tc sağlık bakanlığı haseki eğitim ve araştırma hastanesi ı. genel

advertisement
T.C.
SAĞLIK BAKANLIĞI
HASEKİ EĞİTİM VE ARAŞTIRMA HASTANESİ
I. GENEL CERRAHİ KLİNİĞİ
ŞEF V. PROF. DR. MEHMET MİHMANLI
MİDE KANSERİNDE
TOTALSİALİK ASİT, GLUTATYON, MALONDİALDEHİT SEVİYELERİ
ve
BU PARAMETRELERİN BİRBİRİYLE
ve
KANSER EVRESİ İLE İLİŞKİSİNİN İNCELENMESİ
UZMANLIK TEZİ
DR. YILDIRAY DADÜK
İSTANBUL-2006
ÖNSÖZ
Asistanlık eğitimim boyunca, her zaman yakın ilgisini, hoşgörüsünü gördüğüm, yetişmemde
emeği geçen cerrahi bilimi ve tekniklerini öğrenmemde, deneyimleriyle gelişmeme katkılarda
bulunan; I.Cerrahi Kliniği şef vekili, Prof. Dr. Mehmet MİHMANLI, şef muavinileri; Op. Dr.
Fadıl HALAS, Doç. Dr. Haldun SUNAR ve Op. Dr. Muzaffer AKINCI ’ya ve II. Cerrahi
Klinik şefi Doç. Dr. Sefa TÜZÜN ’e teşekkür eder, saygılarımı sunarım.
Asistanlık eğitimim boyunca, her zaman yakın ilgi ve desteğini gördüğüm yetişmemde emeği
geçen deneyim ve bilgilerinden yararlandığım, tezimin planlanmasında ve hazırlanmasında
özveriyle benimle çalışan, İstanbul Eğitim ve Araştırma Hastanesi IV. Cerrahi Kliniği şef
muavini; Doç. Dr. Soykan ARIKAN ’a teşekkür eder, sevgi ve saygılarımı sunarım.
Her zaman, emeği geçen, sabırla, hoşgörüyle yaklaşan ve yol gösteren, başasistan ve uzman
ağabeylerime teşekkür ederim.
Tezimin hazırlanmasında emeği geçen ve DETAM ’da çalışma olanağını sağlayan , İstanbul
Üniversitesi
Deneysel Tıp Araştırma Enstitüsünde öğretim görevlisi; Doç. Dr. Makbule
AYDIN ’a teşekkür eder, saygılarımı sunarım.
Birlikte acı ve tatlı günler geçirdiğim, yoğun ve yorucu çalışmaya rağmen, her zaman
uyumlu ve hoşgörülü bir çalışma ortamını paylaştığım asistan, hemşire arkadaşlarıma ve tüm
cerrahi personeline teşekkür ederim.
Eğitimim boyunca her zaman sabırlı, hoşgörülü, özverili olan, maddi ve manevi desteğini
hiçbir zaman esirgemeyen; aileme ve eşime, sevgilerimi sunar, teşekkür ederim,
İÇİNDEKİLER
I-GİRİŞ
1
II-GENEL BİLGİLER
a)TARİHÇE
3
b) ANATOMİ
5
c)FİZYOLOJİ
11
d) MİDE KANSERİ ve MİDEDE KARSİNOGENESİZ
18
1- ETYOLOJİ
18
2- PREKANSERÖZ LEZYONLAR
21
3- MİDE KANSERİ ve SINIFLANDIRILMASI
24
4- MİDE KANSERİ TANISI
27
5- MİDE KANSERİ EVRELEMESİ
31
6- GLUTATYON
36
7- SİALİK ASİT
39
8- MALONDİALDEHİT
42
III- GEREÇ ve YÖNTEM
45
IV- BULGULAR
46
V- TARTIŞMA
47
VI- KAYNAKLAR
51
VII-ÖZET
58
GİRİŞ
Mide kanseri dünyanın her bölgesinde yaygın olarak görülmektedir. Ülkemizde de Sağlık
Bakanlığı Kanser Savaş Dairesi tarafından bildirilen verilere göre 1996 yılında erkeklerde
solunum sistemi kanserlerinden sonra gastrointestinal sistem kanserleri ikinci sırada
gelmektedir. Kadınlarda ise gastrointestinal sistem kanserleri; meme, ürogenital sistem ve
solunum sistemi kanserlerinden sonra dörtüncü sırada yer almaktadır. Yine bu verilere göre
gastrointestinal sistem kanserleri içinde mide kanserleri birinci sıradadır. Mide kanserlerinde
Erkek : Kadın oranı yaklaşık olarak 3 / 2 ‘dir.
Mide kanserinde de erken tanı ve tedavinin önemi büyüktür. Mide kanserinin sık görüldüğü
Japonya’da tarama proğramları sayesinde sık oranda erken mide kanseri saptanmaktadır.
Toplumsal sağlık problemlerinde önemli bir yer tutan mide kanserinin tedavisinde Japonlar,
yeni tedavi yöntemleri önermişlerdir. Önerileri ile birlikte başarılı sonuçlar da bildirmişlerdir.
Bu sonuçlar yeni tartışmalar da oluşturarak randomize çalışmaları başlatmıştır.
Japonlar mide kanserinin cerrahi tedavisinde, lenf diseksiyonunun sağkalım üzerine önemli
etkisi olduğunu bildirmektedirler. Japonya’da lenf bezlerinin geniş diseksiyonu rütindir. Mide
serozasına penetrasyon yapmış yada rejional lenf bezi pozitif olan hastalarda radikal
ameliyatların %47’inde 5 yıl yaşama oranı sağlanmışken; basit mide rezeksiyondan sonra bu
oran %28 ‘e düştüğü görülmüştür. Japonya’da erken mide kanserlerinde bile Grup I ve II lenf
bezi çıkarılması önerilmektedir; sadece karsinoma insutu için buna gerek yoktur. Japonya’da
yapılan çalışmalarda radikal lenfadenektomi yaşama süresini belirgin biçimde uzattığı ve
ameliyattan sonra morbiditenin önemli derecede artmadığı gösterilmiştir. Oysa batılı ülkelerde
yaşamı uzattığı gösterilmemiş ve morbiditeyi ileri derece arttırdığı görülmüştür (1-3).
Mide kanseri genellikle ilerlemiş evrede tanınır ve bu evrede gastrik kanserlerin bilinen kesin
iyileştirici bir tedavi şekli yoktur. Tutulan lenf bezi sayısı ve primer tümörün mide duvarını
1
penetrasyon derecesi en önemli prognostik faktördür. Mide kanseri erken aşamada saptandığı
zaman 5 yıllık sağ kalım %90’lara ulaşmaktadır.
Bu yüzden radyolojik ve endoskopik tetkiklerin yanında kanserin erken teşhis ve gözleminde
kullanılabilecek tümörle ilgili belirteçler araştırılmaktadır. Bu araştırmacıları bir grup hücre
yüzey moleküllerini, sialil transferazı, akut faz proteinleri ve hormonları , glikolipidleri ve
diğer tümörle ilişkili belirteçleri incelemeye yöneltmiştir.
Sialik asit sentezinde glutatyona ihtiyaç duyulmaktadır.Ayrıca glutatyon ve manoldialdehit
(MDA) oksidan-antioksidan sistem içinde belirteç olarak yer alan moloküllerdir. Bizim
çalışmamızın amacı mide kanserinde total sialik asit, MDA ve glutatyon seviyeleri arasındaki
ilişkiyi ayrıca total sialik asit, indirgenmiş glutatyon ve malondialdehit seviyelerinin kanserin
evresiyle değişip değişmediğini araştırmaktı.
2
TARİHÇE
Eski zamanlardan beri insanların problemi olan mide kanseri iyi dökümante edilmiştir. Hem
Hipokrat hem de Galen mide kanseri ile ilgilenmişlerdir. İbni Sina 11. Yüzyılın başlarında
mide kanserinin semptom ve patolojik bulgularının inandırıcı, erken ve doğru tanımlamasını
bildirmiştir (4)
19. yüzyılın başlarında Aussent, Chardel, Laennec ve Otto gibi kişiler mide kanserinin birçok
tanımlamasını yapmışlardır. 1810’da Merrem, doğru olarak deneysel çalışmalarını yayınlayan
ilk klinisyendir. Üç köpek üstünde faydalı olan pilorektomiyi göstermiştir ve benzer çalışmalar
diğer araştırmacılar tarafından bildirilmiştir (4-6)
Mide ülserinin tam ve klasik tanımlamasını Jean Cruveilhier 1830 ‘lu yılların başlarında
yapmıştır. Cruveilhier ayrıca maling ile selim ülser arasındaki ayrımı ilk olarak yapan kişidir.
Bayle 1839 tarihinde “ maladies cancereuses ” adlı yayınında mide kanserinin patolojik
bulgularını ve semptomlarını ayrıca o tarihte bile erken tanının önemini belirtmiştir.
Ocak 1881 tarihinde ,Viyana Üniversitesi cerrahi profesörü olan Theodor Billroth, ilk başarılı
parsiyel gastrektomiyi yapmıştır. Beraber çalıştığı öğrencileri olan Gussenbauer ve Winiwarter
1874’de labaratuarda parsiyel gastrektomiyi uygulamışlardır, 1876’da Billroth I olarak bilinen
gastrik rezeksiyon ve gastroduodenal anastomozu geliştirmişlerdir.
Mide kanserinde reseksiyonu 1879’da Paris’te Pean, 1880’de Polonya’da Rydygier
denemiştir. Fakat her ikisinde de anastomoz kaçağından dolayı başarılı olunamamıştır. Ocak
1881’de Thérése Heller adında bir hasta mide obstrüksiyonu ve epigastriumda ele gelen kitle
tanısıyla Billroth’a başvurmuştur. Hasta, gastrik lavaj ve özel mamalar ile operasyon için
hazırlanmıştır. Operasyon günü olan 29 Ocak tarihinde, kloroform anestezisi altında, Billroth
mide distalinde 5 inç uzunluğunda tıkanıklık yapmış bir tümör bulmuştur. Midenin büyük
kurvatur tarafı karbonize edilmiş ipek sütürler ile kapatıldıktan sonra küçük kurvatur tarafı ise
3
duodenumla ekstra mukozal ipek sütürler ile anastomoze edilmiştir. Postoperatif
3. gün
hastanın yemesine izin verilmiştir. Hastanın dikişleri 6. günde alınmıştır. Ameliyattan sonraki
22. günde hasta taburcu edilmiştir.
İlk başarılı kısmi mide rezeksiyonundan sonra Billroth’un
asistanı Wölfler, köpekler üzerinde yaptığı çalışmalar ile
mide distalini tıkayan tümörlerde rezeksiyon yapmadan
uygulanabilecek cerrahi teknikleri geliştirmiştir. Wölfler
Aralık 1881 de rezeksiyonu mümkün olmayan bir hastaya
başarılı gastroenterestomi uygulamıştır.
Ocak 1885’de Billroth, distal mide kanseri olan bir hastada
rezeksiyon yaptıktan sonra doudenum ve kesilen mide
kenarlarını karbonize edilmiş ipek ile kapamıştır. Mide arka yüzünden jejenum kullanarak
yaptığı gastroenterestomi ile midenin boşalmasını sağlamıştır. Hasta 1.5 yıl yaşamıştır ve bu
girişim Billroth II operasyonu olarak adlandırılmıştır.
Mide
kanserine
ilk
başarılı
total
gastrektomi
+
özofagojejunostomiyi 1897 yılında Schlatter yapmıştır.
Hastası 1yıl 53 gün yaşamıştır. Parsiyel ve total
gastrektomi için bir çok modifikasyonlar geliştirilmesine
rağmen 1990’lı yılların mide kanseri cerrahi tedavisinin
temelini, 19. yüzyılın
son üç dekadında ki çalışmalar
oluşturur.
Teknolojinin gelişimi ile birlikte cerrahi operasyonlarda kulanılan aletler ve malzemeler de
değişmiştir. Çağımızda yaygın olarak kullanılan aletlerden biri staplerdir. Stapler ile dikiş
tekniği, 1908 tarihinde bir Macar cerrah olan Hültl’ın mekanik stapler aletini bulması ile
gastrointestinal cerrahiye girmiştir. Stapler 1950 yıllarında Sovyetler tarafından geliştirildi
4
ANATOMİ
Mide gebeliğin 5. haftasında ön bağırsaktan tubuler bir yapı olarak belirir. Gelişimi sırasında
mide iki kere dönüş yapar. İlk önce uzunlaması ekseni etrafında döner. Bu dönüş sonrasında
sol yüzü ventrale sağ yüzüde dorsale doğru gitmiştir. Bu dönüş süresince dorsal durumda
bulunan kenarı ventral durumda bulunan kenara göre daha geliştiğinden dönüş tamamlandığı
zaman midenin büyük ve küçük kurvaturları ortaya çıkar. İkinci dönüşü sagittal eksen
etrafında olur. Bu dönüş sonunda pilorik kısım yukarıya ve sağa, buna karşılık kardia bölgesi
sola ve bir parça aşağıya gider. Böylece mide aşağı yukarı erişkindeki durumunu alır .
Midenin üst kısmı, kardia diye adlandırılan bölüm, özofagusla birleşir. Kardianın proximali alt
özofagial sfinkter ile fizjolojik bir kompenent de oluşturur. Pilor ise midenin distali ile
duodenumun proximali arasında ki iştirakı sağlar. Gastroözofagial bileşke ve pilor ile mide
sabitlenmiş olmasına rağmen midenin büyük bir bölümünü oluşturan orta kısım
mobildir.Midenin üst kısmını genişleyebilen fundus oluşturur. Bu bölüm yukarıda diyafragma,
lateralde dalak ile sınırlandırılmıştır. Özofagogastrik bileşkeden geçirilen horizontal plandaki
çizginin distalinden midenin korpusu başlar. Korpus parietal hücreleri içerir. Küçük
kurvaturanın açılanması sonucu oluşan incisura angularis midenin korpus bölümünün bitip
antrum bölümünün başladığı sınırı oluşturur. Antrum bölümüde G hücrelerinden zengindir.
Diğer önemli bir açıda his açısıdır. Özofagusun sol kenarı ile fundus arasındaki bölüm bu açıyı
oluşturur.
Midenin büyük bir bölümü sol üst kadranda bulunur. Özofagogastrik bileşke normalde
diyafragmatik özofagial hiatusun 2-3 cm altında bulunur. Bu bölüm horizontal olarak 7.
kostasternal bileşkeye uymaktadır. Karaciğerin sol lateral segmenti genellikle midenin ön
yüzünün büyük bir bölümünü sarar. Midenin inferioru gastrokolik omentum ile transvers
kolona bağlanmıştır. Mide posteriordan pancreas, böbrek, dalak, kolonun splenik fleksurası,
kaudat lob, retroperitoneal arter ve sinirler ile ilişkidedir. Gastrohepatik ligaman (küçük
5
omentum) mideyi küçük kurvatur tarafından karacigere bağlamaktadır. Gastrosplenik ligaman
ise midenin büyük kurvatur tarafının proksimalini dalağa bağlamaktadır.
Mide, gastrointestinal sistemin iyi kanlanan bir bölümüdür. Esas olarak çöliak trunkustan
dallanan 4 arter ile kanlanır. Sol ve sağ gastrik arterler küçük kurvatur, sol ve sağ
gastroepiploik arterler ise büyük kurvatur boyunca midenin kanlanmasını sağlarlar. Az bir
miktarda da inferior diyafragmatik arterler ve dalaktan gelen kısa gastrik arterler ile beslenir.
Sol gastrik arter midenin en geniş arteridir. Çöliak trunkustan dallanır. Sol gastrik arterden
%15-20 oranında sol hepatik arter çıkar. Sol hepatik lobun sadece bu arter ile beslendiği
durumlarda sol gastrik arterin bağlanması akut sol hepatik iskemiye yol açabilir. Sağ gastrik
arter hepatik arterden, bazı zamanda gastroduodenal arterden, çıkar. Sağ gastroepiploik arter
pilorun arkasından gastroduodenal arterden ayrılır. Sol gastroepiploik arter ise splenik arterden
6
çıkar. Bu arterler arasındaki anastomozdan dolayı, aralarındaki ilişki bozulmadığı sürece, dört
arterden üçü bağlansa bile mide yaşamını sürdürebilmektedir.
Genellikle midenin venleri arterlere paralel olarak bulunurlar. Sol gastrik (koroner),sağ gastrik
venler portal vene dökülürler. Sağ gastroepiploik ven süperior mezenterik vene,
sol
gastroepiploik ven ise splenik vene dökülürler.
Midenin lenfatik drenajı arterlere paraleldir. Kardia ve korpusun medial yarısı sol gastrik lenf
nodlarına direne olur. Distal antrumun küçük kurvatur bölümü ve pilorda sağ gastrik lenf
nodlarına drene olurlar. Mide distalinin %60 büyük kurvatur bölümü sağ gastroepiploik
zincirdeki lenf nodlarına drene olur. Fundusu da içeren proximal büyük kurvatur bölümü sol
gastroepiploik zincire drene olurlar. Bu dört grup lenf nodlarıda çöliak lenf nodlarına oradan
da torasik kanala drene olurlar. İntraoperatif ve postmortem çalışmalar göstermiştir ki lenf
akımı yönüne uymayan her dört grupta da lenf nodu metastazı görülmektedir. Bunun nedeni,
zengin submukozal lenfatik ağa bağlanmaktadır.
Midenin ekstrinsek inervasyonu hem vagustan aldığı parasempatik hem de çöliak pleksustan
aldığı sempatik sinirler ile olmaktadır. Dördüncü ventrikülün tabanında ki çekirdeğinden
çıkan vagus siniri, boyunu, karotis kılıfı içinde geçtikten sonra mediastene girip özofagus
etrafında birçok dallara ayrılır. Bu dallar birleşip özofagial hiatusun üstünde sol ve sağ
vagusu oluştururlar. Çoğunlukla özofagus distalinde ikiden fazla vagal trunkus vardır.
Gastroözofagial bileşkede sol vagus önde, sağ vagus arkada bulunur. Kardia yakınında, sol
vagus karaciğere dal verip küçük kurvatur boyunca Latarjet ‘in ön siniri olarak uzanır. Yüksek
selektif vagatomide bu sinirin antral ve pilorik bölümleri korunmalıdır. Sağ vagus çöliak
pleksusa dallar verdikten sonra posterior olarak küçük kurvatura boyunca uzanır. Vagal
sinirlerin en önemli işlevi bağırsaklardaki uyarıları beyine taşımaktır.
7
Vagal parasempatik efferent lifler
medulladaki dorsal çekirdekten orjinini alırlar ve
miyenterik, submukozal pleksustaki nöronlar ile sinaps yaparlar. Bu nöronlar gastrik motor ve
salgısal hücreleri etkilerler ; nörotransmiterleri asetilkolindir.
Sempatik sinirler T5-T10 çıkıp splanknik sinirle çöliak gangliona gelirler. Ganglion sonrası
lifler arter boyunca ilerleyip mideyi uyarırlar. Ağrı lifleri mideden çöliak pleksusa oradan da
dorsal spinal kolon ile sinaps yapar. Midenin interensek sinir sistemini Auerbach ve Meissner
pleksusları oluşturur. İnterensek sinir sistemindeki nöronlar, gastrik vagal efferent liflerdeki
nöronlardan fazladır . Bu nöronların fonksiyonları daha az olarak bilinmektedir. Bunun
yanında parasempatik sistemde adrenerjik nöronlar, sempatik sistemde ise kolinerjik nöronlar
bulunmaktadır. Heriki sistemde nörotransmitter olarak peptitleri (substans P, somatostatin )
kullanan nöronlar içermektedir.
Mide tam küçük ve büyük kurvaturalar, proksimal kardia posterior yüzde küçük bir alan ve
distal pilorik antrum dışında periton ile kaplanmıştır. Peritoneal kılıf serozayı oluşturur.
Altında üç düz kas tabakasından oluşmuş muskularis propia bulunur. Orta muskuler tabaka
s
8
sirkuler liflerden oluşmuş olup bütünü kas olan tek mide duvarı katıdır. Bu orta sirkuler kas
tabakası pilora doğru gidildikce kalınlaşır ve gerçek anatomik sfinkter oluşur. Dış muskuler
tabaka longitudinaldir ; özofagusun longitudinal dış tabakası olarak devam eder. Muskularis
propia tabakası otonomik sinirler ve Auerbach myenterik pleksusu yönünden zengindir.
Muskularis propia ve mukoza arasında submukoza bulunur; kollagenden zengin olan bu
tabaka mide duvarının en sağlam bölümüdür. Submukozada zengin damar, lenfatik ağı ve
Meissner pleksusu bulunur.
Mukoza, yüzeyinde epitel tabakası daha sonra lamina propia ve muskularis mukoza olmak
üzere üç tabakadan oluşmuştur. Muskularis mukoza invaziv ve non invaziv mide karsinomu
ayrımındaki sınırı oluşturur. Lamina propia ise yüzey
epitelini destekleyen kapiller ve lenfatik damarlar,
sinir lifleri içeren bağ dokusundan oluşmuştur.
Mide
mukozası
kolumnar
glanduler
epitelden
oluşmuştur. Glandların fonksiyonları ve hücrelerin
tipleri
bulundukları
mide
değişmektedir. Kardia da,
bölümüne
mukozanın
göre
dallanmış
glandları en fazla mukus salgılar ve mukoza girintileri
kısadır. Fundus ve korpusda, glandlar daha tubuler ve
mukoza girintileri uzundur. Antrumda glandlar
tekrardan
dallanır.
Mide
glandlarının
lümensel
sonlanmaları ve mukozal girintiler mukus salgılayan
yüzey epiteli ile kaplanmıştır; gland boynunun içine
kadar çeşitli mesafelerde uzanmaktadır. Bunun esas amacı otodigesyonu engellemektir.
Kardiada ki glandlar en fazla mukus salgılar. Korpusta ise esas ve parietal hücreler bulunur.
Parietal hücreler Hidroklorik asit ve interensek faktör salgılarken esas hücrelerde pepsinojen
9
üretilir. Az olarakta fundus ve proksimal antrumda da parietal hücreler vardır, fakat kardia ve
preplorik antrumda yoktur. Esas hücreler antrumda bulunmaz. Gastrin salgılayan G hücreleri
tek antrumdadır.
İnsisura angularis korpus ile antrum arasındaki anatomik bir sınır olduğu gibi asit salgılayan
korpus ile gastrin üreten antrum arasındaki histolojik sınırdır. Histolojik geçiş sınırı genellikle
insisura angularisin proksimalindedir. Yaşla beraber sınır gastroözofagial bileşkeye doğru
yükselir. Bir çok selim mide ülserleri bu bölgede oluşur.
Antral G hücreleri sadece midede bulunmaz. G hücreleri dışında Somatostatin salgılayan D
hücreleri, serotonin salgılayan enterokromafin endokrin hücreleri bulunur. Bunların midedeki
etkinlikleri tam olarak bilinmemektedir. Büyük bir olasılıkla bu hücreler mide motilitesi ve
salgısını etkilemektedir.
10
FİZYOLOJİ
Mide Motilitesi :
Mide hem sekretuar hem de motor fonksiyonu ile sindirime yardımcı olur. Midenin motor
fonksiyonları üç grupta toplanabilir.
1-Gastrointestinal kanalın daha distaline geçebilecek duruma gelinceye kadar besinlerin depo
edilmesi
2-Besinlerin kimus adı verilen yarı sıvı bir oluşum haline gelinceye kadar mide salgıları ile
karıştırılması
3-Besinlerin mideden duodenuma yavaş boşalmasını sağlamak
Mide fizyolojik olarak iki bölüme ayrılır: korpus ve antrum. Fizyolojik açıdan fundus
korpusun bir bölümü olarak görev yapmaktadır. Besinler mideye girerken korpus ve fundusta,
ilk gelenler mide çeperine yakın daha sonrakiler özofagus açıklığına yakın olarak konsantrik
daireler şeklinde yığılırlar. Normalde besinler mideye girince korpus genişleyerek gevşer, 1 lt
ye kadar alınan besinde, mide içi basıncı düşük kalır.
Midenin sindirim sıvıları, mide bezleri tarafından salgılanır, bu bezler hemen hemen tüm
korpus çeperini kaplamaktadır. Mide dolduğu zaman konstriktör ya da karıştırıcı dalgalar
denen zayıf peristaltik dalgalar yaklaşık her 20 saniyede bir antruma doğru ilerler. Konstriktör
dalgalar midenin korpusundan antrumuna ilerledikçe, giderek daha da şiddetli dalgalar
oluştururlar ve besinleri yüksek basınç altında pilora doğru iterler. Pilorun açıklığı küçük
olduğundan her seferinde ancak bir kaç mililitre antrum içeriği duodenuma geçmektedir.
Besinlerin mide salgısı ile etkileşmesi sonucu barsağa geçen karışıma kimus denir. Kimusun
sıvılık derecesi besin ile mide salgısının rölatif miktarı ve gelişen sindirim düzeyine göre
değişir. Kimus bulanık, yarı sıvı süt görünümünde ya da hamur gibi olabilir.
Midede besinlerin bulunmasıyla ortaya çıkan peristaltik dalgalardan başka, midenin uzun bir
süre boş kalmasıyla ortaya çıkan şiddetli kasılmalara açlık kasılmaları olarak bilinir.
11
Midenin boşalması pilorun besinlerin geçmesine gösterdiği direnç ile yavaşlarken, antrumdaki
peristaltik dalgalar ile hızlandırılır. Pilor, normalde pilor kasının kasılması ile tam olmasada
hemen hemen kapalı kalır. Ancak kapanma su ve sıvı maddelerin mideden kolaylıkla
boşalmasını engelleyecek kadar güçlü değildir.
Antrum peristaltik dalgalarının yoğunluğu midenin boşalma hızını belirleyen ikinci temel
unsurdur. Pilorun tonusu normal olduğu zaman her bir güçlü peristaltik dalga ile birkaç
mililitre kimus içeriği duodenuma geçer. Peristaltik dalgaların sağladığı bu pompaya pilor
pompası denir.
Midenin boşalma hızını düzenleyen sinyaller hem mide hem de duodenumdan kaynaklanır.
Mideden gelen sinyaller başlıca iki çeşittir:
1-Besinlerin mideyi germesiyle uyarılan sinirsel sinyaller
2-Midede bulunan belirli bazı tip besinlere karşı antrum bölgesinden salgılanan gastrin
hormonu
Bu sinyallerin her ikiside pilorun pompa gücünü artırırken, aynı zamanda piloru inhibe ederek
mide boşalmasını hızlandırır.
Besinlerin mideden duodenuma boşaldığı sırada çoğu kez, duodenumdan mideye sinirsel
refleks sinyaller iletilir. Bu sinyaller özellikle pilor pompası ve pilor tonusu üzerine etkilidir.
Böylece midenin boşalma hızıda belirlenir. Bu uyarılar vagus ve sempatik sinirler yoluyla
sağlanır.
Duodenumdan gelen ve enterogastrik refleksi doğuran faktörler şöyle sıralanabilir.
1-Duodenumun gerilme derecesi
2-Duodenum mukozasında herhangi bir düzeyde iritasyon
3-Duodenuma geçen kimusun asitlik derecesi
4-Kimusun osmolarite derecesi
5-Kimustaki bazı yıkım ürünleri özellikle protein ve bir dereceye kadar da yağ ürünleri
12
Enterogastrik refleks, özellikle duodenuma geçmiş olan bazı iritan maddelere ve aside
duyarlıdır. Kimusun pH’sı 3,5-4 olduğu zaman bu refleks derhal uyarılıp pilor pompası inhibe
edilirken, pilorun kasılması da arttırılır.
Protein sindirim ürünleri ve hipo, hipertonik sıvılar da enterogastrik refleksi uyarırlar.
Duodenumdan midenin boşalmasını engelleyen sadece sinirsel refleks değildir. Hormonal
maddelerinde salgılanması etkili olmaktadır. Hormonal refleksi uyaran başlıca madde
yağlardır. Yağlar öteki birçok maddeye göre daha yavaş sindirildikleri için bu etki çok
önemlidir. Bu negatif inhibitör refleks yağların incebağırsak segmentine ulaşması için gerekli
zamanı sağlar.
Hormonların etkileri tam ve kesin olarak bilinmemekle birlikte, kimusta yağlı maddeler
bulunmasına karşı jejunum mukozasından kolesistokinin salgılanır. Bu hormon gastrinin mide
motilitesini artırmasını yarışmalı olarak inhibe eder. Diğer bir hormon mideden duodenuma
geçen asidin duodenum mukozasından salgılanan sekretindir. Bu hormonun genel olarak
gastrointestinal motiliteyi inhibe eden zayıf etkisi vardır.
Mide Sekresyonu :
Midenin yüzeyini örten , müsin salgılayan hücrelere ek olarak mide de iki ayrı tip tubuler bez
vardır. Bu bezler oksintik ya da gastrik ve pilor bezleridir. Asit yapan bez anlamına gelen
oksintik bezler hidroklorik asit, pepsinojen, intrensek faktör ve müsin salgılamaktadır. Pilor
bezleri ise, başlıca pilorun korunması için müsin fakat aynı zamanda biraz pepsinojen ve
gastrin hormonu salgılar. Oksintik hücreler midenin korpus ve fundus bölümlerinde, küçük
kurvatur dışında yaygın olarak bulunurlar. Pilor bezleri ise midenin antrum bölümünde
lokalize olmuşlardır. Ayrıca özofagusun mideye girdiği bölgedeki bezler çepeçevre 1 cm’lik
alanda hemen hemen pilor bezleri ile identik olup müsin salgılarlar.
Oksintik bezler üç hücreden oluşur. Müköz boyun hücreleri, başlıca müsin biraz da pepsinojen
salgılarlar. Peptik ya da esas hücreler, çok miktarda pepsinojen salgılarlar. Oksintik ya da
13
parietal hücreler, hidroklorik asit ve intrensek faktör salgılarlar ve genellikle müköz boyun
hücrelerinin ya da bazen esas hücrelerin arkasında yer alırlar.
Oksintik hücreler litrede maksimum 160 milimol hidroklorik asit içeren bir elektrolit eriği
salgılarlar. Bu eriğin pH’sı 0.8 ile ileri derecede asidite gösterir. Hidroklorik asidin
oluşumunun kesin mekanizmasını açıklamak için çeşitli varsayımlar ileri sürülmüştür.
Bunlardan biri şu aşamaları içerir :
1-Klorür iyonları aktif olarak oksintik hücrenin sitoplazmasından kanalcık lumenine taşınır.
Bu kanalcık içinde -40 ile -70 milivolt kadar negatif bir potansiyel yaratır; bu da pozitif yüklü
potasyum iyonlarının da hücre sitoplazmasından kanalcıklara pasif difüzyonuna yol açar.
Böylece potasyum klorür kanalcığa geçmiş olur.
2-Su, hücre sitoplazmasında hidrojen ve hidroksil iyonlarına ayrışır. Sonra, hidrojen iyonu
potasyum iyonu ile yer değiştirerek, kanalcığa aktif sekresyona uğrar. Bu aktif değişim olayı
H+-K+ ATP-az ile katalize edilir. Böylece sekrete edilmiş olan potasyum iyonunun büyük bir
kısmı reabsorbe olurken, hidrojen iyonları kanalcığa geçer.
3-Su, osmoz ile hücreden kanalcığa geçerken kanalcıkta oluşan eriyiğin hidroklorik asit
konsantrasyonu 160 milimol/litre ve potasyum klorür konsantrasyonu da 17 milimol/lt olur.
4-Son olarak, ya hücre içindeki metabolizma sonucu ortaya çıkan ya da kandan hücre içine
giren karbondioksit, karbonik anhidrazın etkisiyle suyla birleşerek karbonik asit oluşur. Bu da
bikarbonat ve hidrojen iyonuna ayrışır. Hidrojen iyonları suyun ayrışması ile ortaya çıkan
hidroksil ile birleşerek su yaparlar. Bikarbonat iyonları ise, daha sonra kanalcığa sekrete
edilmek üzere, hücreye giren klorür iyonları ile değişerek hücreden kana difüze olur.
Hidroklorik asidin oluşumundaki kimyasal reaksiyon için karbon dioksidin önemi, karbonik
anhidrazın asetazolamidle inhibisyonu gösterilebilir. Bu koşullarda hidroklorik asit oluşumu
tamamen bloke olur.
14
Mide bezlerinin peptik ve müköz hücrelerinde birçok farklı tipte pepsinojen sekrete edilir. Bu
pepsinojenlerin hepsi aslında aynı fonksiyonu yapmaktadır. Pepsinojenler ilk salgılandıkları
zaman sindirim aktiviteleri yoktur. Bununla beraber, hidroklorik asitle karşılaşınca ve özellikle
daha önce oluşmuş pepsin de bulunuyorsa, derhal aktif pepsine dönüşürler. Pepsin yüksek asit
ortamda aktif bir proteolitik enzimdir, fakat pH yaklaşık 5 olduğu zaman çok az bir proteolitik
aktivite göstererek, kısa sürede tamamen inaktif duruma geçer. Bu nedenle midede protein
sindirimi için, hidroklorik asit sekresyonu, pepsin sekresyonu kadar önemlidir.
Mide suyunda az miktarda gastrik lipaz, gastrik amilaz ve jelatinaz gibi öteki enzimlerde
salgılanır.
B12 vitamininin ileumda emilmesi için gerekli interensek faktör hidroklorik asitle birlikte
oksintik hücrelerden salgılanır.
Pilor bezleri yapı bakımından oksintik bezlere benzemekle birlikte, az sayıda peptik hücre
taşırlar, oksintik hücreleri ise hemen hemen hiç bulunmaz. Bunun yerine, en çok gastrik
bezlerin müköz boyun hücreleri ile identik olan müköz hücreleri içerirler. Bu hücrelerin
salgıladığı müsin mide çeperini gastrik enzimlerden korur.
Ayrıca, salgı bezlerinin arasındaki mide mukozasında da sürekli müköz hücre tabakası
bulunur. Bu hücrelerin salgıladığı visköz ve alkalin müsin, mukozayı 1 mm’den daha kalın bir
jel tabakası halinde kaplayarak mideyi koruduğu gibi, besinlerin rahat hareketi için yüzeyin
kayganlaşmasını da sağlar.
Mide salgısı hem hormonal hem de sinirsel mekanizma ile düzenlenir.Sinirsel regülasyon
vagus sinirinin parasempatik lifleriyle olduğu kadar, lokal, intramüral sinir sistemi
refleksleriyle de etkili olur, hormonal regülasyon ise, başlıca gastrin hormonunun varlığında
gerçekleşir.
15
Vagus uyarısı ile bezlerden çok miktarda pepsin ve asit salgılanır. Fakat bu yolla salgılanan
pepsin başka yollarla salgılanandan daha fazladır. Ayrıca vagus uyarısı müsin salgılayan
hücrelerde sekresyonunu arttırdığı gibi, gastrin salgısınıda uyararak asit salgısını arttırır.
Besin mideye girdiği zaman mide mukozasının antrum bölgesindeki gastrin yada G hücrelerini
uyararak, gastrin hormonunun salgılanmasına neden olur.
Besinler iki yolla gastrin salgılatır:
1-Besinlerin mideyi germesi sonucu gastrin salgılanması
2-Sekretagog adı verilen bazı besin ekstreleri, kısmen sindirilmiş proteinler, alkol, kafein gibi
maddeler de antrumdan gastrin salgılanmasını yol açarlar.
Atropin verilerek asetilkolin etkisi bloke edildiğinde, gastrin hücrelerininde salgısı bloke
edilir.
Gastrin kan yolu ile oksintik bezlere gelerek oksintik hücreleri daha az olarakta esas hücreleri
uyarır. Bu yolla oksintik hücrelerden hidroklorik asit salgısı sekiz kez, peptik hücrelerin enzim
salgısı 2-4 kat artar. Gastrin hormonuna cevap olarak ortaya çıkan salgının hızı, vagus
stimülasyonuna göre daha azdır. Gastrin ile 200ml/saat salgılanırken, vagus uyarısı ile
500ml/saat salgı oluşmaktadır.Bununla beraber gastrin uyarısı, vagusun kısa süreli uyarırına
göre saatlerce sürer. Bu iki mekanizma birlikte çalıştığı zamanki salgı miktarı, ayrı ayrı
çalıştıkları zamanki salgı miktarının toplamından fazladır.Yani iki mekanizma birbirine
eklenmekten çok birbirini potansiyelize etmektedir.Bir amino asit derivesi olan histaminde
mide sekresyonunu stimüle eder.
Mide suyunda asidite pH 2.0 olduğu zaman gastrin mekanizması bloke olur. Asiditenin çok
artması gastrinin antrum mukozasından serbestlemesini engeller. İkinci olarakta asidin gastrik
sekresyonu inhibe eden bir sinirsel refleks oluşturduğu düşünülmektedir.
16
Mide bezlerinin bu feedback inhibisyonu mideyi kolaylıkla peptik ülsere neden olan aşırı asit
salgısından korur. Bu koruyucu etkisine ek olarak, feedback mekanizma peptik enzimlerin
sindiriminde gerekli optimal pH’nın sürdürülmesi için de önemlidir.
Mide salgısının sefalik, gastrik, intestinal olmak üzere üç fazı olmakla birlikte bu üç faz iç içe
girmektedir.
Besinlerin ince bağırsakta bulunması gastroenterik refleksi başlatır. Oluşan sinyaller de mide
sekresyonunu inhibe eder. Bu refleks, ince bağırsağın besinlerle dolup gerilmesi, asitli
maddenin bulunması, protein yıkım ürünleri yada mukozanın iritasyonu ile başlamaktadır.
Ayrıca kolesistokinin ve sekretin gibi hormonlarda salgılanır. Her iki hormonda gastrinin
stimülatör etkisine karşıdır. Gastrik inhibitör peptid, vazoaktif intestinal polipeptid ve
somatostatin de gastrik sekresyonu hafiften, orta dereceye kadar inhibe eder.
Sindirim arası dönemde barsağın hiçbir bölümünde sindirim olmadığı zaman, midede ancak
birkaç mililitrelik salgı olmaktadır. Bu salgının çoğu başlıca müsin, çok az pepsin içeren ve
hiç asit bulunmayan nitelik taşır. Bazen bir miktar bikarbonat taşımasıyla hafif alkalik olabilir.
Bunların yanında, güçlü emosyonel uyaranların etkisiyle yemek aralarında 50 ml/ saat kadar
asidik bir mide salgısı olabilir. Bu emosyonel salgı artışı peptik ülseri yaratan faktörlerden biri
olabilir (7).
17
MİDE KANSERİ ve MİDEDE KARSİNOGENESİZ
ETYOLOJİ
Mide kanseri insidansı orta yaşta ve erkeklerde daha yüksektir. Mide kanseri hemen hemen
tüm ülkelerde erkeklerde kadınlara oranla 1.5-2.5 kat daha fazla görülmektedir. Mide kanseri
30 yaşından önce nadirken beşinci dekattan sonra görülme sıklığı artar.
Çevresel faktörler ve beslenmenin mide kanseri üzerine olan etkisi uzun yıllar araştırılmıştır.
Japonya, Kore, Kolombiya, İrlanda gibi ülkelerde mide kanseri diğer ülkelere göre daha sık
görülmektedir. Yüksek risk bölgelerinden düşük risk bölgelerine göç eden ırkların sonraki
jenerasyonlarında mide kanseri insidansının belirgin biçimde azaldığı saptanmıştır. Buda genç
yaşlardan itibaren etyolojik faktörlere maruz kalmanın kanser oluşma riskini artırdığı
göstermektedir. Bu etyolojik ajanın ne olduğu bilinmemekle birlikte diyetin önemi üzerinde
durulmuştur. Çalışmalarda karbonhidrat, turşular, tuzlanmış et ve balık mide kanseri riskini
arttırdığı, öte yandan süt, taze sebzeler, vitamin C tüketiminin artışının da riski azalttığı
gösterilmiştir. Besinlerde yağ oranının aşırı düşük ya da aşırı yüksek olmasıda kanser riskini
yükseltmektedir.
Yüksek miktarda tuz alımının kanser insidansını artırıcı etkisi vardır. Mide kanseri yüksek
olan Kolombia’da yüksek tuz tüketimi olduğu bildirilmiştir. Tuzun kanser yapıcı etkisi, tuzun
kronik gastrit yaptığı, sonrada oradan da atrofik gastrite neden olabileceği düşünülmüştür.
Atrofik gastritte oluşacak hipoklorhidri ile mide lümeninde nitrozamin artışı olması
neticesinde mide kanserinin görülmesinin artabileceği düşünülmüştür.
Mide kanserinin oluşmasında neden olduğu düşünülen diğer iki madde nitrit ve nitratlardır.
Nitratlar, kurutulmuş tahıllarda ve gıda koruyucularında bulunmaktadır. Nitritler, gıdalar ile
alınmakla birlikte genellikle nitratlardan oluşmaktadır. Nitritler, amin ve amidler ile birleşerek
nitrozamin ve nitrozamidleri meydana getirirler. Bu maddelerin hayvanlarda kanserojen
olduğu gösterilmiştir.
18
Midenin hipo veya aklorhidri durumunda nitrit yapan bakterilerde artış olduğu gözlenmiştir.
Sigaranın ve alkolün mide kanserini üzerine kuvvetli etkisi gösterilememiştir.
Metal, asbest, kömür, lastik endüstrisinde çalışanlarda gastrik kanser daha sık görülmektedir.
Lifli gıdalar ile beslenmenin mide kanseri riskini azalttığı gösterilmiştir.Ayrıca kepekli
buğdayın mide içi nitrit düzeyini azalttığı bildirilmiştir.
Buzdolabı kullanımı ile gıdalardaki C vitamini değerinin korunması ve nitratların nitritlere
dönüşümünün engellenmesininde mide kanseri oluşumunu azaltabileceği gösterilmiştir.
Düşük sosyoekonomik düzeyde çalışan ve yaşayanlarda, kötü hiyjenik koşullar, çevre kirliliği
mide kanserinin daha sık görülmesine neden olmaktadır.
Genetik faktörlerinde mide kanseri üzerine olan etkisi araştırılmıştır. Mide kanseri kan grubu
A olanlar da sık olduğu gözlenmiştir. Lynch sendromu II’de mide kanseri sık görülür.Bu
hastalarda daha çok intestinal tipte olmaları, yaş ortalamasının 56.5 yıllık sağ kalımlarının
%15 olduğu belirtilmektedir.
Ailesinde mide kanseri olanlarda 2-3 misli daha sık görülmesi ve ikizlerde de kanserin
gözlenmesi genetik bir geçiş olabileceğini düşündürmektedir. Aynı çevre koşullarında
yaşamalarının da rol oynaması büyük olasılıktır. Ancak genel yargı, çevresel faktörlerin
genetik yatkınlık üzerine superpoze olmasıdır.
Mide kanserinin %8-10’nu ailesel olup, otozomal dominant olarak geçer ve bu ailelerde erken
yaşlarda kanser görülmektedir. Anneleri mide kanseri olan bireylerdeki risk daha yüksek
görülmüştür. Birinci derece akrabasında kanser bulunanlarda, intestinal tipe gore daha yüksek
bir oranda diffuz tip kanser gelişme olasılığı mevcut ve bu kanser daha genç yaşta rastlanır.
Herediter nonpoliposiz kolerektal kanserlerde mide kanseri insidansı artmaktadır. Erken yaşta
diffuz
gastrik
kanserlerin
gelişmesi,
16.
kromozomun
uzun
kolu
üzerindeki,
kadherin/CDH1’le bağlantılı olduğu ve bu gende mutasyonlar ortaya konmuştur. p53 gen
mutasyonu mide kanseri olan hastaların %30-50’sinde, alel kaybı ise %60 ‘ın üzerinde
19
görülür. Bu gen değişiklikleri yanı sıra c-erb B-2(HER-2/neu) aşırı ekspresyonu, veya gen
amplifikasyonu ileri evre mide kanserlerinde daha sıktır ve kötü prognoz göstergesidir.
Hastalığın altında yatan moloküler değişiklik, E-kadherin geninin germ hücreleri düzeyinde
mutasyona uğramış olmasıdır.Herediter mide kanseri düşünülmesi için, aynı aile içinde iki
ardaşık kuşak etkilenecek şekilde en az üç mide kanserli hasta bulunmalı, hastalarda en az ikisi
birinci derece akraba olmalı ve hastalardan birinde 50 yaşından önce mide kanseri gelişmiş
olmalıdır.
Bazı familial kanser sendromlarıda mide kanseri gelişme riskini arttırmaktadır. Familyal
adenomatöz poliposizli (FAP) hastalar, %35’den %100’e değişen oranlarda gastric adenom
prevalansı göstermektedir.Bu hastalarda kanser gelişme riski 10 kat daha yüksektir. Üç-beş yıl
arayla endoskopi yapılmalı. Peutz-jeghers sendromlu hastalarda da mide kanseri riski artmış
olduğu ve LKB1/STK11 geninin germ hücresi düzeyinde değişikliklere uğramasıyla mide
adenokarsinomlarının geliştiği ileri sürülmektedir (8-10).
20
PREKANSERÖZ LEZYONLAR :
1-Kronik Atrofik Gastrit ve İntestinal Metaplazi :
Kronik atrofik gastritin mide kanseri ile olan ilişkisi uzun zamandır bilinmektedir. Kronik
atrofik gastritte değişik derecede infilamasyon ve sıklıkla intestinal metaplazi atrofiye eşlik
eder. İntestinal metaplazi, mide mukozasının histolojik yönden ince bağırsak veya kalın
bağırsak mukozasına benzeyen bir yapıyla yer değiştirmesidir.
Yapılan retrospektif araştırmalarda mide karsinomu ile atrofik gastrit arasında anlamlı ilişki
saptanmıştır. Kronik atrofik gastritli hastaların %10’da 20 yıl içinde mide kanseri oluştuğu
görülmüştür. İntestinal metaplazi üzerine yapılan çalışmalarda ise intestinal metaplazinin
karsinom prekürsörü olduğu ortaya atılmıştır. Atrofik gastritin şiddetinin artması ile gastrik
kanser insidensi artışı korelasyon gösterir. Kronik gastrit permisiyöz anemi ve mide polibinde
de preküsör durumdadır. Özellikle intestinal tip karsinomlar için kronik atrofik gastrit
prekanseröz durum olarak ilk sırada yer almaktadır.
Mide karsinomu sıklığı gibi intestinal metaplazi sıklığı yaşla doğru orantılı olarak artmaktadır.
İntestinal tip karsinomlu midelerde, diffuz tip karsinomlara göre intestinal metaplazi daha
sıktır.
2-Pernisiyöz Anemi :
Pernisiyöz anemili hastalarda kanser gelişme oranı normal topluma göre 3-4 kez yüksek
bulumuştur. Ayrıca mide polipleri ve karsinoidlerinin beraberinde pernisiyöz anemiye de sık
raslanır.
3-Postgastrektomi :
Selim lezyonlardan dolayı yapılan gastrektomilerden sonra mide kanseri insidansı artmaktadır.
Daha çok Billroth II operasyonundan sonra görülen kanser süreyle direkt ilgilidir. İlk
ameliyatın yapıldığı yaşın ve ameliyattan sonra geçen sürenin kanser oluşumunda önemli
21
olduğu vurgulanmıştır. Özellikle postoperatif 20 yıldan sonra risk artmaktadır. Gastrektomi
sonrası atrofik gastrit ve intestinal metaplazi daha sık görüldüğü bildirilmiştir. Karsinom
oluşumunun safra ve pankreas salgıları ile özel olarak ilişkili olduğu gösterilmiştir.
4-Hipertrofik Gastrit :
Hipertrofik gastriti (Menetrier hastalığı) olan kişilerde mide kanseri riski yaklaşık
%10
olduğu bildirilmektedir. Bu hastalarda hem intestinal hem de diffüz tipte mide karsinom
görülebilmektedir. Fakat bu hastalık nadir olarak görülür.
5-Gastrik Displazi :
Displazi hafif, orta ve ağır olmak üzere üç aşamada değerlendirilmektedir. Fakat bu üç
aşamada sınıflamada yeterli olmamaktadır. Bunun için yeni sınıflamalarda önerilmektedir.
Displazi terimi prekanseroz lezyonu tanımlar. Ağır displazi erken mide karsinomlarında %40%100, ilerlemiş mide karsinomlarında %5-%80, peptik ülserli vakalarda %1 oranında
görülmüştür. Prospektif çalışmalar göstermiştir ki hafif derecedeki displazinin %60-70
oranında gerilediği; orta derecede displazisi olanlarda %20-40, ağır derecede displazisi
olanlarda ise %20-80 oranında karsinom geliştiği saptanmıştır (11).
6-Mide Polipleri :
Mide polipleri genel olarak hiperplastik ve adenomatöz polip olarak ikiye ayrılır.Daha sonra
yapılan çalışmalarda hiperplazijenik poliplerde tanımlanmıştır. Genel inanış olarak
hiperplastik poliplerden kanser gelişmeyeceği düşünülsede, hiperplastik poliplerden de
karsinom gelişebileceği gösterilmiştir. Maling gelişme riski ortalama %2.1 (%0.3-7.1) olarak
saptanmıştır. Hiperplastik poliplerin maliniteye dönüşme riski 1.5 sm’den büyük poliplerde
rastlanabilmektedir.
Adenomlar mide poliplerin %10-20’sini oluşturur ve üçüncü sıklıkla görülen mide
polipleridir.Maling adenomların %40’ı 2 sm’den büyüktür. Gastrik adenomların %11’inde 4
yıl içerisinde karsinoma insitu geliştiği gösterilmiştir (12).
22
7-Kronik Peptik Ülser :
Yapılan çalışmalarda mide selim ülserlerinde kanser gelişme riski %1’dir. Bu riskinde
etraftaki ağır gastrit, metaplazi ile ilişkili olduğu belirtilmiştir.
8-Helikobakter Pilori :
H. Pilori gram (-) bir basildir. Epidemilojik olarak basilin infeksiyonunun yüksek olduğu
bölgelerde kanser prevalansının da yüksek olduğu saptamıştır. H. Pilori ürettiği üreaz enzimi
ile üreden amonyak üretmektedir. Amonyak mide de hücre çoğalmasını uyardığı gibi,
mutajenik etkiyi de arttırmaktadır. H. Pilori infeksiyonunda bir antioksidan olan askorbik asit
konsantrasyonu mide de düşmektedir. Bu olayda, mide üzerine mitojen etkili bileşiklerin
oluşmasının engellenmesini önler. H. Pilorinin oluşturduğu inflamasyon neticesinde mide
mukozasına gelen nötrofillerin salgıladıkları serbest oksijen radikalleri de mutasyona neden
olabilmektedirler (13-16).
23
MİDE KANSERİ VE SINIFLANDIRILMASI
PATOLOJİ
Midenin en çok görülen tümörü adenokarsinomdur. Mide karsinomu terimi, midenin diğer
epitelyal tümörlerini içermesine rağmen, adenokarsinom ile özdeşleşmiştir.
Mide karsinomu genel olarak tümörün mide duvarındaki yayılım derecesine göre:
Erken mide kanseri
İlerlemiş mide kanseri, diye iki şekilde sınıflandırılır.
Erken mide kanseri deyimi, tümörün lenf ve hematojen yol ile yayılım derecesini bakmadan
sadece tümörün mide duvarında mukoza ve submukozada sınırlı kaldığı durumları belirtir.
Buradaki erken terimi mide kanserinin ise erken evrede olacağı anlamına gelmez.
Erken mide kanserleri :
1-İntramukozal karsinom: mukoza içinde sınırlı kalan karsinomlar
2-Yüzeyel yayılan karsinom: mukoza içinde sınırlı, geniş bir alana yayılan karsinomlar
3-Minute karsinom: 5 mm ve daha küçük karsinomlar
4-Küçük kasinom: 6 mm ile 10 mm çapında olan karsinomlar
olarak da adlandırılırlar.
Erken mide kanserlerinde ise makroskopik görünüm üçe ayrılmıştır.
1-Tip I: Tümör mide mukoza yüzeyinden belirli bir kabarıklık oluşturmaktadır.
Tip I
a
TipII
b
c
Tip III
Erken mide kanserlerinin makroskopik tipleri
24
2-Tip II: Bu tip üç guruba ayrılır.
a-Tümör lümene doğru hafif kabarıklık gösterir.
b-Tümör mukoza sınırı ile aynı hizadadır.
c-Tümör çevre mukozadan hafif çöküktür (en sık görülür).
3-Tip III: Tümör mide mukozasından belirli bir çöküklük içerir.Kronik peptik ülserle karışır.
Tarif edilen bu erken mide kanseri görüntüleri kombine halde de bulunabilirler
Mide kanseri makroskopik ve mikroskopik özelliklerine göre sınıflandırılır;
A-Mide Karsinomunun Makroskopisi:
Mide karsinomu midenin en çok antrum ve küçük kurvaturasında görülür. Mide genellikle 1/3
üst, 1/3 orta, 1/3 alt olmak üzere üç bölüme ayrılır. Bu bölünme neticesinde de mide
karsinomu en çok 1/3 alt kesimde görülür. Mide kanseri midenin bir çok bölümde aynı
zamanda bulunabilir. Bu durum erken mide kanserinde geç mide kanserine göre daha fazladır.
Mide kanserlerinin ilk makroskopik sınıflandırılmasını Borrmann yapmıştır. Borrmann
sınflandırılmasına göre makroskopik olarak dört tip mide karsinomu vardır:
1-Polipoid karsinom (Tip I): Burada tümörün görüntüsü büyük sapsız polip şeklindedir.
Mide duvarına derin invazyon nadir görülür. Mide duvarında çevre dokuya tümör yayılımı da
nadirdir.
2-Fungatif karsinom (Tip II): Birkaç santimetre yüksekliğinde geniş bir kitle şeklinde
lümene uzanır. Mide duvarında derin ve çevre dokuya doğru tümör yayılımı vardır.
3-Ülsero-infiltratif karsinom (Tip III): Tümör 2-8 cm çapında bir ülser şeklindedir. Tümör
mide duvarını derinlere ve yanlara doğru derince infilitre etmiştir.
4-Diffuz infilitratif karsiom (Tip IV): Tümör midenin büyük bir kısmını infilitre etmiştir.
Mide mukozaları silinmiş ve midenin esnekliği kaybolmuştur. Linitis plastika oluşturan
tümörler bu gruba girerler.
İlerlemiş mide kanserlerinde en sık Borrmann tip II nin görüldüğü bildirilmiştir.
25
B-Mide Karsinomunun Mikroskopisi
Mide karsinomunun histolojik sınıflandırılması için çeşitli yöntemler önerilmiştir. Her
sınıflandırmanın avantajı ve dezavantajı vardır.
Lauren Sınıflandırılması: Mide karsinomları intestinal tip karsinomlar ve diffüz tip
karsinomlar olmak üzere ikiye ayrılır. İntestinal tipi oluşturan hücreler az müsin salgılarlar ve
müsin hücre yapılarında sınırlıdır. Tümör çevre dokulardan düzgün sınırlar ile ayrılır. Diffüz
tipte ise intestinal tipin tersine müsin daha çok görülür ve tümör çevre dokuları infilitre eder.
Taşlı yüzük hücreleri diffüz tipte görülür.
Ming Sınıflandırılması: Mide karsinomları ekspansif ve infilitratif tip olmak üzere bu
sınıflandırmada da ikiye ayrılır. Ekspansif tipte tümör yapıları çevre dokudan, Lauren
intestinal tip gibi, keskin bir sınır ile ayrılır. İnfilitratif tipte daha az diferansiye, taşlı yüzük
hücresi karakterinde hücreler vardır.
Mulligan Sınıflandırılması: Mukus hücreli tip, pilorokardiak bez hücreli tip, intestinal
hücreli tip olmak üzere mide karsinomları üçe ayrılır.
Jass Sınıflandırılması: İntestinal ve gastrik tip karsinom olmak üzere iki tipi vardır. Tümörün
özelliklerine -3’den +3’e kadar puan verilip bu değerlerin toplamı +4 ile +8 arasında ise
intestinal tip karsinom, -9 ile +3 arasında ise gastrik tip karsinom diye adlandırılır.
WHO (Dünya Sağlık Örgütü) sınıflandırılması: Papiller tip, tübüler tip, taşlı yüzük hücreli
tip, müsinöz tip olmak üzere mide karsinomları dörtte ayrılır. Ayrıca adenokarsinomlar iyi
derecede diferansiye (Grade I), orta derecede diferansiye (Grade II), az derecede diferansiye
(Grade III) olmak üzere, diferansiasyonlarına görede üç derecede sınıflandırılırlar.
İndiferensiye olanlar ayrı bir tip olarak kabul edilirler.
Japon Mide Kanseri Grubu Sınıflandırılması: WHO sınıflandırılmasına benzer histolojik
sınıflandırmanın yanında, klinik bulgularda değerlendirme kapsamına sokulur. Kullanımında
görülen zorluklardan dolayı rutin kullanıma geçmemiştir.
26
TANI
Klinik Bulgular:
Mide kanserinde klinik tanı veren tümörler genellikle ileri evre tümörlerdir. Erken evre
tümörler genellikle tarama proğramlarında ya da mide şikayeti sonucu yapılan endoskopik
incelemeler neticesinde saptanmaktadır.
Ailede mide kanseri anamnezi , kronik peptik ülser hikayesi, herhangi bir nedenle mide
rezeksiyonu yaptırmış olan kişiler mide kanseri yönünden risk altındadırlar. Böyle kişileri
mide kanseri yönünden yakın takipte tutmak gerekir.
Mide kanserinin bulunduğu yere göre şikayetler değişebilir. Kardiada yerleşmiş tümörler
yutarken takılma hissi yaratırken, prepilorik yerleşimli tümörler ise daha çok bulantı, kusma
şikayeti yaratırlar. Kilo kaybı ve iştahsızlık en çok saptanan şikayetlerdir. Ağrıda görülen bir
semptomdur ve peptik ülseri taklit edebilir. Ağrının sürekli olması mide tümörünün ileri evre
olduğunu düşündürür. Hastalarda hematemez, melena şikayetide olabilir. Bu şikayet
kanamanın şiddetine göre değişkenlik gösterir
Hastaların fizik muayenesinde epigastrium bölgesinde ele kitle gelebilir. Bu bulgu ileri evre
bir tümör olduğunu düşündürse de tek başına inoperabilite kriteri değildir. Hepatomegali de
metastaz yapmış vakalarda saptanabilir. Ayrıca asit saptanmasıda peritoneal implantasyonu
düşündürür. Sol supraklavikular lenfadenomegali (Virchow nodülü) saptanması, göbeğin ve
etraf derinin infiltrasyonu (Sister Mary Joseph nodülü), sol aksiller lenf bezi (Irish nodülü),
rektal tuşede Douglas çukurunda (Blumer rafı) tümör saptanması ve kadınlarda overlerde
(Krukenberg tümörü ) tümör saptanması hastanın ileri evrede olduğunu gösterir.
Laboratuar Bulguları:
Yapılan kan tahlillerinde anemiye raslanılabilir.Gaytada gizli kana da sıklıkla raslanılır.
Elektrolit, serum albumin, karaciğer fonksiyon testlerinde de bozukluklara raslanılabilir.
27
Karsinoembriyojenik antijenin (CEA) yüksek olmasıda hastada adenokarsinom olabileceğini
düşündürür.
Endoskopi ( Gastroskopi):
Gastroskopik inceleme, mide kanseri tanısı koymada en önemli yöntemdir.Gastroskopik
inceleme sırasında midenin bütün bölümleri dikkatle gözden geçirilmeli, fundus ve kardiayı
değerlendirmek için retrofleksiyon manevrası mutlaka yapılmalıdır.
Mide de görülen bir lezyon kanseri düşündürse bile kesin tanı patolojik incelemeler ile
konulur. Biopsi ile %80-85 oranında doğru sonuç alınmaktadır. Fırçalama ile alınan materyal
ile doğruluk oranı %95 lere çıkmaktadır. Alınan biopsi, her lezyondan 4-6 tane olmalıdır.
Biopsiler, eğer lezyon ülsere ise, ülserin tabanından ve kenarından alınmalıdır. Alınan
biopsilerin nekrotik dokulardan olmamasına dikkat edilmelidir.
Midenin 2 cm’den büyük adenomatöz poliplerinde %60 oranında kanserleşme görülmektedir.
Bu nedenle midenin adenomatöz poliplerin endoskopik yöntem ile çıkarılması ve 2-4 yıl
aralıklar ile takip edilmesi önerilmektedir.
Uzak doğu ve Japonya’da bütün mide kanserlerinin %35’ini oluşturan erken mide
kanserlerinin
tanısı
endoskopik
tarama
yöntemlerinin
yaygınlaştırılması
sayesinde
sağlanmıştır.Yine bu ülkelerde, şüpheli lezyonların metilen mavisi veya Lugol solüsyonu ile
boyanması neticesinde tanıya daha kolay ulaştıkları belirtilmiştir. Batı ülkelerinde ise mide
kanseri daha ileri evrelerde saptanmakta ve endoskopi ile daha rahat tanı konulmaktadır.
Endoskopistin bir mide kanserini tanımlarken bazı noktalara dikkat etmesi gerekir:
Lezyonun makroskopik görünümü
Boyutları
Midenin anatomik bölgelerine göre yerleşimi
Kanamalı olup olmadığı , mutlaka belirtilmelidir.
28
Radyolojik Tanı Yöntemleri:
Direkt Grafiler:
Polipoid mide tümörleri bası yapan bir yumuşak doku kitlesi olarak görülebilir. Müsinöz
adenokarsinomlar kum benzeri kalsifikasyonlar oluşturabilir.
Baryumlu İncelemeler:
Erken mide kanserinde radyolojik olarak en iyi tanı medotu çift kontrastlı baryum
incelemesidir.
İleri evre tümörlerde polipoid, ülseratif veya infilitratif olabilirler. Polipoid tümörler lümene
protrüzyon gösteren lezyonlar oluştururlar.
Ülsere karsinomlarda tümör kitlesi ülserasyonla yer değiştirmiştir. Profilden bakıldığında
malign ülserasyonlar kitle içinde intralüminal yerleşim gösterirken selim ülserasyonlar mide
konturunun dışına taşma gösterir. Bu kriter küçük ve büyük kurvatur lezyonları için geçerlidir.
Maling ülserleri çevreleyen tümör kitlesi komşu mide duvarı ile dar açı yapar. Mide mukoza
kıvrımlarının tümör ile infilitrasyonu sonucunda bu kıvrımlarda düzensizlik ve kesinti izlenir.
İnfilitran karsinomlar midede düzensiz daralma ve mukozada nodilarite gösterir.
Mide kanserinin kolona invazyonu neticesinde oluşan gastrokolik fistüllerde saptanabilir.
Lavman opaklı kolon grafisinde daha fazla basınç uygulandığından gastrokolik fistüller daha
kolay görülürler.
Bilgisayarlı Tomografi:
Lümeni su, hava ya da kontrast madde kullanılarak optimal olarak doldurulması sağlıklı mide
duvar değerlendirilmesi için ön şarttır. Yetersiz lümen doldurulması durumunda mide duvarı
normalden kalın olarak izlenir ve yanlış değerlendirilme yapılabilir. Genelde 400-700 cc arası
bir hacim yeterli olur. Normalde mide duvar kalınlığı 5 mm ‘den daha az olmalıdır. Kardia
bölgesinde duvardan oblik geçen kesitler alındığından biraz daha yüksek ölçümler elde
edilebilir.
29
Polipoid gastrik karsinom BT ‘de mide lümenine uzanan yumuşak doku kitlesi olarak
karşımıza çıkar. Ülsere karsinomlar mide hava ile doldurulursa hava dolu ülser krateri içeren
yumuşak doku kitlesi olarak görülür. İnfilitran karsinomlarda duvar kalınlaşması izlenir. BT
lenf bezi metastazlarını ve pankreas invazyonunu belirlemede çok hassas değildir. Doğru
evreleme oranı %60-80 arasında kabul edilmektedir.
Moss mide kanserini evrelemede aşagıdaki sistemi önermiştir:
Evre I: Duvar kalınlaşması olmadan (< 10mm) intralüminal kitle,
Evre II: Duvar kalınlığı > 10 mm,
Evre III: Duvar kalınlaşması ile birlikte komşu organ tutulum,
Evre IV: Duvar kalınlaşması ile birlikte uzak metastaz
Magnetik Rezonans Görüntüleme:
Haraket artefaktları ile ticari olarak piyasada satılan oral kontrast madde olmaması nedeni ile
MR’ın mide karsinomunu değerlendirmedeki rolü kısıtlıdır. Oral kontrast maddeler
geliştirildikce ve hızlı çekim teknikleri ile MR yakın zamanda daha fazla kullanılacaktır. MR
karaciğer metastazını saptamada bilgisayarlı tomografiye göre daha duyarlıdır.
Endoskopik Ultrasonografi :
EUS lokal evrelemede en duyarlı modalitedir. Özellikle tümör invazyonunun derinliğini
saptamada ve mide komşuluğundaki lenf düğümünü degerlendirilmesinde çok yararlıdır.
Primer tanı için endoskopi, uzak lenf düğümleri ve mestazların saptanması için BT ile
kullanılması durumunda doğru tanı ve preoperatif evreleme oranları yüksek olmaktadır.
30
MİDE KANSERİNDE EVRELEME
TNM kanser evreleme sistemi kanserin yaygınlığını belirlemede, tedavi seçiminde ve
prognozu saptama da en önemli metoddur.
TNM sınıflaması tümörün yaygınlığını:
1. Tümörün mide duvarına penetrasyon derecesi (T)
2. Lenf nodlarının tümöral tutulumu (N)
3. Uzak metastaz (M) ile değerlendirir.
Tümörün değerlendirilmesi klinik (cT) yada patolojik(pT) olabilir. Klinik evreleme (c TNM )
tedavi öncesi değerlendirmede önemli bir kriterdir. Bu evreleme için muayene bulguları,
endoskopi, görüntüleme teknikleri, biopsi ve diğer klinik tanı yöntemlerinden yararlanılır.
Patolojik evreleme, klinik bilgilerin yanı sıra cerrahi eksplorasyon sonuçları ve çıkarılan mide
piyesinin ya da biopsinin histopatolojik olarak incelenmesi ile yapılır. Bölgesel lenf nodlarının
patolojik değerlendirilmesi, en yüksek pN derecesini ve lenf nodu metastazı olmadığı
söyleyebilmek için yeterli miktarda lenf nodunun çıkarılmasını gerektirir.
Primer Tümör:
Kanserin mide duvarındaki derinlik derecesi T evresini belirler.
Tx : Primer tümör değerlendirilememiştir
T0 :Primer tümör bulunmamış
Tis : Karsinoma in situ:lamina propia invazyonu olmaksızın intraepitelyal tümör
T1 : Lamina propia ya da submukozaya invaze tümör
T2 :Muskularis propiaya yada subserozayı tutar
T2a:Tümör muskularis propriayı tutar
T2b:Tümör subserozayı tutar
T3 : Tümör serozayı (visceral periton) aşar ancak komşu yapıları tutmaz
T4 : Tümör Komşu yapıları tutar.
31
:Tümör muskularis propryayı aşarak gastrokolik ve gastro hepatik ligamanlara ya da büyük ve
küçük omentuma ilerleyebilir, ancak bu yapıları örten viseral periton delinmez. Midenin
ligamanlarını ya da omentumu örten viseral periton delinirse tumor T3 olarak tanımlanır.
:Mideye komşu yapılar arasında dalak, transvers kolon, karaciğer, diyafragma, pancreas,
karın duvarı, sürrenal bezi, böbrek, ince bağırsak ve periton sayılır. Duvar yoluyla duodenuma
ya da ösofagusa ilerleme durumunda, T sınıflamasına mide de dahil olmak üzere bu
organlardaki en derin invazyon alınır (17).
Bölgesel Lenf Nodları:
Esas faktör metastatik lenf nodunun primer tümörden olan uzaklığıdır.Küçük kurvatur
(no:1,3,5 ) ve büyük kurvatur(no:2,4,6) boyunca uzanan lenf ganlionları, sol gastrik (no.7), ana
hepatik (no:8), çöliak arter (no:9) , splenik hilus(no:10),splenik artere(11) eşlik eden lenf
ganglionları midenin bölgesel lenf ganglionlarını oluştururlar. Hepatoduodenal, paraaortik,
retropankreatik, mezenterik lenf nodu gibi intraabdominal diğer lenf nodlarının tutulumu bu
sınıflamada uzak metastaz olarak değerlendirilir.
Midenin ganglionları Japonlar tarafından numaralandırılmıştır. Ganglionlar ve numaraları
aşağıdaki gibidir:
1 sağ parakardial
2 sol parakardial
3 küçük kurvatur
4 büyük kurvatur
5 suprapilorik
6 infrapilorik
7 sol gastrik arter
8 ana hepatik arter
32
9 çöliak arter
10 dalak hilusu
11 dalak arteri
12 karaciğer pedikülü
13 retropankreatik
14 süperior mezenterik arter
15 orta kolik arter
16 aort çevresi
Bu lenf ganglionları da kendi içinde sınıflandırılmıştır. 1-6 nolu lenf ganglionları N1,
7-11
nolu lenf ganglionları N2, 12-14 nolu lenf ganglionları N3, 15-16 nolu lenf ganglionları da N4
ganglion sınıflarını oluşturur (17).
N sınıflandırılması
Nx Bölgesel lenf bezi ya da bezleri değerlendirilemiyorsa
N0 Bölgesel lenf bezi metastazı bulunmamıştır
N1 Bölgesel lenf bezlerinden 1-6 ‘sında metastaz var.
N2 Bölgesel lenf bezlerinden 7-15 ‘sında metastaz var.
N3 Bölgesel lenf bezlerinden 15‘ten fazla metastaz var.
:pNO sınıflaması, çıkartılan ve incelenen toplam lenf bezi sayısına bakılmaksızın, incelenen
tüm lenf bezlerinde metastaz bulunmaması durumunda kullanılmalıdır.
Uzak Metastaz:
Mx Uzak metastaz değerlendirilemiyorsa
M0 Uzak metastaz yok
M1 Uzak metastaz var
33
TNM Evreleri
T, N, M değerleri tümörün anatomik olarak yaygınlığını gösterir.T, N, M değerlerinin
herbirinin dereceleri vardır.Bu derecelerin birleşiminden TNM evre grupları oluşur.O-IV’e
kadar olan bu evreler ile tedavi sonrası prognoz değerlendirilebilir (17).
Evre O
Tis No Mo
Evre I A
T1 No Mo
Evre IB
T1 N1 Mo, T2a/b No Mo
Evre II
T1N2Mo, T2a/bN1Mo, T3 N0 M0
Evre IIIA
T2a/bN2Mo, T3N1Mo, T4 N0 M0
Evre IIIB
T3N2Mo
Evre IV
T4 N1-3 Mo, T1-3 N3 M0
Herhangi T herhangi N M1
34
Mide kanserini tesbiti için endoskopik ve radyolojik tetkikler dışında, H. pylori için serolojik
testle tarama, serum pepsinojen ile tarama testleri kullanılımı önerilmiştir. Biz kendi
çalışmamızda total sialik asit, glutatyon ve malondialdehiti parametre olarak kullandık.
Mide kanseri tesbiti için Pepsinojen I (PG I) ve Pepsinojen II (PG II ) olmak üzere
pepsinojenin iki ayrı parametresi ve çeşitli düzeyleri önerilmiştir. PG I düzeyinin 30 ng, 50 ng
yada 70 ng’den daha az olması mide kanseri için artmış duyarlılık, düzey artışı ise azalmış
özgüllük olarak gösterilmiştir. Diğer bir parametre ise PG I ve PG II düzeylerinin oranıdır. Bu
oranın 2 veya 3 ‘den az olması erken mide kanserinin tesbiti için duyarlılık göstermektedir.
Bazı araştırmalar; H. pylori pozitifliği ve düşük PG I düzeylerini, distal mide kanserlerinde
artmış ve belirleyici olarak bulmuşlardır. Japon
araştırmacıların yaptıkları taramalar
sonucunda PG I ve PG II oranın düşüklüğün mide kanserindeki yüksek riskin habercisi
olabileceğini vyrgulamışlardır. Diğer bir çalışma gurubunda, mide kanseri için belirlenmiş
riski, pepsinojen düzeyini 1 ml de 70 ng’den daha az, PG I ve PG II oranı için 3’ten daha az
olarak tespit etmişlerdir. Mide kanseri için duyarlılık % 84.6, özgüllük ise % 73.5 olarak
bulunmuştur. Tanı konulamayan hastalarda atrofik gastrit tesbit edilmiştir.Sonuç olarak
pepsinojen testinin en az fotoflorografi kadar etkin bir yöntem olduğu düşünülmektedir (18).
35
GLUTATYON
Glutamik asit, sistein ve glisin amino asitlerinden olusan Glutatyon (GSH) hemen hemen
bütün hücrelerde, oldukça yüksek konsantrasyonlarda mevcuttur. Ilk kez 1921 yılında Hopkins
tarafından kesfedilmistir. Ilk önceleri glutamil-sisteinden ibaret bir dipeptid oldugu
zannedilmistir. Fakat 1929 yılında kristal halinde elde edildikten sonra yapısının tripeptid
oldugu anlasılmıstır. 1935 yılında ise Harrington ve Mead tarafından δ-Lglutamil-L-sisteilglisin halinde sentez edilmistir (19).
GSH, tüm memeli hücrelerinde bol miktarda (0.5-10 mM) sentezlenir. Bu sentez 2 basamakta
gerçekleşir. Birinci basamakta, y-glutamilsistein sentetaz isimli enzim GSH'ın prekürsör
amino asidleri olan glutamat ve sisteinden, y-glutamilsisteinin oluşumunu katalizler. İkinci
basamakta ise, glutatyon sentetaz, glisin ve y-glutamil-sisteinden glutatyonu oluşturur. GSH
negatif feed-back ile glutamilsistein oluşum hızını ve böylelikle kendi sentezini de denetler.
Bu sentezde bir molekül GSH için 2 molekül ATP'nın hidrolizi gerekir. GSH sürekli olarak
hücreler tarafından kullanıldığından, sentezinin inhibisyonu hızlı tükenmesine yol açabilir(1).
Indirgenmis glutatyon, serbest bir sülfidril gurubu içeren bir tripeptiddir. Indirgenmis durumda
hemoglobin ve eritrosit hücre proteinlerinin sistein artıklarını muhafaza eden bir sülfidril
tamponu olarak hizmet eder. Indirgenmis glutatyonun (GSH), oksitlenmis forma (GSSG)
oranı normalde yaklasık 500/1’dir. Indirgenmis form H2O2 ve organik peroksitlerin sebep
oldugu detoksifikasyon reaksiyonlarında önemli bir rol oynar (19).
GSH aynı zamanda GSH peroksidazlar ( selenyum içeren ve diğerleri) için substrat olabilir
GSH peroksidaz H2O2 ini indirgenmesi sağlar tıpki diğer peoksidazlar gibi.
GSH askorbatın yanı sıra bir çok hücresel komponentin indirgenmesinden de sorumlu olan bir
yapıya sahiptir
36
Glutamat
Sistein
-Glutamilsistein sentetaz
ATP
ADP+P
-Glutamilsistein
Glisin
ATP
Glutatyon sentetaz
ADP+P
İndirgenmiş
glutatyon
(2) GSH
NADP
Glutatyon redüktaz
H2O2
Glutatyon peroksidaz
(GPx)
GSSG
NADPH
Oksitlenmiş glutatyon
2H2O
ATP
İSKEMİ
ADP+P
Salgılanma
GLUTATYON SENTEZ ve SİKLUSU
GSH’ın eritrositlerin normal hücre yapısının korunması ve hemoglobindeki demirin ferro
durumunda tutulması için de gerekli oldugu ileri sürülmektedir. Daha düsük düzeyde
indirgenmis glutatyon içeren hücreler, hemolize daha hassastır
Eritrositlerdeki GSH konsantrasyonu bir çift otozomal allel gen tarafından düzenlenmektedir
ve yüksek düzeydeki glutatyonu (GSHH) kontrol eden genin, düsük düzeydeki glutatyonu
37
(GSHh) kontrol eden gene karsı dominant oldugu ileri sürülse de temel gen etkisi çevre ve
diger genetik faktörlerin etkisi altındadır
Glutatyon(GSH) doğadaki en bol ve her yerde bulunan küçük organik moleküllerden biridir.
Nerdeyse tüm yaşayan hücrelerde yüksek konsantrasyonlarda
bulunan bu endojen
antioksidanın bir çok önemli fonksiyonel rolü olduğu birçok defa incelenmiştir. Ksana
biotikler, karsinojenler, serbest radikaller ve lipid peroksidler gibi birçok endojen ve ekzojen
maddelerin detoksifikasyonu, intraselluler indirgenme reaksiyonlarında, kataliz olaylarında,
metabolizmada ve aminoasitlerin transportunda, protein yapılarının ve fonksiyonlarının
korunması, protein sentezinin ve yıkımının düzenlenmesi, oksidatif zarara karşı koruma ve
immunfonksiyonun korunması bu rollerden bazılarıdır.
Kanser ,diyabet, alkolik karaciğer hastalığı, katarakt, AIDS ve Parkinson hastalığı da dahil
olmak üzere bir çok dejeneratif durumunun ve hastalığın patogenezinde bozulmuş GSH
statüsü gösterilmiştir.
GSH in ayrıca serbest radikallerin genotoksik etkilerine karşı koruduğu düşünülmüştür.
Oksidatif ve serbest radikaller, radyasyona bağlı mutasyon oluşumu ve karsinogenezde de
önemli faktör olduğu düşünülmüştür. Glutatyon, GSH peroksidazlar, GSH disulfat reduktazlar
ve yardımcı NADPH saptayıcı reaksiyonlar ile beraber hücredeki oksidatif stres ve serbest
radikal hasarında savunmada anahtar rol oynar (20).
İndirgenmiş glutatyon (GSH) içerdiği tiyol grubu aracılığı ile hücre içinde redoks potansiyeli
yüksek bir ortam sağlayarak, hücreyi oksidatif hasarlara karşı korur. Glutatyon peroksidaz
(GPx) isimli enzimin kofaktörlüğünü yaparak, hidrojen peroksidi metabolize eder.
Son yıllarda yapılan çalışmalarda; çeşitli stres faktörleri, serbest oksijen radikalleri (SOR)
oluşumunu hızlandırdığı ve lipid peroksidasyonlarına yol açtığı gösterilmiştir. SOR'un
oluşturduğu oksidatif hasar oksidan stres olarak tanımlanmaktadır. Oksidan stres ile GSH
düzeylerinin azaldığı bilinmektedir. İn vivo ve invitro yapılan deneylerde, endojen GSH'ın
38
çeşitli hasarlarda mide mukozası bütünlüğünün korunmasında önemli bir mediatör olabileceği
görüşü ileri sürülmektedir. Diğer yandan stres ülserine bağlı iskeminin, hasara karşı savunmada
önemli bir faktör olan mukozal enerji metabolizmasını azalttığı da gösterilmiştir.(19).
Oksidan stres sonucunda artan SOR oluşumunun hücre hasarlarındaki etkileri bilinmektedir.
Bu ürünlerin detoksifikasyonu, glutatyonun indirgenmiş formunun (GSH) oksitlenmiş dimer
formuna (GSSG) dönüşümü ile sağlanmaktadır.
Hücre yüksek miktarda oksidana maruz kaldığında, GSSG oluşumu metabolik sınırını aşmakta
ve oksidatif stres oluşmaktadır. Detoksifiye olamayan oksidanlar membran lipidlerinin ve
hücrenin çeşitli fonksiyonel ve yapısal proteinlerinin bozulmasına neden olmaktadır. Ayrıca
GSSG'nin kendisi de, proteinlerin sülfhidril gruplarıyla (-SH) reaksiyonlaşarak kalıcı zararlı
etkiler meydana getirmektedir.
SİALİK ASİT
Sialik asit (SA), nöraminik asitten N-asetilizasyon yoluyla türeyen bir bileşik olup, canlıda
biyolojik fonksiyonlarda önemli bir role sahiptir . Sialik asit glikoprotein ve glikolipidlerin
oligosakkarid zincirlerinin indirgenmemiş ucundaki terminal karbonhidrat kalıntısıdır. İnsan
dokularında şu ana kadar en önemli olan formu ise N- asetilnörominik asid (NANA) dır. Diğer
sialik asidler pek çok farklı komponentler içermektedirler.
Sialik asidler hüce membranlarında önemli görevleri olan glikoprotein ve glikolipidlerin
oligosakkarit zincirlerinin son bölgelerindeki şeker zincirleridir. . N-terminal pozisyonu
üzerinde SA içeren bu oligosakkarit zincirler
hücre yüzeyinde bulunur Böylelikle gliko
birleşiklerinin konfigurasyonuna ve hücre yüzeyinde önemli rolleri vardır. Örneğin, hücrehücre haberleşmesinde ve kendine ait olan ve olmayanın ayrımında tanıma görevi, membran
proteolizinden kaçınmak ve hormonlar tarafından reseptör aktivasyonunun sağlanması için
gerekli arabulucu olmak. SA fizyolojik pH’ta tamamen iyonlaşabilen ve pKa değeri 2.6 olan
nispeten kuvvetli bir asit olup, bu özellik moloküle elektronegatif bir yük kazandırır. İn vitro
39
tümör hücresinin anyonik kısımların dağılımıyla bir koralasyon gösterdiğinden bu iyonlaşma
önemlidir. Neoplastik dönüşümlere hücre yüzeyinin ana yapısal elemanları olan hücre
membranı glıkoproteinlerin bileşimindeki değişiklikler eşlik etmektedir (21).
Pek çok araştırmacı serum ortalama SA miktarının 2-3mmol/ L ( 600-900mg/L) olduğunu
göstermiştir. Bu miktarın büyük bir kısmı glicoproteinlere bağlıdır. Bunlar bazı enzimler,
globulinler, lipoproteinler, hormonlar ve pıhtılaşma faktörleridir. Pek çok akut faz reaktanıda
SA grubu içermektedir. (22).
SA ayrıca lipidlere bağlanır gangliosidleri oluşturur . Bu çözünmez maddeler serum
lipoproteinleri ile taşınırlar ve SA’in yaklaşık 10mmol/L sini oluştururlar.
Serbest SA, totalin çok az bir miktarındır. İleri tekniklerle değerinin 0-6 ve 0-8 mmol/L
arasında olduğu ölçülmüştür.
Hücre membranının önemli komponentlerinden biridir. Sialik asitin çok çeşitli biyolojik
fonksiyonlarda görev aldığı belirtilmiştir: Hücre membranlarının ve glikoproteinlerinin
yapılarının
korunması,
hücre-hücre
etkileşimleri,
membran
transportu,
membran
reseptörlerinde bağlayıcı molekül görevi, kan glikoproteinlerinin görev ve yapılarına etkisi,
glomerüllerin
bazal
membranlarında
geçirgenliğin
düzenlenmesi,
konakçı-patojen
etkileşimlerinde tanınmayı belirleyici etkisi gibi görevleri vardır
Birçok farklı hastalıkta sialik asit düzeyinin yükselmesini açıklayan bir mekanizma halen çok
net değildir. Tabi ki, akut faz protein yanıtı oluşu bunu açıklar gibi gözükse de,
kardiyovasküler hastalık vb. gibi birçok durumda saptanan sialik asit düzeyinin yüksekliği
açıklanamamıştır. Glikoproteinlerin ve glikolipidlerin sializasyon ve desializasyonunu
etkileyen birçok faktör sialik asitin serum, idrar veya diğer vücut sıvılarındaki düzeylerinde
artma veya azalmaya yol açabilir (22).
Sialik asitin büyük kısmı akut inflamatuvar reaksiyonlarda artan akut faz proteinleri olarak
bilinen proteinlere bağlıdır ve akut faz reaktanı olarak görev almaktadır . Plazmada;
40
oromucoid, alfa1-antitripsin, haptoglobulin, seruloplazmin, fibrinojen, komplemanlar ve
transferrine bağlı olarak bulunmaktadır.
Renal hastalıklarda, DM, MSS hastalıklarda, Behçet hastalığında, bakteriyel enfeksiyonlarda,
chron, psoriazis, artrit gibi inflamatuar hastalıklarda total SA miktarında önemli derecede artış
görülmektedir.
Serum SA miktarı, MI sonrası hemen yükselmektedir ve kardiyovasküler mortalite açısından
önemli bir ayraçtır. Yıllar boyunca, serumda ki total SA miktarı yada lipide bağlı formu tm
belirteci olarak kullanılmıştır.
Total SA miktarı ayrıca kronik glomerulonefrit ve mikroalbuminuri olmayan diyabetik
hastalarda da yüksektir.
İdrarda SA tayini pek çok kalıtımsal hastalıkta tanı amaçlı kullanılmıştır. Yaygınca yapılan SA
ölçümleri ile ilgili önemli sayılabilecek hatalar bulunmaktadır. Bunun sebebi, bazı kitlerin
total SA yı ölçmesi (serbest+ sialoglikokonjugatlar bağlı SA ), diğerleri ise direk serbest SA yı
ölçmesi ve bunun için total SA enzimle yada asit ile muamele edilmelidir. Hirolitik
serbestleşmeyle bağlı SA nın serbest forma geçmesi gerçekleştirilir.
Kanser hastalarında SA miktarı da yüksektir ve bu metastaz derecesini göstermede ve tedavi
takibinde önemlidir. Demek ki farklı patalojik olaylar SA miktarının artmasıyla
olabilmektedir. Fakat SA serum düzeyinin nonspesifik olması bunun klinikle takibini
sınırlandırmaktadır.
Yine
de,
diğer
belirteçlerle
beraber
değerlendirildiğinde
SA
konsantrasyonları hastalık taramalarında, takiplerinde ve tedaviye verilen cevabın izlenmesiyle
kullanılabilir.
SA konsantrasyonu kadınlarda 45 yaşından sonra menapoz yaşına yakın artış göstermektedir.
Değişimdeki kırılma istatistiksel olarak anlamlıdır (p<0,05). Erkekler ise istatiksel olarak
anlamlı bir artış SA da yaşa bağlı olarak görülmektedir.
41
MALONDİALDEHİT (MDA)
Serbest radikaller, bir atom ya da molekül yörüngesinde eşleşmemiş bir elektron içeren
yüksek oranda reaktif kimyasal ürünlerdir. Vücutta doğal metabolik yollarla serbest radikaller
oluşur, ancak radikal parçalayan antioksidan sistemlerle oluşan serbest radikaller ortadan
kaldırıldığından, herhangi bir sitotoksisite ortaya çıkmaz. Ancak bu işleyişin radikaller lehine
bozulduğu durumlarda bir dizi patolojik olay ortaya çıkar. Organizmada serbest radikal
oluşturan doğal olayların başlıcaları, mitokondrial elektron transportu, heksoz monofosfat
yolu, ksenobiotiklerin metabolizması, doğal uyaranla fagositik hücrelerin aktivasyonu,
biosentetik ve biokimyasal yıkım olaylarıdır. Serbest radikallerin hücre dışı etkileri hücreler
arası boşluk ve sıvılarda ortaya çıkar.(23)
Özellikle eklem ve beyin omurilik sıvılarında antioksidan savunmanın yetersiz olması
nedeniyle, bu bölgelerde serbest radikallere bağlı yıkımın daha fazladır.
Serbest radikallerden etkilenen membran yapısındaki çoklu doymamış yağ asitlerinin
oksidasyonu sonucunda lipid peroksidasyonu gelişir. Oluşan lipid hidroperoksitlerinin aldehit
ve karbonil bileşiklerine dönüşmesi sonucunda gelişen MDA, oksidatif hasarın, sistemik
dolaşımda düzeyi saptanabilen dolaylı bir göstergesidir. Malign tümör patogenezinde SOR’un
potansiyel bir rol oynayabileceği bildirilmiştir.
Yaşlanma, koroner kalp hastalıkları ve kanser başta olmak üzere birçok hastalıkta lipid
peroksidasyonunun önemli rol oynadığı bilinmektedir. Lipid peroksidasyonunun son ürünü
olan MDA doku reaksiyon zincir hızının bir göstergesi olarak kullanılmaktadır. MDA,
SOR’nin sevyesinin tesbitinde kullanılan önemli bir göstergedir.
Plazma MDA
konsantrasyonu enzimatik olmayan oksidatif lipid peroksid parçalanması sonucu oluşur. MDA
proteinlerin amino gruplarına, fosfolipidler veya nükleik asitlere bağlanarak toksik etkisini
gösterir (24).
42
Lipid hidroperoksitler doğrudan DNA zincirini kırabilir ve lipid peroksil ve alkoksil radikalleri
DNA’da oksidasyona sebep olabilir. Okzoaldehidler DNA, RNA ve proteinlere bağlanabilme
ve aralarında çapraz bağlar oluşturma özelliklerinden dolayı antimitotik etki gösterirler.
Böylece, kanser ve yaşlanma olaylarında rol oynarlar.
MDA düzeyindeki artmanın karsinomda yetersiz damarlaşmadan meydana gelen nekroz
oluşumu ile ilgili olabileceği ve kanser hücrelerinde serbest oksijen radikallerinin artmasının
enzimlerin aşırı ekspresyonuna sebep olabileceği, artmış antioksidan enzim aktivitesinin de
hücrelerin kanserojen ajanlara hassasiyeti ile ilgili olabileceği düşünülmektedir.
Kanserli hastalarda MDA düzeyleri artarken, antioksidan enzim aktiviteleri artma yada azalma
gösterebilmektedir.SOR’nin yaptığı yıkımın ürünü olan MDA'nın kendisi de mutajen ve
potansiyel karsinojen etkilidir (25).
43
Mide kanserleri genelde ileri evrede tanınır ve ileri evreli gastrik adenokanserin bilinen kesin
iyileştirici bir tedavi şekli olmadığı gibi, erken evrede teşhis edilirse hayatta kalım süresi uzar.
Erken evrede tanı konulması için çeşitli araştırmalarda değişik teknikler denenmektedir. Ana
hedef klinik belirtileri çıkmadan mide kanseri tanısını koymak, duyarlılık ve özgüllüğü yüksek
testler bulmaktır. Bugüne kadar bilinen tümör belirteçleri maligniteleri saptamada yeteri kadar
özgül ve hassas değildir. Bu nedenle malign hastalıkların teşhisinde ve tedavinin etkinliğinin
değerlendirilmesinde yeni biyokimyasal tümör belirteçleri bulabilmek amacıyla çeşitli
araştırmalar yapılmaktadır Bizde kendi çalışmamızda TSA, Glutatyon ve MDA’ yı mide
kanserinde erken tanı için kullanılabilir mi düşüncesinden hareket edilerek, mide kanserinde
bu parametrelerin değişimlerini inceledik.
44
GEREÇ ve YÖNTEM
Haseki Eğitim ve Araştırma Hastanesi Cerrahi Kliniğinde teşhis ve tedavi edilen ve daha önce
herhangi bir tedavi almayan, endoskopik biopsi ile tanısı kesinleşmiş ve sigara içme hikayesi
olmayan 29 mide kanserli hasta (16 kadın, 13 erkek) çalışmaya dahil edildi. Ortalama hasta
yaşı 61,48±12,37 yıldır. Herhangi bir malin semptomu olmayan ve normal bir fizik muayenesi
olan 33 sağlıklı kişi kontrol grubu olarak seçildi. Fizik muayeneden sonra herhangi bir tedavi
uygulanmadan önce hastalardan kan örnekleri alındı. Bütün hastalar çalışma hakında
bilgilendirildi. ve onayları alındı. Hastalar ameliyattaki bulgulara, radyolojik incelemelere ve
ameliyat materyalinin, biyopsinin yada aspirasyon sıvısının patolojik analizine göre
değerlendirildiler. Bu bulgulara göre evreler TNM sınıflandırılmasıyla belirlendi (26). Bu
çalışmadaki 29 mide kanserli hastadan 25 i ameliyat edildi ve 19 unda tümör rezeksiyonu
uygulandı. Hastalığın yayılımı nedeniyle 6 hastanın tümörüne rezeksiyon uygulanmadı ve
palyatif drenaj prosedürleri yada biyopsiler uygulandı. Ameliyat öncesi belirlenen metastazlar
nedeniyle kesin cerrahi gereksinimi olmayan 4 hasta ameliyat edilmedi.
Kan GSH serum TSA ve serum MDA seviyeleri sırasıyla Elman (27), Warren (28) ve Yagi
(29) metodlarıyla belirlendi. Değerler TSA ve GSH için mg/dl ve MDA için nmol/ml olarak
verildi.
İSTATİKSEL ANALİZ
Kanser ve kontrol gruplarındaki parametrelerin karşılaştırılması için student’s t testi kullanıldı.
Bilgiler ortalama ± standart sapma (SD) olarak belirtildi. P değerleri 0,05 ten küçükse anlamlı
olarak kabul edildi. Pearson uyumluluk analizi gruplar arasındaki uyumluluğun derecesini
belirlemek için kullanıldı.
45
BULGULAR
Hastalar en sık dörtüncü evrede bulunmuşlardır. Hastalık evresi dağılımları tablo1’de
gösterilmiştir. Yirmidokuz hastanın 20 sinde yaygın tipte, 8 inde intestinal tipte ve 1 hastanın
sınıflandırılamayan tipte tümörü vardı (Lauren sınıflamasına göre). Grupların ortalama TSA,
MDA ve GSH konsantrasyonları tablo 2 de gösterilmiştir. Kanser hastalarının serum TSA
seviyeleri kontrol grubundakinden önemli oranda yüksekti P<0.05 . Mide kanserli hastalarda
kan GSH seviyeleri kontrollerle kıyaslandığında hafif düzeyde düşüktü ayrıca MDA
seviyeleride aynı kıyaslamada hafifçe yükselmiş olarak bulundu, fakat bu farklar istatistiki
anlamlılık düzeyine sahip değildi P>0.05. TSH ve GSH değerleri arasında (r=0.38) (P<0.05)
ve MDA ile GSH değerleri arasında (r=0.337) (P<0.05) zayıf ilişki saptandı.TSA ve MDA
değerleri arasında (r=0.06) (P>0.05) ilişki saptanmadı. TSA GSH ve MDA değerleri ile
hastalık evresi arasında ilişki saptanmadı (P>0.05).
46
TARTIŞMA
Gastrik kanser genelde ilerlemiş evrede tanınır ve ileri evreli gastrik adenokanserin bilinen kesin
iyileştirici bir tedavi şekli yoktur. Bilinen bir gerçek eğer hastalık erken evrede teşhis edilirse
hayatta kalım süresi uzar (30).
Kanser araştırmasının ana amacı kanserin erken teşhis ve gözleminde kullanılabilecek tümörle
ilgili belirteçlerin bulunmasıdır. Bu araştırmacıları bir grup hücre yüzey moleküllerini (31-33),
sialil transferazı (34-37), akut faz proteinleri ve hormonları (38), glikolipidleri (39,40) ve diğer
tümörle ilişkili belirteçleri incelemeye yöneltmiştir (41). Sialik asidin malignansı belirteci olarak
kullanma fikri 1971 de Walker karsinoma taşıyıcı radlarda bir protein lipid kompleksi olan
neoproteolipit-w ve 1973 te morris hepatoma (42) ve diğer tümörlerde neoproteolipid-s
tanımlayan Skipsi ve arkadaşlarına (43) kadar uzanmaktadır. Bir çok yazar kanser varlığında
sialik asit metabolizmasındaki değişiklikleri belirlemiştir (44).
Warren ve Felsenfeld (28) sialik asit biyosentezinde glutatyona gereksinim duyulduğunu
göstermiştir. Glutatyon yaşamsal bir antioksidandır . Xenobiotikler, karsinojenler, serbest
radikaller ve lipid peroksitler gibi eksojen ve endojen maddelerin detoksifikasyonununda önemli
rolleri olduğu bilinmektedir (45-47). Kanser patogenezinde, bozulmuş GSH dengeleri
bildirilmiştir (48).
Oksidatif stres, SOR ile bunların antioksidan ajanlar tarafından yakalanması arasında bir
dengesizlik olduğu zaman ortaya çıkar. SOR nın aşırı yapımı lipid peroksidasyonu , mutagenezis
ve karsinogenezise sebebiyet veren biomoleküllerle oksidatif hasara yol açabilir. Serbest oksijen
radikallerinin uyardığı lipit peroksidasyonu neoplastik değişimde görülmektedir (49). Ayrıca
lipid peroksidasyonunun son ürünü olan malondialdehid seviyelerinin kanserde değiştiği
bildirilmiştir (50,51).
47
Bu çalışmanın birinci amacı mide kanserinde total sialik asit ile GSH ve MDA arasındaki
ilişkiyi incelemek ikinci amacı ise bu parametrelerin mide kanserinin evresiyle değişip
değişmediğini araştırmaktar.
Artmış serum TSA sı ve/yada lipid bağlı sialik asit seviyeleri ilerlemiş ovaryan, mide, meme
diğer tipteki kanseri olan değişik hasta gruplarında gözlemlenmiştir (52-54). TSA seviyesindeki
artışın tümörün yüküyle pozitif ilişki gözlenmemiştir (54-56). Bazı bulgular TSA seviyelerinin
kanser hastaların da klinik semptomların ortaya çıkışından önce artabileceğini göstermiştir (57).
Bizim çalışmamızda kontrollerle kıyaslandığında kanser hastalarının TSA seviyelerinin artışının
önemli olduğunu bulduk. Kanserde artmış TSA seviyelerinin altında değişik mekanizmalar
yatabilir. Kanser hücreleri varlığında serum SA konsantrasyonundaki artış buna sebep olacak
şekilde artmış sialil transferaz aktivitesiyle ilişkilidir (58-59). Sialik asidin tümör belirteci olarak
rolü, tümör hücrelerinin karakteristik özelliği olan, kanser hücre membranlarında yeni glikozil
transferazın aktivasyonuna yol açan aberan glikolizasyon ve konak defans mekanizmalarınca
yok edilme kapasitesinde azalma ile vasküler endotele yapışma kapasitesinin artışı şeklinde
kendini gösteren tümör hücre metastaz yeteneğinde oynadığı rol dikkate alınarak incelenmelidir
(60). SA konsantrasyondaki artış akut faz proteinlerinin seviyelerindeki artış ilede açıklanabilir.
GSH ın serbest radikallerin genetoxik etkilerine koruyucu olabileceği belirtilmiştir (61).
Oksidatif ve serbest radikal hasarı, radyasyonla alakalı mutagenezis ve karsinogenezisle vede
yaşlanma sürecinde önemli faktörler olarak belirtilmektedir (62). Glutatyon peroksidaz ve
glutatyon redüktoz ile birlikte GSH ve bunları destekleyen NADP sağlıyan reaksiyonlar
hücredeki oksidatif stres ve serbest radikal hasarına karşı savunmada önemli rol oynar (47,63).
GSH immun fonksiyonların korunması üzerindeki etkisiylede neoplazi gelişimine karşı
organizmayı korur. Çalışmalar GSH in mitojenik cevabın regulasyonunda ve lenfosit
proliferasyonda kritik rol oynadığını göstermektedir (64).
48
Kanserli
hastalarda
düşmüş
GSH
seviyeleri,
artmış
TSA
konsantrasyonlarından
kaynaklanabilir. Çünkü GSH, SA nın sentezinde kullanılır(59). Düşmüş GSA seviyeleri indirek
oksidatif stresin göstergesi olan artmış MDA düzeyleriylede açıklanabilir. MDA seviyelerinin
mide kanserinde arttığı bildirilmiştir (65). Ancak bazı çalışmalar değişik kanser tiplerinde düşük
MDA yada artmış GSA seviyelerini göstermektedir (66,67). Kanserde MDA ve GSH
seviyeleriyle ilgili bir görüş birliği yoktur. Biz çalışmamızda GSA ve MDA değerlerinde
istatistiksel anlamlı bir fark elde edemedik.
TSA seviyesindeki artış kanserdeki artmış sialil transferaz seviyelerindeki artışa bağlanabilir.
Henderson ve arkadaşları neoplastik hastalıklı hastalarda plazma sialil transferaz seviyelerinin
arttığını göstermiştir (68).
Sonuç olarak
bizim çalışmamızda mide kanserinde serum TSA seviyelerinin arttığı
görülmüştür. Yapılan çalışmalarda TSA seviyesi kanserlerin klinik belirtisi çıkmadan artığı
gösterilmiştir (57). SA serum düzeyinin nonspesifik olması bunun klinikle takibini
sınırlandırmaktadır.
Yine
de,
diğer
belirteçlerle
beraber
değerlendirildiğinde
SA
konsantrasyonları hastalık taramalarında, takiplerinde ve tedaviye verilen cevabın izlenmesinde
kullanılabilir. Yaptığımız litaretür taramalarında kanserli hastalarda glutatyon seviyesinin artmış
yada azalmış olduğunu gösteren çalışmalar mevcuttu. Glutatyon seviyesindeki düşüşler,
glutatyonun TSA sentezinde kullanılması nedeniyle olabilir. Yada artmış oksidatif stres
nedeniyle de olabilir. Biz çalışmamızda Glutatyonun azalmış ve MDA seviyelerini artmış olarak
bulduk, fakat bu artış yada azalış istatistiki olarak anlamlı bulunmadı. TSA ve GSH seviyeleri
arasında ve GSH ve MDA seviyeleri arasında zayıf bir ilişki saptandı.
Bu yüzden bu parametreleri mide kanserinin tanısında kullanabilmek için daha geniş bir hasta
gurubuyla çalışmaya ihtiyaç vardır. Bu parametreler ile kanser evresi arasında ilişki saptanmadı.
49
Hasta sayısı
6
Hasta sayısı
Evre 1 ve2
Evre 1A
Evre 1B
T1N0M0= 1
T1N1M0= 0
T2N0M0= 1
23
Evre 3 ve 4
Evre 2
Evre 3A
Evre 3B
Evre 4
T1N2M0= 0
T2N2M0= 1
T3N2M0= 4
T4N2M0=3
T2N1M0= 3
T3N1M0= 4
T4N1M0= 1
M1= 10
T3N0M0= 1
T4N0M0= 0
Tablo 1: Mide kanseri hastalarında hastalık evresi dağılımı
Kişi sayısı (N) TSA* mg/dl
MDA nmol/ml GSH mg/dl
Mide kanseri
29
63.46±17.33 5.26±1.84
30.75±9.18
Kontrol
33
54.79±12.931 4.62±1.29
33.23±8.641
Tablo 2: Gurupların ortalama TSA, MDA ve GSH değerleri
*= İstatistiksel yönden iki grub arasındaki fark (P<0.05)
50
KAYNAKLAR
1- Alican F.: Mide tümörleri: Cerrahi Dersleri. Cilt II. İstanbul, Afa matbaacılık, 1995, s: 216217.
2- Ersan Y., Ertürk S., Çiçek Y., Temiz M., Dirican A., Doğusoy G. Mide kanserli hastalarda
klinopatolojik prognostik faktörler. Cerrahpaşa J Med. 2003; 34: 10-18.
3- Erikoğlu M., Yol S., Tavlı Ş., Belviranlı M., Özer Ş., Pekin C., Mide kanserinde:
onbeşyıllık deneyimlerimiz. Kaynak A. Cerrahpaşa J Med. 2005; 15: 71-75.
4- Dinçtürk C.: Tarihçe: Cerrahi Onkoloji Mide kanseri. Ankara, Türk tarih kurumu basımevi,
1989, s: 9-10.
5- Wangensteen O. H., Wangensteen S. D., Dennis C.: History of gastric surgery: Glimpres
into its early and more resent. Lloyk M. Nyhus, Christopher Wastell. (Ed) Surgery of the
stomach and duodenum, fourth edition. Boston, Little, Brown and Company. 1986, pp: 6-16.
6- Minkari T, Ünal G. Mide kanseri epidemiyolojisi: Mide tümörleri ve cerrahisi. İstanbul,
Kağıt ve basım işleri A.Ş., 1979; s: 191.
7- Akgün N.: Midede sindirim: Boşaltım, dolaşım, sindirim. İzmir, Ege üniversitesi basımevi,
1994: s: 369-401.
8- Alican F.: Mide tümörleri: Cerrahi Dersleri. Cilt II. İstanbul, Afa matbaacılık, 1995, s: 201202.
9- Akbayır N.: Etyoloji ve patogenez, Mihmanlı M. (Ed) Mide kanseri ve cerrahi tedavisi,
İstanbul, Avrupa tıp kitapçılık. 2004, s: 61-63.
10- Dinçtürk C.: Mide kanserinde etioloji-pathogenesis: Cerrahi Onkoloji Mide kanseri.
Ankara, Türk tarih kurumu basımevi, 1989; 40-46.
51
11- Erdem L.: Öncül lezyonlar, Mihmanlı M. (Ed) Mide kanseri ve cerrahi tedavisi. İstanbul,
Avrupa tıp kitapçılık. 2004, s: 45.
12- Erdem L.: Öncül lezyonlar, Mihmanlı M. (Ed) Mide kanseri ve cerrahi tedavisi. İstanbul,
Avrupa tıp kitapçılık. 2004, s: 47.
13- Dinçtürk C.: Mide kamserinin prekürsörleri: Cerrahi Onkoloji Mide kanseri. Ankara, Türk
tarih kurumu basımevi, 1989; 63-69.
14- Fielding J. W. L., Alexander-Williams J.: Adenocarcinoma of the stomach. Lloyk M.
Nyhus, Christopher Wastell. (Ed) Surgery of the stomach and duodenum, fourth edition.
Boston, Little, Brown and Company. 1986, pp: 695-698.
15- Minkari T, Ünal G. Mide kanserinin etyolojisi: Mide tümörleri ve cerrahisi. İstanbul, Kağıt
ve basım işleri A.Ş., 1979; 209-217.
16- Yusuf G. Mide kanseri, Değerli Ü. (Ed) Cerrahi gastroenteroloji. İstanbul, Fatih gençlik
vakfı. 1984; s: 179.
17-Buğra B.: Evreleme, Mihmanlı M. (Ed) Mide kanseri ve cerrahi tedavisi. İstanbul, Avrupa
tıp kitapçılık. 2004, s: 157.
18- Çoşkun H., Dilege E., Bostancı Ö., Mihmanlı M.: Mide kanserinin önlenmesi ve tarama
yöntemleri, Mihmanlı M. (Ed) Mide kanseri ve cerrahi tedavisi. İstanbul, Avrupa tıp
kitapçılık. 2004, s: 55.
19- Zengin Ulakoğlu E.,M. Koray Gümüştaş M., Belce A., Altuğ T., Kökoğlu E. Strese bağlı
mide mukozası hasarında endojen glutatyon tükenişinin enerji metabolizması ile ilişkisi.
Cerrahpaşa J Med 1998; 29 (3): 127-131.
20- John P. Richie, Jr. The role of glutathione in aging and cancer. Experimental Geroniology
1992; 27: 615-26.
21- Uslu E, Belce E, Seymen P, Kökoğlu E. Kolorektal kanserde metastazın serum total
siyalik asit düzeyleri üzerine etkisi. Cerrahpaşa J Med . 2000: 31; 231-234.
52
22- Paula J Waters, Elizabeth Lewry, Charles A Pennock. Ann Clin Biochem 1992; 29: 62537.
23- Ozturk M., Guzelhan Y., Sayar K., Tuzun U.Yaygın Gelişimsel Bozukluğu Olan
Çocuklarda
Plazma
Malondialdehit
ve
Glutatyon
Düzeylerinin
Araştırılması.Klinik
Psikofarmokoloji Bülteni 2001; 11: 155-159
24- Yarıktaş M., Fehmi D., Doğru H., Aynalı G., Yönden Z., Dlebaş N. Baş-boyun maling
tümörlerinde malondialdehit düzeyleri ve anti oksidan enzim aktiviteleri. 2003; 10: 65-67.
25- Yılmaz S, Temizer Ozan S. Meme Kanserli Hastalarda Lipid Peroksidasyonu ve Bazı
Enzim Aktiviteleri Arasındaki İlişki. Türk Biyokimya Dergisi 2003; 28: 252-256.
26- Barr H,Greenall MJ: Carcinoma of the stomach.In: Morris PJ, Malt RA, eds. Oxford
textbook of surgery. New York : Oxford University Press Inc., 1994: 931-943.
27- Ellman GL. Tissue sulfhdryl groups. Arch.Biochem. Biophys. 1959; 82: 70-77.
28- Warren L , Felsenfeld H. The biosynthesis of sialic acid. The Journal of Biol. Chem. 1962;
237(5): 1421-1431.
29- Yagi K. Assay for blood, plasma or serum. Methods. Enzymol. 1984; 105: 328-331.
30- Nakamura K, Ueyama T, Yao T, Xuan ZX, Ambe K, Adachi Y, Yakeishi Y,
Matsukuma A Enjoji M.Findings in 10000 patients who underwent primary gastrectomy.
Cancer 1992; 70: 1030-1037.
31- Hakomori S-T. Tumour-associated carbohydrate antigens. Ann. Rev. Immunol. 1984; 2:
103-126.
32- Reizi T. Demonstration by monoclonal antibodies that carbohydrate structure of
glycoproteins and glycolipids are oncodevelopmental antigens. Nature (london).1985; 3148:
53-57.
33- Reading CL, Hutchins JT. Carbohydrate structure in tumour immunity. Cancer metastas.
rev. 1985; 4: 221-260.
53
34- Silver HKB, Karim KA, Archibald EL et al. Serum sialic acid and sialyltransferase as
monitors of tumour burden in malignant patients. Cancer Res. (USA). 1979; 39: 5036-5042.
35- Dao TL, Ip C, Patel J. Serum sialyltransferase and 5’-nucleotidase as reliable biomarkers
in women with breast cancer. J. Natl. Cancer.Inst. (USA). 1980; 65: 529-534.
36- Ganzinger UL , Deutch E. Serum sialyltransferase levels as a parameter in the diagnosis
and follow-up of gastrointestinal tumours. Cancer Res. (USA). 1981; 40: 1300-1304.
37- Bernacki RJ, Kim U. Concomitant elavations in serum sialyltransferase activity and sialic
acid content in rats with metastasising mammary tumours. Science (USA). 1976; 1975: 577579.
38- Dunzendorfer U, Schumann W, Drahovsky D, Ohlenschlarper G. Glycopeptides (FSH,
LH, TSH, Prolactin) and glycoproteins in patients with genitourinary cancer. Oncology. 1981;
38: 110-115.
39- Kloppel TM, Keenan TW, Freeman MJ et al. Glycolipid-bound sialic acid in serum.
increased levels in mice and humans bearing mammary carcinomas. Proc. Natl. Acad. Sci.
(USA). 1977; 74: 3011-1013.
40- Erbil KM, Sen SE, Zuicke H et al. Serum protein and lipidbound sialic acid as a marker
for genitourinary malignancies. Cancer. 1986; 58: 1389-1394.
41- Bates SE , Longo DL. Use of serum tumour markers in cancer diagnosis and management.
Semin. Oncol. 1987; 14: 102-138.
42- Skipsi VP, Archibald FM, Adler CR, Barclay M, Tarnowski GS, Stock CC.
Neoproteolipids in malignant tumours. Proc. Am. Assoc. cancer Res. 1973; 14: 43.
43- Skipsi VP, Barclay M, Archibald FM, Lynch TP Jr, Stock CC. A new proteolipid
apparently associated with cancer. Pros.Soc. Exp. Biol. Med. 1971; 136: 1261-1264.
44- Sillanaukee P, Pannio M, Jaaskelainen IP. Occurence of sialic acids in healthy humans and
different disorders. Eur. J . Clin. İnvest. 1999; 29: 413-425.
54
45- Meister A, Anderson ME. Glutathione. Annu. Rev. Biochem. 1983; 52: 711-760.
46- Oijen AH, Verhulst ML, Roelofs HM, Peters WH, de Boer WA, Jansen JB. Eradication of
helicobacter pylori restores glutathione S-transferase activity and glutathione levels in antral
mucoza. Jpn J Cancer 2001; 92(12): 1329-1334.
47- Saez GT, Bannister WH, Bannister JV. Free radicals and thiol compounds-The role of
glutathione against free radical toxicity. In: Vina J (ed). Glutathione Metabolism and
Physiological Functions. Boca Raton, FL: CRC Press. Inc, 1990: 237-254
48- Coles B ,Ketterer B. The role of glutathione transferases in chemical carcinogenesis .Crit.
Rev. Biochem. Mol.Biol. 1990; 25: 47-70.
49- Hristozov D, Gadjeva V, Vlaykova T, Dimitrov VG. Evaluation of oxidative stress in
patients with cancer. Arch. Physiol. Biochem. 2001; 109: 331-336.
50- Gerber M, Astre C, Segala C, Saintot M, Scali J, Lafontaine JS, Grenier J, Pusol H.
Tumour progression and oxidant-antioxidant status. Cancer letters. 1998; 14: 211-214.
51- Torun M, Yardım S, Gönenç A, Sargın H, Menevşe A, Simpek B. Serum beta-carotene,
vitamin E, vitamin C and malondialdehyde levels in several types of cancer. J. Clin.
Phar.Ther. 1995; 20: 259-263.
52- Romppanen J, Eskalinen M, Tikanoja S, Manonen I. Total and lipid-bound serum sialic
acid in benign and malignant breast disease.Anticancer Res. 1997; 17: 1249-1254.
53- Scuhutter EM, Visser JJ, Vankemp GJ, mmensdorff S, Vanpisk W, Hilgers IO, Kenamans
P. The utility of lipid associated sialic acid (LASA orLSA)a serum marker for malignancy.
Tumor Biol. 1992; 13: 121-132.
54- Kokoğlu E, SönmezH, Uslu E, Uslu T. Sialic acid levels in various types of cancer.
Cancer Biochem Biophys 1992; 13: 57-64.
55- Tewarson SL, Mittal VP, Singh M, Grupta GP. Serum sialic acid-an important cancer
marker. Indian J cancer. 1993; 30: 125-131.
55
56- Xing RD, Wang ZS, LicoTang QY, Jiang CB, Zhang YZ. Total sialic acid as a tumour
marker for oral cancer. Int J Biol markers. 1994; 9: 239-242.
57- Gatchev O, Rastam I, Lindberg G, Gukdberg B, Eklund GA, Tornberg S. Tumours of the
central nervous system and serum sialic acid concentrations in men and women. Br. J. Cancer,
1993; 68: 425-427.
58- Sata T, Roth J, Zuber C, Stamm B, Heitz PU. Expression of alfa 2,6 linked sialic acid
residues in neoplastic but not in normal human colonic mucosa. A Lectin-gold cytochemical
study with sambucus nigra and maackia amurensis lectins. Am. J. Pathol. 1991; 139: 14351438.
59- Cyopick P, Culliton R, Brockhausen I, Sutherland DR, Mills GB, Baker M. Role of
aberrant sialylation of choronic myeloid leukemia granulocytes on binding and signal
transduction by chemotactic peptides and colony sitimulating factors. Leuk. Lymphoma 1993;
11: 79-90.
60- Narayanan S. Sialic acid as a tumour marker. Ann. Clin. Lab. Sci. 1994; 24: 376-378.
61- Simone G, Tamba M, Quintiliani M. Radical. Phys. Chem. 1983; 22: 215-223.
62- Ames BN. Endogenous DNA damage as related to nutrition and aging processes. In:
Ingram DK, Baker GT,
Shock NW eds. The potential for nutritional modulation of aging
processes., Westport CT: Food and Nutrition Press, 1991: 51-56.
63- Arivazhagan S, Kavitha K, Nagini S. Erythrocyte lipid peroxidation and antioxidants in
gastric cancer patients. Cell Biochem Funct 1997; 15(1): 15-18.
64- Hamilos DL , Wedner HJ. The role of glutathione in lymphocyte activation. Comparison
of inhibitory effects of buthionine sulfoximine and Z-Cyclohexene-L one by nuclear size
transformation. J. ımmunol. 1985; 135: 2740-2747.
65- Choi MA, Kim BS, Yu R. Serum antioxidative vitamin levels and lipid peroxidation in
gastric carcinoma patients. Cancer Letters 1999; 136: 89-93.
56
66- Engin A. Differences in blood glutathione levels of patients with advanced or localised
carcinoma. Tumori, 1995; 81: 132-134.
67- Navarro J, Obrador E, Carretero J, Petschen I, Avino J, Perez P, Estrela JM. Changes in
glutathione status and the antioxidant system in blood and in cancer cells associate with
tumour growth in vivo. Free Radical Biology and Medicine. 1999; 26: 410-418.
68- Handerson M, Kessel D. Alterations in plasma sialyltransferase levels in patients with
neoplastic disease.Cancer 1977; 39: 1129-1134.
57
ÖZET
Giriş: Bizim çalışmamızın birinci amacı mide kanserinde total sialik asit ile glutatyon ve
malondialdehid arasındaki ilişkiyi incelemekti. İkincisi ise bu parametrelerin kanserin
evresiyle değişip değişmediğini araştırmaktır.
Materyal – Metod: 29 mide kanseri hastası ve hasta grubuyla yaşı uyumlu 33 sağlıklı kontrol
kişi çalışmaya dahil edildi. Kan glutatyon, serum total sialik asit ve serum malondialdehit
seviyeleri sırasıyla Elman, Warren ve Yagi ‘nin metodlarıyla ölçüldü. Mide kanseri evreleri
TNM sınıflandırılmasına göre belirlendi.
Sonuçlar: Kanser hastaların total sialik asit seviyeleri kontrollere göre önemli oranda yüksek
bulundu(p<0,05). Mide kanserli hastalarda kan GSH sevyeleri kontrolerle kıyaslandığında
hafif düzeyde düşük fakat MDA seviyeleride hafifçe yüksek olarak saptandı. Ancak bu farklar
istatistiki anlamlılık düzeyine ulaşmadı (P>0.05). Kanser hastalarında total sialik asit seviyesi
ile indirgenmiş glutatyon seviyeleri arasında ve indirgenmiş glutatyon ve malondialdehit
konsantrasyonları arasında zayıf bir ilişki bulundu.Diğer taraftan total sailik asit ve
malondialdehit seviyelerinde bir uyumluluk yoktu. Total sialik asit, gluatatyon ve
malondialdehid seviyeleri ile hastalığın evresi arasında ilişki saptanamadı.
Tartışma: Bizim verilerimiz, mide kanserinin total sialik asit seviyelerinin artışına yol açtığını
düşündürmektedir. Azalmış glutatyon sialik asit sentezi sırasında glutatyonun kullanıma yada
artmış oksidatif strese bağlanabilir. İndirgenmiş glutatyon ve total sialik asit seviyeleri
arasında vede indirgenmiş glutatyon ve malondialdehit arasıda zayıf bir uyumluluk bulundu.
Total sialik asit, gluatatyon ve malondialdehid seviyeleri hastalığın evresiyle ilişki saptanmadı.
58
Download