AVRUPA İNSAN HAKLARI SÖZLEŞMESİ VE TÜRKİYE Doç.Dr.Şeref ÜNAL Adalet Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Sayın Bakan, Sayın Misafirler Değerli Meslekdaşlarım, İnsanların doğuştan, vazgeçilemez ve devredilemez nitelikte haklara sahip olduğu, bu hakların devletten önce geldiği ve devletin görevinin bu hakları tanıyarak geliştirmek ve iyileştirmek olduğu şeklindeki eski tabiî hukuk (natural law, droit de la natur, Naturrecht) anlayışı, 2 nci Dünya Savaşından sonra yeniden canlanmıştır. 2 nci Dünya Savaşı öncesi ve savaş sırasındaki baskı ve zulüm rejimleri ve insan haklarına yapılan ağır saldırılar, bütün dünyada olduğu gibi Avrupa’da da barış, huzur ve insan haklarına saygıyı yerleştirmek amacıyla yeni arayışlar başlatmıştır. 1949 yılında kurulan Avrupa Konseyi, bu arayışların ilk ürünlerinden birisidir. Hemen kuruluşuyla birlikte Türkiye’nin de üyesi olduğu Avrupa Konseyi’nin ana amacı, üyeleri arasında hukuki entegrasyonu sağlamaktadır. Konsey Statüsüne göre üyeliğin ön şartı, ülkede hukukun üstünlüğü ve demokratik rejimin yerleştirilmesi ve insan haklarına saygıdır. Toplumlar geliştikçe, bilim ve teknolojinin ilerlemesiyle yeni imkanlar yaratıldıkça, bireylerin haklarının korunmasında sürekliliğin sağlanabilmesi, yasaların gözden geçirilerek yeni şartlara uyum sağlanmasına bağlıdır. Avrupa Konseyi bu amaçla, üyeleri arasında hukuk uyumu ve birliğini sağlamak üzere yoğun çalışmalar yapmış, ceza hukuku, ceza infaz hukuku, medenî hukuk, ticaret hukuku, idare hukuku ve devletler hukuku gibi, hukukun her alanında şimdiye kadar 170’in üzerinde sözleşme hazırlamış ve yüzlerce tavsiye kararı kabul etmiştir. Türkiye, bu sözleşmelerin büyük bir çoğunluğunu onaylayarak taraf olmuş ve tavsiye kararlarını da gözönüne alarak değerlendirmiştir. Böylece Türkiye ile Avrupa Konseyi ve üyesi devletler arasında bir hukuk ağır örülmüştür. Hiç kuşkusuz, Avrupa Konseyinin şimdiye kadar hazırladığı en önemli sözleşme, kısa adıyla, (AİHS) Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesidir. 4 Kasım 1950 tarihli Sözleşme çok önemli bir yenilik olarak, İnsan Hakları Komisyonu ve Mahkemesinden oluşan bir denetim mekanizması kurmuştur. Böylece Sözleşmenin güvence altına aldığı temel hak ve özgürlüklerinin ihlâl edildiği iddiasında olan bireylere, bu kurumlara şikâyet hakkı tanınmıştır. Türkiye, 18 Mayıs 1954’te Sözleşmeyi onaylamış ve 1987 ve 1990 yıllarında da Komisyon ve Mahkemenin yetkisini kabul etmiştir. Türkiye’nin Komisyon ve Mahkemenin yetkilerini Sözleşmeyi onayladıktan çok uzun süre sonra kabul etmiş olması, Sözleşmeyi bir kenara iterek görmezlikten geldiği şeklinde algılanmamalıdır. Nitekim, diğer üye devletlerin de bu yetkileri Sözleşmenin onay tarihinden uzun süreler geçtikten sonra kabul ettikleri gözlenmektedir. Örneğin Fransa ve İsviçre 1950 li yıllarda onayladıkları Sözleşmenin öngördüğü denetim organlarının bu yetkilerini ancak 1974 te ve Yunanistan da 1979 da kabul etmişlerdir. Ayrıca, Sözleşme onay tarihinden hemen sonra Türk iç hukukuna maledilmiştir. Bunun sonucu olarak, gerek 1961 ve gerekse 1982 Anayasalarında Sözleşmenin öngördüğünden daha kapsamlı bir şekilde geniş birer insan hakları kataloğuna yer verilmiştir. Türk Anayasalarında yer alan bu hükümler, hemen hemen aynı ifadelerle Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinden alınmış ve böylece Sözleşme Türk iç hukukunda yaşama geçirilmiştir. Öte yandan, her iki Anayasada da tabiî hukuk doktrini benimsenerek, insanların doğuştan, vazgeçilemez ve devrevdilemez nitelikte temel hak ve özgürlüklere sahip olduğu görüşü vurgulanmıştır. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Ek Protokolleri, temel hak ve özgürlükleri uyulması zorunlu asgari standartlar olarak derlemiştir. Üye devletlerin bunlara uyup uymadıkları, Komisyon ve Mahkemenin denetimi altındadır. Sözleşmenin yargıyı ilgilendiren en önemli hükümleri, 5 inci maddesindeki kişi güvenliği ve özgürlüğü ile 6 ıncı maddesindeki, tarafsız ve bağımsız bir mahkemece adil yargılanma (fair trial) hakkıdır. Suç ithamı altındaki kişilerin yakalanması, tutuklanması ve yargılanmalarına ilişkin standatları ihtiva eden bu hükümlerin, Türkiye’de de Komisyon ve Mahkemenin kabul ettiği anlayışla vurgulanması büyük bir önem taşımaktadır. Buradaki en önemli ölçü, adaletin hızla ve sağlıklı bir şekilde gerçekleştirilebilmesi için, yakalanan kişinin derhal hâkim önüne çıkarılması ve yargılamanın makul sürede sonuçlandırılmasıdır. Makul süre kavramı hem ceza hem hukuk davalarını kapsamakla beraber, Komisyon ve Mahkeme şimdiye kadar, Kutlu-Sargın ve Mansur davalarında olduğu gibi, Türkiye hakkında, ceza yargılamasının makul sürede sonuçlandırılmadığını tesbit etmiştir. Komisyon ve Mahkeme, işin esasına girmediği için, milli mahkemelerin verdiği kararların haklılık ve isabetini değerlendirmemekte, sadece yargılama ilkelerine ve savunma haklarına riayet edilip edilmediğini denetlemektedir. Komisyon ve Mahkeme, geçen 40 yıllık sürede insan hakları alanında çok zengin bir içtihat hukuku (jurisprudance) oluşturmuştur. Bu organların ikazlarına maruz kalan devletler, yerine göre, yasalarını veya uygulamalarını değiştirmek zorunda kalmışlardır. Geçen sürede, Türkiye’de Komisyon ve Mahkeme kararlarından etkilenerek gerekli düzenlemeleri yapmıştır. Örneğin CMUK’nda 1992 yılında yapılan değişiklikler, Komisyon ve Mahkeme kararlarına uyum sağlanması yolundaki çabaların bir sonucudur. Gözaltı sürelerini kısaltmak ve savunma haklarını iyileştirmek amacıyla hazırlanan ve halen Türkiye Büyük Millet Meclisi gündeminde bulunan tasarı da bu endişeden kaynaklanmıştır.(1) Hatta, Komisyon ve Mahkeme kararlarının Türk iç hukukuna etkisi, medenî hukuk gibi hukukun diğer dallarına da yansımıştır. Örneğin, Mahkeme, 1987 de İsviçre’den yapılan bir başvuru üzerine, İsviçre Medeni Kanununun boşanmada kusurlu eşe evlenme yasağı konulmasını öngören 150 nci maddesi hükmünün, Sözleşmenin 12 inci maddesiyle çeliştiğini tesbit eden bir karar almıştı. İsviçre’den iktibas edilen (reception) Türk Medeni Kanununda 1988 yılında yapılan değişiklikte, Mahkemenin bu kararı da gözönüne alınmış ve Kanunun 142 inci maddesindeki boşanmada kusurlu eş için kabul edilen bu evlenme yasağı kaldırılmıştır. Ayrıca, Sözleşme Türk iç hukukunun bir parçası olduğu ve doğrudan uygulanabilir (Self executing) hükümler ihtiva ettiği için geçen sürede Türk Mahkemelerince yaygın bir uygulama alanı bulmuştur. Örneğin Anayasa Mahkemesi Medeni Kanunun, evlilikte eşlerin ve evlilik dışı çocukların eşitsizliğine yol açan bir çok hükmünü sözleşmeye de atıf yaparak iptal etmiştir. Sözleşmenin kendisinin ve Komisyon ve Mahkemenin buna dayanarak verdiği kararların, onaylayan devletlerin iç hukuku üzerinde dolaylı olarak büyük bir etkisi olduğunda kuşku yoktur. Ne var ki, Komisyon ve Mahkeme millî makam ve mahkemelerin üzerinde bulunan organlar değildir. Bu organlar, millî makam ve mahkemelerin yanında, onlara ilâve olarak ikincil nitelikte (subsidiary) yetkilerle donatılmıştır. Dolayısıyla, insan hakları öncelikle üye devletlerin millî sınırları içinde korunmaktadır. Bu bakımdan, millî makam ve mahkemeler çok önemli görev ve sorumluluklar üstlenmiştir. Çünkü temel hak ve özgürlükler birinci derecede millî makamlar tarafından korunacak ve ancak yapılan haksızlıklar bu yolla telafi edilemediği takdirde Komisyon ve Mahkeme devreye girecektir. Komisyon ve Mahkemenin yetkisinin ikincil nitelikte olması, denetim görevinin bütün devletler bakımından eşit ve yeknesak bir şekilde yapılmasını güçleştirmektedir. Çünkü demokratik rejimle yönetilmiş olsa da, ekonomik, sosyal ve kültürel bakımlardan farklı gelenek ve tasavvurlara sahip üye devletlerin insan hakları standartları arasında bazı nüanslar olması kaçınılmazdır. Ayrıca, devlet hayatında bazı kriz dönemleri olabilir. Hiç bir devletin bu gibi tehlikelere karşı muafiyeti olmadığından, bu gibi kriz dönemlerinde insan hakları standartlarında bazı düşüşler olabilir. Nitekim, Sözleşmenin 15 inci maddesinde de bu gerçek kabul edilerek, bir devletin hayatını tehdit eden genel bir tehlike halinde, bazı istisnalarla Sözleşmeye aykırı tedbirler alınabileceği öngörülmüştür. Bugün Türkiye, Güneydoğu Anadolu’daki terör olayları yüzünden, Sözleşmenin 15 inci maddesi anlamındaki bir tehlike kararı ile karşı karşıyadır. Bu nedenledir ki bölgede olağanüstü hal ilân edilmiştir. Fakat bu yönetim tarzı anayasal ve sivil bir rejimdir. Çünkü bölgedeki uygulamalar Türkiye Büyük Millet Meclisince denetlenmekte ve gerekirse yetkilerin kapsamı genişletilip daraltılmakta, süresi uzatılıp kısaltılmaktadır. Bu gibi durumlar, Komisyon ve Mahkemenin, üye devletlerdeki insan hakları standartlarının ortak paydasını belirlemesini güçleştirmektedir. Eski komünist ülkelerin de Avrupa Konseyine katılmaları durumu daha da güçleştirmiştir. Her şeye rağmen, bu organların üstlendikleri ağır görevi, şimdiye kadar olduğu gibi, büyük bir özen, titizlik (self restraint) ve tarafsızlıkla yerine geterileceğinden kuşku yoktur. Şüphesiz yargı organlarının kararları eleştiriye açıktır ve bunların isabeti tartışılabilir. Nitekim, Komisyon ve Mahkemenin Ahdıvar davasında aldığı son karar, Türk Kamuoyunda ve meslek çevrelerinde yuğun eleştirilere konu olmuştur. Hatta bu tür tartışmalar İngiltere gibi insan hakları standartlarının yüksek olduğu kabul edilen ülkelerde de gündeme gelebilmektedir. Komsiyonun aksi görüşte olmasına rağmen, Mahkemenin Mc Cann davası dolayısıyla verdiği karar, bu ülkede çok ağır eleştirilere ve hükümetin sert tepkilerine yol açmıştır. Mahkeme kararları başka amaçlar gütmemeli, sadece adaletin tecellisine hizmet etmelidir. Mahkemelerin tarafsızlık, güvenilirlik ve saygınlığı ve kararlarının taraflarca kabul görmesi buna bağlıdır. Türkiye Komisyon ve Mahkemenin yetkilerini kabul ederek insan hakları alanındaki uygulamalarını bu organların denetimine açmıştır. Geçen sürede Türkiye’den bir çok başvuru yapılmıştır. Sayın ve değerli misafirimizin aramızda bulunması, bizlere ilişkilerimiz açısından bir değerlendirme ve ara bilançosu çıkarma fırsatı verecek ve bulunduğumuz konumu anlamamıza imkan sağlıyacaktar. Bu bakımdan kendilerine teşekkür borçluyuz. Sayın Prof. Trechsel’in burada bulunması, benim şahsım için ayrı ve özel bir sevinç kaynağıdır. Zira değerli arkadaşım ve meslektaşımla yıllar önce İsviçre’de Bern Üniversitesi Hukuk Fakültesinde berarber eğitim görme imtiyazına sahibim. Bu fırsattan yararlanarak eski ve ortak anılarımız canlandırmak imkanı bulduğum için son derece mutluyum. Prof. Trechsel, ceza hukuku ve insan hakları alanında yalnız İsviçre’nin değil, işgal ettiği makamın da ortaya koyduğu gibi Avrupa’nın önde gelen seçkin hukukçularından birisidir.