Prof. Dr. Birol AKGÜN Irkçılık ve Terör Arasında Sıkışan Avrupa

advertisement
Irkçılık ve Terör Arasında
Sıkışan Avrupa
Paris’teki bir mizah dergisine yapılan ve 12 kişinin
ölümüyle sonuçlanan terör saldırısı tüm dünyada
beklenmedik bir siyasi infial yarattı. Olayın ardından
neredeyse tüm dünya medyası Paris sokaklarından
7/24 kesintisiz yayın yaptı. Yüz binlerce Fransız, Paris
sokaklarında birlik ve dayanışma gösterisi yaparken,
40’ı aşkın farklı devletin temsilcileri de gösterilere katıldılar. Türkiye’den ise Başbakan Ahmet Davutoğlu
yürüyüşe katılarak Fransız halkına başsağlığı diledi.
Davutoğlu, ertesi gün de Almanya’ya geçerek, giderek görünür tehdit haline gelen PEGİDA gibi ırkçı hareketlere karşı Türklere ve diğer Müslümanlara
moral verdi ve Avrupalıları açıktan uyardı.
Gerçekten de terör kimden gelirse gelsin kınanması
ve lanetlenmesi gerekir. Bu konuda çok acılar çekmiş
olan Türkiye’nin uluslararası topluma söyleyebileceği çok şey var. Türkiye geçmiş 30 yılda teröre yaklaşık 40 bin yurttaşını kurban verdi. Ama ne yazık ki
terörle mücadelede batılı ülkelerden yeterli desteği
görmedi. Suriye’de Beşşar Esed geçen dört yıl içinde
300 bin insanı terörün her çeşidiyle katlederken de
dünyanın sesi çıkmadı. İsrail devleti masum insanları
Gazze’de devlet terörü ile öldürürken de kimse görmek ve duymak istemedi. Charlie Hebdo saldırısının
olduğu gün Boko Haram Nijerya’da yüzlerce kişiyi
katlederken, Yemen’deki bombalı saldırıda da 36 kişi
öldürüldü. Ama herkes Paris’e odaklanırken dünyanın geri kalanının yaşadığı benzer acılar sanki son
derece normalmiş gibi görmezden gelindi.
Terörle mücadelede başarı elde edilmek isteniyorsa
eğer, birincisi, herkesin acılarına ve yaşanılan mağduriyetlere aynı insani ve siyasi duyarlılık gösteril-
melidir. İkincisi, Batı dünyası bugün kendi kapısına
dayanan terörün sosyo-ekonomik ve siyasi saiklerini
doğru analiz etmelidir. 11 Eylül sonrasında ABD’nin
yaptığı hataları tekrar etmemelidir. Özellikle “İslami
terör” gibi tanımlamalar üzerinden güvenlik politikaları geliştirmek ve Avrupa’da yaşayan 30 milyon
Müslümanı potansiyel terörist ilan etmek, Batı’nın
yapacağı en büyük yanlış olur. Başta Fransa olmak
üzere kuşatıcı bir demokrasi anlayışı geliştirmek durumundadırlar. Dahası Avrupa sömürge döneminden bu yana İslam dünyasına yönelik uyguladığı
güce dayalı dış politikayı terk ederek, geçmişiyle yüzleşme cesaretini de gösterebilmelidir. Aksi halde gerçekten de bugünkü Avrupa ırkçılık ve İslami aşırılık
parantezinde dual-radikalleşme tehdidini aşamayabilir. Kendi içinde uzun bir çatışma riskini atlatmakta
zorlanabilir.
Türkiye’nin gündemindeyse seçim ve çözüm süreci
var. Siyasi partiler içten içe Haziran seçimleri için hazırlık yapıyor. İktidar partisinin seçim kampanyasının
ana gündem maddesi şimdiden belli gibi. Çözüm
süreci, yeni Anayasa ve Başkanlık sistemi AK Parti’nin
seçim kampanyasının esasını oluşturacak. CHP yeni
bir proje ve söylem üretmek yerine, yolsuzluk eleştirisi, sağdan bazı sembolik isimlerin devşirilmesi ve
malum cemaatin siyasi desteğini garantiye alma
stratejisiyle yoluna devam etmeyi planlıyor. MHP
cephesinde yeni bir şey yok. Çözüm sürecinin yarattığı gerginlikleri kullanmaya devam ediyor. BDP ise
bu kez seçimlere parti kimliği ile girerken, sol söyleme sarılarak Yunanistan’daki SYRIZA partisinin başarısını Türkiye’de tekrarlama ümidini taşıyor.
Gelecek sayıda buluşmak dileğiyle…
Prof. Dr. Birol AKGÜN
SDE Başkanı
İÇİNDEKİLER
STRATEJİK DÜŞÜNCE • SAYI: 63 • ŞUBAT 2015
06
Türkye’nn “En Uzun Seçm”nde
Muhalefet ve İktdar
Dr. Murat Yılmaz..................................................................................... 6
Modernleşme İdeolojs Kıskacında Osmanlı Türkçes
Prof. Dr. Haluk Alkan............................................................................. 9
Osmanlı’dan Günümüze
Türk Gzl Servsler ve Dern Yapı
Bülent Orakoğlu ...................................................................................12
Mecls Soruşturması
Prof. Dr. Faruk Blr ..............................................................................19
Pars Saldırısı: Avrupa Kendsyle Yüzleşeblecek M?
Prof. Dr. Brol Akgün............................................................................24
Charle Hebdo’nun Ardından
Zeynep Songülen İnanç .....................................................................31
Charle Hebdo le Fransa ve Avrupa
Syasetnn Kurgulanması Arayışları
Prof. Dr. Yasn Aktay ...........................................................................34
Medenyetler Savaşı Mı?
Aydın Bolat ............................................................................................40
Batı’nın Kan, Kn, Nefret ve Ölüm Kokan Krl Tarh!
Alper Tan ................................................................................................44
Pars Katlamı Bağlamında:
Demokratk Avrupa’nın ‘Suç Eğlmler’
Orhan Mroğlu .......................................................................................46
12
Surye’dek İç Savaş ve Uluslararası Toplum
Doç. Dr. Cevher Şulul ..........................................................................62
Türk-Çn İlşklernde Uygur Sorunu
Doç. Dr. Erkn Ekrem...........................................................................66
Coğraf Kavramlar Üzernden Kmlk Belrszlğ
Dr. Can Ceylan ......................................................................................73
2015’te Kuzey Afrka Nereye?
Doç. Dr. Ahmet Uysal ..........................................................................76
Basra’dan Hazar’a:
100 Yıllık Petrol Hkayes-1
Snan Tavukcu ......................................................................................82
Ozan Ceyhun le Türkye-Almanya İlşkler
ve Irkçılık Üzerne Konuştuk
Ozan Ceyhun Röportajı ......................................................................88
Kur Savaşları ve İsvçre Merkez Bankası’nın Kararı
Dr. M. Levent Yılmaz ...........................................................................94
Enerjde Putn’n Satranç Hamles
Doç. Dr. Nevzat Şmşek ......................................................................96
Esk Oyuncularla Eskmeyen Oyun: Petrol
Dr. Murat Turgut ................................................................................ 101
İslamofob Üzernden
Algı Yönetm ve Hükümranlık
Prof. Dr. Talp Özdeş ......................................................................... 106
İsral’de Syasetn “Judazasyonu”
Öner Buçukcu .......................................................................................55
Avrupa’da Yükselen İslam ve
Yabancı Karşıtlığı: “Almanya Örneğ” Panel
SDE Haber ........................................................................................... 111
Surye’de Çözüm Arayışları
Doç. Dr. Mehmet Şahn.......................................................................58
21. Yüzyılda Afrka ve Türkye Sempozyumu
SDE Haber ........................................................................................... 112
101
34
19
24
66
Stratejik Düşünce ve
Araştırma Vakfı İktisadi
İşletmesi Adına Sahibi
Dr. Nurol Canbolat
Genel Yayın Yönetmeni
Prof. Dr. Birol Akgün
www.sde.org.tr
46
Yayın Kurulu
Prof. Dr. Yasin Aktay
Doç. Dr. Mehmet Şahin
Dr. Murat Yılmaz
Dr. Cemil Ertem
Doç. Dr. Ahmet Erkan Koca
Orhan Miroğlu
Aydın Bolat
Danışma Kurulu
Alper Tan
Prof. Dr. Muhsin Kar
Prof. Dr. Murat Çemrek
Doç. Dr. Yusuf Tekin
Doç. Dr. B. Berat Özipek
Bülent Orakoğlu
Dr. M. Levent Yılmaz
Prof. Dr. Sacit Adalı
Prof. Dr. Mustafa Aydın
Prof. Dr. Şaban H. Çalış
Prof. Dr. H. Tahsin Fendoğlu
Prof. Dr. Haluk Alkan
Prof. Dr. Talip Özdeş
Prof. Dr. Ali Şafak
Prof. Dr. Mehmet Şişman
Prof. Dr. Osman Can
Doç. Dr. Yaşar Akgün
Doç. Dr. Caner Arabacı
Dr. Zafer Aydın Ecemiş
Mehmet Akif Ak
Bayram Girayhan
Veli Şirin
Sinan Tavukcu
Yazı İşleri Müdürü
Mehmed Cahid Karakaya
Yayın Asistanları
Adem Karaağaç
İbrahim Kaya
Hasan Gökmeşe
Reklam Sorumlusu
Gamze Kılıç
Fotoğraflar
AA, İHA, ShutterStock
Yönetim Yeri
Ç. Emeç Bulv. A. Öveçler Mah.
4. Cad. 1330 Sokak No: 12
Çankaya / Ankara
Tel: 0 312 473 80 45
Faks: 0 312 473 80 46
Tasarım-Baskı
Başak Matbaacılık ve
Tan. Hiz. Ltd. Şti.
Tel: 0 312 397 16 17
www.basakmatbaa.com
Bu dergi içeriğinin telif hakları Stratejik
Düşünce Enstitüsü’ne ait olup 5846
Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu
uyarınca kaynak gösterilerek kısmen
yapılacak alıntılar dışında önceden izin
alınmaksızın hiçbir şekilde kullanılamaz
ve yeniden yayımlanamaz. Bu dergide
yer alan SDE’nin kurumsal bilgileri
ile
SDE
Akademik
Personeli’nin
çalışmaları dışındaki diğer görüş ve
değerlendirmeler, yalnızca yazarının
düşüncelerini yansıtmaktadır; SDE’nin
kurumsal görüşünü temsil etmemektedir.
06
Türkye’nn “En Uzun Seçm”nde Muhalefet ve İktdar
Dr. Murat Yılmaz
Modernleşme İdeolojs Kıskacında Osmanlı Türkçes
Prof. Dr. Haluk Alkan
12
09
Osmanlı’dan Günümüze Türk Gzl Servsler ve Dern Yapı
Bülent Orakoğlu
Mecls Soruşturması
Prof. Dr. Faruk Blr
19
İÇ POLİTİKA
TÜRKİYE’NİN
“EN UZUN SEÇİMİ”NDE
MUHALEFET VE İKTİDAR
Dr. Murat YILMAZ
SDE İç Politika ve Demokratikleşme
Programı Koordinatörü
Muhalefet reformları engelleyen Erdoğan ve AK Part karşıtı br syasete
angaje oldukça, hasarın onarılmamasına ve bu bağlamda Erdoğan ve AK Part
karşıtı propagandanın özellkle yurt dışında etknlğnn artmasına çabalıyor
fakat bu çaba kend lehlerne br kazanca dönüşemyor.
T
ürkiye siyaseti, üç etaptan oluşan “uzun
seçim”in son aşaması olan Haziran
2015 genel seçimlerine doğru ilerliyor.
Türkiye’nin bu uzun seçimi, Türk modernleşme ve reform hareketlerinin bilançosunun çıkarıldığı tartışmaların bir hesaplaşması haline gelmiş durumda. Bu bakımdan ne 30 Mart 2014 seçimlerinde sadece yerel yönetimler ne 10 Ağustos 2014
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde sadece Cumhurbaşkanlığı ne de Haziran 2015 genel seçimlerinde sadece
TBMM seçimleri yapılacak... Bütün bu seçimlerde Türkiye’nin modernleşme ve reform hareketlerinin kazanacağı seyir ve Türkiye’deki egemenlik savaşının sonucu tayin edilmeye çalışılıyor. Bu seçimlere 2014
sonunda yapılan Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu seçimleri, gündemden düşmeyen siyasi davalar, Anayasa Mahkemesi’nin görev sınırı tartışmaları ve TÜSİAD’tan ÖDP’ye kadar gelişen tuhaf ittifak tartışmalarını
da dahil etmek mümkün.
Türkiye bütün bu tartışmalar olurken son 10 yılda BM insani kalkınma endeksinde orta insani kalkınmışlık
sınıfından yüksek kalkınmışlık sınıfına sıçradı ve kişi başına milli gelirde yüksek gelir sınıfının eşiğinde yer
alıyor. Diğer taraftan yapılan birçok reforma rağmen, özellikle Gezi olayları ve 17-25 Aralık operasyonları
sonrasında yaşanan mücadele dolayısıyla Türkiye demokrasi kategorisinde otoriter olmayan tam demokrasiden hatta kusurlu demokrasilerden uzak ama hibrit rejim eşiğini aşamadı. Hatta kimi verileri tartışılabilir
6
ŞUBAT 2015
olsa da, The Economist’in verilerine göre Türkiye
10 basamak geriye düştü. Mesela müzakere süreci, gayrimüslimlerim vakıflarındaki önemli adımlar ve
başörtüsü ayrımcılığının sona ermesi gibi verilerin
bu endeks ve algıda ihmal edildiğini kaydedebiliriz.
Keza yolsuzlukla mücadelede 3 Kasım 2002 sonrasında yaşanan büyük sıçramadan sonra Türkiye,
ilk defa geriledi. Yolsuzluk algısındaki değişmeyle
beraber 17-25 Aralık’ta yargıdaki siyasileşmenin
billurlaşmasıyla mahkemelere güvenin son derece
düştüğünü hatırlatalım. Burada özellikle Orta Doğu’daki mücadele dolayısıyla Türkiye aleyhine içeriden ve dışarıdan işleyen propaganda makinasının
rolünü ihmal edemeyiz ama Gezi ve 17-25 Aralık
egemenlik savaşlarında demokratik hukuk devleti uygulamalarında bir hasar oluştuğunu da teslim
etmek gerekiyor. Bu hasarlara rağmen, Türkiye’nin
Gezi olaylarında sokağa ve 15-17 Aralık’ta devlet
içindeki otonom yapı veya örgüte teslim olmadan,
seçilmiş sivil otoritenin meşruluğu içinde bu sorunları aşmış olması sadece kısa dönemde değil, uzun
dönemde de Türkiye siyasetinin müspet hanesine
yazılacak bir kazançtır.
Türkiye’de 27 Mayıs darbesinden sonra yaşanan
egemenlik savaşlarında oluşan hasara rağmen, seçilmiş siyasi otoritelerin egemenliğinin teyit edilmesi;
çok ehemmiyetli siyasi ve stratejik kazançlardır. Endekslerde bu kazancın görünmemesi anlaşılabilirdir
ama siyasi analizlere tarihi süreçler dahil edildiğinde
zaferin kıymeti anlaşılabilir ve vazgeçilmez olacaktır.
Bu bağlamda hiçbir zafer hasarsız olmaz ancak za-
fer kazanıldıktan sonra ciddi bir “hasar tespit raporuna” ihtiyaç vardır. Zaferden sonra, zaferin kıymetinin anlaşılabilmesi, kalıcı olabilmesi ve sıçramaya
yol açabilmesi hasarın onarılmasına yönelik siyasi
irade, yöntem ve zamana göre teşekkül edecektir.
Bu bakımdan Başbakan Davutoğlu’nun restorasyon ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Yeni Türkiye
vurgusu bu ihtiyacı karşılayacak bir siyasi söylemi
ortaya koymaktadır lakin artık siyasi söylemin ötesinde bir siyasi irade ve siyasi projeye ihtiyaç vardır.
Seçilmiş meşru siyasi otoriteye karşı gayrimeşru
yollarda başlayan mücadelede, meşru egemenliğin
kazanması esnasında oluşan hasarın aşılmasında
muhalefetin oynayacağı rol fevkalade mühimdir. Fakat muhalefet, hasarın aşılarak demokratik hukuk
devletinin ve anayasal demokrasinin inşa edilmesi,
yani Türkiye’nin hibrit rejimden tam demokrasi istikametine yönelmesini Cumhurbaşkanı Erdoğan ve
AK Parti’nin başarısı ve kalıcı olması olarak yorumladığı için iktidarla işbirliğinden ısrarla uzak durmaktadır. Türkiye’nin içinde bulunduğu üç etaplık uzun
seçimde muhalefet her konuda rekabeti önceleyen
ve Erdoğan ve AK Parti’yi tecrit eden bir stratejiyi
tercih etmektedir. Muhalefet reformları engelleyen
Erdoğan ve AK Parti karşıtı bir siyasete angaje oldukça, hasarın onarılmamasına ve bu bağlamda
Erdoğan ve AK Parti karşıtı propagandanın özellikle
yurt dışında etkinliğinin artmasına çabalıyor fakat
bu çaba kendi lehlerine bir kazanca dönüşemiyor.
Tam aksine siyasi alanı ve hamle üstünlüğünü AK
Parti’ye ve HDP’ye terk ediyorlar. AK Parti 3 Kasım
ŞUBAT 2015
7
İÇ POLİTİKA
Yapılan brçok reforma rağmen, özellkle Gez olayları ve 17-25 Aralık operasyonları sonrasında
yaşanan mücadele dolayısıyla Türkye, demokras kategorsnde otorter olmayan tam demokrasden
hatta kusurlu demokraslerden uzak ama hbrt rejm eşğn aşamadı.
2002’den bu yana muhalefetin bu hatasını kullanıyor. Çözüm sürecinin başlamasından itibaren HDP
de muhalefetin terk ettiği siyasi alanı kullanmaya
başladı.
CHP, MHP, otonom yapı, radikal sol grupların
bir kısmı, bazı sendika ve meslek kuruluşlarıyla
TÜSİAD’ın başını çektiği büyük sermayenin, Erdoğan ve AK Parti karşıtlığıyla birleşen reaksiyoner
muhalefeti Gezi’yle otoriterlik, 17-25 Aralıkla yolsuzluk ve IŞİD’le laiklik üzerinde tazeleniyor. Özellikle
IŞİD ve Fransa’daki terör hadiseleri, laiklik ekseninde bir muhalefetin bilhassa yurt dışında Erdoğan ve
AK Parti karşıtı bir dalga oluşturacağı, hatta Batı’nın
artık ılımlı da olsa siyasi İslam’ı ezeceği kanaati bu
cepheye yerleşmiş durumda. TÜSİAD ve ÖDP de
bu hatta birleşmiş durumda. Bu anlayış; AK Parti’yi
Batı’nın isteğiyle iktidar olan ve siyasal İslamcılığa
indirgenecek bir siyasi aktör olarak kabul ediyor.
Buna rağmen seçimlerde AK Parti karşısında başarılı olamayacağını da kabul ediyor. Öyleyse kendi
ifadeleriyle AK Parti hegemonyasını sona erdirmek
için hangi siyaseti öneriyorlar?
Batı’nın siyasal İslamcılığın defterini düreceği varsayımında, Türkiye içinde 27 Mayıs benzeri bir koalisyonla seçim dışı yollarla AK Parti’nin devrilmesi
mi amaçlanıyor? Aslında, Gezi ve 17-25 Aralık’ta
denenen ve başarısız olan bu yolun Erdoğan ve AK
Parti’nin artan hegemonyası ve devlet kapasitesinin
gücü karşısında başarılı olamayacağını kabul ediyor. Türkiye’nin yanlış bir dış politikayla Suriye’ye
veya IŞİD’e karşı operasyon yapması veya ekonomik kriz beklentisi de gerçekleşmeyen bu cephenin yegane umudunun artık Erdoğan ve Davutoğlu
arasında çıkacak muhtemel bir anlaşmazlık sonucu
bu ikilinin bir kopuş yaşaması ve AK Parti’nin bölünmesinden ibaret olduğu anlaşılıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bakanlar kuruluna başkanlık
ederken Başbakan Davutoğlu’nun bir fotoğrafı veya
8
ŞUBAT 2015
TBMM’de Yüce Divan oylamasında AK Parti’nin
verdiği fireler üzerinden yapılan coşkulu yorumlar,
bu siyasi anlayışı veya beklentiyi ifade ediyor.
Elbette bu siyasi beklentinin doğru bir tarafı var.
Sahiden Erdoğan ve Davutoğlu birbirlerine karşıt,
mesela Turgut Özal ve Mesut Yılmaz pozisyonuna
savrulursa AK Parti’deki güç temerküzü dağılarak
başka bir siyasi koalisyonun önünü açabilir. Mamafih bu basit gerçeği Erdoğan ve Davutoğlu’nun
bilmediği ve AK Parti’nin ardındaki sosyolojinin farkında olmadıklarını varsaymak ancak Türkiye’deki
muhalefete yakışacak bir basiretsizlik olarak manidardır.
Erdoğan ve Davutoğlu için üç etaplık uzun seçimden başarılı çıkmak bir beka meselesidir. Muhalefet,
bu ikiliyi tecrit edip aynı düşmanlık hissiyle ikisine de
saldırırken, bu ikilinin birbiriyle mücadeleye yönelmesini beklerken siyasi aklının dibini göstermektedir. Bu saldırılar sadece Erdoğan ve Davutoğlu’nu
birbirine yaklaştırmakla kalmayacak, tıpkı 2002
sonrasındaki diğer seçimlerde olduğu gibi AK
Parti’nin arkasındaki sosyolojik tabanının siyaseten konsolide olmasına yol açacaktır. Muhalefet bu
karşıtlık yerine egemenlik savaşının sona erdiğini,
Erdoğan ve AK Parti’nin meşruiyetini kabul ettiğini,
otonom yapıya karşı olduğunu ve reformlara destek
vereceğini açıklayarak en azından AK Parti’ye oy
veren sosyolojiyi yumuşatabilirdi. Böylece Erdoğan
ve Davutoğlu’nun Türkiye toplumunun ve devletinin
reform ihtiyacının tek siyasi temsilcisi olma sıfatına
son verebilirlerdi. Muhalefet artık bu şansı da kaçırmış görünüyor. Fransa’daki terör eylemleri sonrasında yeniden İslamofobik tarzda neşet eden laikçi
dalga ve 16 Türk devleti etrafında sergilenen müstehzi tavır Haziran 2015 seçimlerinde muhalefetin
kendi kalesine attığı goller olarak şimdiden skorlara
yansımaya başladı bile...
MODERNLEŞME İDEOLOJİSİ KISKACINDA
Prof. Dr. Haluk ALKAN
SDE Uzmanı
19
. Milli Eğitim Şurası’nda “Osmanlı Türkçesi dersinin sosyal bilimler lisesinde olduğu
gibi Anadolu imam hatip lisesinde de zorunlu ders
olarak, diğer ortaöğretim kurumlarında ise seçmeli
ders olarak okutulması” yönünde bir tavsiye kararı
alınması üzerine yapılan tartışmalar, Türkiye’de dil
sorununun bilimsel ve kültürel temelde değil, siyasal
anlamda ötekileştirme temelinde nasıl ele alındığını
bir kez daha göstermiştir. Özellikle ana muhalefet
partisi CHP sözcüleri ve milletvekillerinin konuyu
mezar taşı okumalarına, IŞİD ile işbirliğine, hatta
IŞİD’in bu kararlara bakıldığında daha liberal sayılması gerektiğine varan açıklamaları Osmanlı Türkçesi etrafında yapılan tartışmaların dinamiklerine
inilmesini zorunlu kılmıştır.1
ŞUBAT 2015
9
Bütün bu tartışmaların temelnde modern br toplum olmanın yolunun esk
kültüre at sembol ve değerlern terkedlmesnden geçtğ nancına dayanan
modernleşme deolojs yatmaktadır. Bu ayrışma ve konuya deolojk yaklaşım,
yen br toplum yaratma dealnn besledğ yepyen br dln üretlmes
arayışlarının dln gerçek anlamda gelşmne hzmet etmeyp, aksne dlde
gelşmenn en belrleyc kaynaklarından br olan kültürel arka planı yok sayarak
dlde br zayıflamaya yol açacağı gerçeğn göz ardı etmektedr.
19. Milli Eğitim Şurası’nda alınan tavsiye kararının
içeriği ile gösterilen tepkiler arasındaki çelişki dikkat
çekicidir. Osmanlı Türkçesi dersinin zorunlu ders
olarak okutulması Milli Eğitim müfredatı açısından
yeni bir durum değildir. Sosyal Bilimler Liseleri ve
İmam Hatip Liselerinde bu dersin zorunlu olarak
okutulması, bu liselerin sosyal alan ağırlıklı bir müfredat programına sahip olmaları nedeniyle anlaşılabilir bir durumdur.
Peki, farklı siyasi söylemlere sahip, içlerinde
Türkiye’de tek tipçi gelenekle mücadele ettiğini
ileri süren siyasilerin de bulunduğu bu isimler neden Osmanlı Türkçesi dersine karşı bu kadar sert
ve ötekileştirici bir üslupla tepki vermektedirler. Bu
tepkilerin kökeninde modernleşme ideolojisinin Osmanlı medeniyetine bakış açısının yattığı söylenebilir. Tepkiler Osmanlı’nın, Arap alfabesinin, açıkça
ifade dilmese de dini olanın, artık geçmişte bırakılması gerektiğine inanan ideolojik düşünce yapısının
bir yansımasıdır.
Cumhuriyet döneminde dil konusunda Osmanlı’dan
miras alınan gelenek; yeni ve modern bir ulusun inşa
edilmesi temelinde yeniden yorumlanmıştır. Ulus bu
anlamda, homojen ve solidarist bir bütünlük olarak
ele alındığından, onun kullandığı dilin de bu yapıya uygun olması gerekmekteydi. Yeni toplumun dili
yeni bir kültürün ve insan tipinin oluşturulması ile
ilişkilendirildi. Bu noktada dil, toplumsal değişimin
bir yansıması olmaktan çıkmış, topyekûn bir kültür,
hatta medeniyet değişiminin içinde konumlandırılmıştır. Böyle bir konumlandırma ile birlikte Türkçenin sadeleşmesi yeni bir dilin yaratılması projesine
10
ŞUBAT 2015
dönüştürülmüştür. Artık dil ve alfabe değişimi önceki anlamından farklı bir duruma evrilmiştir. 1928
Harf Devrimi; sıklıkla ileri sürüldüğü şekliyle Arap alfabesinin Türkçe’yi karşılamaktaki yetersizlikleri ya
da yazı dilinin öğreniminde doğurduğu zorluklardan
çok, yeni bir kültür yaratılması projesinin araçsal bir
unsuruydu. Bu anlamda Latin alfabesinin seçilmesi
de, Türkçe’deki sesleri en iyi karşılayan harflere sahip olmasıyla değil, o günün gelişmiş Batılı toplumlarının kullandıkları alfabe olmasıyla ilişkilendirilebilir
bir durumdur. Latin harflerinin benimsenmesinin o
günün Batı basınında ağırlıklı olarak Harf Devrimini
Türklerin Doğu kültüründen koparak Batı kültürüne
yönelmesi reformunun bir parçası olarak yorumlanması bu açıdan dikkate değerdir.2 İsmet İnönü, Harf
Devrimi’nin asıl amacının yeni nesillerin Arap-İslam
dünyası ile ilişkisini kesmek ve okunacak eserler
üzerinde yeni yönetimin denetimini sağlamak olduğunu ifade etmektedir.3
Bütün bu tartışmaların temelinde modern bir toplum olmanın yolunun eski kültüre ait sembol ve değerlerin terkedilmesinden geçtiği inancına dayanan
modernleşme ideolojisi yatmaktadır. Bu ayrışma
ve konuya ideolojik yaklaşım, yeni bir toplum yaratma idealinin beslediği yepyeni bir dilin üretilmesi
arayışlarının dilin gerçek anlamda gelişimine hizmet
etmeyip, aksine dilde gelişmenin en belirleyici kaynaklarından biri olan kültürel arka planı yok sayarak
dilde bir zayıflamaya yol açacağı gerçeğini göz ardı
etmektedir.
Konuya bir medeniyet ikilemi çerçevesinde yaklaşmak dil tartışmalarını bilimsellikten uzaklaştırdığı
gibi sanıldığının aksine Türkçenin zenginleşmesine,
bir kültür ve bilim dili olarak yaygınlaşmasına da
hizmet etmemektedir. Türkçe’nin sadeleştirilmesi
girişimlerinin Arapça ve Farsça kelimeler karşısındaki aşırı duyarlılığının Batılı dillerden Türkçeye giren
kelimelere karşı gösterilmediği de bir gerçekliktir.
Örneğin, 1935 tarihli CHP programı arı Türkçe ile
kaleme alınmış olmasına rağmen, program metninde “endüstri”, “endüstriel”, “finansal”, “kapasite”,
“kapital”, “klas” (toplumsal sınıf anlamında) ve “sosyal” gibi yabancı kelimeler yer almıştı.4 Aynı durum
1933 yılında yayınlanan Öz Türkçe Cep Kitabında
da söz konusudur.5 Yine Latin alfabesine geçişle
birlikte Türkçe’nin kendine özgü bazı seslerinin kaybolduğu belirtilmektedir. Birçok yabancı kelimenin
Türkçeye yabancı dilde yazıldığı ve okunduğu gibi
geçmesi (NTV-EN Tİ Vİ; Show gibi) günümüz Türkçesi ile ilgili çalışmalarda belirlenen sorunların bir
kaçıdır.6 Başka bir ifade ile yüzyılın başında Osmanlı
Devleti’nde kullanılan alfabe ile ilgili eleştirilerin, belli
konularda bugün için de geçerli olduğu söylenebilir.
Osmanlı Devleti, tarihte yer alan sıradan herhangi
bir devlet değildir. Yaklaşık altı yüzyıl çok kültürlü
geniş bir coğrafyada hüküm süren, pax Ottomana
olarak bilinen bir istikrar döneminin merkez ülkesidir. Sadece edebiyat ve sanatta değil, ekonomiden
yönetim geleneklerine, stratejik reflekslere kadar
günümüzde de etkilerini hissettiren bir birikimi temsil etmektedir. Osmanlı Türkçesi bu birikimin kayıt
altına alınmış hafızasıdır. Bu birikim etkileri nedeniyle sadece bir akademik uzmanlık alanına hapsedilemez. Üstelik Osmanlı medeniyeti çok kültürlü bir
birlikteliği hayata geçirmiş olmasıyla da büyük bir
birikime sahiptir. Dolayısı ile kendi kültürel birikiminin ayrılmaz bir parçası olan eserler ve metinlerle
bireylerin doğrudan temas etmesini kolaylaştıracak
olan Osmanlı Türkçesi ile ilgili temel bilgilerin orta
öğretimde verilmesi bir geriye gidiş değil, zorunluluk
olarak değerlendirilmelidir.
Ek olarak, Türkiye’de liberal, sol, milliyetçi, hatta İslamcı siyasi oluşumların o dönemde yaşanan
zengin tartışma ortamının düşünsel mirası üzerinde
şekillendiklerini söyleyebilmek mümkün değildir. Bu
kopukluk, siyasi anlamda sağ ve solun konumlarından tutun da farklı düşünce akımları arasındaki
etkileşime kadar pek çok alanda belirsizliklere kaynaklık etmiştir. Siyasi söylemlerin niteliği, ötekileştirme, siyasette uzlaşma geleneğinin yerleşmesi gibi
birçok sorunumuz, belki de bu düşünce birikimi ile
günümüz aydın, siyasetçi ve gençlerin doğrudan
teması ile aşılabilir. Geleneksel değerlere sahip olmayan bir siyaset sürecinin temelinde bu düşünce
kopukluğunun olduğu kabul edilmelidir.
Dipnotlar
1
İhlas Haber Ajansı, 5 Aralık 2014, http://www.iha.com.
tr/haber-chpden-osmanlica-tepkisi-416725/;
İnternet Haber, 8 Aralık 2014, http://www.internethaber.
com/erdoganin-osmanlica-sozlerine-chpden-ilk-tepki745792h.htm?interstitial=true; Hürriyet, 8 Aralık 2014,
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/27732016.asp
2
Esra Sarıkoyuncu Değerli, “Amerikan Basınında Türk
Harf ve Dil Devrimi”, Dumlupınar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı:23, ss. 33-38.
3
İsmet İnönü, Hatıralar, Cilt 2, Bilgi Yayınları, Ankara, s.
223.
4
CHP Programı, Ulus Basımevi, Ankara, 1935.
5
Özlem Bayraktar, “Güneş Dil Teorisi: ‘Batı’ ile ‘Türk’ Arasındaki Sınırı İdare Etmek”, Spectrum, Özel Sayı, s. 146.
6
Bkz. Nurettin Demir ve Emine Yılmaz, Bitmeyen Öykü:
Alfabe Tartışmaları, SDE – Ahmet Yesevi Üniversitesi Yayını, 2014, ss. 42-50.
ŞUBAT 2015
11
İÇ POLİTİKA
lojisi Pantürkizm’dir. Gerçi İslam Birliği de hedeflerinden biridir; ancak ana temel, Türkçülüktür. O dönemin ünlü Türkçü düşünürlerinden Ziya Gökalp’ın
hareketinden etkilendiği belirtilir.
Osmanlı’dan Günümüze
TÜRK GİZLİ SERVİSLERİ ve
DERİN YAPI
Bülent ORAKOĞLU
SDE Başkan Danışmanı
1909
’dan 1918’e kadar Enver, Cemal ve
Talat Paşalar ile yönetimde kalan
İttihat ve Terakki Fırkası, ilk Türk gizli servisi olan
Teşkilat-ı Mahsûsa’yı kurmuştur. MİT’in de köklerinin uzandığı bu örgüt, Ulusal Kurtuluş Savaşı
ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bugüne
kadar uzanan yolda yeni adlar alarak kurulan yeni
gizli servislerin temelini oluşturmuştur. Teşkilat-ı
Mahsûsa o dönemin konjoktürel şartları içinde,
çete savaşı, casusluk, karşı casusluk, propaganda
12
ŞUBAT 2015
faaliyetlerinde bulunan; kaynağını ve köklerini ordu
içinden ve dinamik genç kitlelerden alan bir gizli
servistir.
Teşkilat-ı Mahsûsa’nın kuruluş amacı İmparatorluk
içinde ihanet şebekelerini ortadan kaldırmak, gelişen milliyetçilik hareketlerini kontrol altında tutmak,
dışarıdaki belirli hedeflere karşı sabotajlarda bulunmak ve Osmanlı toprağında cirit atan bütün yabancı
gizli servislerle boy ölçüşebilmektir. Teşkilatın ideo-
Teşkilat-ı Mahsûsa; Balkanlar’dan Doğu Anadolu ve Kafkasya’ya, Suriye’den Trablusgarp, Mısır,
Sudan ve Habeşistan’a kadar geniş bir coğrafyada
etkinliğini sürdürür. Avrupa’da Türkiye ile ilgili konferansları izler, batılı ajanlarla mücadele eder. Bu derecede geniş bir coğrafyada mücadele edebilecek
bir yapıda teşkilatlanan gizli servis hakkında; başta
Almanlar olmak üzere bazı yabancı gizli servislerle
para karşılığı iş yaptığı iddiaları da ortaya atılmaktadır. Bilhassa Almanya ile yapılan para alışverişleri iddialara göre 18 milyon dolar civarındadır. Almanlar
parayı verir karşılığında da iş satın alırlar. Bununla
beraber Teşkilat-ı Mahsûsa Almanlara ekonomik
kaynakları açısından ne kadar yakınsa, çalışmaları
ve ideolojisi açısından bir o kadar uzaktır. Almanlar, teşkilatı parasal yönden satın alamamışlardır,
asıl kaynak Osmanlı Hazinesi’dir. Teşkilatın asıl
amacı kendini kullandırmak değil, Büyük Osmanlı
İmparatorluğu’nu yeniden kurmaktır. Almanlar bu
yolda kullanılmak istenen bir araçtır.
Teşkilatın önde gelen yöneticisi Kuşçubaşı Eşref
Bey, Sultan Abdülhamit’in Kuşçubaşı’sının oğluydu. Türkiye’den ayrılmak zorunda kalan 150’ler listesinde yer aldı. Bu özelliği ile istihbaratçıların vazgeçilmez kaderi olan kahraman ya da hain olmak
tercihleri arasında o dönemde zorunlu olarak ikinci
gruba girdi. Ancak daha sonra 1938’de affedildi ve
Türkiye’ye geri döndü. Kuşçubaşı Eşref Bey, Süleyman Askeri ve Hacı Sami Bey gibi teşkilatın üst düzey isimleri dışındaki 30 bin kişilik istihbaratçılar ordusu, yaptıkları görevleriyle ve sırlarıyla tarih oldular.
1918 yılına gelindiğinde, Teşkilat-ı Mahsûsa çok
büyümüş ancak yenilgiye uğramış bir durumdadır.
Teşkilatın ülke içinde etkinliğini sağlayan İttihat ve
Terakki, dolayısıyla Enver, Cemal ve Talat Paşalar
yenilginin tek sorumlusu olarak görülmüşlerdir. Bu
durum da gizli servisin kapatılması ile nihayet bulmuştur.
Teşkilat-ı Mahsûsa sonrası 3 Kasım 1918 tarihinde
kurulan yeni gizli servise ‘Karakol’ adının verildiğini
görüyoruz. Bu gizli servisin fikir babaları da İttihat-
MİT’n de köklernn uzandığı bu örgüt, Ulusal
Kurtuluş Savaşı ve Türkye Cumhuryet’nn
kuruluşundan bugüne kadar uzanan yolda
yen adlar alarak kurulan yen gzl servslern
temeln oluşturmuştur. Teşklat-ı Mahsûsa
o dönemn konjoktürel şartları çnde, çete
savaşı, casusluk, karşı casusluk, propaganda
faalyetlernde bulunan; kaynağını ve köklern
ordu çnden ve dnamk genç ktlelerden alan
br gzl servstr.
çılar ve Teşkilat-ı Mahsûsa’nın önde gelen isimleridir. Bu teşkilatın başına Karadeniz Boğaz Komutanı
Galatalı Şevket Bey getirilir.
Dönemin gizli raporları, İngiliz İstihbaratı’nın Orta
Doğu bölgesinde müşterek ve sürekli bir istihbarat
faaliyeti içinde bulunmasına karşı Karakol gizli servisi ile ciddi bir mücadele içine girildiğinin ipuçlarını
vermektedir. Karakol Teşkilatı’nın gizli yönetmeliğinde amaç, yurdun düşman istilasından kurtarılması
olarak belirtilmişti. Örgüt, çeteleri ve halkı işgalci
düşman ordularına karşı silahlandırmış, Anadolu’ya
İstanbul üzerinden silah sevkiyatı için Kocaeli’nde
bir merkez oluşturmuştu. Bu çerçevede bütün faaliyetler büyük bir gizlilik içinde gerçekleştirilecekti.
Karakol gizli servisinde görev alanlar “Siyah bir Türk
Bayrağı’na sarılı Kur’an üzerine yemin ederler.” Bu
yemin geleneği gizli faaliyet gösteren bütün Türk örgütlerinde aynıdır.
Teşkilat-ı Mahsûsa’da olduğu gibi gerektiğinde
infaz ve öldürme geleneği ve inisiyatifi Karakol örgütünde de uygulanmaktadır. Yönetimden üç kişi
öldürülecek kişiyi yargılayıp karar vermekte bu karar başkanın onayından geçtikten sonra infaz gerçekleştirilmekteydi. Düşmanla işbirliği yapmak ve
Türk’leri imhaya çalışmak, örgütün sırlarını deşifre
etmek, emirleri yerine getirmemek ve şahsi çıkar
sağlamak ölüm cezalarını oluşturan suçlar olarak
gözükmekteydi. İstihbarat teşkilatlarının kendi inisiyatifleri ile “adam öldürme yetkisi kullanması” tartış-
ŞUBAT 2015
13
Türkye MİT’n kurulması sonrasında da uzun
süre dış sthbarat açısından Batılı ülkelere
bağımlı kalmıştı. Bu bağımlılık daha zyade,
ABD, Fransa, İngltere, Almanya ve İsral gzl
servslerne karşı olmuştu. Bu ülkelerden
gelen dış sthbarat çoğunlukla test edlmeden
doğru kabul edleblmşt.
ması Sivas Kongresi’nde gündeme gelmiş ve Mustafa Kemal tarafından reddedilmişti.
İngiliz İstihbaratı’nın Karakol Gizli Servisine sızarak
Mustafa Kemal’e suikast teşebbüsünün ortaya çıkarılması sonrasında bizzat Atatürk tarafından faaliyetlerinin zararlı olduğu gerekçesiyle Karakol Gizli
Servisi kapatılmıştı. Daha sonra kısa sürelerle kurulan “Hamza ve Felah Grupları” oluşumlarının ardından bizzat Atatürk tarafından kurulması istenilen
MİM Teşkilatı (Müsellah Müdafaa-i Milliye) 3 Mayıs
1921’de TBMM’de resmiyet kazanmıştı.
Teşkilat-ı Mahsûsa, kurulan tüm bu örgütleri derinden etkilemiş, yöntem ve ilkeleri çalışma prensipleri açısından bu süreçte kurulan gizli servis veya
grupların ilham kaynağı olmuştur. Ancak kurulan bu
grupların büyük bir kısmı gizli servisten çok sokak
çetelerini andırır. Mantar gibi bitip kaybolmaktadırlar. Bu yapılar genelde milis gücü gibi çalışmakta
ancak başarı gösterememektedirler. Ankara Hükümeti, ‘istihbarat karmaşasını’ önlemek amacıyla ve
düşman istihbarat birimlerinin Anadolu’da her türlü
kara propagandayı ve para gücünü kullanarak halkı
mevcut otoriteye karşı kışkırtma çabalarına karşın,
ülkenin gizli bir servisinin bulunmamasının, iç ve dış
güvenlik açısından büyük bir zafiyet yarattığı gerçeği
ile karşı karşıya kalmıştı. Üstelik bu sırada ordunun
içine sızan ajanlar kara propaganda yöntemleriyle
savaş gücüne darbe indirmeye çalışmaktaydılar.
Bu nedenle Kuvayı Milliye Hareketi’nin öncülüğünde casusluk faaliyetlerinin etkisiz kılınması ana
amaç olmak üzere “Askeri Polis Teşkilatı” kurulmuştu. Askeri Polis Teşkilatı’nın yaptığı çalışmalar
faydalı olmuşsa da yetki aşımı, lakaytlık, görev bi-
14
ŞUBAT 2015
linçsizliği, gizliliğe riayet etmeme gibi durumlar yoğunlaşınca, bu teşkilatın faaliyetlerine Genelkurmay
Başkanlığı yetkililerince son verilmişti. Bu kararın
alınmasında, TBMM’nin, askeri istihbaratın geniş ve
ölçüsüz yetkileri keyfi kullandığı yönündeki iddiaları
etkili olmuştu.
Bu kez, dönemin Genel Kurmay Başkan’ı Fevzi
Çakmak tarafından gizli olarak, 1926 yılında kurulan MAH Teşkilatı (Milli Amele Hizmet) 1927’de
İçişleri Bakanlığı’na bağlanmıştır. Harf İnkılabı’ndan
sonra teşkilatın ismi Milli Emniyet Hizmetleri olarak
değiştirilmişti. Yeni ismin kısaca MEH olarak telaffuzu gerekiyordu. Bu ise kulağa pek hoş gelmiyordu.
Atatürk’ün emri ile rumuz MAH olarak devam etti.
I. Dünya Savaşı sonrasında Türkiye, yabancı ülke
istihbarat örgütlerinin faaliyetlerinin çok yaygın
olarak gözlendiği bir ülke konumuna gelmişti. Almanlar, İngilizler, Fransızlar, Sovyetler, Amerikalılar
istihbarat faaliyetlerinde ülkemizi üs olarak kullanmışlardı. Almanlar ve İngilizler, Türkiye’de en iyi
istihbarat ağına sahip iki ülke olarak dikkat çekmektedir. Ancak Ankara, bu yabancı istihbarat servislerinin ülke içindeki istihbarat faaliyetlerine karşı
İKK (İstihbarata Karşı Koyma) anlamında yeterli bir
Türk Gizli Servisi olmaması karşısında o dönemde
dünyanın saygın istihbaratçılarından olan ve Alman
gizli servisini yeniden şekillendirerek genişleten Albay Walter Nikolai ile temasa geçer. Albay Walter
gizlice Türkiye’ye gelir ve Yıldız Sarayı’nda Türk İstihbaratçılarına bir dizi konferans ve eğitimler verir.
Bu konferans ve eğitimlere katılan çekirdek kadro,
1926 yılında Ankara’ya getirilir ve MAH bu şekilde
görevine başlamış olur. MAH’ın başkanlığına ilk olarak Albay Şükrü Ögel atanır. Çekirdek kadro içinde
askerler ve siviller birlikte çalışmaktadırlar. İçişleri
Bakanlığı’na bağlı olan kuruluş, bütçesini Başbakanlık örtülü ödeneğinden karşılar.
Çeşitli alanlardaki eksikliklere, ekonomik sıkıntılara
rağmen MAH’ın başarısız bir grafik çizdiğini söylemek mümkün değildir. Hatta bazı olaylarda o derece etkin olmuştur ki dünyanın kaderini değiştirebilecek gelişmelere yön vermiştir. Ancak MAH’a yöneltilen en büyük eleştiri ‘içe dönük’ olarak kullanıldığı
iddialarıdır.
1956 yılında, Başbakan Adnan Menderes, MAH ile ilgili dinleme iddialarını araştırmak üzere Başbakanlık Müsteşarı Ahmet Salih Korur’u
görevlendirmişti. Korur araştırmaları sonucunda, Türkiye’ye dinleme
istasyonu kuran Amerikalıların, dinleme servisinde görev alan memurları özellikle de telefon dinlemesi görevlilerini maaşa bağladıklarını,
Menderes’in telefonlarının dinlenmesi olayının arka planında ise
ABD ajanlarının bulunduğunu tespit etmişti.
Teşkilat, kaynak ve teknik olanaklar bakımından yetersiz durumdaydı. Bu dönemde Türkiye’yi, ABD ve Batılı
gizli servislere bağlayan en önemli oluşumlar arasında,
girilen ittifak ilişkileri ve bağlantıları önemli bir yer tutmaktaydı. Türkiye NATO üyesi bir ülke olarak, bu ortak
savunma şemsiyesinin altındaki gizli servisler ile kağıt üzerinde yaptığı anlaşmalarla büyük bir bilgi akışı
koordinasyonunun içinde bulunmaktaydı. Fiilen de
bazı alanlarda istihbarat çalışmaları ortak yürütülmekteydi. Durum böyle olunca ilişkilerde bağlayıcı
faktörler ön plana çıkmış bulunuyordu. Özellikle
de istihbarat alanında teknolojik ve ekonomik üstünlüğü bulunan ABD, İngiliz, Alman ve İsrail istihbarat birimleri diğer istihbarat birimleri üzerinde
baskın durumdaydılar.
Ankara’da Hacı Bayram Camii civarındaki dar bir
sokak içinde iki katlı 4-5 odalı ahşap binada faaliyete
başlayan bu küçük fakat dinamik kadronun o yıllarda ülke
yararına çok faydalı faaliyetlerde bulunduğu ve fonksiyonel çalıştığı
bilinmektedir.
Şeyh Sait isyanı, Kızıl Lazistan çalışmaları, Kürtlerle Ermenilerin müşterek Hoybon ve Kürt Teali Cemiyeti faaliyetleri, Gizli Komünist Partisi faaliyetleri, hilafetçi ve saltanatçıların faaliyetleri, Hatay meselesi ve
Çiçero olayı MAH’ın uğraş verdiği konular arasındaydı.
İnönü karma hükümeti tarafından MAH’ı MİT’e dönüştürecek hukuki
mevzuat hazırlanarak yeni istihbarat örgütünün yasası 1965 yılında,
TBMM’ye sevk edildi. 01.11.1983 tarihinde 2937 sayılı “Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Milli İstihbarat Teşkilatı Kanunu” ile MİT’e yeni bir
statü kazandırılmıştı. Milli İstihbarat Teşkilatı; 1927 tarihinde MAH (Milli
Amale Hizmet) olarak ülkeye hizmete başlayan ve 01.11.1983 tarihinde 2937 sayılı “Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Milli İstihbarat Teşkilatı
Kanunu” ile yeni bir statü kazanan ve günümüze kadar ülke ve dünya
konjonktürlerine bağlı olarak devamlı değişen tehdit algılamalarına karşı
kendisini yenilemeye çalışan, bu amaçla teşkilat içinde görev, yetki,
sorumluluk ve yeniden yapılanma ve kendini geliştirme konularında reorganizasyon çalışmaları ile ülkemize yönelik iç ve dış tehditleri ortadan
kaldırmaya çalışan Başbakanlık’a direkt bağlı bir kuruluşumuzdur.
ŞUBAT 2015
15
Teşklat-ı Mahsûsa’nın kuruluş amacı
İmparatorluk çnde hanet şebekelern
ortadan kaldırmak, gelşen mllyetçlk
hareketlern kontrol altında tutmak, dışarıdak
belrl hedeflere karşı sabotajlarda bulunmak
ve Osmanlı toprağında crt atan bütün yabancı
gzl servslerle boy ölçüşeblmektr.
Türkiye, MİT’in kurulması sonrasında da uzun süre
dış istihbarat açısından Batılı ülkelere bağımlı kalmıştı. Bu bağımlılık daha ziyade, ABD, Fransa, İngiltere, Almanya ve İsrail gizli servislerine karşı olmuştu. Bu ülkelerden gelen dış istihbarat çoğunlukla
test edilmeden doğru kabul edilebilmişti.
Geçmiş dönemlerde MİT’in içe dönük çalıştığı,
müsteşarların asker kökenli olması nedeniyle darbeleri hükümete bildirmediği, Soğuk Savaş döneminin devleti öne çıkaran, katı, komplocu gizlilik
içeren konseptinden kendisini kurtaramadığı, İKK
konusundaki yetersizliği yönünde eleştiriler yapıla
gelmişti.
Türkiye’de iç ve dış tehditin “komünizm” olduğu
Soğuk Savaş döneminde Amerikalılar özellikle dinleme alanında Türkiye’yi Ruslara karşı teknik araç
ve gereçlerle donatmışlardı. Bu dönemde MİT’in dış
temaslarında ve İKK mücadelesinde çok başarılı olduğunu söyleyebilmek mümkün değildi.
İstihbarat jargonunda İKK, “Savaş ve barış zamanlarında Espiyonaj, Sabotaj ve yıkıcı faaliyetler yoluyla
karşı ve yabancı istihbarat servisleri ve yerli işbirlikçilerinin (Etki ajanı-Nüfuz ajanı) zararlı faaliyetlerinin
tespiti ve etkisiz hale getirilmesidir.”
Küresel çapta ve bazı Batılı ülkelerde İKK faaliyetleri
devletin güvenliği açısından birinci öncelikli tehdit
olarak algılanmış, bu amaçla İKK teşkilat yapılandırılması, Genel İstihbarat Kurumu’ndan ayrı ve özel
olarak düzenlenmiştir.
21. yüzyılda bu ülkeler ulusal güvenliklerine yönelik
küresel tehdit değerlendirmelerini ve bu tehditlere
karşı alınacak tedbirleri düzenleyen İKK faaliyetlerini
16
ŞUBAT 2015
daha da detaylandırarak, hedef kurumlar içerisinde
ayrı ayrı birimlere yüklemişlerdir.
2937 Sayılı MİT Kanunu’nda yapılması düşünülen
ve kamuoyunda tartışılan değişikliklerle MİT’i Küresel ve Batılı ülke gizli servisleriyle boy ölçüşecek
bir şekilde hukuki alt yapısını güçlendirerek, milli
güvenliğimize yönelik küresel tehditlerin bertaraf
edilmesine yönelik İKK ünitesinin güçlendirilmesi
hedeflenmişti.
Geçmişte, yabancı ülke gizli servislerinin ülkemizi
istikrarsızlaşma, kaos yaratma amacı ile espiyonaj,
kontrespiyonaj, yıkıcı ve bölücü faaliyetleri, MİT içinde kurulu bulunan İKK ünitesinin yetersiz oluşu nedeniyle önlenememişti.
Batılı ülkeler, derin ve gizli yapıları, örtülü psikolojik
harp taktik ve yöntemleri ile bu birimin etkisiz kalmasını sağlayacak şekilde 60, 70, 80 ve 28 Şubat
darbeleri öncesinde devlet kurumlarına sızmış yerli
işbirlikçi yapılarını da kullanmak suretiyle, Türkiye’yi
darbe ortamına getirecek Sağ-Sol, Kürt-Türk, Alevi-Sünni, Laik-Antilaik kamplaşmaları ve kutuplaşmaları yaratarak provokatif siyasi cinayetler ve toplumsal olaylarla darbelere zemin hazırlamışlardı.
Türkiye’de yapılmış darbelerin tümünde ve darbe
girişimlerinde asıl amaç Türkiye’nin içe kapatılarak
Orta Doğu’da ve dünyada söz sahibi olmasının engellenmesiydi.
Darbelerin anası olarak nitelendirilen 27 Mayıs 1960
darbesinin asıl sebebi 1955 yılında Türkiye ve Irak
arasında, güvenlik ve savunma işbirliği anlaşmasının, Bağdat Paktı’nın imzalanmasıydı. Menderes’in
Türkiye’yi bağımsız ve bölgesel güç yapma yönündeki çabaları karşısında, 1959’da Irak’ta gerçekleştirilen
darbe ile Bağdat Paktı’nı imzalayan, Kral 2. Faysal
darbeciler tarafından linç edilerek, Adnan Menderes
de 1960 darbesi sonrasında asılarak katledilmişlerdi.
Türkiye uzun yıllar küresel ve Batılı güçlerin oyun
kurdukları ve istihbarat operasyonlarını uyguladıkları bir ülke konumunda kaldı. 2005 yılında MİT’in
80’inci kuruluş yıldönümünde dönemin Müsteşarı
Emre Taner’in de açıklamasında belirttiği gibi MİT
1990 sonrasına hazırlıksız yakalandı. Batılı ülkelerin
küreselleşme olgusu karşısında güvenlik ve savunma
doktrinlerini yeni iç ve dış tehditlere karşı yeniden
dizayn ettiği, Doğu Akdeniz üzerinden Orta Doğu’da
askeri ve ekonomik güç dengeleri ve ittifaklarının kurulduğu bir dönemde, ülkemizde dış destekli sanal
bir irtica tehdit algısı yaratılarak millet iradesinin gaspına yönelik 28 Şubat gerilimini yaşanıyordu.
Türkiye her darbe sürecinde olduğu gibi 28 Şubat’ta
da içe kapatılarak, Orta Doğu başta olmak üzere
dış politika hedef ve stratejilerinde ciddi anlamda
güçsüzleştirilerek etkisizleştiriliyordu.
İsrail’in 28 Şubat sürecinde Refah-Yol hükümetinin antidemokratik bir biçimde iktidardan uzaklaştırılmasında darbeci generallerle birlikte oynadığı
rol, bugün tüm detayları ile ortaya çıkmış bulunuyor. MOSSAD’ın darbe sürecinde MİT ile en üst
düzeyde yaptığı “Stratejik İstihbarat” anlaşması ile
Türkiye’de operasyon yapma yetkisine sahip olduğu, MİT’in kozmik odalarına girdiği yönünde kamuoyunda ciddi iddia ve algı mevcut.
Başbakan Erdoğan’ın son on yıl içinde Orta Doğu’da
milli menfaatlerimiz ve çıkarlarımız doğrultusunda bağımsız sayılabilecek bir dış politika vizyonu ortaya
koyması, bu bölgeyle ilgili emelleri olan birçok ülkeyi
rahatsız etmişti. Başbakan Erdoğan’ın küresel bir
lider ve aktör olarak, bölgesindeki sorunlarla yakından ilgilenmesi, mazlum Müslüman ülkelerin yanında
yer ve tavır alarak, İsrail ile Filistin sorunu üzerinden
Davos’ta One-Minute çıkışı, Mavi Marmara olayı ve
Suriye politikasındaki net tavrı, BM’nin güçsüz ve
zayıf ülkelerin ezilmesi karşısındaki tarafgir tutumunu
eleştirmesi, Türkiye’nin bölgesinde etkin bir güç olma
perspektifini ortaya koyuyordu.
Hakan Fidan’ın müsteşarlığı döneminde ise MİT, siyasi iradenin desteğiyle dışa açıldı. Üzerinde oyun
kurulan bir ülke statüsünden oyun kuran bir ülke
statüsüne geçiş süreci başlatıldı. En önemlisi küresel ve Batılı ülke gizli servisleri ile ilişki ve diyaloglarda mütekabiliyet esasları çerçevesinde bağımsız ve
aktif bir istihbarat anlayışı ve yapılanmasına gidildi.
Günümüzde 2937 sayılı MİT Kanununda yapılacak
değişikliklerin, ülkemizin ulusal güvenliğine yönelik tehdit oluşturan, dış ülke gizli servisleri ve yerli
işbirlikçilerinin faaliyetlerinin engellenerek deşifre
edilmesi ve yargı önüne çıkarılmalarına yönelik İKK
birimlerinin, Batılı ülke gizli servisleriyle boy ölçüşe-
bilecek şekilde hukuki alt yapı ve teknik donanım
ve lojistik destekle güçlendirilmek istendiği açıkça
görülüyor.
Ayrıca, MİT’e Bakanlar Kurulu kararı ile dış operasyon yetkisi verilerek, Türkiye’nin sert güç kullanma
stratejisi doğrultusunda “caydırıcı gücünün” arttırılmasının hedeflendiği de anlaşılıyor.
26 Şubat 2014 tarihli MGK’da, Ulusal Güvenliğimizi
tehdit eden yapılanmalar ve faaliyetlerin görüşüldüğünün açıklanması, MİT’in İKK ünitesinin güçlendirilmesine yönelik 2937 sayılı kanunda yapılması beklenen değişikliklerle birlikte düşünüldüğünde, Yeni
Türkiye’nin bağımsızlık ve istiklal mücadelesinde son
ayak bağı olan paralel yapı ve diğer yapılanmaların
bitirilmesine yönelik devlet kararı alındığı anlaşılıyor.
“Şer zannettiğiniz şey sizin için hayır olabilir” ayet-i
kerimesinde (Bakara Suresi, Ayet: 216) açıklandığı
üzere, ülkemizi kaos ve istikrarsızlığa sürüklemek
isteyen NEOCON-AİPAK çetesi ve yerli işbirlikçi paralel yapıyı zor günler bekliyor.
Yeni MİT Kanunu ile ilgili olarak, AK Parti milletvekilleri İdris Şahin ve Alpaslan Kavaklıoğlu tarafından,
Devlet İstihbarat Hizmetleri ve MİT Kanununda değişiklik yapılmasına dair yasa teklifi, yerel seçimler
öncesinde kamuoyuna açıklanarak TBMM Başkanlığına sunulmuştu. Teklifin yasalaşması ise, kamuoyunda ulusal güvenlik politikaları ve stratejilerinin
İsral’n 28 Şubat sürecnde Refah-Yol
hükümetnn antdemokratk br bçmde
ktdardan uzaklaştırılmasında darbec
generallerle brlkte oynadığı rol bugün
tüm detayları le ortaya çıkmış bulunuyor.
MOSSAD’ın darbe sürecnde MİT le en
üst düzeyde yaptığı “Stratejk İsthbarat”
anlaşması le Türkye’de operasyon yapma
yetksne sahp olduğu, MİT’n kozmk
odalarına grdğ yönünde kamuoyunda cdd
dda ve algı mevcut.
ŞUBAT 2015
17
İÇ POLİTİKA
tamamen güvenlikçi bir perspektife indirgenmeden,
demokratikleşme parametreleri ve reformları göz
önüne alınarak, özgürlük ve güvenlik dengesi korunarak, toplumda tartışılması suretiyle geniş katılımcı
bir toplumsal mutabakatın sağlanması ve kamuoyu
tarafından benimsenmesi amacıyla seçim sonrasına ertelenmişti.
Yerel ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde paralel devlet yapılanmasının desteğinden umduğunu bulamayan, muhalefet partileri, TBMM Genel
Kurulu’nda görüşülmesine başlanan, MİT Yasası
teklifine kamu yararı ve milli güvenlik açısından katkı
sağlayacak yeni teklif ve yapıcı eleştirilerde bulunmak yerine, siyasi ve ideolojik bakış açısı nedeniyle,
Başbakan Erdoğan ve MİT’i hedef alan inanılmaz,
asparagas haber ve kara propaganda içerikli iddiaları ortaya atmayı tercih etmişlerdi.
Bu iddiaların en önemlisi son kanun değişikliği ile
MİT’e iç operasyon yetkisi verildiğine yönelik dezenformatik gazetecilik ürünü haberin, hükümeti ve
MİT’i hedef alacak şekilde analiz ve tartışma programlarında, akademisyen veya gazeteciler tarafından dile getirilmesiydi.
İç İstihbaratın evrensel olarak, paradigması sayılabilecek en önemli kuralı ve stratejisi; operasyon
güvenliği açısından, istihbaratı alan ve operasyonu
yapan birimlerin farklı ünitelerden oluşmasıdır. Emniyet müdürlüklerinde istihbarat birimleri veya MİT
tarafından organize edilen planlı istihbarat operasyonları, suçun türüne göre terörle mücadele veya
KOM şube müdürlüklerince icra edilmesi sanırım bu
kuralın nasıl işlediğine yönelik açıklayıcı bir örnektir.
MİT’e yeni kanun taslağında verilen iç operasyon
yetkisi yalnızca ‘Casusluk suçlarında ve devlet sırrının ifşasında’ söz konusudur. MİT’in görev ve yetki
açısından hukuki sınırları, yeni yasada çerçevesi çizilerek, açıkça belirtilmiş ve dış istihbarat vurgusu
yapılmıştır.
MİT’in görev tanımı ve sahası dış istihbarata ilişkin
siber güvenlik, terörle mücadele ve ülke içine sızmış
veya sızmaya çalışan başka ülkelerce ajanlaştırılmış
casusluk faaliyetlerinin, (İKK) deşifre edilerek yargı
önüne çıkarılması ile sınırlandırılmıştır. Türkiye’nin
18
ŞUBAT 2015
caydırıcı gücünü arttırmak gayesiyle terörle mücadele ve milli güvenliğe ilişkin konularda, Bakanlar
Kurulu kararıyla, MİT’e dış operasyon yetkisi verilmesi ulusal güvenliğimiz açısından önemli ve yerinde bir karar olmuştur.
Kanun taslağında yer almayan ancak kamuoyunda
yapılan tartışmalarda haklı olarak eleştirilen, MİT’in
şeffaf, denetlenebilir ve hesap verilebilirlik açısından, parlamento denetimine tabi olmasına yönelik
ek bir maddenin ekleneceğinin açıklanması, MİT
Yasası üzerinden Başbakan Erdoğan aleyhine kişilik suikastı düzenlemeye çalışan paralel yapının etki
ve nüfuz ajanlarının faaliyetlerini bir nebze olsun etkisiz kılabilmiştir.
Paralel Yapı’nın yeni yasa ile “özel hayatın gizliliğinin
ihlal edileceği, MİT’in istisnasız herkesin telefonlarını legal veya illegal dinleyebileceği, sınırsız ve geniş
yetkilerle donatıldığı yönünde kamuoyunu yasanın
aleyhine yönlendirerek kışkırtmaya yönelik, dezenformasyon faaliyetlerinin sırrı, kanun tasarısının 8.
maddesinde belirtilen, İKK faaliyetlerinin güçlendirilmesini engellemeye yönelik olduğu anlaşılıyor.
Yeni MİT Yasası taslağının, yerel seçimler öncesinde kamuoyuna açıklanması ve kamuoyunda yoğun
bir şekilde tartışılması sonrasında, 30 Mart yerel
seçimlerinde AK Parti’nin 2009 seçimine kıyasla
oylarını 7-8 puan arttırmış olması bir anlamda, MİT
Kanunu’nun, Türkiye halkı tarafından, reform niteliği taşıdığı ve Batılı ülke gizli servislerinin yetkileri
açısından daha demokratik düzenlemeler içerdiği
gerçeğinin kavrandığı, benimsendiği ve kabul gördüğünün önemli bir göstergesi olarak görünüyor.
Milli İstihbarat Teşkilatı’nı çağın gereklerine uygun
hale getirilmesi ve diğer istihbarat teşkilatlarının imkan ve kabiliyetlerine kavuşturulabilmesi için hazırlanan yeni kanun taslağının, Türkiye’nin Orta Doğu
ve dünyada söz sahibi olmasını istemeyen kolonyalist ülkeleri rahatsız ettiği aşikar. Ancak bağımsız ve
güçlü bir Türkiye’nin dış dünyada caydırıcı gücünü
arttırarak elini güçlendiren, batılı istihbarat servisleriyle boy ölçüşebilecek, yeni MİT perspektifinin ülke
içinde, dışarıyla iltisaklı hangi güç odaklarını rahatsız
ettiği bir o kadar önemli ve o kadar açık görünüyor.
MECLİS SORUŞTURMASI
Prof. Dr. Faruk BİLİR*
Akademisyen
C
ezai sorumluluk, bakanların veya Başbakanın görevleriyle ilgili suçlardan doğan sorumluluklarıdır. Bakanların görevleriyle ilgili
olmayan suçlardan dolayı da sorumlulukları vardır.
Ancak, bakanların görevleriyle ilgili olmayan suçlardan dolayı kendilerine milletvekillerine uygulanan
kurallar uygulanır. Yani dokunulmazlıkları kaldırıldıktan sonra genel hükümlere göre adli mahkemelerde
yargılanırlar.
Meclis soruşturması, Anayasa’nın 100 ve TBMM
İçtüzüğü’nün 107 vd. (107-114.) maddelerinde
düzenlenmektedir. Bu maddelerde, meclis soruşturması açılması için önerge verilmesi, soruşturma
komisyonunun kurulması, komisyonun yetkileri
ile çalışma usul ve esaslarına ilişkin genel nitelikte
kurallar yer almaktadır. Gerek Anayasa gerekse
Meclis İçtüzüğü’nde, meclis soruşturması usul ve
esaslarına ilişkin ayrıntılı düzenlemeler bulunma-
maktadır. Uygulamada meclis soruşturmasının teknik olarak ceza yargılamasındaki soruşturma evresine tekabül ettiği kabul edilmektedir. Bu kabulden
hareketle de niteliğine uygun düştüğü ölçüde, Ceza
Muhakemesi Kanunu’nun soruşturma evresine ilişkin hükümlerinin (CMK. md. 157 vd.) meclis soruşturmasına da uygulanabileceği kabul edilmektedir.
Buradan hareketle, bakanların soruşturulmasında,
Cumhuriyet Savcılığı görevini, TBMM’nin yerine getireceği kabul edilmektedir. TBMM bu görevi kuracağı “soruşturma komisyonu” ile birlikte icra etmektedir. Dolayısıyla, CMK 160 vd. maddelerinde, bir
suç ihbarı üzerine, Cumhuriyet Savcılarına tanınan
yetkiler, TBMM’nin bu konuda yetkilendirdiği meclis soruşturma komisyonunca kullanılacaktır. Başka
bir deyişle Cumhuriyet Savcılarınca yapılması gereken işlemler, meclis soruşturma komisyonunca
yapılacaktır.
ŞUBAT 2015
19
Cumhuryet Savcılıklarına bakanlarla lgl br suç hbarı geldğnde bunu (varsa delleryle
beraber) derhal TBMM’ye bldrmek dışında, yapableceğ başka br hususun (dell toplama, koruma
tedbr uygulama gb) olmadığını kabul etmek gerekr. Eğer bu hbar, TBMM’de, br suç şlendğ
zlenmn oluşturursa, verlecek br önerge le lgl bakanlar hakkında soruşturma açılması
steneblr. Soruşturma önergesnn kabul edlmes üzerne kurulan soruşturma komsyonu, lgller
hakkında Cumhuryet Savcısının sahp olduğu yetkler kullanarak, gerekl soruşturmayı yapar.
Dolayısı ile Cumhuriyet Savcılıklarına bakanlarla ilgili bir suç ihbarı geldiğinde bunu (varsa delileriyle
beraber) derhal TBMM’ye bildirmek dışında, yapabileceği başka bir hususun (delil toplama, koruma tedbiri uygulama gibi) olmadığını kabul etmek
gerekir. Eğer bu ihbar, TBMM’de, bir suç işlendiği
izlenimini oluşturursa, verilecek bir önerge ile ilgili
bakanlar hakkında soruşturma açılması istenebilir. Soruşturma önergesinin kabul edilmesi üzerine
kurulan soruşturma komisyonu, ilgililer hakkında
Cumhuriyet Savcısının sahip olduğu yetkileri kullanarak, gerekli soruşturmayı yapar. Bu çerçevede,
meclis soruşturma komisyonu, delillerin toplanması
ve yakalama, gözaltına alma, arama, elkoyma, telekomünikasyon yoluyla iletişimin denetlenmesi, gizli
soruşturma ve teknik araçlarla izleme vb. koruma
tedbirlerinin uygulanmasına karar verebilir.
TBMM’de yapılan oylamada Yüce Divan’a sevk kararı çıkmaz ise bu kararın, normal ceza soruşturmasında, savcılık tarafından verilen, kovuşturmaya yer
olmadığı kararı yerine geçeceği söylenebilir.
1982 Anayasası, meclis soruşturması isteminde
bulunabilecek kimseleri tahdidi olarak belirlemiştir
ve Meclis soruşturması açılması isteminde bulunabilmesi için Meclis üye tamsayısının en az onda biri
oranındaki milletvekilinin önerge vermesi şartı aranmıştır. 1924 ve 1961 Anayasalarında ise Meclis soruşturması açılmasını isteme hakkı, yargı mercilerine
doğrudan doğruya verilmişti. Böylece bir yargı merci, “Meclis Soruşturması açılması isteğiyle” Meclis’e
başvurabilme hakkına sahipti. 1982 Anayasasında
bu usul terk edilerek, yargı mercilerinin Meclis soruşturması açılması talebi açıkça belli bir sayıdaki
milletvekilinin önerge vermesine bağlanmıştır.1 Bir
meclis soruşturması önergesi için daha az sayıdaki
üyelerin başvuruları işleme konulmayacağı gibi, yargı mercilerinden de böyle bir istek gelemeyecektir.
CMK’ya göre, hakim kararı gereken koruma tedbirleri için de soruşturma komisyonunun, tıpkı cumhuriyet savcısının yaptığı gibi hakime başvurması
gerektiğini kabul etmek gerekir. CMK’ya göre,
soruşturma esnasında, savcının emir ve talimatları
doğrultusunda, soruşturmanın yürütülmesini sağlayan kolluk kuvvetlerinin de meclis soruşturmasında,
soruşturma komisyonunun emir ve talimatları doğrultusunda delil toplama ve koruma tedbirlerini yerine getirmesi gerektiğini kabul etmek gerekir.
Anayasamızda, cezai sorumluluğu gerektiren eylem ve işlemlerin neler olduğu belirtilmemiştir. Bu
durumda bakanların cezai sorumluluklarının, yürürlükteki kanun hükümlerine göre karara bağlanması
gerekir. Çünkü Anayasamıza göre, “Kimse işlendiği
zaman yürürlükte bulunan kanunun suç saymadığı
bir fiilden dolayı cezalandırılamaz.” (An. md. 38/1).
Ceza soruşturmasında, kovuşturmaya yer olmadığı kararını Cumhuriyet Savcısı vermektedir. Meclis soruşturmasında bu görev TBMM tarafından
yerine getirildiği için TBMM’ce verilebilir. Şöyle ki
meclis soruşturma komisyonu soruşturma raporunu TBMM’ye sunduktan sonra, TBMM’de hakkında soruşturma yürütülen bakanların Yüce Divan’a
sevk edilip edilmemeleri konusunda bir oylama
yapılır. TBMM üye tamsayısının salt çoğunluğunun
oyu ile bakanlar Yüce Divan’a sevk edilebilir. Eğer
Anayasamızda öngörülen cezai sorumluluk, bakanların sadece görevleri sırasında işlemiş oldukları fiillerden doğan bir sorumluluktan ziyade, bu görev
ile bağlantısı olan suçlardan doğan bir sorumluluktur. Yani bir bakanın, görevi sırasında fakat görevi
ile bağlantılı olmayan bir suç işlemesi, durumunda,
Meclis soruşturması ile ilgili bakanın Anayasa Mahkemesine gönderilmesi söz konusu olmayıp, ilgili
bakanın dokunulmazlığının kaldırılması yoluna gidilmesi gerekir.
20
ŞUBAT 2015
Anayasamıza göre, Başbakanı ya da bakanları görevleriyle ilgili suçlardan dolayı yargılayacak merci
Yüce Divan sıfatıyla Anayasa Mahkemesi’dir (An.
md. 148/3). Ancak, Anayasa Mahkemesi’nin bu
yargılamayı yapabilmesi için Başbakan ya da bir
bakan hakkında Meclis soruşturması açılması ve
bu soruşturma sonucunda Başbakan ya da bakan
hakkında Yüce Divan’a sevk kararının alınmış olması gerekir.
Anayasamıza göre, Yüce Divana sevk kararı TBMM
tarafından alınmaktadır (An. md. 100/3). Yani, yapılan soruşturma sonucunda Bakanlar Kurulu üyelerinin yargılanıp yargılanmayacaklarına, Anayasamıza
göre TBMM karar vermektedir.
1982 Anayasasına göre, Başbakan ve bakanlar
hakkında, Türkiye Büyük Millet Meclisi üye tam sayısının en az onda birinin vereceği önerge ile soruşturma açılması istenebilir. Meclis, bu istemi en
geç bir ay içinde görüşür ve karara bağlar (An.md.
100/1). Soruşturma açılmasına karar verilmesi halinde, Meclisteki siyasi partilerin güçleri oranında
komisyona verebilecekleri üye sayısının üç katı olarak gösterecekleri adaylar arasından her parti için
ayrı ayrı ad çekmek suretiyle kurulacak onbeş kişilik
bir komisyon tarafından soruşturma yapılır. Komisyon, soruşturma sonucunu belirten raporunu iki ay
içinde meclise sunar. Soruşturma bu süre içinde
bitirilemezse, komisyona iki aylık kesin bir süre verilir (An. md. 100/2). Meclis,
raporu öncelikle görüşür ve
gerekli gördüğü takdirde ilgilinin Yüce Divan’a sevkine,
üye tam sayısının salt çoğunluğu ile karar verir (An. md.
100/3). Meclisteki siyasi parti
gruplarında, Meclis soruşturması ile ilgili görüşme yapılamaz ve karar alınamaz (An.
md. 100/4).
Bu konuda nihai karar verme yetkisi Meclis Genel
Kurulu’nundur.
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Yüce Divan’a sevk
kararı, son soruşturmanın açılması kararı niteliğindedir. Yani, TBMM vermiş olduğu bu kararla, o
bakan veya Başbakan hakkında kamu davası açmaktadır.2 Çünkü bir ceza mahkemesi olan Yüce
Divan, Anayasa ve kuruluş kanununda hüküm bulunmayan hallerde CMK’nu uygulayacaktır. Aynı zamanda uyuşmazlıkların Yüce Divan’a intikalinde de
CMK’da öngörülen usule uyulacaktır. Bu durumda,
önce söz konusu kanuna göre bir hazırlık soruşturması yapılacak; dosya tekemmül ettirildikten sonra
kamu davası açılacak ve bu suretle iş, Yüce Divan’a
intikal etmiş olacaktır.3 Yukarıda belirttiğimiz gibi
Yüce Divan’a sevk etmeme kararı, kovuşturmaya
yer olmadığı kararı niteliğindedir.
Dipnotlar
1
TÜLEN, Hikmet, Türk Anayasa Hukukunda Bakanların
Cezai Sorumluluğu ve Meclis Soruşturması, 1999, Konya, s. 89
2
ÖZTÜRK, Bahri, Ceza Muhakemesi Hukukunda Koğuşturma Mecburiyeti (Hazırlık Soruşturması), Ankara 1991,
s. 135.
3
ÖZTÜRK, Bahri, Bir Ceza Muhakemesi Olarak Anayasa
Mahkemesi “Yüce Divan”, Anayasa.
* Selçuk Üniversitesi, Hukuk Fakültesi öğretim üyesidir.
Anayasa hukuku, siyaset bilimi ve insan hakları alanlarında
çalışmalar yapmaktadır.
Meclis Genel Kurulu, hakkında Meclis soruşturması
açılan bakanı veya Başbakanı, Yüce Divan’a sevk edip
etmeme konusunda soruşturma komisyonunun hazırladığı rapor ile bağlı değildir.
ŞUBAT 2015
21
DIŞ POLİTİKA
PARİS SALDIRISI:
AVRUPA KENDİSİYLE
YÜZLEŞEBİLECEK Mİ?
Prof. Dr. Birol AKGÜN
SDE Başkanı
O
rta Doğu’nun ve Türkiye’nin uzun süredir mücadele ettiği şiddet, bu kez
Avrupa’nın sembol şehri Paris’i vurdu.
Saldırı bir karikatür dergisine yönelik olsa da,
aslında uzun süredir kendi içinde pek çok sorun yaşayan Avrupa kıtası, saldırı ile birlikte artan toplumsal kutuplaşma tehlikesini iliklerine
kadar hissetti. Gerçekten de terör saldırısı zamanlama, seçilen mekan ve sembolik hedefler bakımından muhataplarına mesajı tam olarak verecek şekilde profesyonelce planlanmış
gibi görünüyor. Fransa’nın başkenti Paris’te 7
Ocak’ta mizah dergisi Charlie Hebdo’ya yapılan saldırıda derginin önde gelen tüm yetkilileri dahil 12 kişi öldürüldü. Benzer şekilde henüz
şüphelilerin yeri tespit edilmemişken bu kez
de farklı bir olayda bir polis memurunun öldürüldüğü ve saldırganın Yahudi mahallesindeki
bir Kosher (Yahudi şeriatına göre helal gıda) marketine giderek çalışanları rehin aldığı haberi geldi.
Beklenildiği üzere neredeyse canlı yayınlanan polis operasyonunda tüm şüpheliler ölü olarak ele
geçirildi. Kosher marketine saldıran teröristin kız
arkadaşının ise birkaç gün önce Fransız istihbaratının takibindeyken Türkiye üzerinden Suriye’ye
geçtiği anlaşıldı. Terör saldırısını araştıran bir
Fransız baş komiserin ise olaydan bir gün sonra
intihar ettiği açıklandı. Geride iz sürülecek bir ipucu kalmadığı gibi olayın gizeminin çözülmesi de
muhtemelen asla mümkün olamayacak. Medya
ve siyasiler, faillerinin ve mağdurlarının Avrupalı
olduğu bir olayı kendi siyasi amaçları doğrultusunda istedikleri gibi kullanabilecekler.
Saldırılara yönelik olarak Fransız kamuoyunun ve
aslında tüm dünyanın tepkisi olağanüstü güçlüydü.
11 Ocak’ta kırkı aşkın ülkeden devlet ve hükümet
başkanı veya en az bakan düzeyindeki katılımla
Paris’te teröre karşı uluslararası birlik gösterisi düzenlendi. Yaklaşık 1.5 milyon Fransız’ın da katıldığı
dayanışma ve protesto gösterileri, Türkiye dahil
olmak üzere tüm dünya genelinde TV kanalları aracılığıyla uzunca bir süre canlı olarak yayınlandı.
Böylece ilk kez Hıristiyan, Müslüman ve Yahudiler
birlikte terörü lanetlediler. Paris’teki terör olayları
sonrasında Cumhurbaşkanı Erdoğan, Fransa devlet başkanı Fransuva Hollande’i arayarak taziye
ve başsağlığı mesajı dilerken; Başbakan Ahmet
Davutoğlu devlet adamlarıyla birlikte Paris’in Cumhuriyet meydanındaki terör karşıtı toplantıya bizzat
katılarak, Fransız halkıyla Türkiye’nin dayanışmasını gösterdi. Başbakan yaptığı açıklamada da “terörün dini, milleti, etnik kökeni olmaz. Terör kim tarafından yapılırsa yapılsın terördür” mesajını verdi ve
Avrupalı siyasileri de Batılı ülkelerdeki Müslüman
halklara karşı İslamofobik ve ırkçı saldırılara karşı
uyardı. Almanya’ya da geçerek resmi temaslarda
bulunan ve Türklere de hitap eden Davutoğlu’nun
ziyaretinden bir gün sonra gerçekleştirilen PEGİDA ve ırkçılık karşıtı gösterilere Almanya Cumhurbaşkanı Gauck ve Başbakan Merkel’in Müslümanlarla birlikte yürümesi ise oldukça dikkat
çekiciydi. Öyle anlaşılıyor ki, Avrupalılar
izledikleri yanlış dış politikalarının ve
kendi toplumlarında yükselen ırkçılık ve İslamofobi dalgasının
yarattığı siyasi atmosferden beslenerek gelişen
bugünkü terör tehlikesinin farkına
varmış görünüyorlar.
Bugün Fransa’daki teröristlere de
ilham kaynağı olan Irak’taki IŞİD; Nijerya’daki
Boko Haram; Somali’deki El-Şebab ve
Yemen’deki El Kaide alt-branşı bu gergin
atmosferin yarattığı klonlanmış ve bazen de
mutasyona uğrayarak daha sert hale gelmiş
şiddet yanlısı grupları yaratmıştır.
24
ŞUBAT 2015
ŞUBAT 2015
25
kendi hükümetlerini sorguluyorlar. Ancak Başkan
Obama’nın tüm iyi niyetli girişimlerine rağmen ABD
sözde terörle savaş adına 1990’larda yakaladığı
dünya tarihi açısından istisnai gücünü ve küresel
hakimiyetini geçen on yılda kaybetti. Savaşların
yarattığı ekonomik, siyasi ve sosyal krizler bugün
derinleşerek devam ediyor. Bu anlamda 11 Eylül analojisi Fransa ve tüm Avrupa için oldukça
yanıltıcıdır. Avrupalılar kıtanın tarihinden kaynaklanan tarihsel tecrübelerinin yarattığı stratejik aklı
kullanarak medyanın sansasyonel haberciliğine
ve miyopik yorumlarına teslim olmamalıdırlar.
11 Eylül’de ABD’nin finans
kapital sisteminin sembolik
merkezi olan Twin Towers binaları
hedef alınırken, Paris’te daha çok
siyasi anlamda, fikri olarak Batı
dünyasının çok duyarlı olduğu bir
konu olan “ifade özgürlüğünü”
sembolize eden bir hiciv dergisi
hedef alınmıştır.
Avrupa’da Artan Kutuplaşmanın Nedenleri
Fransa saldırısı ile somutlaşan Avrupa’da cihadi
selefi tehdidinin pek çok nedeni bulunmaktadır.
Bunlar; küresel sistemde artan Doğu-Batı ve Kuzey-Güney gerginliği, Avrupa’nın içinden geçtiği
sosyo-ekonomik ve siyasi krizler ve nihayet Orta
Doğu’daki Arap Baharı sürecinin yarattığı siyasi
komplikasyonlar olarak sıralanabilir.
Küresel Kutuplaşma
Avrupa’nın 11 Eylül’ü Mü?
Paris’teki terör olayları özellikle Batı medyasında
aceleci bir şekilde “Avrupa’nın 11 Eylül’ü” olarak nitelendirildi. Gerçekten öyle mi? Aslında olan olaylar
kadar o olaylara verilen tepkiler ve nasıl bir siyasi
çerçeveye (framing) oturtulacağı da önemlidir. Dolayısıyla Paris olayları ile 11 Eylül’ün belki de olgusal
ve siyasi olarak ciddi bir karşılaştırılması da yapılmalıdır. Öncelikle olgusal olarak bakıldığında, 11 Eylül
olayları dışarıdan gelen başka ülkelerin vatandaşlarınca yapılırken, Fransa’daki saldırı bizzat Fransız
vatandaşları tarafından gerçekleştirilmiştir. Eylemciler içeride yetişmiş (homegrown) kişilerdir. İkincisi,
terörde ölenlerin sayısal büyüklüğü bakımından da
farklılıklar vardır. Paris’teki saldırıda 12 kişi ölürken,
ABD’deki olayda 3000 kişinin öldüğü söylenmektedir. Seçilen hedefler bakımından da farklılıklar
vardır. 11 Eylül’de ABD’nin finans kapital sisteminin
sembolik merkezi olan Twin Towers binaları hedef
alınırken, Paris’te daha çok siyasi anlamda, fikri olarak Batı dünyasının çok duyarlı olduğu bir konu olan
“ifade özgürlüğünü” sembolize eden bir hiciv dergisi
hedef alınmıştır.
26
ŞUBAT 2015
Fransa’nın (ve bu arada Avrupa’nın) Paris’teki saldırıyı
nasıl okuyacağı bundan sonra izlenecek politikaların
ve alınacak siyasi, hukuki, adli ve polisiye tedbirlerin
temellerini belirleyecektir. Bu nedenle özellikle Paris’teki resmi yetkililerin terörü medyanın yansıttığı
gibi basite kaçarak yalnızca 11 Eylül’ün Avrupa’da
nüksetmesi olarak okuyarak “Fransa Terörle Savaşta” psikolojisine girmeleri Paris’i yanlış politikalara
sevk edecektir. Aynen zamanın ABD Başkanı Bush’u
esir alan bir grup neo-con elitin ABD’yi panikleterek
Afganistan ve Irak’a savaş açmaya yönlendirmesinin
sonuçlarını bugün başta ABD olmak üzere herkesin
ödediği gibi. Bu anlamsız savaş politikaları nedeniyle,
İslam ülkelerinde son on yılda milyonlarca kişi öldü.
Müslüman ülkelerde oluşan tepki hareketleri Afganistan’daki El Kaide’yi İslam dünyasının her yerinde yaygınlaştırdı. Bugün Fransa’daki teröristlere de ilham
kaynağı olan Irak’taki IŞİD; Nijerya’daki Boko Haram; Somali’deki El-Şebab ve Yemen’deki El Kaide
alt-branşı bu gergin atmosferin yarattığı klonlanmış
ve bazen de mutasyona uğrayarak daha sert hale
gelmiş şiddet yanlısı grupları yaratmıştır.
Bugünlerde sağduyu sahibi pek çok Amerikalı biz
neden 13 yıldır bitmeyen bir savaşın içindeyiz diye
Soğuk savaş sonrası dönemde ABD öncülüğünde
kristalize olan Batı hegemonyası son yıllarda ciddi bir çözülme yaşamaktadır. Ancak bu dönemde
İslam dünyası üzerindeki Batı’nın güce dayalı müdahaleleri azalmamış, tersine artmıştır. Bitmeyen
İsrail Filistin çatışmalarında Batı’nın her zaman
İsrail’i desteklemesi; 11 Eylül sonrasında ABD’nin
Afganistan ve Irak işgalleri; Pakistan, Yemen, Mali,
Libya, Somali ve Nijerya’da artan insansız hava
araçları bombalamaları gibi süregiden çatışmalar,
normal olarak ülke içinde kalması gereken çatışmaları küresel boyuta taşımaktadır. Kökeninde enerji
jeopolitiği, siyasi iktidar ve güç mücadelesi bulunan
gerginlikler ne yazık ki dini hüviyete bürünmektedir.
Denilebilir ki, Sovyetlerin çöküşü sonrasında ABD
ve Batı hegemonyasının kontrol ve denetleme anlamında yoğunlaştığı alan İslam coğrafyası oldu. Belki
de tam da bu nedenle İslam, son yirmi yılda Batı
hegemonyasına karşı küresel muhalefetin siyasi dili
ve sembolü haline gelmiştir.
11 Eylül Olayları
ABD’de 2001’de meydana gelen ve El Kaide’nin
yaptığına inanılan ikiz kule saldırıları aynı kültür ve
medeniyet geleneğinin parçası olan Avrupalıları da
derinden sarstı. Ünlü Fransız gazetesi Le Figaro
“Bugün Hepimiz Amerikalıyız” diye başlık atarken,
bu olay sonrasında aslında ABD ve pek çok Avrupalı ülkenin gözünde tüm Müslümanlar üstü örtülü
bir şekilde “El-Kaide destekçisi Arap” olarak görülmeye başlandı. Medyanın her gün küresel terörle
mücadele adına savaş kışkırtıcılığı yaptığı bir ortamda ne yazık ki Avrupa, içindeki Müslüman azınlıklarla diyaloga geçerek başta eğitim olmak üzere onların sosyo-ekonomik sorunlarının çözülerek topluma
entegrasyonlarını teşvik etmek yerine, kendilerini
terörist olmadıklarını ispat etmeye çağırdı. Ev sahibi halk ile göçmen Müslüman azınlıklar arasındaki
güven duygusu sarsıldı, siyasi atmosfer zehirlendi.
Özellikle üçüncü ve dördüncü nesil göçmenlerin
marjinalleşme ve radikalleşme süreçleri hızlandı.
Etno-Kültürel Karşılaşmaların Yarattığı
Kimlik Tartışmaları
Avrupa ülkelerindeki göçmen sayıları arttıkça
İslam’ın ve diğer farklı kültürlerin kentsel mekanlarda karşılaşmaları yoğunlaştı. Şehir mimarisinde
ve sokaklarında İslam kültürünü hatırlatan camiler,
kebapçı salonları, helal gıda dükkanları, başörtülü
kadınlar ve sakallı erkekler görünür olmaya başladı.
Bu karşılaşma sosyologların deyimiyle “contact racism”, yani mekansal karşılaşmanın ürettiği ırkçılığı
besledi. Minare, sünnetin yasaklanması, helal gıda,
ŞUBAT 2015
27
Arap Baharı Süreci ve İslam Dünyasının Artan
Kimlik ve Güvenlik Sorunları
hicap (başörtüsü) ve benzeri tartışmalar bu kültürel
karşılaşmanın siyasi ürünü olarak görülmelidir. Üstelik Bernard Lewis ve Samuel Huntington gibi yazarların Avrupa’nın yaşlanan nüfusu ve artan göçler
nedeniyle giderek Arap ve Müslüman etkisine gireceğini ve 21. Yüzyılın ikinci yarısında Avrupa’nın
artık stratejik olarak Batı dünyasının bir aktörü olmaktan çıkacağına ilişkin derin analizleri(!); Almanya’daki Sarrazin’in yazdığı kışkırtıcı kitap; Fransa’da
Sarkozy’nin iş başına gelir gelmez kurduğu “ulusal
kimlik” bakanlığı gibi gelişmeler Batı toplumlarındaki
İslamofobik kamuoyunun yükselişine önemli katkılar sağladı. Bu anlamada İslamofobi ve neo-nazi
grupların yükselişi kültürel karşılaşma sürecinin bir
parçası olduğu kadar, Avrupa’daki bazı entelektüellerin ve siyasilerin kurguladığı bir projenin doğal
sonucu olarak da görülebilir.
Avrupa’daki Sosyo-Ekonomik Krizin Etkileri
2008’de Batılı ülkelerde başlayan mali kriz giderek
derinleşti ve sosyo-ekonomik bir krize dönüştü. Avrupa ülkeleri İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan sosyal refah devletinin yükünü taşıyamaz hale
28
ŞUBAT 2015
geldiler. Çözümü geciken yapısal sorunların ürettiği
işsizlik, güvensizlik ve belirsizlik halkın kendi politikacılarına, demokratik kurumlarına ve dahası bir
bütün olarak AB projesine yönelik güvenini sarstı,
tepkilerini artırdı. Merkez sağ ve merkez sol partiler yerine radikal çözümler öneren popülist ve ırkçı
aşırı sağın söylemleri daha çekici hale geldi. Daha
da kötüsü, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana üstü
örtülen ırkçı söylemler siyasi arenada ve medyada
normal görülmeye başlandı. Hanna Arendt’in “kötülüğün sıradanlaşması” sözüne bir nazire olarak
denilebilir ki, son yıllarda Batı’daki krizler ırkçılığı ve
İslamofobik söylemleri “sıradanlaştırdı”. Sonuçta
2014 Avrupa Parlamentosu seçimlerinde olduğu
gibi aşırı sağ partiler pek çok ülkede seçmenler için
birinci tercih konumuna yükseldi. Almanya’daki PEGIDA hareketi gibi açıkça İslam karşıtı ve ırkçı bir
grup sokaklarda binlerce kişinin katılımıyla meydan
mitingleri düzenleyecek hale geldi. Avrupa ülkelerinde Müslümanların camilerine ve kültürel mekanlarına yönelik fiziki saldırılar (cami yakmaları) artmaya başladı.
Şüphesiz Avrupa’daki hem ırkçıların tepkisini
besleyen hem de Müslüman azınlıklar içindeki
marjinal radikallerin sayısını artıran en önemli
gelişmelerin başında Arap Baharı sürecinde
yaşanan sorunlar geliyor. Özellikle Suriye’deki
iç çatışmalar uzayıp, El Kaide, IŞİD vb. örgütlerin etkisi ve görünürlüğü arttıkça İslam adına
cihat yapmak için bu ülkeye gidip gelen Batılı
Müslüman savaşçıların sayısında ciddi artışlar
gözlendi. Yaşadığı Batı toplumlarına entegre olamayan, macera arayan veya cihatçı propagandayı
çekici bulan bazı Müslümanların Suriye ve Irak’a
giderek IŞİD gibi yapılara katıldığı raporlarda sıkça belirtilmektedir. Özellikle Fransa gibi daha çok
Mağrip kökenli Arap azınlığın yaşadığı bazı ülkelerdeki siyasi selefizmin ciddi bir sosyal tabana sahip
olduğu söylenmektedir. Mısır’da seçimle işbaşına
gelen Mursi gibi siyasi liderlerin darbe ile işbaşından
uzaklaştırılması ve buna Batılı ülkelerin de destek
vermesinin, Avrupalı Müslüman azınlıklarda ciddi bir
tepki yarattığı bilinmektedir. Diğer yandan, IŞİD’in
Suriye’de Batılı gazetecileri rehin alması ve bunların ilkel yöntemlerle sözde İslam devleti adına infaz
edilmeleri ve bunların görüntülerinin medyaya servis
edilmesi de Batılı ülkelerdeki ırkçıların korkularını ve
düşmanlıklarını besleyen bir etki yaratmaktadır. Bu
anlamda Paris saldırılarının yeni bir 11 Eylül olarak
lanse edilmesi boşuna değildir ve tüm Avrupa, Orta
Doğu’daki ateşin kendi toplumlarına taşınmasından
ciddi şekilde endişe etmektedir. Fransa’da yapılan
teröre karşı dayanışma gösterilerine 1,5 milyon kişinin ve 40’ı aşkın devlet adamının katılmasının arkasında büyüyen bu ortak endişeler yatmaktadır.
Avrupa Terörün Sosyo-Ekonomik ve
Politik Köklerine İnmelidir
Hiç şüphe yok ki, Fransa devleti kendi içinde son
olaylarla ilgili ciddi bir değerlendirme yapacaktır.
Ancak Cahrlie Hebdo dergisine yönelik saldırıyı yapanların amaçlarının nasıl okunduğu ve anlaşıldığı
geliştirilecek stratejiyi belirlemesi bakımından önem
arz edecektir. Saldırı şu ana kadar medyanın yorumladığı şekilde yalnızca Batı medeniyetine karşı
İslamcı radikallerin saldırısı olarak okunursa Fran-
Avrupa ülkeleri İkinci
Dünya Savaşı sonrasında
kurulan sosyal refah devletinin
yükünü taşıyamaz hale geldiler.
Çözümü geciken yapısal sorunların
ürettiği işsizlik, güvensizlik ve
belirsizlik halkın kendi politikacılarına,
demokratik kurumlarına ve dahası
bir bütün olarak AB projesine
yönelik güvenini sarstı,
tepkilerini artırdı.
sa’daki Müslüman azınlığa karşı baskıların artması
ve güvenlikçi tedbirlere ağırlık veren politikaların ön
plana çıkması kaçınılmaz görünüyor. Oysa ABD’nin
Bush döneminde uyguladığı paranoyak güvenlik
politikaları ve askeri yöntemlerin bugün başta Irak
ve Afganistan olmak üzere İslam dünyası ile Batı
dünyası arasındaki ilişkileri nasıl gerdiğini hep beraber görüyoruz. Terörle mücadele adına geliştirilen ve aşırı şiddete dayalı politikalar ne yazık ki ElKaide’nin farklı coğrafyalara ve bu arada Avrupa’nın
içindeki Müslüman azınlıklara metastaz yaptırmaktan başka sonuç üretmiyor.
Özgürlük ve demokrasinin beşiği olan Fransa gibi
ülkelerin yapması gereken şey, esasen terör örgütlerinin asıl amacı olan eylemler vasıtasıyla Batı
kamuoyunu İslamofobia; İslam halklarını da Batı
karşıtlığı parantezine alarak kutuplaşmış ve radikalleşmiş (dual-radikalleşme) bir dünya oluşturulmasından uzak tutmak olmalıdır. Bu olayı düzenleyenin
elinden siyasi silahı almak için başta Fransa olmak
üzere tüm Avrupa, terörün mantığını sarsıcı asimetrik siyasi hamlelere yönelmelidirler. Bu bağlamda
Batılı siyasi aktörler toplumlarını dual-radikalleşme
tuzağından kurtarmak adına bu eylemleri yapanları
şaşırtacak şekilde özgürlük ve demokrasinin alanını
genişletme politikası izleyerek Müslüman azınlıkların
gönüllü toplumsal ve siyasi entegrasyonlarını güçlendiren açılım politikalarına öncelik vermelidirler.
Özellikle merkez sağ partiler siyasi rekabet orta-
ŞUBAT 2015
29
DIŞ POLİTİKA
Her ilahi din gibi İslam
kendi müminlerine güzel ahlakı ve
iyi insan olmayı emreder. Sorun
İslam’ın teolojisinde değildir.
Sorunun kökeni Müslüman
toplumların yaşadığı ülkelerdeki
sosyo-ekonomik krizler ve
siyasi istikrarsızlıklarda
aranmalıdır.
mında aşırı sağın argümanlarıyla ırkçılık gündemine
teslim olmak yerine, özgürlük ve demokrasi ilkelerine vurgu yaparak aşırı sağın Avrupa toplumlarında
meşrulaştırılmasını değil tersine marjinalleştirilmesini
sağlayan süreci başlatmalıdırlar.
Çözüm İçin Ortak Strateji
Avrupa şunu da anlamalıdır ki; terör konusunda ciddi bir ortak tanıma ve ortak bir mücadele stratejisine ihtiyaç vardır. Bu bağlamda
İsrail’in yaptığı devlet terörü de dahil olmak
üzere, motivasyon kaynağı ne olursa olsun
sivillere karşı yapılan her türlü saldırı terör eylemi olarak tanımlanmalı ve bunlarla kararlı bir
şekilde mücadele edilmelidir. Eğer bugün Paris’teki eylem karşısında bir araya gelen dünya
liderleri politik adımlar atarak uygulamada da
birlik ve dayanışmayı sürdüremezlerse, uçurum hiç olmadığı kadar derinleşir ve şiddetin
dozu ve etkisi giderek artar. Üçüncü dünya
savaşı belki nükleer silahlarla yapılmaz ama
terör her devletin (veya grubun) diğerine karşı
kullanabileceği en yaygın operasyon ve savaş
aracına dönüşebilir. Eğer gelişmeleri doğru
okuyorsak, Fransa saldırısı muhtemelen bir ilk
siyasi operasyon ve belki de ilk uyarı fişeğidir.
Bundan sonrasını Avrupa’nın siyasi refleksleri
belirleyecektir. Avrupa’nın böyle bir terör sürecine girmesi demek, yeni bir küresel anar-
30
ŞUBAT 2015
şi çağının kapılarını açacaktır. Tam da bu nedenle
dünyada bugün her zamankinden daha çok muhasebeye, aklıselime ve siyasi basirete ihtiyacı vardır.
Son olarak, İslam yeryüzünde 1.6 milyar insanın
inandığı bir dindir. Her ilahi din gibi İslam kendi müminlerine güzel ahlakı ve iyi insan olmayı
emreder. Sorun İslam’ın teolojisinde değildir.
Sorunun kökeni Müslüman toplumların yaşadığı ülkelerdeki sosyo-ekonomik krizler ve siyasi
istikrarsızlıklarda aranmalıdır. Ne yazık ki, İslam
dünyasının normalleşmesinin önündeki engeller
ise Batı’nın sömürge döneminden beri uyguladığı güce dayalı ayrımcı politikalardır. Daha adil ve
kapsayıcı bir dünya düzeni kurulmadan kutuplaşmaların bitmesi kolay olmayacaktır. Dolayısıyla terör tehdidine karşı mücadele stratejisi Batı’nın kendi
tarihi ve uyguladıkları mevcut politikalarıyla yüzleşmeyi de içermelidir. Bu çerçevede, Türkiye’nin AB
üyeliği konusu da dahil olmak üzere, Batı’nın kendisini sorgulama ve dış politikasını da ciddi bir şekilde
revize etmeye ihtiyacı olduğu açıktır.
CHARLIE HEBDO’NUN ARDINDAN
Zeynep SONGÜLEN İNANÇ
SDE Uzmanı
7-9
Ocak tarihleri arasında Paris’te son derece üzücü ve talihsiz terör eylemleri yaşandı. Şerif ve Said Kuaşi kardeşler tarafından Charlie
Hebdo dergisine düzenlenen saldırıda aralarında
baş editör Stéphane Charbonier, Jean Cabu, Georges Wolinski, Bernard Tignous gibi çizerlerin de
bulunduğu toplam 12 kişi hayatını kaybetti. Fransa bu olayın şokunu yaşarken ve Kuaşi kardeşlerin
yakalanmasını beklerken 8 Ocak’ta Amed Coulibaly, Paris banliyölerinden biri olan Montrouge’da
belediye zabıtası Clarissa Jean-Philippe’i vurarak
öldürdü. 9 Ocak’ta ise Amed Coulibaly, Porte de
Vincennes’da Yahudi marketi Hypercacher’e düzenlediği saldırıda dört kişiyi öldürdü ve polisin düzenlediği operasyonda kendisi de öldürüldü.
Kuaşi kardeşlerin saldırısı El-Kaide’nin Yemen kolu
tarafından üstlenildi. Coulibaly’nin ise Kuaşi kardeş-
lere destek olmak amacıyla saldırıyı düzenlediği ve
IŞİD ile bağlantılı olduğu ortaya çıktı. Bu saldırılar
Fransa’nın önde gelen gazetelerinden Le Monde
başta olmak üzere pek çok yayın organı ve çevre
tarafından “Fransa’nın 11 Eylül’ü” olarak tanımlandı. Bu saldırıların ardından yaşanan şok geçtikten
sonra kamusal alanda tartışılmayı bekleyen pek çok
soru bulunuyor. Bu soruların başında Fransa’nın,
11 Eylül’üne vereceği cevap, ifade özgürlüğü, yalnızca Müslümanların değil; Avrupa’daki tüm ötekilerin içerilmesi geliyor.
Yaşanan olayların ardından Avrupalı liderler son derece soğukkanlı ve toplumun tüm kesimlerini içermeyi hedefleyen mesajlar verdiler. Saldırıların terör
eylemi olduğunu ve İslam diniyle ilgili olmadığını tekrarladılar. Fransa Cumhurbaşkanı François Hollande saldırganları “Müslüman” olarak değil; “Fransız
ŞUBAT 2015
31
11 Ocak’tak Pars yürüyüşünde de görüldüğü
üzere hem devletler hem toplumlar açısından
Avrupa, ABD’den farklı br yaklaşım
benmseyeceğn gösterd. ABD, 11 Eylül
saldırılarının ardından Müslüman coğrafyalarda
savaşa grşmşt. Avrupa se savaşmak yerne
sosyal ve syas çözümler gündeme getrmeye
hazırlanıyor. Bu süreç, Avrupa’da Müslümanları
da çersne dahl eden yen br sstemn ortaya
çıkması açısından önem taşıyor. Müslümanlar
ve İslam tarhsel olarak Avrupa’nın br parçası
olduklarına ve günümüzde Avrupa’dak pek çok
‘ötek’den br halne geldklerne göre Avrupa’nın
brlkte yaşama kodlarını yenden gözden
geçrmes kaçınılmaz hale gelyor.
vatandaşı” olarak nitelendirdi. Almanya Şansölyesi
Angela Merkel ise İslam’ın, Almanya’nın bir değeri
olduğunu vurguladı. Ayrıca Merkel, Almanya’daki
Müslümanların protesto eylemlerine katılarak dayanışmanın sağlamlaştırılmasının önemini dile getirdi.
Zira 11 Eylül’den farklı olarak bu sefer saldırıları düzenleyenler “dışarıdan” gelenler değil. Bu nedenle
tepkinin dışarıdakilere yöneltilmesi de mümkün
değil. Sorunu ve sorunun çözümünü Avrupa alanı
içerisinde düşünmek en sağlıklı yol olarak ortaya
çıkıyor. 11 Ocak’taki Paris yürüyüşünde de görüldüğü üzere hem devletler hem toplumlar açısından
Avrupa, ABD’den farklı bir yaklaşım benimseyeceğini gösterdi. ABD, 11 Eylül saldırılarının ardından
Müslüman coğrafyalarda savaşa girişmişti. Avrupa
ise savaşmak yerine sosyal ve siyasi çözümleri gündeme getirmeye hazırlanıyor. Bu süreç, Avrupa’da
Müslümanları da içerisine dahil eden yeni bir sistemin ortaya çıkması açısından önem taşıyor.
Müslümanlar ve İslam tarihsel olarak Avrupa’nın
bir parçası olduklarına ve günümüzde Avrupa’daki pek çok ‘öteki’den biri haline geldiklerine göre
Avrupa’nın birlikte yaşama kodlarını yeniden gözden geçirmesi kaçınılmaz hale geliyor. Fransız Başbakan Manuel Valls’ın dile getirdiği gibi “Coğrafi,
sosyal ve etnik ayrımcılık bulunuyor. … Bu, iyi bir
32
ŞUBAT 2015
soyadı taşımamaktan, doğru ten rengine sahip olmamaktan veya kadın olmaktan kaynaklanabiliyor.”
Bu itibarla Avrupa’daki farklı toplulukların kamusal
alandaki tartışmaya katılmaları ve toplumsal iletişimin güçlenmesi, yeni bir anlayışın gelişmesinde
azımsanmayacak önem taşıyor. F. Hollande’ın 11
Ocak yürüyüşü için ifade ettiği “Biz kimseyi davet
etmedik. Hepimiz orada buluştuk.” sözünü, takip
eden süreç için geçerli kılmak anlamlı olabilir. Zira
Fransa’nın bir arada yaşamaya davet ettiği Fransızlardan ziyade kendi iradeleri doğrultusunda buluşmayı kabul eden sade vatandaşların sivil katkıları
önem kazanıyor. Avrupa’da bu sürecin ilerlemesinin
önünde son derece ciddi tehlikeler ve engeller de
bulunduğu belirtilmeli. 7-9 Ocak saldırılarının ardından Müslümanlar üzerinde oluşan baskıya ek
olarak Avrupa’nın her yerinde güvenlik önlemlerinin
en üst düzeye çıkarılması, bazı Avrupa ülkelerinde
askerin sokağa inmesi, her yere sürekli operasyon
düzenlenmesi Avrupa çapındaki içermeci tartışmayı
zorlaştırabilir. Buna rağmen sağduyunun öne çıkmasıyla terör/şiddet eylemleri ile sivil girişimlerin birbirinden ayrılması sağlanabilir.
Avrupa’da tartışılmaya başlanan bir başka konu ifade özgürlüğü olarak dikkat çekiyor. Kutsal değerlerin ne ölçüde eleştirilebileceği bu tartışmanın ana
eksenini oluşturuyor. Bu saldırıların ardından ifade
özgürlüğü tartışmalarının Charlie Hebdo üzerinden
yürütüldüğü görülüyor. Bunun sağlıklı bir tartışma
alanına karşılık gelmediği söylenebilir. Charlie Hebdo 1960’lı yıllardan beri yayın yapan bir siyasi hiciv
dergisi. 68 kuşağını ve bu kuşağı temsil eden değerleri ön plana çıkarıyor. Dergi, anarşist yönelimli
ve ateist yaklaşımı benimsiyor. Toplumsal, dini, siyasi tabuları yıkma anlayışıyla yayın yapıyor. Zaman
zaman Yahudi düşmanlığını eleştiriyor, zaman zaman Papa’ya dil çıkarıyor, zaman zaman aşırılıkçı
Jean-Marie Le Pen’i kızdırıyor, zaman zaman Boko
Haram’ın esir aldığı kadınları kapağına taşıyor. Geçmişte derginin Fransız yasalarıyla da sorun yaşadığını eklemek gerek. Geniş ana akım kitlelerden
ziyade daha dar bir çevreye hitap eden bu dergi,
saldırılarla birlikte Fransa’daki ifade özgürlüğünün temsili açısından sembolik bir anlam kazandı.
Saldırının ardından hiç Charlie Hebdo okumayan
ve hatta dergiye her zaman mesafeli duran kişiler
ve kesimler dahi temel meselenin ifade özgürlüğü
olduğundan yola çıkarak “Je Suis Charlie - Ben
Charlie’yim” dediler. Buradaki amaç başkasının acısına, değerlerine ve inançlarına sahip çıkabilmeyle
doğrudan ilgili görünüyor. Zira Fransa’daki aşırılıkçı
partinin eski lideri Jean-Marie Le Pen “Je ne Suis
Pas Charlie – Ben Charlie değilim” diyerek bu geniş
halk kesimleriyle aynı duyguyu ve düşünceyi paylaşmadığını ortaya koydu. Bu noktada aşırılıkçılar
için en zor olan, ‘öteki’ ile anlaşmak olarak ortaya
çıkıyor. ‘Öteki’ ile anlaşamayınca da ‘öteki’ni kovmak, ‘öteki’ni hor görmek, ‘öteki’ni öldürmek veya
‘öteki’nin haklarını gasp etmek meşru hale geliyor
ve bu söylem siyasi zemin kazanıyor. Avrupa’da
ayrımcılığın ve dışlayıcılığın artması bir tespit olarak
geçerliliğini korurken Avrupa’da çoğunluğun fikirlerini ana akım yaklaşımların temsil etmesi rahatlatıcı
bir unsura karşılık geliyor. ‘Ben ve benim gibiler’ ile
aynı dili konuşmak, aynı duyguları ve düşünceleri
paylaşmak görece kolay ve samimi iken ‘öteki’ ile
adalet ve meşruiyet üzerinde anlaşmak zor ve hatta bazen imkansız olabiliyor. Ancak siyaset kurumu
tam da bunun için ortaya çıkmış bir araca işaret ediyor. Siyaset, kendinden olanla anlaşmanın ve uzlaşmanın kodlarından ziyade ötekiyle ortak zeminde buluşmanın yolunu ve sürecini oluşturuyor. Bu
açıdan Türkiye’nin de içerisine dahil olduğu Avrupa
kamusal alanı tartışmaları son derece büyük önem
taşıyor.
çılığın güçlenmesine katkıda bulunacak ve böylelikle
birlikte yaşama zeminini zayıflatacaktır. Batı sistemi
içerisinde yetişen fakat yoksul, dışlanmış, sosyal
olarak kıyıda köşede kalmış kesimler ve özellikle
genç Müslümanlar, kendilerini küreselleşme sürecinin kurbanı olarak görmekten öteye geçmelerini
takiben bulundukları toplumla ilişkilerini çatışmacı bir
anlayışla şiddet üzerinden tanımlıyorlar. ‘Kurban’dan
‘kazanan’a dönüşmek için bulunan terör çözümlerinin uzun vadeli bir fayda sağlamayacağı açık. Avrupalı Müslümanların teröre başvurmamaları için gayret sarf edilirken Avrupa dışındaki Müslümanlarla da
şiddet ve savaş üzerinden bir yaklaşım benimsenmemesi önem taşıyor. Afganistan, Irak, Yemen, Suriye gibi coğrafyalardaki askeri tasarrufların yeniden
gözden geçirilmesi bir ihtiyaç olarak ortaya çıkıyor.
Zira Finlandiya’daki Rus azınlığın Rusya’ya baktığı,
Irak’taki Türkmenlerin Türkiye’ye baktığı, Kürtlerin
Kobani’ye baktığı gibi Müslümanlar da Müslüman
coğrafyalara bakıyorlar.
Charlie Hebdo son sayısında yayınladığı karikatürlerle eleştiri konusu olmaya devam ediyor. Saldırıların üzerinden belirli bir zaman geçtikten sonra bu
eleştirilerin daha yüksek bir tonda dile getirileceği
öngörülebilir. Bununla birlikte ifade özgürlüğünü
Charlie Hebdo üzerinden tartışmak ve bu çerçeveyi esas almak sorunlu bir yaklaşıma karşılık geliyor.
Zira Charlie Hebdo Fransa’daki ve Avrupa’daki çoğunlukları ve onların fikirlerini doğrudan temsil etmiyor. Bu anlamda Charlie Hebdo özelinin ötesinde
uluslararası hukuk açısından bir toplumda azınlıkta
kalan grupların, düşüncelerin, yayınların var olma
haklarının ana akımda yer alan çoğunluk tarafından
güvence altına alınması önem taşır. Bu noktada
Charlie Hebdo’nun yayınlarının sorgulanması meşru bir tartışmaya karşılık gelirken Charlie Hebdo’nun
varlığının sorgulanması daraltıcı ve kuşatıcı bir yaklaşıma işaret ediyor. Bu itibarla İslamofobi’nin karşısına Batı nefretinin konulması, Avrupa’daki aşırılık-
ŞUBAT 2015
33
DIŞ POLİTİKA
CHARLIE HEBDO İLE
FRANSA VE AVRUPA
SİYASETİNİN
KURGULANMASI
ARAYIŞLARI
Prof. Dr. Yasin AKTAY
SDE Onursal Başkanı
P
aris’te Charlie Hebdo dergisi çalışanlarına
yönelik terör saldırısı tahrip gücü alabildiğine
yüksek tutulmuş bir eylem. Bu yolla verilmek
istenen mesajın etkisinin de olabildiğince güçlü olması hedeflenmiş. Eylem adeta bir film platosunda
gerçekleştiriliyormuş gibi büyük bir soğukkanlılıkla ve profesyonelce yapılırken, eylemin paylaşılan
görüntüleri eylemcilerin vahşetini sergilediği kadar,
bu vahşetin Paris’in ortasında bu kadar uzun süre
içinde bu kadar rahatlıkla işlenebiliyor olduğuna dair
soruları da harekete geçiriyor. Bununla birlikte eylemin tahrip gücü ve verilmek istenen mesaj sanki
yeterince anlaşılmamış gibi, eylemin ikinci gününde
farklı noktalarda zincirleme saldırılar ve rehine olay-
34
ŞUBAT 2015
ları devam etti. Özellikle rehine olayları dolayısıyla
gün boyunca dünya medyası Paris’ten canlı yayın
yaparak terörü herkesin evinin içinde, bütün dehşetiyle ve bütün canlılığıyla hissetmesini sağladı.
Yaşanan hadiseler Fransa’nın adeta bir savaşın içinde olduğu izlenimi veriyor. Fransa’nın devlet olarak
da toplum olarak da, böyle bir görüntüden memnun
olduğunu hiç kimse iddia edemez. Bu görüntüler
Fransa’nın hak ettiği görüntüler değil. Birkaç teröristin ellerini kollarını sallayarak koca Fransa Devleti’ni
bu şekilde birkaç gün boyunca rehin alabilmiş olmasını anlamak çok zor. Bu saldırıyla ilgili olarak
anlaşılması zor olan bir başka husus da, Fransa’nın
son zamanlarda Müslümanlara çok sıcak gelen bazı
siyasetlerine karşılık böyle bir saldırının hedefi olmasıdır. Özellikle Filistin Devleti’nin tanınması dolayısıyla
Fransa’nın tutumu bütün Müslümanlar tarafından büyük bir sempatiyle karşılanmış, İsrail ise Fransa’nın
bu adımını kendisine karşı hasmane bir tutum olarak
değerlendirmişti. Suriye konusunda da Fransa’nın
tutumu genel geçer Müslüman kamuoyuna daha
sıcak gelen bir yaklaşımdı. Her ne kadar yaklaşan
seçimler dolayısıyla aşırı sağın Fransa’da da yükselme eğiliminde olduğu gözlemleniyorsa da böyle
bir saldırının o aşırı sağı daha da güçlendireceğini,
aksine iktidardaki Hollande’ın elini bir hayli zayıflatacağını öngörmek hiç de zor değil.
Esasen bu saldırının arka planında Fransa’daki seçimleri etkilemeye dönük bir iradenin var olduğu ihtimali de yabana atılır bir ihtimal değildir. 2005 yılında Paris banliyölerinde Magripli gençlerin başlattığı
sokak eylemlerinin Fransız aşırı sağının güçlenmesine yol açtığı hatırlanabilir. Bu eylemlerle yükselişe
geçen Fransız sağı Sarkozy’yi iktidara getirmişti.
Son Paris eylemlerinin de yükselişte olan aşırı sağa
meyli arttırdığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Bugünün dünyasında, özellikle tam bir kaos yaşayan Müslüman topraklarda Peygamber Efendimize
hakaret ettikleri gerekçesiyle tahriklere kapılıp şiddet eylemlerine girişecek insan yok demek elbette
ki mümkün değil. Ancak bu eylemin hem içerdiği
profesyonellik hem de sadece eylemcilerle sınırlı olmayan PR’ı ve takip eden lojistiği, bu “tahrik olmuş
Müslüman” kapasitesini ve ufkunu fazlasıyla aşıyor.
Olaylarda kullanılan tetikçilerin tam da profile uygun
olması zaten bu tür eylemlerin tabiatındandır zaten.
Eylem, tür itibariyle bizdeki Danıştay saldırısına ne
kadar da benziyor?
Orada da Danıştay’ın başörtüsüne karşı vermiş olduğu yasaklayıcı bir karara karşı tahriklere gelen bir
vakit gazetesi okuyucusu “dinci” profili özenle hazırlanmıştı, ama saldırganın suçüstü yakalanması bu
profilin yaratması beklenen etki bertaraf edilmişti.
Bugünün dünyasında, özellkle tam br kaos yaşayan Müslüman topraklarda Peygamber Efendmze
hakaret ettkler gerekçesyle tahrklere kapılıp şddet eylemlerne grşecek nsan yok demek elbette
k mümkün değl. Ancak bu eylemn hem çerdğ profesyonellk hem de sadece eylemclerle sınırlı
olmayan PR’ı ve takp eden lojstğ, bu “tahrk olmuş Müslüman” kapastesn ve ufkunu fazlasıyla
aşıyor. Olaylarda kullanılan tetkçlern tam da profle uygun olması zaten bu tür eylemlern
tabatındandır zaten. Eylem, tür tbaryle bzdek Danıştay saldırısına ne kadar da benzyor?
ŞUBAT 2015
35
Pars saldırılarının Fransa çn br 11 Eylül olduğuna kna etmeye çalışan aklı evveller, muhtemelen
Fransa’yı 11 Eylül’de Amerka’nın saplandığı batağın aynısına saplamaya çalışıyor. O yüzden Fransa’nın
verdğ tepky yetersz buluyorlar. Wall Street Journal’dan John Vnocur, Hollande’ın Charle Hebdo
saldırısı dolayısıyla bzzat İslam’ı veya İslamcılığı suçlamamakta ısrar ederek büyük br hata yaptığını
söylüyor. Ona göre en az on yıl sürecek olan br savaş kapıdayken ve bu saldırı o savaşın br parçası ken
Hollande’ın saldırıyı bastçe “gerclk” olarak ntelemş olması fazlasıyla “yumuşak” br syaset.
Paris saldırısıyla birlikte de İslamofobik duygularda
bir patlama yaşanması hedeflenmiş olmalı. Zaten
yükselme eğiliminde olan bir İslamofobik trendin ortasında yaşanıyor bu olay. Bu eğilimi güçlendireceği
ve hızlandıracağı çok açık görünüyor. Daha şimdiden Avrupa’nın birçok ülkesinin birçok şehrinde
camilere saldırı, Müslümanlara polis ve diğer vatandaşların davranışı konusunda hissedilir bir farklılık
yaşanmaya başladı. Ancak Avrupa’da gelişmesini
beklediğimiz bu İslamofobik söylemlerden önce
Türkiye’de veya İslam dünyasında çok daha ağır
bir İslamofobik söylemin bu olay vesilesiyle ifade
edilmeye başlaması ilginç. Prof. Dr. Nilüfer Göle’nin
Ruşen Çakır’a olayın şoku içinde yaptığı değerlendirme, kayıtlara tam da bu bağlamda geçmesi gereken bir örnek.
Bir dokunmuş Ruşen Çakır, Göle’den bin ah işitmiş, ama alakaları tamamen karıştırmış ahlı vahlı
bir değerlendirme. Getirmiş hızla olayı AK Parti’ye
bağlamış ama neresinden bağlamış anlaşılır bir tarafı yok. Bu terör değil, artık tam bir barbarlık diyor
Göle, böylece olayın vahametini ne kadar anlamış
olduğunu göstermeye çalışıyor. Bu mudur yani?
36
ŞUBAT 2015
Bu değerlendirmeyi yapmak için sosyoloji profesörü olmaya ne gerek var? Belli ki bir illiyet kuramıyor
olaylar arasında. Kuramadığı illiyeti, yeri gelmişken
AK Parti’ye karşı bütün “iyi duygularını!” ifade ederek kurmuş oluyor. Artık uysa da uymasa da... Tam
da terörün hedeflediği duygusal atmosferi yakalamış oluyor. Unutulmaması gereken İslamofobi, diğer bütün ırkçı söylemler gibi, önce illiyet bağlarının
duygulara ezdirilmesiyle, düğümlenmesiyle çalışır.
Hollande Siyasetin Dışına İtiliyor
Paris’te Charlie Hebdo çalışanlarına ve bilahare
bir markete yönelik saldırıların ardından yazılanlara, söylenenlere bakılırsa Fransa’nın bir saldırıya
maruz kalmaktan ziyade bir yere ikna edilmeye
çalışılıyor olduğu anlaşılıyor. Daha ilk dakikalardan
itibaren, bilhassa Amerikan cenahından, saldırının
Fransa’nın 11 Eylül’ü olduğunu söylemeye çalışanlara karşılık Fransa içinden veya dışından birilerinin
“o kadar abartmayalım, ne ölenlerin sayısı itibariyle
ne de saldırıların tarzı itibariyle 11 Eylül’le benzetilecek bir tarafı yok” diyerek ortalığı sakinleştirmeye
çalıştığı dikkat çekiyor.
François Hollande’ın olayın hemen ardından “biz bir
dinle savaş halinde değiliz, saldırganların İslam’la
ilgileri yok” şeklindeki açıklaması, olayın Fransa’yı
sürüklemeye çalıştığı yer hususundaki farkındalığını
gösteriyor. Ancak Hollande’ın bu farkındalığa dayalı siyasette ısrar etmeye ne kadar dayanabileceği
meçhul görünüyor. Zira Paris saldırısını 11 Eylül’e
benzetenler belli ki Hollande’dan 11 Eylül saldırıları
sonrasında Bush’un rolünü oynamasını bekliyorlar.
Oysa o savaş ABD’yi terörle mücadelede hiç de
başarılı çıkmadığı, halen faturasını ödemeye devam
ettiği bir batağın içine sürüklemişti. Irak’a bir dizi
uydurma delillere dayandırılan suçlamalarla açtığı
savaş Irak’ın masum yüzbinlerce insanının ölümüne
yol açmış, yanı sıra çok sayıda Amerikan askerinin
hayatına mal olmuş bir savaş olmuştur.
Gelinen durumda hiç kimse Irak’ta terörle mücadelede ilerleme kaydedilmiş olduğunu söyleyebilecek
durumda değil. Bugün için terör Irak’ta da dünyanın her yanında da daha büyük bir tehlike ise bunda Bush’un 11 Eylül sonrası içine girdiği ve bütün
dünyayı soktuğu panik atak hali en önemli sebeptir.
Dünyanın bu halinden faydalanan birilerinin olduğu
muhakkaktır ama bundan bir devlet ve toplum olarak ABD’nin karlı çıkıyor olduğunu söylemek mümkün değil.
Paris saldırılarının Fransa için bir 11 Eylül olduğuna ikna etmeye çalışan aklı evveller, muhtemelen Fransa’yı 11 Eylül’de Amerika’nın saplandığı
batağın aynısına saplamaya çalışıyor. O yüzden
Fransa’nın verdiği tepkiyi yetersiz buluyorlar. Wall
Street Journal’dan John Vinocur, Hollande’ın Charlie Hebdo saldırısı dolayısıyla bizzat İslam’ı veya İslamcılığı suçlamamakta ısrar ederek büyük bir hata
yaptığını söylüyor. Ona göre en az on yıl sürecek
olan bir savaş kapıdayken ve bu saldırı o savaşın
bir parçası iken Hollande’ın saldırıyı basitçe “gericilik” olarak nitelemiş olması fazlasıyla “yumuşak” bir
siyaset.
Vinocur’un bu yorumları tek örnek değil elbet.
Hollande’ı ve Fransa’yı 13 buçuk yıl önce Bush’u
bindirdikleri dolmuşa bindirmeye çalışıyorlar. Belki
Bush’un kendisi, mensubu olduğu kamplar dolayısıyla o dolmuşa bilerek biniyor, hatta belki de o
dolmuşu bizzat işletiyordu. Ancak bugün Bush’un
Amerika’yı sürüklemiş olduğu bu maceranın kendi
ulusuna yaramış olduğunu hiç kimse söyleyemez.
11 Eylül’ün akabinde girişilen Afganistan işgali de
Irak işgali de ne Amerika’nın “milli çıkar”ına hizmet
etmiş ne de saldırının görünür amaçlarına ulaşmakta en ufak bir fayda sağlamıştır. ABD’nin sürüklendiği bu savaş yüzünden dünya hala daha büyük bir
terör sarmalının içinde çırpınıp duruyor. Bu Haçlı
seferinin ABD’ye olan maddi ve manevi maliyetinin
ise bugün hesabını tutmak bile mümkün değil.
Fransa’yı bu olay vesilesiyle İslam’a karşı böyle
bir savaşa sürüklemek isteyenlerin Fransa için iyi
bir şey istediklerini söylemek bu yüzden mümkün
değil. Fransa halihazırda Avrupa’da en fazla Müslüman vatandaşa sahip ülkedir. Asgari yüzde 7,5’luk
vatandaş sayısına mukabil, bir süre önce yapılan
anketlerde halkı Müslümanlara karşı tutum bakımından (yüzde 73 ile) en olumlu duran ülke olduğu görülüyor. Müslüman vatandaşlarının önemli bir
kısmı eski sömürge ülkelerinden olan Fransa’nın bu
olaylar dolayısıyla bu bölgelere daha fazla eğilmesi
isteniyor olabilir. Ancak Fransa’nın içinden geçmekte olduğu ekonomik zorluklar dolayısıyla bu ülkelere yönelik askeri varlığını artırması çok daha büyük krizlere saplanmasına yol açacaktır. Açıkçası,
ŞUBAT 2015
37
Özgürlüğün öneml br tezahür alanı olarak fade özgürlüğü de çokkültürlülük de Müslümanların traz
edebleceğ değerler değl. Bu konuda Müslümanları bell br komplekse sokmaya çalışan yaygaralar,
sınırsız br fade özgürlüğünün olmadığını da pekala çok y blyorlar. Başkalarının özgürlüğünü
kısıtlama özgürlüğü dye br şey olmadığı gb, başka nsanların hukukuna tecavüz eden, hakaret eden,
aşağılayan, nefret körükleyen söylemlern fade özgürlüğü kapsamında değerlendrlmes mümkün değl.
rer puta dönüşmüş olduğunu hatırlatmak düşüyor:
Ne çokkültürlülüğe ne de ifade özgürlüğüne Müslümanlar itiraz ediyor değil. Müslümanlar bu olaylar
vesilesiyle, aslında karşı karşıya kalmış oldukları bu
muameleyle, dünyada geçerliliği olan değerlerin nasıl birer puta dönüşüyor olduklarına şahitlik etmiş
oluyorlar. Müslümanların kutsallarına hakaret etmeye kalkan oluşturacak şekilde kullanıldığında o değerler kendi amaçlarından da saptırılmış birer puta
dönüşüyor.
Fransa’nın mevcut durumu onun böyle bir maceraya hazırlıklı olmadığını da gösteriyor.
Rasyonel bir değerlendirmeyle bu bekleneni yapamayacak olan Hollande yönetimindeki Fransa üzerinde uygulanan bu İslamofobik tahrikler, o yüzden
bir tek Fransız sağının yükselişine yol açıyor. Ancak
yükselen aşırı sağın bugünün Fransa’sı üzerindeki
baskılara boyun eğmeden, dolayısıyla Fransa’yı o
beklenen tehlikeli maceraya sürüklemeyen bir vaatte bulunması da mümkün değil. İktidar kavgasında
avantaj elde etmenin yolunun Fransa’nın kötülüğüne razı olmaktan geçiyor olması, Fransa’nın en büyük paradoksu. Umarız hem Fransa hem de dünya
bu paradoksu en az zararla aşar.
Faşizmi İfade Özgürlüğüne Gizleme
Sahtekarlığı
Charlie Hebdo saldırısından sonra İslam, Avrupa
kimliği, çokkültürlülük gibi konulara dair tartışmaların
Fransa ile sınırlı kalmaksızın, bütün dünyanın bir tartışma konusu olarak yeniden canlanacağını tahmin
etmek zor değil. Avrupa’nın çokkültürlülüğü, ifade
özgürlüğü ve kültürlerin varolma hakkı çerçevesinde
bir değer olarak bütün küreye pazarlamaya, hatta
empoze etmeye çalıştığı bir dünyada yaşıyoruz. Doğrusu bu değerlerin içini kendisi istediği gibi doldurma-
38
ŞUBAT 2015
sa, işin başında ortaya koyduğu standartlara sonuna
kadar tabi olmaya devam etse, bir yere kadar itiraz
edilmesi gerekmeyen değerler bunlar.
Özgürlüğün önemli bir tezahür alanı olarak ifade
özgürlüğü de çokkültürlülük de Müslümanların itiraz
edebileceği değerler değil. Bu konuda Müslümanları belli bir komplekse sokmaya çalışan yaygaralar,
sınırsız bir ifade özgürlüğünün olmadığını da pekala
çok iyi biliyorlar. Başkalarının özgürlüğünü kısıtlama
özgürlüğü diye bir şey olmadığı gibi, başka insanların hukukuna tecavüz eden, hakaret eden, aşağılayan, nefret körükleyen söylemlerin ifade özgürlüğü
kapsamında değerlendirilmesi mümkün değil. Müslümanların kutsal değerleri sözkonusu olduğunda
bir anda “ifade özgürlüğünü” helvadan bir put gibi
Müslümanların karşısına dikenler, mevzu Yahudi
düşmanlığı, kendi içlerinde bir ırkçılık, nefret söylemi
falan olduğunda o putu hiç yüzleri kızarmadan iştahla yerler. Aslında o putu yemelerine itiraz etmiyoruz. Put yapılmışsa ya yıkılacak ya yenilecektir. Sorun şu ki, acıkınca yenilen putun put olduğu çoğu
kez fark edilmiyor, daha doğrusu, “akledilmiyor”.
Yine de yenilen helvanın bir put olduğunu kendi işlerine gelen bir yerde de olsa hatırlıyor olmalarında bir
hayır vardır. Ancak bize de Müslümanların karşısına
çıkardıkları şekliyle o değerlerin kendi ellerinde bi-
Neticede hiç kimse bu putun taşıdığı iddiaya sonuna kadar sadık değil, olamaz da. Bu putun, put
niteliğindeki değerlerin en önemli özelliği insan tabiatına aykırı olmasıdır. Papa’nın da çok gerçekçi
bir biçimde ifade ettiği gibi kimse kendi annesine,
namusuna, şerefine veya herhangi bir kutsalına karşı aşağılamayı, küfrü, hakareti hoş görmez. Bu tarz
hareketler karşısında hiç kimse de tepkisiz kalmaz.
Batı dünyası II. Dünya savaşında kendi büyük günahlarının vahim sonuçlarından çıkardığı isabetli
derslerle anti-semitizmi de ırkçılığı da suç sayan
düzenlemeler yaptı. Üstelik bu suçun kapsamını o kadar geniş tuttu ki, sadece Yahudiliğe karşı
nefret ifadelerini veya eylemlerini değil, II. Dünya
Savaşı’nda ölen Yahudilerin sayısını tartışmaya açmayı bile anti-semitizm kapsamına aldı ve bu tür
söylemleri Yahudi düşmanlığının bir ifadesi saydı.
Bundan dolayı başta Roger Garaudy olmak üzere
birçok insan yargılandı. Aynı Avrupa’nın parlamentolarında bugün 1915 yılında Ermenilerin bir soykırımdan geçmiş olduğu tartışılamaz gerçek olarak
kabul edildi ve bu gerçeği inkar eden, tartışmaya
açanın ifadelerinin “ifade özgürlüğü” kapsamında
değerlendirilemeyeceği kabul edildi. Bu, aslında ifade özgürlüğüne karşı da bir sınırın bu dünya içinde
de var olduğunun, üstelik iyice abartılmış bir örneği,
bir itirafı. Bir değerin kullanışlı bir puta dönüşmesinin
de mükemmel bir örneğidir bu.
Müslümanlar, en kutsal varlıklarına yapılan bu hakaretler yoluyla dikilen putlar üzerinden adeta sabırları test edilmeye, bir başka cahili anlayışa göre de
“tedip” edilmeye çalışılıyor. Bu yolla bal gibi Müslüman düşmanlığı ve Müslümanlara karşı nefreti bir
norma dönüştürmüş oluyor. Yine bu yolla aslında
anti-semitizmi, yani ırkçılığı, yani faşizmi hiç de aşmamış olduğunu, aksine bazı baskılar dolayısıyla o
konudaki eğilimlerini fena halde bastırmış olduğunu
açığa vuruyor. Çünkü İslam’a karşı sergilenen bu
söylemler ile anti-semitizm arasında kategorik olarak hiç bir fark yoktur.
Anti-semitizm konusunda, yani münhasıran Yahudiler konusunda oluşmuş olan bazı güvenceler, Batı
dünyasının ırkçılığı aşmış olmasından, faşizme karşı
belli bir koruyucu duyarlılık oluşturmuş olmasından
kaynaklanmıyor. Öyle olsaydı çok iyimser olabilirdik
gelecek hakkında. Oysa anti-semitizm konusunda
bile sağlanmış olan bu güvencelere rağmen İslamofobik söylemler, fırsat bulduğunda nüksedebilecek
bir kötülüğün hala tetikte olduğunu gösteriyor.
Müslümanları ifade özgürlüğü konusunda bir komplekse zorlayan söylemlerin altını kazıdığınızda o faşizmin otoriterliğini görürsünüz. Çokkültürlülüğün
bir söylem olarak ifade edilme biçiminde bile, ancak batılı kültürün özüne sadakatini kanıtlamış, yani
özü itibariyle çok uzak ve farklı olmayan kültürlerle
bir “çokkültürlülük” modelinin gerçekleştirilebileceğine dair açık mesajlar vardır. Yani hakim kültüre
tabi olduktan, onun üstünlüğünü ve birçok alandaki
belirleyiciliğini kabul ettikten sonra, ortaya ne kadar
kültür tortusu kalmışsa o kadar çokkültürlülük.
Asırlarca insanlara din ve vicdan özgürlüğünün en
mükemmel örneklerini sayısız tecrübeleriyle sergilemiş olan Müslümanlara reva görülecek hava mı bu?
ŞUBAT 2015
39
DIŞ POLİTİKA
MEDENİYETLER
SAVAŞI MI?
Terör kaynağı olarak gösterilerek işgal edilen Müslüman ülkeler, yine terörist saldırılar ve iç çatışmalar
gerekçesiyle ağır bombalamalara ve acımasız operasyonlara hedef olmaktadır. Batı destekli baskıcı
örtülü sömürge düzenlerine başkaldırarak demokrasi, özgürlük ve hak arayışlarına darbeyle, şiddetle,
varil bombalarıyla karşılık verilen zulüm süreçleri…
Diğer tarafta azınlık ve göçmen olarak diğer ülkelerde yaşayan Müslümanlara karşı dışlama, ötekileştirme, asimilasyon, hakaret, aşağılama ve düşmanlaştırma kampanyaları… Daha da öte öldürme,
kundaklama ve nefret kusan ağır saldırılar… Müslüman oldukları için İslam coğrafyasında ve diğer ülkelerde düşmanlaştırma ve şeytanlaştırmaya maruz
kalan milyonlar…
Bunların sonucu ve bedeli olarak milyonlarca ölüm,
yok edilen ülkeler, tahrip edilen tarih, kültür, sosyoloji ve insani değerler… Savaş, terör, şiddet tehdidi
altında bir insanlık. Müslümanların da Müslüman
olmayanların da güvende olmadığı ve acı çektiği
bir dünya. Düşmanlığın, nefretin, ırkçılığın, zulmün,
şiddetin tehdit ettiği ve esir aldığı bir dünyada kimse
huzurlu ve güvende olamaz. Yangına benzin dökerek onu söndüremeyiz.
Kim Charlie?
Aydın BOLAT
SDE Stratejik Planlama Kurulu Başkanı
O
rta Doğu, Afrika ve Orta Asya’daki İslam ülkelerinin çoğu, 20. yüzyılda dinlerini, kimliklerini ve bütün varlıklarını yok etmeye çalışan
Batılı sömürgeci güçlere karşı verdikleri onurlu ve
çetin mücadelelerle bağımsızlıklarını kazandılar. Ancak 21. yüzyılda sömürgeci düzenin geride bıraktığı
yıkımdan beslenen cehalet, yoksulluk, aşırılık, kaos
ve terör saldırıları, İslam coğrafyasının çeşitli bölgelerinde maalesef hala devam ediyor.
Esasında Şark Meselesi ve Oryantalizm, Batı’nın zihin dünyasında hep ötekinin ve yabancının tanımı
olarak yer etmiştir. Düşmanlıkların, tehdit algılarının ve seferlerin hedefinde hep ‘Doğu’ yani İslam
coğrafyası bulunmuştur. İnsanlık tarihinin en acımasız ve büyük savaşları bu bölgelerde yaşanmıştır.
Bitmek bilmeyen Haçlı Seferleri, I. Dünya Savaşı,
Osmanlı’nın çöküşü arkasında çok büyük yıkım ve
boşluk bırakmıştır.
40
ŞUBAT 2015
Müslüman toplumlar bugün, sözde bağımsızlığını
kazanmış ülkelerde, hala bağımsızlık ve egemenlik
mücadelesi veren bölgelerde ya da dünyadaki diğer ülkelerin içinde azınlık veya göçmen olarak yaşamaktadırlar. 1,7 milyar Müslüman, 56 İslam ülkesi
ve çeşitli ülkelerde yaşıyor. Afganistan, Irak, Suriye
Libya ve Yemen’de savaş hali devam ederken, Filistin, Doğu Türkistan, Arakan’da Müslümanlar varlık
ve egemenlik mücadelesi veriyorlar. Batı ülkelerinde
yaşayan Müslümanlar ise İslamofobinin hedefindeler.
11 Eylül 2001’de Amerika’da ortaya çıkan terör
saldırıları Doğu-Batı karşıtlığında yeni bir milat oldu.
Terörle İslam adeta özdeşleştirildi ve terör kaynağı
olarak görülen Afganistan ve Irak işgal edildi. ABD
Başkanı G. W. Bush “ya bizdensin ya da teröristsin” diyerek bunun adını yeni “Haçlı Seferi” olarak
koydu.
Charlie Hebdo saldırıları işte yukarıda özetlediğimiz bu tablonun güncel bir sahnesidir. İlk olmadığı
gibi sonuncusu da olmayacaktır. Afganistan, Irak,
Gazze ve Suriye’de patlayan bombaların Paris’teki
yansımasıdır. Kimse İslam düşmanlığını fikir ve ifade hürriyeti safsatasıyla örtemez. Basın özgürlüğü
koskoca İslam aleminin Peygamberine, inançlarına
ve mukaddeslerine saldırma hakkını kimseye vermez. Nefret ve ırkçılık suçunda basın mensuplarının
bir ayrıcalığı yoktur. Filistin/Gazze’de öldürülen gazetecilerle Paris’te öldürülen gazetecilerin de insan
olarak bir ayrıcalığı olmamalıdır. Her ikisine de aynı
tepki verilmiyorsa işte tam da sorun buradadır.
Aynı şekilde Gazze’de, Suriye’de veya Afganistan’da
ölenle Fransa’da, Paris’te ölenlere uluslararası toplum insani olarak aynı tepkiyi vermiyorsa gerçekten
de sorun tam da buradadır. Birilerininki can da diğerininki patlıcansa herkes şapkasını önüne koyup
düşünmelidir. Şiddet her yerde ve herkes için şiddettir. Zalimin ve zulmün, terörün dini, mezhebi,
meşrebi, milliyeti olamaz. İnsan her yerde insan,
bebek her yerde sabih, ölüm, can, kan her yer-
Artık I. Dünya Savaşı
koşulları yaşanmadığı
gibi II. Dünya Savaşı
konjonktürü de mevcut
değildir. Küresel güç
dengelerinde büyük
değişimler meydana
gelmiştir. Daha adil, eşitlikçi
ve demokratik yeni bir
dünya düzeni küresel ve
uluslararası boyutta çok
önemli bir ihtiyaçtır.
de birdir. Arap, Acem, Fransız, Amerikalı, Alman,
Türk hepimiz insan soyundanız. Burada çifte standart, burada ikiyüzlülük, burada ayrımcılık olamaz.
Bir taraf cehennem, diğer taraf cennet olamaz bu
dünyada. Barış, özgürlük, insan hak ve hürriyetleri,
adalet, hukuk, güvenlik; her insanın, her milletin,
her ülkenin en temel hakkıdır. Bu değerlere saygı
duyulmuyorsa bu dünyada kimse rahat edemez,
huzur bulamaz. Bütün insanlık aynı gemide ve aynı
gezegende. Dünyamız ortak, insanlığımız ortak, huzurumuz hep birlikte olabilir.
Batı’ya Eleştiri:
İslam Düşmanlığı, Irkçılık ve Nefrete Hayır!
Uluslararası toplumun terör konusunda çifte standartlı yaklaşımından Türkiye ve İslam Dünyası çok
acılar çekti, çok bedeller ödedi. Paris’te ortaya çıkan tepki; Afganistan, Pakistan, Irak, Suriye, Gazze
ve diğer yerlerdeki terör saldırılarına gösterilmiyorsa, her terör olayından sonra sadece Müslümanlar töhmet altında bırakılıyorsa bu kabul edilemez.
Bilhassa son dönemde yükselişe geçen İslamofobi,
ayrımcılık, ırkçılık ve nefret söylemi dünya barışını
tehdit etmektedir. Özgürlük; ötekine ve hiç kimseye
hakaret etme, aşağılama fırsatı veremez.
İslam ile terörü ilişkilendirme çabaları, sömürgeci,
hegemonyacı, oryantalist, ırkçı ve fanatik zihniyetlerin saldırı senaryolarının gerekçeleridir. Uluslararası
hukuk ve insan hakları bakımından Müslümanları
terörist olarak kodlamak kabul edilemez. Bu bir aymazlık ve düşmanca bir saldırıdır. Terör ve şiddet
ŞUBAT 2015
41
eylemleri sadece İslam dünyasında yaşanmamaktadır. Batı’da Hamburg, Ferguson ve Paris’te olduğu gibi dünyanın her yerinde yaşanabilmektedir.
Terör ve şiddet; siyasi, ekonomik ve sosyal şartların
doğurduğu bir sonuç olarak görülmelidir. Dünyadaki bütün anormallikler giderilmeden İslam dünyasında da Batı’da da güvenlik sağlanamaz.
“Dünya 5’ten büyüktür” tamam da 1,7 milyarlık
56 devletten oluşan İslam dünyasıda ABD’den,
Fransa’dan, İngiltere’den, Rusya ve Çin’den de ayrı
ayrı çok daha büyüktür. Güvenlik ve Barış için önce
adalet şarttır. Demokrasi diyorsanız ona da kabul.
Terörist saldırıların ardından İslam dünyasını ve
Müslümanları öz eleştiriye davet edenler kendilerini
de sorguya ve hesaba çekmelidirler. Batı’nın çok
daha fazla öz eleştiriye ihtiyacı vardır, sorumluluğu
çok daha ağırdır.
Uluslararası terör demek devlet terörü demektir.
“Benim teröristim seninkinden iyidir” anlayışıyla terör örgütlerini düşman hedefler için saldırı silahı olarak kullanmak, himaye etmek, beslemek ve korumak Batılı ülkelere bir şey kazandırmadı. İstihbarat
servislerine maşa yapılan, operasyonlara ve dünya
üzerindeki stratejik mühendislik projelerine araç
yapılan terör örgütleri bir zaman sonra bumerang
etkisiyle yapıcılarını vurmaktadır.
Batılılar üçüncü dünya savaşını terör örgütleriyle kazanacaklarını sanmasınlar, sana dokunmayan yılan
bin yıl yaşarsa bir yıl sonra seni de sokabilir. Yaşanan tablo tam da budur.
Düşmanlık düşmanlığı, şiddet şiddeti doğurur. Hareket tepkiyi getirir. Nefret kontrolsüz tepkilerin fitilini ateşler.
42
ŞUBAT 2015
Tarihte “Şark Meselesi” olarak bilinen Batılıların oryantalist zihniyetle Doğu’yu,
Müslümanları dönüştürme,
Müslümanları “adam etme”
emelinden
vazgeçmeleri
gerekir. “ifade özgürlüğü
geyikleri” üzerinden Müslümanları mahkûm etme aymazlığını da bırakmaları gerekiyor. Batı, saldırganlarını
ve psikolojik savaş teröristlerini “özgürlük kahramanı”
olarak yutturmaya çalışmaktan vazgeçmelidir. Le
Monde Diplomatique’in yazarlarından Alain Gresh
gibi: “Ben Charlie değilim, çünkü onlar İslamofobik”
diyebilecek kadar cesur olabilmelidirler.
Batı, Katoliklerin ruhani lideri Papa Francesco’ya
kulak vermelidir, “Şiddetle reaksiyon gösterilemez.
Ama eğer Dr. Gasbarri, ki benim dostumdur, anneme küfrederse kendisini bir yumruk bekler. Bu normaldir, provokasyon yapmak, başkalarının inancına
hakaret etmek doğru değildir.”
Batı; üstünlük duygusundan ve medenilik kompleksinden kurtulmalıdır. Ötekini barbar, vahşi, ilkel ve
köle gibi gören kibrinden vazgeçmelidir.
Herkes Charlie değil, bütün Müslümanlar da terörist
değil, bütün Batılılar ırkçı ve İslamofobik olmadığı
gibi…
Özeleştiri…
Gerçek Bir İslam Dünyasına Doğru
Müslümanlar olarak bizim de dönüp kendimize
bakmamız gerekiyor. Eğitimden sağlığa, adaletten
güvenliğe, kadından aile ve çocuğa kadar bireysel ve toplumsal hayatımıza çeki düzen vermemiz
elzemdir. Okuryazarlık, anne çocuk sağlığı, insan
hakları, özgürlükler, hukuk, trafik, iş güvenliği, insani
gelişmişlik kriterleri, bilimsel araştırma, yayın, teknoloji ve güvenlik alanlarındaki gerilik ve eksikliklerimizi tespit ederek hem kendi aramızda hem de tüm
Dünya ile iş birliğine giderek çağdaş, ortak standart
ve değerler üzerinde kat etmemiz gereken mesafeleri azaltmamız lazımdır. Mezhepçiliği, tekfirciliği ve
diğer sapkın zihniyet ve radikallikleri bertaraf ederek
sade ve samimi Müslümanlar olarak ehli sünnet çizgisinde ve Hazreti Peygamber (S.A.V.) yolunda, ifrat
ve tefritten uzak, orta yolu bulmalıyız.
İslam ülkeleri, Batı ve diğer dünya ile aralarındaki
güç dengesizliğini giderecek çabaları hızlandırmalıdır. Buna neden olan ekonomik, siyasi ve sosyal
geri kalmışlık zincirlerini kırmak, temel sorunları
çözebilmenin esas noktasıdır. İslam ülkeleri aralarındaki ayrılığı, birlikte hareket edememe zaafını
yenerek gerçekten İslam dünyası kavramının içini
dolduracak birlikteliği, vahdeti ve tevhidi sağlamalıdırlar. 56 İslam ülkesinin küresel bir güç olarak etkili olabilmesi ancak İslam birliği ve İslam işbirliğinin
gerçekleşmesi ile mümkündür.
Gazze’de insanlar acı çekerken, Suriye’de vicdanlar
sızlarken, Irak’ta kardeş kardeşi katlederken susmak, başımızı öbür tarafa çevirmek, Müslümanları
hesaptan da sorumluluktan da kurtarmaz! Müslümanların sorunların önce kendi sorunları olduğunu
bilmeleri, meseleleri çözme mesuliyetinin önce kendilerine ait olduğunu anlamaları gerekir. Sorunlarımız yabancıların inisiyatifine bırakılmayacak kadar
önemlidir ve bizimdir. Yabancılar geliyor, bombalıyor, öldürüyor… Müslümanlar da birbirini öldürüyor… Afganistan’da dram, Irak’ta trajedi, Suriye’de
boğazlaşma, Libya’da fitne, Somali’de açlık…
Önce kendimizi sorguya, hesaba çekmeliyiz. Tarihimizde kurduğumuz İslam medeniyetinin tecrübesi
ve değerleri; eğer Müslümanlar birlik olurlarsa tüm
sorunlarını çözecek gücü, onlara yine verecektir. Müslümanlar ekonomide, siyasette, ticarette,
stratejide, istihbaratta, güvenlikte, sosyal hayatta,
bilimde ve teknolojide hayatın tüm alanlarında güç
birliğini sağlamalıdırlar. Zillete, fitneye, teröre, geriliğe, yabacı hegemonya ve vesayetine karşı izzete,
birliğe, barışa, ilerlemeye, vahdete, işbirliğine ve birlikteliğe cehd etmelidirler. En büyük Cihad budur.
İslam dünyasını ve Müslümanları terör örgütleri değil İslam dünyasının birliği temsil etmelidir. Bu noktada İslam İşbirliği Teşkilatı çok ağır bir mesuliyet
taşımaktadır. Ayrıca Müslüman coğrafyanın diyalog
ve işbirliği de önemli bir fırsat oluşturmaktadır.
Yapılması Gerekenler/Öneriler:
Yeni Dünya Düzenine Geçiş Sancıları
Batı’da, Doğu’da, İslam dünyasında kendi sorumluluklarını düşünerek samimi özeleştirisini yapmalıdır. Bu, tehlikeli gidişle dünyanın küresel bir enkazın
altında kalmaması için yapılması gereken ilk iştir.
Dünya’nın çeşitli hedef bölgelerinde, bir yandan
vahşi terör saldırılarıyla, diğer taraftan İslam karşıtı,
yabancı düşmanı eylem ve saldırılarla dinler, medeniyetler ve mezhepler kendi aralarında kafa kafaya
bir çarpışmaya doğru sürükleniyorlar. Bu tehlikeli
gidişe karşı herkesin, her ülkenin ortak akıl, basiret
ve hikmetle hareket etmesi elzemdir.
Uluslararası alanda terörizmle mücadele, Birleşmiş Milletler çatısı altında ve küresel bir yaklaşımla yürütülebilmelidir. Daha da ötesi BM Güvenlik
Konseyi’nin reforme edilmesi şarttır. Bölgesel ve
küresel sorunların çözümünde adil, eşitlikçi, demokratik ve bütün dünyada herkesi temsil eden bir
mekanizmanın oluşturulması artık kaçınılmazdır.
İspanya ve Türkiye’nin başlattığı medeniyetler ittifakında başarılı olunmak zorunluluk haline gelmiştir. 150’ye yakın üye ülkeyle Medeniyetler Barışı’nı
güçlendirecek adımlar atılabilmelidir. Artık I. Dünya
Savaşı koşulları yaşanmadığı gibi II. Dünya Savaşı konjonktürü de mevcut değildir. Küresel güç
dengelerinde büyük değişimler meydana gelmiştir.
Daha adil, eşitlikçi ve demokratik yeni bir dünya düzeni, küresel ve uluslararası boyutta çok önemli bir
ihtiyaçtır.
İslam coğrafyasında her yerde yangın var. Savaş,
iç çatışma ve terör bu dünyayı kasıp kavuruyor.
Avrupa’nın kimyası bozuldu! Sokaklarda askerler
geziyor! Ukrayna’da savaş var. Batı-Rusya karşı
karşıya gelmiş durumda. Amerika’da zencilere ve
Müslümanlara yönelik ayrımcılık ve polis baskısı had
safhada, protestolar her an yükselebilir. Afrika’da
ise can pazarı, dini ayrımcılık, katliam ve terör baskısı her yerde. Şeytan fazla mesai yapıyor ve kol
geziyor. ABD, Avrupa’daki 15 askeri üssünü kapattı. Benden bu kadar diyerek kendi içine kapanmanın yolunu arıyor. Yani ABD, herkes kendi derdine
kendi çare bulsun noktasında. NATO zayıflıyor, AB,
ekonomik ve siyasi krizlerle sarsılıyor.
Dünya yeni bir uluslararası küresel sisteme geçiş
sürecinin sancılarını yaşıyor.
Paris saldırısı ciddi bir alarmdır. Aslında bir isyan ve
başkaldırı olarak da nitelendirilebilir. Belki de yeni
bir dünya savaşının işaret fişeğidir. Batı-Doğu ekseninde ciddi bir kutuplaşma yaşanıyor. Korkarım
bu patlamalar Fransa’yla sınırlı kalmayabilir. Ateş
ve şiddet bütün dünyayı sarabilir. Türkiye ve İslam
dünyası bu küresel tehdit ve tehlikeye karşı uyanık,
dikkatli ve hazırlıklı olmalıdır.
ŞUBAT 2015
43
DIŞ POLİTİKA
7
Ocak 2015’te Paris’te “mizah” kisvesi altında yayın yapan bir “hakaret” dergisine
yapılan saldırı sonrası Avrupa’da Müslümanlara olan nefretini kusmaya başlayan insanların sesi yeniden yükselmeye başladı.
“İslami terör”, “terörist Müslüman” gibi kavramlar yeniden piyasaya sürüldü. Müslümanlar
ise suçluluk kompleksi içinde, savunmacı ve
utangaç bir eda ile bu saldırıyı kınadılar. Böyle
bir görüntü, Müslümanlar açısından son derece marazi bir durumdur.
Bu veya benzeri hadiseler karşısında suçluluk
kompleksine girmesi veya utanması gerekenler
Müslümanlar değil bizzat Avrupa ve ABD’nin ta
kendisidir.
Bu makalede sözü hiç uzatmadan kısa kısa
cümlelerle Batı’nın ölüm kokan yakın tarihini
hatırlatacağız.
Alper TAN
SDE Yüksek İstişare Kurulu Üyesi
BATI’NIN
KAN, KİN,
NEFRET ve
ÖLÜM KOKAN
KİRLİ TARİHİ!
44
ŞUBAT 2015
Belçika, Kongo’yu sömürgeleştirdiği 18901905 arasında, 10 milyon insan öldürüldü. Köle
olmak istemeyen çocukların elleri ve ayaklarını
kestiler. Belçika askerleri kendi aralarında,
kesilmiş çocuk eli koleksiyonu yapıyorlardı.
20 milyon olan Kongo nüfusu 8 milyona kadar
düşmüştü.
II. Dünya Savaşı sırasında İngiltere ve ABD’nin
bombardımanları ile 13-15 Şubat 1945’te 3
günde Almanya’nın Dresden şehrinde yaklaşık
135 bin kişi öldürüldü.
5 Ağustos 1945’te Fransız işgal kuvvetleri
Cezayir halkına saldırdı. Bir günde 45 bin kişi
şehit edildi. 1 Kasım 1954-19 Mart 1962 arası
bağımsızlık mücadelesinde Fransa 1,5 milyon
Cezayirliyi şehit etti. O sırada Cezayir nüfusu
8-10 milyon civarındaydı. Yani Fransa ülke nüfusunun % 15’ini öldürdü.
1995’te Sırplar, Srebrenitsa’da, bir Fransız general komutasındaki 400 Hollanda askerinin
gözleri önünde 8.372 Boşnak Müslümanı şehit
ettiler. Sırplar, kimlikleri tespit edilmesin diye
cesetleri parçalayarak 64 ayrı toplu mezara
gömdüler.
İşte Avrupa ve ABD’nin “özgürlük”, “demokrasi” ve “medeniyet” dediği kan kokan “hümanist” medeniyeti...
Bunlar da bilinmesi ve hiç unutulmaması gereken rakamlar:
Dünyada Nükleer Savaş Başlıkları mevcudu:
Rusya
: 8.500
1904’te Nabibya’yı sömürgeleştiren Almanya
bir yıl içinde en az 75 bin insanı katletti. Yerli
pek çok kadın, Alman askerlerine seks kölesi
olarak hizmet etmeye zorlandı.
ABD
: 7.700
Fransa
: 300
Çin
: 250
İngiltere
: 225
1917’de Fransa, işgal altında tuttuğu Çad’da
ülkenin her yerinden İslam alimlerini “dini nitelikli bir konferansa” davet etti. Fransız cellatlar,
konferansa katılmak için gelen 400 İslam alimini orada bir günde katlettiler.
Pakistan
: 120
Hindistan
: 110
İsrail
: 80
ABD Başkanı Truman’ın emri ile 6 Ağustos
1945’te atom bombasıyla Hiroşima’da ilk anda
70 bin kişi katledildi. Radyasyon hastalıkları
sebebiyle Hiroşima’nın ilk beş yıl içerisindeki
bilançosu 200 bin ölüye ulaştı.
Dünyadaki en büyük silah tüccarları
(2003-2013/milyar $)
Yine ABD Başkanı Truman Hiroşima’dan sadece 3 gün sonra, 9 Ağustos 1945’de bu defa
Nagazaki’ye atom bombası attırdı. İlk anda 74
bin kişi öldü, binaların % 36’sı tamamen yok
oldu. Daha sonra ölü sayısı 143.124’e ulaştı.
4. Fransa
Kuzey Kore : 8
1. ABD
: 79.7
2. Rusya
: 70
3. Almanya : 22.1
: 19
5. İngiltere : 11.5
Bütün bu rakamlar, tabii ki “barış ve demokrasiyi inşa için!!!
ŞUBAT 2015
45
DIŞ POLİTİKA
Avrupa’ya yayılan imha/yok etme kamplarını kullanarak son vermişti.
Barış ve demokrasi projesi olarak sunulan Avrupa, ancak 1945’ten sonra mümkün hale geldiyse, Milner’e göre bunun en temel nedeni, Avrupa
topraklarının Nazi soykırımının başarısı sonucunda,
Yahudiler’den kurtulmuş olmasıydı.
Gazze’de Filistin halkının soykırıma uğratılması,
İsrail’in yaşadığı barış korkusunun nerelere vardığını
göstermesi bakımından da önem taşıyor.
İsrail’i yönetenler ve İsrail’in düşünsel zeminine hakim
olanlar, barış için yapılan çağrılara şüpheyle bakmaya ve İsrail, Filistinlilerle barış fikrini yok olmayla
özdeş bir fikir olarak görmeye devam ettikçe, yeni
Gazzeler’in olmasını önlemek, ancak küresel
yani uluslararası bir iraFransızlar sadece Cezayr’de değl unutmayalım
deyle mümkün olabilir.
Dolayısıyla Gazze’de
k Vetnam’dan başlayarak, daha beter katlamlar
akan kan evet Filisuyguladılar. Ama bu, hçbr şeklde, merkeznde
tin kanıdır, ama GazVetnamlıların olduğu küresel br teröre yol açmadı.
ze’deki savaş aynı zamanda dünya ve İsrail
Latn Amerka ve Küba’da Amerka’nın destekledğ
arasında yaşanan bir
rejmlern şledğ suçlarla hesaplaşma hala
savaştır.
PARİS KATLİAMI BAĞLAMINDA:
DEMOKRATİK AVRUPA’NIN
SUÇ EĞİLİMLERİ
Orhan MİROĞLU
SDE Tarih ve Toplumsal Hafıza
Araştırmaları Programı Koordinatörü
A
merikan ordusunun Irak’ı işgal planları yaptığı günlerde, Fransa’da ‘Demokratik
Avrupa’nın Suç Eğilimleri’ isimli bir kitap yayınlandı. Kitabın yazarı, Fransa’nın en ünlü filozoflarından Althusser’in öğrencisi Jean Claude Milner,
ünlü bir dilbilimciydi ve pek çok kitaba imza atmıştı.
Milner aynı zamanda Paris’teki Uluslararası Felsefe
Okulu’nun da yöneticisiydi.
ka bir deyişle İsrail-Filistin çatışmasına barışçıl bir
çözüm bulmak istemesidir.” Böyle bir barış Milner’e
göre, İsrail’in yıkılması anlamına geliyordu. Ve yine
Milner’e göre, Avrupa tipi demokrasiler, ‘İsrail sorununu’ çözmek için, çatışan taraflara kendi barışlarını
öneriyorlardı. Ama diyordu Milner, ‘Avrupa demokratik barışı, Avrupa Yahudileri’nin yok edilmesinden
başka bir şey değildi.’
Milner’in kitabı basit ama son derece radikal bir
teze dayanıyordu: “Avrupa demokrasisinin şu anki
‘suçu’ Orta Doğu için barış çağrısı yapmasıdır. Baş-
Avrupalı entelektüeller uzun yüzyıllar boyunca, Yahudileri, ‘Avrupa’nın kadersizliği’ olarak görmüş
ve işte gün gelmiş, bu ‘kadersizliğe’ Naziler bütün
46
ŞUBAT 2015
Milner, Avrupalı halkların, modern dönemde,
genetik manipülasyon,
cinsel yeniden üretim,
yapay döllenme teknikleri ve nesep-soy
yasalarından kurtularak
modern demokrasiye
giden yolda yürüdüğünü düşünüyordu. Oysa
Yahudi halk bu motamamlanablmş değl. Ama dünyanın bugün Latn
dernliği benimsememiş
Buradan Paris katlive yok olma korkusu
Amerka halklarının merkeznde olduğu br ‘küresel
amına gelmek istiyonedeniyle, soyunu yani
rum. Komplo teorileterör’
sorunu
yok.
Bunun
bast
br
sebeb
var:
Çünkü
nesebini sürekli kılmayı
rinden hareket etmek
küresel güçlern desteklemedğ veya mal etmedğ
ilkesel bir tutuma döçoğu zaman yanlış
nüştürmüştü. Avrupa
hçbr küresel terörün dünyada gelşme şansı yoktur.
sonuçlara vardırsa da,
projesi; soy-sopa bağlı
Paris katliamının bir
kalan bir halkla, soyataşla birkaç kuş vurnesebe bağlılığı terk etmak tabirine çok uygun
miş halkların çatışması ve
bir katliam olduğunda hiç
bu çatışmanın Yahudi halkın soykırıma uğramaşüphe
yok.
Bu
çerçevede,
Paris katliamı; Filistin
sının bir sonucu olarak uygulama alanına sokulDevleti’nin
bugün
nihayet
tanınmasını
tartışan ve
muştu. Nihayet, Avrupalıların Ortaçağdan bu yana
tanımaya
ilişkin
kararları
kendi
parlamentolarından
‘kadersizlik’ olarak gördükleri bir halk Orta Doğu’ya
geçiren, üstelik İsrail’in Filistin’de giriştiği insanlığa
taşınmış ve orada bir devlet kurmuştu.
karşı suçları Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne haMilner’in bu görüşlerine birçok bakımdan itiraz edi- vale etmek ve soruşturmak isteyen Avrupa’ya kesillebilir. Örneğin Avrupa barış ve demokrasi projesi- miş bir ceza olarak okunmaya çok müsaittir.
nin Nazi soykırımına bağlanması, oldukça radikal
bir görüş sayılabilir. Ama Gazze’de olup bitenlere Cihatçı gençler kuşkusuz kutsal bildikleri kendi dabaktığınızda, Milner’in yazdıklarını doğrulayan ve vaları için silah kullandıklarına inanıyorlar. Çoğu kez
bugünkü İsrail’i yönetenlerin hareket tarzını belir- başkalarının hayatına kasteden, şiddet ve terörle
leyen birçok unsur bulabilirsiniz. İsrail’i yönetenler, malul inançların yol açtığı ulusal felaketlere baktığıtıpkı Milner gibi Avrupa’dan veya Amerika’dan ge- nızda, Orta Doğu’da ve dünyada durum pek parlak
len barış çağrılarını, İsrail’in sonunu getirecek adım- sayılmaz:
ların başlangıcı olarak görüyorlar.
Kendi davaları için savaştıklarına inanan bir takım
Birleşmiş Milletler’e ait okulların, hastanelerin ve
pazar yerlerinin bombalanması, kısacası Gazze’de
vahşetin ve zulmün sıradanlaşması, barış fikrinin İsrail için yok olmayla özdeş olarak görülmesi anlamına geldiğini göstermiyor mu?
radikal gruplar, aslında başkalarının ekmeğine yağ
sürmekten başka bir şey yapmıyorlar ve yapmadılar.
Afganistan’da El-Kaide, Sovyet işgaline karşı savaşırken, aslında Amerikan çıkarlarına hizmet ediyordu.
Ve projenin müellifi Brezinsky’den başkası değildi.
ŞUBAT 2015
47
alakalı bir durumdur. Ret ve inkar politikalarına, hatta Diyarbakır Cezaevi’ne rağmen, eğer devlet Kürt
sorununda demokratik bir zeminde durmayı tercih
etseydi, Kürt siyaseti, yola silahlı bir hareket olarak
değil, şiddeti ve silahlı mücadeleyi reddeden bir hareket olarak devam edecekti. Ama devleti yönetenler, demokratik zemini, şiddetin egemen olacağı bir
zemine feda ettiler ve ne olduysa o tarihten sonra
oldu. Devlet uyguladığı politikalarla bu demokratik
zemini adeta terörize etti ve Kürt sorununda şiddetin doğmasına bir çeşit tarihsel ebelik yaptı.
Buna bakarak, ‘mademki geçmişte devlet Kürtlere
zulmetti, o halde dağa çıkmak mukadderdi, bunu
hiçbir şey engelleyemezdi’ diye yorumlar yapmak
ne kadar doğru olabilir? Geçmişte ve bugün, siyasi aktörler ortaya farklı bir irade koysalardı, her şey
başka olabilirdi. Bugün istense, birkaç gün içinde
ne Cizre’de kazılan hendeklerden ve kuşatmalardan eser kalır ne de ‘fırtına çocuklardan’, her şey
bir anda normalleşir. Ama siyasi aktörler, tersine
davranıp, o hendeklerin ve kuşatma altına alınan
mahallelerin sayısını da bir anda on misli, yirmi misli
arttırabilirler.
‘Kanı kaynayan Müslümanların’ yeryüzüne yayılmasının miladıdır Afganistan. Bunun Amerikalılar ve
Avrupalılar tarafından öngörülemediğini düşünmek
çok aptalca bir şey olur. Hiçbir şey öngörülemez
değildi, bunlar öngörülüyordu elbette: Tıpkı Irak işgalinin nelere yol açabileceğinin ön görüldüğü gibi.
Bugün IŞID’i yönetenlerin yaptığı açıklamaların hemen hemen tümünde ortak değerlendirme şudur
ki, IŞİD’in temellerinin, Amerikan işgali altındaki
Irak’ta kurulan toplama kamplarında atılmış olduğu
yönündedir.
Diyarbakır Cezaevi ve 12 Eylül faşizmi, Kürt gençlerine Bekaa’ya giden yolu nasıl ki açtıysa; Irak’taki
toplama kampları da radikal İslami gruplara, Suriye
ve Irak topraklarının neredeyse üçte ikisini yönetmek ve Avrupa’yı Paris’te kalbinden vurmaya varan
yolları açmıştır.
Selahattin Eyyubi’den başlayarak söyleyecek olursak, Doğu’nun Batı’yla yaşadığı tarihsel karşılaşmalar, İspanya’daki Emevi varlığı ve kültürünün yol açtığı kültürler ve medeniyetler arası buluşma, Batı’nın
sömürgeciliği ve oryantalizmine karşı gösterilen direnişler, bütün bunlar elbette radikalizmin derlenip
48
ŞUBAT 2015
toparlanmasına az çok katkısı olmuş hadiselerdir ve
yüzyıllara tekabül eden bir tarihi ifade etmektedir.
Ama bugün dünyaya meydan okuyan radikal İslami
grupların eylem ve amaçlarının anlaşılmasında belirleyici faktörler midir? Ona bakmak lazım.
Türkiye’de, etnik bir sorunun doğurduğu şiddeti
anlamak için genellikle cumhuriyet dönemi ve özellikle de yakın dönem tarihinde olup bitenlere bakılır,
ama sadece geçmişte yaşananlara bakarak yapılan
analizlerin bugünü anlamaya yetmediğini ve aslında
epey yanıltıcı olduğunu da görüyoruz.
Kandil’e mevzilenmiş bir örgütün Cizre’de farklı/
alternatif bir devlet veya bir kanton oluşturmak istemesinin 1990’lı yıllarda yine bu ilçede ve bölgede işlenen faili meçhul cinayetlerle somut bir ilişkisi
yoktur. İnsanların birer faili meçhul cinayetle ortadan kaldırılabildiği ve hukuk adına hiçbir şeyden söz
edilemeyeceği bir ortamın alternatifi, benzeri bir karanlık ortam ve bu ortamın mümkün kıldığı yeni bir
şiddet konsepti olabilir mi?
Bugünün şiddeti tamamen bir tercihtir. Siyasi bir
tercihtir ve o coğrafyada meydana gelen ihlallerden
ziyade, devletin zamanında yaptığı siyasi tercihlerle
Bunun gibi, Avrupa ülkelerinin, Filistin, Suriye, Afganistan ve Cezayir’le ilgili politikalarının Müslüman
dünyanın hafızasında hiç de iyi şeylere yol açmadığını biliyoruz. Ama bugünkü ‘Cihadi şiddet’ ve
terörü bu hafızaya dayanarak açıklamak mümkün
değil. Çünkü benzer bir hafızayı Latin Amerikalılar,
başta Vietnam olmak üzere Uzak Doğu’daki deniz
aşırı sömürgelerinde yaşadılar ve yaşamaya devam
ediyorlar.
Kaldı ki Avrupalı Müslümanlar, Kuvaşi kardeşlerden ibaret değil. Ama İslam’ı Kuvaşi kardeşlerle
özdeşleştirmek de, kabul edelim ki tamamen ideolojik ve ırkçı-İslamofobik bir tutumdur. Bu tutumun
yaygınlaşmasında, cihadi şiddetin ve terörün ciddi
payı var. Bu yüzden, Kuvaşi kardeşlerin gerçekleştirdiği katliamı, zulme karşı ‘gecikmiş bir isyan’,
‘Avrupa’ya hak ettiği bir cevap’ seviyesinde okumamak gerekir.
Kürt sorununda silahlı mücadeleyi kutsayan, bu
mücadeleyi ‘devlete tarihi bir cevap’ olarak gören
ve işin kötü tarafı bu ‘tarihi cevabın’ çözüm sürecine
rağmen devam etmesini isteyen liberal/sol aydınlar
gibi davranılmamalıdır.
Avrupa’nın yaşadığı bu kriz derinleşir ve başta Türkiye olmak üzere başka İslam ülkeleri Avrupa’yla
işbirliği içine girmez ve diyalog kapıları kapanırsa,
üçüncü dünya savaşı çıkmaz belki, ama birkaç yıl
içinde Avrupa kendi içine daha fazla kapanmayı ve
‘çeşitliliğinden/çoğulcu kimliğinden kurtulmayı’ tercih edebilir.
Şiddet tırmanır ve Le Pen’in partisi ile Holland’ın
partisi arasında, ırkçılık, nefret ve İslamofobi konusunda varlığını koruyan ilkesel görüş farkları bir
anda silinir ve Avrupalı partiler aynılaşırsa, asıl felaket o zaman başlar. Bu, milyonlarca insanın yurt
diye bildiği Avrupa ülkelerinden, Doğu’ya doğru
tersine göçün başlayacağı daha umutsuz ve korku
dolu bir dünya demek…
Avrupalıların son yüzyıl içinde Kürtlere ve Ermenilere verdikleri zararı kimse kimseye vermedi. SykesPicot ve Lozan’la Kürtlerin ülkeleri bilmem kaç parçaya bölündü. Anadolu Ermenileri önce kışkırtıldı,
sonra Almanya gibi bir devlet İttihatçıların sırtını
sıvazlayarak 1915 tehcirinin yaşanmasına giden
yolu sonuna kadar açtı. Ama görüldüğü gibi, bugün
hedefinde Batı-Avrupa olan uluslararası bir Kürt ve
Ermeni teröründen söz edilemiyor.
Türkiye’de uygulanan şiddetin amaçlarından biri,
İstanbul’da ve başka şehirlerde yaşayan milyonlarca Kürdü, tersine göçe zorlamak değil miydi? Gerçekleşmediyse, bunu her iki halkın sağduyusuna,
birlikte yaşama iradesi ve aynı dini değerlere sahip
olmasına borçluyuz. Ama böylesi bir iradenin Avrupa
halklarıyla, Müslüman halklar arasında yaşanabilmesi
için maalesef fazla sebep yok. Cihatçılar ve Avrupalı
ırkçılar objektif olarak, ayrışmanın, Avrupa’dan başlayarak bütün dünyaya yayılması, siyasi ve toplumsal
kopuşun derinleşmesi için ayrı ayrı cephelerde ama
aynı amaç için mücadele ediyorlar.
Ölümcül hafızaların, dini ve ulusal travmalara yol açmış zulümlerin karşılığı 21. yüzyılda, mutlaka şiddet
ve katliamla cevap vermek olmamalıdır. Zulüm görenler, zulmedenlerin yöntemlerini kullanarak, onlara benzeyemez, bu yolla acılarından kurtulamaz ve
yüreklerinde açılmış yarayı asla iyileştiremezler.
Öte yandan, Paris katliamı, İslam aleminde bir hafıza patlaması yaratmış gibi görünüyor. Müslüman
dünyanın Ortaçağ’dan bu yana Batı sömürgeciliği
ve oryantalizminin yaşattığı mağduriyetler üzerinden
geliştirdiği psikolojiyi elbette önemsemek gerekiyor.
Belli ihtiyat payları koyarak tabi…
ŞUBAT 2015
49
görürsek, bu şiddeti mümkün kılan siyasi iradeyi
görmezlikten gelir ve bu çocukları ebedi bir şiddete
mahkûm olmaktan başka çaresi olmayan insanlar
haline getirmiş oluruz.
Dünyadaki Müslüman nüfusun bu konuda intikamcı ve kısasa kısas, şiddet ve terörü meşrulaştıran
bir yerde durduğunu gösteren ortada hemen hiçbir
belirti yok. Büyük kitle, terörü ve şiddeti onaylamamaktadır. Bu yüzden zaten, Batı’da terörü İslam’la
özdeşleştiren görüşlere karşı çıkılmakta ve bu görüşlerin İslamofobiyi besleyen muhtevasına sık sık
itirazlar yöneltilmektedir.
Bu sorunda, üstünde hassasiyetle durulması gereken bir konu da, bizzat İslamcı entelektüellerin
Batı’ya yönelik söylemlerde ve köşe yazılarında dile
gelen ‘fırtına ektiniz, şimdi bu fırtınayı biçiyorsunuz,
korkacak ve korkmaya devam edeceksiniz’ şeklinde ifade edilen görüşleridir.
Batı’nın kendi içindeki Müslüman halka karşı uyguladığı politikalarındaki tutarsızlıklar, ırkçı ve İslamofobik tutumlar elbette hatırlanması gereken
tutumlardır. Bu çerçevede Afganistan, Suriye, Irak
ve Filistin politikalarının terörizmi besleyen bir yanı
olduğu da muhakkak… Ama buna rağmen, eğer
belli bir siyasi irade yoksa bu hafızanın tek başına
uluslararası teröre yol açtığını iddia etmek de şüpheli bir görüş veya değerlendirme olur.
50
ŞUBAT 2015
Cizre ve Yüksekova sokaklarında dolaşan ve ‘kanı
kaynayan’ Kürt gençlerinin uyguladığı şiddeti,
geçmişin devlet politikalarında aramaktan ziyade,
PKK’nin siyasi hedeflerinde aramak daha doğru bir
tutum olacağı gibi, bugünün radikal gruplarında görülen şiddet ve terörü açıklamak için de aynı siyasi
iradeye işaret etmek daha doğru olacaktır. Cumhuriyet döneminde Türkiye’de ve eş zamanlı tarih
içinde de İran, Suriye ve Irak’ta Kürtler’in başına gelenlerin hemen hiçbiri, son elli yıl veya yetmiş yıldır
Avrupa’da iyi kötü bir entegrasyon yaşayan Müslüman halkın başına gelmedi.
O halde şiddetin makul sebeplerini aramak, belki
geçmişle yüzleşmek ve devletler adına özür dilemek, geçmişin günahlarından arınma için telafi mekanizmaları oluşturmak gereklidir ve mutlaka da yapılmalıdır ama bunların hiçbiri, şiddeti yeniden açık
veya üstü örtülü bir şekilde, meşru göstermeye yol
açmamalıdır.
Cizre sokaklarında yetişen ‘fırtına çocuklarını’ anlamaya çalıştığımız gibi, Paris sokaklarında büyümüş
Cezayirli çocukları da anlamaya çalışmalıyız elbette. Ama onları şiddete yönelten sebebi, geçmişin
hafızalarının ve travmalarının basit bir sonucu gibi
hatayla yüzleşmeye çalışıyor şimdi. Korkuyor ve endişeye kapılıyor…
Diyeceğim, Paris katliamını, katliamı gerçekleştiren
iki Fransız yurttaşının Cezayirli olmasını hatırlatıp,
Fransa’nın Cezayir’de işlediği insanlık suçlarına
bağlayarak yapacağınız analizler, Müslüman mahallesinde itibar kazandırabilir size ama fazla isabetli
olmayabilir.
Fransızlar sadece Cezayir’de değil unutmayalım
ki Vietnam’dan başlayarak, daha beter katliamlar
uyguladılar. Ama bu, hiçbir şekilde, merkezinde Vietnamlıların olduğu küresel bir teröre yol açmadı.
Latin Amerika ve Küba’da Amerika’nın desteklediFırsat bu fırsat deyip, Edward Said’in, Batı’nın yüği rejimlerin işlediği suçlarla hesaplaşma hala tazüne bir tokat gibi çarpan ‘Oryantalizm’ eserini ve
mamlanabilmiş değil. Ama dünyanın bugün Latin
bu eserde anlatılan oryantalizmin yol açtığı kötüAmerika halklarının merkezinde olduğu bir ‘küresel
lükleri hatırlayarak yığınla yazı yazarsınız. Filistin,
terör’ sorunu yok. Bunun basit bir sebebi var: ÇünIrak, Gazze, Suriye ve dünyanın başka bölgelerinkü küresel güçlerin desde yüzyıldır katledilen
teklemediği veya imal
Müslümanların
traetmediği hiçbir küresel
jedisini kim bilir kaç
Avrupa’da aslına bakarsanız, İslam’ı kend bünyesne
terörün dünyada gelişkez paylaşırsınız. Ama
me şansı yoktur.
alma sürecnn sancıları yaşanıyor ve Avrupa’yı
bu, dünyanın yaşadığı
bugünlerde kasıp kavuran ırkçılık, yabancı
Sovyetler
Birliği’ni
ve merkezine maaleçökertmek ve tek
sef haksız bir şekilde
düşmanlığı, İslamofob bu çne almanın çatışmalı
kutuplu dünyaya giİslam’ın yerleştirilmek
haller olarak yaşanıyor. Oysa brkaç yüzyıl önce,
den yolu açmak için,
istendiği küresel teröİspanya İslam/Emev kültürünü çne almıştı. Fransa
Afganistan’ı yeni bir
rizmi açıklamaya yetVietnam olarak Sovmez.
ve Almanya son yarım asır çnde Türk göçmenlerle
yet yönetimine sunarAvrupalıların korkmaya
dolup taştı. İngltere ve Hollanda Pakstanlı, Bengall,
ken, El Kaide’yi kuran
başladığını varsayabilir,
ve başına Bin Ladin’i
Mısırlı ve Afrkalı göçmenlere kucak açtı. İsveç ve
bu korku selamete ergetiren Amerikalılar bu
Norveç; Türkyel, Iraklı ve Suryel Süryanlern
dirir diye düşünüyor
projelerinde başarıya
olabilir, Avrupalılar korknc vatanı oldu.
ulaştılar elbette. Sovkacak ve kendi ırkçılıkyetler Birliği, Afganislarıyla, İslamofobileriyle
tan batağına saplandı
yüzleşecek diye kati ve
ve bir daha da çıkamadı.
kesin bir sonuca da varaAfganistan savaşı, Sovyet
biliriz. Ama unutmayalım ki, sırf korkutarak, bir
siteminin çöküşünü başlattı. Projenin mimarı
toplumu geçmişiyle yüzleşmeye davet edemez
Brezinski’ye soruyorlardı o vakitler, ‘iyi iş başarve ona iyi şeyler yaptıramazsınız. Unutmayalım ki,
dınız’ diye ve devam ediyorlardı soruya, ‘ama ya
tarihin en büyük çatışmalarını, geniş halk yığınlarının
peki Afganistan’da Sovyetler’e karşı savaş alanına
korkuya kapılması tetiklemiştir hep.
sürdüğünüz şu ‘kanı kaynayan’ Müslümanlar, onlara ne olacak, dünyanın başına bela olmayacaklar Şüphe yok ki, Paris katliamı, her şeyden önce, etmı?’ diyorlardı. Brezinski cevap veriyordu soruya ve nik, dini ve ideolojik sebepleri ne olursa olsun bütün
diyordu ki: “Hangisi daha önemli, Sovyetler’in çök- katliamlarda olduğu gibi, insanlığa karşı işlenmiş bir
mesi mi, yoksa dünyanın şurasında burasında kanı suçtur. Ama çok iyi biliyoruz ki, yeryüzünde meydana gelmiş bütün katliamların ve insanlığa karşı işkaynayan birkaç Müslüman’ın ortaya çıkması mı?”
lenmiş suçların uğradığı tarihsel ve felsefi yorumlar,
Bugün maalesef Brezinski’nin ‘kanı kaynayan
her zaman siyasi kullanıma çok müsait yorumlardır.
Müslümanlar’ı sayıları çoğalmış olarak, dünyanın
dört bir yanında korku salıyor. Brezinski onları kü- Paris katliamı gerçekleşir gerçekleşmez, daha üsçümsemekle, tarihi bir hata yapmıştı ve dünya bu tünden dakikalar bile geçmemişken, tarih boyunca
ŞUBAT 2015
51
sayısız örneklerine rastladığımız bu siyasi kullanım
biçimlerinin, Türkiyeli tarihçiler, siyasetçiler, aydınlar
ve akademisyenler tarafından yapılan açıklamalarda ifade edilmiş sayısız örneklerine tanık olduk. Kimileri, ‘İslam’ın bu türden katliamları onaylayan bir
din olmadığını’ söyleyenlerin ne kadar çok yanıldığını izaha çalıştılar. Kimi faturayı hemen her olayda
olduğu gibi, çok kolaycı bir yaklaşımla AK Parti hükümetine kesmeye çalıştı.
Görülebildiği kadarıyla Paris katliamı, Türkiye’de iç
siyasetin bir malzemesi olarak, yani siyasi kullanıma çok açık bir malzeme
olarak tartışılıyor ve hiç
şüphesiz bu tartışmaOrta Doğu’da süren terör
ların kimseye bir faydünyada da durmayacak
dası olmayacak.
dan çıkması ise, hiç de tesadüf değildir. Türkiye’nin
Kürtleri geçmişte nasıl ki PKK’lı ve terörist olmadıklarını ispat etmekle mükellef kılındıysalar, bugün de
Türkiye’de Müslüman’lar El-Kaide veya IŞİD mensubu olmadıklarını ispat etme mükellefiyetiyle karşı
karşıya kalmaktadırlar.
IŞİD’in sadece Batı’nın topyekün ‘ideal düşmanı’
değil, ama Orta Doğu’da başta Kürtler olmak üzere farklı dini ve etnik hususiyetlere sahip halkların
da ‘ideal düşmanı’ olmayı başardığı bir dönemde
güçlenen İslamofobinin ve Paris katliamın sebeplerini ortaya çıkarmak,
bundan sonrası için
çok büyük bir önem
ve katlamlar durmazsa,
taşıyor.
ve bu bataklık bütün
dünyayı tehdt eden terörzm beslemeye devam
edecektr. Dünya, IŞİD ve benzer örgütlern hçbr
zaman devletleşemeyeceğn, bunun hçbr zaman
mümkün olamayacağını göstermekle mükelleftr.
Oysa blyoruz k, IŞİD’n şu anda Irak ve Surye’de
kontrol altında tuttuğu ve yönettğ nüfus ve bu
nüfusun yaşadığı coğrafya, Avrupa devletlernden
büyüktür! Bu nüfus ve bu coğrafya özgür olmadan,
Flstn’de şgal sona ermeden, Avrupa’da özgürlük
artık br hayaldr.
Paris olayı, Türkiye’de
İslamofobi’nin
nasıl
da çoktan, bir iktidar
alanına dönüştüğünü
ortaya koyması bakımından da önemlidir.
Türkiye’deki İslamofobi, ayrı bir yazının
konusu olacak kadar
önemli olmakla beraber, şu kadarını söylemeden geçemeyeceğim: Avrupa’nın ciddi
bir İslamofobi sorunu
var, ama çözülebilir
bir sorundur bu; lakin
Türkiye’nin İslamofobi sorunu maalesef bu kadar kolay çözülebilecek bir
sorun değildir. İslamofobi henüz Avrupa’da zafer
elde etmiş bir iktidar alanı olmaktan uzaktır. Ama
İslamofobi Türkiye’de bugün, sırf AK Parti düşmanlığı nedeniyle, İslamcı olarak bilinenden, solcusuna
hatta liberaline kadar, herkesin katkı sunup güçlendirmeye çalıştığı bir iktidar alanıdır.
Sorunu, daha fazla güvenlik taleplerine bağlamak veya İslam’ın
‘suç-terör’ üreten bir
din olmasına yormak,
çok yanıltıcı ve büyük
bir haksızlık olacaktır.
Unutmayalım ki bugün
IŞİD’in saflarında çatışanlar, dünyanın en
müreffeh ülkelerinde
yetişmiş bir kuşağın
temsilcisidirler.
Avrupa ve dünyanın
‘suç karnesi’ nefret
ve yenilgi psikolojisiyle
malul ve çoğu Amerika’da,
Avrupa’da doğup büyümüş Müslümanların bazılarını birer soğukkanlı katile dönüştürmüşse, bu
bataklığı kurutmanın çareleri aranmalı, ama bu bataklığa daha fazla çamur taşıyan bir takım devletlerin kabahatleri de elbette sorgulanmalıdır.
Monist/İttihatçı/Jakoben ideolojilerin buluştuğu bir
yeni tahayyül veya yeni düşünce biçimi ki, hedefinde, sadece simitle beslendiği için gelişememiş,
‘eciş bücüş ve aklı olmayan yaratıkların’ iktidarından Türkiye’yi kurtarmak var!
Paris katliamı Avrupa’da ve Türkiye’de çok faklı tartışmalara yol açtı. Holland’ın süreci yönetmede ve
yönetirken bütün dünyayı Fransa’nın acısına ortak
etmede gösterdiği başarı, ardından İslamofobi’nin
yasaklanması ve cezalandırılmasını mümkün kılacak yasal düzenlemeler talep etmesi takdirle karşılanıyor.
Günümüzün yerli İslamofobiklerinin, 90’lı yılların
toplumu kasıp kavuran ünlü Kürdofobikleri arasın-
Resmi rakamlara göre 20 milyon, ama Avrupalıların
inancına göre 30 milyonu aşan Müslüman halkla bir
52
ŞUBAT 2015
arada nasıl yaşanacak, her gün ‘terör şüphesiyle’
gencecik çocukların vurulması bir çare olabilir mi?
Olamayacağını en çok da Türkiye deneyimi iyi anlatıyor.
Kendi etnik sorununu çözme becerisi gösteremeyen Türkiye’nin kırk yıldır ödediği ağır fatura ortadadır ve Türkiye bu ağır faturayı hiç değilse hafifletmenin çarelerini aramaktadır...
Avrupa tamamen, güvenlik eksenli önlemler alır
ve varoşlarda yaşayan Müslüman halkın özgürlük
alanlarını, terör bahanesiyle kısıtlarsa, (İspanya’da
maalesef bu yönde çabalar yoğunlaşmış durumda)
Avrupa başkentlerinin bir anda herkesin herkese
düşman olduğu şehirlere dönüşmesi kaçınılmaz
hale gelebilir.
Avrupa’nın sanatçılarına, aydınlarına çok iş düşüyor.
Ünlü film yönetmeni Luk Besson’un geçenlerde Le
Mond’ta yayınlanan ve Müslüman gençlere saygılı
bir dille seslenen yazısı örnek alınmalı, bu gençlerin
uluslararası terör örgütlerinin pençesine düşmemesi için bütün sosyal, siyasal tedbirler alınmalıdır.
Neyse ki, Paris katliamından sonra yapılan tartışmaların arasında, güvenlik konsepti veya güvenlik
stratejilerine ayrılan pay, oldukça düşüktü. Çünkü
genel kamuoyu kanaati ve suikastçilerin Fransız
yurttaşı olması, ortaya saçılan başka bilgiler, bu bilgilerin ima ettiği sosyolojik gerçeklikler, sorunun salt
güvenlik önlemleriyle çözülemeyeceğini göstermiş
durumda.
Aydınlar, sivil toplum, hükümetler, herkes ama herkes taşın altına elini sokmadıkça, Avrupa, her tarafı
sarmış bu ateşten kendini koruyamaz. Başta Türkiye olmak üzere, başka Müslüman ülkelerle işbirliği
hayati önemdedir.
Türkiye, Nilüfer Göle gibi bilim insanlarının iddia ettiği gibi Avrupa trenini kaçırmış değildir. Türkiye bu
trenden hiçbir zaman inmedi zaten. Ama trenin içinde, ona reva görülen yani üyelik için çıkarılan zorluklara itiraz ediyor Türkiye. Bu trenin 2. sınıf kompartımanına mahkûm edilme çabalarına karşı çıkıyor.
Avrupa’nın Türkiye’ye ne kadar ihtiyacı olduğu Paris
saldırısıyla bir kez daha ortaya çıkmıştır. AB üyesi
bir Türkiye’nin Avrupa’nın içine girdiği İslamofobi ve
ırkçılıktan kurtulması bakımından oynayacağı rolü,
dünyada hiçbir ülke oynayamaz. Ama Türkiye’nin
de her bakımdan bu işbirliğine açık olması gerekir.
Başbakan Davutoğlu’nun Paris’teki yürüyüşe katılması bu bakımdan çok önemlidir.
Öte yandan, Avrupa halklarına gerçeği söylemenin
zamanı gelmiştir. Avrupalıların da bilmesi ve kabul
etmesi gereken gerçek şu ki Filistin, Suriye ve hem
Batı’nın hem Orta Doğu’nun ‘ideal düşmanı’ olmayı başarmış, kendisiyle hem Irak hem Suriye hem
Kürdistan’da savaşılan IŞİD sorununa uluslararası
bir çözüm bulunmadıkça, Avrupa’da ve dünyanın
başka yerlerinde ne terörü ne terör örgütlerine özellikle Avrupa’dan katılan insanları durdurmak mümkün olacaktır.
Orta Doğu’da süren terör ve katliamlar durmazsa, dünyada da durmayacak ve bu bataklık bütün
dünyayı tehdit eden terörizmi beslemeye devam
edecektir. Dünya, IŞİD ve benzeri örgütlerin hiçbir
zaman devletleşemeyeceğini, bunun hiçbir zaman
mümkün olamayacağını göstermekle mükelleftir.
Oysa biliyoruz ki, IŞİD’in şu anda Irak ve Suriye’de
kontrol altında tuttuğu ve yönettiği nüfus ve bu nüfusun yaşadığı coğrafya, Avrupa devletlerinden büyüktür! Bu nüfus ve bu coğrafya özgür olmadan,
Filistin’de işgal sona ermeden, Avrupa’da özgürlük
artık bir hayaldir. Avrupa’nın özgürlüğünün, bugün
Orta Doğu ve dünyanın başka yerlerinde can çekişen, her geçen gün biraz daha ölen adaletin yeniden hayata geçmesine gelip bağlanması belki de
takdiri ilahidir!
Bu makalenin başına dönecek olursak, demokratik
Avrupa, kimi Avrupalı entelektüeller tarafından kabahat ve suç olarak algılansa bile, Filistin’in devlet
olma hakkını, Irak ve Suriye’de sayıları milyonları
bulan Sünni/Müslüman halkın devlet kurma dahil,
bütün haklarını savunmak zorundadır.
Bu ‘suç karnesini’ bir anda silen ve İsrail’in kuşatmalarına karşı çıkamayan bir Avrupa’nın geleceği
olmadığı gibi böyle bir Avrupa’nın, yaşlı kıtayı bir
anda sarıp sarmalayacak olan şiddet dalgalarıyla
sarsılması da maalesef büyük bir ihtimaldir.
Avrupa demokrasisinin şu anki ‘suçu’, Orta Doğu
için barış çağrısı yapmaksa, başka bir deyişle İsrail-Filistin çatışmasına barışçıl bir çözüm bulmak
istemesiyse, Avrupa bu suçu işlemeye devam etmelidir. Bu ‘suçu’ işlemeye devam etmek demek,
Avrupa’nın Akdenizli kimliğiyle yeniden buluşması
demektir.
ŞUBAT 2015
53
DIŞ POLİTİKA
Akdeniz bir zamanlar Avrupa’nın ortak paydasıydı.
Kültürler arası geçişler, kaynaşmalar, yüzleşmeler
çağı maalesef çoktan sona erdi. Avrupa bu altın
çağdan koptu. Şimdi Akdeniz ortak paydasında yer
alan kültürlerin temsilcisi halklarla ve kısmen de olsa
devletlerle sürekli mücadele içinde olan bir Avrupa
var.
Avrupa’da aslına bakarsanız, İslam’ı kendi bünyesine alma sürecinin sancıları yaşanıyor ve Avrupa’yı
bugünlerde kasıp kavuran ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve İslamofobi bu içine almanın çatışmalı halleri
olarak yaşanıyor. Oysa birkaç yüzyıl önce, İspanya
İslam/Emevi kültürünü içine almıştı. Fransa ve Almanya son yarım asır içinde Türk göçmenlerle dolup taştı. İngiltere ve Hollanda Pakistanlı, Bengalli,
Mısırlı ve Afrikalı göçmenlere kucak açtı. İsveç ve
Norveç; Türkiyeli, Iraklı ve Suriyeli Süryanilerin ikinci
vatanı oldu. O kadar ki, Süryaniler’in anavatanı olan
Turabdin (bugünkü Midyat-Mardin)’de bugün sadece üç bin kadar Süryani yaşarken, İsveç’in sadece
bir ilçesinde -Sötederya’da- 25 bin Süryani yaşıyor.
Geçen sene İsveçliler onlardan beklenmedik bir biçimde camileri ateşe verince, Türkiyeli Süryanilerin
karşı koymalarıyla karşılaştılar. Türkiye’den giden
Süryaniler haçlarını boyunlarına takıp, cami yakmak isteyen İsveçlilerin önüne dikildiler ve onlara,
‘gördüğünüz gibi biz de sizin dininizdeniz, camilerini yakmak istediğiniz insanların bazılarını tanıyoruz,
onlarla beraber aynı ülkeden geldik buraya. Ama bu
insanlar Türkiye’de kiliselerimizi yakmıyorlar, peki
siz neden onların camilerini yakmak istiyorsunuz?’
dediler. İsveç’te yaşanan ve bir dostumun anlattığı
bu olaydan sonra da cami yakma girişimleri maalesef kesilmedi ve İsveçliler bu yıl iki camiyi birden
yaktılar. Dinlere, çoğulculuğa açık Avrupa, ne oldu
da birden bire retçi ve tahammülsüz Avrupa’ya dönüştü?
İster El-Kaide ister IŞİD deyin. Bir an için, köktendinciliğin Avrupa’nın kaygılarını ve korkularını
tetiklediğini düşünebiliriz. Ama hikayeyi ta BosnaHersek’e kadar götürmenin bence hiçbir mahsuru
yok hatta gerekli… Bosna-Hersek, yıllarca, 90’lı
yıllarda baş gösteren büyük parçalanma ve dağılmaya gelinceye kadar, hem laik hem çok dinli olmasıyla, Avrupa’nın çoğulcu ve demokratik projelerini besleyen hayallerin vücut bulduğu bir coğrafya
olarak kaldı.
54
ŞUBAT 2015
Bosna-Hersek’in çok etnisiteli kimliğe dayanan
çoğulculuğunun yok edilmesi, Avrupa’nın varoluşuna yönelmiş ağır bir tehditti aslında. Ve üstelik
Bosna’ya yönelik Sırp saldırısı tekil bir olay değildi.
Bosna-Hersek örneği veya deneyiminin yok edilmesi Balkanlar’dan İslam’ı söküp atan fethin yolunu
Avrupa’nın içlerine ve Batı Avrupa’ya kadar açıyordu… O tarihten bu yana, Avrupa’nın hemen her yerinde işbirliği yapılması gereken İslam cemaati, her
yerde düşman olarak görülmeye başlandı.
11 Eylül saldırısı, ekonomik krizler, ortak ve ideal
düşman Sünni/İslam IŞİD’e karşı başlayan ve tesadüfe bakın ki karasal savaşta Sünni/İslam Kürtleri
cepheye katan Orta Doğu’daki yeni haçlı seferleri,
aslında Bosna-Hersek’te başlayan hikayeye süreklilik kazandıran gelişmeler oldu.
İSRAİL’DE
SİYASETİN “JUDAİZASYONU”
Öner BUÇUKCU
SDE Uzmanı
2014
Avrupalıların artık yabancıların kendi ülkelerine dönmelerini talep eden Batı’nın İslamlaşmasına Karşı
Vatansever Avrupalılar (PEGİDA) gibi sözüm ona
sivil örgütleri bile var. Bu örgütün öncülüğünde mitingler yapılıyor Almanya’da ve yabancılara kapılar
gösteriliyor. Ama Avrupa’da, bütün bunlara rağmen, her şey kötüye gitmiyor elbette…
Çoğulcu ve demokrat Avrupa’ya sahip çıkanlar hala
çoğunluktalar ve bu son derece umut verici. Holland İslamofobinin yasaklanmasını ve yasağa uymayanların cezalandırılmasını talep ediyor. Merkel,
Müslümanların, Almanya’nın bir parçası olduğunu
ilan ediyor.
5 Ocak’ta toplanan mitinglerde Almanlar şu sloganla yürüdü: Tellt sich quer! (Köln karşı koyuyor)
Köln’de gerçekleşecek yürüyüşe çağrı ise şu sözlerle başlıyordu: “Meydanı nefret tohumları saçan
kişilere bırakamayız. Başka çareleri kalmadığı için
memleketlerini terk eden ve bize sığınan mağdur
insanların üzerinden korkuların körüklenmesine
müsaade edemeyiz. Müslümanlar yabancı düşmanlığında hedef olarak kullanılıp suistimal edilirken, olan biteni izlemekle yetinemeyiz. Farklı ülkelere, kültürlere ve dinlere mensup insanlara karşı
bizi kullanmalarına izin vermeyeceğiz.’’
İşte size demokratik Avrupa’nın bir ‘suç karnesi’
daha!
İsrail’de Mart 2015’te
gerçekleştirilecek seçimler
Filistin-İsrail uzlaşmazlığının
çözümünü de yakından
ilgilendiriyor. Bu bağlamda İsrail’de
uzlaşmaya açık bir hükümetin
işbaşına gelmesinin önemi
açık ancak anketler Knesset’te
çoğunluğu uzlaşmaya açık
olmayan sağ-aşırı sağ grupların
alacağını gösteriyor. Bununla
birlikte Filistin’le bir biçimde barış
sağlanmasının gerekliliği, hem
bölgesel istikrar hem de uluslararası
ilişkiler bağlamında artık neredeyse
herkes tarafından kabul görmüş
durumda diyebiliriz.
’ün son günlerinde Binyamin
Netanyahu’nun liderliğindeki koalisyonun dağılmasının ardından Knesset toplanarak
Mart 2015’te erken genel seçim kararı almıştı. Hatırlanacağı üzere Başbakan Binyamin Netanyahu
koalisyon içerisindeki sağ-aşırı sağ partilerin de etkisiyle Knesset’e sunulmak üzere bir Vatandaşlık Yasası hazırlamıştı. Söz konusu yasa İsrail’i bir Yahudi
devleti olarak tanımlıyordu. Vatandaşlık Yasası’nın
siyasetin gündemine girmesinden sonra koalisyon
partilerinden Hatnua ve Yesh Atid içerisinden aykırı
sesler yükselmeye başlamış; Netanyahu da Adalet
Bakanı Tzipi Livni ve Maliye Bakanı Yair Lapid’in de
aralarında olduğu kabine mensuplarını görevden almış, ardından koalisyon dağılmıştı.
Hedefini Arayan Partiler,
Sahibini Arayan Oylar
Seçim kararının alınmasıyla birlikte siyasal ortam
da oldukça sertleşti, seçim sonuçlarını doğrudan
etkileyebilecek önemli değişimler yaşandı. Seçim
sonuçlarını doğrudan etkileyebilecek gelişmelerden
ilki ve belki de en mühimi uzun yıllardır % 2 olan
seçim barajının % 3,25’e yükselmesi oldu. İkinci
önemli gelişme Tzipi Livni liderliğindeki Hatnua ile
Isaac Herzog liderliğindeki İşçi Partisi’nin birleşme
kararı oldu. Bu birleşmenin ardından yapılan anketlerde İşçi Partisi’nin oylarında ciddi bir yükseliş
olduğu gözleniyor. Maariv Sof Hashavua gazetesinin gerçekleştirdiği son ankete göre partilerin Knesset’teki sandalye dağılımlarının şu şekilde olması
ŞUBAT 2015
55
bekleniyor: Likud 25 sandalye, İşçi Partisi 24 sandalye, HeBayit HaYehudi 15 sandalye, Arap partiler
toplam 10 sandalye, Koolanu 10 sandalye, Yesh
Atid 9 sandalye, Birleşik Torah Yahudiliği 8 sandalye, Yisrael Beytanu 6 sandalye, Shas 6 sandalye ve
Meretz 6 sandalye.
oldukça zor. Bu konuda daha sağlıklı tahminde bulunabilmek için tartışmanın kamuoyunda nasıl zemin bulduğunun netleşmesi gerekiyor.
Ben-Gurion’u Mezarında Düzeltme Yarışı
Seçim kararı ilk alındığında siyasete geri dönme kararı alan Moshe Kahlon’un kurduğu Koolanu Partisi’nin
seçim sonuçlarını etkileyebilecek önemli gelişmelerden birisi olduğu düşünülüyordu ve partinin 2013’te
Yesh Atid’in kazandığı başarının bir benzerini yakalayabileceğine dair tahminler söz konusuydu ancak
anketler bu düşüncelerin oldukça iyimser tahminler
olduğunu ortaya koyuyor. Koolanu yönetimi seçim
anketlerindeki bu kötü gidişi bir yandan aşırı muhafazakar kesimlere açılarak diğer yandan İsrail siyasetinde yıllardır dile getirilen şeyleri tekrar eden çözüm
paketleri açıklayarak değiştirmeye çalışıyor. Son
olarak Koolanu’nun milletvekili adaylarından emekli
Korgeneral Yoav Galent partisinin “5 Nokta Güvenlik Politikası”nı açıkladı. Buna göre Koolanu’nun “5
Nokta” paketi şu unsurlardan oluşuyor: Terörizme
karşı sıfır tolerans, caydırıcılık, güvenliği geliştirecek
bir barış anlaşması, mutabık kalınan yerleşim birimlerinin boşaltılmaması ve savunma bütçesinin daha
etkili bir hale getirilmesi. Aslında Koolanu yönetimi
“5 Nokta” planıyla İsrail siyasetine yeni hiç bir şey
söylemiyor ve anket sonuçlarının tam da buradan
kaynaklandığını farkedemiyor.
İsrail’in dünyadaki “din devletlerine” en iyi örnek olduğu önermesi sıklıkla ifade edilmektedir. Bu önermeyi
doğrulayacak doneler İsrail siyasetinde daima var
olmuştur. Ancak Yitzhak Shamir ile başlayan; Yitzhak
Rabin parantezinin kapatılmasıyla birlikte Netanyahu,
Sharon, Olmert ile devam eden İsrail’de siyasetin
aşırılaşması trendi en ciddi etkisini 17 Mart 2015 seçimlerinde gösterecek gibi görünüyor. Öyle ki neredeyse bütün partiler muhafazakar, aşırı muhafazakar
oyları çekebilmek için yarış halinde. Diğer partilerin
eleştirilmesinde kullanılan söylemin merkezinde de
Siyonizm ve Yahudilik bulunuyor. İşçi Partisi-Hatnua
ittifakının Arapça reklamlarında “zionist” kelimesinin
geçmemesi İsrail’de sağ çevrelerin tepkisiyle karşılandı. Söz konusu reklamlarda “Barış ve Eşitlik için
İşçi Partisi” sloganı kullanılıyor ve “zionist” kelimesine
yer verilmiyor. Yayınlanan reklamdan önce Isaac Herzog Yahudi devleti tanımlamasına karşı olduğunu,
böyle bir tabirin yanlış anlamalara yol açtığını, hakların
vatandaşlığa göre değil milliyete göre dağıtıldığı izlenimi oluşabileceğini söylemişti. Gelişmeler üzerine
HeBayit HaYehudi partisi sözcüsü yaptığı açıklamada Herzog ve Livni’yi İsrail’in en basit değerlerini
unutmakla itham etti ve “Ben-Gurion mezarında ters
dönmüştür” ifadesini kullandı.
Netanyahu’nun partisi Likud’da gerçekleştirilen seçimlerde milletvekilliği için 32. sırayı bir homoseksüelin kazanması İsrail’de seçimlere dönük yeni ve
seçim sonuçlarını etkileyebilecek bir başka tartışma
başlattı. Özellikle Bennett’in partisi HeBayit HaYehudi homofobi ile suçlanmaya başlayınca Bennett
bir açıklama yaparak partisinin homoseksüel evliliklerine olumsuz baktığının bir sır olmadığını söylemek durumunda kaldı. Diğer taraftan Meeretz’de
bulunan LGBT gruplarının Likud’a gittiği için eleştirdiği gay siyasetçi Amir Ohana ise Meeretz’in iktidar olabilmek için ultra-ortodoks partilerle ittifak
kurmaktan başka çaresi olmadığını, bunun Meeretz
açısından ironik bir durum olduğunu fakat Likud’un
tek başına hükümet kurma şansının bulunmasının
kendisini Likud’da siyasete motive ettiğini belirtti.
Ohana’nın durumunun Likud’a gidecek muhafazakar oylara etki edeceği söylenebilir ancak bu etkinin
seçim sonuçlarını ne kadar etkileyeceğini söylemek
2013’te gerçekleştirilen seçimlerde büyük bir süprize imza atan ancak performansıyla hayal kırıklığı
yaratan Yesh Atid lideri Yair Lapid de 17 Mart 2015
Genel Seçimlerinde oylarını arttırabilmek için dindar
Yahudi oylarına yönelmiş bulunuyor. Geçen seçimde merkez-sol olma iddiası taşıyan, Filistinlilerle barış arayışını dillendiren ve bu çerçevede Doğu
Kudüs’ün dahi Filistinlilere verilebileceğini savunan
Lapid’in partisi böylelikle İşçi Partisi-Hatnua ittifakına kaymış gözüken kendi oylarının yerine yenilerini
koymaya çalışıyor. Partinin seçim kampanyasını yöneten Elazar Stern, Aliza Lavie ve Shai Piran seçim
kampanyasının amacının “normal dindar insanlar”a
dönük olduğunu duyurdular. Shai Piran Jerusalem Post gazetesine verdiği mülakatta geçtiğimiz
dönem HeBayit HaYehudi’ye oy veren kimselerin
büyük bir hayal kırıklığı yaşadıkları tespitinde bulunarak yeni dönemde yönelecekleri politik mecranın
işaretlerini de vermiş bulunuyor.
56
ŞUBAT 2015
nusunda değil bu barışta ne verileceği konusunda
bir tartışma olduğu söylenebilir. Channel 2 televizyonunda katıldığı bir TV programında Binyamin
Netanyahu 2009’da Bar Ilan University’de yaptığı,
Filistin Devleti’nin kurulmasını desteklediğini ifade
ettiği konuşmasının hala arkasında olduğunu ifade etti. Ancak Netanyahu eğer 4. kez seçilirse Batı
Şeria’da inşa edilen hiçbir yerleşim biriminden çekilmeyeceğini, şu anda yerleşim birimlerinden çekilmenin pratik bir değeri olmadığını ekledi.
Kısacası Netanyahu Filistinlilerle,
Filistin’in olan toprakların büyük
HeBayit HaYehudi Partisinin
bölümünün gasb edilmesine
Netanyahu
17.sıra milletvekili adayı
Filistinlilerin rıza gösterFilistinlilerle,
Filistin’in
olan
Sarah Eliash’ın kadın asmesi durumunda bir bakerlerle ilgili açıklaması
toprakların büyük bölümünün
rış olacağını söylemiş
İsrail siyasetine hangi
gasb edilmesine Filistinlilerin rıza
oldu ki bunun bir baretoriğin yön verdigöstermesi durumunda bir barış
rış olmayacağı açık.
ğini anlaşılması açıolacağını söylemiş oldu ki bunun bir
Netanyahu’nun
sından önemli bir
barış
olmayacağı
açık.
Netanyahu’nun
bu
açıklamasının
veri olabilir. Eliash
Filistin’in
uluslararabu
açıklamasının
Filistin’in
uluslararası
yaptığı açıklamada
sı
ceza
mahkemesiceza mahkemesine yaptığı başvuru
Ordunun, kadınlane yaptığı başvuru
rın görev almasına
dolayısıyla yaşanan gelişmelerin
dolayısıyla yaşanan
uygun bir yer olmaakabinde gelmesi Filistin
gelişmelerin akabinde
dığını, özellikle karımeselesinin İsrail’deki seçimlerde
gelmesi
Filistin meseleşık birliklerin sakıncalı
merkezi
konumunu
da
sinin
İsrail’deki
seçimlerolduğunu; Yahudi geleortaya
koyuyor.
de merkezi konumunu da
neklerinin dezenforme olortaya koyuyor.
duğunu düşündüğünü söyledi.
İsrail’de kadınların askerlik yapmaBununla birlikte İsrail’de siyasetin belarına ilişkin tartışma özellikle muhafazalirgin tonunun “judaism” olması, seçimler önkar çevrelerin çeşitli tonlarında yıllardır yürütülüyor. cesi neredeyse bütün partilerin kendilerini bu politik
Dolayısıyla bu açıklamayı politik konumu netleştiren zeminin söylemleri üzerinden inşa etmeleri çözümü
bir söylemin parçası olarak ele almak daha makul bir o kadar zorlaştırıyor. HeBayit HaYehudi milletgörünüyor.
vekili Motti Yogev’in Dış İlişkiler ve Savunma Komitesi toplantısında yaptığı konuşmada: “Eğer İsrail
Sonuç Yerine: Seçim’den Barış Çıkar mı?
Ordusu hala Gazze Şeridi’nden çekilmenin gereğiİsrail’de Mart 2015’te gerçekleştirilecek seçimler
ne inanıyorsa atılan füzelerden şikayetçi olmamalı”
Filistin-İsrail uzlaşmazlığının çözümünü de yakındemesi, İsrail’in Filistin’le uzlaşmazlığın çözümüne
dan ilgilendiriyor. Bu bağlamda İsrail’de uzlaşmaya
dönük programına dair fikir verici olabilir. 17 Mart
açık bir hükümetin işbaşına gelmesinin önemi açık
seçimlerine doğru gidilirken İsrail seçimlerinden baancak anketler Knesset’te çoğunluğu uzlaşmaya
rış umudunun doğması ihtimali de her geçen gün
açık olmayan sağ-aşırı sağ grupların alacağını gösteriyor. Bununla birlikte Filistin’le bir biçimde barış azalıyor.
Koolanu lideri Moshe Kahlon da “aşırı muhafazakar”
radyo istasyonu Kol Barama’da yaptığı konuşmada
kendi partisinin listelerinde kippa giymeyen bir tek
adayın bile bulunmadığını ifade ederek aşırı muhafazakar gruplardan oy istedi. Koolanu’nun milletvekili
adayı Rachel Azeria da verdiği mülakatta partisinin
“aşırı muhafazakar karşıtı” bir parti olmadığını vurguladı. Kısacası Lapid’in boşalttığı politik alanı dolduracağı beklenen Kahlon da bu alandaki oyların İşçi
Partisi-Hatnua ittifakına kaymasından sonra
aşırı sağa hareketlenmiş bulunuyor.
sağlanmasının gerekliliği, hem bölgesel istikrar hem
de uluslararası ilişkiler bağlamında artık neredeyse
herkes tarafından kabul görmüş durumda diyebiliriz. İsrail siyasetinde Filistin’le yapılacak barış ko-
Dipnot
* Judaisation, Yahudileşme anlamında kullanılıyor. Burada
İsrail siyasetinde Museviliğin öğretilerinin belirgin hale gelmesi anlamında kullanılmıştır.
ŞUBAT 2015
57
DIŞ POLİTİKA
SURİYE’DE
ÇÖZÜM ARAYIŞLARI
Doç. Dr. Mehmet ŞAHİN
SDE Dış Politika ve Uluslararası
İlişkiler Programı Koordinatörü
Y
aklaşık dört yıldır devam eden Suriye’deki krize bugüne kadar bir çare bulunmuş
değil. Suriye’deki kriz artık sadece Suriye krizi olmaktan çoktan çıkmış, bölgesel
ve uluslararası bir mücadele görüntüsü vermektedir. Mezkûr sorunun bölge ve
İslam dünyasını açık bir şekilde zehirlediği görülmektedir. Daha da kötüsü, bugüne kadar
Birleşmiş Milletler’in (BM) verdiği resmi rakamlara göre yaklaşık olarak 200 bin, ilgili sivil
toplum kuruluşlarının verdiği rakamlara göre ise 300 bin kişi hayatını kaybetmiştir.
Bunun yanında yaklaşık 4 milyon Suriyeli ülkesini terk etmek zorunda kalırken,
6 milyonu aşkın Suriyeli ise ülke içinde daha güvenli olduğunu düşündükleri bölgelere gitmek zorunda kalmışlardır. Maalesef, tüm bu acı
tabloya rağmen başta BM olmak üzere ilgili uluslararası ve bölgesel
kuruluşların yeterli çabayı göstermediği açıkça ortadadır. Arap
Birliği ve İslam İşbirliği Teşkilatı örneğinde görüldüğü üzere
Arap ve İslam dünyasının tam bir acziyet içerisinde olduğu
görülmektedir.
Suriye’de yaşanan kriz tüm yıkıcılıyla devam ederken,
bugüne kadar bazı önemli sayılabilecek barış girişim-
Rusya’nın Surye’de dört yıldır yaşanan kanlı savaşı sona erdrmek çn rejm ve bazı muhalf grupların temslclern br araya
getrmesnden olumlu br sonuç çıkmasını bekleyenlern neredeyse yok denecek kadar az olduğu görülmektedr. Çünkü Cenevre
I ve II konferanslarından çözüme yönelk br sonuç çıkmamıştır. Bunun yanında, krzn taraflarının beklentlernn brbrnden
çok uzak olduğu ortadadır. Esad rejmnn çözümden anladığı muhalfler “terörst” olarak gösterp, rejmn devamını sağlama
almak olduğu anlaşılmaktadır. Bugüne kadar yapılan tüm grşmlerde bu blndk tavrını sürdürmektedr. Rejmn bu yaklaşımının
muhalfler tarafından kabul edlmeyeceğ defalarca öneml muhalf grupların lderler tarafından dle getrlmektedr.
leri de olmuştur/olmaktadır. 2012 yılında Cenevre
I Konferansı yapıldı ve bu konferans sonunda çözüme yönelik bir bildirge yayınlandı. Söz konusu
bildiri, Suriye’de iç savaşa dönüşen krize son verme amacıyla siyasi bir geçiş sürecinin başlatılmasını
ve ilgili tarafların karşılıklı rızasıyla kurulacak ve tam
yetkili bir geçiş yönetimini öngörüyordu. Ayrıca, bildiride tutukluların serbest bırakılması ve kuşatma
altındaki yerlere insani yardımların ulaştırılması da
vurgulanıyordu. Fakat Cenevre I’de alınan kararlar
hayata geçirilemedi.
mada “Suriye, yaşanan krize bir çözüm bulmak için
ve Suriye halkının beklentilerine bir cevap vermek
adına Moskova’da düzenlenmesi öngörülen istişare
toplantısına katılmaya hazır” denildi. Ayrıca yapılan
açıklama da “terörle mücadelenin” devam ettirileceği dile getirildi. Aslında Rejim, krizin başından bu
yana yaptığı katliamları “terörle mücadele” adı altında meşrulaştırmaya çalışmaktadır. Bu açıklamadan
da anlaşılacağı üzere, Esad rejimi Moskova’ya çözüm için değil, muhalifleri “terörist” olarak göstermek için katılmaktadır.
Suriye’deki krizi çözmeye yönelik ikinci girişim Ocak
2014 tarihinde gerçekleştirildi. Tarihe Cenevre II
Konferansı diye geçen bu toplantıdan da maalesef
olumlu bir sonuç çıkmadı. Görüşmelerde her iki tarafında olumlu bir beklenti içinde olmadığı görüldü.
Esad Rejimi, Suriye’de yürütmekte olduğu katliam
politikasını “terörle mücadele” olarak göstermeye
çalıştı. Muhalif kanat ise görüşmelerde geçiş yönetimini kabul ettirmeye çalıştı. Rejim ve muhaliflerin
ortak bir noktada buluşamamaları üzerine Cenevre
II Konferansı’ndan da bir sonuç çıkmadı.
Suriyeli muhalif grupların Rusya’nın girişimine farklı
yaklaştıkları görülmektedir. Muhaliflerden ortak bir
tavır ve sesin sağlanamadığı yapılan açıklamalardan
anlaşılmaktadır. Moskova’ya görüşme için gidecek
olan muhalifler daha çok grup temsilcilerinden değil de kendi inisiyatifleriyle hareket eden muhalif
kişilerden oluştuğu görülmektedir. Önemli muhalif
grupların Moskova’daki toplantıdan ümitli olmadıkları yaptıkları açıklamalara açıkça yansımaktadır.
Hatta Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Koalisyonu
(SMDK) Başkanı Halid Hoca Moskova’da yapılacak olan görüşmelere katılmayacaklarını açıkladı.
Hoca, Cenevre I Konferansı’nda belirtilen yetkilerin
geçici bir yönetime devredilmemesi durumunda
Esad rejimiyle masaya oturmayacaklarını söyledi.
Yine SMDK eski başkanlarından Muaz Hatip de
Moskova’ya gitmeyeceğini açıkladı. Rejim hiç durmadan halkı katletmeye devam ederken görüşmelerin fayda sağlamayacağını vurguladı. Buna rağmen bazı muhalif aktörler büyük bir beklenti içinde
olmasalar da Moskova’nın davetine olumlu cevap
verdiler.
Şimdi ise Rusya, 26-29 Ocak’ta Moskova’da rejim ve muhalif taraftarların bir kısmını Suriye’de
yaşanan krizi çözme amacıyla bir araya getirme
çabasındadır. Rusya, 2014 sona ererken Suriye
konusunda diplomatik ataklarını hızlandırdı. Rusya Dışişleri Bakan Yardımcısı Mihail Bogdanov’un
yaptığı açıklamaya göre görüşme takviminin şu şekilde planlandığı görüldü; 26 Ocak’ta görüşmeye
katılacak heyetler Moskova’ya gelecek, 27 Ocak’ta
Suriye Muhalefeti (bu toplantıya tüm muhalif gruplar
katılmamaktadır) ile toplantı yapılacak, 28 Ocak’ta
rejim ve muhalefet temsilcileri arasında görüşmeler
yapılacak ve 29 Ocak’ta görüşme tamamlanacak.
Rusya’nın Girişimine Verilen Tepkiler
Rusya’nın bu diplomatik girişimine Esad rejimi
olumlu yanıt verdi. Rejim tarafından yapılan açıkla-
58
ŞUBAT 2015
ABD’nin Tavrı
ABD, Rusya’nın Moskova’da Esad rejimi ve bazı
muhalifleri bir araya getirme girişimini desteklediği açıkladı. ABD Dışişleri Bakanı John Kerry,
Rusya’nın girişimin yararlı olmasını umduğunu ve
ŞUBAT 2015
59
Rusya’nın krizin taraflarını bir araya getirme planına
destek verilmesi gereken bir girişim olarak gördüklerini söyledi. Ayrıca, Kerry “Esad rejimi için halkını
önceliğe koyma ve her geçen gün teröristleri ülkeye
çeken eylemlerinden vazgeçme zamanıdır” dedi.
Kerry’nin yaptığı bu açıklama, krizin başından beri
ABD’nin eylem ve söylemleriyle birlikte değerlendirildiğinde kafaların karışmasına neden oldu. Krizin
başından beri Esad’ın meşruiyeti kaybettiği ve gitmesi gerektiğini belirten ABD’den yukarıda olduğu
gibi Esad’ın gitmesi yönünde değil de kalmasını ima
eden açıklamalar gelmesi ilgili tüm tarafların dikkatini çeken bir gelişme oldu. ABD’nin Suriye politikası
değişiyor mu? Sorularının sorulmasına neden oldu.
Peki, neydi bu ABD’nin söylemindeki değişikliğin
sebebi? Öyle anlaşılıyor ki; ABD’nin Suriye’deki önceliği değişmektedir. Esad’ın gidip gitmemesi konusunda ABD’nin kafasının karışık olduğu anlaşılmaktadır. Suriye’de ABD’nin birinci önceliğinin IŞİD olduğu yapılan açıklamalar ve yürütülen politikalardan
rahatlıkla anlaşılmaktadır. Zaman zaman ABD’den
Suriye’nin Esad’la devam edemeyeceği yönünde açıklamalar gelse de, esas niyetin tam olarak
60
ŞUBAT 2015
bu olmadığı son aylarda iyice belirginleşmektedir.
ABD’nin Suriye konusundaki bu tavrının bölgedeki
müttefiklerinin kafasını karıştırdığı rahatlıkla söylenebilir. Örneğin, ABD’nin bölgedeki geleneksel müttefikleri olan başta Suudi Arabistan ve Türkiye olmak üzere Körfez ülkeleri ABD’nin ikircikli tavrından
hoşnut olmadıkları sır değildir. Buna karşın, İran gibi
baştan beri Esad’ın kalması için elinden gelen her
şeyi ortaya koymaktan çekinmeyen devletler ve
grupların ABD’nin değişiklik işaretleri veren söylem
ve eylemlerinden mutlu olacağı aşikardır. Suriye’de
kanlı bir şekilde yaşanan iç savaş benzeri çatışmaların dört yıldır sürmesi de göstermektedir ki; ABD
Orta Doğu’da maliyetini ödeyeceği sorunlardan/
çatışmalardan uzak durmaya çalışmaktadır. Kendi
için birincil ve hayati tehlike olarak görmediği krizler/
çatışmalar/iç savaşların ABD’nin harekete geçmesi
için yeterli sebep olmadığı rahatlıkla görülmektedir.
İran’ın Tavrı
Suriye’deki krizin/savaşın başından beri Esad rejiminin bölgedeki en büyük destekçisi İran olmuştur
ve Esad’ı meşrulaştırıcı her girişimi desteklemektedir. Rusya’nın Moskova’da Esad rejimi ile bazı
muhalifleri bir araya getirme girişimi de Esad’a alan
açıcı ve elini güçlendirici bir girişim olacağından İran
söz konusu girişimi desteklediğini belirtmiştir. Hatta
bazı haberlere göre, Moskova toplantısı bir Rusyaİran ortak girişimidir. Ortak girişim olmasa bile şu bir
gerçektir ki; Moskova girişimi İran’ın tam desteğini
almıştır.
Moskova’dan Ne Çıkar?
Rusya’nın Suriye’de dört yıldır yaşanan kanlı savaşı sona erdirmek için rejim ve bazı muhalif grupların temsilcilerini bir araya getirmesinden olumlu bir
sonuç çıkmasını bekleyenlerin neredeyse yok denecek kadar az olduğu görülmektedir. Çünkü Cenevre I ve II konferanslarından çözüme yönelik bir
sonuç çıkmamıştır. Bunun yanında, krizin taraflarının beklentilerinin birbirinden çok uzak olduğu ortadadır. Esad rejiminin çözümden anladığı muhalifleri
“terörist” olarak gösterip, rejimin devamını sağlama
almak olduğu anlaşılmaktadır. Bugüne kadar yapılan tüm girişimlerde bu bilindik tavrını sürdürmektedir. Rejimin bu yaklaşımının muhalifler tarafından
kabul edilmeyeceği defalarca önemli muhalif grupların liderleri tarafından dile getirilmektedir.
Rusya, Moskova girişimiyle Suriye konusunda diplomatik bir atak içerisine girse de, şu unutulmamalıdır; Rusya, aynı zamanda Suriye’de yaşananların
önde gelen aktörlerinden biridir. Krizin başından
beri Esad rejimini ayakta tutmak için çaba harcamaktadır. BM Güvenlik Konseyinde Esad karşıtı
tüm girişimleri engellemiştir. Rusya’nın sürdüre geldiği Esad yanlısı bu tavrı muhaliflerin ve destek veren ülkelerin/grupların güven duymamasına neden
olmaktadır.
Başta SMDK olmak üzere Suriyeli önemli muhalif
grupların Moskova’ya ya davet edilmemeleri ya da
davet edilseler bile katılmamaları Rusya’nın Moskova girişiminden önemli bir sonuç çıkmayacağını
göstermektedir. Her geçen gün Suriyeli muhalif
grupların farklı gruplara bölünmesi ve IŞİD’in ortaya çıkmasından sonra Suriye’deki iç savaşın daha
da grift hale gelmesinin muhtemel çözümü çıkmaza
soktuğu rahatlıkla söylenebilir.
Kısaca, Suriye’deki krizin çözümü noktasında
Moskova’dan sonuç doğuracak bir haber beklemek fazla iyimserlik olacaktır.
ŞUBAT 2015
61
DIŞ POLİTİKA
İkincisi: Uluslararası düzenin dolduramadığı boşluğu IŞİD gibi bir takım radikal örgütler doldurmaktadır. Bu durum ne Suriye halkının ne bölgenin ne de
uluslararası düzenin lehinedir.
ABD, soğuk savaştan sonra uluslararası ölçekte
birçok olaya müdahil oldu. Örneğin Irak’ın Kuveyt’i
işgali karşısında Ağustos 1990’da meseleye müdahil oldu ve işgali sonlandırdı. Yine Bosna ve
Kosova’dan dolayı 1995 ve 1999’da Sırplara karşı
hava harekatında bulundu ve büyük ölçüde meseleyi çözdü.
SURİYE’DEKİ İÇ SAVAŞ
SURiYE’DEKi iÇ SAVAfi
VE
ULUSLARARASI TOPLUM
Doç. Dr. Cevher ŞULUL*
Akademisyen
S
uriye’de devam eden bir iç savaş var. Bu savaşta Türkiye ve Katar gibi bazı ülkeler Suriye muhalefetini desteklerken; İran, Rusya
ve Çin doğrudan doğruya insan haklarını, uluslararası hukuku ihlal eden ve dünya düzeni için tehdit
oluşturan Esed yönetimini desteklemektedir. Bu
yönüyle Suriye’de cereyan eden iç savaş 1936
İspanya iç savaşına benzemektedir. İspanya’da iç
savaş başladığında ülke milliyetçiler ve cumhuriyetçiler şeklinde ikiye bölünmüştü. Almanya ve İtalya
tarafından desteklenen Milliyetçiler, 1939 yılında
İspanya’ya tam anlamıyla hakim oldu. Sonradan
uluslararası düzene meydan okudular. Japonya’nın
Mançurya’ya saldırısı ise milletler cemiyetini tamamen bitirdi. Böylece yaklaşık 6 yıl sürecek ve günde
62
ŞUBAT 2015
23 bin insanın ölümüne yol açacak olan dünyanın
en yıkıcı savaşı, II. Dünya Savaş’ı başlamış oldu.
Milletler Cemiyeti, 53 milyon insanın ölümüne yol
açan bu savaşı önleyememiş ve dünya barışını koruyamamıştı.
Benzer şekilde bugün Suriye’de dört yıldır devam
eden iç savaşı önleme konusunda BM başarılı olamamıştır. Uluslararası kurumların Suriye problemini
çözmemesi beraberinde iki tehlikeli sonucu getirmektedir:
Birincisi: Esed ile muhalifler arasındaki savaş güç
dengesi açısından adil olmayan bir savaştır. Bir tarafta her türlü silah desteğine sahip totaliter bir yönetim, diğer tarafta savunmasız bir halk…
Ancak Suriye konusunda ABD, Orta Doğu’nun en
önemli aktörlerinden biri olmasına rağmen meselenin çözümü yönünde kayda değer bir çaba sarf
etmedi. Bunun sonucunda İran ve Rusya tarafından
desteklenen ve savaş suçlarını pervasızca işlemeye
devam eden bir yönetim iktidarda kalmaya devam
etti. Bu ise iç savaşın devam etmesi anlamına gelmektedir. Bu iç savaş ile ilgili olarak insan hakları
ihlalleri konusunda ön plana çıkan üç ana başlık
vardır: Mülteciler sorunu, kimyasal silahların kullanılması ile işkence ve yapılan yargısız infazlardır.
Şöyle ki:
Birincisi: Bu savaşın en büyük mağdurları mülteci
durumuna düşen siviller, özellikle de kadın ve çocuklardır. Bu süreçte çatışmaların başlangıcı olan
Mart 2011’den bu yana üç milyondan fazla insan
Suriye’yi terk etti. Mülteciler kamplarda, özellikle
Lübnan’da kış şartlarında büyük bir insani dram
yaşamaktadır. Bunun en çarpıcı örneği 7 Ocak
2015’de Lübnan’ın güneyinde bulunan mülteci
kamplarında yaşanmıştır.
Ailesiyle birlikte yaşayan beş yaşındaki Macid elBedevi ile birlikte birçok çocuk donarak öldü. Şiddetli fırtına sonucunda çadırlar devrildi. Macid’in babası, küçük çocukları ile eşini daha güvenli bir yere
nakletmeye çalışırken oğlunun donarak vefat ettiğini fark eder. Macid’in ölümüyle ilgili olarak amcası:
“Macid öldü. Macid’in ölümü ile birlikte Arapların
vicdanı ve insaniyeti de öldü. Bu fırtınanın geleceği
haftalar önce biliniyordu. Varil bombalarıyla olmasa
bile mülteci kamplarında soğuktan ölmemizi istiyorlar. Lübnan’da hastaneler Suriyeli mültecileri kabul
etmiyor. Dün fırtına bütün çadırları yıktı. Yakınımızda bulunan şu mescide sığındık. Bugün ise mescidi
terk etmemizi istediler. Yarın nereye gideceğimizi
bilmiyoruz.” şeklinde konuştu.
Surye’de halkı, syan hareketn
başlattığı zaman uluslararası
düzenn ona karşı top yekûn br
savaş başlatacağını öngörmemşt.
Ama kendsn adl olmayan barbar
br savaşın çersnde buldu. Fakat
Surye halkı bu savaşı sonuna
kadar devam ettreblme azmne
ve potansyelne sahptr. Çünkü
Surye halkı nancı, ülkes, onuru
ve hürryet çn savaşmaktadır.
Devrm hedefne ulaşıncaya
kadar da ger adım atmayacaktır.
Uluslararası komplolar, planlar
amacına ulaşamayacaktır.
Aynı şekilde ülke içerisinde evini terk etmek zorunda kalan Suriyeliler de çok zor şartlarda temel ihtiyaçlarını karşılayamaz durumdadırlar. Kış mevsimi,
içerisinde bulundukları şartları iki kat zorlaştırmıştır.
Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Ulusal Koalisyonu temsilcisi İstanbul’da yaptığı basın toplantısında;
bütün Arap kardeşlerimi, uluslararası kuruluşları,
vicdanı olan herkesi Suriye halkına içerisinde bulundukları zor durumda yardımcı olmaya çağırıyorum,
dedi.
İkincisi: Suriye’de sivil halka karşı kimyasal silah
kullanıldı. İnsan hakları ve uluslararası hukuk ihlal edildi. BM, Uluslararası Araştırma Komisyonu
Suriye’de yaptığı incelemeler sonucunda dört bölgede sivillere karşı yüksek miktarda kimyasal silah
kullanıldığını tespit etti. Sadece 21 Ağustos 2013
tarihinde Şam’ın banliyölerinde 1000’in üzerinde
sivilin ölümüne neden olan kimyasal silah saldırısı
gerçekleşmiştir.
Üçüncüsü: Yapılan işkencelere dair Ocak 2014’te
ilk kez rejimin içerisinden bir kişi, Suriye devletinin
savaş suçlarını ortaya çıkardı. Rejime bağlı askeri
hastanelere ölü olarak getirilen kişilerin fotoğraflarını
çekmekle görevli “Sezar” kod adlı bir askeri polis,
son iki yılda çektiği on bir bin kişiye ait elli beş bin fotoğrafı muhaliflere teslim etti. Geçmişte savaş suç-
ŞUBAT 2015
63
ları mahkemelerinde görev yapmış üç başsavcının
öncülüğünde çalışan bir komisyon, hem fotoğrafların gerçekliğini hem de kaynağın güvenilir olduğunu onayladı. Komisyon 55 bin fotoğraftan 26 binini
inceledi. Fotoğraftaki kişilerin, sistematik işkenceye
tabi tutulduğu, kurbanlara elleri ve ayakları bağlıyken işkence yapıldığı tespit edildi. Konuyla ilgili olarak BM Genel Sekreteri Ban Ki-Moon: “Suriye’de iç
savaş, ülke sınırlarını da aşarak devam etmektedir.
Suriye’yi terk etmememiz gerekir. Suriye’de 200
binden fazla insan öldü. Hapishaneler erkekler, kadınlar ve hatta çocuklarla dolup taşmakta. Her türlü
işkence ve idamlar yapılmakta. Daha önceden görülmeyen hastalıklardan, açlıktan insanlar ölmekte.
Dünya kültür mirasının en değerli eserleri yıkılıp yok
olmakta.” demiştir.
Bu noktada akla şu soru gelmektedir: Neden uluslararası aktörler bütün bu insan hakları ihlallerine
yapılan soykırımlara rağmen Suriye meselesine
müdahil olmaktan imtina ediyorlar? Bu sorunun
cevabını verebilmemiz için I. Dünya savaşında işgal
edilen Orta Doğu’yu, oluşturulan suni devletleri, halkın büyük çoğunluğuna rağmen yönetime getirilen
azınlıklar ile ilgili tarihsel süreci bilmemiz gerekir. Zira
bugün kendilerinden Suriye meselesini çözmelerini ümit ettiğimiz uluslararası güçler, bugünkü Orta
Doğu’nun mimarlarıdır. Dolayısıyla burada bir paradoks söz konusudur. Uluslararası düzenin Suriye
halkına karşı bugünkü kayıtsızlığını daha iyi anlayabilmemiz için benzer olayların yaşandığı 1980’lere
bakmamız gerekir. Şöyle ki:
64
ŞUBAT 2015
Suriye’de Baba Esed döneminde -yani 1980’lerdeHama, İdlib ve Haleb’de on binlerce kişi öldürüldü.
Yine hapishanelerde on binlerce kişiye işkence yapıldı. Bu işkenceleri yapanlar tarihte eşi görülmemiş
bir biçimde Suriye halkına karşı kin ve nefretle doludurlar. Suriye halkı bunu bilerek Arap Baharıyla
birlikte rejime karşı isyan etti. Bazılarına göre Suriye
rejiminin Hama ve benzeri yerlerde 1980’lerde yaptığı katliamlar, insan hakları ihlalleri o günün şartlarında hem rejimin yaptığı karartma hem de iletişim
araçlarının yetersizliği nedeniyle dünya kamuoyuna
yansımadı. Bu nedenle de uluslararası örgütler ve
dünya kamuoyu yeterince tepki vermedi. Oysa günümüzde böyle bir karartma söz konusu olmadığı
için 1980’lerde Suriye’de yapılanların bugün yapılamayacağı inancı hakimdi. Suriye’de Mart 2011’den
sonra dünyanın gözü önünde yapılan katliamlar
gerçeğin böyle olmadığını ortaya koydu. Öyle ki
Suriye halkının tamamı öldürülecek olsa bile uluslararası sistem tepki vermeyecektir. Zira uluslararası
düzenin aktörleri, insan hakları ihlalleri ile ilgilenmemektedir. Onları ilgilendiren salt kendi çıkarlarıdır.
Uluslararası güçler 1980’lerde Suriye yönetiminin
yaptığı soykırıma sesiz kaldı. Onu destekledi ve
onunla işbirliği yapmaya devam etti. Dolayısıyla yapılan katliamların basın yolu ile dünya kamuoyunca
bilinmesinin hiçbir önemi yoktur.
2010 da başlayan Arap devrimlerinden sonra aleni
olarak, daha önce görülmemiş bir biçimde erkeklerin, kadınların ve çocukların öldürüldüğüne kadın-
ların tecavüze uğradığına tanık oluyoruz. Bütün bu
insan hakları ihlallerine dair binlerce video sosyal
paylaşım sitelerinde yayınlandı, televizyonlarda gösterildi. Uluslararası düzen ise sadece Suriye halkını
katleden Esed yönetimine destek vermeye devam
etti. Bu noktada uluslararası güçler ikiye bölündü.
Rusya ve İran gibi bazı ülkeler açıktan Suriye rejimine silah ve asker yardımında bulunurken diğer
bir kısım devletler ise hem lojistik anlamda hem de
siyasi olarak rejime daha fazla zaman kazandırarak
yardım etmektedirler. Kendisini müdafaa etmek
isteyen Suriye halkına karşı silah ambargosu uygulayarak yine rejime dolaylı olarak yardım etmektedirler. Arap Birliği’nin tavrı -bazı körfez ülkeleri
dışında- genelde bu yöndedir. Uluslararası düzeni
temsi eden ABD ve Avrupa Birliği ise Esed yönetiminin Suriye muhalefetini bitirmesini beklemektedir.
Uluslararası düzenin yaptığı tek şey insani yardımı
konuşmaktan ibarettir. Gerçekte ise Suriye halkına
Uluslararası güçler 1980’lerde
Surye yönetmnn yaptığı
soykırıma sesz kaldı. Onu
destekled ve onunla şbrlğ
yapmaya devam ett. Dolayısıyla
yapılan katlamların basın yolu le
dünya kamuoyunca blnmesnn
hçbr önem yoktur.
insani yardımın bile ulaşmasını istemiyorlar. Fransa
iç savaşa sebebiyet verir diye muhalefete silah verilmesine karşı olduğunu beyan etmiştir. Ancak ona
göre, bir azınlık yönetiminin çoğunluğu teşkil eden
Sünni Arap halkına soykırım yapmasının, onları
göçe zorlamasının bir sakıncası yoktur.
Sonuç itibariyle mesele gayet açıktır. Uluslararası
düzenin aktörleri Suriye devriminin başarılı olmasını istemiyorlar; ya doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak Orta Doğu’da dengelerin değişmemesi,
İsrail’in güvenli sınırlarda hayatiyetini devam ettirebilmesi için bu konuda anlaşmış gibiler. Onlar Sünni
bir Arap yönetiminin İsrail’in güvenliği için stratejik
anlamda tehdit oluşturacağı endişesiyle Esed yönetimini destekliyorlar. Eğer bunda başarılı olamazlarsa Suriye halkına, imarı onlarca yıl sürecek harabeye dönmüş bir Suriye bırakmak istiyorlar.
Suriye halkı, isyan hareketini başlattığı zaman uluslararası düzenin ona karşı topyekûn bir savaş başlatacağını öngörmemişti. Ama kendisini adil olmayan
barbar bir savaşın içerisinde buldu. Fakat Suriye
halkı bu savaşı sonuna kadar devam ettirebilme azmine ve potansiyeline sahiptir. Çünkü Suriye halkı
inancı, ülkesi, onuru ve hürriyeti için savaşmaktadır.
Devrim hedefine ulaşıncaya kadar da geri adım atmayacaktır. Uluslararası komplolar, planlar amacına ulaşamayacaktır.
* Harran Üniversitesi. Felsefe ve Din Bilimleri Bölümü Öğretim
Üyesi. İslam Felsefesi ve Orta Doğu üzerine çalışmalar
yapmaktadır.
ŞUBAT 2015
65
DIŞ POLİTİKA
Çn tarafından yurtdışına kaçanların tamamının terörst olarak ntelenmes de şüphe bırakmaktadır.
Çn’den kaçan bnlerce Uygurun çoğu kadın ve çocuklardır. Bunları da terörst olarak ntelendrmes
Çn’n suçlama çabalarını zayıflatmaktadır. Türkye açısından sorun Uygur sorunudur, yan nsan
hakları sorunudur... Türkye’nn, Doğu Türkstan’a lgs o topraklarda gözü olduğu çn değldr.
Müslüman kuruluşların sunduğu yardımları alıyorlarsa da, iklim ve yaşam şartlarına uyum sağlayamadıkları için hastalık ve ölümlerle boğuşmaktadırlar.
Mart 2014’ten beri Tayland’a kaçan 300’e yakın
Uygur mülteci bu çileleri çekenlerdendir. Ankara’nın
bu grup Uygurları Türkiye’ye getirebilme niyetini ilgili
ülkelere duyurmasıyla birlikte Türkiye-Çin arasında
diplomatik gerilim yaşanmıştır.
Ankara Yakından İlgilenmektedir
TÜRK-ÇİN İLİŞKİLERİNDE
UYGUR SORUNU
Doç. Dr. Erkin EKREM
SDE Uzmanı
S
on yıllarda Doğu Türkistan’da yaşanan siyasi,
ekonomik, dini ve kültürel baskılardan dolayı, aralarında çocuk, kadın ve erkekler olmak
üzere binlerce Uygur, insan tacirleri vasıtasıyla Güney Doğu Asya ve Hinduçina bölgelerine kaçmışlardır. Kaçak duruma düşmüş Uygurlar arasında cihat
ve hicret nedenleri ile Çin’den kaçanlar olduğu gibi
çoğunluğun içinde daha iyi bir hayata kavuşmak
için bütün mal varlıklarını satarak umut yolculuğuna
koyulmuş olanlar da vardır. Paralarını insan tacirlerine kaptıran bu Uygurlar, kendilerini Anadolu halkları
ile akraba bildikleri ve Türkiye’den umut bekledikleri
66
ŞUBAT 2015
için yakalandıkları ülkelerde yapılan kimlik tespitinde
kendilerini Türk olarak tanıtmışlardı. Bu Uygurların
çoğunun kimliği olmadığı için bulunduğu ülkelerde
işlem yapılması konusunda sıkıntılar, zorluklar yaşanmakta, bu durum BM Mülteciler Yüksek Komiserliği Bürosu’nun prosedürünün tamamlanmasını da geciktirmektedir. Ayrıca Pekin Hükümeti de
bu Uygurları geri alabilmek için ilgili ülkelere baskı
yapmaktadır. Ankara Hükümeti, insani duygularla kaçak duruma düşen Uygurlara yardım etmek
amacıyla bazı mülteci Uygurları Türkiye’ye getirip
yerleştirmiştir. Ancak binlerce Uygur mülteci yerel
26 Kasım 2014’te, AK Parti’nin 99. genişletilmiş İl
Başkanları Toplantısı için Şanlıurfa’da bulunan Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, Çin’den kaçak
yollarla gittikleri Tayland’da gözaltında bulunan
Uygur Türkleri için Dışişleri Bakanlığı’nın devreye
girdiğini ifade etmişti. Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu,
“Biz Tayland’da Uygur Türklerini Türkiye’ye almak
istediğimizi söyledik. İstemedikleri ülkeye gönderilmemesi gerektiği hususundaki düşüncelerimizi de
söyledik. ‘İnsan kaçakçılığı durumu söz konusu olduğu için bir inceleme yapıyoruz’ dediler bize. Biz
de süreci yakından takip ediyoruz. Uygur Türklerinin durumu ile ilgili konuları hem New York’ta hem
de Pekin’de Çin Halk Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı
Wang’la da görüşmemizde gündeme getirdik” diye
konuşmuştu.1 Anlaşıldığı gibi Türkiye Eylül 2014’ten
beri Tayland ve Çin makamları nezdinde resmi girişimlerde bulunmuştur.
27 Kasım 2014’te Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu,
MHP Ankara Milletvekili Özcan Yeniçeri’nin, “Doğu
Türkistan’da idam edilen Uygurlar nedeniyle bir
girişimde bulunulup bulunulmadığına” ilişkin yazılı soru önergesini yanıtlamıştı. Çavuşoğlu; Sincan
Uygur Özerk Bölgesi’ne bağlı Kaşgar’ın Yarkent
ilçesinde 28 Temmuz 2014’te meydana gelen ve
37 kişinin hayatını kaybettiği olaylarla ilgili Kaşgar
Orta Halk Mahkemesi’nde 58 zanlı hakkında 13
Ekim 2014’te görülen davanın sonucunda, 12 kişinin idam, 15 kişinin 2 yıl geciktirmeli idam, 9 kişinin
ömür boyu hapis, 20 kişinin 4 ile 20 yıl arasında hapis cezasına çarptırıldıkları, 2 kişinin ise şartlı tahliye
edildiğinin öğrenildiğini belirtmişti.
İdam cezasına çarptırılan 12 kişinin infazının gerçekleştirildiğine dair bir bilgi bulunmadığını ifade
eden Çavuşoğlu, şunları kaydetmişti:
“Söz konusu karara ilişkin endişelerimiz, idam
cezasına karşı tutumumuz ve söz konusu kişilerin yargı sürecinin şeffaflığına ilişkin beklentimiz
Ankara’da 21 Ekim 2014’te yapılan bir görüşmede Çin Halk Cumhuriyeti Dışişleri Bakan Yardımcısı Cheng Guoping’e ifade edilmiştir. Bakan
Yardımcısı Cheng cevaben, hassasiyetimizi anladığını, şeffaf yargılama konusundaki talebimizi
üstlerine ileteceğini ve söz konusu karara ilişkin
temyiz yolunun açık olduğunu belirtmiştir. Bakanlığımız Uygur soydaşlarımızla ilgili tüm gelişmeleri
yakından ve büyük hassasiyetle takip etmeye devam edecektir”.2
Tayland Krallığı tarafından da kaçak durumdaki
Uygurların sorunu ile ilgilenilmektedir. Tayland Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Sek Wannamethee Uygurların bu durumuna bir çözüm bulunması için
tüm taraflarla görüşüldüğünü ve bakan Tanasak
Patimapragorn’un meslektaşı Çavuşoğlu ile uluslararası bir forumda karşılaştığını belirtmişti. Bu
görüşmede Uygurlu mülteciler konusunun görüşülüp görüşülmediği hakkında bir bilgi verilmezken Tayland medyasında Çavuşoğlu’nun “Eğer
o insanlar Çin’e geri gönderilirlerse, ölümle karşı
karşıya gelebilirler” sözüne vurgu yapılmıştı.3 Bakan Çavuşoğlu’nun endişeleri doğru olabilir, çünkü
önceki yıllarda Malezya ve Kamboçya Hükümetleri
tarafından Çin’e iade edilen kaçak Uygurların çoğunun akıbeti meçhuldür. Bu nedenle yurtdışı Uygur
teşkilatları Türkiye’nin bu Uygurlara sahip çıkmasını
istemektedir.4
ŞUBAT 2015
67
27 Kasım 2014’te Dışşler Bakanı Çavuşoğlu, MHP Ankara Mlletvekl Özcan Yençer’nn, “Doğu
Türkstan’da dam edlen Uygurlar nedenyle br grşmde bulunulup bulunulmadığına” lşkn yazılı
soru önergesn yanıtlamıştı. Çavuşoğlu; Sncan Uygur Özerk Bölges’ne bağlı Kaşgar’ın Yarkent
lçesnde 28 Temmuz 2014’te meydana gelen ve 37 kşnn hayatını kaybettğ olaylarla lgl Kaşgar
Orta Halk Mahkemes’nde 58 zanlı hakkında 13 Ekm 2014’te görülen davanın sonucunda, 12 kşnn
dam, 15 kşnn 2 yıl gecktrmel dam, 9 kşnn ömür boyu haps, 20 kşnn 4 le 20 yıl arasında
haps cezasına çarptırıldıkları, 2 kşnn se şartlı tahlye edldğnn öğrenldğn belrtmşt.
Bütün bu gelişmeler Pekin Hükümeti’ni rahatsız
etmişti. Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Hua Chunying, Reuters’e verdiği yazılı açıklamada kaçak yol
ile Tayland’a sokulmuş olan Uygurları “yasadışı
göçmenler” olarak tanımlamıştır. Hua Chunying’e
göre, Çin vatandaşı olan kaçak göçmenler vakasının çözümü Çin ile Tayland arasındaki bir meseledir. Chunying yaptığı açıklamada şunları da dile
getirmiştir: “İlgili ülkelerin bu mesele üzerindeki müdahalelerini derhal durdurmalarını istiyoruz. Ayrıca
yasadışı göçmenler meselesi üzerinde söyledikleri
sözlere ve yaptıklarına dikkat etmelerini, illegal mülteci aktivitelerini teşvik eden ve destekleyen herhangi bir eylemde bulunmamalarını tavsiye ediyoruz.”5
Çin basını Bakan Çavuşoğlu’nun konuşmasının iki
ülke ilişkilerine zarar vereceğini belirtirken6; Türk basını bu konuya “Çin’den Türkiye’ye küstah uyarı”7,
“Çin’den Türkiye’ye şok uyarı”8, “Çin’den Türkiye’ye
üstü kapalı tepki”9, “Çin’den Türkiye’ye Uygur uyarısı”10 ve “Çin’den Türkiye’ye Uygur tehdidi”11 gibi
başlıklarla yer vermiştir.
Tayland’a kaçak yolla sokulan Uygurların haberi
Tayland basınında deklare edildikten sonra Çin Hükümeti tutumunu beyan etmişti. 17 Mart 2014’te
Çin-Tayland kolluk ve güvenlik işbirliği kanalları
açıktır diyen Çin Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Hong
Lei, “Şu anda kişilerin kimliği hakkında soruşturma
ve doğrulama yapılmaktadır, her hangi bir spekülasyon ve yorum doğru olmaz, gerçekle bağdaşmaz.
Bazı ülkelerin, gerçekler henüz aydınlanmadan
uygunsuz yorumlar yapması dikkatimizi çekmiştir,
bunlar son derece sorumsuz davranışlardır”12. diye
konuşmuştu. Burada zikredilen bazı ülkeler ABD ve
Avrupa ülkeleridir.
68
ŞUBAT 2015
Soruşturma sonucunda Uygurların Xinjiang’dan
(Doğu Türkistan) geldiğinin tespit edilmesiyle bu
insanların Tayland’dan talep edilip edilmeyeceği
sorusuna, Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Hong
Lei’nin 14 Kasım 2014’te basın toplantısında verdiği cevap ise şöyledir: “İki ülke arasında iletişim ve
işbirliği devam etmektedir. Çin tarafı yasadışı göçe
karşıdır, bu tür suçlar uluslararası toplumun ortak
çıkarlarına da zarar vermektedir. Çin, Tayland dahil tüm uluslararası toplum ile birlikte çok önemli bir
suç olan yasadışı göçe daima karşı çıkacak, ülkelerin ve bölgenin güvenliği ve istikrarının korunması
için işbirliğini güçlendirecektir.”13
Çin tarafı yasadışı göçlere karşı olduğunu ve bu
konuda uluslararası toplumla birlikte işbirliğini güçlendireceğini belirtmektedir, ancak söz konusu
Uygurlar olunca diğer ülkelerin olaya karışmasını
veya müdahale etmesini istememektedir. Özellikle
Türkiye’yi istememektedir.
Türkiye’nin Suçlanması
Vakfı, Doğu Türkistan Göçmen Dernekleri, Doğu
Türkistan Dayanışma Derneği, Doğu Türkistan Maarif ve Dayanışma Derneği, Doğu Türkistan Gençler
Derneği, Doğu Türkistan Kadınlar Derneği ve Doğu
Türkistan Kültür ve Dayanışma Derneği bulunmaktadır. Yazar, Türkiye’de Doğu Türkistan’a sempati
duyan ve destekleyen toplumsal güçleri üç gruba
ayırmaktadır: Birinci grup, aralarında ılımlı görünen
dini tarikatların da bulunduğu bazı siyasal ve dini
gruplardır. Bunların Doğu Türkistancı terör örgütünü teşkil ettiği iddia edilmektedir. İkinci grup, Çin
karşıtı ve bölücü Doğu Türkistancıları destekleyen
ve faaliyetlerine iştirak eden toplumsal güçlerden
Pan Türkistler. Örneğin Milliyetçi Hareket Partisi,
Büyük Birlik Partisi ve Türk Ocakları gibi kuruluşların radikal unsurlarının bu grupta olduğu dile getirilmektedir. Üçüncü grupta ise bazı sivil kuruluşlar
yer almaktadır. Örneğin son yıllarında aktif faaliyette
bulunan İHH (İnsani Yardım Vakfı) bu gruptadır.
Söz konusu yazıda, terör konusunda Çin ile Türkiye
arasında istihbarat paylaşımı ve işbirliği olduğu ifade
ediliyorsa da, gelişmelerin bu yönde olmadığını ileri
sürülmektedir. Gazeteci Qiu Yongzheng terör işlerinden sorumlu Çin üst düzey yetkililerinin açıklamasına dayandırarak şunları aktarmaktadır: “Doğu
Türkistancılara karşı Türkiye Hükümeti’nin aslında
yaptığı bir şey yoktur, örneğin Çin Kamu Güvenlik
Bakanlığı tarafından aranan çok sayıda Doğu Türkistancı Türkiye’de bulunmaktadır, ancak Türkiye
‘hiçbir şüpheli terör faaliyeti bulunmadığı’ gerekçesiyle onları iade etmeyi reddetmiştir. Türkiye’nin
böyle yapmasının tutarlı bir tarihsel nedeni vardır,
fakat Türkiye’nin bu tür tavrı er ya da geç kendilerine zarar verecektir.”
Global Times gazetesinin muhabiri Qiu Yongzheng,
iki kez Kilis sınır kapısından Suriye’ye geçtiğini
ve sınır kapısında yabancı savaşçıların rahatlıkla
Suriye’ye geçebildiğini iddia etmektedir. Çinli ga-
Sincan Uygur
Özerk Bölgesi
2 Temmuz 2013’te Xinjiang Kamu Güvenlik Başkanlığı 11 terör zanlısı için tutuklama emri çıkarmıştı. İki gün sonra Çin Komünist Partisi’nin sesi olan
Halk Günlüğü (Remin Ribao) gazetesi bünyesinde
faaliyette bulunan Global Times (Huanqiu Shibao)
gazetesi “Kim Doğu Türkistanlılara destek vermekle
Xinjiang’a kargaşa getirmekte? ABD, Japonya ve
Türkiye şımartarak desteklemektedir” başlıklı bir
yazı yayınlanmıştı. Qiu Yongzheng imzalı bu yazıda
Türkiye Doğu Türkistanlıları destekleyen ülke olarak
suçlanmıştı14. Söz konusu yazıya göre, Türkiye, son
yıllarda Türkistanlıların “manevi lideri” ve elemanların
yetişme kampı haline gelmiştir. Türkiye’de resmen
tescil edilen ve faaliyet gösteren Doğu Türkistan
ŞUBAT 2015
69
zetecinin yazdığına göre, 2012 yılından itibaren
Doğu Türkistancı örgütün bazı üyeleri Türkiye üzerinden Suriye’ye gönderilip muhaliflerin yanında Suriye Hükümet kuvvetlerine karşı savaştırılmaktadır.
Suriye’de savaşan Doğu Türkistancıların bazıları
gizlice Çin’e dönerek terör faaliyetleri planlamış ve
uygulamıştır15. Çinli gazetecinin iddiasına göre, Türkiye sahte pasaport temin ederek Doğu Türkistancıların IŞİD örgütüne katılmasına imkan sağlamaktadır16. IŞİD örgütüne katılan bazı Doğu Türkistancıların Bağdat’ın 200 km Kuzey Batısında savaştığını
ve öldürülen Uygurların çöp gibi atılıp gömüldüğünü
yazan Qiu Yongzheng, Irak Al-Bu Nimr aşiret birliğine bağlı Al-Bu Fahd aşiretinin reisi Şeyh Cabbar
El-Fahdawi’nin cep telefonu ile çektiği fotoğraftan
bunları öğrendiğini belirtmektedir17. Çinli gazeteciye göre IŞİD örgütünün yanında yer alan Uygur
Tabur’u IŞİD’in kurbanlık askeri olmuş ve kaçmak
isteyenler de idam edilmiştir18.
Bütün bu suçlamaya karşı Türkiye’nin Çin Büyükelçisi Ali Murat Ersoy, 12 Aralık 2014’te, Global Times gazetesi yazarının yazısına itirazını bildirmişti:
“Türkiye her türlü teröre karşıdır ve uluslararası terörle mücadeleye aktif katılmaktadır. Türkiye IŞİD’i
bir terör örgütü olarak tanımlamaktadır. Türkiye’nin
elindeki listede IŞİD ile ilişkisi olan 7 binden fazla
kişinin ismi yer almaktadır ve bu kişilerin sınırdan
geçmeleri engellenmektedir. 2011 yılından bu yana
Türkiye, bine yakın şüpheli yabancıyı sınırdışı etmiştir.”19 Ancak bu itirazlar Global Times muhabirini
ikna edememiştir.
Çin tarafından yurtdışına kaçanların tamamının terörist olarak nitelenmesi de şüphe bırakmaktadır.
Çin’den kaçan binlerce Uygurun çoğu kadın ve
çocuklardır. Bunları da terörist olarak nitelendirmesi
Çin’in suçlama çabalarını zayıflatmaktadır. Türkiye
açısından sorun Uygur sorunudur, yani insan hakları sorunudur... Türkiye’nin, Doğu Türkistan’a ilgisi
o topraklarda gözü olduğu için değildir.
Suriye’ye gidip savaşan Uygurların da gerekçeleri
farklıydı. Anadolu Ajansın muhabiri Ümit Erdoğan’ın
Halep’te verdiği habere göre “Uygur Türkleri
Suriye’de Esed’e karşı savaşıyor.” Türkistan İslam
Partisi’ne (TİP) bağlı grupların Suriye sorumlusu
İbrahim Mansur, Suriye’de savaşa iştirak etme sebeplerini şu şekilde açıklamıştı: “Kimse doğduğu
toprakları terk edip bir savaş ortamına göç istemez
ama Doğu Türkistan’daki yaşam koşulları inanın
sıcak savaş şartlarından çok daha zor ve boğucu.
Kendi vatanımızda ana dilimizi konuşmamız şartlara bağlıyken, camilere gidemezken, kızlarımız
zorla kilometrelerce uzakta, yabancı topraklarda çalıştırılmaya zorlanırken, düşüncelerini ifade
eden aydınlarımız ve siyasilerimiz işkencehanelere götürülürken bizler ailelerimizle Suriye’ye göç
ettik. Buradaki kardeşlerimizle dayanışmak, kendi
hayatımızı özgürce kurmak için. Aynı zamanda
Esed yönetimiyle savaşırken onun baş destekçilerinden Çin ile de savaşmış oluyoruz.”20
Terörizme Karşı İşbirliği
Çin Komünist Partisi Merkezi Siyasi Pötibörü üyesi,
Merkez Siyasi ve Hukuk Komitesi Başkanı ve Ulu-
70
ŞUBAT 2015
Surye’ye gdp savaşan Uygurların da gerekçeler farklıydı. Anadolu Ajansın muhabr Ümt Erdoğan’ın Halep’te
verdğ habere göre “Uygur Türkler Surye’de Esed’e karşı savaşıyor.” Türkstan İslam Parts’ne (TİP) bağlı
grupların Surye sorumlusu İbrahm Mansur, Surye’de savaşa ştrak etme sebeplern şu şeklde açıklamıştı:
“Kmse doğduğu toprakları terk edp br savaş ortamına göç stemez ama Doğu Türkstan’dak yaşam koşulları
nanın sıcak savaş şartlarından çok daha zor ve boğucu. Kend vatanımızda ana dlmz konuşmamız şartlara
bağlıyken, camlere gdemezken, kızlarımız zorla klometrelerce uzakta, yabancı topraklarda çalıştırılmaya
zorlanırken, düşüncelern fade eden aydınlarımız ve syaslermz şkencehanelere götürülürken bzler
alelermzle Surye’ye göç ettk. Buradak kardeşlermzle dayanışmak, kend hayatımızı özgürce kurmak çn.
Aynı zamanda Esed yönetmyle savaşırken onun baş destekçlernden Çn le de savaşmış oluyoruz.”
sal Anti Terör İşleri Koordine Grubu Başkanı Meng
Jianzhu, Başkan Xi Jinping’in özel temsilcisi olarak
Kasım 2014’te Türkiye’yi ziyaret etti. Doğu Türkistancılara karşı Türkiye ile terörizm konusunda işbirliği ve istihbarat paylaşımı amacıyla gerçekleştirilen
bu ziyarette konuk temsilci, Cumhurbaşkanı Recep
Tayyip Erdoğan, Başbakan Yardımcısı Ali Babacan
(o günlerde Başbakan Ahmet Davutoğlu yurtdışında idi), İçişleri Bakanı Efkan Ala, Milli Güvenlik
Kurulu Genel Sekreteri Seyfullah Hacımüftüoğlu
ile görüşmeler yaptı. Çin basınına göre, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Meng Jianzhu’yu kabulünde,
Meng, mevcut uluslararası terörün giderek şiddetli
ve karmaşık hale döndüğünü, buna karşı ülkelerin
birlikte hareket etmeleri ve işbirliğini güçlendirmeleri gerektiğini ifade etmiştir. Yeni İpek Yolu’nun ikili
ilişkilerin stratejik mahiyetini güçlendireceğini beyan
eden Meng, Çin ile Türkiye’nin karşılıklı olarak temel
çıkarlarını ve endişelerini daha fazla dikkate almalarının gerektiğini söylemiştir. Meng ayrıca, anti terörizm ve güvenlik alanında daha derin, daha sağlam
ve daha verimli işbirliği yapmak, Çin-Türkiye stratejik işbirliği ilişkilerinin mahiyetini devamlı zenginleştirmek gerektiğini de sözlerine eklemiştir21.
Çin uzmanları bu görüşmeyi, Çin ile Türkiye arasında teröre karşı işbirliği kararı alınmış olarak okudular. Xinjiang Sosyal Bilimler Akademisi uzmanı Xu
Jianying; Global Times gazetesinde “Doğu Türkistancılara Karşı Türkiye’nin İşbirliği Çok Önemli”
başlıklı yazısında, anti terörizm konusunda ÇinTürkiye işbirliğinin Doğu Türkistancı güçlerin sınırlandırmasına yararlı olacağını ve aynı zamanda Orta
Doğu’daki terör karşıtı oluşuma güçlü destek verileceği anlamına geldiğini ifade edilmektedir. Doğu
Türkistancıların kendilerine Türk demesini saçma ve
komik bulan uzmana göre, Çin ile Türkiye’nin teröre karşı birlikte tavır almaları yeni bir işbirliği alanıdır. Böylece artık Doğu Türkistancılar başta olmak
üzere bu gibi grupların Türkiye’den haddini aşan
istekleri olamayacak, dolayısıyla yaşam alanları
daha da kısıtlanmış olacaktır. Devamında da iki ülke
arasında terörizme karşı daha derin, daha sağlam
ve daha verimli işbirliği yapılması söz konusu olacaktır. Güvenlik alanında daha pragmatik işbirliği,
terörizme karşı istihbarat paylaşımı, terörle mücadele mekanizmasının oluşturulması ve terörle mücadele faaliyetlerinin uygulanması alanlarında daha
somut düzenleme ve planlamalar yapılacaktır22. Çin
basınında bazı yorumcular, Çin-Türkiye terörle mücadele işbirliğinin Pan Türkizmin yaşam alanındaki
boşluğu kapattığını, Doğu Türkistancıların terörist
mahiyetinin anlaşıldığını, Çin’in (Doğu Türkistancı)
terörizm ile mücadelesinin uluslararası kamuoyu tarafından onaylandığını ve Doğu Türkistancıların sığınacağı bölgenin temizlendiğini böylelikle de Avrupa
radikal İslam güçlerinin Doğu’ya doğru hareket etmesinin engellediğini düşünmektedirler23.
14 Ocak 2015’te, Çin’in Şanghay kentinde, sahte
pasaport temin ederek Uygurların yurtdışına kaçırılması iddiasıyla 10 Türk vatandaşının tutuklandığına
dair haber gündeme gelmişti. Çin tarafına göre bu
olay, gizli anlaşmalı, planlı, ve Uygurlar’ın yurtdışına
kaçırılmasını sağlamak için önceden tasarlanmış bir
olaydır. Bu kaçakçı çetenin örgüt yapısı, kullandığı
ŞUBAT 2015
71
DIŞ POLİTİKA
yöntem ve olaya karışan Türklerin sayısının fazla olması Çin makamlarının dikkatini çekmiştir. Global
Times gazetesinin ifadesine göre, bazı Uygurlar çeşitli yöntemlerle yasadışı yollarla yurtdışına kaçmışlar ve Türkiye üzerinden Suriye ve Irak’a ulaşarak
sözde “cihada” katılmışlar, aralarında bazıları Çin’e
dönerek terör faaliyetleri planlamış ve uygulamışlardır24.
Çin Hükümeti bu olaya karşı sessizliğini korumaya
çalışmıştır. Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Hong
Lei’nin 14 Ocak 2015 gününde yaptığı basın toplantısında konu ile ilgili ayrıntılı bilgi vermeden sadece yasadışı göçle mücadelenin uluslararası toplumun ortak isteği olduğunu ve Çin’in de bu alanda
uluslararası toplum ile sıkı işbirliği yapacağını beyan
etmekle yetinmiştir25. Ertesi gün de basın toplantısında sadece Doğu Türkistancıları suçlayan bir
açıklama yapmıştır. Hong Lei yaptığı açıklamada,
“Doğu Türkistan terör güçleri Çin’in güvenliği ve
istikrarına zarar vermekle kalmıyor aynı zamanda
uluslararası toplumun güvenlik ve istikrarını da tehdit ediyor. Terörizm ile mücadele uluslararası toplumun ortak sorumluluğudur, Çin tarafı olarak ilgili
ülkelerle anti-terör üzerinde işbirliği yapmak ve birlikte Doğu Türkistancı terör güçlerine karşı mücadele etmek arzusundayız.”26 demiştir.
Türkiye’de Doğu Türkistancılara sempati duyan
ve hatta destekleyen toplumsal güçlerin olduğunu
ileri süren Xinjiang Sosyal Bilimler Akademisi uzman Turgunjan Tursun, Uygurların kaçak yollar ile
yurtdışına kaçmasının tamamen Türkiye ile alakalı
olduğunu belirtmektedir. Bu kaçırma işinin Türkiye
Hükümetinin bazı birimleriyle alakalı olduğunu iddia eden uzman, bu sebeple Türkiye’nin Çin’deki
imajının bozulduğunu ileri sürmektedir. Turgunjan
Tursun, Türkiye tarafının teröristlerin kaçırılmasını organize edenleri cezalandırmasını istediğini ve
Türkiye’deki Doğu Türkistancıların yaşam zeminini
ortadan kaldırıp Çin’deki imajını düzetilmesini umduğunu belirtmektedir27.
Dipnotlar
1
2
3
4
5
6
7
8
9
10
11
12
13
14
15
16
17
18
19
20
21
22
23
24
Uygur meselesi ve yaşanan olaylar üzerinde Türkiye ile Çin arasında ortak görüşler bulunmamaktadır. Konu ile ilgili tanımlamalar doğru yapılmadığı
takdirde işbirliği de hayli zor gözükmektedir. Uygur
meselesinin uzun bir süre Türkiye-Çin ikili ilişkilerini
etkileyeceği aşikardır.
72
ŞUBAT 2015
“Thailand requested to send detained Uighurs to Turkey”,
Anadolu Agency, 26 November 2014 20:23; İlhan Toprak,
“200 Uygur’u resmen istedik”, Yeni Şafak Gazetesi, 27
Kasım 2014, 23:21.
Esin Işık, “Uygur soydaşlarımızla ilgili gelişmeleri yakından
takip ediyoruz”, Anadolu Ajansı, 27 Kasım 2014 14:01.
“Hem suçlu hem güçlü”, Yeni Şafak Gazetesi, 01 Aralık
2014, 23:29; Kenan Karadeniz, “Çin’den Türkiye’ye üstü
kapalı tepki”, Hürriyet Gazetesi, 1 Aralık 2014.
Muammer Elveren, “Turkey should look after Uighur Turks
in Thailand, says head of Uighurs”, Hurriyet Daily News,
December 22, 2014.
Michael Martina, “China rebukes Turkey for offer to shelter
Uighur refugees”, Reuters, November 28, 2014, 6:11am
EST.
<土耳其欲收留偷渡东南亚的维族人 恐伤两国关系>, 《大
公网》, 2014年11月28日07:53:56.
“Çin’den Türkiye’ye küstah uyarı”, Star Gazetesi, 1 Aralık
2014, 08:33.
“Çin’den Türkiye’ye şok uyarı”, Sabah Gazetesi, 1 Aralık
2014, 13:06:16
“Çin’den Türkiye’ye üstü kapalı tepki”, Hürriyet Gazetesi, 1
Aralık 2014.
“Çin’den Türkiye’ye Uygur uyarısı”, Radikal Gazetesi, 30
Kasım 2014, 13:27.
“Çin’den Türkiye’ye Uygur ‘tehdidi’”, Akşam Gazetesi, 1
Aralık 2014.
<2014年3月17日外交部发言人洪磊主持例行记者会>, 《
中華人民共和國外交部網站》, 2014年3月17日.
<2014年11月14日外交部发言人洪磊主持例行记者会>,《
中華人民共和國外交部網站》, 2014年11月14日.
邱永峥, <谁在帮东突祸乱新疆?美日土耳其纵容支持!>,
《环球时报》2013年07月04 日08:25:00
邱永峥, <「东突」分子从叙交战区潜回新疆>, 《环球时
报》2013年07月01 日08:18:00.
邱永峥, <「东突」分子如何潜入IS: 土耳其涉嫌乱发假护
照>, 《环球时报》2014年12月11 日09:15:00.
邱永峥, <「东突」分子在IS地位低 战死后直接填埋进垃圾
坑>, 《环球时报》2014年12月17 日02:35:00 .
邱永峥, <「东突营」被「伊斯兰国」当炮灰 想逃离者被
斩首>《环球时报》2014年12月10 日09:40:00.
邱永峥, <「东突」分子在IS地位低 战死后直接填埋进垃圾
坑>, 《环球时报》2014年12月17 日02:35:00 .
Ümit Erdoğan, “Uygur Türkleri Suriye’de Esed’e karşı
savaşıyor”, Anadolu Ajansı, 01 Aralık 2014 16:09.
郑金发、邹乐, <土耳其总统埃尔多安会见孟建柱>, 《人民
日报》2014年11月20日 02 版.
许建英, <打击东突, 土耳其的合作很关键>, 《环球时报》,
2014年11月20日02:27:00.
储殷, <国际合作让中国反恐跨入新阶段>, 《中国青年报》
2014年11月20日 01 版
刘畅, <10名土耳其人组织新疆涉恐人员偷渡出境被批捕>,
《环球时报》2015年01月14 日01:17:00.
25
<2015年1月14日外交部发言人洪磊主持例行记者会>,《
中華人民共和國外交部網站》, 2015年1月14日.
26
<2015年1月15日外交部发言人洪磊主持例行记者会>, 《
中華人民共和國外交部網站》, 2015年1月15日.
27
吐尔文江•吐尔逊, <牵扯涉恐偷渡案有损土耳其形象>, 《
环球时报》2015年01月15日08:36:00.
COĞRAFİ KAVRAMLAR ÜZERİNDEN
KİMLİK BELİRSİZLİĞİ
Dr. Can CEYLAN*
Öğretim Üyesi
D
il, insanlar arası iletişimin en güçlü aracı olmasının yanında, bireyin dünya görüşünü
de belirleyen bir işleve sahiptir. Dil, bu işlevi
kelimeler ve kavramlar üzerinden yerine getirir. Fikri
genişlik, duygu derinliği, düşünce zenginliği sonucu birbirine yakın anlamlı kelimeler ortaya çıkar. Bu
kelimeler içerdikleri duygu ve düşünce nüanslarına
göre müstakil kavramlar haline gelirler. Bu kelimeleri
ve kavramları bilen ve düşünce sistemine alan kişilerin zihin haritalarında oluşan çağrışımlar, o kişilerin
bir konuyu reaktif bir yapıyla ele alabilmelerini sağlar. Kavram, reaktörde parçalanmış bir atom gibi
ışıldama yaratır ve aydınlanma sağlar.
Ancak bu aydınlanma, tıpkı nükleer gücün tahribat
ve yıkım gibi kötü amaçlarla kullanılması gibi, çağrıştırdığı olumlu anlamın aksi istikametinde de olabilir. Kullanılan kavramların işlev istikametleri de kavramların bulunduğu dilin dışındaki diller tarafından
yönlendirilebilir. Bu yönlendirmenin aygıtı da çeviri
ve tercümedir.
ŞUBAT 2015
73
“Doğu”, Avrupa’nın tekelindeki “Batı”ya en fazla “Orta Doğu”su ile yaklaşabilmektedir. Zira
Avrupa’nın dini olan Hristiyanlık bu topraklarda
doğmuştur. “Orta Doğu” kavramı, Doğu’nun kendi icat edip kendi amaç ve menfaatlerine hizmet
etmesi için kullandığı kavramsal bir aygıt değildir.
Aksine ölçüsünün Batı’da alınıp Batı’da dokunan
kumaşlarla Batılı terzilerin diktiği bir elbisedir. Doğu,
bu elbisenin kendi sosyokültürel ve sosyopolitik
yapısına, ihtiyaçlarına uyup uymadığını düşünmeye
henüz fırsat bile bulmuş değildir.
Doğu, güneşin doğup aydınlığın başladığı yön olmanın karizmasını, dikilen bu “Orta Doğu” elbisesinin astarında kaybetmiştir.
Batı Neresidir?
Yukarıda soyut bir içerikle anlatmaya çalıştığım konunun somut örneklemesini coğrafi kavramlar üzerinden yapmak istiyorum.
Orta Doğu – Uzak Doğu
Pusulada dört ana yön olmasına rağmen, dünya
siyaseti Doğu-Batı mücadelesi ekseninde şekillenmektedir. Bunun tek istisnası Amerika Birleşik Devletleri’ndeki iç savaşta görülen Kuzey-Güney mücadelesidir ki, o da Batı’nın kendi içinde bir “ara yön”
gibi kavramsallaştırdığı bir olgudur.
Bunun yanında “Doğu” kavramı, Avrupa’nın
Greenwich’e göre daha da Batısında bulunan Fas’ı
bile içine alır. Fas’ın içinde bulunduğu toprakların
“Batı” kavramında görüp göreceği nasip ancak
“Batı Afrika” olarak tanımlanmaktır.
Avrupa merkezli dünya görüşü, “Batı” kavramını kendi tekeline almıştır. Onca eleştiri fitilini kendi
ateşlemesine rağmen, Batı Dünyası “ötekileştirme”
operasyonunu bir kavramlaştırma ustalığı ile tetikçileri üzerinden yapmakta ve “medeni” olma karinesine halel getirmemeyi başarmaktadır.
74
ŞUBAT 2015
Doğu’ya kendi biçtiği elbiseyi giydiren ve onu,
“Orta” ve “Uzak” şeklinde kombin edilmiş döpiyes
olarak kullanan Batı’nın sınırlarını coğrafi ölçümlerle
çizmek mümkün değildir. Hatta imkansızlığın ötesinde, bu, “Batı” kavramının anlam yapısına ters
düşmektedir. Zira günümüzde en çok kullanılan
harita kurgusunda sıfır meridyeni İngiltere’nin Greenwich şehrinden geçmekte ve Birleşmiş Krallığın
küçük bir bölümü, İspanya, Portekiz ve Fransa’nın
batı kıyıları hariç, Avrupa’nın tamamı Doğu yarım
kürede yer almaktadır. Yani “Doğu”, Avrupa’nın
tam da ortasındadır.
Oysa “Batı Dünyası” denildiğinde kastedilen coğrafya, Avrupa’dan başlayarak Atlantik Okyanusu’nu aşmakta ve Kuzey Amerika’dan dolaşıp Japonya’yı da
içine almaktadır. Yaygın haritaya göre dünyanın en
doğusunda bulunan bölgenin Güney Yarım Küre’de
kalan kısmı da -Avustralya ve Yeni Zelanda- “Batı
dünyası”na dahil edilirken, Güney Amerika’nın ne
kadar “Batılı” olduğu bol su götüren bir hamurdur.
müş olsa da, varlığını hala sürdürmekte olan bu taş,
Doğu Roma’nın merkezini göstermenin yanında,
dünyanın siyasi merkezinin burası -o zamanki adıyla Konstantinapol- olduğuna da işaret etmektedir.
Tıpkı şu anda ABD’deki okullarda kullanılan haritalarda Amerika kıtasının ya da Japonya merkezli
bir anlayışta Japonya’nın dünya haritasının ortasına
konması gibi. Yani bu taş merkez alınarak yapılacak
bir haritada bütün siyasi kavramlar değişecektir.
Orta Doğu kavramı ortadan kalkacak. Uzak Doğu
bile “Doğu” olmaktan çıkıp, siyasi anlamda belki
“Batı Asya” olarak anılacaktır.
Avrupa Neresidir?
“Batı” kavramının hakimiyet ve üstünlük karizmasının avantajlarını elinde tutan Avrupa’nın siyasi sınırları konusunda samimiyetinin test edilmesi gerekmektedir. Örneğin “Orta Doğu”yu kendisinden ayrı
bir bölge olarak görmektedir. Türkiye’nin Avrupa
Birliği üyeliğine mazeret olarak Orta Doğu ile sınırdaş olmak istememeleri gösterilmektedir. Oysaki, Orta Doğu’nun tam ortasında kurulan İsrail, bir
“Batı” devleti olarak muamele görmektedir. Örneğin
Avrupa Yayın Birliği EBU’nun (European Broadcasting Union) düzenlemekte olduğu Eurovision Şarkı
Yarışması’nda İsrail’in bulunması bu muamelenin
bir göstergesidir. Azerbaycan, Kazakistan gibi ülkelerin de bu yarışmaya katılmaları ise, dağılan Sovyetler Birliği’nin mirasından kalan kontenjandır.
Batı’nın bu “merkez” olma kompleksi, coğrafi olarak
sadece yönler değil, kıta Avrupası’nın yüzölçümüne
de yansımıştır. Avrupa merkezli haritalarda Hindistan, Avrupa’nın neredeyse yarısı kadar gösterilmektedir. Dünyanın iki boyutlu düzleme aktarılmasından
doğan boşluklar Avrupa’nın lehinde kullanılmakta
ve Avrupa, olduğundan büyük gösterilmektedir.
Greenwich’in Doğusu
Kavramlarla Çizilen Sınırlar
Konuyu Greenwich üzerinden ele alırken, “Eski
Greenwich”e değinmek de gerekir. Vaktiyle dünya, Roma İmparatorluğu hakimiyetinde iken Doğu
ve Batı olarak ikiye ayrılan dönemde, Roma’nın
“Doğusu”, “Batısı”na üstünlük sağlamış ve hayatiyetini devam ettirmiştir. Doğu Roma (Bizans) hakimiyetinin, sağladığı üstünlüğün bir göstergesi olarak İstanbul’un bugünkü Sultanahmet Meydanı’na
“Milyon Taşı” diktirmiştir. Bir bölümü İstanbul’un
işgali sırasında İngilizler tarafından kırılıp götürül-
Yukarıdaki bağlam temelinde devam edersek,
Batı’nın hakimiyeti altına aldığı dünyada başarılı bir kimlik kargaşası meydana getirdiği ve bunun
devam ettirdiği söylenebilir. Bu devam ettirmesinin
en önemli sebeplerinden biri, Doğu’nun henüz bu
kurgunun farkında olamamasıdır. Konuyu Türkiye
ölçeğinde örneklendirmek daha açıklayıcı olacaktır. Benim de mezunu olduğu Orta Doğu Teknik
Üniversitesi’nin (ODTÜ) Türkiye’nin siyasi merkezinde kurulmuş olması manidardır. “Milyon Taşı” ile ya-
Bu bölgenn nsanları kend
yaşadıkları toprakları “başka br
yern doğusu” olarak görmekten
rahatsızlık duymamakta, ama
bunun farkına varamadıkları çn
br kmlk belrszlğ ve kargaşası
yaşamaktadırlar. Bu durum, annebabasının koyduğu, nüfus kağıdında
yazan smnn dışında br smle
tanınan ve çağrılan br kşnn, bell br
süre sonra soyut anlamda kmlğn
kaybetmesne benzetleblr.
kın bir tarihe kadar dünyanın merkezi olan İstanbul
ve bu topraklar, artık sadece Orta Doğu’nun merkezidir. Üç tarafı daraltılmış sınırlarla çevrili Anadolu
topraklarında yaşayanların zihinlerinde oluşturulmaya çalışılan sınırlar, ODTÜ ile “taçlandırılmıştır”.
Batı’nın coğrafi sınır tanımadan küresel olmasının
karşısında Doğu, sadece Batı’nın tespit ettiği ve
kendisinden uzak tutmaya çalıştığı, ama sömürmekten de vazgeçmediği bölgesel bir yerdir. Bu
sınırlama, kendi topraklarını “Orta Doğu”nun bir
parçası olan ülkelerin insanlarında dar ve sınırlı bir
dünya görüşü yaratmaktadır. Bu insanların konuştukları dil ne olursa olsun, bu bölgeyi kendine uzak
görüp, kendi koyduğu “Orta Doğu” ismi ile sınırlandırıp sömüren Avrupa’nın dilinden tercüme edilerek
“yerelleştirilen” bu kavram, cetvelle çizilmiş sınırların
yanında, kelimelerle çizilmiş sınırlar var etmektedir.
Bunun yanında Batı, Orta Doğu’da kendine ait bir
şey gördüğünde bu bölge için “Babil” kavramını
kullanmayı tercih etmektedir.
Bu bölgenin insanları kendi yaşadıkları toprakları
“başka bir yerin doğusu” olarak görmekten rahatsızlık duymamakta, ama bunun farkına varamadıkları için bir kimlik belirsizliği ve kargaşası yaşamaktadırlar. Bu durum, anne-babasının koyduğu, nüfus
kağıdında yazan isminin dışında bir isimle tanınan
ve çağrılan bir kişinin, belli bir süre sonra soyut anlamda kimliğini kaybetmesine benzetilebilir.
* İstanbul Ticaret Üniversitesi Öğretim Görevlisidir. Uzmanlık
alanları din ve siyaset antropolojisi, kültürel sosyoloji, dilbilim
ve etnomüzikolojidir.
ŞUBAT 2015
75
DIŞ POLİTİKA
?
2015’te
Kuzey Afrika
Nereye
Doç. Dr. Ahmet UYSAL
SDE Uzmanı
2014 yılı da Orta Doğu doğu çn tam br kaos yılı olmuş ve özellkle bölgedek Arap Baharı ülkeler
yıl çnde oldukça olumsuz br dönem yaşamışlardır. 2011 başında Tunus’ta başlayan demokratk
Arap syanları lk k yılında demokratk gelşme konusunda umut verrken, son k yılda se daha çok
tartışma, çatışma ve krze dönüşmüştür. 2015 yılında se Mısır ve Lbya’da karışıklıklar devam ederken
Kuzey Afrka’nın dğer ülkeler çn braz daha olumlu br havanın esmes beklenmektedr.
ordu adına Yüksek Askeri Konsey’in yönetmesidir. Ordu demokrasi ister gibi yapıp zamanla devrimcileri birbirine düşürmüş daha sonra da İhvan
Yönetimi’ne karşı darbe yaparak eski düzene geri
dönülmüştür. 2014 yılı başında darbe yaparken
önce Anayasa sözü vermesine rağmen önce kendisini seçtirmiş daha sonra anayasa yazılmıştır.
Ülkeyi geriden yöneten El-Sisi’nin Arap Ligi eski
Başkanı Amr Musa başkanlığında bir komisyona
hazırlattığı anayasa; Mubarek dönemi anayasasından çok farklılık göstermemektedir. Gerçi önceki Mısır anayasaları lafız olarak sanıldığı kadar
baskıcı değildi, baskıyı belirleyen kanunlar ve uygulamadaki alışkanlıklardı.
2014 yılı Mısır’da darbeyi pekiştirme dönemi
olarak geçmiştir ve bunda genelde başarılı olunmuştur. İçerde protestolar devam etse de özellikle darbenin yıldönümünde beklenen büyük bir
Ö
nceki yıl Kuzey Afrika ülkeleri için zor bir
yıl olmuştur ve bu yılda kritik bir yıl olmaya
devam edecektir. Mısır’da darbe yönetiminin başı Abdülfettah El-Sisi Cumhurbaşkanı
seçilmiş ve uluslararası alanda kabul görmeye
başlamıştır. Libya ise istikrarsızlık ortamından
en çok etkilenen ülke olmuştur ve iç savaşa sürüklenmiştir. Tunus’ta zor da olsa demokratik bir
anayasa yazılarak uzlaşmalı bir referandum sürecinden sonra onaylandı ve yıl içinde parlamento
ve Cumhurbaşkanlığı seçimleri yapıldı. Cezayir’de
2014 Mart ayında yapılan başkanlık seçimi ülke-
76
ŞUBAT 2015
gösteri dalgası oluşmamıştır. Süregiden gösterileri ise rejim silah zoruyla bastırmaktadır. İhvan-ı
Müslimin üzerindeki baskılar devam etmiş ve
binlerce yöneticisi ve üyesi hapse atılmıştır. Aynı
yıl içerisinde özellikle bir iki saat süren toplu yargılamalar yapılmış ve hukuk sisteminin darbeye
teslim olduğunu gösteren davalar görülmüştür.
Devrimden bu yana yargılanan Hüsnü Mübarek
ise Tahrir Meydanı’nda göstericileri öldürtmekten
beraat etmiştir.
Darbeciler ülkeyi yönetemedikleri gibi karşıtları da
direnseler de darbe sürecini geri çevirememektedirler. Bu yıl içerisinde darbeye ilk önce karşı
çıksalar bile El-Wasat Partisi gibi bazı hareketler de darbe karşıtı ittifaktan çekilmişlerdir. Sisi
içerde darbe konusunda çok sıkışmayınca Mısır
çevresinde üç önemli operasyona girmiştir. Birincisi, İsrail’in isteği üzerine, Gazze’deki ambargo-
de sistemin devamlığını gösteriyor. Fas’ta ise çok
ciddi bir değişim görülmedi, ekonomik sıkıntıların
ve Adalet ve Kalkınma Partisi üzerindeki statüko
baskısının arttığı ama belini kırmadığı bir yıl geride kaldı. Bu yazıda, Kuzey Afrika ülkelerinde
2014 yılı için durum analizi yapılırken, 2015 yılı
için de ipuçları sunulacaktır.
Mısır
Orta Doğu’nun en büyük ve önemli ülkesi Mısır,
Hüsnü Mübarek’in düşmesinden sonra ciddi bir
kaos yaşamıştır. Bunun sebebi geçiş sürecini
ŞUBAT 2015
77
Öncek yıl gb 2015 yılı Kuzey Afrka ülkeler çn krtk br yıl olmaya devam edecektr. Mısır’da darbe yönetmne
karşı gösterler devam etse de slah gücüyle Cumhurbaşkanı seçlen Abdülfettah El-Ss uluslararası destekle gderek
koltuğunu sağlamlaştırdığı gb Mısır’ın çevresndek gelşmeler de etklemeye başladı. Örneğn, hem Gazze’ye hem
de Lbya’ya müdahale edyor. Lbya’da se stkrarsızlık devam etmş ve devlet mekanzması kaybolmuş ve ç savaşa
sürüklenmştr. Tunus’ta zor da olsa demokratk br anayasa yazıldı ve uzlaşmalı br referandum sürecnden sonra
onaylandı ve yıl çnde parlamento ve Cumhurbaşkanlığı seçmler yapıldı. Cezayr’de 2014 Mart ayında yapılacak olan
başkanlık seçm ülkede sstemn devamlığını gösteryor. Fas’ta se çok cdd br değşm görülmed ekonomk sıkıntıların
ve Adalet ve Kalkınma Parts üzerndek statüko baskısının arttığı ama beln kırmadığı br yıl gerde kaldı.
yu delmek için Refah sınırında oluşturulan tünelleri
yıkmış ve sınırdaki köyleri boşaltarak tampon bölge
oluşturmuştur. Bu operasyon hem İsrail’in güvenliğini öncelemek ve Gazze ambargosunu uygulamak
anlamına geldiği gibi İhvan-ı Müslimin çizgisindeki
Hamas’ın zayıflatılması anlamına geliyordu.
Mısır’ın yaptığı diğer bir operasyon ise Libya’da
darbeci Hafter güçlerine destek vermesidir ve Libya
konusunda detaylı anlatılacaktır. Ancak darbeyi kabullenmeyen Türkiye’ye karşı İsrail’i de yanına alarak Güney Kıbrıs ile bir blok oluşturmaya çalışmıştır.
Hem Kıbrıs’ın çevresinde hem de İsrail ve Gazze
sahilinde bulunan doğal gaz arama hakları konusunda bir blok olarak Kuzey Kıbrıs ve Türkiye’nin
haklarını görmezden gelen bir çıkarım yapmaya çalışmaktadır. Doğu Akdeniz gazı çok derinde olduğu
için çıkarma ve aradaki deniz yüzünden Avrupa’ya
taşıma maliyetinin yüksek olmasından düşen benzin fiyatları ile bu çatışmanın yakın zamanda kızışması kısa dönemde değil, uzun dönemde olacaktır.
Tunus
Tunus Arap Baharı’nın beşiği ve sembolü olmuştur.
Seyyar meyve satıcısı eğitimli işsiz bir gencin kendisini yakmasıyla başlayan süreçte otuz yıllık başkan
Bin Ali yönetimini devirerek Arap Dünyası’nda bir
değişim fırtınasına yol açmıştır. Ülkede demokrasiye geçiş sürecini siviller yönettiği için Mısır’a göre
nisbeten başarılı olsa da süreç zor ilerlemiş ama
zikzaklar ile yol alınmıştır. Aradan geçen 4 sene içinde parlamento seçimleri gerçekleştirilmiş, El-Nahda
öncülüğünde koalisyon hükümeti kurulmuş ve başkanlık seçimi yapılmıştır. Hükümet ikinci yılına girerken demokrasiye geçişin getirdiği sıkıntılar, iç çalkantılar, sosyal adalet ve ekonomik sorunlarla karşı
karşıya kalmıştır. Ülkenin en büyük sorunu yeni bir
78
ŞUBAT 2015
anayasa yazılması ve demokrasiden dönüş olmadan parlamento seçimlerine gidilmesi olmuştur.
2014 yılında Tunus’un tam bir istikrara kavuştuğu
söylenemez çünkü laik ve İslamcı gruplar arasında
ciddi bir güvensizlik ve kamplaşma yaşanmaktadır.
Bu süreçte eskiden beri güçlü olan laik eğilimli sendikalar, entellektüeller ve eski rejimin adamları birleşerek El-Nahda Hükümeti’ne karşı cephe almışlardır.
Mısır darbesinin verdiği motivasyon ile Tunus’ta da
ciddi hareketlenmeyle siyasi kriz tırmandıkça sorunlar
artmış, sonunda El-Nahda teknokrat bir hükümetin
kurulmasına ikna olmak zorunda kalmıştı. 2014 başında bütün tarafların uzlaşması ile sivil bir anayasa
yazılabilmiştir. Mısır’da İhvan ve Selefilerin anayasa
yazımı ciddi bir siyasi krize yol açmış ve darbeye giden yolu kolaylaştırmıştı. Tunus’ta ise zorlu bir süreçten sonra El-Nahda’nın hükümetten feragat etmesi
ve anayasada ideolojik davranmasıyla önlenmiştir.
2015 yılına girilirken Tunus’ta demokratik süreç biraz örselense de yoluna devam etmektedir. Anayasa yapımından sonra yıl içinde planlanan parlamento seçimleri sağ salim yapılabilmiştir. Parlamento
seçimlerinde eski rejim adamları, sendikalar ve
diğer laik partilerden oluşan koalisyon olarak Nida
Tunus Partisi birinci ve El-Nahda ikinci çıkmıştır.
El-Nahda’ya karşı ciddi bir karalama kampanyası
yürütülürken, Nida Tunus Partisi’ne hem Batı’dan
hem de Körfez’den ciddi destek gelmiştir. Yine
Nida Tunus’un lideri El-Sibsi cumhurbaşkanı seçilmiştir ve yakında hükümet kurulacaktır. Yeni Hükümet büyük ihtimalle eski Bourgiba rejimine benzer
bir rejimin daha hafif bir versiyonunu hayata geçirmeye çalışacaktır.
2014’ün hemen başında Tunus’un en büyük başarısı siviller eliyle yeni anayasa taslağını yazabilme-
si olmuştur. Uzun tartışmalar ve çıkan krizlerden
sonra uzlaşı ile yazımı tamamlanan anayasada, ElNahda’nın özellikle ideolojik konularda uzlaşmacı
davrandığı görülüyor. Ancak her ne pahasına olursa olsun El-Nahda’yı dışlamaya çalışan karşı cephe
ve dış müdahaleler bu küçük Kuzey Afrika ülkesini
yönetilemez hale getirebilir. Anlaşılan odur ki Nida
Tunus koalisyonun gerçekleştirmeye çalıştığı eski
model, Bourgiba modeli Tunus’a çok parlak bir
model sunamayacaktır.
Cezayir
Türkiye’nin gerektiği kadar ilgi göstermediği Cezayir, Kuzey Afrika’nın Mısır’dan sonra en önemli ülkesidir. Cezayir, ekonomik potansiyeli, petrol ve doğal
gazı, Türkiye’ye olumlu bakışı ve bölgede aktif politika uygulaması bakımından bölgedeki önemli ülkelerden birisidir. Kuzey Afrika’yı toptan sarsan Arap
Baharı süreci Cezayir’i çok etkilememiştir. Bunun
nedeni, bugün Suriye ve Mısır’da yaşanan sürecin
Cezayir’de 1990’larda yaşanmış olmasıdır. İslami
Selamet Cephesi (FİS)’in seçimleri kazanma ihtimali ortaya çıkınca ordu siyasete müdahale etmiş ve
ülke 1990’lar boyunca iç savaşa sürüklenmişti. İç
savaşta 200 bin kişinin hayatını kaybettiği ülke, büyük bedel ödemiş ve ciddi şekilde içine kapanmıştı.
1999’da Abdülaziz Bouteflika’nın başkan seçilmesiyle ülke yeni bir kulvara girmiştir. Bu yeni süreçte
yaygın terörü bitirmek için mali destek yanında genel af uygulanarak toplumsal barışın önü açılmıştır.
Bugün terör bitmese bile güvenlik büyük ölçüde
sağlanmış ve ülke dünyaya açılmaya başlamıştır.
Fransız lobisinin ciddi etkisine rağmen Cezayir giderek kendinden daha emin ve daha bağımsız dış
politika uygulamaktadır. Arap Baharı’nın Cezayir’de
siyasi bir değişime yol açacağı öngörülmüştü ancak beklenen olmadı. 2012 yılındaki parlamento
seçimlerinde hakim partiler konumlarını korudular
ve İslami hassasiyetleri ile bilinen muhalefet partileri
fazla varlık gösteremediler. Cezayir’in genel olarak
muhafazakar bir toplum olduğu dikkate alındığında
bu konu daha ilginç bir durum arz etmektedir.
Cezayir’de şaşırtıcı gelişmeler 2012 sonbaharında
gerçekleşmeye başladı. Başkan Bouteflika, muhafazakar bir lider olan Abdelmalek Sellal’ı başbakan
atadı ve sivilleşme eğilimleri arttı. Cezayir’in başını
ağrıtan sorunlardan birisi Mali ve Libya çatışmalarıdır. İki ülkede yaşanan çatışmalar ve güvenlik eksikliği Cezayir’i de etkilemekte Libya’dan kaçanlar
Tunus ve Cezayir’e gitmeye çalışmaktadır. Cezayir,
Libya’da istikrarın korunmasını istese de çok etki-
ŞUBAT 2015
79
li politikalar da geliştirememektedir. Çünkü 2014
yılında tekrar başkan seçilen Abdülaziz Bouteflika
oldukça yaşlıdır. Bugünkü durumda Cezayir’de değişim treni yavaş da olsa ilerlemektedir. 2014 Kasım ayında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ülkeye gerçekleştirdiği ziyarette Türkiye ile işbirliği imkanlarını
geliştirmeyi tartışmıştır. Düşen petrol ve gaz fiyatları
Cezayir ekonomisini olumsuz etkilemekte ve hükümeti ekonomisini çeşitlendirmeye zorlamaktadır.
Bu da yatırım ve ticaret için bu ülkeye ihracat ve taahhüt yapan Türkiye’nin yararına olabilecektir. 2015
yılında Türkiye siyasi, ekonomik ve kültürel açıdan
Cezayir’e daha fazla ilgi göstermelidir.
Libya
Arap Baharı’nın ilk kanlı devrimi Libya’da olmuştur.
Çünkü halkın gücü Kaddafi yönetimini devirmeye
yetmediği için dış destekle rejim devrilmiştir. Kaddafi
yıkıldıktan sonra Libya’da yeni bir düzen kurulamamış ve istikrar sağlanamamıştır. Bunun bir nedeni,
Muammer Kaddafi’nin düzen kurmayarak, yönetimi
kendi kişiliği etrafında şekillendirmiş olmasıdır. Diğer
bir faktör, ülkede hakim olan kabilecilik ile DoğuBatı veya Bingazi-Trablus arasında oluşan tarihsel
farklılaşmadır. Bir diğer neden ise, Kaddafi’nin silahlarını ele geçiren eski devrimcilerin ve kabilelerin
silahlı çetelere dönüşmüş olmasıdır. Ayrıca, istikrarsızlık ortamında güç kazanan El-Kaide’ye bağlı
radikal grupların faaliyetleri de artmıştır.
2012 yazında Libya’da parlamento seçimleri yapılmış
ve hükümet kurulmuştu. Birçok zorluk yaşanmasına
rağmen Libya’da demokrasi; normal yollarla kesintiye
uğramayınca dış müdahaleler ile bu durum değişmiştir. ABD destekli general Halife Hafter Mısır sınırında,
Mısır ve Arap Emirliklerinin desteği ile darbe yapmaya
kalkmıştır. Halktan büyük destek bulamasa da gelişmiş silahları ile siyasi sahneyi etkilemektedir. Kaddafi
döneminde hiçbir sivil siyasi tecrübe bulunmamasından ve topluma yön verebilecek kişilerin çoğunun ya
hapiste ya da sürgünlerde ezilmiş olmasından dolayı
ciddi bir liderlik sorunu yaşanmaktadır. İç savaşta
derin yaralar açılması, terörist ve çete faaliyetlerinin
sürekliliği ve petrol üretimini engellemesi sebebiyle
Libya’nın ekonomik ve siyasi açıdan toparlanması
zaman alacaktır.
Kabilecilik ve bölgecilikten dolayı ülkede ciddi federalizm tartışmaları da yaşanmaktadır. Ayrıca Kaddafi ile savaşan gruplar silahlarını merkezi orduya
teslim etmekten kaçınmışlar ve devlet de bu silahları
toplayamadığı için ülkenin birçok bölgesinde silahlı
milisler etkin olmakta ve bazen petrol kuyularına bile
hakim olabilmektedir. Federalizm tartışmaları da
bölünme korkularını artırarak her kesimin daha fazla
silaha sarılmasına yol açmaktadır. Ülkedeki güvenlik eksiliği hem adi suçları hem de terör eylemlerini
artırmaktadır. Son dönemde silahlı grupların karıştığı birçok silahlı saldırı ve suikast yaşanmıştır. Bazı
silahlı gruplar ile kabile ve çetelerin aktiviteleri petrol
üretimine zarar vermekte ve bazı kuyularda petrol
üretimini engellemektedir.
jeopolitiğinde önemli bir yere sahip olan Fas’ta ekonomik sıkıntılar devam etmekte ve rejim sivil hükümetin başarısız olması için ciddi bir direnç göstermektedir. Ülkeyi hükümetten daha çok Kral’ın atadığı danışmanların yönettiği söylenmektedir. Düşen
petrol fiyatları Fas için de olumlu bir gelişmedir ve
istikrarını koruduğu ölçüde diğer Arap ülkelerinden
farklılaşarak daha avantajlı bir duruma gelecektir.
Böyle karmaşık ve çatışmalı ortamda El Kaide ve
IŞİD gibi oluşumlara da taraftar çıkabilmektedir.
Libya’dan IŞİD’e binlerle ifade edilen katılım söz konusudur. Hem üretimin azalması hem de fiyatların
düşmesi ile azalan petrol gelirleri ülkede istikrarsızlığı giderek artırmaktadır. Türkiye’nin, gerek demokratik kaygılarla ve gerekse yapılan yatırımlar ve eski
dönemden kalan alacakları sebebiyle, Libya’nın
istikrarı, refahı ve gelişmesi için elinden geleni yapmasında ciddi yararlar vardır. Türkiye Libya’daki iç
savaşa son verebilmek amacıyla Başbakan Eski
Yardımcısı Prof. Dr. Emrullah İşler’i Libya temsilcisi
atayarak çatışan grupları uzlaştırmaya çalışmaktadır. Ayrıca, Libya’dan IŞİD’e katılmak için gelen
savaşçılar ayrı bir güvenlik endişesi oluşturmaktadırlar. Mısır’dan başlayarak bölgenin tamamında
yaşanan kargaşa düşünüldüğünde, Libya’nın yakın
zamanda toparlanması zor görünmektedir.
Arap Baharı’nın önemli ölçüde etkilediği Kuzey
Afrika’da 2014 yılında ciddi karışıklık ve krizler yaşanmıştır. Demokrasi, insan hakları, istikrar ve refah konularında sıkıntılar hala devam etmektedir.
Mısır’da Mürsi Yönetimi’ne karşı yapılan askeri
darbe kanlı bitmiş ve giderek yerleşmiştir. Darbe
ile başa geçen Abdülfettah El-Sisi Ocak ayında
Davos’a bile çağrılmıştır. Libya’da sivil bir yönetim
bulunmakla beraber, yönetimin etkisizliği sebebiyle
sıkıntılar sürmektedir. Dış güçler de Libya’nın istikrarı için değil daha çok karışıklığı için uğraşmaktadır.
Fas ve Tunus’taki İslami partiler, gerileseler de faaliyetlerine devam etmektedirler. Tunus’ta El-Nahda,
teknokrat hükümetine razı olmak zorunda kalmış ve
iki seçimden ikinci çıkmış ve gücü azalmıştır. Fas’ta
Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kurduğu koalisyon
zayıf bir koalisyon haline gelmiş olsa da faaliyetlerine devam etmektedir. Sınırlarında güvenlik sıkıntıları
yaşamakla birlikte Cezayir, sivilleşme ve dışa açılmayı kısmen de olsa başarmaktadır.
Fas
Fas, Arap Baharı’nın yumuşak geçişle yaşandığı Kuzey Afrika ülkesidir. Bölgedeki tek krallık olan Fas’ta
2011 ayaklanmaları sonucunda rejim demokrasiye
geçişe izin vermiş ama Kral kritik yetkileri elinde
tutmuştur. Kral Abdullah, Maliye, İçişleri ve Dışişleri
bakanlıkları gibi kritik mevkilere atama yetkisini bırakmamıştır. Anayasa revizyonundan sonra yapılan
seçimlerde Adalet ve Kalkınma Partisi birinci olmuş
ve koalisyonla başa gelmiştir. Hem dünya ekonomisi
tam düzelmediği hem de fazla etkili olmadığı için hükümetin gücü zayıflamıştır. Kral’a yakın İstiklal Partisi
koalisyondan çekilince, Adalet ve Kalkınma Partisi
daha zayıf bir koalisyona razı edilmiştir.
Yine 2014 yılında Fas ile Cezayir ilişkileri oldukça
gerilmiş ve kopma noktasına gelmiştir. Batı Sahra
Sorunu, Fas’ın dış politikasını etkileyen ve komşusu Cezayir ile ilişkilerini geren en önemli konudur.
Cezayir’in bağımsız gördüğü Batı Sahra Bölgesi’ni
Fas kendi toprağı saymaktadır. Akdeniz’in batısında ve Afrika’nın Kuzeybatısındaki konumu ile dünya
80
ŞUBAT 2015
Sonuç
2015 yılı da Kuzey Afrika ülkeleri için kritik bir yıl olacaktır. Mısır’da darbe sayesinde başa gelen El-Sisi
dış dünyada da özellikle Libya ve Gazze’de yapıcı bir
rol oynamamaktadır ve bu tavrı sürecektir. Libya’da
ise istikrarsızlığın süreceği ve ülkede güvenliğin sağlanamayacağı öngörülmektedir. Tunus’ta zor da olsa
demokratik bir anayasa yazılarak referandumdan
sonra Parlamento ve Cumburbaşkanı seçilmiş ve
yakında kurulacak kabine koalisyon hükümeti olmak zorundadır. Hangi partilerin anlaşacağı önemli
bir sorudur ama El-Nahda’yı dışlamaya çalışacakları
açıktır. Cezayir’de Başkan Bouteflika çok yaşlı ve
hastadır, onun sağlık durumu her an değişebilir. Eskisi gibi devam eden ülkenin geleceği Bouteflika’dan
sonra kimin geleceği ile yakından ilgilidir. Türkiye siyasi, ekonomik ve kültürel olarak bu ülke ile ilişkilere
daha fazla önem vermelidir. Fas’ta ise çok ciddi bir
değişim beklenmemektedir. Ekonomik sıkıntılar Adalet ve Kalkınma Partisi döneminde biraz düzelse de
değişim çarkı çok yavaş ilerlemektedir.
ŞUBAT 2015
81
DIŞ POLİTİKA
BASRA’DAN HAZAR’A:
100 YILLIK PETROL HİKAYESİ -1
Sinan TAVUKCU
SDE Yüksek İstişare Kurulu Üyesi
P
etrolün bir enerji kaynağı olarak hayatımıza
girmesinin, 1800’lü yılların ortalarında, Kanadalı Abraham Gesner’in yeryüzüne sızan
petrolden gazyağı rafine etmesiyle başladığı kabul edilmektedir. 19’uncu yüzyılda sanayi devriminin hızlanmasıyla birlikte, enerji kaynağı olarak
kömürün yerini petrolün almaya başlamış olması,
sanayici ülkeleri dünyadaki petrol alanlarını keşfetmeye ve bu alanları kontrol altına almaya sevk
etmişti.
82
ŞUBAT 2015
20’inci yüzyılın başında, dünyanın en önemli petrol üretici ülkesi ABD idi. Onu, 1877’den itibaren
Bakü petrollerini işletmeye başlayan Rus Çarlığı
takip ediyordu. İhracat da yapan Rusya’nın petrol üretimi neredeyse ABD’nin üçte ikisiydi. Topraklarında petrol bulunmayan iki sanayi ülkesi
İngiltere ve Almanya ise, 19’uncu yüzyılın sonu
itibariyle, petrol rezervi bulunan ülkeleri ya nüfuzu altına alma ya da buraları işgal etme yoluyla petrol ihtiyaçlarını temin etme ve rakibine bu
alanları bırakmama stratejisine yöneldiler.
Büyük devletlerin kendi hudutları dışındaki petrol
yatakları üzerinde hakimiyet sağlamaları, uyruğunda bulunan petrol şirketlerinin ilgili ülkeden
petrol arama ve üretme imtiyazları elde etmeleri
yoluyla oluyordu. Bu imtiyazlar çoğu kez, petrol
şirketinin uyruğu bulunduğu devletlerle imtiyaz
veren devletlerin şiddetli mücadeleleri sonunda
elde ediliyordu.
20’inci yüzyılın ilk çeyreğinde, dünya petrol üretiminde söz sahibi olan iki büyük şirket vardı.
Birisi Amerikan Standart Oil of New Jersey, diğeri onun rakibi olarak ortaya çıkan Royal Dutch
Shell. Bir İngiliz-Hollanda ortaklığı olan Royal
Dutch Shell, Birinci Dünya Savaşı’nın başlarında,
ABD dışındaki dünya petrol üretiminin % 75’ini
sağlıyordu. İran’da petrol çıkarma imtiyazını elde
eden İngiliz D’Arcy grubu (daha sonra değişen
ismi Anglo-Persian Oil Company) de kısa sürede
üçüncü büyük şirket olmayı başaracaktı.
Petrol Coğrafyası Üzerinde
Hakimiyet Stratejileri
İran, Irak, Suudi Arabistan ve Körfez emirliklerinin petrol havzası olan Basra Körfezi, halen
dünyadaki petrolün % 60’ına ve doğalgazın da
% 50’sine sahip bulunan bir enerji bölgesidir. İngilizlerin bu bölgeye hakim olma çabası 1800’lü
yıların başında başlamıştı. O sırada İngiltere’nin
hedefi Hindistan ticaret yolunun güvenliğinin sağlanmasıydı. İngiltere önce, Osmanlı Devleti’nin
bir parçası bulunan ve bugün Birleşik Arap Emirlikleri diye adlandırılan emirlikleri 1820 yılında fiili himayesi altına aldı. 1871’de Maskat Sultanı,
1891’de Umman Sultanı, 1892’de Bahreyn Emirliği ve Birleşik Arap Emirlikleri İngiltere ile himaye anlaşması yaptılar. Osmanlı imparatorluğu ile
İngiltere arasında imzalanan 1913 tarihli İstanbul
Antlaşması ile Osmanlı İmparatorluğu, Bahreyn
ve Birleşik Arap Emirlikleri Şeyhlikleri üzerindeki haklarından vazgeçti, İngilizler de Necd ve
Katar’ın Osmanlı toprağı olduğunu kabul ettiler.
Ancak İngiltere, 1915 yılına gelindiğinde, Suudi
Hanedanlığıyla yaptığı anlaşma ile Hanedanlığın
Necd ve Ahsa üzerindeki hakimiyetini tanıdı ve
Osmanlı Devleti aleyhine ittifak ilişkisi geliştirdi.
1916’da Katar Emirliği de İngiltere ile himaye anlaşması yaptı ve bütün bu bölgeler Osmanlı nüfuzundan çıkarak İngilizlerin fiili hakimiyeti altına
girdiler. Haziran 1916’da, İngilizlerin desteklediği
Şerif Hüseyin liderliğindeki Hicaz isyanı ile Arap
Yarımadası da Osmanlı Devleti’nden kopmuş
oldu.
Osmanlı hudutları dışında kalan Basra Körfezi’nin
diğer önemli ülkesi İran’dı. İran üzerinde Rusya
ve İngiltere arasında hakimiyet kavgası hep var
olagelmişti. Daha 1857’lerde İngiltere, Rusya’nın
itirazına rağmen Hazar Denizi kıyılarında İngiliz konsoloslukları açmayı başarmıştı. Rusya
ve İngiltere kavga etmek yerine, İran ve Basra
Körfezi’nin paylaşılmasını öngören gizli bir anlaşma yaparak 1907 yılında İran’ı kendi aralarında paylaştılar. Antlaşma gereğince ülkenin
kuzey tarafı Rusların, güney tarafı İngiltere’nin
denetiminde kalıyor, orta kısım Şah’a bırakılıyordu. Yani Basra körfezine açılan petrol bölgesi
İngiltere’nin, Hazar petrol havzası da Rusya’nın
hakimiyeti altına giriyordu.
Öte yandan Almanya, Basra’ya kadar uzanan bir
demiryolu inşa ederek Basra Körfezi’ne çıkmak
ve yeni yeni önemi fark edilen ve keşfedilen petrol rezervlerine yakın olmak politikası izlemeyi
tercih etmişti.
Osmanlı Devleti Kendi Petrol Sahalarını
Keşfediyor
Osmanlı Devleti, petrolden haberdardı ve bu yeni
enerji kaynağının öneminin de farkındaydı. Nitekim, Sultan II. Abdülhamid, Osmanlı coğrafyasındaki petrol rezervlerini tespit ettirmek üzere 1885
yılından itibaren çalışmalar yaptırmaya başladı.
Bu konuda ilk raporu Hazine-i Hassa mühendisi
Arif Bey hazırladı. Söz konusu raporda, Musul ve
Bağdat bölgesindeki petrol madenleri hakkında
bilgi veriliyordu. Daha sonra, Fransız maden uz-
ŞUBAT 2015
83
Petrolün br enerj kaynağı olarak
hayatımıza grmesnn, 1800’lü
yılların ortalarında, Kanadalı
Abraham Gesner’n yeryüzüne
sızan petrolden gazyağı rafne
etmesyle başladığı kabul
edlmektedr. 19’uncu yüzyılda
sanay devrmnn hızlanmasıyla
brlkte, enerj kaynağı olarak
kömürün yern petrolün almaya
başlamış olması, sanayc ülkeler
dünyadak petrol alanlarını
keşfetmeye ve bu alanları kontrol
altına almaya sevk etmşt.
manı Emile Jakraz Hazine-i Hassa’da başmühendis olarak görevlendirildi. Jakraz, Bağdat, Musul ve
Kerkük’teki petrol yatakları üzerinde yaptığı araştırmaların sonucunda 9 Şubat 1895 tarihli ayrıntılı bir
rapor hazırladı. Bu rapor üzerine, Musul ve Bağdat
Vilayetlerindeki petrollerin bir bütün halinde şirket
olarak işletilmesine ve “Emlak-ı Şahane” (padişah
mülkü) ilan edilerek “Hazine-i Hassa”ya (özel padişah hazinesi) bağlanmasına dair 1888 ve 1898
tarihli iki özel ferman çıkarıldı. Petrol havzalarının
Padişahın özel mülkü haline getirilmesinden maksat, bu kaynakların Duyun-u Umumiye İdaresi’ne
veya başka yabancı ellere geçmesini önlemekti.
Daha sonra, Alman maden mühendisi Paul Groskoph ve Habib Necip Efendi başkanlığındaki bir
araştırma ekibine, Dicle ve Fırat nehirleri havzasında petrol taraması yaptırıldı. Bu ekip, 22 Ekim 1901
tarihli raporlarıyla birlikte, petrol kuyularının yerlerini
de ihtiva eden bir harita sundu. Bahse konu raporun sonu şu cümlelerle bitiyordu: “Dicle ve Fırat
nehirleri havzalarında pek zengin ve mühim petrol
kaynakları olup, bunlar işletildiği takdirde büyük kazançlar elde edilecektir. Adı geçen kaynakların vaziyeti tabiyeleri pek müsait olup oralardan bir tren
84
ŞUBAT 2015
geçirilecek olursa menabii mezkurenin kıymet ve
ge
geç
geçi
ehemmiyeti artacaktır. Sureti kat’iyede arz ederim
ki Fırat ve Dicle kıyılarında bulunan petrol madenleri
dünyada en ziyade petrol hasıl eden kaynaklardan
biri olacaktır.”
Büyük Devletlerin Orta Doğu Petrol
Havzalarını Ele Geçirme Mücadelesi
19’uncu yüzyılın sonlarından itibaren, Osmanlı
Devleti’nin hakimiyeti alanındaki petrol havzalarının
ele geçirilmesi ya da bu havzaların işletme imtiyazının elde edilmesi için İngiltere ve Almanya arasında,
1. Dünya Savaşı’na yol açacak, büyük bir rekabet
başlamıştı.
İki devlet Orta Doğu petrollerine hakim olma mücadelesini iki şirket üzerinden veriyordu. Birisi, arkasında Almanya Devleti bulunan Deutsche Bank,
diğeri Britanya hükümeti tarafından desteklenen
D’Arcy gurubuydu. İngiliz D’Arcy grubu, İran Şahının 1901’de vermiş olduğu imtiyazla, İran’daki petrol sahaları üzerinde tek hakimiyet sahibiydi. Kısa
bir süre sonra APOC (Anglo-Persian Oil Company)
adını alan şirket İran devletine kendi petrol kazancından sadece % 16 oranında pay veriyordu. Anlaşma 49 yıllıktı.
İngilizlerin Kıbrıs’a, Mısır’a el koymaları ve Basra
Körfezi’ndeki faaliyetleri Sultan II. Abdülhamid’i İngilizlerden uzaklaştırmış, Almanlarla işbirliğine yaklaştırmıştı. Mithat Paşa’nın Bağdat valiliği sırasında
İngiliz şirketlerine verdiği petrol arama ruhsatları
Sultan Abdülhamid tarafından iptal edilerek Alman
şirketlerine verildi. 1889’dan itibaren Orta Doğu’da
bulunan petrol rezervlerine hakim olmayı hedefleyen Almanya, Deutsche Bank’ın Osmanlı Devleti ile
imzaladığı Bağdat-Berlin demiryolu anlaşması ile
hattın iki yanındaki 20’şer km’lik bir alandaki petrol
dahil madenleri işletme imtiyazını almıştı.
D’Arcy grubu kurduğu “Osmanlı Petrol Şirketi” ile Royal-Dutch-Shell Petrol Şirketi de Kalust
Sarkis Gülbenkyan’ın rehberliğinde 1908 yılında
Londra’da kurmuş oldukları “Doğu Petrol Şirketi”
ile Mezopotamya petrollerini işletme imtiyazını ele
geçirmek için yoğun bir rekabete girdiler. Bu rekabete Amerikalı Amiral Colby Chester’in kurmuş
olduğu bir şirket de dahil olmakta gecikmedi.
Sultan 2. Abdülhamid Sonrası Yöneticiler
Petrolün Öneminden Bihaberdi
Sultan 2. Abdülhamid 1909 yılında İttihad ve Terakki tarafından tahttan indirildi. Artık petrol için
Osmanlı coğrafyasının üstüne abanan Batılı Devletlerin menfaatlerine engel olacak güçlü bir akıl
kalmamıştı. Sultan Abdülhamid’in tahttan indirilmesinden sonra, Cumhuriyet’in kurucu kadroları
da dahil, devleti yöneten asker kökenli bürokrasi
petrolün önemini anlamadı ve petrolün içinde bulunduğu mülkü elinde tutma basireti gösteremedi.
İttihatçılar, 2. Abdülhamid’i hal ettikten sonra, Mahmud Şevket Paşa’nın talimatıyla Musul, Bağdat ve
Basra vilayetleri dahilindeki kömür ve petrol madenlerinin Hazine-i Hassa’ya ait olduğunu bildiren 17
Şevval 1324 (22 Kasım 1906) tarihli fermanı yürürlükten kaldırarak, padişah mülkü ilan edilen petrol
havzalarını Ticaret ve Ziraat Nezaretine devrettiler.
Devrin sadrazamı Mahmud Şevket Paşa İngilizlerin
tasallutta bulunduğu Kuveyt ve Katar’ın durumu-
nun görüşüldüğü Kabine toplantısında, “Kuveyt ve
Katar gibi çölden ibaret iki kaza yüzünden İngiltere
ile ihtilaf çıkarmayalım, bu ehemmiyetsiz topraklardan ne gibi bir istifademiz olabilir ki?” sözleriyle, bu
topraklar ve altında yatan petrol denizi hakkındaki
ufuksuzluğunu ortaya koymuştu.
İngilizler ve Almanlar arlarındaki rekabeti sona erdirmek ve Mezopotamya petrol yataklarını işletmek üzere 1912 yılında, Royal Dutch Shell’in %
25, Alman yatırımcıların toplam % 25, İngilizlere
ait olan Türkiye Milli Bankası’nın % 35 ve Kalust
Gülbenkyan’ın da % 15 hissesine sahip olduğu Turkısh Petroleum Company (T.P.C.) şirketi
kuruldu.
I. Dünya Savaşı ve Petrol Şirketleri
1914’e gelindiğinde, İngiliz Hükûmeti donanmanın
petrol ihtiyacını garanti altına almak için Anglo-Persian Oil Company’e % 55 oranında ortak oldu ve
İran Petrolleri resmen İngiliz Devleti’nin kontrolüne
geçti. İngilizler Mezopotamya petrol havzasını işlet-
ŞUBAT 2015
85
Sultan 2. Abdülhamd 1909
yılında İtthad ve Terakk
tarafından tahttan ndrld.
Artık petrol çn Osmanlı
coğrafyasının üstüne abanan
Batılı Devletlern menfaatlerne
engel olacak güçlü br akıl
kalmamıştı. Sultan Abdülhamd’n
tahttan ndrlmesnden sonra,
Cumhuryet’n kurucu kadroları
da dahl, devlet yöneten asker
kökenl bürokras petrolün
önemn anlamadı ve petrolün
çnde bulunduğu mülkü elnde
tutma basret gösteremed.
mek ve gelirini aralarında paylaşmak için, I. Dünya
Savaşı öncesinde 19 Mart 1914’te, Almanya ile
anlaşmaya vardılar. Bu anlaşmayla Mezopotamya
petrol havzasını işletme imtiyazına sahip bulunan
Turkish Petroleum Company‘nin yeni hisse dağılımı şöyle oldu: % 50 Anglo-Persian Oil Company,
% 25 Deutsche Bank, % 25 Royal-Dutch Shell.
Şirkette Gülbenkyan’ın hissesi, Anglo-Persian Oil
Company ve Deutsche Bank’da % 2,5‘luk paylarla
korundu. Ancak 1. Dünya Savaşı başlayınca, İngiliz Hükümeti Deutsche Bank’ın % 25 hissesine el
koydu.
1. Dünya Savaşı’nın sonunda Mezopotamya’daki
petrol havzaları tamamen Osmanlı Devleti’nin elinden çıkmıştı. İngiliz Harp Kabinesi Sekreteri olan
Sir Maurice Hankey’in 1918’de Dışişleri Bakanı
Arthur Balfaur’a yazdığı mektupta “İlerideki savaşlarda petrol, bugünkü durumdan daha çok önem
kazanacaktır. Büyük miktarda petrol bulabileceğimiz yer İran ve Mezopotamya’dır. Bu nedenle, petrol kaynağı olan bu iki yer üzerindeki kontrolümüz
İngiltere’nin savaştan beklediği birinci hedef olmalıdır” diye ifade ettiği hedefler İngilizler tarafından
gerçekleştirilmişti.
86
ŞUBAT 2015
30 Ekim 1918 tarihli Mondoros Mütarekesi imzalandığı sırada, bu hedefin dışında kalan ve bizim
elimizde bulunan Musul, 15 Kasım 1918’de İngilizler tarafından, mütareke hükümlerine aykırı olarak
işgal edildi ve İngilizlerin açıkladıkları hedefe dahil
edildi.
Savaşın Son Dönemecinde
Hazar’da Petrol Rekabeti
İngiltere’nin Basra ve Mezopotamya petrollerine
hakim olmasıyla birlikte, savaşın sona erdiği 1918
yılının ortasına doğru petrol mücadelesi Hazar’a
yöneldi. Bakü petrollerine sahip olmak için Almanya, İngiltere, Rusya ve Osmanlı Devleti arasında kıyasıya bir mücadele başladı.
Sovyetler, Mart 1918’de kurulan ve yönetimi ele
alan Bakü Komünü aracılığıyla Bakü’yü ve Bakü
petrollerini elinde tutmaya çalışıyordu. Azeriler Osmanlı Devleti’nin siyasi ve askeri yardımıyla bir devlet kurmak ve Bakü’yü bu devlete katmak istiyorlardı. İngilizler ise Ermeniler ile işbirliği ve onların yardımıyla Bakü petrollerine hakim olmayı planlıyordu.
Almanlara gelince, onlar da Rusya’yla anlaşarak,
Bakü petrollerinin dörtte birini veya aylık belli bir
kotayı Almanya’ya vermeleri karşılığında Osmanlı
Devletini Bakü’ye sokmama ve Bakü’yü Rusya’ya
teslim etme peşindeydiler.
Hakimiyet için karşılıklı mücadele ve savaşların cereyan ettiği Bakü, önce Ermeni Bolşeviklerin desteği ile Ağustos 1918’inde İngilizlerin kontrolüne
girdi. Ardından, Kafkas İslam Ordusu savaşarak
15 Eylül’de Bakü’yü aldı ve İngilizleri buradan çıkardı. Ancak, 30 Ekim’de imzalanan Mondoros
Mütarekesi hükümleri gereğince Türk Ordusu 16
Kasım’da Bakü’yü terk etmek zorunda kaldı. 17
Kasım 1918’de bu defa İngiliz General Tomphson
komutasındaki müttefik ordusu Bakü’ye girdi. İşgalci Müttefik idaresi “Britanya Petrol Yönetimi”
isminde bir kurum oluşturarak Bakü petrollerini çıkarmaya ve kendi ülke ihtiyaçları için ihraç etmeye
başladı. Böylece İngiliz hakimiyetinde HazarBasra petrol hattı birleştirilmiş oldu.
1919 yazında müttefik orduları Bakü’yü terk etti.
Azerbaycan yönetimi büyük zarar görmüş petrol
endüstrisini yeniden inşa etmeye çalışırken Azer-
baycan bu defa 28 Nisan 1920 tarihinde Rus Kızıl
Ordusu tarafında işgal edildi. Bakü petrolleri Sovyetlerin kontrolüne geçtikten sonra devletleştirildi
ve çıkarılan petrol Rusya’ya taşınmaya başlandı.
Bakü petrolleri uzunca bir süre Sovyetler Birliği’nin
petrol ihtiyacının yaklaşık % 75’ini sağladı.
Lozan’da Musul Meselesi
İstiklal Harbi’nin ardından 21 Kasım 1922’de
Lozan’da başlayan barış müzakereleri sırasında İngilizlerin hedefi Musul petrollerini ellerinde tutmak
olduğu halde, Türk tarafı Musul’u sadece toprak
olarak mülahaza ediyordu. Türk heyeti başkanı İsmet İnönü’ye verilen 14 maddelik hükûmet talimatında da petrol konusu yer almıyordu. Türk heye-
tinin elinde bölgeye ait bir petrol haritası olmadığı
gibi heyette bir petrol uzmanı dahi bulunmuyordu.
İşin garibi, Lozan’ın müzakere edildiği, Musul’un
tartışıldığı meclis oturumlarında hiç kimse de petrolden bahsetmiyordu.
Hülasa, 3 Mart 1924 tarihli Lozan Barış Anlaşması kapsamı dışına alınan Musul meselesi Türkiye,
İngiltere ve Irak arasında 5 Haziran 1926 tarihinde
Ankara’da imzalanan anlaşma ile Türkiye aleyhine
çözüldü. Musul İngiliz mandasındaki Irak’a bırakıldı. Bu anlaşma ile Türkiye’ye 25 yıl süreyle Irak petrol gelirinden % 10 pay alma hakkı tanınarak sus
payı verildi. Fakat Türkiye bu parayı sadece 4 yıl
aldı, kalan 21 yıllık hakkından 500.000 Sterlin karşılığında vazgeçti.
ŞUBAT 2015
87
röportaj
Ozan Ceyhun ile
Türkiye-Almanya İlişkileri
ve Irkçılık Üzerine
Konuştuk
Röportaj: İbrahim KAYA
SDE Asistanı
Ozan Ceyhun kmdr?
10 Ekm 1960 Adana doğumludur. 1979’da
Boğazç Lses’nden mezun oldu. Hacettepe
Ünverstes’nde Alman Dl ve Edebyatı okudu.
1980 darbesnden sonra Avrupa’ya yerleşt.
Almanya’da sosyal pedagog olarak eğtmn tamamladı. 1986 yılında Alman Yeşller Parts’ne
üye oldu ve aktf çalışmalarda bulundu. Çalıştığı
konular ağırlıklı olarak Almanya’da yabancılar
ve mülteclern durumları d. 1991 yılına kadar
Yeşller Parts’nn yönetm kurulu üyelğnde
bulundu.
Almanya Sosyal Demokrat Parts (SPD)’den
Avrupa Parlamentosu Mlletvekllğ yaptı.
Türkye’nn Avrupa Brlğ’ne grme sürecnde
öneml faalyetlerde bulunmaktadır.
“Almanya’da Br Türk” sml ktabın yazarıdır.
Evl ve k çocuk babasıdır.
88
ŞUBAT 2015
Türkye le Almanya arasındak ekonomk, syas
lşkler hakkında ne düşünüyorsunuz?
Ekonomik, siyasi ilişkiler üzerinden tartışacak
olursak çok daha farklı tartışmamız gerekir.
Türkiye-Almanya arasındaki ekonomik ilişkiler
günümüzde Almanya ve Türkiye’nin dost ülke
olma zorunluluğunu beraberinde getiriyor. Almanya ve Türkiye’nin karşılıklı ticari ilişkilerine
baktığımızda gelinen noktada bazen kendime
soruyorum; Almanya, Türkiye ile birlikte neden
Afrika’da kendilerine yeni pazarlar aramıyorlar
veya Almanya, Türkiye ile olan ticari ilişkilerini
neden Orta Doğu ve devamında değerlendirmek istemiyor? Bu durumu çok sorguladığım
oluyor. Ekonomik ilişkileri değerlendirdiğimizde çok mükemmel bir konumdalar ve bunca
iyi ve güçlü ekonomik ilişkilere sahip iki ülkenin
arasında siyasi alanda sorunlar yaşanması ise
aslında benim bakış açıma göre çok talihsiz bir
durum. Hem Alman, hem Türkiye Cumhuriyeti
vatandaşı olan biri olarak isterdim ki; ekonomideki işbirlikleri ve ekonomideki güzel gidişat si-
yasi kısma yansısın, birbirlerini desteklesinler ve bu
destekleme de; iki ülkenin diğer alanlardaki işbirlikleri sayesinde iki ülkeye kazanç olarak geri dönsün
ama bu alanda sorunlar var.
Son zamanlarda Avrupa’da yükselmekte olan İslam
karşıtlığını nasıl yorumluyorsunuz? Bu Batı medyasının br algı
operasyonu mudur? Avrupa’dak İslam karşıtlığı göründüğü kadar
şddetl mdr?
İlk önce şunu söylemek lazım; Avrupa’da kamuoyu
dediğimiz geniş yığınlar İslam konusunda bilgisizdir
yani okullarında onlara hiçbir zaman İslam, Müslümanlar öğretilmemiştir. Bu durum devlet adamları
için de geçerlidir. Bugün 60-70 yaşında olan hatta
50 yaşında olan devlet adamları, okullarda İslam ile
ilgili çok az konu okumuşlar, okudukları da olumsuz
konulardır. Ya İslam’ın İspanya üzerinden Avrupa’yı
işgal etmesi konu olmuş ya da Osmanlı Devleti
üzerinden ya da daha geriye giderek Haçlılar üzerinden İslam’ı konuşmuşlar ama hiçbir zaman eğer
Avrupa Medeniyeti varsa bu medeniyetin en önemli
kaynaklarından birinin İslam Medeniyeti olduğunu
öğrenmemişler.
Almanların kendilerinden olmayanlarla birlikte yaşaması 60’lı yıllarda başlar. İngiltere ve Fransa sömürgeleri sebebiyle yabancılarla farklı boyutlarda
iletişime girmişlerdi. Buna karşın Almanlar 50’li yılların sonlarından itibaren yabancı işgücüne ihtiyaç
duyduklarının farkına varmışlardı. İlk önce Katolik
Hristiyanlar Almanya’ya göç etmeye başlamışlar,
Polonyalılar kaçarak, İtalyan göçmen, işçi olarak
Alman topraklarına gelmişlerdir. 60’lı yılların başlarında da Müslümanlar gelmeye başlamıştır. Yani
bir Müslüman ile bir Alman’ın bir arada yaşamaya
başlaması 60’lı yıllarda başlamıştır. Doğal olarak
Alman toplumu o zamanlarda iki savaş yaşamış,
ikisini de kaybetmiş, çok acılar çekmiş, kendi içine
kapanmış, yabancılarla hiçbir ilgisi olmayan bir toplumdu. Almanların o zamanlarda kendi arabalarına
binip, Akdeniz kıyılarında tatile çıkmaları büyük olay
olmuştur. Almanlar ancak 60’lı yılların sonlarında Al-
man ekonomisi iyi duruma geldiği zaman paranın
tadını çıkaracak duruma gelmişlerdir. Neredeyse
70’li yıllara kadar yurtdışıyla tanışmamışlardı, İtalyan
makarnası veya Türkiye’de yaygın olan bir meyve,
bir sebze Almanya’da bilinmiyordu. Bu olanları incelediğinizde görüyorsunuz ki, Alman toplumu çok acı
çekmiş bir toplum, içine kapanmak zorunda kalmış
bir toplumdur. Mesela Almanların kendi tarihlerinde
100 yıl savaşları vardır, Almanlar kendileriyle savaşmaktan dünya ile ilgilenmeye fırsat bulamamışlardır.
Almanya’nın yabancılarla, Türklerle muhatap olması
kendi başına yaşadığı bir süreç ve o süreçte de çok
hatalar yapıldı. Almanya’ya gelenlere Alman toplumu ile birlikte sorunsuz yaşamalarını sağlayacak, bu
topluma adapte olmalarını kolaylaştıracak bir takım
hizmetler verilmesi gerekirken maalesef bu yapılmadı. Tüm eksiklikler bir araya gelince de toplum
içinde sorunlar gündeme gelmeye başladı. Bu sorunlar sebebiyle de birtakım ırkçı kesimler ülkelerine
yeni gelenleri hedef olarak algıladı ve geniş yığınlara
da öyle algılatmaya çalıştı. Aslında, “Ben göç ülkesi
değilim” demekte direnen ama göç ülkesi olan bir
ülkenin atması gereken adımları atamaması sonucunda başa çıkamadığımız sorunlarla karşı karşıya
kaldığımız bir durumdan söz ediyoruz.
İslamofob’nn Avrupa’da arttığı gözlenmekte szce bu artış
Türkye’nn Avrupa Brlğ sürecn etkler m?
Eski Türk düşmanlığı artık İslamofobi’ye dönüşmüş
durumda. Eskiden Türkler kahrolsun, defolsun diyenler şimdi aynı şeyleri Müslümanlar için söylemeye başladılar. Aslında, Türkiye’nin AB’ye üyeliğine
karşıtlık, Türk düşmanlığı, İslamofobi dediğimiz paketin içinde zaten hepsi var. Türkiye’nin Demokratik-Müslüman bir ülke olması, nüfusunun neredeyse
% 99’unun Müslümanlardan oluşması, bu hali ile de
2002 sonrası Türkiye’nin güçlü, modern, demokrasi
alanındaki eksiklerinden kurtulmuş, örnek gösterilebilecek bir konumda olan bir ülke olması, beraberinde başarılı Müslümanların Avrupa Birliği içerisinde olumlu bir resim sunmaları Türkiye’den rahatsız
ŞUBAT 2015
89
Avrupa’da yaşayan Müslümanlar ve dğer etnk unsurlar
kendlerne yapılan saldırlar karşısında nasıl br tutum
serglemeller?
olanları da, İslam’dan rahatsız olanları da kenetliyor
ve İslamofobi altında buluşmalarını sağlıyor. Doğal
olarak İslam’a düşman olanlar “Türkiye’yi Avrupa
Birliği’nde istemiyoruz.” demeyi de ihmal etmiyorlar.
Seçim kampanyalarında özellikle bu iki konu birlikte
işleniyor. “İslam bizim için büyük bir tehlike, Müslüman Türkiye’nin de bu nedenle Avrupa Birliği’nde
yeri yok, Avrupa Birliği Hristiyan’dır, bundan dolayı
Türkiye’nin burada yeri yoktur.” sloganlarıyla organize bir şekilde faaliyetlerini yürütüyorlar.
Son zamanlarda Avrupa’da camlere yönelk saldırılar arttı.
Szce bu saldırıların arkasında organze br yapı var mı?
Son zamanlarda camilere saldırılar arttı çünkü
Avrupa’da yeni entelektüel bir ırkçılık türedi. Almanya özelinde PEGİDA diye konuştuğumuz bu entellektüel ırkçı kesim, ırkçılığı çok daha albenisi olan bir
paket içinde sunuyor. Şiddeti reddettiğini iddia ediyor ve sokaktaki vatandaşın İslam dinine karşı olan
bilgisizliğini, bilgisizlikten kaynaklanan korkularını ve
Müslümanlarla yaşamaktan dolayı gündeme gelen
sorunları da istismar etmeyi çok iyi beceriyor. İsrail
ile Arap ülkeleri arasındaki sorunları ve Filistin-İsrail
90
ŞUBAT 2015
gerilimini de yine aynı şekilde istismar ediyor ve bu
şekilde çok geniş bir kitleye kendisini birlik platform
olarak sunuyor. İslam ile sorunu olan ister bağnaz
Hristiyan olsun, ister aşırı sağcı olsun o platform
içerisinde kendisine mutlaka yer buluyor. Tepkilerini
her Pazartesi yaptıkları mitinglerde dile getiriyorlar.
Bu durum başka kentlerdeki, başka diyarlardaki aşırı sağcı, ırkçı grupları da cesaretlendiriyor ve
sonuçta camilerin duvarlarına yazılar yazmaya başlıyorlar. İsveç’te yazıyorlar, Almanya’da yazıyorlar
çünkü artık teknoloji ilerledi, iletişim imkanları arttı.
Irkçı gruplar ve neo-naziler de aralarında çok iyi bir
iletişim ağı kurdular. Birinin yaptığı eylemi öteki de
görebiliyor ve birbirlerinden ilham alabiliyorlar. Böylelikle tekerleği yeniden keşfetme zorunluluklarının
olmadığını fark ettiler ve bu şekilde network ağı
içinde de eylemlerinden karşılıklı haberdar oluyorlar. İsveç’te başarılı bir cami saldırısı, kundaklama
gerçekleştiriyorsa veya başarılı bir duvarlara yazı
yazma eylemi yapılıyorsa bu Almanya’daki, Fransa’daki veya Danimarka’daki gruplara da model
olabiliyor. Böylelikle de Avrupa’da birbirine çok
benzer eylemleri görüyoruz.
Artık Avrupa’da Müslüman olmak her babayiğidin
harcı değil. Avrupa’daki Müslümanlar; bir yandan
İslam’ı istismar eden, Müslümanlığı istismar eden,
Müslümanlar adına eylem yaptığını iddia eden terör
grupları nedeniyle İslam dininin terörle hiçbir ilişkisinin
olmadığını, İslam dininin özünde bir barış dini olduğunu ve İslam dininin bu tarz terör eylemlerini zaten
baştan reddeden bir din olduğunu anlatmak durumundalar. Yani işi gücü bırakıp “Biz terörist değiliz.”
diye sürekli açıklama yapmak zorundalar. Bunun yanı
sıra doğal olarak içinde yaşadıkları toplumda sadece
söylemlerle olmuyor, pratikte de gösterme zorunlulukları var. Diğer yandan mitingler organize ederken,
organize olan mitinglere katılırken, diğer dinlerden,
etnik kökenlerden insanlarla beraber teröre karşı tavır
alırken kendilerinin teröre ne kadar karşı olduklarını
sürekli gösterme zorunlulukları var. Bunun yanı sıra
başka bir sorumlulukları var; sokakta üç tane eylemci camilere, Müslümanlara saldırdığı zaman provakasyona gelmeme yükümlülükleri var, çünkü amaç
Müslümanları kışkırtmak. Geceleri uyanık olmak
zorundalar çünkü cami duvarlarına, ev duvarlarına
yazı yazılabilir, başka şeyler yapılabilir. Bu nedenle
bulundukları bölgenin polis karakolunun telefonunu
iyi bilmek zorundalar. Bunun yanı sıra komşusundan
veya iş arkadaşından gelen bir dolu mantıksız soruya da cevap vermek zorundalar. Bunun ötesinde
medyanın algı operasyonunda Alman dergilerinin,
gazetelerinin kendilerine yönelik attığı rencide edici
başlıklara ve manşetlere muhatap oluyorlar. Bunun
dışında geldikleri Müslüman ülkelere yönelik önyargılarla boğuşmak zorundalar. Türkiye’den geliyorlarsa
Türkiye’ye yönelik önyargılar ve algı oluşturmalara
karşı cevap üretmek zorundalar. Kısacası şu sıralarda Avrupa’da Müslüman olmak her babayiğidin
harcı değil.
Son olarak Orta Doğu’da yaşanan nsanlık dramlarına ses
çıkarmayan Batı, neden Fransa’da yaşanan derg baskınına bu
kadar tepk gösterd?
Açıklaması basit, ilk önce Batı toplumu ‘inime kadar
geldiler, beni vurdular’ psikolojisi yaşıyor. İkincisi,
Fransa’da ölenler Hristiyan. Üçüncüsü, Fransa’da
ölenlerin belki İslam ile hiçbir sorunları yok ama
orada öldürülenler sokaktaki vatandaşın gözünde
fikir özgürlüklerini kullanıp İslam’ı eleştirdikleri için
öldürüldüler ve Müslümanlar tarafından öldürüldüler. Batı medyasında “Hz. Muhammed’in karikatürünü çizenler Müslümanlar tarafından öldürüldü.”
manşetlerini okuyoruz. Onların olaya bakışı böyle…
Bunları okuyan insanlar doğal olarak çabuk etkileniyorlar ve tepki gösteriyorlar. Bu insanlar akşamları
televizyonlarında her gün Suriye’de, Irak’ta katledilen insanlara yönelik haberleri görmüyorlar. Bu
insanlar Yemen’de, Pakistan’da katledilen insanlara yönelik çok resim görmüyorlar ama bu insanlar
Afrika’da bir terör grubu kızları kaçırdığında anında
bol resim görüyorlar. Bu insanlar İsrail, Filistin’i inim
inim inletirken hiçbir şey görmüyorlar ama Filistinli
bir terörist herhangi bir İsrail lokantasına girip belinde bombayla havaya uçtuğunda onun resimlerini, haberlerini, o vahşeti saatlerce izliyorlar. Yani
medyanın haber vermesinin de bir çifte standardı
var ve kamuoyu bu çifte standardın etkisinde, haber olmayan şeye doğal olarak tepki göstermiyor.
Haber olan konularda da Müslümanlar kötü gösteriliyor, medeniyetten uzak gösteriliyor. Avrupa
kamuoyu bilmiyor ki, kendi hükümetleri, kendi politikacıları; Recep Tayyip Erdoğan’ın “İslam aleminde
tüm Müslümanlar demokrasinin tadına varmalıdır.”
dediğine destek vermiyorlar. Bilmiyorlar ki AB ülkelerinin neredeyse tamamı Mısır’da demokrasiyle
gelen bir devlet başkanının devrilmesine kayıtsız kalıp cuntacıları destekliyor. Çünkü Batı medyasında
Mursi korkunç bir adam olarak tanıtıldı, Sisi ise halkın isteği doğrultusunda kötü adamı hapse atan kişi
olarak sunuldu. Masal üzerine kurulu ve Müslüman
dünyasına ait olduğu ileri sürülen resimlerle yaşayan
bir Hristiyan dünyası kamuoyundan bahsediyoruz.
Daha önce de ifade ettiğim gibi bu kamuoyu okullarda İslam üzerine hiçbir şey öğrenmemiş olduğu
için verdikleri tepki kendilerine göre gayet doğal
bir tepkidir. Böyle olmasını istemiyoruz ama geriye
de fazla bir şey kalmıyor. Avrupa’da 500 milyonun
üzerinde insan yaşıyor ve bu insanların büyük bir
çoğunluğu birlikte yaşadığı 13 milyon Müslüman
hakkında fazla bir bilgiye sahip değil. Bu kişilere
Müslümanların yaşam koşulları, dini gereksinimleri,
beklentileri, günlük yaşamları hakkında hiçbir şey
öğretilmemiş, okullarında aldıkları eğitim bu konuda
sınıfta kalmış.
Değerl vaktnz bze ayırdığınız ve sorularımızı
yanıtladığınız çn çok teşekkür ederz.
ŞUBAT 2015
91
Kur Savaşları ve
İsvçre Merkez Bankası’nın Kararı
Dr. M. Levent Yılmaz
Enerjde Putn’n Satranç Hamles
Doç. Dr. Nevzat Şmşek
Esk Oyuncularla
Eskmeyen Oyun: Petrol
Dr. Murat Turgut
EKONOMİ
KUR SAVAŞLARI VE
İSVİÇRE MERKEZ BANKASI’NIN KARARI
Dr. M. Levent YILMAZ
SDE Uzmanı
2014
yılını oldukça karamsar geçiren ve
sürekli belirsizlik ortamının yaşandığı Dünya ekonomisi 2015 yılına da iyi başlamadı.
Özellikle ülke merkez bankalarının kendilerini korumak adına kullandıkları kur politikaları artık “kur savaşına” dönmüş durumda. Ülkeler para birimlerinin
değeri üzerinden olası bir krizi önleme ya da rakiplerine ders verme savaşı veriyorlar. Ancak terazinin
krizi önleme veya ayakta kalma kısmının daha ağır
bastığını da ifade etmek gerekiyor.
2008 Küresel Finansal Krizi ile birlikte büyük bir
“şaşkınlık” yaşayan ekonomiler bu şaşkınlığı hala
üzerinden atabilmiş değil. Krizin üzerinden geçen
7 yıllık sürenin işleri daha iyi noktaya getirdiğini de
söylemek pek mümkün görünmüyor. Zira kriz kahini olarak bilinen ekonomist Nouriel Roubini dört
motorlu bir uçağa benzettiği dünya ekonomisinin
(ABD, AB, Japonya ve Çin’in içinde bulunduğu gelişmekte olan ülkeler) motorlarından üçünün durdu-
94
ŞUBAT 2015
ğunu ve ABD tarafının ise sürekli teklediğini söylüyor. Bir yandan sürekli düşen petrol fiyatları petrol
ihraç eden ülkeleri zorlarken diğer yandan yaşanan
talep düşüşü ekonomileri durgunluğa itiyor. Böylesi bir ortamın da “kur savaşlarına” zemin hazırladığı
aşikar.
Tam bu noktada son derece önemli bir kavramı
hatırlatmakta fayda var. Geçmişte ülkelerin güvenliği söz konusu olduğunda öne çıkan başlıklar asker sayıları, sınırlar, ordunun gücü vb. kavramlardı.
Oysa bugün bir ülkenin güvenliği dediğimiz zaman
öncelikle aklımıza gelen kavram “ekonomi güvenliği” oluyor. O halde savaşların da meydanlardan
rakamların kontrol edildiği bilgisayar ekranlarına
kaydığını iddia etmek yanlış olmayacaktır. Öyle olmasaydı ABD kendi krizini nasıl olur da bir kaç ayda
bütün dünyaya yayardı? Ya da AB, yaptırımları ile
Rusya’ya devalüasyon yaptırabilir miydi?
Dünya ülkelerinin bu dönemdeki en önemli sorunlarının başında düşük büyüme ve enflasyon oluşturamamak geliyor. Ülkeler de bu sorunlarının çözümünü bir türlü üretemediği için en kolay yol olan
mekanizmayı yani sorunları diğer ülkelere aktarmayı seçiyor. Her ne kadar adı konulmasa da Dünya üçüncü savaşı kurlar üzerinden yaşıyor. Ülkeler
meydanlarda askerlerini değil ekranlarda kurlarını
cepheye sürüyor. İşte tam da böyle bir ortamda
savaşın resmi boyut kazanmasına örnek oluşturabilecek bir davranış İsviçre Merkez Bankası’ndan
geldi. Ocak ayının 15’inde İsviçre Merkez Bankası
parasındaki aşırı değerlenmenin önüne geçmek için
uzun süredir uyguladığı 1 Euro = 1,20 Frank sınırını
kaldırdığını açıkladı. Üzerine faizleri daha düşürerek
negatife doğru çekti. Bu karar dünya piyasalarında
deprem etkisi yarattı. Zira kararın ardından Frank
Dolar karşısında yüzde 30’un üzerinde değer kazandı. Aynı şekilde Frank Euro karşısında da yüzde
40’ın üzerinde değerlendi. New York Borsası’nda
bazı şirketlerin iflas haberi geldi. Bu beklenmedik
kararın ardından altın fiyatlarında da yukarı yönlü
hareket başladı. İsviçre Merkez Bankası Başkanı
Thomas Jordan “Karar kaçınılmazdı ve bu önlemi
daha fazla erteleyemezdik” diyerek günah çıkartmaya çalışsa da bu apaçık bir kur savaşının resmiyet kazanmasıydı. Çünkü hali hazırda Avrupa Birliği
Merkez Bankası’nın yapacağını ilan ettiği parasal
genişleme ile Euro’nun değeri daha da düşecekti
ve İsviçre için kuru sabit tutmak giderek zorlaşacak
ve daha maliyetli hale gelecekti. İsviçre bir anlamda
AB’nin başkalarına finanse ettirmeye çalışacağı krizi
üzerinden atmış oldu.
Bu kararla İsviçre Frank’ı gelişmiş ilk 10 ekonominin
para birimleri karşısında bir anda ortalama yüzde
30 değer kazanmış oldu. İsviçre kuru sabit tutabilmek için sürekli kendi parasını satmak zorunda
kalıyordu. Bir anlamda İsviçre, ABD kaynaklı çıkan
AB krizini daha fazla finanse etmeyeceğini açıkladı.
Diğer yandan üretim yapan ve bunu ihracat ile dünyaya arz eden ülkelerin en çok kullandığı yöntemin
başında kendi ülke para birimlerini devalüe etmek
geliyor. Bu şekilde ürünleri daha ucuz hale getirerek Pazar avantajı sağlamak gibi bir amaç güdülüyor. Bu politikayı Abe yönetimindeki Japonya uzun
süreden beri çok belirgin bir şekilde uyguluyordu.
ABD ise özellikle parasal genişleme politikası ile
bunu hedeflemişti. Şimdi sırada AB Merkez Bankası var. Onlar da aynı mekanizma ile Euro’nun değerini görece olarak devalüe ederek krizden çıkmayı
planlıyorlar. Çin’in ani bir kararla faizleri aşağı yönlü
revize etmesinin de temelinde bu plan yatıyor. İşte
İsviçre’nin tam da bu dönemde gelen kararı piyasalarda yapılan hesapları alt üst etti.
Bu kararın şüphesiz en büyük etkisi Euro üzerinde
oldu. Zaten uzun süreden bu yana Euro ile ilgili pek
çok tartışma devam ediyor bazen de Yunanistan
gibi bazı AB ülkelerinin Euro’dan çıkmasının uygun
olacağı yönünde görüşler ortaya atılıyordu. Bu dönemde bu tarz tartışmaların giderek artacağını tahmin etmek mümkün... Ancak Avrupa Birliği Merkez
Bankası Başkanı Mario Draghi’yi artık daha zor bir
dönem bekliyor.
Öte yandan her ne kadar yalanlasa da Merkel’in
Yunanistan’ın Euro’dan çıkması ile ilgili olumlu düşündüğü biliniyor. Hatta Alman hükümetine yakınlığı
ile bilinen Der Spiegel dergisinde çıkan bir haberde
şu ifadelere yer veriliyor: “Alman hükümeti gerekirse
Yunanistan’ın Euro Bölgesi’nden ayrılmasına hazır.”
Peki, Tüm Bu Gelişmelerin
Türkiye’ye Etkisi Ne Olacak?
Kararın hemen ardından Dolar/TL kısa sürede 2,31
seviyesine yükseldi. Dünya’daki dalgalanmadan
Türkiye’nin de etkileneceği aşikar ancak genel etkinin sınırlı olacağı tahmin ediliyor. Öte yandan
İsviçre’den yaptığımız ithalat artık eskisine göre
daha pahalı olacak ve ihracatımız ise daha cazip
hale gelecek. Ancak Türkiye’de faizler görece olarak hala yüksek ve bu yazı kaleme alındığı sırada
Merkez Bankası’nın faiz kararı henüz açıklanmış
değil. Türkiye’deki yüksek faizin her ne kadar enflasyon hedefine katkı sağladığı bilinse de yatırım
ortamına zarar verdiği de aşikar. MB’nin geçen yılın
başında almak zorunda kaldığı ani ve yüksek faiz
artırım kararının ardından ortam epeyce değişmiş
görünüyor. Bu bakımdan kur savaşları bu şekilde
devam ederken gelecek olan dişe dokunur bir faiz
indirimi kararı önemli bir avantaj sağlayabilir.
Özetle artık Dünya kur değerleri üzerinden bir savaşın
içine girmiş durumda. Düşen petrol fiyatları da bunun bir parçası, alınan faiz kararları da. Ülkeler kendi
“ekonomi güvenliği” adına kurlar üzerinden her yolu
mubah gören bir sürece girmiş durumdalar.
ŞUBAT 2015
95
EKONOMİ
1 Aralık 2014’te Ankara’da gerçekleştrlen Rusya Federasyonu le Türkye
Cumhuryet arasında Üst Düzey İşbrlğ Konsey toplantılarının 5’ncs aradan
çok zaman geçmese de hem Türkye’de hem de dünya basınında çok tartışıldı
ve daha da tartışılmaya devam edecek gb. İk ülkenn Kırım, Ukrayna,
Surye, Yukarı Karabağ ve Kıbrıs gb alanlarda farklı yaklaşımlarına rağmen
Putn’n Türkye zyaret, kendler açısından da öneml br zamanda
yapılması nedenyle olsa gerek çok ses getrd.
ğına işaret ettiğini söyleyebiliriz. Rusya, satrançtaki
at hamlesi gibi önündeki taşlara/engellere rağmen
konumunu değiştirebilmiştir. Pek tabiidir ki bu hamlesinin etkisi ve sonuçları Türkiye ve diğer oyuncuların karşı hamlelerinden sonra görülecektir.
ENERJİDE PUTİN’İN
SATRANÇ HAMLESİ
Doç. Dr. Nevzat ŞİMŞEK*
Akademisyen
1
Aralık 2014’te Ankara’da gerçekleştirilen
Rusya Federasyonu ile Türkiye Cumhuriyeti
arasında Üst Düzey İşbirliği Konseyi toplantılarının 5’incisi aradan çok zaman geçmese de hem
Türkiye’de hem de dünya basınında çok tartışıldı ve
daha da tartışılmaya devam edecek gibi. İki ülkenin
Kırım, Ukrayna, Suriye, Yukarı Karabağ ve Kıbrıs
gibi alanlarda farklı yaklaşımlarına rağmen Putin’in
Türkiye ziyareti, kendileri açısından da önemli bir
zamanda yapılması nedeniyle olsa gerek çok ses
96
ŞUBAT 2015
getirdi. Anlaşmazlık noktalarından ziyade ekonomik
ilişkilere yoğunlaşmaları konjonktürün bir gereğiydi
ve ülkeler de bu gereğe uygun davrandılar. Yaptıkları anlaşmalarla mevcut konjonktürde ilişkilerini geliştirmeye önem arz ettiklerini ve özellikle ekonomik
alanda birlikte hareket etme iradelerini teyit ederek
toplantıyı sona erdirdiler. AB ve ABD ile olan problemlerin yanı sıra, Türkiye ile yukarıda bahsi geçen
ikili anlaşmazlık noktalarına rağmen gelinen nokta,
Putin’in stratejik düşüncesine ve satrançtaki ustalı-
Putin’in resmi ziyaretinin Türkiye açısından, siyasi ve ekonomik bakımdan uygun bir konjonktürde
gerçekleştiğini ifade ettik. Gerçekten de bu dönem,
Türkiye’nin AB üyeliği, demokratikleşme ve Orta
Doğu’daki dış politikası nedeniyle dış dünyaya kendisini ifade etme konusunda daha önceki dönemlere göre daha çok çaba sarfetmek durumunda kaldığı bir dönemdir. Ekonomik açıdan bakıldığında,
dünya konjonktürünün de etkisiyle Türkiye ekonomisinde kırılgan bir yapı oluşabileceği ve çözüme
kavuşturulmasında sıkıntı yaşanan cari açık sorunu
nedeniyle özellikle yakın coğrafyasına Türkiye’nin
ihracatını arttırmak istediği söylenebilir.
Öte taraftan Rusya açısından da ziyaretin zamanlaması oldukça önemlidir. Rusya’nın Ukrayna nedeniyle siyasi ve ekonomik ilişkilerinin gerginleştiği ve
bu gerginliğin ülkeye siyasi ve ekonomik açılardan
zararının belirginleştiği bir dönemde bu ziyaret gerçekleşmiştir. Bu nedenle Rusya dış politikada farklı
açılımlar yapmaya çalışmaktadır. Örneğin Çin ile
imzalanan 400 milyar dolarlık enerji anlaşmasını bu
kapsamda ele almak mümkündür. Ayrıca Japonya
ile yeni enerji anlaşmaları imzalamak istediğine dair
verilen mesajları da bu şekilde okumak gerekebilir.
İran ile geleneksel ittifakını zaten kullanmaktadır.
Putin, bu ziyaret ile yeni dönemde dış politikada
yeni bir alanı Türkiye ile açmak istediği mesajını
vermiştir1. Kısaca Rusya mevcut durumda AB ile
değil Türkiye ve Asya ile ticaretini geliştirebilecek
durumdadır.
Bu toplantının zaviyesinden, önce Türkiye ve Rusya
arasındaki mevcut ekonomik ilişkileri ve beklentileri
değerlendirelim. Toplantıda iki ülke ticaret hacminin
2023’e kadar 100 milyar dolara çıkarılması yönündeki -daha önce de 2010 yılında iki lider arasındaki
görüşmede konulan- hedef teyit edilmiştir. Dikkatten kaçmaması gerekir ki, Rusya’nın ekonomisinin
durgunluğa girmesinin büyük bir olasılık olduğu
bir yeni dönemden bahsediyoruz ve bu dönemde
Rusya’nın ithalat talebi normal olarak düşecektir.
Pek tabiidir ki, AB ve ABD’nin ambargosu Rusya
ile ticarette Türkiye için yeni fırsatlar yaratmaktadır,
fakat 2014 itibariyle 32 milyar (25 milyarı ithalat 7
milyarı ihracat) dolar olan ticaret hacminin mevcut
ticari ilişki yapısında üç kat artarak belirlenen hedefe
ulaşması hiç kolay görünmemektedir. Bu noktada
önemli olan, Rusya’ya olan ihracatın ithalatı karşılama oranıdır ki, bu da zaten % 23-24 gibi çok düşük bir orandır. İki ülke arasındaki dış ticaretin bu
asimetrik yapısının değişmesine etkisi az olsa da
ambargo sonrası Türkiye Rusya’ya tavuk, yumurta,
süt, balık vb. gibi gıda satışını arttırabilir. Her ne kadar Türkiye ile dış ticaret yapılmak istense de, diğer
bir ifadeyle her ne kadar daha fazla tarım ürünleri
ve kümes hayvanları satılabilse, Türkiye’nin ürettiği daha ucuz beyaz eşya, elektronik eşya hatta
otomotiv türü sanayi ürünleri ihraç edilebilse, yurt
dışı müteahhitlik hizmetleri kapsamında daha fazla
iş alınabilse de belirlenen hedef gerçekten yüksektir. Üstelik sözü geçen yaptırımlar nedeniyle Rusya
ŞUBAT 2015
97
Rusya doğal gazın büyük bölümünü Türkye’ye verecek olursa bağımlılık daha
da artar. Karşılıklı bağımlılık sağlanablrse bunun bölgesel yansımaları da
olur. Türkye gelnen noktada dğer arz kaynaklarının da hub’a ulaştırılmasını
sağlamalıdır. Ancak bu durumda bu oyundan kazançlı çıkablr.
ithal ikameci modele yönelmiştir. Örneğin Rusya
tarım ürünlerine teşvik mekanizmasını yeniden ele
almıştır ki bu modelle birlikte Türkiye’nin bu tür malların ihracatını arttırarak Rusya ile olan dış ticaret
dengesizliğini gidermesi zorlaşabilir. Bu noktada
Türkiye’nin, Rusya’da yatırım yaparak söz konusu
teşviklerden yararlanması da dikkate alınması gereken bir seçenek olarak durmaktadır. Rusya’ya
ihracatın arttırılabilmesi için acilen ele alınması gereken birkaç temel sorun zikredilmektedir. Örneğin
Rusya’ya olan ihracatın yarısından fazlasının karayolu ile yapıldığı düşünüldüğünde, ihracatı arttırabilmesi için Türkiye’nin mevcut tır kotasının arttırılması çok önemlidir. Ayrıca Gümrük Birliği nedeniyle
önemli ölçüde AB ile ticaret yapan Türkiye; hijyen,
hormon vb. açılardan AB standartlarına göre belgeler hazırlamaktadır. Fakat Rusya’nın istediği belgeler farklı olduğundan bu konuda bilgi sahibi olmayan ihracatçılar sıkıntı yaşamaktadırlar. Dolayısıyla
bu konunun da süratle ele alınması iyi olacaktır2.
Üst Düzey İşbirliği Konseyi toplantısı çerçevesinde
özellikle enerji alanında alınan bir dizi kararın etkileri
üzerinde de durmak gerekir. BOTAŞ ile Gazprom
arasında imzalanan belge ile birlikte, enerji
bakanlıkları arasında imzalanan enerji
verimliliği, enerji tasarrufu ve yenilenebilir enerji kaynakları alanında iyi niyet memorandumu, bunların
ötesinde Rosatom ile Türkiye Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı arasında nükleer enerji alanında
imzalanan memorandum dikkate değer hususlar
olarak zikredilebilir.
Yerli ve yabancı basında, Putin’in, Avrupa
Komisyonu’nun Güney Akım ile ilgili tutumu ve Komisyon ile görüşmeler yapmak için projeyi donduran
Bulgaristan’ın boru hattı inşaatına izin vermemesi
nedeniyle Güney Akım Doğalgaz Hattı Projesi’nin
gerçekleştirilmesine devam edemeyeceğini belirtmesi, bunun yerine ilk defa 2006’da gündeme gelen yıllık 63 milyar metreküp kapasiteli Mavi Akım 2
Projesi’ni Türkiye ile gerçekleştirme niyetini yeniden
gündeme getirmesi önemli bir hamle olarak değerlendirilmiştir ve gerçekten de bir satranç hamlesi
niteliğindedir. Bilindiği gibi Avrupa’nın Rus doğal
gazına olan ihtiyacının bir bölümünü karşılama
düşüncesiyle ortaya çıkan Güney Akım Doğalgaz
Hattı Projesi, zamanında Ukrayna’dan kaynaklanan doğalgaz kesintilerinden korunmak amacıyla
gündeme gelmişti. Karadeniz altından döşenecek
bir boru hattıyla Rus doğal gazını Bulgaristan üzerinden Avrupa’ya taşımayı amaçlayan bu projeye;
AB’nin bir bütün olarak -zaten yüksek oranda Rus
doğal gazına bağımlı olmaları3 nedeniyle- sıcak
baktıklarını söyleyemeyiz. Bir başka deyişle Güney
Akım Projesi’ne en çok ilgi duyan ülkeler Doğu Avrupa ülkeleridir, fakat Avrupa Komisyonu
bu ülkelerin beklenti ve taleplerini her
zaman hesaba katmamaktadır.
Tam da bu noktada Putin’in hamlesi
önemli hale gelmektedir. Bu nedenle yeni projenin Avrupa’da ve dünya
piyasalarında kabul görmesi biraz
98
ŞUBAT 2015
zaman alabilir. AB ülkeleri Güney Akım konusunda
kendi istedikleri bir düzene göre Rusya’yı yönlendirebileceklerini düşünmekteydiler. Çünkü bu projede
yer alan ülkeler, Bulgaristan gibi AB’nin kontrol edebileceği ülkeler idi. AB, enerji alanında Avrupa’nın
Rusya’ya daha fazla bağımlı hale gelmesini önlemek, bu nedenle doğalgaz kaynaklarını ve güzergahları kendi denetimi altında tutmak istemesine
rağmen, Rusya AB pazarına doğal gaz satarken
kuralları kendi belirlemek istemektedir. Bu şekilde
Rusya, yanına Türkiye’yi de alarak Avrupa’ya karşı
pazarlık gücünü arttırdığını düşünmektedir. Çünkü
Türkiye özellikle son dönemlerde Avrupa tarafından
çok kontrol edilebilir bir ülke olmayacağı izlenimi
vermektedir. Nitekim özellikle Doğu Akdeniz’de
İsrail ve Kıbrıs Rum Kesimi ile yaşadığı problemler
sonrasında Türkiye, AB ile kısa vadede müzakerelerde daha fazla ilerleme kaydedemeyeceğinin
de farkına varmış durumdadır. Bu durumda hem
doğal gaz ithalatında Rusya’ya bağımlılığı hem de
konjonktürel olarak AB ile mevcut görüş ayrılıkları
nedeniyle Türkiye için de Rusya ile işbirliği önemli
bir seçenek durumuna gelmiştir.
Türkiye’nin jeopolitik konumu nedeniyle enerji köprüsü ve onun da ötesinde bölgesel bir ‘hub’
olma arzu ve çabası içinde olduğu bilinmektedir.
Putin’in teklifini en azından bu yönüyle müzakere
edilebilir bulunmasını da, Ankara’nın ‘enerji köprüsü olma’ amacına uygun düşmesi ile açıklayabiliriz.
Öte yandan bilinmektedir ki Azerbaycan ile yapılan
anlaşma Türkiye’nin bu konudaki amacına hizmet
etmektedir. Türkmenistan’dan gelecek gazın Türkiye üzerinden Avrupa’ya iletilmesi konusunda da
Türkiye’nin isteği açıktır. Benzer şekilde yine Kuzey
Irak’tan gelecek gazın Türkiye üzerinden Avrupa’ya
iletilmesi konusunda Türkiye’nin çalışmaları bilinmektedir. Doğu Akdeniz kıyılarında İsrail’in ve Kıbrıs Rum Kesimi’nin bulduğu doğal gaz rezervlerine
de Türkiye’nin ilgisiz kalmadığını söyleyebiliriz. Tüm
çabalar veri iken, Rusya ile planlanan yeni projeyle, Türkiye’ye verilecek 14 milyar metreküp doğal
gazın dışında geri kalan yaklaşık 50 milyar metreküpün Türkiye-Yunanistan sınırına taşınması ve
buradan dağıtılması düşünülmektedir. Putin bu
hamleyle esasında Türkiye üzerinden AB’ye ulaştırılabilecek yukarıda bahsedilen diğer doğal gaz se-
çeneklerinde de masada bulunma ve söz söyleme
hakkını elde etmiş olmaktadır.
Trakya’da kurulacak bir hub ile Rusya,
50 milyar metreküplük hub’ın ana
tedarikçisi olmayı ve Avrupa’nın
doğal gaz arzını çeşitlendirmek
amacıyla ele aldığı diğer alternatifleri dışlamayı düşünmüş olabilir. Çünkü düşünülen haliyle yeni
hub projesi, İran, Kuzey Irak, İsrail, Güney Kıbrıs ve Türkmenistan’ı
Avrupa’nın gelecekteki gaz talebi
projeksiyonu bağlamında rahatsız edebilecek niteliktedir. Ayrıca bu hamlesiyle Rusya; Türkiye ve Azerbaycan’ın kendinden bağımsız olarak geliştirdikleri
TANAP Projesi’nde de bir anlamda ben de buradayım demiştir.
Yani, projenin TANAP’ı olumsuz
etkileyip etkilemeyeceği dikkatle
değerlendirilmesi gereken bir
husustur. Çünkü Trakya’da bir
enerji hub’ının oluşması, gazın
orada fiyatlandırılıp Avrupa’ya
ihraç edilmesi anlamına gelmektedir. Bu yeni
oluşan
denkleme
göre hem Azeri gazını taşıyacak TANAP, hem de Rus
gazını taşıyacak bu yeni
boru hattı hub’a doğal gaz
ulaştıracaktır. Her iki proje
de aynı anda yürüyebilir
ama burada zamanlamalarına dikkat etmek
gerekecektir.
Çünkü
hangi gazın daha önce
Avrupa’ya ulaşacağı
konusu, diğer alternatifi zorlayacak niteliktedir. Türkiye’nin
TANAP’ta proje ortağı olması nedeniyle
enerji arz güvenliği
ŞUBAT 2015
99
EKONOMİ
Enerjde thalata bağımlılık ülkenn dış poltkası le lşkl br konudur. İthalat
bağımlılığı, br ekonomnn normal fonksyonlarını yerne getreblmes çn
yabancı kaynaktan elde edebleceğ br mala dayanması anlamına geldğnden,
bağımlılık kaçınılmaz br şeklde ülkenn dış poltkasını etkler ve arzı tehlkeye
atablecek hamlelerden kaçınma htyacı br ölçüde ülkenn daha genş br dış
poltka açılımı yapamamasına yol açar.
açısından gelecekte TANAP’ı olumsuz etkileyecek
kararlar almaması daha rasyonel bir tercih olacaktır.
Anlaşmanın kazan-kazan prensibine dayandığı görülmektedir. Güney Akım Projesi yaklaşık 40 milyar dolar gibi yüksek yatırım bedeliyle, ekonomisi
zayıflayan Rusya’yı zorlayacak nitelikte idi. Bu yeni
hat ile Rusya’nın yaklaşık 10 milyar dolar tasarruf
sağlayabileceği söylenmektedir. Petrol fiyatlarındaki
düşüşün yanı sıra ambargoların Rusya ekonomisini
önemli ölçüde etkilediği bir ortamda bu maliyet azalışının Rusya için oldukça avantajlı olduğu söylenebilir. Batılı gazeteler Putin’in Avrupa karşısında kaybettiğini iddia etse de, söz konusu hamle ile hem
zaten % 58 gibi bir oranla egemen olduğu Türkiye
pazarında gücünü arttırma hem de Türkiye üzerinden Avrupa’ya ulaşma imkanı elde eden Rusya, bu
noktada Kuzey Irak, İran, İsrail, Kıbrıs Rum Kesimi ve Türkmenistan gibi diğer alternatifleri dışlama
şansını da elde etmiş olmaktadır.
Oyunda Türkiye’nin kazancı şartlara ve alacağı kararlara bağlıdır. Dış politika konularında iki ülke arasında yapısal görüş ayrılıkları söz konusudur. Bu
görüş ayrılıklarının da her zaman ekonomik ilişkileri
etkileme potansiyeli vardır. Ayrıca Rusya bu yeni
hat ile Türkiye pazarına ilave doğal gaz satma fırsatı
yakalamaktadır. Türkiye’nin doğal gaz ithalatında %
58 gibi yüksek bir oranda Rusya’ya bağımlı iken bu
tür bir ortaklığın bağımlılığı daha da artırma tehlikesi söz konusudur. Mavi Akım üzerinden 16 milyar
metreküp, Batı hattından 10 milyar metreküp doğal
gaz alımı yapan Türkiye 2015 planına göre BOTAŞ
ve özel sektör aracılığıyla Rusya’dan 30 milyar metreküp doğal gaz almayı planlamaktadır. Yeni boru
hattının kapasitesi Türkiye’nin Rusya’dan aldığı
gaz miktarının iki katından fazla bir miktara karşılık
gelmektedir. Kısacası, Türkiye’nin kolaycılık hasta-
100
ŞUBAT 2015
ESKİ OYUNCULARLA
ESKİMEYEN OYUN:
lığına kapılmadan durumu lehine değerlendirmesi
gerekmektedir. Enerjide ithalata bağımlılık ülkenin
dış politikası ile ilişkili bir konudur. İthalat bağımlılığı,
bir ekonominin normal fonksiyonlarını yerine getirebilmesi için yabancı kaynaktan elde edebileceği bir
mala dayanması anlamına geldiğinden, bağımlılık
kaçınılmaz bir şekilde ülkenin dış politikasını etkiler
ve arzı tehlikeye atabilecek hamlelerden kaçınma
ihtiyacı bir ölçüde ülkenin daha geniş bir dış politika
açılımı yapamamasına yol açar. Bu gelişmelerden
bağımsız olarak Türkiye’nin enerji arz güvenliğini
sağlama adına tek ülkeye bu denli bağımlı olma
durumundan kurtulması gerekir. Rusya doğal gazın
büyük bölümünü Türkiye’ye verecek olursa bağımlılık daha da artar. Karşılıklı bağımlılık sağlanabilirse
bunun bölgesel yansımaları da olur. Türkiye gelinen
noktada diğer arz kaynaklarının da hub’a ulaştırılmasını sağlamalıdır. Ancak bu durumda bu oyundan kazançlı çıkabilir.
Dr. Murat TURGUT*
Ekonomist
Dipnotlar
1
2
3
Nazım Cafeov, “Putin’in Türkiye seferi, mesajlar, teklifler, imkanlar”, Erişim tarihi: 03.12.2014, http://az.apa.az/
news/364483
Haberler.com, “Rusya ile 100 milyar dolarlık ihracatın önünde 4 engel”, Erişim Tarihi: 01.12.2014, http:/haberler.com/
rusya-ile-100-milyar-dolarlik-ticaretin-onunde-4-6737143haberi/
Uluslararası Enerji Ajansı, Eurostat ve FT verilerine göre Finlandiya, Estonya, Letonya, Litvanya, Çek Cumhuriyeti ve
Bulgaristan %100, Slovakya, %99.5, Romanya %86.1, Polonya %79.8, Avusturya %71, Yunanistan %59.5, Slovenya
%45.2, Macaristan %43.7, Almanya %35.7, İtalya %28.1,
Fransa %15.6, Hollanda %11.2 oranında Rusya doğal gazına bağımlı durumdadırlar. Aktaran Al-Jazerera, “Rusya Güney Akumdan neden vazgeçti?”, Erişim Tarihi: 03.12.2014,
http://aljazeera.com.tr/al-jazeera-ozel/rusya-guney-akimdan-neden-vazgecti
* Ahmet Yesevi Üniversitesi Avrasya Araştırma Enstitüsü
Müdürü olarak görev yapmaktadır.
P
etrol fiyatlarında son dönem yaşanan sert düşüşler beraberinde birçok tartışmayı da tekrar
gündeme taşıdı. Her ne kadar bazı yaklaşımlar ekonomik temelli olsa da politik olanlar da ihmal
edilemeyecek düzeyde yüksek.
2008 krizinde global ekonomideki resesyon beklentilerini sert düşüşle karşıladıktan sonra varili
100 Doların üzerine çıkan petrol fiyatları Mart ayında Kırım’ın Rusya tarafından ilhak edilmesini takip
eden dönemde sert bir düşüş göstererek 50 Doların altına kadar gerilemiş görünüyor.
Doğal olarak, bu düşüşten en büyük zararı gören
petrol üreticileri. OPEC sepeti son 3 yılda varil ba-
şına ortalama 100 Doların üzerinde seyrediyordu.
Toplamda OPEC üretiminin dörtte birini gerçekleştiren Suudi Arabistan bekleneceği üzere grubun içinde en çok kayba uğrayan ülke oldu. Suudi
Arabistan’ın yanında başta Rusya olmak üzere Kanada, Norveç ve Kazakistan gibi net petrol ihracatı
yapan ülkeler de sıkıntılı.
İhracatçıların kaybettikleri ise tüketicilerin kazancı.
Çin liderliğinde birçok net petrol ithalatçısı Asya ülkesi ve Türkiye dahil birçok Avrupa ülkesi bu durumdan faydalanıyor. Analistler sadece ABD’de bu
fiyat düşüşünden hane halkının yılda 3 bin dolara
yakın tasarruf yapabileceğini hesaplıyorlar. Diğer bir
deyişle, petrol fiyatlarındaki düşüş bugün durakla-
ŞUBAT 2015
101
ma endişeleri yaşanan dünya ekonomisinin tüketim
harcamalarına çok önemli bir destek olabileceği hatırlarda tutulmalı.
ekonomisi 40 milyar Dolar kaybetti. Petrol fiyatlarındaki düşüşten kaynaklanan kayıp ise 200 milyar
Dolara yaklaştı bile.
ise petrol fiyatlarındaki radikal düşüşle beraber bu
hedefin sadece dörtte birini, yani 40 milyar doları
kabul etmekle karşı karşıya.
Oyunda Kimler Var?
Bu sırada Rusya, yavaş yavaş ama kararlı bir şekilde yüzünü Doğu’ya ve Türkiye’ye dönüyor. Çin’in
Başbakan Yardımcısı Wang Yang’ın vazih bir şekilde özetlediği gibi: “Çin, Rusya’ya tarım ürünleri,
petrol ve doğalgaz donanımları gibi rekabetçi ürünler ihraç etmeye ve Rusya’dan mühendislik ürünleri
ithal etmeye istekli.” Bunu yine Latin Amerika’dan
yapılan gıda ithaliyle birleştirirsek, Moskova’nın pek
de uçurumun kenarında bir görüntüsü olduğunu
söyleyemeyiz.
Suudi Arabistan’ın Petrol Bakanı ise, Petrol İhraç
Eden Ülkeler’in (OPEC) fiyattaki düşüşe rağmen
petrol üretimini azaltmayacağını duyurdu. Petrol arzında sorun yaşanması durumunda ülkesinin günlük petrol üretimini arttırmaya hazır olduğunu da
söyledi. Bu açıklama açık bir biçimde ABD lehine
Rusya ve İran’a yönelik bir mesaj olarak okundu
çünkü Rusya ve İran’ın fiyatlardaki düşüşe bağlı
olarak ortaya çıkan büyük ekonomik kaybı ancak
petrol fiyatlarının yeniden yükselişe geçmesi ile durdurulabilir. Bunun için de “yüksek talep-düşük arz”
politikası gerekiyor ki Suudiler dünya piyasasına
daha çok petrol verdikçe bu denge oluşmayacak.
Peki bu ‘eskimeyen oyun’da hangi ülke hangi pozisyonda oynuyor? Salt bir maliyet savaşı mı yaşıyoruz yoksa, siyasi temelleri olan bir kavganın ortasında mıyız? Bunu iyi analiz etmek gerekiyor.
Rusya ekonomisi açısından petrolun düşüşü uzun
süreli bir resesyonunun habercisi olarak kabul ediliyor. Birçok analist, ABD’nin, enerji gelirlerine hayati derecede ihtiyaç duyan Rusya’yı cezalandırıp
İran’ı kontrol altında tutmak için, Suudi Arabistan’ın
ise bölgesel rakibi İran’ı ekonomik olarak daha çok
dibe çekmek için petrol fiyatlarını kasıtlı olarak düşürdüklerine inanıyorlar. Rusya, 2011’de Libya’da
yaşanan devrimde kendisine ihanet edildiği gerekçesiyle sonrasında ABD’nin “güçsüz liderlik” zafiyetinden de yararlanarak üç yılı aşkın bir süredir ABD
ile bölgesel rekabetlere girişmiş durumda. Birçok
analiste göre Rusya’nın Suriye’de Beşşar Esed’i
korumakta bu kadar kararlı olmasının nedeni de bu
acı tecrübe. Bu nedenle Suriye’de süren iç savaşta,
Suriye rejimini kınayan veya ülkeye askeri müdahaleye imkan sağlayabilecek üç karar tasarısını Çin ile
birlikte veto etti. 22 Şubat 2014’te ilk kez “evet” oyu
kullandığı karar tasarısında ise tasarıdaki şartların
yerine getirilmemesi durumunda askeri müdahaleye olanak sağlayan yaptırım tehdidi yerine “daha
ileri adımlar” ifadesi kullanıldı.
ABD açısından, Rusya’nın askeri ve politik meydan
okumalarında en can yakıcı karşılaşma Ukrayna’da
yaşandı. Rus yanlısı hükümetin devrilmesi sonrasında Rusya’nın Kırım’ı ilhak etmesi karşısında ABD
ve AB ülkeleri sadece sert açıklamalar yapmakla
yetindiler. Büyük bir prestij kaybına uğrayan ABD,
Avrupalı müttefikleri ile gecikmeli de olsa ekonomik
yaptırımlarla Rusya’ya cevap verdi. Rus yetkililerden alınan bilgiye göre yaptırımlar dolayısıyla Rus
102
ŞUBAT 2015
Rusya ve Çin Merkez Bankaları kritik bir 3 yıllık, 150
milyon Yuan değerinde çift yönlü yerel parabirimli
swap anlaşmasını imzaladılar. Anlaşmanın süresi
de uzatılabilir mahiyette. Londra homurdanmakta,
ama bu zaten onların hep yaptıkları şey. Bu anlaşmanın en önemli özelliği Amerikan Dolarını safdışı etmesi. Moskova bu hamlesiyle ABD, Suudi
stratejisinin birçok etkilerinden birini daha etkisiz
kılıyor. Rus-Çin stratejik ortaklığı, Mayıs ayında imzalanan, Putin’in deyişiyle “çığır açan” 400 milyar
dolarlık 30 yıllık “yüzyılın gaz anlaşması”ndan beri
sürekli yükselişte ve ekonomik yankıları da dinecek
gibi değil.
Rusya ayrıca son donemde Türkiye ile de sıkı ilişkiler peşinde. Aralık ayında imzalanan enerji temelli
anlaşmaların mali boyutu 100 miyar doları bulmakta. Bu durumda Rusya’nın, Batı Avrupa ve ABD ile
yaşadığı gerilimden karlı çıkacak ülkelerin Türkiye
ve Çin olacağı anlaşılıyor.
Irak, Suriye, Lübnan ve Yemen hattında büyük
askeri maliyetleri olan operasyonlara girişen İran,
ekonomik olarak İran-Irak Savaşı sonrasındaki en
kötü dönemini yaşıyor. 2013 Temmuz’unda iktidara gelen mevcut cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’nin
İranlılara en büyük vaadi ekonomiyi toparlamaktı.
Ancak İran ekonomisi, bir önceki cumhurbaşkanı Ahmedinejad döneminin bile oldukça gerisine
düştü. İran’ın 2011 yılında 120 milyar dolara kadar
çıkan ihracatı, 2013 yılında 61 milyar dolara geriledi. İran’ın 2005’teki toplam ihracatının 60 milyar
dolar olduğu hatırlandığında, İran ekonomisinde 9
yıllık bir gerilemenin yaşandığı açıkça görülüyor. İhracatı yüzde 90 oranında petrole bağımlı olan İran,
2010 yılında 2015 itibariyle yıllık ihracatını 160 milyar dolarlık bir banda oturtma hedefindeydi. Şimdi
Petrol fiyatlarına dayalı yeni savaşta, ABD ve Suudi Arabistan aynı cephede yer alıyor. Suudi
Arabistan’ın öncelikli hedefi bölgesel rakibi İran’ı
ekonomik olarak daha derin bir dar boğaza sürüklemek. Ancak ABD, bir taraftan politik ve askeri
olarak Ukrayna ve Orta Doğu’da baş edemediği
Rusya’nın canını ekonomik olarak acıtmaya, bir
yandan da nükleer müzakereler yürüttüğü İran’ı
“yeni yaptırımlar uygulamaksızın ödün vermeye zorlamaya” dayalı çift yönlü bir politika izliyor. Esasen
ABD ve Suudi Arabistan’ın ittifakı bölgeye yakın
analistler tarafından çok da şaşırtıcı bulunmuyor ki
Türkiye’de de durum bu şekilde.
Oyun Kurucu Kim?
Uluslararası finans piyasalarında emtia analistleri
petrol fiyatlarının enerji gelirlerine ihtiyaç duyan Rusya ve İran’ı cezalandırmak için kasıtlı olarak düşürüldüğünü ileri sürmekte. ABD ve Suudi Arabistan’ın,
Rusya ve İran üzerinde baskı oluşturmaya çalıştığı
özellikle Rusya ve İran’ı cezalandırmak için hazırlanmış yapay bir oyun olduğu görüşü ağırlık kazanmakta. Bunun yanısıra aşağıda belirttiğimiz etkenler
de belki ifade edilebilir ama kişisel düşüncemiz bu
etkenlerin bu derecede ciddi bir düşüşü açıklamaktan uzak olduğudur.
Petrol fiyatlarını hızla aşağı çeken etkenlerden biri
ABD’deki ekonomik düzelmeye karşın Avrupa’nın
yeniden resesyona girmekte ve Çin liderliğinde gelişmekte olan ülkelerin hızla yavaşlamakta olması.
IMF artık hemen her raporunda global ekonomik
büyümeyi aşağıya doğru revize etmeyi alışkanlık
haline getirdi. Bu ortam Dolar’ı güçlendirirken petrol
talebini azaltıyor ve petrol fiyatlarını iki koldan vuruyor. Üstelik son IMF/Dünya Bankası toplantılarında
sıkça vurgulandığı üzere bu yavaşlama artık “kalıcı
durgunluk” olarak adlandırılıyor.
Diğer bir etken OPEC’in kendi içindeki birlikteliğinin
oldukça zayıflığı. OPEC hala dünya üretiminin üçte
birini gerçekleştiriyor olmasına rağmen fiyatları eskisi kadar rahat oynatamıyor. Çünkü geçmişte Suudi
ağabeylerinin liderliğinde küçük Orta Doğu ülkeleri
özellikle politik açıdan ortak tavır sergileyebiliyorken
artık İran ve özellikle son yıllarda üretimleri hızla artan
Nijerya ve Angola gibi Afrika ülkeleri çok farklı olan
çıkarlara göre hareket edip ortak kararlara uymuyorlar. Suudi Arabistan da pazar payını kaybetmek
istemeyince OPEC pasifleşiyor. Suudi Arabistan’ın
son 4 yılda döviz rezervlerini 300 milyar Dolar (%
67) artırdığı düşünülürse petrol fiyatlarındaki düşüşü
desteklemesinin nisbeten kendisine vereceği zararı
tolere edecek gücü var diye yorumlayabiliriz.
Ve Türkiye...
Ciddi cari açık ile yaşamaya alışkın Türkiye ekonomisi açısından petrol fiyatlarındaki düşüş yeni bir
fırsat oluşturuyor. Hem düşecek maliyetler ve hem
de her 10 dolarlık düşüşün getirdiği 5,5 milyar dolarlık cari açığı kapatıcı etki enflasyon hedeflemesine yardım edecek ve kur üzerinde oluşacak baskıyı
azaltıcı etkiler oluşturacaktır. Petrol fiyatlarındaki
düşüş kamu borçlanma ihtiyacını azaltarak faizlerde
de kalıcı bir düşüş sağlayacaktır.
Bu ekonomik parametrelerin yanısıra bu eskimeyen
oyundaki oyuncularla ilişkilere bakılırsa, Türkiye bu
seferki petrol fıyatı değişimlerinde pasif oyuncu olmaktan ziyade daha aktif bir rol alacaktır. Putin’in
Güney Akım Projesi’nin iptali sonrasında adeta soluğu Türkiye’de alması ve devasa bir enerji antlaşmasına imza atması bu tezi güçlendirir niteliktedir.
Özetle, ABD’nin Sovyetler Birliği politikasının da mimarı kabul edilen Henry Kissinger’ın da dediği gibi:
“Enerjiyi kontrol eden bölgeyi, parayı kontrol eden
dünyayı kontrol eder.” Sahip oldukları enerji ile kendi bölgelerini dizayn edebileceklerini düşünen İran
ve Rusya mı; yoksa parayı kontrol eden ABD mi
oyunu kazanacak?
Esas tartışma bu gibi duruyor. Oyun devam ediyor... Masadan henüz kalkan yok!
* Pazarlama, Finans ve Fon Yönetimi konularında uzmandır.
ŞUBAT 2015
103
İslamofob Üzernden
Algı Yönetm ve Hükümranlık
Prof. Dr. Talp Özdeş
Avrupa’da Yükselen İslam ve Yabancı
Karşıtlığı: “Almanya Örneğ” Panel
SDE Haber
21. Yüzyılda Afrka ve Türkye
Sempozyumu
SDE Haber
GENEL
İSLAMOFOBİ ÜZERİNDEN
ALGI YÖNETİMİ VE
HÜKÜMRANLIK
Prof. Dr. Talip ÖZDEŞ
SDE Uzmanı
İ
slam ve “korku” anlamına gelen fobia kelimelerinin bir araya getirilmesiyle türetilen “islamafobia”
(İslam korkusu) kavramı, özellikle 2001 yılında
ABD’deki ikiz kulelere (Dünya Ticaret Merkezi’ne)
yapılan 11 Eylül saldırısı ile beraber belirli merkezler
tarafından dünya gündemine sokulmuş, İslam’ın terörle ilişkilendirilmesiyle gittikçe yoğunlaşan bir kullanımla hem ABD’de hem de Batı dünyasında olduk-
106
ŞUBAT 2015
ça yaygınlaşan küresel bir kavram haline gelmiştir.
Yani, İslamafobya, Batı’da İslam ve Müslümanlarla
ilgili yaratılan bir imaj üzerinden korku oluşturularak
insan ve toplumların belirli yönlere kanalize edilip yönetilmeleri için üretilip tedavüle sokulmuş bir
kavramdır. Haçlı ve Siyonist ittifakının güdümündeki
kolonyalist yönetimler, başkaları üzerinde kurdukları hegemonyalarını ötekileştirme, kutuplaştırma,
düşmanlaştırma ve çatışmalar
Batı’nın İslam Korkusu
Müslümanların
üzerinden sürdürmektedirler.
Aslında Batı dünyası için
Batı ülkelerinde siyaset mekasekizinci yüzyılda
İslam’ın korkutucu, kennizmalarını ellerinde bulunduİspanya’yı alarak
disinden korkulması gereran güç merkezleri ve lobiler,
ken bir şey olarak takdim
Endülüs medeniyetini
düşmanlar üreterek kurdukları
edilip propaganda edilmeinşa etmeleri, 1071’den
düzenin devamlılığını sağlamasi, ona ve müntesiplerine
ya çalışmakta, karşılarında her
itibaren önce Anadolu
karşı öfke ve düşmanlıkzaman güçlü bir düşman araSelçuklularının, daha
ların pompalanması yeni
maktadırlar. Bu politikayla hem
bir
şey değildir. Bu korku,
sonra Osmanlı Devletinin
iç bütünlüğü sağlamayı hem
on birinci yüzyılda İslam
tarih sahnesinde yerlerini
de dışarıya karşı yürütmekte
dünyasının ve Doğu’nun
oldukları hegemonyacı siyaalmaları, İstanbul’un
zenginliklerini yağmalamak
sete meşruiyet kazandırmayı
fethi, Anadolu’dan
için düzenlenen Haçlı Seamaçlamaktadırlar. İkinci Dünferleri sırasında Hıristiyan
Balkanlara, Kafkasya’ya,
ya Savaşı’nda kendi yarattığı
toplumları İslam korkusu ve
Ortadoğu ve Kuzey
Faşizme karşı savaşan moderdüşmanlığı üzerinden Müsnist Batı, daha sonra 1990’lara
Afrika’ya, Viyana’ya
lümanlara karşı harbe ikna
kadar yine referanslarını makadar dayanan cihan
edip kışkırtmak için kullateryalizme ve sekülerleşmeye
nılmıştır. Müslümanların seimparatorluğu, İslam’ın
dayalı dünya görüşünden alakizinci yüzyılda İspanya’yı
Hindistan’a, Endonezya
rak teşekkül eden Komünizalarak Endülüs medeniyeme karşı savaşmıştır! İnsanlık
ve Malezya’ya kadar
tini inşa etmeleri, 1071’den
Komünizmle korkutularak Batı
yayılmış olması Hıristiyan
itibaren önce Anadolu Selkapitalizmine mahkûm edilçuklularının, daha sonra
Batı’yı derin bir endişeye
miştir. Böylece korkutma, onu
Osmanlı Devletinin tarih
sevk etmiş, İslam’a
stratejik bir yöntem olarak kulsahnesinde yerlerini allananlar için iç ve dış siyasetkarşı duyulan korku ve
maları, İstanbul’un fethi,
te oluşturulan birtakım algılar
düşmanlığı öne çıkaran
Anadolu’dan Balkanlara,
üzerinden ülkeleri, insan ve
politikaların oluşumuna
Kafkasya’ya, Ortadoğu ve
toplumları kendine mahkûm
Kuzey Afrika’ya, Viyana’ya
neden olmuştur.
edip yönetmeyi hedefleyen
kadar
dayanan
cihan
psikolojik harbin önemli bir unimparatorluğu,
İslam’ın
suru olmaktadır. Yaratılan suni problemler üzerinHindistan’a, Endonezya ve Malezya’ya kadar yayılden korkuların üretilip etkin olduğu bir atmosfer, kitmış olması Hıristiyan Batı’yı derin bir endişeye sevk
lelerin her türlü yalanlarla, iftira ve aldatmalarla belirli
etmiş, İslam’a karşı duyulan korku ve düşmanlığı
hedeflere ikna edilip yönlendirilmeleri için müsait bir
öne çıkaran politikaların oluşumuna neden olmuşortam oluşturur. Bilgisizlik, cehalet, bağnazlık, petur. İslam’ı ve Müslümanları doğru bilgiye dayalı olaşin yargılar bu ortamı pekiştirir. Çünkü sonuçta inrak yeterince tanımayan Batı insanı, “Türkler geliyor!
san bilmediğinin düşmanıdır. Tarih boyunca zulüm,
Müslümanlar geliyor!” denilerek asırlar boyu korkutiranlık, terör ve diktatörlük üzerine kurulan bütün
tulmuştur. Tarihte Batı’da yönetim mekanizmalarını
yönetimler, hakimiyetleri altında tuttukları toplumları
elinde tutan Hıristiyan kiliseler tarafından yapılan bu
ve muhaliflerini ikna için, yapacakları haksızlıklara,
korkutma işi, günümüzde küresel düzenin patronsaldıra ve yağmacılığa meşruiyet kazandırmak için
ları tarafından; laik, seküler ve kapitalist kiliseler taellerindeki bütün imkanları seferber edip, proparafından icra edilmektedir.
ganda mekanizmalarını harekete geçirerek bir şekilde korku siyasetini öne çıkarmışlar, onu iç ve dış İran devrimi ile beraber İslam dünyasında Batı karşısındaki yenilmişlik psikolojisinin yerini güven duysiyaset malzemesi olarak kullanmışlardır.
ŞUBAT 2015
107
kazandırma amacına matuftu.
On dokuzuncu yüzyıldan beri
İslam coğrafyası başta olmak
üzere başkalarının kaynaklarını sömürerek varlığını devam
ettiren müreffeh Batı, kendisi
her geçen gün yaşlanmaya ve
çürümeye yüz tutarken, insan
ve nüfus zenginliğine; petrol,
doğal gaz, uranyum ve kıymetli taşlar gibi doğal kaynaklara; inanç, kültür ve manevi
zenginliklere sahip dinamik bir
İslam dünyasını kendi varlığı
için ciddi bir tehdit olarak görmüştür.
gusunun almaya başlaması, İslami kimliğin yeniden
keşfedilmesine yönelik çabalar, küreselleşme ve
post-modernizm dalgalarının da etkisiyle yerel kültürlerin öne çıkıp kendini ifade etmeye başlaması,
küresel boyutta değişen politik ve stratejik dengeler, Batı’nın İslam’a bakışını değiştirmiştir. Sovyetler
Birliği’nin dağılmasını müteakip Soğuk Savaş’ın sona
ermesi, korku siyasetinin devamı için yeni bir düşmanın üretilip sahneye konulmasını gerekli kılmıştır
(!) İki kutuplu dünyada 1990’lara kadar Komünizm
korkusu ve düşmanlığı üzerinden politika yapanlar,
onun devreden çıkmasıyla beraber bu defa İslam’ı
ve Müslümanları hedef tahtasına oturtmuşlardır.
Samuel Huntington’un “Medeniyetler Çatışması”
adlı makalesi, din farklılığını düşmanlık siyasetinin
merkezine oturtan yeni stratejinin teorik anlatımı ve
habercisi olarak değerlendirilebilir. Nitekim dünya,
kısa bir zaman sonra 11 Eylül hadisesine şahit olmuştur. 11 Eylül öncesinde Avrupa medyasında İran
devriminin de etkisiyle İslam’ı tehdit olarak gösteren
birtakım yayınlar yapılıyor olsa da, söz konusu yayınların fazla belirleyici oldukları söylenemez. Ancak
11 Eylül hadisesiyle birlikte durum önemli derecede
farklılaşmış, İslam ve Müslümanlarla terörizm arasında doğrudan ilgi kurularak, İslam’ı bir terör dini,
Müslümanları da terörist olarak damgalayan yayınlar
yapılmaya başlanmıştır. Bunun sonucunda ABD ve
108
ŞUBAT 2015
Avrupa’da İslam düşmanlığı ve İslam korkusu ciddi
bir artış göstermiş, Müslümanlar üzerine uygulanan
ötekileştirme, dışlama ve baskı politikaları yoğunluk
kazanmıştır. Afganistan ve Irak’a yapılacak saldırıları
meşru göstermek için tüm film, medya ve yayın imkanları seferber edilmiştir.
Korku Siyasetinin Amacı
Bütün yalan ve iftiraya dayalı propagandalara ve
dezenformasyona rağmen, bugün artık bu 11 Eylül senaryosunun bizzat medeniyetler çatışmasını
planlayanların kendileri tarafından; dünyaya maskara olacak şekilde birçok defalar Üsame Binladin’i
öldürüp diriltenler (!) tarafından sahneye konulduğu konusunda insanlığın zihninde hakim bir kanaat oluşmuş durumdadır. Bu olayın ardından dünyamız, İslam’a ve Müslümanlara karşı Haçlı seferi
ilan edilerek Afganistan ve Irak’ın işgal edilmesine,
milyonlarca insanın katledilip sakat bırakılmasına,
zenginliklerin yağmalanıp bütün bir tarihi ve kültürel
dokunun tahrip edilmesine şahit olmuştur. İşgallerin
öncesinde İslam’ı ve Müslümanları şiddet ve terörle
ilişkilendiren yazılar, haber ve görüntüler, Taliban’ın
Afganistan’daki Buda heykellerini kırma görüntüleri,
Irak’ta nükleer silah olduğuna dair yalan haberler,
Birleşmiş Milletler’i de savaş kararına dahil ederek
yapılacak saldırıya gerekçe oluşturup meşruiyet
olan küresel ekonomik kriz
karşısında, problemi aşmak için toplumsal işbirliği
ve dayanışmayı sağlamaya
yönelik çalışmalar yapmak
yerine, bir zamanlar beden
güçleriyle Avrupa ekonomisini sırtlayarak kalkındıran
insanların çocuklarına ve
torunlarına karşı nefret dilinin öne çıkarılması, İslam
korkusunun, ırkçılığın ve
yabancı düşmanlığının kışkırtılması, birtakım karanlık
örgütler eliyle onlara karşı
yapılan saldırı ve kundaklamaların üzerine gidilmeyip
üstünün örtülmeye çalışılması yukarıdaki hükmü teyit eder mahiyettedir. Anlaşılan o ki, Batı’da yönetim
ve siyaset mekanizmalarını
ellerinde tutanlar, başkaları
hakkında korkular üreterek,
halklar arasına düşmanlık
tohumları ekip kaos ortamları yaratarak kirli amaçlarına ulaşmaya çalışmaktadırlar. Aslında bu senaryo oldukça anlaşılabilir bir
görünüm arz etmektedir.
Batılı güç
merkezleri tarafından
Müslüman dünyaya karşı
İslamafobya üzerinden
yürütülen politika ve
stratejilerin insanlığa
getireceği netice, halklar
arasına düşmanlıkların
sokulmasından,
kaos, çatışma ve
terör ortamlarının
yaratılmasından, ırkçılık
ve yabancı düşmanlığının
artırılmasından başka
bir şey olmayacaktır.
Yangını çıkaranların,
o yangının ateşinde
yanmak veya dumanında
boğulmak gibi bir sonuçla
karşılaşmaları
mukadder olabilir.
Aslında kendisini, ötekileştirip
düşman cephesine yerleştirdiği başkalarının üstünde gören, insanlığın binlerce yıllık
medeniyet yürüyüşünü yok
sayarak kendi kültür ve medeniyet anlayışı dışında başka
dünyaların da olduğunu kabule yaklaşmayan, onları hiçe
sayan, doğru-yanlış analizi yapmadan kendi değerlerini başkalarına dayatan, başkalarını sömürdüğü
halde elindeki nimet ve imkanları başkalarıyla paylaşmak istemeyen, kendi coğrafyasındaki teröre
karşı çıkarken başka coğrafyalarda sebep olduğu
terörü görmek istemeyen, onu maniple edip el altından teşvik eden çifte standartlı Batı, sadece İslam
dünyası için değil, bütün insanlık için tehdit oluşturmaktadır. 11 Eylül’den beri İslam coğrafyasında
Batılılar ve Siyonistler eliyle katledilen on iki milyon
insanın öldürülmesine sessiz kalan Batı dünyasının
daha geçen haftalarda Paris’te Charlie Hebdo adı
verilen mizah dergisine yapılan saldırıda öldürülen
on iki kişi için dünyayı ayağa kaldırması, nasıl bir çifte standartlık içerisinde olduklarını gösteren önemli
bir örnektir. Elbette ki değil 12 kişinin, haksız yere
bir kişinin bile öldürülmesi asla kabul edilemez. Terörün bütün şekilleri telin edilmelidir. Ancak İslam
coğrafyasında 12 milyon insanın katledilmesine
sessiz kalanların, kendi ülkelerinde 12 kişinin ölümü karşısında gösterdikleri tepki oldukça anlamlıdır. Batı dünyasının 2008’den beri yaşanmakta
Kaos ve Terörün Gerçek Sorumluları Kimler?
Yazılıp çizilen senaryolarla önce kaos ortamları yaratılmakta, sonra da o ortamın meyveleri aynı
merkezler tarafından devşirilmeye çalışılmaktadır.
Gerçekleştirdikleri plan ve senaryolarla İslam coğrafyasını parçalayıp diktatörlüklere ve totaliter rejimlere mahkum edenler, saldırı, işgal ve tehcirler
üzerinden kaos, şiddet, çatışma ve terör ortamları
yaratanların ta kendileridir! Aynı güç merkezleri, bu
defa sebep olup ürettikleri durumlar üzerinden, kin
ve nefretin sonuna kadar pompalandığı bir atmosfer içerisinde kendilerine yapılanlara karşı misilleme
yapmaya çalışanların yaptıkları birtakım yanlışlıklar
üzerinden İslamafobyayı güçlendirecek propagandaları devreye sokarak o coğrafyanın halklarını, onların sahip oldukları dini değerleri mahkûm etmeye,
zan altına sokup suçlu ilan etmeye çalışmaktadırlar. Milyonlarca kişi öldürülüp bir o kadarı da sakat
ŞUBAT 2015
109
bırakılırken, her şeyini kaybedenlerin bu cinayetleri işleyenlere karşı eli kolu bağlı sessiz kalacakları
mı zannediliyordu? Yıllarca her türlü hukuk dışı ve
gayr-i meşru yöntemlerle güç odaklarının baskı,
zulüm, şiddet, işkence, katliam ve tehcir politikalarına maruz kalanların, iffet ve onurları ayaklar altına alınıp çiğnenenlerin kendilerine yapılanlara karşı misliyle mukabelede bulunma yoluna gitmeleri
şaşırtıcı değildir. Bir de BM gibi şikayette bulunup
haklarının korunmasını isteyebilecekleri, hakemliğine güvenebilecekleri sözde uluslararası kurullar
tamamen egemenlerin dümen suyuna girmişlerse,
zalimlerin keyiflerine hizmet eder hale gelmişlerse
başka ne beklenebilirdi? İslam dünyasında ortaya
çıkan Batı karşıtlığı ve terör, Afganistan’dan Irak’a,
Guantanamo’dan Gazze’ye kadar uzanan ölüm ve
tahkir politikalarıyla beslenip derinleşmiyor mu? Yapılan onca saldırılı, işgal ve ihlaller karşısında gösterilen direnişlerin teröre kayması, terör eylemlerini
gerçekleştirenlerin yaptıkları eylemleri meşrulaştırmak için Kur’an’a ve dinin kaynaklarına parçacı bir
yaklaşımla ayet ve hadislerden deliller getirmeleri,
terörün kaynağının bizatihi İslam’ın kendisi olduğu
anlamına gelmez.
Orta Doğu ve İslam coğrafyasındaki terörün gerçek
müsebbipleri, “medeniyetler çatışması” senaryosu üzerinden yeryüzündeki sömürüye dayalı hakimiyetlerini devam ettirmek için bin bir türlü hile ve
entrikayla ve evrensel anlamda bütün insani, ahlaki ve hukuku ilke ve değerleri de çiğneyerek kaos
planlarını hayata geçirmeye çalışanlardır. IŞİD’in
birkaç Hıristiyan muhabire gerçekleştirdiği infazlar,
Suriye’deki bir Hıristiyan topluluğuna yaptığı saldırı,
(kaldı ki aynı IŞİD’in Suriye ve Irak’ta kendi dışındaki
Müslüman birey, grup ve topluluklara uyguladığı şiddet ve terörün haddi hesabı yok), Fransa’da Charlie
Hebdo adlı derginin binasına ve bir Yahudi marketine yapılan baskınlar sonucunda rehinelerin saldırıyı
gerçekleştirenler tarafından öldürülmesi terör oluyor
da, Afganistan ve Irak’ta milyonlarca Müslüman’ın
en gelişmiş silahlarla katliama maruz bırakılması,
İsrail’in uzun yıllardan beri bütün dünyanın gözleri
önünde Filistin halkına uyguladığı işgal, soykırım ve
tehcir politikaları, Esed rejiminin Suriye halkı üzerinde uyguladığı tedhiş, Çeçenistan, Doğu Türkistan,
Myammar ve daha birçok yerde Müslüman halklar
üzerinde uygulanan soykırımlar terör olmuyor mu?
Bu katliam ve soykırımlar devletler eliyle ve özellikle
110
ŞUBAT 2015
de Müslüman halklar üzerine uygulandığında terör
listesinden çıkıyor mu? Aynı insan hakları ihlalleri ve
cinayetler bir Hıristiyan, Yahudi veya Budist tarafından gerçekleştirildiğinde Hıristiyan, Yahudi (Siyonist) veya Budist terörü olmuyor, ama İslamiyet’e
mensup biri tarafından gerçekleştirildiğinde İslami
terör olarak damgalanıp dünyaya servisleniyor!
Sonuç olarak, Batılı güç merkezleri tarafından Müslüman dünyaya karşı İslamafobya üzerinden yürütülen politika ve stratejilerin insanlığa getireceği netice,
halklar arasına düşmanlıkların sokulmasından, kaos,
çatışma ve terör ortamlarının yaratılmasından, ırkçılık ve yabancı düşmanlığının artırılmasından başka
bir şey olmayacaktır. Yangını çıkaranların, o yangının ateşinde yanmak veya dumanında boğulmak
gibi bir sonuçla karşılaşmaları mukadder olabilir.
Eğer gerçekten daha barışçıl bir dünya isteniyorsa,
Batı’nın önce kendisiyle yüzleşmesi, İslam ülkelerine
ve başkalarına karşı yürüttüğü kolonyalist politikaları,
Müslümanlarla olan ilişkilerini sorgulaması, 11 Eylül
sonrası İslam dünyasına yönelik politika, strateji ve
uygulamaları siyaset, hukuk ve yönetim konusunda
demokrasi, çoğulculuk, insan hakları ve özgürlükler
gibi söylem olarak öne çıkardığı değerler üzerinden
masaya yatırıp analiz etmesi gerekmektedir. İslam
dünyasına gelince, İslamafobya üzerinden kendisine
karşı yürütülen stratejileri boşa çıkaracak politika ve
çalışmalara ihtiyaç vardır. Batı karşısında duyulan rahatsızlık, İslam dünyasının kendisine dönerek kendi
üzerinde düşünmesini bloke etmemelidir. Müslümanlar dahil İnsanlığın parlak ve aydınlık geleceği
için İslam coğrafyasında görülen terörün masaya
yatırılarak analiz edilmesi, bin yılın üzerindeki bütün
bir geleneğin süzülmesiyle şiddet ve terörü besleyen yanlış din algılarının ve anlayışların tashih edilmesi, İslam’la ilgili doğru (sahih) bilgilerin insanlığa
takdimi, başkalarıyla ilişkilerde meşruiyet zemininin
gözetilip korunması büyük önem arz etmektedir.
İslam dünyasının kendi kültür ve medeniyetinin asli
kaynaklarından, tarih içerisinde oluşturduğu ilmi birikim, gelenek, kültür ve medeniyet zenginliğinden
hareketle, insanlığın bütün bir ilmi ve felsefi tecrübesine de açılarak kendisini yeniden inşa etmesi, ümmet ruhu ve bilincinden hareketle birlik oluşturması,
kendini dünyaya doğru tanıtacak, dünya siyasetinde
etkinliğini artıracak mekanizmaları geliştirip harekete
geçirmesi gerekmektedir.
haber
Avrupa’da Yükselen İslam ve Yabancı
Karşıtlığı: “Almanya Örneği” Paneli
Stratejik Düşünce Enstitüsü’nde
8 Ocak 2014 tarihinde Avrupa’da
Yükselen İslam ve Yabancı Karşıtlığı: “Almanya Örneği” konulu
bir panel düzenlenmiştir.
Açılış konuşmasını SDE Başkanı
Prof. Dr. Birol Akgün’ün yaptığı
panele Eski Avrupa Parlamentosu üyesi Ozan Ceyhun ve SDE
Uzmanı Zeynep Songülen İnanç
konuşmacı olarak katılmışlardır.
Panelin moderatörlüğünü SDE
Dış Politika ve Uluslararası İlişkiler Programı Koordinatörü Doç.
Dr. Mehmet Şahin yapmıştır.
Açılış konuşmasında Paris’te bir
mizah dergisine yapılan baskından bahseden SDE Başkanı
Prof. Dr. Birol Akgün, bu ve buna benzer olayların
Avrupa’da birçok sosyolojik ve psikolojik olayların zeminini oluşturduğunu belirtmişlerdir.
Daha sonra söz alan Ozan Ceyhun, Avrupa’da yükselmekte olan ırkçılık ve İslam düşmanlığı ile ilgili açıklamalarda bulunmuşlardır. Irkçılığın farklı bir boyut
kazandığını, artık bu durumun İslam düşmanlığına
dönüştüğünü, Avrupa’da ve özellikle Almanya’da yaşanan olayların temelinin de İslam’a duyulan kin ve
nefret olduğunu belirtmişlerdir. Ozan Ceyhun, ayrıca
özellikle son yıllarda Türkiye’nin Avrupa’da yaşayan
Müslümanlara ve Türklere yönelik faaliyetlerinin, onların haklarını korumasının ve onlara güven aşılamasının Avrupa’da rahatsızlığa neden olduğunun altını çizmişlerdir. Avrupa’nın bu rahatsızlığının bir nedeni de
Avrupa’da yaşayan Türklerin ekonomik durumlarının
eskiye nazaran çok daha iyi olması ve bu insanların
daha yüksek mesleklerde çalışmasıdır. Bu nedenler-
den dolayı PEGİDA gibi örgütler kısa sürede çok sayıda taraftar toplamış ve toplamaktadırlar.
SDE Uzmanı Zeynep Songülen İnanç ise 11 Eylül
olaylarından sonra İslam korkusunun, İslam düşmanlığına dönüştüğünü, ayrıca Avrupa’da merkez sağ
partilerinin yerini İslam karşıtı söylemlerle güç kazanan partilerin aldığını ve bu partilerin her geçen gün
oy oranlarını arttırdığını belirtmişlerdir.
SDE Dış Politika ve Uluslararası İlişkiler Programı Koordinatörü Doç. Dr. Mehmet Şahin ise bugüne kadar
her zaman Avrupa’da yaşayan Müslümanların kendilerini anlatmak zorunda kaldığını, Türk ve Müslüman
topraklarında yaşayan Avrupalıların ise böyle bir durumla karşılaşmadıklarını belirterek bu durumun ortadan kaldırılması gerektiğine vurgu yapmışlardır.
Panel konuşmaların ardından soru-cevap kısmıyla
sona ermiştir.
ŞUBAT 2015
111
haber
21. Yüzyılda Afrika ve Türkiye Sempozyumu
rın bu yol haritası çerçevesinde atılmaya devam edeceğini
söyledi. Türkiye’nin Afrika’daki
faaliyetlerinden bahseden Sayın Koru, Afrika’nın eğitim ve
sağlık alanlarında yardıma ihtiyacı olduğunu bu bağlamda
2011 yılında Somali’ye yapılan
yardımların etkilerinin tüm kıtada hissedildiğini, bu konuda en
büyük destekçinin de Türkiye
olduğuna vurgu yaptı. Sayın
Koru ayrıca e-vize uygulamasıyla Afrika’ya seyahati kolaylaştırdıklarını ifade etti.
Stratejik Düşünce Enstitüsü, Dışişleri Bakanlığı Stratejik Araştırmalar Merkezi ve Siyaset Ekonomi ve Toplum
Araştırmaları Vakfı işbirliğinde “21. Yüzyılda Afrika ve
Türkiye” başlıklı sempozyum Ankara’da gerçekleştirildi. Sempozyuma Dışişleri Bakanlığı yetkilileri, Afrika ülkelerinden bakanlar ve diplomatik misyon şefleri, kamu
kurum ve kuruluşundan resmi yetkililer, sivil toplum
temsilcileri ile akademisyenler ve medya mensupları
katıldı.
Üç oturum şeklinde düzenlenen sempozyumda “Dünya Siyasetinde Afrika’nın Yeri”, “Geçmişten Geleceğe
Türkiye ve Afrika” ve “Afrika’nın Kalkınması, Entegrasyonu ve Türkiye’nin Katkıları” başlıkları altında uzmanlarca bildiriler sunuldu ve tartışmalar yapıldı.
Panelin açılış konuşmasını Dışişleri Bakan Yardımcısı
Sayın Ali Naci Koru yaptı. Sayın Koru konuşmasında,
Türkiye’nin Afrika ile tarihten gelen bağları olduğunu belirterek, özellikle son on yılda Afrika’ya yönelik
büyük atılımlar gerçekleştirildiğinin altını çizdi. Ayrıca
Türkiye’nin Afrika’ya yönelik 2015-2019 yıllarını kapsayan bir plan hazırladığını ve bundan sonraki adımla-
112
ŞUBAT 2015
“Geçmişten Geleceğe Türkiye
ve Afrika” başlıklı oturumunda
Stratejik Düşünce Enstitüsü
Başkanı Prof. Dr. Birol Akgün
de bir konuşma yaptı. Sayın
Akgün konuşmasında, Türkiye ile Afrika’nın siyasi ilişkilerinin 16. Yüzyıla dayandığını belirtti ve özellikle Kuzey Afrika’nın uzunca bir
süre Osmanlı’nın bir parçası olarak kaldığını hatırlattı.
1911’de Osmanlı Devleti’nin Afrika’daki son toprağını da
kaybetmesiyle uzun süre bu kıtayla etkin temas kurulamadığını anlattı. 1998’de Afrika Eylem Planı hazırlansa
da Türkiye’deki ekonomik krizlerden dolayı bu planın
hayata geçirilemediğini ifade eden Akgün, AK Parti’nin
2002’de iktidara gelmesinden sonra ise Afrika’yla ilişkilerin giderek ivme kazandığının altını çizdi. Prof. Dr.
Birol Akgün, Afrika ile ilişkilerin geliştirilmesinde sadece siyasi iktidarın değil, STK’ların ve İş Dünya’sının da
önemli roller oynadığını vurguladı. Bunlara ek olarak,
Türkiye’nin son 15 yılda Afrika’ya olan ihracatını en az
beş kat artırdığına değinen Akgün, Türkiye’nin artık
Afrika’da siyasi ve ekonomik bir aktör olarak söz sahibi
bir ülke olduğunu, Somali’ye yapılan insani yardımların
da bunun güzel bir örneğini teşkil ettiğini anlattı. Sayın
Akgün konuşmasını, Türkiye’nin artık sadece Doğu ile
Batı arasında değil; küresel düzlemde Kuzey ile Güney
arasında da siyasi bir köprü rolü üstlendiğinin altını çizerek noktaladı.
Download