğiz.“(44) Ancak bu düşmanlık duygularının “sorunun kendisi” olmadığını öne süren devrimcilerin, “nikahları batıl” Alevilerin kadınlarına ve çocuklarına yönelmiş, bebeklerini ağaçlara çivilemekten kendini alıkoyamamış düşmanlık duygularını giderebilmek bakımından aslına uygun bir tahlilini yapabilmeleri, taraflar arasında konuşulan dili anlamak istemediklerinden imkansızdı. Sosyalistlerin duruma müdahalesi, Maraş olaylarından sonra Çorum’da daha “tedbirli” olup Alevi mahallelerinde savunma birlikleri oluşturmakla sınırlı kaldı. Solun algı sınırlarının dışında kalmış bu tarihsel kavgada “Alevi” ve “Sünni” solcular olarak Alevi mahallelerin önüne siper olma çabası, devletin müsamahası altında saldıran dinci-faşist milislerin katliamlarını engellemeye yetmedi.(45) Öte yandan onların devrimci harekete katılmalarında temel etken olarak emekçiliklerini ve sınıfsal konumlarını öne süren izah tarzı, benzer katliamların, neden en az Maraş veya Çorum kadar “emekçi köylü” barındıran Konya veya Kastamonu’da meydana gelmediğini açıklamaya yetmez. Çünkü Maraş’ın yeni sakinlerine yönelen vahşetin nedeni Alevilerin sadece “yoksul köylüler” olarak devrimci mücadeleye katılmaları değil, o mücadelede Alevi köylüler olarak yer almalarıdır. Bu noktada, modern zamanlarda süregelen Alevi-Sünni hassasiyetinin derinliğini kavramak için cumhuriyet sonrası, tartışmaların geniş kesimleri etkileyecek şekilde yazılı olarak başladığı Demokrat Parti’nin ilk yıllarına kısaca göz atmalıyız. Çünkü 60’larda alevilerin sola yönelmesiyle birlikte anti komünist politikacılarca kullanılan öfke, 50’li yıllardaki “cüret”in sonucuydu. Sünni din adamlarıyla polemiklere giren Elbistan’lı Halil Öztoprak, risalesini 1953 yılında, demokrat partinin özgürleştirici ortamında yaz- kızılbaş - sayfa 49 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel 00 49 (0) 177 502 88 53 mıştı. Öztoprak ilk satırlarına anayasa ve Kuran’dan alıntılarla başlıyor, Demokrat Parti’nin millete vaadeylediği söz ve basın hürriyetine atıfta bulunuyor ve nihayet: “Ey Nesimi can Nesimi bil ki Hak aynındadır/Bunca mahlukun vebali ulema boynundadır” dizeleriyle geleneksel hasmına yöneliyordu.(46) Kitap, İslamın inanç esaslarının ve kimi ayetlerin “menfaat” için değiştirildiği, peygamberin geceleyin olmak üzere günde sadece bir kez namaz kıldığı, gündüz namazlarının Üçüncü Halife Osman zamanında ilave olunduğu, namaz için kıbleye dönme koşulunun gerekmediği vb. Alevilerin yüzlerce yıldır Sünnilerden ayrı durup söyledikleri, üç aşağı beş yukarı işitilip bilinen şeyleri ifade ediyordu. Tek fark şimdiye dek alevilerin kendi içlerinde inanıp söyledikleri ve kimi zaman aşıkların dizelerinde bölük börçük ifade olunan bu inanç tarzının “demokrasinin memleketimize getirdiği hürriyetin nimetinden cesaret bularak” yazıya dökülmüş ve yayınlanmış olmasıydı. Bekleneceği üzere Sünni çevrelerde büyük bir tepkiyle karşılandı. Malatya Müftüsü İsmail Hatip Erzen bu risaleye karşı bir reddiye kaleme aldı. Elbistanlı yoksul bir köylünün donanımsız metnine “ulema”nın ağırlığı ve bilgi yüküyle cevap veren reddiye, Sünni camia indinde Öztoprak’ın “aslı astarı olmayan hurafelerle dolu” iddiasını pekala çürüttüğü intibaını uyandırabilir ve sakinleştirici bir etkisi olabilirdi. Ama yazıda donanımsız alevilerin sazlarıyla da şehir yerinde dolanıp iddialarını sürdürmeleri, popüler alanda onları oldukça etkili kılıyordu. 1955 yılında Afşinli Sünni Aşık Kul Hamit’in alevileri hicveden taşlaması „Gelsin ortalığa bilenleriniz“ diye sona eriyordu ve Erzincan’dan at sırtında yola koyulan Aşık Davut Sulari, yine DP ile gelen hürriyetin verdiği cesaretle “düello” çağrısına cevap verecekti. İki aşığın atışması kasaba merkezinde kaymakam, kumandan ve ileri gelenlerin de katıldığı bir salon toplantısında gerçekleşti ve Osman Dağlı’nın ifadesiyle Kul Hamit pes edip çekildi. Afşinlilerin gururu fena kırılmıştı. (47) Demokrat Parti döneminde Halil Öztoprak ile Malatya Müftüsü arasındaki polemik, alevilerin „cüret”inin muhtemel sonuçlarını haber vermekteydi. „Alevinin selamı alınmaz“, „alışveriş edilmez“, „kestiği yenmez“, „köyünden geçen suyla tarla sulanmaz“ gibi yerel dini otoritelerce tembih olunan, cumhuriyetin ilk yıllarında belki bir parça geriye atılmış önyargılar, Demokrat partinin vaadeylediği inanç hürriyetini kullanmaya yeltenen ilk yazılı girişimlerin ardından olanca hışmıyla geri dönmüştü. 50’li yıllar boyunca bu gerilim sadece Maraş ve Malatyada değil, Erzurum, Erzincan, Sivas, Yozgat, Tokat, Çorum gibi alevi ve sünnilerin „birlikte“ yaşadıkları bölgelerde yoğun bir şekilde hissedilmekteydi. Fikret Otyam’ın 60’lı yıllarda Maraş, Malatya yöresine dair tanıklıkları, Alevi Sünni rekabetinin çokpartili siyaset denemeleriyle birlikte yükselen gerilimine dair uyarılarla doludur.(48) Sol, hem Kemalizmden devraldığı kültürel fanusun etkisiyle, hem de bilimsel sosyalizmi yorumlama tarzıyla bu gerilimin dinamiklerini ve gücünü anlayabilecek hassasiyete hiç bir zaman sahip olamadı. Seksen sonrası kaleme alınmış bir makale, alevi örgütlenmesinin de etkisiyle döneme ilişkin daha açık bir değerlendirmeye cesaret etmekte, solun geçmiş yıllarda “Aleviler üzerindeki baskı bir ölüm kalım meselesi haline dönüşmüş, yüzbinlerce insan ciddi ciddi katledilme korkusu yaşamışken” Alevilerin özgül varlığını ve sünnilikle yaşadığı gerilimi “din meselesi” olduğu için görmek istemediğini, vurgulamaktadır.(49), “Aleviler üzerinde ise sadece dini baskılar değil, bazen katliamlara varmış hayati, siyasi, toplumsal ve kültürel baskılar sözkonusudur. Yani insanlar sırf Alevi oldukları için öldürülmüşlerdir. Hal böyleyken devrimci hareket ne yazık ki Alevilik meselesinde doğru bütünsel bir yaklaşım içinde değildir. Herşeyden önce Aleviliğin bir mesele olduğu ve üstelik ciddi siyasi bir mesele olduğu görülmüyor. Aleviliğin salt bir dini inanç olarak ele alınması ve her çeşit dini inancın otomatikman gericilikle özdeşleştirilmesi, meselenin taşıdığı siyasi ve demokratik içeriğin kavranmasını engelliyor.” Aleviler de kendilerini –tıpkı Kemalizm ile ilişkilerinde olduğu gibi- sol düşünce içerisinde eritip çözelterek bunu kolaylaştırdılar. Ehli Sünnet ile tarihi rekabetlerini, solun modern kavramlarıyla kamufle ederek gayrı ihtiyari konumlarını güçlendirmeye çalış- tılar.Ancak bu defa Kemalizmin şartlı „himayesi“ altında değildiler ve bir kez resmi ideolojinin –ki onun kıblesinin de geçip giden otuz yılda epeyce kaydığını belirtmek gerek- dışında kalmışlardı.(50) Devletin Maraş’a iki günde giremediğinin sebebi de bu dışarda kalmış olma halinde aranmalı. ONİKİ EYLÜL’DEN DOKSANLI YILLARA ALEVİLİĞİN YENİDEN İNŞASI VE SOL Oniki Eylül alevilere büyük darbe vurdu. Tutuklanan, hapis yatan, işkenceden geçirilen sosyalistlerin önemli bölümü Aleviydi. Askeri cunta bunun farkındaydı ve sola verilen desteğin hesabını sormak üzere evvela onlara yöneldi. Türkiye’nin birlik ve beraberliğini Türk-İslam Sentezi’yle gerçekleştirmeye çalışan dönemin „resmi ideolojisi“ bu amaçla Alevi köylerine zorla cami yaptırma programını devlet politikası olarak benimsedi ve Alevilerin Sünnileştirilmesi için çaba harcadı. Generallerin anti komünist siyaset adına Türkçü ve İslamcı bir ideolojiyi yaygınlaştırmaları, kısa bir suskunluk döneminin ardından Alevilerin yeniden dini kimliklerine sarılmalarıyla sonuçlanacaktı. Kimi yörelerde asker kökenli valilerin köy ziyaretlerinde, neden cami istemediklerine dair dini tartışmalara dahi girmeyi göze aldılar. Bu tür tartışmalarla Aleviliğin devlet için içerebileceği „olanağı“ valilerin bir süre sonra farketmiş olması muhtemeldir. Öngörülen programın uygulanmasında karşılaşılan güçlükler neticesinde, inşa ettirilen camilere, görevlendirilen cemaatsiz imamlara rağmen, onları zorla Sünnileştiremeyeceklerini farkettiklerinde “sadece” Aleviler ve Kürt milliyetçiliğinin doğu illerinde yükselişine paralel olarak „özbeöz Türk Aleviler“ olarak kalmalarında, “aşırı sola“ ve „Kürtçülüğe“ meyletmedikçe bir sakınca görülmemiş olmalı. Bu sürece ilişkin değerlendirmelerinde sol, genel bir kabul olarak, Aleviliğin oniki eylül sonrasında, devlet tarafından, devrimci mücadeleyi bölmek için ortaya atıldığını öne sürmekte, Türkİslam Sentezi politikalarının yükselttiği Sünni muhafazakarlığın Aleviler nazarında yarattığı endişe ve bu endişenin harekete geçirdiği geleneksel kızılbaş - sayfa 50 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel 00 49 (0) 177 502 88 53 mekanizma bir kez daha farkedilmemektedir. Oysa Alevi deyişlerinin “yurttan sesler” potborisine dahil edilmeden sunulduğu, giderek açık bir Alevi çağrısı niteliği taşıyan ilk konserler 1983’lerden itibaren gözlenmekteydi ve solun tarumar edildiği bir ortamda yükselen Türk-İslam sentezine karşı bir toparlanmayı içeriyordu. Kendilerini solun etkisinden kurtarmak için dindarlaştırmaya çalışan generallere karşı, yine dine dönüyorlardı ama kendi bildikleri dine. Aleviliğin “çalınıp söylenen bir şey” olarak geri dönüşü, yeni kuşaklar için, kulağa ilk kez çalınan anahtar kavramların anlaşılmasını gerektiriyordu.(51) Böyle bir ihtiyaç ile aleviliğe yönelen insanlar için İslam tarihindeki ihtilaflı meseleleri, imamların, evliyaların yaşam öykülerini, cem, müsahiplik vb kavramların aslını esasını bilip öğrenmek önem taşıyordu ve okuyup tartışma sürecini içeren ayrı bir konsantrasyon gerektiriyordu. Aleviler böyle bir uğraşa meylettiklerinde, evvela, yetmişli yıllar boyunca evrildikleri, teorik veya pratik her türlü dinsel meşguliyeti gericilik olarak nitelendiren sosyo-politik iklimin kendi içlerinde etkin temsilcilerinin müdahalesiyle karşılaşacaklardı. Aşıldığı, tarihe malolduğu düşünülen inanç geri dönüyordu ve yetmişli yıllar boyunca onun çekildiği alanlar üzerine kendisini inşa etmeye çalışmış sol indinde bu durum ciddi bir tehlike olarak görülmekteydi. Türkiye solunun bu en sadık izleyicilerinin (kendi kanaatleri öteden beri bu yöndedir) eş-dost, akraba çevresinde gözlemlediği yönelim, onları kendi burçlarında algıladıkları gediği bir an evvel ve elbette sol adına kapatmaya yönlendirirken, devlet uzunca bir süre saldırının kaynağı olarak algılanacaktı. 1988 yılında Pir Sultan Abdal Dernekleri en çok bu müdahalenin aciliyeti duygusuyla kuruldu ve bir süre sonra kendisini Hacı Bektaş Veli Dernekleri’nin (1989) karşısında konumlayarak burada sürdürülen etkinlikleri çoğu zaman devlet yanlısı bir alevicilikle suçladı. Cemevlerinin inşaası için devlet yardımının taleb edilmesi yoğun eleştirilere konu oldu. Sonraki yıllarda bu suçlamaların odağına devlet ricali ve siyasilerle çok daha açık bir “teşrik-i mesai”ye yönelen Cem Vakfı (1995) yerleştirilecekti. Alevi örgütlen- melerinde oldukça etkili bu “sol” izah, özgül sorun ve taleplerin dile getirilmesinde engelleyici bir set haline dönüşecektir. PSA Derneğinin 1992 yılında aynı isimle neşredilen yayın organının ilk sayısında, Alevilerin Sosyalizme yönelmesinde dedelik ve cem gibi olguların “köyde kalmasının ötesinde”, “kendi sınıfsal konumları”nın belirleyici olduğu vurgulanmaktadır.(52) Bu izaha göre Aleviler tercihlerini sosyalizmden yana yapmışken, son yıllarda yeniden bir Alevilik cereyanına maruz bırakılmışlardır. Alevilik Aleviler tarafından bir talep olarak gündeme getirilmemiş, onları sosyalist mücadeleden alıkoymak üzere bizzat devlet tarafından hatırlatılmış olmalıdır: “12 Eylülün getirdiği koşullarda ülkemizde devrimci hareket yenilgiye uğrar, 80’li yılların getirdiği koşullarda, Sosyalizm dünya ölçeğinde, geçici de olsa, manevi ve moral anlamda da olsa yenilgiye uğrar. Bütün bunlar karşı devrimin topyekün saldırısını gündeme getirir. Karşı devrim, bütün kanallardan ve bütün olanaklarıyla karşı saldırıya geçer. ‘Sosyalizm dediğiniz bir ütopyadır. Doğduğu yerde, Moskova’da ölmüştür. En iyisi siz, işçiyseniz işçi, köylüyseniz köylü, patronsanız patron, Aleviyseniz Alevi olmaya, kalmaya devam edin.’ Demiştir. Bilinci zayıf, inancı zayıf, bilimsel donanımı zayıf bir çok unsur, olanlardan ve söylenenlerden etkilenmiştir. Yeniden bir arayış başlamıştır. İnsanlar yeniden Türklüklerini, Kürtlüklerini, Aleviliklerini, Sünniliklerini anımsamışlardır, anımsatılmıştır.” Pir Sultan Abdal Dergisi bu “topyekün saldırı”ya karşılık, Aleviliğin “zamanı değilken, gereği yokken, birdenbire, bilinçli bir biçimde toplumun gündemine getirilmesini” engellemek, “barışa, insan haklarına, demokrasiye, halkların kardeşliğine” sahip çıkmak amacıyla “devrimcilere, demokratlara, sosyalistlere düşen acil bir görev” olarak yayınlanmaktadır. Sonraki aylarda topluluğun özgül sorunlarının tartışılması talebiyle “Alevi kurultayı” oluşturma girişimlerine de aynı “görev” anlayışıyla: “Toplumumuzun pek çok ekonomik, siyasal ve kültürel kökenli demokratikleşme, laiklik ve insan hakları sorunları bulunmaktadır. Acil ve özel temelde Alevilik diye bir sorunu- muz yoktur” denilerek karşı çıkılmaktadır.(53) O dönemde pek çok sosyalist gibi Pir Sultan Abdal Dergisini yayına hazırlayanlar da Alevi uyanışının solun gücünü zayıflattığına inanıyorlardı. Bununla beraber sol ile Alevilik arasında bir yerde durduklarının farkındaydılar. Başlangıçta Aleviliğin “gündeme getirilmesi”ne karşı koymaya çalışanlar, bir süre sonra “alevi hareketi”ne dahil oldular.(54) Kuşkusuz safdil talipler olarak değil, epeyce bir ideolojik formasyon ve sınıf bilinci ile. Sosyalist olduklarını ve hatta Alevi örgütlenmelerinde devrimci çalışma yaptıklarını söylediler. Giderek Alevilik ağır bastı. Nihayet bir çoğu sosyalist öğretinin Alevilikte zaten içkin olduğuna kanaat getirip, bugünün “çağdaş” koşullarına uygun bir inanç olarak varlığını sürdürebilmesi için elzem gördükleri değişimleri savunarak, yeniden inşa sürecinin aktörleri arasına katıldı. Aleviliğin tarihi, geleneksel kurumları, bu kurumların geleceğin Alevi toplumundaki yeri, bu kaygı ile yeniden yazılmaya başlandı. İŞÇİ SINIFININ “MÜSAHİBİ” OLARAK ALEVİLER! Geri dönen bir dalga olarak solun temellerine dolan Aleviliğin, gördüğü mukavemet ve müdahale sadece, dünün “dedeleri köyden kovan” solcu Alevileri aracılığıyla gerçekleşmedi. Alevi toplumundaki gelenekle sol bilgi arasındaki tartışmanın etkisiyle çok kısa bir süre sonra sadece “solcu Aleviler” değil, bizzat sadece solcular Aleviliğin ne olduğu nerede durduğu konusu ile yakından ilgilenmeye başlayacaktılar. PSA Derneği’nin temsil ettiği iç frenlerin yanısıra, sol içi bir muhasebenin başlangıcı olarak hayli canlı tartışmalara sahne olması bakımından ilginç ikinci bir müdahale,TKP’den geldi. Reel sosyalist sistemin dağılıp soğuk savaşın sona erdiği dönemde, Parti içerisinde “İngiltere kanadı” olarak bilinen “İşçinin Sesi” dergisi etrafında toplanmış bir grup 1991 yılı Mart ayında “Kavga” adlı bir dergi yayınlamaya başladı. (55) İşçi-sendika haberlerinin yanısıra, Alevi dedeleri ve aşıklarla söyleşilere, sosyalist bir yayın organında o güne dek görülmemiş bir şekilde geniş yer ayıran kızılbaş - sayfa 51 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel 00 49 (0) 177 502 88 53 dergi daha ilk sayısında, Babaileri “işçi sınıfının atası” olarak ilan etmekteydi. O günlerde kamuoyunda büyük yankı uyandıran Maden-İş üyesi kömür işçilerinin Zonguldak’tan Ankara’ya yürüyüşü, tıpkı 15-16 Haziran olayları gibi, işçi sınıfının başkaldırı geleneğinin önemli bir halkası olarak selamlanıyor ve bu geleneğin Babailerden miras kaldığı vurgulanıyordu. Aynı yazıya göre Babailik, şiddetli sınıf kavgalarının içinde biçimlenen hümanizm, kollektivizm gibi değerlerin yanısıra, “Alevilik-Bektaşilik gibi eşsiz bir miras” daha bırakmıştır(56) ve TKP İşçinin Sesi nihayet bu “mirası” açıkça sahiplenmektedir! Alevi dedeleriyle yapılan söyleşilerde inanca ve inancın tarihine ilişkin konuların yanısıra Alevilikle Sosyalizm arasında “ne tür bir ilişki” bulunduğu, Alevilerin çoğunun neden solcu olduğu sorusu yöneltilmekteydi. Örneğin Ali Özsoy dedeye göre; “Alevilik doğrudan doğruya sosyalistlik. Sosyalistlik doğrudan doğruya Alevilik idi.” Dede „kırklar cemi“ni örnek veriyordu ve bu mitosta dile getirilen kollektivizmin sosyalistlikten başka bir şey olmadığını anlatıyordu.(57) Derginin yayın politikası Aleviliğin arkaik bir sosyalist ideolojiyi barındırdığı, bu nedenle önemsenmesi gerektiği üzerine inşa edilmekteydi. Bu yaklaşım özellikle Alevi bölgelerinde örgütlenmiş THKO, THKP-C ve TİKKO geleneğinden doğmuş bütün fraksiyonlara yönelik bir eleştiri barındırmaktaydı. Devrimcilerin şimdiye dek Aleviliği gericilik olarak nitelendirip küçümsediği, Alevilerin gönlünü okşayan ifadelerle dile getirilmekteydi. Alevilerin sosyal, ekonomik bakımlardan olduğu gibi bu felsefeyi sürdürebilecek kurumların yaşatılabilmesi açısından geri kaldığını belirten grubun önderi R. Yürükoğlu, modernitenin kaçınılmaz sonuçlarını ezen ezilen çelişkisiyle açıklamaktadır. (58) “Eskiden çağın en önünde bilgilere sahipmişler. Müzik, resim, edebiyat, tarih, astronomi, tıp, tasavvuf vb. Zaman ilerleyince dedeler geri kaldılar. Bunun suçlusu dedeler mi? Hayır Alevi toplumunda dedeliği günün koşullarına göre ilerletecek bir mekanizma yok. Öyleyse bu geri kalışın suçlusu Alevi toplumu mu? Yine hayır! Kendine dost olma- yan bir devlet ve egemen sınıf baskısı altında, yoksul ve ezilen bir muhalefet kesiminin bu mekanizmaları yaratabileceğini düşünmek hayal olurdu. Suçlu baskıcı, sömürücü, yobaz düzenin kendisidir.”(59) Aleviliğe bu „iadeyi itibar“ı yapan TKP İşçinin Sesi fraksiyonu, bunu, 70’li yıllarda din olarak reddedilen Aleviliği daha farklı biçimde tanımlayarak gerçekleştirmektedir. Bilimsel sosyalist bakış değişmemekle beraber geçmişte yapılan tesbitin yanlışlığı öne sürülmekte, Aleviliğin aslında din olmadığı o nedenle onun sosyalistlerce reddedilmesinin yanlışlığı vurgulanmaktadır. Böylece Aleviliği „bir yaşam felsefesi“ne terfi ettirerek onunla kurulması elzem görülen ittifakın gerekçesi oluşturulmuştur. Din, evet o esasen kitlelerin afyonudur ama alevilik başkadır. Derginin yazarlarından İsmail Kaygusuz’a göre o’nun materyalist felsefi özü Onikiimamcı Aleviliğin kurucusu Şah İsmail’in nefeslerinde açıkça görülmektedir. O yüzden: „kızılbaşlığını inkar etmeyen hiç bir Alevi ben Komünistim demekten de çekinmez.(60) (...) Dün Aleviliğin siyaset adı Kızılbaşlıktı, bugün ise işçi sınıfının ideolojisi olan Komünizm ve onun felsefesi Marksizm’dir“(61) Böylece Alevilerle Sosyalistler aynı tarihsel ortak amaçlara sahip oldukları belirtilip „müsahip“ ilan edilir. “İşçi Sınıfı Alevilerin müsahibidir”. (62) Müsahiplik Alevi inancında „yol kardeşliği“ anlamına gelir. Aleviliğe göre müsahipler birbirlerinden sorumludurlar. İnancın gerekleri birlikte yerine getirilir yani „yola birlikte gidilir“. Müsahiplerden birinin yanlış bir iş işlemesi, diğerini de „düşkün“ kılar. Onların devrim yolunda birlikte ilerlemeleri aynı amaçları benimsemiş olmalarının yanısıra, birbirlerine olan “gereksinim”den de kaynaklanmaktadır. İşçi sınıfının Aleviliğe gereksinimi vardır çünkü Alevilik işçi sınıfının “atası, dedesi, kökü”dür. Töresinden, terbiyesinden, hümanizmasından alabileceği çok şey vardır. Öte yandan Aleviler de işçi sınıfına gereksinim duymaktadır çünkü “kapitalizm koşullarında” amaçlarını gerçekleştirme yollarını gösteren “izm” ondadır.(63) Grub’un yaklaşımı Aleviler arasında önceleri ilgiyle karşılanmış, buna mu- kabil doksanlı yıllarda Avrupa’daki Alevi örgütlenmelerinde etkinlik savaşına giren Dev-Yol, Dev-Sol, Kurtuluş, TKP/ML TİKKO gibi fraksiyonlar tarafından yoğun şekilde eleştirilmiştir. Tartışmalara broşür savaşları eşlik eder. TKP-ML tarafından yayınlandığı belirtilen bir broşüre cevaben Kavga’da yeralan Cemile Çakmak imzalı yazıda, Marksın da ortaçağda heterodoks bir köylü isyanı yaratan Münzer’i ve onun öğretisini önemsediği belirtilerek, yapılmak istenenin bizatihi Marksist bir yaklaşım olduğu savunulmaktadır: “Marksizm gökten zembille mi indi? Marksizmin sacayaklarından biri olan Alman felsefesinin birikimi içine, Münzer’in, ortaçağ Almanyasında Hristiyanlık örtüsü altında çıkan ama, Engels’in deyimiyle komünist nosyonlar taşıyan öğretisi de girmiyor mu? Alevilik neden giremesin? O da devrimci bir öze sahiptir.” denilerek “yerli” kaynakların önemi vurgulanmaktadır.(64) Yazının hedefi Aleviliği etkili olduğu bölgelerde öteden beri gericilikle suçlayan TKP/ML (TİKKO) dir ama gıyabında sol grupların tamamının Aleviliği yanlış değerlendirdiği öne sürülmektedir. (Devamı gelecek sayıda) ................... 43-İnci Aral’ın öyküleri, Maraş katliamına hakim Sünni dindarlığın, kızılbaşlara duyduğu derin nefret ve tiksintinin bilinçaltı çözümlemelerini işliyor. Kıran Resimleri, Kaynak Yayınları, İstanbul, 44-THKP-C Halkın Devrimci Öncüleri’ nin Gazi Olayları sonrasında yaptığı 7 nolu açıklamada 12 Eylül öncesi bu üç ilde gerçekleştirilen katliamlar böyle değerlendiriliyor. TKP-ML’nin yayın organı Devrimci Demokrasi’ye göre de “Hükümet, katliamın sınıfsal niteliğini gizleyerek bunu Alevi Sünni çatışması olarak gösterir.” Sayı 21, 2001. 45-Fikret Otyam, Hü Dost, Nefes Yayınları 3. Basım, İstanbul, 1995, s.168. 46-Şerif Mardin, asker ve laik aydınların “Sünnilerle Aleviler arasındaki mezhep çekişmesinin sun’i olarak yaratılmış olduğuna” inandıklarını belirtmektedir. Türkiye’de Din ve Siyaset, S.127. Kanımızca aynı eğilim solda da tezahür etmiştir. Ordu ve laik aydınlar meselenin gündeme getirilmesini dış güçlerin provakasyonu olarak açıklarken, aynı ruha uygun olarak sol; devletin provakasyonuna bağlar. Her iki tutumda da iç dinamikler görmezlikten gelinmektedir. Devlet “devrimci mücadeleyi önleyebilmek” için” Alevi-Sünni kızılbaş - sayfa 52 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel 00 49 (0) 177 502 88 53 ayrımını tahrik etmektedir. Aynı devlet 12 Eylülden sonra da “devrimci mücadeleyi bölmek” için Aleviliği “teşvik” etmiştir. 47-Halil Öztoprak, Kuran’da Hikmet Tarihte Hakikat, yeniden basım Haziran 1990, Can Yayınları, İstanbul, s.5. 48-Osman Dağlı ile görüşme kaydından. 49-Fikret Otyam, Hü Dost! 50- Selman Ciranoğlu,“Türkiye’de Demokratik Siyası Bir Mesele”, 1989 tarihli Hedef Dergisi’nden derleyen Cemal Şener, Alevilik Üstüne Ne Dediler, Ant Yayınları, İstanbul, 1994, s:35. 51-Resmi ideolojinin değişken muhtevası ve Alevilerle ilişkisi üzerine bkz. Reha Çamuroğlu,“Resmi İdeoloji ve Aleviler”, Birikim, Sayı: 105-106, Ocak-Şubat 1998, s.112-116. 52-Alevi kimliğinin yeniden oluşumunda müziğin önemini burada bir kez daha vurgulamalıyız. Cemaate yönelik dergi ve kitapların tirajı biriki istisna dışında bir kaç bini geçmezken, kaset satışları yüzbinlerle ifade edilmektedir. İlk “Alevi radyoları”nın yarattığı olağanüstü coşku da Alevi müziğinin TRT’de maruz kaldığı kısıtlamadan sonra özgürce kamuya açılması nedeniyledir. 1983’ten itibaren müzik ve özellikle Arif Sağ’ın sazda “Alevi akordu”nu daha kolay icra etmeye olanak veren “kısa saplı bağlama”sı popülerleşmenin başlangıç noktasını oluşturmaktadır. İlk dernekler bu müzikal görünürlüğün ardından kurulmaya başlandı. 53-Pir Sultan Abdal sayı 1, Ankara, Haziran 1992. Ali Balkız’ın editör yazısından. 54-A.g.d., Sayı: 5, Şubat 1993, s.12. 55-Kavramlaştırma Ruşen Çakır’a ait. “Değişim Sürecinde Alevi Hareketi”, Milliyet Gazetesi, 2-12 Temmuz 1995. 56-Dergi’nin adı 22. sayıda Kervan olarak değiştirildi. 57-Oya Hisarlı, Kavga, Sayı 1, s.21. 58-Kavga, Sayı:2, s.15. 59-Nihat Akseymen TKP içerisinde R. Yürükoğlu adını kullandı. “R” önceleri “Rüştü” olarak bilinirken, Alevi derneklerinin davetlisi olarak bulunduğu Avustralya’da bir “Alevi can”ın isteği üzerine adını “Rıza” olarak değiştirdiğini açıkladı. Kervan, Sayı 27, s.12. 60-A.g.y, 4, 20. R.Yürükoğlu. 61-İsmail Kaygusuz, Kervan, Sayı: 50, s.15. 62-İsmail Kaygusuz, Alevilik ve Materyalizm, Kervan, Sayı:46, s18. 63-Kavga, Sayı:15, s.19. 64-Kavga, Sayı:17, s.10. Kaynak: Modern Türkiye`de Siyasi Düşünce, Sekizinci Cilt: Sol, İletişim Yayınları, İstanbul, 2007. FERHAT KENTEL "Mele Projesi, TRT Şeş'e Benziyor" Doç. Dr. Ferhat Kentel Diyanet İşleri Başkanlığı'nın "Mele Projesi"nin Kürtleri din vasıtasıyla merkeze çekmeyi amaçladığını ve sorgulanması gerekenin Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kendisi olduğunu söyledi. Işıl CİNMEN [email protected] İstanbul - BİA Haber Merkezi "Mele projesini, devletin Kürtçe televizyon açması ya da 'acılarınızı paylaşıyoruz' demesi gibi düşünün." İstanbul Şehir Üniversitesi Sosyoloji bölümü öğretim üyesi Doç. Dr. Ferhat Kentel, Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ, doğu ve güneydoğu'da "mele" denilen kişilerin sözleşmeli imam hatip olarak Diyanet İşleri kadrosuna alınacağını belirttiğinden beri tartışılan "mele projesi"ni bu sözlerle yorumluyor. Tartışmada genel olarak akla takılan soru şu: Kürt illerinde "mele" olarak adlandırılan din adamları, neden şimdi devlet kadrosuna katılıyor? Bekir Bozdağ, "Diyanetin 2012'ye yönelik en önemli projesi" olarak tanıttığı çalışmanın nedenini "Bölgede imam açığı var" diye belirtti. Bozdağ, "Bu kişileri analiz ettik. Toplumda sözü dinlenen, saygınlığı olan, sözleri insanları durduran veya harekete geçiren insanlar. Bu kişilerin hizmetinden müftülük denetiminde yararlanmak istiyoruz. Başkaları tarafından kontrol edilmeleri de böylece önlenecek. Doğu illerinde imam açığımız var. Açığı da bölgenin insanlarından gidermiş olacağız" dedi. Kentel, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın doğu ve güneydoğu illerine yönelik "mele" projesini bianet'e değerlendirirken bu kişilerin kadroya alınmasının devletin Kürt politikasında attığı bir adım olduğunu düşündüğünü söyledi. Kentel, sağlıklı bir toplum için Diyanet İşleri Başkanlığı'nın kendisinin sorgulanması gerektiğini de sözlerine ekledi. Kürtler, din vasıtasıyla merkeze çekilmek isteniyor * Diyanet'e mele almak, devletin Kürt politikasında attığı bir adım. Diğer ufak tefek adımlarla birlikte düşünmek gerekiyor; Kürtçe yayın yapan TRT Şeş'i açmak, 'acılarınızı paylaşıyoruz' demek gibi. Kürtleri din vasıtasıyla merkeze çekmek için... * Alternatif dinsel varoluşlar Kürt coğrafyasında daha yoğun olduğu için, mele projesiyle memurlaşacak. Ancak bu tip toplumsal mühendislik durumlarında hiçbir şey hesaplandığı gibi yürümez. * Kürtler ulusal Diyanet İşleri şapkası altında kendi dinlerini yaşamaya devam ettiler. Dolayısıyla şimdi Diyanet şunu demiş oluyor: "Biz sizin dinselliğinizi tanıyoruz. İçeri alıyoruz." * Bu ne demek? Marjinalize olmaktan çıkarmak, çevreye almak, merkeze çekmek ve kontrol etmek demek. * Bir taraftan seni tanıyorum diyor; bu bakımdan Kürtçe TRT'ye benziyor. Ama aynı zamanda içeri alırken kontrol sağlıyor. "Diyanet İşleri baştan aşağı sorgulanmalı" * Diyanet'in mele projesinden ziyade, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın kendisinin sorgulanması gerekiyor. Bir toplumun dinsel eğilimlerini bir tür memuriyet vasıtasıyla kontrol altına almak, bir topluluğa ulusal bir din vermeye çalışmak ve tezahürünü denetim altında tutmak anlamlı değil. * Diyanet İşleri baştan aşağı sorgulanmalı. İmamlar, imam oldukları zaman öyle bir yemin ediyorlar ki; "Türk milliyetçiliğine bağlı kalacaklarına" dair... "Türkiye Cumhuriyeti Anayasasına, Atatürk İnkılâp ve İlkelerine, Anayasa'da ifadesi bulunan Türk milliyetçiliğine sadakatle bağlı kalacağıma..." diyerek evrensel bir mesajı bulunan dini bir ulus kimliğinin içine hapsedilmiş, uluslaştırılmış oluyorlar. * Bu sorgulama gerekliliğinin içinde vergi konusu da var. Bu tür kurumlara ilgilenen şahıslar vergi ödemelidir. Oysa bu toptancı uygulamada inanan, inanmayan, Müslüman olan, olmayan Diyanet'e vergi ödüyor. Herkese aynı şeyi dayatıyorsun ama herkes aynı değil. Diyanet, uzun vadede varolamaz * Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) uyumlu, ortalamayı temsil eden bir muhafazakâr parti. Daha radikal gruplar Diyanet İşleri Başkanlığı'nı reddeder; ortalama Türkiye Müslüman'ı ise reddetmez. * Baştan kendine "muhafazakâr demokrat" demiştir ve yönetmeye talip olduğu: Devlet'tir. Dolayısıyla devletleşiyor. Bu yüzden taşımış olduğu alternatif muhalif yöne rağmen bir tarafıyla "Devlet" gibi düşünüyor. * Diyanette reform yapmaya çalışıyor. Alevilerle ilgili, kadınlarla ilgili ve son olarak Kürtlerle ilgili yaptığı küçük girişimlerde bu görülüyor. Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez'le birlikte bu başladı. Ancak bu mümkün değil. *Yapısal olarak mümkün değil ayrıca uzun vadede Diyanet'in devam etmesi de imkânlı değil. * Alışkanlıklar, sabitleşmiş yapı ve konformizm nedeniyle toplum kendisini esir alan bu mekanizmadan vazgeçemiyor. "Diyanet'i istemiyoruz" talebi yükselmiyor. Bu bakımdan Diyanet, Atatürk gibi bir yapı." (IC) kızılbaş - sayfa 53 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel 00 49 (0) 177 502 88 53 Dinsel İnançlar ve Düşünceler Tarihi Cilt 1 Dinler Tarihine Giriş Mircea Eliade'nin bu kitabının merkezinde iki temel soru var: Din nedir ve hangi aşamada bir din tarihinden söz edebiliriz? Eliade bu soruların aydınlatılabilmesi için kutsalın belli sayıda tezahürünün incelenmesi gerektiğini düşünüyor. Bu yüzden de incelemesine gök, su, yer, taşlar gibi kutsalın farklı kozmik düzlemlerde ortaya konulan yüzlerini irdelemekle başlıyor; ardından ayın halleri, güneş, bitkiler ve tarım, cinsellik gibi kutsalın biyolojik tezahürlerini; kutlu yerler, tapınaklar gibi kutsalın mekanla ilgili tezahürlerini, son olarak da mitleri ve simgeleri inceliyor. Yazarın her bölümde kendine özgü bir çerçeve oluşturduğu ve kimi zaman da didaktik olmanın tekdüzeliğini aşmak üzere her bölümde kendine özgü bir üslup geliştirdiği görülüyor. Kitabın farklı başlıkları arasında gezinen okuyucu kutsalın yapısı üzerinde düşünme olanağı buluyor. Eliade'nin Dinler Tarihine Giriş'i tek tek dinleri ele alıp inceleyen bir kitap değil, "ilkel" ve "gelişmiş" din biçimlerini eşzamanlı olarak inceleyerek tüm dinlerdeki ortak öğeleri ortaya koyan ve insanın kutsal ile ilişkisini çözümleyen bir çalışma. Bu kitap bize dinsel inançlar ve düşünceler tarihine nasıl yaklaşmamız gerektiğini öğretiyor. (Arka Kapak) . Taş Devrinden Eleusis Mysteria'larına Eliade, Dinsel İnançlar ve Düşünceler Tarihi isimli bu üç ciltlik eserinde, 1933'ten itibaren belirli aralıklarla Bükreş Üniversitesi, Ecole des Hautes Etudes ve Chicago Üniversitesi'nde verdiği Dinler Tarihi derslerini bizlerle paylaşıyor. Yazar, Dinler Tarihine Giriş'te kutsalın diyalektiğini ve morfolojisini tartışmıştı; bu ciltleri ise farklı bir bakış açısıyla tasarlamış. Bir yandan kutsalın tezahürlerini zamandizinsel bir düzen içinde çözümlüyor, bir yandan da dinsel inançlar ve düşünceler tarihine yapılmış en büyük katkıları, dinsel geleneklerdeki köklü dönüşümleri gün ışığına çıkarmaya çalışıyor. Eliade'ye göre din tarihçisi için kutsalın her tezahürü büyük önem taşır; her ayin, her mit, her inanç ya da tanri figürü kutsalın deneyimlenmesini yansıtır ve dolayısıyla varolma, anlam ve hakikat kavramlarını gündeme getiri. "Kutsal", insan bilincinin tarihinde bir aşama değil, bilincin yapısı içinde bir unsurdur. Kültürün en arkaik düzeylerinde insan olarak yaşamak kendi içinde bir dinsel eylemdir; çünkü beslenmenin, cinsel hayatın ve çalışmanın ayinsel bir değeri vardır. Başka bir deyişle insan olmak ya da insan haline gelmek bizatihi "dinle ilişkili" olmak demektir. Yine Eliade'ye göre, insan zihninin, indirgenemez gerçek bir şeyin mevcudiyeti kanısı olmaksızın nasıl işleyebileceğini hayal etmek güçtür; insanın deneyimlerine ve dürtülerine bir anlam yüklemeden bilincin nasıl ortaya çıkabileceğini düşünmek olanaksızdır. Gerçek ve anlamlı bir dünya bilinci, kutsallığın keşfiyle yakından ilintilidir. İnsan zihni gerçek, güçlü, zengin ve anlamlı olarak ortaya çıkanla bu niteliklerden yoksun olan -yani şeylerin kaotik ve tehlikeli akışı, onların rastlantısal ve anlamsız beliriş ve yok oluşları- arasındaki farklı kutsalın deneyimi sayesinde yakalayabilmiştir. (Arka Kapak) . Dinsel İnançlar ve Düşünceler Tarihi Gotama Budha'dan Hıristiyanlığın Doğuşuna 2. Cilt Mircea Eliade, anıtsal eserlerinin -Dinler Tarihine Giriş, Dinsel İnançlar ve Düşünceler Tarihi- bu cildinde de dinsel düşünceler tarihinin haritasını çıkarmaya devam ediyor. Eski Çin, Brahmancılık, Hinduizm, Budha ve çağdaşları, Roma, Kelt ve Cermen dinleri, Yahudilik, Helenistik dönemin dinsel düşünceleri, mesihçilik ve binyılcı hareketler, dünyanın sonu üzerine spekülasyonlar, İran'daki dinsel sentezler ve Hıristiyanlığın doğuşu, tüm bunlar "harita"nın bu ciltteki parçalarını oluşturuyor. Diğer ciltlerde olduğu gibi bölüm sonlarındaki zengin kaynakçalar, profesyonel araştırmacılara yol gösterici nitelikte. Bir kez daha anlıyoruz ki, Eliade'yi aynı konuda çalışan diğer araştırmacılardan ayıran en büyük özelliği dinler tarihini anlatırken mitleri, teolojiyi, tarih ve felsefeyi büyük bir ustalıkla sentezlemesi ve böylece insanın düşünce tarihini de anlatmayı başarmasıdır. Onun eserlerinin en çarpıcı noktası, söylemsel ya da simgesel olarak tüm teolojilerde, mitolojilerde ve liturjilerde bulunan temel yapıları ortaya koyması; dinin, kendini oluşturan öğelerden farklı bir sistem, eklemli bir düşünce, bir dünya görüşü olduğunu söylemesidir. Elliade külliyatının, dinler tarihinin görüngüler labirentinde kaybolmuş okuyucunun zihin karışıklığını gidereceği, ona net bir harita sunacağı kesin. (Arka Kapak) . kızılbaş - sayfa 54 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel 00 49 (0) 177 502 88 53 Tanrı Yanılgısı Son zamanlarda, Discover dergisi, evrimi sert ve etkili savunduğu için Richard Dawkins'i "Darwin'in Rottweiler"i olarak anmaktadır. Prospect dergisi ise onu, (umberto Eco ve Noam Chomsky ile birlikte) dünyanın ilk üç halk aydınından biri olarak seçti. Bu kez Dawkins keskin zekâsını din üzerine çevirir, dinin hatalı mantığını ve yol açtığı acıları ifşa eder. Dinsel İnançlar ve Düşünceler Tarihi Muhammed'den Reform Çağına Cilt 3 Mircea Eliade, dinler tarihiyle ilgili bu son derece önemli eserinin son cildinde genellikle yeterince önemsenmeyen veya suskunlukla geçiştirilen heterodoks akımlar, halk mitolojileri ve ibadetleri, büyücülük, simya gibi dinsel yaratımlara yer veriyor. Yazar, kendi manevi ufukları içinde ele aldığı bu dinsel yaratımları, dünya dinsel kültürünün önemli bir parçası olarak kabul ediyor. Eliade birtakım sağlık sorunlarıyla boğuşurken kaleme almasına karşın, Batıdaki dinsel reform hareketlerinden Doğudaki Tibet dinlerine kadar geniş bir coğrafyayı kapsayan bu ciltte de aynı ayrıntı zenginliğini ve panoromik bakışı korumayı başarmış. Antik Avrasya dinleri, ikonakırıcılık, azizlere ve kutsal emanetlere tapınma, İslamın doğuşu ve tasavvuf, Musevi ve Hıristiyan mistisizmi, Batıda Hermesçi akımlar ve Lamacı öğretiler. Üç ciltlik Dinsel inançlar ve Düşünceler Tarihi ve Dinler Tarihine Giriş ile birlikte dört kitaplık bu dizi, en eski çağlardan yakın zamanlara kadar insanoğlunun dinsel evrenine nüfuz etmemiz ve yalnızca dinsel inançları değil, hayatı anlamamız için değerli bir rehber. (Arka Kapak) . Eski Ahit'in cinsiyet takıntılı tiranından, Aydınlanma düşünürlerince müşfik (ama hala mantık dışı) Kutsal Düzenleyici olmasına kadar Tanrı'yı bütün formlarıyla eleştirir. Dine ilişkin bütün önemli argümanları didik didik eder ve doğaüstü bir varlığın olamazlığını açık seçik ortaya koyar. Konuları tarihsel ve çağdaş kanıtlarla destekleyerek, dinin nasıl savaşı ateşlediğini, bağnazlığı kışkırttığını, çocukları istismar ettiğini gösterir. Böyle yaparak, Tanrı inancının sadece akil dişi (irrasyonel) değil, ayni zamanda potansiyel olarak ölümcül olduğu seklinde zorlayıcı bir durum yaratmaktadır. Dawkins'in dini çürütmeye yönelik ateşli ve şiddetli tarzı, Kutsal Kitap'ı delik deşik eden tutarsızlık ve zalimlikler durmadan dile getiren, "maharetli tasarım"ın anlamsızlığı ya da can çekişen Orta Doğu veya Orta Amerika köktendinciliği karşısında tüyleri diken diken olan herhangi biri tarafından bağrına basılacaktır. Bu dünyada bir dev var. Bu devin öyle kolları var ki, hiç güçlük çekmeden bir lokomotifi kaldırabilir. Öyle ayakları var ki, günde binlerce kilometre koşabilir. Bu devin öyle kanatları var ki, bulutlar üzerinde, kuşların çıkamadığı yüksekliklerde uçabilir. Öyle yüzgeçleri var ki, su altında balıklardan daha iyi yüzebilir. Bu devin öyle gözleri ve kulakları var ki, görülmeyenleri görür, başka bir kıtada konuşulanları işitir. Bu dev o kadar güçlüdür ki, dağları delip geçer ve dolu dizgin akıp giden suları durdurur. Bu dev, yeryüzünü istediği gibi değiştirir; ormanlar diker, denizleri birleştirir, çölleri sular. Kimdir bu dev? Bu dev insandır. Acaba insan nasıl dev oldu, nasıl dünyanın efendisi oldu? Biz bu kitapta direnenlerin torunu! yücel halis’i koçgiri kızılbaşlarının yüzakı! senin alişer’e, zarife’ye seyrıza’ya ugurladık! ali rıza koçgiri kızılbaş - sayfa 55 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel 00 49 (0) 177 502 88 53 Sa i t ÇETİ NOĞLU Yok Ediciler ve Erdemli Müslümanlar Cemil Gündoğan`in yeni kitabı: Dönemeç Yazıları Vete Yayinevi'den çıktı! Kürt hareketi yakın bir zaman öncesine kadar, devlet ve hakim medya tarafından dış mihrakların Türkiye’ye karşı kullandığı bir güç olarak sunulurdu. Şimdilerde, giderek iktidarla muhalefetin birbirine karşı kullanmaya çalıştığı bir güç olarak işlem görüyor. Onun, Türk siyasal alanı-nın dışından içine doğru bu şekilde yer değiştirmesini mümkün kılan tek faktör, bu hareketteki iç değişim ve dönüşümler değildir. Türk toplumunda ve siyasetinde yaşanan derin yarılma ve çatışmalar ile Türkiye’nin dış dünyayla yaşadığı sorunlar da bu yer değiştirme üzerinde etkide bulunmaktadırlar. Cemil Gündoğan’ın bu kitabı, Kürt soru-nunu derinden etkileyen bu tür değişme, gelişme ve faktörleri analiz eden denemelerden oluşuyor. Bir kısmı ilk kez bu kitapta yayımlanan makaleler, Ergenekon davasından, yazarın deyimiyle " Avrupai Türkler"le "Asyatik Türkler" arasında yaşanan ayrışma ve çatışmaların Kürt hareketi bakımından yarattığı siyasi fırsatlara kadar görece geniş bir yelpazeye yayılıyor. Kürt hareketini ve Kürt sorununu, güncel siyasi çekişmelerin ötesine geçerek düşünmek ve tartış-mak isteyenler için. Bir asır evvel insanlık, bir büyük felaketi,Ermeni Soykırımını yaşadı. Sonrasında konuştu, tartıştı! “Oldu mu olmadı mı?” diye. Kimisi; “Ermeniler, Müslüman olmadıklarıiçin ölümü, öldürülmeyi hak etti!” dedi. Kimisi “Ermeniler Müslümanlarıkatlederken kendileri yok oldu!” dedi. Kimisi; “Türk, Kürt, Çerkez vs.suçsuz! Olayla alakamız yok!” dedi.Kimisi; “Ermenileri asıl katledenler Kürtlerdir! Kalanlarını da TürklerKurtardı!” dedi. Kimisi “Osmanlı tehcirinden, Cumhuriyet’in alakası yok.Cumhuriyet’ten bu hesabı sormak abesle iştigaldir!” dedi. Kimisi; “soykırımdeğil de, karşılıklı arbedede Ermeniler yenildi, dağıldı, çekip gitti!” dedi. Kimisi; “onlar (Ermeniler) Müslümanları yokederken, Allahû Te’ala cezalarını verdi. Kayboldular!” dedi.... Sinirlenince de Ermeni’ye ‘Küfürün bini birpara etti. “Ermeniler gibi sonunu getiririm!”, “Ermeni oğlu Ermeni” diyeaşağılayıcı sözler edenleri de az olmadı. “Ermeni Tertelesi(katliamı)nin olduğu sene!”diyerek o katliamı milad kabul edip, safça itiraf eden yaşlılarımızdan hayattaolanları oldu. Fakat bu tartışmalar, son 20 yıl içinde epeyyol aldı. Belge ve tarih bilinci ortaya konuldu. Her ne kadar resmi ideolojikendisiyle yüzleşemediyse de, artık azıcık insanlık tarihinden nasiplenmişler;“Bu olay olmadı!” deme kudretini kendinden bulamıyor/ bulamaz durumda. Şimdi sıra, katliamı bir zat yapan sorumlukatil kadronun kimliğini ortaya koymak, yaptıklarını ve biyografilerini gençnesillere sunmaktır. Bu kitapta; Patrik Zaven Der Yeghiayan’ın (1868-1947); “Ermeni Soykırımı Örgütleyicilerinin Listesi, Exterminators (Yok Ediciler ve Erdemli Müslümanlar)” olarakhazırladığı notlarından yola çıkarak, Sait Çetinoğlu’nun büyük bir çaba vetitizlikle derleyip yayına hazırladığı bu çabasıyla tartışmanın çıtasını başkabir merhaleye taşıyor. Artık, Ermenileri katledenler ve kurtulmalarıiçin yardımcı olanların isim ve biyografilerini liste halinde bu kitaptabulacaksınız. Yapılanlardanutanarak yerin dibine girmek yerine "yalancının mumu buraya kadar"denilerek, dedelerinin /babalarının yaptıklarını öğrenerek, kınayarak,kendileriyle yüzleşerek bu travmadan kurtulabilinir.Soykırım esnasında, gözü dönmüş katilçetelerinin talan ve kıyımına karşı, insanlığını unutmayanların ve katledilmekistenenlerin kurtulmaları için yardımcı olanların torunları, dede ve atalarınıninsani duruşlarını bilince taşıyarak övünebilir. Artıkyaşanmış gerçeği inkâr edenler, karanlık dünyada kendilerini insanlıktangizlemenin zaruretine düşmüş olanlar, aydınlığa çıkarak normal yaşamaakabilmeli. Zira karanlıkta kalmaya gerek kalmadı. Sarkis Çerkezyan’ın dediğigibi “Bu dünya hepimize yeter!” yeter ki yaşamayı becermeli. İnsanlığını kaybedenlere karşı, İnsanlığınhuzuruna çıkıp gerçeği haykıranlara seslerini katarak, şoven, ırkçı vekatliamcı tarih ve zihniyetten kendisini arındırma mücadelesini vererek,kendilerini insanlık tarihi karşısında sorumlu kılarak, geleceklerini temizetaşıyabileceklerdir. Doğruyu yakalamakve doğruda sebat etmek için önyargılardan uzak durmak, değişmek ve mücadeleetmek erdemliliktir. İnsanlığın veonurlu geleceğin yanında saf tutmaktan başka çare yoktur! Aksi halde tarihtekatil listesinde zikir edilmemek elde değildir. Tıpkı bu kitaptakiler gibi… Arka kapak kızılbaş - sayfa 56 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel 00 49 (0) 177 502 88 53 işçi i hracat ı nı n 5 0.y ı l ı Çetin Çam Tel: 02151- 75 81 62 Fax: 02151- 659 99 80 Hülserstrasse 89 Mobil: 0173-137 40 13 [email protected] D - 47803 Krefeld www.cetin-cam-kunst.de kızılbaş - sayfa 57 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel 00 49 (0) 177 502 88 53 Re/max Erguvan İleri Teknoloji ile Sunum Alarak Arazi/Arsa Yatırımı Yapanlar Kazanıyor! Engin Eren Tel: 0212- 787 17 06 [email protected] www.ermax-erguvan.com Ferhatpaşa Mah. Lise Cad. No: 30 İstanbul-Çatalca Almanya: Ali Ülger Tel: 0177 502 88 53 E-mail: [email protected] - daha detaylı bilği için bizi arayabilirsiniz!.. Sunum İçerikleri: 1. Avrupa ve Anadolu bölgesi haritası üzerinden net sunum. 2. İSKİ Koruma alanları ile ilgili kurulması. 3. Kadastral haritalar hakkında bilgi vermek, İSKİ ve uydu fotoğraflarıyla ile eşleştirilmesi (karşılaştırılması) - İmar Planlarına göre arsa/arazi tehvit (birleştirilme) ve ifraz (ayırma) edilme hakkında bilgi. - NİP (Nazın İmar Planı) hakkında bilgi. - Nato ve Doğalgaz hakkında bilgilendirme. - Enerji hatları ve yüksek gerilim hakkında bilgi. - Orman tehdit (sınırlandırma) haritaları ile ilgi kurulması. 4. III. İstanbul Boğaz Köprüsü (Kuzey Marmara Otoyolu Prolesi) geşe çıkışları ve geçiş yollarının anlatılması ve çevremizle ilgi kurulması. 5. Yeni Gümrük Alanı (Mahmutbey/Büyükçekmece) Halkalı Gümrüğü’nün yeni yeri, 6. 1/100.000 Ölçekli İstanbul (İÇDP) Çevre Düzenleme Planı ile ilg kurulması. 7. Yeni İstanbul Avrupa Bölgesi (Arnavutköy, Eyüp, Sarıyer), ve Anadolu Bölgesi hakkında bilgi ve İstanbul’a getireceği yenilikler, 8. Kanal/İstanbul Projesi (Çatalca /Silivri) hakkında bilgi 9. 2/B ve Orman tehdit (sınırlandırma) haritaları hakkında bilgi. Satışa sunulmuş arsa ve tarlalar... 8 Büyükçekmece Celaliye 17,000 m² 500,000 tl. tarla 12 Çatalca............Çakıl 7,500 m² 200,000 tl. Gümrük ve TEM e yakın 13 Çatalca............Çakıl 19,450 m² 470,000 tl. Gümrük ve TEM e yakın 14 Çatalca ...........Çiftlikköy 1,350 m² 79,000 tl. %10 villa imarlı, arsa 15 Çatalca ...........Çiftlikköy 3,700 m² 108,000 tl. %10 villa imarlı arsa 16 Çatalca ...........Çiftlikköy 7,400 m² 139,000 tl. tarla 17 Çatalca ...........Dağyenice 12,100 m² 250,000 tl. orman cepheli , tarla 18 Çatalca ...........Elbasan 6,962 m² 180,000 tl. tarla 19 Çatalca ...........Elbasan 9,950 m² 250,000 tl. tarla 20 Çatalca ...........Elbasan 12,200 m² 250,000 tl. tarla 21 Çatalca ...........Elbasan 11,500 m² 300,000 tl. tarla 26 Çatalca ...........İhsaniye 12,153 m² 150,000 tl. tarla 27 Çatalca ...........İnceğiz 6,400 m² 180,000 tl. 3. köprüye yakın tarla 28 Çatalca ...........İnceğiz 14,500 m² 290,000 tl. tarla 29 Çatalca ...........İzzettin 8,187 m² 270,000 tl. tarla 30 Çatalca ...........Kabakça 2,600 m² 58,000 tl. tarla 31 Çatalca ...........Kabakça 3,000 m² 62,000 tl. tarla 32 Çatalca ...........Kabakça 510 m² 64,000 tl. imarlı arsa 38 Çatalca ...........Karacaköy 3,600 m² 48,000 tl. tarla 39 Çatalca ...........Kestanelik 410 m² 49,000 tl. %30 villa imarlı arsa 41 Çatalca ...........Örencik 7,700 m² 120,000 tl. tarla 42 Çatalca ...........Örencik 7,700 m² 125,000 tl. NİP tarla 44 Çatalca ...........Yazlıkköy 11,600 m² 160,000 tl. tarla 45 Silivri .............Akören 9,600 m² 137,000 tl. tarla 50 Silivri .............Akören 14,400 m² 200,000 tl. tarla 55 Silivri .............Çanta 8,271 m² 135,000 tl. İmarlı arsa (%25 villa ) 56 Silivri ..........Değirmenköy 8,550 m² 100,000 tl. tarla 57 Silivri ..........Değirmenköy 8,100 m² 115,000 tl. tarla 59 Silivri .............Fener 3,900 m² 50,000 tl. 68 Silivri .............Gazitepe 5,370 m² 190,000 tl. tarla 69 Silivri .............Gazitepe 4,700 m² 210,000 tl. tarla 80 Silivri .............Kadıköy 8,666 m² 229,000 tl. tarla 81 Silivri .............Kadıköy 10,350 m² 250,000 tl. tarla 83 Silivri .............Kadıköy 3,300 m² 90,000 tl. yerleşime yakın tarla 84 Silivri .............Kadıköy 10,300 m² 322,000 tl. Ana asfalta cepheli tarla 86 Silivri .............Kurfallı 2,500 m² 55,000 tl. tarla 87 Silivri .............Kurfallı 4,250 m² 66,000 tl. tarla 97 Silivri ............ Seymen 8,880 m² 230,000 tl. tarla 98 Silivri .............Seymen 14,460 m² 375,000 tl. tarla kızılbaş - sayfa 58 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel 00 49 (0) 177 502 88 53 Almanya Türkiye'deki Rumları Nasıl Mahvetti? Mihail Rodas'ın bu çalışması tarihi topraklarından kazınan Elen halkının soykırımında Alman etkisini ve yönlendirmesini tarihsel süreç içinde incelemektedir. Eser olayların dumanının tüttüğü bir dönemde sıcağı sıcağına yazılmıştır. PONTUS KİTABI ÇIKTI PONTUS: Antikçağ'dan Günümüze Karadeniz'in Etnik ve Siyasi Tarihi Özhan Öztürk Bu kitap, Karadeniz çevresinde beliren ilk yaşam izlerinden günümüze dek gerçekleşen tüm tarihî gelişmeleri jeopolitik odaklı değerlendiren bir tarih anlayışının yanı sıra; coğrafya, arkeoloji, etnoloji, folklor, hatta genetik kaynaklar da kullanılarak oluşturulmuş disiplinlerarası bir çalışmadır. Karadeniz kıyısında ortaya çıkan yerleşimleri; otokton halklar ile istilacılar arasında doğal kaynakların paylaşımına paralel olarak gelişen yerleşim ve çatışma ilişkisini; Karadeniz’e egemen olmak isteyen güç odaklarının mücadele ve yönetim modellerini; zaman içinde yaşanan göç, sürgün ve çatışmaları; mümkün olduğunca 20. yüzyılın ideolojik kurgularından uzak durmaya çalışılarak okuyucuya sunulmaktadır. Dolayısıyla Pontus: Antikçağ’dan Günümüze Karadeniz’in Etnik ve Siyasi Tarihi, Türk arşivlerindeki verileri pek alışılmadık bir biçimde İngiliz, Yunan, Ermeni, Rus arşiv ve kaynaklarıyla kıyaslayarak ele alan, güncel makale ve bulguların yanı sıra yerel dil ile folklorik arşivleri de yorumlayarak kullanan devrimci bir çalışma olup tarih, arkeoloji ve etnoloji meraklıları kadar Karadeniz havzasının jeopolitiğini anlama bağlamında kapsamlı içeriğiyle siyaset öğrencilerine de özgün bir vizyon kazandıracak niteliktedir. Türkiyeli okurun Ermeni Soykırımı konusunda oldukça önemli bilgilere ulaşabileceği kaynaklar varsa da 1915 soykırım sürecinde diğer kadim halklara uygulanan muamele ile ilgili kaynaklar oldukça sınırlıdır. Rodas'ın yazdığı bu değerli inceleme, bu boşluğun doldurulmasına yönelik titiz bir çalışmadır. Rodas, değerli eserinde, Almanya'nın gerek Abdülhamit ve gerek se İttihatçılarla kol kola Osmanlı coğrafyasına ve bu coğrafyanın kadim halklarına yönelik emperyal seferinin ekonomik ve siyasi nedenlerini ve sonuçlarını inceler. Bu nedenler Osmanlı coğrafyası kadim halklarının tek tek sonunu hazırlamış, sonuçta bu hakların kadim topraklarından kazınmasına neden olan en büyük etmen olmuştur. Emanet Çeyiz Mübadele İnsanları "Bak şu bahçenin güzelligine. Şu şeftaliye, şu erige, şu çiçeklere bak!... Hepsi birlikte güzel... Bir ülkenin içinde ne kadar din, dil, ırk varsa o kadar zenginliktir bu... Budur sana, Sinoplulara, Ayancıklılara ve Türklere son sözüm: Tek meyveyle bahçe olmaz!..." Ayancıklı Baba Yorgo Türkiye ile Yunanistan arasında 1923 yılında Lozan'da imzalanan protokol, Türkiye'de yaşayan Rum Ortodokslarala, Yunanistanda yaşayan Müslümanların zorunlu mübadelesini öngörüyordu. 1912'de Balkan Harbi'yle başlayan on yıllık savaş dönemi boyunca yerinden yurdundan olanlarla birlikte, iki milyon civarında insan karşılıklı olarak göç etmek zorunda kaldı. Emanet Çeyiz, Denizli'nin Honaz Köyü'nde yaşayan Rum ailenin, sürgüne gönderilirken Müslüman komşularına bıraktığı kızlarının çeyizinin, yaklaşık seksen yıl sonra aileye geri veriliş öyküsüdür. Kemal Yalçın, dedesine emanet edilen çeyizi teslim etmek üzere Minoğlu ailesinin izini sürerken, on beş Rum ve on beş Türk mübadilin yaşam öyküsünü ve duygularını kendi ağızlarından aktarır bize. kızılbaş - sayfa 59 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel 00 49 (0) 177 502 88 53 ‘Çingeneler nasıl kurtulur’un cevabı, insanlığın kurtuluş yolunu gösteriyor… dırlar. c- Savaşçı Gacoların kültürünün insanlığın ruhunda yarattığı büyük tahribat ortaya konulmalı ve Çingene kültürünün barışçı özellikleri bir ideal olarak işlenmelidir. Bu amaçla hem Gacolara hem de Çingenelere hitap edebilecek iletişim araçları oluşturulmalı ve Çingene kültürü ortak bir insanlık değeri olarak bu kanallardan işlenmelidir. Yani, Çingenelere göre Çingene olmayanlar… Cingeneyiz.org sitesinin editörü ve aynı zamanda ‘Çingenelerin Kitabı’nın yazarı Ali Mezarcıoğlu kitabında ‘Çingeneler Nasıl Kurtulur?’ sorusuna şöyle yanıt veriyor: “Savaşçı Gacoların kültürünün insanlığın ruhunda yarattığı büyük tahribat ortaya konulmalı ve Çingene kültürünün barışçı özellikleri bir ideal olarak işlenmelidir.” üzerinde duran Mezarcıoğlu'nun önerileri aynı zamanda insanlığın tamamını ilgilendiriyor. ÇİNGENELER NASIL KURTULUR Çingenelerin Kitabı'ndan- Çingeneler Nasıl Kurtulur? Sayfa 146-147: Çingenelerin en temel sorunlarının çözümü için yapılması gerekenleri 5 madde halinde sıralayan Ali Mezarcıoğlu Çingenelerin sorunlarının çözümünün aynı zamanda bir insanlık meselesi olduğuna dikkat çekiyor. a- Çingeneler evrensel millet olduklarının farkına varmalı, Gacoların ve kendilerinin tarihlerini öğrenerek binlerce yıl içerisinde içlerinde yer eden son derece anlamsız eziklik duygusundan kurtulmalıdırlar. Dünya Çingenelerini temsil edebilecek ve Çingenelerin seslerinin duyurulmasını mümkün kılacak kurumlar yaratılmasının önemle b- Tüm dünya Çingenelerini temsil edebilecek nitelikte kurumlar oluşturulmalı ve bu kurumlar aracılığı ile Çingeneler seslerini dünyaya daha güçlü bir biçimde duyurmalı- d- Çingenelerin sorunlarının ve tüm insanlığın problemlerinin yegane çözüm yolu hepimizin ortak atası olan tabiat insanlarının ruhunun yeniden canlandırılmasıdır. Bunun için insanlığın gerçekte bir soy olduğu, insanları asiller ve asil olmayanlar diye ayırmanın haksızlığı ve farklılıklar üzerinden yapılan her türlü ayrımcılığın büyük bir insanlık suçu olduğu tüm toplum kesimlerine kabul ettirilmelidir. e- Tabiat insanlarının ruhunu yeniden hayata getirmek, insanlığın ve doğanın kötü gidişatını durdurmanın tek yolu olacaktır. Evrensel millet olarak Çingenelerin tarih sahnesine çıkması; tüm insanlığın Çingenelik köprüsü üzerinden Tabiat İnsanlarının kültürü ile bağ kurmasını sağlayacaktır. Kaynak: Ali Mezarcıoğlu, Çingenelerin Kitabı; Cinius Yayınları Çingenelerin Sitesine Hoşgeldiniz Romanlar, Abdallar, Elekçiler, Domlar, Lomlar, Mırtipler! Çingene olarak adlandırılan veya kendisini Çingene olarak kabul eden herkes! Burası sizin siteniz. http://www.cingeneyiz.org [email protected] kızılbaş - sayfa 60 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel 00 49 (0) 177 502 88 53 Van depremine ilk dava açıldı Av. Mustafa Aladağ Van'da meydana gelen, çok sayıda kişinin ölümüne, binlerce kişinin yaralanmasına, yüzlerce binanın yıkılmasına neden olan depremin ardından ilk dava açıldı. Vanlı Avukat Mustafa Aladağ, Erciş'te depremde yıkılan bir binanın altında yaşamını yitiren Taner Akgün için maddi ve manevi tazminat davası açtıklarını söyledi. Avukat Aladağ, depremzedeleri 'kader' demeyip haklarını aramaları konusunda uyardı. Van'da meydana gelen depremi yaşayan Van Barosu'na kayıtlı Avukat Mustafa Aladağ, geldiği Mersin'de depremzedelere dava açmaları çağrısında bulundu. Konuya ilişkin İHA muhabirine açıklama yapan Avukat Aladağ, 23 Ekim 2011 ve 9 Kasım 2011 tarihlerinde Van ve Erciş'te meydana gelen depremlerde gerek yaşamını yitiren gerek sakat kalan gerekse sadece maddi zarara uğrayan kişilerin ilgili kurum ve kişiler aleyhine maddi ve manevi tazminat davaları açabileceklerini bildirdi. Bu konuda depremzedeleri uyaran Aladağ, "Öncelikle herhangi bir binada, özellikle belediyelerin sorumluluk alanlarında bulunan binalarda yaşamını yitiren kişilerin yakınları ilgili belediye başkanlığına, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı başta olmak üzere ilgili devlet kurumları aleyhine, ayrıca binanın sahibine, binayı inşa eden müteahhide ve binanın inşaatında görev yapan inşaat mühendisi, şantiye şefi, proje sorumlusu gibi teknik personele karşı tüm tazminat istemlerini içerir şekilde dava açabilirler. Açılacak olan bu davalarda cismani zarar dediğimiz, kişinin ölümü veya yaralanmasından kaynaklı davalar asliye hukuk mahkemelerinde, sadece mala gelen zararlara ilişkin olanlar müteahhide ve teknik sorumlulara karşı yöneltilecek olan kısımlar adli yargıda, idareye karşı kısımlar da idare mahkemelerinde dava konusu edilebilecektir. Bu konuda sadece mal zararına uğrayan kişilerin özellikle depremden sonraki 60 günlük süreye dikkat etmeleri gerekmektedir. Çünkü bazı Danıştay ve İdari Mahkeme kararlarında depremden sonraki 60 günlük süre içerisinde ilgili kişilerin idareye başvurarak zararlarını talep etmeleri gerekmektedir. Ancak ölüm ve yaralanmalara ilişkin olanlar için böyle bir süre söz konusu değildir" dedi. "VAN DEPREMİNE İLİŞKİN İLK DAVAYI AÇTIK" Van depremine ilişkin ilk davayı, depremde 18 yaşındaki oğullarını kaybeden bir ailenin başvurusu üzerine açtıklarını belirten Avukat Aladağ, dava ile ilgili şu bilgileri verdi: "Taner Akgün adlı 18 yaşındaki bir eczacı çırağı, 23 Ekim'deki depremde Erciş ilçesinde AK Parti Van Milletvekili Fatih Çiftçi'nin amcası Hüseyin Çiftçi'ye ait bir mülkte bulunan internet kafeye girerken deprem meydana geliyor ve Taner Akgün ölüyor. Biz onun annesi, babası ve kardeşleri adına maddi ve manevi tazminat istemli olarak gerek Hüseyin Çiftçi'ye gerekse Erciş Belediye Başkanlığı ve Çevre ve Şehircilik Bakanlığı'na karşı maddi ve manevi tazminat istemli davamızı açmış bulunmaktayız. Biz pilot dava açtığımız için rakamın bir önemi şu an bulunmamaktadır" diye konuştu. Devletin deprem zararlarına karşı yasayla tanımlanmış zorunlu bir yükümlülüğü bulunmadığına işaret eden Aladağ, ancak depremden sonra zarara uğrayan kişilere yönelik olarak sosyal devlet olma ilkesi gereği belli bazı olanaklar getirmesinin mümkün olduğunu ifade etti. Örneğin, 'depremde evi yıkılan herkese bir ev verilir' gibi amir bir hükmün söz konusu olmadığını, bunun tamamen devletin takdirine kalmış bir durum olduğunu vurgulayan Aladağ, depremzedelere dava açarak haklarını aramaları çağrısında bulundu. Aladağ, "Ben gerek depremi yaşamış birisi olarak gerekse her zaman bizim başımıza gelme olasılığı bulunan bir durum olması nedeniyle bütün vatandaşların 'kadredir' mantığı içerisinde davranmayıp ilgili kişi ve kurumlar aleyhine kızılbaş - sayfa 61 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel 00 49 (0) 177 502 88 53 haklarını aramak üzere hukukçulara başvurmaları gerektiğini düşünmekteyim" ifadelerini kullandı. DAVA AŞAMASINDA İZLENECEK YOL Depremde maddi manevi zarar gören kişilerin dava açma aşamasında izleyecekleri yol konusunda da bilgi veren Aladağ, şunları söyledi: "Depremde ölmüş bir kişinin yakınlarının ilgili belediye, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, resmi bir kurumsa o kuruma, özel bir apartmansa apartmanın sahibi, müteahhidi, teknik personeli aleyhine 1 yıl içerisinde tazminat davası açması gerekmektedir. Öte yandan, ölüm ve yaralama meydana gelmese bile yıllarca çalışıp bir ev alan kişi, devletin bunu denetlediğine olan inançla o evi almış ama ev ortada yok, çünkü çökmüş. Müteahhidini bulamaz çünkü 10 yıl, 20 yıl önce yapılmış bina ya da 100 tane daire çökmüş, müteahhit bunu tazmin edemez. Bu tarz olaylarda bu kişilerin 60 günlük süreye dikkat ederek ilgili idareye başvurup zararlarının giderilmesini istemeleri gerekmektedir. Şayet zarar giderilmezse bir hukukçuya danışıp gerekli işlemleri yapmaları gerekir. Süre hususuna dikkat edilmediği takdirde hak kayıpları ortaya çıkabilmektedir". Türkiye hukukunun deprem konusunda daha önce 1999'da Gölcük ve Düzce depremleriyle bir sınav verdiğine, o zaman gerek adli gerekse idari yargıya yansıyan olaylar sonucunda yargının oluşmuş içtihatları bulunduğuna dikkat çeken Avukat Aladağ, özellikle Danıştay'ın oluşmuş içtihatlarının önemli olduğunu kaydetti. Bu içtihatlarla, meydana gelen bir deprem sonrasında ilgili belediye, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ile devletin açık sorumluluklarının ortaya çıktığını dile getiren Aladağ, bu çerçevede davaların açılabileceğinin de altını çizdi. ht t p://w w w.saba h.com.t r/G u ndem /2011/11/21/van-depremineiliskin-ilk-dava-acildi Avrupa Konseyi'nden vicdani ret açıklaması Avrupa Konseyi Genel Sekreteri Tharbjorz Jagland, Avrupa’da vicdani ret hakkının bulunduğunu belirterek, "Bu hakkın tanınması askeri gücü tehdit etmiyor, askeri güce zarar vermiyor. Tam tersine hem ülke kamu düzeni hem de bireylerin hakkının korunması bu alanda mümkün olabiliyor" dedi. Avrupa Konseyi Genel Sekreteri Tharbjorz Jagland, Avrupa’da vicdani ret hakkının bulunduğunu belirterek, "Bu hakkın tanınması askeri gücü tehdit etmiyor, askeri güce zarar vermiyor. Tam tersine hem ülke kamu düzeni hem de bireylerin hakkının korunması bu alanda mümkün olabiliyor" dedi. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) Türkiye Kararları, Sorunlar ve Çözüm Önerileri Konferansı sürüyor. Hilton Otel’deki konferansın açılışının ardından Adalet Bakanı Ergin ve Jagland, ortak basın toplantısı düzenledi. Gazetecilerin Türkiye’de vicdani ret konusuyla ilgili yapılacak düzenlemelere ilişkin sorularını yanıtlayan Jagland, AİHM’in konuyla ilgili Türkiye aleyhinde bir kararı bulunduğunu anımsatarak AİHM’in Türkiye’deki yasaların şu an itibarıyla Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) hükümlerine uygun olmadığını belirttiği söyledi. Jagland, "Normal standarda göre Avrupa’da vicdani ret hakkı var. Tarihte şu görülmüştür ki bu hakkın tanınması askeri gücü tehdit etmiyor, askeri güce zarar vermiyor. Tam tersine hem ülke kamu düzeni hem de bireylerin hakkının korunması bu alanda mümkün olabiliyor" dedi. Adalet Bakanı Sadullah Ergin de vicdani ret çalışmalarına yönelik sorular üzerine konunun Milli Savunma Bakanlığınca değerlendirildiğini söyledi. Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin Türkiye’ye yönelik bu konuda bir talebi bulunduğunu belirten Ergin, "Bu taleple ilgili bir çalışma yapılıyor, ama bu çalışmada değişik seçenekler masanın üzerinde. Bunları siyaset kurumu değerlendirecek. İlk etapta AİHM’in ihlal kararının gerekçesindeki hususların giderilmesi hedeflenecektir, ama Türkiye’nin kendi ihtiyaçları, Milli Savunma Bakanlığımızın, Genelkurmay Başkanlığımızın görüşleri ve ihtiyaçları bizim için önemli. Bütün bunlarla beraber bir görüş ortaya çıkacak, şu an için bir şey söylemek erken ancak bu yönde Savunma Bakanlığımızın bir çalışması var, bu çalışma tamamlandığında Bakanlar Kurulunda bu konuyla ilgili müzakere yapılacak" değerlendirmesinde bulundu. Ergin, bir gazetecinin "Vicdani ret konusunun kamu hizmeti ile çözülmesi yönünde bir fikir olduğu söyleniyor" görüşünü anımsatması üzerine, seçeneklerle ilgili görüş bildirmeyeceğini, bu konuda kararı verecek organın Bakanlar Kurulu olduğunu tekrarladı. Ergin, Bakanlar Kurulunda görüşülüp tartışılmadıkça vicdani ret konusunda yapılan çalışmanın içeriğe ilişkin herhangi bir detay paylaşmayacağının altını da çizdi. Anka, 15-11-2011 17.17 (TSİ) kaynak: http://www.abhaber.com/haber.php?id=37316 kızılbaş - sayfa 62 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel 00 49 (0) 177 502 88 53 “Türkiye’nin en büyük tabusu Ermeni tabusudur” M i k a i l A slan Tanınmış Zaza sanatçı Mikail Aslan, 14 Kasım’da Aram Haçaturyan Büyük Konser Salonu’nda düzenlenen ″Ararat’ın Öte Yanı″ konserine katılmak amacıyla 11 Kasım’da Yerevan’a geldi. Yerevan’da düzenlenen basın toplantısında bulunan Mikail Aslan, “Akunq” veb sitesi yöneticilerinin ricası üzerine Batı Ermenistan ve Batı Ermenileri Araştırmalar Merkezi ofisini ziyaret edip “Akunq”a konuştu. Mikail Aslan’ın Batı Ermenistan ve Batı Ermenileri Araştırmalar Merkezi Direktörü Haykazun Alvrstyan’a verdiği mülakatı okurlarımıza sunmaktayız: Haykazun Alvrstyan- Bu Ermenis tan’a kaçıncı gelişiniz? Mikail Aslan-Bu, Ermenistan’a beşinci gelişimdir. 2001’de ilk geldiğimde Ali Ertem’in yönettiği Soykırım Karşıtları Derneği üyesiydim ve Soykırımdan dolayı buraya geldim. O zaman müzedeki deftere bir şey yazdım. Defterin başındaki hanım bana nereden geldiğimi sordu. Hanım “Senden önce de Yılmaz Güney buraya gelmişti” dedi. O çok değerli ve dünyaca tanınmış bir Kürt sinemacısıdır. Demek istediğim o ki, Ermeni Soykırım Müzesi, vicdanlı insanların sonuçta uğradıkları bir yer. Haykazun Alvrstyan-Mikail Aslan’ ın adı, ruhumuza yakın olan şarkılar söyleyen bir sanatçı olarak son yıllarda Ermenistan’da çok duyulan bir isim. Şarkılarınız niye ruhumuza yakın? Mikail Aslan-Bence bunun birinci nedeni ve en önemlisi coğrafiktir. İkincisi de… bir çocuğu düşünün, bir çocuk bir şey çok severek yaptığı zaman insan ona bakar, değil mi? Yani bu, aslında bizim bu işi çocuklar gibi severek yaptığımızdan kaynaklanan bir şey olabilir. Haykazun Alvrstyan-Bu gelişinizdeki program nedir? oluyorlar. Mesela Ermeni ve Zaza şarkıları arasındaki benzerlikler, birçok bilimadamını bu benzerlikleri araştırmaya itiyor. Yani kültür, bilimadamlarının bunları araştırmalarına neden oluyor. Siz, Ermeni şarkılarını yayma yönünde adımlar attınız mı? Ermeni kültürünü yaymakla ilgili projeleriniz var mı? Mikail Aslan-Biz “Petag” albümünü yapmıştık. Yapmak istediğimiz işi yeteri kadar tanıtamadık. Çünkü bizim amacımız, orda bir albüm yapıp ortaya koymak değil, bu albümle her iki taraf, yani Ararat’ın diğer tarafı ve bu tarafı arasında bir bağ oluşturmak istedik. Çünkü bu sınırlar aslında yoktur. Yani bizim gönlümüzde, bizim ruhumuzda böyle bir sınır yoktur. Onu siyasetçiler koymuş. Ama müzik yapmak, gerçekten çok insani bir şey olduğu için bizim kafamızda bu sınırlar yok. Bu gelişimizdeki amaçlardan biri, bu projeyi tekrar insanlara tanıtarak her iki taraftaki insanlarda karşılıklı duyarlılık yaratmaktır. Aram Haçaturyan salonunda çalacağız. Bu da benim için büyük bir onur. Bizi destekleyen bir milletvekilimiz var: Aragats Akhoyan. Aragats Akhoyan bize çok destek oldu. Aynı zamanda “Nik-Abaran” diye bir dernek var, onlar da bizi destekliyorlar. Umarım ki bu çalışmanın devamı gelir. Bilindiği gibi birkaç gün önce burda Zaza konulu bir konferans düzenlendi. Gerçi bilimadamları, bir meseleyi müzisyenlerden ve sanatkarlardan farklı tartışırlar. Ama müzik, her zaman bağlayıcı ve toparlatıcı olduğu için ben çok anlamlı buluyorum çünkü müzik, kültür yanıyla yavaş yavaş tamamlanan bir bilimsel çalışma temelini oluşturur. Haykazun Alvrstyan-Kesinlikle! Ve biz, çalışmalarımızda fark ettik ki, kültürel faktörler çoğu kez bilimsel araştırmalar yapmaya neden Mikail Aslan-En büyük amaçlarımdan biri, coğrafyamızda yaşayan Ermenilerin kendi kimliklerine, kültürlerine sahip çıkması ve özgürce yaşamasıdır. Ben “Petag” albümündeki şarkıları söylediğimde onlara da bir cesaret geliyor. Onlar da kimliklerini daha çok araştırmaya başlayacak. Ayrıca, ilerde çeşitli Ermeni şarkıcılarla projeler yapmak istiyorum ki bizim coğrafyamızda Ermeni olmaktan korkan insanlar, kendi kimliklerine yavaş yavaş sahip çıksınlar. 20 yıl önce Türkiye hükümetinin ciddi bir Müslümanlaştırma, Türkleştirme politikası vardı. Onun için bizim toplumumuz, kendi anadilini konuşmaktan utanıyordu. İnsanlar, kendi kimliklerine o kadar yabancılaşmış ki, kendi dilini kendi ailesi içerisinde bile yasaklamıştı. Biz, üniversite çevresindeki devrimci insanlar, asimilasyona karşı bu dilde müzik yapmaya başladık. Ve birdenbire beni halkımdan eleştirenler ortaya çıktı. “Bu Zazaca nerden çıktı?” diyorlardı. Ama aradan on yıl geçti ve şimdi herkes bizim müziğimizi dinliyor. Şimdi gençler ve çocuklar, müziğimizi seviyor. Ben bu “Petag” albümünü yapınca bu sefer o gerici çevreler “Bu Ermenice nerden çıktı?” demeye başladı. Zazaca nasıl sizin toprağınızdan çıkmışsa, Ermenice de topraklarınızdan çıkmıştır. Yani demek istediğim o ki, bazı önyargıları kırmak amacıyla cesaret vermek için çok mücadele etmek gerekir. Siz geldiniz ve Dersim’de gördünüz ki bir askeri kışlanın kapısıyla bir evin kapısı yüz yüze bakıyor ve bir kişiye beş tane, on tane asker düşüyor. Yani o topraklar şimdi askeri kışla haline getiril- kızılbaş - sayfa 63 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel 00 49 (0) 177 502 88 53 miştir. Demek istediğim, o coğrafyada büyük meseleler var, insanlar çok korkuyorlar… Haykazun Alvrstyan-Ama aynı zamanda gördük ki, Dersim’deki insanların iradesi o denli kudretli, onlar kendilerini o denli bu toprakların sahibi olarak hissediyorlardı ki, bu dediğin garnizonlar kendilerini savunmaya başlamışlar gibi geldi bize. Sizin Zazaca söylediğiniz şarkılar, seyirciler arasında büyük bir coşku yaratıyordu. Konseri ise başlıca olarak gençler izliyordu. Dersim’deki genç Zazaların ulusal kültür uyanışını nasıl değerlendiriyorsunuz? Mikail Aslan-15 yıl önce dilimizle müzik yapan kimse yoktu. Tamamen bitmişti yani. Çocuklar, son 15 yıl bizim yaptığımız, yani benim gibi arkadaşlarla beraber yaptığımız müzikle büyüyorlar. Benim düşüncem şudur: bir çocuk hangi şarkı dinliyorsa, kimliği odur. Bunun için çocukların kendi anadiliyle büyümesi çok önemlidir. Onu kendi annesinin karnında duyduğu zaman bir daha hiç unutmaz. Büyük umutlar var. Özellikle Kürt halkının uyanışıyla beraber, Asuri, Süryani, Yezidi, Zaza, Alevi halkları da yeni bir dönem içine girdiler. Eskiden Türkiye’de sadece Türk ve Müslüman vardı ama şimdi o diğerleri de ortaya çıktı. Haykazun Alvrstyan-Farkettiğimiz kadarıyla, Türkiye’de yaşayan Ermenilerden pek az sözediliyor. Mesela Dersim Ermenileri Derneği gibi kurumlar daha yeni kurulmaya başladı. Bu uyanış, 15 yıl önce Zazalar arasındaki yaşanan uyanış bir devamı mı? Mikail Aslan-Nasıl anlatayım… Mesela Kürt, kendisini Türk içinde saklıyor, Alevi kendisini Kürt içinde saklıyor, Ermeni kendisini Alevi içinde saklıyor… Türkiye’nin en büyük meselesi, en büyük tabusu Ermeni tabusudur. Bu çok korkunç bir tabu. Ermeni demek küfür anlamına geliyor. Benim yakın arkadaşlarım, Ermeniliklerini benden bile gizliyorlar. Bu çok zor bir meseledir Türkiye gibi bir yerde. Ermeni tabusunun yıkılması için daha büyük bir cesaret göstermek lazım. Ben bu albümü yaptığım zaman, bırakın resmi Türkiye çevresini, bizim kendi içimizde bile bir sürü gericiler bana karşı çıktılar. “Mikail Ermeni olmuş”, “Mikail Ermeni misyoner olmuş” diyorlardı. İnsanlar, o kadar hasta olmuş ki yüzyıllardan beri o topraklarda yaşayan Ermeni halkının bir temsilcisi bile Ermenice şarkı seslendiriyorsa, herkes onu yoketmeye çalışıyorlar. Türkiye’de sadece hükümetin değil, Zazasının, Kürdünün, Kurmancısının, Alevisinin, hepsinin bu meselelerle tek tek yüzleşmeleri gerekiyor. O coğrafyadaki Kürt halkının da bu meselelerle yüzleşmesi gerekir. Ermeni Soykırımı zamanında Kürt halkı ne yapıyordu? Kürt aydınlara, Kürt sanatçılara bu konuda büyük bir görev düşüyor. Bizim insanlarımız, Ermeni deyince böyle çok yabancı bir şey zannediyorlar. “Akunk” müzik grubunun Dersim’de sahneye çıktığı zaman bizimkiler, onun bizden bir farkı olmadığını gördü. Ermeniler uzaktan gelmemiş ki, o toprakların insanlarıdır. Bizim parçamız, bizim komşumuzdu, bizimle birlikte yaşamış yani… Bu yabancılaşma en başta sistem tarafından yapılıyor. İnsanlar da bunu kabul ediyor. İşte müziğin gücü burdadır: sen küçük bir şarkıyla binyılları hatırlatabiliyorsun. Dersimliler, “Petag” albümünü dinlediği zaman o komşularını tekrar hatırlıyorlar. Haykazun Alvrstyan-Bu ağır ama pek önemli işte Mikail Aslan’ı her zaman öncü görmek istiyoruz. Sizin attığınız tohumlar bugün artık meyve vermeye başlamıştır. Toplumumuz, bunu anlamıştır zaten. Hem “Akunk”, hem “Maratuk” gruplarının Dersim’e gittiklerinden önce Mikail Aslan tanınmıştı. Mikail Aslan’ın kim olduğunu, Zaza halkının uyanışını, Ermeni kültürünün uyanışını biliyorlardı. Bu uyanış, bize güven verdi ve oralara gitmemiz için itici bir güç oluşturdu. Mikail Aslan’ın açtığı yolda binlerce Ermeninin oralara gideceklerine inanıyorum. Mikail Aslan’ın şarkılarının birdenbire Ermenistan’da seslendirilmesi bizim için bir sürpriz oldu. “Petag” albümü ortaya çıktığında pek önemli bir şey yaşandığını anladık. Bunun elbette ki uzun bir tarihi vardı ve büyük bir çalışmanın sonucuydu o albüm. Her geçen günle birlikte hem Ermenistan, hem başka yerlerde birçok insan bu olayı anlayacaktır. Mikail Aslan-Ben bizden önce o coğrafyalarda bedel veren insanları burdan yadetmek isterim. Bunun bedelini Hrant Dink gibi insanlar çok büyük verdiler. İnsani vicdan şöyle bir şeydir: senden önceki nereye düşmüşse, sen oraya gidiyorsun, ordan başlıyorsun. Mesela, Hrant Dink’in mezarı nerdedir, benim yola girmem için o mezarı ziyaret etmem lazım. Çünkü bu zor yoldur ve gerçekten bir ışık gibidir: ne kadar yaklaşırsan seni yakar, ama her zaman bir yere kadar götürür… Bu dostluğu başlatanlar biz değiliz, bizden önce Dersim’de de yine bu dostluklar yaşanmış. Tarih de bunu belgelemiştir. Biz de bu dostluğu takip eden yolcularız. Haykazun Alvrstyan-Evet, Dersimlilerin Ermenilerle ne gibi dostluklar kurmuş olduklarını çok iyi biliyoruz. Soykırım yıllarında Dersimlilerin Ermenilere sığınak verdiklerini de biliyoruz, ancak eğer insanlar, özellikle Türkiye gibi bir ülkenin koşullarında bazı şeyler tekrar hatırlayamazsa, yeni yollar açmazlarsa, bunlar tarihte unutulabilirler… İşte burda sanat, sanat olmakla kalmayıp daha yüksek bir mücadele simgesine dönüşüyor. Mikail Aslan-Bizim yaptığımız işler burda çok iyi karşılandı. Yani yüzyıldır dondurulan bir dostluğu yeniden hatırlatmak istedik. Albüm yapmamızda en başta bize destek olan arkadaşlarımız oldu: Tigran Hakobyan, Lilit Simonyan, Samvel Felekyan. Ermenistan Toplum Radyosu ve “Akunk” ansamblı da bize bu konuda destek oldu. Umarım ki bundan sonraki yıllarda bu geliş gidişler daha çoğalır ve bizim çocuklarımız ve sonraki kuşaklarımız bu geleneği sürdürürler. Haykazun Alvrstyan-Bu konuda büyük ümitler besliyoruz. Sizin gibi insanlar sayesinde birçok başarıya ulaşacağız. 03.12.2011 kaynak: Akunq.net kızılbaş - sayfa 62 - sayı 9 - kasım 2011 - [email protected] - tel 00 49 (0) 177 502 88 53 10 aralıkta istanbulda düzenlenen desim ermenileri yemeginde ermeniler dostlarıyla can cana oladular! Dersimli Ermenilerin özüne dönüşü Tüm canları selamlayarak başlıyorum yazıma DERSİMLİ ER MENİLER DERNEĞİNİN gecesine katkılarını sunan arkadaşlara sonsuz teşekkülerimi sunuyorum. Bu yaptığımız etkinliğin önemini çok iyi biliyorduk ona göre hazırlandık inanıyordukki Dersimli ermenilerin artık kendilerini doğu ifade etmeleri, takkiye ve inkardan kurtulmalarının zamanı çoktan gecmişti, onlarda bunu bu etkinlikle tüm birlikte yaşadıkları halklara göstermiş oldu. Artık kimseden gizleme ihtiyaçları olmayaçak. Bilinmesi gereken gerçekler ne ise ortaya çıksın ki herkes üstüne düşen payını sahiplensin geçmişte yaşanalar basite alınacak Miran Pırgic Gültekin yaptırımlar değil bir halkın soykırımından söz ediyoruz.Kendi topraklarında yaşıyamadıkları kültüründen söz ediyoruz,coluk çocuğuna söyledikleri yalanları anlatmaya calışıyoruz. yaşıyamadığı inancından bahsediyoruz. Ne kadar kandırılmış bir halk olduğumuzu ve bu halkı korkutarak küçülterek bir cemaata dönüştürmeleri bile başlı başına bir katlimadır.Özelliklede bu zaaflardan faydalanmaya calışan kendi içimizdeki düşman zihniyetli kişilikler varki bunların içine düştükleri ihanetten kurtulması bile bizim için önemli bir durumdur çünkü bunların bu duruşu rahmetli HIRANTIN katledilmesine katkı sunmuştur halada bizim birlikteliğimize karşı çıkmaya çalışıyorlar. Karşı duruşları yetmeyecek Cemaatcilerin çünkü bu birlikteliğin tohumu Dersim Eremeniler Derneğinin yemeğinde atıldı Tüm Ermeni milletine hayırlı olsun saygılarımla.