CONTEMPORARY ISTANBUL Dünyan›n herhangi bir yeri... EK‹M 2017 SAYI 7 15. ‹stanbul Bienali ( www.kitabinortasi.com PIYANO ÇALARKEN MUZIGIN KENDISI OLUYORUM ANJELIKA AKBAR ( MUTLULUGUN ÖYKÜSÜNÜ YAZMAK IMKÂNSIZ RAS‹M ÖZDENÖREN EKİM 2017 - SAYI 7 İÇİNDEKİLER 06 13 KİTAP RÖPORTAJ KÜRESEL BARIfi DARBEN‹N AYAK SESLER‹ 58 V‹ZYONU ‹HANET VE D‹REN‹fi DOSYA SULTAN II: 14 ALMAN EDEB‹YATÇI ABDÜLHAM‹T THOMAS BERNHARD’IN 26 YAfiAMI TAHAKKÜMCÜ B‹R PAD‹fiAH MI KAHRAMAN MI? 16 18 KARGAfiADAK‹ ‹fi DÜNYASINDA DÜNYA 53 VE BÜYÜME GELECEKTEN BEY‹N ÖYKÜLER‹ EĞİTİM KAPAK KONUSU 19 ‹Ç‹M DIfiIM B‹R 36 68’‹ YEN‹DEN 20 ‘‘MUTLULU⁄UN ÖYKÜSÜNÜ YAZMAK ‹MKANSIZ’’ 62 OKUMAK 49 THEO’YA MEKTUPLAR 57 KONGO’YA A⁄IT 66 ÇA⁄A UYUM B‹R S‹STEM TARTIfiMASI BÖLGE UZMANI YET‹fiT‹RME PROGRAMI SİNEMA 44 ‘’‹NSANLAR ‹Ç BARIfiA KAVUfiTUKLARINDA DÜNYADAK‹ SAVAfiLAR B‹TER’’ 64 ELLY HAKKINDA RESİM 35 OSMANLININ ‹LK KADIN RESSAMI: MÜF‹DE KADR‹ KÜNYE BİLİMEVİ BASIN YAYIN A.Ş. ADINA İMTİYAZ SAHİBİ VE SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ Ömer DİKBAŞ EDİTÖRYEL DİREKTÖR KREATİF DİREKTÖR ONLINE EDİTÖR DIŞARIDAN KATKI SAĞLAYANLAR YAYIN KURULU MALİ VE İDARİ İŞLER KURUCU Serra KARAÇAM Eyüp KOÇAK Alfrida LİLA Kübra SÖNMEZIŞIK, Sevinç SATIROĞLU Beytullah ÇAKIR, Deniz BOZ Deniz ERSOY, Gülsün UÇAR, Serra KARAÇAM Bilal DEMİRTAŞ Bilimevi Basın Yayın A.Ş. 2017 EDİTÖRYEL VE REKLAM OFİSİ İLETİŞİM Editöryel: [email protected] Reklam: [email protected] www.kitabinortasi.com ADRES PK 15 Üsküdar - İSTANBUL T: 0216 339 45 45 F: 0216 339 45 49 İZİNLER BASKI - CİLT Okullar, eğitim ve kültür-sanat alanında ve dini sahada, kar amacı gütmeyen dernek ve vakıf gibi kurumlarda, makale içerikleri sınıfbaşı 100 adet ve kurum başı 1000 adedi geçmemek kaydı ile kaynaklı şekilde fotokopi yapılabilir. Dijital ortamlarda makale içerikleri kaynak belirtilerek kullanılabilir. Erkam Yayın San. ve Tic. A.Ş. www.kitabinortasi.com.dijital dergi olarak yoluna devam etmeyi planlar. Sorularınız için [email protected] Süreli yayındır. Okumayı ve Yazmayı Sevenler www.kitabınortası.com sizlerin kitap eleştirilerini, yorumlarını, 4000 vuruşu geçmeyen yazılarını ve şiir denemelerini beklemekte. Yazılarınız editörlerimiz tarafından değerlendirilerek platformumuza taşınacak. Katkılarınız için: [email protected] EDİTÖRDEN Merhaba, Ekim ayı, İstanbul kültür ve sanat camiası açısından son derece hareketli. 12. İstanbul Contemporary Çağdaş Sanat Fuarı ile İKSV’nin düzenlediği 15. İstanbul Bienali eşzamanlı olarak gerçekleştiriliyor. Bienalin teması ‘İyi Komşu’ olurken, kapsamında yer alan sergilerde de buna uygun sanat çalışmaları yer aldı. Yaşadığınız yer, eviniz, komşularınız… İyi bir komşu ne yapar ne yapmaz? Bienalde bir yandan mülteciler için sınır komşusu olan ülkelerin önemine dikkat çekilirken, diğer yandan sığınmacıların kaçış temaları üzerinden ilerleyen işler de gördük. Bienaldeki bazı çalışmalar, mülteci kamplarındaki yerleşik olmama ve derme çatmalığı sergilemekle birlikte; bu alanda atılan adımların eksikliğini vurgulayan, sert mesaja sahip yeterli örneklerin bulunmadığı yorumu da yapıldı. Türkiye ve dünyadan pek çok özel galerinin katıldığı Contemporary İstanbul’a gelince, pahalı çağdaş sanat eserlerinin yanı sıra toplumsal mesaja sahip önemli enstalasyonlar da sergilendi. Bireysel silahsızlanma mesajı veren çalışmalardan, yıkık kent enstalasyonlarına kadar şiddetin sonuçlarını ve enkazı resmeden bazı çalışmalar dikkat çekti. Contemporary İstanbul kapsamında, her yıl çocuklar için Ülker sponsorluğunda gerçekleştirilen Çocuk Sanat Atölyesi, bu yıl daha da fazla atölye çalışması ile fuarda çocuk sanatçıları ağırladı. Tema ise ‘‘yapmak’’ değil ‘‘olmak’’ şeklinde dikkat çekti. Bir sanat eseri yapmak için, belki de bir sanat eseri olduğunuzu hissetmek gerekir. Ve çocuklar kendilerini, olmak istedikleri bir canlıya, bir sanat eserine dönüştürdüler. Işık ve gölgeyi, boyutları, kolektif çalışmayı deneyimledirler. Bienale de sergiye de farklı ülkelerden yaygın sanatçı katılımı sağlandı. Sanat çevreleri ise her zamanki tavırlarıyla ‘hep görülmüş işler, farklı bir şey yok’ yorumunu yaptı. Dijital işlerde ise artış olduğu gözleniyor. Kitabın Ortası Ekim’de, Türk edebiyatındaki yeri ve aydın düşünceleri ile ışık olmuş Rasim Özdenören ile özel bir söyleşi gerçekleştirdik. Özdenören’i öykü kitaplarının ötesinde, düşünceleri ile tanımak önemli bir vizyon kazandı- rıyor. Aydın olarak tam kitabın ortasından bir netlikte konuşan bir isim. Bir kişi düşünün ki hem ‘silah en son nokta olmalı, kavga etmenin bir bedeli var, bundan kaçınmalı’ diyecek kadar rasyonel bir dış politika çizgisi savunsun hem de ‘sistem tümden değişmeden ve sorunlara kendimize özgü çözüm üretecek özgün bir sistem getirmeden İslâm toplumu sayılmayız’ desin. Sistemin, muhafazakâr bir iktidarın işbaşında olmasıyla gerçekleşen demokratikleşme ve fırsat eşitliğine dair ise ‘kimse bunu bahşetmiş gibi davranamaz’ diye ekliyor. Özdenören ile yapay güneş ışınları ile bronzlaşmayı dahi konuştuk ve ‘Eskiden esmerleşmek köylülüktü, şimdi moda oldu’ dedi. Piyanist ve bestekâr Anjelika Akbar, uzun yıllardır takip ettiğim bir isim. Pek çok sanatçı farklı ruhsal derinliklere ve insana dair farklı bakış açılarına sahip. Anjelika Akbar’ın bunun biraz daha ilerisinde, insanın derin bir ruhani varlık olduğuna vâkıf halini gözlemliyordum. Sanatındaki Doğu-Batı kucaklaşması ve zarafeti, kendisini gizemli kılıyor. Etkinliklerini takip etmek, klasik müziğe farklı bir pencereden bakmanızı da sağlayacaktır. Akbar, insanların içlerinde iç barışı sağlamalarının, savaşların bitmesi için tek yol olduğunu düşünüyor. Gönül dünyasına dair sözleri ise herkesi durup düşünmeye davet ediyor. Zira kalp, Allah’ın evi olmakla birlikte, kutsal bir mekân… Akıl ve duygu ile hareket ederken, daha derine, gönül seviyesine inmeyi konuşuyoruz. Akıl sınırlayıcı mı peki? İdeal hikmet dengesini yakalamak için konuştuklarımız iyi düşünülmesi gerekenlerden... Gelelim kitap dosyalarımıza; Osmanlı tarihinde çok tartışılan 2. Abdülhamid Han’a dair bilinenleri ve bilinmeyenleri kitap dosyamızdaki eserleri okuyarak yeniden harmanlayabilirsiniz. Abdülhamid’in sanata bakışı, ilk ressamlardan Müfide Kadri’den kızına resim dersleri aldırması, Yıldız Sarayı’nda gösterilen opera ve tiyatro gösterileri gibi pek çok detay, önerdiğimiz kitaplardan öğrenilebilir. Bunun yanı sıra Sultan’ın, Batı basınında Türk algısının düzelmesi için ciddi çalışmalar yaptığı da gözlemleniyor. Baskı ile anılan Sultan, hangi koşullarda hangi uygulamaları neden gerçekleştirdi; anlamak ve karakter yapısını kavramak için okumak gerekiyor. 68 kuşağını yeniden okumaya var mısınız? Türkiye’de 12 Eylül’ü anlamadan önce bu kuşağı anlamak gerekiyor. Bu kuşağın taleplerini, bağlantılarına dair ithamları, samimiyetleri yargılamadan anlamak adına dönemin ruhunu, dünyadaki gelişmeleri okumak gerekli. Beytullah Çakır’ın sorduğu gibi “Türkiye’nin tam bağımsızlığı için mücadele veren birer halk kahramanı” mıydılar yoksa “Devletine ve milletinin kutsal değerlerine düşman hayalperest birer piyon” mu? Bu konuda kitaplara baktığımızda, tıpkı darbe romanları dediğimiz edebi eserlerde olduğu gibi dönemin tanıklığını yapmış kendini İslâmi camiaya yakın hisseden bir yazarın kaleminden her hangi bireser olmadığını görüyoruz. ABD dış politikasını yönlendirdiği konuşulan önemli düşünce kuruluşlarından, Foreign Affairs dergisini de çıkaran Dış İlişkiler Konseyi’nin (Council On Foreign Relations) başkanı Richard Haass’ın ‘Kargaşadaki Dünya, World İn Disarray’ başlıklı kitabını sizler için Vakkas Doğantekin yazdı. Yeni dünya sistemi neyi öngörüyor merak edenlere… Finans alanından girdiği iş dünyasının pek çok alanda ilerleyen işadamı Hüsnü Özyeğin’in hayatını anlatan Rıdvan Akar, ‘‘Bir Dünya Kurmak’’ kitabı ile Platin Dergisi İş kitapları kategorisinde “Yılın en iyi otobiyografisi” seçildi. Hayat dersi almak için okuyabilirsiniz. Özyeğin, Girit mübadili aile köklerine sahip, tüm okul ve meslek tercihlerini kendisi yapmış, hayata önceliklerini ise ‘eşim, çocuklarım, işim’ diye sıralayan bir isim... Tasarruf ise genç yaşında özen gösterdiği bir nokta olarak karşımıza çıkmakta. Ayrıca iş dünyasına dair ufkunuzu açacak, çağın dijital dönüşümünde iş modellerini kavramanızı, zamanı daha iyi yönetmenizi sağlayacak temel üç önemli kitabı da dikkate almanızı tavsiye ederim. Van Gogh, hepinizin bildiği bir ressam. Onun ruh dünyasını yansıtan ve içindeki fırtınaları dile getiren kardeşi Theo’ya yazdığı mektuplar kitaplaştırıldı. Aşktan sanata pek çok kavramı tanımlamak için okunmalı. KO Ekim, yine dopdolu… Psikolojiden kişisel gelişime, gerilimden siyasete, içerikteki her şey sizin için özenle derlendi. Sanat ve kitap ile dolu, kendiniz ve dünya ile barışık, farkında bir sezon başlangıcı olması dileklerimle… Keyifli Okumalar... Serra KARAÇAM KİTAP/POLİTİKA Küresel Barış Vizyonu Recep Tayyip Erdoğan Medeniyetler İttifakı Yayınları tarafından, 2012 yılında yayına sunulan “Küresel Barış Vizyonu” adlı eser, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın katıldığı forumlar ve toplantılarda yaptığı konuşmaları içermektedir. Medeniyetler İttifakı Türkiye Eşgüdüm Komitesi Başkanı Prof. Dr. Bekir Karlığa tarafından derlenen eser, ‘Yeni Bir Küresel Medeniyet Yaklaşımı’, ‘Bir Küresel İnsanlık Projesi: Medeniyetler İttifakı’, ‘Küresel Açılım’, ‘Köprüler İnşa Etmek’ şeklinde bölümlere ayrılarak okura ilgili konu çevresinde bütünlük sunuyor. 15 yıldır iktidarda olan bir partinin kurucusu, günümüzde Cumhurbaşkanı olarak görevine devam eden, Türkiye’nin belki de en çok konuşulan, en çok beğenilen, en çok eleştirilen siyasi ismi Recep Tayyip Erdoğan’ın küresel barış tanımına, küresel barış için yapılması planlananlara ve yapılanlara, bu amaç üzere kurulan ittifak ve kuruluşlara ilişkin konuşmalarından 6 oluşan kitap, insanlığın geleceğine dair bir vizyon ortaya koymakta. Günümüzde G-20 toplantıları üzerinden değinilen konular, Uluslararası Örgütlerin rolüne dair tartışmalar, uluslararası kamuoyunca genellikle samimi bulunmuyor. Erdoğan’ın bu yapılara dair ‘Dünya beşten büyüktür’ söylemi de oldukça popüler olmuştu. Dünyayı yönetim biçimi açısından yeniden şekillendirme, ülkeleri tek bir devletüstü güce entegre etme gibi söylemlerin analizlere hâkim olduğu günümüzde, amaçlananın ‘Küresel Barış’tan ziyade sömürü düzenini kolaylaştırmak olduğu düşünülebilir. Milletlerin refah seviyelerini ve geleceklerini korumayı amaçlayan devletler ve bölgesel birlikler, mücadelelerini sürdürürken; barış kavramı, çatışmaların çözümü ve medeniyetler arası bir ittifak ile insanlık paydasında buluşabilme özlemi ve arayışı derinleşmekte. Medeniyet Çatışması ile şekillenen coğrafyalarda ayrılık ve kaos yerine barış mümkün mü? Cumhurbaşkanı Erdoğan eserde, Küresel Barış amaçlanarak kurulan, devletlerarası barışı çoğulculuk ve çeşitliliği bir avantaja dönüştürerek geliştirmeyi hedefleyen Medeniyetler İttifakı için tüm konuşmalarının ana temasını yansıtan şu ifadeleri kullanır: “… Sonuç olarak; tutkulu bir kalbe, sarsılmaz bir kararlılığa ve yeni bir zihniyete ihtiyaç vardır. Ulusal stratejimiz, bu üç unsuru tutarlı bir biçimle bir araya getirerek Medeniyetler İttifakı’nın değerlerine ve hedeflerine yönelik projeler ve faaliyetler gerçekleştirmeyi amaçlamaktadır. Stratejimizi yönlendiren ve eylemlerimizi teşvik eden temel kavram ve ölçütler; çoğulculuk ve çeşitlilik, dostluk ve işbirliği, diyalog ve anlayış, insan onuru ve cinsiyet eşitliğine saygıdır.” SANAT/FUAR Modern Sanatın İstanbul Çıkartması 15. İstanbul Bienali, 12. Contemporary Istanbul sanat fuarı, Ai Weiwei sergisi ve daha pek çok sanat etkinliği için dünya sanat çevresi İstanbul’da buluştu. tunuz’ enstalasyonu, ‘Vatandaşlar İçin Silahlar’ Contemporary Istanbul layıcılık ve kendini tehlikelerden savunmak için adlı çalışma dikkat çekenlerden sadece birkaçı. Vatandaşlar İçin Silahlar Taş Devri’nden beri insanoğlu; avcılık, toparaçlar kullandı. Zaman içinde bu araçlar silahlara dönüştü. Silahlar çoğunlukla güç ve hâkimiyet sembolü olarak görülür. İnsanın doğasından gelen şiddetin etkisi ile silah tutkusu bireysel korunmadan, bilinmeyen korkusunu yok etmeye doğru çeşitli anlamlar kazanmıştır. Bu olgu toplumda silahlanmanın gelişimine yol açtı. ‘Vatandaşlar İçin Silahlar’ sergisi Tayland’ın kırsal kesimlerindeki zanaatkârların umutlarını, korkularını, hayallerini ve depresyonlarını öne çıkarıyor. Sanatçı ve zanaatkâr arasındaki bağ, hızla değişen dünyada günlük ‘‘Yoktunuz’’ enstalasyonunda sanatçı, geçmişin kaçınılmazlığının ancak şiddet ya da sembolik ve maddi yok etmeyle bastırılabilir olduğu söyleminden yola çıkar*... hayatın sorunları, iyi bir yaşama ulaşmadaki engeller ve kapitalizm odaklı kültürde hayatta kalma mücadelesine odaklanıyor. Çağdaş sanat fuarı, Contemporary İstan- risi... 10 yıldır düzenlenen CI Dialogues, bu yıl bul, her sene olduğu gibi bu senede 12. kez ‘Movement/Hareket’ temasıyla sanatseverle- Yoktunuz Lütfi Kırdar Rumeli Salonu ve İstanbul Kong- rin karşısına çıktı ve teknoloji, mimari, mekân Ahmet Güneştekin, 7 metre uzunluğunda re Merkezi’nde sanatseverlerle buluştu. 5 gün ve tasarım konularını işledi. Uluslararası alan- bir duvarı kaplayan enstalasyonunda yıkık bir süren bu etkinlikte 42’si yabancı olmak üzere, da önde gelen mimar, tasarımcı, akademisyen, şehirden geriye kalan enkazı sergiledi. Tama- toplam 73 galeri yer alırken, yaklaşık 1.500 sa- teorisyen, sanat profesyoneli, sanatçı ve kolek- men siyahın hâkim olduğu çalışmayı, Ertuğrul nat eseri sergilendi. Çağdaş sanat galerileri- siyonerler etkinlikte bir araya gelme fırsatı ya- Özkök’ün ifadeleri gayet iyi aktarıyor: nin eserlerini tek bir çatıda toplayan bu fuar- kalıyor. Teknolojinin etkisinin sanattaki yansı- Burası neresi mi... da en çok ilgi çeken etkinliklerden biri, yarının maları da fuarda dijital ağırlıklı işler üzerinden Dünyanın herhangi bir yeri... hikâyesini anlatan CI Dialogues konferans se- göze çarptı. Fuarda Ahmet Güneştekin’in ‘Yok- Suriye’de bir kasaba... Myanmar’da bir Müslüman mahallesi... Veya Miami’de kasırganın yıktığı yoksul mahallelerden biri... Enstalasyonun adı “Yoktunuz”... İnsanlar ruhsal anavatanlarını, ruhsal yuvalarını bir enkaz altında bıraktığında geriye kalan neyse işte o... Devasa bir hüzün... Ve geriye bizlerin sırtına bir eşek semeri gibi yüklediği bireysel sorumluluk... 7 SANAT/ETKİNLİK ÜLKER ÇOCUK SANAT ATÖLYESİ Çocukların kendilerini her anlamda geliştirebilmeleri için spora olduğu kadar sanata da yönelmelerini önemseyen Ülker bu yılda Contemporary Istanbul’da küçük sanatçıları ağırladı. 8 ‘‘Yapmak’’ Değil, ‘‘Olmak...’’ ler olması için yapılan etkinlikte her bir katı- ATÖLYE 3 Ülker, Çocuk Sanat Atölyesi’ni planlar- lımcı çocuk, bir buçuk saatlik süre ile grup- Resim ve Model Olma ken bu yıl çocukların, sanatın pasif izleyici- lar halinde, bileklerine geçirilen isim etiketli Bir kara tahtanın arkasında sadece yüz- si ya da üreticisi olmak yerine, sanat işinin bilezik ve sanatçıların bulunduğu özel alana leri görünecek şekilde duran çocukların, ar- kendisi ya da eserin bir parçası oldukları bir teslim ediliyor. Farklı alanlarda farklı çalış- kadaşları tarafından bir resmin parçası ha- sürece katılmalarını hedefledi. Amaç, sanatı malar deneyimleyen çocuklar için farklı atöl- line getirildiği atölye çalışmasında çocuklar, “yapmak” değil “olmak” düzeyine getirerek yeler oluşturuldu. Her atölye, farklı bir bakış model olma sabrı, merak, şaşkınlık gibi duy- bir farkındalık yaratmaktı. açısı kazandırmak üzere çalışmalara odakla- guları deneyimlediler. Atölye nacak şekilde planlandı. ATÖLYE 4 çalışmalarının tasarlanmasın- da, içeriklerin kurgulanmasında ve yapılandırılmasında uzman pedagog koordinasyonu ATÖLYE 1 Sanat Eserine Dönüşmek Enstelasyon, Işık ve Gölge Bu atölye çalışmasında çocuklar, boş ile resim, heykel, fotoğraf, illüstrasyon, se- Burada çocuklar, kendilerini bir sanat kutular ve ambalajlardan yararlanarak ha- ramik gibi farklı disiplinlerden gelen sanat- eserine dönüştürdüler. Kendilerine ekle- zırladıkları enstelasyonları ışık yardımıy- çılardan ve eğitimcilerden oluşan 10 kişilik dikleri materyallerle; bir hayvana, meyveye, la duvara yansıttılar. Aynı anda yerleşim sa- bir ekip çalıştı. sebzeye ya da fantastik bir yaratığa dönüş- natının hem somut nesnelerle hem de gölge tüler. ile gerçekleştirilebileceğini fark ettiler. Ken- 2011’den beri her yıl gerçekleştirilen Ül- di gölgelerini, dolayısıyla kendilerini de bu ker Çocuk Sanat Atölyesi 17 binden fazla çocuğu sanatla buluşturdu. Atölye her geçen yıl ATÖLYE 2 enstelasyona dâhil edebildiler. etkinlik içeriğini zenginleştiriyor. Ülker Ço- Kolektif Çalışma ve Video cuk Sanat Atölyesi, çocukların hayal güçleri- Kısa bir filmin içinde olmak isteyen ço- nin ve estetik duygularının gelişimini destek- cukların çok sevdikleri bu çalışmada, stop- “DOODLE” Duvarı leyecek çalışmaların uygulanmasına olanak motion animasyon tekniği kullanıldı. Çocuk- Ülker Çocuk Sanat Atölyesi yazısının içi, sağlıyor. lar grup olarak belirleyecekleri bir tema, rol çocukların çizimlerinin kullanıldığı kolajlar Atölyede çocukların sanatın kendisi veya ve görev paylaşımı ile kolektif bir işe imza at- yapılarak tasarlandı. Çocuklar çizimlerini ya- eserin bir parçası olmaları için tasarlanan et- tılar. Ekrana dönüştürülen bir duvarın önünde pışkanlı asetatlara yaptılar. Eğitimciler/sa- kinlikler yer aldı. Çocukların, küçük yaşta sa- dekor parçalarını hareket ettirerek ve kendi- natçılar, bu çizimleri yazının içine yerleştire- nat sevgisini kazanması ve sanatsever birey- leri de hareket ederek video işleri hazırladılar. cek şekilde keserek şekillendirdiler. ATÖLYE 5 9 12 Eylül 2017 - 28 Ocak 2018 tarihleri arasında ziyaret edilebilir. Ai Weiwei PORSELENE DAİR... “Kendini ifade etmek için bir sebebe ihtiyacın var ama kendini ifade etmen o sebeptir.” diyen dünyaca ünlü sanatçı Ai Weiwei, İstanbul’da sanatseverlerle ve hayranlarıyla bir araya geldi. “Ai Weiwei - Porselene Dair” başlıklı sergi Akbank’ın desteğiyle Sakıp Sabancı Müzesinde açıldı. Bu sergi, çağdaş sanat alanının en etkin figürlerinden olan Ai Weiwei’in Türkiye’de ilk olmakla birlikte dünyada ki ise en kapsamlı kişisel sergisi. ler görünüyor. Pekin şehrinde dünyaya geldi. Sanatı sadece estetik bir uygulama olarak Maddi ve manevi yoksunluklarla büyüdü değil, yeni sorular ortaya atmak için fırsat ola- ancak hayal gücü ve hayatın derinliğini arama rak gören Ai Weiwei, porselen üretimine odak- heyecanı onu sanatçı olmaya götürdü. lanmanın yanı sıra ikonik eserlere de yer veriyor. Ai Weiwei, dünya barışı için çalışan ve üreten bir sanatçı. Bugünün dünyasındaki trajedileri eserlerine yansıtarak barışçıl tavrını göstermekten de eksik kalmıyor. Sergi “Sanat hayattır, hayat sanattır” anlayışı doğrultusunda aslında sanatçının yaşam öyküsünün izlerini takip ediyor. Ai Weiwei, Nobel adaylığı olan şair Ai Quing ve Gao Ying’in oğlu olarak 1957’de Çin’in Heykeltraş ve insan hakları aktivisti olarak bilinen Weivei, hükümete muhalifliği ile tanınıyor. Ai Weiwei muhalifliği nedeniyle babasıyla aynı kaderi paylaşarak sürekli polisin baskısına maruz kalmıştı. 2008’de Sichuan’da gerçekleşen deprem üzerine yaptığı araştırmalarda evlerin depreme dayanıksız yapıldığını söyledi ve bunun içi hükümeti suçladı. Ardından eleştirel eserler yaptı. Ama tüm bunlara karşı hükümet de sessiz kalmadı. İftira atmakla suçlandı, pasaportuna el konuldu, ev hapsine mahkûm edildi. Üç kata yayılan ve 100’ü aşkın eserin yer Polis saldırısına uğramasına rağmen yine aldığı sergi, sanatçının porselen üretimine de ne sanattan ne de düşüncelerinden vazgeç- odaklanıyor. Dev porselen eserlerin yanı sıra meye niyeti vardı video, duvar kâğıdı ve fotoğrafları da sergi kapsamında yer alıyor. 2011’de Şanghay’da bulunan stüdyosunun yıkılması nedeniyle, yeni stüdyosunu Berlin’de İstanbul için özel olarak ürettiği yeni eser- açtı. Ailesiyle birlikte yaşamını Berlin’de sür- lerini de kapsayan seçkiyle, sanatçının dünya- düren sanatçı dünyanın dört bir yanında ser- sının keşfedilebileceği benzersiz bir ortam su- giler açıyor. Ai Weiwei, Hrant Dink Vakfı ta- nuluyor. Sanat eserlerinde hem Çin el sanatlar rafından bu yıl 9.su düzenlenen ‘’Hrant Dink geleneğinden hem de Batı sanat tarihinden iz- Ödülü’’nü alan isim oldu. 10 15. İstanbul Bienali İYİ BİR KOMŞU... İYİ BİR KOMŞU SİZİN GİBİ YAŞAYAN BİRİSİ MİDİR? SİZİ RAHAT BIRAKAN BİRİSİ MİDİR? NADİREN GÖRDÜĞÜNÜZ BİRİSİ MİDİR? KORKMADIĞINIZ BİR YABANCI MIDIR? DAHA YENİ TAŞINMIŞ BİRİSİ MİDİR? ÇOK ŞEY Mİ İSTEMEKTİR? FACEBOOK’TA ARKADAŞIN MIDIR? HASTAYKEN SİZE YEMEK YAPAR MI? Dünyanın gözünü kulağını İstanbul’a çe- 12 Eylül 2017 - 28 Ocak 2018 tarihleri arasında ziyaret edilebilir. virecek bir başka sanat etkinliği de 15. İstanbul Bienali sanat etkinliği. Bienal’in tanıtım afişlerinde yer alan yukarıdaki sorular, temanın amacını da aktarmış oluyor. İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından Koç Holding sponsorluğunda düzenlenen 15. İstanbul Bienali, 16 Eylül - 12 Kasım tarihleri arasında gerçekleştirilecek. Birbirine komşu mekânlarda yer alacak serginin yanı sıra bir dizi performans ve konuşma da düzenlenecek. Bienale 32 ülkeden 56 sanatçı 150 eser ile katılıyor. Bienal sanatseverlerin bir kesimi tarafından, ‘izleyicilerin aşina olduğu’ bir bienal olmakla ve iyi komşu olmak için gerekenleri öğretmesi açısından başarılı, ancak konuyla ilgili mülteci meselesini ele alan çalışmalar açısından yetersiz olarak değerlendirildi. kişisel kimlik ve hareketlilik ile gezicilik du- me botlardan oluşan enstalasyonu bienalin rumlarının nasıl üst üste bindiğini gösteren iyi işleri arasında gösterildi. Özel Mülkiyet- mekânsal çalışmasını İstanbul Bienali için sizlik ve Ahpablar olarak da isimlendirilen üretti. Sanatçı, eserine; bugün ki yaşamınızı çalışma, farklı medya konseptleri ve filmler- nasıl sürdürdüğünüz, kendi alanınızda nasıl den oluşuyor. bir hayat sürdüğünüzü düşünerek bakmanızı Toplama Merkezi Galata Rum Okulu öneriyor. Bu anlamada, Seul’deki evinin bi- Sergi Mekanları rebir kopyasını üreten sanatçı, bu eseri tava- Komşuluk ve sınırlar üzerine sorular na astı. Dolayısıyla gezerken, sanatçının evi- soran Bienal sergileri, nin kopyasını üstünüzde seyrediyorsunuz. Galata Özel Rum Okulu, Pera Müzesi, Kü- İstanbul Modern, çük Mustafa Paşa Hamamı, ARK Kültür gibi mekânlarda gerçekleşiyor. Chicago, Mosko- lerden sanki New York metrosuna geçer gibi Boşluk Korkusu Pera Müzesi geçtiğiniz mekânsal çalışmada, alanın etra- Bienal kapsamında Alejandro Almanza lerde de açık havada ‘İyi Komşu’ kampanya- fı, mülteci kampları ve evsizlerin kullandı- Pereda’nın 2010 yılından beri oluşturduğu ğı saç levha ile çevrilmiş. Sıra ile turnikeden Boşluk Korkusu ‘Horror Vacui’ sergisi Pera Dünya çok hızlı bir şehirleşme sürecin- girilen bu etrafı kapalı göçebe yaşam alanı, Müzesinde gezilebilir. Çalışmalarının konu- de geçerken, mahalleler ve ev içi yaşantı- kendilerine ait bir mekâna ait ve sahip olan sunu ‘‘Yıkıma uğrayan nesnelerde bir gü- lar dünyanın her yerinde günden güne kök- kişilere, benzer yerlerde yaşamak zorunda zellik bulmak’’ olarak aktaran Meksikalı sa- lü değişimlere uğramakta. Büyük şehirlerin olanların hissettikleri aktarılıyor. natçı, bakanı hoşnut bırakmaktan değil, ona demografik yapısı hızla değişiyor. Bu durum- kafa tutmaktan mutlu olduğunu söylüyor. da toplulukların da değişime uğraması söz Demir parmaklık gibi yüksek turnike- Objelerin Sessizliği ve Belagatı İstanbul Modern Komşuluğun yaşanılan yer ile başladığını ifade eden Koreli sanatçı Young Jun Tak, va, Seul, Plovidv, Sidney, Milano gibi şehirsı düzenlenerek bienal tanıtıldı. konusu. Kaçınılmaz olan bu değişimler, “iyi Wilkommen Varsayımı Küçük Mustafa Paşa Hamamı bir komşu”nun kim olduğunu konuşmamı- Stephen G. Rhodes’in, lunapark ve şiş- olup olmadığını sorgulamamızı hatırlatıyor. zı, aynı zamanda kendimizin “iyi bir komşu” 11 Çağdaş Sanat ve Varlıkların Hayale Bürünmüş İzlenimleri Contemporary Istanbul, sanatın ve estetiğin günümüz koşullarının ve anlayışının, nereden nereye ve neyden neye dönüştüğü ile ilgili derin ipuçları sunuyor. Deniz Boz Çağdaş sanat dediğimiz kavramın ortaya çıkışı aynı zamanda modern dünya bağlamda uyandırdığı izlenimler, sanatın öğesi olarak kabul edilmiştir. nın farklı yerlerinde buluşmaya başladılar. dediğimiz durumun ortaya çıkışı ile bera- - Anlam belirginliğinden çok kapalılık Bu sene ülkemizde 15.’si gerçekleş- ber gerçekleşmiştir. Modern dünya, insan- yeğlenmiştir anlamın yoruma uygun olma- mekte olan İstanbul Bianeli ve aynı zaman- lık tarihinde üretim ve tüketim ilişkilerinin, sı beklenmiştir. da birçok kurumun bünyesinde gerçekle- bununla beraber; felsefe, sosyoloji, sanat ve birçok şeyin yeniden üretilmesi ile ilgili yansıtmak değildir. - “Sanat için sanat” ilkesi benimsen- bir süreci içerir. Aynı - Sanatın amacı birtakım gerçekleri larla yüz yüze kaldığını unutmayalım. Bu ortamda sanatın da bu yeni duruma cevap vermesi gerekliydi. Oluşan yeni durum, bazı şeylerin temellerinin ve alışıla gelmiş İstanbul’u bu konuda ilgi odağı haline getirmiş durumda. Akbank’ın desteği ile 12.si gerçekleşen Contemporary Istanbul, farklı miştir. zamanda dünyanın yeni sorun- şen çağdaş sanatlar sergileri ve fuarları, - Gerçekler kişilere göre değişir ve kişisel değer kazanır. - Işık ve renk kaynaklı görsel izlenimler, şiirde önemli bir yer tutar. ve renkli temaları ile sanatseverlerin karşısına çıktı. Fuarda birçok eserin ve etkinliğin gerçekleştiği alanda takdir edilmesi gereken en anlamlı etkinlik Ülker çocuk sanat atölyesiydi. anlatım biçimlerinin cevaplandırılması ve Yukarıda saydığımız özellikler, klasik yeniden üretilmesi ile ilgili bir devinim ka- ve modern resim anlayışında ayrışma sağ- Dört elementin yani toprak, hava, su zanmalıydı. layacak nitelikte bir kuramsal yapılanma ve ateşin birlikte oluşturduğu heykel ser- içindedir. Ayrıca beraberinde birçok sanat gisi de ayrıca dikkat çekti. Serginin küra- akımının doğmasına kaynaklık edecektir. törlüğünü yapan Prof. Hasan Bülent Kah- Çağdaş sanat dediğimiz kavramın ne olduğunu görmek ve anlamak için bu sürecin gözlemlenmesi gerekli. Artık raman, 4 elementin heykeli oluşturmaya dünya farklı bir yerdir ve ken- 19. yy ortalarında ortaya çıkan emp- dine has farklı sorunlarla karşı karşıya- resyonizim akımı, sanat ve estetik anlayışı dır. Sanayi, kalkınma, çevre kirliliği, işsiz- bakımından ortaya çıkan bu yeni durumu- lik, sağlık, kent, şehir, fabrikalar, savaş ve ma cevap verecek nitelikleri taşımaktaydı. yıkımlar ve bireyselleşme… Monet ile başlayan bu süreç, hızlı bir şekil- yetmeyeceğini, heykel için hayal gücünün de gerektiğini düşünüyor. Taylandlı sanatçı Anon Poirot “Vatandaşlar İçin Silahlar” Enstalasyonunda; günümüz toplumlarının, içinde bulunduğu de gelişerek; resim, mimari ve birçok sa- Sanat ve estetik kuramları ya da sa- nat dalının farklı bir biçimde yapılanması- natçıların; yüz yüze kaldığı ve cevaplanma- lerinde nasıl bir donuklaşma ve nasıl bir na olanak tanıdı. sı gereken sorunları bunlardır. depresyon haline vardığını anlatmaya ça- Empresyonizmin genel özellikleri- 1895’ten sosyo-ekonomik durumu, bu durumun iç- lışmıştır. beri yapılan en eski bienal ne göre; dış dünyada görülen varlığın ger- olan Venedik Bienali kapsamında yapı- Contemporary Istanbul yukarıda bah- çek yönü değil, kişide bıraktığı izlenimler lan etkinlikler, hem bu kuramsal duruma settiğimiz gibi sanatın ve estetik algının, önemlidir. Bu nedenle anlatılan, dış dünya hem de biçimsel anlamda yukardaki duru- renklerin, kadrajın yok olup başka bir şeye değil, dış dünyadaki varlıkların hayale bü- ma derli toplu bir açıklama getirerek, her dönüştüğünün; dünyanın, yeni sorunları ile rünmüş izlenimleridir. Aslında dış âleme, iki yılda bir dünyanın farklı yerlerinde bir yeni imkânlarının birleştiği bir alana dö- oradaki varlıklara ve nesnelere karşı ilgi- çok sanatçının ve sanatseverlerin katılımı nüşmesinin, insanlık tarihinin ve bununla sizdirler. ile bir çaba olarak doğmuştur. Uluslarara- beraber sanat ve estetiğin nasıl bir evrim sı olan bienaller ile sanatseverler dünya- geçirdiğinin de kanıtı gibi... - Varlığın; sanatçıda, içinde bulunulan 12 KİTAP/POLİTİKA İhanet ve Direniş Reşat Petek Kitapta, “Yüzyılın ihaneti” olarak tanımlanan 15 Temmuz darbe girişimini gerçekleştiren FETÖ’nün lideri Fethullah Gülen tüm yönleriyle anlatılmıştır. Fethullah Gülen kimdir? Gülen’in Masonlarla ve diğer gizli örgütleri bağlantıları neydi? Neden ABD’ye kaçtı? Fethullah Gülen örgütü, devlet içine nasıl sızdı? Tüm bu soruların cevabı 15 Temmuz Darbe Araştırma Komisyonu Başkanı Reşat Petek’in kaleminden… “Paralel Yapılanmadan Milletin Yapılanmasına” diyen Petek, kitabında “1 Numara”sının Fethullah Gülen olduğu, 15 Temmuz darbe girişimini tüm detayları ele aldı. Her on yılda bir adeta ülkenin kaderi haline gelen darbelerle, Türkiye ve insanları her defasında en az 10 yıl geriye götürüldü. Farklı dönemlerde farklı dinamikler ve aktörlerle gerçekleştirilen müdahaleler ile ül- kenin enerjisi, yetenekleri, siyaset üretip daha da ileriye gitmesi ve daha güçlü bir ülke haline gelmesi sanki gizli “bir el” yönetiminde organize bir şekilde engelleniyordu. Türkiye’nin 1960’lardan beri ismini bildiği ve özellikle 80’li yıllardan başlayarak hem toplum hem siyaset hem de sivil toplum kuruluşları nezdinde büyük itibar gören bir ‘din adamı’ ve onun etrafında toplanan cemaat… Bir plan dâhilinde on yıllar içinde sinsi bir sabırla adım adım ele geçirdikleri gücü kullanarak “Yüzyılın ihaneti’’ sayılan bir darbe yapmaya kalkıştı. Bu hain çete, ülkenin günahsız insanlarına kurşun sıkacak, Meclisi’ni bombalayacak, ordusunun Genelkurmay Başkanı’nı makamında derdest edecek, ülkenin seçilmiş hükümetini yıkmaya yeltenecek ve Cumhurbaşkanına suikast düzenlemek üzere cinayet timini harekete geçirecek kadar gözünü karartmıştı. Bu hain çetenin başında “Hocaefendi” olarak anılan Fethullah Gülen vardı. Reşat Petek Kimdir? Reşat Petek, Yozgat Cumhuriyet Başsavcısı iken, başörtülü öğrencileri üniversiteye almayan Erciyes Üniversitesi Rektörü ve Yozgat Fen Edebiyat Fakültesi Dekanı haklarında “Kanunsuz emir vererek eğitim özgürlüğünü engellemek” suçundan soruşturma yaparak, ilk defa kamu davası açmasıyla tanındı. Ak Parti Burdur Milletvekili olan Petek, “15 Temmuz Araştırma Komisyonu” Başkanlığına atanmış, önceki dönemlerde Ergenekon ve Balyoz davalarının savunuculuğu yönünde beyanları nedeniyle de medya tarafından hedefe oturtulmuştu. Petek, komisyonda ifade verecek kişiler noktasında da kamuoyundan ağır baskılar gördü. Halife Hz. Ali (r.a.), kendisinden ayrılmalarının ardından, gerek savaştan önce gerek savaştan sonra Haricilere Müslüman muamelesi yaptı. Eserde, Hz. Ali’nin Şam ile ilgili sefer planları, Muaviye ile ateşkesi ve Nehrevan Savaşı’na dair detayları okumakta mümkün. 13 KİTAP/ALMAN EDEBİYATI IRKÇILIĞIN İÇ YÜZÜ Alman Edebiyatçı Thomas Bernhard’ın Yaşamı Avrupa çapında ırkçılığın ve İslâmofobinin yükselişine farklı ülkelerde gerçekleşen seçimlerin benzer sonuçlarından ve göçmen krizine yönelik birbirinden farklı olmayan dışlayıcı politikalardan aşinayız. Bu tutumu destekleyen Fransa’daki FN geçtiğimiz seçimlerde ikinci sırayı almışken, komşusu Almanya’da benzer kulvarı temsil eden AFD, yakın zamanda belli olan seçim sonuçlarına göre üçüncü sırada yer alarak büyük bir yükseliş göstermiş oldu. Hollanda ve Avusturya’daki aynı kökenden gelen partilerin konumu da farklı değil. Hollandalı ırkçı milletvekili Welders, bu tabloyu Avrupa’nın yeniden doğuşu olarak tanımlıyor. Gerçekten de Avrupa siyasetindeki bu sosyal farklılaşma, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana Avrupa’nın ayrışma yoluyla birleşme yolunda olmasına dair bir temeli teşkil edebilir. Şüphesiz ki öteki karşısında beraberliği ve yeniden doğuşu hazırladığı düşünülen bu farklılaşmanın temeli, günümüzden çok daha öncesine dayanıyor. Avrupa sathında yükselen, ırkçı eğilimler taşıyan siyasal oluşumların en uç noktasını temsil eden Nazizm, rasyonalitenin teknolojiyle cisimleşmesi yoluyla, ırkçılığın toplumsal boyutta sistematik bir yapıya büründüğü bir dönemi oluşturmaktaydı. Yaşlı Kıta Avrupası’nın bu eski toplumsal kültürünün tezahür ettiğini düşünebilmek için güncel olana hapsolmuş bir gözlemde bulunmaktan çok, henüz savaşın hemen ertesinde olup bitenleri incelemek, olmakta olanı anlayabilmek açısından daha sağlıklı bir yol. Almanya’yı yerle bir eden Amerikan bombardımanları, Alman halkının Nazi kültüründen ayrı bir kültür inşa etmelerini 14 1931-1989 arasında yaşayan İkinci Dünya Savaşı sonrası Alman edebiyatının dünya çapındaki önemli yazarlarından Thomas Bernhard, yaşamının son on yılı içerisinde, hayatının ilk yirmi yılını kaleme alır. Eser, çocukluk ve ilk gençlik yıllarına Nazizm’in nasıl tesir ettiğini, savaşın insan hayatını nasıl tarumar ettiğini ortaya koymaktadır. Otobiyografik beşlemesinin ilk kitabı olan “Neden - Bir Değini” ortaokul ve lise yıllarını; “Kiler - Bir Kaçış” liseyi terk edip bir bakkal çırağı olarak geçirdiği zamanları; “Nefes” ve “Soğuk” veremle geçen yıllarını; anlatının son kitabı olan “Çocuk” ise doğumundan ilkokula uzanan yılları kapsamaktadır. sağlayabilmiş miydi? Dilenen özürler, herkesin dil ile olanları ayıplaması, acaba ne kadar gerçekti? İnsanın benliği üzerinde düşünmeksizin siyasetin ve sosyolojinin kökenlerine nüfuz etmenin mümkün olmadığı kanaatini taşıyanlar, arayışlarını sınırlandırmazlar. Toplumsal vaziyeti idrak etmenin başlıca yollarından birisi de bir dönemin koşulları altında doğup büyümüş bireyleri tekil olarak anlama çabasıdır. Bu veçhesiyle edebiyatın varlığı, gündelik sanıların ötesine geçebilmek adına elzemdir. İkinci Dünya Savaşı sonrası Alman Edebiyatının dünya çapındaki önemli yazarlarından Thomas Bernhard, beş ciltlik anlatısında bu hakikati yansıtmaktadır. 1931-1989 arasında yaşayan yazar, yaşamının son on yılı içerisinde, hayatının ilk yirmi yılını kaleme alır. Çocukluk ve ilkgençlik yıllarına Nazizm’in nasıl tesir ettiğini, savaşın insan hayatını nasıl tarumar ettiğini ortaya koymaktadır. Otobiyografik beşlemesinin ilk kitabı olan “Neden - Bir Değini” ortaokul ve lise yıllarını; “Kiler - Bir Kaçış” liseyi terk edip bir bakkal çırağı olarak geçirdiği zamanları; “Nefes” ve “Soğuk” veremle geçen yıllarını; anlatının son kitabı olan “Çocuk” ise doğumundan ilkokula uzanan yılları kapsamaktadır. Salzburg: İntiharlar Başkenti “Neden” adlı ilk cilt, yazarın Salzburg’taki deneyimlerini içerir. Alplerin eteklerinde kurulu bu şehirde Bernhard’ın gördüğü, herkeste hayranlık uyandıran mimarisinin içinde gizli sahte sanatperestlikten ve “kendini habisliğe adamış, adilik ve alçaklıkla do- nanmış” bir insan güruhundan başka bir şeydir değildir. Nasyonal Sosyalist Öğrenci Yurdu yatakhanelerinde geçen bu yıllarında yazar, Salzburg semalarında görülen bombardımanların yarattığı dehşeti tecrübe etmiştir. Bir yandan okulda ve yurtta gördüğü şiddetle, bir yandan da sığınaklardaki keşmekeşle mücadelesinde, karakterinde açığa çıkan direncin sebeplerini dile getirmektedir. İnsan vücudundan kopan parçalar arasından koştuğu sığınakların ölüm kampına dönüşümünü henüz çocuk yaşta öğrenmiştir. Moloz yığınları ve kaçtığı bombaların altında savaşa tanıklık ederken, aynı zamanda hayatın bilincine yaklaşmıştır. Savaşın bitmesiyle Nasyonal Sosyalizmin gündelik hayattaki izleri silinmiş gibi görünse de yerine ikame edilen Katoliklik kültürünün ve Amerikalıların egemenliğinin altında aslında hiçbir şey değişmediğini, ırkçılığın, dışlamanın, bir yapı olarak hâlâ nasıl sapasağlam kaldığını anla- tır. Namlunun yöneldiği hedef sadece Nasyonal Sosyalist Parti’nin politik iktidarı olmuştur; başka bir şey değişmemiştir. Yüksek konumda olanlar yerlerini korumuş, yeni gelenlerin uygulamaları ise sadece kıyafet değişikliğinden ibaret olmuştur. Tersine Gitmek: Çıraklık Yılları “Kiler” ismini taşıyan ikinci ciltte ise Bernhard okula gitme fiilini sorgulamaya başlar. Nasyonal Sosyalizm ve Katolik ahlakı ile şekillenen okul yıllarındaki ileriye, geleceğe doğru gidişteki anlamsızlıklardan bunalan Bernhard’ın yegâne amacı artık tersine gitmektir. Yazar, okulu terk eder ve ait olduğu küçük burjuva kültüründen sıyrılmak adına herkesin kaçtığı, küçümsediği insanların hayatlarıyla iç içe olmak ister. Bu fikirle en azılı suçluların yaşadığı bir mahallede bakkal çırağı olarak işe başlar. “Hayatımın en verimli yılları” olarak nitelediği bu süreçte yazar, küçücük bir bakkal dükkânında, toplumun dışlanmış yüzlerce insanının hayatlarına tanıklık ederek, onlarla komşuluk ilişkisi içerisinde, yaşamı boyunca kendisine tesir eden bir dönem yaşar. Çıraklık yılları ise istemeden son bulur: Bir kar fırtınası esnasında kilere taşımak üzere yüklendiği patates çuvallarını yerleştirdikten sonra hastalanır ve birkaç yılını hastanede geçirmesine sebep olacak akciğer hastalığına tutulur. Bedenin Hastalığı; Ruhun Hastalığı Akciğerindeki hastalık nedeniyle hastaneye yatırılan Bernhard, “Soğuk” adlı ciltte hastaların birbirleriyle ilişkilerini, doktorların hastalara muamelelerini dile getirerek yaşanan yozlaşmayı gözler önüne serer. Hastanenin başhekimi Nazi döneminden beri koltuğundadır, savaş sonrasında da değiştirilmemiştir. Asistanların, sanatoryumu bir ceza evinden farksız kıldığını dile getiren yazar, başhekimin kalın kafalılığına bağlı hükümleri altında yıllar geçirdiğini yazar. Ayrıcalıklı hastaların ilaçları gerekli olan dozda verilmekteyken, Bernhard gibi fakir ve destekten yoksun hastalara verilen doz hiçe yakındır. Hastane öncesindeki hayatının ağırlığı, hastane içerisinde de değişmemiştir. Ne ki bu koşullar Bernhard’ın direncini kırmamış, kendi deyişiyle kendisini dünyaya getirenlerin kökenleri, kendi kökenleri ve insan ile dünya arasındaki bağ hakkında arayış içerisinde olmuştur. Aile fertlerinin her birinin başka yerde doğmuş olması, daima yer değiştirmeleri, kendisine göre ailece yaşadıkları karakteristik huzursuzluğun başlıca sebebi olmuştur. İlk kayıplar ve hayata devam etmek “Nefes”te ise yazar, hastanede geçirdiği zamanların yanı sıra, hayattaki en büyük öğretmeni büyükbabasının ölümünü anlatır. Doktorların acımasızlık ve zihinsel soğukluktan başka bir şey sunmadıkları tedavilerinde, bu iki insanın yaşadığı psikolojik işkence sonucunda büyükbaba gözlerini yummuş; ancak genç Bernhard öğrenmeye, çabalamaya devam etmiştir. Aynı süreçte annesinin ra- him kanserine yakalanmasıyla yazar, yalnızlaşmaktan kurtulamamıştır. Bebeklikten itibaren yalnızlık… “Çocuk” adlı son ciltte Bernhard, babasız geçen çocukluk yıllarını doğumunun ilk anlarından itibaren anlatır. Annesinin çalışmak zorunda kalmasını ve kendisini bırakabileceği bir yer olmadığı için bebeklerin bakıldığı bir tekneye kendisini verdiğini ve hafta sonları görmeye geldiğini yazar. Deniz kokusunu duyduğunda henüz bebekken yaşadığı bu yalnızlığın canlanmasından kaçamaz. Gayrimeşru doğumu ve ardından babasının kendisini reddetmesiyle bakımı annesi tarafından üstlenilir; fakat bu bakım şefkatten çok kırbaçla dövülmekle gerçekleştirilir. Annesinin tüm şiddetine karşın yazar, sevgisinden uzak kalamaz. Annesinin her kırbaç darbesinde aslında kendisini değil; kendisinin yüzünü taşıdığı babasını kırbaçladığını söyler. Henüz altı-yedi yaşındayken bir çamaşır ipini ilmek yapıp boynunu ipe geçirse de ipin kopmasıyla hayatta kalmıştır. Türlü haşarılıkları nedeniyle okuldan alınıp yetiştirme yurduna gönderilir ve Nazizm’in ahlak anlayışını ilkokul sıralarındayken talim eder. Hayatındaki iki önemli insan olan dedesini ve annesini ömrünün ilk yirmi yılı içinde kaybetmiştir. Kimsesi olmadan ve parasızlık içerisinde, savaş koşulları altında hayatını idame etmeye çalışmış; aklın unutulduğu, barbarlığın hüküm sürdüğü harp yılları ve kıtlık zamanlarında çocukluğundan itibaren düşünmekten ve aramaktan ayrılmamıştır. Bernhard’ın duruşu kanıtlamaktadır ki ırkçı kültürün dayatılmasına, Yahudi veya dışlanmış diğer gruplardan olmamasına rağmen çocukluğundan itibaren direnmesini anlamaya yeniden ihtiyaç duyulmakta. Yaşlı kıtanın felaketleri, bir çocuğun gözünden olağanca açıklığıyla ve öfkeyle dillendirilmektedir; ancak yanlışların tekrarlanmayacağı ve büyüyerek devam etmeyeceği ise ne yazık ki gerçeklerden uzak görünmekte. 15 KİTAP/ULUSLARARASI İLİŞKİLER VAKKAS DOĞANTEKİN Kargaşadaki Dünya (World İn Disarray) ULUSLARÜSTÜ EGEMENLİK KAVRAMI VE DEVLETLER ÜSTÜ EGEMEN NİZAM Richard Haass 2017 yılında çıkan kitap, 352 sayfa ve ler arasındaki rekabetin tekrar döndüğünü, ana konuları terörizm, siber güvenlik, nük- BREXİT’in yaşandığı Avrupa’nın istikrarsız leer silahlanma ve iklim değişikliğinin et- olduğunu, dünyanın kargaşa içerisinde yö- kileri. nünü kaybettiğini ve 21. yy’da “Dünya Dü- Dünyanın en etkili Siyonist kuruluşla- ABD dış politikasını yönlendirdiği konuşulan önemli düşünce kuruluşlarından, Foreign Affairs dergisini de çıkaran Dış İlişkiler Konseyi’nin (Council On Foreign Relations) başkanı Richard Haass ‘Kargaşadaki Dünya, World İn Disarray’ başlıklı bir kitap yazdı. Richard Haas, Irak ve Afganistan savaşlarını başlatan George W. Bush döneminde ‘politika planlayıcısı’ olarak çalıştı, 14 yıldır da CFR başkanı. 16 zeni 2.0” ismini verdiği yeni bir işletim sisteminin gerekliliğini vurguluyor. rından birisi olan CFR’nin başkanı Richard Haass, doğru bir işletim sistemiyle Haass, kitabında ana mesaj olarak, 2. Dün- kontrol edilmezse, uluslararası terörizm, ya Savaşı’ndan sonra tasarlanan dünyanın siber savaş, salgın hastalıklar, virüsler, ik- ortadan kalkmaya başladığını, büyük güç- lim değişikliği ve nükleer zenginleşme gibi dünya sahnesine bir kısmı yeni çıkan konuların globalizmi bir tehdit haline getireceğini iddia ediyor. Dış politikaya realist bakışıyla bilinen Haas, çözüm olarak, Avrupa’nın geçmişte içinden çıktığı savaşların ardından tesis ettiği düzeni örnek gösteriyor. Yeni bir uluslarüstü egemenlik kavramını dile getirip, ‘’Devletlerin birbirine karşı sorumlu olduğu ve global tehditler söz konusu olduğunda, devletlerüstü egemen bir nizama tabi oldukları’’ bir sistemin kurulmasını temenni ediyor. Bağımsızlığı diğer devletlere de bağlı olduğu için hiçbir devletin bu uluslararası nizama aykırı hareket etmemesi gerektiğini vurguluyor. Haas, yakın dünya tarihinde 1648’deki Westfalya Anlaşması’nın, 1815’deki Viyana Kongresi’nin, 2. Dünya Savaşı ardından Almanya ve Japonya’daki rejim değişikliklerinin dünyaya istikrar getirdiğini, sınırla- rı ve devletlerin birbirine karşı sorumluluk- başlayan Trump’ın, ABD’yi dünyaya kahka- tiği gibi oynayamazsın, ABD’yi de dahil et- larını belirlediğini ancak 21. yy’da artık yeni ha malzemesi yaptığını, dış politikada ne- mek zorundasın’’ yaptırımları uygulayalım. önlemler alınmasının mecburi olduğunu, ler yapılacağına dair birçok konuda belir- Kurumsal olarak CFR’nin, Trump yö- geçmiş, bugün ve gelecek olarak üç bölü- sizlik olduğunu ve Rusya ile ilişkilerin nor- netiminden bir an önce kurtulmak istediği me ayırdığı kitabında detaylıca işliyor. malleşmesi gerektiğini söylemişti. izlenimini edinmiştim. Panel sonrası sohbetimizde ‘‘Rusya ve Putin ile ilgili istedi- Dolar, Dünya Rezerv Para Birimi Olmaktan Çıkar mı? CFR’nin Putin ve Türkiye Tutumu ğiniz normalleşme sürecini Türkiye ve Erdoğan için neden düşünmüyorsunuz’’ so- Zaman zaman ekonomik tahminler- ABD’nin Putin’i koltuğundan etme mü- rumu geçiştirdi. FETO ile ilgili soruma ise de de bulunan Haas, “ABD’deki borç yükü cadelelerini artık bırakması ve birlikte nasıl tipik bir batılı siyasetçi tavrıyla ‘‘Somut de- artarak devam ederse dolar, dünya rezerv çalışırız buna odaklanmak gerektiğini vur- lil göremiyorum’’ dedi. Vücut dili ve kelime para birimi olmaktan çıkar.” diyor. Böylesi gulayan Haas, Putin ‘Beni devirmek istiyor- tercihleri ‘Türkiye ve Erdoğan ile uğraşıl- bir ekonomik gelişme, sonuçlarıyla ilgili ki- lar’ paranoyasından artık çıkmalı, dedi. Ka- maya devam edilecek’ idi. taplar yazılabilecek çok detaylı ve ehemmi- tıldığı başka programlarda Rusya’ya karşı yetli bir konu. ABD hamlesinin şunlar olması gerektiğini Richard Haass ile kitabı ilk yayınlandığı günlerde, Los Angeles’ta kahvaltılı bir panelde tanışmış, panel sonrasında bire bir sohbet etmiştik. Kitabında yazdıklarını özetleyen panel konuşmasında göreve yeni söylemişti: Richard Haass, CFR başkanı olması hasebiyle ne yazdığı ve söylediği önem ta- 1- NATO’yu savaşa hazır hale getirelim, şıyan biri... “Kargaşadaki Dünya”, bir temenni veya analizden öte, belirli odakların 2- Rusya içindeki Putin karşıtlığını körükleyelim ve hali hazırda tesis etmeye çalıştığı gerçek bir dünya düzeninin işaret fişekleri olma- 3- ‘‘Bu oyunu tek başına, kafana es- sı bakımından son derece önemli bir kitap. KİTAP/POLİTİKA ERDOĞANOFOBİ Siyasette Erdoğan Korkusu Abdülkadir Özkan Pek çok farklı kurumda ve yurtdışında farklı ülkelerde gazetecilik yapmış, düşünce kuruluşlarından farklı araştırma dergilerinde makaleleri yayınlanmış ve Nabi Avcı, Mehmet Görmez gibi isimlerin basın müşavirliğini yürütmüş olan Abdülkadir Özkan; Erdoğanofobi’de Erdoğan karşıtlığı ve düşmanlığını masaya yatırıyor. Siyasette Erdoğan korkusunu ‘siyasal bir hastalık’ olarak tanımlıyor. Erdoğan korkusunun oluşturulmak istendiğini monyasına’ direnen Erdoğan’a karşı ‘‘korku siyase- aktaran kitap, siyasal İslâm’ın iflasını öngören tezler ti’’ üzerinden politik bir dil geliştirmeyi ilke edinme- ile oryantalizmin tahripkâr bakiyesini birlikte yorum- si, iç siyasette Erdoğan korkusunu beslemiştir. Erdo- layarak, oluşan korkunun zeminindeki rolünü sorgu- ğan Batı’nın hedefe oturttuğu bir isim olmuş, ege- luyor. men güçlere meydan okumuştur. Erdoğan korkusu- Erdoğan’ın nun temellerini kronolojik olarak anlatan eser, Erdosiyaset sahnesine çıkışından itiba- ğan iktidarları dönemindeki Davos çıkışından Kürt ren gösterilen tepkiler, siyaset basamaklarını tırman- açılımına ve Erdoğan iktidarları öncesine, ilk siya- dıkça; sırasıyla hazımsızlığa, düşmanlığa ve hastalığa set sahnesinde göründüğü MSP ve Refah Partisi dö- dönüşmüştür. Erdoğan, bünyesinde bulunduğu par- nemine kadar uzanan gelişmeleri; akıcı bir üslup ve tilerde tehlikeli bir rakip olarak endişe uyandırmış, renkli fotoğraf zenginliği ile aktarmakta. Fotoğraf halk ile kurduğu bağ sayesinde ise rakiplerinin önüne yerleşimi ve boyutları ise bir kitap için ideal, olaylara geçmiştir. Yazara göre rakiplerinin, ‘elit zümre hege- dair destek unsuru olarak da isabetli seçilmiş. 17 KİTAP/PSİKOLOJİ Gelecekten Beyin Öyküleri (n) BEYİN BİLİM KURGU ÖYKÜ YARIŞMASI Sinan Canan Zihinsel donanımımız, Hayal Kurmak ve Öyküler... Geleceği bir kurban gibi mi düşünüyorsunuz? Peki, hayal kuruyor musunuz? Nasıl bir gelecek hayal ediyorsunuz? En azından başkalarının kurdukları hayallerden ilham alabilecek cesaretiniz var mı? Türkiye’de Bilimkurgu edebiyatının yok denecek kadar az olduğu tespiti ile yola çıkan Sinan Canan ve n(Beyin) ismini verdiği ekip, “(n)Beyin 1. Bilimkurgu Öykü Yarışmasını” başlattı. Türkiye’nin dört bir yanından gelen hikâyeler, onlara umut verdi. Gelecekten Beyin Öyküleri, işte bu yarışma sonucunda seçilen ilk 21 öykünün bir araya getirilmesinden oluştu. n(Beyin), 2013’ten beri, insan beynini yediden yetmişe tüm meraklılara en anlaşılır ve eğlenceli şekilde anlatan ve anlatmaya devam eden bir popüler bilim dergisi. Aslında kendilerini “Beyin Dergisi” olarak tanımlıyorlar. Beyine dair son araştırmalardan hafızaya, uykudan sinirlerin biyolojik yapısına kadar güncel içeriğe hâkim bir yayıncılık sergiliyorlar. Dergi öncülüğünde “Zihin ve Beyin’’ ana temasıyla 1. (n)Beyin Bilimkurgu Öykü Yarışması davetine, bu kadar kaliteli öyküler18 le katılım olması bir taraftan hayal kurmanın bir taraftan bilim teknoloji alanında yapılabileceklerin önünde sınır olmadığını gösteriyor. 21 öykü, Türk asıllı yazarlarca yazılmış 147 öykü arasından seçildi. Yazarların bazıları dünyanın çeşitli ülkelerinde yaşıyorlar. (n)Beyin dergisi ve internet portalı editörü Buse Kaynarkaya öncülüğünde 6 kişilik seçici jüri öyküleri değerlendirdi. Henüz var olmayan dünyaları ve imkânları hayal etmekten bahseden Sinan Canan, bunun bir meslek olduğunu düşünüyor. “Geleceği daha çok hayal edersek, onu hayallerimize göre inşa edebiliriz” diye de ekliyor. Düşüncenizi Değiştirmek İçin Beyin Çipi... Çok mu şüphecisiniz? Kaygılı bir kişiliğiniz mi var? Beyne takılan küçük bir çiple fikrinizi ve düşünme biçiminizi değiştirdiğinizde, sadece kişiliğinizi değil, estetik ameliyata gerek kalmadan istediğiniz görünüme sahip kişi olabileceksiniz. Beyin dalgalarının gücünü aktaran “Şüphe” adlı ilk öykü bu şekilde başlıyor mesela… Sahip olmak istediğiniz davranış, zihin ve düşünme biçimine ulaşmanızı sağlayacak bir beyin nasıl çalışıyorsa sizin beyninizin o özelliklerini harekete geçiren bölgeleri tetikleyecek uyarıcılar sözkonusu. Bu uyarıcılar ile yapılan müdahaleler, her şey olmayı, farklı düşünmeyi mümkün kılabilir mi gerçekten? Kuşkularınızdan, beyninizin içerisinde sürekli olumsuz konuşan sesten kurtulmak mümkün mü mesela? Bunu kendi enerjiniz ve motivasyonunuzla yapmak belki size zor gelebiliyor. Buna, uygun tıbbi icatlar ile müdahale etmek mümkün olacak mı? Peki, ya kuşkularınız sizi aslında koruyan bir etkiye sahipse? Acaba gerçekten kuşkulu ve meraklı olmayan birine dönüştüğünüzde güvende olabilecek misiniz? Daha mutlu olmak mı kendiniz olmak mı? İşte öyküler, bu gibi hayallerden oluşuyor. Öykülerin çoğu beyin gücünün farkındalığı ve bunun üzerinden geliştirilen teknolojiler üzerinden ilerliyor. İnsan olmaya ve teknolojiye dair ciddi mesajlar ile kafa karıştıran ve muhakkak ki hayal gücünüzü cesaretle yükselten öyküler... KİTAP/PSİKOLOJİ İçim Dışım Bir RUH, BEDEN, ZİHİN BÜTÜNLÜĞÜ Uzm. Psikolog Merve Otçeken ‘’Ya göründüğün gibi ol ya olduğun gibi görün’’ demiş. Mevlana. Peki nasıl? Ruhun, bedenin ve zihnin bir bütün olması, kendini bilme hali ve içsel bütünlüğü hissetmek için nelere ihtiyaç var? İnsanın ihtiyaç piramidinde fizyolojik ihtiyaçlar ilk sırada. Sonrası ise duygu ve değerlere ilişkin… Uzman Psikolog Merve Otçeken ‘İçim Dışım Bir’ adını seçerek baştan bütünlüğe dikkat çekmiş oluyor. Hayallerinden bile telaş çıkaran günümüz insanına rehberlik etme amacıyla yazılan kitap, bazı parçalarıyla olan bağlantıları zayıflamış veya kopmuş kişilerde bütünlüğe yeniden ulaşacak metotları paylaşıyor. Kaygılarda geçmişe saplanma ile geleceği aşırı düşünmenin rolü üzerine vurgu yapan yazar, terapi yaklaşımlarının ve fazlalığı atmanın ve eksiği tamamlamanın üzerinde duruyor. Kişinin kendini gerçekleştirmesinde kendini tanımasının önemini aktaran kitap, bunun için kişinin kendine sorması gereken çok kıymetli sorular önermekte. Sadece kendi ihtiyaçlarını değil yakınındakilerin ihtiyaçlarını da anlamlandırabilen birey, birlik bilinci ile bolluk ve bereket içerisinde herkesin hayrına bir gayret içerisinde olur. Hayatın işleyiş biçimine olan güven, kişiyi kabul ve rızaya getirerek telaştan uzaklaştırır. Bu manada bazı yaşam koçlarının mottosu haline gelen ‘akışta kalmak’ tabiri ile hayatın işleyiş biçimine güvenmek tabiri ör- tüşmekte. Bu güveni sağlamakta kişinin hayatının manevi alanında dini inanç veya farklı ifade biçimlerinden olan ‘Evrenin işleyişindeki mükemmelliğe’ dair inanç, kimi düşünce biçimlerinde karma denilen bizim kültürümüzde ‘ne ekersen onu biçersin’ şeklinde deyimleşmiş bir ilahi adalet tasavvuruna inanç son derece önemli bir misyona sahip. Ruh, beden ve zihin olarak bütünlük halinde olmanın belirtilerini aktaran kitap, parçalanmışlığın teşhisi içinde kendinize yöneltebileceğiniz sorular sorarak, sizi kendinizle yüzleştiriyor. Çözüm bütünlüğün yeniden tesisi… Nereden güç alabileceğinizi gösteren, güç almanıza engel olan zihinsel, bedensel ve ruhsal blokajları aşmanızı sağlayacak reçetelerde ana yol, bu üç bileşenin her birini dinlemek ve bizlerden ne istediklerini bilmektir. Enerjinizi nerelere harcıyorsunuz? Harcadığınız yerler bu üçlünün bütünlüğünü sağlamaya hizmet eden eylemler veya düşünceler mi? Zihninize karışık gelen durumlarda kalbinizin sesini nasıl duyabilirsiniz? Kişi; onay alan yönlerini bilip sevdiği gibi, bir o kadar çekilmez olan yönlerini de görmelidir bütünlük için. Bu ‘karanlık’ yönler için çözüm odaklı bir ihtiyaç listesi öneren kitap, yaşamınızı dönüştürecek bir ses tonuyla ve son derece içten bir şekilde size sesleniyor. 19 RÖPORTAJ KÜBRA SÖNMEZIŞIK RASİM ÖZDENERER: Mutluluğun Öyküsünü Yazmak İmkansız FOTOĞRAFLAR HASAN EREN ÇALIŞKAN FOTOĞRAFLAR HASAN EREN ÇALIŞKAN “Zihinsel hicret, zihinlerimize yerleşmiş, yerleştirilmiş bütün gayri İslâmî kabulleri terk edip, onun yerine İslâmî kabulleri ikame etmektir” diyor Rasim Özdenören. Demokrasi kavramına bakışında ise İslâm ile örtüşen noktalar ile birlikte referans noktasının halk değil Hakk olmasının altını temel fark olarak 20 çiziyor. Mevcut siyasi iklimde kurulu her parti yönetiminin netice itibari ile kurulu sisteme hizmet etmiş olduğunu vurguluyor. Mevcut nizama dair “Üstelik kurulu düzen, Müslümanları lütuf ve ihsanından yararlandırdığını düşündüğü için bir de ona şükran borcu duymanız bekleniyor” tespitini yapıyor. GÖZÜMDEN... O, Cahit Zarifoğlu’nun yazdığı “Yedi Güzel Adam”dan biri; edebiyatımızın “Gül yetiştiren adam”ı. Rasim Özdenören ile daha önce birkaç defa İstanbul’da röportaj yapmıştım. Fakat bu defa ilk kez yaşadığı şehre, Ankara’ya gidecektim. Yaşadığı şehir insanın kendi evidir. Bilirim ki insan kendi evinde, hanesinde daha rahat ve güvende olur. Bu da konuşmaya samimiyet katar. Sohbet yolculuğu için İstanbul’dan, Ankara’ya yola çıktım. Görüşmemiz Hece Yayınları’nda olacaktı. Kaleme aldığı yazılar ve hakkında yapılan röportajlarda siyasetten ve ömrünü vakfettiği edebiyattan bahsediyordu. Benim merak ettiğim ise, onu “Büyük edebiyatçı” yapan büyüdüğü ortam, ailesi ve tabii ki ikizi Alaeddin Özdenören ile ilişkisiydi. Rasim Bey’i tanıyanlar bilir, sessizliğinin al- tında muziplik vardır. Çocukluğu Maraş, Malatya, Tunceli’de geçen Özdenören’in edebiyatına bu şehirler ne katmıştı? İkiziyle nasıl bir ilişkisi vardı? İlk öyküsünde neden fakir bakkal çırağını konu etmişti? Bu sorulara ek olarak, Müslümanca düşünce üzerine de kafa yoran Özdenören ile günümüz Müslümanının moderniteyle ilişkisini ve birazda siyaseti içine alan bir röportaj gerçekleştirdim. Konuşmada beni en çok etkileyen ise ikiziyle ilgili sorduğum sorularda verdiği tepki oldu. Alaeddin Bey’den bahsederken, yüzünde çocuksu bir mutluk belirdi, bazı sorularda boğazı düğümlendi. Kolay değildi; ikizi bu dünyadan ayrılalı 14 sene olmuştu. Tüm bu iç burkan konulara rağmen, Özdönören, konuşmamız boyunca yaptığı latifelerle muzip tarzından uzaklaşmadı. Çünkü o her Müslüman’da olması gereken bir şey yapıyor, umut ediyordu. Maraş doğumlusunuz. İlk ve orta öğreniminizi Maraş, Malatya, Tunceli gibi Güneydoğu ve Doğu şehirlerinde tamamlamışsınız. Bu şehirler edebiyatınızı nasıl etkiledi? Babam aslen İstanbulludur. Fakat memuriyeti dolayısıyla 1930’ların başlarında Maraş’a geliyor ve evleniyor. 9 yaşımıza kadar Maraş’ta kaldık. O yaşa kadar insan ana ocağının bütün kültürünü benimsiyor. Bu sebeple Maraş kültürü bende çok baskındır. 9’dan 14 yaşımıza kadar da Malatya’da kaldık. Malatya’daki mahallenin çocukları bizim şivemizi yadırgadılar. Malatya mahallî kültürünün de üzerimde çok etkisi var. Ataerkil Kültürde Gizli Özne: Anne Nasıl? Malatya-Elazığ-Tunceli; bu şehirler Doğu ikliminin kentleri. O şehirlerin şart- vardır. Orada âşık bir delikanlının sokaklar- cere kaynadı. İstanbul ve Maraş tenceresi… ları öykülerime yansımıştır. Aile ortamında da sevgilisini arayışı ve sabaha doğru eve dö- Bizler Maraş tenceresiyle büyüdük. Babam ata-erkil bir düzen varmış gibi görünür. Fa- nüşü konu edilir. Anne baba ayaktadır. Ba- hiçbir zaman Maraş yemeğini yemedi. Sade- kat anne hiç ortalarda görünmemesine rağ- banın hâkim havası evde baskındır. Babanın ce yemek kültürü değil, dil konusunda da çok men onun sözü geçerlidir. Anne, sözünü ke- bütün afra tafrasına rağmen biz annenin sö- hassastı. Yanlış telaffuz edilen kelimeleri dü- lam olarak dile getirmez. Fakat fiil onun fii- zünün geçtiğini biliriz. Bu hikâyelerde tasvir zeltirdi. lidir. Denize Açılan Kapı kitabımdaki “Ocak” edilen evler, Malatya ve Maraş karışımı evler- öyküsünde bu tema vardır. O öyküde, ataerkil dir. Bende üçüncü bir etki daha vardır. O da aile ortadadır. Anne ise bir iki cümle halinde baba ocağının etkisi… Babam İstanbullu de- geçer. Gelin vardır ve silik bir şahsiyet ola- miştim. Ömrü boyunca İstanbullu olma tutu- rak görünür. Fakat hikâye ilerledikçe onla- munu terk etmedi. rın ne kadar başat birer figür olduğu anlaşı- tanbul kültürü ile yetişmiş insanlarsınız… Evet. Sezai Karakoç bizi Maraşlı kabul etmezdi. “İstanbullusunuz” derdi. Babam ayrıca muzip bir adamdı. Latife olsun diye in- sünüz. Mesela gelinin kocasına bir çıkışma- ‘‘Anadolu’da İstanbul Kültürüyle Büyüdüm’’ sı vardır. Orada sahne tümüyle aydınlanır ve Ne gibi? çok etkileyicidir. Yine “Sabahın Seher Vaktin- Konuşması katıksız bir İstanbul diksiyo- de” isimli öykümde de buna benzer bir tema nuydu. Evde babamdan dolayı daima iki ten- lır. Bunu aleni olarak değil, detaylarda görür- Siz o halde Anadolu’da yaşamış ama İs- sanların taklidini yapardı. Ben de sizin muzip biri olduğunuzu düşünüyorum… Tabii öyleyimdir. Şakacıyımdır, şakayı se21 Özdenören’e göre “Biz bireysel olarak kendi İslâm’ımızı tam yaşayabilsek, bu, çevreye yansır. Müslümanın en keskin tebliğ aracı İslâm’ı kendi nefsinde yaşamasıdır.” Dış Politikaya gelince başka ülkeler ile kafa kafaya tokuşmanın Türkiye’nin reel şartları ile örtüşmediğini, düşünüyor… Özdenören çokuluslu şirketlerin rolünden Soğuk Savaş illüzyonuna pek çok konuyu değerlendirdi. verim. Şakadan hoşlanmayan insanlarla da aram olmaz. Bir fıkra anlatarak onların nabzını yoklayabilirim. İkiziniz Alaeddin Bey’le özel bir iletişiminiz var mıydı? Evet. Herkesten ayrı bir konuşma şeklimiz vardı. Bazen kavga ederdik. Eğer dışarıda hızımızı alamadıysak, kendi aramızda bir kafa işaretimiz vardı. Onu yapardık. Bu, odaya geçelim, kozumuzu orada paylaşalım, demekti. Canım yanmadıkça vurduğumu düşünmezdim. Kardeşimin ölümünden sonra bir mülakatını okudum. Benden habersiz o da aynı şeyleri söylemiş, o da bana kıyamazmış. Mutluluğun Öyküsünü Yazmak İmkânsız Özdenörenler olarak Türk edebiyatına mâl olmuş iki isimsiniz. İkinizde edebiyatın içindesiniz. Birbirinizi mi keşfettiniz? Pek öyle olmadı. Ninem bize masallar anlatırdı. Leyla ile Mecnunu anlatırken oralardaki şiirleri de bize okurdu. Alaeddin daha ilkokulda “Ben de böyle şeyler yazarım” demiş ve şiir yazmaya başlamış. Benim haberim yoktu. yordum. Abdullah Ziya Kozanoğlu’nun tarihî hikâyenin kurgusunu değiştirmek lazım de- romanlarını, Kerime Nadir’den “Şövalye” ro- miştim. Siz ikiziniz gibi yazıyor muydunuz? manlarına kadar pek çok kitap okumuştum. Hayır. Ben yazmayı, yazmaya başlayın- Fakat benim yazıya dair herhangi bir yöne- caya kadar aklımdan geçirmemiştim. Baba- limim yoktu. Arkadaşım Ali Kutluay, “Sende mın tayini dolayısıyla Tunceli’ye gittik. Orta- hikâye yaz” dedi ve öyle yazmaya başladım. okulu bitirme sınavlarına girecektim. Sınav- Alaeddin ve ben kaliteli ürünleri seçerdik. Ar- On dört yaşında bir çocuk neden fakir bir dan sonra Maraş’a dönüş yolunda Malatya’ya kadaşlarımızın yazdıklarını da beğenmek is- bakkal çırağını ilk öyküsünün konusu yapar? geldiğimde bir arkadaşımla karşılaştım. teyerek okurduk. Beraber hikâye yazdığım Ali O gün sorsaydınız bu sorunun cevabı Elinde Yaşar Kemal’in İnce Memed kitabı Kutluay benim hiçbir hikâyemi beğenmezdi. vardı. Bana “Okudun mu?” diye sordu. Okumadım, dedim. O kitabı okumak için üç gün dört gece Malatya’da kaldım. Sonra Maraş’a geldiğimde Alaeddin’le bir arkadaşının bir roman yazmaya başladıklarını gördüm. Ama Siz hikâye yazmaya ne zaman başladınız peki? söylediğini düşünüyor musunuz? Ben ona “hı hı” derdim ama katılmadığım görüşlerini tartışmaya açmazdım. On dört. bende yoktu. Bugün var. Mutluluğun öyküğil. Cennetin öyküsü yoktur, ama cehennemin öyküsü çoktur. Cehennem hareket halidir. Kötülük yazılabilir olandır, çatışma genelde orada patlak verir. İlk öykünüzün konusu neydi? ‘‘Bunu Hiç Sormayın Bana’’ Fakir bakkal çırağı bir çocuk soğukta Kardeşiniz vefat edeli 14 yıl oluyor. üşüyor. Üşüdüğünü gören bir müşteri çocuğa bir ceket hediye ediyor. O ceketi giydiğin- Liseye geldiğimde klasik hikâyeleri oku- de mutlu oluyor. Ama o mutluluk dramatik muş ve hazmetmiştim. Ömer Seyfeddin’i ta- bir mutluluk. Ali, “Kahraman soğuktan öl- mamen okumuştum. Halk hikâyelerini bili- seydi daha etkili olurdu” demişti. O zaman o 22 dınız? sünü yazmak çok zor. Belki de mümkün deŞimdiden geri dönüp baktığınızda doğru bitiremediler. O romanı yazmaya beni de davet etmişlerdi. Bu öyküyü yazdığınızda kaç yaşınızday- Onun yokluğunu nasıl tarif edersiniz? Bu konuda konuşursam sohbeti tamamlayamayız. Neden? Konuşmalarınızda ikizinizden bahsediyorsunuz… sal olarak yaşamıyoruz. İslâm, bir hayat dü- yaşayan Müslümanlarız. Ama her defasında tıkanıyorum. Bu ba- zeni halinde yaşanmadığından siyasî, iktisadî zen sahnede de oluyor. Orada da mahcup alanlarda, bireysel edimler kendi doğal so- oluyorum. Bunu hiç sormayın bana. Ama... nuçlarını doğurmuyor. Hacca gidiyorsunuz, Zihinsel Hicret Gayri İslâmi Kabulleri Terktir Şunu... Söylemek... Zorundayım... Onun bü- tamam. Ama gitmeden önce vergisini ödüyor- “Müslümanların zihinsel hicrete ihtiya- yük bir yazar ve iyi bir şair olduğunu ölümün- sunuz. Bu gayri İslâmî düzenin işine yarıyor. cı var” sözünü kullanıyorsunuz. Siz bu cüm- den sonra derinden kavramış olmam benim Üstelik kurulu düzen Müslümanları lütuf ve leyi söylediğinizden bu yana zihinsel hicrete için talihsizliktir. Alaeddin’in tarafımdan böy- ihsanından yararlandırdığını düşündüğü için dair bir gelişme gördünüz mü? le algılandığını bilmesini isterdim. bir de ona şükran borcu duymanız bekleni- Peygamber Efendimiz’in (s.a.) Mekke’den yor. Aslında Müslümanların hacca pasaportla Medine’ye yapmış olduğu bir hicret vardı. O Araştırma yapmak için iki yıl ABD’de kalmışsısınız. Bu iki yıllık süre size ne kattı? İktisat mastırı için Amerika’ya gitmiştim. gitmeyi içlerine sindirmemesi gerekir. Kâbe günün Müslümanı için farzdı, bir defaya mah- kimsenin, hiçbir kavmin, ulusun özel mülkü sus yapıldı ve bitti. Bugün bizim de hicret et- değildir, orası adı üstünde ALLAH’IN EVİ’dir. memiz gerekiyor. Fakat bugün dünyada gideceğin bir yer yok. Bugün sadece zihinsel ola- Aslında kamu hukuku alanında mastır yapmayı düşünüyordum. Beni yanlışlıkla iktisat mastırına kabul etmişler. Kalkınma iktisadına kabul edildiğim bilgisi geldi. Bende gittim. Düşüncede kökten değişimle ilgili ne öneriyorsunuz? Önce bunun bilincine varılması gerekiyor. O zaman problem kalmaz. O zaman ku- rak hicret edilebilir. Zihinsel hicret, zihinlerimize yerleşmiş, yerleştirilmiş bütün gayri İslâmî kabulleri terk edip, onun yerine İslâmî kabulleri ikame etmektir. Sıkılmadınız mı? rulu düzeni değiştirmek daha kolay. Kurulu Tam tersi memnuniyetle matematik öğ- düzene sahip çıkan güçler buna mâni olma- Bunun toplumda bir karşılığı var mı? rendim. İyi ki gelmişim, dedim. Oradan bin- ya kalkışırsa farklı enstrümanlara başvur- Pek görmüyorum. Çünkü zihinlerimi- lerce kitap alma imkânım oldu. Fakat yazık ki mak gerekebilir Hâlbuki bu ülke, Müslüman- ze yerleşmiş veya yerleştirilmiş olan gayri kitapları gümrükten geçiremedim. Onca ki- ların ülkesi. Burada İslâm yeniden ihya edil- İslâmî kavramlar çok güçlü ve aldatıcı. Me- tap Türk gümrüğüne takıldı, o gümrük me- melidir. Halen gayri İslâmî bir düzenin altında sela ben demokrasi ile İslâm’ın bir birinden Gözden kaçan temel bir nokta var, o da şu; demokrasi halk iradesi demek. Bu da halkın menfaatine olan yasaların çıkması demektir. İslâm ise Hakk’ın iradesini referans alıyor. murlarını affetmek içimden gelmiyor. 1971 bütünüyle farklı iki kavram olduğunu söyle- yılı Ankara gümrüğü, Eylül ayı... Çok üzül- diğimde bana “İslâm, demokrasiye aykırı müştüm. Hâlâ üzülüyorum. mı?” diye soruyorlar. “Seçim, insan hakları, hürriyet, İslâm’da da var. O halde sen neden Gayri İslâmi Bir Düzende Yaşıyoruz bahsediyorsun?” diyorlar. meler kitabınızda, düşünce yapısının mev- Demokrasi: Halkın İradesi Vs Hakk’ın İradesi cutla onarılması değil kökten değiştirilmesi Yani? düşüncesini savunuyorsunuz. Ne demek is- Kısır döngü tam da bu sorunun için- Müslümanca Düşünme Üzerine Dene- tiyorsunuz? de gizli. Gözden kaçan temel bir nokta var, o Şunu demek istiyorum; gayri İslâmî bir dü- da şu; demokrasi halk iradesi demek. Bu da zen içinde yer alıp, o düzlemde İslâmî edimleri- halkın menfaatine olan yasaların çıkması de- mizi yapmak, İslâmî sonuçlar doğurmaz. Özel- mektir. İslâm ise Hakk’ın iradesini referans de Türkiye, genelde ve bütün İslâm coğrafya- alıyor. Halkın iradesi faizi caiz görüyorsa ban- sında yaşadığımız sıkıntının kaynağı bu nokta- ka düzeninde devam edebilirsin. Buna devam da aranabilir. Düzeni temelden değiştirmedikçe ettiğin sürece de İslâm’a giden yolu kapamış eda edilen namaz, oruç, hac gibi ibadetler birey- olursun. Soru şudur: yasa yaparken referans sel olarak kişiyi kurtarır. Fakat toplumsal ola- noktan halk mı vahiy mi? Belirleyici olan bu rak kurtarmaz. Zekâtını verdiğinde bireysel ola- sorunun cevabıdır. Daha da temelde, demok- rak borcundan kurtulursun. Fakat gayri İslâmî rasinin “lütuf ve ihsanından” memnun oldu- bir düzende zekât kendi sonuçlarını doğurmaz. ğun sürece bu açmaza mahkûm kalırsın. Yani, Müslümanca düşünüyoruz ama yaşamıyor muyuz? Bireysel olarak yaşıyoruz fakat toplum- Her Dönemin Kendine Mahsus Şikâyeti Var Son 80-90 seneden bu yana bir kültürel 23 düğünde ona “güzel bidat” (bidatı hasene) adını veriyor ve kabul ediyor. Bu anlayış yanlış. Bidatin güzeli olmaz. Burada bidat kavramını tanımlamada sorun var. Allah’ın Resulü (s.a.) bidati “Dine yeni şey katma” olarak belirliyor. Bu şu demek: bidat olan minarenin kendi değil; din minaresiz olmaz, minare dinin rüknüdür kabulü bidattir. Anlaşıldı mı? Sigara bidat değil, ama din sigarasız olmaz, sigara dinin icabındandır kabulü bidattir. Minare yapmak ne zaman bidat olur? Minare olmadan din elden gider, derseniz bu bidat olur. O takdirde minareyi dine katmış olursun. Peki, soruya dönersem, neden “muhafazakâr değilim” diyorsunuz? Yeniliğe açık biri olduğum için. Yenilikler bizim tasarrufumuzda olmalı. Biz onun tasarrufunda olmamalıyız. Mesela Hendek Savaşı’nda Hz. Selman’ın Peygamberimize (s.a.) bir tavsiyesi oluyor, diyor ki: “Biz İran’da şehirlerimizin kenarına hendekler açardık. Düşman o hendekleri aşamaz, karşı tarafta kalır ve geri çekilirdi.” Peygamber Efendimiz (s.a.) de kabul ediyor. Bu bir yeniliktir. Fakat Peygamberimiz (s.a.) bunu öyle yaptı diye her münferit olayda öyle yaparsanız yanılgıya düşebilirsiniz. Çünkü Peygamberimiz (s.a.) onu hangi şartlarda uygun görüyor, onu dikkate almamız lazım. Bu açılardan baktığımda kendime, ‘muhafazakâr değilim’ diyorum. Günümüz Müslümanlarına bakınca ne kırılma yaşadık ve bu kültürel kırılma bizim mahsus bir kavram. İngilizler tutucudur. Al- tarihsel bağlarımızı kopardı. Şimdi o tarihsel man muhafazakârları, bidatleri muhafaza bağları yeniden canlandırıp örebilir miyiz? eder. Protestanlık tam da bu söylediğim du- görüyorsunuz? Büyük ölçüde modern hayat bizi tasarruf ediyor. Haşemayla denize girmek buna bir örnektir. Düne kadar mütedeyyin kadı- İslâm’ı benimseyenlerde benimseme- rumun ifadesi. Manifestolarında “Faizi kabul yenler de keskinleşiyor. Biz bireysel ola- etmemiz lazım. Çünkü faizi kabul etmediği- rak kendi İslâm’ımızı tam yaşayabilsek, bu, miz takdirde mevcut ticaret hayatına uyum çevreye yansır. Müslümanın en keskin teb- sağlayamıyoruz, bu yüzden İngiliz ve Fran- liğ aracı İslâm’ı kendi nefsinde yaşaması- sızlarla ticarette rekabet edemiyoruz.” di- dır. Namazı beni gördüler mi görecekler mi yorlar ve bidatleri kabul etmiş oluyorlar. endişesinden uzak kılacaksın. Bu şikâyetler İslâm, her yüz yılda bir yenilenir. Bu yenilen- hep vardı. Kimse kendi döneminden mem- me aslında dini bidatlerden arındırma işidir. nun olmadı şimdiye kadar. Cennetten bu Çok ünlü bazı ilahiyatçıların bidat kelimesini Esmerleşmek Son Yüzyılın Moda Olayı, Daha Önce Köylülüktü dünyaya geldiğimizde Habil ile Kabil’in kav- bilmediklerini görüyorum. Dindar kadın denize girmesin mi? gası ile karşılaştık. O dönemin insanları cen- nın hayatında deniz yoktu. Deniz, moda oldu. Modern insan denize girdiği için dindar kadın da denize girmek istedi. Mayoyla giremeyince haşema ile girdi. Ben denize girmesin demiyorum. Denize girmek son 100-150 yılın olayı. Modern lemi her zaman olmuştur. Bu bahsettiğimiz ‘‘Minare Olmadan Din Elden Gider’’ Derseniz Bidat Olur şikâyetler yeni değil, her dönemin kendine Bidat kavramını açıklar mısınız? hayatımızda belirleyici olmasından bu yana mahsus şikâyetleri vardır. Bidat, dine yeni şeyler katılmasıdır. Ki- denize girmek ve esmerleşmek modern ha- mileri Asrı Saadetten sonra ortaya çıkan yatın göstergelerinden biri haline geldi, zen- Bir röportajınızda “Ben muhafazakâr her yeniliği veya her yeni olguyu bidat sayı- ginlik işareti olarak kabul gördü. Oysa daha falan değilim” demişsiniz. Muhafazakârlık yor. Cami binası, minare, düğünde çalgı çal- önce esmerlik köylülüğün ve ameleliğin işa- nedir sizce? mak, sigara, otomobil, her türden teknolo- retiydi. Modern zengin kadın ve erkek top- Muhafazakâr kelimesi bize mahsus de- ji o anlayış sahiplerine göre bidat kabul edi- lumsal statüsünü denize giderek ifşa edi- ğil. Genelde Avrupa’ya, özelde İngilizlere liyor. Ama bunlardan bir kısmı faydalı görül- yordu. Bu olgu giderek Batılı hayat tarzında net özlemi içindeydi. Yitirilmiş cennetin öz- 24 çağın alışkanlıklarından biri. Kapitalizmin her toplumsal katmanın kabulü haline gel- Modern insan, Müslüman kalıbına da giriyor. içindeydi. Bugünde bu ilişkiler devam ediyor. di. Müslüman kadınlar da bu hayat tarzına Başörtüsü mücadelesi içinde olan bir ka- ABD’nin ve Batı Avrupa ülkelerinin serma- özenmeye başladı ve sırf denize girebilmek dın insan hakları gerekçesi ile Avrupa İnsan yesi ÇUS’lar yani çok uluslu şirketler mari- için kendine bir kıyafet icat etti. Hakları’na müracaat ediyor. fetiyle Batı sermayesini ve teknolojisini dünyadaki bütün sosyalist ülkelere sokmuş du- Ben buradaki sakameti vurgulamak istiyorum. Bazı özel plajlar bu kıyafeti, ha- Etsin, ne mahzuru var? rumdaydı. Her iki taraf da bu işbirliğinden şemayı kabul etmiyor. Bunu da kimileri bir Etmemeliydi. İnsan hakları gerekçesiy- hoşnuttu. Biri sosyalist ülkelerin ucuz iş- başka modern kavram olan eşitlik kavramı le Avrupa İnsan Hakları’na şikâyet ettiği tak- gücünden yararlanıyor, öteki de Batının yeni ile reddetmeye çalışıyor. Eşitlik, özgürlük, dirde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ken- teknolojisini öğrenmiş ve benimsemiş olu- insan hakları, demokrasi ve laiklik gibi kav- di kurallarına göre reddedecekti. Oraya mü- yordu. ramlar bu ülkede hesabı verilmeden kulla- racaat edenin bunu bilmesi, dolayısıyla so- nılıyor. nucuna da katlanması gerekir. Kendi müca- “Nasıl bir Türkiye istiyorum?” diye bir delenizi kendi araçlarınızla yaparsanız so- Yenidünya Düzeni Küfrün Yenilenmesi yazı yazmıştınız. Orada hukuk düzeni kurul- nuç alırsınız. Bunu karşı tarafı haklı gördü- muş, dışarıda komşularıyla barış içinde ya- ğüm için söylemiyorum. Her münferit olayı şayan, bütünleşme sürecine girmiş ideal bir Ankara’da yaşıyorsunuz. Siyasetle ilgi- kendi düzlemi içinde değerlendirmeye çalı- Türkiye’den bahsediyorsunuz. Bugün bah- şıyorum. settiğiniz ideal Türkiye miyiz? li yazılar da yazıyorsunuz. Ama siyasetle işiniz hiç olmadı. Siyaseti nasıl bir saha olarak Henüz değiliz. Fakat umudum her za- Rusya ile Amerika Arasında Soğuk Savaş Hiç Olmadı man var. Ben o yazıda bir sünnete de işaret nında ifade etmeye çalışıyorum. Yazdığım Çapraz İlişkiler’de ABD-SSCB’nin So- İran arasında savaş çıkacak. Hz. Ebubekir şeylerin hiçbiri siyasetten ari değil. Bu siya- ğuk Savaş esnasında ve sonrasında aslında Bizans’ın kazanacağına dair bahse girmiş seti, günü bilirlik, aktüel siyaset olarak al- birbirini beslediğini ifade ediyorsunuz. Bu ve “3 yıl içinde Bizanslılar galip gelecek” görüyorsunuz? Ben kendimi düşünsel ve edebiyat ala- ediyordum. Size bir misal vereyim; Bizans ile Başka ülkelerle kafa kafaya tokuşmanın Türkiye’nin reel şartları itibariyle doğru olmadığını düşünüyorum. Biz daima sulh ve sükûn içinde olmalıyız. Silah en son müracaat edilecek merhaledir. Oraya gelmemeye çalışacaksın. Geldiğin anda sonuçlarına katlanırsın. gılamamak lazım. İçinde bulunduğum düzen içinde bir tarafım. Aklım erdiğinden bu yana her seçimde bir partiye oy verdim. Çünkü vermediğim her oyun, karşısında durduğum partiye hediye olarak gideceğini düşündüm. Fakat bu, kurulu düzenin verilerini benimsediğim anlamına gelmez. Bu, düzenin içinde bana yakın olanlara destek çıkma demek olur. Ben aynı zamanda oy verdiğim partiyi de eleştiriyorum. Her şeyden önce her siyasi parti, kurulu düzenin bir parçasıdır. Niyet İslâm da olsa, onun son tahlilde hizmeti kurulu düzene yarayacaktır. Çünkü onun şartlarına ve kurallarına riayet etme yükümlülüğü ile faaliyet göstermek zorundasın. Hâlbuki kurulu düzen sana İslâmî parti kurmayı yasaklıyor. “Yenidünya düzeni” sözü sizde neyi çağ- teziniz bugünde güncelliğini koruyor mu? Soğuk savaşın olduğu dönemlerde bize şöyle anlatılıyordu: Gerçekten bir soğuk savaş var. Dünya, sosyalist ve kapitalist olarak ikiye ayrılmış. Rus ve Amerika diye ikiye ayrılmış. Bir kısım ülkeler Amerika’nın, bir kısmı da sosyalist ülkelerin peşine takılmış gidiyordu. Ben o tarihlerde bu ayrımcılığın sahte olduğunu söylüyordum. Kapitalizm ile sosyalizm ayrışması, kapitalist dünyanın kabulleri çerçevesinde ortaya çıkmıştır. Bu Müslümanların öngördüğü bir ayrım değil. Öyle olaylarla karşılaşabiliriz ki kapitalist bir ülkeyi sosyalistler himaye edebilir ya da sosyalist bir ülkeyi de kapitalist bir ülke himaye edebilirdi. Soğuk savaş denilen dönemde böyle çapraz durumlarla karşılaşılmıştır. Çapraz ilişkiden kast ettiğim bu. rıştırıyor? Küfrün yenilenmesi olarak görüyorum. Yeni araç ve kavramlarla küfrü ihya etmenin diyor. Sonra Peygamberimize (s.a.), “Böyle bir bahse girdim, doğru yaptım mı?” diye soruyor. Peygamberimiz (s.a.) “Eğer neticesinden eminsen girebilirsin. Fakat süreyi uzat.” diyor. Bizimde burada yaptığımız o sünnete uygun. Burada biz kurulu düzeni himaye etmiyoruz. Kurulu düzen kimin elinde? Bize yakın durduğunu varsaydığımız bir iktidarın elinde. Bu ümidi o vaat ediyor. Neden peki? Çünkü onlar farklı bir kafa yapısındaydı. Tayyip Erdoğan’ın terk ettiği bir düşünce yapısını hâlâ devam ettiriyorlardı. Hâlâ da Ak Parti’de o zihniyetin bir ölçüde yaşadığını görüyoruz. Başka ülkelerle kafa kafaya tokuşmanın Türkiye’nin reel şartları itibariyle doğru olmadığını düşünüyorum. Biz daima sulh ve sükûn içinde olmalıyız. Silah en son müracaat edilecek merhaledir. Ora- Aslında ortada soğuk savaş diye bir şey yok muydu? ya gelmemeye çalışacaksın. Geldiğin anda sonuçlarına katlanırsın. Dikkat edilirse o ta- düzeni olarak görüyorum. Yenidünya düze- Hayır, yoktu. 1989’da Rusya’da sosyaliz- rihe kadar diplomaside sıfır sorun politika- ni diyerek, insan haklarını ve liberalizmi öne min çökmesiyle Sovyet Rusya dağılmış oldu. sı izlenirken, o tarihten sonra diplomasimiz sürdüler. Bunların her biri ayartıcı deyimler. Fakat Rusya ile Amerika zaten birbirinin sorunlar yumağı ile sarıldı. 25 DOSYA/KİTAP Sultan II. Abdülhamit Tahakkümcü bir Padişah mı kahraman mı? Otuz üç yıllık saltanatıyla otuz dördüncü Osmanlı Padişahı olan Sultan Abdülhamit, yakın tarihimize ait önemli bir kahraman ve siyasi liderdir. Uzun yıllar boyu yerli ve yabancı kaynaklarda sık sık yer verilen Sultan’a dair tartışmalar, yakın tarihimize ait ihtilaflı alanlar arasında gösterilebilir. İslâm Birliği siyaseti ve Halifelik kurumuna getirdiği nüfuz temeli, İslâm dünyası ve Ortadoğu’yu şekillendirecekti ve Necip Fazıl’ın dediği gibi Abdülhamit’i anlamak adeta her şeyi anlamak olacaktı. Bu büyük lidere ve uygulamalarına karşı, iki farklı kutup belirdi. Birincisi onu istibdat yönetimi sorumlusu ilan etmekte kararlı iken ikincisi Sultan’ın hakkını vermek noktasında ne yapmaya çalıştığını anlama hedefi ile objektif bir yaklaşım üzerinden gerçekleri görmek istiyordu. Tahttan indirilmesinden itibaren yakın döneme kadar hakkında olumlu yazılar yazılması bir siyasi tarafgirlik olarak algılanmaktaydı. Bu nedenle olumlu eserler çıkamadı. Ancak biyografi, hatıra ve dönem sosyolojisinin irdelenmesi sonucu ortaya çıkan eserlerle bu yoğun ön yargı atmosferi biraz olsun dağıldı. Abdülhamit’e dair temel eserleri değerlendirirken, popüler olanlardan ziyade konuyu derinlemesine ele alarak başarılı tahliller ortaya koyan isimlerin çalışmalarına yer vermeye özen gösterdik. 26 miştir. Kendisini yurttaşına olduğu kadar yurtdışına da anlatabilen bir devlet olma ilkesi benimsenmiştir. İlköğretimin Zorunluluğu 2. Abdülhamid’den Cumhuriyete Miras Bir Ulus Devlet Oluşturma Projesi Yusuf Tekin Sultan 2. Abdülhamid dönemi, modern ulus devletlerin hayatî araçlarının Osmanlı ülkesinde siyasal iktidarca takip edilmeye çalışıldığı ilginç bir dönem olarak karşımıza çıkıyor. Bu dönem merkezîleşme ve baskı ile anılmaktadır. “2. Abdülhamit’ten Cumhuriyete Miras” kitabı ülkemizde ulus devlet tartışmalarına farklı bir tarihsel perspektiften bakmayı amaçlıyor. Yusuf Tekin, bu dönemleri ayrı ayrı bölümlerde kaleme alıyor. Kitap, modern ulus devletin tanımı ve tarihsel gelişim süreci hakkında okurları aydınlatıyor. Avrupa’daki bu modernleşme sürecinin, ne zaman Osmanlı’da modernleşme çabalarını gündeme getirdiği sorusunun da yanıtını veriyor. Dönemin temel vasfı; tıpkı Avrupa’da olduğu gibi, modernleşmenin yöneten insanlara ulaşması ve yönetilen insanları en azından, asgari noktalarda bilgilendirmek ve biçimlendirmektir. Kendisinden önceki modernleşme girişimlerini bütüncül bir devlet politikası olmaktan uzak kalmakla itham ederek işe başlayan Sultan; bu anlamda halka ulaşmayı temel bir politika olarak kabul etmiştir. Kitapta bahsedilen bir diğer konu eğitim alanında gösterilen çabalardır. İlköğretimin herkes için zorunluluğu üzerinde önemle durulmuş, devletin gücü nispetinde tüm yerleşim birimlerinde bilhassa yeni usulle eğitim yapan “İlk mektepler” kurulmuştur. Sultan 2. Abdülhamid döneminde, ulaşım ve iletişim teknolojisinde önemli adımlar atıldı. Kara ve demiryolu yapımı hemen tüm coğrafyayı içerecek bir biçimde genişletilmiştir. Özellikle telgraf için önemli bir “merkezîleştirme” söz konusu. Tüm ülke adeta bir telgraf ağı ile örülmüştür. Aynı zamanda devlet ve sultanın imajının içerde ve dışarda yeniden oluşturulmasına yönelik çaba gösterilmiştir. Karşılaştırmalı çalışmalara da atıf yapan eser, bu dönemin, modernleşme girişimlerinin kendisine total bir amaç edindiği ve bazı önemli tarihçilerce; Osmanlı’da “Modern ulus devlet” dönemi olarak adlandırılan dönemin doruk noktasına ulaştığı bir devirdir. Eser, halifelik unvanı ile din ve hilafetin; devletin devamındaki rolü açısından kullanımını da ele almaktadır. Abdülhamit Han, diğer sultanları yüzlerce yıl, devlet idarecilerinin değişmesi ile değişmeyecek sabit bir politika üretmemekle suçlamıştır. Abdülhamit’in Kurtlarla Dansı 1 Mustafa Armağan “Avrupa memleketleri yegâne kurtuluşun, onların medeniyetini kabul etmekle mümkün olabileceğine dair garip bir kuruntu içindeler. Hâlbuki Müslüman Osmanlı kültürünün de onların ki kadar hükümran olmaya layık olduğu aşikârdır.” Sultan Abdülhamit Araştırmacı Yazar Mustafa Armağan, 2 ciltlik eserinin ilkinde son yüzyıla damga vurmuş, birçok açıdan son kale olma özelliği taşıyan Abdülhamit ve ifade ettiği değerleri inceliyor. Sultanın derin kişiliği, hobileri, fikri ve Dil Tartışmaları Sultan 2. Abdülhamid döneminde önemli bir tartışma alanı da dil üzerinedir. Bu dönemde önce aynı dili konuşan ve birbirini anlayabilen bir devlet-vatandaş ilişkisi kurulmasına ağırlık verilmiştir. Kanun-i Esasi’de Türkçe resmi dil olarak ifade edil- rinde durur. Bazı çevrelerin yazdığı tarih kitaplarında, doğru olduğunu söyledikleri her şeyin yanlış ve yanlış olarak nitelendirdikleri olayların da doğruluğuna değinir. Eser, ayrıca okuru özelde Abdülhamit’in yaşadığı döneme de götürür. Ulu Hakan İkinci Abdülhamit Han Necip Fazıl Kısakürek Ulu Hakan olarak adlandırdığı Sultan Abdülhamit’in İslâm’ın son kalesi olma özelliği olduğundan hareketle yakın tarihte kimlerin ona, neden yüklendiklerinin üze- devlet adamlığı yönleri üzerinde durulurken halk ve devlet üzerindeki etkileri ayrıntılı olarak incelenmiş. Bir devlet adamı olarak Abdülhamit’in çalışma prensipleri, siyasi olayları değerlendirip denge kurma arayışı, kurtlarla dans olarak adlandırılıp ele alındığı gibi Japonya’dan Amerika’ya Vatikan’dan Çin’e izlediği coğrafi sahalara ve onlara dair uyguladığı yaklaşıma da tek tek yer veriliyor. Devletin iç politikasında icraatları ve aleyhtarlarıyla olan münasebetlerinin verildiği son bölümde, ardından gelenlerin tahttan indirilen ulu sultanı arattıkları üze27 rinde duruluyor. Ayrıca kitaptan, Sultan’ın, Lois Pasteur’a, Sherlock Holmes yazarı Conan Doyle’a hediye ve madalyalar gönderip, Osmanlı hizmetine almak istediğini ve onları çalışmalarından ötürü ödüllendirdiğini, diğer taraftan da Times, İllüstrasyon gibi Batı gazetelerini takip ettiğini öğreniyoruz. berlerinin hazırlayıcısı durumunda olan Mc Cullagh, İstanbul’da nüfuzlu kişilerle dostluk kurmuş ve bu sayede en mahrem bilgilere vakıf olma imkânına kavuşmuştur. ‘Meşrutiyet düzenine geçen süreçte Abdülhamit jurnal alışkanlığından vazgeçememekte, Yıldız’daki kadrosuyla tek başına iktidardaymışçasına faaliyetlerine aynen devam etmekteydi’ diyen yazar, buna Sultan’ın korkularının sebep olduğunu düşünmekte ve bu korkunun onu yanlışa götürdüğünü ifade etmektedir 31 Mart Vakası’nda dahi Abdülhamit’in ve Abdülhamit’in kızı Ayşe Sultan’ın hatıralarına giriş olarak yazdığı ön yazıyla başlar. Sultan Abdülhamit’in orijinal yaşantısını en iyi resmeden eserlerden biridir. Tasviri, ruh hali, kızının ağzından şehzadelik ve çocukluk dönemine dair anılarına yer verir. Sadece bu kaynakta yer alan ve çocuk yaşlarda kaybettiği annesine dair anılar da eserde yerini alırken, avcılık merakı, amcası Abdüllaziz’le olan ilişkileri de başka bir kaynakta olmayacak derecede detaylandırılmıştır. parmağı olduğunu düşünür, ifade eder ancak kesin bir kanıt ileri sürememektedir. Eseri önemli yapansa 31 Mart ve sonrasında Abdülhamit’in tahttan indirildiğine değindiği kısımdır. Abdülhamit’in Kurtlarla Dansı 2 Mustafa Armağan Abdülhamit’siz bir yüzyılın ardından bölgesine açılan ülkemiz aradan geçen zaman içerisinde bir dünya savaşı gördü. Ardından işgale uğradı ve sonuç olarak Misak’ı Milli’yi vücuda getirdi. Bugünden bakıldığında, New York’tan Belarus’a faaliyet gösteren Sultan’ın; fikir, istihbarat, siyaset ve kültür atağının gerçekte büyük bir devlet aklı gerektiren sistemin parçası olduğunu görüyoruz. Yazar, Abdülhamit’in yeniden havzasına dönme politikası güden faaliyetlerini dikkate alıp, bu çizginin, sağlam bir tutarlılıkta ve mükemmel yapıldığında başarıya kavuşabileceğini ileri sürmüştür. Abdülhamit’in Düşüşü İstanbul’da İmparatorluğun en güçlü muharip gücü olan Birinci Ordu’nun durumu, Hareket Ordusunun amacı, İstanbul’u ele geçirmesi ayrıntılı olarak işlenir. Yine Yıldız Sarayı’nın Sultan’ın indirilmesi sonrası yağmalanışını, şahit olan birinin ağzından dinlemek mümkün olur. Hareket ordusunun yabancı menşeili dinamiği üzerinde durur. Gazeteci Mc Cullagh, Abdülhamit’in mihenk taşı olduğunu, muhalifler gibi geç de olsa görmüş ama artık is işten çoktan geçmiştir. Francis Mc Cullagh Sultan Abdülhamit’e düşmanlık besleyecek kadar muhalif bir yabancı basın mensubunun kaleminden ele alınan eser, kendi hatıralarını içerdiği gibi ilkleri barındırması açısından da oldukça büyük önem taşır. Daily News ve Daily Times’a devrin ha28 Babam Sultan Abdülhamit Ayşe Osmanoğlu Ölmeden bilinmedi kadri Babam Abdülhamit hani Hiç kimse baki değildir İtibarı bu fani cihan in… Osman Nami Osmanoğlu’nun annesi İran Şahı ve Alman Kayseri ile ilişkiler, ziyaretler, bombalı saldırı gibi saltanattayken gelişen önemli olayların öncesi ve sonrasındaki gözlemlere yer verilir. İkinci Meşrutiyet sonrası Sultan’ın meclis vekillerine verdiği yemekten ve herkesin memnuniyetinden bahsettikten sonra 31 Mart’a giden süreçte o zamana kadar hiç görülmemiş kılıkta birtakım koruma taburlarının birden baş gösterdiğini anlatan Ayşe Sultan, bu garip adamların daha sonra olayda büyük rol oynadıklarından söz eder. Babasının devlet adamlarına dair gözlemlerine ve şahsi yorumlarına da yer veren hatırat, devlet adamı ve halife sultan kimliğinin yanında bir eş ve aile babası olarak aile yaşantısına dair anlatılara da sahip. Pazarlık Vahdettin Engin Sultan Abdülhamit büyük devletler arasındaki rekabeti sürekli tetikleyen, ta- rafsız, bağımsız ve çoğu zaman barışçıl ama hayati gördüğü konularda tehditkar tavırlardan kaçınmayan bir sultandır. İmparatorluk toprakları dâhilinde ve İslâm Dünyasında, Kur’an-ı Kerimler dağıtılarak Müslüman tebaa üzerinde ve Avrupalıların kontrolündeki İslâm topraklarında nüfuz kurulmaya çalışılmıştır. Yerel idarede şeyhlere, din adamlarına hediyeler, maaşlar, iltifatlar ve madalyalar gönderilmek suretiyle devlete yakın durmaları sağlanmaya çalışılmıştır. yaz elinden alındı. Daha sonra Teodor Herzl Filistin’de bir Yahudi Devleti kurma projesiyle gündeme geldi. Hirsh onu hayalperestlikle itham etti ayrıca onu dünyanın her tarafından Yahudilerin parasını bağış olarak toplamasını da eleştirdi. Bir sömürü olarak yorumladı. Bu paralar, Herzl’e göre İsrail’in temelini atacak toprakların satın alınması için kullanılacaktı. Herzl’e yardım eden bir Anglikan rahibi olan William Heckler ve Polonyalı asilzade Philip De Newlinski idi. Newlinski, Sultanla dosttu ve Teodor Herzl, Sultan görüşmesine ön ayak olan kişidir. Herzl kongrelerde ve Filibe’de Sultan’ın gözüne girebilmek adına Musevi tebaaya Osmanlı’ya bağlılık sözleri verirken Abdülhamit’in cevabı tarihe geçmiştir. “Kanla alınan topraklar ancak kanla verilir.” gasıyla damgalanarak müstebit (baskıcı) ilan edilmesine de açıkça eleştiri getiriyor. Eserde Sultan’ın birçok iftiraya, yakıştırmaya kurban gitmesi altındaki temel sebeplere iniliyor. Çocukluk yıllarından itibaren bir Tanzimat şehzadesi olması üzerinden, büyüdüğü sosyal ortamdan hareketle 1876 kritik senesi ve tahta çıkışı, Meşrutiyet ilanı ve peşinden gelen seçimler ile 93 harbi derken, hayatta kalma adına bir istihbarat devleti kurmasının, Meclisi tatil ederken devlet işlerini saray Mabeynine taşımasının ne anlama geldiğinin tarihsel sebepleri üzerine de eğiliyor. Sonuçta modernleşme tarihinde Abdülhamit dönemi reformları, eğitim ve kültür müesseselerinin kuruluş hikâyelerini bilmeden Abdülhamit gerçeğine vakıf olunamayacağı, bu devirleri anlatmanın ve anlaşılır kılmanın mümkün olamayacağını ifade eder. Filistin ve Oliphant’ın teklifi Abdülhamit’in Hicaz ve Filistin konularındaysa ayrı bir hassasiyeti vardı. Buralara karşı geliştirilen tüm oyunları bozmaya gayret etti. Nitekim Musul’daki petrol tesislerinin ağırlıkta olduğu yerlerle Filistin bölgesinde aldığı geniş emlak arazileri bunun göstergesidir. Buralar Sultan’ın tapulu malı yapılmıştır. O sıralarda başta Rusya olmak üzere sıkıntılar çeken Yahudilerin, Belka Sancağında Laurice Oliphant teklifiyle iskân edilmesi isteği ve korunma karşılığında Osmanlı ekonomisini canlandırma teklifi Sultanca kesin kez reddedildi. Bu sefer yerel yöneticilere başta rüşvet olmak üzere başka yollarla kendilerini bölgenin yerli Yahudileri gibi göstermeye çalıştılar. Bunun üzerine Abdülhamit teftişleri artırdı. Yasağı sertleştirdi. 1891 de Baron Hirsh adlı Yahudi girişimci Osmanlı Demiryolu imtiyazını almıştı fakat Anadolu’da fazlaca toprak alıp bir Yahudi Eyaleti kurma projesi anlaşılınca imti- Abdülhamit Gerçeği Orhan Koloğlu Araştırmacı gazeteci Koloğlu, Abdülhamit döneminin gerçekleriyle yüzleşmek gerektiğini vurgulayarak, “Kanuni olmak kolay, Abdülhamit olmak zordur.” der. Koloğlu, dönemin sosyolojik koşulları göz önünde bulundurulmadan Abdülhamit Han’ın hiç bir şekilde anlaşılamayacağını; devrinin de buhran ve sıkıntılarının bilinmeden değerlendirilemeyeceğini ortaya koyuyor. Sultan’ın eğitim başta olmak üzere yakın tarihimizdeki birçok reformun babası olma özelliğine dikkatleri çekiyor. Tüm bu zengin yönlerini tartmadan despot dam- Sultan Abdülhamit Tahsin Paşa’nın Yıldız Hatıraları (Tahsin Paşa) Sultan Abdülhamit dönemine dair en önemli kaynak eserlerden biri olan hatırat, saray Nazırı Tahsin paşa tarafından kaleme alınmıştır. Aynı zamanda Sultan’ın en yakını sırdaşı, devletin iç ve dış siyasetine vakıf olması yönüyle de eserin apayrı bir önemi olmuştur Abdülhamit’in 32 yıllık saltanatında Almanca istihbarat biriminde önemli görevler verdiği jurnalciler, bunların arzları, Sultanın stratejileri, devletin dâhilinde ve haricinde uyguladığı karar alma mekanizmaları, görevi icabı devamlı yanında olan doğal bir gözlemci niteliğindeki paşa tarafından kayıt altına alınmıştır. Ve mümkün oldu29 Sultan Abdülhamit’in Sürgün Günleri Hususî doktoru Atıf Hüseyin Bey’in Hatıratı Metin Hülagü Metin Hülagü, tahttan indirilmesinden ölümüne kadar Sultan’ın yanında olan ve belirli aralıklarla kendisini muayene eden doktoru Atıf Hüseyin Bey’in hatıralarını yayınlamıştır. Hususî doktoru olması sebebiyle tahttan indirildikten sonraki günlük yaşamı, ruh hali, sağlığı ve sohbetlere yer vermesi açısından oldukça önem taşıyan eserin aslı 12 defterden oluşur. Bir kısmı gün gün bir kısmıysa belirli aralıklarla kaleme alınmıştır. Ayrıca Sultan’ın son 9 yılındaki rahatsızlıkları, hastalık ve tedavileriyle Selanik, sürgünü sonrasında İstanbul’a geri dönüşü anlatılır. luğundan tahta çıktığı ana kadarki hayatı işleniyor. Veliaht prens olması ve Meşrutiyeti ilan etmek sözüyle çıktığı tahtında 93 harbi denen felaketin acı bilançosu, imparatorluğun içine düştüğü durum, tüm yükü sırtına yüklemiştir. Bu çalkantılı süreçte Sultan Abdülhamit’in muhaliflerinden Mithat paşa, Genç Osmanlılar ve diğerleriyle olan münasebetleri de ele alınmıştır. 33 senede bir insanın kolay kat edemeyeceği mesafeyi memleketine katmıştır. Fakat bir tek kişinin bir İslâm İmparatorluğu’nu tek başına kalkındırmasının imkânsızlığı da ortadadır. ğunca objektif bir değerlendirmeyle sunulmuştur. Sultanın kişisel ve idari yönünün yanında, dönemde önemli devlet görevlerinde bulunan ve nüfuz sahibi olan kişiler bu adla anılan bölümde ayrıntılı işlenmiştir. Dönemi kavramak ve anlamlandırmak için başvurulması gereken eserlerden biridir. Yabancıların Kaleminden Abdülhamit Mehmet Esat b. Emin Seydişehri Mehmet Esat beyin, Avrupalıların sultan Abdülhamit’e dair beslemekte oldukları hürmetkâr tavrı anlattığı risaledir. Ön yargıya sahip olmayan Fransız aydınlarının düşüncelerini içerir. ‘Payitahtla Paris ve Seine nehri ile Karadeniz Boğaziçi sahilleri arasında kurulan yüz yıllar boyu süren dostluk bizim için değerlidir’ diyen bir Fransız’ın ağzından başlar eser. Sultan Abdülhamit, Avrupa’nın etkili olduğu bir anda iktidarda olmuş birçok müşkülatlı tedbiri, iyi sonuçlar alacak şekilde yoluna koymuştur. Ticaret, zanaat ve sanayiye katkısı ve Avrupalılarla geleneksel Osmanlı Politikasını büyük başarıyla sürdürmesi takdire şayandır. Fransızlarla kadim dostluğa gayret göstermesi ile gelişen ilişkiler, 4 dilde eğitim veren ve Boğaziçi Sahillerini süsleyen Avrupa eğitim sistemine denk okullar onun eseridir. İzmit-Ankara; Yafa-Kudüs; Mudanya-Bursa tren yolu hatları, devletin tarımsal üretim noktasında ilerlemesini sağlarken, Amerika ve Rusya ile üretim yarışına girmesine de sebep olmuştur. Eser genel olarak Avrupa’da kendisine karşı duyulan örtülü ve açık hayranlığı dile getirir. 30 Abdülhamit’in belli başlı anılarını anlattığı ve sohbetinden tat aldığı anlaşılan doktoru, bu yıllarda siyasi ve politik durum hakkındaki tek bilgi edinme yolu olmuştur. Sultan’ın yanına herhangi bir yayın organı girmesi yasaktı. Doktoru, Sultan’ın değerlendirmelerini direkt olarak duymuş ve kayıt altına almıştır. Eser, Sultan’ın hanımları, ailesi ve yakın hizmetlilerinin anlatıldığı kısımla sona erer. Sultan Abdülhamit François Georgeon Sultan Abdülhamit’e dair en önemli biyografik eserlerdendir. Tanzimat’tan itibaren devletin modernleşme sürecinin anlatıldığı ilk bölümde Sultan Abdülhamit’in bir şehzade olarak dünyaya gelmesi ve çocuk- Hicaz demiryolu ve Alman İmparatoru Wilhelm ile şahsi dostluk yeni bir güç dengesine zemin hazırlarken, İngilizler Arap dünyasında başka planlar kurmaktaydılar. Bütün bunlardan güçlü istihbarat ağı sayesinde haberi olan Sultan’ın tavrı da eserde bilimsel ve objektif bir perspektifle ele alınmış durumda. Döneme bir de bu pencereden bakmak isteyenler için kaynak niteliğinde bir eserdir. 31 Mart Vakası İsmail Hami Danişment Tarihçi İsmail Hami Danişment eserini, Sultan Abdülhamit devri sadrazamlarından Tevfik Paşa’nın evrak ve kayıtlarıyla belgelendirmiştir. İkinci Meşrutiyetin ilk dönemlerinden, Abdülhamit’in Selanik’e götürülmesi arasındaki zamanı bir tanığın ağzından anlattığı gibi buradan Sultan’ın bu hareketle hiç bir bağı olmadığı sonucuna varmaktadır. ve önemli sonuçları detaylandırılmak istendi. Bunun için Tanzimat döneminin en büyük aydınlarından Ahmet Cevdet Paşa seçildi. Cevdet Paşa, sosyal ve siyasi süreci anlatıp, dönemden çıkarılabilecek dersleri didaktik bir öğreti haline getirecek şekilde Sultan’a sundu. 17 ve 18. yüzyıllarda devletin kötü gidişine karşı yapılması gereken icraatların konu edildiği Islahatnamelerin, 19. yüzyıldaki bir versiyonu böylece oluşmuş oldu. 5 cüzdandan oluşan eserin birinci cüzdanı kayıp olmasına rağmen belli bir sırayla devam eden diğer dört cüzdan süreklilik arz etmesi sebebiyle döneme adeta bir ayna tutma vazifesi görmektedir. nın ıslahı gerçekleştirilmeye çalışıldı. Kuzey Afrika için birleştirici bir harç vazifesi gören Şazeliler ve Senüsiler güçlendirildi. Şangay ve Çin Müslümanlarına yardım için görevli bir paşa bölgeye gönderilerek Pekin’de Hamidiye Üniversitesi faaliyete geçirilmiştir. Esere göre Sultan daha sonra büyük güçlerin isteği ve yurt içindeki destekçileri sayesinde devrilmiştir. Dönem üzerinde etkili olmuş tarihi kahramanlara önem sırasını belirterek yer verir ve eserin sonunda tek tek tanıtır. Eseri önemli kılansa Sultan’ı tahttan indiren 31 Mart Vakasının, başka başka hiziplerin tezgâhları sonucu oluşturulduğunu ifade etmesidir. Sultan olaylardan, bırakın mesul olmayı tamamen habersizdir ve bir kumpasa kurban gitmiştir. Yine eser, 31 Mart olaylarını anlatan ve tarihi belgelerle detaylandıran bir eser olma özelliğiyle de tektir. Sultan İkinci Abdülhamit ve İstanbul’u Vahdettin Engin 2. Abdülhamit’in İslâm Birliği Siyaseti Prof. İhsan Süreyya Sırma 1877-78 Rus savaşının sorumlusu Mithat Paşa’nın anayasaya dayanarak getirdiği ‘Batılı devlet olma’ fikri, savaşın sonunda İngiltere lehine çıkarlar elde edilmesi, Sultan’ın parlamenter sistemi askıya almasına ve batılı bir devletten ziyade doğulu bir imparator gibi davranmasına zemin hazırladı. Sultan Abdülhamid’e Arzlar (Maruzat) Ahmet Cevdet Paşa (Yusuf Halaçoğlu sadeleştirdi) Sultan Abdülhamit’in bizzat şahsi emriyle 1839 -1876 yılları arası siyasi olaylar Bunun karşısında Pantürkizm ve Panarabizm faaliyet gösterecek ama Sultan’ın kusursuz politikalarıyla uzunca süre hükümsüz bırakılacaktır. Muhammed Abduh adlı Mısırlı âlimle ilişkileri ve medreseler başta olmak üzere dini eğitim kurumları- Çalkantılı bir devirde sultan olmasına rağmen bir taraftan da Payitahtı İstanbul’la da bütünleşmiş bir liderdir. 2. Abdülhamit şehirde terkos suyuna soda karıştırılmasından tutun; fiyatların halk aleyhine artmasını engelleyerek, gerekirse tek tek denetler. Halk arasına karışıp insanların dertlerini dinleyen, çözümler üreten son İmparatorun İstanbul’da saray ve saray dışı hayatı eserde yerini almıştır. Peki 2. Abdülhamid aslında hangisi? Onu tanımak için 2. Abdülhamid’in Hususi İradelerinden yola çıkarak padişahın karakter yapısını ve bu çerçevede İstanbul’daki gündelik hayata dair görüşlerini iyi anlamak önem teşkil eder. Sultan II. Abdülhamid, şahsiyeti ve icraatları ile çok tartışılan bir hükümdar... Hakkında söylenenler daha çok, fikir yürütenlerin kişisel düşüncelerine göre değişebilmekte. 31 SANAT/TARİH NECİP KARAKAYA Medeniyet, Sanat ve Sultan II. Abdülhamit Han Osmanlıyı, musiki noktasında değerlendirdiğimizde birçok formla karşılaşmakta ve Tasavvuf Musikisinin temeli sayılabilecek güftelere ve bu güftelerin Tekke formlarında icralarına da rastlamaktayız. Sultan II. Abdülhamit döneminde ise opera ve tiyatro oyunları da ağırlık kazandı. 32 Belki duymak, belki söylemek, belki hissetmek, belki anlamaktır musiki. Ama aslında yaşamaktır ritminde ya da yaşatmaktır ritmiyle bir şeyleri. Bir nağmenin ya da melodinin, nasıl ifade edilirse edilsin, aslında etki alanına girmek ve kendimizde meydana getirdiği hissiyatı liyakatli bir şekilde yaşamaktır musiki. Farklı dünyaları bir araya getirmek ve ortak bir sesi muhteşem bir uyum ve ahenk haline büründürmektir biraz. Nesilleri bağlamaktır birbirine. Yüzyıllar ötesinden seslenmektir bizden sonra gelecek nefeslerle. Hassasiyetlerimizi yansıtmak ve üzerinde hassasiyetle durduğumuz bütün konuları belirli bir melodik yapı içinde sunmaktır musiki. İslâm, insanı sosyal hayattan soyutlamamış, bilakis hayatın kendi ritmi içerisinde, kişinin kendi kalbinin varlığını her zaman hatırlatan ritmiyle varlık içindeki yerini alması noktasında yönlendirmiştir. Sözün tesirinin zirve noktada olduğu Hazreti Mevlana, Hazreti Yunus Emre, Hazreti Ahmed Yesevi ve Tasavvuf neşvesini gönüllere tattıran diğer zevat-ı kiramın nutk-u şerifleri neredeyse bütün Osmanlı teb’asında bilinen, söylenen ve belirli bir sistematikte söyletilen güfteler olmuştu. Gerek halk arasında gerekse saray erkânınca meşk edilen bu güfteler, Osmanlının tevarüs ettiği musiki geleneğinin icrasının en önemli unsurları haline gelivermişti. Elbette farklı formlar üzerinde musiki icrasının enstrüman yani saz yönüyle de tekamülüne şahitlik edilmekteydi. Saz eserleri ile zenginleşen musikinin, halin, söz ile ifadesini nağme ile ifadesi noktasına taşınması, “halin takriri için dile ne hacet” anlayışının bir göstergesi olarak ortaya konmaktaydı. Bu birikimle Osmanlı coğrafyası ve İslâm dininin ulaştığı her noktada musiki de gelişmeye ve zenginleşmeye devam etmekteydi. Bir taraftan dergâh ve tekke musikisinin kullandığı argümanlar ve icralar, diğer taraftan cami musikisinin eşsiz ör- nekleri, medeniyetimizin ihtişamını aktarmaya devam etmekteydi. Gerek enstrüman ve ses noktasında, gerekse edebiyat ve beste noktasında harikulade bir kıvama gelen musikimiz, sanatın zirvesi olarak adlandırılan bir çok bestekar, güftekâr, sazende ve hanendeye sahipti. Düşüncenin ve mananın muhteşem bir sanatla ifade edilişi olmuştu, Divan Edebiyatımızın örnekleri. Şairlerin, şiirlerini bir araya getirerek oluşturdukları divanlar; aruz ölçüsü ile yazılan şiirlerin yer aldığı ve gerek yazım yoluyla çoğaltılarak gerekse dilden dile aktarılarak geniş bir coğrafyayı etkilemeye başlamıştı. 13. yüzyılda ilk örneklerini Hoca Dehhâni ile gördüğümüz ama sonrasında büyük bir medeniyetin neredeyse divanlardan müteşekkil olduğunu bize gösterircesine ortaya çıkan şairler ve divanları, süslemiştir tarihin sanatsal sayfalarını. Hz. Mevlana, Hz. Sultan Veled, Ahmet Fâkih, Ahmedî, Âşık Paşa, Kadı Burhâneddin, Nesîmî, Gülşehrî, Şeyhî, Ahmet Paşa, Süleyman Çelebi, Ali Şir Nevâî, Saz eserleri ile zenginleşen musikinin, halin, söz ile ifadesinin nağme ile ifadesi noktasına taşınması, “halin takriri için dile ne hacet” anlayışının bir göstergesi olarak ortaya konmaktaydı. yıllarda, sözlerin en güzeli ile seslenmiştir insanlığa. Elbette İslâm’ın sesi sihir değildi. İslâm’ın sesi nizam ve intizamdı. Hayat vermekti kurumuş hücrelere. Tedavi etmekti hasta gönülleri inancın sesiyle. İşte bu sesin bir ahengi vardı. Boş bir nida olmaktan berî kılarcasına ve sözü, ses ile bezemeyi telkin eden emir ile mümin gönüllerde yerini bulmuştu. Ve işte böyle oluştu medeniyetimizin asil ahengi, Musiki. Bir medeniyetin en önemli parçalarından biridir musiki. Osmanlının bütün ihtişamı ile temsil ettiği İslâm Medeniyetinin de en önemli yapı taşlarından biriydi ve bu muhteşem medeniyetin bir parçası olarak yerini almıştı. Osmanlıyı, musiki noktasında değerlendirdiğimizde birçok formla karşılaşmakta ve Tasavvuf Musikisinin temeli sayılabilecek güftelere ve bu güftelerin Tekke formlarında icralarına da rastlamaktayız. 33 Taşlıcalı Yahyâ, Fuzulî, Bâkî, Zatî, Hayâlî, Nev’î, Nef’î, Nâbî, Nâilî, Nesâtî, Şeyhülislâm Yahya, Nedim, Şeyh Gâlip, Enderunlu Fâzıl, Fitnat Hanım ve Enderunlu Vasıf gibi isimler bu kapsamda zikredilmesi gereken isimlerdir. 13. yüzyıldan 19. yüzyıla varana kadar geçen bu süre zarfında gelişen ve sanatsal anlamda zirve noktaya çıkan Divan Edebiyatı, yine çok önemli bir yere sahip olan musiki ile buluşarak muhteşem sanat eserleriyle medeniyete katkı sağlamaya devam etmişti. Osmanlı Padişahları ve Sanat Osmanlı padişahları arasında farklı sanat dallarıyla uğraşan birçok kişi vardı. Ama ön plana çıkanlar şairler ve bestekârlardı. Divan sahibi olan şair padişahlar olduğu gibi musiki makamı terkibine sahip olan padişahlar da vardı. Fatih Sultan Mehmed, Kanuni Sultan Süleyman, Sultan III. Murad, Sultan I. Mahmud nasıl şiirleriyle ve divanlarıyla ön plana çıkmışlarsa, Sultan III. Selim, Sultan II. Bayezid, Sultan Abdülaziz, Sultan VI. Mehmed’de besteleriyle ön plana çıkmış padişahlardı. Musiki ve edebiyatla ilgili eser ortaya koymayan ama zanaatkâr olup muhteşem eserler inşa eden padişahlar da olmuştu. İşte bu isimlerden biri Sultan II. Abdülhamid idi. II. Abdülhamit’in Musikişinaslığı Aslında marangozlukla uğraşan, kendi çalışma odasını kendi tasarladığı eşyalarla, mobilyalarla donatan biriydi Sultan II. Abdülhamid. Bütün bunların dışında çok iyi 34 bir musiki dinleyicisiydi. Çok farklı musiki formlarını dinleyen, özellikle Batı Musikisine en ince noktalarını bilecek kadar vakıf ve bir yönüyle de Batı Musikisi hayranlığı olan biriydi. Aynı noktada Türk Musikisinin de özelliklerine vukufiyeti olan ve Türk Musikisi icralarına zaman zaman Yıldız Sarayında yer veren bir padişahtı. Sanatsal faaliyetler onun zamanında ciddi anlamda artmıştı. Çocukluğunda Batı Musikisi dersleri alan, piyano ve keman öğrenen, hatta Şehzadeliği zamanında Batı Musikisi tarzında bir de bestesi olan değerli bir musikişinastı. Sultan II. Abdülhamid’in tahta çıktıktan sonra musiki adına yaptığı birçok hizmet olmuştu. Musikişinasları korur, himaye eder ve yaptıkları eserlere iltifat ederdi. Sultan Abdülaziz döneminde Mızıka-i Hümâyûn Komutanlığı’ndan azledilmiş olan Ahmed Necip Paşa’yı yeniden bu kurumun başı- birçok yabancı tiyatro grubu oyunlarını sergilemişlerdi. na getirerek ona olan muhabbetini ortaya koymuş, Paşa da bir şükran ifadesi olarak onun adına Hamidiye Marşı’nı bestelemişti. Hamidiye Marşı, Sultan II. Abdülhamid’in 33 yıl sürecek olan saltanatında âdeta Milli Marş olarak çalınacaktı. dımızın izinde, geleneğe bağlı olarak devam eden sanat hayatımız, her alanda birbirinden değerli isimlerle doludur. Milletimizin yetiştirmiş olduğu bu isimler, dünya tarihine altın harflerle kazınacak eserlere imza atmışlardır. Sosyal statüsü ne olursa olsun, sanatsal anlayışı ile gündeme gelen bu isimleri takip eden günümüz sanatkârlarının medeniyetimizi inşa eden değerlere bağlı olarak hizmet ettiklerini ve birbirinden değerli eserleri üretmeye devam ettiklerini görmekteyiz. II. Abdülhamit Dönemi Opera ve Tiyatro Sultan II. Abdülhamid Han’ın döneminde opera ve operetlerin sergilenmesi, tiyatro ve diğer temsillerin yapılması için Yıldız Sarayı sınırları içinde bir tiyatro binası yapılmıştı. Bu salonda dünya çapında ünü olan birçok sanatçı konser vermiş ve yine Batı Musikisine ve sanatına bu denli ehemmiyet veren Sultan II. Abdülhamid, geleneksel musikimizin icralarına, bestekâr ve güftekârlarına da ziyadesiyle önem vermişti. Gelenekten beslenen ve geleneksel musiki icra örneklerini sergileyen sanatkârlarla zaman zaman sarayda meşk meclisleri oluşturmuş ve bizzat bu meclislerde repertuara katkı sağlamıştı. Sultan II. Abdülhamid, dönemin en önemli musikişinaslarından olan ve namı imparatorluk dışında da duyulmuş olan Hacı Arif Bey ile dönemin diğer musikişinaslarına iltifat etmiş ve onların musiki hayatlarına onları himaye ederek katkıda bulunmuştu. Yeryüzünde her cihette varlığını ihtişamlı eserlerle sergilemiş ve bu ihtişamını inancı ile şekillendirmiş olan ecda- Medeniyetimizin yazıldığı berrak sayfalar, ihtişamlı eserlerle süslenmeye devam etmekte… SANAT/RESİM Osmanlı’nın İlk Kadın Ressamı Müfide Kadri Ressam, besteci, edebiyatçı… O, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki ilk profesyonel Müslüman kadın ressam ve resim öğretmenidir. 1889 yılında Çamlıca’da doğdu. Çok küçük yaşında babasını ve annesini kaybetti. Kadri Bey tarafından evlatlık olarak alındı. On yaşında özel resim dersleri almaya başladı. Öğretmenleri Ressam Osman Hamdi Bey (İlk müze müdürü), Ressam Halil Paşa ve Sanayi-i Nefise Mektebi’nin (Güzel Sanatlar Okulu) yağlıboya resim öğretmeni Salvatore Valeri’dir. Yetenek ile çalışma azmi birleşince dikkatleri üzerine çeken sanatçının, bir sergide yer almak üzere Münih’e gönderilen resimleri, ona altın madalya kazandırdı. Bu madalya onu motive etti ve resme dört elle sarıldı. Böylece yurtdışında ödül kazanmış Osmanlı’nın ilk kadın sanatçısı oldu. Bu ressam kızın, resimde olduğu kadar musikide de yüksek bir kabiliyeti vardı. Ud, keman ve özellikle de piyano çalıyordu. Pek çok bestesi bulunan sanatçının, “Teranei Şebap” son ve en dikkat çeken eseridir. Bu beste, dönemindeki sanat dergilerinde haber olarak yayınlanmıştır. Müfide Kadri, yakalandığı hastalıktan kurtulamayarak 1912 yılında çok genç yaşta, İstanbul’da öldü. Ailesinin Üvey Olduğunu Öğrendi ve Çöktü... II. Abdülhamit Han’ın Kızına Resim Dersleri Verdi Aldığı eğitim ile çeşitli müzik aletleri çalıp, besteler yapabilen, Fransızca konuşan, doğu ve batı edebiyatı üzerine zengin bilgisi bulunan ve resim yapan Müfide Kadri, bu birikimini paylaşmak amacıyla çeşitli eğitim kurumlarda ders verdi. II. Abdulhamit’in (1842-1918) kızı Aliye Sultan’a sarayda özel resim dersleri de vermiştir. Uzun boylu, kumrala yakın bir tene sahip, narin bir kız olan Müfide’nin hastalığı esnasında, mahallede bazı dedikodular dolaşmaya başladı. Kara sevdaya tutulduğunu söyleyenler olduğu gibi, son zamanlarda da Kadri Bey’in üvey babası ve annesininde üvey annesi olduğunu işitmesinden dolayı yatağa düştüğünü söyleyenler de vardı. Bunların ne derece doğru olduğu bilinmemekle beraber, Müfide kısa bir zaman sonra hayata gözlerini yumdu. Babalığı Kadri Bey, kızını kaybetmekten doğan büyük acılar içinde kendisini teselli için hacca gitmeğe karar verdi. Fakat o da bir müddet sonra yolda vefat etti. Ölümünden sonra babası tarafından kırk kadar eseri, sergilenip satılmak üzere Osmanlı Ressamlar Cemiyeti’ne verilmiştir. 1912’de sergilenen eserlerden elde edilen gelir de cemiyete bağışlanmıştır. 35 DOSYA/SİYASİ TARİH BEYTULLAH ÇAKIR 68’i Yeniden Okumak Dünyaya sıçrayan bu protestolar, uğradığı her ülkenin kendi iç dinamiklerine göre şekilleniyordu. Örneğin; ABD’nin “çiçek çocukları” Vietnam Savaşı’na; Meksika’daki halk, hükümet baskılarına; Almanya’daki işçiler kapitalizmin yarattığı hayal kırıklıklarına; Prag’daki insanlar Sovyetler Birliği’nin katı komünizm anlayışına karşı ayaklanırken Türkiye’deki ayaklanmaların temel motivasyonunu ise üniversitelerde gerçekleştirilmesi beklenen reform hareketleri oluşturuyordu. Övgü ile Yergi Arasında Sıkışmış Bir Kuşak Üzerinden yaklaşık 50 yıl geçen bu dönemin, Türkiye’nin sosyal ve siyasi tarihinde önemli eşik noktalarından birini oluşturduğu muhakkak. Zira Türkiye’de şiddete dayalı ideolojik kamplaşmanın fitilinin bu dönemde gerçekleşen olaylara bağlı olarak ateşlendiği genel kabuller arasında. Haricinde 12 Mart 1971 tarihinde verilen askeri muhtıranın da “meşruiyetini” yine bu dönemde yaşanan olaylara bağlı olarak sağlamaya çalıştığını biliyoruz. 68 kuşağının kült isimlerinden Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan, Yusuf Aslan’ın idamları; Mahir Çayan, İbrahim Kaypakkaya, Ulaş Bardakçı, Taylan Özgür, Vedat Demir’in ölümleri de bu dönemi önemli kılan etmenlerden. Takvimler 1968 yılının Mayıs ayını gösterdiğinde Paris’teki Sorbonne Üniversitesi’nin öğrenciler tarafından işgali, siyasi tarih literatürüne girecek türden bir dönemin de başlangıcını oluşturmuştu. Üniversitenin işgali sonrasında gerçekleştirilen gösterilere işçilerin de katılmasıyla gittikçe büyüyen protestolar, kısa süre içerisinde önce Fransa’da daha sonra ise Prag, San Francisco, Mexico City, İstanbul gibi dünyanın farklı şehirlerinde etkisini göstermeye başladı. Peki bugünün gençleri, 68 kuşağının gerçeği, beklentileri, niyetleri, hataları ve doğruları hakkında neler biliyor? Bu kuşağın temsilcileri, kimi çevrelerin bahsettiği gibi; “Türkiye’nin tam bağımsızlığı için mücadele veren birer halk kahramanı” mıydılar yoksa “Devletine ve milletinin kutsal değerlerine düşman hayalperest 36 Sorbonne Üniversitesi’nin öğrenciler tarafından işgali... birer piyon” muydular? Yahut genel olarak ortada dolaşan bu iki keskin söylemin dışında bambaşka bir hüviyete mi sahiptiler? Bu konu hakkında özgür irademizle nesnel bir yargıya varabilmek için o dönemi anlatan kitaplara ve tanıklıklara başvuruyoruz. 68 cereyanının heyecanına kapılan bu kuşağı tahlil yolunda yazılmış, üç farklı bakış açısını yansıtan -taraflı, karşıt ve görece objektif- üç kitabı okumak, bu konuda geçmiş dönemlerin konjonktürüne bağlı olarak verilmiş yargıların ötesinde içinde sorgulama da barındıran bir anlama çabası olarak önerilebilir. Darağacında Üç Fidan Everest Yayınları Nihat Behram Dönemin birincil tanıklarından olan gazeteci, şair ve yazar Nihat Behram’ın kaleme aldığı “Darağacında Üç Fidan’’, belgesel-anlatı türünde bir kitap. 1975 yılında Vatan Gazetesi’nde yazarlığa başlayan Behram, 68 kuşağının sembol isimlerinden Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın yargılandığı I. THKO (Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu) davasını ve dava sonucunda idama mahkûm edilen üç gencin yakalanmadan evvelki son günlerini, yakalanışlarını, darağacına giderken içinde bulundukları ruh hallerini anlatıyor kitabında. Kitapta dava için oluşturulan iddianamenin ve sanıkların savunmalarının mahiyetine dair bilgiler de mevcut. Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın çocukluktan gençlik yıllarına kadar geçen dönemlere dair anekdotların yanı sıra ailelerine yazdığı son mektuplara, kendilerine ait pek çok fotoğrafa ve asılmadan evvelki son sözlerinin ne olduğuna da rast geliyoruz kitabı okurken. 68 kuşağı dönemine dair pek çok özel ayrıntıya erişebileceğimiz kitabın bir bölümü ise yazarın, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının davasına ilişkin olarak yönelttiği sorulara hukuk ve bilim adamlarının verdiği yanıtlardan oluşuyor. Aslında Vatan Gazetesi’nde 18 gün boyunca süren bir yazı dizisinden oluşan “Darağacında Üç Fidan”, sonradan kitap haline getirilmiş ve bugüne kadar tam 107 kez basılmış. Yazıldığı tarihten bugüne gelene kadar topyekûn yasaklandığı dönemler de olmuş. Hatta kitabın yazarı Nihat Behram, kitabından ötürü uzun yıllar politik bir sürgüne de maruz kalmış. zarı olan Erol Kılınç, 68 kuşağı dönemini tecrübe etmiş bir ülkücü. Ve kitap buna bağlı olarak döneme farklı bir pencereden, ülkücü bir gözden bakıyor. 68 Nihat Behram, kitabı kaleme alırken oldukça edebi bir dil kullanmış. Aynı zamanda şair de olan Behram, kitaptaki her bölümün başına o yıllarda yazdığı şiirleri eklemiş. Normal şartlar altında tarihî tanıklılara yahut olaylara dayanan kitapların okunması zor olabiliyor fakat Nihat Behram’ın Darağacında Üç Fidan Nihat Behram kuşağı tabiri etrafında oluşturulan atmosfere aykırı yönden bir katkı sunan kitap, Ötüken Yayınları’ndan çıkmış, ilk baskısı ise 2008 yılında yapılmış. Kılınç kitabında, 68 kuşağını ve bu kuşağın dünyada yaptığı eylemlerin sebeplerini incelerken bu eylemlerin Türkiye’ye sıçramasının esas nedenini ise şu şekilde açıklamış: “Bizdeki 1968 efsanesinin kahramanları, Çekoslavakya’nın Prag Baharı denilen uygulamalarının, etrafındaki SSCB kontrolü altındaki ülkelere kötü örnek olmasından büyük rahatsızlık duyan Komünist Rus yönetiminin işlediği açık cinayetleri perdelemeyi ve hatta Sovyetleri desteklemeyi kendi solculuk şereflerinin bir gereği sayanlardır.” Kılınç’ın ortaya attığı bu tez, kitabı anlamak için oldukça önem arz ediyor. Tarihe adını “Mayıs Baharı” olarak yazdıran bu dönemin esas aktörleri ise genel olarak, yaşları henüz 30’a dahi varmamış olan gençlerdi. Statükoya karşı başkaldıran, sol ideolojinin farklı fraksiyonlarında yer alan ve “Gerçekçi ol imkânsızı iste!” sloganını kendilerine parola edinmiş bu gençleri buluşturan ortak payda ise daha fazla özgürlük ve sosyal haklar talebiydi. Sol’un Bölünmesi Ve İşçi Partisi akıcı ve sade üslubu bu okuma zorluğunu ortadan kaldıran bir etki yaratmış. Erdal Öz’ün Deniz Gezmiş’le Mamak Cezaevi’ndeyken yaptığı görüşmelerden yola çıkarak kaleme aldığı belgesel, anı, anlatı türündeki kitabı “Gülünün Solduğu Akşam” ile beraber, 68 kuşağına dair en çok satılan kitaplar listesinde ilk sıralarda yer alan “Dar Ağacında Üç Fidan”, gerek konuyu ele alış biçimi gerekse de dönemin birincil aktörlerinin tanıklıklarına ayrıntılı olarak yer veriyor olması bakımından okunmaya değer bir kitap olarak karşımızda duruyor. Zira ilerleyen sayfalarda Türkiye’de o dönem sol hareketi temsil eden, mecliste sandalye sahibi olan Türkiye İşçi Partisi’nin geçirdiği sarsıntıyı ve sol içinde farklı fraksiyonların ortaya çıkarak şiddet eylemlerine ve hatta darbe heveslerine uzanan öyküsünü bu konudaki tavır farklılıklarını merkeze alarak açıklıyor. Kitap, İhtilal, İhtiras ve İdeal 68 Kuşağı Hakkında Ötüken Yayınları Erol Kılınç “İhtilal, İhtiras ve İdeal-68 Kuşağı Hakkında” muhtevası itibariyle döneme dair yazılmış kitapların ekseriyetinden farklı bir noktada duruyor. Zira kitabın ya- İhtilal, İhtiras ve İdeal Erol Kılınç yazarın 68 kuşağı hakkındaki görüşlerini açıkladığı kısa bir “Giriş”, dünya üzerinde gerçekleşen öğrenci ve gençlik hareketlerini ele aldığı “Dünyada 68 Olayları”, 27 Mayıs 1960 darbesinden 1968 olaylarının gerçekleştiği döneme kadar geçen süreçte Türkiye siyasi tarihinin fotoğrafını çekmeye çalıştığı “Türkiye’de 68 Olayları”, ordu içerisinde yer alan sol görüşlü subayların 68 kuşağı ile birlikte gerçekleştirmeye çalıştığı iddia edilen 9 Mart askerî ihtilal girişimine ışık tuttuğu “Milli Demokratik Devrim Cephesinde İşbirliği ve 37 9 Mart Darbesine Hazırlık”, Milliyetçi Hareket Partisi’nin kuruluşunun, o dönemde ülkücü gençlerin teşkilatlandırılmasının ve bu gençlerin 68 kuşağına karşı verdiği mücadelelerin anlatıldığı “Ülkücüler” ve Milliyetçi Hareket Partisi’nin kurucu lideri Alparslan Türkeş’in Türkiye’nin siyasi gündemine dair yazmış olduğu yazılar ve yaptığı bazı konuşmaların yer aldığı “Ekler” olmak üzere toplam altı bölümden oluşuyor. Türkiye’de 68 Olayları şeklinde başlıklandırılmış olan kitabın üçüncü bölümünde, 1968’den 1973’ün ilk çeyreğine kadar hem dünyada hem de Türkiye’de gerçekleşen bazı önemli olayların kronolojik şekilde verilmiş olması, döneme dair sürüp giden olayların çizgisel bir şekilde takip edilmesini sağlaması bakımından oldukça faydalı olmuş. Demet Lüküslü, kitabının giriş kısmında 68 kuşağına dair bir eser kaleme almasının nedenlerini ise şu sözlerle açıklıyor: “ Hâlihazırda Türkiye’nin 68 kuşağı üzerine yazılmış çalışmalar 68’e ‘yergi’ yahut ‘övgü’ üzerinden gittiği için objektif ve serinkanlı analizler yapabilmek hayli güç. Üstelik her ne kadar Türkiye’de 68 gençlik hareketine odaklanan dönem sonrasında yazılmış çok sayıda biyografi, anı ve röportaj örnekleri olsa da dönemin birincil kaynakları üzerine yapılmış akademik çalışmaların aynı derecede çeşitlilik gösterdiği söylenemez.” Kendisi de bir akademisyen olan Demet Lüküslü’nün kitabı, aslında bir gençlik sosyolojisi çalışması. Lüküslü, kita- Erol Kılınç’ın kitabını kaleme alırken Demet Lüküslü’nün kaleme aldığı “Türkiye’nin 68’i- Bir Kuşağın Sosyolojik Analizi” kitabının ilk baskısı 2015 yılında yapılmış ve kitap Dipnot Yayınları’ndan çıkmış. Daha önce incelediğimiz iki kitapla mukayese ettiğimizde 68 kuşağına dair yazılmış bu kitabın görece daha objektif ve soğukkanlı değerlendirmelerle kaleme alındığını söyleyebiliriz. Ayrıca kitabın yazarı olan Demet Lüküslü’nün ne Nihat Behram ne de Erol Kılınç gibi o dönemleri görmüşlüğü var zira Lüküslü, 68 döneminden yaklaşık 11 yıl sonra 1977 yılında dünyaya gelmiş. Söz konusu bu durum da kitabı, incelemesini yaptığımız diğer eserlerden ayıran başka bir nokta olarak değerlendirilebilir. 38 12 Mart 1971 askeri muhtırasına giden yolda kuşağın geçirdiği değişimler, muhtıranın kuşak üzerindeki etkilerinin ve kuşağın temsilcileri tarafından mizahın nasıl bir muhalefet aracı olarak kullanıldığının gösterildiği “Dönüşüm: Öğrenci Hareketinden Devrimci Harekete” başlıklarıyla oluşturulmuş üçüncü bölümden oluşuyor. Akademik bir çalışma sonucu oluşturulmuş olan “Türkiye’nin 68”inde birçok dipnota da rast geliyoruz. Demet Lüküslü, 68 dönemine dair yazılmış pek çok birincil kaynaktan istifade etmiş kitabını oluştururken. Örneğin; Turhan Feyzioğlu’nun kaleme aldığı ve Deniz Gezmiş’in hayatının anlattığı “Bizim Deniz” ve Mahir Çayan’ın yaşam öyküsünü anlattığı “Mahir/ On’ların Öyküsü”, dönemin birincil şahitlerinden olan Oral Çalışlar’ın anılarını anlattığı “68 Anılarım”, yine Oral Çalışlar’a ait olan ve döneme ışık tutan “Denizler İdama Giderken”, 68 döneminde kurulmuş olan DevGenç’in ilk lideri Ertuğrul Kürkçü’nün kaleme aldığı “İsyanın İzinde” gibi kitaplar, Lüküslü’nün döneme dair faydalandığı kaynaklardan sadece birkaçı. Bunların haricinde o dönem yayın yapan ve sol fraksiyonlar üzerinde hayli etkili olan Yön ve İleri gibi dergilerden de alıntılar söz konusu kitapta. 68’in önemli isimlerinden Hasan Cemal’in o dönemdeki anılarını anlattığı “Kimse Kızmasın Kendimi Yazdım” ve yine devrin etkili simalarından Sarp Kuray’ın “İsyan ve Tevekkül” kitaplarından sıklıkla alıntı yaparak kendi iddialarını destekliyor olması da eserin dikkat çekici yönlerinden. 1960-1980 arası dönemin hem dünya hem de Türkiye tarihi açısından kısa bir özeti gibi olan kitap, 68 kuşağını gerek dış politika olaylarını merkeze alarak değerlendirmesi gerek döneme alışılagelmiş söylemlerin dışında farklı bir perspektiften bakıyor olması gerekse de o dönemde teşkilatlanmaya başlamış ülkücü gençlere dair bilgiler sunuyor olması sebebiyle incelenmeye değer. Türkiye’nin 68’i Bir Kuşağın Sosyolojik Analizi Dipnot Yayınları Demet Lüküslü Dolmabahçe’de yapılan protesto eylemleri sonrası nasıl anti-emperyalist bir harekete dönüştüğünün tartışıldığı ikinci bölüm ise “Türkiye’nin 68 Kuşağı: Doğuşu ve Söylemleri” olarak yer alıyor. Türkiye’nin 68’i Demet Lüküslü bında 68 dönemini, Alman sosyolog Karl Mannheim’in “kuşak teorisini” merkeze alarak değerlendirmiş ve söz konusu dönemi “gençlik” ve “kuşak” kavramları üzerinden kritik etmiş. Kitap, 68 kuşağının ortaya çıkmaya başladığı zamandaki dünyanın ve bu dünya içinde yer alan Türkiye’nin rolünün tartışıldığı “Türkiye’nin 68 Kuşağı’nın İçine Doğduğu Zamanın Ruhu” kitabın ilk bölümünü oluşturmakta. Türkiye’nin 68’inin ortaya çıkışının, temel özelliklerinin, ürettiği söylemlerin masaya yatırıldığı; başlangıçta bir öğrenci hareketiyken hangi saiklere bağlı olarak içine işçi ve köylüleri de kattığının anlatıldığı ve Amerikan donanmasına bağlı 6. Filo’ya karşı 1968 yılında Demet Lüküslü’nün 68 kuşağının ürettiği söylemleri incelediği bölümde; “Batı’da bu kuşağı harekete geçiren esas dinamik modernizm karşıtlığıyken, Türkiye örneğinde ise kuşağın esas temsilcileri olan üniversite öğrencilerinin kendilerini modernist söylemin bir savunucusu ve aktörü olarak konumlandırdıklarını” belirtmesi ise bugün dahi üzerinde uzun uzadıya düşünülmesi gereken bir konu olarak duruyor karşımızda. Bir öğrenci hareketi olarak başlayan fakat ilerleyen dönemlerde devrimci -ve hatta bazı noktalarda silahlı- bir harekete dönüşen Türkiye’nin 68’ini “gençlik” ve “kuşak” kavramları üzerinden sosyal bilimlere dair farklı çalışma alanlarıyla bağlantılı bir şekilde analiz eden “Türkiye’nin 68’i-Bir Kuşağın Sosyolojik Analizi” kitabı, dönemin siyasal kültürüne ışık tutması açısından fazlasıyla yararlanılabilir bir kitap. YEN‹ K‹TAP OSMANLI TAR‹H SÖZLÜ⁄Ü Prof. Dr. Fehmi Y›lmaz Osmanl› tarih sözlü¤ü, alt› as›r boyunca genifl bir co¤rafyada hüküm sürmüfl olan Osmanl› ‹mparatorlu¤u’nun merkez, taflra, ilmiye, ordu, donanma, maliye, esnaf teflkilatlar›, bürokrasi, kad›l›k, medrese gibi kurumlar ile diplomas›, f›k›h, hukuk, tasavvuf, tarikat, gemicilik, silah, atç›l›k, okçuluk, para, ölçü birimleri, giyim-kuflam, tekstil, iafle, spor, mimari, sanat gibi alanlara iliflkin 17 bin maddeden oluflan bir eserdir. www.ktpkitabevi.com KİTAP/BİYOGRAFİ Hüsnü Özyeğin’in çalışma odası... Yüzlerce rapor ve binlerce sayfa kağıdın arasında. Ömer Muhtar ve Libya’yı Anlamak… Libya’daki direnişin öncüsü ve sembolüydü Ömer Muhtar… O nedenle ‘çöl aslanı’ olarak anıldı. Sergilediği direnişle dünya çapında tanındı. “Orta boylarda, iri yapılı, saçı, sakalı ve bıyıkları beyaz olan Ömer Muhtar, atik bir zekâya, çetin bir karaktere sahipti. Özverili ve tavizsizdi. 40 Dini konularda bilgili, enerji dolu ve çetin bir karaktere sahipti. Senusi Hareketi’nin en önde gelen liderleri arasında yer almasına rağmen mütedeyyin ve fakir kalmıştı.’’ Mücadele ettiği İtalyan Vali ve Komutan Graziani dahi bu sözlerle anlatıyor Ömer Muhtarı… Libya halkına rüşvet gibi araçları da kullanarak başarmaya çalıştı. Ömer Muhtar’a da direnişi bırakması için cömert tekliflerde bulunuldu. Verdiği mücadelenin sonunda esir düştüğünde İtalyan Mahkemesinde yargılanırken, kendisine bağlı birliklere çekilme talimatı verirse, ülke dışına iltica etmesine izin verileceği bildirildi. Hayatı karşılığında bütün mücahitlerin çekilmesi isteniyordu. Muhtar’ın duruşu ise netti. Günümüzde Arap Baharı ile başlayan süreçte Libya’nın önemini anlamak için Ömer Muhtarı ve mücadelesini daha iyi anlamak gerekiyor. Bunun için okuyabileceğiniz kitaplara yer veriyoruz. Senusi Hareketi 1912’de Osmanlı ile Uşi anlaşması imzalamış ve 1. Dünya Savaşı sırasında da Osmanlı ile birlik halinde hareket etmiştir. Mevcut yönetimde isim değişikliği olunca İtalyanların Libya işgalini tanıma yoluna gidildiğinde Ömer Muhtar yönetime işgalin tanınmaması ve mücadele çağrısında bulundu ancak bir sonuç alamadı. Sadece Libya halkının direnen askerlere sağladığı erzak desteği ile direniş sürdürüldü. Daha sonra İtalya’da Mussolini dönemi geldi ve direnişi ezmek için ünlü komutan Graziani görevlendirildi. Daha önce pek çok İtalyan komutanın başaramadığı görevi Graziani, den Abdülhamid alaşağı edildi ve yeni ge- ten haberdar oldu. Gözleri kapatıp açınca- len idarenin gittikçe zayıflaması, İtalya’nın ya kadar İtalyan kuvvetleri bölgeyi çembe- beklediği fırsatı getirmiş oldu. İtalya bu re aldı. Ama mücahitler yıkılmadılar, son fırsatı değerlendirmekte geç kalmadı. nefeslerine kadar çarpıştılar. Son anda Libya’yı kolay bir lokma gibi gören İtalyan- Ömer Muhtar’ın atı vuruldu. Ömer Muhtar, lar, 27 Eylül 1911’de Osmanlı Hükümetine yere düştü. Yere düştükten sonra da yığıl- verdikleri ültimatomla Trablusgarb’a çı- mayan yiğit, kendini toparlayıp ateşe de- kartma yaptılar. İtalya askeri yetkililerinin vam etti. hesabı, işgalin 15 günde tamamlanacağı yönündeydi. Fakat evde yapılan hesap çarşıya uymadı. İtalyanların üstün silah ve insan gücüne karşı mücahitler inatçı bir direniş sergilediler. Çatışmaların dozu gün geçtikçe arttı. Bir avuç insan olmalarına rağmen sanki hiç ölme riski yokmuş gibi gece gündüz yaşlı genç demeden savaştılar. ‘Vallahi, zafer veya şehadete ermeden bu dağları terk etmeyeceğim ve İtalyanlara karşı devam eden bu savaşı asla durdurmayacağım’ diyordu Başkomutan Ömer Muhtar. Ve bu kahramanlık, işgalci İtalyanları Ömer Muhtar - Libya’nın İşgali ve Direniş Enzo Santarelli Luigi Goglia Şehit Ömer Muhtar için “Gecenin Haki- hem maddi hem de manevi kayba uğratıyordu. Ne yeni savaş stratejileri ne de tecrübeli ve acımasız İtalyan komutanları bir avuç yiğit karşısında kazanabildi. Ta ki 11 Eylül 1931’ e kadar... Eli yaralandı, diğer el ile ateş etmeye başladı ama artık çok geçti… Yapılacak bir şey kalmamıştı. Askerler üzerine çullandılar ve onu esir aldılar. İtalyan işgalciler ile anlaşma yapmayı reddeden Ömer Muhtar, 15 Eylül 1931 günü İtalyan sıkıyönetim mahkemesi tarafından göstermelik bir duruşmaya çıkarıldı ve Graziani’nin daha önceden emrettiği gibi idam kararı veren mahkemenin yüzüne tokat gibi şu sözleri savurdu: “Hüküm ve karar yalnız Allah’ındır. Sizin bu sahte ve uydurma hükmünüzün hiçbir geçerliliği yoktur. İnna lillah ve inna ileyhi raciun (Biz Allah’ın kullarıyız ve sonunda ona dönücüleriz)”. Ve ardından toplama kamplarından getirilen binlerce Libyalının gözleri önünde gayet sakin ve korkusuzca idam sehpasına mi” diyorlardı. Ömer Muhtar, 30 yıl sömürgecilere karşı savaştı. Önce Libya’nın güne- Savaşta İstihbarat... çıktı. Fecr suresinin son ayetlerinden “Ey yini işgal etmek isteyen Fransızlara karşı ve Ömer Muhtar ve yanındaki bir kısım huzura ermiş nefis! Razı edici ve razı edil- mücahid, Sılanta mevkiinde bulunan Hz. miş olarak Rabbine dön” ayetleri dilinden Muhammed’in (s.a.) sahabelerinden Sidi dökülüverdi. Özgürlüğü için her şeyi göze Rafi hazretlerinin kabrini ziyaret etti. O zi- aldığı yeşil dağlarına ve ardından gökyüzü- na göz dikmiş ancak 2. Abdülhamid’in kor- yaretle İtalyanların tuttuğu bölgenin içere- nü son bir bakış attı ve ebed âlemine doğ- kusundan işgal edememişti. Çok geçme- sine girmişlerdi. İtalyan istihbaratı ziyaret- ru yol aldı. 1911’den sonra da İtalyanlara karşı. İtalya, uzun zamandır Libya toprakları- 41 Alvarlı Efe ve Muhammed Diyâüddin haz- ce birkaçı. Ayrıca seyahat esnasında ger- retleri olmak üzere 13 mücahid mürşid ile çekleştirilen birbirinden önemli görüşme- birlikte Ömer Muhtar’ın mücadelesini de ler de konu ediliyor kitapta… okuyabilirsiniz. Özellikle Ömer el-Muhtar, İtalyan işgaline karşı destansı bir direniş Kitap’ta Hasan el Benna, Seyyid Kutup, Erbakan Hoca, Şeyh Ahmet Yasin, Mal- gerçekleştirmiştir. Tam 20 yıl süren bir savaştı… Dona- com X, Rantisi, Abdulhamid Han, Aliya İzzetbegoviç ve Mevdudi gibi zatların düşün- nımlı İtalyan ordusuna karşı çöllerde mü- sel ve mücadele mirasının izleri ile birlikte cadele etti. Kahramanlığı dillere destan Ömer Muhtar bölümü de mevcut. oldu… Muhtar aynı zamanda bir Senûsî tarikatı şeyhidir. İşgalci İtalyanlar tarafından yakalanıp mahkemeye çıkarıldığında söyledikleri her Müslüman için birer nasihat- Ömer Muhtar Prof. Dr. Ahmet Ağırakça ‘’Savaşıyoruz çünkü düşmanı bu topraklardan söküp atıncaya kadar ya da bu tir. “Artık şimdi kendimizi ıslah etmek uğurda ölünceye kadar imanımız ve öz- bize vazifedir. Yoksa büyük zaferin bize gürlüğümüz için savaşmak zorundayız. hazırladığı gayeye ulaşmak müyesser ol- Başka yolu yok. Allah’a aitiz ve O’na dö- maz. Din neyimizdir? Din hayatımızdır, on- neceğiz’’ suz hayat olamaz.” Ömer Muhtar, İtalyan işgalcilere karşı başarılı bir kurtuluş mücadelesi sürdürdü. Bu mücadeleyle ve kahramanlığıyla Osmanlı subaylarını dahi hayran bıraktı. Mücahid Mürşitler Davut Bayraklı Hakkında ‘‘Onun gibi on insan olsa Libya elden gitmezdi’’ denilen Ömer Muh- Cihad, Allah yolundaki her faaliyet ve tar, eşsiz bir lider ve komutandı. hareketin adıdır. Allah’ın dinini her tarafa ulaştırmak için yapılan her tür faaliyet Bu zatı, Türkiye halkı ancak 1980 ya- ve hareketi içine alır. Kelime olarak ‘cehd’ pımlı ‘‘Lion of Desert’’ (Çöl Aslanı) filmiy- kökünden gelir ve düşmanla savaş, nefisle le tanıyabildi. Kahramanlığı hakkında çok mücadele ve dini tebliğ etmek anlamların- şeyler yazıldı çok sözler söylendi ama ne da bir kavramdır. Aynı zamanda insanlara yazık ki biyografisi ve hayatı hakkında ye- İslâm’ı anlatmak, İslâm’ın yayılması için terli çalışmalar yapılmadı. Bu kitap bu konuda olan eksikliğini çaba göstermek, iyiliğin artması ve kötü- kapatıyor. lüğün azalması için gayret etmek en büyük cihattır. Ama ne yazık ki böyle bir kelime bu kadar güzel bir mana taşıyorken özellikle Batı dünyasında yanlış algılanmamıştır. Kitap, cihad için, İslâm için, Allah için savaşan mücahitlerin hikâyesini anlatıyor. 18 ve 19. asırlar, Batı sömürgeciliğinin İslâm beldelerine girdiği dönemlerdi. Başta Afrika kıtası olmak üzere sömürgeci Batı orduları, Müslümanların yaşadığı toprakları talan etmeye başladılar. Eserde, bu asırlarda şiddeti artan sö- Ümmet Coğrafyası Adem Özköse mürgeci anlayışa karşı “sufi direnişi” de- Filistin’den Fas’a, Moro’dan Suriye’ye, nilen, nefisle cihadın yanında gerektiğinde, Libya’dan Makedonya’ya, Kosova’dan Suud’a, düşmanla savaşmaktan çekinmeyen, ha- Tunus’dan yatlarını ortaya koyan mürşid-i kâmillerin Nepal’den Malezya’ya, Cezayir’den Pakistan’a, hayatları ve mücadeleleri kaleme alındı. Latin Amerika’dan Arakan’a kadar uzanan bir Şeyh Yemen’e, İran’dan Patani’ye, yolculuk… Ahmed Bamba, El-Hac Ömer Tâl, Emir Abdülkadir el-Cezâirî, Şeyh Mu- Tüm bu ülkelerde neler olup bittiğini, hammed b. Ali es-Senûsî, Osman b. Fûdî, Müslümanların neler yaşadıklarını, edini- Şeyh Ömer el-Muhtâr, Seyyid Ahmed Şerif len tecrübeleri, umutları, beklentileri, ge- es-Senûsî, Şeyh Seyyid Hasan, Şeyh İzzed- lecek perspektifleri, Türkiye’ye karşı ba- din el-Kassâm, Şeyh Şâmil, Şeyh Mansur, kış açıları, bu kitabın konularından sade- 42 YEN‹ K‹TAP Fert ve Topluma KUR’AN’IN MESAJI Prof. Dr. Vehbe Zuhayli “Bu, kendisinde hiçbir flüphe olmayan ve Allah’tan korkanlara do¤ru yolu gösteren bir kitapt›r.” (Bakara, 2) ‹lk sayfalar›nda konusunu ve muhtevas›n› anlatan her kitap gibi eflsiz ilahi kitap Kuran-› Kerim, ikinci sayfas›nda kendini böyle bir ifade ile takdim ediyor. Yani bu kitap sadece okunan, insanlar›n bilgi ve kültür yönüne katk›da bulunan, geçmifl peygamberleri veya ahireti anlatan bir kitap de¤il; dünya hayat›nda insanlara yol gösteren bir k›lavuz ve rehber kitapt›r. Dünyada, ‹slâm’a göre ne flekilde yaflayaca¤›m›z›n çerçevesini çizen bir kitapt›r, Kur’an-› Kerim… www.ktpkitabevi.com RÖPORTAJ SEVİNÇ SATIROĞLU ANJELİKA AKBAR: İnsanlar İç Barışa Kavuştuklarında Dünyadaki Savaşlar Biter FOTOĞRAFLAR HASAN EREN ÇALIŞKAN O, bine yakın bestenin, Doğu-Batı kucaklaşmasının en hisli bestekârı… Müzisyen ve filozof bir ailenin 2,5 yaşında nota bilen ve piyano çalan, 4 yaşında Mutlak Kulak yeteneği fark edilen kızıydı… Yılları piyanonun ona hissettirdiği derin duygular eşliğinde maneviyat ve kültürel birlikteliklerin yoğurduğu 44 eserleri ve eşsiz yorumları ile geçti. Sohbet ederken, gözlerinin derinliğinde, samimiyetini dinliyorsunuz. “Piyano çalarken egomu bir kenara koyup, müziğin kendisi oluyorum.” diyor. Piyanoyu gözlerini kapatarak, ruhunun derinliklerinde hissederek çalması da bundan… “İfade Edemediğimiz İçin Hastalandığımız Konu: Duygular” Doğu-Batı sentezinde eserler vermeye ve konserler düzenlemeye sizi yönelten şey ne oldu? Öncelikle o tür çalışmalarıma “sentez” demiyorum. O bir kucaklaşma. Beni buna yönlendiren ise tam da dünyada hissettiğim “kucaklaşma eksikliği”. Bach A L’Orientale albümümün (2003) kapağında şöyle yazdım: “Bu, bir müzik deneyi değil. Çağın ihtiyacıdır. İnsanlar birbirleri ile kucaklaşmadan önce müzikleri kucaklaşsın istedim.” Ben gönlümde birlemeyi, ne kadar yaşamayı başarırsam, onun yankıları, yaptığım müzikte ve projelerde o kadar yankı bulur... Kültürlerin ortak noktası müziğinize nasıl yansıyor? Tüm kültürlerde insanlığın ortak noktası ve ortak sorunu nedir? Müzik, bizim hayatımızda düşündüğümüzden daha önemli bir rol oynuyor. Ve müzik insanların öncelikle duygu dünyası- Batı müziğini Doğu enstrümanları ile Bach’ı İbn-i Sina ile sentezlediği, kendi tabiri ile sentez değil kucaklaşma olan eserleri ile “Çağın eksikliğinin, kucaklaşma ve duygular” olduğuna vurgu yapıyor. na etki ediyor. Bizim modern dünyada en çok sıkıntısını çektiğimiz, ifade edemediğimiz için hastalandığımız bir konu: Duygular. Onun için müzik, dinleyicilerin kendi içine bakmalarını kolaylaştıran bir araç... Ve müzik insanlarına bu anlamda önemli bir görev düşüyor... “Batı’nın Rasyonalizmi ile Doğu’nun Gizemli Duygu Dünyası Buluşuyor...” Bach A L’Orientale kaydında, Bach’ın müziğini Doğu ritimleriyle birleştirdiniz, ney gibi mistik bir enstrüman kullandınız. Neden Bach’ı seçtiniz? Proje tamamen spontane gelişti ve Bach’a isabet etti. Bir yerde Doğu ritimlerini dinlerken birdenbire Bach’ın bir eseri ile bire bir ilginç bir şekilde örtüştüğünü gördüm. Birleştirdim. Şaşırdım. Sonra devam ettim. Büyük bir atölye çalışmasına dönüştü o proje. Batı ve Doğu dünyasından önemli müzisyenler çok zevkle projede yer aldı. Hatta orada da inanılmaz kültürel kucaklaşmalar oldu. Mesela Rotterdam’da albüm kaydı için oda orkestrası stüdyoya girdi. İsimlerini yazmaya başladığımızda gördük ki 12 kişinin hepsi farklı ülkedenmiş! Doğu ve Batı’dan… Veya mesela meşhur Avrupalı soprano Djoke Winkler Prins, bu projedeyken ilk kez ney sesini duymuş. O kadar etkilendi ki albüm ve konser performanslarında sürekli gözleri ıslanıyor, zaman zaman ağlıyordu... Bach ile İbn-i Sina’yı nasıl bir araya getirdiniz? Bach, Batı dünyası tarihinde beni etkileyen bir figürdür, bir müzik devi bana göre… İbn-i Sina ise Doğu dünyasının beni etkileyen bir başka devi… İsmini duyduğumda bile içim titriyor, sanki şahsen tanıyor gibi bir heyecan duyuyorum... Bu iki muhteşem insanı bir müzik köprüsünde buluşturmak istedim. Ayrıca biliyorsunuz, İbn-i Sina, batı tıbbının babası unvanını taşıyor: Avicenna (Batı’da İbn-i Sina’ya verilen isim). O da bu anlamda hem Batı hem Doğu için aynı şekilde önemli biri. Bir Batı eserini, Doğu’nun enstrümanlarına, ritimlerine nasıl uyarlıyorsunuz? Nasıl bir çalışma yapıyorsunuz keşif için? Aslında her ikisini de birbirine uyarlıyorum… Doğu eserleri Batı enstrümanlarına, Batı eserlerini Doğu enstrümanlarına uyarlıyorum zaman zaman. Ama bunun nasıl bir çalışma olduğunu tam olarak ben bile anlatamam... Elbette gerektiğinde işin teknik ve araştırma kısmı muhakkak bulunuyor. Ama bu daha çok iç keşif, bilinç ve kalbin birleştiği bir yerden gelen bir silsile... Batı’nın rasyonalizmi ile Doğu’nun gizemli duygu dünyası bir noktada buluşuyor... Her Batı eseri, Doğu enstrümanlarına uyarlanabilir mi? Evet. Ama tersine her bir Doğu eseri Batı enstrümanlarına her zaman uyarlanamayabilir... 45 Doğu’nun Batı enstrümanlarına uyarlanan eserlerinde nasıl bir değişim hissediyorsunuz? Bazen çok güzel tınılar oluşabiliyor. Taze bir bakış açısı her zaman güzeldir. Maksat orijinalini değiştirmek değil, oraya sadece yeni bir bakış açısını kazandırmak, bu her zaman bir zenginliktir. “İnsanlar İç Barışa Kavuştukları Zaman, Gönüllerinde Barış Noktasını Bulunca Dış Dünyadaki Savaşlar Biter” Doğu’yu ve Batı’yı eskiye göre birbirine daha mı yakın yoksa daha mı uzak görüyorsunuz? Dünyadaki terör ve siyasi konular, kültür ve sanattaki Doğu-Batı sentezini etkiliyor mu? Global olarak bir şeyin değişmediğini düşünüyorum, sentezler ve etkileşimler olduğu gibi, çatışmalar da her zaman yaşanmıştı. Şu anda da yaşanıyor. Hangi terim veya sözcüğü kullanırsak kullanalım o global hareketler için, sonuçta her şey insanlar ile yapılıyor, insandan çıkıyor. Sentezler ve kucaklaşmalar nasıl birer birer insanların uğraşları sonucunda olduysa, aynı şekilde çatışmaların merkezinde de insan var ve insandan çıkıyor. Kulplar değişiyor. Kucaklaşan veya savaşan ise in46 sanlardır. İnsanların nefs alanı var ve bilinci hangi nefs bilincine yakınsa, oradan hareket ediyor. O yüzden ben bu tür olaylara hep insan faktörü açısından bakıyorum, diğer etkenlerden ayıklamaya çalışıyorum. Bir sanatçı olarak dünya üzerindeki savaşlar ve çekişmeler sizi nasıl etkiliyor? Üzülüyorum, kalbim ağlıyor. Fakat şunu da biliyorum: İnsanlar iç barışa kavuştukları zaman, gönüllerinde barış noktasını bulunca dış dünyadaki savaşlar biter. Ve bu tüm insanlığa aynı anda olamayacağına göre, savaşlar ve çatışmalar hep olacak maalesef. Çünkü insanların o barış noktasına ulaşma zamanları birbirilerinden farklı oluyor... Ben yine de en azından kendi içimde o barışa yolculuk yapmaya çalışıyorum. Çünkü sadece ben değişirsem dünyanın değişmeye başlayacağını biliyorum. Bu Doğu-Batı sentezlerini hazırlarken ve dinleyicilerinize sunarken yaşadığınız ilginç duygular ya da olaylar oldu mu? Batı dünyası temsilcileri yıllar önce bu çalışmalarıma şiddetle karşı çıktı. Türkiye’deki klasik müzik müzisyenlerinin bazıları… Yurt dışında değil, orada tam ter- si alkışla karşılandı. Ciddi hakaretlere bile maruz kaldım ve çok da üzülmüştüm bir zamanlar. Sonraki yıllarda ise beni eleştiren bazı müzisyenlerin kendilerinin bile bu tür çalışmaları yapmaya başladıklarını gördüm... İlk olmanın onuru ve zorluğu... “Gönül Alanımız Aklın ve Duygunun Hem Birleştiği Nokta Hem de Her İkisinin de Çok Ötesinde ve Derininde Bir Özel Mahal” “Zarafetin olağan olduğu bir dünya” temenniniz var. Dünyada sanat ve toplum zarafeti unuttu mu? Belki de... Bir ihtimal teknoloji ve hız, insanların duygu ve davranış inceliklerini kısıtlıyor. Duygu dünyası ikinci plana düşünce, ortaya çıkan sonuç zarafete uzak kalıyor... Ama yine de bu konuda da genelleme uygun olmaz. Her zaman dünyada zarif ve pek zarif olmayan insanlar vardı... Bu yine her bir kişinin farkındalığı ve iç dünyasının durumuna bağlı... Bir sanatçı olarak akıl, nefis ve gönlün yan yana gelişini nasıl anlatırsınız? Aklı sınırlayan ve gönlü kapatan şey nedir? Akıl ve gönül süzgecinden süzülüp tecrübe kumbaramızda biriken her şey- den gerekli dersi alabiliyor muyuz? Gönül deyince ne anlıyorsunuz? Öncelikle teşekkür ediyorum, beni sosyal medyada ne kadar dikkatle takip ettiğiniz sorduğunuz sorularınızdan belli... Bu kavramlar bir iki cümle ile konuşulamaz elbet. Ama şöyle denilebilir: Gönül alanımız zaten aklın ve duygunun hem birleştiği nokta hem de her ikisinin de çok ötesinde ve derininde bir özel mahal. Hepimizde var ama onun farkında olmadığımız zaman henüz “oradan” hareket edemiyoruz. Aslında gönül, hepimizin hazinesi. Hem kişisel ama aynı zamanda birleşik olduğumuz alan. Akıl ise doğası gereği kısıtlama ve sınırlara ihtiyaç duyar. Ve maksat akıldan kurtulmak değil, asla. Onun özelliklerinden faydalanarak daha geniş alanlara uzanabilmek. Ama bir yer vardır ki oraya sıradan ve hatta gelişmiş akıl giremez. İşte orada hakiki anlamda gönül mahalli başlıyor. Duygu ve aklın birleşip baş- “Sanat, İnsanın Kendi Özüne Olan Yolculuğu ve Gönül Alanı ile Doğru Orantılı” Sanattaki “insan” odağı ile bugün toplumlardaki “insan” arasında nasıl bir fark görüyorsunuz? Ben “insan” varlığına bakarım, her zaman ve her olayda. Benim için öyle bir fark yok. İnsan, insandır. Ve o faktör her zaman başrolde. Sanat da insandan çıktığı için maneviyat ile doğru orantılı. Tabii maneviyattan bahsederken herkes farklı bir anlam yükleyebilir. Ama ben genel olarak maneviyat denilince insanın kendi özüne olan yolculuğu ve gönül alanını kastediyorum. İnsan ne yaşıyorsa mutlaka doğrudan sanatına yansır. Sanat dalı ne olursa olsun. Çünkü her şey sonuçta fiziki anlamda atom ve titreşimlerden ibarettir. Görünürde bağlantısı olmayan olguların hepsi birbirileri ile atomik bir bağ ile bağlı. Her şey fizik dili ile “birleşik alanda” var oluyor. İnsan var olduğu sürece sanat da var Anjelina Akbar insanı; Akıl, nefis ve gönül süzgecinde tanımlıyor ve sanatı insanın hakikate yolculuğu olarak anlatıyor… Akbar, son dönemde de Yavuz Turgul’un Yol Ayrımı filminin müziklerini bestelemeyi sürdürüyor. ka bir niteliğe dönüştüğü bir mahal bir anlamda... “Zanlarımız bizi öylesine yanıltıyor ki dostu düşman gösterecek kadar kalın bir perde oluşturuyor. Farkında bile değiliz.” Ne söylersiniz bunun için, zanlarımız için… Zaten hayatımız ta ki hakikate ulaşana kadar zanlar ile dolu. Bilinç derinleşince zan ve perdelerimiz birer birer kalkıyor... Bu, bir keşif ve bir seyir. Zor ama güzel… Dini pratiklere dayalı yaşam biçimleri ile varlığın hakikatine dair arayışların birleşmesini nasıl yorumluyorsunuz? Zaten aslında dinin varlığı, hakikat arayışından kaynaklanıyor ve özünde buna yol veriyor. Kişiye bağlı olarak, duyduğu ihtiyacına göre neyi tecrübe etmek istiyorsa o hakikati bulmak için, o dönemde onu seçiyor... Hiçbir “ilahi” kavrama inanmayan insanlar dahi bu yolculukta bulunuyor. Herkes için şekil ve tecrübe değişik oluyor, ama varılacak yer tek… 47 olacak. Sanat insan için dünyayı tercüme etme sanatı, ifade biçimi ve aynı zamanda değişim/dönüşüm alanıdır. Eskiden insanlar klasik müzik konserlerine giderken daha özel ve şık giyinirlerdi. Genç nesil sanatçılar ve dinleyiciler, daha rahat imaj ve stilleriyle dikkat çekiyor. Bu stilleri bir sanatçı olarak nasıl görüyorsunuz? Her şey değişiyor, bu anlamda kıyafet ve stil tercihleri de değişime uğrar. Müzik mekânları ve dinleyicileri yüzyıllardan beri şık idi. Bu bir görsel ve işitsel şölendi, geleneği budur. İnsan ona da özenir, ama rahat bir stil, hatta spor, özenli olduktan sonra bence çok güzel. Her ikisi de aynı zamanda devam eder ve bu güzel. Sonuçta sadece dinleyicilerin stil ve kıyafet tercihleri değişmedi. Klasik müzisyenler de bazı zamanlarda sahneye spor çıkıyor ve ben onlardanım. Hatta öncülerinden diyebilirim... “Ticari Kaygılar ile Kaybedilmiş Çok Müzik Var” Müzik üretici ve yayıncılarının ti- 48 cari kaygılarını düşününce dünyada ve Türkiye’de dinlenilen müziği nasıl yorumlarsınız? Evet, her yerde kolay tüketilen müzik daha çok tercih ediliyor. Döngü de buna göre oluyor. Hem Türkiye’de hem de tüm Dünyada... O yüzden sıklıkla ciddi ve önemli müzik eserleri ya piyasaya çıkamıyor ya da yeterince tanıtılmıyor. Bunun sebebi, kolay ve hızlı tüketim… Buna yapacak da bir şey yok bence… Herkes bulunduğu yerde inandığı şeyi en iyi şekilde yapmaya devam edecek. Ticari kaygılara kaybedilmiş müzikler çok… “İnsan Klasik Müziği Dinlemeye Hazırsa, Şartlar Oluşur ve Bu Müziği Keşfeder” İnsanlar klasik müziği ne zaman sevmeye başlar? İnsan seyir etmeye, duyguların içinde dolaşmaya, fikirleri keşfetmeye ve sesleri kulaklar ile değil kalbi ile algılamaya hazırsa, klasik müzik onun için bir hazine olur. Değilse değildir. Sonuçta dünyada sadece klasik müzik yoktur. Ve ben de asla klasik müziğin fanatiği olamam. Za- ten insan klasik müziği dinlemeye hazırsa, şartlar oluşur ve bu müziği keşfeder. Bizim müzisyenler olarak tek yapacağımız, müziği elimizden geldiğince güzel sunmak ve kendi egonuzu kenara koyup müziğin kendisi olmaktır... Çizginiz bundan sonra da Doğu-Batı sentezi ile mi devam edecek? Yeni projeleriniz var mı? Benim tek bir çizgim yoktur, çünkü müziğin sınırı yok. Ben sadece içimdeki müziği dinliyor ve buna göre hareket ediyorum... Şu anda çok heyecanlı bir projede çalışmaya başladım, Yavuz Turgul’un Yol Ayrımı filminin müziklerini besteliyorum. Onun dışında Boyut Yayın Grubu ve ONE’S Medya Genel Sanat Yönetmeni Murat Öneş ile yakında prömiyerini gerçekleştirdiğimiz “AKIŞ/Su Bizden Ne Bekler” projesini ve benzerlerini gerçekleştireceğiz. Daha önce de beraber yaptığımız bir proje Cumhurbaşkanlığı Himaye Belgesini aldı. Bu proje de Garip Ay’ın yaptığı değişik tür ebru, Murat Öneş’in hazırladığı videografi ve benim müziklerim ile canlı performanslar olarak umarım birçok ülkede gerçekleşir. KİTAP/EDEBİYAT Theo’ya Mektuplar Vincent Van Gogh Theo’ya Mektuplar kitabı Vincent Van Gogh’un on yedi yıl boyunca, intiharından iki gün önceye dek, kardeşi Theo’ya yazdığı mektuplardan sadece bir kaçını sunuyor. zel bir kızdan hoşlanmaz mısın diye sor- çünkü asıl güç sevgidedir, çok seven adam du, bende dedim ki çirkin, yaşlı, yoksul veya büyük işler görür, büyük işler görebile- herhangi bir nedenden ötürü bahtsız da olsa, cek güçtedir ve sevgiyle yapılan iş iyi yapıl- hayat görgüleri, çektiği acılar, çileler yüzün- mış iştir. Gerçekten sevilmeye değer şeyler den bir zeka ve bir ruh edinmiş olan bir ka- candan sevdik mi, sevgimizi önemsiz, tatsız dınla daha iyi anlaşabilir, uyuşabilirim…” tuzsuz ve boş şeylere harcamaktan sakın- “… ‘Doğru adam’ olmak iyidir, gün geçtikçe daha doğru olmaya çalışmalı, doğru olmak gerektiğine inanmak yerindedir. İçten candan yaşayan gerçek acılar ve hayal Kitapta Theo’nun verdiği cevapları bilmi- her işi rastgelen ve bir bakıma bolluk için- yoruz. Van Gogh’un dünyasına, düşünceleri- de ömür süren adamdan daha değerlidir…” ne, yaşadığı fırtınalara, renk tutkusuyla dolu uğruna gösterdiği özverilere tanık oluyoruz. Van Gogh, hayatı boyunca şiddetli ruhsat sarsıntılarla boğuşmuş bir sanatçıdır… Keşfedilmeyi arzulayan ve bekleyen, yumuşak ve coşkulu bir yanı olan bir deha. Bununla birlikte bir o kadar da deli… Hep anlaşılmayı ümit ediyor ama nafile… ‘‘Karanlıktan Varılır Işığa’’ Hayattan sanata, aşktan acıya, sevgiden merhamete, daldan dala atlarmış gibi yazıyor… Yüreğindeki yangına ancak yazarak bir damla su serpiliyor. ”...Yorgunsak eğer, bu daha önceden çok uzun bir yolu yürüdüğümüzden değil zü pekleştiririz...” olmak için de “içine dönük bir ruh adamı” kırıklarıyla karşılaşıp da yıkılmayan adam, bir ressamın yaşam savaşına ve yaratıcılık dık mı, yavaş yavaş aydınlığa varır, gücümü- ‘‘Sevgi ile Yapılmış İş, İyi yapılmış İştir’’ Sevginin gücü ve mucizesini şu satırları ifade ediyor: “… Elden geldiği kadar çok sevmeliyiz, Aşkı ise sevmemek ve sevilmemek en güzel halidir, diye özetler: “Aşk için ‘Hayır, hiçbir zaman’ sözüne boyun eğeyim mi yoksa işi bitmemiş sayıp umut beslemekten vazgeçmeyeyim mi? Bu son şıkkı seçtim. Peki ya sen Theo? Zaman zaman aşık oluyor musun? Olmanı isterdim çünkü inan bana küçük dertlerin de bir değeri var. İnsan kimi zaman üzgündür, öyle anlar olur ki cehennemde sanırsın kendini ama başka daha güzel şeyler de vardır. Üç aşaması var bu işin: 1- Sevmemek ve sevilmemek 2- Sevmek ve sevilmemek (Benim durumum) 3- Sevmek ve sevilmek Bence ikinci aşama birincisinden güzeldir, üçüncüye gelince, onun üstüne yoktur.” ‘Van Gogh’dan Sanata Dair Tabii ki bir sanatçı olarak sanat konusunu da değmeden geçemezdi: midir? Ve insanın yeryüzünde verilecek bir “... Ne çok güzellik var sanatta! İnsan savaşı olduğu doğruysa, o bezginlik duygu- gördüğünde aklında tutabilirse her zaman su ve başın yanıp tutuşması, uzun süredir yapacak, düşünecek bir iş bulur kendine, mücadele ettiğimizin bir göstergesi değil yalnız kalmaz hiç, gerçekten yalnız sayıl- midir? Güç bir görev üstünde çalışıyorsak, maz. ‘Sanat doğaya eklenmiş insandı.’ Evet iyi bir şeyin peşinde koşuyorsak, Tanrı’nın doğayı, gerçeği hakikati dile getirmektir sa- haklı gördüğü bir savaşım veriyoruz demek- nat ama sanatçının doğaya kattığı, ayırıp be- tir. Bunun en yakın ve dolambaçsız ödülü lirttiği, özgürleştirdiği, aydınlatıp renklen- ise, birçok kötülükten uzak kalabilmemiz…” dirdiği bir anlam, bir görüş ve bir özellikle “… Amcam bana güzel bir kadından gü- dile getirmektedir…” 49 KİTAP/BİYOGRAFİ DENİZ ERSOY Bir Dünya Kurmak 33 yıllık gazeteci Rıdvan Akar, Hüsnü Özyeğin’in başarılarla dolu hayatını “Bir Dünya Kurmak” adıyla kitaplaştırdı. Başlangıçta ‘kişi belgeseli’ olarak planlanan çalışmada, Akar’ın elinde o kadar çok bilgi birikiyor ki Akar, bu başarı hikâyesi herkese örnek olsun düşüncesiyle kitap haline getirme ihtiyacı duyuyor. Özyeğin’in yoğun çalışma temposu ve sık sık gerçekleştirdiği seyahatleri nedeniyle bu kitap ancak 9 yılın sonunda bitiyor. Eser, Platin Dergisi, İş Kitapları, ‘En İyi Otobiyografi/Biyografi’ kategorisinde ödüle layık görüldü. 50 “Kendinize güvenin. Ne istediğinizi, ne yapmak istediğinizi bilin. Aklınızı kullanın. Öncelikle inanmayı, sonra çalışmayı ve hiç vazgeçmemeyi seçin. Unutmayın ki yaşam, 100 metrelik bir yarışa değil, 42 kilometrelik bir maratona benzer. Bu maraton sırasında iniş ve çıkışlarınız tabi ki olacaktır. Siz hedefe vardığınızda başarıyı elde edeceğinizi bilerek hareket edin. Hayal kurmaktan da asla vazgeçmeyin…” Bu altın değerindeki nasihatler, iş adamı Hüsnü Özyeğin’den gençlere… 1 2 Hüsnü Özyeğin’in; aile ve iş hayatına dair birçok fotoğrafıyla zenginleştirilen kitap, ilk etapta kalınlığıyla göz korkutabilir. Bununla birlikte hikâyenin heyecanıyla okudukça merakınız da artıyor. Akar’ın, 6 bölüm halinde hazırladığı kitabında, “Bir Özyeğin var, Özyeğin’den içeri” dediği işadamının; çocukluğundan okul yaşamına, iş dünyasına girişinden Türkiye’nin en önemli şirketlerini ve bankalarını nasıl kurduğuna kadar iş ve aile hayatından birçok önemli olaya tanıklık ediyorsunuz. 3 1 Robert Koleji mezuniyet konuşması (1963) 2 Hüsnü Özyeğin’in çalışma odası... 3 Ayşe - Hüsnü Özyeğin tüm torunlarıyla bir arada. Akar; ‘‘Hüsnü Özyeğin’in yaşamına sığdırdığı bunca deneyim ve başarıdan sonra en can alıcı sorulardan biri ise kuşkusuz nasıl anılmak istediği olacaktır. Özyeğin’in cevabı ise çok basit. ‘Adam gibi adam’ denmesi yeterli, hatta fazlaydı bile...’’ Girit ve Mübadil Kökleri timi için çok küçük yaşta gitmek zorunda kaldığı İtalya’da yaşıyor. Dedesi Girit göçmeni bir tüccar olan ve ailesiyle İzmir’de yaşayan Hüsnü Özyeğin, henüz 6 yaşındayken dedesinin dükkânında çalışmaya başlıyor. Sinema biletinin 25 kuruş olduğu o dönemde Özyeğin, haftalık 2,5 lira gibi iyi de bir para kazanıyor. Daha o yaşında bile parasını har vurup harman savurmayan, harçlıklarını biriktirip aile bireylerine hediye alan biri olarak anlatıyor ailesi onu. Burada, mübadele ve göç görmüş olma etkisinde köklere sahip çoğu ailede olduğu gibi, hayatın zorluklarını bilme kaynaklı, geleceğe dair tedbirli yaygın tavırları görüyoruz. Eğitim Tercihlerini Hep Kendisi Yaptı Akar’ın, tercihlerini hep kendisinin yaptığını anlattığı Özyeğin, İstanbul’da Robert Kolejini bitirdikten sonra yine kendi isteğiyle henüz 17,5 yaşındayken üniversite eğitimi için Amerika’ya gidiyor. Babasının imkânlarını zorlayarak verdiği, “Hiç bitmeyecekmiş kadar çoktu” dediği bin dolar harçlıkla uzun süre idare etmesi gerekiyor. Aynı zamanda biraz hırçın ama mutlu, top sevdalısı, kapıyı çaldığında annesi açana kadar merdivenlerde oturup ödevlerini yapmaya başlayacak kadar zamanının kıymetini bilen çalışkan bir çocuk… Hayatının maddi olarak en zor zamanlarını, babası Doktor Cavit Özyeğin’in eği- Pamukbank’ta yöneticilik yaptığı dönemde, bir şube açılışında... Babasının, ailede çok doktor olduğu için mühendislik okumasını istemesi nedeniyle Oregon Üniversitesi İnşaat Mühendisliğini bitirdiğinde Türkiye’ye dönmek yerine Harward Üniversitesinde yüksek lisansını yapıyor. Vakıa analizleriyle yönetilen dersler ona çok şey katıyor ve ‘okul olmanın ötesinde adeta bir atölye olan’ Harward’da aldığı eğitim ufkunu açıyor. 51 saygın bir üniversite kurma hayalini de gerçekleştirebilmiş olan Hüsnü Bey, hayatındaki en önemliler sıralamasını “Eşim, çocuklarım ve işim” diye yapıyor, 72 yıllık hayatına sığdırdığı bunca deneyim ve başarıdan sonra nasıl anılmak istersiniz sorusuna şu cevabı veriyor: “Adam gibi adam!” Bir hayatın başarı öyküsünün ancak belki de bir kısmını anlatan Rıdvan Akar’ın 540 sayfalık “Bir Dünya Kurmak” kitabından yine Hüsnü Özyeğin’in nasihatleriyle bitirelim… “Hayal kurmaktan asla vazgeçmeyin. Hayal kurdukça ulaşmak istediğiniz hedeflere yaklaşırsınız. Hayat bir maratondur. Zaman zaman Roma günleri... Anne Dilhinat Hanım, baba Cavit Bey, kardeşler Hüsnü ve Dilek... düşüp kalkacaksınız. Kısa dönemli değil uzun dönemli başarılara ulaşmaya çalışın. Akar’ın, ‘fırsatları paraya çevirebilen’ diye tanımladığı Özyeğin, 17,5 yaşındayken bin dolarla gittiği Amerika’dan cebinde 50 bin dolar ve ona sonraki yaşamı boyunca sahip olacağı tüm imkânların kapısını açacak bilgi birikimiyle dönecekti. Başarısızlıklarınızı gizlemeyin, onları arkadaşlarınız ve büyüklerinizle paylaşın. Onlardan ders alın. İyi arkadaş, bilhassa iyi takım arkadaşları seçin. Sizinle sadece gülen değil 42 yıllık hayat arkadaşlığı... 52 Hep kendinizden daha üstün gördüğünüz gençleri örnek alın. Mühendislikten Bankacılığa Mühendis olarak başladığı eğitimini, iyi bir iş idarecisi ve iktisatçı olarak tamamlayıp yurda döndüğünde, bir dizi ‘şans’ dediği tesadüflerle ona bankacılığın yolunu açan işiyle ve ‘dünyanın en güzel kızıydı’ dediği eşi Ayşen Hanım’la yolları kesişiyor. 32 yaşındayken Pamukbank’ın Genel Müdürü olduğu gün, bankanın iki genel müdür yardımcısı, genç iş adamının bankayı batıracağı endişesiyle görevinden ağlayan arkadaşlar da seçin. istifa ediyordu. Ancak o, sonrasında kurduğu, çocuklarının “Üçüncü evlat” dediği Finansbank’ı, 5,5 milyar dolar gibi büyük bir paraya satarak Cumhuriyet tarihinin tek seferde en büyük dış yatırımını sağlıyordu. Derslerde başarılı olmak hayatta başarılı olmak değildir. Hayattaki sürdürülebilir başarıyı genç yaşınızda edineceğiniz farklı alanlardaki tecrübelerinizin getireceğini unutmayın. Mutlaka ama mutlaka sizi heyecan- Öncelik Sıralaması: Eşim, Çocuklarım, İşim 50 bin üniversite mezunu istihdam etmiş, 12 ülkede 100’e yakın şirket kurmuş, landıran ve sevdiğiniz işi yapın. Bu zaten sizi başarıya götürecek ilk adımdır. Ve o sevdiğiniz işinizde çok çalışın, yılmayın. Bunun karşılığını mutlaka alacaksınız…” DOSYA/KİTAP İş Dünyasında Çağa Uyum ve Büyüme Teknolojinin takip etmesi güç hızda yeniliklerle ilerlediği, 4. Sanayi devriminin konuşulduğu, dijitalleşmenin iş modellerini değiştirdiği günümüzde, mevcut işinizin beş veya on yıl sonraki yeri ne olacak? Rekabetin dahi değiştiği günümüzde hem zamanı iyi yönetmeli hem firmanızı dijital dönüşüme ayak uyduracak şekilde entegrasyonlar ile donatmalı hem de yeni iş modeli üretmek için sürekli düşünmelisiniz. Bunun için piyasada çok sayıda kitap var. Bazıları birbirinin tekrarı, bazıları ise bütün bildiklerinizi alt üst ediyor. Patron, yönetici veya girişimci olabilirsiniz. Daha önce batmışta olabilirsiniz. Okuyacağınız bu kitaplar, size nerede yanlış yaptığınızı veya neyi atladığınızı göstererek cesaretinizi toplamanıza ve öğrendiğiniz tecrübelerle doğru yapıyı kurmanıza yardımcı olabilir. 53 İş Modeli Üretimi 45 ÜLKEDEN 470 UZMANIN KATKISIYLA Alexander Osterwalder & Yves Pigneur Tasarımı The Movement ajans ve Alan Smith Tarafından yapılan İş Modeli Üretimi, alışageldiğiniz kitaplardan değil. Formatı, içeriği, oluşturulması ve buna uygun özgünlükte tasarımı ile hazırlanmış kitabın üzerinde şöyle yazıyor: “Eski iş modellerine meydan okuyarak, yarının şirketlerini tasarlamaya aday vizyonerler ve kural koyucular için hazırlanmış bir el kitabı.” Bu kitap, el atında tutulmaktan çok masanızda hep bulunmasını isteyeceğiniz, kütüphanenizde önemli bir eyere sahip olacak, ilham veren özel bir eser. Kitap üç soru ile başlıyor: - Girişimci bir kişilik misiniz? - Nasıl değer yaratıp yeni işler kuracağınız ya da örgütünüzü nasıl geliştirip dönüştüreceğiniz üzerine sürekli olarak düşünür müsünüz? - Eski, modası geçmiş iş yapma yöntemleri yerine yenilikçi yollar aramaya çalışır mısınız? Bu sorulardan herhangi birine ‘evet’ cevabı verdiyseniz, elinizdeki iş modeline meydan okuyarak yarının şirketlerini tasarlamak için çabalayan bir vizyoner olarak, iş modeli üretimi kitabını okumaya başlayabilirsiniz. Matbaanın bulunması ne kadar önemli bir gelişme ise iş modeli inovasyonu geliştirmekte, 15. Yüzyılda Johannes Gutenberg’in mekanik baskı cihazı için uygulama alanı aradığı yıllara kadar uzanıyor. 54 Örneğin; bir ürünü piyasaya sunmak istiyorsunuz. Doğru iş modelini bulmak için iş modeli yönetimi için nasıl bir danışmanlık almalısınız? İş Modeli Üretimi kitabı bu noktalarda vaka, örnek ve yorumlarla size ışık tutabilir. nizmalar ile oluşturulur. Sabit ve dinamik İş modeli şablonları, iş modeli tasarım soyutu somuta dönüştürme süreçlerindeki teknikleri, stratejilerin yeniden yorumlanması gibi başlıklar ile iş modelinizi yeniden tasarlamak için hangi yapıtaşlarına ihtiyacınız olduğu sorusunun cevapları beş bölümde aktarılmakta. fiyatlandırma seçenekleri gibi temel esaslardan görsel düşünmenin önemine kadar, iş modelinizin her aşaması için rehber niteliğindeki eserde, iş modeli üretme sürecinizde şema çizimleri ve post-it notların etkisi gibi basit ama temel öneriler de yer alıyor. Duvarda çizim yaparak bir toplantı gerçekleştiren bir yönetici, şüphesiz farklı bir stratejik süreç ile yol alacaktır. Bu kitapta, bedava verme stratejilerin- Tasarımın önemi Rotman Yönetim Fa- den tutun, müşteri iç görülerinden yola çı- kültesi Dekanı Roger Martin’in ‘”İş insan- kan ve hikâye anlatmanın önemi ile ilerle- larının tasarımcıları daha iyi anlaması yet- yen sürece kadar müşterinin satın almasını mez. Kendileri de birer tasarımcı olmak sağlayacak bir iş modeli üretmenizin tüm durumundadır.” sözleri ile anlatılıyor. Ta- aşamaları aktarılmakta. sarım sadece ürün değil, yenilikçi iş mode- Müşterilerin para ödemeye istekli ol- li tasarımı için de olmazsa olmaz. Keşfedilmemiş bir fonksiyonelliğe ulaşmak için var duğu bir değeri yakalayarak sunmak ve bu- olmayanı hayal etme becerisi geliştirmek radan sağlanacak gelir akışı, çeşitli meka- gereklidir. Dijital Dönüşümde Oyunun Kuralları DİJİTAL ÇAĞ İÇİN İŞİNİZİ YENİDEN KURGULAYIN David Rogers Bugünlerde “dönüşüm” sözcüğü sık duyduğumuz bir sözcük. Yeni dijital teknolojilerin yayılması, iş süreçlerini ve modellerini değiştirirken, iş yapmanın ve iş dünyasının kurallarını da değiştirdi. Peki, dijital çağa uyum sağlayıp dönüşüme ayak uydurmak için ne yapmak gerekiyor? Dönüşüm kadar ‘dönüşüm koçluğu’ kavramı da hem iş alanında hem bireysel koçluk programlarında karşımıza çıkıyor. Çağ dijitalleşirken geçerli mevcut işletmeler bu çağda büyümek için hatta yok olmamak için gelişmelere uyum sağlamak durumunda. David Rogers’e göre dijital dönüşüme dair temel olarak bilinmesi gereken ilk nokta bilgi teknolojilerini değiştirmekten çok stratejik yaklaşımı güncellemeyi gerektiriyor. Dijital değişim dalgasını öngöremeseniz bile yakalayabildiğiniz yerden müşterileriniz için yeni bir değer sunma fırsatına dönüştürebilirsiniz. En büyük olan değil en akıllı ve organizasyonu en hızlı olanın daha şanslı olduğu bir süreç içerisindeyiz. Dijital dönüşümde, müşteriler ilk sırada geliyor. Rekabet, veri inovasyon ve değer, müşterileri takip etmekte. Sadece ürünler değil platformlar inşa etmek de bir diğer önemli husus. Firmaların dijital dönüşümünde, firma içi müşteri ağı yani firmanın kendi çalışanları büyük önem taşır. İşgücü giderek daha mobil hale geldikçe, şirketler çalışanlarının işe daha kolay ve esnek şekilde erişimlerini sağlamalıdır. Birbirlerinden uzak ve farklı zamanlarda çalışırken ilgili proje ve dosyaları paylaşabilmelerini sağlayacak araçları kullanarak birbirleri ile işbirliği yapabilmelidirler. Sosyal Medya Müşteri ağlarından yararlanmak için pazarlama, satış ve iletişim birimleri yeni beceriler kazanmak zorunda. Bu beceriler arasında sosyal medya topluluğu yönetme, yayın içeriği yaratma, yeni medya harcamaları ve ölçümleri, e-ticaret ve daha da fazlası sayılabilir. Yazara göre, bu konudaki beceri açığını kolay ve Asimetrik rakiplerde ise durum tamamen farklıdır. Örneğin Uber ile BMW müşterilere kısmen benzer değer önerileri sunar. Uber gibi veya ortak otomobil sistemi kullanma önerisi sunan bir organizasyon, sağladığı ulaşım imkânı ile müşterilerin artık daha az araba alması sonucunu getirebilir. Müşterilerine ulaşmak isteyen şirketler kendi dijital kanallarını kurarak geleneksel paydaşlarının aracılığını ortadan kaldırabilir. Sigorta şirketlerinin acentalara bağımlılığı da bir diğer aracılık örneğidir. Bu noktada platformlar büyük bir müşteri bazı oluşturmayı başarırsa müşteriler için değerli bir ara yüz haline gelirse, şirketler bu aracılıkla müşteriye ulaşma fırsatını tepmez. Veriler ve Veriyi Yeniden Ele Almak hızlıca çözmek için bu gibi işleri şirket dışından uzmanlara ihale etmek basiretsiz bir yaklaşım. Bu işleri şirket dışına çıkarmak becerilerin şirkete entegre edilme sürecini geciktirir. Platform İş Modeli Platformlar, şirketlerin birbirleriyle olan ilişkileri açısından tamamen farklı bir model sunmakta. Tedarikçiler, dağıtımcılar ve rakipler olarak değil, paydaşlar olarak. Bir platform iş modeli kullanmasa bile her şirket dijital çağda farklı bir rekabet dünyası ile karşı karşıya. Sektör tanımlarının akışkanlık kazanması asimetrik rakipler arasında da çatışmaya yol açıyor. Rekabetin “en iyi olma amacını gütmesi” ise fiyat savaşları ve düşük karlılığa yol açıyor. Rekabet ile işbirliği artık noktalara sahiptir. Rakip şirketler pastayı paylaşmak için savaşırken pastayı büyütmek için işbirliği yapmalıdır. İşte bu noktada dijital platformlar rakipler arası işbirliğini daha çok destekleyen unsurlar haline geliyor. Verileri, özel olarak hazırlanmış anket araştırma vasıtasıyla üretmek pahalıydı. Ayrıca bunları ayrı veri tabanlarında saklamakta masraflı. Günümüz verilerin üretilmesi işin en kolay kısmı haline geldi. Önemli olan bu verilerden yararlanmak ve faydalı bilgilere dönüştürmek. Şirketlerin verilere bakış açısını değiştirmeleri gerekmekte. Büyük Veri (Big Data) aslında yapılandırılmamış veridir. Farklı departmanların verileri bir araya getirilmelidir. Dijital medyada yapılandırılmamış verilerin büyük çoğunluğu sosyal medyadan gelmektedir. İnsanların ifadeleri, kimlerle dost oldukları nelerden hoşlandıkları analiz edilmekte. Mobil cihazların yaygınlaşması ile birlikte yerleşim verilerinin de kesintisiz şekilde kaydı tutulabilmektedir. Arama sözcüklerimizden elde edilen veri, arama sırasında olduğumuz yer ile birleşince daha da anlam kazanıyor. Sensörler ise veriler için yeni bir konuma erişmiş durumda. “Dijital Dönüşümde Oyunun Kuralları”, girişimlerinde başarısız olmuş ve cesareti kırılmış girişimcilerin neleri atlamış olabileceklerini de değerlendirmelerine olanak sağlayarak, yeniden daha güçlü şekilde kuralına uygun başlangıçları teşvik eden bir kitap. 55 Zaman Yönetimi HEDEFLERE YÖNELİN, DİKKATİNİZİ DAĞITMAYIN, TERTİPLİ OLUN, BAŞKALARINI YETKİLENDİRİN Pocket Mentor ‘’Yaşamayı seviyor musun? Öyleyse zamanı boşa harcama, çünkü yaşamı yaşam yapan odur.’’ Benjamin Franklin Hedeflere odaklanın. Dikkatinizi dağıtmayın. Tertipli olun. Başkalarını yetkilendirin. Görev ve sorumlulukları öncelik sırasına göre dizin. Başarılı bir iş hayatı için zaman yönetimi adına tavsiyeleri sadece birkaçı... Harvard Business Review Yayınlarının cep mentörü dizisinden ‘‘Zaman Yönetimi’’ cep kitapçığı, dizideki diğer kitaplar gibi iş insanlarının güçlü ve zayıf yanlarını tespit etmeye, önemli becerilerini geliştirmeye yarayan tablolar ve testler içermekte. İş yaşamımızda karşılaştığımız en büyük sorun, zaman yönetimi. Herkes yeterli zaman bulamama sıkıntısı içinde… Zaman; alıp satamayacağımız, başkalarıyla paylaşamayacağımız ya da ellerinden alamayacağımız, daha fazlası ya da azına sahip olamayacağımız bir kaynaktır. Ve harcadığımızda geri gelmeyecek bir kaynak… Her birimizin elinde her gün aynı miktarda zaman var (24saat). Asıl önemli olan bu zaman dilimini nasıl daha verimli haline kullanabileceğimiz. 56 Zamanı iyi kullanmak dediğimiz olgu iki önemli aşamadan oluşabilir. - Zamanı, sizi hedefinize daha da yaklaştıracak faaliyetler üzerinde akıllıca harcamak - Bunu yapabilmeniz için zamanınızı hedeflerinize ulaşmak amacıyla nasıl kullanacağınıza değer biçme ve onu planlama süreci. Hepimizin düşünmesi gereken iki kilit kavram var; Zamanı iyi kullanmak ve zamanı iyi yönetmek. Pek çoğumuz, zamanı iyi yönetmek ve zamanı iyi kullanmak kavramalarını karıştırıyoruz. Zaman iyi kullanmak, en önemli hedeflerinize varmak için zamanı akıllıca kullanma stratejisidir. Zamanı yönetmek ise zamanı iyi kullanma amaçlı gündelik süreçtir. Zaman planlaması yapmak, yapılacak işler listesi çıkarmak, görevleri başkalarına devretmek ve zamanı verimli kullanmanızı sağlayan diğer sistemler. Bir stratejiniz, vizyon ve plan yoksa, zaman yönetimi önünüze koyduğunuz hedeflere varmanızı sağlamayabilir. Önceliklerinizi Netleştirin Dolayısıyla zamanınızı iyi kullanmanın ilk adımı önceliklerinizi netleştirmektir. Bir diğer adım ise bir plan yapıp ve onu uygulama konusunda ısrarlı olmak. Bir plan yapıp onu uygulamadıkça zamanınızı iyi kullanmak mümkün değil. Tüm bunlara rağmen zaman etkin kullanmanızı önleyen engellerle karşılaşabilirsiniz. Zamanınızı iyi kullanmanın bir diğer başlığı da bu engellerin farkına varmak ve onları aşmaya çalışmaktan oluşturur. Bu pratik el kitabı, her gün karşılaştığımız zaman sorunu ile baş etmenin yolunu ve ipuçlarını, örneklere de yer vererek göstermektedir. Sadece çalışma zamanınızı değil kişisel zamanınızı da dengelemek zamanı iyi kullanmak ve arzuladığınız hayatı yaşamak için önem teşkil eder. KİTAP/GERİLİM - ROMAN Kongo’ya Ağıt Jean Christophe Grange Afrika; yalnızca bir başka kıta değil, doğrudan hiçliğin olduğu bir başka gezegendir yazara göre. Orada büyü ile gerçeklik arasında fark yoktur. Afrika’da beyaz adam, siyah adamdan; materyalist olmayan ancak ruhsal olan birçok şey öğreniyor. “Jean-Christophe Grangé’nin Lontano” ile başlayan soluksuz macerası, “Kongo’ya Ağıt” ile noktalanıyor. En heyecanlı yerinde biten ilk romanın devamı tam bir yıl sonra geldi. Yazar ‘Kongo’ya Ağıt’ta okurunu Afrika’nın büyüsünün sarıp sarmaladığı bir ailenin başına gelenler eşliğinde heyecan ve sürprizlerle dolu bir gerilim yolculuğuna çıkarıyor. Yazar, Afrika kara büyü ritüellerinin önemli bir rolde olduğu “Lontano” adlı ilk kitapta, onlarca yılda planlanan bir intikam hikâyesini kaleme alımıştı. Kongo-Fransa ve İtalya’da işlenen cinayetler ve okudukça tanıyacağınız bir ailenin hikâyesi bu. ‘Lontano’ ve ‘Kongo’ya Ağıt’ bir bütünün parçasıdır, bu yüzden tüm hikâye aynı hattın üzerinde kurgulandı. Tüm devam kitaplarında olduğu gibi Kongo’ya Ağıt’ta da roman kahramanları tek tek maceranın özetini yapıyor. Ancak ne yazık ki “Kongo’ya Ağıt”ı anlamak için bunlar yeterli olmuyor. Karakterlerin birbirlerine davranış biçimlerini ve yaşadıkları zorlukları anlamak için Lontano’yu okumuş olmak gerekmekte. Çünkü kara büyüler, maddenin önemi ve hisselerin neden el değiştirdiği, Çivili Adam’ın başına gelenler ve belki de en önemlisi Morvan klanının her bir üyesinin ne denli aykırı olduğu gibi konuların anlamı “Lontano”nun sayfalarında gizli. Çivili adam, beyaz düşmanlığını bütün klana yaymış durumda. Doğalarını fazlaca merak eden ve keşif amacıyla gelen beyaz adam cezasını bulacaktı. Peki hedeflerini neye göre seçiyorlardı? “Kongo’ya Ağıt”ta yazarın, Lontano’ya göre daha akıcı ve okunabilir bir dil sunduğu söylenebilir. 608 sayfalık hikâyede, Lontano’daki olayların hepsi çözüldükten sonra da hikâye uzunca devam ediyor. İki kitap arasında hangisi daha iyi sorusunun cevabında ise okurlar arasında bir kutuplaşma hâkim neredeyse... ‘’Afrika’da herkes başka bir şey bulabilir’’ vurgusuna sahip olan kitapta, Afrika’nın doğasına hayranlık göze çarpıyor. Coğrafi ola- rak ormanların yapısı nedeniyle bir imparatorluk kurulmasına elverişli olmayan Kongo’da, 1300’lerde Kongo Krallığı kuruldu. Sömürgecilik döneminde ise krallığın sınırları değişerek bölge parçalandı. Kongo’ya gezilerinde babaları yamyamlar tarafından kaçırılan aile, arayışlarını sürdürürken hayata meydan okumak zorunda kalacakları durumlar deneyimliyorlar. Aileye yardım etmeye çalışanlar, öne çıkan karakterler ve sürprizler sizde bir labirentte dolaşıyor hissi uyandıracak. Kara Büyü ve Afrika Paris’te evinin yakınında bir müzede Kongo sanatının ilk örneklerinin yer aldığı sergiyi gezdikten sonra hikâyenin zihninde canlandığını söyleyen Grangé, gazetecilik geçmişinin de etkisiyle derinlemesine bir Kongo incelemesine girişmiş. Sadece bununla da kalmamış, aykırı partileri bizzat araştırmış. Neticede ortaya, kanlı, şiddet dozu yüksek, temposu hiç düşmeyen, bin küsur sayfalık bir polisiyegerilim çıkmış. Şiddet noktasında ayrıntılı betimlemeler, üç boyutlu bir film içerisindeymişsiniz hissi de uyandırmakta. Yazarın müzede örneklerini gördüğü ve karakterlerini oluşturmaya karar verdiği Kongo’da hâkim olan geleneksel sanattan etkilenmiş olmasının izleri de esere yansıyor. Garange, Afrika’ya özgü kara büyü ritüellerinin izini taşıyan, kurbanlarının organlarını söken, bir tutamı dışında tüm saçını kazıyan, gözlerine ayna parçaları ve vücudunun çeşitli yerlerine paslı çiviler çakan, bu nedenle de Çivili Adam lakabıyla anılan seri katil karakterini yaratmış. Bu katilin imzası da öldürdüğü kişileri minkondi adı verilen insan biçimindeki büyü heykellerine dönüştürmesi. Hedefi ise sadece beyazlar… 57 RÖPORTAJ DENİZ ERSOY Darbe’nin Ayak Sesleri Nagehan Alçı kitabını yazma sebebini ‘‘hatırlamak’’ olarak açıklıyor. “Rutin öyle bir döngüdür ki insanı günlere değil, saatlere hapseder. Ben mesleğime aşık biri olarak zaman zaman, zamanı tüketmek ve onun içinde kaybolmak, tutunamamak konusunda kendime çok kızarım. Tarih, ayaklarınızın altından akıp gitmektedir ve siz onu yaşayarak aktarırsınız ama bazen öyle bir koşuşturmada olur ki her şey, çoğu zaman dün olanı bile hatırlamazsınız. Hâlbuki hatırlamalıyız. Özellikle diğerlerine göre daha önemli olan zamanları.’’ Nagehan Alçı ile ‘Darbenin Ayak Sesleri’ni konuştuk. 58 Kitabınız, 2013 Mayıs ile 2016 Ocak ayları arasındaki süreci kapsıyor. Bu süre zarfında yaşanan önemli gelişmeleri nasıl başlıklandırırsınız? Darbenin Ayak Sesleri, neyi anlatıyor? Kitap, Gezi olayları ile başlıyor; 17-25 Aralık süreci ve adım adım 15 Temmuz’a gidişi anlatıyor. Esasen Gülenistler’in devlet içinde nasıl hareket ettikleri, kurdukları terör örgütünün boyutları, darbecilerin gelişi ve hamlelerini sorguluyor yazılarım. ‘‘Taksim’i Fethullahçı Polisler Ateşe Verdi’’ 15 Temmuz’un ayak seslerini, 2013’te mi duymaya başladık? Türkiye, 15 Temmuz felaketine giderken ilk büyük depremini 31 Mayıs (Gezi Parkı Müdahalesi) sabaha karşı yaşadı. Fethullahçı polisler, Taksim’i ateşe verdi ve bir halk ayaklanması çıkartmak için provokasyon yaptılar. İkinci büyük deprem, 17 Aralık 2013’te geldi ve onu 25 Aralık takip etti. Başka bir ülkede bu kadar siyasi deprem yaşansa ülke yıkılırdı. 30 Mart 2014 ve 10 Ağus- isimlerle çadır yakma hadisesi arasında bir bağlantı olabilir mi?” diye üstü kapalı sorunca bu yapının sivil toplum ayağından tanıdığım birkaç isim bana ‘bunu da nerden çıkarıyorsun’ diye mail attılar. Hâlbuki ben herhangi bir isim zikretmemiştim… Eylemci içinde paralel yapılanma var gibi bir ifade yoktu o yazıda. ‘‘İmtiyazlılar Kaybetmiş Hissediyor’’ Sık sık toplumda bir kutuplaşmadan bahsediyorsunuz. Bunun etkilerini sosyal hayatınızda yaşadığınıza tanık olduk. Polisi arayıp “Ben Nagehan Alçı’yı öldüreceğim!” diye ihbarda bulunan kişiden, oturduğunuz kafede, alışveriş yaptığınız markette uğradığınız saldırıya kadar… Bütün bunların, bu kutuplaşmanın etkisi olduğunu söyleyebilir misiniz? Türkiye adı konmamış bir devrim yaşıyor. Önce askeri vesayet sonra onun yerine geçmek için bitiveren Gülenist vesayetle hesaplaşıyor. Bütün kurumlarda çok büyük alt üst oluşlar var. Seçilmişlerin gerçekten ik- söylemek isterim ki Tayyip Erdoğan çok renkli ve keyifli bir insan. Hoşsohbet. Gezilerin siyasi yönü olduğu kadar sosyal yönü de oluyor. Gittiğimiz yerlerle ilgili gözlemlerimi de yazmaya gayret ediyorum, zira normalde yolunuz düşmeyecek yerlere bu vesile ile gidiyor, hiç tanışamayacağınız insanlarla tanışıyor, bambaşka kültürleri öğrenebiliyorsunuz. O nedenle ben gezilerde genelde bulunduğum yeri görmek için vakit yaratmaya, özellikle akşamları oranın rutinine karışmaya çalışıyorum. ‘‘Oyunculuk Denemesi’’ Yazarlık ve gazetecilik dışında bir yönünüzü daha biliyoruz. Eşiniz Rasim Ozan Kütahyalı ile 2016 yılında ‘Adam mısın?’ adlı bir sinema filminde oynadınız. Nasıl bir etki bıraktı sizde? Devamı gelir mi beyaz perdenin? Evet, Rasim’ler film çekerken benim itirazım olmasın diye uyduruktan bir rol verdiler. Film bence kendi kategorisinde iyiydi ama maalesef pek iş yapmadı yine de ben Nagehan Alçı, kitabında Taraf hadisesinin perde arkasından Gezi Parkı olaylarına, 17/25 Aralık’tan Mit Kanununa kadar Türkiye gündemine damga vuran önemli olaylara yer veriyor. tos 2014’te Türkiye bu depremleri bastırdı. Fakat sonra 7 Haziran seçimleri bir deprem daha yarattı. Bugün Ak Parti’de yaşadığımız tasfiyelerin kaynağı da 7 Haziran-1 Kasım arası süreç. Yazılarınızdan birinde “Gezi parkı protestolarına karşı polisin yaptığı apaçık bir devlet terörü… O protestocular arasına sızmış, eylemcileri şiddete yönelten terörist gruplar elbette var.” diyerek hem eylemci hem polis içindeki paralel yapılanmaya işaret ediyorsunuz. Siz daha o dönem bunları söylediğinizde ne gibi tepkilerle karşılaşıyordunuz? O yazıda emniyet içinde Gülenistler’le çadır yakma provokasyonu arasında bir bağ olabilir mi diye üstü kapalı bir soru sormuştum. Açıkçası biz 7 Şubat’tan (MİT krizi) itibaren bu yapının tehlikesine dikkat çekiyorduk, o zaman topyekûn FETÖ demiyorduk, tablo net değildi çünkü… Emniyet-yargı cuntası ve paralel yapı diyorduk. Ve çok tuhaf “yakın zamanda emniyetten uzaklaştırılan tidar olmaya başladığı, yeni kodların hâkim olduğu bir dönem bu. Böyle bir kırılmada toplumdaki farklı kesimler arasındaki mesafe açıldı. Eskiden imtiyazlı olanlar kendilerini kaybetmiş hissediyorlar ve bu onları daha muteyakız ve yer yer öfkeli kılıyor. Bu da kutuplaşmayı körüklüyor. Maalesef bu tip geçiş süreçleri zordur. Önemli olan buradan demokratik bir hukuk devletine evrilebilmek. Ama arada bizim gibi kamusal bir iş yapan ve değişimden yana siyasi pozisyon alanlar, öfkenin hedefi olabiliyor. Özellikle benim gibi ‘‘imtiyazlı’’ yani laik-SünniTürk sınıftan gelip bu değişimi destekleyenler daha çok dikkat ve öfke çekiyor galiba… Cumhurbaşkanının gezi uçağındasınız. Hemen hemen tüm yurt dışı seyahatlerinde bulunuyorsunuz. Siyasi konuşmaların yanında, okuduğum kadarıyla Erdoğan’ın yemek kültürüne kadar birçok şeye tanık oluyorsunuz. Gezilerde, yazılacaklar ve yazılmayacaklar oluyor mu? Elbette yazılmayacaklar olur ama şunu oyunculuktan çok zevk aldım. İyi bir proje olursa yine denemek isterim… Son olarak, dünya tatlısı ikiz kızlarınız Ayşe Ela ve Yasemin Betül’ün geleceğinden endişe duyduğunuz oluyor mu? Nasıl bir gelecek bekliyor onları sizce? Annelik, gazeteciliğe bakışınızı bu yönden farklı besledi mi? Anne olmak insanı çok değiştiriyor. Her şeyden önce artık kendinizin her daim önüne koyduğunuz varlıklar var ve onlarla ilgili endişe bulutu hayatınızın hiç çıkmayacak bir parçası. Bu da sizi daha temkinli ve korkak yapıyor. Ama aynı zamanda insan üzerine daha çok düşünüyorsunuz, hayatta gerçekten neyin önemli olduğunu gözünüzün önünde büyüyen varlıkları gözleyerek öğreniyor ve boş şeylere daha az takılmaya başlıyorsunuz. Tabii gelecek için endişelerim var, hangi annenin yok ki? Ama ciddi problemlerimiz de olsa ben Türkiye’nin geleceğinin parlak olduğunu, buradan iyi bir yere çıkacağımızı düşünüyorum. 59 KİTAP/ÇOCUK Dünya Çocuk Günü Cahit Zarifoğlu Türk Edebiyatının en önemli isimlerinden Cahit Zarifoğlu, çocuk edebiyatı alanında da önemli eserlere imza atmıştır. Cahit Zarifoğlu, çocukları çok seven ve onlarla ilgilenen bir şairdir. Çocukların severek okuduğu kitaplarının birkaçını derledik. Cahit Zarifoğlu Uluslararası Çocuk Günü fikri, 1925 yılında Cenevre’de yapılan Çocukların Refahı için Dünya Konferansı’ndan sonra doğmuştur. 54 ülke katılımıyla gerçekleşen Konferans’ta Çocukların Korunmasına Dair Cenevre Bildirgesi kabul edilmiştir. Serçekuş Cahit Zarifoğlu Her canlı doğanın bir parçasıdır. Hiç Bildirge esas olarak yoksulluk, çocuk kimse, ihtiyacından fazlasını tüketerek ya da işçiliği, eğitim gibi dünya çocuklarının refa- yok ederek, doğaya karşı ihanet etmemeli- hını ilgilendiren konulara odaklaşmaktadır. dir… Konferanstan sonra pek çok ülke, ço- “Serçe, bir gelincik tarlasında yaşa- cukların sorunlarına ilişkin olarak kamu- maktadır. Kuşun en büyük zevklerinden biri oyunun dikkatini çekmek, çocuklara mut- sabah erken uyanıp dünyanın güzelliklerini luluk getirmek ve çocuk konusunda teş- seyretmektir. Bir yandan da avlanır ki kar- vik etmek üzere bir günü Çocuk günü ola- nını doyursun. Gölbaşı Gölü’ne o gün bir ta- rak belirlemiştir. Birleşmiş Milletler Örgü- kım avcılar gelmiştir. Onları görünce Koca- tü 1954 yılında oybirliği ile Ekim ayının ilk bağ Köyü’ne doğru uçmaya başlar. Amacı pazartesi gününü Dünya Çocuk Günü ola- yiyecek bulmaktır. Kendi kendine düşündü- rak kabul etti. ğü bu sıralarda, çalışan köylüleri fark eder. Bununla Güneşse onun için vücudunu ısıtan bir sobabirlikte; 1 Haziran tarihi, dır. Güneşin evrenin efendisi olduğunu dü- 21 ülkede olmak üzere, en yaygın Çocuk şünür. Bunları düşünmekte iken göğe yük- Günü’dür. Türkiye’de 23 Nisan da kutlan- selir. Fakat fazla yükseldiği için nefes ala- makta, 20 Kasım tarihinde ise Çocuk Hak- maz olur ve hemen geri iner.” ları günü olarak kutlanmaktadır. 60 Bu kitapta çocuk gibi düşünen, etrafı- na çocuk gibi bakan bir serçenin avcı ile ma- “Kıskançlık eğitim öğretimine devam eden Şehzade Sü- cerasına tanık oluyoruz. Yazar, bu macera- Tut Elimden leyman, hat dersi almaktadır. Bir gün kendi yı şiirsellik tarzı ile okuyuculara aktarmıştır. Attaya gidelim adını yazar ve bu yazısını çok beğenir. Kendi- “Serçekuş” çocuk edebiyatımızın klasikle- Sabah akşam sine oldukça dikkat çekici ve farklı gelen ya- ri arasında önemli bir yere sahip bulunuyor. Yanak yanak yapalım zısını mutlaka babasına göstermek ister. O En çok beni sev anda padişahın huzuruna kimse alınmamak- Bana yavrum de tadır. Kendisini babasının huzuruna almayan Bana bak kapıdaki nöbetçi ile Şehzade Süleyman ara- Benimle oyna sında bir diyalog başlar. İşte bu diyalog Küçük En güzel Çocuk Şehzade masalının omurgası olur. Gülücük Cahit Zarifoğlu Benim Anla” Cahit Zarifoğlu’nun çocuklar içi kaleme aldığı ‘’Gülücük’’ kitabındaki şiirler gözünüze ve hatta kalbinize ilişiyor. Çocukluk çağını anlatan bu sımsıcak şiirleri okudukça içiniz ısınacak. Okudukça şiiri seveceksiniz. Cahit Zarifoğlu çocuklara gülücüklerini sunuyor… Küçük Şehzade Cahit Zarifoğlu “Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde, Kalbur saman içinde, Deve tellal iken Ben ninemin beşiğini, Tıngır mıngır sallar iken” Tekerlemeli bir giriş yapıyor yazar, kitaba. Akıllı, şirince ama çokbilmiş bir şehzadenin gündelik yaşantısı anlatılmakta. Sarayda 61 HABER/EĞİTİM Bölge Uzmanı Yetiştirme Programı Türkiye Gençlik Vakfı öncülüğünde, Medipol Üniversitesi akademisyenlerinden Yrd. Doç. Dr. Selman Öğüt koordinatörlüğünde yürütülen Bölge Uzmanı Yetiştirme Programı, diplomasi kadrolarına insan yetiştirmeyi hedefliyor. Diplomatların, görev aldıkları bölge dillerine hakim olması amacıyla başlayan projede amaç, Çin, Hindistan, Rusya ve Ortadoğu toplumlarının siyasi yapısı, dış politika karakteri, tarihi ve sosyolojik kodları, ülke tarihine yön vermiş liderleri, sanatkarları ve düşünürleri hakkında derin bir birikime sahip, bölge dilinde yazılmış eserleri orijinal dilinde okuyabilen bölge uzmanları yetiştirmek. 62 Çin, Hindistan, Rusya ve Ortadoğu’yu tiştirme Programı” kapsamında eğitim Proje Nasıl Doğdu? kapsayan proje, bu toplumların akademik alacak öğrenciler, üniversite hazırlık, bi- Sayın bir izlence ile siyasetinden sosyolojisine, rinci, ikinci veya üçüncü sınıftan itibaren kadrolarından her tür kuruma, cemaat ya- kültüründen dil bilimine, tarihinden top- programa alınmakta. Bu program, 4 fark- pılanmasını dile getirdiğinde bu konudaki lumsal dinamiklerine kadar uzanan geniş lı eğitim dönemini kapsamaktadır. İlk yıl eksikliği fark ettik ve böyle bir proje yap- bir disiplinler arası çalışmayı kapsamakta. ve ikinci yıl, yurtiçi ve sonra yurtdışı ile yaz ma kararı aldık. Erdoğan; STK’lara ve üni- Program, 4 sene boyunca sadece dil eğiti- eğitim programları uygulanır. versitelere “Bana MİT’te, Büyükelçilikler- mi olanakları sağlanmakla kalmayıp aynı Bu Cumhurbaşkanımız, misyon de ve TÜBİTAK’ ta görevlendirebilecedört yıllık eğitim bittikten sonra ğim donanımlı adamlar gönderin.” dedi- len ülkede dil eğitimi ve staj imkânları da öğrenciler Türkiye’ de ya da uzmanlaştık- ğinde aldığı cevapların, yeterli kadro bu- içermekte. ları bölgede yüksek lisans eğitimi alacak- lunmadığı, yetişmiş bölgeleri bilen uzman lar. olmadığı yönünde olduğunu belirtmişti. zamanda ihtisas yapmak üzere tercih edi- Bu eğitim ile geleceğin diplomatla- Eğitimini lecek düzeyde bölge uzmanlığı eğitimi al- renciler, düşünce kuruluşlarında, devlet ‘Lisanstan Sonra Uzmanlaşmaya Yönelmeli’ maktadır. Proje aynı zamanda Türkiye’nin ya da vakıf üniversitelerinde, Başbakanlık, Hepimizin bildiği üzere TÜBİTAK’tan gelecekteki konumunu daha etkili kılabi- Dışişleri Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı gibi 33 kişi gözaltına alındı. Türkiye’de üniver- lecek kadrolar yetiştirmeyi hedeflemekte- devlet kademelerinde istihdam edilebile- sitedeki eğitim sistemi yüzeyseldir. Maa- dir. cek donanıma sahip olacaklar. lesef bu konuda başarılı olduğumuz söy- rı, ileride Türk dış politikasına yön verebi- Küreselleşen dünyamızda dünyanın süper güçleri içinde kendisine büyük bir başarıyla tamamlayan öğ- Bölge Uzmanı Yetiştirme Programı’nı leyemiyoruz. YÖK Başkanı, kişisel ve kurumsal olarak özel bir çaba içinde. Alt dal- Bölge Uzmanı Yetiştirme Programı Koordinatörü Yrd. Doç. Dr. Selman Öğüt, lisans öğrenimi sırasında bölge uzmanlığı ve dil öğreniminin, öğrencileri lisans bitiminde misyon kadrolarına ve STK’lara hazırladığının altını çiziyor. misyon biçen Türkiye’nin, her şeyden önce koordinatörü Medipol Üniversitesi Öğre- lara dair özel alanlar açtı. Ermenice dil kendi siyasi ve ekonomik istikrarı için dün- tim Üyesi Yard. Doç. Dr. Selman Öğüt’le bölümleri açıldı. Bunlar yeni yeni yapılı- yayla yakın iletişim sağlamak, uluslarara- konuştuk: yor ve üniversitelerde uzman yetiştirme sı sorunlara yönelik doğrudan ve kapsayı- noktasında ümitli olmaya çalışıyoruz. Üni- cı politikalar geliştirmek ve bu politikala- Neden sadece bu ülkeler? versiteden kategorizasyonu bilen eleman- rı uygulamaya koyabilmek için diplomatik Bu projeyi ülke değil daha çok bölge lar çıkıyor fakat bölgeler noktasında alan- bazında ele aldık. Yani biz bir ülkenin değil larda uzmanlaşmış, yetişmiş kadrolar çık- bir bölgenin dilini öğretiyoruz. Ortadoğu mıyor. altyapıya haiz olması gerekmektedir. Gün geçtikçe şekillenen yeni sistemde, Doğu ülkeleri de giderek daha fazla söz bölgesi, projemize ikinci senede eklendi. Nasıl tıp fakültesini bitiren bir kişi uz- sahibi olmaya başladılar. Zira uluslarara- ABD ve Afrika bölgelerinin dâhil ol- man değilse uluslararası ilişkiler bitiren sı politik arenada yaşanan hızlı değişim- ması için de çalışmalarımız sürüyor. ABD biri de uzman değil. Alanını seçmemiş, ler; başta siyasi rejimlerin dönüşüm ge- ve Rusya, Türkiye’ ye diplomat yolladığı branşında temel bilimleri almış sadece. çirmesinden, ekonomik ve doğal kaynak- zaman, misyon çalışanları Türkçe biliyor- Bir misyon görevlisinin, Birleşmiş Millet- ların hızla tükenmesine, göçmen ve mül- lar, bizim büyükelçilerimiz gittiği ülkelerin ler (BM) Avrupa Birliği (AB) veya herhangi teci hareketlerinden, güvenlik ve terörizm dillerini bilmiyorlar. bir ülkenin uzmanı olması ve ona göre gö- gibi sorunlar, Türk dış politikasının kap- revlendirilmesi gerekir. Bu tür program- samlı, analitik, stratejik bütüncül ve ras- G-20 ülkelerinin de projeye dâhil ol- yonel bir biçimde oluşturulması ve koordi- masını planlıyoruz ama bu daha ileride- nasyonun sağlanmasını zorunlu kılmakta- ki zamanda mümkün olacak. Proje, Cum- dır. Yetişen uzman kadroların hem bürok- hurbaşkanımız tarafından da beğenildi rasi hem akademi alanında geniş bir boş- ancak medya tarafından henüz projenin Yabancı dil eğitimini kimler veriyor? luğu doldurması hedeflenmekte. önemi anlaşılmadı diye düşünmekteyim, Yabancı dil eğitimi, yabancı uyruklu medya kuruluşları yeterince duyuru sağ- hocalar tarafından veriliyor ve sınıflar 5’er lamadı. kişiden oluşuyor. Dört yıl boyunca “Bölge Uzmanı Ye- lar, lisans döneminde bu branşlaşmaya imkân ve destek sağlıyor. 63 SİNEMA/VİZYON AYŞE KARAKÖSE Elly Hakkında SAHTE NEZAKET KÜLTÜRÜ, İRAN SİNEMASI VE BATI ÖDÜLLERİ... ledir, Asya’dan çıkanlarda da diğerlerinde de… Eğer bu filmlerle aynı derecede iyi olduğu halde kendi memleketinin iyi yönlerini gösteren filmlere de ödül vermeye başlarlarsa, bu fikrimden memnuniyetle vazgeçerim… Asghar Farhadi’nin 2009 yapımı ve kendisi gibi bol ödüllü filmi “Elly Hakkında”, yapımından 8 yıl sonra 22 Eylül’de vizyona girdi. Filmin orijinal adı “Darbareye Elly”. İran sinemasına ilgi duyanlar için önemli bir yönetmen Farhadi… Ses getiren iki filmi, “Satıcı” ve “Bir Ayrılık” ile tanınıyor. Birbirlerini üniversiteden beri tanıyan bir grup arkadaş birlikte tatil yapmaya karar verirler. Buna, Almanya’da yaşayan Ahmet’in, eşinden boşanarak Tahran’a dönmesi vesile olmuştur. Diğer 6 arkadaş, evli üç çiftten oluşmaktadır. Çiftlerin küçük çocukları da vardır. Kadınlardan Sepideh’in çocuklarının İngilizce öğretmeni olan Elly de onlara katılır. Sepideh onu, yeniden evlenmek isteyen Ahmet ile tanıştırmak için tatile özellikle davet etmiştir. Tatil yerine geldiklerinde kötü bir sürprizle karşılaşırlar. Kalmak için kiraladıkları evin sahibi gelmiştir ve artık yeni bir ev bulmak zorundadırlar. İstemedikleri halde deniz kıyısında eski, büyük ve bakımsız bir ev kiralarlar. Evi, kendileri temizler ve alışveriş yaparlar. İlk gün ve akşam çok güzel geçer, radyodaki müzik eşliğinde dans bile ederler. Ancak ertesi gün denizde çocuklardan Arash’ın boğul64 ma tehlikesi geçirmesi ve sonrasında Elly’nin kaybolduğunu anladıklarında tatil zehir olur. ‘‘Elly boğuldu mu kendisi mi gitti?’’ gibi sorularla birlikte karşılıklı suçlamalar olur. Konuşuldukça sırlar ve yalanlar açığa çıkmaya başlar. Konuyla ilgili detaylara yeri geldikçe değinmek üzere, filmin hikâyesini burada bırakalım ve filmin asıl anlattıklarına odaklanalım. Naçizane kanaatim; Batı’nın ödül verme kriterlerinin bizden farklı olduğu ve Doğu’dan çıkmış bir filmin, iyi film olmasının, ödül almasına yetmediği yönündedir. Eğer Batı’dan ödül almak isteyen bir yönetmenseniz, kendi kültürünüzü ve memleketinizi kötülemek ya da en hafifinden eleştirmek zorundasınız. Ödül almış bütün Doğu filmlerinde iyi ya da kötü toplumsal özeleştiri vardır veya Batı’nın görmek istediği türden bir ülke algısı mevcuttur. Bu İslâm coğrafyasından çıkan filmlerde de böy- Bunu iddia ettikten sonra, İran filmleri neden bu kadar ilgi görüyor ve ödül alıyor bütün dünyada, bunun da cevabını vermem gerekir. Şüphesiz en başta çok iyi, kaliteli filmler yaptıkları ve özgün film dillerini kendi kültürlerinden beslenerek geliştirdikleri için ödül alıyorlar. Ama en çok da kendi toplumsal dinamiklerini, İslâm’ı ve rejimi örtük bir şekilde sürekli eleştirdikleri için. İdeolojisi ne olursa olsun baskıcı rejimi eleştirmelerine sonuna kadar hak veriyorum ancak bunu bahane bilip, sürekli İslâm’ı eleştirmelerini kabul edemiyorum. Tabi bunu üstü kapalı yaptıkları için kolay kolay kimse dile getiremiyor, dile getirince hayalet görmüş muamelesi görebiliyorsunuz... “Elly Hakkında” filminde de ciddi manada bir toplumsal eleştiri var, ne kadarı haklı ne kadarı haksız onu İran kültürünü iyi bilenler daha iyi yorumlar mutlaka, ben film dili açısından kendi gördüklerimi sizinle paylaşayım. Filmin ilk sahnesinde karanlığın ortasında dikdörtgen ışıklı bir açıklık var ve buradan mektuplar atıldığını görüyoruz, daha doğrusu öyle olduğunu düşünüyoruz, sanki bir posta kutusunun içinde gibiyiz. Biraz sonra içerdeki gölgeyle beraber sanki sinema sahnesi algısı oluşmaya başlıyor ve sonrasında bir araba farı ve tünel ışığına dönüşüyor. Kadın kahramanlar arabadan başlarını çıkarmış ve anormal şekilde sevinç çığlıkları atıyorlar. Sonra gün yüzüne çıkınca sesler azalıyor ve sakinleşip arabaya giriyorlar. Sanki yönetmen Farhadi bu sekansta film diliyle şöyle diyor, “Ben özgürlükleri kısıtlı olan İran kadınlarına, (ya da onların durumunu dünyaya duyurmak adına) sinema yoluyla bir mektup yazdım.” Ayrıca çığlık sahnesiyle sanki şunu da demek istiyor, “İran’da kadınlar ancak kısıtlı ve kapalı alanlarda özgürdür, gün ışığında ve açık alanda değil”… Kiraladıkları eve gidemeyince buldukları eski ve köhne eve girerken bütün ekibi ve tek olarak da Elly’yi evin kapısında görüyoruz. Kapının parmaklıkları ardında hepsinin özellikle de Elly’nin şahsında yine İran kadınının özgür olmadığı ve hapishanede olduğu iması var. Evin kendisini de köhnemiş toplumsal gelenekler ve baskıcı rejim olarak düşünürsek; bu evin içine girmek bu ekibe iyi gelmiyor ve uğursuz bir süreç başlıyor. Elly’nin kaybolmadan önce çocuklarla uçurtma uçurduğu bir sahne var. Elly’yi sadece burada ve yalnızken, özgür ve kendisi gibi görüyoruz. Ardından “Benim gitmem lazım” diyor ve havada asılı kalan uçurtmayla denizi görüyoruz. “Özgürlük buralardan gitmekle müm- İran kültüründe istemediğin halde ısrar etmek ve ısrar edildiği için bazı şeyleri yapmaya mecbur olmak, Batının kolay anlayacağı veya hoş göreceği bir durum değil. kün” diyor, “Nereye olursa olsun yeter ki gidilsin”… Bu gitme teması yönetmenin “Bir Ayrılık” filminde de vardı. Kayboluş gerçekleştikten sonra Elly’yi davet eden Sepideh suçlanıyor. Onu en çok suçlayan hatta tartaklama raddesine gelen ise kocası oluyor. Çünkü ona göre Tahran’a gitmek isteyen Elly’yi göndermeyerek ve en başta tatile davet ederek yaşananlara o sebep olmuştur. Onu bulmaya çalışırken hakkında ne kadar az şey bildikleri ortaya çıkar. Aslında sadece Elly’yi değil gerçek manada hiçbiri birbirini tanımıyordur. O kadar fazla sır, yalan ve “Taarof” hâkimdir ki hayatlarına, yaşama biçimleri zaten Taaroftur. Sepideh, Elly’yi davet ederken neden çok ısrar ettiği sorulunca, “Bütün suç bende mi, ısrar ettim diye hemen kabul etmek zorunda mıydı?” diyerek, daveti kolay kabul eden Elly’yi suçlar. İran kültürünü bilenler Taarof (sahte nezaket) kültürünü iyi bilirler ama bize de çok uzak bir gelenek değildir. Bizim kültürümüzde de İran kültürü kadar ol- masa da ısrar etmek ve ısrar beklemek olgusu nezaketten sayılır. Aslında filmin en fazla bu sahte kültürü ve Taarof’u eleştirdiğini söyleyebiliriz. Çünkü filmin can alıcı noktası Elly’nin nişanlı olduğu ve buna rağmen, ısrara direnemeyerek Ahmet’le tanışmaya geldiği gerçeği. Bu gerçek, tartışmalar sırasında ortaya çıkar. Elly başta nişanlı olduğunu söyleyerek tatil ve Ahmet’le görüşme teklifini reddetmiş ancak Sepideh ısrar ettiği için Ahmet’le görüşmeyi kabul etmiştir. Hafifletici, sebep nişanlısından ayrılmak istemesi ancak bir türlü ondan kurtulamamış olmasıdır. Film yalanı ve insan doğasının zorda kalınca yalana ne kadar kolay meylettiğini de irdeliyor. Hatta Elly’yi aramaya gelen nişanlısı, onun kardeşi olduğu yalanını söylüyor, onlar da gerçeği bildikleri halde bu yalana inanmış gibi davranıyor ve yeni yalanlar söylüyorlar. Nişanlısı geldikten sonra da hala bulunamayan Elly’nin hatırasını lekelemek pahasına söz birliği edip bir yalan daha söylüyorlar. Elly’nin Ahmet’le tanışmaya hiç itiraz etmediği ve gönüllü olarak geldiği, yalanını... Oysa hem ısrar sonucu gelmiş hem de durumdan rahatsız olup sürekli gitmek istemişti. İran kültüründe istemediğin halde ısrar etmek ve ısrar edildiği için bazı şeyleri yapmaya mecbur olmak, Batının kolay anlayacağı veya hoş göreceği bir durum değil. Nişanlısından ayrılmak üzere olan bir kızın başka biriyle tanışmak istemesi de Batı kültüründe doğudaki gibi hayat memat meselesi olmaz. Batıdan bakılınca bu meselenin bu kadar hayatiyet arz etmesi ilkellik(!) olarak görülebilir. Neticede “Elly Hakkında” çok iyi bir film olmakla beraber, ödül almasında kendi kültürünü yeriyor olmasının etkisi de yadsınamaz. Bütün bunlara rağmen kendi içine kapalı ve taassup sahibi bir kültürün, nasıl dramlar üreteceğinin temsili olan film, insan ve toplumla ilgili derdi olan herkesi sarsacak ve derinden etkileyecek... İyi seyirler dilerim. 65 KİTAP/POLİTİKA Bir Sistem Tartışması Ahmet Misbah Demircan “Bir Sistem Tartışması’’ kitabı Beyoğlu Belediye Başkanı Ahmet Misbah Demircan tarafından kaleme alındı. Hem bir siyasetçi hem de bir belediye başkanı olarak milletin talepleri ve sorunlarına bire-bir tanık oldu. Zaman, mekân, eğitim, teknoloji… Toplumun üzerinde değişimlere sebep olan maddelerden sadece bir kaçı… Ahmet Misbah Demircan, dayandığı tecrübelere ve bilgisine göre; hem sorunların kaynağı hem de sorunların çözümünün üç kelimede saklı olduğunu söylüyor: Bu sihirli kelimler; aş, iş, istihdam… Bütün sistemler, bu üç kelime ile özetlenebilecek üretim modellerinin üzerinde yükseliyor veya çöküyor. Dünya sistemi yeniden kurulacak mı? Kurulacaksa eğer kimler tarafında kurulacak? Peki, Türkiye bu sistemin neresinde olacak? Dünyada yeni bir sistem kurma arifesin- düstri devrimleri nasıl kendi yönetim modellerini kurdularsa, dijital üretim ve pazar ekonomisi de kendi sistemin mutlaka kuracaktır. Bugünkü Sistem ve Osmanlı’nın Zamanı Yakalamaktan Geri Kalması Türkiye Cumhuriyeti sistemini, Osmanlı İmparatorluğunun kuruluş temelleri itibarıyla ele alan yazar, Anadolu Selçuklu Devleti’nin bir uç beyliği olan Osmanlı’nın, 3. Alaaddin Keykubat’ın İlhanlılara esir düşmesi üzerine bağımsızlığını ilan ettiğinin altını çiziyor. İlk hedefin Moğol İstilası ve Haçlı Seferleri ile parçalanmış Anadolu topraklarında birliği sağlamak olduğunu hatırlatıyor. Sultan Abdülaziz’i ve Sultan 2. Abdülhamit’i tahttan indirenler, Osmanlı’nın varoluşu ve devamını kesin olarak engelledi. Osmanlı’yı zamanı yakalamaktan geri bırakan bütün olayların arkasında, Osmanlı’yı pay- laşmak isteyenler ve onların yerli işbirlikçilerin imzası vardır. Zamanın getirdiği arz ve talepler ekseninde anlayışımızı, idaremizi, sistemimize dönüştürerek yönetime katılımı geliştirmemiz büyük önem taşımaktadır. Hür düşünce ve teşebbüs, demokratik idare, icat ve üretimin önünü açmak, araştırma geliştirme (AR-GE) üretim geliştirme (Ür- Ge), beyin ve bilgi transferi gibi konular üzerinde yoğunlaşmamız gereken konulardır. Erdoğan Neden Hedef? Recep Tayyip Erdoğan’a yönelen saldırıların temelinde de bağımlılık ilişkisini eşitler arası ilişkiye çevirmek istemesi ve coğrafyamızda bir birlik fikri geliştirmesi vardır. Lakin Erdoğan dönemini önceliklerinden ayıran çok önemli bir fark şudur ki: Hem Türkiye’deki vatandaşlar hem de Müslüman milletler onun idealine sahip çıkmaktadır. Türkiye’de yeni sistem geliştirirken, yerel yönetimlere özel önem verilmelidir. Bu yönetim birimleri sistemin yapı taşları olduğundan, ne kadar başarılı olurlarsa sistem de o kadar sağlıklı olacaktır. Toplum da teknoloji gibi sistemin önünde gitmekte, mevzuatlar talepleri karşılamaya imkân vermemektedir. Mahalli müşterek ihtiyaçları karşılamak için var olan bir kurumun, toplumun taleplerine göre yeniden yapılandırılması esas olmalıdır. de olduğumuzu söyleyebiliriz. Durum böyleyken bize en çok lazım olan, gerçeğin ta kendisi... Dünyanın sistemi yeniden kurulurken, bu sistemde gerçek bir temsilin yolu, zamanın araçlarıyla üretim ekonomisinde kimin başarılı olduğundan geçiyor. Türkiye sistemi konusuna gelince yazar, Türkiye sistemin değişmesi gerektiğini savunuyor. Sistemin baştan ayağa değişmesi gerektiği kanaatinde olan yazara göre, zamanın ekonomik araçları göz ardı edilerek, sistemin yenilenmesi mümkün değildir. Aynı imkânsızlık, dünya sistemi için de geçerlidir. Tarım, ticaret, en66 Bölgesel Birlik Bölgede birliğin sağlanmasını hilafet dönemine atıfla aktaran Demircan, İslâm İşbirliği Teşkilatı gibi örgütlerin buna yönelik proje ve politika geliştirmesi gerektiğinin altını çiziyor. Osmanlı döneminde dünya Müslümanlarının bir millet olduğunu hatırlatan Demircan; Hristiyan, Ermeni, Rum ve Yahudilerin hilafet himayesinde tek millet olarak yaşadığını belirtiyor. Hilafetin sarsılmasında Müslümanlar arası ihtilafların da bölünmedeki rolünü hatırlatarak bugün bu noktanın önemini vurguluyor. YEN‹ K‹TAP NEREDEN NEREYE K›r›lma Öncesi Sorular 2009-2010 Serra KARAÇAM Türkiye’nin s›navlar›; hukuk, demokrasi, yönetim ve adalet… Kimler ne söyledi, hangi öngörülerde bulundu ve bugün nerede duruyorlar? Ergenekon davalar›, kökleri belki yüzy›l öncesine dayanan derin devlet… Demokratik aç›l›m, Habur’dan dönüfller, Oslo ve KCK davalar›, terör sald›r›lar›… Cemaat polisleri, yarg›s› ve medyas›… Birbirini soruflturtan savc› ve yarg›çlar, birbirini ihbar eden gazeteciler… Anayasa de¤ifliklikleri, referandum, suikastler, ihmaller ve büyük medya gruplar›… D›fl güçler, istihbarat a¤lar›, iliflkileri… Üniversitelerde baflörtüsü serbestisi, kamusal alan tart›flmalar›, laiklik ve laikperestlik… Son on y›l› anlamak ve haf›zalar› tazelemek için, geçmiflte sorulmufl sorular ve cevaplar›. www.ktpkitabevi.com KİTAP OKUYORUZ www.ktpkitabevi.com TÜRK‹YE’N‹N HER YER‹NDEN ‹STED‹⁄‹N‹Z K‹TABIN S‹PAR‹fi‹N‹ VER‹N, ADRES‹N‹ZE TESL‹M EDEL‹M...