Din görevlisinin misyonu ve yol rehberi

advertisement
B AŞYAZI
Prof. Dr. Mehmet Görmez
Diyanet İşleri Başkanı
Söz medeniyeti
Rahman ve Rahim olan Allah'ın
adıyla.
İslam medeniyeti bir söz medeniyetidir. Yüce Rabbimiz kelam
sıfatıyla tenezzül buyurarak
insanlara vahiy göndermiş ve
kerim kitabımız Kur’an, okunan
bir söz olarak vahyedilmiştir.
Âdem (a.s.) bir söz ile yaratılmış
ve âlem “Ol” sözüyle var olmuştur. Âdem’e söz için varlıkların
isimleri öğretilmiştir. Cenab-ı
Hak, insanları farklı dillerde
yaratmış ve bunu kendi varlığının ayetlerinden biri olarak
zikretmiştir. Kısaca söz, insanın
evrene açıldığı ve yüreğindekini dışarıya açtığı mucizevi bir
ayettir.
Yüce Allah, ağızdan çıkan her
sözün gözetici melekler tarafından kaydedildiğini ifade ederek (Kaf, 50/18.) sözün değerine
işaret etmiştir. Sözde aranması
gereken ilk özellik, onun doğru,
anlamlı ve faydalı olmasıdır.
Ayrıca sözün hakka, hakikate
yaraşır güzellikte olması gerekir. Söz sadece insanın davranışını değil, aynı zamanda kişiliğini de belirlemektedir. Bu
sebeple “üslûb-u beyan aynıyla
insan”dır.
Söz, hakikat, ahlak ve estetik boyutu olmak üzere üç
temel esas üzerine bina edilir.
Kur’an-ı Kerim’de sözle ilgili
ayetler incelendiğinde sözün bu
üç boyutu üzerinde durulduğu görülür. Müslümanlar İslami
ilimleri oluştururken sözün
mana ve hakikat ile ilişkisi üzerinde özellikle durdukları içindir ki, bu ilimlerin neredeyse
tamamı, sözün hakikat, hikmet
ve ahlakla ilişkisini ortaya koy-
mak için var olmuştur. Nitekim
usul-i fıkıhtaki delalet bahsi
sözün hakikat değerini ortaya
koyarken, İslam felsefesi sözün
hikmet boyutunu, edebiyat ise
sözün estetik boyutunu ortaya
koymaktadır.
Kur’an’da sözün karşılığı olan
“kavl” kelimesini terkipleri ve
türevleriyle bir araya getirdiğimiz zaman, sözün hakikat, hikmet, ahlak ve estetik boyutu
ortaya çıkacaktır. Bu bağlamda
kavl-i hasen/güzel söz, kavl-i
maruf/anlamlı ve olumlu söz,
kavl-i adl/adaletli söz, kavl-i
sedid/sağlam söz, kavl-i tayyib/
hoş söz, kavl-i kerim/gönül alıcı
söz, kavl-i beliğ/açık söz, kavl-i
meysur/kolay söz, kavl-i leyyin/yumuşak söz gibi müspet
anlamda ve kavl-i su’/kötü söz,
kavl-i münker/çirkin söz, kavl-i
zûr/yalan söz, kavl-i lahin/eğri
büğrü söz, kavl-i zuhruf/süslü
söz gibi menfi anlamda sıfatların
kullanıldığı görülmektedir.
Söz estetiğini ortadan kaldıran
her türlü unsur, kadim kaynaklarımızda dilin afetleri başlığı
altında ele alınmıştır. Gazzalî’nin
İhya’sında dilin afetleri başlığı
altında yer alan; boş konuşmalar, içi boş tartışmalar, husumet
eseri söylenen sözler, alay etme,
yalan, gıybet, iftira gibi hususlar
(İhya-u Ulûmi’d-din, 3/246.), bugün de
söz estetiğinin yitirilmiş olmasının bir tezahürü olarak güncelliğini korumaktadır. Günümüzde
konuşan her insanın bu gibi
afetlere maruz kalması, kitle
iletişim araçları marifetiyle her
türlü estetikten yoksun sayısız
sözün ortalıkta uçuşması, dahası
bu sözlerin görüntüye ve yazıya
dönüştürülmesi pek çok afete
yol açan bir söz kirliliği oluşturmaktadır.
Söz ile davranışı/eylemi birbirinden ayırmak oldukça güçtür.
Sözün kendisi de bir davranıştır.
Davranışı güzel olanın sözü de
güzel olur. Kur’an-ı Kerim’de
de bu gerçek şöyle ifade edilir:
“Sağlam/doğru söz söyleyin. Ta
ki Allah, amellerinizi güzelleştirsin ve günahlarınızı bağışlasın.”
(Ahzap, 33/70.)
Dine bağlılık da, dindarlık da
kendisini sözden ziyade davranış olarak ortaya koymalıdır.
İçinde insani ve ahlaki erdemlerin bulunmadığı bir dindarlık,
yanılgıdan ibarettir. Bu nedenle
önemli olan kişinin dindarlığını sözde değil, özde yaşamasıdır. Sözü öze, özü söze feda
etmeden bilgi, ibadet ve ahlak
eksenli bir dindarlık gayemiz
olmalıdır.
Modern zamanlara gelindiğinde sözün değeri düşmüş, imaj
yüceltilmiş, görüntü ve görsellik öne çıkarılmıştır. Sözle imajın farkı anlatılamayacak kadar
büyüktür. Söz, hakikat terazisinde bir değere sahip iken, imajın böyle bir değeri bulunmamaktadır. Dolayısıyla günümüzde Müslümanlara düşen görev,
imajın ve görselliğin görüntüsüne kendimizi kaptırmadan sözü
yüceltmeye devam etmek olmalıdır. Din görevlileri olarak yapacağımız en önemli hizmetlerden
birisi, imaj ve görüntünün büyüsüne kapılmadan, bütün teknolojik imkânlarla birlikte sözün
değerine inanmaya ve hikmetli
sözü yüceltmeye devam ederek,
din-i mübini İslam’ı anlatmaktır.
içindekiler
5
DİYANET AYLIK DERGİ • ŞUBAT 2012 • SAYI: 254
GÜNDEM
Öz’ün tercümanı söz............................................. 5
Prof. Dr. H. Kâmil Yılmaz
Kur'an-ı Kerim'de söz............................................ 9
Dr. Ülfet Görgülü
Öz'ün
tercümanı
söz
Hz. Peygamber’in sünnetinde “söz”ün güzellik
boyutu................................................................... 12
Prof. Dr. Yavuz Köktaş
Dil ve göz: Söz ve imaj üzerine.............................. 16
Prof. Dr. Tahsin Görgün
Güzel söz söylemek............................................... 20
Yakup Bıyıkoğlu
DİN-DÜŞÜNCE-YORUM
Ahlaki şeffaflık........................................................ 24
Beyaz
rahmet
Prof. Dr. Muhammet Şevki Aydın
Aracı insan............................................................ 28
Doç. Dr. İsmail Karagöz
Bir şahsiyet tezahürü olarak konuşma................... 32
Mukadder Arif Yüksel
Beyaz rahmet........................................................ 34
Prof. Dr. İsmail Çalışkan
34
AİLE
Aile içi iletişimde duyarlık....................................... 38
Prof. Dr. Ertuğrul Yaman
Aile içi beklentiler................................................... 42
Mahbup Akyüz
BİR AYET BİR YORUM
Müminler ancak kardeştir....................................... 44
Doç. Dr. İbrahim Hilmi Karslı
BİR HADİS BİR YORUM
Söz namustur........................................................ 46
Aile içi
beklentiler
42
Diyanet İşleri Başkanlığı Adına Sahibi ve
Genel Yayın Yönetmeni
Dr. Yüksel Salman
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
Dr. Faruk Görgülü
Mali İşler ve Dağıtım Sorumlusu
Mustafa Bayraktar (Dön. Ser. İşl. Müd.)
Yayın Koordinatörleri
Mustafa Bektaşoğlu
[email protected]
Elif Arslan
[email protected]
Prof. Dr. İ. Hakkı Ünal
DİN GÖREVLİSİNİN HATIRA DEFTERİNDEN
“Hoca” olmak........................................................ 48
Dr. Ali Kumaş
Kâmil Büyüker
[email protected]
Son Okuma
Mustafa Bektaşoğlu - Sait Şan
Uygulama
Latif Köse
Arşiv
Ali Duran Demircioğlu
Yönetim Merkezi
Dini Yayınlar Genel Müdürlüğü
Üniversiteler Mahallesi Dumlupınar Bulvarı
No:147/A 06800 Çankaya/ANKARA
Tel: (0312) 295 73 06 Fax: (0312) 284 72 88
[email protected]
Abone İşleri
Tel : (0312) 295 71 96-97
Fax : (0312) 285 18 54
e-mail : [email protected]
Abone Şartları
Yurt içi yıllık: 28.80 TL.
Yurt dışı yıllık: ABD, 30 ABD Doları
AB Ülkeleri, 30 Euro
Avustralya, 50 Avustralya Doları
İsveç ve Danimarka, 250 Kron
İsviçre, 45 Frank
Abone kaydı için, ücretin Döner
Sermaye İşletme Müdürlüğü’nün T.C.
Kur'an ve sanat
50
KÜLTÜR - SANAT – EDEBİYAT
Kur’an ve sanat..................................................... 50
Mustafa Özçelik
Yunus Emre’de birlik ve beraberlik düşüncesi........ 54
Vedat Ali Tok
Toprağın bağrında açılan kapı................................ 58
Hayrettin Durmuş
ÖRNEK HAYATLAR
Mahmud Celâleddin Ökten (1882-1961)................ 60
Yunus Emre'de
birlik ve
beraberlik
düşüncesi
HİKMET PENCERESİ
�stiğfar: Yöneliş ve yenilenme................................. 62
54
Mustafa Özdamar
M. Lütfi Arslan
UZMAN GÖZÜYLE
Evlilikte yapılan yaygın iletişim yanlışlıkları
nelerdir? (I)............................................................. 66
Dr. Mustafa Koç
FIKIH KÖŞESİ
Din İşleri Yüksek Kurulundan.................................. 68
58
Toprağın bağrında açılan kapı
İSLAMLA YENİDEN DOĞANLAR
Prof. Dr. Gary Miller’in İslam’la tanışma hikâyesi..... 70
Prof. Dr. Abdulaziz Hatip
DAĞARCIK
Dinî iletişim türleri................................................... 74
Yusuf Macit
Din görevlisinin misyonu ve yol rehberi................... 75
Doç. Dr. Muammer Erbaş
KÜRSÜDEN
Din hizmetinde etkili ve anlamlı iletişim................... 76
Dr. Abdurrahman Candan
KİTAP TANITIMI
Mevlid'e ilmi bakış................................................. 79
İstiğfar: Yöneliş
ve yenilenme
62
Kâmil Büyüker
Ziraat Bankası Ankara - Akay şubesindeki
İBAN: TR 84000100076005994308-5001
no’lu hesabına yatırılması ve makbuzun fotokopisi ile abonenin hangi sayıdan başlayacağını bildirir bir dilekçe, mektup, yazı, faks veya
e-postanın Diyanet İşleri Başkanlığı Döner
Sermaye İşletme Müdürlüğü Üniversiteler
Mahallesi Dumlupınar Bulvarı No:147/A 06800
Çankaya/ANKARA adresine gönderilmesi
gerekir.
Yayın Türü: Aylık, Yerel, Süreli Yayın
Diyanet Aylık Dergi (Türkçe)
Temsilcilikler
Yurt içi: İl Müftülükleri, İlçe Müftülükleri
Yurt dışı: Din Hizmetleri Müşavirlikleri,
Din Hizmetleri Ataşelikleri
web: www.diyanet.gov.tr
e-mail: [email protected]
[email protected]
[email protected]
Yayınlanacak yazılarda düzeltme ve
çıkartmalar yapılabilir.
Yazıların bilimsel sorumluluğu
yazarlarına aittir.
Tasarım - Baskı Cilt
Evren Yayıncılık ve Bas. San. Tic. AŞ
Konya Devlet Karayolu (29. km)
Evren Yayıncılık Serpmeleri
Oğulbey Kavşağı Nu: 1
06830 Gölbaşı/ANKARA
Tel: (0.312) 615 54 54
Fax: (0.312) 615 54 55
Basım Yeri: ANKARA
Basım Tarihi: 17.02.2012
ISSN - 1300 - 8471
EDİTÖRDEN
D
iyanet Aylık Dergi İslam’ın sağlıklı
bilgisini ve kuşatıcı rahmet iklimini
toplumumuzla paylaşmak ve günümüzde Müslümanların yaşadıkları sorunlara çözümler aramak düşüncesiyle yola çıktı.
Yayın hayatına başladığı günden itibaren kendini sürekli yenileme gayretinde oldu. Bu gayretin bir devamı olarak ocak sayısıyla birlikte
yeni bir içerik ve görselliğe kavuştu.
Dünyada ve Türkiye’de gündemi meşgul eden
dini konuları “Gündem” başlığıyla; günümüzün dini problemlerini temel kaynaklarımızın ışığında ve bugünün bakış açısıyla “DinDüşünce-Yorum” köşesinde; günümüz ailesinin sorunlarını ve çözüm önerilerini “Aile”
başlığı altında ele almaya devam ediyoruz.
Gündem konularımız çerçevesinde uzmanlarıyla yaptığımız söyleşiler, “Bir Konu Bir Ayet”,
“Bir Hadis Bir Yorum” köşelerimiz, din gönüllüsü kardeşlerimizin kendilerini ifade edebildikleri ve din hizmeti yürütürken karşılaştıkları çarpıcı olayları okuyucularımızla paylaştıkları “Din Görevlisinin Hatıra Defterinden”
köşesi zenginleşerek devam edecek.
Yakın tarihimizde yaşayan, örnek hayatları,
eserleri ve öğütleriyle geniş toplum kesimlerini etkileyen ve nesiller üzerinde kalıcı izler
bırakan şahsiyetleri özellikle genç kuşaklarımıza aktarmak ve onlara model şahsiyetlerimizi tanıtmak üzere “Örnek Hayatlar” köşemizi hazırladık.
Yaşanan tecrübeler ışığında hikmet merkezli veciz ve sürükleyici yazıları gönül diliyle
“Hikmet Penceresi”nde bulacaksınız. Her ay
sağlık, ekonomi, psikoloji, hukuk vb. bir konuda okuyucularımızın merak ettiğini düşündüğümüz hususlar için “Uzman Gözüyle” köşemiz, fıkhi konularla ilgili merak ettiklerinizi ise
Din İşleri Yüksek Kurulu’nun görüşleri doğrultusunda “Fıkıh Köşesi”nde bulacaksınız.
Her biri ayrı bir ibret levhası olan, hem hislendiren hem de düşündüren hidayet öykülerini
“İslam’la Yeniden Doğanlar” köşemizde takip
edebilirsiniz.
Eskiden insanlar yola çıkmadan yolculuk
boyunca ihtiyaç duyacakları temel maddeleri
yanlarında götürdükleri dağarcıklarında taşırlardı. Biz de din görevlilerimizin mesleğini
yaparken ihtiyaç duyacakları halkla ilişkilerden, beden diline, etkili iletişim tekniklerinden, hitabet, vaaz ve konuşma becerilerine
kadar din hizmetinde kendilerine güç katacak
azık mesabesindeki bilgileri “Dağarcık” köşemizde ele alıyoruz. Yine “bütün din görevlilerimizin cemaatine etkili vaaz edebilecek
konuma gelmesi” projemizden hareketle,
onlara materyal sağlayacak ve rehber olacak “Kürsüden” köşemizi açtık. Sizler için
hazırladığımız her bir köşenin zihin ve gönül
dünyamızı zenginleştirmesini ve yeni ufuklar
açmasını diliyorum.
Bu sayıda, insanın yüreğinden diline dökülen
anlam katresi “söz”ü ele aldık. Söz, hakikati
dile getirmenin vasıtası olma yanında hikmetin, değerlerin ve ahlakın da taşıyıcısıdır.
Güzel söz kalplere huzur, yüzlere tebessüm,
zihinlere ve gönüllere zenginliktir.
Söz sorumluluktur. Söz öze mutabık olmalıdır.
Sözün gücü, hakikatin tercümanı olmasıyla,
söyleyenin gücü ise söylenenin doğru ve
gönülden olmasıyla yakından ilgilidir. Esasen
söz de bir eylemdir, hatta kimi zaman eylemden de etkilidir. Gücün üstesinden gelemediğini, bazen söz sonuca bağlar. Söz hikmetli
olursa, Yunus’un da dediği gibi savaşa son
verir, avulu aşı bal eyler. Söz yerinde ve
zamanında söylenirse anlamlı olur. Bazen de
susmak en güzel söz olur.
Bu duygu ve düşüncelerle hazırladığımız
sayıda; sözün değerine ve etkisine ilişkin
ipuçlarını, “Öz’ün Tercümanı Söz” başlıklı
yazıda bulabilirsiniz. Sözlerin en güzeli olan
ilahî kelamdaki söze dair beyanlara “Kur’an-ı
Kerim’de Söz ve Sözün Kullanım Formları”
adlı makale ile ışık tutuyoruz. “Üslubu beyan
aynıyla insandır” sözünün anlam derinliğini
merak ediyorsanız “Bir Şahsiyet Tezahürü
Olarak Konuşma” adlı yazıyı mutlaka okumalısınız.
Birbirinden değerli kalemlerce yazılan gündem yazılarını ve yeni başlıkları istifadenize
sunarken, “söz”ün bereketiyle sizleri baş başa
bırakıyoruz.
Gündem
Prof. Dr. H. Kâmil Yılmaz
Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı
Öz’ün tercümanı
söz
SÖZÜ KISA SÖYLEMEK İSTİYORSANIZ, ANLAYAN BULACAKSINIZ. ZİRA LEB DEMEDEN LEBLEBİYİ
ANLAYAN İÇİN UZUN SÖZE HACET YOKTUR. ARİFE İŞARET KÂFİDİR; ARİF OLANA BEDEN DİLİ,
YÜZ İFADESİ, GÖZ VE KAŞ HAREKETİ BİLE YETERLİDİR.
SÖZÜ
ANLAYABİLMEK İÇİN
GÖZ VE KULAKTAN
ÇOK KALP VE
GÖNÜL LÂZIM.
HZ. ALİ (R.A.)’YE
İSNAT EDİLEN
ŞÖYLE BİR SÖZ
VARDIR: “KALPTEN
ÇIKAN SÖZ, KALBE
ULAŞIR. AĞIZDAN
ÇIKAN SÖZ, KULAK
DUVARINI AŞAMAZ.”
Söz, insanoğlunun en temel iletişim
aracıdır. İnsan gerek hem cinslerine
karşı duygu ve düşüncelerini, gerekse Yaratanına karşı dua ve niyazlarını
sözle ifade ede gelmiştir. Bu yüzden
insanlık tarihinde sözün ayrı bir yeri
vardır.
Hüsameddin Çelebi’ye hitaben: “Ben
bu söylediklerimi senin idrakine göre
söylüyorum ve bu âlemden sözü
doğru anlayan insan hasretiyle gidiyorum.” (Şefik Can, Mesnevi Tercümesi, III, b.
2098.) şeklindeki tazallüm/yakınması
da bu türden bir feryattır.
Sözün olduğu yerde bir söyleyen,
bir de dinleyen vardır. Söyleyenin
ifade gücü söze kuvvet verdiği gibi,
dinleyenin idrak kabiliyeti de sözün
değerini yükseltir. Hz. Musa’nın
sözünün gücünü arttırmak için dilindeki düğümlerin çözülmesini istemesi ve ardından Harun’la teyit edilmeyi
talep etmesi çok anlamlıdır. (Bkz. Tâha,
20/27-31.)
Sözün değeri, manasında ve söyleyenin gönül dünyasındaki derinliğinde
saklıdır. Çünkü söz, kalbin tercümanı
olan dilin terennümüdür. Duygunun
kaynağı olan kalp ve onun tercümanı konumundaki dil, sözün değerini
belirler. Nitekim Zemahşerî’nin tefsirinde naklettiği şu hâdise kalp ve
dil ilişkisini hikmetle ne güzel anlatmaktadır:
Kişi, bir mana beyan etmek, bir hususu anlatmak, bir problem ve teori
ortaya koymak isterse önce derdini
anlatacak bir söz, ardından ise söylediklerini anlayacak akıllı ve seviyeli
bir insan arar. Çünkü sözün değerini arttıran, sözü doğru anlayacak
muhataptır. Bu yüzdendir ki bütün
peygamberler ve fikir önderleri sözü
doğru ifade edebilmek kadar doğru
anlayacak insan hasreti içinde olmuşlardır. Hz. İsa’nın: “Allah’a giden yolda
kim bana yardımcı olur?” (Âl-i İmrân,
3/52.) çağrısı, sözüne kuvvet ve destek için bir arayıştır. Hz. Mevlana’nın
Rivayete göre Davud (a.s.), Lokman
Hekim’den bir koyun keserek en
iyi iki parçasını kendisine getirmesini ister. Lokman Hekim ona kestiği
koyunun dil ve yüreğini götürür.
Aradan birkaç gün geçince Davud
(a.s.) yine Lokman Hekim’den bir
koyun keserek bu sefer en kötü iki
parçasını ister. Lokman Hekim yine
ona koyunun dil ve yüreğini götürür.
Davud (a.s.) bunun hikmetini sorunca Lokman Hekim şöyle cevap verir:
“Bu ikisi iyi olursa, bunlardan daha
iyisi; kötü olursa da daha kötüsü
bulunmaz.” (Zemahşerî, Keşşâf, V, 18.)
SAYI: 254
• ŞUBAT 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
5
Söz, anlamayana değil, anlayana söylenir. Hatta
“sözün uzunu ahmağa söylenir” derler. Sözü kısa
söylemek istiyorsanız, anlayan bulacaksınız. Zira
leb demeden leblebiyi anlayan için uzun söze
hacet yoktur. Arife işaret kâfidir; arif olana beden
dili, yüz ifadesi, göz ve kaş hareketi bile yeterlidir.
Sözü anlamayan ya da yanlış anlayanla işiniz
zordur. Çünkü “anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az” demişler. Bütün mesele sözü
doğru söyleyecek ve söyleneni doğru anlayacak
insan bulmaktadır. Bu, insanlığın hasretidir.
Namık Kemal için şöyle bir hikâye anlatırlar.
Rivayete göre, Magosa’da zindandayken Namık
Kemal’in yanına birini verirler. Üstat, şiirler yazar
ve yazdıklarını o zindan arkadaşına okurmuş. O
da bu şiirleri ağlayarak dinlermiş. Namık Kemal
bu durumdan çok etkilenerek kendi kendine:
“Ne kadar duygulu ve hassas insan” dermiş. Hatta
dışarıdaki bir arkadaşına şu mealde bir mektup
yazmış: “Zindandayım ama çok mutluyum. Çünkü
burada beni anlayan birine rastladım. Ben söylüyorum o ağlıyor, o ağlıyor ben söylüyorum.”
Namık Kemal bir gün zindandaki arkadaşına:
“Ben şiirlerimi okuyup konuştukça sen hep ağlıyorsun. Neler hissediyorsun bana anlatır mısın?”
diye sorar. Zindan arkadaşı Namık Kemal’e: “Sen
yazdıklarını okudukça sakalın sallanıyor. Ben de
sakalın sallandıkça köyümdeki keçimi hatırlıyorum. Onu çok severdim” diye karşılık verir. Namık
6
DİYANET AYLIK DERGİ
ŞUBAT 2012
• SAYI: 254
Kemal bu cevap karşısında yıkılır. Çünkü ne sandı,
ne buldu?
Sözü anlayabilmek için göz ve kulaktan çok
kalp ve gönül lâzım. Hz. Ali (r.a.)’ye isnat edilen
şöyle bir söz vardır: “Kalpten çıkan söz, kalbe
ulaşır. Ağızdan çıkan söz, kulak duvarını aşamaz.”
Bir söz gönülden çıkıyorsa mutlaka adresine,
kalbe ulaşır. Sözün tesirli olabilmesi aynı zamanda
karakter ve şahsiyette model olmakla irtibatlıdır.
Bir söz ağızdan çıkıyor ise kulak duvarını aşamaz.
Söyleyen de önemli, dinleyen de. Söyleyenin
gönülden ve samimiyetle söylemesi, dinleyenin
de gönülden kulak vermesi son derece mühim.
Nitekim Eşrefoğlu Rumî der ki:
Dil dudak deprenmeden sözden anlayan gelsin.
İnsanoğlu kendisini nasıl biliyorsa karşısındakini
de öyle zanneder; sözü gönlündeki duygulara
göre algılar ve yorumlar. O yüzden herkese anlayabileceği sözleri söylemek ve layık olduğu muameleyi yapmak İslami hassasiyettendir. Kılıç kullanılacak yerde ihsan; ihsan edilecek yerde kılıç
olmaz. Kerim olana kerem, leim/kötü olana levm/
kınama yaraşır. Nezaketten anlayana nezaketle
muamele etmek edep gereğidir. Ama nezaketten
anlamayan, tedip isteyene de tedip göstermek
gerekir. Ziya Paşa’nın Terkîb-i Bend’inde dediği
gibi:
Nush ile yola gelmeyeni etmeli tekdîr,
Tekdîr ile uslanmayanın hakkı kötektir.
Allah Teala, Firavun’a karşı bile yumuşak söz
söylemenin önemine dikkat çeker. Bu bir çelişki
değil, belki diplomasidir. Musa ve Harun (a.s.)’u,
Firavun’a, inkârdan vazgeçirmek üzere gönderdiğinde buyurur ki: “Sen ve kardeşin, ayetlerimle
Firavun’a gidin, doğrusu o azmıştır. Ona yumuşak
söz söyleyin, belki öğüt alır veya haşyet duyar.”
(Tâhâ, 20/42.)
Yumuşak söz söylemenin, hüsnümuamelenin beşeri münasebetlerde büyük etkisi vardır. Gönüller
için, yumuşak söz kadar tesirli ve kurtarıcı başka
bir şey yoktur. En öfkeli insana hilm ile yaklaştığınız
zaman yumuşadığını görürsünüz. Onun için Allah
Teala Firavun’a gidin, doğrusu o azmıştır. Ona
yumuşak söz söyleyin, buyurmaktadır.
Şairin sözünün değerini şair olanlar anlar. “Şairi
mutlu eden şiirden, sözden anlayanların alkışlaması; yıkan ise şiirden anlamayanların alkışlayıp, anlayanların susmasıdır.” Şiirden anlayan
şiir karşısında susar, söz söylemez, buna mukabil
anlamayanlar alkışlarsa şair: “Eyvah! Ben, bu işi
becerememişim” der. Şiiri, ancak şair olan anlar
ve takdir eder.
Hatibi konuşturan muhatabıdır. Ehlüllahın: “Ne
kadar alıcıysanız, o kadar satıcıyım” sözü bu
anlamdadır. Hatibin söyledikleri, muhatabının
kulağına, yüreğine ve kalbine ne kadar ulaşıyorsa,
o kadar ilgisini çeker. Dinleyenin ilgi ve dikkati
hatibi coşturur. “Söz göze verilir” ifadesi muhatabın gözündeki canlılığın hatibi ateşleyeceğini
anlatır. Dinleyende kabiliyet yoksa yapılacak bir
şey yok. Bu manada Şeyhülislam Yahya Efendi’ye
nispet edilen şöyle bir beyit vardır:
Bilmeziz bir dil ki tûtî gibi güftâr
eyleye
Söyletir mi yok cihanda, bilmeziz
söyler mi yok?
Tûtî/papağan gibi söz söyleyecek
birini bilmiyoruz? Acaba söyleten
mi yok, yoksa dinleyicilerde mi
bir kusur var?
Bir Türk, bir Arap, bir Acem ve bir de Rum birlikte
yolculuk ederlerken birisi kendilerine “bununla
bir şeyler alırsınız” diyerek bir miktar para verir.
Dört adam ve dördünün dili de ayrı. İhtilafa düşerler. Fars olan der ki:
– Bu parayla "engür" alalım. Türk der ki:
– Olmaz "üzüm" alalım. Arap der ki:
– Olmaz "ineb" alalım. Rum olan ise:
– "İstafil" alalım, der.
Birbirlerinin dilini, sözlerini, konuştuklarını anlayamadıklarından her kafadan ayrı bir ses çıkar.
Herkes kendi istediğinin olmasını ister, birbirleriyle kavgaya tutuşurlar. Nihayet erbab-ı lisan birini
bulurlar. Derler ki:
– Bizim problemimizi çöz, anlaşamıyoruz. Birisi
bize para verdi. Onunla ne alacağımız konusunda
bir karara varamıyoruz.
Dört dili bilen adam hepsine tek tek sorar:
– Sen ne istiyorsun?
– Engür.
– Sen ne istiyorsun?
– Üzüm.
– Sen ne istiyorsun?
– İneb.
– Sen ne istiyorsun?
– İstafil.
Bu durumu gören erbab-ı lisan:
– Siz dördünüz de aynı şeyi istiyorsunuz. Çünkü
Farsça engür, Arapça ineb, Rumca istafil hepsi
Türkçe üzüm demek. Dilleriniz farklı, aynı dili
konuşmuyorsunuz. O yüzden anlaşamıyorsunuz,
aynı dili konuştuğunuz zaman anlaştınız, hepinizin isteği meğer aynıymış, der. (Mesnevî, II, b. 3681-3691.)
Bir adam düşünün ki yüz dil biliyor. Karşısında ise onun bildiği
yüz dilden birini bile bilen yok.
O insanın, onlara derdini anlatması; ifade-i meram etmesi ne
kadar zordur. Bildiğiniz dili bilen
varsa o işe yarar, onun anlamadıklarını siz tamamlarsınız. Ama
bildiğiniz bütün diller karşınızdakinin meçhulü ise, siz lal ü
ebkem kalmaya mahkûmsunuz. Nitekim şu Temel
hikâyesi bu gerçeği çok güzel ifade etmektedir:
GÖNÜLLER İÇİN YUMUŞAK
SÖZ KADAR TESİRLİ VE
KURTARICI BAŞKA BİR ŞEY
YOKTUR. EN ÖFKELİ İNSANA
HİLM İLE YAKLAŞTIĞIMIZ
ZAMAN YUMUŞADIĞINI
GÖRÜRSÜNÜZ.
Her işi ehlinden sormak ya da
ehline söylemek lazımdır. Ehil olmayan kimselere sorduğunuz ve onların izahlarına kandığınız
zaman yeterli cevabı bulamazsınız. Anlamayana
söylediğiniz şeylerde de zorlanırsınız. Bu yüzden
aynı dili konuşan ve anlayan insana ihtiyaç vardır.
Nitekim Mesnevî’de şöyle bir hikâye anlatılır:
Temel ile Dursun Sultanahmet parkında oturmaktadırlar. Bu sırada yanlarına bir turist grubu
sokulur ve ifade-i meram için İngilizce, Fransızca,
Almanca, İtalyanca ya da İspanyolca bilip bilme-
SAYI: 254
• ŞUBAT 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
7
diklerini sorarlar. Onlar da pek tabii bilmediklerini
ifade ederler. Bunun üzerine Dursun, Temel’e
dönerek: “Ula Temel, yirminci asrı pitirdük, yirmi
birinci asra girdük. Artık bir yabancı dil öğrenmemiz lazım da…” der. Temel de gayet serinkanlı şu
cevabı verir: “Adam peş dil biliy, derdini anlatamadı da sen pi dille mi anlatacasun oni.” Doğru, karşınızdaki bilmeyince sizin bilmenizin anlamı yok.
Söz söylemek, aslında ifade-i meram etmek kadar,
zaaf ve kabiliyetlerin ortaya çıkması demektir.
Çünkü söz ve konuşma kişinin irfanını ya da noksanını ortaya koyar. O yüzden ehliirfan söz söylemeyi beceremeyenlere sükûtu tavsiye ederler:
Biliyorsan konuş, ibret alsınlar
Bilmiyorsan sus, adam sansınlar.
Bunlar bizim irfan mektebimizin ve söz medeniyetimizin incileridir. Bilen insanların bilgilerini başkalarıyla paylaşması, bilmeyenlerin de sükût ile
kendi kariyerlerini muhafazası noktasında güzel
nasihatlerdir. Güzel konuşmak aslında susmayı
öğrenmeye bağlıdır. Allah Teala çok dinleyip az
konuşması için insana iki kulak, bir ağız vermiştir.
Her söz herkese söylenmez. Çünkü söz ok gibidir,
ağızdan çıktıktan sonra bir daha geri dönmez. Kişi,
sözü söylemeden önce ona hâkimken, söyledikten sonra sözüne mahkûm olur.
Söylenecek sözün yerini ve mahallini bilmek de
önemlidir. Sözü yerinde kullanmanın adı belagat,
güzel söylemenin adı ise fesahattir. Konuşmanın
hem beliğ hem de fasih olması için lafız ve manasının düzgün olduğu kadar yerinde olması gerekir.
Yerinde söylenen söz çok ciddi tesirler icra eder.
Bu manada sözün güç ve etkisini Yunus'umuz ne
güzel dillendirir:
Söz ola kese savaşı / Söz ola kestire başı
Söz ola âğulu aşı / Yağ ile bal ede bir söz.
Önemli olan her sözü her yerde değil, anlayanların
bulunduğu yerde söylemektir. Anlamayanların ya
da halden anlayanların meclisinde bazen susmak
bile en iyi hitabettir. Özellikle dinleyende kabiliyet
olmadığı zamanlarda susmak, konuşmaktan daha
iyidir. Çünkü anlamayanlara söylenen söz ayağa
düşer; kadr u kıymeti bilinmez. Farsçada bu manada şöyle bir şiir vardır:
Her sözün vakti, her nüktenin yeri var,
Dilsizlerin dilinden ancak anaları anlar.
Sözün yükselmesi için hem konuşanın, hem de
dinleyenlerin seviyesinin yükselmesi lâzım. Seviye
ne kadar yükselirse konuşulacak kelimeler, söylenecek sözler de o kadar artar. Kelime sayısının
artması kültür seviyesini ve gelişmişliği; azalması
da fakirlik ve kısırlığı gösterir. Dolayısıyla sözü
ve dili geliştirmek, kültür ve birikimi geliştirmek
demektir.
Kişinin kalite ve özü, dil ve sözünün altında saklıdır. Konuşma ve sözü edepli olanın gönül dünyası da edeplidir. Kur’an’a muhatap olan insanın,
Kur’an ahlakıyla ve Hz. Peygamber’in hayatıyla
şekillenmesi, sözünü de, özünü de değerli kılar.
Öz değerlendikçe, söz de kıymet bulur. Çünkü
söz, özün tercümanıdır.
8
DİYANET AYLIK DERGİ
ŞUBAT 2012
• SAYI: 254
Gündem
Dr. Ülfet Görgülü
Din İşleri Yüksek Kurulu Uzmanı
Kur'an-ı Kerim'de
söz*
İNSAN, "KÜN" SÖZÜYLE VÜCUT BULAN BU ÂLEMİN EN MÜKERREM VARLIĞI OLARAK ALLAH'IN
HİTABINA MAZHAR OLMUŞTUR. KUR'AN'IN İFADESİYLE; "RAHMAN, İNSANI YARATMIŞ, BEYANI
ÖĞRETMİŞTİR."
Yaratılış bir söz ile başlamıştır.
Yüce Allah âlemi “ol” emriyle
yaratmış (Yâsîn, 36/82.), sözü de âlemi
de O var etmiştir.
“İNSANOĞLU
DİLİNİN ALTINDA
GİZLİDİR. DİL,
CAN KAPISININ
PERDESİDİR.
YEL ESİP PERDE
KALKTI MI EVİN
İÇİNDEKİLER
GÖRÜNÜVERİR.
O ZAMAN BAK
EVDE İNCİ Mİ VAR,
BUĞDAY MI?”
MEVLANA
İnsan, “kün” sözüyle vücut bulan
bu âlemin en mükerrem varlığı (İsra,
17/70.) olarak Allah’ın hitabına mazhar olmuştur. Kur’an’ın ifadesiyle;
“Rahman, insanı yaratmış, beyanı
öğretmiştir.” (Rahmân, 55/3-4.) İnsan,
“beyan” için gerekli olan donanıma sahip kılınmıştır. Yaratılışın ilk
aşamasında bizzat Yaratıcı Kudret
tarafından Hz. Adem’e esmanın
öğretilmesine dair yapılan vurgunun (Bakara, 2/31.), böyle bir anlamı
da içinde barındırdığı söylenebilir.
Böylece “halife” insana büyük bir
anlama, anlatma gücü verilmiş ve
o kavramlarla düşünme, kelimelerle konuşma yeteneğine sahip
kılınmıştır.
Evren ve içindekilere dair “esma”
aslında insanın bir yönüyle kendisini tanımasına ve anlamlandırmasına da zemin hazırlamaktadır.
Çünkü insana özgü kılınan akıl,
eşyaya dair kavramlarla “varlık”ı
anlamlandırabilir. Bu itibarla insanın düşünce ve inanç dünyasının
inşasında kelamın ayrı bir yeri
vardır. Söz düşünceye, dil söze
SAYI: 254
araç kılınmıştır. Dünyayı algılayıp
anlamlandırışımızın en önemli
aracı dildir. “Dil varlık evimdir”
diyor Heideger. Dini duyuş, hissediş ve algılayışımız da diğer algılarımız gibi dilde ifadesini bulur.
(Bkz. Sadık Kılıç, “Müzakere”, I. Dini Yayınlar
Kongresi, Ank. 2004, s. 260.) Kendisi de bir
söz üstadı olan Mevlana ise şöyle
der: “İnsanoğlu dilinin altında gizlidir. Dil, can kapısının perdesidir.
Yel esip perde kalktı mı evin içindekiler görünüverir. O zaman bak
evde inci mi var, buğday mı?” İnci
değerinde ve kalitesinde söz söyleyebilmek ilmî, fikrî ve irfanî bir
derinliği gerektirir.
Söz, ifade için vardır. İfade, faydayı istifadeye dönüştürmektir.
(Mehmet Görmez, “Kur’an-ı Kerim’in Işığında
Söz ve Davranış Estetiği”, Diyanet Aylık
Söz, minberde
“hutbe”ye, kürsüde “vaaz”a dönüşür. Konuşmada marifet, kelama
ruh üfleyebilmek ve o ruh ile
gönülleri diri tutabilmektir. “Kün”
emri misali inşa edici ve var kılıcı bir mahiyet arz etmeli, âdeta
güzellikleri oldurmalı, çirkinlikleri
öldürmelidir, kelam. Gönlün tercümanı olmalı ve kâinatın ortak dili
olan sevgi dilini yansıtmalıdır.
Dergi, Eylül 2006, s. 5.)
• ŞUBAT 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
9
MANA YÜKLÜ GÜZEL BİR SÖZ VE
HİKMET DOLU BİR HİTABET İLE RUHLARI
DOYURMANIN, GÖNÜL DÜNYASINDA
CEHENNEM MİSALİ YANAN NİCE ATEŞLERİ
SÖNDÜRMENİN SADAKA OLARAK TAŞIDIĞI
ANLAM TÜM TAKDİRLERİN ÖTESİNDEDİR.
Sözü destekleyen ve besleyen en önemli kaynak
Kelam-ı Kadîm’dir. Sözü en güzel, doğru ve etkili
biçimde kullanmanın hem yöntemini hem can alıcı
örneklerini Kur’an’da bulmak mümkündür.
Kur’an-ı Kerim’de söz ve sözün kullanım
formları
Kur’an-ı Kerim’in kendisi de bir kelamdır. Muhataba
ağır sorumluluklar yükleyen (kavl-i sakîl) (Müzzemmil,
73/5.) ve doğruyu yanlıştan ayıran bir söz (kavl-i
fasl) (Târık, 86/13.) olma niteliğiyle “sözlerin en güzeli” (Zümer, 39/23.) dir. Onun ahenk ve belağatı tarih
boyunca edebiyata, icaza konu olmakla kalmamış,
aynı zamanda ona yönelen mümin gönülleri derinden etkilemiştir.
Kelam-ı ilahî olan Kur’an’da kavle ayrı bir önem
atfedilmiştir. Sözün, bünyesinde taşıması gereken
özellikleri ve estetik unsurları olmalıdır. Bu estetik
unsurları, Kur’an’da söz ile birlikte kullanılan sıfatlarda bulmak mümkündür. Kur’an-ı Kerim’e göre
söz; maruf, belîğ, sedîd, leyyin, kerîm ve meysûr
olmalıdır.
a) Maruf söz
“Güzel bir söz ve bağışlama, peşinden gönül kırma
gelen bir sadakadan daha hayırlıdır. Allah her
bakımdan sınırsız zengindir, halimdir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir).” (Bakara, 2/263.)
Örnek olarak zikrettiğimiz bu ayetle birlikte Kur’an-ı
Kerim’de beş yerde geçen kavl-i maruf (Bakara, 2/235;
Nisa, 4/5, 8; Ahzab, 33/32; Muhammed, 47/21.); doğru, usulüne
uygun söylenen, anlaşılır, kırıcı olmayan, net ve
açık, kötü anlamlar çağrıştırmayan, meşru sözdür.
(İ. Lütfi Çakan, “Hitabet ve İrşad Açısından Kur’an-ı Kerim’de Söz
Çeşitleri”, I. Din Şurası Tebliğ ve Müzakereleri, Ank. 1995, s. 251; Faruk
Bayraktar, Türkiye’de Vaizlik, İst. 1997, s. 71.)
b) Beliğ söz
“Onlar, Allah’ın kalplerindekini bildiği kimselerdir.
Öyleyse onlara aldırma. Onlara öğüt ver, kendileri
hakkında etkili ve güzel söz söyle.” (Nisa, 4/61.)
Ayet, dinleyenleri etkileyecek, içlerinde derin tesir
uyandıracak güzel söz söylenmenin, beliğ konuş-
10
DİYANET AYLIK DERGİ
ŞUBAT 2012
• SAYI: 254
manın önemine vurgu yapmaktadır.
c) Sedîd söz
“Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve doğru söz söyleyin.” (Ahzab, 33/70.) ayetiyle
doğrudan inananların sözlerinin niteliğine dikkat
çekilmiştir.
“Kendileri, geriye zayıf çocuklar bıraktıkları takdirde, onlar hakkında endişeye kapılanlar, (yetimler
hakkında da) ürperip korksunlar. Allah’a karşı gelmekten sakınsınlar ve doğru söz söylesinler.” (Nisa,
4/9.) ayetinde ise özellikle yetimler hakkında doğru
konuşmanın önemine vurgu yapılmıştır.
Kavl-i sedîd; gerçeği ortaya koyan, insanı hakka ve
doğruya götüren, yalanı ve haksızlığı bulunmayan,
yerinde söylenmiş isabetli, sağlam ve doğru sözdür.
(Heyet, Dini Kavramlar Sözlüğü, Ank. 2006, s. 583.)
d) Leyyin söz
Hz. Musa ve Hz. Harun’un Firavunla nasıl konuşmaları gerektiği bildirilirken; “Ona yumuşak söz
söyleyin. Belki öğüt alır, yahut korkar.” (Tâhâ, 20/44.)
buyurulmuştur.
Kavl-i leyyin, yumuşak konuşmak, muhatabı açık
ve sert bir şekilde suçlamamak ancak gerçeği olduğu gibi söylemektir. Buna bir anlamda bugün için
diplomasi dili ve üslubu ya da “tebliğ ve irşad diplomasisi” de denebilir. (Çakan, age., s. 253.)
e) Kerîm söz
Anne-babaya karşı nasıl davranılması gerektiği izah
edilirken şöyle buyrulmaktadır: “Rabbin, kendisinden başkasına asla ibadet etmemenizi, anayababaya iyi davranmanızı kesin olarak emretti. Eğer
onlardan biri, ya da her ikisi senin yanında ihtiyarlık
çağına ulaşırsa, sakın onlara “öf!” bile deme; onları
azarlama; onlara tatlı ve güzel söz söyle.” (İsra, 17/23.)
Kavl-i kerîm; nazik, kibar, hoş, tatlı, saygı ve hürmet
dolu, gönül alıcı sözlerdir.
f) Meysur söz
“Eğer Rabbinden umduğun bir rahmeti istemek için
onlardan yüz çevirecek olursan, o zaman onlara
yumuşak bir söz söyle.” (İsra, 17/28.)
Ayette geçen kavl-i meysur, yardım eli uzatamadığımız fakir ve muhtaç kimselerden hiç olmazsa
hoş, yumuşak, yatıştırıcı ve kolaylaştırıcı sözü esirgememek anlamında kullanılmıştır. (Görmez, agm, s. 7.)
O halde meysur sözün sadaka hükmünde olduğu
söylenebilir. Hz. Peygamber de güzel sözün sadaka
olduğunu ifade etmiştir. (Buhârî, Edeb, 34.)
İnsanlardan sözün en güzelini söylemelerini isteyen
Kur’an (İsra, 17/53.), bir iletişim aracı olarak sözün
dinleyicilerde iyi duygular oluşturacak güzellikte
ve aynı zamanda açık ve anlaşılır nitelikte olması
gerektiğine de vurgu yapmaktadır. (Bkz. İbrahim, 14/4,
27; Meryem, 19/97; Duhan, 44/58; Ahmet Koç, “Dini İletişim Bağlamında
Kur’an’da Kavl Çeşitleri”, Diyanet İlmi Dergi, c. 44, sy. 4, s. 32.)
Bu müspet sıfatların yanı sıra Kur’an’da söz için
olumsuz bazı sıfatların da kullanıldığı görülmektedir. Buna göre; kötü, çirkin söz anlamına gelen
kavl-i su’ (Nisa, 4/148.), asılsız, düzmece, akla sığmayan
söz anlamına gelen kavl-i münker (Mücadele, 58/2.),
yalan, asılsız söz demek olan kavl-i zûr (Hac, 22/30.),
eğri söz anlamına gelen kavl-i lahn (Muhammed, 47/30.)
ve akıl çeldirici, yaldızlı, süslü söz demek olan kavl-i
zuhruf (En’am, 6/112.) Kur’an’a göre uzak durulması
gereken sözler ve konuşma tarzlarıdır.
Müspet ve menfi tüm bu formlarla Kur’an, sözün
nasıl kullanılacağına dair bir söz geleneği inşa etmiştir. Böylece söz, Kur’an-ı Kerim’de büyük bir anlam
zenginliğine kavuşmuştur. Kur’an-ı Kerim, güzel ve
kötü söze dair kullandığı benzetme ile de bir söz
estetiği ortaya koymuştur:
“Görmedin mi Allah güzel bir söze nasıl misal
getirdi? (Güzel bir söz), kökü sağlam, dalları göğe
yükselen bir ağaç gibidir. Bu ağaç Rabbinin izniyle
her zaman meyvesini verir. Öğüt alsınlar diye Allah
insanlara misaller getirir. Kötü bir sözün durumu da;
yerden koparılmış, ayakta durma imkanı olmayan
kötü bir ağacın durumu gibidir.” (İbrahim, 14/24-27.)
Kur’an’a göre söz, meyveli bir ağaç misali sağlam
ve verimli olmalıdır. Bir tek hurmanın yarısıyla bile
olsa sadaka ve yardımlaşmaya, böylece cehennem
ateşinden korunmaya dair yapılan nebevi uyarıdan
hareketle (Müslim, Zekat, 66.), güzel sözün sadaka hükmünde olduğunun altını bir kez daha çizmeliyiz.
Mana yüklü güzel bir söz ve hikmet dolu bir hitabet
ile ruhları doyurmanın, gönül dünyasında cehennem misali yanan nice ateşleri söndürmenin sadaka
olarak taşıdığı anlam tüm takdirlerin ötesindedir.
* Bu makale "Söz Söyleme Sanat Olarak Vaaz Mimar-ı Âdem Olarak
Vaiz" başlığı ile Vaaz ve Vaizlik Sempozyumu'nda (17-18 Aralık,
Ankara) sunulan tebliğin bir bölümünün yazarı tarafından ele alınmış
özetidir.
SAYI: 254
• ŞUBAT 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
11
Gündem
Prof. Dr. Yavuz Köktaş
Rize Üniv. İlahiyat Fak.
Hz. Peygamber’in
sünnetinde “söz”ün
güzellik boyutu
ÖYLE SÖZLER VARDIR Kİ, BİR ANDA KALBİNİZDE
HAKİKAT ŞİMŞEKLERİNİN ÇAKIVERMESİNE
SEBEP OLURLAR. AMA ÖYLE SÖZLER DE VARDIR
Kİ, KALBİNİZİ KIRARLAR, SİZİ PERİŞAN EDERLER,
HAYATINIZI KARARTIRLAR, DAHASI İNSANLIĞI
YIKIMA GÖTÜRÜRLER.
Karar verme, düşünme nasıl ki, insanı insan
yapan temel unsurlardan sayılıyorsa, söz söyleme de böyledir. Şüphesiz konuşurken, ne
yapmak istediğimizi, neyi aradığımızı, neye
yöneldiğimizi idrak etmekle sözümüzü nitelikli
hale getirebilir ve ona değer katmış oluruz. Tıpkı düşünürken, düşünüyor olmamızın değil, düşüncemizi neye yönelttiğimizin ve düşünerek neyi aradığımızın önemli olması gibi. Öyle
düşünceler vardır ki, hakikat önünde tam anlamıyla perdedir.
Ama öyle düşünceler de vardır ki, sizi hakikat ile buluşturur;
sizin varoluşunuza anlam katar. Öyle sözler vardır ki, bir anda
kalbinizde hakikat şimşeklerinin çakıvermesine sebep olur. Ama
öyle sözler de vardır ki, kalbinizi kırar, sizi perişan eder, hayatınızı karartır, dahası insanlığı yıkıma götürür. O halde sadece “söz”
söylüyor olmak değil sözü nasıl ve ne için söylediğimizdir önemli
olan... İşte bu noktada “söz”ü söylemeyi, nasıl söylemeyi, ne için
söylemeyi kısaca “söz”e nitelik katmayı kimden öğreneceğiz sorusuyla karşılaşırız. Elbette Allah ve Rasulünden...
Güzel söz iki cihan serveri Hz. Peygamber’in ifadelerinde hiçbir
medeniyette görülmeyecek bir şekilde övülmüş ve yüceltilmiştir.
Onun için Efendimiz (s.a.s.) “Güzel söz sadakadır.” (Buhârî, Edeb 34,
Cihâd 128; Müslim, Zekât 56.) buyurmuşlardır. Güzel söz söylemek, bir iyilik
ve Allah katında makbul sayılacak bir davranıştır. Yolda karşılaştığı
12
DİYANET AYLIK DERGİ
ŞUBAT 2012
• SAYI: 254
GÖRMEDİN Mİ, ALLAH GÜZEL BİR SÖZÜ NASIL MİSAL GETİRDİ?
GÜZEL BİR SÖZ, KÖKÜ SAĞLAM, DALLARI GÖĞE YÜKSELEN
BİR AĞAÇ GİBİDİR. BU AĞAÇ, RABBİNİN İZNİYLE HER ZAMAN
MEYVESİNİ VERİR. ÖĞÜT ALSINLAR DİYE ALLAH İNSANLARA
MİSALLER GETİRİR.
kimseyi selamlamak, tanıdığı ise hatırını sormak ve böylece
ona değer verdiğini göstermek güzel sözlerden birkaçıdır.
Güzel, hoş, teskin ve teselli edici, en önemlisi
karşıdakini anlayan ve derdine deva olan bir
dil kullanmanın insan ve toplum üzerindeki tesiri izahtan varestedir.
Bazen güzel sözlerden kendimizi
mahrum bıraktığımız gibi anne-babamızı, dostlarımızı, eşimizi, çocuklarımızı da mahrum bırakıyoruz.
Gerçekten, yakınlarımızın, tanıdıklarımızın sohbetlere, teskin edici sözlere,
ahireti hatırlatan konuşmalara, onlara
destek olacak, yorgunluklarını giderecek,
streslerini azaltacak, yüklerini hafifletecek
beyanlara ihtiyacı vardır. Değil onlar, tüm
insanlık gerçek sözlere, gerçek beyanlara muhtaçtır. Sanal sözler, sanal imajlar,
sanal dünyalar “gerçek”e perde olmaktadır. Bazen de öfkelendiğimizde veya
işimiz ters gittiğinde kalbimizin ayarını
bozup hemen kötü sözler söyleyebiliyor, arkadaşımızın veya eşimizin
kalbini kırabiliyoruz.
Bir kelimeden, bir cümleden ne
çıkar demeyelim. Bazen öyle olur
ki, ağzımızdan çıkan bir kelime
felaketlere yol açabilir. Sadece başkasına zarara yol açmaz; onunla
kendimize de zarar veririz. Her bir
günah nasıl ki, kalbimizde siyah
bir noktaya dönüşüyorsa ağzımızdan çıkacak kötü kelimeler
de kalbimizi –Allah muhafaza
etsin- zamanla karartacaktır. Onun için Rasul-i Ekrem
Efendimiz ötelerden bizi
uyarıyor: “Kul bazen içinde
SAYI: 254
• ŞUBAT 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
13
bimizi doğrudan etkiler. Bu nedenle ağzımızdan
çıkan kötü sözler bizi rahatsız etmelidir. Rahatsız
etmiyorsa kalbimizin kapılarını sonuna kadar
onlara açmışız demektir. Oysa kalbimizde muhafızların olması gerekir. Kötü ve bizi günaha sokacak sözlerimize karşı tövbe ve istiğfar muhafızlarını devreye sokmak durumundayız. Bununla
birlikte ağzımızdan çıkan kötü sözlerin bizi azaba
sürükleyebileceğini de sürekli hatırda tutmalıyız.
Diğer taraftan güzel sözlerin Allah’a yükseleceği
bilinciyle hareket etmeliyiz. Nitekim Allah Teala
şöyle buyurmaktadır: “Güzel sözler ancak O’na
yükselir. Salih ameli de güzel sözler yükseltir.”
(Fâtır, 35/10.) Yaptığımız salih amelleri Allah’a yükne olduğu belli olmayan (yani kötülüğünü ve ne
sabit olacağını düşünmeden) bir söz söyler de, o
söz sebebiyle ateşin içinde, güneşin doğduğu yer
ile battığı yer arasında daha uzak bir derinliğe
kayıp gider!” (Buharî, Rikâk 23.) Bir kelime ve bir akıbet… Sözlerimiz ve akıbetimiz arasındaki ilişkiyi
Allah Rasulünün şu beyanından daha çarpıcı bir
şekilde başka kim ifade edebilir?:
“Bir kul, Allah'ın hoşnut olduğu kelimelerden bir
kelimeyi ehemmiyet vermeyerek söyler de Allah
o kimseyi bu kelime sebebiyle birçok derecelere
yükseltir. Bir kul da Allah'ı öfkelendirecek kelimelerden bir kelimeyi, hiç ehemmiyet vermeden
söyler de, kendisi o kelime sebebiyle cehennemin içine düşer!” (Buharî, Rikâk, 23.)
O halde sözlerimiz oldukça önemlidir. Sözlerimizi,
ağzımızdan çıkmadan önce tartmalıyız. Hesabını
veremeyeceğimiz söz sarf etmemeliyiz.
Söz ve kalp arasında derin bir ilişki ve etkileşim
olduğu açıktır. Sözlerimiz kalbimizi; kalbimiz
de sözlerimizi etkiler. Sözlerimiz kalbimizi nasıl
etkiler diyebiliriz. Hatta bırakınız sözlerimizi kalbimiz ile vücudumuzun organları arasında da
birebir ilişki vardır. Organlarımızın hareketleri
özellikle jest-mimiklerimiz, el hareketlerimiz kalBİR SÖZDEN NE ÇIKAR DİYE DÜŞÜNMEMEK
GEREKİR. BİR ÇİÇEKLE BAHAR GELMEZ,
ANCAK BİR ÇİÇEKLE BAHAR BAŞLAR. BİR
SÖZLE MEDENİYET KURULMAZ FAKAT
MEDENİYET BİR SÖZLE BAŞLAR.
14
DİYANET AYLIK DERGİ
ŞUBAT 2012
• SAYI: 254
seltecek olan güzel sözlerimizdir. Sözlerimizi de
güzel kılan niyetlerimizdir. Niyetlerimiz bozuk
olursa, sözlerimiz, sözlerimiz bozuk olursa davranışlarımız da bozuk olur. Bunların arasında
oldukça sıkı bir ilişki vardır. Sözün bu gücünü
ve insanlara ne tür akıbet hazırlayacağını Yunus
ne güzel ifade eder: “Söz ola kese savaşı söz ola
kestire başı, söz ola ağulu aşı, bal ile yağ ede bir
söz…”
Allah Rasulü sözün hayırlı olmasını o kadar
vurguluyor ki, bir keresinde “Kim Allah’a ve
ahiret gününe inanıyorsa ya hayır söylesin ya
da sussun.” (Buharî, Rikâk 23.) buyurarak dikkatlerimizi sözümüzde bir hayır ve bereket yoksa
susmanın daha faydalı olacağına çekiyor. Bu
mealde bir başka hadislerinde Efendimiz (s.a.s.)
“İnsanoğlunun her sözü aleyhinedir; ancak iyiliği
emretmek, kötülükten alıkoymak yahut Allah
olduğunu, mübah bir çeşit bulunmadığını gösteriyor. Ancak bu gibi hadisleri mübalağaya ve
istikametli olmayan konuşmadan sakındırmak/
caydırmak anlamında yorumlamak gerekir.
Şu halde gerek ayetler ve gerek hadisler hayra,
yardımlaşmaya, dostluğa vb. yönelik konuşma
çeşitleri dışındaki konuşmaların kişinin lehine
olmadığına işaret ediyor. Hadiste sadece üç istisnanın belirtilmesi, hem o üç kısma giren konuşmaların önemini gösterir, hem de bunlar dışında
kalan mübah konuşmalarda son derece dikkatli
olmaya uyarı demektir. Âlimler, mübah yani
dinen sakıncası olmayan konuşmaların aleyhte
olmayacak sınırda kalsa bile ahirette faydasının
olmayacağına dikkat çekerler. Normal bir sohbet
mübahtır, ama gıybete, dedikoduya, malayaniye
bulaşma tehlikesi her an mevcuttur.
Sonuç olarak bir sözden ne çıkar diye düşünmemek gerekir. Bir çiçekle bahar gelmez, ancak
bir çiçekle bahar başlar. Bir sözle medeniyet
kurulmaz fakat medeniyet bir sözle başlar. İslam
medeniyeti de vahiyle, sözle, “ikra!” denilerek
başlamış ve şekillenmiştir.
Teala'yı zikretmek müstesnadır.” (Tirmizî, Zühd 63.)
buyurmaktadır. Aliyyu'l-Kâri’ye göre hadisin açık
manası, istisna edilen iyiliği emretmek, kötülükten alıkoymak yahut Allah Teala'yı zikretmek
dışında bütün konuşmaların kişinin aleyhinde
KUL BAZEN İÇİNDE NE OLDUĞU BELLİ
OLMAYAN (YANİ KÖTÜLÜĞÜNÜ VE NE SABİT
OLACAĞINI DÜŞÜNMEDEN) BİR SÖZ SÖYLER
DE, O SÖZ SEBEBİYLE ATEŞİN İÇİNDE,
GÜNEŞİN DOĞDUĞU YER İLE BATTIĞI YER
ARASINDA DAHA UZAK BİR DERİNLİĞE KAYIP
GİDER.
SAYI: 254
• ŞUBAT 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
15
Gündem
Prof. Dr. Tahsin Görgün
TDV 29 Mayıs Üniv.
Dil ve göz:
Söz ve imaj üzerine
İMAJ, KALP GÖZÜNÜ İHMAL EDEREK, SADECE BEDEN GÖZÜNÜ KULLANMAYI ÖNGÖREN VE
SADECE ZAHİRİ GÖZÜNÜ KULLANAN İNSANLARI YANILTMA YOLU İKEN, KALP GÖZÜ İLE BAKAN
İNSANLAR SADECE İMAJ KONUSUNDA DEĞİL, DİL KONUSUNDA DA TAHKİKİ BAŞARABİLİRLER.
Alman Filozofu Martin Heidegger 1938 yılında
yayınladığı bir yazısında modern çağı, ayırıcı
hususiyetlerini dikkate alarak, “imaj çağı” (Zeit
des Weltbildes) olarak teşhis eder.
Günümüzde söylenen yaygın sözlerden birisi ise
“image is everything” (imaj her şeydir) sözüdür. Sosyal psikolojide ve sosyal bilimlerde, hatta
siyasette varlığın tanınmaya (recognition/anerkennung) irca edilmesi, insanı kendinde değerli
bir varlık olmaktan çıkarıp, başkalarının gözünde sahip olduğu yerin onun varlığı ve değerini
belirlediği; bunun da bir bütün içerisinde oynadığı fonksiyona irca edilmesi, bu tavrın önemli
alametlerindendir. Bu yönden bütün yapısalcı
ve fonksiyonalist yaklaşımların insanın varlığı ve
değerini, bir yapı içerisinde üstlendiği fonksiyona
irca etmeleri ve bunu da “rol” kavramı ile ifade
etmeleri bununla alakalı olduğu gibi, insanın sadece görünen fiillerinin anlamlı olduğu ve insanın
sadece başkalarına görünen fiillerden ibaret olduğu, dolayısı ile “ruh” gibi görülemeyen, fiillerden
veya davranışlardan bağımsız bir varlıktan bahsetmenin anlamlı olmadığı düşüncesi, varlığın imaja
ve dolayısı ile gözle görülene irca edilmesinin
neticeleri arasındadır.
Modern dönemin varlık meselesine bakışı, varlığın bir inşa olması yönünde gerçekleştiği için,
insandan bağımsız ve insanları bağlayan bir hakikat düşüncesi yavaş yavaş terk edilmiş; Seyyid
Bey’in daha önceden tespit ettiği gibi hukuku da
güce bağlayarak, güç sahiplerinin haklı olduğu ve
bunun böyle olması gerektiğini savunan bir dünya
16
DİYANET AYLIK DERGİ
ŞUBAT 2012
• SAYI: 254
sisteminin ortaya çıkmasını intaç etmiş; bu sebeple
de bilgi meselesine bakışı, bilgiyi bir güç vasıtası
olarak, sadece araç olarak, değerli kabul etmiştir.
Modern dönemin geliştirdiği sanatlara bakılacak
olursa, bunların hemen hepsinin göze hitap ettiği
ve hemen hepsinin, insanı bir göz olarak kavradığı; bütün bir dünyayı ise gözlenen ve gözetlenen
olarak iki kısma ayırdığını söylemek mümkündür.
Bütün bir sinema ve sinemaya dayalı, görüntüye
dayalı alanın bu kadar yaygınlaşması; haberlerin
sürekli görüntülerle desteklenerek, bunun üzerinden, daha doğrusu insanlara gözleri üzerinden tahakküm etmenin gerçekleştiği bir dünyanın
ortaya çıkarıldığını söyleyebiliriz. İçinde yaşadığımız dünya biraz da “hareketli resimler” üzerinden
algılanan ve bunun üzerine kurulan, sanal bir
dünya haline gelmiştir.
İmaj bir resimdir; bir tasavvurdur. Tasavvur bir
şeyin tasavvuru olduğu için, tasavvur edilenden
çok tasavvur edene aittir. Bu sebeple bir tasavvurun tasvir ettiği hakiki bir varlık olması gerekmez.
Edebiyat böylesi, aynî hakikati olmayan, Kaf Dağı,
Zümrüd ü Anka Kuşu gibi mutasevver unsurlarla
doludur.
Son zamanlarda imaj araştırmaları kadar “tasavvur” tabirinin geçtiği araştırmaların da epeyce
yaygınlaşması, bu konuda hesabı verilmemiş bir
yönelişle karşı karşıya olduğumuzu gösterdiği
gibi, bunun ötesinde ciddi bir kaymanın da yaşandığı söylenebilir. “Allah Tasavvuru”, “Peygamber
Tasavvuru” başlığını taşıyan ve akademik çevrelerde yaygınlaşma emaresi gösteren bu tavır,
Heidegger’in bahsettiği imaj ve tasavvur çağının
bizdeki izleri olarak dikkatle ele alınması gereken
bir tavırdır. Bu konuda özellikle dinî ilimlerle
MODERN DÖNEMİN GELİŞTİRDİĞİ SANATLARA BAKILACAK OLURSA, BUNLARIN HEMEN
HEPSİNİN GÖZE HİTAP ETTİĞİ VE HEMEN HEPSİNİN İNSANI BİR GÖZ OLARAK KAVRADIĞI; BÜTÜN
BİR DÜNYAYI İSE GÖZLENEN VE GÖZETLENEN OLARAK İKİ KISMA AYIRDIĞINI SÖYLEMEK
MÜMKÜNDÜR.
SAYI: 254
• ŞUBAT 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
17
olan hakikat, insanları bağlar;
hem dayanak olarak, hem de
beraber yaşayan, beraber var
olan insanlar olarak. İnsanlar
dilde ve dil vasıtasıyla birbirlerine ulaşır; birbirleri ile
dilde birlikte var olurlar.
Bütün mevcudat kadar İslam
dini de bir sözle, bir emirle
başlamıştır.
İnsan, klasik İslam düşüncesinde “konuşan/nâtık canlı”
olarak nitelenmesi, insanı dil
üzerinden tanımlamaktadır.
Bu tanım, hadd-i tâmm olarak bilinmektedir.
iştigal edenlerin bu gibi tabirleri kullanmalarının,
ön şartları ve neticeleri itibariyle, epeyce sıkıntılı
bir durum ortaya çıkardığı; bu tavrın hem hareket
noktası, hem de neticeleri itibariyle, -bunu kullananlar farkında olsunlar veya olmasınlar- dinin
hakikatini inkâr ile alakalı olduğunun; Cenab-ı
Hakk’ı ve Hz. Peygamber’i insanlara ait ve insanların keyiflerine göre ve keyfi bir şekilde oluşturdukları bir “tasavvur” olarak varsaydığı ve kurguladığının, Hz. Peygamber’den tevatüren geleni
bile zan altında bıraktığının veya en azından böylesi ciddi bir riski içinde taşıdığının farkında olmak
gerekmektedir.
Kısaca ifade etmek gerekirse imaj ve tasavvur
sübjektif/indî bir yönelişi ve dünya ve varlığın
nihai sahibinin, onu gören ve tasavvur eden,
görüş ve şekil olarak inşa eden insana ait olduğu
iddiasını işaret eder. Her bir insanın başkasında bir
imajı olduğu gibi onun tasavvuru kendisine aittir.
İmaj da tasavvur da nihai olarak birer kurgudur.
Hakikate şu veya bu oranda uygun olabilir veya
olmayabilir. İmaj ve tasavvur, varlığa insani bir
kaynak arayışının hem neticesi hem de ifadesidir.
Dilin bu yönden esaslı bir farkı vardır. Dil, her
ne kadar insana ait ise de sadece bir insana
ait dil olamaz; dil insanlar arasıdır. Birden fazla
insanın müşterek bir dili olabilir. İlginç bir şekilde yukarıda adı geçen Filozof, Heidegger, imaj
veya tasavvur çağının ortaya çıkardığı sorunların
üstesinden gelebilmek için dile yönelmeyi önerir.
Çünkü dilde ve dil üzerinden biz hakikatle irtibat
kurarız. Hakikat “dile getirilir” ve dile getirilmiş
18
DİYANET AYLIK DERGİ
ŞUBAT 2012
• SAYI: 254
İnsana ilk öğretilen de
“isimler”dir. Bir şeyin adını bilmek, kendisini bilmenin ilk aşamasıdır. Bir işin adını koymazsanız,
o şey yapılmış sayılmaz. Yapılan bir şey dile geldiği zaman, hakikat değeri kazanır. Dile getirmek
kendi içinde hakikat iddiasını taşır ve bu cihetten
anlamlıdır. Dil, yani konuşma, yani sohbet en
azından iki taraf arasında cereyan eder. Biri dile
getirir diğeri dile gelene yönelir; anlar veya anlamaz. Anladığı zaman, anlamamış gibi yapamaz.
Anlamak, anlamlı bir sözü anlamak, insanın hakikatle irtibatının insani yoludur. Bu aynı zamanda
insanın kendisini dil üzerinden hakikate açmasıdır. Hakikatin dil üzerinden keşfi, yepyeni inkişaflara zemin teşkil eder.
İmaj ile göz arasında önemli bir irtibat olmakla
birlikte, imajı göze irca etmemek gerekir. İmaj,
gözün suistimali imkânının bir yolu olarak dikkate
alındığında, benzer bir durumun dil için de geçerli
olduğu söylenebilir. Dil de retorikçilerin elinde
kötüye kullanılabilir; bir aldatma ve aldanma
vasıtası hâline getirilebilir. Dili tahkik edecek ve
ortada bir kötüye kullanmanın olup olmadığını
keşfedecek olan, gözdür; ancak göz, sadece zahiri
bir organ olan, bedenimizin bir parçası olan göz
değil, bunun ötesinde insanın “kalp gözü” olarak
da nitelenen, deruni kavrama ve nüfuz kabiliyeti
olarak hakiki anlamda bu tahkiki gerçekleştirebilir. İmaj, kalp gözünü ihmal ederek, sadece beden
gözünü kullanmayı öngören ve sadece zahiri
gözünü kullanan insanları yanıltma yolu iken,
kalp gözü ile bakan insanlar sadece imaj konusunda değil, dil konusunda da tahkiki başarabilirler.
Dil insanda insani olanı ifade etmekle birlikte,
-cemale matuf olarak- Cenab-ı Hakk’ın tecelligâhı
olarak insan ve âlemin “ta’ayyün ettiği”ni ancak
göz fark edebilir. Ancak göz, sadece insana has bir
organ değildir; bu organ hemen bütün canlılarda
müşterektir. Görmek, canlılara ait bir hususiyettir.
Bu hali ve seviyesinde göz, algılama hususunda
mecburdur. Bu mecburiyet, imaj çağını bir cebr
çağı hâline getiren en önemli anahtardır. Gözü
sadece bir algılama vasıtası ve organı olmaktan
çıkaran anlama, insanı bu cebr asrından kurtaracak yolu da işaret eder.
İlahî esma ve sıfatın görünebilmesi için göz gerekli olduğu gibi dil ve söz, esma ve sıfatın cami
tecelligâh olmakla eşref-i mahlûkât olan insanın,
diğer varlıklardan ayrıldığı en önemli sıfat/imkandır. Dilde fiziki dünyada mevcut olmayan haber,
soru ve emir/talep formları bulunur. Haber insanı
inanmak ve inanmamak hususunda bir tercihe
sevk ederken, soru, insanı arama ve araştırmaya,
emir ise bir tavır almaya sevk eder. Emir, muhatapta bir ihtiyarı, bir iradeyi, itaat ve isyan imkânını
öngörmektedir.
Cemâl göze hitap ettiği için güzeli ve güzelliği
temsilen yüzü ifade etmektedir. İnsanın yüzü, ilahî
sıfatların en önemli tecelligâhı olduğu için, cemal
adını alır. Her ne kadar fiziki dünyadaki güzellik/
cemal fiziki göz yoluyla algılansa da, algılananın
cemal ciheti ve sözdeki güzellik ancak duyularak
ve anlamına nüfuz edilerek, yani “deruni göz”
yoluyla kavranabilir. Bu aynı zamanda kalp gözünün de kapısını teşkil eder. Kalp gözü, insanın bilfiil iştirak ederek kavramasının, insanın hâlindeki
değişikliği ifade eder.
Demek ki cemal, sadece göz ile alakalı değildir;
bütün duyu verilerinde cemal ile bir irtibat ciheti
vardır. Göz kadar el de cemali algılayabilir. Hatta
el, göz ile irtibat içerisinde, mevcut olan şeyleri
taklit ederek ve bunun da ötesine geçerek, fiziki
dünyada değişiklikler yapar; sanat ve zenaatler,
binalar ve mahalleler; şehirler böylece oluşur.
İnsan, cemale yönelerek, muktedir olur. Çünkü
cemâl, insanı harekete geçiren en önemli saiktir.
El, Arapçada kullanıldığı haliyle “yed”, gücü ifade
ettiği gibi, güç, tatbik edildiği mevzu ve mevkide
fiziki bir değişikliği ortaya çıkarır. Bu sebeple el,
fiziki gücü ifade etmesi açısından, insanın ayırıcı
hususiyeti olanı ifade etmez; aksine “tabii” ve
“gayriinsani” olanı ifade eder. İnsandaki bu “gücü”
ŞİMDİ BİRÇOK DÜŞÜNÜR DİLİ FARK EDİP,
DİL ÜZERİNDEN, İNSANLARIN HAKİKATİ
KEŞFEDEREK İNKİŞAF ETTİRMELERİNİN
YOLLARINI ARAMAKTADIR.
bir sanat aleti haline getiren akıldır ki, klasik dilde
“nutuk” kabiliyeti tam da bunu ifade eder. Nutuk,
yani düşünme ve konuşma, akıl ve fikir, eli bir
sanat aleti haline getirir. Ancak akıl ve fikir kadar
göz de, alet yapabilmenin ön şartıdır.
İmaj, insan tarafından oluşturulan bir şey olduğuna göre, insan kudretinin müteallakı olarak varlık
ve anlam kazanır. Bu sebeple de imajı oluşturanlar, imajın nasıl kullanılacağına da karar verdikleri
için, onu araçsallaştırırlar. İmaj ile imajı oluşturan
arasında tek yönlü cebri bir ilişki vardır. Resim
hakikat iddiası ile muhatabı bir oldu bittiye getirir.
Konuşmada ise mütekellim kadar muhatap da işin
içindedir; her ikisini de dil bağlar. Dil, konuşanı
da muhatabı da önceleyerek, aralarındaki iletişimi, onları kendisine uymaya zorlayarak mümkün
kılar. İmajların üretimi ve kullanımındaki keyfilik
dilde mevcut değildir; dil, keyfiliği aşmanın ilk ve
en önemli yoludur.
İslam dini, peygamberi olan bir dindir. Hz.
Peygamber lisani bir vahiy getirmiştir. Bütün bir
İslam toplumu ve İslam medeniyeti, bu lisani
müdahalenin ortaya çıkardığı düzen ve değişiklikleri ifade eder. Hristiyanlık enkarnasyon/tecessüm fikrine bağlı olarak, resme ve imaja, resim
ve imajların yorumuna bağlı olarak gelişmiştir.
İslam medeniyetinde dil, Hristiyan dünyasında ise
resim esas iletişim vasıtasıdır. Resmin ve imajın
modern dönemde kazandığı yeni anlam, aslında
Hristiyanlık ile de alakalıdır.
Modern dönemde insanlık hayatı tek boyutlu,
özellikle de, resimler üzerinden ve gözüyle yaşamaya yöneldi. Göz, insanın dünya ile irtibatının
en önemli, belki bu cihetten yegâne aracı olarak
kavrandı; bunun üzerinden imajlardan oluşan,
hareketli resimlerin canlı tuttuğu, imajiner bir
dünya inşa edildi. Şimdi birçok düşünür dili fark
edip, dil üzerinden, insanların hakikati keşfederek
inkişaf ettirmelerinin yollarını aramaktadır. Bu
yolun mümkün olduğunu ve bu imkânın nasıl
gerçek haline geldiğini geçmişte buna yönelenler
gösterdiler. Günümüz ve gelecek, günümüzde
ve gelecekte insanın ayırıcı hususiyeti olan dil ile
irtibatı içinde nasıl yürüyeceğini izhar etmenin
neticeleri tarafından belirlenecektir.
SAYI: 254
• ŞUBAT 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
19
Gündem
Yakup Bıyıkoğlu
Menemen Vaizi
Güzel söz söylemek
İNSANOĞLUNU, GERÇEK MANADA İNSAN YAPAN, BİZLERİ GÜZELLEŞTİRİP DEĞERLİ KILAN VE
ÖTEKİ CANLILARDAN AYIRAN ÖZELLİKLERİN BAŞINDA SÖZ SÖYLEME YETENEĞİ GELİR.
İnsanoğlunun kul olarak sorumlu olduğu şeylerden
birisi, şüphesiz ki güzel ahlaktır. Güzel ahlakın da
çekirdeğini “güzel söz söylemek” oluşturmaktadır.
Bu konuda Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmaktadır:
“Hani biz İsrail oğullarından; ‘Allah’tan başkasına ibadet etmeyeceksiniz, anne-babaya, yakınlara,
yetimlere, yoksullara iyilik edeceksiniz, herkese
güzel söz söyleyeceksiniz, namazı kılacaksınız ve
zekâtı vereceksiniz’ diye söz almıştık. Sonra pek
azınız hariç, yüz çevirerek sözünüzden döndünüz.”
(Bakara, 2/83.) Bu ayetle beraber Allah ( c.c), insani bir
vasıf olarak, herkese güzel söz söylemeyi emretmektedir.
Biz insanoğlunu, gerçek manada insan yapan, bizleri güzelleştirip değerli kılan ve öteki canlılardan
ayıran özelliklerin başında söz söyleme yeteneği
gelir. Bizler, çoğu zaman öneminin bile farkında olmadığımız bu nimetlerle ilgili olarak Yüce
Rabbimiz ayette:
“Güzel bir söz ve bağışlama, peşinden gönül kırma
gelen bir sadakadan daha hayırlıdır. Allah her
bakımdan sınırsız zengindir, halimdir.” (Bakara, 2/263.)
buyurarak, güzel söz ve bağışlanmanın, peşinden
gönül kırma ile gelen sadakadan daha hayırlı olduğuna vurgu yapmaktadır.
Dilin öyle özelliği var ki, yeri gelince dostlukları
bitirir, yeri gelince nice düşmanlıkları izale edip,
gönülleri fetheder. “Yumuşak sözler taş kalplere
bile tesir eder.”, sözü bu gerçeği ne güzel ifade
eder. Güzel bir söz neler yapmaz, kalplerin yaralarını sarar, kalpleri hoşnutluk ve güler yüzlülük, kardeşlik duygularıyla doldurur. Bunun yanında ayette
birlikte zikredilen bağışlanma da ruhların kinlerini
temizler, yerine kardeşlik ve doğruluğu yerleştirir.
İnsan diliyle hem kendini, hem de başkalarını
yüceltir. Dilden kalbe yol vardır. İnsan ömrü boyunca cehd ve gayret gösterip yükseldiği makamdan,
kullandığı birkaç yanlış sözle düşebilir. Bu nedenle
nerede, nasıl konuşacağımızı düşünerek konuşmak, bizi çıkılması zor olan müşkülden kurtarabilir.
Anadolu’da güzel bir söz vardır. Güzel konuşan
insanlar için “ağzından bal akıyor” denilir. Güler
bir yüz, tatlı bir dille tamamlandığı zaman, kişiye
20
DİYANET AYLIK DERGİ
ŞUBAT 2012
• SAYI: 254
bütün kapılar açılır. Yine büyükler:
“Gönüllerin anahtarı yumuşak huy
ve yumuşak kelimelerdir.” diyerek
gönüllerin güzel ve hoş sözle kazanılacağını ne güzel vurgulamışlardır.
Güzel sözün açamayacağı kapı yoktur. Zira atalarımız: “Tatlı dil yılanı
deliğinden çıkarır” derler. Tatlı dil
ve güler yüzle, gönüller fethedilir. Önemli olan da gönülleri fethetmektir. Mevlanaları, Yunusları,
Hacı Bektaşî Velileri, günümüze
kadar yürekte tutan gönüllerde yerleştiren, onların hoşgörü ve güzel
sözleridir. Onlar Hz. Peygamberi
örnek alarak, hep sevgiyi, güzel
sözü ve evrensel hoşgörüyü şiar
edindiler. Bu engin hoşgörüde hep
yüce Kur’an ve pak sünneti referans aldılar. Nitekim
yüce Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de, Hz. Musa ve Hz.
Harun’a hitaben şöyle buyurmaktadır: “Firavun’a
gidin çünkü o, azdı. Ona yumuşak söz söyleyin,
umulur ki öğüt alır düşünür veya içi titrer-korkar.” (Tâhâ, 20/43-44.) Cenab-ı Hak, küfrün örneği olan
Firavun’a bile güzel söylemeyi emrettiğine göre, biz
DİLİN ÖYLE ÖZELLİĞİ
VAR Kİ, YERİ GELİNCE
DOSTLUKLARI BİTİRİR,
YERİ GELİNCE NİCE
DÜŞMANLIKLARI İZALE
EDİP, GÖNÜLLERİ
FETHEDER. “YUMUŞAK
SÖZLER TAŞ KALPLERE
BİLE TESİR EDER.”, SÖZÜ
BU GERÇEĞİ NE GÜZEL
İFADE EDER.
Güzel ahlak sahibi olma ve İslam
adabı vasfının gereği olarak bizler, tatlı konuşmak, güler yüzlü
olmak durumundayız. Zira Sevgili
Peygamberimiz de: “Güzel söz
sadakadır.” (Buharî, Edeb, 34.) buyurmaktadır. Dolayısıyla güzel söz,
sahibini Allah’ın rızasına kavuşturan, nimet içerisinde bırakan fazilet ve iyiliklerdendir. Zira Kur’an-ı
Kerim’de: “Güzel sözler ancak ona yükselir, salih
ameli de güzel sözler yükseltir.” (Fatır, 35/10.) buyrulmaktadır. Yüce Rabbimizin bu emri gereği, güzel
sözler O’nun katına yükselecek ve vakt-i merhunda
mükâfat olarak bize dönecektir.
SAYI: 254
• ŞUBAT 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
21
lamdır ve en şiddetli rüzgârlar karşısında bile sarsılmaz ve yıkılmaz, çünkü kökleri sağlamdır ve yerin
derinliklerindedir. Meyveleri boldur. Çirkini ve batıGüzel söz söylemenin zıddı, çirkin, kötü ve kem
lı temsil eden ağaç ise; kökleri sağlam olmayıp,
sözdür. Kur’an-ı Kerim’de bu konuyla ilgili bir benyerin üzerinde olduğu için temeli sağlam değildir.
zetme yapılır:
İyinin yanında kötünün durumu da böyledir. Hafif
“Görmedin mi, Allah güzel bir sözü nasıl misal
bir durumda gidici olmaya, savrulmaya müsaittir.
getirdi? (güzel bir söz) kökü sağlam, dalları göğe
Bütün peygamberler ise, güzel sözü
yükselen bir ağaç gibidir. Bu ağaç
temsil eden, ayetteki “hoş ağacın”
Rabbinin izniyle her zaman meyve- MÜMİNLERİN
en güzel örnekliğini teşkil ederler.
sini verir. Öğüt alsınlar diye Allah SÖYLEMLERİNE,
Buradaki sözden maksadı, sadece
insanlara misaller getirir. Kötü bir KONUŞURKEN
ağızdan çıkan kelime olarak düşünsözün durumu da; yerden koparıl- KULLANDIKLARI
mek doğru değildir. Buradaki söz,
mış, ayakta durma imkânı olmayan KELİMELERE SON
aynı zamanda bir tavrı, duruşu,
kötü bir ağacın durumu gibidir” DERECE İTİNA ETMELERİ
inancı ve öğretiyi ifade etmekteVE GÜZEL SÖZ
(İbrahim, 14/24-26.) Burada hakkı temsil
dir. Tefsirlerimizde, ayetteki, “güzel
eden güzel ağacın iki temel özelliği- SÖYLEMENİN ALLAH'IN
söz”den kastın, tevhit inancının özü
nin olduğunu görmekteyiz. Birinci BİR EMRİ OLDUĞUNU
olan "Lâ ilahe illallah" olduğu ifade
özellik sağlam olması, diğer özellik UNUTMAMALARI
edilmektedir. Gerçekten en güzel
de verimli olmasıdır. Bu ağaç sağ- GEREKİR.
söz kelime-i tevhittir. Zaten bütün
Müslümanlar olarak kimbilir birbirimize ne kadar
müşfik ne kadar güzel sözle yaklaşmalıyız?
22
DİYANET AYLIK DERGİ
ŞUBAT 2012
• SAYI: 254
GÜZEL KONUŞAN İNSANLAR İÇİN “AĞZINDAN
BAL AKIYOR” DENİLİR. GÜLER BİR YÜZ,
TATLI BİR DİLLE TAMAMLANDIĞI ZAMAN,
KİŞİYE BÜTÜN KAPILAR AÇILIR. YİNE
BÜYÜKLER: “GÖNÜLLERİN ANAHTARI
YUMUŞAK HUY VE YUMUŞAK KELİMELERDİR.”
DİYEREK GÖNÜLLERİN GÜZEL VE HOŞ
SÖZLE KAZANILACAĞINI NE GÜZEL
VURGULAMIŞLARDIR.
Dolayısıyla müminlerin aralarında güçlü bir sevgi
ve dayanışma bulunması gerekir.
Yüce Allah bir ayetinde; “Kullarıma, sözün en
güzel olanını söylemelerini söyle. Çünkü şeytan
aralarını açıp bozmaktadır.” (İsra, 17/53.) ifadesiyle, bu
tehlikeyi kullarına açık bir şekilde bildirmektedir.
Müminlerin Allah’ın bu emrine uymamaları, aralarındaki birliğin zedelenmesine ve müminler arasında soğukluk oluşmasına neden olabilir.
Bu veciz ayetten alacağımız ilhama göre, Allah’a
gönülden iman edip bağlanan müminler olarak
sözlerimizi güzelleştirmeliyiz. Ayrıca şeytanın,
müminlerin arasını bozmak için uğraşmakta olduğunun da bilincinde olmalıyız. İnsanlara karşı
kucaklayıcı ve bağışlayıcı olmalıyız. Yüreği kırgın
olanları, yaralı gönülleri güzel sözlerle bağışlamak
suretiyle kazanmaya çalışmalıyız.
doğru sözler, güzel sözler ve doğru davranışlar bu
yüce kelimenin yansıması değil midir? Zira bütün
peygamberler, bu kutlu kelimeyi yüceltmek için
mücadele vermişlerdir.
“Güzel söz söylemek” konusunu günümüz dünyasına getirelim. Rasulüllah, mümini: “Mümin; insanların elinden ve dilinden emin olduğu kimsedir.”
(Buharî, İman, 4.) şeklinde tarif eder. Bu hadis gereğince, mümini bu kadar yücelten şey; şüphesiz sözde
ve özde kendisini karşı tarafa emin kılmasıdır.
Günümüz dünyasının en çok ihtiyaç duyduğu
şeylerin başında “güzel bir söz” gelmektedir. Yine
günümüzde insanlara güven ve huzur veren şeyin
doğru sözlülük olduğu aşikârdır. Güzel ve doğru
söz, gönüllerin fethi için temel umde, başka bir
ifadeyle anahtardır. Sevgi ve güven dolu bir sözün
açamayacağı bir kapı yoktur.
Sonuç olarak müminlerin söylemlerine, konuşurken kullandıkları kelimelere son derece itina etmeleri ve güzel söz söylemenin Allah’ın bir emri
olduğunu unutmamaları gerekir. Allah cümlemizi
güzel söz söyleyen, bunu hayatında ilke edinip, şu
kubbede hoş bir seda bırakan, hakkımızda güzel
sözle şahitlik edilen ve son demde sözlerin en
güzeli “Kelime-i Tevhid” ile Yüce Mevla’ya kavuşma bahtiyarlığına eren kullarından eylesin… Âmin!
Kâmil bir mümin, Kur’an-ı Hakîm’e ve Rasulü’nün
sünnetine uyan, Allah’a gönülden bağlı insandır.
SAYI: 254
• ŞUBAT 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
23
D in-Düşünce-Yorum
Ahlaki şeffaflık
Prof. Dr. Muhammet Şevki Aydın
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi
[email protected]
İÇİMİZDEKİ
KÖTÜLÜKLERİ
ÖRTMEYE ÇALIŞARAK,
ONLARI İTİRAF EDİP
YÜZLEŞMEDEN
VE ONLARDAN
KURTULMA ÇABASINA
GİRMEDEN AHLAKLI
OLAMAYIZ. BUNU
YAPABİLMEK
İÇİN ÖNCELİKLE
ÖZGÜVEN DUYACAK
KADAR KENDİMİZE
SAHİP ÇIKMIŞ;
UTANACAĞIMIZ
DURUMLARDAN
UZAKLAŞMIŞ
OLMAMIZ GEREKİR.
24
DİYANET AYLIK DERGİ
ŞUBAT 2012
Şeffaflık (açıklık, saydamlık),
son yıllarda çokça kullanılan bir kavram. Bireylerde,
toplumsal hayatta görülen
sahtekârlıklar, aldatmalar,
iç-dış uyumsuzluğu, yolsuzluk skandalları gibi olumsuzluklar, şeffaflık konusunun
önemini ortaya çıkardı. Daha
çok kurum ve kuruluşların
şeffaf olmasının gerekliliğinin altı çizilmekte; şeffaf olan
kurum ve şirketlerin başarılı
oldukları ve olacakları, böyle
olmayanları ise zor günlerin beklediği net biçimde
dile getirilmektedir. Şeffaflık
dürüstlüğün, samimiyetin ve
güvenilirliğin göstergesi sayılırken, şeffaf olmama durumu ise arka plandaki sorunları/kötülükleri örtmenin yolu
olarak düşünülmektedir.
Kurumlar bireylerle var olduğuna göre, sanırım bireysel
şeffaflık kurumsal şeffaflığın
önüne geçmektedir. Bireyin
hayatında şeffaflık, öncelikle bir ahlaki meseledir.
Çünkü ahlak, samimiyetle/
içtenlikle var olabilir; iç ile
dışın bir olmasını gerektirir.
Ahlak, sahtekârlıkla, birtakım
ahlaksızlıkların örtülmesi
ile bir arada düşünülemez.
• SAYI: 254
İçimizdeki kötülükleri örtmeye çalışarak, onları itiraf edip
yüzleşmeden ve onlardan
kurtulma çabasına girmeden
ahlaklı olamayız. Bunu yapabilmek için öncelikle özgüven duyacak kadar kendimize sahip çıkmış; utanacağımız durumlardan uzaklaşmış
olmamız gerekir. Gerçekte
ahlaklı olmak, kendi varoluşumuza, onurumuza sahip
çıkmak demektir. Tapscott,
haklı olarak “Eğer çıplak
kalacaksanız pürüzsüz olsanız iyi olur.” diyor. Evet,
bireyin kurtulmak istemediği pürüzler, şeffaf olmasını
engellemektedir.
Ahlaki şeffaflık, Mevlana’nın
deyişiyle, bireyin “olduğu gibi görünmesi”, özüyle
sözünün, sözüyle eylemlerinin uyum içinde olması diye
ifade edilebilir. Bu, tam bir
bireysel hayatın tutarlılığıdır. Böylesine bir tutarlılığı,
dengeli varoluşsal bütünlüğü kazanmak ise, pek kolay
değildir.
Bu ahlaki saydamlık olarak
nitelediğimiz varoluşsal tutarlılık, ancak sağlıklı bir ahlaki
gelişimle sağlanabilir. Henüz
soyut düşünme emarelerini
gösteremeyen küçük çocuğun tutum ve davranışlarında tutarlılık, denge ve bütünlük olmaz.
Kural fikrine sahip olmayan birinden kuralların/
değerlerin yönettiği tutarlı, bütünlüklü bir duruş
elbette beklenemez. Bu çocuklar, henüz ahlaki
değerlerini oluşturacak düzeyde olmadıklarından
içgüdülerinin/dürtülerinin ve dıştan gelecek ödül
ve cezaların güdümündedirler. Onların hayatlarını
bunlar yönlendirir, tutum ve davranışlarını bunlar
belirler. Bu nedenle çocuğun nerede ne yapacağını, nasıl davranacağını kestirebilmek pek mümkün
değildir. Söz gelimi, başkalarının takdirini, maddi
ödülünü veya cezasını düşünerek uslu uslu duran
bir çocuğun, onların güdümünden çıkınca hangi
faktörün etkisiyle ne yapacağı bilinemez. Az önce
çok uslu görünen bu çocuğun biraz sonra son
derece serkeşlik gösteren biri olması mümkündür.
Bu kadar kısa aralıklarla, büyük çelişkilere düşebilir, uçlara savrulabilir.
İyi eğitim alamadığından
fıtratındaki ahlaki yargı
(Şems, 91/8.) ve idrak yeteneği yeterince gelişemeyen kişilerin biyolojik yaşı
ilerlerken kişilik ve ahlak
yaşı çocukluk döneminde
kalabilir. Dolayısıyla çocuk
gibi o da, genelde dürtüle-
rinin, dıştan gelen ödül ve cezaların güdümünde
savrulabilir. İnsanların gözü önündeki tutum ve
davranışlarıyla, hiç kimsenin görmediği şartlardaki
tutum ve davranışları birbirinden çok farklılaşabilir. Tanıdık çevredeki ahlaki duruşuyla, tanımadık çevredeki duruşu arasında uçurum oluşabilir.
Birinci konumda mesela dürüst görünüp ikinci
konumda bunun aksini yapabilir. Aynı kişilerin
yüzüne karşı takındığı tavırla, arkalarından takındığı tavır tamamen birbirinin zıttı olabilir. Yüzüne
övdüğünü, arkasından rahatlıkla yerebilir. Birinin
yüzüne söylemeyi uygun görmediklerini, onun
gıyabında daha fazlasıyla söylemekten rahatsızlık
duymaz. Başkasının gıybetini zevkle yapabilir.
Başkalarına iyi görünmeye çalışırken aynı zamanda dürtülerinin taleplerini yerine getirir. Bazen de,
göze almaya değer görürse, içgüdülerini tatmin
ederek haz duymak adına başkalarını kırabilir.
ÇOCUĞUN NEREDE NE YAPACAĞINI,
NASIL DAVRANACAĞINI KESTİREBİLMEK
PEK MÜMKÜN DEĞİLDİR. SÖZ GELİMİ,
BAŞKALARININ TAKDİRİNİ, MADDİ
ÖDÜLÜNÜ VEYA CEZASINI DÜŞÜNEREK
USLU USLU DURAN BİR ÇOCUĞUN,
ONLARIN GÜDÜMÜNDEN ÇIKINCA
HANGİ FAKTÖRÜN ETKİSİYLE NE
YAPACAĞI BİLİNEMEZ.
SAYI: 254
Böyle birinin tam bir keyfi
hayat tarzından söz edilebilir. O, kendi olamamış, içgüdülerinin ve dış
şartların esiridir. Kendi
ahlaki varoluşunu gerçekleştiremediğinden dolayı
o, görünürde sergilediği
ahlaki tutum ve davranışlarının gerçekte öznesi
• ŞUBAT 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
25
AHLAKİ ŞEFFAFLIK, MEVLANA'NIN DEYİŞİYLE,
BİREYİN "OLDUĞU GİBİ GÖRÜNMESİ",
ÖZÜYLE SÖZÜNÜN, SÖZÜYLE EYLEMLERİNİN
UYUM İÇİNDE OLMASI DİYE İFADE EDİLEBİLİR.
değildir. Onun nerede nasıl davranacağını dürtüleri ve dış şartlar belirlemektedir. Çünkü çocuk
gibi o da, kendi tutum ve davranışlarının ölçütü
olacak değerleri oluşturamamıştır. Bu nedenle
onun özüyle sözü bir olmadığı gibi, sözüyle yapıp
ettikleri de örtüşmemektedir. İçiyle dışının uyumu
yoktur. İç dünyasında iyiyi/güzeli/doğruyu inşa
edemediğinden, olduğu gibi görünmekten korkar.
Onun dünyasında bir ahlaki tutarlılık, bütünlük,
denge yoktur. Belki onun dünyasında, şeffaflık
yerine tam bir ahlaki karmaşa, takiyye, muğlaklık,
belirsizlik, çok yüzlülük vb. olumsuzluklar söz
konusudur. Nerede ne yapacağı tahmin edilemediğinden, ona güven duyulmaz; gönül rahatlığı
içinde onunla ilişki kurulamaz. O kadar ki, karşısındaki insanın şeffaflığını bile istismar edebileceğinden, onu karşı koz olarak kullanabileceğinden
kaygı duyulabilir.
Buna mukabil, doğuştan sahip olduğu anlam arayışını geliştirerek sürdüren bir birey ise, varlığı ve
hayatı anlamlandırma çerçevesinde ahlak alanını
keşfetmeye başlar. Ahlaki yargıda bulunma eğilimiyle yaratıldığından (Şems, 91/8.) dolayı her birey,
bu süreçte ahlakla var olma ihtiyacı duyar hâle
gelme potansiyeline sahiptir. Kendi iç dünyasında,
ahlakını üretmeye, onu oluşturmaya çalışan bu
birey, düşüncelerinde, duygularında, arzularında,
kanaatlerinde, beklentilerinde ahlaka vücut verir.
Bütün ahlaki tutum ve davranışlarını kılavuzlayacak ve belirleyecek ilkeler olarak değerlerini yapılandırır. Onun ahlak durumu, bir anlam
alanını, bir değerler alanını kapsar. İçte oluşan
ahlakî yapı, onun kararlarını yönlendirir ve bunları
eylemler halinde somutlaştırmasını sağlar. Gazzalî
gibi İslam düşünürlerinin ahlak tanımı tam da bu
gerçekliği dile getirmektedir (Bk. Aydın, Ekim, 2011.):
İçte var olan ahlak, dışa yansır.
Bu anlamda oluşturduğu ahlakla var olmaya çalışan birey, dürtülerinin ve çevrenin vesayetinden
kurtulup özgürleşir, onların nesnesi olmaktan
çıkıp özneleşir. Artık, dürtülerinin etkisiyle ve dış
çevreden gelecek ödül veya cezaları kâle alarak
eylemde bulunmaz; tamamen içtenlikle benimsediği, bilinçle kabullendiği ahlaki değerlerinin
gereği olan tutum ve davranışları gerçekleştirmeye
26
DİYANET AYLIK DERGİ
ŞUBAT 2012
• SAYI: 254
çalışır. İç dünyasında iyi/güzel/doğru olana yer
verdiğinden dolayı, başkalarından saklamaya ihtiyaç pek duymaz, onu dışa yansıtmaktan rahatsız
olmaz. Dışa vurduğunda onları test etmiş olur;
yanlışlık varsa hemen onları düzeltmeye çalışır.
Onun derdi varoluş düzeyini/kalitesini yükseltmektir, görüntüyü kurtarmak değil. Kendileriyle
uyum içinde yaşamaktan mutluluk duyduğu ahlaki değerlerine aykırı davranmayı göze alamaz.
Hasbelkader onlarla çelişen davranışta bulunuverse, vicdan azabından mahvolur ve duyduğu pişmanlık nedeniyle hemen değerleriyle uyum içinde
olma kararı alıp rahatlar. (Bk.Aydın, Eylül, 2011: 117 vd.)
Böyle bir bireyin, ahlakiliği açısından insanların
arasında olmasıyla, tek başına olması arasında
genelde fark yoktur. İçinde bulunduğu çevrenin tanıdık veya yabancı olması onun tutum ve
davranışlarında tutarsızlıklara yol açmaz. Bu kişi,
söz gelimi, insanların yüzüne başka, arkalarından
başka türlü konuşamaz. Sahiplendiği değerlerler/
ilkeler genel geçerlik arz ettiğinden dolayı, başkalarıyla ilişkilerinde çifte (veya çoklu) standartlı olamaz. Dolayısıyla, kendisine yapılmasını istemediği
şeyleri başkalarına yapmayı uygun gör(e)mez. Söz
gelimi, kendisine iftira edilmesini istemediği gibi,
kendisi de başkasına iftira etmez. Kendisinden
TEMELDE VAHİY, İNSANIN FITRATINDA (VE
AKILDA) POTANSİYEL OLARAK MEVCUT
OLAN AHLAKİ DEĞERLERİ/İLKELERİ AÇIĞA
ÇIKARMA VE İNKİŞAF ETTİRME İŞİNİ
KILAVUZLAR.
varlığı daha isabetli anlamlandırma imkânını elde
edecektir.
b- Meselenin ikinci boyutu ise, oluşturulan ahlaki değerlerin/ilkelerin iman gibi bireyi derinden
etkileyen daha güçlü bir dayanağa sahip kılınmasıdır. Müslüman birey, vahiyden ilhamla oluşturup yapılandırdığı ahlaki değerleri anlamlandırma
yanında bir de iman temeline dayandırmaktadır.
Anlamlandırdığı ahlaki değerleri imanla desteklemektedir.
hiçbir zaman ayrılmayan değerlere göre hareket
ettiğinden dolayı onun nerede nasıl davranacağı,
ne yapıp ne yapmayacağı, neleri onaylayıp neleri
reddedeceği genelde bellidir. Kısacası o, ahlaklı
kişidir. Özne olarak bu kişinin ortaya koyduğu
ahlaki düşünce, inanç, tutum ve davranışlarında
tam bir bütünlük, tutarlılık, denge ve dolayısıyla
saydamlık vardır. Bu duruşuyla o, herkese güven
telkin eder.
Varlığı ve hayatı anlamlandırma çerçevesinde böylesine ahlaki değerler üretmeye çalışan birey, eğer
İslam’a inanma imkânını elde etmişse, bu işi daha
kolay ve daha güçlü biçimde gerçekleştirebilir.
Zira temelde vahiy, insanın fıtratında (ve akılda)
potansiyel olarak mevcut olan ahlaki değerleri/
ilkeleri açığa çıkarma ve inkişaf ettirme işini kılavuzlar. (Biçer, 2010:202.) Kur’an ve sünnetin bu konudaki katkısını iki boyutlu ele alabiliriz:
a- Her şeyden önce söz konusu anlam arayışında
Kur’an’ın ve sünnetin ahlaka ilişkin gerçekleri dile
getirerek yaptığı kılavuzluğu, onun işini kolaylaştıracaktır. Bu kılavuzluk, müminin fıtratındaki ahlaki potansiyeli (Rûm, 30/30.) inkişaf ettirme yönündeki
akli ve bilimsel çabasına olumlu katkı sağlayacak
ve bu sayede o, uçlara savrulmaktan kurtulacak,
daha emin adımlarla hızla yol alacak, hayatı ve
Ahlakın ilahî otorite ile temellendirilmesi, yaptırım
gücünü daha da arttırmaktadır. Kaynaktaki kutsiyet, mümin bireyin o ahlaki değerlere daha bir
içtenlikle ve gönülden bağlanmasını sağlayıcı role
sahiptir. Mesela Kur’an ve sünnetin ortaya koyduğu ihsan (Bk. Nahl, 16/90; Bakara, 2/195; Kehf, 18/30.) bilincini
kazanan bir mümin, “Allah’ı görüyormuşçasına
kulluk yapma”ya (Buharî, İman, 37.) çalışırken O’nun
öngördüğü ahlaki ilkelere aykırı davranmayı göze
alabilir mi? Şu ilahî mesajların doğruluğuna içtenlikle inanan bir mümin neler hisseder ve nasıl davranır? “İnsanın ağzından çıkan bir tek söz olmaz ki
yanında, bu iş için hazırlanmış bir gözcü olmasın.”
(Kaf, 50/18.) “Herhangi bir işte bulunsan, onun hakkında Kur’an’dan bir şey okusan, siz ne iş yapsanız, o işe dalıp coştuğunuzda, mutlaka biz her
yaptığınızı görürüz. Ne bundan daha küçük, ne
de bundan daha büyük hiçbir şey yoktur ki, hepsi
apaçık kitapta olmasın.” (Yunus, 10/61.) “Yanınızdan
ayrılmayan muhafızlar var. Onlar değerli, şerefli
kâtiplerdir. Yaptıklarınızı onlar bilirler.” (İnfitar, 82/1011.) “De ki, içinizdekini gizleseniz de, açıklasanız
da mutlaka Allah onu bilir.” (Âl-i İmran, 3/29.) “Rabbine
and olsun ki, onların hepsini, yaptıklarından sorguya çekeceğiz.”(Hicr, 16/92-93; Ayrıca bk. Ğaşiye, 88/26.)
Kaynak
Aydın, Muhammet Şevki, “Ahlakta Niyet”, Diyanet Aylık Dergi, Ekim,
2011.
Aydın, Muhammet Şevki, “Amelî Ahlak da İmanı Etkiler”, Diyanet
Aylık Dergi, Eylül, 2011.
Aydın, Muhammet Şevki, Açık Toplumda Din Eğitimi/Yeni Paradigma
İhtiyacı, Nobel Yayınları, 2011.
BİÇER Ramazan, Küreselleşen Çağda İslâm, Gelenek Yay. İstanbul,
2010.
SAYI: 254
• ŞUBAT 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
27
D in-Düşünce-Yorum
Aracı insan
Doç. Dr. İsmail Karagöz
Rehberlik ve Teftiş Başkanı
[email protected]
KİM GÜZEL BİR
İŞTE ARACILIK
EDERSE, ONA O İŞİN
SEVABINDAN BİR PAY
VARDIR. KİM DE KÖTÜ
BİR İŞTE ARACILIK
EDERSE ONA DA
O KÖTÜLÜKTEN
BİR PAY VARDIR.
ALLAH’IN HER ŞEYE
GÜCÜ YETER.
28
DİYANET AYLIK DERGİ
ŞUBAT 2012
"Aracılık" iyi veya kötü bir
işe vasıta olmak, bir işin
çözümünde veya yapılmasında araya girerek yardım
etmek anlamına gelir. Bu
kelimenin Arapça karşılığı
"şefaat"tir. Şefaat kelimesi
Türkçede daha ziyade ahiretteki aracılık ve özellikle
Peygamberimiz’in ahirette
insanların hesaba çekilmelerinin başlaması ve günahkâr
Müslümanların bağışlanması
için Allah nezdinde yapacağı aracılık anlamında kullanılır. (bk. Necm, 53/26; Ebu Dâvûd,
Sünnet, 23.) Kur'an-ı Kerim'de
ve hadis-i şeriflerde daha
çok bu anlamda kullanılmakla birlikte iki kişi arasında
görülecek bir iş, elde edilecek bir fayda veya önlenecek
bir zarar konusunda üçüncü
bir şahsın devreye girmesi
veya bir insanın kötü bir işe
aracılık etmesi anlamında da
kullanılır. Nisa suresinin 85.
ayetinde geçen aracılık bu
anlamda kullanılmıştır: "Kim
güzel bir işte aracılık ederse,
ona o işin sevabından bir pay
vardır. Kim de kötü bir işte
aracılık ederse ona da o kötülükten bir pay vardır. Allah’ın
her şeye gücü yeter."
• SAYI: 254
Ayet-i kerimede iki şefaatten
söz edilmektedir: 1. Şefaat-i
hasene, 2. Şefaat-i seyyie.
1. Şefaat-i hasene
"Şefaat-i hasene"; iyi, faydalı, güzel, Kur'an-ı Kerim'e ve
Hz. Peygamber’in sünnetine
uygun olan şefaat yani aracılık anlamına gelir. Mesela
bir insanın namaz kılmasına,
hacca gitmesine, oruç tutmasına, zekât vermesine, Kur'an
öğrenmesine ve okumasına,
eğitim ve öğretim görmesine, bir meslek sahibi olmasına, ev, mal ve mülk almasına, evlenmesine, çocuğunu
evlendirmesine, bir işe girmesine, iki kişinin barışmasına, bir hastanın tedavi olmasına, bir hatadan, bir günahtan dönmesine, cami, Kur'an
kursu, hastane, aş evi ve benzeri kamuya hizmet veren bir
yapının veya bir hayır kurumunun oluşmasına, kısaca
herhangi iyi ve yararlı bir iş
ve görevin yapılmasına ve
yerine getirilmesine aracılık
etmek, vasıta olmak, yardım
etmek, sebep olmak şefaat-i
hasenedir.
Şefaat-i
hasene,
Rabbimizin teşvik
yüce
ettiği,
yapılması gereken güzel bir MÜSLÜMANLARA YARARI OLAN HER
hında da bir eksilme olmaz.
davranıştır. Hayırlı, iyi ve EYLEME VE İŞE ARACILIK ETMEK
Ayet-i kerimeye göre Allah ve
güzel bir işe aracılık eden SEVAP İKEN, MÜSLÜMANLARIN
kul haklarına riayet edilmekimsenin sevap alacağı ZARARINA VE GÜNAH İŞLEMELERİNE
sine aracılık etmek şefaat-i
ayette açıkça bildirilmek- SEBEP OLAN HER TÜRLÜ EYLEM VE
hasene, aksi eylem ve davtedir. Sözgelimi bir insanın İŞE ARACILIK ETMEK DE GÜNAHTIR.
ranış ise şefaat-i seyyiedir.
Kur'an öğrenip okumasına
Dolayısıyla Müslümanlara
ve namaz kılmasına aracılık
yararı
olan
her
eyleme
ve işe aracılık etmek sevap
eden kimse, Kur'an okuyan ve namaz kılan kimiken,
Müslümanların
zararına
ve günah işlemelerisenin kazandığı sevaptan bir pay alır, bu kimsenin
ne
sebep
olan
her
türlü
eylem
ve işe aracılık etmek
sevabında da bir eksilme olmaz.
de günahtır.
2. Şefaat-i seyyie
Sahabeden Ebu Musa el-Eş'arî diyor ki: Hz.
Peygambere bir ihtiyacının giderilmesini isteyen
"Şefaat-i seyyie" kötü, zararlı, çirkin, Kur'an-ı
biri geldi, Hz. Peygamber, yanında oturan arkadaşKerim'e ve Hz. Peygamber’in sünnetine uygun
larına yöneldi ve onlara, "Aracı olun mükâfatınız
olmayan şefaat yani aracılık anlamına gelir. Mesela
verilir." (Müslim, Birr ve Sıla, 145.) buyurdu. Çünkü yine
bir insanın içkiye alışmasına ve içmesine, kumar
Peygamberimiz’in beyanı ile, "Hayra vesile olan,
oynamasına, hırsızlık yapmasına, yalan söylemesihayrı yapan kimse gibidir." (Tirmizî, İlim, 14.)
ne, zina etmesine, herhangi bir günahı işlemesine
vasıta olmak, sebep olmak, yardımcı olmak veya
Hayırlı işlere aracılık eden kimsenin sevap, günah
namaz, oruç, zekat, hac, Kur'an okuma, iyilik
işlere aracılık eden kimsenin ise günah kazanacağı
yapma ve benzeri herhangi bir ibadetin, iyi ve
hadis-i şeriflerde şöyle dile getirilmiştir:
hayırlı işin yapılmamasına sebep olmak şefaat-i
seyyiedir.
"Kim bir insanı doğru yola (imana, hayır amellere)
Şefaat-i seyyie, yüce Rabbimizin men ettiği, yapılmaması gereken kötü, çirkin ve günah bir davranıştır. Zararlı, kötü,
çirkin ve günah
bir işe aracılık
eden kimsenin
günahkâr olacağı ayette açıkça
bildirilmektedir. Sözgelimi
bir insanın içki
içmesine veya
hırsızlık yapmasına veya cana
kıymasına aracılık eden veya
laf taşıyarak iki
kişinin birbirine
düşman olmasına, fitne ve fesada sebep olan
kimse, bu fiilleri
işleyen kimsenin
işlediği günahtan
bir pay alır, bu
kimsenin güna-
çağırırsa bu kimse, bu doğru yola tabi olan kimsenin elde ettiği sevabın aynısını elde eder, tabi olan
kimsenin sevabından da bir
eksilme olmaz.
Kim de bir insanı
dalalete (inkâra,
isyan ve günah
fiillere) çağırırsa
bu kimse, dalalete tabi olan kimsenin kazandığı
günahın aynısını
kazanır, tabi olan
kimsenin günahından da bir
eksilme olmaz."
(Müslim, İlim, 16.)
"Kim İslam'da
güzel bir çığır
açar, iyi bir şey
ihdas eder, daha
sonra
bununla amel edilirse bu kimseye
amel edenlerin
SAYI: 254
• ŞUBAT 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
29
mükâfatı kadar mükâfat yazılır. Amel edenlerin mükâfatından hiçbir şey eksilmez. Kim de
İslam'da kötü bir çığır açarsa, kötü bir şey ihdas
eder de daha sonra bununla amel edilirse bu kimseye amel edenlerin günahı kadar günah yazılır.
Amel edenlerin günahından hiçbir şey eksilmez."
(Ahmed, IV, 358–359; Tirmizî, İlim, 15; Müslim, İlim, 15.)
Birinci hadis-i şerifte hayra aracılık eden kimsenin
bu hayrı işleyen kimsenin kazandığı sevap kadar
sevap kazanacağı, aynı şekilde şerre aracılık eden
kimsenin de şerri işleyen kimse gibi günah kazanacağı açık seçik bildirilmektedir. İkinci hadiste
ise "sünnet-i hasene" yani iyi ve faydalı bir iş icat
eden, faydalı bir buluş yapan, hayırlı bir müessese kuran kimsenin bu iş, buluş ve kuruluştan
yararlanan kimsenin kazandığı sevap kadar sevap
kazanacağı, aynı şekilde "sünnet-i seyyie" yani,
kötü ve zararlı bir iş icat eden, günah işlenen bir
oluşum gerçekleştiren kimsenin de bu iş, buluş ve
oluşum sebebiyle günah işleyen kimsenin işlediği
günah kadar günah kazanacağı bildirilmektedir.
Şu hadis-i şerifte bu hususa bir örnek verilmiştir:
“Haksız olarak öldürülen her kişinin kanından bir
DİNEN CAİZ OLAN ALANLARDA KAMUYA
HİZMET VEREN VAKIF, DERNEK VE BENZERİ
KURULUŞLAR OLUŞTURMAK VE BUNLARA
KATKI SAĞLAMAK HAYIRLI İŞLERE ARACILIK
KAPSAMINA GİRER.
30
DİYANET AYLIK DERGİ
ŞUBAT 2012
• SAYI: 254
pay, Âdem’in ilk oğluna ayrılır. Çünkü o, insan
öldürme çığırını ilk başlatan kişidir.” (Buharî, Cenaiz 33,
Müslim, Kasâme, 27.)
Müminin affı, sağlığı, işlerinin iyiye gitmesi,
Allah'ın onu kaza ve beladan koruması , başarı
vermesi için dua etmek aracılık etmektir. “Hiç şüphesiz en süratli kabul edilen dua, bir müminin bir
mümine gıyabında yaptığı duadır.” (Ebu Dâvûd, Salât,
364; Buharî, Edebü’l-Müfred, No: 623.) “İki dua vardır ki bu
dualar ile Allah arasında perde yoktur. Mazlumun
duası, kişinin Müslüman kardeşinin gıyabında
yaptığı dua.” (Heysemî, Ed'ıye, 17, No:17231.) “Bir kimse
kardeşinin gıyabında dua ettiği zaman melekler,
‘amin, aynısı sana da verilsin’ diye dua ederler.”
(Ebu Dâvûd, Salât, 362.)
İyi veya kötü bir işe aracılık etmek Maide suresinin
2. ayetinde bir başka üslup ile şöyle dile getirilmiştir: "İyilik ve takva üzere yardımlaşın, ama günah
ve düşmanlık üzere yardımlaşmayın."
Bu ayette yüce Allah, "birr" ve "takva" konusunda
yardımlaşmayı, "ism" ve "udvan" konusunda ise
yardımlaşmamayı istemektedir.
"Birr" iyilik, ihsan, itaat etmek ve doğruluk gibi
her türlü iyi, güzel ve faydalı söz, iş, davranış
ve hayır fiilleri işlemeyi; "takva" ise Allah'a isyan
olabilecek söz, eylem ve davranıştan uzak olmayı
ve günahlardan korunmayı ifade eder. Buna göre
Kuran'a ve sünnete uygun olan her türlü söz,
eylem ve davranış konusunda yardımlaşılması
Allah'ın emri olmaktadır. Bu emre uymak, ibadet,
itaat ve sevaptır.
"İsm" her türlü günah, "udvan" ise düşmanlık
ve zulümdür. İşleyene ceza gerektiren, insanı
hayır ve sevaptan alıkoyan söz, fiil ve davranışlar günahtır. Ayette yüce Allah intikam almak,
düşmanlık gütmek, insan haklarını çiğnemek ve
benzeri her türlü günah, zulüm ve düşmanlık
konusunda yardımlaşmayı yasaklamaktadır. Bu
yasağa uymamak günah ve isyandır.
İyi bir işe destek vermek de kötü bir işten alıkoymak da yardımlaşmak ve aracılık etmektir. Şu
hadis-i şerif bu hususu açıkça ifade etmektedir:
“(Ey mümin! Mümin) kardeşine zalim olsun mazlum olsun yardım et.” buyurdu. (Bir sahabî), “Ya
Rasulellah! Mazlum olan kişiye yardım edebiliriz,
fakat zalime nasıl yardım edeceğiz?” dedi. Hz.
Peygamber (s.a.s.), “Zalimin iki elini tutar zulmüne mani olursunuz.” buyurdu. (Buharî, Mezalim, 4, III, 98.)
Müslümanların birbirlerine dua etmeleri, Allah'tan
af ve mağfiret, sağlık ve afiyet, hayır ve hasenat dilemeleri de şefaat-i hasenedir. Çünkü
Peygamberimiz (s.a.s.) müminin mümine yaptığı
duanın kabul edileceğini bildirmiştir.
Ayet ve hadislerden şu hükümleri çıkartabiliriz:
1. Hayırlı ve dinen yapılması mübah olan işlere
aracılık etmek caizdir ve bu iş karşılığında ücret
alınabilir. Çağımızdaki avukatlık, emlakcılık ve
benzeri aracılık hizmetlerini bu kapsamda değerlendirebiliriz.
2. Dinen caiz olan alanlarda kamuya hizmet veren
vakıf, dernek ve benzeri kuruluşlar oluşturmak
ve bunlara katkı sağlamak hayırlı işlere aracılık
kapsamına girer.
3. İçki, kumar, zina, hırsızlık ve benzeri günahların
işlenmesine sebep olan kurum oluşturmak dinen
caiz değildir ve bu kurumlara destek vermek
günah işlenmesine destek vermek ve günahkârlara
yardım etmektir.
4. Ev, daire, arsa, dükkan ve benzeri bir mülkü
günah olan bir faaliyet için bağış yapmak veya
kiraya vermek günaha aracılık etmektir ve dinen
caiz değildir. Söz gelimi dükkânını kumarhane
veya meyhane yapmak isteyen birine kiraya veren
GÜÇLÜ VE HATIRLI KİMSELERİN YAKINLARI
VEYA DOSTLARI İÇİN HAKSIZ OLARAK BİR
İŞ BULMA, SINAV KAZANMA VE BENZERİ
KONULARDA ARACI OLMALARI VE TORPİL
YAPMALARI GÜNAHTIR.
kimse kumara ve içki içilmesine vasıta olmuş,
kumarcı ve içkicilere yardım etmiş, dolayısıyla
günaha girmiş olur.
5. Bir günahı işlemek isteyene yardım etmek, söz
gelimi birine kumar oynamayı, hırsızlık yapmayı, yalan söylemeyi öğretmek veya her hangi bir
günaha destek vermek ve aracı olmak günahtır.
6. Hak, hukuk ve adaletin çiğnenmesine sebep
olan aracılık ve yardımlaşma caiz değildir. Söz
gelimi güçlü ve hatırlı kimselerin yakınları veya
dostları için haksız olarak bir iş bulma, sınav
kazanma ve benzeri konularda aracı olmaları ve
torpil yapmaları günahtır.
Bu tür günahlar, günümüzün modern hukukunda
suça teşvik etmek, suça azmettirmek, suça yataklık
etmek ve suça ortak olmak şeklinde ifade edilmektedir.
Ayetin son cümlesinde geçen "mukît" kelimesi,
"muktedir" yani her şeye gücü yeten veya "hafîz"
yani koruyan, muhafaza eden anlamında Allah'ın
güzel isimlerinden biridir. İyi ve kötü işlere aracılık yapma konusu anlatıldıktan sonra Allah'ın
bu isminin zikredilmesi anlamlıdır. Biz bu ismin
zikredilmesinden şu mesajı çıkarabiliriz: İyi ya da
kötü bir şeye aracılık etsek Allah bunu bilir, korur
ve karşılığını verir. Biz biliyor ve iman ediyoruz ki
Allah'ın iyi şeylere aracılık edenleri ödüllendirmeye, kötü şeylere aracılık edenleri cezalandırmaya
gücü yeter.
Sonuç olarak; aracılık prensip olarak kötü, çirkin
ve yasak değildir; ancak aracılığın meşru, hukuka
ve ahlâka uygun olması gerekir. Bu tür aracılık
Kur'an'da şefaat-i hasene olarak ifade edilmiştir.
Dolayısıyla bu tür aracılık teşvik edilmiştir ve sevabı muciptir. Günaha aracılık olan veya bir insanın
haklarını ihlal eden aracılık ise yasaklanmıştır. Bu
tür aracılık Kur'ân'da şefaat-i seyyie olarak isimlendirilmiştir. Dolayısıyla bu tür aracılık yasak ve
günahtır.
SAYI: 254
• ŞUBAT 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
31
D in-Düşünce-Yorum
Bir şahsiyet tezahürü olarak
konuşma
İnsan, konuşarak meramını
ifade eder ve konuşarak anlaşır. Konuştuklarımız, şahsiyetimizin bizatihi tezahürüdür.
İçerdiği menfi anlam dolayısı ile “İnsan konuşan canlıdır.” demek yerine konuşma,
yaratılmışların en şereflisi ve
mükemmeli olan insanoğlunun en belirgin özelliğidir,
demek daha uygun olur.
Mukadder Arif Yüksel
Çorum/Bayat Müftüsü
Başlı başına bir âlem ve bir
muamma olan insanoğlunu
anlamanın en önemli yolu,
onu konuşturmak ve satır
aralarındaki manayı çözümlemekten geçer. Kendini ifade
etmenin ve başkasını anlamanın başlıca yolu konuşmaktır.
İnsan, içinden geleni aklıyla tasavvur ederek konuşur.
Konuşmayı sağlayan dil ve
ses, anlamlı kelime ve cümlelerin duyulmasını sağlar,
ancak dil ve ses, ifademizin bir nevi servis aracıdır.
Aklımız konuşmanın bilgisini
dağarcıktan, niyetini de kalbimizden kotarır.
BAŞLI BAŞINA
BİR ÂLEM VE BİR
MUAMMA OLAN
İNSANOĞLUNU
ANLAMANIN EN
ÖNEMLİ YOLU, ONU
KONUŞTURMAK VE
SATIR ARALARINDAKİ
MANAYI
ÇÖZÜMLEMEKTEN
GEÇER.
32
DİYANET AYLIK DERGİ
Konuşmada üslup da çok
önemlidir. Kaba ya da yapmacık bir üslup, konuşma güzel
olsa da konuşan hakkında
olumsuz bir izlenim oluşturur. Bunun için “üslubu beyan
ŞUBAT 2012
• SAYI: 254
aynıyla insan” denilmiştir.
Kalbinde arıza olmayanın
dilinden doğru sözler duyulur. Samimi bir üslupla ifade
edilen güzel ve doğru söz
hem konuşana saygınlık
kazandırır hem de dinleyene
huzur verir. Bu sebeple doğru
sözlü olmak için iyi niyetli ve
temiz kalpli olmak da gerekir.
Allah, iman edenlere doğru
konuşmayı emreder:
“Ey iman edenler! Allah’a
karşı gelmekten sakının ve
doğru söz söyleyin.” (Ahzab,
33/70; Ayrıca bkz. Nisa, 4/9.) Ayette
geçen kavl-i sedid tabiri, sözü,
kuşkuya, yanlış anlamaya
mahal bırakmadan abartısız
ve eksiksiz söylemeyi ifade
eder. (Esed Muhammed Esed, Kur’an
Mesajı, s. II/868.)
Konuşması güzel olanlar ve
Kur’an-ı Kerim’e göre güzel
sözlü olduğu için takdir edilenler şunlardır:
“(İnsanları) Allah’a çağıran, salih amel (işi doğru ve
güzel yapmak) işleyen ve ben
Müslümanlardanım diyenden daha güzel sözlü kim
vardır?” (Fussılet, 41/33.) Ayette
bahsi geçen üç güzel sözlüden ilkinin hakkı söyleme,
insanları
İslam’a
davet etme hususiyetine, ikincisinin,
işini doğru ve güzel
yapmasına (Salih
amel, en sade ifadesiyle bir işi içten,
doğru ve usulüne
uygun bir şekilde
yapmaktır.) üçüncüsünün ise şahsiyetli
duruş sergilemesine
vurgu yapılmaktadır. Doğru konuşmayanlara ve sözün
güzelini söylemeyenlere de Allah’ın
uyarısı şöyledir: “Kullarıma söyle, sözün en güzelini söylesinler. Sonra şeytan aralarını bozar.” (İsra,
17/53.) Allah’ın Peygamberimize tavsiye ettiği çeşitli
davet metotlarından biri de “güzel öğüt”tür. (Nahl,
16/125.) Güzel öğüt, gerçekleri güzel takdim etmek,
muhatabı ikna etmede yapıcı, umut verici bir üslup
kullanmak, muhatap ikna olmasa bile en azından
davete saygısını temin edecek bir diyalog kurmaktır.
Hayırlı konuşma, hem doğru hem de güzel olan
bütün sözleri ihtiva eder. Bizzat kendisi doğru ve
güzel sözlü olan Peygamber Efendimiz bu hususta
şöyle buyurmuşlardır:
• “Kişinin boş sözleri terk etmesi Müslümanlığının
güzelliğindendir.” (Nevevi, Kırk Hadis, no:12.)
• “Ademoğlu sabah kalkınca bütün azaları diline
şöyle uyarıda bulunurlar:
Bizim hakkımızda Allah’tan kork! Şüphesiz biz sana
bağlıyız. Şayet sen doğru olursan biz de doğru oluruz. Sen eğilir hata yaparsan biz de hata yaparız.”
(Tirmizi, Zühd, 60.)
En doğru sözü en güzel şekilde tebliğ eden en
mükemmel insanın en veciz sözleri irat etmesinden
daha tabii bir şey olamaz. Peygamberimizin başarısında Allah’ın desteği yanında güzel davranışının ve
güzel konuşmasının da önemli bir payı vardır. (Bkz.
Al-i İmran,3/159.)
Yanlış anlaşılan ve maksadını aşan beyanlar ve
sürç-i lisanlar, bir anlık dikkatsizliğin ve zihin yorgunluğunun bir tezahürü olabileceği gibi şuuraltının
bir yansıması da olabilir. Bazı söz ve deyimler, sahibini tanımlar ve onların sıfatı haline gelir. Niceleri
vardır ki kendisi
konuşurken dinleyenlerin nasıl psikolojik bir eziyete
katlandığını aklına
bile getirmez, dinleyenler de ayıp
olmasın diye dinliyormuş gibi yaparak durumu idare
ederler.
Hz. Ali, “Kişinin
aklına her geleni
söylemesi, aklının
hafifliğine işaret
eder.” der. Her istediğini konuşan, istemediği işitir. Akıllı insan, sözünü söylemeden önce zihninde tartar, sözün gerekli,
faydalı ve yerinde olup olmayacağını ölçer, ondan
sonra muhatabının idrak seviyesine göre düşüncesini beyan eder.
“Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz.” ama söze ve
konuşmaya bakılır. Çünkü bir insanı bütün yönleri
ile tanımak için onu dikkatli dinlememiz gerekir.
Bazen insanların, konuşmaları kadar susmaları,
söyledikleri kadar söylemedikleri de önem arz
eder.
“İnsanlar, kıyafetleri ile karşılanır, sohbetleriyle/
fikirleriyle uğurlanır.” derler. Kişilik hakkında kıyafetin oluşturduğu geçici izlenimi sohbet, ya kalıcı
hâle getirir ya da gerçeğin görüntüden çok farklı
olduğunu ortaya koyar.
Nice bilginler, etkili bir konuşma yeteneğine sahip
olamadıkları için hak ettiği ilgi ve alakayı üzerlerine
çekememiştir. Nice hatipler de etkili konuşma yeteneği sayesinde toplumda bilge ve bilginlerden daha
saygın bir mevki elde etmişlerdir. Hatibin etkili
fakat süslü ve abartılı sözü yanıltıcı olabilir.
Konuşmayı kimin yaptığına, ne dediğine ve ne
demek istediğine de bakmak gerekir. Çünkü en
çok aldatma ve aldanmalar, süslü ve abartılı konuşma neticesinde ortaya çıkar. Hatibin konuşması
kadar sözlerinin nasıl anlaşıldığı da önemlidir.
Sözümüzü, birçok konuda veciz beyanları olan M.
Akif Ersoy’un şu ikazı ile tamamlayalım:
“İhtiyar amcanı dinler misin, oğlum Nevruz! Ne
büyük söyle, ne çok söyle; Yiğit işte gerek, lafı bol,
karnı geniş soyları taklit etme! Sözü sağlam, özü
sağlam ol, ırkına çek.”
SAYI: 254
• ŞUBAT 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
33
D in-Düşünce-Yorum
Beyaz
rahmet
DÜNYA HAYATI, BÜTÜN
ŞARTLARI, İYİLİK VE
KÖTÜLÜKLERİ, KOLAYLIK VE
ZORLUKLARI İLE BİRLİKTE
ANLAM KAZANIR. BAZEN
KABULLENMEK İSTEMESEK
DE BUNU DEĞİŞTİRME
ŞANSIMIZ YOKTUR.
34
DİYANET AYLIK DERGİ
ŞUBAT 2012
• SAYI: 254
D in-Düşünce-Yorum
MODERN İNSAN ÇEŞİTLİ SEBEPLERLE ORTAYA ÇIKAN SIKINTI VE MEŞAKKATİN ÜSTESİNDEN
GELEMEYEN, ONLARA MUKAVEMET EDEMEYEN BİR GÖRÜNTÜ VERMEKTEDİR. O ZAMAN DA
BOLLUK VE BEREKET (RAHMET) OLARAK DEĞERLENDİRMESİ GEREKEN NİMETİ, KENDİSİ İÇİN
GÖNDERİLMİŞ CEZA GİBİ ALGILAMAKTA VE ÖYLE NİTELEMEKTEDİR.
Prof. Dr. İsmail Çalışkan
Cumhuriyet Üniv. İlahiyat Fak.
Allah’ın rahmetinin tabiattaki tezahürleri
“Rahmet”, sonsuz kudret sahibi olan Allah’ın yaratıklarına
gösterdiği derin sevgi, acıma ve şefkattir. Bu öylesine bir sevgi
değil, her an bir yerlerde bir şekilde somut görüngüleri olan
sevgidir. Çünkü ‘rahmet’, Allah’ın güzel isimlerinden olan
Rahman ve Rahîm’in evrendeki tezahürüdür, onun boyutları
ve çeşitleri sayılamaz. Kısaca rahmet; sevgi, acıma ve merhametten doğmuştur. Zorluk ve tehlikelere karşı koruma da bu
anlam çerçevesine dâhildir. Bununla ilişkili olan ‘Anne rahmi’
tabiri, aynı zamanda yeni bir geleceğe, doğuma, taze bir ürüne
‘yatak’ olan yer demektir. Tıpkı yağmurun, karın, baharın yeni
bir geleceği, doğumu ve ürünü müjdelemesi gibi. Birçok ayette, ‘Allah’ın gökten rahmetini indirdiği’, ‘yağmurun ve karın,
yeryüzünde büyük bir yenilenmeye sebep olduğu, insanın
menfaati açısından önemli katkılar sağladığı’, ‘yağmurun yeryüzünde büyük bir temizlik kaynağı olduğu’, ‘rüzgârların aşılayıcı olarak gönderildiği’ belirtilir. (Bkz.: Arâf, 7/57; Enfâl, 8/11; Ra’d, 13/17;
Furkân, 25/48; Neml, 27/63; Kasas, 28/73; Rûm, 30/24, 46, 50; Şûrâ, 42/28; Zuhruf, 43/11.)
Bunlar bize, O’nun şefkatinin yağmur damlaları ve kar taneleri
şeklinde üzerimize boşaldığını gösterir. Dünyanın yapısındaki
ölçü ve denge (kader), bunu gerektirir. Biz istesek de istemesek de, kabul etsek de inkâr etsek de rahmet gelecektir. Çünkü
“Allah, rahmeti kendine mutlak ilke edinmiştir.” (Enâm, 6/12, 54).
O, hem yarattıklarının ihtiyaçlarını karşılar, hem de onların
hesap edemeyeceği nimetleri bahşeder.
İslami dünya görüşü ve Allah tasavvurunda yağmur, kar,
rüzgâr gibi tabiat olayları, Allah’ın birer rahmeti olarak telakki edilmiştir. Her halde onlara niçin rahmet denildiğini uzun
SAYI: 254
• ŞUBAT 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
35
nılıyordu. Diğerlerine
göre ne kadar anlamlı!
İnsan-tabiat ilişkisi
uzadıya açıklamaya gerek yoktur. Suyun hayatımızdaki yerini, yağmurun ve karın dünyanın
doğal dengesinin korunması bakımından önemini
bilmeyen yoktur. Hele hele son bir kaç yıldır gündemden hiç düşmeyen, küresel ısınma, nedenleri
ve doğurduğu sorunlardan haberdar olmayan
yoktur. O halde neden kar yağdığında basında ve kamuoyunda “beyaz kâbus”, “beyaz çile”,
“beyaz kâbus geri döndü”, “beyaz kâbus hayatı
durdurdu” gibi haberler ve konuşmalar işitiyoruz.
Hâlbuki hangi coğrafi bölgede olursa olsun günümüz dünyasında yaşayan insanların bu tür olaylara
şükran-ı nimet kabilinden yaklaşması gerekirken yakınmaları, sızlanmaları ne anlama gelir?
Bir yerde gördüm, yağan bol kara ilişkin haber
ve yorumlarda ‘beyaz bereket’ nitelemesi kulla-
36
DİYANET AYLIK DERGİ
ŞUBAT 2012
• SAYI: 254
İnsan dünyada tek
başına hayat süren bir
varlık değildir, olamaz
da. Bu sadece manevi
anlamda değil, maddi
bakımdan da böyledir.
Bazı materyalist teorilerde insanın dünyada
‘yalnız’ olduğu, Tanrı
tarafından terk edildiği
gibi önyargılar vardır.
Bunlar insanlığın derdine deva olacak cinsten fikirler değildir.
Bugün artık insanın
sosyal ve doğal çevresi
ile birlikte mutlu olabileceği dillendirilmekte,
onun çevresi ile uyumlu yaşaması ve dünyanın bütün varlıklarının
korunması gerektiği
ısrarla vurgulanmaktadır ki doğrusu da
budur. Bütün bunlara
ilaveten evrende insanın manevi anlamda
beraber olduğu varlık
Allah’tır. O, insana iyi
olmayı emreder, iyi olanı telkin eder ve kendisi iyi
olanı yapar.
Elbette içinde yaşadığımız dünya bize hep çiçekler sunmaz, her gün düğün ve bayram kutlaması
gibi geçmez. Dünya hayatı, bütün şartları, iyilik
ve kötülükleri, kolaylık ve zorlukları ile birlikte
anlam kazanır. Bazen kabullenmek istemesek de
bunu değiştirme şansımız yoktur.
Ortaya koymaya çalıştığımız anlayış, insanın tabiata ve tabiat olaylarına bakışını da belirler. Buradan
hareketle, Yaratıcı ile uyumlu ilişkinin insanlarla ve tabiatla olan ilişkilerde pozitif yansımaları
olacağını rahatlıkla söyleyebiliriz. Aksi tutum ve
tavır, bireyin iç dünyasında mini kaoslar meydana
getirebilir. Dolayısıyla hayatın daima iyi ve kolay
olan ne ise onu takdim etmesi gerektiği gibi beklentiler, zor zamanlarda insanın tutum ve davranışlarına hemen yansımaktadır. Bunu günümüzde
birçok vesile ile test etmekteyiz. Modern insan
çeşitli sebeplerle ortaya çıkan sıkıntı ve meşakkatin üstesinden gelemeyen, onlara mukavemet
edemeyen bir görüntü vermektedir. O zaman da
bolluk ve bereket (rahmet) olarak değerlendirmesi gereken nimeti, kendisi için gönderilmiş ceza
gibi algılamakta ve öyle nitelemektedir. Onların
sebeb-i hikmeti üzerinde düşünmeyi nedense
ihmal etmektedir. Şayet bu nokta-i nazardan hareket edecek olursa, her şeyi en uygun, en güzel ve
yerinde yapan (hakîm) Allah’ın bir mesaj verdiğini
keşfedebilir. Dünyada meydana gelen bazı hadiseler, bazen bela ve musibet görünümünde olabilirler. Örneğin bazen yağmur böyle olabilir. (Nûr,
24/43.) Ancak şurasını unutmamak gerekir ki, Allah
insanı musibet görünümündeki tabiat olayları karşısında yalnız bırakmamış, ona akıl gibi üstün bir
nimet vererek büyük lütufta bulunmuştur. Aklını
iyi kullanan toplumların musibet görünümündeki
yıkıcı tabiat olaylarıyla nasıl başarılı bir şekilde
mücadele ettiklerini bugün görüyor ve biliyoruz.
Japon halkı buna en güzel örnektir. Bu bakımdan
musibetlere her zaman bir felaketmiş gibi bakmak
yerine onların insanın aklını ve zekâsını geliştirmesine katkı sağladıkları da düşünülebilir. Çünkü
insanlar kendilerini, zor zamanlarda karşılaştıkları güçlükleri aşmak için çözüm yolları bulmaya
ve bu nedenle de akıllarını daha iyi kullanmaya
zorlarlar. O halde ilahî iradenin bazen kötü gibi
görünen olayların arkasında gizli bulunan bir
iyilik ve hikmetle insana yardımcı olmaya çalıştığını da düşünebiliriz. Demek ki dünya bir cennet
olmadığına göre, insanların tabiat olaylarıyla ilgili
söylemlerinde biraz daha dikkatli olmaları ve optimist bir yaklaşım sergilemeleri gerekir. Dolayısıyla
hiç kimse kendi kusurlarını Allah'a fatura ederek
sorumluluktan kaçmamalı, aklını ve zekâsını en
iyi şekilde kullanarak zahmet gibi görünen hadiselerin rahmet boyutundan istifade etmeye çalışmalıdır.
Asıl sebebi görmemek
Sanırız bu tür olayları doğru değerlendirmenin bir
başka engeli de asıl sebebin görülmemesi veya
görülmek istenmemesidir. Bilindiği gibi yağmur,
kar, fırtına, sel vs. durumlarda önümüze çıkan
engellerin ve yaşadığımız sıkıntıların büyük kısmı
tedbirsizlik, yapılması gerekenlerin zamanında
yerine getirilmemesi ve altyapının hazırlanmamasından kaynaklanır. Bu durumda asıl sebebi görmeden en son konuşulacak şeyi konuşmak pek
de akıl kârı değildir. Şiddetli geçen kış ve yoğun
kar yağışı nedeniyle, yukarıda bazılarına işaret
ettiğimiz yakınma türünden nitelemeler, karşılaşılan zorlukların asıl nedenini gör(e)meyen, dolayısıyla onları başka bir şekilde yansıtan yaklaşımın
göstergesidir. Doğal afetleri bir kenara bırakalım,
normal olaylarda bile yer yer hayatın iflas etme
durumuna geldiğini görünce, modern hayatın çok
gevşek bir yapıya sahip olduğunu düşünürüm.
Dayanıklı hayat ortamlarını ve gereçlerini inşa
etmeden, ‘Tanrı cezası’ kavramını kullanma aceleciliğinin doğru bir tutum olduğu söylenemez.
Böylesi olaylar karşısında peşin ve büyük konuşmak, olayı abartılı ve magazinel hâle getirme isteğinin bir başka versiyonu olarak görülebilir.
İnsan, tabiatla birlikte insandır, hayatı onunla
anlam kazanır. Hem onu hem de diğer varlıkları
yaratan Allah’ın insan hayatına daha büyük bir
anlam kattığında şüphe yoktur. Allah’ın kâinata
ve bu arada bizim yaşadığımız gezegene, daima
teşekkür edilecek imkânlar ve nimetler sunduğu kabul edilmelidir. Böyle yaklaşıldığı takdirde
şikâyetlerimiz, yerini daha iyi bulur.
Çünkü; rahmet beyazdır, beyaz rahmettir.
SAYI: 254
• ŞUBAT 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
37
Aile içinde mutluluk
ve huzurun gerçek
belirleyicisi, eşler
arasındaki uyumdur.
Aile
Aile içi iletişimde
duyarlık
Prof. Dr. Ertuğrul Yaman
Yıldırım Beyazıt Üniv.
([email protected])
A
ile kavramı, nedendir bilmiyorum ama bende her zaman; toplanma, bir
araya gelme, yuvarlak bir halka oluşturma kavramlarını çağrıştırır. Bu
çağrışımda belki de ev kavramı yerine zaman zaman yuva kelimesinin
kullanılıyor olması da etkili olmuştur. Sebebi her ne ise de sonuç itibarıyla aile söz konusu olduğunda, bütün hassasiyetlerim ayağa kalkar,
dikkat kesilirim. Çünkü aile kurumu, Yüce Mevla’nın biz insanlara pek
nezih bir ihsanıdır.
Nitekim bütün kültürlerde evlilik törenleri bir hayli önemsenen törenlerdendir. Her bireyin yeni bir insanla hayatını birleştirdiği, hayat arkadaşını, can yoldaşını bulduğu bu törenler, her türlü hassasiyete değerdir.
Aile; yalnızlıkların son bulacağı, yeni fidanların boy vereceği mükemmel
bir gülistandır. Gülistana girerken destursuzluk yaraşmaz insana.
İşte tam bu noktada, yeni bir yuva kurmaya, yeni bir gül bahçesi inşa
etmeye niyetlenen aile büyüklerinin bütün duyarlıklarını harekete
geçirerek birbirlerine karşı en nazik şekliyle davranmaları şarttır. Zira
evlilik kurumunun temeli pek sağlam atılmalıdır. Burada asli görev ve
sorumluluk dünür ailelerin büyüklerine düşmektedir. Yuvanın büyük
bir rikkatle kurulması, ilişkilerin insan fıtratına uygun sürdürülmesi, yeni
ailenin saadetini belirlemede ilk adımlardandır. İki aile arasındaki anlayış ve uyum, yeni yuvanın imarına ciddi katkılar sağlayacaktır.
Dünür aileler, aralarındaki her türden küçük ya da büyük farklılıklara
rağmen, ortak aklı yakalamada son derece hassas olmak zorundadırlar.
Ailelerin, her şeyden önce, birbirlerinin hassasiyetlerine, farklılıklarına,
istek ve beklentilerine dikkat etmeleri gerekir. Türk toplumunda, dünür
aileler yeni evliler üzerinde ileri derecede etkili olduğu için, dünürlerin
söz ve davranışlarını hassasiyetle düzenlemeleri elzemdir.
İşin özünde hepimiz insan olduğumuza göre, diğer insanlara, canlılara, doğaya, olaylara, değerlere, duygulara, inanışlara, anlayışlara,
algılayışlara… kısacası her konuya karşı hassas olmak zorundayız.
Hassasiyeti yok etmek, duyarsızlaşmak bir anlamda insanlıktan
uzaklaşma eğilimi demektir. Nitekim duyarsızlaşan insanların
bir zaman sonra, hayvani davranışlara kaydığı gözlenmektedir.
Aile;
yalnızlıkların
son bulacağı,
yeni fidanların boy
vereceği mükemmel bir
gülistandır. Gülistana
girerken destursuzluk
yaraşmaz
insana.
Buradaki en önemli püf noktası, insanlığımız konusunda sonuna kadar hassas olabilmektir. İnsanın duygusal ihtiyaçları son
derece önem arz etmektedir. Bu bağlamda, kişilerin her türlü
zevk, renk, inanış ve yaşayış tercihlerine saygı duyabilmektir.
İnsanların çektiği sıkıntıları görmezden gelmek, canlılara karşı
duyarsız kalmak insanca bir davranış değildir. Nitekim duyarsız
olanlara, duyarsız kalınabilir. Unutmamak gerekir ki ayarını bozduğunuz kantar, günü gelir sizi de tartar!
SAYI: 254
• ŞUBAT 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
39
Evin minik faresi, duvardaki
çatlaktan bakarken çiftçi ve eşinin mutfakta bir paketi açtıklarını gördü.
Kendi kendine: “İçinde hangi
yiyecek var acaba?” diye
düşündü. Bir süre sonra gördüğü paketin bir fare kapanı olduğunu anladığında yıkılmıştı.
“Evde bir fare kapanı var! Evde
bir fare kapanı var!” diye bağırarak telaşla bahçeye fırladı.
Minik fareyi telaş içinde gören
tavuk, umursamaz ve bilgiç bir
tavırla başını kaldırdı ve gıdakladı:
“Zavallı farecik... Bu senin
sorunun, benim değil. Bana bir
zararı olamaz küçücük kapanın.” dedi.
Tavuktan destek bulamayan
farecik bu sefer telaşla koyunun yanına koştu ve:
“Evde bir fare kapanı var! Evde
bir fare kapanı var!” diye adeta
çırpındı. Koyun anlayışla karşıladı ama:
“Çok üzgünüm fare kardeş ama
dua etmekten başka yapacağım
bir şey yok. Dualarımda olacağından emin ol” dedi. Minik
fare çaresizlik içinde ineğe
döndü ve:
“Evde bir fare kapanı var! Evde
bir fare kapanı var!” dedi. İnek;
“Bak fare kardeş, senin için
üzgünüm ama beni ilgilendirmiyor.” dedi.
Sonunda farecik, başı önde
umutsuz şekilde eve döndü.
Çiftçinin fare tuzağı ile bir gün
tek başına karşılaşmak zorunda olduğunu anladı. O gece
evin içinde sanki ölüm sessizliği vardı. Minik farecik aç ve
susuzdu. Tam yorgunluktan
gözleri kapanacaktı ki birden
bir ses duyuldu. Gecenin sessizliğini bölen gürültü, fare
kapanından geliyordu.
Çiftçinin karısı, ne yakalandığını görmek için yatağından fırladı ve mutfağa koştu. Karanlıkta
kapana, zehirli bir yılanın kuyruğunun kısıldığını fark edememişti. Kuyruğu kapana kısılan
Aile içinde mutluluk ve huzurun gerçek belirleyicisi, eşler arasındaki uyumdur. Bu bağlamda eşlerin
birbirlerinin hassasiyetlerine karşı duyarlı olmaları
hayatî önem taşımaktadır. Eşlerin ruhsal huzurları
bu sırda gizlidir. Aksi takdirde karı-koca kendilerini aynı çatı altında yaşamak zorunda hisseden
mahkûm psikolojisine kapılabilirler. Yapılacak iş
aslında çok basittir: Eşler, birbirlerinin farklı cins ve
fıtratlara sahip oldukları ve değişik ailelerde yetiştikleri gerçeğinden hareketle hayat yoluna çıkmalıdırlar. Dolayısıyla her türden farklı alışkanlıklar ve
hassasiyetler son derece doğaldır. Karı-koca, kendilerini en doğru kabul edip birbirlerine benzetme
işgüzarlığından vazgeçmek zorundadırlar. Her bir
eşin kendi doğruları olabilir. Önemli olan, dayatılmış tek doğrularda anlaşmak değil; farklı doğruların
olabileceği noktasında uzlaşabilmektir.
Eşler, birbirlerini ikna etmek yerine, anlamaya çalışsalar çok daha huzurlu yaşarlar. Birbirlerine kotalar,
sınırlar koymaktansa özel hassasiyet alanları oluşturmak daha mantıklıdır. Asıl başarı, hassasiyetler
farklı dahi olsa aile içinde ahengi yakalayabilmektir. Buradaki temel püf noktası, eşlerin birbirleri-
40
DİYANET AYLIK DERGİ
ŞUBAT 2012
• SAYI: 254
yılanın canı yanıyordu ve aniden çiftçinin karısını ısırdı.
Çiftçi, karısını apar topar doktora götürdü. Doktor, zehiri
temizledi, yarayı sardı. Çiftçi
karısını eve getirdi, yatırdı.
Karısının ateşi yükseldi ve bir
türlü düşmüyordu. Kadıncağız
ateş ve ter içinde kıvranıp duruyordu. Böyle durumlarda taze
tavuk suyunun gerekli olduğunu herkes bilir, çiftçi de bıçağını alıp bahçeye koştu. Karısı
taze tavuk suyu çorbasını içti,
biraz kendine geldi. Karısının
hastalığını duyan komşular
ziyarete geldiler. Onlara ikram
etmek için çiftçi koyunu kesti.
Çiftçinin karısı gittikçe kötüye
gidiyordu. Yılan, belli ki çok
zehirliydi. Birkaç gün sonra
çiftçinin karısı iyileşemedi ve
öldü. Cenazesine çok sayıda
kişi gelince hepsine yeterli et sağlamak için çiftçi ineği
mezbahaya yolladı. Fare tüm
bu olanları büyük üzüntü ile
duvardaki deliğinden izledi.
nin bam tellerine basmamalarıdır. Hassas noktalar,
ısrarla kaşınmamalıdır. Tam aksine özel noktalara
dokunmamaya bilhassa dikkat edilmelidir.
Eşler, birbirlerinin hassas noktalarını keşfedip ona
göre davranabilirlerse, aralarında muazzam gönül
köprüleri kurulabilir. Karı-kocanın bu yöndeki
başarısı ailenin sigortasıdır. Çünkü eşler, birbirlerinin hassas noktalarına dikkat ederek konuşur ve
davranırlarsa, ayrı düşündükleri hususları bile anlayışla karşılayabilirler. O takdirde de yuvanın her bir
köşesi cennetvari bir bahçe, her bakış pırlantalı bir
gül kadar iç açıcı olabilir. Eğer, eşler birbirlerinin
hassasiyetlerine dikkat etmedikleri gibi, tam aksine
hoşlanılmayan alanlara fütursuzca dalıyorlarsa o
ailede huzur ve mutluluk yıldızlar kadar uzaktır.
Anne-babaların birbirlerine karşı hassas davranmaları, aralarındaki nazik ve adil tavırları çocukların
olumlu ve uyumlu yetişmeleri açısından son derece
önem arz etmektedir. Çünkü çocuklarda hassasiyet kazanma duygusu, özellikle anne-baba ve aile
bireylerinin model duygu ve davranışlarıyla kazandırılmaktadır. Çevrenin tutum ve davranışları da bu
noktada etkili olabilmektedir.
Evlerimizi huzurlu bir yuvaya çevirmek istiyorsak,
Bu dünya nice krallar, nice şahlar gördü! Kimse
herkese ve her şeye değer verelim. Ne yazık ki
kalıcı değil; gelen gidecek, konan göçecek. Bu
bilim, teknoloji ve uygarlık ilerledikçe, insanlık
dünyaya gelenlerden kalan var mı? Ölümsüzlük
değer kaybediyor. Söz ve davranışlar her geçen
beratını alan var mı! Durum böyleyken bunca hadgün kabalaşmakta; insanlar, insanlara, değerlere
sizliğe, kine, nefrete, kibire ve bencilliğe, kabalığa,
ve doğaya karşı git gide duyarsızlaşmaktadırlar.
vurdumduymazlığa ve duyarsızlığa ne gerek var ki!
Dünya’nın merkezine kendimizi ve o süfli çıkarlarıHem bireysel, hem de aile içi hayatımızda bu denli
mızı koyarak insanlığımızı unutmaktayız.
önem arz eden hassasiyet duygusu nasıl kazanıOysa insan duyguları, değerleri ve hassasiyetleri
labilir? Vicdanın sesine kulak verebilmek; empati
kadar insandır. Sevmeyen sevilmez; saymayana
yapabilmek; paylaşma, yardımlaşma ve dayanışma
saygı duyulmaz; hoş görmeyen, hoş görülmez...
duygularına sahip olmak; kitap okumak suretiyle
Asla unutmamak gerekir ki insan bedenen nasıl
başkalarının hayatlarını öğrenmek duyarlık kazangerçekse, ruhen de öyle gerçektir. Duygusal ihtimamızı sağlıyor. Bireysel ve bencil değil; toplumsal
yaçlarımız da biyolojik ihtiyaçlarımız kadar –belki
bir anlayışa sahip olmak, hassasiyet kazanma davdaha da fazla- karşılanmak ister. Nasıl ki beş duyu
ranışını ciddi anlamda beslemektedir
organımızla dış dünyayla iletişim kuruyorsak, duyİnsan ruhunu inceltici duygularla beslenmek, sanat
gularımız aracılığıyla da iç dünyamızla iletişim
ve estetikle iç içe yaşamak da hassasiyet kazankurarız.
ma konusunda önemli ve doğru bir yoldur. Zira
Sonuç itibarıyla duyarlı söz ve davranışlar her
insan, ruhuyla insandır. Ruhumuz da midemiz gibi
açıdan insancıldır ve huzur vericidir. Aile içinde
birtakım gıdalara ihtiyaç duyar. Estetik ve edebî
huzur ve bereket arayanlar, iki cihan saadesanatlar, insan ruhunu huzura kavuştuti arzulayanlar! Yapmanız gereken, iş
ran en temel beslenme kaynaklarıdır.
kendimize ve başkalarına duyduEstetik ve edebî sanatlar, insan
ğumuz saygıyla hassas noktalara
ruhunda her zaman farklı, ulvi
Eşler, birbirlerikarşı duyarlı olmak zorundave derin duygular uyandırmışnin hassas noktalarıyız. Yüce Mevla’mızın emir
tır. Ruhumuzu, gönlümüzü
ve yasaklarına can kulağımıaydınlatacak yeni Yunus
nı keşfedip ona göre davzı vermek; o güzel Nebi’yi
Emrelere,
Mevlanalara,
ranabilirlerse, aralarında
rehber edinmek hususundaÂkiflere hassasiyet kazanmuazzam gönül köprüleri
ki hassasiyetlerimiz başımımak adına çok ihtiyacımız
kurulabilir. Karı-kocanın
zın tacı olmak gerektir. Ve
var. Bu açıdan şiirin, edebionların yüzü suyu hürmetiyatın kısacası sanatın ve külbu yöndeki başarısı
ne bütün yaratılmışlara karşı
türün hem bireysel gelişmeailenin sigortasıdır.
hassas davranmak boynumuzun
mize hem de aile saadetimize
borcu değil de nedir?
büyük katkıları olacaktır.
SAYI: 254
• ŞUBAT 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
41
A ile
Aile içi beklentiler
Mahbup Akyüz
Psik. Danışman ve Rehb. Öğretmeni
H
er anne-baba çocuğuna sunduğu
imkânlar dâhilinde onlardan sorumluluklarını yerine getirmesini bekler, bu
doğru. Çocuklara her şey sonuna dek
sunulmuşken, ebeveynler neredeyse
yemeklerini bile bizzat kendi elleriyle yedirirken yavrularına, “Aman, yeter
ki ders çalışsın.” düşüncesiyle hareket
edip tek bir beklentiyi güçlü tutmak
ne derece uygundur, işte bunun üzerinde düşünmek gerekiyor sanırım.
Velilerimi gözlemlediğimde vardığım sonuç şu ki, biz elimizden geleni o kadar fazlasıyla yapıyoruz ki
çoğu zaman, beklentimiz de çocuğumuzun elinden geleni değil, daha
fazlasını yapması gerektiği yönünde
oluyor. Böyle bir beklentiyi öğrenci
karşılayamadığında ise çatışmalar başta
olmak üzere, anne-babanın yaşadığı
hayal kırıklığı yanında çocuğun yaşadığı “ben yetersizim” duygusu, kaygı gibi
olumsuz sonuçlar ortaya çıkabiliyor.
İnsanın önüne çok rahat sunulan şeyler
basitleşmeye, sıradanlaşmaya başlıyor.
Hâlbuki çocuğa verilen imkânların bir
emek sonucu olduğu ve bir değeri olduğu anlayışını vermek çok da zor olma-
Ebeveynler
olarak çocuklarımızı
iyi tanımak zorundayız ve
onların kendisini tanımasına
da fırsat vermeliyiz. Bu
süreçte biz de hatalar
yapabiliriz.
sa gerek. Son model telefonlar,
için, bazı sorumlulukları ona
�nsanın önüne
zamanında versek daha
İphone’lar, PSP oyunlarının
iyi olmaz mı? Ev işlerinverdiği heyecanı başka bir
çok rahat sunulan
de yardımcı olsa mesela
şeyde göremeyen öğrenşeyler basitleşmeye,
veyahut dışarıdaki bir
cinin, derse başlamakta
kısım alışveriş işlerini
güçlük yaşaması normal
sıradanlaşmaya başlıyor.
o yüklense. Odasını
geliyor bana. Ve sunulan
Hâlbuki çocuğa verilen
kesinlikle o toplaimkânlar dâhilinde hiçbir
sa, dağınık da kalsa
zorlukla karşılaşmayıp tek
imkânların bir emek sonucu
o onun sorumluluğu
zorluğu derslerde yaşayınolduğu ve bir değeri olduğu
altında olsa. Ödevleri
ca, fazla çabalamak için bir
onun yerine yapmasak,
neden de bulamıyor çocuk.
anlayışını vermek çok da
yapmış olmak için yapmaBu anlamda bazı sorumlulukzor olmasa gerek.
sına izin vermesek, çok fazla
ları kademeli bir şekilde vermemüdahil olup bıktırmasak…
li, çocuğumuzun kendisine verilen
imkânların farkında olmasını sağlayaAnne-baba olmak kolay bir mesele
bilmeliyiz. Tabii bunu “bizim zamanımızdeğil, hem de hiç değil. Öncelikle sabır işi;
da böyle imkânlar yoktu, ne zorluklarla okuduk,
fakat burada belirtilen sabır çocuklarımız ne yaparbüyüdük” şeklinde nutuk çekerek yapmamalıyız.
sa yapsın onlara tahammül etmek değil. Sabırlı
Her anne baba çocuğunun başarılı olmasını arzu
eder. Elbette bunun için çocuğun önüne bazı
hedefler koyulmalıdır ancak bu hedeflerin çocuğun
kapasitesi ve yetenekleriyle uyumlu olması çok
önemlidir. Ayrıca derslerini de renkli ve eğlenceli
hâle getirerek bir şeyleri düzeltebiliriz.
Müthiş bir hızla akıp giden hayatımızda birçok şey
anlamlandırılmayı bekliyorken, ruhumuz bu hıza
yetişemeyip geri kalabiliyor. Bu anlamda duraklamaya, sükûnete, manevi boyutta kendimizi tatmine
ihtiyacımız var. Bizim bu noktalardaki dengeli
tutum ve davranışlarımız çocuklarımızı da etkileyecektir. Hayatında maddi alanla manevi alanın
dengesini kurabilmiş bir ebeveyn, çocuklarına da
bu noktada olumlu örnek olacaktır.
İşin bir de evdeki boyutuna değinelim isterseniz.
Çalışma hayatının yorucu ve stresli kısmını atlatıp
dinlenmeye geldiğimiz evimizde çocuklarımızla
geçirdiğimiz vakitler ne kadar anlamlı? Çocuğumuz
bizimle mi yoksa odasındaki bilgisayarla ya da
mp4 çalarla mı vakit geçirmeyi tercih ediyor? Evet,
çocuklarımızdan beklentilerimiz, özellikle dersleri
konusunda yüksek beklentilerimiz var. Ve bunu
hak ettiğimizi düşünüyoruz; çünkü deyim yerindeyse saçımızı süpürge ediyoruz(!). Böyle yaparak
aslında gerçek sorumluluklarımızı yerine getirmiş
oluyor muyuz, bunu bilmiyoruz. Beraber aile toplantıları, ev sohbetleri, akraba ziyaretleri gerçekleştirebiliyor muyuz?
Çocuğumuzun özgüveni yüksek, sosyal, dışadönük ve kendini ifade edebilen bir birey olması
olma (yani sürekli ve gereksiz yere müdahale etmeme), çocuklarımızın hata yapmalarına izin verme
(çünkü insanlar hata yaparak öğrenir) ve onların
birer birey olduklarını kabul etme konusunda.
Ebeveynler olarak çocuklarımızı iyi tanımak zorundayız ve onların kendilerini tanımasına da fırsat
vermeliyiz. Bu süreçte biz de hatalar yapabiliriz.
Özür dilemenin ne kadar güzel bir erdem olduğunu, yaparak-yaşayarak öğretebiliriz. Bilmediğimiz
insanları model almasına kızmak yerine, onlara
model olmanın yollarını arayabiliriz. Bunları başarabildiğimiz ölçüde onlara karşı gerçek sorumluluklarımızı yerine getirmiş oluruz. Çocuklarımızla
yüz-göz olmadan, sevgi-saygı çerçevesi içinde,
önce bir insan yetiştirdiğimiz bilincini onu da katarak yapabilmeliyiz.
Bunları yapmakla iş bitiyor mu, hayır. İletişim noktasında ciddi bir ilerleme kaydettikten sonra, öğrencinin okul hayatına birebir müdahale ederek değil,
iyi bir gözlemci olarak katılmalı, bu anlamda faydalı
bilgiler verebilmeliyiz. Yeri geldiğinde eksikliklerini tamamlamasına yardım ederek, yeri geldiğinde yüreklendirerek, kısa ve uzun süreli gerçekçi
hedefler koyarak ve bunu kendi isteğiyle yapmasına izin vererek sürece katkıda bulunabiliriz. Bu
anlamda hem kendini tanıyan, ne yaptığını bilen,
sorumluluk sahibi, hem de hayata daha güvenle
yaklaşmayı becerebilen bireyler yetiştirmiş oluruz
inşallah. Bu yolda yapmamız gerekenleri en doğru
şekilde yapıp takdiri Allah (c.c.)’a bıraktığımızda
hayırlı sonuçlar alacağımıza yürekten inanıyorum
vesselam.
SAYI: 254
• ŞUBAT 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
43
Müminler ancak
kardeştir
BİR AYET
BİR YORUM
“Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin
arasını düzeltin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki size
merhamet edilsin.” (Hucurât, 49/10.)
Doç. Dr. İbrahim Hilmi Karslı
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi
Bu manada bütün mahlûkâtı meydana getiren unsurlar, bir düzenKtedir.
sizliğe ve fesada yol açmamakta; aksine kendi aralarında uyumlu, ahenkli
âinattaki her bir parça, varlıkta gerçekleşen bütüncül oluşa iştirak etmek-
bir özellik ortaya koymaktadırlar. Kış ilkbaharı hazırlamakta, ilkbahar yazı
müjdelemekte, yaz ise sonbaharı haber vermektedir. Canlılar bitkilere,
bitkiler toprağa, toprak havaya ve suya muhtaçtır.
Tabiatı meydana getiren her bir parça, tek başına anlamsızlığı ve eksikliği
çağrıştırırken, bütüncül oluştaki duruşu ile bir boşluğu doldurmakta ve
estetik bir görünüm kazanmaktadır. Böylece çoklukta birliğe ulaşılmaktadır. Ancak bu birliğe her nesne, kendi özelliği ve öznelliği ile katılmaktadır. Adeta bir enstrümanın çıkardığı münferit seslerin kulağı rahatsız
etmesi, ancak diğer seslerle beraber oluşturduğu ses armonisi ile dinleyenlerin kulaklarında hoş sedalar bırakması gibi bir şey. Evet, farklılığı ve
çeşitliliği içerisinde bütün kâinat aynı şarkının, yani birlik ve beraberliğin,
vahdetin şarkısını terennüm etmektedir.
Müminler
arasındaki
kaynaşma ve
dayanışma
duygusu
herhangi bir
cemiyette
olandan
farklıdır. Bu her
şeyden önce
Allah Teala’nın
müminlere özel
bir lütfudur.
Yüce Yaratıcı
onların kalplerini
telif eder, onları
kardeş yapar.
Tabiat âlemi nasıl ki farklı nesne ve unsurlardan meydana gelmekte ise,
beşerî topluluklar da çeşitli mizaç, huy ve psikolojik eğilimlere sahip
bireylerden oluşmaktadır. Ancak söz konusu bireyler, kendi bencil eğilimlerini aşıp vahdet şuuruna ermedikçe, toplumda birlik beraberlik,
kaynaşma ve dayanışma gerçekleşmez. Güçlü milletler aynı amaç ve
hedef doğrultusunda kafa ve kalplerini birleştirebilmeyi başarabilen topluluklardır.
Varlıktaki vahdet ve dayanışma, tevhide gönül veren müminlerin de
temel bir özelliğidir. Kur’an, müminleri hak ve hakikat uğrunda kenetlenen, birbiriyle dayanışma içerisinde mücadele eden kardeşler topluluğu
olarak anlatır. (Saff, 61/4.) Bunlar birbirine karşı son derece merhametli (Fetih,
48/29.), kendi aralarında alçakgönüllü bir iman topluluğudur. (Maide, 5/54.)
Bir defasında Hz. Peygamber ashabıyla beraber otururken şu sözleri söyler: “Allah’ın şehit ya da peygamber olmayan öyle kulları vardır ki, kıyamet gününde Allah’a olan yakınlıkları nedeniyle peygamberler ve şehitler
onlara gıpta ederler.” Bu sözü işiten sahabiler merakla sordular: “Kim
bunlar, ya Rasulallah?” Allah Rasulü de şu cevabı verdi: “Bunlar, akrabalık
ya da aralarında dönüp dolaşan bir maldan kaynaklanan çıkarları olmaksızın, sırf Allah için birbirlerini seven insanlardır.” (Ebû Dâvûd, Büyû’, 76.)
Müminler arasındaki kaynaşma ve dayanışma duygusu herhangi bir cemiyette olandan farklıdır. Bu her şeyden önce Allah Teala’nın müminlere
özel bir lütfudur. Yüce Yaratıcı onların kalplerini telif eder, onları kardeş
yapar. Nitekim konu ilk müminlerin şahsında şu şekilde dile getirilir: “Ve
(Allah), onların kalplerini birleştirmiştir. Sen yeryüzünde bulunan her şeyi
44
DİYANET AYLIK DERGİ
ŞUBAT 2012
• SAYI: 254
Müminler, kendi aralarındaki ilişkileri zanlara, vehimlere, şeytani dürtülere göre
şekillendirmezler. Aksine onlar arasındaki kardeşlik, irade, azim ve kararlılıkla
sürdürülen bir beraberliktir. Bu, heva ve hevesleri aşan, şeytanî ayartmalara
takılmayan bir özellik ortaya koyar.
verseydin, yine onların gönüllerini birleştiremezdin, fakat Allah onların aralarını bulup kaynaştırdı.
Çünkü O, mutlak galiptir, hikmet sahibidir.” (Enfal,
8/63.) Ayetin aslına bakıldığında, “kalplerin birbirine ülfeti”nden bahsedilmesi dikkat çekicidir. Bu,
müminler arasındaki kardeşliğin şekilde ve zahirde
değil, özde ve derinlerde olduğunu göstermektedir.
lek kuruluşundaki dayanışmaya, ne de aynı bölgeden veya aynı ırktan gelen yahut da aynı ideolojiye
mensup insanların arasındaki beraberliklere benzer. Bahsedilen cemiyet ve gruplaşmalarda dünyevi
hesap ve beklentiler vardır. Ancak iman kardeşliği
etrafında kenetlenen cemaatlerde bunları aşan ulvi
idealler ve yüce değerler söz konusudur.
İslam’dan önce Evs ve Hazreç kabileleri arasında
yıllarca devam eden savaşlar vardı. Aralarında kanlı
çatışmalar olmuş ve her iki tarafın ileri gelenlerinden birçoğu ölmüştü. Düşmanlık duyguları ve intikam hisleri kalpleri sarmıştı. Ancak yıllarca birbirine
diş bilemiş bu kabileler; İslam’a gönül verince Allah
onların kalplerini kaynaştırdı, birbiriyle kucaklaştılar ve kardeş oldular.
İslam kardeşliği etrafında bir araya gelen insanlar,
ferdi farklılıklarını terk etmeden birlik ve beraberliği, toplumsal vahdeti gerçekleştirirler. Yoksa
kişisel yönelişler, şahsi hesaplar, benmerkezci ve
egoist tutumlar şeklinde tezahür etmemelidir. Aksi
bir durum, yani heva ve heveslerini terbiye edemeyenler, bahsedilen İslam kardeşliği için daima bir
problem oluşturmuştur. Bu bakımdan İslam davasının başarısını amaç edinemeyenlerin, “ben” değil
“biz” şuuruna sahip olamayan insanların, toplumsal
vahdeti gerçekleştirmeleri mümkün değildir. İman
davasına gönül verenler için önemli olan şahsi
hesaplarının ve beklentilerinin gerçekleşmesi değil,
İslam davasının muvaffak olmasıdır. Âli olan kişisel menfaatler değil; davanın geleceği ve başarıya
ulaşmasıdır.
Seyyid Kutub’un ifadeleriyle, müminlerin arasında
Allah’tan başka hiç kimsenin gerçekleştiremeyeceği, ilahî akideden başka hiçbir akidenin başaramayacağı bir mucize meydana gelmişti. Nefretle dolu
olan kalpler, o zıt tabiatlar, kardeşlik ve tevazu ile
birbirine sımsıkı sarılan, birbirini seven, birbiriyle
kaynaşan bir kitle haline dönüşüvermişti. (Seyyid
Kutub, Fî Zılâli’l-Kur’ân, 1992/1412, III, 154.)
Kur’an’ın emrettiği kardeşlik, birlik ve beraberlik,
bugün yapıldığı şekliyle sadece iyi niyet, propaganda ve telkinlerle gerçekleşecek bir durum değildir.
Aksine bu, şu ayette belirtildiği şekilde, ilahî değerlere gönülden bağlanmanın ve bu uğurda mücadele etmenin bir neticesi olarak Allah Teala’nın
müminlere bahşettiği bir lütuftur: “Hep birlikte
Allah’ın ipine (İslam’a) sımsıkı sarılın; parçalanmayın. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz
birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi
birleştirmişti ve O’nun nimeti sayesinde kardeş
kimseler olmuştunuz. Yine siz bir ateş çukurunun
tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı.
İşte Allah size ayetlerini böyle açıklar ki doğru yolu
bulasınız.” (Al-i İmran, 3/103.)
Günümüzde insanları bir araya getirmek üzere
kültürel, siyasi ve ekonomik teşkilatlar kurulmakta,
bu uğurda yoğun çabalar ve büyük paralar harcanmaktadır. Fakat bu tür birliktelikleri iman ve İslam
davası etrafında kaynaşıp kardeş olmayla mukayese etmek mümkün değildir. Çünkü insanların kalıp
ve fizik olarak bir araya gelmeleri ile kalp ve gönüllerinin kaynaşması farklı şeylerdir.
Bu özelliği ile bir iman cemiyetini meydana getiren
fertler arasındaki tesanüt ve kaynaşma, ne bir mes-
Müminler arasındaki dostluk ve uhuvvet ilişkisi,
sadece duygusal olarak gerçekleşen bir durum
değildir. İnsanlar arasında beşer fıtratının bir neticesi olarak duygusal ilişkiler olması doğal bir durumdur. Bunlar, insandan insana değişir ve sınırlıdır.
Ancak müminler arasındaki uhuvvet ve velayet
kavramlarının ortaya koyduğu keyfiyet farklı bir
özellik ortaya koyar. Bu, müminler arasındaki müşterek duygu, düşünce ve iman esaslarına bağlı
kalmanın bir neticesidir ve çok daha kapsamlıdır. Müminler, kendi aralarındaki ilişkileri zanlara,
vehimlere, şeytani dürtülere göre şekillendirmezler.
Aksine onlar arasındaki kardeşlik, irade, azim ve
kararlılıkla sürdürülen bir beraberliktir. Bu, heva ve
hevesleri aşan, şeytanî ayartmalara takılmayan bir
özellik ortaya koyar.
Günümüz insanı, ne yazık ki, etnik taassubun,
bölgeciliğin, mezhep ayrımcılığının, tahrik ettiği
kin ve husumetin tuzağına düşmüştür. Her türlü
tefrika, kirli siyasi oyunlar İslam ümmetinin birlik
ve beraberliğini tehdit etmektedir. Bu bakımdan
Müslümanların, Cahiliye’nin taassubundan İslam’ın
kardeşliğine, parçalanmışlıktan birlik ve vahdete
her zamankinden daha fazla ihtiyaçları vardır.
SAYI: 254
• ŞUBAT 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
45
BİR HADİS
BİR YORUM
Prof. Dr. İ. Hakkı Ünal
Din İş­le­ri Yük­sek Ku­ru­lu Üye­si
Söz namustur*
“Siz kendi adınıza bana altı şeyi garanti edin, ben de size cenneti garanti edeyim:
Konuştuğunuzda doğru söyleyin. Vaat ettiğiniz zaman vadinizi yerine getirin.
Size bir şey emanet edildiğinde emanete riayet edin. İffetinizi koruyun.
Harama bakmaktan sakının ve elinizi haramdan çekin.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/323.)
b. es-Sâmit’in Hz. Peygamber (s.a.s.)'den rivayet ettiği bu hadiste
U bâde
bizi, dünyada cennet huzuru içinde yaşatacak, ahirette ise hakiki cennete ulaştıracak yüzlerce salih amelden çok önemli altı tanesi sayılıyor
ve bunlar sevgili Peygamberimiz tarafından cennetin garantisi olarak
gösteriliyor. Bilindiği üzere, hadisteki ilk üç şeyin tersini yapmak, yani
yalan söylemek, sözünde durmamak ve emanete ihanet etmek, Allah
Rasulü’nün münafıklık alameti olarak açıkladığı hususlardır. (Müslim,
İman, 107.) Dolayısıyla hadiste sayılan nitelikler aynı zamanda imanın,
başka bir deyişle iyi mümin olmanın özellikleridir.
Tutmadığımız
sözler için
muhatabımızdan helallik istiyor, elimizde olmayan sebeplerle yerine
getiremediğimiz vaadler
için özür diliyor
muyuz?
46
DİYANET AYLIK DERGİ
ŞUBAT 2012
Bu altı haslet hem bireysel hem de toplumsal ahlakın temel ilkeleridir.
Ahlak daha çok, toplumsal alanda görünür hâle geldiğinde anlamlı
olsa ve olumlu sonuçlar doğursa da, her şeyi görüp bildiğine inandığı bir yaratıcıya görmeden iman eden ve bütün söz ve eylemlerinin,
O’nun kontrolü altında olduğunu bilen bir müminin, bu ahlaki güzelliklere sahip olması için, zuhur edeceği ortam ve fırsatları beklemesi
gerekmez. Çünkü o fıtraten bunların bizatihi güzel olduğunu bildiği,
Allah ve Rasulü’nün emir ve tavsiyelerinin de mutlaka iyi ve güzel
olduğuna inandığı için, güzel ahlâkı benimsemiş ve içselleştirmiştir. Dolayısıyla o, içinde bal olduğunu açıklama ihtiyacı
hissetmeyen, fakat sızıntısından bal küpü olduğu anlaşılan bir
iyilik timsalidir.
Cenneti garanti eden altı ahlaki ilkeden ilk ikisi sözle ilgilidir.
Ahlaki nitelikler sayılırken, çoğumuzun ilk önce aklına gelen
doğru sözlü olmak ve verdiği sözde durmak, ne yazık ki uygulamada fazla başarılı olamadığımız iki husustur. Bu zafiyet Hz.
Peygamber döneminde de görüldüğü için, Cenab-ı Hak müminleri şöyle uyarmıştır: “Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri
niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah
katında büyük gazaba sebep olan bir şeydir.” (Saff, 61/2-3.)
• SAYI: 254
Kişinin, yapmayacağı şeyi söylemesi bir yönüyle yalan, diğer yönüyle sözünde durmamaktır.
Yalanı büyük günahlardan sayan Allah Rasulü
(Buhari, Edeb, 6.), verdiği sözde durmayanlarla ilgili
olarak da sert kıyamet gününde hasmı olarak
saydığı üç grupdan biri olduğunu (Buhari, Büyû’, 106.)
bildirmiştir. Ayrıca, verdiği sözden cayan, anlaşmalarına riayet etmeyen kimseler için mahşer
gününde bir bayrak kaldırılarak, “Bu, sözünde durmayan falan oğlu filanın vefasızlığının
alâmetidir,” şeklinde teşhirde bulunulacağını
haber vermiştir. (Buhari, Edeb, 99.)
Verdiği sözü yerine getirmek, müminin iman
kalitesine işaret eden bir göstergedir. Onun için
Cenab-ı Hak bunu müttakilerin özelliklerinden
saymış, (Bakara, 2/177.); Allah Rasulü de bir hutbesinde, “Cahiliye dönemine ait anlaşmalara riayet
edilmesi gerektiğini, çünkü Müslüman olmanın,
verilen sözlerin arkasında durmayı daha çok
gerekli kıldığını” belirtmiştir. (Tirmizi, Siyer, 30.) Bu
yüzden kendisi, müşriklerle yaptığı anlaşmalara
sadık kalmış ve bu uğurda bazı fedakârlıklara
katlanmayı da göze almıştır. Örneğin, Mekke’de
Müslüman olduğu için hapse atılan ve Hudeybiye
andlaşmasından sonra kaçarak Medine’ye iltica
eden Ebû Basîr’in, andlaşma gereği Kureyşlilerce
geri istenmesi karşısında; “Ey Ebû Basîr! Bu
(müşrik) kavme senin de bildiğin gibi söz verdik.
Dinimizde vefasızlığa yer yoktur. Allah sana ve
seninle beraber olan Müslümanlara bir çıkış yolu
gösterecektir.” (Vâkıdî, Megâzi, 2/625.) diyerek, onu
müşriklere geri göndermek zorunda kalmıştır.
Ebû Basîr kendisini götüren iki kişinin elinden
kurtulmayı başarmış ve Hz. Peygamber’in onun
hakkındaki temennisi gerçekleşmiştir. Hudeybiye
andlaşmasından sonra, Kureyş heyetinin başkanı olan Süheyl b. Amr’ın oğlu Ebû Cendel de
Müslüman olduğu için atıldığı hapisten kaçarak
Müslümanlara sığınmışsa da, Hz. Peygamber
andlaşma gereği onu da babasına iade etmek
mecburiyetinde kalmıştır. (Vâkıdî, Megâzi, 2/608.)
Benzer bir olay, Kureyş’in Peygamberimize elçi
olarak gönderdiği Ebû Rafi’in başından da geçmiştir. Kendi anlatımına göre Hz. Peygamber’i
görür görmez kalbinde Müslüman olma arzusu
beliren ve; “Ey Allah’ın Rasulü! Allah’a yemin
olsun ki ben onlara asla dönmeyeceğim.” diyen
Ebû Rafi’ye Peygamberimiz; “Ben andlaşmayı
bozmam. Kimseyi de zorla alıkoymam. Sen şimdi
dön. Şayet şu andaki duyguların orda da devam
ederse geri gel,” karşılığını vermiş, bunun üze-
rine Mekke’ye dönen
Ebû Rafi’ daha sonra
gelerek Müslüman
olmuştur. (Ebu Davud,
Cihad, 163.)
Verdiği
sözü yerine
getirmek, müminin
iman kalitesine işaret
eden bir göstergedir.
Sevgili
Peygamberimizin
bu uygulamalarından anlıyoruz ki,
verilen sözün muhatabı
düşman bile olsa buna riayet etmek Müslümanın ahlâkındandır. O halde
kendi Müslümanlığımızın ayarını bu mihenk
taşına vurarak tespit edebiliriz. Verdiğimiz
sözleri yerine getiriyor muyuz? Bu sözlerin ne
kadarını atlatma ve oyalama amacıyla kullanıyoruz? Tutmadığımız sözler için muhatabımızdan
helâllik istiyor, elimizde olmayan sebeplerle
yerine getiremediğimiz vaadler için özür diliyor
muyuz?
Ortadoğu ülkelerinden birinde bulunduğum sırada, oradaki bazı Müslümanların tutumlarıyla ilgili
olarak dinlediğim bir tespit, bu ülkeye ticaret
veya başka amaçla gelen gayrimüslim yabancılar,
oradaki Müslümanlarla bir iş görüşmesi yaptıkları zaman, onların, başına inşallah ekleyerek
verdikleri sözlere derhal itiraz ederek, “sakın ha
inşallah’lı olmasın, kesin olsun” diye itiraz ederlermiş. Halbuki İslâm kültüründe, ilgili ayetten
de anlaşılacağı üzere (Kehf, 18/23-24.) hastalık, ölüm,
kaza ve benzerleri gibi, insanın elinde olmayan
ve onun gücünü aşan engeller için ihtiyaten söylenilen ve bu niyetle söylenmesi istenilen, “inşallah= Allah dilerse” tabirini, insanın kendi ihmal
ve kusurlarının bir mazereti gibi kullanmak.
Allah ve Rasulü’nün arzu ettiği insanlık hedefine
uzak kalabildiğimiz gerçeğini gözler önüne sermektedir. Bu, en azından Cenab-ı Hakk’a karşı
yapılan bir bühtandır.
Sonuç olarak burada yorumlamaya çalıştığımız
hadis, doğruluk, ahde vefa, emanete riayet, iffeti korumak, gözü ve eli haramdan alıkoymak
gibi insanı, salt biyolojik varlıktan ahlakî varlığa
dönüştüren, başka bir deyişle insanı Müslüman
kılan değerleri içermektedir. Müslüman kimliğimizi ancak bu değerleri yaşamak ve yaşatmakla
koruyabileceğimizin bilincinde olan ecdadımız,
“söz namustur” diyerek aslında fazla söze hacet
bırakmamışlardır.
* Bu yazı Diyanet Aylık Dergi'nin Temmuz 2007/199. sayısından alınmıştır.
SAYI: 254
• ŞUBAT 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
47
D in görevlisinin hatıra defterinden
Dr. Ali Kumaş
Ağrı/Taşlıçay Müftüsü
“Hoca” olmak
Her insanın hayatında önemli dönüm noktaları
vardır. O anlar insanları aydınlık veya karanlık
ummanlara götürebilir. İşte o anda düşünmek, istişare etmek ve karar vermek çok büyük önem taşır.
2001 yılında ilahiyat fakültesinden mezun olmuştum. Memurluk sınavıyla memleketim olan
Trabzon’un Köprübaşı ilçesinin Düzmahalle
Camii’ne imam-hatip olarak tayinim çıktı. Kendi
kendime şöyle düşünmüştüm: Acaba memleketime gidip imam-hatiplik görevine mi başlasam,
yoksa İstanbul’da kalıp öğretmen mi olsam. Çünkü
İstanbul’da kalmak bana daha cazip geliyordu.
Büyüklerimle yaptığım istişarede derhal memleketime gidip yeni göreve başlamam gerektiği sonucu
ortaya çıktı. Bunun üzerine bavulumu topladım ve
İstanbul’dan da ayrılacak olmamın üzüntüsü içerisinde yola çıktım. Müftülükteki gerekli işlemlerin
ardından görev yerime ulaştım.
Görev yerim olan köye gittim gitmesine de, orada
hiç ummadığım bir tabloyla karşılaştım: Lojman
olarak kullanacağım yer doluydu. Çünkü o yaz
köyün elektrik hatlarını yenilemeye gelen yaklaşık
48
DİYANET AYLIK DERGİ
ŞUBAT 2012
• SAYI: 254
yirmi işçi, benim kalmam gereken eve yerleştirilmişlerdi. Bu nasıl olur düşüncesiyle hemen muhtara koştum ve kendisine:
“Muhtarım! Neden benim kalacağım lojmana,
benim buraya geleceğimi bile bile başkasını oturttunuz?” dedim. Muhtar yaptığı yanlışlığı biliyordu
bilmesine de, başka çaresi de yoktu. Bundan dolayı bir eziklik de yaşıyordu. Başını eğdi ve çaresiz
bir edayla şöyle mukabelede bulundu:
“Hocam! Ne desen haklısın. Fakat benim de başka
çarem yoktu. Köyün muhtarı olarak bir çözüm
bulmam gerekirdi. Siz de burada olmayınca lojmanı kendilerine verdim. Sen de bekârsın. Lojmanın
bir odasını sana ayıralım. O odada kalırsın. Diğer
odaları da işçiler kullansın. Böylece beraber kalırsınız ve büyük bir sıkıntıdan kurtulmuş oluruz.
Fakat kabul etmez, illa çıkmalarını istersen biz
onları oradan çıkartırız. Fakat hem onlar hem biz
zor durumda kalmış oluruz.” Bu cevap üzerine
aslında kızgınlığım daha da artmıştı. İlk önce şöyle
cevap vermeyi düşündüm:
“Muhtarım! Bu yirmi işçinin senin evinin bir bölü-
münde kalmalarını nasıl karşılarsın? Bunları koskoca köyde koyacak başka bir mekân bulamadın
mı? Bir çözüm bulamazsan derhal istifa eder ve
çeker giderim.” Fakat diğer taraftan şöyle düşündüm:
“Ben, artık bir “Hoca”yım. Yani Hz. Peygamber’in
mihrabına, ilmine mirasçı olmuş kimseyim.
Yapacağım her hareket, konuşacağım her söz
şahsımdan daha fazla “Hocalık” karakterini etkileyecektir. Ben böyle yaparsam muhtar benim
hakkımda ve benim temsil ettiğim “Hoca” hakkında ne düşünür? Acaba muhtar, cami ve cemaatten
uzaklaşır mı? Özellikle de işçiler, kendilerini apar
topar kaldıkları yerden çıkartan kişi ve bu kişinin temsil ettiği “Hoca” hakkında ne düşünürler?
Bu davranışım, kendilerini hocadan, camiden ve
cemaatten uzaklaştırır ve hatta nefret ettirir mi?”
Aslında bütün bu soruların cevabı belliydi ve
olumsuz bir durum arz ediyordu.
Muhtar bana bakıyor ve bir cevap bekliyordu. Bir
karar vermeliydim. Nihayetinde o kararı, zor da
olsa bulmuştum. İlk önce kendi kendime: “tevekkeltü ‘alellah” yani “Allah’a güvendim” dedim ve
sonra cevabımı verdim:
“Tamam, kabul ediyorum. Lojmanın bir odasını
hazırlayalım. İşçilerle beraber kalayım. İnşallah
bunda da bir hayır vardır.” Bu cevap üzerine
muhtar teşekkür etti ve doğruca lojmanın yolunu
tuttuk.
İstanbul’daki rahat ortamdan sonra, içinde yirmi
kişinin bulunduğu, tuvalet ve banyonun çok
uygunsuz olduğu, suların ikide bir kesildiği bir
ortama yerleşmiştim. Öncelikle aynı evi paylaştığım işçilerle tanıştım ve şöyle bir neticeyle karşılaştım: İşçilerin hiçbiri namaz kılmıyordu, dinî
hassasiyetleri yoktu ve namaz kılmamak için birçok gerekçeleri vardı. Durum ciddiydi, fakat onları
dışlamadım, azarlamadım ve ağır bir eleştiride
bulunmadım. İmkân bulduğum sürece onlarla
sohbet etmeye çalıştım. Zihinlerindeki soruları
cevapladım. Cami, cemaat ve namazdan uzak kalmanın hiçbir mazeretinin olmadığını kendilerine
anlattım. Aramızdaki samimiyet oldukça iyi bir
seviyeye ulaşmıştı.
Bir yatsı namazında bu işçilerden üçü, camiye
cemaate geldi. Hatta içlerinden birisi de müezzinlik yapabiliyordu. Bu duruma çok sevindim.
Fakat normal bir durum gibi bu sevincimi belli
etmemeye çalıştım. Bir süre sonra artık işçilerin
tümü neredeyse cemaate iştirak ediyordu. Onlarla
ve çeşitli konularda sohbet ediyorduk. Ben onlardan memnundum, onlar da benden... Hatta bazen
ekmek temin edememem sebebiyle bana ekmek
veriyor, birçok defalar pişirdikleri yemekten ikram
ediyorlardı. Daha doğrusu çaresiz kaldığım anlarda imdadıma yetişiyorlardı. Üç ay sonra işçiler
işlerini bitirdiler, helalleşip vedalaştık ve köyden
ayrıldılar.
Başta aynı evi paylaşmak istemediğim bu işçilerin
gitmesine de doğrusu üzüldüm. Artık evde tek
başıma kalmıştım. Başımı iki elimin arasına alıp
şöyle düşündüm: “Bu yirmi kişiden on beşinin
namaz kılmasına vesile oldum. Camiye cemaate
alışmalarını sağladım. Şayet onları evden çıkartsaydım, büyük bir ihtimalle “Hoca”dan nefret
edecekler, cami ve cemaatten daha fazla uzaklaşacaklardı.”
Bu olaydan sonra köyde yaklaşık iki sene görev
yaptım. Daha sonra Akçaabat Darıca Eğitim
Merkezinde İhtisas kursuna başladım. Bu olayın
üzerinden yaklaşık üç sene geçmişti. Bir gün
Akçaabat’ta bir camide namazımı kıldım, dışarı
çıkarken, camiden çıkan birisinin beni beklediğini fark ettim. Yanına gittim. Bir yerden gözüm
ısırmıştı fakat doğrusu çıkaramamıştım. “Hocam!
Tanıyamadınız herhalde.” dedi. “Ben senin vesilenle namaza başlayan ve o günden sonra bir
daha ara vermeyen, Düzmahalle’de lojmanında
kaldığımız elektrik işçilerindenim.” diye sözünü
devam ettirdi. Kucaklaştık ve caminin önündeki
çay ocağına geçtik.
Kalkmadan önce şu unutamadığım sözleri söyledi:
“Hocam! Biz hâlâ senden bahsederiz. Sana dua
ederiz. Bizimle üç ay lojmanını paylaştın ve hiçbir
kötü sözünü duymadık. ‘Gerçek Müslümanlık
böyle olmalıdır.’ diye düşünüyor ve biz de elimizden geldiğince Müslümanlığın gereğini yerine
getirmeye çalışıyoruz.”
Daha sonra ayrıldık. Darıca’ya doğru yürürken
şöyle düşünüyordum: “Hoca olmak! Demek böyle
bir fedakârlıkta bulunmayı ve sorumluluğu yüklüyor bizlere. Bir davranışı sergilerken, bir sözü
söylerken, o söz veya davranışın “Hoca” karakterine zarar verip vermeyeceğini düşünmek... Kişinin
kendi şahsını düşünerek değil, “Hoca” karakterini
düşünerek hareket etmek. Sözle değil, davranışlarla insanlara vaaz etmek. Gerektiği zaman da
çetin fedakârlıklarda bulunabilmek...”
SAYI: 254
• ŞUBAT 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
49
KÜLTÜR - SANAT - EDEBİYAT
Kur’an ve sanat
Mustafa Özçelik
Bütün varlıkların kendi dillerinde hamd ve tespihlerini iade
ettikleri düşünelecek olursa, sanatçının yaptığı olsa olsa bu
kulluk seranadına katılmak olacaktır.
Kur’an yüce Allah’ın sanatının bir eseridir ve
O’nun bir sıfatı da musavvir oluşudur. Şüphesiz,
O’nun sanatı insanınkiyle aynı değildir ama böyle
bir sıfata sahip olması dahi konunun önemini bize
göstermesi açısından önemlidir. Yine Kur’an’ın bir
söz mucizesi olduğunu da bilmekteyiz.
Öte yandan Peygamberimizin de yaşayışı, misyonu, kişiliği ve pek çok kutlu sözü sanat ve estetik
konusunda Kur’an’ın verdiği ruhsatı vermekte,
dolayısıyla bu meselede teorik bir sorunumuz
bulunmamaktadır. Yine tarihe baktığımızda din ile
sanatın iç içeliği bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır. Sanatın hangi sahasını ele alırsak alalım,
pek çok isim, tevhidî sanatın temsilcisi olarak eser
vermiş, Kur’an hakikatinin bu yolla da anlaşılması
hususunda gayret sarf etmiştir.
Öyleyse neden bugün sanata ilgisizlik gibi bir
meseleden söz etmekteyiz. Düne ve bugüne baktığımızda bu meselede kimi haklı hususların da
olduğunu söylemek durumun da kalırız. Şöyle
ki, sanata bakışımız dün ve bu gün ne ölçüde
Kur’an’a uygun bir bakış olmuştur? Bu bakıştaki en
ufak bir sapma dahi esere yansıyacağından genel-
lemeci bir mantıkla sanat, uzak durulması gereken
bir husus gibi telakki edilebilmiştir.
Sözün burasında nakledeceğimiz pek çok ayet
bulunmakla beraber meseleyi öz olarak izah açısından Asr suresine bakmak şimdilik yeterli olacaktır. Sözü edilen surenin ayetleri mealen şöyledir: “Andolsun ki asra, insan ziyandadır gerçekten.
Ancak iman edip salih amel işleyenler, birbirine
Hakk’ı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler
müstesnadır.” (Asr, 103/1-3.)
Bu ayetlerde vurgulanan ilk nokta insanın ziyanda
oluşudur. Bu ifadeyi “İnsanın Allah’tan gafil olması” şeklinde anlayabiliriz. Öyleyse sanat, derin
dikkatlerin, ince hakikatlerin kavranmasının bir
ifadesi olarak insanı “gaflet”e karşı uyarmanın bir
vasıtası olur ki, bu şekilde anlaşıldığında sanat,
müminin salih amellerinden birisi olarak karşımıza
çıkar.
Hakkı tavsiye, sürekli Hak’la beraber olmaya onu
bilmeye, bildirmeye bir çağrı; sabrı tavsiye ise bu
gaflete karşı direnmenin bir yolu olarak görülebilir. Ayrıca Hakk’ı bilmek prensibi sanatçıyı şeytani
ilhamlara ve bilgilere uzak tutacağından sanatçı,
SAYI: 254
• ŞUBAT 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
51
tabii olarak bir tebliğci ve davetçi konumunda
olur. Böylece sanat, insanı doğru olanın katında
tutmanın bir imkânı olarak hayatın her alanında
kendini çeşitli formlarda ortaya koyar. Şiir, musiki,
hat, mimari hepsi aynı anlayış ve bilincin ifadesi
olarak kendi dilleriyle aynı misyonu üstlenmiş
olurlar.
Gerçekten de insanın dünyadaki asıl felaketi,
gaflet hâli içinde oluşudur. Bu durum, fanilik
duygusunu unutmaktan ileri gelir. Tekrar ayetlerin mesajına dönecek olursak, dünyada her şey
fanidir ama bize kendilerini ebedî gerçeklermiş
gibi sunarak bizi dünyanın kirli ırmağına sokmaya
çalışırlar. Varlık ve şekiller aldatıcı oldukları için,
bizi gaflete onlar düşürürler. İşte sanat, insanı bu
tuzaklara düşmeme konusunda uyarıcı bir imkâna
dönüşebilir. Vahdet’i bulma çabası, gaflet perdelerini aralama, varlıklara yansımış sırrı keşfetme
niyeti olarak bizi fıtratımızdaki cevherle yüzleştirir.
Fıtratımızın güzele temayülü de bununla ilgilidir. Sanatın işe güzellik noktasından başlaması
da bundandır. Sanat, insandaki idrak, tefekkür
melekelerini geliştirerek, zihni ve ruhu, ebedî
gerçekleri anlama konusunda hazır hâle getirir.
Bilmekteyiz ki, Allah’ın ayeti olmayan hiçbir şey
yoktur kâinatta. İşte mesela bir şair, ister yıldızlardan bahsetsin, ister denizlerden bize hep ayetlerden söz ediyor demektir. Onun yaptığı, bu gerçekleri, bizim idrak ve his alanımıza sokmasıdır.
Temel anlayışı bu şekilde belirledikten sonra,
sanatçının şu veya bu konuyu, şu veya bu şekilde ele almasının yani biçim ve üslup çok önemli
olmadığını da belirtmeliyiz. Burada esas olan
sanatçının niyeti, İslami bilincidir. Zaten onun
sanat görüşünü dünya görüşü belirlediği için
o, konusuna İslam’ın öngördüğü ahlak, estetik,
insan, hayat hakkındaki değer yargılarıyla bakacak, dolayısıyla eseri İslami olacaktır.
Müslüman sanatçı, nefsinin imarını,
hayatın imarından ayrı düşünemez.
O, hayatın bu meselelerine de aynı
duyarlılıkla yaklaşacak, uyaracak
ve uyandıracak, bozulan bu hayat
ahengini, kirletilen dünyayı eserine
taşıyacak, teşrih masasına yatıracaktır.
52
DİYANET AYLIK DERGİ
ŞUBAT 2012
• SAYI: 254
Müslüman sanatçı, bunu yaparken güzelliği asla
putlaştırmayacak ve fanilik boyutlarından soyutlayarak ebedileştirmeye çalışmayacaktır. Yine,
başkalarından farklı ve özellik gerektiren bir işi
gerçekleştireceği için de asla gurura kapılmayacak
ve “Yaratıcılık” (yoktan var edicilik manasında)
rolüne soyunmayacaktır. Tam aksine hep acizliğini idrak edecek ve kendini Yaratan, kendine bu
özelliği veren Kudret’e teslim olacaktır. Esas olan
niyet ve kulluk bilinci olacağından sanat eseri
sanatkârın hamd ve tespihi olacaktır. Bütün varlıkların kendi dillerince hamd ve tespihlerini ifade
ettikleri düşünülecek olursa, sanatçının yaptığı
olsa olsa bu kulluk serenadına katılmak olacaktır.
Müslüman sanatçının eseri, bu özelliklere ilave
olarak, kâinattaki özel birliği ve ahengi hisseden
ve hissettiren bir eser olacaktır. Yaratıcı ile yaratılmışlar arasındaki bağ, sürekli vurgulanan bir
bağ olacaktır. Burada elbette ki önemli olan, bizi
sanatın götürdüğü yerdir ki, o da sözünü ettiğimiz
birlik fikridir. Böyle bakılınca sanat, sanatçıya has
bir kavram olmaktan çıkar ve hayatın her alanına
teşmil edebileceğimiz bir kavrama dönüşür. Bütün
bu alanlarda sanat, güzellik ve fayda kavramıyla
ufkumuzu açan, idrakimizi genişleten, hislerimizi
bereketlendiren bir olguya dönüşür ki, onu bir
kulluk biçiminde idrakimizin temel esprisi de böylece anlaşılmış olur.
Çizdiğimiz bu çerçeve içinde sanat, demek ki bizi
dünyada tutan ama dünyaya yani gaflete karşı hep
uyaran, bu yüzden dikkatimizi sürekli olarak ilahî
güzellik ve gerçeğe çeviren, ebedîlik özlemimizi
ve fanilik acımızı dillendiren bir vasıtadır. Bu
imkânlarıyla sanat, Kur’an’ı daha iyi anlamamızı
sağlamış olur. Burada Müslüman sanatçının bir tek
şeye ihtiyacı vardır: Müslümanca düşünebilmek ve
duyabilmek... Böyle yaptığında bizi de aynı şekilde düşündürecek ve hissettirecektir.
Bugün, ortada Kur’an gibi bir nimet varken sanat
eserlerimizin verimsizliği sorunu işte bu tefekkür
ve hız imkânından yeterince nasiplenmememizle
ilgilidir. Bu yüzden Kur’an’la bağlarımız ne kadar
güçlü kurulursa sanat alanındaki gelişmemiz de
aynı oranda güçlü olacaktır. Yani mesele bir
iklim meselesidir. İşte bu iklimin kurulmasında
sanatın mutlak idrakle paralel olarak yaşanan
hayata dönük yüzü de önem arz edecektir. Öyle
ya, Allah’ı bulmak, salt kalbî ve zihnî bir mesele
olarak mı kalacaktır? Allah’la aramıza uçurumların
sokulduğu şirk, küfür, isyan ve tuğyan dünyasında
sanat bu meselelerle ilgilenmeyecek midir? Elbette
hayır... Şüphesiz ilgilenecektir.
Müslüman sanatçı, nefsinin imarını, hayatın imarından ayrı düşünemez. O, hayatın bu meselelerine de
aynı duyarlılıkla yaklaşacak, uyaracak ve uyandıracak, bozulan bu hayat ahengini, kirletilen dünyayı
eserine taşıyacak, teşrih masasına yatıracaktır. Bu
bakımdan o, dünya saltanatıyla, zalimle, fasıkla
meselesi, kavgası olan insandır. Yeryüzü, hayırlı
amellerin yurdu olarak algılandığı için o, bu amellere engel olan herkesle ve her şeyle savaşacaktır.
Sanatçı, insana direnmeyi öğretecek, katılaşan
insan ruhu, hayırlı amellerin, estetik bir form içinde icrası ile yumuşayacak, gönül imarını, hayat
ve tabiat imarıyla birlikte yapacaktır. Ama derinliği asla ihmal etmeden, şekil ve suretlere takılıp
kalmadan, benlik davasına kalkışmadan. Burada
sanatın bir de ahlakilik boyutu ortaya çıkmaktadır
ki, sanatçı, kişiliğinde ve eserlerinde bu ilkeyi de
dikkate alacaktır. Böylece bilgili, ahlaklı ve estetik tavrıyla sanatçı, Kur’an gerçeklerinin, mutlak
gerçeklerin anlaşılmasında ve yaşanmasında etki
sahibi olabilecektir.
Sözü bağlamak gerekirse, sanat, Kur’an’da ve
onun tebliğcisi yüce Elçide gereken izni bulabildiğimiz meşru bir faaliyettir. Müslüman sanatçı, insanı, hayatı ve dünyayı İslami perspektifle yorumlayan kişidir. Böylece zihnî ve kalbî gerçekleri
daha iyi algılamamızı sağlayabilecek bir misyonun
insanıdır. Sanat, insanların iman, ibadet ve ahlaklarında olgunlaşmalarında katkı sahibi olabilir.
Sanatçı, bunun için fanilik ve ebedilik kavramlarından yola çıkacaktır. Sanatıyla büyük ve asıl
sanatkârın eserini yorumlayacaktır. Müslüman’ın
sanatı sırf duyguya dayalı değildir. Tefekkür, asla
ihmal edilmeyecek bir olgudur. Müslüman’ın
sanat görüşü, kâinat görüşünden ayrı bir şey de
değildir. Her medeniyetin bir sanatı olacağı için,
Kur’an medeniyetinin de bir sanatı vardır. Sadece
o, niyeti, anlayışı ve amaçları itibarıyla kendine
özgülük taşır. Dünün ve bugünün sanatını harici
düşüncelerden arındırmak, Müslüman sanatçının
belirgin bir vasfıdır. Müslüman sanatçı, sanatı
hayırlı bir amel olarak telakki ettikten sonra meselenin biçimi, mesela şiirin hangi ölçüyle yazılacağı, romanın, hikâyenin İslami olup olmadığı gibi
meseleler kolayca çözümlenecektir. “Yeryüzünde
bulunan her canlı fanidir. Ancak, azamet ve ikram
sahibi olan Rahman’ın zatı baki kalacaktır.” (Rahman,
55/ 26-27.)
SAYI: 254
• ŞUBAT 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
53
KÜLTÜR - SANAT - EDEBİYAT
Yunus Emre’de
birlik ve beraberlik düşüncesi
Vedat Ali Tok
Bugün dünyanın dört bir yanı kaynayan kazan gibi… Zayıf
buldukları ülkelere bir taraftan sıcak diğer taraftan gizli ve
sinsi emellerle soğuk savaş uygulayan güçlü devletlere ve
genelde bütün insanlığa Yûnus’un bu dörtlüğü, asırlar öncesinden verilmiş ulvi bir insanlık mesajıdır.
Tarihçiler Anadolu’nun fethi için 1071’i gösterirler. Anadolu
1071’de coğrafi olarak fethedilmiştir, fakat Anadolu’daki her
kale ayrı ayrı destanları yazılarak fethedilir. Anadolu, Türk
akıncılarının silah zoruyla alınmadı. İmandan yoksun gönüller, Yunusların, Mevlanaların, Hacı Bektaşların fikir ve felsefe
zenginlikleriyle doldurula doldurula alındı. Onların çağrıları,
paslı gönüller için birer billur kaynak oldu. Anadolu onların
sayesinde yavaş yavaş fakat kuvvetle İslamlaştı. Bundan
sonra da ulaşabildiği her yere aldığı bu kimliğin mührünü
vurdu.
Yunus’un yaşadığı 13. asır Anadolu tarihi için hiç de iç açıcı
değildir. Anadolu hayli yorgun, çetin bir hareketlilik içindedir. Batıdan gelen ve yıllar süren Haçlı seferleri Anadolu’yu
perişan etmiş, Doğudan gelen Moğol saldırıları ise ortalığı
karıştırmış, Selçuklu Devleti beyliklere ayrılmış, merkezi
yönetim zayıflamıştır. Vergiler artmış, savaşlar, başkaldırmalar, bölünmeler ülkeyi 13. asırda zor durumda bırakmıştı.
Bu kargaşa içinde her şeye rağmen fetih hareketlerinin
devam etmesi gerekiyordu. Yani Anadolu’nun Türkleşmesi,
İslamlaşması hareketi… Anadolu’da bulunan gayrimüslimlerin yansıra Asya’dan göç ederek Anadolu’ya yerleşen
Türklerin birçoğu Arapça, Farsça bilmiyor, dolayısıyla İslam’ı
iyice öğrenemiyorlardı. Hâlbuki ileride İslam’ın bayraktarlığını yapacak olan Türklerin bu dini iyice tanımaları gerekiyordu. Nitekim öteden bu noktada Türk milleti, çevresinde top-
54
DİYANET AYLIK DERGİ
ŞUBAT 2012
• SAYI: 254
Sevginin sıcaklığı ile
kendinden geçip,
benliğini sevgi
denizinde eriterek,
alev alev yakan Yunus,
Allah’ın evi olan
gönülleri yapmak,
kırılanları tamir etmek
için yaratıldığını söyler.
landığı tarikatlardan faydalanma yollarını aradı.
Ahmed Fakih, Şeyyad Hamza, Sultan Veled gibi
bir kısım şairler Türkçe yazdıkları şiirlerle, nesirlerle, halkı aydınlatmaya çalışıyorlardı. Yunus
Emre, işte böyle bir kültür potasında yetişti.
Yunus Emre’nin Kur’an-ı Kerim’i anlayacak
kadar Arapça, Mevlana’yı anlayacak kadar da
Farsça bildiği muhakkaktır. Yazdığı şiirlere baktığımız zaman onları bir ayet, bir hadis tercümesi şeklinde değerlendirebiliriz. Bir misal olması
açısından onun şu mısralarına bakalım:
Ben bir kitap okudum kalem anı yazmadı
Mürekkep eyler isem yetmeye yedi deniz
Kehf suresi, 109. ayet: “De ki: Rabbimin sözleri
için derya mürekkep olsa ve bir o kadar da ilave
getirsek dahi, Rabbimin sözleri bitmeden önce
deniz tükenecektir.”
Nitekim ben beni bildim
Yakîn bil kim Hakk’ı buldum
Korkum onu buluncaydı
Şimdi korkudan kurtuldum
Hadis-i şerif: Kendini bilen Rabbini de bilir.
Dost sureti gözgüdür
Bakan kendi yüzün görür
Hadis-i şerif: Mümin, müminin aynasıdır.
Bu örnekler o kadar çok ki… Bu şiirler bir tesadüf sonucu ayetlere, hadislere benzerlik göstermemektedir. Yunus’un da asıl maksadı şiirde bir
üstat olmak değildir. Anadolu insanının aydınlatılması ve onları İslamlaştırma idealidir.
O, insanlığa şiir sanatını araç edinmek suretiyle
insanlara rehber olmuş bir derviştir.
Ben gelmedim da’vî için
Beni işim sevi için
Dostun evi gönüllerdir
Gönüller yapmaya geldim
Sevginin sıcaklığı ile kendinden geçip, benliğini
sevgi denizinde eriterek, alev alev yakan Yunus,
Allah’ın evi olan gönülleri yapmak, kırılanları
tamir etmek için yaratıldığını söyler.Yunus’un
gönlü, bütün insanlığı kucaklayan müthiş bir
sevgi çağlayanıdır. İster ki bütün insanlar mesut
olsun. İnsan sevgisinin kaynağı ise sonsuz bir
volkan gibi, içinde coşup patlayan Allah aşkıdır.
Ne kadar açık söyler yaratılmışları Yaratıcısından
dolayı sevdiğini, yani sevgisinin asıl kaynağını:
SAYI: 254
• ŞUBAT 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
55
Yaratılmışı severiz / Yaratandan ötürü
Yunus, yüreğindeki sevgiyi yalnız Allah’a yöneltirken Allah’ın isimlerine mazhar olan bütün yaratılmışları da sevmiştir:
Yetmiş iki millete bir göz ile bakmayan
Halka müderris olsa hakikatte âsîdir
Ona göre değil cümle âlemi, kendi öz kardeşini
bile kardeş görmeyen insanlar Hakk’ı gerçekten
sevemez:
Hakk’ı gerçek sevenlere
Cümle âlem kardeş gelir
İnsanlar arasındaki sevgi ölçüsü Peygamberimiz
(s.a.s.)’in dilinde ne güzel ifade bulmuştur:
“Kendin için istediğini, mümin kardeşin için de
istemedikçe hakiki mümin olamazsın.” Bunun
Yunus’taki ifadesi şöyledir:
Sen sana ne sanırsan ayruğa da onu san
56
DİYANET AYLIK DERGİ
ŞUBAT 2012
• SAYI: 254
O, gönül almayı, gönle girmeyi, gönül vermeyi,
gönül yapmayı düstur edinmiş bir âşıktır. Pekiyi
nedir bu gönül? Nedir bu Yunus’un yüceltip durduğu, kırılması hâlinde ibadetleri bile değersizleştiren gönül?
Gönül Çalab’ın tahtı
Çalab gönüle bahtı
İki cihan bedbahtı
Kim gönül yıkar ise
Gönül yıkan iki cihanda da bedbaht olur, çünkü
gönül Allah’ın tecelligâhıdır, tahtıdır. Bu yüzden
mukaddestir. O halde Yunus “Bir kez gönül yıktın
ise / Bu kıldığın namaz değil” demekte haksız
değildir.
Yunus Emre, inancının gereği olarak gönlü kabalıktan, hoyratlıktan kurtarmaya ve korumaya
çalışırken, aynı zamanda milli birliğe de hizmet
eder. Zira yaşadığı devrin kardeş kavgalarına
kadar varan taht mücadelelilerine sahne olduğu
Kim bize taş atar ise güller nisâr olsun ona
malumdur. Yunus’un sesi ise ellerden silahı attıVurmaklığa kastedenin düşem öpem ayağına
racak ve gönülleri birleştirip kayYunus’un hiç mi düşmanı yoktur?
naştıracak bir feryattı. Anadolu’daki
Sevgiyle mi dolu bütün yüreği?
parçalanmışlık Yunus’un nefesiyle
Yunus’un gönlü,
Hayır, onun da bir düşmanı vardır.
birlik neşesine erecekti. Anadolu
bütün
insanlığı
Bu, kindir. Düşmanlığa düşmanlık
birliğinin fikir ve his planında kurulkucaklayan
eder ve kine kin bağlar Yunus.
ması Yunus ve çağdaşı büyüklerin
müthiş bir sevgi
eseridir. Yine o “Gelin tanış olalım /
Adımız miskindir bizim
çağlayanıdır.
İşi kolay kılalım / Sevelim sevilelim
Düşmanımız kindir bizim
/ Dünya kimseye kalmaz” diyerek
Biz kimseye kin tutmayız
birliğe, beraberliğe çağırır insanları,
Kamu âlem birdir bize
çünkü birlikten kuvvet doğacaktır.
Bu, birlikte bir olmaya çağırış, Anadolu semalarında
Yunus, paramparça bir yurdun birlik ve beraberliyankılanmış; Haçlı seferlerinin, isyanların, Moğol
ğini fikir ve his sahasında sağlamlaştırırken, kendiistilasının ve kaybolan devlet otoritesinin yaralarını
ni, nefsini aradan çekmiştir. İlahî aşkla incelen ve
sarmıştır. Böylece Yunus, bir yandan gönüllere
âdeta kaybolan fani varlığının hiçbir önemi yokimanlı sesiyle şifa sunarken bir yandan da ülkeyi
tur. Taş atana, gülle karşılık verir Yunus. Vurmaya
bütünleştiren manevi bir mimar olmuştur.
kastedenin düşüp ayağını bile öper:
SAYI: 254
• ŞUBAT 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
57
KÜLTÜR - SANAT - EDEBİYAT
Topra¤›n ba¤r›nda
aç›lan kap›
Hayrettin Durmuş
Günün birinde bir tabak kaldırılacak sofradan sessiz sedasız. Belki birkaç gün fazladan bir bardak
taşınacak kahvaltı sofrasına. Gayriihtiyari televizyon kumandasını istemek için başını sana çevirecek sevdiğin. Oysa elektrik lambasını açmak için
anahtara dokunmayacak parmakların. Gün doğacak yine erkenden ama ne aynaya bakabilecek,
ne de aziz olan suya dokunabileceksin. Kitapların
boşuna bekleyecekler seni. Binlerce hakikatin
susup bir tek hakikatin sesinin duyulduğu gün.
Artık onların sayfalarını da çeviremeyeceksin.
Çocukların yetim kaldı zannedecek dostlar ama
binlerce yetimin çığlığını duymayacaklar.
Her gün derinleşecek gurbeti kitaplarının…
Ne diş fırçalama telaşı, ne kravat ütüleme
kaygısı. Gardroptan gömleklerin, vestiyer-
den ayakkabın indirilecek yere ve dünya senin de
pabucunu dama atacak.
En son ne zaman güldüğünü, nerede yemek
yediğini, hangi şiiri okuduğunu konuşacak dostlar bir müddet. Sen kendi başına yapayalnız bir
yolculuğa çıkmış olacaksın çoktan. Gün gelecek
unutulacaksın. Hatta “Bana da bir fatiha yok mu?”
diye bekleyenlerden olacaksın. Kim bilir kaç nesil
eskiteceksin yattığın yerden?
“Yiğit çıplak doğar anadan” deyip selam verdiğin
“bir gölgelik” dünyadan yine yapayalnız döneceksin. Seninle konuşmak için can atanların bile bakmaya çekindiği yüzünü örtecek
beyaz bir bez. Doğarken sırtına geçirilen
ecel gömleğinin farkında olmayanlar şaşkın
En son ne zaman güldü¤ünü, nerede
yemek yedi¤ini, hangi iiri okudu¤unu
konuacak dostlar bir müddet.
Sen kendi ba›na yapayaln›z bir
yolculu¤a ç›km› olacaks›n çoktan.
şaşkın bakacaklar kefenine. Güneşi koynuna alıp
güzel bir bahçeye girmek de var, katran karası bir
dehlizden geçerek kızgın alevleri boylamak da.
Çaren yok. Berberde tıraş olan fani misali yüzünün
yarısının sabunuyla “Önümden çekene, arkamdan
itene bak” diyerek düşeceksin yollara. Süleyman’ın
tahtında uçan halıya binsen, rüzgârlar, kasırgalar
kesecek yolunu. Hüma olsan, turna olsan, kartal
olsan da kırılacak kanatların. Puma adımlarıyla
dolaşsan da dünyayı karıncanın önünde dağ gibi
şişeceksin. Eğer emel küheylanını ehlileştirememişsen, günlerin nal toplamakla geçmişse Yunus
olup çığlık atacaksın. “Muradıma maksuduma
ermezsem / Hayıf bana, yazık bana, vah bana”
diyeceksin. Son pişmanlığın fayda etmediğinin sırrına varırsan “herkes ağladığında sen güleceksin”.
Ölümsüz gerçeği ölmeden bileceksin.
Herkes unutacak, belki sen bile unutacaksın kendini ama seni senden çok düşünen unutur mu hiç?
Ne yolunu gözleyen yavruların, eşin olacak, ne
de senin yolunu gözlediğin biri. Girmek zorunda
olduğun sınav yok. Bitirmeye mecbur olduğun
okul kalmadı. Yapacak bir iş ve çalışacak bir işyeri
yok artık. Fatura kuyrukları tükenecek, bankada
sıra beklemeyeceksin. Sen “her şey geride yarım
kaldı” sanacaksın, “sararacak portakallar var” diye
bekleyeceksin bütün telaşın bitip yeni bir telaşın
başladığı, toprağın bağrına dar bir kapının açıldığı
gün.
Toprağın bağrına dar bir kapı açılmadan vur kazmayı içine...
Ö rnek hayatlar
Mahmud Celâleddin Ökten
(1882-1961)
Mustafa Özdamar
Celal Hoca’nın İmam-Hatip
Okullarında yetiştirmek
istediği insan tipi: Modern
ilimlerle mücehhez, asrın
ihtiyaçlarını müdrik,
tavizsiz fakat müsamahakâr
din adamı’ cümlesiyle
İsmail Kara Arşivi
çerçeveliydi.
60
DİYANET AYLIK DERGİ
ŞUBAT 2012
• SAYI: 254
Bugün millete ve memlekete, milli manevi ve muasır değerlere
yol ve yön veren kadrolar arasında Celal Hoca diye ünlenen
Mahmud Celaleddin Ökten, 1882’de Trabzon’da dünyaya geldi.
Küçük yaşta hafız olduktan sonra ilk ve orta tahsilini burada
tamamladı. Bu arada medreseye de devam ederek oradan da
icazet aldı. 1905 yılında yüksek tahsil için İstanbul’a geldi. Önce
Darülmuallimin’i, daha sonra Darülfünun Edebiyat şubesini
bitirdi. İstanbul’da medrese camiası ile temas kurarak devrin
meşhur üstatlarından hususi dersler aldı. Darülfünun’daki
hocaları ile uzun yıllar devam eden dostluklar kurdu. İlk
resmi görevi 1912’de tayin olunduğu İstanbul Sultanisi Arapça
muallimliğidir. Arapça derslerinin 1926’da kaldırılmasına kadar
devam eden Arapça muallimliği sırasında “Celal Hoca” lakabı
ile anılmaya başlanmıştır. Bu tarihten sonra İstanbul’un muhtelif mekteplerinde Türkçe, Edebiyat ve Felsefe okutmuştur.
1947’de emekliye ayrılan Celal Hoca 1948’de açılan on aylık
imam-hatip kursunun din dersleri öğretmeni ve müdürü olmuştur. 1950 yılında iktidar değişince yedi yıllık İmam-Hatip Okulu
layihasını Milli Eğitim Bakanlığı’na sunmuş ve bu teklif gerçekleşmiştir. Celal Hoca 1951 yılında açılan İstanbul İmam-Hatip
Okulu’nun kurucusu ve ilk müdürüdür. Bu yönüyle İmamHatip Okullarının banisi ve maddi-manevi rehberi olarak kabul
edilir. Bu görevde üç yıl kaldıktan sonra aynı okulda hocalığa
devam etmiş ve buradan 1959’da Yüksek İslam Enstitüsü’ne
tayin olunmuştur. Celal Hoca’nın bu son görevi 1961 sonbaharında rahlesi başında ders hazırlarken gelen ilahî davete icabet
edinceye kadar devam etmiştir. Hayatının olgunluk çağının
başlarında bir nasip alan Celal Hoca, bu nasibi ömrünün sonuna kadar titizlikle muhafaza etmiş, bu şevkle üç kere hac yapmış ve vefatına kadar cami derslerini ihmal etmemiştir.
Bu gayretlerin buğusu içerisinde millete ve memlekete olumlu yönde değişim ve dönüşüm ufku açan
çok renkli bir Celal Hoca Kuşağı ortaya çıkmıştır.
iyi bilen münevver kimseler olarak yetişmelisiniz!
Dindar görüneceğiz diye mutaassıp olmayın! Aydın
desinler diye de dinden taviz vermeyin derdi.
Celal Hoca Kuşağı denilince, Celal Hoca’nın öğütleri, akranları, sonra da onların emek verdiği ikinci
kuşak ve devamı aklıma geliyor benim.
Çok söylerdi bunları, altını çize çize söylerdi.
Taassuba ve onun karşısındaki lakayıtlığa, dine
ilgisizliğe tahammülü yoktu.
Ferdin, cemiyetin, milletin ve insaniyetin, kısaca
büyük insanlık ailesinin ihtiyaç duyduğu her alanda
adam çıkarmıştır bu nesil.
Celal Hoca’nın İmam-Hatip Okullarında yetiştirmek
istediği insan tipi: Modern ilimlerle mücehhez, asrın
ihtiyaçlarını müdrik, tavizsiz fakat müsamahakâr
din adamı’ cümlesiyle çerçeveliydi.”
İnsanları her gün iki cihan azizliğine çağıran, kendilerine gelmeye, kendilerini bulmaya buyur eden
imamdan, müezzinden, vaizden, müftüden tutun
da, mimar, mühendis, hekim, işadamı, ilim adamı,
fikir adamı, sanat adamı ve politika adamına kadar
her dalda adam yetiştirmiştir.
Din-dünya bütünlüğünün bölünmezliğine ikrarı
olan bu kadro, zamanın akışı ve devranın dönüşü
içinde, dinî ve milli değer yargılarından kopanları
ürküten kavi bir uygarlık kuşağı hâline gelmiştir.
Herkesi ve her kesimi iki cihanda da aziz etme
çabası için çalışıp çırpınan bu uygarlık kuşağının
ana hedefi, haklılara haklarını, haksızlara müstahaklarını vermeleridir.
Çok zor bir hedef bu! Celal Hoca ve arkadaşları bu
zorun üstesinden gelecek çok donanımlı, kavi ve
kaliteli bir nesil yetiştirme derdindeydi. Bu derdin
devası neydi? Celal Hoca bu konuda ne diyor ve ne
düşünüyordu? Bu önemliydi.
Celal Hoca’nın en değerli talebelerinden biri olan Prof. Dr. Ahmed
Kahraman, Celal Hoca belgeselini hazırladığım günlerde bana
şunu söylemişti:
Salt kendi kârını değil, herkesin, her kesimin kârını
taşıyan gözü tok, gönlü pek bir kervan bu; çok
şükür, elhamdülillah!
Gayretin boşa gitmedi, gayretin hoşa gitti, gayretin
hedefi yakaladı Celal Hoca; çok şükür, elhamdülillah!
Hâle yola koyduğun kervanın eksiği aksağı yok
değil, elbet var ama onu izale etmeye çalışan yüzü
ak, gözü pek evlatların, hayatın artılar ve eksiler
trafiğinde kaçınılmaz hâle gelen hataları asgariye
indirmek için uğraşıyorlar!
“Modern ilimlerle mücehhez, asrın ihtiyaçlarını
müdrik, tavizsiz fakat müsamahakâr” bir kadro bu
kervan; çok şükür elhamdülillah!
Sadece kendi milletine değil, büyük insanlık ailesinin tamamına huzur, güven ve mutluluk taşıma
misyonuyla yüklü olan bu umut kervanı, vizyonunu geliştirip genişleterek yoluna devam ediyor;
çok şükür, elhamdülillah…
Benim gönlümdeki Celal Hoca Kuşağı, güneşin yedi rengini açığa çıkaran gökkuşağını
andıran “vahdette kesret, kesrette vahdet”
(birlikte çokluk, çoklukta birlik) neşesi
saçan bir kuşaktır. Bu yedi renkle birlikte onların tonlarını da dikkate alan
dikkatli bir kuşak...
İsmail Kara Arşivi
“Celal Hoca bize hep
şunu telkin ederdi: Asrın ihtiyaçlarını müdrik,
şark’ı garb’ı
Şimdilerde böyle bir kervan var yollarda; çok
şükür, elhamdülillah!
SAYI: 254
• ŞUBAT 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
61
HiKMET
PENCERESi
M. Lütfi Arslan
�stiğfar: Yöneliş ve yenilenme
‹stiğfar,
bizim teyakkuz
hâlimizdir, kendimizi
toparlamak, esas duruşa
geçmek, “ne oluyorum” diye
kendini silkelemektir.
Çünkü biz günahları
üzerimize çökecekmiş gibi
duran bir dağ gibi
görürüz.
62
DİYANET AYLIK DERGİ
ŞUBAT 2012
• SAYI: 254
�stiğfarı
hayat tarzı
hâline getirmek
sürekli bir pişmanlık hissi
içnde yaşamak değildir;
istğfarlı hayat gözetim
hissi içinde yaşanan
hayattır.
M
ekke fetholunmuş. Muzaffer
kumandan şehre giriyor. Ama
o kadar mütevazı ki… Başı
önde, yüzü neredeyse devesinin terkisine değecek. Hamd ile Rabbini tespih ve
istiğfar ediyor, çünkü emir öyle gelmiş:
“Allah’ın yardımı ve fetih geldiğinde, insanların bölük bölük Allah’ın dinine girdiklerini
gördüğünde, Rabbini hamd ile tespih et ve
O’na istiğfar et, çünkü O tövbeleri çok kabul
edendir.” (Nasr suresi)
Fatih ve muzaffer elçiye gösterilen adres
budur işte: İstiğfar…
Başarı karşısında gösterilecek tavır bellidir
artık: İstiğfar edeceğiz. Bu, sünnettir. Allah’ın
âlemlere rahmet olarak gönderdiği elçisine
bahşettiği fetih ve yardım karşısında O’ndan
beklediği işte bu yöneliştir. Çünkü her türlü
başarı, güzellik ve iyilik Rab’dendir. Biz kendi
irade ve ihtiyarımızla neticeye ulaşamayız.
Biz sadece irade ve ihtiyar ederiz, Rabbimiz
lutfeder. Nimet ve lütuf karşısında şımarmamak için istiğfar eder, kendimize yönelik
sözde hisseden O’na sığınırız.
İstiğfar, başımızı eğmek demektir; içimizdeki
karanlık yanımızın başarıya ortak olmasına,
dolayısıyla şirke düşmesine engel olmaktır.
İstiğfar, bir tevhit yönelişidir; işleri, oluşları
ve akışları adresine teslim etme firasetidir.
İstiğfar, nefsin, şeytanın ve avanesinin hamlelerine karşı mütehammil kalabilme enerjisidir.
İstiğfar, geldiği gibi tertemiz kalma iradesi
göstermektir. Saf geldik, saf gitmek zorundayız. Hakiki vazife, bu dünyaya nasıl geldiysek öyle gitmeye azmetmektir. İstiğfar bu
yoldaki azığımızdır. Her istiğfar edişimizde,
gök kapılarının ardına kadar açıldığını ümit
ederiz. Gönlümüz aydınlanır, geçmiş, an ve
gelecek düz bir hatta birleşir, tek bir nokta
olur. O noktaya hayatımız sığar, sevabımız
sığar, günahımız sığar, biz sığarız. O noktadan bir pencere açılır, ebedî kurtuluşun
ışığı taşar, o ışık hayatımıza ağar, sevabımıza
SAYI: 254
• ŞUBAT 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
63
ağar, günahımıza ağar. Her istiğfar nur olur, gönül
hanemizi doldurur.
İstiğfardan uzak düştüğümüz her an ise sanki
ötelerle aramızdaki mesafe açılır. O mesafeler
uzar uzar, geçmiş, an ve gelecek birbirinden ayrı
düşer. Geçmiş esef ve pişmanlıkla, an gafletle,
gelecek yeisle bulutlanır. Uzak mesafelerde darmadağın olur, parçalanırız. Her bir parçamıza
sonsuz nedametin karartısı siner. İstiğfarsız biz,
biz olmaktan çıkarız.
İstiğfar, bir titreme hâlidir. Emin değiliz. “Dön
kullarımın arasına, gir cennetime” hitabını işitinceye kadar ne oluruz, ne olacağız, nasıl olacağız
bilmiyoruz. Sürekli istiğfar etmeye mecburuz. O
günahlarımızı toptan affedebilir, amenna; ama
bunun garantisini bu hayatta bize bildirecek yoktur. Bir teyakkuz hâlinde yaşamaya, sürekli uyanık
kalmaya ve bu uyanıklığı da istiğfarın esenliğinde
yapmaya mecburuz.
- Günah işledik ne yapmalıyız?
ŞUBAT 2012
- Ne zamana kadar tövbeye devam etmeliyiz?
-Şeytan yenik düşünceye, sizden ümidini kesip
vazgeçinceye kadar tövbeye devam ediniz.
Biz sürekli istiğfar ederiz.
İstiğfar ederiz, işlediğimiz günahlar için…
İstiğfar ederiz, bulunduğumuz hâlden emin olmadığımız için…
İstiğfar ederiz, nasıl bir geleceğin bizi beklediğini
bilmediğimiz için…
İstiğfar, bizim teyakkuz hâlimizdir, kendimizi
toparlamak, esas duruşa geçmek, “ne oluyorum”
diye kendini silkelemektir. Çünkü biz günahları
üzerimize çökecekmiş gibi duran bir dağ gibi
görürüz.
“Mümin günahlarını bir dağ altında oturup da üzerine dağın hemen çöküvereceğinden korkan bir
- Tövbe edin.
DİYANET AYLIK DERGİ
- Yine tövbe edin.
Abdullah ibn Mes’ud’dan şöyle rivayet olunmuştur:
Hz. Ali’ye sorulur:
64
- Tövbe ettik yine günah işledik.
• SAYI: 254
kimse gibi görür. Facir ise günahlarını burnunun üzerine konup uçmuş
bir sinek gibi görür.”
Hekim ellerini iki yana açarak:
Biz üzüldü mü istiğfar ederiz; acaba
nerede hata yaptık, bilmeden neyi
yanlış yaptık, yoksa bilerek mi yaptık, düşünür, istiğfar ederiz. “Af ya
Rab hata rahına gittiklerime/Bilip
ettiklerime, bilmeyip ettiklerime”
der, mağfiret dileriz.
O esnada orada bulunmakta olan
meczup bir genç söze karışıp:
Biz sevindiğimizde de istiğfar ederiz. Gurur ihtimali mi belirdi, mağfiret dileriz. Başımızın göğe erdiği
zamanlarda başımızı eğeriz. Çünkü
en güzel İnsan ve bir ömür onun
izinde yürüyen güzel insanların yaptığı budur. Onlar ömürlerini istiğfarla yaşamıştır; güzelleşmek, temiz
kalmak, geldiği gibi gitmek isteyenlerin yapacağı da budur işte: İstiğfarı
bir hayat tarzı hâline getirmek...
İstiğfarı hayat tarzı hâline getirmek
sürekli bir pişmanlık hissi içinde
yaşamak değildir; istiğfarlı hayat
gözetim hissi içinde yaşanan hayattır. Gözetim, bir an ayağımız sürçse
de düşsek diye bekleyen düşmanlara karşıdır. Gözetim kendi içimizdeki karanlık yanımıza karşı gözetimdir. Sınırlı bir ömürle, imtihan için
gönderildiğimiz şu hayatta neyi niye
yapmamız gerektiğinin sürekli farkında kalmamız, bunu durup durup
kendimize hatırlatmamız gerekir. Bu
bir tür metafizik gerilim içinde yaşamak demektir. İstiğfarlı hayat metafizik gerilimin merkezinde olduğu
hayattır. Hepimizin hayatlarına pusu
kurmuş düşmanların istiğfarlı hayata
karşı yapacakları bir şey yoktur.
Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri ilâç
yaparken rastladığı bir hekime:
– Ey tabip! Sende benim hastalığıma
da ilâç var mı? dedi.
Hekim sordu:
– Hastalığın nedir?
Bâyezîd Hazretleri:
– Günah hastalığı… cevabını verdi.
– Ben günah hastalığının ilacını bilmem, dedi.
– Baba, senin hastalığının ilâcını ben
biliyorum, dedi.
Bâyezîd Hazretleri de sevinçle:
– Söyle ey delikanlı! dedi.
Halkın meczup gördüğü, ancak
hakikatte bir ârif olan genç, günah
ilacını şöyle tarif etti:
– On dirhem tövbe kökü ile on
dirhem istiğfar yaprağı al! Bunları
kalp havanına koy! Tevhit tokmağı ile döv! İnsaf eleğinden geçir!
Gözyaşlarıyla yoğur! Aşk fırınında
pişir! Böylece oluşacak olan macundan her gün beş kaşık al; hastalığından eser kalmaz!..
Bunları dinleyen Bâyezîd-i Bistâmî,
içini çekti ve:
– Senin gibi âriflere mecnun diyerek
kendilerini akıllı sananlara eyvahlar
olsun! dedi.
On dirhem
tövbe kökü
ile on dirhem
istiğfar yaprağı
al! Bunları kalp
havanına koy!
Tevhit tokmağı
ile döv! �nsaf
eleğinden geçir!
Gözyaşlarıyla
yoğur! Aşk
fırınında
pişir! Böylece
oluşacak olan
macundan her
gün beş kaşık al;
hastalığından
eser kalmaz!..
Şu ifadeleri sabah akşam hatırlayan,
bu ifadelerin sağladığı şuurla hayatını tanzim edene saptırıcılar ve yol
kesiciler ne yapabilir.
“Allahım! Sen benim Rabbimsin.
Senden başka ilah yoktur. Beni Sen
yarattın ve ben Senin kulunum.
İman ve ubudiyetimde gücüm yettiği kadar Senin ahd ü misakın üzereyim. Ya Rabbi! Yaptıklarımın şerrinden Sana sığınırım. Senin bana inam
ve ihsan buyurduğun nimetleri ikrar
ve itiraf ettiğim gibi kendi kusur
ve günahlarımı da itiraf ediyorum.
Rabbim! Sen beni afv ü mağfiret
eyle. Zira Senden başkası günahları afv ü mağfiret edemez, yegâne
Gafûr Sensin.”
İstiğfar eder, kendimize çeki düzen
veririz; istiğfarımız hem hayat tarzımız hem balans ayarımızdır.
SAYI: 254
• ŞUBAT 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
65
UZMAN
GÖZÜYLE
Dr. Mustafa Koç / [email protected]
Evlilikte yapılan yaygın iletişim
yanlışlıkları nelerdir? (I)
“Sizin en hayırlınız eşlerinize karşı en iyi davrananınızdır.” (Hadis-i Şerif)
“�ki farklı kişinin bir bütün oluşturma çabası, elbette ki zor ve sancılı olur.
Ama iyi niyetli çabalar, tartışmayı büyütmez, geçimsizliği önler.” (R. Tausch)
Evlilik; karmaşık, sürekli değişen ve iki kişinin daha
önce hiç karşılaşmadıkları problemleri beraberce
çözmek zorunda oldukları özel bir ilişkiler sistemi olarak tanımlanabilir. Söz konusu bu sistemin
içinde eşlerin yanı sıra, aile yakınları ve çocuklar
da yeni sorumluluklarla birlikte yeni iletişim ağları
meydana getirirler. Dolayısıyla kendine özgü bir
biçimde kurulan bu yeni sistemin içinde elbette
ki çatışmalar, kızgınlıklar ve / veya problemler
ortaya çıkabilir. Dolayısıyla evlilikte yaşanabilecek
bu muhtemel sorunlarla başa çıkabilmek, ancak
doğru iletişim yöntemlerini kullanmakla mümkün
olacaktır.
Hayatın karmaşıklığı içerisinde, tartışma yaşanmayan ve iletişim problemleri olmayan evliliklerin
olduğunu düşünmek çok gerçekçi değildir. Bu bağlamda evlilik hayatında eşler arası iletişim yanlışlıkları ve krizler, daha çok romantik duyguların yaygın
olduğu ilk dönemden sonra gelen kişilik ve güç
çatışmalarının ortaya çıktığı orta ve uzun süreçte
görülür. Genellikle bu dönemlerde yaşanan çatışmalar, çiftlerin ilgilerinin birbirileri üzerinden kayıp
çocuk ve iş yaşamı gibi başka alanlara yönelmesiyle
de ilişkilendirilebilir. Bunun yanı sıra çiftlerden
kadın ve erkekte, kişiliğin üç temel özelliği olan;
(a) düşünce kalıpları, (b) iletişim tarzı ve (c) iletişim
yöntemlerindeki farklılıklar, yukarıda sözü edilen
romantik dönemden sonra ortaya çıkarak aile içi
güç çatışmaları şeklinde kendini göstermeye başlar.
66
DİYANET AYLIK DERGİ
ŞUBAT 2012
• SAYI: 254
Evlilik: Farklı kişiliklerin birlikte yaşam çabaları
Öte yandan evlilik hayatında, çiftlerden kadın ve
/ veya erkeğin geçmişten bugüne getirdikleri rol
modelleri ve kişilikleri aynı değildir. Bu nedenle
aynı olay karşısında birbirlerinden farklı tepkiler
veren çiftler, geçmişten bugüne taşıdıkları yaşam
senaryolarını değiştiremedikleri zaman ‘Neden
eşim benim istediğim gibi davranmıyor? Benim
kurallarıma ve şartlarıma neden uymuyor?’ şeklinde
bir düşünce tarzı geliştirmeye başlarlar. Böylesi bir
düşünme biçimi de, çiftlerin birbirlerini değiştirmeye çalışmalarına yol açar. İşte çiftler arasında evlilikte yapılan yaygın iletişim yanlışlıklarının temelinde
bu türden kişilik çatışmalarının yer aldığı görülür.
Aile yaşamında doğaları gereği erkek ve kadının,
temelde kadın (karı-koca) koca iletişiminden beklentileri birbirinden farklıdır. Bu kapsamda erkek,
bir problem olduğunda kabuğuna çekilerek çözüm
üretmeye çalışır. Yani genellikle erkekler, problemle başa çıkmada çözüm odaklıdırlar. Buna karşın
kadınlar ise, karşılaştıkları problemleri çözmeyi
hedeflemeyip onu eşleriyle paylaşmayı isterler.
Dolayısıyla erkek, iletişimin daha çok ‘bilgi aktarımı’ boyutunu öne çıkarırken; kadın ise, ‘yalnızlığı
giderme ve paylaşma’ boyutunu önemser. Diğer
bir ifadeyle konu, “aile içi iletişimde erkeği sonuç;
kadını ise süreç ilgilendirir” şeklinde formüle edilebilir. İşte tam da bu noktada, eşlerden her iki taraf
da, birbirinin bu yönünü görmezlikten gelirse, evli-
lik ilişkilerinde sürekli iletişim yanlışlıkları ortaya
çıkabilir.
Yukarıdaki psikolojik tablodan hareketle evlilikte
yapılan yaygın iletişim yanlışlıklarını önlemenin
en önemli adımlarından biri, eşlerin, birbirlerine
duydukları ilgi ve sevgilerini, söz ve davranışlarıyla
dışa vurmalarıdır. Zira sevgi ve saygının en iyi anlatımı, içten ilgi göstermektir. Dolayısıyla çiftlerden
birisi, eşinin duygu ve düşüncelerine ne kadar ilgi
gösterirse, ona birey olarak o kadar değer verdiğini
de kanıtlamış olur. Kısacası, sevmek ve sevilmek
duyguları, tüm bireylerde temel bir ihtiyaç olarak
ortaya çıkmaktadır.
Evlilikteki sağlıklı iletişimde altın kurallar
Öyleyse evlilik hayatında, eşlerin yaygın iletişim
yanlışlıklarını yapmayıp birbirleriyle sağlıklı bağlanma tarzları oluşturabilmeleri için şu noktalara
dikkat etmeleri gerekir:
a) Eşlerin, birbirilerinden ne istediklerini tam olarak
bilmeleri gerekir. Dolayısıyla çiftler, birbirlerinden
şikâyet etmeyi bırakıp ne istediklerini ifade ederek
eşlerinin tepkisinden hareketle yollarına devam
etmelidirler. İletişim sürecinde tam olarak neyin
kastedildiği açıklanmalıdır. Örneğin; eşlerden birinin bir köşeye çekilmiş sessiz sessiz durması karşısında, diğer eşin: “sen niye sinirlisin?” yerine “bir
şeye mi sinirlendin?” demesi daha doğru bir yaklaşım olacaktır. Zira bu iletişim örneğindeki “sen
niye sinirlisin?” cümlesinin altında “sen sinirlisin”
düşüncesi yatmaktadır.
b) Eşler, birbirilerini dinlemelidirler. Çoğu zaman
çiftlerin tek istedikleri, eşi tarafından dinlenmek ve
anlaşılmaktır. Bu süreçte ise, “sen” yerine “ben” ifadesi kullanılmalıdır. Örneğin; “hep geç kalıyorsun”
yerine “beklemekten hoşlanmıyorum” veya ‘dağınıksın’ yerine “senin dağıttığın eşyaları toplamaktan
yoruldum” gibi ifadelere yer verilmelidir.
c) Çiftler, birbirilerine karşı anlayışlı olmalıdırlar.
Eşlerden birisi, bir fikri defalarca dile getiriyorsa
‘anlayış’ bekliyor demektir. Mutlaka çiftlerin birbirleriyle aynı fikirde olmaları gerekmez. Dolayısıyla
iletişim yanlışı yapmamaları için sadece birbirilerini
anlamaları yeterlidir.
d) Eşler, herhangi bir problem karşısında iletişim
çatışması yaşadıklarında, sadece çatışmaya konu
olan problemi tartışmalıdırlar. Genelde bir tartışma
sırasında ondan önceki tartışmaların da hesabı
ortaya çıkartılır. Bu durum, işleri daha da zorlaştıracağı için sakıncalıdır. Dolayısıyla eşler, birbirleriyle kurdukları sözsüz iletişimde “sen değerlisin”,
“güvenilirsin” ve “sevilmeye layıksın” mesajlarını
vermelidirler.
e) Çiftler, hislerini değil, tepkilerini kontrol etmelidirler. Çünkü eşler arası iletişimde genellikle çatışmanın nedeni duygu değil, çiftlerin o duygu karşısında verdikleri tepkilerdir.
Öte yandan yine evlilikte yapılan yaygın iletişim
yanlışlıklarına düşmemek için;
a) Çiftler, önemli konuları zamanı ve zemini uygun
olmayan ortamlarda gündeme getirmemelidirler.
Zira eşlerden birinin birinci önceliği belki de o sırada diğer eşin birinci önceliği değildir. Bu sebeple
çiftler, aralarında yaşadıkları herhangi bir problemi
konuşmak için kendileri için uygun olan zamanı beklemelidirler. Yanlış zamanlama yüzünden
çözümlenemeyen problemler, tam aksine zaman
içerisinde büyüyebilir.
b) Çiftler, birbirleri hakkında ön yargılı olmamalıdırlar. Yani aralarında yaşadıkları herhangi bir
problem sebebiyle birbirilerini “peşin hükümle”
yargılayıp haksız ilan etmemeleri gerekir. Örneğin;
“sen anlaşılmazsın” yerine “seni anlamakta zorlanıyorum” demeyi tercih etmelidirler. Bu ifade ile eşin
savunması kırılarak, onun açık olması teşvik edilebilir. Bu bağlamda eşler, birbirilerine söz vermeyi
engellemektense cevap almaya çalışmalıdırlar.
c) Çiftler, birbirleriyle “talimat verme” şeklinde bir
iletişim tarzı kurmamalıdır. Dolayısıyla, birbirlerine
isteklerini iletirken rica ifadeleri kullanmaya özen
göstermeleri gerekir. Zira talimat / emir ile rica
arasında önemli bir fark vardır; teorik olarak talimat
yerine getirilmezse, örneğin; somurtma ve sessizlik
gibi bazı tepkisel cezaları olabilir. Oysa ricanın
cezası yoktur ve belki de bu yüzden rica edildiğinde istekler daha kolay yerine gelir. Ayrıca gerçek
rica, kimseye sorumluluk da yüklemez.
SAYI: 254
• ŞUBAT 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
67
FIKIH
KÖŞESİ
DİN İŞLERİ YÜKSEK
KURULUNDAN
Abdest almaya gücü yetmeyen kimse ne
yapmalıdır?
Abdest almaya gücü yetmeyen ve kendisine yardım
edecek kimsesi de olmayan kişi, teyemmüm ederek
namazlarını kılar. Teyemmüm de yapamayacak
durumda ise, kendisini abdestli gibi kabul ederek,
kılabildiği şekilde namazlarını kılar.
Lens gusle engel midir?
Abdest ve gusülde gözün iç kısmının yıkanması
farz değildir. Zira gözlerin iç kısmını yıkamakta
meşakkat vardır. Ayrıca bu durum gözlere de zarar
verebilir. Bu itibarla lens gözlerin iç kısmına konulduğundan abdest ve gusle engel değildir.
Periton diyalizine giren hastanın abdesti
ne zaman bozulur?
Periton diyalizi böbrek yetmezliği hastalığında kullanılan bir tedavi yöntemidir. Bu yöntemle karın
boşluğuna bir katater yerleştirilir. Bu kataterden
verilen diyaliz sıvıları ile karın boşluğu doldurulur.
Karın zarı bir filtre görevi görür. Kandaki zararlı
madde ve fazla sıvılar karın boşluğundaki sıvıya
geçer. Bu sıvının boşaltılması ile vücutta biriken
fazla sıvı ve zehirli maddeler vücuttan atılır.
Yukarıda izah edildiği şekliyle Periton Diyalizi
uygulanan böbrek hastalarının karın boşluğuna
verilen ve daha sonra dışarı atılan sıvılar vücuttaki
dinen pis sayılan bir nesnenin dışarıya çıkması
hükmündedir. Bu itibarla, idrardan korunma hususunda gösterilen titizliğin, bu su için de gösterilmesi
gerekir. Mezkûr sıvının anlatıldığı şekilde vücut
dışına çıkışı veya çıkarılışı, normal hallerde vücuttan dışarı çıkan dinen pis bir maddede olduğu gibi
abdesti bozar. Elbiseye veya bedene bulaşması
halinde bu kısmın yıkanması gerekir.
Akli dengesi yerinde olmayan kişi gusül
ile mükellef midir?
Kişinin dinen sorumlu olması için, eda ehliyetine
sahip olması gerekir. Eda ehliyetine sahip olabilmek için de akli melekelerinin yerinde olması ve
ergenlik çağına ulaşmış olması şarttır. Bu iki niteliği
taşıyan herkes, dinen sorumlu kabul edilir. Zihinsel
engelliler eda ehliyetine sahip olmadıkları için,
gusül, abdest, namaz vb. dinî vecibelerle yükümlü
değillerdir.
Kalın bağırsak ameliyatından dolayı
abdestini tutamayan kimse ne yapar?
Özürlü kimsenin çamaşırına özür yerinden çıkarak
bulaşan kan, irin, idrar, dışkı, cerahat gibi şeyler
özrü devam ettiği müddetçe namaza engel değildir. Özür hâli devam ettiği için bundan kaçınılması
mümkün değildir. Ancak bunlar elbisesine tekrar
bulaşmayacaksa, temizlenmesi gerekir. Özür sahibi
İdrar torbası kullanmak zorunda olan hastaların abdesti bozulmuş olur mu?
Devamlı burun kanaması, idrarı tutamama, kusma, yaranın devamlı kanaması, kadınlardaki
akıntı gibi abdesti bozan ve en az bir namaz vakti süresince devam eden ve her namaz vaktinde tekrarlanan bedenî rahatsızlıklara özür/mazeret, böyle kimselere de özür sahibi kimse
denilir.
Buna göre; kendisinden devamlı idrar geldiği için idrar torbası kullanmak zorunda olan hastalar, dinî açıdan özür sahibi konumundadırlar. Özür sahipleri, her namaz için vakit çıktığında
abdest almak suretiyle namazlarını kılarlar. Bu abdestle vakit içinde diledikleri kadar farz veya
nafile namaz kılabilirler. Ancak mümkün olduğunca namaza başlamadan önce torbadaki idrarın boşaltılmış olmasına dikkat edilmelidir. Bu nedenle abdeste başlamadan önce idrar torbası
boşaltılmalıdır. Şu kadar var ki, vakit namazı için abdest alındıktan sonra, torba içinde biriken
idrar ile kılınan namaz geçerlidir. Bu özürleri dışında abdesti bozan başka bir hal olmadıkça,
vakit içinde abdestleri devam eder, vakit çıkınca bozulur.
68
DİYANET AYLIK DERGİ
ŞUBAT 2012
• SAYI: 254
insanlar; bir vakit için aldığı abdestle o vakit çıkıncaya kadar bütün ibadetlerini yapabilirler. Mesela:
Öğle vaktinde aldığı abdestle ikindi vaktine kadar
diledikleri kadar namaz kılabilirler. Ancak yeni
bir vakit girdiğinde tekrar abdest almaları gerekir.
Maliki mezhebine göre namaz vakitlerinin girip
çıkmasıyla özürlünün devam eden özründen dolayı
abdesti bozulmaz. Kalın bağırsak ameliyatı olup
da sürekli dışkı çıkaran ya da bir namaz vakti hiç
kesilmeden dışkı çıkarıp, sonra da her namaz vakti
bu özrü en az bir kez tekrarlanan kişi özür sahibi
sayılır.
Bu durumda olan kişinin dışkısı, üzerinde bulunan
bir torbada toplanıyorsa; bu torbayı çıkarıp boşaltmakta önemli bir zorluk yoksa boşaltır. Boşaltması
ciddi anlamda sıkıntı veriyorsa, bu torba vücudunun bir parçası gibi düşünülebilir.
Diş doldurtmak veya kaplatmak abdest
ve gusle engel olur mu?
Tedavi amacıyla diş doldurmak veya kaplatmak caiz olup abdest ve guslün sıhhatine
engel teşkil etmez. Ancak çıkarılıp takılabilen/sabit olmayan dişlerin gusül abdesti
esnasında ağzı yıkarken (mazmaza) çıkarılması gerekir.
Diş dolgusu yapıldıktan ve dolguyu korumak için üstü de kaplandıktan sonra, dolgu
ve kaplamanın dışı, dişin dış kısmı hükmünü
alır. Bu sebeple, ağız yıkanınca, kaplama
yapılan dişler de yıkanmış sayılır. Bu nedenle kişi, gerektiğinde tedavi amaçlı olarak
dişlerine dolgu veya kaplama yaptırabilir ve
abdest ya da gusül alıp, ibadetlerini yapabilir. Yapılan bu işlem tedavi amaçlı ve
zorunlu olduğundan, mezhepler arasında
bir ihtilaf söz konusu değildir.
Diş dolgusu veya kaplaması konusundaki
ihtilaflar, guslün veya abdestin geçerli olupolmayacağı konusuyla alakalı bir durum
değildir. Çıkan dişin yerine bağlandığında
kullanılan tel veya başka bir madde, çok
sıkı bağlanacağı için, suyun altına girmesine
engel olur. Buna rağmen fukaha, kopan dişi
yerine bağlatmanın caiz olduğunda görüş
birliği içindedirler.
Guslederken ve abdest alırken vesvese
sebebiyle organları tekrar tekrar yıkamanın hükmü nedir?
Vesvese, çeşitli sebeplerle insanın yaşadığı kararsızlık, şüphe ve kuruntu halidir. Bu, çoğu kere abdest
ve guslün alınıp alınmadığı, tamam olup olmadığı
ya da bozulup bozulmadığı şüphesi şeklinde ortaya
çıkmaktadır. Gusül ve abdest alan kişinin vesvese
sebebi ile gusül ve abdestini tekrarlaması gerekmez. Hatta kişi bu tür vesveselere itibar etmemeli,
içine doğan şüphe ve tereddüt hallerinin asılsız
olduğunu kendine telkin etmeli, ihtiyaç duyulması
halinde psikolojik tedaviye yönelmeli; ayrıca manevi destek olarak Felak ve Nas Surelerini anlamlarını
da düşünerek okuyup bu halden kurtulmak için
Allah’a dua etmelidir.
Bedenin herhangi bir yerine sürülen
boyalar abdest ve gusle engel midir?
Abdestte ilgili organların, gusülde ise tüm bedenin
yıkanması farzdır. Bu itibarla abdest veya gusülde,
yıkanması gereken uzuvlarda, suyun deriye ulaşmasına engel olacak herhangi bir tabaka bulunmamalıdır. Bu tür maddelerin abdest ve gusülden önce
vücuttan temizlenmesi gerekir. Ancak kına gibi
suyun deriye geçmesine engel olmayan boyalar
abdest ve gusle mani değildir. Zira pek çok hadis,
sahabilerin kına kullandıklarını, Hz. Peygamber
(s.a.s.)’in de kına kullanmayı tavsiye ettiğini göstermektedir.
Kına, ruj, oje ve jöle gibi makyaj malzemeleri abdest ve gusle engel midir?
Abdest ve gusülde yıkanması gereken organların
-zaruret olmadıkça- tamamının hiç kuru yer kalmadan yıkanması gerekir. Buna göre abdest alırken,
yıkanması gereken organlardan birinde kuru yer
kalırsa, abdest sahih/geçerli olmaz. Gusülde ise
vücutta, suyun ulaşabildiği her yerin yıkanması
gerekir. (Mâide, 5/6.)
Bu itibarla, abdest veya gusül alacak kimsenin,
yıkanması gereken organlarında, suyun altına ulaşmasına engel olacak bir tabaka bulunmamalıdır.
Oje gibi vücut üzerinde tabaka oluşturup suyun
bedene ulaşmasına mani olan maddeler abdest ve
gusle engel olur. Bunların abdest veya gusülden
önce giderilmesi gerekir.
SAYI: 254
• ŞUBAT 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
69
İSLAMLA
YENiDEN DOĞANLAR
Prof. Dr. Gary Miller’in
İslam’la tanışma hikâyesi
Prof. Dr. Abdulaziz Hatip
Şu anda Melik Fehd Üniversitesinde Matematik Profesörü
olan Gary Miller, eski bir papazdı ve insanları Hristiyanlığa
çağıran bir misyonerdi. Allah ona İslam nimetini nasip
ettikten sonra bir konuşmasında Müslümanlara şöyle seslenmiş:
Marmara Üniv. İlahiyat Fak.
“Ey Müslümanlar! Eğer sahip olduğunuz nimetin ne kadar
büyük olduğunu gereği gibi bilseydiniz, sizi Müslüman bir
anne babadan dünyaya gönderdiği, Müslüman bir ailede
yetişme fırsatı verdiği ve bu yüce dini üzere büyüttüğü için
Allah’a çok hamd ederdiniz. Peygamberliğin manası, uluhiyetin manası, vahyin, risaletin, dirilişin, hesabın vs.’nin
manası sizin dininizde diğer dinlerdekiyle gök ile yer arası
kadar uzak ve üstündür.”
“Beni bu dine asıl cezbeden husus, iman konularındaki
netliktir. Bu netliği başka hiçbir dinde göremiyorum.”
Nasıl Müslüman oldu?
Beni bu dine
asıl cezbeden
husus, iman
konularındaki
netliktir. Bu
netliği başka
hiçbir dinde
göremiyorum.
70
DİYANET AYLIK DERGİ
Miller, Kitab-ı Mukaddes hakkında çok geniş malumata
sahip bir misyonerdi. Ayrıca matematiği de çok severdi. Bu
nedenle de mantığa ve olayları mantıki bir silsile hâlinde
ele almaya meraklıydı. Bir gün Kur’an-ı Kerim’i okumak
istedi. Amacı, Müslümanları Hristiyanlığa çağırırken yapacağı dinî tartışmalarında kullanabileceği bazı yanlışlıklar
yakalamaktı. O, 14 asır önce yazılmış, çöl vs.’den bahseden köhne bir kitapla karşılaşacağını bekliyordu. Fakat
ŞUBAT 2012
• SAYI: 254
Prof. Dr. Gary Miller’in
üzerinde durduğu bir
ayet de şudur:
onu okudukça hayret ve
şaşkınlığı arttı. Hatta bu
dünyada başka hiçbir
kitapta rastlanamayacak
gerçekler keşfetti.
Hz. Peygamber’in başından geçen ve sinirleri
üzerinde olumsuz etki
bırakan bazı olayları bulacağını sanmıştı. Mesela, değerli eşi
Hatice’nin, kızlarının
ve erkek çocuklarının
hüzün dolu hikâyelerini
okuyacağını zannetmişti. Ne var ki, bunlardan
hiçbir şey bulamadı.
Onu hayrete düşüren
bir husus da, Kur’an’dan
tam bir surenin Hz.
Meryem’in adını taşıması ve Hristiyanların dinî kitap ve İncillerinde
bile rastlanamayacak derecede Hz. Meryem’in
onurlandırılmasıydı. Oysa Kur’an’da ne Aişe ne
Fatıma adını taşıyan bir sure mevcuttu. Yine Hz.
İsa’nın Kur’an’da 25 yerde adının geçtiğini, oysa
Hz. Muhammed’in isminin ise sadece dört yerde
yer aldığını gördüğünde hayreti bir kat daha
arttı. Kur’an’ı daha bir dikkat ve ilgiyle okumaya
başladı. Aklında hep tenkit edilebilecek bir açığı
yakalamak vardı. Fakat sonunda çok önemli ve
ilginç bir ayetle karşılaştı. Bu ayeti okuduğunda
vurulmuşa döndü. Ayet şöyle diyordu:
“Kur’an’ı gereği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer
Kur’an, Allah’tan başkasına ait olsaydı, elbette
içinde birçok tutarsızlıklar bulurlardı.” (Nisa, 4/82.)
“Falsification test”, günümüzde bilinen prensiplerdendir. Bu da, doğruluğu kanıtlanıncaya kadar
ortaya atılan teorilerde yanlış arama veya konuyu
ciddi incelemeye tabi tutma kuralıdır. İlginçtir ki,
Kur’an, Müslüman olsun veya olmasın herkese bu
konuda meydan okuyor. Kendisinde asla bir hata
bulamayacaklarını ilan ediyor.
Dünyada hiçbir yazar böyle bir cüret gösteremez.
Yani bir kitap yazıp da, “Bu kitap her türlü hatadan uzaktır” deme cesaretini gösteremez. Bunun
tek istisnası olarak Kur’an, kendisinde hata ve
tutarsızlık bulunmadığını ve böyle bir şeye asla
rastlanamayacağını söylüyor.”
“Hakkı inkâr edenler
görüp bilmediler mi ki,
göklerle yer bitişik (bir
bütün) idi, onları Biz
ayırdık, hayatı olan her
şeyi sudan yaptık? Hâlâ
inanmayacaklar mı?”
(Enbiya, 21/30.)
Bu ayet 1973 yılında
Nobel ödülü alan bilimsel araştırmanın tam da
konusunu oluşturmaktadır. Söz konusu araştırma Big Bang teorisini
konu alıyordu. Bu teoriye göre şu mevcut evren
içinde uzayın ve yıldızların yer aldığı şu âlem
büyük bir patlama sonucu doğmuştur.
Ayette geçen “ratk” kelimesi bitişik nesne demektir. “Fetk” ise ayrılmış, parçalanmış anlamına gelir.
Sübhanallah! Bu ayete göre de yer ve gökler bir
zamanlar bitişikti. Allah onları birbirinden ayırdı.
Kur’an’ı meydana getirmede Hz. Muhammed’e
şeytanların yardımcı olduğunu ileri süren iddiaya
cevap olarak da Kur’an şöyle buyurur:
“Kur’an’ı asla şeytanlar indirmiş değildir. Bu onların yapacağı iş değildir! Hem isteseler de buna
güçleri yetmez. Çünkü onlar vahyi işitmekten
kesinlikle menedilmişlerdir.” (Şuara, 26/210-212.)
Başka bir ayette de Kur’an okunduğunda şeytandan Allah’a sığınılması istenir:
“Kur’an okuyacağın zaman, o kovulmuş şeytandan Allah’a sığın.” (Nahl, 16/98.)
Şeytan bir kitabın yazımında yardımcı olup da
ardından, o kitap okunduğunda kendisinden
Allah’a sığınılmasını isteyebilir mi?
Bu ayetler de bu eşsiz Kitab’ın icaz yönlerinden
biridir. Asırlar öncesinden bu konuda ortaya atılacak iddialara son derece mantıki cevaplar vermiştir.
Mukaddes denilen dinî kitaplar arasında bu üslupla söz söyleyebilen başka bir kitap yoktur. Diğer
SAYI: 254
• ŞUBAT 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
71
tüm kutsal kitaplar, nereden geldiğini belirttikleri
birtakım malumatlardan meydana gelmektedir.
Mesela, tahrif edilmiş İncil, eskilerin kıssalarını
anlatırken der ki: “Falan kral falan yerde yaşadı.
Falan komutan filan yerde filan savaşı yaptı, falan
şahsın şu kadar çocukluğu var, çocuklarının adları
şunlar şunlardı vs.”
Yine kitaplar genellikle, “Daha fazla bilgi istiyorsan, falan veya filan kitabı da okuyabilirsin” derler.
Bu da o kitabın onlardan da istifadeyle hazırlandığını gösterir.
Kur’an ise böyle değildir. O, okuyucusuna bir bilgiyi verir ve bunun yeni bir bilgi olduğunu söyler.
Hatta bu bilginin insan aklının ürünü olmadığından emin olman için araştırma yapmanı önerir.
Mesela, gayet ilginçtir ki, Kur’an’ın indiği dönemde Mekke halkı Kur’an’ın ve onun verdiği bazı
bilgilerin yeni olduğuna, ne Hz. Muhammed’in ne
de kavminin bilmediğine ilişkin meydan okuyucu
iddiasını tekrar tekrar dinledikleri halde, çıkıp
şunu diyememişlerdir:
“Bunun neresi yeni? Biz bunu zaten biliyorduk!”
Böyle diyemedikleri gibi, Kur’an için makul bir
beşerî kaynak da gösterememişlerdir. Çünkü
Kur’an’ın verdiği bilgiler gerçekten yeni ve orijinaldi. İnsan aklının ürünü olamazdı. Geçmişi,
72
DİYANET AYLIK DERGİ
ŞUBAT 2012
• SAYI: 254
geleceği ve şimdiki zamanıyla gaypları bilen
Allah’tan geliyordu.”
Prof. Dr. Miller, Müslüman olduktan sonra birçok
makale kaleme aldı. Bunlardan birkaç tanesinin
adı şöyledir: “Hristiyanlığa Kısa Bir Reddiye”,
“Kur’an’ın Büyüklüğü”, “Hz. İsa’nın Tanrılığı
İddiasına Karşı Bazı Düşünceler”, “Müslüman’ın
İnanç Esasları”, “İncil ile Kur’an Arasındaki Fark”,
“Misyonerlik Hristiyanlığı”.
Prof. Dr. Miller, Kur’an-ı Kerim’i “Büyük” olarak sadece Müslümanların nitelemediğini, onun
büyüklüğünü gayrimüslimlerin bile itiraf ettiğini,
hatta bazıları İslam’a azılı düşman olduğu halde
böyle bir itiraftan kendilerini alamadıklarını belirtir.
Ayrıca, Kur’an’ın, öyle bazılarınca ileri sürüldüğü
gibi çölde inen ve sadece çöl hayatından bahseden bir kitap olmadığını, bu iddiada bulunanların
Kur’an’ı okuduklarında onun konularının zenginlik ve renkliliği karşısında hayrete düştüklerini söyler. Mesela, Kur’an’ın denizi, denizdeki
fırtınaları ve denizde yolculuk yapanların ruh
halini anlatan ayetlerini okuyan bir denizcinin,
önce Hz. Muhammed’in denizci olduğunu zannettiğini, gerçeği öğrendiğinde ise, Kur’an’ın Hz.
Muhammed’in sözü değil, Allah’ın kelamı olduğunu anlayarak Müslüman olduğunu anlatır.
Prof. Dr. Miller’e göre, Kur’an-ı Kerim bir beşer
olan Hz. Muhammed’in aklının ürünü olsaydı,
o sıralarda aklından geçen, zihnini meşgul eden
ve hayatını etkileyen olay, şahıs ve duyguları
yansıtması gerekirdi. Oysa acı tatlı pek çok olay
yaşadığı, felaketler gibi mutluluklar da gördüğü
halde, bunlar Kur’an’da yer almamaktadır. Mesela,
sevgili eşi Hz. Hatice’nin vefatı, Hz. Fatıma hariç
tüm çocuklarının vefatı gibi acı olaylara Kur’an’da
hiç yer verilmemekte, hatta bunlardan hiçbirinin
adı bile geçmemektedir.
Kur’an’ın eşsiz bir özelliği ve mucizelik yönü de,
kendinden son derece emin olması ve söyledikleri konusunda şüphesi olanların, verdiği bilgileri
araştırması ve özellikle o konuda gerçek ilim ehli
olanlara sormasını önermesidir. “Bilmiyorsanız
zikir ehlinden sorun.” (Enbiya, 21/7.) ayeti bunun ifadesidir.
daki bir insanın ürünü olamayacağı ve vahiy kaynaklı olması gerektiğini söylediğini belirtir. Hatta,
Dr. Muir’in bu tespitlerinin Kanada’daki gazetelere
de manşet olduğunu, söz konusu manşetlerden
birinin, “Eski bir kitapta bulunmuş müthiş bir
gerçek!” şeklinde atıldığını ifade eder. Ona göre
Kur’an’da bunun gibi daha birçok konu var. Her
birisini tek tek ele almak için uzun araştırmalara
ihtiyaç vardır.
Prof. Dr. Gary Miller’in, şu tespiti de oldukça çarpıcıdır:
“Yeni Katolik Ansiklope-disinde Kur’an’la ilgili
bir maddede aynen şöyle demektedir: ‘Geçmiş
yüz yıllar boyunca Kur’an’ın kaynağıyla ilgili pek
çok teoriler ileri sürüldü. Bugün bunlardan hiçbirini kabul edebilecek aklı başında bir insan
bulunamaz.’ Görüldüğü gibi Katolik Kilisesi bile
Kur’an-ı Kerim’in gerçek kaynağını çürütmeye
Mesela, bundan birkaç sene önce Suudi Arabistan’ın
Riyad kentinde bazı Müslümanlar, anne rahminçalışan tutumları inkâr etmeye mecbur kalmıştır.
deki yavru ile ilgili tüm ayet-i kerimeleri toplayıp
Şüphesiz, Kur’an’ın kaynağı Katolik Kilisesi için
Kur’an’ı, biraz önce kaydettiğimiz ayetin tavside bir problem olarak ortada durmaktadır. Çünkü
yesine uyarak Kanada’nın Toronto Üniversitesi
Kur’an, kendisinin Allah’tan vahiy yoluyla geldiünlü hocalarından Kis Muir’e verdiler. Bu zat bu
ğini açıkça belirtmektedir. Kilise’nin dediği, bu
sahanın en önemli mütehassıslarından olan ve pek
güne kadar ileri sürülen kaynakların doğru ve
çok eseri bulunan bir ilim adamıdır. Onu Riyad’a
tutarlı olmadığıdır. Yoksa Kur’an’ın Allah keladavet edip araştırması için
mı olduğunu kabul etmiş
gerekli tüm şartları hazırdeğiller. Bunun için araşladılar ve bu ayetleri tamaOnu hayrete düşüren
tırıyorlar ve vahiy olmadımen bilimsel bir açıdan
bir
husus
da,
Kur’an’dan
ğını kanıtlayacak bir delil
değerlendirmesini istediler.
bulmaya canla başla çalışıtam bir surenin Hz.
O, araştırmasının sonunda
yorlar. Fakat başaramıyorMeryem’in adını taşıması
hayretler içinde kaldı ve o
lar. Makul bir izah getirekonuda yazdığı bir kitabın
ve Hristiyanların dinî
miyorlar. Fakat en azından
ikinci baskısında önemli
kitap ve İncillerinde
araştırmalarında haysiyetli
değişiklikler yaptı. Hatta bu
bile rastlanamayacak
davranmaya çalışıyorlar ve
zatla kendisinin bir röportaj
derecede Hz. Meryem’in
yaptığını, röportaj sırasında
kuvvetli bir delile dayanmaonurlandırılmasıydı. Oysa
mikroskop altında çekilmiş
yan öylesine bir izahı kabul
Kur’an’da ne Aişe ne
resimlerle bilgiler verdiğini,
etmiyorlar. Kilisenin açıkFatıma adını taşıyan bir
Kur’an’ın bu teknik gelişça belirttiği husus, on dört
me sonucu erişilen bulgusure mevcuttu. Yine
asırdır Kur’an’ın kaynağı
larla tamamen örtüştüğünü,
Hz. İsa’nın Kur’an’da 25
konusunda makul bir izahın
sadece mikroskopla tespit
yerde adının geçtiğini,
yapılamadığıdır. Böylece en
edilebilecek bu bilgilerin
azından Kur’an-ı Kerim’in,
oysa Hz. Muhammed’in
öyle bir canlının karnını
öyle kolayca inkâr edilebiisminin ise sadece
yarmakla tespit edilebilecek
lecek bir kitap olmadığını
dört yerde yer aldığını
türden olmadığını, dolayıitiraf etmiş oluyorlar.” (Ricâl
gördüğünde hayreti bir
sıyla bu son derece dakik
ve Nisâ Eslemû, s. 63-93.)
ve isabetli bilgilerin o çağkat daha arttı.
SAYI: 254
• ŞUBAT 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
73
DAĞARCIK
Yusuf Macit
Dinî iletişim türleri
Dinî iletişimde sözlü-sözsüz, yazılı, yüz yüze ve
kitlesel iletişim türlerinin her birinden faydalanmak mümkündür. Bunların en etkilisi jest ve
mimik gibi sözsüz iletişim unsurlarıyla birlikte
kullanılan sözlü iletişimdir ki, vaaz, hutbe ve dinî
sohbetler için vazgeçilmez bir yöntemdir. Bu
tür iletişim dinî bilgi, dinî duygu ve düşünceleri
anlatmanın ve paylaşmanın en etkili yoludur.
Yüce kitabımız Kur’an bu yolla indirilmiş ve
yayılmış, Hz. Peygamber’in sözleri de ilk önce
sözlü iletişim yoluyla rivayet edilmiştir. Ancak
burada Hz. Peygamber ve sahabe arasında cami
içinde olduğu kadar dışarıda ve sosyal hayatın
her alanında canlı bir iletişim sürecinin yaşandığı
göz ardı edilmemelidir. Aslında bu, dinî iletişime
hedef olan kişilerin sürece etkin olarak katıldığı,
yerine göre soru sorulabildiği ve aynı zamanda
kendilerine de soruların yöneltilebildiği bir iletişimdir. Aksi takdirde hedefin kaynak tarafından
gönderilen mesajı pasif bir biçimde aldığı, geri
bildirimin çok sınırlı olduğu tek yönlü iletim söz
konusu olacaktır ki, bu tarz ideal bir iletişim yöntemi değildir.
Sözlü iletişimle dinin
mesajı hem aynı, hem
de ayrı mekân ve
zamanlarda, hem yüz
yüze ve hem de kitle
iletişim araçları sayesinde geniş halk kitlelerine ulaştırılabilmektedir.
Günümüzde de çok
değerli hocalarımızın
vaaz, hutbe ve dinî soh-
74
DİYANET AYLIK DERGİ
ŞUBAT 2012
betleri yerel veya ulusal değişik medya organlarında izleyiciyle buluşmaktadır. Ayrıca birçok
dinî içerikli yazı ve makaleler, zaman ve mekânla
ilgili sınırlılıkları aşan yazılı basın organlarında,
çeşitli kitap ve dergilerde yayınlanmakta ve insanımız bunlardan istifade etmektedir.
Yine günümüz insanın öğrenmek istediği herhangi bir konuya saniyeler içinde ulaşabileceği
internet ortamı vardır ki, yadsınamaz ve ihmal
edilemez bir öneme sahiptir. Bu her yaştan insanın etkin bir şekilde kullandığı ve hemen hemen
her alanda elektronik bir kitaba veya benzeri bir
bilgi kaynağına ulaştığı yazılı ve görsel bir iletişim türüdür. Diğer taraftan iletişim türleri ve bu
süreçte kullanılan araçlar, iletilen mesajlar kadar
önemlidir. Dolaysıyla iletişim araçlarının seçiminde, aracın etkinliği, kolay algılanabilir olması
ve birden çok duyu organına hitap etmesi gibi
özellikler tercih edilmelidir.
Sonuç olarak iletişimin hangi türü olursa olsun
dinî bilgi, dinî duygu ve düşüncelerin paylaşıldığı
alanlar din hizmeti açısından hiçbir şekilde ihmal
edilemeyecek kadar
büyük öneme sahiptir.
Sözlü iletişimle dinin
Bunun için din hizmeti sunanların iletişimin
mesajı hem aynı, hem
her seviyesinde yeterli,
de ayrı mekân ve
donanımlı ve hazırlıklı
zamanlarda, hem yüz
olmaları ve çeşitli ileyüze ve hem de kitle
tişim araçlarını yetkiniletişim araçları sayesinde
likle kullanabilmeleri
geniş halk kitlelerine
arzulanan bir husustur.
ulaştırılabilmektedir.
• SAYI: 254
DAĞARCIK
Doç. Dr. Muammer Erbaş
Dokuz Eylül Üniv. İlahiyat Fak.
Din görevlisinin misyonu ve
yol rehberi
“Onlar öyle mükemmel insanlardır ki, şayet
kendilerini yeryüzünde egemen kılarsak namazlarını hakkıyla kılar, zekâtlarını verir, iyi ve
meşru olanı yayar, kötülüğü önlerler. Bütün
işlerin neticesi elbette Allah’a aittir.” (Hac, 22/41.)
“Herkesin yöneldiği bir yön vardır. Hayırlı işlerde birbirinizle yarışın. Nerede olursanız olun
Allah sizi bir araya toplar, Allah şüphesiz her
şeye Kadir’dir.” (Bakara, 2/148.)
Din görevliliğinde öncelikle samimiyet ve istek
önemlidir. Fakat bunun iyi bir bilgi donanımıyla
desteklenmesi gerekir. Aksi takdirde iyi niyetle
de olsa, ortaya din adına pek çok yanlış çıkacaktır. Zira bu noktada yapılan yanlışlar, bir
din adamından kaynaklanacağı için halk bunu
onun şahsından ziyade genele veya bizzat dine
mâl edecek, bu durumda ortaya çok daha vahim
durumlar çıkacaktır. Bunun için din görevlilerinin, gerek başlangıç, gerekse görev sonrası
itibarıyla kendi bilgi ve donanımlarını sürekli
artırma ve bu sayede milletine üst düzey bir din
hizmeti sunma gayreti içinde olmaları büyük
önem arz etmektedir.
“İşte onlar Rablerinden gelen hidayet yolundadırlar ve kurtuluşa erenlerdir.” (Bakara, 2/5.)
Bu bağlamda bir din
görevlisinin, önce yakın
çevresiyle sağlıklı ve
düzgün bir iletişim kurması, sonra iyi bir çalışma plan ve programına
sahip olması, bunun
neticesinde teorik ve pratik yönden üst düzey
bir dinî birikim ve donanım kazanması, ardından da edindiği bu üst düzey niteliklerle bir
yandan verimli ve kaliteli bir meslek yaşamı
geliştirirken, diğer yandan da gerek fert, gerek
aile, gerek iş ve gerekse toplum bazında örnek
bir Müslüman şahsiyet oluşturması gerekir.
“Ey inananlar! And olsun ki, sizin için, Allah’a ve
ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok
anan kimseler için Rasulüllah (Allah’ın elçisi) en
güzel örnektir.” (Ahzab, 33/21.)
Peygamberlerin günümüzdeki vârisi konumunda olan din görevlileri, dinî eğitim öğretimlerinin başlangıcından itibaren kendilerini İslam’ın
temel iman, amel ve ahlak esasları itibarıyla
ideal bir düzeye yükseltme gayret ve çabası
içinde olmalıdırlar. Nitekim bir din görevlisi,
şunu gayet iyi bilmelidir ki, çevresinde kendisinin tanıdığı tanımadığı pek çok kimse, sürekli
olarak onun tavır ve davranışlarını gözlemekte
ve bunlardan kendisi için olumlu veya olumsuz
yönde neticeler çıkarmaktadır. Bu nedenle belli
bir noktadan sonra o, artık en az kendisi kadar
başkaları için de yaşamayı bilen diğerkâm bir
şahsiyet geliştirmek durumundadır.
Din görevliliğinde öncelikle
samimiyet ve istek
önemlidir. Fakat bunun
iyi bir bilgi donanımıyla
desteklenmesi gerekir.
SAYI: 254
“İşte onlara, sabretmelerinden ötürü, mükâfatları
iki defa verilecektir.
Bunlar kötülüğü iyilikle savarlar, kendilerine
verdiğimiz rızıktan da
Allah rızası için harcarlar.” (Kasas, 28/54.)
• ŞUBAT 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
75
KÜRSÜDEN
Konu:
Din hizmetinde
etkili ve anlamlı iletişim
Dr. Abdurrahman Candan
Din İşleri Yüksek Kurulu Uzmanı
I. Plan
1. Etkili ve anlamlı iletişimde güzel sözlerin önemi
2. İlahi hitabın etkileyici üslûbu
3. Sözlü hitap yöntemi
II. İşlenişi
Söz söylemenin, konuşmanın önemi, iletişimdeki etkisi vurgulanarak
konuya başlanır. Güzel kelamın, tatlı hitabın insanlar üzerinde olumlu
etkiler yaptığı ve tarih boyunca bütün toplumlar tarafından önemsendiği anlatılır. Konu ile ilgili ayetler, Peygamber Efendimiz’in uygulamaları ile birlikte verilir. Müslümanların belagata, şiire, güzel konuşmaya, edebiyata, sözlü ilmi geleneğe büyük önem verdiği ve eşsiz bir
söz medeniyetinin oluştuğu anlatılır. Güzel kelamın nasıl olacağı ile
ilgili kısa bilgiler verilir. Bu anlamda hitap şekli, ses tonu, kullanılacak
cümlelerin seçimi, muhatabın kavrama kabiliyeti vb. konular, hayatın
içinden örneklerle anlatılır.
III. Özet sunum
Kur’an-ı Kerim, anlamlı, uyumlu sözlere önem veren, güzel konuşmayı önemseyen, teşvik eden hatta kutsayan bir topluluğa nazil olmuştu. Her yıl panayırlarda şiir ve güzel konuşma meclisleri düzenlenir,
insanlar büyük dikkat ve hayranlıkla söylenenleri dinlerdi. En güzel
şiirler de Kâbe’nin duvarlarına asılırdı. Böyle bir topluluğa nazil olan
Kur’an, eşsiz üslubu, zengin içeriği ve benzersiz hitap şekli
ile Araplar üzerinde derin etkiler bırakmıştı.
Peygamber Efendimiz’in sade, yalın, anlaşılır,
etkileyici ve muhatabın yüreğine işleyen hitap
şekli, Arap yarımadasında yankı bulmuştu. Bir defasında yarımadanın ünlü söz
ustalarından Akra’ b. Habis, Zibrikan
b. Bedir, Amr b. Ethem ve yanlarına
aldıkları birçok insan ile kutlu elçi ve
ashabını sözleriyle mahcup etmek
için Medine’ye gelmiş, ancak Hz.
Peygamber’in söz meclislerinde yetişen ashabın etkileyici ve anlam yüklü
sözleri karşısında sönük kalmışlardı. Özellikle Hz. Peygamber’in tatlı sohbeti, güçlü edası, etkileyici, heyecan verici sözleri karşısında adeta erimiş,
beşer sözünün en güzel ve en güçlüsünün nasıl olacağını, nasıl dile getirileceğini görmüş, adeta büyülenmişlerdi. Neticede bütün sözlerin özünün Hz.
Peygamber’e lütfedilmiş olduğunu kabul etmiş ve iman etmişlerdi.
Söz, ihtiyaç hâlinde ve muhatap için bir anlam ifade edeceğine inanıldığı
zaman sarf edilir. Dinimiz hakaret, dedikodu, iğneleyici, küçük düşürücü söz
söylemeyi yasaklamıştır. İnsanları anlamsız konuşmalarla oyalamanın, lüzumsuz, abartılı, hakikati yansıtmayan söz söylemenin, sahibine vebal kazandırdığını belirtmiştir.
Söz, muhataba değer vermek, bilgi kazandırmak, meclise anlam katmak,
fayda vermek için söylenir. Sadece söz sanatına yönelik, gereği yerine
getiril(e)meyecek, yalancı güzellik oluşturan abartı ve yapmacık konuşmalar,
Allah katında değersiz olduğu gibi sahibine sorumluluk da getirir.
IV. Konu ile ilgili bazı ayetler
“Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve her zaman doğru ve hak
söz söyleyin ki, Allah sizin işlerinizi düzeltsin ve günahlarınızı bağışlasın. Kim
Allah’a ve Rasulüne itaat ederse, muhakkak büyük bir başarıya ulaşmıştır.”
(Ahzab, 33/70-71.)
“Her ne söz söylerse, mutlaka yanında hazır bir gözcü vardır.” (Kaf, 50/18.)
“İnsanları Allah’a çağıran, iyi iş yapan ve ‘Ben Müslümanlardanım’ diyenden
daha güzel sözlü kim olabilir?” (Fussılet, 41/33.)
“Kullarıma söyle: (İnsanlara karşı) en güzel sözü söylesinler. Çünkü şeytan
aralarını bozar. Çünkü şeytan insanın apaçık bir düşmanıdır.” (İsra, 17/53.)
“Güzel sözler ancak O’na yükselir.” (Fatır, 35/10.)
“Onlara sözlerin en güzelini söylemek nasib edilmiş, bütün güzel övgülere
lâyık olan Allah’ın yoluna hidayet edilmişlerdir.” (Hac, 22/24.)
“Rahman, Kur’an’ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona beyanı (düşünüp ifade etmeyi)
öğretti.” (Rahman, 55/1-4.)
V. Konu ile ilgili bazı hadisler
Ebu Hureyre’nin rivayet ettiğine göre, Allah Rasulü (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
“Her kim Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsa, ya hayır konuşsun yahut sussun.” (Buhârî, Rikâk, 23.)
Rasulüllah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “İyiliği emredip kötülükten sakındırmak ve Allah’ı hatırlatıcı sözler söylemek dışındaki bütün konuşmalar
Ademoğlunun aleyhinedir.” (Tirmizi, Zühd, 62.)
Hz. Aişe’den rivayet edilmiştir. “Allah Rasulü’nün kelamı onu dinleyen herkesin anlayacağı kadar açık ve duruydu.” (Ebu Davud, Edeb, 18.)
Ebu Hureyre’nin rivayet ettiğine göre, Allah Rasulü (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
“Bana bütün sözlerin özü verildi.” (Buhârî, Cihâd, 122.)
Rasulüllah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Kişinin faydasız, lüzumsuz (mâlâyânî)
şeyleri terk etmesi, güzel bir şekilde Müslüman oluşunun göstergesidir.”
(Tirmizi, Zühd, 11.)
Allah’ın Rasulü şöyle buyurmuştur: “Allah, dilini eğip büken (çok bilgili edasıyla konuşmaya çalışan) belagat sahibini sevmez.” (Tirmizi, Edeb, 72.)
SAYI: 254
• ŞUBAT 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
77
Peygamber Efendimizden şöyle rivayet edilmiştir: “Bir kimse sağına soluna
bakınıp bir kimseye bir söz söylerse o söz bir emanettir, sırdır.” (Tirmizi, Birr, Sıla, 39.)
Rasulüllah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Kıyamet günü bana en sevgili ve
makamca en yakın olanınız, ahlakı en güzel olanlarınızdır. Kıyamet günü
bana en sevimsiz ve konum itibariyle benden en uzak olacak olanlar boşboğaz olanlar, yapmacık konuşanlar ve lafı eveleyip geveleyenlerdir.” (Tirmizi, Birr
ve Sıla, 71.)
Ebu Hureyre’nin naklettiğine göre, Rasulüllah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
“Hoş/güzel söz sadakadır.” buyurmuştur. (Buhârî, Cihâd, 128.)
Ebu Hureyre’den rivayet edilmiştir: Rasulüllah (s.a.s.) hoşuna giden bir söz
işitti. Sözün sahibine de şöyle dedi: “Senin iyimser oluşunu ağzından (çıkan
sözlerden) aldık.” (Ebu Davud, Tıb, 24.)
VI. Konu ile ilgili bazı hikmetli sözler
Abdullah b. Mesut şöyle demiştir: “Bela sözün neticesidir.”
(İbn Ebi Şeybe, Musannef,
V, 231.)
Abdullah b. Amr şöyle demiştir: “Söz hapşırmaya benzer. Azı ilaç, çoğu hastalıktır.” (Bağavi, Şerhü’s-Sünne, IVX, 320.)
Meryem oğlu İsa şöyle demiştir: “Allah’ı anmaksızın çok konuşmayın. Sonra
kalpleriniz katılaşır. Katı kalp ise, Allah’tan uzaktır.” (Muvatta, Kelâm, 3.)
Ebu Hureyre şöyle demiştir: “Bir kişi bir söz söyler de o sözden dolayı cehennem ateşine düşeceği hatırına gelmez. Bir kimse de bir söz söyler, bu sözden
dolayı Allah’ın kendisini cennete koyacağı aklına gelmez.” (Muvatta, Kelam, 2.)
Ömer b. Abdülaziz şöyle der: “Sözlerini eylemlerinden saymayan kişinin hataları çok olur.” (İbn Şeybe, Musannef, VII, 175.)
Ağızdan çıkan söz bil ki, yaydan fırlayan ok gibidir O ok gittiği yerden geri
dönmez. Seli baştan bağlamak gerek. (Mevlana)
Budur cihanda benim en beğendiğim meslek,
Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek (M. Akif Ersoy)
VII. Verilebilecek mesajlar
Dinimizde güzel, açık, etkili sözler önemsenmiştir.
Konuşulacak sözler, anlamlı ve ihtiyacı gidermeye yönelik olmalıdır.
Söz, gerçeği yansıttığı ölçüde değer kazanır.
İsyan, sefahat ve dalalete davet eden her türlü söz, şiir ve edebi metin muteber
değildir.
Söz, insanlığın kurtuluşuna vesile olabileceği gibi, yok oluşuna de neden
olabilir.
VIII. Yararlanabilecek diğer bazı kaynaklar
Çetin, Abdurrahman; Hitabet ve İrşad: Güzel Konuşma İnsanları Etkileme
Yolları, Aksa Yay. Bursa 1998.
Özdemir, Emine, Güzel ve Etkili Konuşma Sanatı, Remzi Yay. İst. 1996.
Karan, Cuma, Vaiz ve İmamlar İçin Cemaat ile Etkili İletişim, Gündönümü
Yay. İst. ts.
Muallimoğlu, Nejat, Bütün Yönleri İle Hitabet, Avcıol Yay. İst. 2005.
78
DİYANET AYLIK DERGİ
ŞUBAT 2012
• SAYI: 254
Kâmil Büyüker
MEVLİD’E İLMÎ BAKIŞ
bakiyesi topraklarda peygamber sevgisinin coşkun bir tezahüO smanlı
rü olarak okunan, dinlenen mevlit asıl adıyla Vesiletü’n-Necat ilk defa
MEVLİDİN ALTI YÜZ
YILDIR YAPMAKTA
OLDUĞU AKTARIM
HZ. PEYGAMBER’İN
ŞAHSINDA HUZURU,
PAYLAŞMAYI,
DİĞERKÂMLIĞI,
VEFAYI, ESENLİĞİ
VE TOPLUMSAL
BARIŞI TEMİN
ETMESİ BAKIMINDAN
ÖNEMLİDİR.
doğduğu topraklarda geniş bir katılımın gerçekleştiği sempozyumla
tekrar hatırlandı ve hatırlatıldı. Yazılışın üzerinden 600 yıl gibi büyük bir
zaman geçmesine rağmen Mevlid-i Şerif’i bu kadar cazibe merkezi ve
okunur kılan nedir? Bu sorular ve mevlit yazarı Süleyman Çelebi Diyanet
İşleri Başkanlığı, Diyanet Vakfı ve Bursa Uludağ Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi tarafından ortaklaşa düzenlenen “Yazılışının 600. Yılında Bir
Kutlu Doğum Şaheseri Uluslar arası Mevlid Sempozyumu (16–17 Nisan
2009 Bursa)”nda sunulan tebliğ ve müzakerelerle etraflıca konuşuldu.
Bunun neticesi olarak önemli bir eser vücuda gelmiş ve TDV yayınları
arasından aynı isimle çıkmıştır. (Eylül 2010, 575 s.) Kitabın editörlüğünü
Bilal Kemikli ve Osman Çetin yapmış.
Süleyman Çelebi ve bir barış manzumesi olarak mevlit
Şöhreti devrini aşmış, bugünlere kadar gelmiş olan Süleyman Çelebi
hakkında sınırlı bilgilere sahibiz. 1351 yılında Bursa’da dünyaya gelen,
1422 yılında aynı şehirde vefat eden Süleyman Çelebi Vesiletü’n-Necat
isimli bugün mevlit olarak okunan ve anılan eserini Bursa Ulu Camii’nde
imamlık yaptığı yıllarda kaleme alır (1409). Rivayete göre Süleyman
Çelebi, Ulu Cami’de bir vaizin Hz. Peygamber ile Hz. İsa ve Hz. Musa
olmak üzere, bütün peygamberlerin eşit olduğuna dair verdiği vaaz
üzerine Vesiletü’n-Necat’ı kaleme alır. Öyle ki yazılışının üzerinden altı
yüz yıldan fazla bir zaman geçmesine rağmen mevlit bugün okunmaya
devam etmektedir. Eserin önsözünde mevlidin bu evrensel boyutuna değinilir ve şu cümlelerle bu durum ifade edilir: “Mevlid’de Hz.
Peygamber’in veladetinden başlamak üzere, semavi dinlerin tarihsel ve
kültürel mirasıyla buluşmanın yanında, kâinatla, feleklerle, bütün diğer
âlemlerle makul bir rabıtadan söz edilir.” (s. 8.) İslam’ın barışla özdeşleşen mesajı, sadece insanlar arasında barışı değil, kendisiyle, eşyayla,
kâinatla, yaratılmış olan bütün mahlûkâtla barışık olmayı öngörür.
Buradan hareketle mevlidin altı yüz yıldır yapmakta olduğu aktarım
Hz. Peygamber’in şahsında huzuru, paylaşmayı, diğerkâmlığı, vefayı,
esenliği ve toplumsal barışı temin etmesi bakımından önemlidir. Kitabın
yayıncısının ifadesiyle: “Mevlid’i barış manzumesi olarak değerlendirmek mümkündür.”
Eserde yurt içi ve yurt dışından onlarca tebliğ yer alıyor. Ayrıca yine
yayıncının inisiyatifiyle konunun ehemmiyetine binaen iki makale de
eserde yer almış. Bu iki makale Prof. Dr. Mustafa Kara ve Prof. Uğur
Derman’a ait.
Mevlit etrafında toplumsal mutabakatın izleri
Sempozyumun açılış konferansı “Mevlit: Bir Medeniyet Manzumesi/
Beyannamesi” başlığıyla Prof. Dr. Sadettin Ökten tarafından verilmiş ve
eserde yer almış. Mevlit metnin, medeniyet birikimimize ve toplumsal
barışa yaptığı önemli katkıyı şumullü bir şekilde özetleyen Ökten’in
şu ifadelerinin özellikle altı çizilmesi gerekiyor: “Bu metin toplumun
bütün veçhelerini ihata eden, huzur ve sürur ya da hüzün ve elem gibi
SAYI: 254
• ŞUBAT 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
79
MEVLİT ÜZERİNDE,
duygusallıkları maşeri ölçekte tatmine
Kelam Açısından Analizi”, Salih Çift
ise “Tasavvuf Düşüncesi Açısından
kavuşturan bir özelliğe sahiptir. Diğer
ASIRLAR BOYUNCA
Süleyman Çelebi ve Mevlid’i” tebliğlebir deyişle mevlit üzerinde, asırlar
YAŞANAN MAŞERİ
rini görmek mümkün.
boyunca yaşanan maşeri tecrübelerTECRÜBELERDEN
den süzülerek gelen toplumsal bir
Mevlidin manası, maksadı
SÜZÜLEREK GELEN
mutabakat teessüs etmiştir. Buradan
TOPLUMSAL BİR
Esasen mevlidin yazılış maksadını tespit
hareketle üzerinde maşeri bir mutaMUTABAKAT TEESSÜS
için içeriğine bakmak lazım. Bunu Salih
bakat teessüs eden bu eserin topluKaracabey tebliğinde hadislerle konuyu
ETMİŞTİR.
mun zihninde ve gönlünde yer alan
izah ederken dile getirmiş: “Vesiletü’nmedeniyet telakkisinin bir temsilcisi,
Necat’ın manzum siyer-i nebi kabul edisözcüsü veya ifadesi olduğu söylenebilir. Kısaca,
lebilecek bir eser olduğu dikkate alınırsa içeriği ve
böyle bakıldığında mevlit bir medeniyet beyannakaynakları hakkında belli bir kanaat kendiliğinden
mesidir.” (s. 32.)
oluşur. (…) Süleyman Çelebi eserin yazış maksadıMevlidin maşeri bir mutabakat olduğu düşüncesinin
na uygun olarak Hz. Peygamber’in konumuna;
en önemli yansımalarını medeniyetimizin izlerini
“Sensin ol sultan-ı cümle enbiya
taşıyan topraklarda görmemiz mümkün. Öyle ki
Nûr-i çeşm-i evliyâ vü asfiya”
sevincinde, tasasında, hüznünde ortak bir paybeyti ile işaret ederken Hz. Peygamber’in “Ben
laşıma dönüşen merasimlerde mevlit, sadece bir
peygamberlerin reisiyim bunda övünmek yok. Ben
icradan öte, peygamber sevgisinden dolayı gözleri
nebilerin sonuncusuyum bunda övünmek yok. İlk
yaşartan, gönülleri titreten bir vazifeyi icra eder
şefaat edecek olan ve şefaati kabul edilen benim
pozisyona bürünmüştür. Bunun emarelerini kitapta
bunda övünmek yok.” (Darimi, Mukaddime, 8, I, 40; Taberani,
Kerkük, Bulgaristan, Makedonya, Kosova, Bosna ve
el-Mucemü’l-Evsat, I, 61; Beyhakî, el-İtikad, Beyrut 1401.) hadisini;
Tataristan’da mevlit okuma geleneklerinin değerlendirildiği tebliğlerde görmek mümkün. Sofya’dan
“Ey Risalet tahtının sen hatemi
bir tebliğle katılan Başmüftü Yardımcısı Vedat S.
Ey Nübüvvet mührünün sen hadimi”
Ahmed tebliğinde Bulgaristan’da okunan mevlitbeytinde de “Benimle benden önceki peygamberlelerin sosyal etkisini şu şekilde açıklar: “Bulgaristan
rin örneği bir bina yapan, onu süsleyip güzelleştiren
Müslümanları açısından mevlidin belki de en önemama bir köşesinden bir kerpiç yeri eksik bırakan
li tarafı, toplumu birleştiren, kenetlendiren özelliğikimseye benzer. İnsanlar o evi gezerler ve çok
dir. Bu özellik, azınlık durumunda olan Bulgaristan
beğenirler ama şu kerpiç de konulmaz mıydı derler.
Müslümanlarının varlık ve kimliklerini muhafaza
İşte ben o kerpicim. Ben peygamberlerin sonunetmeleri açısından son derece önemlidir. Katılıma
cusuyum.” hadisini düşünmüş olabilir.” (s. 285-286.)
göre mevlitler ya bir mahallenin ya bir köyün, ya da
bir bölgenin Müslümanlarının bir araya gelme vesilesidir. Bu vesile ile insanlar, birbirleriyle tanışmakta, kaynaşmakta ve dertleşmektedirler. Mevlitler,
komşuluk ve akrabalık duygularını perçinlemektedirler. Yapılan bir sosyolojik araştırmaya göre, var
olan bütün yasaklama ve zorluklara rağmen, 1978
yılında Kırcali bölgesindeki ailelerin % 55’i yakınlarının vefatı üzerine mevlit yapmaktadırlar. Büyük
bir ihtimalle bu oran daha büyüktür, çünkü bu araştırmalar esnasında insanlar genelde gerçek durumu
gizleme ihtiyacı duymaktadırlar.” (s. 444.)
Mevlidin tarihi ve sosyal bir fonksiyon ifa etmesinin yanı sıra mevlidin içeriği, okunması vs. tartışma konuları olmuştur. Bu hususla alakalı olarak eserde Ayşe Hümeyra Aslantürk “Süleyman
Çelebi’nin Mevlid’inin Kur’anî Kaynakları”, Salih
Karacabey “Vesiletü’n-Necat’ın Hadis İlmi Açısından
Analizi”, Ahmet Saim Klavuz “Mevlid’in Akaid ve
80
DİYANET AYLIK DERGİ
ŞUBAT 2012
• SAYI: 254
(Buhari, Menakıb, 16, III, 1300; Müslim, Fezail, IV, 1791.)
Yine mevlit icralarıyla alakalı olarak, işin musiki
yanını ihtiva eden bildiriler de ayrı bir önemi haiz.
Yrd. Doç. Dr. Emin Işık hocanın müzakere metninde anlattığı küçük anekdot aslında icrada çok ince
ayrıntılar olduğunu da gösteriyor.
“Rahmetli Hafız Esat Gerede, Sultanahmet Camiinde
Miraç Bahrini okurken “Ref olup ol şaha yetmiiiiş
bin hicap” deyip “yetmiş” kelimesinin son hecesini
“miiiiş” diye uzatınca, kürsünün dibinde mevlit dinleyen Filozof Rıza Tevfik, kendini tutamayıp “Yüz
kırk oldu hafız, yüz kırk!” diye seslenmiş.” (s. 543.)
Kitabın ekinde bir cd ilavesi mevcut. Prizren’de
halen okunan besteli bir mevlidin yeniden okunduğu kayıtlar, 2005 yılında Ömer Tuğrul İnançer
tarafından ilk defa bölgede kayıt altına alınmış ve
Neyzen Hakan Alvan tarafından notaya aktarılmış.
(2007)
Download