169 Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi III (2003), Sayı: 2 HUKUKUN SİYASETE ALET EDİLMESİNİN SAKINCA VE SONUÇLARI: “İÇTİHAT KAPISI KAPALI MIDIR?”* Manastırlı İsmail Hakkı** Ali Duman*** ÖZET Bu çalışma, Manastırlı İsmail Hakkı’nın “Bab-ı İctihad Mesdud mudur?” adlı makalesinin sadeleştirilmesidir. Sırat-ı Müstakim’de dizi yazı halinde yayınlanan bu makalede Manastırlı içtihat kapısının kapalı olmadığını çeşitli aklî ve naklî delillerle ispatlamaya çalışmaktadır. Anahtar kelimeler: İçtihat, içtihat kapısı, İslam Hukuku, Sırat-ı Müstakim, Manastırlı İsmail Hakkı ABSTRACT This study is transcript of the Manastırlı İsmail Hakkı’s article “Bab-ı İctihad Mesdud mudur?”. Manastırlı, in this article which was pressed as series in the Sırat-ı Müstakim, had tried to prove with some mental and narrative evidences, the door of ijtihad not closed. Key words: İjtihad, the door of the ijtihad, İslamic Law, Sırat-ı Mustakim, Manastırlı İsmail Hakkı GİRİŞ İctihad, İslâm hukukunda olduğu kadar, günümüz hukukunda da meselelerin çözümünde kendisine başvurulan bir delildir. Her ne kadar günümüzde İslâm hukukundaki özel anlamına yakın olmayan bir şekilde tanımlansa da, işlevsel olarak aynı mahiyette kullanıldığı kabul edilebilir. Özellikle Müçtehit imamlar devrinin bitip, taklit döneminin başlmasından itibaren, daima tartışma konusu olmuş bulunan ictihat kapısının açık olup olmadığı meselesi, II. Meşrutiyetin ilan edildiği yıllarda da gündemde yer almaktaydı. Bu sebeple biz de o dönemin tartışmalarına ışık tutmak amacıyla bu makaleyi sadeleştirmeyi uygun gördük. Makale Sırat-ı Müstakim’in üç sayısında yayınlanmıştır. İkinci * Manastırlı İsmail Hakkı’nın bu makalesi “Bab-ı İctihad Mesdûd mudur?” adıtla Sırat-ı Müstakîm’in ikinci cildinin 31, 32 ve 33. sayılarında yayınlanmıştır. ** Adı İsmail Hakkı b. İbrahim b. Abdülvahhab ez-Zaimi el-Manastıri olan Manastırlı İsmail Hakkı, h. 1263 / m. 1846 tarihinde Manastır’da doğmuş, h. 1330 / m. 1912 yılında, Anadolu Hisarında vefat etmiştir. Geniş bilgi için bkz. Bursalı Mehmet Tahir, Osmanlı Müellifleri, sad. A. Fikri Yavuz-İsmail Özen, İstanbul, ts., II.365; İsmail Paşa Bağdâdî, Hediyyetü'l-Arifin, I, 222-23; Kehhale, Ömer Rıza, Mu`cemü’l-Mü’ellifîn, II, 266; Albayrak, Sadık, Son Devir Osmanlı Uleması, İstanbul, 1980, 285286. Meydan Larousse Büyük Lugat ve Ansiklopedisi, İstanbul, 1981, VI.447; Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi, İstanbul, 1986, XI.5812. *** Yrd. Doç. Dr., İnönü Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi. 170 Manastırlı İsmail Hakkı cildin 31. sayısında yer alan birinci kısım, bir bilginle öğrenci arasında diyalogu aktarma biçiminde aktarılmış olup, burada içtihatın tanımı ve şartlarının yanında içtihat kapısının kapalı olamayacağının ispatlanmaya çalışıldığı görülmektedir. 31. sayıda yer alan ikinci kısımda içtihatın zorunluluk olduğu vurgulanırken, 33. sayıdaki üçüncü kısımda içtihatın alanı belirlenerek, bilginlerin içtihat edecek şekilde yetiştirilmesi gereğine işaret olunmaktadır. BİRİNCİ MAKALE Cild: II, Aded: 31 (sh. 65) Bu konunun incelenmesine dayanak olmak üzere önce İslam alimlerinden bir zat ile doğrunun peşinde olan bir kimse arasında geçen şu diyaloğu aktarıyoruz. T- İçtihat kapısının kapalılığı neden meydana gelmektedir; bu görüşte olanlar kimlerdir; görüşlerini neye dayandırıyorlar? A- Bu iddiada bulunanlar, alimler içinde içtihat şartlarının tamamına sahip olan bir kimse kalmadığı gibi bundan sonra da böyle bir kimse ortaya çıkmayacaktır demek istiyorlar. Fakat bu hükmü verenler taklitçilerin zayıfları olup; bunların kendilerine güvenleri olmadığı gibi, içtihat ehli olan (ya da olabilecek) kimseler hakkında da iyi niyetleri yoktur. Onlar insan aklının sürekli geriye gittiği ve düşüş içinde olduğunu, sonraki nesillerin (ahlâf) önceki nesillerin (eslâf) ilmî derecesine yetişmesinin de mümkün olmadığını düşünmektedirler. Halbuki Allah'ın feyzinin sürekli ve devam ediyor olmasına bağlı olarak içtihadın bilinen şartlarının bir şahısta toplanması her zaman mümkündür. T- Kapanma (insidâd) teriminin toplum ve alimler katındaki anlamı aynı mıdır? A- Hayır aynı değildir. Çünkü insanlar şundan bundan duymakla Ehl-i Sünnet’ten olanlar için dört mezhepten birine bağlanmanın zorunlu olduğuna inanırlar. Onlara göre bu mezheplerden birini aynen ve tamamen benimsemeyen ehl-i Hakk sayılamaz. [Hatta bunların çoğunluğu halâ dört unsur inancında olup, dört büyük halife hazretleri gibi mezhep imamlarının dörtle sınırlandırılmasını buna dayandırırlar ve bunu doğal bir iş olarak görürler. Aslında böyle bir sınırlandırma yoktur. Ancak mezhep imamları, yetiştirmiş oldukları yetenekli öğrencilerinin derlemiş oldukları, şer`î delille- Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi III (2003), Sayı: 2 171 riyle beraber hükmünü çıkardıklan ilmî meseleler sayesinde diğer müçtehitler arasından ayrılarak şöhret kazanmışlar, ekolleri de İslam beldelerinin her yerine yayılarak sonsuza kadar övgüye layık olmuşlardır. İşte sadece bu sebeplerden dolayı bugün Müslümanlar arasında saygı ve güven olarak yalnız dört mezhep ayakta durmaktadır, bu sayıya dair bir sınırlandırma (tahsis) anlamsızdır. Hemen bütün İslam alemi tarafından din işlerinin başkanı kabul edilmekte olan Ebu Hanîfe, mezhep imamları içerisinde övülmeye en fazla layık olanıdır. Böyle büyük bir yeteneğe sahip olan şahsın, başarısının ne kadar yüce olacağının açıklanmasına ihtiyaç yoktur. Zira bütün imamlardan önce fıkıh ilmini kuran ve düzenleyenin Ebu Hanife olduğu ve pek çok faziletler ve olgunluklar ile üstünlük sahibi olduğu ortadadır. Diğer imamların üstünlükleri ve üstün yetenekleri ile ayrı özelliklere sahip olduğu da inkar edilemez. Kazanmış oldukları mutlak içtihat (ictihâd-ı mutlak) derecesi gereğince Ebu Hanife’ye tabi olmayıp, onu taklit etmemekte her biri mazurdur. Bu sebeple gerek dört imam arasında, gerek daha önce veya sonra, ortaya çıkmış bağımsız mezhep sahibi pek çok şahıs övgüye layık bir konum elde etmişlerdir. Onların çoğunun eserleri, arkadaşları ve bağlıları vardı. Mesela: Süfyan b. Sa`îd es-Sevrî, Ebû Sevr Hâlidî, Davud b. Ali Zahirî, Muhammed b. Cerîr Taberî, Ebû Bekr b. Huzeyme, İshak b. (sh. 66) Râhuye (Allah hepsine rahmet etsin) hazretlerinin mezhepleri, daha sonra ortadan kalkmış olan geçerli mezheplerin en meşhurlarındandır. Bilinen mezheplerin derlenip, yayılmasından önceki İslam toplumu çoğunlukla meşhur hadisler ve sahabîler ve tabi`în tarafından nakledilen geçerli fetvalar ile amel ederlerdi. Toplum üzerine hiçbir zaman belirli bir müçtehidin mezhebine bağlanmak zorunlu kılınmış değildir.] Bir insanın çıkarımı olmadığına dayanan bu sözleri de vehimden ibaretdir. İlim öğrenmekle uğraşmış olanlar da iki kısma ayrılıyorlar: Bir kısmı yukarıda zikredilen taklit ehli (erbâb-ı taklîd) olan zayıflardır (zu`afâ) ki bunlar içtihat kapısının kapalı olduğunu ileri sürüyorlar. İçtihat kapısının açık olmasının sakıncalı olduğu değerlendirmesinde bulunarak; İslam diniyle ilgili işlerle uğraşanların tamamı bilinen mezheplerden birine bağlanmanın zorunlu olduğu konusunda söz birliği etmişlerdir diyorlar. 172 Manastırlı İsmail Hakkı Eğer sonraki dönem alimlerine (müteahhirîn) içtihat hakkı verilseydi, ümmet arasında büyük ayrılıkların meydana gelmesine sebep olacak bir takım mezhepler ortaya koyarlardı görüşünü ileri sürüyorlar. [Bunların bu değerlendirmelerinin batıl olduğu ortadadır. Bu görüşün bozukluğunu daha sonra etraflıca açıklayacağız.] Alimlerin ikinci kısmı ilim ve akıl ehli (erbâb-ı ilim ve kiyâset) olanlardır. Bunlar, kesin olarak bilirler ki içtihat kapısının kapalı olduğu düşüncesinin kökeni sadece siyasîdir. Çünkü baskıcı (ehl-i istibdâd) olan Sultan ve yöneticilerin bütün korku ve endişeleri ilimdendir. İlim ise içtihat ile ayakta durur. Hafız ibn Abdi’l-Berr gibi alimlerin büyükleri, taklitçinin (mukallid) icmaen alim olmadığını ortaya koymuşlardır. İbn Kayyım Cevzî de bu icma`ı nakl ve kabul etmiştir. Gerçek durum tamamen bu konumdadır, zira bir şeyi bilen, onu delil ile almış olandır. Taklitçi ise yalnız filan zatın şöyle bir sözü söylemiş olduğunu bilir. Bu sebeple taklitçi alim değil, nakledici (nâkil) kabul edilir. Hatta fotoğraf makinesi, taklitçiye oranla üstünlük sahibi kabul edilebilir. T- İçtihat kapısının ne zamandan beri kapandığı iddia olunuyor, bu ne gibi fayda ve zararlar meydana getirmektedir? A- Beşinci asır girdiğinde veya çıktığından itibaren içtihat kapısının kapandığı iddia edilmektedir. Halbuki o zamandan sonra gelen pek çok değerli alim içtihatta bulunmuşlar ve şer`î delillerin gereğine göre hüküm ve fetva vermişlerdir. Hatta Şafiî alimleri dünyanın hiçbir zaman müçtehitten boş kalmayacağını açıklıyorlar. İçtihadın terk edilmesinde hiçbir fayda göremeyiz. Zararları ise hem kesin, hem de çeşit çeşit ve pek çoktur. Mesela aklın ihmali, ilim yolunun kesilmesi, fikir hürriyetinden yoksunluk gibi şeyler, bunun en büyük zararlarıdır. İçtihadın terkiyle Müslümanlar –kitapların zahiriyle bakışlarını sınırlayarak- her ilmi ihmal ettiler, sonuçta bu hal içine düştüler. T- İçtihatın aslı neden ibarettir? İnsanın içtihat derecesine ulaşabilmesi için ne gibi sıfat ve şartları taşıması gerekir? A- İçtihat, kesin deliller (edille-i kat`iyye) ile sabit olmayan fer`î hükümleri öğrenmek için Kitap, Sünnet, İcma` ve Kıyastan ibaret şer`î delilleri inceden inceye araş- Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi III (2003), Sayı: 2 173 tırmak, yani her müçtehidin gayret ve takati oranında çok dikkatli incelemede bulunması ve fikir üretmesidir. [Tercih edilen görüşe göre içtihat, bölünebilen (mütecezzi) bir iş olmadığından, kendisiyle hüküm çıkarmaya kudret sağlayan bir melekeden ibaret olarak kabul edilmeli ve tanımının da bu anlama sevk edilmelidir. Fıkıhçılık demek olan şer`î içtihatı, belağât ve benzerleri gibi kişisel bir yetenekten ibaret saymak gerekir. Nasıl ki bir kimse sözün şükür, şikayet, övgü ve hiciv gibi yalnız bir parçasında maharet ortaya koyabilmek ve durumun gereğine uyabilmekle açık sözlü bir kimse kabul ediliyorsa, bazı fer`i meseleleri çıkarmaya yeteneği olmakla da müçtehit ve fakîh olamaz.] İçtihat için gerekli sıfat ve şartların özü Kitapla Sünneti anlamak, icma yapılmış olan yerleri bilmek ve usul kitaplarında açıklanan kıyas konularını kavramakla birlikte şeri`atın maksatlarını bilmekten ibarettir. Ayrıca toplumların durum ve adetlerini tamamen bilmek de buna eklenmelidir. Zira şeriatın bütün kısımları, özellikle muamelâta bağlı olan hükümleri gerek dünyaya yönelik işler (me`âş), gerek ahrete yönelik işler (me`âd) itibariyle genel menfaatlere, yani faydalıyı gerçekleştirmek ve zararlıyı ortadan kaldırmak önermesine dayalıdır. Buna uyabilmek için halkın durumunu bilmenin, zamanın gereklerine vakıf olmanın en büyük şart olacağı ortadadır. Bir de kesinlikle bilinen ve sabit olan meseleleri içtihat dışı bırakıyorlar. Çünkü –sonraki makalede açıklanacağı üzere- dini zorunluluklar denilen “zulüm yapmak ve içki (hamr) içmenin haramlığı ile namaz ve adaletin farziyeti gibi” kesin hükümlerde içtihat yapılamaz: Bundan dolayı içtihattan asıl maksat ilahi hüküm konusunda fikir elde etmek olarak belirlenir. Fakat müçtehidin bu zannı kendi hakkında yakîn menzilesindedir. Zira uymak zorunludur. İçtihattan aciz olmalarından dolayı kendisine uymaya mecbur olanlar hakkında da hüküm böyledir. Çünkü Kur2an-ı Kerîm’de “”ﻔﺎﺴﺌﻠﻮا اﻬﻞاﻠﺬﻜرإﻦﻜﻧﺗﻢﻻﺗﻌﻠﻣﻮﻦ1 buyurulmuştur. 1 Nahl, 16/43 “Eğer bilmiyorsanız, alimlere sorun” (Sadeleştiren) 174 Manastırlı İsmail Hakkı İKİNCİ MAKALE Cild: II, Aded: 32 (sh. 81) Geçen makalemizde sorulan soruyu içtihadın devamının sıkıntıya sebep olmayacağı bakış açısından cevaplamış ve içtihat kapısının kapalı olduğu iddiasında bulunanların kapıldıkları arızî düşünceleri gidermek maksadıyla büyük bir zatın görüşlerini yazıp, açıklamıştık. Bugün de nakli ve aklî deliller göstererek sonsuz faydalar sağlayacak içtihadın İslam dünyasında sürekli olmasının zorunlu bir iş olduğunu ortaya koyup, ispatlayacağız. Allah muvaffak etsin… Son asırlarda içtihat kapısının kapalılığı yada ehliyetli kimselerin yokluğundan dolayı müçtehitlerin bulunmadığı iddiasında bulunanların bu münferit görüşleri nasıl onaylanabilir?! Halbuki bütün İslam mezheplerinin alimleri içtihadın farz-ı kifaye cinsinden kesin bir farz olduğu konusunda fikir birliği etmişlerdir. Her asırda içtihat şartlarını tamamen kendisinde taşıyan bazı kimselerin var olmasının bütün mükellefler üzerine farz kılınmasına bağlı olarak, her hangi bir zaman insanları tembellik ile hayatlarını geçirip de içlerinden fıkıh ve içtihat erbabı yetiştirmeyecek olurlarsa tamamı günahkar ve isyankar kabul edilirler. İmam Ebû Hâmid Gazâlî, Ebu’l-Hasan Mâverdî, İbnü’s-Salâh, Muhyiddin Nevevî gibi büyük alimlerin eserlerine bakıldığı zaman bu hakikat açıkça görülecektir. Hatta ibnü’s-Salah (Allah kendisine rahmet etsin) Âdâb-ı Fetevâ adlı eserinde, bütün Şafiîlerin zahir ifadelerine göre, bu farz-ı kifâyenin mukayyed müctehit ile değil, mutlak müctehitin varlığıyla gerçekleşebileceğini söylemektedir. Pek çok büyükler de İslam aleminin müçtehitsiz kalmasını alken imkansız kabul etmektedirler: Eğer bir zamanda müçtehidin olmaması kabul edilirse, o zaman bir kopukluk zamanı (zaman-ı fetret) sayılır ve bu durumda şerî`âtın kesintiye uğramış, mükellefiyetin ortadan kalkmış ve huccetullahın düşmüş olması gerekir, demişlerdir. Bu akli imkansızlığın sabit olduğunu ileri sürenlerin kimlerden ibaret olup, bu görüşü hangi eserlerinde açıklamış olduklarını bir risalesinde Celalüddin Suyûtî açıklamıştır ki, bunların arasında Üstaz Ebû Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi III (2003), Sayı: 2 175 İshak İsferâînî, İmam Gazâlî, İmâmü’l-Haremeyn ile Mâliki imamlarından Kâdi Abdülvahhab ve Hanefilerden Bedâyi` sahibi İbnü’s-Sâ`âtî gibi seçkin alimler dahildir. Bir de h. 606 tarihinde vefat eden İmam Fahruddin Râzî Mahsul’ün icmâ` konusunda demiştir ki: “Eğer bir asırda –Allah korusun- müçtehitlerden yalnız biri bulunacak olsa, onun görüşü icma` konumunda kabul edilerek kesin delil sayılması gerekir.” Serrâcüddin merhum da Tahsîl adlı eserinde İmam Râzî’nin görüşüne katılmıştır ki onların bu sözlerinden de kendi zamanlarında müçtehitlerin çok oldukları anlaşılmaktadır. Bunu desteklemek üzere yine Celal Suyûtî (R.A.) Tebrîzî (R.A.)’nin Tenkîhü’lMahsûl kitabında şöyle dediğini nakletmektedir: “İcma` ehlinden olabilmek için tevatür sınırına ulaşmak gerekli değildir. Dolayısıyla mesela bir asırda müçtehitler üç kişiden ibaret kalsa, onların icma`ı da şer`î delil olur. Hatta sadece bir kişinin varlığı farz olunsa onun görüşü icma` konumunda tutulur. (sh. 82) Çünkü bu şekilde tek kalacak bir müçtehidin bütün ümmet adına içtihatta bulunması nassların gereğidir.” Özetle her zamanda az yada çok içtihat kabiliyetine sahip kimseler bulunur, bulunmaları hikmet ve maslahata uygun görülür. Din alimlerinin bu mertebeyi elde etmek için gayret sarfetmeleri en önemli görevlerindendir. Zira Kitap ve Sünnet ile Kıyas ve İcmâ`dan ibaret şer`î delillere tutunmanın gereğine delalet eden aklî ve naklî delillerin gereği, genel olan hükmün bazı eserler ve kimselere tahsis edilmesi asla doğru olamaz. Bu hükümden yalnız acizler dışarda kalır. Evet, şer`î delile tutunmakla hüküm çıkarmaya kâdir olamayan kimse zorunlu olarak ehline mürâcaat etmeye ve onu taklit etmeye mecbûr olur, bu müracaat ve taklit de mevcut kurallara uyarak zorunluluk miktarı takdîr olunur. Fazla olursa günah sayılır. Yaptığımız açıklamalarla açıkça anlaşılıyor ki ictihât üzerimizde sürekli bir farz ve kıyamete kadar devam edecek bir haktır. İslam ümmeti hiçbir asırda bu şeref ve mutluluktan mahrum kalmayacağına şu hadis-i şerif de şahitlik etmektedir: ﻻ ﺗﺰاﻞ ﻄﺎﺌﻔﺔ ﻤﻦ اﻤﺗﻰ ﻇﺎهﺮﻴﻦ ﻋﻠﻰ اﻠﺤﻖ ﺤﺗﻰ ﻴﺄﺗﻴﻬﻢ اﻤﺮ اﷲ ﻗﺎﻞ اﻠﻤﻧﺎﺪى اى ﻏﺎﻠﺒﻴﻦ ﻮ ﻤﻧﺼﻮﺮﻴﻦ ﻮ هﻢ ﺠﻴﻮﺶ اﻹﺴﻻﻢ اﻮ اﻠﻌﻠﻤ2 2 Her ihtimale göre bu hadisdeki zuhur ve müjde de içtihadın devamlılığına delil olabilir. Çünkü İslâm Dininin ortaya çıkışının içtihadın devamına dayalı olduğu yukarıda açıklandı. 176 Manastırlı İsmail Hakkı “Ümmetinden Allah'ın emri gelinceye kadar hakkı ortaya koyan bir topluluk eksik olmaz. Bir münadi onlara: Ey galipler ve muzafferler diye seslenir. Onlar İslâm veya ilim askerleridir.”3 Muhammed b. Abdilkerim Şehristanî –Allah kendisine merhamet etsin- el-Milel ve’n-Nihal kitabında şöyle diyor: “Şer`î nasslar sınırlı, olaylar ise sınırsızdır, sınırlı olan şey ise sınırsız olanı kapsayamaz. Bu sebeple ictihât ve kıyasa itibâr edilmesi vacip ve sürekli devam etmesi gerekir ki her olay üzerine ictihat bulunsun, İslam ümmeti selamete ulaşsın.” [Vekiller meclisinde (Meclis-i meb`ûsân) özel bir komisyon atanarak oluşturulacağı müjdelenen Mecelle Cem`iyeti inşâallah yakın zamanda oluşturulur da bu sayede ümmetin bütün tereddütleri ortadan kalkar, her problemleri hallolunur. Zira ortaya çıkan ihtilaf hali üzere kalmakta, ihtiyaçlar günden güne artmaktadır. Bugün bilinmesi şiddetle gerekli pek çok mesele cevapsız duruyor. Genel işlemler genişledikçe olaylar artıyor. Allah korkusu taşıyan insanlar istedikleri faydalardan yoksun kalıyor. Mesela sallanan dişin sağlamlaştırılması için altın veya gümüş teller ile bağlanması caiz olduğu halde, çürüyen bir dişi doldurmak veya kaplatmak zorunluluğu duyanlar fetvahaneye müracaat ettşkleri halde bir cevap alamıyorlar. Bununla beraber, kıyasla bunun da caiz olması gerektiği akla gelmektedir. En güzide fakihlerimiz davet edilerek toplanılacak olurlarsa hem Mecelleyi genişleterek şerh ederler, hem de gerekli görülen daha ne kadar mesele varsa inceleyerek eksik noktaları tamamlarlar. Faize, sigortaya ve diğer bir takım konulara dair ihtilafları aradan kaldırırlar, bütün şer`i izinleri bulup ortaya koyarlar, İslam birliği ve Osmanlı uyuşumu neye bağlı ise iyice düşünürler, zamanın maslahatlarına en uygun olan görüş ve düşünceleri tercih hususunda gayret ederler de herkes şeri`atın büyüklük ve yüceliğine hayran kalır, boyun eğer. Zamanımızda müctehit yoktur diyerek sınırsız meselelerin şeri`atın dışında bırakılması doğru mudur? İçtihat kapısının dördüncü veya beşinci asır sınırında kapandığını iddia edenlerin sözünün sadece laf olsun diye söylenmiş, manasız baskıcılık olmasında zerre kadar şüphe edilmemelidir. Buna delalet edecek ne aklî, ne naklî delil bulunabilir. 3 Buhari, İ'tisam 10, Menakıb 27, Tevhid 29; Müslim, İmaret 171, (1921). (Sadeleştiren) Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi III (2003), Sayı: 2 177 İçtihat derecesine ulaşmış olduğu herkes tarafından kabul edilmiş olan binlerce kişi son asırlarda ortaya çıkmış, fakat içtihatları çoğunlukla dört mezhebin birine uygun düşmediği için, onlara bağlı sayılmamışlardır. Mesela Şafiî imamlarından sayılan İzzüddîn b. Abdisselam ve İbn Dakîk el-`îyd (Allah onlara merhamet etsin)’in içtihat mertebesine ulaşmış bulundukları asla şüphe götürmez4. Halbuki İzzeddin b. Abdisselam yedinci asır müçtehitlerinden biriyken, İbn Dakîk el-`Îyd de 708 tarihinde, yani sekizinci asrın başında vefat etmişti. ÜÇÜNCÜ MAKALE Cild: II, Aded: 33 (sh. 97) Önceki makakemizde etraflıca açıklayıp ispat ettiğimiz gibi içtihat kapısı kapalı değildir ve olamaz, aksini iddiaya kalkışmak anlamsız ve gereksizdir. Bu yüzden Ehl-i Sünnet mezheplerinin birine darbe indirmek konumu ender bir durumdur. Dördüncü veya beşinci asır sınırında içtihat kapısının kapandığını ehl-i sünnet büyüklerinden hiçbir kimse iddia etmiş değildir. Sadece mutlak ictihad, ehliyet ve şartlarını kendisinde toplayan kimseler ortaya çıkmadığından, var olmadığı ileri sürülüyorsa da, bu da sadece münferiy bir görüşten ibaret kalmıştır. Mutlaka her asırda müçtehitlerin varlığı, bütün mezheplerin alimleri katında kabul edilen sabit bir hakikattir. Önceki makalede örnek olarak Şafiî imamlarından mutlak içtihat derecesine ulaşan bazı kimselerin isimlerini saymıştık. Hanefî imamlarından Fethü’l-Kâdir ve Tahrîrü’l-Usûl gibi eserlerin sahibi Muhammed Kemalüddin İbni’l-Hümâm el-Sivâsî (Allah ona rahmet etsin)’nin de o en yüksek mertebeye ulaşmış olduğu son dönem alimleri arasında ittifakla kabul edilmektedir. İbnü’l-Hümam hazretlerinin 861 senesinde Kahire’de vefat ettiği bilinmektedir5. 4 Hatta Maliki imamlarından meşhur İbn Arefe (Allah ona rahmet etsin) diyormuş ki: Asrımızda İbn Abdisselam’ın görüşü olmadıkça icma` gerçekleşmiş olmaz. İcma` ise müçtehitlerin ittifakı demektir. 5 “Sivâsî” ünvanı babasından miras kalmıştır. Çünkü İbnü’l-Hümam’ın babası Sivas’da uzun süre hakimlik yapmış, daha sonra Kahire’ye giderek orada ve İskenderiye’de kaza ile uğraşmış ve oğlu Muhammed Kemal orada 788 senesinde dünyaya gelmiştir. Evvela babasından, sonra asrının meşhurlarından akli ve şer`i ilimler ile edebiyatta iyi derecede yetişmiştir. 178 Manastırlı İsmail Hakkı [İçtihadın mutlak, mukayyed, müntesip ve gayr-ı müntesip gibi çeşitli kısımları vardır. İçtihat dereceleri ve fakihlerin tabakaları hakkında ayrıca bir makale yazılacaktır.]* İşte hasımlar tarafından hakkımızda ileri sürülen gerçek dışı şeylerin biri de bu içtihat kapısının kapanması davasıdır. Halbuki içtihadın bitmeyeceği tartışma ve eleştiri konusu olamayacağını her zaman söyleriz. Zira Kitap ve Sünnete uymanın vacip olduğuna delalet eden “”ﻮاﺗﺒﻌﻮا ﻤﺎ اﻧﺰﻞ اﻠﻴﻜﻢ ﻮ ﻻ ﺗﺏﻌﻮا ﻤﻦ ﺪﻮﻧﻪ اﻮﻠﻴﺎﺀ, “”ﻮ اﻋﺗﺼﻤﻮا ﺒﺤﺒﻞ اﷲ ﺝﻤﻴﻌﺎ, “ ”ﻔﺎﻋﺗﺒﺮﻮا ﻴﺎ اﻮﻠﻰ اﻻﺒﺼﺎﺮgibi şer`î nassların hükümleri kesin (kat`î) olup, bütün İslam ahalisini kapsadığını biliriz. “İslam Dini’nin hükümlerinin geçerliliğinin kıyamete kadar olacağı mütevâtir bir iş ve kesin olmakla Allah’ın Kitabındaki genel hitapların siğa itibariyle nüzul vaktinde hazır bulunan ve delalet itibariyle sonradan varlık dairesine dâhil olan mükelleflerin tamamını içine almasında şüphe yoktur.” Beydâvî. Eğer bunun aksine kapılarak Kur’ân-ı Kerîm’e uymaya, apaçık hakka tutunmaya işareteden apaçık burhanların hükümleri çoktan ortadan kalkmış, öncekiler için yalnız fakihlerin ibareleri ile delil getirmek görevi kalmıştır diyecek olursak; (sh. 98) bu genel hükümleri kendiliğinden tahsise cesaret etmekle, nassların zahirine tutunmaktan bile kaçınmış ve büyüklenmiş oluruz. Böyle bir yola sapmanın şeytanî aldatmaya kapılmak demek olacağı ortadadır. Bu halde bütün hadisler ve belirlenmiş usul kaidelerini de terk ederek körü körüne taklit vadisinde kalmak gerekir. Bunun ne kadar büyük gaflet, ne yaman bir kusur olacağını takdir etmez değiliz. İlimde derin kavrayışı olan bilginlerimiz hiçbir devirde bu batıl yola gitmemişlerdir, sürekli tefsîr ve hadis eserlerini tamamlayarak eğitim, öğretim ve değerlendirmelerle uğraşmışlardır. Celalüddin Suyûtî merhumun Bağiyye’sinde verdiği açıklamaya göre eğitim, öğretim ve eser yazmakla uğraşmakla beraber keşif ve kerâmet ile de meşhurdur. Bununla beraber mûsikî biliminde maharetini de kaydetmişlerdir. İbnü’l-Hümâm eserlerinde mezhep taassubundan sakınan, gayet insaflı bir tarzda gerçekleri açıklayan bir kimse olarak bilinmektedir. “Fethü’l-Kadîr” adlı mübarek eserleri Hidâye şerhlerinin en muteberlerinden olup, Kitâbu’l-vekaleye kadardır. Kadızadenin tekmilesi ile beraber sekiz cilt üzerine Mısır’da tab` olunduğu ilm-i fıkh bağlılarınca bilinir. “Tahrîrü’l-Usul” da şerhiyle beraber tab` olunmuştur. Eserlerinde izlediği yöntemin de şahitliğiyle içtihat ehlinden olduğu aşikardır. İbn Nüceym (Allah ona rahmet etsin) Bahr-i Raik’da tercih ashabından (ashâb-ı tercih) olduğunu söylemiştir. Her durumda mutlak müçtehit derecesinin müntesip kısmından olmasında şüphe yoktur. Allah ona rahmet eylesin. * Sırat-ı Müstakim’in diğer sayılarını incelememize rağmen, Manastırlı’nın yazacağını söylediği böyle bir makaleye rastlayamadık. (Sadeleştiren) Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi III (2003), Sayı: 2 179 Bu uğraşıda asıl maksat ilahi hükümlere ulaşmak olmasa, boşa vakit geçirilmezdi. Bu gerçeklerin kesinliğinde asla şüphe yoktur ve olamaz. Fakat bundan dolayı Ehl-i Sünnet mezheplerine eksiklik izafe etmek mümkün değildir. Zira hükümlerin kaynağı olan ayet ve hadisler iki kısma ayrılır: Birinci Kısım: Nassların zahiri ve kitabın yorumlarıdır ki bunların her biri her mükellef üzerine kesin huccet ve apaçık delildir. Bu konuda müçtehit, delil sahibi ve taklitçi arasında bir fark düşünülemez. Bu kısmın delil olduğunu inkar etmenin küfrü gerektireceği, düşünülmeye bile gerek olmayan bir gerçektir. Bütün ümmet bilginleri ve fakihler nassları reddetmenin apaçık küfür (küfr-i sarih) olması konusunda icma` etmişlerdir. Bu sebeple dünyada yüz bin müçtehit bulunsa bunların dışına çıkamazlar. “Ahkam-ı İslamiyye ve İctihad”* adlı makalemizde ifade ettiğimiz gibi İslam hükümlerinin temeli olacak şeylerin tamamı Kur’an-ı Kerîm, sahih hadisler ve icma` ile sabittir. Bu çeşit hükümlerde her Müslüman hangi mezhep ve tarikate bağlı olursa olsun doğrudan doğruya Kitap ve Sünnete uymakla görevlidir. Bunların içtihada bağlı olan yönleri yoktur. “Ama Kitabın zahiri ve Sünnetle sabit olmayan hüküm, icmâ` yoluyla da bilinmeyecek olursa o zaman ehil ve erbab olanlara içtihat etmek, hüküm belirtilmemiş alanda (meskûtün anh) –belirli ve düzenli bir şekille- hüküm belirtilen alana (mantukun bih) katma veya başka bir yol ile hüküm çıkarmak (istinbât) vacip olur. Taklit zorunluluğu olanların da onlara müracaat ederek öğrenmeleri gerekir.” İkinci Kısım: Fıkıh Usûlünde Hafî, Müşkil ve Mücmel olarak isimlendirilen kısımlar, nazm ile tahsis ihtimaline maruz olan genel sigaları ve mutlak, mukayyet veya başka bir yönle çelişik bulunan şer`î delillerdir ki bunlar ile istidlâl fıkıh ve içtihât erbapları ile ince kavrayış ve hüküm çıkarma yeteneği olanların özelliklerindendir. Zira hafî ile müşkilin izahı, mücmel hakkında sözlü ve fiili olarak vârit olan Şâriin açıklamalarının belirlenmesi, aynı şekilde geneli özelleştirilmesi (âmmın tahsisi) ve sınırsızın sınırlandırılması (mutlakın takyidi), çelişkinin ortadan kaldırılması hakkında güvenilir kabul edilen şartların incelenmesi ve gerektiğinde kıyas yoluyla furû`un usule katılması hükümlerine dair bütün ayet ve hadisleri kapsamakla beraber belirlenmiş usul kurallarının uygulanmasında tam bir yeteneğe sahip olmayı gerektirir. Sadece rahmet kabul edilen, mezheplerin ihtilafları işte hep bu noktaya dair olup bundan dolayı * Sırat-ı Müstakîm, Cild: II, aded: 27-28-29. (Sadeleştiren) 180 Manastırlı İsmail Hakkı hiçbir fert başka bir ferdi küfürle itham etme, aşağılama hak ve salahiyetini haiz değildir. Belki her müctehit güç ve takati derecesinde gayret sarf ettiği takdirde Allah katında ve halk katında doğruyu bulmuş (musib) olur; eğer hatası ortaya çıkarsa özürlü (mazur) sayılır, yine sevabı hak etmiş olur. Buna dair pek çok sahih hadis vardır. Özetle içtihat kapısının açık bulunmasından zerre kadar telaş etmeyiz. Bundan dolayı mevcut mezheplerden belirlenmiş bulunan şer`î meselelerimize zarar gelmeyeceğine eminiz. Aksine İslam aleminde bütüncül faydalar sağlayacağını ümit ediyoruz. Evet! Bugün binlerce müçtehit bir araya gelse dört mezhep tarafından icma ile kabul edilmiş bulunan bir meseleyi değiştirip, yerine başka bir şey koyamazlar. Yalnız hilâfiyyât meselelerinde insanlara en uygun olanları tercih salahiyetine sahip olurlar, bir de açıkça zikredilmeyen hükümleri kıyas ile ortaya koyabilirler ki bunlar zaten bizim de isteğimizdir. Nasıl ki önceden ortaya çıkan içtihat ehli kimselerde bundan başka tesir görememişlerdir. Bu halde Müceyyeb Fadıl’ın buyurduğu gibi içtihat kapısının kapandığı davasına kalkışan, sadece şeriatın çeşitli ihtiyaçlar karşısında yetersizliğini düşünmüş olur. Ayrıca bir çok ticari işlerin geri kalması gibi zararlı neticeleri doğuracağını iddia etmek olacağı açıklamaya gerek bırakmayacak kadar belirgindir. Bu ise Hz. Muhammed’in şeriatına dostluk değil, açıktan açığa istibdat zamanında taraftar olanların yapabileceği bir iştir..