ArAtA IsozAkI

advertisement
Natura
MİMARLIK VE İÇ MEKAN DERGİSİ
SAYI: 8 / KASIM-ARALIK 2010 / FİYATI: 7 TL
Arata Isozaki: CAFA Sanat Müzesİ
CAFA Art Museum
Souto de Moura: Mathosinhos Evİ
Mathosinhos House
3LHD: Hırvatistan’da yenİ mİmarlIk
The new architecture of Croatia
Nabil Gholam: F House
EDİTÖRDEN
Yeni bir şeyin başlangıcı daima biraz heyecan,
endişe ve heves taşır. Natura’nın yeniden
lansmanını üstlenen ekip olarak derginin bu
yeni sayısını hazırlarken bizim de hislerimiz
bunlardı. Amacımız bu güne kadar olmayan bir
yayın yaratmaktı: Bu bölgenin mimarisi üzerine,
İstanbul merkezli, uluslararası bir dergi… Türkiye
ve çevresinde gördüğümüz yaratıcılığa odaklanmak
ve Avrasya bölgesindeki mimarlığı incelemek
istedik. Akdeniz’den Asya’ya, Balkanlardan Orta
Avrupa, Kuzey Afrika ve Arabistan’a, bu bölgelerdeki
çağdaş mimariyi önemli ve büyüyen bir güç olarak
görüyoruz. Bu bölgede son 10 yılda gerçekleşen inşaat
patlamasının uzun dönemli ve dikkate şayan bir
mimari gelişimin başlangıcı olduğunu düşünüyoruz.
Çağdaş tasarımda doğal taşın değeri konusunda
farkındalık yaratmak için çalışan İMMİB de aynı
vizyonu paylaştı. Avrasya bölgesi eski çağlardan beri
mimarinin temelini oluşturan doğal taş konusunda
inanılmaz bir zenginliğe sahip. Doğal taşla tasarım ve
mimari pek çok mimari tarzının bazını oluşturmakla
kalmıyor, hem doğuda hem de batıda yapı sanatının
temeliyle de doğrudan ilişkili.
Araştırmaya ve saptamaya giriştiğimiz, geçmişin
farkındalığı ve geleceğin taşıdığı zengin olanaklar…
Yerel gelenek ve teknikleri rehber olarak alıp,
Avrasya’da taş ve diğer doğal malzemelere dayalı
mimari, tasarım ve çağdaş kültürün, ilerici ve
yenilikçi örneklerini göstereceğiz. Yeni dönemdeki
bu ilk sayımızdaki mimari projeler Hırvatistan, Mısır,
Lübnan, Çin ve pek tabii ki Türkiye’den… Global
mimarlık kültürünü genişletmek amacıyla, bu ileri
tasarım örneklerinde taş, teknoloji ve tekniğin
sentezini detaylı olarak inceliyoruz. İMMİB’in
desteğiyle, dünya çapında çok önem kazanan
ekolojik ve kültürel olarak sürdürülebilir modernite
diyaloguna anlamlı bir katkıda bulunabilmeyi, pratik
ve eleştirel bir bakış açısı getirebilmeyi umuyoruz.
GÖKHAN KARAKUŞ / Mimar
04 NATURA • KASIM-ARALIK 2010
The start of something new always comes with bits
of excitement, anxiety and anticipation. It is with all
these sentiments that the editorial team behind the
relaunch of Natura set upon the task of producing this
new edition of this magazine. Our goal was to create a
publication that had not existed before, an international
magazine on regional architecture based in Istanbul. We
wanted to focus on the creativity we saw in Turkey and
beyond, to look at architecture built and unbuilt in the
Eurasian region. From the Mediterranean to Central Asia,
Balkans and Central Europe to North Africa and Arabia,
we saw contemporary architecture in these locations
as an important and growing force. The building boom
of this area in the last 10 years we felt was only the
beginning of a long era of construction and architecture
that deserved our attention.
Our partners in the effort, IMMIB shared our vision as
they found themselves working to build awareness of
the value of stone and Turkish stone in contemporary
design. The Eurasian region is the source of a great
variety of natural stones that has been the basis for
architecture since ancient times. Architecture and design
with stone represents not only the basis for many
architectural styles but more importantly is directly
related to the foundations of the art of building itself in
both the east and west.
It is this awareness of this past and the wealth of
possibilities in the future that we seek to explore and
map. With rich local traditions and techniques as
our guide, we will attempt to show the progressive
and innovative examples of architecture, design and
contemporary culture based on stone and other natural
materials in Eurasia. The architectural projects we feature
in this our first edition are examples from emerging
places such as Croatia, Egypt, Lebanon, China and,
of course, Turkey. We look in detail at the synthesis
of stone, technology and technique with the aim of
broadening global architecture culture through the
examples of these advanced designs. Our hope is that
we can with our partners at IMMIB make a meaningful
addition to the important worldwide dialogue on
modernity that is ecologically and culturally sustainable
to provide you with practical and critical insights.
KÜNYE
NATURA
KASIM-ARALIK 2010 / NOVEMBER - DECEMBER 2010
İÇİNDEKİLER / INDEX
66
100
8 Etkinlikler: MARMOMACC ve 100% Design 10 Taş ve suyla gelen huzur: Spalar 20 Ağa Han Mimarlık
Ödülleri 28 Taş ve Heykel: Xavier Corbero ve Tuba İnal taşa hareket kazandırıyor. 38 Bir yol hikayesi: Bedri
Rahmi Eyüboğlu’nun kaybolan mozaik duvarı 44 Paris’te bir Türk tasarımcı: Koray Özgen 48 Doğaya
uyumlu konut mimarisi: Bodrum Bodrum 58 Yeni Kahire’nin yenilenen yüzü: Zaha Hadid’den Stone Towers
66 Nabil Gholam’dan bir taş harikası: F House 76 Souto de Moura’dan minimal konut: Mathosinhos Evi
86 İsozaki’den yerel taşı yorumu: CAFA Sanat Müzesi 94 Zengin iç mekanıyla Tripoli Kongre Merkezi
100 Hırvat mimarlık ofisi 3LHD’den üç ayrı projede yerel malzemenin yansımaları
06 NATURA • KASIM-ARALIK 2010
20
86
48
10
8 MARMOMACC and 100% Design 10 A new definition of everyday life: Spas 20 The Agha Khan Architecture
Award shortlist 28 Stone and sculpture: Xavier Corbero and Tuba İnal breathe new life to stone 38 On the
road: Bedri Rahmi Eyuboğlu’s lost wall mosaic 44 A Turkish Industrial Designer in Paris: Koray Özgen
48 A new direction for Bodrum lifestyle 58 The new face of Cairo: Zaha Hadid Architects’ Stone Towers
66 A masterpiece of stone architecture by Nabil Gholam Architects 76 Monolithic serenity: Souta de
Moura’s Matosinhos House 86 Arata Isozaki takes China slate stone into innovative directions in CAFA Art
Museum 94 The rich interiors of the Tripoli Congress Center by Metex 100 Croatian vernacular techniques
in natural stone reinterpreted by 3LHD Architecture
KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 07
Her yıl dünyanın çeşitli
ülkelerinde malzeme
tanıtımı, yeni teknolojik
gelişmeler, markaların
yeni ürünleri ve en son
tasarımların sergilendiği çok
sayıda fuar düzenleniyor.
Çoğu zaman çağdaş
malzeme, tasarım ve mekan
anlayışlarını yakından
takip eden ve güncel
trendlere yön veren bu
fuarlar diğer yandan
hem tasarımcıların kendi
ufuklarının genişlemesi, hem
de tanışma alanları olarak
gerek taş, gerekse tasarım
sektörlerinde önemli yer
tutuyorlar. İşte, özellikle
taş sektöründe dünyada
adından en çok söz ettiren
fuar olan İtalya’nın Verona
kentinde düzenlenen
Mamomacc Uluslararası Taş
Tasarım ve Teknoloji Fuarı
ile İngiltere’nin başkenti
Londra’da yer alan ve
tasarım, özellikle iç mekan
tasarımı konusunda dünyada
başı çeken ve eğilimlere
yön veren fuar olan 100%
Design’dan notlar…
Every year, there are many
exhibitions organized
in various countries
where technological
advancements, new
products, new materials
and latest designs
are displayed. These
exhibitions not only shape
the current trends by
following contemporary
material, design and
location concepts, but are
also vital for designers in
broadening their vision and
establishing contacts.
The following sections
include highlights
about Marmomacc 45.
International Exhibition
of Stone Design and
Technology organized in
Verona, Italy and 100%
Design Contemporary
Interior Design Exhibition
organized in London,
England.
08 NATURA • KASIM-ARALIK 2010
Marmomacc Uluslararası
Taş Tasarım ve Teknolojİ
Fuarı – Verona
Marmomacc 45. International Exhibition of
Stone Design and Technology – Verona
29 Eylül- 2 Ekim tarihleri arasında İtalya’nın
Verona şehrinde düzenlenen Marmomacc 45.
Uluslar arası Taş Tasarım ve Teknoloji Fuarı’nın
(Marmomacc 45. International Exhibition of
Stone Design and Technology) Türkiye milli
katılım organizasyonu İstanbul Metal ve Maden
İhracatçıları Birlikleri (İMMİB) tarafından ilk kez
gerçekleştirildi. Türkiye’nin fuarda rol alması Dış
Ticaretten Sorumlu Devlet Bakanı Zafer Çağlayan
ve Türkiye İhracatçılar Meclisi Başkanı Mehmet
Büyükekşi’nin de katılımıyla desteklendi.
Doğal taş sektöründe dünyada düzenlenen en
büyük organizasyon olan fuar, tüm sektör için
vazgeçilmez ve sektöre yön veren bir etkinlik
konumunda... 2009 yılında 50’den fazla
ülkeden 1.400’den fazla katılımcının, 77.000
m2’lik alanda ürünlerini sergilediği Marmomacc
Fuarı, 53.119 kişi tarafından ziyaret edildi. Bu yıl
ise 11 holde 1.500’e yakın firmaya ev sahipliği
yapan fuarda, katılımcılardan 100’e yakınını
Türk Doğaltaş İhracatçıları oluşturuyordu.
Fuarda, en ciddi katılımlardan birine sahip
Türkiye’nin yanı sıra milli katilim organize eden
ülkeler arasında Arjantin, Belçika, Brezilya, Çin,
Fransa, Hırvatistan, Mısır, Ürdün, İran, Pakistan,
Hindistan, Portekiz, İspanya ve Tayvan gibi
önemli merkezler yer alıyordu.
Türkiye Pavyonunda milli katılım içinde yer alan
57 firma, 1.846 m2’lik alanda mermer, granit,
traverten, fayans, plaka ve bordürlerin yanı
sıra, bu ürünlerden mamül lavabo, evye ve
benzeri ürünler, mozaik gibi dekoratif ürünler
ve yine bu ürünlere ilişkin kimyasallar ve
ekipmanları sergiledi. Milli katılım içinde yer
almayıp bireysel olarak fuara katılan Türk firma
sayısı da 40’ı buluyordu. Marmomacc, sektör
açısından hayati değer taşıyan bir fuar... Doğal
taşta son derece zengin bir ülke olan Türkiye’nin
fuarda yer almış olması gerek Türkiye taşlarının
tanıtılması ve ortak pazara sunulması açısından,
gerekse Türkiye’nin uluslararası bu son derece
önemli platformda temsil edilmesi ve kendini
göstermesi açısından son derece kritik. Fuar
sektörün nabzını elinde tutması ve oldukça
ufuk açıcı, bilgilendirici içeriği ile bu önemli
etkinlik bu yıl da çeşitli seminerler, yarışmalar ve
workshoplarla da desteklenerek yine kendinden
bolca söz ettirdi.
Marmomacc 45. International Exhibition of
Stone Design and Technology took place in
Verona between September 29 and October 2.
This year was the first time Turkey, represented
by IMMIB (General Secretariat of Istanbul
Mineral and Metals Exporters’ Association),
officially participated in the exhibition. Being
represented on such a significant international
platform was critical for a country like Turkey.
Rich in natural stone resources, this exhibition
provided Turkey the opportunity to introduce
and market its local stones.
Marmomacc is the largest and the most
respected exhibition for the natural stone
industry. In 2009, the exhibition, spread
across an area of 77,000 m2, was visited by
53,119 people and included more than 1,400
participants from 50 different countries.
This year, the exhibition hosted 1,500 firms,
almost 100 of which were Turkish Natural
Stone Exporters. The Turkish firms displayed a
wide variety of stone types, in addition to end
products, decorative goods and chemicals and
equipment related to these products. Some
of the other participating countries included
Argentina, Belgium, Brazil, China, France,
Croatia, Egypt, Jordan, Iran, Pakistan, India,
Portugal, Spain and Taiwan.
100% Design Güncel İç Mekan
Tasarımı Sergİsİ – Londra
100% Design Contemporary
Interior Design Exhibition – London
Her yıl Londra’da düzenlenen 100% Design
Güncel İç Mekan Tasarımı Sergisi (100% Design
Contemporary Interior Design Exhibition),
çağdaş iç mimarlık konusunda dünya çapında
düzenlenen en önemli aktivitelerden biri... Fuar
bu yıl 23 – 26 Eylül tarihleri arasında düzenlendi.
2011 tarihi ve yeri şimdiden belli olan fuar (22
– 25 Eylül 2011; Earls Court London) bu yıl yine
son derece büyük bir başarı yakalayıp 2009 yılı
katılımının üzerine çıkarak oldukça ses getirdi.
2009 yılında fuarı 25.000’i ticaret amaçlı olmak
üzere toplamda 26.500’ü aşkın ziyaretçi gezdi.
Fuarda 1.400’e yakın basın mensubu yer aldı.
Bu yıl 16.sı düzenlenen 100% Design fuarında
400’ün üstünde stand yer aldı. Standların her
biri başka bir tasarım anlayışı ortaya koyuyor,
farklı malzemeleri bir araya getirerek değişik
tasarım elemanları oluşturuyordu. Ücretsiz
seminerler, aktiviteler ve atölye çalışmalarının
yanı sıra, fuar izleyiciye en ünlü tasarımcı
ve markaları yakından görme ve onlarla
etkileşime girme fırsatı sağladı. Fuarın 100%
Design bölümü en yeni tasarımcıların en yeni
işlerini sergilerken, 100% Materials’da bakteri
tekstilinden sürdürülebilir yüzeylere kadar
birçok ürün sergilendi. 100% Futures’da ise genç
yetenekler tasarım piyasasına tanıtıldı.
Bu yıl izleyici sayısı oldukça artan fuarda
birçok profesyonel izleyici stand açan firma
ya da kişilerle diyaloğa girdi, fuar önemli
iş anlaşmalarının yapılmasına sahne oldu.
Seminerler de oldukça ilgi gördü ve tasarım ve
mimarlık alanında uzun ve derinlikli tartışmalar
yaşandı. 100’ün üzerinde genç tasarımcı fuarda
kendine yer bulurken Nathalie Dewez En İyi Yeni
Ürün tasarımı dalında, Creative Trust En İyi Stand
Tasarımı dalında, Kristine Bjadaal En İyi Malzeme
Kullanımı dalında, Daniel Emma ise En Umut
Vaad Eden Tasarımcı dalında Blueprint ve 100%
Design tarafından ödüle layık görüldü.
100% Design üç ana bölümden oluşuyor. Bu
bölümlerden ilki, dünya klasmanında bir iç
mimari şovu olan 100% Design. İkinci bölüm iç
dizayn ve mimari malzemeler sergisi olan 100%
Materials, sonuncusu ise yükselen yeteneklerin
tasarımlarının sergilendiği 100% Futures.
Bölümlerden ilki ve en önemlisi sergiyle aynı
adı taşıyan 100% Design (%100 Tasarım).
Şov bölümü olarak kabul edilen bu bölüm,
İngiltere’nin bu çok önemli tasarım fuarının en
önde gelen etkinliği. Bu bölüm, ziyaretçilerin
mobilya, aydınlatma, aksesuar, duvar, yer
kaplama, tekstil, mutfak ve banyo alanlarında
tüm yenilikleri takip ettikleri yer. Oturumlar ve
iyi tasarım lansmanı manifestosu bu bölüm
dahilinde yer alıyor. Milli katılımlar bölümü
bu alan kapsamında ve bu durum uluslararası
katılımcı ve ziyaretçi sayısının bu bölümde
100% Design Contemporary Interior Design
Exhibition, organized every year in London,
is the world’s leading contemporary interior
design event. It consists of three divisions.
The first division, 100% Design, is a world
renowned interior design show which displays
innovative, contemporary products designed
by the mix of new and established talent.
Hence, this division is more popular than the
others both for participants and for visitors.
The second division, 100% Materials, includes
a variety of contemporary materials and
techniques sought after by designers to find
new ways to create more technical and more
sustainable projects. Finally, the last division
100% Futures, brings tomorrow’s design stars
in touch with influential manufacturers,
retailers, press, buyers and the international
design community. This division also provides
daily interactive sessions with leading
designers and innovators.
KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 09
Su ve taşın huzuru:
Spalar
A new definition of
everyday life, spas
Suyu mimarlıkla birleştiren
kendilerine özgü fasiliteler
olarak spalar 21. Yüzyıl için yeni
bir yapı tipi ortaya koyuyor.
Özellikle rahatlama ve yenilenme
için kullanılan spalarda taş
malzeme ahenkle kullanılıyor.
The union of water and
architecture in the design of spas
creates new building types for 21st
century lifestyles. Extensive use of
stone creates natural harmony in
these spaces of rejuvenation.
S
ürekli değişen, akışkan ve dinamik gündelik hayat pratikleri özellikle kent yaşamında oldukça yoğun ve sıkıştırılmış halde karşımıza
geliyor. Metropollerde yaşanan kaotik hayat kişileri nevrotik olma
eşiğine getirirken, kentsel dinamikler yaşamın akışı dahilinde nefes alacak aralık bulmayı şehirliler için oldukça zorlaştırıyor. Yorgunluk, stres gibi unsurlar üst üste bindikçe sürekli bir dinlenme, rahatlama ve sakinleşme ihtiyacı ortaya çıkıyor. Sık sık tatile gitmenin imkansız
olduğu hallerde ise bu durum kentlere ya da periferiye alternatif yapay
dinlenme ve rahatlama mekanları inşa etmekle çözülebilir bir hale geliyor. İşte bu noktada artık gündelik hayatın bir parçası ve bir anlamda bir
yaşam biçimi tanımı haline gelen spa fasiliteleri karşımıza çıkıyor.
“Spa” kelimesinin nereden geldiği ile ilgili iki teori var. Bunlardan biri
Latince “salus per aquae” (su yoluyla sağlık) teriminin baş harflerinin
birleşimi ile ortaya çıktığı yönünde… Diğer teori ise Belçika’nın Roma
termalleri ile ünlü Spa kentinin adının zaman içinde tüm termal yapılar
10 NATURA • KASIM-ARALIK 2010
C
Contemporary society today is a mix of mobile, fluid and dynamic lifestyles especially the complex and fast lives led in urban centers. These
chaotic lifestyles in big cities have had the tendency to increase nervous
tension where intense urban dynamics makes it difficult for urbanites
to achieve a healthy balance in the rapid pace of life. As fatigue and
stress accumulate, there is the parallel need to rest, relax and realize a certain
tranquility. In cases where frequent vacations are not an option, this problem
can be addressed by artificial means through alternative rest and relaxation
centers located in or near major urban centers. One of these alternatives are
the spas that feature water treatments of different kinds. These quickly growing spas and thermal baths have now become a part of daily life to define a
certain lifestyle that provides a solution to the stresses of urban living.
There are two theories about the origin of the word “spa”. One theory is that
the word represents the initials of the Latin term “salus per aquae” (health
through water). The other theory claims that the city of Spa in Belgium, famo-
İSVİÇRE’DE PETER ZUMTHOR TASARIMI
THERME VALS’İN HAVUZUNDA TAŞ, IŞIK VE
SUYUN UYUMU
In Switzerland, Peter Zumthor’s
Therme Vals pool unifies stone,
light and water
KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 11
için kullanıldığını söylüyor. Rahatlamak, yenilenmek
ve stres atmak amacıyla kullanılan modern spaların
kökleri sıcak kaplıcalara dayanıyor. İçinde şifalı mineraller bulunduran ve yolcuların vazgeçilmez durakları
olan sıcak su kaplıcaları modernleştirilerek ve başka
fasilitelerin de eklenmesiyle günümüzde kullanılan
spalara dönüşüyor.
Aslında banyo yapmak için özel bir yapıya sahip olma
kültürü Roma İmparatorluğu’na kadar dayanıyor.
Roma imparatorluğunda kamusal mekan olarak bulunan termal yapılar soyunma odalarından rahatlama
alanlarına kadar gerekli tüm fonksiyonları içlerinde
barındırıyor. “Caldarium” denilen buhar odası, “Tepidarium” denilen sıcak oda ve “Frigidarium” denen
soğukluk bu yapıların çekirdeğini oluşturuyor. Yapılar her gün yıkanan Romalılar için oldukça önem
taşıyor ve gündelik hayatın en önemli etkinliklerinden birine ev sahipliği yapıyor. Aynı kültür Osmanlı
İmparatorluğu’nda yine gündelik hayatta fazlasıyla yer
tutan yıkanma aktivitesinin gerçekleştiği Hamam yapılarında karşımıza çıkıyor. Hamamlar aynı Roma termallerinde olduğu gibi “Hararet Odası”, “Sıcak Oda”
ve “Soğukluk” ismi taşıyan mekanlar içeriyor.
Gelişerek günümüze gelen ve modernleşen yıkanma
kültürüne ev sahipliği yapan spalar artık içlerinde masaj, yüz bakımı, fitness gibi rahatlamak ve yenilenmek
için gerekli her türlü aktiviteyi barındırıyor. Avrupa’da
özellikle Almanca konuşulan ülkelerde su terapisi oldukça rağbet görürken, Amerika’da yüz bakımı ve masaj aktiviteleri daha çok ilgi görüyor.
Spalar aynı zamanda suyu mimarlıkla birleştiren kendilerine özgü yapılar olarak karşımıza çıkıyorlar. Özellikle rahatlama ve yenileme için kullanılan spalarda
bu sebeple çoğunlukla taş malzemeye rastlanıyor.
İçten ısıtılan taş duvarlardan oluşan Roma termalleri
ile aynı ısıtma tekniğini benimsemiş, ancak her tarafı
mermerle kaplı Osmanlı hamamları taşın su tarafından
domine edilen mekanlardaki önemini ortaya koyuyor.
Bu durum geleneksel termal ve hamamları etüd ederek spa tasarlayan mimarları taş kullanımına yöneltiyor. Taşın suyla kurduğu ilişki doğada sürekli karşımıza
çıktığı ve rahatlatıcı, bir anlamda huzur verici bir imgeye sahip olduğundan taş, spalarda oldukça popüler
bir malzeme haline geliyor. Taş kullanımı mekanları
doğal bir görüntü verirken, fiziksel ve psikolojik rahatlamayı da kolaylaştırıyor.
Yapıların konumlandırılması bağlamında iki tür spa
karşımıza çıkıyor. Birinci kısım kente entegre olmuş
spalar… Yoğun kent dokusu içinde yer alan bu yapılar
kent insanının işinden eve giderken kullanabileceği
kadar yakın olduğu için oldukça yoğun bir programa
sahip oluyorlar. Tek bir yapının içinde tüm ihtiyaçlarını gidermek isteyen modern kent insanı bu yapılarda
oldukça fazla zaman geçiriyor ve bunu gündelik rutininin bir parçası haline getirebiliyor. Bir diğer spa
türü ise ya kent periferisinde ya da kentlere yakın olan
dağlık köy ya da kasaba alanlarında inşa edilen yapılar. Bu yapılar genelde kendilerini doğaya entegre
ediyor ve doğal görüntünün bir devamı gibi o dokuyu
kendi üzerinde taşıyor.
Doğaya entegre olmuş spaların en iyi örneklerinden
biri Peter Zumthor’un Therme Vals isimli spası olarak
kabul edilebilir. Zumthor’un bu tasarımı taş üzerine
12 NATURA • KASIM-ARALIK 2010
Therme Vals
us for its Roman thermal baths, became the generic word
for all similar facilities over time. In fact, today’s modern
spas are simply more advanced and contemporary thermal baths with additional facilities and services such as
massages, facials and fitness.
These types of bathing ritual dates back to the Roman
Empire period. Most Roman cities had at least one, if not
many, public baths. These baths were a center of public
life for Romans who visited them daily. The various parts
of the bathing ritual, such as undressing, bathing, sweating, and resting, were all accommodated for in these
structures. The three rooms that represented the core of
this arrangement were “Caldarium” (the hot room), “Tepidarium” (the warm room) and “Frigidarium” (the cool
room). The same bathing ritual was also embedded in
the culture of the Ottoman Empire. In-line with its Roman predecessors, a typical Ottoman hamam consisted of
three rooms: “Hararet Odasi” (the hot room), “Sicak Oda”
(the warm room) and “Sogukluk” (the cool room).
Today’s contemporary spas represent a unique integration
of water and architecture in the spirit of these ancient
urban public bathing activities. Following the Roman and
Ottoman traditions, contemporary designers are taking
advantage of the peaceful harmony generated by the
combination of water and stone to build these centers of
relaxation for the body and mind. These spas and thermal
baths located in urban areas respond to the demands of
modern men and women with busy schedules who want
to be able integrate their spa experience into their daily
İNGİLTERE’DEKİ
NICHOLAS
GRIMSHAW
TASARIMI
THERMAE
BATH’DEKİ SICAK
HAVUZDAN ŞEHİR
MANZARASI
GÖRÜLÜYOR.
Nicholas
Grimshaw’s
Thermae Bath in
Bath, England
provides views
to the city from
heated pools.
KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 13
Therma Bath Spa
Thermae Bath Spa
kurulmuş bir tasarımdır. İsviçre’nin Vals kentinde dağ
eteklerine kurulmuş bu yapının ana tasarımsal hedefi dağlık dokuyu bozmamak ve yapıyı doğanın akışkanlığının bir parçası olarak gösterebilmektir. Bu doğal taş dokusunu Zumthor bölgenin yerel taşı “Valser
Gneisplatten”I kullanarak verir.
Su ile kurduğu doğal ilişki sayesinde doğal mekanlar
yaratmak adına spalarda en çok seçilen malzeme olan
taş, Zumthor’un spasında fazlasıyla öne çıkar. Dağ,
mağara, doğa, taş gibi kavramların tasarımsal motto
olarak kullanıldığı yapıda en göze çarpan unsur taş, su
ve ışığın tek bir mimari eleman gibi algılanması ve bu
çok katmanlı elemanın heterojenliği sayesinde farklı
mekan ve zamanlarda farklı olarak algılanan estetik
deneyimlere dönüşmesidir. Zumthor bu tasarımından
önce Budapeşte, İstanbul ve Bursa’daki termal yapılarını etüt eder ve bu etüd üzerine söz konusu taş odaklı
tasarımını gerçekleştirir. Yapı büyük ve serbest duran
taş bloklarının üst üste yerleştirilmesiyle kurgulanır.
Çatılar çimle kaplanır. Bu da yapıyı doğal görüntünün
doğal bir parçası haline getirir. Zumthor’un yakalamak
istediği primitif görüntü de bu şekilde sağlanır. Yapının iç mekanlarında suyun izlerini bulmak mümkündür.
Nicholas Grimshaw tarafından tasarlanan Londra’da
yer alan Thermae Bath Spa yine doğal malzeme ile suyun bir araya geldiği oldukça iyi bir örnek. Şehir dokusu içinde kurgulanan Therma Bath Spa, yoğun dokulu
kentin ortasında bir yapı içinde farklı seviyelerdeki
havuzların konumlanmasıyla ve diğer elemanların
14 NATURA • KASIM-ARALIK 2010
routines. The spas located outside of urban areas primarily
in mountain resorts, small towns and villages in German
speaking countries deliver this experience in the context
of the luxury of being unified with nature.
One of the best architectural examples and most well
known of these mountain resort spas is Vals Thermae in
Vals, Switzerland, 1996, designed by Peter Zumthor. Embedded in the stone topography of the Swiss mountains,
Zumthor’s achievement is to combine water, light and
stone in an essential way, fusing the topography and the
basic material, primarily stone, in a simple yet powerful
design. His use of the local stone “Valser Gneisplatten”
is a significant factor in creating the structure’s symbiotic relationship to its natural surroundings. Zumthor’s
integration of stone with the thermal properties of water
and heat provides for an alchemic-like architecture made
more brilliant by the building’s manipulation of natural
and artificial light.
Thermae Bath Spa, designed by Nicholas Grimshaw, is located in the city of Bath close to the major urban metropolis of London, and yet still manages to deliver an
organic feel through its integration of water and local
materials. A crisp stone-clad cube, which contains the
spa’s changing, massage and steam rooms, breaks through the roof terrace of glass-clad lower floors, rising a
further level to an open-air pool right on top, high in
the air, with views to the wooded hills. The whole cube
is perched on four fat mushroom-shaped columns rising
from a larger main pool at semi-basement level, this is
a building sandwiched top and bottom by massive qu-
MARIO BOTTA’NIN
TSCHUGGEN
BERGOASE SPASI
DAĞ YAMACINDA
HARİKA BİR
KONUMA SAHİP
The Tschuggen
Bergoase
Spa in Arosa
Switzerland
by Mario
Botta sets a
thermal spa
in a beautiful
mountain
setting.
KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 15
mümkün olduğu kadar organik bir şekilde dokunmasıyla oluşan bir tasarım anlayışına sahiptir. Bu yapı da
bir spada olması gereken tüm fasiliteleri barındırır.
Su, mekanların çoğunda karşımıza çıktığı gibi burada
da yapı doğal malzeme ve organik formların bir araya
gelmesinden oluşmaktadır. Yapının en önemli özelliklerinden biri yine yerinde taş kullanımı... Yapıda
Londra’nın dışındaki bir ocaktan gelen bir çeşit kireç
taşı kullanılır. Bu taş “Banyo Taşı “ olarak da bilinmektedir.
Mario Botta’nın ünlü “Berg Oase” spası ise Alplerin
eteklerine inşa edilmiştir. Tasarımında göze çarpan en
önemli kriterler geçirgenlik, organiklik ve doğallıktır.
Oldukça kendine özgü bir estetik anlayışa sahip olan
bu tasarım, bölgenin gerek görsel, gerekse fonksiyonel anlamda en ünlü yapılarından biri haline gelmiştir. Berg Oase bölgede zaten çok eski bir gelenek olan
termal ve kaplıca geleneğinin modernize ve stilize
edilmiş halidir. Taş–su–ışık ilişkisi yine doğal dokular
içinde karşımıza çıkar. Mimar Mario Botta’nın kendine
özgü tasarım anlayışı doğal malzemeye organik dokular halinde yansır.
Yine Almanca konuşulan bir diğer coğrafyada,
Avusturya’da Behnisch, Behnisch & Partner tarafından
tasarlanan Römerbad Kleinkirchheim isimli spa, üzerinde konuşulmaya değer bir diğer önemli su yapısı
olarak karşımıza çıkıyor. Bad Kleinkirchheim, özellikle
spa tasarımlarıyla ünlü olan Stuttgartlı Alman firmasının en önemli işleri arasında sayılabilir. Taş, beton
ve seramik gibi malzemelerin birleşimi, döşemeler ve
yüzeylerde açılmış amorf delikler, suyun akışkanlığını
takip eden bir tasarım anlayışı ve bu alışkanlığın ince
ince işlenmiş mekanlara tek tek yansıması, betonun
verdiği primitif dokunun yanında tasarım anlayışının
estetik şıklığı yapının öne çıkan noktaları arasında sayılabilir.
Son olarak Sinan Kafadar’ın Swissotel için tasarladığı hamam önemli ve güzel bir örnek olarak kabul
edilebilir. Türkiye coğrafyasında yapılan spa tasarımlarında genelde öne çıkan malzeme mermerdir. Sinan Kafadar’da bu geleneksel alışkanlığın günümüze
uzanmış izlerini gözardı etmez, projede çizgili Marmara Mermeri kullanır. Klasik kadın ve erkek hamamları bu malzemeyle üretilmiş ve geleneksel bir çizgide
oluşturulmuştur. Duvardaki çiniler ve aydınlatma biraz
daha modern unsurlar olarak bu hamamlar içinde yer
alır.
Ancak 10 kişi kapasiteli özel hamam daha farklı tasarım unsurlarını öne çıkarır. Ana yıkanma yeri karedir,
bu da geleneksel sekizgen formun yerinden edilebileceği ve tasarımın modern yorumlara açık olduğu an16 NATURA • KASIM-ARALIK 2010
Tschuggen Bergoase Spa
antities of hot water. “It is modern,” says the architect
Grimshaw, “but it is not minimalist. We’re getting across
the idea of it as a pleasure, a place where you go to disengage, to contemplate.”
The Tschuggen Bergoase spa and thermal designed by the
Swiss architect Mario Botta is positioned on the skirts of
the Swiss Alps in the resort town of Arosa. The structure
is meant to hide its mass in the hillside exposing itself to
the exterior only in the form of light ‘trees’, large glass
leaf like structures that let in light during the day and
are illuminated at night. With the use of Arosa granite as
the primary material, this structure is yet another interesting example of the unification of stone, water and light
seen in Vals with also the same attention to generating
a space of peace and tranquility integrated with nature.
Describing the spa as a “sacred space”, Botta says of the
Tschuggen Bergoase, “…the Spa is carved into a mounta-
in, overall it is not a grotto in that it is defined by open
spaces with smooth walls. The concept is that of a sanctuary – a place to escape.”
Römerbad Kleinkirchheim, located in Austria, is considered to be one of the most influential works of Behnisch,
Behnisch & Partner – the German architecture firm especial famous for its spa designs. Initially in 2003–7 they
designed the spa in Bad Aibling, Bavaria, Germany and
later the expansion of the Roman Baths in Bad Kleinkirchheim in Carinthia, Austria in 2006-2007. The primary
strategy of both of these set out to absorb the particulars
of the respective site, not unlike Zumthor’s vanguard building, if in an entirely different architectural vocabulary.
Round, flowing forms integrate water into the shape of
the building in a design strategy that seeks to develop an
architecture that is upbeat and modern, a far cry from the
clinical feel of many municipal swimming facilities and
AVUSTURYA’DAKİ
BAD
KLEINKIRCHHEIM
SPA, DINAMİK
VE AKIŞKAN BİR
MİMARİYE SAHİP
Dynamic
flowing
architecture in
the Austrian Bad
Kleinkirchheim
spa
KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 17
Römerbad Kleinkirchheim
lamına gelir. Burada da kullanılan malzeme Marmara
Mermeri’dir, ancak mermerlerin arkasına yerleştirilen
aydınlatmalar transparan bir etki yaratır. Bu mermerin estetik yönlerinin öne çıkmasını sağlar. Bu tasarım
anlayışı son derece geleneksel bir fonksiyonun modern bağlamda yeniden tasarlanması ve stilize edilmesi olarak değerlendirilebilir.
Genel olarak spalarda öne çıkan tasarım anlayışı taş
kullanmak üzerine yoğunlaşır. Bu gelenekselden gelen bir Roma ve Osmanlı hamamları mirası olabileceği gibi, doğal malzemenin rahatlatıcı etkisi ve insan
üzerindeki psikolojik etkisi sebebiyle de tercih edilebilir. Bir spanın sağlaması gereken en önemli tasarım
unsuru rahatlatıcı, dinlendirici ve yenilendirici mekan
anlayışı ortaya koymaktır. Bu da çoğu zaman taş, su ve
ışığın farklı oranlarda birleştirilip tek bir malzemeymiş
gibi sunulması olarak karşımıza çıkar.
Taş kullanımı spalarda doğal imge yaratma anlamında da oldukça önemli. Bu şu anlama gelir; özellikle
yapılara özgü bölgelerin yerel taşlarının tasarımda kulanımı, o yapıyı içinde bulunduğu doğanın bir parçası haline getirir ve entegrasyonunu kolaylaştırır. Bu
da yapının doğanın kendisi olma ilüzyonunu oldukça
güçlendirir. Taş malzemenin zengin çeşitliliği, sınırsız
yüzey biçimleri ile farklı görsel imgeler sunma özelliği,
malzemenin farklı mekansal içeriklerde ve bağlamlarda farklı sonuçlar vermesini sağlar. Bu da projeler
açısından çok önemli bir görsel zenginlik oluşturur.
Özellikle su ve ışık ile bir araya gelip farklı katmanlarda
farklı estetik deneyimler yaşatabilen taş malzeme tüm
bu sebepler yüzünden tercih sebebidir. Günümüzde
gündelik hayatın çok önemli bileşenleri haline gelen
spaların tarifledikleri yaşam biçimi zaman zaman lükse kayabilmesine rağmen, aslında modern yaşam ve
metropol dinamizminin çok önemli bir gerekliliği…
18 NATURA • KASIM-ARALIK 2010
Römerbad Kleinkirchheim
the superficial luxury of many a hotel spa. A continuous
surface of stone, concrete and ceramic is used to create
round, amorphous architectural forms which highlight
the flowing liquidity of water to produce unique spaces
in what is a new and sensorially exciting building type,
the contemporary spa thermal resort.
In looking at other types of spa especially in the east,
the hamam designed by Sinan Kafadar for The Bosphorus Swissotel, 2009, in Istanbul also deserves recognition
for its unique synthesis of traditional and contemporary
styles. Marble is the primary choice of material for traditional hamams and thermals in Turkey. Following this
tradition, Kafadar used Marmara Marble located on the
islands in the Marmara Sea south of Istanbul for his urban hamam project. Yet, he included modern features in
his design, such as contemporary wall tiles, lighting embedded behind the marble and a square-shaped bathing
area instead of the traditional octagonal or round shapes
to make one of the first examples of a contemporary hamam in Turkey.
In the design approach for spas we see the widespread use of stone as one of the main building materials.
This approach can be seen as an extension of a tradition
dating back to the Roman and Ottoman periods. Yet, it
can also be a result of the soothing psychological effects
of this natural material. The primary design feeling that
should be provided at a spa is to create a sense of comfort
in a refreshing and rejuvenating environment. In these
examples, we see how this effect is achieved by synthesizing different combinations of stone, water and light and
presenting them as a single element. The use of stone,
especially local stone, is also significant for integrating
the spa into its surroundings and creating an architectural character and interior design which makes these buildings an extension of nature.
SWISSOTEL
BOSPHORUS’TA
SİNAN KAFADAR
TASARIMI ÇAĞDAŞ
HAMAM
Sinan Kafadar’s
innovative
contemporary
hamam at
the Swissotel
Bosphorus
Römerbad Kleinkirchheim
KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 19
Ağa Han Ödülü 11. Evresinde
Designing with tradition:
The Aga Khan Award for Architecture
Bu yıl Ağa Han’da 19 proje yarışıyor. Bu projelerin
arkasındaki fikirler yenilikçi tasarımdan ödün vermeden
kendini sosyal sorumluluklara adayan birçok çağdaş mimar
tarafından paylaşılıyor.
The 19 projects up for the AKAA 11th cycle provide a vision for modern
architecture between innovation and social responsibility.
20 NATURA • KASIM-ARALIK 2010
EMRE AROLAT
MİMARLIK İMZALI
İPEKYOL ÖDÜLE
ADAY OLAN İLK
FABRİKA OLMA
ÖZELLİĞİNİ
TAŞIYOR.
Emre Arolat
Architects’
Ipekyol is first
factory to be
nominated for
the Award
KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 21
G
ünümüzde Ağa Han Mimarlık Ödülü, Pritzker
Ödülü ve Mies van der Rohe Vakfı Avrupa Mimarlık Ödülü’yle beraber dünyadaki en önemli
mimari ödüllerden biri olarak kabul ediliyor.
Bu ödüller içinde mimarlık, şehircilik ve restorasyon konularında yenilikçi sosyal gündeme bağlılığıyla diğerlerinden ayrılıyor. İsmaili (esas olarak
Pakistan’da yaşayan Müslüman Şii mezhebi) soyundan
gelen kırk dokuzuncu varis Ağa Han tarafından oluşturulmuş mimari ödülün amacı, önemli İslami nüfusa
sahip toplumların güncel tasarım, sosyal konut, toplumun gelişmesi ve iyileştirilmesi, restorasyon, yeniden
kullanım ve alan korunması, peyzaj ve çevrenin iyileştirilmesi alanlarında ihtiyaç ve isteklerini başarıyla
yansıtan mimari konseptleri belirlemek ve ödüllendirmektir. Cenevre, İsviçre merkezli AKAA, üç yılda bir,
birçok projeye verilen toplam 500.000 dolarlık para
ödülüyle de dünyanın en büyük mimari ödül. Ödülün,
sadece projelerin arkasındaki tasarım ekiplerini değil,
ayrıca projeye önemli katkıları olmuş müşteri, üretici
ve zanaatkarlar ve hatta sanatçılar gibi öğeleri de dikkate almasıyla da bir benzeri yok.
AKAA gündemi kendi kültürünü yaratmış tutarlı tasarım yaklaşımlarından oluşur. Yaklaşık 40 yıllık geçmişiyle günümüzün hızla değişen medya ve emlak kültüründeki güncel tasarım trendlerinin ve en önemli
isimlerin dünyasında kendine yer edinmiştir. AKAA,
mimariye ve sosyal ihtiyaçlar doğrultusunda mimaride
değişen stiller ve zevklere sürekli desteğini sürdürür.
“Star mimar” denen sistem dahilindeki isimler yeni
büyük projeleri tasarlayadursun, AKAA mimarinin batılı, endüstriyel dünyanın dışında kalan gelenek ve
22 NATURA • KASIM-ARALIK 2010
T
he Aga Khan Award for Architecture is along with
the Pritzker Prize and the Mies van der Rohe Foundation’s European Award for Architecture one of
the major architectural prized in the world today.
It is unique amongst these awards in its commitment to a progressive social agenda for architecture,
urbanism and restoration. The architectural prize established by His Highness the Aga Khan, the forty-ninth hereditary Imam of the Ismailis (a Shia Muslim sect located
primarily in Pakistan) aims to identify and reward architectural concepts that successfully address the needs and
aspirations of societies with significant Islamic populations in the fields of contemporary design, social housing,
community development and improvement, restoration,
reuse and area conservation, as well as landscape design
and improvement of the environment. Based in Geneva,
Switzerland the AKAA is presented in three-year cycles to
multiple projects and has a monetary award, with prizes
totaling up to US$ 500,000 making it the largest architectural award in the world. The Award is also unique in that
it recognizes not only the design teams behind projects
but also other important project participants such as clients, builders and craftsmen.
The AKAA agenda has been maintained of the consistent
design approaches that has created its own architectural
cultures. Dating back almost 40 years it has long lived
under the radar in the fast-paced world of contemporary
architectural trends and top names that have thrived in
a media and real estate culture after the next new thing.
The AKAA has kept up its disciplined support of architecture and social needs as styles and taste changed in
architectural practice. As the so-called “starchitect” sys-
BANGLADEŞ’DEKİ
CHANDGOAN
CAMİSİ İBADET
MEKANI
TASARIMINA
YENİ BİR VİZYON
GETİRİYOR.
Chandgoan
Mosque
by Kashef
Chowdury in
Bangladesh is a
new vision for
Islamic worship.
İSPANYA’DAKİ
MADİNAT AL
ZAHRA MÜZESİ
ÇAĞDAŞ BİR
ORTAMDA
ARKEOLOJİNİN BİR
PARÇASI OLMA
İMKANI VERİYOR.
Madinat al
Zahra Museum in
Cordoba, Spain
by Sobejano
Architects
features living
archaeology in
a contemporary
setting.
modernizmin İslam dünyasına yaptığı sosyal yararlara
odaklanır. Elbette, ödülün gözden kaçırmadığı geniş
bağlam içerisinde Jean Nouvel, Norman Foster ve Snohetta gibi daha önce bu ödülü almış, tanınmış sanatçılar da yer alır, fakat ödülün verilişinde daha çok tasarımsal ihtiyaçlar, gelenek ve kültürel miras arasında
bir denge kurulmaya çalışılır.
Uzun yıllardır bu İslam kültürü ve mimari anlayışına
odaklanma durumu ödülün ve kazananların daha
alt bir kategoride değerlendirilmesine hatta belki de
küçümsenmesine neden oldu. İslam kültürünün değerinin takdir edilmesi, mimari ifadelerle anlatılması
ve geliştirilmesi gerekliliği, sanki bu ödülün kendi nişi
içinde kaybolarak küçülmesine, evrensel ve yenilikçi
modern değerlere uyarlanmasının mümkün olmamasına neden oluyor gibi görünebilir. Yıllar boyunca
geleneksel toplumlarla ilgilenen bir organizasyon olması, AKAA’nın yerel “çamur ve bambu” mimarisine
verilen bir ödül olarak algılanması, ödülün kendi kimliğini daha da gölgelemesine neden oldu. AKAA’daki
katılımcıların ve izleyicilerin genelde İslami konularda
çalışan önde gelen mimarlar olması da bu önyargıları güçlendirdi. Mimarlık yeni globalizmin etkisiyle
ileri teknoloji ve avangard tasarım sayesinde evrensel
bir stil kazanırken, AKAA’nın çevresindeki ağ insanların ve yerlerin özellikleri konusuna dikkat çekmeye
çalıştı. 2000’li yıllarda, dünyadaki mimarlık ve inşaattaki ekonomik gelişimin hızı, ödülün ikinci plana
atılmasına neden oldu. Dünyaca tanınmanın yolunun AKAA’dan geçtiği birçok İslam ülkesinde, ikinci ve
farklı bir mimari kültüre sahip olmak, durumu daha
da beter hale getirdi. Ağa Han mimari ödülünü kazanmak dışında uluslararası sahneye erişimin mümkün olmadığı Türkiye gibi ülkelerde, ödülün önemi
çok büyük. Zamanının en iyi uygulamacılarından olan
Cengiz Bektaş, Turgut Cansever, Behruz Çinici gibi ödül
kazanmış kişiler, başka koşullarda uluslararası mimari çevrelerde bilinmeyecekken, bu ödül sayesinde bir
nebze de olsa uluslararası tanınırlığa ulaştılar. “Eleştirel Bölgecilik” gibi terimlerin popülaritesine rağmen,
bu bölgesel mimari kültür önemsiz görüldü, ödül de
güncel mimarinin globalleşmesindeki gelişimin hızına ayak uyduramayan bir bölgeselleşme çeşidi olarak
algılandı.
AKAA’nın bakış açısında değişiklik
Günümüzde ekonomik çalkantılar ve ekolojik krizlerle dolu yeni bir dünya mevcut. Global ekonomik
gerilemenin zararlarının gösterdiği gibi gerçekten de
2000’li yıllardaki ekonomik patlama, mimari değerlerin değerlendirilme kriterlerine zarar verdi. Bu zaman
diliminde Herzog ve De Meuron’un Pekin Stadyumu,
Rem Koolhaas’ın Seattle Merkez Kütüphanesi, Norman
Foster’ın Millau Viyadüğü gibi şaheserler yapılmış olsa
da, tek değeri medya ve reklamcılar tarafından bir
şehrin imajı için kullanılmak olan binalar da ne yazık
ki çok daha fazla yapıldı. Bu binalar ufku süslemek
veya bir şehre uluslararası arenada bir çehre kazandıran ikonik binalar olarak algılandılar. Buna “Dubai
etkisi” diyebiliriz, ancak işe bakın ki, bu etkiye adını
veren şehir İslam dünyasında yer alıyor, imaja bağlı
olarak yatırımcı ve ikamet edenleri potansiyel anlamKASIM-ARALIK 2010 • NATURA 23
SUUDİ
ARABİSTAN’DAKİ
WADİ HANİFA’DA
DOĞAL TAŞ İLE
İNCE BİR PEYZAJ
YARATILMIŞ.
WADI HANIFA
WETLANDS IN
RIYADH, SAUDI
ARABA, SENSITIVE
LANDSCAPING
WITH NATURAL
STONE
24 NATURA • KASIM-ARALIK 2010
da sadece şehir merkezi olarak değil de emlak yatırım
fırsatı olarak da kendine çekiyor. “Dubai etkisi” bir
süre için başarılı da olsa, İstanbul’un (Levent’te bu sırada Dubai Towers projesi olması oldukça ilginçtir) da
içinde bulunduğu, aynı sınıftaki emlak gelişimcilerin
içinde barındığı diğer bölgesel kentler için şehircilik
anlamında asıl amacı şehrin geçerli bir yatırım fırsatı
olduğunu göstermek olan mimari örnekler grubu bağlamında talihsiz bir etkisi olmuştur.
Dünya çapındaki mimariyi de etkileyen ekonomik gerileme, Dubai emlak piyasasında da geçtiğimiz yıllarda
bir çöküşe neden oldu. Özellikle A sınıfı medya yıldızı
mimarlar yaratan “star mimarlık” sistemine eleştriler
başladı ve bu söz konusu mimarları sistemden uzaklaşıp yatırımın karşılığını alabileceği projelere yöneltti.
Catleen McGuigan’ın 11 Haziran 2010 tarihli Newsweek
dergisindeki “Starchitecture: A Modest Proposal: The
trophy building is so over. Welcome to the era of design on a diet” (Yıldız Mimari: Mütevazı Bir Teklif: Ödül
inşaatının modası geçti. Rejim yapan tasarım çağına
hoş geldiniz) adlı yazısında belirttiği gibi, “Batı ekonomileri düzeldikçe gözleri yuvalarından fırlayan mimarlık yerini daha hafif bir estetiğe bırakıyor. A.B.D.
ve Avrupa’daki savurgan mimari değerler daha verimli, daha fonksiyonel binalara doğru kayıyor.” Yine
bu makalede, starmimarlık’ın düşüşü AKAA’nın artan
önemiyle de anlaşılıyor. “Pritzker Ödülü starmimarları
kutsasa da, gittikçe önem kazanan Ağa Han Mimarlık Ödülü ise karşı-ikonik bir onurdur. Bu yılki finalist
projelerin, birçoğu İslam dünyasının uzak köşelerinde,
içinde Çin’deki bir okul ve Türkiye’deki bir tekstil fabriikası da var.”
AKAA’ya verilen önemin global çevrelerde de tekrar
değer kazanması, mimarideki değişimin bir yansıması olarak yorumlanabilir. Sosyal ve ekolojik ihtiyaçlara
olan dikkatin artmasıyla, AKAA otuz yıllık bir çabanın
sonunda global mimaride öncü bir rol üstleniyor. Sosyal ve malzemesel konulara odaklanmasıyla AKAA’nın
sürdürülebilir ve gelişmiş tasarım vizyonu, sadece
batının, endüstriyelleşmiş dünyanın değil, aynı zamanda Asya ve Afrika’nın büyük nüfuslarının da kendi modernleşme versiyonlarını başlatmalarının sebep
ARNAVUTLUK’DAKİ
GJİROKASTRA’YI
KORUMA PROJESİ
OSMANLI TAŞ
MİMARİSİNİN
POTANSİYELİNİ
ORTAYA KOYUYOR.
The
conservation
of Gjirokastra
in Albania
shows the full
potential of
Ottoman stone
architecture.
tem produced designs for the next big project the AKAA
focused on the social benefits architecture could provide
to both the Islamic world but importantly where the issues of tradition and modernity were relevant outside of
the Western, industrialized world. The broader context
addressed by the Award did not ignore well known architects from the west, Jean Nouvel, Norman Foster and
Snohetta for example were all past winners, but rather
tried to balance the needs of design with tradition and
heritage.
For many years this focus on Islam seemed to remove the
Award and its winners into its separate and seemingly
lesser category. The requirement to enhance the understanding and appreciation of Islamic culture as expressed
through architecture seem to limit the AKAA it into its
own separate class not applicable to universal and progressive modern values. Over the years as one of the few
organizations concerned about traditional societies, the
perception of the AKAA as an award given to vernacular
“mud and bamboo” architecture became the common
view of the award clouding its identity even more. Both
the audience and participants in the AKAA, a collection of
leading architects working primarily in Islamic contexts,
seemed to support these prejudices. While architecture
spurred on by the new globalism moved towards a universal international style based on advanced technology
and avant garde design, the network around the AKAA
was trying to raise issues related to the particularities of
people and place. In the boom times in architecture and
construction in the 2000s the speed at which architecture was being developed worldwide seemingly made the
Award a secondary stage. The feeling of being part of a
secondary and different architecture culture was exacerbated by the fact that in many Islamic countries the only
access to global recognition was through the AKAA. In
countries like Turkey which otherwise lacked any access
to an international stage in architecture winning the Aga
Khan was indeed an important accomplishment. Award
winners such as Cengiz Bektas, Turgut Cansever, Behruz
Cinici, top practitioners during their time were given a
degree of international recognition that no other avenue
afforded them yet otherwise they were fairly unknown
in international architectural circles. Despite the popularity of terms like “critical regionalism” these regional
architecture cultures were seen as inferior and the Award
a form of regionalism that seemingly could not keep up
with the speed advancements of globalism of contemporary architecture.
A change In vIew of the AKA
Today there is a different globe contending with economic
downturn and ecological crisis. The damage brought on by
the global economic down turn has shown that some of
the judgments of architecture value were indeed skewed
by the building boom of the 2000s. While master works
were created in this period, Herzog and De Meuron’s Beijing Stadium, Rem Koolhaas’s Seattle Central Library, Norman Foster’s Millau Viaduct, there were a disproportional
number of buildings whose primary value was to provide
nothing more then an image for a city to be used by media and advertisers. These buildings were conceived as
iconic structures to adorn a skyline or give a city an image
on the international stage. We could call this a “Dubai effect”, ironically located in the Islamic world, which drew
investors and residents to its potential as not only a urban
center but as an real estate investment opportunity based
KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 25
olduğu krizlerle karşı karşıya olma durumlarının çözülmesinde yol gösterici olmaya başlıyor. Bu modernleşme, modernleşmenin Hindistan, Çin ve Türkiye’de
Kuzey Amerika ve Avrupa’daki ile aynı olamayacağını
anlayan mimar ve inşaatçıların sınırlı kaynaklar yüzünden kısıtlanmaları sonucu ihtiyaçtan ortaya çıkmıştır. Batının modernleşme sürecinde sahip olduğu
kaynaklardan çok daha azı bu coğrafyada kendisini
göstermektedir. Bu yeni modernleşme versiyonunda
araba, ev, televizyon, buzdolabı, et ve temiz su sağlamak bulunuyor. Artık bunlar sadece belli bir toplum ya
da yer için değil tüm dünya üzerindeki insan yerleşmesinin var olma sorunu olarak kabul ediliyor.
İşte burada maddi ve manevi ihtiyaçlar doğrultusunda AKAA ve sosyal gündemi, özellikle de seçim süreci
oldukça önemli gözüküyor.. AKAA’nın seçim süreci sadece insanların fiziksel, sosyal ve ekonomik ihtiyaçlarına yönelik değil, aynı zamanda da kültürel ve ruhsal
beklentileri karşılayan ve harekete geçiren bir mimariyi vurguluyor. AKAA özellikle yerel kaynakları ve uygun teknolojileri yenilikçi bir şekilde kullanarak başka
yerdeki projelere ilham kaynağı olacak yapım şemalarına önem veriyor. Bu modernleşmenin amacını karşılarken insanların nasıl yaşayacağını sürdürülebilir bir
anlayışla vurguluyor.
AKAA’NIN 11. EVRESİ
Son evrede, 11. ödülde AKAA’nın tüm saydığımız yönlerini 19 aday projede görebiliyoruz. Bu projeler, coğrafi olarak İspanya’dan Çin’e kadar uzanıyor ve günümüzün ana sosyal ve ekolojik sorunlarına odaklanıyor.
Bunlar ilham vermeye çalışan ütopik önermeler değil,
dünyanın geri kalanına örnek olurken acil ihtiyaçları karşılamayı amaçlayan pragmatik inşa projeleri. Bu
projelerin arkasındaki fikirler yenlikçi tasarımdan ödün
vermeksizin sosyal sorumluluklara kendini adayan günümüzün birçok uygulamacısı tarafından paylaşılıyor.
Bu duruş geçmişin sosyal hareketlerinin bir yansıması
gibi gözüküyor, AKAA’nın 11. evresi devasa manifestoları ya da sürdürülemez teorilerle ilgilenmiyor. Tam
tersine, pragmatizme bağlılıkları seçtikleri projelerden
de belli oluyor, Çin’deki küçük bir okuldan Tunus’taki
19. yüzyıl kentsel dokusuna, İspanya’daki bir kültürel
miras müzesinden Bangladeş’teki sert ağaç ormanına ekoturist geçidi sağlayan doğa merkezine kadar
uzanıyor. Yeni ihtiyaçlara olan bu bakış açısıyla, Emre
Arolat Architects’in İpekyol Tekstil Fabrikası ödüle aday
olan ilk fabrika oldu, bu da mimarlığın endüstriyel süreçte nasıl bir çözüm ortaya koyacağını gösteren güzel
bir örnek. İpekyol gibi binalar, AKAA’nın mimarlıkla
toplum arasındaki uzun süreli diyaloğa, ki burada mimarın yöntem ve yaklaşımları çarpıcı şekilde yeniden
değerlendiriliyor, bağlılığını gösteriyor.
Bunların yanı sıra söz konusu projeler, “sürdürülebilirlik” için genişletilmiş, yeni bir tanım da öneriyorlar.
Bu açılımda sürdürülebilirlik, yeni teknolojiler ve malzemelerle deneyler yapmanın ötesine geçip, sosyal ve
ekonomik yönetim gibi kavramları da kapsıyor. Bütün
bu girişimler bir araya geldiğinde, sadece bilinen ihtiyaçlara cevap vermekte kalmıyor, aynı zamanda tasarımı bir araç olarak kullanarak, içinde çalıştıkları toplumlarda daha geniş çaplı bir etki yapmayı hedefliyor.
26 NATURA • KASIM-ARALIK 2010
on an image. The architecture of Dubai came to be known
not for its use or technique but only for its shape and outline on the skyline and the potential to draw buyers from
its image. The “Dubai effect” successful for a period had
an unfortunate influence on urbanism in other regional
cities with a similar class of new real estate developers
including Istanbul, (which ironically had its own Dubai
Towers project in Levent) creating gross examples of an
architecture with the primary goal of creating an image of
a city that seemed like a viable investment opportunity.
The collapse of Dubai’s real estate market in recent years
is one part of the economic downturn that has also affected architecture worldwide in a meaningful way. Specifically there has been criticism and a turning away from
the “starchitecture” system that propped up a set of A-list
architects as media figures to drive investment grade projects. A recent article in June 11th, 2010 Newsweek entitled
“Starchitecture: A Modest Proposal: The trophy building is
so over. Welcome to the era of design on a diet” by Cathleen McGuigan proclaimed the death of the starchitecture system. Taking a broad perspective McGuigan noted,
“As Western economies begin to recover, extravagant,
eye-popping architecture is giving way to a subtler new
aesthetic. In the U.S. and Europe, architectural values
are shifting from can-you-top-this designs toward more
efficient, functional building.” In this very same article
the degradation of starchitecture was also seen in the increasing importance of the AKAA “If the Pritzker Prize still
anoints starchitects, the increasingly important Aga Khan
Award for Architecture is the anti-icon honor. Its finalist
projects this year, many tucked away in remote corners of
the Muslim world, include a school in China and a textile
factory in Turkey.”
There seems to be a change going on in architecture that
is reflected in a reappraisal by global circles of the value of
the AKAA. With increasing attention to social and ecological needs, the AKAA after three decades of effort seems to
be taking a lead in global architectural culture. It’s focus
on social and material issues have put it in a position that
the AKAA vision of sustainability and advanced design
is providing a way forward to solve some of the pressing crises that face not only the Western, industrialized
world but that the larger populations of Asia and Africa
that are starting to undergo their version of another kind
of modernization. This modernization is being done out
of necessity with a limited set of resources forcing architects and builders to understand that the modernization
of places like India, China and Turkey can not happen in
the same way as the North America and Europe. The fact
is there is simply not enough resources to give populations in these geographies all that was available during
the modernization process in the West. In this new version of modernization, a house, a car, a television and
refrigerator, providing them meat and clean water, are
limited resources that will be distributed differently not
only within the scope of material needs of a particular
society or place of but with larger existential questions of
human habitation all over the globe.
Its here for example in the combination of the material
and spiritual needs the AKAA and its social agenda especially its selection process is important. The AKAA selection
process emphasizes architecture that not only provides for
SOUK WAQIF,
KATAR’DA
ORİJİNAL
İHTİŞAMINA
DÖNDÜRÜLMEK
ÜZERE RESTORE
EDİLMİŞ.
people’s physical, social and economic needs, but that
also stimulates and responds to their cultural and spiritual expectations. The AKAA gives particular attention to
building schemes that use local resources and appropriate
technology in an innovative way, and to projects likely to
inspire similar efforts elsewhere. This is all done to meet
the goal of modernization but within a sensitive and sustainable understanding of how people can live.
The 11th Cycle of the AKAA
In the latest cycle, the 11th of the Award we can see the
direction that AKAA has taken in the 19 shortlisted projects. These projects ranging geographically from Spain to
China focus on many of today’s key social and ecological
issues. They are not utopic suggestions meant to inspire
but pragmatic built projects designed to meet immediate
needs while providing a buildable example to the rest
of the world. The ideas behind these projects are those
shared by many of today’s practitioners committed to the
social responsibilities of architecture while still maintaining a commitment to innovative design. Though this
position echoes socially engaged movements of the past,
the projects highlighted by the AKAA 11th cycle are not
interested in grand manifestos or unsustainable theories.
Instead, their commitment is to a pragmatism can be seen
in the projects they have realized, from a small school in
China to a redevelopment of 19th century urban fabric in
Tunis, from a museum of cultural heritage in Spain to a
nature center that is ecotourist gateway to hard wood
forest in Bangladesh. In this attention to new needs and
requirements, Emre Arolat Architects’ Ipekyol Textile Factory for example was the first factory ever nominated for
the Award showing how architecture can provide solutions in the industrialization process. Buildings such as
Ipekyol show the AKAA commitment in the longstanding
dialogue between architecture and society, in which the
architect’s methods and approaches are being dramatically reevaluated. These shortlist buildings also propose
an expanded definition of sustainability that adds to the
existing agenda of experimentation with new materials
and technologies to include concepts such as social and
economic stewardship. Together, these undertakings not
only offer practical solutions to basic needs, but also aim
to have a broader effect on the communities in which
they work, using design as a tool for progress and social
change. Of these architects, many originating from the
countries where their projects are located, we see a commitment to a long term view that architecture no matter
how much a product of media, finance, philosophy, is ultimately responsible for how people live.
SOUK WAQIF IN
DOHA, QATAR
IS RESTORED TO
ITS ORIGINAL
SPLENDOR.
KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 27
TAŞ VE HEYKEL
Xavier Corbero ve
metafizik heykelleri
XAVIER CORBERO’S METAPHYSICAL
STONE SCULPTURES
İSPANYOL
HEYKELTRAŞ XAVIER
CORBERO DOĞAL
TAŞA AYRINTILI BİR
TEKNİK, SEMBOLİK
GÜÇ VE MANEVİ
FARKINDALIK İLE
HAYAT VERİYOR.
XAVIER CORBERO GIVES
LIFE TO RAW STONE
THROUGH DETAILED
TECHNIQUES, SYMBOLIC
POWER AND SPIRITUAL
CONSCIOUSNESS.
H
28 NATURA • KASIM-ARALIK 2010
X
avier Corberó i Olivella’yı (Barselona, 1935) pek çoklarınca
İspanya’nın yaşayan en büyük heykeltraşlarından biri kabul
ediliyor. 50 yıldan uzun bir süredir Barselona, Londra ve New
York’ta çalışmalarını yürüten Corberó, çoğunlukla kamusal alanlar için taş ve çeliği kullanarak ürettiği soyut ve yarı-figüratif
heykelleriyle tanınıyor. Henry Moore ve Pablo Gargallo gibi 20. Yüzyıl ustalarından etkilenen sanatçı, uzun kariyeri boyunca yaratıcılığını heykelin
yanı sıra gravür, litograf, mücevher ve madalya gibi pek çok farklı türde
değerlendirdi.
Corberó heykellerinde özellikle doğal taşla çalışırkenki özgün yöntemleri
ile dikkat çekiyor. Yarım yüzyılı bulan çalışmaları sonucunda mükemmelleşen kesme, zımparalama ve asemblaj becerileri sayesinde, el becerisinin
doğanın formlarıyla sentezlenmesiyle ortaya çıkan heykeller üretiyor. Başarısının altında malzemenin imkanlarını, heykeli iç duyguların basit bir
ifadesi olarak gören modernist düşüncenin dışına çıkan ve temel, ilkel,
sembolik ancak soyut formlara dönüştürebilmesi yatıyor. Kişisel bir ifadenin çok ötesine geçen bu tavırda, nesnelerin sembolik güçlerini temsil
ve soyutlamanın bir karışımında sentezleme becerisi var.
Xavier Corberó’nun başarısı kısa ömürlü, tüketilebilir şeylerin etrafımızı
sardığı bu mekanik, seri üretim çağında, nesnelere kaybettikleri canlılık
ve gücü doğal taşın kalıcı özelliklerini kullanarak geri vermekte yatıyor.
Çağdaş toplumlar insanı çevresindeki doğal malzemelerin çeşitliliğinden
ve kalitesinden koparmışken Corberó’nun mermer, akik ve bazalt gibi taşlardan ince bir zanaatle üretilen heykelleri ilkel duyguları harekete geçirmek üzere doğal nesnelerin manevi ve animist gücüne dokunuyor.
Corberó’nun işleri kimi zaman ironik olabilecek kadar monolitik/ağır ve
hafif/görsel olmayı aynı anda beceriyor . Heykelleri çağdaş aklın onları bir
yere yerleştirme eğiliminin dışına taşıyor. Corberó’nun işi heykel nesnesinn kendisiyle değil, malzeme, şekil ve prosesin imkanları arasındaki geçişle ilgili. Duygusal ve taktiksel ilişkileri ile eserleri, soyutlama duyusuna
dayanan bir his çeşitliliğiyle biçim imkanları yaratmaya çalışıyor.
X
avier Corberó i Olivella (Barcelona, 1935) is a Catalan artist considered
by many to be Spain’s great living sculpture. Working for over 50 years
in his native Barcelona, London and New York he has become known
for his rich and raw use of stone and steel in constructing abstract and
semi-figurative sculptures for primarily public spaces. Influenced by
the likes of 20th century masters such as Henry Moore and Pablo Gargallo, he
has had a wide ranging career producing sculptures as well as many works of
art and design including etchings, lithographs, jewelry and medals.
Xavier Corberó has made his mark through his sculptural production especially
his individual way he has working with stone. Through his skills of cutting,
sanding and assemblage, fine tuned in nearly a half century of work, he has
produced sculpture that shows the hand of the artist synthesized with the
forms of nature. His success has been to generate forms from the possibility of
material extending the modernist idea of sculpture as merely a plastic expression of inner thoughts into a direction of form making that is basic, primordial,
symbolic yet abstract. This important direction which has yet to be properly
acknowledged by critics has resulted in sculpture that is more then a personal
statement. His art’s success has been his ability to synthesize in a hybrid of
abstraction and representation the symbolic strength of objects.
His achievement has been to give back into objects the animate power they
have lost in our current age of mass mechanical production, of all the ephemeral consumable things that surround us today, through the use of the enduring qualities of stone. Modern society has separated man from the variety and
quality of the natural materials around him, Corberó’s finely crafted sculptures
in stones such as marble, basalt, and onyx, intimately touches on the animistic
and spiritual power of natural objects to conjure up primordial feelings. His art
is ironically at times simultaneously both monolithic/heavy, light/visual, his
sculpture continuously moving outside the modern’s mind ability to assign it
SOL SAYFA: CORBERO BARCELONA’DAKİ SÜRREAL EVİNDE.
ÜSTTE: CORBERO TAŞI YONTARAK ONA AKIŞKAN BİR FORM
KAZANDIRIYOR.
LEFT PAGE: CORBERO SURREAL HOME IN BARCELONA.
ABOVE: CORBERO’S CARVINGS GIVE STONE FLUID FORMS.
KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 29
TAŞ VE HEYKEL
DOĞAL TAŞIN
SOYUTLANMASINDAN ORTAYA
ÇIKAN FİGÜRATİF
VE ARKETİP ŞEKİLLER…
ARCHETYPAL AND
FIGURATIVE
SHAPES EMERGE
FROM THE
ABSTRACT
NATURAL STONE.
1935 yılında İspanya İç Savaşı’nın başında dünyaya gelen Corbero, çiçek
hastalığı ve II. Dünya Savaşı gibi badireleri atlattıktan sonra babası ve
dedesine çıraklık ederek ve Barselona’da Escuela Massana’da okuyarak,
sanatla iç içe büyüdü. “Kendilerini okulla cilalayan çırakların okuluydu, doğrusu da böyle olmalı.” diyor. “Zanaati çalışarak öğrenirsiniz ve
konuşmayı, çizmeyi ve geometrik düşünmeyi…” Zanaatini öğrenirken
Barselona’daki aile yaşamında II. Dünya Savaşı sırasında ortaya çıkan yaratıcı insanlarla beraber olmuş. “Savaşta bile eve heykeltraşlar, şairler,
müzisyenler gelirdi. “ diyor. “Savaştan sonra hayat çok sıkıcı oldu. Yemek
yoktu, kitap yoktu, film yoktu, hiçbir şey yoktu. 19 yaşımda Barselona’dan
ayrıldım ve İsveç’e gittim. Çünkü İsveç’in çok modern, sosyalist, harika
bir ülke olduğunu düşünüyordum.” Vizyonunu eğitimini devam ettirdiği
Londra’daki The Central School of Arts and Crafts ve Lozan’daki Fundición
Medici’de daha da geliştirdi.
1959’da Barselona’ya dönerek, o zaman şehrin 11 km. uzağında bir köy,
şimdi ise bir banliyö olan Esplugues de Llobregat’a yerleşti. “O zaman
30 NATURA • KASIM-ARALIK 2010
Barselona’da bir galerinin ‘Delirdin mi o kadar uzağa taşınıyorsun!’
dediğini hatırlıyorum. İspanyol standartlarına göre Barselona’dan çok
uzaktı. O zamanlar ne araba vardı, ne taksi… Ama Amerikan standartlarında (1970ler ve 80lerde Amerika’da yaşadı) uzak sayılmazdı. Avrupa’da
Manhattan’dan Brooklyn’e gidene kadar iki başkan ve altı krallık değiştirirsiniz. “ Esplugues’deki bu ev bir zaman sonra bir sanatçı yerleşimi ve
ardından bir galeri ve sanatçının işleri için bir heykel bahçesine dönüştü.
Bugün ise sanatçının hem evi, hem mimari projesi, hem de topraktan
formlar üretme konusunda bir deneyi olarak gelişmeye devam ediyor.
“Alan büyük ama bu zihnin yarattığı bir büyüklük, çünkü Chicago’daki
bir lobiden daha büyük değil.” diyor Corbero. “İyi olan ölçeği… Eğer ölçeği tutturursanız alan, alan olmaktan çıkıp zihin olur. Bu heykelde de
böyledir, mimaride de…” Corbero’nun mimari tanımların ötesine geçen
sürreal bir deneyim sağlayan bu sanat-evi onun en büyük sanat projesi haline geldi. Corbero’nun sürrealizmle ilişkisi Katalan sanatçı Salvador
Dali ile arkadaşığına dayanıyor. “Dali benim velinimetimdi.” diye anla-
a place. We have to resort to the philosophy of theorists such as Gilles Delueze and Felix Guattari to understand that Cobero’s work is not about the one
sculptural object itself but the crossings of the possibilities of material, shape
and process. .As Deleuze and Guattari declare, the “the intersection of all
concrete forms....It is the abstract Figure, or rather since it has no form itself,
the abstract machine of which each concrete assemblage is a multiplicity, a
becoming, a segment, a vibration.” Described this way, Corbero’s artistic works
conjure up in their emotional and tactical interaction a variety of feelings based
on this sense of abstraction working to create the possibilities of form.
Xavier Corbero was born in 1935 on the eve of the Spanish Civil War in Barcelona. Throughout his life he endured difficulty using his singular will and ego
behind his will to art to keep him going. Having survived smallpox and WWII,
he grew up exposed to art and the potent process of apprenticeship from his
father and grandfather while attending the Escuela Massana in Barcelona. He
comments, “It was a school for working apprentices who polished themselves
with school, which is how people should do it. You learn the craft working and
how to speak and draw and how to think geometrically.”
While learning his craft, his family life in Barcelona was marked by the presence
of a rich community of creative people that started during WWII. “Even with
the war, people were coming to the house, sculptors and poets and musicians
or something. After the war, it was very boring, there was no food, no books,
no films, no nothing. I left Barcelona when I was 19 and went to Sweden because I thought Sweden was a very modern country and it was socialist and it
was fantastic.” He later broadened his vision through further education at The
Central School of Arts and Crafts in London and Fundición Medici foundry in
Lausanne, a key period in his training.
In 1959, he moved back to Barcelona to Esplugues de Llobregat at that time a
village 11 km. outside of Barcelona, and today a suburb. “I remember a gallery
in Barcelona saying, ‘you’re crazy, it’s so far.’ In Spanish terms, it was very far
from Barcelona, back then there were no cars or taxis, but in American terms
(he lived in the U.S. through the 1970s and 1980s), not so far. In Europe, you
can travel the distance from Manhattan to Brooklyn and you could have two
presidents and six kingdoms.” This house in Esplugues was soon to turn into a
compound and artist retreat and later a gallery and outdoor sculpture garden
for his work. His house today is a continuing project that is his home, architectural project and experiment in making forms from the earth. “The space
is big, but it is only big mentally, because the space isn’t more than any lobby
in Chicago,” says Corbero. “What is good is the scale, if you get the scale right,
space stops being space to become mind. And this happens in a sculpture and
it happens in architecture.” Corberó’s art cum home has transformed into his
largest art work, a surreal scenography for an experience beyond what can be
labeled architecture.
His relationship to surrealism can be traced to his friendship with fellow Catalan artist, Salvador Dalí. “Dalí was my first patron,” says Corbero. “But I didn’t
know it until many years later. Somebody had called on the phone and said
‘Hello, this is Dalí’ and I thought it was a friend of mine pulling my leg so I
said ‘Yes, and I am the bishop’ and hung up.’ And that was it. Many years
later I had an exhibition in New York and Dali came every day. And I said to
him, ‘Why do you come every day,’ and he said, ‘because I find your work
very interesting. The only problem is that you are not very polite.’ ‘Why am I
not polite?’ I said ‘Because I bought every thing at your exhibition with Arturo
Lopez (a patron of Daliís who lived in Paris and was very very rich.)’” While
surrealism is part of his larger approach to space, his connection to place especially to the strength he finds in the earth of Catalonia. Thus while work can
KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 31
TAŞ VE HEYKEL
tıyor. “Ama bunu ancak uzun yıllar sonra fark ettim. Biri telefonla arayıp
‘Merhaba ben Dali.’ dedi. Ben de onu benimle dalga geçen bir arkadaşım
sanıp ‘Evet ben de başpsikoposum.’ dedim ve telefonu kapattım. Yıllar
sonra New York’ta bir sergi düzenledim ve Dali her gün geldi. ‘Neden
her gün geliyorsunuz?’ diye sordum. ‘Çünkü işlerini çok ilginç buluyorum’ dedi. ‘Tek sorun pek kibar olmaman.’ ‘Neden kibar değilmişim?’
dediğimde, ‘Çünkü sergindeki her şeyi Arturo Lopez’le (Dali’nin Paris’te
yaşayan ve çok zengin hamisi) satın alan benim.’ diye cevap verdi.”
Alana yaklaşımında sürrealizm rol oynasa da, yerle bağlantısında
Catalunya’nın toprağında bulduğu güç çok önem taşıyor. Corbero’nun
işleri dünyanın her yerinde sergileniyor olsa da, en önemli eserleri Katalunya, özellikle de doğduğu yer olan Barselona’da bulunuyor. Bu nedenle
1992 Barselona Olimpiyatları öncesinde, şehrin önemli meydan ve caddelerine konacak eserlerin seçilmesinde Barselona Belediyesi’ne danışman
olarak seçildi. Olimpiyat madalyalarının tasarımını da o gerçekleştirdi.
Şehrin her yanında, pek çok meydan ve kurumsal binada onun heykellerine rastlamak mümkün. Kamusal heykelleri için yüksek soyut idealleri olsa da, sanatının amacını gözden kaçırmıyor. “Eğlence için heykel
yapıyorum. Bazı heykellerim bir okulun önünde, ama kimisi bir parlamentonun önünde, bir başkası Chicago’da bir lobide… Eğer bu lobi bir
avukatlık firmasına aitse bu bir hastane lobisinden farklıdır. Bunlara saygı göstermeye çalışırım.” Günlük hayata dahil heykeller yapıyor olsa da,
heykelleriyle daha yüksek manevi alemlere işaret etmeyi amaçladığını da
ifade ediyor. “Bazı heykellerimin herkes tarafından beğeniliyor olması,
beni mutlu eden bir şey… Herkes derken sanat dünyasından olmayan,
entelektüel ya da sanat eleştirmeni olmayan insanlardan bahsediyorum.
Bob Hughes (ünlü sanat eleştirmeni) bana katılmıyor olsa da, bence bir
heykel teolojik, ayinsel bir yapıttır. Dini duygulara hitap eder, ama çok
açık bir şekilde yapar bunu… Başka bir deyişle, doğanın kendisi küçük bir
insan evladından çok daha büyüktür. Bu duyguyla denizci olursunuz, ben
de zanaatkar oldum. Doğada beni kendimden ve insanlıktan daha fazla
büyüleyen bir şey olduğunu fark ettim. Ve zamanın başından bu yana
heykelin bunu insana hatırlatan bir tarafı olduğunu düşünüyorum.”
Burada sanatının rolünü ve ulvi amacını anlamaya başlıyoruz. Taş gibi
bir malzemede bulunan kalıcılık ve zamansızlığı kullanarak, kullandığı
farklı taşların özellikleriyle çok temel, neredeyse ilkel bir metafizik ifadeye
ulaşıyor. Taşı bazen kusursuz ve pürüzsüz yapan, bazen de doğal ve kaba
haliyle gösteren zanaatkar yaklaşımı insanla doğa arasındaki bağa olan
ilgisi hakkında çok şey söylüyor. “Heykel trajediye çok benzer. Shakespeare veya İncil veya hikayelerin ötesine geçip doğa ve o doğanın içinde
ilerleyen insanlıkla ilgili bir şeye dönüşen diğerleri gibi… Bu da Tanrı ile,
bütünlük ile, çok büyük fikirlerle ilgilidir, evet… “
Doğal taşın kesilmesiyle meydana gelen şekiller, mermerin dokusu, basit
izlerin önemi ve ışığın özellikleri Corbero’nun sanatında soyut ama direkt
bir biçimde bir araya gelerek insan varoluşuna dair bu fikirleri sembolik
bir yolla ortaya koyuyor. Beşeriyetlerine hapsolmuş insan şekillerinden
meydana gelen çeşitli heykelleri, insanoğlunun ruhsal ama aynı zamanda
fiziksel bir varlık olma bilmecesine işaret ediyor. Bu varoluşsal ve metafizik durum Corbero’yu meşgul ederek, hayata dair pragmatik perspektifine
rağmen, heykellerinde insanlık durumuna dair temel bilgileri ifade etme
arzusunu meydana çıkarıyor. “Harika bir peyzaj mimarı olan arkadaşım
Russell Page bahçenin bir metih şarkısı, bir inanç hareketi ve umudun
vücuda gelmesi olduğunu söylerdi. Heykel de aynen böyledir…”
Corbero’nun eserleri Amerika’dan Japonya’ya dünyanın pek çok ülkesinde sergilendi, New York’taki MoMA’dan Londra’daki Victoria and Albert
Müzesi’ne pek çok müzenin koleksiyonuna girdi ve heykeltraş hala aktif
olarak çalışmalarını sürdürüyor ama yine de tam memnun olmuş değil. “Gençken yapmak istediğinizi yapacak vaktiniz olmuyor. Bir de tabii
para, bilgi gibi detaylar var. Bunlar detay, esas sorun zaman… Zamanınızı
kullandığınızda da kullanmış oluyorsunuz ve insan en iyi işlerini artık
zamanı kalmadığında çıkarmaya başlıyor. 20 yaşımda yapmış olmayı isteyeceğim heykelleri şimdi yapıyorum. Asıl yapmak istediğiniz heykelleri
yapabileceğiniz zaman neredeyse ölecek yaşa gelmiş oluyorsunuz. Çünkü
hayatın işleyişi mafya kanunu gibi…”
32 NATURA • KASIM-ARALIK 2010
CORBERO’NUN TEKNİK VE YETENEĞİ ALIŞILMADIK ŞEKİLLER
ORTAYA ÇIKARIYOR.
CORBERO’S SKILLS AND TECHNIQUES PRODUCE UNUSUAL
SHAPES.
found throughout the world many of his most important pieces can found in
the Catalan region especially in his native Barcelona. And for this he has been
recognized. As a prominent Catalan, he played an important role as advisor to
the City of Barcelona in the selection of works by internationally renowned for
public art in streets and squares of the city ahead of the 1992 Barcelona Olympics. The city is filled also with many of his public works which can be found
in many public square and corporate buildings. As a sign of his stature he was
chosen to design the Olympic medals. For his efforts, he received in one of the
highest awards given to a citizen in being awarded the Cross of St. George of
the Generalitat of Catalonia.
Of his public sculpture, Corberó’s has high abstract ideals but is careful to understand the purpose of his art. He says, “I make sculptures to make fun, or to
be in front of a school, or sculpture that has to be in front of the parliament
or a sculpture of a lobby in Chicago and if the lobby is of lawyers it is different than that of doctors or a hospital, And I try to be very respectful to those
commitments.” Yet Corberó is careful to note that even though he’s producing sculptures for everyday use, these sculpture are intended to point to more
higher spiritual realms. “One thing that makes me happy is that some of my
sculptures are liked by everybody. And when I say everybody I mean people
that are not exactly in the arts, or they are not intellectuals, or not art critics. And me, even if Bob Hughes (notorious art critic) doesn’t agree, I think a
sculpture, is something theological or liturgical, oriented to religious feeling,
but in a very open manner. In other words it is obvious that nature itself is
something that is bigger than a little human bastard. And that this feeling is
why you become a sailor, or I became an artisan, in my case, because I know
that there is something in nature that overwhelms me more than myself, more
than humanity. And I think that sculpture from the very beginning of time has
always been something to remind you of that.”
And it here that we can start to understand the role of his art and it’s higher
purpose. Using the character of longevity and timelessness possible in a material like stone, he has been successful in using the properties of the many
different types of stones he has worked to make a very basic almost primitive metaphysical statement. His artisanal, craft like approach to stone cutting
sometimes making it smooth and perfect other times allowing it to exhibit its
rough and natural properties says a lot about his commitment to the connection between man and nature. He comments “Sculpture has lots to do with
tragedy, like Shakespeare or the Bible or like those things that are bigger than
stories to become something to do with nature and humanity moving in that
nature. And this probably has something to do with god, with the whole, with
very big ideas, yes.” The shapes cut into the stone, the patterns of the marble,
the significance of simple markings, the qualities of light come together in
Corberó’s art in an abstract yet direct way to convey these ideas in a highly
symbolic way that refers to human existence. His numerous rough sculptures
of shapes of people trapped in their humanity is a basic conundrum of man
as a spiritual yet material being. This metaphysical and existential situation
is something that occupies Corberó’s thinking. For in his sculpture his desire
despite his sometimes pragmatic view of life is to use his art to express some
basic facts of the human condition. “There is a friend of mine called Russell
Page who was a fantastic landscape gardener, said that the garden was a song
of praise, an act of faith and the embodiment of hope. And sculpture is very
much the same.”
Although still quite active and with a long record of accomplishments, he has
exhibited in various countries in Europe in addition to New York and Japan,
and has his works in the MOMA in New York, the Stedelijk Museum in Amsterdam and the Victoria and Albert Museum in London, Corbero is not completely
satisfied. He explains, “When you are young you don’t have the time to know
how to do what you want to do. And then there are the details of money,
knowledge etc. These are details, the problem is time. By the time you have
used your time, you have used your time and there is not enough time and
people begin to do their best work when there is no more time. Now I am
making the sculptures I wish I could do when I was 20. By the time you can do
the sculptures that you wanted to do, you are almost dead…Because life is a
mafia invention.”
KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 33
Tuba İnal taşa hayat veriyor
TUBA İNAL BREATHES NEW LIFE INTO STONE
1
959 doğumlu, Tatbiki Güzel Sanatlar mezunu
taşa aşık bir heykeltraş Tuba İnal… Çeşitli kuruluşlar için büyük boyutlu işler yapan sanatçı, 1983 yılındaki ilk sergisinden beri yurt içi ve
yurt dışında birçok sergi açtı. Türkiye’de Vakko
Sanat Galerisi, Galeri Nev, Yapı Kredi Kazım Taşkent Galerisi gibi pek çok galeriyle işbirliği içinde gerçekleştirdiği sergilerin sonuncusu İstanbul Maden İhracatçıları
Birliği (İMİB) desteği ve İstanbul Kültür Başkenti 2010
kapsamında 1 – 31 Aralık tarihleri arasında Kare Sanat Galerisi’nde yer alıyor. Tuba İnal’ın doğal taş ile
gerçekleştirdiği bu son heykellerinden sekizi ise 1 – 25
Aralık 2010 tarihleri arasında Nişantaşı Abdi İpekçi Caddesi üzerinde sergilenecek.
Tuba İnal bu sergisinde su, deniz ve hepsini bir araya
getiren, sarıp sarmalayan mandala kavramları üzerine gidiyor. Suyu vurgulayışı, İstanbul’un içinden deniz
geçen sayılı şehirlerden biri olması, dalga imgesi ve
34 NATURA • KASIM-ARALIK 2010
denizin gelecek yıllarda çok önemli bir tatlı su kaynağı
olacağı gibi düşüncelere çağrışım yapıyor. Tuba İnal ile
kendisi, sanat anlayışı, heykel ve taş malzemenin sanatçıya sundukları üzerine konuştuk.
Bize biraz kendinizden, özgeçmişinizden söz eder misiniz?
Tatbiki Güzel Sanatlar, Seramik bölümü mezunuyum.
Aslında seramikçiyim. Daha sonra heykele geçtim. Seramiği çok sevmedim, içinde gramlar, sıcaklıklar gibi
çok fazla teknik konu barındıran bir sanat dalı. Kendimi çok özgür hissedemedim açıkçası… Zaten hep
hayalimde heykel vardı. Daha sonra istediğim iş olan
heykele geçtim.
DOĞAL TAŞIN
DOKUSU TUBA
İNAL’IN HEYKELİ
OLUŞTURMA
SÜRECİNE
KILAVUZLUK
EDİYOR.
Heykel yapmaya nasıl başladınız?
Dediğim gibi hayalim hep heykeldi. Ancak o zamanki
şartlar seramik okumamı gerektirdi. Hayat beni öyle bir
yöne götürdü. Ama daha sonra çok isteyip çabaladım
ve heykele geçtim.
Heykel yaparken ifade etmek istediğiniz sanatsal
kaygınızdan söz eder misiniz?
Elbette en iyiyi yapmaya gayret ediyorum. Çok çeşitli
kaygılarım oluyor. Onlara ne kadar ulaşabildiğimi, ne
kadar iyi bir eser ortaya koyabildiğimi izleyenler söyleyecek.
Ağırlıklı olarak ne tür malzemelerle çalışıyorsunuz?
Benim en çok sevdiğim malzeme mermer. Bronz da çalıştım, söylediğim gibi seramikçi olduğum için kil de
çalıştım. Her türlü malzemeyle çalıştım aslında, ama
içlerinde en tutkuyla bağlı olduğum malzeme mermer.
Taşa nasıl müdahale ediyorsunuz, heykelleri yaparken
taşla kurduğunuz ilişkiyi anlatır mısınız?
Taşla çalışmak diğer malzemelere göre daha kolay değil, hatta daha zor olduğunu söylemek mümkün. Ancak ben çok sevdiğim için belki de bana daha kolay
geliyor. Bahsettiğim gibi, seramik yaparken kendimi
hiçbir zaman özgür hissetmedim. İşin içine hep dereceler, kimya ve benzeri unsurlar giriyordu ve bunlar
malzemeyle arama mesafe girmesine sebep oluyordu.
Taşla, özellikle mermerle çalışırken kendimi son derece
özgür hissediyorum. Çünkü taş ve ben başbaşa oluyoruz, sanki başka bir süreç yok, başka bir işlem süreci
girmiyor araya. Her vuruş tek vuruş, geri dönüşü yok.
Direkt müdehale edebiliyorum. Onunla baş başayım,
hiçbir faktör aramıza giremiyor. Tüm bu sebeplerden,
kendimi en iyi taşla ifade ettiğimi düşünüyorum. Ancak
çok zor bir malzeme olduğunu kabul etmek gerekir.
Taş heykel yaparken yaşadığınız süreç diğer malzemelere
göre nasıl değişiyor? Taşla çalışma deneyiminizden bahseder
misiniz?
Taş elime gelmeden önce başka bir önemli süreçten
geçiyor taşla çalışmak… Bu da hangi taşla çalışacağımı
seçme süreci. Her taşla çalışılmaz. İşin konusuna göre,
mevzusuna göre hangi taşın uygun olduğuna, nasıl bir
renk seçmem gerektiğine, nasıl bir dokuyla anlatabileceğme göre belirliyorum çalışacağım taşı. İçimdeki
T
uba Inal is a sculptor who had quite a number of
domestic and international exhibitions since her
first show in 1983. She worked in collaboration
with many prominent galleries in Turkey, such as
Vakko Art Gallery, Gallery Nev and Hobi Fine Arts
Gallery. Her last exhibition, sponsored by IMMIB (General
Secretariat of Istanbul Mineral and Metals Exporters’ Association) and under the scope of Istanbul 2010 European
Capital of Culture, will take place at Kare Art Gallery during December 1-31. Some of her sculptures, produced by
natural stone, will be on display on Abdi Ipekci Street in
Nisantasi from December1 to 25.
For this exhibition, Inal focuses on the concepts of water, sea and mandala. Her emphasis on water inspires
thoughts about Istanbul, which is one of the few cities
surrounded by water, waves with the possibility of the sea
becoming a fresh water source in the near future.
Born in 1959, Inal studied ceramics at the School of Applied Fine Arts and dreamed of becoming a sculptor. According to Inal, the technical nature of ceramics production hinders the close bond between the artist and the
viewer. She could never feel completely free working with
clay. As a sculptor, she feels complete creative freedom
when sculpting stone, especially marble, to which she
feels a deep connection.
Inal starts a project by formulating a concept and a theme
for the show and meticulously selecting the stone which
best reflects the theme. She then creates a scale-model
using clay, but tries not to restrict herself to replicate it
fully. Inal explains that sculpting is an interactive process,
where she and the stone guide each other simultaneously. While enabling her full artistic freedom, stone, as a
material, also provides constant resistance, thereby altering her original plan of action. In this sense, she believes
that stone has more character and provides live input.
Inal, then, goes on to talk about her current exhibition.
She explains that the concept has been on her mind for
TUBA İNAL LETS
THE PATTERN
OF NATURAL
STONE GUIDE
THE PROCESS
OF MAKING HER
FIGURATIVE STONE
SCULPTURES.
KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 35
TUBA İNAL’IN
HEYKELLERİNDE
DENİZ TEMASINA
YER VERİYOR.
THE FORMS OF
THE SEA IS A
RECURRING THEME
FOR INAL.
duyguyu taşa nasıl geçirebileceğimi düşünüyorum. Yoğun bir ön çalışma
süreci oluyor her heykele başlamadan önce. Kafamda mutlaka bir konsept
ve sergiyle ilgili bir tema oluyor. Taşı alıp, ona bakıp eseri birden ortaya
çıkaramıyorsunuz. Mutlaka bir konuyla, bir duyguyla yola çıkılıyor. Daha
sonra maket yapıyorum. Çizimden çok maketle çalışıyorum genel olarak,
kille… Başka malzemeleri de kullanıyorum zaman zaman. Ama yaptığım
maketlere çok bağlı kalamıyorum. Özel sipariş üzerine çalışıyor olsam dahi
sonunda bir yerden ucunu kaçırıyorum, maketin aynısı olmuyor. Şekillendirme sürecinde hem taş beni yönlendiriyor, hem ben taşı yönlendiriyorum.
Karşılıklı bir etkileşim halinde oluyoruz. Çok hoş bir alış-veriş oluyor taşla
kişinin arasında. Süreci ben kendi adıma bu şekilde tarifleyebiliyorum. Genelde yaptığım eskiz bir kenarda kalıyor, ona çok bağlı kalamıyorum.
büyüklükte taşları ne kadar yontabileceğime emin değildim. Hem de hala
destek aramak konusunda insanlarla ilişkiye geçebilecek kadar aktiftim.
Bu şekilde destek aramaya başladık. Olumlu ya da olumsuz cevaplar aldık
ama maliyeti fazla gibi gözüküyordu. Aslında o kadar yüksek olduğunu
düşünmüyorum, kurgusu olan meşakkatli bir iş bu, bir ekip işi. Sonra bu
sergiyi borçlu olduğum arkadaşım, İMİB’le belli zamanlarda, belli konularda yazışan “Yeşil Adımlar” derneği kurucusu Doç. Dr. Leyla Derya bana
İMİB’den destek istemeyi önerdi. Kabul ettim. İMİB yazışmaya hemen cevap verdi ve bu işin onlar için çok uygun olduğunu, destek vereceklerini
söylediler. Ben Kaz Dağları, Adatepe Köyü’nde yaşıyorum, hemen geldim.
Sergiyi, konseptini onlara anlattım, aşağı yukarı bir bütçe belirleyerek işe
başladım.
Heykellerinizin formu malzemeye göre mi biçimlenir?
Çok özgür olduğumu söylüyorum, ama çalışmaya başladıktan sonra taşın da
bazı yönlendirmeleri oluyor dediğim gibi. Beni kısıtladığı noktalar oluyor.
Ters bir damarına geliyorum, ‘oraya vurma’ diyor mesela. Karşılıklı bir mücadele ilişkisi bu. Kilde olduğu gibi alıp, yoğurup kurutmak kadar basit değil. Bu durum, bu direnç, mecburen kafamdaki formu değiştiriyor, ve heykeli de tabii… Taş daha karakterli, hatta canlı. Ben doğada hiçbir şeyin ölü
olduğuna inanmıyorum. Gerçekten taşın canlı olduğunu düşünüyorum.
Bu serginiz için 18 aylık bir çalışma süreci geçirdiğinizi biliyoruz. Bu süreç nasildi?
Heykellerin fikri nasıl ortaya çıktı? Çalışırken neler değişti?
Sergiye bir isim koymadım. Ben ismin getirdiği çerçeveden hoşlanmıyorum, herkesin kendi görüşlerine bırakmayı tercih ediyorum bir noktada.
Ama benim için serginin teması su, deniz ve mandala. Teması bu üç unsurun çevresinde dönüyor. Mandala bütün konsepti toparlayıcı bir öge;
deniz ve suyu içine alan bir yapıya sahip. On adet 2 metrelik heykel var
sergi dahilinde, On adet de daha küçük boytta heykel… Küçük boyuttakiler 1 metre civarında. Küçük boyuttakiler salonda sergilenecek, iki metre
civarında olanlar ise aşağıda, galerinin önünde, Abdi İpekçi Caddesi’nde
sergilenecek.
İMİB ile ortaklığınız nasıl başladı. Bu ortaklık sürecini anlatır mısınız?
Şu anda sözünü ettiğimiz sergiyi üç yıldır kafamda kurguluyordum. Ancak
benim finansman açısından tek başıma altından kalkamayacağım kadar
büyük bir işti. Uzun zamandır gerçekleştirmek istediğim bir hayaldi. “Gerçekçi ol, imkansızı iste” sözünün hayata yansıması gibi. Ufkun öteki tarafını, olamayanı görmeye çalışıyordum. Artık 52 yaşındayım, bundan sonra o
36 NATURA • KASIM-ARALIK 2010
Ne tür taşlarla çalıştınız?
Bu sergide Marmara Mermeri şle çalıştım. Aslında tamamen sütbeyaz Marmara Mermeri çalışmak istemiştim, ancak rezervlerde artık nadiren bulu-
nuyor bu çeşit… Dolayısıyla griye yakın taşlar old, bu konuda yapacak bir
şeyim yoktu, ama sonuç iyi oldu.
Bu serginizde nelerden ilham aldınız?
Deniz ve suyu söylemiştim, benim bir denizci tarafım var, her sergimde ve
işimde bir şekilde ilham aldığım bir tema deniz teması. Ya bir dalga, ya
bir tekne koyuyorum mutlaka eserlerime.
MARMARA
MERMERİ’NİN
GÜCÜ İNAL’IN
TEKNİĞİNİ
ETKİLİYOR.
THE POWER
OF MARMARA
MARBLE DIRECTS
INAL’S ARTISTIC
TECHNIQUE.
three years and her long-held aspiration for this show
could finally be realized after securing IMMIB’s financial
sponsorship. Inal says that like many of her other shows,
her main inspiration for this one was again water. The
exhibition has no title, inviting viewers to arrive at their
own interpretation. However, the themes that she wants
to emphasize are water, sea and mandala.
For this show, Inal has worked with white-gray Marmara
Marble. The display is composed of ten large-scale and
ten small-scale sculptures. The small-scale sculptures
are roughly 1 meter in height and will be on display in
the gallery. The large-scale sculptures are approximately
2 meters high and will be displayed on the street right
outside of the gallery. Inal believes that art should not be
constrained by location. However, she would like to see
more of her work be displayed in public areas.
Finally, Inal analyzes the sculpture market in Turkey. She
believes that sculptures, especially large-scale ones, are
difficult to market due to a lack of sufficient interest. Only
a few galleries will display large-scale productions. The
ample studio space required to produce such sculptures
is hard to come by at affordable prices. As a result of the
current conditions, it is impossible for a sculptor in Turkey
to sustain a living as a sculptor without branching out
into other fields.
This is a English digest of an interview with Tuba Inal
conducted in Turkish in Istanbul in October 2010.
Heykelleriniz hem sokakta, yani kamusal alanda izleyiciyle buluşuyor, hem de
galeride, yani kapalı ve özel olarak tanımlanabilecek bir alanda. Siz hangi durumu
ideal olarak görürsünüz? Eserlerinizin izleyiciyle hangi ortamda
buluşmasını istersiniz?
Her tarafta olmalı bence, kamusal alanda da, özel kapalı alanlarda da.
Sanatın yer alacağı mekanlara kısıtlama getirmemek gerekiyor.
Sizce Türkiye’de kamusal sanatın durumu nedir?
Ben öyle bir şey göremiyorum, bu konuda da çok üzgünüm. Benim daha
önce de birkaç büyük işim parklarda, kamuya açık yerlerde, sokaktaki insanla birebir ilişki halinde sergilendi. Ancak ben 52 yaşındayım ve bugüne kadar kamusal alana yaptığım iş sayısı dördü geçmiyor ne yazık ki.
Çok daha fazla olmalı. İlk defa böyle bir sergi yapıyorum, sokağa gerçek
mermer heykeller koyacağız. Nasıl tepki alacağımızı çoık merak ediyorum.
Ben de izleyeceğim. Bu gerçekten insanların dokunabileceği, arabaların
yanından geçtiği, görülmek istemese bile göze çarpacak, görülecek bir
alanda, bu sebeple ben de büyük bir heyecan duyuyorum.
Geleceğe dair ne gibi projeler düşünüyorsunuz?
Elbette aklımda bir takım fikirler var. Zaten bu sergi henüz açılmamış olmasına rağmen benim için bitmiş halde. Yine iyi bir destek bulmak ve taş
ağırlıklı çalışmak çok isterim. Taş çalışmak çok zor ne yazık ki… Ülkemizde
Marmara ocakları ve benzeri kaynak mevcut, ancak istediğim taşı bulmak,
çalışacak alan yaratmak zor. Pazarlaması da çok zor. İstanbul’da atölyem
de yok. İşin boyutuna göre yer kiralıyorum. Bu sergiyi de İMİB’in bana
hazırladığı bir atölyede, daha doğrusu mermer fabrikasında hazırladım,
çünkü büyük bıçaklar gerekiyordu. Ama ufak boyutlu heykelleri çalıştığım, eskizlerimi yaptığım atölyem yaşadığım yer olan Kaz Dağları Adatepe
Köyü’nde. Ben kendi kazancımla İstanbul’da büyük bir atölye kiralayamıyorum. Aslında bu noktada kurum ve kuruluşlara çok görev düşüyor. Keşke
biraz destek olsalar bize.
Türkiye’deki heykel ortamını değerlendirir misiniz?
Türkiye’de heykele olan ilgi nerdeyse yok, heykel sergileyecek doğru düzgün bir galeri bile yok. Resme gösterilen ilginin yarısı gösterilse, heykele
biraz daha destek verilse, her şey çok farklı olurdu. Benim heykellerimin
toplamı 30 ton civarı, bunu kaldıracak kapalı bir yer düşünüdk, bulamadık, bulsak da kira değerleri çok yüksek. Serginin sokakta olmasını herkesle iç içe olabilmesi için istiyordum, durum değerlendirmesi yapmak
da istiyordum, bu ayrı bir konu, ama işin doğrusu, bu büyüklükte bir
çalışmayı kaldıracak kapalı alan olmadığı… Zaten kapalı bir yerde sergileyemeyecektik. Türkiye’de heykel ortamı çok kısır, yok denecek gibi. Yeni
mezun gençler başka şeyler yapmak durumunda kalıyorlar, heykel yaparak
yaşamlarını sürdürmeleri ne yazık ki mümkün değil.
KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 37
Bir yol hikayesi:
Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun
kaybolan mozaik duvarı
On the road: Bedrİ Rahmİ Eyuboğlu’s
lost wall mosaic
Yakın zamanda Kıbrıs’ta Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun Expo’58 Fuarı için
ürettiği mozaik duvarın hikayesini araştırmak üzere Amerika, Avrupa,
Türkiye ve Kıbrıs arasında mekik dokuyan bir proje başlatıldı. Anber
Onar projeden ortaya çıkan sergiyi ve mozaiklerin ilgi çekici hikayesini
anlattı.
Northern Cyprus becomes the unlikely setting for an interesting story behind the
lost Bedri Rahmi mosaic wall from the famous Expo 1958 Turkish Pavilion in Brussels.
Project curator Anber Onar explains the ideas behind the mosaic in this Cypriot
exhibition.
B
undan 50 yıl önce, modern Türk mimarlığı ve
sanatının en önemli üretimlerinden biri olarak
kabul edilebilecek bir yapıt kayıplara karıştı.
Bu yapı dört ünlü mimar; Utarit İzgi, Muhlis
Türkmen, Hamdi Şensoy ve İlhan Türegün tarafından Expo’58 Brüksel Dünya Fuarı için tasarlanan,
Türkiye’nin ilk prefabrik yapısı olan, vizyon sahibi ve
modern Türk Pavyonu’ydu. Yapı, Türkiye’nin mimarlık
ve sanat alanından ünlü ve öne çıkan figürlerini bir
araya getiren bir sentez niteliği taşıyordu. Bu isimler
arasında İlhan Koman, Sabri Berkel, Füreya Koral, Zeki
Faik İzler ve 227 metrekarelik mozaik duvarın tasarımcısı Bedri Rahmi Eyüboğlu vardı.
Bedri Rahmi Eyüboğlu, Türkiye sanat tarihi yazınında son derece önemli, kendine özgü ve başarılı bir
sanatçı olarak yer alır. Yazma, gravür, seramik, heykel, vitray, mozaik, hat, serigrafi, litografi gibi birçok
formlarda eserler üreten sanatçı, geleneksel süsleme
ve halk el sanatlarında seçtiği motifleri yapıtlarında
Batı’nın teknikleriyle birleştirerek kullanır. Çoğunlukla
halk kaynaklarından beslenen Bedri Rahmi, toplumsal sorunları Anadolu bağlamlı doğa sevgisi ve yaşama
sevinci gibi konularla harmanlar ve ortaya çıkan sentezi işlerine stilize edilmiş geleneksel figürler aracılığıyla yansıtır. Bu onu eşsiz kılan özelliklerinden biri
olarak görülebilir. Mozaik pano işleri, birbirinden çok
farklı ve çeşitli alanlarda eser üreten Bedri Rahmi’nin
en dikkat çeken eserleri arasındadır. Bu işler, sırasıy-
38 NATURA • KASIM-ARALIK 2010
O
ne of the major works of modern Turkish architecture was along with all its contents unfathomably lost over years 50 ago. The Expo 58 Turkish
Pavilion in Brussels Belgium designed by the winners of a national competition, Utarit İzgi, Muhlis
Türkmen, Hamdi Şensoy and İlhan Türegün, was an exceptional example of the fusion of modernism and tradition that was one of the major preoccupations of Turkish
architecture in the 20th century. The importance of the
building was the combination of art and architecture, a
product of a number of well known architects and artists
that were the leading figures of the Turkish avant-garde
of the mid 20th century. The Pavilion made with prefabricated parts brought together the work of well known artists such as İlhan Koman, Sabri Berkel, Füreya Koral and
Zeki Faik İzler along with younger names such as painter
Burhan Doğançy and designer Alev Ebuzziya who participated in the organization of the exhibition showing highlights of Turkish culture. While the folkloric and industrial
displays have long been forgotten the architecture and
art of the Pavilion has continued to interest historians as
one of the most radical examples of Turkish culture’s drive
towards modernity. Perhaps the most important example
of this fusion of the modern and Turkish was a 227 square
meter wall mosaic produced by the artist Bedri Rahmi
Eyuboğlu.
Bedri Rahmi Eyuboğlu was one of the most important figures in Turkish art in the 20th century. Known for his per-
BEDRİ RAHMİ’NİN
BRÜKSEL’DEKİ
EXPO 1958’DE
TÜRKİYE PAVYONU
İÇİN HAZIRLADIĞI
MOZAİK
DUVARIN ARŞİV
FOTOĞRAFLARI
ARCHIVAL IMAGES
OF THE BRUSSELS
EXPO 1958
TURKISH PAVILION
SHOW BEDRI
RAHMI’S MOSAIC
WALL.
KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 39
la Uluslararası Brüksel Sergisi için mozaik pano, 1958;
NATO yapısında mozaik pano, 1959, Brüksel; İstanbul
Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ndeki seramik pano,
1959, Samatya,İstanbul; Etibank yapısında seramik
pano, Ankara; Marmara Oteli’nde mozaik pano, Ankara; Vakko Fabrikası’nda mozaik pano, Topkapı, İstanbul olarak sayılabilir. Ancak bu çalışmaların hiçbiri
Brüksel Fuarı Türk Pavyonu için üretilen ve 1 milyonu
aşkın mozaik parçadan oluşan duvar kadar zengin içerikli, görkemli ve çarpıcı değildir. Eser fuarın tamamlanmasından sonra Türkiye’ye getirilmek üzere yola
çıkar, ancak yolda kaybolur; nerede olduğuna dair
çeşitli spekülasyonlara ve izinin sürülmeye çalışılmasına rağmen yeri uzun bir süre saptanamaz. Sonunda
aramaktan vazgeçilir.
Yakın zamanda Kuzey Kıbrıs’ta Bedri Rahmi
Eyüboğlu’nun mozaik duvarının en ilgi çekici görsel
parçalarının ortaya çıkarılması amacıyla ve kaybolan
bu sanat eserinin tarihini ve hikayesini araştırmak
üzere Amerika, Avrupa, Türkiye ve Kıbrıs arasında mekik dokuyan bir proje başlatıldı. Kıbrıs’ın tek bağımsız
sanat organizasyonu olan Sidestreets “Expo’58’den
Kıbrıs’a: Bedri Rahmi’nin Kayıp Mozaik Duvarı” isimli bir sergi düzenledi. Bu sergi, uzun zamandır kayıp
olduğu düşünülen bu sanat eserinin elli yıl sonra yeniden izleyici ile buluşmasını sağlıyor. Sergi fikrini ve
duvarın hikayesini Sidestreets’in kurucusu ve sanatçısı
Anber Onar’dan dinledik.
Sergi fikri nereden çıktı?
Sergi fikri, bir yıla yakın süre önce Türkiye Cumhuriyeti
Elçiliğinin elinde olan Bedri Rahmi panolarına (50 x
227 cm ebatlarında 4 pano) kalıcı kamusal bir yer aranırken Sidestreets’e danışılması ile çıktı. Bedri Rahmi
Eyüboğlu’na ait olan bu mozaik panoların bir kısmının, Kıbrıs’taki Türk askerinin elinde olduğu duyumları almıştık ama panoları hiç görmemiştik. Hatta bu
işlerin, farklı biçimlerde kullanıldığı ile ilgili de söylentiler dahi vardı. Hangi kısmının ve ne kadarlık bir
parçasının Kıbrıs’ta olduğunu bilmememize karşın, bu
işin nasıl bir macera ile Brüksel’den Kıbrıs’a geldiği ile
ilgili ortaya çıkacak hikayenin bile çok enteresan olacağını düşündük. Dahası, bunun toplumda farkındalık
oluşturması ve tarihi bir belge olması adına, bir sergi
yapmayı düşünmeye başladık. Aslında bu, Sidestreets
ilkelerine ve var oluşuna oldukça yakın olan bir anlayış
dahilinde oluşmuş bir fikirdir. Türkiye Büyük Elçiliğini
bu konuda ikna etmemiz de pek zor olmadı. Çünkü
bu eser, gerçekten de değerli bir eserdi ve Türkiye’de
kayıp diye bilinirken, yeni bir hikayeyle olsa da 52 yıl
sonra ilk kez Kıbrıs’tan tekrar ortaya çıkabilecekti.
Bedri Rahmi’nin 1958 Brüksel Pavyonu projesindeki
rolü neydi?
Bedri Rahmi’nin işi, Brüksel pavyonunun bel kemiğini
oluşturmaktaydı. Bu eser fonksiyonel olarak bir duvar, bir köprü, bir birleştirici ve ayırıcı olmanın yanında, Anadolu’yu imgeleyen 227 metrekarelik bir sanat
eseriydi aynı zamanda. En önemlisi ise Expo 58’in,
II. Dünya Savaşı’ndan sonraki ilk dünya fuarı olması
ve soğuk savaşın başlangıcında Türkiye’nin modern
bir imaj ile temsil edildiği ilk uluslar arası platformda olma özelliği taşımasıydı. Burada, “Mavi Anadolu”
40 NATURA • KASIM-ARALIK 2010
sonal language of iconic and archetypal forms drawn from Turkish tradition,
his success was his ability to create a modern idiom of pictorial representation
that synthesized and abstracted these traditional Anatolian motifs. Working
from 1929 to 1975, he was known from his considerable output of works in
many different media including painting, drawing, ceramic, sculpture, stained
glass, stone mosaic and prints especially his block prints that were used also
in the design of textiles.
As the modern Turkish Republic started to mature in the post war period, Bedri
Rahmi (as he is commonly known) was called upon to create large panels integrated into the architecture of important governmental buildings. Starting
with the figurative panels he made for the Ankara Opera House in 1946-1948
he continued both before and after Expo 58 to produce these original large
scale works creating a modern iconography for the Turkish state during the
nation building process in full swing during this period. Major works such
as the Levent District mosaic panel, Istanbul, 1956-57, the panels in the NATO
headquarters in Paris in 1959, Samatya Hospital mosaic panel, Istanbul, 1959,
İ.M.Ç. mosaic panel, Istanbul, 1963, Karaköy Tatlıcılar relief, Istanbul, 1963,
Marmara Hotel rubble floor mosaic, Ankara, 1967, Turkish Embassy General
Residence, Bonn, 1970, Osmanlı Bank branch, Bursa, 1971 and Vakko Factory,
Istanbul 1972 were highly visible art works there were an important aspect of
Bedri Rahmi’s career as he sought to bring art to the public sphere.
Amongst all these wall panels the most impressive of these undoubtedly is
the 1,000,000 mosaic piece mosaic panel at Turkish Pavilion at Expo 1958.
Showing a unified cycle of stylized scenes of Turkey and Turkish culture, the
mosaic had a prominent place in the middle of the Pavilion as the spine that
connected the two buildings and was honored with an award during the Expo
for its dramatic presentation.
The fate of this important mosaic was perhaps as dramatic as its artistic appearance. The Expo 58 Pavilion with its prefab construction was intended to
be taken apart and shipped back to Turkey for reconstruction. Arriving in Turkey by train in 1960 during the period of the coup d’etat the Pavilion and
mosaic were to be lost in the ensuing disorganization.
It would reappear again in the efforts of a number of historians in the last
10 years as part of art historical research on the Pavilion by the likes of Prof.
Sibel Bozdoğan. These efforts raised the profile of the mosaic to the extent
MOZAİK DUVAR
VE PAVYONUN
MİMARİSİ
UYUM İÇİNDE
TASARLANMIŞTI.
THE MOSAIC
WALL AND THE
ARCHITECTURE
OF THE
PAVILION WERE
HARMONIOUSLY
INTEGRATED.
that when parts of the mosaic appeared in Northern Cyprus coming to the attention of the staff of the Sidestreets
Cultural Center they were able to locate many other parts
of the mosaic in various location in Cyprus. The resulting
exhibition, “From Expo ‘58 to Cyprus: Bedri Rahmi’s. Lost
Mosaic Wall” which includes research in the U.S., Europe,
Turkey and Cyprus and will show publicly parts of the mosaic for the first time since the 1960s. We spoke to the
exhibitions curator, Anber Onar about the mosaic.
Where did you get the idea for the exhibition?
The idea of the exhibition started a year ago from a request
by the Embassy of the Republic of Turkey in Northern Cyprus to Sidestreets to search for a permanent public place
for the pieces of the wall they had in their possession (50
x 227 cm 4 panels). We had heard of but not seen a portion
of the mosaic panels were in the hands of Turkish Army in
Cyprus and the Eyüboğlu family in Istanbul. The rumors
were that they were being used in different formats and
purposes. Despite not knowing how much of the mosaic
was in Cyprus, and how it got there from Brussels we
thought the story was an interesting one. Moreover, because of its importance as a historical document and to
create public awareness, we started thinking about doing
an exhibition. In fact, we thought the exhibition was in
line with Sidestreets principles and mission . It was not
difficult to convince Embassy of Turkey of our intentions.
Because this was a genuinely an important artwork and
while it was known as lost in Turkey there was an opportunity for the story of the mosaic to be told again 52 year
later in Cyprus.
What was the role of the mosaic in the 1958 Turkish Pavilion in
Brussels?
Bedri Rahmi’s work was the spine of the Brussels Pavilion. This work is functionally a wall, a bridge, unifying
and separating the Pavilion, as well as being a 227 square
meter art work depicting Anatolian life. Most importantly
though after WWII and the at the beginning of the Cold
War, the Brussels Expo 58, was the first opportunity to
represent modern Turkey in an international platform.
Here, with the “Blue Anatolia” mosaic Bedri Rahmi’s iconography and its concept celebrating multi-culturalism in
Anatolia resulted in an important idea in the synthesis of
east and west. In addition, the ideas behind the mosaic
overlapped with the design and architectural principles
of the pavilion creating a meaningful union of art and
architecture.
What happened to the mosaic wall after Brussels?
After the end of the Brussels Exhibition, the pavilion and
the mosaic was packed and sent back to Turkey to be reassembled. Initially planned to be built as a pavilion in
Ankara, on the way to Turkey, there was a new directive
that it be sent instead to a site in Istanbul. However the
wall was not to be installed either in Ankara or Istanbul or
ever again. After being left in boxes in Sirkeci Train Station for a period, the mosaic and other parts of pavilion
were thought to be abandoned in Gülhane Park. Nevertheless it was looted and disappeared after a short period
of time. In 1960, the architects of the Pavilion brought this
situation to light which confirmed by the Milliyet newspaper in 1963. However, something that was not known
at the time was that part of the Bedri Rahmi wall had already been looted
and later set-up in September 1960 as the decoration for the first international trade fair of the Republic of Cyprus. That a large portion of the wall was
brought to Cyprus today has been proven by Sidestreets, and that this wall
was preserved in the Embassy of Turkey in Cyprus and by the Turkish Army
Regiment here.
Where did you find the mosaic in Cyprus?
Working on some rumors and leads, we initially found pieces in the Embassy
of the Republic of Turkey ın Cyrpus and in the social facility in the Turkish Army
regiment here. If we think that the start of the search and identity of this
lost work started in Cyprus, yes, this is a loss for Turkey. Awareness here is
important. Later after showing the public the found pieces of the mosaic an
awareness was created and the mosaic “appeared”.
Is there a subject to Bedri Rahmi’s mosaic and if so what is it?
Bedri Rahmi’s mosaic is in fact a synthesis of almost all of his works. Here,
instead of a single subject, we see a narration that combines a number of
themes into one in a collage format . But in a style typical to Bedri Rahmi,
on the surface of the mosaic, there is a temporal and spatial filtering of the
different cultures of traditional Anatolia depicted in various scenes in an
abstract way. Although there are some formal reservations with regard to the
way these images are artistically represented, the fact that this art work was
made using mosaic gives us some important clues.
What is the size of the mosaic?
The mosaic is 50 cm wide, 227 cm high, consisting of over 200 panels, 50
meters long on both sides of a wall covering a total area of 227 m2. Starting
from the exterior this wall which is the basis of the Pavilion’s architecture in
relating the building’s two cubic volumes goes through the center of the first
volume and comes out the other side to continue and transform into the interior wall of the second volume.
KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 41
kavramından çıkan Anadolu’nun çok kültürlülüğünün
kutlanması, Bedri Rahmi’nin imgeleriyle birleşince
ortaya çıkan doğu ve batı sentezi düşüncesi de önemli
rol oynamaktaydı. Ayrıca bütün bu kavramlar pavyonun mimari tasarım ilkeleriyle örtüşüyor, bu da sanat
ve mimarlığı ayrılmaz bir bütün halinde ortaya koyuyordu.
DEV BEDRİ RAHMİ
MOZAİĞİNİN
YENİ BULUNAN
BÖLÜMLERİ
KIBRIS’TA
SERGİLENİYOR.
NEWLY FOUND
PARTS OF THE
MOSAIC ARE
EXHIBITED IN
CYPRUS.
42 NATURA • KASIM-ARALIK 2010
Brüksel’den sonra mozaik duvara ne oldu?
Brüksel Fuarının bitiminden sonra, kasalanan tüm
pavyon ve tabii duvar, orada tekrar kurulmak üzere
Türkiye’ye geri gönderiliyor. Önceleri Ankara’da kurulması planlanan pavyonun, Türkiye’ye dönene kadar,
yeni bir emirle İstanbul’da kurulması kararlaştırılıyor.
Ancak bu duvar ne Ankara, ne İstanbul’da tekrar hiçbir
zaman kurulamıyor. Bir süre kasalar içerisinde Sirkeci
Garı’nda kalıyor, daha sonra pavyonun diğer parçaları
ile Gülhane parkına bırakılmış olma olasılığı da düşünülüyor. Öyle olsa bile, kısa bir süre sonra yağmalanıp ortadan kayboluyor. 1960’ta mimarların farkettiği bu durum, 1963’te Milliyet gazetesi tarafından da
teyid ediliyor. Ancak bilinmeyen şey Bedri Rahmi’nin
duvarının bir kısmının çok daha önce yağmalanmış
oluşu ve 1960 Eylül’ünde daha yeni kurulmuş Kıbrıs
Cumhuriyeti’nin katılacağı uluslararası ilk ticaret fuarına hazırlanan pavyonun süslemesi için getirildiğidir.
Duvarın büyük bir kısmının buraya getirilmiş olduğu
bugün artık Sidestreets tarafından kanıtlanmıştır. Ve
bu duvar, bugüne dek TC Elçiliği ve Türk Alayı tarafından Kıbrıs’ta muhafaza edilmiştir.
Mozaiği Kıbrıs’ta nerede buldunuz?
Kulağımıza gelen söylentiler sonrasında, bu mozaik
işin parçalarını ilk olarak TC Elçiliğinde ve Alay Gazinosunda gördük. Aslında kayıp farzedilen bu işin, belki
de kimliği üzerinden oluşacak varlığının izini sürmek,
Türkiye’de değil de Kıbrıs’ta başladığını düşünürsek;
evet, Türkiye için bir kayıptı. Farkındalık bunun için
önemli. Ancak daha sonra ortaya çıkan parçalarla
bunu kamuoyuna açarak, hikayenin bütünü içerisinde
bir farkındalık yaratılmış, ve artık mozaik ortaya çıkmıştır.
Bedri Rahmi’nin mozaiğinin konusu var mı, varsa nedir?
Bedri Rahmi’nin bu mozaik eseri, adeta onun tüm
eserlerinin de bir sentezidir. Burda, tek bir konu aramak yerine, birçok konuyu bir bütün haline getirip
işleyen kolaj niteliğinde bir anlatım görülüyor diyebiliriz. Ama genelinde Bedri Rahmi işlerinin tipik özel-
likleri arasında sayabileceğimiz, zamansal ve mekansal
olarak değişik kültürlerden süzülen geleneksel enstantanelerin Anadolu olgusu içerisindeki bu yüzeyde
mozaik olarak soyut bir biçimde yer alması olduğunu
söyleyebiliriz. Burda kullanılan imgelerin sanatsal anlamda kullanılma biçimleri formal kaygılar içerirken,
bu eserin bir mozaik tekniği ile yapılması da, anlam ve
konu bazında önemli ipuçları vermektedir.
Mozaiğin genel ebatları nedir ve mozaik Payvonun
genel mimarisi icinde ne şekilde yer alıyordu?
Mozaik, 50 cm genişliğinde, 227 cm yüksekliğinde 200
tane panodan oluşan, 50 metre uzunluğunda bir duvarı önlü arkalı kaplayan, ve toplamında 227 m2 alan
oluşturan bir bütündür. Bu duvar, pavyonun mimarisini oluşturan, ve iki küpü andıran mimari formların,
dış tarafından başlayarak; önce bir binanın tam ortasından geçip diğer tarafından çıkmakta, ve dış mekanda yine devam ederek ikinci formun da içerisine
uzayan bir elemana dönüşmektedir.
Mozaikte hangi teknikler kullanılmıştı? Malzemesi taş mı?
Malzemeler nereden geldi? Mozaik nerede üretildi?
Mozaik, küçük kesilmiş, genelde kare veya üçgen
taşların yanında, farklı taş kesimlerini de barındırmaktadır. Malzemenin geneli Avrupa’dan getirildi.
Üç ekip halinde toplamda 12 kişi tarafından 1 yıl süre
içerisinde,Bedri Rahmi’nin tasarımına göre İstanbul’da
kendi evinin ve atölyesinin bulunduğu Salı Pazarı
apartmanlarında uygulandı.
Bedri Rahmi Brüksel’de Pavyon üzerinde nasıl bir çalışma
yaptı? Çalışma ne kadar sürdü?
Bedri Rahmi Eyüboğlu, Eren Eyüboğlu yönetiminde,
asistanı Ivy Stangali, iki öğrencisi ve 2 sıvacı ile duvarı
Belçika’daki pavyonda tamamlamıştır. Tüm işlemin 12
Mart – 25 Nisan 1958 arasında, 5-6 hafta sürdüğü söylenmektedir. 1 milyon kadar mozaik parça, kağıt üzerinde tasarlanarak özel tutkal hamuru ile yapıştırılmış,
küçük ebatlarda numaralı olarak Türkiye’de hazırlatıldıktan sonra Brüksel’e götürülerek pavyonun kurulma aşamasında taze sıvanan panolar üzerine transfer
edilmiştir.
What are the techniques used in the wall? Is the mosaic stone? Where did it come from?
Where was the mosaic produced?
The mosaic consists of stone cut usually as a square or in triangular pieces as
well as other shapes. The material was brought from Europe. Three teams of a
total of 12 people worked a year in Bedri Rahmi’s apartment and workshop in
Sali Pazarı Istanbul to design the mosaic.
What kind of work did Bedri Rahmi do in Brussels? How long did his work there take?
Bedri Rahmi Eyuboglu, with Eren Eyuboglu managing, and assisted by Ivy
Stangali along with two students and two workmen completed the wall of
the Pavilion in Brussels. The whole operation ran from March 12 to April 25,
1958 lasting 5-6 weeks. Up to 1 million mosaic pieces, designed initially on
paper, were then applied with special glue, these small pieces were prepared
and numbered in Turkey to be later transferred to the wet plaster walls of the
Pavilion in Brussels.
What are the similarities and the differences of this mosaic as compared to other Bedri
Rahmi mosaics?
Despite the fact that in general the images and methods used here are present
in other mosaics, the variety seen in one unified mosaic had not ever existed
before in a single work.
What parts of the mosaic are you exhibiting?
In the Sidestreets space there are more then 50 pieces most of them being
fragments. Remarkably, these pieces are very strong; there is a section of
(Black Sea) horon dancers, a mother and child figure, ships and other geometric figures as well as abstract pieces. The exhibition also has supporting
material such as a visual archive supporting the The Lost Mosaic Wall book by
Dr. Johann Pillai and a digital reconstruction of the wall that allows it be seen
for the first time since 1958 that would not have been possible without the
information obtained by Sidestreets.
Who prepared the exhibition? What is Sidestreets?
The exhibition was curated and organized by me Anber Onar (Sidestreets
founder and artist) based on my decision to go ahead with it, and Emin Çizenel (consultan to Sidestreets and artist). Sidestreets is an independent, private organization formed in Nicosia, North Cyprus, to generate spaces of creative and critical engagement with language, the arts, and culture in general,
by promoting social, cultural and artistic development within local, regional,
European, and international frameworks.
Bu mozaiğin diğer Bedri Rahmi mozaiklariyle
benzerlikleri ve farklılıkları neler?
Genelinde kullanılan imgeler ve metodlar daha önceki
birçok işinde yar almış olmasına karşın, buradaki, tek
bir işin bütünselliğini sağlayan çeşitlilik daha önce hiç
görülmemiştir.
Sergide mozaiğin ne kadarlık bir kısmını, hangi parçalarını
gösteriyorsunuz?
Sidestreets mekanlarındaki sergide, 50’den fazla parça
var ama bunların yarısı fragmanlardan oluşmaktadır.
Belirgin olarak oldukça güçlü olan bu parçalarından;
horon danscılarının olduğu bir bölüm, ana çocuk figürü, gemiler ve daha başka figürlerin yanında geometrik soyut parçalar da bulunmaktadır. Sergide ayrıca Dr. Johann Pillai’nin yazmış olduğu Kayıp Mozaik
Duvar kitabını destekleyen görsel bir arşiv bölümü ve
1958’den bu yana hiç görülmemiş, ve Sidestreets’in
elde ettiği bilgilerin dışında hayal edilmesi bile imkansız olan, duvarın ön yüzünün dijital olarak tam bir
rekonstrüksiyonu da bulunmaktadır.
KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 43
Parisli bir Türk tasarımcı:
A TURKISH DESIGNER IN PARIS
Paris’te yaşayan Türk
tasarımcı Koray Özgen, 1995
yılında kurulan Özgen Design
ile birçok uluslararası firma,
marka ve kuruma değişik
alanlarda tasarım üretiyor.
Özgen, tasarım sürecinde
kendini sosyal, kültürel
ve ekonomik bağlamlarda
sorgulayarak ilerlerken
çevresindeki çoğulluğu
sentezliyor.
Since moving to Paris in 1995,
Koray Özgen and his Ozgen Design
studio have created designs for
French and international brands .
Keenly aware of social, economic
and cultural differences,
Özgen continues his efforts
in synthesizing the diversity
surrounds him.
44 NATURA • KASIM-ARALIK 2010
Ç
oğunlukla sade, ancak oldukça çarpıcı tasarımlara sahip dünyaca
ünlü bir tasarımcı Koray Özgen. Knoll, Skultuna, Innermost, Paris Belediyesi gibi uluslararası firma, marka ve kurumlara değişik
alanlarda tasarım üretiyor. Türkiye’de 1994 yılında yaptığı Ankara
şehirlerarası Terminali’nin işaretlendirme sistemleri ile tanınıyor.
Topaz Restoran ile ise adından sıkça söz ettiriyor. Farklı malzemeleri kullanmaktan çekinmiyor, işleri çoğu zaman ses getiriyor ve kendisini
aranan bir tasarımcıya dönüştürüyor. Koray Özgen’le Paris – Türkiye arası
tasarım ortamını, tasarım anlayışını, ürünlerini, ve taşın tasarımlarındaki
yer ve önemini konuştuk.
Özgeçmişinizden söz eder misiniz?
Orta Doğu Teknik Üniversitesi Endüstri Ürünleri Tasarımı Bölümü’nden
mezun olduktan sonra Bilkent Üniversitesi Grafik Tasarım Bölümü’nden
Yüksek Lisans diploması aldım. 1992 yılından beri Paris’te yaşayıp çalışıyorum. Paris’teki tasarım okulu E.N.S.C.I.’de (Ecole Nationale Supériere de
Création Industrielle) post-diploma çalışmalarımı tamamladıktan sonra
1995 yılında Paris’te kendi stüdyomu, Özgen Design’ı, kurarak birçok kurum için görsel iletişim ve sergi projeleri tasarlamaya başladım.
Türkiye’deki tasarım eğitiminizi Paris’te profesyonel bir tasarımcı olarak deneyiminizle kıyasladığınızda nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye’de ODTÜ’deki endüstri ürünleri tasarımı eğitimim özellikle nesnel değerlerin öne çıktığı bir dönemdi. Tasarım yaklaşımlarımız kritik
bir değerlendirme sürecinden geçiyordu. Paris’teki tasarım okulu “Les
Ateliers”ye geldigim zaman ise tasarımlarımın göreceli olarak öznel bir
çizgide değerlendirildiğini düşünüyordum. Bu farklı değerlendirilmelerin
süzgecinden geçerek kendimi profesyonel yaşamda buldum. Hem kavramsal düşünce hem de tasarım pratiği açısından, bu deneyimlerin profesyonel yaşamdaki tutumunuza dolaylı etkileri olduğunu düşünüyorum.
Tasarımlarınızın sade ve doğrudan yaklaşımları var. Oldukça mütevazı ve ilgiyi
üzerlerine çekmeye çalışmayan... Neden?
Tasarımcının tasarladığı bir nesneye kendi tarzını yansıtmaktan daha çok
nesne-kullanıcı iliskilerini sorgulayıp o nesne üzerinden bir yasam tarzı
önermesi gerektiğini düsünüyorum. Bence tasarımcının kisisel tarzınının
hicbir zaman tasarladığı ürünlerin önüne geçmemesi dogal bir sonuc.
Özellikle görsel ve işlevsel olarak alçakgönüllü olan nesneler önermenin o
nesnelerin kavramsal gücünü daha da çok öne çıkartabileceğini düşünüyorum.Tasarımcının aynı zamanda kültürel çeşitliliğe önem veren, çevreyi
koruyan ve de yerel değerleri destekleyen bir duruşu da olmalı.
Türkiye tasarım dünyasında kendinizi nasıl konumlandırıyorsunuz? Türkiye tasarım
alanında nasıl bir yerde duruyor?
Ben Türkiye’de doğdum ve eğitimimin büyük bir bölümünü Türkiye’de
tamamladım. Fransa’da yaşarken Türkiye ile olan ilişkilerim uzun yıllar
akademik düzeydeydi. Son iki üç yıldır Türkiye’de de değişik alanlarda
projeler geliştiriyorum. Bu proje ortamlarında çok farklı konular gündeme
gelip tartışılıyor. Ben, tasarımın doğasında olan nesnelliğin tasarımcıyı
etnik ve coğrafi limitlerin dışına çıkardığını düşünüyorum. Buna karşın,
bir tasarımcının ürünlerinde kökenlerinin izine rastlamak da doğal bir
K
oray Özgen is a world renowned designer know for hıs simple yet
striking designs. Living in Paris for the past decade he has designed
for international corporations, brands and institutions such as Knoll,
Skultuna, Innermost and Paris Municipality. He has been recognized
for designs namely the signage and wayfinding system he created for
Ankara National Terminal in 1994 as well as the Topaz Restaurant in Istanbul.
His bold experimentation with different materials has made him a soughtafter designer in both France and his native Turkey.
Özgen was born in Turkey. After graduating from the Industrial Design Department at Middle Eastern Technical University, he obtained his graduate degree
from the Department of Graphic Design at Bilkent University. He left for Paris in
1992 where he completed his post-graduate studies at E.N.S.C.I (Ecole Nationale Supériere de Création Industrielle). He then founded Özgen Design Studio
in 1995 and started designing visual communication and exhibition design for
various corporations. In 1999, he co-founded the company “ODC: Özgen Design
Collection” which produces and distributes his own designs on the internet
and through design stores around the world. In the past few years, he has also
been involved in an array of projects in Turkey. Özgen’s professional life is the
combined product of the objective evaluative system of his Turkish Industrial
design education and the more subjective approach of “Les Ateliers” in Paris.
He believes that these kinds of experiences affect one’s professional approach
to his work in terms of both conceptual thinking and designing experience.
Rather than imposing his own personal style, Özgen focuses on the relationship between the designed object and the consumer or user to offer a specific lifestyle through the object. His visually and functionally modest designs
emphasize the conceptual strength of the designed objects while fostering
environmental awareness, cultural diversity and local values. He claims that
the subjective nature of design reflects an artist’s conscience and cultural
background, and yet its objective nature moves the artist beyond ethnic and
geographic boundaries.
According to Özgen, a designer is a professional who markets his products
KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 45
olgu. Bu öznel yaklaşımları, tasarımcının kültürel birikimlerinin ve de kişisel belleğinin bir sonucu olarak
da değerlendirebiliriz. Ama folklorik bir tasarım yaklaşımının ürünlere uygulanmasının ve de bunun bir
tasarım tarzına dönüşmesinin o ülkedeki tasarım disiplininin gelişmesine uzun dönemde olumlu bir etki
yapacağını sanmıyorum.
Paris’deki çalışmalarınızdan söz edebilir misniz? Paris’e gitme
sebebiniz nedir? Paris’deki tasarım ortamı nasıl?
Benim doksanlı yılların başında Fransa’ya gelişim bir
proje değildi. ODTÜ Tasarım bölümünden sonra kendimi Paris’teki tasarım okulu L’ENSCI’de, daha sonrasında ise profesyonel yaşamın içinde buldum. Bu
dönemde, Fransa’daki günlük yaşam kültürünü ve
Fransız tasarımını bir arada yaşayarak keşfettim. Ben
Paris’te yaşıyorum ancak birçok değişik ülkedeki firmalara tasarımlar yapıyorum. Stüdyo aktivitelerime
paralel olarak 1999’dan beri, iki ortağım ile birlikte
Paris’te kurduğum ve kendi tasarladığım ürünleri “ODC
:Ozgen Design Collection” adı altında üretip ve dağıtan firmayı yönetmekteyim. Paris kültürel ve de ticari
bir cazibesi açısından insanların ilgisini çekebiliyor ve
burada bulunan firmalara bir avantaj sağlıyor olabilir.
Ancak günümüzdeki küresel gelişmelerin bir sonucu
olarak bir tasarımcının Paris’te veya Istanbul’da yaşıyor olması, onu mesleki açıdan farklılaştırdığını sanmıyorum.
Günümüzde global medya ve pazar ortamı tasarımcıları
küresel trendler içinde çalışmaya zorluyor.
Bu durum sizin işinizi nasıl etkiliyor?
Tasarımcı çalışmalarını değişik kanallarda tanıtan ve
pazarlayan bir profesyonel. Bir tasarım sürecinde de
kendinisini ister istemez sosyal, kültürel ve ekonomik
bağlamlarda sorgulayarak ilerliyor. Eğer bugün küresel pazara sunabileceği özgün tasarım önerileri varsa,
artık hangi coğrafyada oldugu farketmiyor. Küresel
trendler de, pek de öyle algılanmasa da, zaten halıhazırda varolan düsünceler veya ürünler üzerinden
belirleniyor ancak tasarımcının bu genel eğilimleri
etik bir biçimde yorumlayarak nesnelere dönüştürmesini önemli bir nokta olarak görüyorum. Bu durumda tasarımcı izleyici olmaktan çok belirleyici bir aktör
durumuna geçiyor. Tasarım eğilimlerinde söz söyleyebilmek ancak evrensel ürünler önererek mümkün
olabiliyor. Ancak bu ürünleri önerirken, küreselleşme
uğruna, geleneksele ve yerele ait değerleri yok etmemek gerekiyor.
Ozgen Design Collection için tasarladığınız nesnelerin hemen
hepsi organik ya da doğal referanslar taşıyor, sanki
kendileri de doğalmış gibi. Bu bilinçli olarak varmak
istediğiniz bir nokta mı?
Nesnelere doğanın bize sundugu ipuçları üzerinden
işlevsel ve biçimsel kaliteler yükleyebiliriz. Bu sorgulama ve yorumlama süreci içinde tasarımcı kendisini
ilginç bir deneysel ortamda bulur. Bu düşüncelerinden
hareketle, ben tasarımlarımi belki de ‘doğa’yı birincil
anlamından biraz daha ileriye taşıma çabasi içinde
gerçekleştirdiğimi düşünüyorum. Yani malzemenin
doğası, bir nesnenin işlevinin ve kullanıcısının doğası
ile barışık tasarımlar yapabilme çabası da diyebiliriz.
46 NATURA • KASIM-ARALIK 2010
İşinizin ‘zevk’ini nasıl tanımlıyorsunuz? Zevk ve stil olarak ne
gibi ortamlar için tasarım yapıyorsunuz?
Öncelikle tasarımcı olarak zevkin göreceli bir kavram
olduğunu kabullenmeniz gerekiyor. Iyi (ya da kötü)
zevkin doğuştan ya da öğrenilen bir şey olduğu bile
bilimsel olarak kesinleşmemiş bir durum. Bu bağlamda, tasarladıklarınız da karşınıza çıkan kişilerin ya da
medyanin zevkleri doğrultusunda değerlendiriliyor.
Sanıyorum ki tasarımcılar ve tasarladıkları ortamlar
doğal bir seçimle bir araya geliyorlar. Bence zevki ve
tarzı, tasarımcı ve müşteri arasında bir dayatmadan
daha çok bir uzlaşma süreci olarak tanımlayabiliriz.
Tasarımlarınızda taşı ne oranda kullanıyorsunuz?
Birkaç örnek verebilir misiniz?
Tasarımlarımda malzeme seçimini genel bir duyarlılık
içerisinde gerçekleştirmeye çalışıyorum. Bu bağlamda,
tasarımlarımda kullanmayı tercih ettiğim malzemelere
benden çok nesnenin gündelik yaşamdaki varoluş nedenleri ve de kullanıcının bu nesne ile kurduğu ilişkiler karar veriyor. Kendi koleksiyonumda kullandığım
malzemeler porselen, metal, ahşap gibi uzun yaşam
süreleri olan malzemeler… Taşı da malzeme olarak tutarlı olduğu için kullanıyor ve bunun malzeme olarak
değerini de arttırdığını düşünüyorum.
Kullandığınız taş tipleri neler?
Benim koleksiyonumdaki ilk tasarımlarımdan olan
“Borne” (1999) Kapı ağırlığı taştan üretiliyor. Üretimi
için kullandığımız iki değisik taş var. Birincisi “Ankara
Taşı” olarak da bilinen ve özellikle Ankara Gölbaşı’nda
çıkarılan andezit taşı. Pembe gri bir rengi olan bu
andezit taş oldukça gözenekli bir dokuya sahip. Doğduğum yer olan Ankara’nin yerel taşı ile üretilen kapı
ağırlıgı Borne’un benim ürünlerimin arasında ayrı bir
yeri olduğunu düşünüyorum. Bir tasarımcının belleğine girmiş bir malzemenin, yıllar sonra bir ürün aracılığı ile yaşama geçmesi ve de Paris, Berlin, Londra gibi
kentlerde satılıyor olması ilginç bir durum. Kullandığımız ikinci taş türü ise Fransa’nın şaraplarıyla ünlü
Bourgogne bölgesinde çıkartılan bir taş. Açık sarımsı bir rengi olan bu taşın yoğunlugu da volkanik taşa
göre daha fazla.
Diğer malzemelere göre taş malzemenin avantaj ve dezavantajları nedir?
Daha az enerji kullanarak üretilen ürünler tasarlamak,
mono malzeme kullanımını ve de malzeme ekonomisini öne çıkaran tasarımlar önermek, sürdürebilirlik
bağlamında olumlu etkisi olan yaklaşımlar. Malzeme
ömrü uzun olan ve malzeme değeri yüksek olan ürünlerin sosyo-kültürel anlamda uzun ömürlü oldukları
da bu konuda yetkin olan kurumlar tarafından savunulan bir tez… Taşın, bu bağlamda malzeme olarak
ilginç bir konumu olduğunu düşünüyorum. Ancak,
özellikle doğal taş, malzeme olarak kalıcı bir malzeme
olsa da taşın nakliyesi üzerine bilinçli kararlar verilmesi gerekiyor. Üretim noktasından son satış noktasına ne kadar yol kattettiği ve bu süreçte çevreye zarar
verilip verilmediği üzerine düşünülmesi gerekir. Son
yıllarda her yıl atmosfere bırakılan binlerce ton karbondioksit özellikle Avrupa’da tüketiciler tarafindan
ciddi bir biçimde sorgulanan bir durum. Bir tasarımcı
ÖZGEN’İN TASARIMLARI DOĞANIN FORMLARINDAKİ SADELİĞİ İÇERİYOR.
ÖZGEN’S DESIGNS EXPLORE THE SIMPLICITY OF THE FORMS OF NATURE.
via different avenues. Hence, he progresses through the design process by
examining himself in the social, cultural and economical frameworks he finds
himself. If he has unique and original designs to offer in the global market,
his geographical location becomes insignificant. Özgen states that it is essential to follow global trends in order to stand out as a designer. Yet, he believes
that it is the ethical obligation of the designer not to lose track of his local and
traditional values for the sake of globalization.
Almost all of the objects designed by Ozden Design Collection are either fully
or partially organic. Özgen explains this choice by stating that one can ascribe functional and structural qualities to objects through the clues nature
provides. Hence, he creates his designs with an effort to carry ‘nature’ beyond
its primary meaning and create designs that are in harmony with the essence
of the materials used, the functionality of the object and the nature of the
user.
Özgen believes that as a designer, one needs to acknowledge taste as a subjective concept. It is not scientifically established whether taste is innate or
learned. As such, a designer’s work is evaluated according to the tastes of the
consumers and the media. He believes that designers and consumers naturally converge and that taste and style can best be described as a process of
this synthesis.
In explaining his choice of materials for his designs, Özgen states that his preference of materials are dictated by the designed object’s purpose in daily life
and the relationship the user forms with the object. He usually uses materials
with long life spans, such as porcelain, metal and wood. He also prefers to
use stone in his designs because of its consistency and durability; an attribute
which he believes increases its value as a material. Özgen states that he used
two types of stones in the production of “Borne Doorstop” (1999), which was
one of the first designs in his collection. The first type of stone used in the
Doorstop was andesite, a pink-gray stone with a porous texture also known
as “Ankara Taşı” because it’s primarily extracted from the Ankara Gölbaşı area.
The second type of stone used was extracted from the Bourgogne region of
France. Its color is light yellow and its density is higher than the volcanic
stone. Özgen also quizzically points out that “Borne”, produced by a stone
extracted from his hometown Ankara, carries special meaning for him and that
he finds it interesting that a product that has such personal significance for
him is being sold in major cities such as Paris, Berlin and London.
Özgen emphasizes the importance of designing eco-friendly objects that are
produced by less energy and with materials that have longer life spans. In
this regard, he believes that stone, as a material, stands out. However, he
also points out that when using stone, especially natural stone, one needs
to consider the possible environmental damage that may be caused during
transportation from its place of production to its final sales point. He believes
that although it is impossible to control everything during the production process, every designer can contribute to the preservation of the environment in
their own way by making sensitive decisions. As an example, he explains that
his company in France has started to use a local stone in their production since
2006. He also adds that they are in the process of initiating a joint production
by using local stones in Sweden and Japan. He summarizes this potential process as the optimal in ecological terms of the creation of a product, designed
in Paris and locally produced in France, Sweden, Japan and Turkey.
Finally, Özgen describes one of his latest designs, marble candle holders called
“Dome”, which he created with Leyla Taranto. “Dome” was produced by using natural materials and utilizing the positive energy emitted from the color
and texture of natural marble. Özgen describes it as a sculptural object which
transforms into a tea-light candle dish upon lifting open its dome-shaped
lid. The design of the lid ensures that the candle is put out without creating
smoke and that the melted candle does not drip. He adds that these marble
candle holders will be exhibited during the fall of 2010 at the traditional “Noel
Imaginaire” event of famed Le Bon Marché store in Paris.
This is an English summary of an interview conducted with Koray Özgen in
Turkish via e-mail.
KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 47
Doğaya uyumlu konut mimarisi:
Bodrum Bodrum
A new direction for Bodrum lifestyle
48 NATURA • KASIM-ARALIK 2010
Bir iç-dış mekanlar ara kesit projesi ve şu an inşaat
halinde olan Yalıkavak’taki Bodrum Bodrum’da
doğal taş çok önemli rol oynuyor. Aydınlatmadan
dekorasyona her alanda kullanılan malzeme,
projenin en önemli tasarım kriterini oluşturuyor.
A blurring of interior and exterior living spaces is formed
through a detailed use of stone throughout the Bodrum
Bodrum project currently under construction in Yalıkavak,
Bodrum.
B
odrum Yalıkavak’ta Bilgili Holding için Arif Özden, Tanju Özelgin ve
Sinan İzgi tarafından tasarlanan Bodrum Bodrum projesi, doğa ile
iç içe olması istenen, aynı zamanda mahremiyetin önemini de ön
plana çıkaran, iç-dış ara kesitleri arasında sürekli olarak değişim
gösteren bir konut projesi olarak karşımıza çıkıyor.
Yalıkavak’ta yer alan eski bir okul binasının renovasyonu ile başlayan,
ancak daha sonra imar planındaki zorunlu değişiklikler sebebiyle, yekpare ancak yer yer çok katmanlı peyzajla kesintiye uğrayan yapı grubundan,
parçalı konut mimarisine kayan bu iki aşamalı proje, yapıdaki doğal malzemenin özellikle de taşın zengin ve cömert kullanımı ile dikkat çekiyor.
Projenin çıkış noktası ilk önce var olan yapının eksik ve ihtiyaçlarının tespit edilip çözüme gidilmesi olarak belirlenmiş. Projenin yer aldığı alanın
topografik yapısı şiddetli bir eğim ve kot farkı içeriyor. Aslında bu durum,
Bodrum’un geneli için rahatlıkla söylenebilir. Bu coğrafi yapının gerekliliği olarak o toprakları setlemek ihtiyacı doğuyor. Ancak eğimde bazen
o kadar zorlayıcı noktalar çıkabiliyor ki setlemede kullanılan taş duvarlar, yapıların cephelerini domine ediyor, üst üste yığılmış bir taşlar grubu
olarak daha fazla gözükmeye başlıyor. Tasarımcılar ilk önce bu sorunu
T
BODRUM
BODRUM’UN
MİMARİSİ EGE
PEYZAJINA
HASSASİYETLE
UYUM SAĞLIYOR.
ARCHITECTURE
SENSITIVETLY
INTEGRATED INTO
THE AEGEAN
LANDSCAPE.
anju Özelgin with Arif Özden and Sinan İzgi have designed a residential
project in Bodrum Yalıkavak for Bilgili Holding that explores the difference between interior and exterior space in creating an environment focused on creating a sense of peace and tranquility in its Aegean
seaside location. The project involves the renovation of an existing
school building into residential units and social facilities with the requirement
that the architects retain the massing of the original terraced structure. The
continuous blocks of the school are transformed into individual residential
units in a design strategy subtly integrating the building into the natural setting through sensitive ecologically focused landscaping and the robust use of
natural stones.
The architect’s initial strategy was to reorganize the existing building into the
new functions required by client to transform the building into a residential
and leisure facility. The steep grade of the site, a common characteristic in
Bodrum’s topography was the most dominant feature of the existing building resulting in the use of terraces and retaining walls. These heavy retaining
walls came to dominate the site and were the target of the architect’s design
strategy which was to reduce the visual impact of the walls through the use
of a variety of surfaces and textures. The design resulted in an cohesive approach where the main masses of the building are horizontally and vertically
KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 49
ÖZEL KONUTLAR
SOSYAL ALANLARA
ÖZENLİ BİR PLANLA
BAĞLANIYOR.
CAREFUL
PLANNING
INTEGRATES
PRIVATE
RESIDENCES WITH
SOCIAL AREAS
50 NATURA • KASIM-ARALIK 2010
çözmeye odaklanmışlar. Bu durum her kot çıkışında tek bir malzemenin kullanılması yerine, farklı malzemelerin bir araya geldiği bir teraslar
grubu yaratılması ile çözülmüş. Farklı taşların peyzajla bir araya geldiği
durumlar yaratılmış. Böylece üst üste yığılmış taşlar yerine, araziye hem
dikeyde hem yatayda bağlanan ve peyzajla nefes alan, fazlaca kendini göstermeyen elemanlar oluşturulmuş. Malzeme olarak taşlar, bitkiler,
kuru otlar, kayalar, sıvalı yüzeyler, toprak yüzeyler kullanılmış. Bu katmanların çeşitli yerlerinde taş kullanımı yoğun olarak göze çarpıyor. Bazen kesilmiş, bloklanmış taşlar kullanılırken, bazen kayaların kendilerine
yer verilmiş.
Peyzaj kurgusunun önemli parçalarından birini yine taş malzeme oluşturuyor. Özellikle blok taşlara oldukça fazla yer verilmiş. Plaka taşlar endüstriyel anlamda çokça kullanılıyor olsa da blok taşlar kot geçişlerinde,
çoğunlukla da evleri hissi sınırlarla birbirlerinden ayırmak için çit yerine
kullanılmış. Birbirlerinden serbest olarak dağılmış alanlar gerektiğinde
taşla ayrılabiliyorlar. Taşlar projede yönlendirme amacıyla da kullanılmış.
Üst üste istiflenmiş taşlar bir yerde duvarken diğer yerde basamaklaşmış
ve doğal bir arazi yapımına olanak verecek şekilde yerleştirilmiş. Bu da
doğal bir parkurda koşma hissi kazandırdığı gibi, kot değiştirme imkanı
da sağlıyor.
Projenin ilk aşaması bir renovasyon projesi olarak başlamış. Daha sonra
imar planında meydana gelen değişiklikle yeni yapılar tasarlanmış. Projenin ilk aşamasında mevcut yapıların girdi-çıktılarından kurtulup bir taş
duvarla bütünsel hale getirilmesi hedeflenmiş. Cam öğeler artırılmış ve
saçaklar eklenmiş. Okul yapılarından ilkine yapılan müdahaleler bu şekilde gelişirken diğerinde birbirinden ayırma yoluna gidilmiş, ancak taş,
cam ve gölgelik prensibi orada da uygulanmış.
integrated into the landscape through the use of different stone surfaces that
are harmonious with the colors and textures of the Bodrum topography climate. Landscape design of stone, protruding rocks, exposed earth, dry grass
and brush are mixed in with the building’s cladding of cut processed natural
stone or uncut natural stone blocks to provide harmonious transitions from
nature to the man made.
The landscape design concept called for an extensive use of stone especially
stone blocks. These stone blocks are used to provide surface texture but also
to create borders between the individual units and the different social areas.
They are used in plan and section to create transitions between the horizontal
and vertical levels of the building as a central feature of the design strategy
that seeks to harmoniously blend the massive building into its natural setting.
During the design phase, a major change in the building code that turned the
project from a renovation into a new concept allowed the designers to add
to the existing building unifying the shifting in and out front façade of the
complex into one unified surface. While the concept might have changed the
primary design strategy of interrelating the different elements of the project
through the extensive use of stone remained. The different natural properties
of stone are used in connection with the other basic elements such as water
and fire in an environment that reflects the randomness and variations found
in nature. For example, in every instance where there is a change of function
or scale, stone is used to provide this distinction in a subtle way, blurring the
AÇIK YERLEŞİM PLANLARI ESNEK İÇ-DIŞ ALANLAR YARATIYOR.
OPEN PLANS CREATE FLEXIBLE OUTDOOR/INDOOR SPACES.
KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 51
Projenin ikinci aşamasında temel prensipler aynı kalsa da proje ayrı ayrı
konutlardan oluşacak şekilde tasarlanmış. Bu proje birkaç farklı bloktan
oluşuyor. Yine peyzaj ve doğal malzemeye önem veren tasarım dahilinde
blokların duvar yüzeyleri taşla kaplanmış.
Taş, bu projede her alanda büyük bir rahatlıkla kullanılmış. Hareketli taş
mobilyalar, fonksiyonuna göre yanına eklenen su, ateş ve başka elemanlarla az önce oraya bırakılmış, biraz sonra oradan alıp gütürülecekmiş
duygusu yaratacak şekilde projeye yerleştirilmiş. Su bazen taş yardımıyla üst kota kaldırılmış. Takılmışlık, bırakılmışlık ve eklenmişlik durumu
sitenin her tarafına yayılıyor. Alanların her yerinde bu tekrarlandığında
kullanıcıda alışılmışın dışında bir süreklilik hissi oluşturuyor.
Projenin bir ara kesit projesi olarak anlaşılabileceği düşünüldüğünde,
dönüşebilir iç-dış kavramları dahilinde taş çok büyük rol oynuyor. Bazen
kesilip, açılıp binanın içiyle dışını birbirine bağlıyor, bazen üzerinde açılan yırtıklarla mekansal geçişleri kolaylaştırıyor. Taş bu projede iç mekanın dış mekana bağlandığı ara kesitin ta kendisi olarak karşımıza çıkıyor.
Mahremiyet sağladığı kadar, hem içeride hem dışarıda olma halini ortaya koyan taş malzeme, dışarıdaki tüm iklim koşullarını da aralıklardan
geçirerek içeri taşımaya yardımcı oluyor. Dışarıda olunduğunda içeride,
içeride olunduğunda dışarıda hissettiriyor.
İçeriyi dışarıda konumlandırma durumunun bir diğer elemanı ise gazebolar. Küçük gazeboların içindeki dış salonlar içeriye ait olan tüm fonksiyonları dışarıya taşıyor. Bodrumda kurgulanan hayat hep bu ara kesitte
geçiyor. İçeride-dışarıda olma durumu birbirine karışıyor.
DOĞAL TAŞ YÜZEYLER ÇAĞDAŞ TASARIMA ZAMANÖTESİ BİR KARAKTER KAZANDIRIYOR.
STONE SURFACES GIVE TIMELESS CHARACTER TO THE CONTEMPORARY DESIGN.
52 NATURA • KASIM-ARALIK 2010
distinction between landscape and building, inside and outside, through the
continuity provided by the stone surfaces. The casual, happenstance qualities
of nature reflected in stone provides a feeling of tranquility and ease grounding and framing the life in these residences.
Natural stone here works with both nature and man made materials to achieve
this effect. The project calls for extensive use of glass which the designers feel
works to maximize the properties of each materials. The ease of integrating
glass and stone aesthetically and functionally allowed for example the reflective properties of glass to complement the marble and stone surfaces while the
heat insulating of the stone allowed the heat produced by sunlight brought
into the living spaces during the day to be absorbed and at night released. In
terms of landscape, the landscape design allowed a natural aesthetic where
the irregularity and arbitrariness of nature was reflected in the random placement of stone and natural rock outcroppings. Plants and vegetation that need
little maintenance and water are used together with these stone elements to
provide a natural almost untouched landscape.
Strength, support, vitality, and security, all qualities of stone are used to give
the design its character while the flexibility of stone in different states provides variation. Dry-wet, light-dark, day-night, smooth-rough, these types
of variations possible provide that the natural stone, marbles and travertines
used in the project while durable and constant have visual properties that
allow for the many different possibilities. The designers are in this project
especially interested in bringing together innovative combinations of natural
stone with special attention given to color, texture and pattern. Each stone
TAŞ YÜZEYLER
BÜYÜLEYİCİ
BİR ATMOSFER
YARATMAK ÜZERE
IŞIKLANDIRILIYOR.
LIGHTING OF
STONE SURFACES
CREATES AN
ETHEREAL
ATMOSPHERE
KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 53
Tasarımcılar projede kullanılan taşları mimari bir yapı yapar gibi değil,
bir enstalasyon sanatçısının rahatlığı içinde yanyana ya da üst üste yerleştiriyorlar. Bu inceliklerin, tesadüfilik dahilinde her yere yayılması hedefleniyor.
Bitkiler, daha önce de değinildiği üzere taşların arasında kendilerine yer
açan önemli bir tasarım elemanı olarak projedeki yerini alıyor. Mevcut
alandaki maksimum yeşilliği korumanın yanında, bakım gerektirmeyen,
su ihtiyacı olmayan, zen bahçelerindeki kayaya benzer ağaç gövdesi yayılımı ön plana çıkartılıyor. Bu içeride yaratılmak istenen totallik hissini
destekliyor. Dinginlik, sakinlik ve huzur önemli kavramlar olarak tasarımın
amacı haline geliyor. Hiçbir yer görmeyen evlerin bahçeleri adeta kendi
içine kapalı hücreler gibi tasarlanarak, bir mahremiyet hissi sağlıyor.
Peki taş bu projede neden bu kadar büyük bir yer kaplıyor, taş türleri seçilirken nelere dikkat edildi? Taşın malzeme olarak insan üzerinde yarattığı ağırlık, kuvvet, taşıyıcılık, sağlamlık ve güven duyguları bu projenin
tasarım kriterleri bağlamında oldukça fazla önemsenmiş. Bunun yanında
taşın çok fazla çeşitlilik ortaya koyması onu farklı fonksiyonlarda, başka başka şekillerde kullanılabilir hale getiriyor. Islak-kuru; ışıklı-ışıksız,
gündüz-gece, mat-parlak her hali farklı potansiyeller barındıran taş,
tasarım açısından sınırsız bir zenginlikler dünyası sunuyor. Tasarımcılar
farklı doğal taşları bir araya getirerek projeye has taş dokuları oluşturmak
istiyorlar. Bunun için taş rengi üzerinde hassasiyetle durulmuş. Bu projede taştan beklenenlerden biri, üzerine düşen fiziksel fonksiyonu karşılamasının yanında yaratılan atmosfere hizmet eden duygusal fonksiyonu
da yerine getirmesi.
54 NATURA • KASIM-ARALIK 2010
will be selected and then fine tuned for these combinations. The resulting
design atmosphere will in this type of stone at once be natural and calm but
with certain highlights to provide drama and visual brilliance. Most of these
stones will be from the surrounding areas with an extensive use of Turkish
regional stones. Cut and processed marble, rough and broken natural stone,
large marble and stone panels with textured surfaces, are part of the designers’ original approach to building on the Aegean that works with nature
extending its qualities while providing the comfortable and tranquil environment that the Mediterranean is famous for. Bilgili Holding’s Bodrum, Bodrum
as designed by Tanju Özelgin with Arif Özden and Sinan İzgi currently under
construction is set to be a landmark project where instead of the usual disregard of the existing ecological and natural conditions of this landscape all
together common in projects in this area instead works with nature to create
something completely new yet in the spirit of this unique location.
DOĞAL PEYZAJ
DA TASARIM
STRATEJİNİN BİR
PARÇASI OLARAK
KULLANILIYOR.
NATURAL
LANDSCAPES
ARE PART OF THE
DESIGN STRATEGY.
KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 55
Çok farklı fonksiyonlar dahilinde projede doğal olarak çok farklı boyutlarda taşlar kullanılmış. Taştan üretilmiş endüstriyel ürünlerin yanında kırılmış ama sonradan filelenmiş, plaka haline getirilmiş taşlar da projenin
önemli bileşenleri arasında yer alıyor. Her fonksiyona göre başka taş kullanıldığı için taşların geldiği yerler de birbirinden farklı oluyor. Gerektiği
yerde lokal taş kullanılabilirken, çoğunlukla kullanım alanına en uygun
olacak taş Türkiye’de çıktığı yerden özel olarak temin edilip getirtiliyor.
Taşın bu projedeki bir diğer kullanım alanı ise aydınlatma elemanları.
Taş, yalnızca yerde veya duvarda değil, sınırsız bir kullanım alanı içinde
algılanıyor. Tuz taşları taş duvarlar içine arkalarına ışık konularak yerleştiriliyor, bu da gece aydınlatmasında hem estetik hem fonksiyon açısından
önemli bir tasarım unsuru olarak karşımıza çıkıyor.
Projenin dışarıdan algılanmasında estetik anlamda rol oynayan bir diğer
unsur olabilecek ateş, taş yığınlarının içine yerleştirilip projenin çeşitli
yerlerine serpiştiriliyor. Kışın ısınma ihtiyacını karşılamanın bir diğer yöntemi olarak kabul edilebilecek bu unsur yazın hem görüntü algılayışına,
hem de sosyal aktivitelere katkıda bulunan bir eleman olarak görülüyor.
Proje genel anlamda belirli lüks ve rahatlık içermekle beraber bir tür dağınıklık öngörüyor, tüm bu ögeleri doğal malzemeyle birleştiriyor ve çok
kendine özgü bir melezlik ortaya koyuyor.
Büyük oranda geçirgen olan projede cam kullanımına büyük yer verilmiş.
Burada camın taşla beraber kullanımı çok önem kazanıyor. Bu iki malzemenin birbirine çok yakıştığını düşünen tasarımcılar, birleşimlerinde
üçüncü bir elemandan kaçınma yoluna gitmişler. Bu geçirgenliğin sonucu, güneşten korunma yöntemi olarak iç içe katmanlı bir ızgara sistem
geliştirilmiş. Böylece birinci katmandan geçen ışığı ikinci katman, ikinci
katmandan gelen ışığı üçüncü katman kesiyor. Bu şekilde hem içeride
güneşten tamamen korunma sağlanırken hem de geçirgenlik sayesinde
dışarı tam kapalı bir imaj verilmesi engelleniyor.
Bu iki aşamalı projenin iç mekan düzenlemesinde prensipler aşamalarda bir farklılık göstermiyor. Salon, açık mutfak ve bahçelere açılan küçük
yatak odaları iç mekanda tasarımı belirleyen etmenler olarak karşımıza
çıkıyor.
Proje resepsiyon, restoran, soğuk oda, spa ve havuz gibi çeşitli sosyalleşme alanlarını da içeriyor. özellikle 50 metrelik bir havuzdan oluşan ve
içinde çeşitli termal havuzların, tematik duşların, masaj odalarının, ısıtılmış yatakların mevcut olduğu spa, kırılmış, filelenmiş doğal taşlardan
oluşuyor. Döşemedeki yırtıklar sebebiyle spa, doğal ışık alabiliyor.
Projede yer altında kalan hacimlerin duvarları, toprak hissini verecek bir
taş kaplama ile kaplanmış. Bu kaplama taş, toprak katmanlarından ilham
alınarak özel olrak üretilmiş.
Projeye hakim olan ana düşey duvarın taş malzemesi de özel olarak üretilmiş. Bunun için farklı travertenler seçilerek üstleri koparılıp parçalanarak, belli bir sırada üst üste dizilip plakalar haline getirililmesi ve bu
şekilde kaplanması öngörülmüş.
Projenin en üstünde sakin havuz yer alıyor. Bu havuz, bitki havuzuyla iç
56 NATURA • KASIM-ARALIK 2010
içeymiş gibi görünüyor. O kottan iki havuz da tek bir havuz gibi algılanıyor. Taş yine her yerde kullanılıyor.
Bu projeye taş bağlamında baktığımızda malzemenin her yere ve her
fonksiyona yayıldığını görüyoruz. Bu durum, malzemenin çeşitliliğine sebebiyet veriyor. Her fonksiyona uygun farklı nitelikte taş kullanılmasını
amaçlayan tasarımcılar kum taşından travertene, tuz taşından mermere,
yerel taşlara, kayaya kadar her türlü taşı kullanmaktan çekinmiyorlar. Bu
da projeye gerek doku, gerek yüzey, gerekse renk açısından çok verimli
bir zenginlik katıyor.
Hayatı en yalın haliyle kolaylaştırmak ve zenginleştirmek, projenin temel
duyarlılık alanını oluşturuyor. İçten dışa, dıştan içe ideal olanı yakalamak; yeni bir gerçek yaratmak yerine, gerçek olana bambaşka bir kesitten bakabilmekle mümkün. Bu anlamda bir ara kesit mimarisi “Bodrum
Bodrum”. Duvarların hayatı sınırlamadığı, aynı anda hem içeride, hem
dışarıda, hem kalabalığın içinde tek ve bağımsız, hem tek başına çokluk
içinde çeşitli bir yaşam kurgusu öngörüyor proje. Yaratılan ara katmanlardan, doğa tüm cömertliğiyle iç mekana sızarken, kendi mahremiyeti
içersinde yaşam diğer bir taraftan devam ediyor. Burada bahsedilen doğa
sadece dışarısı, güneş, toprak, gökyüzü değil, malzemenin, planın ve
duyguların doğası. Vaat edilen, bütünü oluşturan her bir parçanın kendi
içinde yetkinliği ve eşsizliği ile sağlanan ayrıcalıklı bir yaşam deneyi olarak “Bodrum Bodrum” projesi bir an önce bitirilip 2012 yılında kullanıma
açılmayı bekliyor.
TOPRAĞIN TONLARI YEREL TAŞIN DOKUSU VE RENGİYLE UYUM SAĞLIYOR.
EARTH TONES WORK WITH TEXTURES AND COLORS OF LOCAL STONE.
KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 57
Yeni Kahire’nin yenilenen yüzü:
Stone Towers
The new face of Cairo:
Zaha Hadid Architects’
Stone Towers
Zaha HadId Mimarlık, Stone
Towers’ın tasarım aşamasında
Arap dünyasının matematik
ve sanatı üzerinde çalışıyor,
geometrinin formal
kurallarını ortaya koymaya
uğraşıyor. Tasarımda Mısır’ın
taş işçiliğinden esinlenilerek
özellikle hiyerogliflerde
görülen taş üzerine oyma
yöntemiyle desenler meydana
getirilmiş.
The new face of Cairo: Zaha Hadid
Architects’ Stone Towers
Inspired by ancient Egyptian stone
craftsmanship and hieroglyphic
relief carving on stone, Zaha
Hadid takes her formal rules
of mathematic and geometric
design into new and monumental
directions with this planned
multifunctional facility in New
Cairo, one of the new satellite
cities of Cairo.
58 NATURA • KASIM-ARALIK 2010
KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 59
S
Stone Towers, Zaha Hadid Mimarlık’in Mısır’ın
Kahire şehrinde, Rooya Grubu için tasarladığı
ve çoğul kullanıma açık binalar, ofisler, rekreasyon alanları ve otelden oluşan bir proje. 2008
yılında tasarlanan proje henüz yapım aşamasına geçmese de Zaha Hadid’in imzası niteliğindeki
dekonstrüktif, mekansal algıdaki rölativite, büyümüş
ölçek gibi özellikleriyle ve taş mimaride geleneksel
yöntemlerin betonarmeye yansıtılmış, teknolojik anlamdaki yenilikçi uygulamalarıyla dikkat çekiyor.
Stone Towers, daha geniş bir alana yayılmış olan Stone Park projesinin bir parçası olarak tasarlanıyor. Proje
adını merkezde yer alan taşlaşmış kadim ağaçtan alıyor. Yeni, hızla büyüyüp genişleyen Kahire içinde Stone Towers projesini ofis fasilitelerinin merkezi olarak
konumlandırıyor.
Projenin müşterisi olan Rooya Grubu’nun CEO’su Hisham Shoukri, projenin Mısır’ın uluslararası standartlarda yapılara, projelere ve dolayısıyla bu standartları
sağlayabilecek tasarımları ortaya koyabilecek entelektüel düzeyi yüksek, bakış açısı geniş, tecrübeli mimarlara ihtiyacı olduğunu söylüyor. Projeyi tasarlama işi
bu nedenle Zaha Hadid Mimarlık’a verilmiş.
Stone Towers’ın proje programı ofis kiracılarına zengin bir çevre kullanımı sağlayabilecek şekilde oluşturuluyor. 525,000 metrekarelik proje aynı zamanda 5
yıldızlı bir otel, kiralık daireler, yeme içme mekanları
ve geniş bir alanda yapılmış, “Delta” adı verilen çevre
düzenlenmesini de kapsıyor. Ofis kullanımı geleneksel
anlamda iş yerlerinden ziyade çok fonksiyonlu alanlar
olarak karşımıza çıkıyor.
S
DIŞ CEPHE UYGULAMALARINDA
MISIR TAŞ YONTMA
TEKNİĞİNDEN
ESİNLENİLMİŞ.
FAÇADE
TREATMENTS
ARE INSPIRED BY
EGYPTIAN STONE
CARVING.
60 NATURA • KASIM-ARALIK 2010
tone Towers development is part of the wider
Stone Park development which derives its name
from an ancient petrified tree at the heart of the
development. Stone Towers is primarily an office
complex but also includes a five star business hotel with serviced apartments, retail with food and beverage facilities and a central feature landscape referred to
as the “Delta”.
The emblematic design of Stone Towers is based on the
mediation between the two distinct edges of the site the high-speed ring road to the north, and the Stone Park
residential component to the south. The shape of the
buildings is based on this mediation as rendered on fluid
lines and slits formed into the shapes of the monolithic
Stone Towers. Egyptian stonework, both ancient and more
recent displays a vast array of patterns and textures that,
when illuminated by the intense sunlight of the region
creates animated surfaces of light and shadow. The effect
is powerful, direct and inspired Zaha Hadid Architects in
the creation of their concept. The pre-cast facades on the
north and south elevations of each building edge emulate
the effect using a vocabulary of alternating protrusions,
recesses and voids. The richness observed in the intricate
patterns carved into mosque minarets and hieroglyphic
patterns, with their variations in repetition and density
have contributed to the abstract pattern specific to Zaha
Hadid Architects’ design for Stone Towers. Deep shadow
1
2
3
4
BİNALARIN CEPHE KAPLAMALARINDAKİ FARKLILAŞMALARLA DİNAMİK ŞEKİLLER OLUŞTURULUYOR.
DIFFERENCES IN THE ENVELOPES OF THE BUILDINGS CREATE DYNAMIC SHAPES.
KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 61
Proje, 20.813 m2 rekreasyon alanı, 226.163 m2 Kuzey
Ofis Yapıları, 231.134 m2 Güney Ofis Yapıları ve 85.500
m2’lik bir otel alanına sahip.
Tasarım, proje alanının iki belirleyici özelliğine göre
şekilleniyor: Kuzeydeki çevre yolu ve güneydeki Stone
Park konut grubu.
Bu kadar büyük ölçekli projelerde vazgeçilmesi mümkün olmayan, tekrarlanan bina kütleleri arka planda
bırakılmaya çalışırken tekrarlanan elemanların oranında bir denge sağlanması gerekiyor. Birbirine bağlı
iki sınırın koşulları aracılığıyla ortaya çıkan mimarlık
bir yandan bağlantılı bir ritim oluştururken, diğer yandan da yapı formlarındaki özgül detaylarda göze çarpıyor. Bu durum planda ve kesitte yapının görsel olarak
çevre düzeni ile bağlanması, bütünleşmesi ve uyumlu
bir kompozisyon oluşturması ile tamamlanıyor.
Stone Towers projesinin yapıları, kendi aralarında benzer ve birbiriyle bağlantılı bir geometrik ritim ortaya
koyuyor, buna karşılık her bir bina kendi bireysel özelliklerini taşıyor, bu durum da ahenkli bir kompozisyon
oluşmasını sağlıyor.
Zaha Hadid Mimarlık, projenin tasarım aşamasında
Arap dünyasının matematik ve sanatı üzerinde çalışıyor, geometrinin formal kurallarını ortaka koymaya uğraşıyor. Tasarımda Mısır’ın taş işçiliğinden esinleniliyor,
bu durum da özellikle hiyerogliflerde görülen taş üzerine oyma yönteminiyle ortaya konulan desenlerin tasarım üzerinde büyük etki sahibi olmasına yol açıyor.
Yapının dış duvarlarında Mısır’daki geleneksel ve çağdaş taş işçiliğine yer veriliyor. Bunlar bölgenin yoğun
güneş ışığıyla aydınlatıldığında rengarenk ışık ve gölge oyunları meydana getiren geniş bir düzen ortaya
koyuyor. Efekt güçlü, direkt ve ilham verici… Her ya-
STONE TOWERS
MISIR’IN
YENİ KAHİRE
BÖLGESİNDEKİ
STONE PARK’IN
İÇİNDE
PLANLANMIŞ.
STONE TOWERS
ARE LOCATED IN
THE STONE PARK
DEVELOPMENT IN
NEW CAIRO, EGYPT
62 NATURA • KASIM-ARALIK 2010
lines reveal and accentuate the form of the north and
south facades which reference the elegant curvatures
seen in Egypt’s ancient relief carvings.
With such a large scale project, care must be taken to
balance a necessary requirement for repetitive elements
while avoiding an uncompromising, repetitive line of static building masses. The architecture of the two bounding edge conditions pursues a rhythm of interlocking, yet
individually differentiated building forms. This is complemented in the plan and section where the building edges
visually interlock and merge with the landscape, creating
a cohesive composition. Each building follows a similar
set of rules, yet each building is entirely unique. Viewed
from the north – south elevations, the buildings splay
at the base or at the top in an alternating rhythm. The
landscape flows across the site connecting the bounding edges of the development to define the central, outdoor landscape, the “Delta”. Water features, cafes, retail,
shaded areas, and an exterior event space activate the
landscape. These features form level changes and visually connect to the office buildings creating a pattern that
weaves the entire composition together.
2008 – TBC
PROGRAM: Mixed-use buildings:
office, retail, hotel
CLIENT: Rooya Group
ARCHITECT: Zaha Hadid Architects
Design: Zaha Hadid and Patrik Schumacher
Project Director: Chris Lépine
Project Architect: Tyen Masten
GROSS AREA: Retail 20,813 m2
North Office Buildings: 226,163 m2
South Office Buildings: 231,134 m2
Hotel: 85,500 m2
PREFABRİK ELEMANLAR
GELENEKSEL MISIR TAŞ OYMA
TEKNİĞİNE BENZER ÖGELER
TAŞIYOR.
PRECAST ELEMENTS MIMIC
THE SHAPES OF TRADITIONAL
EGYPTIAN STONE CARVING.
KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 63
pının kuzey ve güney görünüşünün prekast cepheleri çıkıntı, oyuk ve boşlukların çeşitlli alternatiflerini
bünyelerinde barındırıyor. Bu yapı elemanlarının bir
araya gelmesi, taş işçiliğinin verdiği etkinin benzerini daha büyük ölçekte yakalamaya çalışıyor. Zenginlik
minarelere ve Mısır’ın hiyeroglif dokularına oyulan girift desenlerde gözlemlenebiliyor, sürekli tekrarlanan
yoğun varyasyonları ise spesifik olarak Zaha Hadid
Mimarlık’ın Stone Towers için yaptığı tasarıma ait olan
soyut dokuya katkıda bulunuyor. Derin gölge çizgileri
Mısır’ın antik rölyef oyma işlerinde gözüken zarif kıvrımlara referans vererek kuzey ve güney cepheleri ortaya çıkarıyor ve vurguluyor.
Tasarım, bölgenin yerel sanatına saygı gösterir şekilde
Mısır’ın geleneksel taş işçiliğine sahip olmakla beraber
ortak alanlarda cama yer veriyor. Bu, yapıda geçirgenliği sağladığı kadar güneş ışığı kullanımını efektif hale
getiriyor. Aynı zamanda bu iki malzeme geleneksel
ile moderni rahatlıkla yanyana getirerek, ortaya çıkan
hibridlikten yapının farklı açılarda farklı görüntüler
vermesine olanak sağlayarak yararlanıyor. Bu durum
aynı zamanda tasarımı dogmatik olmaktan çıkarıp izleyicinin gözünde anlamlandırıyor. İzleyici farklı açılardan farklı yapılar görüyor, bu da tasarımın kendini sürekli üretebilmesine, sürekli değiştirebilmesine,
farklılaşabilmesine olanak sağlıyor.
Stone Towers tasarım olarak monolitik olma özelliği
taşırken, diğer yandan geçirgenliği ve düşeydeki yarık ve aralıklarla bunu kırıyor. Bu durum tasarımın
dinamizmini sürekli korumasını sağlarken, Kahire’nin
ihtiyacı olan anıtsallığı da bünyesinde barındırmaya
devam ediyor. Bu anıtsallığın içinde yerel unsurlara elinden geldiği kadar yer vermeye çalışan tasarım,
evrensel öğeleri de zarif bir şekilde bünyesine dahil
ederek yerelin ve evrenselin hem niteliklerini korumalarını hem de entegrasyonlarını sağlıyor.
Tasarımın anıtsallık özelliği ve monolitik yapısı
Kahire’nin değişen yüzünün bir diğer örneği olarak
karşımıza çıkıyor.
KUZEY SINIRI OFİS BİNALARI
Kuzey Sınırı’ndaki yapılar çevre yolu ve onun kuzey
sınırı dolayısıyla Güney Sınırı’na göre daha uzun ve
daha düşey. 9 Kuzey Sınırı binaları planda yan yolun
sınırında peyzaj için cepler ve girişteki araba duraklama yeri yaratacak şekilde nazik bir S-kıvrımı çiziyorlar.
Bu yapıların asimetrik oryantasyonu doğudan ve batıdan iki farklı görsel efekt oluşmasını sağlıyor. Yönlerden birinde Doğu Cephesi tasarıma hakim gözüküyor.
Diğer taraftan ise kıvrılan masif prekast cephe tasarımı
domine ediyor. Bunlara ek olarak binaların yerleşme
biçimleri daha geçirgen olan doğu ve batı cephelerinde kendinden gölgelendirme sağlıyor. Her bina aynı
kurallar bütününe uygun tasarlansa da, her biri kendi
eşsizliğini koruyor. Kuzey-güney görünüşlerine bakıldığında yapıların tabanda ya da bina tepelerinde alternatif bir ritmle yerleştikleri görülebiliyor.
Kıvrımlandırma, tüm kuzey-güney görünüşünü hareketlendirecek şekilde farklı kotlarda meydana geliyor.
Yandan bakıldığında nazik kıvrımlar bir dalgalanma
dizisi olarak gözüküyor. Kuzey Sınırı prekast cephesinde düşey yırtıklar bir doku oluşturuyor. Yırtıklar
dikeyliği vurguluyor ve kuzey cephesinde aralıkların
oluşmasına olanak sağlıyor. Cephenin daha az ya da
daha çok masif olarak algılanması bakanın açısına
göre değişiklik gösteriyor.
64 NATURA • KASIM-ARALIK 2010
Yapı kanatları cam malzeme kullanılan bir resepsiyon
alanı ve yapının avlusunu boydan boya geçen köprülerle birbirine bağlanıyor. Yüksek avlu boşluğu vurucu
bir mekan ortaya koyuyor ve ziyaretçiye dramatik bir
giriş sunuyor. Yapı, ziyaretçiyi sokak kotundan içeri
alıyor. Asansörlü lobiler geçirgen cam bir resepsiyona
açılıyor bu da deltanın kesintisiz olarak izlenmesine
olanak sağlıyor.
GÜNEY SINIRI BİNALARI
Güney Sınırı binaları güneydeki konut grubuna bitişik olarak konumlanıyor, Güney Sınırı yükseklik olarak
daha az ve giriş sınırından daha az açıya sahip. Yapılar konut grubuna bakıyor olmaları sebebiyle zeminden kurdeleler serisi şeklinde ayrılıp deltaya başka bir
bakış açısı oluşturuyor. Delta tarafında dramatik etki
sağlayan ölçeği büyümüş bir konsol batıdan doğuya
gidildikçe daha da yoğun olarak vurgulanıyor. Kuzey
Sınırı binalarına bir bütün olarak bakıldığında tüm
sınırın ahenkli bir ifade ortaya koyduğu görülüyor.
Konsollar zemini ofis çalışanlarına şahane görüntüler sunacak şekilde yansıtıyor. Buna ek olarak yan ofis
koridoru gün ışığının mekan içlerine büyük ölçüde
dağılmasına olanak tanıyor. Bu da ofislerin alışılmışın
dışındaki fonksyonel doğasına mimari bağlamda eşlik
eden bir unsur olarak karşımıza çıkıyor.
ÇEVRE DÜZENLEME VE YAŞAM
Çevre düzenleme, proje alanının yanında projenin
bağlantı sınırlarını birleştirip merkezi dış rekreasyon
alanı olan “Delta”yı tanımlayacak şekilde yapıların
yanında akıyor. Farklı ölçeklerde su enstalasyonları,
kafeler, alış-veriş mekanları, gölgeli alanlar ve bir dış
aktivite mekanı peyzajı oluşturuyor. Tüm bu olgular
kot farkları ortaya koyuyor ve ofis binalarını görsel
olarak tüm kompozisyonu içine alacak şekilde bir doku
oluşturmak suretiyle projenin geneline bağlıyor.
Tasarım: Zaha Hadid ve Patrik Schumacher
Proje Direktörü: Chris Lépine
Proje Mimarı: Tyen Masten
Tasarım Ekibi: Celina Auterio, Alessio
Costantino, Matthew Engele, Elke
Frotscher, Brandon Gehrke, Evelyn
Gono, Subharthi Guha, Sofi a Hagen,
Josias Hamid, Michael Hargens, Michael
Harris, Verena Hoch, Ben Kikkawa, Kay
Kulinna, Michael Mader, Sang Hoon Oh,
Irene Pabustan, Chryssanthi Perpatidou,
Fernando Poucell, Irena Predalic,
Mahmoud Riad, Timothy Schreiber,
Eva Tiedemann, Leo Wu, Michelle Wu,
AnasYounes, Ceyhun Baskin, David
Campos, Eren Ciraci, Inanc Eray, Jose
Lemos, Daniel Norell, Azen Omar, Edgar
Payan, Sofi a Razzaque, Ebru Simsek.
DANIŞMANLAR:
LONDRA KAYNAKLI:
Statik: Adams Kara Taylor
Mekanik ve Elektrik Mühendisi: Hoare Lea
Cepheler: Newtecnic
Çevre Düzenleme: Gross Max
Aydınlatma: Lighting Seam
Yönlendirme: Space Agency
Muhasebe: Davis Langdon
KAHİRE KAYNAKLI:
Yerel Mimar: Okoplan Mimarlık ve Konsept
Lokal Statik: Okoplan Stürüktür
Yerel Mekanik ve Elektrik Mühendisliği:
ICG (Integrated Consultant Group)
MASTER PLAN OFİS VE ALIŞVERİŞ ALANLARI VE OTELDEN OLUŞUYOR.
THE MASTER PLAN COMBINES OFFICE SPACE, RETAIL AND A HOTEL.
KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 65
Nabil Gholam’dan doğal taş harikası:
F House
A masterpiece of stone
architecture by
Nabil Gholam Architects
Lübnan’da yedi yıldır uyguladıkları tasarım pratiklerinin
ardından, “egosuz” bir ifadeye sahip olmaya çalışan
Nabil Gholam Mimarlık, F House’da, yerel Lübnan kumtaşı
kullanımıyla “Modern Akdeniz Evi”nin yeniden yorumluyor.
The architecture of the modern Mediterranean house is given a fresh
reinterpretation by Nabil Gholam using the traditions of local Lebanese
sandstone.
F HOUSE RAMLEH
ADI VERİLEN
LÜBNAN’A ÖZGÜ
KUMTAŞI İLE KAPLI
F HOUSE IS CLAD
IN A LEBANESE
SANDSTONE
CALLED RAMLEH.
66 NATURA • KASIM-ARALIK 2010
KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 67
B
eyrutlu mimarlık firması Nabil Gholam Mimarlık, 21. yüzyılda mimarlık pratiklerinde oldukça
yaygın olduğunu söyleyebileceğimiz moderngeleneksel / yerel-evrensel ilişkileri içindeki
git-gellerle tasarım yapan bir mimarlık ofisi görüntüsü çiziyor. F-House projesinde müşterinin
talepleri tasarımı başka noktalarda katmanlandırsa
da yerel malzemelerin mekan anlayışıyla ilişkisi yine
benzer bağlamlarda karşımıza çıkıyor. Ofisin mimarlık pratiğini gerçekleştirdiği bölge, hem coğrafi, hem
politik hem de sosyal anlamda karşıtlıklar içerdiğinden ortaya çıkan tasarımlar da kaçınılmaz olarak karşıt
öğeler barındırmakla birlikte aynı zamanda onların
birbiri üstüne eklemlenerek bir bütün içinde uyumlu
olarak algılanmasına yol açıyor.
Nabil Gholam Mimarlık tarafından 2000 yılında tasarlanan ve yapımı 2004 yılı Temmuz ayında biten F
House, Lübnan’da Dahr El Sawan bölgesinde konumlanıyor. Proje 1200 m²’lik bir alan ve ayrıca bir bodrum
katından oluşuyor.
Nabil Gholam Mimarlar için bu projenin, tasarım anlamında oldukça güçlü ve kendine özgü bir hikayesi var:
Proje müşterisi, 2 çocuklu, yüksek gelirli genç bir çift.
Müşteriler Lübnan’da içinde yaşamak ve misafir ağırlamak amacıyla yeni bir aile konutu yaptırmak istiyorlar. Genel program aile ve misafirler için 5 süit-oda,
geniş iç ve dış yaşama mekanları, yemek alanları ve
çiftin sosyal hayatlarını tatmin edecek şekilde tasarlanmış rekreasyon alanlarından oluşyor. Bu programa
olağan konforlar da dahil oluyor. Proje talimatı oldukça açık: Amaç –organik ve monolitik olmayan- modern bir Akdeniz Evi ortaya koymakken, müşteriler stile dair iki çok zor beklentiyi konuya ekliyorlar. Erkeğin
ailesi 1960’lardan beri Lübnan, Avrupa ve Amerika’da
modern mimarlık içinde yaşıyor (Mallet-Stevens ve
Niemeyer evleri dahil), o da bu yüzden bu mimarlığın temizliğini ve saflığını tercih ediyor. Eşinin ise
otel ve turizm endüstrisine dayanan bir geçmişi var,
bu da ona yerli oryantal mimarlıkta bulunan süsler ve
tüylerle bezeli lüksü tercih eden romantik bir tasavvur kazandırmış. Müşteri-mimar ilişkisini riske sokan,
68 NATURA • KASIM-ARALIK 2010
A
high profile young couple with 2 children, the
clients organized a competition for a new family residence to live and entertain in as their
home in Lebanon. The aim was to have a modern Mediterranean house that was “not organic,
not monolithic”. The couple brought two very different
stylistic expectations to the architects. He grew up in a
family that had been living in modern architecture (including houses by Mallet-Stevens and Niemeyer) since the
1960s, in Lebanon, Europe and the USA, and had a preference for its clean lines and austerity. She came from a
background in the hotel and tourism industry, and had a
more romantic vision of ornate and plush luxury she recognized in vernacular oriental architectures. The clients
requested that their house, despite the size of the program, should have a sense of discretion, and not act as a
EV, ÇEVREYLE
UYUMLU BİR
DUVAR VE TERASA
OTURTULMUŞ.
THE HOUSE IS
SET ON TOP
OF TERRACES
AND WALL
CONFORMING TO
THE LANDSCAPE.
KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 69
70 NATURA • KASIM-ARALIK 2010
YONTMA KUMTAŞI
DUVARLAR
PEYZAJIYATAY
OLARAK KESİYOR.
ASHLAR
SANDSTONE
WALLS ACT LIKE
HORIZONTAL
INCISIONS IN THE
LANDSCAPE.
KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 71
birbirine zıtmış gibi duran bu iki ayrı görüşe ek olarak
müşteriler programın genişliğine rağmen evlerinin fuzuli bir sosyal statü simgesi olmasını değil, sağduyulu
bir tasarım anlayışını yansıtmasını istiyorlar.
Proje, 11.000 m2’lik kozalak kaplı bir tepede; denizden 1.200 m yükseklikte ve Lübnan Dağı üzerinde
konumlanıyor ve her yönden şahane bir manzaraya
açılıyor. Proje alanı, Akdeniz ikliminin en iyi taraflarını barındırıyor: Göreceli olarak sıcak ve kuru, kışın
kar yağdığında bile kolayca erişilebilen; yazın ise serin ve rüzgarlı… Arazinin güçlü eğimi tasarımda çeşitli zorluklara yol açıyor: Konutu tepe ile ahenk içinde
konumlandırmak, yükselen deniz rüzgarına karşı korunaklılık, manzarayı koruyup aynı zamanda dış görünüşü değişebilir kılmak, ve tüm bu tasarım olgularını
çevresiyle bütünleşen bir mimarlık anlayışı içinde bir
arada sunabilmek.
Tüm bu şartlar tasarım ekibini, firma tarihindeki dönüm noktalarından birine getiriyor. Lübnan’da yedi
yıldır uyguladıkları tasarım pratiklerinin ardından, yavaşça ama bilinçli olarak kendi deneyimleriyle “egosuz” bir ifadeye sahip olmaya çalışacak iddialı bir mimarlık anlayışı oluşturan Nabil Gholam Mimarlık, bu
projenin çeşitli zorluklarını (alan, program, talimatlar ve müşterilerin çelişen beklentileri), felsefelerinin
geçerliliğini göstermek için kusursuz bir fırsat olarak
görüyorlar. Mimarlık anlayışlarının bütünlüğünden
ödül vermeden kullanıcıyı tatmin etme arzusu ile yola
çıkarak “özcülük”, ya da talimatların her kalemini soyutlayıp onlara son mimari formunu vermeden önce,
en şiirsel ve temel niteliklerini ortaya çıkarmak olarak
tariflenebilecek bir pozisyonda kendilerini konumlandırıyorlar. Bu bağlamda “Modern Akdeniz Evi”ni yeniden yorumlayarak aşağıdaki temel niteliklerle birleştirmeye çalışıyorlar:
+ Alana saygılı ve yerli malzemenin kullanımını ön
plana alan ekolojik bir bakış
+ Mekansal deneyimlerin ve görüş çerçevelerinin zengin koleksiyonunu maskeleyen basit, okunaklı kütlesel
dil
+ Kamusal (sosyal) ve özel (ailesel) alanların incelikli
tarifi ile birlikte iç (mimari) ve dış (peyzaj) alanlarının
güçlü ve kusursuz entegrasyonu
Bu bağlamlar ile birlikte konsept ve tasarım anlayışı
ortaya çıkıyor ve proje şu şekilde gelişiyor:
Geniş kavisli sabitleyici duvar tepe doruğunu tutarken, bir dizi düşey, yerli kumtaşı ile yapılmış duvarın
alanda konumlanmasına olanak veriyor. Alanın kademelendirilmesi; bakışı ve görüş çerçevelerini gökyüzüne, yemyeşil çam ormanına, karla kaplı dağlara
ve Akdeniz’in sonsuz ufuk çizgisine yönlendiriyor.
Tepenin en yüksek noktasından zamansız bir yapının
arkeolojik izleri yerel iklimin içine gömülmüş şekilde
okunabiliyor.
Çapraz kesim traverten levhaların yatay düzlemleri,
soğuğu yansıtan su birikintileri ve destekli gölgelikler duvarları eğim ile diyaloğa geçirip evin yaşama
mekanlarını üretiyorlar. Özenli yönlendirme ve güneş
gölgelendimesi, beşinci cephe olarak tasarlanmış üzeri
ekili çatılar, sürekli yeşillik ve oranlara gösterilen dikkat, evin tepenin içine gömülmesini sağlıyor ve ekolojisine saygı gösteriyor; ağaçlar dikkatle korunuyor ve
yalnızca yerli türler ekleniyor. Yine de malzeme seçim
ve ifadeleri duvarların insan elinden çıkmış olduğunu
72 NATURA • KASIM-ARALIK 2010
social statement of wealth. The general program consisted
of 5 en-suite bedrooms for family and guests, generous
indoors and outdoors living, dining, and recreation areas
to complement the couple’s social lifestyle, plus the usual
amenities.
The commission came at a very particular point in the
history of the Nabil Gholam Architects in the 1990s. After seven years of operation in Lebanon, the practice was
gradually and consciously adopting a more assertive architecture that nevertheless strives for more anonymous
expression. The multiple challenges of this project (the
site, the program, the brief and the clients’ clashing expectations) provided an opportunity to show the validity of this philosophy. The architectural strategy of Nabil
Gholam was to reinterpret the “Modern Mediterranean”
house as a dwelling with 3 essential qualities: an ecological outlook respecting the site and a use of local materials throughout; a simple, legible massing language that
belies a rich collection of spatial experiences and framed
views ; an a powerful and seamless integration between
the inner (architectural) and outer (landscape) realms,
with a subtle delineation of public (social) and private
(familial) realms.
The site of 11,000m2 sits on a sumptuous pine-covered
hilltop, 1200m above sea-level on Mount Lebanon, commanding extraordinary vistas in all directions. The location has excellent year round Mediterranean climate:
F HOUSE
TASARIMINA
AKDENİZ RENKLERİ
HAKİM.
THE COLORS
OF THE
MEDITERRANEAN
COME TOGETHER
IN THE F HOUSE
DESIGN.
KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 73
ortaya koyuyor: Yatay birleşimlerin rasyonel katmanlanışı ana kumtaşı duvarların karo karo döşenmiş konstrüksiyonu üzerine biniyor ve böylece görüntüde yatay
kesikler açılıyor.
Yukarıda söz edildiği gibi, yapının ana kaplama malzemesi kumtaşı. Kumtaşı özellikle yerel olduğu için
tercih ediliyor, malzemeye Akdeniz’de oldukça fazla
rastlanıyor, bölgenin spesifik yerlerinden çıkıyor. Malzeme yatay olarak diziliyor, özellikle duvarlarda kiriş
başlangıcına kadar rahatça kullanılabiliyor. Kumtaşı
duvarlar çevre düzenleme bağlamında bütünün içindeki yatay kesikler görüntüsünü veriyorlar, bu da tasarımın dinamik noktalarından biri olarak karşımıza
çıkıyor.
Yapının terası ise kireçtaşı ile kaplanıyor. Bu malzeme
de oraya özgü olduğu için tercih sebebi haline geliyor.
Doğada kat kat bulunduğu için uygulama kolaylığı da
sağladığından bölgede sıkça tercih edilen bir malzeme
olarak karşımıza çıkıyor.
Evin dünyaya sunduğu iki etkili yüzü var. Birincisinde
ziyaretçiye, raslantısal düşey yırtıklarla arkadan gözetleme yapan ağaçların taş duvarlarla buluştuğunda,
arkadaki özel dünyayı gizlice ima eden sessiz başarısı
sergileniyor. Bu saklambaç oynayan bir cephe, zekice bir gizlilik hissi yaratıyor. Sakin bir zenginliği ifade
eder ve aile için güvenli bir bölge yaratırken, müşterilerin istediği sağduyu duygusunu çoğaltıyor. Filtrelerin
bu ilk katmanlarından geçerken, derin olmayan reflektif havuzlarla yansıtılmış ve gökyüzüne açılan, ancak etraftaki yükseltilerden korunmuş sessiz mekanları
deneyimlemek mümkün.
İkinci yüz daha özel olmakla birlikte, ev ve doğa arasındaki birliği sağlamak adına tamamen şeffaf: Yatak
odaları üst katın manzarasına açılıyor; spor salonu,
havuz evi, servis ve oyun alanları, yarı-kapalı bodrumun avluları etrafına gelecek şekilde düzenlenmiş.
Tüm alanlar vadiden yükselen deniz rüzgarını yakalayacak şekilde çapraz havalandırılıyor. Buradan çam
ormanı görülüyor, ardındaki vadinin örtüsü kalkıyor,
genişliyor ve sonunda büyük deniz manzarası ortaya
çıkıyor.
Işık ve hava özgürce mekanlar arasında dolaşabiliyorlar. Zemin katında yer alan geçit ise adeta kamusal
alandan özel alana geçen törensel bir süreç.
Sonuçta ortaya çıkan mimarlık, mimar ile müşterinin
kurduğu özel diyalog ve karşılıklı oluşan güven hissi
ile bu başarılı sonuca kavuşuyor. Mimarların orijinal
bütçeyi aşmaması ve müşterilerin tasarım anlayışlarına saygı duyarak onları da tasarım sürecine dahil etmesi bu projenin eşsizliğini, sıcak ve başarılı olmasını
sağlıyor.
Genellikle kum taşı ve kireç taşı kullanımına ağırlık
veren yeni Akdeniz mimarlığı yerel malzemenin sık
kullanım sonucu değerini kaybetmesi, kısaca sıkıcılık
riskine karşı bunu güncel tasarım anlayışı ile harmanlıyor. Sonuçta ise ortaya kendinden söz etmeye değer
oldukça güzel hacimler ve görüntüler veren tasarımlar
çıkıyor.
Tasarım: Nabil Gholam architects
Statik: Bureau d’études Rodolphe Mattar
Elektro-mekanik Danışmanlık: Barbanel Liban
3D İmajlar: Nabil Gholam Architects
Peyzaj: Vladimir Djurovic Landscape Architecture
74 NATURA • KASIM-ARALIK 2010
relatively warm and dry and easily accessible in winter
even in occasional snow, breezy and cool in the summer.
The strong slope of the land provided many challenges to set the residence in harmony with the hill, harness the
rising sea breezes, the views and the open skies, while
keeping a flexible layout, all in an architecture that is one
with the surrounding nature.
Horizontal planes of cross-cut travertine slabs, cool reflecting water ponds, and cantilevered canopies intersect
the walls in dialogue with the slope, generating the living
spaces of the house. Careful orientation and sun shading, fifth-façade planted roofs, crawling greenery and
obsessive attention to proportion help the house to sink
considerately into the hill and respect its ecology . Yet
the choices and expressions of material reveal that these
walls are very much man-made: a rational layering of
horizontal joints overlaps the ashlar construction of the
main sandstone walls, which act like horizontal incisions
in the landscape.
A sweeping arched retainer wall holds back the hilltop,
allowing a series of orthogonal local sandstone walls to
spring out from the land. Cascading down the site, they
direct the gaze and frame views of the blue sky, the lush
pine forest, the snow-capped mountains, and the eternal
horizon of the Mediterranean Sea. From the highest point
of the hill, they read as archaeological traces of a timeless
structure sunk in a field of indigenous flora.
Architecture: Nabil Gholam Architects
Structural engineer: Bureau d’études Rodolphe Mattar
Electro-Mechanical consultant: Barbanel Liban
3D images: Nabil Gholam Architects
Landscaping: Vladimir Djurovic Landscape Architecture
TAŞ İŞÇİLİĞİ EVİN
MİMARİSİNE UYUM
SAĞLAYACAK
ŞEKİLDE
KULLANILIYOR.
STONE MASONRY
IS COORDINATED
WITH THE
ARCHITECTURE OF
THE HOUSE
KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 75
Souto de Moura’dan minimal konut:
Mathosinhos Evi
Monolithic serenity:
Souta de Moura’s
Matosinhos House
Souto de Moura’nın dar
sokaklı kent dokusu içinde
kendisi için inşa ettiği
Mathosinhos Evi, minimum
tasarım anlayışı dahilinde
mütevazı bir yaşam biçimi
öngörüyor.
Eduardo Souto de Moura’s brand
of locally inflected modern
architecture creates an island
of the contemporary within the
traditional stone fabric of the
seaside Portugese village of
Matoshinos.
76 NATURA • KASIM-ARALIK 2010
KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 77
E
duardo Souto de Moura uluslararası arenada tanınan en önemli Portekizli mimarlardan biri..
Fernando Távora ve 1974 – 1979 yılları arasında yardımcılığını yaptığı Alvaro Siza ile birlikte Porto okuluna giden Moura, başta en ünlü
yapısı Braga’daki Belediye Stadyumu olmak üzere
dikkat çeken önemli diğer yapılarıyla da birçok ödül
almaya hak kazanmıştır. Detaya ve işçiliğe odaklanan
titiz ve disiplinli mimarlık anlayışıyla Eduardo Souto
de Moura’nın varoluşsal tasarım yaklaşımı, biçim ve
malzemenin bir araya gelmesindeki şiirsel anlamı
arar. Çok sayıda projesinde, özellikle konutlarında biçim, zanaat ve yapıya temel ve spiritüel yaklaşımıyla
yaşama alanlarını yenilemeye uğraşır.
Moura’nın başarısı yapının malzemesi ve kavramsal
çevresine dayanan bir mimarlığı bağlam ve soyutluğu
sentezleyerek yaratmasından kaynaklanır. Eleştirmen
Hans Van Dijk’e göre “Onun müdahaleleri her zaman
durumu yeniden yaratan ve yeni bir düzen arz eden
gücün, yeni ve formal bir alanını oluşturur... Kesin
ve titiz olmak, ama çevreye özgü ‘zayıflık’ işaretlerini
ihmal etmeden ilişkiler sahasında oldukça ikna edici
jestler ortaya koymak.” Souto de Moura, John Hejduk,
E
duardo Souto de Moura is one of the most internationally known contemporary Portuguese architects. A member of the Porto school of architecture along with names such as Fernando Távora
and Alvaro Siza (whom he assisted from 1974 to
1979), he has received many awards for projects in Portugal including one of his most famous, the Municipal
Stadium of Braga. With a rigorous and disciplined approach to architecture focusing on detail and workmanship, Eduardo Souto de Moura’s design searches for poetic
and existential meaning in the union of form and material. In his numerous built projects especially his houses
he has strived to reinvigorate habitation through a basic
and spiritual approach to form, craft and building. While
sensitive to regional and local factors his architecture has
always been progressive.
His success has been to synthesize context and abstraction to create architecture based on a building’s material
and conceptual surroundings. As the critic Hans Van Dijk
notes, “His interventions always generate a new, formal
field of force that rearranges the situation and imposes
78 NATURA • KASIM-ARALIK 2010
TAŞ VE CAM DETAYLI TEKNİKLERLE BİR ARAYA GETİRİLMİŞ.
GLASS AND STONE ARE INTEGRATED IN DETAILED TECHNIQUES.
KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 79
Carlo Scarpa ve Tadao Ando’nun en önemli örneklerini teşkil ettikleri modern mimarlardan biridir, onun
tasarım yeteneği mimari forma sembolik ve fiziksel
gücünü verir. Souto de Moura bunu yalnızca projenin
fiziksel çevresine duyarlılığıyla değil, malzemeler ve
işçilik aracılığıyla anlam inşa ederek başarır.
Mimar Eduarto Souto de Moura’nın kendisi için inşa
ettiği Mathosinhos Evi, Portekiz’in Matosinhos kentinde yer alıyor. 590 metrekarelik bir araziye yayılan evin
projesi 1995 yılında başlayıp 1998 yılına kadar devam
etmiş, evin yapımı ise 2002’de bitmiş.
Matosinhos kentinin merkezini iki taraftan duvarlarla sınırlandırılmış dar sokaklar işgal ediyor. Mimarın
kendisi için yaptırdığı bu konut, söz konusu stürüktürün içinde doğallıkla yer alıyor. Yapının oturduğu üçgen araziyi büyük bloklardan yapılmış doğal taşlardan
oluşan bir duvar çepeçevre sarıyor. Bu sınırlama elamanının yer yer granit taşlarla onarılması ve düzeltilmesi gerekiyor.
Bu arazinin içinde dışarıdan gözükmeyecek şekilde tasarlanmış konut, iki avlu ve garaj yer alıyor. Caddeye
bitişik olan girişte, cadde kotu içeride avlu kotu olarak
devam ediyor. Bu birbirinden farklı fonksiyonlar, birbirlerine paralel olarak konumlandırılmış duvar par-
a new order upon it…making discrete, precise but very
convincing gestures in a field of relations, but without
neglecting the ‘weak’ signs also encountered in the environment. “ Souto de Moura is one of the few modern
architects (John Hejduk, Carlo Scarpa and Tadao Andao
would be the other most important examples) in his ability to design in this layer of meaning that gives archetypal symbolic and physical power to architectural form. He
is able to do this because of his sensitivity to the physical context of a project nd his ability to build meaning
through materials and craft.
It is in this attention to material and detail, generating
strong architectural character, that we can assess in his
House in Matosinhos, Portugal. Blending into the traditional fabric of the town, with its narrow, walled streets,
this new house in an old neighborhood is enclosed by
a perimeter wall of massive granite stone blocks. This
existing town wall was repaired and regularized as part
of the architectural strategy creating a more square and
monolithic external appearance. The house’s reinforced
concrete walls abut these stone walls with only a small
gap to provide thermal insulation. The house’s severe
and closed face to the street is in contrast to its openness
to it’s backyard containing a terrace and a pool. Here
EVİN CEPHESİNDE
KÖYÜN
GELENEKSEL
TAŞ DUVARLARI
KULLANILMIŞ.
THE TRADITIONAL
STONE WALLS
OF THE VILLAGE
ARE REGULARIZED
IN THE HOUSE
FAÇADE.
KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 81
çalarının yardımıyla tanımlanıyorlar. İçinde havuz ve
güneşlenme alanı olan bir avlu ile teraslı ve oturma
ve yatak odalarına açılan bir diperi yapıyı serbest bir
şekilde genişletiyor.
Konutun kendisi direkt olarak doğal taş duvara bitişik
inşa ediliyor. Betonarme duvarı dığal taş duvardan ısı
yalıtımı ayırıyor. Kapalı bir cam cephe avlulara çıkışı
sağlıyor. Doğal havalandırma ve aydınlatma çatıdaki
kayan elemanlar ve çatı pencereleri aracılığıyla gerçekleşiyor.
İç mekanlarda mimar çok az malzemeyle yetinmiş: Betonarma duvarlar ve yer kaplaması, mobilyalarda ahşap… Avlunun zemini, banyolar ve havuz ise işlenmiş
taş plakalarla kaplanmış. Doğramalar ve iç dolaplarda
kayın ağacı kullanılmış. İç duvarlar ve tavanlar sıvanmış ve boyanmış.
Oldukça minimalist bir tasarım anlayışıyla projelendirilmiş bu konutta doğal malzeme kullanımı ön plana
çıkıyor. Çevre duvarındaki taşlar dahi işlenmemiş, doğal blok halleriyle karşımıza çıkıyorlar. Avluda kullanılan işlenmiş levhalardan oluşan taş kaplama, bu çevre
duvar ile pozitif bir zıtlıkta ilişkiye giriyor. Yine iç mekanda insana en uyumlu malzeme olarak kabul edilen
ahşaba çokça yer verilmiş. Mimarın kendi konutu olan
bu ev minimum tasarım anlayışı dahilinde mütevazi
bir yaşam biçimi öngörüyor.
82 NATURA • KASIM-ARALIK 2010
in distinction to the rough, heavy stones on the façade,
finely cut paving stones gives this rear area a lighter quality, the clean cut of the stones in harmony with the glass
doors, grass and trees. Sliding panels in the façade and
roof lights provide for natural ventilation and sunlight.
The interior spaces are lean and spare with the use of
white plaster walls, wood flooring, and slate stone in the
bathrooms to round out the materially oriented architectural strategy. In the House in Matosinhos, we see how
Souto de Moura subtly moves from the smallest details
in material to weave a larger composition that is in tune
with the natural surroundings and the optimal aspects of
habitation in a metaphysical way.
Mimar: Eduardo Souto de Moura
Tasarım Ekibi: Joaquim Portela, Mafalda Numes, Ricardo Meri
ARKA BAHÇENİN
TASARIMINDAKİ
NETLİK KABA
BIRAKILAN
CEPHEYLE
BİR TEZAT
OLUŞTURUYOR.
THE PRECISION OF
THE BACKYARD’S
DESIGN
CONTRASTS WITH
ROUGH FAÇADE.
KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 83
84 NATURA • KASIM-ARALIK 2010
MONOLİTİK ÖN CEPHEDE KULLANILAN BÜYÜK TAŞLAR MİMARİNİN
KARAKTERİNİ MEYDANA GEİTİRİYOR.
THE LARGE NATURAL STONES OF THE MONOLITHIC FRONT FAÇADE ESTABLISH THE
CHARACTER OF THE ARCHITECTURE.
KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 85
DIŞ CEPHEDE
KULLANILAN TAŞ
CAFA MÜZESİ’NİN
TASARIMINDAKİ EN
ÖNEMLİ ÖGE.
THE PROMINENT
SLATE STONE OF
THE EXTERIOR
DOMINATES
CAFA MUSEUM’S
DESIGN.
86 NATURA • KASIM-ARALIK 2010
İsozaki’den yerel taş yorumu:
CAFA Sanat Müzesi
Arata Isozaki takes China
slate stone into
innovative directions
Çağdaş bir mimarlık vizyonuna sahip olan Arata İsozaki son
derece modern iç çözümler getirdiği CAFA Sanat Müzesi’ni
geleneksel Çin taşıyla kaplayarak katmanlı bir tasarım
anlayışı ortaya koyuyor.
Arata Isozaki and Associates use a layered design strategy to organize
a multifaceted interior and exterior clad in China slate for the CAFA Art
Museum in Beijing
1
953 yılında küçük ama elit bir sanat koleji
olarak kurulan “Central Academy of Fine Arts”
(Merkezi Güzel Sanatlar Akademisi), 1990’larda
hükümetin eğitim politikasındaki değişimden
sonra eğitim kurumlarının bağımsızlaştırılmasıyla hızlı bir şekilde büyüdü. CAFA şu an yalnızca güzel
sanatlar bölümü değil, aynı zamanda grafik tasarım,
ürün tasarımı, moda tasarımı, mimari tasarım ve benzeri tasarım bölümleri içeren büyük bir enstitü haline
geldi. Şehir merkezinden periferiye mekansal dönüşüm 2001’den beri ağır ağır sürüyor ve 798 ve Juichang
(şarap fabrikası), Caochangdi ve benzeri çeşitli sanat
alanlarını da kapsıyor. Arata Isozaki & Associates ise
mekansal dönüşümün son adımı olan sanat müzesini tasarlamakla görevlendiriliyor. Müze sürekli koleksiyonun yanı sıra, davet edilen uluslararası ve ulusal
sanatçıların güncel sergilerine de ev sahipliği yapmak
üzere tasarlanıyor. Müzenin Akademi’nin sembolik
yapısı olarak, çevresindeki sanat mekanları içinde bir
referans noktası ve merkezi birim olması bekleniyor.
Pekin’in 798 alanı dahilinde bulunan sanat mekanları, renove edilmiş fabrikaların ve antrepoların içlerinde konumlanıyor; bu da tavan pencereleri ve yüksek
tavan öğeleriyle sıkça karşılaşılmasına neden oluyor.
Bu antrepolar ticari sanat için ideal alanlar olarak görülüyor ve 20. yüzyıl’ın beyaz-küp sergileme alanları
kategorisine dahil ediliyorlar. Her ne kadar beyazküpler kümesi durum için uygun gibi gözüküyorsa da
O
riginally established as an elite yet small art college, the Central Academy of Fine Arts in Beijing
China has grown rapidly since the 1990’s as part
of the the Chinese government’s shift in educational policies to promote independence for
educational institutions. Today CAFA is a large institute
which includes not only fine arts but also design disciplines such as graphic design, product design, fashion
design and architecture.
Part of the growth of the Academy involved relocation
from the city center to the suburbs which has been being carried out gradually since 2001 to several designated
areas containing defunct Mao era factories called “art
zones” including 798 Art Zone, Jiuchang [Wine Factory],
and Caochangdi. Arata Isozaki & Associates was commissioned to design the Academy’s art museum which was
the last stage of it’s relocation. The CAFA Art Museum is
conceived as an exhibition space for the permanent collection as well as temporary exhibitions of international
and Chinese contemporary artists. The Art Museum is
envisioned as an anchor and central facility in the surrounding art areas as well as an iconic building acting as
a symbol of the Academy.
Beijing’s new art zones as exemplified by 798 Art Zone
include numerous art galleries located within renovated
factories and warehouses in which sky lights and high
ceilings are common features of these old factory buildings. These warehouses are ideal spaces for commercial
KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 87
88 NATURA • KASIM-ARALIK 2010
MÜZENİN EĞİMLİ
ŞEKLİ FARKLI
ALANLARA
OLANAK TANIYOR.
THE CURVED
SHAPE OF THE
MUSEUM PROVIDES
FOR DIVERSE
SPACES.
Arata Isozaki & Associates söz konusu tipolojinin modasının geçtiği ve 21. yüzyılın ihtiyaçlarını karşılaması
açısından lider konumunda olacak CAFA Sanat Müzesi
kalibresinde bir mekan için uygun olmadığını düşünüyor.
Pekin’deki yollar ve caddeler grid sistemle düzenlenmiş olduğundan şehirdeki güncel mimarlık kendi halindeki dikey hacimler üzerine konumlanmış sıradışı
yüzeyler olarak karşımıza çıkıyor. Ancak hızla yayılan
kentsellik dolayısıyla, yapı alanı L şeklinde ve eğri
köşelere sahip. Proje üzerinde yapılan çalışma sonucunda köşelerden birine eğri bir duvar koyuluyor ve
bu da tasarımın son haline üç boyutlu üç eğri duvarın
karşılaşması ve birbirini kesmesi olarak yansıyor. İleri
derecede 3D modelleme ve görselleştirme tasarımın,
konstrüksiyon, detaylandırma ve mühendislik projeleri dahil her aşamasında kullanılıyor.
CAFA Sanat Müzesi 3.456 m2’lik bir alan üzerine oturuyor ve 14.777 m2yi kapsıyor. 4.150 m2’lik sergi alanına
sahip olan müze hem çağdaş, hem de geleneksel sanatlara ayrılmış sergi alanları, 600 kişi kapasiteli bir
konferans salonu, kafe, kitapçı, restorasyon laboratuvarı, depolar gibi fonksiyonlara ev sahipliği yapıyor.
Eğri duvarların çarpışan kesitleri üç ayrı girişin ortaya
çıkmasını sağlıyor: Ana giriş, arka avlu ve oditoryum
girişi… Üç tavan penceresi bu girişlerden her birine
hizmet ediyor. Girişlerde genelde cam örtü kullanılıyor,
bu ışık dolaşımının yanı sıra davetkar bir geçirgenlik
de sağlıyor. Ekipman, merdiven kutuları ve asansörler; eğri duvarların içine ya da arasına konumlanarak
hacimsel objeler ortaya koyan tasarım unsurları olarak karşımıza çıkıyor. Projede istenen sergi alanları iç
mekanları plan düzleminde ya da düşeyde yüzen mekanlarla segmentlerine ayrılmak suretiyle tasarlanıyor.
Sergi alanları birbirlerine rampalar ve hafif eğimlerle
bağlanıyor.
Tavan pencerelerinden gelen doğal gün ışığı fiberglas
art galleries as white-cube exhibition spaces. While a
similar cluster of white-cubes could have been suitable
for the CAFA Art Museum, Arata Isozaki & Associates rejected this strategy as “outdated” and not appropriate for
the forward looking 21st century of the institution.
Instead Arata Isozaki & Associates’ strategy was to base
the design of the main volume on the shape of the site.
Roads and streets in Beijing tend to be on a grid system,
resulting in contemporary architecture that tends to be a
hodge podge of irregular surfaces rendered onto straight
orthogonal volumes. The CAFA Art Museum site due to
rapid urban sprawl had an atypical L composition with
curving edges. Reacting to this irregular shape, the architects design involved using advanced 3D modeling and
imaging in the creation of three 3 dimensional free curved
walls which conjoin, intersect and fuse together.
The building achieved its architectural character through
a combination of these computer generated curves and
the main cladding material, slate stone panels. Similar exterior cladding has been by Arata Isozaki Associates on several previous projects such as Nara Centennial Hall [Nara, Japan], Shizuoka Convention Arts Center
[Shizuoka, Japan], Interactive Museum about Humans
[La Corna, Spain]. While these projects included similar
exterior finish, the CAFA Art Museum presented a much
more challenging task due to the complex 3 dimensional
surfaces envisioned in the design. In a union of computer
based design and handcraft, to realize the free-formed
walls local techniques and knowledge was implemented
to randomly install the slate panels and then manually
adjust each one by one. The difficulty of assuring quality
control in China especially with such a complex installation required the use of detailed mock-ups which were
generated and resolved prior to construction. As one of
the most common materials in China used in commonly
in Chinese pen inking stones, slate was an appropriate
and suitable selection for a school which started life as an
KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 89
zarın üzerinden yansıyarak sergi alanına yayılmış homojen bir form halinde nüfuz ediyor. Her ışık, spesifik
kıvrım ve duvar yüzeyine göre birbirinden farklılıklar
gösteriyor. Bu eşsiz ışık efektleri aşamalı ışık karakteristikleri olarak karşımıza çıkıyor, bu durum da yalnızca ziyaretçilere değil sanatçı ve küratörlere de ilham
verecek mekanlar ortaya koyuyor.
Birinci kattaki giriş salonu, alçak bahçenin üzerindeki
giriş köprüsüne direkt olarak bağlanıyor. Salon, müzenin en yüksek tavanlı mekanı, dolayısıyla büyük enstalasyonlar, resimler ve heykellere ev sahipliği yapması
düşünülüyor. Mekan içinde farklı kotlardan farklı izleme açıları bulunuyor ve sanat eserlerini en iyi şekilde izlemek için gerekli optimum noktalar belirleniyor.
Özel durumlarda salon seremoni ya da resepsiyonlara
ev sahipliği yapacak şekilde düzenlenebiliyor, dolayısıyla içinde asansör boşluğuna konsol olarak uzanan
küçük bir sahne barındırıyor. İkinci katın sürekli sergi
salonu çoğunlukla CAFA’nın kendi sanat koleksiyonunn sergilenmesi için ayrılmış durumda. Geleneksel
Çin çizim ve resimlerinden oluşan koleksiyonu öne çıkarmak adına mekan içinde işlenmiş ahşap paneller,
taş, kumaşlar ve brüt beton gibi doğal dokulara yer
veriliyor. En geniş hacimli sergi alanları üçüncü ve
dördüncü katlarda konumlanıyor ve güncel sanat sergi
ve enstalasyonlarına ev sahipliği yapıyor. Kenarsız ve
çevreyi saran eğri duvarlar sanat eserlerinin arka planı
ya da sanatçının kendi sanat ve tasarımını yansıtacağı
tuval olarak işlevlendirilebiliyor.
90 NATURA • KASIM-ARALIK 2010
academy of Chinese traditional drawing. The contemporary and complex geometry of the curved walls enhanced
the building’s symbolic impact while relating it directly to
the art institute’s past and future educational vision.
Arata Isoaki Architects endeavored to use as much as possible domestic materials which they were successfully
able to implement except for certain equipment such as
light fixtures While construction costs in China are rapidly
rising in tandem with the booming economy, labor costs
are still relatively low and enabled intensive manual work
and installation in many details of the CAFA Art Museum.
The curved envelope of the building resulted in a flowing
multi-level internal space with cuts allowing for indirect
natural lighting. The intersecting sections of the curved
walls provide for three entrances: main entrance, backyard
& auditorium entrance, and three skylights corresponding
to each entrance. Equipment, stair cases and elevators are
all located within rectangular volumes, which are located
in and around the curved walls as separate volumetric
objects. The resulting exhibitions spaces are generated by
segmenting the internal spaces in plan or with vertically
floating spaces. Exhibition spaces were smoothly connected to each other with ramps and gentle slopes.
Natural sunlight from the skylights bounce off the glassfiber membrane entering the exhibition space in a diffused homogeneous tint. Each light slightly differs per the
specific curve and wall surface. These unique light effects
result in smooth and ambient lighting to highlight the art
and inspire artists, curators as well as visitors.
GALERİLERDEKİ
DOĞAL IŞIK
SANAT İÇİN
İDEAL BİR ORTAM
YARATIYOR.
NATURAL
LIGHTING IN
THE GALLERIES
PROVIDES IDEAL
ENVIRONMENT
FOR ART.
HER BİR TAŞ
CEPHEYE ELLE
YERLEŞTİRİLMİŞ.
EACH SLATE TILE IS
PLACED BY HAND
ON THE FAÇADE.
KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 91
TAŞI DİZME
TEKNİĞİ ÖZGÜN
BİR MİMARİ
ŞEKİL ORTAYA
ÇIKARIYOR.
THE TILING
TECHNIQUE
ALLOWS FOR
A DISTINCT
ARCHITECTURAL
SHAPE.
92 NATURA • KASIM-ARALIK 2010
Ana merdiven birinci katı alçak bahçeye bağlıyor. Cam
separasyon, merdiveni ortadan bölüyor ve oditoryumdan ayırıyor.
Yapım ve uygulama sırasında özellikle yerel malzeme
ve ürünlerin kullanılmasına özen gösterilmiş. Işık sabitleyiciler gibi birkaç spesifik malzeme dışında kullanılan ürün ve malzemelerin hemen hemen hepsi
yerel. Hareketli ekonomi dolayısıyla fiyatlar yükselmiş
olsa da işçilik maliyeti görece olarak düşük kalıyor, bu
da yoğun bir el işçiliği ve montaj işine olanak tanıyor.
Öte yandan Çin’deki müteahhitlik anlayışı ve konstrüksiyon sistemleri el işçiliği üzerine kurulduğu için
birimleştirilmiş ve modüler üretim geri planda kalıyor.
Tavan yüksekliğinin yarısına kadar donatılı betondan
inşa edilen müze daha sonra çelik konstrüksiyonla
yükseltiliyor. Cam malzeme kullanımına oldukça fazla
yer veriliyor.
Yapının ana kaplama malzemesini Çin taşı paneller oluşturuyor. Arata Isozaki & Associates tarafından
daha önce “Nara Yüzüncü Yıl Salonu” (Nara, Japonya), Shizuoka Geleneksel Sanatlar Merkezi (Shizuoka,
Japonya), İnteraktif İnsan Müzesi (Interactive Museum
about Humans) (La Corna, İspanya) gibi projelerde
benzer dış kaplamalar kullanılmış. Bu projelerde dış
kaplama bitirişleri birbirine benzerken CAFA Müzesi
komplike üç boyutlu yüzeyleri dolayısıyla çok daha zor
bir uygulama alanı olarak karşımıza çıkıyor. Serbest
formlu duvarları lokal teknik ve bilgi ile anlamak adına taş paneller rastgele montajlanmış ve elle tek tek
düzeltilmiş. Bu tarz bir yerleştirmenin kalite uygunluk
kontrolünde çıkaracağı zorluklar göz önüne alınarak
proje öncesinde detaylı maketler yapılarak, sorunlar
maketler üzerinde çözülmüş.
Çin’in en çok kullanılan yapı malzemelerinden biri
olan Çin Taşı ağırlıklı olarak Çin’in 200.000 m2’lik bir
alan yayılmış olan Shaanaxi bölgesinden çıkıyor. Ancak daha kaliteli taşlar genel olarak Pekin’in Men Tou
Gou ve Fang Shan bölgelerinde, Hebei Şehri’nin Bao
Ding’deki Man Cheng, Yi Xian, ve Xu Shui alanlarında, yine Hubei Şehri’nin kuzeybatısındaki Zhu Xi ve
Zhu Shan alanlarında , Sichuan şehrindeki Wan Yuan,
Cheng Kou, Wu Xi ve Ping Wu bölgelerinde ve Jiangxi,
Zhejiang, Hunan, Yunnan, Guizhou ve Guangxi kentlerinin muhtelif alanlarında bulunuyor.
Çin taşları kullanım alanlarında çoğunlukla arduvaz
tonlarında tercih edilse de, siyah, kırmızı, sarı, yeşil, mor, mavi ve çeşitli başka renklerde bulunabiliyor. Taşlar oksitlenme süresine bağlı olarak aynı panel
üzerinde birkaç rengi içinde barındırabiliyor. Genellikle dekorasyon öğesi olarak kullanılabilen bu taşlara
halk arasında “kültür taşı” deniyor.
500 yılı aşkın bir süredir Çin mimarlığı, dekorasyonu
ve sanatında kendine yer bulan Çin taşları yalnızca 20
yıldır organize bir endüstri dahilinde çıkarılıyor, ticareti yapılıyor.
Doğada lamine halde bulundukları için uygulaması
kolay olan bu taşlar duvar, çatı ve zemin kaplaması
olarak kullanılıyor. Diğer taşlardan daha rustik bir görüntüye sahip olan Çin taşları Çin’in inşaat sektöründe
kullanım açısından birinci sırada yer alıyor.
Yapıda taş kullanımı yalnızca dış cephe kaplamasıyla
sınırlı kalmıyor. Bir sanat müzesinin en önemli fak-
törlerinden olan iç mekanda ışık kurgusu da taşlar
yardımıyla sağlanıyor. Kuzey Çin’den getirilen ağır
kayalarla kaplanan zemin sanal ışığın yansıması için
oldukça ideal bir çözüm oluşturuyor, bu durum sergilenen eserlerin optimum ışığa maruz kalmasını kolaylaştırıyor.
Çin taşı, geleneksel Çin Resimleri Akademisi olarak
kurulan bir okul için uygun bir seçim. Eğri duvarların
çağdaş ve komplike geometrisi, bu sanat eğitim enstitüsüne ait yapının anlamını destekliyor ve değerini
çoğaltıyor.
Çağdaş sanat ile geleneksel sanatları aynı çatı altında
toplayan bir müzenin tasarımının Arata Isozaki’ye verilmesi hiç de şaşırtıcı bir durum değil. Japon mimar
Çin’i ve spesifik olarka bölgeyi çok iyi tanıyor, bunun
yanında yerel malzemeye oldukça hakim ve nasıl kullanılması gerektiğini çok iyi biliyor. Bunun yanında
son derece modern bir mimarlık vizyonuna sahip olan
Isozaki müzenin fonksiyonuna atıfta bulunurcasına
son derece modern iç çözümler getirdiği müzeyi geleneksel Çin taşıyla kaplayarak katmanlı bir tasarım anlayışı ortaya koyuyor. Çin taşlarının eğimli duvarlarda
uygulanması tasarıma bir katman daha ekliyor, taşların elle yerleştirilip konumlarının tek tek ayarlanması
cepheyi benzersiz kılarken, ortaya çıkan görkemli yapı
içinde barındırdığı birbirinden farklı olan ancak üst
üste katlanınca bambaşka özellikler gösteren tasarım
olgularına sahip oluyor. Bu durum aynı zamanda teknolojik anlamda içinde çeşitli melezlikler barındırıyor
ve Çin taşının kullanım alanlarının yalnızca geleneksel
yüzeylerle sınırlı kalmasına gerek olmadığını, Çin’in
kendin içinde bulduğu modern tasarım süreçlerinde
ve çeşitli farklı fonksiyona sahip yapılarda da rahatça
kullanılabileceğini kanıtlıyor.
KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 93
Zengin iç mekanıyla
Tripoli Kongre Merkezi
The rich interiors of the Tripoli
Congress Center by Metex
94 NATURA • KASIM-ARALIK 2010
Sinan Kafadar tarafından çağdaş
anlayışla tasarlanan Libya’daki Tripoli
Kongre Merkezi’nin taş kullanımıyla
uzun yıllar geçerliliğini koruması
hedefleniyor. Geometri ve malzemelerin
özgün kombinasyonları bu uluslararası
yapıya modern bir karakter atfediyor.
Sİnan Kafadar’s modern design strategy in
the interior design for the Tripoli Congress
Center in Libya aims to create a timeless place
through the extensive use of stone. An original
combination of geometry and materials gives a
contemporary character to this international
facility.
L
ibya’nın başkenti Trablus’da 25 bin m2 kapalı
alan kapasitesiyle, Afrika’nın en büyük kongre
merkezi olma özelliğini taşıyan Tripoli Kongre
Merkezi, 2009 yılının Mayıs ayında projelendirilerek, inşaatı 2010 yılının Şubat ayında sonlandırıldı. 9.000 m2’lik arsa üzerinde 25.000 m2’lik
inşa alanına sahip olan projenin mimarisinden Tabanlıoğlu mimarlık, iç mimarlık projesinden ise Sinan
Kafadar liderliğindeki Metex Design Group sorumlu.
Tripoli Kongre Merkezi projesi bir ana salon ve 5 konferans salonundan oluşuyor. Merkezin kurumsal olma
özelliği ve taşıdığı uluslararası fonksiyon dolayısıyla
tasarımında zamandan bağımsızlık ile modern anlayış dikkate alınarak, uzun yıllar hizmette kalması
planlanan yapının tasarımsal anlamda geçerliliğini
koruması hedeflenmiş. Tasarımında rol oynayan bir
diğer özellik, yapının oturduğu arsa içinde ya da çevresinde başka bir referans yapının var olmaması... Bu
olgu, yapıya yüklenebilecek pozitif veya negatif uyum
sağlama yükümlülüğünü ortadan kaldırıyor, ahenk ve
harmoni kavramlarını tasarım anlayışının bileşenleri
L
SOYUT DESENLER
BİNAYA
TASARIM GÜCÜ
KAZANDIRIYOR.
ABSTRACT
PATTERNS GIVE
THE BUILDING ITS
DESIGN IMPACT.
ibya in line with global trends is going through
it’s own mini building boom of late as the Libyan
government seeks to integrate itself into Western
economies. One of the important projects of this
period of construction is the Tripoli Congress Center constructed, designed and detailed almost entirely by
Turkish companies with Turkish sourced materials. The
25,000m2 facility set to be Africa’s largest conference center was completed in February 2010 with architecture by
Tabanlıoğlu Architects and interiors by Sinan Kafadar and
his Metex Design Group.
The Tripoli Congress Center comprised of one main meeting auditorium and 5 conference rooms was realized with
a design that pointed to universal modern values for a
global audience. Lacking any other references on the site
or in general from the local urban fabric or architecture in
Libya, the building’s interior and exterior were designed
largely with its programmatic goals in mind. As a result
the architects were able to create their own architectural
and design language for the building. As a result, the 65
KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 95
olmaktan çıkarıyor. Bu durum yapıya başlı başına kural koyucu nitelik atfederken, tasarıma da kendi çevresel kodlarını yaratma izni veriyor, böylece yapı kendi
mimari dilini herhangi bir konsept ve bağlam kaygısı
olmadan rahatlıkla ortaya koyabiliyor.
Ana girişte, binanın merkezindeki kongre salonunun
görkemli cephesi 65 metre genişlikte, 13 metre yükseklikte bir kütle olarak ziyaretçiyi karşılıyor. Arkadan
aydınlatmalı dekoratif cam ile anigre ahşap yüzeylerin kapladığı dinamik modern cephe, petek şeklinde
modülasyonlardan oluşuyor. Petek formu, arı kovanı,
çalışma disiplini ve düzen gibi kavramları çağrıştırıyor.
Bu çağrışım konseptin odak noktasını oluşturuyor. Bu
cephe, kongre merkezinin iç mimari tasarımının referans noktası olarak kabul ediliyor. Diğer tüm alanlar,
bu form çevresinde konumlanıyor.
Ana kongre salonunun yerleşiminde dairesel form ön
plana çıkıyor. 3000 kişilik kapasiteye sahip konferans
salonunun altyapısnda gelişmiş teknolojik imkanların
hepsinden yararlanılmış. Delege, başkan masaları ve
koltukları, salon yerleşimine göre ses, ışık ve güvenlik sistemleriyle donanımlı olarak tasarlanmış ürünler
olarak karşımıza çıkıyor. Merkezde yer alan ışık ve kamera sistemi içinden sarkan dev sarkıt, farklı ton ve
büyüklükteki cam toplardan oluşuyor. Başkan masaları ile 8 ana giriş kapısında kullanılan dairesel formdaki dekoratif desen VIP giriş alanındaki oturumları
özelleştirmek için tasarlanmış lazer kesim metalden
oluşan bölücülerde de devam ediyor.
Binada konferans salonu, gazeteciler ve başkanların
kullandıgı toplantı salonları, kafe bölümleri dışında,
sadece devlet başkanına ait VIP bölüm ile meclis üyelerinin kullandığı giriş ve toplantı salonları olarak özel
bölümler tasarlanmış.
Binanın sağ yan cephesinde yer alan VIP giriş alanında, 35 metre uzunluğundaki dalga formundaki kristal
cam aydınlatma dikkat çekiyor. Bu koridordan basın
odası, özel toplantı ve salon alanlarına geçiş sağlanıyor. Mekanların tavan yükseklikleri ve geniş alanlarını daha samimi ve sıcak bir ortama donüştürebilmek
adına oturma alanlarını ayıran özel lazer kesim metal
bölücü paravanlar, kumaş kaplama duvarlar ve cam
abajurlar kullanılıyor.
Binanın genelinde özel kesim “Tiger Wood” mermer ile
bordürlerde “Dark Olive” mermer kullanılmış. Binanın
tümünde metal bitişlerde kullanılan bronz, tavanda
da döşemeye paralel aksta tasarlanmış olan lineer ışık
bantları, mimari cephedeki düşey çizgisel aydınlatmalı yüzeylerle birliktelik kuruyor. Kongre merkezinde yer
alan 2 lounge alanı ile 2 konferans salonu alanları96 NATURA • KASIM-ARALIK 2010
FARKLI DOĞAL
TAŞ KULLANIMI
TASARIM
DENEYİMİNİ
ZENGİNLEŞTİRİYOR.
A COLLECTION OF
NATURAL STONES
ENHANCE THE
DESIGN
EXPERIENCE.
meter wide and 13 meter high primary entrance of the main
building contains a design generated from modular, abstract
patterns fabricated as a two level back-lit façade. Inspired
by the geometry of bee hives these polygonal shapes are the
main design feature reflected in the treatment of the interior.
The rich interiors are produced from a combination of marble
surfaces and metal structures complemented by cloth wall
panels and glass lighting fixtures. The extensive marble
cladding of the interior saw the use of a variety of types of
Turkish marble including Tiger Wood, Dark Olive and Onyx.
Borders of bronze and linear lighting elements provide an
alternative complementary geometry to these sumptuous
marble surfaces. Back lit Onyx marble panel walls are the
most interesting example of this as used to create a bright,
dynamic surface with a unique aura in reference to the
lighting effects of the exterior façade. The polished marble
surfaces throughout the interiors give the building an air of
heightened experience while strengthening the character of
this building. Enduring and timeless, this sophisticated use
of stone ensures the idea that the Tripoli Congress Center is
an architecture and building of today as well as the future.
For the architects and designers, it shows the unique capabilities of Turkish designers to work in fusing geometric
shapes as generated through the capabilities of materials
and workmanship.
KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 97
na ait cepheler “Onyx” mermer ile ışıklı dinamik yüzeylere dönüşüyor. Farklı formlardaki ahşap tavanlar
özel tasarım cam aydınlatmalarla ve efektli Swarovski
spotlarla birlikte ön plana çıkıyor. Mekanlardaki halıların ve mobilyaların da bu geometrilerle bir bütün
oluşturmasına dikkat ediliyor.
13 metre yüksekliğindeki ana fuaye alanında yer alan
yürüyen merdiven ana salon cephesi önündeki bronz
metal ile şeffaf camdan oluşan asma köprüyle birleşerek binanın ana sirkülasyon arterini oluşturuyor. Üst
katta yer alan çok amaçlı salonun fuaye alanında ağaç
formundaki dekoratif kolonlar cam yüzeylerle sarılarak
çevrelerinde dairesel oturma alanları yaratılmış. Bu
katta yer alan çok amaçlı salon ile VIP lounge alanları
yemekli davetler için tasarlanmış. İçindeki özel yemek
yeme alanı ahşap bölücü ile ayrılan VIP lounge, tavanındaki özel tasarım cam aydınlatmaların dikkat çektiği; farklı fonksiyonlardaki yerleşimiyle birçok işlevi
bir arada sunan modern ve şık bir çizgi sunuyor.
Her katta yer alan genel mekan tuvaletlerinde bronz
metal desenli ışıklı bölücü duvarlar ile birbirinden
ayrılan, her kullanıcıya özel alan olarak tasarlanmış
tezgahlarda bronz lavabo, bataryalar, özel tasarım cam
aynalar ve aydınlatmalar kullanılarak malzemeleriyle
ve çizgisiyle şık, özgün mekanlar yaratılmaya çalışılıyor.
Genel anlamda taşın ağırlaştırıcı özelliğinin bu projeye zenginlik katan bir unsur olduğunu söylemek
mümkün. Çoğu zaman parlak yüzlü mermerlerin tercih
edilişi yapının görkemini artırıyor. Taşın dayanıklılığı
ve her türlü trend, moda, akımın yanında yine çeşitli desen, süsleme ve bezemeye uyum sağlıyor olması
yapının yapımında hedeflenen referans noktası olma,
uluslararasılık ve zamansızlık gibi olguları ön plana
çıkarıyor.
İç Mimari Proje: Metex Design Group / Sinan Kafadar
Tasarım Ekibi: Serpil Kandişer, Aslı Dayıoğlu, Şamil Eyigün, Işıl
Eyigün, Evren Başık, Pınar Taviloğlu, Deniz Özgör ,Ogün Aydoğu
Mimari Proje: Tabanlıoğlu Mimarlık
Elektrik: HB Teknik Mühendislik
Mekanik: GN Mühendislik
Statik: Emir Mühendislik
Ses Işık Sistemleri: Prosistem
Kullanılan Ürün ve Firmalar:
Mermer: Silkar
Mermer Uygulaması: Şahmer
Ahşap İşleri: Nurus
Metal: Rimex / Erkan Mimarlık
Metal Uygulama: Özel Yapı Tasarım
Mobilya: Fatih Kıral, Fendi Casa , Giorgetti, İpe Cavalli, Minotti,
Henredon by Barbara Barry, Versace, Shelby Williams, Poltrona
Frau, Bolier, Quinette Gallay
Aydınlatma: Lasvit ( Özel Tasarım sarkıtlar) , Swarovski, Barovier &
Toso, Penta, Tom Dixon, Vistosi, Somtaş Aydınlatma
Halı: Step
Vitrifiye & Aksesuarlar: Kohler, Vitra ,Sonia, Inda
Sanat Eserleri & Aynalar: Kerim Kılıçarslan, Christopher Guy, Hazar
İthalat
Perde İşleri: Perdesan
Dekoratif Boya İşleri: Estetis
98 NATURA • KASIM-ARALIK 2010
İç Mimari Proje: Metex Design Group / Sinan Kafadar
Tasarım Ekibi: Serpil Kandişer, Aslı Dayıoğlu, Şamil Eyigün, Işıl
Eyigün, Evren Başık, Pınar Taviloğlu, Deniz Özgör ,Ogün Aydoğu
Mimari Proje: Tabanlıoğlu Mimarlık
Elektrik: HB Teknik Mühendislik
Mekanik: GN Mühendislik
Statik: Emir Mühendislik
Ses Işık Sistemleri: Prosistem
Kullanılan Ürün ve Firmalar:
Mermer: Silkar
Mermer Uygulaması: Şahmer
Ahşap İşleri: Nurus
Metal: Rimex / Erkan Mimarlık
Metal Uygulama: Özel Yapı Tasarım
Mobilya: Fatih Kıral, Fendi Casa , Giorgetti, İpe Cavalli, Minotti,
Henredon by Barbara Barry, Versace, Shelby Williams, Poltrona
Frau, Bolier, Quinette Gallay
Aydınlatma: Lasvit ( Özel Tasarım sarkıtlar) , Swarovski, Barovier &
Toso, Penta, Tom Dixon, Vistosi, Somtaş Aydınlatma
Halı: Step
Vitrifiye & Aksesuarlar: Kohler, Vitra ,Sonia, Inda
Sanat Eserleri & Aynalar: Kerim Kılıçarslan, Christopher Guy, Hazar
İthalat
Perde İşleri: Perdesan
Dekoratif Boya İşleri: Estetis
İHTİŞAMLI İÇ MEKANLAR LÜKS HİSSİNE KATKIDA BULUNUYOR.
GRAND INTERIORS PROVIDE SENSE OF LUXURY.
KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 99
3LHD ve Yerel Malzemelerin
Mimarlıktaki Yansımaları
Croatian vernacular techniques in natural
stone reinterpreted by 3LHD
100 NATURA • KASIM-ARALIK 2010
Son dönem projeleriyle birçok yarışma birinciliği
ve çeşitli ödüller kazanan Zagrebli mimarlık ofisi
3LHD; Zamet Center, Bale Spor Salonu ve henüz
inşa edilmemiş olan Zadar Üniversite kütüphanesi
projesiyle bölgede yerel malzemeyle üstün bir
mimarlık anlayışı ortaya koyuyor.
Zagreb practice 3LHD led by Sasa Begovic has gained
attention in the last few years through awards and the
completion of projects such as the Zamet Center and the
Bale Sports Hall. Their latest design for the Zadar Library
continues their innovative approach to local
techniques in stone.
Fotoğraf-PHOTO: Domagoj Blazevic, Damir Fabijanic, 3LHD archive
S
on dönem projeleriyle birçok yarışma birinciliği, ve çeşitli ödüller
kazanan Hırvat mimarlık ofisi 3LHD, ikisi inşa edilmiş ve biri de üç
boyut aşamasındaki 3 projeleri; Zamet Center, Bale Spor Salonu
ve henüz inşa edilmemiş olan Zadar Üniversite kütüphanesiyle
bölgede üstün bir mimarlık anlayışı ortaya koyuyor.Mimari uygulama alanları çoğunlukla Hırvatistan olan 3LHD, yerel malzemeyi
kullanmaktan kaçınmaması, tasarımda özellikle lokal özelliklere ağırlık
vermesi, ancak bu kriterleri büyük bir rahatlık ve kolaylıkla modern mekanlar ile birlikte kullanıyor olabilmesi ile göze çarpıyor.
Tasarım anlamında morfolojik olarak birbirinden farklılık gösteren bu 3
projenin en önemli ortak özelliği geleneksel malzemenin modern tasarım normları ile harmanlanarak güncel bir perspektif içinde sunulması
olarak kabul edilebilir. Bu anlayış son derece güncel fonksiyona sahip
3 yapıyı ortaya çıkarırken bizi diğer yandan da Hırvatistan’ın yerel malzemeleri ile tanıştırıyor ve karşımıza 3 yeni terim çıkarıyor. Gromaca ve
Benkovas Hırvatistan’ın yöreye özgü yerel taşları olma özelliği taşırken,
Bale Spor Salonu projesinin esin kaynağı olarak görülen “kažun” taştan
yapılma özel bir baraka olarak karşımıza çıkıyor. 3LHD bu tür yerel malzemeleri yalnızca tasarımlarında rahatlıkla kullanmakla kalmıyor, aynı
zamanda onları esin kaynağı olarak algılayıp tasarımın odak noktası
haline getirebiliyor. Bu da ortaya yerel ve tarihsel kaynaktan beslenen
ancak güncel mekan anlayışından ödün vermeyen naif fakat katmanlı
ve komplike yapılar çıkmasını sağlıyor. Bu mimarlık anlayışı 3LHD’nin
önemli bir noktada konumlanmasına ve adından söz ettirmesine neden
oluyor.
Aşağıdaki 3 proje 3LHD’nin önemli projeleri olarak karşımıza çıkıyor:
3LHD MİMARİDE
YEREL TAŞ
TEKNİKLERİNDEN
İLHAM ALIYOR.
LOCAL STONE
TECHNIQUES
PROVIDE
INSPIRATION
FOR 3LHD’S
ARCHITECTURE.
3
LHD based in Zagreb, Croatia was founded 1994. in Zagreb, are one
of a generation of Croatian architects coming of age after the break
up of Yugoslavia in a period marked by rapid change and transition. Led by Saša Begoviæ , the firm has built extensively in Croatia
establishing an architectural practice that while decidedly contemporary has made it a point to utilize local building traditions as inspiration.
In these projects we see repeated uses of stone in both architectonic and
symbolic ways to produce a locally generated modern architecture of irregular geometry driven by this material and cultural sensitivity.
KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 101
Zamet Center
ZAMET
CENTER KENT
DOKUSUNDAN
FARKLILAŞIYOR.
THE ZAMET
CENTER EMERGES
FROM THE URBAN
LANDSCAPE.
102 NATURA • KASIM-ARALIK 2010
ORTAK BİR YÜZEY
DOKUSU BİNA
İLE ÇEVRESİ
ARASINDAKİ
SINIRLARI
FLULAŞTIRIYOR.
A COMMON
SURFACE
TEXTURE BLURS
THE BORDERS
BETWEEN
BUILDING AND
ENVIRONMENT.
Hırvatistan’da Rijeka’nın Zamet semtinde
konumlanan ve toplam alanı 19.830 m2 olan Zamet
Center, 2.380 kişi kapasiteli spor salonu, yerel iletişim
ofisi, kent kütüphanesi, 13 ticaret ve servis fasilitesi
ve 250 araç kapasiteli bir otoparktan oluşuyor. Tesis
12.289 m2’lik bir inşaat alanı üzerinde yer alıyor.
Tasarımına 2004 yılında başlanan projenin inşaatı
2009 yılında tamamlanmış.
Spor salonunun toplam hacminin üçte biri zemine
gömülü, diğer kamusal fasiliteler ile servis alanları
onu çevreleyecek şekilde yerleştirilmiş. “Kurdeleler”
Zamet Center’ın ana mimari elemanı olarak karşımıza
çıkıyor. Kuzey-güney istikametinde yerleştirilen bu
elemanlar yalnızca objenin önemli bir tasarım ögesi
olmakla kalmıyor, aynı zamanda kamusal meydanı
şekillendiren ve kuzeydeki park ile güneydeki okulu
ve B. Vidas Caddesi’nin biririne bağlayan bir zonlama
elemanı görevini de görüyor.
Kurdeleye benzeyen çizgiler, “gromača” isimli taştan
esinlenilerek tasarlanıyor. Spesifik olarak Rijeka
bölgesine ait bu taşı, Zamet Center renk ve biçim
bağlamında sanal olarak taklit ediyor. Çizgiler 3LHD
tarafından tasarlanan ve özel olarak bu proje için
üretilen 51.000 adet karo seramik ile kaplanıyor. 55
metre uzunluğunda ve farklı yüksekliklerdeki çelik
kirişler spor salonunun doğal ışıkla aydınlatılmasına
Situated in the Zamet quarter of the city of Rijeka in the
northwest corner of Croatia, the 16830 m2 Zamet Center
is host to a number of civic facilities: a 2380 seat sports
arena, local community offices, a municipal library,
commercial and service facilities and a 250 capacity
garage.
The Zamet Center’s architecture submerges the building
into the urban landscape as a hybrid of the two. One
third of the sports hall’s volume is cut into the ground
KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 103
DEĞİŞİK
ÖZELLİKLERE SAHİP
ALANLAR FARKLI
FONKSİYONLAR
İÇİN KULLANILIYOR.
A VARIETY OF
FUNCTIONS
ARE REALIZED
IN DISTINCTIVE
SPACES.:
olanak sağlıyor. Salon, büyük spor karşılaşmalarına
ev sahipliği yapacak şekilde dünya standartlarında
tasarlanmış. Salonun konsepti alanın esnekliği
üzerine kurulu. Saha 46 x 44 metrelik bir ölçüye
sahip, bu da iki hentbol sahası büyüklüğüne denk
geliyor. Salon profesyonel idman ve karşılaşmalar
için gereken tüm fasiliteleri içerisinde barındırıyor,
teleskopik ayaklar sistemiyle tasarlanan oditoryum
gündelik kullanım için transformasyonu sağladığı
gibi mekanı konserler, konferanslar ve kongreler gibi
aktivitelere de uygun hale getiriyor. Seçilmiş ahşap
ve akustik panellerden oluşan iç mekan malzemeleri
salonun atletler için geniş bir yaşama mekanı işlevi
görmesine olanak sağlıyor. Salona ve diğer fasilitelere
giriş yapının batısından, yani kamusal meydandan ve
yeraltındaki garajdan sağlanıyor.
Zamet Center, kütüphanesiyle de kentin önemli
ihtiyaçlarından birine cevap veriyor. Merkezin içinde
yer alan çeşitli ticaret ve servis alanları bölgeye
önemli bir hareketlilik unsuru katıyorlar.
below grade while the remaining public facilities and
services emerge vertically from this dynamic gesture.
The main architectural elements of the Zamet Center
are these ‘ribbons’ that strech in a north-south
direction, functioning as the primary design element
and as a zoning strategy to form a public square and
a link between the park on the north and a school to
the south.
The ribbon-like stripes were inspired by “gromaèa”,
a type of stone specific to Rijeka, which the Center
reinterprets in colour and shape at an urban scale.
These stripes are covered with 51.000 ceramic tiles
designed by 3LHD and manufactured specially for
the Center. Steel girders of 55 meters span the main
volumes at different heights to enable natural light
to enter into the sports hall. The hall contains all
the supporting facilities for professional training
and competition, and as an auditorium that can
be transformed for for everyday use for concerts,
conferences and congresses.
Tasarımcı-Design by: 3LHD
Tasarım Ekibi - Designers : Sasa Begovic, Tatjana Grozdanic Begovic, Marko Dabrovic, Silvije Novak, Paula Kukuljica, Zvonimir Marcic,
Leon Lazaneo, Eugen Popovic, Nives Krsnik Rister, Andrea Vukojic
104 NATURA • KASIM-ARALIK 2010
ZAMET CENTER’IN
CEPHESİNDEKİ
FARKLILIK
UYGULAMALAR…
DISTINCTIONS
IN FAÇADE
TREATMENTS IN
THE SKIN OF THE
ZAMET CENTER.
KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 105
Bale Spor Salonu
Sports Hall Bale
Bale (İtalyanca Vadi), Hırvatistan’ın
Istra yarımadasında yer alıyor;
1.000 kişilik nüfusunun çoğunluğu
tarımla uğraşıyor. Bu bölgeye
yapılacak yeni spor salonu projesi
zengin bir tarih ve Akdeniz’in
kültürel ve sosyal bağlamları
ile yüzleşmek durumunda...
Bu da yapılacak herhangi bir
mimari eklentinin çevreye saygılı
bir yaklaşım benimsemesini
zorunlu hale getiriyor. Çözüm,
geleneksel yapım tekniklerini
yeni teknolojilerle birleştirmekte
bulunmuş.
Bale Spor Salonu, birincilik almış
bir yarışma projesi. 3.660 m2’lik
bir inşaat alanı üzerine kurulan
spor salonu 1.108 m2’den oluşuyor.
Yapının tasarımına 2005 yılında
başlanmış ve yapımı 2007 yılında
tamamlanmış.
106 NATURA • KASIM-ARALIK 2010
Bale (Valle in Italian) is a small
village in an agricultural region of
the Istria peninsula of Croatia with
a population of 1000 people. The
project for the new sports hall was
approached within the context of
this Mediterranean region’s rich
history and traditional culture.
Any new architectural intervention
had to be respectful of this social
environment. The solution was
found in interpreting the traditional
ways of building using new
technologies.
Inspiration for the architecture
was found in the small traditional
Croatian stone hut, kažun, a small
multifunctional building used as
a shelter for shepherds to provide
a cool environment in hot periods
and insulation against the cold in
the winter months. Traditionally
Fotoğraf-PHOTO: Damir Fabijanic
KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 107
CEPHE
UYGULAMASINDA
HIRVATİSTAN’IN
YEREL KAZUN
TEKNİĞİNDEN
FAYDALANILMIŞ.
CROATIAN
VERNACULAR
ARCHITECTURE’S
KAZUN TECHNIQUE
IS THE BASIS FOR
THE FAÇADE
TREATMENT.
108 NATURA • KASIM-ARALIK 2010
Stürüktürün tasarımında, kažun
adı verilen taş barakalardan
esinlenilmiş. Bu taş barakalar
çobanlara sığınak olarak kullanılan
ve sıcak havada serin ortam
sağlayıp soğuk kış günlerinde ise
ısıyı içinde tutan çok fonksiyonlu
yapılar olarak karşımıza çıkıyor.
Geleneksel olarak harç ya
da çimento kullanılmadan,
birbirine kenetlenen taşların
özel olarak seçilip üst üste
konmasıyla oluşturulan bu
stürüktür, Akdeniz’de tarih öncesi
zamanlardan beri olagelen
prefabrikasyon sisteminin ilkel
bir örneği olarak kabul ediliyor.
Geleneksel yerel kuru taş motifi
spor salonunun tamamını
kaplayan bir şablon/doku olarak
kullanılıyor.
Diğer yandan bölgede kiliseden
sonraki en büyük bina olması
da yapının sosyal önemini
oldukça arttırıyor, çünkü spor
salonu olmasının yanında yapı,
çeşitli sosyal buluşmalar, grup
toplantıları, ve maç izlenebilecek
sosyal alan olarak da kullanılıyor.
Esasında yapının boyutları
basketbol sahasının büyüklüğüne
ve galerideki diğer ek fasilitilere
göre belirlenmiş; fitness salonu
ve saunanın yanında tasarlanan
alçak ve küçük soyunma odaları
okulla bağlantı elemanı olarak da
kullanılıyor. Eski okulla bağlantıyı
oluşturan çok amaçlı odalar yer
altına saklanmış. Diğer taraftan,
yapının özel ve mahrem karakteri,
halka açık kamusal karakterinin ve
cam cepheler ile sağlanan sokağa
açıklığıyla birleşiyor.
Spor salonunun konsepti tasarım
ve konstrüksiyonun 11 ayda
bitirilmesi üzerine kurulmuş, bu
da yalnızca prefabrike elemanların
kullanılmasıyla gerçekleşebilmiş.
Yapının tüm taşıyıcı ve
cephe elemanları prefabrike
elemanlardan oluşuyor.
built without any cement or mortar
with carefully selected interlocking
stones found on site the kažun is a
primitive example of prefabrication
present in the Mediterranean
since prehistory. The stone in in
both its ease of use and ecological
performance was an important
design and technical feature of the
architecture. This traditional local
dry stone wall motif was used as a
model for the facade of the sports
hall.
As the second largest building in the
town after the church, the social
importance of the sports hall for
the community meant that besides
its use a sports venue, it also had
to function as a public facility for
community meetings and events.
The private and intimate character of
the building is mediated in this way
by the openness of the glass facade
towards the street to indicate its
public role.
Tasarım: 3LHD
Tasarım Ekibi: Saša Begovic, Marko Dabrovic,
Tatjana Grozdanic Begovic, Silvije Novak,
Ljerka Vuçic, Marin Mikelic
BİNANIN ŞEKLİ
KAZUN TAŞIYLA
SARILIYOR.
KAZUN STONE
WRAPS AROUND
THE BUILDING’S
SHAPE.
KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 109
TAŞ İŞÇİLİĞİNDEKİ
FARKLILIKLAR
DÜZENSİZ
GEOMETRİLER
OLUŞTURUYOR.
IRREGULAR
GEOMETRIES ARE
DERIVED FROM
THE VARIATIONS IN
THE STONEWORK.
110 NATURA • KASIM-ARALIK 2010
GENİŞ VE MODERN SPOR SALONU SOSYAL ETKİNLİKLERE DE EV
SAHİPLİĞİ YAPIYOR.
THE MODERN AND SPACIOUS INTERIOR OF THE SPORTS CENTER
ALSO PROVIDES GATHERING SPACE FOR SOCIAL EVENTS.
KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 111
Zadar Üniversite Kütüphanesi
University Library Zadar
Üniversite kütüphanesi, yeni Zadar kampüsü
alanında inşa edilmesi planlanan ilk önemli yapı
olma özelliğini taşıyor. 5.000 m2’lik bir alana
konumlanacak olan yapı 18.633 m2 olacak şekilde
tasarlanmış. Yapının yalnızca gelecekte oluşacak
ideal şema dahilinde değil, bugün konumlanacağı
yerin çevresi için de işleyen bir yapıya sahip olması
gerekiyor. Modern kütüphane anlayışının en önemli
noktalarından biri yapının yalnızca kitaplara değil
aynı zamanda bilgi medyasına ev sahipliği yapması
ve onların katmanlanarak çoğalmasına izin vermesi
sorumluluğu olarak görülüyor.
Zadar’ın planlamasındaki dominant faktör, düzenli
bir ızgara sistemi olarak karşımıza çıkıyor, bu tüm
112 NATURA • KASIM-ARALIK 2010
Located in the northern Dalmatian region of Croatia,
Zadar’s regular grid pattern has always been the
dominant motif it’s planning , establishing it’s urban
character as the distinctive symbol of the city. The
architectural strategy involved using the existing grid as
an essential element of the library project and in the
development of the entire area of the future campus.
Furthermore, the Library required a simple expression of
the external volume and it’s facade which was executed
in a reworking of a traditional stone technique.
The University Library is the first significant new
building in the new Zadar campus. It had to function
in its current surroundings as well as being part of the
future master plan for the campus. The siting of the
BİNANIN
DIŞ DOKUSU
BÖLGEDENİN
JEOLOJİSİNDEN
İLHAM ALARAK
MEYDANA
GETİRİLMİŞ.
SEDIMENTED
STONE DEPOSITS
OF THE AREA ARE
BASIS FOR THE
PATTERNS ON
THE BUILDING’S
EXTERIOR.
KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 113
alan için bir düzen elemanı görevi görürken şehrin de
belirgin bir sembolü olarak kabul ediliyor. Varolan bu
gridin projenin bağlamı üzerindeki etkisi, gelecekteki
kampüsün tasarımındaki en ana etmen olması
şeklinde belirleniyor.
Yapının ana komünikasyon aksı doğubatı doğrultusunda, parktan caddeye doğru
konumlanıyor, ve bu da parktan girilen ana girişi
belirgin hale getiriyor ve birinci kat mekanını bu yön
doğrultusunda açıyor. Aynı zamanda ana toplanma
ve iletişim alanı olan bu geniş pasajdan sonra mekan
düşey olarak açılıyor ve büyüyor.
Her galeri katının açıklığı ve ulaşılabilirliği ile Zoranic
Basamakları adı verilen temsili ana merdiven,
sembolik “bilgi dağı”na tırmanıyor; bu Peter
Zoranic’in alegorik epik Dağlarına tırmanmasını
sembolize ediyor.
Akdeniz iklimi yüzünden ve aynı zamanda kütüphane
içeriğinin korunması bakımından, basit içe dönük
alanın iç hacmi, dış hacmin ve kütüphane cephesinin
ifadesini gerektiriyor. Cephe katmanlarının,
aralarında boşluk bırakarak üst üste istiflenmesi,
kütüphaneyi dışarıdan daha kapalı hale getiriyor,
ancak katmanlar bulanıklaşıyor ve kütlenin gerçek
ölçülerini soyutlaştırıyorlar.
Cephe yerel malzemeden esinlenilerek tasarlanıyor.
Yerel iklimin en karakteristik taşlarından biri olan
Benkovac burada karşımıza çıkıyor. Çok spesifik,
basit, popüler ve yüzyıllardır kullanılan bir taş olan
Benkovac, tasarımın ana malzemelerinden biri
olarak kullanılıyor. Sıkça panel olarak kullanılan
bu taş, genel olarak üst üste istifleniyor ve doğada
da bu şekilde bulunabiliyor. Bu onun kullanımını
kolaylaştıran ve onu bu kadar çok kullanılır hale
getiren bir etmen olarak kabul ediliyor.
Kütüphane galeri boşluklu açık plan tipine sahip. Bu
tüm alana hakimiyeti kolaylaştırıyor ve iç mekanı bir
bütün olarak algılatıyor. Doğal ışığın kullanımının
çok önemsendiği projede ortaya konan cephe
tasarımı ışığı mekanın içine mümkün olduğu kadar
çok geçirebilecek şekilde tasarlanıyor. Açık plan tipi
bu ışığın bütün alana yayılmasını sağlıyor, bu da
homojen bir aydınlatma sisteminin oluşabilmesine
neden oluyor.
building’s volume in the south-eastern edge of the
site, the existing urban parameters and the envelope
that contains the library program defined the building’s
massing.
The design of the University Library is established by the
innovative treatment of the exterior of the building in
its vibrant façade which was inspired by a local stone.
The Benkovac stone, one of the most characteristic
building materials in this part of Dalmatia is a very
specific, simple, popular and in use for centuries in the
areas vernacular traditions. Its most popular use is in
the form of a panel, usually randomly stacked as a pile.
This stacking and piling is used an architectural feature
to form the outer envelope of the main Library space.
This simple inner volume was turned inwards to shield
against the Mediterranean climate but also because
of the physical protection required for the Library’s
holdings. Vertical stacking of the facade layers with
spaces in between close off the Library from the exterior
but depending on day and light conditions these layers
can also dematerialize to give the building an ethereal
aesthetic that marries tradition with contemporary use.
KÜTÜPHANENİN
CEPHESİNDEKİ
TAŞLAR
ARASINDAKİ
ARALIKLAR
IŞIĞIN İÇERİ VE
DIŞARI AKMASINI
SAĞLIYOR.
LIGHT FLOWS
IN AND OUT
THROUGH GAPS IN
THE STONES ON
THE SKIN OF THE
LIBRARY.
Tasarım: 3LHD
Tasarım ekibi: Marko Dabrovic, Saša Begovic, Silvije Novak, Tatjana
Grozdanic Begovic, Josko Kotula, Vibor Granic, Zeljko Mohorovic
114 NATURA • KASIM-ARALIK 2010
Download