igorta - Süreç Analiz

advertisement
Jeopolitik Rus Yarığı
Özgür Sigorta
Aracılık Hizmetleri A.Ş.
Türkiye’nin Koruculuk Sistemi
S REÇANAL Z
SAYI: 12 . Temmuz-Ağustos 2015 . 7tl
Hakikat Her Şeyi Kuşatır
Zorunlu Trafik Sigortası
Kasko Sigortası
Sağlık Sigortası
Zorunlu Deprem Sigortası - Dask
İşyeri Sigortası
Konut Sigortası
Aydın
Buhranı
Diğer Hizmetler
Adres:
Kısıklı Mah. Alemdağ,
Cad. Yanyol Sok. No:1/1
ÜSKÜDAR- İSTANBUL
Telefon:
0216 335 52 36
TÜRKİYE’NİN AYDIN KIRILMASI:
Röportaj: Murat Belge & Ali Bayramoğlu
EDİTÖR’DEN
MURAT SOFUOĞLU
[email protected]
Süreç Analiz 12. Sayısı ile okuyucusunun huzurlarında…
Türkiye kritik bir seçim sürecini geride bıraktı. Seçim sonuçları ile ilgili pek çok spekülasyon yapılabilir ve halkın verdiği mesajlar masaya yatırılabilir.
Bunlar arasında sanırız en dikkat çekeni ve fakat
gördüğümüz kadarıyla medyamızda ve siyasi çevrelerde en az tartışmaya da değer görüleni “Yeni
Türkiye” ve “Eski Türkiye” münakaşasına halkın 7
Haziran’da nasıl bir cevap verdiği konusudur.
Türkiye toplumunun veya halklarının zekası ile ilgili
tartışmaların tarihi ülkemizde oldukça geriye gider ve
genelde seçimler sonrasında verdiği mesajları müteakip övgüye mazhar olabilir. Çünkü galiba bu zamanların dışında ya Türkiye toplumunun fikrine ihtiyaç
duyulmaz ya da toplumun kendisi ülkeyi durumdan
vaziyet çıkartmak isteyenlere terk etmeyi tercih eder.
Bu veçheden bakıldığında 7 Haziran seçimlerine giderken Türkiye’nin mecliste temsil edilen partilerinin halk önüne çıkarken kullandıkları mesajlara aldıkları oy oranının belli bir ölçüde tekabül ettiğini
düşünürsek ortaya çıkan tablonun manidar olduğunu teslim etmek gerekir. Kendisini “Yeni Türkiye”yi
kurma misyonuna sahip parti olarak toplum karşısına çıkartan ve kalanları “Eski Türkiye” artıkları olarak niteleyen AK Parti’nin seçimlerden umduğunu
bulduğunu söyleyemeyiz.
Peki toplum oldukça iddialı olan “Yeni Türkiye”
yerine “Eski Türkiye” ile devam etmek istiyor mu?
Sonuçlardan bu yaklaşımın da ortaya çıktığını söyleyemeyiz. Sanırız toplum son seçimde uzun Kemalist yönetimler sonrası iktidara gelmiş ve Kemalist
sekülarizmle mesafeli bir duruş sergileyen ülke tarihinin en uzun ve kesintisiz muhafazakar iktidarını
eski Türkiye güçleri ile sınırlamak isteyen bir sonucu arzulamıştır. Yani Türkiye toplumu eski Türkiye
ile yeni Türkiye’nin bir karmasının ülke yönetiminde söz sahibi olmasının daha güvenli ve doğru bir
yol olacağını düşünmüştür ki ortaya çıkan tablonun
zorunlu bir koalisyon seçeneğini taraflara dayatması da bu fikrinin en açık delili olarak karşımızdadır.
Kuşkusuz bu düşünme biçiminin pek çok nedeni vardır. Türkiye’nin Suriye politikasının ülke içinde ve
Suriye’de oluşturduğu sonuçlar, –Kuzey Suriye’deki
temmuz-ağustos 2015
1
EDİTÖR’DEN
Tersine AK Parti “Çözüm Süreci”nin başarısını HDP’nin barajı geçmemesine
bağlama temayülü gösterirken HDP’nin de barajı geçme meselesini sürecin
selameti açısından kaçınılmaz görme yaklaşımını benimsediğini söylersek
sanırız iki tarafa da adaletsizlik etmemiş oluruz. Halbuki HDP’nin barajı AK
Parti blokajı olmadan geçmesinin iki partinin ilişkileri kadar yukarıda bahsini
ettiğimiz Türkiyelileşme süreci açısından da muazzam sonuçları olacaktı.
“Rojava” gerçekliği, mezhep gerginliği ve yoğun
mülteci akını- Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Başkanlık
sistemini getirme noktasındaki yapısal değişiklikle
ilişkili yoğun ısrarı, yolsuzluk iddiaları, Gezi Parkı
olaylarına hükümetin genel yaklaşım tarzı ve müdahale biçimi ve nihayet Erdoğan’ın cumhurbaşkanı
olma yolunda en önemli parti içi sigortası konumundaki Abdullah Gül’ü elimine etmekten “gerekirse”
çekinmeyeceğini göstermesinin genel “Milli Görüş”
hareketi içinde oluşturduğu dalgalanmaları temel
amiller olarak saymak sanırız yanlış olmayacaktır.
Fakat bütün bu amillerin ötesinde artık 8 Haziran
itibariyle Türkiye siyasetinin kaçınılmaz bir paydası
haline gelmesi resmileşen bir faktör seçim sonuçlarının şekillenmesinde temel bir rol oynamıştır. Bu
faktör HDP’dir. HDP parti olarak seçimlere girme kararındaki cesareti kadar seçim sürecinin bütün fırtınalı atmosferinde gösterdiği sabırlı dirayet ve akıllı
siyasetle barajı geçmeyi sağlayacak çoğunluğu
kazanmayı bilmiştir. Bu sonuçta eski Türkiye güçlerinden umduğunu bulamayan ya da geçici olarak
vazgeçen Türkler kadar genel olarak muhafazakar
partileri seçme temayülünde olan dindar Kürtlerin
büyük kısmının 7 Haziran’da AK Parti’yi terk etme
kararı oldukça etkili olmuştur.
HDP’nin bundan sonraki siyasi kariyeri kendisine
yönelen Türklerle geliştireceği ilişkiyi hangi noktalara taşıyabileceğini göstermesi kadar muhafazakarlara parti içinde açacağı yere de pek çok noktada bağlı olacaktır. Bu faktörler kadar önemli olan
nokta HDP’nin PKK ile ilişkisinin alacağı boyuttur.
HDP’nin tam bir Türkiye partisi olarak ülkesel ve
bölgesel merkeze yaklaşması ve bir bakıma hiçbir zaman gerçek sosyal demokrat siyasi kanat işlevini görememiş olan CHP’nin yerini alması için “yoğun bir
çatışmasızlığa” ve en azından Türkiye sınırları içinde
militarizmden uzak bir çerçeveye ihtiyacı vardır.
2
temmuz-ağustos 2015
Ancak bunu sağlamak IŞİD’ın her bakımdan yükselişte olduğu mevcut Ortadoğu koşullarında olduğu
kadar “Çözüm Süreci” ile ilgili şüphelerin daha fazla
izhar edilmeye başladığı seçim sonrası Türkiye siyasi
şartlarında oldukça güçtür. Şunu unutmamak gerekir
ki özellikle seçim süresinde HDP bürolarına olan pek
çok saldırıya ve Diyarbakır mitinginde yaşanan bombalı saldırıya rağmen Kandil’in şiddetten uzak durmayı tercih etmesi ve HDP’nin sakin olma ve sandığı
adres gösterme yaklaşımı seçim başarılarının temel
dinamiğini oluşturmuştur. Bu süreci devam ettiren
bir trend HDP’nin Türkiye siyasetinde daha da fazla
yükselişini gerçekleştirecek momentumu üretecektir.
Bu sürecin gelişiminde “Çözüm Süreci”ni başlatan ve
ısrarla sürdürmeye çalışan AK Parti’nin tutumu oldukça belirleyici olacaktır. Ancak bu noktada maalesef
bir dilemma ile karşı karşıyayız. AK Parti ve HDP sürecin gelişiminde kendi aralarında yaşadıkları bütün
gerginliklere ve Gezi, 17-25 Aralık ve Kobani hadiselerine rağmen İmralı’dan gelen mesajların yatıştırıcı
tonlamasının da tesiriyle Kürt meselesinin çözümü
noktasında ülkeyi belli bir noktaya taşımışlardır.
Fakat seçim süreci iki partinin düellosuna dönüşmüş ve “Çözüm Süreci”nde kimin daha samimi
olup olmadığı tartışması partiler arasındaki temel
bir tartışma konusu haline gelmiştir. Bize kalırsa
bu tartışma 7 Haziran seçimi için iyi bir seçim olmamıştır. Ülkenin böylesine ihtiyaç duyduğu bir
barış süreci için kaçınılmaz iki taraf olan mezkur
partilerin bu konuyu tartışırken daha itidalli olmaları memleketin birlik ve bekasının sağlanması için
daha doğru bir yol olurdu. Ama böyle olmadı.
Tersine AK Parti “Çözüm Süreci”nin başarısını
HDP’nin barajı geçmemesine bağlama temayülü gösterirken HDP’nin de barajı geçme meselesini sürecin
selameti açısından kaçınılmaz görme yaklaşımını benimsediğini söylersek sanırız iki tarafa da adaletsiz-
Seçimlerde AK Parti’nin kaybettiği %9’luk oy oranının en az yarısı
muhafazakar Kürt seçmenine aittir ve bu noktadan bakıldığında AK Partililer
haklıdır. Ancak buradaki soru şudur. AK Parti muhafazakar Kürtleri neden
kaybetmiştir? “Çözüm Süreci” AK Partiyi gereksizleştirmiş ve HDP’yi Kürtlerin
tek adresi haline getirmiş olduğu için mi bu oylar kaybedilmiştir?
lik etmemiş oluruz. Halbuki HDP’nin barajı AK Parti
blokajı olmadan geçmesinin iki partinin ilişkileri kadar yukarıda bahsini ettiğimiz Türkiyelileşme süreci
açısından da muazzam sonuçları olacaktı. Ancak AK
Parti blokajı HDP’yi Erdoğan karşıtı bir retoriğe daha
fazla ittiği için seçimler neredeyse Erdoğan’ın başkanlık sisteminin referandumuna dönüştü.
Bu durumda HDP Erdoğan karşıtı bloğun desteğini de
dolaylı olarak elde etme imkanına kavuştu ve bu AK
Parti kurmaylarının barajı geçme meselesinin kendilerine karşı bir kumpas olduğunu düşünmelerine neden oldu. Bu durum AK Partili kurmayların “Çözüm
Süreci”ni riske edecek bir retoriği benimseme uğruna
HDP’ye yüklenmelerine yol açtı ki bunun neticesi de
“Çözüm Süreci”ni bir bakıma HDP’ye terk etmek oldu.
Seçim sonrası AK Partiye yakın medya ve parti
kurmaylarının demeçlerine bakıldığında “Çözüm
Süreci”nin HDP’nin lehine ama kendilerinin aleyhine olduğu sonucunu çıkarttıkları kolaylıkla anlaşılabilir. Acaba gerçek böyle mi?
Seçimlerde AK Parti’nin kaybettiği %9’luk oy oranının en az yarısı muhafazakar Kürt seçmenine aittir ve
bu noktadan bakıldığında AK Partililer haklıdır. Ancak buradaki soru şudur. AK Parti muhafazakar Kürtleri neden kaybetmiştir? “Çözüm Süreci” AK Partiyi
gereksizleştirmiş ve HDP’yi Kürtlerin tek adresi haline getirmiş olduğu için mi bu oylar kaybedilmiştir?
Yoksa HDP’nin merkeze yaklaşma ve Türkiyelileşme
temayülü –ki bunun doğal siyasi neticesi partinin
barajı geçmesidir- ve AK Parti’nin bu temayülü samimiyetsiz bulma ve partiyle “Çözüm Süreci” bağlamındaki ilişkisini barajı geçmeme koşuluna bağlaması mı
muhafazakar oyların kaybına neden olmuştur.
Sanırız AK Partili kurmayların erken seçim tartışmaların yoğunlaştığı şu günlerde bu konu üzerinde
biraz daha düşünmeye ihtiyaçları vardır. Şu kadarı-
nı söyleyebiliriz ki AK Parti bu seçmeni kaybetmek
uğruna milliyetçi seçmeni kazanarak iktidar olma
yolunu seçerse Kürt sorununun daha da büyümesine
ve HDP’nin bütün Kürtleri temsil eden yegane parti
olmasına neden olacaktır. AK Parti’nin tekrar tek
başına iktidar olabilmesi ve Kürt sorununu çözen
parti olarak tarihe geçebilmesi için muhafazakar
Kürt seçmeni kazanması gerekmektedir.
Bunun için de “Çözüm Süreci”ni HDP ile birlikte yürütmeyi ve partinin temel aktör olduğunu kabul etmesi gerekiyor. AK Parti’nin unutmaması gereken gerçek
seküler seçmen kadar ve belki de ondan daha fazla bir
şekilde muhafazakar Kürdün barışı istediği gerçeğidir.
Bu noktada Kürtlerin devletle barışı sağlamakta kullanabilecekleri mevcut en güçlü ve kullanışlı araçları
isteseler de istemeseler de HDP siyasasıdır.
Bu nokta-i nazardan bakıldığında seçim sonuçları
ile Türkiye toplumu AK Parti’ye “muhafazakar demokrat” çizgiye çekilme görevi verirken HDP’ye de
ülkenin gerçek sosyal demokrat partisi olma hüviyetini kazanabilme şansını vermiştir. Ancak bu görevin yerine getirilebilmesi ve şansın da iyi kullanılabilmesi için bu iki partinin birbirlerinin rollerini
kabul etmesi ve“Çözüm Süreci”ni selamete ulaştırmaları gerekmektedir. “Yeni Türkiye” ve “restorasyon” ancak bu şekilde gerçekleşebilecektir.
Bunun için sürecin geldiği son noktaya tekrar dönüp silahsızlanmanın koşullarının tekrar Türkiye
kamuoyunda karşılıklı suçlamalar ve rol çalmalar
ötesinde konuşulmaya ihtiyacı vardır. Aksi halde
Türkiye’nin Ortadoğu’da büyüyen kaostan kendi payına düşeni alması kaçınılmaz hale gelecektir.
Hakikatin hepimizi ve her şeyi kuşattığı ve kaçınılmaz olduğu bilinciyle…
Hakikat her şeyi kuşatır.
temmuz-ağustos 2015
3
KÜNYE
SÜREÇ ANALİZ
“HAKİKAT HER ŞEYİ KUŞATIR”
TASARIM VE UYGULAMA: ŞEMAL MEDYA
[email protected]
SOSYAL ÜRETİM VE EĞİTİM ÇALIŞMALARI DERNEĞİ
ADINA İMTİYAZ SAHİBİ
MURAT SOFUOĞLU
YÖNETİM YERİ: Sinanpaşa Mahallesi Şehit Asım Cad.
No: 2, Koç Han, Kat: 4 34353/Beşiktaş-İstanbul
Tel: 0212 259 20 45 Fax: 0212 259 20 45
YAYIN TÜRÜ: YEREL SÜRELİ YAYIN
SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ: ALAATTİN AYHAN
ISSN 21-47-6945
YAYIN KOORDİNATÖRÜ: Mehmet Yavuz
EDİTÖRLER: ALİ BEŞTAŞ, ARiF ÖZTÜRK, CEMAL TAŞPINAR,
SERDAR YEŞİLTAY, MİNE BAYSAN, ASENA ELİF AKGÜL
4
temmuz-ağustos 2015
BASKI VE CİLT:
Öz Çıpa Fotokopi Merkezi, Aktepe İş Hanı No: 10/B
Cağaloğlu-Eminönü/İstanbul
Tel: 0212 512 4745
11
17
20
41
İÇİNDEKİLER
06
Türkiye’nin
Aydın Savaşları
41
Ali Beştaş
11
TÜRKİYE’NİN AYDIN
KIRILMASI
Ali Bayramoğlu ve
Murat Belge
Röportajı
Süreç Analiz Araştırma Ekibi
20
Jeopolitik Rus Yarığı
Cemal Taşpınar&Serdar Yeşiltay
41
Türkiye’nin
Koruculuk Sistemi
ve “Çözüm Süreci”*
48
Ahmet Azaklı
54
31
Türkiye–Rusya
İlişkilerinin
Temel Dinamikleri
Serdar Yeşiltay
Bağımsızlığını
Kanıtlamak Zorunda
Olan Bir Devlet:
Ukrayna
Cemal Taşpınar
Murat Sofuoğlu
RESTORASYONA
28
DOĞRU
Marmara Üniversitesi
Siyasal Bilgiler Fakültesi
Öğretim Üyesi Yardımcı
Doçent Emre Erşen ile
röportaj
58
Göç Çağında Avrupa
Yazan: Özhan Mert Özdemir
Çeviren: Mahur Özgül
SOKRATES’İN SAVUNMASI
Gülmelek Alev
A4-ANTRAKT
Şükran Beklim
temmuz-ağustos 2015
5
Ali Beştaş
[email protected]
Türkiye’nin
Aydın Savaşları
Adalet ve Kalkınma Partisi
birçok konuda aydınlara
açıkça danışmış, sanatçıların
fikirlerine başvurmak
amacıyla kahvaltılı toplantılar
düzenleyerek; mitinglerde
devletin zulmüne uğramış,
bu yüzden hapislere düşmüş,
sürgünde çile çekmiş birçok
sanatçı, yazar ve aydınların
isimlerinden sıkça söz etmiş
ve kendi siyaseti ile aydınlar
arasında oldukça yumuşak bir
ilişki geliştirmeyi başarmıştır.
XIX. yüzyılda Avrupa’da başlayıp dünyaya yayılan,
yaşam alanından, fikir dünyasına kadar birçok alanda yeni perspektifleri ortaya çıkaran süreç modernleşme olarak tanımlanabilir. Aydınlanma çağı olarak
nitelendirilen bu modernleşme süreci sosyolojik, siyasal ve ekonomik olarak yeni sonuçlar doğurdu. Bu
sonuçların en önemlisi de modernleşme ve gelenek-
6
temmuz-ağustos 2015
çilik arasındaki tartışmaların hız kazanmasıdır. Günümüzde bu tartışmalar geniş bir boyuta ulaşmış,
İslam toplumlarında da tartışmalara, çatışmalara,
toplumsal ayrım ve kırılmalara neden olmuştur. Bu
kırılmaların bir benzeri de kuşkusuz Türkiye’de yaşandı.
Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılma sürecinden başlayıp günümüze kadar devam eden modernleşme ve
gelenekçilik arasındaki bu tartışma zaman zaman
kutuplaşmalara neden olmuş ve tartışmalar günümüzde de yaşanmaya devam etmektedir. Bu ayrım
ve çatışma siyasi kurumlara, toplumsal tabana yansımış ve mevcut olagelen iktidarlar, hükümetler,
siyasal kurumlar kendi “aydın” prototipini oluşturmaya çalışmıştır. Siyasal kurum veya kişilerin kendi
aydınını veya düşünürünü oluşturma çabasının en
önemli amaçlarından bir tanesi de ideolojik düşüncelerini topluma aktarma ve konsolide etme istekleridir. Bu,sadece günümüzde olan bir şey değil,
tarih boyunca iktidar sahiplerinin uyguladığı en
önemli politikalardan biri olagelmiştir.
Osmanlı yıkılış süreci ile beraber imparatorluğu
kurtarmak amacına matuf olarak ortaya birçok ideolojik akımlar çıkmış ve her çevre bu ideolojik akımları devletin kurtuluşu bağlamında değerlendirmeye
çalışmıştır. Ve her dönemde olduğu gibi bu dönem-
de de homojen bir aydın tiplemesinden bahsetmek
oldukça güçtür. Aydın dediğimiz kişilerin toplumu
ne kadar temsil ettiği tartışılsa da, genel anlamda Türkiye’de bir aydın tiplemesinden bahsetmek
mümkündür.
Osmanlı’nın son zamanlarında, kurtuluş reçetesi
olarak ortaya atılan batılılaşma-modernleşme girişimi toplum ve o dönemin entelektüelleri nezdinde
farklı şekillerde karşılanmış ve kimi kesim bu sürece destek vermiş kimisi de şiddetle karşı çıkmıştır.
Türkiye’deki siyasî yapıyı önemli ölçüde etkileyen
farklı aydın gruplarının oluşum dinamiklerinin tanımlanması ve tarihî sürecinin açıklanması dahi
günümüz yazarları ve düşünürleri tarafından farklı
değerlendirmelere neden olmuş ve zaman zaman
ciddi ayrışmalara yol açmıştır.
Cumhuriyet kurulduktan sonra Kemalist rejim gücünü konsolide etmiş ve bu konsolidasyon süreci
otokratik modernist bir bağlamda yürütülmüştür.
Bu sebeple bu sürece destek verenler olduğu gibi
karşı duranlar da olmuştur. Gelenekçi ve Modernist
diyebileceğimiz bu iki ayrım noktasında örnekler
verecek olacak olursak, her iki kesimde de toplumu
etkileyen aydınlar, yazarlar ve düşünürler olmuştur.
Örneğin, gelenekçi cenahtan; Cemil Meriç, Mehmet
Akif Ersoy, Semiha Ayverdi, Necip Fazıl Kısakürek,
Sezai Karakoç gibi isimler oldukça etkili olmuştur.
Batılılaşma, modernleşme yönünde toplumu etkileyen aydınlar ise; Ziya Gökalp, Cevdet Paşa, Tevfik
Fikret, Nazım Hikmet Ran gibi isimler olarak karşımıza çıkıyor.
Ancak bu ayrımlar dahi çok sağlıklı kriterlere sahip
değildir. Cevdet Paşa modern kültürden etkilendiği
kadar geleneğin taşıyıcısı olan kaynaklardan da oldukça etkilenmiştir. Benzer şey tersi yönden Kısakürek için geçerlidir. Kısakürek Kemalizme karşı ağır
eleştiriler getirdiği kitaplarında aynı yaklaşımın en
fazla ilham kaynağı olan Fransız Devrimi’nden büyük bir “inkılap” olarak bahsetmekten çekinmemiştir.
Söz konusu aydınlar Türkiye’nin biraz kendine özgü
diye tanımlayabileceğimiz siyasi yelpazesinde de
kendi farklılıklarının bir yansıması olarak yerlerini
almıştır. Necip Fazıl muhafazakar ve dindar çevrelerin önde gelen kanaat önderlerinden biri olurken
Nazım Hikmet de devrimci sol siyasi cenahların
önemli temsilcilerinden biri konumuna gelmiştir.
Bu keskin kutuplaşma ve vaziyet alış 1980 darbesinin her iki kesime karşı da gerçekleştirdiği ağır
tasfiye sonucu biraz da farklı bir yapıda varlığını
sürdürmeye devam etmiştir. Muhafazakar liberal
bir hareket olarak tanımlanabilecek ANAP ve lideri
Turgut Özal’a sol devrimci köklerden gelen pek çok
ismin özellikle Soğuk Savaş’ın sonu ve SSCB’nin dağılmasının da etkisiyle belli bir destek verdiğine bu
zamanlarda tesadüf edebiliyoruz. Cengiz Çandar ve
Cem Karaca ilk akla gelen isimler olarak karşımıza
çıkıyor.
28 Şubat sürecinin tekrar Türkiye siyasetini toza
dumana bulayan tasfiyeleri sonrası aydınlarımızın
duruşları da oldukça bu son süreçten etkilenmiş
görünüyor. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin iktidara
gelişi sonrası bir bakıma ilk yıllarında hem sol hem
de liberal kökenli aydın çevrelerinden aldığı yoğun
destek bu sürecin tezahürleri olarak görülebilir.
Kasım 2002 de iktidara gelen Adalet ve Kalkınma
Partisi, yoğun bir halk desteği almış, Recep Tayyip
Erdoğan, Abdullah Gül, Bülent Arınç, Abdullatif Şener gibi halk nezdinde tanınan isimler ile başarılı
bir ivme yakalamıştır. İktidara gelir gelmez, partinin reformist kimliği ön plana çıkmış, birçok alanda
gelişmeler yaşanmış, Avrupa Birliği süreci hızlandırılmış, Kopenhag zirvesi öncesi Avrupa Birliği liderleri ile görüşülmüş, ülkenin doğu ve güneydoğu
bölgelerinde olağanüstü hal kaldırılmış ve birçok
alanda sivilleşme adımları atılmıştır. Ekonomik
olarak da oldukça iyi bir ivme yakalayan Ak Parti
kısa bir süre içerisinde birçok farklı kesimin takdirini kazanmıştır. Özellikle memleketin önde gelen
aydınları Ak Parti’yi desteklemiş ve bu desteklerini
her mecrada dile getirmişlerdir.
Adalet ve Kalkınma Partisi birçok konuda aydınlara açıkça danışmış, sanatçıların fikirlerine başvurmak amacıyla kahvaltılı toplantılar düzenleyerek;
mitinglerde devletin zulmüne uğramış, bu yüzden
hapislere düşmüş, sürgünde çile çekmiş birçok sanatçı, yazar ve aydınların isimlerinden sıkça söz etmiş ve kendi siyaseti ile aydınlar arasında oldukça
yumuşak bir ilişki geliştirmeyi başarmıştır.
Hatta ideolojik olarak Marksist çizgide tanımlatemmuz-ağustos 2015
7
Taksim Gezi Parkı’nın yeniden
düzenlenmesini yayalaştırma
projesi olarak sunan hükümete
tepki çok sert olmuş, özellikle
sosyal medya aracılığı ile kısa
sürede ülkenin değişik yerlerine
yayılan olaylar, 1 Haziranda
polisin geri çekilmesiyle az
da olsa durulmuş ve parkın
içerisinde yaklaşık on beş gün
süren kamp hayatı başlamıştır.
Ancak 15 Haziran gecesinde
polisin müdahalesi ile topluluk
dağıtılmıştır. Olaylarda 8
kişi ölmüş, çok sayıda kişi
yaralanmış ve olayların yankısı
aylarca sürmüş ve Türkiye
siyasetine etkisi de günümüze
kadar devam etmektedir.
nabilecek Birikim dergisi gibi yayın evleri, Murat
Belge, Ahmet İnsel, Sedat Laçiner, Mehmet Altan,
Ahmet Altan, Cengiz Aktar, Hasan Cemal, Baskın
Oran gibi isimler Ak Parti’ye sempati ile bakmış ve
Ak Parti’nin icraat ve reformlarını ciddi anlamda
desteklemişlerdir.
Örneğin, 2015 genel seçimlerinde Ak Parti’den milletvekilliğini kazanan Muhsin Kızılkaya, “AK Parti
2002’de kurulduğunda İslami hareketlere acayip
önyargılı bir bakış vardı. Ben o zamanlar rijid bir
solcu, sosyalist bir Kürt’tüm. İslami hareketlere,
muhafazakârlara hoşgörüyle yaklaşıp onların memleketi dönüştürebileceğine, vesayetçi rejimi kırabileceğine dair bir inanç gelişmişse bende, tek müsebbibi Birikim Dergisi; Laçiner, İnsel ve Belge’dir,”
sözlerini dile getirmiştir.1
Genel ve klasik anlamda Ak Parti ve aydınlar arasındaki ittifak olarak telafuz edilen bu ilişki günümüzde daha kompleks bir hal almış, Ak Parti’ye
ciddi anlamda destek veren bir kesim aydın desteğini çeşitli sebeplerden dolayı geri çekmiş ve
hatta Ak Parti’ye destek verip vermeme konusunda
8
temmuz-ağustos 2015
imza kampanyaları düzenlenmiştir. Öte yandan Ak
Parti’ye hala desteğini vermeye devam eden aydınlar da tersi istikamette oldukça aktif rol almışlardır.
Etyen Mahcupyan, Gülay Göktürk, Ali Bayramoğlu
gibi önemli isimler ve günümüzde Serbestiyet ismi
verilen web sitesi üzerinde yayın yapan yazarlar
çözüm süreci, sivilleşme gibi konulardan ötürü Ak
Parti’yi destekleyici nitelikte beyanlarda bulunmaya devam etmişlerdir.
Peki Ak Parti ve aydınlar arasındaki ittifak ne oldu
da bozuldu? Neden Ak Parti’ye destek veren ve vermeyen iki aydın gurubu ortaya çıktı?
Hatırlanırsa 2007’deki 27 Nisan e-muhtırasını müteakip başlayan Ergenekon, Balyoz, KCK gibi soruşturmalarda birçok sivil ve asker darbe gerekçesiyle gözaltına alınmıştır. Bu süreçte AK Parti ile
aydınlar arasında büyük sorunlar yaşandığına şahit
olunmamakla beraber özellikle KCK operasyonlarının sıklaşması akıllarda bir takım soru işaretlerinin
doğmasına neden olmuştur. Kuşkusuz bu süreç bir
bakıma daha sonra tüm çıplaklığıyla ortaya çıkan
Cemaat-AK Parti kavgasının ilk evreleri olarak sahnedeydi.
KCK operasyonları hükümetin 2009’da başlattığı
“Demokratik Açılım” süreci sırasında gerçekleşme-
si ise meselenin komplike bir karakter arzetmesine
yardımcı oluyordu. Bu süreçte bazı siyasetçi ve yazarlar bu operasyonların, cemaatin Kürt meselesinin çözümünü istememesi sebebiyle, bizzat cemaat
tarafından yapıldığını iddia ederek Fethullah Hoca
hareketine yüklenirken çoğunluk doğrudan hükümeti eleştirmeye başlamışlardır.
2013 Mayıs sonunda Taksim Gezi Parkı’nda çıkan
olaylar, beklenmedik sonuçlar doğurdu. Daha çok
sosyal-demokrat ve liberal kesimi oluşturan toplumsal grupların düzenlemiş olduğu bu protesto
haftalarca sürdü. Dönemin başbakanı Recep Tayyip
Erdoğan’ın sık sık bu protestoları “dış mihraklar”
ile ilişkilendirmesi hem hükümet içerisinde hem de
liberal ve sosyal demokrat kesimlerce tepki ile karşılandı.
Taksim Gezi Parkı’nın yeniden düzenlenmesini yayalaştırma projesi olarak sunan hükümete tepki
çok sert olmuş, özellikle sosyal medya aracılığı ile
kısa sürede ülkenin değişik yerlerine yayılan olaylar, 1 Haziranda polisin geri çekilmesiyle az da olsa
durulmuş ve parkın içerisinde yaklaşık on beş gün
süren kamp hayatı başlamıştır. Ancak 15 Haziran
gecesinde polisin müdahalesi ile topluluk dağıtılmıştır. Olaylarda 8 kişi ölmüş, çok sayıda kişi yaralanmış2 ve olayların yankısı aylarca sürmüş ve
Türkiye siyasetine etkisi de günümüze kadar devam
etmektedir. Kimilerince bir halk hareketi kimilerince dış mihraklar veya “çapulcu ayaklanması” olarak
nitelendirilen bu olaylar Ak Parti’ye de yansımış ve
yukarıda bahsettiğimiz bazı liberal olarak tanımlanan aydınlar hükümetin Gezi parkı protestolarına
olan müdahalesini sert bir şekilde eleştirmişlerdir.
Bu çerçevede Gezi Parkı’nın Ak Parti ile aydınlar
arası yaşanan krizde önemli bir dönüm noktası olduğu açıktır. Fakat Gezi Parkı buna ek olarak Türkiye aydınlarının hareketin karakteri konusundaki
anlaşmazlıktan da mütevellit kendi aralarında da
bir çatışmanın başlamasının ilk tohumlarının atılmasına neden olmuştur.
Kuruluşundan bu yana süren Ak Parti ve Gülen Cemaati arasındaki ittifak ise özellikle son iki yılda
ilişkilerin bozulmasıyla ciddi hasarlar almıştır. 2010
yılından itibaren “Cemaatçi” olarak nitelendirilen
kişiler tedricen tasfiye edilirken 2014’te cemaatin
oldukça etkili olduğu varsayılan dershanelerin kapatılması meselesi gündeme gelmiştir. 17-25 Aralık
“darbe” girişimi ya da “yolsuzluk operasyonu” ile
bu ayrılık bambaşka bir boyuta taşınmıştır. Nitekim
cemaat hükümet tarafından “paralel yapılanma,
çete” gibi ifadeler ile telaffuz edilmiş ve harekete
karşı geniş kapsamlı operasyonlar yapılmıştır. Özellikle emniyette devam eden operasyonlar medyaya
sıçramış ve bazı gazeteciler gözaltına alınmıştır.
Medyaya olan bu operasyonlar bazı kesimler tarafından özgürlüklerin kısıtlanması olarak vurgulanmış ve hükümete karşı kimi aydınların sert tavırlar
almasına neden olmuştur.
temmuz-ağustos 2015
9
Ayrıca 17-25 Aralık olaylarında ses kayıtları ortaya çıkmış ve dört bakan görevinden olmuştur. Erdoğan Bayraktar, Muammer Güler, Zafer Çağlayan
ve Egemen Bağış için TBMM yüce divan isteminde
bulunmuş; ancak bu bakanlar meclis oylaması ile
yüce divana gönderilmemiştir. Bazı kesimlerin rüşvet ve hırsızlık skandalı olarak gördüğü bu olaylar
sonucunda bakanların yüce divana gitmemesi, yine
kimi aydınlarca sert bir şekilde eleştirilmiştir. Özellikle bu süreçten sonra cemaat hükümet tarafından
“paralel yapılanma” olarak ifade edilmiş, MGK kararlarında yer almış, bu yapılanmanın kırmızı kitap
olarak nitelendirilen devletin gizli ajandasında yer
aldığı iddia edilmiştir.
KCK tutuklamalarından “Çözüm Süreci” ve Gezi
Parkı’na ve nihayet 17-25 Aralık hadiselerine kadar yaşanan pek çok kritik toplumsal anlama sahip
olgular Ak Parti ve bazı Türkiye aydınları arasında
belli bir mesafe oluşmasına neden olmuştur. Bu çerçevede belki de büyük ölçüde Ak Parti ile aydınlar
arasındaki ittifakın son bulduğu dahi söylenebilir.
1 Nisan 2013’te AK Parti İstanbul İl Başkanı Aziz
Babuşcu’nun, bu kesimler ile ilişkiler konusunda
sarf ettiği sözler ilginçtir:“10 yıllık iktidar dönemimizde bizimle şu ya da bu şekilde paydaş olanlar,
gelecek 10 yılda bizimle paydaş olmayacaklar. Onlar
da şu ya da bu şekilde her ne kadar bizi hazmedemeseler de; diyelim ki liberal kesimler, şu ya da bu
şekilde bu süreçte bir şekilde paydaş oldular ancak
gelecek inşa dönemidir. İnşa dönemi onların arzu
ettiği gibi olmayacak.”3
AK Parti ile aydınlar arasındaki son bağın 2012 sonlarında Kürt sorununa kalıcı çözüm bulma iddiası ile
devreye sokulan “Çözüm Süreci” ile devam ettiğini
söylersek sanırız hata etmeyiz. Bu çerçevede birçok
aydın ve yazar her şeye rağmen “Çözüm Süreci”nin
devam ettiğini, askeri vesayetin bittiğini, sivilleşmenin arttığını dile getirerek Ak Parti’ye destek
vermeye devam etmişlerdir. Hatta bu “destek verme
veya karşı çıkma” üzerine aydınlar yazarlar tarafından pek çok imza kampanyaları düzenlenmiştir.
Ak Parti’nin kuruluşundan itibaren başarısını, büyük bir koalisyona bağlayan birçok siyasetçi ve yazar, bu koalisyonun bozulduğunu ve bazı kesimlerin
Ak Parti’den koptuğunu iddia ediyor. Kimileri bu
kopuş ya da kopuşların Ak Parti’nin kaybı olarak değerlendirmese de, birçok entelektüel ve yazar Ak
Parti’nin gitgide sertleştiğini, farklı guruplardan
koptuğunu, sol, demokrat ve liberal kesim ile ayrıldığını bu sebeple de 7 Haziran 2015 seçimlerinden
başarısız olmalarının kaçınılmaz olduğunu dile getirmiştir.
Kurulduğundan bu yana ilk kez tek başına hükümet
kuramayan Ak Parti seçimleri müteakip yaklaşık 9
puanlık bir oy kaybı yaşamıştır. Uzun bir aradan
sonra koalisyon kurma sürecini yaşayacak olan
Türkiye’yi zorlu günler bekliyor. Ayrıca 7 Haziran
seçimlerinde birçok ilk yaşandı. Bir yandan ilk kez
koalisyon kurmak için diğer partilerin kapısını çalacak olan Ak Parti, diğer taraftan tarihi başarı elde
eden ve barajı ilk kez aşan Halkların Demokratik
Partisi öne çıkan önemli gelişmeler olarak görülüyor.
KAYNAKÇA
TÜRKİYE İNSAN HAKLARI KURUMU, GEZİ PARKI OLAYLARI RAPORU, Ekim – 2014
KURGU İLE GERÇEKLİK ARASINDA, GEZİ EYLEMLERİ, HATEM ETE, COŞKUN TAŞTAN, SETA, I. Baskı : 2013
Dünden BugüneTürkiye’de Modernite ve Aydın Sorunu, Prof. Dr. Özcan Yeniçeri,
GELENEK VE MODERNİZM BAĞLAMINDA İSLAM, Ahmet Faruk KILIÇ* ve Sıddık AĞÇOBAN,
Ak Parti ve Muhafazakar Demokrasi, Yalçın Akdoğan
Üç Tarz-ı Siyaset, Yusuf Akçura
http://www.cnnturk.com/2013/turkiye/03/31/ak.partili.babuscudan.ilginc.degerlendirme/702371.0/
http://kuranyolu.net/index.php/makaleler/koese-yazarlar/381-entelektueel-uezerine-notlar
http://haber.star.com.tr/yazar/erdogan-somurge-aydinlara-biat-etseydi-boyle-olmazdi/yazi-977733
1 http://www.haberturk.com/gundem/haber/1083424-kibirliydim-muhafazakrlarin-donusturucu-gucunu-gordum
2 TÜRKİYE İNSAN HAKLARI KURUMU, GEZİ PARKI OLAYLARI RAPORU, Ekim - 2014
3 http://www.cnnturk.com/2013/turkiye/03/31/ak.partili.babuscudan.ilginc.degerlendirme/702371.0/
10
temmuz-ağustos 2015
Süreç Analiz Araştırma Ekibi
Türkiye’nin Aydın Kırılması:
Murat Belge ve
Ali Bayramoğlu
ile röportaj
Aydınların bir ülkenin düşünsel ve siyasi hayatında ne denli hayati bir rol oynadığı aşikardır.
Türkiye’de özellikle AK Parti hükümetinin iktidara gelmesinden sonra, birçok aydının hükümeti
desteklediğine şahitlik ettik. Ancak son yıllarda yaşanan bazı gelişmelerin sonucunda, hükümete destek veren bazı aydınların çeşitli sebeplerden dolayı desteğini çektiğini görüyoruz. Bugün
Türkiye’de aydınlar bundan 5-6 yıl öncesine göre, şimdilerde, daha heterojen bir görüntü sergiliyorlar. Türkiye’de Aydınlar arasında yaşanan bu ayrımı konuşmak için, Yeni Şafak Gazetesi yazarı Ali
Bayramoğlu ve Taraf Gazetesi yazarı ve Bilgi Üniversitesi öğretim üyesi Murat Belge ile konuştuk.
Türkiye’nin Aydın Kırılması: Murat Belge
Türkiye’de AK Parti’nin özellikle ilk on yılında reformcu bir karaktere sahip olduğuve bu
çerçevede Kemalist müesses yapıdan rahatsız
olan sosyalist ve liberal aydınlardan destek
aldığı gözlemlenmektedir. Geldiğimiz noktada
ise bu desteğin zemininde kırılmalar yaşandığı
görülmektedir. Bu kırılmanın nasıl ve neden
başladığını düşünüyorsunuz? Sizce bir kırılma
var mı?
Şimdi tabi özellikle soldaki insanların hepsinin destek verdiğini söyleyemeyiz. Soldaki insanların belirli
bir kısmı destek verdi. Bu destek de AKP’nin yaptıklarıyla ilgili değil, insanların bu partinin yaptıklarına bakışlarındaki önyargılarıyla yani onu hoşgörebil-
meleri ya da görememeleri ile ilgiliydi bir durumdu.
Tekrarlamak gerekirse icraata yönelik değildi. Ve tabi
bir şekilde baştan düşman ilan etmiş olan kesimlerin
düşmanlığı aynı şekilde devam ediyor. Belki sonuçsuz bir şekilde devam ettiği için süreç içinde biraz
daha keskinleşmiş olabilir, ancak başkaca bir farklılık göremiyorum. Ancak bu arada destekleyen kesim
ki ben de bu kişilerin arasındaydım, bir anda AKP’nin
politikalarını tersine çevirmesiyle karşı karşıya kaldı.
Daha önceki işlerini, icraatlarını demokrasiye katkısı
olacak diye destekledik; ancak sonraki icraatları ise
demokrasiye zarar veren, kısmen de onu tahrip eden
boyutlara vardığı için bu destek çekildi.
Sizin desteğinizi çekmenize neden olan belirli
temmuz-ağustos 2015
11
bir olay oldu mu? Şu tarihte şöyle bir olay diye
nitelendirebileceğiniz
bir şey var mı?
Bir şeyler aradığınızda her
zaman geçmişte şöyle demişti ya da böyle olmuştu denilebilir; ancak şüpheye yer bırakmayan şey, kesin dönüm noktası Gezi
Olayları oldu. Cumhurbaşkanı olan zatın,
Gezi karşısında benimsediği tavrının demokrasiyle
alakası yoktu. Bu tavrı o olaydan sonra her konuda
takınmaya devam etti ve istikrarla sürdürüyor.
Aydınların “Çözüm Süreci”ne bakış açısındaki
farklılığın bu kırılmada ne ölçüde etkili olduğunu düşünüyorsunuz?
Bence çok fazla ilgisi yok. Genel olarak çözüm sürecinin aydınlar arasında destek bulduğunu düşünüyorum; ancak AKP’nin çözüm sürecinden anladığıyla
aydınların anladığı arasında da büyük farklılıklar olduğunu düşünüyorum. Çözüm Süreci Gezi öncesinde
ilk ortaya atılıp konuşulmaya başlandığında da akil
adamlar gibi öneriler ortaya çıkmıştı. Başbakanın
Kürtlere herhangi fazladan bir hak tanımadan, işi oldubittiye, gürültüye getirmek istediği kanısındayım.
Gezi Parkı eylemlerinin bu kırılmadaki rolünün
ne olduğunu düşünüyorsunuz?
Bazen tarihi olaylar bazı tarihi rastlantılarla üstüste
gelebilir. Ancak ben şahsen, Tayyip Erdoğan Gezi’yle
birlikte değişti demekten sakınırım. Belki zaten
değişecekti, bazı rastlantılar üstüste geldi, çakıştı.
Çünkü bir tek Gezi olayının başlamasıyla yüz seksen derece bir dönüşü mümkün görmüyorum. Bana
öyle geliyor ki, bir güven geldi Tayyip Erdoğan’a.
Badirelerle dolu bir yoldan hiç yara almadan, güçlenerek gelince; demek ki ben yapınca oluyor gibi
bir duyguya ulaştı. Aynı zamanda, o zamana kadar
söylediği sözleri muhtemelen çok da içten söylememişti. Mecburiyet yani ... ‘’İktidardasın, böyle olmak
durumundasın’’ gibi öneriler ve çevresinde böyle olduğunu söyleyen danışmanlar var. Muhtemelen bu
durum içinde ‘’ben ne zaman kendi istediğim gibi
konuşacağım’’ gibi bir durum yarattı ve bütün bunlar üstüste geldi ve birdenbire patladı. Tabi Gezi’de
12
temmuz-ağustos 2015
toplum Erdoğan’ın girişimine karşı
da çok ciddi bir direniş koyunca,
bu durum da Erdoğan’ın sinirine
dokundu diye tahmin ediyorum.
Çünkü kendisine karşı herhangi bir
karşı koyuşu sindiremeyen bir bünyesi var.
Peki, Tayyip Erdoğan’ın yanında pozisyon alan, darbe olarak gören Aydınlar neden böyle bir pozisyon benimsemiş olabilirler
sizce? Gerçekten bir darbe girişimi olduğuna
inandıklarını düşünüyor musunuz?
Sanmıyorum, çok saçma bir şey bu. Her siyasi çizginin böyle yandaşları olur. Çok fazla yaygınlaştıramam, ancak birkaç kişi için söyleyebilirim bu söyleyeceğimi. Bir takım geçmişteki tarihi olaylardan
dolayı Türkiye bu vesayetçi Jakoben tarihinden
kurtulacaksa bunu İslamcı siyasetle yapacaktır. İslamcı siyaset de demokrasiye aşina olmadığı için bir
takım anti demokratik şeyler yapabilir; ama bunlara
katlanmak gerekir çünkü başka çare yoktur gibi düşüncelere sahip bir iki kişi olabilir. Bence bu yorum
da yanlış. O zaman Stalin’in yaptıklarını da aklamak
gibi bir durum söz konusu olabiliyor. Madem insanlar hatalar yapabiliyorlar, bir takım iyi işler yapmaya
çalışırken de böyle şeyler olabilir gibi. Ancak geri
kalanların birçoğun çok daha başka hesaplarla, planlarla bu pozisyonu aldığını düşünüyorum.
17 ve 25 Aralık operasyonlarının aydınlar
arasındaki kırılmada yeni bir cephe açtığını
düşünüyor musunuz? Aydınlar kırılmasının
AK Parti-Cemaat çatışmasının ortaya çıkışında
etkili olduğunu düşünüyor musunuz?
Yeni bir cephe açtığını söyleyemem. Asıl cephe zaten en başta oluşmuştu. Aydınlar desteğini çekme
konusunda bu operasyonlara gelmeden çekilmişti
zaten. Ben mesela, dediğim gibi Gezi ile desteğimi
tamamen çektim. Bir daha 17 & 25 Aralık gibi şeyleri görmem gerekmiyordu. Onun için, bunun aydınlar arasında yeni bir kırılma yarattığını söyleyemem.
Ancak bu olsa olsa kendi tabanında bazı kırılmalar
yaratabilir.
Türkiye’nin Ortadoğu politikasının aydın kırılmasındaki etkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?
(Mezhepçilik yapılıyor & yapılmıyor gibi tartışmalar bağlamında düşünebiliriz)
Bunlar bana hep demokrasiyle ilgili tavır gibi geliyor. Demokrasiyle ilgili tartışmaların ardından gelen, onun türevi gibi tartışmalar olarak görüyorum
bunları. Yani yine Gezi’de bu adam bu tavrı izlediğinde henüz Ortadoğu’da izleyeceği politikayla ilgili
bir bilgimiz yoktu. Onun için asıl mesele Türkiye’de
demokrasinin nasıl işleyeceği üzerinden ortaya çıktı.
Yani asıl cephenin Gezi’de oluştuğunu ve bundan sonraki gelişmelerin ikincil önemli ya da
hiç önemi olmadığını düşünüyorsunuz?
Bunlar önemli gelişmeler, önemsiz diyemem ama o
zamana kadar ortaya çıkmış gelişmeler değildi. Bundan dolayı eşit derecede tetikleyeceği rolü olduğunu
söyleyemem. Ancak olduktan sonra, mesela IŞİD’i
desteklediği gibi söylentiler ciddiye alınmadan geçilebilecek, önemsiz görülebilecek meseleler de değil.
Mevcut aydın kırılmasında Türkiye aydınının
halkla yaşadığı ilişki yapısının ne kadar etkili
olduğunu düşünüyorsunuz? Bu ilişkinin Türkiye siyasi kültürüne etkisi nedir? (Türkiye’de
aydınların halktan kopuk yaşadığı eleştirileri
üzerinden düşünebiliriz)
Aydınların halktan kopuk yaşaması aslında tüm dünyada olan bir şeydir. Kelimelerin tanımını yaptığınızda da biraz kaçınılmaz olan bir şeydir. Öyle bir
sorunun varlığında ille de aydınların halk gibi yaşaması gerekmez çözüm için. Ancak halkın biraz aydınlar gibi yaşamasıyla çözülür. Fakat bizim memlekette
halk dalkavukluğu biraz alıp yürüdüğü için hemen
bu tarafa çekilebiliyor böyle şeyler. Aslında batılılaşma ekseninde bir yarılmayla karşılaştığı için bu
toplum, eğitim alanlarla almayanlar arasında hemen
kendini belli eden bir farklılık var. Ancak bu sadece
Türkiye’ye mi özgü? Sanmıyorum.
Türkiye için bir tarihte kim olduğunu hatırlamadığım
birisi ‘’Belindia’’ diye bir söz icat etmişti. Belindia
gibi bir toplum, toplumun bir kısmının Belçika gibi
yaşarken bir diğer kısmının India gibi yaşadığını
ifade ediyor. Bunu Brezilya için söylüyordu. Türkiye de bunun içine girer, Mısır da girer, hatta birçok
yer bu ifadenin içine kolaylıkla girer. Bu bir sorun
değil midir? Sorundur ve aşılması da kolay değildir.
Türkiye’de bu tür şeyler hemen din olgusuyla içiçe
geçer, bu da öyle bir durum. Sonunda mesela kim,
hangi siyasi parti iktidar kuruyor, çeşitli binalardaki
tuvaletler ona göre yapılıyor. Alaturka mı Alafranga
mı? 2015’te hala tuvaletimizde bile bir anlaşmaya
varabilmiş değiliz. Bu ikilik devam ediyor.
AKP ilk on yılındaki rotasını devam ettirebilseydi,
bunu aşmanın daha çok imkanı ve yolları ortaya çıkabilirdi. Çok yazık oldu; çünkü Erdoğan bu yakınlaşmayı bitirmeyi tercih etti, hatta yakınlaşma noktasını top ateşine tutarak da bir cepheden ötekisine
gidişi imkansız hale getirdi. Özellikle kendi cephesindeki insanların bu taraftaki insanlardan iki kelime
duymasını bile engellemek istiyor, ‘’aman onlardan
etkilenirse’’ gibi bir korkuyla. Uzun vadede bu ikiliğin bitmesini öngörmemekle birlikte, yeni kan davalarının ortaya çıkması gibi ihtimaller de sözkonusu.
Peki bu ikiliğin Gezi gibi yeni bir olay yaratması
mümkün mü?
Genellikle böyle sarsıcı, çarpıcı, fark yaratan toplumsal olaylar kendilerini tekrarlamazlar, bir sefere
özgüdürler. Birikim orada duruyor. Gezi bu birikimin
ürünü ve Gezi oldu diye bu birikim dağılıp gitmiş
değil. Ancak bu birikimin kendisini Gezi gibi tekrarlaması zor. Benzer şekilde ortaya koymak isterse de
kendine yazık eder. Çünkü insanlar biliyorlardır, aynı
şey ikinci ortaya çıkışında etkisini kaybetmiş olur. O
birikimin orada olması, kendisini sonra farklı şekilde farklı konjonktürde ortaya koyması içinönemlidir.
Şimdi baktığımızda da sosyal medyada, vs Gezi birikiminin devam ettiğini görebiliyoruz.
Güvenlik paketini bu birikime karşı alınan bir
önlem olarak mı görüyorsunuz?
Evet. Aynı zamanda zapturapta önem veren siyaset
anlayışı. Bir yandan, Bülent Arınç seçimlerle ilgili
‘’Biz yine alırız’’ diye konuştu. Yine muhtemelen en
büyük parti olacaklar; ancak muhalefet güçlenerek,
daha sert bir tutumla çıkacaktır. Bunun da sağlıklı
bir durum olduğunu söylemek zor. Bunu muhalefeti
yönetenlere iletmek gerekiyor. ‘’Bu yaptığınız doğru
değil, bu kadar nefret olmaz’’ demek gerekiyor. Ancak bunu bir yandan da bu nefretten beslenen Tayyip
Erdoğan’a da iletmek gerekiyor. Gerilimi arttırmak
için elinden geleni yapıyor.
temmuz-ağustos 2015
13
Ali Bayramoğlu
Türkiye’de AK Parti’nin özellikle ilk on yılında reformcu bir karaktere sahip olduğu
ve bu çerçevede Kemalist müesses yapıdan
rahatsız olan sosyalist ve liberal aydınlardan
destek aldığı gözlemlenmektedir. Geldiğimiz
noktada ise bu desteğin zemininde kırılmalar
yaşandığı görülmektedir. Bu kırılmanın nasıl
ve neden başladığını düşünüyorsunuz? Sizce
bir kırılma var mı?
Kırılma var tabi. Bir kere her şeyden önce iki açıdan bakabilirsiniz. Birincisi Ak Parti’nin kendi
öyküsü ile ilgili, diğeri Ak Parti’ye verilen destek yapısı içerisinde yaşanan değişmelerle ilgili.
Bir de tabi uluslararası konjonktürle ilgili. Bu üç
faktör gerek Ak Parti’nin gerek Ak Parti etrafındaki ittifakın sürekli hareket etmesine yol açtı. Ak
Parti açısından baktığımız zaman hiç şüphe yok,
iktidara geldiği zaman özellikle uzun süre 2002
den başlayan 2007’ye kadar giden dönemde temel
olarak mevcut devlet dokusunu reforme etme ve
değiştirme politikaları izledi. Bu politikalar doğal
olarak Ak Parti’nin kendisini aşan, kendi seçmenini aşan, kendi İslami, muhafazakar kesimini aşan
bir destek buldu. Bu desteğin hatta 2007’de %47
lik bir oya döndüğünü de gördük. Sonra bir ikinci
dönem ve üçüncü dönem var. İkinci dönem itibariyle baktığımız zaman ikinci dönem bu reformlara yönelik dirençler dönemi denebilir. 2008’de Ak
Parti’ye yönelik kapatma davasıyla başladı 2010
referandumu hatta 2011 seçimlerine kadar giden
14
temmuz-ağustos 2015
bir evre olarak karşımıza çıktı. Ve bu evrede Ak
Parti bu kez suni savaşı kazanarak süreçten çıktı.
Yani sadece yasaların değişimi değil aynı zamanda
devlet alanının denetimi, kontrolü, örneğin üniversite içindeki direncin kırılması, ordu içindeki
direncin kırılması ve en son yargıya yönelik büyük bir reformun gelmesiyle üçlü Kemalist doku
diyebileceğimiz devletin içerisinde yapı kırıldı ve
parçalandı. Ak Parti yavaş yavaş buraya hakim olmaya başladı. İşte bu noktadan sonra iki tane yeni
faktör oyuna girdi diyebiliriz. Bunlardan bir tanesi
Arap Baharı’dır, bir başkası da Gezi olayları öncesi
ve Gezi olayları ile ortaya çıkan ve Gezi olaylarının çok ötesine aşan yeni bir tartışma türü. Yani
siyasi farklılaşmaların makro alanda değil, devlet
Gezi olaylarını muhafazakar
kesim çok iyi anlamadı. Gezi
olayları, seküler dünyanın
kutsal değerine değen bir
olaydır. Solcuların kutsalına
değen bir olaydır. Yani nasıl
Müslümanların kutsalı var ve o
kutsal söz konusu olunca büyük
bir reaksiyon gösteriliyorsa,
burada belki dinden
bahsetmiyor olsak bile seküler
alanda ama sokak eylemleri,
polis şiddeti, siyasi iktidarın
dilinin nobranlığı, katılımcı
demokrasinin tümüyle reddi,
çok ataerkil bir tepeden bakış,
örselenme bütün bunlar açıkçası
özellikle sol liberal kesim
açısından gerçek bir kopuştur.
alanında değil mikro alanda, kamusal alanda ortaya çıkmaya başladığı. İktidarın siyasi üslubunun
ya da değer politikalarının karşı karşıya gelmeye
başladığı bir evre. Hem devletin genel tanımı ve
kontrolü, denetim gücü itibariyle hem de devletin
bu mikro alanlardaki varlığı itibariyle. Bu faktör
önemli bir faktör çünkü bu faktör aslında herkesin
kendi mahallesine geri dönmesinin başlangıç noktasıdır. Değer sistemlerine göre geri dönüşün ya
da karşı değer sistemlerine karşı bir reaksiyon, bir
alerji duyulmasının unsurudur.
Diğer taraftan tabi Arap Baharı çok önemli iki
unsur içerdi diye düşünüyorum. Bunlardan bir tanesi Türkiye’nin Batı ilişkilerini olumsuz etkiledi.
Batı’nın Arap Baharı’nın ikinci evresinde almış olduğu pozisyon Suriye konusunda almış olduğu pozisyonla Türkiye arasında ayrışma arttıkça özellikle
Tayyip Erdoğan’ın daha geleneksel bir Batı karşıtı
dili siyasi alana çıkmaya başladıkça bu kez Batı değerleriyle de sorunlu bir karşılaşma yaşandı. Bir dö-
nem Batı değerleriyle daha pozitif bir etkileşim yaşanırken bu kez aynı değerler üzerinden bir itişme
evresi başladı. Bu mikro alandaki değer ayrışmasının yanına ben bu tür bir makro değer ayrışmasının da etkilendiğini gözlemledim diyebilirim. Batılı
olmak buralı olmak, Müslüman olmak, bölgeli olmak
gibi ayrımlar, dil, bütün bu faktörler önemli ölçüde
devreye girmeye başladı. Bunlar zannediyorum hem
Ak Parti’nin öyküsünü hem de Ak Parti etrafında
ittifakların kurulmasını özetleyen unsurlardır. Tabii
Arap Baharı’nın ikinci öğesi de şudur. Arap Baharı
aslında Sünni alanda yaşanan hareketlenme ve bu
hareketlenme de en önemli mesele İslam ve siyaset
arasında ya da siyaset-toplum arasında ama İslami
bir şemsiye altında bir temasın yeniden oluşması.
Bir toplumsal enerjinin ortaya çıkması ve çıkan o
toplumsal enerjinin İslami niteliği ile yeni siyasi
formlar arasındaki ilişkiler. Bu ilişkiler selefi hareketleri de besledi harici hareketleri de besledi
İhvan gibi Hamas gibi hareketleri de besledi. Ak
Parti’nin Ortadoğu’ya bakışı ve buradaki siyaset lezzetine itirazı mümkün değildi ve içine girdi. Bu bir
İslamcı açısından, Türkiyeli bir muhafazakar açısından reddedilemeyecek kadar büyük bir lokma, yeni
bir medeniyetin inşa imkanları, bunun içine girip
bunun aktörü olma çabası Türkiye’de liberal kesimle
Ak Parti’nin etrafındaki muhafazakar kesim arasındaki önemli kırılma noktalarından bir tanesidir diye
düşünüyorum.
Aydınların “Çözüm Süreci”ne bakış açısındaki
farklılığın bu kırılmada ne ölçüde etkili olduğunu düşünüyorsunuz?
Bunların tek blok halinde hareket ettiğini varsayamayız. Türkiye’de biz çok hızlı analizler yapmayı
severiz. İnsanlara liberaller, sosyalistler, muhafazakarlar diye adlandırıyoruz ama öyle homojen bir
yapı yok. Şimdi liberal dediklerimiz Mehmet Altan
ve Etyen Mahçupyan’ı karşı karşıya koyduğumuz
zaman çok farklı paradigmalardan bahsediyoruz.
Tek farklı yanları ikisinin de muhafazakar olmaması. Dolayısıyla muhafazakarlık karşısında bir
liberalliği temsil etmeleri ama biraz daha derine
baktığın zaman şunu görürüsün, örneğin Ahmet
İnsel daha soldan gelen, solun ve Batı’nın temel
temmuz-ağustos 2015
15
değerleri ile topluma bakan, toplumsal hareketleri
daha çok ideolojiler içerisinde algılayan, topluma
değmek fikrinden uzak duran bir bakışa sahiptir.
Mehmet Altan ekolüne baktığımız zaman oldukça
Prens Sabahattinci diyebileceğimiz tamamen Batı
öykünmesi üzerine, Türkiye’nin iç dinamiklerinin
son derece manasız ve güçsüz olduğu fikri üstüne
kurulu bir demokrasi ikameci bir anlayışa sahip bir
liberalizme değer. Kendimden söz etmiyorum ama
Etyen’den de bahsedeyim kendime de değinmiş
olurum. Biraz daha toplumsal değerlerin içerisinde bir ülkeyi anlamak, değişmesine bakmak, İslami
değerse, milliyetçi değerse o değerlerin toplumsal
niteliğine ve o niteliğin değişim üretme imkanlarına bakmak, bunlar çok farklı eğilimler. Bunların
hepsi liberal boğçanın içerisinde yer alıyor. Dolayısıyla bugün ayrışma yaşandığı zaman ayrışma
sadece Ak Parti’ye oranla yaşanmadı aynı zamanda
bu aydınların kendi pozisyonlarına oranla yaşandı. Yani her şey çok güzel giderken düğün dernek
varken, asker geriye itilirken, milli güvenlik değişirken zaten bu farklılıkların bir önemi yoktu ama
ne zaman toplumsal değişme ile siyasal değişme
arasında farklılıklar ortaya çıktı, kimisi buna siyasi
değişim ve risk olarak baktı, bizim gibi insanlar
ise burada temel olan sosyolojik değişimdir. Bunun
değeri ve önemi devrimseldir demeye başladılar.
Bizim aramızda da farklar oluşmaya başladı. Dolayısıyla yeknesak bir aydın meselesi yok. Çözüm
Süreci’nin de yansıdığını düşünüyorum ama şu açık
Ak Parti’nin özellikle Tayyip Erdoğan’ın sembolik,
şiddeti devreye sokan ve kutuplaştırmayı tahrik
eden bir dili var. O bunu bir siyasi kavga ve başarı
aracı olarak kullanıyor. Fakat bu süreçte özellikle
2010’dan sonra değer kavgaları ortaya çıktığı zaman karşılığı olmayan bir sürü konuda mesela Gezi
olayında, içki yasasında, gençlerin birlikte kaldığı
evlerde gibi hususlarda aslında fiilen bir karşılığı
olmayan ama söylem olarak bütün insanları ürküten, rahatsız eden, kapıştıran çerçeveden bakmak
lazım. Bunun yarattığı bir gerilim çerçevesinde bir
Tayyip Erdoğan merkezli bir öykü yaşamaya başladık. 2010 sonrası Türkiye’de iktidarın şahsileşme öyküsü ile de iç içe geçmiştir. Yani sadece bir
değişim değil Ak Parti’nin gelmiş olduğu bir evreden sonra yaşadığı o deneyimden sonra bir şahıs
16
temmuz-ağustos 2015
etrafında bütün özerkliği emmesi, siyasetin her
tarafa hegemonya kurup hükümran olması ve bu
siyasetin tepesinde de bir şahsın Tayyip Erdoğan’ın
millet iradesini temsil eder hale gelmesi sorunlu
bir fenomen. Buna hepimizin itirazı var yani muhtemelen buna Ak Partililerinde itirazı var. Ama
şunu söyleyeyim size bu Tayyip Erdoğan’la ilgili bir
politik değil psikolojik bir mekanizma da üretmeye başladı. Yani Tayyip Bey sempatisi ile Tayyip
Bey öfkesi Tayyip Erdoğan’ın Türk siyasal sistemine
indirgenmesi, duygular, dışlanmışlıklar, bütün o
faktörler böyle bir pota oluşturmaya başladı. Kürt
meselesine bakışta bu Ak Parti’den hızla uzaklaşan
Gezi olayından sonra uzaklaşan aydınlar da Tayyip
Erdoğan faktöründen hareketle çözüm sürecine soğuk bakmaya başladılar. Ben burada bir rasyonellik
görmüyorum şahsen. Yani çözüm sürecinin nesine
karşısınız sorusuna cevap veren tutumları yok bu
karşı çıkan arkadaşların. Şunu daha çok söylüyorlar
demokrat değil bu siyasi parti, Tayyip Erdoğan’ın
niyetleri halis değil vs. tabi bu tür okumalarla ya
da neden durup dururken PKK silah bıraksın ki, bırakmasa daha doğru olur gibi analizlere baktığınız
zaman bu analizler temel olarak alerji üstüne oturan analizlerdir, dışlanmışlık üstüne oturan analizlerdir. Doğrudur, bu arkadaşların bir kısmı basın
özgürlüğü alanı daralınca, iktidarda şahsileşme artınca devre dışı kaldılar. Bu psikolojik faktöründe
ben eklendiğini düşünüyorum. Ama temelde ana
bakış Ak Parti merkezli, Tayyip Erdoğan merkezli
çarpık bir okumadır. Yani çözüm sürecine baksanız
tabii ki eleştirel olabilirsiniz ve bu sürecin hiçbir
işe yaramayacağını söyleyebilirsiniz ama yapılan
bu değildir. Yapılan, Ak Parti’nin demokrat olmadığı ve demokrat olmayan herhangi bir yapının böyle
bir sorunu çözemeyeceği gibi bir analizdir ki bu
tarihe de uygun değildir. Güney Afrika’da De Klerk
faşistin biriydi ama Mandela ile masaya oturdu. De
Klerk ne kadar demokrattı bütün bunlar tartışma
konusu. Dolayısıyla böyle bir faktör var.
Gezi Parkı eylemlerinin bu kırılmadaki rolünün ne olduğunu düşünüyorsunuz?
Gezi olaylarını muhafazakar kesim çok iyi anlamadı. Gezi olayları, seküler dünyanın kutsal değerine
değen bir olaydır. Solcuların kutsalına değen bir
olaydır. Yani nasıl Müslümanların kutsalı var ve o
kutsal söz konusu olunca büyük bir reaksiyon gösteriliyorsa, burada belki dinden bahsetmiyor olsak
bile seküler alanda ama sokak eylemleri, polis şiddeti, siyasi iktidarın dilinin nobranlığı, katılımcı
demokrasinin tümüyle reddi, çok ataerkil bir tepeden bakış, örselenme bütün bunlar açıkçası özellikle sol liberal kesim açısından gerçek bir kopuştur.
Ve bu kopuşun tarihi bir kopuş olduğunu görmek lazım. Sadece Ak Parti’nin politikalarıyla ilgili değil.
Orada sana kim olduğunu, nerede olduğunu, nereden geldiğini hatırlatan bir durum oluştu. Orada
da bir başka kopuş yaşandı. Özellikle sol liberaller
açısından bunu söyleyebiliriz ama biraz önce söylediğim gibi Kürt sorununa rasyonel olmadan bakış ya
da sistemin dışına çıktığı için biraz küçümseyerek
bakış bunlar daha liberal kesimde ortaya çıkan durumlar diye düşünüyorum.
17 ve 25 Aralık operasyonlarının bu kırılmada
yeni bir cephe açtığını düşünüyor musunuz?
Ayrıca aydınlar kırılmasının Ak Parti- cemaat
çatışmasını tetiklediğini düşünüyor musunuz?
Bu soruya cevap vermeden önce şunu da atlamamak
lazım özellikle son günlere bakınca ben Ak Parti’ye
üç kademede bakıyorum. Bu üç kademenin ikisini pozitif birini negatif görüyorum. Bunlardan bir
tanesi Ak Parti’nin Türkiye’de Kurulu bir elitist-Kemalist sistemi tersyüz etmesidir. Burada sosyolojik
bir eşitlenme hali var ve bu konuda olabildiğince
başarılı bir uygulama var. Hatalara takılırsanız hata
çoktur ama esas değildir. İkincisi, Türkiye’de orta
sınıf 2000’lerde toplam nüfus içinde %20 iken, bugün %44-45’lere erişmiş durumdadır. Hizmet kalitesinin yükselmesiyle, iç borç oranının düşmesiyle,
bu hizmete paraların vergiden değil de tasarruftan
akmasıyla refah kalitesinin son derece yükseldiği
müthiş bir ekonomik başarı ve ekonomik eşitlenme öyküsü var. Bunlar Cumhuriyet tarihinin ve
Ak Parti’nin çok önemli öyküleridir. Fakat bunların
yanında başından beri devam eden bir sorun var.
Bunlar sadece Ak Parti’yle ilgili değil. Ak Parti’yle
de muhafazakarlıkla da, şartlılıkla da ilgili olan bu
durum ataerkilliktir. Patriarkal bir siyaset anlayışı
var. Yani talepten hoşlanmayan, takdir etmekle yetinen, sorunların ne olduğunu dinleyerek katılımcı
demokrasi etrafında çözmekten pek hazzetmeyen
bir siyasi gelenek bu. Ak Parti’nin öyküsünde bu,
temmuz-ağustos 2015
17
Ak Parti’nin öyküsü üçlü bir
öyküdür. Bir tanesi liberal
politikalar, ikincisi çok kuvvetli
dayanışma politikaları, sosyal
politikalar, üçüncüsü de
özgüveni arttıran yerlilik ya
da yerel değer politikaları. Bu
üç unsurun iç içe geçmesiyle
Ak Parti kendini inşa etmiştir.
Ve burada kendinden beklenen
İslami değerleri ya da
politikaları perde arkasına
itmiştir.
belirleyici bir üçüncü unsur. Ve bu pozitif bir unsur değil. Ama ilk evrede yani 2002’den başlayan
2010’a giden evrede hissettiğimiz bir unsur değil.
Çünkü kavga edilen şey asker ve Kemalistler. Fakat bu arkadaşlar bertaraf olduktan sonra önemli
ölçüde Türkiye’nin Kemalist olmayanları baş başa
kalınca bu üslup problem çıkarmaya başladı. Mesela
katılımcı demokrasi, temsili demokrasi gibi biliyorsunuz Gezi olayları sırasında çok da manalı olmayan
tartışmalar yaşadık. Evet, temsili demokrasi bizim
için önemlidir çünkü bir türlü beceremedik askerler
yüzünden. Ama şimdi katılımcı demokrasi gibi bir
talep Ak Parti döneminde, üstelik Ak Parti politikalarının sonucunda ortaya çıktı. Burada da büyük
bir olumsuzluk ve menfilik var. Bu öyle bir noktaya
geldi ki zaman içerisinde siyaset dediğimiz değer
ya da kurum, bütün diğer değerler ve kurumlar üzerinde bir hegemonya kurmaya başladı. Özerklik kalmamaya başladı. Kültürün özerkliği, sosyalin özerkliği, Merkez Bankası hadisesinde gördüğümüz gibi
ekonominin özerkliği yok. Her şey siyasete bağlı.
Siyaset bir milli iradeye bağlı. Milli irade bir çoğunluğa, çoğunlukçuluğa bağlı. Onun başında da bir
şef var. Bu iyi bir şey değil. Bunu hepimiz eleştiriyoruz ama bir tek buraya odaklanırsanız Türkiye’de
faşizmi görürsünüz ve batı değerlerinden hareketle
bunlar olmuyor dersiniz. Batı değerlerinden hareketle -ki bu değerleri küçümsememek lazım- burada
ciddi sorunlar var ama buranın da değerleri var, bu-
18
temmuz-ağustos 2015
ranın sorunları var, buranın öyküsü var. Bu öyküden hareketle baktığınız zaman müthiş bir başarı
var ve bu başarının daha uzun süre devam etme
ihtimali var. Yani yeni bir anayasa, çözülecek bir
Kürt sorunu gibi önümüzde duran pek çok şey var.
Bu itibarla baktığımız zaman bu son söylediğim ve
benim de eleştirdiğim şeyi pek çok arkadaş tek mercek haline getirdiği için, tek bakış haline getirdiği
için burada büyük bir kopuş da yaşandı. Bu Gezi
olayları, cemaat meselesi filan hepsi bu merceğin
altında anlamlanmaya başladı. Yani bir toplum var
siyasetin hapsine girmiş, siyaset de bir adamın
elinde. Cemaat meselesine gelince, cemaat meselesi maalesef bu çerçevede algılandı. Tayyip Erdoğan ve Ak Parti’nin alerjik okuması onların özellikle
bu olumsuz yönetimle, yönetişimle ilgili otoriter
yönlerinin ön plana alınması ve bunun karşısında
olan her şeyin olumlanması söz konusu. Cemaat de
bu olumlanmaların bir parçası haline geldi. Hatta
cemaat, Ak Parti’ye yönelik eleştiriler ya da eleştiri arayışı dikkate alındığı zaman bir mağduriyet
merkezi olarak da tanımlanmaya başlandı. Yani sivil olan, yolsuzlukları ortaya çıkarmış iyi polislerin
bulunduğu iyi bir çerçeve olarak ve inanılmaz bir
şekilde, bu eleştirileri yapan arkadaşların en çok
yüklendikleri yer burası olmaya başladı. Yolsuzluklar var, bu yolsuzlukları örtenler ve ortaya çıkaranlar var. Cemaate karşı alınan bütün tedbirler aslında
cemaate karşı değil yolsuzlukları örtmek için alınan
tedbirlerdir gibi yine Türkiye’nin gerçeklerine değmeyen- bir miktar değinebilir yani yolsuzluk yoktur,
üstü örtülmüyordur demek aptalca bir şey, muhtemelen var ama bir tek o yok onun yanında başka bir
korkunç yapılanma var. Buradaki okuma basitliği,
Türk siyasetinden uzak durmak, anlama çabasından
uzak durmak, siyaseti sadece düz pozisyon almaya
indirgemek 18 yaşında bir çocuk gibi erkek olurken kız olurken delikanlı olurken, büyürken, kişilik
sahibi olurken büyük büyük laflarla büyük büyük
pozisyonlar almaya başlarız. Bu, bunun gibi erişkin
olmayan bir şey. Doğru budur, yanlış budur, iktidar yanlıştır, öteki doğrudur gibi çok dışarda kalan,
ötekini bilmeyen pozisyon almalar. Dolayısıyla evet
cemaat kavgası bu ayrışmada rol oynadığı gibi cemaat burada bir şemsiye görevini de bu aydın arkadaşlar için yapıyor.
Türkiye’nin Ortadoğu politikasının aydın
kırılmasındaki kırılmasındaki etkisini nasıl
değerlendiriyorsunuz?
Ak Parti’nin öyküsü üçlü bir öyküdür. Bir tanesi liberal politikalar, ikincisi çok kuvvetli dayanışma
politikaları, sosyal politikalar, üçüncüsü de özgüveni arttıran yerlilik ya da yerel değer politikaları. Bu üç unsurun iç içe geçmesiyle Ak Parti kendini inşa etmiştir. Ve burada kendinden beklenen
İslami değerleri ya da politikaları perde arkasına
itmiştir. Mikro düzeyde çok kuvvetli olarak bu değerler vardır. Hatta fetva alımları bile vardır, gidip
hoca efendilerle doğru mu yapıyoruz diye konuşmalar vardır. Ama bunlar karar veren adamın bireysel
kendini sınamalarıdır benim gidip bir din adamına
bunu doğru mu yapıyorum diye sormam gibi. Ama
bunun dışında İslami politikalar makro düzeye taşınmadı. Hangi noktada İslam geri gelmeye başladı
derseniz dış politika üzerinden geri gelmeye başladı. Yani Türkiye’de Ak Parti’nin İslami olanla, İslami
dille yeniden siyasi alan üzerinde açık tanışması,
konuşması dış politika üzerindendir, Ortadoğu üzerindendir. Bunu en çok hızlandıran da Arap Baharı
olmuştur. Oradan gelen İslami girdinin pozisyon
olarak dile yansıması, Sünnilik eleştirisi, Hamas’a,
İhvan’a destek eleştirisi bütün bunların önemli
bir rol oynadığını düşünüyorum. Ama bunu sadece
Arap Baharı’yla dışarıdan gelen bir girdi olarak görmemek lazım. Bu diğer bütün unsurlarla yan yana
geldiğinde anlamlanıyor. Bu arada Gezi oldu, Tayyip
Erdoğan batıdan kopan ve batı değerlerini hedefe
alan, düşünce özgürlüğünü eleştiren, içerideki talepleri tahkir eden bir dil edindi. Bütün bunları bir
araya aldığımızda o zaman bir anlamı var.
Mevcut aydın kırılmasında Türkiye aydınının
halkla yaşadığı ilişki yapısının ne kadar etkili olduğunu düşünüyorsunuz? Bu ilişkinin
Türkiye siyasi kültürüne etkisi nedir?
Öncelikle aydının zaten halkla ilişkisi yoktur. Aydın, halkı anlamaya çalışır, halk üzerinde çalışır.
Aydının işi halkın içinde dolaşıp siyaset yapmak
değildir. Bilgi üretir, kitap okur, elitisttir. Başka
türlü aydın olunmaz. Evine kapanıp ciddi ciddi kitap okuyup yukarıdan bakmadan aydın olamazsın.
Ama bu tek başına bir şey demek değil. Bizim aydınımız temel olarak batılı, batı geleneğinden gelen,
pozitivist aydındır. Aydın kavramı bile temel olarak
oraya oturmaktadır. Bunun karşısında yani İslami
kesimde aydından çok edebiyatçı, şair, anekdotçu,
dini çerçevede daha deruni fikirleri olan insanlar
görürüz. Yani batıdaki bir diyalektik ve sistematik
geleneği içerisinde bir aydın, muhafazakar dünyada
çok az olmuştur. En çok olabileni bile Cemil Meriç
gibi tam muhafazakar değildir. Bizim aydınımızın
temel problemi biraz önce söylediğim problemdi;
kendi toplumuyla, gerçek toplumuyla kavgalı, gerçek toplumundan hoşlanmayan ve bir toplum rüyası, hayali bir toplum fikri olan ve bu hayali toplumu oluşturmak ve kurmak için yazı yazan, siyaset
yapan ve fikir geliştiren bir bakış açısına sahip
olması. Böyle olduğu içindir ki kendi toplumuna
bakışta hep eleştirel, kötü, gelenekle kavgalı, dinle itişen bir aydın bakışı oldu. Ve bu aydın bakışı
toplumu anlamak istemiyor. Dikkat edin mesela sol
ekole hiçbir zaman İslami kesim demezler, muhafazakarlar derler, hiçbir zaman milliyetçiler demezler
ülkücüler, faşistler derler. Çünkü bir siyasi hareketin içerisinde bir toplumsal kesimi hapsetmek, yani
toplumsal davranış eşittir bir siyasi davranış haline getirmek, siyasi olana bakarken tüm toplumsal
olanı homojenleştirmek çok sınıfsal bir bakıştır.
O sınıfsal bakışın kültürel yansımalarına baktığınız zaman Türkiye’de, sınıf bulamayıp ülkücüleri,
Müslümanları bulduğunuz zaman sanki orada da
bir üretim süreci kültürel olarak ve bir siyasi görüş
herkesi tek tornaya sokarmış, dolayısıyla toplum
değil siyasi ana dokular, ideolojiler savaşırmış gibi
bir bakış açısı vardır. Hala mevcuttur. Hala pek çok
yazarda bunu bulursunuz. Bu liberaller açısından da
değişmez. Çok nadir arkadaşlarımız var tabi bugün
Kürt hareketini eleştiren ya da Tayyip Erdoğan’ı
eleştiren pek çok isim de bu hattın içinde değildir.
Ama Türk aydınının ortalama bakışı biraz böyle bir
bakıştır. Nadiren bizim mahallemizden böyle olmayan adamlar yetişti.
temmuz-ağustos 2015
19
Murat Sofuoğlu
[email protected]
Türkiye’nin
Koruculuk Sistemi
ve “Çözüm Süreci”*
Türkiye sisteminin terör
örgütü olarak tanımladığı
PKK karşısında bir bakıma
kendine yakın olduğunu
düşündüğü Kürtleri
örgütlemek ya da kendine
yakın olup olmadığını4 tespit
amaçlı kurduğu paramiliter
bir örgütlenmeye koyduğu
isim bu yapılanma içinde yer
alacakların statüsü ile ilgili
olarak sahip olunan kafa
karışıklığını ortaya koyması
bakımından ilginçtir.
I
SÜREÇ ARAŞTIRMA MERKEZİ olarak Geçici Köy Koruculuğu (GKK) Sistemi ve “Çözüm Süreci” projesini; barış ve huzur ortamının ülkemizde ve bölgemizde tesis edilebilme imkanlarının oluşturulması
bakımından tarihi ve kritik bir evre olarak içinde
bulunduğumuz “Çözüm Süreci”nde gerçekleştirmenin anlamlı olduğunu düşündük. Çünkü Türkiye’nin
en önemli meselesi olarak hep gündemde olan Kürt
Meselesinin bir sonucu olarak ortaya çıkmış olan ve
silahlı mücadeleyi yöntem olarak benimsemiş olan
PKK’ya/ye karşı mücadele amaçlı devlet tarafından
yapılandırılan GKK sisteminin mevcut durumunu
anlamanın silahsızlanmanın sağlanması bakımından Çözüm Süreci ile ilgili kritik bazı sorunların
tespitine yardımcı olacağını düşündük.
Bu bağlamda son projemizin ekibimiz tarafından
Kürt Sorunu üzerine gerçekleştirilen daha önceki
çalışmalarını takip eden çizgisi ve “Çözüm Süreci”
içinde gerçekleştirilmesi çerçevesi dahilinde pek
çok önemli bulguya ulaştığını düşünüyoruz.1 Bunların ilki projenin ana çerçevesini çizen GKK Sisteminin “Çözüm Süreci” içinde mevcut durumunu
anlamaya dönük bağlama bakıldığında kendini be-
20
temmuz-ağustos 2015
lirginleştiren bir dilemmaya işaret etmektedir. Bu
dilemma daha önceki bir başka aynı konuyla ilgili
çalışmada da vurgulanan ismi geçici ama kendisi
kalıcı bir sistemin varlığı ile kendini ortaya koymaktadır.2
tir. Bu belirsizlik projenin saha çalışmaları boyunca
karşımıza çıkan ve korucuların sürekli şikayet ettikleri SSKlarının dahi olmayışları, emeklilik haklarının daha yeni verilişi gibi pek çok hususta kendini
açığa çıkartmaktadır.
Türkiye Geçici Köy Korucuları ve Şehit Aileleri Federasyonu Başkanı Orhan Kandemir bu dilemmaya
şöyle işaret ediyor: “30 yıldır devam eden bir sistem
ama hep geçici deniyor. Neden Geçici? Neden geçmiyor? Evet… İsminin önünde “GEÇİCİ” sıfatı olmasına rağmen bu kadar uzun süreli kalıcı hale gelmiş,
dünyadaki tek sistem olma özelliğine sahiptir.”3
Bu soruların cevaplarını araştırmak belki de sistemin Hamidiye Alayları’na kadar geri giden Osmanlı
geçmişi de düşünüldüğünde Türkiye’deki sistemin
Kürtler ve Kürt Sorunu karşısındaki kararsız ikircikli
yapısını ortaya koyacak ve mevzubahis dilemmanın
boyutlarını anlamaya yardımcı olacaktır.
Korucular bir ihbarda bulunurcasına “devlet kaçak
işçi çalıştırıyor” diye bu durumu ifade ediyorlar.
Kuşkusuz sistemin özünde mündemiç olan belirsizlik korucuların kız kaçırmadan, tecavüze, gasp ve
hırsızlıktan adam öldürmeye ve faili meçhullere kadar suçlandıkları pek çok eylemin gerçekleşmesine
imkan veren boşluklar oluşturmaktadır. Korucuların
bu tür suçlara karışanlarının neredeyse tamamının
devletin resmi görevlileri ile beraber ya da devlet
görevlilerinin göz yumması ile bu eylemleri gerçekleştirdikleri vakidir.
Türkiye sisteminin terör örgütü olarak tanımladığı
PKK karşısında bir bakıma kendine yakın olduğunu
düşündüğü Kürtleri örgütlemek ya da kendine yakın
olup olmadığını4 tespit amaçlı kurduğu paramiliter
bir örgütlenmeye koyduğu isim bu yapılanma içinde
yer alacakların statüsü ile ilgili olarak sahip olunan
kafa karışıklığını ortaya koyması bakımından ilginç-
Mezkur dilemmanın derinliğinde Türkiye’nin Osmanlı geçmişine de uzanan Kürtlerle yaşadığı güven sorununun önemli bir rol oynadığı açıktır. Bu
güven sorunu hakim siyasi sistemin Kürtlerle kurduğu ilişkilere damgasını vurmaktadır. II. Abdülhamit döneminde kurulan Hamidiye Alayları’nın önde
gelen kimi komutanları daha sonra siyasi iktidarın
kendilerine yönelik değişen politikaları çerçevesinde bu sefer muhalif ya da asi olarak tanımlanmıştemmuz-ağustos 2015
21
lardır.5 Bunların en önemli örneklerinden biri aynı
zamanda I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı Ordusunun
Doğu cephesinde önemli görevler almış olan Cibranlı Albay Halit Bey’dir. Cibranlı Halit Bey daha
sonra Şeyh Said isyanının askeri veçhesinin hazırlanmasında kritik rol oynayan Azadi örgütünün kuruculuğunu ve başkanlığını yapmıştır.6 Kendisi aynı
zamanda Şeyh Sait’in kayınbiraderidir.7
Böylesi bir arkaplanda yükselen “Geçici Köy Koruculuğu” sistemi bu noktada Hamidiye Alayları’nda
olduğu gibi siyasi sistemin Kürtlerle olan güven
ilişkisinin yeni bir sorunsalı olarak karşımızdadır.
Bu sorunsalın siyasi sisteme hakim olanların egemen Kürt politikasını bir bakıma değiştirme sinyali
verdikleri “Çözüm Süreci” bağlamında yeni bir teste
tabi olduğu da açıktır. Hamidiye Alayları örneğinde
yaşandığı gibi hakim siyasi sistemin yapısı değiştiğinde uygulanan kimi politikalarda değişime uğramaktadır. II. Abdülhamit rejiminin yerini alan İttihat Terakki iktidarı Abdülhamit’in Hamidiye Alayları
politikasında kimi değişikliklere gitmiştir ki bunlar
özellikle Cumhuriyet’in kurulmasıyla beraber yukarıda bazı örnekleri verilen bu alayların kimi önemli
liderlerinin siyasi pozisyonlarında radikal değişiklikler oluşturacak ciddi bir takım sonuçlara neden
olmuştur.
22
temmuz-ağustos 2015
Benzer bir durumun Cumhuriyet tarihinin hakim
müesses yapısına muhalefeti ile bilinen AK Parti
iktidarının bir bakıma rejimin mevcut Kürt politikasını değiştirmeye dönük olarak uygulamaya soktuğu ve PKK ile müzakereye imkan veren “Demokratik
Açılım” (2009-2011) ve “Çözüm Süreci”(2013-..)
programlarında ortaya çıkması muhtemeldir.
PKK’ye/ya karşı mücadele amaçlı kurulmuş ve 30
yıl boyunca bu mücadelenin içinde yer almış olan
koruculara değişen politikanın kendileri açısından
ne tür sonuçlar doğurabileceği konusunda kapsamlı
bir program önermeden ve belli güvenceler vermeden mevcut süreci yürütmenin çok yönlü ve boyutlu
ciddi riskler oluşturduğu ortadadır. Görüştüğümüz
korucuların çoğu kendi toplumsal ve ekonomik statüleri ve gelecekleri bakımından ciddi kaygılar içindedir ve bu kaygıların hükümet ve devlet tarafından
acilen giderilmesini beklemektedirler.
Bu kaygılar bir yandan korucuların “Çözüm
Süreci”ne yaklaşımlarında sorunlar oluştururken diğer yandan kendilerinin devlet tarafından terk edildiği gibi bir izlenime sahip olmalarına da belli bir
ölçüde neden olmaktadır. Hemen hemen istisnasız
bütün korucular “Çözüm Süreci”ne kan dökülmemesi bakımından olumlu yaklaşmaktadırlar. Ancak bu
yaklaşım rezervlidir ve çekinceler ihtiva etmektedir.
Bazıları bu durumu sürecin tek taraflılığına bağla-
“Geçici Köy Koruculuğu” sistemi bu noktada Hamidiye Alayları’nda
olduğu gibi siyasi sistemin Kürtlerle olan güven ilişkisinin yeni bir
sorunsalı olarak karşımızdadır. Bu sorunsalın siyasi sisteme hakim
olanların egemen Kürt politikasını bir bakıma değiştirme sinyali verdikleri
“Çözüm Süreci” bağlamında yeni bir teste tabi olduğu da açıktır.
Hamidiye Alayları örneğinde yaşandığı gibi hakim siyasi sistemin yapısı
değiştiğinde uygulanan kimi politikalarda değişime uğramaktadır.
yıp süreç boyunca öldürülen korucubaşlarına dikkat çekiyorlar.8 Daha kaygılı olanlar ise durumu bir
“Çözüm Süreci” olmaktansa “tehdit süreci” olarak
tanımlamaya kadar gidiyorlar.9 Bazıları ise sürecin
samimiyetinden duyduğu kuşkuyu izhar ederek hakikiliğini sorguladı ve “Çözüm Süreci”nin “hileli”
olduğunu mevzubahis edilen barışın “yalan barış”
ve “göz boyama” olduğunu ifade ettiler.10
Herkes mevzide bekliyor; ama barış istiyoruz diyorlar.11
Korucuların haklarını alması için dağa mı çıkmaları
gerektiğini soranlar da oldu.12 Bu kaygıların PKK ile
belli bir anlayışa kavuşmuş olan korucuların yaşadıkları yerlerde nispeten azaldığı da gözlemlenmektedir.
Kuşkusuz yarı şaka yarı ciddi ifade edilen bu dağ
meselesi en azından Hamidiye Alayları tecrübesinden beri siyasi sistemin Kürtlerle kurduğu ilişkinin
paradoksal yapısına bir kez daha dikkat çekmektedir. Türkiye siyasi sisteminin Kürtlerle kurduğu
ilişkilerin kaybeden ve kazananlarındaki dengesizlik meselenin bir tarafına çözüm getirme çabasının
başka taraflarda yaralar açmaya matuf yoğun bir
potansiyel taşıdığı ortadadır. Bu dengesizliğin bir
zamanlar bölgenin etkili devlet yanlısı korucubaşlarını Kürt siyasi hareketi ile işbirliği yapmak noktasına getirdiği de ortadadır.13 Bu durum bir yandan
böylesi aşiret reisleri ya da korucubaşlarını kendi
saflarına kabul edip etmeme noktasında Kürt hareketini tereddüde sevkederken diğer yandan devletin
ve hükümetin de Kürt hareketi ile birlikte hareket
etmeye karar veren böylesi bölgesel liderlere karşı
net bir politika oluşturmasına engel olmaktadır.
Genel olarak gözlemlenen Kürt hareketinin bu liderlere kapıyı açık tutarken devletin de bu aşiret lider-
lerinin kontrolü altında olan ve hem BDPli hem de
korucu olmaya devam eden GKKlara karşı göreceli
bir müsamaha gösterdiğidir. Bu tür vaziyetler Kürt
sorununun karmaşıklığı kadar bölgesel realitelerin
zor denklemini de su yüzüne çıkartmaktadır. Sonuç
olarak bu tür hallerin “Çözüm Süreci”nin ilerleyen
safhalarında 1980 ve 90lı yıllarda GKK sistemi ile
siyasi sistemin bölgeye getirmeye çalıştığı yeni ittifak düzeninin radikal değişimlere uğrayabileceğinin işaretlerini verdiği söylenebilir.
Bu çerçevede siyasi sistemin PKK ile geliştirilen
“Çözüm Süreci”nde hareketin Türkiye sınırlarında
silahsızlandırılmasını sağlama noktasında sürdürülen müzakere sürecinde GKK sistemine ne olacağına
ve korucuların da nasıl ve hangi safhada silahsızlandırılacağına dair de ciddi bir perspektife sahip
olması sürecin dengeli yürütülmesi bakımından
elzemdir. Bu dengenin sağlanabilmesi için siyasi
sistemin Osmanlı’dan bu yana Kürtlerle yaşadığı
güven bunalımını ve sorununu külli olarak çözecek
insan haklarına ve sivil-eşit demokratik vatandaşlığa dayanan ve tüm kesimleri ikna etmeye matuf
kapsamlı bir barış projesi geliştirmesi gerçek çözümün sağlanması bakımından kritiktir. Ancak böylesi
bir yol bu projede kendini belirginleştiren mezkur
tarihi dilemmayı çözme kapasitesine sahiptir.
II
Bu dilemma çerçevesinde tartışılması icap eden ve
bir bakıma devletin Kürtler arasındaki çelişkilerden
faydalanması kadar PKK eylemlerinden de kaynaklanan Kürt coğrafyasındaki kimi aşiretlerin kolektif
olarak aşiret önde gelenlerinin kararları sonucu korucu olmaları noktasıdır. PKK dağlarda silahlı mücadeleye başlamasını müteakip gerilla mücadelesinin
temmuz-ağustos 2015
23
Projemiz saha çalışmaları pek
çok noktada Türkiye’nin 90lı
yıllar boyunca geliştirdiği
Koruculuk sisteminin
yerleştirilmesine paralel köy
boşaltma politikasının başarısız
olduğunu göstermektedir.
Devletin bu köyleri boşaltarak
PKK etkisini bölge halkı
nezdinde zayıflatmak ve
bölge güvenliğini sağlamak
amaçlarının, tam tersi sonuçlar
oluşturduğunu söylemek abartılı
olmayacaktır.
yapısı icabı mücadele ettiği devletin silahlı güçlerinin erişim sağlaması en güç olan sınır hattını ve
korunması en güç olan dağ köylerinin bulunduğu
mıntıkaları kendine hedef seçmiştir. PKK’nin/nın
silahlı mücadeleyi başlattığı zamanların özellikle
ilk evrelerinde bu mıntıkalarda kontrolü sağlamak
ve bölge halkı nezdinde temsil kabiliyeti kazanmak
için köy baskınları yaptığı bilinmektedir. Bu süreçte bu amaçlar çerçevesinde özellikle Şırnak-Hakkari
dağ ve sınır hattında bulunan kimi aşiretlerin önde
gelenlerine karşı PKK’nin/nın yaptığı saldırıların bu
aşiretlerin kolektif bir kararla korucu olmasında etkili olduğu gözlemlenmektedir.
Jirqi aşireti daha korucu olmadan aile fertleri sürekli evden alıkonuyordu. PKK de Hogir diye biri vardı,
hangi köye geldiyse ileri gelenleri alıp öldürüyordu.
Sonra bir kişinin daha yaylada boğazının kesildiğini
gördük. Hogir 4 kişi daha aldı ve onlara dedi ki gelin
konuşalım; ama onları götürüp bağlayıp yaktı. Jirqi
aşireti birbirine sahip çıkan bir aşirettir, sonra hepimiz bir araya geldik ve korucu olmaya karar verdik.
İşte Jirqiler bu mücadele için korucu oldu. O zaman
Hogir bizi de almaya çalıştı, ama ben tahmin etmiştim bizi öldüreceğini ve tedbirimizi almıştım.14
Şırnak merkezde Tatar ailesinin kasrına karşı PKK’nın/
nin yaptığı saldırı da benzer sonuçlar üretmiştir.
24
temmuz-ağustos 2015
Apocular çıktı dediler, ben lise ikideyken. Bir gece
babamla otururken ajans haberleri izlerken, birden
silah seslerini duyduk ve aşağı mahalleye gittik. Her
tarafta kan vardı. Kendi akrabalarımdı hepsi yerde
yatanlar. Kuzenim, amca çocuklarım ve bir tane de
misafir vardı. O da öldürülmüştü. O zamanlar buralarda otel olmadığından insanları biz ağırlıyorduk. Suçsuz bir insan öldürüldü. Aile büyüğümüz bu olayları
görünce, biz de korucu olmaya karar verdik. Biz yıllardan beri bu topraklar için savaşmış bir aileyiz, aileydik. Bu olaydan sonra aile olarak gidip başvurduk
devlete korucu olmak için.15
Devlet ise PKK’nin/nın korunması en güç olan bu
sınır ve dağ hattında tutunmasını engellemek için
PKK’nin/nın eylemlerinden de faydalanarak Korucu
sistemini bölge halkına kabul ettirmeye çalışmış ve
bu hatta bulunan köylere ve aşiretlere korucu sistemini kabul ettirme politikasını aktif bir şekilde
uygulamıştır. Koruculuğu kabul etmeyen köyler ise
boşaltılmıştır ve çoğu zaman kullanılamaz hale gelmesi için de yakılmış ve yıkılmıştır. Boşaltılan kimi
köylere ise koruculuğu kabul edenler yerleştirilmiştir. Devlet uyguladığı bu politika ile sınır ve dağ hattında PKK’nin/nın etkinliğini sınırlamak istemiştir.
Projemiz saha çalışmaları pek çok noktada
Türkiye’nin 90lı yıllar boyunca geliştirdiği Koruculuk sisteminin yerleştirilmesine paralel köy boşaltma politikasının başarısız olduğunu göstermektedir. Devletin bu köyleri boşaltarak PKK etkisini
bölge halkı nezdinde zayıflatmak ve bölge güvenliğini sağlamak amaçlarının, tam tersi sonuçlar oluşturduğunu söylemek abartılı olmayacaktır. Köyleri
boşaltılan halk ya ilçe ya da şehir merkezlerine ya
da İstanbul, İzmir ve Mersin gibi büyükşehirlere
akın etmiştir. Sonuçta bu zorunlu göçe maruz kalan Kürt ailelerinin büyük çoğunluğunun mevcut
ancak kendine yeten ekonomik durumları daha da
kötüleşmiş ve oluşan mağduriyet hissinin faili olarak devlet görülmüştür. Ayrıca bu köy boşaltmalarını yapan devlet görevlilerinin genel olarak halka
davranış biçimleri ve çoğu zaman uygulanan zalim
yöntemler Kürt halkının hafızasında derin yaralar
oluşturmuştur. Şimdi pek çok şehrimizin varoş nüfuslarını oluşturan zorunlu göç mağduru bu en fakir
Kürtler PKK’nin/nın en kızgın sosyal tabanı olarak
öne çıkmaktadır. Başka bir deyişle devlet bu köyleri
boşaltarak bu nüfusu PKK’den/dan uzaklaştırmaya
çalışmışsa tam tersi sonuçların oluştuğu ortadadır.
Diğer yandan salt bir askeri güvenlik perspektifinden bakıldığında bu köylerin boşaltılmasıyla devlet
mezkur bölgenin güvenliğini sağlayabilmiş midir?
Sahada bizzat korucularla yapılan görüşmeler boşaltılan sınır köylerinin çoğunun PKK etkisi altında
hatta geçmişte belde statüsünde olan kimilerinin
PKK denetiminde olduğunu ortaya koymaktadır.16
Bu cihetten de devletin 90lı yıllardaki köy boşaltma
politikalarının başarısız olduğu açıktır.
PKK ise yukarıda bazı örnekleri verilen köy baskınları ve saldırıları ile ilgili olarak kendine göre bir
özeleştiri geliştirme yaklaşımı içindedir. Kandil’deki
PKK liderlerinden Cemil Bayık yaptığı son röportajlarından birinde “Geçmişte yaptığınız, ama bugün
pişman olduğunuz bir olaya örnek verebilir misiniz?” sorusuna cevap olarak “Örneğin, Türkiye’de
köy korucularına karşı takındığımız tavır” demiştir.
Bir kongremizde bu kişilerin isimlerini açıklama kararı almıştık. Ancak bugün, bir zamanlar bize karşı düşman gibi olan köy korucularının çoğuyla şimdi irtibat
halindeyiz. Şimdi bizi destekliyorlar. Hatalarımızdan
ders çıkardık.17
III
Yukarıda sözü edilen dilemmanın Koruculuk sistemi
ile ilgili ortaya koyduğu başka bir boyut araştırmamız boyunca gözlemlediğimiz çoğu zaman üstü kapalı ifadelerde kendini ortaya koyan ama bazen de
açıkça ifade edilen “değersizlik hissi”dir. Kuşkusuz
ismi “geçici” olan bir sisteme dahil olan, SSKları olmayan ve emeklilik hakları daha yeni temin edilen
korucuların devlet tarafından kullanılıp kullanılmadıkları konusunda kafaları karışıktır.
Buradaki BDPliler “devlet sizi limon gibi sıktı. Sizi kullanıyor ve sizi işiniz bitince çöpe atacak” diyorlar.18
Aynı korucu kendi durumlarını bir tür “sahte okey”
gibi gördüğünü de ifade ediyor.19 Başka bir korucu
ise kendilerine “ispiyoncu” denildiğini ifade ediyor.
Fakat halkın bir kısmı sizi kabullenemiyor. Bize sürekli ispiyoncu deniliyor. Devlet de tam sahip çıkmı-
yor. Korucunun şehidi bile tam şehit değildi, daha
yeni son zamanlarda düzeldi bu. Bu halkın içinde korucu olmak çok zor.20
Bir başka korucu ise bu durumu görev tanımlarının
belirsizliği ile ifade etti. Kendilerine köyü koruyacakları başta devlet tarafından söylendiği ancak
daha sonra pek çok şeyin yaptırıldığı keza çoğu
korucu tarafından ifade edilen noktalardan biriydi.
Biz köy değil dağ korucusuyuz. Bize ilk korucu olduğumuzda birçok şey söylenmemişti. Koruculuk köleliktir.21
Dolayısıyla korucuların yoğun bir şekilde raporumuzun XII. bölümüne ismini veren bir “arada kalmak” psikolojisini yaşadığı açıktır. Statüleri sözde
“geçici” olmasına karşın kendilerine özde herşey
yaptırılan ama sonuç olarak kimseye kendini tam
olarak kabul ettiremeyen ya da “yaranamayan” bir
grup olarak kendilerini görüyor gibidirler. Korucu
olmayanlar da bu durumun fazlasıyla farkındadırlar.
Biz korucu ve PKK ile beraber yaşarız. Korucularla
biraz zor olabilir. Çünkü toplum içinde dışlanmışlar.
Biz askerin yanına gittiğimizde bize iyi davranıyorlar.
Çay veriyorlar; fakat bir korucu geldiğinde ona köpek
gibi davranıyorlar.22
temmuz-ağustos 2015
25
Saha çalışmalarımızın ilginç
duraklarından biri Van’ın Erciş
ilçesinin Ağrı sınırına yakın
Kırgız köylerinden biri olan
Ulupamirlerdi. Afganistan’daki
çatışmadan kaçarak Türkiye’ye
geldiğini söyleyen Kırgız kökenli
korucubaşı muhatabımız bir
başka çatışmanın içinde kendini
bulduğunu söylerken yağmurdan
kaçarken doluya yakalanan
bir insan konumundaydı.29
Çok farklı coğrafyalarda farklı
nedenlerden dolayı çatışma
yaşamış Kırgız korucunun
silahla ilgili analizi de oldukça
yol göstericidir. “Silah şiddettir,
şeytandır. Biz bunu taşıdığımız
sürece Şeytan bizimle
beraberdir.”
Bu arada kalış ve kendini kabul ettirememe durumunun sistemin kendisinden kaynaklandığına dair
yoğun bir eleştiri de vardır. Devletin baştan beri
sözünü ettiğimiz Kürtlerle kurduğu ilişki yapısının
Hamidiye Alayları’na kadar geri giden ikircikli karakterinin oluşturduğu dilemma Türkiye’nin Kürt
Sorunu’nun temellerine işaret ettiği kadar devlet
politikalarının ülkenin ihtiyaç duyduğu toplumsal
mutabakat ve uzlaşma ortamının kurulmasına da
engel olduğunu ortaya koymaktadır. Saha çalışmalarında konuştuğumuz insanların ister korucu
isterse korucu olmasın bu durumu bir “fitne” olarak
tanımlamaları anlamlıdır.
Devlet halkın içine fitne sokuyordu. Bunlar Apocu
bunlar bölücü deyip halkı birbirine düşürüyordu. Korucu olmaktan memnun değilim; bazı konularda kendimden nefret ediyorum.23
26
temmuz-ağustos 2015
Koruculuk fitne gibidir. Bu korucu sistemi olmasaydı
barış ortamı sağlanırdı. Korucular Kürtlerden seçiliyor, böylece Kürdü Kürde kırdırıyor ve barış gelmiyor.
Koruculuk sistemi yüzünden hayatım perişan oldu.24
IV
Bu “fitne” ortamında insanlar hayatlarının anlamlarını sorguluyor ve belki de çoğu zaman yaşamlarını değersiz buldukları için kendilerini çaresiz hissediyorlar. Bu noktada PKK’nin/nın Kürt kimliğinin
onurlu bir şekilde inşası yoluyla hayata anlam veren
ve değer kazandıran çare olarak Türkiye’nin Kürtlerin
yoğun yaşadığı bölgelerinde kendini ortaya koyduğu
açıktır.25 Bu çerçevede düşünüldüğünde devletin PKK
lideri Abdullah Öcalan ile yapılan müzakereler temelinde Kürt politikasını değiştirmeye yönelik olarak
geliştirdiği Demokratik Açılım (2009-2011) ve Çözüm
Süreci (2013-…) programları Osmanlı geçmişinden
beri kendi Kürt nüfusuyla devletin yaşadığı dilemmayı çözmesi bakımından kritik öneme sahiptir. Bu
Başbakan Davutoğlu’nun son zamanlarda atıf yaptığı
siyasi sistemin kendi iç “restorasyon”unu sağlaması
bakımından da büyük önem taşımaktadır.26
Bu PKK lideri Öcalan’ın İmralı’dan gönderdiği ve
son Diyarbakır Newrozunda okunan ve çoğu yorumcu tarafından bir silahsızlanma çağrısı olarak da
algılanan mesajı çerçevesinde değerlendirildiğinde
de önemli implikasyonlar taşımaktadır. Türkiye ve
bölgedeki çatışmanın ve Kürtler arasına devlet tarafından sokulan “fitne”nin, yani Kürdü Kürde kırdırmanın sona ermesi ve silahın sorunlar çerçevesinde devre dışı kalması bakımından Öcalan’ın çağrısı
aynı zamanda tarihidir. Öcalan’ın çağrısında “revizyon, restorasyon ve yeniden inşa”dan bahsetmesi27
devletin Kürt dilemmasını çözmesi noktasında bir
karşılıklılığın oluştuğunu göstermesi bakımından
da manidardır.
Umarız benzer kelimeleri çatışmanın karşı kutuplarında yer alan liderlerin kullanması Kürt Sorununun
“Çözüm Süreci”nin taraflar ve toplumlar arasında
gerçek bir mutabakat ve uzlaşmanın gelişme zemininin güçlü varlığına işaret etmektedir.28 Sorunlarımızı silahın devre dışı kaldığı bir ortamda, diyalog
ve konuşma yoluyla çözme seviyesine ulaşmak sanırız ülkede yaşayan herkesin ortak dileğidir.
Saha çalışmalarımızın ilginç duraklarından biri
Van’ın Erciş ilçesinin Ağrı sınırına yakın Kırgız köylerinden biri olan Ulupamirlerdi. Afganistan’daki
çatışmadan kaçarak Türkiye’ye geldiğini söyleyen
Kırgız kökenli korucubaşı muhatabımız bir başka
çatışmanın içinde kendini bulduğunu söylerken
yağmurdan kaçarken doluya yakalanan bir insan
konumundaydı.29 Çok farklı coğrafyalarda farklı nedenlerden dolayı çatışma yaşamış Kırgız korucunun
silahla ilgili analizi de oldukça yol göstericidir. “Silah şiddettir, şeytandır. Biz bunu taşıdığımız sürece
Şeytan bizimle beraberdir.”30 Bu minvalde hemen
hemen bölgedeki herkesin silahın devre dışı kaldığı
bir yaşamı hayal ettiğini söylemek gereksizdir.
GKK Sistemi ve “Çözüm Süreci” Projesi ile GKK
Sistemi’nin mevcut durumunu bizzat saha çalışmalarının verileri çerçevesinde ortaya koyarak bir
bakıma “Çözüm Süreci”ne ve genel olarak çözüme
katkı sağlamak, Kürt sorununun çetrefilli yapı-
sına, silahsızlanma sürecinin zorluklarına dikkat
çekmek ve aktörlerin pozisyonlarındaki yenilikleri
gözler önüne sermeye çalıştık. Çalışmanın “Çözüm
Süreci”nin silahsızlanma safhasına geçilmesi noktasında GKK Sisteminin farklı bölgelerdeki farklı haller ve uygulamalar göz önüne alınarak nasıl
dönüştürüleceği ve PKK’nin/nın silahsızlanması
sürecinde korucuların da silahsızlandırılmasının nasıl sağlanacağı konusunda önemli ve yol gösterici
analizler içerdiğini düşünüyoruz.
Son olarak 7 Haziran seçimlerinin işbirliğini zorunlu
kılan siyasi tablosu çerçevesinde ve 2015 Newrozu
çağrısının ufkunda silahsızlanmanın ve Türkiye’nin
“restorasyon ve yeniden inşası”nın sağlanması için
önümüzdeki günlerin kritik öneme sahip olduğunu
vurgulamak isteriz.
Süreç Araştırma Merkezi “Geçici Köy Koruculuğu Sistemi ve
‘Çözüm Süreci’”* projesinin nihai raporu www.surecanaliz.org
sitesinde yayınlandı.
KAYNAKÇA
1
2
3
4
5
6
7
8
9
10
11
12
13
14
15
16
17
18
19
20
21
22
23
24
25
26
27
28
29
30
Ayrıntılı bilgi için bkz.
http://www.surecanaliz.org/sites/default/files/tmp/dergi/gkk_sistemi_ve_cozum_sureci_nihai_rapor.pdf
Şemsa Özar, Nesrin Uçarlar ve Osman Aytar (2013), Geçmişten Günümüze Türkiye’de Paramiliter Bir Yapılanma Köy Koruculuğu Sistemi,
Diyarbakır: DİSA, s. 87.
Orhan Kandemir (2012), Korucuların Çözüm Süreci İçerisindeki Sıkıntılarını ve Özlük Hakları İçin Yapılması Gereken Hususlar, Ankara: s. 1.
Ya da yakın olmasını sağlamak için.
Özar, 2013, s. 32
Martin Van Bruinessen (2004), Ağa, Şeyh, Devlet, İstanbul: İletişim Yayınları, s. 411-412
Özar, 2013, s. 33
02.12.2014 Hakkari Şemdinli. Erkek. Korucu.
11.11.2014 Şırnak İdil. Erkek. Korucu.
16.11.2014 Mardin Midyat. Erkek. Korucu.
A.g.e.
25.11.2014 Van Erciş. Erkek. Korucu.
24.11.2014 Van Başkale. Kadın. Belediye Yöneticisi.
29.11.2014 Hakkari Kırıkdağ. Erkek. Korucubaşı.
7.11.2014 Şırnak Merkez. Erkek. Korucubaşı.
1.12.2014 Hakkari Yüksekova. Erkek. Korucubaşı.
Cemil Bayık: Barış olursa Türkiye’ye dönerim, Türkiye güzel, 5 Ocak 2015, http://www.taraf.com.tr/politika/cemil-bayik-baris-olursa-turkiyeye-donerim-turkiye-guzel/ Bu haber Alman Die Zeit gazetesinin Bayık ile yaptığı röportajın çevirisi niteliğindedir.
16.11.2014 Mardin Midyat. Erkek. Korucu.
A.g.e.
26.11.2014 Van Merkez. Erkek. Korucu.
23.11.2014 Van Çatak. Erkek. Korucubaşı.
23.11.2014 Van Çatak. Erkek. İşçi.
23.11.2014 Van Çatak. Erkek. Korucubaşı.
23.11.2014 Van Çatak. Erkek. İşçi.
Ayla Yazıcı (2012), Hakkari’de Yaşayan İnsanların Ruhsal Ortamlarının Psikoanalitik Olarak Değerlendirilmesi(İstanbul), Yayınlanmamış.
Raporun özeti için bkz. https://t24.com.tr/media/editorials/files/hakkari%20raporu%2024_7_2010(1).doc
“’Restorasyon’” programda”, 27 Ağustos 2014, http://www.hurriyet.com.tr/gundem/27083332.asp
“Öcalan’dan “revizyon, restorasyon ve yeniden inşa çağrısı”, 21 Mart 2015, http://www.soldefter.com/2015/03/21/ocalandan-revizyon-restorasyon-ve-yeniden-insa-cagrisi/
Murat Sofuoğlu, “AK Parti-PKK Hattı”, 19 Ekim 2014, http://www.surecanaliz.org/makale/ak-parti-pkk-hatti
25.11.2014 Van Erciş Ulupamirler. Erkek. Korucubaşı.
A.g.e.
temmuz-ağustos 2015
27
Ahmet Azaklı
[email protected]
RESTORASYONA DOĞRU
İngiliz reformunun 8. Henry ile başladığı,reformu
başlatan şeyin reform ihtiyacı değil, Henry’nin özel
hayatındaki çalkantılar olduğu söylenir. Kral Henry,
kendisine erkek evlat veremeyen eşini boşayıp yeni
bir evlilik yapmak istemektedir, bu sayedeİngiliz
tahtındababası ile başlayan Tudor Hanedanı günlerini geleceğe güvenle taşıyacaktır.
28
temmuz-ağustos 2015
İkinci evliliğe onay vermeyen Katolik Kilisesi’yle
karşı karşıya gelir,baskıya boyun eğmez.Kiliseyi tanımadığını ilan eder, Boleyn Kızı’nı kendine eş seçer vekurucuüyesi olduğu Anglikan Kilisesi’ni mezhep edinir. İngiliz tarihindeki Katolik Kilisesi’nden
kopuş ve reform hareketi bu vesileyle başlamış olur.
Öldüğünde muhtemelen gözü arkada değildir, Anne
İlk anayasasının ilk maddesinde“Hâkimiyet bila kaydü şart milletindir”
yazanTürk bağımsızlık hareketi, lideri Kemal Paşa’nınreisicumhurluğu
ve cumhuriyetin ilanından sonra reform gerekçesiyle, batılılaşma ve
Osmanlı’dan kopma kayıt ve şartını koyar cumhurunun önüne. Önce dini
otorite, halifelik lağvedilir, sonrasında açılan muhalif düşünceli partiler
kapatılır.Batılılaşma ve modernleşmeyeöncelikverilmiş, çokseslilik
gelecek günlere bırakılmıştır. Kısa bir süre sonra,ulusun büyük çoğunluğu
“egemen” kelimesinin anlamını dahi bilmezken, meclis kürsüsünün
arkasında “Egemenlik Ulusundur” yazmaya başlar.
Boleyn’den de oğlu olmayınca yaptığı 3. evlilik sonuç vermiş, ardında bir erkek evlat bırakmıştır. 9
yaşında babasınınölümüyle kral olan,annesini doğduğu gün kaybetmiş bulunan oğlunun,evlenecek
yaşa gelmeden, 15 yaşında veremden öleceğinden
haberdar değildir.
Hanedanınson üyesiKraliçe Elizabeth, uğruna bir
halkın din değiştirdiği Anne Boleyn’in kızıdır,ona
da çocuk sahibi olmayı bırakın, evlenmekbile nasip
olmaz. Öldüğünde babası 8. Henry’nin evlatlarınınkanından tahta geçecek kimsekalmamıştır arkada,
halasının torunuJames kral olur. Hala Margaret
geçmişin İskoç Kraliçesi’dir, İskoç Kralı 6. James,
İngiliz Kralı 1. James olarak tarihe geçer.Başka bir
hanedanın eline geçmemesi uğruna kiliseyle restleşilen taht, başka bir ulusun eline geçer,Katolik
İngilizler, 50 sene içinde Protestan bir İskoç kralın
sultasınagiriverir. Dimyat’a pirince giderken evdeki
bulgurdan olmuştur kral Henry, daha güçlü bir yönetim umarken, ardında bölünmüş bir ülke bırakır.
Dini otoriteyi reddedip reform hareketini başlatmak
ve sonunda aslında evdeki bulgurdan olmak biraz
tanıdık bi hikâyedirbize.
İlk anayasasının ilk maddesinde “Hâkimiyet bila
kaydü şart milletindir” yazan Türk bağımsızlık hareketi, lideri Kemal Paşa’nınreisicumhurluğu ve cumhuriyetin ilanından sonra reform
gerekçesiyle,batılılaşma ve Osmanlı’dan kopma
kayıt ve şartını koyar cumhurunun önüne. Önce
dini otorite, halifelik lağvedilir, sonrasında açılan
muhalif düşünceli partiler kapatılır.Batılılaşma ve
modernleşmeyeöncelikverilmiş, çokseslilik gelecek
günlere bırakılmıştır. Kısa bir süre sonra,ulusun bü-
yük çoğunluğu “egemen” kelimesinin anlamını dahi
bilmezken, meclis kürsüsünün arkasında “Egemenlik Ulusundur” yazmaya başlar.
Atatürk’ün
mirasçıları,
Avrupa’da
esen
otokrasirüzgârlarının da etkisiyle çok seslilik ve
ulusal egemenlik kavramlarını daha yüksek bir rafa
kaldırır. Çoksesliliği, demokrasiyi, seçimi ülkeye
getiren, Kemalist Türkiye’nin tutkuyla peşinden
koştuğu Batı,ve konu hakkındaki dayatmaları olur.
Sonuç, Osmanlı mirasına sahip çıkan, kapatılan kurumların devamı niteliğindeki Demokrat Parti’nin
1950’de seçimle iktidara gelişidir.Kazananların sloganı manidardır : “Yeter Söz Milletin”
Zürriyetinin devamı uğrunda büyük zorlukları göze
alan 8. Henry gibi, Atatürk de, düşünsel zürriyetinin
devamı için büyük kararlılık göstermiş, ancak uğruna
savaş verdiği şey, ölümünden sonra mirasçılarınaihanet etmiştir, o da ardında bölünmüşbir ülke bırakır.
8. Henry bakiyesi bölünmüş İngiltere, önce Katolik– Protestan çatışması, akabinde İskoç öğretisi – İngiliz geleneği kavgalarıylayoğrulur. Katolik
İngilizler, tahta gelişinin 2. yılında,Kral James ve
parlamentoyu meşhur barut komplosu ile havaya
uçurmaya çalışır, başarılıolamazlar. Ömrünümuhaliflerle mücadeleyle geçiren kral,22 yıllık saltanatın
ardından tahtını oğluna bırakmayı başarabilir ama
İngiliz tarihinde oğul 1. Charles dönemi, Parlamento güçleri ile kral yanlıları arasında geçen 10 yıllık
bir iç savaş ile anılır.
Türkiye’deki Atatürk bakiyesi bölünmüşlük, daha
modern,daha kansız bir iç savaş olarak, Demokrat
Parti’li muhaliflerin mevzi kazanmalarıyla başlar.
Muhalefet etmeye alışık olmayan Kemalist Hanedan,
temmuz-ağustos 2015
29
sandıkta yenemediği Menderes yönetimini,fırsatını
bulunca sahip olduğu silahlı kuvvetler aracılığıyla devirir, devirme gerekçesi “kardeş kavgasına
son vermek” kaygısıdır.Akabinde hanedan önce
komünizmle,sonra irtica ile girdiği savaşlarda düşe
kalka bir saltanat sürdürür,mutlak mağlubiyeti ise
halkın büyük çoğunluğunun desteğini alan Tayyip
Erdoğan’a karşı alır.
İngiltere’deki iç savaşın mutlak galibi, kraliyet
güçlerine karşı parlamentonun ve halkın büyük
desteğinin sahibi Oliver Cromwell olur. Savaş başladığında alt rütbeden askerliğe adım atmış bir politikacıdır Cromwell. Girdiği çatışmalardan sürekli
galip ayrılır, galip geldikçe rütbesini artırır, rütbeyi
artırdıkça arkasına aldığı desteği büyütür, nihayet
savaş kazanıldığında devrimin lideri konumundadır.
İngiliz tarihinde gen ya da evlilik yoluyla değil halk
iradesiyle gelen ilk lider, bir başka deyişle “İngiliz
cumhurunun seçilmiş ilk başkanı” olur.
İç savaş sonrası İngiltere’de cumhuriyet rejimine
geçilmiştir, ülke idaresinden sorumlu, Cromwell liderliğinde bir konsey ve parlamentodan oluşan bir
yapı kurulmuştur. Hanedan, vesayet yoktur artık.
Oğul Cromwell, baba yadigarı
Koruyucu Lord ünvanıyla başa
geçer, ama babasının dirayetine
sahip bir lider değildir,1 yıl
bile olmadan görevi bırakmak
zorunda kalır. Alternatif yönetim
arayan babasının silah arkadaşı
askerler, sistem yokluğunda
eski sistemden medet umarak,
devrik kral Charles’ın oğlu 2.
Charles’ı getirip tahta oturtur.
İngiliz tarihinde “Restorasyon”
adı verilen dönem böylece
başlamış olur, İngiltere’yi
bir sonraki yüzyılın süper
gücüolmayahazırlayacak
“Görkemli Devrim”i
başlatmakiçin 30 yıl daha iktidar
sancılarıçekilecektir.
30
temmuz-ağustos 2015
Parlamentonun kaderi, dört yıl içinde,“karar almakta
zorlanan, icraatların önünde engel olmaktan öteye
gidemeyen bir grup vatan haininden ibaret”olmak
gerekçesiyle Cromwell tarafından kapatılmak olur,
yerine yeniüyelerden oluşan bir meclis kurulur.
Yeni meclis ve yeni anayasayla birlikte Cromwell
“Koruyucu Lord” ünvanı ile yaşam boyu iktidar
yetkisi alır, ölümünden sonra yerine geçecek kişiyi
seçme hakkı da kendisindedir.
2 yıl sonra, yeni meclis de Koruyucu Lord tarafından kapatılır ve ülke yönetimi, onun sözünden
çıkmayan bir grup generale emanet edilir.Tahmin
edileceği üzere, İngiltere, İrlanda ve İskoçya, ölümüne kadar bizzat Cromwell’in inisiyatifiyle yönetilir. Ölümüyle İngiltere’de yönetim sancıları tekrar
alarm verir, takip edilecek bir sistem bırakmamıştır arkada, kuvvetler ayrılığı, liberalizm henüz icat
edilmemiştir, John Locke bütün bu olan bitene şahit olan 26 yaşında genç bir bilim adamıdır.
Oğul Cromwell, baba yadigarı Koruyucu Lord ünvanıyla başa geçer, ama babasının dirayetine sahip
bir lider değildir,1 yıl bile olmadan görevi bırakmak
zorunda kalır.Alternatif yönetim arayan babasının
silah arkadaşı askerler, sistem yokluğunda eski sistemden medet umarak, devrik kral Charles’ın oğlu
2. Charles’ı getirip tahta oturtur. İngiliz tarihinde
“Restorasyon” adı verilen dönem böylece başlamış
olur, İngiltere’yi bir sonraki yüzyılın süper gücüolmayahazırlayacak “Görkemli Devrim”i başlatmakiçin 30 yıl daha iktidar sancılarıçekilecektir.
“Neden – sonuç ilişkilerine bağlı mühendis kafasıyla tarihin çözümlenemeyeceği” düşüncesine itiraz
eden, istatistiğe ve veri madenciliğine iman etmiş
bir mühendis olan bu satırların sahibi,İngiltere’de
zamanında yaşananlara bakınca, hala sistemden
değil şahsi inisiyatiften medet umulan, cemiyetin
değil cemaatin üstün tutulduğu günümüz Türkiye’sini de, gelecekte bir Kemalist restorasyonun
beklediğini düşünüyor.
Erdoğan’ın şahsı için dizayn edilecek sistemin onun
ardından çalışmadığının fark edileceği ve görkemli
devrime ulaşmak için geçeceksürenin olabildiğince
kısa olması,sancıların sonunda memleketehayırdoğması için de dua ediyor.
Serdar Yeşiltay
[email protected]
Türkiye–Rusya
İlişkilerinin
Temel Dinamikleri
Tüm ihtilaflı mevzulara rağmen
ilişkilerde özellikle Türk
Akımı’nın duyurulmasından sonra
gayet olumlu bir manzara hâkim.
Ancak şu bir gerçek ki Türk –
Rus ilişkileri ideolojik, tarihi
ya da kültürel bir temele değil
pragmatizme dayanıyor.
Jeopolitik Rekabetten Ekonomik İşbirliğine
Soğuk savaşın bitişi Türkiye için Rusya ile alakalı
önemli güvenlik neticeleri doğurdu. Ankara’da görev yapan eski bir Amerikan büyükelçisinin dikkat
çektiği üzere, ‘‘400 yıllık Rus tehdidi fiilen bitti.
Türkiye Cumhuriyeti 1923’te kurulmasından bu yana
hiç bu kadar güvende olmamıştı.’’ Gerçekten de hem
Yugoslavya’nın hem de Sovyetlerin parçalanmasıyla
19. yüzyılda Osmanlı’nın Balkanlarda ve Kafkaslarda
hâkimiyetine son veren ‘büyük Slav bloku’ tarihe
karışmıştı.1 Ayrıca yine ideolojik ve kutupsal farklılığın da ortadan kalkmasıyla, yeni Rusya da artık
demokrasiye ve pazar ekonomisine yönelmişti. Böylece 90’ların sonu ve 2000’lerin başında iki ülke,
tarihten kaynaklanan rekabet unsuru yerine işbirliğini esas alarak pragmatik bir anlayışın geçerli
olacağı ilişkilerin çerçevesini oluşturdu. Lakin yine
de ilişkiler aynı anda hem rekabet hem de işbirliği
ekseninde gelişmeye devam etti.
Devletlerarası ticaretin gelişmesiyle tarafların büyük çıkarlar sağladığı karşılıklı bağımlılık oluşturulur, böylece çıkarların devamı için aradaki anlaşmazlıklar yatıştırılabilir ve bu şekilde çatışma
yaşanma ihtimali de azalır. Keza ekonomik işbirliği
kısmen de olsa istikrar ve barışçıl bir iklim gerektirir. Daha çok liberal yaklaşımlarda ifadesini bulan
bu mantık Türk – Rus ilişkilerinde de açık bir şekilde görülüyor. 1990’lar boyunca Türk-Rus ilişkileri
birbirine taban tabana zıt olan Orta Asya ve Kafkastemmuz-ağustos 2015
31
Türkiye’nin uluslararası düzeyde
Birleşik Devletler ve Avrupa
Birliği ile ilişkilerinin Rusya ile
olan ilişkilerinin gelişiminde
mühim ölçüde tesir bırakması
doğru, ancak bu vaziyet
Türkiye’nin uzun vadede Rusya
ile ilişkilerinde kırılganlıklar da
meydana getiriyor.
larda nüfuz mücadelesinden kaynaklanan jeopolitik
rekabet kadar ekonomik işbirliği dinamikleriyle de
şekilleniyordu.
İki ülke arasındaki ekonomik işbirliğinin beklenmedik seviyelere ulaşmasıyla ekonomik işbirliği 90’ların sonundan itibaren jeopolitik rekabetin ilişkileri bozucu etkisini yatıştırarak karşılıklı bağımlılık
oluşturdu. Hatta Türk – Rus ilişkilerinin verimli ticari ilişkiler oluşturduğu da rahatlıkla söylenebilir.
32
temmuz-ağustos 2015
Rusya, 2004 yılından itibaren Almanya’dan sonra
Türkiye’nin en çok ticaret yaptığı ikinci ülkedir.
Batı Faktörü
Rus – Türk ilişkilerinin seyri her iki devletin Batı
ile ayrı ayrı ilişkilerinden bağımsız düşünülemez.
Bir taraftan Türkiye, hem Avrupa Birliği aday ülkesi
hem de NATO’nun bir parçası konumunda, öte yandan Rusya ise bilhassa Putin döneminde büyük güç
iddiasıyla çok kutuplu bir dünya düzenini savunmakta ve buna ulaşmada izlediği Batı’yı dengeleme
siyasetinde oldukça pragmatist bir yol izliyor. Kültürel, coğrafik ve siyasi açıdan Batı ile Doğu arasında kalan Türkiye’nin ise zaman zaman Batı ile
ilişkileri geriliyor ancak bir dereceye kadar parçası
olduğu Batıdan da kopamıyor.
Bu durumda en belirgin olan argüman, hem
Rusya’nın hem de Türkiye’nin Batı ile ilişkilerinde
yaşadıkları dönemsel sorunların iki devleti doğrudan doğruya birbirine yakınlaştırmasıdır. İlk olarak
90’larda Batı için, Türkiye’nin soğuk savaş yılların-
daki öneminin azalmasıyla, Türk dış politikası için
Batı dışında yeni istikametler bulma çabası arttı ve
Türkiye yine Batı ile problematik ilişkileri bulunan
Rusya’ya yönelmeye başladı.
2000’lerde ise Türkiye ve Rusya arasındaki yakınlaşmayı kolaylaştıran en önemli uluslararası faktör,
Bush yönetiminin tek taraflı olarak aldığı Irak’ı
işgal kararıdır. Bu işgale en başından beri karşı
olan Rusya; Fransa ve Almanya ile birlikte bu işgale karşı ortak bir deklarasyon yayınladılar. Türkiye tarafında ise Türkiye’nin 1 Mart tezkeresinin
kabul edilmemesi sonucu Amerikan işgaline karşı
tüm desteğini çekmesi ve topraklarını bu amaç için
kullanılmasına müsaade etmemesi Moskova’da oldukça olumlu karşılandı. Türkiye’nin bu hamlesiyle
hayal kırıklığına uğrayan ABD’nin Türkiye’nin kuzey
Irak ve PKK konusundaki hassasiyetini gözetmemesi
ve ayrıca sonrasında Kıbrıs meselesinden dolayı AB
ile ilişkilerinin de durma noktasına gelmesi Türkiye ile Batı arasındaki ilişkilerde birkaç yıl devam
edecek bir gerilime neden oldu. Böylece Rusya ile
Türkiye’nin Batı ile ilişkilerinde eş zamanlı olarak
hayal kırıklığına uğraması iki ülke arasında yaklaşık 15 yıldır süregelen uzlaşmayı hızlandırdı. Öyle
ki 2004-05 döneminde Putin ve Erdoğan dört kez
bir araya geldi.
Türkiye’nin uluslararası düzeyde Birleşik Devletler
ve Avrupa Birliği ile ilişkilerinin Rusya ile olan ilişkilerinin gelişiminde mühim ölçüde tesir bırakması
doğru, ancak bu vaziyet Türkiye’nin uzun vadede
Rusya ile ilişkilerinde kırılganlıklar da meydana getiriyor. Türkiye hem ekonomik hem de siyasi bakımdan Batıyı ihmal edemez konumdadır.
Nitekim 2006 yılına gelindiğinde ilişkilerde tekrar
bir gerileme dönemi görülüyor. Bu dönemde Rusya ile enerji meselesinde uyuşmazlığın yanı sıra
Bush yönetiminin PKK ve Kuzey Irak konusunda
Türkiye’ye taahhütler vermesiyle Amerikan – Türk
ilişkileri yumuşama dönemine girdi. O dönemde
Orta Asya gazı için yapılan jeopolitik mücadelede
Türkiye ve Batı aynı safta yer aldı. Benzer bir durumun gözlendiği 2008 – 2009 yıllarında da Batının öne sürdüğü boru hattı rekabeti ilişkilere darbe
vurdu. Yine Türkiye 2014 yılından sonra, Kırım ve
Ukrayna meselelerinde de Batıyla uyumlu tavır aldı.
Türk – Rus ilişkileri, eski
Sovyet ülkelerinin petrol
ve doğalgaz kaynaklarının
denetimi ve güvenliği için Batı
ve Rusya arasındaki jeopolitik
mücadelenin sergilendiği ‘Yeni
Büyük Oyun’dan bağımsız
değildir.
Enerji Meselesi ve Boru Hattı Rekabeti
Fosil yakıtlara başlıca enerji kaynağı olarak gitgide
artan uluslararası taleple birlikte başlayan enerji
meselesi Türk – Rus ilişkilerinin gelişmesinin ana
faktörlerinden biri olmuştur. İlk olarak 1997 yılında
anlaşması imzalanan ve 2006 yılında tamamlanan
dev gaz projesi ‘Mavi Akım’ ilişkilerde bir dönüm
noktasıdır. Bu 30 milyar dolarlık ve 25 yıllık süreli proje Rusya’nın 2010 yılına kadar su altı boru
hatları vasıtasıyla Karadeniz üzerinden Türkiye’ye
16 milyar metreküp gaz göndermeyi öngörüyordu.
Lakin bu projenin tamamlanmasından itibaren Türkiye aşırıcı derecede ve gitgide artan bir şekilde
Rus gazına bağımlı hale gelmiştir.
Türk – Rus ilişkileri, eski Sovyet ülkelerinin petrol
ve doğalgaz kaynaklarının denetimi ve güvenliği
için Batı ve Rusya arasındaki jeopolitik mücadelenin sergilendiği ‘Yeni Büyük Oyun’dan bağımsız
değildir. Keza Batı için Türkiye’yi mühim kılan
faktörlerden biri de enerji konusunda Rusya’ya bağımlılıklarını azaltacak ve Rusya’yı pas geçecek bir
boru hattında köprü konumunda olmasıdır.
Batı ile Rusya arasındaki Türkiye’nin de dâhil olduğu
jeopolitik rekabet Hazar Denizi havzasından Batıya
hangi boru hattı üzerinden petrol ve gazın aktarılacağına ilişkindir. Rusya, nüfuzunu arttırmak ve başka meselelerde da kazanç sağlamak için kendi etki
alanı olan Orta Asya ve Hazar kaynaklarında da denetim kurma çabası içerisindeyken, Batı, Rusya’nın
tekelini kırmak için alternatif güzergâh arayışı içindedir. Bu bağlamda, Rusya Azeri petrolünün Batıya
aktarımında ana enerji hattı olarak Bakü – Novorossiysk boru hattı için baskı yaparken, Türkiye Bakü –
temmuz-ağustos 2015
33
Türkiye bu anlaşmazlıktan ucuz
pazarlık fiyatlarıyla uzun vadeli
enerji tedariki sağlamak için
ve aynı zamanda müeyyidelerle
bozulan Batı – Rusya ticari
ilişkilerinin yerini doldurmak
noktasında istifade etmeyi
planlıyor.
Ceyhan hattı için bastırıyordu. Bu rekabet iki taraflı
ilişkilerin sınırlarını aşan bir karaktere sahipti.
ABD, Türkiye’nin Bakü – Ceyhan Hattı teklifine tam
destek verdi. Amerika’nın işin içine müdahil olması ve bölge istikrarı ve İran modelinin yayılmasını
önlemek ve Batı yanlısı bir düzen tesis etmek için
Türkiye’yi model olarak öne sürmesi eski Sovyet
ülkelerinde Yeni Büyük Oyun olarak lanse edilen
jeopolitik mücadeleyi başlattı. ABD’nin desteği
sayesinde BTC(Bakü – Tiflis – Ceyhan) boru hattı kabul edildi. Ancak yine de son kararın sahibi
olan Azerbaycan Uluslararası Petrol Konsorsiyumu
(AIOC) Azeri petrolünün Hazar Denizi’nden birkaç
sahil bölgelerine ihraç edilmesinde karar kıldı.2
Mavi Akım’ın tamamlanmasından sonra 2006 Ocak
ayında Ukrayna ile Rusya arasında patlak veren gaz
krizi sonucu Putin Avrupa’ya gaz akışını kesmişti.
Bu durum Avrupa devletlerinin Rusya’ya bağımlılığını azaltacak şekilde yeni enerji projeleri ve alternatif güzergâh arayışını hızlandırdı. Tam da bu
noktada Rusya’nın Avrupa’ya gaz tedariki üzerindeki üstünlüğü kırmaya yönelik olan Ortadoğu ve
Hazar gazını Türkiye üzerinden Balkanlara oradan
da Orta Avrupa’ya sevkini öngören Nabucco projesi
gündeme geldi.
Rusya Mavi Akım’a paralel yeni bir boru hattının inşası ile Nabucco’ya dâhil olmak istedi. Ancak Türkiye’nin gönülsüzlüğü Moskova’yı kızdırdı ve Rusya Türkiye’nin ve ihtilaf içinde olduğu
Ukrayna’nın dışarıda bırakıldığı Karadeniz üzerinden Bulgaristan, İtalya ve Avusturya’ya doğal gaz
taşıması planlanan Güney Akım projesini devreye
soktu ve böylelikle Türkiye’nin ‘enerji üssü’ olma
iddiasına darbe vurdu.
34
temmuz-ağustos 2015
Bunun yanında Putin’in Türkmen ve Kazak devlet
başkanlarıyla Türkmen gazının Kazakistan vasıtasıyla Rusya’ya taşınmasına ilişkin bir anlaşma imzalaması Nabucco’nun ölümü olarak görüldü.3 Yine
de Batı desteği ile 2015 Mart ayında temeli atılan
Trans Anadolu doğalgaz boru hattı (TANAP) ile Azerbaycan gazının Türkiye iç pazarına ve aynı zamanda
Türkiye’den geçerek, Avrupa ülkelerine Avrupa’daki
Trans Adriyatik boru hattına (TAP) bağlanarak 2018
yılından itibaren gaz taşınması öngörülüyor.
2014 yılının sonlarında ise Güney Akım projesi Rusya’nın Ukrayna meselesi üzerinden Batı
ile yaşadığı sorunlara kurban gitti. Brüksel ve
Washington’dan gelen baskılar üzerine Bulgaristan boru hattı çalışmalarını durdurdu ve Gazprom
ise buna karşılık projeyi rafa kaldırdığını duyurdu.
Putin, Aralık 2014’teki Türkiye ziyaretinde bunun
yerine Türkiye’den geçip Yunanistan’a bağlanacak
yeni Türk Akımı projesinde anlaşıldığını duyurdu.
Üstelik bu projenin 2016’da nihayete erdirilip arzın
başlanacağı planlanıyor.
Türkiye bu anlaşmazlıktan ucuz pazarlık fiyatlarıyla
uzun vadeli enerji tedariki sağlamak için ve aynı
zamanda müeyyidelerle bozulan Batı – Rusya ticari
ilişkilerinin yerini doldurmak noktasında istifade
etmeyi planlıyor.4 Yine bu durumu Batı faktörünü
hesaba katarak açıklayabiliriz. Şöyle ki, bir süredir Batı kamuoyunun ve siyasetçilerinin Türkiye’de
gitgide etkisini artıran otoriter bir yönetim olduğu
iddiası ve bu nedenle hükümetin ağır eleştirilere
hedef olmasının yanı sıra en başta Suriye ve diğer Ortadoğu ülkelerindeki meydana gelen krizlerde taraflar arasındaki fikir ayrılığı ilişkileri oldukça
yıprattı. Hatta Batıda belli çevrelerce Türkiye’nin
NATO’dan ihracı bile tartışılıyor.
Bölgesel İşbirliği
1990’ların sonlarından itibaren ilişkiler hızla gelişti
ve derinleşti. Teröre karşı işbirliğinin yanı sıra 2001
yılında ‘İkili İşbirliğinden Çok Boyutlu Ortaklığa’
başlığını taşıyan “Avrasya’da İşbirliği Eylem Planı”
ile artık rekabetin anlamsızlığı ve bölgesel siyasi
meselelerde işbirliğinin gerekliliği atılan imzalarla
teyit edildi ve ilişkilerde bu doğrultuda yeni bir dönem başlatıldı. 2002’de AKP’nin tek başına iktidar
olması ilişkilere yeni bir ivme kazandırdı ve bunu
bir dizi karşılıklı ziyaretler izledi. Sadece ekonomik
değil, siyasi ve stratejik alanlarda da çok boyutlu ve
derinleştirilmiş bölgesel işbirliği için adımlar atıldı.
Öyle ki Rusya ve Türkiye bölgesel meselelerde ortak görüşe sahip olmaya başladı ve bölgede ortaya
çıkan meseleleri Batılı küresel güçleri hariç tutarak
çözme eğilimine giriştirler. Örneğin ABD’nin Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü’ne gözlemci üyelik
için başvurusunda Türkiye çekimser kalırken Rusya veto oyunu kullandı. 2000’lerde eski Lübnan
cumhurbaşkanı Refik Hariri’nin öldürülmesi sonucu Suriye’ye artan baskılara iki devlet de karşı
tavır aldı ve yine Türkiye’nin Rusya’nın etki alanı
olan eski Sovyet bölgesindeki renkli devrimler ve
NATO’nun genişlemesine karşı tavrı gibi bölgesel siyasi meseleler üzerine ortak anlayış oluştu. Bunun
gibi iki ülke ayrıca bazı uluslararası meselelerde de
birbirini destekler konumda idi.
Bunun daha açık bir örneği ise 2008 yılında patlak veren Gürcistan – Rusya çatışması sırasında
yaşandı. Nitekim bir yandan Gürcistan’ın en büyük ticari ortağı olan, aynı zamanda bir de Mavi
Akım sonrası Rusya’ya bağımlı hale gelen Ankara
çok sıkıntılı bir duruma düştü. Neticede Erdoğan,
Rusya’nın Türkiye’nin en büyük ticari ortağı olduğunu ve enerjideki bağımlılığa atıfta bulunarak,
ulusal çıkarlara göre hareket edeceklerini belirtti ve
Türkiye’nin Rusya’yı gözden çıkarma gibi bir durumu söz konusu olamayacağını itiraf etti. Bu, enerji
meselesinin ilişkilerin başka alanlarında Türkiye’nin
yumuşak karnını oluşturduğunu gösterdi.
Türkiye, yüzde 61’lik bir oranla Almanya’dan sonra
Rus gazına en çok bağımlı olan ülke, petrolde ise bu
bağımlılık yüzde 35 oranında. Durumu değerlendiren Türkiye gelecekte benzer krizleri çözmek adına
Kafkas İstikrar Paktı’nın Kafkas İstikrar ve İşbirliği
Platformuna kısaca Kafkas İttifakına dönüştürmeye
yönelik inisiyatifi eline aldı. Türkiye’nin bu inisiyatifi Moskova tarafından hoş karşılanırken Washington bundan hariç tutuldu. Kafkas ittifakının bir
diğer özelliği Kafkaslardaki jeopolitik dinamikleri
değiştirmesi oldu. 1990’ların sonunda BTC hattı ile
ortaya çıkan Rusya’ya karşı Türk – Amerikan – Azeri
- Gürcü jeopolitik bloku sarsılmış oldu.5
Bununla birlikte, kriz boyunca Türkiye’nin 1936
Montrö Boğazlar Sözleşmesini katı bir şekilde uygulaması ve ABD ve NATO gemilerini kayırmaması
Türkiye’nin Rusya ile ekonomik ilişkilerinin ABD ve
NATO ile ittifakına ağır bastığını gösterdi.
temmuz-ağustos 2015
35
Bu hadiseden itibaren enerji meselesinden dolayı
soğuyan ilişkilerde yeni bir yakınlaşma dönemine
girildi. Bu durum Putin’in 2009 ziyaretini beraberinde getirdi. Bu ziyarette Türkiye Güney Akımı için
kıyı bölgelerinde jeolojik araştırmaya müsaade verirken ortak Samsun – Ceyhan Hattı için Rusya’yı da
ikna etti. Ayrıca Akkuyu’da nükleer santrali için de
anlaşmalar imzalandı.
Tüm bunların yanında ilişkilerin elbette pek çok
problematik boyutları da var. Enerji hatları üzerindeki rekabet ve Rusya’nın Kıbrıs ve Dağlık Karabağ
meselelerine yaklaşımının yanında 2010 yılından
sonra ortaya çıkan Suriye İç Savaşında farklı tarafları desteklemeleri gibi daha pek çok fikir ayrılıkları bulunuyor. Türkiye’nin, 2011 yılında Rusya ve
İran’a karşı savunma maksadıyla NATO Füze Kalkanı
projesine dâhil edilerek, Kürecik’te füze radarlarının konuşlandırılmasına müsaade etmesi doğrudan
doğruya Rusya’yı irrite ediyor.
Son dönemde ise Kırım’ın ilhakı ve Ukrayna meselelerinde Türkiye Batı’nın yanında yer aldı ve Kırım’ın
ilhakını tanımadı. Bunun yanı sıra Ukrayna’nın olası bir parçalanması ya da topraklarının bir kısmının
Rusya tarafından ilhakı durumda da Batı yanlısı
bir duruş sergileyeceği açık. Burada Ukrayna’dan
ziyade bilhassa ilhakı tanımayan ve liderlerinin
Kırım’a girişi yasaklanan soydaş Tatarlar konusunda
Türkiye’nin derin kaygıları bulunuyor.
Sonuç olarak Türkiye-Rusya ilişkilerinin gelişmesinin uzun vadeli bir strateji mi olduğu yoksa
Batının gözünde Türkiye’nin önemini arttırmaya
yönelik pragmatik bir hamle mi olduğu konusunda çeşitli görüşler bulunuyor. Tüm ihtilaflı mevzulara rağmen ilişkilerde özellikle Türk Akımı’nın
duyurulmasından sonra gayet olumlu bir manzara
hâkim. Ancak şu bir gerçek ki Türk – Rus ilişkileri ideolojik, tarihi ya da kültürel bir temele değil
pragmatizme dayanıyor.
Nihayetinde Türkiye hala bir NATO üyesi, AB aday
ülkesi ve bu yapılarla ilişkilerini riske atamayacak
durumda. En başta Ortadoğu krizlerinin çözümünde
olmak üzere Batı ve Türkiye birbirine şiddetle ihtiyaç duyuyorlar. Bu yüzden ilişkiler şimdilik stratejik
bir ittifak oluşturmaktan uzak görünüyor. Türkiye
ayrıca sadece Rusya ile değil eksen kayması olarak
eleştirildiği Çin, Ortadoğu, Afrika ülkeleri gibi pek
çok Batı dışındaki aktörlerle de ilişkilerini geliştirme gayreti içerisinde. Bu vaziyet AK Parti faktörü
ve Ahmet Davutoğlu’nun Türk dış siyaseti için geliştirdiği çok boyutlu ve çok yönlü dış politika ilkeleri ve sıfır sorun politikası ile açıklanabilir.
Nitekim Davutoğlu da Türk – Rus ilişkilerinin
Türkiye’nin çok boyutlu dış politikasının ayrılmaz
bir parçası olduğunu eserlerinde vurgulamıştı.
KAYNAKÇA
Ersen, Emre, “Turkish-Russian Relations in the New Century,” in Ozden Zeynep Oktav (ed.), Turkey in the 21st Century: Questfor a New ForeignPolicy, Surrey, Burlington: Ashgate, 2011, pp. 95-114.
Laçiner, Sedat, ‘‘Turgut Özal Period in TurkishForeignPolicy: Özalism,’’ TurkishWeekly, 9 Mart 2009
Sezer, Duygu Bazoğlu, “Turkish-Russian Relations: TheChallenges of ReconcilingGeopoliticalCompetitionwithEconomicPartnership,” TurkishStudies,
Vol. 1, No. 1, Bahar 2000, pp. 59-82.
http://www.bilgesam.org/incele/1074/-turk-rus-iliskileri--sorunlar-ve-firsatlar/#.VVuhgfntmko
http://www.milliyet.com.tr/10-milyar-dolarlik-enerjik-ipek/ekonomi/detay/2029979/default.htm
http://www.sabah.com.tr/yazarlar/ibrahim__kalin/2014/12/04/putinin-ziyareti-ve-turkiyerusya-iliskileri
http://tr.sputniknews.com/columnists/20150319/1014517676.html
http://www.haberler.com/rusya-turk-akimi-na-ilgi-artiyor-tanap-karli-degil-7065684-haberi/
http://www.nytimes.com/2014/12/02/world/europe/russian-gas-pipeline-turkey-south-stream.html?hpw&rref=world&action=click&pgtype=Homepage&module=well-region&region=bottom-well&WT.nav=bottom-wellc&_r=0
http://www.haberturk.com/ekonomi/enerji/haber/1045131-haberturk-turk-akimi-gaz-boru-hatti-projesinin-sunumunun-ayrintilarina-ulasti
http://www.mfa.gov.tr/turkiye-rusya-federasyonu-siyasi-iliskileri.tr.mfa
http://www.dw.de/t%C3%BCrkiye-rusya-yak%C4%B1nla%C5%9Fmas%C4%B1-bat%C4%B1-ile-ili%C5%9Fkileri-nas%C4%B1l-etkiler/a-18120792
1
2
3
4
5
36
Sedat Laçiner, ‘‘Turgut Özal Period in TurkishForeignPolicy: Özalism,’’ TurkishWeekly, 9 Mart 2009
Duygu BazoğluSezer, “Turkish-Russian Relations: TheChallenges of ReconcilingGeopoliticalCompetitionwithEconomicPartnership,” TurkishStudies, Vol. 1, No. 1, Bahar 2000, pp. 59-82.
Emre Ersen, “Turkish-Russian Relations in the New Century,” in Ozden Zeynep Oktav (ed.), Turkey in the 21st Century: Questfor a New ForeignPolicy, Surrey, Burlington: Ashgate, 2011, pp. 95-114.
http://www.nytimes.com/2014/12/02/world/europe/russian-gas-pipeline-turkey-south-stream.html?hpw&rref=world&action=click&pgtype=Homepage&module=well-region&region=bottom-well&WT.nav=bottom-wellc&_r=0
Emre Ersen, “Turkish-Russian Relations in the New Century,” in Ozden Zeynep Oktav (ed.), Turkey in the 21st Century: Questfor a New ForeignPolicy, Surrey, Burlington: Ashgate, 2011, pp. 95-114.
temmuz-ağustos 2015
Röportaj:
Cemal Taşpınar&Serdar Yeşiltay
[email protected]
[email protected]
Marmara Üniversitesi Siyasal Bilgiler
Fakültesi Öğretim Üyesi Yardımcı Doçent
Emre Erşen ile röportaj
Jeopolitik Rus Yarığı
Soğuk Savaş sonrasında dünyada Amerika’nın
tek süper güç olarak kaldığını ve artık çekişmelerin & mücadelelerin kültürel değerler
üzerinden gerçekleşeceğini söyleyen Fukuyama, Hungtinton gibi isimlerin tezleri sizce bu
aradaki dönemi açıklamakta başarılı oldu mu?
Fukuyama ve Huntington’tan bahsediyorsak, bu
teorilerin biraz eskimiş olduklarını kabul etmeliyiz. Fukuyama ve Huntington’ın “Tarihin Sonu” ve
“Medeniyetler Çatışması” ile çizdikleri çizgi 90’lı
yıllarda bir şeyleri açıklamaya yetiyordu. Fakat
artık yeni kategorilere ihtiyaç var gibi görünüyor,
çünkü günümüz dünya politikası o dönemin dünya politikası değil. Yani Çin’in giderek yükseldiği
ya da Rusya’nın her gün biraz daha kendi etkisini
göstermeye çalıştığı noktada, açıkçası Fukuyama,
Huntington ve hatta 90’ların ortasında ortaya çıkan Brzezinski’yi aşıp, bu dinamikleri yakalayacak
bir yaklaşım geliştirmek gerekiyor. Öncelikle dünyanın bu çok kutuplu halini göz önüne almalı yeni
yaklaşım, çünkü sadece Amerika ve Batı’ya dayanan
bir dünya düzeni yok karşımızda. O yüzden bu tür
yaklaşımları yetersiz buluyorum. Bundan dolayı da
bugün post-modernist ve eleştirel teoriler bu kadar
gündemde, çünkü hala dünyayı anlamlandırmakta
güçlük çekiyoruz. Bu durumu bir geçiş süreci olarak
temmuz-ağustos 2015
37
görmekte bence fayda var. Amerika’nın süper güç
durumu askeri ve ekonomik olarak devam ediyor,
ama yavaş yavaş da başka bir düzene doğru kayıyor
dünya. Dolayısıyla bu teoriler ışığında değerlendirme yanlısı değilim ben.
Putin sonrası Rusya’sının Çarlık Rusya’sı hayalleriyle dünya siyasetinde daha aktif bir
rol oynamaya başladığı söyleniyor. Sizce Putin bu tür hayaller kuruyor mu? Putin’in asıl
amacı ne?
Çarlık ya da Çar demek doğru mu bilmiyorum.
Türkiye için de bu tarz söylenen şeyler var. Bu tür
söylemler aslında işin popüler boyutu. Novorossiya
ve Yeni Türkiye gibi söylemler hep siyasi-ideolojik
bağlantıları olan kavramlar. Putin’e baktığımızda
çok net olarak şunu söyleyebiliriz: Putin 2000
yılında göreve geldiğinde, 1991-2000 arasında
sürekli olarak Batı’nın köşeye sıkıştırdığı bir Rusya
vardı ve buna karşı tepki olarak Putin ortaya çıktı.
Dolayısıyla Putin’in tekrar bir Çarlık Rusya’sını
canlandırma hedefi olduğuna ben inanmıyorum,
çünkü Putin hakkında konuşurken aynı zamanda
son derece pragmatik bir liderden bahsediyoruz.
Rusya’nın güçlü olduğunu hissettiği zaman bu
pragmatizm dürtüsüyle hamleler yapıyor. Bu
hamleler ne kadar başarılı o nokta tartışılır,
ancak bu Çarlığa dönüşmekten ziyade, daha
önce bahsettiğim çok kutuplu sistemde Rusya’yı
kutuplardan biri haline getirmek. Putin bunun için
de uğraşıyor. Neden? Çünkü Rusya’nın, Amerika,
Avrupa Birliği, Çin ve hatta Hindistan gibi devletler
ile kıyaslandığında çok ciddi zaafları var. Nüfusu
azalıyor, ekonomisi sadece enerji kaynaklarına
dayanıyor. Putin bunları göz önüne alarak Rusya’yı
nasıl bu kutuplardan biri olarak konumlandırabilir
bunun derdinde Rusya’yı Çarlığa ya da imparatorluğa
dönüştürmekten ziyade.
Rusya Doğu Avrupa’da ve Kafkaslar’da etki alanını genişletmek adına çatışmalara girmekten
kaçınmayacağını Gürcistan ve Ukrayna örneklerinde gösterdi. Avrupa Birliği ve NATO gibi
iki önemli aktör de bu bölgelerde yayılmak
38
temmuz-ağustos 2015
istiyor. Bu noktada ortaya çıkan çelişkileri
nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu süreç Soğuk Savaş’ın bitişinin hemen ardından
başlayan bir süreçti. Yani bugün geldiğimiz nokta
bir anda ortaya çıkmış bir şey değil. 1990’larda başlayan bir sürecin bugün son aşamasını yaşıyoruz.
Bu aşamada da NATO ve Avrupa Birliği’nin genişlemeye çalıştığı bölge ile Rusya’nın etkisini sürdürmeye çalıştığı bölge çakışıyor. Zaten günümüzde
yaşanan Ukrayna ve Gürcistan gibi çatışmaların temel kaynağı bu. Burada şöyle bir durum var: Rusya,
Baltık ülkeleri de dahil olmaz üzere bazı ülkeleri
gözden çıkardı 90’larda. Doğu Avrupa ülkeleri ile
üç Baltık ülkesi örnekler olarak karşımızda duruyor.
Ancak Rusya’nın burada kırmızı çizgileri var. Batı
bunu görmekte ya zorlandı, ya görüp ilgilenmedi,
fakat üç Baltık ülkesini çıkardığımızda geriye kalan eski Sovyet sahası Rusya’nın öncelikli ilgi alanı. İster istemez burada çatışma durumu devam
edecek. Çünkü iki tarafın da geri adım atmaya pek
isteği yok. Hatta örneğin Gürcistan’ı NATO’ya üyelik için hazırladıkları söyleniyor. Fakat Rusya’nın
Güney Osetya ve Abhazya bölgelerinde üsleri var.
NATO buraya genişlediğinde ne olacak? Bütün bunlar önemli ve cevaplanması gereken sorular olarak
önümüzde duruyor.
Kafkasya, Suriye, Kırım ve Orta Asya derken
Türkiye ile Rusya’nın ihtilafa düştükleri pek
çok mesele ortaya çıktı. Bir yandan büyük
güç olarak bu bölgeleri nüfuz alanı olarak
gören Rusya ile bölgesel güç olarak bu bölgelerde nüfuz peşindeki Türkiye’nin çıkarları
çatışmıyor mu? Buna rağmen son zamanlarda
ilişkilerin bu denli iyi olmasındaki faktörler
nelerdir?
Evet, doğru. Belli çıkar çatışmaları var, fakat Türkiye
ve Rusya özellikle 2000 yılından beri aralarındaki
bu jeopolitik sorunlar yerine anlaşılabilir nedenlerle daha kârlı işbirliği alanlarını öne çıkarmayı
tercih ettiler. Bunlardan biri enerji, diğeri ticari
ilişkilerdir. Zaten “Türk Akımı” projesinin ortaya
çıkma nedeni de aslında bu alanlarda yaşanan ilişkinin yoğunluğudur. Her iki ülke de açıkçası ara-
daki bölgesel çıkar çatışmalarını göz ardı etmeyi
veya çatışmalar hala varlığını sürdürse de eskisi
kadar önem atfetmemeye dikkat ediyor. Başka türlü
zaten bu ekonomik işbirliği gelişmezdi. Bu biraz da
yaklaşımların ne olduğuyla alakalıdır. 2000’lerde
Putin yönetiminin, Türkiye’de ise AK Parti’nin özellikle Arap devrimlerinden önce izlediği dış politika
anlayışının oldukça pragmatik ve ekonomik çıkarları
öne çıkaran bir politika olduğunu düşünürsek
bu ilişkilerin böylesi bir seyir izlemesinin çok
anlaşılabilir bir şey olduğunu görürüz. Evet, bölgesel sorunlarla ilgili olarak ciddi çıkar çatışmaları
var. Örneğin Suriye örneğinde bunu görüyoruz.
Fakat bunları enteresan bir şekilde vurgulamamaya çalışıyorlar. Örneğin Türkiye Suriye konusunda
Avrupa Birliği ve Amerika’ya zaman zaman daha sert
tepkiler veriyor. Fakat Rusya’ya çok ciddi eleştiriler
yöneltmiyor. Bence bu da zaten bilinçli olarak aslında işin ekonomik boyutuna odaklandıklarını gösteriyor. Burada özellikle enerji boyutu çok önemlidir.
Avrupa için Türkiye’nin jeopolitik öneminin
nedenlerin biri de Rusya’nın tekelini kırabilecek olan Orta Asya enerji kaynakları için bir
köprü olmasıydı. Son aylarda ise Rus gazının
Türkiye üzerinden Avrupa’ya geçişi konuşuluyor. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Avrupa Birliği ve Batı bundan çok da memnun değil. Çünkü Trans-Anadolu Doğalgaz Boru Hattı Projesinin (TANAP) geliştirilmesindeki neden Rusya’ya
bağımlılığı azaltmaktı. Dolayısıyla Avrupa’nın bu
Putin 2000 yılında göreve
geldiğinde, 1991-2000 arasında
sürekli olarak Batı’nın köşeye
sıkıştırdığı bir Rusya vardı ve
buna karşı tepki olarak Putin
ortaya çıktı. Dolayısıyla Putin’in
tekrar bir Çarlık Rusya’sını
canlandırma hedefi olduğuna
ben inanmıyorum, çünkü Putin
hakkında konuşurken aynı
zamanda son derece pragmatik
bir liderden bahsediyoruz.
Rusya’nın güçlü olduğunu
hissettiği zaman bu pragmatizm
dürtüsüyle hamleler yapıyor.
Bu hamleler ne kadar başarılı o
nokta tartışılır, ancak bu Çarlığa
dönüşmekten ziyade, daha
önce bahsettiğim çok kutuplu
sistemde Rusya’yı kutuplardan
biri haline getirmek.
konuda daha temkinli olduğunu görüyoruz. Avrupa
Birliği’nin ve aynı şekilde ABD’nin yaptıkları açıklamalardan da Türk Akımı projesinden çok memnun
olmadıklarını anlıyoruz. Duruma Türkiye açısından
bakacak olursak ise Türkiye’nin olayı tamamen
artık bir pragmatizme dökmüş durumda olduğunu
görüyoruz. Türkiye bölgede kendisini bir enerji köprüsü olarak lanse etmek istiyorsa, TANAP ve Türk
Akımı’nın aynı anda Türkiye üzerinden geçmesi kendisi açısından bir sorun değil. Üstelik Türkiye’nin
Avrupa Birliği’ne üyelik perspektifinin de iyice gerilediğini düşünürsek, Rusya ve Avrupa Birliği arasındaki boru hatları rekabetinin şu anda Türkiye’yi
çok da ilgilendirdiğini söyleyemiyoruz. Fakat Avrupa Birliği açısından Rus gazına bağımlılığı azaltmak
için hala en önemli proje Güney Gaz Koridoru adı
verilen ve TANAP ve sonra da Trans Adriyatik Petrol
Boru Hattı (TAP) ile birleşecek olan projedir. Dolayısıyla buna ağırlık vermek isteyeceklerdir. Fakat şu
anda Türkiye’nin Türk Akımı projesine yaklaşımının
hala çok net olmadığının da altını çizmek lazım.
temmuz-ağustos 2015
39
Türkiye bölgede kendisini bir enerji köprüsü olarak lanse etmek
istiyorsa, TANAP ve Türk Akımı’nın aynı anda Türkiye üzerinden geçmesi
kendisi açısından bir sorun değil. Üstelik Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne
üyelik perspektifinin de iyice gerilediğini düşünürsek, Rusya ve Avrupa
Birliği arasındaki boru hatları rekabetinin şu anda Türkiye’yi çok da
ilgilendirdiğini söyleyemiyoruz. Fakat Avrupa Birliği açısından Rus gazına
bağımlılığı azaltmak için hala en önemli proje Güney Gaz Koridoru adı
verilen ve TANAP ve sonra da Trans Adriyatik Petrol Boru Hattı (TAP) ile
birleşecek olan projedir.
Türkiye için hala önemli olan TANAP. Çünkü birincisi, TANAP aynı zamanda Türkiye’nin de payının
bulunduğu ve böylece daha içselleştirilmiş bir proje, diğeri ise Rusya’nın projesi. İkincisi Türk Akımı
projesi kapsamında, Yunanistan – Türkiye sınırında
bir depo yapılacağı ve oradan Avrupa’ya doğalgaz
aktarımı olacağı söyleniyor. Ancak hala Avrupa’nın
o gazı satın alıp almayacağı belli değil. Ayrıca
Türkiye’nin burada konumunun Yunanistan’a göre
daha dezavantajlı olacağı şeklinde yorumlar var.
TANAP’ta ise bu riskler yok. Bu yüzden o projenin
de hala devam ettiğini ve şu anda Türkiye açısından
daha önemli bir proje olduğunu da belirtmek lazım.
Batı’yı dengeleme açısından Avrasya Birliği başarılı olabilir mi? Bunun yanında Batı ile Doğu
arasında kalan Türkiye, Avrasya’nın neresindedir?
Avrasya Birliği çok iddialı bir proje olarak başlamakla beraber, Avrupa Birliği gibi olması bana göre
söz konusu değil. Çünkü Avrupa Birliği projesini
düşündüğümüzde ve geçirdiği tarihsel sürece baktığımızda bunun çok sancılı ve yavaş ilerleyen bir
süreç olduğunu görüyoruz. Rusya’nın bir anda bir
Avrasya Birliği projesi ile ortaya çıkmış olması aslında onun tamamen eski Sovyet ülkeleri arasındaki mevcut karşılıklı bağımlılık ilişkisini kullanmak
üzere oluşturduğu pragmatik bir hamleye işaret
ediyor. Nitekim Ukrayna ile ilgili süreçten sonra
başlayan yaptırımlar ve petrol fiyatının hızla düşüşe geçmesi gibi gelişmeler hesaba katıldığında,
Rusya dışında Avrasya Birliği üyesi olan devletler
hâlihazırda bunun ilerde kendilerini nasıl bir duruma sokacağı hakkında düşünmeye başladılar. Bu
40
temmuz-ağustos 2015
noktada Avrasya Birliği bir Avrupa Birliği olacakmış gibi görünmüyor. Daha çok Rusya’nın bölgedeki
ekonomik üstünlüğünü devam ettirmek üzerine kurdurduğu bir birlik bu. Bu açıdan da Avrupa Birliği
ile kıyaslanmasını da çok doğru görmüyorum. Türkiye burada nerede yer alır? Her ne kadar Türk yetkililer Avrasya Birliği’ne girmek için bir ilgi beyanında
bulundularsa da Türkiye’nin bu gelişmeyi çok da
doğru bir şekilde okuduğunu düşünmüyorum. Avrasya Birliği şu anda tamamen eski Sovyet coğrafyası üzerine kurulmuş bir birlik. Burada iki soru var:
Daha diğer Sovyet ülkelerinin bile girmeyi henüz
kabul etmediği bir oluşumda Türkiye’nin nasıl bir
işi olur? Türkiye’nin Avrupa Birliği ile bir gümrük
birliği varken Avrasya Birliği’ne girmesi halinde ne
olur? Bunları düşünmek lazım. Türkiye’nin bence
buradaki konumu şu: Türkiye, coğrafi konumundan
dolayı bu iki farklı proje arasında aslında yine bir
köprü rolü oynuyor. Türkiye’nin kendisini konumlandırabileceği esas nokta da aslında budur. Zaten
fark ediyorsanız dış politikada zaman zaman Avrupa
Birliği’ne yaklaşır, zaman zaman Rusya’ya yaklaşır.
Yani Türkiye’nin aslında dış politikasında zaten
bu dengeleme durumu var. Bunun yanı sıra bazen
retorik düzeyde Şanghay İşbirliği Örgütü’ne veya
Avrasya Ekonomik Birliği’ne girmek gibi istekleri
duyuyoruz. Ancak Türkiye NATO ve Avrupa Birliği
ile olan bağlantıları sayesinde ekonomik ve siyasi
gücünü koruyabildiğinin farkında olan bir ülke ve
asla Rusya’nın hâkimiyetindeki bir projeye bu kadar
adapte olmayacaktır diye düşünüyorum. Türkiye’nin
ileride Avrasya’daki konumu da, bu köprü rolünü ne
kadar iyi oynayabildiği ile ilgili olacak.
Cemal Taşpınar
[email protected]
Bağımsızlığını
Kanıtlamak
Zorunda Olan
Bir Devlet: Ukrayna
Ukrayna’nın Önemi ve Kriz Öncesi
Gelişmeler
Hiç kuşku yok ki XX. Yüzyıla damgasını vuran en
önemli gelişmelerden biri de Soğuk Savaş denen
Amerika Birleşik Devletleri ile Sovyet Sosyalist
Cumhuriyetler gibi iki farklı ekonomi-politiğinin
arasındaki zaman zaman nükleer savaş tehditi de
içeren gerilim deneyimiydi. Tüm dünya iki blok arasında bir savaşın kaçınılmazlığından bahsederken;
80’lerle birlikte Gorbaçev yönetimindeki Sovyetler,
Perestroyka ve Glasnost gibi iki açılımı yürürlüğe
koydu ve bu politikalar Sovyetler’in dağılışını hızlandırdı.1990’lara geldiğimizde bir yandan Soğuk
Savaş’ın barışçıl bir şekilde bittiğini söyleyebilirken;
temmuz-ağustos 2015
41
diğer yandan SSCB çatısı altındaki devletlerin teker
teker bağımsızlıklarını kazandıklarını görebildik.
Bağımsızlıklarını kazanan ülkeler arasında, gerek
jeopolitik konumu gerekse nüfusu nedeniyle en
önemli ülkenin Ukrayna olduğunu söylemenin yanlış olmayacağı kanaatindeyim. 24 Ağustos 1991
yılında bağımsızlığını kazanan Ukrayna, Rusya ile
sahip olduğu uzun sınır hattı ve bağımsızlık sonrasında topraklarında bulunan 12 milyona yakın Rus
vatandaşıyla dikkat çekmekteydi.
Ukrayna, bağımsızlığını kazandığı günden bu yana
Rusya ile Avrupa arasında kararsız bir politika izle-
42
temmuz-ağustos 2015
yen ülke olmaktan kurtulamadı. Gerek bağımsızlık
sonrası seçim kazanan iki lider Leonid Kuçma ve
Kuravçuk’un farklı pozisyonları, gerekse ülke içindeki (Rus yanlıları, enerji bağımlılığı ve borçları
gibi) ve dışındaki (Rusya’nın bölgede giderek artan
etkisi) dinamikler nedeniyle Ukrayna’nın bağımsızlığını kazanmış bir devlet olarak kendini sahneye
koyabilmesi oldukça güç oldu.
Ukrayna’da Kasım 2004’ten Ocak 2005’e kadar yaşanan olaylar ve Turuncu Devrim adı verilen siyasi
gelişmeler, ülkenin Rusya’dan bağımsız bir devlet
olduğunu kanıtlamaya çalıştığı ve uzun süren gös-
terilere ev sahipliği yaptığı bir dönem olarak hatıralarda yer alıyor. Rus yanlısı Victor Yanukoviç ile
Viktor Yuşçenko arasında 21 Kasım 2004 tarihinde
yapılan seçimlerden önce Rus yanlısı Yanukoviç’in
galip ayrıldığı açıklanmasına rağmen, seçimlerde
hile yapıldığı gerekçesiyle ülke çapında düzenlenen
eylemler sonuç vermiş, seçimler tekrarlanmıştı.
Seçimin galibi bu sefer Victor Yuşçenko olmuştu.
Böyle bir tablo tabi ki Ukrayna üzerinde çıkarları
olan Rusya için kabul edilmesi zor bir durumdu. Eski
Sovyet alanında gücünü ve etkisini kanıtlamak isteyen Rusya’ya ardıl devletler, ‘’Renkli Devrim’’lerle
kendi taleplerini ve siyasi istikametlerini yavaş yavaş şekillendiriyordu.
Bu dinamiklere ek olarak, dünya tarihi bazı liderlerin yönettikleri ülkenin kaderini değiştirme, dünya siyasetine damga vurma gibi isteklerle hareket
etme temayüllerinin değişik örnekleri ile doludur.
Bu temayüllerin doğal olarak siyasi sonuçları olmuştur. Bu çerçevede Putin, hiç kuşkusuz Rusya’nın
yeniden dünya siyasi arenasında önemli ve güçlü
bir aktör olarak varolmasında 2000’lere damgasını
vuran bir lider olarak hafızalarda yerini almıştır.
Bugün ‘’Putinizm’’ diye adlandırılan politika, eski
temmuz-ağustos 2015
43
1990’lara geldiğimizde
bir yandan Soğuk Savaş’ın
barışçıl bir şekilde bittiğini
söyleyebilirken; diğer yandan
SSCB çatısı altındaki devletlerin
teker teker bağımsızlıklarını
kazandıklarını görebiliriz.
Sovyet sahasından Ortadoğu’ya, Ortadoğu’dan
Asya’ya kadar Avrasya coğrafyasında Rusya’nın aktif
bir siyaset izlemesini öngörüyor. Bu bağlamda düşünüldüğünde Ukrayna ile Rusya arasında 2013 sonlarına doğru patlak veren kriz ve çatışma hali bir tesadüf olarak değil, bağımsız bir devlet olarak hareket
etmeye ve yeni ortaklıklar kurmaya çalışan Ukrayna
ile Ukrayna’yı hala küçük Rusya olarak gören Rusya
arasındaki ilişkilerin bir patlaması olarak görülebilir.
Peki bugün Suriye Krizi ile birlikte dünya siyasetinin merkezinde bulunan Ukrayna Krizi neden ve nasıl
başladı? Yukarıda belirttiğim üzere Ukrayna Krizi’ni
günlük gelişmelerin ötesinde Rusya, hatta Sovyetler
ile Ukrayna arasındaki ilişkilerde aramak gerekiyor.
Yüzyıllar boyu bağımsız bir devlete sahip olamayan
Ukrayna, Rusya İmparatorluğu ve SSCB çatısı altında yaşamış, bundan dolayı da uzun süreler Küçük
Rusya olarak görülmekten kurtulamamıştır.
Krizin Tarihi & Siyasi Nedenleri
ve Gösterilerin Başlaması
Rusya için Ukrayna’nın başkenti Kiev’in tarihi olarak
çok önemli bir yer tuttuğu biliniyor. Ruslar kendilerini Ukraynalılar ile aynı ırktan görürken bunu da
kendi atalarının Kiev’den çıkmasıyla açıklıyorlar. Veliki Novgorod merkezli Rurik Hanedanlığı’nın, 912
yılında Oleg önderliğinde Kiev’i kontrolü altına alması ve bu hanedanlığın Kiev Rus ve Moskova prensliklerini yöneten hanedanlık olarak egemenliği 1598
yılına kadar sürdürmesi Rusların iddialarında önemli
yer tutuyor. Bundan dolayı yıllar boyu Ukrayna, Ruslar tarafından Küçük Rusya, Ukraynaca ise Rusya’nın
bozulmuş bir versiyonu olarak görüldü.
SSCB’nin dağılışı sonrasında Ukrayna, bu Küçük
Rusya tezini ve anlatılarını kırmak, değiştirmek için
44
temmuz-ağustos 2015
daha dengeli bir politika izleyerek Batı ile entegrasyonuna da hız verdi. Tarih yazımlarında Ukrayna’nın
Rusya’dan farklı bir devlet, Ukraynalıların da farklı
bir ulus olduğu, hatta Ukrayna’nın Rusya’nın aksine
Batı medeniyetinin bir parçası olduğu anlatımı ağırlık kazandı. Bu bağlamda düşünmek, Ukrayna’nın
gerek NATO’yla gerekse Avrupa Birliği’yle olan ilişkilerini anlamayı kolaylaştıracaktır.
Ancak bu anlatıların Rusya tarafından tepki görmemesi, reddedilmemesi mümkün görünmüyor.
Yukarıda bahsettiğim üzere, Putin gibi bir liderin
öncülüğünü yaptığı Rusya ve onun Putinizm diye
bilinen politikaları, Soğuk Savaş sonrasında oluşan
unipolar (tek kutuplu) dünyadan multipolar (çok
kutuplu) dünyaya gidişi görerek, o kutuplardan
biri olma fırsatını kaçırması beklenemezdi. Amerika hegemonyasının giderek kırıldığını düşünülürse,
bugün Rusya-Çin eksenli yeni bir kutubun oluşmakta olduğunu ve safların giderek sıklaştığı bir dönemde Rusya’nın stratejik olarak önemli gördüğü
Ukrayna’yı (hatta Gürcistan’ı) AB ve NATO’ya kaptırmak istemediğini görebiliriz.
Ukrayna Krizi’ni de tam bu noktadan okumanın
doğru olacağı kanaatindeyim. Turuncu Devrim’in
önemli aktörlerinden Rus yanlısı Viktor Yanukoviç’in
başında olduğu hükümet, 21 Kasım 2013’te AB’yle
ortaklık ve serbest ticaret anlaşması müzakerelerini
askıya aldığını duyurdu. Bu kararın öncesinde AB
ile görüşmelerini sürdüren Ukrayna hükümeti, tutuklu bulunan Turuncu Devrimi’nin önemli siyasi
simalarından Timoşenko’nun tedavisi için serbest
bırakılması önerisini reddetmişti. Bu karar ardından
Rusya ile yolları ayırmakta kararlı olan Batı yanlıları sokakları doldurdu. Barışçıl şekilde başlayan
gösteriler, güvenlik güçlerinin sert müdahalesi sonucunda son derece kanlı çatışmalara döndü.
Ukrayna gerek jeostratejik gerek de nüfus açısından önemli bir ülke. Durum böyle olunca ne Rusya
ne de AB Ukrayna’yı rakibine kaptırmak istemiyor.
Ancak Ukrayna’nın Rusya ile hem enerji hem de ticaret hacmi konularında önemli bir bağı bulunmakta. Geçtiğimiz aylarda Yanukoviç şunları söyledi:
“Rus meslektaşlarımız ile yaptığımız görüşmelerin
sonuçlarından son derece memnunuz. Geçtiğimiz
sene Ukrayna ve Rusya arasındaki dış ticaret hacmi
önemli ölçüde artış kaydetti. Dış ticaret hacmi bu
yılın ilk dört ayında geçtiğimiz senenin aynı dönemine göre %38 oranında artarak 7,9 milyar dolara
ulaştı. Bu ivme devam edecek. Eminiz ki bu sene
sonunda kadar iki ülke arasındaki dış ticaret hacmi
28 milyar dolara ulaşacak.”1
Rusya yanlısı hükümetin AB’ye karşı bu tavrına AB
ilk başta daha önce yaşadığı enerji sıkıntısını tekrar yaşamamak için, Yanukoviç’in eski Sovyet toprağı olan altı ülkeyle,Azerbaycan, Beyaz Rusya, Ermenistan, Gürcistan, Moldova ve Ukrayna, amaçlayan
‘’Doğu Ortaklığı Projesi’’ne de büyük zarar veren
kararına çok sert bir çıkış yapamadı. AB’nin enerji konusunda Rusya’ya bir alternatif yaratmadan,
Rusya’nın bölgede giderek artan etkinliğine sert
çıkışlar gerçekleştirmesi zaten pek mümkün görünmüyordu. Ekonomik yaptırımlar yoluyla Rusya’yı
caydırma çabaları Rus ekonomisini sarssa da kendi
çıkarları için Rusya ile müzakereleri sürdüren AB’nin
iki önemli ülkesi olan Fransa ve Almanya liderleri
Hollande ve Merkel’in, nihayetinde daha sonra değineceğim Minsk görüşmelerini planlamasında öncü
rol oynamıştı.
Yanukoviç’in AB ile yürütülen süreci askıya alması Ruslar ve Rus yanlıları tarafından son derece
olumlu karşılandı. Ödül olarak, Ukrayna ile Rusya
arasında 17 Aralık’ta devasa bir anlaşma imzalandı. Buna göre, Rusya Ukrayna’nın 15 milyar dolarlık dış fon açığını kapatacak ve Kiev’e satılan
doğalgazın faturasını neredeyse üçte bir oranında
indirecekti.2
Bir yandan diplomatik görüşmeler devam ederken,
AB yanlısı göstericiler ile Rus yanlıları arasında kanlı çatışmalar devam ediyordu. Rus yanlıları
Ukrayna’nın doğusunda ve güneyinde etkinliğini
arttırdı ve çatışmaların henüz başında 1954 yılında, Ukrayna doğumlu olan ve Sovyetler Birliği Komünist Partisi Sekreteri olarak Stalin’in ölümü üzerine 7 Eylül 1953 tarihinde göreve gelen Kruşçev
tarafından,1654 tarihli Pereyaslav Antlaşmasının
300. Yıl dönümünde Ukrayna’ya verilen Kırım’ı, nüfusunun çoğunluğunu Ruslar oluşturduğu bahanesiyle Rusya ilhak etti. Birçok Batılı devlet Rusya’yı
Kırım’a gizlice asker yollamakla ve Ukrayna’da çatışma ortamının ana aktörü olan ayrılıkçılara askeri
destek sağlamakla suçladı.3
temmuz-ağustos 2015
45
Vladimir Putin, hiç kuşkusuz
2000’lere damgasını vuran bir
lider olarak, Rusya’nın yeniden
dünya siyasi arenasında önemli
ve güçlü bir aktör olarak
varolmasında büyük paya
sahip. Bugün ‘’Putinizm’’ diye
adlandırılan politika, eski
Sovyet sahasından Ortadoğu’ya,
Ortadoğu’dan Asya’ya kadar
aktif bir siyaset izlemeyi
öngörüyor.
Can kayıplarının ve yaralanmaların bilançosu günden güne büyüdü. 2015 Mart’ında yapılan açıklamada BM yetkilisi, Ukrayna’nın doğusunda 1 yıla
yakın süredir devam eden çatışmalarda 6 binden
fazla insanın öldüğü bilgisini verirken, 15 bine yakın insanın da yaralandığını kaydetti. Ukrayna’da
evlerini terk etmek zorunda kalanların sayısının ise
1 milyonu geçtiği aktarılıyor.4
Ukrayna ile Rusya arasında yaşanan örtülü savaşın
sadece bu iki ülkeyi etkilemediği aşikar. Rusya ile
Ukrayna arasında daha önce yaşanan krizlerden dolayı 2006 ve 2009 yıllarında enerji krizi yaşayan
Avrupa, bir yandan Rusya’nın bölgedeki aktivitelerini cezalandırmanın bir yolunu ararken bir yandan
da bu krizin kendilerini olabildiğince az etkilemesi
için yollar aramaya başladı. Uzun vadede Orta AsyaHazar Denizi’nde bulunan kaynakların Türkiye üzerinden Avrupa’ya taşınması fikri ağırlık kazanırken
kısa vadede üretimlerine sorunsuz şekilde devam
etmenin yolunun da Ukrayna Krizi’ni siyaseten çözmeden geçtiğini düşündüler.5
Minsk Görüşmeleri
Eylül 2014’te taraflar, uluslararası arabulucuların da
desteğiyle ateşkes ilan edip, barış görüşmelerinin
çerçevesini konuşmaya karar verdiler ve bu bağlamda Belarus’un başkenti Minsk’te bir araya geldiler.
Ancak çatışmalar dinmedi ve bu kararın üstünden
46
temmuz-ağustos 2015
Aralık’a kadar geçen süreçte çatışmalarda binden
fazla insan daha hayatını kaybetti. Aralık ayında
yeni bir ateşkes için görüşen taraflar gene anlaşamadılar. Minsk’te başlayan görüşmelerde hedef,
Ukrayna’nın doğusunda 4 bin 700 kişinin ölümüne
neden olan çatışmaların son bulmasıydı.
Son görüşmelere Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) temsilcileri de katılmıştı. Görüşmelerde
ağır silahların cephelerden çekilmesi, tutsak değişimi ve Ukrayna’da ayrılıkçıların kontrolündeki bölgelere yönelik ambargonun kaldırılması konularının
ele alınması bekleniyordu; ancak görüşmeler devam
eden çatışmalar nedeniyle yarıda kesildi.
Merkel ve Hollande AB’yi temsilen her iki tarafı
ikinci kez Minsk’e davet ederek barış görüşmelerinde arabuluculuk görevi yaptılar.Rusya Devlet Başkanı Putin, Fransa Cumhurbaşkanı Hollande, Almanya
Başbakanı Merkel ve Ukrayna Cumhurbaşkanı Petr
Poroşenko, Belarus’un başkenti Minsk’te 11 Şubat
2015 tarihinde bir araya geldi. Belarus’un başkenti
Minsk’te 16 saat süren görüşmelerin ardından Rusya
Devlet Başkanı Vladimir Putin, birçok konuda uzlaşmaya vardıklarını açıkladı. Putin, Üçlü Temas Grubunun Minsk anlaşmalarının uygulanmasına yönelik
önlemler konusunda belgeye imza attığını bildirdi.
Anlaşmanın içerdiği maddelerden birkaçı şöyle sıralanabilir:
(1) Güvenlik bölgesinin oluşturulması için
tarafların bütün ağır silahlarını; 100 milimetre ve üzeri kalibreli topçu sistemleri için minimum 50 kilometre genişliğinde, çok namlulu
roket sistemleri için 70 kilometre genişliğinde,
Tornado-C, Uragan, Smerç tipi roket sistemleri
ve Toçka (Toçka U) taktik roket sistemleri için
ise 140 kilometre olacak şekilde eşit mesafede
geri çekmesi.
(2) Çekilmenin ilk gününden itibaren AGİT
tarafından uydular, insansız hava araçları,
radyolokasyon sistemleri de dahil bütün teknik
araçlar kullanılarak ateşkes rejiminin ve ağır
silahların çekilmesinin etkili gözlemlenmesi ve
doğrulanmasının sağlanması.
(3) Bütün esirlerin ve yasadışı gözaltına alınmış şahısların “all for all” (herkese herkes) ilkesiyle serbest bırakılmasının sağlanması. Bu
sürecin geri çekilmenin tamamlanmasından
sonraki 5 günden geç olmayarak sona ermesi
gerekiyor.
(4) Uluslararası mekanizmalar çerçevesinde
ihtiyacı olanlara insani yardımın ulaştırılması,
depolanması ve dağıtılmasının güvenilirliğinin
sağlanması. 6
Bütün bu çabalara rağmen, Ukrayna’da sular ancak kısa süreli durulacak gibi görünüyor. AB’nin ve
NATO’nun, eski Sovyet sahasına yönelik genişleme
çabalarına Rusya’nın şu haliyle sessiz kalması beklenmezken, AB’nin ve NATO’nun Gürcistan ve Ukrayna örneklerinden sonra nasıl bir tavır alarak devam
edecekleri merak konusu. Ancak son gelişmelere
bakılırsa Minsk II’de ortaya konan maddelerin geçerliliği de tartışılmaya devam edecek.
Haziran ayının başında Ukrayna Başbakanı Yatsenyuk, Moskova’nın üçlü görüşmeyi iptalinin hemen
ardından Rus destekli militanların Ukrayna’nın
batısında saldırılar başlatabileceğini söyledi. 3
Haziran’da Marinka’da yaşanan çatışmaları rapor
eden AGİT temsilcileri ise, suçluların Rus destekli
isyancılar olduğunu ortaya koydu. Nisan ayında üst
düzey NATO yetkilisi Rusya’nın ayrılıkçıları eğittiğini söyleyerek tehlikeye daha önce dikkat çekmişti.7
Bunun yanında, geçtiğimiz aylarda bir İtalyan gazetesine konuşan Putin, Rusya’nın saldırgan bir politika izlediğine yönelik sorulara: ‘’Rusya’nın NATO ve
ABD’ye tehlike oluşturmadığını, eğer üs haritasına
bakılırsa kimin ne kadar üssünün olduğunun görüleceğini, ABD’nin Norveç’te Moskova’yı vurabilecek
üssünün olduğunu ve bütün bunlara rağmen kendilerine saldırgan denmesine şaşırdığını’’ söyledi.
Sonuç olarak, üst düzey yetkililerin arabuluculuğuna rağmen, Ukrayna ve Rusya arasındaki gerilim
son bulmuş değil ve gerilimin nerede duracağına
dair öngörü yapmakta oldukça güç. Soğuk Savaş’ın
Ukrayna ile Rusya arasında
yaşanan örtülü savaşın sadece
bu iki ülkeyi etkilemediği
aşikar. Rusya ile Ukrayna
arasında daha önce yaşanan
krizlerden dolayı 2006 ve 2009
yıllarında enerji krizi yaşayan
Avrupa, bir yandan Rusya’nın
bölgedeki aktivitelerini
cezalandırmanın bir yolunu
ararken bir yandan da bu krizin
kendilerini olabildiğince az
etkilemesi için yollar aramaya
başladı.
bitiminin ardından gerek AB’nin gerekse NATO’nun
‘’Doğu Açılımı’’ yaparak etki alanını genişletme çabası, Rusya sınırına yaklaştıkça dirençle karşılaşıyor. Batı’nın ve onun bayraktarlığını yapan bir örgütün domine ettiği tek kutuplu bir dünya düzenini
arzulanabilir bulmayan Putin Rusyası var gücüyle,
bu projeyi engellemeye ve çok kutuplu bir dünya
düzeninde kutuplardan biri olmaya çalışıyor.
Bunu yaparken de, farklı devletlerin ‘’içişlerine karışarak,’’ uluslararası hukukun temel ilkesini çiğniyor.
Ancak önemle vurgulanması gereken noktalardan
birisi de gerek AB gerekse NATO’nun genişleme
ajandasını ülkelerin sosyal yapılarını göz önüne
alarak yapmaları gerekliliğidir. Milyonlarca Rus ve
Rus dillinin bulunduğu coğrafyalarda Rusya’nın sessiz kalmasını beklemek, özellikle NATO’nun varlık
sebebini açıklamakta kullanışlı olan ‘’Realist’’ teorinin doğasına pek de uygun düşmüyor.
KAYNAKÇA
1
2
3
4
5
6
7
http://tuid.org.ua/ukrayna-le-rusya-arasndaki-d-ticaret-hacmi-28-milyar-dolara-ulaacak
http://www.diken.com.tr/kievin-en-zor-secimi-bati-mi-dogu-mu/
http://haber.sol.org.tr/dunya/abd-moskovada-cekilmis-fotografla-rusyayi-ukraynayi-isgalle-sucladi-114599
http://www.evrensel.net/haber/106476/bm-ukraynada-olu-sayisi-6-bini-gecti
http://www.aljazeera.com.tr/gorus/ukrayna-krizinin-enerji-boyutu-ve-turkiye
http://www.trtturk.com/haber/ikinci-minsk-anlasmasi--109766.html
http://foreignpolicy.com/2015/06/08/russian-backed-rebels-are-restarting-the-war-in-ukraine/?utm_content=bufferc7690&utm_medium=social&utm_source=twitter.com&utm_campaign=buffer
temmuz-ağustos 2015
47
Yazan: Özhan Mert Özdemir
Çeviren: Mahur Özgül
Göç Çağında
Avrupa
Özellikle bütün Avrupa ülkelerini
derinden sarsan 2008 ekonomik
krizinden sonra hem aşırı sağ
hem de aşırı sol partiler halk
tarafından gittikçe artan
bir ilgiyle desteklenmeye
başlamıştır.
Göç ve Avrupa’da Aşırı Sağ-Solun Yükselişi
Avrupa, son on yılda tarihte benzeri görülmemiş bir
aşırı sağ parti yükselişine şahit olmaktadır. Özellikle bütün Avrupa ülkelerini derinden sarsan 2008
ekonomik krizinden sonra hem aşırı sağ hem de
aşırı sol partiler halk tarafından gittikçe artan bir
ilgiyle desteklenmeye başlamıştır. Örneğin Marine
Le Pen önderliğindeki Ulusal Cephe partisi krizden
sonra Fransa’nın hem yerel, hem de genel seçimlerinde oy oranlarını artırmıştır. Daha yakın tarihe
bakarsak Fransa’da Ulusal Cephe, Hollanda’da Özgürlük Partisi (Party for freedom), Yunanistan’da
Altın Şafak gibi birçok Radikal sağ parti 2014 Mayı-
48
temmuz-ağustos 2015
sında yapılan seçimlerde Avrupa parlamentosundaki yerlerini almıştır.
Bunun yanında aşırı ya da “uç” tabir edilen sol
partiler de özellikle ekonomik krizden sonra oldukça popüler olmuş, hatta birçoğu geleneksel merkez partilerin de yerini alarak söz konusu ülkelerin parlamentosuna girmişlerdir. Örneğin Syriza
Yunanistan’da 2012 seçimlerinde yüzde 27 oy alarak ikinci partiliğe yükselmiş ve Yunan parlamentosunda 71 koltuk kazanmıştır. Bu seçimlerden sonra
gücünü arttırmaya devam eden Syriza , 2015’te
yapılan erken seçimlerde ise aldığı yüzde 36,3 oyla
parlamentoda 149 koltuk kazanmış ve sağcı ANEL
ile birlikte koalisyon hükümeti kurmuştur.
Bazı Avrupa ülkelerinde bu karşıt duruşlu radikal
hareketler, destekçilerini, doğal olarak oy oranlarını artırmak adına birbirleriyle sürekli bir rekabet
halindeydi. Örneğin krizin etkilerini hala taşımakta
olan geleneksel işçi sınıfı, partiler için her zaman
kazanılmaya değer bir kitleydi. Bazı durumlarda ise
bu rekabet ortamının yarattığı gerilim, kendini direkt olarak karşıt kampanya veya eylemler halinde
dışa vuruyordu. Gerilimin yanı sıra veya sonucun-
da, aşırı sağ ve solun birbirini söylem ve strateji
alanında da etkilediği görülmektedir. Bunlara örnek
olarak ise, birçok aşırı sağ partinin seçmen tabanını genişletmek amacıyla ekonomik refah temelli bir
söylem benimsemesi, hatta muhafazakâr yapılarına
rağmen işçi sınıfıyla beraber eşcinseller gibi farklı
alt kültür gruplarının da haklarını savunması gösterilebilir. Aynı sebeplerden aşırı sağın yanı sıra, aşırı
sol ve merkez sol partilerin de göç olgusu karşısındaki duruşlarından taviz vermek zorunda kaldığını,
yoğun göç konusunda birtakım kısıtlayıcı tedbirler
alınması gerektiği yönünde fikir beyan etmelerinden anlayabiliriz.
Bu çalışmamda Avrupa’da radikal sağ partilere verilen desteğin artmasını ve bu durumun radikal solun
duruşuna olan etkisini, bu iki karşıt görüş arasında-
ki rekabet ve muhalefeti göç ve göçmen politikaları
çerçevesinde değerlendirmeye çalıştım.
Aşırı sağı Avrupalı seçmene cazip kılacak çeşitli
sebepler olmasına karşın en baskın sebep, dönem
Avrupa’sının finansal sıkıntıları olmuştur. Bunun dışında karizmatik liderler ve ılımlı partilerin ekonomik krizi atlatma konusunda gösterdiği başarısızlık
da, aşırı sağı diğer görüşler karşısında avantajlı konuma getirmiştir. Bununla birlikte hem aşırı solun
elit kesimi ve genel olarak halk tarafından bir tehdit olarak algılanan göçmenler, hem de son yıllarda
dalga dalga artmakta olan göç hareketi göz önünde
bulundurulduğunda göç olgusu sağ hareketin Avrupa’daki yükselişinde yadsınamaz bir role sahiptir.
Söz konusu coğrafyadaki sağ partilerin öncelikleri
ve çeşitli konulardaki stratejileri farklı olsa da, göç
temmuz-ağustos 2015
49
ve göçmen karşıtı duruşları onları ortak bir paydada
buluşturmaktadır; dolayısıyla aşırı sağın ani popülerleşmesindeki etkiler incelendiğinde Avrupa’daki
göç faktörü görmezden gelinmemelidir.
Göç ve aşırı sağın yükselişi
Son on yılda özellikle Batı Avrupa’da göçmen nüfusu oranı hızla yükselmiş, bu da aşırı sağın elit ke-
50
temmuz-ağustos 2015
simi tarafından büyük bir tehdit olarak algılanmaya
başlamıştır. Dönemin aşırı sağına göre artan göçmen nüfusu ülkelerini hem ekonomik, hem kültürel
anlamda tehdit etmekteydi. Bu durumu milliyetçi,
yoksul ve işsiz seçmen kitlesine hitap etmek ve
onları çevrelerinde toplamak için bir fırsat olarak
gören sağ partiler, göç ve göçmen karşıtı bir söylem
benimsemeye başlamıştır. Sağın bu tavizsiz duruşu
göçmenleri ekonomik ve-veya kültürel tehdit olarak
gören seçmen kitlesinin gözünde, onu görece daha
Bu durumu kriz mağdurlarının desteğini kazanmak
avantajlı konuma getirmiştir.
için bir fırsat olarak gören aşırı sağ, bu kanıyı pe-
Ekonomik krizden sonra Avrupa’da bütçe kısıntıla-
kiştirecek ve mevcut kutuplaşmayı daha da artıra-
rı, yüksek işsizlik oranları, yaşam standartlarının
cak söylemler geliştirmiş ve politikasını da bu yön-
düşmesi gibi finansal anlamda ciddi problemler baş
de inşa etmiştir.
göstermiştir. Bunların sonucunda göçmenler yerel
Bugün, radikal sağ hala göç olgusuna ekonomi te-
halk tarafından işsizliğin temel sebebi ve devlet
melli bir çerçeveden bakıp, farklı ülkelerden gelen-
bütçesine bir “yük” olarak görülmeye başlanmıştır.
lerin yerel halkın iş olanaklarını kısıtladığı ve devlet
temmuz-ağustos 2015
51
Bazı sağ partiler ise kaynakların
yerel halk tarafından paylaşılıp
”diğerlerinin” bu refahtan
mahrum bırakılması gerektiğini
savunan “refah şovenizmi”
görüşünü benimsemiş ve bu
sayede oy tabanını genişletmeyi
amaçlamıştır.
bütçesini zorladığı gerekçesiyle göçmen karşıtı bir
duruş sergilemektedir. Bazı sağ partiler ise kaynakların yerel halk tarafından paylaşılıp ”diğerlerinin”
bu refahtan mahrum bırakılması gerektiğini savunan “refah şovenizmi” görüşünü benimsemiş ve bu
sayede oy tabanını genişletmeyi amaçlamıştır.
Daha önce de belirtildiği gibi radikal sağın göç ve
göçmen karşıtı politikalarının ekonomik, kültürel
ve siyasi birçok parametresi vardır. Bu sebeple radikal sağın son yıllardaki popülaritesini açıklamak
için yalnızca ekonomik faktörleri değerlendirmek
yeterli olmaz. Buna ekonomik kriz sonrası müdahale ile kurtarılan İspanya, İrlanda gibi ülkeler dahil
olmak üzere, bazı ülkelerde önemli bir oy oranına
sahip radikal sağ parti olmamasını örnek gösterebiliriz. Radikal sağın görece daha popüler olduğu ve
yüksek oy aldığı ülkelere baktığımızda ise bazılarında sağ hareketi temsil eden partilerin 2005-2013
yılları arasında oylarını gözle görülür derecede artırdığını, fakat diğer ülkeler için böyle bir durumun
söz konusu olmadığını görüyoruz. Dolayısıyla aşırı
sağın göç karşıtı söylemlerini anlamak için ülkeleri
yalnızca ekonomik değil, kültürel boyutta da incelemek gerektiği söylenebilir.
Kültürel perspektiften baktığımız zaman ise aşırı
sağın göçü; milli birlik ve beraberliğe, milli kültür ve hayat tarzına bir tehdit olarak lanse ederek
milliyetçi/ulusalcı kesimi kazanmaya çalıştığını görebiliriz. Özellikle Avrupa’nın Müslüman nüfusunu
hedef haline getiren radikal sağ hareket, İslamofobik bir söylem benimsemektedir. Örnek olarak Le
Pen, Wilders ve Hernz-Christian Strache gibi aşırı
sağcı liderler halkın “milli kimliği kaybetme” korkusunu kullanarak oylarını artırmaya çalışmaktadır.
52
temmuz-ağustos 2015
Mudde’ın tabiriyle göçmenler, “millet dışı, devlet içi
düşmanlardır”. Özellikle ciddi bir göçmen nüfusuna
sahip olan Batı Avrupa’da durum böyleyken, Doğu
ve Orta Avrupa’da da azınlıklar aşırı sağ tarafından
“millet dışı, devlet içi düşmanlar” olmakla itham
edilmekteydi. Dolayısıyla geçtiğimiz yıllarda “dostdüşman”, “biz-onlar” gibi ötekileştirici söylemlerin
aşırı sağın oy oranlarını artırdığı gözlemlenebilirken, bugün de bu gibi söylemsel ötekileştirme
stratejilerinin kültürel sebeplerle göç karşıtı olan
kesimlerin desteğini kazanmada hala etkili olduğunu söyleyebiliriz.
Yakın geçmişe baktığımızda ise bazı aşırı sağ grupların “etnik milliyetçi çoğulculuk” olarak tabir edilen, her etnik grubun var olma ve gelişme hakkı
olduğunu kabul ettikleri, ancak her grubun kendi
ülkesinde var olması gerektiğini savundukları görülmüştür.
Göç ve aşırı sol
Aşırı sol, siyasal ideolojiler spektrumunun sol tarafında yer aldığından aşırı sağın dışlayıcı milliyetçiliğinin aksine, evrensellik, çeşitlilik, dayanışma
ve kucaklayıcılık gibi değerleri benimsemektedir.
Ancak geleneksel işçi sınıfı ve işsiz kesim gibi bazı
seçmen gruplar, siyasi ideoloji farkına rağmen hem
aşırı sol hem de aşırı sağa sempati duymaktadır,
dolayısıyla göçün etkileri ortak bir endişe olarak
her iki görüş tarafından benimsenmiştir. Bunun sonucunda, günümüzde birçok aşırı sol parti göç karşısında ideolojileri sebebiyle bir “göç ikilemi” yaşamaktadır. Bir yandan evrensel, eşitlikçi ve ezilenle
dayanışmacı bir politika izlemeleri gerekirken, öbür
yandan özellikle ekonomik boyutlardaki küreselleşme karşıtı duruşları ve göç sürecinin iş güvenliğini
ve işçi maaşlarını tehdit ediyor oluşu sebebiyle göç
meselesine karşı tedbirli ve her an tetikte bir duruş
sergilemektedirler. Bazı radikal sol partiler oylarını
kaybetmemek ve oy tabanını genişletmek uğruna
göçe karşı daha sıkı tedbirler alınması gerektiğini
savunup aşırı sağın göçmen karşıtı söylemini benimserken, diğerleri göçmenlere karşı daha dayanışmacı bir tavır takınmaktadır.
Örneğin Syriza, (Yunanistan’da son seçimleri kaza-
nan aşırı sol parti ) aşırı sağcı parti Altın Şafak
ile geçmişte karşı karşıya gelmiştir. Günümüzde ise
hala parlamentoda olduğu kadar diğer alanlarda da
birbirlerine muhalif duruşlarını muhafaza etmektedirler. Günümüzde Syriza tarafından göçmenlerin
finansal sorunlarını çözmek amacıyla “Herkes için
dayanışma” (Solidarity for all) kampanyası yürütülmektedir. Parti aynı zamanda göçmenleri radikal
sağcıların baskı ve saldırılarına karşı korumak için
gösteri, karşı gösteri ve “koruma komiteleri” düzenlemesinin yanı sıra; göçmenlere gıda, barınak
ve koruma sağlanması için doğrudan etkinlikler yürütmektedir.
Buna rağmen, Hollanda Sosyalist Partisi (The Dutch
SP) oylarını artırmak için bile, aşırı sağ partilere
doğrudan doğruya muhalif olacak kampanyalar
yürütmekten kaçınmıştır. Göç bağlamında baktığımızda partinin bunu aslında “her partiye oy kaybettiren” bir mesele olarak gördüğünü, bu yüzden
bu konuda doğrudan söz almaktan kaçındığını söyleyebiliriz. Keza, Danimarka’nın sol partisi SF de,
Syriza’nın aksine göçü öncelik verilmesi gereken
bir konu olarak görmeyerek başka meselelere yoğunlaşmıştır. Bu pasif duruşunun sebebi ise seçmenin ekonomik kriz kozunu sıkça kullanan aşırı sağa
kayacağı korkusudur. Bazı dönemlerde ise SF, göç
meselesinde kısıtlayıcı devlet politikalarını desteklemiş, bu tavizsiz duruşu sebebiyle de eleştirilere
hedef olmuştur.
Sonsöz
Bu çalışmamda ekonomik kriz dönemi Avrupa’sında
göç olgusunun aşırı sağ parti ve hareketlerin yükselişe geçmesindeki rolünü ve göç-göçmen karşıtı
söylem ve politikaların seçmen kitlelerini ne yönde
hareketlendirdiğini incelemeye çalıştım. Bu bağlamda göç karşıtlığı radikal sağın en karakteristik
Bir yandan evrensel,
eşitlikçi ve ezilenle
dayanışmacı bir politika
izlemeleri gerekirken, öbür
yandan özellikle ekonomik
boyutlardaki küreselleşme
karşıtı duruşları ve göç
sürecinin iş güvenliğini
ve işçi maaşlarını tehdit
ediyor oluşu sebebiyle göç
meselesine karşı tedbirli
ve her an tetikte bir duruş
sergilemektedirler.
özelliği ve söylemlerinin de merkezini oluşturmaktadır.
Aşırı sağ, göç karşıtlığı ve karşıt söylemlerin başarısındaki rolü sebebiyle, “göç söylemini tekelleştirdiği” için eleştirilmektedir. Söylem tekelleşmesi,
Petrocik’in tanımlamasıyla “bazı mevzu veya kavramların, belli partilerle özdeşleştirilmesi durumudur.”
“Halk bir meseleyi düşündüğünde aklına bir parti
gelir. Mesele onları kaygılandırmaya başladığında ise sorunu çözmesi en muhtemel olarak algılanan söz konusu partiye oy verir.”(Walgrave ve
Swert,2007)
Bunun yanında da göç meselesi temelinde radikal
solun radikal sağa tepkisini incelemeye çalıştım.
Syriza gibi bazı partiler bu konuda aşırı sağa muhalif olup rekabet ederken, diğerleri seçmenlerini
kaybetmek pahasına bile olsa sessiz kalmayı, bazen
de seçmenlerini kaybetmemek için tavizsiz bir duruş sergilemeyi seçmiştir.
KAYNAKÇA
1-Keith , Dan & Mcgowan, Francis (2014). ‘’Radical Left Parties and Immigration Issues’’, University of Exeter and University of Sussex.
2-Krtolico , Marco (2014). ‘’ The Rise of the New Radical Right Political Parties in Europe: Phase or Danger to the European Democracy’’ , Iustinianus Primus Law Review Vol. 5:2.
3-Nedelcu , Hart & Miller, Chris (2011). ‘’Migration and The Extreme Right In Europe’’ , Review Of European and Russian Affairs , 6 (1) ,56-64.
4-http://euobserver.com/political/121838
5-http://www.todayszaman.com/diplomacy_rise-of-anti-immigration-anti-eu-far-right-parties-in-europe-causes-concern_278834.html
temmuz-ağustos 2015
53
Gülmelek alev
[email protected] SOKRATES’İN
SAVUNMASI*
Sokrates gençleri
yozlaştırmamaktadır ya
da bunu bilinçli bir şekilde
yapmamaktadır, çünkü bir kişi
birlikte yaşadığı kişileri bozarsa
kendisi de zarar görecektir.
Kendisinin ve herkesin birlikte
yaşadığı kişilerden kötülük değil
iyilik görmeyi istediğini iddia
ederek, yozlaştırılan gençlerden
kötülük geleceğini bile bile onları
bozmayı tercih etmeyeceğini
belirtir. Öyleyse Sokrates bu
konuda da suçsuzdur. Velev ki
gençleri bilmeden yozlaştırmış
olsun, bilinçsizce işlenen suçlar
için de ceza öngören bir yasa
bulunmamaktadır. Ona göre,
ithamcılar, Sokrates’i kendi
çıkarları için yargılamaktadır.
Atina’da, özgür insanların tartışıp uzlaşmaya çalıştığı, doğrudan demokrasinin antik mekânı agorada
aktarır Sokrates felsefi düşüncelerini. Yine orada
yargılanır ve ölüm cezasına çarptırılır, topluma
zararlı olduğu iddia edilen düşüncelerinden ötürü.
Sokrates’e göre, haksız yere yargılanmaktadır ve
Atina’da var olan yargısal sistem adaleti gözetmemektedir.
Nasıl bir yargısal düzen mevcuttur Sokrates’in yargılandığı M.Ö. 399 yılında? Mahkeme halkın arasından 501 jüriden oluşmaktadır. Bağımsız yargıçlar
bulunmamakla birlikte yerleşmiş yasalar ve yargılama kuralları oluşturulmuştur. Mesela, dini değerlere
hakaret kamusal suçu teşkil etmektedir ve suçlu da
mahkeme jürisi karşısında kendisini savunma hakkına sahiptir. Bu polis-kentte din, Devlet ve toplumla
iç içe geçmiştir, her yerdedir. Bununla bağlantılı
olarak, Sokrates öncelikle tanrılara inanmamakla
suçlanmaktadır. Ve onu uzunca bir zamandır suçlayan üç adam, şair Meletos, siyasetçi Anytos2, hatip Lykon, kendi mesleğinin saygın insanlarıdırlar.
Sokrates, üç ithamcı ve kendisi arasındaki ilişkiyi
* Platon, Sokrates’in Savunması, çev. Özgü Çelik, İstanbul: Say, 2009.
54
temmuz-ağustos 2015
at ve atın rahatsız olduğu sinek arasındaki ilişki
ile tanımlamaktadır. Diğer bir deyişle, Sokrates’in
felsefesi, toplumda saygın bir yere sahip olan bu üç
adamın (ve diğerlerinin) çıkarlarına ters düşmektedir. Öyleyse sinek öldürülmelidir.
gelmektedir. Hâlbuki, Sokrates Atinalılara ahlaktan bahsettiği agorada ne doğa teorilerinden söz
etmektedir, ne de gençlere para karşılığında ders
vermektedir. Hatta Sokrates, savunmasından da anlaşılacağı üzere yoksul bir hayat sürmektedir.
Sokrates savunmasına, kendisinin bir doğa filozofu,
sofist olduğunu ve gençlere kötü olanı iyi olarak
gösterdiğini söyleyen üç eski ithamcısının suçlamalarından başlar. Neden bir doğa filozofu olarak
adlandırılmaktadır ve felsefe yapmanın suçlu olan
tarafı nedir? İthamcılara göre, Sokrates göklerde ve
yerin altındakilerle ilgilenmektedir. Mesela yıldırım
Zeus’un kızgınlığının bir ifadesi olmasına rağmen,
Sokrates onun meteorolojik bir olgu olduğunu iddia etmektedir. Yani dini değerleri yok saymaktadır.
Zaten onlara göre Sokrates tanrılara inanmamaktadır. Üstelik para kazanmak için dersler vermekte
olduğunu iddia etmektedirler. Sofistliği buradan
Sokrates, ithamcılarından korkar, çünkü kendisi
hakkında aslı olmayan bilgilerle Atinalıları kandırmaktadırlar. 70 yaşındaki filozof, üç eski ithamcısı peşinden giden ve onların suçlamalarını doğru
kabul eden diğer yeni ithamcılarından da korkmaktadır. Hakkındaki tüm bilgiler bir önyargıdan
ibarettir. Dolayısıyla yargılama, ona göre, objektif
değildir. Tüm bu suçlamalar doğru değilse, pek iyi
neden suçlanmaktadır?
Sokrates Tanrı’ya inandığını şöyle ispatlamaktadır:
“Tek bir şey biliyorum, o da hiç bir şey bilmediğim”,
der Sokrates. Ama (bir büyücü kehaneti çerçevetemmuz-ağustos 2015
55
Ona göre, erdemli insan
ölümden korkmaz. Eğer
ölüm korkusuyla Tanrı’nın
ona verdiği kendisi ve
diğerleri üzerine çalışma
görevini bırakırsa, başka
bir ifadeyle Tanrı’nın
emrine itaat etmezse,
ancak o zaman tanrılara
inanmadığı için yargılanması
adaletli olacaktır. Ölüm,
erdemsizlikten daha kötü
değildir ve adaletsizlikten
sakınmak, ölümden
kaçmaktan daha zordur.
56
temmuz-ağustos 2015
sinde vardığı bir kanıyla) Tanrı’nın onu dünyadaki
en iyi bilgin olarak seçtiğine inanmaktadır. Bunun
üzerine, Sokrates, Tanrı’nın bu tebliğinin anlamını
aramaya başlar. Her şeyi bildiğini savunanlarla başlar işe. Onları sorgular. Sorguladıkça da öfkelerine
maruz kalır. Böylece düşmanlar edinir, Sokrates.
Sorgular, çünkü Tanrı ona bilgiyi bulmasını emretmiştir. Tanrı’nın emrini yerine getirmektedir. Devletin tanrılarına inanmamanın cezası, ölümdür. Ama
Sokrates tanrılara inandığını savunmaktadır.
Sokrates, en iyi yaptığı şeyi yapar ve ithamcılarını sorgulamaya başlar. Sorgulamalar sonucunda şu
sonuca varır:
Sokrates gençleri yozlaştırmamaktadır ya da bunu
bilinçli bir şekilde yapmamaktadır, çünkü bir kişi
birlikte yaşadığı kişileri bozarsa kendisi de zarar
görecektir. Kendisinin ve herkesin birlikte yaşadı-
Sokrates’e göre, Atina’daki
yargısal sistem adil
değildir ve yargıçlar keyfi
davranmaktadırlar. Bir yargıcın
görevi adaleti, hakkaniyeti
suçlulara bir hediye verir gibi
dağıtmak değildir, onları
yasalara uygun bir şekilde
yargılamaktır. Suçlunun erdemi
gerçekleri açıklamak, yargıcınki
de onun savunmasının haklı ya
da haksız olduğuna bakarak
karar almaktır.
ğı kişilerden kötülük değil iyilik görmeyi istediğini iddia ederek, yozlaştırılan gençlerden kötülük
geleceğini bile bile onları bozmayı tercih etmeyeceğini belirtir. Öyleyse Sokrates bu konuda da
suçsuzdur. Velev ki gençleri bilmeden yozlaştırmış
olsun, bilinçsizce işlenen suçlar için de ceza öngören bir yasa bulunmamaktadır. Ona göre, ithamcılar,
Sokrates’i kendi çıkarları için yargılamaktadır. Ve bu
yargılama adaletsizce yapılmaktadır.
Öte yandan, ithamcılar kendileriyle de çelişmektedirler. Hem Sokrates’in ateist olduğunu hem de
kendi yarattığı tanrılara inandığını söylemektedirler. Öyleyse, tüm bu suçlamaların temelinde kıskançlık yatmaktadır, ona göre.
Bunun üzerine, Sokrates, onu izleyen Atinalılara ahlak dersi vererek sürdürür savunmasını. Ona
göre, erdemli insan ölümden korkmaz. Eğer ölüm
korkusuyla Tanrı’nın ona verdiği kendisi ve diğerleri
üzerine çalışma görevini bırakırsa, başka bir ifadeyle Tanrı’nın emrine itaat etmezse, ancak o zaman
tanrılara inanmadığı için yargılanması adaletli olacaktır. Ölüm, erdemsizlikten daha kötü değildir ve
adaletsizlikten sakınmak, ölümden kaçmaktan daha
zordur.
Sokrates’e göre, Atina’daki yargısal sistem adil
değildir ve yargıçlar keyfi davranmaktadırlar. Bir
yargıcın görevi adaleti, hakkaniyeti suçlulara bir
hediye verir gibi dağıtmak değildir, onları yasalara
uygun bir şekilde yargılamaktır. Suçlunun erdemi
gerçekleri açıklamak, yargıcınki de onun savunmasının haklı ya da haksız olduğuna bakarak karar
almaktır. İnsan önce kendisine bakmalıdır, kişisel
çıkarları yerine bilgiye ve erdeme önem vermelidir.
Savunmasının sonunda, ölüm cezasına itiraz etmez
Sokrates. Çünkü ona göre, onun için en iyi ceza
ölümdür. Hatta ölüm bir ceza değil, ödüldür. Ödüldür, çünkü onurlu bir insan olarak ölecektir. Aslında
ona ölüm cezası veren Atinalılar, kendilerini cezalandırmaktadırlar. Diğer halklar tarafından bir bilgini öldürmekle itham edileceklerdir. Dolayısıyla,
ölüm Sokrates için bir kazançtır, çünkü öteki dün-
yada daha adil bir şekilde yargılanacaktır. Öyleyse
ölüm, bir özgürlük. Öteki dünyada ölü insanları özgürce sorgulayabilecektir.
***
Sokrates’in bu savunması, insanlık tarihinin
önemli bir kısmında adaletin her zaman aranır olduğunu göstermektedir. Hâlâ arıyor oluşumuzun
nedeni de, yer yüzünde bir türlü adaletin sağlanamamış olmasında yatmaktadır. Kişisel çıkarların
zarar gördüğü her anda siyasal-ekonomik gücü
elinde bulunduranların istedikleri yönde alınan
yargısal kararlar hâlen varlığını sürdürmektedir.
Sözde sakıncalı fikirlerin kapatıldığı, yıpratıldığı,
öldürüldüğü bir adalet sadece milattan önce değil,
özgürlüklerin savunulduğu neoliberal toplumda da
devam etmektedir.
Sokrates’in olumladığı gibi ölmek midir tek çare?
Ölmeden önce, farklılıkları kabul etmiş ve özümsemiş, hakların hakkaniyetli bir şekilde paylaşıldığı
bir toplum oluşturulamaz mı?
İçinden çıkması zor bir soru.
Ne demişler?
Umut,
Fakirin ekmeği...
KAYNAKÇA
1
2
Platon, Sokrates’in Savunması, çev. Özgü Çelik, İstanbul: Say, 2009.
Atina’ya demokrasiyi getiren isyana öncülük etmiştir.
temmuz-ağustos 2015
57
Şükran Beklim
A4-ANTRAKT
[email protected]
Şehir Tutulması
Cihan AKTAŞ
Televizyon Öldüren Eğlence
Neil POSTMAN
Şehirler tüm dünyada olduğu gibi, ülmemizde de
yeniden yapılanmalar bağlamında toplumsal hareketlerin faaliyet alanı haline geldi. Kalkınma odaklı şehir
telakkisinin adaletsizliği, yıkıcılığı ve sürdürülemezliği
konusunda herkes hemfikir. Cihan Aktaş, “medeniyet”
odaklı şehir anlayışına geri dönüş önerisinde bulunduğu
bu kitabında, şehirlerin rant alanı haline getirilmesi,
TOKİ politikaları, cami mimarileri, nostalji, Gezi Parkı
olayları, AVM’ler... gibi son dönemin popüler konularında okura yeni bir pencere açıyor...
Televizyon bir cazibe merkezi olarak hayatımızın baş
köşesine oturdu. Yirmi dört saat yayın yapan kanallarla
tam bir görüntü sarhoşluğu yaşıyoruz. Alışkanlıklarımız,
konuşma biçimimiz, ilişkilerimiz televizyona endekslendi
sanki. “Eğlenceli”, “renkli” bir hayat yaşamaya başladık.
Resmi ideolojinin yasaklıları, toplum kıyısında yaşayanlar
bütün “giz”leriyle evlerimizde artık. Kameralar pervasızca
mahremiyetimizin en ücra köşelerine giriyorlar. Şiddetin
bütün türleriyle tanıştık. “Reality show”larla kan ve acının da bir satış değeri olduğunu, reklam alabileceklerini
öğrendik. Kapitalizmin en temel özelliği olan rekabetin
insanları nasıl vahşileştirdiğini, iğrençleştirdiğini gördük.
Duygularımız, tepkilerimiz, duyarlılıklarımız törpülendi...
Postman bizi, duygularımızı ehlileştiren renklerin ötesine, eğlendiğimiz şeyin ne olduğunu düşünmeye çağırıyor.
DÜŞÜNMEYE! O kadar! Yeter çünkü!
58 58temmuz-ağustos
temmuz-ağustos
2015
2015
İslamofobi
İbrahim KALIN - John L. ESPOSITO
Müslümanların Tarihi
İhsan Süreyya SIRMA
İslamofobi, 11 Eylül’den bu yana sayısız ayrım, ırkçılık,
fiziki saldırı vakaları yanında İslam karşıtı kampanyalarla da katlanarak artış göstermiştir. 2006 Danimarka
karikatür krizi ve Papa 16. Benedict’in Regensburg
konuşmasını çevreleyen tartışmalar da ifade özgürlüğü,
çok kültürlülük, dinî sembollere saygı ve dinler arası
ilişkilerle alakalı bazı önemli sorunları ortaya koymuştur.
Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma tarafından hazırlanan ve
uzun süredir yayınlanması merak ve heyecanla beklenen
Müslümanların Tarihi isimli eser 5 cilt olarak yayınlandı.
Yayın dünyasında, tek kişi tarafından hazırlanan ve Müslümanların siyasi tarihini Hz. Âdem’den günümüze kadar
inceleyen ikinci bir örneğin olmayışı, bu çalışmayı daha
da anlamlı kılıyor. İhsan Süreyya Sırma hoca bu çalışmasında, sadece dünya Müslümanlarının tarih boyunca
hangi devlet isimleri altında ve kimler tarafından yönetildiklerini anlatmıyor aynı zamanda yaptığı yorumlarla
geçmişte yaşananların günümüzdeki anlamına da işaret
ediyor ve bundan nasıl dersler çıkarmamız gerektiğine
dikkat çekiyor.
Dinî özgürlüğün yanı sıra insan hak ve özgürlükleriyle
alakalı temel ilkeleri ihlâl eden İslamofobik eylemler,
birçok farklı görünüme bürünmektedir. Bazı durumlarda
camiler, İslamî merkezler ve Müslümanların mülklerine
saldırılmış ve saygısızlıkta bulunulmuştur. İş yerleri,
okul ve meskenlerde ise İslamofobi şüphe, taciz, alay,
red, küçük düşürme ve ayrım biçimini almaktadır.
temmuz-ağustos
temmuz-ağustos
2015
201559 59
Download