Jeopolitik Rus Yarığı Özgür Sigorta Aracılık Hizmetleri A.Ş. Türkiye’nin Koruculuk Sistemi S REÇANAL Z SAYI: 12 . Temmuz-Ağustos 2015 . 7tl Hakikat Her Şeyi Kuşatır Zorunlu Trafik Sigortası Kasko Sigortası Sağlık Sigortası Zorunlu Deprem Sigortası - Dask İşyeri Sigortası Konut Sigortası Aydın Buhranı Diğer Hizmetler Adres: Kısıklı Mah. Alemdağ, Cad. Yanyol Sok. No:1/1 ÜSKÜDAR- İSTANBUL Telefon: 0216 335 52 36 TÜRKİYE’NİN AYDIN KIRILMASI: Röportaj: Murat Belge & Ali Bayramoğlu EDİTÖR’DEN MURAT SOFUOĞLU [email protected] Süreç Analiz 12. Sayısı ile okuyucusunun huzurlarında… Türkiye kritik bir seçim sürecini geride bıraktı. Seçim sonuçları ile ilgili pek çok spekülasyon yapılabilir ve halkın verdiği mesajlar masaya yatırılabilir. Bunlar arasında sanırız en dikkat çekeni ve fakat gördüğümüz kadarıyla medyamızda ve siyasi çevrelerde en az tartışmaya da değer görüleni “Yeni Türkiye” ve “Eski Türkiye” münakaşasına halkın 7 Haziran’da nasıl bir cevap verdiği konusudur. Türkiye toplumunun veya halklarının zekası ile ilgili tartışmaların tarihi ülkemizde oldukça geriye gider ve genelde seçimler sonrasında verdiği mesajları müteakip övgüye mazhar olabilir. Çünkü galiba bu zamanların dışında ya Türkiye toplumunun fikrine ihtiyaç duyulmaz ya da toplumun kendisi ülkeyi durumdan vaziyet çıkartmak isteyenlere terk etmeyi tercih eder. Bu veçheden bakıldığında 7 Haziran seçimlerine giderken Türkiye’nin mecliste temsil edilen partilerinin halk önüne çıkarken kullandıkları mesajlara aldıkları oy oranının belli bir ölçüde tekabül ettiğini düşünürsek ortaya çıkan tablonun manidar olduğunu teslim etmek gerekir. Kendisini “Yeni Türkiye”yi kurma misyonuna sahip parti olarak toplum karşısına çıkartan ve kalanları “Eski Türkiye” artıkları olarak niteleyen AK Parti’nin seçimlerden umduğunu bulduğunu söyleyemeyiz. Peki toplum oldukça iddialı olan “Yeni Türkiye” yerine “Eski Türkiye” ile devam etmek istiyor mu? Sonuçlardan bu yaklaşımın da ortaya çıktığını söyleyemeyiz. Sanırız toplum son seçimde uzun Kemalist yönetimler sonrası iktidara gelmiş ve Kemalist sekülarizmle mesafeli bir duruş sergileyen ülke tarihinin en uzun ve kesintisiz muhafazakar iktidarını eski Türkiye güçleri ile sınırlamak isteyen bir sonucu arzulamıştır. Yani Türkiye toplumu eski Türkiye ile yeni Türkiye’nin bir karmasının ülke yönetiminde söz sahibi olmasının daha güvenli ve doğru bir yol olacağını düşünmüştür ki ortaya çıkan tablonun zorunlu bir koalisyon seçeneğini taraflara dayatması da bu fikrinin en açık delili olarak karşımızdadır. Kuşkusuz bu düşünme biçiminin pek çok nedeni vardır. Türkiye’nin Suriye politikasının ülke içinde ve Suriye’de oluşturduğu sonuçlar, –Kuzey Suriye’deki temmuz-ağustos 2015 1 EDİTÖR’DEN Tersine AK Parti “Çözüm Süreci”nin başarısını HDP’nin barajı geçmemesine bağlama temayülü gösterirken HDP’nin de barajı geçme meselesini sürecin selameti açısından kaçınılmaz görme yaklaşımını benimsediğini söylersek sanırız iki tarafa da adaletsizlik etmemiş oluruz. Halbuki HDP’nin barajı AK Parti blokajı olmadan geçmesinin iki partinin ilişkileri kadar yukarıda bahsini ettiğimiz Türkiyelileşme süreci açısından da muazzam sonuçları olacaktı. “Rojava” gerçekliği, mezhep gerginliği ve yoğun mülteci akını- Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Başkanlık sistemini getirme noktasındaki yapısal değişiklikle ilişkili yoğun ısrarı, yolsuzluk iddiaları, Gezi Parkı olaylarına hükümetin genel yaklaşım tarzı ve müdahale biçimi ve nihayet Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olma yolunda en önemli parti içi sigortası konumundaki Abdullah Gül’ü elimine etmekten “gerekirse” çekinmeyeceğini göstermesinin genel “Milli Görüş” hareketi içinde oluşturduğu dalgalanmaları temel amiller olarak saymak sanırız yanlış olmayacaktır. Fakat bütün bu amillerin ötesinde artık 8 Haziran itibariyle Türkiye siyasetinin kaçınılmaz bir paydası haline gelmesi resmileşen bir faktör seçim sonuçlarının şekillenmesinde temel bir rol oynamıştır. Bu faktör HDP’dir. HDP parti olarak seçimlere girme kararındaki cesareti kadar seçim sürecinin bütün fırtınalı atmosferinde gösterdiği sabırlı dirayet ve akıllı siyasetle barajı geçmeyi sağlayacak çoğunluğu kazanmayı bilmiştir. Bu sonuçta eski Türkiye güçlerinden umduğunu bulamayan ya da geçici olarak vazgeçen Türkler kadar genel olarak muhafazakar partileri seçme temayülünde olan dindar Kürtlerin büyük kısmının 7 Haziran’da AK Parti’yi terk etme kararı oldukça etkili olmuştur. HDP’nin bundan sonraki siyasi kariyeri kendisine yönelen Türklerle geliştireceği ilişkiyi hangi noktalara taşıyabileceğini göstermesi kadar muhafazakarlara parti içinde açacağı yere de pek çok noktada bağlı olacaktır. Bu faktörler kadar önemli olan nokta HDP’nin PKK ile ilişkisinin alacağı boyuttur. HDP’nin tam bir Türkiye partisi olarak ülkesel ve bölgesel merkeze yaklaşması ve bir bakıma hiçbir zaman gerçek sosyal demokrat siyasi kanat işlevini görememiş olan CHP’nin yerini alması için “yoğun bir çatışmasızlığa” ve en azından Türkiye sınırları içinde militarizmden uzak bir çerçeveye ihtiyacı vardır. 2 temmuz-ağustos 2015 Ancak bunu sağlamak IŞİD’ın her bakımdan yükselişte olduğu mevcut Ortadoğu koşullarında olduğu kadar “Çözüm Süreci” ile ilgili şüphelerin daha fazla izhar edilmeye başladığı seçim sonrası Türkiye siyasi şartlarında oldukça güçtür. Şunu unutmamak gerekir ki özellikle seçim süresinde HDP bürolarına olan pek çok saldırıya ve Diyarbakır mitinginde yaşanan bombalı saldırıya rağmen Kandil’in şiddetten uzak durmayı tercih etmesi ve HDP’nin sakin olma ve sandığı adres gösterme yaklaşımı seçim başarılarının temel dinamiğini oluşturmuştur. Bu süreci devam ettiren bir trend HDP’nin Türkiye siyasetinde daha da fazla yükselişini gerçekleştirecek momentumu üretecektir. Bu sürecin gelişiminde “Çözüm Süreci”ni başlatan ve ısrarla sürdürmeye çalışan AK Parti’nin tutumu oldukça belirleyici olacaktır. Ancak bu noktada maalesef bir dilemma ile karşı karşıyayız. AK Parti ve HDP sürecin gelişiminde kendi aralarında yaşadıkları bütün gerginliklere ve Gezi, 17-25 Aralık ve Kobani hadiselerine rağmen İmralı’dan gelen mesajların yatıştırıcı tonlamasının da tesiriyle Kürt meselesinin çözümü noktasında ülkeyi belli bir noktaya taşımışlardır. Fakat seçim süreci iki partinin düellosuna dönüşmüş ve “Çözüm Süreci”nde kimin daha samimi olup olmadığı tartışması partiler arasındaki temel bir tartışma konusu haline gelmiştir. Bize kalırsa bu tartışma 7 Haziran seçimi için iyi bir seçim olmamıştır. Ülkenin böylesine ihtiyaç duyduğu bir barış süreci için kaçınılmaz iki taraf olan mezkur partilerin bu konuyu tartışırken daha itidalli olmaları memleketin birlik ve bekasının sağlanması için daha doğru bir yol olurdu. Ama böyle olmadı. Tersine AK Parti “Çözüm Süreci”nin başarısını HDP’nin barajı geçmemesine bağlama temayülü gösterirken HDP’nin de barajı geçme meselesini sürecin selameti açısından kaçınılmaz görme yaklaşımını benimsediğini söylersek sanırız iki tarafa da adaletsiz- Seçimlerde AK Parti’nin kaybettiği %9’luk oy oranının en az yarısı muhafazakar Kürt seçmenine aittir ve bu noktadan bakıldığında AK Partililer haklıdır. Ancak buradaki soru şudur. AK Parti muhafazakar Kürtleri neden kaybetmiştir? “Çözüm Süreci” AK Partiyi gereksizleştirmiş ve HDP’yi Kürtlerin tek adresi haline getirmiş olduğu için mi bu oylar kaybedilmiştir? lik etmemiş oluruz. Halbuki HDP’nin barajı AK Parti blokajı olmadan geçmesinin iki partinin ilişkileri kadar yukarıda bahsini ettiğimiz Türkiyelileşme süreci açısından da muazzam sonuçları olacaktı. Ancak AK Parti blokajı HDP’yi Erdoğan karşıtı bir retoriğe daha fazla ittiği için seçimler neredeyse Erdoğan’ın başkanlık sisteminin referandumuna dönüştü. Bu durumda HDP Erdoğan karşıtı bloğun desteğini de dolaylı olarak elde etme imkanına kavuştu ve bu AK Parti kurmaylarının barajı geçme meselesinin kendilerine karşı bir kumpas olduğunu düşünmelerine neden oldu. Bu durum AK Partili kurmayların “Çözüm Süreci”ni riske edecek bir retoriği benimseme uğruna HDP’ye yüklenmelerine yol açtı ki bunun neticesi de “Çözüm Süreci”ni bir bakıma HDP’ye terk etmek oldu. Seçim sonrası AK Partiye yakın medya ve parti kurmaylarının demeçlerine bakıldığında “Çözüm Süreci”nin HDP’nin lehine ama kendilerinin aleyhine olduğu sonucunu çıkarttıkları kolaylıkla anlaşılabilir. Acaba gerçek böyle mi? Seçimlerde AK Parti’nin kaybettiği %9’luk oy oranının en az yarısı muhafazakar Kürt seçmenine aittir ve bu noktadan bakıldığında AK Partililer haklıdır. Ancak buradaki soru şudur. AK Parti muhafazakar Kürtleri neden kaybetmiştir? “Çözüm Süreci” AK Partiyi gereksizleştirmiş ve HDP’yi Kürtlerin tek adresi haline getirmiş olduğu için mi bu oylar kaybedilmiştir? Yoksa HDP’nin merkeze yaklaşma ve Türkiyelileşme temayülü –ki bunun doğal siyasi neticesi partinin barajı geçmesidir- ve AK Parti’nin bu temayülü samimiyetsiz bulma ve partiyle “Çözüm Süreci” bağlamındaki ilişkisini barajı geçmeme koşuluna bağlaması mı muhafazakar oyların kaybına neden olmuştur. Sanırız AK Partili kurmayların erken seçim tartışmaların yoğunlaştığı şu günlerde bu konu üzerinde biraz daha düşünmeye ihtiyaçları vardır. Şu kadarı- nı söyleyebiliriz ki AK Parti bu seçmeni kaybetmek uğruna milliyetçi seçmeni kazanarak iktidar olma yolunu seçerse Kürt sorununun daha da büyümesine ve HDP’nin bütün Kürtleri temsil eden yegane parti olmasına neden olacaktır. AK Parti’nin tekrar tek başına iktidar olabilmesi ve Kürt sorununu çözen parti olarak tarihe geçebilmesi için muhafazakar Kürt seçmeni kazanması gerekmektedir. Bunun için de “Çözüm Süreci”ni HDP ile birlikte yürütmeyi ve partinin temel aktör olduğunu kabul etmesi gerekiyor. AK Parti’nin unutmaması gereken gerçek seküler seçmen kadar ve belki de ondan daha fazla bir şekilde muhafazakar Kürdün barışı istediği gerçeğidir. Bu noktada Kürtlerin devletle barışı sağlamakta kullanabilecekleri mevcut en güçlü ve kullanışlı araçları isteseler de istemeseler de HDP siyasasıdır. Bu nokta-i nazardan bakıldığında seçim sonuçları ile Türkiye toplumu AK Parti’ye “muhafazakar demokrat” çizgiye çekilme görevi verirken HDP’ye de ülkenin gerçek sosyal demokrat partisi olma hüviyetini kazanabilme şansını vermiştir. Ancak bu görevin yerine getirilebilmesi ve şansın da iyi kullanılabilmesi için bu iki partinin birbirlerinin rollerini kabul etmesi ve“Çözüm Süreci”ni selamete ulaştırmaları gerekmektedir. “Yeni Türkiye” ve “restorasyon” ancak bu şekilde gerçekleşebilecektir. Bunun için sürecin geldiği son noktaya tekrar dönüp silahsızlanmanın koşullarının tekrar Türkiye kamuoyunda karşılıklı suçlamalar ve rol çalmalar ötesinde konuşulmaya ihtiyacı vardır. Aksi halde Türkiye’nin Ortadoğu’da büyüyen kaostan kendi payına düşeni alması kaçınılmaz hale gelecektir. Hakikatin hepimizi ve her şeyi kuşattığı ve kaçınılmaz olduğu bilinciyle… Hakikat her şeyi kuşatır. temmuz-ağustos 2015 3 KÜNYE SÜREÇ ANALİZ “HAKİKAT HER ŞEYİ KUŞATIR” TASARIM VE UYGULAMA: ŞEMAL MEDYA [email protected] SOSYAL ÜRETİM VE EĞİTİM ÇALIŞMALARI DERNEĞİ ADINA İMTİYAZ SAHİBİ MURAT SOFUOĞLU YÖNETİM YERİ: Sinanpaşa Mahallesi Şehit Asım Cad. No: 2, Koç Han, Kat: 4 34353/Beşiktaş-İstanbul Tel: 0212 259 20 45 Fax: 0212 259 20 45 YAYIN TÜRÜ: YEREL SÜRELİ YAYIN SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ: ALAATTİN AYHAN ISSN 21-47-6945 YAYIN KOORDİNATÖRÜ: Mehmet Yavuz EDİTÖRLER: ALİ BEŞTAŞ, ARiF ÖZTÜRK, CEMAL TAŞPINAR, SERDAR YEŞİLTAY, MİNE BAYSAN, ASENA ELİF AKGÜL 4 temmuz-ağustos 2015 BASKI VE CİLT: Öz Çıpa Fotokopi Merkezi, Aktepe İş Hanı No: 10/B Cağaloğlu-Eminönü/İstanbul Tel: 0212 512 4745 11 17 20 41 İÇİNDEKİLER 06 Türkiye’nin Aydın Savaşları 41 Ali Beştaş 11 TÜRKİYE’NİN AYDIN KIRILMASI Ali Bayramoğlu ve Murat Belge Röportajı Süreç Analiz Araştırma Ekibi 20 Jeopolitik Rus Yarığı Cemal Taşpınar&Serdar Yeşiltay 41 Türkiye’nin Koruculuk Sistemi ve “Çözüm Süreci”* 48 Ahmet Azaklı 54 31 Türkiye–Rusya İlişkilerinin Temel Dinamikleri Serdar Yeşiltay Bağımsızlığını Kanıtlamak Zorunda Olan Bir Devlet: Ukrayna Cemal Taşpınar Murat Sofuoğlu RESTORASYONA 28 DOĞRU Marmara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğretim Üyesi Yardımcı Doçent Emre Erşen ile röportaj 58 Göç Çağında Avrupa Yazan: Özhan Mert Özdemir Çeviren: Mahur Özgül SOKRATES’İN SAVUNMASI Gülmelek Alev A4-ANTRAKT Şükran Beklim temmuz-ağustos 2015 5 Ali Beştaş [email protected] Türkiye’nin Aydın Savaşları Adalet ve Kalkınma Partisi birçok konuda aydınlara açıkça danışmış, sanatçıların fikirlerine başvurmak amacıyla kahvaltılı toplantılar düzenleyerek; mitinglerde devletin zulmüne uğramış, bu yüzden hapislere düşmüş, sürgünde çile çekmiş birçok sanatçı, yazar ve aydınların isimlerinden sıkça söz etmiş ve kendi siyaseti ile aydınlar arasında oldukça yumuşak bir ilişki geliştirmeyi başarmıştır. XIX. yüzyılda Avrupa’da başlayıp dünyaya yayılan, yaşam alanından, fikir dünyasına kadar birçok alanda yeni perspektifleri ortaya çıkaran süreç modernleşme olarak tanımlanabilir. Aydınlanma çağı olarak nitelendirilen bu modernleşme süreci sosyolojik, siyasal ve ekonomik olarak yeni sonuçlar doğurdu. Bu sonuçların en önemlisi de modernleşme ve gelenek- 6 temmuz-ağustos 2015 çilik arasındaki tartışmaların hız kazanmasıdır. Günümüzde bu tartışmalar geniş bir boyuta ulaşmış, İslam toplumlarında da tartışmalara, çatışmalara, toplumsal ayrım ve kırılmalara neden olmuştur. Bu kırılmaların bir benzeri de kuşkusuz Türkiye’de yaşandı. Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılma sürecinden başlayıp günümüze kadar devam eden modernleşme ve gelenekçilik arasındaki bu tartışma zaman zaman kutuplaşmalara neden olmuş ve tartışmalar günümüzde de yaşanmaya devam etmektedir. Bu ayrım ve çatışma siyasi kurumlara, toplumsal tabana yansımış ve mevcut olagelen iktidarlar, hükümetler, siyasal kurumlar kendi “aydın” prototipini oluşturmaya çalışmıştır. Siyasal kurum veya kişilerin kendi aydınını veya düşünürünü oluşturma çabasının en önemli amaçlarından bir tanesi de ideolojik düşüncelerini topluma aktarma ve konsolide etme istekleridir. Bu,sadece günümüzde olan bir şey değil, tarih boyunca iktidar sahiplerinin uyguladığı en önemli politikalardan biri olagelmiştir. Osmanlı yıkılış süreci ile beraber imparatorluğu kurtarmak amacına matuf olarak ortaya birçok ideolojik akımlar çıkmış ve her çevre bu ideolojik akımları devletin kurtuluşu bağlamında değerlendirmeye çalışmıştır. Ve her dönemde olduğu gibi bu dönem- de de homojen bir aydın tiplemesinden bahsetmek oldukça güçtür. Aydın dediğimiz kişilerin toplumu ne kadar temsil ettiği tartışılsa da, genel anlamda Türkiye’de bir aydın tiplemesinden bahsetmek mümkündür. Osmanlı’nın son zamanlarında, kurtuluş reçetesi olarak ortaya atılan batılılaşma-modernleşme girişimi toplum ve o dönemin entelektüelleri nezdinde farklı şekillerde karşılanmış ve kimi kesim bu sürece destek vermiş kimisi de şiddetle karşı çıkmıştır. Türkiye’deki siyasî yapıyı önemli ölçüde etkileyen farklı aydın gruplarının oluşum dinamiklerinin tanımlanması ve tarihî sürecinin açıklanması dahi günümüz yazarları ve düşünürleri tarafından farklı değerlendirmelere neden olmuş ve zaman zaman ciddi ayrışmalara yol açmıştır. Cumhuriyet kurulduktan sonra Kemalist rejim gücünü konsolide etmiş ve bu konsolidasyon süreci otokratik modernist bir bağlamda yürütülmüştür. Bu sebeple bu sürece destek verenler olduğu gibi karşı duranlar da olmuştur. Gelenekçi ve Modernist diyebileceğimiz bu iki ayrım noktasında örnekler verecek olacak olursak, her iki kesimde de toplumu etkileyen aydınlar, yazarlar ve düşünürler olmuştur. Örneğin, gelenekçi cenahtan; Cemil Meriç, Mehmet Akif Ersoy, Semiha Ayverdi, Necip Fazıl Kısakürek, Sezai Karakoç gibi isimler oldukça etkili olmuştur. Batılılaşma, modernleşme yönünde toplumu etkileyen aydınlar ise; Ziya Gökalp, Cevdet Paşa, Tevfik Fikret, Nazım Hikmet Ran gibi isimler olarak karşımıza çıkıyor. Ancak bu ayrımlar dahi çok sağlıklı kriterlere sahip değildir. Cevdet Paşa modern kültürden etkilendiği kadar geleneğin taşıyıcısı olan kaynaklardan da oldukça etkilenmiştir. Benzer şey tersi yönden Kısakürek için geçerlidir. Kısakürek Kemalizme karşı ağır eleştiriler getirdiği kitaplarında aynı yaklaşımın en fazla ilham kaynağı olan Fransız Devrimi’nden büyük bir “inkılap” olarak bahsetmekten çekinmemiştir. Söz konusu aydınlar Türkiye’nin biraz kendine özgü diye tanımlayabileceğimiz siyasi yelpazesinde de kendi farklılıklarının bir yansıması olarak yerlerini almıştır. Necip Fazıl muhafazakar ve dindar çevrelerin önde gelen kanaat önderlerinden biri olurken Nazım Hikmet de devrimci sol siyasi cenahların önemli temsilcilerinden biri konumuna gelmiştir. Bu keskin kutuplaşma ve vaziyet alış 1980 darbesinin her iki kesime karşı da gerçekleştirdiği ağır tasfiye sonucu biraz da farklı bir yapıda varlığını sürdürmeye devam etmiştir. Muhafazakar liberal bir hareket olarak tanımlanabilecek ANAP ve lideri Turgut Özal’a sol devrimci köklerden gelen pek çok ismin özellikle Soğuk Savaş’ın sonu ve SSCB’nin dağılmasının da etkisiyle belli bir destek verdiğine bu zamanlarda tesadüf edebiliyoruz. Cengiz Çandar ve Cem Karaca ilk akla gelen isimler olarak karşımıza çıkıyor. 28 Şubat sürecinin tekrar Türkiye siyasetini toza dumana bulayan tasfiyeleri sonrası aydınlarımızın duruşları da oldukça bu son süreçten etkilenmiş görünüyor. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin iktidara gelişi sonrası bir bakıma ilk yıllarında hem sol hem de liberal kökenli aydın çevrelerinden aldığı yoğun destek bu sürecin tezahürleri olarak görülebilir. Kasım 2002 de iktidara gelen Adalet ve Kalkınma Partisi, yoğun bir halk desteği almış, Recep Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül, Bülent Arınç, Abdullatif Şener gibi halk nezdinde tanınan isimler ile başarılı bir ivme yakalamıştır. İktidara gelir gelmez, partinin reformist kimliği ön plana çıkmış, birçok alanda gelişmeler yaşanmış, Avrupa Birliği süreci hızlandırılmış, Kopenhag zirvesi öncesi Avrupa Birliği liderleri ile görüşülmüş, ülkenin doğu ve güneydoğu bölgelerinde olağanüstü hal kaldırılmış ve birçok alanda sivilleşme adımları atılmıştır. Ekonomik olarak da oldukça iyi bir ivme yakalayan Ak Parti kısa bir süre içerisinde birçok farklı kesimin takdirini kazanmıştır. Özellikle memleketin önde gelen aydınları Ak Parti’yi desteklemiş ve bu desteklerini her mecrada dile getirmişlerdir. Adalet ve Kalkınma Partisi birçok konuda aydınlara açıkça danışmış, sanatçıların fikirlerine başvurmak amacıyla kahvaltılı toplantılar düzenleyerek; mitinglerde devletin zulmüne uğramış, bu yüzden hapislere düşmüş, sürgünde çile çekmiş birçok sanatçı, yazar ve aydınların isimlerinden sıkça söz etmiş ve kendi siyaseti ile aydınlar arasında oldukça yumuşak bir ilişki geliştirmeyi başarmıştır. Hatta ideolojik olarak Marksist çizgide tanımlatemmuz-ağustos 2015 7 Taksim Gezi Parkı’nın yeniden düzenlenmesini yayalaştırma projesi olarak sunan hükümete tepki çok sert olmuş, özellikle sosyal medya aracılığı ile kısa sürede ülkenin değişik yerlerine yayılan olaylar, 1 Haziranda polisin geri çekilmesiyle az da olsa durulmuş ve parkın içerisinde yaklaşık on beş gün süren kamp hayatı başlamıştır. Ancak 15 Haziran gecesinde polisin müdahalesi ile topluluk dağıtılmıştır. Olaylarda 8 kişi ölmüş, çok sayıda kişi yaralanmış ve olayların yankısı aylarca sürmüş ve Türkiye siyasetine etkisi de günümüze kadar devam etmektedir. nabilecek Birikim dergisi gibi yayın evleri, Murat Belge, Ahmet İnsel, Sedat Laçiner, Mehmet Altan, Ahmet Altan, Cengiz Aktar, Hasan Cemal, Baskın Oran gibi isimler Ak Parti’ye sempati ile bakmış ve Ak Parti’nin icraat ve reformlarını ciddi anlamda desteklemişlerdir. Örneğin, 2015 genel seçimlerinde Ak Parti’den milletvekilliğini kazanan Muhsin Kızılkaya, “AK Parti 2002’de kurulduğunda İslami hareketlere acayip önyargılı bir bakış vardı. Ben o zamanlar rijid bir solcu, sosyalist bir Kürt’tüm. İslami hareketlere, muhafazakârlara hoşgörüyle yaklaşıp onların memleketi dönüştürebileceğine, vesayetçi rejimi kırabileceğine dair bir inanç gelişmişse bende, tek müsebbibi Birikim Dergisi; Laçiner, İnsel ve Belge’dir,” sözlerini dile getirmiştir.1 Genel ve klasik anlamda Ak Parti ve aydınlar arasındaki ittifak olarak telafuz edilen bu ilişki günümüzde daha kompleks bir hal almış, Ak Parti’ye ciddi anlamda destek veren bir kesim aydın desteğini çeşitli sebeplerden dolayı geri çekmiş ve hatta Ak Parti’ye destek verip vermeme konusunda 8 temmuz-ağustos 2015 imza kampanyaları düzenlenmiştir. Öte yandan Ak Parti’ye hala desteğini vermeye devam eden aydınlar da tersi istikamette oldukça aktif rol almışlardır. Etyen Mahcupyan, Gülay Göktürk, Ali Bayramoğlu gibi önemli isimler ve günümüzde Serbestiyet ismi verilen web sitesi üzerinde yayın yapan yazarlar çözüm süreci, sivilleşme gibi konulardan ötürü Ak Parti’yi destekleyici nitelikte beyanlarda bulunmaya devam etmişlerdir. Peki Ak Parti ve aydınlar arasındaki ittifak ne oldu da bozuldu? Neden Ak Parti’ye destek veren ve vermeyen iki aydın gurubu ortaya çıktı? Hatırlanırsa 2007’deki 27 Nisan e-muhtırasını müteakip başlayan Ergenekon, Balyoz, KCK gibi soruşturmalarda birçok sivil ve asker darbe gerekçesiyle gözaltına alınmıştır. Bu süreçte AK Parti ile aydınlar arasında büyük sorunlar yaşandığına şahit olunmamakla beraber özellikle KCK operasyonlarının sıklaşması akıllarda bir takım soru işaretlerinin doğmasına neden olmuştur. Kuşkusuz bu süreç bir bakıma daha sonra tüm çıplaklığıyla ortaya çıkan Cemaat-AK Parti kavgasının ilk evreleri olarak sahnedeydi. KCK operasyonları hükümetin 2009’da başlattığı “Demokratik Açılım” süreci sırasında gerçekleşme- si ise meselenin komplike bir karakter arzetmesine yardımcı oluyordu. Bu süreçte bazı siyasetçi ve yazarlar bu operasyonların, cemaatin Kürt meselesinin çözümünü istememesi sebebiyle, bizzat cemaat tarafından yapıldığını iddia ederek Fethullah Hoca hareketine yüklenirken çoğunluk doğrudan hükümeti eleştirmeye başlamışlardır. 2013 Mayıs sonunda Taksim Gezi Parkı’nda çıkan olaylar, beklenmedik sonuçlar doğurdu. Daha çok sosyal-demokrat ve liberal kesimi oluşturan toplumsal grupların düzenlemiş olduğu bu protesto haftalarca sürdü. Dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın sık sık bu protestoları “dış mihraklar” ile ilişkilendirmesi hem hükümet içerisinde hem de liberal ve sosyal demokrat kesimlerce tepki ile karşılandı. Taksim Gezi Parkı’nın yeniden düzenlenmesini yayalaştırma projesi olarak sunan hükümete tepki çok sert olmuş, özellikle sosyal medya aracılığı ile kısa sürede ülkenin değişik yerlerine yayılan olaylar, 1 Haziranda polisin geri çekilmesiyle az da olsa durulmuş ve parkın içerisinde yaklaşık on beş gün süren kamp hayatı başlamıştır. Ancak 15 Haziran gecesinde polisin müdahalesi ile topluluk dağıtılmıştır. Olaylarda 8 kişi ölmüş, çok sayıda kişi yaralanmış2 ve olayların yankısı aylarca sürmüş ve Türkiye siyasetine etkisi de günümüze kadar devam etmektedir. Kimilerince bir halk hareketi kimilerince dış mihraklar veya “çapulcu ayaklanması” olarak nitelendirilen bu olaylar Ak Parti’ye de yansımış ve yukarıda bahsettiğimiz bazı liberal olarak tanımlanan aydınlar hükümetin Gezi parkı protestolarına olan müdahalesini sert bir şekilde eleştirmişlerdir. Bu çerçevede Gezi Parkı’nın Ak Parti ile aydınlar arası yaşanan krizde önemli bir dönüm noktası olduğu açıktır. Fakat Gezi Parkı buna ek olarak Türkiye aydınlarının hareketin karakteri konusundaki anlaşmazlıktan da mütevellit kendi aralarında da bir çatışmanın başlamasının ilk tohumlarının atılmasına neden olmuştur. Kuruluşundan bu yana süren Ak Parti ve Gülen Cemaati arasındaki ittifak ise özellikle son iki yılda ilişkilerin bozulmasıyla ciddi hasarlar almıştır. 2010 yılından itibaren “Cemaatçi” olarak nitelendirilen kişiler tedricen tasfiye edilirken 2014’te cemaatin oldukça etkili olduğu varsayılan dershanelerin kapatılması meselesi gündeme gelmiştir. 17-25 Aralık “darbe” girişimi ya da “yolsuzluk operasyonu” ile bu ayrılık bambaşka bir boyuta taşınmıştır. Nitekim cemaat hükümet tarafından “paralel yapılanma, çete” gibi ifadeler ile telaffuz edilmiş ve harekete karşı geniş kapsamlı operasyonlar yapılmıştır. Özellikle emniyette devam eden operasyonlar medyaya sıçramış ve bazı gazeteciler gözaltına alınmıştır. Medyaya olan bu operasyonlar bazı kesimler tarafından özgürlüklerin kısıtlanması olarak vurgulanmış ve hükümete karşı kimi aydınların sert tavırlar almasına neden olmuştur. temmuz-ağustos 2015 9 Ayrıca 17-25 Aralık olaylarında ses kayıtları ortaya çıkmış ve dört bakan görevinden olmuştur. Erdoğan Bayraktar, Muammer Güler, Zafer Çağlayan ve Egemen Bağış için TBMM yüce divan isteminde bulunmuş; ancak bu bakanlar meclis oylaması ile yüce divana gönderilmemiştir. Bazı kesimlerin rüşvet ve hırsızlık skandalı olarak gördüğü bu olaylar sonucunda bakanların yüce divana gitmemesi, yine kimi aydınlarca sert bir şekilde eleştirilmiştir. Özellikle bu süreçten sonra cemaat hükümet tarafından “paralel yapılanma” olarak ifade edilmiş, MGK kararlarında yer almış, bu yapılanmanın kırmızı kitap olarak nitelendirilen devletin gizli ajandasında yer aldığı iddia edilmiştir. KCK tutuklamalarından “Çözüm Süreci” ve Gezi Parkı’na ve nihayet 17-25 Aralık hadiselerine kadar yaşanan pek çok kritik toplumsal anlama sahip olgular Ak Parti ve bazı Türkiye aydınları arasında belli bir mesafe oluşmasına neden olmuştur. Bu çerçevede belki de büyük ölçüde Ak Parti ile aydınlar arasındaki ittifakın son bulduğu dahi söylenebilir. 1 Nisan 2013’te AK Parti İstanbul İl Başkanı Aziz Babuşcu’nun, bu kesimler ile ilişkiler konusunda sarf ettiği sözler ilginçtir:“10 yıllık iktidar dönemimizde bizimle şu ya da bu şekilde paydaş olanlar, gelecek 10 yılda bizimle paydaş olmayacaklar. Onlar da şu ya da bu şekilde her ne kadar bizi hazmedemeseler de; diyelim ki liberal kesimler, şu ya da bu şekilde bu süreçte bir şekilde paydaş oldular ancak gelecek inşa dönemidir. İnşa dönemi onların arzu ettiği gibi olmayacak.”3 AK Parti ile aydınlar arasındaki son bağın 2012 sonlarında Kürt sorununa kalıcı çözüm bulma iddiası ile devreye sokulan “Çözüm Süreci” ile devam ettiğini söylersek sanırız hata etmeyiz. Bu çerçevede birçok aydın ve yazar her şeye rağmen “Çözüm Süreci”nin devam ettiğini, askeri vesayetin bittiğini, sivilleşmenin arttığını dile getirerek Ak Parti’ye destek vermeye devam etmişlerdir. Hatta bu “destek verme veya karşı çıkma” üzerine aydınlar yazarlar tarafından pek çok imza kampanyaları düzenlenmiştir. Ak Parti’nin kuruluşundan itibaren başarısını, büyük bir koalisyona bağlayan birçok siyasetçi ve yazar, bu koalisyonun bozulduğunu ve bazı kesimlerin Ak Parti’den koptuğunu iddia ediyor. Kimileri bu kopuş ya da kopuşların Ak Parti’nin kaybı olarak değerlendirmese de, birçok entelektüel ve yazar Ak Parti’nin gitgide sertleştiğini, farklı guruplardan koptuğunu, sol, demokrat ve liberal kesim ile ayrıldığını bu sebeple de 7 Haziran 2015 seçimlerinden başarısız olmalarının kaçınılmaz olduğunu dile getirmiştir. Kurulduğundan bu yana ilk kez tek başına hükümet kuramayan Ak Parti seçimleri müteakip yaklaşık 9 puanlık bir oy kaybı yaşamıştır. Uzun bir aradan sonra koalisyon kurma sürecini yaşayacak olan Türkiye’yi zorlu günler bekliyor. Ayrıca 7 Haziran seçimlerinde birçok ilk yaşandı. Bir yandan ilk kez koalisyon kurmak için diğer partilerin kapısını çalacak olan Ak Parti, diğer taraftan tarihi başarı elde eden ve barajı ilk kez aşan Halkların Demokratik Partisi öne çıkan önemli gelişmeler olarak görülüyor. KAYNAKÇA TÜRKİYE İNSAN HAKLARI KURUMU, GEZİ PARKI OLAYLARI RAPORU, Ekim – 2014 KURGU İLE GERÇEKLİK ARASINDA, GEZİ EYLEMLERİ, HATEM ETE, COŞKUN TAŞTAN, SETA, I. Baskı : 2013 Dünden BugüneTürkiye’de Modernite ve Aydın Sorunu, Prof. Dr. Özcan Yeniçeri, GELENEK VE MODERNİZM BAĞLAMINDA İSLAM, Ahmet Faruk KILIÇ* ve Sıddık AĞÇOBAN, Ak Parti ve Muhafazakar Demokrasi, Yalçın Akdoğan Üç Tarz-ı Siyaset, Yusuf Akçura http://www.cnnturk.com/2013/turkiye/03/31/ak.partili.babuscudan.ilginc.degerlendirme/702371.0/ http://kuranyolu.net/index.php/makaleler/koese-yazarlar/381-entelektueel-uezerine-notlar http://haber.star.com.tr/yazar/erdogan-somurge-aydinlara-biat-etseydi-boyle-olmazdi/yazi-977733 1 http://www.haberturk.com/gundem/haber/1083424-kibirliydim-muhafazakrlarin-donusturucu-gucunu-gordum 2 TÜRKİYE İNSAN HAKLARI KURUMU, GEZİ PARKI OLAYLARI RAPORU, Ekim - 2014 3 http://www.cnnturk.com/2013/turkiye/03/31/ak.partili.babuscudan.ilginc.degerlendirme/702371.0/ 10 temmuz-ağustos 2015 Süreç Analiz Araştırma Ekibi Türkiye’nin Aydın Kırılması: Murat Belge ve Ali Bayramoğlu ile röportaj Aydınların bir ülkenin düşünsel ve siyasi hayatında ne denli hayati bir rol oynadığı aşikardır. Türkiye’de özellikle AK Parti hükümetinin iktidara gelmesinden sonra, birçok aydının hükümeti desteklediğine şahitlik ettik. Ancak son yıllarda yaşanan bazı gelişmelerin sonucunda, hükümete destek veren bazı aydınların çeşitli sebeplerden dolayı desteğini çektiğini görüyoruz. Bugün Türkiye’de aydınlar bundan 5-6 yıl öncesine göre, şimdilerde, daha heterojen bir görüntü sergiliyorlar. Türkiye’de Aydınlar arasında yaşanan bu ayrımı konuşmak için, Yeni Şafak Gazetesi yazarı Ali Bayramoğlu ve Taraf Gazetesi yazarı ve Bilgi Üniversitesi öğretim üyesi Murat Belge ile konuştuk. Türkiye’nin Aydın Kırılması: Murat Belge Türkiye’de AK Parti’nin özellikle ilk on yılında reformcu bir karaktere sahip olduğuve bu çerçevede Kemalist müesses yapıdan rahatsız olan sosyalist ve liberal aydınlardan destek aldığı gözlemlenmektedir. Geldiğimiz noktada ise bu desteğin zemininde kırılmalar yaşandığı görülmektedir. Bu kırılmanın nasıl ve neden başladığını düşünüyorsunuz? Sizce bir kırılma var mı? Şimdi tabi özellikle soldaki insanların hepsinin destek verdiğini söyleyemeyiz. Soldaki insanların belirli bir kısmı destek verdi. Bu destek de AKP’nin yaptıklarıyla ilgili değil, insanların bu partinin yaptıklarına bakışlarındaki önyargılarıyla yani onu hoşgörebil- meleri ya da görememeleri ile ilgiliydi bir durumdu. Tekrarlamak gerekirse icraata yönelik değildi. Ve tabi bir şekilde baştan düşman ilan etmiş olan kesimlerin düşmanlığı aynı şekilde devam ediyor. Belki sonuçsuz bir şekilde devam ettiği için süreç içinde biraz daha keskinleşmiş olabilir, ancak başkaca bir farklılık göremiyorum. Ancak bu arada destekleyen kesim ki ben de bu kişilerin arasındaydım, bir anda AKP’nin politikalarını tersine çevirmesiyle karşı karşıya kaldı. Daha önceki işlerini, icraatlarını demokrasiye katkısı olacak diye destekledik; ancak sonraki icraatları ise demokrasiye zarar veren, kısmen de onu tahrip eden boyutlara vardığı için bu destek çekildi. Sizin desteğinizi çekmenize neden olan belirli temmuz-ağustos 2015 11 bir olay oldu mu? Şu tarihte şöyle bir olay diye nitelendirebileceğiniz bir şey var mı? Bir şeyler aradığınızda her zaman geçmişte şöyle demişti ya da böyle olmuştu denilebilir; ancak şüpheye yer bırakmayan şey, kesin dönüm noktası Gezi Olayları oldu. Cumhurbaşkanı olan zatın, Gezi karşısında benimsediği tavrının demokrasiyle alakası yoktu. Bu tavrı o olaydan sonra her konuda takınmaya devam etti ve istikrarla sürdürüyor. Aydınların “Çözüm Süreci”ne bakış açısındaki farklılığın bu kırılmada ne ölçüde etkili olduğunu düşünüyorsunuz? Bence çok fazla ilgisi yok. Genel olarak çözüm sürecinin aydınlar arasında destek bulduğunu düşünüyorum; ancak AKP’nin çözüm sürecinden anladığıyla aydınların anladığı arasında da büyük farklılıklar olduğunu düşünüyorum. Çözüm Süreci Gezi öncesinde ilk ortaya atılıp konuşulmaya başlandığında da akil adamlar gibi öneriler ortaya çıkmıştı. Başbakanın Kürtlere herhangi fazladan bir hak tanımadan, işi oldubittiye, gürültüye getirmek istediği kanısındayım. Gezi Parkı eylemlerinin bu kırılmadaki rolünün ne olduğunu düşünüyorsunuz? Bazen tarihi olaylar bazı tarihi rastlantılarla üstüste gelebilir. Ancak ben şahsen, Tayyip Erdoğan Gezi’yle birlikte değişti demekten sakınırım. Belki zaten değişecekti, bazı rastlantılar üstüste geldi, çakıştı. Çünkü bir tek Gezi olayının başlamasıyla yüz seksen derece bir dönüşü mümkün görmüyorum. Bana öyle geliyor ki, bir güven geldi Tayyip Erdoğan’a. Badirelerle dolu bir yoldan hiç yara almadan, güçlenerek gelince; demek ki ben yapınca oluyor gibi bir duyguya ulaştı. Aynı zamanda, o zamana kadar söylediği sözleri muhtemelen çok da içten söylememişti. Mecburiyet yani ... ‘’İktidardasın, böyle olmak durumundasın’’ gibi öneriler ve çevresinde böyle olduğunu söyleyen danışmanlar var. Muhtemelen bu durum içinde ‘’ben ne zaman kendi istediğim gibi konuşacağım’’ gibi bir durum yarattı ve bütün bunlar üstüste geldi ve birdenbire patladı. Tabi Gezi’de 12 temmuz-ağustos 2015 toplum Erdoğan’ın girişimine karşı da çok ciddi bir direniş koyunca, bu durum da Erdoğan’ın sinirine dokundu diye tahmin ediyorum. Çünkü kendisine karşı herhangi bir karşı koyuşu sindiremeyen bir bünyesi var. Peki, Tayyip Erdoğan’ın yanında pozisyon alan, darbe olarak gören Aydınlar neden böyle bir pozisyon benimsemiş olabilirler sizce? Gerçekten bir darbe girişimi olduğuna inandıklarını düşünüyor musunuz? Sanmıyorum, çok saçma bir şey bu. Her siyasi çizginin böyle yandaşları olur. Çok fazla yaygınlaştıramam, ancak birkaç kişi için söyleyebilirim bu söyleyeceğimi. Bir takım geçmişteki tarihi olaylardan dolayı Türkiye bu vesayetçi Jakoben tarihinden kurtulacaksa bunu İslamcı siyasetle yapacaktır. İslamcı siyaset de demokrasiye aşina olmadığı için bir takım anti demokratik şeyler yapabilir; ama bunlara katlanmak gerekir çünkü başka çare yoktur gibi düşüncelere sahip bir iki kişi olabilir. Bence bu yorum da yanlış. O zaman Stalin’in yaptıklarını da aklamak gibi bir durum söz konusu olabiliyor. Madem insanlar hatalar yapabiliyorlar, bir takım iyi işler yapmaya çalışırken de böyle şeyler olabilir gibi. Ancak geri kalanların birçoğun çok daha başka hesaplarla, planlarla bu pozisyonu aldığını düşünüyorum. 17 ve 25 Aralık operasyonlarının aydınlar arasındaki kırılmada yeni bir cephe açtığını düşünüyor musunuz? Aydınlar kırılmasının AK Parti-Cemaat çatışmasının ortaya çıkışında etkili olduğunu düşünüyor musunuz? Yeni bir cephe açtığını söyleyemem. Asıl cephe zaten en başta oluşmuştu. Aydınlar desteğini çekme konusunda bu operasyonlara gelmeden çekilmişti zaten. Ben mesela, dediğim gibi Gezi ile desteğimi tamamen çektim. Bir daha 17 & 25 Aralık gibi şeyleri görmem gerekmiyordu. Onun için, bunun aydınlar arasında yeni bir kırılma yarattığını söyleyemem. Ancak bu olsa olsa kendi tabanında bazı kırılmalar yaratabilir. Türkiye’nin Ortadoğu politikasının aydın kırılmasındaki etkisini nasıl değerlendiriyorsunuz? (Mezhepçilik yapılıyor & yapılmıyor gibi tartışmalar bağlamında düşünebiliriz) Bunlar bana hep demokrasiyle ilgili tavır gibi geliyor. Demokrasiyle ilgili tartışmaların ardından gelen, onun türevi gibi tartışmalar olarak görüyorum bunları. Yani yine Gezi’de bu adam bu tavrı izlediğinde henüz Ortadoğu’da izleyeceği politikayla ilgili bir bilgimiz yoktu. Onun için asıl mesele Türkiye’de demokrasinin nasıl işleyeceği üzerinden ortaya çıktı. Yani asıl cephenin Gezi’de oluştuğunu ve bundan sonraki gelişmelerin ikincil önemli ya da hiç önemi olmadığını düşünüyorsunuz? Bunlar önemli gelişmeler, önemsiz diyemem ama o zamana kadar ortaya çıkmış gelişmeler değildi. Bundan dolayı eşit derecede tetikleyeceği rolü olduğunu söyleyemem. Ancak olduktan sonra, mesela IŞİD’i desteklediği gibi söylentiler ciddiye alınmadan geçilebilecek, önemsiz görülebilecek meseleler de değil. Mevcut aydın kırılmasında Türkiye aydınının halkla yaşadığı ilişki yapısının ne kadar etkili olduğunu düşünüyorsunuz? Bu ilişkinin Türkiye siyasi kültürüne etkisi nedir? (Türkiye’de aydınların halktan kopuk yaşadığı eleştirileri üzerinden düşünebiliriz) Aydınların halktan kopuk yaşaması aslında tüm dünyada olan bir şeydir. Kelimelerin tanımını yaptığınızda da biraz kaçınılmaz olan bir şeydir. Öyle bir sorunun varlığında ille de aydınların halk gibi yaşaması gerekmez çözüm için. Ancak halkın biraz aydınlar gibi yaşamasıyla çözülür. Fakat bizim memlekette halk dalkavukluğu biraz alıp yürüdüğü için hemen bu tarafa çekilebiliyor böyle şeyler. Aslında batılılaşma ekseninde bir yarılmayla karşılaştığı için bu toplum, eğitim alanlarla almayanlar arasında hemen kendini belli eden bir farklılık var. Ancak bu sadece Türkiye’ye mi özgü? Sanmıyorum. Türkiye için bir tarihte kim olduğunu hatırlamadığım birisi ‘’Belindia’’ diye bir söz icat etmişti. Belindia gibi bir toplum, toplumun bir kısmının Belçika gibi yaşarken bir diğer kısmının India gibi yaşadığını ifade ediyor. Bunu Brezilya için söylüyordu. Türkiye de bunun içine girer, Mısır da girer, hatta birçok yer bu ifadenin içine kolaylıkla girer. Bu bir sorun değil midir? Sorundur ve aşılması da kolay değildir. Türkiye’de bu tür şeyler hemen din olgusuyla içiçe geçer, bu da öyle bir durum. Sonunda mesela kim, hangi siyasi parti iktidar kuruyor, çeşitli binalardaki tuvaletler ona göre yapılıyor. Alaturka mı Alafranga mı? 2015’te hala tuvaletimizde bile bir anlaşmaya varabilmiş değiliz. Bu ikilik devam ediyor. AKP ilk on yılındaki rotasını devam ettirebilseydi, bunu aşmanın daha çok imkanı ve yolları ortaya çıkabilirdi. Çok yazık oldu; çünkü Erdoğan bu yakınlaşmayı bitirmeyi tercih etti, hatta yakınlaşma noktasını top ateşine tutarak da bir cepheden ötekisine gidişi imkansız hale getirdi. Özellikle kendi cephesindeki insanların bu taraftaki insanlardan iki kelime duymasını bile engellemek istiyor, ‘’aman onlardan etkilenirse’’ gibi bir korkuyla. Uzun vadede bu ikiliğin bitmesini öngörmemekle birlikte, yeni kan davalarının ortaya çıkması gibi ihtimaller de sözkonusu. Peki bu ikiliğin Gezi gibi yeni bir olay yaratması mümkün mü? Genellikle böyle sarsıcı, çarpıcı, fark yaratan toplumsal olaylar kendilerini tekrarlamazlar, bir sefere özgüdürler. Birikim orada duruyor. Gezi bu birikimin ürünü ve Gezi oldu diye bu birikim dağılıp gitmiş değil. Ancak bu birikimin kendisini Gezi gibi tekrarlaması zor. Benzer şekilde ortaya koymak isterse de kendine yazık eder. Çünkü insanlar biliyorlardır, aynı şey ikinci ortaya çıkışında etkisini kaybetmiş olur. O birikimin orada olması, kendisini sonra farklı şekilde farklı konjonktürde ortaya koyması içinönemlidir. Şimdi baktığımızda da sosyal medyada, vs Gezi birikiminin devam ettiğini görebiliyoruz. Güvenlik paketini bu birikime karşı alınan bir önlem olarak mı görüyorsunuz? Evet. Aynı zamanda zapturapta önem veren siyaset anlayışı. Bir yandan, Bülent Arınç seçimlerle ilgili ‘’Biz yine alırız’’ diye konuştu. Yine muhtemelen en büyük parti olacaklar; ancak muhalefet güçlenerek, daha sert bir tutumla çıkacaktır. Bunun da sağlıklı bir durum olduğunu söylemek zor. Bunu muhalefeti yönetenlere iletmek gerekiyor. ‘’Bu yaptığınız doğru değil, bu kadar nefret olmaz’’ demek gerekiyor. Ancak bunu bir yandan da bu nefretten beslenen Tayyip Erdoğan’a da iletmek gerekiyor. Gerilimi arttırmak için elinden geleni yapıyor. temmuz-ağustos 2015 13 Ali Bayramoğlu Türkiye’de AK Parti’nin özellikle ilk on yılında reformcu bir karaktere sahip olduğu ve bu çerçevede Kemalist müesses yapıdan rahatsız olan sosyalist ve liberal aydınlardan destek aldığı gözlemlenmektedir. Geldiğimiz noktada ise bu desteğin zemininde kırılmalar yaşandığı görülmektedir. Bu kırılmanın nasıl ve neden başladığını düşünüyorsunuz? Sizce bir kırılma var mı? Kırılma var tabi. Bir kere her şeyden önce iki açıdan bakabilirsiniz. Birincisi Ak Parti’nin kendi öyküsü ile ilgili, diğeri Ak Parti’ye verilen destek yapısı içerisinde yaşanan değişmelerle ilgili. Bir de tabi uluslararası konjonktürle ilgili. Bu üç faktör gerek Ak Parti’nin gerek Ak Parti etrafındaki ittifakın sürekli hareket etmesine yol açtı. Ak Parti açısından baktığımız zaman hiç şüphe yok, iktidara geldiği zaman özellikle uzun süre 2002 den başlayan 2007’ye kadar giden dönemde temel olarak mevcut devlet dokusunu reforme etme ve değiştirme politikaları izledi. Bu politikalar doğal olarak Ak Parti’nin kendisini aşan, kendi seçmenini aşan, kendi İslami, muhafazakar kesimini aşan bir destek buldu. Bu desteğin hatta 2007’de %47 lik bir oya döndüğünü de gördük. Sonra bir ikinci dönem ve üçüncü dönem var. İkinci dönem itibariyle baktığımız zaman ikinci dönem bu reformlara yönelik dirençler dönemi denebilir. 2008’de Ak Parti’ye yönelik kapatma davasıyla başladı 2010 referandumu hatta 2011 seçimlerine kadar giden 14 temmuz-ağustos 2015 bir evre olarak karşımıza çıktı. Ve bu evrede Ak Parti bu kez suni savaşı kazanarak süreçten çıktı. Yani sadece yasaların değişimi değil aynı zamanda devlet alanının denetimi, kontrolü, örneğin üniversite içindeki direncin kırılması, ordu içindeki direncin kırılması ve en son yargıya yönelik büyük bir reformun gelmesiyle üçlü Kemalist doku diyebileceğimiz devletin içerisinde yapı kırıldı ve parçalandı. Ak Parti yavaş yavaş buraya hakim olmaya başladı. İşte bu noktadan sonra iki tane yeni faktör oyuna girdi diyebiliriz. Bunlardan bir tanesi Arap Baharı’dır, bir başkası da Gezi olayları öncesi ve Gezi olayları ile ortaya çıkan ve Gezi olaylarının çok ötesine aşan yeni bir tartışma türü. Yani siyasi farklılaşmaların makro alanda değil, devlet Gezi olaylarını muhafazakar kesim çok iyi anlamadı. Gezi olayları, seküler dünyanın kutsal değerine değen bir olaydır. Solcuların kutsalına değen bir olaydır. Yani nasıl Müslümanların kutsalı var ve o kutsal söz konusu olunca büyük bir reaksiyon gösteriliyorsa, burada belki dinden bahsetmiyor olsak bile seküler alanda ama sokak eylemleri, polis şiddeti, siyasi iktidarın dilinin nobranlığı, katılımcı demokrasinin tümüyle reddi, çok ataerkil bir tepeden bakış, örselenme bütün bunlar açıkçası özellikle sol liberal kesim açısından gerçek bir kopuştur. alanında değil mikro alanda, kamusal alanda ortaya çıkmaya başladığı. İktidarın siyasi üslubunun ya da değer politikalarının karşı karşıya gelmeye başladığı bir evre. Hem devletin genel tanımı ve kontrolü, denetim gücü itibariyle hem de devletin bu mikro alanlardaki varlığı itibariyle. Bu faktör önemli bir faktör çünkü bu faktör aslında herkesin kendi mahallesine geri dönmesinin başlangıç noktasıdır. Değer sistemlerine göre geri dönüşün ya da karşı değer sistemlerine karşı bir reaksiyon, bir alerji duyulmasının unsurudur. Diğer taraftan tabi Arap Baharı çok önemli iki unsur içerdi diye düşünüyorum. Bunlardan bir tanesi Türkiye’nin Batı ilişkilerini olumsuz etkiledi. Batı’nın Arap Baharı’nın ikinci evresinde almış olduğu pozisyon Suriye konusunda almış olduğu pozisyonla Türkiye arasında ayrışma arttıkça özellikle Tayyip Erdoğan’ın daha geleneksel bir Batı karşıtı dili siyasi alana çıkmaya başladıkça bu kez Batı değerleriyle de sorunlu bir karşılaşma yaşandı. Bir dö- nem Batı değerleriyle daha pozitif bir etkileşim yaşanırken bu kez aynı değerler üzerinden bir itişme evresi başladı. Bu mikro alandaki değer ayrışmasının yanına ben bu tür bir makro değer ayrışmasının da etkilendiğini gözlemledim diyebilirim. Batılı olmak buralı olmak, Müslüman olmak, bölgeli olmak gibi ayrımlar, dil, bütün bu faktörler önemli ölçüde devreye girmeye başladı. Bunlar zannediyorum hem Ak Parti’nin öyküsünü hem de Ak Parti etrafında ittifakların kurulmasını özetleyen unsurlardır. Tabii Arap Baharı’nın ikinci öğesi de şudur. Arap Baharı aslında Sünni alanda yaşanan hareketlenme ve bu hareketlenme de en önemli mesele İslam ve siyaset arasında ya da siyaset-toplum arasında ama İslami bir şemsiye altında bir temasın yeniden oluşması. Bir toplumsal enerjinin ortaya çıkması ve çıkan o toplumsal enerjinin İslami niteliği ile yeni siyasi formlar arasındaki ilişkiler. Bu ilişkiler selefi hareketleri de besledi harici hareketleri de besledi İhvan gibi Hamas gibi hareketleri de besledi. Ak Parti’nin Ortadoğu’ya bakışı ve buradaki siyaset lezzetine itirazı mümkün değildi ve içine girdi. Bu bir İslamcı açısından, Türkiyeli bir muhafazakar açısından reddedilemeyecek kadar büyük bir lokma, yeni bir medeniyetin inşa imkanları, bunun içine girip bunun aktörü olma çabası Türkiye’de liberal kesimle Ak Parti’nin etrafındaki muhafazakar kesim arasındaki önemli kırılma noktalarından bir tanesidir diye düşünüyorum. Aydınların “Çözüm Süreci”ne bakış açısındaki farklılığın bu kırılmada ne ölçüde etkili olduğunu düşünüyorsunuz? Bunların tek blok halinde hareket ettiğini varsayamayız. Türkiye’de biz çok hızlı analizler yapmayı severiz. İnsanlara liberaller, sosyalistler, muhafazakarlar diye adlandırıyoruz ama öyle homojen bir yapı yok. Şimdi liberal dediklerimiz Mehmet Altan ve Etyen Mahçupyan’ı karşı karşıya koyduğumuz zaman çok farklı paradigmalardan bahsediyoruz. Tek farklı yanları ikisinin de muhafazakar olmaması. Dolayısıyla muhafazakarlık karşısında bir liberalliği temsil etmeleri ama biraz daha derine baktığın zaman şunu görürüsün, örneğin Ahmet İnsel daha soldan gelen, solun ve Batı’nın temel temmuz-ağustos 2015 15 değerleri ile topluma bakan, toplumsal hareketleri daha çok ideolojiler içerisinde algılayan, topluma değmek fikrinden uzak duran bir bakışa sahiptir. Mehmet Altan ekolüne baktığımız zaman oldukça Prens Sabahattinci diyebileceğimiz tamamen Batı öykünmesi üzerine, Türkiye’nin iç dinamiklerinin son derece manasız ve güçsüz olduğu fikri üstüne kurulu bir demokrasi ikameci bir anlayışa sahip bir liberalizme değer. Kendimden söz etmiyorum ama Etyen’den de bahsedeyim kendime de değinmiş olurum. Biraz daha toplumsal değerlerin içerisinde bir ülkeyi anlamak, değişmesine bakmak, İslami değerse, milliyetçi değerse o değerlerin toplumsal niteliğine ve o niteliğin değişim üretme imkanlarına bakmak, bunlar çok farklı eğilimler. Bunların hepsi liberal boğçanın içerisinde yer alıyor. Dolayısıyla bugün ayrışma yaşandığı zaman ayrışma sadece Ak Parti’ye oranla yaşanmadı aynı zamanda bu aydınların kendi pozisyonlarına oranla yaşandı. Yani her şey çok güzel giderken düğün dernek varken, asker geriye itilirken, milli güvenlik değişirken zaten bu farklılıkların bir önemi yoktu ama ne zaman toplumsal değişme ile siyasal değişme arasında farklılıklar ortaya çıktı, kimisi buna siyasi değişim ve risk olarak baktı, bizim gibi insanlar ise burada temel olan sosyolojik değişimdir. Bunun değeri ve önemi devrimseldir demeye başladılar. Bizim aramızda da farklar oluşmaya başladı. Dolayısıyla yeknesak bir aydın meselesi yok. Çözüm Süreci’nin de yansıdığını düşünüyorum ama şu açık Ak Parti’nin özellikle Tayyip Erdoğan’ın sembolik, şiddeti devreye sokan ve kutuplaştırmayı tahrik eden bir dili var. O bunu bir siyasi kavga ve başarı aracı olarak kullanıyor. Fakat bu süreçte özellikle 2010’dan sonra değer kavgaları ortaya çıktığı zaman karşılığı olmayan bir sürü konuda mesela Gezi olayında, içki yasasında, gençlerin birlikte kaldığı evlerde gibi hususlarda aslında fiilen bir karşılığı olmayan ama söylem olarak bütün insanları ürküten, rahatsız eden, kapıştıran çerçeveden bakmak lazım. Bunun yarattığı bir gerilim çerçevesinde bir Tayyip Erdoğan merkezli bir öykü yaşamaya başladık. 2010 sonrası Türkiye’de iktidarın şahsileşme öyküsü ile de iç içe geçmiştir. Yani sadece bir değişim değil Ak Parti’nin gelmiş olduğu bir evreden sonra yaşadığı o deneyimden sonra bir şahıs 16 temmuz-ağustos 2015 etrafında bütün özerkliği emmesi, siyasetin her tarafa hegemonya kurup hükümran olması ve bu siyasetin tepesinde de bir şahsın Tayyip Erdoğan’ın millet iradesini temsil eder hale gelmesi sorunlu bir fenomen. Buna hepimizin itirazı var yani muhtemelen buna Ak Partililerinde itirazı var. Ama şunu söyleyeyim size bu Tayyip Erdoğan’la ilgili bir politik değil psikolojik bir mekanizma da üretmeye başladı. Yani Tayyip Bey sempatisi ile Tayyip Bey öfkesi Tayyip Erdoğan’ın Türk siyasal sistemine indirgenmesi, duygular, dışlanmışlıklar, bütün o faktörler böyle bir pota oluşturmaya başladı. Kürt meselesine bakışta bu Ak Parti’den hızla uzaklaşan Gezi olayından sonra uzaklaşan aydınlar da Tayyip Erdoğan faktöründen hareketle çözüm sürecine soğuk bakmaya başladılar. Ben burada bir rasyonellik görmüyorum şahsen. Yani çözüm sürecinin nesine karşısınız sorusuna cevap veren tutumları yok bu karşı çıkan arkadaşların. Şunu daha çok söylüyorlar demokrat değil bu siyasi parti, Tayyip Erdoğan’ın niyetleri halis değil vs. tabi bu tür okumalarla ya da neden durup dururken PKK silah bıraksın ki, bırakmasa daha doğru olur gibi analizlere baktığınız zaman bu analizler temel olarak alerji üstüne oturan analizlerdir, dışlanmışlık üstüne oturan analizlerdir. Doğrudur, bu arkadaşların bir kısmı basın özgürlüğü alanı daralınca, iktidarda şahsileşme artınca devre dışı kaldılar. Bu psikolojik faktöründe ben eklendiğini düşünüyorum. Ama temelde ana bakış Ak Parti merkezli, Tayyip Erdoğan merkezli çarpık bir okumadır. Yani çözüm sürecine baksanız tabii ki eleştirel olabilirsiniz ve bu sürecin hiçbir işe yaramayacağını söyleyebilirsiniz ama yapılan bu değildir. Yapılan, Ak Parti’nin demokrat olmadığı ve demokrat olmayan herhangi bir yapının böyle bir sorunu çözemeyeceği gibi bir analizdir ki bu tarihe de uygun değildir. Güney Afrika’da De Klerk faşistin biriydi ama Mandela ile masaya oturdu. De Klerk ne kadar demokrattı bütün bunlar tartışma konusu. Dolayısıyla böyle bir faktör var. Gezi Parkı eylemlerinin bu kırılmadaki rolünün ne olduğunu düşünüyorsunuz? Gezi olaylarını muhafazakar kesim çok iyi anlamadı. Gezi olayları, seküler dünyanın kutsal değerine değen bir olaydır. Solcuların kutsalına değen bir olaydır. Yani nasıl Müslümanların kutsalı var ve o kutsal söz konusu olunca büyük bir reaksiyon gösteriliyorsa, burada belki dinden bahsetmiyor olsak bile seküler alanda ama sokak eylemleri, polis şiddeti, siyasi iktidarın dilinin nobranlığı, katılımcı demokrasinin tümüyle reddi, çok ataerkil bir tepeden bakış, örselenme bütün bunlar açıkçası özellikle sol liberal kesim açısından gerçek bir kopuştur. Ve bu kopuşun tarihi bir kopuş olduğunu görmek lazım. Sadece Ak Parti’nin politikalarıyla ilgili değil. Orada sana kim olduğunu, nerede olduğunu, nereden geldiğini hatırlatan bir durum oluştu. Orada da bir başka kopuş yaşandı. Özellikle sol liberaller açısından bunu söyleyebiliriz ama biraz önce söylediğim gibi Kürt sorununa rasyonel olmadan bakış ya da sistemin dışına çıktığı için biraz küçümseyerek bakış bunlar daha liberal kesimde ortaya çıkan durumlar diye düşünüyorum. 17 ve 25 Aralık operasyonlarının bu kırılmada yeni bir cephe açtığını düşünüyor musunuz? Ayrıca aydınlar kırılmasının Ak Parti- cemaat çatışmasını tetiklediğini düşünüyor musunuz? Bu soruya cevap vermeden önce şunu da atlamamak lazım özellikle son günlere bakınca ben Ak Parti’ye üç kademede bakıyorum. Bu üç kademenin ikisini pozitif birini negatif görüyorum. Bunlardan bir tanesi Ak Parti’nin Türkiye’de Kurulu bir elitist-Kemalist sistemi tersyüz etmesidir. Burada sosyolojik bir eşitlenme hali var ve bu konuda olabildiğince başarılı bir uygulama var. Hatalara takılırsanız hata çoktur ama esas değildir. İkincisi, Türkiye’de orta sınıf 2000’lerde toplam nüfus içinde %20 iken, bugün %44-45’lere erişmiş durumdadır. Hizmet kalitesinin yükselmesiyle, iç borç oranının düşmesiyle, bu hizmete paraların vergiden değil de tasarruftan akmasıyla refah kalitesinin son derece yükseldiği müthiş bir ekonomik başarı ve ekonomik eşitlenme öyküsü var. Bunlar Cumhuriyet tarihinin ve Ak Parti’nin çok önemli öyküleridir. Fakat bunların yanında başından beri devam eden bir sorun var. Bunlar sadece Ak Parti’yle ilgili değil. Ak Parti’yle de muhafazakarlıkla da, şartlılıkla da ilgili olan bu durum ataerkilliktir. Patriarkal bir siyaset anlayışı var. Yani talepten hoşlanmayan, takdir etmekle yetinen, sorunların ne olduğunu dinleyerek katılımcı demokrasi etrafında çözmekten pek hazzetmeyen bir siyasi gelenek bu. Ak Parti’nin öyküsünde bu, temmuz-ağustos 2015 17 Ak Parti’nin öyküsü üçlü bir öyküdür. Bir tanesi liberal politikalar, ikincisi çok kuvvetli dayanışma politikaları, sosyal politikalar, üçüncüsü de özgüveni arttıran yerlilik ya da yerel değer politikaları. Bu üç unsurun iç içe geçmesiyle Ak Parti kendini inşa etmiştir. Ve burada kendinden beklenen İslami değerleri ya da politikaları perde arkasına itmiştir. belirleyici bir üçüncü unsur. Ve bu pozitif bir unsur değil. Ama ilk evrede yani 2002’den başlayan 2010’a giden evrede hissettiğimiz bir unsur değil. Çünkü kavga edilen şey asker ve Kemalistler. Fakat bu arkadaşlar bertaraf olduktan sonra önemli ölçüde Türkiye’nin Kemalist olmayanları baş başa kalınca bu üslup problem çıkarmaya başladı. Mesela katılımcı demokrasi, temsili demokrasi gibi biliyorsunuz Gezi olayları sırasında çok da manalı olmayan tartışmalar yaşadık. Evet, temsili demokrasi bizim için önemlidir çünkü bir türlü beceremedik askerler yüzünden. Ama şimdi katılımcı demokrasi gibi bir talep Ak Parti döneminde, üstelik Ak Parti politikalarının sonucunda ortaya çıktı. Burada da büyük bir olumsuzluk ve menfilik var. Bu öyle bir noktaya geldi ki zaman içerisinde siyaset dediğimiz değer ya da kurum, bütün diğer değerler ve kurumlar üzerinde bir hegemonya kurmaya başladı. Özerklik kalmamaya başladı. Kültürün özerkliği, sosyalin özerkliği, Merkez Bankası hadisesinde gördüğümüz gibi ekonominin özerkliği yok. Her şey siyasete bağlı. Siyaset bir milli iradeye bağlı. Milli irade bir çoğunluğa, çoğunlukçuluğa bağlı. Onun başında da bir şef var. Bu iyi bir şey değil. Bunu hepimiz eleştiriyoruz ama bir tek buraya odaklanırsanız Türkiye’de faşizmi görürsünüz ve batı değerlerinden hareketle bunlar olmuyor dersiniz. Batı değerlerinden hareketle -ki bu değerleri küçümsememek lazım- burada ciddi sorunlar var ama buranın da değerleri var, bu- 18 temmuz-ağustos 2015 ranın sorunları var, buranın öyküsü var. Bu öyküden hareketle baktığınız zaman müthiş bir başarı var ve bu başarının daha uzun süre devam etme ihtimali var. Yani yeni bir anayasa, çözülecek bir Kürt sorunu gibi önümüzde duran pek çok şey var. Bu itibarla baktığımız zaman bu son söylediğim ve benim de eleştirdiğim şeyi pek çok arkadaş tek mercek haline getirdiği için, tek bakış haline getirdiği için burada büyük bir kopuş da yaşandı. Bu Gezi olayları, cemaat meselesi filan hepsi bu merceğin altında anlamlanmaya başladı. Yani bir toplum var siyasetin hapsine girmiş, siyaset de bir adamın elinde. Cemaat meselesine gelince, cemaat meselesi maalesef bu çerçevede algılandı. Tayyip Erdoğan ve Ak Parti’nin alerjik okuması onların özellikle bu olumsuz yönetimle, yönetişimle ilgili otoriter yönlerinin ön plana alınması ve bunun karşısında olan her şeyin olumlanması söz konusu. Cemaat de bu olumlanmaların bir parçası haline geldi. Hatta cemaat, Ak Parti’ye yönelik eleştiriler ya da eleştiri arayışı dikkate alındığı zaman bir mağduriyet merkezi olarak da tanımlanmaya başlandı. Yani sivil olan, yolsuzlukları ortaya çıkarmış iyi polislerin bulunduğu iyi bir çerçeve olarak ve inanılmaz bir şekilde, bu eleştirileri yapan arkadaşların en çok yüklendikleri yer burası olmaya başladı. Yolsuzluklar var, bu yolsuzlukları örtenler ve ortaya çıkaranlar var. Cemaate karşı alınan bütün tedbirler aslında cemaate karşı değil yolsuzlukları örtmek için alınan tedbirlerdir gibi yine Türkiye’nin gerçeklerine değmeyen- bir miktar değinebilir yani yolsuzluk yoktur, üstü örtülmüyordur demek aptalca bir şey, muhtemelen var ama bir tek o yok onun yanında başka bir korkunç yapılanma var. Buradaki okuma basitliği, Türk siyasetinden uzak durmak, anlama çabasından uzak durmak, siyaseti sadece düz pozisyon almaya indirgemek 18 yaşında bir çocuk gibi erkek olurken kız olurken delikanlı olurken, büyürken, kişilik sahibi olurken büyük büyük laflarla büyük büyük pozisyonlar almaya başlarız. Bu, bunun gibi erişkin olmayan bir şey. Doğru budur, yanlış budur, iktidar yanlıştır, öteki doğrudur gibi çok dışarda kalan, ötekini bilmeyen pozisyon almalar. Dolayısıyla evet cemaat kavgası bu ayrışmada rol oynadığı gibi cemaat burada bir şemsiye görevini de bu aydın arkadaşlar için yapıyor. Türkiye’nin Ortadoğu politikasının aydın kırılmasındaki kırılmasındaki etkisini nasıl değerlendiriyorsunuz? Ak Parti’nin öyküsü üçlü bir öyküdür. Bir tanesi liberal politikalar, ikincisi çok kuvvetli dayanışma politikaları, sosyal politikalar, üçüncüsü de özgüveni arttıran yerlilik ya da yerel değer politikaları. Bu üç unsurun iç içe geçmesiyle Ak Parti kendini inşa etmiştir. Ve burada kendinden beklenen İslami değerleri ya da politikaları perde arkasına itmiştir. Mikro düzeyde çok kuvvetli olarak bu değerler vardır. Hatta fetva alımları bile vardır, gidip hoca efendilerle doğru mu yapıyoruz diye konuşmalar vardır. Ama bunlar karar veren adamın bireysel kendini sınamalarıdır benim gidip bir din adamına bunu doğru mu yapıyorum diye sormam gibi. Ama bunun dışında İslami politikalar makro düzeye taşınmadı. Hangi noktada İslam geri gelmeye başladı derseniz dış politika üzerinden geri gelmeye başladı. Yani Türkiye’de Ak Parti’nin İslami olanla, İslami dille yeniden siyasi alan üzerinde açık tanışması, konuşması dış politika üzerindendir, Ortadoğu üzerindendir. Bunu en çok hızlandıran da Arap Baharı olmuştur. Oradan gelen İslami girdinin pozisyon olarak dile yansıması, Sünnilik eleştirisi, Hamas’a, İhvan’a destek eleştirisi bütün bunların önemli bir rol oynadığını düşünüyorum. Ama bunu sadece Arap Baharı’yla dışarıdan gelen bir girdi olarak görmemek lazım. Bu diğer bütün unsurlarla yan yana geldiğinde anlamlanıyor. Bu arada Gezi oldu, Tayyip Erdoğan batıdan kopan ve batı değerlerini hedefe alan, düşünce özgürlüğünü eleştiren, içerideki talepleri tahkir eden bir dil edindi. Bütün bunları bir araya aldığımızda o zaman bir anlamı var. Mevcut aydın kırılmasında Türkiye aydınının halkla yaşadığı ilişki yapısının ne kadar etkili olduğunu düşünüyorsunuz? Bu ilişkinin Türkiye siyasi kültürüne etkisi nedir? Öncelikle aydının zaten halkla ilişkisi yoktur. Aydın, halkı anlamaya çalışır, halk üzerinde çalışır. Aydının işi halkın içinde dolaşıp siyaset yapmak değildir. Bilgi üretir, kitap okur, elitisttir. Başka türlü aydın olunmaz. Evine kapanıp ciddi ciddi kitap okuyup yukarıdan bakmadan aydın olamazsın. Ama bu tek başına bir şey demek değil. Bizim aydınımız temel olarak batılı, batı geleneğinden gelen, pozitivist aydındır. Aydın kavramı bile temel olarak oraya oturmaktadır. Bunun karşısında yani İslami kesimde aydından çok edebiyatçı, şair, anekdotçu, dini çerçevede daha deruni fikirleri olan insanlar görürüz. Yani batıdaki bir diyalektik ve sistematik geleneği içerisinde bir aydın, muhafazakar dünyada çok az olmuştur. En çok olabileni bile Cemil Meriç gibi tam muhafazakar değildir. Bizim aydınımızın temel problemi biraz önce söylediğim problemdi; kendi toplumuyla, gerçek toplumuyla kavgalı, gerçek toplumundan hoşlanmayan ve bir toplum rüyası, hayali bir toplum fikri olan ve bu hayali toplumu oluşturmak ve kurmak için yazı yazan, siyaset yapan ve fikir geliştiren bir bakış açısına sahip olması. Böyle olduğu içindir ki kendi toplumuna bakışta hep eleştirel, kötü, gelenekle kavgalı, dinle itişen bir aydın bakışı oldu. Ve bu aydın bakışı toplumu anlamak istemiyor. Dikkat edin mesela sol ekole hiçbir zaman İslami kesim demezler, muhafazakarlar derler, hiçbir zaman milliyetçiler demezler ülkücüler, faşistler derler. Çünkü bir siyasi hareketin içerisinde bir toplumsal kesimi hapsetmek, yani toplumsal davranış eşittir bir siyasi davranış haline getirmek, siyasi olana bakarken tüm toplumsal olanı homojenleştirmek çok sınıfsal bir bakıştır. O sınıfsal bakışın kültürel yansımalarına baktığınız zaman Türkiye’de, sınıf bulamayıp ülkücüleri, Müslümanları bulduğunuz zaman sanki orada da bir üretim süreci kültürel olarak ve bir siyasi görüş herkesi tek tornaya sokarmış, dolayısıyla toplum değil siyasi ana dokular, ideolojiler savaşırmış gibi bir bakış açısı vardır. Hala mevcuttur. Hala pek çok yazarda bunu bulursunuz. Bu liberaller açısından da değişmez. Çok nadir arkadaşlarımız var tabi bugün Kürt hareketini eleştiren ya da Tayyip Erdoğan’ı eleştiren pek çok isim de bu hattın içinde değildir. Ama Türk aydınının ortalama bakışı biraz böyle bir bakıştır. Nadiren bizim mahallemizden böyle olmayan adamlar yetişti. temmuz-ağustos 2015 19 Murat Sofuoğlu [email protected] Türkiye’nin Koruculuk Sistemi ve “Çözüm Süreci”* Türkiye sisteminin terör örgütü olarak tanımladığı PKK karşısında bir bakıma kendine yakın olduğunu düşündüğü Kürtleri örgütlemek ya da kendine yakın olup olmadığını4 tespit amaçlı kurduğu paramiliter bir örgütlenmeye koyduğu isim bu yapılanma içinde yer alacakların statüsü ile ilgili olarak sahip olunan kafa karışıklığını ortaya koyması bakımından ilginçtir. I SÜREÇ ARAŞTIRMA MERKEZİ olarak Geçici Köy Koruculuğu (GKK) Sistemi ve “Çözüm Süreci” projesini; barış ve huzur ortamının ülkemizde ve bölgemizde tesis edilebilme imkanlarının oluşturulması bakımından tarihi ve kritik bir evre olarak içinde bulunduğumuz “Çözüm Süreci”nde gerçekleştirmenin anlamlı olduğunu düşündük. Çünkü Türkiye’nin en önemli meselesi olarak hep gündemde olan Kürt Meselesinin bir sonucu olarak ortaya çıkmış olan ve silahlı mücadeleyi yöntem olarak benimsemiş olan PKK’ya/ye karşı mücadele amaçlı devlet tarafından yapılandırılan GKK sisteminin mevcut durumunu anlamanın silahsızlanmanın sağlanması bakımından Çözüm Süreci ile ilgili kritik bazı sorunların tespitine yardımcı olacağını düşündük. Bu bağlamda son projemizin ekibimiz tarafından Kürt Sorunu üzerine gerçekleştirilen daha önceki çalışmalarını takip eden çizgisi ve “Çözüm Süreci” içinde gerçekleştirilmesi çerçevesi dahilinde pek çok önemli bulguya ulaştığını düşünüyoruz.1 Bunların ilki projenin ana çerçevesini çizen GKK Sisteminin “Çözüm Süreci” içinde mevcut durumunu anlamaya dönük bağlama bakıldığında kendini be- 20 temmuz-ağustos 2015 lirginleştiren bir dilemmaya işaret etmektedir. Bu dilemma daha önceki bir başka aynı konuyla ilgili çalışmada da vurgulanan ismi geçici ama kendisi kalıcı bir sistemin varlığı ile kendini ortaya koymaktadır.2 tir. Bu belirsizlik projenin saha çalışmaları boyunca karşımıza çıkan ve korucuların sürekli şikayet ettikleri SSKlarının dahi olmayışları, emeklilik haklarının daha yeni verilişi gibi pek çok hususta kendini açığa çıkartmaktadır. Türkiye Geçici Köy Korucuları ve Şehit Aileleri Federasyonu Başkanı Orhan Kandemir bu dilemmaya şöyle işaret ediyor: “30 yıldır devam eden bir sistem ama hep geçici deniyor. Neden Geçici? Neden geçmiyor? Evet… İsminin önünde “GEÇİCİ” sıfatı olmasına rağmen bu kadar uzun süreli kalıcı hale gelmiş, dünyadaki tek sistem olma özelliğine sahiptir.”3 Bu soruların cevaplarını araştırmak belki de sistemin Hamidiye Alayları’na kadar geri giden Osmanlı geçmişi de düşünüldüğünde Türkiye’deki sistemin Kürtler ve Kürt Sorunu karşısındaki kararsız ikircikli yapısını ortaya koyacak ve mevzubahis dilemmanın boyutlarını anlamaya yardımcı olacaktır. Korucular bir ihbarda bulunurcasına “devlet kaçak işçi çalıştırıyor” diye bu durumu ifade ediyorlar. Kuşkusuz sistemin özünde mündemiç olan belirsizlik korucuların kız kaçırmadan, tecavüze, gasp ve hırsızlıktan adam öldürmeye ve faili meçhullere kadar suçlandıkları pek çok eylemin gerçekleşmesine imkan veren boşluklar oluşturmaktadır. Korucuların bu tür suçlara karışanlarının neredeyse tamamının devletin resmi görevlileri ile beraber ya da devlet görevlilerinin göz yumması ile bu eylemleri gerçekleştirdikleri vakidir. Türkiye sisteminin terör örgütü olarak tanımladığı PKK karşısında bir bakıma kendine yakın olduğunu düşündüğü Kürtleri örgütlemek ya da kendine yakın olup olmadığını4 tespit amaçlı kurduğu paramiliter bir örgütlenmeye koyduğu isim bu yapılanma içinde yer alacakların statüsü ile ilgili olarak sahip olunan kafa karışıklığını ortaya koyması bakımından ilginç- Mezkur dilemmanın derinliğinde Türkiye’nin Osmanlı geçmişine de uzanan Kürtlerle yaşadığı güven sorununun önemli bir rol oynadığı açıktır. Bu güven sorunu hakim siyasi sistemin Kürtlerle kurduğu ilişkilere damgasını vurmaktadır. II. Abdülhamit döneminde kurulan Hamidiye Alayları’nın önde gelen kimi komutanları daha sonra siyasi iktidarın kendilerine yönelik değişen politikaları çerçevesinde bu sefer muhalif ya da asi olarak tanımlanmıştemmuz-ağustos 2015 21 lardır.5 Bunların en önemli örneklerinden biri aynı zamanda I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı Ordusunun Doğu cephesinde önemli görevler almış olan Cibranlı Albay Halit Bey’dir. Cibranlı Halit Bey daha sonra Şeyh Said isyanının askeri veçhesinin hazırlanmasında kritik rol oynayan Azadi örgütünün kuruculuğunu ve başkanlığını yapmıştır.6 Kendisi aynı zamanda Şeyh Sait’in kayınbiraderidir.7 Böylesi bir arkaplanda yükselen “Geçici Köy Koruculuğu” sistemi bu noktada Hamidiye Alayları’nda olduğu gibi siyasi sistemin Kürtlerle olan güven ilişkisinin yeni bir sorunsalı olarak karşımızdadır. Bu sorunsalın siyasi sisteme hakim olanların egemen Kürt politikasını bir bakıma değiştirme sinyali verdikleri “Çözüm Süreci” bağlamında yeni bir teste tabi olduğu da açıktır. Hamidiye Alayları örneğinde yaşandığı gibi hakim siyasi sistemin yapısı değiştiğinde uygulanan kimi politikalarda değişime uğramaktadır. II. Abdülhamit rejiminin yerini alan İttihat Terakki iktidarı Abdülhamit’in Hamidiye Alayları politikasında kimi değişikliklere gitmiştir ki bunlar özellikle Cumhuriyet’in kurulmasıyla beraber yukarıda bazı örnekleri verilen bu alayların kimi önemli liderlerinin siyasi pozisyonlarında radikal değişiklikler oluşturacak ciddi bir takım sonuçlara neden olmuştur. 22 temmuz-ağustos 2015 Benzer bir durumun Cumhuriyet tarihinin hakim müesses yapısına muhalefeti ile bilinen AK Parti iktidarının bir bakıma rejimin mevcut Kürt politikasını değiştirmeye dönük olarak uygulamaya soktuğu ve PKK ile müzakereye imkan veren “Demokratik Açılım” (2009-2011) ve “Çözüm Süreci”(2013-..) programlarında ortaya çıkması muhtemeldir. PKK’ye/ya karşı mücadele amaçlı kurulmuş ve 30 yıl boyunca bu mücadelenin içinde yer almış olan koruculara değişen politikanın kendileri açısından ne tür sonuçlar doğurabileceği konusunda kapsamlı bir program önermeden ve belli güvenceler vermeden mevcut süreci yürütmenin çok yönlü ve boyutlu ciddi riskler oluşturduğu ortadadır. Görüştüğümüz korucuların çoğu kendi toplumsal ve ekonomik statüleri ve gelecekleri bakımından ciddi kaygılar içindedir ve bu kaygıların hükümet ve devlet tarafından acilen giderilmesini beklemektedirler. Bu kaygılar bir yandan korucuların “Çözüm Süreci”ne yaklaşımlarında sorunlar oluştururken diğer yandan kendilerinin devlet tarafından terk edildiği gibi bir izlenime sahip olmalarına da belli bir ölçüde neden olmaktadır. Hemen hemen istisnasız bütün korucular “Çözüm Süreci”ne kan dökülmemesi bakımından olumlu yaklaşmaktadırlar. Ancak bu yaklaşım rezervlidir ve çekinceler ihtiva etmektedir. Bazıları bu durumu sürecin tek taraflılığına bağla- “Geçici Köy Koruculuğu” sistemi bu noktada Hamidiye Alayları’nda olduğu gibi siyasi sistemin Kürtlerle olan güven ilişkisinin yeni bir sorunsalı olarak karşımızdadır. Bu sorunsalın siyasi sisteme hakim olanların egemen Kürt politikasını bir bakıma değiştirme sinyali verdikleri “Çözüm Süreci” bağlamında yeni bir teste tabi olduğu da açıktır. Hamidiye Alayları örneğinde yaşandığı gibi hakim siyasi sistemin yapısı değiştiğinde uygulanan kimi politikalarda değişime uğramaktadır. yıp süreç boyunca öldürülen korucubaşlarına dikkat çekiyorlar.8 Daha kaygılı olanlar ise durumu bir “Çözüm Süreci” olmaktansa “tehdit süreci” olarak tanımlamaya kadar gidiyorlar.9 Bazıları ise sürecin samimiyetinden duyduğu kuşkuyu izhar ederek hakikiliğini sorguladı ve “Çözüm Süreci”nin “hileli” olduğunu mevzubahis edilen barışın “yalan barış” ve “göz boyama” olduğunu ifade ettiler.10 Herkes mevzide bekliyor; ama barış istiyoruz diyorlar.11 Korucuların haklarını alması için dağa mı çıkmaları gerektiğini soranlar da oldu.12 Bu kaygıların PKK ile belli bir anlayışa kavuşmuş olan korucuların yaşadıkları yerlerde nispeten azaldığı da gözlemlenmektedir. Kuşkusuz yarı şaka yarı ciddi ifade edilen bu dağ meselesi en azından Hamidiye Alayları tecrübesinden beri siyasi sistemin Kürtlerle kurduğu ilişkinin paradoksal yapısına bir kez daha dikkat çekmektedir. Türkiye siyasi sisteminin Kürtlerle kurduğu ilişkilerin kaybeden ve kazananlarındaki dengesizlik meselenin bir tarafına çözüm getirme çabasının başka taraflarda yaralar açmaya matuf yoğun bir potansiyel taşıdığı ortadadır. Bu dengesizliğin bir zamanlar bölgenin etkili devlet yanlısı korucubaşlarını Kürt siyasi hareketi ile işbirliği yapmak noktasına getirdiği de ortadadır.13 Bu durum bir yandan böylesi aşiret reisleri ya da korucubaşlarını kendi saflarına kabul edip etmeme noktasında Kürt hareketini tereddüde sevkederken diğer yandan devletin ve hükümetin de Kürt hareketi ile birlikte hareket etmeye karar veren böylesi bölgesel liderlere karşı net bir politika oluşturmasına engel olmaktadır. Genel olarak gözlemlenen Kürt hareketinin bu liderlere kapıyı açık tutarken devletin de bu aşiret lider- lerinin kontrolü altında olan ve hem BDPli hem de korucu olmaya devam eden GKKlara karşı göreceli bir müsamaha gösterdiğidir. Bu tür vaziyetler Kürt sorununun karmaşıklığı kadar bölgesel realitelerin zor denklemini de su yüzüne çıkartmaktadır. Sonuç olarak bu tür hallerin “Çözüm Süreci”nin ilerleyen safhalarında 1980 ve 90lı yıllarda GKK sistemi ile siyasi sistemin bölgeye getirmeye çalıştığı yeni ittifak düzeninin radikal değişimlere uğrayabileceğinin işaretlerini verdiği söylenebilir. Bu çerçevede siyasi sistemin PKK ile geliştirilen “Çözüm Süreci”nde hareketin Türkiye sınırlarında silahsızlandırılmasını sağlama noktasında sürdürülen müzakere sürecinde GKK sistemine ne olacağına ve korucuların da nasıl ve hangi safhada silahsızlandırılacağına dair de ciddi bir perspektife sahip olması sürecin dengeli yürütülmesi bakımından elzemdir. Bu dengenin sağlanabilmesi için siyasi sistemin Osmanlı’dan bu yana Kürtlerle yaşadığı güven bunalımını ve sorununu külli olarak çözecek insan haklarına ve sivil-eşit demokratik vatandaşlığa dayanan ve tüm kesimleri ikna etmeye matuf kapsamlı bir barış projesi geliştirmesi gerçek çözümün sağlanması bakımından kritiktir. Ancak böylesi bir yol bu projede kendini belirginleştiren mezkur tarihi dilemmayı çözme kapasitesine sahiptir. II Bu dilemma çerçevesinde tartışılması icap eden ve bir bakıma devletin Kürtler arasındaki çelişkilerden faydalanması kadar PKK eylemlerinden de kaynaklanan Kürt coğrafyasındaki kimi aşiretlerin kolektif olarak aşiret önde gelenlerinin kararları sonucu korucu olmaları noktasıdır. PKK dağlarda silahlı mücadeleye başlamasını müteakip gerilla mücadelesinin temmuz-ağustos 2015 23 Projemiz saha çalışmaları pek çok noktada Türkiye’nin 90lı yıllar boyunca geliştirdiği Koruculuk sisteminin yerleştirilmesine paralel köy boşaltma politikasının başarısız olduğunu göstermektedir. Devletin bu köyleri boşaltarak PKK etkisini bölge halkı nezdinde zayıflatmak ve bölge güvenliğini sağlamak amaçlarının, tam tersi sonuçlar oluşturduğunu söylemek abartılı olmayacaktır. yapısı icabı mücadele ettiği devletin silahlı güçlerinin erişim sağlaması en güç olan sınır hattını ve korunması en güç olan dağ köylerinin bulunduğu mıntıkaları kendine hedef seçmiştir. PKK’nin/nın silahlı mücadeleyi başlattığı zamanların özellikle ilk evrelerinde bu mıntıkalarda kontrolü sağlamak ve bölge halkı nezdinde temsil kabiliyeti kazanmak için köy baskınları yaptığı bilinmektedir. Bu süreçte bu amaçlar çerçevesinde özellikle Şırnak-Hakkari dağ ve sınır hattında bulunan kimi aşiretlerin önde gelenlerine karşı PKK’nin/nın yaptığı saldırıların bu aşiretlerin kolektif bir kararla korucu olmasında etkili olduğu gözlemlenmektedir. Jirqi aşireti daha korucu olmadan aile fertleri sürekli evden alıkonuyordu. PKK de Hogir diye biri vardı, hangi köye geldiyse ileri gelenleri alıp öldürüyordu. Sonra bir kişinin daha yaylada boğazının kesildiğini gördük. Hogir 4 kişi daha aldı ve onlara dedi ki gelin konuşalım; ama onları götürüp bağlayıp yaktı. Jirqi aşireti birbirine sahip çıkan bir aşirettir, sonra hepimiz bir araya geldik ve korucu olmaya karar verdik. İşte Jirqiler bu mücadele için korucu oldu. O zaman Hogir bizi de almaya çalıştı, ama ben tahmin etmiştim bizi öldüreceğini ve tedbirimizi almıştım.14 Şırnak merkezde Tatar ailesinin kasrına karşı PKK’nın/ nin yaptığı saldırı da benzer sonuçlar üretmiştir. 24 temmuz-ağustos 2015 Apocular çıktı dediler, ben lise ikideyken. Bir gece babamla otururken ajans haberleri izlerken, birden silah seslerini duyduk ve aşağı mahalleye gittik. Her tarafta kan vardı. Kendi akrabalarımdı hepsi yerde yatanlar. Kuzenim, amca çocuklarım ve bir tane de misafir vardı. O da öldürülmüştü. O zamanlar buralarda otel olmadığından insanları biz ağırlıyorduk. Suçsuz bir insan öldürüldü. Aile büyüğümüz bu olayları görünce, biz de korucu olmaya karar verdik. Biz yıllardan beri bu topraklar için savaşmış bir aileyiz, aileydik. Bu olaydan sonra aile olarak gidip başvurduk devlete korucu olmak için.15 Devlet ise PKK’nin/nın korunması en güç olan bu sınır ve dağ hattında tutunmasını engellemek için PKK’nin/nın eylemlerinden de faydalanarak Korucu sistemini bölge halkına kabul ettirmeye çalışmış ve bu hatta bulunan köylere ve aşiretlere korucu sistemini kabul ettirme politikasını aktif bir şekilde uygulamıştır. Koruculuğu kabul etmeyen köyler ise boşaltılmıştır ve çoğu zaman kullanılamaz hale gelmesi için de yakılmış ve yıkılmıştır. Boşaltılan kimi köylere ise koruculuğu kabul edenler yerleştirilmiştir. Devlet uyguladığı bu politika ile sınır ve dağ hattında PKK’nin/nın etkinliğini sınırlamak istemiştir. Projemiz saha çalışmaları pek çok noktada Türkiye’nin 90lı yıllar boyunca geliştirdiği Koruculuk sisteminin yerleştirilmesine paralel köy boşaltma politikasının başarısız olduğunu göstermektedir. Devletin bu köyleri boşaltarak PKK etkisini bölge halkı nezdinde zayıflatmak ve bölge güvenliğini sağlamak amaçlarının, tam tersi sonuçlar oluşturduğunu söylemek abartılı olmayacaktır. Köyleri boşaltılan halk ya ilçe ya da şehir merkezlerine ya da İstanbul, İzmir ve Mersin gibi büyükşehirlere akın etmiştir. Sonuçta bu zorunlu göçe maruz kalan Kürt ailelerinin büyük çoğunluğunun mevcut ancak kendine yeten ekonomik durumları daha da kötüleşmiş ve oluşan mağduriyet hissinin faili olarak devlet görülmüştür. Ayrıca bu köy boşaltmalarını yapan devlet görevlilerinin genel olarak halka davranış biçimleri ve çoğu zaman uygulanan zalim yöntemler Kürt halkının hafızasında derin yaralar oluşturmuştur. Şimdi pek çok şehrimizin varoş nüfuslarını oluşturan zorunlu göç mağduru bu en fakir Kürtler PKK’nin/nın en kızgın sosyal tabanı olarak öne çıkmaktadır. Başka bir deyişle devlet bu köyleri boşaltarak bu nüfusu PKK’den/dan uzaklaştırmaya çalışmışsa tam tersi sonuçların oluştuğu ortadadır. Diğer yandan salt bir askeri güvenlik perspektifinden bakıldığında bu köylerin boşaltılmasıyla devlet mezkur bölgenin güvenliğini sağlayabilmiş midir? Sahada bizzat korucularla yapılan görüşmeler boşaltılan sınır köylerinin çoğunun PKK etkisi altında hatta geçmişte belde statüsünde olan kimilerinin PKK denetiminde olduğunu ortaya koymaktadır.16 Bu cihetten de devletin 90lı yıllardaki köy boşaltma politikalarının başarısız olduğu açıktır. PKK ise yukarıda bazı örnekleri verilen köy baskınları ve saldırıları ile ilgili olarak kendine göre bir özeleştiri geliştirme yaklaşımı içindedir. Kandil’deki PKK liderlerinden Cemil Bayık yaptığı son röportajlarından birinde “Geçmişte yaptığınız, ama bugün pişman olduğunuz bir olaya örnek verebilir misiniz?” sorusuna cevap olarak “Örneğin, Türkiye’de köy korucularına karşı takındığımız tavır” demiştir. Bir kongremizde bu kişilerin isimlerini açıklama kararı almıştık. Ancak bugün, bir zamanlar bize karşı düşman gibi olan köy korucularının çoğuyla şimdi irtibat halindeyiz. Şimdi bizi destekliyorlar. Hatalarımızdan ders çıkardık.17 III Yukarıda sözü edilen dilemmanın Koruculuk sistemi ile ilgili ortaya koyduğu başka bir boyut araştırmamız boyunca gözlemlediğimiz çoğu zaman üstü kapalı ifadelerde kendini ortaya koyan ama bazen de açıkça ifade edilen “değersizlik hissi”dir. Kuşkusuz ismi “geçici” olan bir sisteme dahil olan, SSKları olmayan ve emeklilik hakları daha yeni temin edilen korucuların devlet tarafından kullanılıp kullanılmadıkları konusunda kafaları karışıktır. Buradaki BDPliler “devlet sizi limon gibi sıktı. Sizi kullanıyor ve sizi işiniz bitince çöpe atacak” diyorlar.18 Aynı korucu kendi durumlarını bir tür “sahte okey” gibi gördüğünü de ifade ediyor.19 Başka bir korucu ise kendilerine “ispiyoncu” denildiğini ifade ediyor. Fakat halkın bir kısmı sizi kabullenemiyor. Bize sürekli ispiyoncu deniliyor. Devlet de tam sahip çıkmı- yor. Korucunun şehidi bile tam şehit değildi, daha yeni son zamanlarda düzeldi bu. Bu halkın içinde korucu olmak çok zor.20 Bir başka korucu ise bu durumu görev tanımlarının belirsizliği ile ifade etti. Kendilerine köyü koruyacakları başta devlet tarafından söylendiği ancak daha sonra pek çok şeyin yaptırıldığı keza çoğu korucu tarafından ifade edilen noktalardan biriydi. Biz köy değil dağ korucusuyuz. Bize ilk korucu olduğumuzda birçok şey söylenmemişti. Koruculuk köleliktir.21 Dolayısıyla korucuların yoğun bir şekilde raporumuzun XII. bölümüne ismini veren bir “arada kalmak” psikolojisini yaşadığı açıktır. Statüleri sözde “geçici” olmasına karşın kendilerine özde herşey yaptırılan ama sonuç olarak kimseye kendini tam olarak kabul ettiremeyen ya da “yaranamayan” bir grup olarak kendilerini görüyor gibidirler. Korucu olmayanlar da bu durumun fazlasıyla farkındadırlar. Biz korucu ve PKK ile beraber yaşarız. Korucularla biraz zor olabilir. Çünkü toplum içinde dışlanmışlar. Biz askerin yanına gittiğimizde bize iyi davranıyorlar. Çay veriyorlar; fakat bir korucu geldiğinde ona köpek gibi davranıyorlar.22 temmuz-ağustos 2015 25 Saha çalışmalarımızın ilginç duraklarından biri Van’ın Erciş ilçesinin Ağrı sınırına yakın Kırgız köylerinden biri olan Ulupamirlerdi. Afganistan’daki çatışmadan kaçarak Türkiye’ye geldiğini söyleyen Kırgız kökenli korucubaşı muhatabımız bir başka çatışmanın içinde kendini bulduğunu söylerken yağmurdan kaçarken doluya yakalanan bir insan konumundaydı.29 Çok farklı coğrafyalarda farklı nedenlerden dolayı çatışma yaşamış Kırgız korucunun silahla ilgili analizi de oldukça yol göstericidir. “Silah şiddettir, şeytandır. Biz bunu taşıdığımız sürece Şeytan bizimle beraberdir.” Bu arada kalış ve kendini kabul ettirememe durumunun sistemin kendisinden kaynaklandığına dair yoğun bir eleştiri de vardır. Devletin baştan beri sözünü ettiğimiz Kürtlerle kurduğu ilişki yapısının Hamidiye Alayları’na kadar geri giden ikircikli karakterinin oluşturduğu dilemma Türkiye’nin Kürt Sorunu’nun temellerine işaret ettiği kadar devlet politikalarının ülkenin ihtiyaç duyduğu toplumsal mutabakat ve uzlaşma ortamının kurulmasına da engel olduğunu ortaya koymaktadır. Saha çalışmalarında konuştuğumuz insanların ister korucu isterse korucu olmasın bu durumu bir “fitne” olarak tanımlamaları anlamlıdır. Devlet halkın içine fitne sokuyordu. Bunlar Apocu bunlar bölücü deyip halkı birbirine düşürüyordu. Korucu olmaktan memnun değilim; bazı konularda kendimden nefret ediyorum.23 26 temmuz-ağustos 2015 Koruculuk fitne gibidir. Bu korucu sistemi olmasaydı barış ortamı sağlanırdı. Korucular Kürtlerden seçiliyor, böylece Kürdü Kürde kırdırıyor ve barış gelmiyor. Koruculuk sistemi yüzünden hayatım perişan oldu.24 IV Bu “fitne” ortamında insanlar hayatlarının anlamlarını sorguluyor ve belki de çoğu zaman yaşamlarını değersiz buldukları için kendilerini çaresiz hissediyorlar. Bu noktada PKK’nin/nın Kürt kimliğinin onurlu bir şekilde inşası yoluyla hayata anlam veren ve değer kazandıran çare olarak Türkiye’nin Kürtlerin yoğun yaşadığı bölgelerinde kendini ortaya koyduğu açıktır.25 Bu çerçevede düşünüldüğünde devletin PKK lideri Abdullah Öcalan ile yapılan müzakereler temelinde Kürt politikasını değiştirmeye yönelik olarak geliştirdiği Demokratik Açılım (2009-2011) ve Çözüm Süreci (2013-…) programları Osmanlı geçmişinden beri kendi Kürt nüfusuyla devletin yaşadığı dilemmayı çözmesi bakımından kritik öneme sahiptir. Bu Başbakan Davutoğlu’nun son zamanlarda atıf yaptığı siyasi sistemin kendi iç “restorasyon”unu sağlaması bakımından da büyük önem taşımaktadır.26 Bu PKK lideri Öcalan’ın İmralı’dan gönderdiği ve son Diyarbakır Newrozunda okunan ve çoğu yorumcu tarafından bir silahsızlanma çağrısı olarak da algılanan mesajı çerçevesinde değerlendirildiğinde de önemli implikasyonlar taşımaktadır. Türkiye ve bölgedeki çatışmanın ve Kürtler arasına devlet tarafından sokulan “fitne”nin, yani Kürdü Kürde kırdırmanın sona ermesi ve silahın sorunlar çerçevesinde devre dışı kalması bakımından Öcalan’ın çağrısı aynı zamanda tarihidir. Öcalan’ın çağrısında “revizyon, restorasyon ve yeniden inşa”dan bahsetmesi27 devletin Kürt dilemmasını çözmesi noktasında bir karşılıklılığın oluştuğunu göstermesi bakımından da manidardır. Umarız benzer kelimeleri çatışmanın karşı kutuplarında yer alan liderlerin kullanması Kürt Sorununun “Çözüm Süreci”nin taraflar ve toplumlar arasında gerçek bir mutabakat ve uzlaşmanın gelişme zemininin güçlü varlığına işaret etmektedir.28 Sorunlarımızı silahın devre dışı kaldığı bir ortamda, diyalog ve konuşma yoluyla çözme seviyesine ulaşmak sanırız ülkede yaşayan herkesin ortak dileğidir. Saha çalışmalarımızın ilginç duraklarından biri Van’ın Erciş ilçesinin Ağrı sınırına yakın Kırgız köylerinden biri olan Ulupamirlerdi. Afganistan’daki çatışmadan kaçarak Türkiye’ye geldiğini söyleyen Kırgız kökenli korucubaşı muhatabımız bir başka çatışmanın içinde kendini bulduğunu söylerken yağmurdan kaçarken doluya yakalanan bir insan konumundaydı.29 Çok farklı coğrafyalarda farklı nedenlerden dolayı çatışma yaşamış Kırgız korucunun silahla ilgili analizi de oldukça yol göstericidir. “Silah şiddettir, şeytandır. Biz bunu taşıdığımız sürece Şeytan bizimle beraberdir.”30 Bu minvalde hemen hemen bölgedeki herkesin silahın devre dışı kaldığı bir yaşamı hayal ettiğini söylemek gereksizdir. GKK Sistemi ve “Çözüm Süreci” Projesi ile GKK Sistemi’nin mevcut durumunu bizzat saha çalışmalarının verileri çerçevesinde ortaya koyarak bir bakıma “Çözüm Süreci”ne ve genel olarak çözüme katkı sağlamak, Kürt sorununun çetrefilli yapı- sına, silahsızlanma sürecinin zorluklarına dikkat çekmek ve aktörlerin pozisyonlarındaki yenilikleri gözler önüne sermeye çalıştık. Çalışmanın “Çözüm Süreci”nin silahsızlanma safhasına geçilmesi noktasında GKK Sisteminin farklı bölgelerdeki farklı haller ve uygulamalar göz önüne alınarak nasıl dönüştürüleceği ve PKK’nin/nın silahsızlanması sürecinde korucuların da silahsızlandırılmasının nasıl sağlanacağı konusunda önemli ve yol gösterici analizler içerdiğini düşünüyoruz. Son olarak 7 Haziran seçimlerinin işbirliğini zorunlu kılan siyasi tablosu çerçevesinde ve 2015 Newrozu çağrısının ufkunda silahsızlanmanın ve Türkiye’nin “restorasyon ve yeniden inşası”nın sağlanması için önümüzdeki günlerin kritik öneme sahip olduğunu vurgulamak isteriz. Süreç Araştırma Merkezi “Geçici Köy Koruculuğu Sistemi ve ‘Çözüm Süreci’”* projesinin nihai raporu www.surecanaliz.org sitesinde yayınlandı. KAYNAKÇA 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 Ayrıntılı bilgi için bkz. http://www.surecanaliz.org/sites/default/files/tmp/dergi/gkk_sistemi_ve_cozum_sureci_nihai_rapor.pdf Şemsa Özar, Nesrin Uçarlar ve Osman Aytar (2013), Geçmişten Günümüze Türkiye’de Paramiliter Bir Yapılanma Köy Koruculuğu Sistemi, Diyarbakır: DİSA, s. 87. Orhan Kandemir (2012), Korucuların Çözüm Süreci İçerisindeki Sıkıntılarını ve Özlük Hakları İçin Yapılması Gereken Hususlar, Ankara: s. 1. Ya da yakın olmasını sağlamak için. Özar, 2013, s. 32 Martin Van Bruinessen (2004), Ağa, Şeyh, Devlet, İstanbul: İletişim Yayınları, s. 411-412 Özar, 2013, s. 33 02.12.2014 Hakkari Şemdinli. Erkek. Korucu. 11.11.2014 Şırnak İdil. Erkek. Korucu. 16.11.2014 Mardin Midyat. Erkek. Korucu. A.g.e. 25.11.2014 Van Erciş. Erkek. Korucu. 24.11.2014 Van Başkale. Kadın. Belediye Yöneticisi. 29.11.2014 Hakkari Kırıkdağ. Erkek. Korucubaşı. 7.11.2014 Şırnak Merkez. Erkek. Korucubaşı. 1.12.2014 Hakkari Yüksekova. Erkek. Korucubaşı. Cemil Bayık: Barış olursa Türkiye’ye dönerim, Türkiye güzel, 5 Ocak 2015, http://www.taraf.com.tr/politika/cemil-bayik-baris-olursa-turkiyeye-donerim-turkiye-guzel/ Bu haber Alman Die Zeit gazetesinin Bayık ile yaptığı röportajın çevirisi niteliğindedir. 16.11.2014 Mardin Midyat. Erkek. Korucu. A.g.e. 26.11.2014 Van Merkez. Erkek. Korucu. 23.11.2014 Van Çatak. Erkek. Korucubaşı. 23.11.2014 Van Çatak. Erkek. İşçi. 23.11.2014 Van Çatak. Erkek. Korucubaşı. 23.11.2014 Van Çatak. Erkek. İşçi. Ayla Yazıcı (2012), Hakkari’de Yaşayan İnsanların Ruhsal Ortamlarının Psikoanalitik Olarak Değerlendirilmesi(İstanbul), Yayınlanmamış. Raporun özeti için bkz. https://t24.com.tr/media/editorials/files/hakkari%20raporu%2024_7_2010(1).doc “’Restorasyon’” programda”, 27 Ağustos 2014, http://www.hurriyet.com.tr/gundem/27083332.asp “Öcalan’dan “revizyon, restorasyon ve yeniden inşa çağrısı”, 21 Mart 2015, http://www.soldefter.com/2015/03/21/ocalandan-revizyon-restorasyon-ve-yeniden-insa-cagrisi/ Murat Sofuoğlu, “AK Parti-PKK Hattı”, 19 Ekim 2014, http://www.surecanaliz.org/makale/ak-parti-pkk-hatti 25.11.2014 Van Erciş Ulupamirler. Erkek. Korucubaşı. A.g.e. temmuz-ağustos 2015 27 Ahmet Azaklı [email protected] RESTORASYONA DOĞRU İngiliz reformunun 8. Henry ile başladığı,reformu başlatan şeyin reform ihtiyacı değil, Henry’nin özel hayatındaki çalkantılar olduğu söylenir. Kral Henry, kendisine erkek evlat veremeyen eşini boşayıp yeni bir evlilik yapmak istemektedir, bu sayedeİngiliz tahtındababası ile başlayan Tudor Hanedanı günlerini geleceğe güvenle taşıyacaktır. 28 temmuz-ağustos 2015 İkinci evliliğe onay vermeyen Katolik Kilisesi’yle karşı karşıya gelir,baskıya boyun eğmez.Kiliseyi tanımadığını ilan eder, Boleyn Kızı’nı kendine eş seçer vekurucuüyesi olduğu Anglikan Kilisesi’ni mezhep edinir. İngiliz tarihindeki Katolik Kilisesi’nden kopuş ve reform hareketi bu vesileyle başlamış olur. Öldüğünde muhtemelen gözü arkada değildir, Anne İlk anayasasının ilk maddesinde“Hâkimiyet bila kaydü şart milletindir” yazanTürk bağımsızlık hareketi, lideri Kemal Paşa’nınreisicumhurluğu ve cumhuriyetin ilanından sonra reform gerekçesiyle, batılılaşma ve Osmanlı’dan kopma kayıt ve şartını koyar cumhurunun önüne. Önce dini otorite, halifelik lağvedilir, sonrasında açılan muhalif düşünceli partiler kapatılır.Batılılaşma ve modernleşmeyeöncelikverilmiş, çokseslilik gelecek günlere bırakılmıştır. Kısa bir süre sonra,ulusun büyük çoğunluğu “egemen” kelimesinin anlamını dahi bilmezken, meclis kürsüsünün arkasında “Egemenlik Ulusundur” yazmaya başlar. Boleyn’den de oğlu olmayınca yaptığı 3. evlilik sonuç vermiş, ardında bir erkek evlat bırakmıştır. 9 yaşında babasınınölümüyle kral olan,annesini doğduğu gün kaybetmiş bulunan oğlunun,evlenecek yaşa gelmeden, 15 yaşında veremden öleceğinden haberdar değildir. Hanedanınson üyesiKraliçe Elizabeth, uğruna bir halkın din değiştirdiği Anne Boleyn’in kızıdır,ona da çocuk sahibi olmayı bırakın, evlenmekbile nasip olmaz. Öldüğünde babası 8. Henry’nin evlatlarınınkanından tahta geçecek kimsekalmamıştır arkada, halasının torunuJames kral olur. Hala Margaret geçmişin İskoç Kraliçesi’dir, İskoç Kralı 6. James, İngiliz Kralı 1. James olarak tarihe geçer.Başka bir hanedanın eline geçmemesi uğruna kiliseyle restleşilen taht, başka bir ulusun eline geçer,Katolik İngilizler, 50 sene içinde Protestan bir İskoç kralın sultasınagiriverir. Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmuştur kral Henry, daha güçlü bir yönetim umarken, ardında bölünmüş bir ülke bırakır. Dini otoriteyi reddedip reform hareketini başlatmak ve sonunda aslında evdeki bulgurdan olmak biraz tanıdık bi hikâyedirbize. İlk anayasasının ilk maddesinde “Hâkimiyet bila kaydü şart milletindir” yazan Türk bağımsızlık hareketi, lideri Kemal Paşa’nınreisicumhurluğu ve cumhuriyetin ilanından sonra reform gerekçesiyle,batılılaşma ve Osmanlı’dan kopma kayıt ve şartını koyar cumhurunun önüne. Önce dini otorite, halifelik lağvedilir, sonrasında açılan muhalif düşünceli partiler kapatılır.Batılılaşma ve modernleşmeyeöncelikverilmiş, çokseslilik gelecek günlere bırakılmıştır. Kısa bir süre sonra,ulusun bü- yük çoğunluğu “egemen” kelimesinin anlamını dahi bilmezken, meclis kürsüsünün arkasında “Egemenlik Ulusundur” yazmaya başlar. Atatürk’ün mirasçıları, Avrupa’da esen otokrasirüzgârlarının da etkisiyle çok seslilik ve ulusal egemenlik kavramlarını daha yüksek bir rafa kaldırır. Çoksesliliği, demokrasiyi, seçimi ülkeye getiren, Kemalist Türkiye’nin tutkuyla peşinden koştuğu Batı,ve konu hakkındaki dayatmaları olur. Sonuç, Osmanlı mirasına sahip çıkan, kapatılan kurumların devamı niteliğindeki Demokrat Parti’nin 1950’de seçimle iktidara gelişidir.Kazananların sloganı manidardır : “Yeter Söz Milletin” Zürriyetinin devamı uğrunda büyük zorlukları göze alan 8. Henry gibi, Atatürk de, düşünsel zürriyetinin devamı için büyük kararlılık göstermiş, ancak uğruna savaş verdiği şey, ölümünden sonra mirasçılarınaihanet etmiştir, o da ardında bölünmüşbir ülke bırakır. 8. Henry bakiyesi bölünmüş İngiltere, önce Katolik– Protestan çatışması, akabinde İskoç öğretisi – İngiliz geleneği kavgalarıylayoğrulur. Katolik İngilizler, tahta gelişinin 2. yılında,Kral James ve parlamentoyu meşhur barut komplosu ile havaya uçurmaya çalışır, başarılıolamazlar. Ömrünümuhaliflerle mücadeleyle geçiren kral,22 yıllık saltanatın ardından tahtını oğluna bırakmayı başarabilir ama İngiliz tarihinde oğul 1. Charles dönemi, Parlamento güçleri ile kral yanlıları arasında geçen 10 yıllık bir iç savaş ile anılır. Türkiye’deki Atatürk bakiyesi bölünmüşlük, daha modern,daha kansız bir iç savaş olarak, Demokrat Parti’li muhaliflerin mevzi kazanmalarıyla başlar. Muhalefet etmeye alışık olmayan Kemalist Hanedan, temmuz-ağustos 2015 29 sandıkta yenemediği Menderes yönetimini,fırsatını bulunca sahip olduğu silahlı kuvvetler aracılığıyla devirir, devirme gerekçesi “kardeş kavgasına son vermek” kaygısıdır.Akabinde hanedan önce komünizmle,sonra irtica ile girdiği savaşlarda düşe kalka bir saltanat sürdürür,mutlak mağlubiyeti ise halkın büyük çoğunluğunun desteğini alan Tayyip Erdoğan’a karşı alır. İngiltere’deki iç savaşın mutlak galibi, kraliyet güçlerine karşı parlamentonun ve halkın büyük desteğinin sahibi Oliver Cromwell olur. Savaş başladığında alt rütbeden askerliğe adım atmış bir politikacıdır Cromwell. Girdiği çatışmalardan sürekli galip ayrılır, galip geldikçe rütbesini artırır, rütbeyi artırdıkça arkasına aldığı desteği büyütür, nihayet savaş kazanıldığında devrimin lideri konumundadır. İngiliz tarihinde gen ya da evlilik yoluyla değil halk iradesiyle gelen ilk lider, bir başka deyişle “İngiliz cumhurunun seçilmiş ilk başkanı” olur. İç savaş sonrası İngiltere’de cumhuriyet rejimine geçilmiştir, ülke idaresinden sorumlu, Cromwell liderliğinde bir konsey ve parlamentodan oluşan bir yapı kurulmuştur. Hanedan, vesayet yoktur artık. Oğul Cromwell, baba yadigarı Koruyucu Lord ünvanıyla başa geçer, ama babasının dirayetine sahip bir lider değildir,1 yıl bile olmadan görevi bırakmak zorunda kalır. Alternatif yönetim arayan babasının silah arkadaşı askerler, sistem yokluğunda eski sistemden medet umarak, devrik kral Charles’ın oğlu 2. Charles’ı getirip tahta oturtur. İngiliz tarihinde “Restorasyon” adı verilen dönem böylece başlamış olur, İngiltere’yi bir sonraki yüzyılın süper gücüolmayahazırlayacak “Görkemli Devrim”i başlatmakiçin 30 yıl daha iktidar sancılarıçekilecektir. 30 temmuz-ağustos 2015 Parlamentonun kaderi, dört yıl içinde,“karar almakta zorlanan, icraatların önünde engel olmaktan öteye gidemeyen bir grup vatan haininden ibaret”olmak gerekçesiyle Cromwell tarafından kapatılmak olur, yerine yeniüyelerden oluşan bir meclis kurulur. Yeni meclis ve yeni anayasayla birlikte Cromwell “Koruyucu Lord” ünvanı ile yaşam boyu iktidar yetkisi alır, ölümünden sonra yerine geçecek kişiyi seçme hakkı da kendisindedir. 2 yıl sonra, yeni meclis de Koruyucu Lord tarafından kapatılır ve ülke yönetimi, onun sözünden çıkmayan bir grup generale emanet edilir.Tahmin edileceği üzere, İngiltere, İrlanda ve İskoçya, ölümüne kadar bizzat Cromwell’in inisiyatifiyle yönetilir. Ölümüyle İngiltere’de yönetim sancıları tekrar alarm verir, takip edilecek bir sistem bırakmamıştır arkada, kuvvetler ayrılığı, liberalizm henüz icat edilmemiştir, John Locke bütün bu olan bitene şahit olan 26 yaşında genç bir bilim adamıdır. Oğul Cromwell, baba yadigarı Koruyucu Lord ünvanıyla başa geçer, ama babasının dirayetine sahip bir lider değildir,1 yıl bile olmadan görevi bırakmak zorunda kalır.Alternatif yönetim arayan babasının silah arkadaşı askerler, sistem yokluğunda eski sistemden medet umarak, devrik kral Charles’ın oğlu 2. Charles’ı getirip tahta oturtur. İngiliz tarihinde “Restorasyon” adı verilen dönem böylece başlamış olur, İngiltere’yi bir sonraki yüzyılın süper gücüolmayahazırlayacak “Görkemli Devrim”i başlatmakiçin 30 yıl daha iktidar sancılarıçekilecektir. “Neden – sonuç ilişkilerine bağlı mühendis kafasıyla tarihin çözümlenemeyeceği” düşüncesine itiraz eden, istatistiğe ve veri madenciliğine iman etmiş bir mühendis olan bu satırların sahibi,İngiltere’de zamanında yaşananlara bakınca, hala sistemden değil şahsi inisiyatiften medet umulan, cemiyetin değil cemaatin üstün tutulduğu günümüz Türkiye’sini de, gelecekte bir Kemalist restorasyonun beklediğini düşünüyor. Erdoğan’ın şahsı için dizayn edilecek sistemin onun ardından çalışmadığının fark edileceği ve görkemli devrime ulaşmak için geçeceksürenin olabildiğince kısa olması,sancıların sonunda memleketehayırdoğması için de dua ediyor. Serdar Yeşiltay [email protected] Türkiye–Rusya İlişkilerinin Temel Dinamikleri Tüm ihtilaflı mevzulara rağmen ilişkilerde özellikle Türk Akımı’nın duyurulmasından sonra gayet olumlu bir manzara hâkim. Ancak şu bir gerçek ki Türk – Rus ilişkileri ideolojik, tarihi ya da kültürel bir temele değil pragmatizme dayanıyor. Jeopolitik Rekabetten Ekonomik İşbirliğine Soğuk savaşın bitişi Türkiye için Rusya ile alakalı önemli güvenlik neticeleri doğurdu. Ankara’da görev yapan eski bir Amerikan büyükelçisinin dikkat çektiği üzere, ‘‘400 yıllık Rus tehdidi fiilen bitti. Türkiye Cumhuriyeti 1923’te kurulmasından bu yana hiç bu kadar güvende olmamıştı.’’ Gerçekten de hem Yugoslavya’nın hem de Sovyetlerin parçalanmasıyla 19. yüzyılda Osmanlı’nın Balkanlarda ve Kafkaslarda hâkimiyetine son veren ‘büyük Slav bloku’ tarihe karışmıştı.1 Ayrıca yine ideolojik ve kutupsal farklılığın da ortadan kalkmasıyla, yeni Rusya da artık demokrasiye ve pazar ekonomisine yönelmişti. Böylece 90’ların sonu ve 2000’lerin başında iki ülke, tarihten kaynaklanan rekabet unsuru yerine işbirliğini esas alarak pragmatik bir anlayışın geçerli olacağı ilişkilerin çerçevesini oluşturdu. Lakin yine de ilişkiler aynı anda hem rekabet hem de işbirliği ekseninde gelişmeye devam etti. Devletlerarası ticaretin gelişmesiyle tarafların büyük çıkarlar sağladığı karşılıklı bağımlılık oluşturulur, böylece çıkarların devamı için aradaki anlaşmazlıklar yatıştırılabilir ve bu şekilde çatışma yaşanma ihtimali de azalır. Keza ekonomik işbirliği kısmen de olsa istikrar ve barışçıl bir iklim gerektirir. Daha çok liberal yaklaşımlarda ifadesini bulan bu mantık Türk – Rus ilişkilerinde de açık bir şekilde görülüyor. 1990’lar boyunca Türk-Rus ilişkileri birbirine taban tabana zıt olan Orta Asya ve Kafkastemmuz-ağustos 2015 31 Türkiye’nin uluslararası düzeyde Birleşik Devletler ve Avrupa Birliği ile ilişkilerinin Rusya ile olan ilişkilerinin gelişiminde mühim ölçüde tesir bırakması doğru, ancak bu vaziyet Türkiye’nin uzun vadede Rusya ile ilişkilerinde kırılganlıklar da meydana getiriyor. larda nüfuz mücadelesinden kaynaklanan jeopolitik rekabet kadar ekonomik işbirliği dinamikleriyle de şekilleniyordu. İki ülke arasındaki ekonomik işbirliğinin beklenmedik seviyelere ulaşmasıyla ekonomik işbirliği 90’ların sonundan itibaren jeopolitik rekabetin ilişkileri bozucu etkisini yatıştırarak karşılıklı bağımlılık oluşturdu. Hatta Türk – Rus ilişkilerinin verimli ticari ilişkiler oluşturduğu da rahatlıkla söylenebilir. 32 temmuz-ağustos 2015 Rusya, 2004 yılından itibaren Almanya’dan sonra Türkiye’nin en çok ticaret yaptığı ikinci ülkedir. Batı Faktörü Rus – Türk ilişkilerinin seyri her iki devletin Batı ile ayrı ayrı ilişkilerinden bağımsız düşünülemez. Bir taraftan Türkiye, hem Avrupa Birliği aday ülkesi hem de NATO’nun bir parçası konumunda, öte yandan Rusya ise bilhassa Putin döneminde büyük güç iddiasıyla çok kutuplu bir dünya düzenini savunmakta ve buna ulaşmada izlediği Batı’yı dengeleme siyasetinde oldukça pragmatist bir yol izliyor. Kültürel, coğrafik ve siyasi açıdan Batı ile Doğu arasında kalan Türkiye’nin ise zaman zaman Batı ile ilişkileri geriliyor ancak bir dereceye kadar parçası olduğu Batıdan da kopamıyor. Bu durumda en belirgin olan argüman, hem Rusya’nın hem de Türkiye’nin Batı ile ilişkilerinde yaşadıkları dönemsel sorunların iki devleti doğrudan doğruya birbirine yakınlaştırmasıdır. İlk olarak 90’larda Batı için, Türkiye’nin soğuk savaş yılların- daki öneminin azalmasıyla, Türk dış politikası için Batı dışında yeni istikametler bulma çabası arttı ve Türkiye yine Batı ile problematik ilişkileri bulunan Rusya’ya yönelmeye başladı. 2000’lerde ise Türkiye ve Rusya arasındaki yakınlaşmayı kolaylaştıran en önemli uluslararası faktör, Bush yönetiminin tek taraflı olarak aldığı Irak’ı işgal kararıdır. Bu işgale en başından beri karşı olan Rusya; Fransa ve Almanya ile birlikte bu işgale karşı ortak bir deklarasyon yayınladılar. Türkiye tarafında ise Türkiye’nin 1 Mart tezkeresinin kabul edilmemesi sonucu Amerikan işgaline karşı tüm desteğini çekmesi ve topraklarını bu amaç için kullanılmasına müsaade etmemesi Moskova’da oldukça olumlu karşılandı. Türkiye’nin bu hamlesiyle hayal kırıklığına uğrayan ABD’nin Türkiye’nin kuzey Irak ve PKK konusundaki hassasiyetini gözetmemesi ve ayrıca sonrasında Kıbrıs meselesinden dolayı AB ile ilişkilerinin de durma noktasına gelmesi Türkiye ile Batı arasındaki ilişkilerde birkaç yıl devam edecek bir gerilime neden oldu. Böylece Rusya ile Türkiye’nin Batı ile ilişkilerinde eş zamanlı olarak hayal kırıklığına uğraması iki ülke arasında yaklaşık 15 yıldır süregelen uzlaşmayı hızlandırdı. Öyle ki 2004-05 döneminde Putin ve Erdoğan dört kez bir araya geldi. Türkiye’nin uluslararası düzeyde Birleşik Devletler ve Avrupa Birliği ile ilişkilerinin Rusya ile olan ilişkilerinin gelişiminde mühim ölçüde tesir bırakması doğru, ancak bu vaziyet Türkiye’nin uzun vadede Rusya ile ilişkilerinde kırılganlıklar da meydana getiriyor. Türkiye hem ekonomik hem de siyasi bakımdan Batıyı ihmal edemez konumdadır. Nitekim 2006 yılına gelindiğinde ilişkilerde tekrar bir gerileme dönemi görülüyor. Bu dönemde Rusya ile enerji meselesinde uyuşmazlığın yanı sıra Bush yönetiminin PKK ve Kuzey Irak konusunda Türkiye’ye taahhütler vermesiyle Amerikan – Türk ilişkileri yumuşama dönemine girdi. O dönemde Orta Asya gazı için yapılan jeopolitik mücadelede Türkiye ve Batı aynı safta yer aldı. Benzer bir durumun gözlendiği 2008 – 2009 yıllarında da Batının öne sürdüğü boru hattı rekabeti ilişkilere darbe vurdu. Yine Türkiye 2014 yılından sonra, Kırım ve Ukrayna meselelerinde de Batıyla uyumlu tavır aldı. Türk – Rus ilişkileri, eski Sovyet ülkelerinin petrol ve doğalgaz kaynaklarının denetimi ve güvenliği için Batı ve Rusya arasındaki jeopolitik mücadelenin sergilendiği ‘Yeni Büyük Oyun’dan bağımsız değildir. Enerji Meselesi ve Boru Hattı Rekabeti Fosil yakıtlara başlıca enerji kaynağı olarak gitgide artan uluslararası taleple birlikte başlayan enerji meselesi Türk – Rus ilişkilerinin gelişmesinin ana faktörlerinden biri olmuştur. İlk olarak 1997 yılında anlaşması imzalanan ve 2006 yılında tamamlanan dev gaz projesi ‘Mavi Akım’ ilişkilerde bir dönüm noktasıdır. Bu 30 milyar dolarlık ve 25 yıllık süreli proje Rusya’nın 2010 yılına kadar su altı boru hatları vasıtasıyla Karadeniz üzerinden Türkiye’ye 16 milyar metreküp gaz göndermeyi öngörüyordu. Lakin bu projenin tamamlanmasından itibaren Türkiye aşırıcı derecede ve gitgide artan bir şekilde Rus gazına bağımlı hale gelmiştir. Türk – Rus ilişkileri, eski Sovyet ülkelerinin petrol ve doğalgaz kaynaklarının denetimi ve güvenliği için Batı ve Rusya arasındaki jeopolitik mücadelenin sergilendiği ‘Yeni Büyük Oyun’dan bağımsız değildir. Keza Batı için Türkiye’yi mühim kılan faktörlerden biri de enerji konusunda Rusya’ya bağımlılıklarını azaltacak ve Rusya’yı pas geçecek bir boru hattında köprü konumunda olmasıdır. Batı ile Rusya arasındaki Türkiye’nin de dâhil olduğu jeopolitik rekabet Hazar Denizi havzasından Batıya hangi boru hattı üzerinden petrol ve gazın aktarılacağına ilişkindir. Rusya, nüfuzunu arttırmak ve başka meselelerde da kazanç sağlamak için kendi etki alanı olan Orta Asya ve Hazar kaynaklarında da denetim kurma çabası içerisindeyken, Batı, Rusya’nın tekelini kırmak için alternatif güzergâh arayışı içindedir. Bu bağlamda, Rusya Azeri petrolünün Batıya aktarımında ana enerji hattı olarak Bakü – Novorossiysk boru hattı için baskı yaparken, Türkiye Bakü – temmuz-ağustos 2015 33 Türkiye bu anlaşmazlıktan ucuz pazarlık fiyatlarıyla uzun vadeli enerji tedariki sağlamak için ve aynı zamanda müeyyidelerle bozulan Batı – Rusya ticari ilişkilerinin yerini doldurmak noktasında istifade etmeyi planlıyor. Ceyhan hattı için bastırıyordu. Bu rekabet iki taraflı ilişkilerin sınırlarını aşan bir karaktere sahipti. ABD, Türkiye’nin Bakü – Ceyhan Hattı teklifine tam destek verdi. Amerika’nın işin içine müdahil olması ve bölge istikrarı ve İran modelinin yayılmasını önlemek ve Batı yanlısı bir düzen tesis etmek için Türkiye’yi model olarak öne sürmesi eski Sovyet ülkelerinde Yeni Büyük Oyun olarak lanse edilen jeopolitik mücadeleyi başlattı. ABD’nin desteği sayesinde BTC(Bakü – Tiflis – Ceyhan) boru hattı kabul edildi. Ancak yine de son kararın sahibi olan Azerbaycan Uluslararası Petrol Konsorsiyumu (AIOC) Azeri petrolünün Hazar Denizi’nden birkaç sahil bölgelerine ihraç edilmesinde karar kıldı.2 Mavi Akım’ın tamamlanmasından sonra 2006 Ocak ayında Ukrayna ile Rusya arasında patlak veren gaz krizi sonucu Putin Avrupa’ya gaz akışını kesmişti. Bu durum Avrupa devletlerinin Rusya’ya bağımlılığını azaltacak şekilde yeni enerji projeleri ve alternatif güzergâh arayışını hızlandırdı. Tam da bu noktada Rusya’nın Avrupa’ya gaz tedariki üzerindeki üstünlüğü kırmaya yönelik olan Ortadoğu ve Hazar gazını Türkiye üzerinden Balkanlara oradan da Orta Avrupa’ya sevkini öngören Nabucco projesi gündeme geldi. Rusya Mavi Akım’a paralel yeni bir boru hattının inşası ile Nabucco’ya dâhil olmak istedi. Ancak Türkiye’nin gönülsüzlüğü Moskova’yı kızdırdı ve Rusya Türkiye’nin ve ihtilaf içinde olduğu Ukrayna’nın dışarıda bırakıldığı Karadeniz üzerinden Bulgaristan, İtalya ve Avusturya’ya doğal gaz taşıması planlanan Güney Akım projesini devreye soktu ve böylelikle Türkiye’nin ‘enerji üssü’ olma iddiasına darbe vurdu. 34 temmuz-ağustos 2015 Bunun yanında Putin’in Türkmen ve Kazak devlet başkanlarıyla Türkmen gazının Kazakistan vasıtasıyla Rusya’ya taşınmasına ilişkin bir anlaşma imzalaması Nabucco’nun ölümü olarak görüldü.3 Yine de Batı desteği ile 2015 Mart ayında temeli atılan Trans Anadolu doğalgaz boru hattı (TANAP) ile Azerbaycan gazının Türkiye iç pazarına ve aynı zamanda Türkiye’den geçerek, Avrupa ülkelerine Avrupa’daki Trans Adriyatik boru hattına (TAP) bağlanarak 2018 yılından itibaren gaz taşınması öngörülüyor. 2014 yılının sonlarında ise Güney Akım projesi Rusya’nın Ukrayna meselesi üzerinden Batı ile yaşadığı sorunlara kurban gitti. Brüksel ve Washington’dan gelen baskılar üzerine Bulgaristan boru hattı çalışmalarını durdurdu ve Gazprom ise buna karşılık projeyi rafa kaldırdığını duyurdu. Putin, Aralık 2014’teki Türkiye ziyaretinde bunun yerine Türkiye’den geçip Yunanistan’a bağlanacak yeni Türk Akımı projesinde anlaşıldığını duyurdu. Üstelik bu projenin 2016’da nihayete erdirilip arzın başlanacağı planlanıyor. Türkiye bu anlaşmazlıktan ucuz pazarlık fiyatlarıyla uzun vadeli enerji tedariki sağlamak için ve aynı zamanda müeyyidelerle bozulan Batı – Rusya ticari ilişkilerinin yerini doldurmak noktasında istifade etmeyi planlıyor.4 Yine bu durumu Batı faktörünü hesaba katarak açıklayabiliriz. Şöyle ki, bir süredir Batı kamuoyunun ve siyasetçilerinin Türkiye’de gitgide etkisini artıran otoriter bir yönetim olduğu iddiası ve bu nedenle hükümetin ağır eleştirilere hedef olmasının yanı sıra en başta Suriye ve diğer Ortadoğu ülkelerindeki meydana gelen krizlerde taraflar arasındaki fikir ayrılığı ilişkileri oldukça yıprattı. Hatta Batıda belli çevrelerce Türkiye’nin NATO’dan ihracı bile tartışılıyor. Bölgesel İşbirliği 1990’ların sonlarından itibaren ilişkiler hızla gelişti ve derinleşti. Teröre karşı işbirliğinin yanı sıra 2001 yılında ‘İkili İşbirliğinden Çok Boyutlu Ortaklığa’ başlığını taşıyan “Avrasya’da İşbirliği Eylem Planı” ile artık rekabetin anlamsızlığı ve bölgesel siyasi meselelerde işbirliğinin gerekliliği atılan imzalarla teyit edildi ve ilişkilerde bu doğrultuda yeni bir dönem başlatıldı. 2002’de AKP’nin tek başına iktidar olması ilişkilere yeni bir ivme kazandırdı ve bunu bir dizi karşılıklı ziyaretler izledi. Sadece ekonomik değil, siyasi ve stratejik alanlarda da çok boyutlu ve derinleştirilmiş bölgesel işbirliği için adımlar atıldı. Öyle ki Rusya ve Türkiye bölgesel meselelerde ortak görüşe sahip olmaya başladı ve bölgede ortaya çıkan meseleleri Batılı küresel güçleri hariç tutarak çözme eğilimine giriştirler. Örneğin ABD’nin Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü’ne gözlemci üyelik için başvurusunda Türkiye çekimser kalırken Rusya veto oyunu kullandı. 2000’lerde eski Lübnan cumhurbaşkanı Refik Hariri’nin öldürülmesi sonucu Suriye’ye artan baskılara iki devlet de karşı tavır aldı ve yine Türkiye’nin Rusya’nın etki alanı olan eski Sovyet bölgesindeki renkli devrimler ve NATO’nun genişlemesine karşı tavrı gibi bölgesel siyasi meseleler üzerine ortak anlayış oluştu. Bunun gibi iki ülke ayrıca bazı uluslararası meselelerde de birbirini destekler konumda idi. Bunun daha açık bir örneği ise 2008 yılında patlak veren Gürcistan – Rusya çatışması sırasında yaşandı. Nitekim bir yandan Gürcistan’ın en büyük ticari ortağı olan, aynı zamanda bir de Mavi Akım sonrası Rusya’ya bağımlı hale gelen Ankara çok sıkıntılı bir duruma düştü. Neticede Erdoğan, Rusya’nın Türkiye’nin en büyük ticari ortağı olduğunu ve enerjideki bağımlılığa atıfta bulunarak, ulusal çıkarlara göre hareket edeceklerini belirtti ve Türkiye’nin Rusya’yı gözden çıkarma gibi bir durumu söz konusu olamayacağını itiraf etti. Bu, enerji meselesinin ilişkilerin başka alanlarında Türkiye’nin yumuşak karnını oluşturduğunu gösterdi. Türkiye, yüzde 61’lik bir oranla Almanya’dan sonra Rus gazına en çok bağımlı olan ülke, petrolde ise bu bağımlılık yüzde 35 oranında. Durumu değerlendiren Türkiye gelecekte benzer krizleri çözmek adına Kafkas İstikrar Paktı’nın Kafkas İstikrar ve İşbirliği Platformuna kısaca Kafkas İttifakına dönüştürmeye yönelik inisiyatifi eline aldı. Türkiye’nin bu inisiyatifi Moskova tarafından hoş karşılanırken Washington bundan hariç tutuldu. Kafkas ittifakının bir diğer özelliği Kafkaslardaki jeopolitik dinamikleri değiştirmesi oldu. 1990’ların sonunda BTC hattı ile ortaya çıkan Rusya’ya karşı Türk – Amerikan – Azeri - Gürcü jeopolitik bloku sarsılmış oldu.5 Bununla birlikte, kriz boyunca Türkiye’nin 1936 Montrö Boğazlar Sözleşmesini katı bir şekilde uygulaması ve ABD ve NATO gemilerini kayırmaması Türkiye’nin Rusya ile ekonomik ilişkilerinin ABD ve NATO ile ittifakına ağır bastığını gösterdi. temmuz-ağustos 2015 35 Bu hadiseden itibaren enerji meselesinden dolayı soğuyan ilişkilerde yeni bir yakınlaşma dönemine girildi. Bu durum Putin’in 2009 ziyaretini beraberinde getirdi. Bu ziyarette Türkiye Güney Akımı için kıyı bölgelerinde jeolojik araştırmaya müsaade verirken ortak Samsun – Ceyhan Hattı için Rusya’yı da ikna etti. Ayrıca Akkuyu’da nükleer santrali için de anlaşmalar imzalandı. Tüm bunların yanında ilişkilerin elbette pek çok problematik boyutları da var. Enerji hatları üzerindeki rekabet ve Rusya’nın Kıbrıs ve Dağlık Karabağ meselelerine yaklaşımının yanında 2010 yılından sonra ortaya çıkan Suriye İç Savaşında farklı tarafları desteklemeleri gibi daha pek çok fikir ayrılıkları bulunuyor. Türkiye’nin, 2011 yılında Rusya ve İran’a karşı savunma maksadıyla NATO Füze Kalkanı projesine dâhil edilerek, Kürecik’te füze radarlarının konuşlandırılmasına müsaade etmesi doğrudan doğruya Rusya’yı irrite ediyor. Son dönemde ise Kırım’ın ilhakı ve Ukrayna meselelerinde Türkiye Batı’nın yanında yer aldı ve Kırım’ın ilhakını tanımadı. Bunun yanı sıra Ukrayna’nın olası bir parçalanması ya da topraklarının bir kısmının Rusya tarafından ilhakı durumda da Batı yanlısı bir duruş sergileyeceği açık. Burada Ukrayna’dan ziyade bilhassa ilhakı tanımayan ve liderlerinin Kırım’a girişi yasaklanan soydaş Tatarlar konusunda Türkiye’nin derin kaygıları bulunuyor. Sonuç olarak Türkiye-Rusya ilişkilerinin gelişmesinin uzun vadeli bir strateji mi olduğu yoksa Batının gözünde Türkiye’nin önemini arttırmaya yönelik pragmatik bir hamle mi olduğu konusunda çeşitli görüşler bulunuyor. Tüm ihtilaflı mevzulara rağmen ilişkilerde özellikle Türk Akımı’nın duyurulmasından sonra gayet olumlu bir manzara hâkim. Ancak şu bir gerçek ki Türk – Rus ilişkileri ideolojik, tarihi ya da kültürel bir temele değil pragmatizme dayanıyor. Nihayetinde Türkiye hala bir NATO üyesi, AB aday ülkesi ve bu yapılarla ilişkilerini riske atamayacak durumda. En başta Ortadoğu krizlerinin çözümünde olmak üzere Batı ve Türkiye birbirine şiddetle ihtiyaç duyuyorlar. Bu yüzden ilişkiler şimdilik stratejik bir ittifak oluşturmaktan uzak görünüyor. Türkiye ayrıca sadece Rusya ile değil eksen kayması olarak eleştirildiği Çin, Ortadoğu, Afrika ülkeleri gibi pek çok Batı dışındaki aktörlerle de ilişkilerini geliştirme gayreti içerisinde. Bu vaziyet AK Parti faktörü ve Ahmet Davutoğlu’nun Türk dış siyaseti için geliştirdiği çok boyutlu ve çok yönlü dış politika ilkeleri ve sıfır sorun politikası ile açıklanabilir. Nitekim Davutoğlu da Türk – Rus ilişkilerinin Türkiye’nin çok boyutlu dış politikasının ayrılmaz bir parçası olduğunu eserlerinde vurgulamıştı. KAYNAKÇA Ersen, Emre, “Turkish-Russian Relations in the New Century,” in Ozden Zeynep Oktav (ed.), Turkey in the 21st Century: Questfor a New ForeignPolicy, Surrey, Burlington: Ashgate, 2011, pp. 95-114. Laçiner, Sedat, ‘‘Turgut Özal Period in TurkishForeignPolicy: Özalism,’’ TurkishWeekly, 9 Mart 2009 Sezer, Duygu Bazoğlu, “Turkish-Russian Relations: TheChallenges of ReconcilingGeopoliticalCompetitionwithEconomicPartnership,” TurkishStudies, Vol. 1, No. 1, Bahar 2000, pp. 59-82. http://www.bilgesam.org/incele/1074/-turk-rus-iliskileri--sorunlar-ve-firsatlar/#.VVuhgfntmko http://www.milliyet.com.tr/10-milyar-dolarlik-enerjik-ipek/ekonomi/detay/2029979/default.htm http://www.sabah.com.tr/yazarlar/ibrahim__kalin/2014/12/04/putinin-ziyareti-ve-turkiyerusya-iliskileri http://tr.sputniknews.com/columnists/20150319/1014517676.html http://www.haberler.com/rusya-turk-akimi-na-ilgi-artiyor-tanap-karli-degil-7065684-haberi/ http://www.nytimes.com/2014/12/02/world/europe/russian-gas-pipeline-turkey-south-stream.html?hpw&rref=world&action=click&pgtype=Homepage&module=well-region&region=bottom-well&WT.nav=bottom-wellc&_r=0 http://www.haberturk.com/ekonomi/enerji/haber/1045131-haberturk-turk-akimi-gaz-boru-hatti-projesinin-sunumunun-ayrintilarina-ulasti http://www.mfa.gov.tr/turkiye-rusya-federasyonu-siyasi-iliskileri.tr.mfa http://www.dw.de/t%C3%BCrkiye-rusya-yak%C4%B1nla%C5%9Fmas%C4%B1-bat%C4%B1-ile-ili%C5%9Fkileri-nas%C4%B1l-etkiler/a-18120792 1 2 3 4 5 36 Sedat Laçiner, ‘‘Turgut Özal Period in TurkishForeignPolicy: Özalism,’’ TurkishWeekly, 9 Mart 2009 Duygu BazoğluSezer, “Turkish-Russian Relations: TheChallenges of ReconcilingGeopoliticalCompetitionwithEconomicPartnership,” TurkishStudies, Vol. 1, No. 1, Bahar 2000, pp. 59-82. Emre Ersen, “Turkish-Russian Relations in the New Century,” in Ozden Zeynep Oktav (ed.), Turkey in the 21st Century: Questfor a New ForeignPolicy, Surrey, Burlington: Ashgate, 2011, pp. 95-114. http://www.nytimes.com/2014/12/02/world/europe/russian-gas-pipeline-turkey-south-stream.html?hpw&rref=world&action=click&pgtype=Homepage&module=well-region&region=bottom-well&WT.nav=bottom-wellc&_r=0 Emre Ersen, “Turkish-Russian Relations in the New Century,” in Ozden Zeynep Oktav (ed.), Turkey in the 21st Century: Questfor a New ForeignPolicy, Surrey, Burlington: Ashgate, 2011, pp. 95-114. temmuz-ağustos 2015 Röportaj: Cemal Taşpınar&Serdar Yeşiltay [email protected] [email protected] Marmara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğretim Üyesi Yardımcı Doçent Emre Erşen ile röportaj Jeopolitik Rus Yarığı Soğuk Savaş sonrasında dünyada Amerika’nın tek süper güç olarak kaldığını ve artık çekişmelerin & mücadelelerin kültürel değerler üzerinden gerçekleşeceğini söyleyen Fukuyama, Hungtinton gibi isimlerin tezleri sizce bu aradaki dönemi açıklamakta başarılı oldu mu? Fukuyama ve Huntington’tan bahsediyorsak, bu teorilerin biraz eskimiş olduklarını kabul etmeliyiz. Fukuyama ve Huntington’ın “Tarihin Sonu” ve “Medeniyetler Çatışması” ile çizdikleri çizgi 90’lı yıllarda bir şeyleri açıklamaya yetiyordu. Fakat artık yeni kategorilere ihtiyaç var gibi görünüyor, çünkü günümüz dünya politikası o dönemin dünya politikası değil. Yani Çin’in giderek yükseldiği ya da Rusya’nın her gün biraz daha kendi etkisini göstermeye çalıştığı noktada, açıkçası Fukuyama, Huntington ve hatta 90’ların ortasında ortaya çıkan Brzezinski’yi aşıp, bu dinamikleri yakalayacak bir yaklaşım geliştirmek gerekiyor. Öncelikle dünyanın bu çok kutuplu halini göz önüne almalı yeni yaklaşım, çünkü sadece Amerika ve Batı’ya dayanan bir dünya düzeni yok karşımızda. O yüzden bu tür yaklaşımları yetersiz buluyorum. Bundan dolayı da bugün post-modernist ve eleştirel teoriler bu kadar gündemde, çünkü hala dünyayı anlamlandırmakta güçlük çekiyoruz. Bu durumu bir geçiş süreci olarak temmuz-ağustos 2015 37 görmekte bence fayda var. Amerika’nın süper güç durumu askeri ve ekonomik olarak devam ediyor, ama yavaş yavaş da başka bir düzene doğru kayıyor dünya. Dolayısıyla bu teoriler ışığında değerlendirme yanlısı değilim ben. Putin sonrası Rusya’sının Çarlık Rusya’sı hayalleriyle dünya siyasetinde daha aktif bir rol oynamaya başladığı söyleniyor. Sizce Putin bu tür hayaller kuruyor mu? Putin’in asıl amacı ne? Çarlık ya da Çar demek doğru mu bilmiyorum. Türkiye için de bu tarz söylenen şeyler var. Bu tür söylemler aslında işin popüler boyutu. Novorossiya ve Yeni Türkiye gibi söylemler hep siyasi-ideolojik bağlantıları olan kavramlar. Putin’e baktığımızda çok net olarak şunu söyleyebiliriz: Putin 2000 yılında göreve geldiğinde, 1991-2000 arasında sürekli olarak Batı’nın köşeye sıkıştırdığı bir Rusya vardı ve buna karşı tepki olarak Putin ortaya çıktı. Dolayısıyla Putin’in tekrar bir Çarlık Rusya’sını canlandırma hedefi olduğuna ben inanmıyorum, çünkü Putin hakkında konuşurken aynı zamanda son derece pragmatik bir liderden bahsediyoruz. Rusya’nın güçlü olduğunu hissettiği zaman bu pragmatizm dürtüsüyle hamleler yapıyor. Bu hamleler ne kadar başarılı o nokta tartışılır, ancak bu Çarlığa dönüşmekten ziyade, daha önce bahsettiğim çok kutuplu sistemde Rusya’yı kutuplardan biri haline getirmek. Putin bunun için de uğraşıyor. Neden? Çünkü Rusya’nın, Amerika, Avrupa Birliği, Çin ve hatta Hindistan gibi devletler ile kıyaslandığında çok ciddi zaafları var. Nüfusu azalıyor, ekonomisi sadece enerji kaynaklarına dayanıyor. Putin bunları göz önüne alarak Rusya’yı nasıl bu kutuplardan biri olarak konumlandırabilir bunun derdinde Rusya’yı Çarlığa ya da imparatorluğa dönüştürmekten ziyade. Rusya Doğu Avrupa’da ve Kafkaslar’da etki alanını genişletmek adına çatışmalara girmekten kaçınmayacağını Gürcistan ve Ukrayna örneklerinde gösterdi. Avrupa Birliği ve NATO gibi iki önemli aktör de bu bölgelerde yayılmak 38 temmuz-ağustos 2015 istiyor. Bu noktada ortaya çıkan çelişkileri nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu süreç Soğuk Savaş’ın bitişinin hemen ardından başlayan bir süreçti. Yani bugün geldiğimiz nokta bir anda ortaya çıkmış bir şey değil. 1990’larda başlayan bir sürecin bugün son aşamasını yaşıyoruz. Bu aşamada da NATO ve Avrupa Birliği’nin genişlemeye çalıştığı bölge ile Rusya’nın etkisini sürdürmeye çalıştığı bölge çakışıyor. Zaten günümüzde yaşanan Ukrayna ve Gürcistan gibi çatışmaların temel kaynağı bu. Burada şöyle bir durum var: Rusya, Baltık ülkeleri de dahil olmaz üzere bazı ülkeleri gözden çıkardı 90’larda. Doğu Avrupa ülkeleri ile üç Baltık ülkesi örnekler olarak karşımızda duruyor. Ancak Rusya’nın burada kırmızı çizgileri var. Batı bunu görmekte ya zorlandı, ya görüp ilgilenmedi, fakat üç Baltık ülkesini çıkardığımızda geriye kalan eski Sovyet sahası Rusya’nın öncelikli ilgi alanı. İster istemez burada çatışma durumu devam edecek. Çünkü iki tarafın da geri adım atmaya pek isteği yok. Hatta örneğin Gürcistan’ı NATO’ya üyelik için hazırladıkları söyleniyor. Fakat Rusya’nın Güney Osetya ve Abhazya bölgelerinde üsleri var. NATO buraya genişlediğinde ne olacak? Bütün bunlar önemli ve cevaplanması gereken sorular olarak önümüzde duruyor. Kafkasya, Suriye, Kırım ve Orta Asya derken Türkiye ile Rusya’nın ihtilafa düştükleri pek çok mesele ortaya çıktı. Bir yandan büyük güç olarak bu bölgeleri nüfuz alanı olarak gören Rusya ile bölgesel güç olarak bu bölgelerde nüfuz peşindeki Türkiye’nin çıkarları çatışmıyor mu? Buna rağmen son zamanlarda ilişkilerin bu denli iyi olmasındaki faktörler nelerdir? Evet, doğru. Belli çıkar çatışmaları var, fakat Türkiye ve Rusya özellikle 2000 yılından beri aralarındaki bu jeopolitik sorunlar yerine anlaşılabilir nedenlerle daha kârlı işbirliği alanlarını öne çıkarmayı tercih ettiler. Bunlardan biri enerji, diğeri ticari ilişkilerdir. Zaten “Türk Akımı” projesinin ortaya çıkma nedeni de aslında bu alanlarda yaşanan ilişkinin yoğunluğudur. Her iki ülke de açıkçası ara- daki bölgesel çıkar çatışmalarını göz ardı etmeyi veya çatışmalar hala varlığını sürdürse de eskisi kadar önem atfetmemeye dikkat ediyor. Başka türlü zaten bu ekonomik işbirliği gelişmezdi. Bu biraz da yaklaşımların ne olduğuyla alakalıdır. 2000’lerde Putin yönetiminin, Türkiye’de ise AK Parti’nin özellikle Arap devrimlerinden önce izlediği dış politika anlayışının oldukça pragmatik ve ekonomik çıkarları öne çıkaran bir politika olduğunu düşünürsek bu ilişkilerin böylesi bir seyir izlemesinin çok anlaşılabilir bir şey olduğunu görürüz. Evet, bölgesel sorunlarla ilgili olarak ciddi çıkar çatışmaları var. Örneğin Suriye örneğinde bunu görüyoruz. Fakat bunları enteresan bir şekilde vurgulamamaya çalışıyorlar. Örneğin Türkiye Suriye konusunda Avrupa Birliği ve Amerika’ya zaman zaman daha sert tepkiler veriyor. Fakat Rusya’ya çok ciddi eleştiriler yöneltmiyor. Bence bu da zaten bilinçli olarak aslında işin ekonomik boyutuna odaklandıklarını gösteriyor. Burada özellikle enerji boyutu çok önemlidir. Avrupa için Türkiye’nin jeopolitik öneminin nedenlerin biri de Rusya’nın tekelini kırabilecek olan Orta Asya enerji kaynakları için bir köprü olmasıydı. Son aylarda ise Rus gazının Türkiye üzerinden Avrupa’ya geçişi konuşuluyor. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Avrupa Birliği ve Batı bundan çok da memnun değil. Çünkü Trans-Anadolu Doğalgaz Boru Hattı Projesinin (TANAP) geliştirilmesindeki neden Rusya’ya bağımlılığı azaltmaktı. Dolayısıyla Avrupa’nın bu Putin 2000 yılında göreve geldiğinde, 1991-2000 arasında sürekli olarak Batı’nın köşeye sıkıştırdığı bir Rusya vardı ve buna karşı tepki olarak Putin ortaya çıktı. Dolayısıyla Putin’in tekrar bir Çarlık Rusya’sını canlandırma hedefi olduğuna ben inanmıyorum, çünkü Putin hakkında konuşurken aynı zamanda son derece pragmatik bir liderden bahsediyoruz. Rusya’nın güçlü olduğunu hissettiği zaman bu pragmatizm dürtüsüyle hamleler yapıyor. Bu hamleler ne kadar başarılı o nokta tartışılır, ancak bu Çarlığa dönüşmekten ziyade, daha önce bahsettiğim çok kutuplu sistemde Rusya’yı kutuplardan biri haline getirmek. konuda daha temkinli olduğunu görüyoruz. Avrupa Birliği’nin ve aynı şekilde ABD’nin yaptıkları açıklamalardan da Türk Akımı projesinden çok memnun olmadıklarını anlıyoruz. Duruma Türkiye açısından bakacak olursak ise Türkiye’nin olayı tamamen artık bir pragmatizme dökmüş durumda olduğunu görüyoruz. Türkiye bölgede kendisini bir enerji köprüsü olarak lanse etmek istiyorsa, TANAP ve Türk Akımı’nın aynı anda Türkiye üzerinden geçmesi kendisi açısından bir sorun değil. Üstelik Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyelik perspektifinin de iyice gerilediğini düşünürsek, Rusya ve Avrupa Birliği arasındaki boru hatları rekabetinin şu anda Türkiye’yi çok da ilgilendirdiğini söyleyemiyoruz. Fakat Avrupa Birliği açısından Rus gazına bağımlılığı azaltmak için hala en önemli proje Güney Gaz Koridoru adı verilen ve TANAP ve sonra da Trans Adriyatik Petrol Boru Hattı (TAP) ile birleşecek olan projedir. Dolayısıyla buna ağırlık vermek isteyeceklerdir. Fakat şu anda Türkiye’nin Türk Akımı projesine yaklaşımının hala çok net olmadığının da altını çizmek lazım. temmuz-ağustos 2015 39 Türkiye bölgede kendisini bir enerji köprüsü olarak lanse etmek istiyorsa, TANAP ve Türk Akımı’nın aynı anda Türkiye üzerinden geçmesi kendisi açısından bir sorun değil. Üstelik Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyelik perspektifinin de iyice gerilediğini düşünürsek, Rusya ve Avrupa Birliği arasındaki boru hatları rekabetinin şu anda Türkiye’yi çok da ilgilendirdiğini söyleyemiyoruz. Fakat Avrupa Birliği açısından Rus gazına bağımlılığı azaltmak için hala en önemli proje Güney Gaz Koridoru adı verilen ve TANAP ve sonra da Trans Adriyatik Petrol Boru Hattı (TAP) ile birleşecek olan projedir. Türkiye için hala önemli olan TANAP. Çünkü birincisi, TANAP aynı zamanda Türkiye’nin de payının bulunduğu ve böylece daha içselleştirilmiş bir proje, diğeri ise Rusya’nın projesi. İkincisi Türk Akımı projesi kapsamında, Yunanistan – Türkiye sınırında bir depo yapılacağı ve oradan Avrupa’ya doğalgaz aktarımı olacağı söyleniyor. Ancak hala Avrupa’nın o gazı satın alıp almayacağı belli değil. Ayrıca Türkiye’nin burada konumunun Yunanistan’a göre daha dezavantajlı olacağı şeklinde yorumlar var. TANAP’ta ise bu riskler yok. Bu yüzden o projenin de hala devam ettiğini ve şu anda Türkiye açısından daha önemli bir proje olduğunu da belirtmek lazım. Batı’yı dengeleme açısından Avrasya Birliği başarılı olabilir mi? Bunun yanında Batı ile Doğu arasında kalan Türkiye, Avrasya’nın neresindedir? Avrasya Birliği çok iddialı bir proje olarak başlamakla beraber, Avrupa Birliği gibi olması bana göre söz konusu değil. Çünkü Avrupa Birliği projesini düşündüğümüzde ve geçirdiği tarihsel sürece baktığımızda bunun çok sancılı ve yavaş ilerleyen bir süreç olduğunu görüyoruz. Rusya’nın bir anda bir Avrasya Birliği projesi ile ortaya çıkmış olması aslında onun tamamen eski Sovyet ülkeleri arasındaki mevcut karşılıklı bağımlılık ilişkisini kullanmak üzere oluşturduğu pragmatik bir hamleye işaret ediyor. Nitekim Ukrayna ile ilgili süreçten sonra başlayan yaptırımlar ve petrol fiyatının hızla düşüşe geçmesi gibi gelişmeler hesaba katıldığında, Rusya dışında Avrasya Birliği üyesi olan devletler hâlihazırda bunun ilerde kendilerini nasıl bir duruma sokacağı hakkında düşünmeye başladılar. Bu 40 temmuz-ağustos 2015 noktada Avrasya Birliği bir Avrupa Birliği olacakmış gibi görünmüyor. Daha çok Rusya’nın bölgedeki ekonomik üstünlüğünü devam ettirmek üzerine kurdurduğu bir birlik bu. Bu açıdan da Avrupa Birliği ile kıyaslanmasını da çok doğru görmüyorum. Türkiye burada nerede yer alır? Her ne kadar Türk yetkililer Avrasya Birliği’ne girmek için bir ilgi beyanında bulundularsa da Türkiye’nin bu gelişmeyi çok da doğru bir şekilde okuduğunu düşünmüyorum. Avrasya Birliği şu anda tamamen eski Sovyet coğrafyası üzerine kurulmuş bir birlik. Burada iki soru var: Daha diğer Sovyet ülkelerinin bile girmeyi henüz kabul etmediği bir oluşumda Türkiye’nin nasıl bir işi olur? Türkiye’nin Avrupa Birliği ile bir gümrük birliği varken Avrasya Birliği’ne girmesi halinde ne olur? Bunları düşünmek lazım. Türkiye’nin bence buradaki konumu şu: Türkiye, coğrafi konumundan dolayı bu iki farklı proje arasında aslında yine bir köprü rolü oynuyor. Türkiye’nin kendisini konumlandırabileceği esas nokta da aslında budur. Zaten fark ediyorsanız dış politikada zaman zaman Avrupa Birliği’ne yaklaşır, zaman zaman Rusya’ya yaklaşır. Yani Türkiye’nin aslında dış politikasında zaten bu dengeleme durumu var. Bunun yanı sıra bazen retorik düzeyde Şanghay İşbirliği Örgütü’ne veya Avrasya Ekonomik Birliği’ne girmek gibi istekleri duyuyoruz. Ancak Türkiye NATO ve Avrupa Birliği ile olan bağlantıları sayesinde ekonomik ve siyasi gücünü koruyabildiğinin farkında olan bir ülke ve asla Rusya’nın hâkimiyetindeki bir projeye bu kadar adapte olmayacaktır diye düşünüyorum. Türkiye’nin ileride Avrasya’daki konumu da, bu köprü rolünü ne kadar iyi oynayabildiği ile ilgili olacak. Cemal Taşpınar [email protected] Bağımsızlığını Kanıtlamak Zorunda Olan Bir Devlet: Ukrayna Ukrayna’nın Önemi ve Kriz Öncesi Gelişmeler Hiç kuşku yok ki XX. Yüzyıla damgasını vuran en önemli gelişmelerden biri de Soğuk Savaş denen Amerika Birleşik Devletleri ile Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler gibi iki farklı ekonomi-politiğinin arasındaki zaman zaman nükleer savaş tehditi de içeren gerilim deneyimiydi. Tüm dünya iki blok arasında bir savaşın kaçınılmazlığından bahsederken; 80’lerle birlikte Gorbaçev yönetimindeki Sovyetler, Perestroyka ve Glasnost gibi iki açılımı yürürlüğe koydu ve bu politikalar Sovyetler’in dağılışını hızlandırdı.1990’lara geldiğimizde bir yandan Soğuk Savaş’ın barışçıl bir şekilde bittiğini söyleyebilirken; temmuz-ağustos 2015 41 diğer yandan SSCB çatısı altındaki devletlerin teker teker bağımsızlıklarını kazandıklarını görebildik. Bağımsızlıklarını kazanan ülkeler arasında, gerek jeopolitik konumu gerekse nüfusu nedeniyle en önemli ülkenin Ukrayna olduğunu söylemenin yanlış olmayacağı kanaatindeyim. 24 Ağustos 1991 yılında bağımsızlığını kazanan Ukrayna, Rusya ile sahip olduğu uzun sınır hattı ve bağımsızlık sonrasında topraklarında bulunan 12 milyona yakın Rus vatandaşıyla dikkat çekmekteydi. Ukrayna, bağımsızlığını kazandığı günden bu yana Rusya ile Avrupa arasında kararsız bir politika izle- 42 temmuz-ağustos 2015 yen ülke olmaktan kurtulamadı. Gerek bağımsızlık sonrası seçim kazanan iki lider Leonid Kuçma ve Kuravçuk’un farklı pozisyonları, gerekse ülke içindeki (Rus yanlıları, enerji bağımlılığı ve borçları gibi) ve dışındaki (Rusya’nın bölgede giderek artan etkisi) dinamikler nedeniyle Ukrayna’nın bağımsızlığını kazanmış bir devlet olarak kendini sahneye koyabilmesi oldukça güç oldu. Ukrayna’da Kasım 2004’ten Ocak 2005’e kadar yaşanan olaylar ve Turuncu Devrim adı verilen siyasi gelişmeler, ülkenin Rusya’dan bağımsız bir devlet olduğunu kanıtlamaya çalıştığı ve uzun süren gös- terilere ev sahipliği yaptığı bir dönem olarak hatıralarda yer alıyor. Rus yanlısı Victor Yanukoviç ile Viktor Yuşçenko arasında 21 Kasım 2004 tarihinde yapılan seçimlerden önce Rus yanlısı Yanukoviç’in galip ayrıldığı açıklanmasına rağmen, seçimlerde hile yapıldığı gerekçesiyle ülke çapında düzenlenen eylemler sonuç vermiş, seçimler tekrarlanmıştı. Seçimin galibi bu sefer Victor Yuşçenko olmuştu. Böyle bir tablo tabi ki Ukrayna üzerinde çıkarları olan Rusya için kabul edilmesi zor bir durumdu. Eski Sovyet alanında gücünü ve etkisini kanıtlamak isteyen Rusya’ya ardıl devletler, ‘’Renkli Devrim’’lerle kendi taleplerini ve siyasi istikametlerini yavaş yavaş şekillendiriyordu. Bu dinamiklere ek olarak, dünya tarihi bazı liderlerin yönettikleri ülkenin kaderini değiştirme, dünya siyasetine damga vurma gibi isteklerle hareket etme temayüllerinin değişik örnekleri ile doludur. Bu temayüllerin doğal olarak siyasi sonuçları olmuştur. Bu çerçevede Putin, hiç kuşkusuz Rusya’nın yeniden dünya siyasi arenasında önemli ve güçlü bir aktör olarak varolmasında 2000’lere damgasını vuran bir lider olarak hafızalarda yerini almıştır. Bugün ‘’Putinizm’’ diye adlandırılan politika, eski temmuz-ağustos 2015 43 1990’lara geldiğimizde bir yandan Soğuk Savaş’ın barışçıl bir şekilde bittiğini söyleyebilirken; diğer yandan SSCB çatısı altındaki devletlerin teker teker bağımsızlıklarını kazandıklarını görebiliriz. Sovyet sahasından Ortadoğu’ya, Ortadoğu’dan Asya’ya kadar Avrasya coğrafyasında Rusya’nın aktif bir siyaset izlemesini öngörüyor. Bu bağlamda düşünüldüğünde Ukrayna ile Rusya arasında 2013 sonlarına doğru patlak veren kriz ve çatışma hali bir tesadüf olarak değil, bağımsız bir devlet olarak hareket etmeye ve yeni ortaklıklar kurmaya çalışan Ukrayna ile Ukrayna’yı hala küçük Rusya olarak gören Rusya arasındaki ilişkilerin bir patlaması olarak görülebilir. Peki bugün Suriye Krizi ile birlikte dünya siyasetinin merkezinde bulunan Ukrayna Krizi neden ve nasıl başladı? Yukarıda belirttiğim üzere Ukrayna Krizi’ni günlük gelişmelerin ötesinde Rusya, hatta Sovyetler ile Ukrayna arasındaki ilişkilerde aramak gerekiyor. Yüzyıllar boyu bağımsız bir devlete sahip olamayan Ukrayna, Rusya İmparatorluğu ve SSCB çatısı altında yaşamış, bundan dolayı da uzun süreler Küçük Rusya olarak görülmekten kurtulamamıştır. Krizin Tarihi & Siyasi Nedenleri ve Gösterilerin Başlaması Rusya için Ukrayna’nın başkenti Kiev’in tarihi olarak çok önemli bir yer tuttuğu biliniyor. Ruslar kendilerini Ukraynalılar ile aynı ırktan görürken bunu da kendi atalarının Kiev’den çıkmasıyla açıklıyorlar. Veliki Novgorod merkezli Rurik Hanedanlığı’nın, 912 yılında Oleg önderliğinde Kiev’i kontrolü altına alması ve bu hanedanlığın Kiev Rus ve Moskova prensliklerini yöneten hanedanlık olarak egemenliği 1598 yılına kadar sürdürmesi Rusların iddialarında önemli yer tutuyor. Bundan dolayı yıllar boyu Ukrayna, Ruslar tarafından Küçük Rusya, Ukraynaca ise Rusya’nın bozulmuş bir versiyonu olarak görüldü. SSCB’nin dağılışı sonrasında Ukrayna, bu Küçük Rusya tezini ve anlatılarını kırmak, değiştirmek için 44 temmuz-ağustos 2015 daha dengeli bir politika izleyerek Batı ile entegrasyonuna da hız verdi. Tarih yazımlarında Ukrayna’nın Rusya’dan farklı bir devlet, Ukraynalıların da farklı bir ulus olduğu, hatta Ukrayna’nın Rusya’nın aksine Batı medeniyetinin bir parçası olduğu anlatımı ağırlık kazandı. Bu bağlamda düşünmek, Ukrayna’nın gerek NATO’yla gerekse Avrupa Birliği’yle olan ilişkilerini anlamayı kolaylaştıracaktır. Ancak bu anlatıların Rusya tarafından tepki görmemesi, reddedilmemesi mümkün görünmüyor. Yukarıda bahsettiğim üzere, Putin gibi bir liderin öncülüğünü yaptığı Rusya ve onun Putinizm diye bilinen politikaları, Soğuk Savaş sonrasında oluşan unipolar (tek kutuplu) dünyadan multipolar (çok kutuplu) dünyaya gidişi görerek, o kutuplardan biri olma fırsatını kaçırması beklenemezdi. Amerika hegemonyasının giderek kırıldığını düşünülürse, bugün Rusya-Çin eksenli yeni bir kutubun oluşmakta olduğunu ve safların giderek sıklaştığı bir dönemde Rusya’nın stratejik olarak önemli gördüğü Ukrayna’yı (hatta Gürcistan’ı) AB ve NATO’ya kaptırmak istemediğini görebiliriz. Ukrayna Krizi’ni de tam bu noktadan okumanın doğru olacağı kanaatindeyim. Turuncu Devrim’in önemli aktörlerinden Rus yanlısı Viktor Yanukoviç’in başında olduğu hükümet, 21 Kasım 2013’te AB’yle ortaklık ve serbest ticaret anlaşması müzakerelerini askıya aldığını duyurdu. Bu kararın öncesinde AB ile görüşmelerini sürdüren Ukrayna hükümeti, tutuklu bulunan Turuncu Devrimi’nin önemli siyasi simalarından Timoşenko’nun tedavisi için serbest bırakılması önerisini reddetmişti. Bu karar ardından Rusya ile yolları ayırmakta kararlı olan Batı yanlıları sokakları doldurdu. Barışçıl şekilde başlayan gösteriler, güvenlik güçlerinin sert müdahalesi sonucunda son derece kanlı çatışmalara döndü. Ukrayna gerek jeostratejik gerek de nüfus açısından önemli bir ülke. Durum böyle olunca ne Rusya ne de AB Ukrayna’yı rakibine kaptırmak istemiyor. Ancak Ukrayna’nın Rusya ile hem enerji hem de ticaret hacmi konularında önemli bir bağı bulunmakta. Geçtiğimiz aylarda Yanukoviç şunları söyledi: “Rus meslektaşlarımız ile yaptığımız görüşmelerin sonuçlarından son derece memnunuz. Geçtiğimiz sene Ukrayna ve Rusya arasındaki dış ticaret hacmi önemli ölçüde artış kaydetti. Dış ticaret hacmi bu yılın ilk dört ayında geçtiğimiz senenin aynı dönemine göre %38 oranında artarak 7,9 milyar dolara ulaştı. Bu ivme devam edecek. Eminiz ki bu sene sonunda kadar iki ülke arasındaki dış ticaret hacmi 28 milyar dolara ulaşacak.”1 Rusya yanlısı hükümetin AB’ye karşı bu tavrına AB ilk başta daha önce yaşadığı enerji sıkıntısını tekrar yaşamamak için, Yanukoviç’in eski Sovyet toprağı olan altı ülkeyle,Azerbaycan, Beyaz Rusya, Ermenistan, Gürcistan, Moldova ve Ukrayna, amaçlayan ‘’Doğu Ortaklığı Projesi’’ne de büyük zarar veren kararına çok sert bir çıkış yapamadı. AB’nin enerji konusunda Rusya’ya bir alternatif yaratmadan, Rusya’nın bölgede giderek artan etkinliğine sert çıkışlar gerçekleştirmesi zaten pek mümkün görünmüyordu. Ekonomik yaptırımlar yoluyla Rusya’yı caydırma çabaları Rus ekonomisini sarssa da kendi çıkarları için Rusya ile müzakereleri sürdüren AB’nin iki önemli ülkesi olan Fransa ve Almanya liderleri Hollande ve Merkel’in, nihayetinde daha sonra değineceğim Minsk görüşmelerini planlamasında öncü rol oynamıştı. Yanukoviç’in AB ile yürütülen süreci askıya alması Ruslar ve Rus yanlıları tarafından son derece olumlu karşılandı. Ödül olarak, Ukrayna ile Rusya arasında 17 Aralık’ta devasa bir anlaşma imzalandı. Buna göre, Rusya Ukrayna’nın 15 milyar dolarlık dış fon açığını kapatacak ve Kiev’e satılan doğalgazın faturasını neredeyse üçte bir oranında indirecekti.2 Bir yandan diplomatik görüşmeler devam ederken, AB yanlısı göstericiler ile Rus yanlıları arasında kanlı çatışmalar devam ediyordu. Rus yanlıları Ukrayna’nın doğusunda ve güneyinde etkinliğini arttırdı ve çatışmaların henüz başında 1954 yılında, Ukrayna doğumlu olan ve Sovyetler Birliği Komünist Partisi Sekreteri olarak Stalin’in ölümü üzerine 7 Eylül 1953 tarihinde göreve gelen Kruşçev tarafından,1654 tarihli Pereyaslav Antlaşmasının 300. Yıl dönümünde Ukrayna’ya verilen Kırım’ı, nüfusunun çoğunluğunu Ruslar oluşturduğu bahanesiyle Rusya ilhak etti. Birçok Batılı devlet Rusya’yı Kırım’a gizlice asker yollamakla ve Ukrayna’da çatışma ortamının ana aktörü olan ayrılıkçılara askeri destek sağlamakla suçladı.3 temmuz-ağustos 2015 45 Vladimir Putin, hiç kuşkusuz 2000’lere damgasını vuran bir lider olarak, Rusya’nın yeniden dünya siyasi arenasında önemli ve güçlü bir aktör olarak varolmasında büyük paya sahip. Bugün ‘’Putinizm’’ diye adlandırılan politika, eski Sovyet sahasından Ortadoğu’ya, Ortadoğu’dan Asya’ya kadar aktif bir siyaset izlemeyi öngörüyor. Can kayıplarının ve yaralanmaların bilançosu günden güne büyüdü. 2015 Mart’ında yapılan açıklamada BM yetkilisi, Ukrayna’nın doğusunda 1 yıla yakın süredir devam eden çatışmalarda 6 binden fazla insanın öldüğü bilgisini verirken, 15 bine yakın insanın da yaralandığını kaydetti. Ukrayna’da evlerini terk etmek zorunda kalanların sayısının ise 1 milyonu geçtiği aktarılıyor.4 Ukrayna ile Rusya arasında yaşanan örtülü savaşın sadece bu iki ülkeyi etkilemediği aşikar. Rusya ile Ukrayna arasında daha önce yaşanan krizlerden dolayı 2006 ve 2009 yıllarında enerji krizi yaşayan Avrupa, bir yandan Rusya’nın bölgedeki aktivitelerini cezalandırmanın bir yolunu ararken bir yandan da bu krizin kendilerini olabildiğince az etkilemesi için yollar aramaya başladı. Uzun vadede Orta AsyaHazar Denizi’nde bulunan kaynakların Türkiye üzerinden Avrupa’ya taşınması fikri ağırlık kazanırken kısa vadede üretimlerine sorunsuz şekilde devam etmenin yolunun da Ukrayna Krizi’ni siyaseten çözmeden geçtiğini düşündüler.5 Minsk Görüşmeleri Eylül 2014’te taraflar, uluslararası arabulucuların da desteğiyle ateşkes ilan edip, barış görüşmelerinin çerçevesini konuşmaya karar verdiler ve bu bağlamda Belarus’un başkenti Minsk’te bir araya geldiler. Ancak çatışmalar dinmedi ve bu kararın üstünden 46 temmuz-ağustos 2015 Aralık’a kadar geçen süreçte çatışmalarda binden fazla insan daha hayatını kaybetti. Aralık ayında yeni bir ateşkes için görüşen taraflar gene anlaşamadılar. Minsk’te başlayan görüşmelerde hedef, Ukrayna’nın doğusunda 4 bin 700 kişinin ölümüne neden olan çatışmaların son bulmasıydı. Son görüşmelere Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) temsilcileri de katılmıştı. Görüşmelerde ağır silahların cephelerden çekilmesi, tutsak değişimi ve Ukrayna’da ayrılıkçıların kontrolündeki bölgelere yönelik ambargonun kaldırılması konularının ele alınması bekleniyordu; ancak görüşmeler devam eden çatışmalar nedeniyle yarıda kesildi. Merkel ve Hollande AB’yi temsilen her iki tarafı ikinci kez Minsk’e davet ederek barış görüşmelerinde arabuluculuk görevi yaptılar.Rusya Devlet Başkanı Putin, Fransa Cumhurbaşkanı Hollande, Almanya Başbakanı Merkel ve Ukrayna Cumhurbaşkanı Petr Poroşenko, Belarus’un başkenti Minsk’te 11 Şubat 2015 tarihinde bir araya geldi. Belarus’un başkenti Minsk’te 16 saat süren görüşmelerin ardından Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, birçok konuda uzlaşmaya vardıklarını açıkladı. Putin, Üçlü Temas Grubunun Minsk anlaşmalarının uygulanmasına yönelik önlemler konusunda belgeye imza attığını bildirdi. Anlaşmanın içerdiği maddelerden birkaçı şöyle sıralanabilir: (1) Güvenlik bölgesinin oluşturulması için tarafların bütün ağır silahlarını; 100 milimetre ve üzeri kalibreli topçu sistemleri için minimum 50 kilometre genişliğinde, çok namlulu roket sistemleri için 70 kilometre genişliğinde, Tornado-C, Uragan, Smerç tipi roket sistemleri ve Toçka (Toçka U) taktik roket sistemleri için ise 140 kilometre olacak şekilde eşit mesafede geri çekmesi. (2) Çekilmenin ilk gününden itibaren AGİT tarafından uydular, insansız hava araçları, radyolokasyon sistemleri de dahil bütün teknik araçlar kullanılarak ateşkes rejiminin ve ağır silahların çekilmesinin etkili gözlemlenmesi ve doğrulanmasının sağlanması. (3) Bütün esirlerin ve yasadışı gözaltına alınmış şahısların “all for all” (herkese herkes) ilkesiyle serbest bırakılmasının sağlanması. Bu sürecin geri çekilmenin tamamlanmasından sonraki 5 günden geç olmayarak sona ermesi gerekiyor. (4) Uluslararası mekanizmalar çerçevesinde ihtiyacı olanlara insani yardımın ulaştırılması, depolanması ve dağıtılmasının güvenilirliğinin sağlanması. 6 Bütün bu çabalara rağmen, Ukrayna’da sular ancak kısa süreli durulacak gibi görünüyor. AB’nin ve NATO’nun, eski Sovyet sahasına yönelik genişleme çabalarına Rusya’nın şu haliyle sessiz kalması beklenmezken, AB’nin ve NATO’nun Gürcistan ve Ukrayna örneklerinden sonra nasıl bir tavır alarak devam edecekleri merak konusu. Ancak son gelişmelere bakılırsa Minsk II’de ortaya konan maddelerin geçerliliği de tartışılmaya devam edecek. Haziran ayının başında Ukrayna Başbakanı Yatsenyuk, Moskova’nın üçlü görüşmeyi iptalinin hemen ardından Rus destekli militanların Ukrayna’nın batısında saldırılar başlatabileceğini söyledi. 3 Haziran’da Marinka’da yaşanan çatışmaları rapor eden AGİT temsilcileri ise, suçluların Rus destekli isyancılar olduğunu ortaya koydu. Nisan ayında üst düzey NATO yetkilisi Rusya’nın ayrılıkçıları eğittiğini söyleyerek tehlikeye daha önce dikkat çekmişti.7 Bunun yanında, geçtiğimiz aylarda bir İtalyan gazetesine konuşan Putin, Rusya’nın saldırgan bir politika izlediğine yönelik sorulara: ‘’Rusya’nın NATO ve ABD’ye tehlike oluşturmadığını, eğer üs haritasına bakılırsa kimin ne kadar üssünün olduğunun görüleceğini, ABD’nin Norveç’te Moskova’yı vurabilecek üssünün olduğunu ve bütün bunlara rağmen kendilerine saldırgan denmesine şaşırdığını’’ söyledi. Sonuç olarak, üst düzey yetkililerin arabuluculuğuna rağmen, Ukrayna ve Rusya arasındaki gerilim son bulmuş değil ve gerilimin nerede duracağına dair öngörü yapmakta oldukça güç. Soğuk Savaş’ın Ukrayna ile Rusya arasında yaşanan örtülü savaşın sadece bu iki ülkeyi etkilemediği aşikar. Rusya ile Ukrayna arasında daha önce yaşanan krizlerden dolayı 2006 ve 2009 yıllarında enerji krizi yaşayan Avrupa, bir yandan Rusya’nın bölgedeki aktivitelerini cezalandırmanın bir yolunu ararken bir yandan da bu krizin kendilerini olabildiğince az etkilemesi için yollar aramaya başladı. bitiminin ardından gerek AB’nin gerekse NATO’nun ‘’Doğu Açılımı’’ yaparak etki alanını genişletme çabası, Rusya sınırına yaklaştıkça dirençle karşılaşıyor. Batı’nın ve onun bayraktarlığını yapan bir örgütün domine ettiği tek kutuplu bir dünya düzenini arzulanabilir bulmayan Putin Rusyası var gücüyle, bu projeyi engellemeye ve çok kutuplu bir dünya düzeninde kutuplardan biri olmaya çalışıyor. Bunu yaparken de, farklı devletlerin ‘’içişlerine karışarak,’’ uluslararası hukukun temel ilkesini çiğniyor. Ancak önemle vurgulanması gereken noktalardan birisi de gerek AB gerekse NATO’nun genişleme ajandasını ülkelerin sosyal yapılarını göz önüne alarak yapmaları gerekliliğidir. Milyonlarca Rus ve Rus dillinin bulunduğu coğrafyalarda Rusya’nın sessiz kalmasını beklemek, özellikle NATO’nun varlık sebebini açıklamakta kullanışlı olan ‘’Realist’’ teorinin doğasına pek de uygun düşmüyor. KAYNAKÇA 1 2 3 4 5 6 7 http://tuid.org.ua/ukrayna-le-rusya-arasndaki-d-ticaret-hacmi-28-milyar-dolara-ulaacak http://www.diken.com.tr/kievin-en-zor-secimi-bati-mi-dogu-mu/ http://haber.sol.org.tr/dunya/abd-moskovada-cekilmis-fotografla-rusyayi-ukraynayi-isgalle-sucladi-114599 http://www.evrensel.net/haber/106476/bm-ukraynada-olu-sayisi-6-bini-gecti http://www.aljazeera.com.tr/gorus/ukrayna-krizinin-enerji-boyutu-ve-turkiye http://www.trtturk.com/haber/ikinci-minsk-anlasmasi--109766.html http://foreignpolicy.com/2015/06/08/russian-backed-rebels-are-restarting-the-war-in-ukraine/?utm_content=bufferc7690&utm_medium=social&utm_source=twitter.com&utm_campaign=buffer temmuz-ağustos 2015 47 Yazan: Özhan Mert Özdemir Çeviren: Mahur Özgül Göç Çağında Avrupa Özellikle bütün Avrupa ülkelerini derinden sarsan 2008 ekonomik krizinden sonra hem aşırı sağ hem de aşırı sol partiler halk tarafından gittikçe artan bir ilgiyle desteklenmeye başlamıştır. Göç ve Avrupa’da Aşırı Sağ-Solun Yükselişi Avrupa, son on yılda tarihte benzeri görülmemiş bir aşırı sağ parti yükselişine şahit olmaktadır. Özellikle bütün Avrupa ülkelerini derinden sarsan 2008 ekonomik krizinden sonra hem aşırı sağ hem de aşırı sol partiler halk tarafından gittikçe artan bir ilgiyle desteklenmeye başlamıştır. Örneğin Marine Le Pen önderliğindeki Ulusal Cephe partisi krizden sonra Fransa’nın hem yerel, hem de genel seçimlerinde oy oranlarını artırmıştır. Daha yakın tarihe bakarsak Fransa’da Ulusal Cephe, Hollanda’da Özgürlük Partisi (Party for freedom), Yunanistan’da Altın Şafak gibi birçok Radikal sağ parti 2014 Mayı- 48 temmuz-ağustos 2015 sında yapılan seçimlerde Avrupa parlamentosundaki yerlerini almıştır. Bunun yanında aşırı ya da “uç” tabir edilen sol partiler de özellikle ekonomik krizden sonra oldukça popüler olmuş, hatta birçoğu geleneksel merkez partilerin de yerini alarak söz konusu ülkelerin parlamentosuna girmişlerdir. Örneğin Syriza Yunanistan’da 2012 seçimlerinde yüzde 27 oy alarak ikinci partiliğe yükselmiş ve Yunan parlamentosunda 71 koltuk kazanmıştır. Bu seçimlerden sonra gücünü arttırmaya devam eden Syriza , 2015’te yapılan erken seçimlerde ise aldığı yüzde 36,3 oyla parlamentoda 149 koltuk kazanmış ve sağcı ANEL ile birlikte koalisyon hükümeti kurmuştur. Bazı Avrupa ülkelerinde bu karşıt duruşlu radikal hareketler, destekçilerini, doğal olarak oy oranlarını artırmak adına birbirleriyle sürekli bir rekabet halindeydi. Örneğin krizin etkilerini hala taşımakta olan geleneksel işçi sınıfı, partiler için her zaman kazanılmaya değer bir kitleydi. Bazı durumlarda ise bu rekabet ortamının yarattığı gerilim, kendini direkt olarak karşıt kampanya veya eylemler halinde dışa vuruyordu. Gerilimin yanı sıra veya sonucun- da, aşırı sağ ve solun birbirini söylem ve strateji alanında da etkilediği görülmektedir. Bunlara örnek olarak ise, birçok aşırı sağ partinin seçmen tabanını genişletmek amacıyla ekonomik refah temelli bir söylem benimsemesi, hatta muhafazakâr yapılarına rağmen işçi sınıfıyla beraber eşcinseller gibi farklı alt kültür gruplarının da haklarını savunması gösterilebilir. Aynı sebeplerden aşırı sağın yanı sıra, aşırı sol ve merkez sol partilerin de göç olgusu karşısındaki duruşlarından taviz vermek zorunda kaldığını, yoğun göç konusunda birtakım kısıtlayıcı tedbirler alınması gerektiği yönünde fikir beyan etmelerinden anlayabiliriz. Bu çalışmamda Avrupa’da radikal sağ partilere verilen desteğin artmasını ve bu durumun radikal solun duruşuna olan etkisini, bu iki karşıt görüş arasında- ki rekabet ve muhalefeti göç ve göçmen politikaları çerçevesinde değerlendirmeye çalıştım. Aşırı sağı Avrupalı seçmene cazip kılacak çeşitli sebepler olmasına karşın en baskın sebep, dönem Avrupa’sının finansal sıkıntıları olmuştur. Bunun dışında karizmatik liderler ve ılımlı partilerin ekonomik krizi atlatma konusunda gösterdiği başarısızlık da, aşırı sağı diğer görüşler karşısında avantajlı konuma getirmiştir. Bununla birlikte hem aşırı solun elit kesimi ve genel olarak halk tarafından bir tehdit olarak algılanan göçmenler, hem de son yıllarda dalga dalga artmakta olan göç hareketi göz önünde bulundurulduğunda göç olgusu sağ hareketin Avrupa’daki yükselişinde yadsınamaz bir role sahiptir. Söz konusu coğrafyadaki sağ partilerin öncelikleri ve çeşitli konulardaki stratejileri farklı olsa da, göç temmuz-ağustos 2015 49 ve göçmen karşıtı duruşları onları ortak bir paydada buluşturmaktadır; dolayısıyla aşırı sağın ani popülerleşmesindeki etkiler incelendiğinde Avrupa’daki göç faktörü görmezden gelinmemelidir. Göç ve aşırı sağın yükselişi Son on yılda özellikle Batı Avrupa’da göçmen nüfusu oranı hızla yükselmiş, bu da aşırı sağın elit ke- 50 temmuz-ağustos 2015 simi tarafından büyük bir tehdit olarak algılanmaya başlamıştır. Dönemin aşırı sağına göre artan göçmen nüfusu ülkelerini hem ekonomik, hem kültürel anlamda tehdit etmekteydi. Bu durumu milliyetçi, yoksul ve işsiz seçmen kitlesine hitap etmek ve onları çevrelerinde toplamak için bir fırsat olarak gören sağ partiler, göç ve göçmen karşıtı bir söylem benimsemeye başlamıştır. Sağın bu tavizsiz duruşu göçmenleri ekonomik ve-veya kültürel tehdit olarak gören seçmen kitlesinin gözünde, onu görece daha Bu durumu kriz mağdurlarının desteğini kazanmak avantajlı konuma getirmiştir. için bir fırsat olarak gören aşırı sağ, bu kanıyı pe- Ekonomik krizden sonra Avrupa’da bütçe kısıntıla- kiştirecek ve mevcut kutuplaşmayı daha da artıra- rı, yüksek işsizlik oranları, yaşam standartlarının cak söylemler geliştirmiş ve politikasını da bu yön- düşmesi gibi finansal anlamda ciddi problemler baş de inşa etmiştir. göstermiştir. Bunların sonucunda göçmenler yerel Bugün, radikal sağ hala göç olgusuna ekonomi te- halk tarafından işsizliğin temel sebebi ve devlet melli bir çerçeveden bakıp, farklı ülkelerden gelen- bütçesine bir “yük” olarak görülmeye başlanmıştır. lerin yerel halkın iş olanaklarını kısıtladığı ve devlet temmuz-ağustos 2015 51 Bazı sağ partiler ise kaynakların yerel halk tarafından paylaşılıp ”diğerlerinin” bu refahtan mahrum bırakılması gerektiğini savunan “refah şovenizmi” görüşünü benimsemiş ve bu sayede oy tabanını genişletmeyi amaçlamıştır. bütçesini zorladığı gerekçesiyle göçmen karşıtı bir duruş sergilemektedir. Bazı sağ partiler ise kaynakların yerel halk tarafından paylaşılıp ”diğerlerinin” bu refahtan mahrum bırakılması gerektiğini savunan “refah şovenizmi” görüşünü benimsemiş ve bu sayede oy tabanını genişletmeyi amaçlamıştır. Daha önce de belirtildiği gibi radikal sağın göç ve göçmen karşıtı politikalarının ekonomik, kültürel ve siyasi birçok parametresi vardır. Bu sebeple radikal sağın son yıllardaki popülaritesini açıklamak için yalnızca ekonomik faktörleri değerlendirmek yeterli olmaz. Buna ekonomik kriz sonrası müdahale ile kurtarılan İspanya, İrlanda gibi ülkeler dahil olmak üzere, bazı ülkelerde önemli bir oy oranına sahip radikal sağ parti olmamasını örnek gösterebiliriz. Radikal sağın görece daha popüler olduğu ve yüksek oy aldığı ülkelere baktığımızda ise bazılarında sağ hareketi temsil eden partilerin 2005-2013 yılları arasında oylarını gözle görülür derecede artırdığını, fakat diğer ülkeler için böyle bir durumun söz konusu olmadığını görüyoruz. Dolayısıyla aşırı sağın göç karşıtı söylemlerini anlamak için ülkeleri yalnızca ekonomik değil, kültürel boyutta da incelemek gerektiği söylenebilir. Kültürel perspektiften baktığımız zaman ise aşırı sağın göçü; milli birlik ve beraberliğe, milli kültür ve hayat tarzına bir tehdit olarak lanse ederek milliyetçi/ulusalcı kesimi kazanmaya çalıştığını görebiliriz. Özellikle Avrupa’nın Müslüman nüfusunu hedef haline getiren radikal sağ hareket, İslamofobik bir söylem benimsemektedir. Örnek olarak Le Pen, Wilders ve Hernz-Christian Strache gibi aşırı sağcı liderler halkın “milli kimliği kaybetme” korkusunu kullanarak oylarını artırmaya çalışmaktadır. 52 temmuz-ağustos 2015 Mudde’ın tabiriyle göçmenler, “millet dışı, devlet içi düşmanlardır”. Özellikle ciddi bir göçmen nüfusuna sahip olan Batı Avrupa’da durum böyleyken, Doğu ve Orta Avrupa’da da azınlıklar aşırı sağ tarafından “millet dışı, devlet içi düşmanlar” olmakla itham edilmekteydi. Dolayısıyla geçtiğimiz yıllarda “dostdüşman”, “biz-onlar” gibi ötekileştirici söylemlerin aşırı sağın oy oranlarını artırdığı gözlemlenebilirken, bugün de bu gibi söylemsel ötekileştirme stratejilerinin kültürel sebeplerle göç karşıtı olan kesimlerin desteğini kazanmada hala etkili olduğunu söyleyebiliriz. Yakın geçmişe baktığımızda ise bazı aşırı sağ grupların “etnik milliyetçi çoğulculuk” olarak tabir edilen, her etnik grubun var olma ve gelişme hakkı olduğunu kabul ettikleri, ancak her grubun kendi ülkesinde var olması gerektiğini savundukları görülmüştür. Göç ve aşırı sol Aşırı sol, siyasal ideolojiler spektrumunun sol tarafında yer aldığından aşırı sağın dışlayıcı milliyetçiliğinin aksine, evrensellik, çeşitlilik, dayanışma ve kucaklayıcılık gibi değerleri benimsemektedir. Ancak geleneksel işçi sınıfı ve işsiz kesim gibi bazı seçmen gruplar, siyasi ideoloji farkına rağmen hem aşırı sol hem de aşırı sağa sempati duymaktadır, dolayısıyla göçün etkileri ortak bir endişe olarak her iki görüş tarafından benimsenmiştir. Bunun sonucunda, günümüzde birçok aşırı sol parti göç karşısında ideolojileri sebebiyle bir “göç ikilemi” yaşamaktadır. Bir yandan evrensel, eşitlikçi ve ezilenle dayanışmacı bir politika izlemeleri gerekirken, öbür yandan özellikle ekonomik boyutlardaki küreselleşme karşıtı duruşları ve göç sürecinin iş güvenliğini ve işçi maaşlarını tehdit ediyor oluşu sebebiyle göç meselesine karşı tedbirli ve her an tetikte bir duruş sergilemektedirler. Bazı radikal sol partiler oylarını kaybetmemek ve oy tabanını genişletmek uğruna göçe karşı daha sıkı tedbirler alınması gerektiğini savunup aşırı sağın göçmen karşıtı söylemini benimserken, diğerleri göçmenlere karşı daha dayanışmacı bir tavır takınmaktadır. Örneğin Syriza, (Yunanistan’da son seçimleri kaza- nan aşırı sol parti ) aşırı sağcı parti Altın Şafak ile geçmişte karşı karşıya gelmiştir. Günümüzde ise hala parlamentoda olduğu kadar diğer alanlarda da birbirlerine muhalif duruşlarını muhafaza etmektedirler. Günümüzde Syriza tarafından göçmenlerin finansal sorunlarını çözmek amacıyla “Herkes için dayanışma” (Solidarity for all) kampanyası yürütülmektedir. Parti aynı zamanda göçmenleri radikal sağcıların baskı ve saldırılarına karşı korumak için gösteri, karşı gösteri ve “koruma komiteleri” düzenlemesinin yanı sıra; göçmenlere gıda, barınak ve koruma sağlanması için doğrudan etkinlikler yürütmektedir. Buna rağmen, Hollanda Sosyalist Partisi (The Dutch SP) oylarını artırmak için bile, aşırı sağ partilere doğrudan doğruya muhalif olacak kampanyalar yürütmekten kaçınmıştır. Göç bağlamında baktığımızda partinin bunu aslında “her partiye oy kaybettiren” bir mesele olarak gördüğünü, bu yüzden bu konuda doğrudan söz almaktan kaçındığını söyleyebiliriz. Keza, Danimarka’nın sol partisi SF de, Syriza’nın aksine göçü öncelik verilmesi gereken bir konu olarak görmeyerek başka meselelere yoğunlaşmıştır. Bu pasif duruşunun sebebi ise seçmenin ekonomik kriz kozunu sıkça kullanan aşırı sağa kayacağı korkusudur. Bazı dönemlerde ise SF, göç meselesinde kısıtlayıcı devlet politikalarını desteklemiş, bu tavizsiz duruşu sebebiyle de eleştirilere hedef olmuştur. Sonsöz Bu çalışmamda ekonomik kriz dönemi Avrupa’sında göç olgusunun aşırı sağ parti ve hareketlerin yükselişe geçmesindeki rolünü ve göç-göçmen karşıtı söylem ve politikaların seçmen kitlelerini ne yönde hareketlendirdiğini incelemeye çalıştım. Bu bağlamda göç karşıtlığı radikal sağın en karakteristik Bir yandan evrensel, eşitlikçi ve ezilenle dayanışmacı bir politika izlemeleri gerekirken, öbür yandan özellikle ekonomik boyutlardaki küreselleşme karşıtı duruşları ve göç sürecinin iş güvenliğini ve işçi maaşlarını tehdit ediyor oluşu sebebiyle göç meselesine karşı tedbirli ve her an tetikte bir duruş sergilemektedirler. özelliği ve söylemlerinin de merkezini oluşturmaktadır. Aşırı sağ, göç karşıtlığı ve karşıt söylemlerin başarısındaki rolü sebebiyle, “göç söylemini tekelleştirdiği” için eleştirilmektedir. Söylem tekelleşmesi, Petrocik’in tanımlamasıyla “bazı mevzu veya kavramların, belli partilerle özdeşleştirilmesi durumudur.” “Halk bir meseleyi düşündüğünde aklına bir parti gelir. Mesele onları kaygılandırmaya başladığında ise sorunu çözmesi en muhtemel olarak algılanan söz konusu partiye oy verir.”(Walgrave ve Swert,2007) Bunun yanında da göç meselesi temelinde radikal solun radikal sağa tepkisini incelemeye çalıştım. Syriza gibi bazı partiler bu konuda aşırı sağa muhalif olup rekabet ederken, diğerleri seçmenlerini kaybetmek pahasına bile olsa sessiz kalmayı, bazen de seçmenlerini kaybetmemek için tavizsiz bir duruş sergilemeyi seçmiştir. KAYNAKÇA 1-Keith , Dan & Mcgowan, Francis (2014). ‘’Radical Left Parties and Immigration Issues’’, University of Exeter and University of Sussex. 2-Krtolico , Marco (2014). ‘’ The Rise of the New Radical Right Political Parties in Europe: Phase or Danger to the European Democracy’’ , Iustinianus Primus Law Review Vol. 5:2. 3-Nedelcu , Hart & Miller, Chris (2011). ‘’Migration and The Extreme Right In Europe’’ , Review Of European and Russian Affairs , 6 (1) ,56-64. 4-http://euobserver.com/political/121838 5-http://www.todayszaman.com/diplomacy_rise-of-anti-immigration-anti-eu-far-right-parties-in-europe-causes-concern_278834.html temmuz-ağustos 2015 53 Gülmelek alev [email protected] SOKRATES’İN SAVUNMASI* Sokrates gençleri yozlaştırmamaktadır ya da bunu bilinçli bir şekilde yapmamaktadır, çünkü bir kişi birlikte yaşadığı kişileri bozarsa kendisi de zarar görecektir. Kendisinin ve herkesin birlikte yaşadığı kişilerden kötülük değil iyilik görmeyi istediğini iddia ederek, yozlaştırılan gençlerden kötülük geleceğini bile bile onları bozmayı tercih etmeyeceğini belirtir. Öyleyse Sokrates bu konuda da suçsuzdur. Velev ki gençleri bilmeden yozlaştırmış olsun, bilinçsizce işlenen suçlar için de ceza öngören bir yasa bulunmamaktadır. Ona göre, ithamcılar, Sokrates’i kendi çıkarları için yargılamaktadır. Atina’da, özgür insanların tartışıp uzlaşmaya çalıştığı, doğrudan demokrasinin antik mekânı agorada aktarır Sokrates felsefi düşüncelerini. Yine orada yargılanır ve ölüm cezasına çarptırılır, topluma zararlı olduğu iddia edilen düşüncelerinden ötürü. Sokrates’e göre, haksız yere yargılanmaktadır ve Atina’da var olan yargısal sistem adaleti gözetmemektedir. Nasıl bir yargısal düzen mevcuttur Sokrates’in yargılandığı M.Ö. 399 yılında? Mahkeme halkın arasından 501 jüriden oluşmaktadır. Bağımsız yargıçlar bulunmamakla birlikte yerleşmiş yasalar ve yargılama kuralları oluşturulmuştur. Mesela, dini değerlere hakaret kamusal suçu teşkil etmektedir ve suçlu da mahkeme jürisi karşısında kendisini savunma hakkına sahiptir. Bu polis-kentte din, Devlet ve toplumla iç içe geçmiştir, her yerdedir. Bununla bağlantılı olarak, Sokrates öncelikle tanrılara inanmamakla suçlanmaktadır. Ve onu uzunca bir zamandır suçlayan üç adam, şair Meletos, siyasetçi Anytos2, hatip Lykon, kendi mesleğinin saygın insanlarıdırlar. Sokrates, üç ithamcı ve kendisi arasındaki ilişkiyi * Platon, Sokrates’in Savunması, çev. Özgü Çelik, İstanbul: Say, 2009. 54 temmuz-ağustos 2015 at ve atın rahatsız olduğu sinek arasındaki ilişki ile tanımlamaktadır. Diğer bir deyişle, Sokrates’in felsefesi, toplumda saygın bir yere sahip olan bu üç adamın (ve diğerlerinin) çıkarlarına ters düşmektedir. Öyleyse sinek öldürülmelidir. gelmektedir. Hâlbuki, Sokrates Atinalılara ahlaktan bahsettiği agorada ne doğa teorilerinden söz etmektedir, ne de gençlere para karşılığında ders vermektedir. Hatta Sokrates, savunmasından da anlaşılacağı üzere yoksul bir hayat sürmektedir. Sokrates savunmasına, kendisinin bir doğa filozofu, sofist olduğunu ve gençlere kötü olanı iyi olarak gösterdiğini söyleyen üç eski ithamcısının suçlamalarından başlar. Neden bir doğa filozofu olarak adlandırılmaktadır ve felsefe yapmanın suçlu olan tarafı nedir? İthamcılara göre, Sokrates göklerde ve yerin altındakilerle ilgilenmektedir. Mesela yıldırım Zeus’un kızgınlığının bir ifadesi olmasına rağmen, Sokrates onun meteorolojik bir olgu olduğunu iddia etmektedir. Yani dini değerleri yok saymaktadır. Zaten onlara göre Sokrates tanrılara inanmamaktadır. Üstelik para kazanmak için dersler vermekte olduğunu iddia etmektedirler. Sofistliği buradan Sokrates, ithamcılarından korkar, çünkü kendisi hakkında aslı olmayan bilgilerle Atinalıları kandırmaktadırlar. 70 yaşındaki filozof, üç eski ithamcısı peşinden giden ve onların suçlamalarını doğru kabul eden diğer yeni ithamcılarından da korkmaktadır. Hakkındaki tüm bilgiler bir önyargıdan ibarettir. Dolayısıyla yargılama, ona göre, objektif değildir. Tüm bu suçlamalar doğru değilse, pek iyi neden suçlanmaktadır? Sokrates Tanrı’ya inandığını şöyle ispatlamaktadır: “Tek bir şey biliyorum, o da hiç bir şey bilmediğim”, der Sokrates. Ama (bir büyücü kehaneti çerçevetemmuz-ağustos 2015 55 Ona göre, erdemli insan ölümden korkmaz. Eğer ölüm korkusuyla Tanrı’nın ona verdiği kendisi ve diğerleri üzerine çalışma görevini bırakırsa, başka bir ifadeyle Tanrı’nın emrine itaat etmezse, ancak o zaman tanrılara inanmadığı için yargılanması adaletli olacaktır. Ölüm, erdemsizlikten daha kötü değildir ve adaletsizlikten sakınmak, ölümden kaçmaktan daha zordur. 56 temmuz-ağustos 2015 sinde vardığı bir kanıyla) Tanrı’nın onu dünyadaki en iyi bilgin olarak seçtiğine inanmaktadır. Bunun üzerine, Sokrates, Tanrı’nın bu tebliğinin anlamını aramaya başlar. Her şeyi bildiğini savunanlarla başlar işe. Onları sorgular. Sorguladıkça da öfkelerine maruz kalır. Böylece düşmanlar edinir, Sokrates. Sorgular, çünkü Tanrı ona bilgiyi bulmasını emretmiştir. Tanrı’nın emrini yerine getirmektedir. Devletin tanrılarına inanmamanın cezası, ölümdür. Ama Sokrates tanrılara inandığını savunmaktadır. Sokrates, en iyi yaptığı şeyi yapar ve ithamcılarını sorgulamaya başlar. Sorgulamalar sonucunda şu sonuca varır: Sokrates gençleri yozlaştırmamaktadır ya da bunu bilinçli bir şekilde yapmamaktadır, çünkü bir kişi birlikte yaşadığı kişileri bozarsa kendisi de zarar görecektir. Kendisinin ve herkesin birlikte yaşadı- Sokrates’e göre, Atina’daki yargısal sistem adil değildir ve yargıçlar keyfi davranmaktadırlar. Bir yargıcın görevi adaleti, hakkaniyeti suçlulara bir hediye verir gibi dağıtmak değildir, onları yasalara uygun bir şekilde yargılamaktır. Suçlunun erdemi gerçekleri açıklamak, yargıcınki de onun savunmasının haklı ya da haksız olduğuna bakarak karar almaktır. ğı kişilerden kötülük değil iyilik görmeyi istediğini iddia ederek, yozlaştırılan gençlerden kötülük geleceğini bile bile onları bozmayı tercih etmeyeceğini belirtir. Öyleyse Sokrates bu konuda da suçsuzdur. Velev ki gençleri bilmeden yozlaştırmış olsun, bilinçsizce işlenen suçlar için de ceza öngören bir yasa bulunmamaktadır. Ona göre, ithamcılar, Sokrates’i kendi çıkarları için yargılamaktadır. Ve bu yargılama adaletsizce yapılmaktadır. Öte yandan, ithamcılar kendileriyle de çelişmektedirler. Hem Sokrates’in ateist olduğunu hem de kendi yarattığı tanrılara inandığını söylemektedirler. Öyleyse, tüm bu suçlamaların temelinde kıskançlık yatmaktadır, ona göre. Bunun üzerine, Sokrates, onu izleyen Atinalılara ahlak dersi vererek sürdürür savunmasını. Ona göre, erdemli insan ölümden korkmaz. Eğer ölüm korkusuyla Tanrı’nın ona verdiği kendisi ve diğerleri üzerine çalışma görevini bırakırsa, başka bir ifadeyle Tanrı’nın emrine itaat etmezse, ancak o zaman tanrılara inanmadığı için yargılanması adaletli olacaktır. Ölüm, erdemsizlikten daha kötü değildir ve adaletsizlikten sakınmak, ölümden kaçmaktan daha zordur. Sokrates’e göre, Atina’daki yargısal sistem adil değildir ve yargıçlar keyfi davranmaktadırlar. Bir yargıcın görevi adaleti, hakkaniyeti suçlulara bir hediye verir gibi dağıtmak değildir, onları yasalara uygun bir şekilde yargılamaktır. Suçlunun erdemi gerçekleri açıklamak, yargıcınki de onun savunmasının haklı ya da haksız olduğuna bakarak karar almaktır. İnsan önce kendisine bakmalıdır, kişisel çıkarları yerine bilgiye ve erdeme önem vermelidir. Savunmasının sonunda, ölüm cezasına itiraz etmez Sokrates. Çünkü ona göre, onun için en iyi ceza ölümdür. Hatta ölüm bir ceza değil, ödüldür. Ödüldür, çünkü onurlu bir insan olarak ölecektir. Aslında ona ölüm cezası veren Atinalılar, kendilerini cezalandırmaktadırlar. Diğer halklar tarafından bir bilgini öldürmekle itham edileceklerdir. Dolayısıyla, ölüm Sokrates için bir kazançtır, çünkü öteki dün- yada daha adil bir şekilde yargılanacaktır. Öyleyse ölüm, bir özgürlük. Öteki dünyada ölü insanları özgürce sorgulayabilecektir. *** Sokrates’in bu savunması, insanlık tarihinin önemli bir kısmında adaletin her zaman aranır olduğunu göstermektedir. Hâlâ arıyor oluşumuzun nedeni de, yer yüzünde bir türlü adaletin sağlanamamış olmasında yatmaktadır. Kişisel çıkarların zarar gördüğü her anda siyasal-ekonomik gücü elinde bulunduranların istedikleri yönde alınan yargısal kararlar hâlen varlığını sürdürmektedir. Sözde sakıncalı fikirlerin kapatıldığı, yıpratıldığı, öldürüldüğü bir adalet sadece milattan önce değil, özgürlüklerin savunulduğu neoliberal toplumda da devam etmektedir. Sokrates’in olumladığı gibi ölmek midir tek çare? Ölmeden önce, farklılıkları kabul etmiş ve özümsemiş, hakların hakkaniyetli bir şekilde paylaşıldığı bir toplum oluşturulamaz mı? İçinden çıkması zor bir soru. Ne demişler? Umut, Fakirin ekmeği... KAYNAKÇA 1 2 Platon, Sokrates’in Savunması, çev. Özgü Çelik, İstanbul: Say, 2009. Atina’ya demokrasiyi getiren isyana öncülük etmiştir. temmuz-ağustos 2015 57 Şükran Beklim A4-ANTRAKT [email protected] Şehir Tutulması Cihan AKTAŞ Televizyon Öldüren Eğlence Neil POSTMAN Şehirler tüm dünyada olduğu gibi, ülmemizde de yeniden yapılanmalar bağlamında toplumsal hareketlerin faaliyet alanı haline geldi. Kalkınma odaklı şehir telakkisinin adaletsizliği, yıkıcılığı ve sürdürülemezliği konusunda herkes hemfikir. Cihan Aktaş, “medeniyet” odaklı şehir anlayışına geri dönüş önerisinde bulunduğu bu kitabında, şehirlerin rant alanı haline getirilmesi, TOKİ politikaları, cami mimarileri, nostalji, Gezi Parkı olayları, AVM’ler... gibi son dönemin popüler konularında okura yeni bir pencere açıyor... Televizyon bir cazibe merkezi olarak hayatımızın baş köşesine oturdu. Yirmi dört saat yayın yapan kanallarla tam bir görüntü sarhoşluğu yaşıyoruz. Alışkanlıklarımız, konuşma biçimimiz, ilişkilerimiz televizyona endekslendi sanki. “Eğlenceli”, “renkli” bir hayat yaşamaya başladık. Resmi ideolojinin yasaklıları, toplum kıyısında yaşayanlar bütün “giz”leriyle evlerimizde artık. Kameralar pervasızca mahremiyetimizin en ücra köşelerine giriyorlar. Şiddetin bütün türleriyle tanıştık. “Reality show”larla kan ve acının da bir satış değeri olduğunu, reklam alabileceklerini öğrendik. Kapitalizmin en temel özelliği olan rekabetin insanları nasıl vahşileştirdiğini, iğrençleştirdiğini gördük. Duygularımız, tepkilerimiz, duyarlılıklarımız törpülendi... Postman bizi, duygularımızı ehlileştiren renklerin ötesine, eğlendiğimiz şeyin ne olduğunu düşünmeye çağırıyor. DÜŞÜNMEYE! O kadar! Yeter çünkü! 58 58temmuz-ağustos temmuz-ağustos 2015 2015 İslamofobi İbrahim KALIN - John L. ESPOSITO Müslümanların Tarihi İhsan Süreyya SIRMA İslamofobi, 11 Eylül’den bu yana sayısız ayrım, ırkçılık, fiziki saldırı vakaları yanında İslam karşıtı kampanyalarla da katlanarak artış göstermiştir. 2006 Danimarka karikatür krizi ve Papa 16. Benedict’in Regensburg konuşmasını çevreleyen tartışmalar da ifade özgürlüğü, çok kültürlülük, dinî sembollere saygı ve dinler arası ilişkilerle alakalı bazı önemli sorunları ortaya koymuştur. Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma tarafından hazırlanan ve uzun süredir yayınlanması merak ve heyecanla beklenen Müslümanların Tarihi isimli eser 5 cilt olarak yayınlandı. Yayın dünyasında, tek kişi tarafından hazırlanan ve Müslümanların siyasi tarihini Hz. Âdem’den günümüze kadar inceleyen ikinci bir örneğin olmayışı, bu çalışmayı daha da anlamlı kılıyor. İhsan Süreyya Sırma hoca bu çalışmasında, sadece dünya Müslümanlarının tarih boyunca hangi devlet isimleri altında ve kimler tarafından yönetildiklerini anlatmıyor aynı zamanda yaptığı yorumlarla geçmişte yaşananların günümüzdeki anlamına da işaret ediyor ve bundan nasıl dersler çıkarmamız gerektiğine dikkat çekiyor. Dinî özgürlüğün yanı sıra insan hak ve özgürlükleriyle alakalı temel ilkeleri ihlâl eden İslamofobik eylemler, birçok farklı görünüme bürünmektedir. Bazı durumlarda camiler, İslamî merkezler ve Müslümanların mülklerine saldırılmış ve saygısızlıkta bulunulmuştur. İş yerleri, okul ve meskenlerde ise İslamofobi şüphe, taciz, alay, red, küçük düşürme ve ayrım biçimini almaktadır. temmuz-ağustos temmuz-ağustos 2015 201559 59