kızılbaş s a re sur N i s a n 2 014 - S a y ı 37 k ı z ı lba ş alev i le r i n sor u n la r ı n ı n t a r t ışı ld ığ ı de mok r at i k k ü r sü! - ermeni - süryani - êzidi - pontus - koçgiri - piran - dêsim - çorum - maraş - madımak - gop!?... soykırımcı ittihatçı paşalar! kızılbaş - sayfa 2 - sayı 37 - nisan 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 k ı z ı lbaş yayınlayan / veröffentlicht generaldirektor freizugeben. sakine polat genelyayın yönetmeni: ali ülger tr. hukuk danışmanları: av. nadide metin erdoğan av. erdal doğan av. hıdır özcan avrupabirliği hukuk danışmanı: av. ertekin ceylan ankara temsilcisi: hatice çevik tel: 0532 358 25 08 [email protected] kayseri temsilcisi a. rıza ülger [email protected] Adana temsilcisi: Ugur Adsız [email protected] berlin temsilcisi: ali koçak [email protected] tel: 0177 457 79 78 stuttgart temsilcisi: ali usta [email protected] tel: 0176 78 56 12 71 adres: bergheimer str 51 d - 47228 duisburg almanya tel: +49 (0) 177 502 88 53 http://www.kizilbas.biz [email protected] kızılbaş’ta yayınlanan yazı ve ilanların sorumluluğu sahiplerine aittir. kızılbaş’ta imzasız ve kaynaksız yazılar yayınlanmaz. 15 nisan 2014 sayı: 37 gönüllü katkı formu adı soyadı :.................................................................................................. adres :........................................................................................................... e-mail & tel :............................................................................................... ali ülger konto: Akbank hesap numarası: 5890 0441 8440 6536 6 sayı 75.00 tl - 12 sayı 150.00 tl. dünya ve avrupa için: adı soyadı :.................................................................................................. adres :........................................................................................................... e-mail & tel :............................................................................................... ali ülger konto: sparkasse duisburg 0300 23 23 29 bankleitzahl 350 500 00 IBAN: DE 05 350 500 00 0300 23 23 29 kızılbaş - sayfa 3 - sayı 37 - nisan 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 içindek iler: Sayfa 4 - Cangözü ile görmek ................................................ Ali Ülger Sayfa 5 - ulus inşa sürecinde dilin rolü ........... Dr. İsmail Beşikçi Sayfa 7 - Umreye Giden Düşkünler ......................... Erdal YILDIRIM Sayfa 8 - Erdoğan-Ergenekon İttifakı mı? ....... Cemil Gündoğan Sayfa 10 - Kardeş miyiz? ................................................... Herkül Millas Sayfa 11 - Yüzleşme ......................................... Ali Haydar KANLI Sayfa 12 - Olmak ya da olmamak .............................................. X. Çelker Sayfa 14 - DERSÊN KURMANCÎ(2) BEŞA DUYEM ... Uğur Adsız Sayfa 15 - HALKLARIN VE KADINLARIN ÇIĞLIĞI “ERBANE” ....................................................................... Ayşegül Karadağ Sayfa 16 - Kızılbaş Kürtler Nasıl Türkleştirildi? .. Süleyman Şahin Sayfa 20 - alman generallerin komutasında ingilizlere karşı “çanakkale zaferi” ........................................... Recep Maraşlı Sayfa 24 - Fırat ağlıyorsa sebebi sensin… ................ Sultan KILIÇ Sayfa 27 - Siyasetsiz secim. Hangi hırsız daha iyi seçimi ......................................................................... Özcan SOYSAL Sayfa 28 - Hevpeyvîn bi dengbêjekî civaka Êzdî, Teterê Eliyê Mamed re! Dengbêj Teterê Eliyê Mamed û ...... K. Tolan Sayfa 34 - Parçalanmış Ermenistan Arşaluys Mardiganyan Sayfa 36 - Kampanyanın muhatabı: Adalet Bakanı Bekir Bozdağ Sayfa 37 - Kaf ­k as­ya’da Er­me­n i­le­r in Kürd Soy­k ı­r ı­m ı ...................................................................... Mehr­d ad R. Izady Sayfa 39 - SÜRGÜN ÇİÇEKLERİ ........................ Bedros Dağlıyan Sayfa 40 - NE OLDU? NE OLACAK? Hatice Çevik Sayfa 42 - İsmail Beşikci Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı İbrahim Gür-büz’e Sayfa 43 - Apo’nun Savunması ........................................ İbrahim Seven Sayfa 45 - UNUTULMUŞ BİR ETNİK CEMAAT: TÜRKİYELİ SABETAYCILAR ......................................... Ilgaz Zorlu Sayfa 49 - Muammer Güler ve Dr. Reşit; ya da Erdoğan ve Talat .............................................................. Prof. Dr. Taner Akçam Sayfa 51 - Türkiye, her şeyden önce 1908-1924 dönemiyle hesaplaşmalı Prof. Bozarslan ile… Sayfa 54 - Kessab’ın durumu Diaspora Bakanlığında değerlendirildi Sayfa 56 - SEÇİM Mİ DEVRİM Mİ? .................... Mahmut Alınak Sayfa 57 - Mondros Mütarekesi’nin imzalanması sonrasında Türkiye siyasi ortamı. ............................................... Meline Anumyan Sayfa 63 - Kapaklar ............................................... Ali İhsan Avgül kızılbaş - sayfa 4 - sayı 37 - nisan 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 cangözü ile görmek neden böylesi bir ittifak yolunu aramadı? Yoksa Soykırımı artıklarıyla pay almak mı istedi? Aynı soruları Dersim aşiretlerine ve ağlerê Dêrsim önderlerine de sormak gerekiyor!.. Var olan Kızılbaş-Alevi-Bektaşi örgütlenmelerinde soykırımlarıyla ilgili resmi görüşleri inkâra dayalıdır. Devle siyasetinin tekrarıdır Ali Ülger 29 Mart yerel seçimleri yapıldı. Sonuçları ortada. İsteyen istediği sonuçları çıkartabilir. 90 yıllık seçimlerde gene biz Kızılbaş-Alevilerin durumumuzda herhangi bir değişiklik yok. Cemşit pilavı gibi gene aynı siyaset dayatmalar yapıldı. Bizim partiye oy verirseniz eyisiniz vermezseniz zaten kâfirsiniz kötüsünüz siyaseti işletildi. Bundan daha eyisini beklemekte ayıptır derim. Biz Kızılbaş-Alevilerin bu durumumuzdan hicap etmesi gerekenler bizim aydınlarımızdır!. Aydınlarımız(!) gene el kapılarında sümsüklük yapmaya devam ettiler! Yeni oluşan gelişen Kızılbaş-Alevi gençliğimiz modern bir aydınlanmamızı başlatmalıdır, geliştirmelidir!. Bir yandan kendi tarihimiz ile yüzleşirken, bir yandan da yenilenip yeniden yapılanıp demokratikleşmemizi geliştirmelidir. Bu akademik demokratik işleyişimiz kendisini hayatımızın her bir alanında bütünleştirerek siyasal alana taşımalıdır. Kendi öz partimizi ile vücut bulmalıdır!.. Kendi özgül ve ortak toplumsal sorunlarımızı açık ve demokratik değerler dahilinde kamu vicdanı önünde dilli başlı yüksek sesle tartışmaları başlatıp geliştirmeliyiz!... Yapılan ve yapılacak bu hayırlı işlerimiz için yayınevimizi kütüphanemizi arşivimizi dergimizi kitapevimizi web sayfamızı bilgi belge paylaşımı için kamuoyunun kullanımına ve paylaşımına sunmak için İstanbul’da RIZA-EVİ açmak için yer tutuldu. RIZA-EVİ için tüm gönüllü abonelerimiz ve dostlarımızın maddi manevi katkılarını bekliyoruz!.. *** 24 Nisan Ermeni Soykırımının 99. yıldönümü. Yüzleşmeye önce kendimiz ile başlamak isteriz. Kızılbaş-Alevi-Bektaşi camiamızda şöyle bir görüş oluşturulmuştur “Ermeni soykırımında bizimkileri saklayıp kollamışlar soykırımına katılmamışlar” Sadece saklayan kollayanlar bizimkileri değiller!. Saklamak kollamak soykırımlarındaki suçu günahı azaltır mı? Bunun da tartışılması gerekir. Şöyle ki; 1915 + 1919 + 1920 Ermeni Pontus Koçgiri peş peşe yapılan soykırım ve sürgünlerde neden mazlumların örgütlü ittifakı olmadı? Bizim sevip saydığımız baş tacı ettiğimiz sevgili Aliser’in en güçlü olduğu bir dönemde *** Kürtlerin Hamidiye alayları ve sonrası ittihatçı ittifakı soykırımlarındaki aktifliği bilinmektedir. Kızılbaş Zaza (Kürt) Balaban aşiretinin Teşkilat-ı Mahsusa’nın emrinde Ermeni Soykırımında aktif bulunmasının belgelerine Kızılbaş Dergisi’nde yayınladık ttp:// kizilbas.biz/belgeler/98-belge.html bu kaynaktan da bire bir görmek mümkündür. *** Güncel siyaset alanında bulunan beyaz Kürtlerin yaklaşan 100 yıl etkinliklerinde devletin yanında destekçi olduklarının mesajlarını verdiler “paralel lobiler” diye bu siyaset devlet ile dayanışma siyasetidir. Ne yazık ki özgürlüğe demokrasiye en çok ihtiyacı olan toplumsal kesimlerin soykırımlarından kendilerini tenzih etmeden kendileri için en küçük bir kırıntı bile alamayacaklarını bilemektedirler. Bu durumdan kurtulmanın yolu her bir kesimin kendi tarihiyle açık yüzleşerek başarılabilinir. İnkar ile devlet işbirlikçiliğiyle marabalıktan ve beyazlaşmadan kimse kendisini kurtaramayacaktır. Saygılarımla Can Cana kızılbaş - sayfa 5 - sayı 37 - nisan 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ulus inşa sürecinde dilin rolü (*) (*) 16 Mart 1988 Halepçe’de Kürd soykırımı. Bu soykırımda yaşamını yitiren herkesi hüzünlerle anıyorum. Halepçe denildiği zaman, genel-geçer bir söylem var. Soykırımda beşbinden fazla Kürd’ün yaşamın yitirdiği söylenir. Hejare Şamil’in “Dünya Kürd’e bir Devlet Borçludur” (www. kurdistan-post.eu 16 Mart 2014) yazısında verdiği rakamlar çok daha gerçekçidir. Yaralananların akıbetini irdelemek de elbette önemlidir. Ulusun inşasında dilin ve edebiyatın büyük rolü vardır. Edebiyat dille yapılır. Kürd edebiyatı dediğimiz zaman Kürd diliyle yapılan edebiyat akla gelir. Türk edebiyatı ise Türk diliyle yapılan edebiyattır. Kürdistan’ı, Kürd insanlarını, Kürd toplumunu, örneğin Türkçe ile anlatmak, kanımca Kürd edebiyatına girmez. Bu ürünler, ancak, Türk edebiyatı çerçevesinde değerlendirilir. Kürdistan’ı, Kürd insanlarını, Kürd toplumunu, İngilizce veya başka dillerde de anlatabilirsiniz. Bunlar da Kürd edebiyatına dahil edilemez. Kürd edebiyatı, ancak Kürd dili ile yapılabilir. Söz oyunları, sözcüklerin estetize edilmesi ancak dil ile, burada Kürd dili ile gerçekleşir. Örneğin, Kürdçe anlatılan bir fıkra, Türkçe ifade edildiği zaman aynı tadı vermemektedir. Çünkü söz oyunları ancak, Kürdçe anlatımda yer almaktadır. Türkçe çevirisiyle, anlamda, epeyce kayıp yaşanmaktadır. Sözcüklerin estetize olması, ancak dil ile, burada Kürd dili ile mümkün olmaktadır. Ama, bir Fransızın, bir Rus’un, romanları, nasıl Kürdçe’ye çevriliyorsa, Türkçe yazan Kürdlerin kitapları da Kürdçe’ye çevrilebilir. Bunları çeviri kategorisinde değerlendirmek gerekir. Ulus inşa sürecinde, tercüme faaliyetlerinin de rolü büyüktür. Kürdçe yazılan eserlerin Türkçe’ye tercüme edilecekleri de açıktır. Kürdleri, Kürdistan’ı, Kürd toplumunu, milasyon sürecine elbette karşı olmak gerekir. Asimilasyona karşı olmanın en güçlü yolu ise, kararlı bir şekilde Kürdçe’yi kullanmaktır. Burada, ticari kaygılarla değil ulusal kaygılarla hareket etmek önemli olmalıdır. Kürdçeyi doğru konuşmak, doğru yazmak şüphesiz çok önemlidir. Dr. İsmai l Beşikçi Türk diliyle anlatan, yazan, şairlerin, romancıların, yazarların durumunun irdelenmesi bu bakımdan önemlidir. Bu yazarların, romancıların, şairlerin ürünleri, ancak Türk edebiyatı içinde yer alır. Bu ürünlerin, Türk edebiyatı içinde değerlendirilip değerlenilmeyeceği, örneğin bir antolojiye alınıp alınmayacakları, “Türk romanı antolojisi”, Türk şiiri antolojisi” gibi antolojilere alınıp alınmayacakları edebi olmaktan çok politik bir konudur. Kürd özgürlük mücadelesine yoğun destek veren, Kürdleri, Kürdistan’ı, gerillayı, Kürd toplumunu anlatan, ama bunları Türk diliyle gerçekleştiren bir Kürd yazara, bugünkü siyasal ortamda, “Türk romanı antolojisi”, “Türk şiiri antolojisi”, “Türk hikaye antolojisi” gibi antolojilerde, seçkilerde yer verilmeyebilir. Bu, edebi olmaktan çok politik bir tutumdur. Kürd yazarın bu tutumu Türk editör tarafından, Türk yayıncı tarafından hoş karşılanmayabilir. Bu Türk editörünü Türk yayıncının Kürd karşıtlığıyla ilgilidir. Ama daha ileriki bir aşamada, Kürd/Kürdistan sorunları çözüm yoluna girince, gerginlikler yumuşayınca, Türk editörün, Türk yayıncının bu tutumunda olumlu değişiklikler olabilir. Kürdleri, Kürdistan’ı, gerillayı, Kürd toplumunu İngilizce, Fransızca, Türkçe anlatan İngiliz’in, Fransız’ın, Türk’ün tutumuyla, Kürd yazarın tutumunun bir farklılık içerdiği söylenebilir. Ama bu fark en başta dilde olmalıdır. İngiliz’in İngilizce, Fransız’ın Fransızca, Türk’ün Türkçe anlatması doğaldır. Kürd yazarın Kürdçe değil Türkçe yazmasında ciddi bir sorun vardır. Asi- Bugün, Brezilya hariç bütün Latin Amerika ülkelerinde, İspanyolca konuşulmaktadır, yazılmaktadır. Brezilya’da Portekizce kullanılmaktadır. Ama bunlara rağmen Meksika edebiyatından, Venezuela edebiyatından, Arjantin edebiyatından vs. söz edilmektedir. İspanyol edebiyatından değil, Meksika, Şili, Arjantin, Kolombiya edebiyatından söz edilmektedir. Ama, Kürdlerin Türkçe’yi kullanmalarıyla, Latin Amerikalıların İspanyolca’yı, Portekizce’yi kullanmaları arasında çok büyük fark vardır. Düşünelim ki, 18. Yüzyıl sonunda, 19. Yüzyılın ilk çeyreğinde, Latin Amerika’da, İspanyollara karşı ulusal kurtuluş mücadelesi yapanlar yine İspanyollardı. 16. Yüzyılın sonlarından itibaren, yani Amerika’nın keşfinden itibaren Latin Amerika’ya göç etmiş, İspanyollar ve Portekizlilerdi. Onlar orada, giderek çoğalmışlar, İspanya’ya, Portekiz’e karşı bağımsız devlet kurma gereğini hissetmişler, bu yolda mücadeleye başlamışlar. Simon Bolivar’ın (17831830), Jose Marti’nin (1853-1895) mücadelesini bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Örneğin Simon Bolivar döneminde, Venezuela, Ekvator, Kolombiya, Panama, Peru, Bolivya bir bütündü. Giderek bu ülkeler ayrı ayrı devletler olarak örgütlendiler. Örneğin Güney Afrika’da da, İngiliz yönetimine karşı, Güney Afrika’ya, İngilizlerden daha önce yerleşen Hollandalılar, Afrikanerler karşı çıkmıştı. Burada, İspanyolca, Portekizce kullanılmasına rağmen, İspanyol veya Portekiz edebiyatından değil, Venezuela edebiyatından, Meksika, Kolombiya edebiyatından Arjantin edebiyatından kızılbaş - sayfa 6 - sayı 37 - nisan 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 vs. söz edilmektedir. Venezuela’ya, Meksika’ya, Arjantin’e Brezilya’ya ait renkler, formlar, İspanyolcayla, ifade edilmektedir. Bu, Kürdlerin Türkçe konuşmalarında, yazmalarından çok farklı bir durumdur. İspanyolların, Portekizlilerin, oraya göçlerinden itibaren yerlileri kılıçtan geçirmeleri, Astek, İnka, Maya medeniyetlerinin yıkmaları, zenginlikler yağma etmeleri Avrupa’ya taşımaları ayrı bir konudur. Bugün Latin Amerika’da, İspanyolca’nın, Portekizce’nin resmi dil olması yanında, yerli diller de filizlenmeye başlamıştır. Edebiyat, duyguların, düşüncelerin, hayalleri anlatımıyla oluşur. Dilin estetize edilerek kullanılması vazgeçilmez bir durumdur. Ulus inşa sürecinde, bu dille yazılan şiirlerin, masalların, şarkıların, fıkraların, bilmecelerin, atasözlerinin, mitolojik eserlerin, destanların… kaydedilmeleri çok önemlidir. Bunlar, ulus inşa sürecini, hızlandıran, yaygınlaştıran, derinleştiren bir etki yaratmaktadır. Anadil Bilinci Devletin, Kürdler konusundaki temel politikası asimilasyondur. Kürdlerin Türklüğe asimilasyonu. Devlet bu konuda, maddi-manevi her türlü önlemi almış yürürlüğe koymuştur. Zora dayalı, rızaya dayalı politikalar da uygulanmaktadır. Bu politikanın yer yer başarıya ulaştığı da açıktır. Buna rağmen farklı bir sürecin yaşandığına da işaret etmek gerekir. Asimile olan, Kürdçe bilmeyen kişilerin de, Kürdlerden, Kürdistan’dan, Kürd/Kürdistan sorunundan söz etmesi dikkate değer bir konudur. Bu, asimilasyonun dört başı mamur bir şekilde yaşama geçirilemediğini göstermektedir. Bu da şüphesiz önemlidir ama en kalıcı olanı, Kürdçe’ye sahip çıkmak, bunu, konuşmada ve yazıda fonksiyonel bir hale getirmektir. Bu çerçevede, dilin işlevini kavramak dil bilincine ulaşmak önemlidir. Devletin bu konuda yürüttüğü temel politika Kürdlerin çok aleyhine bir durum yaratmıştır. Kürdlerin çok aleyhine olmasına rağmen bazı ilişkiler, kavramlar, Kürdler tarafından içselleştirilmiştir. Bu içselleştirme, asimilasyonun yoğunluğuyla, yaygınlığıyla ilgilidir. “Türkü” sözcüğü bu durumun çok çarpıcı bir göstergesidir. Örneğin, Kürdler, sık sık “türkü” sözcüğünü kullanmaktadır. Kürdler, “Düzenlenen gecenin bir aşamasında Kürdçe türküler söylendi”, ”programda Kürdçe Türküler de var” vs. gibi cümleler kurabilmektedir. Bu sözcüğe romanlarda, hikayelerde, şiirlerde de sık sık rastlanmaktadır. “Kürdçe türkü” deyimini, asimilasyona karşı olan, hatta, asimilasyona karşı mücadele eden Kürdler de kullanabilmektedir. Halbuki, “türkü” Türk’e ait demektir. Türk diliyle yazılmış bir şiir melodi ile ifade edildiği zaman “türkü” olur. Bu bakımdan “Kürdçe türkü” deyimi elbette yanlıştır. Bunun gibi, “Ermeni türküsü”, “Arap türküsü”, ”İngiliz türküsü” ifadeleri yanlıştır. Bu ifadeler kulakları tırmalamıyor mu? Ama bu Kürdlerde en azından bazı Kürdlerde, bu durum içselleştirilmiştir. Çok doğal karşılanmaktadır. Bu asimilasyonun yoğunluğuyla, derinliğiyle, yaygınlığıyla, ilgilidir. “Türkü” yerine şarkı sözcüğünü kullanmak daha yerindedir. “Kürd halk şarkıları”, “Ermeni halk şarkıları” vs. Veya doğrudan doğruya, stran, dilok, kılam, lorik, lavik… gibi sözcükleri Türkçe’ye tercüme etmeden kullanmak daha doğrudur. “Türkü” sözcüğü konusunda şu şekilde yanlış bir anlayış da var. “Halk türkü söyler, burjuvazi şarkı söyler” Bu, Türk solundan gelen bir anlayış… Türk solunun çok etkisinde kalan Kürdler de bu bakımdan, “türkü” sözcüğünü kullanıyor. Türkler için doğru bir kullanma olabilir. Kürdler için öyle değil… kızılbaş - sayfa 7 - sayı 37 - nisan 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Umreye Giden Düşkünler dan beri her türlü zor koşullarda ve baskılara rağmen Alevilik "Yol" ve "Öğretisini" gönüllülük temelinde bugünlere taşımışlardır. Dedeler bu görevlerini yaparken, hizmetlerinin karşılığında da taliplerinin gönlünden kopan, "Kul Hakkı"na ve "rızalık" düsturuna uygun "çıralığ" veya "hakullah" alırlar. O dedelere aşk olsun. Erdal YILDIRIM Gündemde AKP iktidarı Kültür Bakanlığınca organize edilen 100 Alevi kökenli 'dede'nin önce Necef'e, Kerbelâ'ya ve sonra da umreye götürülmesi olayı var. Ve (ben de dahil) bir çok yazar çizer, kanaat önderi, kurum yöneticisi günlerdir bu konuda, konuşuyor, yazıp çiziyor ve ülkenin başkaca bunca önemli yaşamsal sorunuları varken, bu konu gündemde önemli bir yer tutuyor. Bakıyor ve çok açık bir şekilde görüyoruz ki, başında İzzettin Doğan denilen kişinin olduğu Cem Vakfı devleti yöneten AKP iktidarı ve Fethullah Gülen'in başında olduğu Hizmet Vakfı ile bir takım karşılıklı çıkarlar doğrultusunda bir anlaşma yapıyor. Bu anlaşmaya göre de öncelikle Diyanet İşleri Başkanlığına bağlı bir daire başkanlığı oluşturulacak, bu daire başkanlığın emrinde de her vilayetten dede, zakir ve bir hizmetlinin olacağı bir kadro organizasyonu tesis edilecektir. Bu kadrolar da devletin memuru gibi çalışmaya başlayacaklar ve bu organizasyonun altyapısını oluşturacağı anlaşılan yüz kadar 'yüzsüz' Alevi kökenli dede de, bu inkârcı, imhacı, katliamcı devletin ve iktidarın memuru ve hizmetkârı olmaya gönüllü bir şekilde devam edeceklerinden umreye götürüldüler. Aslını sorarsanız çok da iyi bir zamandayız. Yani safları bir kez daha belirginleştirmenin, her bireyin aklına, vicdanına, inancına ve de karakterine uygun davranışlar sergilediği ya da sergileyeceği bir süreçteyiz. Tarih hem çeşitli dönemlerde toplumuna, yoluna, kültürüne ihanet eden, "Hınzır" paşalıktan kaçınmayan, Rayber/Rayver`liğe soyunanları yazıyor. Hem de Baba İlyas, Baba İshak, Kalender Çelebi, Şeyh Bedreddin, Şahkulu gibi zalimlere karşı çıkan, mazlumlarla birlikte direnip can verenleri, En-el Hak dediği için derisi yüzülen Hallac-i Mansur'u, "dönen dönsün ben yolumdan dönmezem" diyen Pir Sultan Abdal gibi darağacına giden ve ser verenleri de yazıyor. Tam da bu tarihi gerçekliklerden ötürü bırakalım, kimi satılmışlar, ilkesizler, yol düşkünleri, üç beş kuruşun, haramın, rantın peşinde savrulacakları yerlere doğru savrulup dursunlar.. Umreye gideceklerse umreye gitsinler. Bırakalım umre ziyaretini yapıp geldikten sonra Fethullah Efendi ve İzzettin Efendilerinin etekleri altına girip "Cami-cemevi" ucubeleri içinde birbirlerine al takke - ver külah ne diyeceklerse desinler. Bırakalım Kerbela'da, Malatya'da, Çaldıran'da, Koçgiri'de, Dersim'de, Maraş'ta, Çorum'da, Sivas'ta, Madımak'ta, Gazi'de, Suriye'de yitirdiğimiz yüzbinlerin katilleriyle, ya da Gezi direnişinde yitirdiğimiz gençlerin katili olan, devlet mantığını koruyan ve savunanlarla hem hal olsunlar. Bırakalım Şeyhülislam Ebu Suud'a, Yavuz Sultan Selim'e, Kuyucu Murat'a 'ecdat', Cem Evine "cümbüşevi" diyen, Alevi Kızılbaşlara tarihin birçok döneminde en insanlık dışı iftira ve karalamaları yapanlarla, çağımızın padişah özentili firavunuyla, susuzluktan öldüren, diri diri kazana atanlarla, boğazlayan, yakan katillerle birlikte nereye gideceklerse defolup gitsinler. Bırakalım yıllardır Aleviliği, Sünnilik ve Şiilik üzerindenMüslümanlaştırmaya çalışan, su an iktidarda olan inkarcı devletin AKP`si ve İran'la birlikte yürüyen bazı düşkünler saflarını iyice belli etsinler. Onlar inkârcı, asimilasyoncu ve takiyyecilerle beraber umreye gitsinler. Herkes bilmelidir ki, bu zavallılar Aleviliği temsil edemezler, Alevi toplumu nezdinde de itibar görmezler. Ve yine herkes bilmelidir ki Alevilik, islamiyete de, umreye de, Arap yarımadasına da asla sığmaz, sığdırılamaz. Aleviler her zamankinden daha uyanık olmalıdır. AKP iktidarı ve hizmet cemaati asimilasyon için birçok çakma dernek ve federasyon kurdu, kuruyor. Şimdi de paracı, çakma memur dedeler buldu. Onları umreye götürdü. Onlar umreye giderlerse gitsinler, biz Aleviler de Serçeşme'ye gideriz. Alevilerin gerçek Dede, Ana, Rayber / Rayver, Mürşit ve Pirleri binlerce yıl- Alevi dedeleri asla yönetenlerin, sistemin, devletin Alevisi olmazlar, maaş almaz, memur hiç olmazlar. Hizmetlerinin karşılığı ödenecekse bile, bu durum din ve vicdan özgürlüğü temelinde, özerk Alevi kurumlarınca yapılmalıdır. Devlet buna karışmamalı, dinden elini çekmeli gerçek laikliği uygulamalıdır.. Diğer yandan anlaşılıyor ki, bu asimilasyon gönüllüleri için zalimliğin de, zulmün de hiçbir önemi yok ve bundan ötürü de zalimlere, sisteme hizmet ediyorlar. Bu mevkii, rant ve para sevdalısı çakma dedeler Necef'te, Kerbela'da gezerken, Suriye'de, yani hemen yanıbaşlarında, Suudilerin, Katarın ve AKP'nin her türlü destek sunduğu şeriatçı, gerici El Kaide ve El Nusracı paralı çetelerin adeta soykırımı andıran katliamlarını ve öldürülen Alevileri görmezden geliyorlar. Bu sebeplerledir ki, Alevi toplumu, Alevi dernek, dergâh, kurum yöneticileri ve kanaat önderlerine düşen önemli tarihi görev, resmi ideolojinin memurluğuna soyunan, küçük rantlar uğruna asimilasyoncularla kolkola giren, devlete gönüllü hizmetkâr olan bu düşkünleri Alevi ritüellerine uygun bir şekilde toplum içine almamaktır. Bunlar, AKP tarafından Avrupa'ya götürülen, gittikleri yerlerdeki Alevi kurumlarına alınmayan ve bin pişman geri dönen 65 dede örneğindeki gibi asla dernek, dergâh ve kurumlarımıza sokulmamalı, herhangi bir görev verilmemeli, her yerde teşhir edilmelidirler... 13-15 Şubat günleri Xızır orucunun tutulduğu günlerdir. Alevi inancında Xızır her yerde hazır ve nazırdır, yardımcımızdır. Dertlere deva, sorunlara çare olandır.. Aleviler ve Alevilik hem dışımızdaki Alevi düşmanlarınca, hem "bizden geçinen kalleşler, döner bizi taşlar" sözlerine uyan Hınzır Paşalarca asimile edilmeye çalışılıyor. Önümüzdeki dönemde biz Aleviler kendi inancımıza daha çok sahip çıkarak, "Alevileşerek" buna dur diyebiliriz. Yani her zamankinden fazla Xızıra ihtiyacımız var.. Xızıre Qal yardımcımız olsun! kızılbaş - sayfa 8 - sayı 37 - nisan 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Erdoğan-Ergenekon İttifakı mı? Seyredenler olmuştur, 25 Aralık operasyonunun ertesinde davet edildiğim IMC TV’deki bir programda Gülen cemaatiyle olan çatışmasında Erdoğan’ın tutabileceği dört muhtemel yol olduğunu ileri sürmüştüm. Koşullara bağlı olarak birbirlerini destekleyecek veya birbirlerinden bağımsız biçimde yürütülebileceğini varsaydığım bu dört alternatif şunlardı: 1-Ek dış destek bularak iktidarına yönelik saldırıyı göğüslemek. 2-Her şeye rağmen Cemaatle uzlaşarak sorunu çözmek. 3- Hali hazırda arkasında bulunan güçlü kitle desteğini her türlü yola başvurarak kemikleştirmek suretiyle tek başına direnmek. 4-İçeride yeni müttefikler bularak savunma cephesini genişletmek. Kürtlerin önemli bir bölümü o sıralar dördüncü ihtimal dışındakilerle fazla ilgilenmiyordu. Bu ihtimale ilişkin yorumları ise kabaca şöyleydi: Erdoğan’ın Kürtler dışında ittifak yapabileceği güç kalmamıştır. Bu nedenle içeride müttefik aramaya yönelik her adım, pratikte AKP ile Kürtlerin ittifakı anlamına gelecektir. Kürtler mevcut krizde AKP’ye yakın durarak bu ittifakın yolunu kolaylaştıran bir politika gütmelidir. Sözü edilen programda izah etmeye çalıştığım gibi, değişik kesimlerin değişik hesaplarla ileri sürdüğü bu tezin dayandığı ana varsayım yanlıştı. Çünkü Kürtler, Erdoğan’ın içeride ittifak yapabileceği tek güç değildi. Kürtlerden evvel Ergenekoncular vardı muhtemel müttefikler listesinde. Ergenekoncularla ittifak yapmak, Erdoğan açısından hem daha kolaydı hem de daha meşru. Böyle bir ittifakın önünde engel olarak görülen Erdoğan’ın özsel ordu karşıtlığı, bazı aydınların desteksiz atıflarından başka bir şey değildi. Erdoğan’ın amacı Türkiye’yi yönetmekti. Bu amaç gerektirdiğinde askerle çatışacağı gibi, aynı amaca hizmet ettiğinde pekâlâ Ergenekoncularla ittifak da yapabilirdi. Bu nedenle Kürtler, Cemil Gündoğan cemil_ [email protected] Erdoğan’ın ittifak yapma ihtimali olan güçler arasında dördüncü alternatifin son şıkkını oluşturuyorlardı. Bu koşullar altında Kürtlerin izlemeleri gereken siyaset Erdoğan’a en başından açık çek vermek değil, onu Kürt sorununu çözmeye mecbur bırakacak bir siyaset olmalıydı. Bu ise mevcut yönetememe krizinin aşağıdan, yani toplumsal dokudan yaratılacak baskılarla derinleştirilmesini öngörüyordu. (Sözü edilen televizyon programı şu linkte izlenebilir: http://www.youtube.com/watch?v= K9Lv950CH1w&feature=youtu.be) Bu tartışmanın üzerinden topu topu bir buçuk ay geçti. Ama olaylar öylesine hızlı aktı ki Kürtlerin bütün yumurtalarını AKP sepetine koymalarını öneren politikanın yanlış bir varsayım üzerine kurulmuş olduğu kısa sürede açığa çıktı. Erdoğan, 25 Aralıkta doğrudan kendisini sanık sandalyesine oturtmayı hedefleyen telefon kayıtlarının internete düşmesinden kısa bir süre sonra, yönünü bu kez açık biçimde Ergenekonculara çevirdi ve takip eden birkaç hafta içinde de Ergenekon tutuklularını serbest bırakan yasal düzenlemeleri gerçekleştirdi. Bu yazının yazıldığı gün itibarıyla Ergenekon davası sanıklarının ezici çoğunluğu serbest bırakılmış durumdaydı. PKK de önceki gün KCK adıyla yayımladığı bildirisinde AKP hükümetinin “demokratikleşme hamlesinin muhatabı olmaktan” çıktığını açıkladı. * * * PKK’nin bu yeni yönelişin içini nasıl dolduracağını bilmiyorum. Fakat yarın Öcalan’dan farklı bir açıklama gelirse kendi sözlerini yutacaklarını tahmin etmek zor değil. Tutsak bir lidere kayıtsız şartsız biat etme politikasının kaçınılmaz maliyetlerinden biridir bu. Dahası, açıklamanın eklektik ve çelişkilerle dolu niteliğine bakılırsa, yapılan deklarasyonun AKP’ye karşı tertiplenmiş bir “iyi polis/kötü polis” oyununun ürünü olduğu da düşünülebilir. İzleyenler bilir, Öcalan bir süre öncesine kadar PKK içinde bu oyuna izin vermiyordu. İyi polisi de kötü polisi de kendisi oynuyordu ve bunun kaçınılmaz bir sonucu olarak iki rolü de yüzüne gözüne bulaştırıyordu. Fakat son dönemlerde bu tutumunu gevşettiğine dair belirtiler var. Belki de oldubittiler nedeniyle bu noktaya gelmiş durumda. Sebep ne olursa olsun ortada böyle bir olgu var. Son açıklamada bir yandan AKP muhatap olmaktan çıktı denirken diğer yandan AKP’nin yeniOsmanlıcılık siyasetinin Kürtler cephesindeki karşılığı olan Hamidiyeciliğin diplomatik metinlerdeki ifadesine dönüşmüş olan “Misak-ı Milli” lafının özel bir madde halinde vurgulanması, böyle bir iyi polis/kötü polis oyununu düşündürüyor. Bu ve bunun gibi başka ihtimallerin varlığına rağmen, PKK’nin, Erdoğan’ın Ergenekoncularla ittifak kurmaya yöneldiği bir dönemde yeni bir politik tutum belirlemeye çalışıyor olmasının bizzat kendisi önemlidir ve şimdiye kadarki açıkça ilan edilmiş AKP destekçiliğiyle karakterize olan politikasına oranla doğru yönde atılmış bir adımdır. Umarım bu adım Kürtlerle Alevilerin, Müslüman olmayan azınlıkların, devrimci-demokrat solcuların, liberallerin ve demokrat İslamcıların ittifakını sağlayıp geliştirir ve AKP-Cemaat-Ergenekon üçlüsünün karşısında (bazen de arasında) daha pro-aktif bir politikayı mümkün hale getirir. Böyle bir politika, hem Kürtle- kızılbaş - sayfa 9 - sayı 37 - nisan 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 rin hem de Türklerin yararına olacaktır. * * * Erdoğan’ın Ergenekon’a zeytin dalı uzatma yönündeki hamlesi sadece PKK’nin konumunu etkilemiyor. Erdoğan’dan böyle bir davranış beklemeyen aydınlar arasında da karışıklıklar ve şaşkınlıklar yaratıyor. Bu kişiler Erdoğan’ın şimdiye kadarki otoriterleşme yönündeki hamlelerine iyi-kötü bir kılıf bulabiliyorlardı. Ancak katilliği herkesçe bilinen bazı Ergenekon sanıklarını göz göre göre tahliye etmesini izah etmekte zorlandılar. Erdoğan’ın son on yıldır Kemalist bürokrasiye karşı bir devrim yapmakta olduğuna gerçekten inanan veya inanmış görünmeyi çıkarlarına uygun bulan bu yazarlar, şu sıralar o muazzam “devrim”in nasıl ellerinden kaymakta olduğuna dair hayıflanmalar kaleme almakla meşguller. Diğer bazıları, “böyle olması gerekmezdi” inlemesinin eşlik ettiği bir kaderciliğe sapmış görünüyorlar. Kendilerini olayların akışına bırakmış gibi bir halleri var. Bir de dinci harekete Türkiye’yi demokratikleştirmede neredeyse özsel misyonlar yükleme noktasına savrulmuş eski solcular ve liberaller var. Onlar da Erdoğan’ın yeni yönelişine rasyonel kılıflar uydurmakla meşguller. E. Mahçupyan’ın, Erdoğan’ın askerlerle flörtünü Kürt sorununu çözmeye yönelik yeni bir iktidar bloku inşa etme girişimi olarak lanse etmesi örneğinde olduğu gibi. Son olarak, Erdoğan’ın yeni yönelişini Ergenekonla gerçek bir ittifak değil de Cemaat belasından kurtulmak için başvurulmuş geçici bir manevra olarak anlamak eğiliminde olan yazarlar var. Bu tür yorumculara göre, Erdoğan Cemaat belasını savdıktan sonra tekrar Ergenekoncuları dövmeye başlayacaktır. “Ergenekon generalleri beraat etmedi, sadece tahliye oldular!” diyen yazarların bir kısmı bu mezheptendir. Aslına bakarsanız bu düşüncede belli bir gerçeklik payı vardır. Çünkü ilk olarak hiçbir kişi veya parti elindeki iktidarı başkasıyla paylaşmayı istemez; paylaşmak zorunda kaldığında da onu geri alma eğilimi taşır. Bu ilişki, iktidarın mantığına içkindir. İkinci olarak da Ergenekoncular Erdoğan eliyle serbest bırakılmış olsalar bile yeni durumda Erdoğan’ınkini değil, kendi oyunlarını oynayacaklardır. Diğerleri bir yana, sırf bu iki nedenden ötürü, Erdoğan’ın kafasında ileride Ergenekonla yeniden hesaplaşma ihtimaline ilişkin fikirler dolaşıyor olabilir. Ancak bu tür fikirler mevcut güç dengeleri içinde gerçekleşebilir şeyler olmadıkları için Erdoğan’ın ileride yeniden Ergenekonla hesaplaşacağı iddiası boş bir umudun ifadesi olarak kalmaya mahkumdur. Öte yandan Ergenekoncuların iktidar oyunlarına yeniden dahil olduklarını söylemek, Türkiye’yi önümüzdeki dönemde eski Kemalistlerin yöneteceği anlamına gelmez. Son gelişmeler, Ordu da dahil politika üzerinde etkisi olan bütün güç ve örgütlerin pozisyonunda bazı değişiklikler yapacaktır. Bu cümleden olmak üzere Ordunun eli düne oranla biraz daha rahatlayabilir. Ne var ki bu durum, eski Kemalistlerin Türkiye’yi tek başlarına yönetmelerine yetmez. Bunun temel nedeni, Türk toplumunun derin toplumsal yarılmalarla bölünmüş olmasıdır. Bu toplumsal yarılmalar, son iki aydaki gelişmelerin bir kere daha gösterdiği gibi, yeni fay hatlarının eklenmesiyle genişleyip derinleşmektedir. Bu koşullar altında, Türkiye’yi tek başına yönetebilme kabiliyeti, giderek tesadüfe bağlı ve geçici bir niteliğe bürünmektedir. “AKP seçimlerde %50’den fazla oy alsa dahi Türkiye’yi eskisi gibi yönetemez”, diyenler bu nedenle haklıdırlar. Ama AKP için geçerli olan şey, eski Kemalistler için de geçerlidir. Onlar da Türkiye’yi tek başlarına yönetme kabiliyetine artık sahip değildirler. Böyle bir şeye kalkışırlarsa çok kısa süreli bir başarı sağlasalar bile Türkiye’yi Mısır’a veya Ukrayna’ya dönüştürmekten başka bir sonuç alamazlar. * * * Sonuç olarak, Erdoğan’ın yüzünü Ergenekonculara çevirmesiyle birlikte Türkiye’deki siyaset sahnesi yeniden şekillenecektir. Kırım krizinin frenleyici potansiyelini göz ardı etmeksizin ekleyelim ki bazı dış faktörler de bu şekilleniş üzerinde katkıda bulunacaklardır. Söz konusu şekillenişin Kürt hareketi üzerine de bazı etkileri olacaktır. Bugüne kadar Erdoğan destekçiliğiyle ayakta kalmaya çalışan Kürt muhaliflerinin ayaklarının altındaki toprağın kayması ihtimali bunlardan birisidir. “Erdoğan-Öcalan Yakınlaşmasının Mu haliflere Etkisi” başlıklı bir önceki yazımda, Öcalan’ın Erdoğan’a yaklaşmış olmasının bu kesimler üzerinde ne tür olumsuz etkiler yarattığını tartışmaya çalışmıştım. Öyle görünüyor ki, Erdoğan’ın yüzünü Ergenekonculara doğru çevirmiş olması, sözü edilen Kürt muhalifleri bakımından o yazıda tartışılanlardan da ciddi sorunlar doğurmaya adaydır. Yine de her krizin, aynı zamanda köklü zihniyet değişikliklerini gerçekleştirmek bakımından bir fırsat olduğu gerçeğini hatırlamakta fayda var. Mevcut kriz hali de Hamidiyeci ideolojinin son on yılda Kürt aydın ve siyasetçilerinin bagajına kattığı açık ve gizli tortulardan arınmak ve Kürt hareketini, Türk siyasal sistemini oluşturan tarafların basit bir uzantısı olmaktan çıkararak kendi ayakları üzerinde durabilen toplumsal bir harekete dönüştürmek bakımından bir fırsata dönüştürülebilir. Sizce böyle bir şeyi ummak çok mu safça olacaktır? Bizdeki Hamidiyeci hegemonyayı besleyen Türkiye’deki merkezler birbirine girmişken. Türkiye’deki merkezleri besleyen küresel aktörler konuyla ilgili politikalarını değiştiriyorken. Ve son olarak korucular bile Türk siyasal bütünlüğünden kopma eğilimine girmişken. 2014-03-17 kızılbaş - sayfa 10 - sayı 37 - nisan 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Kardeş miyiz? Herkül Millas Azınlık üyesi olmak da, ama azınlık üyesini mutlu kılmak da zor. Ben, örneğin “Hepimiz kardeşiz” söylemini sevmem, hatta bundan rahatsız olurum. İlk elde en iyi niyetli söz gibi görünür, ama bana gizli amaçlı bir projenin ifadesi gibi gelir. Sanki birileri “Sen kendini farklı görüyorsun, ama biz senin farklılığını kabul etmiyoruz, seni bizim gibi, bizden farksız kabul ediyoruz” diyorlarmış gibi algılarım bu sözü. Yani benim azınlık kimliğim tanınmıyor bu durumda, ve dolayısıyla bu söz rahatsızlık kaynağı oluyor. Ne zaman “Bu insanlar bizdendir, kardeşlerimizdir, hiç ayırt etmeyiz” lafını duysam, içimde sıkıntının doğmasını bu biçimde açıklıyorum. Bu lafları söyleyenin, birilerini asimile etmek istediğini düşünürüm. “Komplodur bu söz” derim. Hatta, ikiyüzlülük sezerim: Güzel laflarla maskelenmiş bir yok etme, yok farzetme yordamı. Bunun aksi ifadesi de vardır: “Bu insanlar bizden değildir, biz bu insanlarla kardeş kardeş yaşayamayız, bizden çok farklıdırlar.” Bu laf da beni, daha da rahatsız eder. Bu kez ayırımcılık vardır diye, yeniden azınlık damarım tutar. Ne demekmiş “Siz farklısınız”! Anayasa’ya göre, ama en temel insan hakları bağlamında da, çağdaş bir toplumda siz-biz nasıl olur? Hepimizin eşit ve farksız olmamız ve öyle sayılmamız gerekmiyor mu? Zaten azınlıklar ne çektiyse bu anlayıştan çekmiştir diye düşünürüm. “Siz bizden değilsiniz” diye başlar ve dışlama, hakkın yenmesi, aşağılanma diye sürer gider. Bu lafın arkasında da ırkçılık vardır diye kızarım. Her iki lafın da beni ayrı ayrı rahatsız etmesi beni ayrıca rahatsız ediyor. Bu konular aklıma takıldığında, aynı anda aklıma Hüseyin Rahmi Gürpınar gelir, çünkü onun ‘Ben Deli miyim?’ diye bir romanı vardır. Roman bir yana, “Ben ne istiyorum?” sorusu günceldir ve önemlidir. Çünkü, düşünün, çoğunluktan biri, “Sevgili dostum, seni nasıl görmemi istiyorsun, kardeş mi sayayım seni yoksa benden farklı bir kimse olarak mı?” diye sorsa, benim doğru dürüst bir cevap vermem gerekmiyor mu? Onun da bir yanıt alma hakkı doğmaz mı bu sitemlerimin sonunda? Nasıl bir yanıt vermeliyim bu sorusuna? Bu konuda açık, yani kolay anlaşılır bir yanıtımın olmaması bana çok ilginç geliyor. Ama durum rahatsızlık verici de. Bu açmaz, azınlıkların mutlu olamamalarının bir ek nedeni gibi beliriyor. Yoksa tatminsizlik, her yanda düşman ve her zaman komplolar gören bir azınlık algılamasından mı doğuyor? Bu algılamaya ‘azınlık kompleksi’ demek daha doğru mu acaba? İşte bunları düşüne düşüne bu yazıya koyuldum. Bitirmek için de son bir gayrette bulunacağım. Kendimi (her zaman değil, arada sırada) bir azınlık üyesi olarak gören ben, bana ‘kardeş’ muamelesi de, ‘yabancı’ muamelesi de yapılmasını veya beni bu nitelemelerle belirlemelerini istemiyorum. En başta, kimsenin bu konuda görüş bildirmek hakkı olmamalıdır diye bir duygu var içimde. Azınlıklar ve azınlık üyeleri birileri tarafından ‘belirlenmemeli’. Kendi kendilerini belirlesinler, gerekirse veya böyle bir ihtiyaç duyarlarsa. “Siz şusunuz, busunuz” lafının kendisi rahatsızlık kaynağıdır (en azından benim için). Ne olduğum konusunda konuşma hakkı yalnız bende olmalıdır. Birilerinin ‘belirleyici’ sıfatıyla –dolayısıyla üstün ve egemen bir statüde– ‘kardeş’ veya ‘düşman’ söylemine girişmesidir sorun. Aslında bu söylemlerin her ikisi de (kardeş/düşman), bir ‘kim üstündür, kim güçlüdür’ kavgasında yer almakta ve aynı mesajı vermektedir: Senin ne olduğuna ben karar veriyorum! Bu, kişisel düzeyde de (yani iki kişi arasında) olabilir, gruplar düzeyinde de (çoğunluk azınlık arasında). Ne söylendiği ikincildir. Önemli olan, konunun hangi biçimde ele alınmış olduğu ve konuş- ma hakkının kullanılması. Bu hakkın birilerince kullanılması, başkalarının başka bir hakkının kısıtlanması anlamını taşır. Rahatsızlık bundan doğar – gibi geliyor bana. Tabii, akla en doğal soru geliyor: Çoğunluk veya çoğunluktan bir kimsenin nasıl hissettiğini ifade etme, bu kimsenin azınlığı ve üyesini nasıl algıladığını söyleme hakkı olmayacak mı? Tabii ki olacak. Ama ‘öteki’ni nasıl gördüğünü söylerken ‘öteki’ konusunda değil, kendi hakkında (duyguları, algılamaları, korkuları, ideolojisi hakkında) konuştuğunun bilincinde olması şartıyla. “Sen ‘kardeş’sin veya “Sen ‘düşman’sın” diyenin, aslında kendi duygularını ifade ettiğini bilmesi gerekir. Oysa günümüzde yapılan bu değil. Konuşan, kendi algılamalarını ifade ettiğini bilmiyor; bir gerçeği ifade ediyor – ettiğini sanıyor. Örneğin, fetva verircesine “Kardeşiz” diyen, bununla yetinmeyip, “Ben seni kardeşim sayıyorum, sen beni nasıl görüyorsun?” diye sorsa ve sonra, iyi niyetle ve yanıtı kabul etmeye hazırlıklı durumda, ötekini dinlemeye ve anlamaya açıksa, durum bambaşka olur. Böyle bir durumda kişiler gerçek bellediklerini dayatmıyor, kendi iç dünyalarını ifade ediyorlar demektir. Buna kim itiraz edebilir? Yani ben birilerince belirlenmek istemiyorum. Yarın sabah kalktığımda bu toplumun eşit vatandaşı olmak isteyebilirim. Ama yarın öğleden sonra, saat beşte diyelim, bazı arkadaşlarla buluştuğumda azınlık üyesi olarak onlarla sohbete de başlayabilirim. Gece bastırınca da başka birileriyle dünya vatandaşı oluveririm. Bu, Doktor Jekyll ve Mr. Hyde olmak demek değildir. Hepimiz öyleyizdir. Birçok kimliğe sahibiz. Tek birine sokulunca sıkıntı basar ve çelişkiler doğar. Bir tek kimliğin gömleği dar gelebilir birçok kimseye. (Gelmeyene ne demeli? Bilmiyorum! “Yakıştı” diyebiliriz) Asıl güzel olan, bu konularda serbest olmamız, dikkatin odağı olmamamız, konu olmamamız. Azınlık olmak zor ama onu anlamak daha da zor, öyle değil mi? Kaynak: Azınlıkça Dergisi kızılbaş - sayfa 11 - sayı 37 - nisan 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Yüzleşme A l i Haydar K A N LI Berlin; bir üçgeni andırdı bana üç ucunda üç kat gerildim çarmıha ötekiydim ben Jenosid kıskacında Ermeni,Süryani, Pontus Rum´u, Kızılbaş ve daha ne kadar öteki varsa Anadolu`da Talat, Enver, Cemal, Kemal paşalar karşımda refakat etmek istiyorum Teleryan´a Lemkin´in sıcak insan yüzü beliriyor karşımda içimdeki volkan kabarıyor, hiçkırıklar takılıyor boğazıma kısık bir sesle sadece hayır, şimdi degil diyebiliyorum röportaj yapmak isteyen Elif Kabukcu´ya İşte tüm iticiligiyle duruyor Brandenburger Tor´da tanrılaştırılmış Sovyet Ordusu, meydan okurcasina insanlığa …. „Sachsenhausen Toplama (İmha) Kampı“ beni üç boyutlu bir kıskaca aldı adeta 12 eylül zindanlarından Erzurum Toplama (İmha) Kampına oradan da Sibirya´ya ve tekrar Almanya´ya savruluyordu insan yanım.... sanki gizli bir güç itiyordu beni gerisin geri çakılıp kalmıştım adeta, gitmiyordu ayaklarım ileri.... oysa işte orada, on adım ilerde Krematoyum denen insanlığın ibret abidesi 41° dereceye firlamış ateşim daha fazla ayakta kalamıyorum Peter´den alıyorum daha sonra Pepeyi ve Turgud´adlı türk istihbarat seflerinin Berlin (sachsenhausen KZ) ziyaretine ait fotograf ve bilgilerini.. yıl bin dokuzyüz kırk iki Nazi kampında ne arıyorlardı (yapıyor) acaba? Üstelik gelmeden birkaç gün önce Erzurum´a sürmüşlerdi bin Yahudiyi sahi, Hitler´in ögretmeni de Mustafa Kemal degilmiydi? ve Mustafa Kemal´in başkomutanı Liman von Zanders ... Yıllar önce okumuştum İlya Ehrenburg ve daha birçok yazarın kitaplarından ama bizzat yaşamak bambaşkaydı bu yeryüzü cehennemlerini ... Villa Wansee; Kemal yaşasaydı diye söze başlıyor Alman Führeri .. ve devamla; " Mussolini de iyi ögrencisiydi, ama en iyi ben kavradım Mustafa Kemal`i şimdi hedefimiz Polonya, İleriiiiiiiiiiii! Almanlara yeni yaşam alanları açacağız, Silip atacağız tarihten Lehleri .. Polonya işgali öncesi son gizli toplantı Stugart duruyor karşımda 1935 Nürnberg Anayasasının baş mimari DR Azmi ve Bahettin beyler mi? 1878 Berlin kongresindemi- yim yoksa? sahi aralarındaki kayıp kimdi? Talat Pasa degil mi? iyi de neden 1921 hepsinin ölüm tarihleri? EL-DE Haus; (eski Gestapo Merkezi) ürperiyorum! Onbinlerce insanın kimlikleri okunuyor ve duvara yasıtılıyor kimlik bilgileri .. okunuyor aynı zamanda ne zaman nereden alınıp nerede ve nasıl öldürüldükleri. Hücrelere aşina gözlerim ama buradaki durum bizimkinden çok daha vahim... Sinti, Rom, Romalar toplanmış Deutz´taki Schwars-Weiß sahasına buradan, bir gecede on bir bin Yahudi ve BİN BEŞ YÜZ ÇİNGENE yollanıyor Ausschwitz toplama (İmha) kampına.... yanılıyormuyum yoksa? hafizam yine gelgitlerde Der-Zor yolu sanki burası ve sürüklenen cesetler; Ermeni, Süryani cesetleri.. ve su geçen kamyonların üzerindeki insan iskeletleri sahi nereye yollanıyor, kim neyler ki insan kemiklerini? Pontus Rumlari mi yoksa Kimbilir! Kocgiri yad Dersim`dir belki de öyle gerginim ki sığmıyorum, sığamiyorum kabuguma İspanyol Antifaşit Cephesindeyim şimdi çomak sokuyorum zulmün çarkına ahh! keşke yoldaş olaydım Aliser ben sana binbir ihanetin, ihanetçinin inadına............. Yahudi Mezarlığı (Boklemünd) iste orada ayakkabı topuğu formundaki mezartaşı Josef´in mezarı burası hemen canlanıyor gözümde Ermenilerin o dülger (sanatkar) elleri şimdiki Kempgen ayakkabı magazaları zincirinin ilk dehası el konmuş Nazi´lerce nasıl ki Gayrimüslümlerin tüm varlıklarına elkonduysa bizde de o da ne? Bir mezar kurşunlanmış birkaç adım ötede soyunu kırdıkları yetmemiş kin kusuyorlar hala mezar taşlarına bile ….. ah şu benim sefil insanlığım bak işte surada Ani Harabeleri oysa daha yüzyıl evvel ışıl ışıl dı geceleri ve insanın içini ışıtırdı cıvıl cıvıl çocuk sesleri peki ya Ahdamar`a ne demeli? nerede o eski görkemi? ya Ayintap`in, Diyarbakir`in, Mardin, Siirt, Sebastia, Erzurum`un dülgerleri? acının her yanı ezer içimi ammaaaaa ... ille de Gomidas`ın suskunlugu öldürür beni .............. Nisan 2014 / Almanya kızılbaş - sayfa 12 - sayı 37 - nisan 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Olmak ya da olmamak X. Çelker Shakespear Dersim'i bilir miydi, Dersimliler'den haberdar mıydı bilinmez. Ama o, Dersim'i bilmezse de, Dersimliler'den haberdar olmazsa da Dersim'in geleceği bu sözde saklı. Dersimliler açısından artık "olmak ya da olmamak"tan daha ivedi bir gerçeklik yoktur. Çünkü Dersimliler'in küçümsenmeyen bir kesimi kendisini ya Türk, ya da Kürt görmekte. Yanısıra kendisini Ermeni veya Arap görenler de var. Bu durumda akla hemen şu sorular gelmekte: Dersimliler neden hep kendinden daha büyük, daha güçlü bir olguya ait olmak ister? Neden bir başka ırka, bir başka dine, bir başka dile, bir başka coğrafyaya ait olmak ister? Asıl olan bir yere ait olma duygusu mu, yoksa kendi gücüne güvenemeyip başka şeylerden medet ummak mı? Şucu-bucu olma isteğinin nedeni yalnızlıktan kaçış mı, korku mu? Yoksa kendinden güçlüyü arama isteğinin nedeni kendine güvensizliği mi? Aşağıda vereceğim iki örnek kuşkularımda haklı olduğumu gösteriyor. Birinci örnek Doğu Perinçek'in 06 Temmuz 2012'de, "ip.org.tr" sitesinde Musa Tanrıkulu'nun Tunceli’liyim ve anadilim “Zazaca” adlı makalesini yansıttığı “Zazaca” ve Kürtçe öğretim dili olabilir mi? adlı makalesi. Bu makalede Tunceli-Pülümür'lü Musa Tanrıkulu atalarının tüm baskılara, kıyımlara rağmen koruduğu aidiyet duy- gusundan yoksun bir vaziyette, uğrdığı asimilasyonun dahi farkına varmadan, T.C. milliyetciliğine soyunarak, cahilliğini "bilgiyi ve teoriyi Cumhuriyetin okullarında ve Türkçe olarak" edinmekle giderdiğine vurgu yapıyor. Oysa T.C. okullarında okutulan tarih bilgisi sağ kanat bir ideoloji olan Türk-İslam sentezinden ibarettir. Dersim Soykırımı da bu teoriyle hazırlanıp uygulanmış. Fakat böylesi zavallılar bunun dahi farkında değildirler. Bu nedenle kendisini, tarihi coğrafyanın adı olan Dersim'le değil de "Cumhuriyet ve ilericiliği ifade ettiği için Tunceli” ile ifade ediyor ve bundan gurur duyuyor. "Bölgemizde bu özelliklere sahip Türkler, İranlılar ve Araplar gibi milletler yaşamaktadır. İleri ve uygar toplumların dillerinden, geri kalmış toplumların dillerine sürekli olarak kelime ve kural akışı olmuştur. (..) Bu nedenledir ki Zazacada kullanılan kelime sayısı 1500-2000’i geçmez", diyen Musa Tanrıkulu yayınlanmış olan Zazaca sözlükleri alıp bir gözden geçirse yalan söylemlerinden ötürü utanır mı aceba? Türkçe'de "m" harfiyle başlayan tek kelimeni olmadığını biliyor mu? Cömerd, çadır, çarmıh, çeper, çeyrek, desimetre, destek, dezge, fırsat, göçer, herkes, kelepir, namerd, pehlivan, pergel, pervane, peşin, piyade, rehber, sarhoş, serbest, serseri, sınır, vadi vb. daha bir çok kelimenin Zazaca veya Kürtçe'den Türkçe'ye geçtiğini biliyor mu? Cumhuriyetin kuruluşunda bu yana her türlü imkan seferber edilmesine rağmen Türkçe kelimelerin sayısının 8.000 olduğunu Nişanyan Etimoloji Sözlüğünde belirtir. Musa Tanrıkulu sayın Musa Canpolat'ın sözlüğünü eline alıp sözcükleri sayabilse bu sayıyı en az ikiye katlayacağından haberdar mı? "Mesele gelip burada düğümleniyor. 1500 - 2000 kelime ile hayatını ancak devam ettirebilen Zazalar fizik, kimya, matematik, hukuk, edebiyat, sosyoloji kısacası fen, edebiyat ve kültür eğitimini hangi kelimeleri kullanarak öğrenecek. Asit, alkol, glukoz, tanjant, karekök, açı, dikdörtgen, üçgen vs vs kelimelere karşılık ne diyecek?" Bunu yazan Tanrıkulu fizik, matematik, sosyoloji, asit, alkol, glikoz, tanjant, kare sözcüklerinin Farsça; kimya, hukuk, edebiyat, fen sözcüklerinin ise Arapça olduğunu biliyor mu? Bilmez, haberdar değildir, onu ilgilendirmez. Çünkü o artık Tanrıkulu değil T.C.'nin kuludur. "Tarihi süreç içinde coğrafyamızda öncelikle ölmeye mahkûm Zazaca, Kürtçe, Süryanice ve benzeri diller olacaktır", diyen T.C. kulları olduğu sürece muradına ermeleri de ne yazık ki olasılık dahilindedir. İkinci örnek "http://www.zazaki.net/haber/zazalarkurt,-zazaca-kurtcedir-1305.htm" linki ile "zazakî.net"de yayınlanan "Zazalar Kürt, Zazaca Kürtçedir" başlıklı makale. Bu makaleyi Dil Sanat ve Kültür Derneği (ziwan-kom), Newepel gazetesi, Şewçila dergisi, Zazakî.net, Vate dergisi gibi kurum, dergi ve internet sayfalarının yanısıra Roşan Lezgîn, Bîlal Zîlan, Munzur Çem, J. İhsan Espar gibi bireyler de imzalamışlar. İlk kez olsa gerek bu kadar kurum ve birey biraraya gelip devletin bir kurumu olan Milli Eğitim Bakanlığı'nın bir çalışmasını avazları çıktığı kadar desteklemekte ve minettarlıklarını şöyle ifade etmektedirler: "Artuklu Üniversitesi akademisyenlerince hazırlanan “KURDÎ 5 Kurmancî” ve “KURDÎ 5 Zazakî” ders kitaplarında kullanılan tanımlar, dil ve terminoloji doğrudur. (…) hazırlanan kitaplar, hem dilin kullanımı açısından hem de içeriği açısından titiz ve değerli bir çalışmanın ürünü olup, takdir edilmesi gereken bir çalışmadır. Bundan dolayı, kitabı hazırlayanları kutluyor, kendilerine teşekkür ediyoruz." Bu kutlama ve teşekkürün nedeni ne aceba? Akla tarihi Türk-Kürt itifakının devamı olasılığı ile yakın gelecekte "Kurdi"nin eğemenliği altına girecek olan Zazaca'nın akibeti geliyor. Kitapta Kurdî, Kurdki isimleri geçmekte ve yanısıra Zaza Kürtleri demekte. "…Gerek Kurmancca gerekse kızılbaş - sayfa 13 - sayı 37 - nisan 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Zazaca lehçesinde kullanılan dil, standartlaşmaya doğru giden bir dildir. Bunu destekliyor, çalışmalarından dolayı kendilerini kutluyoruz" diye de temenilerini ifade etmekteler. Burda sorulması gereken, Standartlaşmaya doğru giden bir dil mi, Kurmanci'leştirilen bir dil mi? sorusudur. Başta C. M. Jacobson, M. Sandonato ve daha sonraları Prof. Gippert, Dr. L. Paul gibi dilbilimcilerle Zazaca'ya yönelik çalışmalara Ware (Dergisi) Grubu olarak 1991'de başladık. 1992 yılında Elif ba Warey diye adlandırdığımız Zazaca Alfabeyi yayınladık. C. M. Jacobson eşliğinde yapılan bu çalışmaları, yine C. M. Jacobson 1993 yılında "Rastnustena Zoné Ma" adıyla kitaplaştırdı. Vate grubu ise tam 5 yıl sonra, 1997 de ilk sayısını yayınladı. Kendilerinden önce yapılmış olan bu çalışmaları sırf siyasi görüşlerine tekabul etmediği için -kısacası Kürtcülük yapılmadığı için- görmezden geldiler. Fakat, Zazaca'ya yönelik hiç bir çalışması olmayan E. C. Bedirxan'ı kendilerinin kılavuzu edindiler. Vate dergisinin Ware dergisine alternatif olarak çıkarıldığını Roj TV'de Lerrzan Jandil bizzat ifade etti. Ware dergisini çıkaranlar kürtçülük yapmıyorlar diye "bölücü" oluyorken, kimliğini inkar edenler dilbilimci mi oluyor? Ware Grubu olarak Zazaca alfabeyi oluştururken, Bedirxan alfabesini incelemiş ve bazı seslerin karşılıklarının o alfabede olmamasından (x-ğ harfi) dolayı, Zazalar'ın da Türkçe'yi bilmelerinden hareketle Latin harflerinin Türkçe üzerinden alınmasının okuma-yazmayı kolaylaştıracağını baz alarak hareket etmiştik. Örneğin "ı"ve "i" harflerini Bedirhan Alfabesinin "i" ve "î"sine tercih etmiştik. Attığımız adımın doğru olduğunu da pratikte gördük. Bunu isteyen her kes Ware ve Bedirxan albesiyle yazılmış aynı metni bir Zaza okuyucuya okutarak sınayabilir. Divengî adıyla alfabede işledikleri ses ise "xw" sesi ve buna da xwazgîn, xwe, xwendî, xwezila örnekleri verilmiş. Dilden anlayan birinin bu ses kombinasyonunun Zazaca olmadığını bilmesi gerekir. Onlar da Zazaca'da bu sese örnekler bulamadıklarından Kurmanci örnekler vermek zorunda kalmışlar. Ayrıca Ware Alfabesi'nin teknik olarak da büyük bir kolaylık sağladığının altını da çizmeliyim. Ders kitabında "dibistan" ile "Wendegeh" kelimeleri bolca kullanılırken, Zazaca konuşanlar tarafından yaygın olarak kullanılan mektebe kelimesi kullanılmamış. Kelimelerde tabelada gösterildiği gibi özellikle Kurmanciye benzetme çabası sözkonusu. MEB tarafından yayınlanan Zazaca'da yaygın kullanılan şekli kitapta kullanılan şekli bajar paca baş/başe pîrozkerdene başûr rewşe belê rojawan birine rojhelat candar sipas cilan şanbaş ciwîyênê şodirbaş cu taşti cugeh tehmserd çalakî temaşe kerdene dorûverê vakur gelek xebat mamosta xîzikoke kerdene nêmroj yewşeme suke qula rınd şén kerdene vervaroc hal héya ğerb dırbete şerq roene berxudar be kınci şano xér weşiya xo ramıtene şodıro xér weşiye ara mekan bé tam kar u gure sér kerdene / téy niadaene der u dor zıme xélé/zaf kar/gure malım ğıj kerdene peroc bazar Bahsi geçen Kürtçe'leştirme çabaları aşağıdaki isim ve örnek cümlelerde olduğu gibi bir bütün olarak kitaba yansımış bulunmakta. Azad, Berfin, Bawer, Bınefşe, Hêlîn, Beybûn, Zana, Roni, Baran, Rénas, Mizgîne, Loran, Lorane, Soran, Zerga, Terfa, Tajdîn, Goran, Solîne, Dilgeş, Rûmete... Gelî Kurdan, bêrin têde biwanîn. Beyta Feqî ya Vengê Xanî yo Ziwané kurdkî yo Pirtûka Xwendina Kurdki Zazaca'nın en yoğun konuşulduğu yerlerden biri olan Mamekiye ve Bingöl'un adı hiç geçmezken, Hekari-Çolamerik, Muş, Wan yaygınca kullanılmış. Tarihi Désim (Dersim) adı da Tunceli anlamında sadece bir kez kitapta yer almış. Aidiyet ile ilgili yukarıda sorulan sorulara verilecek cevap ne olursa olsun doğuştan gelen bu duygunun kaybolmakla yüzyüze olduğu "Herkesin bildiği sır"dır. Sağlıklı bir şekilde tatmin edilemeyen, yok olmakla karşıkarşıya gelen bu duygudan dolayı ne yazık ki kendi olmaktan öte, hep başka arayışlara yönelme ihtiyacı duyulmuştur. Sağlıksızlık çocuklukta başlamış. Aile ortamında özgün bir birey olarak büyütülmemiş. Kendisine sürekli, "ben Dersimli'yim, ben Alevi'yim, benim dilim Zazaca'dır deme", denmiş. Kırsalda etrafını saran Müslüman kesim, şehirlerde mahalle baskısı, herhalükarda zorbannın gücünü ensesinde his ederek büyümüş, korkularla büyütülmüş. Yanısıra kuşaklararası kopukluk yaşanması nedeniyle ne özgünlüğünü hissedebilmiş, ne de aidiyet duygusundan payını alabilmiştir. Kendimizi kimseyle kıyaslamadan özgünlüğümüzü, bir yere ait olduğumuzu hissetmek zorundayız. Bunun da yolu aidiyet duygusundan geçer. Ait olma duygusu insanın varlığını devam ettirebilmesi için gerekli bir duygudur. Çünkü insanın tek başına varlığını sürdürebilmesi mümkün değildir. İnsan aidiyet duygusu ile büyür ve ölür? Kamillerimiz lafanlamazlara herslendiklerinde, "Mı névake kıré mıra niyo, mı va ke mıra niyo" derlerdi... Kaynak: http://www.vartositesi.com/makale/128/42/ kızılbaş - sayfa 14 - sayı 37 - nisan 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 DERSÊN KURMANCÎ(2) BEŞA DUYEM 01-RÊBENDAN 02- REŞEMÎ 03- ADAR 04- AVRÊL 05- GULAN 06- PÛŞPER 07- TÎRMEH 08- TEBAX 09- ÎLON 10- KEWÇÊR 11- SERMAWEZ 12- BERFANBAR 01-DEMSALÊN SALÊ Uğur Adsız ROJÊN HEFTÊ DUŞEM SÊŞEM ÇARŞEM PÊNCŞEM ÎN ŞEMÎ YEKŞEM ROJÊN HEFTÊ Dudu dudu, duşem tê Sêşem li pê duşemê Çarşem roja çaran e Daye pêşiya pêncşemê Pêncşem çû mala xalo Xalo çû mala kalo Ka navê kalo çi ye? Navê kalo înî ye. • 1-BİHAR 2-HAVÎN 3-PAYÎZ 4-ZİVİSTAN • SERENAVÊN MEH Û ROJÊN TAYBET • Eger mebest ji navên meh û rojan meh û rojên taybet bin, bi tîpên girdek dest pê dikin. Lê eger mebest daraz û ragihandin be, bi tîpên hûrdek dest pê dikin. • Mînak: • Roja Evîndaran 14ê reşemîyê ye. • 14ê Reşemiyê Roja Evîndaran pîroz be. • 21ê Adarê Cejna Newrozê hat pîrozkirin. • Cejna Newrozê 21ê adarê ye. • 1ê Gulanê Cejna Karkeran pîroz be. • Her sal yekê gulanê Cejna Karkeran e. JİYAN Bİ KURDÎ XWEŞ E Zimanê me him rûmeta me ye him jî Şemî rojek pir xweş e Dilê me dike şahî Em dilîzin bi hev re Bi lîstok û biyarî A va ye hatiye yekşem Zarok çûne çem û çem Duşem, sêşem û çarşem Pêncşem û roja înê Diçe bi kar û xebat Lo û lê, lê û lo Ka werin vê şahiyê Hatiye dawiya heftê Bi xweşî be li her derê MEHÊN SALÊ [email protected] resm û reng û dengê me ye. Bi zimanê xwe, xwe nas bike û bi zimane xwe, xwe naskirin bide. Eger mirov bi zimanê xwe bifikre bi zimanê xwe dipeyve, bi Kurdayî jiyana xwe derbas dike. Di jiyana Kurdan de Xeyal û xewn û evîn bi zimanê dayîkê xweş e. Eger mirov huner û edebiyata xwe bi zimanê Kurdî kar bîne şewqa wî di mêjî û dilê mirov de cîh digire. Ji binbîraxwe de siya reş paqij bikin ku, rûyê we sipî, jiyan û qedera we gul û behar be. DEMÊN ROJÊ SİBE SİBÊ NÎRVO ÊVAR ŞEV PEYVÊN Jİ BO SLAVDAYİNA DEMÊN ROJÊ ROJBAŞ / SİBÊ TE Bİ XÊR DEMBAŞ/ ÊVARBAŞ/ ÊVARÊ TE Bİ XÊR ŞEVBAŞ / ŞEVÊ TE Bİ XÊR DANÊN ROJÊ DANÎ SİBÊ /06-12 DANÎ NÎRVO /12-18 DANÎ ÊVARE /18-24 DANÎ ŞEVÊ /24-06 Daniyek demekîi ji sedî sed ne diyarê lê em dikarin daniyekî wekî 6 demjimar hesep bikin. kızılbaş - sayfa 15 - sayı 37 - nisan 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 HALKLARIN VE KADINLARIN ÇIĞLIĞI “ERBANE” Ayşegül Karadağ Erbane Mezopotamya’da yaşayan halkların yaşam biçimlerine de uygun enstrüman. Def ’e benzediğini gördüğümde hele de kadının elinde her alanda çalınması dikkatimi çeken en büyük özelliği olmuştu. Erbane halkların ve kadınların çığlığı. Dikkatimi çeken en büyük yönü kadının çok hassas ve çok nazik bir şekilde belki de çığlık çığlığa Erbane’yi kullanması olmuştur.Erbane çalan kadınları gördüğümde içim büyük bir coşku ve heyecanla dolup taşar. Bu büyük coşku ve heyecan beni Erbane’nin tarihine götürdü.Neden kadın? Erbane İbranice de 'tef ', Sümerlilerin dilinde 'dup' Arami dilinde ise 'doff, daff', Şırnak ve Serhat bölgelerinde 'def ' Xerzan ve Diyarbakır yörelerinde ise 'erbane' ismiyle kullanılıyor. Erbanenin sesi doğanın sesidir. Erbaneyi M.Ö binli yıllarda kadınlar ortaya çıkarıyor. Diyarbakır'da çok sık kullanırken Ortadoğu ve Asya'da çok yaygın. Erbane müziğin bir parçasıdır ve Kürt kültüründe önemli bir enstrümandır. Kürt, Arap, Ermeni, Süryaniler düğünlerinde, dinsel ayinlerinde erbane çalıyor. Tarihin derinliklerine inersek, asıl anlamda Zerdüştler zamanında yani islamiyetten önce Kürtler, ateşler yakarak özellikle kadınlar bu ateşin etrafında halay çekerlerdi. Bu enstrüman hem eski hem de çok sesli ve renkli. Gerçekten 5. yüzyıldan önce varolan bu enstürman şu an unutulmanın eşiğinde. Erbane Mezopotamya’da yaşayan halkların yaşam biçimlerine de uygun enstrüman. Erbaneyi diğer vurmalı çalgılardan ayıran özelliği, vuruşların dıştan içe doğru olmasıdır. Bu da çalgıcı ile çalgının bütünleşmesini sağlıyor, içselleştirme sözkonusu. Hunermend Sosin’in Erbane ile ilgili sözleri ciddi anlamda beni etkiledi. Erbanenin ‘Eğer gücün yoksa beni çalma’ dediğini belirten Sosin, ‘Eğer o gücün yoksa, ruhsal açıdan enerjik olmayıp ve hayallerini onunla birleştirmezsen, o seni kabul etmez. Hem estetiktir, hem nazik hem de asildir” diye konuşuyor. Erbanenin kadının rengi ve kadını tanımladığının da önemine değinen Sosin, “Zerdüştlük döneminde kadınlar çalıyordu ama islamiyet geldikten sonra birçok şey kadına yasaklandı. Sanat alanından, erbane çalmaya ve daha birçok şey..” diyor. Erbanenin unutulmayla yüze yüze kaldığının çok acı bir durum olduğuna dikkatleri çeken Sosin, bundan dolayı erbaneyi bir hastalık gibi yaymak istediğini de söylüyor.. Sosin, ilaçtan daha etkili bir şekilde insan ruhunun derinliklerine ulaşabildiğini anlatıyor.. Şu an günümüze baktığımızda yürüyüşümüzde, mitingimizde, taziyemizde, düğünlerimizde kullanıyor. Zerdüşlük döneminde kadınlar çalıyordu ama islamiyet geldikten sonra birçok şey kadına yasaklandı. Sanat alanından, erbane çalma ve daha birçok şey... İslamiyet döneminde Kaside-i bürde gibi camilerde, mevlütlerde çalınıyordu. Buralarda da erkekler rol sahibi olduğu için kadınların yeri yoktu. Dervişler, sofiler çalıyordu mesela. Kadını tanımlayan bir alettir ve kadının rengidir. Erbane perdeli bir enstrüman olmayışından notaları farklıdır. Solfejle değil bona ile çalınıyor. Yani melodiyle değil, ritimle... La ve do tonlarında çalınır. Erbane bugün her herkesin elinde kullanılarak bizlere güç veriyor. Hem estetiktir, hem nazik hem de asildir. Aslına bakıldığında kadının rengidir ve kadını tanımlıyor. Mesela şeklini un eleğinden (bêjing ve moxil) almıştır. Doğaya bağlı ve yaratıcı olanlar bunu kullanmıştır. Bu da kadının doğasında vardır. Özelliklerine ve farkındalıklarına gelirsek, değişik çalma şekilleri vardır. Mesela etrafında halkacıklar var, ritimler eşliğinde 10’a yakın versiyonla çalınabiliniyor. O halkacıkların sesi, insanı yüreğin derinliklerine götürüyor. Çalarken bunları hissetmeniz lazım. Farklı bir yanı daha; stresli anlarda, üzgün ve kederli anlarda ve hatta keyifli anlarda can arkadaşınız oluyor. Öfkeli ve kızgın anlarda çok sertçe vurup, bütün öfkenizi bırakabiliyor ve rahatlayabiliyorsunuz. Kederli anlarınızda ruhun derinliklerine inip kederinizi paylaşıyor ve mutluluğunuzu da aynı şekilde. İlaçtan daha etkili ve yararlıdır. Erbane, kültürümüz, kuruluşumuz ve varlığımızdır. Bir Kadın ‘erbane’ çalıyorsa kutsaldır. Her zaman Erbane çalan Kadını kutsanmış olarak görmeye devam edeceğim. Kadının tarihi yazgısı bende hep böyle özel, coşkulu ve heyecanlı kalacak. o çaldığında sömürülen, öldürülen, ezilen, intihara zorlanan, terk edilen, çaresiz bırakılan tüm kadınların çığlığı olur. kızılbaş - sayfa 16 - sayı 37 - nisan 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Kızılbaş Kürtler Nasıl Türkleştirildi? Süleyman Şahin Devlet Kızılbaş ve Kürtler üzerinde dil asimilasyonunu “Köy Enstitüleri” ismi altındaki okullarla başlattı. Bu okulların ilerici bir yönü de vardı elbette. Köyü ve çevreyi maddi yönde geliştirmek ve okumayı yaygınlaştırmak için faydalı idi. Sadece devletin niyeti bu değildi. “Kızılbaş ve Kürtlerin inancını ve dilini nasıl yok ederiz?” diye bu projeyi hazırladılar. Bu stratejiye uygun çalışmalar yürüttüler. Ben bu açıdan bunun bizim için bir yıkım olduğunu açıklamaya çalışacağım. İnanç ve Kürt dilini yasaklamadan bu proje genişletilmiş olsaydı ben bunu tamamen desteklerdim. Elbette Kürt Kızılbaşlar sadece asimile olmadılar; Anadolu’da yaşayan tüm halklar bu sistemle kendi inanç ve ana dillerini unuttular. İşte, karşı çıktığım ve eleştirdiğim konu budur. Bu okullarda mezun olanlarla bir konuşun. Eğer bu ortamdaki yeniliklerde kendilerini geliştirmemişlerse tamamen Kürt ve Alevi düşmanıdırlar. Öteki halkların da aynı yöntemle asimile olduklarını belirtmek isterim. Elbette Anadolu’daki Kürt, Laz, Çerkez, Arap, Ermeni gibi onlarca halk Osmanlı Devletinin son dönemlerinden itibaren çeşitli kırımlardan geçirilerek, bu halkların mozaiğini bozarak, sadece hayali bir Türk ulusu fikri yaratmaya çalışan Mustafa Kemal ile hayata geçmiş oldu. Dağlarına ve taşlarına da çeşitli sloganlar yazarak devletin tüm kurumlarında Türk’ten başka hiçbir halkın olmadığını yok sayarak, asimile propagandasını geliştirdiler. Bu karamsar tablo günümüzde halen devam etmektedir. Elbette bu Anadolu mozaiği bir gün kendine gelerek demokratik hakkı olan dil özgürlüğüne ve diğer haklarına kavuşacaktır. Kızılbaş Kürtler nerede olursa olsunlar tamamen Kürtçenin Kurmanci lehçesiyle konuşurlar. Başka bir dil bilmezdi. Hele bizden önceki kuşaklar kesinlikle bir tek sözcük Türkçe bilmezlerdi. En büyük dil katliamı Cumhuriyet döneminde, bu okulların açılmasıyla ve bizim kuşakla başlamıştır. Zaten Cumhuriyet dönemine kadar halk hiçbir zaman devleti sistemini tanımadan yaşamıştır. Cumhuriyet döneminde devlet halkın üzerinde çeşitli bahanelerle baskı yaratmıştır. Bazı kendini bilmez sözde Kürt ve Kızılbaş Aleviler de “Kürtçe diye bir şey bilmiyorlar. Dediklerinden biz de bir şey anlamıyoruz.” dediler. Ben bu görüşe hiç katılamam. Sebebine gelince; her Kürt Kızılbaş bir düşünsün önce. Anne ve babaları ile kaç kelime Türkçe konuşuyorlardı? Ben şu kanaatteydim; bizim kuşağa kadar Kızılbaş Kürt Aleviler hiçbir zaman asimile olmamıştır. O kendini bilmez kişiler kendilerinden önceki kuşakları bir düşünsünler. Onlar sadece hem “Kızılbaş” hem de “Kürt kimliğini” muhafaza edenlerdir. İşte, cumhuriyet döneminden sonra hem Kürt kimliği hem de Kızılbaşlık bizimle tarihe gömülmek istenmiştir. Onu da bizim kuşaklarla yapmayı başarmışlardır. Tahminim odur ki, yeni kuşaklar buna müsaade etmeyecektir. Benim esas görüşüm budur. Yöre insanının sabrını tüketerek, isyan ettirmişlerdir. Bu isyanlara da çeşitli kılıflar uydurarak, “bunlar gericidir” “bunlar şapka giymiyor” gibi söylem ve bahanelerle kıyımlar yapmak suretiyle, gelecek kuşaklara hiçbir şey bırakmadan, bütün bilgileri ve yazılı olan ne varsa hepsini yok etmişlerdir. Aynı bugünkü köy korucu sistemi gibi bir çalışma içerisine girerek, Kürdü Kürde kırdırma politikasını yürütmüşlerdir. Yani isyanlar hiçbir zaman durmamıştır. 1938 yılına kadar bu isyanlar devam etmiştir. Tabi bunlar yöresel düzeyde kalmıştır. Yani tüm Kürdistan’ı içerisine alacak bir örgütlemeye gitmeden hepsini imha etmişlerdir. Kürdistan özgürlük hareketi çıkana kadar bu böylece devam etmiştir. Ancak özgürlük hareketi bütün bölgelerde mücadeleyi omuzlayarak birleştirmeyi başarmıştır. Cumhuriyet döneminde de bölgeyi eritememişlerdi. Bu dönemler, dünya durumlarını da göz önüne alarak, çeşitli incelemeler de bulunduktan sonra “Biz bu halkın dilini nasıl yok ederiz?” konusuyla hayli meşgul olmuşlardır. Bunun üze- rine çeşitli araştırma komisyonlarını kurarak, buna kafa yormaya başladılar. Belirli projeleri o dönemin Avrupa devletlerinin çeşitli kurumlarıyla beraber hazırlamışlardır. Tabi bu projeleri hayli zaman aldı ve nelerin yapılacağını iyice araştırdıktan sonra bu konuları uygulamaya koydular. Nihayet belli bir sonuca gittiler. 1940 yılında bilhassa Kürt ve Kızılbaş bölgelerinde öğretmen yetiştiren okullar açmayı başardılar. Bu okulların adına da “Köy Enstitüsü” diyerek bu bölgelerde yaygın bir şekilde hayata geçirdiler. Köy Enstitülerinin başına o zamanın ilericisi olan Tonguç Babayı görevlendirdiler. Türkiye’deki tüm halkları, Arapları, Ermenileri, Süryanileri, Çerkezleri velhasıl halkların hepsini Türkleştirmek için yaptılar bunu. Bu okullarda kız ve erkekler beraber eğitim yapardı. Öğretmen olanlar her çeşit el sanatlarını okullarda öğrenerek kendi köylerine gönderirlerdi. “Bu okullara sadece köy çocukları alınacaktır. Bunlar öğretmen olduktan sonra da herkes kendi köyüne görevli olarak gideceklerdir. Ancak bu yolla biz bu bölgelerde belirli bir ilerleme kaydederiz” düşüncesi bir strateji oldu. İlk olarak Akçadağ kazasında bu okulu hayata geçirdiler. Bundan belirli tecrübeler edindikten sonra bunu öncelikle Kızılbaş Kürtlerin bölgelerinde açtılar. Sonra bunları çeşitli bölgelere yaydılar. Bütün civar köylerden belirli çocukları jandarma ve köy muhtarları vasıtasıyla toplamaya başladılar. Velinin razılığı olup olmadığını hiçbir zaman göz önüne almadan, bunu gerçekleştirdiler. Karşı çıkan aileleri ise jandarma aracılığıyla sindirdiler. Bu çocukları Köy Enstitülerinde yatılı olarak tam beş sene bir erozyona tabi tutarak benliklerini ve kişiliklerini tamamen yok ederek, kendi ideolojisine hizmet edecek birer robot halinde yetiştirdiler. Bu projelerini öyle uzmanlara hazırlattılar ki, bunlar devrimcilik adına köyleri kalkındırma faaliyeti olarak lanse etmeye başladılar. Şunu her zaman gizli tuttular; “Mademki siz bunu köylerin kalkınması için yapıyorsanız, neden bu halkın kendi dili ile bunu gerçek- kızılbaş - sayfa 17 - sayı 37 - nisan 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 leştirmiyorsunuz?” Zaten bunu diyen insanları da hepten bu proje içerisine almadılar. Yani bu Kürt çocuklarını beş veya altı sene gettolarda yetiştirerek kendi köylerine göndermeye başladılar. Bu çocukları öyle yetiştirdiler ki, tamamen kendi kendilerine yabancılaştılar. Bunlara insan demeye bin şahit gerekirdi. Kendi adet ve ananelerine ve de kendi yaşam biçimine ters düşecek şekilde yetiştirildiler. Kendi köyündeki yetişmeye göre güzel yedirdiler, güzel giydirdiler. Kendi yöre halkına tamamen yabancı bir duruma getirerek, kişiliklerinden kopardılar. Yani eski durumlarından utanır duruma getirdiler. Elbette oradan okuyanlar kısa zamanda kendilerini unuttukları için, bu oyunun farkına varmadan bu durumu sevinçle karşıladılar. Çocukları senenin belirli tatil günlerinde evlerine gönderdiler. Bunlar kendi ailelerine tamamen yabancı geldiler. Anne ve babaları onlardan bir şey anlamadan onlarla hiç sohbet etmeden sadece onları kendi kucaklarına alarak onların üzerine ağladılar. Çünkü anne ve babaları onların dilinden bir şey anlamıyorlardı. Ancak bir insanın birbiriyle kaynaşması kendi ana diliyle olur. Bütün canlılar ancak kendi ana dilleriyle birbirine ısınırlar. Yani kaynaşma aracı kendi ana dilleridir. İşte, cumhuriyet projesi tamamen bu aracı ortadan kaldırdı. Kendi çocuklarına tamamen yabancı bir aile durumuna düştüler. Bir de okullarda şunu öğrettiler: “Siz annelerinize giderseniz mutlaka bir hediye alınız. Onların gönlünü alırsınız” Yani kısacası ne gibi oyunlar varsa hepsini denediler. Bunların tek sebebi ise o yörelerin tamamen isyan ruhunu yok etmekti. Bir de kendi kendilerine yabancı bir insan türü yetiştirmekti. Çocuklar evlerine hediyelerle gelince anneler; “Yavrum bu hediyeler yerine kendi dilimle benimle konuş, beni daha çok sevindirmiş olacaksın.” dediler. Mesela kendim yaşadığım bir örneği vermek istiyorum: Devlet yetkilileri kendi benliğinden uzak, kendi öz yaşantısını inkâr eden, kendi ana dili olan Kürtçeyi unutarak, Türk’ten daha da Türk olan bir nesil yetiştirmeyi başardılar. O çocukları en güzel bir şekilde giydirdiler. Ancak böylelikle getto hayatıyla özgeçmişlerini unutturdular. Öğretmenler içinde köy hayatını yazan yazarlar da yetişti. Sadece Türkçe yazdılar. Bunlar bilhassa Türkçenin gelişmesinde ve yerleşmesinde harç görevini üstlendiler. Bir de Köy Enstitülerinin ikinci aşaması olarak, her köyde en az askerliğini yapmış olan bir kişiyi bularak bunları eğitmen olarak yetiştirdiler. Bunları tam altı ay bir kurstan geçirerek, ellerine de basit bir çalışma programı verdiler. Bu eğitmenler altı aylık kurstan mezun olan her adayı da kendi köyüne gönderdiler. Bunların asil görevi kendi köylerinde birinci derecede yetişkin halkın ana dilini yasaklamaktı. Aynı zamanda gece okulları da açarak, halka anadillerini unutturmaya çalıştılar. Böylece onları kendilerinden utanır bir duruma getirdiler. Karşı çıkanlar da yakın karakollarda baskı ve sindirmeye tabi tutuldu. Bunların kontrolleri ise, birer gezici başöğretmenlere verildi. Halk bunlara “gezici öğretmen” derdi. Gerek eğitmenler gerekse öğretmenler birbirlerine de birer kontrolcü gibi oldular. Köye gezici öğretmen geldiği zaman, bu köylerde yetişkinleri de kontrol ederdi. Eğer köylü vatandaşlar belirli derecede Türkçe bilmiyorlarsa, o eğitmen hakkından tahkikat açardı. Bunlara gereken cezalar verilirdi. Öteki öğretmenleri bunun üzerinde tamamen bir üst dereceyle taltif (nişan, ödüllendirme) ederlerdi. O dönemde köylerdeki bu eğitimcilere belirli bir şekilde devlet yardım yapmaya başladı. Tabi bu yardımlar tamamen karşılıksız olarak veriliyordu. Devletin amacı, eğitimcilerin hayat şartlarını halkın hayat şartlarından farklı bir şekilde yükseltmekti. Her sene eğitimcilere iki takım elbise, hanımlarına ve çocuklarına da elbiseler veriyorlardı. Ayrıca her türlü yiyecek, un, şeker, çay, gibi eşyalar veriyorlardı. Öğretmenin hiçbir geçim derdi olmazdı. Devletin istediği, öğretmenin kendi insanını iyice ezmesi kendi dilini yasaklayarak birer Türk’ten daha fazla bir Türk olmasını sağlamaktı. Eğer o eğitimci kendisine verilen görevi yerine getirmezse, ceza olarak başka bir yere sürgün mahiyetinde tayin ediliyordu. Bu eğitimciler kendi okullarında öğrenciler arasında tamamen bugünkü korucu sistemi gibi bir uygulamaya girdiler. Öğrencileri birbirlerine karşı ajanlaştırdılar. Bunların evde Kürtçe konuşmalarını engellemek için bazı çocukları ajan seçiyorlardı. Eğer çocuk evde kendi nenesiyle ve de annesiyle Kürtçe konuşmuşsa ertesi gün o ajan çocuk bunu tez elden öğretmene yetiştirirdi. Öğretmen o çocuğu sıraya kaldırarak sorguya çekerdi. “Sen filan saatte kendi annenle şu kelimeyi konuşmadın mı” diye sorardı. “Ben seni orada dinledim. Sen beni hiç göremedin.” Ya da “Ben evin bacasından seni dinledim sen kendi nenenle Kürtçe konuşuyordun.” gibi uydurma laflar söyleyerek, çocukları öğrencilerin huzurunda ölesiye döverlerdi. Bunu anne ve babaları işittiği zaman, eğer anneleri veya babaları karşı çıkarsa, onları da karakolda dövdürürdü. İşte, böylesi zalim bir çemberden geçerek asimile olduk. Bunların hepsi birer gerçektir. Ben de o öğretmenlerden az sopa yemedim. Keller köyünde Alo’nun oğlu Hüseyin Çolak başında geçen bir olayı şöyle dile getiriyor: “Ben ilkokul dördüncü sınıftaydım. Bizim köyün öğretmeni, bir gün biz derste iken, ‘Hüseyin sen tahtaya kalk’ dedi ve tahtaya kaldırdı. ‘Sen evde Kürtçe konuşmuşsun ben seni dinledim.’ dedi. Hâlbuki öğretmen dinlememiştir. Benim arkadaşlarımdan herhangi birisini ajan olarak peşime takıp öğrenmişti. Beni iyice dövdü. Ben o gün anneme söylemeden okuldan kaçarak Akçadağ kazasının Örüçki köyüne, bir akrabamın yanına gittim. Tabi o köy bize en az 20 km uzaklıkta. Birkaç gün sonra annem geldi, beni oradan alarak tekrar okula getirdi. Böylece benim okuma hevesim kaçmış oldu. Ben o sene sınıfta kaldım.” Öğretmen ise bizim köyden birisiydi. Elbette ki öğretmen kendi görevini yapıyordu. Hiçbir şeyin farkına varmadan vatan aşkıyla çalışıyordu. Ondan dolayı o kişi çok mutlu idi. Eşim Döne Şahin bir misal veriyor: “Benim birkaç erkek kardeşim öldü. Kardeşim İbrahim Şahin bizim köye yakın Bekiruşağı köyünde ilkokula başladı. Nenem Döne de onu o kadar seviyordu ki hiç tarif edemem. Öğretmen ise Keğali Köyünden. Yıl 1955 idi. Tabii öğretmen Kürtçe konuşmayı yasaklamıştır. Benim kardeşim eve gelince hiç konuşmuyor. Nenem kar- kızılbaş - sayfa 18 - sayı 37 - nisan 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 deşim okuldan geleceği zaman hemen evin yanına gider ağlamaya başlardı. “Yine benim torunum geliyor. Benimle konuşmayacak, ben onsuz nasıl yaşarım” diyerek, “bunu nasıl ben konuşturayım?” diye de bize sorardı. Her zaman Ahmet Mordeniz’e beddua ederdi: “Senin de torunun olursa seninle konuşmaya” O zamanlar Ahmet Mordeniz bize sık sık gelirdi. Kardeşim okula başlayınca, nenemle de konuşmayınca nenem Ahmet Mordeniz’i evden kovdu. Artık öğretmen gelmez oldu. Bunun gibi binlerce misaller var. Bunlar her evde her gün yaşanan zorluklardı. Benim yeğenim Kazım Bektaş başında geçeni şöyle anlatıyor: ”Bekiruşağı köyünde 1970 ile 1971 yıllarında Akçadağ kazasına bağlı olan Kajıklı köyünden bir öğretmen görev yapıyordu. Aynı yılda ben de okula gidiyordum. Öğretmen öğrenciler arasından kendine has bir ajan grubu oluşturmuştu. Bunlar bir gün benim amcaoğlu Halil Bektaş ve Mehmet Temur adındaki çocukları ‘Kürtçe konuştular’ diye şikâyet ediyorlar. Öğretmen bu iki çocuğu sınıfın huzurunda sıralar üzerine çıkararak dövmeye başladı. Benim amcaoğlunun kulakları sağır oldu. Mehmet Timur o anda sınıfın içine hem çişini hem de altına kaçırdı. Bu korkunç bir olaydı. Bu olay ne zaman aklıma gelse sinir krizi geçiriyorum” Her evde böyle işkence çektirilen onlarca çocuk vardı. Çünkü öğretmenin öncelikli görevi ana dilinin unutturulmasıydı. Onu da devlet başardı. Bu sistemi tüm Türkiye’de yaşayan her halka uyguladılar. Bir tek halk ortaya çıkardılar, ona da Türk ismini verdiler. Bu sorunlar o kadar çoğalmaya başladı ki, öğretmeler artık kendi kendilerine tamamen yabancılaştılar. Yine bir misal verilecek olursa; “Bizim oralı bir kişi Akçadağ’ın bir köyünde öğretmenlik yapıyor. O arada kendisinin babası da yanına geliyor. Tabi köylü olduğu için, bir de fakirliği işin içine girince daha da vahim bir giyiniş akla gelir. Bir köylü bakıyor ki, yabancı bir adam köyün içinde gezip öğretmeni soruyor. Adam hemen öğretmenin yanına gelerek “Bir adam seni soruyor.” diyor. Öğretmen cevap veriyor diyor ki; ”O benim hizmetkârımdır. Onu gö- rürsen yanıma gönder” Böylece kendi gerçekliğini inkâr ediyor. Keller Köyünde İnsaf Çolak başından geçenleri şöyle anlattı: “Ben öğretmen okulunda okuyordum. Gerek öğretmenlerin gerekse öğrencilerin üzerimizde hayli baskıları vardı. Ben, Kürt ve Kızılbaş olduğum için, okul yönetimi üzerime çok geldi. Bu altı sene zarfında bana oruç tutturdular. Ben, hem Kürtlüğümü hem de Kızılbaşlığımı artık inkâr eder duruma düştüm. Eğer Kürt ve Kızılbaşlığımı inkâr etmemiş olsaydım zaten orada okuyamazdım. Aynı zamanda oradan sağ da dönemezdim. Mutlaka intihar ederdim. Ya da sakatlanarak eve dönerdim” Halk devletin asimilasyonuna çaresiz katlandı. Hiçbirimiz anlayamadık. Ancak birbirimizi düşman olarak gördük. Tabi bu da yine devletin üst kademelerindeki insanlara yaradı. Onlar sanki bize birer uyuşturucu iğne yaparak uyuşturdular. Bizim öz benliğimizi elimizden alarak bizi bize yabancılaştırdılar. O dönemin yönetici kadroları belirli bir şekilde kendi gayelerine ulaştılar. Okullarına aldıkları öğrencileri güzel giydirerek, halkın yaşantısına ters düşmelerini sağladılar. Öte yandan halkın onlara imrenmesini sağlayarak çelişkileri derinleştirdiler. Yine ikinci bir mühim mesele de, halkın içinden yandaş bulmaları oldu. Bu iki konuyu irdelediğimizde şu sonuçlara varırız: Çocukları okula giden vatandaşlar, belirli bir zaman sonra, çocukları mezun olunca, durumlarını biraz düzelttiler. Bu aileleri öteki ailelerle çatışma durumuna düşürdüler. Yani o çocuklarını okutan aileler tamamen devletten yana çıkmaya başladılar. Devlet kendi çevresini genişletmeye başlamış oldu. Böylece eski inançlarına ve kendi yaşam biçimine ters düşmeye başladılar. Artık o halk arasındaki eski paylaşımcılık sistemi tamamen zayıflamaya başladı. Köylerdeki eğitimciler köylülerin çocuklarına işkenceler yaptıkça, halk ile tamamen ters düşmeye başladılar. Halk önceleri onlara ne kadar karşı çıktıysa da bu karşı çıkanlar belirli dönemlerde karakollarda işkenceye alındılar. Bu eğitimcilerin taraftarları daha da çoğalmaya başladı. Bu şu sonucu çıkarmış oldu ki, artık halkın birliği ve beraberliği bozulmaya başladı. Halk öyle bir duruma geldi ki kendi yörelerinden göçmek zo- runda kaldılar. Zaten devletin amacı da halkı göç ettirip eski yaşam şekillerine son vermekti. Yoksa devletin, halkın yaşam seviyesini yükseltme diye bir sorunu yoktu. Binlerce yıl katliamlarla ve kıyımlarla yapamadığını, basit bir şekilde ana dilini yasaklayarak, kendi kendine yabancılaştırarak amacına ulaştı. Kızılbaş Kürtler bu projeyle bilhassa çok okuyan ve memur olan, Türk devletinin birer savunucusu oldular. Aynı zamanda şiddetli entegrasyonda Türk’ten fazla Türkleri savundular. Bu proje milli şef olan İsmet İnönü tarafından gerçekleştirildi. Eskiden silahla yapamadığını, en kısa zamanda ve basit bir şekilde hiç kendini yormadan, oradaki yaşayan halkı birbirine düşürerek halletmiş oldu. Yukarıda belirtilen Asimilasyon neticesinde, Kızılbaş Kürtler kendi anadili olan Kürtçeyi unutmak mecburiyetinde bırakıldılar. Böylesi zalim bir asimilasyon politikası uygulanan halkı “Kürtçe bilmiyor” diye eleştirmek büyük bir hata olur. Biz yurtdışında yaşayan torunlarımızdan kendi anadilini konuşmasını beklemenin hata olduğu gibi -ister istemez büyük bir asimilasyondan geçtikleri için- kendilerini o ülkenin birer vatandaşı olarak görmektedirler. Biz onlarla hiçbir şekilde tercüman olmadan anlaşamıyoruz. Bu projeye bile hâkim sınıflar tahammül etmeden, çeşitli bahaneler uydurarak “bunlar komünisttir, vatan hainidir” diye suçlayarak 1952 yılında Köy Enstitülerini kapattılar. Oradaki okuyan kızları hemen başka okullara gönderdiler. Bu okulların ismini de “Öğretmen Okulu” olarak değiştirdiler. Bu konuyu kendi yazmış olduğum bir şiirimle sonuçlandırmak isterim. Not: Konu biraz uzun olduğu için, beni bağışlamanızı, yeni yetişen genç kuşaklar bu konuyu bilmediklerinden dolayı biraz teferruatlı yazmak mecburiyetinde kaldım. EĞİTİMCİLER EĞİTİMCİLER Kurdunuz Köy Enstitülerini Talan ettiniz Kürt çocuklarını Irkçı, inkârcı yöntemlerle Boşalttınız benliklerini Türkçüleştirdiniz Kürt Gençleri! Önce Anadilinden başladınız Folklor, edebiyat ve türkülerini Birer birer açık ve gizli kızılbaş - sayfa 19 - sayı 37 - nisan 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Talan ettiniz birliğimizi, kimliğimizi! Birçok hile birçok düzen Bizi asıl kahredip ezen Demokratlık, sosyalistik adına Bin bir maske bin bir düzen Birer birer açık gizli Yok ettiniz dilimizi kimliğimizi! Okullarda meydanlarda sinsi sinsi Dolandınız kiminiz milli, kiminiz dini Yedi yaşında Kürt çocuğunun canını Türk varlığına armağan ettiniz ‘’En büyük Türk, ey yüce Türk! ‘’ Irkçılıkta yok üstünüze, evvel Allah! Tekinize bile karşı çıkamaz cihan haşa! ‘’En büyük Türk, büyük yok başka!..’’ Kokuşmuş kurduğunuz düzen Zindan hücre ve işkence Zulüm kalınlaştıkça sona yaklaşır Çöküyorsunuz şanlı mücadelemiz yüklendikçe! Kaynak: http://www.nurhakisigi.com/?p=3707 Öcalan'la görüşecek gazeteciler için 6 isim İmralı adasındaki Öcalan-gazeteciler görüşmesinin iki hafta içerisinde gerçekleşeceği öne sürüldü. Radikal.com.tr - Çözüm sürecinde yeni bir adım olarak Öcalan'ın İmralı'da bazı gazeteciler ve akiller heyetinden isimlerle görüşmesi bekleniyordu. Yerel seçimler öncesi yavaşlayan süreçte bugün yeni bir iddia ortaya atıldı. Artıbir Haber 'den Yaşar Can'ın haberine göre, Abdullah Öcalan'ın Newroz mektubunda çözüm sürecine devam mesajı vermesinin ardından gazetecilerin İmralı'ya iki hafta içerisinde gitmesi bekleniyor. Habere göre, Öcalan'la görüşecek gazeteci ve yazarlar şunlar: 1- Vatan Gazetesi yazarı Hüseyin Yayman 2- Türkiye Gazetesi yazarı Yıldıray Oğur 3- Habertürk Gazetesi yazarı Nihal Bengisu Karaca 4- Radikal yazarı Oral Çalışlar 5- Milliyet yazarı Nagehan Alçı 6- Sivil Dayanışma Platformu'ndan Ayhan Ogan 04/04/2014 Orgeneral Necdet Özel Bakü’de Türk Silahlı Kuvvetleri Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necdet Özel, bazı resmi temaslarda bulunmak amacıyla Azerbaycan’a geldi. Orgeneral Özel ve beraberindekiler, başkent Bakü programı kapsamında Azerbaycan’ın Merhum lideri Haydar Aliyev’in Fahri Hıyabanda bulunan mezarını ziyaret ederek çelenk bıraktı. Daha sonra Türk Şehitliği’ne geçen Özel, şehitlik anıtına çelenk bırakarak saygı duruşunda bulundu. Anıt özel defterini imzalayan Orgeneral Özel deftere”Yüce Türk milletinin kahraman evlatları aziz şehitlerimiz. Birinci Dünya Savaşı’nda dünyanın en güçlü orduları karşısında bir çok cephede savaşmış bir milletin askerleri olarak sizler, daha yaralarınızı sarmadan Azerbaycanlı kardeşlerinizin yardımına koştunuz. Gence’de başlayıp Bakü’de zaferle sonuçlanan harekatta Azerbaycanlı kardeşlerinizle omuz omuza çarpıştınız ve onların özgürlüğü uğruna da canlarınızı feda ettiniz. Tarihte eşine çok az rastlanabilecek bu fedakarlığınız asil Türk milletinin şanlı tarihine altın harflerle yazılmıştır. Canınızı hiçe sayarak yapmış olduğunuz bu kahramanlık Azerbaycan, Türkiye kardeşliğinin sarsılmaz temellerini oluşturmuştur” yazdı. Temsili şehit mezarlarına karanfiller bırakan Özel ve beraberindekiler Azerbaycan şehitliğini de ziyaret etti. Şehitlik hakkında yetkililerden bilgi alan Özel, şehitlik anıtına çelenk bırakarak saygı duruşunda bulundu. Orgeneral Necdet Özel bu gün ayrıca Azerbaycan Milli Savunma Bakanı Zakir Hasanov’la da bir araya geldi. Basına kapalı gerçekleşen görüşmede iki ülke askeri ilişkilerinin ele alındığı bildirildi. Necdet Özel’in Cuma gününe kadar devam edecek Azerbaycan temasları çerçevesinde Cumhurbaşkanı İlham Aliyev tarafından da kabul edilmesi bekleniyor. 2014/04/03 (CİHAN) http://www.aktif haber.com/orgeneral-necdet-ozel-bakude-959362h.htm Türk Milli Takımdan Nazi Selamı Federasyon reisliğini ittihadçılardan ve Altınordu Kulübü eski reislerinden Hamdi Emin Bey’in yaptığı bu dönemde kulüplerin Türk olmayan futbolcu oynatmaları da yasaklanıyor. Sırf bu yüzden 1930 – 31 sezonunda İstanbul spor, Türk olduklarını ispat edemediği oyuncuları Kâzım ve Ramiz sebebiyle berabere bitirdikleri Beşiktaş ve Süleymaniye müsabakalarından hükmen mağlup sayılıyor. Alıntı: Memleket Futbolu.com sitesinden kızılbaş - sayfa 20 - sayı 37 - nisan 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 alman generallerin komutasında ingilizlere karşı “çanakkale zaferi” “Çanakkale Savaşı” Türk milliyetçi hamasetinin tepe noktalarından birini oluşturur. Giderek bir “ulusal kuruluş efsanesi”ne dönüştürülen Çanakkale savaşı, Türk milliyetçi duygularını yücelten bir kahramanlık destanı olarak görülmektedir. Tarih boyunca Türk ırkının “kahramanlığı, savaşçılığı, cesareti” üzerine izafe edilen söylem, yakın tarih söz konusu olduğunda Çanakkale’de somutlaştırılmaktadır. Türk milliyetçi edebiyatında belki de üzerine en çok epik şiir, destan, güzelleme yazılan bir savaştır Çanakkale… Buna karşın Çanakkale Savaşı hakkında yapılmış akademik çalışmalar, bilimsel tezler ise bir o kadar azdır. Yazılmış olanlar da hamaset edebiyatını aratmayacak cinsten Genelkurmay’ın Savaş Bildirileri düzeyindedir. Dünyada Çanakkale savaşı üzerine yazılmış ciltler dolusu külliyatla, bibliyografyayla karşılaştırıldığında Türkiye’deki akademik Çanakkale literatürünün alt düzeylerde seyrettiği görülür. Hamaset ve belagat söz konusu olduğunda gerçekten de “Çanakkale geçilmez!” ama bilimsel, akademik araştırmalara gelince “Dur Yolcu!“ Bu yazımda Çanakkale Savaşı üzerinden yapılan iki önemli resmi tarih, resmi ideoloji çarpıtmasına dikkat çekmek istiyorum. - Bunlardan ilki Çanakkale Savaşı’nı Türk “Milli Mücadele”sinin, Türk “ulusal kurtuluş savaşının”, “Anadolu İhtilali”nin bir parçası olarak sunan, hatta giderek onu bir ulusal kurtuluş bir sembolü haline getiren çarpıtmadır. - Diğeri ise orada sadece bir cephe komutanı olduğu halde sanki savaşın kaderini belirlemiş gibi Mustafa Kemal’in Çanakkale’deki rolünü, askeri yeteneklerini abartarak yapılan çarpıtmadır. “Türk Milli Mücadelesi”, “Ulusal Kurtuluş Savaşı”, “Anadolu İhtilali” kavramları… ulusal varlıkları inkâr ve hakları gasp edilmiştir. Dahası “kurtuluş savaşının ortağı” olma argümanından yola çıkarak Cumhuriyetin “kurucu ortağı olduğu görüşü kabul görmektedir. Recep Maraşlı Türk resmi ideolojisi ve tarihinin adeta iki miladı vardır: Birisi 1071 Malazgirt savaşı, “Anadolu’nun Türkler tarafından fethi..” Diğeri de 19 Mayıs 1919; “Türk ulusal kurtuluş savaşının ” başlangıcı… Geçtiğimiz son 30 – 40 yıl içerisinde “Türk ulusal kurtuluş savaşı”nın niteliği ve anlamı üzerine genel olarak sosyalist harekette ve özel olarak da Kürt ulusal demokratik hareketinde uzun uzadıya tartışmalar yapılmıştır. Kemalist resmi tarihin belirleyici etkisi “Kurtuluş savaşı” efsanesinde görülür. Türk solu genellikle ” Türk ulusal kurtuluş savaşında güdük de olsa anti-emperyalist bir öz olduğunu, ve fakat bu mücadelenin kesintiye uğrayıp yarım kaldığını, Cumhuriyetin kuruluşundan sonra adım adım emperyalist hegemonyaya teslim olduğu” görüşünü kabul eder. Bundandır ki 1920′lerde yarım kaldığı düşünülen “ulusal kurtuluş mücadelesinin(milli-demokratik devrim)” tamamlanması Türk solunun başat program maddesi olmuştur. Bu genel tezin çeşitli anti-tezleri geliştirilmiş olsa da “Türk kurtuluş savaşı”nın “ulusal demokratik ve anti-emperyalist” bir öz taşıdığı görüşü Türk/Türkiye sosyalistleri açısından bugün için de geçerliliğini koruyan temel bir referans niteliğindedir. Kürt ulusal demokratik hareketi de hemen hemen benzer bir noktada durur. Buna göre aslında “ulusal kurtuluş mücadelesini Türklerle Kürtler, omuz omuza birlikte vermişler“, fakat kuruluştan sonra Kürtler ihanete uğramış, Bana göre “Türk ulusal kurtuluş savaşı” denen şey; 1900′lü yılların başında bile halen çok uluslu, çok kültürlü, çok etnikli toplumsal bir yapı sürdüren Osmanlı Devleti sınırları içinde bir “Türk milli devleti” oluşturmak üzere, İttihatTerakki yönetiminden beri ( Rum, Ermeni, Asuri-Nasturi) gibi bölgenin en eski Hıristiyan halklarına karşı sürgün, katliam ve soykırımla sürdürülen “etnik arındırma” programının Kemalist kadrolarca tamamlanmasıdır. Türk ulusal kurtuluş mücadelesi Önasya, Ege ve Karadeniz’de Rum halkını, Batı Ermenistan, Yukarı Mezopotamya, Kürdistan ve Kilikya’da Ermeni halkını; Asuri-Nesturi halklarını göç ettirerek veya yok ederek, “Misak-ı Milli” denen sınırlar içinde bir “Türk ulusal devleti” kurulmasını sağlamıştır. Kemalist kadrolar önderliğindeki 191922 “Türk milli mücadelesi” İttihat-Terakki kadrolarınca yürütülen soykırım ve etnik arındırma siyasetinin dolaysız bir devamıdır. Kürtler, Çerkezler, Lazlar, Balkan ve Kafkas göçmeni Müslüman halklar ise “Türk – Müslüman” özdeşleşmesi ile “Türk milleti” içinde tarif edilmiş; bu ulusların “etnik hafızalarının zayıf olduğu, var olanların ise eğitim ve asimilasyon politikalarıyla köreltilerek kolaylıkla Türkleştirileceği varsayılmıştır. 2012 yılında TC Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül, Brüksel’deki bir toplantıda “Eğer Ege’de Rumlar devam etseydi ve Türkiye’nin pek çok yerinde Ermeniler devam etseydi, bugün acaba aynı milli devlet olabilir miydi? ” diye sorarken -sürgün ve mübadelenin kaçınılmaz oluşunu savunuyordu- tam da “Türk Kurtuluş Savaşı”nı özetlemekteydi. Türk ulusu “Kurtuluş savaşıyla” kimlerden kurtuldu? kızılbaş - sayfa 21 - sayı 37 - nisan 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Resmi tarihin estirdiği hava 191922 “Kurtuluş Savaşı”nda “Kuvay-ı Milliye”nin o dönem “7 düvele karşı“[1] mücadele ettiğidir. Oysa bu dönem 7 düvele karşı değil, sadece İzmir ve kısmen Ege bölgesine zayıf bir askeri güç çıkarmış olan Yunan ordusu ile; doğu’ cephesinde ise Rus ordusunun çekilmesinin ardından oldukça zayıf olan Ermeni gönüllü birliklerine karşı düzenli ordu tarafından yapılan askeri harekatlar söz konusudur. “Ulusal Mücadele” İngiliz, Fransız, İtalyan ve Rusya’ya karşı değil, Rum ve Ermenilerin ulusal kazanımlar sağlamasını önlemeye yöneliktir. Antep’i “Gazi“, Maraş’ı “Kahraman“, Urfa’yı “Şanlı” yapan ve yarı-askeri, milis güçlerinin yürüttüğü mücadelenin esas hedefi de Fransızlar değil, Ermeni varlığının canlanmasını önlemektir. Örneğin “Milli Mücadelenin ilk kurşununun” İstanbul’daki işgalci İngiliz veya Fransız birliklerine değil, İzmir’deki Yunan birliklerine atıldığı kabul edilir ve bununla övünülür. Milli Mücadele’nin, İmparatorluk başkenti İstanbul’un işgal edilmesi üzerine değil de, neden 15 Mayıs 1919′da Yunanlıların İzmir’e asker çıkarması üzerine “şahlanmış” olduğu dikkate değer bir sorudur. Milli Mücadelenin hemen tüm yazılı belgelerindeki başat olarak antiRum ve anti-Ermeni ilkelerin yer alması dikkat çekicidir. “Milli Mücadele”ye yürüten Kemalist militarist bürokrasi Kürt ulusal talepleri söz konusu olduğunda da nasıl kıyıcı olacağını Koçgiri’de ulusal direnişi kırma amacıyla yaptığı “tedip ve tenkil” hareketiyle göstermekten kaçınmaz. Hakkari bölgesinde de Asuri-Nesturiler’i sınır dışına çıkarmaya yönelik askeri harekatlar yapılmıştır. Hal böyle olunca “Türk Kurtuluş Savaşı” bilançosunda göz dolduracak bir askeri başarı öyküsü bulmak pek mümkün olmamaktadır. “İnönü Savaşları“nın Ankara’daki Millet Meclisi’nin ikna etmek için kağıt üzerinde icat edilmiş sanal başarı öyküleri olduğu günümüzde artık açığa çıkmış bir olgudur. Geriye, şimdilerde “30 Ağustos zafer Bayramı” olarak kutlanan “Sakarya Savaşı” (Başkumandanlık Meydan Muharebesi)” kalmaktadır. Bu savaş da İngiliz; Fransız, Alman ve Rus gibi emperyal ordulara karşı kazanılmış “askeri bir destan” olmanın çok uzağındadır; Yunan Hükümetinin yanlış hesap ve beklentilerle cepheye sürdüğü zayıf bir özel bir ordu olan “Küçük Asya Ordusu”na karşı kazanılmış bir askeri başarıdan ibarettir. Türk ordusu, Yunan birliklerini bozguna uğrattıktan sonra 9 Eylül 1922′de İzmir’e girdi ve İzmir’deki sivil Rum halkına yönelik de bir pogrom başlattı. İngilizlerin Yunan ordusunu desteklemiş olduğunu propaganda edenlerin tersine, İzmir Limanında demir atmış vaziyette bekleyen İngiliz donanması şehirde yaşanan katliama (Türk tarihçilerinin “Yunanı denize döktük!” diye övünerek anlattıkları olaylar) seyirci kaldılar. “Benden Selam Söyle Anadolu’ya” kitabında Dido Sotiryu, Liman’daki gemilerde şehirde yaşanan vahşetin gürültüleri kulaklarını tırmalamasın diye İngiliz Subaylarının yüksek sesle müzik çaldıklarını; eğer bu gemilerden bir tek el bile havaya “uyarı ateşi” açılmış olsaydı, şehirdeki katliamın durdurulmuş olacağını” yazar. Doğu Cephesi’nde de durum farklı değildir. 1917 Ekim Devrimi ile zaten savaştan çıkan Rus ordularının çekildiği kimi alanlarda, Trabzon, Erzincan, Oltu ve Kars‘ta “Şûra Hükümetleri” (Yerel Konsey Yönetimleri) kurulmuştu. Bu yönetimler bölgenin yapısına göre Türk, Rum, Ermeni ve Kürt delegelerden oluşuyordu. Karabekir komutasındaki 3. ordu, Mondros Mütarekesinin ateş-kes koşullarını ihlal ederek; bu yerel yönetimleri birer birer ortadan kaldırdı. Erzurum gibi diğer bazı alanlarda ise oldukça güçsüz durumdaki Ermeni gönüllü birliklerini ise Gümrü’ye kadar geriletmesi zor olmadı. linde göçe zorlandıklarını; Pontus’ta, Kilikya’da ve Batı Ermenistan’da ise nüfusun tamamının “Tehcir Kanunu” ile yurtlarından çıkarıldığı ve soykırıma uğratılmaları; bu toplulukların askeri mücadeleye destek verebilecek güçleri bulunmadığına dikkat çekmek yerinde olur. Bu da “Kurtuluş Savaşı”nın işgalcilerden, sömürücülerden değil “etnik, dini, kültürel çoğulculuktan kurtuluş” olarak gerçekleştiğini gösteren bir başka trajik sonuçtur. Çanakkale Savaşı’nın “Milli Mücadele” ile ilgisi… Açıktır ki bunların hiçbiri askeri açıdan birbirine denk güçlerin karşılaşmaları, öyle övgüyle anlatılacak kahramanlık destanları değildir. Belki de “Türk milli Mücadelesi”ne sembol olabilecek daha güçlü bir askeri başarı öyküsü bulma ihtiyacı ile “Kurtuluş Savaşı’ndan 4 yıl önce cereyan eden Çanakkale savaşı “ödünç” alınarak “Kurtuluş Savaşı”na monte edilmiş olmalı. Çünkü Çanakkale’de karşı tarafta gerçekten de güçlü donanımlara sahip, ateş gücü olan ve etkili kurmaylıklarından bahsedilebilecek düzenli ordular vardır. Ne var ki bu savaşın “Milli Mücadele dönemine” monte edilebilmesi için yazımın girişinde belirttiğim iki önemli manipülasyona ihtiyaç duyulmuştur. Bunlardan birisi de, “Kurucu önder” Mustafa Kemal, Çanakkale Savaşında sadece düşük rütbeli bir cephe komutanıyken, sanki bu Savaşın ana karargahını çekip çeviren, kaderini belirleyen biri gibi öne çıkarılmasıdır. Böylelikle “Çanakkale Savaşı” hem “Milli Mücadele” ye dahil edilmiş, hem de “Ulu önder Mustafa Kemal”e mal edilmiş olmaktadır. Doğu Cephesinde o kadar kolay bir başarı elde edilmişti ki, Ordu neredeyse “elini kolunu sallayarak” Bakü’ye kadar ulaştı. Daha sonra Sovyet yönetimi ile yapılan ikili anlaşmalarla Batum, Gümrü ve Bakü’den geri çekilerek bugünkü “doğu sınırı” sabitleştirildi. Bir başka “gizli” mücadelede, belki “Milli Mücadele”nin sadece Kemalistlere ait bir haslet gibi sunulmasından rahatsız olan milliyetçi ama aynı zamanda İslamcı ve Osmanlıcı kesimlerin bir alternatif olarak Çanakkale Savaşını öne çıkarmasıyla yaşanıyor olabilir. Ön Asya’daki Rum nüfusunun, Teşkilat-ı Mahsusa tarafından terörize edilerek savaş öncesi büyük kitleler ha- Ne var ki Çanakkale savaşının, Alman generallerinin komutasında yapılmış bir muhabere olması itibariyle İslami kızılbaş - sayfa 22 - sayı 37 - nisan 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ölçülere de Türk-İslam sentezine de pek uygun bir örnek olduğu söylenemez. Bu haliyle Çanakkale manipülasyonu tüm kesimler için de kaçınılmaz bir çıkış yolu gibi gözüküyor . Kemalist Türk resmi tarihinin öğretileri açısından da Çanakkale Savaşını, “Milli Mücadele”nin bir unsuru kabul etmek tam bir tutarsızlık oluşturur. Tarihte, kronolojik olarak önce olmuş olayları kendinden sonrakilerin içine veya önüne almak ciddi bir çarpıtmadır ve anakronizm olarak tanımlanır. Çanakkale Savaşı ile “Türk Kurtuluş Savaşı” ilişkisi böyle bir anakronizm örneğidir. Resmi tarihin kabullerine göre Milli Mücadele, Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışıyla 19 Mayıs 1919‘da başlamıştır. Oysa Çanakkale Savaşı bu tarihten tam 4 yıl önce Mart 1915 yılında cereyan eder. Çanakkale Savaşları’nda “Kuvay-ı Milliye” askerleri, milisleri değil, Osmanlı ordusu yer almıştı. Bu birlikler manevi ve fiili olarak Osmanlı Sultanı’na bağlıydı; başkomutanlığını Sultana vekaleten Harbiye Nazırı (Savaş Bakanı) olan Enver Paşa yürütmekteydi. Ne zaman, ne önderlik, ne emir-komuta zinciri ne de savaşa katılan güçler bakımından Çanakkale savaşları “Milli Mücadele”nin bir unsuru değildir. Alman Generallerinin “ulusal mücadele”!… komutasında Çanakkale Savaşı, 1. dünya savaşının bir cephesi olarak Osmanlı Devleti ve Alman İmparatorluğu’nun müttefik olarak birlikte katıldıkları bir savaştır. Birçok modern savaş araç ve gereçleri yetersiz de olsa Almanya’nın hibe ettiği malzemelerdi. Bunlara ek olarak Goeben ve Breslau adındaki iki zırhlı ve Alman deniz teyyareleri de savaşa katılmışlardır. Savaş boyunca topçu, istihkamcı, savaş teknisyeni olarak bizzat cephede savaşan Alman subay, astsubay ve erlerinin sayısı 500′e kadar ulaşmıştı. Çanakkale Savaşı sırasında Osmanlı Genelkurmay Başkanı general Friedrich Bronsart von Schellendorff’dur. Ana Savaş karargahı da Alman kurmay heyetinin belirleyiciliği altında çalışmaktaydı. Çanakkale savaşının komutanı Osmanlı 1. Ordu Komutanı ve Gelibolu’da kurulan V. Ordu Kumandanı olan General Otto Liman vonSanders‘tir. Sanders, Osmanlı ordusundaki çalışmalarını ve Gelibolu savaşı anılarını “Türkiye’de 5 Yıl“[2] isimli kitabında yayınlamıştır. Savaşçılar Osmanlı Ordusunda olmakla birlikte önemli emir-komuta kademelerinde başka birçok Alman General ve Amiralleri bulunmaktadır. [3] Osmanlı Deniz Kuvvetleri Komutanı ve Akdeniz Filosu komutanı Tümamiral Souchon, Trommer 5 nci Kolordu Kur. Bşk. Yarbay. Albrecht, 13 ncü Tümen Komutanı Albay. Hovik, 9 ncu Tümen Komutanı Yarbay. Pötrih, Anafartalar Bölge (Müfreze) Komutanı Yarbay. Wilmer, Ağır Topçu Grup Komutanı (Anafartalar) Binbaşı Lierau,[4] Karargahta görevli ve Çanakkale’deki V. Ordu Topçu Kumandanı Tümgeneral Gressman, Daha sonları resmi tarihin “Çanakkale Savaşı”nı tümüyle bir “ulusal kurtuluş mücadelesi” tarihine yerleştirme gayretleri nedeniyle, Almanya’nın bu savaştaki rolü, Kurmay heyetindeki ağırlığı dikkatlerden saklanır olmuştur. Oysa tüm 1. dünya savaşa boyunca hem Osmanlı Ordusunun komuta ve kurmaylık kademesi dahil tüm cephelerde toplam 40.000 kadar Alman askeri savaşmıştır. Osmanlı Genelkurmay 1 nci Şube Müdürü Yarbay Kres von Kressenstein, Mustafa Kemal; sadece bir cephe komutanı Güney Bölge Komutanı (Üç tümenin Komutanı) Albay Vbn Zodenstern, Yarbay rütbesindeki Mustafa Kemal (daha sonra Mirliva Albay), bu savaşta Alman Generali Liman von Sanders’in emir-komutasında görev yapan cephe komutanından sadece biridir. Çanakkale Boğaz Donanma Komutanı Amiral Von Usedom, Çanakkale Boğazı Müstahkem Mevki Kumandanı Koramiral Merten, Güney Bölge Kurmay Başkanı Süvari Binbaşı Cari Mühlmann, Hamidiye Tabyası Komutanı Yüzbaşı Wasillo, Erenköy Bölgesi Ağır Topçu Komutanı Yüzbaşı Werle, 9 ncu Tümen Komutanı; 16 ncı Kolordu Komutan Vekili Albay Kannengieser, Güney Grubu Komutanı Tümgeneral, 15 nci Kolordu Komutanı Weber, Güney Grubu Kurmay Başkanı Yarbay Thauvenay, 1 nci Kolordu (Sağ Kanat) Kur. Bşk. Binbaşı Eggert, 3 ncü Tümen Komutanı, 2 nci Kolordu Komutanı Albay Nicolai, Güney Grubu Topçu Komutanı Yarbay. Binholt 14 ncü Kolordu Komutanı Tuğgeneral Çanakkale’de tek bir savaş söz konusu değildir. Günümüzde “Çanakkale Zaferi” olarak kutlanan 18 Mart, bu savaşların sadece bir bölümüdür. İngiliz-Fransız donanmaları Mart 1915′de Çanakkale boğazını geçmek üzere büyük bir saldırı düzenlemişlerse de başarılı olamamış ve 3 savaş gemisinin batması sonucu 18 mart’ta geri çekilmişlerdi. Popüler olarak kutlanan bu gündür. Fakat savaş bu evresiyle sona ermemiş, amfibi birliklerinin çıkarma harekatlarıyla devam etmiştir. Savaş Boğazın diğer cephelerinde, Gelibolu yarımadası boyunca 1916 yılı Ocak aşına kadar neredeyse 1 yıl kadar sürmüştür. Böylesine uzun ve sürüncemede kalmış bir savaşın sadece belli bir bölümünde başarı tüm savaşın kazanıldığını göstermez. Nitekim İtilaf Devletleri Trakya üzerinden geçiş sağlamayı başardıkları için Çanakkale boğazındaki ısrarlarından vazgeçmişlerdi. kızılbaş - sayfa 23 - sayı 37 - nisan 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 M. Kemal’in Cephe komutanı olduğu Anafartalar – Conkbayırı çarpışmaları ise Mart’taki “Çanakkale Zaferi”ne ait değil, Ağustos 1915 tarihindeki daha tali bir cephe savaşına aittir. ğınınca biz de savaşa girmiş sayıldık!” ve “Biz aslında savaşı kaybetmedik ama müttefikimiz Almanya yenilince biz de yenilmiş sayıldık!” gibi oldukça komik biçimde izah etmekteler. Buna karşılık Mustafa Kemal’in konumu, neredeyse Çanakkale savaşı’nın kaderini tek başına belirleyen ve yön veren bir askeri deha olarak çizilir. İtilaf Devletleri durup dururken Osmanlı Devletine saldırıp savaş açmış ve boğazı geçmek istemiş değillerdi. 1914′de Karadeniz’deki Rus limanlarını, Rus donanmasını bombalayan Göeben ve Breslau adındaki iki Alman zırhlısına sahip çıkarak, Osmanlı Devleti fiilen savaşın saldıran tarafı haline gelmişti. Sonuçta, Osmanlı İmparatorluğu 1918 yılında yenilgiyi kabul eden anlaşmayı imzalamış ve Çanakkale geçilmiştir; İngiliz – Fransız donanmaları Çanakkale ve İstanbul boğazlarını geçerek İstanbul’a demirlemişlerdir. Türkiye Cumhuriyeti, Lozan’da Boğazlarla ilgili egemenlik haklarını sınırlayan ağır anlaşma hükümlerini de kabul etmek zorunda kalmıştır.”Çanakkale geçilmez!” efsanesi bir yana Türkiye, 18 yıl boyunca Çanakkale ve İstanbul boğazlarından askeri veya ticari hiçbir geminin geçişine karışamadı, boğazlar bölgesinde asker -silah bulunduramadı. Boğazlar günümüzde de geçerli olan 1936 Montrö Sözleşmesi’yle daha gevşek bir rejime geçilene kadar Uluslararası “Boğazlar Komisyonu”nun denetiminde kalmıştır. Yeni sözleşmeyle de Türkiye, Boğazlar üzerinde bir takım taahhütleri kabul ederek egemenlik hakkını elde edebilmiştir. Çanakkale “Anavatan Savunması” mı? Resmi tarihin çarpıtma çabalarına rağmen Çanakkale Savaşı yine bir “ana vatanın savunması” olarak adlandırılamaz mı? Bu anlamda bir milli mücadele başlangıcı sayılamaz mı? Osmanlı İmparatorluğu, 1. dünya savaşına Gönüllü ve siyasi bir kararla katıldı. Bu bir tesadüf veya zorunluluk değil, yönetici elitin siyasi tercihiyle gerçekleşti. Kendisi de savaşan aktif taraflardan biriydi. İmparatorluk Topraklarının küçülmesini önlemek, dahası Orta Asya’daki “Turan Ülkesi’ne doğru yayılmak emelleri güdüyordu. Osmanlı İmparatorluğu bu savaşa girmeyebilir, tarafsız kalabilirdi. Nitekim Yunan Krallığı 1. dünya savaşına girmedi. Tabi resmi tarih öğreticileri bu durumu “Biz aslında savaşa girmek istemiyorduk ama Karadeniz’deki Rus limanlarını bombalayan Alman gemileri bize sı- Ardından Osmanlı İmparatorluğu İngiltere, Fransa, İtalya ve Rusya’ya savaş ilan etti. Dolayısıyla savaşı kendisine davet eden Osmanlı yönetimi olmuştur. Savaşı girmemiş olsaydı da saldırıya uğrar mıydı; çeşitli kışkırtmalara maruz kalır mıydı? Elbette mümkün. Alma savaş açan bir taraf olmakla, saldırıya uğradığı için savaşmak zorunda kalmak arasında önemli bir ayrım vardır. Nitekim 2.Dünya savaşında Türk Devleti diplomasi yoluyla savaştan uzak kalmayı başardı. İlk cepheyi Sarıkamış üzerinden Rusya’ya saldırarak açan da Osmanlı devletiydi. Fakat büyük bir bozgunla karşılaşıldı.Süveyş Kanalı bölgesindeki saldırılardan da başarı elde edilemedi. Dolayısıyla Osmanlı devleti kendisine yönelik bir saldırının “meşru savunması” içinde değil, bizzat topraklarını genişletmeye çalışan saldırgan bir taraftır. Üzerinde çarpıştığı toprakların, örneğin Kars-Sarıkamış cephesinin, Süveyş kanalının, Yemen’in, Çanakkale Boğazı’nın ne kadar “kendi anavatanı!” olduğu da sorunun bir başka boyutudur. Hemen üç kıtaya yayılmış büyük bir imparatorluğun çeşitli ülkeleri [-ki bugün üzerinde en az 25 ayrı egemen devlet bulunuyor] “vatan toprağı” saymak, emperyalist, yayılmacı bir zihniyeti meşru görmeksizin mümkün olmaz. Kaldı ki Resmi tarih işgal edilen “Fethedilen”, zorla ele geçirilen toprakları büyük bir övünç kaynağı ve kahramanlık sayar. Çanakkale Savaşı da, herhangi bir mazlum savunma direnişi değil, bu emperyalist savaşın cephelerinden biridir ve “ana vatan savunması” da değildir. Tersi emperyalist savaşın tarafı haline gelmeyi “anavatan savunması” adıyla meşrulaştırmaya çalışmaktan başka bir anlama gelmez. Bir yandan cephe savaşları şiddetle devam ederken, aynı zamanda İttihat-Terakki siyasi karargahın “Büyük Ermeni Tehciri ve Soykırımını” planlarını hazırlamaktadır. Çanakkale’deki başarıdan (18 mart) bir ay kadar sonra 24 Nisan 1915′de İstanbul’da büyük imha hareketinin başlangıç vuruşu olarak 270 Ermeni aydını, politikacısı, sivil toplum liderleri tutuklanarak kamplara gönderilecekti. Daha sonra bu sayı 2 binin üzerine çıktı. Mayıs 1915′de ise Meclis-i Mebusan “Tehcir Kanununu” onayladı. Tüm yaz boyunca da yaklaşık 1,5 milyon Ermeni, Rum, Pontuslu veya Asuri -Süryani katledilmiş, geri kalanlarda yurtlarından ebediyen çıkarılmış oluyordu. Çanakkale Savaşı’nın hamaseti herhalde bu büyük insanlık suçunu örtmeye, sorumlularını aklamaya yetmez. -------- [1] Düvel, “Devletler” demektir; “Yedi düvele karşı” “çok güçlü düşmanlara karşı” anlamında bir deyim… [2] Liman Von Sanders, Türkiye’de Beş Yıl, Burçak Yayınevi, İstanbul-1968 [3] Deutschland im Weltkrieg 1914-1918, Bundesministerium der Verteidigung, 1984, s. 75 [4] Kur. Alb. Dr. İsmet Görgülü, Çanakkale Zaferinin Komuta Kadrosu, Harp Ak. Yayını, İstanbul-1990. Kaynak: http://www.gelawej.net/index. php/yazarlar/recep-marasli/196-canakkalegecilir-mi-gecilmez-mi kızılbaş - sayfa 24 - sayı 37 - nisan 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Fırat ağlıyorsa sebebi sensin… 25. 09. 1939 Malatya- Arguvan- Karahöyük köyü doğumlu Abdulkadir Işık, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrencisiyken ikinci sınıfa geçtiği yıl, yaz tatili nedeniyle Malatya’ya, Çavuşoğlu Mahallesindeki evine gelmiştir. Hasan Basri (Korucuk) denen yatıra ailesi ve komşularıyla ziyarete giderler. Hasan Basri yatırı, o tarihlerde eski yerindedir. Karakaya baraj göletinin suları altında kalmasın diye şimdiki yerine, Battalgazi ilçesinin kuzeyine devredilmiştir. Arkadaşlarıyla Fırat nehrinde yüzen Abdulkadir, henüz 18 yaşındayken 9. 06. 1957’de Fırat’ın girdabına kapılır ve boğulur. Mezarı Kiltepe mezarlığındadır. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi 2. sınıf öğrencisidir Abdulkadir Işık. İkinci sınıfa geçtiği 1957 yazında Malatya Çavuşoğlu Mahallesi’ndeki baba evine gelmiştir. Bitişik komşuları, akrabaları Mısdaafendinin Ümmügüssün, Korucuk (Hasan Basri)’a kurbanları olduğundan Işık ailesini, ısrarla Abdulkadir’i davet eder. Bu davet bir saygı, ilgi, ikram, değer verme ölçütüdür. Abdulkadir’in anası Fatma Işık, çocuğum daha dün akşam geldi, yorgundur, hem biz bile yüzüne doya doya bakamadık, hasret gideremedik, diyerek oğlunun gitmesine engel olmaya çalışır. Delikanlı, yataktan fırladığı gibi anasını kucaklar öper, merak etme anacığım, ziyaretten döndüğümde çok göreceksin beni, der ve kamyona doluşmuş olan komşularına, akranlarına yetişir. Yıkanırsam saçlarım bozulur derken, boz bulanık Fırat’a daldın Abdulkadir’in 1935 doğumlu ablası Güllü Işık Topçu anlatıyor: Ankara Hukuk Fakültesi 1. sınıf öğrencisiydi. Haziran ayıydı, Malatya’ya izne gelmiş. Anam su ısıtmış, yıkansın diye; ama kardeşim yıkanmak istememiş. Saçıma şekil verdim, şimdi yıkanırsam saçlarım bozulur, demiş. Akraba komşulardan Ümmügüssün, sohbet ediyorlar. Kardeşim, mesleğinde yükselmek istediğini, Gara Abdılla da oğlu olmasını istediğini söylüyor. Sonra da Fırat’ta yüzmeye başlıyorlar. Dün saçları bozulmasın diye tertemiz suya girmeyen yakışıklı, 18 yaşındaki üniversite öğrencisi kardeşim, ertesi gün Fırat’ın haziran ayındaki çamurlu, buz parçalarıyla dolu, azgın akan suyuna giriyor. Girdaplı yere gelince dibe çekiliyor. S u l t a n K I L IÇ Korucuk (Hasan Basri)’a gidiyoruz, sen de gel, diyor kardeşimin Malatya’ya gelişinin ertesi günü. Kardeşim gitmekte isteksiz davranınca, üniversitelisin artık bizlerle bir araya gelmeye tenezzül de etmezsin, deyince ziyarete gitmeye kendini mecbur hissediyor. Ziyarete kamyonla gidiliyor o tarihlerde. Kasada gitmem, şoför mahallinde yer varsa giderim, diyor. Evimizin olduğu Çavuşoğlu Mahallesi’nde binmiyor kamyona, onu Eskimalatya kavşağında alıyorlar şoför mahalline. Eskimalatya kavşağındaki bir bakkaldan rakı alıp biniyor kamyona. Ziyarette kurban kesiliyor, yemek yapılıyor. Abdulkadir; köylümüz Gara Abdılla ve birkaç arkadaşı ile rakı içiyor, Yıl 1957. Biz o zaman Arguvan’a bağlı Halpuz’da oturuyoruz, eşim orada öğretmen. Kardeşimin boğulduğunu bana söylemediler. Görümcem Güllü’nün bebeği Mustafa’yı doktora götüreceğini, benim de ona eşlik etmemi söylediler. Köyden Arguvan’a geldik, bir eve misafir olduk Malatya arabasını beklerken. Evin kadını, Karahüyüklü bir genç Fırat’ta boğulmuş, dedi. Benim aklıma bile gelmedi, boğulanın kardeşim olabileceği. Görümcem Güllü, kadının daha fazla açıklama yapmasını engellemek için kadına işmar etmiş, kaş göz hareketiyle. Kardeşim Ali, on yaşındaydı. İlkokul dördüncü sınıfa gidiyordu. Sabah okula gidiyor akşama dönüyor sanıyorduk. Abdulkadir’i defnettiğimiz Kiltepe mezarlığına yakın oturan bir kadın söyledi bize. Anam bu çocuk sabahtan akşama kadar mezara kapanıp ağlıyor. Ekmek veriyoruz yemiyor, su veriyoruz içmiyor. Mezara kapanıp ağlıyor ağlıyor sonra gidiyor, her gün böyle, dedi. Buralardan uzaklaştırmak için Ali’yi Halpuz’a götürdük, yanımızda okudu. Kiltepe mezarlığının üst geniş alanında, tepede, çevresi demir parmaklıklarla çevrilidir kardeşimin mezarının. Halk inanışına göre boğmaca hastalığına yakalananlar iyileşsin diye suda boğularak ölen birinin mezarına çarparak şişe kırarlarsa o hastalıktan kurtulurmuş. Bu inançtan dolayı Abdulkadir’in mezarının çevresi hep cam kırıklarıyla doludur. İstanbul’da koskoca denizde yüzdüm, Fırat’tan mı korkacağım Abdulkadir’in yengesi Sebahat Işık’tan dinliyoruz: kızılbaş - sayfa 25 - sayı 37 - nisan 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Fırat kenarındaki Korucuk (Hasan Basri)’'a ziyarete giderler. Bir grup genç, içki içerler. Fırat'ın öte yakasına geçerim iddiasıyla suya dalar Abdulkadir. Fırat’ın bir yerine kadar yüzdükten sonra arkadaşları, akıntı güçlendi, geri dönelim, derler. Köylüsü Gara Abdılla (Abdullah Özfırat) da Fırat’ın azgın sularına meydan okumayarak kıyıya dönenlerdendir. Yüzerken konuşulanları, ailesine aktarmıştır sonradan. Kıyıda beş genç kız, Fırat’ta yüzen delikanlıları seyretmektedir. Abdulkadir, ben İstanbul’da koskoca denizde yüzdüm, Fırat’tan mı korkacağım, diyerek yüzmeye devam eder. Diğer gençler döner, kıyıya çıkarlar. Abdulkadir, biraz ilerledikten sonra elini kaldırır kıyıdakilere. Birkaç saniye sonra bir kez daha eliyle işaret verir. Üçüncü kez elini kaldırdıktan sonra sudaki girdaba gömüldüğü ve gömüldüğü yerden köpüklerin çıktığı görülür. Beş gün vermez Fırat nehri, aldığı genci Beş gün vermez Fırat aldığı canı. Beş gün, yavrularını yutan Fırat’ın kıyısında kendini paralar ailesi, akrabaları, komşuları. Beş uzun gün umutla beklenir yine de. Bir gece anasıyla babası fayton kiralayarak Fırat’ın kenarına giderler. Faytoncu da bunları izlemektedir, uzaklaşabileceği yer ve durum da yoktur zaten. Anayla baba, önce ben atayım kendimi, diyerek çekişmektedirler. Sonunda, el ele tutuşarak Fırat’a atlamaya, acılarına son vermeye karar verirler. El ele tutuşarak Fırat’a karışmak isterler Faytoncu koşar bunu duyunca. Ne yapıyorsunuz, hayatımla mı oynayacak, ocağımı mı söndüreceksiniz? Çoluk çocuğum aç perişan kalacak. Sizi buraya getiren benim; devlet benim yakama yapışacak, diyerek ikisini de sürükleyerek faytona bindirip şehre getirir. Arada bir, karı koca birbirlerini teselli etmeye çabalayarak “Komşumuz Verkin’in hiç çocuğu yok. Onunki can değil mi? Çok şükür bizim diğer çocuklarımız Güllü, Nazife, Sebahat ve Ali yaşıyor, onların bize ihtiyaçları var.” derler. Ali, ilkokul beşinci sınıftadır tapar- casına sevdiği, hayran olduğu ağabeyi Fırat’ta boğulduğunda. Kiltepe mezarlığı çevresinde oturan kadınlardan biri, güzün mezar ziyaretine giden aileye “On yaşlarında bir oğlan çocuğu, her gün mektep kıyafeti, mektep çantasıyla gelip bu mezara kapanıyor. Akşama kadar ağlıyor, ekmek yemek veriyoruz yemiyor. Ağlayıp ağlayıp akşam olunca gidiyor. Hastalanacak bu çocuk.” diyor. Bunun üzerine aile, Ali Işık’ı Malatya’dan, ağabeyinin mezarından uzaklaştırmakta buluyor çözümü. Ali’yi Halpuz’da öğretmen olan eniştesinin; yani Güllü ablasının yanında okumaya yolluyor. Bunları şimdi 79 yaşındaki Güllü Işık Topçu, 70 yaşındaki Ali (Hüseyin) Işık ve gelinleri Sebahat Işık’tan dinliyorum. Beş gün sonra mavi gözlü, kumral saçlı, uzun boylu, mahallenin yakışıklısı, üniversiteli Abdulkadir’i yüzeyine çıkarır, kıyısına bırakır Fırat. Köylüler, jandarmaya bildirir kıyıda bir ceset gördük, diye. Mahallenin yakışıklısının belinde kemeri vardır, donunu bağlamıştır düşmesin diye. Şişmiştir vücudu. Anası, kumral saçları okşamak üzere elini, oğlunun başına götürür. Oğlunun saçları elinde kalır. Anası, feryat ederek kendi saçlarını, kendi yüzünü yolar. O anda yolduğu topak şeklindeki kendi saçlarını ve oğlunun şişmiş cesedinden elinde kalan bir tutam saçı, yakınları Fatma Işık’ın avucundan alarak saklarlar. Cebinden de iki tane delikli yüz para çıkar. Anası öldüğünde Abdulkadir’in giysileriyle ana oğulun birbirine karışmış olan saçlarını, anasının yüzüne konarak şehir mezarlığına gömerler. Oğullarından yirmi beş otuz yıl sonra bu dünyadan ayrılan anasıyla babası, oğullarının yanına defnedilemez. Kiltepe mezarlığı dolmuş, mezarlığa defin yasağı konmuştur. Fırat kenarında yüzen kayıklar Abdulkadir, Kiltepe mezarlığına defnedilir. Mezarı yaptırılmış, mezar taşına kabartma olarak şunlar yazılmıştır: Abdulkadir Işık D: 25. 09. 1939 / Ö: 9. 06. 1957 “Ben garip eşim garip Mezarda taşım garip” “Genç yaşımda terk eyledim dünyamı Fırat suyunda kaybettim dünyamı” “on sekiz yaşıma erdim hukuk fakültesine girdim bu kadere boyun eğdim” Bir de küçük fotoğrafı konmuştur mezar taşına, camlı ve demir parmaklık koruyuculu. Ama demir parmaklık bilinmeyen kişilerce kırılarak fotoğrafı alınmıştır. Fotoğrafın yeri boş kalmıştır. Abdulkadir’in sevdiği kız, aşkı gibi acısını da gizli yaşar On sekiz yaşındaki Abdulkadir’in birkaç yıldan beri gönlünü düşürdüğü bir de sevgilisi vardır. Herkes onları birbirine yakıştırır, sözlü olduklarını bilir. Hatta köyde gizlice buluştuklarını, sevgilerinin karşılıklı olduğunu, yakında nişanlanacaklarını da bilirler. Abdulkadir çok yakışıklı, sevdiği kız da becerikli ve çok güzeldir. Abdulkadir’in ölüm haberini alan genç kız, yasını içinde yaşayarak en fazla acıyı çekmek durumunda kalır anasından sonra. Bir süre sonra başkasıyla evlendirilir. Abdulkadir’in sevdiği kız, çoluk çocuğa karışır; ama Abdulkadir’i hiçbir zaman unutmamış, unutmak da istememiştir. Bu acı olaydan sonra Abdulkadir’in ailesi, özellikle anası, oğullarını ısrarla ziyarete davet eden komşusu, aynı zamanda akrabalarını suçlar. Kendi evlerine duvarları bitişik olmasa, oğlunun Fırat’ta boğulmasına sebep olarak gördüğü Ümmügüssün’ün evini yakacağını da söylemektedir yürek yangınıyla. Davet eden kadıncağız da çaresiz kalmıştır. Geleneklerde bir yatırda kurban kesilip lokma döküleceği zaman, değer verilen kişiler davet edilir. O da değer verdiğinden davet etmiş; ama sonuç felaket olmuştur. Teslim’imi sana kurban getirdim ya Hasan Basri Çaresiz kalan Ümmügüssün, altı yaşındaki oğlu Teslim’i Hasan Basri’ye götürerek türbedeki kabrin etrafında “Hasan Basri hazretleri oğlumu, Teslimi’mi sana kurban etmek için getirdim. Kurtar bizi bu azaptan! “ diyerek üç kez dolaştırır. Abdulkadir’in Fırat’ta boğulmasının ardından on beş gün geçmiştir. Ümmügüssün’ün altı yaşındaki kızılbaş - sayfa 26 - sayı 37 - nisan 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 oğlu Teslim, karpuz yerken nefes borusuna kaçan bir karpuz çekirdeğinin nefesini tıkaması sonucunda boğularak can verir. Abdulkadir için Işık ailesine baş sağlığına gelenler, Ümmügüssün’e de baş sağlığına giderler. Devrimci kitaplarını, şiirlerini yakmak zorunda bıraktılar Gelinleri Sebahat Işık, Abdulkadir ağabey Fırat’ta boğulduğunda ben yedi yaşındaymışım, Kendisini hatırlamıyorum; ama söylediklerine göre babayiğit, çok yakışıklı, herkes tarafından sevilen bir gençmiş, diyor. Bir çuval dolusu kitabının 12 Eylül 1980 faşist diktatörlüğüne kadar evde özenerek saklandığını… Her kitabın arasında el yazısıyla en az bir şiir bulunduğunu… Ayrıca bir şiir defteri bulunduğunu, bu şiirleri çocuklarına okutup dinlediğini, çok güzel şiirler yazmış olduğunu söylüyor ve ekliyor: “Ama sıkıyönetimde askerler evlere baskın yapıp da kitap bulduk diye insanları içeri atıp işkence edince, içeride yıllarca tutup hatta insanları kaybettiklerine tanık oldukça Abdulkadir ağabeyimin kitaplarını, o güzel şiirlerinin toplandığı şiir defterini banyo sobasında yaktık yüreğimiz kavrula kavrula. Yakınlarımız, bunlar devrimci şiirleri, devrimci kitapları demişlerdi, diyor. Rüyamda Abdulkadir ağabeyimi görmüştüm. Bana, “Anamla babam sana Celal Abbas’ın emaneti, onlara bakasın” dedi. Kaynanamla kayınbabama kırk yıl hizmet ettim, onlara en iyi şekilde baktım, diyor. Üniversite öğrencisi olduğuna göre bir fotoğrafı olmalı, diyorum. Fırat’tan canlı gelemediği yıl, 1957’de Malatya Foto Aile’de çektirdiği bir fotoğrafı getiriyor yengesi Sebahat abla. Abdulkadir’in Sultan ebesi (babaannesi), öldüğümde, beni torunumun yanına gömün, der. Herkes şehirden köye götürürken cenazesini, Kekecin Sultan ebenin cenazesi, Arguvan’ın Karahöyük köyünden Malatya’ya getirilerek torununun yanına, Kiltepe mezarlığına gömülür. Abdulkadir’in anasıyla babasına kısmet olmaz oğullarının yanında yatmak. Onlar rahmetli olduklarında mezarlığın kapasitesi dolmuş, mezarlığa defin yasağı gelmiştir. O nedenle ana baba Fatma ve Abdullah Işık, şehir mezarlığına defnedilmiştir. Suda boğulanın mezarına çarparak şişe kırdıklarında boğmaca iyileşecekmiş Şimdi Abdulkadir’in mezarının çevresi, şişe kırıklarıyla doludur. Cam kırıkları sürekli temizlenir, yeniden birikir mezarın çevresinde. Halk inanışına göre boğmaca olanlar, suda boğularak hayatını kaybeden birinin mezarına çarparak şişe kırdıklarında boğmaca hastalığı iyileşecektir. Böylece Abdulkadir’in ailesi dışında gelen ziyaretçileri, mezara şişe çarparak kıranlardır. Genç yaşta ölümüyle Malatya’yı yasa boğan Abdulkadir için şu ağıt yakılır ve ezgisiyle dilden dile dolaşır: Fırat kenarında yüzen kayıklar Anam ağlar bacım beni sayıklar Başıma toplanmış bağrı yanıklar Nettim size verin benim yârimi Nettim size beni yâre götürün Elbisem duvarda asılı kaldı Çeyizim sandıkta basılı kaldı O yâr benim ile küsülü kaldı Nettim size verin benim yârimi Nettim size beni yâre götürün *** Fırat kenarında asbap yumuşlar Yuyup yuyup gül dalına sermişler Sevmediğim yerde sevdi demişler Sevem de gurtulam elin dilinden Alam da gurtulam köyün dilinden Fırat kenarında gayıh değilim Yardan ayrılalı ayıh değilim Bir çift selamına layıh değilim Guruya gaderim yârdan ayrıldım Ölem de gurtulam elin dilinden *** Aşağıdaki “Fırat” şiirini yazan Arguvan Germişili Şair Arife Kalender, bu olay için yazmamıştır elbet bu güzel ve anlamlı şiiri; ama tam da Abdulkadir’i yutan Fırat’a seslenmiş gibidir. FIRAT Bendim nehirleri dolanan ben nerde dereyle birleşen çay hangi kayayı döver nerde uçuruma düşerim Saçlarım kıyım, gözlerim sürgün Murat suyunda çimen ben göletlerde toplanır çağlar boyu düşlerim Fırat’ım ben buz ve kar altında ne ateşler düştü kollarıma ne ateşler söndürdüm bir bilsen Bir devenin yanımdan geçişini kim gördü tuz yüklü çıngırak yüklü alır geri verir geri verir alır hörgücünü boynu tepelerden yüce sen Fırat’a düşen deve gölgesini gördün mü Nice kollar taşıdım, nice başlar kızılbaş - sayfa 27 - sayı 37 - nisan 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 allı gelinler aldım perçem perçem kakül yiğit alınlar aldım hem ağa hem paşaydılar kabarır sularım kabarır ne tarihler girip çıktı yorganımın içinden Zaman zaman Kırkgöz olur ağlarım Dersim atlar sürgün atlar kan atlar Alevi’yim, Süryani’yim, Sünni’yim sen de Arapgir’im biraz da Ermeni’yim kan kandır hepsi benim sularımda akar Aktım aktım Dicle geldi o söyledi ben dinledim ben söyledim o dinledi bir baktık Şattülarap onun ölüleri benim ölülerim biz artık su değiliz ki durmadan çıkıyor tarihin koldan bacaktan gövdeleri… Arife Kalender (“Maviler de Eskidi” adlı ilk kitaptan) Malatya- Arguvan- Karahöyük köyü doğumlu Abdulkadir Işık, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrencisiyken ikinci sınıfa geçtiği yıl, 18 yaşındayken yüzmek için Fırat’a meydan okuyor. Fırat, beş gün sonra Abdulkadir’in cansız bedenini sevdiklerine geri veriyor. Abdulkadir’den ailesine, sevenlerine yoğun, dayanılmaz bir kayıp acısı kalıyor. Bir de çok yakışıklı bir gencin hüzünlü gözlerle baktığı tek fotoğrafı… Not: Yazarın izni olmaksızın yazı ve fotoğrafları kullanılamaz. [email protected] Siyasetsiz seçim. Hangi hırsız daha iyi seçimi Özcan SOYSAL Türkiye’de muhalif olarak özgür, hatta iktidar da olsa küfür dahil her hareketi edebilirsiniz. Bir şartı var devletin: Hırsız 4 partiden birine sığınacaksınız. Eğer 4 partiden ve devletten bağımsız hareket eder, hatta düşünmeye başlarsanız bu dört parti anında size karsı müttefik haline gelirler. Size karsı şeytanla bile birlik yapabilirler. Gerçek demokratların hayati tehlike altındadır her daim. Demokrat insan da haliyle bulmak müshil bir iş. Hemen akla Nişan Sevanyan gelir elbette en başta. Muhammed diye biri kuşlara benzer melek adında birileri bana vahiy getirdi demiş ise ben buna inanmak zorunda değilim demiş. Derhal iki sene cezaevi ve derhal işlemeyen, yıllarca ve yıllarca bir davayı sonuçlandıramayan devlet mahkemesi işi gücü bırakıp mehen sadede gelmiş cezayı kesmişler. 4 partiden ses yok. Konu bile değil. Kamuoyunu etkileyen bir torba sivil takim görüntülü sahtekâr yazarçizer takımından tiss yok. Bu durumda halk ne yapsın hırsızları desteklemese başı belaya girecek, bir hırsız beğenip oy verecek denebilir mi? Hatta devlet sandığa gitmeyene ağır para cezası da veriyor. Bence bu karaktersiz bir yaratık olmaya gerekçe yapılamaz. Bu secilerde onuru olan evde kalır ve başına da bir iş bundan sonra gelmeyebilir. Peki, bu dört partinin meydanlara topladığı milyonlara ne demeli? Toplumumuzun kahır ekseriti için yolsuzluk hırsızlık gasp bir ayıp değil, tersine bir erde ve bir fazilet. Utanmayı 1915’te bırakmış bu toplumun insanları. Bilinçsiz ve bilgisiz, aptal olduğundan böyle yapıyor, aydınlatmak gerekir diyenler çıkabilir Bu gevezeliği ileri sürenler ya hırsızdır ve zeka ile ilgili sorunları vardır. Halk aptal değildir neyi ne için yaptığını bilir. Erdoğan’a verilen yüzde 40 küsur oyun sahipleri AKP’nin hırsız olduğunu bu akli evvellerden öğrenecek değillerdir. Başından beri haberdardırlar Halklarımız kendi hırsızlarını çok sever. Başka takımın hırsızlıklarını ise iyi görür ve erdemli! bir duruşla onları eleştirir.. Yani her biri bir Ertuğrul Özkök’tür. Başkalarının hırsızlıkları karsısında demokrat, Batılı, modern. kendi hırsızları dokunulmaz kutsal. Bunu anlamayacak bir kaç geri zekalı insan tek tük olabilir her yerde. Ama çocuklar bile manyaklaştırılmadı iseler anlarlar. Erdoğan’ın büyük çapta hırsızlığı ortaya çıkınca AKP’nin milyonlarca seçmeninin hayal kırıklığına uğrayacağını düşünenler ve avaz avaz bağıranlar hırsızdırlar. Halkın bilinçsiz olduğunu iddia ederler. Sanki halk hırsızlığı görmüyor. Halka illa bir şey söylenecek ise, o da utanın, bu hırsızları desteklemekten uzak durun. İnsanlığınızdan cıkmış haldesiniz. Vazgeçin onursuz yasamaya demeli. Kaynak: http://www.network54.com/Forum/609946/message/1395596020/ Siyasetsiz+secim+..+Hangi+hirsiz+daha+iyi+secimi kızılbaş - sayfa 28 - sayı 37 - nisan 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Hevpeyvîn bi dengbêjekî civaka Êzdî, Teterê Eliyê Mamed re! Dengbêj Teterê Eliyê Mamed û K.Tolan Li goriya dîtina min, gava meriv dîroka xwe ya kevn baş nas neke, meriv nikare dîrokeke nû jî rast baş biafirîne. Lewma jî divê em dengbêjî û wêjeya Kurdî, ya ku bi devkî hebûna dîroka gelê Kurd di nav xwe de didexwanê û parastiye baş nasbikin. Bi dîtina min û mixabin, piraniya zargotina me Êzdiyan ji ber hûnera dengbêjî û çîrokbêjên me Êzdiyan ne hatiye nivîsandin û piraniya dîroka gelê Kurd di singa bav-kalên me yên ku kiras guhastine de jî ketiye bin erda sar. Her weha dagirker û gelek kevneperestên Kurdistanê jî, hebûna dîroka dengbêjî û çîrokbêjên me Êzdiyan ji bona berjiwendiyên kesayetî û desthilatdariya xwe bi hemd guhastine. Vêca ji bo hunera dengbêjî, serpêkhatî û zargotina me, ya di singa kurê dengbêjekî Êzdî , yê ku berê di nav herêma Kurdên li derdora Xerza(Misircê,Batman,Qubînê..) û deşta Amedê diman de gelekî navdar bû, weka ya gelek bav-kalên me yên ku kiras guhastine winda nebe, ez û birayê xwe Hizer, di roja 25.04.12 de, çune bajarê Friesoythe mala Teterê Eliyê Mamed (Acar). Ez zahf kêfxweşim ku min hêja di sala 2000 de jî çend sitran ji ber dengê Teterê Eliyê Mamed girtibûn û ew hingê di nav pirtûka xwe ya bi navê „Hebûn û Tûnebûna Êzdiyan Tev Romanên Zindî ne, di rûpelen:62-64 û 74 de weşandin e. Min ev hevpeyvîn li ser casetekî vidio yê tomar kiriye û li goryiya îmkanên xwe nivîsandiye. Ezê ji bo rêzgirtinê û di dewsa rêzdar dengbêj Teterê Eliyê Mamed (Acar) de bibêjimê Xalê Teter. 1. Xalê Teter beriya her tiştî, ez dixwazim tû xwe bi xwandevanan bidî nasandin. Ka Teter Acar kî ye, tû ji malbeta kîjan Mirîdayî, Xwedanê bi- Dengbêj Teterê Eliyê Mamed û K.Tolan nemala we çiye, zaroktî û jiyana te li kîjan gundan derbasbuye? Dengbêj Teterê Eliyê Mamed: - Belê xwarziyê Kemal, ez gelekî memnûn bûm ku hûn îro hatine mêvaniya min û hûn li ser çavan re hatine! Ez kurê Eliyê Mamed im, ji malbata eşîra Anqosiyan û ji binemala mirîdên Dîwane me. Bav-kalên me, berê li gundê Batranê, yê ku niha hêjî di nav herêma Xerza de, li pişta gundê Zoqê û girêdayî bajarê Misirce(Kurtalan)ye diman. Lewma ji malbata me ra hêjî dibêjin, Batranî. Li goriya ku ji min ra hatiye gotin û ez texmîn dikim, ez di sala 1938 de li gundê Bazbût(Atbagi)ê, yê ku niha hêjî di nav herêma Qubîn-Batmanê de ye, çê bûme. Dûre mala me heşt salan li gundê Zêwika Xaço, ev jî nêzîkî Bazbutê ye, maye. Ez li gundê Zêwikê zewicîme û ji virê jî 2 çume xizmeta leşkeriya tirkiyê kiriye. Di vî wextî (1958?)de, ji xeynî mala me, wekî dinê tu malên Êzdiyan li Zêwika Xaço tûne bûn. Lê hingê, di gundê Zêwikê de sê-çar malên Xirîstiyanan(ya Apê Îsa, Jinapa Baran û Apê Arakêl) û çend malên Elikiyan hebûn. 2. Xalê Teter, tê bîra te, di wexta zarokatiya te de kîjan gundên Êzdiyan li derdora gundê we hebûn? Dengbêj Teterê Eliyê Mamed: na ji ber çê tû neçuyî ? Dengbêj Teterê Eliyê Mamed: - Na, min mektebe ne xwandiye. Ji xwe di dewra me de, me zarokan ji ber cotkarî, rênceberîtiya gundîtiyê û alîkariya debara mala xwe nikarîbû herine dibistana. Hingê, dibistan jî di gelek gundan de tûne bûn. 4. Xalê Teter, piştî ku te xizmeta leşkeriya tirkiyê xilazkir anjî berê hingê, tû qet diçuyî bajrên Tirkan dixebitî, sebebê ku çibû anjî tû neçuyî bajarên Tirkan ne xebitiyî çine? Dengbêj Teterê Eliyê Mamed: -Belê, ez ji sala 1973 heta 1979 an gelek caran û hercarê jî sê-çar mehan diçûme Antaliya û Edenê kar dikir. 5. Xalê Teter, gavat tû hatî Almaniya yê, hingê tû çend salî buyî? Dengbêj Teterê Eliyê Mamed: -Ez di sala 1979 de hatime Almaniya. Demek ez hingê 41 salî bû me. 6. Xalê Teter, çima û ji ber çê tû hatî Almanya yê? Dengbêj Teterê Eliyê Mamed: - Belê, wextê mala me li Bazbûtê û li Zêwikê bû, hingê gelek gundên Êzdiyan yên mîna: Feqîra, Çinêriya, Keverzoya xwarîn û ya jorîn, Gêduk, Dêrik, Şihê, Şimiz,Şahsim û hwd, hebûn. Jiyana me ya li Zêwikê tev bi cot, paleyî û rencberîtiyê derbas dibû. -Bi Xwedê, di welatê me de gelek tahdeyî û zilm li me Êzdiyan dihatine kirin. Me Êzdiyan nikarîbû di nava Batmanê de bibêjin, em Êzdî ne. Di nav bajarên Tirkan de jî, heta ku me nas ne dikirin, tu dahdeyî li me nedikirin. Lê, wexta ku Kurdan digotene tirkan ev Êzdî ne û ewan pê derdixisten ku em Êzdî ne, êdî kesî ji tirkan jî şixwil(karê) xwe ne dida me. 3. X. Teter, tû qet çuyî dibistanê, eger Mînak: kızılbaş - sayfa 29 - sayı 37 - nisan 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Carekê, em hinekî Êzdî û Bisilmanên li der û dora Batmanê diman, bihevûdinê ra û bi dû otebusen tijî çûne Edenê kar. Me mehekê bi hevûdinê re karkir, lê berî ku karsaz miaşê me bide me, hinek ji wan Bisilmanên ku em bihevûdinê re hatibûn, çûn gotine karsaz, felankes û felankes Êzdîne û karsaz jî heqê meha me kesên Êzdî ne da me. Em wê mehê, wisa bê pere û birçî hîştîn. Me ji tirsa re nikarîbû cardinê herin dahwa perê xwe li karsaz bikin. 7. Xalê Teter, tû dikarî niha hinekî bahsa serpêkhatiyên xwe yên hinga tû hatî Almanya yê bikî û ka hûn hingê bi çi zahmetî dihatine Almaniya yê? Dengbêj Teterê Eliyê Mamed: -Gava ez cara yekemîn di sala 1979 de hatime Almaniya rojava(BRD), min hingê çarsalan bê bidestûr li Almanya karkir û dûre ez mecbûrbûm di sala 1983 de vegeriya me Welat. Ez di sala 1985 de cardinê hatime Almanya yê. Hinga em li balefra bajarê Berlîn peya bun, hingê polîsên Alman em girtin û dîsa berdan. Lê hinga em hatin di nava Almaniya rojhilat(DDR) de derbasbûn, em cardinê hatine girtin û ewan jî em şandine kampa panaberan ya li bajarê Braunschweig` ê. Em mehekê li vê kampa Braunschweig` ê man. Ji wirê jî em şandinê kampa bajarê Norden(nêzîkî Aurich)e. Gav sê mehên me li Norden qediyan, ez çûme mala keşeyê dêra Norden`ê , min jê ra got ku em Êzdî ne. Pîreka min li virê bi tenê ye, kesî ku em wan nasbikin li vî bajarê we tûnin û ez lavan ji te dikim, tû karîbî me bişînî nav cîhekî ku ber û pismamên me lê hene! Xwedê ji wî camêrî gelekî razî be, ewî em şandine vî bajarê Frieseuthe. Gava em hatine vî bajarê Frieseuthe û me hinek nasên xwe yên mîna Sediqê rahmetiyê Xalit, Hizêr Tolan û hwd. li virê dîtin, bîhna me jî hinekî derket û em eva 27 heft salan li vî bajarî ne. Ez li vî bajarî qet ne xebitî me. 8. Xalê Teter, weke ku ez di nav zargotina me de gelek caran dibihîzim, rahmetiyê bavê te jî , berê li bakurê Kurdisanê û bitaybetî jî di nav civaka Êzdiyên li herêma Xaltiyan(derdore bajarê Batman, Qubînê, Misircê, Sêertê ûhwd.) de dengbêjekî gelekî bi nav û deng buye. Tû dikarî ji me ra bibêjî, ka rahmetiyê bavê te kî ye, Zaroktî, jiyana rahmetî li kîjan gundan derbasbuye û ewî di kîjan sale de kirasguhastiye? Dengbêj Teterê Eliyê Mamed: - Bila rahma Xwedê li miriyê xwande- van, guhdaran û bavê min be jî! Bavê min Elî kurê Mamed e. Texmîna ku ez dikim, rahmetiyê bavê min di 1903 de li gundê Bazbûtê hatîyê dinê û di sala 1969 de jî çuye ber dilovaniya Xwedê. Mezelî wî li gundê Feqîra, yê ku di nav herêma bajarê Batmanê de ye. Raste, di wî wextî de û di hêrêma me de, dengbêjê ku li tayê rahmetiyê bavê min Eliyê Mamed derketa gelekî kêm bûne. Min didît, gava bavê min ji mal derdiket, carnan jê bi mehan ne dihate nav mala xwe. Mînak: Wexta rahmetiyê bavê min, xalê Hesinê Çeto û hwd. li cimaatê de bihevûdinê re bi gelek sihetan distiran, kesî ne dixwast ji civata wan derkeve. Dîsa gava bavê min biçuya cem maqûl, axa, begên Kurd, bi taybetî jî tevaya gundên Êzdiyên û zêde jî yên li herêma Diyarbekir hebûn, mala apê Birahîmê Rizgo, dengbêjê wê herêmê, yê mina rahmetiyê Evdilhadî dihatine cem û ewan bi gelek rojan kilam bihevûdinê ra digotin. Bavê min ne tenê di herêma me de navdar bû, ew diçû hemû herêmên Kurdistanê û ewî di herciyê de bêtirs disitra. Navên hinek dengbêjên ku hingê, navên wan hebûn û niha nave wan têne bîra min ev bûn: Rahmetiyê bavê min timî digot, Îso yê File yê ku li gundê Zêwîka Xaço dima, gelek kes li ba xwe hînî kilamên folklorê û dawetan Kurdî dikirin. Yanî Îso yê File, Usivê Dengbêj, Hesinê Çeto, Birahîmê, Ereb, Usivê Beso(evî camerî jî gelek kilamen bavê min digotin ...) û hwd. 9. Xalê Teter gelek kes dibêjin, rahmetiyê bavê te- xalê Elî yê Mamed, bi hûnera xwe gelek sitran li ser buyer, qewimîn, serpêhatî, şer, wêranbûn, mêrxasî, evîndariyê û hwd. hûnandine û ew xwedî taybetmendiyeke gelekî mezin buye. Tû dikarî hinekî bahsa wê hûner û taybetmendiya Xwedê jê raziyê bavê xwe bikî? Dengbêj Teterê Eliyê Mamed: - Taybetmendiyeke dengbêjiya rahmetiyê bavê min ev bû: Berî ku bavê min dest bi sitran anjî kilamekê bikira, ewî pêşîn çîroka bûyer, qewimandîn, serpêhatî, şer, wêranbûn, mêrxasî anjî evîndariya ku sitran ji berê hatiye afirandin, şîrove dikir û dûre hêja sitran anjî kilam bi dengê xwe digot. Mînakek: Buyera afirandina kilama Emînê Ahmed Rahmetiyê bavê min digot: Di wê dema ku mahcer hatine herêma Bişêriyê, hinge Tewfîq û Nefiya xwa xwe, tevî êla xwe ve ji welatê Serhedê bi koçberîtî hatine gundê Keferzo û xwe li Emînê Ahmed girtine. Nefiya xwa Tewfîq, qîzeke koçer (Bêrtî) buye û ewê dûre dil berdaye Emîn. Lê, haya Emîn ji vê evîndariya Nefiya tune buye. Hinga ez rojekê di nav konên êla Tewfîq de derbas dibûm, min dît Tewfîq hate pêşiya min û ewî ez birime oda Emîn axa (Emînê Ahmed). Piştî heftiyekê, hinga ez rabûm werime mala xwe, min li ser rêya pişt mala de dît ku, va jineke li ser devê rêya min sekiniye. Dema ez nêzîkê wê bûm, min dît ew Nefiya ye. Min gotê Nefiya, te xêre û tû çidikî li virê? Nefiya got: Xalê Elî, bi Xwedê ez li hêviya te me. Min gotê, xêre ? Ewê got , xalî Elî, min didît ku tû dihatî mala Emîn û tû dengbêjê Emîn î. Ez ji te lavedikim ku em niha li virê rûnên. Ezê kilamekê ji te ra bibêjim û lavan ji te dikim ku tû vê kilama min li ba Emîn tenê bibêjî! Min gote Nefiya, keremke û wê rabû ew kilama ku ewê ji bona bavê Şikrî afirandiye ji min re got. Gava ewê kilama xwe qedand pê ve, min jî hima di cîde û ji ber xwe ve sê çar malik bi ser kilama wê ve zêdekirin. Nefiya jî got: Xalê Elî, Xwedê ji te gelekî razî be û te niha dilê min gelekî rehet kir. Dûre Nefiya dest avîte kîsikê di ber xwe de kişand, zêrekî reşatî ji nav derxist, ew kire nava destmalekê û tevî cotek gorên ku wê ji rîs çêkiribûn dane destên min. Got: Ev xelata te ne, lê ez di bextê te deme, tû yê vê kilama min ji Emîn ra bibêjî. Min jî soz da Nefiya ku, ez tamamiya vê kilama wê li cem Emîn bibêjim û ez çûme malê. Piştî çend rojan, ez cardinê hatme mala Emîn axa. Min dît ku, wa Emîn û Wesîla pêreka xwe li şaneşîna serê qesra xwe rûniştine. Gava Emîn ez dîtim, gazî min kir û got Elî were, vêga tiştek di berîka te de heye! Ez jî çûm li şaneşîna serê qesra wî û li kêleka Emîn rûniştim. kızılbaş - sayfa 30 - sayı 37 - nisan 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Wesîla jî, rabû qahweyek ji me ra çêkir û me qahwa xwe vexwar. Dûre min gote Emîn, bi Xwedê û bi rastî jî tiştek di berîka min de heye, lê dernayê ! Emîn got: Elî, çewa dibe ku tiştek di berîka merivde hebe û dernayê? Min gote Emîn: Heyran ez çiqas destên xwe davêjimê, lê ew dernayê. Emîn fahmkir û gote min: De Elî tû niha here malê, ezê dûre dîsa bişînime dû te. Gava ez sê rojan li malê mam, xeber ji min ra hat û gotin: Emîn gotiye bila Elî ne sekine were cem min. Ez rabûm û hatim, min dît wa Emîn, hespek ji bo min zînkiriye û gote min: De siwarê ez û tû emê herine Qubînê. Em li hespan siwarbûn û me berê xwe da Qubînê. Çaxê em gihîştine serê qêrê ku di navbêna gundê Gêdûkê û Qûbîn ê deye, Emîn ji min ra got: Wa Elî! Tû bidî xatira Xwedê, hinga ku te wê rojê got, tiştek di berîka min de heye, lê dernayê, mahne ya wê çibû? Min gote Emîn, belê ez dikarim niha wê ji bêrîka xwe derxînim. Emîn gote min, de keremke wê derîne ! Wela çaxê ku ewî wusa got, min jî gotê, de keremke ka em ji ser pişta hespan peyabên. Gava em peyabûn, min destên xwe kirine kerika guhên xwe û min ev kilama weha jêre got: HA WER DELAL ! Ha wer delal….Ha wer delal…Ha wer delal, lo ha wer delal.. Bavê Şikrî siwarê sîqal, heyran çiyayê gundê me bilinden, çima lo nizim nabe?, Kum û kewejê Bavê Şikrî siwarê sîqal, heyra kevejê lo xwiya nabe. De hine berfa Helazgerê, Melazgerê deyne ser kezeba xwe, cendê bavê Şikrî lo hênîk nabe Îro serê sê rojan Tewfîq ji min xeyîdiye, lo bi min ra xebernade De ha wer delal tû delalî dîno êw….!! De re ha wer delal….Ha wer delal…Ha wer delal, lo ha wer delal.. Bavê Şikrî siwarê sîqal, heyran bi hafa darî Qolîbabê ronî diketim, dar kevote Xwezîka serê min û bavê Şikrî li ser nazbalgîk û nepenîka bibuna cote Cote kewê gozel ji Bîrika Simo derketa, li ser serê min û bavê Şikrî maqulê Remaniyê lo bihev gote De ha wer delal tû delalî dîno êw….!! De re ha wer delal….Ha wer delal…Ha wer delal, Ha wer delal, tû delalî.. Bavê Şikrî heyran, eva serê sê rojan nexweşim, ez çiqas çavê xwe digerînim lo te li ber serê xwe nabînim. Dibê bavê Şikrî çuye Keverzo, Keverzo, Bazbûtê, Gêdûkê ser demanê, Ji bo ku bavê Şikrî çend zêran ji zêrê enzel tê de karke, Şal û şapikê bavê Şikrî herine Hamûda şewitî, vê sibekê pê qeytankin De ha wer delal, ha wer delal, ha wer delal, tû delalî dîno êw….!! Lo lo bavê Şikrî, mala te şewitiyo! Min te divê, çima tû min navê? Ez di bextê we de me, hûn min bivine Keverzoya xwarî, koçka xwarî, olya jorî û lo olya navîn Wele, serê min here ber zatûrê, lo ber celadê Min zêdey bavê Şikrî, maqûlê Remaniyê, kesek navê ! De re ha wer delal...Ha wer delal…Ha wer delal! Heyran,Hatî ava çemê Bişêrî yê, Min dî qeyîkçiyan qeyîkên xwe hazirki rine, dane dûv gemiyê Tev jî dizanin, xortanî xweşe lo bi ezepiyê, Koçerî xweşe li deşta minalixê, zozaniyê, Ezê biqefêlim Qurê, Serpirê hafa Zeynaliyê, Xwezî min bavê Şikrî magûlê Remaniyê, bi dîtina li Şane Şînê, lo li oliyê! Ez nizam rebê Alemê ji min re li hev neyne,ezê sala berî vê salê bivime kelemê çavê Wesîla Xelef, lo bi hewîtiyê De ha wer delal, ha wer delal, ha wer delal, tû delalî dîno êw….!! Vêca, gava bavê min kilama xwe xilaz dike, Emîn jê ra dibêje, Elî te ya xwe got, de vêca ez jî niha niyeta xwe ji te ra bibêjim; Raste, Nefiya jineke zahf delal û ji Wesîla pêreka min jî çêtire. Lê feqet, Elî tû bixwe jî dizanî ku, di pêşiya min de Hesoyê Birahîm, Xelîlê Simê, Cemîlê Çeto û Qasê Ozman ev tev axa bûn. Tû dizanî, çima Tewfîq û Nefiya ne çûn xwe li yekî ji wan negirtin û hatin xwe li min girtin? Vêca, qey ji min ra çêdibe, ez rabim bi qîzeke gundiyê xwe ra bizewicim? Ne ez, mîna bavê wan tême hesabkirin û ji min ra dest nade…. Jixwe pir kes jî dizanin ku, bavê min (Mamedê Elî) ev kilama di sala 1930 de, li ser daxwaza Nefiya ji bo Eminê Perîxanê ji hiş û ji ber hûnera zanîna xwe hunandiye. Gava bavê min ev gotiye pê ve, hêja li nav gelek civakan û li gelek herêmen ku Kurd lê hebûn belabuye.. 10. Siheta te xweş be Xalê Teter, tû dikarî çend mînakên din jî, ji çêkirina kilamên rahmetiyê bavê xwe ji me ra bibêjî? Dengbêj Teterê Eliyê Mamed: - Belê, rahmetiyê bavê min ev sitrana Kolosê Aqo jî bi xwe çêkiriye: De ha yê, ha yê, ha yê, ha yê, ha yê, ha yê ê ê…! Fatimê digo, Koloso xweyî yê abvê min o, Ezê bi hafa Şimza bavê Misto diketim, îro rê digunde, Kulê tû bi kulbî, bikevî berê mala Ozmanê Emer, bavê Wezîr, gamêşê qerboz siware, cahniyekî çavreşî nêr wa di bin de, ketiye Şimza bavê Misto, silav kiriye, tevaya milet rabune ji ber de. Ez bala xwe didime bavê Bişar, siwarê xoro, mîrê zirav, êba besrawî berdaye ser kêlîka mil de, şal û şapikên Fransayî berdaye ser guzeka ling de, Xwedê jî zane paxav nekiriye, ranebû ji ber de, Fatimê digo Koloso, pişta xwe me de Ozmanê Emer, bavê Wezîr, gamêşê qerboz, tû nizanî kula Şewlê Dela, qêrê Şêxevinda , Çah Şorikê maye di dil de. Ê belê min go Xwedê jî zane, şade şûdê Kolosê Aqo, bavê Bişar gelekin, derbekê daye Ozmanê Mihê, Resulê Elî zavê salê, weke pirzika wa di binde bigir e, ew kul maye di dil de. De ha yê, ha yê, ha yê, ha yê, ha yê, ha yê ê ê…! Fatimê digo, Koloso xweyî yê abvê min o,ne min go, pişta xwe me de Ozmanê Emer, vî koçerî, vî neyarî,kula Şewlê Dela , qêrê Şêxevinda, Çah Şorikê maye di dil de. Min dî Ozmanê Emer, bavê Wezîr ji xopana Şimzê rabû bi giranî, xwe berdaye nav Malêbinyê, lêjneke qewîn ji Elika wa bi xwe ra anî. Kul têkeve berê mala Emerê Şero, bavê kura wa di pêşiyê de, Bi sê kemîna li pêşiya bavê Bişar, siwarê xoro de danî, Du peyayên malik şewitî, li pozê qerepanka di pêşiya wî da şêrgelanî. Min dî bavê Bişar, axayê zirav, maqulê giran, ji xopana Şimzê dageriya bi axatî, lê belê filê Zêwikê, Xazarê Çaro bi sê denga li bavê Bişar kire gazî go, Koloso mala te şewitiyo, Ozmanê Emer, bi sê kemîna li pêşiya te de şêrge danî. Şade şûdê bavê Bişar, siwarê xoro gelekin li dinya yê, parsû stûrbû maqulo li xwe dananî, tevn û bertengê xoro şidandiye bi romanî, gav ketiye silavgeha şewitî,wan hersê kemîna li ber bavê Bişar desthilanî, kul têkeve ber wan herdû peyayên li qerepanka, derba bi hespê ve danî. De hêlî, sedcarî din jî bi min hêlî, ji xêra mala Xwedê ra, hinga li Kolosê kızılbaş - sayfa 31 - sayı 37 - nisan 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Aqo, bavê Bişar bû tengayî, bila hingê Aqoyê bira bibûna piştmêrî. ke, buyer û kilama evîndariya xwe ji min ra bibêje! Fatimê digo, Koloso xweyî yê abvê min xweştiro, ezê bi Şêhaniya şewitî di ketim, wa li wa kaşa, tilî û pêçikên bavê Bişar, xwiyanakin ji gustîla, şeş pa ji van qaja, Ez ne ketime ber kuştin û girtina bavê Bişar, ezê ketime ber wê yekê, Cinazê bavê Bişar birne kambaxa Malêbiniyê, nava wan neyara. Vêca Biro wisa bi wê nexweşiya xwe, buyer û kilama xwe ji min re weha got: Ne wa bê , sedcarî din jî bi min ne wa bê, şade û şudê bavê Bişarê Kolos, bavê Gindo gelekin li dinya yê, gilîkirye bîstûsê hep ji mala Remo digirtin, berê wan dane hepsa Sêertê, Betlîsê, Diyarbekir. Ji gotinê dengbêjê berê, çar heb ne hatine malê. Şade û şudê bavê Bişarê Kolos gelekin, lêjne rakiriye ji xopana Beriyê, ketiye dora silavgêha Baximza bavê Eyo, dike û nake, keysa kuştinê li Ozmanê Emer na nî, Berê xwe berdaye Gola Hamid, Kaniya Kelê, terş û sewalê Ozmanê Emer biriye bi mêranî. De ha yê, ha yê, ha yê, ha yê, ha yê, ha yê ê ê…! Fatimê digo, Koloso mala te şewitiyo, na be, Şêwr û mişêwrên mala Zoro girane, bêrî bavê Bişar, doz nabe lo o o o ….. Dengbêj Teterê Eliyê Mamed: Her wusa rahmetiyê bavê min, ji gelek kesan re kilama Seyrê û Biro jî gotiye û ewî digote min, min ev kilama Seyrê û Biro bi vî haweyî berhevkiriye: Wexta Biro nexweş ketibû, ewî bihîstibû ku ez jî di herêma wî de dengbêjekî baş im. Ji ber ku ewî zanî bû, êdî tu fitla wî ji ber wê nexweşiya ne başe tûne ye û ew hewdikare bisitrê, ew radibe rojakê qazidekî dişîne pey min û xwastibû ku ez herime cem wî. Jixwe min di vê demê de, nû dest bi dengbêjiyê kiribû û kî ji bo dengbêjiyê bihata pey min, ez pê re diçûm. Wexta ez çûme mala Biro, Biro gote min, min bihîstiye ku tû jî dengbêjekî başî. Ez dixwazim tû niha guhê xwe baş bidî ser vê buyer û kilama ku min berhevkiriye. Ez hêvîdarim ku tû jî vê kilama min ji xwe ra hilînî û ew bi xêra dengbêjiya te di gelek ciyan de bê gotin. Ji bo ku ev evîndariya min heta û heta li ser gelek zaran bêye gotin. Min jî gote Biro serçavan, de ka kerem Biro got, Elî weke ku tû jî dibînî, bavê min Oso jî di vî gundê Barisil(ev gunda li ser herêma Batmanê ye) de gelekî dewlemend bû. Ez jî di wextê xwe de xortekî gelekî dilber û heta tû bêjî, î delal bûm. Bavê min Oso, timî digote kurê min Biro, lawo ji xwe ra bizewice û min jî digot, ez na zewicim. Carekê hinga bavê min dîsa gotê min, lawo tû çima nazewicî? Min jî gote bavê xwe, heyran ku tû birastî dixwazî ez bizewicim, divê tû min di nav dinya yê de azad berdî! Bavê min got başe kurê min, de haşte ra vê hêstirê, kerê ji xwe ra barbike û dû hevalên xwe jî bixwe ra bive. Here heta ku tû ji xwe ra qîzeke bi dilê xwe peyda bikî û bîne pêre bizewice. Ez rabûm tevî dû hevalên xwe va ji Barisil derketim û bi karwanî geriyam. Em çûne aliyê gundê Bamerdê, Ridwanê, ketine deşta Xerza, hatine nav herêma Qubînê û min tû kesek ji xwe ra nedît. Roja ku em hatin gihîştine herêma qeza Silîvana, me konê xwe li ser mêrga Tapa Barava(nêzîkî bajarê Amedê ye) danî. Piştî ku em hinekî li ser mêrgê man û pêde, min dît, dû reş ji pişt me de derketin û hatine ser mêrgê. Gava hatin nêzîkî me bûn, min dît va jineke ku, namila wê tev di zêrde pêçayî û bi kîloyan zêr pêve heye, hat ba me û got, merheba ji we ra ! Me jî gotê, merheba û ser çavan! Ewê got, pirse bê eybe, hûn ji kurine? Min gotê, wele em ji Bişêriyê ne. Jinikê got, hûn xelqê Bişêriyê ne? Ewê gote Birahîm, bila emrê min bi qurbana emrê te be û canê min jî bi qurbana canê te be! Bi serê şêx Mistefayê Tapa Beravakim, ezê niha herim şîva we çêkim û bînim. Lê tû bizanîbî, gava ez bêm, îşev xew ji min û te ra tû ne. Emê bisitranan bidinê ber hevûdinê, heta ku sibe li me ron bive. Piştî ku jinik çû pê ve, em bawernakin ku ew cardinê were. Yekî ji me got, wele ewê bê û yê dinê jî got, de ka em hinekî xwe li hêviya sozê jinika Silîvanî bigirin. Min jî got, de bi Xwedê, gava ew îşev bê, ezê wê birevînim. Demek derbas bû, me dît va ew herdû reşên me dîsa ji dûr ve derketin û hatin. Hatin, cefiniyek tijî pirince û li ser serê wê jî tije mirîşken pijandî ye di nava me danîn. Hat li kêleka hevalên min û li ser çoka rûnişt û gote min de kerembikin, xwarina xwe bixwin. Min gotê, de ka tû jî navê xwe ji min ra bibêje û tû çi kesî? Jinikê got, navê min Seyrê ye û ez hêja qîzim. Heta ewê navê xwe ji min re got, awir didane min, hevalên min jî cefîniya mezin valekirin. Seyrê gote min, wele Birahîm te tu xwarin ne xwar. Min gotê, Seyrê dilê min ji dîtina têr nabe…….. Seyrê gote min, ne min beriya niha ji te ra gotibû. Îşev yek ji min, yek jî ji te ye û emê niha êdî bisitranan bidine berhevûdinê. Dengbêj Teterê Eliyê Mamed: Min gotê, belê wele em ji Bişêriyê ne. -Bavê min digot, gava Biro di ber sitranê de ji hal ket û hewkarîbû kilama xwe temam bike. Min gotê Biro, de ka tû êdî li min guhdarî bike! Ewê got, bi Xwedê tiştê ku min bihîstiye, kesê ku ji Bişêriyê be û ne dengbêj be tûne, bila raste? Min rabû hinek gotinên ku ewî baş li hevûdinê ne runştandibûn, ji cem xwe va bi ser kilama Biro û Seyrê ve zêdekirin. Gava ewê wisa got, kêfa min gelekî hat û hêrsê min rabûn. Min dikir bibêjim, hima tû dinava me de kî biecibînî, ew dengbêje. Lê, min hew xwe girt û di cîh de gote jinkê, kilê çavên te ezim û ez dengbêjim. Min destên xwe kirine kerika guhên xwe û got: Jinikê ji min pirskir û gotê navê te bixêr? Min gotê, navê min Birahîm e. Êdî kilama Seyrê û Biro gelekî dirêje, belkî gelekan jî ev kilama nivîsandine, lewma min nehîşt X.Teter jî wê bibêje K.T. Bavê min digot, hinga ku Biro ev kilama xwe û Seyrê bi deng û peyvên min kızılbaş - sayfa 32 - sayı 37 - nisan 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 hûnandî guhadrî kir û pêve, gote min, Elî wele miradê me bi hevûdinê ne bû, lê ez baş bawerim, ewê bixêra vî deng û xweş sitirana te , heta û heta li cem gelek evîndaran û li nava gelek herêman belabive. Eger ez îro jî bimirim, ez dizanim êdî ev kilma me, wê her û her sax be. sitranan kir. Piştî demekê hersê dengbêj jî ji ber min rabûn, destên xwe danîne serhevûdinê û gotine Usiv Efendî, Xwedê em nikarin ji heqî vî camêrî derkevin. Buyera vê kilama ku ji ber gotina Biro, Seyrê û bavê min Eliyê Mamed hatiye afirandin, bi texmîna min di sala 192530 de buye. Bavê min, ev şerê Bartasê di nava sihetekê de çêkiriye(ev gundê Bartasê di herêma Xerza de ye û hingê di bin bandora mala Cemîlê Çeto de bû. Bavê min digot, di wî wextê ku Cemîl avîtibû ser gundê Bartasê û Bartasê teslîm girtibû. Ez jî dû buyerê re çume civata Cemîl. Cemîl dibêje herdû dengbêjê xwe, de ka hûn jî kilamekê li ser bavê Feremez çêkin. Dengbêjê wî gotnê, bi serê bavê te, em hîna nikarin vê buyerê biserhevûdinê ve deynin. Min jî gote camêrekî, ji Cemîl axa ra bibêje, eger ew destûrê bide min, ez dikerim niha kilamekê li ser şerê wî bibêjim. Gava ev daxwaza min gihîşte Cemîl, ewî gote min de ka tû bibêje! Min destên xwe kirine kerika guhên xwe û min got: Dengbêj Teterê Eliyê Mamed: -Bavê min li ser hûnandina kilama Mileto, mileto, mileto, mileto…. û hay mileto jî weha digot: Ez rojekê çume gundê me Batranê û di peyra jî çûme mala zavê me yê ku li gundê Beybo bû dima. Gava ku ez ji mala zavê me derketim, dikim werime malê. Zavê me jî radibe diçe mala axê gundê xwe. Hingê navê axê gundê Beybo, Usiv Efendî bû. Hinga zavê me diçe civata Usiv Efendî, dibîne va sê dengbêjên ku ji welatê Serhedê hîtine jî di civatê de amade ne û ew bi evûdinê re ketibûne pêşberka strana. Zavê me digot, gava Usiv Efendî li van her sê camêra guhdarî dikir, ji nişkê ve keser hatinê û gote beşdaran, ax ji xêra Xwedê ra, vêga ew dengbêjê ku li herêma Xerzan de deng daye jî niha li vir bûna. Min bidîta, ka ewê çewa li dijî van her sê dengbêjan derketa. Zavê me dibêje Usiv Efendî, wele ewê ku tû qala wî dikî, niha ji mala min derket û çû. Usif Efendî dibêje zavê me, de here bi peykeve û wî bîne vêderê. Hinga ez gihîştime wî hevrazê li hemberî Beybo yê , min bihîst ku yek gazî min dike û dibêje, mam Elî, mam Elî ! Ez rawestiyam heta ew kes hat, min dît va zavê me ye. Min gotê, çibuye kuro? Ewî got, Mam Elî ka were Usiv Efendî te dixwaz e. Ez vegeriyam, hatime civatê. Min dît va sê dengbêj li berhevûdinê rûniştine, qîre qîre wane û disitrên. Usiv Efendî gote wan camêran, de ka bila ev dengbêj jî bikeve nav pêşberka we. Min gote wan her sê dengbêjan, hûn hersê li aliyekî û ez bitenê jî li aliyekî bibêjim. Ezê tenê jî weke we, sitranên miqamên herêma Serhedê û ne kilamên herêma xwe bibêjim. Ewan ji van gotinên min bawernekirin. Lê, me dest bigotina Min jî gote wan dengbêjan, gerek hûn li her civatê de van kilamên nîvco nebêjin. Mileto, mileto, mileto, mileto…………. û hay mileto Gelo xayîno û ji xwe bêbexto, Maqulo, dilê minî dilanî dîne, eva serê sê roja Cemîlê Çeto, bavê Feremez, siwarê çalo, kekê Bişar ketî nava eskerê Elika, Rema Pencinara dicivîne, di şefeqa serê sibê de girtiye li kambaxa Batasê, li ser serê bavê zekiya diteqîne, ezê bêjme bavê zekiya, maqulo, wez li bextê te me, tu li bextê Xwedê û rebê li jorîne, tu pişta xwe nedî kurê Hacî Reso, mêrkê madiye, hevalê xwîna saren, gava roja roj reş dibî, xwîn birêjê, mêr bêne kuştinê , wê rojê dû reşê na şixwilînin, xwezî gava li bavê Zekiya bû tengayî, jêre derketa serê Eliyê Ozman, Xalitê Dawa, Ahmedê Fariz bavê Ebedîne..(Ev kilama Usivê Beso gotiye û min ji ber dengê wî nivîsandiye K.T.) Bavê min digot, gava min kilam qedand, êdî Cemîl rabû ser xwe û got: helal be ji te û dengêjiya te ra. Zêrek ji berîka xwe derxist û da destê min. Dengbêj Teterê Eliyê Mamed: -Bavê min li ser hûnandina Kilama jinkeke dilketî jî got: Ez rojekê di çemê Şako ra derbasbûm û min da hevrazê temo. Min dît jinikeke cindikiya ku teşiyê di resî got, wa kirîv û min got, wa! Jinkê got, kirîvo wisa ne norîne, Weyso, Elo û Miho diheri , cînarekî me miriye û ku ew dengê te bihîzin, ewê erzê te bivin. Min rabû bêhnek da strana xwe. Jinikê piştî bîhnekê dîsa got, wa kirîv! Min got, ha kirîvê! Jinikê got kirîv, ez di bextê dînê te, ez di bextê dînê te deme, min zahf dilgirtiye û tû yê kilameke dilika ya hênîk, ji kirîva xwe ra bêjî, bila hepkî ferça dilê min deynî ! Min destên xwe bilindkir, tilîkên xwe xistine kerika guhên xwe û got: Lê, lê lelê, lê lelê, lê lelê, lê lelê, lê lelê, lê lelê, lê lelê, lê lelê, lê lelê…. Kabê kubarê malê barkirine, danînine zozanên jorîn, li ser mala, li ser êhlê, kembere zirave xwe nagire li newqê, li kêlekê , li tihêlê, ez bi xwilama te wê girêdahnê, wê bîçimê, wê fasahlê, wê tintêhlê, rabe ezê gerdenê bozî beyazî, dev û lên kaxezî , pozê qudimî, eniya kehvelî bigrim bi revînim Ezê xwe bavêm zozanê jorîn, tor û bextê bavê Selhedîn, ferxê mala xels, reîsê êhlê Belkî li min û kewa gozele gozelçînî bihata xêrê, Narînê le lê, lê lelê, lê lelê û werdekê lê lelê, lê lelê, lê lelê... Jinkê got, ox xweyîk kirîv, Xwedê kurê te bihêlî. Hepkî felça dilê mîn danî, hepkî bîhna min derket. Ez di bextê dînê te, ez di bextê dînê te deme, tû yeke dinjî fena vê bêjî…. Min dîsa got, Lê, lê lelê, lê lelê, lê lelê, lê lelê, lê lelê, lê lelê, lê lelê, lê lelê, lê lelê……. Kabê kubarê dilê min dilanî dîne, xwezila te zanibuya , bejna te çiqas di dilê min de şêrîne. Bejin zirave, têl û kembera li bejnê, li kêlekê , li newqê , li tihêlê tew tinîne. Rabe bila dilê te nemîne , ezê defdenî bozî beyazî , dev û lêvên kaxezî, pozê qudimî, eniya kehvelî bigrim, ji nava heval û holtaşa birevînim, Ezê xwe bavêjime zozanê jorîn, tor û bextê bavê Selhedîne Eger got, bêgara we bêgareke girane, micala pê tinîne, Ez xwe bavêm şêxê mezin,jêra dêjin Şêx Şahbedîne, Xelqa delal nîvê me temûz û tabaxê , mîna kihêlek ji kihêlê Mistoyê Mîrî, bivî ser ava hewz, kanî, delavan bigerîne. Hewqa serê xwe li min evdalî bilindikî, ser sima li min rebenî di weşînî Narînê le lê, û werdekê lê lelê, lê lelê, lê lelê……. kızılbaş - sayfa 33 - sayı 37 - nisan 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Jinkê got, ox xweyîk kirîv, Xwedê kurê te bihêlî. Hepkî felça dilê mîn danî, hepkî bîhna min derket. 11. Xalê Teter, ev kilama Mala Eliyê Unis ku te bi xwe jî gotiye, te ji ber gotinên rahmetiyê bavê xwe girtiye ? Ez di bextê dînê te, ez di bextê dînê te deme, tû yeke dinjî fena vê bêjî…. Dengbêj Teterê Eliyê Mamed: Min gotê, de here lê bese. ..(Ev kilama jî rahmetiyê Usivê Beso gotiye û min ji ber dengê wî nivîsandiye K.T.) Dengbêj Teterê Eliyê Mamed: - Tiştê ku niha di bîra min de maye, navên hinek kilamên ku bavê min bi xwe hunandine wehane: Kilama şerê mala Eliyê Unis, Şerê Seyîtxan, kilama evîndariya Şerîfê kurê mîrê Hewêriya û Edûla qîza Mistefê (Ez bawerim ev buyera jî li herêma Farqînê qewimiye…) şerê Hesoyê Birahîm (Buyera ku Heso aniya serê Ahmedê bavê Emînê Perîxanê û dûre hinga Emero û Misto, Heso kuştine), şerê Sebriyê Siloqî, Kilama Şêxo û Meyro, Siva Heciya, Gewrê û Mele, Jineke li ser mezel û karê kubarê – Mixabin, ez bi jimara kilam û sitranên ku bavê min çêkirine nizanim. Lê ewî timî ev kilaman digotin: Bavê Fexriya, Dewrêşê Evdî, Şêx Fexrî, Silêmanê Mistê, Bro û Seyro, Seyîdxan, Emer û Misto, Mededê, Şêxo û Meyro, Kolesê Aqo, Fîlêtê Qito, Şerîf û Edê, Ozmanê Gewrê, Şerê Erenzê, Şerê Hesoyê Brahîm, Gewrê, Sêviya Heciya, Şerê Baximzê, Sebriyê Silokî, Şerê Reşkota û Sînika, Qolîbabayê Ronî, Nadilo, Keçika Baravî, Nûrê, Xelîlê Simê û hwd.. - Belê, ji xwe tû kes jî nikare tam bi tamamî weke hevûdinê bibêje. Lê, piraniya gotinên min yên rahmetiyê bavê min in 12. Xalê Teter, gava hinek dengbêj kilam anjî sitranên rahmetiyê bavê te disitrên û navê rahmetî bibîr na înin, tû acis dibî an na? Dengbêj Teterê Eliyê Mamed: - Bêguman, gava ku sitranbêj emeka camêran bibîrbînin, dilê meriv xweş dibe. Vêca, her kes u şîrê xwe û gereke meriv bi keda kesî ne leyîze. 13. Xalê Teter, Gelo! Ji nav stranên Xwedê jê raziyê bavê te, ku tû herî zêde hez jê dikir û tû dixwazî îro lê guhdarî bikî kîjane? Dengbêj Teterê Eliyê Mamed: - Kêfa min herî zêde ji kilama Gulê mahrûmê çiya bilin den, ez te nabînim, Serê daran û gulan na çilpînim, Tû gulan, di ser gula xwe de na hebînim…. ra dihat….. 14. Xalê Teter, çi cudetî dinavbêna adetên me û Almanan de hene û kîjan xweṣin? Dengbêj Teterê Eliyê Mamed: - Bi Xwedê, adetên me û Almanan qet berhevûdinê ve naçin û tûcarî jî em nikarin wekehevûdinê bivin. Eva serê 34 salan, ez li Almanya yê me û hêja dostek anjî nasekî min yê Alman be tûne. Ez hêjî nikarim herim cem Almanekî û Almanek jî nikare qasekî were em bi hevûdinê re şewbêrkekê derbasbikin. Tiştê ku ez û cînarên xwe dikarin ji hevûdinê fêhmdikin, tenê em ji hev re dêjin: Mion, Moin (Silav, Silav ) ! De vêca, emê çawa ji hevûdinê fahmbikin ….. 15. Xalê Teter, tû dikarî di dawiyê de, bahsa daxwaziyên xwe yên ku min nikarîbû anjî min ne anîne ser ziman bikî?. Dengbêj Teterê Eliyê Mamed: - Xwarziyê Kemal, tiştê ku ez herî zêde pê diêşim, ev rewşa van zarokên me, yên ku bi tenê mezin dibin, kesekî hevalên wan yên Êzdî tûne ne ku bi hevûdinê re bileyîzin û ew wextê xwe bi tenê derbasdikin. Ez dibêjim, ev zarokên me zahf guhne ne û guhneyê wan jî kete stuyê me... *Spasiyeke bi taybetî û gelekî ji dil ji bo xuşka Salîhe Acar, evê xanimê jî weke jinbir, xuşk û birayên xwe zahf alîkariya tomarkirina sitranên bavê xwe da min! Kemal Tolan- Xemxwar û Berhevkarê Kevneşopên Êzdîtiyê 23.08.13 kızılbaş - sayfa 34 - sayı 37 - nisan 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Parçalanmış Ermenistan Arşaluys Mardiganyan 915’in karanlık günlerinde yaşananları dünyaya haykıran Arşaluys Mardiganyan’ın ibret verici hikâyesi neredeyse bir asır sonra Türkçede. Yazar Ayşe Kulin’in televizyon ekranından, “Biz Ermenileri, Almanların Yahudilere yaptığı gibi durup dururken kesmedik” deyip daha sonra da “yanlış” anlaşılmasını, “Maksadım bana atfedilen, ‘Ermeniler hak ettikleri için kesildiler’ demek asla değildi. Bunu söylemeyeceğimi, böyle düşünmeyeceğimi beni tanıyan veya kitaplarımı okuyanlar bilir. Benim ifade etmek istediğim; ‘Bu ülkede Ermenilere yapılanlar, Hitler’in Yahudilere yaptığından farklı idi. Ermeniler ve Türkler korkunç bir savaşın içinde, birbirleri ile savaşarak öldüler. Savaşlar korkunçtur. Her savaş bir kıyımdır, aslında” cümleleriyle ifade ettiği şu günlerde mutlaka okunması gereken bir kitap Türkçeye kazandırıldı. İlk kez yayımlandığı 1918’den yıllar sonra, Pencere Yayınları’nca Parçalanmış Ermenistan adıyla basılan kitap 1915’teki soykırımdan tesadüf eseri sağ kurtulup dağlara sığınan Arşaluys Mardiganyan’ın öyküsü. ABD’lilerin Aurora Mardiganyan olarak tanıdığı Arşaluys Mardiganyan’ın anlattığı tüyler ürpertici tanıklığı Henry L. Gates kaleme aldı. Kitap “Ravished Armenia” (Irzına Geçilmiş Ermenistan) adıyla basıldı, gördüğü yoğun ilgi üzerine o dönem filme de aktarıldı. Çemişgezek köyündeki evinden ailesiyle birlikte sürülen Arşaluys Mardiganyan’ın amacı halkının yaşadığı acıları dünyaya duyurmaktı; binlerce yıllık vatanlarından kovulan, Müslümanlaştırılmış, adı değiştirilmiş Ermenilere sahip çıkmasını sağlamak… Yüz binlerce Ermeninin ölümüne, sağ kalmayı başaranların da dünyanın dört bir yanına savrulmasına neden olan soykırımın yol açtığı travma hâlâ devam ediyor. Bu yüzden okunmalı Mardiganyan’ın öyküsü. (17.02.2014, http://kitap.radikal.com.tr/) Arşaluys Mardiganyan’ın hikâyesi – Özlem Ertan (17.02.2014, http://www.taraf.com.tr/) Ermeni Soykırımı’ndan mucize eseri sağ kurtulmuş ve 1915’in karanlık günlerinde neler yaşadığını dünyaya haykırmıştı Arşaluys Mardiganyan. Babasının, annesinin, kardeşlerinin ölümüne tanıklık etmiş, işkence görmüş, esir pazarlarında satılmış, zengin Kürt ve Türk ağaların haremlerinde kalmaya zorlanmıştı. Kendisini din değiştirip Müslüman olmaya mecbur eden Bey’in evinden, onca acılı zamandan sonra karşısına çıkan, çocukluk günlerinden tanıdığı Ermeni çoban sayesinde kurtulup dağlara sığınmıştı. Aylarca kayalıkların kendisine sunduğu kuytularda saklandı Arşaluys Mardiganyan. O sırada Rus egemenliği altında olan Erzurum’a varıp da özgürlüğüne kavuşuncaya kadar dağlarda yürüdü hiç durmadan. Korku içinde, üzerinde Amerika bayrağı olan bir binaya doğru can havliyle ve son gücüyle koşmadan önce gördüklerini başka biri görseydi aklı uçup giderdi başından. Ruslar ve Amerikalıların korumasında, onca acı çektiği topraklardan ayrılıp önce Rusya’ya sonra da Amerika Birleşik Devletleri’ne gitti. “Yeni Dünya”ya adım attığında henüz 17 yaşındaydı ve bakışları acıyla perdelenmişti. HENRY L. GATES YAZDI Arşaluys, Amerikalıların söylediği şekliyle, Aurora Mardiganyan’nın bir amacı vardı: Halkının yaşadığı acıları Amerikalılara anlatmak ve onların kadim, yaralı ülkesinin viran yetimhanelerinde terk edilmiş, Müslümanlaştırılmış, adı değiştirilmiş Ermenilere sahip çıkmasını sağlamak… İşte tam da bu yüzden, Çemişgezek Köyü’ndeki evinden ailesiyle birlikte sürüldükten tam iki yıl sonra, 1917’nin baharında; gördüğü, yaşadığı her ne varsa yazar Henry L. Gates’e anlattı. ABD’ye yeni geldiği ve henüz yeteri kadar İngilizce bilmediği için yanında bir de tercüman vardı. Yazar Gates, Arşaluys’un 1915 baharından sonraki iki yılının öyküsünü dinlerken duyduklarına inanmakta güçlük çekiyordu. Ancak o dönemde Anadolu’da bulunan Amerika ve Britanya elçileri ile misyonerler de Arşaluys’un anlattıklarını doğruluyordu. Arşaluys, durup dinlenmeden konuştu. Henry L. Gates ise onun öyküsünü kaleme aldı. Yer ve kişi isimlerini, tarihleri de kontrol edip 17 yaşının baharı acıyla gölgelenen Arşaluys’un hikâyesini yayımlanmaya hazır hâle getirdi. “Ravished Armenia” (Irzına Geçilmiş Ermenistan), 1918’de “Ermeni, Asuri Hayırseverlik Komitesi” tarafından basıldı ve Amerika halkı hem Arşaluys’a hem de öyküsüne duyduğu ilgiyi göstermekten geri durmadı. Gazeteler, bu genç Ermeni kızın fotoğ- kızılbaş - sayfa 35 - sayı 37 - nisan 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 raflarını yayımlıyor, herkes ondan söz ediyordu. FİLM SETİNDE ACIYI YENİDEN YAŞAMAK Yemeklerde, davetlerde soru yağmuruna tutulan, etrafı kendisiyle tanışmak isteyenlerce sarılan Mardiganyan, bu ilginin ülkesine yardım olarak döneceği umuduna sarılıyordu. Kimbilir belki de günün birinde Ermeniler, doğup büyüdükleri topraklara ayak basar, evlerine yerleşir ve yeni bir hayata başlarlardı. Bu umudunun gerçekleşmesine katkısı olacağı inancıyla oyuncu olmayı da kabul etti. Öyküsü sinemaya uyarlanacak ve o da kendisini canlandıracaktı. Ne de olsa Arşaluys Mardiganyan, Çemişgezek’ten, Malatya’ya, Diyarbakır’a, Urfa’ya, Dersim’e, Erzurum’a uzanan acılı yolculuğunu film setlerinde yeni baştan yaşamayı göze alabilecek kadar cesurdu. Yönetmenliğini Oscar Apfel’in yaptığı Auction of Souls (Ruhların Açık Artırması) gösterime girdiğinde tarih 1919’du. Amerika’nın pek çok kentinde sinema salonlarının programına giren filmi izleyenler çoğunlukla dehşete kapılmış hâlde çıkıyorlardı dışarıya. Arşaluys’un öyküsü uzun zaman konuşuldu, ama gün geldi onun adını anımsayabilenlerin sayısı azaldı. Kitap, 1933’te Londra’da da basıldı. Ondan sonra da kütüphane raflarında uykuya daldı. Film deseniz o da unutuldu bir köşede. YILLAR SONRA TÜRKİYE’DE… Arşaluys Mardiganyan ise yaşamaya devam etti. Evlendi, bir oğlu oldu. Ancak kadim vatanında bıraktığı mezarsız ölülerini hiç unutmadı. Uzun hayatı boyunca psikolojik sorunların bitmek tükenmek bilmeyen saldırılarına maruz kalan Arşaluys Mardiganyan’ın öyküsü yıllar sonra Türkiye’de de yayımlandı. “Parçalanmış Ermenistan” adıyla, Diran Lokmagözyan’ın çevirisiyle ve Pencere Yayınları tarafından… Ben bu cesur kadının adını ilk kez geçen ekim ayında Yerevan’daki Soykırım Müzesi’nde duymuştum. Müze müdürü Hayk Demoyan, “Ravished Armenia”nın Ermenistan’da yeni yapılan İngilizce baskısını hediye etmişti bana. “ERMENİLERİ KESMEDİK” DURDUK YERE Şimdi tam da öyküsü ilk kez Türkiye’de yayımlanmışken Arşaluys Mardiganyan’dan ve 1915’te yaşananlardan söz etmek gerek. Evet, Ermeni Soykırımı’nın üzerinden 99 yıl geçti ve o günleri yaşayan hiç kimse hayatta değil. Ancak milyonlarca Ermeni’nin ölümüne, sağ kalmayı başaranların da dünyanın dört bir yanına savrulmasına neden olan soykırımın yol açtığı travma hâlâ devam ediyor. Bu yüzden okunmalı Arşaluys Mardiganyan’ın öyküsü. Özellikle de Türkiye’nin en tanınmış yazarlarından Ayşe Kulin’in televizyon ekranında “Yahudilerinki gibi gidip durup dururken biz onları (Ermenileri) kesmeye başlamadık” diyebildiği günlerde daha da çok okunmalı. Geçmişin acılı hayaletlerine dokunabilmek ve vicdanın sesine kulak verebilmek için… Kitabın Künyesi Parçalanmış Ermenistan (Ermeni Jan d’Ark’ı) Çevirmen : Diran Lokmagözyan Pencere Yayınları Ocak 2014 216 sayfa Pencere Yayınları Muzaffer Erdoğdu İletişim: Pavlonya Sokak Nuhoğlu İşhanı No:10/6 Kadıköy - İSTANBUL - TURKEY Tel: (0216) 414 64 41 Telefax: (0212) 414 64 41 E-mail: [email protected] kızılbaş - sayfa 36 - sayı 37 - nisan 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Kampanyanın muhatabı: Adalet Bakanı Bekir Bozdağ 20 yıldır tutuklu olarak yargılanan İLHAN ÇOMAK serbest bırakılsın! Başlatan: İlhan Çomak, İzmir 1 Nolu F Tipi Cezaevi, Turkey Son günlerde yeniden yargılama konusunda basında yoğun tartışmalar sürüyor. Bahse konu sorundan ciddi şekilde muzdarip olan biri de yaklaşık 20 yıldır tutuklu olarak yargılanan İlhan Çomak. 1994 yılında henüz İstanbul Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Coğrafya Bölümü öğrencisiyken, çok işkenceli, çok acılı on altı günlük bir gözaltı süresinden sonra tutuklanarak İstanbul’daki Bayrampaşa Cezaevi’ne kondu. Yargılanması, polisin işkenceyle düzenlediği ifade tutanakları esas alınarak, Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde gerçekleşti. En nihayetinde bu işkenceli sorgularla düzenlenmiş yalan yanlış tutanaklara dayanılarak ve buna rağmen somut hiçbir delil olmadan, 2000 yılında müebbet hapis cezasına çarptırıldı. Yargıtay cezasını onayınca AİHM’ye başvurdu. AİHM 2007 yılında aldığı kararla adil yargılanmadığına ve yargılanmasının yenilenmesine hükmetti… Bu arada 2005 yılında çıkan yeni Ceza Kanunu’na dayanarak avukatının kanunen lehine olan hükümlerinin uygulanması gerektiğinden hareketle yaptığı başvuru, yerel mahkemede reddedilse de Yargıtay dosyasını usulden bozdu, 2007 yılında. İstanbul’a, duruşmalara gidip gelmeye başladı bu yüzden. Duruşmalarda kendisi ve avukatının, AİHM’nin tespit ettiği ihlal kararı gereği ‘yargılanmasının’ yenilenmesini içeren talepleri her seferinde mevzuatta yeri olmadığından hareketle reddedildi. 2013 Ocak ayında mahkeme, Yargıtay’ın bozma kararından sonra tekrar eski cezaya hükmetti. Dosyası Yargıtay’a gitti. Adnan Cangüder adres: Lehrer-Wirth str.16 81829-München Deutschland/Almanya tel: +49 (0)162 419 69 62 e-mail: [email protected] ISBN 978-605-4684-49-6 Bu arada 2013 yılının nisan ayında çıkan 4. Yargı Paketi’nde Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin önünde bulunan 220 dosya için yeniden yargılamanın yolu açıldı. Avukatının yaptığı başvuru, yasaya rağmen mahkemece reddedildi. Neyse ki bir üst mahkeme başvuruyu kabul etti. 19 Aralık’ta ilk duruşmaya çıktı. 11 Mart tarihine ertelenen duruşması ÖYM'lerin kaldırılması nedeniyle ertelendi ve şu anda avukatının İlhan'ın serbest bırakılması için 4. Ağır Ceza Mahkeme'sine sunduğu dilekçenin sonucunu beklemekteyiz. İlhan Çomak yaklaşık 20 yıldır cezaevinde hep yargılanıyor. Bugünkü yasaya göre uzun tutukluluk süresini 20 yıl yatarak tam dört kez aşmıştır. İlhan Çomak serbest bırakılmalıdır! Kime: Adalet Bakanı Bekir Bozdağ, T. C. Adalet Bakanlığı 20 yıldır tutuklu olarak yargılanan İLHAN ÇOMAK serbest bırakılsın! Saygılarımla, [Adın] İletişim: Niyazi Armutlu Pavlonya Sokak Nuhoğlu İşhanı No.8/4 Kadıköy/İstanbul Tel: (0216) 347 26 44 Telefax:(0216) 347 26 44 [email protected] kızılbaş - sayfa 37 - sayı 37 - nisan 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Kaf­kas­ya’da Er­me­ni­le­rin Kürd Soy­k ı­rı­mı Mehr­d ad R. Izady 1998, daha önce soykırım kurbanı olmuş Ermenilerin işlediği bir suçun, bir başka deyişle Ermenilerin Kafkasya’da Kürdlere karşı yaptıkları soykırımın altıncı yıldönümüdür. Ermeniler katliam ve yıkıma giriştiler; bunu, Osmanlıların 1915′teki Ermeni soykırımı sırasında kullandıkları yöntemlere benzer yöntemlerle tarihi örtbas edip yeniden yazma girişimi izledi. Ermenilerin soykırım girişimlerinden etkilenen Kürdler, Azerbaycan Cumhuriyeti’nde Ermenistan’ı Karabağ’dan ayıran topraklarda eski ‘Kızıl Kürdistan’ topluluğunu kurdular. Ermenistan’dan Karabağ’a ulaşmak için, Kızıl Kürdistan’dan geçmek gerekir. Ermeni birlikleri, düzensiz ve Amerikalı Ermeni gönüllüler 1991 sonlarında başlayarak, en az 2200 yıldır bölgede yaşayan Kürdleri ortadan kaldırmaya koyuldular. Militan Türki Azerbaycan’da vatandaşlık haklarından yoksun HintAvrupai bir azınlık olan Kızıl Kürdler, etnik varlıklarını bile inkar eden bu Sovyet Cumhuriyeti’nde 60 yıldan fazla bir süre marjinal, kırsal bir yaşam sürdüler. 1990′da Ermeniler ile Azeriler arasındaki düşmanlıkların henüz başlamadığı sırada Kürdler, böylesine marjinalleşmiş bir nüfustan beklenebilecek kadar savunmasızdı. Stratejik topraklarına göz diken ağır silahlı Ermeniler için kolay bir av oldular. 1991 Mayısın’da Kızıl Kürdistan’ın başkenti Laçin’e hücum edildi ve alındı. Şehir 15. 000 Kürd’ten temizlendi (Economist, 1/9/93; Helsinki Watch Report, 1994). Şehri ele geçirenler adını Kaşatag olarak değiştirdiler ve “eski bir Ermeni şehri” olarak ilan ettiler. İzleyen aylarda Kızıl Kürdistan’ın kırsal kesimi sistematik olarak Kürd nüfustan ve tarihsel anıtlardan arındırıldı. 1993 Nisanı’nda Ermeniler, bölgedeki en büyük Kürd şehri olan Kelbajar’a * saldırdılar. Ermenistan’dan gelen yoğun bombardımanla Kelbajar topa tutuldu ve Karabağ’dan gelen birlikler ve ABD’den gelen Ermeni gönüllüler tarafından ele geçirildi. Yaklaşık 100.000 mülteciyle şişen Kelbajar ahalisi, ölümden kurtulmak için 10. 000 feet yükseklikteki Murov dağına kaçmak zorunda kaldı. New York Times’ın bir muhabiri, Kelbajar’daki gaddarlıklara tanık olan birkaç Batılı’dan biriydi (New York Times, 4.7.93). Uluslararası Kızıl Haç, kaçan 15.000 sivilin kar altında hayatını yitirdiğini hesapladı. Osmanlıların 1915′te Ermeni sivillere yaptığı gibi, 1993′te de Ermeniler mültecileri bombaladılar, kurtarma ve boşaltma araçlarına saldırdılar, sıradan sivilleri pusuya düşürüp öldürdüler (New York Times, 4.7.93; Kurdish Life, 9/1994; 13/1995; 18/1996). Kelbajar yerle bir edildi ve “dağ şehri” anlamına gelen Kürdçe adı değiştirilip “Karvajar” yapıldı. Sonraki aylarda, Kızıl Kürdistan’a yönelik Ermeni yıkımı, doğal çevreyi de kapsayacak şekilde genişledi. Örneğin, Kelbajar’ın etrafındaki bozulmamış ormanlar toptan kesime açıldı ve yakacak odun olarak Ermenilere satıldı (Armenian Reporter, 8.7.93). 1993 sonbaharına gelindiğinde Kızıl Kürdistan yerle bir edilmiş, Batılı ve Ermeni haberlerde etnik adlarıyla söz edilmeyen 15.000 Kürd’ten** etnik olarak temizlenmişti. Kürd kasabası Zangelan’dan kaçan bir çoban, Kızıl Kürdistan’ın kaderini New York Times’ın bir muhabirine şöyle özetliyordu: “Daha önce çok az şeyimiz vardı, şimdi hiçbir şeyimiz yok” (New York Times, 9.4.93) Hayatta kalan Kürdler, o zamandan beri Azerbaycan’ın ve Rusya’nın ana kentlerine dağılmış durumdadırlar ve ekonomik olarak sıkıntı içinde olan bu devletlerde istenmeyen kişiler olarak yaşıyorlar. Kızıl Kürdlerin kimliği ve kültürü, şimdi yok olmakla yüzyüzedir. Ülkeyi temizleyen Ermeniler, bölgenin tarihini yeniden yazmaya koyuldular. 1996 baharında California’da Glendale’de, etnik olarak temizlenen Kızıl Kürdistan’ın sözde Ermeni mirasını kutlayan sergiler açıldı. Kitlesel katliamlara, kovulmalara, yıkıma ve mirasının çarpıtılmasına bu kadar aşina bir halk nasıl tamı ta- kızılbaş - sayfa 38 - sayı 37 - nisan 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 mına aynı suçu işleyebilir ve ironiyi görmeyebilir? Yaklaşık yüz yıl önce Osmanlı birlikleri, Anadolu’yu etnik Ermeniler’den temizlemeye giriştiler. Bir milyondan fazla kişi yerlerini terk edip yollara koyulmak zorunda kaldı. Yerlerinde kalanlar, kasabalarıyla ve anıtlarıyla birlikte yok edildiler. Yollara düşenler kötü hava koşullarına, açlığa ve hem askeri birliklerin, hem sivil eşkıyaların yağmasına maruz kaldılar. Ermeni yer adları da dahil, Ermeni varlığının bütün izleri silindi. Ermenilerin Anadolu’daki tarihsel varlığını karartan ya da inkar eden bir sözde tarih üretildi. Osmanlıların Türk ardılları, 1915’teki bu Ermeni soykırımını ne kabul ettiler, ne de bunun için özür dilediler. Peki Ermeniler’in son beş yılda Kızıl Kürdistan’a yaptıkları da bu değil midir? Sadece adlar ve yerler değişmiştir. Ermeniler Türkler’den ne daha samimidirler ne de daha fazla pişmandırlar. Kızıl Kürdlere yönelik soykırımı yorumlayan Zohrab Heghinian, 11 Aralık 1993 tarihli Armenian Reporter International’da şunları yazıyordu: “Umarım, Anayurtta sürmekte olan ‘etnik temizlik,’ gelecek yıllarda bir intikamla kardeşlerimizi ziyaret etmeyecek şekilde gerçekleştirilir.” Ve şöyle devam ediyordu: “siz ‘temizlik’ diyorsunuz; ben haklı olarak bizim olan şeyi ‘geri istemek’ diyorum.” Bu nedenle, Kafkasya’da Kızıl Kürdlere karşı bu soykırım hareketiyle ilgili haberlerin, Amerikan gazetelerinde 1915’teki Osmanlı gaddarlığının kurbanı Ermenilerin anılarıyla ilgili yazıların yanısıra görünmesi şaşırtıcı değildir. Açıktır ki bu durum, rahatsız olan Ermeni vicdanına “haklılık” ve rahatlama sağlıyor. Kürdler de Kafkasya’daki akrabalarına karşı Ermeni gaddarlıklarını kamuoyuna duyurmadılar. Kolektif olarak Kürdlerin, şu anda Türkiye ve Irak’taki Kürd mücadelesi için Batı’daki güçlü Ermeni lobisinin desteğine ihtiyaçları vardır. Türkiye’deki Kürd güçler 12 yıldır savaşmaktadırlar. 1994’ten beri bu savaş, Kürd anayurdunun ve kültürünün kapsamlı yıkımı ve onbinlerce Kürdün öldürülmesi biçiminde yoğunlaştı. Türkiye Kürdleri, komşu Ermenistan’dan yaşamsal önemde üs ve mali destek alıyor. ABD’de, Türkiye’li etkili bir NATO müttefiki Kürdlerin Washington’da önemli herhangi biriyle görüşebilme yollarından biri, eşit ölçüde etkili Ermeni lobisidir. Bu kişiler, Kaf kasya’da kardeş Kürdlere karşı sürmekte olan Ermeni soykırımını eleştirmeyi fazla değerli görmüyorlar. Bireysel Kürdler, Ermenileri yüksek sesle eleştirme karşılığında mesleki ya da akademik misillemeden, hatta onlarca Türk diplomatını ve masum seyirciyi öldürmüş olan Ermeni suikastçılar tarafından öldürülmekten korkuyorlar (New York Times, 7. 29. 83). Ve Ermeni lobilerinin epeyce nüfuzu vardır. Yakın zamanlarda Fransız hükümeti Princeton tarihçisi Bernard Lewis’in ülkeye girmesini yasakladı; çünkü Lewis, 1915 soykırımıyla ilgili ham belgelerden Ermenilerin istediğinden daha az kanlı sonuçlar çıkarıyordu. Kafkasya’daki Kürdlere yönelik soykırım, çok büyük olasılıkla cezasız kalacaktır. Sırpların Bosnalı komşularına karşı daha az bir suç işledikleri için, ekonomik yaptırım ve doğrudan NATO askeri müdahalesi biçiminde bir bedel ödemekte oldukları bir sırada bu oluyor. Yakın zamanların bu iki kitlesel etnik temizlik ve soykırım örneğine daha yakından bakalım. Karabağ Cumhurbaşkanı Koçaryan (Ermenistan’ın şimdiki cumhurbaşkanı —çn.) ile Bosna Sırp Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı Dr. Radovan Karadzic arasında ilginç bir benzerlik vardır. Ne var ki, ABD’nin ve uluslararası çevrelerin bunlara yaklaşımı, artık farklı olamaz. Her ikisi de, kendi azınlık grupları Azerbaycan’da Ermeniler ve Bosna’da Sırplar kendi kaderini belirleme temel haklarına saygı göstermeyen bir uluslararası hukuk sistemine karşı başkaldırdıkları bir sırada öne çıktı. Bu Ermeniler ve Sırplar her ikisi de Ortodoks Hıristiyan kendi iradelerine rağmen, yeni bağımsız Müslüman devletlere, sırasıyla Azerbaycan’a ve BosnaHersek’e dahil edilmiştiler. Hem Ermeniler hem Sırplar, şu andaki eylemlerini haklı göstermek için yakın tarihlerindeki soykırım olaylarını andılar. Ermeni karşıtı ve Sırp karşıtı önceki soykırımların sürdürücülerinin Müslüman Kürdler ve Müslüman Bosnalılar olmayıp, Türkler, Almanlar ve Hırvatlar olması onlar için fark etmiyor. Coğrafi olarak hem Karabağ’daki Ermeni nüfus, hem Bosna’daki Sırplar, öteki halklar tarafından meskun Karabağ örneğinde Kürdler, BosnaHersek örneğinde Bosnalı Müslümanlar topraklar arasındaki topraklarıyla ana ülkelerinden kopuk etnik adalardılar. Hem Ermeniler, hem Sırplar, aradaki toprağı ilhak edip yerli meskunlarından temizleyerek bu etnografik ve coğrafik uygunsuzluğu gidermek için harekete geçtiler. Ermeni ve Sırp yetkililer, temizlemek istedikleri masum insanları yıldırarak, yağmalayarak, yakarak ve öldürerek amaçlarına ulaşmak için eşkıyaları, kanun kaçaklarını ve suçluları hem silahlandırdılar, hem de teşvik etmeseler bile, izin verdiler. BosnaHersek’te yaklaşık iki milyon insan yerinden edildi, 200. 000 kişi öldü. Bosna’lı Sırplar kendilerinin iki katı büyüklükte bir nüfusu yerinden etmeyi ya da öldürmeyi becermişti. Karabağlı Ermeniler, daha da büyük bir tahribata ve yersizleşmeye yol açtılar. Kızıl Kürdler de dahil yaklaşık 900. 000 Azerbaycan vatandaşı, 150. 000 Karabağ Ermenisi için yurtsuzlaştırıldı ya da öldürüldü. İronik bir şekilde Bosnalı Sırplar, ülkeyi müslümanlardan ve Hırvatlar’dan bütünüyle ve toptan arındırmaya girişmeyip, ayrık topraklarını Sırbistan’la birleştirmekle yetindiler. Koçaryan güçleri ise, aksine, aradaki toprağı Kızıl Kürdistan’ı bütünüyle ve toptan temizlediler. Kızıl Kürdistan’ı yerli meskunlarından tamamen boşalttıktan sonra, Karabağ’ın etrafında geniş bir bölgeyi temizlemeye koyuldular. Bosnalı Sırplar, Bosna’da düşmanlıktan önce işgal ettikleri toprakla az çok aynı büyüklükte bir toprakla etnik olarak temizlense de yetinirken, Karabağ kızılbaş - sayfa 39 - sayı 37 - nisan 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 kendi büyüklüğünün üç katı toprağı ilhak etti. Bütün bunlarda hem Koçaryan hem Karadzic, kendi ana devletlerinin, Ermenistan’ın ve Sırbistan’ın dikkafalı vekilleri olarak hareket ediyordu. Bu iki devletin yürütemeyeceği kirli bir savaşı yürütüyorlardı. Ne var ki, ikisi arasındaki benzerlik burada biter. Sırbistan’a, Karazdic yönetimine dolaylı ve dolaysız yardımından ötürü sert uluslararası yaptırımlar uygulanırken, Ermenistan’a dış yardım ve sempati yağdı. Karadzic ve kurmayları uluslararası savaş suçlusu ilan edilip, Lahey’deki Uluslararası Mahkeme tarafından arandığı sırada, Koçaryan ABD’de ve Avrupa’da resmi olarak ağırlanıyor ve Atlantik’in her iki yakasından da doğrudan dış yardım alıyor. Bosnalıların kanı Kürdlerinkinden daha kırmızı olduğu varsayılıyor olmalı, yoksa Koçaryan ve yönetimi, savaş suçlusu damgasını Karazdic ve yönetimiyle paylaşırdı. Bosnalı Sırplar, Batı’nın Ermenilere sempatisine neden olan iki öğeden yoksundurlar: 1) Washington ve Paris’te güçlü lobileri yoktur; 2) Fanatik bir müslüman Ortadoğu denizinde mağdur bir Hıristiyan azınlık değildirler. Batı’nın Bosnalı Sırpların ve Karabağlı Ermenilerin benzer soykırım suçlarına yönelik bu çelişkili tutumu kısa sürede fazla değişmeyecektir. Adolf Hitler’in bir keresinde “şimdi kim Ermenileri hatırlıyor?” diyerek, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Ermeni soykırımıyla ilgili dünyanın kaygısız unutkanlığından sözettiği söylenir. Pekala Ermeniler öldürülen Ermenileri hatırladılar. Aynı şekilde bütün dünyadaki Ermenilere şu sorulmalıdır: “Kızıl Kürdleri kim hatırlayacak?” (Harvard Üniversitesi Doğu Dilleri ve Uygarlıkları Kürsüsü) Çev: A. Fethi (kovarabir.com) http://www.kurdistan-post.eu/tr/diaspora/kaf kasyada-ermenilerin-kurdsoykirimi-mehrdad-r-izady SÜRGÜN ÇİÇEKLERİ Hangi söz örter süslü cümleleri Yalan, bir karış toz gibi kalır üzerimizde Sürgün yollarında yüzyılda geçer ol mürur-i zaman Büyümeden yitip gider bütün çocukluğum Bu yürek niye atardı bunca zaman Neden üşürdü kınalı küçük elleri nenemin Uzaklara ve aynaya bakamadan bir ömür Gözleri acıyla büyürdü âmâ dedemin Dağlar, Kayalar ve yollar ki suspus Dicle üstünde oturur eli böğründe Hevsel Bahçesi Anlatmaz, anlatamaz kadınlar ki işte dili lal Döker yazmaya bir yol içini geçer ol zaman Yürüyordular ve yalnızdılar; ötün dilsiz evin kuşları Anlatın ki bilsin yetimlerin feryadını yağmur bulutları Taşa, toprağa ve üzüm asmasına üflemişiz bir kere hakikatli rahmanı Hangi cudam bilir ki bu topraklarda tanrı tözünü Unuttum sanmayın şerbetliyim unutmaya Ağaç dibine bırakılmış yavruların Sükûtu dilinde taşıyan abdalıyım ben çöllerin Ey neşideler sultanı nefesinle kutsa şiirle beni Uyan artık yüzyıllık uykudan Uyan Dağların, çiçeklerin ve ağaçların insanla uyumuna bak Doyduğun, sevdiğin ve göğüne bakarak şükrettiğin bu toprak Birlikte halaya durup birbirini sevenlerindir İstanbul, 02 Nisan 2014 Bedros Dağlıyan kızılbaş - sayfa 40 - sayı 37 - nisan 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 NE OLDU? NE OLACAK? Hatice Çevik Türkiye siyasi hayatı 1946 yılında CHP dışında ikinci bir partinin (DP) kurulması ile çok partili sisteme geçti. Ne var ki o günden bugüne devlet geleneği bozulmadı. Muhalefeti de kendi içinden çıkarmak ve gelenek doğrultusunda bir siyaset yapılsın istendi. Geleneğe karşı çıkan siyasetçileri ise yine devletin çeşitli birimleriyle yok etmek için her yola başvurdu. Zindanlarda hala yatmakta olan devrimci tutsaklar, faili meçhul cinayetlerle katledilen siyasetçiler, sürgünler ve daha sayabileceğimiz birçok yöntem uygulandı. Bugün oyları bölmeyin diyenler de bu gelenekten kurtulamayan çok partili gibi görünse de tek parti zihniyetinin esir aldığı insanlardır. Kurtlar vadisi seyredip etkilenirsen… CHP 2014 yerel seçimlerde seçim propagandalarındave gösterdiği adaylarla sağda bir parti olduğunu deklare etmiş oldu. Seçimlere birçok yerde gülen cemaatinden olduğu bilinen isimlerle ve ülkücü adaylarla katılan CHP sandıkta gördü ki beklediği sonucu alamadı. Buna evdeki hesap çarşıya uymadı demek daha doğru olur sanırım. CHP liderinin ülkücü işareti yapması bile onu kurtarmaya yetmedi. Kemalin askerleri, cemaatin abisi, ben hala ülkücüyüm diyen adayları ile çıktığı yoldan aldığı sonucun faturasını yine halka kesen chp li zihniyet sahipleri; sosyal medyada olsun sağda solda konuşmaya başladı hemen. ‘Bu halk aptal,uyuyor’ söylemini otobüste dahi birazcık kulak misafiri olduğunuzda bile duyar olduk. Halk öyle birilerinin yakıştırdığı gibi aptal falan da değildir hani. İstikrar istemekte ve huzur arayışındadır, karnını doyurma telaşındadır. Bu da anlayışla karşılanması gereken bir durumdur. Haklı bir istekdir. Bu yakıştırmalar körü körüne inanlar için söylenebilir ancak siz onlara gitmekte yetersiz kalmışsanız ve çantada keklik olarak görmüşseniz onlara ne söyleyecek sözünüz ne de kızmak hakkınız olur. Örneğin; yıllardır alevi seçmeni kendinizden gördünüz, lakin hükümet ya da ortağı olduğunuzda ve bugün olduğu gibi anamuhalefet olduğunuzda onlar için ne yaptınız ? Utanmadan alevi katliamlarının sorumlularını aday gösterip aman o gitsin bu gitsin söylemlerinizle Alevilere, sosyalistlere bize oy verin dediniz! CHP ye umut bağlamış nice aleviler evlerinin balkonlarına, pencerelerine bu adaylarınızın pankartlarını astı. Akıl almaz bir trajedinin yaşanmasına sebep oldunuz. Aldığınız sonuçla bu halk size esas sizin ne kadar gaflet içinde olduğunu bir kere daha göstermiş oldu. Alevilerin, ülkücülerin, cematin oyları yetmedi sizi kurtarmaya. Maraş’ın Pazarcık ilçesinde bile kaybettiniz daha birçok yerde… Yanlış yoldayız demektense ‘hileyle seçim kazandılar, HDP oyları böldü vs’deyip işin içinden sıyrılmayı seçtiniz. Geçtiğimiz günlerde CHP lideri kendisine yumruk atan (ana akım medyada ülkücü olduğu belirtilen) şahsın provakasyoncu olduğunu, bu yumruğun cumhuriyete atılmış bir yumruk olduğunu söylemiş. Sizin alevi seçmene reva gördüğünüz aday kim ola ki? Sözün kısası Alevi ya da Sünni, işçi, öğrenci, çiftçi için ne yaptınız? Siz bir şey yaptınızda bu halk mı göremedi? Adınız halk ama halktan uzak siyasetiniz, tekçi zihniyetiniz daha neler yaşatır bilinmez ama bundan sonra şaşırtıcı da olmayacaktır. Çünkü sağdan esen rüzgarı tanır ve iyi biliriz. Halkın uyuduğunu iddia ediyorsunuz siz hangi uykudasınız acaba? Türkiye tarihinin en büyük Rant Bölüşüm Kavgası Türkiye 2014 yerel seçimlerinde tarihinin en karanlık seçimine tanık oldu. Oy avcılığının binbir yöntemlerinin kullanıldığı inanılmaz seçim hileleri ile tanıştı. Düşünün ki trafolara giren kediler (!) bile sandıkları etkiledi. AKP bu seçimin tek galibi olarak çıkmak için hükümet olmanın verdiği imkanlar ve sermayeden aldığı güçle adeta bütün siyasi partileri yok sayan hakimiyet kurmak istedi. Büyük met- ropollerin yanı sıra küçücük yerleşim birimlerinde dahi büyük paraların dağıtıldığı iddiaları hala kulislerde konuşuluyor. Türkiye geneli yerel sonuçlarının açıklanması ile balkona çıkan başbakan parelel yapının kaybettiğini halkın onayını aldıklarını ilan etti. AKP kamuoyu yoklamasına çevirdiği seçimlerin tek galibiyim dedi. Düne kadar kardeşi olan, saygıda kusur etmediği cemaatle yollarını ayıran AKP pensilvanyaya hala göndermeler yapmakta, intikam alacaklarını tekrar tekrar hatırlatmakta ve meydan okumaya devam etmektedir… AKP nin artık dış güç olarak gördüğü paralel yapıya karşı bu seçimden güçlü çıkması gerekiyordu ki kendi savaşının galibi olsun. O nedenle seçim öncesi büyük bütçeler ayırarak yaptırdığı kamuoyu yoklamaları neticesinde bence nereleri kaybedebileceğini gören hükümet oralarda hazırlıklıydı ve sandıktan önce de sonra da elinden geleni ardına koymadı. Birçok yer direndi halk oylarına sahip çıktı. Örneğin BDP nin kalesi Ağrı’da oyların15 kez sayılmasına rağmen istediği sonucu alamadı ve seçimler bazı yerlerde olduğu gibi Ağrı’da da 1 Haziranda yeniden yapılacak. Dünya bizimle beraber ne yazık ki bu komediyi izledi. BDP-HDP seçim sonuçlarını doğru okumak BDP tarihine baktığınız da ise sayısız kapatma yaşandı. Birçok siyasi engellemelere rağmen BDP varoluş mücadelesini bugüne kadar taşıdı. Kürdistan’da halkın iradesi BDP olarak vücut bulmuştur, bu durum kısa bir zamanda ve kolaylıkla olmamıştır. Ödenen bedeller, yerelde ve sabırla alınan yol sonucunda ete kemiğe bürünmüştür. Kimilerinin küçümsemesine rağmen BDP 2009 yerel seçimlerinde aldığı oyunu koruduğu gibi artış da sağlamıştır. Bütün oyunlara rağmen sisteme karşı artık politikleşmiş ve kendi kimliğine öz değerlerine sahip çıkan bir halk vardır. Batıda ise doğru yöntemlerle anlatıldığında ve içinde kendini bulduğu siyasete dört elle sarılır ve sahiplenir de. Halk, kendi içimizde bile olsa; ötekileştirmeye, üstten bakışçı tavırlara ya da maraba gibi davranılmasına itirazını çoktan göstermiştir. Bunun dikkatle okunması ve de anlaşılması gerekir. Halklar kendilerine değer verilen yerde eninde sonunda olacaklardır. Bu kızılbaş - sayfa 41 - sayı 37 - nisan 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 kimi gelenekçilere çok korkutucu gelebilir ancak sabırla bu demokretik oluşumu inşa etmek gerekmektedir. BDP, bileşeni olduğu HDK-HDP içerisinde yer alması ile sistemin rahatsızlığı bu seçimlerde daha bir, gün yüzüne çıktı. BDP nin sol-sosyalist partilerle bir arada hareket etmesi ve güçlü bir vizyon yaratması elbette bazı kesimlerce istenmeyecektir. Ve bu oluşumu yıpratmak ve daha da ileri gidip parçalamak isteyeceklerdir. O nedenle bugün HDP nin 2014 yerel seçimlerde aldığı sonuçlar doğrultusunda kıyasıya eleştirisi yapılıp, biraz daha ileri gidilerek en büyük bileşeni olan BDP ye fatura kesilmeye çalışılması da kaçınılmaz olacaktır. BDP buna da hazırlıklı ve sistemin her türlü oyununu yıllardır boşa çıkartmak için mücadele veriyor. Henüz büyüme aşamısında olan HDP 'yle birlikte varolma mücadelesine yeni kazanımlar ve başarılarla devam edeceğinin sinyallerini de verdi. Önümüzdeki günlerde BDP milletvekilerinin HDPye geçmesi ve mecliste HDP gurubu olarak faaliyetlerini sürdürmesi ile yoluna devam edecektir. Bugün bazı arkadaşlar erken yorumlarda bulunarak daha yolun başında iken HDP eleştrileri yapmaktalar. Oysa bilindiği üzere yerel seçimlerde belirleyici unsurlar çeşitlidir. Ancak sistem bu seçimleri genel seçim havasına sokarak kendine zemin yaratmak istemiştir. Doğuda ve batıda Kürt seçmene biz olmazsak barış süreci biter, özellikle batıda sol-sosyalistlere oyları bölmeyin sağ kazanır vs gibi dayatmalarla BDP ve HDP seçmenine yönelik kampanyalar yürüttüler. Ve seçim sonuçlarına bakıldığında bunda kısmen de başarılı oldular. Bütün bunlara rağmen gelinen nokta benim kanımca başarılıdır. BDP Türkiye Kürdistan'ında kürt halkının iradesini korumuş ve bu dayatmaları boşa çıkarmıştır. Batıda ise HDP daha dün kurulmuş bir parti olarak bütün engellemelere ve propagandalara rağmen oy almıştır. Kimi kesimler bu oy oranlarını küçümsese de azımsanmayacak rakamlardır. Duygusal bakışını bir tarafa bırakarak değerlendirme yapıldığında ortaya çıkan, yadsınamayacak bir gerçek var. HDP; yıllardır siyaset arenasında olan, hem devletin hem de sermayenin olanaklarını cömertçe kullanan partilerle yarışmış ve çok yeni olmasına rağmen bu seçimden kimi yerelde 3. parti olarak çıkmıştır. Evet doğrudur tam örgütle- nemedi, hatta kimi yerde görünür dahi olamadı. Hatta bazı adaylar beklenilen performansı da gösteremedi. Ancak genel olarak bakıldığında kitle partisi olabilecek duruşunu sergilemeyi sağlamıştır. Bu başarıyı küçümseyen gözlerin çok yönlü düşünerek bir daha değerlendirmesi yerinde olacaktır. Halkların partisi HDP Bundan sonra ne olacak? Kürtler, Aleviler, ötekileştirilen halklar, solsosyalistler, demokrasi isteyenler, artık yeter deyip değişim isteyenler sağ partilerden elini çekecek mi ? Benim öngörüm HDP; dayatılan geleneksel siyasi partilerde aradığını bulamayan etnik kökeni ve inaçları ne olursa olsun halkın, değişim isteyen kitlelerin, adresi olacaktır. Çünkü 80lerden sonra devletin bir araya gelmesini özellikle istemediği bu kitlelerin umuda yolculuğu HDK süreci ile çoktan başladı. Halkların Demokratik Kongresi olarak birçok bileşene sahip hareket, yakın zamanda HDP çatısı altında siyaset yapma kararı aldı. Halkın iradesini esas alan parti kadınların, gençlerin partisi olma hedefinde bunu da bu seçimlerde eşbaşkan adayları ile ve çoğu yerde gençlere güvenerek gösterdi. Elbette HDP Kemalistler gibi herşey tek olsun diyenlerin değil, Türklerle Kürtlerin, Ermenilerin cümle ötekilerin bir araya gelmesini hazmedemeyenlerin değil, tam tersi herkes için özgürlük ve barış isteyenlerin adresiyim dedi… HDP ile Türkiye siyaseti bundan sonra; kökleri eski, tekrar filiz veren genç ve dinamik bir aktörle yol alacak.. Sayısız politikalarıyla ayrıştırarak bulunduğu yere hapseden faşist sistemin bu buluşmadan hoşnut olmayacağı kesin! Bu nedenle HDP'nin bazılarına rahatsızlık vermekle kalmayıp sistemin hedefi haline geleceği de aşikardır. Seçim sürecinde HDP ye yapılan saldırılardan bunu şimdiden görebiliyoruz. Önümüzde ki günlerde HDP-BDP birlikteliği konusunda tartışmaların daha da artacağı kanısındayım. Çözüm sürecine devam Kürt özgürlük hareketi lideri A. Öcalan’ın öncülüğünde devam eden çözüm süreci yakın zamanda yaşadığımız gelişmelerin beraberinde yol alıyor. Bu zorlu süreç bütün engellemelere rağmen Kürt halkının barış isteğinde ısrarı ve geri adım atmaması sonucunda devam edecek de görünüyor. İmralı-Kandil ve T.C arasında devam eden müzakereler Türkiye Genel seçimlerine nasıl yansıyacak bekleyip hep birlikte göreceğiz. Sadece Kürtler değil barış isteyen halklar, barıştan yana olan herkes seslerini yükselterek bu sürece katkı sunacaktır. Halkın haklı talebini görmezden gelen, barış karşıtları ise sandıklarda bugün olduğu gibi erimeye devam edecektir. Savaşın kazananı barışın kaybedeni olmaz. Bunun için biraz vicdan, biraz empati, biraz umut barışa giden yolda yeterli olacaktır. Köşkteki koltuk Aslında bu seçim fillerin tepişmesine sahne oldu diyebiliriz. Türkiye’de yaşayan insanlar olarak AKP ile Cematin kendi içlerinde yaşadıkları kavganın istesekte istemesekte kah seyircisi kah figuranı olduk. Ezilen her zaman olduğu gibi çimenler oldu. İşte 30 marttan beri yaşadıklarımız, Büyük Rant Bölüşüm kavgasının akıl almaz sonuçlarını medyadan izledik, önümüzde ki Cumhurbaşkanlığı ve genel seçimlere kadar da izlemeye devam edeceğiz. Cum- hurbaşkanı A. https://f bcdn-sphotos-ca.a k a mai hd.net / hphotos-a k-f rc3/t1.0 9/1025207 0_1578481902376340_7406 843698290472060_n.jpg https://f bcdnsphotos-c-a.akamaihd.net / hphotos-akfrc3/t1.0-9/1025207 0_157848190237634 0_7406843698290472060_n.jpg Gül’ün ve Başbakan Erdoğan’ın şuan gündemi köşkteki koltuk. Beraber oturmak da dahil yöntem arayışındalar. Halkın gündemi ise 90 yıldır neyse bugün de o ! kızılbaş - sayfa 42 - sayı 37 - nisan 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 İsmail Beşikci Vakfı Başkanı ve değerli arkadaşımız İbrahim Gürbüz'e yapılan saldırıyı nefretle kınıyorum. Arkadaşımızın yalnız olmadığı bilinmelidir.Bu "karanlık güçler" kendilerinden korkmadığımızı bilmeliler. Bağımsız Birleşik Kürdistan adına verecek ödünümüz yok. Bizi susturamayacaksınız. "Omuzdan düşmeyi göze almış başın üzerinde egemen hiç bir güç yoktur". *** Merhaba, Vakfımızın kurucularından ve Yönetim Kurulu Başkanı İbrahim Gürbüz 28.02.2014 tarihinde silahlı bir kişi tarafından kaçırılmaya teşebbüs edildi. Gürbüz’ün atik davranması ve kaçırmaya teşebbüs edenin elinden tabancasını alması sonucu olay teşebbüs aşamasında kaldı. Daha sonra yakalanan fail mahkemece serbest bırakıldı. Olay tarihinden bugüne kadar 1.5 aya yakın bir süre geçmiş olmasına rağmen soruşturmada etkin hiçbir ilerleme yaşanmamıştır. Soruşturmanın ilerlemesi için bugüne kadar bu vahim durumu kamuoyuna duyurmadık. Elde edilen bulgu ve bilgiler olayın Vakıf çalışmaları nedeniyle organize biçimde derin güçlerce gerçekleştirildiğine dairdir. Yaşananları ve bugüne kadar ki hukuki gelişmeleri bir basın toplantısıyla kamuoyuna duyurmaya karar verdik. Basın açıklaması Vakıf Başkanımız İbrahim Gürbüz ve avukatları ile birlikte 11 Nisan 2014 tarihinde saat 14.00’de Vakfımızın Teras Salonunda yapılacaktır. Toplantıya katılmanız dileğiyle saygılarımızı sunarız. İsmail Beşikci Vakfı Yönetim Kurulu *** İsmail Beşikci Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı İbrahim Gürbüz’e yapılan saldırı her kimden gelirse gelsin lanetliyoruz ve Beşikçi Vakfı çalışanlarıyla dayanışma içinde olduğumuzu bir kez daha yeniliyoruz Kızılbaş Dergisi kızılbaş - sayfa 43 - sayı 37 - nisan 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Apo’nun Savunması İbrahim Seven Vaktim az olduğu için savunmayı okumam yavaş sürdü. Ancak Apo ile ilgili yazı yazmanın benim acımdan başka zorlukları da var. Apo uluslararası bir komployla korsanca kaçırıldı ve bir şekilde işkence altındadır. Dolayısıyla yazı yazarken ister istemez bu koşulları da veri olarak almak mecburiyetindeyim. Ayrıca şeytanı çarmıha gerin diye sabahtan akşama kadar solcu-sağcı-milliyetci-islamcı koro tüm iletişim araçlarında sürüyor. Kendisine türk devletine sempatik gelebilecek şeyler söylemesi için ne gibi metodların kullanıldığını bilemem. CIA'de psikoloji ve işkence uzmanı bir profesör türkler Apo'nun hayatında birşey bulup onu baskı altında tutmuşlardır diyor. Welt am Sonntag 06/06/99 "doğrusunu belki ilerde öğreniriz." Şimdi Apo'nun savunması baskı altında kendi görüşleri dışında görüşleri mi ihtiva ediyor? Yoksa canını kurtarmak için ne yapıp yapıp generallerle barışmak mi istiyor, şimdilik bilmek çok zor. Apoyla 1981'de tanıştım. Yaşı benden genç olmasa da devrimci harekette yer alması benden daha geç oldu. Dolayısıyla Mamak cezaevinde 1971'de yatarken dikkatimi çekmedi. Ya aynı zamanda cezaevinde değildik ya Apo henüz devrimci harekette yeni olduğu için dikkatimi çekmedi ve böylece gi- yaben tanışsak ta ilk karşılaşma-mız 1981'de oldu. Hemen hemen tüm kürdistan örgütleri ve liderleriyle ilişkim olduğu için Apo'nun hakkındaki görüşlerini biliyordum. Kimisi Apo'yu manyak, kimisi ajan, kimisi deli gibi nitelemelerle değerlendiriyordu. İlk karşılaşmamızda üzerimde bıraktığı ekti: İlk bakışta ve yüzeyde bakıldığında öbür kürtlerin söylediğine benzer izlenim edilebilirdi. El kol hareketleri ve vucüduyla konuşma gibi. Ancak konuşma ilerledikce Aponun sorunlara derinden baktığı kürt milletinin psikolojisini yansıttığını ve tartışmasız kürt liderleri arasında en caplı olduğu izleninim oldu. Ve o günden beri PKK ve Apo düşmanı kürt cephesinin söylediklerine çok kıymet vermedim. Kemal Burkayla eskiye dayanan dostluğumuza rağmen PKK düşmanı cepheye kulak asmadım. PKK ile cuntaya karşı mücadele etmeye çalıştım. 1984'de PKK çıkısında eyleme düşman olmayan nadir solcu örgütlerden biri bizdik. PKK ve Apo'nun Stalinizm ve Kürt ağası ile kürt ulusal kurtuluşcusu karışımı yapısını ilk günden beri gördüm. Ancak kürt milletinin geri bir millet olarak kendi yapısına uygun bir liderlik yaratacağını düşündüm ve PKK kitleselleşirse olumsuzluklarından arınır diye düşündüm. Apo bir görüşmemizden sonra Avrupada temsil-cilerinin Semir isimli biri olduğunu söyleyerek telefonunu verdi. Bu Semir daha sonra Stockholm "hain" olduğu için PKK'lılarca öldürüldü. O zaman ben çeşitli konuşmalarda alenen Avrupada halka açık konuşmalarda PKK'nın Kürdistanda cuntaya ve sömürgeciliğe karşı mücadelesinin haklı ve meşru silahlı mücadeleyi rededen Semir'in yanlış görüşleri savunduğunu söylerken Semir'in değişik düşündüğü için öldürülmesinin kabul edilemeyeceğini ve bunun bizzatıhi PKK'ye zararlı olduğunu açıkladım. Gecede hazır bulunan PKK'lilerle itişip kakışma olduysada şiddet olmadan olay geçti. Ben 84-88 yılları arasında bir yandan PKK'nın ulusal mücadelesini ve silahlı direnişini desteklerken bir dost olarak PKK'nın olumsuzluklarını da eleştirdim. örneğin korucu çocuk ve kadınlarını öldürmenin yanlış olduğunu hem de türk basınına açıkladım. Bu söylenenler ne Apo'nun ne PKK'nın hoşuna gitmedi. 1984-1988 arasında PKK Kürt gerekse türk devrimci örgütleri arasında tecrit olmuştu. Bu dönemde PKK'nın direnen diğerlerinin ise direnmeye niyetli olmıyan kesim olarak gördüm. Ve bu anlamda PKK ve Apo'ya yakın durdum. Apo'la toplam 40 saate yakın tartışmalarımız oldu. Bunların bir kısmı banttan çözüldü bir kısmı bende bir kısmı ise PKK arşivlerindedir. Apo devamlı kendisinin çözümlemeler dediği sonradan PKK'ca Kuran gibi görülen konuşmaları vardı. Apo'nun nasıl düşündüğünü az çok öğrendim. O yüzden PKK yayınları gittikce sıkıcı bir tekrar oldu. 1988'de Stalinci bürokratik sosyalizmin çözülüşü ve bunun artık saklanmaz hale gelişi artık bu sosyalizm eleştirisi üzerine demokratik bir sosyalizm kurma çalışmaları dünya çapında tartışıldı. Ne dünyada ne de ülkemizde demokratik sosyalizm başarılı olmadı. Benim çalışmalarım da bu anlamda başarısız oldu. Apo ilk başta Gorbaçova olumlu baktı, başarılı olmadığını görünce bir yandan Stalini eleştirirken öbür yandan demokratikleşme yönünde adım atmadı. En son Apo ile sanıyorum 1991 yılbaşında görüştüm. Bana Mahsun Korkmaz Akademisi Komutanı Metin'i tanıştırıp, Botanda çok kahramanlık yaptığını ve saire övdü. Ayrıca Diyarbakır cezaevinde senelerce yatan Mehmet Şener'i tanıştırdı. Apo'nun gerek ev işlerinde gerekse kampta özel işlerine bakan Hamza ile sık sık karşılaşırdık. Hamza Apo'nun köylüsüymüş. Aradan bir ay geçti Hamza'nın yanlışlıkla Metin tarafından öldürüldüğü ve Metin'in de Apo'yu öldürmek istiyen bir ajan olduğu için yargılanıp öldürüldüğü, Mehmet Şener Apo'yu suçlayan bir metin yayınladı sonra Kamışlıda öldürüldü. Dünyada gelişen olaylara rağmen şark entrikası, köylü kurnazlığı ve Stalin karışımı bir ideoloji ile demokrasi olmıyacağı kanaatine vardım. Ve bir daha Apo'yu ne gördüm ne konuştum nede ilişkim oldu. kızılbaş - sayfa 44 - sayı 37 - nisan 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Apo'nun olumsuzluklarını görerek kürt ulusal hareketine ve Apo'ya düşman olmadım. Tersine Apo'nun bizzatihi kendisinin türk sömürgeçiliğinin bir neticesi olduğunu ve generallerin aynadaki izdüşümü olduğunu gördüm ve bu liste dahil olmak üzere bir çok yerde bu görüşlerimi söyledim. Türkiye'de Apo generaller ve siyasi islamın sünni ideolojiyi eleştirmeden geliştirdikleri ataerkil bir ideolojidir. Şimdi bu yukarıdaki girişten sonra gelelim Apo'nun savunmasına. Apo silahlı mücadelenin artık geçerli olmadığına demokrasinin tek yönetim biçimi olduğuna ve türkiyede en demokrasiyi kuracak akımın kemalizm ve generaller olduğunu iddia etmekte. Ve bu yüzden generallere barış cubuğunu uzatmakta. Yer yer ne olduğu belirsiz ilerde bir demokratik sosyalizm savunmakta. Tarih olarak ta türk ve kürtlerin ortak devlet kurmasını 1923'te olumlu bulmakta. Mustafa Kemal aslında demokratik devlet kurmak istiyormuş ama şartlar ve kürtlerin isyanı bunu önledi. Daha sonrada Kemalizm ve generallere toz kondurmamakta. Rum ve Ermenilerin birazda aşırı istekleri yüzünden türk ve türkler böyle davrandı. Şimdi barış uzlaşma ve benzeri konularda Apo'nun aranırsa daha evvelki konuşmalarında benzeri düşüncelere rastlanabilir. Dolayısıyla Apo şimdiye kadar ak dediğine kara demiyor. Barış istemek ve düşmanla barışmak ta normal. İkincisi Apo kimle görüşüyorsa onu ve menşeiini övücü meşrebine aykırı değildir. Ancak somut şartlar tahlil edildiğinde türkiyede demokrasi generaller tarafından değil, generallere rağmen kurulacaktır. Ne yeşil elbiseye nede askerlere karşı bir allerjim yoktur. Ceşitli zamanlarda ordular demokratik ilerleme motoru olmuştur. Ancak türkiyede generaller ve ordu çetelerin katillerin cirit attığı bir yer. 1960'ta demokrasi kırıntıları vardı, 99 işkence merkezidir. Dolayısıyla Apo'nun generallerle uzlaşması türkiyeye demokrasi getirmez. örneğin türkiyede demokra- tikleşmede belki rol alabilecek TüSİAD ve benzeri kurumları zikretmek bile istemiyor. İkincisi Apo'nun generallerle velevki çok taviz de veren bir yaklaşımla uzlaşması canını da kurtarmaz. Kürt isyanlarını biraz bilenler T.C. devletinin isyancıları affetmediğini bilir. Dolayısıyla Apo'nun olası böyle bir taktiği de yenilgiye mahkumdur. DSP ve MHP'yi seçen halk ve generaller kana kan intikam dışında bir hukuk prensibi bilmiyor. PKK'de şimdiye kadar Apo politikasına muhalefet olmadı. Belliki tanrıya karşı gelmek kafirliktir. O yüzden tanrı yanılmayacağına göre PKK merkezi ve HADEP Apo'yu şimdilik desteklemekte. Kanımca kısa bir zamanda Apo yargılanıp idam edilecek. Apo kaçırıldığında, Menderesin hatırlamıyorum efendim demesini hatırlatarak bakalım Apo ne diyecek demiştim. Şimdi Apo'nun savunmasını okuyunca, Apo acaba ne diyor sorusu tekrar sorulabilir? Apo özür dileyici bir tonla PKK'yi savunmakta generallere toz kondurmamakta, milyonlarca işkence gören insanın hesabını sormamakta. Ne olur barışalım demekte. Barış için Gandi ve İsa gibi bir taktik benimsenebi--lir. Ancak bu yakalanınca değil. Ayrıca Kesire ve arkadaşlarının Palme'yi öldürmüş olabileceği gibi yalanlarla ne demokrasi ne de barış olur. Gandi ve İsa'nın ahlaki yaklaşımları ile bağdaşmaz. Kaldı ki Apo hep işler ters gidince başkasının üzerine ya Kör Şeyhmus, ya Parmaksız Zeki ya başkası kabahatli herkes bilirki Apo istemeden PKK'de kuş uçmaz. Bariş istemek kutsal birşeydir. Hele hele gerçek demokrasiyi istemek çok güzel bir hayaldir. Ancak olmuyacak duaya amin demek başka birşeydir. Ayrıca generallerin en demokratik ve en barışçı olduğu payesine vermekte ayrıca sakat bir yaklaşım. Peki Apo ne yapmak istiyor? Apo bilmediğimiz kimyevi veya psikolojik baskı altında ondan yapıyor. Apo ölümden kurtulmak için askerlerle uzlaşırsam canım kurtulur diye düşünüyor. Apo ben olmasam kürtler hiçtir ne yapıp canımı kurtarayımki kürt milleti lidersiz kalmasın. O yüzden generallere yağ cekerek kurtulayım. Canını kurtarmak insanı olarak anlaşılsada 20.000 insanı genç yaşında ölmek için hazırlamış bir insanın kendisene başka norm bulması ahlaki olarak benimsenemiyeceği gibi demokratik de değildir. Kaynak: Tarih ve Demokrasi Forumu İbrahim Seven 07 Juni 1999 h t t p: // w w w. n e t w o r k 5 4 . c o m / Fo rum/609946/ kızılbaş - sayfa 45 - sayı 37 - nisan 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 UNUTULMUŞ BİR ETNİK CEMAAT: TÜRKİYELİ SABETAYCILAR nın Tanrıya yakarışları (dua) Talmudçulukta olduğu gibi bir ödev değil, aksine insanı rahatlatan bir eylem olarak benimsenir. Tarihte yaşanmış bazı öyle olaylar vardır ki etkileri sadece yaşandıkları dönemle sınırlı kalmamış çok uzunca bir süre devam ederek pek çok başka olaya da kaynaklık etmiştir. Sabetaycılık veya bilimsel literatürde genel olarak kullanılan şekliyle "Dönmelik" hareketi de bunlardan biridir. Fakat bu hareket ne yazık ki o kadar fazla etkili olmuştur ki, yaşandığı dönem sonrasından günümüze kadar süren etkileri modern Türkiye'nin tarihinde belirleyici olmuştur. Belki de sırf bu sebeple araştırılmaması konusunda daima baskılar olmuş, kapatılması ve konuşulmaması için özel bir çaba sarfedilmiştir. Konuyu araştıran kişiler daima engellenmiş, Türkiye tarihini araştıran şöhret sahibi bilimadamları dahi savundukları bilimsel araştırma ilkelerinin dışına çıkarak konuyu görmezden gelmişlerdir. Bu yazı Türkiye'nin bu çok önemli hareketini ve bu harekete bağlı olarak doğan ve hala devam eden cemaatlerin tarihini konu edinmiştir. Yahudi dinsel sistemi iki ana düşünce üzerinde gelişmiştir. İlki "Torah-Talmud" ekolü, ikincisi ise "Torah-Kabbala" ekolüdür. Musa'ya (Moşe) Sina'da indiğine inanılan ve Türkçe'de Tevrat olarak bilinen kutsal metinlerin aslında Musa'ya verilen kısmı beş tanedir ve buna "Torah" denmektedir. Fakat daha sonra gelen peygamberlerin yorumlamalarına dayalı olan diğer kitaplar da vardır ki, bunlar "Neviim" ve "Ketuvim" olarak tanınırlar ve Torah ile beraber bunlara "Tanah" (Tevrat=Ahd-i Atik) denilmektedir. Bu kutsal metinlerin yorumlanmaları ve günlük hayata geçirilmeleri konusu daima bazı tartışmalara yolaçmıştır. İşte bu dönemde "Talmud" ortaya çıkar. Talmud hahamların Tevrat yorumlarıdır ve ortodoks Yahudiliğin temelini teşkil eden bir kaynaktır. Oysa daha sonraları İspanya Diasporası'nda (altın çağ) ortaya çıkan bir diğer anonim kaynak daha vardır ki bu da "Kabbala"dır. Kabbala tamamen mistik Yahudiliğin bir kaynağıdır ve kaynakları konusun- Tanrıdan korkan insan O'nu nasıl sever sorusunu "arkadaşını kendin gibi sev" felsefesiyle özdeş kılan Kabbalistler Tanrıya ulaşmaya, "Adam Kadmon" (üstün insan) olmaya gayret etmektedirler. Talmud'un sınırcı ve kuralcı yaklaşımına karşı Kabbala tamamen serbest bırakmaktadır bireyi. Ilgaz Zorlu da hala tartışmalar vardır, dini pratiklerdeki yeri konusu da çok açık değildir. Yahudiler genel olarak Kabbala'nın gizemli ve çekici dünyasından etkilenmişlerse de genelde korkuyla yaklaştıkları da bir gerçektir. Bugünkü İsrail dinî otoritelerinin de Kabbalizme karşı çok sempati taşıdıkları söylenemez. Talmud'un ve Kabbala'nın Torah'a karşı bakışları çok farklı olmuştur. Talmudist yaklaşım Torah'ı bir yasaklamalar bütünü olarak ele alıp, Tanrının insanları cezalandıran kurallar koyan bir güç olduğundan hareket etmektedir. Talmudistler Tanah'a dayanarak çıkardıkları "Mitzvotlar" (uyulması gerekli kurallar) yoluyla insan hayatını sınırlandırmaktadırlar. Onlara göre insan bu dünyaya bir sınav vermek için gelmiştir ve tamamen Tanrının gücü karşısında olduğunu bilerek hareket etmelidir. Bu görüş ve sıkı kurallar altında beş bin yıl boyunca ezilen Yahudi bireyi gettosunda tamamen dış dünyaya kapalı ve gizlilik içinde yaşamaya başlamıştır. Oysa Kabbala Talmud'dan bu yönüyle ayrılmaktadır. Kabbala Tanrıyı bir enerji olarak algılar ve insanın yaptığı eylemlerin negatif veya pozitif enerjinin bir parçası olduğuna inanır. Kabbalist, Tanrıyı ceza veren ve kurallar koyan biri olarak değil, aksine insanı özgür bırakan fakat kötülüklere karşı ona "tavsiyelerde" bulunan bir koruyucu olarak algılamaktadır. İnsa- İşte bin yıllar boyunca ortodokslar ile Kabbalistler arasındaki temel sorun burada yatmıştır. Fakat Yahudiliğin kendine özgü dekoru içinde bu iki zıt düşünce çatışmamaya gayret etmiş, birbirini dışlamamaya çalışmış, Talmudistler Kabbalistleri daima ihtiyatla fakat reddetmeden izlemişlerdir. Ancak çoğu kez yorumlarında da Kabbala'daki kelime-sayı bağlantılarını kullanmaktan da kaçınmamışlardır. Bu iki düşüncenin belki de en temel ortak noktalarından biri mesih inancı olmuştur. Talmudistler direkt olarak Torah'ta olmamasına karşın, ayetlere verilen birtakım anlamlar ile Kabbala kaynaklı olan mesihî düşünceyi kabul etmişlerdir. Kabbala ise kurtuluşu tamamaen mesih üzerine odaklamıştır. Luria'nın teorileri ile mesihçilik adeta bir öngörü haline gelmiştir. O kadar ki, sayısal hesaplamalar ve yöntemler hep mesihin geliş tarihi üzerine yoğunlaşmıştır. Daniel ve İşaya'daki ayetler gizemli bir yöntemle sorgulanmış ve kurtuluş tarihi belirginleştirmeye çalışılmıştır. Fakat bu çabalar ortodoksların katı kurallarına karşı illegal olarak yapılagelmiştir. Kabbala her zaman gizlidir, gerek sözlü olan kısım ve gerekse "Zohar"a ve "Sefer Yetzirah"a dayalı olan bölümler her zaman gizli bir atmosferde incelenmiştir. Kabbalist, Tanrısal gücü keşfetmek için dinsel kurallara uymak gerekliliğine inanmakta ve eğer bunları yapmadan Kabbala yaparsa felâketler yaşanacağına inanmaktadır. kızılbaş - sayfa 46 - sayı 37 - nisan 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Bu o kadar büyük bir gizdir ki halâ binlerce yıllık metinler sadece sözlü olarak Zfat'ta veya Galil'de (İsrail) tarikat üyeleri arasında dış dünyaya kapalı olarak tartışılmaktadır. Talmud ve Kabbala'nın rekabeti XVI. yüz yıl sonrasında doruğa çıkar. Zfat'a Polonya'dan gelen Rav İzak Luria Aşkenazi bu kentte kurduğu Kabalistik eğitim veren kolejiyle bir akımın başlatıcısı olur. "Zfat Aslanları" olarak kendilerini tanıtan bu grup mesihî kurtuluş doktrinini temel alarak dini bir takım sonuçlara ulaşırlar. "Tzimzum" (büzülme), "Tikun" (tamirat, kurtuluş) kavramları burada önem kazanmaktadır. Luria yaratılışı bir kırılma teorisi ile özetlemektedir ve tamirat ancak mesihin gelişiyle olacaktır demektedir. Bu bekleyiş tüm Yahudi cemaatlerinde hızla yayılır, birbiri ardınca gelen katliamlar ve baskılar mesihî dönemin adeta habercisi olarak kabul edilir. Luria'nın ölümü sonrasında da bu ümit devam etmektedir, 1600'lü yıllara gelindiğinde ise had saf haya ulaşır. Sabetay Sevi (Zwi=Sebi) 1622 yılında o dönemin en önemli Yahudi cemaatlerinden birinin yaşadığı İzmir'de doğar. Küçük yaşlardan itibaren dinî bir atmosferde büyür ve ailesinin isteklerinin tersine dinî bir eğitim alır. Bu dinî eğitim onu zamanla Kabbala'nın içine doğru iter. Kendi ruhî yapısının da elverişli olmasından dolayı genç yaşta mistik bir hayat tarzını benimsemiştir. Sevi'nin Zohar ile tanışması ve ardından da Luria'nın fikirlerini öğrenmesine paralel olarak gelişen düşünceleri başlarda pek fazla dikkate alınmaz. O İsrail ulusunun dünyanın her tarafında yaşadığı sıkıntılı ve acılarla dolu yaşantısını kendisine mal etmektedir. Ona göre mesihî kurtuluşun gerçekleşmesine az bir zaman vardır. Genç Sabetay mesih olduğu iddiasıyla sinagoglarda vaazlar vermeye başlar. Tamamen Zohar'a dayanan bazı yorumlar yapar, geleneksel olan dinî kuralları hiçe sayarak yeni düzenlemeler getirir, doğal olarak Yahudi cemaati onu dışlar. Yalnız özellikle Orta Avrupa'da meydana gelen Yahudi kıyımlarının yarattığı gerginlik ve korku da halkın mesih beklentisini kuvvetlendirmektedir. Sabetay Sevi'nin hayatındaki dönüm noktası Gazze'li teolog Nathan Levi ile tanışması sonrasında olacaktır. Nathan, Sabetay Sevi'nin beklenen mesih olduğuna inanmaktadır ve Sevi'yi de buna inandırmıştır. Nathan, tüm Yahudi cemaatlerine mektuplar yazarak mesihin geldiğini ve mesihî dönemin başladığını belirtmektedir. Bu dönemde tüm kurallar ortadan kaldırılacaktır ve mesih, yeni tanrısal kurallar koyacaktır. Bunun ortodoks Yahudilerce kabul edilemez olduğu muhakkaktı ve kısa sürede cemaatler ikiye ayrıldı; Sevi'yi mesih kabul eden bazı cemaatler olmuşsa da genel olarak İzmir ve İstanbul cemaatleri ona karşıydılar. Fakat Sevi'nin hareketi beklenmedik bir hızla yayılmaya başladı, o kadar ki Amsterdam'dan Hamburg'a, Lugano'dan Kudüs'e Yahudiler gruplar halınde Osmanlı topraklarına gelmeye başladılar. Bu durum karşısında otoritelerini kaybetme korkusu içine giren Yahudi liderleri Sevi'yi öldürmeyi de başaramayınca, çareyi onu saraya ihbar etmekte buldular. O zamana kadar saraydan herhangibir hareket gelmemesine karşılık bir anda kalabalıkların akını karşısında idareciler önlem almak durumunda kaldılar. Sevi tutuklanarak hapsedildi. Ancak bu müritlerini korkutacağına daha da güçlendirdi, hücresi bir kralınki gibiydi ve ziyaretçilerle dolup taşıyordu. Bu sıralarda siyasi ortam Osmanlı ülkesinde de karışıktı. Mehdi olduğu iddiasıyla ortaya çıkan bazı kişiler vardı ve Sevi'nin hareketi onlara göre Deccal'in işaretiydi, çünkü İslâm inancında Mehdi'nin gelişinden evvel Deccal'in geleceği rivayet olunmaktadır. Bu sıralarda, Sevi'nin çağdaşı olan Niyazi Mısri isminde bir şairi de dönemin önemli aktörlerinden biri olarak görmekteyiz. Mısri, Mehdi olduğu iddiasıyla ortaya çıkmıştı ve daha sonraları kaderi de tıpkı Sevi'ninki gibi olacaktı. Bazı kaynaklar bu iki din adamının İstanbul'da bir araya geldiğini yazmaktadırlar. 16 Eylül 1666'da Sevi divana çıkartılarak ölümü ve yaşamı arasında bir tercih yapmaya zorlanacaktır; ya müslüman olacaktır, ya da öldürülecektir. Sevi, İslâm dinini seçer. Sevi'nin din değiştirerek müslüman olması konusu oldukça tartışmalara açık bir meseledir. Tarihçiler bunu korkuya bağlı olarak algılamışlar ve Sevi'nin hareketinin düşünsel yapısını görmezden gelerek bunu basit bir sahte mesihlik hareketi olarak yorumlamışlardır. Sabetaycı kaynaklar bu konuda olabildiğince sessiz kalmışlardır, bunun nedeni Sevi'nin emirlerine dayanmaktadır. Sabetaycılığın daha sonra değinilecek dinî yapısında da görüleceği gibi inancın temelleri daima gizliliğe dayanmaktadır. Yalnız Zohar'da varolan bir inanca göre "mesih kendi cemaati tarafından kabul edilmeyeceği için bir başka dine geçecektir" ibaresi Sabetaycı tefsirlerinde anlatılmaktadır. İsa da yine aynı şekilde Yahudiler tarafından mesihliği kabul edilmeyerek ölüme mahkum ettirilmişti. Fakat Hıristiyan inancı onun öldüğünü kabul etmemiştir. Sevi, bizzat Nathan'ın yazdığı bir mektuba göre Yahudi cemaatinin yok edilmesini önlemek için bir din değişikliği yapmıştır. Fakat bu asla kalben yapılmamıştır ve daha sonraları Sevi'nin kayboluşundan evvel yaklaşmakta olan "Kipur" bayramı için Yugoslavya Yahudi Cemaatinden bir dua kitabı istemiş olması da bunun en önemli kanıtıdır. Ben daha evvelki makalelerimde de Sabetay Sevi'nin hayatı konusunda ayrıntılı bilgiler verdiğimden burada konuyu daha kısa tutmak istiyorum. Ancak meraklıları için Gershom Scholem'in "The Mystical Messiahabbatai Şevi" isimli devasa çalışması bu konudaki başyapıttır. Sonuçta Sevi kendisine verilen bir paye ile devlet hizmetine alınır (kapıcıbaşı). Fakat zamanla Sevi'nin bu dini gerçekte benimsemediği anlaşılacaktır ve kendisi Arnavutluk'a sürgün edilecektir. Onun Arnavutluk'a gitmesi sonrasında dinî prensiplerine inanan bir topluluk ortaya çıkmıştır. Bu topluluk onunla beraber değil onun kayboluşu sonrasında İslâm dinine toplu olarak geçmişlerdir ve Sabetay Sevi'nin mesih olduğuna inanan ve Kabbalizmin ışığında yepyeni bir Yahudi düşüncesini benimseyen Sabetaycılar tarih sahnesine çıkmışlardır. Sevi'nin Arnavutluk'ta bir mağarada kaybolduğu inancı vardır. Bu sebeple her sabah Sabetaycıların deniz kıyılarına giderek mesihi beklemeleri kızılbaş - sayfa 47 - sayı 37 - nisan 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 buna dayanmaktadır. Sevi'nin öldüğüne inanmayan müritleri onun tekrar geleceğini kabul etmektedirler. Sevi'den sonra Yakov Qerido (kayınbiraderidir) cemaat yönetimine geçer. Fakat zamanla cemaat arasında bazı dinî konularda tartışmalar yaşanacaktır. Cemaat önce Yakov Qerido'nun Sevi'nin halifesi olduğunu benimseyen "Yakubîler" daha sonra da Sevi'ye bağlı kalanların oluşturduğu "Kapancılar" ve Baruhya Ruso isimli bir hahamın Sevi'nin halifesi olduğuna inanan "Karakaşlar" olarak üç gruba ayrılır. Bu gruplar zamanla kendi içlerinde yeni bir takım Kabbalistik yorumlar getirmişlerdir ve her birinin dinî inançları arasında farklılıklar olmuştur. Fakat Sevi'ye en bağlı olan grup Kapancılar olmuştur. Bu cemaatler 1924 yılına kadar Selânik'te birbiriyle ilişki kurmadan yaşamışlardır. Fakat özellikle XIX. yüz yıl sonrasında toplumsal hayata girmeye başlamışlardır. Sabetaycıların dinî inançlarını tahlil ederken gözönüne alınması gereken nokta her cemaatin farklı özellikler taşımasıdır. Genel olarak bu cemaatlere bakıldığında bunlar içte Yahudi, dışta tamamen Müslüman bir kimlik içinde olmuşlardır. Benzet-benzeme prensibini esas alan Sabetaycılar Selânik'te kendilerine ait dinî mekânlarda dua ederlerdi ve bunlar dışarıdan farkedilemeyecek kadar gizli evlerdi. "Khal" veya "Ortaevi" denilen bu dinî merkezlerde "Hoca" (Kapancı), "Ogan" (Karakaş), "Peytan" (Yakubî) gibi sıfatlarla adlandırılan din adamları görev yapmaktaydılar. Bu din adamları cemaatin kendi okullarında eğitim görmekteydiler. Kapancılar XX. yüz yılın ortalarına kadar süren aktif dinî yaşamlarında, Khal denilen dinî merkezleri kullandılar. Hoca veya "Sakallı" denilen din adamları belirli zamanlarda yapılan merasimleri yönetirdi. Dualar tamamen Yahudilerinki ile aynı olmakla beraber Sabetay Sevi için okunan şiirler mevcuttu ve bunların yanısıra "Mezmurlar" (Tehilim) denilen Tanah bölümü hergün okunmaktaydı. Cemaat bir organizasyon olarak birbirine bağlıydı, zenginlerden fakirlere doğru işleyen bir yardım mekanizması vardı. Zengin kişiler fakir olanlara yardım ederlerdi. Bu yardımlaşma o kadar ileri gitmişti ki Selânik'ten Türkiye'ye gelinirken her Sabetaycının gemi ücretini o dönemin en zengin kişilerinden olan tütüncü Kâzım Emin Efendi ödemişti. Kapancılar, dinî geleneklerinde Yahudiliğe en bağlı olan gruptu. Karakaşlar, Sabetay Sevi'nin halifesi olarak kabul ettikleri Osman Baba'ya (ya da dede) inanırlardı. Baruhya Ruso isimli bu kişi zamanının önemli Kabbalistlerinden biri olarak kabul edilmekteydi. Onun soyundan gelen kişilerde bir kudsiyet olduğuna inanılmaktadır. Bugün halâ dinî yapılarını muhafaza eden Karakaşlar, Sabetay Sevi'nin prensiplerinden giderek uzaklaşmışlardır. Daha ziyade İspanyolca duaların ağırlıklı olduğu dinî sistemlerinde Osman Baba'ya kudsiyet yükleyen ifadeler mevcuttur. Bu grubun kendine ait din adamlarına "Ogan" denilmekle beraber "Hoca" lâkabı da kullanılmaktadır. Cemaat üyeleri arasında bir yardımlaşma genelde vardır. Din adamları bugün halâ mevcudiyetini koruyan "Yeşivalar"da eğitim almaktadırlar. Hoca olabilmek için kişinin anne ve babasının Karakaşlardan olması ve evli olunması koşulu vardır. Genel inanç, mesihin tekrar kendi gruplarından çıkacak biri olacağıdır. Yakubîler ilk olarak ana cemaatten ayrılan gruptur ve bunlar genellikle İslâm inancına en yakın grup olmuştur. Özellikle dışa en fazla açılan grup olarak ailelerde önemli ölçüde Avrupa'lılarla evlenmeler olmuştur. Yakov Qerido'yu mesih olarak bekleyen Yakubîlerde dinî yapı bozulmuş olmakla beraber özellikle İzmir'de çok önemli bir toplulukları olduğunu bilmekteyiz. Türk siyasi hayatındaki çok önemli kişiler bu cemaat kökenliydi. XIX. Yüx yılın sonundan itibaren Osmanlı İmparatorluğu'nda yaşanan kargaşalık Sabetaycıları da yakından etkilemiştir. O döneme kadar tamamen gizli olarak sürdürdükleri dinî yaşantılarına paralel olarak asla entegre olmadıkları devlet sistemine karşı bu tarihten itibaren bir yakınlaşma hissetmeye başlamışlardır. Bunun en önemli nedeni belki de Sabetaycıların da milliyetçilik fikirlerinden etkilenmelerinde aranmalıdır. O yıllarda herkesin kendi kaderini tayin etme zorunluğunun ortaya çıktığını farkeden cemaatler, ellerinde bulundurdukları servetleri sayesinde politik roller üstlenmeye başlamışlardır. Özellikle Selânik'in merkezden uzak ve kozmopolit yapısı içinde İttihat ve Terakki, Masonluk ve Osmanlı tarikatlerinde etkili oldukları söylenebilir. O kadar ki bu kurumların içindeki önemli noktalarda Sabetaycıları görmekteyiz. 1924'de Türkiye'ye yaptıkları zorunlu göç sonrasında Sabetaycıların ilk anlarda büyük bir boşluk yaşadıkları farkedilebilir. O dönemdeki siyasi baskılar sebebiyle giderek dini yapılarda çözülmeler başlamıştır. Artan dış evlilikler yoluyla kapancılar ve yakubiler genel olarak asimile olma sürecine girmişlerdir. Siyasi hayatta etkinlik kazanan bazı kişilerin Sabetaycı kökenleri konusunun Türk basınında tartışma konusu yapılmasına paralel olarak Sabetaycılık giderek artan bir şekilde hedef alınmaya başlanmıştır. Savaş sonrasının yarattığı milliyetçi ortamda Sabetaycılar "dönme" lâkabıyla aşağılanmışlar, bu kökenden gelen kişilere karşı hakarete varan ifadeler kullanılmıştır. Giderek Almanya'daki nasyonel sosyalizme paralel gelişen şovenizm Dönme-Mason-Yahudi üçgeni saplantısına kapılarak olayların arkasında bu sebepleri aramıştır. Selânik'teki serbest ve birleşik yaşam sonrasında yaşanılan dağılma cemaatleri derinden sarsmıştır. Baskı ve korkular dinî ritüellerin yapılmasını azaltmış, cemaat üyeleri genel olarak kimliklerini gizleme yolunu seçmiştir. Bu sıralarda aslını sormadan "Kendini Türk kabul eden herkes Türktür" felsefesine dayalı Kemalist milliyetçilik anlayışı Sabetaycıların sıkı sıkıya sarıldıkları bir ideoloji haline gelmiştir. Kaybettikleri menevî oratamı da Masonluğun ritüelleriyle ikame yoluna gitmişler böylelikle Türkiye halkının üstüne Modern-Atatürkçü-Batıcı bir anlayışla egemen olmuşlardır. Bugün halâ Atatürkçü Düşünce Dernekleri üyeleri arasında Sabetaycı kökenli kişilerin olması bunun bir kanıtıdır. Sabetaycı kimlik konusu ise oldukça muallakta kalmıştır. Yaptığım incelemeler genel olarak Sabetaycıların özel- kızılbaş - sayfa 48 - sayı 37 - nisan 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 likle ilk iki kuşağında kimliğin tamamen gizlenmesi ve Selânik'li olduğunu söylememe şeklinde görülmektedir. Ancak üçüncü kuşağın kökenini öğrendiğinde, ailesi ve kendisiyle bir mücadeleye girdiği görülüyor. Bazı genç Sabetaycılar kendilerini Yahudi olarak görmekte, bazıları bu konunun kapanması gerektiğine inanmakta, bazıları ise Sabetaycı inançlarından bir kimlik oluşturmaktadırlar. Bu konuda hehangi bir kesin yargıya şu an için ulaşılamadığı açıktır. Fakat Sabetaycı gençlerin bazı kurumsal hareketleri olduğu da bilinmektedir. Kuşkusuz zamanla Sabetaycılığın daha fazla araştırılması ile en azından insanların Sabetaycı kökenlerinden utanmamayı öğrenebileceklerini tahmin etmek herhalde çok yanlış olmayacaktır. Başta Türkiye Yahudi Cemaati olmak üzere hiçbir Yahudi cemaati ve İsrail Sefarad ve Aşkenaz hahambaşılıkları Sabetaycılığı Yahudi dininin ve kültürünün bir parçası olarak görmemektedirler. Sabetaycıların 1917, 1991 ve 1996 da Yahudi dinine geçiş istekleri reddedilmiştir özellikle son iki çaba İsrail'de politik olarak algılanmıştır. Bugünün Türkiye'sinde özellikle devlet ve siyasi hayatta topluma yön veren önemli kişlerin Sabetaycı kökenli olmaları ve bunların Kemalist bir düşünceyi benimsemeleri toplumun bazı kesimlerinden tepkilere neden olmaktadır. Bu durumda alınacak bir dinİ kararın Türkiye Yahudi Cemaati içinde bir tehlike yaratılacağına inanılmaktadır. Fakat 1996'da İsrail "Giyur" (din değiştirme) hahambaşılığının verdiği bir karar dikkat çekicidir. Buna göre Diaspora'da yaşayan bir cemaatin Yahudiliği meselesinin İsrail'de önemli olmadığı belirtilmektedir. Halbuki "Falaşalar" (Etiyopyalı Yahudiler) de ülkelerinde yaşadıkları dönemde Yahudilikleri meselesi tartışılmıştı. Görülüyor ki, bu konudaki kararlar tamamen politik olmaktadır. Ayrıca Türkiye Hahambaşılığı da iki güncel olay sırasında (Halil Bezmen'in A. B. D deki demeçleri ve İsrail gazetelerinde Sabetaycılıkla ilgili yayımlanan yazılar sonrasında) konuyla ilgili sorular yöneten basın mensuplarına Sabetaycıların Yahudilikle ilgisi ol- madığını ısrarla belirtmişlerdir. Fakat Sabetaycılar kültür olarak Sefarad kültürünün bir parçasıdırlar. Gelenekler ve kültürü oluşturan diğer unsurlar (yemekler, müzik, yaşam biçimi gibi) açısından Sefarad Yahudileri ile aynı kültür evrenini paylaşmaktadırlar. Bu sebepledir ki, gündelik hayatta bu cemaatle ilişkileri olduğu bilinmektedir. Dolayısıyla bu dışlanma sunî olarak ortada bulunmaktadır. Zaten giderek Sabetaycı-Yahudi evliliklerinde de son dönemlerde bir artış olduğu gözlenmektedir. Üstelik özellikle A. B. D ve Batı Avrupa'da Sabetaycıların Yahudi topluluklarına karıştıkları da bilinmektedir. Sabetaycılar bugün genel olarak dinsel aktivitelerini kaybetmişlerse de, halen her üç topluluk içinde de varolan ve geleneksel yapıyı muhafaza eden aileler olduğu da bir gerçektir. Özellikle, Karakaşların cemaatçi yapıyı korudukları bilinmektedir. Sabetaycı kökenli ailelerden gelen kişilerin bugünkü Türkiye'de ekonomik ve toplumsal yönden önemli roller üslenmiş oldukları gözardı edilemez. Her ne kadar bu kişilerin genelde Sabetaycılığa yaklaşımları kendilerini gizleme ve konuyu unutturma şeklinde olmaktaysa da, unutulmamalıdır ki bu kişileri sahip oldukları sosyal statüye ulaştıran etkenlerin başında Batılı bir eğitim anlayışında gelişen ve Sabetaycı kültürün özelliklerine dayalı olan aile yapılarının geleneksel Müslüman-Türk aile yapısından farklı olması gelmektedir. Nitekim gerek toplumda milli gelirden aldıkları pay açısından, gerek Türkiye'nin genel eğitim seviyesinin üst sınırında yeralmalarından dolayı Sabetaycılar kolaylıkla gündelik yaşamda bir takım avantajlar elde etmişlerdir. Kimliklerini gizlemelerinin de en önemli nedeni sahip oldukları ekonomik üstünlükleri kaybetme korkusuna dayanmaktadır. Özellikle varlık vergisi sırasında devletin cemaat mensuplarına karşı takındığı olumsuz tavır ve ayrımcılık böyle bir endişenin nedeni olarak algılanabilir. Benim yapmış olduğum araştırmalarda, ailelerin ellerinde halen çok önemli ilk el kaynaklar olduğu ortaya çıkmıştır. Ancak anlamadıkları bir lisanda (İbranice ve Ladino) yazılmış olan bu aile yadigârları maalesef bu korkular nedeniyle gün yüzüne çıkartılmamaktadır. Bu arada yine bana gelen bilgiler doğrultusunda, sanıldığının aksine Sabetaycıların sadece büyük kentlerde yaşamadıkları 1924 mübadelesi sonrasında Bergama, Uşak, Dikili, Soma gibi Ege'deki önemli merkezlere de yerleştiklerini tespit ettim. Bu merkezlerin özellikle günümüz de Türkiye ekonomisinde taşıdıkları değer düşünülürse araştırmaların ne kadar yetersiz kaldığı ortaya çıkmaktadır. Sonuçta bugün bütün karşı çıkışlara ve reddetmelere rağmen bir Sabetaycı cemaatin varolduğu açıktır. Bu cemaat üyelerinin üç farklı bakış açısını bir kez daha belirlemek gerekiyor. Genel olarak ilk iki kuşak Sabetaycılığın unutularak tarihe mal olması arzusundadır. Üçüncü kuşakta da bu fikri destekleyenler olduğu gibi kendini Sabetaycı inancın içinde gören ve geleneksel yapıyı muhafaza etmek isteyenlerin yanısıra tamamen Yahudi olduğuna inananlar da mevcuttur. Dolayısıyla Türkiye'de yaşayan bu gizli ve önemli cemaatin tarihinin bir an evvel antropologlar, sosyologlar ve özellikle de tarihçiler tarafından ele alınması gerektiğine inanıyorum. Kaynak: h t t p: // p i r a h m e t l i 37. b l o g c u . c o m / unutulmus-bir-etnik-cemaat-turkiyeli-sabetaycilar/3824819 kızılbaş - sayfa 49 - sayı 37 - nisan 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Muammer Güler ve Dr. Reşit; ya da Erdoğan ve Talat Hrant’ın öldürülmesinin üzerinden tam yedi yıl geçti; cinayetin planlayıcıları gerçek suçlular hâlâ dışarıda, dava ise sürüyor. Yargılamalarda birinci raunt bitti; ikinci raunt başladı, tam da Karl Marx’ın meşhur sözlerine uygun bir tarzda, ilki bir trajedi idi, ikincisi ise tam bir komedi... Çoğumuz mutlaka şaşırıyoruz, niçin gerçek katiller hâlâ saklanıyor; niçin bu dava bu kadar uzun sürdü diye! Aslında cevabı çok basit; Başbakanlık Müşaviri Hamdi Kılıç 2 Ocak 2014’te attığı bir tweetle verdi: “Bu ülkede devlet geleneği diye bir şey hâlâ var. Bunun ne olduğunu anlamak için biraz tarih okumak yeter. Devlet geleneğimizin kendini korumak için tarih boyunca geliştirdiği reflekslerin bir kısmı epeyce ürpertici, benden hatırlatması!” Müşavir haklı; Hrant Dink cinayeti de, devletin geliştirdiği bu ürkütücü reflekslerden sadece bir tanesi. Eğer biraz tarih okumuş olsaydık Hrant davasında nelerin olup bittiğini anlar ve bu kadar şaşırmazdık. Bu aslında bize bir özeleştiri vesilesi de olmalıdır. Çünkü Türkiye’de Hrant için sokaklara dökülenlerin birçoğu, uzun zaman 1915 soykırımı ile Hrant’ın öldürülmesi arasında bağ kurmadı. Hatta bağ kuran insanlara kızanlar bile oldu. Oysa Hrant Dink’i öldürenler bu bağı biliyorlardı ve Hrant’ı bu bağ nedeniyle öldürdüler. Bugün gerçek katillerin hâlâ elini kolunu sallayarak dolaşmaları da bu nedenledir. Hrant, bu devletin kuruluşundan tuğla çekmek istedi ve bu nedenle öldürüldü; gerçek katiller de bu nedenle bulunmuyor. Cinayet ve katillerin ellerini kollarını sallayarak dolaşması, Müşavirin sözünü ettiği, devletin geleneksel ürkütücü refleksidir. Bunu size iki örnekle anlatmak istiyorum. Birincisi, Hrant’ın öldürülmesinin kendisidir. Geçen yıl Taraf’ta yazmıştım, tekrar etmek isterim: Artık kafamızın içine kazıyalım ve ona göre davranalım: Hrant Dink, Talat Paşa’nın 1915 soykırımını, onların sesini boğmak için yaptıklarını hatırlatmaktı. “Biz bu Cumhuriyet’i Ermenilerin imhası üzerine kurduk ve bu topraklarda bir Ermeni’ye, 1915’den sonra özgürce konuşma imkânı vermeyiz”, demek istiyorlardı. Prof. Dr. Taner Akçam intikamını almak için öldürüldü. Her şey, ama her şey, 1921 yılında işlenmiş suikastın intikamını almaya uygun şekilde örgütlendi. Size bir sorum var; Hrant Dink niçin evinin önünde öldürülmedi? Ya da niçin diğer faili meçhullerde yaptıkları gibi, kaçırıp öldürüp cesedini bir yere atmadılar? Bunların her birisini isteselerdi yaparlardı. Ama böyle yapmak yerine, Agos’un önünde, cadde ortasında, herkesin gözü önünde, hem de kafasına arkadan sıkarak öldürdüler! Niçin? Çünkü Talat Paşa da böyle öldürülmüştü. Unutmayın! Hrant nezdinde Ermenilerden Talat Paşa’nın intikamını almak istediler. Talat Paşa, 15 Mart 1921’de, Berlin’de, soykırımdan sağ olarak kurtulan Soghomon Tehlirian tarafından, cadde ortasında, herkesin gözü önünde öldürüldü. Tehlirian, Talat Paşa’ya arkadan yaklaştı ve kafasına sıkarak öldürdü. Kaçarken yakalandı. 2-3 Haziran tarihlerinden görülen dava sonucunda da beraat etti. Hrant’ı da aynen böyle öldürdüler. Cinayetin, bilmediğiniz bir başka benzerliği daha var: Tehlirian olay yerinden kaçmak isterken yakalanmıştı ama aslında suikast planını yapanların aldıkları karara göre kaçmaması, olduğu yerde durması ve teslim olması gerekiyordu. Hrant Dink soruşturmalarında var olan bazı kayıtlardan aslında Ogün Samast’ın da kaçmaması ve olay yerinde yakalanması gerektiğinin planlandığı anlaşılıyor. Her şey, 1921’deki gibi olmalıydı. Amaç hem Talat Paşa’nın intikamını almaktı hem de Ermenilere 1915 soykırımı ile Hrant Dink’in öldürülmesi arasındaki bağı göremeyen, görmek istemeyenlere anlatmak istediğim ikinci tarihî örnek Diyarbakır Valisi Dr. Reşit’in öyküsüdür. Onbinlerce Ermeni’nin katili Dr. Reşit’i, Hrant’ın cinayetin giden yolun hazırlayıcılarından İstanbul Valisi Muammer Güler ile kıyaslamak istiyorum. Aslında bu biraz da Tayyip Erdoğan ile Talat Paşa’yı kıyaslama olacak. Biliyorum, çoğunuz, sırf CHP’ye sataşıp prim toplamak amacıyla yarım ağız da olsa Dersim katliamı konusunda özür dilemiş, Kürt sorununu barışçı yollarla çözmek isteyen bir başbakanı Talat Paşa ile kıyaslamamın haksızlık olduğunu düşüneceksinizdir. Karar için ya isterseniz “teşbihte hata olmazmış” deyin ya da hikâyenin sonunu bekleyin. İKİ VALİ: DR. REŞİT, MUAMMER GÜLER... 1915 Temmuz ayında Musul Alman konsolosu, Mardin ve Diyarbakır’da çoğu Ermeni 2000’nin üzerinde Hıristiyan’ın, geceleri şehir dışına çıkartılıp, “koyun gibi boğazlanmakta olduğunu” bildirir. Bu bilgileri Mardin Mutasarrıfı’ndan aldığını söyleyen konsolos, cinayetlere engel olmak için tedbir alınmasını ister. Alman elçiliği Talat Paşayı durumdan haberdar eder. Talat bunun üzerine Vali Reşit’e telgraf çeker ve Alman telgrafındaki “koyun gibi boğazlanmak” ifadesi de dâhil oradaki bilgileri aynen tekrar ettikten sonra şu emri yollar; “Ermeniler hakkında gündeme getirilen inzibati tedbirlerin diğer Hıristiyanlara da uygulanması kesinlikle doğru değildir”. Talat “gelişigüzel Hıristiyanların canını kızılbaş - sayfa 50 - sayı 37 - nisan 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 tehdit edecek” bu tür uygulamalara derhal son verilmesini ister. Fakat bu telgrafa rağmen Diyarbakır’da Hıristiyanlara yönelik katliamlar ayrım yapmadan devam eder. Bunun üzerine Talat, 10 gün sonra, 22 Temmuz 1915’te Dr. Reşit’e, “mahremdir bizzat halli” özel notunu düştüğü ikinci bir telgraf daha yollar ve imha politikasının sadece Ermenilere uygulanması, diğer Hıristiyanları kapsamaması gerektiğinin yeniden altını çizer. “Şikâyetler geliyor” diyerek, Valiye emir verir: “Bizi zor durumda bırakacak bu tür uygulamalara son ver.” Bu ikinci telgrafa rağmen de durumda çok fazla bir değişiklik olmaz. Diyarbakır valisi, Ermenilerle diğer Hıristiyanlar arasında ayrım yapmadan katliamlara devam eder. Bunu üzerine Talat, yine 10 gün sonra, 2 Ağustos 1915 tarihinde üçüncü bir telgraf daha çeker. “Defalarca telgraf çekmemize rağmen vilayet dâhilinde Hıristiyanların katledilmeye devam edilmekte olduğu haberleri gelmeye devam ediyor,” diyerek, bu hâlin tasvip edilmediğini tekrar eder. Talat telgrafında, Reşit’e onun bir devlet memuru olduğunu, ve “bir memur olarak verilecek emirlere koşulsuz uymak zorunda bulunduğunu” hatırlatır. Ve Reşit’i çok açık bir biçimde uyarır; “Eşkıya ve çetelere isnat olunacak her fiil ve vakadan” doğrudan Dr. Reşit mesul tutulacaktır. Sizlere aktardığım bu telgraflar, gizli ve şifreli telgraflardır. Muhtevasını Talat, Dr. Reşit ve şifreli telgrafları gönderen ve çözen bir kaç görevli dışında kimse bilmemektedir. Peki, aktardığım bu gizli telgraflarda Hükümet emirlerine karşı gelmekle suçlanan, 2000 kişinin üstünde insanı “koyun gibi boğazlatan” Dr. Reşit hakkında herhangi bir soruşturma açılır mı? Hayır! Ama başka şeyler olur; Reşit’in cinayetlerine muhalefet eden ve olayları Alman konsolosuna aktaran Mardin Kaymakamı Hilmi’ye görevden el çektirilir. Bundan daha da önemlisi, Diyarbakır’da Ermenilere yönelik politikaları uygulamadaki başarıları nedeniyle Reşit’in emrinde çalışan güvenlik görevlileri ödüllendirilirler. 28 Temmuz 1915’te çekilen bir telgrafla Diyarbakır vilâyetinde Ermeni komite liderleri ve mensuplarının yakalanmasında faydalı olan polis ve komiserlerden bazıları “terfi” ettirilir, bazıları “nakdi mükâfat” bazıları da “nişanla” ödüllendirilirler. Hikâyem burada bitmedi. Diyarbakır ve yöresinden Süryani ve Ermenileri süren ve imha eden Dr. Reşit’ten, daha sonra işlediği cinayetlerin değil, bu cinayetler sırasında “merkeze yollayacağım” diyerek el koyduğu Ermenilere ait mücevher ve eşyaların hesabı sorulur. Yollanan resmî bir yazıyla kendisinden bu el koyduğu mücevherler istenir. 6 Ekim 1915’te Vali Reşit’e “bizzat hal edilecektir” özel notu ile yollanan telgrafta “Sevk olunup yolda duçar olunan Ermenilere ait nakit para mücevherat ve eşyalara, merkeze gönderilmek üzere tarafınızdan el konulduğunun haberini aldık” denerek, bu altın ve mücevheratın miktarı ve kaydının nasıl tutulduğu hakkında bilgi istenir. Gördüğünüz gibi, Talat’ı ilgilendiren tek konu vardır ve bu da Hıristiyanların imha edilmiş olması değil, onların el konulan mücevherlerine ne olduğudur. Daha durun, hikâyenin sonuna gelmedik. Dr. Reşit daha sonra Ankara’ya, bir ödül sayılacak şekilde vali olarak atanır. Ama burada görevinden el çektirilir. Açığa alınır ve hakkında soruşturma açılır. Bilin bakalım, Dr. Reşit hakkında soruşturma açılmasının nedeni nedir? Belki doğru tahmin ettiniz. Soruşturma nedeni, Reşit’in işlediği cinayetler değil, Ermeni mücevher ve mallarını zimmetine geçirmesidir. Yani hırsızlıkla ilgilidir. Reşit, el koyduğu Ermeni mücevherleri ile İstanbul’da bir yalı almak istemiş ve olaydan haberdar olan Talat onu görevden almıştır. Gazeteci Süleyman Nazif bu durumu çok veciz sözlerle dile getirir: “Talat Paşa... katil sıfatıyla takdir ettiği Reşit’i hırsız olduğu için azletmiştir.” Şimdi anladınız mı Başbakanlık Müşaviri Hamdi Kılıç’ın söylediklerini; ne demişti müşavir, “bu ülkede devlet geleneği diye bir şey vardır; hâlâ [da] var. Bunun ne olduğunu anlamak için biraz tarih okumak yeterli”. Tarih okuduk ve gördük ki, devlet, soykırım sırasında Dr. Reşit ve adamlarını Hıristiyanları öldürdükleri, yani cinayet işledikleri için ödüllendirmiş ama Reşit’i hırsızlık nedeniyle açığa almıştır. Bugüne gelelim, Hrant Dink cinayetine bulaştığı artık sağır sultan tarafından bile duyulmuş olan İstanbul Valisi Muammer Güler’in başına gelenler ile Dr. Reşit’in başına gelenler arasındaki benzerlik çok çarpıcıdır. Dr. Reşit gibi, Güler’den de cinayetin hesabı sorulmadı. Önce Milletvekili sonra İçişleri Bakanı yapılarak ödüllendirildi. Ama daha sonra rüşvet ve yolsuzluk nedeniyle görevden azledildi. Diğer polis görevlileri için de durum farklı olmadı. Hepsi cinayet sonrasında üst görevlere getirildiler. Mesele bu kadar basit aslında... Şimdi anladınız mı Hrant Dink’in cinayetinin gerçek katilleri niçin bulunamadı ve dava niçin hâlâ sürüyor. Ha Talat ha Erdoğan çok fark etmiyor! Devlet geleneği bu... kızılbaş - sayfa 51 - sayı 37 - nisan 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Türkiye, her şeyden önce 1908-1924 dönemiyle hesaplaşmalı Prof. Bozarslan, Fransa’da Sorbonne Üniversitesi’ne bağlı EHESS’te Sosyal bilimler Yüksek Araştırmalar Okulu’nda direktör olarak görev yapıyor. Bozarslan, tarihçi ve siyaset bilimci kimliğinin yanı sıra, Kürt sorunu başta olmak üzere Ortadoğu uzmanı olarak tanınıyor. Bozarslan ile günümüz Türkiyesi’nde yaşanan siyasal şiddetin farklı boyutlarını konuştuk. 04 Nisan 2014 Cuma 13:36 MELİS KAYA [email protected] AKP ile gelen, Türkiye için yeni bir sistem ama 20. yüzyılın Latin Amerikası’nda ve bazı Avrupa ülkelerinde de böyle sistemler söz konusuydu. Kendisine entegre olmayan kategorileri, düşman olarak gösterebilen bir sistem bu. Putin’in Rusyası ve Chavez’in Venezuelası buna örnek. Hamit Bozarslan, İletişim Yayınları’ndan çıkan kısa süre önce çıkan “Türkiye’de Siyasal Şiddetin Boyutları" adlı kapsamlı çalışmaya hem yazdığı sunuş yazısıyla hem de ‘Neden Silahlı Mücadele: Türkiye Kürdistanı’nda Şiddeti Anlamak’ başlıklı makalesiyle katkıda bulundu. Türkiye’de ‘Ortadoğu: Bir Şiddet Tarihi’, ‘Ortadoğu’nun Siyasal Sosyolojisi’ gibi kitaplarıyla tanınan Prof. Bozarslan, Fransa’da Sorbonne Üniversitesi’ne bağlı EHESS’te (Ecoles Des Hautes Etudes En Sciences Sociales/Sosyal bilimler Yüksek Araştırmalar Okulu) direktör olarak görev yapıyor. Bozarslan, tarihçi ve siyaset bilimci kimliğinin yanı sıra Kürt sorunu başta olmak üzere Ortadoğu uzmanı olarak tanınıyor. Bozarslan ile günümüz Türkiye’sinde yaşanan siyasal şiddetin farklı boyutlarını konuştuk. • Siyaset ile şiddet arasında hiç zayıflamayan bir ilişki biçimi var Türkiye’de. Bunu sistem dahilindeki çözülemeyen köklü ihtilaflara mı yoksa devletin kuruluş biçimindeki temel sorunlara mı bağlayabiliriz? kategoriler kendilerini önce barışçıl bir şekilde, eğer barışçıl bir yöntemle direniş mümkün değilse, şiddetle ifade edebiliyorlar. Bu, şiddete karşı ise devletin kullandığı şiddet ve şiddetin yoğun bir şekilde kullanılması ister istemez diğer kategorilerin de şiddetini artırmasını ya da derinleştirmesini kaçınılmaz kılıyor. Her ikisine de. Sanıyorum belirleyici olan her şeye rağmen devletin oluşma süreci ve bu süreç içerisinde milli bir kimlik oluşturmaya çalışılması. Bu milli kimliğin temelinde Mustafa Kemal yok, Ziya Gökalp var. Ziya Gökalp'in kimlik denklemi; Türkleştirme. Bu Türkleştirme ister istemez kendisini Türk olarak kabul etmeyenlerin ya da Türk kimliğini reddedenlerin dışlanması anlamına geliyor. İkincisi İslamlaştırma; bu kendisini Sünni olarak kabul etmeyen kategorilerin dışlanması anlamına geliyor; hem Hıristiyan ve Yahudilerin hem de İslami olarak görülen Alevilerin dışlanması. Ve Batılılaştırma; bu da kendisine medeniyet dayatılmasını kabul etmeyen grupların dışlanması anlamına gelmekte. Böylelikle sistem hem bazı kategorileri entegre edebiliyor, bu kategorileri asli kitle olarak değerlendiriyor; hem de bu oluşumla birlikte diğer kategorileri sistematik olarak dışlıyor. Buna bir de devletin çok açık bir şekilde anti-liberal olmasını ekleyebilirsiniz, çünkü Ziya Gökalp'in sentezi ya da zaferi, aynı zamanda Osmanlı İmparatorluğu'nda her türlü liberal çözümün ya da politik formülün dışlanması anlamına gelmekteydi. Böyle bir devlet kurulması ister istemez diğer kanatların dışlanmasını beraberinde getiriyor. Bu dışlanma bazı dönemlerde mümkün. Örneğin Kemalizm döneminde bunu görüyoruz. Gerçi Kürt isyanları ya da direnişleri var, ancak bu direnişler kırılabiliyor. Fakat diğer bazı tarihsel zamanlarda bu hakimiyet sisteminin içselleştirilmesi çok zor olabiliyor. Bu dönemlerde ister istemez dıştalanan • Demokratik hak ve özgürlüklere yönelmekten ziyade hep ve yeniden gerilim üreten bir toplumsal süreç var Türkiye’de. Toplumun en zayıf ve iktidarda olmayan kesimlerinin daha çok etkilendiği bu gerilimin nedenlerine değinebilir misiniz? Bu yönetme biçiminin siyaset biliminde karşılığı nedir? 2000'lere kadar bu dışlama ve entegrasyon sistemi nispeten rahat bir şekilde işleyebildi. Devlet, Kemalizm döneminde tamamen ‘süpra-sosyal’ (toplum üstü) bir rol oynayabildi. Sonrasında her şeye rağmen devletin o süpra-sosyal rolü tamamen çözülmedi. Türkiye'deki devletin eski tip otoritarizmi aynı zamanda güvenlik ve milliyetçilik temelinden yola çıkarak bazı kategorilerin dışlandığı bir güvenlik sistemiydi. 2000’lerin başından itibaren giderek hegemonik bir sisteme geçiliyor. Bu hegemonik sistem sadece Türkiye'de geçerli değil, sanıyorum diğer bazı ülkelerde de hegemonik bir otoritarizme geçişten bahsedebiliriz. Bu hegemonik otoritarizme geçişin temelinde, çıkarları birbirine zıt olan kategorilerin aynı anda entegre edilmesi söz konusu. Bu entegrasyon şu temelde olabiliyor; birincisi sosyal muhafazakârlık temelinde, ki Türkiye'deki siyasi sisteme baktığımız zaman seçmenlerin yüze 65'i yoğun ve devamlı bir şekilde muhafazakâr partilere oy veriyor. Bunu sadece Türkiye temelinde –Kürdistan dışında– ele alırsanız, bu seçmenlerin yüzde 72-73'ünün muhafazakâr partilere oy vermesi anlamına geliyor. İkincisi, püriten bir burjuvaziye kaynak aktarımı var. Bu kaynak aktarımı hem taşra düzeyinde hem de kısmen de olsa, İstanbul düzeyinde burjuvazinin AKP'yi kızılbaş - sayfa 52 - sayı 37 - nisan 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 desteklemesini sağlıyor. Üçüncüsü, bu burjuvazinin getirdiği imkanlarla hayırseverliğin beslenmesi ve yoksulluğun siyasi bir sorun olarak değil de hayırseverlikle çözülebilecek bir sorun olduğunun yoksullara anlatılması, bu yolla yoksulların entegre edilmesi söz konusu. Bu, Türkiye'de yeni bir sistem ama 20. yüzyılın Latin Amerika'sında ve bazı Avrupa ülkelerinde de böyle sistemler söz konusuydu. Ancak aynı zamanda bu sisteme entegre olmayan kategorileri rahatlıkla dışlayabilen, hatta onları düşman olarak gösterebilen bir sistem bu. Putin’in Rusyası ve Chavez'in Venezuela'sı buna bir örnek olarak verilebilir şu anda. Ermeni Soykırımı konusunda bir adım atılamıyor, çünkü devletin oluşmasının temelinde bir soykırım var. Türkiye'nin kalkıp bununla hesaplaşabilmesi gerekiyor ve bu tabii çok ağır manevi bedeli olan bir zorunluluk. • Muhafazakârlık tanımı Türkiye’de yaygın ölçüde sadece din üzerinden algılanıyor. Siyasette ve hayatın diğer alanlarındaki muhafazakârlık üzerine neler söylemek istersiniz? Türkiye'deki muhafazakârlık hem dünya çapındaki muhafazakârlıktan, hem de İslam'a has bir muhafazakârlıktan besleniyor. Dünya çapındaki muhafazakârlık, direnişi algılayamayan bir muhafazakârlık. Hemen hemen her yerde muhafazakâr rejimler toplumu birleşik bir aile olarak görüyor ve bu birleşik ailenin özne olarak algılanmayan fertlerinin birbirlerine sadık kalmasını, birbirleriyle dayanışma içerisinde olmalarını ve kendilerini yöneten babaya itaat etmelerini savunuyor. Bu yüzden muhafazakâr sistemler dünyanın her yerinde direnişi ya manipülasyon olarak algılıyor ya da iç ve dış düşmanlarla açıklıyor. Bu sistemi de 1980'lerde yine Latin Amerika'da görüyorduk. Aynı sistem Avrupa'da ve başka yerlerde de görülebiliyor, çünkü muhafazakârlığın temelinde direnişin kabul edilmemesi yatıyor. Muhafazakârlığın temelinde sıkı dayanışma içerisinde olan bir aile tahayyülü var. Muhafazâkarlık ister istemez korporatizmin geliştirdiği bir sistem. Böyle bir sistem içerisinde itaatkâr aile ferdi olabiliyorsunuz, ama direnen, hatta bağımsız bir fert olamıyorsunuz. Buna ikinci bir olguyu daha eklemek gerekiyor İslam'a geçmeden önce. Türkiye son 30 yılda son derece hızlı bir değişime uğradı. Ortadoğu'nun tümünde hızlı bir kentleşmeye yol açan bir değişim yaşandı. Köy hayatından çıkış, şehirleşme ve şehirleşmeyle birlikte aile dokusunun ve otorite yapılarının zayıflaması görüldü. Bu, sosyolojik olarak son derece önemli bir olgu. Muhafazakârlık, bu yapıların ve ataerkil bir modelin yeniden üretilmesinde önemli bir rol oynuyor. Aynı zamanda da kentleşmenin getirdiği ‘ahlaki çöküş’, ‘dezentegrasyon’ (çözülme) ya da diğer tehlikelere karşı bir kalkan olarak algılanıyor. Birbirlerini izleyen hükümetler hem Türkiye'de hem de Ortadoğu'nun tümünde bu kalkanı ellerinden geldiği kadar güçlendirmeye çalıştılar. Devletlerin kendileri muhafazakârlığı üreten organlar olarak ortaya çıktılar. Burada Latin Amerika ile zıt bir durumla karşı karşıyayız; Latin Amerika'ya baktığımız zaman 1990’larda tam aksine orta sınıfların ve elitlerin muhafazakârlıktan uzaklaştığını görüyoruz. Ortadoğu'da olan ise bu muhafazakârlığın derinleşmesi. Üçüncü bir olgu ise her şeye rağmen dinle ilgili. İslam'ın devlet teorisi 7. ve 10. yüzyıl arasında oluşuyor. İslam'da fitneden duyulan çok büyük bir korku var. İslam'ın tarihi aynı zamanda bir iç savaşlar ve fitneler tarihi. Bu fitneye karşı toplumun korunması gerekiyor, toplumun korunmasının baş koşulu olarak da itaat öne sürülüyor; Sultan'a itaat, Halife'ye itaat. Halife iyi bir Müslüman olmasa bile, bir diktatör olsa bile, ona itaat mutlak bir zorunluluk olarak algılanıyor. Buna karşılık ulema hem devlet nezdinde, hem toplumda, ‘bağlama ve çözme’, sistemi meşrulaştırma ve nizamı devam ettirme kapasitesine sahip olan bir kategori olarak değerlendiriliyor. İslam'ın devlet doktrininin Neo-Platonisyen (Yeni Eflatuncu) olduğunu hatırlamak gerekiyor. Bunun getirdiği itaat zorunluluğu bütün İslam devletleri tarafından şu ya da bu şekilde korundu. Bu şu anda Türkiye'de AKP'nin resmi devlet ideolojisi. İtaat ‘bizim’ toplumumuzun bölünmemesinin koşulu, İslam toplumunun bölünmemesinin koşulu, bir dini vecibe olarak ortaya çıkıyor. Dünya çapındaki muhafazakârlığın, direnişi algılayamama olgusunu ve İslam'ın getirdiği bu itaat zorunluluğu olgusunu birarada ele aldığınız zaman AKP'nin son yıllardaki gelişimini de rahatlıkla anlayabiliyorsunuz. • Türkiye siyasetinde merkezde kabul gören Sünni İslam varoluşun dışında kalan ciddi sayıda bir kesimin ortak bir muhalif doku oluşturamamasının temellerini nasıl açıklarsınız? Bunun nedeni, söz konusu olan Aleviliğin, Sünniliğin aksine ve değişik tarihi nedenlerden dolayı çok uzun bir süre gizlilik içerisinde ve köylülük temelinde yaşamış olması. Aleviliğin topraksal bir bütünlük sağlayabilmesi, belli bir bölgede hegemonik bir yapıya sahip olabilmesi söz konusu değildi. Gerçi Sivas, Elazığ, Erzincan, Çorum gibi yerlerde yoğun Alevi toplulukları vardı, fakat bunların bir Alevi mıntıkası oluşturabilmeleri söz konusu değildi. Buna son 30 yılın hızlı kentleşmesini ve Aleviliğe karşı düzenlenen pogromların tesirlerini eklediğiniz zaman, köylülükten son derece hızlı bir şehirleşmeye geçişin gözlemlendiğini görebilirsiniz. Mesela 1990’ların başında Sivas'ta bir yığın Alevi köyü var ama 90’ların sonunda çok azalıyor. Alevi köyleri boşaltılıyor ya da Aleviler şu ya da bu şekilde İstanbul'a sürgüne mahkum oluyorlar. Bu olgu Maraş'ta da gözlemleniyor, Maraş Katliamı bu açıdan son derece önemli bir faktör, aynı olgu Erzincan'da ve diğer bazı illerde de gözlemleniyor ve bu şekilde Alevilerin belli bir devlet zoruyla ya da ekonomik sürecin getirdiği tesirlerle köksüzleştirilmesi sağlanabiliyor. İstanbul'da Alevi cemaatleri var, fakat bu Alevi cemaatlerinin bir alternatif ortaya koyabilmeleri son derece zor oluyor. Bir de, Türkiye’nin büyük metropollerindeki Alevi aktörlerin, Kürt aktörleri gibi, güçlü bir kimliğe sahip bir topluma dayanabilme imkanlarının kalmadığını hatırlatmak gerekli. Aynı zamanda şu sosyolojik olgu da var: tarihsel nedenlerle bazı sahalar referans aktörüne sahip olabiliyor, diğer bazı sahalar –dünyanın her yerinde böyle– referans aktörüne değil çoğul bir sisteme sahip olabiliyor. Örneğin Kürt sahası, belli referans aktörler tarafından yapılandırılan bir saha. Aleviliğe baktığınız zaman, Alevilik kendi içinde o kadar çoğul bir olgu ki, bir yığın derneğe sahip olabilme sayesinde kendisini ifade edebiliyor. Türkiye neredeyse yüz yıl boyunca kızılbaş - sayfa 53 - sayı 37 - nisan 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 aynı adla anılan sorunlarıyla baş başa. Kürt Sorunu, Ermeni Soykırımı, Aleviler, Radikal İslam ve diğer toplumsal azınlık/katmanlara ait çözülemeyen sorunlar. Bunları topluca ele almak zor ama varoluş nedenleri ve çözümsüzlükleri üzerinden ortak başlıklar bulunabilir mi? Örneğin devletin kurucu ideolojisi, demokratikleşememek ya da devletin yeniden yapılandırılamaması gibi Sanıyorum tüm bu faktörler açıklayıcı faktörler. Devlet olgusu, iktidar ilişkileri, bu iktidar ilişkilerinin taşra düzeyine yansıması, bu iktidar ilişkilerinin bazı dönemlerde ancak devlet zoruyla ya da şiddet yoluyla yeniden üretilebilmesi, devletin milli bir kimlik oluşturmaktan feragat etmemesi. Burada da Ziya Gökalp’in milli kimlik eklemine dönüyoruz; eğer barışçıl bir döneme geçmek istiyorsak, bu aynı zamanda toplumun çoğunluğunun kabul edilmesi ve toplumdaki ihtilafların meşrulaştırılmasını da zorunlu kılıyor. Ama kalkıp devleti milli olarak Türk, dini olarak İslam ya da Sünni ve medeni çerçeveden Batılılaşmış ya da İslami olarak tanımlarsanız, ister istemez bu toplumsal ihtilafların zaman içerisinde meşrulaştırılmadan ancak baskı yoluyla yönetilen ihtilaflar olarak yeniden üretilmesini engelleyemezsiniz. Buna bir de Türkiye'nin bir türlü kendi tarihiyle hesaplaşamamasını eklemeniz gerekiyor. Gerçi Dersim konusunda ciddi bir ilerleme kaydedildi, fakat mesela Ermeni Soykırımı konusunda tek bir adım atılamıyor, çünkü devletin oluşmasının temelinde bir soykırım var. 1914’te resmi Osmanlı rakamlarına göre toplumun yüzde 20’si Hıristiyan, 1924'te yüzde 1’e iniyor bu rakam. Bu kendi başına yeni bir toplumun, yeni bir devletin, cumhuriyet rejiminin oluşmasında belirleyici temelin ve faktörün soykırım, mübadele ve şiddet olduğunu gösteriyor. Türkiye'nin kalkıp bununla hesaplaşabilmesi gerekiyor ve bu tabii çok ağır manevi bedeli olan bir zorunluluk. Almanya'yı ele aldığınız zaman, Holokost şu anda resmi olarak Alman milli kimliğinin bir parçası olarak algılanıyor. Bu şu anlama geliyor; Almanlar'ın tarihi sadece Holokost'a indirgenemez, fakat Alman tarihi Holokost unutularak okunamaz. Türkiye eğer günün birinde bu sorunlardan kurtulmak istiyorsa her şeyden önce 1908-1924 dönemiyle hesaplaşmalı, kendi çoğulluğunu kabul etmeli. Bu çoğulluğu kabul etmek, aynı zamanda din, millet ve medeniyetten yola çıkarak bir kimlik oluşturulmasından feragat edilmesini de beraberinde getirmeli. -------Kürdistan’ın Kürtleşmesinin temellerinden biri de Ermeni Soykırımına katılımdır • Kürt siyasetinin kendisini 1915 üzerine 'kullanıldık' argümanıyla ifadesini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu kısmen doğru ve kısmen yanlış. Kısmen doğru çünkü şu andaki araştırmalar çok rahat bir şekilde soykırıma katılan devlet dışı aktörlerin ancak devletten icazet alarak katıldıklarını çok net bir şekilde göstermekte. İstanbul'dan, İttihat ve Terakki'den gelen bir ivme olmasaydı, Kürtlerin soykırıma katılabilmesi her halükârda söz konusu olamazdı. Ama diğer yandan ‘Biz kullanıldık’ söylemi de son derece yetersiz bir söylem, çünkü ‘kullanılanlar’ aynı zamanda soykırımdan istifade eden kategoriler. Bunların arasında bazı toprak ağaları var, Ermeni kaynaklarının da çok açık bir şekilde gösterdiği üzere topraksız reaya var, şehir milisleri var ki bu Diyarbakır'da son derece aşikâr bir şekilde ortaya çıkmakta; Diyarbakır eşrafının kurduğu şehir milisleri açık bir şekilde soykırıma katılmakta. Soykırım sayesinde büyük ekonomik kaynaklar transferi söz konusu. Tüm bunların tamamını "Biz kullanıldık, biz suçlu değildik" şeklinde açıklayabilmek mümkün değil, çünkü Kürdistan'ın Kürtleşmesinin temellerinden birisi de bu katılım; ve bu katılım dediğim gibi sadece devletin istediği bir katılım değil, aynı zamanda katılımcının şu ya da bu şekilde soykırımdan istifade ettiği bir katılım. O yüzden sanırım bu söylemi ne tümüyle doğrulayabilmek ne de tümüyle çökertebilmek mümkün, her iki boyut da var işin içinde. • Güncel Kürt siyasetinin, 1915 söz konusu olduğunda, Soykırım olduğunu kabul etseler dahi süreç içerisinde kendini etkin bir özne olarak konumlandırabildiğini söylemek mümkün mü? Sanıyorum bu konuda sadece bir Kürt pozisyonu olduğunu söyleyebilmek zor. Mesela, 1960-70’lerde Irak'lı Kürt tarihçi Mazhar Ahmad, Kürtlerin soykırıma katıldığını çok açık bir şekilde dile getiriyordu, ama bir siyasetçi olarak değil bir tarihçi olarak. Şu anda takip edebildiğim kadarıyla Kürt hareketi, Kürtlerin soykırıma katıldığını ve bunun getirdiği tarihsel bir sorumluluğun olduğunu açıkça dile getiriyor. Hatta bu TBMM’de de dile getirildi. Yine Demirtaş'ın söylemleri ‘kullanıldık’ın ötesinde, bunun getirdiği tarihsel sorumluluğu da dile getiren bir aktarım. Tarihsel sorumluluğun hatırlatılması aynı zamanda katılanın özne olarak katıldığını da en azından satır arasında gösteren bir olgu. Fakat genel söylemin "Kürtler kullanıldı, Kürtler sorumlu değildi" şeklinde olduğunu biliyorum. Yukarıda da belirttiğim gibi, bu söylem kısmen doğru, fakat dünyanın her yerinde bu geçerli. Devlet dışı aktörler ancak devletin verdiği ivmeyle harekete geçebiliyorlar, fakat tabii bu harekete geçiş onların sadece kullanıldığı anlamına gelmiyor. ------------‘2015 yaklaşırken Avrupa'daki Ermeniler Türkiye'de intihar noktasına varan yıkım dinamiklerinin farkında değiller’ • 2015 yılı yaklaşırken Türkiye’de ve dünyada Ermeni meselesine dair genel bir değerlendirme yapar mısınız? O değerlendirme beni korkutan bir değerlendirme, çünkü, siz de takip ediyorsunuz, Türkiye'de şu anda Gülencilik ve AKP arasında neredeyse bir iç savaş söz konusu. Sanıyorum Türkiye ikili bir masumiyet kaybına uğradı. Artık tüm bu olup bitenden sonra AKP’nin kleptoman bir iktidar olmadığını söyleyebilmek mümkün değil ve Cemaat'in yalnızca bir hizmet hareketi olduğunu söyleyebilmek de söz konusu değil. Ne AKP "AK Parti" ne de Cemaat hayırsever bir cemaat. Ancak beni ürküten sadece bu değil. Thanatos'un, ölüm tanrısının gücü o kadar kesif ki şu anda. Türkiye tamamen kendi iç sorunlarıyla hesaplaşmakta ve görünebilir uf ku 12 saat ile sınırlı. 12 saat sonra ne olacağını kimse bilmiyor. Bu son derece kaygı verici, Zygmunt Bauman'ın "Likit Modernite" tezini çok dramatik bir şekilde doğrulayan bir durum. Hiçbir şey kemikleşmiyor ve bir kilometre taşı haline dönüşmüyor ve hiçbir şeyin yaşam süresi 12 saati aşmıyor. kızılbaş - sayfa 54 - sayı 37 - nisan 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Ermeniler arasında şu an çok büyük bir beklenti var. Hafıza anlamında, Soykırım'ın kabul edilmesi anlamında, fakat Türkiye'de olup bitenler böyle bir beklentiye cevap verebilecek durumda değil. Söz konusu olan sadece Ermenilere düşmanlık söz konusu değil; dediğim gibi, tüm Türkiye’nin iç ihtilafları hiçbir şeyi mümkün kılmıyor. Türkiye'nin şu anda Ermenilere söylediği şu; "Kusura bakmayın beyler, rahatsız ediyorsunuz. Birbirimizi öldürmekle meşgul olduğumuzu görmüyor musunuz? Lütfen, bizi rahatsız etmeyiniz. Bizim derdimiz bize yeter." 2015'te dünya çapında çok büyük konferanslar ve anma törenleri gerçekleşecek; 2015 Ermeni Soykırımı'nın son derece yoğun olarak tartışılacağı bir yıl olacak, ama bana öyle geliyor ki Türkiye'de bu tartışmalara çok büyük bir yer verilmeyecek. Eğer şu andaki ritm devam ederse –ki söz konusu olan sadece AKP-Cemaat ilişkileriyle sınırlı değil, başka ihtilaflar da var– Türkiye'nin dezentegrasyon süreci öyle bir noktaya gelebilir ki, Kürt meselesinin ya da Ermeni meselesinin veya hiçbir meselenin tartışılamayacağı ve insanların günlük kavgalar dışında hiçbir şeyle uğraşamayacağı bir duruma da varabiliriz. Onun bilincinde olmak gerekiyor. Avrupa'daki Ermeni dostlar bunun bilincinde değil; yani Türkiye'deki bu şiddet boyutunun, intihar noktasına varan yıkım dinamiklerinin farkında değiller. http://agos.com.tr/haber.php?seo=turkiyeher-seyden-once-19081924-donemiylehesaplasmali&haberid=6925 Kessab’ın durumu Diaspora Bakanlığında değerlendirildi Kessab’ın durumu Diaspora Bakanlığında değerlendirildi 01 Nisan, 20:08 AMT Ermenistan Diaspora bakanı Hranuş Hakobyan başkanlığında Suriye Ermenileri Sorunları Bakanlıklararası Koordinasyon Komisyonu olağan oturumu gerçekleşti; oturuma Komisyon üyeleri dışında Kessab olaylarını araştırmak üzere Suriye’yi ziyaret eden milletvekilleri Samvel Farmanyan, Tevan Poğosyan, Arman Sahakyan ve Edmon Marukyan da katıldılar. Aciliyet taşıyan konu olarak Kessab’da son günlerdeki hakim durum gündemde ilk madde olarak görüşüldü. Milletvekilleri S. Farmanyan ve T. Poğosyan oturum katılımcılarına Suriye’ye gerçekleştirdikleri ziyarette topladıkları veriler, Kessab’daki durum ve olası gelişmeler konusunda bilgi verdiler. Dışişleri Bakanlığı ve diplomatik organlar aracılığıyla gereken çalışmaların yürütüldüğü kaydedildi. Sorun vesilesiyle Ermeni medya platformlarında objektif bilginin verilmesi ve çatışmacı tarafların tarafgir tutumlarının sunumundan kaçınılmasının önemi vurgulandı. Kessab’ta monoetnik bir bünye bulunmakta ve esasta Ermenilerle meskun durumda. Kessab’da gerçekleşen olaylar insan haklarının toplu ihlalinin açık bir örneği ve BM insani programları da destek göstermek durumundalar. Bakan Hakobyan, güvenilir bilgi almak ve varolan sorunlara çözüm bulmak amacıyla, Kessab Belediye Bşk. Vazgen Çaparyan’la günlük telefon bağlantısı içinde olduklarını ifade etti. Suriye Ermenilerinin arzuları azami derecede hesaba katılmalı. Kessab Ermenilerinin Ermenistan’a göçleri durumunda Ermenistan yönetimi tarafından onlara yardım amacıyla adımlar atılacak. Ermenistan Tüm Ermeni Fonunun , Kessab Ermenilerine yardım amacıyla bağış kampanyası başlattığı da bilgi çerçevesinde ifade edildi. News from Armenia - NEWS.am kızılbaş - sayfa 55 - sayı 37 - nisan 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 çok uygun fiyatlara! http://lazca.org zazacadan türkçeye türkçeden zazacaya gurmanciden türkçeye türkçeden gurmanciyeye ruscadan türkçeye türkçeden rusçaya çevriler yapılır [email protected] 0049 (0) 177 502 88 53 Telefon: 0532 261 34 89 | E-mail: [email protected] Dr. Sait Kırmızıtoprak’ın belgeselini ve arşiv sitesinden izlemek kopyalamak mümkündür http://www.drsivan.info/tr iletişim: glas@pomaklarınsesi.com tel: 0531 658 02 82 tel: 0537 419 21 56 Talatpaşa Mah. Arslangazi Cad. İkizler İşhanı No: 1/12 Kağıthane-İsttanbul kızılbaş - sayfa 56 - sayı 37 - nisan 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 SEÇİM Mİ DEVRİM Mİ? çalışan taraftarların payına düşen ise boş hayallerdir. Partiler hep yaptıkları gibi halkı yine süslü vaatlerle meşgul etmeye, oyalamaya ve enerjilerini miting alanlarında ve seçim sandıklarında çarçur etmeye devam edecekler. Her düşüncenin kendi zamanı var Kabul etmek gerekir ki, bu yerel seçimde -sonuçlar bir yana- halkın yüksek oranda sandığa gitmesi üstünde düşünülmesi gereken önemli bir konudur. Katılımın yüksekliği halkın çoğunluğunun sisteme entegre olduğunu gösteriyor. Halk dalkavukluğu yapmadan bu gerçeği kabul etmeliyiz, yoksa tekrar tekrar hayal kırıklığına uğrarız. Mahmut Alınak Bu coğrafyada halklar düzenin yüz yıldır sahnelediği seçim oyununa katılmakla baltayı bilinçsizce hep kendi ayaklarına indirdiler. Bu 30 Mart yerel seçiminde de halk diğer seçimlerde olduğu gibi yine kendisine biçilen militan figüranlık rolünü oynadı. Yorucu bir seçim kampanyasını sırtlayarak Meclis partilerine pek çok belediye başkanlığı ve il meclis üyelikleri kazandırdı. Peki nefes nefese geçen bu seçim koşusundan halk ne kazandı? Halkın oyuyla seçilen belediye ve il meclisleri halka karşı sorumlu olacaklar mı? Bu meclisler halk tarafından görevden alınabilen yerel parlamentolar olarak görev yapabilecekler mi? Bunların aldığı kararlar halkoyuna sunulacak mı? Halkın bu kararları veto etme hakkı olacak mı? Belediyelerin ulaşım, sağlık ve diğer hizmetleri ücretsiz olacak mı? Bu parlamentolar halkın ve esnafların küçük sermayelerini bir araya getirerek bu sermayelerle halka ait iş merkezlerinin, fabrikaların ve çiftliklerin kurulmasında öncülük edecekler mi? Halkın işsizlik ve yoksulluk gibi temel meselelerine el atacaklar mı? Eğitim ve öğretim kurumları, cezaevleri, polis ve jandarma teşkilatları bu parlamentolara bağlı olacak mı? Bilindiği gibi bunların hiçbiri olmayacak. Çünkü ne devlet düzeni buna müsaittir, ne de partilerin böyle bir amacı vardır. Yani halkın kazandığı bir şey yok; kazanan, Meclis partileri ve onların adaylarıdır. Kan ter içinde Okurlar hatırlarlar, ben birkaç hafta önce siyasetçilere ve aydınlara çağrı yaparak, sokağa çıkan kitlenin önünde gaz bombalarına ve tomalara karşı kendimizi birbirimize zincirleyelim demiştim. Birkaç arkadaştan başka aydın ve siyasetçilerden ses çıkmayınca, bir arkadaşım, "Üzülme, her düşüncenin kendi zamanı var,"dedi. Tarihten pek çok örnek vererek bazı düşüncelerin önce ilgisizlikle karşılandığını, sonra da sahiplenildiğini belirtti. Devrim de öyle, onun da kendi zamanı var. 30 Mart'ta ortaya çıkan tablo olumsuz olsa da ümitsizliğe kapılmamak gerekiyor. Gün ışığına çıkan manzara iyi okunabilirse devrimin kökleşip boy attığı bir zemine dönüştürülebilir. Öncelikle şunu bilincimize ve ruhumuza kazımalıyız: Halkın erkek ya da kadın siyasetçilerin koltuk kapmalarına değil, gerçek özgürlüğe ve insanca bir yaşama ihtiyacı var. Bu hedefe ulaşabilmek için halkın iktidar olması gerekir. Bu da bir devrim meselesidir. Bilinç devrimi, örgütlenme, devrimin inşası ve devrim birbirlerine zincirleme olarak bağlı olan süreçlerdir. Bun- ların nasıl olacağı ve nasıl projelendirileceği devrimci hareketlerin bir araya gelip konuşacakları meselelerdir. Sandık politikaları sistemle problemi olan ezilen Kürtlerin, Türklerin, Arapların, Çerkeslerin, Rumların, Ermenilerin, 'Ezidilerin, Süryanilerin, Lazların, Türk ve Kürt Alevilerin ve diğer halkların enerjilerini sistemin içinde eritip yok etmektedir. Her şeyden önce bu ölümcül anafor terk edilmelidir. 1962 kış aylarında Amerika'nın Georgia eyaletinde zencilerden bin kadarı ayrımcılığı protesto ettikleri için hapse girmişlerdi. Polis şefi, 9 yaşlarındaki zenci bir çocuğa, "Adın ne?"diye sordu. Çocuk polis şefine ateş gibi yakan bakışlarla bakarak, "Özgürlük, özgürlük,"diye cevap verdi. Biz de o hep birlikte özgürlük diyoruz. Türkiye'de özgürlük, Kürdistan'da özgürlük, Lazistan'da özgürlük; ezilen ve mağdur olan herkes ve tüm halklar için özgürlük… Özgürlük düzenin seçim bataklığında değil devrimle elde edilecektir. Vakit devrimi inşa vaktidir. Öyle bir devrim ki, ülkenin tüm zenginlikleri ve hayatın tüm özgürlükleri halkın olmalı. Devlet halkın olmalı. Yazıyı seçim sonrası internete düşen şu notla bitirelim: Galip partilerin taraftarları zaferlerini kutlamak için tüm geceyi sokakta geçirdiler. Alkış ve sevinç çığlıkları arasında havai fişekler attılar, zafer turları atıp yeri göğü klakson sesleri ve sloganlarla inlettiler. Davul zurna eşliğinde halay tutup gecenin kalbinde çılgınca oynayıp eğlendiler. Aralarında tek bir parti aristokratı bile yoktu. Sabah gün ışıdığında yorgun argın işlerine ve evlerine dönerken ellerinde kala kala sadece hayalleri kalmıştı. 4 Mayıs 2014 “seçimin galibi tc.!” kızılbaş - sayfa 57 - sayı 37 - nisan 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Mondros Mütarekesi’nin imzalanması sonrasında Türkiye siyasi ortamı. Osmanlı İmparatorluğu’nun Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkması sonucunda ülkede ağır şartlar oluşur. 15 Eylül 1918 tarihinde müttefik devletlerin orduları Makedonya’da cepheyi yarıp İstanbul için doğrudan bir tehdit oluşturduklarında, İttihatçı liderler barış dileğinde bulunur, fakat müttefikler onlarla görüşmelerde bulunmak istemez[1]. 7 Ekim 1918 tarihinde Talat Paşa hükümeti istifasını verir. Kasım 1’i 2’ye bağlayan gece, içlerinde başbakan Talat ile Enver, Cemal, Doktor Nazım gibi bakanlar, Teşkilât-ı Mahsusa liderlerinden Bahaettin Şakir, polis şefleri Bedri ve Azmi’nin bulunduğu yedi İttihatçı lider, bir Alman denizaltısıyla Odessa’ya, oradan da Almanya’ya kaçar[2]. 30 Ekim 1918 tarihinde müttefik devletlerle yapılan ateşkes antlaşması, 19 Ekim 1918 tarihinde meclisten onay alan yeni sadrazam (başbakan) Ahmet İzzet Paşa hükümeti tarafından Mondros’ta imzalanır[3]. Ahmet İzzet’in, Hıristiyanların imhası da dâhil olmak üzere, savaş suçlarından dolayı hesap verme endişesiyle hükümet yönetiminde “kendi adamının” bulunmasını isteyen Talat Paşa’nın girişimiyle sadrazam görevine tayin edilmiş olduğunu belirtmek gerekir[4]. Müttefik devletlerin orduları, ateşkes antlaşması sonrasında Büyük Britanya’nın önderliğinde İstanbul’a girerek Osmanlı devleti topraklarını denetim altına almaya başlar. Ateşkes antlaşması şartlarının beklenildiği kadar ağır olmamasına rağmen, Osmanlı hükümeti ve toplumu, nihai barış antlaşması maddelerinin nasıl olacağı konusunda endişeli bir bekleyiş içindeydi[5]. Yeni başbakan Ahmet İzzet tarafından 19 Ekim 1918 tarihinde Osmanlı meclisine sunulan programda, savaş süresince İttihat ve Terakki Partisi tarafından yürütülen siyasetle ilgili herhangi bir tenkit yer almamakta, “tehcir olayı” dahi, “savaş durumu gereği” olarak açıklanmaktaydı[6]. Ahmet İzzet Paşa’nın, ittihatçıların soruşturulmasına engel olmakla kalmayıp, canilere yönelik soruşturma imkânı sağlayacak Meline Anumyan (Tarih doktoru) olan tüm belgelerin de imha edilmesini emretmiş olduğunu belirtmek gerekir[7]. Sadrazam tayin edilmesinin akabinde, Teşkilât-ı Mahsusa’nın çalışmalarını durdurarak, teşkilatın tüm arşivinin imha edilmesi emrini verir ve Ermeni katliamlarıyla ilgili aranan şüphelilerin İstanbul’dan serbestçe uzaklaşmasını sağlar[8]. İzzet Paşa kabinesinde adalet, bahriye ve içişleri bakanlığı gibi stratejik görevlere tayin edilen en azından 4 tanınmış ittihatçı bulunmaktaydı. Bunlar, içişleri bakanı Ali Fethi Okyar, daha önce şeyhülislamlık yapmış olan adalet bakanı Hayri Efendi, bahriye bakanı Rauf Orbay ve maliye bakanı Cavit Bey’di[9]. Dahası, İzzet’ten önce sadrazam görevi teklif edilen Ahmet Tevfik Paşa’ya Talat tarafından, İttihat ve Terakki Partisi’nin iki üyesini, özelikle de Cavit’i kabinesine dâhil etmesi şartı koşulur, fakat Tevfik, üst düzey ittihatçıları hükümetine dâhil etmeyi onaylamaz ve baskılara dayanamayıp sadrazamlık önerisini geri çevirdiğinden dolayı Ahmet İzzet başbakan tayin edilir[10]. İttihatçılar ve cumhuriyet döneminde milletvekilliği yapmış olan tanınmış gazeteci ve ittihatçı Yunus Nadi Abalıoğlu, Talat’ın istifa etmesinden önce iki şey elde etmeye çalışmaktaydı. Biri, İttihat ve Terakki Cemiyeti ağını her ne pahasına olursa olsun korumak, ikincisi ise, yeni hükümetin tesadüfü olmaması[11]. Bu yaklaşım, haliyle, savaş yıllarında gerçekleştirilen canilikler, özellikle de Ermeni tehcirinden dolayı hesap vermekten kaçınmak niyetinden kaynaklanmaktaydı. Mondros Ateşkesi’nin imzalanmasından iki gün sonra, 1 Kasım 1918 tarihinde İttihat ve Terakki’nin kurultayı gerçekleştirilir. Yaklaşık 120 delege, parti merkez komitesi tarafından hazırlanan ve kurultaya takdim edilen tasarıdan habersiz, Talat’ı dinlemekteydi. Talat, partinin Balkan Savaşlarından (1912-1913) bu yana gerçekleştirdiği faaliyetlerini ve Birinci Dünya Savaşı süresinde Osmanlı İmparatorluğu’nun durumunu ayrıntılı bir şekilde sunar. Kurultay, İttihat ve Terakki Partisi’nin feshedilmesine ve partinin tüm mal varlığının, yeni kurulacak olan Teceddüt (yenilik) partisine devredilmesine karar verir[12]. Bu dönemi incelemiş olan Türk tarihçi O. S. Kocahanoğlu’na göre bu karar, kurultay üyeleri tarafından alınmamış, İttihatçı liderlerinin günler önce yapmış oldukları, kendilerinin ve partinin durumunu ayrıntılı bir şekilde tartışarak, sadece 5-6 kişi tarafından bilinen, ülkeden kaçma planlarını dahi hazırlamış oldukları gizli toplantılarının neticesinde oluşturulmuştur[13]. 1918 yılının Kasım’ın 1’ini 2’ye bağlayan gece Talat’la birlikte uzaklaşan parti merkez komitesi üyesi Doktor Nazım, parti merkez komitesinin tüm belgelerini de yanında götürerek, Ermeni Soykırımı’yla ilgili tüm belgeleri böylece ortadan kaldırmıştır[14]. Yeni kurulacak olan Teceddüt Partisi’nin ismi, tüzüğü ve partinin çekirdeğini oluşturacak kişilerin isimleri dahi önceden belirlenmişti[15]. Mondros Ateşkes Antlaşması’nın imzalanmasından sonra ülkenin iç siyasi hayatında oluşan kaygı verici durumun hâsıl olması ve kötümser öngörülerle ilgili, İttihatçı hükümetin ve partinin Ermeni Soykırımı konusunda sahip olduğu sorumluluk durumu önemli rol oynamaktaydı. 29 Eylül-9 Ekim 1911 tarihlerinde gerçekleştirilen İttihatçıların dördüncü kurultayı, Ermeni Soykırımı tarihinde özel bir yere sahiptir. Parti delegelerinin büyük bir kısmı, bu kongre esnasında, imparatorluğun Osmanlılaşması için tek bir yolun var olduğu, bunun ise Türk olmayan halkların zorunlu asimi- kızılbaş - sayfa 58 - sayı 37 - nisan 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 lasyonu olduğunu onaylamıştır[16]. Bu kongrenin kapalı oturumu esnasında Osmanlı İmparatorluğu halklarının, öncelikle de Ermenilerin ve Yunanlıların (Rumların) zorunlu Türkleştirilmesi programının gerçekleştirilmesiyle ilgili ve halkın zorunlu tehciri ile tehcir yolunda veya varış noktasında yok edilmesiyle ilgili somut projeler belirlenmiştir[17]. Ermeni tarihçi A. G. Avagyan’ın belirtmiş olduğu gibi, “Batı Ermenistan halkının imha edilmesi programının hazırlığı, büyük bir ihtimalle, İttihatçıların 1913 yılının baharında gerçekleştirdikleri merkez komitesi oturumunda son şeklini almıştır”[18]. Balkan savaşlarındaki yenilgi, İttihatçıları, hiç değilse Batı Ermenistan’ın da dâhil olduğu, imparatorluğun Küçük Asya bölümünü kaybetmemek için daha 1911 yılı kurultayında radikal önlem olarak kabul edilen Türk olmayanların tehcir edilmesine başvurmaya iten 1913 yılı, bu açıdan bir dönüm noktası olmuştur[19]. Bunun haricinde, 1913 Ocağında askeri darbe neticesinde kati hükümdarlığa ulaşan ve özellikle aynı yılın 11 Haziranında sadrazam Mahmut Şevket Paşa’nın öldürülmesi sonrasında ülkede diktatörlük tesis etmiş olan İttihatçılar, 1911 yılında tespit edilen planlarını hayata geçirme imkânı elde eder. Ermeni Soykırımı’nı gerçekleştirmek için ise Birinci Dünya Savaşı fırsat yaratır. Ermenilerin ilk tehciri 2 Mart 1915 tarihinde Dörtyol Ermenilerinin göç ettirilmesiyle[20] başlamış olmakla birlikte, Soykırım’a “hukuki görünüm” sağlama niyetiyle “geçici” olarak adlandırılan ve daha Meclisin onayına sunulmadan önce Sadrazam Sait Halim Paşa tarafından imzalanmış olduğundan dolayı hukuk dışı olan “Tehcir Kanun-ı Muvakkat” kanunu 27 Mayıs 1915[21] tarihinde yayınlanır[22]. Dört maddeden[23] oluşan bu kanunun tam olarak “Vakt-i Seferde İcraât-ı Hükümete Karşı Gelenler İçin Cihet-i Askeriyece İttihâz Olunacak Tedâbir Hakkında Kanun-ı Muvakkat” olarak adlandırılmaktaydı[24]. Türkolog R. A. Safrastyan tarafından belirtilmiş olduğu gibi, yukarıda belirtilen kanunun aceleyle hazırlanmasında, özellikle 3 müttefik devlet olan Rusya, Büyük Britanya ve Fransa hü- kümetleri tarafından 24 Mayıs 1915 tarihinde Osmanlı İmparatorluğu’na verilen ve Ermeni katliamlarının sert bir şekilde telin edildiği nota rol oynamıştır. “Talat, bu caniliklerin tüm suçunun kendi üzerine kalacağı konusunda endişelenmekteydi. Bundan kaçınmak için, tek başına sorumlu olma tehlikesinden kaçınarak, katillerin sorumluluğunu, hükümet üyeleri arasında dağıtarak, kolektife dönüştürecek bir süreç oluşturdu”[25]. Talat, “Tehcir” kanununun kabul edilmesinden sonra bir kereden iki amaca ulaşmaya çalışarak Ermeni tehciri, sürgünü ve katliamlarına hukuki bir görünüm sunmak ve katliamların sorumluluğunu sadece hükümet ile İttihat ve Terakki Partisi’nin üst düzey yöneticilerine yükleyerek, partiyi dışarıda tutmaya çalışmaktaydı. Ayrıca, ilerde sorumluluktan kaçınmak isteyen Talat Paşa, tehciri “haklı kılmak” amacıyla 1916 yılında içişleri bakanlığı eliyle “Ermeni Komitelerinin Amâl ve Harekât-ı İhtilâliyyesi İlân-ı Meşrutiyetten Evvel ve Sonra” (İstanbul, 1916) kitabını yayınlar[26]. Talat, hatıralarında yazdığına göre “Prensip olarak, ihtar mahiyetli askeri önlemler haricinde başka hiçbir niyet gütmeyen tehcir, vicdansız ve zayıf karakterli insanlar sayesinde faciaya dönüşür. Belirtmek isterim ki, sırf bu olaylar sebebiyle tüm hükümet ve İttihat ve Terakki Partisi Merkez Komitesi’ni ve bu olayla hiçbir ilgisi bulunmayan üyeleri suçlamak, haksızlık ve bencilliktir. İttihat ve Terakki Partisi’nin komite üyeleri, Ermenilere yönelik gerçekleştirilmiş olan ameliyeler nedeniyle son derece müteessir olup, olayları önlemek için sürekli olarak hükümet üzerinde baskı oluşturmaya çalışmışlardır”[27]. “Tehcir kanununun” kendisi tarafından şahsen hazırlanmış olması olgusunu çarpıtan Talat, anılarında kendisini aklamaya ve sorumluluğu ordunun genelkurmayına atmaya çalışmaktadır. “Bundan sonra genelkurmay tarafından “Ermeni tehciri” kanunu hazırlanır ve bakanlar kuruluna sunulur. Bu kanunun tamamıyla uygulanmasına karşıydım. Jandarmalar tamamen, polisler ise kısmen orduya dâhil edilmişler onların yerini yarı-askeri güçler almıştı. Tehcirin, bu şartlarda uygu- lanması durumunda, çok çirkin sonuçlara varacağını biliyordum. Bu yüzden, geleceği düşünerek, bu kanunun yürürlüğe girmemesi konusunda inat ettim ve bu kanunun yürürlüğe girmesini erteledim”[28]. Hâlbuki kanıtların gösterdiği gibi, Ermeni Soykırımı planı, İttihat ve Terakki Partisi tarafından hazırlanıp, tüm hükümet erkânı tarafından uygulanmıştı. Bu durum, herkes tarafından bilinmekteydi. Bu cürüm, o denli barizdi ki, savaş döneminde zorunlu olarak sessizliğini korumuş olan Osmanlı basını, İttihatçı hükümetin düşüşünden sonra Ermenilerin imha edilmesi olgusunu aktif bir şekilde tartışmaya başlar. Zamanın Osmanlı basını ve İstanbul’da farklı dillerde yayınlanan gazetelerin büyük bir kısmı, Ermenilerin tehcir edilip katledilmelerini betimleyen anlatılar ve açıklayan yazılara büyük oranda yer verir[29]. Bir dizi Osmanlı gazetelerinde Ermenilere yapılanlar lanetle anılmaktaydı. Görgü şahitlerine de basında önemli yer verilmiş ve Osmanlı gazeteleri, bazı suçluların açığa çıkartılması konusunda önemli rol oynamışlardır[30]. Bunun haricinde, bu sorunlar, farklı gazeteler arasında sert tartışmalara sebep olmuştur[31]. Bu dönemde, Ahmet Refik’in (Altınay) “İki Komite, İki Kıtal”, İstanbul, 1919 ve Hasan Amca’nıın “Tehcirin Gerçek Yüzü, Çerkes Hasan Bey’in Hatıraları”, Alemdar, 1927 Haziran 1919 benzeri, İttihatçıların, Ermenileri imha siyasetini açığa çıkaran çalışmalar yayınlanır[32]. Dönemin Osmanlı basınında yayınlanan çok sayıda makalede, İttihat’ın, Ermeni Soykırımı konusundaki sorumluluğu vurgulanır. Örneğin, “Alem dar” gazetesinin redaktörü Refi Cevat Ulunay, 28 Mart 1919 tarihinde yayınladığı “Tehcir ve Katliamlarla İlgili” makalesinde, katliamlarla ilgili olarak, haberdar olup, engellemeyenler dâhil, tüm İttihatçıların suçlu olduklarını vurgulayarak, “Çetenin (İttihat ve Terakki Partisi’ni ima etmektedirM.A.) içinde olup, tehcir ve katliamlar konusunda suçlu olmayan çok az kişi tanımaktayız. Bu cinayetleri işleyenler suçludur, onlara alet olanlar da suçludur, sessiz olanlar da. Tehcir ve katliamlar, İttihat ve Terakki Partisi’nin oynadığı en ürpertici trajedidir. Ülke açısından üzüntü duymamak, insanlık kızılbaş - sayfa 59 - sayı 37 - nisan 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 açısından nefret etmemek mümkün değil. Sessizlik, öldürücü sessizlik korumak da, katletmek gibi bir cürüm değil midir?”[33],- demektedir. Ateşkesten sonra, Türk basını ve toplumunda, özellikle Talat ve İttihatçı diğer liderlerin ülkeden gizlice kaçışıyla ilgili büyük bir protesto ve tenkit dalgası baş gösterir. Soykırım araştırmacısı V. Dadıryan’ın belirtmiş olduğu gibi, Osmanlı basınında baş gösteren bu gecikmiş teessüf ve acı gösteriminin sebebi yenilginin haricinde, kendilerini de kurban olarak gösterme denemesinden kaynaklanmaktaydı [34]. Hâlbuki Birinci Dünya Savaşı esnasında Osmanlı Meclisi başkanı ve dışişleri bakanlığı ile adalet bakanlığı koltuklarında bulunmuş olan Halil Menteşe, “Bu tehcir işiyle alâkadar olmayan Türk Anadolu’da pek azdır” [35],- diye anılarında itiraf etmekteydi. Menteşe’nin adaşı, Enver’in amcası ve 19 Nisan 1919’da altıncı ordu komutanı tayin edilen bir diğer Halil, Halil Paşa (Hali Kut), “Bekirağa Bölüğü” adlı tutukevinde, İngiliz komutanın, 300 bin Ermeni’nin katliyle ilgili sorusuna, yazılı olarak “300.000 Ermeni… Fazla veya eksik olabilir. Saymadım. Devletime karşı nerede isyan ettilerse ihtiyat kuvvetlerimle tenkil ve tedip ettim. Nerede isyanları muhtemel ise tehcirlerini mülkî makamlara emrettim ve tehcir ettirdim”[36],- diye cevaplamaktaydı. Ateşkesi takip eden ilk aylarda, Osmanlı İmparatorluğu müttefik devletlerin kararını beklerken, Osmanlı toplumunda İttihatçıların suçlanması ve mesafe konulması arzusu belirgindi. Bu sürede, basında, İttihatçılara yönelik suçlamalar yayınlanmakta, özellikle Ermenilere yönelik yürüttükleri siyaset sert bir şekilde eleştirilmekteydi. Mustafa Kemal Paşa dahi Ermenilerin toplu imhasını “fazâhat” olarak betimlemiş[37], Mustafa Kemal’in desteğine sahip olan “Minber” gazetesi ise, Ermenilerin imhasını “tarihe karşı en büyük ve en affedilmez”[38] ameliye olarak tanımlamıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nda, öncelikli olarak İstanbul’daki İttihatçı karşıtı ve muhalif İtilaf kitlesi, basın aracılığıyla, Ermenilerin tehcir ve katliamlarının sorumlularının tutuklanıp sert cezalara çarptırılmasını talep etmek- teydi. Örneğin “Alemdar” gazetesi, “…sehpalar bu adamlara lâyık değildir. Koparılması lâzım gelen bu kafalar, kütükler üzerinde kesilip günlerce orada tutmak lazımdır!”[39],- diye yazmaktaydı. Osmanlı basınının, Ermeni Soykırımı’yla ilgili sorunlara yönelik gösterdiği büyük ilgi, Ermeni tehcir ve katliamları suçlamasıyla yürütülen davaların başlamasından sonra da sürer[40]. Bu açıdan, özellikle, sarayın habercisi olan “Alemdar” gazetesi karakteristikti. Örneğin, gazetenin 25 Nisan 1919 sayısında, gazetenin müdürü Ahmet (Pehlivan) Kadri’nin, askeri mahkeme başkanı Nazım Paşa’ya yönelik açık mektubu yayınlanır[41]. “Alemdar’ın” müdürü, açık mektubunda, Ermeni katliamlarının vahşetinden bahsetmekte, yapılan kötülükler hakkında ilgili mercileri bilgilendirdiklerinden dolayı, hükümet tarafından görevden alınan bazı görevlilerin isimlerini vermekte, askeri mahkeme başkanından, görgü şahitlerinin tanıklıklarını daha ciddiye alınması ve tüm suçluların cezalandırılmasını rica etmekteydi[42]. “Alemdar’ın” sorumlu müdürü Refi Cevdet Ulunay’ın, Ermeni Soykırımı ile ilgili yazı dizisi dikkate şayandır. “Alemdar” gazetesinin sorumlu müdürü Ermeni tehciri, katliamları ve bunlarla ilgili açılan davalarla ilgili makalelerinde, İttihatçıların davalarının hızlı bir şekilde gerçekleştirilmesi ve suçluların hemen cezalandırılması gerekliliğini özellikle vurgulamakta, 14 Şubat 1919’da yayınlanan “Tehcir ve katliamlarla ilgili” başlıklı makalesinde, Ermeni katliamları davalarının, Türkiye tarafından zorunlu olarak gerçekleştirildiği ve davaların gerekçesinin, adaletin yerine getirilmesinden ziyade, sadece Avrupa karşısında adil gözükme arzusunun yatmakta olduğu konusunda endişelerini bildirmekteydi[43]. Refi Cevat, aynı makalesinde, Ermeni katliamlarının kitlesel içeriğini vurgulayarak, “Hükümet tehcir ve taktil meselelerinden dolayı üç beş kişiyi mahkemeye tevdi etti. Mesele bununla hitam bulunuyor mu? Tehcir ve tektil mesâili gibi şümullü bir hadiseyi bu kadar mahdud bir daireye sokmak nasıl olur?”[44],- demektedir. “Alemdar’ın” redaktörü, 20 Şubat 1919 tarihinde yayınladığı “Arabanın beygirleri nasıl imiş?” makalesinde, Yoz- gat duruşmaları sanıklarından Boğazlıyan kaymakamı Mehmet Kemal’in bir cani olmakla birlikte, Ermeni Soykırımı’nı düzenleyenlerin elinde basit bir araç olduğu, asıl suçluların ise hâlâ cezalandırılmamış olmalarından öteye, tutuklanmış dahi olmadıklarını vurgulamaktadır. “Kemal Bey kimdir; hakikati araştıracak olursak kanlı bir baltadan ibarettir. Adalet onu işleten eli kesmeli, bu eller, bu beyinler elan aramızda gezip yüyüyor”[45]. “Alemdar” gazetesinin redaktörü, 9 Nisan 1919 tarihinde yayınladığı “Bir müdafaa karşısında” başlıklı makalesinde, Ermeni katliamlarının planlı içeriğini ve planlayan ile ifa edenin ortak olduklarını vurgulamaktadır. “Ortada bir şahsiyet farz edecek olursak ve bu şahsiyetin bir cinayet yaptığını kabul edecek olursak onun düşünen dimağı ile hareket eden kolunu ayıramayız. Buna ne kanun, ne de mantık müsaade eder. Bahattin Şakir şeâmetler doğuran bir dimağ ise, Kemal Bey ve rüfekası bu dimağın matemler hazırlayan bir kolu idiler. Kanun kolu da keser, dimağı da söndürür”[46]. Refi Cevat, bir diğer makalesinde, canilerin layık oldukları şekilde cezalandırılmaları gerektiğini vurgulamaktadır “Bu yazılarımızla doğrudan doğruya adaleti istiyorduk. Adalet demek zulmü yapanın mizan-ı adalette tartılarak cezasını görmesi demektir. (…) Bugün âlem-i medeniyet ve insaniyyet hiçbir zaman deşilmiş barsaklara, oyulmuş gözlere akıtılmış beyinlere karşı lâkaydâne durup seyredemez. Bu feci menâzırı ihdâs edenleri de büyük vatanperver addedemez. Bizim için yapılacak yegâne şey bir unsuru mahva doğru sürükleyen katilleri tgecziye etmektir”[47]. Ermenilerin tehciri ve katliamları sorunu, ateşkes döneminde Osmanlı toplumu ve basını tarafından dile getirilen sert tenkitlerin baskısı altında dönemin Osmanlı meclisinin[48] gündemine de alınır ve sert tartışmalara yol açar[49]. Talat Paşa’nın istifasından sonra (7 Ekim 1918) Osmanlı meclisi, çalışmalarına 21 Aralık 1918’e kadar devam eder[50]. Savaş nedeniyle parlamento seçimleri yapılamadığından dolayı, Meclis-i Mebusan’ın hukuki süresi, 1876 yılı anayasasının 70. maddesine kızılbaş - sayfa 60 - sayı 37 - nisan 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 bir öğe daha eklemek sayesinde bir yıllığına uzatılmıştı[51]. 1918 yılının Ekim-Kasım aylarında, Meclis-i Mebusan’da ve senatoda en çok tartışılan konu, Osmanlı İmparatorluğu’nu Birinci Dünya Savaşı’na sokmak ve Ermeni katliamları düzenlemek konusunda suçlananların adli sorumluluğa çağrılması konusuydu. İttihatçıların siyasi sahneden görünürde uzaklaşması, özellikle de liderlerinin kaçışı sonrasında, o zamana kadar suskun kalmış olan milletvekilleri, eski hükümetin başına tenkit yağdırmaya başlar. Ahmet İzzet Paşa’nın 19 Ekim 1918 tarihli oturumda sunmuş olduğu yönetim taslağı sonrasında, Osmanlı parlamentosunda sıkı görüşmeler ve sert tartışmalar başlar. İzzet Paşa’nın, taslağında savaş zamanı gerçekleştirilen suçların araştırılması konusuna taslağında yer vermemiş olduğundan dolayı milletvekilleri, hükümet tarafından sunulan bu taslağı[52], okunduktan sonra sert bir şekilde eleştirirler[53]. Ahmet İzzet Paşa tenkitleri “Biz adalet sözü veriyoruz ve bunu yerine getireceğiz”[54],diye cevaplar. Yeni tayin edilmiş olan Ahmet İzzet Paşa’nın hazırlamış olduğu taslakta, Ermeniler ile diğer vatandaşların, zamanla eski yerleşim yerlerine dönme izni verilmesi ile her türlü zararın tazmin edilmesi gerekliliğine değinilmekteydi[55]. Meclisin 4 Kasım 1918 tarihli oturumunda da Ermeni katliamlarıyla ilgili gergin görüşmeler yaşanmış, özellikle 1-2 Kasım 1918 gecesi yedi Jön Türk liderinin ülkeden kaçışı sert tartışmalara yol açmıştır. Ermeni katliamları konusu bu oturumda farklı yazılı öneri, başvuru ve soru önergeleri şeklinde gündeme gelmiştir. Böylece, önce Aydın vekili Emanuel Efendi, bu meclisin, eski hükümetin işlemiş olduğu suçlarla bağlantılı olduğunu ve meclis sözcüsü Halil Menteşe de dâhil olmak üzere bazı üyelerinin doğrudan bu suçlara karışmış olduğundan dolayı, meclisin yeniden seçilmesi gerektiği sorusunu ortaya atmıştır[56]. Bu sert tartışmalara 7 Ermeni milletvekili de katılmaktaydı. Kozan (Sis) milletvekili Mateos Nalbantyan, İzmir (Zımürniya) milletvekili Onnik İhsan, Erzurum (Karin) milletvekili Hovsep Madatyan, Halep milletvekili Artin Boşgezenyan, Maraş milletvekili Hakob Khırlakyan, Muş milletvekili Geğam Ter-Karapetyan, Sivas (Sebastia) milletvekili Tigran Parsamyan[57], bu mebusların tümü, İttihat ve Terakki Partisi listesinden seçilmişti[58]. Aynı oturumda, Bağdat sancaklarından biri olan Divaniye’den seçilen milletvekili Fuat Bey’in sunmuş olduğu ve 10 noktadan oluşan takriri, daha sonra savaş dönemindeki hükümet üyelerini sorgulamış olan Osmanlı meclisinin Beşinci Şube’sinin oluşmasına temel oluşturmuştur. Belirtilen önerge, Fuat Bey tarafından daha 28 Ekim 1918 tarihinde sunulmuş olmasına rağmen, Ermeni Soykırımı sorumlularından biri olan, meclis sözcüsü Halil Menteşe tarafından önergenin sürüncemeye bırakılmasından dolayı ancak 2 Kasımda gündeme getirilmiş, görüşülmesine ise 4 Kasımda başlanmıştır[59]. Aydın Vilayeti’nden seçilmiş olan Emanuel Efendi ve iki başka Rum mebus tarafından 4 Kasım 1918 tarihinde, doğrudan Ermeni katliamlarıyla ilgili önerge sunulur. Milletvekilleri, altı noktadan oluşan bu önergeyle Talat ile suç ortaklarının, Ermeni halkına karşı gerçekleştirmiş oldukları şiddet olaylarından ötürü cezalandırılmalarını teklif eder[60]. Önergenin ilk noktasında “Ermeni milletine mensup olmaktan başka suçu olmayan bir milyon insan, aralarında kadın ve çocuklar da olmak üzere, öldürülmüş ve ortadan kaldırılmıştır”,- diye belirtilmekte, beşinci madde ise Ermeni milletvekilleri Zohrab ile Vardges’in katline değinmekteydi[61]. Önergeyi sunduktan sonra söz alan Emanuel Efendi, bu olaylardan sorumlu olanların sayısını sadece 3-4 kişiyle sınırlandırılamayacağını, bu suçların güçlü bir akım tarafından işlenmiş olduğunu vurgular. Mebus, bu olayların sorumlusunun sadece bu akımın da olmadığı, bu akıma destek verenler, hatta tüm milletin olduğunu belirtir[62]. Emanuel Efendi’nin sözleri Türk milletvekillerinin tepkisini çeker. 4 Kasım 1918 tarihli oturumda, Türk ve Ermeni ile diğer milletlerden oluşan milletvekiller arasında konuyla ilgili ilk siyasi çekişme meydana gelir, “…Ermeni mebuslar bazen yumuşak, bazen sert, bazen de manalı veya gizli ifadelerle, Soykırımla ilgili gerçekleştirilmiş olan cürümler için Türk meslektaşlarına meydan okumaktaydı”[63]. Ermenilerin tehciri ve imhasıyla ilgili belirtilen oturumda ikinci bir önerge de Kozan milletvekili Mateos Nalbantyan ve birkaç arkadaşı tarafından takdim edilir. Bu önergeyle, “Tehcir” ve “Emval-ı Metruke” ile ilgili geçici kanunların geçersiz ilan edilmesi talep edilmekte ve bu kanunların anayasaya aykırılıkları belirtilmekteydi. Hükümet adına bu önergeyi cevaplayan içişleri bakanı Ali Fethi Okyar, konuyla ilgili bir inceleme başlatma sözü verir[64]. Ermeni katliamlarıyla ilgili Osmanlı meclisindeki tartışmalar, İzzet Paşa’ nın yerine gelen Tevfik Paşa’nın başbakanlığı döneminde de sürer. Görüşmeler 18 Kasım 1918 tarihli oturumda, Tevfik Paşa’nın hükümet taslağının sunulduğu zaman tekrar başlar. Halep Ermeni milletvekili Artin Boşgezenyan, hükümet barış görüşmelerinde gerçekten olumlu netice almak istiyorsa, bunun tek yolunun Ermeni katliamlarının suçlularının mahkûm edilmesi konusunda bazı adımlar atmasından geçtiğini[65], soruşturma başlatmak için başvuruların yapılmasını bekledikleri konusundaki içişleri bakanının açıklaması için ise bu yaklaşımın doğru olmadığını, çünkü şikâyet edecek adam kalmamış olduğunu belirtir[66]. Ermeni kırımları sorununun görüşülmesi 23 Kasım 1918 tarihli oturumda da ele alınmış, bu oturumda Ermeni ve Rum mebuslar İttihat ve Terakki Partisi’yle sınırlanmayarak, Türklerin toplu sorumluluğundan bahsetmişleridir[67]. Aynı oturumda Trabzon vekili Mehmet Emin, Ermenileri, Samsun’a gönderme bahanesiyle mavnalara doldurup denizde boğduklarını açıklayarak, Ermenilerin katliamlarıyla ilgili önemli bilgiler sunmuştur[68]. Diğer oturumda Ermeni milletvekillerinden Mateos Nalbantyan, Ermenilerin imha edilmiş olduklarını ve “Anadolu içlerinin mezaristana çevrildiğini” vurgulayarak, Türklerin bir millet olarak sorumluluktan kurtulamayacaklarının altını çizmiş, sorunun çözümü için tüm suçluların tespit edilip cezalandırılmasını talep etmiştir[69]. kızılbaş - sayfa 61 - sayı 37 - nisan 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Ermenilerin tehciri ve katliamları sorunu Osmanlı senatosunda da görüşülür. Bu sorunla ilgili 19 Ekim 1918[70] tarihinde gerçekleştirilen senatodaki ilk görüşmede senatonun açılışıyla ilgili söz alan senato başkanı (eski İttihatçı önderlerden) Ahmet Rıza, “vahşice öldürülmüş olan Ermenilerden” bahseder[71]. Rıza, iki gün sonra daha ileriye giderek, Ermenilerin, kullanıma sokulan “resmi” siyaset sonucunda “devlet eliyle” imha edildiğini açıklar[72]. 4 Kasım 1918 oturumunda mebuslar kanadında da aynı zamanda, aynı konuyla ilgili sert tartışmalar yaşanır, Ermeni soykırımı döneminde başbakanlık yapmış olan ve senato üyesi Sait Halim Paşa, senatoya vermiş olduğu önergeyle gerekli olan soruşturmanın gerçekleştirilmesi için Yüce Divan kurulmasını önerir[73]. Senato üyeleri, Çürüksulu Mahmut Paşa’nın önergesini kendilerine yol gösterici olarak kabul ederek, o anda senatoda var olan yedi komisyonun haricinde, senatonun 5 farklı büyük komisyonlarının üyelerinin katılımıyla yeni bir özel komisyon (Encümen-i Mahsus) oluşturulmasına karar verir[74]. Sekiz kişiden oluşan bu komisyona, aynı meclisin Beşinci Şubesi’ne[75] yüklenmiş olduğu gibi, savaş esnasında işlenen cürümlerle ilgili hükümet soruşturmasını yürütme görevi verilmişti. Senato tarafından düzenlenen bu özel komisyonun çalışmaları, 9 Kasım 1918’de, nihai raporu ise 14 Kasımda sunulmuştur. Komisyon, Çürüksulu Mahmut Paşa’nın elindeki verileri açıklama kararı alır, fakat tüm bu girişimler, 21 Aralık 1918’de Osmanlı parlamentosunun lağvedilmesi nedeniyle sonuçsuz kalır[76]. Böylelikle hem Osmanlı basını, hem meclisi, hem de senatosunda yer bulan bu sert tartışmalar esnasında, Ermeni Soykırımı olgusu kanıtlanmış ve diğer cürümler ve yolsuzluklar haricinde, Ermenilerin tehciri ile katliamlarını düzenlenme konusunda, savaş döneminde ülkeyi yönetmiş olan Sait Halim ve Talat Paşa’ların hükümet üyelerini soruşturacak olan Osmanlı meclisinin Beşinci Şubesi oluşturulmuştur. Türkçeye çeviren: Diran Lokmagözyan Akunq.net [1] Шамсутдинов, Национальноосвободительная борьба в Турции, 1918-1923 гг,1966, с. 15. [2] Dadıryan V., Haykakan tseğaspanutyunı khorhrdaranayin yev patmagitakan knnarkumnerov, (Parlamenter ve tarih-bilimsel irdelemeler açısından Ermeni soykırımı), “Paykar”, Massachussets, 1995, s.5. [3] Akçam T., İnsan Hakları ve Ermeni Sorunu. İttihat ve Terakki’den Kurtuluş Savaşı’na, 2. Baskı, İmge Kitabevi, İstanbul, 2002, s. 390. [4] A.g.e., s.388. Türk gazeteci ve cumhuriyet dönemi milletvekillerinden Falih Rıf kı Atay’ın, anılarında belirtmiş olduğu gibi, “O zamanlar insanlara vurulan damga “adam” kelimesiydi. Cemal Paşa’nın adamı, Enver Paşa’nın adamı, Talat Paşa’nın adamı… Bunların her birinin de kendi “adamları “ vardı. Gruplar genişlediğinde artık Enver Paşa’nın tayfası, Talat Paşa’nın tayfası, Cemal Paşa’nın tayfası denmeye başlandı”, bk. Atay F.R., Zeytindağı, Bateş, İstanbul, 1981, s. 38. [5] Dadrian V., Akçam T., “Tehcir ve Taktil”, Divan-ı Harb-i Örfî Zabıtları, İttihad ve Terakki’nin Yargılanması 1919-1922, Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2008, s. 6. [6] Akçam T., İnsan Hakları ve Ermeni Sorunu, s. 390. [7] A.g.e., s.391. [8] A.g.e. [9] Tunaya T.Z., Türkiye’de Siyasal Partiler, Cilt 3, İttihat ve Terakki, Bir Çağın, Bir Kuşağın, Bir Partinin Tarihi, İletişim Yayınları, İstanbul, 2000, s. 40. [10] Selek S., Anadolu İhtilali, Cilt 1, Kastaş Yayınevi, İstanbul, 2000, s. 40. Kısa süre sonra İzzet’in yerine Ahmet Tevfik geçer. [11] Nadi Y., Kurtuluş Savaşı Anıları, Erdini Basım ve Yayınevi, İstanbul, 1978, s. 8. [12] Kocahanoğlu O.S., İttihat Terakki’nin Sorgulanması ve Yargılanması (1918-1919), Temel Yayınları, İstanbul, 1998, s. 18. [13] A.g.e. [14] Doktor Nazım, partinin kurucularından biri ve en nüfuzlu üyesi olarak, aynı zamanda teşkilatın arşivcisi olmuştur. partinin tüm arşivi Nazım’ın elinde bulunmakta olup, bu arşivin yok olması da Nazım’la ilişkilendirilmektedir, bk. Bleda M.Ş., İmparatorluğun Çöküşü, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1979, s. 112. Parti Merkez Komitesi genel sekreteri Mithat Şükrü, bu olguyu İttihat ve Terakki Partisi üyeleri yargılamasının 4 Mayıs 1919 tarihli ikinci oturumunda da tasdik etmiştir, bk. Takvîm-i Vekayi, 8 Mayıs, 1919, s. 20. [15] Kocahanoğlu O.S., İttihat Terakki’nin Sorgulanması ve Yargılanması (1918-1919), s. 18. [16] Авакян А. Геноцид 1915 г.: Механизмы принятия и исполнения решений/ НАН РА, Музей Геноцида армян / [Отв. ред. Г. Р. Симонян], Ереван: Гитуцюн, 1999, с. 14. [17] A.g.e., s.16-17. [18] A.g.e., s.31. Bu iddianın kanıtı, Ermeni Soykırımı planını esas düzenleyen ve uygulayanlardan biri olan Behaettin Şakir’in, 1913 yılındaki Batı Ermenistan’ı ziyareti ve valilere emirler ihtiva eden gizli zarfların teslimidir, bk. Avagyan A., 1915 t. tseğaspanutyan nakhapatrastakan pulits Behaeddin Şakiri aytsn arevelyan nahangner, (1915 yılında Soykırımın ön hazırlık aşamasında, Behaettin Şakir’in doğu vilayetlerini ziyareti), Turkagitakan yev Osmanagitakan hetazotutyunner IV, Yerevan, Asoğik, 2006, s.245-251. [19] Azınlıkların tehciri, mübadelesi ve kovulması fikirleri, daha 1909 yılında Doktor Nazım’ın “Journal de Salonique” gazetesine vermiş olduğu mülakatta, İttihat ve Terakki Partisi bünyesinde dolaşıma girerek, görüşülmüştür, bk. Bayur Y.H., Türk İnkılâbı Tarihi, Cilt 1, Giriş: Berlin Muahedesinden Trablus-Garp Savaşına Kadar, Maarif Matbaası, İstanbul, 1940, ss. 305-306. [20] Osmanlı Belgelerinde Ermeniler (1915-1920), T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, Ankara, 1994, s. 20. [21] Ermenilerin tehcir edilmesiyle ilgili kararın kabulü esnasında yer bulan bir dizi hukuk ihlalleri, daha sonra Osmanlı meclisinin Beşinci Şubesi tarafından gerçekleştirilen soruşturmaları esnasında ortaya çıkartılıp tenkide uğramıştır. Enver’in “Yok kanun, yap kanun” yaklaşımı ile savaş zamanında, aralarında “Tehcir” ve “Emval-i Metruke” kanunlarının da bulunduğu, çok sayıda geçici kanun “Kavanin-i Muvakkatiye” ilan edilmiş olduğunu belirtmek gerekir. [22] Dadıryan V., Haykakan tseğaspanutyunı khorhırdaranayin yev patmagitakan knnarkumnerov, (Parlamenter ve tarih-bilimsel irdelemeler açısından Ermeni soykırımı) s.20. [23] Soykırımdan hayatta kalan araştırmacı Haykazn Ğazaryan’ın belirttiğine göre, Tehcir hakkında kanun aslında 8 maddeden oluşmuş olup, bunlardan 5’i, Ermeni mallarına el koymakla ilgili olduğundan dolayı gizli tutulmaktaydı, bk. Ğazaryan H., Tseğaspan turkı (Soykırımcı Türk), Hamazgayin matbaası, Beyrut, 1968, kızılbaş - sayfa 62 - sayı 37 - nisan 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 s.328. [24] Bardakçı M., Talât Paşa’nın Evrak-ı Metrûkesi, İstanbul, Everest Yayınları, 2009, s. 25-26. Տե’ս նաև` “Meclis-i Vükela’nın Tehcir Kararı”, 30 Mayıs 1915, Osmanlı Belgelerinde Ermeniler, ss. 30-32. [25] Safrastyan R., Osmanyan kaysrutyun, Tseğaspanutyan dsragri dsagumnabanutyunı (1876-1920) (Osmanlı İmparatorluğu, Soykırım planının menşei), Yerevan, 2009, s.174-176. [26] İttihat ve Terakki Partisi’nin adını lekelememe, tehciri haklı kılma, tehcir edilenlerin imha edilmesi sorumluluğundan kaçınarak, bu sorumluluğu sadece birkaç şahsın üzerine yıkma yaklaşımı Talat Paşa’nın anılarında da görülmektedir. Anılarını yazma konusundaki esas etken de bu olmuştur, bk. Herbert A., Ben Kendim. A Record of Eastern Travel, Hutchinson, London, 1924, pp. 323-324. [27] Çavdar T., Talât Paşa, Bir Örgüt Ustasının Yaşam Öyküsü, 4. Baskı, İmge Kitabevi, İstanbul, 2001, s. 402. [28] Talât Paşa’nın Hatıraları, H. Yalçın’ın Önsözüyle, Yeni Matbaa, İstanbul, 1958, s. 59. [29] Osmanlıca ve İstanbul’da faklı dillerde yayınlanan basının sütunlarında yayınlanan yazıların belli bir kısmı, Griker (Grigor Kerkeryan) tarafından yayınlanmıştır. Bk. Griker, Yozğati hayaspanutyan vaveragrakan patmutyunı (Yozgat Ermenileri katliamının belgesel tarihi), New York, 1980, s.1167. Gazetelerde yayınlanan makaleler, C. Kirakosyan, “Yeritturkerı patmutyan datastani arac” (Jön Türkler tarihin yargısı önünde), Yerevan, 1983, çalışmasının üçüncü cildinde ayrıntılı bir şekilde incelenmiştir. [30] Akçam T., İnsan Hakları ve Ermeni Sorunu, s. 397. [31] Bu konuda daha ayrıntılı olarak bk. Anumyan M., Meds yeğernı havastoğ vkayutyunner osmanyan “Alemdar” oratertum (Osmanlı “Alemdar” gazetesinde, Soykırımı belgeleyen tanıklıklar), “Banber Hayastani arkhivneri”, No 1 (107), Yerevan, 2006, s.310-317. [32] Bu kitaplar Ermeniceye de çevrilip yayınlanmıştır, bk. Ahmet Refik, Yerku komite, yerku voçir (İki komite, iki kıtal), Türkçeden tercüme eden ve önsözü yazan S. P. Muratyan, Ermenistan Cumhuriyeti Bilimler Milli Akademisi, Ermeni Soykırımı müze-enstitüsü, Yerevan, 1998, Hasan Amca, Teğahanutyun yev voçınçatsum (teğahanutyan irakan patkerı) (Tehcir ve imha (tehcirin gerçek yüzü)), Osmanlıcadan tercüme eden, önsözü ve dipnotları hazırlayan A. G. Avagyan, Ermenistan Cumhuriyeti Bilimler Milli Akademi- si, Ermeni Soykırımı müze-enstitüsü, Yerevan, 2007. [33] Anumyan M., belirtilen çalışma, s.312-313. [34] Dadrian V., Akçam T., “Tehcir ve Taktil”, s. 11. [35] Osmanlı Mebusan Meclisi Reisi Halil Menteşe’nin Anıları, Hürriyet Vakfı Yayınları, İstanbul, 1986, s. 239. [36] Halil Paşa, İttihat ve Terakki’den Cumhuriyet’e Bitmeyen Savaş, Derleyen: Taylan Sorgun, Kamer Yayınları, İstanbul, 1997, s. 274. 8 Ağustos 1919 tarihinde hapisten kaçan Halil Kut, İttihat ve Terakki Partisi üyeleri davasının iddianamesinde Teşkilat-ı Mahsusa üyesi olarak belirtilmektedir, bk. Takvîm-i Vekayi, No 3540, 5 Mayıs 1919, s. 5. [37] Dadrian V., Akçam T., “Tehcir ve Taktil”, s. 11. [38] Akçam T., İnsan Hakları ve Ermeni Sorunu, s. 395. [39] Akşin S., İstanbul Hükümetleri ve Milli Mücadele, Öztürk Matbaası, İstanbul, 1983, s. 199. [40] Bu suçlamayla bakılan ilk dava olan Yozgat davası, 5 Şubat 1919 tarihinde başlamıştır. [41] “Alemdar’da” yayınlanan bu makalenin tam tercümesi için bk. Anumyan M., Yozğati yev Trapizoni teğahanutyan u kotoradsneri datavarutyunnerı ıst “Alendar” oraterti (“Alemdar” gazetesine istinaden Yozgat ve Trabzon tehcir ve katliamları davaları), “Ermeni Soykırımı tarihi ve tarih yazımı konuları”, No 9, Yerevan, 2004, s.72-74. [42] Ahmed Kadri, Divan-ı Harb-i Reisi Nazım Paşa Hazretlerine Açık Mektup, “Alemdar”, 25 Nisan 1919. [43] Refi Cevad, Tehcîr ve Taktil Münasebetiyle, “Alemdar” 14 Şubat 1919. [44] A.g.e., [45] Refi Cevad, Arabanın Beygirleri Nasıl İmiş?, “Alemdar”, 20 Şubat 1919. [46] Refi Cevad, Bir Müdafaa Karşısında…, “Alemdar”, 9 Nisan 1919. [47] Refi Cevad, Ne Diyoruz, Ne İstiyoruz, “Alemdar”, 10 Nisan 1919. [48] Osmanlı Meclisi, biri mebuslar kamarası, diğeri ise senato olmak üzere iki kısımdan müteşekkildi. [49] Osmanlı meclisinde yapılan görüşmelerle ilgili daha ayrıntılı olarak bk. Dadıryan V., Haykakan tseğaspanutyu- http://akunq.net/tr Batı Ermenistan ve Batı Ermenileri Sorunları Araştırmalar Merkezi nı khorhırdaranayin yev patmagitakan knnarkumnerov, (Parlamenter ve tarihbilimsel irdelemeler açısından Ermeni soykırımı). [50] Tunaya T. Z., Türkiye’de Siyasal Partiler, cilt III, s. 654. [51] Kocahanoğlu O. S., İttihat Terakki’nin Sorgulanması ve Yargılanması, s. 26. [52] Ata F., İşgal İstanbulu’nda Tehcir Yargılamaları, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 2005, ss. 21-22. [53] Akçam T., İnsan Hakları ve Ermeni Sorunu, s. 398. [54] A.g.e., s.399. [55] Ata F., İşgal İstanbulu’nda Tehcir Yargılamaları, s. 21. [56] Akçam T., İnsan Hakları ve Ermeni Sorunu, s. 400. [57] Dadıryan V., Haykakan tseğaspanutyunı khorhırdaranayin yev patmagitakan knnarkumnerov, (Parlamenter ve tarih-bilimsel irdelemeler açısından Ermeni soykırımı), s.12. [58] Dadrian V. , Akçam T., “Tehcir ve Taktil”, s. 21. Osmanlı senatosu üyesi Ahmet Refik, Ermenilerin imhasına adanan kitabında, Anadolu Ermenilerinin Der-Zor’a sürülüp imha edilirken, Ermeni mebusların İstanbul’da Talat ve Ermenilerin imhasını düzenleyen diğer İttihatçı liderler ile iyi ilişkiler içinde olduklarından dolayı hayretlerini dile getirmekteydi, bk. Refik A., Kaf kas Yollarında. İki Komite İki Kıtal, İstanbul, Temel Yayınları, 1998, s. 177. [59] Dadrian V. , Akçam T., “Tehcir ve Taktil”, s. 21. [60] Akçam T., İnsan Hakları ve Ermeni Sorunu, s. 401. [61] Ermeni mebuslardan Grigor Zohrap ve Vardges Serengulyan’la ilgilidir. A.g.e., s.401-402. [62] Akçam T., İnsan Hakları ve Ermeni Sorunu, ss. 403-404. [63] Dadıryan V., Haykakan tseğaspanutyunı khorhırdaranayin yev patmagitakan knnarkumnerov, (Parlamenter ve tarih-bilimsel irdelemeler açısından Ermeni soykırımı), s.19. [64] Akçam T., İnsan Hakları ve Ermeni Sorunu, ss. 405-406. [65] A.g.e., s.409. [66] A.g.e., s.409-410. [67] A.g.e., s.411-412. [68] A.g.e., s.414. [69] A.g.e., s.415-416. [70] Ata F., İşgal İstanbulu’nda Tehcir Yargılamaları, s. 30. [71] Dadrian V. , Akçam T., “Tehcir ve Taktil”, s. 32. [72] A.g.e. [73] A.g.e., s.32. [74] A.g.e. [75] A.g.e. [76] A.g.e., s.37. kızılbaş - sayfa 63 - sayı 37 - nisan 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Pontus Koçgirî soykırım ittihatçıların ırkçı siyasetlerinin zorla dayatılmasıdır! Soykırımlarını yapanları ve devamcılarını lanetliyoruz! Soykırım mağdurlarının acılarını paylaşıp demokratik dayanışmalar için karşılıklı ve uzun vadeli ittifaklara ihtiyacımızın olduğunu unutmadan dayanışmaların hayata geçirmenin zamanı daha gelmedi mi?!. kızılbaş - sayfa 64 - sayı 37 - nisan 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Osmanlı ümmetçi işbirlikçi devleti ittihatçıların darbesiyle ve Alman katkılarıyla TC. Devleti kuruldu. Tırk ırkçılığı esasına göre Alman generalleri tarafından yenilenen Tırk Silahlı Kuvetlerine iktidar verildi. Tek dil, tek din ve tek ırk esasına göre ırkçı devlet siyaseti işletildi. Devletin ırkçı ölçülerine uymayanlar kökten tasfiyesine girişilerek soykırımları yapıldı. Kılıç artıkları sürgüne asimilasyona tabi tutuldular. Devletin bu ırkçı uygulamalarını da açık açık savundular mazlumları Tırk olmayanları da İngiliz ajanları ilan ettiler. Bu devlet siyaseti Tırk Silahlı Kuvetleri tarafından şiddetiyle uygulanmıştır. CHP de sivil görünümde bu ırkçı siyaseti işletmiştir. Yakın tarihimiz ile yüzleşmeyi elbette ırkçılardan soykırımcılarından ve suç ortaklarından bekleyemeyiz. Aklımızı başımıza alıp kendi işlerimize bakmalıyız!.. dêsim