KUBA DEVRİMİ 50. YILINI DOLDURURKEN KUBA TARİHİNDEN NOTLAR Yazar Yusuf Küpeli (www.sinbad.nu) Cuma, 27 Şubat 2009 11:09 Önsöz yerine Kuba hakkında genel bilgiler veren göreceli uzun bir metni en kısa sürede yazıp Sinbad’a yerleştirmeyi düşünürken, şimdilik ortaya 12 punto ile 60 A-4 sayfası tutan bir kitap çıktı... şimdilik diyorum, çünkü, devrim sonrasını, Kuba’nın başarılarını, ve güçlü enternasyonal dayanışmasını henüz yazıp tamamlayamadım. Kaynakları hazır olan bu bölümleri yazmadan, devrimin gerçekleşmesine dek olan bölümleri Sinbad’a yerleştirmeye karar verdim. Aslında önce kitabı tamamlayıp tümüyle Sinbad’a yerleştirmeyi düşünmüştüm ama, biraz sabırsızlık yaptım... Kuba’nın gününü anlayabilmek için geçmişini de en kalın çizgileri ile doğru bilmek gerektiğini düşünüp, anlatımımı genişlettim. şüphesiz bu yazdıklarımdan da çok fazlası, daha ayrıntılı ve doğru olanları yazılabilir ama, yazmış olduklarımın da Kuba hakkında genel doğru fikirler verebileceğini, okuyucuya yardımcı olabileceğini sanıyorum. Umarım öyle olur. Bu anlatımı kısa sürede bitireceğimi sandığım için, başlayıp 1800’lü yılların sonlarına dek getirmiş olduğum Balkanlar ile ilgili anlatıma ara vermiştim. Fakat Kuba anlatımı uzayınca, Balkanlar ile ilgili anlatıma umduğumdan biraz daha fazla ara vermek zorunda kaldım. Kuba ile ilgili anlatımı bitirmeden, daha kalan iki bölüm yazmadan, Balkanlar ile ilgili anlatıma yeniden başlamayacağım... Zengin kaynak listesini ise, kitap tamamlanınca en sona ekleyeceğim. ıyi okumalar dileğiyle Yusuf Küpeli 25 şubat 2009 Yusuf Küpeli, Kuba devrimi 50. yılını doldururken Kuba tarihinden notlar Keşfedilmiş kıtayı Avrupa’nın keşfi, ve yeni toplumsal trajedilerin başlayışı “Yeni kıtanın keşfi” derken, bunun Batı dünyası için böyle olduğunu anlamak gerekir. Yoksa, Amerika kıtası çok daha önce insani yerleşime açılmıştır. Bazı öğretiler, bu kıtaya insani yerleşimi 60 bin yıl önceye dek götürüyor olsalarda, daha çok kabul gören, Kuzey Amerika yerlilerinin bundan 35 bin ile 20 bin yıl, hatta 10 bin yıl kadar önce Bering Boğazı’nı geçerek Asya’dan, Sibirya’dan bu yeni topraklarına geldikleri üzerinedir- bu göçün, zamana yayılan birçeşit süreklilik taşımış olduğu da düşünülebilir. Aynı anlatımlara göre, Orta ve Güney Amerikaya doğru göç ve yerleşim ise, bundan 10 bin yıl kadar önce gerçekleşmiştir. Kısacası, Amerika yerlilerinin, son buzul çağı bitmeden, kuzeydoğu Sibirya’dan gelip, donmuş Bering Boğazı’nı geçerek, bu kıtaya girmişlerdir. Gerçeğin böyle olduğu, iddia edilmektedir… Dini dogmaları ile kendilerini -bir “tepsi” gibi farzettikleri sınırları çizilmişdünyalarının “merkezine” oturtan ve bu dünyayı da “evrenin merkezine” oturtan Avrupalıların ruhları bile duymadan, Orta ve Latin Amerika da, Asya’nın, Mezopotamya’nın (mesopotamia= nehirler arası) medeniyetlerini aratmayacak ve birçok konuda bunlarla paralellikler taşıyan medeniyetler doğup gelişmiştir… Orta Amerika’da, Maya, Aztek medeniyetleri… Daha güneyde, günümüzdeki Ekvador, Peru, Bolivya ve şili gibi ülkelerin büyük bölümlerini içine alan Inka ımparatorluğu vs… Günümüzde Batı, Amerika Kıtası’na ilk ayak basan Avrupalıların Vikinler olduğu kanısındadır… Aslında, ıskandinavya’nın kuzeyinde yaşayan Asyalı ve şamanist Sami halkını bir yana koyacak olursak, ısveçliler ve Norveçliler, -her halk gibi karışmış olmakla birlikte- daha çok Germen (Alman) kökenlidirler. Onlar, alman dil ailesinden olan yakın akraba diller konuşmakla birlikte, tarih ve kültür olarak, düşünce yapısı olarak Batı toplumlarından sonderece farklıdırlar. Sözkonusu milletler, Batı ve Doğu Avrupa ile benzer ve aynı derinlikte güçlü bir feodal dönem yaşamamış oldukları için, farklıdırlar. Aslında ıskandinavyalılara tam Avrupalı demek bile zordur ama, yine de Amerika Kıtası’na ilk ayak basan Avrupalıların Vikingler olduğu iddiasına olumlu yaklaşabiliriz. Çünkü, daha önce başka birileri bu kıtaya ayakbasmış olsalar bile, bu konuda somut bir kanıt yoktur… Denizci, korsan-tüccar, savaşcı Vikingler (800- 1000 yılları), ıskandinavya’nın derin körfezlerine yerleşmiş oldukları için, bu adla anılmışlardır. Alman dillerinden olan ıskandinav dillerinde vik, körfez anlamına gelmektedir. Viking ise, anlaşılmış olacağı gibi, Körfezli olmaktadır… Önce, Norveçli Erik Thorvaldson, norveççe söylenişiyle Eirik Torvaldsson, veya Eirik Raude (Kızıl Erik), dünyanın en büyük adası olan Grönland’ı (Yeşil Ada) yaklaşık 980 yılında keşfetmiş ve ıskandinavyalıların yerleşimine açmıştır. Eirik’in soyadı Torvaldsson, Torvald’ın oğlu anlamına gelmektedir. Torvald adı, Kuzey mitolojilerinin savaş tanrısı Tor’dan türetilmedir… Kısacası, Kızıl Erik’in Grönland’ı keşfinden kısa süre sonra, oğlu Leif Eriksson (Erik oğlu Leif), Kuzey Amerika’ya ayakbasmıştır… Eskimolar için eski, Batı için ise yeni olan bu yeryüzünün en büyük adasına ıskandinavyalıların vermiş oldukları Grönland adının başındaki Grön sözcüğü, ıskandinav dillerinde yeşil anlamına gelmektedir. Land ise, kara, ülke, arazi olmaktadır. Bu iki sözcüğün birleşiminden oluşan Grönland, yeşil ülke, yeşil kara, yeşil ada anlamına gelmektedir ama, işin gerçeği, Grönland buzlarla kaplı soğuk bir toprak parçasıdır. Grönland’ın adının böyle büyük bir uyumsuzlukla, yanlışlıkla yüklü olması, basit bir hatanın ürünüdür. Avrupa ile Amerika arasındaki, ıngiltere’nin kuzeyindeki Iceland, veya isveççe söylenişiyle Island; türkçe anlamıyla, Buz Adası; ve türkçe söylenişiyle ızlanda, aynı yıllarda (Grönland’ın keşfedildiği yıllarda) yine ıskandinavyalılar tarafından keşfedilmiştir. Daha önce bazı inzivaya çekilmiş, sosyal yaşamdan uzaklaşmış ırlandalıların yaşadıkları bu adaya, 874 yılında karısı ile gelip yerleşen ilk Norveçli, Ingólfur Arnarson olmuştur... Grönland’ı keşfedip Norveçlilerin yerleşimine açmış olan Erik Raude (Kızıl Erik), 986 yılında bu adaya, ızlanda’ya gelmiştir. Erik’in -aktif volkanik bir toprak parçası olan ve topraktan fışkıran sıcak su kaynakları (geyser) ile dolu bulunanbu yemyeşil adayı, Izlanda’yı tarif edişi, yeşillikle alakası olmayan buzlarla kaplı Grönland’a maledilmiştir. Sonuçta, kar ve buzlarla kaplı bu soğuk devasa adaya, “Yeşil Ada” anlamına Grönland denilirken, volkanik arazisinden kaynar geyserler fişkıran yemyeşil ızlanda’ya ise, “Buz Adası” anlamına ızlanda (Island) denilmiştir... Coğrafi olarak Kuzey Amerika kıtasının, Kanada’nın bir uzantısı olan ve Norveçli Kızıl Erik tarafından yaklaşık 980 yılında keşfedilen -buzlarla kaplıGrönland (Yeşil Ada), 1776 yılından beri Danimarka Kırallığı’nın kolonisidir... ılginçtir, Danimarka Kırallığı sadece 43 bir 94 kilometre kare büyüklüğe sahipken, Türkiye’nin sahibolduğundan üç kez daha büyük yüzölçüme sahip olan Grönland, 2 milyon 175 bin 600 kilometre karelik bir toprak parçasıdır. Ada nüfusunun sadece altıda biri Danimarkalı iken, beşte dördü yerli Eskimo halkındandır... Adının tam tersine ılıman bir iklime sahibolan Izlanda, ıngilterenin çok kuzeyinde olmasına, Kuzey Kutbu çizgisi ile sınırdaş bulunmasına karşın, yemyeşildir. Çünkü Izlanda, Gulf Stream olarak bilinen sıcak su akıntısının etkisi altındadır... Yine Norveç’in en kuzey ucundaki limanlarından Kirkenes’e gidilince, Rusya’nın Kola Yarımadası sınırında Barent Denizi kıyısına kurulmuş bu yerleşim merkezinde, olması beklenenin tam tersine, herşeyin, iklimin, ağaçların, bitkilerin daha güneydekilere, ılıman iklimde olanlara benzer oldukları şaşkınlıkla farkedilir. Kirkenes gibi Gulf Stream’in etkisinde olmayan bölgelerde, birkaç yüz kilometre daha güneyde, ve güneybatı da, Asya kökenli Sami halkının merkezi sayılan -denizden uzak- Kautokeino’da ise, tam bir tundra iklimi egemendir. Buralarda ağaçlar küçücüktür, herşey aslının cücesi, minyatürü gibidir ve hava kuzey kıyılarında olandan daha soğuktur... Sonuçta, eldeki bilgilere göre Vikingler, Kiristof Kolomp’tan (Christopher Columbus, 1451- 1506) çok önce, 510 yıl kadar önce Amerika kıtasına ayakbasmışlardır. Yine muhtemelen, ortada bir kanıt veya yazılı belge olmasa da, veya bu satırları yazan tarafından bilinen somut birşey olmasa da, Leif Eriksson’dan önce Amerika kıtasının değişik bölgelerine ayakbasan Avrupalılar, Asyalılar, ve hatta Afrikalılar olmuş olabilir ve kanımca olmuştur. Yine Hemen belirtmekte yarar var; Leif Eriksson’dan önce olmasa bile, Çinlilerin Kiristof Kolomp’tan çok önce Amerika kıtasını keşfetmiş oldukları bilinmektedir. Ve aynı yıllarda Çinliler, mükemmel bir dünya haritası yapmışlardır... ılginçtir... Osmanlı’ın ünlü büyük denizcisi, haritacısı, ve “Kitab-ı Bahriye”nin yazarı Piri Reis (Hacı Muhiddin Piri Ibn Hacı Mehmet) tarafından 1513 yılında hazırlanmış olduğu iddia edilen bir harita, 1929 yılında Topkapı Sarayı’nda bulunup gün ışığına çıkartılacaktı. Bir küçük antilop, ceylan derisi üzerine çizilmiş olan özkonusu harita, Afrika’nın batı kıyılarından başlayarak Latin Amerikanın tüm doğu kıyılarını ve Antartika’yı çok net biçimde göstermekteydi, göstermektedir... Kristof Kolomp (Christopher Colombus), 12 Ekim 1492 günü Bahama Adaları’na ulaşmış ve önce San Salvador adını verdiği adaya ayak basmıştı. Çok kısa süre sonra O, Kuba’nın (Cuba) kuzeydoğu kıyısına çıkmıştı... Kolomp’un çizmiş olduğu haritanın kaybolduğu iddia edilmektedir... ışte Kolomp’un yolculuğundan tam 21 yıl sonra çizilen Piri Reis Haritası’nda, sadece Kolomp’un gelip görmüş olduğu coğrafya değil, daha fazlası da gösterilmektedir... (Bilindiği gibi, farsça kökenli pir sözcüğü, kocamış, bir meslekte derin deneyim elde etmiş, o işin üstadı olmuş, bir sanatın kurucusu haline gelmiş kişileri ifade etmek için kullanılmaktadır.) Bazı iddialara göre, sözkonusu haritasını 1513 yılında Gelibolu’da çizen Piri Reis, bu iş için Kristof Kolomp’un “kaybolan” haritasından yararlanmıştı... Kristof Kolomp’un bölgeye yapmış olduğu dört yolculuk, ziyaret etmiş olduğu kıyılar ayrıntılı olarak bilindiği için, 1513 yılında çizilen Piri Reis haritasının, 1506 yılında ölmüş olan Kolomp’un veya O’nun ekibinden birilerinin çizmiş olduğu bir haritadan, veya daha doğrusu sadece bu haritadan yararlanılarak üretilmesi olanaksızdı. Çünkü O, Kolomp, dört yolculuğu boyunca Karaip adaları ve Orta Amerika’nın doğu kıyıları dışında kalan yerlere, Latin Amerika’nın daha güney kıyılarına, Patagonya kıyılarına ve Antartika’ya gitmemişti. Halbuki Piri Reis Haritası’nda, Latin Amerika’nın tüm doğu kıyıları, Patagonya kıyıları ve Antartika net biçimde gösterilmekteydi... Kolomp ve ekibi, Piri Reis Haritası’nda gösterilen kıyıların tümüne uğramamış oldukları gibi, Piri Reis Haritası üzerindeki hesaplamaları, enlem çizgilerine benzeyen işaretleri O’nun dönemi Avrupa’sında kullananın olmadığı ifade edilmektedir. Fakat yine de Piri Reis tarafından bir şekilde elegeçirilmiş olduğu hesaba katılabilecek olan kayıp Kolomp Haritası’nın, Piri Reis Haritası’nın çiziminde kullanılmış olabileceği, bundan bir ölçüde yararlanılmış olabileceği düşünülebilir. ıddianın bukadarı, sınırlı yararlanma üzerine bir iddia, mantığa aykırı olmaz. Profösör Charles H. Hapgood gibi kişilerinde arasında bulunduğu konunun uzmanı birkısım bilim adamı, sözkonusu haritanın (Piri Reis Haritası’nın) Kolomp’tan çok önce çizildiğini, ve bunun bir nedenle Piri Reis’in eline geçmiş olabileceğini, düşünmektedirler. Yine aynı bilim adamları, Piri Reis’in bu çok eski hazır harita üzerinde çalıştığını hesaplamaktadırlar. Onlara göre, Piri Reis’in yararlanmış olduğu sözkonusu çok eski harita, 1513 yılından en az 300 yıl daha önce çizilmiştir... O zaman, bu iddia doğru ise eğer, Piri Reis Haritası’nın ilk biçimini çizen en erken usta denizcilerin ve haritacıların kimler olabilecekleri sorusu akla gelmektedir? Haritalardan anlayan uzman kişilerin verdikleri bilgilere göre, ve zaten sözkonusu haritadan da açıkça gözüktüğü gibi, Piri Reis haritasının pozisyonundan, Afrika ile Güney Amerika arasında bir bağlantı bulunmaktadır. Yani, haritayı çizmiş olanlar, bu haritanın üst kısmına, haritanın kuzey yönüne Afrika’nın batı kıyılarını resmetmişlerdir. Ve onlar, Amerika kıtasına o istikametten, Afrika yönünden bakmışlardır... Kolomp, Kanarya Adaları üzerinden, yani Afrika’nın kuzeybatı kıyılarından Karaip adalarına ulaşmıştır ama, Kolomp’tan 71 yıl önce Çinli amiral Zheng He ve filosu, tüm Batı Afrika kıyılarını keşfetmiş, buradan Orta ve Güney Amerika’nın doğu kıyıların, Karaip Adalarına, Fakland Adalarına, Antartika’ya gelmiştir... Kolomp’tan hemen sonra Amerigo Vespucci (1454- 1512) ve daha başka ıspanyol denizciler Amerika’ya yelken açmışlar, haritalar çizmişlerdir ama, Piri Reis’e ait olduğu iddia edilen haritanın, Vespucci’ye ait haritalardan yararlanılarak çizilmiş olması olasılık dışı gözükmektedir... Amerigo Vespucci Latin Amerika’nın en güney ucuna dek inmiş olmakla birlikte, bu denizcilere ait haritaların öyle hemen, bukadar kısa süre içinde Türk denizcilerinin ellerine geçme olasılıkları çok zayıf gözükmektedir... Diğer yandan, Piri Reis Haritası’nda, günümüzün bilimsel verilerine uygun gerçek enlem ve boylam işaretleri yoktur ama, benzer birtakım hesaplamalar gözükmektedir... Batı’da enlem (latitude) cizgilerinin kulanılması, bilimsel haritacılığa adım atış, 1700’lü- 1800’lü yıllarda başlayacaktı... Halbuki Çin’de haritacılık, Batı’da işlemiş olan süreçten tamamen bağımsız olarak ve çok daha erken dönemlerde mükemmel biçimde gelişmişti. Ve Çinliler, iki bin yıl önceden beri, veya ısa’nın doğumundan beri, günümüzün manyetik pusulalarına benzeri bir aygıtı kullanmaktaydılar... Eğer Piri Reis’e ait olan harita -iddia edildiği gibi- ilk kez gerçekten 300 yıl önce, yani 1200’lü yılların hemen başında, veya 1100’lü yılların sonunda çizilmiş ise, o yıllarda bu ölçüde mükemmel bir çizimi yapabilecek olanlar, Araplar ve bir de Çinliler olabilirdi herhalde... Müslüman inancına bağlanmış olan büyük Çinli amiral ve diplomat Zheng He (Cheng Ho, orjinal adıyla Ma San-Pao, 1371- 1435), Güney Atlantik akıntılarından da yararlanarak, 1421 yılında, Kristof Kolomp’tan tam 71 yıl önce -Afrika’nın batısından- Güney Amerika kıyılarına ve Antartika’ya ulaşmıştı. Bu keşif, Çinli amiralin, Zheng He’nin, ve yanındaki Zhou Wen, Zhou Man, Yang Qing, ve Hong Bao gibi kaptanların tek keşifleri değildi şüphesiz. Onlar, Batı dünyası Avustralya’dan habersiz iken, bu kıtanın çevresinde dolaşmışlar, Avustralya’nın her kıyısında izler bırakmışlardı. Yeni Zellanda’yı keşfetmişler, Pers Körfezi’ne (Basra) ve Afrika’nın doğu kıyılarına gelmişlerdi. Bölgenin, dünyanın, zamanlarına göre mükemmel bir haritasını yapmış oldukları gibi, geriye, Afrika’dan Zürefa çizimleri dahi bırakmışlardı. Yine onlar, Batılılardan çok önce Ümit Burnu’nu keşfetmişler, ve Afrika’nın batı kıyılarını dolaşmışlardı... Gavin Menzies imzalı, 2002 ve 2003 ıngiltere baskılı “1421, The Year China Discovered The World” (“1421, Çin’in dünyayı keşfettiği Yıl”) başlıklı ve notları ile birlikte 650 sayfadan biraz fazla tutan kitapta, Zheng He’nin -Amerika kıtası dahil- keşifleri ayrıntıları ve kanıtlarıyla anlatılmaktadır... Amiral Zheng He, Çin’in Asya’da etkisinin en çok artmış olduğu ve dışındaki dünya ile ilişkilerinin en çok geliştiği bir dönemde, Ming Hanedanı’nın (13681644) iktidarı yıllarında yaşamış ve keşiflerini -daha çok- Ming Hanedanı’nın üçüncü imparatoru olan Zhu Di (iktidar adı, Yonglo; tapınak adı, Ch’eng Tsu veya T’ai Tsung; kişisel adı, Chu Ti veya Zhu Di, 1360- 1424; imparatorluğu, 1402- 24) döneminde gerçekleştirmişti. Sözkonusu gezilere destek veren aynı imparator döneminde Çin’in başkenti, Nanking’den Pekin’e taşınacaktı... Amiral Zheng He, 41’den 317’ye varan gemi sayısı ve sayıları 30 bine ulaşan mürettebatı ile 1405 yılından 1433 yılına dek, Pasif’te, Hint Okyanusu’nda ve Atlantik’te gezip uğramadığı ülke bırakmayacaktı. Gemilerinden 62 tanesi, -o yıllarda herhangi başka bir ülkede bulunmayan- devasa boyutlu çok değerli gemilerdi. Filo kumandanları tarafından kullanılan ve “Hazine Gemiler” adını alan sözkonusu 62 gemi ile aynı katagoriden olan Zheng He’nin amiral gemisi, yaklaşık 127 metre boyunda (bazılarına göre 180 metre boyunda) ve yine yaklaşık 52 metre genişliğinde, 1000 mürettebatlı ve 3500 ton kapasiteli idi. Bir futbol sahasından daha büyük olan sözkonusu amiral gemisinin yanında, Kolomp’un sade 36 metre uzunluğundan olan Santa Maria adlı kalyonu, kaptan gemisi, ve 15’er metre uzunluklardaki diğer iki gemisi, Pinta ve Nina, birer tahliye sandalı gibi kalmaktaydılar... O, Zheng He, yedi sefere çıkacak ve Vietnam’dan Doğu Afrika’ya dek 37 ülkeyi ziyaret edecekti. Batı Afrika, Amerika ve Antartika keşifleri de bu gezilerinin birer parçaları olacaklardı. Zheng He’nin, Karaip adalarında dolaştığı, uğradığı yerler; Fakland Adaları’na ve Arjantin’in en güney ucuna dek geldiği coğrafyalar; günümüzde Magellan Boğazı adını alan su yolundan geçtikten sonra Antartika’ya dek uzanan yolculuğu, buralardaki rotaları, Gavin Menzies’in -yukarıda adı anılmış olan- kitabında ayrıntılı olarak gösterilmektedir. Ayrıca aynı kitapta, Çinlilerin, sözkonusu filodan gemilerle Güney ve Kuzey Amerika’nın batı kıyılarını, Pasifik kıyılarını ziyaret ettikleri, ve bu yolculukları ile ilgili olarak Amerika’nın Pasifik kıyılarında somut izler bıraktıkları, ve bu izlerin neler oldukları üzerine bilgiler vardır. Yine aynı kitapta, izlediği rota da gösterilerek, amiral Zheng He’nin kaptanlarından Zhou Man’ın, Latin Amerika’nın Pasifik kıyılarından, yani bu kıtanın batısından, şimdiki Ekvador kıyılarından Avustralya’ya dek geldiği anlatılmaktadır. Zhou Man’ın gemileri, Avustralya yakınlarında iki kola ayrılarak bir bölüm bu kıtanın güneyine yönelirken, diğerleri, Avustralya ile Asya arasındaki adaların su yollarından geçerek, Endonezya ve Vietnam kıyılarını izleyerek, kuzeye, Çin kıyılarına doğru yönelmişlerdir... Daha önce de ifade edilmiş olduğu gibi Çinliler, ısa’nın doğmuş olduğu günden beri, yani bundan iki bin yıl önceden beri, modern manyetik pusulanın bir benzerini bilmekte ve kullanmaktaydılar. Yine Araplar’ın pusula benzeri bir aygıtı 700’lü yıllar içinde kullanmakta oldukları bilinmektedir. Batı denizciliği ise, bu tip bilgilere 1100’lü yıllardan, ve daha çok 1300’lü yıllardan sonra kavuşabilecekti. Haçlı Seferleri ve ayrıca ıspanya’da bulunan Arap iktidarı aracılığıyla gelen Doğu’nun bilgileri sayesinde Batılılar, navigation adını alan gemi sürme, yön bulma tekniklerini, denizciliği geliştirebileceklerdi. Arap-ıslam dünyasının bilgileri olmasaydı, Batı’da ne Rönesans başlayabilirdi ve ne de aynı süreç içinde Batı denizciliği, navigation (gemi sürme) tekniği geliştirilebilirdi. Ve tabii yine, Hindistan’a gittiğini sanarak- Batı için Amerika kıtasını keşfeden Kolomp ve diğer Batılı kaşifler varolamazlardı... Zheng He’den çok az ve O’nunkilere göre çok sınırlı geziler yapmış olmasına, 1497’den 1524’e dek sadece 3 Hindistan gezisi gerçekleştirmesine, ve yine Zheng He’den yaklaşık bir asır sonra Ümit Burnu (Cape of Good Hope) adını alan Afrika’nın en güney ucunu keşfetmiş olmasına karşın, portekizli denizci Vasco de Gama, Zheng He’den defalarca daha fazla ünlendirilecek, “büyük bir kaşif” olarak tanıtılacaktı. Çünkü O, tüm bunları Batı koloniyalizmi için yapmıştı... Yine Portekiz doğumlu ve hem Potekiz hem de ıspanyol bayrakları altında yolculuk yapmış olan Magellan, Latin Amerika’nın, Arjantin’in en güneyindeki kendi adıyla anılan- Magellan Boğazı’nı Zheng He’den ancak bir asır sonra, 151922 yılları arasında keşfedebilecekti. Zheng He ise, aynı coğrafyaya 1421 yılında ulaşmıştı. Buna karşın O, Zheng He, sadece bir yolculuğu olan Ferdinand Magellan kadar ünlü olamayacaktı. Hatta, hemen hemen hiç tanınmayacaktı... Tüm kıtaları doğru bağlantıları ve gerçeğe çok uygun biçimleri ile gösteren, Çinlilerin daha o yıllarda dünyanın küre biçiminde olduğunu farkettikleri izlenimini uyandıran, ve 1428 yılında çizilmiş olduğu anlaşılan Zheng He’ye ait dünya haritası, son zamanlarda gün ışığına çıkacaktı... Yukarıda anılmış olan “1421, Çin’in dünyayı keşfettiği Yıl” adlı kitabın 423. ve 424. sayfalarında, Piri Reis’in haritasından sözedilirken, 1513 yılında çizilmiş olan Piri Reis Haritası ile Zheng He’nin dünya haritası arasında bağlantı kurulmaktadır. Ve Piri Reis’in haritasında yeralan Güney Amerika ile ilgili bazı bölümler işaret edilerek, Piri Reis Haritası’nın, 1428 yılında çizilmiş olan Zheng He Haritası’ndan yararlanılarak yapılmış olduğu iddia edilmektedir. şüphesiz bu iddia akla uygun gelmektedir ama, Piri Reis’in sözkonusu Zheng He Haritası’nı nasıl elde edebildiği?, sorusu da ortada durmaktadır... Yine ayrıca, Piri Reis’in, Zheng He Haritası ile birlikte başka bazı haritalardan da yararlanmış olabileceği iddiaları vardır... şüphesiz tüm bu iddialar akla uygundurlar ama, daha önce belirtilmiş olduğu gibi, birkısım bilim adamı da, sözkonusu Piri Reis haritasının ilk biçiminin 1513 yılından 300 yıl kadar önce çizilmiş olabileceği tezi üzerinde durmaktadırlar. Eğer bu iddianın gerçek ile bir bağı varsa, Zheng He’den den çok önce, 1100’lü yıllarda “eski dünya”dan birileri Güney Amerika kıtasına ayak basmıştır... Bu satırları yazana göre, Afrika’nın kuzeybatı kıyılarından, veya ıspanyanın batı kıyılarından yelken açmış olan Arapların, Latin Amerika kıyılarına, hatta Antartika’ya dek gitmiş olmaları olasılık dışı değildir... Bu bir spekülasyon olsa da, denizciliğin asıl erken ustaları olan, ve 700’lü yıllardan beri birçeşit pusula kullanan, ve yine aynı yıllardan itibaren ıspanya-Portekiz üzerinde egemenlik kuran Arapların, Afrika’nın veya ıspanya’ın batı kıyılarından yelken açıp -Güney Atlantik akıntılardan da yararlanarak- Okyanus’u aşmaları, Latin Amerika kıyılarına herkesten önce ulaşmış olmaları hiç te ihtimal dışı değildir... ılginçtir... Geçmişi daha eskilere uzanan halk masallarının, sözlü edebiyatın, “Binbir Gece Masalları” adı ile derlenip yazı diline dökülmeleri, modern roman türüne kaynaklık eden bu masal içinde masalların kaleme alınmaları, ıslam medeniyetinin en yükselmiş olduğu 800’lü ve 900’lü yıllara, -yüksek bürokrasisi ağırlıklı olarak ıran kökenlilerden oluşan- Abbasi Halifeliği dönemine rastlamaktadır. “Binbir Gece Masalları” adıyla derlenen bu halk masallarının birkısmı köken olarak Arap dünyasına ait olmakla birlikte, önemli bir kısmı da eski ıran, Sasani dönemi anlatılarına, Hint anlatılarına, Anadolu anlatılarına, ve hatta iddiaya göre eski Grek anlatılarına dek uzanmaktadır... Ülkesinin kadınlarını, ve sonuçta bütünüyle ülkeyi büyük bir felaketten kurtaracak olan aklın simgesi şehrazat tarafından hükümdar şehriyar’a anlatılan ve hep en heyecanlı yerinde kesilerek devamı sonradan gelen bu masalların en ünlü olanların başında, yedi kez sefere çıkan, ve “Yedi Deniz”e yolculuk yapmış olan Sinbad’ın serüvenleri gelmektedir. Alaaddin’in ve Ali Baba’nın serüvenleri de en ünlüler arasındadır... Yedi sayısı tüm mitolojilerde makrokozmosu, bütünselliği, evreni, tamamlanmış bir çemberi sembolize etmektedir. Hatta özellikle ıslamiyet öncesi tek yaratıcılı ıran (Med, Pers, Part, Sasani, bunların hepsi ıranlı) dini Zoroastrianizm inancının dünyası yedi parçalıdır (yedi zona ayrılmıştır) ve merkezde (merkez zonda) “Ari” adını taktıkları kendileri, ıranlılar oturmaktadırlarıran adı zaten bu Ari sözcüğünden türetilmedir... ıran kökenli bir sözcük olduğu, Sasani döneminden (256- 651) kaldığı, -günümüz farsçasının da temelinde olanOrta ıran dilinden (Pahlavi/ Pehlevi) gelme olduğu iddia edilen Sinbad adının, bu adı taşıyan Sinbad’ın, yedi yolculuğa çıkmış olması, “Yedi Deniz”i dolaşması, Zoroastrianizm’in “yedi parçaya bölünmüş dünyası”nı da oluşturan evrensel bir çemberi tamamlaması, tüm dünyayı gezmesi anlamına gelmektedir... Sonuçta, Sinbad masalının Pers/ Sasani kökenli olabileceği akla sonderece uygundur... ıdealize edilmiş kahramanlarına, ve mitolojik figürlerine karşın, halk masallarının, hatta mitolojilerin, gerçeklerle bir bağları olduğu, ve tarih araştırmalarında değer taşıdıkları bilinmektedir... Sinbad karakteri ile birlikte anlatılan serüvenlere bakarak, Basra’dan yelken açan ıran veya Arap denizcilerinin, veya bunların karışımının, veya Ortadoğu halklarından denizcilerin, Amerika kıtasını da içine alan tüm dünyayı çok erken dönemlerde keşfetmiş olduklarını düşünmememiz için bir neden yoktur... Piri Reis Haritası eğer gerçekten 300 yıl kadar daha erkene ait ise, Piri Reis’in Güney Amerika’nın Atlantik kıyılarını da içine alan- eski bir Arap haritasını elegeçirmiş olma olasılığı mevcuttur. Çünkü, Osmanlı’nın Kızıl Deniz ve Hint Okyanusu filolarının amirali olan Piri Reis’in asıl yoğun ilişkileri, Arap dünyasının, Kızıl Deniz ve Pers Körfezi’nin insanları, Arap denizcileri iledir... Osmanlı ımparatorluğu’nun ıpek Yolu, Akdeniz’in doğu limanları ve ticaret yolları üzerinde kurmuş olduğu egemenlik, Batı Avrupa’yı, özellikle Batı Avrupa’nın denizci milletlerini, yeni ticaret yolları aramaya, Doğu’nun zenginliklerine ulaşmalarını sağlayacak farklı yollar keşfetmeye yönlendirmişti... Aslında, Franco Cardini’nin “Europa 1492” adlı kitabında söylediği gibi, -Daha Türkler tüm Doğu Akdeniz üzerinde ve bütünüyle Kuzey Afrika kıyılarında egemen olmadan-, 1453 yılında ıstanbul’u aldıkları zaman, Batı ticareti ağır bir darbe yiyecekti. Batı ticareti derken, ilk akla gelen Cenevizliler ve Venedikliler olmaktaydılar şüphesiz... Aynı yazarın ifade ettiği gibi, Türklerin ticareti engelleme düşünceleri yoktu ama, Venedikli tüccarlar, Çin ipeğini ve baharatını Müslümanlardan almak zorunda kalmaya başlamışlardı. Artık ticaret, Türklerin dayattığı koşullarda sürmek zorunda idi, bu durum Batılı tüccarların işlerine gelmiyordu. Sonuçta onlar, alternatif ticaret yolları bulabilmek için arayışlar başlatacaklardı... Batı’da doğmakta olan güçlü ticaret burjuvazisi, navigation (gemi sürme) tekniğinde yaşanan gelişmeler bu konudaki, yeni ticaret yolları bulma çabalarındaki atılımlara daha büyük bir güç katacaktı. Sözkonusu keşif gezileri, Kolomp’a arka çıkmış olan- ıspanya kraliçesi Isabella (I. Isabella veya Katolik Isebella, 1451- 1504; iktidarı, 1474- 1504) gibi birtakım devlet yöneticileri, iktidar odakları tarafından desteklenecekti... Ekonomi ile ilgili olarak, “sonsuz istekler...” ifadesini içeren bir tarif bulunsa da, bu satırları yazana göre, insanı ilgilendiren sözkonusu tarif gerçeği yansıtmamaktadır. Çünkü insanlar, ancak bilinçleri ile sınırlı isteklerde bulunabilirler. Bu istekleri ne ölçüde büyük olursa olsun, bu “büyüklük”, ancak kendi farkedebildikleri dünya ile, farkedebildikleri evrenle bağlantılı olabilir. ıstekler, kişinin bilebildiklerine dayanan düşlerinin genişliği ve derinliği ile sınırlıdır. ınsanların, hiç bilemedikleri, düşleyemedikleri birşeyi isteyebilmeleri olanaksızdır. Süreç içinde geçmişin bilgilerine dayanarak sıçramalarla gelişen insan bilincinin -her çağa ve nesle göre- bilemedikleri mutlaka vardır, ve insanın bu hiç bilemediklerini isteyebilmesi, yani taleplerinin gerçekte “sonsuz” olması olanaksızdır. Kısacası, insanın isteyemeyeceği, insan bilincinin dışında olan birşeyler herzan olmuştur; maddede hareketin karmaşık her biçimi hakkında bilinmeyen birşeyler her dönemde olmuştur ve olmaktadır... Portekizli denizciler, 1400’lü yılların ilk yarısında, -henüz Ümit Burnu’na dek inmiyor ve Okyanusun derinliklerine yelken açmıyor olsalar da- Afrika’nın batı kıyılarını keşfetmeye başlamışlardı. O yüzyılın Avrupası’nın üst sınıflarının büyük bir açgözlülükle düşleyebilecekleri coğrafya, baharatların, renkli ipek kumaşları, çeşit çeşit zenginliğin kaynağı olan Ortadoğu ve daha da Doğu ile sınırlıydı. Haçlı Seferleri’ne katılmış olanların, Guillaume de Rubrouck (Rubroucklu Guillaume, yaklaşık 1215- 1295) ve daha önemli olarak Marco Polo (1254- 1324) gibi gezginlerin Doğu ile ilgili olarak anlattıkları, Batı’nın üst sınıflarının Doğu’ya yönelik düşlerini renklendirmekte, sözkonusu coğrafyalardaki zenginliklere ulaşma isteklerinin kamçılamaktaydı. Yine Franco Cardini’nin “Europa 1492” adlı kitabından özetleyerek anlatacak olursak, Kolomp dönemi Avrupalıları, dünyadaki cennetin Doğu’da veya Afrika’da olduğuna inanmaktaydılar. Onlar, mükemmel kokulu kremler, tarçın ve -adları uzun bir liste oluşturacak- cins cins baharatlar veren inanılmaz güzellikte olağanüstü ağaçların, Nil, Ganj, ve Dicle- Fırat havzalarında yetiştiğini düşünmekteydiler. Bu ağaçlardan nehirlere düşen yaprakların ve emslsiz güzellikte meyvaların nehirler aracılığıyla kaybolan cennetteki insanlara ulaştığını sanmaktaydılar... Fakat sonuçta Batı’da kimse, -keşfedilmeyi bekleyen- yepyeni bir kıta, yepyeni bir dünya olduğunu aklının ucundan bile geçirmemekteydi. Kristof Kolomp’ta, bilinmeyen böyle bir kıtayı özel olarak düşünmemişti, keşfetmeyi istememişti, isteyemezdi. Çevresindeki kişilerin de etkileri ile O, Kolomp, Batı’ya yelken açarsa eğer, Hindistan’a ulaşan yeni bir deniz yolu bulabileceği düşüncesini beyninde yeşertmişti. O, Hindistan’a gitmek istiyordu sadece... ıspanyol Yahudisi aileden geldiği söylenen -Katolikleşmiş- Kiristof Kolomp (Christopher Colombus; ispanyolca, Cristóbal Colón), Domenico Colombo adlı yün tüccarı bir adamın oğlu olarak ıtalya’nın önemli liman kentlerinden olan Cenova’da (Genoa) 1451 yılında doğacaktı... Marco Polo’nun gezi notlarının, ve daha önceki birkaç yazarın anlattıklarının etkisinde kalmış olan Kristof Kolomp, hakkında yazılanlar doğruysa, Portekiz’de, Lizbon’da yaşamakta olduğu tarihlerde, yaklaşık 1480’li yıllarda, Batı’ya yelken açarak Hindistan’a ulaşabileceği fikrini kafasında geliştirmeye başlayacaktı. Sonuçta O, Kolomp, projesini yaşama geçirebilmek amacıyla, iktidarı paylaşan hükümdar çift Aragonlu II. Ferdinand’dan (Katolik Ferdinand, 1452- 1516) ve Kastilyalı I. ısabella’dan (Katolik ısabella, 1451- 1504) yardım istemek amacıyla ıspanya’ya gidecekti. Düşlediği yolculuğu yapabilmesi için mali desteğe gereksinimi vardı... Kolomp’un gezisi için mali destek aradığı günlerde sözkonusu Katolik çift, II. Ferdinand ve I. ısabella, yaklaşık 700 yıldır ıspanya’nın ve Portekiz’in en geniş kısmına egemen olan, ve artık egemenlik alanları alabildiğine daralmış bulunan Araplara karşı savaş halindeydiler. Onlar, ıspanya’yı bütünüyle Katolik yapmanın eşiğine gelmişlerdi... Sonuçta Kolomp, isteğine okadar çabuk kavuşamıyacaktı... Kolomp’un gezi ile ilgili düşünceleri, 1491 yılında, ıspanyol bir komisyon tarafından incelemeye alınacaktı... Sözkonusu yılın bittiği günlerde, 2 Ocak 1492’de, Mor olarak adlandırılan Arap yönetimi, XII. Muhammed, son kaleleri olan Granada’nın düşmesinin ardından teslimiyet anlaşmasını imzalayacaktı. Sonuçta ıspanya tümüyle Katolik egemenliği altına girerken, Kolomp’un planlarını yaşama geçirmesi için gereksinim duyduğu mali desteği alabilme olanakları da doğacaktı... Bu gelişmenin hemen ardından, aynı yıl (1492), ıspanya Engzisyonu, Yahudileri kovma kararını alacaktı. Hoşgörü yoktu; ya din değiştirecekler, ya da ülkeyi hemen terkedecekleri. Yapılmış olan teslimiyet anlaşmasına karşın aynı şey Müslümanlar için de sözkonusuydu; ve din değiştirmek istemeyenler ödürüleceklerdi. Acımasız bir Müslüman katliam olacaktı... Engzisyon, 1878 yılında, ülke de tek din olması kararını almıştı... Kiristof Kolomp, 36 metre uzunluğundaki “Santa Maria” (“Aziz Meryem”) veya “Marigalente” adlı kumanda gemisi ve beraberinde 15’er metre uzunluklarındaki “Pinta” ve “Nina” adlı gemilerle, 3 Ağustos 1492 günü, daha güneş doğmadan güybatıya doğru yelken açacaktı. Bu Küçük filo, Afrika’nın kuzeybatı kıyılarındaki Kanarya adalarına 12 Ağustos günü ulaşacak ve birtakım tamiratlar için 6 Eylül gününe dek burada kalacaktı... Sonuçta, 12 Ekim 1492 günü -geceyarısından iki saat kadar sonra- Kolomp, Florida’nın doğusunda, Kuba’nın kuzeyinde bulunan Bahama Adaları’ndan birine ayakbasacaktı. O, bu adaya, “San Salvador” (“Kutsal Kurtarıcı”) adını verecekti. Bu ada da fazla kalmayan Kolomp, kısa süre sonra, 28 Ekim günü, -Meksika Körfezindeki- Kuba’nın (Cuba) kuzeydoğu kıyılarına çıkacaktı. Kuba, Karaip Denizi’nin en büyük adasıydı ve Kolomp Hindistan’a ulaştığını sanmıştı. Bu nedenle, sözkonusu denizdeki tüm adalara, “Batı Hint Adaları” denecek, ve Amerika’nın yerli halkına da yanlışlıkla “Hintli” (“Indian”) adı takılacaktı. Aşağılayıcı bir ifade olarak onlara, “Kızılderili”de denilecekti... Kuba’dan hemen sonra, günümüzdeki Haiti’nin ve Dominik Cumhuriyeti’nin birlikte bulunduğu ikinci büyük ada keşfedilecekti... Önemsiz de olsa, Türklere ilginç gelebileceği için, “Batı Hint Adaları” arasında ıngiliz kolonisi olan, ve en büyük adası “Büyük Türk” olarak adlandırılan “Turk ve Caicos Adaları”ndan sözetmek istedim. Sözkonusu adaya Türk adının verilmesi, bu adalarda yetişen bir çeşit kaktüs bitkisinin çiçeklerinin fes benzeri olması, kafaya giyilen fesi çağrıştırması ile bağlantılı imiş... Kolomp tarafından keşfedildiği günlerde Kuba’da, Taino ve Ciboney adlarını alan iki farklı yerli halk yaşamaktaydı. Tarihçi Juan Perez, bunlara bir de Guanahatabetes halkını eklemektedir. Juan Perez’in hesaplamasına göre, Kolomp’un adaya geldiği günlerde yerli halkın nüfusu 100 ile 200 bin arasında idi. Günümüzde yerli halktan geriye geriye sadece 4 bin kadar küçük bir sayının kalmış olmasında, Atlantik boyunca gelişen köle ekonomisinin ve bu ekonomide Kuba’nın ara durak olmasının etkileri olmuştur... Kuba’da yaşamakta olan ve farklı kültürleri, farklı sosyal gelişmişlik düzeylerini temsileden bu halklar, birkaç bin yıldır buralardaydılar. Daha gelişmiş olan Taino halkı, tarım ile uğraşmaktaydı. Ciboney halkı ise, avcılık ve toplayıcılık ile yaşamını sürdürmekteydi... Kuba (Cuba) adı, Taino halkının dilinden, üzerinde yaşamakta oldukları bu adaya verdikleri cubanacan sözcüğünden gelmektedir. Cubanacan, “merkezi yer” anlamına gelmekte imiş ve ıspanyollar’da adayı Kuba olarak adlandıracaklardı... Spekülasyon olacak ama, kimbilir belki onlar, Taino halkı, “Nasrettin Hoca’nın dünyanın merkezi olarak eşşeğinin arka ayağının bastığı yeri göstermiş olması” gibi, üzerinde yaşamakta oldukları bu adayı ve kendilerini, dünyalarının merkezi olarak görmekteydiler... Aslında tarihte, sözkonusu kendini merkeze oturtma yanlışlığı veya idealizmi, sadece onlara değil ama, aralarında ıranlıların da bulunduğu daha birçok toplumun üst sınıflarına özgü bir üstünlük kuruntusudur... Değişik toplumların egemen üst sınıfları, -yetersiz bilgileri ve egemenlik sorunları ile birlikte- varlık nedenlerini sorgularken, kendilerini idealize ederek yüceltmekte, sonuçta, dünyanın merkezine kendi varlıklarını oturtmaktadırlar. Yine birçok birey de, bilincinde olarak veya olmayarak, “dünyanın merkezine” kendi varlığını oturtur; dünyaya sübjektif idealizmin pencersinden bakmaya çalışır... Aslında, emperyalist merkezler de dünyaya bu pencereden bakarlar, kendilerini herşeyin merkezine oturturlar... Gerçekleri doğru görmeyi engelleyen, varlıkları ve yaşananları luna park aynaları gibi çarpıtarak yansıtan, herşeyi kendi varlığı ile başlatıp sonlandıran bu görüş, yaşanan toplumsal trajedilerin temelinde durur... Hitler Almanyası’nın bilim-dışı jeopolitiğine göre Almanya, dünyanın merkezine oturtulmaktaydı. Aynı yalan, şimdi de ABD’nin yönetici güçleri için geçerlidir. Dünyadaki tüm gelişmeleri ABD merkezli, ve ABD mali-sermayesinin azami kazançları perspektifinden gören bu bakış, günümüzde yaşanmakta olan insani trajedilerin başlıca kaynağı olmaktadır... Kolomp’un keşfetmiş olduğu coğrafya, ıtalya, Floransa doğumlu Amerigo Vespucci’nin (1454- 1512) bölgeye yapmış olduğu ikinci gezinin (1501-1502) sonuna dek, Batı’da, Asya kıtasının bir parçası sanılacaktı. Sözkonusu ikinci gezisi ile birlikte Brezilya kıyılarını, ve yine Arjantin’in güneyindeki Patagonya kıyılarını keşfedek olan Vespucci, burasının “yeni bir dünya”, Batı’da bilinmeyen yeni bir kıta olduğunu anlayacaktı... Amerigo Vespucci’nin adına izafeten, Batı için yeni olan bu kıtaya, Amerika denilecekti... Öncelikle Karaip Adaları’nın ve ardından Orta ve Latin Amerika’nın, Katolik Latinler, ıspanyollar tarafından kolonileştirilme süreci başlamıştı... Bu açgözlü kolonileştirme süreci, aynızamanda yeni korkunç toplumsal-insani trajedilerin, gelişmekte olan ırkçı ideolojilerle “haklı” çıkartılmaya çalışılan ürkütücü soykırımların başlangıcı olacaktı... Diğer yandan, Avrupa’nın kuzeyinden gelen püritan (safcı) Protestanlar, çoğunluklu olarak Anglo-Sakson kökenli koloniyalistler, Kuzey Amerika’nın yerli halkını yoketmeye başlayacaklardı. Bu ikinciler daha da ırkçı idiler, Latinler gibi karışık evlilikler yapmıyorlar, melez nesiller istemiyorlardı... Yoketmekte oldukları yerli halkı “daha aşağı bir soy” olarak görmekteydiler, ve bu konular üzerine tamamen bilim dışı spekülatif “teoriler” üretmeye başlayacaklardı... ABD yönetimi, 1870 yılında yapılan nüfus sayımı sırasında yerli halkı resmen farklı bir “ırk” olarak tanımlayıp bunların sayılarını hesaplamaya çalışacaktı. Yani onlar, o yıla dek yerlileri -resmi olarak- insandan bile saymamaktaydılar... Gerçek sayıyı bilmek olanaklı olmasa da, değişik kaynaklardaki bilgileri özetleyerek nakledecek olursak, 1492 yılında Kolomp bu kıtaya geldiği zaman, yerli halkın sayısı, kimilerinin hesaplamalarına göre, 100- 112 milyon civarında idi. Başkalarına göre ise aynı sayı, 25 milyonu Aztek ımparatorluğu, 12 milyonu Inka ımparatorluğu sınırları içinde olmak üzere 50- 55 milyon civarında bulunmaktaydı. Nüfus yoğunluğu bakımından, şimdiki Meksika-ABD sınırının kuzeyine göre güneyinde kalan bögeler daha ağır basmaktaydı. Bazı ansiklopedik bilgi kaynakları, geçmişte kuzeyde yaşıyanların sayılarının üst sınırını 18 milyon olarak vermektedirler... Fakat daha ağır basan genel kanı, 100 milyon kadar yerlinin, gelen Avrupalıların soykırımları ve taşıdıkları mikroplarla yokedildikleri, öldürüldükleri yönündedir... Günümüzde de Orta ve Latin Amerika coğrafyasında yaşamakta olan yerli halkın, veya aslında çoğu karışmış olan melez halkın sayısı, ABD ve Kanada topraklarında yaşayan yerlilere göre çok daha fazladır. Fakat şüphesiz günümüzdeki tüm bu yerli halkın sayısı, Kolomp’un Amerika kıtasına geldiği zamanki sayısına göre sonderece düşüktür... Miami Üniversitesi’nden Profösör Ruth Reitan’ın 27 şubat 2008 tarihli ve “US NATİVE AMERİCANS' STRUGGLE FOR SURVİVAL AND SELFDETERMİNATİON, PAST AND PRESENT ” başlıklı makalesine göre, günümüzde ABD sınırları içinde, sayıları 500’ü aşan kabileye ait ve toplam 3 milyondan daha az nüfusa sahip olan yerli halk yaşamaktadır. “HomeEncyclopediaDictionaryAtlasK-12 SuccessCollege & Grad SchoolDegrees & TrainingQuizzesMore” adresindeki “Native Americans of North America” başlıklı oldukça uzun ve detaylı ansiklopedik bilgilere göre, günümüzde (2000’li yıllarda) ABD’de yaşıyan yerli halkın nüfusu 2.48 milyon kadardır ve kabile sayısını da 300’ün üzerindedir. Aynı kaynak, kendisini yerli Amerikalı olarak tanıtanların 1990’lı yıllarda 1.8 milyon olduğunu, söylemektedir... Günümüzde (2008- 09) ABD nüfusunun 300 milyonu biraz aştığı hesaba katılırsa, yerli Amerikalıların sayılarının azlığı daha fazla dikkati çekebilir. Aslında, kabile sayısı konusunda farklı bakışlardan kaynaklanan biraz değişik hesaplamalar olsa da, yukarıda anılan iki farklı kaynağa ait nüfus sayısı yaklaşık birbirini tutmaktadır. Ve şüphesiz bu sayı, geçmişe ve genel ABD nüfusuna göre sonderece düşüktür. Sözkonusu yerli halkın nüfusu, genel ABD nüfusunun yüzde 1’i bile etmemektedir... Yine Profösör Ruth Reitan’ın verileriyle bunların (ABD’de yaşamakta olan yerli halkın) üçte biri, kendilerine ayrılmış olan ve “reservation” adını alan 300 kadar özel toprak parçası üzerinde varlıklarını sürdürmektedirler. Sözkonusu mevcut yerli halkın ancak yüzde 1 kadarı geçmiş ruhsal şekillenmesini, etnik özelliklerini, inançlarını koruyabilmiştir. Kalanları, çoğunluk, karışmış bir etnik yapıya ve Hiristiyan inancına sahiptir. Kısacası yerliler, hem fiziki biyolojik yapı olarak, ve hem de kültür olarak yokolmuşlar, veya daha doğru ifadeyle, yokedilmişlerdir... Yine “Native Americans of North America” başlıklı ansiklopedik bilgilere göre, Kanada’da yerli halkla ilgili yaklaşık 600 birlik vardır ve 1996 yılı sayımına göre yaklaşık 805 bin kişi kendisini Yerli Amerikalı (Indian), Métis (melez, karışmış Yerli/ Indian, veya karışmış Fransız, veya karışmış ıskoçyalı), ve Inuit (Kanada ve Grönland topraklarında yaşayan Eskimolar) olarak tanımlamıştır... Anlaşılmış olacağı gibi, Eskimolar ve karışmış olanlarla birlikte hesaplandığı zaman yerli halkın sayısı ancak 800 bini bulabilmektedir. şüphesiz bu sayı da geçmişe göre sonderece düşüktür. Bir de, dünya nüfusunun sürekli artmakta olduğu dikkate alınırsa, yerli halka yönelik kırımın boyutları, geçmişe göre bunların nüfuslarının ne ölçüde düşük olduğu daha iyi farkedilebilir... Orta ve Latin Amerika’ya gelince... Burada, Kuzey’e göre yerli ve asıl olarak melez halkın sayıları yükselmektedir. Özellikle And Dağları bölgesinde, Bolivya’da ve diğer bazı komşu ülkelerde yerli halk arasında bir nüfus artışı gözlemlenildiği yazılmaktadır... Yine aynı ansiklopedi’de yeralan “Native Americans of Middle and South America” başlıklı açıklayıcı metne göre, yakın zamanda yapılmış nüfus sayımları, Latin Amerika’nın yerli halkının sayısını 40 ile 49 milyon arasında göstermektedir. Bunların genel nüfusa oranları Bolivya’da yüzde 60’a (başka kaynaklarda, yüzde 55 olmaktadır ama, melezlerle birlikte oran yüzde 90’a ulaşmaktadır), Peru’da yüzde 45’e, Guatemala’da yüzde 44 ile 53 arasında bir miktara (başka kaynakta, yüzde 40), Ekvador’da yüzde 43’e (başka kaynakta, yüzde 25 ve melezlerle birlikte yüzde 55), Meksika’da ise yüzde 8 ile 30 arasında (başka kaynakta, yüzde 12) bir sayıya varmaktadır. Tüm bu ülkeler arasında bir tek Bolivya’da yerli nüfusu diğerlerini geçmektedir. Adları verilenlerin dışında kalan Latin Amerika ülkelerinde yerli halkın genel nüfusa oranları sonderece düşüktür... Metni sayılara boğmamak için vermediğim diğer tüm oranlar, değişik kaynaklarda da benzer biçimde yansıtılmaktadır... Aslında, Orta ve Güney Amerika coğrafyasında varolan belli başlı ülkelerin, özellikle Bolivya ve çevresi ülkelerin halkının ezici çoğunluğu melezdir... Bu metnin asıl konusu olan Kuba’ya gelecek olursak... Yukarıda da belirtilmiş olduğu gibi, ıspanyollar Kuba’ya ilk ayak bastıkları sırada sayıları 100 ile 200 bin arasında olan yerli halktan geriye hemen hemen birşey kalmamıştır. Günümüzde 11.2 milyon kadar olan Kuba nüfusu içinde yerli halkın sayısı, hatta melezler ile birlikte sayıları, yüzdesi hesaplanamayacak kadar azdır... DNA testlerinin ve bunlara dayanılarak yapılan soy tesbitlerinin ne ölçüde bilimsel doğru sonuçlar verebiceklerini bilemesem de, 1995 yılında Kuba’nın Pinar del Rio Bölgesi’nde (Kuba’nın batı ucunda, Havana’nın 150 km kadar güneybatısında) tıbbi amaçlı olarak, bulaşıcı salgın hastalıklarla ilgili olarak yapılan DNA testleri, örneklerin yüzde 50 kadarının Avrupa kökenli, yüzde 46 kadarının Afrika kökenli olduğunu göstermiştir. Bunlardan ancak yüzde 4 kadarında yerli halkın izleri bulunmuştur. Bu sonuçlar Kuba’nın geneli hakkında da bir fikir verebilirler herhalde... Gelenlerin gerçek karakterlerini, mülkiyet hırslarını bilemeyen Amerika’nın yerli halkı, başlangıçta Avrupalıları dostça karşılamıştır. Bununla ilgili onlarca örnek verebilirim ama, konu dağılır... Trajik olaylar daha sonra başlamıştır... Yerli halkın çok önemli bir kısmı -ateşli silahlara sahibolan- göçmenler ve yağmacılar tarafından vahşice yokedilmiş olsalarda, bu fiziki şiddetin etkisinden daha fazla ölümlere neden olanın, “eski dünya”dan gelen salgın hastalıklar oldukları iddia edilmektedir... Altın peşindeki ıspanyol fatihlerin Latin Amerika’daki belgeli kitlesel katliamlarını bir yana koyacak olursak, örneğin, Amerikalıların ıngiliz ımparatorluğu’na karşı yürüttükleri bağımsızlık savaşı (1775- 83) sırasında ve asıl olarak savaşın ardından, önemli bir yerli Amerikalı katliamı yaşanacaktı. Çünkü, savaş sırasında taraf tutmaya zorlanan yerlilerin önemli bir kısmı, ıngilizlerin safında olmuşlardı... Fakat yine bu halkın arasında yaşanan ölümlerin çoğunluğunun, Avrupa’dan gelen salgın hastalıklarla ilgili olduğu iddia edilmektedir... Amerika kıtası diğerlerinden izole bir konumda olduğu için, bu kıtanın halkı, “eski dünya”da, Avrupa-Asya-Afrika ülkelerinde yaşanmış olan ve kısa süreler içinde onmilyonlarca insanın yaşamına malolan, hatta bazı ülkelerde nüfusun çoğunluğunu alıp götüren, veba vs. gibi salgın hastalıklardan uzak kalabilmişti. Amerika kıtası, eski dünyadaki birçok mikrobu, bakteriyi ve virüsü tanımamıştı. Aynı nedenle Amerika’nın yerli halkının bağışıklık sistemi sonderece zayıftı; bu insanlar, “eski dünya”nın mikroplarına, bakterilerine, virüslerine karşı tamamen korumasızdılar... Amerika’ya gelen göçmenlerle birlikte, veba, tifüs, sifilis, çiçek ve daha onlarca salgın hastalığın nedenleri de gelecek, ve yerli halk arasında yığınsal ölümler başlayacaktı. Yazılanlara göre, en çok ölüm, çiçek hastalığı nedeniyle yaşanacaktı... şakayla karışık, tüm “suç” Kolomp’un üzerine atılabilir. Alaylı bir gülümsemeyle, “O bu kıtayı keşfetmese, sözkonusu trajedilerin yaşanmayacağı, ve günümüzde ABD’nin dünyanın başına bela olmayacağı”, söylenebilir... Aslında bela, ne ABD’dir ve ne de bir başka ülke. Belanın, şiddetin, baskının, sömürünün, -“solcu” veya sağcı etiketleri ile söylenen- yalanların, ikiyüzlülüklerin, hertürlü kötülüğün, toplumsal trajedilerin asıl kaynağı, insan soyunun, iradesi dışında ve toplumsal gelişmenin bir sonucu olarak içine sürüklenmiş olduğu uzlaşmaz sosyal çelişkilerle yüklü sınıflı toplum yapısıdır. Ve yine kötülükler, bu çok yönlü zengin toplumsal ilişkiler içinde farklı bireylerin değişik ölçülerde bozulan moralleri ve psikolojik yapıları ile ilgilidir... ınsan soyu, -renkleri çok daha zengin olmakla birlikte- yukarıda grileştirilerek ifade edilen bu süreci aşabilecek bir toplumsal evrime ulaşmadan, hertürlü pislik -değişik kılıfların içinde- pazarlanacak, toplumsal ve bireysel acılar eksilmeden sürecektir. Mevcut toplumsal yapı özü itibariyle varlığını sürdürdükçe, Amerika olsa da olmasa da kötülükler olacaktı ve olacaktır... Ayrıca Amerikadaki herşey de kötü değildir. Nasıl diğer ülkelerdeki herşey iyi değilse... 2 Sosyalis devrime dek Kuba tarihinde hızlandırılmış bir yolculuk “Batı Hint Adaları” denilen adaların en büyüğü konumundaki 110 861 kilometre kare yüzölçüme ve 2008 sayımına göre 11 milyon 236 bin nüfusa sahip olan Kuba, ıspanya Krallığı tarafında bölgenin ilk görevlisi olarak atanan Diego Valázquez de Cuellar tarafından 1510 yılında yerleşime açılmaya, kolonileştirilmeye başlanacaktı. Artık Kuba ıspanya’ya ait oluyordu ve 1511 yılında Sebastian de Ocomba, bu adanın tüm kıyılarının haritasını çizecekti... Gerçekleşen ıspanyol istilası ile birlikte ilk olarak yedi köye yerleşim başlayacaktı. Bunlardan en önemlisi haline gelecek olan La Habana (Havana), 1514- 15 yılında ıspanyolların yerleşimine açılıp büyümeye başlayacaktı. Burası, tarıma elverişli mükemmel toprakları olduğu kadar, adanın diğer bölgeleri ve dış dünya ile iletişim için de elverişli idi ve öyledir... Kuba, Havana’ya yerleşmiş bir ıspanyol vali eliyle yönetilecekti. Bu ülke, Avrupa’nın şeker, kahve ve tütün gereksinimini ucuza karşılayan toprak parçası olarak kullanılacaktı. Sözkonusu üretim amacıyla köle işçiler kullanılmaktaydı ve 1526 yılından itibaren Ada’ya Afrika’dan köleler getirtilmeye başlanacaktı. Yerli halk büyük ölçüde yokedilmişti... ıspanyol yönetiminin 1774 yılında yapmış olduğu ilk nüfus sayımı, Kuba’da 171 bin 620 kişinin yaşamakta olduğunu gösterecekti. Adadaki yerli halkın 270 yıl kadar önce 100- 200 bin kadar olduğunu düşünecek ve 1526’dan itibaren de Afrika’dan kölelerin getirtilmeye başlandıkları hesaba katılacak olursa, yerli kıyımının hangi boyutlarda olduğunu daha iyi hissedilebilir herhalde... Nüfus sayımının yapıldığı 1774 yılında Kuba’nın dış ticaretinde patlama olmuş, ve yeni kasabalar kurulmaya başlanmıştı. Fransız devriminin arifesinde Avrupa’da yaşanmış olan “Yedi Yıl Savaşları” (175663) sırasında Kuba, 1762 yılında ıngilizlerin eline geçecekti ama, ertesi yıl, 1763’de ıspanyollar tarafından geri alınacaktı... Aynızamanda deniz aşırı koloniler üzerine de bir kapışma olan bu savaş sırasında, Fransa, Avusturya, Saxony, ısveç, ve Rusya bir safta, Prusya, Hanover ve Büyük Britanya diğer safta yeralmışlardı. Sözkonusu savaşta ıspanya, Fransa’ya mali destek sağlamaktaydı... ıngiltere, “Yedi Yıl Savaşları” sürecindeki deniz aşırı kapışma da Fransayı alt edecekti... Yukarıda ifade edilmiş olan dış ticari gelişme ile birlikte, 1790 yılına dek Kuba’ya Afrika’dan köle ithali büyük boyutlara ulaşacaktı... Kubalı tarihçi Hortensia Pichardo’ya göre, 1841- 61 yıllarında beyazlar (Avrupa kökenli Kubalılar) azınlık konumuna düşeceklerdi. Yine aynı tarihçinin notlarına göre, 1869 yılında Kuba’da 763.176 beyaz, 238.297 tane özgür renkli derili kişi, 34.420 Asya kökenli halk, ve 363.286 Afrikalı köle vardı. Aynı yüzyılın başlarında köle ayaklanmaları yaşanacaktı. Özellikle 1824- 45 arasında Matanzas bölgesinde yeralan çiftliklerde kölelerin ve renkli derili halkın katıldığı önemli ayaklanmalar olacaktı... Köleliğe karşı çıkan bu ayaklanmalardan en önemlisi, 1844 yılında yaşanacaktı. “Conspiracy of Ladder” (“Aşamalı Komplo”, “Adım Adım Komplo”, “Basmak Basamak Komplo”) olarak anılan sözkonusu kalkışma, özgür bir siyah olan Jose Antonio Aponte tarafından yönetilecekti... ısyan, sonderece kanlı biçimde bastırılacak, ve ardından çok sayıda köle, özgür siyah derili insan, ve yine Mestizos olarak anılan özgür Yerli Kubalı (Indian)- ıspanyol karışımı melez öldürülecekti. Bu sonuncuların, Yerli-ıspanyol melezlerinin arasında, sonderece parlak bir şair olan Gabriel de la Concepcion Valdes’de (Plácido) vardı... Kuba’da yaşayan sözkonusu Asyalıların kimler oldukları sorusu akla gelebilir... Kuba devriminde yeralmış, devrim için savaşmış olan üç Çinli-Kubalı generalin birlik kaleme almış oldukları “Our History is still being written” (“Tarihimiz Halen Yazılmaktadır”) başlıklı kitap, bu suale yanıt getirmektedir. Evet bunlar, Armando Choy, Gustavo Chui, ve Moisés Sio Wong, -aynen dedeleri gibi- Kuba’da doğmuş üç Çinlidirler, devrim sürecinde savaşıp general olmuşlardır, Afrika’da savaşmışlardır, ve halen Kuba toplumunda önemli görevler yapmaktadırlar... Kuba’da sayıca kalabalık olan Çinli kökenli halk, bu adaya ilk kez 3 Haziran 1847 günü ayakbasmıştır... Batı sömürgeciliği Çin topraklarına ilk kez -son hanedan olan- Manchu (Ch’ing) Hanedanı (1644- 1911) döneminde Afyon/ Opium Savaşı (1839- 42) ile girecek ve Çin pazarı üzerindeki egemenliğini kanlı yöntemlerle genişletip sürdürecekti... “Dördüncü ımparator” ünvanıyla ülkeyi 60 yıl yöneterek en geniş sınırlarına ulaştıran ve kendiliğinden tahtı terkeden Hung- li veya Ch’ien Lung (1735- 95) Çin’i en geniş sınırlarına ulaştıran bilge bir kişilikti. Manchu (Ch’ing) Hanedanı’nın bu “Dördüncü ımparator”u, Hıristiyanlığın Çin’de yayılmasını en asgari düzeyine indirmişti. Batı’nın tüccarları ile ilişkileri sınırlamış ve tek ticaret limanı olarak güneydeki Canton/ Kanton’un (Kuangchou, Guangzhou) kullanılmasına izin vermişti. Buna karşın Batılı tüccarlar karaya ayak basamıyorlar, ticaretlerini açığa demirlemiş gemilerinden yapabiliyorlardı... ıleride bu kurallarda gevşeme olacak ve Hindistan’ı sömürgeleştirmiş olan ıngiltere’nin tüccarları, Çin’den almış oldukları çayı Hindistan’da pazarlarlarken, Hindistan’dan getirdikleri afyonu (opium) gizlice Çin pazarına sürmeye, halkı bu uyuşturucuya alıştırmaya başlayacaklardı. Dönemin Manchu hanedanından imparator Tao-kuang (yönetimi, 1820- 50) ve hükümeti, afyon ticaretini kesinlikle yasaklayacak, kaçakçılığın ve rüşvetin üzerine sert tedbirlerle gidecekti. Çin yönetimi, halkı uyuşturan bu gizli ticarete müdahale edip ıngiliz tüccarlara ait büyük bir parti afyonu Kanton’da tahribedince, ıngiliz donanması önemli Çin limanlarını top ateşine tutacak ve buralara asker çıkarttı... Barutu keşfeden çinlilerdi ama, artık ıngiliz toplarının menzilleri Çin toplarınınkinden çok daha uzundu. ıngiliz savaş gemiler, Çin toplarının menzilleri dışında kalarak, uzaktan bu ülkenin limanlarını rahatça bombalıyabiliyorlardı... Çin’in yenilgisi ve pazarını Batı sömürgeciliğine açması ile sonuçlanacak olan ilk “Afyon Savaşı” (1839- 42), ıngilizlerin yaptıkları gizli afyon (opium) ticaretinin Çin hükümeti tarafından engellenmeye kalkılması ile başlamış oldu. Bunun bir de ikincisi olacak, ikinci Afyon Savaşı (1856- 60) Çin için daha da ağır koşullar üreterek noktalanacaktı... Çin yönetiminin yenilgisinin ardından imzalanan 1842 tarihli Nanjing Anlaşması ile ıngiliz tüccarları ilk kez özgürce Çin pazarlarına egemen olacaklardı. Nanjing Anlaşması ile aralarında büyük Shanghai limanının da olduğu beş büyük Çin limanı, ıngiliz ticaret gemilerine ve ticaretine sınırsız açılacaktı. Buna ek olarak günümüz’de Hon Kong’un bulunduğu arazi de -mükemmel limanı ile birlikte- ıngiliz toprağı haline getirilecekti... Beş yıl içinde diğer büyük Batılı güçlerde Çin ile benzer anlaşmalar imzalayacaklardı. Artık, Çin limanlarında Batı’nın sömürgeci merkezlerinin egemenlikleri başlamıştı. Fakat onlar bununla da yetinmeyeceklerdi... En önemli ıngiliz kolonisi haline gelmiş olan Hon Kong’un hemen yanında duran Çin’in önemli limanı ve ticaret merkezi konumundaki Kanton (Canton) limanında, Guangzhou’da, Arrow adlı bir ingiliz gemisinin Çinli yetkililerce gizlice aranmış olmasını bahane yapan Londra, 1856 yılında bu ülkeye yeniden saldıracaklardı. ıkinci “Afyon Savaşı” (1856- 60) olarak anılacak olan bu askeri müdahaleye, Fransızlar, Ruslar ve artık denizaşırı koloniler elde etmeye başlamış olan ABD’nin gemileri ve askerleri de katılacaklardı. Sonuçta, 1858 yılında imzalanan Tianjin anlaşması ile Çin, 11 büyük limanını daha bu sömürgeci güçlere açmak zorunda kalacaktı. Pekin bölgesindeki Hıristiyan misyonerlerin çalışmalarına tam bir özgürlük tanınacaktı. Çin yönetimi afyon (opium) ticaretini bütünüyle legalleştirmek zorunda kalacaktı... Çin artık Batı’nın emperyalist merkezlerinin ve ABD’nin açık av alanı haline gelmişti. Birsüre sonra bunlara Japon emperyalizmi de eklenecekti... Bu süreç içinde ıngilizler, Çin işgücünü kullanarak Trinidad ve Tobago, Jamaica, Guyana, Barbados gibi kolonilerinde üretimlerini ve kârlarını arttırabileceklerini farkedeceklerdi. Yine aynı süreç içinde ıspanya Kırallığı’da, Kuba’nın şeker endüstrisi için Afrikadan getirilen siyah köleler yerine, ucuz Çinli işgücünü kullanabileceğini farkedecekti... Aslıda, 1817 yılında ıspanya ve ıngiltere, Afrika’dan yapılan köle ticaretini iptal etme, bir daha yapmama konusunda anlaşma imzalamışlardı. Fakat yine de ıspanya, imzalamış olduğu anlaşmayı çiğneyerek köle ticaretini gizlice sürdürmüştü. Bu illegal ticaret sırasında ıspanyol gemileri çok fazla köle getirmişlerdi ama, yine de bunlar gereksinim duyulan işgücü için yeterli değildi. Sonuçta ıspanya Kırallığı’da Çinli işgücünden yararlanma kararı aldı... Yukarıda adları verilmiş olan Çinli-Kubalı üç genarelin vermiş oldukları bilgilere göre, ilk “Afyon Savaşı”nın sürdüğü 1841 yılında, Kuba’da 1.071.000 kişi yaşamaktaydı. Bunların sadec 418 bin tanesi Avrupa kökenli beyaz, 150 bin tanesi ise “mestizos” olarak anılan özgür Yerli/ Indian-ıspanyol melezi idi. Geriye kalan 432 bin kişi ise köle statüsünde idi. Sonuçta, köle konumunda olanlarla özgür melezlerin sayıları beyazları geçmekteydi... Daha önce yukarıda kısaca anılmış olan 1844 tarihli kölelik karşıtı büyük ayaklanma, “Conspiracy of Ladder” (“Aşamalı Komplo”, “Adım Adım Komplo”, “Basmak Basamak Komplo”) olarak anılan isyan, Çinli işgücünü kullanma düşüncesini yaşama geçirmekte etkili olacaktı... Yine aynı Çinli-Kubalı generallerin verdikleri bilgilere göre, ıngilizlerden esinlenmiş olan ıspanyollar, sözkonusu isyanın kanlı biçimde bastırılmış olduğu 1844 yılında, Kuba’ya getirmeyi planladıkları Çinli iş gücü trafiğini yönetebilmek amacıyla, Çin’in güneydoğusunda, Tayvan (Taiwan veya Formosa) adasının tam karşısında bulunan Amoy (Xiamen) limanında bir şirket kuracaklardı. ıspanyollar, Kuba’da çalışacak Çinli işçilerle, dört pesos aylık, ve ek olarak yiyecek ve giyecek karşılığında 8 yıllık kontratlar imzalayacaklardı. Bu ücret ıspanyollar için sudan ucuz olsa da, zor durumdaki Çinliler için değerli idi. Resmi çalışma belgesi olan sözkonusu kontratlar 70 pesosa satılacaklardı... Yukarıda da ifade edilmiş olduğu gibi, 206 kişilik ilk Çinli işçi gurubu, 3 Haziran 1847 günü Kuba’ya ayakbasacaktı... Çinden gelenler, Afrikalı kölelerinde getirildikleri Havana körfezine çıkartılıp barakalara yerleştiriliyorlardı. Bunların kontratları toprak sahibi varlıklı kişilere satılıyordu. Onlar da aldıkları Çinli işçilere köle muamelesi yapıyorlardı... Aynı yıl bir ingiliz gemisi 365 Çinli işçi daha getirecekti. Bunların birkısmı, 4-5 ay kadar süren yolculuk sırasında ölmüşlerdi. Sonuçta, 1847 yılında Kuba’da bulunan Çinlilerin sayıları 500- 600 kadar olacaktı ve bu sayı zaman içinde artacaktı... Sözkonusu iş belgelerini alan, sekiz yıllık kontratların altına imzalarını atan Çinliler, bu sekiz yılın sonunda ülkelerine dönmeyi, veya Kuba’da özgür iş gücü olarak kalmayı hesaplamışlardı. Fakat “evdeki hesap çarşıya uymayacak” ve Çinliler dönüş bileti için gerekli parayı birtürlü denkleştiremeyeceklerdi. Yine Armando Choy, Gustavo Chui, ve Moisés Sio Wong adlarındaki üç ÇinliKubalı generalin birlik kaleme almış oldukları “Our History is still being written” (“Tarihimiz Halen Yazılmaktadır”) başlıklı kitapta verilen bilgilere göre, 1848- 74 yıllarında Kuba’ya gemilerle 141 bin Çinli taşınacaktı ve bunların yüzde 10- 15 kadarı yolculuk sırasında yaşamlarını yitireceklerdi. Kabaca bir hesaplama ile, aynı süreç içinde ABD’ye de aynı miktarda Çinli taşınmıştı. Fakat tabii oran olarak Kuba’ya getirilen Çinliler çok daha fazla idi. Çünkü, 1870 yılında Kuba nüfusu 1.4 milyon iken, ABD’nin nüfusu 38 milyon idi... Yukarıda adı geçmiş olan Kubalı tarihçi Hortensia Pichardo’nun 1869 yılı nüfus sayımı verileri, üç generalin 1870 yılı nüfusu ile ilgili olarak vermiş olduğu 1.4 milyon sayısı ile örtüşmektedir. Daha önce de ifade edilmiş olduğu gibi aynı tarihçi, aynı sayımla ilgili olarak, Kuba’da 34.420 Asya kökenli halk olduğunu söylemektedir. Bunların, o tarihte Kuba’da yaşayan Çinliler oldukları anlaşılmaktadır... Generallerin verdikleri bilgilerden kalkarak Kuba’ya getirilmiş olan Çinlilerin sayılarının sayımda gösterilen 34.420 sayısının dört katı olduğu dikkate alınırsa, bunların önemli bir kısmının öldükleri, ülkeden kaçtıkları, veya kaçak bir yaşamı seçtikleri düşünülebilir... Zaten üç Çinli-Kubalı general de, şeker plantasyonlarına ve diğer tarımsal üretim arazilerine sevkedilen ve çok ağır koşullar altında çalışmaya zorlanan dil bilmez, machete (kamış kesmekte kullanılan geniş ağızlı ve tek yanı keskin kılıç boyunda bıçak) kullanmaktan anlamaz bu Çinlilerin birçoğunun, -aynen Afrikalı köleler gibi- dağlara kaçtıklarını anlatmaktadırlar. Bunun yanında, birçok Çinli’de, bu şekilde aşağılanarak yaşamaktansa intehar etmeyi, kendilerini öldürmeyi tercih etmişlerdir... Bu veriler, 1869 sayımı sırasında neden getirilenden dört kez daha az Çinli gözükmüş olduğu gerçeğine de açıklık getirmektedir herhalde... Diğer yandan, 1865- 75 yıllarında Çin’den gerçekleşen göç sırasında, 5 bin kadar Çinli’de ABD’den Kuba’ya geleceklerdi. Bunların çoğunluğu, çok ağır koşullarda, ABD’yi boydan boya geçen demiryollarının inşaatlarında kullanılmaktaydılar. Sözkonusu Çinliler, ABD’de karşılaşmış oldukları çok kötü koşullardan kurtulma umuduyla Kuba’ya gelmişlerdi... Latin Amerika’da ıspanyol sömürgeciliğine karşı başkaldırının, özgürlüğe yürüyüşün ateşini 1819 yılında New Granada’da (şimdiki Colombia/ Kolombia, Venezuella ve Ecuador/ Ekvador) Simón Bolívar (1783- 1830) yakacaktı. Peru ve Yukarı Peru (Bolivya) aynı başkaldırının alanı içinde idiler... O, Bolívar, 1821- 30 yıllarında Colombia’nın, 1823- 29 yıllarında Peru’nun cumhurbaşkanı olacaktı. ıspanya Krallığı’na bağlı güçler Yukarı Peru’yu (Bolivya) daha uzun süre ellerinde tutabileceklerdi ama, sonunda, 1825 yılında Yukarı Peru’da Bolívar’a bağlı ihtilalci güçlerin eline geçecekti. Bolívar’ın adına izafeten bu ülkeye Bolivya adı verilecekti... Simón Bolívar’ın özgürlük çığlığının diğer latin Amerika ülkelerinde ve Kuba’da yankılanmaması olanaksızdı... Kuba’da, 1868- 78 yıllarında ıspanyol sömürgecilere karşı 10 yıl süren bir bağımsızlık savaşı verilecekti... ıspanya’da 1868 yılında hükümetin ihtilalci bir kalkışma ile devrilmiş olması, Kubalı yurtseverlerin bağımsızlık umutlarını yükseltmişti. Aynı yılın (1868) Eylül ayında, liberal bir ayaklanma sonucu ıspanya Kraliçesi II. Isabella Fransa’ya kaçmaya zorlanmıştı... II. Isabella, skandalları ile ünlenmişti, ve sonunda amiral Topet, 18 Eylül 1868 günü isyan bayrağını açacaktı. Diğer liberal düşünceli generallerin, ve hemen hemen tüm ordu birliklerinin isyana katılmasının ardından, II. Isabella, 29 Eylül 1868 günü Fransa’ya kaçacaktı... Bu gelişme, Kubalı bağımsızlıkçıları cesaretlendirecek, mücadeleyi başlatmaları için işaret olacaktı... Bağımsızlıkçıların önderi, Kuba Cumhuriyeti’nin Geçici Başkanı seçilen Carlos Manuel de Céspedes idi... Kuba’nın bağımsızlık savaşı, ıspanya Kraliçesi II. Isabella’nın devrilmesinden sonra ve Haziran 1869’da yeni ıspanya anayasasının yapılmasından önce ateşlenecekti. Bağımsızlık savaşı, Oriente bölgesinde, “Grito de Yara”da (“Yara’nın Çığlığı”), sonderece kötü silahlanmış 147 adamın başında yeralan Carlos Manuel de Céspedes’in, 10 Ekim 1868 günü Kuba’nın bağımsızlığını ilanetmesi ile başlayacaktı... Köleler özgürleştirilecek ve Çinli işçilerin kontratları Cumhuriyetçi Ordu tarafından geçersiz sayılacaktı. Kısacası, başkaldırmış olan Cumhuriyetçi Ordu, hem Afrikalı köleleri özgürleştirmekte ve hem de köle konumuna sürüklenmiş olan kontratlı Çinli işçileri özgürlüklerine kavuşturmaktaydı. Bunun üzerine, binlerce siyah Afrikalı köle ve Çinli, Cuhuriyetçi Ordu’nun saflarına katılacaktı... Günümüz Havana’sında, Kuba’nın bağımsızlığı için savaşmış olan bu çinlilerin anısına dikilmiş bir anıt bulunmaktadır... Carlos Manuel de Céspedes ile birlikte bağımsızlık mücadelesine önderlik edenler, ağırlıklı olarak refomcu düşüncelere sahiptiler. Bunlar, köleliği kaldıracak, ve ıspanyol sömürge yönetimini sonlandıracak reformların yapılmasından yana kişilerdi... Sonuçta ıspanyol sömürge yönetimi, -hiçbirzaman gerçekleştirmeyeceği- “reformlar ve daha geniş bir otonomi” sözü vererek başkaldırının bitmesini sağlayacaktı. Fakat, ırkçılığı törpülemiş olan bu başkaldırının da etkisi ile, 1886 yılında kölelik yasal olarak kaldırılacaktı. Pratikte ise birçeşit ücretli kölelik sosyalist devrime dek sürecekti... Günümüzdeki Kuba devrimci geleneğinin temel taşlarından olan yurtsever şair José Martí’nin (1853- 1895) önderliğindeki tek ihtilalci parti olan Kuba ıhtilalci Partisi, 1895 yılında devrimi yeniden başlatacaktı. José Martí ve diğer yurtseverler, siyah ve beyazların eşit haklarla oluşturdukları bir ulusu, özgürlükçü bir toplumsal yapıyı savunmaktaydılar. Onlar, ülkenin çok kültürlülüğünü kabuletmekteydiler... şüphesiz, -bir öncekinin devamı, tamamlanması gibi olan- bu yeni devrimci sürece de siyah Afrikalılarla ile birlikte Çinliler’de katılacaklardı... Aynı Çinli asıllı Kubalı generaller, birlikte kaleme almış oldukları “Our History is still being written” (“Tarihimiz Halen Yazılmaktadır”) başlıklı kitaplarında, dedelerinden duydukları gururla, José Martí’nin önderliğindeki Kuba ıhtilalci Partisi’nin sekreteri olan General Gonzalo de Quesada’nın, “Kaçan tek bir Çinli-Kubalı dahi olmamıştır.”, dediğni aktarmaktadırlar. Yine onlar, General Gonzalo de Quesada’nın, “Tek bir vatan haini Çinli-Kubalı dahi çıkmamıştır.”, dediğini, ve ayrıca herhangi bir Çinlinin herhangi bir nedenle ıspanyollara yardım etmiş olduğunun görülmediği, ve yerli Çinlilerin gönüllü birliklerde yeraldıkları gerçeğini, gururla aktarmaktadırlar... Kendi adları ve soyadları da ıspanyolcaya uyarlanmış olan sözkonusu generaller, Kastro’nun kendilerine yöneltmiş olduğu, “devrimci süreçte kaç Çinlinin yeralmış olduğu?”, sorusuna somut bir yanıt veremediklerini söylemektedirler. Çünkü, Çinli-Kubalılar, soyadlarını, ustalarına, önderlerine göre değiştirmişlerdir. Sözkonusu değişikliğin bir sonucu olarak ordu görevlerinde Çinli adlarının kaybolmaları, gerçek bir Çinli asıllı savaşçı ayırımını, savaşan birliklerdeki Çinlilerin sayımlarını zor hale gelmiştir... Bazı tarihçilere göre, 186898 devrimci sürecininin içinde, savaşçı birliklerde, 6 bin Çinli görev almıştır. Diğerleri, bu sayının daha da fazla olabileceği üzerinde durmaktadırlar... Aynı generallerden Armando Choy’a göre örneğin, 1874 yılında yaşanmış olan Las Guásimas muharebesi içinde, sadece bu çatışmada, 500 yerli Çinliden oluşan bir tabur, General Máximo Gómez’in emrinde savaşmıştır... Diğer yandan ÇinliKubalı halk, devrime, gıda desteği vererek ve daha birçok alanda yardımcı olmuştur... Kuba ıhtilalci Partisi (PRC, Partido Revolucionario Cubano) tarafından 15 Temmuz 1895 günü yeniden başlatılmış olan devrimin birinci derecede önderlerinden José Martí, Marksist olmamakla, sadece Marks hakkında bazı yazılar okumuş olmakla birlikte, proleterya enternasyonalizmini çağrıştırır insancıl evrensel bir enternasyonalizmin savunuculuğunu yapmaktaydı. O, José Martí, “ınsanın anayurdu doğduğu yer değil, tüm insanlıktır!”, demekteydi. Martí’nin mücadelesi sadece Kuba için değil, tüm Latin Amerika içindi. O, bir Latinamerikancı idi. ıleride Che Guevera, O’nun bu yolunu izleyecekti... Aslında O, Martí, Kuba ıhtilalci Partisi’nin baş mimarları arasında olmakla ve 1892 yılında “delege” olarak seçilmekle birlikte, “başkan” olarak adlandırılmayı reddedecek, “delege” olarak kalacaktı... José Martí, Thomás Estarta Palma, Máximo Gómez gibi önderler, varolan tek ihtilalci bağımsızlık partisi konumundaki Kuba ıhtilalci Partisi’ni (PRC) birlikte yönetmekteydiler... Máximo Gómez ve Calixto García’nın 15 Temmuz 1895 günü halkı ayaklandırması ile başlamış olan kalkışmanın içinde O, José Martí, 11 Nisan 1895 günü yerini alacaktı. Sözkonusu gün José Martí, Máximo Gómez komutasındaki Kurtuluş Ordusu’nun saflarına katılacaktı. Ve yine O, bir ay sonra, 19 Mayıs 1895 günü, Dos Ríos ovasında yapılan savaşta, “ıki Nehir” operasyonu sırasında yaşamını yitirecekti... ıspanya’nın acımasız yöntemlerle bastırma çabaları ile birlikte sözkonusu bağımsızlık savaşı devamederken, ABD kamuoyunda Kübalı ihtilalcilere yönelik bir sempati gelişmeye başlayacaktı... Aynı süreç içinde, 15 şubat 1895 günü bir ABD savaş gemisi, Havana limanında esrarengiz biçimde infilak edip batacak ve 266 kişi yaşamını yitirecekti. Bu olay, ABD- ıspanya Savaşı’nın başlaması için yeterli neden haline gelecekti... ABD vatandaşlarının yaşamını yitirmiş olduğu sözkonusu gemi patlamasının ardından, ABD’nin savaşa girmesinden çekinen ıspanya, Kuba’nın kendi yerli yönetimini tanıyacaktı. Fakat tam o günlerde Amerikan Kongresi, “Kuba’nın bağımsızlığa hakkı olduğu” yönünde bir karar alınca, 24 Nisan 1898 günü ıspanya, ABD’ye savaş ilanedecekti... Bunun üzerine ABD güçleri, Haziran 1898’de Kuba’ya çıkartma yapmaya başlayacaklardı... ABD halkının önemli kısmı içtenlikle devrimi desteklemekteydi. Kuba’ya çıkartma yapmış olan ABD Ordusu, ihtilalci güçlerle birlikte davranmaktaydı ama, aslında, yeni palazlanmakta olan Amerikan mali-sermayesi, ıspanya’nın Karaip Denizi’ndeki, Latin Amerika’daki kolonilerine gözdikmişti... Tamamen haklı bir başkaldırı, ABD yönetimi tarafından, ABD’nin emperyalist bir güç olarak bölgeye girme bahanesi haline getirilmekteydi... Kuba’ya çıkan ABD güçleri kolay başarı sağlayacaklar, ve ıspanya’nın Kuba’yı terketmesini öngören bir barış anlaşması, Ağustos 1898’de imzalanacaktı... Çünkü zaten Kuba’nın bağımsızlık güçleri uzun zamandan beri, üç dönemdir savaşmakta idiler ve ıspanya adayı terketmeye, yetkileri yerel yönetime bırakmaya hazırlanıyor. Bu “zafer” ABD için, “armut piş, ağzıma düş” deyişini çağrıştırır biçimde olmuştu. şüphesiz onlar, Kuba’nın doğal kaynaklarını sömürebilmek için bu kolay başarılarını sonuna dek kullanacaklardı. ABD malisermayesinin gözü, uzun zamandır Kuba ve diğer Karaip adaları üzerindeydi... Kısacası, Kuba bağımsızlık güçlerinin ve halkının umutlarının tam tersine, Kuba’da bir Amerikan askeri diktatörlüğü şekillenecekti... ıspanya’nın yenilgisinin bir sonucu olarak, 10 Aralık 1898 günü imzalanan Paris Anlaşması ile ıspanya, Kuba üzerindeki tüm haklarından vazgeçtiği gibi, Guam ve Puerto Rico adalarını da ABD’ye devrettiğini kabuledecekti. Aynı anlaşma, ABD güçlerinin Küba’yı işgallerini legalleştirmiş olmaktaydı. Yine ıspanya, sözkonusu anlaşma ile, 20 milyon dolar karşılığında, Filipinler üzerindeki egemenliğini de ABD’ye devretmekteydi... Filipinler’de, Manila körfezinde, 1 Mayıs 1898 günü ıspanyol donanmasının yokedilmesi ile sonuçlanmış olan savaş, Paris Anlaşması ile ıspanya’nın Filipin Adaları’nı da ABD’ye yitirmesi sonucunu doğurmuştu. ABD artık denizaşırı sömürgeler elde etmeye başlamıştı... Kuba’ya, General John A. Brooke komutasında 45 bin ABD askeri çıkıp yerleşmişti. Bunların arasında, ABD’nin 26ncı başkanı olacak olan Theodore Roosevelt’te (başkanlığı, 1901- 09) bulunmaktaydı... Amerikalı askerlerin birçoğu, -o kovboy filimlerinde yansıyan karakterler gibi- düşük moralli, serseri mizaçlı, halka saygısız saldırgan tiplerdi. Irkçı düşünce yapısına sahip Amerikalılar, Kuba halkının üçte bir kadarının Afrika kökenli siyahlardan oluştuğunu görünce, küstahlıklarını daha da arttıracaklardı. Irkçı düşünceleri ile Amerikalılar, böyle bir toplumun kendi kendisini yönetebileceğine inanmıyorlardı. Bu hastalıklı düşünceleri, Kuba’yı sömürgeleştirme hesaplarını meşrulaştırıp kendi gözlerinde kendilerini haklı çıkarmalarına yardımcı oluyordu... Kuba halkı, ıspanya’dan kurtulmaya çalışırken, ABD emperyalizminin eline düşmüştü. Türkçe ifadesiyle Kuba halkı, “yağmurdan kaçarken doluya yakalanmıştı.” ıspanyol koloniyalizmine başkaldırmış, bundan kurtulmak için ağır bir emek sarfetmiş, ve en değerli evlatlarının canını vermiş olan Kuba halkı, bu kez de ıspanya’da çok daha güçlü ve acımasız emperyalist bir merkezin, ABD’nin kolonisi haline gelmişti. Aynı halk, 1958 yılı sonuna dek bu yeni baskı ve sömürü ortamında yaşamını sürdürmek zorunda kalacaktı... ıhtilalcilerin umutlarının tersine, ABD’nin ıspanya karşısında kazanmış olduğu savaş, Kuba’ya bağımsızlık getirmeyecekti. Sözkonusu savaş sırasında ABD’nin 25nci başkanı olarak yönetimde olan William McKinley (başkanlığı, 1897- 1901) ve hükümeti, Kuba’yı 20 yıl için ABD’nin yönetimi, vesayeti altına alacaktı... Amerikalı işgalciler, köylülerden, çalışanlardan oluşan Kuba’nın kurtuluş ordusuna usulune uygun silah bıraktırıp, asker ünüforması giymiş bu köylüleri topraklarına yollamakla işe başlıyacaklardı. Anlaşılan, sürekli asker beslemenin Kuba’ya doğurduğu ekonomik yük, ve insanların bir an önce işlerinin başına dönme istemleri, bu operasyonlarını kolaylaştırmıştı. Yaşanmakta olan silahsızlandırma süreci içinde, Kubalı General Maximó Gómez, ABD’nin ıspanya karşısındaki zaferi için de çarpışmış olduklarını, ve bu savaşın kendileri için ekonomik maliyetinin 60 milyon doları bulduğunu söyleyecek, ve sözkonusu paranın Kuba’ya ödenmesini talep edecekti. Bu talebi geri çeviren ABD, Kuba ordusunun masrafları için sadece 3 milyon dolar ödemekle yetinecekti... Kubalı general bu duruma razı olunca, Kuba hükümeti tarafından işinden atılacaktı ama, askerler silah bırakmaya zorla razı edileceklerdi... ABD’li işgalciler, Zaten varolan Kuba kabinesini yanlarına katıp, her bölgeye bir vali tayinedeceklerdi ama, bunların başlarına da birer Amerikalı general oturtacaklardı. Belediye yönetimlerini isteklerine uygun biçimde yeniden oluşturacak, ve denetimlerinde bir bürokrasi, polis gücü, ve kırsal muhafızlar (köy korucuları) şekillendireceklerdi... Pazarı rahatça denetliyebilmek için, gerekli demiryollarını yenilemeye başlayacaklardı... Amerikalılar ülkeye kültürel olarak ta girceklerdi. Onlar, 1.500 Kubalı öğretmeni Harvard’da eğitecekler ve bunların ders vereceği 3 bin kadar halk okulu açacaklardı... Amerikalılar, Nisan 1900’de yeni bir seçim yasası yapılmasını sağlayacaklardı. Bu yasaya göre seçmenler, olgun yaşa gelmiş, askerliğini yapmış, en az 250 dolar değerinde varlığa sahip Kuba vatandaşı ve okur-yazar erkeklerden oluşmaktaydı. Hemen anlaşılmış olacağı gibi, sadece kadınlar seçme ve seçilme hakkından mahrum bırakılmıyorlar, aynızamanda en az 250 dolarlık varlık sınırı ve okumayazma zorunluluğu ile Kuba’nın çoğunluğunu oluşturan mülksüz “vatandaşlar”, ve özellikle kölelik sürecinden yasal olarak yeni kurtulmuş Afrika kökenli siyahlar seçim sürecinin dışında bırakılıyorlardı. Burada, basbayağı açık bir ırkçılık ve emek düşmanlığı vardı... Anlaşılmış olacağı gibi bu seçim yasası ve diğer uygulamalar, 1895 yılında Kuba devrimini başlatmış olan José Martí’nin ve Kuba ıhtilalci Partisi’nin ideallerinden kesin bir kopmayı, uzaklaşmayı ifade etmekteydi. José Martí ve diğer yurtseverler, siyah ve beyazların eşit haklarla oluşturdukları bir ulusu, özgürlükçü bir toplumsal yapıyı savunmaktaydılar. Onlar, ülkenin çok kültürlülüğünü kabuletmekteydiler ama, Amerikalılar, satınalmış oldukları üst sınıflardan yöneticilerin, Kuba elitinin, ve ihtilalin başındaki birtakım generallerin işbirlikçilikleri ile bu idealleri ters-yüz etmekte, sömürülerine uygun bir Kuba toplumu şekillendirmekte idiler. José Martí ve gerçek yoldaşlarının idealleri, ancak 1959 yılından sonra, Kastro ve yoldaşlarının devrimleri ile yaşam bulmaya başlayabilecekti... Amerikan askeri gücünün gölgesi altında yapılmakta olan Kuba anayasası, 1901 yılında tamamlanacaktı. Bu anayasaya, Kuba’nın bağımsızlığını zedeleyen, hatta yokeden maddeler sokulmuştu. Sözkonusu anayasaya göre Kuba hükümeti, ABD’nin müdahalesini kışkırtacak işler yapmamak zorunda idi. Aksi takdirde ABD’nin Kuba’ya askeri müdahale hakkı vardı... Yeni anayasanın kabuledilmiş olduğu 1901 yılında, McKinley’in başkanlık dönemi sonbulacak, ve ABD başkanlığına Theodore Roosevelt seçilecekti. Roosevelt yönetimi, daha önce sözedilmiş olan ABD’nin 20 yıllık vasiliği süreci dolmadan, Kuba’yı yönetme hakkı bitmeden, 20 Mayıs 1902 günü Kuba’nın bağımsızlığını tanıyacaktı. Ve bu erken çekiliş, Roosevelt’in Kuba halkına bir “lutfu” gibi sunulacaktı. Çekilme nedeni olarak, Theodore Roosevelt’in asker olarak Kuba’da bulunmuş olması, Kuba’ya “sempatisi” gibi sahte gerekçeler gösterilecekti. Gerçekte ise, Kuba artık ABD mali-sermayesinin ve politik gücünün denetimi altında sokulmuştu. Bunun için gerekli hukuki altyapı ve politik- idari örgütlenme sağlanmıştı. Toplumsal yapı baştan sona yeniden düzenlenmişti. Bundan sonra Kuba’da askeri güçle kalmayı sürdürmek, hem masraflı ve hem de kışkırtıcı olabilirdi... Kurulan Kuba Cumhuriyeti’nin ilk cumhurbaşkanı, bağımsızlık mücadelesinin önderlerinden, ihtilalci ordunun generallerinden Tomás Estrada Palma (18351908) olacaktı. Palma milliyetçi olmadığı gibi, ABD’nin Kubadaki varlığına da karşı çıkmamıştı... Sonuçta olan, emekçi halka olmaktaydı ve kazanılan, yukarıda da belirtilmiş olduğu gibi, gerçek anlamda bir bağımsızlık değildi. Palma, yeni düzen ile gerekli uyumu sağlamıştı... Sözkonusu biçimsel bağımsızlık, Kuba’yı, ABD dışpolitikasının piyonu, ve artık yeterince palazlanmış olan ABD mali-sermayesinin av sahası olmaktan kurtaramamaktaydı. Daha önce ifade edilmiş olduğu gibi, yeni Kuba anayasasına göre ABD, Kuba’nın iç işlerine karışma hakkına sahipti. Ve yine ABD, Kuba’nın mali sorunlarında ve dış ilişkilerinde başat yönlendirici güç olarak kabuledilmekteydi. Tüm bunların yanında Kuba, aynı anlaşma ile Guantánamo Körfezi’nde bir ABD askeri deniz üssünün varlığına izin vermekteydi... Tomás Estrada Palma yönetimi, ABD’ye bağımlılığı, ve Kuba ekonomisinin tek ürüne bağlılığını güçlendirecekti... Sözkonusu 1898 ABD- ıspanya savaşı, uzlaşmaz nitelikteki ABD- ıspanya çatışması için bir dönüm noktası olduğu kadar, Orta ve Latin Amerika halklarının, ve şüphesiz Kuba halkının da tarihinde bir dönüm noktası olacaktı. Pasifik’te, Filipin adalarında üstünlük, denizaşırı bir güç olma yolundaki ABD emperyalizminin eline geçerken, -Kuba’nın da içinde olduğu- Orta ve Latin Amerika ülkelerindeki ıspanyol egemenliği sarsılmakta, bu coğrafya da güç ibresi, ABD emperyalizminden yana dönmekteydi... Zaten kısa süre önce, 1817- 25 yılları içinde ABD’nin beşinci başkanı olan James Monroe’nun (1758- 1831) adıyla anılan Monroe Doktrini (2 Aralık 1823), ABD dışpolitikasının rotasını çizerken, “Amerika Amerikalılarındır” ifadesi ile özetlenebilecek maddelerle Avrupalı güçlerin Amerika Kıtası’nın işlerine bulaştırılmayacağının, Orta ve Güney Amerika’nın da ABD’ye ait olduğunun altını çizmişti. Ve ıspanya’nın sözkonusu yenilgisinin ardından Theodore Roosevelt, 1904 yılında, Monroe Doktrini’ne bir ek yaparak, “Latin Amerika milletlerinin ‘kronikleşen hataları’ durumunda ABD’nin bu devletlerin iç işlerine müdahale etme hakkının olduğunu” ilanedecekti. şüphesiz “hata”nın ne olduğunu ABD yönetimleri tesbit ediyorlardı. ABD mali-sermayesinin yararları ile çelişen her politika, “hata” katagorisi içine giriyordu... Sonuçta, Roosevelt ile birlikte Monroe Doktrini’nin gerçek anlamıyla yaşama geçirilme süreci başlamıştı. Denizaşırı sömürgeler de elde etmeye başlamış olan ABD, artık bunu yapabilecek güçteydi... Roosevelt’in Monroe Doktrini’ne yapmış olduğu sözkonusu “yanlışlıklara müdahale” katkısının ardından, Latin Amerika ülkelerinde, iğmesi artan bir hız ve yoğunlukla Washington merkezli askeri darbeler, toplumsal trajediler birbirlerini izleyerek günümüze dek geleceklerdi... Roosevelt’in Monroe Doktrini’ne katkısı çerçevesinde Latin Amerika’ya yönelik ilk ABD müdahalelerden biri, Kuba’ya olacaktı... Kongre için 1904 yılında gerçekleşen ara seçimlerde yaşanmış olan düzen yanlısı şiddet, Liberal Parti’nin Kongre’yi boykotu ile sonuçlanmıştı. Sözkonusu gerilimli olayların ardından 1906 yılında gerçekleşen cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, yeniden aday olan Tomás Estrada Palma’nın karşısına rakip olarak, Liberal aday General José Miguel Gómez çıkacaktı. Ve seçimi ikinci dönem için yeniden Tomás Estrada Palma kazanınca, Liberal Parti bu sonuca itiraz edecekti... Seçimlerde şiddet uygulanmış ve kırsal muhafızlar (köy korucuları) ile polis, Estrada Palma’nın yararına olaylara karışmıştı... Liberal Parti, seçim sonuçlarını tanımayı reddecekti... Filipinler’in eski ABD valisi ve ABD’nin gelecek Başkanı olacak olan William Howard Taft (27nci başkan; 1909- 13), olaylar sırasında Kuba’da Başkan Roosevelt’in temsilcisi olarak görev yapmaktaydı. William Howard Taft’ın analizine göre, Tomás Estrada Palma ve yandaşları ülkeyi yeni bir seçime götürmeliydiler. Tomás Estrada Palma böyle bir davranışı reddedince, Amerikan yararları ile uyuşmayan bir iktidar boşluğu doğacaktı. Bunun üzerine ABD Başkanı Theodore Roosevelt, 29 Eylül 1906 günü William Howard Taft’ı Kuba valisi tayinedecek ve acele adaya, Havana’ya 2.000 deniz piyadesi yollayacaktı. Böylece ABD askeri birlikleri, 1906 sonbaharında Kuba’ya ikinci kez çıkartma yapacaklardı... Liberal Parti’nin adayı José Miguel Gómez önderliğineki protesto olayları, yaşanan kargaşa, ABD yönetiminin askeri güçlerini Kuba’ya sokmasına yaramıştı. ABD’nin Kuba’yı ikinci kez istilasından iki hafta kadar sonra Roosevelt, Panama Kanalı bölgesi valisi Charles Magoon’u Kuvba’ya yeni valisi olarak tayinedecekti. Magon, 28 Ocak 1909 günü José Miguel Gómez Kuba’nın ikinci cumhurbaşkanı seçilinceye dek görevinde kalacaktı. ABD yönetimi, liberal etiketli Gómez’in kendileri için çok daha yararlı bir politikacı olduğunu anlayacaktı... Kuba’ya yönelik bu ikinci ABD istilası üç yıl sürecek ve Amerikan ordusu 1909’dan önce Kuba’yı terketmeyecekti... Aynı yıl (1909) yapılan başkanlık seçimlerini -ABD desteği ile- kazanacak olan liberal etiketli José Miguel Gómez, bir rüşvet skandalı ile yünetimi terketmek zorunda kalacağı 1913 yılına dek başta kalacaktı. Gómez yönetimi (1909- 13), Afrika kökenli siyah Kubalılara karşı bir aşağılama politikasının yanında, sosyal adaletsizlik, rüşvet, iktidarı kötüye kullanma süreclerini başlatacaktı. O, liberal etiketli Gómez, yukarıda sıralanmış olan tüm bu kötülükleri yönetim mekanizmasına kalıcı biçimde yerleştirecekti. Ardılları da aynı yoldan gideceklerdi... José Miguel Gómez ile birlikte Kuba, ABD yatırımlarını çeken bir ülke haline gelecekti. Kuba ekonomisi tek ürüne, şeker kamışı üretimine tam anlamıyla bağlanır, ve şeker üretimi artarken, turizm sektörü, ve kumarhaneler gelişecekti. Kuba giderek bir mafya cennetine dönüşecekti... José Miguel Gómez yönetiminin aşağılama politikasına karşı Afro-Kubalı halk, 1912 yılında ayaklanacaktı. Siyah derili Kubalıların ayrımcılığa ve aşağılamaya karşı başlattıkları protestolar, Evaristo Estenoz ve Pedro Ivonet tarafından yönetilmekteydi. Bu kalkışmanın bastırılmasına yardım amacıyla ABD askeri güçleri, 1912 yılında Kuba’ya yeniden gireceklerdi... José Miguel Gómez yönetimini, bu yönetimin fotokopileri gibi olan Mario García Menocal (1913- 21), ve Alfredo Zayas (1921- 25) yönetimleri izleyecekti... ıleride yaşamı Miami Beach’de noktalanacak olan Kuba Bağımsızlık Savaşı’nın (1895- 98) kahramanlarından Gerardo Machado Morales (1871- 1939), Liberal Parti’nin adayı olarak 1924 seçimlerini ezici bir çoğunlukla kazanacak, ve 1933 yılı Ağustos ayına dek oturacağı iktidar koltuğuna 1925 yılında yerleşecekti... Bir bağımsızlık savaşı kahramanı olarak halka büyük umutlar aşılamış olmasına karşın O, Kuba’nın en acımasız kötü diktatörlerinden biri olacaktı... Her cinsten karakter, değişik politik etiketleri yakalarına iliştirmiş bireysel ihtiraslara sahip hastalıklı tipler, ün ve zenginlik peşindeki maceracılar, hatta su katılmamış faşistler dahi, ataerkil kültürün egemen olduğu sosyal yapılar içinde “kahramanlık” sanılan birtakım işler yapabilirler. Her türlü karmaşık yapıda kişilik, hastalıklı psikolojik yapıları ile ve kişisel hırsları yönünde yaşamlarını tehlikeye atabilir. Hatta bunların birkısmı, karanlık işleri nedeniyle yaşamaya gücü kalmamış olanları, başkalarına da zarar veren gösterili inteharları ile insanları aldatmayı sürdürerek ataerkil kültüre sahip kişilerce “kahraman” katagorisine dahi sokulabilir. Bu özünde anti-sosyal karakterler, ataerkil kültürün egemen olduğu çevrelerde, birtakım dar görüşlü ahmakların gözünde, “kahraman” konumuna yükselebilir. Egemen güçlere hizmet eden birtakım gizli servisler, haksızlıklara yönelik toplumsal başkaldırıyı uçuruma sürmek, şiddetle bastıracak bahaneler üretmek, likide etmek, hedefsiz bırakmak amacıyla, tüm bu hastalıklı karakterleri ve bunların zararlı bireysel terör eylemlerini, “komünizm” gibi yansıtan, “kahramanlık” gibi yücelten kampanyaları ustaca örgütleyebilirler. Özellikle gençleri ve toplumun baskı altındaki bazı kesimlerini aldatıcı bu gerçekliğinden kopartılmış karanlık “örnekleri” öne çıkartan aldatıcı propogandalarla sosyal başkaldırıyı yeni tuzaklara doğru sürebilirler... Fakat sonuçta, böyle aldatıcı etiketler, doğru politik bilince sahip ve ruhsal olarak gelişmiş insanların gözlerinde yerli yerine oturtulabilir. Onlar, yeni faşist tuzaklar için yem olarak kullanılan bu karanlık ruhlu kişilerin hastalıklı bireysel terör eylemleri, bilinçli olarak süslenip şişirilmiş sahte öyküleri ile ancak ölümcül tuzaklara düşülebileceğini anlarlar. Bu sözde “kahramanların”, namusuyla çalışan, üreten dürüst halktan yana fedakarlıklar yapabilecek gerçek kahramanlar olmadıklarını bilirler... Gerçek halkçı bir kahramanlık için, gelişmiş temiz bir ruhsal yapı ve moral ile birlikte, emekçi kitlelerle kalıcı bağlar kurmaya yarıyacak doğru politik bir bilinç gereklidir. ışte bu son ifade edilenlerin Gerardo Machado’da ve benzerlerinde olmadığı ortadaydı... Machado diktatörlüğüne karşı direnişte başlayacaktı... Aralarında -ekonomik nedenlerle 1920 yılında Çin’den, Kanton’dan (Canton) Kuba’ya gelmiş olan- Sío Wong (José Wong) gibi gençlerin de bulunduğu güçlü bir direniş eylemi, Machado diktatörlüğüne karşı yığınsal bir gençlik başkaldırısı, 1920’li yıllarda başlayacaktı. O yıllarda (1920’li yıllar) Kuba’da örgütlenen üniversite gençliği, hem üniversite içinde ve hem de sosyal yaşamda köklü reformların yapılması için güçlü bir mücadele yürütecekti... Sözkonusu gençlik hareketi, Julio Antonio Mella (1903- 29) ve Rafael Trejo (1910- 30) gibi önderlere sahipti. Bu kişilikler, yine 1920’li yıllarda politik yaşamda yerini almış olan Kuba Komünist Partisi’ne katılacaklardı... Sözkonusu yıllar, Kuba tarımının, bankaların, mali sermaye güçlerinin denetimine girdiği yıllar olacaklardı aynızamanda... Julio Antonio Mella, Üniversite Öğrencileri Federasyonu’nun (FEU) kurucu başkanı ve 1923 yılında başlamış olan üniversite reform hareketinin önderi idi. Yine O, 1925 yılında kurulan Kuba Komünist Partisi’nin (Partido Comunista Cubano) kurucu önderlerinden biriydi. III. Enternasyonal’in (Comintern/ Komintern) üyeleri arasında olan Kuba Komünist Partisi, Moskova’da eğitim görmüş bazı önderlerin yardımlarıyla şekillendirilmişti. Aynı parti, 1944 yılında, Halkın Sosyalist Partisi (Partido Socialista Popular; PSP) olarak adını yenileyecekti. Fakat, Fidel Castro ve yoldaşları, 1965 yılında, aynı partiyi, Partido Comunista de Cuba (PCC) adıyla reorganize edeceklerdi... Çinli-Kubalı üç generalin vermiş oldukları bilgilere göre Julio Antonio Mella, 1926 yılında Gerardo Machado’nun polisi tarafından tutuklanacaktı. Fakat O, Meksika’ya kaçmayı başaracak ve diktatörlüğe karşı örgütlenmesini bu ülkeden sürdürecekti. Yine O, Augosto César Sandino gibi önemli politik karakterlerle birlikte Sacco ve Vanzetti için örgütlenen uluslararası kampanyaya katılacaktı... Malesef O, Julio Antonio Mella, Gerardo Machado’nun ajanları tarafından avlanacak ve Ocak 1929’da Mexico City’de öldürülecekti. Sanırım, Sandino adı sizlere yabancı gelmemiştir... Sandinist örgütlenmeyi, Nicaragua’yı çağrıştıran bu ad, gerçekten de Nicaragua devrimci hareketi ile bağlantılıdır... Julio Antonio Mella’nın Meksika’da işbirliği yapmış olduğu Augosto César Sandino (1893- 1934), ABD’nin askeri istilasına (1927- 33) karşı yürütülmüş olan Nicaragua direnişinin kahramanıdır. O, 1900’lü yılların Orta Amerika tarihi içinde en dikkate değer karakterlerden birisidir. Augosto César Sandino, Nicaragualı gerilla lideridir... O’nun adını taşıyan Sandinista Ulusal Özgürlük Cephesi (Frente Sandinista de Liberacíon Nacional; FSLN), 1962 yılında Carlos Fonseca Amador tarafından organize edilmiş ve -ABD tarafından desteklenen- 46 yıllık Samoza diktatörlüğünü 1979 yılında devirmiştir... Sözkonusu örgütlenme, FSLN, 1979- 90 yıllarında Nicaragua’yı yönetmiş ve ABD’nin ağır ekonomik ve politik baskıları, Nicaragua ekonomisini yıkma eylemleri karşısından, -ABD dolarları ile kişilerin satınalındığı bir seçimlehükümetten çekilmek zorunda kalmıştır. Fakat sonuçta, ABD yanlısı yeni yönetimin sorunlarını ağırlaştırdığını gören Nicaragua halkı, FSLN’i, günümüzde, demokratik seçimle yeniden Nicaragua’nın yönetimine oturtmuştur... Bazıları biliyor olsa bile, yine de bir-iki cümle ile -yukarıda adları geçmiş olanSacco ve Vanzetti hakkında bilgi vermekte yarar vardır... Birisi ayakkabı tamircisi, diğeri ise sokaklarda balık satan iki ıtalyan asıllı anarşist, Sacco ve Vanzetti, ekonomik nedenlerle 1908 yılında ABD’ye göçetmişlerdi... Günümüzde de ırkçı görüşlerin, diğer hastalıklı ideolojilerin, ve birtakım menfaat ilişkilerinin etkileri altında sakat işleyen ABD adli sisteminin yapmış olduğu en büyük yanlışlardan biri olarak, politik görüşleri de juri tarafından dikkate alınarak, bu iki yoksul insan, aleyhlerine yeterli delil olmadan ağır bir suçun “sorumluları” olarak farzedilip, tüm yığınsal protestolara, uluslararası kampanyalara karşın, Ağustos 1927’de idam edileceklerdi... Sacco ve Vanzetti olayı, aslında, Dreyfus davasını çağrıştırmaktadır... Fransız ordusunda subay olan Yahudi asıllı Alfred Dreyfus (1859- 1935), “askeri sırları Almanya’nın askeri ateşesine sattığı” gerekçesiyle 1894 yılında tutuklanıp kısa bir yargılamanın ardından Fransız Guyanası’nda (French Guiana) bulunan şeytan Adaları’na hapsedilecekti. Sacco ve Vanzetti ikilisinin anarşist olmaları gibi, O’nun da Yahudi asıllı olması, suçlanması için başlıca nedeni oluşturmuştu... Büyük romancı Emile Zola, 13 Ocak 1898 günü yazdığı açık mektupla bu haksızlığı kamuoyuna duyurup, Dreyfus için geniş bir kampanyanın başlamasını sağlayacaktı... Yeniden Kuba devrimci gençlik hareketine dönecek olursak... Yukarıda adı Julio Antonio Mella ile birlikte geçmiş olan gençlik önderlerinden Rafael Trejo, Havana Üniversitesi Hukuk Okulu (Fakültesi) öğrenci derneğinin başkanlığını yapmıştı. Ve O’da, Machado diktatörlüğüne karşı yapılmakta olan bir yığınsal gösteri sırasında, 30 Eylül 1930 günü, Machado’nun polisleri tarafından öldürülecekti... Daha önce de ifade edilmiş olduğu gibi, 1924 seçimleri ile başkanlığa gelmiş olan Gerardo Machado, 1927 yılında tüm politik partileri kapatarak diktatörlüğünü yerleştirmişti. Ve O, 1928 seçimlerini rakipsiz olarak yeniden kazanmıştı. Arkasına ABD’nin tam desteğini almış olan Machado, yeniden seçilmesinin ardından, diktatörlüğünü daha da ağırlaştırmıştı. Bu koşullar altında toplumsal başkaldırı yükselmekteydi... Emirlerini ABD’nin 32nci Başkanı (1933- 45) Franklin D. Roosevelt’ten alan Amerika’nın Kuba elçisi Sumner Welles, Kuba’nın politik yaşamını yumuşatma girişiminde bulunacaktı. Yaşanmakta olan yüksek gerilim, ABD’nin Kuba’da olan yararları açısından da tehlikeli idi. Elçi Welles’in Machado ile muhalefet arasındaki ilişkileri iyileştirme çabalarına karşın, Machado diktatörlüğüne karşı başlayan genel greve bazı askeri birliklerin de katılmaları sonucu, Machado, 12 Ağustos 1933 günü ABD’ye sığınmak zorunda kalacaktı... Halkın kalkışmasından ve yaşanmakta olan sosyal devrim koşullarından yararlanan Fulgencio Batista (1901- 73), Machado diktatörlüğünün halk ayaklanması ile devrilmesinden kısa süre sonra, Eylül 1933’te, genç astsubayları peşine takıp, “çavuşların isyanı”nı adını alan bir darbe örgütleyecekti. Aslında bu darbe, sürmekte olan başkaldırıdan kopuk değildi. Batista, devrimci öğrenciler ve sendika liderleri ile işbirliği içindeydi, ve bir halk kahramanı konumuna yükselmişti... Sonuçta, Machado diktatörlüğünün yıkılmasının ardından Kuba’nın başına Batista geçecekti. O, 1933 yılı sonbarında, ülkenin en güçlü kişisi haline gelecekti... Aynı yıl (1933), Kuba’da yaşanmakta olan gelişmeden tamamen bağımsız olarak, daha bir yıl önce (1932) Alman vatandaşlığına geçmiş olan Hitler, 12 yıl sürecek olan kanlı faşist diktatörlüğünü perçinlemekte idi. Ve 1931 yılında demokratik bir cumhuriyet konumuna gelmiş olan ıspanya, 1936 yılında, Hitler ve Mussolini tarafından desteklenen general Franco’nun 1936 yılında başlattığı saldırı ile kanlı bir içsavaşa sürüklenecekti... Sözde demokratik olmalarına karşın ıspanyol cumhuriyetçilerine yardım etmemiş, ve ayrıca Hitler’in Çekoslovakya’yı ve Avusturya’yı işgaline seyirci kalmış olan Büyük Britanya (ıngiltere) ve Fransa hükümetlerinin şubat 1939’da faşist Franko hükümetini tanımaları, ve 27 Mart 1939 günü Madrit’in faşistlerin ellerine düşmesi ile, ıspanya’nın üzerine Franko faşizminin karanlığı çökecekti. Aynı yılın (1939) 1 Eylül günü Nazi ordularının Polonya’yı işgale başlamalarının ardından, 3 Eylül günü ıngiltere’nin ve Fransa’nın Nazi Almanyası’na savai ilanetmeleri ile, 4.5 milyon kadarı Alman, 6 milyon kadarı Polonyalı, 25- 26 milyon kadarı Sovyet vatandaşı olmak üzere 60 milyonu aşkın insanın yaşamına ve hesapsız yıkıma neden olacak II. Dünya Savaşı, mali-sermaye güçlerinin dünyayı ikinci kez kanlı biçimde paylaşma savaşı başlayacaktı... Aslında, 1933 yılında Kuba’da, çok güçlü kansız bir sosyal devrim yaşanmaktaydı. Fabrikalardan, tarım alanlarından, şeker plantasyonlarından gelen devrimci ırmakları tek bir nehirde birleştirebilecek güçte devrimci bir örgütlenmenin olamayışı, komünistler için doğmuş olan bu fırsatı Batista’nın değerlendirmesine yolaçmıştı. Komünistler bu yıllar içinde güçleniyor olsalarda, iktidar olabilecek düzeye gelememişlerdi... Fakat yine de sözkonusu toplumsal gelişme ABD yönetimini ürkütmüş olmalıydı ki, ABD hükümeti, Kuba üzerindeki ekonomik ve politik baskısını 1934 yılında gevşetme yolunu seçecekti. Yine aynı yıl (1934) Amerika, Kuba ile olan şeker alışverinde, fiyat listesini Kuba’dan yana düzeltecekti... şüphesiz aynı yıl (1934) Batista’nın da ABD’ye ruhunu teslim etmiş olduğu yıl olacaktı. ABD’nin bu ekonomik manevrasında, anlaşılan, gizlice saflarına geçirmiş oldukları ve 1934 yılında ülkenin ilerici güçlerine ve sendikalara darbeler vurmaya başlamış olan Batista’ya önemli bir halk desteği sağlayabilme hesabı yatmaktaydı. Ekonomideki göreceli düzelme, şeker fiyatlarındaki yükselme, sadece ve sadece Batista diktatörlüğüne güç verebilirdi... ABD mali-sermayesinin yerleşmiş olduğu Kuba gibi göreceli küçük ülkelerde ABD’nin kişileri satınalmakta ve politik yaşamı manupule etmekte gösterdiği maharetin bir sonucu olarak Kuba, Batista yönetimi ile de ABD’nin ekonomik ve politik av alanı olma özelliğini yitirmeyecekti... Sözkonusu 1930’lu yıllar, aynızamanda Kuba Komünist Partisi’nin geliştiği yıllar olacaktı... Yoksullaşan bir çiftçinin oğlu olarak, Kastro’nun babasının çiftliğinden birkaç mil ötede, Kastro’nun da doğup büyümüş olduğu Oriente bölgesinde dünyaya gelmiş olan Fulgencio Batista, 1921 yılında stenograf (konuşulanları birtakım sembollerle ve aynı hızla yazıya geçirme tekniğini bilen kişi) olarak orduya katılmıştı. Çavuşluk rütbesine dek yükselen Fulgencio Batista, iş ilişkileri içinde oldukça geniş bir çevre edinmişti... Diktatör Gerardo Machado’ya yönelik halk ayaklanması ortamında ve ayaklananların safında gerçekleştirdiği darbeyle birlikte kendisini albaylık rütbesine yükselten Batista, aynızamanda Kuba Ordusu’nun komutanı, “genelkurmay başkanı” olma görevini de üstlenecekti... Başlangıçta O, Fulgencio Batista, gerçekten devrimci idi, veya yaşanmakta olanların etkisinde kalarak devrimci havasına kendisini kaptırmıştı. Daha önce de ifade edilmiş olduğu gibi O, devrimci öğrenciler ve sendika liderleri ile işbirliği içinde örgütlenmesini gerçekleştirip darbesini yapmıştı. Ülkenin başına geçtiği günlerde Batista, gerçek bir halk kahramanı konumundaydı, halk O’na inanmıştı... Fakat Batista, ABD’nin Kuba elçisi Sumner Welles ile gizli karanlık ilişkiler geliştirmekte gecikmeyecekti. Yönetmeye alışık Amerikalı görevliler, anlaşılan, O’nun entellektüel ve ruhsal gelişmişlik düzeyini, politik bilinç düzeyini çabuk kavramışlardı. Kişilerin zaaflarını tesbit etmekte ve onları satınalmakta, Mephisto rolü oynamakta usta idiler... Sonuçta Fulgencio Batista, 1934 yılında yeni bir darbe örgütleyerek, vaktiyle kendisine inanmış olan tüm ilerici demokratik güçleri, Küba işçi sınıfını, sendikaları, köylüleri ağır bir baskı altına alacaktı. Fakat bu, okadar güçlü bir dikta rejimi olamayacaktı... Ordu komutanı olarak sırasıyla birkaç hükümeti yönlendirmesine karşın, Batista’nın diktatörlüğü ülkeye politik istikrarı getiremeyecekti... Yeniden ülkenin cumhurbaşkanı olmak isteyen Batista, 1940 seçimleri için önce, anayasal liberallerin önderi Ramón Grau San Martin’den destek arayacaktı. Liberallerin lideri O’nun bu teklifini reddedince, Batista yüzünü, ülkede politik bir güç haline gelmiş olan komünistlere dönecekti... Sonuçta sendikaların desteğini alan Batista, 1944 seçimleri ile yeniden cumhurbaşkanı olabilecekti. Komünistlerle yapılmış olan anlaşma uyarınca Batista yönetimi, bazı temel reformlarla birlikte, 1940 yılında, ilerici sayılabilecek bir anayasanın yürürlüğe girmesini sağlayacaktı. Sendikaları denetleyebilen komünist muhalefet ile Batista arasında sağlanmış olan uzlaşmanın bir ürünü olarak, içinde halkçı ilkeleri barındıran ilerici 1940 anayasası şekillenecekti... Bu yeniden başkanlık süreç içinde O, Batista, kişisel servetini de sürekli arttıracaktı... Fulgencio Batista, 1944 yılı başkanlık seçimlerine katılmayacak, ordu subaylarını barındıran bir askeri üsse yerleşerek birsüre için aktif politik yaşamdan uzak duracaktı. O’nun yerine, liberal sivil bir kişi olan Ramón Gray (Grau) San Martin (1944- 48) ve ardından da yine bir liberal olan Carlos Prío Socarrás (194852) cumhurbaşkanlığına seçileceklerdi... Başkanlıktan çekilmiş olduğu zaman dilimi içinde O, Batista, dış gezilere çıkacak ve birsüre için ABD’de, Florida’da yaşayacaktı... Florida günlerinde O, Kuba halkının sırtından elde ettiği servetin çok yüklü bir miktarını kişisel yatırıma dönüştürecekti... ABD’nin 33ncü başkanı ve “Soğuk Savaş” politikasının mimarı olan aşırı sağcı Harry S. Truman’ın (yönetimi, 1945- 53) Latin Amerika politikasının bir ürünü olarak Batista, 10 Mart 1952 günü kansız ama, tüm demokratik süreçleri ve gelmekte olan seçimi iptal eden bir askeri darbe gerçekleştirecekti. ABD yönetimi, 27 Mart günü, Batista hükümetini resmen tanıyacaktı... Aslında O, Batista, önce seçimle iktidara gelmeyi hesaplamış olsa da, liberallerin temsilcisi Roberto Agramonte karşısında kazanamayacağını anlayınca, sözkonusu darbeyi gerçekletirecekti... Bu kez Batista, ülkenin tüm demokratik güçlerini gerçek anlamıyla ezecekti. Yaşanmakta olan, “Soğuk Savaş”ın en soğuk günleri idi; ABD’de Cumhuriyetçi senatör Joseph McCarty’nin yellediği dondurucu anti-komünizm rüzgarları esmekteydi; Kore Savaşı ağır insani kayıplarla sürmekteydi; ve General Douglas MacArthur gibiler, Çin’e atom bombaları atmayı düşlemekteydi... Bazı kaynaklara göre O, Batista, Latin Amerika standartları ile “ılımlı” sayılacak bir diktatör olmuştu. Fakat bu ifadeyi kullananlar, sözkonusu göreceli “ılımlılığın” ancak 1956 yılına dek sürdüğünü, başlayan sosyal kalkışma ve gerilla mücadeleri ile birlikte Batista diktatörlüğünün de -diğer acımasız Latin Amerika diktatörlükleri gibi- sertleşip gaddarlaştığını ifade etmekten geri durmamaktadırlar... Asıl olarak Yunanistan’ı ve Türkiye’yi ilgilendiren, bu ülkelerde örgütlenen faşist nitelikli askeri müdahalelerin, aşırı sağcı rejimlerin anası olan “Truman Doktrini”nin mimarı Harry S. Truman, Latin Amerika’yı elinin altında tutabilmek için, 1953- 57 yılları için, o günün değeri ile 1 milyar 900 milyon ABD dolarını (günümüzün değeri ile yaklaşık 18 milyar doları) Latin Amerika işlerine ayırmıştı (“Truman Doktrini” hakkında daha geniş bilgi için bak:Yusuf Küpeli, Truman Doktrini ve Doğu Akdeniz’de sahnelenen trajedilerden bazı örnekler ). Yine Truman’ın iktidarı yıllarında, 1947’de, -Reinhard Gehlen gibi eski Nazi istihbaratı şeflerinin de yardımlarıyla kurulmuş olan- CIA’nın operasyonları sonucu, Guatemala’da (1954) ve daha birçok Orta ve Güney Amerika ülkesinde kanlı askeri darbeler birbirlerini izleyeceklerdi... Sözkonusu darbeleri kolaylaştıran, Latin Amerika ordularının subay kadrolarını Pentagon’a bağlayan askeri bir pakt, NATO’ya örnek oluşturacak bir askeri pakt, NATO’nun kuruluşundan çok önce, Orta ve Güney Amerika ülkeleri ile ABD arasında imzalanacaktı. CIA’nın kurulduğu 1947 yılında, Latin Amerika ülkelerinin askeri güçlerini Pentagon’un demir pençesine teslim edecek olan bir askeri anlaşma şekillendirilecekti... II. Dünya Savaşı’nın hemen ardından, ve NATO’dan önce, ABD yönetiminin şekillenmesine öncülük ettiği asıl büyük karşılıklı askeri anlaşma, 2 eylül 1947 günü imzalanan Intern-American Reiprocal Assistance Treaty (Amerika içi ikili karşılıklı dayanışma anlaşması) adlı birlik olacaktı. Rio de Janeiro’da imzalanmış olması nedeniyle aynı anlaşma kısaca Rio Paktı olarakta anılacaktı... Rio Paktı’na ABD dışında 19 latin Amerika ülkesi taraf olmuştu. Arjantin, Bahamalar, Bolivya, Brezilya, şili, Kolombiya, Kosta Rika, Dominik Cumhuriyeti, Ekvador, El Salvador, Guatemala, Meksiko, Nikaragua, Panama, Paraguay, Peru, Haiti, Hondu ras ve Küba, anlaşmayı imzalayan ülkeler arasında idiler... Bu adları sıralanan Latin Amerika ülkeleri ile anlaşmayı, dönemin ABD Başkanı Harry Truman (33. başkan, 1945- 53) bizzat imzalamıştı. Daha sonra, devrimle birlikte (1959) Küba anlaşmadan çekilmiş olsada, günümüzde imzacı devletlerin sayıları 23’e yükselmiştir... Batista’nın 10 Mart 1952 günü gerçekleştirmiş olduğu askeri darbe, Truman yönetiminin sözkonusu Latin Amerika politikasından ve Rio Paktı aracılığıyla Pentagon’un Kuba ordusu üzerinde kurmuş olduğu denetimden ayrı düşünülemez... ıleride NATO anlaşmasına örnek olacak Rio Paktı, 26 maddeden oluşmaktaydı. Aynı paktın 3. maddesi, özet olarak, “taraflardan birinin saldırıya uğraması durumunda bunun tüm üyelere yapılmış kabuledileceğini ve ortak meşru savunmayı” öngörmekteydi. Fakat, sözkonusu anlaşma maddesinin bağlayıcı hükmüne karşın, 1982 yılında patlayan Fakland krizi ve ıngiliz donanmasının Arjantin’e saldırısı sırasında ABD yönetimi, Arjantin’in yardım başvurusuna yanıt vermeyecekti. ABD yönetimi, Rio Paktı içindeki ortağı Arjantin’e değil, tam tersine emperyalist yamağı ve en önemli NATO müttefiki Büyük Biritanya’ya (ıngiltere’ye) yardım etmiştir... NATO ise, bilindiği gibi, o yıllardaki tüzüğü ile sadece bir savunma anlaşması idi, ve ıngiltere’nin Fakland adalarına, Arjantin güçlerine saldırısı durumunda, ABD’nin buna yardımcı olmasını gerektirecek herhangi bir hüküm içermiyordu... Provokatif 11 eylül 2001 olayının, ikiz kulelerin yıkılmasının ardından ABD, Rio Paktı’nı yeniden anımsayacak ve bu olaydan10 gün sonra, 21 eylül 2001 günü, Rio Paktı’na üye 23 ülkenin Dışişleri Bakanlarını, “uluslararası terörizm” sorunlarını tartışmak amacıyla Washington’da toplantıya çağıracaktı... Organizations of American States (OAS), yine ABD yönetiminin insiyatifi ile Rio Paktı’ndan bir yıl sonra, 1948 yılında, Kolombiya’da, Bogota’da kurulacaktı. OAS anlaşmasının 15. maddesi, üyelerin iç veya dış işlerine herhangi başka bir devletin müdahalesini açıkça yasaklamaktaydı... Sözkonusu anlaşmanın açık metnine karşın ABD yönetimleri, daha önce de belirtilmiş olduğu gibi, Rio Paktı ve OAS üyesi Latin Amerika ve Karaip ülkelerinin iç işlerine -doğrudan askeri müdahaleler dahil- hertürlü yöntemle sürekli müdahale edeceklerdi ve halen de güçleri yettiği ölçüde etmektedirler... Rio Paktı ve OAS ile Beyaz Saray, Soğuk Savaş yılları boyunca Latin Amerika devletlerinin tüm iç ve dış ilişkileri üzerinde hegemonya oluşturacaktı... Rio Üniversitesi’nden politik bilimci William Goncalves’in inancına göre ABD, Afganistan’da ve Irak’ta sahnelenecek olan askeri operasyonlarına Latin Amerika’nın desteğini sağlamak amacıyla Rio Paktı’nı yeniden canlandırmıştı... şüphesiz 2000’li yıllarda Latin Amerika’da doğmaya başlayan demokratik sosyalist hükümetler ve özellikle Venezuella’da iktidara gelen Chavez hükümeti, ABD’nin bu planları için birer soğuk duş olmuşlardı... (daha geniş bilgi için bak: Yusuf Küpeli, ABD’nin askeri gücü, toprakları dışındaki askeri üsleri, yayılması ve dünya egemenliği düşleri üzerine notlar 2- Rio Paktı, ABD’nin Latin Amerika üsleri ve Latin Amerika’yı sömüren ticari bağlar üzerine bazı notlar ). ABD, ıspanya karşısında 1898 yılında kazanmış olduğu askeri zaferle, Filipinler, Guam, Puerto Rico gibi deniz aşırı koloniler elde etmeye başlayacaktı. Bu durum aynızamanda ABD’nin Latin Amerikaya’ya atmış olduğu ilk kalıcı adım oluyordu. Artık, Karaip Adaları’nın, Orta ve Güney Amerika’nın üzerine -gelişip denizaşırı bir güç olmaya başlamış olan- ABD emperyalizminin gölgesi düşmeye başlamıştı... Monroe Doktrini (2 Aralık 1823) ile ABD, Orta ve Latin Amerika’nın da kendisine ait olduğunu, bu coğrafyayı Batı Avrupa’nın müdhalelerinden “koruyacağını” ilanetmişti. ıspanya karşısındaki zaferi ile ABD, bu “korumayı” başaracak güce eriştiğini göstermişti. Ve zaten aynı nedenle Theodore Roosevelt, 1904 yılında, Monroe Doktrini’ne bir ek yaparak, ABD’nin Orta ve Latin Amerika ülkelerine yönelik askeri müdahalelerini başlatacaktı. Yukarıda da belirtilmiş olduğu gibi, Roosevelt’in ekine göre, “Latin Amerika milletlerinin ‘kronikleşen hataları’ durumunda ABD’nin bu devletlerin iç işlerine müdahale etme hakkı vardı”, ve ABD’nin ilk müdahale ettiği ülkelerin başında da Kuba olacaktı. Zaten daha 1901 yılında ABD, “Kuba’nın gerçek anlamıyla ABD’nin koruması altında olduğunu” ilanetmişti... ABD, 1898 yılında, Karaip denizinde, Puerto Rico’yu işgalederek Karaip adaları üzerindeki gücünü yaymaya başalayacaktı. Bu gelişmenin ardından ABD, Orta Amerika’ya doğru uzanacaktı... O yıllarda Panama, Kolombia’nın (Colombia) kontrolu altındaydı. ABD yönetimi biryandan Panamalı ayrılıkçıları desteklerken, diğer yandan da Panama’nın “bağımsızlığını” tanıması için Kolombia’ya baskı yapacaktı. Kolombia, -Roosevelt’in Monroe Doktrini’ne ekleme yaptığığı- 1904 yılında Panama’nın “bağımsızlığını” tanımak zorunda kalacaktı. Panama’yı Kolombia’dan kopartmış olan ABD, Panama Kanalı bölgesine elkoyacaktı ve kanal 1914 yılında tamamlanacaktı... Artık ABD, uluslararası planda herkes tarafından kabul gören terminoloji ile, “uluslararası polis gücü” konumuna geliyordu. Yine bilinen genel terminoloji ile ABD müdahaleleri, ya “dolar diplomasisi” (“dollar diplomacy”) ile, ya da askeri müdahale biçimini alarak “savaş gemisi diplomasisi” (“gunboat diplomacy”) ile yürütülüyordu... Vaktiyle Filipinler ve kısa dönem için Kuba valiliği yapmış olan ABD’nin 27nci başkanı William Howard Taft (1909- 13) ve O’nun dışişleri bakanı (secretary of state) konumundaki Philander C. Knox tarafından geliştirilmiş olan “Dolar diplomasisi” adlı şey, ABD’nin mali ve ticari yararlarının bir yerde korunması ve geliştirilmesi süreci içinde mali stabiliteyi, mali istikrarı ve güvenliği sağlama anlamına gelmekteydi. Tabii bunu sağlayacak olan insanlardı, yönetici politik kadrolardı. Emperyalist amaçlarla girilen ülkenin direksiyonunda ABD’nin istemlerine uygun politik-idari kadrolar olmalıydılar... “Dolar diplomasisi” denen idari mühendislik önce Nicaragua’da yaşama geçirilecekti ama, yetersiz kalınca Nicaragua’ya askeri müdahale gerçekleşecekti. Askeri müdahalenin adı da, kısaca, “savaş gemisi diplomasisi” (“gunboat diplomacy”) olmaktaydı... Yukarıdaki politik deyimleri basitleştirerek türkçeleştirecek olursak, yapılmakta olana kısaca, “havuç” ve “kamçı” diplomasisi de diyebiliriz. şüphesiz “havuç”, ekonomisine ve politikasına elkonulacak ülkenin yöneticilerine, politik ve ekonomik yönetimin direksiyonuna oturtulacak dar bir azınlığa sunuluyordu, ve operasyonun böylesi sömürünün en masrafsız olanı idi. “Kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez!”, idi ama, burada verilen tavuk kadar bile değildi... Satışa çıkmış çok “ruh” ve beden vardı; ve cahil bırakılıp bölünmüş halklar sürekli yeni “umutlar” ile aldatılıyorlardı... Havucun yetmediği durumlarda, hemen kamçıya, zora, şiddete başvuruluyordu. Ve çoğu zaman bu ikisi birlikte kullanılıyordu ve halen de kullanılmaktadırlar... ılk ABD askeri müdahalelerinin, işgal operasyonlarının, ya da “savaş gemisi diplomasisi”nin kurbanları arasında, Santo Domingo (Dominican Cumhuriyeti’nin başkenti), Nicaragua, Haiti gibi ülkeler yeralacaklardı... Dominican Cumhuriyeti, Karaip denizinde, Kuba’nın hemen güneydoğusuna yerleşmiş ikinci büyük adayı Haiti ile paylaşmaktadır. Aynı adanın doğu tarafına Dominican Cumhuriyeti yeralmaktadır. Batı tarafında ise, biraz daha küçük bir alana yerleşmiş Haiti bulunmaktadır. Ve bu ikili halen yerlerinde durmaktadırlar... Santo Domingo, gelen avrupalıların bu adalar üzerinde kurmuş oldukları en eski kenttir. Dominican Cumhuriyeti, 1821 yılında bağımsızlığını ilanetmişti. Ve bu cumhuriyet, 1916- 24 ve 1965- 66 yıllarında iki kez ABD askeri müdahalesi yaşayacaktı. Yine örneğin, 1930 yılında Dominican Cumhuriyeti’nin başına geçmiş olan Rafael Trujillo, 1961 yılında CIA tarafından organize edilmiş bir süikastin kurbanı oluncaya dek iktidarda kalabilecekti... Yine ABD, daha önce sözünü etmiş olduğum “Dolar diplomasisi”nin Nicaragua’da yetersiz kalması sonucu, tutucu yönetimi yerleştirip desteklemek amacıyla, “savaş gemisi diplomasisi”ne başvuracak ve 1909 yılında Nicaragua’ya küçük bir deniz gücü yollayacaktı. Ayrıca ABD, 1927- 33 yıllarında bu ülkeyi işgalederek “savaş gemisi diplomasisi”ni sürdürecekti. Ve Nicaragua’nın ABD müdahaleleri ile ilintili toplumsal trajedileri bundan sonra da sürcekti... ABD deniz piyadeleri, Dominican Cumhuriyeti’nin doğusuna yerleşmiş olan Haiti’yi 1915 yılında işgaledecekler ve 1934 yılına dek burada kalacaklardı. Günümüzde de aynı deniz piyadeleri Haiti’de bulunmaktadırlar... “Açık kapı” politikasının babası sayılan ve küçük ülkelerin pazarlarını ABD malisermayesine açmakla ünlenen ABD’nin 28nci Başkanı Woodrow Wilson’un (başkanlığı, 1913- 21) I. Dünya Savaşı’nın son günlerinde, 1917 yılında müttefik güçlerin safında Avrupa’ya asker yollaması, ABD’nin Avrupa’da katıldığı ilk savaş olacaktı. Yeni bir dünya savaşının (II. Dünya Savaşı’nın) ilk ilmiklerini atacak olan tamamen haksız Versailles Anlaşması’nın (1919) baş mimarları arasında yeralan, ve Türkiye’ye ABD mandası olma “şerefini” bahşeden Wilson ile ABD, Avrupa’nın iç işlerine, Balkanlar’a ve Ortadoğu’ya müdahaleye başlayacaktı. O, Balkanlar’a, Arnavutluk’un “savunucusu” rolünü oynayarak girmeye çalışacaktı... Artık Orta ve Latin Amerika ülkeleri -sözün gerçek anlamıyla- ABD’nin “arka bahçesi” konumuna sürüklenmişlerdi... “Özgürlüklerin savunucusu” gibi tanıtılmaya çalışılan Woodrow Wilson, Avrupa’ya asker yollamadan önce, -Haiti ve Dominican Cumhuriyeti ile birlikte- Meksika’nın iç işlerine de müdahale edecekti. Wilson, tamamen haklı köylü ayaklanmasının bastırılabilmesi için, General Pershing komutasında bir askeri gücü, 1916 yılında, Meksika’ya, Pancho Villa (1878- 1923) güçlerinin üzerine yollayacaktı. Yeni kurulmuş olan ABD hava gücüne ait askeri amaçlı bir uçak, tarihte ilk kez askeri operasyonlar için kullanılacak, Pancho Villa güçlerine havadan bombalar yağdıracaktı ama, pek başarılı olamayacaktı... Artık ABD’nin askeri güçleri ve gizli servisleri, Orta ve Güney Amerika halklarının, Karaip halklarının yaşadıkları trajedilerin, kabusların baş mimarları haline gelmişlerdi. CIA ve yetiştirmelerinin denetimindeki gizli işkencehanelerden yükselen çığlıklar, tüm Orta ve Latin Amerika topraklarında yankılanmaya başlayacaktı. Hatta, Türkiye ve benzeri ülkelerin “kontragerilla” elemanı işkence uzmanlarının bile, işkence teknikleri üzerine Panama’da eğitildikleri bilgisi yayılacaktı... Daha önce geçici birtakım örnekleri olmakla birlikte, Latin Amerika’da bu kabustan ilk uyanan, ve hertürlü ABD baskısına ve ekonomik ambargosuna karşın -halkının örgütlü gücü ile- devrimini 50 yıldır yaşatıp geliştirmeyi başaran ülke, Kuba olacaktı... 3 Sosyal devrim ve kitlelerden kopuk terör, karşı-devrimci güçlerin bazı provokasyonları, yanıltmaları üzerine çok kısa notlar Bir ülkede sosyal devrimin gerçekleşebilmesi için, sadece derin bir yoksulluğun, sefaletin, değişik türden adaletsizliklerin, ve toplumsal kokuşmanın olması yeterli değildir. Eğer tüm bunlar yeterli olsalardı, Kuba’dan da kötü durumda olan diğer birtakım Latin Amerika, Afrika ve Asya ülkelerinde, dünyada yoksulluğun ve sefaletin yaşanmakta olduğu tüm ülkelerde devrimlerin hemen olması gerekirdi... Yaşamın hareketliliği ve değişkenliği içinde, farklı toplumların, kendi yerleşik egemen kültürel yapıları ve yaygın yaşam tarzları, ağırlıklı olarak dünyaya bakışları, entellektüel gelişim ortalamaları, egemen sınıfların yönetebilme yetenekleri ve yaşanan politik krizler, dünyadaki egemen politik dalga, hertürlü sömürü, haksızlık, emperyalist veya başka türden baskıların hemen giderilip giderilmemesi, devrimlerin gerçekleşip gerçekleşmemesi üzerinde etkili olabilmektedir. Herşeyden önce bir halkın, nasıl yaşadığının, içinde olduğu kötülüklerin, yoksulluğun, sefaletin, çürümüşlüğün, şiddet ortamının bilincinde olabilmesi için, farklı ve daha iyi yaşam tarzları olduğunu da bilebilmesi, kıyaslama ve seçme yapabilecek bir düzeye gelmiş olması gerekir. Doğal olarak değişik bilinç düzeylerine sahip kişilerden de oluşsa, en azından önemli bir emekçi çoğunluğun, farklı ve çok daha iyi yaşam tarzlarının olduğunu farketmesi, ve bu yeni yaşamı kuracak bir inanç, güven ve örgütlenme içinde olması gerekir. Farklı ve daha insancıl yaşam tarzlarının varlığını emekçi halka sistematik biçimde iletecek ve o halkın bu uğurda örgütlenmesine yardımcı olacak aydınlara toplumun sahibolması gerekir... Aksi takdirde, kadınların alabildiğine ezildikleri ve insanların seçme haklarını ve kaderlerini, yarı tanrı konumuna yükselttikleri beylerine, “kutsal baba”larına terkettikleri feodal bir toplumsal yapıda, ataerkil kültürün en koyusunun egemen olduğu bir toplumsal yapıda, kadınların, bu durumu yüzlerce yıl doğal karşılayıp kabullenmeleri, kendilerini erkeğin “şerefini” korumakla yükümlü saymaları, ve hertürlü baskıya inançla katlanmaları gibi, farklı ve çok daha adaletli bir yaşam tarzı olduğunu bilemeyen insanlar da, içinde oldukları durumu kabullenip, çok uzun süreler buna katlanabilirler ve yaşama yönelik öfkelerini, farklı biçimlerde, ahmakça bireysel çatışmalar düzeyinde açığa vurabilirler. Hatta ataerkil feodal kültürlerin değişik ölçülerde egemen olduğu toplumlarda, sosyalizm anlayışı bile bu kültürle yüklenerek politik yaşamda işlev görmeye, özünden uzaklaşarak devrimci niteliklerini yitirmeye, adı ötesinde kendisi olmaktan çıkmaya başlayabilir... “Çingenenin merdi övünürken suçlarını sayarmış” özdeyişi, aslında, yasadışılığa sürüklenmiş bir toplumsal yapıya ait insanların bu durumlarını nekadar normal karşılamakta oldukları, ve “kahramanlık” gibi gördükleri yasadışılıkları ile övünmekte oldukları gerçeğinin, önemli bir toplumsal psikolojinin altını çizmektedir. Mevcut toplumsal düzenlerin dışına itilerek aşağılanan, ve zaten kendileri de geleneksel farklı yaşam biçimleri ile egemen toplumsal yapının dışında kalmayı seçen, ve bu toplumsal yapının “suç” saydığı her işi yapmakta sakınca görmeyen, kendi dışlarındakilere yönelik “hırsızlık” gibi küçük suçları sonderece normal bulan sevimli çingene halkının yerleşik toplumsal yapılara göre yaşamakta olduğu göreceli kaos, kendileri için sonderece doğal olmakta, ve o nedenle farklı bir yaşam biçimini seçmekten uzak durmakta, en azından nesiller boyunca bundan uzak durabilmektedirler... Sadece bir örnek olarak seçtiğimiz Çingenere özgü düzensizliğin düzeni okadar tehlikeli ve ürkütücü olmamakla birlikte, bazı durumlarda, çok daha derin ve karmaşık kaos ortamları, şiddet ortamları, yasadışılıklar, korkunç düzensizliklerin düzeni toplumlara egemen olabilirler. Farklı, sağlıklı ve güvenlikli bir yaşamın bilincinde olamayan toplumsal çoğunluk, bu durumundan gerçek anlamıyla şikayetçi olmayabilir. Aynı çoğunluk, çılgınca hastalıklı suçları “kahramanlık” gibi görmeye başlayabilir. Sonuçta, hem halktan yana devrimci dönüşümleri engelleyen, emperyalist merkezlerin bu toplumsal kaos bölgeleri üzerindeki ekonomik sömürü ve politik egemenlik süreçlerini uzatan, ve hem de silah satışlarını arttırarak aynı emperyalist merkezlerin kazançlarını yükselten, o merkezlerin dengesiz gelişmiş hastalıklı ekonomik yapılarını canlandırmalarına yardımcı olan sözkonusu uzun süreli kanlı kaoslar, biryandan bu kaos toplumunun içinde yaşayanların önemli kısmının bilinçlerinde normal olarak algılanmaya başlarken, diğer yandan da aynı kaos, dış emperyalist merkezler tarafından denetim altında beslenip kışkırtılabilir... Kısacası, kaostan, savaştan kazanç sağlayanlar, kaos ortamından yararlanarak düzenlerini rahatça sürdürürlerken, kaosun yaşanmakta olduğu toplumun önemi bir çoğunluğu da, normal bulmaya başladığı bu ortamın değişmesi için harekete geçmeyebilir... Çarpıklığın farkında olan bilinçli ve örgütlü bir güç olmadığı sürece kaos devrime dönüşemez, ve tam tersine kitlelerle birleşebilecek devrimci güçlerin doğmasını engelleyen, en azından frenleyen bir olgu olarak kullanılabilir. Yine diğer yandan, sınırlı, denetimli şiddet ortamları, yığınlardan kopuk terör ortamları üretilerek, bu denetimli ve sınırlı şiddet, terörü manupule eden merkezlerin denetimi altındaki medya aracılığıyla geniş yığınların zihinlerinde korku yaratacak biçimde kareleri ile çarpılarak dalga dalga büyütülüp yayılır, ve böylece ulusal ve uluslararası planda egemen faşist güçlerin diktatörlükleri için gerekli politik iklim yaratılabilir. Ve ardından kitle desteği alan faşist darbeler gerçekleştirilebilir. Bunun örnekleri Türkiye’de de yaşanmıştır... Gizli servislerin denetimleri altındaki yığınlardan kopuk ahmakça terörün “devrimcilik” gibi yansıtılması, veya hatta “komünizm” gibi yansıtılması ile, korkutulmuş kitleler bir kurtarıcı arama psikolojisi içine itilebilirler, faşist güçlerin tuzaklarına düşebilirler ve bunun örnekleri yaşanmıştır. Kitlelerden kopuk zararlı bireysel terörün yarattığı korku yüklü kitle psikolojisi ile, göreceli demokratik politik ortamı dağıtacak askeri müdahaleler geliştirilebilir, ve geliştirilmiştir. Bu şekilde emekçi yığınların tüm örgütlenmeleri ezilebilir, karşı-devrim yerleştirilebilir, ve bunlar yaşanmıştır... Her kaos ve şiddet devrime yolaçmayacağı gibi, tam tersinin olacağı bir ortamı da hazırlayabilir, ve egemen güçlerin servisleri bu işleri çok iyi bilmektedirler... Kitleler, -özünde egemen güçlere herhangi bir zarar veremeyecek olan- “sol” veya “komünist” etiketli birtakım bireysel terör eylemleri ile korkutularak, bu korku ortamı içinde gerçek devrimci demokratik eylemlerden soğutularak, yığınsal kalkışmalar, yığınsal demokratik örgütlenmeler, sendikal örgütlenmeler likide edilebilir, karşı-devrim kolayca yerleştirilebilir... Birtakım hastalıklı psikopat karakterlerin, kolay iktidar peşinde karanlık faşizan güçlerle gizli ilişkiler geliştirmiş “devrimci” etiketli bazı psikopatların denetim altındaki bireysel terör eylemleri bahane yapılarak faşit diktatörlüklerin politik iklimi oluşturulabilir. Kirli politik cinayetlere bulaşmış, ve egemen güçlerin istemleri doğrultusunda söylediği yalanlarla başka kişilerin de trajik sonlarını hazırlamış bu karakterlerden bazıları, kullanıldıktan sonra yokedilirler. Bu sahte “devrimci” etiketlerle ikili oynamış ve yokedilmiş hastalıklı karakterlerin işleri “devrimcilik” gibi yansıtılarak, gelecek kuşaklara da tuzaklar hazırlanabilir. Yaratılan bu illizyonlarla, doğru çizgide yığınsal demokratik örgütlenmelerin, gerçek yığınsal bir muhalefetin önü uzun süreler için kesilebildiği gibi, varolanların likide edilmeleri de sağlanabilir. Aynı illizyonlarla örgütlenen birtakım ahmak veya kriminal unsurlar, yeni politik cinayetlerde, yeni politik destabilizasyon operasyonlarında kullanılabilirler, ve bunlar da olmuştur, olmaktadır. Bu arada, sosyalist veya devrimci örgütlenmelere, veya bu etiketleri taşıyan örgütlenmelere vurulan her darbanin ardından, genel evrensel klasik kural olarak, satınalınmış veya zaten görevli olanlar, daha ön planlara çıkartılırlar; mümkün olursa, ünlendirilerek “lider” konumlarına yükseltilirler, veya en azından alt seviyedeki görevliler, örgütleri içinde daha üstlere çıkartılırlar... Kolayca anlaşılmaları zor zeki ve tehlikeli psikopatlara toplumun her katmanında rastlanabileceği gibi, uzaydan gelmemiş olan, tamamen dünyasal olan devrimci hareketler, sosyalist etiketli hareketler içinde de aynı tiplere rastlamak olasıdır. Bu nedenle, kitlelerden kopuk teröre yönelen her eyleme, ve bunları yüceltmeye, ve bunların sahte kahramanlarını “devrimci” gibi lanse ederek kullanmaya çalışan demagog provokatörlere tavizsiz karşı çıkmak gerekir. Devrim, kitlelerin işidir; doğru teoriye sahip, kitlelerle bağ kutabilmiş, kitleleri kendi yararları yönünde örgütleyebilmiş disiplinli örgütlenmelerin çabaları ile hedefine ulaşabilir... Herhangi ciddi askeri bir eğitim görmemiş olmalarına, hatta bundan özel olarak kaytarmış olmalarına, gittikleri her yerde olaylar çıkartmış olmalarına karşın, üniversite kampüslerinde gösterişli bir teşhircilikle “gerilla” tiyatrosu oynayıp saçma sapan ahmakça bireysel terör işlerine karışıp -zaten sınırlı olandemokratik süreçlerin baltalanabilmesi için “meşru” mazeretler yaratmış olanların efsane haline getirilmeleri, örnek haline getirilmeleri ile gençlere, yığınlara, yanlış hedefler gösterilebilir. Sonuçta, 12 Eylül gibi darbelerin hazırlanmasına yardımcı olan bu aldatıcı tuzaklarla, doğru, disiplinli yığınsal bir muhalefetin, hedefine ulaşabilecek çapta yığınsal bir mücadelenin gelişmesi uzun süreler için engellenebilir, veya birsüre için frenlenebilir... Kısacası, egemen güçler eliyle zihinlerde yaratılan kaoslar da, karşı-devrimci faaliyetler için kullanılabilir, ve bunlar kullanılarak devrimci dönüşümlerin önüne göreceli uzun süreler için setler çekilebilir. Bu anılan son işlerin de örnekleri olduğu gibi, aynı kirli politik oyunların halen oynanmakta oldukları da bir başka gerçektir... Karşı-devrimci güçlerin değişik saldırı yöntemleri, aldatıcı propogandaları, değişik entrikaları, sosyalist devrimci muhalefetin önüne tuzak niteliğinde aldatıcı örnekler koyma entrikaları, devrimci süreçlerin içinde varolan psikopat ve serüvenci karakterlerin, kolay kazançlar peşindeki inançsız karakterlerin işleri ile de birleşerek herzaman yıkıcı sonuçlara yolaçabilir. Ve bunlar fazlasıyla yaşanmışlardır... Psikolojik savaşın ve dezinformasyonun her türünden, şiddetin ve işkencenin her türüne dek güçlü bir dirençle karşılaşacak olan devrim, özünde ve tamamen yığınların işidir... Sonuçta özet olarak, tek başına kitlelerin yoksulluk düzeyleri, sefaletleri, herhangi bir devrimin başlayabilmesi için neden oluşturamayacağı gibi, yine tek başına şiddete, silaha başvurmakta devrimci sonuçlara değil, çoğu zaman tam tersine karşı-devrimci gelişmelere yolaçabilir. Çünkü, silaha başvuran, silahın çapı ölçüsünde yaratmış olduğu krizi devrime dönüştürecek güçte değilse eğer, bir başka büyük ve örgütlü güç, durumun etkilerini rahatlık kendi iktidarı için kullanabilir. Hatta sadece bu nedenle, topluma diktatörlüğünü yerleştirecek mazeretlerin doğabilmesi için, ufak gurupların silahlı terör eylemlerini teşvik edip birsüre için denetimi altında serbest bırakabilir... Silahlı şiddet, sonuçta, politik mücadelenin zorla sürmesinin bir biçimidir, ve kitleleri kucaklayan güçlü politik örgütlenmeler olmadığı sürece başvurulan şiddetin, toplumda asıl egemen büyük güçlerin işlerine yarıyacağı ortadadır... Silahlı şiddet, hedefleri belli, bilinçli ve örgütlü yığınsal kalkışma tarafından uygulanan politikaların bir gereği olarak, politik mücadelenin içinde olduğu aşamanın kaçınılamaz bir zorunluluğu olarak amaca hizmet edebildiği ölçüde kullanıldıkça; karşı-devrimin terörünü alt edebilmek amacıyla yığınsal kalkışmanın politik çizgisinin bir uzantısı olarak kullanılabildiği sürece, kitlelerin çoğunluğunun vicdanı tarafından kabuledilebilir ölçülerde ve yasal olarak kullanılabildiği sürece, toplumsal ve tarihi bir meşruiyet kazanabilir. ışte ozaman bunun adı terörizm olmaz... Hangi toplumsal sınıfa dayanıyor olursa olsun, isterse gücünü işçi sınıfından alsın, yasal olarak ve yerinde kullanılmayan hertürlü şiddet, birsüre sonra sahibini vurmaya, hem ait olduğu yapıyı ve hem de tüm toplumu çürütmeye başlar... Yasal olmayan, sınırları ve kuralları belli olmayan şiddet, kaosun ve çürümenin anası olur... Bir devrimin gerçekleşebilmesi için, öncelikle, göreceli yoksulluk, sefalet, ve adaletsizlikler ortamı içindeki yığınların, bu durumlarının bilincine varmış olmaları, daha farklı ve yaşanabilir bir dünyanın varlığından haberdar olarak devrimci dönüşümü istemeleri, bir başka ifadeyle artık eskisi gibi yaşamak istememeleri gerekir. Sözkonusu bilincin gelişebilmesi için, kitlelerin, karşılaştırma yapabilecek ölçüde farklı yaşam tarzlarından haberdar olabilmeleri, bu bilincin örgütlü aydınlar tarafından yığınlara sabırla taşınması, hertürlü haksızlığa karşı mücadelede ve değişik kitle eylemleri içinde yığınların bilinç düzeylerinin yükselebilmesi gerekir. Irmakların birleşerek büyük nehirleri, ve nehirlerin okyanusları oluşturmaları gibi, toplumdaki haksızlıklara başkaldırı duygularını, başkaldırı ırmaklarını doğru hedeflere yönlendirebilecek, tüm bunları tek bir başkaldırı kanalına akıtabilecek, doğru teoriye sahip disiplinli devrimci bir örgütlenmenin varolması gerekir. Ve bir devrimin başarıya ulaşabilmesi için üçüncü en önemli olgu da, yönetenlerin artık eskisi gibi yönetemez bir duruma düşmüş olmaları gerekliliğidir. Bu artık eskisi gibi yönetememe olgusunu yaratacak ölçüde ulusal ve uluslararası bir krizin varlığı devrimin başarısı için gereklidir... Yukarıda özetlenerek sıralanan üç unsurdan herhangi biri eksik olduğu takdirde, devrimci dönüşümler olanaksızdır. Diğer yandan, yönetenlerin eskisi gibi yönetemez duruma sürüklenmelerine neden olabilecek krizler de geçicidirler. O nedenle, devrime yolaçabilecek bir toplumsal kalkışma ve yönetenleri eskisi gibi yönetemez duruma düşürecek ulusal bir kriz yaşanmasına karşın, bu durumu değerlendirebilecek doğru teoriye ve politik çizgiye sahip devrimci bir parti varolamadığı sürece, veya mevcut parti krizin yükseliş anını doğru değerlendiremediği sürece, yönetmekte usta olan üst sınıflar, uluslararası destek te sağlayarak, tekrar kolayca yönetimin iplerini ellerine geçirebilirler... Devasa mali-sermaye guruplarının hemen hemen tüm dünya pazarına egemen olmaya başladığı, iletişim olanaklarının olağanüstü boyutlara ulaşarak -bundan yararlanabilen- yığınları birbirlerine daha fazla yaklaştırdığı, ulusal sınırların geçmişe göre göreceli olarak yıkıldığı, iç politika süreçlerinin dış politik süreçlere çok daha sıkı bağlanmaya başladığı küçülen bir dünyada, hem yönetici üst sınıfların kendi aralarındaki ve hem de farklı ülkelerin emekçi yığınları arasındaki dayanışmaların önemleri artarken, devrimci dönüşüm çabalarının önüne de yeni sorunlar, çözülmesi gereken yeni problemler çıkmaktadır. Bunun başında, sermayenin ve bu sermayenin istemleri yönünde davranan politikacıların kolayca birleşebiliyor olmalarına karşın, ve bunların oluşturdukları birliklerin çok güçlü karşı-devrimci merkezler şekillendirebilmesine karşın, ezilen halk yığınları ve onların ekonomik ve politik örgütlenmeleri, mevcut dil ve kültür sorunları, ve teorik sorunlar nedenleriyle, gelişmiş olan tüm iletişim kolaylıklarına karşın, henüz sermaye güçleri çapında uluslararası birlikler oluşturamamaktadırlar. Diğer yandan, yeni yeni teknolojik devrimlerle işçi sınıfının eski bileşimi hızla değişmektedir ve hatta değişmiştir. Çok daha karmaşık, bilgisayarlı sofistike endüstriler içinde iyi eğitilmiş, göreceli yüksek ücretli ve aldığı ücrete göre aslında geçmişin işçi tipinden defalarca daha fazla artı-değer üretebilen bir işçi tipi doğmaktadır, doğmuştur. Batı’nın zengin ülkelerinde, “kaybedecek birşeyleri” olduğunu düşünen, ve kendisini düzene ait hisseden güçlü bir işçi aristokrasisi şekillenmişken, işsiz işçiler tüm dünyada hızla armaktadır. Artık “hizmet sektörü” sayılan alanlarda çalışanların sayıları, endüstri de çalışanların sayılarını kat kat aşmıştır. Diğer yanda, dünya ulusları, halkları arasında da geçmişe göre çok daha derin bir bölünme yaşanmakta, birileri daha fazla zenginleşirlerken, daha da yoksullaşıp azgelişmişlik katagorisine sürüklenen ülkelerin sayıları artmaktadır... Tüm bu kısaca sayılan ve sayılmayan olgular, işçi sınıfının, emekçi örgütlenmelerinin önlerine yepyeni teorik sorunlar, ve örgütlenme sorunları çıkartmaktadır. Sendikalar eski güçlerini yitirmekte, ve sosyalist sistemin yıkılmış olmasının da etkileri ile sermaye güçlerinin işçiler üzerindeki baskıları artmaktadır. Çünkü eskiden, sosyalist sistem var iken, işçileri sosyalist sistemden soğutmayı amaçlayan, işçilerin karşısında böyle bir örneğin durmasını istemeyen zengin Batı’nın patronları, birtakım hakları daha kolay vermekte idiler... Sonuçta, içine girilen yeni dünya koşullarında devrimci dönüşümlerin olabilmesi ve olanların yaşamlarını sürdürebilmesi için, herzamankinden çok enternasyonal dayanışmaya gereksinim vardır. Çalışan ve üreten halkların, baskı altındaki halkların özgürlük mücadeleleri, farklı ülkelerin emekçi yığınları arasında dayanışmayı kaçınılmaz bir zorunluluk olarak dayatmaktadır. Aynı dayanışmaya, mevcut devrimci iktidarları, ilerici hükümetleri eklemek gerekir... 4 Fidel Kastro ve yoldaşlarının devrime doğru yolculukları üzerine notlar Yukarıdaki kısa bölümde yeralan sosyal devrim, kitlelerden kopuk terör ve provokasyonlar üzerine açıklamaların ışığında, yeniden Kuba devrimine dönecek olursak... ısveççe “National Geographic”in 2003 yılına ait 12nci sayısında, “Doğa aşıklarının cenneti Kuba” olarak tarif edilen bu 110.861 kilometre kare büyüklüğe sahip ada ülkesinin halkı, 1950’li yıllarda hiçte cenneti yaşamıyordu. Koloniyalizm ile başlayan 400 yıllı aşkın tarihleri boyunca da aynı halk, -küçük bir egemen azınlığın dışında- içinde varolduğu cenneti yaşıyamamıştı... Günümüzde, 2007 sayımına göre 11.3 ve Temmuz 2008 verileriyle 11.4 milyon nufusa sahibolan Kuba, devrimin arifesinde, 1958 yılında, 6.6 milyon (tam olarak, 6.630.921) nüfusa sahipti. Devrim ve Kastro karşıtı kişi ve kurumlar, 1957- 58 yıllarının Kubası ile ilgili rakamlar verirlerken, tamamen pembe bir tablo çizmektedirler. ınsan bu tabloya bakarken, peki ozaman devrim nasıl oldu?, yığınlar neden devrimi destekleyip gerçekleşmesine yardımcı oldular?, ve devrimin ardından yaşanan birçok maddi sıkıntıya, emperyalist baskılara, süreç içinde ağırlaşan ABD ekonomik ambargolarına ve -“Domuzlar Körfezi Çıkartması” gibi- silahlı saldırılara karşın, yığınlar neden devrime sahip çıktılar?, diye düşünmekten kendisini alamamaktadır... Kastro öncesi üzerine pembe tablolar sunanlar, komünistlerin propogandalarının inanılmazlığını “kanıtlamak” amacıyla, onların, komünistlerin, devrim öncesi Kubasında “10 bin gazino” ve “1 milyon fahişe” olduğunu söyledikleri, yalanını yaymaktadırlar... şüphesiz o yılların Kubası gibi 6.6 milyonluk bir toplum da, “10 bin gazino”nun ve “1 milyon fahişe”nin olabilmesi, yetişkin kadınların yaklaşık yarısının fahişe olduklarının söylenmesi, akla tamamen aykırı olduğu için, komünistlerin ne ölçüde “yalancı” olduklarına insanları kendilerince inandırmış olmaktadırlar... Gerçekte ise bu iddia, karşı-devrimci güçlerin gerçeği sulandırmak, ve komünistleri kötülemek için uydurmuş oldukları bir yalandırşüphesiz, “komünist” etiketini kullanan birçok sahtekarın bulunabileceğini de bu arada unutmamak gerekir... Gerçekte ise Kuba devrimcileri, devrim öncesindeki Kuba’nın çürümüşlüğünü akla uygun doğru ve inanılabilir sayılarla anlatmaktadırlar... Sosyalist sistemin yıkılmasının, Kuba’nın eski ticaret ortaklarını büyük ölçüde yitirmiş olmasının etkileri ile yaşanan bazı ekonomik sıkıntılar sonucu ülkenin turizme açılmasından, ekonomide özel teşebbüse bir miktar olanak sağlanmasından, ve dolarla alışverişlerin serbest bırakılmasından sonra, 1990’lı yıllarda Kuba’da yeniden rastlanmaya başlanılan bazı fahişelik olayları ile ilgili olarak söylenenlere, W. Bush’un Kubayı karalama çabalarına, bizzat Kastro şu yanıtları vermektedir... “Devrimin zaferinden önce, 1959 yılında Kuba’da, yoksulluk, cinsel ayırım ve aşağılama, işsizlik gibi nedenlerle yaklaşık 100 bin kadın doğrudan veya dolaylı olarak fuhuş bataklığına sürüklenmişlerdi. Devrim bu kadınları eğitti ve onlara iş buldu. Hiç kimse bu gerçekleri Bush’a anlatmadımı?” Evet Kastro aynen bunları söylemekte ve 6.6 milyonluk bir nüfus için hiç te az olmayan 100 bin sayısını vermektedir. Karşı-devrimciler tarafından uydurulmuş “1 milyon fahişe” sayısının yanında bu 100 bin sayısı, sonderece akla uygun bir sayıdır, ve aynızamanda devrimin hangi yoksulluk ve çürümüşlük koşullarında gerçekleşmiş olduğunun da göstergelerinden birisidir... T J English’in David Flusfeder’in tasvirlerine dayanan “The mafia paradise that was Havana” başlıklı makalesinde yazdığına göre, gerçekten de, Batista’nın ikinci dönem yönetimi yıllarında (1952- 59), Kuba, gansterlerin, kubarbazların, gösteri kızlarının ve tabii bu sürece başkaldıran ihtilalcilerin ülkesi konumuna sürüklenmişti. Havana, karanlık dünyaları, gece yaşamları ile ünlü Monte Carlo, Casablanca, ve Cádiz kentlerinin Karaiplerdeki bir toplamı haline gelmişti. Yine, 9 Haziran 1975 Pazartesi tarihli Time Magazine’de yeralan “Mafia Spies in Cuba” başlıklı makalede yazıldığına göre, 1959 başında Kuba diktatörü Fulgencio Batista devrilmeden önce, Havana yakınlarında bulunan ve ırk ayrımı uygulanan devasa kumarhane gazinoyu üç kişi kontrol etmekteydi. ıktidarı almasının ardından Kastro, New York- Chicago- ve Pittsburgh mafya ailesine bağlı bu üçlüyü ülkeden sürmekle yetinecekti. Sözkonusu üçlü, Kuba’ı terkederken, denetledikleri kumarhane gazinonun son günkü hasılatını, yani sadece bir günlük kazançlarını, gizlice, ülkede kalan yakınlarına bırakacaklardı. Geride bıraktıkları bu bir günlük kazançları, 450 bin ABD doları idi. Sözkonusu para, ileride, CIA tarafından casusluk faaaliyetleri için Kuba’ya yollanacak olan mafya elemanlarının masrafları için kullanılacaktı... Kastro, yukarıda anılmış olan konuşmasında ayrıca şunları söylemektedir: “Kubalı çocukların fiziki, mental ve moral sağlıkları, devrimin birinci önceliği idi. Onları, ABD’de olanlardan çok daha sert yasalarla koruma altına aldık, ve 50 bini aşkın fiziki ve mental özürlü çocuk dahil olmak üzere çocukların tümü okula devametti. Herhangi bir ayrıcalık uygulamadan, bu özürlü çocukları, uzmanlaşmış bir dikkatle özel eğitim merkezlerine kabulettik. Hiç kimse bu gerçekleri Bush’a anlatmadımı?” Kastro, şu sözlerle konuşmasını sürdürmektedir: “Kuba’da olan bebek ölümlerinin ABD’de olandan çok daha düşük sayıda olduğunu, ve giderek de daha aza indiğini, hiç kimse Bush’a anlatmadımı?” Devrimden önce, değişik defalar Kuba’nın değişik yerlerini ziyaret etmiş, 1950’li yılların Kubasını yansıtan sayısız fotoğraf çekmiş, birçeşit Kuba dökümanteri ve seyyahat broşürleri hazırlamış olan Joe Goldstein’in vermiş olduğu bilgiler, sanırım, devrimin neden halk desteği sağlayabilmiş olduğu gerçeğini anlaşılır kılmaktadır. Ve bu veriler, “National Geographic”in “Karaipler’in cenneti Kuba” tarifine karşın, devrim öncesi Kuba halkının hiç te cenneti yaşamadığı gerçeğine de açıklık getirmektedir... Kastro öncesi, veya 1959 devrimi öncesi kırsal alandaki evlerin yüzde 75’i, palmiyelerden yapılmış kulübelerdi. Evlerin yüzde 50’si herhangi bir çeşit tuvaletten, yüzde 85’i içinde akar sudan, ve yüzde 91’i ise elektrikten mahrumdu. Kırsal alanda 2 bin kişiye ancak bir hekim düşmekteydi. Kırsal nüfusun üçte birinden fazlasının bağırsaklarında parazit bulunmaktaydı. Kubalı köylülerin ancak yüzde 4 kadarı düzenli yemek yiyebiliyordu. Bunların ancak yüzde 1 kadarı balık, yüzde 2’den azı yumurta, yüzde 3 kadarı ekmek yeme şansına sahipti. Ancak yüzde 11 kadarı süt içebilmekteydi ve yeşil sebze yiyen yoktu. ıhtilalin başlamış olduğu 1956 yılı verilerine göre, köylülerin çoğunluğunun yıllık geliri 91 ABD doları kadar birşeydi. Bu, kişi başına ulusal gelir ortalamasının üçte birinden daha azdı. Ayni hesapla kişi başına ulusal gelir ortalaması, 300 ABD doları civarinda bir sayı olmaktaydı ve gerçekte de öyleydi. Anlaşılmış olacağı gibi büyük çoğunluk, bu sonderece düşük kişi başına ulusal gelir ortalamasının altında bir gelirle yaşamak zorundaydı... Yine kırsal nüfusun yüzde 45 kadarı okuma-yazma bilmemekteydi. Aynı nüfusun yüzde 44’ü hiç okula gitmemişti. ışgücünün yüzde 25’i kronik işsiz konumundaydı. Aynı yıl, 1956’da nüfus 5.5 milyon iken, 1 milyon yetişkin insan okuma yazma bilmiyordu. Kentli çocukların yüzde 27 kadarı ve kırsal alandaki çocukların ise yüzde 61’i okula gidemiyordu. Irksal ve cinsel ayrımcılık sonderece yaygındı. Bir başka kaynağa göre, devrimden hemen önce, 1958 sonunda, Kuba işgücünün sade yizde 14.8’ini kadınlar oluşturmaktaydı... Kamu okulları berbat biçimde kötüleşmişti. Çürüme, rüşvet alabildiğine yaygındı, ve yüksek mahkeme yargıcından polise dek her kim olursa olsun satınalınabilirdi. Polis şiddeti ve işkence, normal gündelik işlerdendi... Kastro ve yoldaşlarının başkaldırısı, birbirini izleyen çatışmalar ve ölümler sürerken, 10 Aralık 1957 günü, maliyeti zamanın değeri ile 14 milyon doları bulan ve çoğu Kuba hükümeti tarafından Mayer Lansky hesabına ödenmiş olan sonderece lüks Hotel Rivera, Havana’da açılışını yapacaktı. Aynı günlerde haftalık Revista Carteles dergisinin verdiği habere göre, ısviçre bankalarında, Batista hükümetinin 20 üyesinin her birinin -bilinen- hesap numaralarında, 1’er milyon doları aşkın para bulunmaktaydı. Ve yine aynı yıl (1957) Kuba’ya yatırım yapmış olan Amerikan firmalarının Kuba yatırımlarından elde etmiş oldukları kâr, 77 milyon dolar idi. Diğer yandan, sözkonusu firmaların yaratmış oldukları iş alanı yok denecek kadar azdı. Aynı firmalar için Kuba nüfusunun yüzde 1’inden azı çalışmaktaydı. Yine 1950’li yılların sonlarına doğru Kuba madenlerinin yüzde 90’ı, kamuya hizmet sunan kuruluşların yüzde 80’i, demiryollarının yüzde 50’si, şeker üretiminin yüzde 40’ı, banka yatırımlarının yüzde 25’i ABD sermayesinin denetimi altındaydı... Devrim öncesi Kuba’da varolan yoksulluğun, eğitimsizliğin, hertürlü baskının resmini, Joe Goldstein’in vermiş olduğu bilgilere dayanarak kısaca yansıtmaya çalışmıştım. Fakat bunun herhangi bir devrim için yeterli neden olamayacağını, eğer olacak olsa idi Kuba’dan daha kötü durumda olan bazı Latin Amerika, Asya ve Afrika ülkelerinde de devrimlerin hemen gerçekleşmiş olmalarının gerektiğini sözlerime eklemiştim... Zaten, Kuba devrimini yüzeysel bir bakışla bu yoksulluğa ve bir avuç sakallı adamın dağa çıkarak silahlı mücadeleyi başlatmış olmasına bağlayanlar, ve bunu kendilerine göre profosyonelce, veya sonderece amatörce bir gayriciddilikle tekrarlamaya çalışanlar, bazı iyi niyetli veya kolay şöhret peşindeki serüvenciler, kısa süreler içinde düş kırıklığına uğramaktan kurtulamıyacaklardı... Çünkü özünde Küba devrimi, başlatanlar kalkışmayı başlattıkları sırada yapmakta oldukları işin tam bilincinde olsalarda olmasalarda, köken olarak, 1820’li yıllarda başlamış ve 1840’lı yıllarda çapı daha da büyüyerek alevlenmiş olan köle ayaklanmaları geleneğine, 1868 yılında başlayıp söndürülmesinin ardından 1895 yılında yeniden başlamış olan tamamen demokratik içerikli ulusal bağımsızlık başkaldırısı geleneğine dayanmakta idi. Bundan sonra da, aydınları, öğrencileri, işçileri, yoksul köylüleri içine alan başkaldırılar belirli aralıklarla kesintisiz sürmüşlerdi... Zaten ülkede aynı geleneğe sahip göreceli güçlü bir sendikal örgütlenme, ve işçi sınıfının politik örgütlenmesi, ve güçlü bir üniversite öğrencileri örgütlenmesi mevcuttu. Bu örgütlenmeler, diğer birçok yoksul ülkede, ve Latin Amerika ülkelerinde olduğu gibi, Kuba’da ezilip yokedilememişlerdi... José Martí’nin özgürlükçü düçünceleri halkın tüm kesimleri içinde canlılığını korumaktaydı... Kısacası, nasıl her ülkenin bir ulusal geleneğinden, kitlelerin bilinçlerinde yeretmiş düşünce biçimlerinden sözedilebiliyorsa, örneğin Türkler halen çoğunluklu olarak kendilerini nasıl “asker” olarak tanımlıyor, ve merkezi otoriteye saygı duyma, uyma, itaat geleneğini büyük ölçüde sürdürüyorlarsa, Kuba halkı da, içinde bulunduğu sürekli yabancı baskılarının bir sonucu olarak olmalı, diğer bazı halklar gibi, örneğin hemen aklıma gelen Grek halkı gibi, hatta tüm bunlardan daha güçlü olarak, otoriteye karşı güçlü bir isyan, başkaldırı geleneği geliştirmişti. Özellikle kırsal alandaki halkın yarıya yakınının okuma-yazma bilmiyor olması, başkaldırı geleneğinden uzak olması anlamına gelmiyordu. Diğer çok önemli bir özellikte, erkek egemen bir toplum olmasına karşın, kırsal alandaki bu eğitimsiz geniş emekçi yığınlar üzerinde bir feodal ağanın, şeyhin otoritesi mevcut değildi. Türkiye ve diğer bazı ülkelerde rastlandığı gibi, birilerinin bu insanlar üzerinde “sözünden çıkılmaz baba” rolü oynaması sözkonusu değildi... Ayrıca, soğuk savaş koşulları içinde güçlü bir sosyalist bloğun bulunuyor olması, özellikle devrimin başarıya ulaşmış olduğu yıllarda Sovyetler Birliği’nin gücünün zirvelerine doğru tırmanıyor olması, ve uzay yarışında ABD’yi geçmesi, Kuba devriminin önüne yeni alternatifler koyabilecek, ve ABD’ye rağmen yaşayıp gelişme şansını arttıracaktı... Kalkışma başladığı sırada, Kuba ordusu, diğerlerine göre göreceli olarak daha zayıf olduğu gibi, Batista diktatörlüğü çürüme sürecinin en üst noktalarına ulaşmıştı. Zaten derinleşen ulusal politik bir kriz mevcuttu, ve hatta ABD yönetimi, -silah ambargosu uygulayabilecek ve 1958 yılında tüm yardımları kesecek kadar- Batista’dan rahatsızdı; kendi yararları açısından da olumlu etkiler yaratabilecek bir iktidar yenilenmesini, kan tazelenmesini kabullenecek durumda idi. Ve ayrıca dağa çıkmış olanlar, açıkça komünist gibi gözükmüyorlardı. Hatta CIA, 1960 yılına girildiği zaman bile, Kastro’nun komünist olup olmadığına karar verememişti ama, kendilerine karşı olduğunu farketmişti. Zaten Kastro’da devrimin sosyalist olduğunu, ancak 1961 yılında ilanedecekti, ve geleceğiz... Kuba’da mevcut politik iktidarları denetleyen Washington, her başkaldırının ardından bu eylemin önderlerini satın alabileceği rehaveti içinde idi, ve bir kan yenilenmesine okadar şüpheci bakmıyordu... Tabii şüphesiz ABD yönetimi, komünizme karşı sıfır toleransa sahipti. Washington, komünizme karşı mücadele için Kuba’ya başta mali olmak üzere hertürlü desteği veriyordu. Washington’un sözkonusu komünizm karşıtı eylemi, -başında acımasız ve deneyimli bir istihbaratçı olan eski faşist Allen Dulles’in bulunduğu- CIA tarafından organize etmekteydi. Kuba’da yürütülen komünizm karşıtı mücadeleyi, Batista’ya bağlı Kubalı servislerle birlikte CIA organize etmekteydi ama, CIA tarafından bu iş için verilen paraların önemli kısmının Kubalı görevlilerce iç edildiği daha sonra anlaşılacaktı... Biraz konu dışı ama, faydalı olabilir... “Teke Tek” programına çıkmış 70 yaşın üzerinde bir garip kişi, programcıları bile şaşırtan biçimde övünüp şişinirken, “Nasır ile elini masaya vurarak konuşabildiğini, Saddam Hüseyin’e ne tip akıllar verdiğini” vs. anlatırken, bir ara, “ozamanlar CIA’nın başında Dulles vardı, bu adam daha sonra dışişleri bakanı oldu”, diyecekti. Bu atmasyonu duyunca, artık dayanamayacak, birsüre için kanal değiştirecek, ve sonra tekrar meraktan aynı kanala geçecektim... Hem yüksek perdeden atan, ve hem de söylediklerinden kendisi de ürküp arada mevcut iktidara yalanan bu kişi, Dulles soyadını taşıyanların iki ayrı kardeş olduklarından habersizdi. O, Dwight (David) Eisenhower’in başkanlığı yıllarında (1953- 61), kardeşlerden daha yaşlı olan John Foster Dulles’in dışişleri bakanlığına (secretary of state, 1953- 59), küçük kardeş Allen Welsh Dulles’in ise yine Eisenhower Tarafından CIA (Central Intelligence Agency) direktörlüğüne (1953- 61) atanmış olduğunu bilmiyordu. Buna karşın O, büyük entellektüel ve dönemin en önemli gazetecisi rolünde, Arap ülkelerinin yöneticilerini cahillikle suçlamayı sürdürüyordu... Tabii bu zevzeklik gösterisi o anda kafamda, Batista’nın çevresindekilerin CIA paralarını nasıl iç etmiş oldukları komedisini, bunun benzerlerinin Türkiye’de de ne ölçüde yaşanmış olabileceği düşüncesini uyandıracak, gülümsememe neden olacaktı. Kahramanımız, iyi atıcı olmasının yanında, anlaşılan bayağı işbilir biriydi, ve “boşta dolaşan bir gazeteci” değildi... ıran petrollerini millileştirmiş olan Muhammed Musaddık’ın devrilmesi (1953), Guatemala’da köylülere toprak dağıtarak United Fruit Company’nin tatlı kazançlarını azıcık sınırlamış olan Jacobo Arbenz’in iktidardan indirilmesi (1954) gibi daha onlarca komployu organize eden, değişik halklara derin acılar yaşatan kanlı trajedilere imza atmış olan John Foster Dulles (1888- 1959) ve küçük kardeşi Allen Welsh Dulles (1893- 1969), aynızamanda Kuba halkının kaderini olumsuz yönde değiştirebilmek için de ağır ama, başarısız çabalar sarfetmişlerdi. Bunlardan CIA direktörü olan Allen Welsh Dulles, Kuba devrimini yıkabilmek amacıyla, mafya önderlerinden de destek alarak, CIA kamplarında eğitilmiş bazı göçmen Kubalıları, ve kriminal unsurları kullanarak, 17 Nisan 1961 günü, başarısız “Domuzlar Körfezi Çıkartması”nı gerçekleştirmişti. CIA için sansasyonel bir skandal olan “Domuzlar Körfezi Çıkartması”, Allen Dulles’in görevinden alınması, kariyerinin noktalanması ile sonuçlanmıştı. Yeni ABD başkanı John Fitzgerald Kennedy (başkanlığı, 1961- 63), “Domuzlar Körfezi” skandalının ardından, Allen Dulles’i görevinden almıştı... Bu satırları yazana göre, ABD’nin tek Katolik kökenli başkanı olan Kennedy’ye yönelik süikast, özellikle Kennedy’nin -daha büyük uluslararası çatışmaların, bir nükleer savaşın anası olabilecek- savaşı başlatmaktan sakınan Kuba politikasının, ve uluslararası yumuşama süreci yönünde Nikita Khrushchev (Sovyetler Birliği Komünist Partisi birinci sekreteri, 1953- 64) ile birlikte atmış olduğu adımların bir sonucu olarak, CIA içindeki faşistlerin, mafya örgütlenmeleri ile iç-içe geçmiş olan Allen Dulles ekibinin işi idi muhtemelen... Kuba ile olan ilintileri, Kuba halkının kaderi ile oynamaya çalışmış olmaları nedeniyle, sözkonusu Dulles biraderlerin biyografilerinden, gerçek kimliklerinden kısaca sözetmekte yarar vardır... Devasa mali şirketlerin merkezi ve dünya çapında mali yatırımların sembolü konumundaki Wall Street’in hukuki işlerine bakmakta uzmanlaşmış New York Hukuk Firması’nda avukatlık yapan, ve sözkonusu mali merkezlerle yakın bağlantılar içinde olan Dulles biraderler, 4 Ocak 1933 günü Hitlertarafından örgütlenmiş olan toplantıya, Hitler’i destekleyen Alman bankerKurt Freiherr Von Schroeder ve Schroeder Bank yöneticileri ile birlikte Wall Street’i temsilen katılmışlardı. Toplantının amacı, Nazi iktidarının mali sorunlarını çözmek ve sendikaların direnişlerini kırmaktı... Dulles biraderler bu toplantıya katılmışlardı, çünkü, Hitler’i destekleyen Alman mali- sermaye gurupları ile Amerikan Ford, Standart Oil (şimdiki Exxon), General Motors, yine Rockefeller’in denetimindeki National City Bank of New York, şili’deki kanlı Pinoche darbesinin baş mimarı ITT tekeli, ve daha birsürüsü, kısaca ABD’nin mali merkezi Wall Street, bu metnin kapsamını aşan uzun karmaşık ve sıkıcı bir liste oluşturacak biçimde iç içe geçmişlerdi. Sözün kısası, ABD’nin büyük sermaye çevreleri Hitler’i açıkca desteklemekteydiler; çünkü, Nazi Almanyası’nda kârlı yatırımları vardı... John Foster Dulles, 1935 yılında Atlantic monthly’de yazdığı uzun makalede, Nazi felsefesini destekleyecek, ve almanyanın gizlice silahlanmasının özgürlüğünü kazanma yolunda tamamen haklı bir davranış olduğunu belirtecekti... John Foster Dulles, Harriman’ın, -Hitler destekçisi-Krupp’a büyük krediler açmasına aracı olacaktı. Krediyi bizzat veren kişi ise, George Bush’un babası, ve W. Bush’un dedesi, ve o yıllardaHarriman&Co’nun ikinci başkanı olan Prescott Bush’dan başkası değildi... (Wall Street ve Nazi Almanyası ilişkileri hakkında biraz daha geniş bilgi için bak: Yusuf Küpeli, Nazi Almanyası ve Polonya, Büyük Biritanya, ABD, Sovyetler Birliği, Varşova ayaklanması ve yalanlar üzerine kısa notlar + b. Hitler’i iktidara taşıyan Alman ve ABD tekelleri, pusuda bekleyen ıngiltere ve Fransa, Sovyetler Birliği ve Nazi Almanyası, Polonya’ya saldırı ve II. Dünya Savaşı + c. Nazi işgali altındaki Polonya, toplama ve ölüm kampları, Alman tekelleri ile birleşmiş ABD tekelleri, “Üç Maymunları” oynayan ABD yönetimi) II. Dünya Savaşı yıllarında şimdiki CIA’nın görevlerini üstlenmiş olan ve varlığını CIA’nın kurulduğu- 1947 yılına dek sürdürecek olan Office ofStratejik Service (OSS) üst görevlilerinden birisi de, -Dulles biraderlerden küçük kardeş- Allen Dulles’den başkası değildi... Allen Dulles, 1942- 45 yıllarında, ısviçreBern’de, OSS bürosunun şefi olarak bulunacaktı. Savaşın en kanlı günlerinde O, Allen Dulles, savaş suçlusu Nazi canileri ile, ve ileride CIA tarafından kullanılacak olan ünlü SS ve Gestapo yöneticileri ile ilişkiler kuracaktı. Örneğin O, daha 1943 yılında, Nazi askeri istihbaratının Doğu Cephesi komutanı, “Gurbette Doğu Ordusu” adlı örgütlenmenin şefi GeneralReinhard Gehlen ile ilişkiler geliştirmişti ve savaşın son günlerinde elindeki anahtar belgelerle birlikte ABD safına atlayacak olan Gehlen, 1947 yılında,Allen Dulles ile birlikte CIA’nın kuruluşunda başrolü oynayacaktı... Hukuken aranıyor olmalarına karşın ABD servisleri tarafından kaçırılıp kullanılan ünlü Nazi şefleri arasında, “Lyon Canvarı” olarak ünlenmiş olanKlaus Barbie ve daha başkaları da bulunmaktaydı... Aslında bu, kirli ve uzun bir öyküdür, ve aynı öykünün önemli aktörleri arasında Dulles biraderler de bulunmaktadır... General Reinhard Gehlen ile birlikte CIA’nın kuruluşunda önemli roller oynamış olan ve başarısız “Domuzlar Körfezi Çıkartması” ile kariyerini yitiren Allen Dulles’in, ıstanbul’u bir savaş alanına döndürmüş olan 6-7 Eylül 1950 provokasyonu yaşanırken Türkiye’de bulunduğunu hatırlamakta da yarar vardır sanırım... Dışişleri Bakanı (Secretary of State) John Foster Dulles’in özel mektubunu dönemin Kuba Cumhurbaşkanı Batista’ya iletecek ve CIA direktörü Allen Dulles ile Kuba konusunda karşılıklı görüşecek kadar ABD yönetimine yakın olan, ve ayrıca Batista Kubası’nı yakından tanıyan Lyman B. Kirkpatrick, Jr. Adlı bir CIA görevlisi, “The Real CIA” adlı kitabının “Batista’s Cuba” başlıklı 7. Bölümü’nde ilginç bilgiler vermektedir... Komünizme karşı savaşta etkili bir örgütlenmenin yaratılması için Kuba hükümetine yardımcı olabilmek amacıyla 1956, 1957, ve 1958 yıllarında Kuba’ya gitmiş olduğunu anlatan aynı yazar, Batista’nın, komünist çabaları boşa çıkartabilmek için etkili bir örgütlenme kurmak gerektiğini Foster Dulles’a söylemiş olmasına karşın, Haziran 1956’da, paraları çekip akıtmaya yarayan bir huni görevi taşıyan kağıt üzerindeki birtakım örgütler dışında hiçbirşeyin yapılmış olduğunu, anlatmaktadır... Aynı görevli, CIA direktörü Allen Dulles tarafından, BRAC (Buro Para Represion de las Actividades Comunistas) adlı komünizme karşı mücadele örgütünün iyileştirilip güçlendirilmesini amaçlıyan karmaşık sorunları Cumhurbaşkanı Batista ile tartışmak, ve tavsiyelerde bulunmak için Kuba’ya yollanmıştır. Sözkonusu yazarın anlatımıyla, hükümet hiyerarşisinin çok altında olan sözkonusu anti-komünist örgütlenme, bir albay tarafından yönetilmekteydi. Yazarın ifadesi ile bu albay, eski bir ordu çavuşu olan Batista ile görüşme, yakın temas konusunda problemler yaşamaktaydı... Bu sözlerden anlaşılmış olduğu gibi, Kuba ordusunun üst rütbeli subayları ile eski bir çavuş olan Batista arasında, sözkonusu rütbe sorunu nedeniyle görülemeyen psikolojik duvarlar mevcuttu... CIA direktörü Dulles’in tavsiyesi, sözkonusu BRAC adlı örgütlenmeyi doğrudan kabine üyelerinden birine bağlamak ve örgütün başındaki kişinin rütbesini yükseltmek yönünde olmuştu... Aynı anlatımla, o günlerde, Kastro’nun bir avuç yandaşı ile Sierra Maestra’ya çıkmış olduğu ilk zamanlarda, ABD hükümetinin politikası, askeri danışmanlık dahil Batista’ya tam destek verme yönünde olmuştu. Aynızamanda Batista yönetimi, ülkedeki ABD elçiliğinden birilerinin Kastro yandaşları, sempatizanları ile ilişkiye geçip geçmediği konusuna da dikkatlerini yoğunlaştırmıştı. Bunu bilen ABD elçisi, mevcut Kuba yönetimi ile olan ilişkilerinde herhangi bir pürüz doğmaması için, personeline bu tip ilişkileri kesinlikle yasaklamıştır... Vaktiyle, ilk dönem yönetimi sırasında kendisi de bir başkaldırı ortamında iktidarı elegeçirmiş ve ardından Washington’a satılmış olduğu için derin bir şüphecilik içinde olan Batista’nın ve yönetiminin ABD’ye yönelik güvensizliğini yansıtan bu anlatım, aynızamanda ABD’nin Batista’ya vermiş olduğu desteğin de altını da çizmektedir. Anlaşılan yazar, tüm desteğimize karşın “Batista’nın yenilmiş olmasında bizlerin suçu yok” demeye getirmektedir. Fakat yine de, Kastro konusunda ABD yönetiminin yaşamış olduğu kararsızlığın altını da çizmektedir... Kuba’ya yolculuklarından zevk aldığı anlaşılan bu kişinin vermiş olduğu ayrıntılı birtakım bilgilerden, özet olarak, Batista yönetiminin çürümüşlüğü, süreç içinde tüm halk desteğini nasıl yitirmiş olduğu gerçeği yansımaktadır. Yine aynı bilgilerden, başlangıçta Batista’ya vermiş olduğu tüm desteğe karşın ABD yönetiminin, Kastro ve diğer ihtilalciler üzerinde doğru kanıya ulaşma konusunda uzun süreli kararsızlıklar yaşamış olduğu gerçeği de anlaşılmaktadır... Sözkonusu anlatımda, aynı yıllarda, yani Kastro önderliğindeki gerilla mücadelesinin hemen başlamış olduğu yıllarda, Batista’yı kendi sarayında öldürme girişiminde bulunmaya kalkışacak kadar güçlü bir öğrenci hareketinin olduğu gerçeği yansımaktadır. Zaten Havana’da, Kastro’nun en güçlü bağlaşıklarının başında, sözkonusu güçlü öğrenci hareketi gelmektedir... Bir karşı-devrimci olan aynı kişinin ifadesi ile, 1958 yılında halkın yüzde 80’i artık Batista rejimine karşıdır... Kısacası CIA, gelişmeleri an be an dikkatle izlemiştir ama, süreci değiştirecek birşey yapamamıştır, yapmaya kalkışma insiyatifini de güçlü biçimde gösterememiştir... Daha önce Guatemala’dan sözederken anılan, ve Latin Amerika halklarının sömürülmelerinde ve toplumsal trajedilerinde baş rollerde olan ABD merkezli United Fruit Company’ye bağlı olarak şeker kamışı üretimi yapan ıspanyol göçmeni varlıklı bir çiftçinin, Angel Kastro’nun ikinci eşi Lina Ruz Gonzaléz’den olma Fidel Kastro Ruz, 13 Ağustos 1926 günü doğacaktı. Angel Kastro’nun ilk eşinden iki, aynızamanda ahçısı olduğu söylenen ikinci eşinden ise, aralarında Fidel Kastro’nun ve şu anda Kuba’nın birinci kişisi konumundaki Raúl Kastro’nun da bulunduğu beş çocuğu olacaktı... Fidel Kastro, Kuba’nın güneydoğu kıyısında, Oriente bölgesinde, ünlü Guantanamo Körfezi’nin 100 km kadar batısına konumlanmış olan Santiago de Cuba’da yatılı bir Roma Katolik okuluna devamedecekti. Ardından, Havana’da yine bir Katolik lisesine devamedecek olan Kastro, 1945 yılında Havana Üniversitesi Hukuk Okulu’na (Hukuk Fakültesi) başlayacaktı. O, 1947 yılında, göçmen Dominikliler ve bazı Kubalılarla birlikte, Dominik Cumhuriyeti diktatörü Rafael Trujillo’yu devirmeye yönelik başarısız bir girirşimin içinde yeralacaktı. Fidel Kastro, 1948 yılında, Colombia’nın başkenti Bogotá’da yaşanan bir ayaklanmanın içinde gözükecekti... Yine O, Kastro, aynı yıl (1948) United Fruit Company’de avukatlık yapan bir adamın kızıyla, Mirta Díaz Balart ile evlenecekti. Kubalı halktan ayrı olarak sadece United Fruit Company çalışanı Amerikalıların yaşadıkları lüks ve zengin Banes kentine yerleşecekti. Burada yaşayanların plajları bile özeldi... şüphesiz bu evlilik uzun sürmeyecekti; Moncada Kışlası baskınının ardından Kastro hapisten çıktığı zaman, karşılayanlar arasında Mirta Díaz Balart bulunmayacaktı... Kastro, Hukuk Okulu’na başladıktan beş yıl sonra, 1950’de diplomasını alacaktı... Bir yandan avukatlık stajına başlayan Kastro, diğer yandan “Ortodoxos” olarak anılan Kuba Halk Partisi’ne katılacak, ve Haziran 1952’de yapılması kararlaştırılmış olan seçimlerde Havana’dan bu partinin Temsilciler Meclisi adayı olacaktı. Daha önce de ifade edilmiş olduğu gibi, yeniden ülkenin cumhurbaşkanı olmayı planlayan ama, seçimlerde kazanamayacağını anlayan Fulgencio Batista, seçimlerden önce, 10 Mart 1952’de, kansız bir askeri darbe gerçekleştirecekti. Cumhurbaşkanı Carlos Prío Socarrás’ın hükümetini yerinden indirecek olan Batista, seçimleri iptal edecekti... Legal olanakların tamamen yokolduğunu düşünen Kastro, silahlı bir saldırı örgütlemeye başlayacaktı. O, hedef seçeceği askeri kışlaya yönelik silahlı saldırının yaratacağı çok etkisi ile, Batista karşıtı bir toplumsal kalkışmanın olabileceğini düşünmekteydi. Fakat olaylar, düşündüğü ve planladığı gibi gerçekleşmeyecekti. Fakat yine de bu olay, ilerideki silahlı mücadele sürecinin başlangıcı sayılacak, ve sembolik bir önem taşıyacaktı. Kastro ve yoldaşlarının 1956 yılında başlatacakları gerilla mücadelesi, “26 Temmuz Hareketi” olarak anılacaktı... Örgütlediği 160 kadar silahlı ihtilalci (bazı kaynaklara göre, 125 kadın ve erkek ihtilalci) ile birlikte Kastro, 26 Temmuz 1953 günü, ülkenin güneydoğusunda, Oriente bölgesinde bulunan Santiago de Cuba’da, ilk öğrenimini görmüş olduğu bu kentte, sabahın 05:15’inde, Moncado Kışlası’nın askeri barakalarına saldıracaktı... Askeri deneyimden yoksun ve iyi silahlanmamış bu birlik, birçok hata yapacaktı. Jill Hickson’un anlatımıyla, gurubun yarısı barakalar arasında yolunu şaşıracaktı. Saldırıyı gerçekleştirenlerin birçoğu, çatışma sırasında yaşamlarını yitircekler veya tutuklanacaklardı. Fidel Kastro, diğer 18 kişi ile birlikte dağlara çekilmeyi başarabilecekti ama, bunlar da bir hafta sonra yakalanıp tutuklanacaklardı... Santiago de Cuba’nın hemen kuzeyinde Sierra Maestra dağları uzanmaktadır... Bir anlatıma göre, Moncado Kışlası baskınını gerçekleştirenlerin arasında iki kadın bulunmaktaydı. Gurup önce, 24 Temmuz 1953 akşam üzeri, iki otobüs ile, Havana’dan güneydoğuya, Santiago de Cuba’ya doğru yola çıkmıştı. Sözkonusu gurup, Santiago de Cuba kentine 20 dakika mesafede olan Siboney plajında toplanmıştı. Burada Kastro, baskına katılacak olanlara, ilk kez, planın detaylarını açıklamıştı. Bu birçeşit intehar saldırısı idi... Aralarında Kastro’nun erkek kardeşi Raúl’un da bulunduğu yaklaşık 150 genç savaşçı idiler. Ellerinde daha çok 22 kalibrelik av silahları vardı. Kastro’nun çocukluğunun geçmiş olduğu, ilk okula gittiği bu yerde, Batista ordusunun bölgesel merkezi garnizonu bulunmaktaydı. Sözkonusu garnizonun, Moncado Kışlası’nın bitişiğinde ise, Adalet Sarayı, bir hastahane, ve radyo istasyonu vardı. Anlatılanlar gerçeği tam yansıtıyorsa eğer, saldırıyı örgütleyenler, muhalif politikacı Eduardo Chibás’ın düşünceleri doğrultusunda demokrasiye dönüşe çağrı yapan bir bildiri ilanetmeyi hesaplamışlardı. Kastro’nun hedefi, ordunun da halkın saflarına katılımı ile, ve halkın güç kullanması sonucu, Batista’nın iktidaran uzaklaşmasını sağlayacak bir uyanışı tetiklemek, bu yönde halkı harekete geçirmekti... Fidel Kastro, “Eğer başarısızlığa uğranacak olsa bile, bu, kahramanca ve sembolik değeri olan bir eylem olacaktır.”, diye not düşmeyi ihmal etmemişti... Sözkonusu gurup, başlarında Kastro, saat 05:00 sularında Siboney plajından Moncada’ya doğru yola çıkacaktı. ıkinci kumandan, Abel Santamaría idi. Arabalarla gidiyorlardı, ve ikinci arabada, Abel Santamaría’nın kızkardeşi Haydeé ve erkek arkadaşı Boris de la Coloma bulunmaktaydı... Kışlalara ilk olarak içinde Kastro’nun bulunduğu araç ulaşacaktı ve Batista’nın askerlerinin ateşi ile karşılaşacaklardı. Baskını yapanlardan 8 kişi hemen orada yaşamını yitirecekti, ve 12 kişi de yaralanacaktı. Aralarında Raúl Kastro’nun da bulunduğu 70’i aşkın isyancı tutsak alınacaktı. Tutuklananlar ağır işkenceye maruz kalacaklardı, ve hatta bazıları öldürüleceklerdi. Bu öldürülenler arasında, Haydeé’nin erkek arkadaşı Boris de la Coloma ve erkek kardeşi, gurubun ikinci kumandanı Abel Santamaría’da bulunmaktaydı. Daha önce de ifade edilmiş olduğu gibi, kaçmayı başarmış olan Fidel Kastro, Sierra Maestra dağlarında bir çiftlikte bulunup tutuklanacaktı... (Kastro’nun sözkonusu eyleminin politik bir hata olduğunu düşünenler bulunacak olsa bile, bu işin, Moncado Kışlası’na yönelik saldırının, çocuk kaçırmaktan, çocuk rehin almaktan, banka soymaktan, banka soyuyorum derken bilinçli olarak ve korkunç biçimde bir şöförü öldürüp suçun başkalarının omuzlarına yüklenmesini bilerek seyretmekten, polisin denetimi ve gözyumması altında konsolos kaçırıp -bilinçli biçimde yapılamıyacak taleplerde bulunarak- silahsız adamı uyurken öldürmekten, ardından sıkıyönetim komutanlığının ordu içindeki hesaplaşmaya yönelik istemleri doğrultusunda bu cinayeti başkalarının üzerine yıkmaktan, bu ve benzeri daha onlarca moral dışı lanetli kriminal olaydan yüzde yüz açık bir farkı vardır... Kastro ve yoldaşları, birtakım kişisel beklentilerle başka büyük güçlerin iktidar hesaplarına taşaronluk yaparken lanetli kriminal olaylara imza atmış psikopat karakterlerden yüzde yüz farklı gerçek devrimcilerdir; onlar, tüm ruhları ile devrimcidirler. Moncado Kışlası’na saldırılarının politik ve askeri hatalar içeriyor olduğu düşünülecek olsa bile, onlar, devrimci ruhlarına ve ahlaklarına uygun olarak, doğrudan asıl düşmanlarının üzerine, Batista’ya bağlı askeri bir garnizona saldırmışlardır...) Bilgiler doğruysa eğer, daha sonra yakalanmış olan Kastro, diğerleri gibi işkence görmeyecekti. Ve yaşamı, Santiago’nun Katolik baş piskoposu Monsenyör Pérez Serantes tarafından garanti edilecekti... Duruşmalar sırasındaki heyecanlı savunmasının ardından Kastro, 15 yıl hapis cezasına çarptırılacaktı. Kastro ile birlikte Moncado Kışlası baskınına katılmış olan kardeşi Raúl Kastro’da hapse girenler arasında idi. Fakat 1955 yılı baharında hükümetin çıkarttığı genel politik af ile Fidel ve Raúl Kastro kardeşler özgürlüklerine kavuşacaklardı. Ve onlar, Batista rejimine karşı mücadelelerini sürdürebilmek için aynı yılın yazında Meksika’ya gideceklerdi... Meksika’da onları yeni zorluklar ve ayrıca yeni dostluklar beklemekteydi... Kastro’nun dünyasından ve yaşamından uzaklarda, daha çok ıtalyan göçmenlerin yurdu olan Güney Amerika’nın en güneyindeki coğrafya da, yüksek Patagonya düzlüklerinin sığır çobanlarının ve tango dansının vatanı Arjantin’de, 2 milyon 780 bin 400 kilometre karelik geniş topraklara sahip ülkenin kuzeyinde ortalarda biryerde bulunan Rosario’da, 14 Haziran 1928 günü, başına geleceklerden habersiz bir bebek doğacaktı. Aile orta sınıfa aitti ama, Anne Celia de la Serna’nın, ıspanyol yüksek sosyetesinden geldiği, hatta yakınlarından birinin ispanya kıralının Latin Amerikadaki temsilcilerinden, valilerinden olduğu söylenmekteydi. Kısacası anne saf ıspanyol idi ama, baba Ernesto Guevara Lynch, ıspanyol- Irlandalı karışımı bir melezdi. Böylece, ailenin beş çocuğundan en küçüğü olarak dünyaya gelmiş olan Che Guevara için de, ıspanyol- Irlanda kökenli denilecekti. şüphesiz kökenin bir anlamı yoktu; önemli olan, insanın düşünsel ve ruhsal yapısı idi. Önemli olan, insanın entellektüel ve ruhsal gelişmişlik düzeyi idi... Rosario’nun kuru iklimi, astımlı olmasına karşın iyi bir sporcu olan Che Guevara’nın sağlığı için elverişliydi... Che Guevara, çok daha güneydoğu da, Atlantik kıyısında mükemmel bir doğal limana kurulmuş olan başkent Buenos Aires’te, 1947 yılında, tıp öğrenimine başlayacaktı... Arkeolojiye ve sosyal sorunlara ilgisi, arkadaşı Alberto Granado ile birlikte komşu ülkelere yolculuk yapmasına, yerli halkın yoğun yaşadığı Bolivya ve Peru gibi ülkelere gitmesine, ınka harabelerini dolaşmasına ve ayrıca Arjantin içinde de gezmesine yolaçacaktı... O, Sartre, Neruda, Russel, Freud gibi bazı tanınmış yazar ve düşünürleri okuyacak, ve kendisine göre ihtilalci düşünceler geliştirecekti. Bilindiği gibi bunlardan ünlü şilili şair Neruda, aynızamanda sosyalist düşünceleri ile; ıngiliz düşünürü Russel ise aynızamanda barış için mücadelesi ile ünlü idi. Bir varoluşçu olan Sartre, yazarlığının ötesinde, Cezayir halkının kurtuluş mücadelesine verdiği destekle, halkın safında durmasıyla, Nobel edebiyat ödülünü reddetmesiyle ünlendiği kadar, ileride Kuba devrimini coskuyla karşılaması ile de tanınacaktı. Ayrıca O’nun, Che Guevara’nın, bir seri önemli Latin Amerikalı romancı ile birlikte türkçeye de yıllarca önce çevrilmiş olan Miguel Asturias’ı severek okuduğu ve okuduklarından etkilenmiş olduğu yazılmaktadır. Türkçeye 1960’lı yıllarda kazandırılmış olan Guatemalalı büyük yazar, büyük entellektüel Miguel Asturias, Guatemala efsanelerini dünyaya tanıtmış olmasının ötesinde, ayrıca O, içeriklerini baştan sona hatırlıyor olmakla birlikte türkçe isimlerini “Yeşil Papa” ve “Gözleri Açık Gidenler” dışından tam doğru hatırlayamadığım- destansı üçlemesinde, muz plantasyonlarının nasıl kurulduğunu, muz tröstünün, United Fruit Company’nin halkı nasıl acımasızca sömürdüğünü, nasıl bir politik rejimin şekillenmesine yardımcı olduğunu, ve ilk isyanın nasıl başladığını, ilk gizli sendikaların nasıl şekillendiğini olaganüstü heyecanlandırıcı mükemmel edebi bir dille anlatır... Haziran 1953’te Tıp Fakültesi’nden diplomasını alan Che Guevara, 7 Temmuz 1953 günü, Buenos Aires’ten kuzeye, Orta Amerika’ya doğru binlerce kilometrelik uzun, çok uzun bir yolculuğa çıkacaktır... Bolivya, Peru, Ekvator, Panama, Kosta Rika, Nicaragua, Honduras, El Salvador, ve derken 10 Aralık 1953’de, uzun süreli bir soluk alacağı Guatemala’ya doğru yola çıkacaktır... Guatemala’ya ulaşmadan önce O, Kosta Rika’dan, San José’den (San José, burada, Kosta Rika’nın başkenti ama, aynı adla başka kentler de var.) arkadaşı Aunt Beatriz’e yazdığı mektupta, United Fruit Company’nin sömürüsünden ve “Kapitalist ahtapot”un korkunçluğundan sözetmektedir. Bu ifadeler O’nun sosyalist düşüncelerle tanışmış olduğunu gösterdikleri kadar, insani duyarlılıklarını da yansıtmaktadır... Meksika’nın ardından Guevara’nın bu yolculuğunun son durağı, 1 Ocak 1959 günü, Kuba devriminin önemli önderlerinden Camilo Cienfuegos ile birlikte ihtilalci ordunun önünde girmiş olduğu Havana olacaktır. Kastro, Havana’ya 7 Ocak günü girecektir... Guevara’nın Afrika’ya dek uzanacak yolculuğu bundan sonra da sürecektir, ve 9 Ekim 1967 günü Bolivya’da noktalanacaktır... Che Guevara henüz Guatemala’ya ulaşmadan önce, komünistlerin desteğini almış olan yoksul halktan yana ilerici yurtsever Jacobo Arbenz Guzmán (1913- 1971), Guatemala tarihinde gerçekleşen ilk barışçı dönüşümle, uluslararası arenada tanınan demokratik bir seçimle 15 Mart 1951 günü Guatemala cumhurbaşkanlığına gelecekti. Guatemala yerlisi bir anneden ve ısviçre göçmeni bir babadan doğmuş olan bu sonderece aydın ve yakışıklı insan, bir CIA darbesi ile devrileceği 27 Haziran 1954 gününe dek görevinde kalacaktı... Guzmán, 1935 yılında Guatemala askeri akademisini asteğmen rütbesi ile bitirmiş ve 1937 yılında aynı askeri okula bilim ve tarih öğretmeni olarak dönmüştü... Jacobo Arbenz, 1939 yılında, toprak sahibi varlıklı bir aileden gelen ama, sosyalist düşüncelere sahibolan Maria Cristina Vilanova ile aşk evliliği yapacaktı. Kocasını etkileyen Maria Cristina Vilanova, şilili komünist önderlerden Virginia Bravo ve yine Salvador politik göçmeni komünist Matilda Elena ile yakın dostluk içindeydi. Bu üçlü, Arbenz ailesinin evinde tartışma toplantıları örgütlemekteydi... O, Jacobo Arbenz, 1944 yılında, diğer bir gurup yurtsever ordu subayı ile birlikte diktatör Jorge Ubico’nun devrilmesinde rol oynayacaktı. Darbe halktan kopuk değildi; 23 haziran 1944 günü diktatöre karşı başlamış olan genel grevin ardından, askeri müdahale, 1 Temmuz 1944 günü gerçekleşecekti... Diktatör Jorge Ubico, öğretmenlerin başlatmış oldukları grevin ve göstericilerin üzerlerine askeri birlikleri yollamış, ve -aralarında öğretmen sendikası başkanı Maria Chinchilla’nın da bulunduğu- 200 göstericinin öldürülmesine neden olmuştu. Bu olayın ardından genişleyen protestolara yurtsever subaylar da katılmışlardı. Ve diktatörün devrilebilmesi için kaçınılmaz hale gelen sözkonusu halk destekli askeri müdahalenin ardından, Jacobo Arbenz, Juan José Arévalos’un kabinesinde savunma bakanlığı görevini üstlenecekti. Ve yine bu gelişmenin ardından O, daha önce de ifade edilmiş olduğu gibi, Guatemala tarihindeki ilk özgür demokratik seçimle, Mart 1951’de, ülkenin cumhurbaşkanı olacaktı... “Dadı” adıyla anılan diktatör Jorge Ubico, 13 yıllık (1931- 44) diktatörlüğü boyunca, -karın tokluğuna köle gibi kullanılan Guatemalalı işçilerin alın terleri ve kanları ile beslenmiş- Çikita (Chiquita) muzlarını ucuza ABD pazarına süren United Fruit Company’nin en büyük hissedarı Sam Zemurray ile ortak çalışacaktı... Diktatör Jorge Ubico, 1930’lu yıllarda United Fruit Company’ye vergi muafiyeti sağladığı gibi, ülkenin topraklarından yüzlerce mil karesini, muz plantasyonları kurması için aynı şirketin emrine vermişti. Diğer yandan ülkenin tek demiryolunu, Atlantik kıyısında tek limanı olan Puerto Barrios’u, elektrik ve telgraf sistemini aynı şirket, United Fruit Company kontrol etmekteydi. Tarıma elverişli toprakların yüzde 72’sini nüfusun yüzde 2’si denetlemekteydi ama, bu toprakların sadece yüzde 12’si işlenmekteydi... Ülkede latifunda sistemi, büyük devasa çiftlikler bulunmaktaydı, ve United Fruit Company’nin muz plantasyonlarında 40 bin işçi, 50 setlik sonderece düşük bir gündelik üçretle günde 10- 12 saat çalıştırılmaktaydı. Kişi başına ulusal gelir ortalamasından bir tarım işçisinin payına, 1950 yılı sayılarıyla, yılda 100 dolardan fazla düşmüyordu. Aslında bu, kölelik düzeninden de kötüydü... ışte Amerikalılar bu şekilde ucuza muz yiyebilirlerken, United Fruit Company’nin kasaları milyarlarla dolabiliyor, ve bundan komisyonunu alan diktatör Jorge Ubico’da kendi “cenneti”nde yaşıyabiliyordu... ıdealist bir kişi olan Jacobo Arbenz, başkanlığa seçilmesinin ardından ülkedeki Latifunda sistemine, ve United Fruit Company’nin kazançlarına belirli ölçüde darbe olabilecek bir toprak reformu gerçekleştirecekti. Eşine ait 7 kilometre karelik toprak dahil olmak üzere geniş arazileri toprak reformu kapsamı içine alan Arbenz, ülkenin en büyük toprak sahibi haline gelmiş olan United Fruit Company’nin topraklarının yüzde 85’ini aynı reform paketinin içine sokacaktı. Yine Arbenz, şirketin vergi sorumluluğunu doğru bir düzeye getirecekti. Arbenz’in 200 bin aileyi toprak sahibi yapıyor olması, Washington’da hiç te olumlu karşılanmayacak, “komünist” damgasını yemesine yol açacaktı... Gelişmeden sonderece rahatsız olan Sam Zemurray, Washington’da bulunan dostlarını ve basını alarma geçirmişti. Onlar da, CIA Direktörü Allen Welsh Dulles ile Dışişleri Bakanı olan ağabeyiJohn Foster Dulles’i ve ülkenin başkanı konumundaki Dwight (David, Davud) Eisenhower’i (1953- 61) devreye sokacaklardı... ışte yukarıda özetlenen devrimci dalga yükselirken, 1953 yılı sonunda Che Guevara, Guatemala’ya ayakbasacaktı... Guatemala’da birsüre yaşamaya karar veren Che Guevara’nın en yakını, American Popular Revolutionary Alliance (ARPA) üyesi olan Perulu ekonomist Hilda Gadea olacaktı. Hilda, Che Guevara’yı Arbenz hükümetindeki bazı yüksek görevlilerle tanıştırdığı gibi, O’nun sosyalist düşüncelerinin gelişmesinde de etkili olacaktı. Yine Hilda sayesinde Che Guevara, Kastro’nun 26 Temmuz 1953 hareketinden bazı Kubalı politik göçmenlerle, Moncada Kışlası baskınına katılıp ta sağ kurtulabilmiş olan Antonio “Nico” López ile tanışacaktı... George Walker Bush’dan tam 48 yıl önce, “ABD ve ‘hür dünya’ için büyük Haçlı Seferi’ni başlattığını!,” açıkça ilanetmiş olan ABD’nin 34ncü Başkanı ve Normandiya Çıkartması’nın (D- günü) ve Avrupa’daki Müttefik Kuvvetleri’nin komutanı Dwight (David, Davud) Eisenhower’in onayı ile, Dışişleri bakanı John Foster ve CIA Direktörü olan Allen Welsh Dullesbiraderler, 19 şubat 1954 günü, Jacobo Arbenz’i iktidardan indirmek amacıyla düğmeye basacaklardı... Komploya, -Guatemala’da yaşanmakta olan devrimin Nicaragua’ya da sıçramasından korkan- Nicaragua diktatörü Anastasio Somoza’yı, Guatemala’nın büyük toprak sahiplerini, ve Katolik Kilisesi’ni de dahil edeceklerdi... Arbenz’e yönelik darbeye sözde haklı bir gerekçe bulabilmek için, Washtup Operasyonu kod adıyla planlanmış olan hile gereği, Çekoslavakya’dan satınaldıkları Skoda fabrikası ürünü 2 bin ton piyade silahını ve hafif topu, ısveç bandralı Alfhem şilebi ile ülkenin Atlantik kıyısındaki Puerto Barrios limanına taşıyacaklardı. Sözkonusu şilep, 15 Mayıs 1954 günü Puerto Barrios’a ulaşacaktı... Niyetleri, bu silahları bahane yaparak “Arbenzyönetiminin Sovyetler Birliği ile ortak çalıştığı” yaygarasını kopartmak, ve böylece askeri müdahalelerini haklı çıkartmaktı... şüphesiz böyle bir ortaklık yoktu... CIA’nın Arbenz’e yönelik darbe planının kod adı, PBSUCCESS Operasyonu idi... Dışarıdan gerçekleşen askeri müdahale, Samoza’ya ait kimliksiz korsan uçakların Arbenz’in sarayını ve başkent Guatemala City’i bombalaması ile başlayacaktı. Diğer yandan, 150 iyi eğitilmiş yeşil bereliyi, kontras gücünü, Honduras sınırında ülkeye sokacaklardı... Yaratmak istedikleri kaosu başarmışlardı... Cumhurbaşkanı Arbenz, 27 Haziran 1954 günü, Meksika Elçiliği’nden sığınma hakkı istemek zorunda kalacaktı. Arbenz, 27 Ocak 1971 günü evinin banyosunda şüpheli bir biçimde ölmüş olarak bulunacaktı... Aslında, devrimden sonra Kastro tarafından Kuba’ya davet edilmişti, ve O Kuba’da yaşamaya başlamıştı ama, kızının Kolombia’da gerçekleşen inteharının ardından geri dönmüştü... Arbenz’e yönelik başarılı CIA darbesinin ardından, Albay Carlos Castillo Armas’ın, 1957 yılında özel muhafızı tarafında vurulup öldürülmesine dek sürecek cumhurbaşkanlığı dönemi başlayacaktı... Küçük Guatemala, yaklaşık 45 yıl sürecek alabildiğine kanlı- işkenceli bir iç çatışma ve dış müdahale sürecenin içine yuvarlanacaktı. Ve sorun halen bitmiş değildir... Eisenhower’in başlatığı Haçlı Seferi’nin ilk kurbanı, yoksul ıran halkı, Anglo- Iranian Oil Company’nin (ıngilizıran Petrol Kumpanyası) denetimindeki ülke petrollerini millileştiren yurtsever başbakan Muhammed Musaddık (1880- 1967) olacaktı. CIA’nın Ortadoğu masası şefi Kermit “Kim” Roosevelt tarafından - ıngiliz MI6 desteği ile- Kıbrıs’tan yönetilen “AjaxOperasyonu” sonucu Ağustos 1953’te Muhammed Musaddık hükümeti devrilirken, ikinci kurban da, 27 Haziran 1954’de iktidardan indirilecek olanArbenz hükümeti, ve yoksul Guatemala halkı olacaktı... Darbenin başlangıcında Komünist Gençlik örgütü ile birlikte kısa bir süre, iki- üç gün direnmeye çalışan Che Guevara, Hilda’nın yakalanıp tutuklanmasının ardından, Arjantin Elçiliğine sığınmak zorunda kalacaktı. Guevara, kısa süre sonra Meksika’ya, Mexico City’ye geçecekti... Guatemala’da yaklaşık iki yıl yaşayabilmiş, ve yaşamını fotoğrafçılık ve allerji araştırmacılığı yaparak kazanmış olan Guevara, Hilda Galea ile evlenmişti. Galea’dan Vladimir adını verdiği bir de oğlu olmuştu... Meksika’da O’nu yeni ilişkiler beklemekteydi... Che Guevara Guatemala’da yaşarken, Meksika Körfezi’nin açığında, Kuba’da, Kastro kardeşler ve diğer ihtilalciler henüz hapiste idiler. Che Guevara’nın Meksika’ya geçmesinden birsüre sonra Kuba’da gerçekleşen politik af ile hapisten çıkan Fidel ve Raúl Kastro kardeşler, mücadelelerini sürdürebülmek, gerilla savaşı konusunda eğitilebilmek amacıyla, 1 Haziran 1955 günü Meksika’ya ayakbasacaklardı. Onlarla birlikte hapsedilmiş olan 70 kadar ihtilalci bulunmaktaydı ama, bunlardan kaç tenesinin birlikte, veya daha sonra Meksika’ya gelmiş oldukları konusunda -şimdilik- kesin bir bilgiye rastlayamadım. Fakat şüphesiz, Kastro kardeşler yalnız değillerdi. Moncada Kışlası baskınına katılmış olan birkısım eski ihtilalci ile birlikte, yaklaşık 80 kişilik bir gurup olarak eğitilmekteydiler. şüphesiz bu, Batista servisleri ile ortak çalışan, veya Batista’dan rüşvet alarak peşlerine düşen Meksika polisinden gizli bir işti... Gizli eğitim için Mexico City’nin yakınlarında bir çiftlik bulmuşlardı. Eğitmenleri, ıspanya içsavaşı sırasında Cumhuriyetçilerin safında faşist Franko güçlerine karşı savaşmış olan Alberto Bayo (1892- 1967) idi. ıleride, 1967’de Havana’da Kuba ordusu generali olarak yaşama veda edecek olan Bayo, aynızamanda birçok kitabı olan bir şair ve deneme yazarı idi. Ayrıca O, batı orta Meksika’da merkezi bir kent olan Guadalajara’da, Guadalajara Askeri Akademisi’nde eğitmeklik yaptığını da söylemişti. ıspanya içsavaşının ardından birsüre ortalıktan kaybolan Bayo, daha sonra Meksika’da bir mobilya fabrikası işletmecisi olarak gözükecekti. O, Latin Amerikalı eski ihtilalcilerle, ve Sovyetler Birliği yanlısı bazı Latin Amerikalılarla bağlantılar içerisindeydi... Aslında hemen parantez dışı belirteyim... Türkçe adını tam anımsayamadığım ama, ingilizce adı “150 Questions for a Guerrilla” olan, gerillan mücadelesi ve gerillaların kendilerinin üretebilecekleri “Molotov Kokteyli” vs gibi basit silahlar, el yapımı patlayıcılar, ve ayrıca “booby traps” (ahmak tuzakları) hakkında soruyanıt biçiminde bilgiler veren bir Alberto Bayo kitabı, 1960’lı yılların sonuna doğru türkçeye çevrildi. Ne ölçüde doğru, tam veya eksik çevrilmiş olduğunu bilememekle birlikte, o yıllarda bu kitabı hemen okumuş ve biraz düş kırıklığına uğramıştım. Doğrusu düşüncelerimi kimseye açmamış olmakla birlikte, ve şimdi de biraz yanlış anlaşılmaktan çekinerek, o yıllarda bile bu kitabın bana çok hafif, basit geldiğini söyleyebilirim. şüphesiz benim bu kitap hakkındaki kişisel düşüncem, Alberto Bayo’nun değerini asla küçültemez. Ayrıca, askerlik konusunda herhangi bir bilgisi olmayanlar için sözkonusu kitabın taşıdığı değeri de küçültemez ama, kişisel olarak bana kitap böyle gelmişti. Çünkü ben, O’nun anlattıklarından çok daha karmaşık yapıda, gelişmiş bazı şeyler ve şüphesiz birtakım askeri taktikler ve teknikler biliyordum... Bu arada hemen belirteyim, çok değişik, hatta tamamen fitilsiz olanları, şişenin kırıldığı yerde ve her koşulda kendi kendisine alev alabilecek olanları üretilebilecek olan “Molotov Kokteylleri”, dönemin Sovyetler Birliği dışişleri bakanının adını taşıyor ve Rus icadı basit bir anti-tank silahı sanılıyor olmakla birlikte, aslında, bunu ilk üretenler ve kullananlar Japonlar olmuşlardır. Ruslar bu silahı, Japonlardan öğrenip almışlar, ve II. Dünya Savaşı yıllarında daha popüler hale getirmişlerdir... Anti-tank silahı derken, bunun çok güçlü bir anti-tank silahı olduğunu sanmamak lazım. Dönemin modern gelişmiş tankları karşısında bir etkisi olamayacak olan “Molotov Kokteylleri”, geçmişin daha ilkel ve zırhları zayıf tankları üzerinde bir ölçüde etkili olmaktaydılar. Özellikle tankların arkalarında bulunan benzin depolarına rastlarlarsa... Tankların en zayıf noktaları, altları, paletleri, ve benzin depolarının bulunduğu arka kısımlarıdır. “Molotov Kokteylleri”, diğer askeri araçlara, hertürlü motorlu araca karşı kullanılmıştır... Che Guevara, 1955 yılı başında Mexiko City’de bir hastahane de hekim olarak iş bulmuştu... Kastro kardeşlerin Meksika’ya ayakbasmalarından birsüre sonra, Haziran 1955’de, Guevara’nın çalıştığı hastahane de, RaúlKastro ile Che Guevara tanışacaklar ve dost olacaklardı... Mexico City’ye 8 Temmuz 1955 günü gelecek olan Fidel Kastro, kardeşi Raúl aracılığı ile Che Guevara ile tanışacaktı. Düşünceleri uyuşmaktaydı, ve Fidel Kastro’nun ileriye yönelik planları, Che Guevara’yı etkileyecekti... Guevara, başlangıçta bir hekim olarak Kastronun “26 Temmuz Hareketi” adlı gurubuna katılacaktı... Batista tarafından ödeme yapılan iki ayrı Meksika polis timi, “26 Temmuz Hareketi” adlı gurubun peşindeydi. Sonunda, Mart 1956’da yerleri bulunacak ve tutuklanacaklardı. Bazıları yaklaşık iki ay tutuklu kaldıktan sonra serbest bırakılacaklardı... Kastro kardeşler ve Che Guevara’da tutuklananlar arasındaydı... Sonuçta, 25 Kasım 1956 gününü 26 Kasım gününe bağlayan gece, henüz gün ışımadan, saat 02:00 sularında, Meksika Körfezi’nin güneyinde ve Kuba’nın güneydoğu kıyılarının tam karşısında bulunan Tuxpan limanından, yaklaşık 18.3 metre uzunluğundaki Gramma yatı ile yola çıkacaklardı. Tüm tedariklerini yapmışlardı... Okuyabildiğim metinlerin çoğuna göre, Gramma yatında, Kastro dışında 82 savaşçı idiler. Ernesto Che Guevara’nın yazdığına göre, yola çıkarlarken Fidel Kastro, “1956’da ya özgür olacağız ya da şehit (martyrs).”, diyecekti... Kaynakların çoğuna göre, daha karaya ayak basarbasmaz, 12- 20 kadarı dışında hepsi martyr veya tutsak olacaklardı... Özgürlük için 1959 yılı başına dek ağır bir uğraş vermeleri gerekecekti. Ve şüphesiz mücadeleleri, bundan sonra da değişik biçimler alarak sürecekti... 5 Kastro önderliğinde Kuba halkının devrimi, devrim sürecinde yaşananlar üzerine kısa notlar Kötü hava koşulları nedeniyle gemilerin denize çıkmalarının yasaklanmış olduğu bu karanlık gece de Gramma yatına binmeye hazırlanan Kastro ve yoldaşlarının ilk işleri, “ilahi ulusal bir marş” haline getirmiş oldukları “26 Temmuz Hareketi” marşını söylemek olacaktı. Anlaşılan, bu bir inanç tazeleme, moral güç alma işi idi, ve bundan sonra yata binip zorlu bir yolculuğa çıkacaklardı... Che Guevara’nın anlatımı ile, iki- üç denizci ve diğer dört beş kişi dışında kalanları deniz tutacaktı ve bayağı rahatsızlanacaklardı... Yönlerini güneydoğuya doğru çevirmişlerdi. Grand Cayman adaları ile Jamaika’nın arasından geçerek, Kastro’nun çocukluğunun geçmiş olduğu Santiago de Cuba kentinin, Guantanamo Üssü’nün ve Moncada Kışlası’nın bulunduğu, ayrıca Kuba’nın güney ucunu diğer büyük bölümünden ayıran ve batıdan doğuya doğru denize paralel uzanan Sierra Maestra dağlarının yeraldığı Oriente bölgesine doğru gitmekteydiler... Başlangıç noktası olarak neden Oriente bölgesini seçmişlerdi?.. Oriente, eskiden beri tüm çatışmalarda, Kuba’nın bağımsızlık savaşında, ve ıspanya-ABD savaşında stratejik bir önem taşımış, savaşın merkezi konumunda olmuştu. Burası, tropik ormanların ve Kuba’nın en büyük dağı Sierra Maestra’nın bulunduğu yerdi. Sierra Maestra, 1511 yılından beri tüm isyancıların sığınak yeriydi. Yine, ıspanyollara yönelik bağımsızlık savaşı (1868- 1898), buradan başlamıştı. Kastro ve yoldaşları, Moncada Kışlası baskınını (26 Temmuz 1953), yine Oriente bölgesinde, Santiago de Cuba kentinde gerçekleştirmişlerdi... Diğer yandan Oriente bölgesi, aynızamanda bir madencilik ve tarım merkezi idi... ıspanya’nın ilk Kuba valisi Diego Velázquez tarafından 1514 yılında kurulmuş olan Santiago de Cuba, aynızamanda Kuba’nın başlıca merkezi demiryolunun limanla birleştiği noktadaydı, ve bu limandan bakır, demir, manganez, şeker ve meyva ihracatı yapılmaktaydı... Tıp Fakültesi, ve gelişmiş spor alanı ile Oriente Üniversitesi 1947 yılında aynı kentte kurulmuştu. Aynızamanda kent, müzeleri ile bir kültür ve turizim merkezi idi... Oriente bölgesindeki egemenlik, Kuba’nın gırtlağını tutmak gibi oluyor, diğer bölgelerindeki egemenliği kolaylaştıracak özellikler taşıyordu... Gramma yatı ile denize açılmış olan Kastro ve yoldaşları, yavaş yol alıyorlardı... Beş gün sonra, 30 Kasım 1950 akşamı, radyo da, Kuba devriminin önemli karakterlerinden olan yoldaşları Frank País’in, Oriente bölgesinin en büyük kenti Santiago de Cuba’da gerçekleştirdiği karşılama eylemini duyup sevineceklerdi. Anlaşılan, karaya çıkışları ile ilgili hazırlıklar yapılmıştı... Olaylar bekledikleri gibi gelişmeyecekti... Ertesi gün, 1 Aralık 1956 günü, suları, yiyecekleri, ve mazotları tükenecekti... Yönlerini umutsuzca Kuba’ya doğru tutmaya, ve Oriente bölgesinin en batı ucundaki Cabo Cruz’un ışıklarını görmeye çalışmaktaydılar... Ertesi gün başlarken, gecenin saa 02:00 sularında, eski bir deniz teğmeni olan Roque, Cabo Cruz’un ışıklarını ilk gören kişi olacaktı... Kuba’ya, Oriente bölgesi içindeki Las Coloradas plajında bulunan ve Belic olarak anılan yere, 2 Aralık günü ayakbasabileceklerdi. Artık gün doğmuştu, deniz tutmasının etkisi altındaydılar, ve görülmüşlerdi... ıki gün önce, 30 Kasım günü, Kuba’da kalmış olan yoldaşları Frank País, karşılama hazırlığı olarak, zeytin yeşili askeri üniformalar giymiş ve “26 Temmuz Hareketi”nin ablemi olan kırmızı ve siyah kol bandları takmış 300 genç adamla Santiago de Cuba’da bulunan polis merkezini, Gümrük Müdürlüğü’nü, ve liman müdürlüğünü basmıştı... ıleride, 11 Mart 1957 günü, sözkonusu eylemi nedeniyle Frank País yakalanıp tutklanacak ve 30 Temmuz 1957 günü, henüz 23 yaşında iken, polis şefi José Salas Cañizares tarafından öldürülecekti... Aslında Santiago de Cuba yakınlarına çıkmaları bekleniyordu ama, yattaki yakıt sorunu, kötü hava koşulları, Kuba’da kalarak gizli eylem yürüten yoldaşları ile yaşadıkları iletişim sorunları, ve gecikmeleri sonucunda, -daha önce de ifade edilmiş olduğu gibi- ancak 2 Aralık günü, yine Oriente bölgesinde bulunan Las Coloradas plajına çıkabileceklerdi... Aslında, Frank País’in yönettiği gerilla gurubu ile Kastro’nun gurubunun kıyıda birleşmesi gerekiyordu ama, Gramma yatı ile gelenler iki gün gecikince, ve planlanan yere çıkamayınca, karada bekleyenler dağılmak zorunda kalmışlardı... Gelenler, bir sınır muhafızı tarafından görülmüşlerdi. Bu kişi, telgraf kanalıyla Batista ordusunu durumdan haberdar etmişti. Artık, Kuba ordusunun takibi altındaydılar... Ellerinde sadece taşınabilir gerekli nesneleri ile bir bataklığın içine düştükleri sırada, Batista’nın, düşman uçaklarının saldırısına uğrayacaklardı... Uçaklar tarafında görülemeyecekleri arazi koşullarına ulaşıncaya dek yürüyüşlerini sürdüreceklerdi. Bataklığı geçinceye, ayaklarını sağlam toprağa basıncaya dek birkaç saatleri geçmişti, uçaklardan görülemeyecekleri biçimde çemberler çizerek geceleri yürümekteydiler. Günlerdir kronik bir açlığın, henüz kurtulamadıkları deniz tutmasının, ve ölümcül yorgunluğu pençesindeydiler... Meksika’yı terketmelerinden tam on gün sonra, 5 Aralık 1956 günü, paradoksal biçimde, Alegria de Pio (Pio’nun Mutluluğu) adlı yere erişeceklerdi. Burası, Oriente bölgesindeydi, Cabo Cruz’a yakındı ve Sierra Maestra’dan uzak değildi... Karaya ayakbasmış oldukları 2 Aralık günü, Playa de las Colorados plajında, birkaç tüfek ve ıslak mermiler dışında sahiboldukları herşeyi, hemen hemen tüm aygıtlarını yitirmişlerdi... Tıbbi malzemeleri tümüyle kaybolmuştu. Kalan malzemelerinin birçoğunu, içine düşmüş oldukları bataklıkta terketmek zorunda kalmışlardı... Bu durumda, Alegria de Pio’da, bir Batista birliğinin saldırısına uğrayacaklardı. Burası, Sierra Maestra’ya pek uzak değildi... Birçoğu öldürülecek veya tutsak alınacaktı ama, diğerleri Sierra Maestra’ya doğru kaçmayı başarabilecekti... Kesin sayı verilmemekle birlikte, değişik metinlerde, geriye 12- 20 arası gerillanın sağ olarak kalabildiği yazılmaktadır. Sağ kalanların arasında, Kastro kardeşlerle birlikte Che Guevara, Juan Almedia, Calixto Garcia ve daha bir avuç gerilla bulunmaktaydı. Sonunda, yakınından geçtikleri Julio Lobo’ya ait şeker kamışı plantasyonlarından koparttıkları kamışları yol boyunca emerek açlıklarını ve susuzluklarını tatmin edebileceklerdi... Ancak 18 Aralık günü, Sierra Maestra’nın eteklerindeki bir tepede, Purial’de, “Gramma” yolculuğundan geriye kalmış 12 kişi ile ilk gerilla birliğini yeniden örgütleyeceklerdi. Üç gün sonra, 21 Aralık günü, Che Guevara ve Juan Almedia, Purial’de diğerlerine katılacaklardı. Artık başkaldırı gücünün sayısı 15’e erişmişti, ve sadece yedi silahları bulunmaktaydı. Ve Sierra Maestra dağlarının daha yükseklerine doğru yollarına devamedeceklerdi... Onlar dağda iken, 24 Aralık günü, “26 Temmuz Hareketi”nin bazı önderleri, dağdakilere nasıl yardım edebilecekleri konusunu tartışmak üzere Santiago de Cuba’da gizlice toplanacaklardı... Guruba hekim olarak katılmış olan Guevara, eline silah alacaktı... Bir köylüden, korumasız bir askeri tesis olduğu haberini alacaklardı. Tepeleri ve cangıl ormanı aşarak 3 gün süren bir yürüyüşün ardından, askeri tesisin orduğu yere ulaşacaklardı. Che Guevara’nın görevi, emrindeki beş kişi ile askeri tesisi bekleyen üç nöbetçiyi sessizce halletmekti. O, gecenin karanlığından yararlanarak bu görevini başaracaktı, ve 3 Ocak 1957 günü saat 21:56’da sözkonusu birliği elegeçireceklerdi. Silahlanmalarını bu şekilde gerçekleştiriyorlardı, ve sayıları yavaş ta olsa artıyordu... Bir gün önce, 2 Ocak günü, Santiago’da bir evde, aralarında 14 yaşındaki William Soler’in de bulunduğu dört gencin işkence görmüş cesetleri bulunmuştu. Bu çocukları sorgulayıp öldürenin Batista polisi olduğu belliydi; ve iki gün sonra, 4 Ocak günü, aralarında William Soler’in annesinin de bulunduğu siyahlar giyinmiş 500 kadın, “Oğullarımızı katletmeyi durdurun” pankartları ile sessiz bir yürüyüş gerçekleştirecekti... Batista polisinin bu tip işleri, zaman içinde gerçekleşecek daha yüzlerce cinayeti, ve gerillaların halka yönelik tek bir suç bile işlememeleri, süreç içinde insanları Batista’dan uzaklaştırarak isyancıların saflarına yaklaştıracaktı... ısyancılar, 17 Ocak günü, La Plata Nehri’nin aktığı tepeye konumlanmış küçük bir askeri garnizona başarılı bir baskın gerçekleştirecekler, ve 23 değerli ordu silahı elde edeceklerdi... Dört gün sonra, 21 Ocak günü, Teğmen Angel Sánhes Mosquera komutasın elit bir Batista birliği, Sierra Maestra’da peşlerine düşecekti. Ardından, Binbaşı Joaquín Casillas komutasında daha büyük bir birlik peşlerine takılacaktı... Artık ciddiye alınmaya başlanmışlardı anlaşılan. Ve onlar, Kastro ve yoldaşları, askeri birliklere yönelik başarılı baskınlarını, 22 Ocak ve 9 şubat 1957 günleri sürdüreceklerdi... Artık, Kastro ve yoldaşlarının ünleri Küba’nın sınırlarını aşmıştı... New York Times gazetecisi Herbert Matthews, Kastro ve diğer gerillalarla röpörtaj yapabilmek için, 17 şubat 1957 günü Sierra Maestra’ya tırmanacaktı... Yine Amerikalı gazeteci Robert Taber, 23 Nisan 1957 günü, Sierra Maestra’da Kastro ile bir röportaj yapacaktı, ve bu görüşme gazeteci tarafından filme alınacaktı. Sözkonusu film, aynı yılın Mayıs ayında CBC-TV’de gösterilecekti... O yılların ABD basınında Kastro’ya karşı bir sempati gelişmişti. Aynı sempatinin Hollywood’da, sinema endüstrisinde çalışan sanatçılar arasında çok daha yoğun biçimde gelişmiş olduğunu söyleyebiliriz... ABD Ordusu’ndan Binbaşı Russell J. Hampsey’in Kansas’ta yayınlanan “Military Review Command & General Staff College” nin Kasım-Aralık 2002 sayısında yazdığı “Voice from the Sierra Maestra: Fidel Castro’s Revolutionary Propaganda” başlıklı göreceli uzun yazısında, o günlerde ABD politikasını belirleyenlerin Kastro’nun komünist olduğuna inanmadıkları değişik ifadelerle altı çizilerek anlatılmaktadır. Aynı yazar, aynı metinde, 7 Aralık 1957 tarihinde ABD Dışişleri Bakanlığı (Department of State) ile ABD’nin Havana Elciliği’nden politika görevlisi Wayne Smith arasında gerçekleşmiş olan bir yazışmadan sözetmektedir. Wayne Smith, Dışişleri Bakanlığı’na, “Kuba Hükümeti Kastro’yu komünist olmakla suçlamaktadır, fakat bu saldırılarının doğruluğunu kanıtlayacak herhangi bir maddi delil sunamamaktadır.”, diye yazmıştır... Wayne Smith’in sözleri, ABD yönetiminde politikaları belirleyenlerin düşünce yapılarını, ve olaya yaklaşımlarını yansıtması bakımından sonderece ilginçtir. Onların kendi yararlarına ve egemenliklerine yönelik asıl tehlike olarak gördükleri, korkulması gereken asıl “günah” olarak tesbit ettikleri, komünist ideolojiye sahip olanların işleridir. Ve zaten o nedenle Batista ve yandaşları, Kastro’nun yakmış olduğu ateşin söndürülmesi, ve ABD yönetiminden daha fazla yardım, daha fazla para çekebilmek için, -vaktiyle Türkiye’yi yönetmiş olanların gelecek dolarları hesaplayarak her taşın altında gürültülü biçimde komünist aramaları gibi- Kastro ve yandaşlarını peşin peşin komünistlikle suçlamaktadır... Kastro ve yoldaşlarının mevcut yönetime karşı silah çekmiş olup olmamaları Amerikalıların gözlerinde okadar önemli sayılmazken, komünist ideolojiye sahip olup olmamaları çok daha büyük önem taşımaktaydı. ABD yönetimi, komünist oldukları konusunda kesin bir kanaate varmadan, başkaldırmış olanlara cepheden saldırmak istememekteydi. Çünkü onlar için, kendi yararlarına doğrudan yönelmeyen işler okadar da önemli değillerdi. Havana’da Batista yönetiminin, veya bir başkasının olması, onlar açısından herhangi bir önem taşımamaktaydı. Batista nasıl “ihtilalci” olarak iktidara gelip satınalındı ise, iktidara gelmeleri durumunda bu yeni ihtilalcilerle de anlaşabileceklerini düşünmekteydiler anlaşılan... Sözkonusu nedenle, ve ırkçı kafa yapılarının bir sonucu olarak, “kendilerinden çok daha aşağı düzeyde gördüklerinin hesaplaşmasına, yararlarına doğrudan dokunmadığı sürece” önemli ölçüde seyirci kalmaktaydılar... Daha önce, 4. bölümde, Lyman B. Kirkpatrick, Jr. Adlı bir CIA görevlisinin, “The Real CIA” adlı kitabının “Batista’s Cuba” başlıklı 7. Bölümü’nde, ABD yönetiminin Kastro konusunda çok uzun süre derin bir kararsızlık yaşamış olduğunu yazdığından, sözetmiştim... şüphesiz bu durum, Kastro ve yoldaşlarının işlerine yaramıştır... Frank País, 11 Mart 1957 günü tutuklanıp, 30 Temmuz 1957 günü öldürülmüş olduğunu yazmıştım... ılerici üniversite öğrencileri dağda olanların en yakın bağlaşıkları idiler, ve öğrenci önderlerinden José Echeverría, 13 Mart 1957 günü, küçük bir gurupla, Havana’da bulunan bir radyo istasyonunu işgaledecekti. ışgali bitirip üniversiteye dönerken, vurularak öldürülecekti. Sözkonusu radyo işgali ile aynı zamanda, bir diğer gurup öğrenci, başkanlık sarayına saldıracaktı. Çatışmada, 35 isyancı ve 5 saray muhafızı yaşamlarını yitireceklerdi... Daha sonra, 13 Mart tarihli saldırıya, başkanlık sarayına gerçekleşmiş olan saldırıya katılıp sağ kalmış olan dört öğrenci lideri, Batista’nın emri ile, Polis Yüzbaşısı Estaban Ventura tarafından, 20 Nisan 1957 günü, vurulup öldürüleceklerdi. Bu olay, “7 Humboldt Caddesi katliamı” olarak anılacaktı... ABD’nin Havana elçisi Arthur Gardner, 14 Mayıs 1957 günü, makamını yeni elçi Earl Smith’e terkedecekti. Bu durum, ABD Dışişleri Bakanlığı’nın Kuba’da yaşananlardan rahatsız olmaya başladığının göstergelerinden birisi idi... Dağdakilere lojistik destek sağlayan, silah ve cephane ikmali yapan, kentlerde propoganda ve örgütlenme faaliyetlerini yürüten illegal “26 Temmuz Hareketi”, 18 Mayıs 1957 günü Santiago’dan, Sierra Maestra’ya, Kastro ve yoldaşlarına, iki düzineden fazla otomatik silah ile birlikte 6 bin atışlık mermi yollayacaktı. Ve ilk büyük çatışma, bu önemli silah partisinin gelmesinden on gün sonra, 28 Mayıs 1957 günü El Uvero garnizonuna yönelik baskın sırasında gerçekleşecekti... El Uvero garnizonu, Sierra Maestra’nın güney bölgesine düşen küçük bir kasabadaydı. Gerilla hareketinde bir dönüm noktası sayılabilecek bu savaş için Che Guevara, sonradan şunları yazacaktı: “Bu zafer bizler için, gerilla hareketimizin yetkinleşmiş olduğunun, önemli bir olgunluğa erişmiş olduğunun göstergesi olacaktı. Bu andan itibaren artık, kararlılığımız, ve zafere yönelik umudumuz yükselecekti. Bundan sonra gelen aylar bizler için zorlu bir sınav niteliğindeydi, ve düşmanı nasıl yaralayabileceğimizin gizli anahtarını elegeçirmiştir.” Aynı gelişmenin Batista hükümeti, ve -Kastro konusunda kesin bir kararlılık taşıyor olmasa da- halen Batista hükümetini desteklemekte olan ABD yönetimi üzerinde de etkili olduğu anlaşılmaltadır. şüphesiz bu etki, Kastro ve yoldaşları üzerindeki pozitif etkinin tam tersi yönündeydi. Artık öncelikle Batista yönetiminin ve daha az da olsa ABD’nin, yaşanmakta olanlardan ürkmüş oldukları anlaşılmaktaydı... United Press International (UPI), 4 Haziran 1957 günü, ABD’de eğitim görmüş ve Amerikan silahları ile donatılmış 800 kişilik bir Kuba birliğinin, isyancı güçlerle savaşmak üzere Sierra Maestra’ya yollanmış olduğu haberini geçecekti. Aralarında gerçekleştirdikleri günler alan bir tartışmanın ardından, 12 Temmuz 1957 günü, Kastro kardeşlerin ve Felipe Pazos’un imzalarını taşıyan, büyük kısmı Fidel Kastro tarafından kaleme alınmış olan, ve Sierra Maestra’daki ihtilalcilerin görüşlerini yansıtan bir bildiri yayınlanacaktı. Bildiride, tüm Kubalılara, “rejimin baskılarını, şiddetini, bireyselliğini, ve polisin suçlarını sonlandırmak amacıyla, kentsel medeni yaşam içinde ihtilalci bir cephe oluşturma” çağrısı yapılmaktaydı. Anlaşılan Kastro ve yoldaşları, artık mücadelelerini Sierra Maestra’nın dışına yayabilecek, kır ve kentin direnişini koordine edebilecek güce erişmiş oldukları kanısındaydılar. Ve 21 Temmuz 1957 günü Kastro, savaşçıları arasında ilk olarak Che Guevara’yı onurlandıracak, O’nu ıkinci ıhtilal Ordusu Gücü’ne komutan tayinedecekti. şüphesiz “ordu” derken bunu, nizami orduların güçleri çapında büyük bir ordu gibi algılamamak gerekir ama, yine de sayılarının çoğalmış olduğu, ve yavaş ta olsa aralarına yoksul köylülerden katılımların başladığı anlaşılmaktaydı... Daha önce, 23 yaşındaki ihtilalci Frank País’in, 30 Temmuz 1957 günü, polis şefi Albay José Salas Cañizares tarafından öldürüldüğünü yazmıştım... Ertesi gün, 31 Temmuz 1957 günü, Oriente bölgesinin en önemli kenti, tarım ve madencilik merkezi Santiago de Cuba’da, 60 bin kişilik bir kitle Frank País’in yargısız infasızı protesto için gösteri yapacaktı. Kitle, polisin kontrol edebileceğinden çok büyüktü, ve üç gün boyunca kentte yaşam duracaktı... Nüfusu ancak 1990 yılında 504 bin olan, ve 1957’de nüfusu muhtemelen 250- 300 bin civarında olan bir kentte 60 bin kişinin gösterisi demek, yaklaşık tüm yetişkinlerin yarıdan fazlasının alana çıkması anlamına gelmekteydi. Bu, gerçekten de o yılların yaklaşık 6 milyon nüfuslu Kuba’sının ve Santiago’nun ölçüleri ile olağanüstü büyük bir gösteriydi. Gösteri, halkın Batista’ya ve Batista polisine duymaya başladığu nefreti yansıttığı kadar, ihtilalcilerin, Kastro ve yoldaşlarının halk arasındaki desteklerinin de bir göstergesi olmaktaydı... Artık mücadele, halk yığınlarını da içine alarak keskinleymeye başlamıştı. Sözkonusu 60 bin kişilik gösterinin üzerinden iki hafta kadar geçtikten sonra, 15 Ağustos 1957 günü Batista polisi saldırıya geçecek, toplu tutuklamalar başlatacaktı. Adları uzun bir liste oluşturacak olan tutukluların çoğunluğu, çok genç insanlardı... Tutuklamalardan beş gün sonra, Las Cuevas bölgesinde, Palma Mocha’da, Fidel Kastro tarafından yönetilen ihtilalci ordu, Batista güçlerine karşı önemli bir zafer kazanacaktı. ıhtilalci güçlerin bu başarısının hemen ardından, 5 Eylül 1957 günü, ihtilalci önderlerden, ve “26 Temmuz Hareketi”nin üyelerinden Camilo Cienfuegos’un yönetimindeki güçler, Kırsal Muhafızların (Köy Korucuları’nın) garnizonlarına ve aynızamanda Deniz Polisi’nin merkezine baskın gerçekleştireceklerdi. ılginçtir, aynı yılın (1957) Ekim ayında Türkiye-ıstanbul’da gerçekleşen Dünya Tıp Birliği’nin (World Medical Association) kongresinde konuşan Kuba Tıp Birliği’nin eski başkanı Dr. Augusto Fernandez Conde, Batista’nın vahşetini, gaddarlığını açıkça sergileyip suçlayacaktı... Yine ilginçtir, Türkiye’yi yönetenler, Batista yönetimi ile ilgili gerçekleri bizzat Augusto Fernandez Conde’nin ağzından dinlemiş olmakla birlikte, “Soğuk Savaş” yılları boyunca, Kastro’nun Kubasını tanımıyacaklar, ihtilalin Kubası ile diplomatik ilişki içine girmeyeceklerdi... Washinton “vur” dese, Ankara öldürüyordu... Aynı yılın (1957) 4 Kasım günü ısyan Ordusu’nun ilk yayın organı El Cubano Libre (Özgür Kubalı), Che Guevara tarafından Sierra Maestra’da basılacak, ve yayına başlayacaktı... Batista yönetimi yeni yıla, 1958’e, ABD’nin artan askeri yardımları ile girecekti. O yılın başında ABD yönetimi, Kuba diktatörüne 1 milyon dolar değerinde askeri yardım yapacaktı. Batista ordusunun tüm silahları, tankları, gemileri, uçakları, ve diğer askeri malzemeleri ABD’den gelmekteydi. Batista ordusu, üç askeri görev alanı için ABD’de eğitilmekteydi... ıhtilalciler artık “kurtarılmış bölge, kurtarılmış Kuba toprağı” yaratabilmişlerdi. José Martí’nin önderliğinde başlamış olan Bağımsızlık Savaşı’nın ateşlenmesinin 63ncü yıldönümü olan 24 Ocak 1958 günü, “kurtarılmış Kuba toprağı” üzerine kurulmuş olan Radyo Başkaldırı (Radio Rebelde) yayına başlayacaktı. Ve kısa süre sonra, 1 mart 1958 günü, Santiago de Cuba’nın kuzeyine düşen Sierra Cristal dağlarında ikinci cephe açılacaktı. Bu cephe için 67 savaşçıdan oluşturulan küçük birliğe, Raúl Kastro ve Juan Almeida birlikte komuta etmekteydiler... Artık aydınların ve halkın desteği, iğmesi artan bir hız ve yoğunlukla isyancılardan yana dönmekteydi. Halkın rüzgarı, isyan teknesinin yelkenlerini güçlü biçimde şişirmeye başlamıştı... Mart 1958’de, aralarında avukat, mimar, sosyal hizmet çalışanları, dişçi, elektrik mühendisleri, kamu müfettişleri, profösör ve veteriner odalarının (birliklerinin) bulunduğu 45 sivil kuruluş, “26 Temmuz Hareketi”ni desteklediklerini açıklayan bir bildiriyi imzalayacaklardı. Fakat, 9 Nisan günü örgütlenen genel grevin zamanlama hatası ve diğer bazı yanlışlar nedeniyle uğradığı başarısızlık, başkaldırı eylemi için geçici bir gerileme yaratacaktı. Bu hava içinde Batista, Mayıs 1958’de, Sierra Maestra’daki gerillalara yönelik yoğun bir saldırı kampanyası başlatacaktı. Sözkonusu kampanyaya, hava kuvvetleri ile desteklenen iyi silahlanmış 10 bin asker katılmaktaydı. Operasyona katılan hükümet kuvvetlerinin asker sayısı, gerillaların sayısından çok fazlaydı ama, Batista ordusu savaşma motivasyonunu büyük ölçüde yitirmişti... Batista güçlerinin başlatmış olduğu saldırıya karşın, Başkaldırı Ordusu, 25 Mayıs 1958 günü Sierra Maestra’da, halktan 350 katılımcı ile bir köylü meclisi toplayacaktı. Köylülerden oluşan bu ilk meclisin tartıştığı konuların başında, bir tarım reformu yeralmaktaydı... ısyancılar, Sierra Maestra dağlarında, Santo Domingo’da, saldırıya geçmiş olan Batista birliklerine karşı 29 Haziran 1958 günü ciddi bir zafer kazanıp çok sayıda esir ve askeri malzeme elegeçireceklerdi. Daha sonra esirleri serbest bırakacaklardı... Yaklaşık bir ay sonra, 11- 21 Temmuz 1958 tarihinde 10 gün ve gece süren Jigüe Savaşı devrimci mücadele için bir dönüm noktası olacaktı... Hükümet kuvvetlerine ait bir tabur, isyancı güçlere yakın bir mevzide, bir nehrin çatallaştığı araziye kamp kurmuştu. Bunu haber alan Kastro’ya bağlı güçler, sözkonusu taburu çembere alacaklardı. Hükümete bağlı taburun üst üste gerçekleştirdiği çemberi yarma çabaları boşa gidecekti. Batista’ya bağlı savaş uçaklarının isyancı mevzilerine açtığı makineli tüfek atışları, attığı 500 pound (227 kilo) ağırlığındaki bombalar, ve hatta napalm bombaları, çemberin yarılmasına yardımcı olamayacaktı... Aynı gün Fidel Castro, sözkonusu çembere alınmış hükümete bağlı tabura kumanda eden Binbaşı José Quevedo’nun, Havana Üniversitesi’nden sınıf arkadaşı olduğunu öğrenecekti. Ve José Quevedo’ya yazdığı mektubu, tutsak alınmış askerlerden biriyle O’na yollayacaktı... Mektubunda Kastro, “Quevedo’nun konumunu, çembere alınmış olan taburun komutanı olduğunu büyük bir acıyla öğrenmiş olduğunu,” yazıyordu. Yine Kastro, “O’nun, Akademi’yi hukuk derecesi ile bitirmiş onurlu bir subay olduğunu; ve mevcut adeletsiz koşullar içinde askerleri ile birlikte yaşamını feda etmeye hazır olduğunu bildiklerini,” sözlerine ekliyordu. José Quevedo’ya “vakur ve onurlu bir teslimiyet” isteminde bulunan Kastro, mektubuna şu sözlerle devamediyordu: “Anayurdunun düşmanları tarafından değil, bize karşı savaşan askerler dahil tüm Kübalıların refahı için mücadele eden içtenlikli (iki yüzlü olmayan) bir ihtilalci kişi tarafından çenbere alındın. Kuba için aynen senin istediğin şeyleri isteyen sınıf arkadaşın tarafından çembere alındın.” Çemberin yarılabileceğine halen inanmakta olan José Quevedo, Kasto’nun çağrısına olumsuz yanıt verecekti. Fakat, dört gün sonra isyancı ordu, deniz tarafından, gerilerinden çemberi daha da pekiştirince, hükümet taburu tam bir açmaza sürüklenecekti... Kesin zafer tarihinden bir gün önce, 20 Temmuz 1958 sabahı Kastro, saat 06:00’dan saat 10:00’a dek ateşkes ilanedecekti ve bu düşman güçleri tarafından da kabuledilecekti. Çembere alınmış olan José Quevedo’nun taburu çok zor durumdaydı; ve taburda yürüyebilecek halde olan askerler, isyancıların saflarına dek yaklaşıp, ekmek, su ve sigara istemeye başlayacaklardı. ıhtilalci askerler, yanlarına yaklaşan bu düşman güçlerden askerlere ateş açmayacaklar, ve gıdalarını onlarla paylaşacaklardı. Ekmek alan aç Batista askerleri, sevinçli bir duyarlılıkla, heyecanla, gözyaşlarına boğulacaklardı. Diktatörlüğün devrimciler hakkın yapmakta olduğu yanıltıcı propogandanın tam tersi bir durumla karşılaşmış, gerçekleri görmüş olmak, onları heyecanlandırmıştı. Çembere alınmış olan José Quevedo komutasındaki tabur, ertesi gün, 21 Temmuz 1958 günü, komutanı ile birlikte teslim olacaktı. Yaşamış oldukları ve Fidel Kastro ile yapmış olduğu konuşma nedeniyle ısyancı Ordu’nun komuta merkezinden sonderece derinden etkilenmiş biçimde ayrılan José Quevedo, ihtilalci güçlerin safına katılacaktı. José Quevedo, sadece kendisi ihtilalci saflara katılmakla yetinmeyecek, o sırada isyancı güçlere karşı savaşmakta olan Batista ordusunun diğer askeri birliklerinin de ikna ederek teslim olmalarını, veya ihtilalci saflara katılmalarını sağlayacaktı... Kastro komutasındaki ısyancı Ordu, artık Sierra Maestra’nın dışına taşıyor, Kuba’nın içlerine, kuzeybatıya, Havana’ya doğru yolunu açıyordu... Jigüe Savaşı’nın sonuna doğru, 20 Temmuz 1958 günü, Sierra Maestra’dan yapılan Radio Rebelde yayınında, ABD’nin Batista’ya yardımlarını sonlandırabilecek geçici bir hükümetin kurulmasını sağlayabilmek amacıyla genel bir başkaldırı için çağrısı yapılacaktı. Propoganda ve çağrılarda ABD doğrudan hedef alınmıyordu, hedef tahtasının merkezine oturtulan Batista ve hükümeti idi... Başkaldırı Ordusu, 18 Eylül günü Batista güçlerini Yara’da yenilgiye uğratacaktı. Yara, Sierra Maestra dağlarının dışında, dağlık bölgenin kuzeybatısındaki düzlüklerde, Canayaba Körfezi’ne yakın bir yol kavşağında idi... Kuba’nın ihtilalci kahramanlarından Carlos Manuel de Céspedes (1819- 74), sonderece kötü silahlanmış 147 savaşçısının başında, 10 Ekim 1868 günü, Oriente bölgesinde, “Grito de Yara”da (“Yara’nın Çığlığı”) Kuba’nın bağımsızlığını ilanetmişti. Ve şimdi, bu olaydan 90 yıl bir ay farkal aynı yerde ihtilalci ordu zafer kazanıyordu... Bir diğer önemli gelişme olarak ihtilalciler, 4 Eylül 1958 günü, kadın savaşçılardan oluşan Mariana Grajales Takımı’nı oluşturmuşlardı. Bağımsız savaşçı bir takım oluşturacak kadar kadın aralarına katılmıştı.Ve Yara zaferinin hemen ardından, 27- 28 Eylül 1958 günü, sözkonusu kadın savaşçılardan oluşan Mariana Grajales Takımı, yine Oriente bölgesinde yeralan Cerro Pelado’da konumlanmış Batista’ya bağlı askeri birliğe yönelik saldırıya katılacaktı. Ve 9 Ekim 1958 günü, Oriente bölgesinde askeri operasyonlar yapması amacıyla Delio Gómez Ochoa komutasında dördüncü bir cephe daha oluşturacaklardı. Ertesi gün, 10 Ekim tarihinde Başkaldırı Ordusu, Sierra Maestra yasalarının 3ncü maddesi olarak, kiracılık ve yarıcılık yapan çiftçilerin, ekip-biçtikleri topraklar üzerin hak sahibi olduklarının altını çizecekti... Yoksul ve topraksız köylüler, artan sayılarla Başkaldırı Ordusu’nun saflarına katılmaya başlamışlardı... Başkaldırı Ordusu, 26-27 Ekim 1958 günleri, Güinía de Miranda’ya konumlanmış bir ordu garnizonunu elegeçirecekti. Ve hemen ardından, 2 Kasım günü, yine Oriente bölgesinde bulunan Alto Songo’daki askeri garnizon, Başkaldırı Ordusu’nun eline düşecekti... Artık, Oriente bölgesi garnizonları, ve kasabaları, tek tek Başkaldırı Ordusu’nun eline geçmekteydiler... Daha önce adı ıspanya-ABD savaşı ve Kuba’nın bağımsızlığı süreci ile bağlantılı olarak anılmış olan ABD’nin 26ncı başkanı (1901- 09) Theodore Roosevelt (Teddy Roosevelt, 1858- 1919), ıspanya-ABD savaşı sırasında (1898) 1nci Süvari Birliği’ni organize etmiş ve bu birliğin başında Santiago de Cuba’ya girmişti. Üç yıldır zaten savaşmakta olan Kuba Bağımsızlık Ordusu’da aynı kente girmek isteyince, Theodore Roosevelt tarafından durdurulmuş, ülkenin asıl sahiplerinin bu kente girmesine izin verilmemişti... Santiago de Cuba’nın bulunduğu Oriente bölgesinde ABD destekli Batista birlikleri ile Kuba Başkaldırı Ordusu arasındaki savaş tüm hızıyla sürerken, 31 Ekim 1958 günü, Washinton’daki Kuba Elçiliği’nde, Kuba Bağımsızlık Ordusu’nu Santiago de Cuba’ya sokmamış olan Theodore Roosevelt’in, askeri birliğinin başında Santiago de Cuba’ya girişinin 60ncı yıldönümü kutlanacaktı. Kutlamaya, Batista’nın Washington Elçisi ile birlikte ABD Dışişleri Bakanı (Secretary of State) John Foster Dulles ve Dulles’in eşi katılmışlardı... Sergilenen acıklı komedi, yoruma gerek bırakmayacak kadar ortalıktaydı... Halkın tüm desteğini hızla yitirmekte olan Batista, iktidarını meşru gösterebilmek amacıyla, ABD Başkanı Dwight (David) Eisenhower yönetiminin güvenini kazanarak ABD yardımlarının devamlılığını sağlayabilmek için, 3 Kasım 1958 günü sahte bir seçim örgütlemiştir. Eisenhower yönetimi, artık Batista’dan rahatsızdı, O’nun hakkında düş kırıklığına uğramıştı... Başta Havana halkı olmak üzere Kuba halkı, kendisiyle alay eden bu sahte seçime gereken yanıtı verecekti. Havana halkının yüde 75’i aşkını, ve diğer bazı bölgelerle birlikte Santiago de Cuba halkının ise yüzde 98’i seçimleri boykot edecekti. Mevcut iktidarın kurtarılması amacıyla Batista tarafından örgütlenmiş adil olmayan hileli bir seçim bile, ihtilalcilerin halk arasında kazanmış oldukları sempatiyi yansıtmaktan, ve Batista’nın sonunu hızlandırmaktan başka bir işe yaramayacaktı. Sonuçta, ne bu seçim, ve ne de artık savaş motivasyonunu yitirmiş olan Batista ordusunun modern silahları, diktatörün iğmesi artan bir hızla düşüşünü engellemeye yetmeyecekti... Başkaldırı Ordusu, sözkonusu sahte seçimin ardından, 9 Aralık günü, Oriente bölgesinin kuzeyinde bulunan Baire’yi ve San Luis’i elegeçirecekti... Küçük bir kasaba olan Baire, Sierra Maestra’nın kuzeybatısındaki düzlüklerde ve bir yol kavşağının üzerine kuruludur. Baire, kuzeybatı da çok daha büyük bir merkez ve daha yoğun bir kavşak noktasındaki Jiguani’ye, ve buradan da yine daha da kuzeybatı da yolların kesiştiği yerde büyük bir kent merkezi olan Bayamo’ya uzanan yolu tutmaktadır... Baire’den çok daha büyük bir yerleşim merkezi olan San Luis ise, Baire’nin doğusuna, Santiago de Cuba’nın tam kuzeyinde, Sierra Maestra’nın kuzeyinde kalan düzlüklerde kuruludur. Ve ayrıca San Luis’de yol kavşağına yerleşmiş bir merkezdir... Haritadan bakılınca anlaşıldığı kadarıyla, Kastro güçleri, zengin Oriente bölgesini, ülkenin diğer büyük bölümünden, batı ve kuzeybatı yönünde kalan çok daha geniş coğrafyadan izole etmekteydiler. Batıya, ve kuzeybatıya, Havana yönüne doğru açılan yolları kontrol altına alarak zafere doğru ilerlemekteydiler... Onlar, halk yığınlarının sempatisini kazanmaya yarıyacak doğru politik mücadeleden anladıkları kadar, bir sınıf politikası temeli üzerinde politikanı zor kullanılarak yürütülmesi olan savaştan, askeri stratejinin ve taktiklerin kurallarından da anladıklarını göstermekteydiler... Kastro güçleri Baire’ye ve San Luis’e girerlerken, 9 Aralık 1958 günü, William Douglas Pawley, Kuba diktatörü Batista ile 3 saat süren bir görüşme yapıp, ondan çekilmesini, kendisini emekliye ayırarak Florida’da, Dayton Beach’de olan lüks villasına yerleşmesini isteyecekti. Cumhuriyetçi Parti üyesi ve Başkan Eisenhower ile CIA direktörü Allen Welsh Dulles’in çok yakın dostu olan Pawley, Kastro’yu durdurabilmek amacıyla, görünüşte “hem Batista ve hem de Kastro karşıtı ılımlı” askeri bir darbe örgütleyerek ABD yanlısı rejime yeni bir kan aşılamayı, böyle muvazaalı (danışıklı) bir iktidar değişikliği ile halkın Kastro’dan yana dönmüş olan desteğini kesmeyi hesaplamaktaydı. şüphesiz bundan asıl amaç, Kubadaki ABD yararları garanti altına alabilmekti. Amerikalılar, Kastro’nun komünist olup olmadığı konusunda kesin bir karara varmamış olsalarda, “eşşeği sağlam kazığa bağlamaya” çalışmaktaydılar... Fakat, derin bir megolomani içine sürüklenmiş olan Batista’nın gururu, iktidarı muvazaalı (danışıklı) bir darbe ile terketme planını reddetmesine neden olacaktı. Sonuçta bu plan uygulanamayacaktı... Yukarıda adı geçmiş olan ABD’nin Kuba elçisi Earl E. T. Smith, ileride Senato Komitesi karşısında konuşurken, “Batista’nın görevi terketmesinin Kuba’nın ve dünyanın genel yararları açısından en mükemmeli olacağına inanmıştım.”, diyecekti. şüphesiz O, “dünyanın genel yararları” derken, ABD’yi, ABD’nin yararlarını kastetmekteydi... (William Douglas Pawley’in kimliği hakkında daha geniş bilgi için tıkla) Che Guevara’nın emrindeki askeri birlik, 15- 18 Aralık 1958 günleri, daha önce elegeçmiş olan yerlerin çok daha kuzeybatısında, Kubanın tam ortasında bulunan Fomento’yu elegeçirecekti. Havana’ya en çok 400 kilometre kadar bir yolları kalmıştı... Ve 19 Aralık günü, sırasıyla -yukarıda adı geçmiş olanJiguani, Caimanera, ve Majajigua, Başkaldırı Ordusu’nun eline düşeceklerdi. Artık Batista güçleri tam anlamıyla moral çöküntü içindeydiler, kasabalar ve kentler artan sayılarla üst üste düşerlerken, ihtilalci güçlerin Havana’ya ilerleyişleri de zaman içinde artan bir hızla sürmekteydi. Aynı yılın Aralık ayının 22nci ve 25nci günleri, Guayos; Cabaiguán; Placetas; Manicaragua; Cumanayagua; Camarones; Cruces; Lajas; kuş uçuşu Guantanamo’nun birkaç yüz kilometre kuzeyinde, üç ayrı istikametten gelen yolların kesiştiği yerde ve ülkenin kuzeydoğu kıyısında kurulu Sagua de Tánamo; çok daha kuzeybatı da ve ülkenin doğu kıyısında oldukça büyük bir liman kenti olan üç yolun kesişme noktası Puarto Padre; ve Sancti Spiritus, ihtilalci güçlerin eline geçecekti. Daha önce, 9 Aralık günü devrimci güçlerin eline geçmiş olan San Luis’in batısında, dört ayrı istikametten gelen yolların ve ayrıca Santiago de Cuba’ya giden yolun üzerinde olan Palma Soriano, ve ayrıca Remedios, ve Caibarién, 27- 28 Aralık günleri ihtilalci güçler tarafından alınacaklardı. Jiguani yakınındaki Baire’de, 26 Aralık 1958 günü, Alan Robert Nye adlı ABD doğumlu biri, aniden ve öldürme kastı ile Kastro’ya saldırırken etkisiz hale getirilip tutuklanacaktı. Kastro, bundan sonra da, yaşamı boyunca birçok süikast girişimini atlatmayı başaracaktı. Ve 29 Aralık günü, Che Guevara’nın emrindeki güçler, Kuba’nın tam ortasından daha kuzeybatıda ve altı ayrı istikanetten gelen yolların buluştuğu yerde kurulu Santa Klara’yı, Kuba’nın en büyük kentlerinden birisini elegeçirecekti. Artık Havana’ya daha da yaklaşmışlardı. Santa Clara ile birlikte 1.000 Batista askeri de tutsak alınacaktı. Anlaşılan artık onlar Batista için savaşmak istemiyorlardı... Havana’nın ihtilalcilerin eline düşmesine ramak kalmıştı, ve Batista’ya yardımlarını durdurmuş olan Washington, olayı seyretmekle yetiniyordu... “Revolutionary Cuba” adlı kitabın yazarı olan Terrence Cannon, Başkaldırı Ordusu Kuba’da zafere yürürken, ABD yönetiminin buna seyirci kalması hakkında şunları yazacaktı: “ABD, tek basit bir nedenle deniz piyadelerini Kuba’ya yollamadı: Çünkü onlar, yaşanan devrimden korkmadılar. Kuba’da yaşanan bir devrimin kötü biçimde kendilerine karşı yönelmesi, ABD’nin politika mimarları için, şaşkınlık verici, önceden tasarlanamaz, düşlenemez bir gelişmeydi. Tüm bunların ötesinde, ABD şirketleri ülkeyi ellerinde tutmaktaydılar.” Kısacası Terrence Cannon, daha önce farklı vesilelerle de ifade etmiş olduğum gibi, bu yeni devrimin ardından da, ABD’yi yönetenlerin, devrimin başındakilerle anlaşıp Kuba’da işlerini eskisi gibi yürütebileceklerini sanmış olduklarını söylemektedir. Onlar, bunun aksinin olabileceğini düşleyememişlerdi. Çünkü Küba, kaynakları sınırlı, asıl olarak tek ürüne bağlanmış ekonomisi ABD tekellerinin elinde, ve -o yıllarda 6.5 milyonluk nüfusu ile- küçük bir ülke idi. Ve yine şüphesiz Sovyetler Birliği, Atlantiğin öbür tarafındaydı... Kuba’nın Sovyetler Birliği ve sosyalist blokla dayanışma içinde, ve halkının yaratıcı gücüne dayanarak ekonomisini yeniden şekillendirebileceği, ABD’nin politika belirleyicilerinin akıllarının köşesinden geçmemişti anlaşılan... Fakat tabii ABD’nin patronları, kısa süre sonra düşlerinden uyanacaklar, ve Kuba devrimini yıkabilmek için, “Domuzlar Körfezi Çıkartması” gibi askeri müdahale dahil, ellerinden geleni artlarına koymayacaklardı. Kuba’yı, günümüze dek uzanan ağır bir ekonomik ambargonun kısgacı içine alacaklardı. Fakat bunların hiçbiri, ABD ve diğer emperyalist dünya açısından özlenen başarıyı sağlıyamayacaktı. Sovyetler Birliği yıkıldıktan sonra bile, -kısa bir ekonomik sarsıntının ardından- Kuba, sosyalizm yolunda gelişmesini sürdürebilecekti. Tüm bunlar, Kuba sosyalizminin geniş halk yığınlarının gücüne gerçekten dayanabilmiş, sosyalis demokrasiyi -diğer örneklere göre- en doğru biçimde uygulamayı başarabilmiş olmasıyla ilintiliydi. Kuba sosyalizmi, -komünist parti üyesi olsun olmasın- kişilerin yaratıcı insiyatiflerini, katılımcılıklarını, canlı tutabilmiş, harekete geçirebilmişti... ileride, şubat 1965’de Che Guevara, gerçekleştirmiş oldukları devrimin hataları üzerine konuşurken, başlangıçta diğer sosyalist ülkelerin uygulamalarını otomatik olarak kopya etmelerinin bir hata olduğunu, pratiğin kendilerine ekonomideki herşeyin tek merkezden planlanmasının bozukluklar üreteceğini öğrettiğini, mevcut ekonomik koşulların böyle tek merkezden bütünsel bir planlamaya izin vermediğini belirtirken, yığınların ve kişilerin yaratıcı insiyatiflerini harekete geçirmenin önemini de vurgulamış olacaktı... Vaktiyle Sovyet devrimi (1917) olurken, emperyalist Batı’nın Rusya’ya dört yanından askeri müdahale gerçekleştirmiş, kanlı içsavaş süreci boyunca karşıdevrimci güçleri her biçimde desteklemiş olması gibi, ABD yönetimi de Kuba’ya deniz piyadelerini çıkartıp, havadan da ateş yağdırsaydı, neler olabilirdi? şüphesiz bu sorunun yanıtını vermek kolay değildir... Fakat yine de, halkın istemlerine, güçlü ve kararlı istemlerine karşın bir rejimi yaşatabilmenin olanaksızlığını rahatça ifade edebiliriz... Kuba halkı, Batista’yı, ve batista rejiminin dayanağı olan güçleri sonderece güçlü bir irade ile reddetmekte, istememekteydi. Halkın bu kararlılığına, iradesine karşın Kuba’ya dışarıdan askeri operasyon yapmaya kalkışmak, sadece ve sadece daha fazla kan dökülmesine, ve halkın ABD emperyalizmine karşı nefretinin daha da derinleşmesine yardımcı olabilirdi. Belki devrim gerçekleşmiş olduğu zamanda olamazdı ama, böyle bir saldırganlığın ardından ABD ve sermayesi, Kuba topraklarında rahat oturamazdı. Daha kanlı ve acılı süreçlerin ardından sular yine yatağını bulur, olacak olanlar olurdu... Kastro’nun emri ile Che Guevara ve Camilo Cienfuegos komutasındaki dokuz bin kişilik bir gerilla ordusu yeni yıl gününde, 1 Ocak 1959’da, saat 02:00 sularında Havana’ya girerken, Fulgencio Batista, 180 yakın çalışma arkadaşı ve 300 bin ABD doları ile birlikte özel uçağına atlayıp tüyecekti. O’nun bundan sonraki lüks yaşamının çoğu, ıspanya’da ve Portekiz’de geçecekti. Ve O, Portekiz’de ölecekti... Havana’da bunlar yaşanırken, 1 Ocak 1958 günü Kastro, Santiago de Cuba’da zafer konuşmasını yapmaktaydı. Konuşmasında O, şunları söyleyecekti: “Bu kez ihtilal hedeflerinden uzaklaşmayacaktır! Bu kez Kuba’nın talihi gülecek, devrimimiz doğru amaçlarına başarıyla ulaşacaktır. Daha önce, 1898’de olduğu gibi, Amerikalılar gelip kendilerini ülkemizin patronu yapamayacaklardır.” Biliyorsunuz, daha önceki bölümlerde, Küba’nın ıspanya’dan bağımsızlık mücadelesini anlatırken, tam Kuba halkının özgürlüğüne kavuşma aşamasında çıkan ıspanya-ABD savaşı sonucu, Kuba’ya giren ABD güçlerinin (1898), ihtilalcilerin mücadelelerinden de yararlanarak kolay bir başarı kacanmış olduklarını, ve zaferlerinin ardından Kuba’yı 1902 yılına dek işgal ettiklerini, ve ardından Kuba’yı nasıl bir sömürge haline getirmiş olduklarını, özetleyerek anlatmıştım... Konuşmasında Kastro, artık bunların tekrarlanmayacağı sözünü vermekteydi... Ertesi gün, 2 Ocak 1959’da yeni geçici hükümet oluşturulacak, Cumhurbaşkanlığına Manuel Urrutia getirilirken, Başbakanlığa’da Jose Miró Cardona atanacaktı. Ve 7 Ocak 1959 günü Kastro Havana’ya ulaşırken, ABD yönetimi de Kuba’nın yeni hükümetini resmen tanıyacaktı. Ve 10 Ocak 1959 günü ABD’nin Kuba elçisi Earl Smith, yerini, yeni ABD elçisi Philip Bonsal’a terkedecekti. Kısa süre sonra, 7 şubat günü, Kuba’nın 1940 Anayasası, bu ilerici anayasa, yeniden yürürlüğe konacaktı. Batista, 1952 darbesinin ardından sözkonusu anayasayı yürürlükten kaldırmıştı... Hatırlanırsa, Kastro öncesi Kübasını anlatırken, şunları yazmıştım: “(...) Komünistlerle yapılmış olan anlaşma uyarınca Batista yönetimi, bazı temel reformlarla birlikte, 1940 yılında, ilerici sayılabilecek bir anayasanın yürürlüğe girmesini sağlayacaktı. Sendikaları denetleyebilen komünist muhalefet ile Batista arasında sağlanmış olan uzlaşmanın bir ürünü olarak, içinde halkçı ilkeleri barındıran ilerici 1940 anayasası şekillenecekti...” Başkaldırı Ordusu’nun komutanı Fidel Kastro, 16 şubat 1959 günü, Jose Miró Cardona’nın yerine ıhtilalci Hükümet’in Başbakanlığına getirilecekti. Ve O, 28 şubat günü, iki yıl içinde Kuba’da seçimlerin yapılacağını ilanedecekti... Kuba’yı zor günler, zorlu mücadeleler ve halkın desteği ile büyük başarılar beklemekteydi. Kuba, sadece Latin Amerika halklarının değil, tüm yoksul ve baskı altındaki halkların umudu haline gelecekt. Kuba, enternasyonal dayanışmanın her türünde bayrağı en yükseklerde tutmayı başaracaktı... Yusuf Küpeli, 25 şubat 2009 (2009-02-25) [email protected] William Douglas Pawley Kastro’nun yolunu kesebilecek planı Batista’ya öneren William Douglas Pawley kimdi? O, hem ABD başkanının ve hem de CIA başkanının en yakın dostları arasına nasıl girebilmişti?.. Doğrusu, yaşamı sayfalara sığmayacak kadar hareketli ve zengin serüvenlerle geçmiş olan bu uzun yüzlü, kepçe kulaklı, zeki saldırgan bakışlı kişiden çok kısa da olsa sözetmek, sanırım emperyalist dünyanın bazı operasyonlarını anlamaya biraz yardımcı olabilir. Tipik Anglo-Sakson görünümlü bu girişimci atak kişinin karakterinin şekillenmesinde, sosyal Darvinizm’in ırkçı görüşlerinin önemli yeri olduğunu hissetmemek olanaksızdır. Sosyal yaşamı bir cangıl orman gibi gören düşünce yapısı içinde “yaşam alanını” sürekli diğerleri aleyhine genişletmeye çalışan bu ve benzeri karakterlerin olağanüstü güçlü bir egoya sahiboldukları bellidir. Mevcut düşünce yapıları ile acımasız emperyalist operasyonlar içinde insani herhangi bir duyarlılık taşımadan yeralabilen, yapılan kötülükleri yaşamın sonderece doğal gereklilikleri olarak görüp büyük bir soğukkanlılıkla uygulayan, her cinsten sağcı ve faşist diktatörlükler için paha biçilmez değerleri olan böyle bireysel üstünlük peşindeki karakterden bir-iki cümle ile de olsa sözetmekte sanırım yarar vardır. Sürekli lak lak edip ona buna çamur atarak kendilerini yücelttiklerini sanan bir işe yaramaz, ve zaten önceden de yaramamış olan ikiyüzlü, veya hatta birkısmı bilinen biçimde görevli bazı “sosyalist” veya “komünist” etiketli ahlaksızlar; boş klişe gevezeliklerle “sosyalist”, veya “komünist” rolü oynayan utanmaz ikili sahte karakterler; ya da daha safiyane biçimde “sosyalist” veya “komünist” olduklarını sanınca kendilerini “dünyanın en akıllı kişisi” görerek durumlarından olağanüstü memnun olan her cinsten ahmak; öldükten sonra geriye semerlerini bile bırakamayacak birtakım pislik çuvalları, yukarıda adı anılan örneğe azıcık bakarak, “lafla peynir gemisinin yürümediğini” belki farkedebilirler... Güney Carolina doğumlu (1896) William Douglas Pawley’in babası, Kuba’ya yerleşmiş varlıklı bir işadamı idi. Pawley, hem Havana’da ve hem de Santiago de Cuba’da özel okullara giderek yetişmişti... ABD’de Gordon Askeri Akademisi’nde eğitim gören Pawley, bir seri önemli büyük firma da yöneticilik yapmasının ardından, 1930’lu yıllarda China National Aviation Corporatio’un başına geçecek ve komünistleri yoketmeye çalışan “milliyetçi” Kuomintang Hükümeti önderi general Chiang Kai-shek için üç askeri uçak fabrikası kuracaktı... Modern Çin’in mimarı sayılan ve Kuomintang’ın kurucusu olan Dr. Sun Yatsen, kanserden öleceği 12 mart 1925 gününe dek, tek yardım kaynağı olan genç Sovyetler Birliği hükümetinin de etkisi ile, henüz pek güçlü olmayan Çinli komünistlerle işbirliği yapmış, onların gelişip serpilecekleri iklimi sağlamıştı... Fakat O’nun ölümünün ardından Kuomintang’ın başına geçen ve Çindeki ABD misyonu ile çoktan gizli ilişkiler geliştirmiş olan Chiang Kai-shek, 1927 yılında aniden komünistlere saldırarak kanlı bir içsavaş sürecini başlatacaktı. Bu acılı boğuşmaya, 1937 yılında başlayan Japon istilası da eklenecekti... Batı’nın diğer güçleri ile birlikte ABD ajanları da, kendi hesapları yönünde aynı boğuşmanın içinde yerlerini alacaklardı... Kara kuvvetlerinde Alman subaylarını danışman olarak kullanan ve bu işbirliğini başlangıçta Nazi Almanyası ile de sürdüren Chiang Kai-shek, yeni savaş taktiklerini öğreten Alman generali von Falkenhausen’in tavsiyeleri yönünde bir yandan motorize birliklerini güçlendirirken, diğer yandan da faşist ıtalya’nın diktatörü Mussolini’den -çoğu işlemez durumda olan- 500 uçak ve bunlar için eğitmen alacaktı. Komünistlerin kafalarına havadan ateş yağdırmak amacıyla satınalınan bu savaş uçakları ile birlikte, 1932 yılında,Kuomintang Hükümeti bir “Merkezi Havacılık Akademisi” ve hava savaş filosu kuracaktı. Çin hava kuvvetleri ilk kez bu biçimde şekillenmeye başlayacaktı. Mussolini’den gelen uçakların ancak 91 tanesi ileride savaşa katılabileceklerdi... Ardından, 1937 Japon istilası ve dünya düzeyinde saflaşmaların daha da kristalize olması ile birlikte, Chiang Kai-shek’in hava gücü üzerinde bir ABD tekeli oluşmaya başlayacaktı. Ve sözkonusu işte başrolü, beş yıldan fazla Çin’de yaşayacak olan William Douglas Pawley’in oynamış olduğunu görecektik... Diğer yandan, 1937’de Kuomintang’a bağlı olarak şekillenen ünlü “Uçan Kaplanlar” hava filosunu oluşturan Amerikalı general Claria L Chennault’ta, Chiang Kai-shek’in askeri danışmanları arasındaydı. William Douglas Pawley, Çindeki çalışmalarını, yukarıda adı geçen amerikalı generalle, Claria L Chennault ile birlikte sürdürecekti... Aslında Walt Disney’in fikirlerinden yararlanılarak dizayn edilmiş olan “Uçan Kaplanlar” ile ABD, II. Dünya Savaşı’na katılmadan çok önce, Japonların Pearl Harboor baskınından (7 Aralık 1941) dört yıl önce, Japonya’ya karşı gizli bir savaş başlatmıştı. ABD başkanı Franklin D. Roosevelt’in 13 Nisan 1941 tarihli gizli emri ile, ve daha ABD II. Dünya Savaşı’na resmen girmeden, Temmuz 1941’de, Japonlara karşı gizlice savaşmaları amacıyla ve sahte pasaportlarla gönüllü 10 pilot ve 150 uçak teknisiyeni Burma’nın (Myanmar) başkenti Rangoon’a bir gemiyle yollanacaktı. Oradan Çin’e geçecek olan bu kişiler, William Douglas Pawley ile ilişkide olacaklardı. Bunlar, sözde gönüllü kişilerdi ama, görevlerinin tehlikesi ölçüsünde çok yüksek ücretler almaktaydılar... Daha sonra, 1944 yılında Pawley’i, Hindistan’da bir uçak fabrikasının başında görüyoruz. Ardından, Başkan Truman tarafından 1945 yılında Peru’ya ABD elçisi olarak atanacak olan Pawley’i, bu ülkenin başkenti Lima’ya, kimlikleri belirlenemeyen gizli birtakım nesneleri sokup çıkartırken göreceğiz. Ardından, 1948 yılında O, ABD’nin Brezilya büyükelçisi olacaktı. Pawley, aynı süre içinde ABD iç istihbarat servisi- FBI için de çalışacaktır... O, William Douglas Pawley, Latin Amerika ülkelerinde yapmakta olduğu gizli karışık işler sırasında, Dominik Cumhuriyeti diktatörü Rafael Trujillo ile de tanışıp yakın dostluk kuracaktı. Daha önce metnin içinde ifade etmiş olduğum gibi Trujillo, 1961 yılında CIA tarafından öldürülecekti... Yine O, Pawley, Küba diktatörü Fulgencio Batista ve Kastro öncesi diğer bazı Küba cumhurbaşkanları ve yöneticileri ile de yakın dostluk ilişkileri geliştirecekti. Pawley, 1948 yılında Kuba’da “Autobuses Modernos” adlı bir firma kuracak, ve ileride bunu Batista’ya satacaktı. Pawley’in Kuba’daki iş ilişkileri otobüs firması ile sınırlı değildi. O, aynızamanda Kuba şeker endüstrisinin, el arabalarının, ve gaz işlerinin ortağıydı... Sıralanması çok yer kaplayacak daha birtakım işlerinin ardından Pawley, John Foster Dulles tarafından ABD Dışişleri Bakanlığı’na sivil danışman olarak atanacaktı. Pawley, sağcı Latin Amerika diktatörleri ile en uzun süreli ve verimli ilişkiler geliştiren kişi olarak ünlenecekti... Yoksul köylü ailelere toprak dağıtmış ve bu arada Orta ve Latin Amerika halklarının kanını emerek semiren United Fruit Company’ye ait birkısım toprakları da millileştirmiş olduğu için, sözkonusu firmanın, ve CIA’nın hedef tahtası haline gelen Guatemala’nın demokratik cumhurbaşkanı Jacobo Arbenz’e yönelik darbenin içinde William Douglas Pawley’de yerini alacaktı. Bu metnin önceki bölümünde hakkında daha ayrıntılı bilgiler verilmiş olan Guatemala’nın demokratik cumhurbaşkanı Jacobo Arbenz 1954 yılında bir CIA darbesi ile devrilirken, koplonun plancıları ve uygulamacıları arasında yeralan Pawley, Guatemala’yı yarım asır sürecek alabildiğine kanlı trajik bir yola sokan başarısını kutluyor olmalıydı... Pawley, Batista’nın devrilmesinin ardından, Kuba halkına, Kastro’ya yönelik başarısız komploların içinde de yerini alacaktı. Yusuf Küpeli 2009.02.25