ÜNİTE

advertisement
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
İSLAM DÜŞÜNCESİ TARİHİNE
GİRİŞ (KAVRAMLARI, SINIRLARI,
OLUŞUMUNA ETKİ EDEN İÇ VE
DIŞ FAKTÖRLER)
• İslam Düşüncesinin Tanımı
• İslam Dünyasına Akli
Çabanın Girişine Zemin
Hazırlayan Unsurlar
• İslam Felsefesinin Fikrî
Kökleri
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• İslam düşüncesinin özel ve genel
tanımlarını yapabilecek,
• İslam düşüncesinin kaynakları
hakkında bilgi sahibi olabilecek,
• İslam düşüncesinin doğuşu ve
gelişimi hakkında açıklamalar ve
yorumlar yapabileceksiniz.
İSLAM DÜŞÜNCE
TARİHİ
Doç. Dr. Cevdet Kılıç
ÜNİTE
1
İslam Düşünce Tarihinin Tanımı Alanı Kaynakları Ve Doğuşu
GİRİŞ
Günümüzde gerek üniversitelerimizde gerekse entelektüel alanlarda felsefi
bir etkinlik olan “İslam düşüncesi”, genelde “İslam felsefesi” olarak anılmaktadır.
Zira İslam düşüncesinin önemli bir kısmını İslam felsefesi oluşturmaktadır. Kısmen
İslam tasavvufu ve İslam kelamı başta olmak üzere diğer İslami ilimler de bazı
yönleri itibarıyla İslam düşüncesinin kapsamına girerler. Bu dersler ayrıca
görülecektir. Bu itibarla bu ünitede daha çok “İslam felsefesi” merkezli konular ele
alınacaktır.
Düşünce, iç ya da dış uyarılara yanıt olarak gelişen, sözlü ya da yazılı başka
öznelere aktarılabilen insana özgü bir eylem, zihinsel bir üründür. Düşünme eylemi
sürecinde, bilinçli bir şekilde çıkarsama, akıl yürütme, hatırlama, kuşku duyma,
isteme, merak etme, hissetme, anlamlandırma, analiz ve sentez yapma, bağlantı
kurma gibi, zihinsel faaliyetlerde bulunulur. Bu yönüyle de düşünce, felsefeyle pek
çok yönden yakınlık, hatta aynilik içindedir. Bunun için de felsefenin tanımı ve
niteliği üzerinde durmak gerekir.
Köken olarak “felsefe”, Latince "philo" sevgi ve "sophia" bilgi, hikmet
kelimelerinden oluşmuştur. Felsefenin de bu iki sözcüğün bileşimi olan
Düşünme, insanın en
değerli çabasıdır.
"philosophia"dan geldiği bilinir. Aynı sözcük bazen “hikmeti seven” anlamında
“filozof" diye de ifade edilir. Felsefe kelimesi Arapça “falsafa” kelimesinden
gelmektedir. Daha doğrusu “falsafa” Yunanca “filosofia”nın Arapçaya uydurulmuş
şeklidir. “Filosofia” kelimesi sevgi anlamına gelen “filo” ve hikmet anlamına gelen
“sofia” dan müteşekkildir. Felsefe kelimesini ilk kullananın Pythagoras olduğunu
söyleyenler de vardır (Taylan, 1983: s. 19).
Bir terim olarak “felsefe”yi Aristoteles, “İlkeler ya da ilk nedenler bilimi”,
İslam filozoflarından Kindî ise, “insanın gücü nispetinde Allah’ın fiillerine, sıfatlarına
benzemeye çalışması” ve “insanın gücü oranında, ebedî ve tümel şeylerin
hakikatlerini, mahiyetlerini ve nedenlerini bilmek çabası” (Kindî, 1982, s. 34-35)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
İslam Düşünce Tarihinin Tanımı Alanı Kaynakları Ve Doğuşu
olarak tanımlamışlardır. Fârâbi’ye göre ise felsefe, büyük hikmeti tercih etmek,
varlıkları var olmaları itibarıyla bilmektir.( Fârâbî, el- Cem, 1985, s. 80-86). Birçok
tanımına rağmen felsefenin genel geçer bir tanımının yapıldığı pek söylenemez.
Her filozofun kendine özgü felsefe anlayışı olduğu gibi, bu anlayışına uygun
bir ya da birkaç tanımı da olmuştur. Dolayısıyla her felsefe tanımı, bir felsefe
anlayışını yansıtır. Felsefenin tek bir genel geçer tanımının olmamasının
nedenlerinden biri de, felsefeyi anlatmak için, yalın ve düz bir anlatım yönteminin
Felsefe aklın düşünme
sanatıdır.
yetersiz kalmasıdır. Bir diğer neden de, her dönem felsefenin ilgi alanına yeni
konuların girmesi ve felsefi eylemlerin devamlılığıdır.
Bu açıklamadan sonra yine de felsefenin genel bir tanımını yapabiliriz.
Felsefe; insanın karşılaştığı problemler üzerinde düşünme, sebeplerini açıklamaya
çalışmasıdır. Yine o, insanın bilmesi gerekenleri öğrenme adına yöntemler
geliştirmesi; nasıl yaşaması gerektiğini bilmek amacıyla, -yaşadığı kültür ve
medeniyetin etkisi ve akli çabası ile- düşünmesi sonucu ortaya çıkan bir üründür. Bu
ürün bir düzen içinde gerçekleştirdiğimiz akli bir etkinlik sonucunda oluşur. Bu
anlamda da felsefe amaç değil, bir araçtır. Bu bağlamda felsefe için yapılan kısa
tanımların bazılarını aktarabiliriz: “Felsefe, aklı kullanma sanatıdır,” “Felsefe, yaşam
bilgeliğidir,” “Felsefe, bilgeliktir,” “Felsefe, yolda olmaktır,” “Felsefe,
sorgulamaktır,” “Felsefe, uyuyan köpeği uyandırmaktır.”
Felsefe ve Hikmet
“Felsefe” ve “hikmet” kelimeleri İslam düşünce tarihinde genellikle aynı
anlamda kullanılmıştır. İslam filozofları XI. yüzyıldan itibaren felsefe yerine hikmet
kelimesini kullanmışlardır. Bunun sebebi ise, İslam dünyasında çok erken
dönemlerde başlayan felsefe aleyhtarlığıdır. Filozoflar felsefe yerine hikmet
kelimesini kullanarak mevcut olan bu tepkiyi azaltmayı düşünmüşlerdir. Çünkü
hikmet kelimesi Kur’an-ı Kerim’de birçok ayette geçmektedir. Bunun bir başka
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
İslam Düşünce Tarihinin Tanımı Alanı Kaynakları Ve Doğuşu
sebebi olarak da felsefe kelimesinin zaten anlam olarak hikmet kelimesinde
mevcut olması gösterilebilir.
Bununla birlikte İslam filozofları bazen hikmet kelimesini felsefe
kelimesinden ayırarak farklı anlamda kullanmışlar ve bu kelimeye felsefeden daha
yüce bir değer vermişlerdir. Hikmet, kesin doğru bilgi, yapılması fazilet olan bir
hareket tarzıdır. Her felsefe hikmet olabilir, fakat her hikmet felsefe olmayabilir.
Çünkü hikmetin felsefeden daha geniş bir anlam sahası vardır (Bayraktar, s.27).
Filozof; İlminde hakkı
bulan, amelinde hakla
amel eden kimsedir.
Filozofun (Feylesof) Tanımı
İlk Çağ düşünürlerine önceleri “hikmet sahibi” anlamına gelen “sofos”
denmekteydi. Bu ismi taşıyan kimseye her şeyi bilen kişi gözüyle bakılıyordu.
Bunun iddialı bir durum olduğu anlaşılınca daha mütevazı bir tabir olan “filosof”
yani “hikmeti seven” kelimesi kullanılmıştır (Taylan, 1983: s.26).
Filozof kelimesi İslam dünyasında “feylesof” şeklini almıştır. Filozof kelimesi
yerine önceden Arapça asıllı “feylesof” kelimesi kullanılmaktaydı. Feylesof kelimesi
de tıpkı “falsafa” kelimesi gibi Yunanca filosofos kelimesinin Arapçaya uyarlanmış
şeklidir. Günümüz Türkçesinde kullandığımız “filozof” kelimesinin telaffuzu
Fransızcadan gelmiştir (Bayraktar, 1988: s.27-28).
İslam düşüncesine baktığımızda feylesofun değişik şekillerde tanımlanmış
olduğunu görmekteyiz. Biz burada Kindî, Farabî ve İsmail Ankaravî’nin tanımlarını
vermekle yetineceğiz.
Kindî’ye göre feylesof, ilminde hakkı bulan, amelinde hakla amel eden
kimsedir.
Farabî ise feylesofu, bizatihi Vacibu’l-Vücud’un -kemal derecedeki- bilgisine
sahip olmak için çaba gösteren kimse, olarak tanımlamaktadır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
İslam Düşünce Tarihinin Tanımı Alanı Kaynakları Ve Doğuşu
İsmail Ankaravî ise, felsefe ve feylesofu bir arada şöyle tarif eder: “Hikmet
konusunda şeyhlerin ve âlimlerin sözleri çoktur. Bazıları “Hikmet, sözünde ve
yaptıklarında isabetli olmaktır.” demişlerdir. Bazıları ise “Hikmet, bilgiyi elde etmek
ve fiile yaklaşmaktır.” demişlerdir. Kısaca bir kimse, nesnelerin hakikatlerini bilse
ve bunlar gereğince hareket etse, her şeyi yerli yerine koysa, o kişiye tam anlamıyla
hikmet sahibi denir (Bayraktar, 1988: s.28-29). Hakîm (feylesof) o kimseye derler
ki, her şeye hakkını verir; bunun sınırını geçmez ve zamanı gelmeden bir şeyi
aceleye getirmez.
İslam düşünce tarihinde geleneksel kullanılışıyla ve klasik anlamda feylesof,
akli düşünceye ağırlık veren Kindî, Farabî, İbn Sina, İbn Rüşd vb. kimselere
Her hakîm aynı zamanda
filozoftur. Fakat her
filozof hakîm değildir.
denmektedir. Fakat feylesof olarak zikredilmemiş olmalarına rağmen en az yukarda
ifade ettiğimiz filozoflar kadar feylesof olan nice mutasavvıf ve kelamcı vardır.
Çünkü günümüzde filozof tabiri, varlık-bilgi konusunda gerçeğe sadece akılla
yaklaşanlara değil; sezgi, duyular ve hatta duygularıyla yaklaşmak isteyenlere bile
verilmektedir. Buna en güzel örnek egzistansiyalistlerdir.
Feylesof-Hakîm ve Hekim İlişkisi
Antik Çağ’da filozofa, hikmet sahibi, bütün bilgileri kendinde bulunduran
kimse anlamında “hakîm” denmekteydi. İslam dünyasında ise bu iki kelime hemen
hemen aynı anlamda ve yan yana kullanılmıştır. Bununla birlikte hakîm kelimesi
Düşünür hangi
müktesebata sahip ise o
müktesebat
doğrultusunda düşünce
üretir.
filozof kelimesinden daha umumi ve daha derin bir manaya sahiptir. Bu ilişkiyi şu
şekilde formülleştirebiliriz: “Her hakîm aynı zamanda filozoftur. Fakat her filozof
hakîm değildir.” Hakîm aynı zamanda ilahî bilgiye sahip olan kimse olduğundan
filozoftan daha üstün bir kişidir. Kur’an’da Hz. Lokman’a “Hakîm” denmiştir. Çünkü
ona hikmet verilmişti.
Fakat dilimizde hakîm kelimesi ile hekim kelimesi birbirine karıştırılmış ve
bilindiği üzere Hz. Lokman’a doktor manasında Lokman Hekim yakıştırması
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
İslam Düşünce Tarihinin Tanımı Alanı Kaynakları Ve Doğuşu
yapılmıştır. Yalnız bu çok yanlış değildir. Çünkü filozofların birçoğunun aynı
zamanda doktor oldukları da bilinen bir gerçektir (Bayraktar, 1988: s.29-30).
Felsefe hakkında daha
geniş bilgiyi, bu
kaynakların dışında, S.
Hayri Bolay’ın
“Felsefeye Giriş” 2004
Ankara, adlı eserinden
edinebilirsiniz.
Felsefeyi aklı kullanma ve düşünme sanatı olarak da tanımlamıştık. Düşünme
insanın aklı, müktesebatı, kültürü, bilgi birikimi, benimsediği doğru ve değerlerle
gerçekleşir ve bir felsefi ürün ortaya çıkar. Nitekim boş akıllar, zihinler, düşünüp,
felsefe yapamazlar. İnsan, hangi kültür ve medeniyet içinde ve hangi bilgi, inanç ya
da inançsızlıkla yetişmiş ise o birikimle akli ürünler ve felsefi düşünceler ortaya
koyar. Dolayısıyla düşünceler ya da felsefeler diğer düşüncelerden kaynakları
Tartışma
bakımından ayrılırlar.
•İnsanların kendi müktesebatlarıyla düşünce eyleminde bulunduklarını,
felsefe yaptıklarını dikkate alarak;
•—İstanbul, 30 Mayıs 1453 de fethedildi.”
•—İstanbul, 30 Mayıs 1453 de işgal edildi.” Bu iki yargı arasındaki farkı
oluşturan unsurlar nelerdir? Tartışınız.
İslam Düşüncesi Tanımı
İslam kültür ve medeniyeti içinde düşünme eylemi, entelektüel geleneklere
hayat veren ve bu gelenekler içinde çeşitli açıklamaların konusunu teşkil eden
insani bir çabadır. Özellikle İslam dini bu insani çabayı sürekli desteklemiştir.
İslam düşüncesi, İslam kültür ve medeniyeti bünyesine dâhil düşünür ve
filozofların düşünce faaliyetlerinin tamamı ve ortaya koydukları düşünceleri
İslam düşüncesi, İslam
kültür ve medeniyetinin
bir ürünüdür.
kapsamaktadır. Aynı şekilde İslam felsefesini de şöyle tanımlayabiliriz. VIII. yy. dan
itibaren İslam kültür ve medeniyetinin hâkim olduğu coğrafyada meydana gelen
felsefe, düşünce hareketlerinin tamamına İslam felsefesi denir. Bu noktada İslam
felsefesi ile İslam düşüncesi bir anlamda aynileşmektedir. Bazı araştırmacılar bu
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
İslam Düşünce Tarihinin Tanımı Alanı Kaynakları Ve Doğuşu
tanımı “Müslüman düşünürlerin ve filozofların ortaya koydukları düşünceler,
felsefeler ” (Bayraktar, 1988: s 1.) olarak tanımlarlar. İslam düşüncesi,
Müslümanlar tarafından üretilen her türlü düşüncenin bütününü ifade eder. Ancak
bu tanımlama genel olarak doğru kabul edilse de her bağlamda doğru olmayabilir.
Ayrıca bu düşünceye “İslam düşüncesi” adının verilmesi, onu meydana getiren
düşünürlerin Müslüman olmasından değil de, bu düşüncenin en önemli kaynağının
İslam olmasındandır. Bu konuya ileride yer vereceğiz. Öncelikle bu tanımdaki
“İslam” kavramı üzerinde durmak gerekir.
“İslam” her şeyden önce değişmez inanç ve prensipler üzerine kurulmuş bir
dindir. O; düşüncelerin, felsefelerin aksine, teorilerden oluşmaz. İslam, bir dinî
yaşam biçimi oluşturduğu gibi, bir kültür ve medeniyet de oluşturmuştur. Bunun
için, bir dinin adı olduğu kadar, kendi sisteminin etrafında oluşan bir toplumun, bir
uygarlığın ve bir medeniyetin de adıdır.
“İslam” ve “felsefe” kavramlarının birleşmesinden meydana gelen “İslam
Felsefesi” ya da “İslam Düşüncesi” tıpkı “İlk Çağ Düşüncesi”, “Yeni Çağ Felsefesi”,
“Yunan Düşüncesi”, “Helenistik Düşünce”, “Hint Felsefesi” “Budist Düşüncesi”, gibi
bir isimlendirmedir. Bu terimlerdeki “düşünce” ya da “felsefe” neyi ifade ediyorsa
İslam felsefesindeki felsefe de aynı şeyi ifade eder. Yoksa anlaşılması gereken,
“İslam’ın felsefesi” değildir. “İslam” kelimesi bir dinin özel bir adı olarak İslam
dininin felsefesi anlamında kullanılmamıştır. Burada ki “İslam” kelimesi bir sıfat
olarak ve bu felsefenin kime ait olduğunu belirtmek için kullanılmıştır. Aynı şekilde
“İslam Düşüncesi” terimindeki “İslam” kelimesi bu dine bağlı bulunan insanların
oluşturduğu kültür ve medeniyeti ifade etmektedir. Bu medeniyet de
Müslümanların, İslam dinine bağlı kalarak veya ondan ilham alarak meydana
getirdikleri medeniyeti ifade eder. Dolayısıyla “İslam Felsefesi ya da İslam
Düşüncesi” tabirindeki “İslam” kelimesi İslam diniyle eş anlamlı olarak
kullanılmamıştır. “İslam düşüncesi” insan tarafından, İslam’ın temel metinleri ile
tarihin içinde cereyan eden olay ve olguların anlamlandırılan bir düşünce
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
İslam Düşünce Tarihinin Tanımı Alanı Kaynakları Ve Doğuşu
hadisesidir. Yani dinî metinlerin aksine yanlışlığı olabildiği gibi, her zaman
geçerliliğini koruyamayabilir. Ancak bu da onun için bir eksiklik olarak kabul
Bu konuda Burhanettin
Tatar’ın “İslam
Düşüncesine Giriş” adlı
eserini inceleyebilirsiniz.
edilmemelidir.
İslam Düşüncesinin Alanı
İslam Düşünce Tarihi alanını belirlerken bazı zorluklar olduğunu baştan
belirtmeliyiz. Nitekim İslam düşüncesini “tarihsel olgular tarihi” ya da “ tarihî
süreçte üretilen sorular ve cevaplar tarihi” veya “düşünürler tarihi”, “fikirlerin
sosyal, siyasi, kültürel ortamlarla karşılıklı oluşum ve etkileşim tarihi” yahut “klasik
eserler tarihi” gibi çok farklı açılardan ele almak mümkündür. (Tatar, 2009: s. 11).
Dolayısıyla İslam düşüncesi, Allah’tan insana, tarihten günümüze, varlıktan bilgiye
ve ahlaka, kısaca insani alanla ilişkili her konuyla ilgili olarak İslam düşünürlerinin
ürettikleri akli düşünceleri kapsar. Bu alanlarla ilgilenen bütün bilim dalları, İslam
İslam Düşüncesi insanın
sahip olduğu ve sahip
olmayı başarabileceği
bütün alanları içerir.
düşüncesine ya da felsefesine malzeme sağlayan taşıyıcılar olarak bu alanla
ilgilidirler. Dolayısıyla Kindî, Farabî, Maturidî, Eşarî, İbn Sina, Gazzalî, Mevlana,
Kınalızade Ali Efendi, İbn Haldun, hatta felsefeye karşı olup felsefecileri eleştiren
İbn Teymiyye gibileri ve eserleri de bu alana dâhildir. (Taylan, İslam Düşüncesinde
Din Felsefeleri, s. 20-21). Ancak biz bu dersimizin alanını, diğer derslerinizin
konularını da dikkate alarak ve onların konularını girmemeye özen göstererek
önemli ölçüde İslam filozofları ve düşünceleriyle sınırlayacağız.
İslam Düşüncesi Amacı
Kendini İslam kültür ve medeniyetinin kapsamında hisseden milletlerin
felsefe, estetik, sanat hatta bilim ve teknik alanlara yapmış oldukları katkıları
belirlemek ve İslam düşünürlerini tanıyarak dünya düşünce tarihi içindeki
Müslümanlar kimliklerini
kendi kültürel ve düşünsel
mirasında bulmalıdır.
yerlerini belirlemek İslam düşüncesinin amacını oluşturur. Çünkü düşünce,
geçmişte ve bugün yaşayan milletlerin oluşturduğu bir üründür. Bu ürünün
oluşumunda İslam mütefekkirlerinin payını bilmek hem bir borç hem de gelecek
için azim ve aydınlatıcı alternatif çözüm seçenekleri sunan bir rehber olacaktır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
İslam Düşünce Tarihinin Tanımı Alanı Kaynakları Ve Doğuşu
Dolayısıyla en genel anlamıyla İslam Düşüncesi’nin amacı, Müslümanları
ötekileştirmeden, kendilerine özgü olan kimliklerini belirginleştirerek, insan
bilincinin İslamın temel naslarıyla, bilim ve teknolojiyle farklı yaşam alanlarında
bireysel ya da toplumsal ilişkiye girip, anlamlandırma ve uygulama kolaylığı
Bu konuda Ömer Mahir
Alper’in “İslam
Düşüncesinin Bugün İçin
Anlamı Sorunu Üzerine”
başlıklı makalesi
okunabilir. Bilge Adamlar,
üç aylık düşünce kültür ve
edebiyat dergisi (2008,
sayı: 19-20.)
sağlamaktır.
İslam Düşüncesi’nin Doğuşuna Zemin Hazırlayan Unsurlar
1- Nas
İslam Düşüncesi’nin doğmasında İslami nassın ilme ve düşünceye vermiş
olduğu önemin çok büyük bir etkisi vardır. Özellikle bilgi edinme konusunda
İslam’da rasyonel düşünmenin, deney ve gözlemin son derece önemli bir yeri
vardır. Nitekim Kur'an'da düşünme etkinliği bağlamına göre; nazar, re'y, tefekkür,
tezekkür, tedebbür, itibar ve akıl kelimeleriyle ifade edilmiştir. Bu amaçla Kur’an-ı
Kerim’de bu etkinlik ve türevleri yüz elli kadar yerde zikredilmiştir. Örneğin “… Biz
ayetleri düşünen bir toplum için ayrıntılı olarak açıkladık.” (En’am, 6/126); “Aklınızı
kullanacağınız umulur.” (Bakara, 2/73) gibi ayetler bunu açıkça ortaya
koymaktadır.
Diğer taraftan İslam, sorgulayarak, entelektüel bir çabayla, rasyonel ve
deneysel bilgiye dayanarak kendinin benimsenmesini ister. Bunu şu ayetlerden
Felsefe insana pratik bir
yarar sağlamaktan çok,
insanın bilme, anlama ve
gerçeği görebilmesini
sağlayarak dış olaylar
karşısındaki insanın insan
olarak tavrını yeniden
ortaya koymayı amaçlar.
kolayca çıkarmak mümkündür;
Doğrusu, göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün gidip
gelmesinde, insanlara yarar sağlayan şeyleri denizde taşıyan gemilerde,
Allah’ın gökten indirip, ölümden sonra yeri kendisiyle dirilttiği suda ve
orada yarattığı her türlü canlıda, rüzgârları ve gök ile yer arasında
yürütülen bulutları yönetmesinde, aklını kullanan toplumlar için belgeler
(deliller) vardır.” (Bakara, 2/164).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
İslam Düşünce Tarihinin Tanımı Alanı Kaynakları Ve Doğuşu
Diğer taraftan İbn Rüşd, Faslu’l-Mâkâl isimli eserinde felsefe yapmanın
şeriatın, Kur’an’ın emri olduğunu ifade etmektedir. Buna dayanak olarak ise şu
ayetleri göstermektedir:
“Bu insanlar devenin nasıl yaratıldığına, göğün nasıl yükseltildiğine, dağların
nasıl dikildiğine, yerin nasıl yayıldığına bir bakmazlar mı?” (Gaşiye, 88/17-20).
Yine İbn Rüşd, “Ey akıl sahipleri ibret alınız.” ayetindeki “ibret alınız.”
ifadesini, hem akli hem de dinî kıyasın farz kıldığınının delili olarak algılamaktadır.
(İbn Rüşd, 1992: s. 64).Dolayısıyla düşünce üretmek, akli çıkarımlarda bulunmak,
İslam’ın bir emri olarak kabul edilmiştir.
Allah, her şeyin yaratıldığını ve yaratılanların bir yaratıcısının olduğunu
bildirdikten sonra inanmayanlara, akıllarını ve duyularını dış dünyaya çevirmelerini,
dış dünyadaki nesneler üzerinde düşünmelerini istemektedir. Zira bu düzene,
varlıklara bakıp sağlıklı bir akılla düşünen insanın evrenin bir yaratıcısının olduğunu
bulabileceğine işaret ediyor. Bu şekilde düşünmeyi önceleyen bir yaklaşımla
gelişen düşünme eylemleri, felsefi bir eylem olarak takdim edilebilir.
Özellikle İslam Peygamberi Hz. Muhammed’in vefatına kadar Müslümanlar
her türlü problemlerini ya da merak ettikleri hususları nassa dayalı çözme fırsatına
sahiplerdi. Müslümanlar, Hz. Peygamber’in çözüm getirdiği bir problemi başka
kaynaklara dayanarak çözme ihtiyacı duymuyorlardı.
Hz. Peygamber’in vefatından sonra önemli bir otorite ve ihtiyaçlara çözüm
üreten bilgi boşluğu oluşmuştur. Bu sebeple insanlar Hz. Peygamber’den sonra
kendi akıl ve müktesebatlarını daha yoğun olarak kullanmaya başlamışlardır. Daha
sonra ortaya çıkan dinî ve siyasi bölünmeler ve Müslümanların bu meseleleri
yorumlamaya çalışmaları, akli tartışmaların başlamasına neden olmuştur. İslam
dünyasındaki ilk ciddi siyasi ayrılık halifeliğin iki güçlü adayı Hz. Ali ile Muaviye
arasındaki mücadele sonucu ortaya çıkmıştır. (Fahri, 1992: s. 41). İşte bu ve bunun
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
İslam Düşünce Tarihinin Tanımı Alanı Kaynakları Ve Doğuşu
gibi olaylar İslam’da akli veya felsefi diyebileceğimiz bir düşüncenin başlamasına
önemli ölçüde zemin hazırlamıştır.
VII. yüzyıldan itibaren İslam dünyasında önemli tartışmalar olmuştur. Bu
tartışmalarda “Halku’l-Kur’an”, “büyük günahlar”, “hilafet”, “kaza, kader ve
irade” meselesi gibi konular ele alınıyordu. Bu problemlerin yorumu sonucu
Hz. Peygamber’in
vefatından sonra ciddi bir
bilgi otoritesi boşluğu
olmuştur.
Cebriye, Kaderiye, Mutezile gibi farklı anlayışlar ortaya çıkmıştır.
Yukarıda zikredilen anlayışlardan Mutezile, akla güvenen ve aklı ön
planda tutan tavrıyla yeni düşüncelerin ve felsefelerin doğuşunda oldukça etkili
olmuştur. Gittikçe Kaderiye’den ayrılan Mutezile, Helenistik ve Yunan felsefelerinin
de etkisiyle felsefi bir mahiyet kazanmıştır. Bunlara ilaveten Mansur ve Me’mun
dönemlerindeki tercümeler sonucu, saf felsefi düşünceye yönelen Müslüman
düşünürler ortaya çıkmaya başlamıştı. (Fahri, 1992: 41-44; Bayraktar, 1988: s.7074) Sonuç olarak Hz. Peygamber’in vefatıyla ortaya çıkan mutlak otorite boşluğu
zamanla büyümüş, özellikle Dört Halife’den sonra saygınlık otoritesinin boşluğu
insanları yeni yeni arayışlara sevk etmiştir. Bu yönelişlerin arasında yeni düşünceler
ve felsefe de kendine yer bulabilmiştir. VII. yüzyılın sonlarına gelindiğinde insan aklı
daha fazla düşünce üretmeye başlamış, belki de buna mecbur kalmıştır.
(Günaltay, 2001: s. 61–78).
2- Orta Doğu’nun Kültürel Tarihi ve İslam Coğrafyasının
Genişlemesi
Yemen’e vali olarak
gönderilen Muaz b.
Cebel’e Hz. Peygamber’in
söylediği sözleri ihtiva
kültürel ve dinî geçmişe sahipti. Pek çok din ve medeniyetin doğup geliştiği
eden hadis-i şerifi bulunuz
ve tartışınız.
İslamiyet’in ortaya çıktığı bölge olan Orta Doğu bilindiği gibi önemli bir
bir coğrafya idi. Hz. Peygamber’in vefatından hemen sonra yapılan fetihler
sonucu İslamiyet farklı kültür ve düşüncelerle karşılaştı. Kısa sürede İslam
coğrafyasının sınırları oldukça genişledi. Bu bölgede farklı din ve kültüre
mensup milletlerle birlikte yaşanmaya başlandı. Bu durum da yeni fikir ve
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
İslam Düşünce Tarihinin Tanımı Alanı Kaynakları Ve Doğuşu
düşüncelerin tartışılmasına yol açmıştır.
3- Akdeniz Havzasının Coğrafi ve Ticari Konumu
Orta Doğu o günkü şartlarda dünyanın ticaret merkezi konumundaydı.
Dolayısıyla bu coğrafya, farklı kültür ve düşüncelerin buluştuğu, yoğrulduğu bir
yerdi. Bu ortamda Müslümanlar yabancılara İslam’ı anlatmak istedikleri gibi, kendi
değerlerine yapılan eleştirilere de yanıt verme çabası içinde oluyorlardı. Bunu
yaparken de kullanılması gereken en uygun yöntem, felsefe ve rasyonellik
olmuştur. Aynı şekilde Batı’dan İslam dünyasına gelen mütefekkirler, buradaki
medreselere öğretmen olarak atandılar. Onlar bu okullarda mantık, felsefe
öğrettiler, kendi düşüncelerini aktarmaya çalıştılar. Bu durumda da Müslümanlar
gerek kendi değerlerini savunmak, gerekse karşı tez üretmek için felsefeye gerek
duymuşlardır.
4- Tercüme Hareketleri
İslam Felsefesi’nin doğuşunda felsefi tercümeler önemli bir yer tutar. İlmî ve
felsefi eserlerin tercümesi, yukarıda da belirttiğimiz gibi, ciddi olarak Abbasi
Halifesi Mansur’un Dönemi’nden itibaren başlamıştır. Halife Mansur ilmî ve felsefi
eserlere ilgi duymuş, mütercimlerin faaliyetlerini desteklemiş ve himaye etmiştir
(Fahri, 1992: s.13).
Halife Me’mun, tercüme büroları kurup felsefe ve diğer akli ilimlerden
yabancı dillerde yazılmış olan eserleri Arapçaya tercüme ettirdi. Bu amaçla ayrıca
Bağdat’ta 830 yılında çok kapsamlı ve fonksiyonel, bilimler akademisi niteliğinde
bir kurum olan “Beytül-Hikme” yi kurdu. (Yâkût, 1907-26: V, 66). Burası büyük bir
ilim merkezi hâline geldi.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
İslam Düşünce Tarihinin Tanımı Alanı Kaynakları Ve Doğuşu
5- İslam Coğrafyasında Bulunan Medreseler
Felsefe ve diğer yabancı kültürlerin İslam dünyasına sirayetinin önemli bir
yolu da medreselerdir. İslam dünyasında felsefenin doğmasının neden olan
medreselerin mühimleri şunlardır; İskenderiye, Urfa ve Nusaybin, Antakya,
Cundişapür ve Bağdat. Bunlara ilaveten gerek Müslüman gerekse İslam dünyasında
yaşayan, fakat Müslüman olmayan, başka dinlere mensup kişilerin felsefi düşünce
ve dinî inançlar üzerinde başta Arapça olmak üzere diğer dillerde yaptıkları özel
inceleme ve araştırmalara da değinilmelidir. İşte bu araştırmalar yoluyla felsefe ile
diğer fikir hareketleri İslam dünyasına girme imkânı bulmuştur. Bu tür araştırma ve
incelemelere en güzel örnek Birunî’nin Sind ve Hind’e yaptığı seyahattir. O, bu
seyahati esnasında buradaki insanların düşünce ve inançları hakkında
incelemelerde bulunmuş ve “Tahkik Mâ-li’l-Hind” isimli eserini yazmıştır.
Müslümanlar, bu eser sayesinde bölge insanının düşüncelerini, kültürünü ve dinî
inançlarını yakından tanıma olanağı bulmuşlardır.
İslam Düşüncesi’nin Fikrî Kökleri
İslam Düşüncesi’nin oluşumunda çeşitli kaynakların katkısı olmuştur. İslam
mütefekkirleri felsefelerini, fikirlerini, düşüncelerini oluştururken, doğal olarak
başka felsefelerden fikirlerden ve kültürlerden yararlanmışlardır. Bu anlamda İslam
Düşüncesi’nin fikrî kaynaklarını iki grupta değerlendirmek mümkündür:
a) Yerli Kaynaklar
Yerli kaynaklardan maksat, Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygamber’in sözleri başta
olmak üzere, İslam kültür ve medeniyetidir. İslam Düşüncesi kapsamında yer alan
hiçbir düşünce, filozof ya da felsefi sistem yoktur ki, bu iki kaynaktan
yararlanmamış olsun. Bütün düşünürlerde, müfessirlerde, mutasavvıflarda ve
filozoflarda bunların izlerini görmek mümkündür.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
İslam Düşünce Tarihinin Tanımı Alanı Kaynakları Ve Doğuşu
Kur’an-ı Kerim’in ve hadislerin İslam Felsefesi’nin kaynaklarından olduğunu
gösteren bir başka delil de, Müslüman düşünürlerin yabancı kaynaklardan aldığı
bilgilerin İslam’ın temel prensiplerine ters düşmesi hâlinde bunları İslamileştirme
yoluna gitmeleridir. Örneğin Yeni Eflatunculuk’tan aldıkları evrenin yaradılışının akli
bir açıklaması olan Sudur Nazariyesi’ni, İslam’daki Allah’ın hür iradesi ile yaratması
prensibiyle uyuşturmaya çalışmışlardır (Bayraktar, 1988: s. 10).Bütün bunlar bize
Müslüman filozofların Kur’an ve Sünnet’ten etkilendiklerini göstermektedir.
İslam Felsefesi sadece saf felsefe ile sınırlı olmayıp, İslami prensiplerin etkisi
de son derece önemli bir yer tutmaktadır. Bu felsefenin adına “İslam” denilmesi,
kaynakları arasında ana kaynak ve esas unsurun İslami prensipler olmasına
dayanır. İslam; insanları, insan aklının ulaşabileceği çeşitli bilgi ve ilimleri ortaya
çıkarmaya sevk ettiği gibi, onları ayrıca sosyal kanunlar ile tabiatla ilgili meseleler
üzerinde düşünme, araştırma ve hüküm çıkarmaya da davet eder. İslam
kültürünün düşünürleri de bu fikrî çerçeve içinde hareket etmişlerdir. Kur'an-ı
Kerim’de ve hadislerde bu türden hedeflere davetler pek çoktur. Bu nedenle İslam
Filozofları “İslam'dan etkilenmiştir.” ifadesini kullanmak dahi istemiyoruz. Çünkü
onlar, zaten İslam kültür ve medeniyeti içinde doğmuş, İslam'ın içinde yetişip
felsefe yapmış düşünürlerdir.
b) Yabancı Kaynaklar
İslam dininin yanı sıra yabancı kültürlerin felsefi mirasları da İslam
Felsefesi’nin oluşmasına kaynaklık etmiştir. Yabancı kültürlerdeki akli ve felsefi
düşünceler, özellikle yukarıda aktardığımız medrese ve tercümeler, bu konuda aktif
rol oynamıştır.
İslam dünyasında felsefe ve kelamın gelişmesi VIII. yüzyılın ortalarında
Abbasiler’in yönetime gelmeleriyle başlamıştır (Macit,1992: s.4). Nitekim birçok
yabancı ilim adamı, özellikle de Suriye’de yaşayan Süryani ve Sabii’lerden birçok
ilim adamı, dinî inançlarına bakılmaksızın, Müslümanların idaresi altında
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
İslam Düşünce Tarihinin Tanımı Alanı Kaynakları Ve Doğuşu
çalıştırılmıştır. Müslümanlar bunlardan öncelikle tıp, astronomi ve matematik gibi
ilimleri öğrendiler. Bu konulardaki eserleri Arapçaya tercümeye başladılar. Ancak
bu dönemde bu ilimlerin felsefeyle iç içe olması ve bu işlerde görev alanların
birçoğunun aynı zamanda da filozof olması felsefenin bu yolla İslam dünyasına
girmesine imkân sağladı. Bu tercümeler sayesinde Müslümanlar kendilerinden
öncekilerin felsefi fikirlerini öğrendiler. Biz burada “yabancı düşünceler” derken,
İslam’dan önceki dönemlerde gerçekleştirilen bütün düşünce hareketlerini kast
etmekteyiz. Çünkü temelinde İslam kültür ve medeniyeti olmayan düşüncelerin
hepsini bu kategoride değerlendirmekteyiz. Bundan dolayı daha sonra İslam kültür
ve medeniyeti kapsamına dâhil olan bazı düşünceleri “yabancı kaynaklar” başlığı
altında değerlendiriyoruz. Bu bağlamda İslam Düşüncesi’nin doğuşuna etki eden,
kaynaklık yapan başlıca yabancı düşünceler şunlardır: Antik Yunan ve Helenistik
Devir Felsefesi; İran Kültür ve Düşüncesi; Hind Kültür ve Düşüncesi; Arap Kültür ve
Düşüncesi; Türk Kültür ve Düşüncesi.
VIII. yy. da Doğu
felsefeyi Batı’dan
öğrenirken,XIII. yy. dan
itibaren de Batı felsefeyi
Doğu’dan öğrenmeye
başlamıştır.
1- Antik Yunan ve Helenistik Devir Felsefesi
V. yüzyılda Batı’da felsefe tamamen yasaklanarak sınır dışı edilmiştir. Sınır
dışı edilen felsefe İslam dinindeki fikir özgürlüğünden yararlanarak Orta Doğu’ya
gelmiştir. Bunun sonucunda felsefeye dair bazı eserler tercüme edilmiş ve böylece
Yunan Felsefesi ile irtibat kurulmuştur. İşte bunların sonucunda da Yunan Felsefesi
İslam Felsefesi’ni çeşitli boyutlarda etkilemiştir. (Bayraktar, 1988: s.61).
İslam dünyasında felsefenin doğuşuna en çok etki eden yabancı kaynak
Klasik Yunan ve Helenistik Dönem felsefeleridir. Filozof olarak ise Sokrates, Platon
(Eflatun), Aristoteles ve Plotinos’un tesirleri diğerlerine oranla daha fazla olmuştur.
Ayrıca Yeni Eflatuncular, Presokratikler, Stoacılık vb. gibi ekollerinin de etkisi
olmuştur.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
İslam Düşünce Tarihinin Tanımı Alanı Kaynakları Ve Doğuşu
2- İran Kültür ve Düşüncesi
İran Düşüncesi’nin İslam Felsefesi’nin doğuşuna iki yönden tesiri olmuştur:
Birincisi Eski İran Düşüncesi’nin kendi öz düşüncesiyle olan etkisi; ikincisi ise, Yunan
Helenistik Felsefi Düşüncesi’yle Hint Düşüncesi’nin İslam dünyasına geçişinde
aracılık etmesidir. Bu iki etki İranlıların Müslüman olması ve Farsçadan yapılan
tercümeler yoluyla gerçekleşmiştir.
İran düşünce ve felsefesinin İslam felsefi düşüncesi üzerindeki etkisi sınırlı
olup, birkaç ahlaki ve hikmetli sözden ibarettir. Bunun yanında İslam’daki felsefi
düşünüşün temel akımlarına yeni nesil İranlı mütefekkir ve filozofların önemli
oranda tesirleri olmuştur Ayrıca Müslümanlar üzerinde en kalıcı etkide bulunan
İran dinlerinin Zerdüştlük ve Mani dinleri olduğunu da ifade etmeliyiz.
3- Hint Kültür ve Düşüncesi
Fetihler sonucunda Hintliler gruplar hâlinde Müslüman olmuş ve Hint
ruhaniyeti ile İslam ruhaniyeti birbiriyle buluşmuştur. Bu bölge ile ilgili en doğru ve
sağlam bilgileri Birunî’nin “Tahkik Mâ-li’l-Hind” isimli eserinden elde etmekteyiz.
Ayrıca İbn Mukaffa’nın yapmış olduğu tercümeler de Hint Düşüncesi’nin
anlaşılmasına katkıda bulunur. Ayrıca Budizm’deki münzevi hayat, tasavvufta etkili
olmuştur. Ayrıca Hint Düşüncesi’nin, Müslümanların ilk zamanlarda önem
verdikleri tıp, hesap ve astronomi alanlarına da tesiri olmuştur.
4- Arap Kültür ve Düşüncesi
Arapların İslam kültür ve medeniyetine sistematik düşüncelerinden ziyade,
özellikle dil ve edebiyat yönünden katkıları olmuştur. Bu manada atasözleri,
vecizeler ile hikemiyat alanlarında etkileri görülmüştür. Bunlara ilaveten Arabistan
yarımadasının Musevilik, Yahudilik, Hristiyanlık, Sabiilik ve Müşriklik gibi birçok
değişik din ve inanca ev sahipliği etmesinden dolayı bunlardan kalan şeyler
vasıtasıyla bir etkilerinden de bahsedilebilir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
İslam Düşünce Tarihinin Tanımı Alanı Kaynakları Ve Doğuşu
5- Türk Kültür ve Düşüncesi
Türkler, zengin maddi ve manevi kültürleriyle, özellikle evrenin var oluşu
hakkındaki teorileriyle; masal, hikâye ve destan gibi anonim eserleriyle İslam
Bu konuya bir örnek
olarak “Aydın, İbrahim
Hakkı, İlk Dönem Türk
Destanlarında İnsan
Anlayışı”, Uluslararası
Türk Bilgisi
Sempozyumu 25-27
Nisan 2007 Erzurum,
Bildiriler Kitabı I, s. 131138” makaleyi okuyup
değerlendiriniz.
Düşüncesi’ni etkilemişlerdir.
Sonuç olarak ifade etmek gerekirse, İslam düşünürleri birer hakikat
arayıcıları olduklarından, onu nerede bulursa bulsun almışlardır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Özet
İslam Düşünce Tarihinin Tanımı Alanı Kaynakları Ve Doğuşu
•Düşünce, insana özgü olan düşünme faaliyeti; iç ya da dış uyarılara yanıt
olarak gelişen, sözlü ya da yazılı olarak başka öznelere aktarılabilen
zihinsel bir üründür. İslam Düşüncesi ise öncelikle Kur’an-ı Kerim’i ve
Sünneti esas alması yanında bazı insani çabalar ve yabancı düşüncelerden
yararlanarak İslam dünyasında üretilen felsefi, akli düşüncedir. Bunun
yanında felsefe ve hikmet kelimeleri İslam düşünce tarihinde genellikle
aynı anlamda kullanılmıştır. İslam filozofları XI. yüzyıldan itibaren felsefe
yerine hikmet kelimesini kullanmışlardır.
•İslam Felsefesi ya da düşüncesi İslam'ın felsefesi değildir. “İslam
Düşüncesi” insan tarafından, İslam’ın temel metinleri ile tarihin içinde
cereyan eden olay ve olguları anlamlandırılan bir düşünce hadisesidir. Yani
dini metinlerin aksine yanlışlığı olabildiği gibi; her zaman geçerliliğini
koruyamayabilir.
•İslam Düşüncesi'nin alanı insanın sahip olduğu ve sahip olmayı
başarabileceği bütün alanları içine alır.
•İslam Düşüncesi'nin amacı, Müslümanları ötekileştirmeden,
kendilerine özgü olan kimliği belirginleştirerek, insan bilincinin İslami
temel naslarıyla, bilim ve teknolojiyle farklı yaşam alanlarında, bireysel
ya da toplumsal ilişkiye girip, anlamlandırma ve uygulama kolaylığı
sağlamaktır.
•İslam Düşüncesi'nin doğmasına başta mutlak bilgi otoritesinin (Hz.
Peygamber) vefatı olmak üzere, İslam coğrafyasında bulunan
medreseler, tercüme hareketleri, İslam coğrafyasının genişlemesi,
Akdeniz havzasının coğrafi ve ticari konumu, Orta Doğu'nun kültürel
tarihi gibi etkenler tesir etmiştir.
•İslam Düşüncesi başta temel İslami kaynaklar olmak üzere, Antik
Yunan ve Helenistik Devir Felsefesi, İran Kültür ve Düşüncesi, Hind
Kültür ve Düşüncesi, Arap Kültür ve Düşüncesi, Türk Kültür ve
Düşüncesi gibi kaynaklardan beslenmiştir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Ödev gönderimi
Ödev
İslam Düşünce Tarihinin Tanımı Alanı Kaynakları Ve Doğuşu
• İslam filozofları geçmiş felsefe birikimine niçin önem
vermişlerdir? Araştırınız ve tartışınız. Oluşturduğunuz metni
yandaki ödev gönderme linkini kullanarak gönderiniz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
İslam Düşünce Tarihinin Tanımı Alanı Kaynakları Ve Doğuşu
DEĞERLENDİRME SORULARI
1. Aşağıdakilerden hangisi İslam dünyasında felsefenin gelişmesine katkı
veren medreselerden biri değildir?
Değerlendirme
sorularını etkileşimli
olarak
cevaplandırabilirsiniz
a) Nusaybin Medresesi
b) Gök Medrese
c) İskenderiye Medresesi
d) Cündişabur Medresesi
e) Harran Medresesi
2. Aşağıdakilerden hangisi düşüncenin tanımı olamaz?
a) Düşünce, düşünme faaliyeti, iç ya da dış uyarılara yanıt olarak gelişen,
zihinsel bir üründür.
b) Düşünce, sözlü ya da yazılı olarak başka öznelere aktarılabilen bir üründür.
c) Düşünce, bilinçli bir şekilde çıkarsama, akıl yürütmeyle oluşan bir üründür.
d) Düşünce,insanın deney ve tecrübeyle oluşturduğu bir üründür.
e) Düşünce; hatırlama, merak etme, hissetme, anlamlandırma, analiz ve
sentez yapma gibi zihinsel faaliyetlerle elde edilen üründür.
3. “Felsefe” kelimesini ilk kez kullanan düşünür aşağıdakilerden hangisidir?
a) Hermes
b) Eflatun
c) Farabî
d) Pythagoras
e) Demokritos
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
İslam Düşünce Tarihinin Tanımı Alanı Kaynakları Ve Doğuşu
4. Aşağıdaki eserlerden hangisi bir Müslüman düşünür tarafından başka bir
coğrafyada yapılan bir inceleme ve araştırma sonucu kaleme alınmıştır?
a) Faslu’l-Makal
b) Tehafütü’l-Felasife.
c) Eş-Şifa
d) Tıbbu’r-Ruhanî
e) Tahkik mali’l-Hind
5. Aşağıdaki kelimelerden hangisi “filozof” kelimesinin karşılığı değildir?
a) Hikmet sahibi
b) Filosofos
c) Sofos
d) Hakem
e) Hakîm
6. Felsefeyi ilk kez “ilkeler ya da ilk nedenler bilimi” olarak tanımlayan
düşünür hangisidir?
a) İbn Sina
b) Aristo
c) Farabi
d) Sokrat
e) Kindî
7. Aşağıdaki düşünürlerden hangisi İslam Felsefesi’nin oluşumunda etkili olan
Yunanlı filozoflar arasında değildir?
a) Sokrates
b) Descartes
c) Aristotales
d) Platon
e) Plotinos
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
İslam Düşünce Tarihinin Tanımı Alanı Kaynakları Ve Doğuşu
8. “İslam Düşüncesi” tanımında ki “İslam” kelimesi, kullanıldığı amaç
bakımından aşağıdakilerden hangisinde doğru ifade edilmemiştir?
a) Bu düşüncenin en önemli kaynağının İslam olması
b) İslam’ın bir dinin adı olduğu kadar, bir uygarlığın ve bir medeniyetin de
adı olması
c) İslam kelimesinin bu dine bağlı bulunan insanların oluşturduğu kültür ve
medeniyeti ifade etmesi
d) İslam kavramının İslam’ın Felsefesi anlayışını vurgulaması
e) Burada ki İslam kelimesinin sıfat olarak kullanılmış olması
9. Aşağıdakilerden hangisi islam düşüncesinin doğuşuna zemin hazırlayan
unsurlardan biri değildir?
a) Tercüme faaliyetleri
b) Düşünürlerin doğup büyüdüğü şehirler
c) Akdeniz havzasının coğrafi ve ticari konumu
d) Orta Doğu’nun kültürel tarihi ve İslam coğrafyasının genişlemesi
e) İslam coğrafyasında bulunan medreseler
10. Aşağıdakilerden hangisi İslam düşüncesine kaynaklık eden yabancı
düşüncelerden biri değildir.
a) Antik Yunan ve Helenistik Devir Felsefesi
b) Arap Kültür ve Düşüncesi
c) Hind Kültür ve Düşüncesi
d) Çin Kültür ve Düşüncesi
e) Türk Kültür ve Düşüncesi
Cevap Anahtarı
1-B, 2-D, 3-D, 4-E, 5-D, 6-B, 7-B, 8-D, 9-B, 10-D
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
İslam Düşünce Tarihinin Tanımı Alanı Kaynakları Ve Doğuşu
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
Abdulvahhab Hallaf, İslam Hukuk Felsefesi, çev. Hüseyin Atay, II. Baskı,
Ankara 1985.
Afifi, A. E., Muhyiddin İbnu’l-Arabi’nin Tasvvuf Felsefesi, çev. Mehmet Dağ,
Ankara 1975, s. 98; Keklik, Nihat, Muhyiddin İbnu’l-Arabi, İstanbul 1966, 35-38.
Ahmed Emin, Duha’l-İslam, Kahire 1964, VII. Baskı, (I-III) III, 18.
Alper, Ömer Mahir “İslam Düşüncesinin Bugün İçin Anlamı Sorunu Üzerine”,
Bilge Adamlar, üç aylık düşünce kültür ve edebiyat dergisi (2008, sayı: 19-20).
Aydın, İbrahim Hakkı, 2000: Fârâbî’de Metafizik Düşünce, İstanbul.
Aydın, İbrahim Hakkı, “İlk Dönem Türk Destanlarında İnsan Anlayışı”,
Uluslararası Türk Bilgisi Sempozyumu 25-27 Nisan 2007 Erzurum, Bildiriler Kitabı I,
s. 131-138.
Aydın, İbrahim Hakkı, “Fârâbî Örneğinde İslam Filozoflarına Harran Okulunun
Etkisi”, I. Uluslararası Katılımlı Bilim Din ve Felsefe Tarihinde Harran Okulu
Sempozyumu 28-30 Nisan 2006 (Bildiriler Kitabı), Şanlıurfa 2006, II, (93-107), 97.
Bayraktar, Mehmet, İslam Felsefesine Giriş, Ankara 1988.
Cevizci, Ahmet, Paradikma Felsefe Sözlüğü, 4. baskı, İstanbul 2000, s. 359.
Cutas, Dimitri, Yunanca Düşünce Arapça Kültür, Çev. Lütfü Şimşek, İstanbul
2003, 59-65.
Fahri, Macid, İslam felsefesi Tarihi, İklim, İstanbul, 1992.
Fârâbî, Ebû Nasr Muhammed b. Tarhan, İhsâu’l-Ulûm, nşr. Osman Emin, II.
Baskı, Kahire 1949, s. 107-108.
Farabî, el- Cem Beyne Ra’yeyi’l-Hakimeyn, nşr. A.N. Nadir, IV. Baskı, Beyrut
1985.
Farabî, el-Cem' beyne Re'yey el-Hakimeyn, Leiden, 1890, s. 25-26.
Farabî, el-Medînetü'l-Fâzıla, Neşreden: Elbir Nasrî Nadir, Beyrut, 1991, s. 5556; Ülken, Hilmi Ziya, Türk Tefekkür Tarihi, I, 182-183; Türker-Küyel, Mübahat,
Aristoteles ve Farabî'nin Varlıkve Düşünce Öğretileri, Ankara, 1969, s. 109-111,
139-165.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
İslam Düşünce Tarihinin Tanımı Alanı Kaynakları Ve Doğuşu
Gazalî, el-Munkızu min ed-Dalâl, Mecmuatu Resâil el-İmamu’l-Gazalî (içinde)
Thk. ve Nşr. Ahmet Şemseddin, Beyrut 1988, s. 32.
Gazalî, el-Munkizu mine'd-Dalal, s. 42.
Günaltay, Şemsettin, Antik Felsefenin İslam Dünyasına Girişi, Sadeleştiren
İrfan Bayın, İstanbul 2001.
Gürsoy, Kenan, Bir Felsefe Mirasımız Var mı? İstanbul 2006, s. 16.
İbn Haldun, Mukaddime, Beyrut Tarihsiz, s. 458; Taylan, Necip, İslam
Düşüncesinde Din Felsefeleri, İstanbul 1994, s.20-21.
İbn Rüşd, 1992: Faslu’l-Makal, Türkçesiyle birlikte nşr. B. Karlığa, İstanbul.
İbn Usaybia, Uyunu’l-Enba fî Tabakati’l-Etıbba, nşr. Nizar Rıza, Beyrut,
Tarihsiz, s. 604.
Karl Jaspers, Felsefe Nedir?, çev. Zeki Eyuboğlu, II. Baskı, İstanbul 1995.
Keklik, Nihat, Muhyiddin İbnu’l-Arabi, s. 52.
Kindî, Risâle fî Hudûdi’l- Eşyâ ve Rusûmihâ, “Felsefe” md., Yuhanna Kumeyr,
el-Kindî, (içinde), Beyrut 1982.
Necip Taylan, 1994: İslam Düşüncesinde Din Felsefeleri, İstanbul.
O’leary de lacy, 1971: İslam Düşüncesi ve Tarihteki Yeri, Çev. H. Yurdaydın –
Y. Kutluay, Ankara.
Olguner, Fahrettin. Türk İslam Düşüncesi Üzerine, İstanbul 2001, s.110.
Russell, B., Dünya Görüşüm, çev. S. Tiryakioğlu, İstanbul 1977, s. 5.
Tatar, Burhanettin, 2009: İslam Düşüncesine Giriş, İstanbul.
Russell, B., The ABC of Relativity, London 1941.
Şahin, Hasan, İslam felsefesi Tarihi Dersleri, Ankara 2000, s. 60.
Türker-Küyel, Mübahat, Aristoteles ve Farabî'nin Varlık ve Düşünce
Öğretileri, Ankara, 1969.
Yâkût, ibn Abdullah er-Rûmî el-Hamevî, İrşâdü’l-erîbe, D. S. Margoliouth (ed.
VII cilt) Leiden, Brill ve London, Luzac, 1907-26, V, s.66.
Yazıcı, Sedat, Felsefeye Giriş, İstanbul 1999.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
İslam Düşünce Tarihinin Tanımı Alanı Kaynakları Ve Doğuşu
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
İSLAM DÜŞÜNCESİNİN
OLUŞUMUNDA SOKRATES
ÖNCESİ FELSEFENİN YERİ
• Giriş
• Sokrates Öncesi Dönem
• Natüralist Dönem
• Plüralist ve Antropolojik
Dönem
• Sokrat Öncesi Dönemin
İslam Felsefesi'ndeki
Yansımaları
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• Sokrat öncesi dönem
felsefesini tanıyabilecek,
• Sokrat öncesi felsefenin
İslam Düşüncesi üzerindeki
etkisini kavrayabilecek,
• Düşünsel üretimlerin
evrensel olduğunu fark
edebilecek,
• Medeniyetlerin birbirlerini
etkilediğini
öğrenebileceksiniz.
İSLAM DÜŞÜNCESİ
TARİHİ
Doç.Dr. Osman ELMALI
ÜNİTE
2
İslam Düşüncesinin Oluşumunda Sokrates Öncesi Felsefenin Yeri
GİRİŞ
Felsefe tarihi, farklı nedenlerle Yunan Düşüncesi’yle başlatılmasına rağmen
bu, Yunan’dan önce felsefe olmadığı anlamına gelmemektedir. Düşünce tarihine
bakıldığında, Yunan Düşüncesi’nden önce veya onunla çağdaş olan bazı fikir
hareketlerinin var olduğu görülür. Bunlar arasında Doğu’da Çin ve Hint, Asya’nın
ortalarında Türk, Afrika’nın kuzeyinde Mısır ve Ön Asya civarında da Babil
medeniyeti ve düşüncesi sayılabilir.
Olay ve olguları
açıklamada mitolojiden
bağımsızlaşan ilk
düşünce Yunan’da
görüldüğü için, felsefe
Yunanla başlatılır.
Ancak bu felsefeler dinî karakter taşımaları, birer ahlak sistemi olmaları ve
mitolojiyle karışmaları yüzünden, felsefe tarihi kaynaklarında konu
edilmemişlerdir. Yunan Düşüncesi’nde, varlık, ahlak, siyaset, insan, Tanrı vb.
problemler daha önceleri dinsel verilerle açıklanmaya çalışılmasına rağmen, m.ö.
altıncı asırdan itibaren dinî dogmalara dayandırılarak değil, gözleme ve bağımsız
akıl yürütmeye dayalı olarak açıklanmaya çalışılmıştır. Felsefede istenen de zaten
budur. Dolayısıyla olay ve olguların açıklanmasında dinden bağımsızlaşarak aklın
kullanılmaya başlaması bu döneme rastladığı ve bunu da ilk defa olarak Yunanlılar
yaptığı için felsefenin Yunanla başlatılması gelenek hâlini almıştır.
Felsefe tarihinin Yunanla başlatılmasının nedenlerinden biri de önceki felsefi
hareketlerin kayıt altına alınmamaları, buna karşın Yunan Düşüncesinin yazılı
kaynaklarla günümüze kadar gelmesidir.
Felsefe tarihi genel olarak İlk Çağ, Orta Çağ, Rönesans, Yeni Çağ ve Çağdaş
felsefe olmak üzere beş dönemde değerlendirilmektedir. İlk Çağ felsefesi Thales’le
başlayıp Roma İmparatorluğu döneminde Hristiyanlığın resmî din olarak kabul
edilmesinden sonra, İmparator Justinianus tarafından Atina’daki felsefe okulunun
kapatılmasına kadar devam eden dönemdir.
Bu dönemin elbette, kendinden sonda gelen düşünce hareketlerine ciddi
etkileri olmuştur. Bu etki, yalnızca Sokrates öncesi felsefenin doğduğu coğrafyayla
sınırlı kalmamış, dünyanın diğer bölgelerindeki birçok fikir hareketi üzerinde
görülmüştür.
SOKRATES ÖNCESİ DÖNEM
Teologlar
Yunan Düşüncesi’nde evren hakkında ilk düşünceyi geliştirenler,
teologlardır. Bunlar, mitolojiden hareketle bir din ortaya koymuşlardır. Bu
teologların en bilinenleri, Homeros ve Hesiodos’tur.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
İslam Düşüncesinin Oluşumunda Sokrates Öncesi Felsefenin Yeri
Homeros
İlyada ve Odisseia destalarının da yazarı olan Homeros, şiirlerinde Tanrı,
evren, insan ve hayat hakkında sorgulamalar yapmayı denemiştir. Yunan Dini’nin
asıl kurucusunun Homeros olduğu söylenebilir. Homeros, Tanrılarla dolu olarak
tasarladığı dünyada, insan iradesinin yerini tespit etmeye çalışmıştır. O, dünyadaki
kötülüğü Tanrılarda değil, insanların kendilerinde aramaları gerektiğini Zeus’un
dilinden aktarmakta, ayrıca yine şiir ve destanlarında ahlaki konular üzerinde de
durmaktadır.
Hesiodos
Hesiodos, Homeros’tan yaklaşık yüz yıl sonra yaşamış olup, Theogonia
isimli kitabından günümüze birkaç parça kalmıştır. Bu kalan kısımlarda geçen
terimlerden biri “khaos”tur. Hesiodos’a göre Tanrılardan bile önce kaos
bulunmaktaydı. Kaos esneyen boşluk, hiçlik, boş mekân ve zaman, kendisinden
bütün varolanların meydana geleceği karmaşa, düzensizlik demektir.
Hesiodos’ta artık yavaş yavaş mitoslardan ayrılma ve bunun yerine aklı
kullanma çabası kendini göstermektedir.
TABİAT FİLOZOFLARI/NATÜRALİST DÖNEM
Milet Okulu
Thales (mö. 625-545)
Thales, o günkü bilim ve felsefenin merkezi sayılan Batı Anadolu kıyılarında
bir şehir olan Milet’te doğmuştur. Mısır, Babil ve Girit’e gitmiş, buralardan bilim ve
felsefe bilgisine katkı sağlayan şeyler öğrenmiştir.
Thales, bugünkü terimlerle tanımlamak gerekirse, fizik (tabiat) ve
astronomiyle ilgilenen bir filozoftur. Thales, varlıkların meydana geldiği “ana
madde” (arche) sorunu üzerinde ilk kez duran ve bunu yaparken de Hesiodos’un
teolojik izahları dışında kendi gözlemlerine dayanarak ve bu gözlemlerini rasyonel
bir tarzda açıklayarak ortaya koyan ilk filozof olarak bilinmektedir. (Aster, 1943:
15,16)
Kendi gözlemlerinden yola çıkan Thales, evrendeki bütün varlıkların ana
maddesinin “su” olduğunu ileri sürmüştür. Ona göre, evrende var olan her şey
suyun değişik şekiller almasından ibarettir. Thales, maddenin yani bütün varlıkların
sürekli olarak şekil değiştirdiğini ve bu değişikliğin maddenin her kısmında içkin bir
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
İslam Düşüncesinin Oluşumunda Sokrates Öncesi Felsefenin Yeri
güç tarafından meydana getirildiğini savunmuştur. Thales’e göre “Yeryüzünde
varolan her şey Tanrılarla doludur.” O, bunu derken muhtemelen, varlığın
meydana geldiğini savunduğu suyun, her şeye canlılık veren bir ilke olmasını ve her
şeyin özünde bulunmasını kastetmiştir.
Anaximandros (mö. 611-546)
Miletli Anaximandros, hem astronomi hem matematik hem de coğrafyayla
ilgilenen bir düşünürdür. Anaximandros ilk kez şimşeğin, depremin, ay ve güneş
tutulmalarının nedenlerini de bulmaya çalışmıştır.
Bütün varlığın kaynağı
olan Aperion, zıttı
bulunmayan yegâne
varlıktır
Anaximandros da Thales gibi “arche” problemi üzerinde durmuştur. Ancak
Anaximandros Thales’ten bir adım daha ileriye gitmiş ve archenin su gibi duyularla
algılanan somut bir yapısının olmadığını düşünmüştür. Bu filozofa göre arche;
sonsuz, sınırsız, tanımlanamayan, var olmamış (ezelî), yok olmayacak olan (ebedî)
ve ne olduğu tam olarak bilinmeyen bir madde olan ‘apeiron’dur. Apeiron, zıttı
bulunmayan yegâne varlıktır. Bütün varlıkların bu apeironda iken hiçbir şekli
bulunmamaktadır. Varlıklar, sonradan apeirondan zıtlar hâlinde çıkarak doğal
durumlarını alır ve tekrar apeirona dönerler. Böylece apeirondan meydana gelen
her varlığın aynı zamanda karşıtı da meydana gelmiş olur ve bu karşıt ile varlıklar
birbirlerini sınırlamış olurlar.
Anaximadros’a göre bütün canlılar başlangıçta suda yaşamaktaydılar ve
tüm evren, suyla kaplıydı. Daha sonra meydana gelen sarsıntılarla yeryüzü şekilleri
oluşunca, yükseklerdeki sular da çekilmeye başladı. Balıklar, suda yaşayan ve tüm
canlıların en ilki olan varlıklardı. Sular çekilince bazı balıklar yükseltilerde kaldılar ve
karada yaşayabilmek için değişikliğe uğradılar. Kanat yüzgeçleri kollara, kuyruk
yüzgeçleri ayaklara dönüştü. Böylece karada yaşayan bütün canlılar, sürekli bir
tekâmüle (evrim) uğrayarak oluştular.
Anaximenes (mö. 585-525)
Anaximenes’e göre
bütün varlığın
temelinde hava
bulunmaktadır.
Anaximenes’e göre arche, hava’dır. Anaximenes’in havayı ana madde
olarak kabul etmesinin nedeni, hayatın devamlılığı açısından taşıdığı önemdir.
Gerek Thales, gerekse Anaximenes, archeyi belirlerken hayat için taşıdıkları önemi
dikkate almışlardır. Anaximenes’e göre hava, hayatın devamlılığı bakımından sudan
daha önemlidir. Çünkü havasız yaşamak mümkün değildir.
Anaximenes, havadan diğer varlıkların nasıl meydana geldikleri konusunda
Thales ve Anaximandros’a göre daha ayrıntılı ve daha somut açıklamalarda
bulunmuştur. Buna göre hava bir yandan yoğunlaşır, diğer taraftan da gevşer.
Havanın yoğunlaşmasıyla önce buhar ve duman, dumanın sıkışmasıyla yağmur ve
su, suyun sıkışmasıyla da çamur, toprak ve taş meydana gelir. Havanın gevşemesi
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
İslam Düşüncesinin Oluşumunda Sokrates Öncesi Felsefenin Yeri
ise ateşi oluşturur. Buna göre doğadaki temel maddeler olan su, toprak ve ateş,
havanın değişik derecelerdeki sıkışma ve gevşemelerinden meydana gelir.
Anaximenes, ana madde olan havadan söz ederek, ruh kavramının
felsefeye girmesine yol açmış ve yine felsefesinde ruha yer vererek, evrende canlı
cansız ayrımına ilk kez temas etmiştir. Ancak, bunu fark eden ilk insan elbette
Anaximenes değildir. Belki o, konuyu felsefi bir problem şeklinde ilk kez ele alan
düşünür olarak kabul edilmelidir. Anaximenes’e göre, nefes alan varlıklar
soludukları hava ile ruh sahibi olmakta ve canlılık kazanmaktadır. Nefes almakla
içine ruh alan canlılar, nefes alamaz duruma gelince canlılıklarını yitirip, son nefesle
birlikte ruhunu da dışarıya çıkarmış olur.
Pythagoras (mö. 590/580-500)
Sisam adasında doğmuş olan Pythagoras, daha sonra Sisam’ı terk etmiş ve
uzun yıllar Finike, Mısır ve Babil’i gezmiş, bu bölgeye ait metafizik öğretileri ve
geometriyi öğrenmiş, sonra İtalya’nın güneyindeki Kroton şehrine yerleşmiştir.
Burada kendi adını taşıyan mistik ve eğitim amaçlı bir topluluk görünümünde olan
tarikatını kurmuştur. Fikirleri âdeta bir din gibi kabul edilmiş, etrafındaki
insanlardan fevkalade saygı görmüş, düşüncelerini ailesi ve öğrencilerine kabul
ettirmiştir. Bundan dolayı Pythagorasçı okulun kurucusudur. Felsefe tarihinde
kendisini philosophos (filozof = hikmeti seven) olarak tanımlayan ilk şahsiyettir.
Pythagoras’ın en önemli yönlerinden biri, reenkarnasyonu öne
çıkarmasıdır. O, bu anlayışını Orphik dinden almıştır. Orfizm, kelime olarak efsanevi
bir şarkıcı olan Orpheus’un adından gelmektedir. (Gökberk, 1980: 31)
Pythagoras,
reenkarnasyona
inanmaktaydı
Orfik dininin inancına göre, insanın bu dünyada sürdürdüğü yaşamın değeri
doğrultusunda, ölümden sonra ruh, yeni bir bedende, yeniden ortaya çıkacaktır. Bu
beden insan, hayvan veya bitki de olabilir. Bu nedenle Pythagoras ve
Pythagorasçılar et yemekten, deri mamulü giymekten, canlı öldürmekten, kurban
kesmekten ve hatta bazı sebzeleri bile yemekten kaçınmışlardır. Çünkü
öldürdükleri hayvan, bir yakınlarının ruhunu taşıyan bir canlı olabilir.
Pythagoras’a göre ruh, bedene hapsedilmiştir. O, insan ruhunu bu
hapishaneden kurtarıp özgür ve mutlak bir ruh hâline getirebilmek için topluluk
üyelerinin uymak zorunda oldukları bir takım ahlak kuralları da geliştirmiştir:
Örneğin tensel hazlardan olabildiğince kaçınmak, namuslu ve dürüst bir hayat
sürmek ve bu yolla ruhu mümkün olduğu kadar arındırmak.
Pythagorasçılar, öğretilerinde dinsel öğelerin yanında arche problemine de
yer vermişlerdir. Pythagoras, bir matematikçi olduğu için öğretisi sayılara dayalı
olup, evreni sayılarla açıklamaya çalışmıştır. Pythagoras, uyumlu seslerle sayısal
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
İslam Düşüncesinin Oluşumunda Sokrates Öncesi Felsefenin Yeri
oranlar arasındaki bağlantıdan hareketle, her şeyin temelinin sayı, evrendeki tüm
oranların sayılardan ibaret olduğunu iddia etmiştir. Yani ona göre arche, sayıdır.
Bütün varlığın esası olarak bir “1” sayısını kabul etmiş, bir olan varlığın da Tanrı
olduğunu ileri sürmüştür. Bu bir sayısından ortaya çıkan diğer sayılar da evrenin,
evrende var olan şeylerin esası, özü ve varlık nedenidir. İnsan da az veya çok
yetkinleşmiş sayılardan ibarettir. Diğer bütün varlıklar da yine belirli ölçülerde
yetkinleşmiş birer sayıdır.
Pythagorasçılar, ilgilendikleri alanlardan biri olan müzikteki perdeleri ilk
defa bilimsel bir temele oturtmaya çalışmışlardır. Uyumlu ses, telin uzunluğu veya
kısalığı ile ilgili olup bir takım sayısal oranlara bağlıdır.
Xenophanes (mö. 570-478)
Xenophanes, bir tabiat bilgini filozof olmaktan çok, Pythagoras gibi bir
yenilikçidir. Yenilikçiliği, din konusundadır. Ancak o, bir din kurucusu değil, bir din
ıslahatçısıdır.
O, Homeros ve Hesiodos’un anlattığı insan biçimli Tanrı anlayışına ve
politeizme karşı çıkmakta ve eleştirmektedir.
Xenophanes, daha çok Homeros’un şiirlerindeki Tanrı anlayışına karşı
çıkmaktadır. Çünkü Homeros’un âdeta portresini çizdiği Tanrılar, insanların yapmış
olduğu tüm kötü eylemleri yapmaktadırlar. Bu Tanrılar, kendi aralarında birbirlerini
aldatır, akla gelmedik entrika, düzen ve hileler gerçekleştirir, hırsızlık, zina gibi yüz
kızartıcı suçları işleyebilir, adam öldürebilir, başkalarının olan şeyleri ellerinden
alabilirler. Bu kötülükleri artırmak mümkündür. Hâlbuki bütün bu eylemler,
insanlar tarafından yapılabilecek olan türdendir.
Xenophanes’e göre tek
Tanrı, sabit ve
değişmezdir, her şeyi
görür, işitir, bilir,
ebedidir, hareket
etmez. Herhangi bir
mekânı yoktur.
Xenophanes, Tanrılar için söylenen bu tarz aşağılayıcı sözleri ahlak dışılık
olarak değerlendirir. Onun bu karşı çıkışı, ilk devir filozofları tarafından bu
efsanelere yönelik yapılan muhalefetin en şiddetlisidir. Diğer taraftan
Xenophanes, bu teologların, Tanrıları insan biçiminde kabul etmelerine de şiddetle
karşı çıkmaktadır. Tanrı’nın insan şeklinde olduğunu kabul eden anlayışa,
“antrophomorfizm” denilir. Xenophanes, bütün ömrü boyunca antrophomorfizme
karşı çıkmış, insan şeklinde Tanrı tasarlanamayacağını kabul etmiştir.
O hâlde Xenophanes’e göre Tanrı, ne insan ne de başka bir varlığın
şeklindedir. Ayrıca Tanrılardan değil, bir tek Tanrı’dan söz edilebilir. Bu tek Tanrı,
sabit ve değişmezdir, her şeyi görür, işitir, bilir, ebedîdir, hareket etmez. Herhangi
bir mekânı yoktur. Bu sebeple Tanrı yer değiştirme ihtiyacı hissetmez. Ama
evrendeki tüm değişmeleri ve olayları yalnız kendi soyut düşüncesi ve gücüyle
düzenler, idare eder.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
İslam Düşüncesinin Oluşumunda Sokrates Öncesi Felsefenin Yeri
Xenophanes, bu tek Tanrı anlayışıyla, Hristiyanlık ve İslamiyet’in getirmiş
olduğu monoteist Tanrı anlayışından biraz daha farklı bir monoteizme ulaşmıştır.
Onun kabul ettiği bu monoteist anlayış, saf ve katıksız bir monoteizm değil, evrenle
iç içe olan bir monoteizmdir ki, bunun felsefi literatürdeki karşılığı “panteizm”dir.
Dolayısıyla insan, baktığı her yerde aslında Tanrıyla karşı karşıyadır. Ancak bu Tanrı,
yaratıcı bir Tanrı değildir, evrenin kendisidir. Buna göre Tanrı evrenle özdeştir ve
evrendeki hareketin nedeni de yine evrende içkin olan Tanrı’dır.
Herakleitos (mö. 535-475)
Herakleitos, zengin bir ticaret şehri olan Efes’te doğmuştur. Yazılarında
gururlu ve kendine güvenen bir tarz ortaya koyan Herakleitos, küçümsediği halk
tarafından anlaşılmak istememiş, yazılarında sıradan halkın anlamayacağı bir üslup
kullanmıştır. Bu yüzden İlk Çağ’ın, anlaşılması en zor olan filozoflarından biri olduğu
için kendisine “Karanlık Herakleitos” denilmiştir.
Herakleitos, yeryüzündeki her şeyin sürekli bir oluş ve akış sürecine tabi
olduğunu ve henüz asıl şeklini almamış bir hâlde bulunduğunu kabul eder. Ona
göre, varlıklar hiçbir zaman kesin şekillerinde değillerdir, sürekli olarak değişirler ve
değişeceklerdir. Herakleitos, evrendeki bu sürekli değişimi meşhur “Bir nehirde iki
kere yıkanılmaz.” sözü ile özetlemektedir.
Not: Buraya
mevsimlerin sürekli
değiştiğini ya da
insanın çocukluktan
yaşlılığa doğru
değişimini gösteren bir
video konulabilir
Buna göre evrende değişmeyen, aynı kalan hiçbir şey yoktur. Her şey
sürekli bir oluş ve değişim içindedir. Bu değişim, olguların devamlı olarak kendi
zıtlarına dönmeleriyle ortaya çıkar. Oluş, zıtların var olmasını gerektirdiği gibi,
zıtların varlığı da oluşu gerektirir. Bu zıtların mücadelesinde her şey sürekli
değişmekte ve aynı kalan hiçbir şey bulunmamaktadır. Bu değişim içerisinde
değişmeyen tek şey, “değişme yasası”dır. (Weber, 1993: 23)
Değişimin ana ilkesi evrenin ruhu (küllî ruh) anlamına gelen Logos’tur.
Logos, işte bu değişimin yasasıdır. Bütün akış ve oluşun getirdiği değişmelere
rağmen her zaman kendi kendisinin aynı kalan, evrendeki bütün olgulara egemen
olan Logos’tur. Logos, bağlantılı ve anlamlı söz manasında olduğu gibi, akıl
anlamında da kullanılır.
Herakleitos, Logos ile Tanrı’nın aynı olduğunu da kabul eder. Böylece Tanrı
evrende içkin olan ve evreni düzenleyip idare eden Logos’un kendisi olmaktadır.
Evrendeki değişim ve oluş, insanın Logos’tan aldığı akıl tarafından algılanır.
İnsanın Logos’tan aldığı pay, bu algılamadaki dereceyi gösterir. Duyular ise,
evrende bir değişim olduğunun farkında değildir.
Buna göre Herakleitos,” iki evren” anlayışından ilk kez söz eden filozof
olmuştur. Bunlardan birincisi, “gerçek evren”dir. Sürekli değişim hâlinde olan bu
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
İslam Düşüncesinin Oluşumunda Sokrates Öncesi Felsefenin Yeri
evreni akıl anlayabilir. İkincisi ise “görünüş evreni”dir. Bu, değişmeyen, hep aynı
kalan maddelerden oluşuyor gibi görünür. Evrenin sürekli durağan gibi görünmesi,
tamamen duyuların yanlış algılamasının bir sonucudur. Oysaki akıl bize gerçeği,
yani evrenin sürekli bir akış içinde bulunduğunu ve evrenin gerçek görünüşünün
nasıl olduğunu gösterir. Bu sebeple her zaman akla uymalı, duyuların aldatıcılığına
karşı uyanık olmalıyız. Buna göre Herakleitos, bilgi konusunda akılcı bir yaklaşım
ortaya koymaktadır.
Parmenides (mö. 540- 450?)
Eserlerindeki üsluptan anlaşıldığı kadarıyla Parmenides, hem
Xenophanes’ten hem de Pythagoras’tan etkilenmiştir. Ancak onun asıl etkilendiği
filozof şüphesiz Herakleitos’tur. Parmenides, Herakleitos’un sürekli değişim
düşüncesine karşı çıkmış ve onun düşüncelerini yalanlamak ya da yanlış olduklarını
ispat edebilmek için çabalamıştır. Dolayısıyla Herakleitos’tan etkilenmesi,
doğrudan değil, dolaylıdır.
Gerçek evren, tek ve
birlikli olan ve asla bir
değişmenin
yaşanmadığı evrendir.
Görünüşler evreni ise,
sürekli bir değişme ve
akış içinde olan
evrendir.
Parmenides, Herakleitos gibi, evreni “gerçek olan” ve “görünüşte olan”
diye ikiye ayırmıştır. Ona göre akıl, çokluğu, hareketi, değişmeyi ve oluşu
reddetmekte, duyular ise bunları kabul etmektedir. Böylece birbirinden tamamen
ayrı iki evren varsaymaktadır. Bunlardan duyuların kavradığı evreni, sahte ve
görünüşte olan evren, yani değişmekte olan evren olarak nitelendirir. Değişmeyen,
kendi kendisiyle aynı kalan evren ise gerçek olan evrendir ve bu evren
Parmenides’e göre küre şeklindedir. Gerçek evren, tek ve birlikli olan ve asla bir
değişmenin yaşanmadığı evrendir. Görünüşler evreni ise, sürekli bir değişme ve akış
içinde olan evrendir. O, akıl ile duyu arasındaki ayrımı kesin olarak ortaya
koymuştur. Ona göre bilgi, yalnızca akılla kazanılabilir. Duyu ve deneyin, bilginin
elde edilmesinde hiçbir değeri ve önemi yoktur. Çünkü duyu ve deney bilgisi,
sanıdan öteye geçmez. Sanı, gerçeğin ve doğrunun aksi olandır. O, gerçek dünyanın
akılla; görünüşler dünyasının ise, duyularla bilineceğini düşünmektedir.
Parmenides’in bütün felsefesini özetleyen düşüncesi, “Varlık vardır, yokluk
ise yoktur.” önermesidir. Parmenides’e göre, varlık ve düşünce aynı şeydir.
Dolayısıyla var olmayan şey düşünülemez ve kavramlarla ifade edilemez. Buna
göre doğru düşünmek, yalnızca var olanı düşünmek demektir. Yani var olmayanı
düşünmek çelişkiye düşmektir. Yok’luğu düşünmenin bir anlamı yoktur. Çünkü
yokluktan varlık çıkmaz. Bir şey ne yokluktan var olabilir ne de hem var hem de yok
olabilir. Bu nedenle çelişkiye, tutarsızlığa düşmeden değişimden bahsetmek, bunu
rasyonel bir temele oturtmak mümkün değildir.
Varlıkta bölünme, çokluk, parça, bütün kavramları da insanın çelişkiye
düşmesine neden olur. Kendinden öncekilerin bu konuda çelişkiye düştüğünü iddia
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
İslam Düşüncesinin Oluşumunda Sokrates Öncesi Felsefenin Yeri
eden Parmenides, onların bir şeyin önce bir şey, daha sonra başka bir şey
olduğunu, yani değişime uğradığını iddia ettiklerini ifade etmiştir. Buna göre, bir
şey bir taraftan parçalardan meydana gelmiştir, diğer taraftan da bir bütündür
demek bu şey hem kendisi hem de kendisinden başka bir şeydir, demekle aynıdır.
Bu, yine apaçık bir çelişkidir.
Öte yandan hareketin var olabilmesi için mekâna ihtiyaç vardır. Bu
durumda iki seçenek söz konusu olabilir: Mekân vardır veya yoktur. Eğer mekân
yoksa zaten hareketten söz etmek saçmadır. Eğer mekânın varlığı kabul edilecek
olursa, o zaman varlığın mekânda hareket ettiğini söylemek, varlığın varlıkta
hareket ettiğini söylemek olur ki, bu da saçmadır. Dolayısıyla varlık; hareketsiz,
ezelî, ebedî ve sürekli kendisiyle aynı kalan bölünmez bir bütündür.
Ona göre varlık, parçalardan meydana gelmiş değildir, bölünmez, değişmez
ve hareketsizdir, bundan dolayı da birdir. Bu ise bir olan Tanrı ile bir ve aynı şeydir.
Zenon (mö. 495- 430)
Zenon, İtalya’daki Elea şehrinde doğmuş olan bir Yunan düşünürü ve
matematikçisidir. Aristoteles tarafından diyalektiğin kurucusu olarak
nitelendirilmiştir.
Zenon, Elea Felsefe Okulunun kurucusu filozof Parmenides’in sistemine bir
şey eklemiş değildir. Sadece onu, İyonya Okulu’na karşı savunmuştur. Zenon ve
hocası Parmenides, kendilerinden öncekilerin aksine bilim adamı olmaktan çok,
birer filozoftular.
Zenon, Parmenides’in öğrencisi, Gorgias’ın hocası ve meşhur bir
mantıkçıdır. Aslında mantık, sofistler tarafından etkileyici bir biçimde kullanılmış
olup, ikna edici esasları içeren ve delilleriyle karşıt düşünceleri zor durumda
bırakan bir özelliğe sahiptir. Her ne kadar mantık ilkeleri ilk kez sofistler tarafından
belirlenmişse de mantıkta oldukça önemli olan ve Pythagorasçılardan geldiği
bilinen sonsuz küçüklük ve sonsuz bölünebilme kavramlarını kendine konu yapan
ve sonsuzluk kavramının zorluklarını göstermeye çalışarak bu kavramın ihtiva ettiği
aporie (çözümlenemezlik-çıkmaz) ve antinomileri (çelişki) ilk defa bulan filozof,
Zenon’dur. Elealı Zenon ürettiği paradokslarla hocası Parmenides’in görüşlerini
desteklemek istemiştir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
İslam Düşüncesinin Oluşumunda Sokrates Öncesi Felsefenin Yeri
PLÜRALİST VE ANTROPOLOJİK DÖNEM
Plüralistler
Plüralist Dönem,
varlığın birden çok
unsura dayandırıldığı
dönemdir.
Antik Çağ’ın Sokrat öncesi son dönemi, Plüralist felsefenin etkili olduğu
yeni bir dönemdir. Bu döneme Plüralist denmesinin nedeni, daha önceki filozofların
maddeyi açıklamak için arche olarak tek bir unsura dayanmış olmalarına rağmen,
bu dönem filozoflarının maddenin temeline birden çok unsur koymalarıdır.
Empedokles (mö. 492-432)
Sicilya adasının güney kıyılarında bulunan Akragas sitesinden olan
Empedokles, tabiat bilimci, hatip, hekim, şair ve din adamı olarak Güney İtalya
sitelerinde yaşamıştır.
Dinî görüşlerini yayma çabasından dolayı Peloponnes’e sürgün edilerek
orada öldüğü iddia edilmekle birlikte, ölümü efsaneleştirilmiştir. Aslında onun
böyle efsanevi bir kişiliğe büründürülmesinde, kendi ifadeleri etkili olmuştur. O,
Empedokles olmadan önce, kız, erkek, kuş, balık, çalı gibi varlıklar şeklinde
yaşadığını belirtmiştir. Böylece Empedokles’in reenkarnasyona inanan bir düşünür
olduğu da anlaşılmaktadır.
Kendisinden sonra
ortaya çıkan sistemli
felsefe döneminde çok
etkili olan “dört unsur
teorisi” (anasır-ı erbaa)
Empedokles’e aittir.
Kendisinden sonra ortaya çıkan sistemli felsefe döneminde çok etkili olan
“dört unsur teorisi” (anasır-ı erbaa) bu filozofa aittir. Bu unsurlar: Toprak, hava, su
ve ateştir. Aslında kendisinden önce gelen filozoflar, bu unsurları tek tek ele alarak
birer arche olarak kabul etmişlerdi.
Hâlbuki Empedokles, bu dört maddenin evrenin meydana gelişinde eşit
olarak etkili olduklarını kabul etmektedir. Empedokles’e göre bu dört unsur farklı
oranlarda bir araya gelerek ya da ayrışarak evrendeki varlıkları meydana getirirler.
Evrende meydana gelen oluş ve değişim, bu unsurların oluşturduğu varlıklarda
gerçekleşir. Unsurlarda ise değişme söz konusu değildir. Toprak, hava, su ve ateş
ne sonradan meydana gelmişlerdir ne de yok olacaklardır. Bunlar ezelî ve ebedî ana
unsurlardır. Dolayısıyla da evrendeki asıl gerçeklik bu dört unsurdur. Bunların bir
araya gelmesiyle oluşan diğer bütün varlıklar ise sonradan meydana geldikleri için,
sonludurlar.
Evrendeki bütün oluş, bu dört unsurun hareketinden ibarettir. Bu hareket
sırasında başlangıcından itibaren değişmemiş ve değişmeyecek olan unsurlar,
birleşir ya da ayrılırlar. Bu birleşme ve ayrılma hareketi esnasında bir şeyler yok
oluyor veya meydana geliyormuş gibi bir yanılgıya düşeriz. Bu, aslında gerçek
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
İslam Düşüncesinin Oluşumunda Sokrates Öncesi Felsefenin Yeri
değildir. Bir şeyin yok olması demek, onun sonsuz küçük parçalara ayrılması
demektir. Meydana gelmesi ise bu sonsuz parçaların bir araya gelerek somut bir
varlık oluşturması demektir.
Ancak bu unsurların kendilerinde, başka varlıkları meydana getirecek bir
güç bulunmadığını kabul eden Empedokles, bu dört unsurdan diğer varlıkların
meydana gelmesini sağlayacak, onları birleştirecek veya ayıracak, içsel olmayan iki
güç kabul etmektedir.
Ona göre evrende egemen olan bu iki güçten biri sevgi, diğeri nefret (kin),
yani ahenksizliktir. Çoğunlukla sevginin kazandığı bu mücadeleyi bazen de nefret
kazanır. Sevgi kazandığı zaman unsurlar bir araya gelip ahenkli ve birlikli varlıklar
meydana getirirken, nefret kazandığı zaman unsurlar kenarlara doğru itilerek birlik
bozulur ve uyumsuzluk gözlenir.
Empedokles’in bu teorisi Zerdüşt’ün Mecusiliğe kattığı iyilik ve kötülük
Tanrıları olan Hürmüz ve Ehriman adındaki iki zıt gücü hatırlattığı gibi, sonradan
bazı düalist düşünürlerin ortaya koydukları fikir ve nazariyelerle de ilişkili
görünmektedir.
Anaxagoras (mö. 500-429)
Anaxsagoras, archenin
bir ya da Empedokles’in
savunduğu gibi dört
tane değil sınırsız
olduğunu
düşünmektedir.
Anaxagoras, bugünkü Urla’da doğmuştur. Anaxagoras’a göre gerçek
anlamda bir var oluş veya yok oluş söz konusu değildir. Evrende yalnızca hareket
vardır. Anaxagoras da kendinden önceki filozoflar gibi, varlığın bir archeye
dayandığı kanısındadır. Ancak Anaxsagoras, archenin bir ya da Empedokles’in
savunduğu gibi dört tane değil, sınırsız olduğunu düşünmektedir. Ona göre ne
kadar varlık varsa, o kadar da unsur (spermata, tohum) vardır. Aynı cinsten,
sayılamayacak kadar çok unsur bir araya gelerek, bir varlığı meydana getirir.
Örneğin et, et unsurlarının; kemik, kemik unsurlarının; kan, kan unsurlarının; deri,
deri unsurlarının… Bir araya gelmesiyle oluşur ve bu farklı oluşların toplanmasıyla
da söz gelimi insan veya hayvan meydana gelmiş olur. Anaxagoras’a göre etin et
olmayan bir unsurdan, kemiğin de kemik olmayan bir unsurdan meydana gelmesi
mümkün değildir. Fakat bu unsurlar doğada tamamen saf hâlde de bulunmazlar.
Aslında her varlık bir karışımdır. Nesnelerin içinde hangi unsurdan fazla varsa, o
nesne o unsurdan oluşmuş sayılır. Buna göre insan veya hayvanın aldıkları
besinlerde bu unsurlar çok küçük olduklarından dolayı gizli bir şekilde bulunmakta
ve insan ya da hayvanın bu besinleri almalarıyla bedenlerindeki et, kemik, tüy, kan
gibi bütünlükleri meydana getirmektedir. Bu görülemeyen sınırsız küçük unsurlar
ezelî ve ebedîdirler. Yani belirli bir zaman dilimi içinde var olan nesneleri, kendileri
öncesiz olan ve yok olmayacak bu unsurlar meydana getirmiştir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
İslam Düşüncesinin Oluşumunda Sokrates Öncesi Felsefenin Yeri
Anaxagoras’a göre kaosu kozmosa dönüştüren bu düzenleyici güç,
düzenleyici ruh, insanın beynindeki kıvrımlardan fikirlerin çıkmasını sağlayan ve
kapalı bir fikirden belirli bir fikir meydana getiren insan zekâsı gibi bir zekâdır. Bu
zekâ sahibi varlığa o, Nous adını verir. Anaxagoras, başlangıçta kaos hâlinde
bulunan evrene, kaosun dışında bulunan Nous’un müdahale ederek belli bir plan
doğrultusunda bir düzen verdiğini belirtmektedir. Ona göre Nous, öncesiz ve
sonrasız bir kuvvet olup, yine kendisi gibi öncesiz ve sonrasız olan unsurları düzene
sokmuştur. Aynı zamanda onun Nous olarak adlandırdığı güç, yaratıcı olmayıp,
yalnızca düzenleyicidir, yani maddi niteliklidir. Nous, bütün varlıklar içerisinde en
ince olanıdır. Diğer bütün varlıklar az çok karışık olmalarına rağmen Nous, mutlak
olarak saftır. Oluşu meydana getiren bütün hareket ise Nous tarafından
başlatılmıştır. Anaxagoras’a göre spermatalarda tam bir ölüm ve doğum söz
konusu değildir. Doğum, bütünden ayrılıp yeni bir varlık şeklinde ortaya çıkmak;
ölüm ise bu birlikli farklılıktan uzaklaşıp bütüne dönmektir.
Demokritos (mö. 460- 371)
Leucippos’un öğrencisi ve atom teorisinin kurucusudur. Bilime ve bilgiye
çok önem veren Demokritos, bir kanıt bulmayı Pers kralı olmaktan daha üstün
saymıştır.
Not: Buraya varlıkatom ilişkisini gösteren
bir resim konulabilir
Bütün varlıklar atomdan
meydana gelmiştir.
Demokritos, düşünce tarihinin bilinçli ilk materyalist ve ateist filozofudur.
Ona göre madde, bölünemeyen ve sayıları bilinmeyen küçük parçacıklardan
meydana gelmiştir ve buna “atom” denmektedir. Atomlar ezelden beri sürekli
hareketli olup devamlı olarak birbirlerine çarparlar, birleşirler, küme teşkil ederler,
birbirlerinden ayrılır ve uzaklaşırlar. Böylece evrendeki oluş ve bozuluş, yani her
şeyin meydana gelmesi veya yok olması bu birleşme ve ayrışmalarla açıklanabilir.
Ne varlığı ne de oluş ve bozuluşu meydana getiren metafizik bir güç vardır. Madde
var edilmemiştir ve ezelîdir. Evrendeki bu oluş ve bozuluş tamamen zorunluluk
kanunları ve mekanik bir işleyişe tabidir. Demokritos’un kendi örneğini verecek
olursak, harmanda saman savrulurken ağır olan buğday taneleri bir yere, daha hafif
olan saman parçacıkları ise ayrı bir yere toplanırlar. Yine deniz kıyısındaki kum
tanecikleri de böyledir. Bu aynı cinsten atomların, bir araya gelerek varlıkları
meydana getirmeleri tamamen mekanik bir zorunlulukla olmaktadır. (Vorlander,
2004: 72)
Atomların bir takım asli özellikleri bulunmaktadır; bu özellikler, sertlik,
büyüklük-küçüklük, şekil ve hareket olup, başlangıçtan itibaren atomla birlikte
bulunan ve sonradan kazanılmış olmayan özelliklerdir.
Atomlar bir araya gelip birlikli bütünler oluşturunca, bu bütünlükte,
atomun aslından olmayan renk, ses, koku, sıcaklık-soğukluk gibi nitelikler açığa
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
İslam Düşüncesinin Oluşumunda Sokrates Öncesi Felsefenin Yeri
çıkar. Bunlar, sadece duyu organlarıyla algılanabilen ve duyu organları olmadan
düşünülemeyen niteliklerdir.
Atomun asıl özelliklerinden biri de hareketli olmasıdır. Tabiata mekanik bir
zorunluluk hâkim olduğu için, atomların hareketleri de mekaniktir. Atomlar, boş bir
mekânda sürekli hareket hâlindedirler. Varlıkların meydana gelişi de bu hareketlilik
sayesinde olur. Atomların ağır olanları aşağı, hafif olanları da yukarı doğru hareket
ederler ve aynı cinsten olan atomlar bir araya gelerek dünyadaki varlıkları meydana
getirirler.
Demokritos, ahlak anlayışında ise oldukça tutarlıdır. Akla dayalı bir ahlak
anlayışı benimseyen Demokritos’a göre insan, aşırı isteklerin esiri olmamalı, ruh
hiçbir korku ve boş inançla veya başka bir takım tutkularla bulandırılmamalı, bazı
isteklerini akılla engellemeyi bilmelidir. İnsan, hayatını ruh dinginliği içinde ve
ölçülü olarak yaşamalıdır. Akıl, duygulardan bağımsız olarak özgür bir şekilde,
gerçek anlamda düşünmeyi sağlayan önemli bir güçtür. Bu bakımdan akıl, değişik
hazlar arasında insan için en güzel ve yararlı olanları ayırabilir. Yapılacak en iyi şey,
elden geldiği kadar hayata sevinç katmak ve az acı duymaktır. Ancak buradaki acı
ve hazdan kasıt, duyusal ve tensel hazların sınırsızlığı değildir. Çünkü ona göre
önemli olan ruhun dinginliğini (ataraxia) ve mutluluğunu (eudaimonia)
gözetmektir. Beden ve duyular, insanın mutlu olmasını sağlamaz. Çünkü mutluluk
için önemli olan bedenin dinginliği değil, ruhun dinginliğidir. Bu nedenle aslında
mutluluk, elde edilmek için çaba gerektirmektedir ve bilgisiz insanların, bedensel
hazları ölçü alanların, mutlu olmaları söz konusu değildir. İnsanın mutlu olması için
aklını kullanması gereklidir. İnsanın bazı tutkuları vardır. Bu tutkularını aklıyla
yenebilir. Bilge olabilmek için tutkulara yenilmemek gerekir ki, bu nedenle ancak
bilgeler mutlu olabilir. Ayrıca mutluluğu elde etmek için ölçü, düzen ve uyum
gereklidir. İnsanın kendisi ve başkalarıyla uyum içinde olması da akıl yoluyla olur.
Demokritos’un insanlık tarihiyle ilgili düşünceleri de oldukça önemlidir. Bu
düşünceleri onun bir tarih filozofu olarak değerlendirilmesine neden olmuştur. O
tarihi, bir hikâyeler bütünü olmaktan öte insanlığın gelişim süreci olarak
görmüştür. Ona göre insanlar erken tarihlerde primitif bir hayat tarzına sahiptiler.
Doğayla doğrudan iç içe olup, doğanın nimetlerinden, diğer hayvanlar gibi
yararlanıyorlardı. Barınma için mağaraları ve ağaç kovuklarını kullanıyorlar ve
gerektiğinde avlanıyorlardı. Ancak zaman içerisinde alet yapıp onu kullanabilen bir
varlık hâline geldiler. Bu aletleri kullanarak yavaş yavaş gelişmeye başladılar.
Doğayı gözlemlemesi insanın bazı icat ve keşifler yapmasına da neden oldu. Bu
süreçte insanoğlunun en büyük icadı ise Demokritos’a göre lisandır.
Demokritos’un insanlık tarihiyle ilgilenmesi; tarihi, bir olaylar yığını olarak
görmemesi, kendisinden sonraki düşünürlerin gözlerini insana ve kültüre, yani
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
İslam Düşüncesinin Oluşumunda Sokrates Öncesi Felsefenin Yeri
insanın ürettiklerine çevirmelerine neden olmuş ve buradan itibaren insan, başlı
başına bir felsefe problemi hâlini almıştır.
Antropolojik Dönem
Antropolojik Dönem’de
düşüncenin merkezine
daha çok insan ve
insana özgü
problemlerin
araştırılması
konulmuştur.
Başlangıcından itibaren Yunan Düşüncesi, tabiat bilgini diyebileceğimiz
filozoflar tarafından doğanın araştırılmasına ve varlığın anlaşılmasına yöneltilmişti.
Bu dönemde büyük çapta varlık felsefesi yapılmıştı. İlk Çağ’ın aydınlanması sayılan
bu yeni dönemde ise düşüncenin merkezine daha çok insan ve insana özgü
problemlerin araştırılması konuldu. İnsanın ancak eğitim yoluyla ilerleyebileceği ve
kendini geliştirebileceği anlayışından yola çıkılarak eğitime ağırlık verildi. Bu görevi
de bir grup Sofist üstlendi.
Sofistler
İlk Çağ’ın aydınlanmacıları olan bu düşünürler, birçok konuyla ve özellikle
de mantıkla bilimsel bir tarzda ilgilenmişler, düşüncelerin analizi yoluyla mantık ve
ikna yöntemlerini kullanmış ve öğretmişler, dolayısıyla da ilk mantıkçılar olarak
kabul edilmişlerdir. Aslında çok sayıda Sofist bulunmasına rağmen bunların en
meşhurları Protagoras, Gorgias ve Prodikos’tur.
Sofistler kendilerinden önceki hiçbir felsefe ekolüne itibar etmemişler,
hatta onların yanlış yolda olduklarını savunmuşlardır. Sofistlere göre kendilerinden
önceki düşünce tarihinde aynı doğruyu savunan iki felsefe ekolü bulunmamaktadır;
ne evren hakkında ne de insan ya da başka bir konuda aynı doğruya ulaşmış iki ekol
bir yana, iki filozof bile söz konusu değildir. Bu nedenle filozoflar, aynı konuda tek
doğruya ulaşamamıştır. Her filozof kendi düşündüklerinin doğru, diğerlerinin yanlış
olduğu kanaatindedir. Dolayısıyla burada hakikatin ne olduğu sorusu ortaya
çıkmaktadır. İşte Sofistlerin üzerinde durdukları en önemli problem budur.
Protagoras (mö. 480-410)
Doğru bir tane değildir.
İnsan sayısınca doğru
vardır.
Protagoras’ın felsefi düşüncelerini en iyi “İnsan her şeyin ölçüsüdür.”
cümlesi ifade eder. Bu cümle anlaşılacağı gibi, bilginin duyularla elde edildiğini ve
gerçekliğin insandan insana değişeceğini anlatmaktadır. Buna göre tek bir gerçeklik
değil, insan sayısınca gerçeklik vardır. Doğru, bir tane değildir. Herkesin doğrusu
kendine aittir. Doğru, kişiye göre şu anda algılanan, duyulan ve istenilen şeydir. Bu
da tam anlamıyla bir rölativizmdir. Bunun diğer bir ifadesi, sübjektivizmdir.
Bu göreci yaklaşım, genel anlamda Sofistlerin, şüphecilikleriyle de
bağlantılıdır. Bunun felsefi literatürdeki adı, septisizmdir. Protagoras’ın kendi
örneğini vererek bunu şöyle açıklayabiliriz: Biri sıcak, öteki soğuk ve üçüncüsü de
ılık su ile dolu olan üç kap düşünelim. Bunlardan bir elimizi sıcak, diğerini soğuk
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
İslam Düşüncesinin Oluşumunda Sokrates Öncesi Felsefenin Yeri
suya koyup bir süre bekleyelim. Sonra ikisini birden ılık suya sokalım. Bu ılık suyu,
sıcak sudaki elimiz soğuk, soğuk sudaki elimiz ise sıcak olarak algılayacaktır. Böyle
bir durumda aynı kişi aynı anda farklı iki algıyla karşı karşıya kalacaktır. Aynı anda
ılık su hem sıcak hem soğuk olamayacağına göre, hangi elimizin doğruyu
algıladığını söylemek mümkün değildir. Bu yüzden de doğru değişkendir, rölatiftir
ve genel geçer bir doğru yoktur.
Protagoras’a göre doğrudaki bu değişkenlik içerisinde bir Sofiste düşen,
görev, kendine göre doğru olan konusunda muhataplarını ikna etmeye çalışması ve
kendi doğrusunu onlara kabul ettirmesidir.
Gorgias (mö. 483- 376)
Gorgias’ın en büyük iddiası, özellikle güzel konuşma (hatiplik)
konusundaydı. O, hocası Zenon gibi hareket ve mekânın yokluğunu iddia etmekle
kalmamış, aynı zamanda varlığın olmadığı düşüncesini de savunmuştur. Bu filozof,
sofistlerin genel tavrına uyarak, hitabet sanatının inceliklerini kullanıp varlığın
yokluğu iddiasını paradoksal ifadelerle savunmuş ve bu yolla muhataplarını
etkilemeye çalışmıştır. Bu yolla varmak istediği nokta ise varlık konusunda bilgiye
ulaşmanın imkânsızlığını ortaya koymaktır. Nitekim Platon, Gorgias adını verdiği
diyaloğunda Gorgias’ı, her türlü felsefenin muhalifi olarak tanıtmaktadır.
Onun varlık konusunda ileri sürdüğü iddialar oldukça farklıdır. Buna göre,
a) Gerçek anlamda varlık yoktur. Bir şey hakkında vardır diyecek olursak,
bunun ya sonradan olduğunu veya öncesiz olduğunu söylemiş oluruz. Bu şey
sonradan meydana gelmiş olsa, ne var olan bir şeyden ne de var olmayan bir
şeyden olmuş olur. Öncesiz de olamaz, çünkü öncesiz olanın sonsuz da olması
gerekir; sonsuz olan ise hiçbir yerde yoktur.
b) Bir şey olsa bile biz onu bilemeyiz. Çünkü biz, dış dünyayı ya algılarımızla
veya aklımızla bilebiliriz. Varlığın algılanması duyularımıza bağlıdır. Oysa Sofistlerin
genel felsefesine göre, duyular her zaman hem yanıltıcı hem de evrenin herkes
tarafından farklı biçimde algılanmasına neden oldukları için, bize gerçeği olduğu
gibi veremezler. Duyular yoluyla ortak bir düşünce oluşturulması mümkün değildir.
Dolayısıyla bizim var sandığımız şey reel değil, sübjektiftir; bir başka ifadeyle o şey,
bize göre, algıya göre vardır. Bu da gerçek bir varlık değildir. Bilme aracı olan
duyular bizi yanılttığına göre, bildiğimizi sandığımız nesneyi gerçekte bilemiyoruz
demektir.
Gorgias’a göre, aklın bir fonksiyonu olan düşünme yoluyla da varlığı
bilemeyiz. Çünkü akılla her türlü şeyi düşünmek mümkündür. Akılla, hiç var
olmayan şeyler bile düşünülebilir. Örneğin su üzerinde yürüyen bir adam
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
İslam Düşüncesinin Oluşumunda Sokrates Öncesi Felsefenin Yeri
düşünülebildiği gibi, hiçbir donanımı olmadığı hâlde havada uçan bir insan da
düşünülebilir. Dolayısıyla düşünme de, tasarlanan şeyin doğru olup olmadığı
konusunda kesin bir ölçü veremez.
O hâlde algılarımız da aklımız da bize varlık hakkında kesin bir bilgi
kazandırmaktan, bir gerçekliğe götürmekten uzaktır. Bu bakımdan bir şey var olsa
bile onu bilemeyiz.
c) Bilsek de başkalarına aktaramayız. Çünkü aktarma vasıtası dildir ve
sözcükler hiçbir zaman varlığın tam karşılığı değildir. Söz gelimi, rengi kelimelerle
anlatmak imkânsızdır. Kaldı ki, tanımlanabilen veya anlatılabilen şeylerin
zihinlerdeki kavramsal iz düşümü de farklıdır. Bir kavram iki farklı insanın zihninde
aynı çağrışımı uyandırmadığı için, varlık hakkındaki bilgimizi bir başkasına
aktaramayız.
Sofistlerin Siyaset Felsefesi
Sofistlerin siyaset felsefesiyle ilgili görüşleri tek doktrinden oluşmaz.
Siyaset felsefesinin her dönemde temel iki doktrini olan ve sonraları felsefe
tarihinde çokça tartışılmış Sözleşme Teorisi ve Kuvvet Teorisi’nin ilk biçimini
Sofistler ortaya koymuşlardır.
Sözleşme Teorisi
Not: Kol kola girmiş
veya ‘bir işi birlikte
yapan insanlar’la ilgili
bir resim konulabilir
Bu teori Protagoras ve Antiphon tarafından ileri sürülmüştür. Teoriye göre,
varlıklar içerisinde dış dünyaya karşı en savunmasız olan varlık insandır. Bu
savunmayı sağlayabilmek için de insanlar âdeta gizli bir sözleşme yapmış gibi bir
araya gelerek çevrenin olumsuz şartlarına karşı bir topluluk oluşturmuşlardır. Bu
topluluk içerisinde giderek bir iş bölümü ortaya çıkmış ve insanlar birbirleriyle
yardımlaşmış, toplum içerisindeki haklardan eşit olarak yararlanma yoluna
gitmişlerdir.
Kuvvet Teorisi
Thrasymachos’a göre
adalet diye bir şey
yoktur, sadece iktidar
için kuvvetli ile zayıfın
yaptığı mücadele vardır.
Kallikles’e göre ise
aslında adalet yoktur,
yalnızca akıllılar ve
aptallar vardır.
Bu teori Thrasymachos ve Kallikles tarafından savunulmuştur.
Thrasymachos’a göre adalet diye bir şey yoktur, sadece iktidar için kuvvetli ile
zayıfın yaptığı mücadele vardır. “Kanun” denilen şey de kuvvetlilerin güçsüzleri
egemenlikleri altına almak için uydurdukları bir iktidar aracıdır. Adalet de
güçlülerin koyduğu kanunlara uymaktan başka bir şey değildir. Buna göre devlet,
iktidar uğrunda yapılan bir mücadelenin ürünüdür.
Kallikles’e göre ise aslında adalet yoktur, yalnızca akıllılar ve aptallar
vardır. Kanun, zayıfların, güçlülerin güçlerini kendilerine karşı kullanmalarını
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
İslam Düşüncesinin Oluşumunda Sokrates Öncesi Felsefenin Yeri
engellemek için uydurdukları hilelerdir. Zayıflar güçlülere güç kullanarak egemen
olamadıkları için böyle bir hileye başvurmuşlardır. Buna göre devlet, zayıfların
güçlüleri yönetimleri altına almak için yaptıkları mücadelenin bir sonucudur.
SOKRATES ÖNCESİ DÖNEMİN İSLAM FELSEFESİNDEKİ
YANSIMALARI
Hiçbir medeniyet
katışıksız ve saf değildir.
Sokrat öncesi
filozofların, birçok İslam
filozofu üzerinde etkisi
bulunmaktadır.
Sokrat öncesi doğa
felsefesinin İslam
Felsefesi’ndeki
yansımaları
Tabiiyyun’da
görülmüştür.
Her tür bilginin kabul gördüğü ölçüde evrensel olduğu ilkesinden
hareketle, medeniyetlerin birbirleriyle çatışma içerisinde olmadığını hatta
birbirlerini etkileyip geliştirdiğini söylemek mümkündür. Tarihte veya bugün hiçbir
medeniyet katışıksız ve saf değildir. Dolayısıyla İlk Çağ Yunan Düşüncesi’nin ve daha
sonrasında gelişen Batı düşünce ve felsefesinin İslam Düşüncesi’ni etkilediğini
söylemek gerekmektedir.
Yunan Düşüncesi’nin İslam coğrafyasında tercüme edilmeye başlanmasıyla
birlikte, bu düşüncenin İslam Felsefesi üzerinde etkisi de söz konusu olmaya
başlamıştır. Yukarıda felsefeleri kısaca ele alınan Sokrates öncesi filozofların, birçok
İslam filozofu üzerinde etkisi bulunmaktadır. Bu etkinin varlık, ahlak, mantık, Tanrı,
bilgi, yani felsefenin hemen hemen her alanında olduğunu söylemek mümkündür.
İslam Felsefesi’nde önemli bir yer tutan ve yüzyıllar boyu medreselerde
okutulan klasik mantığın ilkeleri sistematik olarak Aristoteles tarafından belirlenmiş
olsa da, ilk olarak Sokrates öncesi dönemde ele alınmıştır. Zenon, hareketin,
değişmenin ve bölünmenin olmadığını ispatlayabilmek için tamamıyla mantıktan
hareket etmiştir. Öte yandan Sofistler herkesin kabul edeceği bir doğrunun
olamayacağını, yine belirledikleri mantık kurallarıyla ispatlamaya çalışmışlardır.
İslam düşünce tarihinde Tabiiyyun (doğa felsefecileri) olarak adlandırılan
bazı İslam filozofları, tıpkı Sokrates öncesi doğa filozofları gibi, gözlem ve deneyle
doğayı anlamaya çalışmışlar ve doğaya dayalı bir metafizik kurma çabası içinde
olmuşlardır. İslam düşüncesindeki tabiatçı felsefe, Yunan Felsefesi’nin etkisiyle
mutezile akılcılığının daha da ileriye götürülmesi sonucunda ortaya çıkmıştır.
Örneğin doğa felsefesinin etkisiyle gözlem ve deneye dayalı bir felsefe ortaya
koyan Ebu Bekr Zekeriya Razî, Sokrat öncesi doğa filozoflarında olduğu gibi, evren
ve metafiziğin temelinin beş ilkeden oluşan bir archeye dayandığını savunmuş ve
maddenin ezelî olduğunu kabul etmiştir. (Bayrakdar, 1988: 95) Ayrıca Pytagoras ve
Empedokles gibi Razî de reenkarnasyonu benimsemiş ve canlıların öldürülmesine
karşı çıkmıştır. Yine Pytagorasçı bir ahlak anlayışı benimseyen Zekeriya Razî, gerçek
mutluluğa ulaşabilmek için ruh ve nefsin arındırılması gerektiğini kabul etmiş ve
tensel zevklerden arınmış bir hayatı ideal saymıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
İslam Düşüncesinin Oluşumunda Sokrates Öncesi Felsefenin Yeri
Sokrat öncesi
filozofların bazılarının
savunduğu
reenkarnasyon, bazı
İslam filozoflarını da
etkilemiştir.
Demokritos’un atom
teorisi, birçok İslam
filozofu üzerinde etkili
olmuştur.
Sokrat öncesi bazı
filozoflarda var olan
evrim teorisi, birçok
İslam filozofu
tarafından
benimsenmiştir.
Öte yandan İslam dünyasında İhvan-ı Safa adı verilen felsefe topluluğunda
bulunan Hurufilik ve Cifrcilik olarak bilinen sembolizm, yani harf ve sayıların
arkasında bir takım anlamlar arama düşüncesi yöntem olarak, Pytagoras’ın evrenin
oluşumunun ardında bazı sayısal oranlar aramasına oldukça benzemektedir.
(Bayrakdar, 1988: 98)
Başka bir İslam filozofu olan Serahsî’nin Sofistlerden etkilenmiş olması
muhtemeldir. Çünkü Serahsî de Sofistler gibi aşırı şüpheci ve akılcıdır. Yukarıda
belirtildiği gibi Sofistler herkesin kabul edebileceği bir hakikatin olmadığını
savunmuşlardı. Serahsî ise inanan herkesin üzerinde uzlaştığı doğrular olan dinî
doğruları, aşırı şüpheci bir yöntemle reddetmiş, bu anlamda dinî doğruların
herkesin kabul edeceği doğrular olmadığını öne sürmüştür. Ayrıca İslam
dünyasında Reybiyyun (septikler) olarak isimlendirilen şüphecilere İbnu’l-Mukaffa
ve Ebu’l-Atahiyye’yi de dâhil etmek gerekmektedir. Bu iki düşünür, Sofistleri
çağrıştıracak tarzda dinî doğrular da dâhil olmak üzere her tür “doğru”dan şüphe
edilmesi gerektiğini öne süren düşünceler kabul etmiştir. (Bayrakdar, 1988: 92, 94)
Öte yandan Sofistlerin aşırı rölativizminin, en azından cisim, hareket, zaman ve
mekânla sınırlı ve aşırı olmamak kaydıyla Kindî’de de bulunduğunu söylemek
gerekmektedir.
Hatırlanacağı gibi, Sokrates öncesi dönemdeki en önemli filozoflardan
birisi, materyalist ve ateist olan Demokritos’tu. İslam dünyasında ise kendilerine
Dehriyyun denilen ekolün ileri sürdüğü düşünceler Demokritos’u çağrıştırmaktadır.
Bu ekolün mensubu olan İbn Ravendî de Demokritos gibi, felsefi materyalizmi
benimsemiş, evrenin ve maddenin ezelî olduğunu savunmuştur. Öte yandan aynı
ekole mensup olan ed-Damî de, Demokritos’un düşüncelerine paralel olarak
yaratılışı reddetmiş, insanın hakikate ulaşması için tek rehberin akıl olduğunu ileri
sürmüştür. (Bayrakdar, 1988: 91)
İslam düşünce tarihindeki atomculuğun da yine Sokrates öncesi felsefeye,
özellikle Demokritos’a dayandığı düşünülmektedir. Bu tezi İslam felsefesinde,
çoğusu Mutezile bilgini olan Ebu Huzeyl el- Allaf, el- İskafî, Ebu Ali el- Cubbaî,
Muammer İbn Abbad, Hişam el-Fuvatî, Abbad bin Süleyman ve Ebu Bekr Zekeriya
Razî savunmuşlardır. Örneğin Allaf’a göre madde, atomların bir araya gelmesinden
oluşmuştur. Atomların boy, yükseklik vb. özellikleri olmadığı gibi, onlar bölünmez
ve parçalanmazlar. Atomlar varlığı oluşturmak için hareket edebilir ve
birleşebilirler. Ayrıca atomların renk ve kokuları yoktur. Görüleceği gibi Allaf’ın
atom anlayışı, Demokritos’un atom anlayışıyla hemen hemen aynıdır. (Bayrakdar,
1988: 194)
Sokrates öncesi felsefenin İslam felsefesindeki bir başta etkisi de
Empedokles’in dört unsur teorisidir. İslam düşüncesinde anasır-ı erbaa olarak
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
İslam Düşüncesinin Oluşumunda Sokrates Öncesi Felsefenin Yeri
bilinen, cisimlerin varlığın, dolayısıyla evrenin ateş, hava, su ve topraktan meydana
geldiği düşüncesi örneğin Farabî, İbn-i Sina, Zekeriya Razî ve İbrahim Hakkı
Erzurumî gibi düşünürlerde de görülmektedir.
Farabî evrenin, Tanrı’nın iradesi doğrultusunda dört unsurun birbiriyle
karışımı, birleşimi veya birbirinden ayrılmasından meydana geldiğini söyler. Bazı
farklarla adı geçen diğer filozoflar da Farabî’yle aynı düşünceyi savunmuşlardır.
İslam düşüncesindeki dört unsur teorisinin, Empedokles’in öne sürdüğü teoriden
farkı ise maddenin oluş veya bozuluşunda, bu dört unsuru birleştiren ve ayıran
gücün belirlenmesi noktasındadır. Empedokles bu dört unsuru birleştiren ve ayıran
gücü sevgi ve nefret olarak kabul ederken, İslam filozofları bu gücü Tanrı olarak
belirlemişlerdir.
Bir başka etki ise Pytagoras’ta bulunan, ruhun bedenin hapishanesi olduğu
ve ruhun bedenden kurtulunca asıl özgürlüğüne kavuşacağı düşüncesinin İslam
düşünce dünyasındaki yansımalarıdır. Bilindiği gibi, İslam sufizmi, bireyin benliğini
tamamen yok ederek Tanrı’da yok olması, yani farklılaşmamış ilk birlik hâline
dönerek sonsuzluğa ulaşma ve Tanrı’yla aynı olma düşüncesini içermektedir. Bu
düşünce Sokrat öncesi dönemde Pytagoras’tan başka filozoflar tarafından da
benimsenmiş olmakla birlikte, Hinduizm ve Budizm gibi dinî yapıları bildiği
anlaşılan Pytagoras’ta daha belirgin olarak vardır. İslam dininin ilk dönemlerinde
çok belirgin bir şekilde var olmayan İslam mistisizmi, Yunan Felsefesi’nin
Müslümanlar tarafından tercüme edilmesiyle muhtemelen bu konuda Sokrat
öncesi dönemden etkilenmiştir.
İslam düşünürlerinin Sokrat öncesi dönemden etkilendikleri bir başka konu
ise evrimle ilgilidir. Yukarıda belirtildiği üzere, örneğin Anaximandros gibi filozoflar,
canlıların zaman içerisinde evrildiğini öne sürmüşlerdir. İslam düşünürlerinden
Nazzam, Cahız, Birunî, İhvan-ı Safa, İbn Tufeyl, İbn-i Miskeveyh, İbn-i Haldun ve
daha sayılalabilecek bazıları, bir tür evrim düşüncesinden söz etmişlerdir. Ancak
İslam düşünürlerindeki bu evrim anlayışı elbette kendine özgüdür ve diğerlerinden
farklı tarafları vardır. Örneğin Nazzam’ın meşhur kumun-zuhur teorisine göre
Tanrı, bütün varlıkları içine alan bir öz yaratmış ve diğer bütün varlıklar, zaman
içerisinde bu özden meydana gelmişlerdir; yani evrilerek var olmuşlardır.
(Bayrakdar, 1987: 15, 40-44)
Öte yandan çok daha genel etkilerden söz etmek de mümkündür. Mesela
Pytagoras ve Pytagorasçılar ilk defa müzikteki perdeleri bilimsel olarak ele almış ve
nota bilgisine giden yolu açmışlardı. İslam dünyasında ise gerek dinî alanda gerekse
sanat alanında önemli bestelerin yapıldığını, hatta ezanın bile her namaz vaktinde
ayrı makamlarda okunacak şekilde bestelendiğini göz önüne alırsak, bu genel
etkinin anlamını pekiştirmiş oluruz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
İslam Düşüncesinin Oluşumunda Sokrates Öncesi Felsefenin Yeri
Yine genel bir etki olarak İslam Düşüncesi’nde çok tartışılan “ruh”
kavramının, Sokrat öncesi dönemde Anaximenes ve Demokritos tarafından
incelendiği bilinmektedir. Hatırlanacağı gibi Anaximenes’te ruh, görünmeyen bir
varlığa sahipti ve insanın teneffüs ettiği hava idi; canlılık da ruhun varlığına
bağlıydı; ruhun bedenden ayrılmasıyla da hayat son bulmaktaydı. İslam
düşüncesinde de ruh, benzer şekilde ele alınmıştır. Elbette ruh kavramıyla ilgili
ulaşılan sonuçlar belki farklıdır. Ancak kavramın, İslam düşüncesinin oluşumundan
çok daha önce ele alınması, genel bir etkiyi akla getirebilir.
Özet
Bir başka genel etki de toplum felsefeleriyle ilgilidir. İslam düşüncesinde
Farabî ve İbn-i Haldun gibi filozoflarca tartışılan, toplumun oluşumundaki
teorilerden biri olan Sözleşme Teorisi, ilk defa Protagoras ve diğer Sofist filozoflar
tarafından konu edilmiş ve incelenmiştir.
•İlk Çağ Yunan Felsefesi genellikle Sokrates öncesi ve Sokrates sonrası
olarak adlandırılan iki bölümde ele alınır. Sokrates öncesi dönemin
başlarında daha çok doğa felsefesi yapılmış evren, madde, insan vb.
gözleme, deneye ve usavurmaya dayalı olarak anlaşılmaya çalışılmıştır.
Bu dönemin en önemli problemi, maddenin esasının ne olduğu, yani
arche problemidir. Varlık ve oluşun meydana gelmesinde her filozof farklı
bir faktör öngörmüştür. Varlığın oluşmasının nedenini ararken bazı
filozoflar panteizme, bazıları mistisizme, diğer bazıları da materyalizme
ulaşmıştır. Sokrates öncesi felsefenin sonraki dönemlerinde ise insan,
kültür, toplum ve devletle ilgili kavramlar sorgulanmaya başlamış, yine
gözlem ve usavurma yöntemleriyle belli sonuçlara ulaşılmıştır.
•Bu sonuçlar, felsefenin doğduğu bölgede, daha sonra gelen filozofları ve
felsefeleri etkilediği gibi, farklı coğrafya ve farklı medeniyetlerin
mensuplarınca üretilen düşünceleri de etkilemiştir. Bu çerçevede İslam
felsefesi de bu etkiden nasibini almıştır. Yunan Felsefesi'nin Müslüman
düşünürler tarafından tercüme edilmesiyle, İslam dünyasında yeni fikir
hareketleri ortaya çıkmaya başlamıştır. İlk Çağ Yunan düşüncesinin, İslam
Felsefesi'nin oluşumunda pay sahibi olması, oldukça normaldir. Çünkü
medeniyetler birbirine katkı sağlayarak gelişmişlerdir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
İslam Düşüncesinin Oluşumunda Sokrates Öncesi Felsefenin Yeri
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
İslam Düşüncesinin Oluşumunda Sokrates Öncesi Felsefenin Yeri
DEĞERLENDİRME SORULARI
Değerlendirme
sorularını etkileşimli
olarak
cevaplandırabilirsiniz
1. Varlıkların meydana geldiği ana maddeyi (archeyi) “su” olarak belirleyen
filozof aşağıdakilerden hangisidir?
a) Anaximenes
b) Thales
c) Demokritos
d) Homeros
e) Pytagoras
2.
Aşağıdaki Sokrates öncesi dönem filozoflarından hangisi ruh üzerinde
durmuş ve ruhu “hava” (nefes) olarak kabul etmiştir?
a) Thales
b) Anaximandros
c) Anaximenes
d) Gorgias
e) Zenon
3.
Reenkarnasyona inanan, arche olarak sayıyı belirleyen ve müzikle ilgili
çalışmalar yapan filozof aşağıdakilerden hangisidir?
a) Pytagoras
b) Parmenides
c) Protagoras
d) Anaximandros
e) Kallikles
4.
Evrende sürekli değişimi kabul eden ve “karanlık” lakabıyla bilinen filozof
aşağıdakilerden hangisidir?
a) Thales
b) Parmenides
c) Zenon
d) Pytagoras
e) Herakleitos
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
İslam Düşüncesinin Oluşumunda Sokrates Öncesi Felsefenin Yeri
5.
Sokrates öncesi dönemde, “dört unsur teorisini” savunan filozof
aşağıdakilerden hangisidir?
a) Anaxagoras
b) Parmenides
c) Nazzam
d) Empedokles
e) Herakleitos
6.
Atom teorisini ilk defa ortaya koyan ve ilk materyalist sayılan Sokrates
öncesi dönem filozofu aşağıdakilerden hangisidir?
a) Demokritos
b) Homeros
c) Hesiodos
d) Zenon
e) Gorgias
7. İslam Felsefesi’ndeki “Tabiiyyun” kavramı, Sokrates öncesi için kullanılan
hangi kavramı karşılamaktadır?
a) Plüralizm
b) Reenkarnasyon
c) İnsan felsefesi
d) Kültür felsefesi
e) Doğa felsefesi
8.
Ebu Huzeyl el- Allaf, el- İskafî, Ebu Ali el- Cubbaî, Muammer İbn Abbad,
Hişam el-Fuvatî, Abbad bin Süleyman ve Ebu Bekr Zekeriya Razî gibi İslam
düşünürleri, ilk kez Sokrates öncesi dönemde ortaya konulan, aşağıdaki
hangi akımı savunmuşlardır?
a) Panteizm
b) Reenkarnasyon
c) Evrim
d) Atomculuk
e) Mistisizm
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
İslam Düşüncesinin Oluşumunda Sokrates Öncesi Felsefenin Yeri
9.
Nazzam, Cahız, Birunî, İhvan-ı Safa, İbn Tufeyl, İbn-i Miskeveyh gibi İslam
düşünürleri evrim konusunda, aşağıdaki Sokrates öncesi filozofların
hangisinden etkiledikleri varsayılabilir?
a) Thales
b) Zenon
c) Anaximandros
d) Parmenides
e) Homeros
10. Aşağıdaki filozoflardan hangisinin İslam mistisizminin oluşumunda etkisi
olabilir?
a) Hesiodos
b) Thales
c) Demokritos
d) Zenon
e) Pytagoras
Cevap Anahtarı
1. B, 2. C, 3.A, 4. E, 5. D, 6.A, 7.E, 8.D, 9.C, 10.E
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
İslam Düşüncesinin Oluşumunda Sokrates Öncesi Felsefenin Yeri
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
1. Aster, Ernst Von. (1943). Felsefe Tarihi Dersleri I-İlkçağ ve Ortaçağ Felsefesi, Çev.
Macit Gökberk, İstanbul, Ahmet İhsan Matbaası.
2. Bayrakdar, Mehmet. (1987). İslam’da Evrimci Yaratılış Teorisi, İstanbul, İnsan
Yayınları.
3. Bayrakdar, Mehmet. (1988). İslam Felsefesine Giriş, Ankara, Ankara Ün.Yayınları.
4. Capelle, Wilhelm. (1994). Sokrates’ten Önce Felsefe I (Fragmanlar-Doksograflar),
Çev. Oğuz Özügül, İstanbul, Kabalcı Yayınevi.
5. Capelle, Wilhelm. (1995). Sokrates’ten Önce Felsefe II (FragmanlarDoksograflar), Çev. Oğuz Özügül, İstanbul, Kabalcı Yayınevi.
6. Cevizci, Ahmet. (2001). İlkçağ Felsefesi Tarihi, 3. Baskı, Bursa, Asa Kitabevi.
7. Çetinkaya, Bayram Ali. (2010). İlkçağ Felsefesi Tarihi, İstanbul, İnsan Yayınları.
8. Elmalı, Osman. (2005). “Farabi’de Toplum Felsefesi”, Felsefe Dünyası Dergisi, 42,
113-125.
9. Elmalı, Osman. (2003). “İbn Haldun ve Machiavelli’in Realist Siyaset Kuramları”,
15, 133-142.
10. Erdem, Hüsamettin. (2000). İlkçağ Felsefesi Tarihi, 4. Baskı, Konya, Hü-Er
Yayınları.
11. Fahri, Macit. (1992). İslam Felsefesi Tarihi, 2. Baskı, İstanbul, İklim Yayınları.
12. Gökberk, Macit. (1980). Felsefe Tarihi, 4. Baskı, İstanbul, Remzi Kitabevi.
13. Güngör, Erol. (1996). İslam Tasavvufunun Meseleleri, 6. Baskı, İstanbul, Ötüken
Yayınları.
14. Kenny, Anthony. (2006). Ancient Philosophy, V: I, Oxford, Clarendon Press.
15. Kranz, Walter. (1994). Antik Felsefe, -Metinler ve Açıklamalar-, Çev. Suad Y.
Baydur, 2. Baskı, İstanbul, Sosyal Yayınlar.
16. Kumeyr, Y. (1992). İslam Felsefesinin Kaynakları, Çev. Fahrettin Olguner, 2.
Baskı, İstanbul, Dergâh Yayınları.
17. Leaman, Oliver. (1992). Ortaçağ İslam Felsefesine Giriş, Çev. Turan Koç, Kayseri,
Rey Yayıncılık.
18. Magee, Bryan. (1998). The Story of Philosophy, London, Dorling Kindersley.
19. Özden, H. Ömer. (1990). İslam Felsefesi Tarihi Ders Notları, Erzurum, Atatürk
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayını.
20. Pazarlı, Osman. (1964). Metinlerle Felsefe Tarihi, İstanbul, Remzi Kitabevi.
21. Sena, Cemil. (1974). Filozoflar Ansiklopedisi, İstanbul, Remzi Kitabevi.
22. Solomon, Robert C. - Higgins, Kathleen M. (1996). A Short History of
Philosophy, New York, Oxford University Press.
23. Taylan, Necip. (1991). İslam Felsefesi, 3. Baskı, İstanbul, Ensar Neşriyat.
24. Timuçin, Afşar. (1992). Düşünce Tarihi, İstanbul, BDS Yayınları.
25. Ülken, Hilmi Ziya. (1933). Türk Tefekkürü Tarihi, İstanbul, Matbaa-i Ebuzziya.
26. Vorlander, Karl. (2004). Felsefe Tarihi, Çev. Mehmet İzzet-Orhan Saadeddin,
Sadeleştiren. Yüksel Kanar, İstanbul, İz Yayıncılık.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
İslam Düşüncesinin Oluşumunda Sokrates Öncesi Felsefenin Yeri
27. Weber, Alfred. (1993). Felsefe Tarihi, Çev. H. Vehbi Eralp, İstanbul, Sosyal
Yayınlar.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
26
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
İSLAM DÜŞÜNCESİ’NİN
OLUŞUMUNDA SOKRATES
SONRASI FELSEFENİN YERİ
• Yunan Felsefesi'nin İslam
Dünyasına Girişi
• Sokrates ve Felsefesi
• Platon ve Felsefesi
• Aristoteles ve Felsefesi
• Helenistik Felsefe
• Stoa
• Plotinus ve Felsefesi
• Sokrates ve Sonrası Yunan
Filozoflarının İslam Düşüncesi
Üzerindeki Etkileri
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• Sokrates, Platon, Aristoteles, Plotinus
gibi Yunan filozoflarını tanıyabilecek,
• Bu filozofların nasıl bir düşünce
sistemine sahip olduklarını
anlayabilecek,
• Bu filozofların hangi sebeplerle İslam
dünyasında tanındıklarını görebilecek,
• İslam Düşüncesi'nin nasıl ve hangi
nedenlerle felsefeyle tanıştığını
anlayabilecek,
• Müslüman araştırmacıların bu
filozoflardan nasıl ve hangi sebeplerle
istifade ettiklerini kavrayabileceksiniz.
İSLAM DÜŞÜNCESİ
TARİHİ
Prof.Dr. H. Ömer ÖZDEN
ÜNİTE
3
Allah’a İman ve Tevhid
GİRİŞ
İslam Düşüncesi, dar anlamda düşünüldüğünde Müslüman filozofların
ortaya koydukları felsefi hareketlere verilen ad, şeklinde tanımlanırken geniş
anlamda İslam medeniyetinin hâkim olduğu coğrafyada ortaya çıkan her türlü
felsefi, edebî, tasavvufi, bilimsel faaliyetlere verilen isim olarak
tanımlanabilmektedir. Şüphesiz her faaliyetin etkilendiği bir takım iç ve dış
faktörler bulunmaktadır. İslam Düşüncesi’ne kaynaklık eden iç etkenlerin en
önemlileri Kur’an ve hadisler olarak gösterilirken, dış etkenler olarak da Hint
Düşüncesi, Türk Düşüncesi, Fars Düşüncesi ve en önemli etken olarak da Yunan
düşüncesi gösterilmektedir. Bu etkenlerin bir araya gelmesiyle bir İslam düşüncesi
ortaya çıkmıştır. Hiç şüphe yok ki, İslam Düşüncesi’nin ilk ve en önemli kaynağı
bizzat yine İslam’dır. Kuran’ın ve Hz. Peygamber’in bilim ve tefekkür konusundaki
tutumu bilinmektedir. Ancak bir düşüncenin hem ortaya çıkması hem de gelişip
olgunlaşması için dış tesirlere de ihtiyaç bulunmaktadır. İslam Düşüncesi’nin de
hem teşekkül edişinde hem de gelişmesinde, iç etkenlerin yanı sıra dış etken olarak
Yunan Düşüncesi’nin önemli bir payı vardır.
Tartışma
İslam düşüncesi, İslam
dünyasında meydana
gelen felsefi, dinî,
edebî, bilimsel,
tasavvufi her tür
düşünce hareketinin
adıdır.
Bu ünitede İslam filozofları üzerinde etkili olan Sokrates sonrası Yunan
Felsefesi anlatılarak bu etkilerin hangi konularda olduğu üzerinde durulmaya
çalışılacaktır.
•Felsefenin Yunanla başlayıp başlamadığını tartışabilirsiniz.
YUNAN FELSEFESİ’NİN İSLAM DÜNYASINA GİRİŞİ
Yunan Felsefesi, İslam dünyasına tercümeler yoluyla girmiş ve tanınmıştır.
Yunan filozofları, önce bu tercümelerle tanınmış, sonra da İslam dünyasında
müstakil ve özgün bir İslam Felsefesi oluşmuştur. Aşağıda İslam Düşüncesi’nin
oluşum ve gelişim döneminde etkin olmuş Yunan düşünürlerini ve görüşlerini
kısaca tanıtmaya çalışacağız.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Allah’a İman ve Tevhid
SOKRATES VE FELSEFESİ (mö. 469/470-349):
Sokrates’in kendisi tarafından yazılmış bir eseri yoktur. Onun fikirlerini,
öğrencilerinden ve özellikle de Platon’dan öğrenmekteyiz.
Sokrates, yaşadığı gibi düşünen ve düşündüğü gibi yaşayan, savunduğu
düşünceleri hayatına aktaran, hatta bu uğurda hayatını feda etmekten çekinmemiş
bir filozoftur.
Felsefesinde temel problem olarak insanı ele almıştır. Sokrates, tümel bir
doğrunun bulunabileceğini savunarak, böyle bir bilginin olamayacağını kabul eden
Sofistlerden ayrılmıştır.
Sokrates, bilgiye değer veren bir filozoftur; gerçek bilginin varlığına inanır
ve bu bilginin ahlak duygusu ile de yakın ilgisi bulunduğunu savunur. Ona göre
erdemli olmakla bilgili olmak arasında doğrudan bir bağ vardır. Hiç kimse bilerek
kötülük yapmaz. Buna göre erdemsizlikle de bilgisizlik arasında bir bağ vardır.
Öyleyse Sokrates’e göre erdem nedir? Sokrates’e göre erdem, neyin iyi neyin yanlış
olduğunu bilmektir. Buna göre bilgisiz bir ruh aydınlatılarak bilgisizlikten
kurtarılmak suretiyle düzeltilip erdemli hâle getirilebilir.
Bunun için de insanın ruhunun derinliklerindeki bilginin açığa çıkarılması
gerekir. Sokrates bilginin ortaya çıkarılmasında iki aşamalı bir yol takip eder:
Birincisinde karşısındaki muhatabının hiçbir şey bilmediğini varsayarak ona
bilemeyeceği bazı sorular sorar. Sokrates buna alay anlamında İronik Yöntem der.
Sorular sorduğu kişi bir şey bilmediğine inanınca bu kez onun aslında her şeyi
bildiğini ortaya çıkaracak sorular sorarak ondaki bilgiyi doğurtur. Bu yönteme
doğurtma anlamına gelen Mayotik Yöntem der. Buna göre bilgi, insanın ruhunda
saklı-gizli durumdadır. Asıl olan bu bilgiyi ortaya çıkarabilmektir.
Sokrates’e göre
kötülüğün kaynağı
cehalettir. Kimse
bilerek kötülük yapmaz.
Sokrates, düşünce ile davranış arasında sıkı bir ilgi ve tam bir uyum
bulunduğu kanaatindedir. Erdemin varlığı, bu dünyada mükemmel bir nizamın
varlığının da ifadesidir. Dünyada bulunan bu intizam, ancak iyiliği dileyen bir
Tanrı’nın varlığıyla açıklanabilir.
Dindar bir kişi olan Sokrates, başlangıcından itibaren hayatını yüce bir
kudretin yönettiğine inanmıştır. Yapmış olduğu her işte ve harekette kendisini
uyaran bir sesin varlığını duyan ve hisseden Sokrates, bütün hayatını bu sesin
uyarılarına göre tanzim ettiğini ifade etmiştir. Hayatının her anında, içinden bir
sesin kendisine yol gösterdiğini ve nasıl hareket etmesi gerektiğini hatırlattığını
belirtmiştir. Sokrates, bu uyarıcı sese “Daimonion” adını vermiş ve bu ses sayesinde
kötülüklerden uzak kaldığını, iyiye yöneldiğini belirtmiştir. Sokrates’e göre doğruyu
gösteren, uyaran bu gizli ses Tanrı’nın sesidir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Allah’a İman ve Tevhid
Sokrates, içinde duyduğunu söylediği bu sesin varlığına inandığından dolayı,
dine karşı gelmek, Atina’ya yeni Tanrılar getirmek suçuyla itham edilerek
yargılanmıştır. Çünkü Yunanlıların inandığı Tanrılar, aynı zamanda devletin de
resmî dinini oluşturuyordu. Sokrates’in bu tavrı devletin resmî dinine karşı gelmek
olarak algılanmış ve siyasi bir boyut da kazanmıştı.
Sokrates’in suçlandığı ikinci bir konu da gençleri yoldan çıkarma iddiasıydı ki,
bu da onun gençlerle yapmış olduğu konuşmalarda Sofistlerin yöntemini
kullanmasıydı. Sokrates, her iki konuda da kendisini çok iyi savunmasına rağmen,
mahkûm edilmiş ve baldıran zehiri içirilerek öldürülmüştür.
Sokrates, savunması sırasında ölümden korkmadığını, aksine kendisinin
ölümünden sonra Atinalıları uyaracak biri kalmayacağı için onlara üzüldüğünü
belirtmiştir. O, bu savunması sırasında ölümün, sadece bedenin yok olması demek
olduğunu, insan ruhunun ölümsüz olduğunu ifade etmiştir. İnsan ruhu, bedenin yok
olmasıyla yok olmaz, yaşamaya devam eder. Ölümsüz olan insan ruhu, bedenin
ölümünden sonra yeni vazifelerle donatılmış olarak yaşamaya devam edecek,
önceki hayatında yapmış olduğu iyi fiillerinden dolayı mükâfatlandırılacak, kötü işlerinden dolayı da ceza görecektir.
Sokrates, hayatı boyunca öğrencilerine hep kendileriyle uyumlu olmaları
gerektiğini söylemiş ve bu uyumu hiçbir zaman bozmamaları gerektiğini
anlatmıştır. Mahkemedeki dürüstlüğü ve cesareti, hakkında verilen ölüm cezasına
karşı takındığı tavırla o, ömrü boyunca inandığı, yaşadığı ve telkin ettiği değerlere
daima sahip çıktığını göstermiş ve kendisiyle uyumsuzluğa düşmemiştir.
Öğrencilerinin kendisini hapishaneden kaçırma isteklerini de bu uyumu bozmamak
için reddetmiştir. (Birand, 1964: 34-39; Elmalı-Özden, 2011: 97-103)
Sokratesçi Okullar
Sokrates’in düşüncelerini takip edenlerin oluşturdukları düşünce gruplarına
Sokratesçi Okullar adı verilmiştir. Bunlar Kynik, Kyrene, Megara ve Elis-Eretria
okullarıdır. Bunlar arasında en etkili olanlar Kynik ve Kyrene okullarıdır. Her iki okul
da daha ziyade ahlak alanında görüşler ileri sürmüşlerdir.
Kynikler, hayatı fazlaca dikkate almamayı, pejmürde ve dağınık bir yaşamı,
nerde akşam orda sabah anlayışını tercih eden bir hayat anlayışını dikkate
almışlardır. Mutlu olabilmek için istek ve hazların dizginlenmesini, hatta hazlardan
kaçınılması gerektiğini savunmuşlardır.
Kyreneliler ise aksine hedonist bir ahlakı savunarak hazlara önem verip
acılardan kaçmayı mutlu olmanın yolu olarak göstermişlerdir. Ancak hazzın da
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Allah’a İman ve Tevhid
sonunda acıya dönüşmeyecek olanlarının tercih edilmesini öngörmüşlerdir.(Birand,
1964: 39-42)
PLATON VE FELSEFESİ (mö. 427-347):
Platon, yirmi yaşında Sokrates’in öğrencisi olmuş, bu tanışma hayatının
dönüm noktasını oluşturmuş ve ondan çok şey öğrenmiştir.
Sokrates’in haksız yere ölümünden sonra Atina’dan ayrılan Platon,
maceralı bir seyahat sürecinin sonunda tekrar Atina’ya dönmüş ve burada 387
yılında Akademia adını verdiği ünlü felsefe okulunu kurmuştur. Tam kırk yıl bu
okulda dersler veren Platon, burada matematik, felsefe ve musiki gibi temel
derslere ve eğitime çok önem vermiştir.
İlk Çağ filozofları içinde eserlerinin neredeyse tamamı günümüze kadar
ulaşan Platon’un gençlik döneminde yazdığı eserleri Sokrates’in düşüncelerini
aktardığı ve Sokratesçi bir tavır takındığı diyaloglardır. İkinci dönem eserleri “geçiş
dönemi diyalogları” olup kendi düşüncelerini de öne çıkarmaya başladığı
eserleridir. Platon’un “olgunluk dönemi diyalogları” olarak nitelenen eserlerinde
artık kendi düşünceleri anlatılmaktadır. “İhtiyarlık dönemi diyalogları” ise yeni bazı
düşüncelerini şekillendirdiği eserleriyle, önceden yazmış olduğu bazı düşüncelerini
tekrar gözden geçirerek yazmış olduğu eserlerinden oluşmaktadır. Hepsi çok
önemli olan eserlerinden bazıları Sokrates’in Savunması, Şölen, Devlet,
Kanunlar’dır.
Platon’un, Sokrates’in tesirinden çıktıktan sonra ele aldığı kendine ait
felsefesi, başlıca üç kısma ayrılır: Bunlar; ideler ve varlık nazariyesi, ruhun
ölümsüzlüğü ve devlet hakkındaki düşüncelerinden oluşmaktadır. Şimdi biz
Platon’un bu temel düşünceleriyle birlikte diğer felsefi konulardaki düşüncelerini
de kısaca anlatmaya çalışalım.
Bilgi Anlayışı ve İdeler Nazariyesi
Sofist Protagoras’ın bilgiye sübjektif bir nitelik kazandırmasına karşı çıkarak
objektif bir bilginin var olduğunu kabul etmiştir. Çünkü bilgi, yalnızca algıdan ibaret
değildir. Duyularımız bize sadece görünüşler dünyasının algılarını verir. Algının
bittiği yerde, gerçek bilgi başlar. Fakat gerçek bilgi, görünüşler dünyasından elde
edilemez.
Platon, gerçek bilginin varlığının en önemli delili olarak matematiği
gösterir. Matematik bilgiler, her zaman ve her yerde açık-seçik ve şüpheden uzak
olan doğru bilgilerdir. Dış dünyada gerçek bir üçgen bulunamaz, ama zihnimizde bir
Platon’un Akademisi’nin
kapısında şöyle yazılıdır:
“Matematik bilmeyen
Akademi’ye giremez!”
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Allah’a İman ve Tevhid
üçgen fikri vardır. Platon’a göre gerçek üçgen, insan ruhuna kazınmış olup bu
dünyada onun benzeri görülünce o şeyin asıl üçgene benzediği hatırlanmakta ve
ona üçgen denmektedir. Yani Platon’a göre gerçek bilgi, kavramlı bilgidir. Bu
kavramlı bilgi ise Platon’un kendi ifadesiyle, idelerden kaynaklanır. Bu ideler, yani
kavramlar, tecrübe dünyasından elde edilmiş bilgiler değildir. Ancak görünüşler
dünyasında görülen nesneler, onların aslı olan idelerin hatırlanmasını sağlar.
Öyleyse bilgi aynı zamanda bir hatırlamadır.
Platon’a göre bir ağacın ağaç olduğunu nasıl idelerin bilgisiyle anlıyorsak,
bunun gibi “aynılık, adalet, iyilik ve güzel” denilen şeylere ait kavramlar da böyledir. İyi ya da güzel denilen şey, mutlak iyi veya güzelin bizzat kendisi olmayıp, belki
mutlak iyiye ve güzele az-çok yaklaşan şeydir. Ruh, ideler dünyasında gördüklerinin
benzerlerini, görünüşler dünyasında görüp hatırlar, sonra bunu hüküm verme
gücüyle bir kavram olarak ifade eder. İnsan, ideler dünyasında ruhunun
derinliklerine kazınmış olan asıl varlıkların yansımalarını üzerinde yaşadığımız
görünüşler dünyasında görüp hatırladığı zaman, o varlığın ne olduğunu anlar ve
örneğin “bu, iyidir.” “Bu güzeldir.” diye bir hüküm verir. Eğer daha önceden iyiyi,
güzeli veya üçgeni bilmeseydik, yaşadığımız dünyada gördüklerimizin iyi veya güzel
olduğuna hükmedemezdik. O hâlde Platon’a göre gerçek bilgi, kavramlı ve objektif
olan bilgidir. Bu bilgiye ulaşmada ruhun hüküm verme gücü etkilidir.
Buraya kadar anlattıklarımızdan da anlaşılacağı gibi Platon birbirinden
tamamen farklı olan iki evren kabul etmektedir. Biri her şeyin asıllarının bulunduğu
“ideler âlemi”, diğeri de her şeyin görüntülerinin, yansımalarının veya gölgelerinin
bulunduğu “görünüşler veya gölgeler âlemi”dir.
Platon, bu iki evren anlayışını “mağara benzetmesi” ile açıklar. Buna göre
görünüşler dünyasında yaşayan insanlar, sırtları mağaranın girişine, yüzleri de
duvarına gelecek şekilde oturmuş insanlar gibidirler. Bu mağaradaki insanlar, nasıl
ki dışarıdan içeriye giren ışığın duvara yansıttığı gölgeleri görebiliyorlarsa, üzerinde
yaşadığımız dünyaya da ideler evrenindeki gerçek varlıkların gölgeleri
yansımaktadır. Biz bu asılları hatırladığımız için yansıyan varlıkların ne olduklarını
bilmekteyiz. Ama bunlar, asıl değil, sadece birer gölgeden ibarettir. Asıl varlıklar,
ideler âleminde bulunmaktadır. Ama bu gölgeler âlemi, devamlı olarak ideler
âleminin etkisi altında bulunmaktadır.
İdeler, ezelî ve ebedîdirler. Hâlbuki görünüşler dünyasındaki varlıklar, yok
olmaya mahkûmdurlar. İdeler dünyasındaki uyumlu ve düzenli bir kozmostur. Bu
kozmosun en tepe noktasında “varlık” ve “iyilik” idesi bulunmaktadır.
Erdem, neyin iyi, neyin
kötü olduğunu
bilmektir.
Platon, görünüşler dünyasındaki maddeye ideler âlemine göre şekil veren
bir Tanrı’nın varlığını da kabul etmiştir. Bu Tanrı, yaratıcı değil, Demiurgus adı
verilen şekil verici veya mimar bir tanrıdır. İdeler evreninin en üst noktasında varlık
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Allah’a İman ve Tevhid
idesi bulunur. Platon, idelerin gerçekliğini kabul ettiği için idealizmin kurucusu
sayılmaktadır.(Birand, 1964: 49-53)
Ruh ve Psikoloji Anlayışı
Platon felsefesinde ruhun önemli bir yeri vardır. Belirtildiği gibi bilgi, ruhun
daha önceden var olmasını gerektirir. Buna göre ruh, ideler evreninde daha
önceden yaşamış, ideleri gözlemlemiş ve bu bilgilerle bedene girmiştir. Platon’a
göre ruhun bedenden önce var olduğunun en önemli delili, daha önce gördüğü
ideleri hatırlamasıdır. Ruhun bedenden önce var olduğu düşüncesi, mantıksal
olarak ölümsüz olduğunun da delilidir.
Platon’a göre insan, ruhun ölümsüzlüğüne inanmakla bir şey kaybetmez;
buna inanmak, inanmamaktan daha iyi ve faydalıdır. İtalya’dayken kısmen orphik
inancın etkisinde kalan Platon’a göre bedendeki ruh, kendisini âdeta bir
hapishaneye girmiş gibi hisseder. Ruh, bedende iken ideler âlemini sürekli
hatırlayarak kurtulma ve bağımsız olma arzusu taşımaktadır. Bu bağımsızlık özlemi,
ruhun bir gün eski hayatına döneceği düşüncesine neden olmuştur. Platon, orphik
düşünceden etkilenmesine rağmen ruhun bir bedenden çıkıp başka bir bedene
girmesinden söz etmemiştir. Yani Platon’da tenasüh (reenkarnasyon) anlayışı
yoktur. Aksine Platon, ruhun bedenden ayrıldıktan sonra tekrar ideler dünyasına
döneceğini düşünmüştür.
Platon’a göre ruhun ölümsüzlüğünün bir başka kanıtı da şudur: Ruh,
birleşik bir varlık değil, yalın bir varlıktır. Bir şeyin yok olması demek, birçok
unsurdan meydana gelen bir terkibin dağılması demektir. Beden, birçok unsurdan
meydana gelen bir terkip olduğu için ölümüyle dağılıp yok olmaktadır. Oysa ruh,
yalın bir varlık olduğu için, bedenden ayrıldıktan sonra yok olmamakta, arzuladığı
ilk yaşantısına dönmektedir.
Platon’a göre ruh âdeta bedenin bütününe yayılmış bir varlık olup, üç ayrı
işlevi olan bir bütündür. Bu bakımdan o, ruhun işlevleriyle bedenin bölümleri
arasında bir bağ kurmaktadır. Buna göre ruhun en aşağı işlevi, insanı istemediği
şeylere de sürükleyebilen zorlayıcı anlamındaki ilcalardır ve bedende ayaklara
karşılık gelmektedir. Ruhun bu aşağı özelliği, insanın hazlara olan eğilimini temsil
eder. Ruhun ikinci işlevi, iradedir ve bu da bedendeki kalbe tekabül etmektedir.
Eğer irade ilcaları kontrol altına alabilirse, insan hataya düşmekten kurtulabilir.
Ama eğer irade ilcaların boyunduruğu altına girerse o takdirde yanlıştan
kurtulamaz. Bu bakımdan üçüncü bir ruh işlevine ihtiyaç vardır ki, bu da akıldır.
Platon’a göre ruhun en önemli gücü akıl olup, diğer tüm ruh işlevlerini, akıl kontrol
altına alabilir. Aklın kontrolünde olan insan, aynı zamanda erdemli işler de
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Allah’a İman ve Tevhid
yapabilir. Bu insan, aynı zamanda mutlu insandır. Platon aklın, bedendeki en üst
bölüm olan başa karşılık geldiğini belirtmektedir.(Elmalı-Özden, 2011: 126-128)
Ahlak Anlayışı
Platon, başlangıçta İlk Çağ’ın karakteristik mutçu ahlak anlayışına sahiptir.
O da Sokrates gibi düşünerek ahlakın bilgi ile ilgili olduğunu ve hiç kimsenin bilerek
kötülük yapmayacağını, kötülüğün bilgisizlikten kaynaklandığını kabul eder.
Platon’a göre iradeyle yapılan fillerin asıl gayesi iyiyi istemektir. İyilik
yapmak insanı mutlu kılar, kötülük ise mutsuzluğa neden olur. İyinin ve kötünün ne
olduğunu anlamanın yolu ise erdemli olmaktan geçer. Buna göre Platon’un ahlak
anlayışında temel kavram, erdemdir. Erdem, neyin iyi, neyin kötü olduğunu bilip,
kötüden kaçınmaktır. Asıl erdem, doğruya ve iyiye göre hareket etmektir. Buna
göre erdem ruhun iyi durumda olmasından başka bir şey değildir ve buna
eudaimonia denir. Çünkü erdemin kaynağı bizzat iyi idesidir.
Ona göre insanı özgür, zengin ve huzurlu yapan erdemdir; erdemi
belirleyen de insanın aklıdır. İhtiraslarına boyun eğenler ise hem akıldan uzaklaşmış
olur hem de bu yüzden korku, endişe ve huzursuzluğa düşerler.
Platon’un ahlak anlayışının asıl amacı, insanın Tanrı’ya benzemesidir.
Çünkü Tanrı’da büyüklük, güç, iyilik, güzellik ve gerçeklik fikirleri içkindir. Bunlarla
tam anlamıyla donanmak ancak Tanrı’ya aittir. İnsanlar bunlara belirli oranda
uyarlar. Örneğin Tanrı adildir, adalet ve doğruluk ancak Tanrı’dadır; insan adil
olamaz, ancak adillerden biri olabilir. Platon en yüksek erdem olarak adaleti
görmektedir. Bu en yüksek erdemin ortaya çıkmasına yardımcı olan erdemler ise
devlet anlayışındaki sınıfların varlığını gerekli kılmaktadır ve bu erdemler de ölçülü
olma, cesaret ve bilgeliktir. Adalet erdemini gerçekleştiren insan, olgunlaşmaya
başlamış demektir. Bunun için de insanın, ruhun işlevleri arasında adaleti sağlaması
gerekir. Bilgelik, aklın adaleti; cesaret kalbin adaleti ve ölçülü olmak da duyumların
adaletidir.
Platon’a göre gerçek erdeme, insanın doğuştan getirdiği erdem idesinin
açığa çıkarılması, yani işlenmesi ile ulaşılır. Bilge insanların erdemi işte bu şekilde
elde edilen erdemdir. Oysa sıradan insanlar erdeme ulaşmak için bir çaba
harcamaksızın, alışkanlıklarıyla yaşadıklarından tam anlamıyla bir erdeme sahip
değillerdir.
Platon’un ahlak anlayışında üç husus öne çıkarılabilir. Bunlar en yüksek iyi,
erdem ve bu iki kategorinin içinde gerçekleşebileceği devlettir. En yüksek iyi, ahlaki
davranışın en son amacıdır ve bu en yüksek iyi ise mutluluktur. Bu iyinin tek kişide
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Allah’a İman ve Tevhid
gerçekleşmesi erdemdir. Yine bu iyinin toplum hayatında gerçekleşmesi ise ancak
devlet sayesinde olabilir.(Birand, 1964: 57-58)
Devlet Anlayışı
Platon, devleti bir organizmaya benzetir; mükemmel ve adil devletlerin
mükemmel insanlar yetiştireceği kanaatine ulaşır. Bu bakımdan gençliğinden
itibaren incelediği yönetim biçimlerinin hiçbirinin insanı mutlu etmeye ve adaleti
sağlamaya uygun olmadığı düşüncesinden hareketle hepsinin yanlış olduğunu
savunarak kendine özgü bir devlet anlayışı geliştirmiştir.
Platon’a göre insanları mutlu edecek devlet, ideal devlettir. Bu ideal devlet,
vatandaşları arasındaki iş bölümüne dayalıdır. Bu da belli sınıfları gerektirir. Platon
devletin içindeki yurttaşların üç sınıf olması gerektiğini belirtir. Her sınıfın kendine
özgü bir erdemi bulunmalı ve her sınıf buna uymalıdır. Bu üç sınıf işçiler, bekçiler
ve yöneticilerden oluşur. Bu sınıfların görevleri ve bulundurmaları gereken
erdemleri ise şunlardır:
Platon’a göre devlet, bir
organizma gibidir.
İşçiler sınıfı çalışmak ve itaat etmek zorundadır. Çünkü çalışma olmaksızın
devlet devam etmez. Bu sınıf, kendi aralarında evlenebilir, çoluk çocuk sahibi
olabilir, mülkiyet edinebilirler. Ama bir üst sınıfa geçemezler.
Bekçiler sınıfı bir üst sınıftır ve bunlar devleti her tür tehlikeye karşı
korumak zorundadırlar. Bekçiler, seçkin bir sınıf olup erkek kadın ayırımı olmaksızın
güçlü, güzel, dayanıklı olan herkes bu sınıfa dâhil olabilir. Bu sınıfta görev alanların
bulundurmaları gereken erdemleri, cesaret sahibi olmalarıdır. Çok iyi bir beden
eğitimi alarak bu cesaretleri artırılırken aynı zamanda ruh eğitimi ile de adaletten
ayrılmamaları sağlanır. Görevleri, ideal devleti korumaktır. Bu görevlerini tam
hakkıyla yerine getirebilmeleri için bekçilerin servet sahibi olmaları, mülkiyet
edinmeleri ve kendi aralarında serbestçe evlenmeleri yasaktır. Bekçiler, devletin
seçtiği çiftler tarafından kutsal bir evlendirmeyle evlendirilir, çocukları olunca
ellerinden alınıp kreşe konur, devletçe büyütülür. Evlilik, çocuğun oluşuyla biter.
Her çocuk bütün bekçi kadınları anne, bekçi erkekleri de baba bilirler. Sonra aynı
kişiler başka bekçilerle evlendirilebilirler. Kısacası ideal devlette her şey ortaktır.
İdareci veya yöneticiler de bekçilerin aldığı eğitimlerin yanı sıra felsefe
eğitimi de alırlar. Çünkü ideal devleti ancak filozoflar yönetebilirler. Platon’un
felsefe eğitiminden maksadı, en yüksek iyinin de aralarında bulunduğu idelerin
öğretilmesidir. İdeal devleti gerçekleştirecek olanlar da bu ciddi eğitimi almış olan
filozof hükümdarlardır. İdeal devleti tek bir hükümdar değil, filozofların
oluşturduğu bir aristokratlar zümresi yönetir. Bu heyettekilerin hepsi de filozof
olduklarından, devleti yönetirken kanuna ihtiyaç duymazlar. Onlar, gerek duyulan
her şeyi akılla tespit edip uygularlar. Buna da herkes boyun eğmek zorundadır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Allah’a İman ve Tevhid
İdeal devletin yöneticilerinin de aile hayatları, özel mülkiyetleri ve
servetleri olamaz. İdeal devletin yöneticilerinde bulunması gereken erdem, hikmet
ve felsefe bilmektir. Bunun yanında idarecilerin öğrenmeleri gereken bilimler
arasında âlemdeki genel düzeni tanıtan matematik ile göklerdeki düzeni anlatan
astronomi de bulunmaktadır.
Platon’un bekçiler ve yöneticilerin bazı haklarını kısıtlaması ve
yasaklamasının nedeni, kendi çıkarlarını devletin çıkarlarına tercih etmelerini
önlemek içindir.
Ders anlatım videosunu
izleyiniz
Platon, devlet ile insan arasında bir bağ kurarak devletin büyük çapta bir
insan, insanın ise küçük çapta bir devlet olduğunu belirtmiştir. Ruh görüşünde
insan ruhunun işlevlerini üç kısımda değerlendiren ve insan bedeninin bölümleriyle
eşleştiren Platon, devletin bölümleriyle insan bedenini de eşleştirmiştir. Buna göre
aralarında köleler ve sanatkârların da bulunduğu işçiler sınıfı bedendeki ayaklara;
devletin koruyucusu durumundaki bekçiler bedende göğüse ve özellikle kalbe;
yöneticiler de başa ve özellikle de başta bulunduğunu varsaydığı akla tekabül
etmektedir.
Platon’un ideal devleti, ortak bir yaşantıyı öne çıkaran ve bu anlamda
komünizmin öncüsü sayılan ve tamamen ütopik niteliği bulunan bir anlayıştır.
Zaten Platon, bu devlette yaşayacak olan insan sayısını da çok az ve sınırlı olarak
düşünmüştür. Bu devletin uygulanma imkânının bulunmadığını İtalya’daki
girişimleriyle anlayan Platon, yaşlılık döneminde Nomoi (Kanunlar)adını verdiği bir
kitap daha yazarak bazı görüşlerini daha uygulanabilir hâle getirmeye çalışmıştır.
Örneğin ideal devletteki sosyalist ve komünist anlayışı terk ederek aile hayatı, özel
mülkiyet ve servet edinmenin serbest bırakılmasından yana olduğunu ifade
etmektedir. Yine bu yeni devlet modelinde bir orta sınıf bulunması gerektiğini
savunmaya başlamıştır. Bu yeni devletin ekonomisinin belirlenmesini ve
kanunlarının bulunması gerektiğini de kabul etmektedir. Çünkü bu yeni anlayışında
Platon’a göre insan bir tanrı veya melek olsaydı o takdirde ideal bir devlet
düşüncesi gerçek olabilirdi. Ama insan ne tanrıdır ne de melek. Bu sebeple iktidar
makamının kötüye kullanılmasını önlemenin tek yolu, devletin belli kanunlara göre
yönetilebilmesini sağlamaktır. Hükûmet, yasaların üstünde değil, kontrolünde
olmalıdır.(Erdem, 2000: 223-231)
Din Anlayışı:
Platon Felsefesi’nde ideler doktriniyle dindarlık duygusu, birbirine bağlıdır.
Platon, özellikle Kanunlar adlı eserinde dine büyük önem vermiştir. İdeal devlette
topluluğu şekillendiren gücün bilim ve ideler olduğunu savunurken, bu yeni
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Allah’a İman ve Tevhid
anlayışında her şeyin ölçüsünün ve belirleyicisinin Tanrı olduğunu kabul eder. Buna
bağlı olarak dinî de topluma nizam veren bir kurum olarak görmüştür.
Evrenin bütününde bulunan uyumluluk, aşkın bir zekânın var olduğunun
çok açık delilidir. Esasen idelerin özünü de Tanrı ihtiva etmektedir. Çünkü Tanrı,
mutlak anlamda gerçeklik, bilgelik, güzellik ve adalettir. Ezelî ve ebedî olan Tanrı,
ideler göre dünyayı meydana getirmiştir. Tanrı yine mutlak olarak vardır. Var olmuş
veya var olacak değildir. Çünkü Tanrı, değişmeyen ve mükemmel olan bir varlıktır;
iyiliğin de kendisidir. İyilik idesi ile Tanrı, bir ve aynı şeydir. Tanrı, varlığın ve bilginin
de temelini teşkil eder. Bilge kişi, iyiliğin kendisi olan Tanrı’yı kendisine örnek
almalı ve düşünceleriyle ona benzemeye çalışmalıdır.(Erdem, 2000: 235-238)
ARİSTOTELES (mö. 384-322):
Platon’un öğrencisi olan Aristoteles, Makedonya kralı Philipp’in oğlu
İskender’e özel dersler vermiş, İskender kral olunca onun danışmanlığını da
yapmıştır. Aristoteles, İskender’in İran ve Hindistan’ı kapsayan Doğu seferine
çıkması üzerine Atina’ya dönmüş ve Lykeion Gimnasyum’unda Lykeion adını verdiği
okulunu kurmuştur. Bu okul, bu günkü Lise’nin temelini oluşturmaktadır. Burada
derslerini yürüyerek anlattığı için de Aristoteles düşünce ekolü, Peripatos okulu
olarak tanınmıştır.
Bilim tarihinin ilk sınıflandırıcısı olan Aristoteles, mantık, felsefe ve pozitif
bilimlerle ilgili Organon, Metafizik, Ruh Üzerine, Retorika, Poetika, Nikomakos’a
Ahlak, Politika adlarını taşıyan pek çok eser yazmıştır.
Aristoteles, dikkatli gözlemlerde bulunan bir tabiat bilginidir. O tek tek
varlıklarla ilgilenmiş, onları duyularımızın algılarına yansıdıkları şekliyle bilmek
istemiştir. Bununla birlikte Aristoteles, bu ayrı ayrı varlıkları, genel kavramlar
altında toplamayı deneyerek Platon’la bir noktada birleşmiştir. Ancak Platon, genel
kavramların realitesini kabul ederken; Aristoteles, kavramların realitesini
reddetmiş, kavramların nesnelerle beraber olduğunu benimsemiştir.
Aristoteles’e göre gerçek varlık, elimizle tutup gözümüzle gördüğümüz
varlıklar olup bilimin görevi, onları sınıflamak, sonra da sınıflardan sistemlere
yükselmektir.
Aristoteles, “İlk Felsefe” adını verdiği ve daha sonra “Metafizik” olarak
isimlendirilen eserinin ilk bölümünde kendi zamanına kadarki felsefe tarihini
anlatmıştır. Böylece Aristoteles, ilk felsefe tarihçisi unvanını da almıştır.
Aristoteles’e göre metafizik, genel olarak varlığın bilgisidir; varlığı, varlık
olarak değerlendirmektir. Evrenin ilk ve son nedenlerini araştırmaktır. İlk ve son
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Allah’a İman ve Tevhid
neden Aristoteles’e göre Tanrı olduğu için ilk felsefe aynı zamanda teoloji olarak da
isimlendirilebilir. Yine ilk felsefe genel kavramlara ulaşmayı ve genelin bilgisini elde
etmeyi amaçlamakta olduğuna ve bu da ancak insan tarafından yapılabildiğine
göre bu nokta insanı diğer varlıklardan ayırma noktası olarak görülebilir. Genel
kavramlara ulaşabilen tek varlık insandır ve bu da mantık yoluyla yapılabilir.
Mantık Anlayışı
Yunan filozofları arasında daha önce mantıkla ilgilenenler bulunmasına
rağmen mantığı sistemleştiren ve kurucusu sayılan, Aristoteles’tir. Mantık
konusunda altı kitaptan oluşan Organon’u yazmıştır.
Aristoteles’e göre mantık, felsefenin bir bölümü değil, düşünmenin
yollarını ve yasalarını gösteren temel bir bilgidir. Fakat mantık, aynı zamanda doğru
ve tutarlı düşünceler üretebilmeyi amaçlayan felsefenin de bir organıdır.
Aristoteles mantığının, formel, metodolojik ve ontolojik bir karakteri
bulunmaktadır. Ona göre düşüncenin formları, aynı zamanda gerçekliğin de
formlarıdır. Yani düşünmek, dış dünyadaki varlıkların, zihnimizdeki formlara
uygunluğudur. Dolayısıyla da düşünce, dış dünyadaki varlıkların zihnimizdeki
sübjektif bir yansıması ve suretidir. Nesneler ancak bu suretler vasıtasıyla
kavranabilirler.
Aristoteles’e göre bilmek, objeyi belirli bir kavram grubunun içine
sokabilmek demektir. Bu da hüküm, yani önerme yoluyla olur. Her hüküm veya
önermede bir konu, bir yüklem ve bir de bu ikisini birbirine bağlayan bir bağ
bulunmaktadır. Doğru önerme, konusu ve yüklemi objektif gerçekliğe uygun olarak
birbirine bağlamak demektir; yanlış hüküm de konusu ve yüklemi bu gerçekliğe
uygun olmayacak şekilde bağlamaktır. Aristoteles, önermeleri kullanarak kıyas
yöntemini geliştirmiştir. Kıyas veya anoloji, bilinen bir bilgiden yola çıkıp
bilinmeyen bir sonuca ulaşmak demektir.(Gökberk, 1980: 76-81)
Bilgi Anlayışı
Aristoteles’e göre gerçek bilgi, kaynağını duyu verilerinde bulan kavramlı
bilgidir. Bu, şu anlama gelmektedir: İnsan, Platon’un dediği gibi zihni tam anlamıyla
dolu olarak dünyaya gelmiş değildir. Ancak tamamen boş da değildir. Aristoteles,
insan zihninde bir takım temel prensiplerin bulunduğunu kabul etmektedir. Zihnin
bu temel prensipleri, özdeşlik, çelişmezlik ve üçüncü ihtimalin olmayışı ilkeleridir.
Ancak bu ilkelerin kullanılıp kavramların oluşturulabilmesi için duyuların işletilmesi
gerekmektedir. Duyulardan akla ve zihne gönderilen malzeme, akıl tarafından
işlenip kategorize edilerek hangi kavram altında ifade edileceğine karar verilir.
Bunun için de tümevarım ve tümdengelim gibi bazı mantık yöntemleri de kullanılır
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Allah’a İman ve Tevhid
ve böylece bilgiye ulaşılır. Ulaşılan bilgi dış dünyadaki gerçekliğe uygun ise bu
doğru bir bilgidir, değilse yanlış bilgidir. Kavramlar zihin tarafından üretildiği için
Aristoteles rasyonalist, yani akılcı bir filozoftur.
Metafizik Anlayışı
Aristoteles, Platon’un gerçekliğinden asla kuşku duymadığı idelerin
varlığını kabul etmez. Çünkü Aristoteles’e göre üzerinde yaşadığımız dünya,
gerçektir; ideler, varlıkların özünü meydana getirmedikleri gibi varlığın dışında bir
ide aramak da yanlıştır. Varlığın nedenlerini, duyularımıza konu olan gerçeklikler
dünyasında aramak gerekir.
Aristoteles’e göre varlığın bir genel yönü vardır ki bu onu aynı cinsten olan
varlıklarla birleştirir; bir de özel yönü vardır ki, bu da onu aynı cinsten olan varlıklar
arasından ayırt etmemizi sağlar. Örneğin bir ağaç, onu benzerleriyle bir araya
getiren genel yönüyle çınar ağacıdır. Bir de her çınarın özel bir yönü vardır ki, bu
onu diğer çınarlardan ayırır. Öyleyse genel yön, aynı cinsten olan tüm varlıklarda
zorunlu olarak bulunurken özel yönde bir zorunluluk yoktur.
Aristoteles, varlığın ortaya çıkmasında iki ana etken kabul eder. Bunlardan
biri form, yani şekil; diğeri de maddedir. Birincisi, bu varlığın genel özelliklerini
zorunlu olarak belirler. Örneğin bir çınar tohumundan hiçbir zaman çınar
ağacından başka bir şeyin meydana gelememesi bu etkenin eseridir. İkinci etkenin
tesiri ise zorunlu değildir. Bunda dış etkiler daha fazla belirleyici rol oynar. Örneğin
çınar ağaçlarından bazısı daha dolgun gövdeli, bazısı ise daha cılız olabilir.
Madde ve şekil, oluşun gerçekleşmesinde birbirinden ayrılmayan, birbirini
gerektiren iki etkendir. Şekilsiz bir madde asla düşünülemez. Bu iki ilke, belirli bir
zamanda meydana gelmiş değildir. Yani ikisinin de bir başlangıcı yoktur. Madde,
her zaman bir dayanaktır. Ama ne olduğu belirsizdir. Şekil ise ona bir ne’lik, yani bir
belirlilik kazandırmaktadır. Gerçeklikler dünyasında şekil kazanmamış madde
bulunmaz. Şekil kalıbına girmemiş madde, sadece zihinde tasarlanabilir.
Gerçeklikte var olan madde, her zaman bir şekil kalıbı içinde ortaya çıkar. Madde,
şekil almaya hazır bir imkân, şekil ise onu imkân hâlinden gerçekliğe çıkaran bir
güç, aktif bir nedendir. Yani gerçeklik, şekildedir.
Tanrı ilk muharriktir ve
her şeye hareket veren
odur.
Aristoteles’e göre evrende meydana gelen her oluşta dört sebep
bulunmaktadır. Bunlar maddi neden, şekil kazandıran neden, harekete geçiren
neden ve gaye nedendir. Her oluşta mutlaka maddi ve şekil kazandıran nedenlerin
yanında, şekli maddeye kazandıracak bir hareket ettiricinin ve bu şeklin neye göre
olacağını belirleyen bir gaye nedenin bulunması gerekmektedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Allah’a İman ve Tevhid
Madde ve şekilde kendiliklerinden bu oluşu gerçekleştirebilecek bir güç
bulunmadığına göre, oluşun sebebi Tanrı’dır. Madde ve şekil ezelîdir,
yaratılmamıştır, bir aradadır; ama onlardan yeni varlıkların ortaya çıkmasına neden
olan güç, Tanrı’dır. Her oluşun başlangıcında Tanrı bulunduğu gibi, sonunda da
Tanrı bulunmaktadır. Çünkü Tanrı tarafından harekete geçirilen oluş, Tanrı’ya
doğru dönen bir oluşu da içermektedir.
Aristoteles’e göre bütün varlıklara ilk hareketi vermesinden dolayı Tanrı,
“ilk muharrik”tir. Ancak bu ilk muharrikin kendisi hareket etmez. Çünkü Tanrı’nın
da hareket edebilen bir varlık olduğu kabul edilecek olursa, hareket eden ve
harekete getiren sonsuz bir sebepler zinciri oluşur ki, o takdirde hareketin ilk
sebebine ulaşma imkânı ortadan kalkar. İlk hareketi veren Tanrının verdiği bu
hareket, artık sonsuz bir hüviyet kazanmaktadır. Hareket gibi Tanrı da sonsuzdur,
ancak Tanrı, âleme hareket kazandıran madde ve formdan daha yüce ve saf bir
güçtür.
İşte bu ilk hareketle başlayan oluş, organik ve inorganik varlıkların
meydana gelmesini sağlar. Organik varlıklardaki oluş, bu varlıklardan yeni varlıklar
meydana getirebilecek imkânı da (potansiyel) kendi cinsinden olan varlıklara
aktarır ve böylece aynı cinsin devamlılığı sağlanır. İnsanlardaki ve hayvanlardaki
durum böyledir. İnorganik varlıkların devamlılığı ise bir yapıcı veya sanatçının
etkisiyle olur ki, söz gelimi şekil alma imkânını bulunduran taştan bir heykelin
meydana gelmesi, heykeltıraşın ona şekil kazandırmasıyla gerçekleşir.
Âlemdeki her oluş, bir harekettir ve her hareketin, biri hareket eden,
diğeri de harekete getiren olmak üzere iki güdüsü vardır. Organik varlıkların
hareketlerindeki güdülere bakılacak olursa harekete getiren ruh, harekete getirilen
ise madde yani bedendir. Aristoteles özellikle canlı varlıkların oluşu ve gelişmeleri
üzerinde durmuş, bütün âlemdeki oluşu da tıpkı bir organizmanın oluş ve gelişmesi
gibi anlamıştır. Tabiattaki organik kuvvetler, sürekli olarak şekil kazandıracak
etkilerde bulunurken, şekilsiz olan maddeyi şekillendirerek âdeta gizli bir amacı
gerçekleştirme çabasındadırlar. Şeklin gerçekleşmesini sağlayan güçlerle amacın
gerçekleşmesini sağlayan güdüler aynıdır. Böylece Aristoteles doğadaki organik
güçlerin gelişmesi ile bir taşa şekil veren mimarın çalışması arasında benzerlik ve
yakınlık görür. Çünkü doğadaki organik gelişme de tıpkı mimarın taşa şekil verme
amacında olduğu gibi, belli bir hedefe göre gelişen teleolojik bir oluştur. Buna göre
Aristoteles doğadaki her gelişmenin ve oluşun belli bir amacı olduğunu kabul
etmekte ve doğa hakkındaki açıklamalarını tamamen teleolojik bir temele
oturtmaktadır.(Gökberk, 1980; 81-85)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Allah’a İman ve Tevhid
Evren ve Fizik Anlayışı
İnsan, düşünen canlıdır.
Aristoteles
Aristoteles, tabiatın inorganik olan toprak, hava, su ve ateşten meydana
geldiğini kabul etmektedir. Bu dört temel unsur değişik miktarlarda bir araya
gelerek bu kez bitki, hayvan ve insan gibi organik varlıkların meydana gelmesine
neden olur. Aristoteles’e göre bu dört unsur, ezelî ve ebedî olan şekilsiz madde ve
suretten meydana gelmiştir. Yani unsurlar, sonradan şekil kazanıp var olmuşlardır.
Aristoteles, bu unsurların bazı ana vasıfları olduğunu ve birbirlerine
dönüşebileceklerini iddia etmiştir. Bu unsurların özelliklerini belirtmesinden dolayı
Aristoteles’in fiziği, nitelikçi (kalitatif- keyfiyetçi) bir fiziktir.
Bu unsurlardan meydana gelen varlıklar arasında birbirlerine dayanak olma
özelliği de bulunmaktadır. Örneğin inorganik olan âlem (toprak, hava, su, ateş)
organik âleme göre madde; organik âlem ise (bitki, hayvan, insan) inorganik âleme
göre şekildir. Organik dünyayı meydana getiren üç ayrı varlık arasında da bu ilişki
devam etmektedir. Yani bitki, hayvana nispetle madde, hayvan da bitkiye göre
şekil; hayvan insana nispetle madde, insan hayvana göre şekildir. Başka bir ifadeyle
her aşağı grup bir üst gruba nispetle madde, her üst grup ise bir aşağı gruba göre
şekildir.
Aristoteles evreni, ay altı ve ay üstü olmak üzere iki kısma ayırarak sanki
ay’ı bir sınır olarak kabul etmiştir. Nitelikçi fizik anlayışı gereği her iki evrenin farklı
yapı ve nitelikte olduğunu kabul eden Aristoteles’e göre ay üstü evren “ether”
(İslam düşünürlerine göre “esir”) adı verilen bir maddeden oluşmuştur. Bu yüzden
hareketleri daireseldir. Bu varlıkların hareketlerinin dairesel olarak düşünülmesinin
nedeni, başlangıç ve sonucunun bulunmayışı ve bunların mükemmel varlıklar
olmalarından dolayıdır. Çünkü bu varlıklar insanüstü bir akla sahiptirler ve
akıllarıyla hareket etmektedirler. Kendileri de küresel olan bu varlıklar, Aristoteles
tarafından gökyüzünü meydana getiren gezegenler olarak nitelendirilmiştir. Bu
gezegenler, şeffaf küreler (yörüngeler) üzerinde sürekli ve ölçülü olarak hareket
hâlindedirler. Bu hareketleriyle onlar, Tanrıya en çok yaklaşan varlıklardır.
Antik Çağ’da kabul edilip Aristoteles tarafından da benimsenen astronomi
anlayışına göre gökyüzünde elli civarında gezegen ve sabit yıldızlar kümesi
bulunmakta ve bu varlıklar ay altı evrendeki varlıkları da etkilemektedirler.
Ay altı evrene gelince, burada bulunan varlıklar, dört unsurun farklı
ölçülerde bir araya gelmelerinden oluşan fiziksel varlıklardır. Ay altı varlıkların
hareketleri düz harekettir. Çünkü hareketlerinin başlangıcı ve sonu bulunmaktadır.
Burada bulunan varlıkların nitelikleri de bu dört unsur tarafından
benimsenmektedir. Daha önce de belirtmiş olduğumuz gibi, yeryüzünde bulunan
varlıklar dünya ve onda bulunan bitki, hayvan ve insanlardır. Bu varlıklar içerisinde
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Allah’a İman ve Tevhid
en üstün konumda bulunan ise, Aristoteles’e göre insandır.(Elmalı-Özden, 2011:
157-159)
İnsan Görüşü
Aristoteles’e göre insan, akıl sahibi olması ve yeni bilgiler üretebilmesi
sayesinde yeryüzünde mevcut diğer varlıklardan Tanrı’ya en çok benzeyen ve
yaklaşan varlık olmasıyla ayrılır. Tanrı’yı, varlığı, oluşu ve oluşun nedenlerini
kavrayabilecek yegâne varlık, insandır. İnsanı diğer canlı varlıklardan ayıran diğer
nitelikleri, başını vücuduna paralel olarak, yukarıda ve dik tutması, bakışlarını
uzaklara ve gökyüzüne çevirebilmesi, ellerini kullanabilmesi ve hepsinden önemlisi
akla sahip olmasıdır. İnsan vücudu iç organlarının işleyişi bakımından da âdeta
evrenin küçük bir özetidir.
İnsan, hayvanlardan farklı olarak düşünebilen, düşündüklerini kelimelere
aktarıp kendisini ifade edebilen bir varlıktır. İnsan, bu önemli özelliği sayesinde tek
başına yaşayan varlık olmaktan çıkıp toplumsal bir varlık hâline gelmektedir.
Ruh Anlayışı
Aristoteles’e göre canlılıkla ilgili bütün olaylar, ruhun etkisiyle gerçekleşir.
Ruh maddeye canlılığını vererek ona şekil kazandırdığı gibi, kişilik de kazandırır. Bu
durumda ruh ile beden arasındaki ilgi, madde ile şekil arasındaki ilgiye
benzetilebilir. Ruh bedenden ayrılıp da beden ölünce bedenin şekli dağılmış olur.
Bu sebeple Aristoteles, olgunlaştırıcı aktif ilke anlamında ruha “entelechia” adını
vermiştir.
Ruh, bedene canlılık kazandıran entelechia olduğu için beslenme, nefes
alma, hareket etme hep ruhun birer fonksiyonu olarak görülmüştür. Ayrıca ruh,
bedenin amacını oluşturan sebeptir. Yani bedeni canlı hâle getiren, canlılığın ana
prensibi olan ruh, aynı zamanda onun hedefini de belirlemektedir.
Aristoteles, organizmaları olduğu gibi, onlara karşılık gelen ruhları da
madde şekil ilişkisi içinde değerlendirir. Her alt basamaktaki üst için madde, üstteki
de alt basamaktakine göre şekildir. Aristoteles’e göre her canlı organizmaya karşılık
gelen bir ruh formu vardır ve her ruh formunun da o organizmayı belirleyen
özellikleri bulunmaktadır. Bitkilerde bulunan ruh, nebati (bitkisel) ruhtur. Bitkisel
ruh, organik hayatın en alt basamağını meydana getirir. Bu ruh, bitkiye canlılık
verdiği gibi onun beslenip büyümesini ve çoğalmasını da sağlar.
Ruhun bir üst basamağı, hayvani ruhtur. Bitkisel ruh, hayvani ruha göre
madde, hayvani ruh ise bitkisel ruha göre şekil gibidir. Hayvani ruh, bitkisel ruhun
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Allah’a İman ve Tevhid
özelliklerinin yanında hareket ve algı niteliklerini de barındırır. Hayvan, bu iki özellik
sayesinde bir yerden bir yere gidebilir veya tehlikeyi algılayabilir.
Ruhun en yüksek formu, insan ruhu olup, hayvani ruha nispetle şekil
konumundadır. Bitkisel ve hayvani ruhlarda bulunan nitelikler, insan ruhunda da
bulunur. Çünkü bu ruhlara ait nitelikler insanın, insanlıkla ilgili olan özelliklerini
gerçekleştirmek için birer madde görevi görürler. Ancak insan ruhunu diğer
ruhlardan ayıran akıl ve düşünme gücü, bitki ve hayvan ruhlarında bulunmaz. İnsan
ruhu, hayvani ruhun nitelikleri gibi bedene bağlı olmayıp, bedenin yok olmasıyla
kaybolup gitmez. Çünkü insan ruhu ve buna bağlı olan aklı, bedenden bağımsız ve
sonsuzdur. Hayvan ruhuna egemen olan içgüdü, insan ruhunda yerini iradeye
bırakmıştır. Hayvani ruhtaki karışık ve belirsiz hatıralar, insan ruhunda bilinçli ve
kavramlı bilgiye dönüşmüştür. İnsan, kavramlı bilgiye sahip olmasından dolayı diğer
tüm varlıklardan üstün konumda bulunmaktadır. İnsan, kavramlı bilgiye ulaştığı
andan itibaren pasif aklı artık kullanmamakta ve daima aktif akılla düşünmektedir.
Bedenin ölümüyle, bedenle birlikte var olan pasif akıl yok olup gitmekte, oysa aktif
akıl varlığını sonsuza kadar sürdürmektedir.(Birand, 1964: 79-82)
Ahlak Görüşü
Aristoteles, mutluluğu
altın ortaya uymakta
görür.
İlk Çağ felsefesi ahlak anlayışlarının genel özelliklerinden biri, mutluluğa
nasıl ulaşılacağı sorusudur. Her filozofun mutluluk anlayışı ise farklıdır. Bazılarınca
mutluluk hazza götüren yollardır. Bazı filozoflar ise bireysel ve toplumsal erdemleri
elde ederek mutluluğa ulaşılabileceğini öngörmüşlerdir. Diğer anlayış ise yaşamın
anlamını, gözlem ve araştırma ile elde edilecek mutluluk ve erdemde görmektedir.
Aristoteles, insanın akıllı bir varlık olmasından hareketle, ahlak problemini bu
üçüncü yöntemle ele almıştır.
Ona göre her varlık bir mükemmelliğe, bir yetkinliğe doğru gitmektedir.
İnsan, aktif aklıyla hayvanlardan ayrıldığı için, bilinçsiz bir biçimde hazzın vb. peşine
koşmamaktadır. İnsanın akla uygun olan eylemleri, aynı zamanda erdeme de
uygundur. Çünkü Aristoteles’e göre erdem, akla uygun ve ölçülü hareket etmektir.
Aristoteles’e göre her ne kadar akıl, erdemin bilgisinin ne olduğunu
bulabilirse de asıl olan, erdemin bilgisine sahip olmak değil, bu bilgiyi insanın kendi
yaşamına uygulaması, yani erdemli olmasıdır. Akılla tespit edilen erdem ölçülü
olmayı, sınırsızca hazzın peşinden koşmamayı gerektirir. Çünkü ölçüsüz maddi
hazlar, insana mutsuzluk getirir. Bu sebeple soyut hazlar, aslında maddi hazlardan
daha değerli olabilir. Maddi hazlar konusunda ölçülü olan insan, erdem ve
mutluluğa ulaşmış olan insandır. Çünkü asıl mutluluk eudaimonia’ya (ruhun dingin
durumda olması) ulaşmaktır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Allah’a İman ve Tevhid
Aristoteles’e göre bu mutluluğa ulaşmanın yolu, insanın hem olumlu, hem
de olumsuz yöndeki iki aşırılıktan da kaçınması, yani bütün eylemlerinde ölçülü
olmasıdır. Örneğin cesaret, korkaklık ile bilinçsizce atılganlık arasındaki orta
noktadır. Diğer yandan cömertlik, cimrilikle savurganlık arasındaki orta yoldur.
Aristoteles bunu “altın orta” terimiyle de nitelemektedir.(Gökberk, 1980: 87-88)
Devlet Anlayışı
Aristoteles de Platon gibi düşüncelerini küçük çaplı bir devlet üzerine
kurgulamış ve Yunan site (polis) devletini model olarak kabul etmiştir.
Aristoteles, devlet konusunda da ahlak anlayışındaki orta yolu benimsemiş
ve sosyalizm ile individüalizm arasında bir toplum modeli düşünmüştür.
Yine Aristoteles de Platon gibi insanın tek başına yaşayamayacağını,
toplumsal bir varlık olduğunu belirtmiş ve toplum içinde yaşamayı zorunlu
görmüştür. Hatta Aristoteles insanı, toplumsal canlı (zoon politikon) olarak ifade
etmiştir. Kişi kendi varlığının anlamını ancak bir toplum içerisinde yaşamakla
anlayabilir. Bazı hayvan grupları da toplum hâlinde yaşarlar. Ama devlet kuran tek
varlık insandır.
Aristoteles, Platon’un ideal devlet anlayışına karşı çıkarak realist bir devlet
anlayışı geliştirmiştir. Bu anlayış çerçevesinde Aristoteles’e göre insanlar, devlet
içinde ahlak ve adalet ilkelerine uymak zorundadırlar. Devletin en önemli hedefi,
adalet duygusunun üst düzeyde bulunduğu iyi insanlar yetiştirmektir.
Aristoteles’in devlet anlayışını oluştururken, Yunan toplumunun
geleneklerinden hareket ederek iki grup insandan söz etmiştir: Hürler ve köleler.
Hür insanlar yurttaşlıkla birlikte her tür hakka sahip iken, köleler yurttaşlık hakkına
bile sahip değildir. Çünkü Yunan toplumunda da durum böyledir, kölelik doğal bir
yapıdır. İnsanlar ya hür veya köle olarak doğarlar. Dolayısıyla hürlük de kölelik de
doğaldır, sonradan meydana gelen bir yapı değildir. Aristoteles’in yaşadığı
dönemde henüz endüstrileşmemiş bir toplum yapısı bulunduğu için, güce dayalı
işleri köleler yapmakta, dolayısıyla da bu tür işleri yapacak insanların bulunmadığı
bir toplum düşünülememektedir. Aristoteles bu durumu ifade etmek üzere
“Dokuma makineleri ne zaman kendi kendine kumaş dokumaya başlarlarsa, kölelik
ancak o zaman kalkar.” demiştir. Aristoteles’e göre, köleler bedensel olarak güçlü
olsalar da zihnen gelişmemiş varlıklar sayıldıkları için kendi kendilerini
yönetmekten acizdirler. Bunları ancak zihin bakımından gelişmiş olan hürler
yönetebilirler. Köleler devlet yönetimine ve siyasete karışamazlar.
Hürlere gelince, hürler de kendi aralarında üç sınıfa ayrılırlar: Fakirler,
zenginler ve orta hâlliler. Bu üç sınıf mal, mülk edinebildikleri gibi, rahatlıkla aile de
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Allah’a İman ve Tevhid
kurabilirler. Ancak ekonomik güç, köylüler, satıcılar ve işçilerin elindedir. Devletin
maddi temelini bu kesim oluşturur. Ekonomiyi elinde tutan sınıftan köylüler, ne
köle ne de yurttaş konumundadırlar. Bunlar kendilerine özgü ekonomik
özgürlükleri olan ve üreten bir sınıftır. Satıcılar ve işçiler ise hür olmakla birlikte
erdemli bir hayat süremedikleri için yurttaşlık haklarına sahip değildirler.
Devleti yönetecek olan insanların çok iyi eğitilmiş, erdemli ve bilgili kişiler
olmaları, belli bir ahlaki seviyeye ulaşmış olmaları gerekir. Bunların günlük geçim
kaygısı olmayan zengin kimseler arasından seçilmeleri esastır.
Devletin asıl amacı, yurttaşlarının iyilik ve mutluluğunu sağlamak olduğu
için iyi bir devlet biçimi seçilmesi gerekmektedir. Ayrıca yurttaşlara iyi bir eğitim de
vermek gerekir.
Aristoteles, Platon gibi ideal bir devlet düşünmez. Doğru ve adil yurttaşlar
yetiştirebilmek için, doğru ve adil bir devlet biçimi seçmek gerekir. Aristoteles, üç
tür devlet bulunduğundan söz eder. Bunlar: Monarşi, aristokrasi ve demokrasidir.
Bu üç yönetim şeklinin de iyi ve kötü tarafları bulunabilir. Her biri ne tam iyi ne de
tam kötü kabul edilebilir. Yönetici, yurttaşlarının iyilik ve mutluluğunu sağlamak
için çalışırsa bu yönetim biçimlerinin her biri iyi olabilir. Örneğin bir kral,
yurttaşlarının mutluluğunu ön plana çıkarıp kendi çıkarlarını gözetmiyorsa, monarşi
idaresi iyi bir devlet modeli sayılabilir. Ama eğer kral kendi çıkarlarını kamunun
çıkarlarından üstün görüp, onları ezmeye kalkarsa monarşi yönetimi en kötü idare
şekli olur. Aristokrasi ve demokrasi için de aynı şeyler söylenebilir. Öyleyse asıl olan
halkın mutluluğunu ve iyiliğini gözetmek ve devleti buna göre yönetmektir.(Birand,
1964: 83-86; Cevizci, 2001: 228-230)
HELENİSTİK FELSEFE
Bu felsefe dönemi, Büyük İskender’in Doğu seferinden sonra ortaya
çıkmıştır. Doğu mistisizmi ve dinlerinin de felsefeye katıldığı ve yaygın olarak Stoa
Felsefesi’nin işlendiği dönemdir.
Septik Felsefe
Bilginin gerçekliğinin tartışıldığı ve gerçek bir bilgiye ulaşılamayacağını
kabul eden felsefedir. Tüm bilgilerden şüphe etmek gerektiğini ve en doğru tavrın
her konuda hiçbir yargıda bulunmamak olduğunu kabul etmişlerdir. En meşhur
septikler (şüpheci), Pyrrhon ve Timon’dur. Bu iki düşünür, bilgi ile mutluluk
arasında bir ilgi kurarak mutlu olmak isteyenin nesnelerin gerçek yapısının
kavranamayacağını, nesneler karşısında yargıdan kaçınmasını ve böylece
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Allah’a İman ve Tevhid
sarsılmazlığı kazanacağını belirterek felsefe tarihinin en keskin şüphecileri
olmuşlardır.
Stoa Felsefesi
Üç dönemde incelenebilecek olan Stoa Felsefesi, Kıbrıslı Zenon tarafından
kurulmuştur. Bu felsefeye Stoa denmesinin nedeni, Zenon’un ve takipçilerinin
derslerini sütunlu revakların altında yapmalarından kaynaklanmıştır. Okul, bilgi
konusunda algıları öne çıkararak maddi nitelikli varlıkların gerçekliğini ve ruhu
madde olarak kabul etmiştir. Ahlak alanında insanın asıl amacının logos tarafından
yönetilen tabiata uygun yaşamak olduğunu kabul etmişlerdir. Tabiata uygun
yaşayan insan, akla uygun yaşıyor demektir. Bu da insanı erdemli yapar. Erdemli bir
hayat, insanı her kötülükten uzak tutup mutlu eder.
Epiküros
Epiküros, atomcu bir anlayışa da sahiptir. Ancak evrende zorunluluğun
yanında tesadüfe de yer olduğunu belirtmiştir. Epiküros, mutlulukla hazzı
özdeşleştirmiş bir filozoftur. Ancak bu haz, ona göre zihinsel hazlardır. Akla uygun
hazları, itidal, dinginlik ve doygunluğu getirir. Ruhun ölümsüz olduğu anlayışına
karşıdır. Ölüm konusunda Sokrates’e benzer bir anlayış sergilemiş ve ölüm yokken
biz varız, ölüm geldiğinde de biz yokuz anlayışıyla ölümden korkarak hayatı
mutsuzlaştırmamak gerektiğini belirtmiştir.(Elmalı-Özden, 2011: 173-188)
Yeni Eflatunculuk
Plotinus ve Felsefesi (203-270)
Plotinus Mısır’da doğmuş, felsefeyi İskenderiye’de öğrenmiş, sonra
Roma’ya gidip burada bir okul kurarak, felsefi görüşlerini anlatmıştır. Kendisini
Tanrı’ya adadığını belirten Plotinus, cüzzam hastalığına yakalanarak Roma’da
ölmüştür.
Plotinus, 50 yaşından sonra düşüncelerini küçük risaleler hâlinde yazmaya
başlamış, ölümünden sonra öğrencisi Porphyrius, hocasının yazmış olduğu bu
küçük kitapçıkları, kendi seçimi ile her biri dokuz bölümden oluşan ve altı ayrı kitap
şeklinde düzenlemiş ve bunlara “Enneades” (Dokuzlar) adını vermiştir.
Plotinus’un felsefi ekolü, Platon’la hem düşüncelerinin hem de adlarının
benzerliğinden dolayı New Platonizm (Yeni Eflatunculuk) olarak tanınmıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Allah’a İman ve Tevhid
Tanrı Anlayışı
Plotinus, Tanrıyı âlemde immanent kabul eden Stoa ile Aristoteles’in
transcendent anlayışını sentezleyerek, Tanrı’nın mutlak ve değişmez bir birlik
olduğunu, çokluk ve değişikliğin ise Tanrı’nın etkisiyle ortaya çıktığını kabul
etmiştir. Plotinus’a göre Tanrı ilk varlıktır ve bir olandır. Bu yüce varlık bütün
zıtlıkların ve sınırlı belirlemelerin üstünde olandır ve o, kavramlarla anlatılamaz.
Onun hakkında söylenecek her söz noksandır. Çünkü o, en tam ve belirlenemeyen
varlıktır. Bu uluhiyet hakkında söylenebilecek tek şey, onun sonsuz birlik
olduğudur. O, tam olarak belirlenemediği için, sadece sezgiyle anlaşılabilir. Bu da
ancak bir vecd hâlinde söz konusu olabilir.
Varlık Anlayışı
“Bir’den yalnız bir sudur
eder!” Plotinus
Plotinus’a göre, varlığın kaynağı Tanrı’dır. Bütün evren bu en üstün
kuvvetten meydana gelir. Fakat bu meydana gelme, Tanrı’nın bölünmesi veya
kısımlara ayrılmasıyla değil, Tanrı’dan bir taşma (sudur) yoluyladır. Bu taşma
esnasında asli cevher olan Tanrı’nın özünde hiçbir değişiklik meydana
gelmemektedir. Sudur ise zorunlulukla olmaktadır.
Plotinus, evrenin Tanrı’dan taşmasını, ışığın güneşten çıkmasına
benzetmektedir. Nasıl güneşten ışıklar zorunlu olarak taşıyorsa, Bir olan Tanrı’dan
da varlıklar aynı şekilde taşmaktadır. Bir başka ifadeyle bütün varlığın kaynağı, bu
Bir olan Tanrı’dır. Buna göre Tanrı, varlığın ve birliğin kendisidir. Her şey onun
özünden belli bir düzende (hiyerarşi) türemiş ve taşmıştır.
Tanrı bir olduğu için, ondan tek varlık sudur eder. Çünkü Plotinus’a göre
“Birden yalnız bir sudur eder”. Sonradan meydana gelen tüm varlıklar, Tanrı’dan
taşan bu ilk varlıktan meydana gelir. Bu ilk taşan varlık, “Nous” yani “tümel akıl”
olarak isimlendirilir. Bu ilk varlık, akıl alanını meydana getirir. Buradan itibaren
Tanrı’nın ayrılmaz vasfı olan birlik, Tanrı’nın düşünmesi yoluyla varlık tabakalarına
dönüşmektedir. Dolayısıyla düşünce ile varlık aynı olmaktadır. Nous’ta aynı
zamanda idelerin varlığı bulunmaktadır. Tanrı’dan ilk sudur eden Nous, bir yandan
Tanrı’yı, bir taraftan da kendisini düşünmeye başlayınca düşünen ve düşünülen
olarak ikili bir düşünme süreci başlamış, bununla da çokluğa geçilmiştir. Nous’un
Tanrı’yı düşünmesiyle ideler dünyası varlık kazanmıştır. Bu düşünmeyle tümel ruh
da taşar.
Plotinus’a göre Tanrı, meydana getirmiş olduğu bu idelere göre varlık
dünyasını şekillendirir. Öyleyse var olan her şey bu idelerin birer yansımasıdır. Bu
bakımdan ideler evreni, görünüşler evreniyle karşılaştırıldığı zaman sonsuzluğun
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
Allah’a İman ve Tevhid
ifadesi olmaktadır. Bu, aynı zamanda ideler evreninin manevi bir evren olduğu
sonucunu da ortaya çıkarmaktadır.
İdeler evreninde Tanrı’nın birliği, yerini çokluğa bırakmıştır. Ancak bu
çokluk, zaman ve mekân içerisinde düşünülen bir çokluk değildir. Bu idelerin
karşısında hiyerarşik yapının bir başka tabakası olan ruhlar meydana gelmiştir.
Anlaşılıyor ki, her ideye karşılık bir de ruh söz konusudur ve ideler dünyasının
maneviliği, bu ruh anlayışından kaynaklanmaktadır. Ruh, bir yandan ideler
dünyasını görür ve düşünür, diğer taraftan da görmüş olduğu ideleri örnek alarak
görünüşler dünyasını şekillendirir. Nous karşısında ruh pasiftir. Ama madde ile
karşılaştırılırsa, aktif ve etki edici bir prensiptir. Kendi üstündeki ideler dünyasını
görüp gözlemesi onun üstün yönünü ortaya koyarken, maddeyi şekillendiren yönü
de aşağı ruhu oluşturur.
Düşünme, bir yaratma gibi anlaşılmalıdır. Yani Tanrı’nın kendini
düşünmesi, kendisinden başka varlıklar meydana getirmesi anlamını taşır. Ancak
Tanrı’dan aşağı doğru meydana gelen varlıklarda bu düşünme özelliği giderek
azalmakta, özellikle maddeye ulaşıldığında da artık bir düşünme söz konusu
olmamaktadır. Bir başka ifadeyle en son sudur eden maddede düşünme özelliği
bulunmamaktadır. Plotinus’a göre madde çokluğun hüküm sürdüğü ve
gerçeklikten ve birlikten tamamen uzaklaşmış bir yoksunluk, hatta bir hiçliktir ve
madde, varlık tabakalarının da en aşağısıdır.
Plotinus, bu anlayışı ile bütün varlıklardaki tesir etme gücünü ortadan
kaldırarak bütün gerçekliği ve gücü Tanrı’ya vermiştir. Bu tavır Plotinus sisteminin
dinî içerikli bir varlık anlayışı olduğunu göstermektedir.
Ruh ve Madde Görüşü
Plotinus kendisinden önceki bazı materyalist anlayışlara zıt olan bir ruh
görüşü geliştirmiştir. Çünkü ona göre ruh, ne bir cisim ne de bir kuvvettir; varlığını
Tanrı’dan alan özel bir cevher ve özdür. Plotinus, bir evren ruhu kabul eder. Tek tek
insan ruhları, bu tümel ruhtan ayrılmış birer hayat gücüdür. Ruhun maddeye şekil
kazandırma gücü de vardır. Plotinus, insanın ruh ve bedenden meydana gelmiş bir
varlık olduğunu, ruhun bedeni bir araç olarak kullandığını düşünür. Beden sürekli
bir akış ve değişim içinde olan bileşik bir yapıya sahiptir; ruh ise, bölünmez bir birlik
ve kendi kendisiyle özdeş bir varlıktır. Bu bakımdan ruh, bedeni düzenleyen, ona
kişilik kazandıran ve bedendeki bütünlüğü sağlayan bir güçtür. Ruh olmasaydı
bedende ne bir hareket ne de oluş söz konusu olurdu; beden dağılıp giderdi.
Beden ölümlüdür, buna karşılık ruh ölümsüzdür ve kendiliğinden bir
birliktir. Plotinus, ruhun ölümsüzlüğünü, tenasüh yani ruh göçü teorisiyle açıklar.
Bir bedenden ayrılan ruh, bulduğu yeni bedende tekrar dünyaya gelir ve varlığını
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
Allah’a İman ve Tevhid
devam ettirir. Ancak ruhun asıl hedefi bedenden tamamen kurtulup tümel ruha
dönmek, saf ruh hâline gelmektir. Çünkü bedende kalmak, ruhun bağımsızlığına
engeldir. Ancak ruhun durumunu belirleyen, önceki hayatıdır. Bedenini duyusal
bağlardan kurtaramayan ruh, bedenden bedene geçmeye devam eder; ama
duyulur dünyadan uzaklaşabilirse, o takdirde saf ruha dönüp bağımsızlaşabilir.
Evren ruhunun bir parçası olan ruhun bedene girmesi, aslında bir
cezalandırmadır. Ancak sudurun bir tabakası olan maddi evrenin oluşabilmesi için
de bireysel ruhların maddi evrene düşmesi gerekmektedir. Evren ruhundan kopup
gelen bireysel ruhlar, kendilerini düşündüklerinde Bir’den ve Nous’dan geldiklerini
bilirler. Bireysel ruhlar, Nous karşısında pasiftirler, ama maddi evren karşısında
aktiftirler. Maddeyi şekillendiren ruh, bu yönüyle aşağı bir ruhtur, ancak vecd
hâlinde iken evren ruhunu ve Bir’i düşünmesiyle de yücelik kazanmaktadır. Bu
yoğunluk artıp da kendisini maddi bağlardan kurtaran ruh, artık başka bir bedene
dönmez ve tümel ruha kavuşup ıstıraptan kurtulur.
Plotinus’un felsefi sisteminde varlığın en alt tabakasını, sudur etme
sırasında da en son sırada yer alan madde oluşturur. Madde, her türlü gerçeklikten
yoksun olan bir hiçliktir, mutlak bir var olmayıştır. Çünkü maddenin, cisimle bir
ilgisi yoktur. Cisimler her ne kadar maddeden meydana geliyorlarsa da madde, her
türlü realiteden yoksun bir hiçlik olduğu için cisim değildir. Maddenin Bir’e nispeti,
karanlığın ışığa nispeti gibidir.
Plotinus varlığı iyi olarak nitelemekte, maddeyi ise kötü olarak kabul
etmektedir. Buradaki kötülük, iyinin eksikliği veya iyinin olmayışıdır. Plotinus’a
göre, “Tanrı”, “varlık” ve “iyi” aynı şey demek olduğu için madde, “iyi”nin
bulunmayışı, iyinin yokluğu demektir. Yani madde, kötüdür; varlığın yokluğu
demektir. Yokluk, kötülük demek olduğuna göre, varlık da iyi olmak demektir.
Burada Plotinus, tıpkı Platon gibi maddeyi Tanrı’dan en uzak olan şey
olarak gördüğü için kötü saymaktadır. Çünkü maddi evren yani dünya, Tanrı’dan
pay aldığı nispette iyi ve düzenlidir; maddeden aldığı pay nispetinde de kötüdür.
Duyular dünyasının gerçeklik yönü, Nous ve evren ruhu tarafından aydınlatılmış
olan yönüdür. Plotinus’a göre maddi olan şey, yalnızca varlığı ve gerçekliği gizleyen
bir görünüştür. Bu görüntüyü sağlayan da ruhi kuvvetlerdir. İşte bu anlayış,
Plotinus’un ‘spiritualizm’inin esasıdır.
Bilgi Görüşü
Plotinus’a göre insanda, her varlık tabakasını anlayabilecek bilgi melekeleri
vardır. İnsan, cisimler dünyasını, duyularıyla algılayarak bilirken; ruh âlemini, kendi
ruhuyla, ideler âlemini ise aklıyla bilir. Böylece insan, cisimleri maddi bir bilgi yolu
olan duyularla, ideleri ve manevi dünyayı da sezgi kabiliyetiyle anlar. Çünkü insanın
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
Allah’a İman ve Tevhid
ulaşabileceği en üstün bilgi derecesi vecd hâlidir. İnsan kendi bilinci dışına çıkıp
cezbe hâline ulaşınca, ruhu Tanrı’yla birleşir ve böylece insan, mistik bir bilgi
yoluyla Tanrı’yı kavrayabilir. Bu bilgi yolu insanı aynı zamanda en üstün huzura ve
mutluluğa ulaştırır.
Ahlak Anlayışı
Plotinus bilgi ile ahlak arasında bir ilgi kurar. Çünkü sadece bilinçli bir
davranışa ahlaki değer yüklenebilir. Ona göre haz, hiçbir şekilde iyinin ölçüsü
olamaz. İyi, başka bir şeyin amacı olmamalı, yalnızca kendisi amaç olarak
belirlenmeli ve istenmelidir. İyinin Tanrısal bir yönü olduğundan dolayı mutlaktır.
Bu nedenle onu ancak kendi iç dünyamızda, ona benzer olanla bilebiliriz. Bu
nedenle iyi, zaman içerisinde asla değişikliğe uğramaz. Gelenekler, örfler, âdetler
değişse de iyi, değer olarak hep aynı kalır.
Plotinus, ahlak konusunda dinin belirleyici faktör olduğunu kabul etmiş,
bedene sıkışıp kalmış olan ruhun asıl geldiği yere tekrar dönebilmesi için arınması,
duyusal şeylerden vazgeçmesi ve duygusal eğilimlerini öldürmesi gerektiğini ileri
sürmüştür. Ona göre en yüksek mutluluğa ancak bu şekilde ulaşılabilir. Yani sıradan
hazlardan kurtulmuş olan bilgenin düşünce faaliyetiyle duyduğu mutluluk, en
yüksek mutluluktur. Daha yüksek bir aşama ise, bütün duygulanımlardan uzaklaşıp,
ilahi varlığı aracısız düşünme ve algılamadır. Sadece bu en yüksek aşama olan cezbe
hâlinde Tanrı’yla, yani Bir olanla bir olunabilir, bütünleşilebilir. En yüksek mutluluğa
ulaşmanın yolu budur. Plotinus, böyle bir durumu hayatında yalnızca dört kez
yaşadığını söylemiştir.
Plotinos’un ahlak anlayışında, insanları Tanrı’ya götürecek olan üç yol
vardır. Bunlar: Sanat, sevgi ve felsefedir. İnsan bu basamaklardan çıkarak Tanrıya
ulaşabilir. Sanatçı ideyi duyulur görünüşlerinde, seven insan ruhunda, filozof ise
Tanrı’da aramaktadır.
Plotinus felsefesinin tanınmasında öğrencisi Porphyrius’un önemli katkıları
olduğu gibi, yazmış olduğu İsagoci adlı küçük eseriyle de Aristoteles mantığına katkı
sağlamıştır.(Elmalı-Özden, 2011: 221-228)
SOKRATES VE SONRASI YUNAN FİLOZOFLARININ İSLAM
DÜŞÜNCESİ ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ
İslam dünyası fetihler yoluyla genişleyince, Roma İmparatorluğu’yla komşu
veya Roma topraklarından bir kısmına sahip olmuştur. İmparatorluğun bu uzak
sınırlarındaki felsefe okulları da Emevi ve Abbasi Devletlerinin sınırları içerisinde
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
Allah’a İman ve Tevhid
kaldıkları için Müslümanlar, erken dönemlerden itibaren buralarda bulunan
okullara ilgi duymuşlardır. Bilim ve felsefeyle tanışılması, bir ihtiyacı ortaya
çıkarmış ve İslam dininin teşvikleri doğrultusunda bilim ve felsefeyle ilgilenilmiştir.
“Hikmet, müminin
yitiğidir. Nerede bulursa
alsın” Hadis-i Şerif
Kur’an ve hadislerin teşvikiyle bilimsel faaliyetlerde bulunmak isteyen
Müslümanlar, tabiat bilimlerine ilişkin Yunan kaynaklı eserlerin tercüme
edilişleriyle birlikte ciddi anlamda bilimsel faaliyetlere başlamışlar ve kısa zamanda
matematik, fizik, astronomi, kimya ve daha birçok alanda önemli bilim adamları
yetiştirmişlerdir.
Yine Kur’an ve hadislerde hikmeti elde etmenin teşvik edilmesi, tefekkürün
öneminin vurgulanması Müslümanları bir arayışa sevke etmiş, bunu nasıl
yapacaklarını da Yunan düşüncesiyle tanıştıktan sonra anlamışlar ve felsefeyle
ilgilenmeye başlamışlardır.
Felsefe alanıyla ilgili eserlerin tercümesiyle birlikte ilk ilgi alanlarından
birini mantık oluşturmuştur. Müslümanlar, Aristoteles mantığının dinî bilimlerden
felsefi ve doğal bilimlere kadar her kapının anahtarı olduğunu anlamakta
gecikmemişler ve kıyas yöntemini geliştirerek fıkıh problemlerinin çözümüne katkı
sağlamışlardır. Özellikle akılcı yöntemi benimseyen rey okulu, nasların sınırlı,
olayların sınırsız olduğu anlayışından yola çıkarak kıyaslama yöntemiyle naslarda
bulunmayan konular hakkında hüküm verme kolaylığına ulaşılmıştır. Bu ekolün en
somut örneği, Hanefilik’tir.
Tefsir yazımında da felsefe ve mantıktan yararlanılarak rey veya akli tefsir
ekolleri kurulmuştur. Bunun en güzel örneğini de Fahrettin Razî’de görmek
mümkündür.
İslam Düşüncesi içerisinde felsefeden en çok etkilenen alanlardan birisi
kelamdır. Allah’ın varlığının delillere dayandırılarak anlatılması konusunda pek çok
delil, kaynağını felsefede bulmuş ve bu konuda da ünlü kelamcılar yetişmiştir.
Yunan Felsefesi’nin İslam Düşüncesi’nde etkilediği bir başka alan
tasavvuftur. Tasavvuftaki sezgi yöntemi, Yeni Platonculuğun izlerini taşımaktadır.
Tasavvuf hareketinde asketik bir hayat tarzının seçilmesinde Peygamber ve
ashabın hayatından esinlenme varsa da Kyniklerin ve Uzak Doğu düşünce
dünyasının da etkilerini görmek mümkündür.
Yunan Felsefesi’nin İslam Düşüncesi üzerindeki asıl etkileri saf felsefe ve
mantık çalışmalarında görülmüştür.
Yunan Felsefesi’nin etkisiyle ortaya çıkan bir başka ekol de İşrakiyyun
ekolüdür. Bu ekol, Platon’un fikirlerinden yola çıkmakla birlikte Aristoteles ve
Plotinus’un düşüncelerine de yer vermiş ve İslam inancı da ihmal edilmemiştir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
Allah’a İman ve Tevhid
Farabî’ye göre erdemli
şehrin yöneticisi,
Peygamber’dir.
Mantık konusunda iyi bir eğitim alan İslam mantıkçıları, Aristoteles’in altı
kitaptan oluşan Organon adlı kitabına, Yeni Eflatuncu Porphyrius’un İsagoci adlı
eserini ilave ederek yedi bölüme çıkarmışlar, ilerleyen dönemde ünlü Türk-İslam
düşünürü Farabî, Aristoteles’in Poetika ve Retorika’sını da ekleyerek Organon’un
dokuz bölüme çıkmasını sağlamıştır. Aristoteles’in mantığını esas alan İbni Sina,
“Mantıku’l-Meşrikiyyin”, Gazali “Miyaru’l-İlm” ve “Mihekkü’n-Nazar” gibi yeni
mantık eserleri yazmışlar ve bu eserler yüzyıllarca medreselerde okutulmuştur.
İslam Düşüncesi’nde Yunan Felsefesi’nden kaynaklanan bir başka önemli
felsefe sistemi de Meşşaiyyun ekolüdür. Aristoteles tarafından kurulan Peripatos
okulunun karşılığı olan İslam Meşşai Felsefesi, genel olarak Aristoteles felsefesine
dayanmakla birlikte Platon ve Plotinus felsefelerinin de dikkate alındığı bir düşünce
sistemidir. Bu ekolün en önemli temsilcileri arasında Kindî, Farabî, İbni Sina, İbni
Rüşd gibi filozoflar bulunmaktadır. Meşşai ekolünde, bir uzlaştırma yöntemi
uygulanmıştır. Bu uzlaştırmada önce Aristoteles ve Platon felsefeleri birbirleriyle
uzlaştırılmıştır. Daha sonra da bu felsefe, Plotinus felsefesinden yararlanılarak
İslam dini ile uzlaştırılarak sunulmaya çalışılmıştır. Meşşailer aklı esas almalarına
rağmen, İslam inancının temel kaynaklarını ihmal etmeyerek bu uzlaştırmayı
gerçekleştirmişlerdir.
İslam Düşüncesi’nde
felsefenin etkili olmadığı
alan yoktur. Mesela
Hanefilikteki kıyas
yöntemi, bir mantık
problemidir.
İslam inancındaki evrenin yaratılmış olduğu düşüncesiyle Yunan
düşüncesindeki evrenin ezelîliği konusunda İslam filozofları, İslam inancının
bildirdiklerini yani evrenin yaratılmış olduğunu kabul etmişlerdir. Ancak
yaratmanın nasıl gerçekleştiği hususunda uzlaştırıcı tavırlarını ortaya koyarak
Aristoteles-Platon anlayışını Plotinus’un sudur teorisiyle birleştirerek evrenin
Allah’tan sudur ederek varlık kazandığını savunmuşlardır. Yaratıcıyı, varlığı zorunlu
olan, yani var olmaması düşünülemeyen olarak kabul eden İslam düşünürleri,
Vacibü’l-Vücud’un kendi varlığını düşünmesi ile yaratmanın aynı anlama geldiğini
iddia etmişler ve Allah’ın yaratmasının bu düşünme sonucunda zamansız olarak
gerçekleştiğini benimsemişlerdir. Yaratılan ilk akılla birlikte meratibu’l-vücud yani
varlık mertebelerinin oluştuğunu kabul etmişlerdir.
İslam filozofları, Aristoteles’in evren anlayışını da benimseyip evreni ay altı
ve ay üstü şeklinde iki bölümlü düşünmüşlerdir. Ay üstü ile ay altındaki varlıkların
nitelik farklarını da kabul edip, ay altı evrendeki maddi varlıkların meydana
gelmesinde Empedokles ve Aristoteles’in dört unsurunun (anasır-ı erbaa)
etkinliğini kabul ederek evrenin toprak, hava, su ve ateşin belli oranlarda bir araya
gelmesiyle oluştuğunu kabul etmişlerdir. Ay üstünün ise “esir” denen bir
maddeden oluştuğunu ifade etmişlerdir.
İslam filozofları, evrendeki her şeyin maddi, surî, fail ve gaî olmak üzere
dört sebepten kaynaklandığını da kabul etmişlerdir. İslam filozoflarına göre gerçek
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
26
Allah’a İman ve Tevhid
fail, Vacibu’l-Vücud’dur. Evrende her şeyin bir gayeye doğru gittiğini kabul eden
Aristoteles’in gaye-sebep anlayışı da İslam filozoflarınca benimsenmiş ve gerçek
gayenin de Vacibu’l-Vücud olduğu kanaatine ulaşılmıştır.
Ruh anlayışlarında da Aristoteles’in nebati, hayvani ve insani ruh görüşünü
benimsemişler, ruhun ölümsüzlüğü konusunda uzlaşımcı tavırlarını göstererek
insandaki pasif aklın ölümlü, aktif aklın ise ölümsüz olduğunu belirtmişlerdir.
İdelerin gerçekliği konusunda özellikle tasavvuf ekolleri ön plana çıkmış ve
dünyanın görünüş ve gölgeden ibaret olduğu, asıl varlıkların ise misal âleminde
bulunduğu kabul edilmiştir. Bu âlem, Platon’un ideler âleminden başka bir şey
değildir.
Devlet felsefesinde Farabi, Platon’un ideal devletini benimsemiş ve “elMedinetü’l-Fazıla” diye isimlendirdiği erdemli şehir anlayışında bilgiyi ön plana
çıkarmıştır. Böyle bir kentin ancak peygamber tarafından yönetilebileceğini ifade
etmiştir.
Ahlak konusunda başta Sokrates olmak üzere diğer filozofların da
görüşlerinden yararlanılmıştır. Kendini bilme ve tanıma ilkesi, birçok İslam
düşünürünce benimsenmiş ve insanın iç dünyasının önemi vurgulanmıştır. Ahlak ile
bilgi arasındaki bağ, İslam filozoflarınca da kabul edilmiştir.
Diğer taraftan İslam düşüncesinde materyalist düşüncelere de
rastlanmaktadır. Özellikle Ebu Bekir Zekeriya Razî gibi yarı materyalist, İbni Ravendî
gibi tam materyalist düşünürlerle İhvan-ı Safa gibi eklektik felsefelerde de Sokrates
sonrası felsefelerden Kyreneliler ve Stoa felsefesinden özellikle Epiküros’un etkileri
bulunmaktadır.
Razî’nin beş ezelî prensip arasında zaman, mekân ve maddeyi zikretmesi,
İbni Ravendî’nin maddeden başka gerçeklik tanımaması Epikuros’un atomcu
felsefesinden etkilendiklerini göstermektedir. İhvan-ı Safa, eklektik yapısının gereği
olarak her felsefe ve dinden yararlanarak düşüncelerini ortaya koymuşlardır.
Mantıkta Aristo, metafizikte Plotinus ve Yeni Eflatunculuk, ahlakta Sokrates’ten
yararlanmışlardır.
İslam felsefesi, orijinal
bir felsefedir.
Yine İslam Felsefesi’nde ortaya çıkan Revakiyyun ekolü de gerek şüpheci
yaklaşımları, gerekse diğer konularda Stoalılardan etkilenmişlerdir. El-Cahız’dan
nakledilen bir ifadeye göre Stoa felsefesine ve İslam dünyasındaki karşılığı olan
Revakiyyun’a Üstüvaniyyun, ashabu’l-üstüvani denildiği de olmuştur. Stoa
felsefesinin Epikürosculukla birlikte, İslam Düşüncesi’ndeki tabiatçı, materyalist ve
ateist (dehrilik) düşünürlere etki ettiğinden kuşku yoktur.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
27
Allah’a İman ve Tevhid
Yine septisizm anlamında İslam dünyasında ortaya çıkan reybiyyun akımına
da Pyrrhon gibi şüphecilerin etki ettiği bilinmektedir.
Özetlemeye çalıştığımız gibi Yunan Felsefesi’nin İslam Düşüncesi üzerinde
oldukça mühim etkileri olmuştur. Öyleyse burada akla şu soru gelmektedir. Acaba
İslam Felsefesi bir adaptasyon felsefe midir, yoksa orijinal bir felsefe midir?
Burada akla bir soru daha gelmektedir. İslam Felsefesi tercümelere dayalı
ise o zaman o, bir felsefe olarak adlandırılabilir mi?
İslam Felsefesi, Yunan Düşüncesi’nden etkilenmiş olmakla birlikte orijinal
bir felsefedir. Çünkü yapılan hatalar, yeni ve orijinal düşüncelerin doğmasını
sağlamıştır.
Bunun cevabı İslam Felsefesi’nin orijinal olduğudur. Çünkü her ne kadar
birçok konuda Yunan Düşüncesi’nden etkilenilmişse de Müslüman düşünürler
kendi düşüncelerini de katmışlar ve tüm yorumlarında, almış oldukları İslam
kültürünün izlerini de göstermişlerdir. Yapılan tercümelerdeki hatalar da bu
felsefenin orijinalliğine katkı sağlamıştır.(Ülken, 1967: 1-18)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
28
Allah’a İman ve Tevhid
Etkileşimli Alıştırmalar
Alıştırmalar
Özet
•İnsanlığın başlangıcından bu yana var olan düşünce sistemlerinden
hiçbiri saf ve katıksız değildir. Felsefenin beşiği olarak kabul edilen
Yunan düşünce sistemi bile Mısır, Babil, Hint düşüncelerinden ciddi
sayılabilecek oranda etkilenmiş durumdadır. Bu bakımdan İslam
Düşüncesi de ortaya çıkış ve gelişme aşamalarında özellikle Yunan
Felsefesi'nden etkilenmiştir. Aslında bu etki normaldir ve hatta
kaçınılmazdır. Çünkü bu durum, düşüncenin devamlılığı bakımından
çok önemlidir. Bir fikrin yaşatılabilmesi için o düşünceye başkalarının
da bir takım katkılarda bulunması önemlidir. İslam düşünürleri, Yunan
Filozofları'ndan etkilenerek hem yeni bir felsefe olarak İslam
Felsefesi'nin doğuşunu ve gelişmesini sağlamışlar, hem de Yunan
Felsefesine sahip çıkarak, bu felsefenin devamlılığına katkıda
bulunmuşlardır. Çünkü bir düşünce ne kadar işlenir, üzerinde
durulursa o kadar ilerler ve gelişir.
•İslam Felsefesi de yabancı düşüncelerden etkilenip bunlara yeni
fikirler katarak orijinal bir felsefe olmuş ve Orta Çağ’dan itibaren de
hem Batı felsefesinin yeniden canlanması ve gelişmesine hem de
Doğu felsefelerine katkı sağlamıştır.
• Öğrendiklerinizi etkileşimli alıştırmalarla pekiştirebiirsiniz
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
29
Allah’a İman ve Tevhid
DEĞERLENDİRME SORULARI
Değerlendirme
sorularını etkileşimli
olarak
cevaplandırabilirsiniz
1. Platon’un devlet anlayışında kalbe (göğüs) karşılık gelen kesim hangisidir?
a) Yöneticiler
b) Bekçiler
c) Köylüler
d) İşçiler
e) Kentliler
2. Aristoteles’in, metafiziğe verdiği isim hangisidir?
a) İlk Felsefe
b) Epistemoloji
c) Gneseoloji
d) Organon
e) Meteoroloji
3. Aristoteles’e göre aşağıdakilerden hangisi dört sebepten biri değildir?
a) Şekil
b) Madde
c) Sertlik
d) Gaye
e) Fail
4. Aristoteles’e göre Ayüstü evrendeki hareket aşağıdakilerden hangisidir?
a) Düz hareket
b) Paralel hareket
c) Şakuli hareket
d) Dairevi hareket
e) Doğrusal hareket
5. Plotinus’a göre evrenin meydana gelişi hangi esasa göre olmuştur?
a) Yaratma
b) Taşma
c) Patlama
d) Genişleme
e) Büzülme
6. İslam Düşüncesi’nde Peripatosçuluk hangi kavramla karşılanmıştır?
a) İşrakiyye
b) Revakiyye
c) Hissiyyun
d) Mutasavvıfe
e) Meşşaiyyun
7. E. Z. Razî’nin beş ezelî prensipten biri olarak ve İbn Ravendî’nin tek gerçeklik
olarak maddeyi kabul etmelerinde hangi Yunan filozofunun etkisi vardır?
a) Platon
b) Plotinus
c) Epiküros
d) Sokrates
e) Timon
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
30
Allah’a İman ve Tevhid
8.
İslam düşünürleri, gaye-sebep doktrinini aşağıdakilerden hangisinden
almıştır?
a) Sokrates
b) Aristoteles
c) Porphyrius
d) Philon
e) Epiküros
9. Mutasavvıfların “misal âlemi” dedikleri âlem aşağıdakilerden hangisine
tekabül eder?
a) Dünya
b) Ay altı
c) Madde âlemi
d) İdeler âlemi
e) Rüya âlemi
10. Farabî’nin el Medinetü’l-Fazıla olarak nitelediği toplum modeli kaynağını
nereden almıştır?
a) Aristoteles’in Politika adlı kitabından
b) Sokrates’in İdeal Devlet adlı kitabından
c) Platon’un Retorika adlı kitabı
d) Aristoteles’in İdeal Yönetim’inden
e) Platon’un İdeal Devlet’inden
1-B, 2-A 3-C, 4-D, 5-B, 6-E, 7-C, 8-B, 9-D, 10-E
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
Aristoteles(1952). Organon, Çev. Hamdi Ragıp Atademir, MEB Yayınları, İstanbul,
1947.
Aristoteles(1996). Metafizik, Terc. Ahmet Arslan, Sosyal Yayınlar, İstanbul.
Birand, Kamıran(1964). İlk Çağ Felsefesi Tarihi, Ankara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Yayınları, Ankara.
Boer, T. J.(2001). İslam’da Felsefe Tarihi, Çev. Yaşar Kutluay, Anka Yayınları, 4.
Baskı, İstanbul.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
31
Allah’a İman ve Tevhid
Cevizci, Ahmet(2001). İlk Çağ Felsefesi Tarihi, Asa Kitabevi, 3. Baskı, Bursa.
Çetinkaya, Bayram Ali(2010).İlk Çağ Felsefesi Tarihi, İnsan Yayınları, İstanbul.
Eflatun(1992). Sokrates’in Savunması, Çev. Teoman Aktürel, Remzi Kitabevi,
İstanbul.
Elmalı, Osman-Özden, H. Ömer(2011). İlk Çağ Felsefesi Tarihi -Metinlerle-, Arı
Sanat Yayınevi, İstanbul.
Erdem, Hüsameddin(2000).İlk Çağ Felsefesi Tarihi, Hü-Er yayınları, Konya.
Gökberk, Macit(1980). Felsefe Tarihi, Remzi Kitabevi, İstanbul.
Kumeyr, Y.(1992). İslam Felsefesinin Kaynakları, Terc. Fahrettin Olguner, Dergah
Yayınları, 2. Baskı, İstanbul.
O’leary, De Lacy(2003). İslam Düşüncesi ve Tarihteki Yeri, Çev. Yaşar KutluayHüseyin Yurdaydın, Pınar Yayınları, İstanbul.
Olguner, Fahrettin(1975). Felsefe Tarihi Ders Notları, Atatürk Üniversitesi İslami
İlimler Fakültesi, Erzurum.
Olguner, Fahrettin(1993). “Batı ve İslam Dünyasında Eflatun Kanunları”, Türk İslam
Düşüncesi Üzerine, Akademi Kitabevi, İzmir.
Olguner, Fahrettin(2001). “İslam Felsefesi İle Yunan Felsefesi Arasındaki Bağ
Üzerine”, Türk-İslam Düşüncesi Üzerine, ss. 132-145, Ötüken Yayınları, İstanbul.
Platon(1999). Devlet, Çev. Sabahattin Eyuboğlu-M. Ali Cimcoz, Türkiye İş Bankası
Yayınları, İstanbul.
Şerif, M. M.(1990). “Yunan Düşüncesi”, Terc. Kasım Turhan, İslam Düşüncesi
Tarihi, Editör. M. M. Şerif, c. 1, ss. 97-133, İnsan Yayınları, İstanbul.
Ülken, Hilmi Ziya(1967). İslâm Felsefesi Kaynakları ve Tesirleri, Türkiye İş Bankası
Kültür Yayınları.
Von Aster, Ernst(1943). Felsefe Tarihi Dersleri I-İlk Çağ ve Ortaçağ Felsefesi, Çev.
Macit Gökberk, Ahmet İhsan Matbaası, İstanbul.
Vorlander, Karl(2004). Felsefe Tarihi, Çev. Mehmet İzzet-Orhan Saadeddin,
Sadeleştiren. Yüksel Kanar, İz Yayıncılık, İstanbul.
Weber, Alfred(1964), Felsefe Tarihi, Remzi Kitabevi, İstanbul.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
32
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
İSLAM DÜŞÜNCESİNDE GELİŞEN
EKOLLER
• İslam Düşünce Tarihinde
Ekollerin Ortaya Çıkış
Nedenleri
• İslam Düşünce Tarihinde
Gelişen Başlıca Felsefi
Ekoller
• Bu Ekollerin Temel
Düşünceleri ve Temsilcileri
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• İslam düşünce tarihinde gelişen
felsefi ekollerin oluşmasının
nedenlerini bilecek,
• İslam düşünce tarihinde geçen
kavramları öğrenecek,
• İslam düşünce tarihinde gelişen
felsefi ekoller ve temsilcileri
hakkında bilgi sahibi olacak,
• Bağımsız filozoflar hakkında temel
bilgiler edineceksiniz.
İSLAM DÜŞÜNCE
TARİHİ
Prof. Dr. İbrahim Hakkı AYDIN
ÜNİTE
4
İslam Düşüncesinde Gelişen Ekoller
Giriş
Önceki ünitelerde İslam dünyasında felsefenin başlamasına neden olan
faktörlere yer vermiştik. Orada belirtilen nedenlerden dolayı İslam dünyasında
gittikçe yoğunlaşan bir şekilde düşünce hareketleri gelişmiştir. Ancak bu süreçte
düşünce hareketleri, doğası gereği, tek düze, aynı anlayışlarda devam etmemiştir.
Düşüncenin en temel öznesiolan insanın ihtiyaçları farklılaştıkça, değişik
düşüncelerin de ortaya çıkması kaçınılmaz olmuştur. Bu ünitede düşünce
farklılıkları nedeniyle ortaya çıkan değişik ekolleri ve oluşum sebeplerini ele
alacağız.
İslam’ın yeryüzünde yegâne ve en etkin beşerî otoritesi olan Hz
Peygamber’in vefatından sonra -bugün de olduğu gibi- Müslümanlar, karşılaştıkları
problemlere çözüm bulmak durumundaydılar. Karşılaşılan problemlere insanların
yaklaşımlarının, değişken olmasından dolayı bu farklılıkları da yansıtacak biçimde
İslam düşünce dünyasında fıkıh, kelam, tasavvuf ve felsefe okulları oluşmuştur.
Ancak bu ana sınıflandırmanın içinde olan her bir sınıf da kendi içinde çeşitli
ekollere ayrılmıştır. Bu düşünce okullarını ortaya çıkaran nedenleri, “dinî
metinlerden kaynaklanan nedenler” ve “yeni ortaya çıkan problemlerden doğan
nedenler” olarak iki başlıkta değerlendirebiliriz.
İslam Düşünce Tarihinde Ekollerin Ortaya Çıkış Nedenleri
1- Dinî metinlerden kaynaklanan nedenler
Doğrudan dinî metinlerden kaynaklanan nedenler, daha çok anlamlandırma
noktasında olmuştur. Bu bağlamda Allah'ın sıfatları, insanın irade hürriyeti ve
bilgisi gibi konularda, bazen ayetlerin kendi içinde bazen de ayetlerle hadislerin
çeliştikleri düşünülmüş ve bu metinler farklı farklı anlamlandırılmıştır. Örneğin,
Kur'an-ı Kerim’de “Allah'ın eli”. “O (Allah) göğe yükseldi.” ve benzeri ifadeler
kullanılmıştır. Bu ve bunun gibi müphem ifadeler insanların farklı düşünmesine yol
açmıştır. Bunun sonucunda kelam, felsefe ve tasavvuf ekolleri oluşmuştur.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
İslam Düşüncesinde Gelişen Ekoller
2- Yeni ortaya çıkan problemlerden doğan nedenler
VIII. yy.a gelindiğinde, Suriye, Filistin, Irak, Kuzey Afrika, İran, Horasan
Maveraünnehir, Sind ve İspanya fethedilmişti. Bu bölgelerdeki halkın büyük kısmı
İslamiyet'i kabul etmekle birlikte, bir kısmı da İslam’ın onlara tanımış olduğu dinî
özgürlüğe ve hukuki özerkliğe dayanarak, dinî ve kültürel varlıklarını sürdürmeye
devam etmişlerdir. Hatta İslam’ı yeni kabul eden bu milletler, eski dinî
kabullerinden ve kültürlerinden, tabii olarak, tamamen sıyrılamıyorlardı. Yani bir
tür “İsrailiyat” hareketi gerçeklik kazanıyordu. Bu şekilde İslam coğrafyasının
genişlemesi ve İslam yönetiminde bulunan milletlerin çeşitliliğinin artmasına
paralel olarak, dinî, siyasi, ekonomik, sosyal, felsefi merkezli yeni problemler de
çoğalmış ve çeşitlenmiştir. Ayrıca zaman içinde İslam’a muhalif karşı hareketler de
gelişmiştir. İslam düşünce ekolleri işte bu problemlere çözüm üretmek amacıyla
ortaya çıkmıştır. Özellikle fıkıh, kelam, tasavvuf ve felsefe ekolleri, hem sorunların
ortaya çıkışı itibarıyla hem de kavramsal içeriklerin aktarılması bakımından,
oluşum süreçlerinde bu kültürel zenginlikten istifade ederek farklı çözüm yolları
üretmişlerdir.
Diğer din ve kültürlerden gelen akli eleştiriler de İslam düşüncesini etkilemiş,
Brahmanizm, Mecusilik, Dehrilik, Tabiatçılık ve Bâtınilik gibi hareketler ortaya
çıkmış, İslam'a yönelik entelektüel eleştiri ve saldırılar da hız kazanmıştır.
Mecusilerin bir kısmı evren ve evrendeki oluş ve bozuluşu, ezelî kabul ettikleri iyilik
ve kötülük ilkesiyle açıklamaya çalışarak bir anlamda Allah'ın birliğine karşı
çıkıyordu. Dehriyye ise, evrenin zamanın eseri olduğu şeklinde görüşler ileri
sürüyordu. Tabiatçılar Tanrı'yı dışlayarak evrenin sadece tabiatın bir eseri olduğu
iddiasındaydılar. Hint kökenli Brahmanların (Berahime) ahiret hayatına yönelik
olarak tenasüh inancını benimsiyor, peygamberliğin imkân ve gerekliliğini
eleştiriyorlar ve peygamberliğin Allah'ın mutlak adaletine aykırı olduğunu ileri
sürüyorlardı. Hristiyanlar ise teslis inançlarının doğru olduğunu savunuyorlardı. Bu
eleştiriler ve saldırılar sonucunda İslam düşünürleri kendi metinlerini daha farklı ve
detaylı yorumlamışlardır. İşte bu problemlerin çözümü konusunda kelam, tasavvuf
ve felsefe alanında farklı görüşler oluşmuştur. Daha sonraki dönemlerde yapılan
çalışmalarla bu konulardaki görüşleri daha iyi ortaya koymak ve değerlendirmek
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
İslam Düşüncesinde Gelişen Ekoller
amacıyla, bu farklı görüşlerin ortak noktaları dikkate alınarak ekol sınıflandırılması
yapılmıştır.
İslam düşünce okullarını oluşturan nedenleri kendi aranızda tartışınız ve
yapılan eleştirilere kendinîzce yanıtlar bulunuz.
İslam Düşünce Tarihinde Gelişen Başlıca Felsefi Ekoller
Bu ünitede ve diğer ünitelerimizde sadece felsefe ekollerini işleyeceğiz.
Çünkü kelam, tasavvuf ve fıkıh usulü gibi ekoller diğer derslerinizde ayrıntılı olarak
işlenecektir. Dolayısıyla İslam Düşünce Tarihi dersinde Bâtınilik, Dehriyyun,
Tabiiyyun, Revâkıyyun, Meşşailik, İşrâkilik, İhvan-ı Safa gibi ekoller işlenecektir.
Bâtınilik
Her şeyin bir bâtını bir de zahirî tarafı olduğunu kabul eden Bâtıniler, daha
ziyade siyasi bir teşkilat olarak ortaya çıkmışlardır. Bunlar ayrıca, “mezdekî”,
“karmatî”, “ta’limiyye” ve “mülahide” diye de anılırlar. Bu ekol felsefi kavramlarla
şüphecilik, tasavvuf ve mutezilenin karışımından oluşmuş bir ekoldür.
Bâtıniliğin temel meselesi, siyaset felsefesi ve imamet (yönetici) konusudur.
Bu ekole göre, “İmam” âlemdeki her şeyin bilgisine sahip olup İslami esasları
değiştirip onlara uygun gördüğü anlamı verebilecek güçtedir. Nitekim Bâtıniler
zahirin hakikatin kabuğu; bâtının ise özü olduğunu, bu özün nassların teviliyle
anlaşılabileceğine ve bunu da ancak imamın yapabileceğini benimsemişlerdir.
(Çubukçu, 1964: s. 41 vd.) Onlara göre en yüksek mutluluk dinin iç manasını
kavramaktır. İmama uyanlar her türlü mesuliyetten kurtulurlar.
Bâtıniler Aristoteles’in “Yokluğun tasavvuru mümkün değildir.” sözünden
hareketle âlemin kadim olduğunu kabul ederler. Materyalizmin aksine kısmen de
olsa, peygamberleri kabul ederler. Kötü ruhlar bir cesetten diğerine geçer ve azap
görürler. İyi ruhlar ise semaya yükselerek ilahî varlıkla birleşir. (Taylan, 1983:,
s.144-147) İslam düşünce tarihinde ciddi eleştiriler alan bu ekole en önemli tenkidi
Gazalî “Fedâilu’l-Bâtıniyye” adlı eserinde yapmıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Bireysel Etkinlik
İslam Düşüncesinde Gelişen Ekoller
•Bu konuda İbrahim Agah Çubukçu’nun “Gazzâlî ve Bâtınilik” adlı
eserini okuyabilirsiniz.
Dehriyyun (Maddiyyun)
“Ezelî zaman” anlamına gelen "dehr" kelimesinden türetilen ve İslam
dünyasında ortaya çıkan ilk felsefi ekol olarak kabul edilen “Dehriyyun”; İslam
düşünce tarihinde maddeci bir varlık anlayışına dayanarak sadece duyularla
algılanabilen maddi dünyanın gerçek ve ezelî olduğunu, ruhun ve Tanrı'nın var
olmadığın, benimseyen materyalist felsefe ekolüne verilen addır. Her şeyin bozulup
değişip, eskidiğini; değişmeyen tek gerçeğin dehr, zaman olduğunu benimsedikleri
için bu ad ile isimlendirilmişlerdir. Dehriyyun, materyalist ve ateist düşünce
olmasından dolayı İslam toplumunda ortaya çıkan “ilhad” hareketleri de bu
kapsamda değerlendirilir.
Dehriyyun, İslam'dan önce oluşan ve VII. ve VIII. yüzyıllarda Orta Doğu’da
varlığını devam ettiren bir ekoldü. Nitekim Kur’an-ı Kerim bu anlayışa mensup
olanlardan şöyle bahsetmektedir.
“Dediler ki: Hayat ancak bu dünyada yaşadığımızdır. Ölürüz ve yaşarız. Bizi
ancak zaman helak eder. Bu hususta onların hiçbir bilgisi de yoktur. Onlar sadece
zanna göre hüküm veriyorlar.” (45. Casiy, 24).
İslam düşünce tarihinde bu ekole mensup kabul edilen filozofların
düşünceleri arasında bazı farklar varsa da genel olarak temel fikirlerini şöyle
özetleyebiliriz: Her varlık bir bakıma maddidir. Maddeden ayrı bağımsız bir ruh
yoktur. İnsan ruhu ölümden sonra müstakil olarak devam edemez, küllî varlığa
karışır.
Allah'ı ve ruhu inkâr ettikleri için Mülhitler ve Muattıla (Ateistler) olarak
kabul edilmişlerdir. Dehriyyun bütün metafizik olguları inkâr etmiş, dinleri ve
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
İslam Düşüncesinde Gelişen Ekoller
peygamberi gereksiz görmüştür. Bu ekolün mensupları her şeyin dış duyuların
verilerinden ibaret olduğunu ve duyularla elde edilen bilgiyi, gerçek bilgi kabul
ettikleri için duyumcular (Hissiyyun) olarak da kabul edilirler. Ayrıca maddenin
ötesinde başka hiçbir gerçek kabul etmedikleri için Maddiyyun (Materyalistler)
olarak da isimlendirilmişlerdir. Bu ekol İslam kelamcıları ve Meşşai filozoflarca
şiddetle eleştirilmiştir. İslam düşünce dünyasında sürekliliği olan bağımsız bir ekol
hâline gelememiştir. (Ülken, 1957, s. 42-44; Bayraktar, 1988; Cevizci, 2000, s. 208;
Şahin, 2000, s. 69-70)
Dehriliğin temel fikirlerini şu şekilde özetleyebiliriz:
a-Kainatı idare eden ve her şeye kadir olan bir yaratıcının varlığını kabul
etmezler.
b-Âlemin bir yaratıcı tarafından değil, kendiliğinden ezelî olarak mevcut
olduğunu kabul ederler.
c-Onlara göre her varlık bir bakıma maddidir. Maddeden ayrı ve müstakil bir
ruh yoktur.
d-Evren ve Tanrı birdir. Evrenden ayrı şuurlu ve irade sahibi bir yaratıcı
yoktur.
e-İnsanın varlığı küllî varlığın bir neticesidir. Bu sebeple insan, psikolojik bir
şahsiyet değildir. Ruh ölümden sonra ferdî bir varlık olarak devam etmeyerek küllî
varlığa karışır. (Taylan, 1991: s.143-144).
İslam düşünce tarihinde bu materyalist felsefe akımının en önemli temsilcisi
olarak Horasanlı İbnü'r-Ravendî kabul edilir.
İbnü'r-Ravendî
Ebu'l-Hüseyin Ahmed b. Yahya b. Muhammed b. İshak er-Ravendî (ö.
301/914-914), Horasan'ın Merveruz'a bağlı olan Rivend köyünde dünyaya
gelmiştir. Yaşamını genelde Bağdat'ta geçirmiş. Mu'tezilî fikir çevreleriyle ilişki
kurmuş,fakat daha sonra, mülhitlik sayılan görüşleri nedeniyle mülhid ilan
edilmiştir. İbnü'r-Ravendî’ye “Kitabu'l-İntisar”; “Kitabü't-Tac”; “Kitabü'z-Zümürrüd”
adlı eserler nispet edilir. Bu eserin bazı bölümleri günümüze ulaşmıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
İslam Düşüncesinde Gelişen Ekoller
Tabiiyyun
İslam düşüncesinde, dünyanın yoktan var edildiğini, kendi dışındaki mutlak,
iradeli ve yüce bir güç tarafından düzenlenip yöneltildiğini savunan ve bu
çerçevede, Kur’an ve hadislere dayanan düşünce akımlarına karşı olan ve doğayı
temel almakla birlikte, madde dünyası dışında ruhun ve Tanrı’nın varlığını kabul
eden görüşe tabiiyyun adı verilir. Ahiret, vahiy ve peygamberlik konularında ciddi
endişeleri olan bu ekol, doğayı bilimsel ya da doğal yöntemlerle araştırmayı
benimseyip bilginin temeline deney ve tümevarımı yerleştirir. (Bolay, 1996,
“doğacılık” md. s. 103; Fahri, 1992:, s. 89-91 Cevizci, 2000, s. 897). Tabiatçı
(natüralist) düşünürler, metafizik düşünceleri pek önemsemediklerinden dolayı
"Deist" düşünürler kapsamında da değerlendirilirler.
İslam Düşüncesi’nde “tabiiyyun” olarak da nitelenen filozoflar, tabiat
felsefesi yaptıkları için değil, ilahiyata ait fikirlerini tabiat felsefesinden çıkarmak
istedikleri için böyle bir isimle adlandırılmışlardır. Nitekim İslam tabiatçıları, her
türlü tabiatüstü metafizik varlıkları reddeden natüralizmin aksine, metafizik
varlıkları benimserler, fakat varlıktaki her türlü oluşum, değişim ve gelişimi sebepsonuç ilişkileriyle ve rasyonel olarak açıklamaya çalışırlar.
İslam dünyasında en ünlü tabiatçı filozoflar olarak Hekim Ebu Bekir Zekeriyya
er-Razî, Cabir b. Hayyan ve Kindî’nin öğrencilerinden olan Serahsî kabul edilir.
(Bayraktar, 1988: s. 92-93; Kaya, 1995, XII, 313) Bu ekolün mensupları, yaratan bir
Tanrı'nın varlığını kabul ettikleri hâlde dine ve peygamberlere gerek olmadığını
iddia ettiklerinden ve Allah'ın evrenle sürekli ilişkisini mümkün görmediklerinden
deist görüşü savundukları için İslam dünyasında takipçileri olmamıştır.
Hekim Ebu Bekir Zekeriyya er-Razî (865 - 925)
Ebû Bekir Muhammed b. Zekeriya b. Yahya er-Razî, Rey Şehri'nde
doğmuştur. (el-Bimni, 1996: s. 4; ez-Zirik1i, 1954:VI, 364). Çeşitli ilim ve kültür
merkezlerinde öğrenim görmüş, tıp sahasında birçok yeniliğin öncüsü olmuştur.
Hayatının sonlarına doğru görme yetisini kaybeden Razî, 313/925 tarihinde Rey
şehrinde vefat etmiştir. (İbn Nedim, 1994, s. 360; İbn Cülcül, 1985, s. 77; İbnu'lAtatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
İslam Düşüncesinde Gelişen Ekoller
Kıfti, 1903, s. 273).
Ebu Bekir er-Razî’ye göre felsefe, her tür davranış biçimine değer kazandıran
bir düşünce tarzıdır. Bu tanımıyla insanın sürekli mükemmele doğru yönelmesinin
gerekliliğine işaret etmiş ve felsefeyi, bir yaşam şekli olarak kabul etmiştir.
Kendisinin bu anlamda erdemli, filozofça bir yaşam sürdüğü nakledilir. Çünkü ona
göre filozof, mantığın şartlarını ve kanunlarını bilen, matematik, fizik ve metafizik
ilimlerini en üst seviyede elde eden kimsedir. (Razî, 1982: et-Tıbbu'r-Rûhanî, s. 43).
İnsanlar yaratılış
itibariyle bilgiye aynı
yatkınlıktadırlar.
Zekeriya er-Razî, felsefenin sadece seçkin insanların yapabileceği bir eylem
olmadığını, herkese açık olduğunu benimsemiştir. Çünkü ona göre insanlar, yaratılış
itibarıyla bilgiye aynı yatkınlıktadırlar. Fakat daha sonra çalışarak ve bu
yatkınlıklarını geliştirilmek suretiyle insanlar arasında bilgi seviyeleri açısından
farklılıklar olabilir.
İslam dünyasında "Tabiat Felsefesi" akımının en önemli temsilcisi olarak
kabul edilen Ebu Bekir Zekeriya er-Razî, bütün meselelere tabiat bilimlerinin
metodu sayılan, deneye dayanan ampirik ve tümevarım metotlarıyla yaklaşmıştır.
Nitekim o felsefi konularda akılcı; bilim ve tıpta ise tecrübecidir. (Walzer, 1962: s.
15).
Ebu Bekir Zekeriya er-Razî'nin metafizik düşüncesini “beş ezelî varlık"
öğretisi üzerine kurmuştur. Ona göre beş ezelî varlıktan olan Allah ve Küllî Ruh,
canlı ve faaldir. Üçüncü ezelî varlık olan “Heyûlâ” yani mutlak madde, cansız ve
pasiftir. Dördüncü ve beşinci ezelî varlıklar olan “Halâ” yani mutlak mekân ve
“mutlak zaman” ise ne canlı, ne faal ne de pasiftirler. Bu ezelî varlıklar âlemin var
olabilmesi için zorunlu olan varlıklardır. (Aydın, İ. H., 2001: s. 110).
Ebû Bekir er-Razî, felsefi sisteminde, Allah'tan başka ezelî varlıklar olduğunu
kabul ettiği gerekçesiyle İslam dünyasından ciddi anlamda eleştirilmiş, hatta mülhit
olarak vasıflandırılmıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
İslam Düşüncesinde Gelişen Ekoller
Revâkıyyun
İslam düşünce tarihindeki bir diğer felsefi ekol de Revâkiyedir. Sözlük anlamı
itibarıyla “revâka mensup” demektir. İslam dünyasında bir grup düşünürün,
derslerini sütunlar arasında, revaklarda yapan Stoacıların felsefi düşüncelerini
hareket noktası olarak benimsemesinden dolayı bu ekole mensup filozoflara “İslam
Stoacılığı” ya da “Rivâkiyyun” denilmiştir.
Bu ekolün ana düşüncesi özetle, yaşam ve ölüme karşı kayıtsız kalmaktır.
Yaşamın amacı olan mutlu ve erdemli bir hayat için ihtiraslara hâkim olmak
gerekir. Bunun için her bakımdan doğal yaşamı, doğaya uygun yaşamayı
benimsemişlerdir. Zira bu anlayışa göre, Tanrı’nın iradesine, rızasına bu tür bir
yaşam uygundur. Ayrıca doğaya uygun olan akla da uygun olur. Tamamıyla Stoacı
bir İslam düşünürü olmamakla birlikte, İslam dünyasında en önemli temsilcisi
Üstüvanî Mehmet Efendi (1608-1668) kabul edilir. (Bayraktar, 1988: s. 119-120;
Kaya, “Revakiyyun”, DİA, XXXV, 24-26; Bolay, 1999: s. 423-424; Cevizci, 2000, s.
330).
İslam Meşşaî Ekolü
Meşşailik (Meşşaiyyun) “yürüyenler” (yürüyücülük) anlamına gelen bu
isimlendirme Aristoteles’e dayanır. Atinalılar, Aristoteles ve öğrencilerine Latincede
“yürüyenler” veya “yürüyücüler” anlamına gelen “Peripataticiens” şeklinde
isimlendirmişlerdir. İslam dünyasında Aristoteles’in felsefesinden yaralanan ve
felsefesini onun mantığıyla oluşturan filozoflara “İslam Aristoculuğu” anlamında
İslam Meşşaileri
Aristoteles’i her konuda
benimsemeyip, bazı
konularda
eleştirmişlerdir.
Arapçada “yürüyenler” veya “yürüyücüler” anlamına gelen “Meşşaiyyun” adı
verilmiştir. Ancak hemen şunu belirtmeliyiz ki, İslam filozofları her konuda
Aristoteles’i benimseyip onun yolundan gitmiş değillerdir. Bu ekole mensup
filozoflar Aristoteles’in yanında Platon’dan, Yeni Eflatunculuktan ve pek çok
kaynaktan istifade etmişlerdir. Bu hususa yeri geldikçe değinilecektir. İslam
dünyasında, Kindî (ö. 866), Farâbî (ö. 950), İbn Sina (ö. 1037). İbn Bacce (ö. 1138)
ve İbn Rüşd (ö. 1198) gibi filozoflar bu ekol kapsamında değerlendirilir.
Meşşai ekol kapsamında değerlendirilen İslam filozofları, problemleri
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
İslam Düşüncesinde Gelişen Ekoller
öncelikle İslam’ın temel kaynaklarına müracaat ederek, felsefi bir yöntemle
çözmeye çalışmışlardır. İslam’ın temel kaynaklarıyla çözüm getirilmeyen
durumlarda ise Aristoteles, Platon ve Yeni Platoncu kaynaklardan aklın
kılavuzluğunda yararlanmışlardır. İslam Meşşaî filozofları genelde mantık sahasında
Aristoteles’i metafizik, siyaset ve ahlak sahalarında Platon’u ve Yeni Platoncuları
izlemişlerdir. Dolayısıyla İslam dünyasında meşşai felsefe denilince, Aristo felsefesi
ile Eflatun felsefesinin Plotin tarafından yorumlanmış ve birbiriyle uzlaştırılmış şekli
anlaşılmalıdır. Ancak İslam Meşşaî filozofları dışarıdan gelen fikirleri hiçbir zaman
sorgulamadan kabul etmemişlerdir. Onlar yabancı kaynakları kendi temel
kriterlerine uyması durumunda benimsemişlerdir. Zaman zaman da bu
filozoflardan farklı düşünmüşlerdir. Örneğin Farâbî, Aristo metafiziğinin kuvve ve
fiil nazariyesini kendi metafiziğine temel olarak almış olmakla birlikte Aristo'nun
metafizik anlayışından özellikle üç noktada ayrılmıştır:
1- Aristo'ya göre, Tanrı ve madde birbirinden bağımsız iki ayrı varlıktır. Tanrı
maddeye suret verir ve âlemin merkezinde bulunur. Farâbî'de ise, madde Allah'a
dayanmaktadır ve varlığını Allah'tan almaktadır.
2- Aristo'ya göre Tanrı âlemi sadece güzellik ve iyilik kurallarına ve belirli
hedeflere göre mekanik olarak idare eder. Farâbî'ye göre ise, bilerek, inayeti ve
varlığı ile idare eder.
3- Aristo'ya göre ilk hareket ettirici olan Tanrı, aynı zamanda tümel akıldır ve
maddeye mekanik olarak etkide bulunur. Hâlbuki Farâbî'ye göre Allah, biricik
zorunlu varlıktır. Eşya âlemi; varlığını ve zorunluluğunu böyle bir Vâcibu'lVücud’dan alır. Fakat Tanrı, tümel akıl değildir. Tümel akıl, Tanrı'nın ilk yarattığı
şeydir. Bu bakımdan Aristo'da Tanrı ile âlem arasında aracı bulunmadığı hâlde,
Farâbî'de sudûr nazariyesi gereğince ilk akıldan itibaren bir takım akıllar, nefisler ve
felekler aracılık eder (Farâbî, 1991: s. 55-56; Aydın, İbrahim Hakkı, 2000: s. 40).
Buradan da anlaşılacağı gibi İslam filozofları Aristoteles'in körü körüne bir takipçisi
olmamışlardır.
İslam Meşşaî filozoflarının fikirleri arasında bazı farkların olmasıyla birlikte,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
İslam Düşüncesinde Gelişen Ekoller
İslam Meşşailiğini ana hatlarıyla maddeler hâlinde şöyle sıralayabiliriz.
1- Felsefi doktrinler temellendirilirken, bilimsel araştırmalar yapılırken
Aristoteles mantığı bir yöntem olarak kullanılmıştır.
2- Felsefi problemlerin çözümünde öncelikle İslam’ın ışığında akla öncelik
tanınmıştır. Bu anlamda İslam Meşşaileri rasyonalist olarak kabul edilebilir. En
belirgin özellikleri dinle felsefeyi ortak bir paydada toplayarak akılla nassı
uzlaştırmaktır.
3- Ruhun varlığını devam ettirmek için bedene muhtaç olmadığını fakat
bedenin varlığını sürdürmek için ruha muhtaç olduğunu kabul ederler.
4- İslam Meşşaileri felsefe tarihinde ilk defa nübüvveti felsefi olarak
temellendirmeye çalıştıkları için bilgi problemine yeni bir boyut kazandırmışlardır.
5- Ahlak anlayışlarının temelini mutluluk anlayışı oluşturur. Asıl mutluluğun
ahirette, Allah’a ulaşmakla mümkün olabileceğini kabul ederler. (Kaya, 1994, sy. 2,
s. 29-31; Bayraktar, 1988, s. 117-119; Cevizci, 2000, s. 587)
Meşşaîlerde Varlık Problemi
Meşşaî filozoflar genelde varlığı üç kısma ayırırlar:
a) Zorunlu (Vâcibu’l-Vücud) varlık. Bu, sadece nedensiz, ezelî olan Tanrı’dır.
b) Mümkün varlık, sebepli, var edilmiş, mahluk ve gerçekliği olan tüm
varlıklardır. Tanrı'nın dışındaki tüm varlıklar mümkün varlıklardır.
c) Mümteni varlık, gerçekliği olmayan, sadece insanların zihinlerinde
ürettikleri varlıklardır. (Kafdağı, Anka kuşu gibi.)
İslam Meşşaîlerine göre mümkün varlıkların dört nedeni vardır:
a) Fail Neden: İlk fail neden, Tanrı'dır. Fakat mümkün varlıklar çerçevesinde
doğadaki herhangi bir nesne de fail neden olabilir. Örneğin babanın, oğluna neden
olması gibi.
b) Formel (şeklî, sûrî) neden: Bu, varlığa şekil kazandıran nedendir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
İslam Düşüncesinde Gelişen Ekoller
c) Maddi neden: Var olan, yapılan şeyin maddesini oluşturan nedendir.
d) Gaye neden: Bir şey ne için var edilmiş ise o, onun gaye nedenidir.
İslam meşşailerinden Kindî ve İbn Rüşd’ün dışında, özellikle Farâbî ve İbn
Sina, âlemin var oluşunu, kozmik varlığın meydana gelişini “sudur” teorisiyle
Bireysel Etkinlik
Tartışma
açıklamışlardır.
• Farâbî ve İbn Sina'nın sudûr anlayışını
geliştirmelerinin nedenleri ne olabilir? Tartışınız.
Ayrıca bu teori İslam dünyasında ne gibi temel
problemlerin doğmasına yol açmış olabilir?
Araştırınız.
• Bu konuda İ. H. Aydın'ın Farâbî'de Metafizik
Düşünce; Hüseyin Atay'ın İbn Sina'nın Varlık
Felsefesi; M. Muhammed Şerif’in Klasik Islam
Filozofları ve Düşünürleri adlı eserler okunabilir.
Din Felsefe İlişkisi:
Meşşaî ekole mensup filozoflar her şeyden önce din ile felsefe arasında konu
ve gaye birliği bulunduğunu benimsemişlerdir. Bu iki sistem, insanları mutluluğa
götürecek gerçek bilgiyi ve gerçek eylemi onlara öğreterek, onların mutluluğunu
sağlayarak mutsuzluklarını engellemeyi amaçlar. (İbn Rüşd, 63-65). İslam
Meşşaileri bu konuda önemli çabalar harcamışlardır. Onlara göre, din ile felsefenin
mesajları arasında hiçbir farklılık yoktur. Her ikisi de, yöntemleri farklı olsa da,
gerçek hakikate ulaşmak gayesindedirler. Her ikisi de Allah’ın birliğinin ve gücünün,
kudretinin bilgisini verirler. Her ikisi de hakikatin ilmidir. Nitekim onlara göre aklın
bildirdiği hakikatler, dinin bildirdiklerine aykırı değildir. Bu düşünceleriyle de
felsefe ile dinin uzlaşı içinde olduğunu anlatmaya çalışmışlardır.
İnsani Akıllar:
İslam Meşşaîleri aklı, nazari ve amelî akıl olmak üzere iki kısma ayırmışlardır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
İslam Düşüncesinde Gelişen Ekoller
Nazari akıl da bi’l-kuvve, bi’l-meleke akıl, bi’l-fiil ve müstefâd akıl olmak üzere dört
kısımda değerlendirilmiştir.
1- Bi’l-Kuvve/Heyulani Akıl: Potansiyel akıl da denilen bu akıl, insanda
doğuştan var olan ve kendisinde herhangi bir nakış bulunmayan akıldır. Akıl, bu
derecede bilgileri almaya tabiatı icabı yatkındır. Ancak nefiste kuvve hâlinde
Allah tarafından insana
verilen en önemli ve
ayırıcı nitelik akıldır.
olduğu için bu akılla herhangi bir eylemde bulunulmaz.
2- Bi’l-Meleke Akıl: Akıl gücünün mutlak yatkınlıkla mümkün bir güç hâline
gelmesidir. Eşyanın suretlerinin hiçbirisinin bulunmayan bi’l-kuvve akılda, eşyanın
suretleri belirmeye başlayınca bi’l-meleke akıl olur.
3- Bi’l-Fiil Akıl: Eyleme geçebilen, kendisiyle günlük yaşam eylemleri yerine
getirilebilen akıldır. Bilkuvve aklın gelişerek eyleme geçebilme yeteneğini
kazanmasıyla bu adı alır.
4- Müstefad Akıl: İnsan aklının yetkinleşme ve bilgi edinmedeki son
aşamasıdır. Müstefad akıl, mutlak fiil hâlindeki akıldır. Faal-akıl ile iletişime
geçebilir. Bu akıl derecesine ulaşabilen insan, artık varlığın her alanıyla ilgili bilgileri
kıyas ve burhan yoluyla kazanmış, kısaca kendine özgü fiil ve yetkinliğini elde etmiş
demektir. Bu insanın dünyadaki nihai amacı, ulaşabileceği en son yetkinlik,
tadabileceği en büyük lezzet ve kendisi adına gerçekleştirebileceği en yüksek
iyiliktir.
Bazı İslam Meşşaî Filozofları
Kindî:
İslam düşünce tarihinde Kindî, kelamdan felsefeye geçişin ilk temsilcisi
olması hasebiyle ilk İslam filozofu olarak kabul edilir. Ebu Yusuf Yakub b. İshak elKindî, Kufe'de 796’da doğmuş, 866 yılında Bağdat'ta vefat etmiştir. Abbasi
halifelerinden Me'mun (813-833)’un kurmuş olduğu tercüme enstitüsü
konumunda olan Beytü'l-Hikme'de görev almıştır.
Kindî özellikle, “Hududi'l-Eşya ve Rusumiha” (Tarifler Üzerine) adlı eseriyle,
el-Kindî ilk İslam filozofu
olarak kabul edilir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
İslam Düşüncesinde Gelişen Ekoller
İslam Felsefesine hem terminoloji hem de metodoloji açısından önemli katkılar
yapmıştır. Ayrıca o, “Var mıdır? Nedir? Nasıldır? Niçin?” sorularıyla felsefi açıdan
metodolojisini âdeta özetlemiştir. Kindî; matematik, fizik, felsefe, ilahiyat, siyaset,
tıp, müzik gibi alanlarda iki yüzden fazla eser yazmıştır. Bu eserleri bir kısmı
Bireysel Etkinlik
yayınlanmıştır.
• Kindî hakkında geniş bilgi edinmek için şu kaynaklardan
yararlanabilirsiniz:Fahri, Macit, İslam Felsefesi Tarihi, s. 67-87;
Bayraktar, Mehmet, İslam Felsefesine Giriş, s. 184-200; Şahin,
Hasan, İslam Felsefesi Tarihi, s. 78-85; Kaya, Mahmut, "Kindî",
DİA, XXVI, 41-57.
Farâbî:
Ebu Nasr Muhammed b. Muhammed b. Tarhan b. Uzluğ el-Farâbî et-Türkî,
Maveraünnehir bölgesinde, günümüzde Kazakistan sınırları içinde bulunan, Farab
kasabasında 870’te doğmuş, 950’de Şam’da vefat etmiştir. Bir Türk filozof olan
Farâbî Merv ve Bağdat'a giderek dinî ilimler, Arapça, mantık, metafizik, musiki,
matematik, tıp, dil bilgisi, felsefe ve astronomi gibi alanlarda eğitim ve öğretim
görerek eğitimini tamamlamış
Aristoteles’ten sonra en ünlü filozof kabul edildiğinden dolayı "Muallim-i
Sanî" (ikinci Öğretmen) unvanı ile meşhur olan Farâbî, yapmış olduğu çalışmalarla
İslam dünyasındaki felsefe hareketlerini sistemli bir şekle getirmesinden dolayı
İslam Felsefesi’ninde kurucusu olarak kabul edilir. Felsefi görüşleri özellikle İbn
Sina, Yahya b. Adî ve Bağdat okulu tarafından devam ettirilmiştir.
Farâbî, felsefe, mantık, tıp, fen bilimleri, ahlak, müzik ve siyaset alanlarında
iki yüz civarında eser vermiştir. Meşhur eserlerinden bazıları şunlardır: “İhsau'lUlûm”, “Uyunu'l-Mesâil”,” Kitabu'l-Hurûf”, “es-Siyasetü'l-Medeniyye”, “Tahsilu'sSaade”, “Medinetu'l-Fazıla”, “Risale fi Maani'l-Akl”, “et- Ta'likat”. Bu eserlerin
önemli bir kısmı Latince, İbranice, Türkçe, Farsça, Fransızca, İngilizce, İspanyolca ve
Rusçaya tercüme edilmiştir. (Aydın, İ. H. 2000, s. 38)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
İslam Düşüncesinde Gelişen Ekoller
“Allah’ın ne olduğunu değil, ancak ne olmadığını bilebiliriz.” Sözünün anlamı
nedir? Tartışınız”.
İbn Sînâ:
Ebû Ali Hüseyin b. Abdullah b. Ali b Sina, 980 yılında Türkistan'ın Buhara
yakınlarındaki Efşene köyünde doğmuş, 1037 yılında Hamedan'da vefat etmiştir.
İslam dünyasında "büyük otorite" anlamına gelen "eş-Şeyhu'r-Reis" unvanıyla; Batı'
da ise "Avicenna" olarak bilinmektedir. İbn Sina tıp, mantık, felsefe, hukuk ve
İbn Sinâ Doğu’ya özgü
bir felsefe ve mantık
kurmayı denemiştir.
geometri okumuştur. O, felsefe, akli ilimler alanında ünlü olduğu gibi; tıp alanında
da “el-Kanun fı't- Tıb” adlı eseri, üniversitelerde ders kitabı olarak okutulacak kadar
ünlü olmuştur.
İslam felsefe tarihine baktığımızda şu tespiti yapabiliriz: Kelamdan felsefeye
geçişi sağlayan Kindî; terminoloji, metot ve problemleri açısından onu
sistemleştiren Farâbî; kendi dönemine kadar gelen bu zengin birikimi yeni baştan
işleyerek büyük bir külliyat hâline getiren İbn Sina olmuştur. İbn Sina “el-Hikmetu'lMeşrikiyye” ve “el-Mantıku'l-Meşrikiyye” isimli eserleriyle” Doğu’ya özgü bir
felsefe ve mantık kurmayı denemiştir. (Şahin, 2000: s. 85-92).
Çeşitli alanlarda eser veren İbn Sina’nın eserlerinden bazıları şunlardır: “eşŞifâ”, “en-Necât, “el-İşarât ve't- Tenbihât”,” el-Kanun fi't- Tıb”, “Uyunu 'l-Hikme”,
“el-Hikmetü'l-Meşrikiyye”, “el-Mübahasât”, “el-Mebde ve'l-Mead”.
İbn Rüşd:
İbn Rüşd, Batı
dünyasında felsefenin
yeniden canlanmasına
katkı yapan en önemli
filozoftur.
Endülüs'te yetişen bir İslam filozofu olan Ebu'l-Velid Muhammed b.
Muhammed el-Kurtubî İbn Rüşd, 1126 yılında Kurtuba'da dünyaya gelmiş, 1198
yılında vefat etmiştir. Bu düşünürümüz, önce Malikî fıkhı ve Eşari kelamı olmak
üzere dinî ilimleri, daha sonra tıp, matematik, astronomi, mantık ve felsefe tahsil
etmiştir. Ayrıca İslam âleminin yetiştirmiş olduğu önemli fıkıhçılardan biri olarak
İşbiliye (Sevilla) ve Kurtuba kadılık görevlerinde bulunmuştur.
Emir Ebu Yakub'un emri ile Aristo'nun eserlerini yeniden neşir ve şerh
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
İslam Düşüncesinde Gelişen Ekoller
ederek Aristo'yu tam olarak, özellikle Batı dünyasına tanıtmıştır. İbn Sina ve Farâbî
gibi önceki Müslüman filozofların yanlışlıklarını eleştirdiği gibi, doğru bulduğu
konularda da onları desteklemiştir. Bu tutumuyla ciddi bir bilim adamı objektifliği
içinde olmuştur. Ayrıca Gazzalî’nin filozofları eleştiri amacıyla yazdığı “Tehafütü’lFelsefe” adlı esere eleştiri niteliğinde yazmış olduğu “Tehafütü’t-Tehafütü’lFelasife” adlı eseriyle İslam dünyasında tehafüt geleneğini başlatmış ve bu gelenek
sayesinde İslam düşünce hareketlerinin canlı kalmasına önemli katkıları yapmıştır.
İbn Rüşd bazı İslam filozoflarının varoluş teorilerinden, Sudur teorisini ciddi şekilde
eleştirmiştir.
Eserlerinden bazıları şunlardır. “Bidayetü'l-Müctehid”, “Faslu'l-Mâ-kal”, “elKeşf an Menahici'l-Edille”, “Tehafütü’t-Tehafütü’l-Felsefe”, “Tefsiru Maba'de'tTabi'a”, “ Makale fi'l-Akl”, “Makale fi'l-Kıyas”, “Kitabu'l-Külliyat”.
Bağımsız Filozoflar:
Bağımsız filozofların en ünlüsü olan Gazzalî ileriki ünitelerde geniş olarak ele
alınacağından burada ona yer vermeyeceğiz. Burada sadece örnek olması
bakımından bağımsız filozoflardan kısaca iki filozofu ele alacağız.
Ebu'l-Berekât el-Bağdadî (1076 - 1166):
Yahudi asıllı olup kırk yaşlarında Müslüman olan bu filozof, Bağdad’da
yaşamıştır. Bağdadî'nin felsefi düşüncelerini, onun en önemli eseri olan “elMu'teber fi'l Hikme” den öğrenmekteyiz. Özgür fikirleri olan bu filozof, Evhadü’zZaman” lakabıyla da anılır. O da, Gazzalî gibi Meşşaîleri bazı konularda
eleştirmiştir. Görüşleri Gazalî’nin görüşleriyle benzerlik arz etmektedir. Doğa
felsefesi açısından önemli bir filozof kabul edilir. Kendine özgü bir zaman anlayışı
ortaya koymuştur. Ona göre zaman, varlığın sayımıdır; yani varlığın bekasının
müddetidir. (Taylan, 1983, s. 288-291).
İbn Haldun (1332-1406):
Bağımsız filozoflar arasında en çok dikkat çeken düşünürlerden olup
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
İslam Düşüncesinde Gelişen Ekoller
Endülüs asıllıdır. Düşünce hayatında ilk tarih felsefesi yapan düşünür olarak
kabul edilir. Ayrıca bir anlamda da tarih felsefesinin ve sosyolojinin kurucusu
olduğu söylenebilir. En önemli eseri olan “Kitabu'l-İber” adlı tarih kitabına giriş
olarak yazdığı “Mukaddime” ile ünlü olmuştur. Düşünce tarihinde özellikle tarih
felsefesi, sosyoloji ve siyaset gibi kültür ilimleri açısından önemli bir yeri vardır.
Devlet, tarih ve sosyal olayları da tıpkı bir canlı gibi kabul eder. (Taylan, 1983, s.
291 - 296).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Bireysel Etkinlik
“Allah’ın ne olduğunu
değil, ancak ne
olmadığını bilebiliriz.”
Tartışma
İslam Düşüncesinde Gelişen Ekoller
• , "Vacibu'l- Vücud" terimini varlık problemi anlamında
olumlu ve olumsuz anlam ve nitelikleri bakımından
forumda tartışabilirsiniz.
•İslam tabiatcılarıyla Batı felsefelerindeki tabiatcıların fikirlerini
karşılaştıran bir araştırma ve inceleme çalışması yapınız.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Etkileşimli Alıştırmalar
Alıştırmalar
Özet
İslam Düşüncesinde Gelişen Ekoller
•İslam Düşüncesi Allah, âlem, insan ve bu üçlünün arasındaki ilişkilere ait
konularda ileri sürülen düşünceleri kapsar. Bu kapsamdaki konular ele
alınırken çeşitli nedenlerden dolayı farklı farklı çözüm yolları ve sonuçları
ortaya çıkmıştır. Bu farklılıklar, İslam Düşüncesi'nin bir zenginliği olarak
çeşitli ekollerin oluşmasına imkân sağlamıştır.
•Bu kapsamda İslam Düşünce tarihinde gelişen ve bu ünitede işlenen
başlıca felsefe ekolleri ise şunlardır. Revâkıyyun, Tabiiyyun,
Dehriyyun , Bâtınilik ve Meşşaîlik.
•İslam Düşüncesi kendini hiçbir zaman vahye alternatif olarak
görmemiştir. Bazen İslami nassı açıklayıcı, rasyonel temellerini tespit
edici nitelikte olduğu gibi, bazen de kendi ilkelerini güçlendirmek için
nasstan destek almıştır.
•Bu bağlamda İslam Düşüncesi , İslam'ın insani çabaya verdiği önemin
bir göstergesi olarak kabul edilebilir.
• Öğrendiklerinizi etkileşimli alıştırmalarla pekiştirebiirsiniz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Ödev gönderimi
Ödev
İslam Düşüncesinde Gelişen Ekoller
• "Aklı kullanma sanatı" olarak tanımlanabilecek olan felsefe
pratik yaşamımızda negibi yarar sağlayabilir? Araştırınız.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
İslam Düşüncesinde Gelişen Ekoller
DEĞERLENDİRME SORULARI
1. Ebu Bekir Zekeriya er- Razî'ye göre sadece kimler felsefe yapabilir?
Değerlendirme
sorularını etkileşimli
olarak
cevaplandırabilirsiniz
a) Hakîmler
b) Felsefeye yatkın olanlar
c) Mütefekkirler
d) Düşünmeye yatkın olanlar
e) Bilgiye yatkın olan insanlar
2. İslam Düşüncesi’nde “tabiiyyun” olarak adlandırılan filozoflara, niçin bu ad
verilmiştir?
a) Tabiat felsefesi yaptıkları için
b) İlahiyata ait fikirlerini tabiat felsefesinden çıkarmak istedikleri için
c) Her türlü tabiatüstü metafizik varlıkları, reddettikleri için
d) Felsefelerinde natüralizmi benimsedikleri için
e) Allah’tan başka dört ezelî ilke kabul ettikleri için
3. Aşağıdaki ekollerden hangisi “İslam Stoacılığı” adı ile de anılır?
a) Tabiatcılar
b) Dehrîler
c) Revâkiler
d) Meşşaîler
e) Bâtıniler
4. İslam Meşşaîleri hakkında aşağıdaki bilgilerden hangisi yanlıştır?
a) Mantık sahasında Aristoteles’i takip etmişlerdir.
b) Metafizik probleminde Platon’u daha fazla takip etmişlerdir.
c) Siyaset probleminde Yeni Platonculuğu daha fazla takip etmişlerdir.
d) Ahlak sahalarında daha fazla Aristoteles’i takip etmişlerdir.
e) Bilgi probleminde Sokrat’ı daha etmişlerdir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
İslam Düşüncesinde Gelişen Ekoller
5. Aşağıdakilerden hangisi metafizik konusunda Aristoteles ile Farâbî arasındaki
farklar konusunda yanlıştır.
a) Aristoteles'e göre, Tanrı ve madde birbirinden bağımsız iki ayrı varlıktır.
Farâbî'de ise madde Allah'a dayanmaktadır ve varlığını Allah'tan almaktadır.
b) Aristoteles'e göre Tanrı âlemi sadece güzellik, iyilik kurallarına ve belirli
hedeflere göre mekanik olarak idare eder. Farâbî'ye göre ise bilerek, inayeti ve
varlığı ile idare eder.
c) Aristoteles'e göre Tanrı ile âlem arasında aracı bulunur, oysa Farâbî'ye
göre aracı bulunmaz.
d) Aristoteles'e göre ilk hareket ettirici olan Tanrı, aynı zamanda tümel
akıldır. Farâbî'ye göre ise Tanrı, tümel akıl değildir; tümel akıl, Tanrı'nın ilk yarattığı
şeydir.
e) Aristoteles'e göre Tanrı maddeye mekanik olarak etkide bulunur.
Farâbî'ye göre Tanrı, maddeye inayetiyle etkide bulunur.
6. Aşağıdakilerden hangisi İslam Meşşaî filozoflarının felsefeleri açısından
yanlıştır?
a) Felsefi doktrinler temellendirilirken bilimsel ilke ve yöntemleri
kullanmışlardır.
b) Problemlerin çözümünde öncelikle İslam’ın ışığında akla öncelik
tanınmışlardır.
c) Ruhun varlığını devam ettirmek için bedene muhtaç olmadığını kabul
ederler.
d) İslam Meşşaîleri felsefe tarihinde ilk defa nübüvveti felsefi olarak
temellendirmeye çalışmışlardır.
e) Ahlak anlayışlarının temelini mutluluk anlayışı oluşturur.
7. Aşağıdakilerden hangisi Mümtenî varlığa örnek olabilir?
a) Serçe kuşu
b) Anka kuşu
c) Balıkçıl kuşu
d) Arpaçık kuşu
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
İslam Düşüncesinde Gelişen Ekoller
e) Keklik kuşu
8. Aşağıdakilerden hangisi İslam Meşşaîlerine göre mümkün varlıkların
nedenlerinden biri değildir?
a) Fail neden
b) Formel neden
c) Maddi neden
d)Ruhi neden
e) Gaye neden
9. Aşağıdakilerden hangisi İslam meşşailerinin benimsediği insanî
akılların seviyelerinden değildir?
a) Bi’l-kuvve/Heyulani Akıl
b) Bi’l-meleke Akıl
c) Bi’l-fiil Akıl
d) Müstefad Akıl
e) Faal Akıl
10. Aşağıdaki filozoflarımızdan hangisi “Hududi'l-Eşya ve Rusumiha” (Tarifler
Üzerine) adlı eseriyle İslam Felsefesine hem terminoloji hem de metodoloji
açısından önemli katkılar yapmıştır?
a) Farâbî
b) Gazzalî
c) İbn Sina
d) Kindî
e) İbn Rüşd
Cevap Anahtarı
1.E, 2.B, 3.C, 4.E, 5.C, 6.A, 7.B, 8.D, 9.E, 10.D.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
İslam Düşüncesinde Gelişen Ekoller
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR
KAYNAKLAR
Atay, Hüseyin, 1974: Farâbî ve İbn Sina'ya Göre Yaratma, Ankara.
Aydın, İbrahim Hakkı, 2001: "Ebu Bekir Razî'de Beş Ezelî İlke", Atatürk
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi , sy.15, s. 107-144.
Aydın, İbrahim Hakkı, 2000: Farâbî’de Metafizik Düşünce, İstanbul.
Bayraktar, Mehmet, 1988: İslam Felsefesine Giriş, Ankara
Bolay, S. Hayri, 1993, 1996: Felsefi Doktrinler ve Terimler Sözlüğü, IV. Baskı,
Ankara.
Cevizci, Ahmet, 2000, Paradikma Felsefe Sözlüğü, İstanbul.
Çubukçu, İbrahim Agah, 1964: “Gazzâlî ve Bâtınilik, Ankara.
el-Bimni, Ebu Reyhan Muhammed b. Ahmed, 1996:, "Risale li'l-Blmni fi
Fihrist Kutub Muhammed b. Zekeriya er-Razî", ed. Paul Kraus, lslamic Medicine,
vol. 25, Frankfurt.
el-Merzukî, 1332, Ahmet b. Muhammet b. Hasan, Kitabu'l-Ezmine ve'lEmkine, Haydarabad.
ez-Ziriklî, Hayreddin, 1954, A'lam: Kamusu Teracimi li Eşheri'r-Rical,
Matbaatu Kustasus, Kahire.
Fahri, Macit, 1992, İslam Felsefesi Tarihi, çev. Kasım Turhan, II. Baskı,
İstanbul.
Hayrani Altıntaş, 1999, “Dehriyye”md., Türkiye Diyanet Vakfı İslam
Ansiklopedi, İstanbul, 1999, IX, 107-109.
İbn Cülcül, 1985, Tabakatu'l Etıbba ve'l-Hukema, tahkik Fuad Seyyid,
Müessesetü'r Risale, Beyrut.
İbn Nedim, 1994, Fihrist, Daru'l-Maarif, Beyrut.
İbnu'l-Kıftî, 1903, İhbaru'l-Ulema bi Ahbari'lHukema, thk. Julius Lippert,
Dieterichsche Verlagsbuchland, Leipzig.
İbn Rüşd, 1992, Faslul’l-Makâl, çev ve nşr. B. Karlığa, İstanbul.
Kaya, Mahmut “Meşşaiyye", DİA, XXIX, 393-396;
Kaya, Mahmut, “Felsefenin İslam Dünyasındaki Serüveni II", İslami Sosyal
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
İslam Düşüncesinde Gelişen Ekoller
Bilimler Dergisi, C.II, Güz 1994, sy. 2, s. 25-41.
Kaya, Mahmut, “Revâkiyyun”, md., Türkiye Diyanet Vakfı İslam
Ansiklopedisi, XXXV, 24-26.
Kaya, Mahmut, 1995, “Felsefe” md. Türkiye Diyanet Vakfı İslam
Ansiklopedisi, XII, 313
Razî, Ebu Bekir, 1982, es-Sıretü'I-Felsefiyye, Paul Kraus (ed.), Resailu
Felsefiyye (içinde) Beyrut.
Razî, Ebu Bekir, 1982, Makale fi ma Ba'de't-Tabia, Resailu Felsefiyye (içinde),
nşr. Paul Kraus, Darü'l-Afaki'l-Cedide, Beyrut.
Razî, Ebu Bekir, 1982, et-Tıbbu'r-Rûhanî, Paul Kraus (ed.), Resailu Felsefiyye
(içinde) Beyrut.
Şahin, Hasan, 2000, İslam Felsefesi Tarihi Dersleri, Ankara.
Taylan, Necip, 1983, Anahatlarıyla İslam Felsefesi, İstanbul.
Ülken, Hilmi Ziya, 1957, İslam Felsefesi Tarihi, İstanbul.
Walzer, Richard, 1962, Greek into Arabic, Essays on Islamic Philosophy,
Bruno Cassirer, Oxford, London.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
İÇİNDEKİLER
İSLAM DÜŞÜNCESİ EKOLLERİ
(İHVÂN-I SAFA ve İŞRÂKİLİK)
• Giriş
• İhvan-ı SafaHareketi
• Felsefî Düşünceleri
• İşrâkilik
• Ş. Sühreverdî
• Felsefi Düşünceleri
İSLAM DÜŞÜNCE
TARİHİ
Doç. Dr. Eyüp BEKİRYAZICI
HEDEFLER
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• İslam düşüncesi ekollerinden
İhvan-ı Safa ve İşrâkilik
hakkında bilgi sahibi
olabilecek,
• İhvan-ı Safa'nın ortaya çıkış
nedenlerini öğrenebilecek,
• İhvan-ı Safa'nın felsefi
görüşlerini kavrayabilecek,
• İşrâk ekolünü anlayabilecek,
• Sühreverdî'nin düşünce
dünyasını
çözümleyebileceksiniz.
ÜNİTE
5
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
GİRİŞ
İslam Düşüncesi, ona katkı veren mütefekkirler ve fikir hareketleri
bağlamında ele alındığı zaman, birbirinden farklı yöntemler, görüşler ve yönelişleri
içinde barındıran zengin bir görümün arz eder. Bu farklılıkları sistematik bir şekilde
incelediğimizde karşımıza İslam felsefesi ekolleri çıkmaktadır. İslam medeniyetinde
ilk ansiklopedistler olarak takdim edilen İhvan-ı Safa hareketi ile sezgisel yöntemi
benimseyerek, Meşşaî düşünceye bir reaksiyon olarak ortaya çıkan İşrâkilik bu
ekollerden ikisidir. Bu düşünce haraketlerinin İslam Düşüncesi’ne olduğu kadar
bilim tarihine ve insanlık âlemine de önemli katkılar sağladıkları bilinen bir
husustur. Dolayısıyla onların ortaya çıktıkları siyasi ve coğrafi ortam, bu düşünce
hareketlerinin mimarlarınca kâleme alınan eserler ve onların etkileri; bilim ve
düşünce tarihindeki yerleri dikkatlice araştırılıp öğrenilmeye muhtaçtır. İslam
medeniyetinin ulaştığı zirvenin anlaşılabilmesi bu fikir hareketlerinin yakından
bilinmesi ile ilgilidir.
İhvan-ı Safa Düşüncesi
İslam düşünce geleneğine ayrı bir renk katan İhvan- ı Safa hareketi, kendine
has özellikleriyle diğer ekolerden farklı bir yere sahiptir.
İhvan-ı Safa hareketi,
bilimsel yöntemlerle
İslam dünyasının geri
kalmışlığının önüne
geçilebileceğini ileri
sürmüştür.
.
Tam adı “İhvanu’s-Safa ve Hüllanu’l-Vefa Ehlu’l-Adl ve Ebnâu’l-Hamd”dır. Bu
ekol, X. yüzyılda İslam dünyasında meydana gelen iç kargaşalarla oluşan otorite
boşluğunun sebep olduğu birtakım düzensizlikleri ve haksızlıkları düzetme ve
ortadan kaldırma amacıyla kurulmuş gizli felsefi-dinî bir cemiyettir.
Tarihsel seyirde bu ekolün temeli İsmailiye fırkasının ilk kurucusu olan İsmail
(ö.760.)’e kadar geri götürülmektedir. İlk merkezleri Basra olan bu ekol mensupları
faaliyetlerini gizli olarak sürdürmüştür. Teşkilatlanmalarından ve eğitim
sistemlerinden kendilerine Şii, özellikle de İsmailî renkli bir misyon yükledikleri
anlaşılmaktadır. Buna rağmen her hangi bir fırkaya mutlak anlamda
bağlanmamışlardır.
Cemiyetin başkanı olarak öne sürülen Zeyd b. Rufaa ve sekreteri olarak
belirlenen Ebu Süleyman Muhammed b. Ma’şer el-Bustî el-Makdisî’ye ilaveten
Ebu’l-Hasen Ali b. Harun ez-Zencanî, Ebu Ahmed el-Mihrecani ve Avfî bu akımın
kurucusu ve de eserlerinin müellifleri olarak zikredilmiştir. (Ömer A. Ferruh, 1990:
327)
Kurucularının da ifade ettiği gibi bu cemiyetin gayesi:
a)Taassup içinde gördükleri Müslümanları uyarmak, aydınlatmak
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
b)Din ile felsefeyi uzlaştırmak
c)Tabiat ilimlerinden istifade ile kurdukları ilim zihniyetini ve felsefeyi
yaymak
d) Batıl inanışlarla bozulan dinin aslını, özünü ortaya çıkarmaktır.
Yukarıda ifade edilen gayelerine ulaşabilmek için oldukça eklektik ve
müsamahakâr bir tutum sergilemişlerdir. Bu sebeple her nereden gelirse gelsin
dinî, ilmî, felsefi bütün verileri kullanmayı tercih etmişlerdir. Onlar için bir metnin
kaynağının Kur’an, İncil ya da Tevrat olması çok önemli değildir. Önemli olan
bilginin bizzat kendisidir. Bu bağlamda onlar için Hz. Muhammed’in sözü önemli
olduğu kadar, felsefe alanında Sokrat, Platon ve Aristo’nun sözleri de çok
önemlidir. Müslüman bir toplum içinde yaşıyor olmaları sebebiyle tabii ki
eserlerinde Kur’an ve hadisin belli bir ağırlığı olmuştur.
Bir örgüt düzeninde oluşturulan İhvan için başlıca ilke, “ilimden korkmamak,
hiçbir kitabı hakir görmemek, herhangi bir inanca taassupla bağlanmamak”
şeklinde belirlenmiştir.
İhvan için başlıca ilke,
ilimden korkmamak,
hiçbir kitabı hakir
görmemek, herhangi bir
inanca taassupla
bağlanmamaktır.
.
Bu amaçlarına ulaşabilmek için hiyerarşik bir yapılanma içinde
teşkilatlanmışlardır. Bu hiyerarşik yapı içerisine katmak istedikleri gençleri fazla
zorlamadan, hatta dine aykırı işleri sebebiyle onları dışlamadan örgütü
benimsetme yöntemini de kullanmışlar; içki, zina gibi eylemleri kabul etmeseler de
göz yumma yoluna gitmişlerdir.
Eserleri:
İhvan- ı Safa düşüncelerini yayabilmek için dönemlerinin bütün ilimlerini içine
alan bir risale meydana getirdiler. Bütün ilimlere yer verme gayretiyle ele alınan bu
eser bir anlamda ansiklopedi niteliği taşıdığı için bunlara İslam’ın ilk
ansiklopedistleri denilmiştir. “Resâilu İhvani’s-Safa” olarak bilinen bu eseri kimin
yazdığı konusu da bir başka muammadır. Yukarıda kurucu olarak zikredilen
isimlerin bu eserin yazılmasında da pay sahibi oldukları ifade edilmiştir. Ancak
gizlilik içinde yürütülen bu faaliyetlerden dolayı eserin kim ya da kimler tarafından
ne şekilde telif edildiği kesinlik kazanmamıştır.
X. yüzyılda İslam dünyasının ilmî ve felsefi düzeyini eklektik bir şekilde
yansıtan bu eser daha sonra yine İhvan müelliflerince özetlenerek “er-Risaletu’lCamia” adında bir eser oluşturulmuştur.(Çetinkaya, 2003:108)
İhvan-ı Safa’nın bu eserleri telif ederken kullandıkları kaynaklar dörde ayrılır:
a-Felsefecilerin eserleri, b-Tabiiyyata dair eserler, c-İlahî kitaplar (Onlara
göre bu kitaplara ancak melekler veya melekler gibi olanlar dokunabilir.)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
Bütün fikirlerini içeren ve elli bir risaleden oluşan kitapları dört kısımdan
meydana gelmektedir. Bu kitaplar söyledir: (Ömer A. Ferruh, 1990: 328)
a-Talimi Riyazet-Felsefi ve matematik ilimler
b-Tabii ve cismani ilimler
c-Psikolojik ve akli ilimler
d-Kanun ve ilahî ilimler.
Felsefi Görüşleri:
Daha önce değindiğimiz üzere eklektik bir anlayışı benimseyen İhvan, felsefi
tercihlerinde de bu manada geniş bir birikimden istifadeyle fikirlerini işlemiştir.
Buna göre onlar, matematikte Pisagor’a, mantıkta Aristo’ya, metafizikte Yeni
Eflatunculuğa, ahlakta Sokrat’a ve din felsefesinde Farabî’ye ve diğer bazı
düşünürlere fikirlerini geliştirmek için müracaat etmekten çekinmemişlerdir.
İhvan-ı Safa’ya göre felsefe, “İnsanın gücü ölçüsünde Tanrıya benzemesi”
eylemidir. Bu Platoncu yaklaşım onların felsefi anlayışlarının bir özeti olarak ele
alınabilir. İnsan bunu hem teoride hem de pratikte gerçekleştirme çabasında
olmalıdır. Onlara göre felsefenin başlangıcı ilimleri sevmek, ortası insani güç
ölçüsünde varlıkların hakikatlerini kavramak ve sonu da ilme uygun söz ve
davranışlar sergilemektir.
İhvan’a göre felsefe
insanın gücü ölçüsünde
Tanrı’ya benzemesi
eylemidir.
İhvan-ı Safa mensuplarına göre filozof ise davranışları güzel, sanatı sağlam,
doğru sözlü, güzel ahlaklı, düşünceleri düzgün, amelleri sağlam, bilgileri gerçekçi
kişidir.
Felsefe ve filozofa bakışı bu şekilde olan İhvan-ı Safa’nın felsefi anlayışı daha
ziyade Pisagorcu ve Sokratik bir anlayışa yakın ilkeler üzerine temellendirilmiştir.
Bu manada onlar için felsefe sadece hakikati araştırmak için üretilen teorik bir bilgi
yığını olmayıp, kişilerin söz ve davranışlarını da düzenleyen pratik ve ahlaki boyutu
olan bir eylemler bütünüdür. Zira onlara göre ahlaki bir tavır benimsemeden
hikmetin elde edilmesi olası değildir. Ahlaki çaba gösterilmeden felsefe yapılmaya
kalkışılması münasebetsiz bir tutum sergilemek olur. Felsefe deyinde hikmeti ön
plana çıkaran İhvan’ın felsefi anlayışı Allah ve Resulü’nün bu yöndeki ilkeleriyle
şekillenmelidir. Zira onların bu yoldaki en önemli hareket noktaları Allah’ın ahlakı
ile ahlaklanmaya dayanmaktadır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
Metafizik Görüşleri:
İhvan’a göre bütün bilimlerin gayesi ilahiyatın, yani metafiziğin bilinmesini
kolaylaştırmaktır. Metafiziğin asıl hedefi ise insanın önce kendini bilmesi, böylece
de Rabbini tanımasıdır.
İhvan, metafiziği beş kısımda ele almıştır:
1- Allah’ı hakkıyla tanımak
2- Allah’ın melekleri ve samimi kulları olan ruhani varlıkları bilmek
3- Muhit feleğinden yeryüzünün merkezine kadar tabii-feleki cisimlere nüfûz
eden ruhları ve bunların hayvanların bedenlerine nasıl girdiklerini, ölümden sonra
nasıl dirileceklerini bilmek
4- Siyaset bilimini öğrenmek
5- Ölümden sonra yeniden dirilmenin mahiyetini, ruhların yaptıklarının
karşılığını görmek üzere yeniden dirilmelerini bilmektir.
Sudur ve uruç nazariyesini kabul eden İhvan’a göre, bütün varlıklar tek bir
varlıktan çıkmış olup yine ona karışacaktır. Bu tek varlık ise, Allah’tır. Eşyanın en
aşağı derecesine kadar her şey nurunu O’ndan alır. Buna tecelli, feyz, işrâk veya
sudur denir. Âlem, Allah’ın hür iradesiyle yaratılmıştır.
Âlemin yaratılışını bir bütün olarak Allah’a nispet eden İhvan bunu
gerçekleşme şeklini ise şu şekilde açıklama yoluna gitmiştir.(Ülken, İslam
Düşüncesi, 1995:170)
Onlara göre âlem, kadim değildir; Allah tarafından sudur yoluyla
yaratılmıştır. Sudur dindeki yaratma kavramı ile Aristocu ezelî âlem görüşünün bir
uzlaşmasıdır. Teoride yaratılış iki aşamada ele alınır. İlki, Allah bir şeyi düşünüp
istedi; o an âlem yokluktan var oldu. İkinci aşamada ise sudur başladı ve âlem
şimdiki şeklini alıncaya kadar devam etti. (Macit Fahri, 1992:155)
Âlem’in Allah’tan, O’na hiçbir eksiklik vermeyecek şekilde taşmasını ifade
eden sudurun düzenini ise şu şekilde ifade etmişlerdir:
İhvan, metafizik
anlayışında “Sudur
Teorisini”
önemsemiştir.
a) El-Bârî: (Yaratıcı-Tanrı ) İlktir, kadim olan yegâne varlıktır. Birdir,
benzersizdir.
b) El-Akl: (Akıl) Bârî’den sadır olan ilk varlıktır. Allah onu doğrudan zaruri
olarak kesintisiz, hiçbir hareket ve çabaya gerek duymadan yaratmıştır. O, kendi
kıdemini Allah’ın kıdeminden alır. Yine Tanrı’nın ebedîyyet ve sürekliliğinden de
süreklilik ve mükemmelliğini alır. Allah’ın zatının “bir” oluşu gibi o da sayıca birdir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
c) En-Nefs el –Külliye: (Mutlak Ruh-Âlem Ruhu) Âlem ruhu bütün kâinatın
ruhudur. Bu ruh, akıldan sadır olan basit bir cevherdir. Dünyamızda yaratma
dediğimiz olay fiilen âlem ruhuna mahsustur.
d) El-Heyula: (İlk Madde) İlk maddede, hacmi olmayan, algılanabilir boyutları
olmayan bir cevher, basit ve manevi bir özdür.
e) Et-Tabiah: (Tabiat) Tabiat, âlem ruhunun kuvvetlerinden biridir. Ay-altı
âleme yayılan bu enerji, bu âlemdeki organik ve inorganik tüm cisimleri etkiler.
f) El-Cism el-Mutlak (Mutlak Cisim): Âlem ruhu aklın yardımıyla ilk maddeye
üç yönden meyledip onu harekete geçirmeye başladığında ilk madde uzunluk,
derinlik ve genişlik şeklinde üç boyut kazanmaya başladı ve mutlak cisim veya ikinci
madde oluştu. Bu mutlak madde veya ikinci cisim, bizim şu dünyamızın yaratıldığı
cevherdir.
g) Felekler Âlemi: Sudurun yedinci aşamasında hayalî olmayan, fakat manevi
olan, küresel, oyuk, şeffaf ve ortak merkezli cisimler olan felekler sadır oldu. Sayıca
11 olan bu felekler kalınlıkları ve üzerlerinde bulunan gezegenlerin büyüklerine
nispeti bakımından farklıdırlar.
h) Dört Unsur: Ateş, hava, su ve topraktan oluşan dört unsurun suduruyla ay
feleğinin altındaki varlıklarla yüzyüze geliriz. Bu ay-altı âlemden itibaren oluş ve
bozuluş süreci başlar.
i) Üç Âlem: Sudurun son aşamasında üç âlem, maden, bitki ve hayvanlar
âlemi sadır olur. Bu âlemler dört unsurun birbirine dönüşümünden ve belli bir
nispet içinde karışmalarından şekillenmişlerdir. (Ömer A. Ferruh, 1990:334)
İhvan, bu evren anlayışını hikmet anlayışına uygun olarak “Âlem büyük
insan, insan küçük âlemdir.” özdeyişi ile açılama yoluna gitmiştir. Böylece TanrıEvren-İnsan üçgeninde insanı merkeze alarak onun yegâne görevini evreni
tanıyarak Tanrı’ya ulaşmak şeklinde belirtmiştir.
Bilgi Nazariyesi:
Bilgi üç yolla elde edilir:
Duyu, akıl ve burhan
İhvan-ı Safa Risaleleri’nde ilmi, “bilenin nefsindeki bilinenin biçimi” şeklinde
tanımlamışlardır.
İhvan’a göre bilgi üç yolla elde edilir: Duyu, akıl ve burhan.
Bilgi duyularda başlar, nefis yoluyla kendinden aşağıdakileri, burhan yoluyla
da kendinden yukarıdakileri öğrenir. İnsan hem kendi varlığını hem de varlığın
özünü akıl yoluyla öğrenir. Böylece onlar mutasavvıf ile sansualist ve naturalistlerin
görüşlerini eklektik bir şekilde birleştirmişlerdir. Duyulardan gelen bilgi, insanları
yanıltabilir. Bu yanılgı ancak iç (nefis) temizliği ile giderilebilir. Nefis temizliği ile
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
hakikatin başladığını söyleyerek tasavvuf anlayışına girmişlerdir. Burada da
gördüğünüz gibi duyuların yanılabileceğini kabul ederek şüpheciliğe açık kapı
bırakmışlardır. (Ömer A. Ferruh, 1990: 331)
İnsanın ruhu ebedî olup kemale doğru yükselme istidadına sahiptir.
Dolayısıyla da hayvan ruhundan insan ruhuna geçilebilir. İnsanın işitmesi, anlaması,
öğrenmesi onun cisimden ibaret olmadığının delilidir.
İhvan-ı Safa ve Bilimler Sınıflaması
İhvan’a göre bilimler, riyazî, dinî (vaz’î), felsefi (hakiki) olmak üzere üç sınıftır.
Riyaziye (pratik-eğitsel bilimler) çoğunlukla günlük yaşamı sürdürmek ve dünya
hayatına dair işleri düzenlemek için vazedilen adab ilmidir. Bu ilim, dokuz tür olup
bunlar sırasıyla şöyledir:
1- Okuma ve yazma, 2- Dil ve gramer, 3- Muhasebe ve iş ilişkileri, 4- Şiir ve
aruz, 5- Falcılık, medyumluk vb.,6- Sihir, muska, simya, mekanik vb.,7- Meslek ve
sanatlar, 8- Alışveriş, ticaret ve ziraat, 9- Tarih ve biyografi ilimleri
Ruhları tedavi ve ahireti elde etmek için vaz edilen dinî ilimlerin türlerine
gelince bunlar da altı tür olup şunlardır:
1- Vahiy, 2- Te’vil, 3 Rivayetler ve haberler, 4- Fıkıh, sünen ve ahkâm, 5Öğütler, hatırat, zühd ve tasavvuf, 6- Rüya tabir ilimleri
İhvan-ı Safa da bilimler
sınıflamasına
Risaleleri’nde yer
vermiştir.
Felsefi ilimler de dört tür olup bunlar:
1-Matematik bilimleri, 2- Mantık bilimleri, 3-Tabiat bilimleri, 4-İlahiyat
bilimleridir.
Mantık bilimleri kendi içerisinde dörde ayrılır. Bunlar:
a) Aritmetik: Sayıların mahiyetini, türlerinin niceliğini, türlerin
özelliklerini ve bu sayıların ikiden önce olan birden nasıl meydana
geldiklerini ve birinin diğerine izafe edilmesi ile oluşan manaları
bilmektir.
.
b) Geometri: Hendese; boyutlu miktarların mahiyetini, türlerinin
niceliğini, bu türlerin özelliklerini, birinin diğerine izafe edilmesiyle
oluşan manaları ve çizginin başlangıcı olan noktadan doğuşlarının
niteliğini bilmektir. Geometrideki “nokta” aritmetikteki “bir” gibidir.
c) Astronomi: Yıldızbilim, yörüngelerin, gezegenleri ve burçların niceliğini,
boyutlarının ve hacimlerinin niceleliğini, oluşumlarının ve hızlarının
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
niteliğini, yörüngelerinde dönmelerinin niteliğini, tabiatlarının
mahiyetlerini, kâinatın oluşmadan öncesine delaletlerini bilmektir.
d) Musiki: Bu, telif ilmidir. Nispetlerin mahiyetini, cevherleri değişik
suretleri ayrı, kuvveleri birbirine zıt, tabiatları uzak olan varlıkların
birbirinden uzak kalmayacakları bir surette bir araya getirilip bir tek şey
olmaları, bir veya birkaç fiil olmak üzere toplanıp aralarının
uzlaştırılması keyfiyetini bilmedir. Bu sanatlardan her biri için giriş ve
mukaddimeler mahiyetinde bir risale yazılmıştır. (Şahin, 2000,73-74)
Mantık ilmi ise beş türdür:Birincisi Analitikler’dir. O, şiir sanatını bilmektir.
İkinicisi Retorik’tir. O da hitabet sanatını bilmektir. Üçüncüsü Topika’dır. Bu ise
cedel sanatını bilmektir. Dördüncüsü Politika’dır. Bu, burhan sanatını bilmektir.
Beşincisi Sofistika’dır. Bu da münazara ve cedelde mügalata edenlerin sanatını
bilmektir.
Ahlak
İhvan-ı Safa’ya göre doğru fiil, insanın tabiatına uygun, hür, akıl ve
muhakeme ile ve ilahî kanuna uygun olarak yaptığı fiildir. İnsan ancak bu şekilde
hareket ettiğinde yükselir ve mükafata erişebilir. İnsanın ahlakının oluşmasında
dört faktörün etkili olduğunu belirtirler:
a-Yaratılıştan gelen mizaç ve karakter
Tenasühe onay veren
ifadeleriyle İslam
düşünce tarihinde farklı
bir yol izlemişlerdir.
b-İnsanın doğup büyüdüğü çevre ve iklim
c-Okul ve ailede alınan dinî eğitim
d-Çocuğun anne karnındayken ve doğduğu andaki gökteki yıldızların
durumu.
Tenasüh Görüşleri
İhvan-ı Safa, Risaleleri’nde tenasüh kelimesini kullanmamıştır, aynı anlama
gelen farklı kelimeleri tercih etmiştir. Bunlar arasında “intikal”-“geçişme”, “neş’e”(yeniden-ikinci kez ortaya çıkış), “istihale” gibi kelimeler dikkatimizi çekmektedir.
Bu anlamda ruh, bir bedendeki ömrünü tamamlayınca kemale erinceye kadar diğer
bedenlerde yeniden hayatına devam edecektir. Yani ruh bir yolculuk yapmaktadır
ve bu yolculuğun son varış noktası bu cismî âlemden başka, ulvi bir âlemin merkezi
olan yerdir. Ruh temizlenip buraya vardığında yolculuk sona erecektir.
İhvan-ı Safa, Risaleleri’nde insan ruhu için devamlı bir alçalış ve yükselişten
bahsetmiş ve bu seyri de ruhun bir nevi yolculuğu olarak ifade etmiştir. Ruhun
tamamen temizlenip ebedî hayata hazır hâle gelmesini ölümüne kadar devam
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
eden bir yolculuk olarak ele aldığı için bunu bir tenasüh yolculuğu olarak algılamak
isabetli gözükmektedir.
Tenasüh görüşlerinde
Pythogorasçı
düşüncenin izlerini
taşırlar.
İhvan, Risaleleri’nde özellikle insan nefsi üzerinde durur ve beden
hapishanesindeki insan nefsinin bu karanlık, elem verici, alçaltıcı ve eksik
durumundan ölümle kurtulabileceğine işaret eder. İnsan bedeni ruh için asla uygun
bir konak değildir. Ruh, ulvi âlemdeki meleklerin vasıflarıyla ezelî olduğu yerini
özlemekte ve bu cisimler âleminde tekrar o ulvi âleme geçiş için beklemektedir.
İnsan bu dünyadaki faaliyetleri ile ya melek seviyesine yükselir ya da şeytani
vasıflara bürünür. Beden hapishanesinden kurtulup ruhun ebedî âlemle
mükâfatlanan yolculuğunun son bulması ancak güzel fiillerle
gerçekleşecektir.(Bekiryazıcı, (2008)
İhvan Risaleleri’nde tenasüh açık bir şekilde yer almamışsa da çeşitli simge
ve işaretlerle tenasüh fikri işlenmiştir. Onlar bu konudaki düşüncelerinde
Pyhtagorasçılardan etkilenmiş ve onların görüşlerine benzer açıklamalarda
bulunmuşlardır. Bu nedenle İhvan’ın bu fikre risalelerinde yer vermesi fikrî
kaynakları açısından bir etkilenmeye işaret etmektedir. Sonuç olarak, İhvan-ı
Safa’da bir tenasüh inancı mevcuttur ve bu inancın kökeninde Phytagorasçı öğreti
vardır.
İşrâkilik
İşrâk Terimi ve İşrâk Felsefesi
“Şark” kökünden türetilen “işrâk” kelimesi, sözlükte “güneşin doğuşu
sırasındaki ışıma, aydınlanma, parlama, tan ağırışı” gibi anlamlara gelir.( elİsfehânî, Râgıp, el-Müfredât fî Garîbi’l-Kur’ân, Daru’l-Marife, trsz. Beyrut) Aynı
kökten türeyen “meşrık” ise coğrafya olarak Doğu’yu ifade eder. Terim anlamında
işrâk, epistemolojik açıdan, akıl yürütmeye veya bir bilgi vasıtasına gerek kalmadan
bilginin doğrudan içe doğması, iç aydınlanma, keşf ve zevke (manevi tecrübeye)
dayanan bilgi için kullanılır. İşrâk ayrıca, güneşin doğudan yükselerek her şeyi
aydınlatması olgusundan hareketle coğrafi anlamda da ışığın ve aydınlanmanın
ana yurdunun Doğu hikmeti olduğunu sembolize eder.( Kaya, DİA, 2001)
Sühreverdî’nin bu terimi felsefi düşüncelerini ifade ettiği temel kitabına isim
yapması da oldukça dikkat çekicidir. Onun bu terime yüklediği anlam, sözlük
anlamının ötesindedir. Onun düşünce ufkunda bu kavram, işrâk teriminin
aydınlanma (illumination) ve Doğu (orient) anlamlarının ikisini de kendisinde
birleştirmesi, güneşin doğudan doğarak her şeyi aydınlatması ve bu yüzden de
ışığın yurdunun (Doğu) irfan ve aydınlık (işrâk) ile aynı olması sembolizmine
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
dayanır. Batı, güneşin batıp karanlığın hükmettiği yer olduğu kadar; madde,
cehalet ve istidlâlî düşünce yurdu ve kendi mantıksal yapılarının arasında şaşırmış
bir yerdir. Öte taraftan istidlâlî düşünce ve rasyonalizmi aşan Doğu ise, ışığın ve
varlığın dünyası, bilginin ve aydınlığın yurdudur. O, insanın nefsinden ve dünyadan
kurtulmasını sağlayan, arınma ve kutsallıkla birleşmiş olan bilginin yurdudur.( Nasr,
1963)
Bütün bu anlamların Sühreverdî’nin fikirleriyle hayata geçirilmesinden önce
kısaca “işrâk” teriminin tarihsel kullanımına da yer vermeliyiz.
İşrâkilikte, “İşrâk” terimi
hem varoluş hem de
aydınlanmayı ihtiva
eden anlamlarıyla
birlikte kullanılmıştır.
.
“İşrâk” teriminin Sühreverdî'den önce kullanımıyla ilgili olarak yapılan bir
araştırmada bu terimin, İbn Vahşiyye (Ebu Bekir Ahmed b. Ali b. Kays el-Kesedanî/
ö. 914) adlı bir müellife atfen ortaya koyulduğu tespitine değinmek gerekiyor. Buna
göre İbn Vahşiyye, işrâkiliğin menşeini Hermes'e dayandırmakta, ortaya çıkışını ise
onun haleflerine bağlamaktadır. Müellif, Hermes'in haleflerini dört grupta
değerlendirmekte; ilk iki grubun Hermes'in çocukları ile erkek kardeşinden
oluştuğunu ve bu gruptakilerin aralarına hiçbir yabancıyı karıştırmaksızın gizli
öğretiyi başkalarına açıklamayarak sırrı koruduklarını ileri sürmektedir. Güya
Hermes'in kız kardeşinin çocuklarından oluşan üçüncü grup, yabancılarla temas
kurmuş ve böylece dışarıdan bazıları öğretinin sırlarına vakıf olup onların
sembollerini (rumuz) yorumlamıştır.
Dördüncü grup tamamen Hermes'in halefleriyle teması başarmış olan
yabancılardan oluşmaktadır. İşte İbn Vahşiyye'ye göre üçüncü grup “İşrâkiye”,
dördüncü grup “Meşşaîye” adını almaktadır. Düşünürün çağına ulaşan literatür de
bu iki gruba aittir. (Kutluer, 1996)
Her ne kadar Müslüman tarihçiler Sühreverdî'nin bu iki hikmet geleneğinin
bir sentezi olarak ortaya koyduğu “işrâk” adlı bu bilgi şeklinin anlamı konusunda
ihtilaf içerisinde olmuşlarsa da genelde yukarıda verilen açıklamalar kabul
görmüştür.
İşrâk kavramını ıstılahi olarak ele aldığımızda, bir kısmını daha önce de
belirttiğimiz şu anlamlarla karşılaşırız. “İşrâkiye felsefesinin bir terimi olan işrâk, bu
felsefede hem keşf'i hem de zuhuru ifade eder. Güneşin işrâkı ile eşyanın
görülmesine imkân vermesi gibi manevi işrâk, yahut sezgi de insana bir çok bilgiyi
(marifeti) ilham yoluyla verir. Bu felsefede keşif ve sezgi, akıl ve tetkik çok
önemlidir.”( Bolay, 1993) Yine benzer bir tanım da İ. F. Ertuğrul'a aittir. O, işrâk
kavramının “marifet ve irfan” anlamlarını taşıdığını belirtir. İfade etmeliyiz ki,
felsefe tarihinde işrâk kavramı, âdeta Sühreverdî ile özdeşleşmiştir.
İşrâk, arınmaya ve riyâzete bağlı olarak en yüce âlemden insan ruhuna
yansıyan bilgi ve gücü ifade eder. İşrâkla meydana gelen aydınlanma, insanda daha
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
çok bilgilenmeyi ifade ederken nesneler içinse varoluş anlamına gelir. Kaynağı Tanrı
olan bu ışığı alan insan, hakikatin bilgisine ulaşabilir. Kısacası Sühreverdî’nin
epistemik anlayışında işrâk, gerçeğin bilgisine ulaşmayı ifade ederken, ontolojik
tasavvurunda ise varoluşu ifade etmektedir. Bu sebeble işrâk, hem keşf hem de
zuhuru ifade eden bir terimdir, denilebilir. Nasıl ki güneşin doğuşu ile saçtığı ışıklar
nesnelerin varlığını ortaya çıkarıyorsa, işrâk da sezgisel bir yolla nesneleri akıllara
ilham eder ve görünür hâle getirir.
Sühreverdî’nin bir
unvanı da “Şeyhu’lİşrâk”tır. Yani İşrâkilerin
lideri.
Sühreverdî, felsefesini hem işrâki hem de maşrıki terimlerle ifade etmiştir.
Yeri gelmişken burada bir konuya açıklık getirmek istiyoruz. O da Sühreverdî'nin
İbn Sina'yı yetersiz gördüğü alanlarla ilgilidir. Zira Sühreverdî, işrâki ilkeleri
bilmeyen kimsenin işrâki hikmete ulaşamayacağı kanaatindedir. İbn Sina da bu
ilkeleri bilememiştir. Peki, bu ilkeler nelerdir? “Hikmetu'l-İşrâk” adlı eserde sık sık
kullanılan “işrâki ilke” (el-kaidetu'l-işrâkkiyye) terimi apayrı bir formel işrâkî
mantığın ilkeleri değil, bu hikmet tasavvurunun dayandığı öğretinin, yani nur
metafiziğinin ilkeleridir. İşte bu ilkelerin ortaya konuşu, Sühreverdî'nin belirttiğine
göre, “bahs” ile, yani mantıki istidlallerin bir sonucu olarak değil, “müşahade”nin
sonucudurlar. Mesela nurlar hiyerarşisinin şöyle değil de böyle oluşunu tespit eden
bu nurların müşahedesidir. Biz İbn Sina'nın felsefi anlayışının Sühreverdî'ninkinden
farklı olduğunu biliyoruz. Sühreverdî de buna işaret etmiştir. Ancak yine de
hayatının son zamanlarında sezgiye dayalı anlayışa yönelen İbn Sina'nın,
bahsedilen işrâki ilkelerden haberdar olmadığını söylemek kanaatimizce pek doğru
olmasa gerektir. İbn Sina bunlardan haberdardı ama zamanı yetmemiştir, tarzında
bir yorum bizce daha doğru olabilir.
Sühreverdî, işrâki kaidelerle ilgili olarak doğabilecek yanlış anlamaları
bertaraf etmek için şöyle der: “Bu Mecusi kâfirlerinin kaidesi olmadığı gibi Mani
dininin ilhadı ve şirke götürecek şeyler de değildir. Böyle bir durumdan Allah'a
sığınırım.” Görülüyor ki Şeyhu'l-İşrâk bu irfani kaidelerin, tevhidi (hakikati)
yorumlayan ve insanları hakikate götüren halidî hikmetin anahtarı olduğunu ifade
etmek ister.
Bu kısa tarihçeden sonra konuyu Sühreverdî'nin fikirleri ışığında
değerlendirebiliriz. Çünkü sık sık vurguladığımız gibi işrâkın İslam dünyasında felsefi
bir ekol olarak doğuşu ve “aydınlanma” anlamında ıstılah hâline gelişi Sühreverdî
ile olmuştur. Sühreverdî'nin eserlerinde de bildirdiğine göre “işrâk, ilmî ve akli
suretler nevinden olmayıp kutsal bir şua' (nur) dır. Bu şua ile hasıl olan bilgi ve
kudret ise insanüstü bir bilgi ve kuvvettir. Zira bu şua, Allah'tandır. Böyle olduğu
için de bu şuaya sahip olan kimse, varlıklara ve olaylara hükmedebilir; mucizeler ve
kerametler gösterebilir.” Burada düşünürün açık bir şekilde bu kavramı, insanı
doğrudan bilgiye ve varoluşun sırlarını ulaştıran anlamıyla kullandığını görüyoruz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
Sühreverdî’nin Hikmetü'l-İşrâk adlı eserinde bildirdiğine göre “insan
hayvanlığından, dolayısıyla tahayyül işlerinden kurtulursa nur âlemiyle temasa
girer. Bu takdirde de işrâki görüşlerle eşyanın sırrına nüfuz eder, geçmişte ve
gelecekte, olmuş ve olacak bütün şeyler de ona açıklanır.” Burada da
Sühreverdî'nin bu kavramı metafizik âlemle irtibatı sağlayan bir özellikte ele
almıştır. Bu anlam örgüsüyle onun, nur âlemiyle temasa geçmeyi ve eşyanın sırrına
nüfuz etmeyi bağladığı işrâkat (aydınlanma) ile Meşşaîlerin müstefat akl'ı
arasındaki fonksiyon benzerliği ortaya çıkmaktadır.
İşrâk düşüncesinde,
“İşrâkat”, Tanrı’dan
gelen bir nur’dur ki,
insan ancak bu nur ile
hakikati öğrenebilir.
.
Sühreverdî işrâkat (Tanrı’dan ışığın gelmesi) adını verdiği bu nuru şöyle
tanımlamıştır: En yüce âlemden içe doğan bu nur, bilgi ve güç iksiridir. Dünyanın
itaat etmesi bununla sağlanır. Bütün bu aydınlanmalar yönetici nur, yani insanı
nefs veya soyut nefs üzerine gelir. Ondan beden heykellerine ve hayvani nefse
yansır. Fakat bu manevi yolculukta orta noktada bulunanların derecesidir. Bazen
anılan bu durumlar, tanrısal yolcuları alır götürür. Su üzerinde yürümek, uçmak vs.
gibi hâlleri açıklamak için bu noktadan hareket etmek gerekir. Bu makam, çok
azizdir. Bu gerçeği bize Eflatun, Hermes, Pisagor, Empedokles gibi büyük filozoflar
ve insana ait dünyadan arınan sufi topluluklar kendi müşahedelerine dayanarak
nakletmişlerdir. Devirler ve zamanlar asla bunlardan uzak kalmamıştır. Buna delil
olarak da şu ayetleri hatırlatır:
“…Onun katında her şey, bir miktar iledir.“(Ra’d 13/8).
“Gaybın anahtarları, onun katındadır. O'ndan başkası bunları
bilemez.”(En’âm, 6/59).
Böylece düşünürümüz, işrâkatın ilahî yönüne vurgu yapmış olmaktadır. O’na
göre bu makamları kendinde tecrübe etmeyenler, filozofların dayanaklarına itiraz
etmesinler. Zira bu, bilgisizlik ve eksikliktir. Allah’a kulluk edip de karanlıklardan,
yani bedenden ve maddi şeylerden yüz çevirenler ve duyularını terkedenler ancak
başkalarının görmediği şeyleri görürler. Bu şekilde de Sühreverdî işrâkı, bütün
boyutları ve gizemli dünyasıyla önümüze serer. Düşünürümüz, bir yandan İşrâkın
tabii neticesi bu keşfi, bilgi yoluyla kainatı âdeta insanın avucuna verilmiş gibi
gösterirken; bir yandan da kendisinin ona ulaşmış olması nedeniyle övündüğünü
sezmekteyiz. Filozofumuza göre İşrâkatın elde edilmesi bir gayret neticesi ile olur.
Ama bu sıradan bir gayret değil, riyazet ve iç arınmaya dayanan bir çabadır.
Sühreverdî'nin bu konuda tavsiyesi geceleri az uyumak ve az yemek gibidir. Bu
suretle yalnız peygamberler değil, tanrısal bir güç kazanan her nefis, sesler işitir ve
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
hakikatları müşahede eder. Bazen, ilahî ilimler ile uğraşan insanlar yüksek bir cezbe
sonucunda işrâk'ı (aydınlanmayı) elde ederler. Bu işrâkat (aydınlanma) Cenab-ı
Hakk’ın nuru ile meydana gelir.
Sühreverdî’nin felsefi eserlerinin anahtar kelimesi olan “işrâk” kavramının
içerdiği ontolojik ve epistemolojik anlam dikkate alındığında üçlü bir görünüm ile
karşılaşırız:
1. Kavram, bilgelik, ilahî hikmet anlamına gelmektedir. İşrâk bu hikmetin
kaynağıdır.
2. İşrâk kavramında ayrıca, makuller nurlarının tan ışımasında filozofun
tanıklığı üzerine, inziva hâlindeki kişilerin ruhlarına bu nurların inişi üzerine kurulu
olan öğreti anlamı vardır.
3. Bu kavrama şu anlam da yüklenebilir: Kavram şarklıların (işrâkiyyun,
maşrikuyyun), yani eski İran bilgelerinin ilahî hikmeti anlamındadır. Bu anlamda
sadece coğrafi konumu yüzünden değildir. Bu bilgelerin işrâki oluşundan, keşfe
müşahedeye dayanışındandır.
İşrâk düşüncesinin
temel eseri Sühreverdî
tarafından kâleme
alınan “Hikmetu’lİşrâk’tır.
.
Sühreverdî’ye göre işrâki hikmetin ne anlama geldiğini, bu felsefeyi izah
eden Hikmetü’l-İşrâk adlı eserini yazma sebebini ve şeklini anlatan şu ifadelerinden
anlamaktayız. “Eğer yüce bir makamdan gelen emir olmasaydı bu kitabı ortaya
çıkarmazdım. Bilesiniz ki, bu zor bir iştir. Dostlarım! Sizler benden halvet ve inziva
dönemlerimde aldığım sezgiyi, zevki bir kitapta yazmamı istiyorsunuz... İlim bir
topluluğa özgü değildir ki sonra gelenlere melekutun kapıları kapatılsın ve
âlemlerin ondan daha fazla yararlanması engellensin. Tam tersine ilmi getirip
sunan “Andolsun ki o, Cebrail’i apaçık ufukta görmüştür.” En kötü nesil kendi
dönemlerinde ictihad kaygısı ortadan kalkan, düşünmeden el çeken, keşif kapısı
kapanan ve müşahade yolu tıkanan nesildir.
Bu kitabı yazmadan önce her ne kadar Aristo felsefesi üzerine çok sayıda özel
risaleler kâleme aldıysam da, bu kitap onlardan farklıdır ve kendine özgü bir
yönteme sahiptir... Malzemesinin tümü, düşünce ve akıl yürütme ile biriktirilmiş
değildir; daha çok kalbî sezgi, tefekkür ve zühd bunda önemli rol oynamıştır.
Sözlerimiz rasyonel bakışın değil, iç görüş ve tefekkür ürünü olduğundan, şüphelerin
şüpheleriyle çürütülemez... Gerçeğe giden yolda, kim olursa olsun, benim yoldaşım
ve bu yoldaki yardımcımdır. Felsefenin üstadı ve imamı olan Eflatun-i ilahînin yolu
da, bu yoldu. Felsefenin babası, Hermes’in yolu da bu yoldu.” Böylece Sühreverdî
felsefesinin özelliğini belirtir ve bu felsefeyi ancak “teellüh” ve “bahsi” kendisinde
birleştirenlerin anlayabileceğini, sadece araştırmaya dayananların yani akla dayalı
öğrenim isteyenlerin anlayamayacağını belirtir. Fakat teellüh sahibi olmak için de,
yapılması gereken bir takım şeyler vardır. Mükâşefeye erişmek kolay değildir,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
felekler dünyasında olan sırları öğrenmek, feleklerin nağme ve seslerini işitmek için
nefsini, soyutlama ve riyâzet ile eğitmek gerekir. (Sühreverdî, Hikmetu’l-İşrâk,
1993:11-12.)
Düşünürümüze göre bu yöntemin dışında kalan bir usulle insanın hakikate
erişmesi mümkün olmaz. Zira keşfe dayanmayan hiçbir ilim, insanı hakikate
ulaştırmaz. İşrâki hikmette olaylar doğrudan vasıtasız olarak bir doğuşla ortaya
çıkar, delil ve burhana gerek kalmadan bu içe doğuşla insan hakikate vakıf olur. Bu
sebeple olsa gerek Emil Ma’luf bu felsefeyi, teoloji, ontoloji ve kozmoloji ile ilgili
açıklamalarının Tanrı’nın bilinmesine ve Rabbani hakikatlere dayanmasından dolayı
“Hikmet-i İlahî” ismi ile nitelenmeyi uygun bulmaktadır. (Ma’luf, Emîl, 1991,)
Sühreverdî’ye göre işrâk, Allah’ın yolu ve bütün ilimlerin kendisiyle insana
ulaştığı bir aydınlanmadır. İşrâk, akli nurların zuhuru Allah’tan gelen soyut, özel bir
ışımadır. Dolayısıyla biz de işrâk kavramında Sühreverdî’nin anladığı ve kullandığı
anlam olan akli nurların zuhuru, parlaması ve akışıyla gerçekleşen bilgilenme ve
varoluşu anlayabiliriz.
Sühreverdî’yi
izleyenlere “İşrâkıyyun”
denilmiştir.
Sühreverdî’nin işrâk ve işrâkiliği özellikle “Hikmetü’l-İşrâk” eseri esas
alındığında Platonculuk ile Aristoculuğunun bir sentezi olarak görülebilir. O,
kitabında Aristo’yu eleştirmesine rağmen belli noktalardan birikiminden istifade
eder. Böylece karşımıza araştırmaya dayalı ve keşfi esas alan eklektik bir felsefe
çıkar. Ancak Sühreverdî’nin işrâk teriminden hareketle irfani boyuta önem vermesi
ekolünün Bâtıni bir ekol olarak nitelenmesini de beraberinde getirmişti.
Bizzat Sühreverdî, bu yolda kendisini izleyenleri ise “işrâkıyyun” (işrâkiler)
olarak isimlendirmiştir. Böylece o, araştırmaya dayalı felsefi sistemi tercih
edenlerle kendi sezgisel anlayışına uyanları ayırmak istemiştir.
İşrâk kavramı ve İşrâkiyye felsefesi, yukarıda verdiğimiz bağlamda
Sühreverdî’nin ona kattığı özgün anlamda gelişmiştir. İslam dünyasında kabul
görmesi ise ilginç bir sebeple alakalandırılır. Buna göre, Gazalî ve Fahreddin Razî
gibi kelamcıların saldırılarıyla İslam dünyasında rasyonalizmin gücü zayıflatılmış ve
ortam Sühreverdî, İbn Arabî gibi irfani okulların yerleşmesine hazır hâle gelmiştir.
Bu tespite kısmen katılmakla birlikte bu “Doğulu” yaklaşımın sırf rakip ekollerin
gücünün zayıflığından geliştiğini söylememiz doğru olmaz. Çünkü irfani gelenek
İslam düşüncesinde zaten var olan bir bilgi yoluydu; Sühreverdî ve benzeri
düşünürler sadece bu yöntemi felsefi söylemleri ile birleştirmişler ve farklı bir
boyut kazandırmışlardır.
İslam medeniyeti içinde şekilllenen İşrâk düşüncesi kurucusu ve yenileyicisi
olarak Sühreverdî’ye çok şey borçludur. Bu anlamda Sühreverdî’yi anlamak İşrâk
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
felsefesini anlamanın temel koşuludur. Biz de bu akımı Sühreverdî çizgisinde
izlemek için aşağıdaki bilgileri paylaşmak istiyoruz.
Sühreverdî’nin Hayatı
Bir kısım eserlerde düşünürün ismi ile ilgili çelişkili bilgiler mevcut olmasına
karşın kaynakların çoğunda, Ebu’l-Fütuh Yahya b. Habeş b. Emirek olarak
verilmektedir. Ünvanları ise “Şihâbuddin Sühreverdî el-Hakîm”, “el-Maktûl”, “eşŞehid”, “el-Halebi”, “Şeyhu’l-İşrâk”, “el-Müeyyed bi’l-Melekût” ve “İşrâkî
Sühreverdî” olarak geçmektedir.
Sühreverdî’yi anlamak
İşrâk düşüncesini
anlamak adına çok
önemlidir.
Sühreverdî, 549/1153’de Kuzeybatı İran’da, Zencan eyaletine bağlı küçük bir
kasaba olan Sühreverd’de dünyaya gelmiştir.
İslami ilimlerin eğitiminin verildiği bir beldede ve zengin ilmî birikime sahip
bir ailede dünyaya geldiği için çok küçük yaşlarda tahsil hayatına başlama şansı
bulmuştur. Çocukluğunu düşünür ve bilginlerin arasında, riyazet ve mükaşefe
sahiplerinin gözetimi altında geçirmiş ve böylece ilk eğitimini ailesinin yanında
tamamlamıştır.
Eğitimi ile ilgili bilgi vermesi açısından, İbn Hallikân, Sühreverdî’nin, “çok
keskin bir zekâya sahip” olduğunu söylerken, Şehrezurî de, Fahreddin Razî’nin (öl.
1210) onun hakkında “son derece zekiydi” ifadesini kullandığını belirtir. Sühreverdî
de ilmî durumunu “Otuz yaşıma geldiğimde ise artık yeni bir şey öğreneceğim hiç
kimse kalmadı.” ifadesi ile dile getirir.
Eğitim fırsatı bulduğu alanlar şunlardı: Usul-i fıkıh, fıkıh, kelam, hadis, usul-i
hadis, felsefe, tasavvuf, şiir, musiki, kimya, riyazet, simya, edebiyat. Bu ilimleri
tahsil ettiği hocalarından bir kısmı ise, Meraga’da felsefe ve fıkıh okuduğu Şeyh
Mecduddin el-Cilî (öl. 1153), (Bu aynı zamanda Fahruddin Râzi’ye de hocalık
yapmıştır.), Fahreddin el-Mardinî ve Zahir el-Farisî’dir. (öl. 1202) Zahir el-Farisî’den
mantıkçı Zeynuddin Ömer b. Sehlan es-Sehavî’nin (öl. 1058) Kitabu’l-Besâir fi’lMantık’ını okumuştur.
Kaynakların bir kısmında Sühreverdî’nin, “Şafiiyyu’l-mezheb” olduğu
kaydedilmektedir. Ayrıca bâtın ve sapık fikirlere sahip olduğu şeklindeki ithamlara
karşın kaynakların birçoğu, itikadi bağlamda sünni olduğunu ortaya koymaktadır. O
her ne kadar eserlerinde bâtıni ve mistik yorumlara yer vermişse de onun Kur’an
ve sünnete muhalif olmayacak tarzda bir bâtiniliğinden söz edilebilir. Bu nedenle
daha sonra da işaret edeceğimiz gibi, onun İslama ters bir Bâtıni anlayışa sahip
olduğu ithamı çok doğru bir yaklaşım olarak gözükmemektedir.
Sühreverdî kısacık
ömrünün neredeyse
tamamını ilim için
yaptığı seyahatlerde
geçirmiştir.
Ömrünün büyük kısmını seyahatle geçiren düşünür, Azerbaycan, İran, Irak,
Suriye, Anadolu gibi ülkelere yaptığı seyahatleri esnasında uğradığı Meraga,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
Isfahan, Diyarbakır, Konya, Sivas, Harbut, Mardin, Bağdat gibi önemli ilim
merkezlerinde zamanın tanınmış âlimlerinden eğitim alma fırsatı bulmuştur. Çeşitli
alanlarda yazdığı hacimli eserleri, bir yönüyle bu yolculuklarda edindiği birikimine
bağlamamız mümkündür.
Farklı ilim alanlarındaki eserlerleri onun daha sonraki dönemlerde adından
sık sık söz edilmesine sebep olmuştur. Zehebî, şiirlerinin edebî değer taşıyan sanat
eserleri olduğunu ifade eder. İbn Ebi Usaybia onun hakkında “Zamanında felsefede
bir taneydi. Bütün felsefi ilimleri toplamış, felsefi hakikatlere vâkıf olmuştu. Aşırı
zekâlı, güzel yaratılışlı, tartışmaların galibi, ilmi aklından fazla bir kimse idi.” (İbn
Ebi Usaybia, Uyûnu’l-Enba fi Tabakâti’l-Etibba) diye bahseder. Sühreverdî’nin
zekâsı, olağanüstü hâlleri, bilgisi ve kişiliği ile ilgili biyografi eserlerinde birçok bilgi
vardır.
Onun hayatını anlatan bibliyografik eserleri bir arada değerlendirip aşırı
ifadelerden kaçındığımızda ve eserlerini göz önüne aldığımızda Sühreverdî’yi,
“fasih, edebî üslupla yazan ve konuşan bir dâhi, zahid ve mütevazı bir kimse olarak
ifade edebiliriz.
Düşünürün geniş bir coğrafi yelpazeye dağılan seyahatlarının son durağı
Suriye’nin Halep şehri olmuştur. Halep, o zamanın İslam dünyasının güçlü
devletlerinden biri olan Eyyubiler’in önemli şehirlerden biriydi. Eyyubi Devleti’ni bu
tarihte yöneten kişi, Selahaddin Eyyubi; Halep şehrinin valisi ise oğlu Melik Zahir
idi.
Sühreverdî’nin bu şehre varması, hayat hikâyesinin son perdesini oluşturur.
Zira o bu şehirde, Bâtıni fikirler taşıdığı iddiası ile idam edilmiştir. Düşünürün hayat
hikâyesinin en önemli yönlerinden biri de, onun öldürülüş sebebinde yatmaktadır.
Bu hususta birçok araştırma yapılmış ve çok farklı bilgiler verilmiştir.
Bu konudaki çeşitli ithamlardan öne çıkanı, “bâtıni nübüvvet” iddiasında
bulunduğu gerekçesi ile öldürülmüş olduğudur. Bu konuda Elvah’ı-İmadiyye’deki
“İlahî inayet her asırda Allah’ın ayetleri ile desteklenmiş olarak Allah tarafından
kendi toplumlarını ıslah ile görevlendirilmiş bir kişinin varlığını gerektirir.”
tarzındaki ifadelerinin delil olarak öne sürülmüş olabileceğini düşünüyoruz. Ancak
biz bu ifadeleri eserdeki konu bütünlüğü açısından ele aldığımızda burada, her
dönem için bir peygamberin var olduğu şeklinde bilinen görüşün dile getirilmiş
olduğu kanaatini taşıyor, böyle bir ifadenin idam sebebi sayılmasını çok ağır bir
karar olarak görüyoruz.
Düşünürün idam sebebi
dinî değil siyasi
kıskançlığa
dayandırılmıştır.
Yukarıdaki itham ve iddiaları değerlendirdiğimizde, Sühreverdî’nin siyasi bir
çekememezlik sonucu öldürüldüğü kanaatine ulaşmamız mümkündür. Zira
Sühreverdî Halep’e geldiğinde, vali Melik Zahir’in etrafında itibar gören bir ulema
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
sınıfı vardı. Bu fakihlerin Melik Zahir üzerinde de bir etkileri bulunuyordu.
Sühreverdî’nin şehre gelişiyle birlikte Melik Zahir’le aralarında sıkı bir dostluk
oluşmuş ve Melik Zahir onu neredeyse bütün önemli işlerinin danışmanı olarak
kabul etmiştir. Bu durum fakihleri rahatsız etmiş ve Sühreverdî’yi siyasi ikballeri
açısından tehlikeli görmüşlerdir. Bu yüzden onu ”halkın itikadını bozucu fikirler
taşıyan, Melik Zâhir’in de ahlakını bozacak vasıfları olan biri” şeklinde Şam’da
bulunan Selahaddin Eyyubi’ye şikâyet etmişlerdir. (İbn Ebi Usaybia, 1965)
Kâtilleri ölüp gittiler,
fakat ücreti kanla
ödenmiş olan felsefesi
hâlâ yaşıyor.
.
Aslında yalancı peygamberlik, Allah’ın sıfatlarını ret, küfür manasına
gelebilecek inançlar vazetmek ve genç Melik Gazi’nin zihnini bulandırma, sihir ve
büyü yapma, iktidarın yasalarına uymama gibi suçlamalar, hem siyasi bir rakip
olarak Sühreverdî’yi saf dışı etmek isteyen Halep uleması hem de ülkesinde iç
düşmanları hiçbir şekilde güçlendirmek istemeyen Selahaddin’in dört elle
sarıldıkları “meşru” idam sebebini oluşturuyordu. Ancak H. Ziyâî’nin de vurguladığı
gibi, İsmailî görüşlere yol açtığı iddiası, Sühreverdî’nin eserlerinden
delillendirilemez bir iddiadır.
Y. Ziya Yörükan da, onun öldürülüşünün en genel anlamıyla bir siyasi hadise
olduğu kanaatini taşır. Selahaddin Eyyubi’yi kendi zayıflıklarının farkında olan
kıskanç Halep ulemasının yanılttığını işaret eden M. İkbâl, bu olayla ilgili şu ifadeyi
kullanır: “Kâtilleri ölüp gittiler, fakat ücreti kanla ödenmiş olan felsefesi hâlâ
yaşıyor ve nice ateşli hakikat arayıcısını kendine çekmeyi başarıyor.” Sonuçta
Sühreverdî, Zehebî’nin ifadesiyle “Tartıştı, kazandı ve öldürüldü.” Bu konuda en
önemli araştırmalardan birini yapmış olan el- Beyyumî’ye göre de düşünür asılsız
iddialar sonucu öldürülmüştür. (Beyyumî, 1972)
Yapmış olduğumuz araştırma sonucunda Sühreverdî’nin, kendisine itham
edilen suçları bizzat işlediğinden dolayı değil de, söz konusu ithamların bir sonucu
olarak öldürülmüş olduğu sonucuna vardık.
Eserleri
Sühreverdî, 36 yıl gibi kısa sayılabilecek bir hayata göre oldukça fazla eser
kâleme almıştır. Eserlerinin sayısı ile ilgili elli ya da elliyi aşkın olduğunu söyleyen
biyografistler vardır. Bunlar arasında en sağlam bilgi, eserlerinin sayısını 49 olarak
veren öğrencisi Şehrezûrî ile hakkında yapmış olduğu araştırmalar ile tanınan bir
şarkıyatçıya aittir.( Ritter, 1937)
Sühreverdî’nin eserlerini beş kısma ayırabiliriz:
Sühreverdî 36 yıllık
yaşamını 50’ye yakın
eserle süslemiştir.
1. Felsefi Doktrinsel Eserleri: Bunlar, Meşşaîliğe ve İşrâkiliğe ait felsefi
görüşlerini içeren dört ana eseri olup, a) et-Telvihât, b) el-Mukavemât, c) el-Meşari
ve’l-Mutarahât ve d) Hikmetü’l-İşrâk’dır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
2. Felsefi Fikirlerini Özetlediği Küçük Risaleleri: Kelimetü’t-Tasavvuf, Elvâhu’lİmâdiyye, Heyâkilü’n-Nur, Pertevnâme gibi.
3. Arapça-Farsça Seyru Süluk Hikâyelerinin Yer Aldığı Alegorik Tarzda
Yazılmış Kısa Romanlar: Kıssatu’l-Gurbeti’l-Garbiyye, Avaz-i Per’i Cebrail, Akl-i Surh
gibi.
4. Şerh Çalışmaları, İbn Sina’nın bir kısım eserleri gibi.
5. Dua ve Münacaat Kitapları. el- Varidâ’t ve’t-Takdisât gibi.
Bunlara ilaveten kaynaklarda Sühreverdî’ye nispet edilen, ancak onun
olduğu şüpheli görülen bazı eserler de vardır. Eserlerinden felsefe ile ilgili olan iki
risaleyi Anadolu’da yazmıştır.
Sühreverdî’nin felsefi fikirlerini işlediği dört büyük eserinin, özellikle de
Hikmetü’l-İşrâk’ın akıcı bir dille yazıldığını söyleyebiliriz. O, teknik felsefi terimlerde
Meşşaîlerle aynı kulvarda hareket etmiştir. Ancak bu terimlere İşrâk felsefesine
özgün yeni terimler de eklemiştir. Bunu yaparken de asla taklitçi olmamış, bilgiçlik
de taslamamıştır. Onun eserlerinde kullandığı dille ilgili referansları Antik Grek ve
Antik Fars bilgeleri ile halidî hikmetin (parennial wisdom) dili olmuştur. Ayrıca o
mutasavvıf bilgelerin dilini de kullanmıştır. Bu eklektik tarza rağmen eserler üslup
açısından anlaşılır bir sadelikle kâleme alınmıştır diyebiliriz.
Sühreverdî’nin eserleri içerisinde en fazla önem taşıyanı 1186 yılında kâleme
almış olduğu “Hikmetü’l-İşrâk”tır. Bu eser, İşrâk felsefesini ele aldığı en kapsamlı
eseridir. Diğer felsefi eserlerinde Meşşaî felsefeye ait görüşleri yer alırken bu eser
Meşşaî görüşlere sadece eleştiri açısından yer verir. Düşünürler Sühreverdî’nin
temel felsefi görüşlerinin bu kitapta yer aldığını belirtirler.
3-Sühreverdî’nin İşrâk Felsefesinin Kaynakları
Bütün düşünürlerin fikirlerinin beslendiği bilgi kaynakları olduğu gibi,
Şihabuddin Sühreverdî’nin de genelde felsefi görüşlerinin, özelde ontolojik
anlayışının oluşmasında etkili olan kaynaklar vardır. Filozofun etkilenmiş olduğu
kaynaklar arasında, yaşadığı kültürel çevreyi, aldığı eğitimi, seyahatleri ve bazı
filozofları sayabiliriz.
Sühreverdî’nin eserlerini incelediğimizde bilgi kaynakları açısından eklektik
bir yapı ile karşılaşırız. Kendisinin bizzat Hermes, Pythagoras, Platon, Aristoteles
gibi filozoflardan, Kiyumart, Keyhüsrev, Feridun gibi İranlı bilge krallar ile, Hallac-ı
Mansur (öl. 309/922), Beyazid-i Bistamî (öl. 261/874), Zunnun-i Mısrî (öl. 245/859)
gibi mutasavvıflardan etkilendiğini ifade ettiğini görüyoruz. Bu farklı fikir ve
yöntem sahibi bilge ve filozofları başarılı bir sentezle İşrâk felsefesinde bir araya
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
getiren düşünürün felsefesini, kaynakları açısından zengin bir felsefe olarak
niteleyebiliriz.
O, çağlar boyu devam edip kendisine kadar gelen hikmet-i halide’nin, HintFars-Babil, Mısır, Antik Yunan (Aristoteles, Pythagoras ve özellikle Platon) mirasına
dayandığına inanır. Elbette ki İslam dini ve onun içerisinde gelişen sufi geleneğe de
atıfta bulunmalıyız. Yine bu kaynaklar arasında Hermetizm, Sabiilik, Zerdüştlük,
Maniheizm’den de bahsedebiliriz.
Bizzat kendisi bu “hikmet” i aldığı iki yol haritası çizer: “Doğulu” ve “Batılı”
yol ismini verdiği her iki yol da Hermes’e dayanmaktadır. Bu yolları şu şekilde ifade
eder:
a) Batılı Yol (Mısır-Yunan Kaynaklı): Asclepius- Pythagoras- Empedokles,
Platon- Neo-Plotenistler- Zünnun-i Mısrî – Ebu Sehl-i Tüsterî – Sühreverdî.
b) Doğulu Yol (Antik İran Kaynaklı): İran Bilge krallar, Kiyumarth Feridun,
Keyhüsrev, Ebu Yezîd Bistamî, Hallac-i Mansur, Ebu’l-Hasan Herrakanî –
Sühreverdî. (Sühreverdî, 1993: II,10-12)
Sühreverdî, Hermes’le başlayıp sonra çeşitli yollara ayrılan bu hikmet
geleneğini kendisinde birleştiren bir görünüm sergilemektedir. Yani Sühreverdî
hikmet nasıl ilk dönem Hermes’in şahsından yayılmışsa, bugün de bunun adresinin
kendisi olduğuna dair bir imada bulunur. Aslında bu, aynı dönemde faaliyette olan
Meşşaî felsefe taraftarlarına da bir göndermedir.
Ancak şunu da ifade etmeliyiz ki Sühreverdî’nin yukarıda sıraladığımız ve
daha sonra ifade edeceğimiz bütün fikir kaynaklarının birleştirici ana unsuru, İslam
dinidir. Sühreverdî’nin felsefesi temelde Kurân’a dayanır ve o, fikirlerini âdeta bir
Kur’an tefsiri yapar gibi eserlerinde ortaya koyar. Bu konuya dikkat çeken şu
ifadeler önemlidir. “İbn Sina’dan sonra Kur’an’ı ele alan filozof, Sühreverdî’dir. İşrâk
öğretisinde Kur’an üzerine tefsir yapan Sühreverdî, İbn Sina’nın aksine ayrı bir
Kur’an tefsiri yazmamış, fakat felsefi ve teolojik konuları işlediği eserlerinde
doğrudan Kur’an’dan ayetler alarak tefsir yapmıştır. Dolayısıyla düşünürün bütün
eserlerinde çeşitli felsefi konuları açıklarken ayetleri delil getirmesi bu görüşü
desteklemektedir.
Sühreverdî’nin felsefi kaynaklarını genel hatlarıyla şu şekilde sıralayabiliriz:
Meşşaî felsefeyi
eleştiren düşünür yeri
geldiğinde ondan
istifade etmekten
kaçınmamıştır.
1. İslam dini (Kur’an ve Sünnet, Tasavvuf, Gazalî, Meşşaî felsefe), 2. Antik
Yunan kültürü (Pythagoras, Empledokles Platon, Aristo ve Plotinos), 3. Antik İran
kültürü (Pers bilge kralları), 4. Zerdüştlük, 5. Hermetizm, 6. Seyahatler (Bekiryazıcı,
2005:37)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
Bütün bu kaynakları birlikte ele aldığımızda İşrâki ekolünün seçmeci bir
sistem olduğunu söyleyebiliriz. Buna rağmen ekolün kaynağını daha çok nereden
ve hangi filozof veya doktrinden aldığını kesin tespit etmemiz mümkün
gözükmemektedir. Ancak vurgulamamız gereken şey, onun bilgi edinmede yapancı
kaynaklardan yararlanırken İslami düşüncenin sınırlarını aşmamaya, yani İslami
ilkelere ters düşmemeye özen göstererek bu kaynaklara yönelmiş olmasıdır.
Felsefesinin Etkileri
Sühreverdî’nin “felsefi görüşlerinin” ve özellikle de “işrâk” anlayışının
günümüze değin süre gelen etkisini değerlendirdiğimizde onun felsefe tarihindeki
önemi bir kez daha ortaya çıkmaktadır. Daha önce de değindiğimiz gibi,
Sühreverdî, felsefe tarihinde ne İbn Sina, ne Farabî, ne de İbn Rüşd kadar
tanınmıştır. Onun felsefi anlayışı, yeterince bilinip tanınmadığı için hak ettiği ölçüde
değerlendirilememiştir. Bunun birçok sebebi bulunmaktadır. Her şeyden önce
fikirleri ve dinî görüşleri öne sürülerek idam edilmiş olması fikirlerine ve eserlerine
yönelmeyi engellemiş, kendi zamanında bir öğrenci topluluğunun oluşmasına fırsat
vermemiştir. Devamlı seyahat hâlinde olması ve genç yaşta öldürülmesi de,
tanınması ve fikirlerinin bilinmesi noktasında ayrı bir engel teşkil etmiştir. Belki de
bir baskı sonucu eserlerinden uzak durulması, onların Latinceye çevrilmemesi,
sadece İslam dünyasında değil, Batı’da da tanınmasını oldukça geciktirmiştir.
Gazalî İşrâk
düşüncesinin
oluşmasına zemin
hazırlamıştır.
Bu konuyu değerlendiren bir incelemede, şu fikirler ileri sürülür:
Kendisinden önce yaşayan Gazalî (ö. 1111) ve İbn Sina’nın aksine eserlerinin hiçbiri
Latince’ye çevrilmediği için Batı dünyasında tanınmamıştır. Bu yüzden Doğu’daki
etkisi, en az İbn Sina’nınki kadar büyük olduğu hâlde ondan ve işrâktan
bahsetmeyen bir İslam felsefesi, en azından eksiktir. Munk ve De Boer gibi
Batılılarca yazılan İslam felsefesi tarihleri, genellikle İbn Rüşd ile sona erer.
Gerçekte ise VII./XII. yy. İslam düşüncesinin teşekkülünün sona erdiği değil, aksine
çok önemli İşrâki ekolün başladığı bir dönemdir. Gerçekten de araştırmacıların da
tespit ettiği gibi, ilk dönem sadece Şii çevrelerde ve Doğu’daetkili olan görüşleri,
daha sonraları bütün İslam dünyasında ve günümüze uzanan süreçte Batı’da da
yayılmıştır.
Sühreverdî’nin aynı dönemde yaşamasalar da, Şehrezurî üzerinde de derin
etkileri vardır. Hatta Şehrezurî, bir takım felsefi tanımlamalarda aynen
Sühreverdî’yi taklit eder. Onun iyi bir izleyicisi olarak Şehrezurî ile Sühreverdî
arasındaki ilişkiyi İbn Arabî (ö. 1240) ile Sadreddin Konevî (ö. 1274) arasındaki
ilişkiye benzetebiliriz.
Özellikle İran’da, Sühreverdî sonrası gelişen İşrâki hikmet, günümüze değin
süregelmiştir. Bugün Sühreverdî’nin etkisinde kalan İslam düşünürlerine örnek
Molla Sadra, İşrâk ve
Meşşaî düşünceyi
sentezleyen fikirlere
ulaşmıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
olarak İbn Arabî, İbn Kemmune (ö. 1284), Allame Hillî (ö. 1325), Kutbeddin Şirazî (ö.
1311), Mir Damad (ö. 1631), Celaleddin Devvanî(ö. 1502), İbn Türk İsfahanî,
Sadreddin Şirazî (1640), Mir Findirinskî (ö. 1640), İbn Cumhur, Hacı Molla Hadi
Sebzevarî, Şeyh Ahmed Ahsai, Şeyh Behaî, Molla Şems Ceylanî, Molla Muhsin Feyz
Kaşanî (ö. 1679), Abdurrezzak Lahicî, Kadı Said el-Kummî isimlerini sayabiliriz.
(Bekiryazıcı, 2005:25)
Bu, çoğunluğu Şii ve Farisî geleneğe ait düşünürlerle, Sühreverdî’nin felsefi
görüşleri özellikle İran ve Hindistan’da oldukça yaygınlık kazanmıştır. Bunda,
özellikle Hindistan’da hem kendi eserlerinin hem de Molla Sadra’nın eserlerinin
günümüze dek okullarda ders kitabı olarak okutulmasının etkisi büyük olmuştur.
Ülkemizde de Kâtip Çelebi, Celaleddin Devvanî, İsmail Ankaravî (ö. 1631)
Esiruddün el-Ebherî (633/1264), Molla Fenarî ve Yusuf Ziya Yörükan’ın
çalışmalarıyla tanınmıştır. Ancak yapılan araştırmalarda da vurgulandığı gibi,
Halep’in Anadolu’ya yakın olması ve Konya’nın mistik öğretisinin Türkçe konuşulan
bölgelerde hızla yayılması, sistematik bir şekilde olmasa da, İslam Felsefesi’nin bu
ekolünün Osmanlı İmparatorluğu topraklarında yeşermesine yol açmıştır.
Sühreverdî’nin eserlerinin el yazmalarının büyük bir kısmının İstanbul’da bulunuyor
olması ve Osmanlı kâtiplerince kopya edilmeleri, Osmanlı düşünürlerince şerh
edilmeleri bu açıdan önemli olsa da, bugün için Sühreverdî’nin özellikle Osmanlı
İmparatorluğu içindeki önemi ve etkisinin hâlâ keşfedilmemiş olduğunu
söyleyebiliriz.
Diğer taraftan Molla Sadra Şirazî, Sühreverdî ile İbn Sina’nın öğretileri
arasında bir senteze giderek İslam’ın bin yıllık fikrî yaşamını özetleyen bir anlayış
ortaya koymuştur. Molla Sadra, varlığın birliği öğretisi temeli üzerine kendi varlık
metâfiziğini kurmuştur. Bu metâfizik, Sühreverdî’nin mahiyet metâfiziğinin başka
bir versiyonudur. Bu açıdan Molla Sadra, Sühreverdî’nin etkisini en çok taşıyan
düşünürlerden biridir. Bu nedenle araştırmacılar Molla Sadra’nın “asaletü’l-vücûd”
teorisi ile, Sühreverdî’nin “asaletü’l-mahiyet” teorisine zıt bir görüş geliştirmesine
rağmen; onun, hocasına (Sühreverdî) organik olarak bağlı bir felsefi vizyonunun
olduğunun inkâr edilemeyeceğini ifade ederler. Şu hususa da dikkat çekmeliyiz ki,
Sühreverdî’nin işrâk anlayışının Şii dünyasında etkili olması, Molla Sadra ve Mir
Damad ile gerçekleşmiştir.( Nasr, “The Spread of the Illuminationist School of
Suhrawardî”,1972:163)
Yine Sühreverdî’nin etkisinde kalan önemli bir bilge de, VII. /XIII. yy. filozof
ve bilimcisi, Hoca Nasiruddin et-Tusî’dir. (öl. 1274) O her ne kadar İbn Sina
yorumcusu olarak Meşşaî felsefeye ait eserler vermişse de, Allah’ın dünya
hakkındaki bilgisi gibi belirli noktalarda işrâki eğilim taşır. Onun, bu konuda İbn
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
Sina’nın görüşlerini açıkça reddederek Sühreverdî’nin görüşlerini izlediği ifade
edilir.
Batı da ise ilk karşımıza çıkan isim Sühreverdî’nin çağdaş yorumcusu, Henry
Corbin’dir. Onun Sühreverdî ve felsefesi ile ilişkisi bir araştırmacının araştırdığı
konu ile arasındaki ilginin çok ötesindedir. Bu hâliyle biz, Henry Corbin’i,
Sühreverdî’nin 20. yüzyılda bir öğrencisi olarak niteleyebiliriz. Bugün
Sühreverdî’nin yazma hâlindeki birçok eserinin, edisyon-kritiği yapılmış hâlde
elimizde olmasını H. Corbin’e borçluyuz.
Sühreverdî’nin eserleri
idamı sebebiyle ilk
dönemler fazla ilgi
görmemiş ve Batı’ya
geç intikal etmiştir.
.
Sühreverdî’nin Batı’daki etkisiyle ilgili Yusuf Ziya Yörükan’ın da tespit ettiği
farklı yansımalar vardır. O, Bergson ile Alman Stiner’in, sezgiye dayalı anlayışlarında
Sühreverdî’den etkilenmiş olduklarını ifade eder.
Yine İsmail Hakkı İzmirli’nin düşünürün Batılı filozoflar üzerindeki etkisiyle
ilgili tespitleri dikkat çekicidir. O, Sühreverdî’nin Aristo mantığına olan itiraz ve
eleştirileri ile Bacon ve Descartes’in bu yöndeki çalışmaları arasında ilgi kurarak,
Descartes’in formel mantık’a itirazını Bacon’un Aristo mantığını inkârını,
düşünürümüzün görüşleriyle paralel sayar. Yine İzmirli, Shaftersburg’un “âlem
ebedî olup başka bir âlemin mümkün olamayacağı” görüşünün de Sühreverdî de
bulunduğuna dikkat çeker.(İzmirli, 1973)
Görüldüğü gibi Sühreverdî’nin görüşleri oldukça geniş bir alanda etkili
olmuştur. Hatta Hindistan’da Moğol hanedanı döneminde bazı eserleri
Sanskritçeye ve bu dönemden biraz daha önce de İbraniceye çevrilmiş ve böylece
görüşleri Yahudi ve Hindu dünyası gibi birbirinden ayrı dünyalara ulaşmıştır.
Sonuç olarak Sühreverdî’nin etkisini değerlendirdiğimizde karşımıza
fikirlerinin yayıldığı geniş bir coğrafi yelpaze çıkar. Bu, İran’dan, Hindistan’a;
Avrupa’dan Anadolu’ya uzanan bir fikir haritasıdır. Bugün için onun fikirleri ve
işrâki geleneği İran’da faal durumdadır. Ayrıca geç tanındığı Batı’da ve yeni
keşfedildiği Türkiye’de de hakkında birçok çalışma yapılmaktadır
Suhreverdî’nin İşrâk Felsefisinin Temel Kavramları
Sühreverdî’nin işrâk anlayışını tam anlamıyla ortaya koyabilmemiz, onun bu
alanda kullandığı temel kavramları iyi anlayabilmemizle doğru orantılıdır. Bu
sebeple öncelikle bu temel kavramları ele almayı uygun gördük. Şunu ifade
etmeliyiz ki, Sühreverdî’nin felsefi anlayışında öne çıkan birçok kavram, Meşşaî
felsefenin kavramlarıyla örtüşür. Roxanne Marcotte de, Sühreverdî’nin nur
ontolojisinin kavramları ile Meşşaî ontolojinin kavramları arasında yakın
benzerliklere dikkat çeker ve tamamen aynı olan kavramlardan başka aynı anlam
alanına sahip bir çok kavramın bulunduğunu da ifade eder.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
1. İşrâki ontolojinin aydınlık yüzü: Nur
Sühreverdî felsefi anlayışına temel olarak Kur’an-ı Kerim’deki kullanımı
itibarıyla İslami düşüncede önemli yeri olan “nur” kavramını tercih etmiştir. Bu
kavram taşıdığı zengin anlam itibarıyla Sühreverdî’den önce de İslam
düşünürlerince örneğin Gazalî tarafından kullanılmıştır. Ancak onu bütün
düşüncelerine temel alarak kullanan Sühreverdî olmuştur.
Sühreverdî’nin felsefesini bir “nur” felsefesi olarak tanımlamamız
mümkündür. Çünkü o, felsefesinin temeline bu kavramı koyar ve ondan yola çıkar.
Biz yararlandığımız kaynaklarla paralellik kurabilmek için “nur” kavramını, zaman
zaman “ışık/aydınlanma” terimleri ile; “işrâk felsefesini” de bazen “aydınlanma
felsefesi” terimi ile karşılamaya çalışacağız. Burada şu noktaya da dikkat çekmeliyiz:
Sühreverdî’nin kullandığı “nur” kavramı, metafizik anlamda bir nur olup beş duyu
ile algılananın nesnel nurun ötesindedir. Bu bağlamda onun kullandığı beş duyu ile
algılanan nurun, ancak mecazi bir kullanım olabileceğine vurgu yapılır. Yani
Sühreverdî’nin felsefesinin temel kavramı olan nur, somut evrenin bir elemanı
değildir. Ancak somut nesnelerde yer bulan nur da mecazi anlamıyla bu felsefenin
konusuna girer.
Görülüyor ki, nur, İşrâk felsefesinde varlığın temel prensibidir. Varlığın
kaynağı ve bütün varlık hiyerarşisinin her derecesinde çeşitli formlarıyla bulunan
oluş ilkesidir. Sühreverdî’ye göre nur; “Apaçık olan ve hiçbir şekilde tanınma
ihtiyacı olmayan şeydir. Çünkü o kadar açık ve belirgindir ki, bu sebeple onun
tanımı yapılmaz. Her şey ondan esinlenerek tanımlanabilir”. Sühreverdî’nin bu
tanımı bize İslam Meşşaîleri’nin “varlık” kavramının tanımını hatırlatmaktadır.
Sühreverdî’ye göre “nur, hakikatte, özünde aynıdır. Ancak mükemmellik, noksanlık
ve haricî işlerde farklı olabilir. Ancak özünde farklılık olmaz.” Nurun çeşitli
belirlenimleri ancak sahip olduğu ışığın yoğunluk farkıyla tespit edilebilir.
(Sühreverdî, Hikmetü’l-İşrâk, II, 106)
Sühreverdî, varlığı özünde nur ve ışık olanla nur ve ışık bulunmayan şeklinde
ikiye ayırmıştır. Sühreverdî’nin yukarıda ifade ettiğimiz sözlerinden anlaşılacağı gibi
“nur”un, en açık seçik olan ve kendisinden daha açık seçik olmayan bir şey olarak
tanımlanmaya da ihtiyacı yoktur.
Sühreverdî’ye göre “nur/ışık” özünde apaçık ve diğer varlıkları açığa
çıkarandır. Işık asli manasıyla belirgindir. Bir şeyin maddeden tecridi nispetinde
olumsuz olarak bilineceğini savunan Meşşaîlerin kanaatinin aksine idrak, aslen ışıklı
ve aydınlık objelerde tecelli eden kendiliğinden ortaya çıkma fiili gibi müspet olarak
anlaşılmalıdır. Sühreverdî’ye göre varlığın hakikati nurdur ve bu nurun en temel
özelliği de kendi başına aydınlık olması ve diğer varlıkları da aydınlığa
Sühreverdî, eserlerinde
nur-zulmet kavramlarını
düalist bir yaklaşımla
ele almamıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
çıkarmasıdır(varoluş). İşte nurun bu şekilde yüce, temel bir prensip olması
dolayısıyla bu yönlerinin akıl yürütmeyle kavranması mümkün değildir. Bundan
dolayıdır ki, Sühreverdî nurun kavranması için yöntem olarak akıl yürütmeden
tamamen farklı olan manevi müşahade ve işrâkı ön görmüştür. (Sühreverdî,
Hikmetü’l-İşrâk, 1993:II, 106)
Sühreverdî’nin felsefi anlayışında nurun bir başka fonksiyonu da bilginin
ediniminde karşımıza çıkar. Daha sonra da ifade edeceğimiz gibi, Sühreverdî’ye
göre hakiki bilgi, ilahî âlemden insana nurlar vasıtasıyla, onların ışımasıyla gelen
bilgidir. Bu bilgilenmeye vesile olan nurun ona hazır olan insanın ruh hâline uygun
çeşitli dereceleri vardır. Görüldüğü gibi Sühreverdî’de nur, hem varoluşun hem de
bilgi edinmenin biricik ilkesidir.
Sühreverdî nuru, varoluşun her aşamasında temel ilke olarak görür. Zaten
nurun temel fonksiyonu da yayılmasıdır. Nurun bu felsefi anlayıştaki
sınıflandırılması şöyledir:
a) Nuru’l-Envar ya da Tanrı
Sühreverdî’ye göre Tanrı, Nuru’l-Envar yani Nurların Nuru’dur. En yoğun
ışıktır. Bütün mükemmelliklerin kendinde olduğu, bütün varlıklara varlık veren,
hiçbir şeye muhtaç olmadan kendi kendine yeten yegâne varlıktır. Nurunun ve
ışığının yansıması, sonsuz ve sınırsızdır. Başlangıcı ve sonu düşünülmeyendir. Onun
varlığı bizzat kendisinden kaynaklanır. Bu konu ileride detaylı olarak ele alınacağı
için burada kısaca değinmekle yetiniyoruz. (Sühreverdî, Hikmetü’l-İşrâk,1993:II,
121)
b) Mücerret nur ya da soyut nurlar
Nuru’l-Envar yani Tanrı,
en yoğun ve zatıyla
kaim, biricik nurdur.
.
Soyut nur (Mücerret Nur), Sühreverdî’nin ontolojik algısında Nuru’lEnvar’dan sonra yetkinlik bakımından en üst nurdur. Bu nuru Sühreverdî, “Mahz
Nur”, “Mücerret Nur”, “Saf Nur” olarak isimlendirir. Soyut nurların varlıkları
özlerindendir ve bu yönüyle diğer nurlardan ayrılırlar. Onların en temel özellikleri
özlerini bilmeleridir. Bu yönleriyle de cisimlikten uzaktırlar. Soyut nurlar, özü ile
algılanırlar ve bu bilme sürecinde dışarıdan bir etki onları yönlendirmez. Aynı
şekilde soyut nurların cisimsel bir varlığı olmadığı için ve dış âlemde de bir varlıkları
bulunmadığından, herhangi bir mekânları yoktur ve onların bir yönü de bulunmaz.
Dolayısıyla Soyut Nurlar, duyularla algılanamayan, kendisine işaret edilmeyen ve
hiçbir yönle belirlenemeyen saf nurlardır. Soyut nurlar hayat sahibidir ve her hayat
sahibi olan da soyut nurdur; algılayan ve aktif olandır. Bu durumda soyut nurlar,
özlerini ve başkasını bilen, nuruyla başka şeyler üzerinde etkin niteliğe sahip
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
nurlardır. Bu nurlar, karanlığın ilintilerinden, alakalarından uzak oldukları için,
Tanrı’dan sonra en mükemmel nurlardır. (Sühreverdî, Hikmetü’l-İşrâk, 1993:II, 110)
c) Arız nur ya da ilişen nur
Sühreverdî, Soyut Nuru nasıl cisimle ilgisi olmayan, duyularla işaret
edilmeyen nur olarak tanımlamışsa, İlişen Nur’u (Arız Nur) da duyularla algılanan
ve fiziki olan bütün nurları içeren bir anlamda ele almıştır. Bu nurlar, Soyut
Nur’ların Tanrı’dan esinlenerek oluşturduğu nurlardır. Yani varlıkları soyut nurlara
bağlı olup bizzat kendi özlerinden kaynaklanmayan nurlardır. Bu sebeple
Sühreverdî, bu nurlara “yansıyan (sanih) nurlar” da demiştir. Bu nurların “oluşu”
sağlamak için taşıdığı ışık, bizzat kendilerinden olmadığından özünde varolabilmek
için başkasına muhtaçtırlar. Bu nedenle duyulur olan Arızi Nur kendi kendine
yeterli değildir. (Sühreverdî, Hikmetü’l-İşrâk,1993: II, 117)
2. İşrâki ontolojinin karanlık yüzü: zulmet
Karanlık, nurun
yokluğudur ve var
olabilmek için nura
muhtaçtır.
.
Sühreverdî’nin felsefi anlayışının inşa edildiği nur kavramının karşısında
dikkatimizi çeken bir ikinci kavram alanı zulmet yani karanlıktır. Ancak
Sühreverdî’nin felsefi anlayışında ışık ve karanlık düalist bir yaklaşımla ele
alınmamıştır. Yukarıda işaret edildiği gibi, Sühreverdî’de ışık, bütün varoluşu
açıklayan temel unsurdur. Bu sebeple “Ona göre evren, ışık ve karanlığın çeşitli
dereceleri ile doludur. Karanlık ise ışığın yokluğudur.” Yani karanlık bir anlamda
maddedir. Sühreverdî’nin dilinde nur ile karanlık, iki bağımsız varlığı ifade etmez.
Biri diğerine eğilimli yani zulmet nura âşıktır. Zulmet, nura yükseldikçe yoğunluktan
kurtulur. Oysa düalist yaklaşımlarda örneğin Zerdüşt’tün anlayışında ise nur ve
zulmet mücadele hâlindedir. Bunların ikisi de insanı sevk ve idare ederler, mahiyet
olarak da farklıdırlar. Dolayısıyla Sühreverdî’nin anlayışında nur, asıl; karanlık ise
onun gölgesidir. Bunlar birbiriyle mücadele hâlinde olan iki farklı kutup değildir.
Karanlık nura kavuşmak ve varlığa çıkmak ister. Yoksa karanlık kendi başına sırf bir
varlık değildir. (Sühreverdî, Hikmetü’l-İşrâk, 1993:II, 133)
Karanlık temelde nurun/ışığın olmaması anlamındadır. Böyle olunca da
karanlık varlığa çıkmak için ışığa muhtaçtır. Yani karanlık ışığa bağımlı, ikincil ve
onunla varlık kazanan bir yokluğun adıdır. Sühreverdî’ye göre yokluk, ancak varlıkla
düşünülür ve akledilir, tıpkı her şeyin zıddıyla kaim olması gibi. Bu mantıksal bir
gerekliliktir. Bu manada varlık olmazsa yokluk anlaşılmaz Nasıl varlık kendi
dışındakilerle dikkate alınırsa, yoklukta kendi dışındaki varlıklarla dikkate alınır.
Sühreverdî, karanlığı da çeşitli boyutlarda belirler ve inceler. Bunları, karanlık
(zulmet), Cevher-i Gâsık (Belirsiz Cevher), Hey’et-i Zulmâniyye (Karanlık Form) ve
Berzah olarak sınıflandırır ki bu sınıflandırma, aynı zamanda cisim ya da maddenin
sınıflandırılması anlamına da gelebilir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
a) Cevher-i gâsık (belirsiz, örtük cevher)
Karanlık, bizzat kendisinin farkında, ama kendi kendine var olamıyorsa, yani
özü bakımından nur değilse “belirsiz cevher”-“örtük cevher” ya da “alaca-karanlık
cevher” adını alır. Belirsiz cevher, bizatihi nur olmayandır. Var olabilmek için
mutlaka Arizi (ilişen) Nur’a ihtiyaç duyan şeydir. Belirsiz cevher, kendisinde zahir
olmadığı gibi, kendisi içinde zâhir değildir. Çünkü kendisini bilme, nur olanın
özelliğidir. “Belirsiz cevher”in bizzat özü algılanamaz, özü algılanabilen de cevher-i
gâsık olmaz. Belirsiz cevher’in bir “mahal”e ihtiyacı da yoktur. Zira mahal de, onu
böylesi bir cevher olmaktan çıkarır. (Sühreverdî, Hikmetü’l-İşrâk,1993: II, 133)
b) Hey’et-i zulmaniyye (karanlık form)
Bu, varolabilmek için kendisinden başka bir şeye (Arizi Işık) ihtiyaç duyan
karanlıktır. Bu karanlık biçimi, hem kendisinin farkında değildir hem de ancak
başka bir şeyle var olabilen formlardır. Örneğin renkler ve kokular gibi. Bunlar
mahalle muhtaç olan karanlık olup varlıklarını Arizi Nurlardan almaktadırlar. Arizi
Nurlar, soyut nurlardan, onlar da Tanrı’dan varlık alırlar.
c). Berzah/Cisim
Sühreverdî’nin felsefi anlayışında berzahın, hem nesnelere ad olan bir anlam,
hem de kozmolojik anlayışında bir âleme karşılık gelen kullanımı söz konusudur. Bu
noktanın dikkate alınması gerekir. Yoksa bir takım ifadelerin anlaşılması güç
olabilir.
Arız Nur, ışığını Soyut
Nur’dan alan ve
duyularla müşahade
edilebilen nurdur.
.
Sühreverdî’nin anlayışında hem nuru hem de karanlığı almaya elverişli olan
objeler, “berzah” (gölge) diye adlandırılmıştır. Berzah en genel anlamıyla “cisim”
demektir ve o, “işaretle gösterilen cevher” şeklinde tanımlanabilir. Aslında her
“berzah” özü itibarıyla karanlıktır, bundan dolayı onda aydınlıktan yana ne varsa
dış bir kaynaktan ona gelmiş olmalıdır.
Berzahlar, aynı zamanda “cisim” dediğimiz objelere de ad olabilirler. Bu
yönüyle (berzah) cisim ya tek başına, basittir; kendisiyle ilintili bir berzahtan
oluşmuştur ya da bileşiktir. Bu da iki farklı berzahtan oluşmuştur. Berzahlardan
oluşan bu cisimler, üç hâlde bulunurlar. Bunlar, ya basit cisim olup katıdırlar. Bu
şekliyle ışığın geçmesini de engellerler, ancak ışık alırlar, “yer” gibi. Bir kısmı
şeffaftır, ışığın geçmesini engellemezler; “gökyüzü”, “uzay boşluğu” gibi. Veya yarı
saydam (transparan) dırlar ve ışığı kısmen engelleyen yönleri vardır; “su” gibi.
Sühreverdî’ye göre bizimle yüksek berzahlar arasında katı ve yarı saydam berzahlar
yoktur. Sadece yüksek nurların bize ulaşmasına engel olmayan saydam “feza”
berzahı vardır. (Sühreverdî, Hikmetü’l-İşrâk, 1993:II, 106)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
26
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
Sühreverdî’nin Metafizik Anlayışının Temel İlkeleri
Varlık hiyerarşisinde
üsteki nur altakini
yönetir ve alttaki nur
üsteki nura sevgi ile
itaat eder.
.
Burada düşünürün işrâk anlayışı bağlamında ontolojik yaklaşımının
belirlenmesine yardımcı olabileceğini düşündüğümüz ilkeleri tespit ederek ele
alacağız. Bu ilkeleri çoğaltmak mümkünse de biz sadece konumuz açısından etkin
olanları açıklamakla yetineceğiz.
1. En yetkin olanın önce varolması (eşref-i imkân kaidesi)
Bu ilke, düşünürün varoluş sürecinde ön planda tuttuğu ve sık sık atıfta
bulunduğu bir ilkedir. Sühreverdî varoluşun Tanrı’dan başlayan hiyerarşisinde bu
ilkeye yer verir. Özellikle evren ve içindekilerin sınıflandırmasında bu ilkeyi esas
alan açıklamalarda bulunur. Bu anlayış, temelde eğer bir ikincil varlık varsa onun
daha mükemmelinin ondan önce mevcut olması gerekir, görüşüne dayanır.
Sühreverdî’ye göre en düşük varlığın varlığı, en mükemmel varlığın varlığını
gerektirir. Sühreverdî, bu önermeye önemli birçok neticeyi bina eder. Bunlardan
bir kaçı şöyle sıralanabilir: a) “Biliniyor ki bir’den ancak bir çıkar.” Bu, bir eşreftir ve
aynı şekilde ondan da ancak bir çıkabilir. Bu şekilde bu ilkeyi sudur anlayışına temel
yapar. b) Bir diğer netice, bedenlerimizi çekip çeviren nefislerimizin sabit oluşuna
dayanarak soyut aklın varlığının kanıtlanmasıdır. Bu şekilde ilkeden soyut
nesnelerin idrakinde yararlanır. c) Son olarak, nur âlemindeki düzen Berzah
âlemindeki duruma oranla daha uygundur. Çünkü soyut nurlar arasındaki nispetler
cisimler âlemindeki zulmani nurlar arasındakinden daha şereflidir. Dolayısıyla da
berzah âleminin varlığı kendisinden daha yetkin olan nur evreninin varlığını da
gerekli kılar. Böylece de ilkeyi evren anlayışında ele alır. Görüldüğü gibi bu ilke
Sühreverdî tarafından bir çok fikrin inşasında kullanılmıştır. (Sühreverdî, Hikmetü’lİşrâk,1993: II, 154)
2. İşrâkın kahr/hâkim olma ve müşahedeye/muhabbete dayalı
olması
Daha önce kavramlar bölümünde yer verdiğimiz bu iki terim taşıdıkları
anlam itibarıyla düşünürün işrâk anlayışının temel ilkeleri arasında da ele
alınabilirler.
Sühreverdî’ye göre işrâk ve müşahede iki değişik nitelik olan iki eylemdir.
Bunlar, bir yönden varlığın iki muhafızı ve iki yapı taşıdır. Diğer yönden ise zevk
bilgisinin iki yoludur. İşrâk bir soyut nur’un bir başka soyut nura, nurani ışınlarının
feyezanını ifade ederken, müşahede ise başka bir yol ve yön edinmek
anlamındadır. Müşahedede soyut nur kendisinden daha yüce olan soyut nurlara
yönelmekle ve onları müşahede etmekle daha mükemmel bir kazanım elde eder.
Bu işrâk ve müşahedenin bir başka ifadesi de kahr ve muhabbettir. “Kahır”
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
27
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
kuşatma ve hâkimiyet ile icat anlamı taşır. Bu da işrâk anlamınadır. “Muhabbet”e
gelince onun manası görerek taklit ve hikâye etme yoluyla daha olgun olana boyun
eğmedir. Dolayısıyla her üsteki ışık aşağıdaki nura hâkimken, her aşağı nur da
yukarıdakine muhabbet duyar. Görüldüğü gibi Sühreverdî, işrâk ve müşâhedeyi
ontolojik varoluşun zorunlu iki ilkesi olarak ele alır. Varlıklar çift gerektirmeli bir
yapı içinde birbirleriyle ilişki içinde olurlar. Yani her üsteki nur için, alttaki nura
İşrâk ve kahr yoluyla egemen olma söz konusu iken, her alttaki nurun da üstteki
nura müşahade ve muhabbetle boyun eğmesi söz konusudur. Bu aynı zamanda
varoluşun temel ilkesidir. Bu ilke sürekli olduğu için varoluş devam edip gider.
(Sühreverdî, Kitabu’l-Meşari ve’l- Mutarahat,1993: I, 194-196)
3) Tulî tabaka/dikey-boylamsal boyut
Evrenin oluş şemasını açıklayan terimlerden biridir. Düşünür bunu evrenin
Tanrı’dan sudurundaki Soyut Nur’ların yer aldığı aşamayı isimlendirmek için
kullanır. Oluşun bu dikey boyutunda sayıları ne kadar çok olursa olsun, bütün Soyut
Nurlar, hem Tanrı’dan hem de kendi üstündeki diğer mücerret nurlardan ışık alarak
bir hiyerarşi oluştururlar. Bu düzende her bir nur üstekine sevgi ile bağlı iken her
bir üst nur da alttakine yönetimiyle bağlıdır.
Sühreverdî’nin öngördüğü bu boylamsal boyutun üstünde “En Yakın Işık”,
“En Büyük Işık” (Nuru’l-Akreb, Nuru’l-A’zam) yer alır. Sühreverdî, eski Farisîlerin
bunu “Behmen” olarak isimlendirdiğinden bahseder. Bu yüce Melek, kendinden ve
aynı zamanda Işıklar Işığından ışın alan altındaki başmeleği oluşturur. Her bir
üyesine “kâhir nur” denilen “boylamsal düzen” tamamlanıncaya değin bu ışıma
sırasıyla birinden diğerine geçer. Evrendeki tüm eşya kendinden türediği ve üyeleri
her bir başmeleğin, altındakine hâkimiyeti (kahr) ve alttaki başmeleğin de
üstündekine karşı sevgisi (muhabbet) olacak şekilde sıralandığından, bu düzeye
temeller/asıllar (ümmehat) âlemi de denir. Ayrıca her bir ışık, alttaki ve üstteki iki
aydınlık için bir ara bölge de (berzah) oluşturur. Bu aynı anda daha üstteki düzeyi
hem gizleyen hem de ortaya koyan bir perde görevi yerine geçer. Böylece tüm
yoğunluğuyla geçemeyecek şekilde gizler ve hiyerarşide hemen yanı başındaki alt
üyeyi meydana getirecek kadar ışığın geçmesine izin verecek bir şekilde de ortaya
koyar. Bu aşama sonsuza dek devam etmeyerek, belli bir noktada son bulur.
(Sühreverdî, Hikmet-i İşrâk, 1993: II,133)
4) Arzî tabaka/yatay-enlemsel boyut
Sudur sürecinde dikey boyutun üstün özellikleri ve Tanrı’ya olan
yakınlığından kaynaklanan gücü, ikinci bir boyutun oluşmasına da neden olur. İşte
buy arzî tabakadır. Bu enlemsel ya da yatay boyut, sudurun sırf nur olan boyutunun
aksine Soyut Nurlar dışındaki varlıkları içeren oluşu ifade eder. Bu tabaka, ilk
Sudur nazariyesi
Sühreverdî tarafından
da kullanılmıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
28
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
tabakanın fonksiyonelliğine göre oldukça zayıftır. Zaten ona göre buradaki varlıklar
daha alt derece varlıklardır. Hem de bu varlıklar, Tanrı’dan daha uzaktadırlar. Bu
tabakadaki meleki oluşumların birbirini meydana getirme gibi bir nitelikleri yoktur.
Sadece yan yana bir arada bulunurlar.
Her iki boyut birlikte düşünürün sudur sürecinin bir çok kavramını içinde
barındırır. Dikey boyutun egemenlik yönünden “arketipler” veya “Platonik idealar”
dünyasına karşılık gelen enlemsel melekler düzeyi doğar. Bu düzeyin üyeleri,
boylamsal düzeyde olduğu gibi, birbirini meydana getirmezler. Aksine yan yana
bulunurlar. Görünür evrendeki her şey, bu arketiplerin birinin kendine özge
“meleki etkisini” içeren bir “büyü” (tılsım) sü veya ikon (sanem) udur. Bu nedenle
Sühreverdî, bu arketiplere türlerin erbabı (erbabu’l-enva) veya büyülerin erbâbı
(erbabü’t-tılsım) demiştir. Çünkü Sühreverdî’ye göre her bir “göksel arketipin” veya
“Platonik ideanın” cisimler âleminde var saydığı türü üzerinde hâkimiyeti vardır.
Metafizik Anlayışı
Sühreverdî, bir yandan bir kısım eserlerinde Meşşaî seleflerinin varlık
anlayışını inceleyip açıklarken, öte yandan İşrâk felsefesinin doktrinal eserlerinde
onların metâfizik görüşlerini eleştirerek kendine özgü bir nur metafiziği kurgular.
Sühreverdî seleflerinin varlık anlayışlarını bildiğini göstermek için onların varlık
felsefelerini özetler. Böylece kendi eserlerine müracaat eden okuyucuya Meşşaî
felsefeden haberdar olduğunu ima eder. Zaten düşünür daha önce de ifade
ettiğimiz gibi bu felsefi anlayışın tamamen karşısında değildir. Tıpkı varlık
anlayışında olduğu gibi temel felsefi problemlerin birçoğunda Meşşaîlerle ortak
görüşleri vardır. Ancak onlardan en fazla ayrıldığı husus yine de varlık
problemindedir.
İşrâk düşüncesinde
“nur” kavramı
Meşşaîlerin
“varlık”terimine karşılık
gelmektedir.
Çünkü Sühreverdî, Aristocu yaklaşımı benimseyen seleflerinden farklı bir yol
izleyerek felsefi fikirlerine, dolayısıyla da ontoloji problemine değişik bir anlam
kazandırmıştır. Ona göre “varlık”, asıl gerçeklik olan “mahiyet”e eklenmiş bir
arazdır. O, böylece asırlarca birçok kişi tarafından benimsenen “özcü” –
essentialistic- bir metafizik meydana getirmiştir. Sühreverdî, “ışığı” gerçekliğin özü
kabul etmiş ve önceki filozofların varlığa (vücuda) atfettikleri tüm özellikleri ışığa
atfetmiştir. Dolayısıyla burada konu edindiğimiz ontoloji, aynı zamanda bir nur/ışık
ontolojisidir.
Sühreverdî’nin metafizik anlayışını tam olarak çözebilmek için onun ilim
olarak felsefeyi tanımlamasını iyi tahlil etmek gerekir. O, felsefeyi bir anlamda tıpkı
Meşşaîlerde olduğu gibi, en genel anlamıyla ve metafizik boyutuyla var oluşu
bakımından varlıkla ilgilenen bir ilim dalı olarak ele alırken, öte yandan İşrâki
düşüncesinin bir gereği olarak da nurlar hiyerarşisi olarak gördüğü varoluşu ifade
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
.
29
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
eden bir ilim olarak değerlendirir. Dolayısıyla onun ontolojik yaklaşımı da “varlık”
ya da “varoluş” kavramları çerçevesinde şekillenmenin ötesinde nurlar hiyerarşisini
de içinde barındırır. (Sühreverdî, Hikmetü’l-İşrâk,1993: II,. 135-136)
Sühreverdî, varlık konusunda Orta Çağ’ın yukarıda özetlemeye çalıştığımız
bilinen işleyişini aynen kabul etmeyerek farklı bir ontoloji ortaya koyar. O, hem
Aristoteles, hem de İslam Meşşaîlerinin kullandığı varlık (vücud) kavramının yerine
“nur” (ışık) kavramını koyarak bir ontoloji kurar. Daha önce de değindiğimiz gibi o,
bu kavramı tanımlamada İslam Meşşaîlerinin varlık kavramına getirdiği
tanımlamaya benzer ifadeler kullanır. Onların varlık kavramına yükledikleri anlam
gibi, Sühreverdî de, nuru tarife gerek duymamış; onu mükemmellikte basit, apaçık
ve en belirgin temel belirlenim olarak ele almıştır. Böylece o bütün evreni çeşitli
yoğunluk derecelerine sahip nurun, en mükemmel olandan yani, Tanrı’dan
beslenen ışığın hiyerarşik yapısı içinde açıklamıştır.
Bu farklı ontolojik tasavvur, Sühreverdî’nin İşrâki eğiliminin bir sonucudur.
Ancak o, Meşşaîler gibi varlık taksimine de giderek kendi sisteminin anlaşılması için
bir zemin hazırlar. Biz de bu yönteme uygun olarak Sühreverdî’nin hem nur
ontolojisini hem de nesneler âleminde daha çok yer verdiği Meşşaî tarzı varlık
anlayışını birlikte ele alacağız.
Varlığın kısımları, olurlu ve zorunlu varlık
Sühreverdî, varlığı varoluşu açısından tıpkı selefleri olan İslam Meşşaîleri gibi
zorunlu ve olurlu oluşları açısından inceler. Ona göre bu oluş içerisinde varlık üçe
ayrılır:
1. Ya zorunludur; Nuru’l-Envar gibi.
2. Ya olurlu, mümkündür; Nuru’l-Envar dışındaki bütün varolanlar gibi.
3. Ya da olursuz, mümtenidir; ilk sebebin zorunlu olmadığını ifade etmek gibi.
Sühreverdî, bu taksimi varlıkların varoluş ilkelerini esas alarak
oluşturmuştur.
Sühreverdî varlığı varoluşu açısından da taksim eder, buna göre varlık:
1-Bizatihi kendi başına var olan -ki bu zatıyla var olan- Tanrı’dır. Varlığının
bizzat olması dolayısıyla Tanrı diğer bir sebebe bağlı değildir. Kendisi için tam
anlamıyla yeterli olduğu için başkasına da ihtiyaç duymaz.
Sühreverdî, varlığı,
varoluşu açısından tıpkı
İslam Meşşaîleri gibi
zorunlu ve olurlu
oluşları açısından
inceler.
2-Başkasından dolayı var olan, yani zatı için var olup, bizzat var olmayandır.
Bu mahalden müstagni olan cevherdir. Bu durum, onun varlığının bizzat
kendisinden değil de başkasıyla var olmasından dolayıdır. Çünkü onun varlığı bazı
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
30
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
şeyler için sebeptir. Bu durumda cevher tıpkı hey’et gibi varlığı kendinden
olmayandır.
3- Lizatihi var olup, bizatihi var olmayandır ki, bu da arazdır. Araz, ne zatıyla
ne de zatı için var değildir. Bu durumda araz, sebep olmayan, aksine var olmak için
sebebe ihtiyaç duyandır. (Sühreverdî, Kitabu’l-Meşari ve’l- Mutarahat, 1993:I, 212213)
Sühreverdî’ye göre varlık, sebep ve sebep olunan şeklinde de
sınıflandırılabilir. Çünkü her sebepli olan, mutlaka bir sebebi gerektirir. Bir şeyin
oluşumu, irade, zaman, yakınlık, yer ve yetkinlik gibi her neye bağlı bulunuyorsa,
bu onun sebepliliğini teşkil eder. Ancak sebep tam olarak bulunmazsa sebepli de
ortaya çıkmaz. Dolayısıyla bir şeyin var olması için gereken şartlar olgunlaştığında
ve bütün olumsuzluklar ortadan kalktığında o şey zorunlu olarak ortaya çıkar.
Sühreverdî ayrıca sebepler zincirinin ilk halkasının Zorunlu Varlık olduğuna
vurgu yapar. Ona göre, her sonradan olanın bir sebebi bulunması zorunlu
olduğundan bu sebep-sebepli ilişkisinin bizi teselsüle götüreceği açıktır. Bunu
zorunlu bir ilk nedende durdurarak sonuçta mümkün varlıkların bir ilk zorunlu
varlığa dayandığını belirtir.
Düşünür, bu Zorunlu Varlığın bizzat kendi zatından kaynaklanan
zorunluluğunu da Ona nispetle kullandığı kendi başına zorunlu olan (Kayyum) ismi
ile ön plana çıkarır. Sühreverdî’ye göre varlık âleminde ilk nispet, varlığı kendinden
olan cevherin Kayyum’a nispetidir. Bu ilişki, bütün diğer ilişkilerin temeli ve en
şereflisidir. Bu ilişkinin ahengi, alt cevherin Tanrı’ya olan aşkıdır. Varlığı zorunlu ve
kendinden olan Tanrı da “yönetme” ilgisiyle bu ilişkiye aktif olarak katılır. Bu
yönetme ve aşk şeklindeki iki yönlü ilişki, tüm varlıkların varoluşunun ana ilkesidir.
Görüldüğü gibi düşünürün metafizik konulara yaklaşımında İslam Meşşaîleri
ile arasında kavramlara yüklenen anlamlar ve bunların sınırlarını belirleme dışında
(varlık-nur/ sudur hiyerarşisi) çok bariz farklar bulunmamaktadır. Ancak yine de
Sühreverdî azımsanamayacak oranda Meşşeiler yönettiği eleştirilerle de sisteminin
farkını ortaya koymaktadır.
Kısacası gerek ontolojik gerekse epistemolojik konulara yaklaşımı dikkate
alındığında, şahıs olarak Sühreverdî’nin, ekol olarak İşrâkiliğin İslam düşüncesinin
özgün bir formu olarak kabul edilebileceğini ifade edebiliriz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
31
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
Özet
• İslam Düşüncesi Tarihi, felsefenin temel problemlerini birbirinden
farklı usullerle ele alan değişik ekollere sahiptir.
•İhvan-ı Safa hareketi, İslam dünyasındaki kültür, medeniyet ve bilim
alanlarındaki düzeysizleşmeyi önleyerek İslam medeniyetinin yeniden
dünyanın en etkin gücü hâline gelebilmesi için mücadeleyi amaç
edinerek ortaya çıkmış bir ekoldür.
•Eklektik bir yöntemle meseleleri ele alan İhvan-ı Safa bilgiye
ulaşabilmede her yolu mübah kabul etmiş ve bütün bilgi türlerinden
yararlanma gayretinde olmuştur. Onlar İslam dünyasının
ansiklopedistleri olarak tanınmışlardır. En önemli eserleri "er-Resailu
İhvan-ı Safa" da böyle bir yaklaşımla kâleme alınmıştır.
•İslam Düşüncesi'nin özgün ekolerinden biri de İşrâkilik'tir.
•Ş. Sühreverdî tarafından geliştirilen bu ekolde temel kavram "nur"
olmuştur.
•Sezgici yöntemle problemleri ele alan bu ekolün etkisi günümüze
değin süre gelmiştir.
•İslam dünyasında kendine özgü yöntemiyle bir "Doğu Felsefesi"
olarak ele alınabilecek olan İşrâkilik, İslam Düşüncesi'nin orijinal bir
oluşumu olarak görülebilir
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
32
Etkileşimli Alıştırmalar
Alıştırmalar
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
• Öğrendiklerinizi etkileşimli alıştırmalarla
pekiştirebiirsiniz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
33
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
DEĞERLENDİRME SORULARI
Değerlendirme
sorularını etkileşimli
olarak
cevaplandırabilirsiniz
1. Kuruluş amaçlarını İslam dünyasında meydana gelen iç kargaşalar sonucunda
oluşan otorite boşluğunda ortaya çıkan birtakım düzensizlikleri ve
haksızlıkları düzetme ve ortadan kaldırmaya dayandıran gizli felsefi-dinî
cemiyet aşağıdakilerden hangisidir.
a) Meşşaîler
b) İşrâkiler
c) İhvan-ı Safa
d) Bacıyan-ı Rum
e) Bâtıniler
2. Aşağıdakilerden hangisi İhvan-ı Safa Risaleleri’nin dört ana konusundan biri
değildir?
a-Talimi Riyazet-Felsefi ve matematik ilimler
b-Tabii ve cismani ilimler
c-Psikolojik ve akli ilimler
d-Kanun ve ilahî ilimler
e) Enfusi ve hususi ilimler
3. Aşağıdakilerden hangisi İhvan-ı Safa’nın kitaplarını hazırlarken müracaat
ettikleri kaynaklar arasında yer almaz.
a) Felsefecilerin eserleri
b) Peygamberlere gönderilmiş kitaplar
c) Mitolojik söylemler
d) Tabiiyyata dair eserler
e) İlahî kitaplar
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
34
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
4. Aşağıdakilerden hangisi İhvan-ı Safa’ya göre metafiziğin konuları arasında
bulunmaz.
a) Allah’ı hakkıyla tanımak
b) Allah’ın melekleri ve samimi kulları olan ruhani varlıkları bilmek
c) Ölümden sonra yeniden dirilmenin mahiyetini, ruhların yaptıklarının
karşılığını görmek üzere yeniden dirilmelerini bilmek
d) Dört unsurun işleyişini anlamak
e) Siyaset bilimini öğrenmek
5. İhvan-ı Safa, âlemin yaratılışını aşağıdaki teorilerden hangisi ile ifade eder?
a) Nefs Teorisi
b) Kabz-Bast Teorisi
c) Kevn-Fesat Teorisi
d) Tenasüh Teorisi
e) Sudur Teorisi
6. Aşağıdakilerden hangisi İhvan-ı Safa’nın felsefi bilimler taksiminde yer
almaz?
a) Siyaset Bilimleri
b) Matematik Bilimleri
c) Mantık Bilimleri
d) Tabiat Bilimleri
e) İlahiyat Bilimleri
7. Aşağıdaki düşünürlerden hangisi “İşrâk” felsefesinin İslam dünyasındaki
kurucusudur?
a) Farabî
b) Kindî
c) Sühreverdî
d) Ebu Bekir er-Razî
e) İbn Miskeveyh
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
35
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
8. Ş. Sühreverdî’nin düşünce sistemini açıkladığı temel eseri aşağıdakilerden
hangisidir?
a) Pertevname
b) el-Meşarî
c) Lemehat
d) Telvihât
e) Hikmet-i İşrâk
9. Aşağıdakilerden hangisi, Sühreverdî’nin “Tanrı” kavramının yerine kullandığı
terimdir?
a) Nuru Mücerret
b) Nuru’l-Envar
c) Nuru Arız
d) Nuru Sanih
e) Nuru Akrep
10. Aşağıdakilerden hangisi İşrâk felsefesinin oluşumunda rol oynayan kaynaklar
arasında yer almaz?
a) İslam Dini
b) Tasavvuf
c) Antik Yunan Felsefesi
d) Fars Hikmeti
e) Materyalist Felsefe
Cevap Anahtarı
1.C, 2.E, 3.C, 4.D, 5.E, 6.A, 7.C, 8.E, 9.B, 10.E
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
36
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
Kaynaklar:
Bağdâdî, İsmail Paşa, (1995), Hediyyetü’l-Ârifin Esmaü’l-Müellifin Asaru’lMusannifin, İstanbul.
Bekiryazıcı, Eyup, (2005) Şihabuddin Sühreverdî’nin Felsefesinde Ontoloji
Problemi, Basılmamış Doktora Tezi, Erzurum.
Bekiryazıcı, Eyup, (2008)“Bazı İslam Filozoflarının Tenasüh Nazariyesine
Yaklaşımları”, Marife, yıl 8, sayı 1, ss. 203-219.
Bolay, Süleyman Hayri, (1993), Aristo Metafiziği İle Gazzali Metafiziğinin
Karşılaştırılması, MEB, İstanbul.
Brockelmann, Carl,(1937) GAL, Leiden.
Çubukçu, İbrahim Âgâh, (1970)“Sühreverdî ve İşrâkîye Felsefesi”, Ankara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Ankara.
De Lacy O’leary, (1971)İslam Düşüncesi ve Tarihteki Yeri, çev., Hüseyin
Yurdaydın, Yaşar Kutluay, AÜİFY:, Ankara.
Ebu Reyyân, Muhammed Ali, Usûlu’l-Felsefetu’l-İşrâkîyye inde Şihâbuddin
es-Sühreverdî, .
Ferruh, Ömer A., (1990)“İhvan-ı Safa”, İslam Düşünce Tarihi (içinde), çev.,
İlhan Kutluer.
Hüseyin Ziyâî, (1997)“al-Suhrawardi” md., The Encyclopedia of Islam (New
Edition), Leiden 1997.
Izutsu, Toshihiko, (1987)“Ishrâqiyah”, Encyclopedia of Religion, New York.
İkbâl, Muhammed, (1997)İslam Felsefesine Bir Katkı, çev. Cevdet Nazlı, İnsan
Yayınları, İstanbul.
İbn Ebi Usaybia, (1965)Uyûnu’l-Enba fi Tabakâti’l-Etibba, Beyrut.
İbn Hallikân, Ebu Bekr, (1949)Vefeyatu’l-A’yan ve Ebnau Ebnai’z-Zaman,
Kâhire.
İhvan-ı Safa, (trsz)Resailu İhvan-ı Safa, Daru Sadr, Beyrut.
İhvan-ı Safa, (1984)Risale el-Camia, Beyrut.
İzmirli İsmail Hakkı, (1928)“İhvan-ı Safa”, Daru’l-Fünun Edebiyat Fakültesi
Mecmuası, sayı IV, İstanbul.
Kâtip Çelebi, (1943)Keşfu’z-Zünun an Esami’l-Kütübi ve’l-Fünun, İstanbul.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
37
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
Kaya, Mahmut, (2001)“İşrâkiye”, DİA, İstanbul, XXIII.
Marcotte, Roxanne D., (2001)“Suhrawardî al-Maqtûl, The Martyr of Aleppo”,
al-Qantara, vol. XXII, Madrid.
Ma’luf Emil, (1991)“Hayatu’s-Sühreverdî ve Âsâruhu”, Kitabu’l-Lemehât’ıSühreverdîyye (içinde), Daru’n-Nehâr, Beyrut.
Netton, I. R, Meisami, Julie S., (1998)“al-Suhrawardi, Yahya ibn Habash”
Encyclopedia of Arabic Literature, Vol 2, London.
Seyyid Hüseyin Nasr, (1985)Üç Müslüman Bilge, İnsan Yayınları, çev, Ali
Ünal, İstanbul.
Seyyid Hüseyin Nasr, (1963) “Shihâb al-Din Suhrawardî Maqtûl”, A History of
Muslim Philosophy içinde, (ed. M. M. Sherif), Otto Harrassewitz, Weisbaden.
Sühreverdî, Şihabuddin, Yahya b. Habeş b. Emirek, (1993)Kitabu’l-Meşari
ve’l- Mutarahat, tsh. Henry Corbin, Mecmû’a-i Musannefâtı Şeyhi’l-İşrâk (içinde),
Tahran .
Şemseddin eş-Şehrezûrî,(1998)Tarihu’l-Hukema Nüzhetü’l-Ervah ve
Ravzatu’l-Efrâh, Cem’iyyetu’d-Da’veti’l-İslamiyyeti’l-Âlemiyye, Trablus.
Ülken Hilmi Ziya, (1983)İslam Felsefesi, İstanbul.
Ülken, Hilmi Ziya,(1995) İslam Düşüncesi, Ülken Yayınları, İstanbul.
Yakıt, İsmail, (1992)İhvan-ı Safa Felsefesinde Bilgi Problemi, İstanbul.
Yörükan, Yusuf Ziya, (1925)“İhvan-ı Safa”, Daru’l-Fünun Edebiyat Fakültesi
Mecmuası, sayı I, İstanbul.
Yörükan, Yusuf Ziya, (1998)“Şihabeddin Sühreverdî’nin Hayatı”, Şihâbeddin
Sühreverdî ve Nur Heykelleri,(içinde) çev. A. Kamil Cihan, İnsan Yayınları, İstanbul.
Zehebî, Şemsuddin Muhammed, (1984)Siyeru A’lami’n-Nübela,
Müessesetü’r-Risale, Beyrut.
Zehran, Ömer Talat, (1950)“es-Sühreverdî Maktûl”, Mecelletü’l-Ezher,
Kâhire.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
38
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
İSLAM DÜŞÜNCESİNDE
FELSEFE DİN İLİŞKİSİ
• Giriş
• Kindî ve Felsefe Din İlişkisi
• Farabî ve Felsefe Din İlişkisi
• İbn Rüşd ve Felsefe Din İlişkisi
İSLAM DÜŞÜNCE TARİHİ
Prof. Dr. Ahmet Kamil CİHAN
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• Dinin İslam dünyasında
filozoflarca nasıl kavrandığını
öğrenebilecek,
• Felsefe ile dinin içeriğini,
konularını ve gayesini
kavrayabilecek
• İki alan arasındaki bağlantı
noktalarını, ortak ve farklı tarafları
görebileceksiniz.
ÜNİTE
6
İslam Düşüncesi’nde Felsefe Din İlişkisi
GİRİŞ
Felsefe, var olan şeyler üzerine yapılan genel bir incelemedir. Din de insan
hayatında var olan şeylerden biri olduğu için, o da felsefenin konularından birini
oluşturmuştur. Özellikle büyük dinlerin vahye bağlı olarak varlık, ölüm sonrası
yaşam, hayatın anlam ve amacı üzerine ortaya koyduğu esaslar, filozofların
dikkatini çekmiş ve bunların insan bilgisine bağlı olarak ortaya çıkan felsefi
görüşlerle ilgisi merak konusu olmuştur. Bunun başka türlü olması da
beklenemezdi, zira filozof da toplumunun bir ferdidir. Ait olduğu toplumun dinine
ilişkin az veya çok bir bilgi, görgü ve deneyime sahiptir. (Kılıç, 1992: 91-95;
Bayraktar, 1999: 220)
Felsefe Din İlişkisinin İslam Düşüncesindeki Yeri
Müslüman düşünürler her ne kadar İslam dinine mensup olsalar da
Hristiyan, Yahudi ve Mecusilerle temas hâlinde olmuşlar onların dinleri hakkında
sözlü ve yazılı kaynaklardan bilgi edinmişlerdir. Diğer taraftan, farklı ve antik
felsefeden itibaren gelen bir kültüre sahip olmaları, onları dini hükümlerle felsefi
hükümler arasında bir ilgi aramaya sevk etmiştir. Ne var ki, farklı kültür ve
felsefenin ileri sürdüğü görüşlerin kimilerince anlaşılamaması, İslami esaslardan
farklı olması, tutuculuk, bağnazlık vb. durumlar, onların soğuk ve olumsuz
karşılanmasına da sebep olmuştur. Nitekim ilk Müslüman filozoflardan biri olan
Kindî (795-870) bu sıkıntıyla karşılaştığını İlk Felsefe Üzerine adlı eserinde
belirtmektedir. (Kindî, 1993: 4-5) Kindî aynı zaman da Kuran’daki hükümlerle
felsefe kültürü arasında ilgi kurmaya çalışan ilk Müslüman filozoflardan biridir. Söz
gelimi Allah’ın birliğini, göklerin Allah’a secde edişini felsefi olarak açıklamaya
çalışmıştır. Aşağıda Müslüman filozofların felsefe ile din arasında tespit etmiş
oldukları ilişkiler birkaç örnekten hareketle açıklanacaktır.
KİNDÎ VE FELSEFE DİN İLİŞKİSİ
Felsefe din ilişkisi ile
ilgili örnek videoyu
izleyiniz.
Soylu bir aileden gelen Kindî, hem kelam kültürüne hem de felsefe kültürüne
vâkıf bir düşünürdür. Felsefe kitaplarının Arapçaya çevrilmesinde redaksiyon işinde
bulunmuş ve bu kültürü tanıtıcı nitelikte eserler yazmıştır. İlk filozoflardan biri
olması hasebiyle İslam felsefesi tarihinde önemli bir konuma sahiptir.
İki şey arasındaki ilişki gündeme geldiğinde önce bu ikisinden anlaşılan
anlamın ortaya konması gerekir. Bu nedenle, önce felsefenin sonra da dinin ne
olduğunu, buna bağlı olarak da aralarında bir ilginin olup olmadığını görmeye
çalışacağız.
Felsefenin Tanımı
Felsefe, insanın kendini
bilmesidir.
Kindî nazarında felsefe, konum ve derece itibarıyla insani sanatların en
üstünüdür. Çünkü felsefe, insanlık gücü kadar varlıkların bilgisini elde etmekten
ibarettir. Ona göre filozof; bilgisinde doğruya ulaşma, davranışında ise doğruya
göre eylemde bulunma amacını güder. Kindî Tanımlar Risalesi’nde çeşitli açılardan
yola çıkarak felsefenin şu tanımlarını vermiştir:
 Felsefe, insanın gücü yettiği ölçüde tümel ve ebedî varlıkları
varoluşları, mahiyetleri ve nedenleri itibarıyla bilmektir.
 Felsefe, insanın kendini bilmesidir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
İslam Düşüncesinde Felsefe Din İlişkisi


Felsefe, insanın gücü yettiği ölçüde davranışlarında Allah’ın
fiillerine benzemeye çalışmaksı, yani erdemlere tamamen
sahip olmasıdır.
Felsefe, iradi ölümü gözetmektir, yani şehvet ve hevesi
kırmaktır. (Kindî, 1993: 66)
Kindî nazarında felsefe rubûbiyet bilgisini, vahdaniyet bilgisini, erdem
bilgisini, faydalı tüm şeylerin ve onlara ulaştıran yolların bilgisini içerir.
Kindî asırlar önce yaşamış seçkin filozofların hakikat yolunda önemli mesafeler
aldığını düşünmektedir. Ona göre felsefe birçok kişinin çabasıyla büyük bir birikime
dönüşmüştür. Hakikatin kendisinden daha değerli bir şey olmadığı için, kimden ve
nereden gelirse gelsin, hakikat araştırıcısı için ondan daha değerli hiç bir şey
olamaz. Bu yüzden başka milletlerden geldi diye onu küçük görmek, onu söyleyeni
aşağılamak yakışık almaz. Aksine herkes onunla şeref ve değer kazanır. (Kindî,
1993: 5)
Dinin Tanımı
Vahiy dilini
anlamak için o
dilden kaynaklanan
hususları bilmek
gerekir
Kindî için din, genel olarak felsefenin içerdiği konuları kapsar. Yani
peygamberler tek olan Allah’ın rab olduğunu, onun katında razı olunacak
erdemlere sarılmanın ve erdemsizliklerden sakınmanın gerekliliğini belirtmek üzere
gelmiştir. Özel olarak, Hz. Muhammed’in tebliğ ettiği vahyin, akli ölçüler içinde bir
karşılığı mutlaka vardır. Yani Allah’tan gelen her bir şey akli yöntemleri uygulamak
suretiyle anlaşılır hâle gelir. Bunun aksini söyleyen kişi, akıl nimetinden mahrum
biridir. Hz. Muhammed’in peygamberliğine inanıp da din ve akıl sahiplerinin
yapmış olduğu tevili/yorumu inkâr eden kişi, açıktır ki, temyiz yani ayırt etme gücü
zayıf biridir. Zayıflığının sebebi şudur: O kişi, kabul ettiği şeyi inkâr ettiğini bilmez.
Yani hem aynı kişiden gelen haberleri kabul etmekte hem de aynı kişiden gelen
yorumları reddetmektedir. Kindî ’ye göre inkârının diğer bir sebebi de dilden
kaynaklanır. Zira her dilde olmakla birlikte Arapçada bol bir şekilde çok anlamlı
sözcükler, fiil çekimleri ve isim türetmelerine ilişkin etimolojik hususlar vardır.
Kindî, çok anlamlı sözcüklere örnek olarak “secde” sözcüğünü verir ve onun
“namazda eli, dizi ve alnı yere koymak” anlamının yanı sıra “boyun eğmek;
eksiklikten tamlık hâline çıkmak; amirin verdiği emri tam olarak yapmak”
anlamlarına geldiğini belirtir. Dolayısıyla secde her zaman namazda eli, dizi ve alnı
yere koymak anlamına gelmez. Bu itibarla gök cisimlerinin Allah’a secde ettiğini
belirten ayetler, Allah’ın onlar için çizmiş olduğu takdirin dışına çıkmamaları
anlamına gelir. Şu hâlde, vahiy dilini anlamak için o dilden kaynaklanan hususları
bilmek gerekir. Aksi hâlde tek bir anlama takılıp kastedilen anlamdan uzaklaşma
söz konusu olabilir. (Kindî, 1993: 113-115)
Anlaşılacağı üzere Kindî, felsefe ile dinin konuları ve amacı arasında benzerlik
görmekte; felsefi bilgilerin, Müslümanlar tarafından da sahiplenmesi gerektiğini
düşünmektedir. Felsefeye karşı çıkanların yine felsefenin içinden delillerini
bulmaları icap eder. Bu da zaten felsefe yapmanın bir başka örneğidir. Bu itibarla
Kindî ‘ye göre her hâlükârda felsefe yapmak gereklidir. Esasen felsefe bir şeyin
mahiyetini ve nedenlerini araştırdığı için, inanan insanlara da yardımcı olur. Onların
inandığı konuların mahiyetleri ve delilleri hakkında görüşler ortaya koyarak onların
inançlarını güçlendirir. Felsefe ile din arasında karşıt hükümler olduğunu sanmak
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
İslam Düşüncesinde Felsefe Din İlişkisi
görünüşte olan bir kanıdır. Aslında dinî hükümler, akli hükümlerin bir başka kılığa
girmiş şekilleridir. Bunu da din ve akıl sahibi kişiler bilir.
FARABÎ VE FELSEFE DİN İLİŞKİSİ
Farabî (870-950) İslam dünyasında “Muallim-i Sâni/İkinci Öğretmen” unvanı
verilen bir filozoftur. Bunun sebebi, hemen her konuda felsefi açıklama getiren ve
bunu bir sistem içinde ifade eden kişi olmasıdır. Felsefe ve din konusu da
bunlardan biridir. Farabî, felsefe derken “gerçek felsefe” yi anlar. Ona göre
gerçekte felsefe olmadığı hâlde felsefe sanılan görüşler vardır. Bunlar geçersiz
felsefe, sahte felsefe, görünüşte felsefe gibi adlarla anılır. Esasında onlar gerçek
felsefe olmadığı için, felsefe adını almaya bile layık değildir. Bunlar, belli konularda
insanları yanıltma, ikna ve zorlama amacı güden görüşlerdir. Bu itibarla Farabî,
felsefe denildiğinde, gerçek felsefeyi anlar. (Şahin, 2000: 40)
Felsefenin Tanımı
Felsefe öğrenecek kişi,
anlayışı iyi, paraya
düşkün olmamalı, iyiliğe
ve adalete kolayca
uymalı, iradesi güçlü,
dini inancı sağlam
olmalı ve ibadetleri
ihmal etmemelidir.
Farabî’nin vermiş olduğu çeşitli felsefe tanımları vardır. Birkaçı şöyledir:
 Felsefe, büyük hikmeti, yani bütün erdemleri tercih etmek ve onu
sevmektir.
 Varlıkların bizzat anlamlarını düşünmek ve onları kanıtlarla tasdik
etmektir.
 Felsefe, amacı yalnızca iyi olanı elde etmek olan bir sanattır.
 Felsefe, varlıkları var olmaları itibarıyla bilmektir.
 İyilik, bilgi ve davranış olmak üzere iki çeşit olduğu için, felsefe de
nazari ve amelî diye iki çeşittir. Nazari felsefe varoluşları insana ait
olmayan varlıkların bilgisini kazanmaya yarar. Konusu da fizik,
matematik ve metafizik alandaki varlıklardır. Amelî felsefe ise
yapılacak işlerin bilgisini ve bunlardan iyi olanını yapma gücü
kazandırmaya yarar. Konusu da ahlak ve siyasettir.
Farabî felsefe öğrenecek kişilerde bazı şartlar arar. Söz gelişi, anlayışı iyi
olmak, öğrenim sırasındaki sıkıntıya karşı dirençli olmak, doğruluğu sevmek,
isteklerde inatçı olmamak, yiyeceğe ve paraya düşkün olmamak, itibarını korumak,
iyiliğe ve adalete kolayca uymak, yerinde olanı yapma iradesi güçlü olmak, dinî
inancı sağlam olmak ve ibadetleri ihmal etmemek bunlar arasında sayılır. Bir kişi bu
şartları taşıdığı zaman felsefe öğrenmeye başlamalıdır. Ancak o zaman felsefenin
ne olduğunu, amacını, niçin yapıldığını ve istendiğini bilir. Aksi hâlde o kişi farkında
olmadan bozuk ve yanlış görüşlere düşebilir. (Şahin, 2000: 39-41)
Dinin Tanımı
Farabî nazarında din, tıpkı felsefede olduğu gibi, çeşitli adlarla anılır. Söz
gelişi, erdemli din, cahil din, doğrudan sapmış din, vb. adlarla anılan dinler vardır.
Farabî açıklamalarını daha çok erdemli din üzerinden yürütür. Din denildiği zaman
da erdemli dini anlar. Din Kitabı’nda verdiği bilgilere göre din, görüşlerden ve
davranışlardan oluşur. Bunlar, sınırlı olup, bir takım şartlarla kayıt altına alınmış ve
öylece takdir edilmiştir. Onları halkı için geçerli hâle getiren kişi, o toplumun ilk
başkanı sayılır. Farabî’ye göre yeni bir toplum kuran ilk başkan dindeki görüş ve
davranışları bazen vahye bazen de vahiy ve vahyedenden alınan güç ve aydınlığa
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
İslam Düşüncesinde Felsefe Din İlişkisi
göre belirler. Bunlarla ulaşılmak istenen hedef, başkanla birlikte toplumun dünya
ve ahiret mutluluğunun elde edilmesidir. (Farabî, 1991: 43) Bu, insanın bugünü ile
yarınının birlikte düşünülmesi demektir. Bu yüzden görüşlerin ve davranışların
neler olduğunu bilmek hayati önem taşır.
Dinin Bölümleri
Din bir konuyu, ya
doğrudan veya dolaylı
olarak yansıtır.
Farabî’ye göre dinin, görüşler ve davranışlar olmak üzere iki temel öğesi
vardır. Görüşler de kendi içinde nazari ve iradî olmak üzere iki kısımdır. Her ikisinin
de halkın anlayacağı şekilde ifade edilmesi gerekir. Dolayısıyla görüşler, ele aldığı
konuyu ya doğrudan ya da benzeriyle ifade eder. Doğrudan ifade etmesi konunun
gerçek haliyle, yani olduğu gibi anlatılması; benzeriyle olması da konunun gerçek
haliyle değil de örnek ve benzetmelerle anlatılması demektir.
Nazari görüşler şu konuları içerir:
 Allah’ın sıfatları
 Ruhani varlıkların sıfatları, kendi aralarındaki dereceleri ve Allah’a
karşı konumları ve işleri
 Evrenin oluşumu, bölümleri, bölümlerin sıralanışı, yalın ve bileşik
cisimlerin oluşumu, düzeni ve kaderi, birbirleriyle ilişkisi, Allah ve
ruhani varlıklarla ilişkisi
 İnsanın oluşumu, ruhun meydana gelmesi, akıl ve evrene göre
derecesi, aklın Allah ve ruhani varlıklara göre konumu,
 Peygamberliğin ne olduğu, vahyin nasıl oluştuğu,
 Ölüm ve ahiret hayatının nitelikleri, iyilerin göreceği ödüller ile
kötülerin göreceği cezaların açıklanması
Farabî, dinin görüşler kısmının alt öğesi olan iradi görüşleri şöyle sıralar:
Geçmişteki peygamberlerin, erdemli başkanların, doğruyu gösteren gerçek
önderlerin ortaklaşa paylaştıkları nitelikler ve yaptıkları iyi davranışlar,
onları ve takipçilerini ahirette bekleyen iyi akıbet.
 Yine geçmişte yaşamış olan erdemsiz, günahkâr veya doğrudan ayrılan
başkanların ortaklaşa paylaştıkları nitelikler ve yaptıkları kötü davranışlar,
onları ve takipçilerini ahirette bekleyen kötü akıbet
 Görüşlerin belirlendiği zamanda yaşayan iyi ve erdemli başkanların
nitelikleri, onlara özgü iyi davranışlar
 Yine aynı dönemde yaşayan kötü ve günahkâr toplumun nitelikleri,
öncekilerle paylaştıkları hususlar, yaptıkları kötü davranışlar ile onları
bekleyen akıbet

Farabî dinin ikinci temel unsuru olan davranışları şu şekilde sıralar:
 Allah’ın övüldüğü ve yüceltildiği eylem ve sözler
 Ruhani varlıkların yüceltildiği eylem ve sözler
 İyi başkanların, doğru yolu gösterenlerin övüldüğü, yüceltildiği
eylem ve sözler
 Kötü başkanların ve takipçilerinin kınandığı eylem ve sözler
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
İslam Düşüncesinde Felsefe Din İlişkisi

Eylemlerin takdir edildiği zamanda yaşayan kötü başkanların ve
takipçilerinin kınandığı eylem ve sözler. (Farabî, 1991: 44-46)
Din
Görüşler
Nazari
Davranışlar
İradi
İyi'yi Yüceltici
Eylem ve Sözler
Felsefe Din İlişkisi
Bu kadar ayrıntılı bilginin ardından Farabî, din ile felsefe arasında bir takım
benzerlik kurar. Bu aynı zamanda ikisi arasındaki ilişkinin bir yönüyle açıklamasıdır.
Şöyle ki,
1. Nasıl felsefe, “nazari ve amelî” diye iki kısma ayrılıyor ise din de “görüşler
ve davranışlar” diye iki kısımdır. Yani ikisi de aynı kısımlara ayrılır. Nazari
felsefede varlığı insan iradesine bağlı olmayan konular; amelî felsefede ise
varoluşu insan iradesine bağlı olan konular biliniyor ise dindeki görüşler ile
davranışların durumu da bundan farklı değildir.
2. Dindeki davranışlar, tümelleri yani genel anlatımları ameli felsefede yer
alan konulardır. Başka deyişle erdemli yasaların hepsi ameli felsefedeki
genel ve tümel bilgilerin içinde yer alır.
3. Dindeki nazari görüşlerin kesin kanıtları da nazari felsefede yer alır. Fakat
kesin kanıtların dinde bulunması şart değildir. Bu durum, görüşlerin
kanıtsız olmasını değil, çeşitli gerekçelerle kanıtların belirtilmediğini
gösterir.
Felsefe
Din
Nazari
Görüş
Amelî
Davranış
Farabî, bunlardan hareketle dinin, felsefenin çerçevesi içinde yer aldığını
düşünür. Zira dinî görüşlerin ve davranışların teorik açıklaması, onların
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
İslam Düşüncesinde Felsefe Din İlişkisi
doğruluğuna dair kanıtlar felsefede yer alır. Bu yönüyle felsefe, dini kuşatır. Bütün
bunların asıl sebebi Harfler Kitabı’nda da belirtildiği üzere şudur: İstisnai durumlar
dışında felsefe, zaman bakımından dinden önce oluşur. Bir topluma dışarıdan
müdahâle olmadığı sürece o toplumun akıl, zekâ ve karakteri çeşitli felsefe türleri
üretir. Söz gelişi yanıltmacaya, iknaya, zorlamaya veya kesin kanıtlara dayalı felsefe
türleri böyledir. Ardından, üretilen felsefe türünü o toplumun fertlerine yayma işi
gelir. İşte din, üretilen felsefe türünü kamuya dağıtma işini görür. Bu nedenle,
üretilen felsefe, bozuk bir felsefe ise o felsefeye bağlı olan din de onun gibi bozuk
olur. Şayet üretilen felsefe gerçek felsefe ise ona bağlı olan din de onun gibi olur.
Bu itibarla bir dinin içinde yanlış görüş ve davranışların olması, dayandığı
felsefeden ileri gelir. Bir dinde yanlış görüş ve davranışlar bulunmuyor ise
bilinmelidir ki, o din gerçek felsefeye dayanmaktadır.
İstisnai durumlara da değinmek gerekir. Zira din ile felsefe arasında görülen
karşıtlık ve gerginlik buradan doğar. Şöyle ki, felsefe ile dinin ortaya çıkışı her
zaman aynı sıraya göre olmaz. Bazen, bir topluma din dışarıdan geldiği gibi, felsefe
de bir topluma dinden sonra aktarılmış olabilir. Nitekim İslam dünyasında durum
böyledir. Yani felsefe, İslam dininden sonra Müslüman topluma aktarılmıştır. Fakat
bu durum, gerçek felsefe ile erdemli din arasındaki ilişkiye bir zarar vermez. İkisi
arasında var olan ilişki, ortaya çıkış sırasının değişmesiyle bozulmaz. Fakat ikisi
arasındaki ilişkiyi bilmeyen kimi felsefeciler, dine karşı soğuk ve mesafeli durabilir.
Zira onlar dinin nasıl ve niçin takdir edildiğini bilmez. Dindeki görüşlerin örnek ve
misallerini gerçek zannedebilir. Şayet onların örnek ve misal olduğunu bilirse bu
durumda dine karşı çıkmayı bırakır. Diğer taraftan, din mensupları da gerçek
felsefeye karşı çıkabilir. Zira onlar, felsefenin erdemli dini kuşattığını, onun
görüşlerini onayladığını, hatta kanıtlarını sağladığını bilmez. Bildiği takdirde onlar
da karşı çıkmayı bırakır.
Diğer taraftan, tüm halka gerçekleri ve nazari konuları bütün çıplaklığı ile
anlatma imkânı olmadığından din, onları misaller ve örneklerle anlatma yoluna
gider. Aynı durum amelî konularda da söz konusu olduğundan, erdemli dinde
davranışların somut biçimleri ve şartları da tek tek belirlenmiş olur. Fakat çeşitli
sebeplerle her konuda belirleme imkânı olmayabilir. Bu durumda da din âlimleri,
belirlenmiş olanlardan hareketle belirlenmemiş yeni durumlar için yapılması
gereken davranışı dini vazedenin gayesine göre takdir eder. (Farabî, 2008: 88-91)
Gerçek felsefe, erdemli
dini kuşatır. Erdemli
din, gerçek felsefeye
dayanır.
Görüldüğü üzere Farabî, gerçek felsefe ile erdemli dinin, konu ve amaç
bakımından bir olduğunu, bunu farklı yollarla dillendirdiğini, ikisi arasında aykırılık
değil tamamlama ilişkisi olduğunu düşünmektedir. Din, felsefi hakikatin topluma
uygun hâle getirilmiş biçimi; felsefe de erdemli dinin teorik anlatımı olmaktadır.
Nitekim dinin nazari konularına dikkat edilirse, neredeyse iman esaslarının farklı bir
anlatımı olduğu görülür. Şu farkla ki din, iman esaslarını her zaman doğrudan değil,
örnek ve benzetmelerle ifade eder. Bu da aralarındaki metot, üslup ve dil farkını
gündeme getirir. Bunlar esasa ilişkin değil, aksine aynı esasların farklı anlatım
araçlarıdır. Diğer taraftan, gerçekte felsefe olmadığı hâlde felsefe sanılan görüşlere
dayanan dinler de vardır. Onlar bozuk ve yanlış görüşler içerdiği için hiçbir zaman
insanı dünya ve ahiret mutluluğuna ulaştırmaz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
İslam Düşüncesinde Felsefe Din İlişkisi
İBN RÜŞD VE FELSEFE DİN İLİŞKİSİ
İbn Rüşd (1126-1198), bugünkü İspanya coğrafyasında yaşamış, büyük bir
din bilgini ve filozofudur. Ataları ve kendisi yıllarca yüksek mahkemelerde görev
yapmış İslam hukukçusudur. İbn Rüşd aynı zamanda felsefe kültürünü
derinlemesine bilen ve yorumlayan önemli bir filozoftur. Kimilerince o fakih
cübbesi giymiş bir filozoftur. Bunlarla söylenmek istenen, onun dinî ve felsefi
kültüre üst düzeyde vâkıf olduğudur.
Din Açısından Felsefe
İbn Rüşd, “Din ile Felsefe Arasındaki İlişki Üzerine Söylenen Sözlerin Ayrımı”
adlı eserinde felsefe ile din arasındaki ilişkiyi derinlemesine araştırır. Orada, felsefe
ile din arasındaki ilişkiyi ortaya koymak için, din bakımından felsefenin hükmünü
tayin etmek ister. Sorusu şudur: İslam dinine göre felsefe, farz mı, mubah mı,
haram mıdır? İslam hukukçusu kimliği ile konuyu ele alan İbn Rüşd, bir filozof
titizliği ile araştırmasını sürdürür. Önce felsefenin ne olduğuna ve neler yaptığına
bakma gereği duyar. Ona göre felsefe varlıkları tetkik eder ve her biri sanat eseri
olan varlıkların büyük Sanatkâr’a delalet ettiğini ortaya koyar. Zira varlıklar büyük
Sanatkâr’ın bir eseridir. Bu durumda varlıkların bilgisi ne ölçüde tam olursa, yaratıcı
hakkındaki bilgi de o ölçüde tam olur.
İbn Rüşd, İslam dininin varlıkları akılla tetkik etmeye ve onlar hakkında bilgi
sahibi olmaya çağırdığını söyler ve ayetlerden de örnekler verir.
Ey basiret sahipleri ibret alınız.” (Haşr 59/2)
“Develere bakmıyorlar mı nasıl yaratıldı? Göğe bakmıyorlar mı nasıl
yükseltildi?” (Gaşiye, 88/16,17)
Felsefe, Allah’ı bilmeye
giden yollardan biridir.
Bu durumda İbn Rüşd’e göre varlıklar hakkında bilgi edinmenin dinî hükmü
farz olmaktadır.
Varlıklardan ve olaylardan ibret almak ise bilinen şeylerden bilinmeyenleri
çıkarmaktır. Bu da akıl yürütme, yani kıyas ile olur. Bu durumda kıyas türleri kesin
kanıtlama biçimi, onu diğerlerinden ayırma bilgisi yani mantık, felsefeyi
tamamlayan bir bilgi türü olur. Bu, bir işi tamamlamada ihtiyaç duyulan aletlere
benzer. Hâl böyle olunca mantık da farz olur. İbn Rüşd, din âlimi olan fakih ile
filozof arasında paralellik kurar. Fakih, kıyası dinî metinlerde kullanırken, filozof
varlıklar hakkında kullanır. Biri dinî bir hükme ulaşırken diğeri varlıkları tanımak
suretiyle yaratıcısı hakkında bir bilgiye ulaşmaktadır. Ayrıca, mantık ilmi, alet
hükmünde olduğu için, bu aleti üreten kişilerle aynı dinden olma şartı aranmaz. Bu
sebeple eskilerin bu konuda yazdıkları eserlerden yararlanmak zorunludur. Onların
yazdıklarına bakılır ve doğru olanları alınır. Yanlışlar varsa onlara da dikkat çekilir.
(İbn Rüşd, 1985: 96-98) ,
Felsefeye Olan ihtiyaç
İbn Rüşd’e göre bir insanın bütün ilimleri elde etmesi mümkün
olmadığından, öncekilerin ilimlerinden yararlanmak zorunludur. Durum böyle
olunca, eskilerin varlıklar hakkında yapmış oldukları araştırmaları, yani felsefi
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
İslam Düşüncesinde Felsefe Din İlişkisi
eserleri tetkik etmek gerekir. Tetkik sonucu, görüşlerindeki doğrular alınmalı, hatta
onlara şükran duyulmalıdır. Şayet yanlış varsa onlara dikkat çekilmeli ve buna karşı
başkaları da uyarılmalıdır. Bundan da anlaşıyor ki, bu eserleri okumak ve tetkik
etmek için kimi şartlar gerekmektedir. İbn Rüşd’e göre bunlar doğuştan zeki olmak
ve dinin istediği adalet, dürüstlük ve fazilete sahip olmaktır. Yani ilim ve amel
bakımından bu iş için ehliyetli olmak gerekir. Bu ehliyete sahip olan insanları
felsefe kitaplarını tetkik etmekten alıkoymak, Allah’ı bilmeye giden düşünce yolunu
kapamak demektir. Ehil olmadığı için sapıtan veya yanlışa düşenler var diye felsefe
okumayı yasaklamak, biri su içerken genzine kaçıp da havasızlıktan öldüğü için su
içmeyi yasaklamaya benzer. Oysa asli durum, suyu içip rahatlamaktır. Su içerken
ölmek arızi bir durumdur. Dolayısıyla arızi duruma bakarak asli durum iptal
edilemez. Kaldı ki, felsefede arızi olarak görülen bu durumlara, diğer mesleklerde
de rastlanır. Söz gelişi fıkıh ilmi, amelî ve ahlaki faziletlere sahip olmayı gerektirdiği
hâlde, birçok fakihin ondan uzak olduğu görülmektedir.
İbn Rüşd İslam dininin hak olduğuna içten inanır ve onun insanları Allah ve
yarattıkları hakkında bilgi sahibi olmaya davet ettiğini belirtir. İnsanların bir konu
hakkında bilgi edinme şekli de türlü türlüdür. Kimisi kesin kanıtla (burhan), kimisi
tartışmayla (cedel) kimisi de güzel konuşmaya ve iknaya dayalı sözlerle (hitabet) bir
konuyu öğrenir ve tasdik eder. İnsanların bu farklı tabiatını dikkate alan İslam dini
her bir insanın tasdik edebileceği yolları içermiştir. Kısaca bu din, inatçılar hariç,
hiçbir insanı ihmal etmemiş, dışarıda tutmamıştır. İbn Rüşd bu görüşün Kuran’da
da belirtildiğini söyler ve şu ayeti zikreder:
“Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle ve en güzel mücadele biçimiyle davet
et.” (İsra 16/125)
Ona göre ayette geçen “hikmet” sözcüğü kesin kanıtlama yolunu, yani
felsefi araştırma biçimini; “güzel öğüt” hitabet ve edebî sanat biçimini, “en güzel
mücadele” ise tartışma ve cedel biçimini ifade eder. İnsanlar da bu yollardan birine
göre bir konuyu kabul veya ret eder. Dolayısıyla felsefenin yasaklanması, İbn
Rüşd’e göre, bu ayetin gereğine karşı çıkmak demektir. İnsanlar ayette de geçen üç
yoldan biriyle hakikati kabul eder. Bu itibarla, felsefi yollarla ulaşılan herhangi
hakikat, dinin getirdiği hakikate zıt olamaz. Aksine hakikat hakikate uygun olur ve
birbirine tanıklık eder. (İbn Rüşd, 1985: 105-111)
İbn Rüşd’e Göre Felsefe Din İlişkisinde Tevil ve Önemi
İbn Rüşd felsefe din ilişkisi noktasında can alıcı bir konuya değinir. O da ikisi
arasındaki uyum ve uyumsuzluk durumudur. Şöyle ki, felsefi yollarla herhangi bir
varlık hakkında bir sonuca ulaşıldığında, din o varlık hakkında ya bir hüküm
belirtmiş veya belirtmemiş olur. Din o konuda bir hüküm belirtmemiş ise ikisi
arasında çatışma veya zıtlık olmaz. Şayet din bir hüküm belirtmiş ise bu durumda
felsefi sonuçla dinî hüküm arasında aykırılık veya uygunluk olur. Uygunluk varsa
söylenecek bir söz yoktur. Şayet nasların zahirî ile felsefi sonuç arasında aykırılık
görülürse işte o zaman ne olacaktır? İbn Rüşd’e göre bu sorunun cevabı kısaca tevil
işlemini uygulamaktır. Ona göre tevilin anlamı, bir sözü hakiki anlamından
çıkartarak mecazi anlamına götürmektir. Fakat bu, keyfî olarak yapılan bir işlem
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
İslam Düşüncesinde Felsefe Din İlişkisi
Kesin kanıta dayanan
bir görüş, nassın
zahiriyle uyuşmuyorsa,
ehli tarafından tevil
edilir.
değildir. Tevil, en azından dildeki kurallar gözetilerek yapılmalıdır. Nasıl ki bir fakih
belli kurallar altında dinî naslarda tevil yapıyorsa, elinde kesin kanıt bulunan filozof
da dilin kuralları içinde aynı işlemi yapar. İbn Rüşd’e göre, dinin diğer bölümleri
incelendiğinde lafızların zahirinde bile yapılan bu tevili destekleyen, ona tanıklık
eden dinî naslar bulunur. Dinî nasların tamamını zahirî üzere anlamak zaruri
olmadığı gibi, onların tamamını da tevil etmek doğru değildir. Nitekim Kur’an
ayetlerinin bir kısmı tevil götürmektedir. Yani zahir ve bâtın yahut muhkem ve
müteşabih kısımlarına ayrılmıştır. Bunun böyle olması, insanların yaratılış ve farklı
zihnî yeteneklere sahip olmalarından ileri gelmiştir.
Dinî naslarda felsefi sonuçlara aykırı zahirî ifadelerin bulunması, İbn Rüşd’e göre,
ilimde uzmanlaşmış insanların bu ikisinin aralarını tevil ederek uzlaştırmak
gerektiğine dikkat çekmek için olmuştur. Ona göre şu ayet, ilimde derin bilgiye
sahip olanların müteşabih ayetleri tevil etmeleri gerektiğine işaret etmektedir.
“Kitabı sana indiren odur. Ondaki ayetlerin bir kısmı muhkemdir. Onlar,
kitabın esasıdır. Diğer bir kısmı da müteşabihtir… Onların tevilini bir Allah bilir,
bir de ilimde yüksek payeye ulaşanlar bilir ve ‘Ona (teviline) inandık; hepsi de
Rabbimizin katındandır’ derler.” (Al-i İmrân 3/7)
Filozof, varlık hakkında
hüküm veren kişidir.
İsabet ederse o da
müctehit gibi iki ecir;
hata ederse bir ecir alır.
İbn Rüşd’e göre ayet, müteşabihlerin bir tevili olduğunu açıkça
zikretmektedir. Fakat tevil, herkesin yapacağı bir işlem değil, sadece şartlarını
taşıyan kişilerin karşılaştıkları özel durumlarda uygulayacakları bir kuraldır. Ayrıca
tevil, kesin kanıt yönünden oluşan bir imanı da gösterir.
İbn Rüşd yapılan tevili, hata ve isabet bakımından da değerlendirir. Ona göre
kesin kanıta bağlı ve usulüne uygun olarak yapılan tevil, hatalı da olsa yapanı için
ecir ve mükâfat vardır. Çünkü filozofun bir konuyu tasdik etmesi veya etmemesi
isteğine bağlı bir şey değildir. Aksine bir delil ve kanıta bağlıdır. Bu durum onu
bağlar. Delili olan konuda o, iradesi elinden alınmış gibidir. O konuda hata yapsa
bile mazur görülür. İbn Rüşd bu duruma Hz. Peygamber’in şu sözünü şahit getirir:
“Hâkim ictihat eder de isabetli karar verirse iki ecir, hata ederse bir ecir alır.”
Burada, Peygamber’in bahsettiği hâkim, delillere bağlı olarak hüküm veren
kişidir. Onun da isteği elinden alınmıştır. Onu bağlayan artık elindeki delillerdir.
Hükmünü isteğine göre değil, delile göre verir. Üstelik o tekil/somut bir konuda
karar vermektedir. Diğer taraftan filozof da onun gibidir. Tekil bir konuda değil
genel/soyut bir konuda, yani genel olarak varlık hakkında hüküm verdiği için diğer
hâkimden üstündür. Şayet o hata etse bile dinde onun hatası görmezlikten gelinir.
Çünkü hem varlık hakkında araştırma yapmak zordur, hem de onlar hakkında
incelemeyi zorunlu kılan dindir. Gerekli liyakata sahip olmadan tevil yapanların
hatası ise günah olup, sahibi mazur görülmez. Böyle biri, bir hâkimin sünneti ve
fıkıh usulünü bilmeden hüküm vermesine benzer. İbn Rüşd üç temel konuda
yapılan hatanın hiçbir şekilde mazur olmadığını, aksine küfür olduğunu düşünür. Bu
temel konular dinin asılları olup Allah’ı, peygamberliği, ahirette saadet ve
bedbahtlık olduğunu kabul ve itiraf etmektir. Zira insanlar, daha önce bahsi geçen
üç yoldan biriyle bunları tasdik etme imkânına sahiptir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
İslam Düşüncesinde Felsefe Din İlişkisi
Felsefe ile din iki
sütkardeştir.
İbn Rüşd, yapılan tevillerin halka açılmaması, sadece ehli arasında kalması
gerektiğini düşünür. Çünkü tevil halka açılırsa onlar tevilden de, nassın zahirinden
de uzaklaşabilir. Böyle bir durum da onların imanlarına zarar verir. Bu yüzden,
halkın nasların zahirine inanması, ilimde derin bilgiye sahip olanların da tevile
inanmaları gerekir. İbn Rüşd hiçbir yol ve yordamın yasaklanmadan, herkesin sahip
olduğu yetenek ve yeterliliğe göre bilgilenmesi ve hareket etmesi gerektiği
kanaatindedir. Esasen din, insanların farklı yetenek ve yaratılışa sahip olduğu
gerçeğinden hareketle, bilgilenme hususunda her çeşit yol ve yordamın önünü
açmıştır. Dinin açmış olduğu yolu yine din adına kapamak, büyük bir zulüm ve
haksızlıktır. (112-148)
İbn Rüşd bütün bu bilgilerin ardından dinin mahiyet ve amacını da atıfta
bulunma gereği duyar. Bu, felsefe ile din arasındaki ilişkiyi görmek bakımından
önemlidir. Ona göre dinin hedefi gerçek bilgiyi ve gerçek davranışı öğretmektir.
Gerçek bilgi Yüce Allah’ı ve diğer varlıkları, özellikle onların en değerlilerini nasılsa
öylece bilmek, ahiret mutluluğunu ve mutsuzluğunu bilmektir. Gerçek davranış ise
mutluluk veren davranışları yapmak, mutsuzluk veren davranışlardan kaçınmaktır.
Bu davranışların bilgisine de “amelî ilim” denir. Gerçek bilgi ve gerçek davranışın,
felsefe ve kısımlarıyla benzerliğine, hatta aynı oluşuna dikkat edilmelidir. Diğer
taraftan ilim ve bilginin öğretilmesi tasavvur veya tasdik yollarıyla sağlanır.
Tasavvur, bir varlığın kendisini veya benzerini düşünmek; tasdik ise daha önce
geçtiği üzere felsefi, cedelî veya hitabi yollarla bir varlığın şöyle veya böyle
olduğunu kabul etmek, demektir. Din, azınlığı da ihmal etmeden halkın
çoğunluğunun öğretimini içerdiği için tevile muhtaç birçok unsuru da ihtiva eder.
Çünkü çoğu insanın anlayışı, hakikatı bütün çıplaklığı ile anlayacak düzeyde
değildir. Söz gelişi, bir şeyin benzerinin tasavvuru, bir varlığın cedelî veya hitabi
yollarla tasdik edilmesi, bu sebepten ileri gelmiştir. Anlaşılacağı üzere din,
öğretilmesi gereken bilgi ve davranışlar için çok çeşitli yolları içermektedir. Felsefe
yolunu tutanlara tevil kapısının açılması, dinin içerdiği farklı öğretim yollarından
kaynaklanmaktadır.
İbn Rüşd nazarında felsefe ile din, gerçekten birbiriyle uyumludur. Felsefe,
dinin arkadaşı hatta sütkardeşidir. Her ikisi de yapısı gereği birbirine dost; özü ve
aslı itibarıyla birbirini seven iki şeydir. İkisi de aynı kaynaktan beslenmektedir.
Felsefi doğruların da dinî nasların da kaynağı aynı varlıktır. Bu yüzden aynı kaynak
farklı sonuç üretmez. Din felsefeye, felsefe de dine aykırı olmaz. Bir konu
hakkındaki farklı sonuçlar sadece görünüştedir. Onu uyumlu hâle getirme de
filozofa düşen bir görevdir. (İbn Rüşd, 1985: 149-165)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Özet
İslam Düşüncesinde Felsefe Din İlişkisi
•Felsefe, insanın dikkatini Tanrı’nın varlığına, özüne ve
sıfatlarına, kendisine, varlıkların özü ve hakikatine yöneltir.
Düşünce ve davranışta hakikatin ve erdemin peşine düşmeyi
hedef olarak gösterir. Felsefe, nazari ve amelî kısımlarıyla
insanın olgunluğunu amaç edinir. Din de insanı dünya ve
ahiret mutluluğuna ulaştırmak için sahip olması gereken bilgi
ve davranış modellerini içerir. Bunlar dinde "iman" ve "amel-i
salih" olarak bilinir. Şu hâlde ikisi arasında konu ve gaye birliği
var demektir.
•İkisi de aynı konu ve gayeler için var olmakla birlikte birbirini
tamamlar. Şöyle ki, dinin teorik yönü felsefeye dayanırken.
felsefenin pratiği de dinde açığa çıkar.
•İnsanlar aynı zihnî donanıma sahip olmadığı için farklı
düzeyde eğitime tabi tutulur. Din, insanlığa uzanan ilahî bir
yardım olduğu için, her çeşit insanın anlayacağı eğitim
tekniklerine sahiptir. Bu itibarla dinde her insanın nasibi olan
yön mutlaka vardır. Anlayışı kıt bir insanın dinden nasibi ile
düşünür bir insanın nasibi elbette farklı olacaktır. Evrensel bir
dinin gereği de budur.
•Hakikat nereden kazanılırsa kazanılsın farklı değildir. Ancak
anlatımı farklı olabilir. Bu itibarla kimi insanların felsefi
yollarla ona ulaşması mümkündür. Dinî gerekçelerle onu
yasaklamak, Allah’ın açmış olduğu bir yolu kapamak
demektir.
•Aynı konuda birbirinden ayrı ve bağımsız hakikat/doğru
olmayacağı için, dinî hüküm başka felsefi hüküm başka
olamaz. Bunlardan birini tercih etmek de doğru olmayacağı
için, aralarını uzlaştırma yoluna gidilir. Bu yolun bilinen en
genel adı tevildir.
•Tevil, kesin kanıttan kaynaklanan bir nedenle dinî metindeki
zahirî ifadeyi dilin imkânları içinde mecazi bir anlama
bağlamak demektir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Ödev gönderimi
Ödev
Etkileşimli Alıştırmalar
Alıştırmalar
İslam Düşüncesinde Felsefe Din İlişkisi
• Öğrendiklerinizi etkileşimli alıştırmalarla
pekiştirebiirsiniz
• Felsefe din ilişkisini Kur'an perspektifinden
tatışınız.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
İslam Düşüncesinde Felsefe Din İlişkisi
DEĞERLENDİRME SORULARI
1. Felsefeyle ilgili tanımların ışığındaaşağıdakilerin hangisi söylenemez?
Değerlendirme
sorularını etkileşimli
olarak
cevaplandırabilirsiniz
a)
b)
c)
d)
e)
Felsefe, bir konunun özünü bilmektir.
Felsefe, hayatı erdemlerle bezemektir.
Felsefe, Tanrı gibi özgür olmaktır.
Felsefe, bilgide ve davranışta isabet etmektir.
Felsefe kendine hâkim olmaktır.
2.
Kindî’ye göre vahyin akli yöntemlere uygun gelen bir karşılığı olduğunu
kabul etmeyen biri için aşağıdakilerden hangisi geçerlidir?
Bu kişinin temyiz yetisi çok güçlüdür.
Bu kişi dinin özüne vâkıftır.
Bu kişi vahiy dilini iyi anlamaktadır.
Bu kişi din ve akıl sahibi biridir.
Bu kişi vahiy dilini bilmemektedir.
a)
b)
c)
d)
e)
3.
a)
b)
c)
d)
e)
4.
a)
b)
c)
d)
e)
5.
a)
b)
c)
d)
e)
Dinde bulunan “kadere iman” esası, Farabî’nin ortaya koymuş olduğu
nazari görüşlerden hangisinde yer alır?
Allah’ı ve sıfatlarını tanıtan görüşler
Ruhani varlıkları, birbirleriyle ilişkisi ve Allah’a karşı konumlarını gösteren
görüşler
Basitinden bileşiğine kadar evrenin oluşumu ve düzenini tanıtan görüşler
İnsanı, ruhu, aklı ve peygamberliği tanıtan görüşler
İyi ve kötü insanları ahirette bekleyen akıbeti tanıtan görüşler
Farabî’ye göre, hangi kişiler felsefe ile din arasında aykırılık olduğunu
düşünmezler?
Dinin felsefeden sonra oluştuğunu bilenler
Felsefenin dinden önce oluştuğunu bilmeyenler
Dinin felsefeyi kuşattığını bilmeyenler.
Felsefenin dini kuşattığını bilmeyenler
Dinin misal ve örneklere başvurduğunu bilenler
Farabî’ye göre, dinin bir konuyu misal ve örneklerle anlatma yoluna
gitmesi hangi sebebe bağlıdır?
Dinin esası gerçekte onlardır.
Hakikat, her insana doğrudan anlatılamaz.
Din, onlarla daha gizemli olur.
Gerçek iman sahipleri onlarla belli olur.
Dinî konuları edebî örneklerle süslemek gerekir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
İslam Düşüncesinde Felsefe Din İlişkisi
6.
a)
b)
c)
d)
e)
7.
a)
b)
c)
d)
e)
8.
a)
b)
c)
d)
e)
Farabî’ye göre hangisi felsefe ve din ilişkisi içerisinde yer almaz.
Dindeki ameli konular nazari felsefede bulunur.
Amelî felsefe dindeki amelî yasaları tümüyle kuşatır.
Dindeki görüşlerin kanıtları nazari felsefede bulunur.
Felsefe, dinin teorik bir anlatımıdır.
Din, felsefenin pratik bir anlatımıdır.
İbn Rüşd’e göre felsefenin gerekli olması hangi gerekçeye dayanmaz?
Varlıklar, büyük sanatkâra delalet eder.
Varlıkları tanımak isteğe bağlıdır.
Varlığın bilinmesi, Tanrı hakkındaki bilgiyi artırır.
Varlıkların tetkiki, dinin de talep ettiği bir emirdir.
Tüm insanlar felsefeye yeteneklidir.
İbn Rüşd’e göre insanın bilgilenmesi “tasavvur” ve “tasdik” olarak iki
biçimde olur. İkisinin de birçok yolu vardır. Düşünüre göre hangisi dinin
başvurduğu tasavvur ve tasdik yollarından biri değildir?
Bir varlığın doğrudan tasavvuru
Bir varlığın benzeriyle tasavvuru
Safsata veya mugalata ile tasdik
Güzel hikâyeler veya hitabetle tasdik
Hikmet veya kesin kanıtla tasdik
9.
İbn Rüşd’e göre hangisi dinin gayesi değildir?
a) Kimsenin bilmediği gerçekleri öğretmek
b) Dünya mutluluğunu öğretmek
c) Ahiret mutluluğunu öğretmek
d) Varlıkların bilgisini öğretmek
e) Erdemli davranışları öğretmek
10.
İbn Rüşd’e göre, nassın zahiri ile kesin kanıta dayanan felsefi görüş
arasında aykırılık olduğunda tevile başvurulur. Hangisi tevilde dikkat
edilmesi gereken şartlardan biri değildir?
Aykırılık aynı konuda olmalıdır.
Tevil, herkes tarafından yapılabilmelidir.
Tevil, dilin kurallarına göre yapılmalıdır.
Tevili destekleyen diğer naslar gözetilmelidir.
Tevili yapan nassın zahirine değil teviline inanmalıdır.
a)
b)
c)
d)
e)
Cevap Anahtarı
1.C, 2.E, 3.C, 4.E, 5.B, 6.A, 7.E, 8.C, 9.A, 10.B
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
İslam Düşüncesinde Felsefe Din İlişkisi
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
Alper, Ömer. (2000). İslam Felsefesinde Akıl-Vahiy Felsefe-Din İlişkisi, İstanbul
Ayışığı Kitapevi.
Aydın, Hüseyin. (1975). İlim, Felsefe ve Din Açısından yaratılış ve Gayelilik
(Teleoloji), Ankara.
Erdem, Hüsamettin. (2004). Problematik Olarak Din-Felsefe Münasebeti, 3. Baskı,
Hü-er Yayıncılık, Konya.
Farabî. (1991) Kitabu’l-Mille ve Nususun Uhra, Neşir: Muhsin Mehdi, Beyrut; Çeviri:
Fatih Toktaş, “Fârâbî’nin Kitabü’l-Mille Adlı Eserinin Takdim ve Çevirisi” isimli
makalesinin içerisinde, Divan. İlmî Araştırmalar, Sayı:12, 2002/1.
Farabî. (2008) Harfler Kitabı: Neşir ve Çeviri: Ömer Türker, İstanbul, Litera
Yayıncılık.
Gazalî. (1995) Hakikat Bilgisine Yükseliş (Mearicu’l-Kuds). Çeviren: Serkan Özburun,
İstanbul, İnsan Yayınları.
Haklı, Şaban. (2004). Farabî’de Din-Felsefe İlişkisi Bağlamında Din Dilinin Yapısı,
Uluslararası Farabî Sempozyumu Bildirileri, Ankara, Elis yayıncılık.
İbn Rüşd (1985). Faslu’l-Makal Çeviren: Süleyman Uludağ, Felsefe Din İlişkileri
(içinde), İstanbul, Dergah Yayınları.
Kindî. (1993) “İlk Felsefe Üzerine, Çeviren: Mahmut Kaya, İstanbul, İz Yayıncılık.
Kindî. (1993) “Tarifler Üzerine”, Çeviren: Mahmut Kaya, İstanbul, İz Yayıncılık.
Kurtoğlu, Zerrin. (2004). Farabî’nin Din Tanmımının İnsani Bilgelikle İlişkisi”,
Uluslararası Farabî Sempozyumu Bildirileri, Ankara, Elis Yayıncılık.
Kutluer, İlhan (2004), “Farabî’nin Felsefesinde Sosyo-Politik, Entelektüel ve Dinî
Hayatın Bütünlüğü”, Uluslararası Farabî Sempozyumu Bildirileri, Ankara, Elis
Yayıncılık.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
İslam Düşüncesinde Felsefe Din İlişkisi
Küyel (Türker) Mübahat. (1956). Üç Tehafüt Bakımından Felsefe Din Münasebeti.
Ankara.
Özcan, Hanifi (1992). Epistemolojik Açıdan İman. İstanbul. M.Ü.İ.F.Vakfı Yayını.
Şahin, Hasan. (1987). Maturidî’ye Göre Din, Kayseri.
Şahin, Hasan. (2000). İslam Felsefesi Tarihi Dersleri, Ankara.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
İSLAM DÜŞÜNCESİNİN TEMEL
PROBLEMLERİ
• Giriş
• Bilgi Problemi
• Varlık Problemi
• Ahlak Problemi
• Nübüvvet Problemi
İSLAM DÜŞÜNCE
TARİHİ
Doç. Dr. Hüseyin KARAMAN
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• İslam düşüncesinin temel
problemlerinin neler olduğunu
bilebilecek,
• Bilgi problemi hakkında bilgi sahibi
olabilecek,
• Varlık/ontoloji konusunun nasıl ele
alındığını kavrayabilecek,
• Ahlak probleminin nasıl ele alındığı
anlayabilecek,
• Nübüvvet problemini bütün
boyutlarıyla değerlendirecebileceksiniz.
ÜNİTE
7
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
GİRİŞ
İslam Düşüncesi, İslam kültür ve medeniyetinin hâkim olduğu coğrafyada
ortaya çıkan düşüncedir. Bu düşünceye İslam Düşüncesi adının verilmesi,
düşünürlerinin Müslüman olmalarından değil, İslam kültür ve medeniyetinden,
özellikle de Kur’an ve sünnet gibi İslam dininin iki temel kaynağından etkilenmiş
olmalarından dolayıdır. İslam düşüncesi, en genel anlamıyla ele alındığında, İslam
medeniyetinde ortaya çıkan felsefe, kelam, tasavvuf, ahlak felsefesi, siyaset
felsefesi, hukuk felsefesi, iktisat felsefesi, tarih felsefesi, bilim felsefesi ve dil
felsefesi gibi birçok disiplini içermektedir.
Ayırıcı özelliği ve kendine has tarihî gelişimi ile birlikte insanlık düşüncesinin
bir parçası olan İslam düşüncesi, düşünce tarihinin üç temel problemi olan bilgi,
varlık ve değer problemlerine ilaveten nübüvvet, din-felsefe ilişkisi, Tanrı ve Tanrıâlem ilişkisi gibi birçok probleme sahiptir. Biz, sınırlı hacim dolayısıyla, bilgi, varlık,
ahlak ve nübüvvet problemleri üzerinde duracağız.
BİLGİ PROBLEMİ
Bilgi problemi ile ilgili
örnek videoyu izleyiniz.
“Bilgi nedir?” sorusu düşünce tarihi boyunca insanları meşgul etmiş önemli
sorulardan biridir. Bilgi problemi “bilgiyi bilme, bilgi ilmi veya bilgi nazariyesi”
anlamlarına gelen “epistemoloji” terimiyle ifade edilmektedir. İnsan bilgisinin
yapısını, imkânını, kaynağını, ölçütlerini, sınırlarını, doğruluğunu ve neliğini
inceleyen felsefi disipline “epistemoloji”, “bilgi teorisi” veya “bilgi nazariyesi”
denmektedir.
Bilginin Tanımı
İslam düşünürleri bilgiyi ifade etmek için “ilim” ve “marifet” kelimelerini
kullanmışlardır.
Bilgi, bilen varlıkla
bilinen şey arasındaki
ilişki sonucunda ortaya
çıkan bir kavrama
işlemidir.
Kelamcılar bilginin ilahî ve beşerî bilgiye uygun düşebilecek bir tanımını
bulmayı amaç edinmişlerdir. Mu’tezile, ilmi “bir itikat ve inanç” olarak; Eş’arîler,
“mahallinin âlim olmasını gerektiren şey” ve “bilinenin olduğu gibi idrak edilmesi”
olarak; Maturidîler ise, “kendisinde bulunduğu kimseye, söylenilebilen ve
düşünülebilen her şeyin açık hâle gelmesini sağlayan bir sıfat” olarak
tanımlamışlardır.
İslam filozofları ise “ilmi” veya “bilgi”yi, “temelde bilen varlıkla bilinen şey
arasındaki ilişki sonucu ortaya çıkan psikolojik bir kavrama işlemi” olarak
tanımlamışlardır. Bu kavrama işlemini bir soyutlama, nesneleri maddelerinden ve
maddesel ilişkilerinden bir arındırma işlemi olarak görmüşlerdir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
Mutasavvıflar ise ilmin ilham yoluyla elde edilen deruni bir zevk, içsel bir
tecrübe olduğunu ifade etmişlerdir. (Bayraktar, 1999: 160-161)
Bilginin Kaynağı
Bilginin kaynakları
duyular, akıl, haber,
sezgi ve ilhamdır.
İslam düşünürleri duyular ve aklın bilginin kaynakları olduğu noktasında
ittifak etmişlerdir. Bu iki kaynağa kelamcılar haberi; filozoflar sezgiyi (hads);
mutasavvıflar ise ilhamı ilave etmişlerdir.
Farabî, bilginin oluşma sürecinin ilk basamağında bilginin duyulardan
başladığını, ikinci basamağında, duyulardan gelen duyumlamaların tahlilinde ve
makullerin bilinmesinde aklın gerekli olduğunu, üçüncü ve en üst basamağında ise
gerçek ve hakiki bilginin kazanılmasında insanüstü metafiziki bir varlığın vasıta
olması gerektiğini belirtmek suretiyle bilginin duyular, akıl ve hads, sezgi ya da
ilham şeklindeki üç kaynağına da işaret etmiş olmaktadır.
Bilgi kaynaklarının ikincisi olan aklın bir takım dereceleri vardır. İbn Sina aklı,
“bilkuvve akıl”, “bilmeleke akıl”, “bilfiil akıl” ve “müstefad akıl” şeklinde
sınıflandırmaktadır. Bunlar aynı zamanda aklın yetkinlik dereceleridir. İnsana ait
olan aklın en yüksek derecesi müstefad akıl olup onda tüm akledilirler fiil hâlinde
bulunurlar.
Bilginin kaynaklarından üçüncüsü haberdir. Haber, kendisinde doğruluk veya
yanlışlık bulunabilen bir sözdür. Haber kaynağı bakımından iki kısma ayrılır. Birincisi
kaynağı Allah olan haberdir ki, Peygamber ve ondan işiten diğer kişiler aracılığıyla
bize ulaşmakta ve doğruluk bakımından en açık ve kesin bilgi vermektedir. Kur’an
ve sünnet bu gruba girmektedir. İkincisi ise, insanlardan kaynaklanan ve bize çeşitli
şekillerde gelen haberdir.
Bütün bilgilerimizin temelinde tanrısal bir aydınlanma olan vahiy
bulunmaktadır. Her bilimsel veya felsefi faaliyette vahiy ya da ilhamın önemli bir
rolü vardır. İbn Sina’ya göre, yalnızca ilk akledilirlerin kavranması değil, akıl
yürütme sonucu yeni bilgilerin elde edilmesi olayı da vahiy ya da ilhamın bir
sonucudur.
Bilginin Değeri
Ders anlatım videosunu
izleyiniz
Bilginin değeri üzerinde daha ziyade filozoflar, kısmen de mutasavvıflar
durmuşlardır. Bilginin değeri konusu bilginin imkânı meselesiyle ilişkilidir.
Bilgilerimiz hangi kaynak ve yöntemlerle elde edilirse edilsin, bilgide esas
sorun, bilginin doğruluğu veya yanlışlığı sorunudur. Bilginin doğruluğu ve yanlışlığı
kelamcılara göre delil, mutasavvıflara göre zevk, filozoflara göre de burhan veya
ispat yoluyla belirlenir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
İslam filozofları bilginin değeri konusunda ne Sofistler gibi objektif bilgiyi
tamamen inkâr etmişler, ne Şüpheciler gibi bilginin gerçekliğinden kuşku
duymuşlar, ne de Platon gibi bilginin değerini enine boyuna tartışmışlardır. Bilginin
değeri konusunda Aristoteles’i takip etmişlerdir. Bilginin değerini bilgi kaynakları
olarak kabul ettikleri duyu, akıl ve sezgi veya vahiyle ilişkili olarak ele almışlardır.
Bu üç kaynağın koordineli işlemesi sonucunda doğru bilgi elde edilebilir, ancak
eşyanın hakikati bilinemez.
İlimler Sınıflaması
İslam düşünce
tarihinde ilimlerle
ilgili ilk sınıflamayı Hz.
Peygamber yapmıştır.
İlimler, eğitim ve öğretimde metodolojik kolaylık sağlamak ve ilimler
arasındaki ortak bağları kurmak, onlar hakkında toplu bir bakış sağlamak gibi
gerekçelerle ilk çağlardan beri çeşitli şekillerde sınıflandırılmışlardır. İslam düşünce
tarihinde ilimler ilk olarak Hz. Peygamber tarafından sınıflandırılmıştır. Hz.
Peygamber bir hadisinde ilmi; beden ilmi ve din ilmi diye iki kısma ayırmıştır. Daha
sonra Harizmî (Havarizmî), Kindî, Farabî, İhvan-ı Safa, İbn Haldun ve Kâtip Çelebi
gibi düşünürler tarafından farklı sınıflandırmalar yapılmıştır.
Harizmî ilimleri, İslami ve Arabi İlimler (hukuk, kelam, dil bilgisi, kâtiplik, şiir
ve nesir, tarih) ile yabancı ilimler (felsefe, mantık, tıp, aritmetik, geometri,
astronomi ve astroloji, musiki, mekanik ve kimya) olmak üzere iki kısma ayırmıştır.
Farabî ilimleri; dil ilimleri (semantik, gramer, konuşma ve şiir), mantık ilmi
(basit tarif ve tanımlar, kıyasın şartlı öncülleri, nutuğun tarifi, şiir); alet ilimleri
(aritmetik, geometri, optik, müzik, ağırlık ve ölçü ilimleri); fizik ve metafizik ilimleri
(tabiat varlıklarının prensiplerinin bilimi, cisimlerin ve elementlerin bilimi,
cisimlerin oluşu ve yok oluşu bilimi, cisimlerin çekim ve itim bilimi, bitkiler ilmi,
hayvanlar ilmi); toplum ilmi (hukuk, siyaset ve ekonomi ilimleri) diye beş kısma
ayırmıştır.
Gazalî ise ilimleri; akli ilimler (mantık, matematik, astronomi, müzik, tıp, fizik,
kimya, kelam, felsefe ve siyaset) ve dinî ilimler (fıkıh, Kur’an ve tecvid, hadis, tefsir,
ahlak ve tasavvuf) olmak üzere iki kısma ayırmıştır. (Bayraktar, 1985: 21-26)
VARLIK PROBLEMİ
İslam düşünürlerinin oluşturdukları metafizik sistem, “var olanın veya
varlığın bilimi” olarak ifade edilen “ontoloji/varlıkbilim” diye isimlendirilmektedir.
Varlık denince ilk olarak Allah’ın varlığı kastedilir. Çünkü varlık ismine en layık olan
Allah’tır.
İslam filozofları varlık konusundaki görüşlerini oluştururken Aristoteles’ten
hareket etmişler, onda kapalı olarak bırakılmış noktaları açıklığa kavuşturmaya
çalışmışlardır. Ontolojilerinde özellikle şu üç soruyu cevaplandırmışlardır: “Var” ya
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
da “mevcut” dediğimiz şey nedir? Tümeller gerçek bir varlığa sahip midir? Var
etme ya da yaratma eylemi nasıl meydana gelmiştir?
Varlığın Tanımı
Varlık problemi ile ilgili
örnek videoyu izleyiniz.
İslam filozoflarının büyük çoğunluğu varlığın tanımının yapılamayacağı
görüşündedirler. Çünkü insan aklı varlığı bir bütün olarak kuşatamayacağı için
hakkında tam bir hüküm de veremez.
İslam Felsefesi’nde kapsamlı bir varlık kuramını ilk defa kuran Farabî, “varlık”
ve “vücud” kelimelerini eş anlamlı olarak kullanmış olup “varlık” sözünün
anlatılamayacak ve tanımlanamayacak derecede zihinde açık, seçik ve yerleşik
olduğunu, sabit bir anlam taşıdığını belirtmektedir. “Varlık” kavramının
tanımlanamaz olduğunu üç farklı gerekçeye dayandırmaktadır:
Varlık, açık-seçik
olduğu, yakın cinsi ile
yakın ayırımı olmadığı
ve kendisinden daha
kapsamlı bir ifade de
bulunmadığı için
tanımlanamaz.

Apaçık olan şeylerin tarifi yapılamaz. Varlık sözü de, anlatılamayacak
ve tanımlanamayacak derecede zihinde açık, seçik ve yerleşik olup
sabit bir anlam taşımaktadır.

Bir şeyin tanımının yapılabilmesi için yakın cinsi ile yakın ayırımının
olması gerekir. “Varlık” kelimesinin ise ne cinsi ne de faslı vardır.

Tarif yapılabilmesi için tarif yapılan şeyden daha kapsamlı bir ifade
bulunmalıdır. Oysa “varlık” kelimesinden daha genel bir ifade
yoktur. (Atay, 1974: 9; Aydın, 2000: 58-60.)
Varlığın Sahası
İslam filozoflarının varlığın bulunduğu saha konusundaki temel hareket
noktaları zihin ve zihin dışı veya ayandır. Bir şey ya zihindedir veya zihin dışındadır.
Zihinde var olanın zihin dışında varlığı gerekmez. Fakat zihin dışında var olan
zihinde de var olabilir.
Farabî varlığın zihin içi ve zihin dışı olmak üzere iki sahasının olduğunu ifade
etmektedir. Bu iki sahada bulunan varlığın dışında hem zihin hem de ayanda
bulunan varlık ile mutlak varlıktan da bahsetmektedir. Mutlak varlık Tanrı’dır.
İbn Sina’ya göre ise bir şeyin varlığı ya ayanda, ya zihinde, ya da mutlak
olarak mevcuttur.
Varlığın Kısımları
Mahiyet-hakikathüviyet kavramları.
İslam filozofları varlık-mahiyet ayırımından hareketle varlığı ontolojik açıdan
vacip -zatı ile zorunlu- varlık ve mümkün -zatı ile zorunlu olmayan- varlık olmak
üzere iki kısma ayırmışlardır. Bu ayırımı yapan ilk İslam düşünürü Farabî’dir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
Zorunlu Varlık (Vacibü’l-Vücud): Mahiyeti varlığının aynı olan, zatı varlığını
gerektiren veya var olmak için bir sebebe ihtiyaç duymayan ve yokluğu
düşünülemeyen varlıktır. Aynı zamanda ilk ve tek “gerçek varlık”tır. Mekân ve
zamandan münezzeh olup, mahiyeti, faslı, haddi, benzeri ve konusu yoktur. En
mükemmel ve en yetkin olan bu varlık, ilk sebep ve mutlak iyiliktir, basittir ve
tektir. Bütün bu özelliklere sahip olan varlık, Allah’tır.
“Mahiyet”, “hüviyet” ve “inniyet” kavramları arasındaki ilişkiyi şu şekilde
ifade etmek mümkündür:
“Nesnelerin zihindeki tümel kavramlarına mahiyet; bu kavramların dış dünyada
varlık kazanmalarına hakikat veya inniyet; varlık alanına çıkarak gerçeklik kazanan
nesnelerin sahip oldukları özellikler sonucu tek tek varlıkları göstermelerine de hüviyet
denir.” (Kaya, 1984: 453)
Mümkün Varlık (Mümkinü’l-Vücud): Var olması veya olmaması imkân
dâhilinde olan ve mahiyeti varlığından ayrı olan varlıktır. Varoluş nedeni kendinden
olmadığı için var olmak için başka bir sebebe ihtiyaç duymaktadır. Nedenli varlıktır.
Filozoflar ve müteahhirun kelamcıları mümkün varlığı, zatıyla mümkün varlık
ve zatıyla mümkün olmayan, mümtenî varlık olmak üzere iki kısma ayırmaktadırlar.
Zatıyla mümkün varlık, daha önce ifade ettiğimiz üzere, varlığı ve yokluğu
düşünülebilen varlıktır.
Mümtenî (Olmayan) varlık ise, zatı yokluğunu gerektiren, yani yokluğu zaruri
olan, varlığı ne mantıken, ne de hakikatte düşünülemeyen varlıktır. Anka kuşu
böyle bir varlıktır.
Mevcut olması açısından da varlık; mutlak varlık, zihinde varlık ve ayanda
varlık olmak üzere üç kısma ayrılmaktadır. (Bayraktar, 1999: 177-178; Aydın, 2000:
73-83).
Varoluş
İslam Düşüncesi’nde her bakımdan bir olan Tanrı’dan çokluğun nasıl
meydana geldiği ve mümkün varlıkların nasıl var oldukları konusunda ileri sürülen
görüşleri temelde iki grupta ele almak mümkündür: Birisi daha ziyade kelamcılar
tarafından savunulan kelami görüştür ki, buna göre Tanrı, evren ve evrendeki
varlıkları yoktan, yani öncesinde herhangi bir varlık olmaksızın, hiçten yaratmıştır.
Diğeri de, yoktan yaratmayı kabul etmeyen ve Tanrı’nın varlık veren fiilini ezelî
olarak hazır bulunan bir maddenin işlenmesine hasreden felsefi görüştür.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
Varoluş konusunda, iki kavram ön plana çıkmaktadır: “İbdâ” ve “halk”.
“Halk” kelimesi, hem sözlüklerde hem de Kur’an-ı Kerim’de farklı anlamlarda
kullanılmıştır:
“Gökleri, yeri ve bunların arasındakileri altı günde yaratan… Allah’tır.” (Secde
32/4) ayetinde,
“O gökleri ve yeri (yoktan) yaratandır.”(Bakara 2/117) ayetinin delaletiyle; “Siz
Allah’ı bırakıp putlara tapıyor ve yalan uyduruyorsunuz.”(Ankebut 29/17)
ayetinde de, yalanın olmayan bir şeyi olmuş gibi ifade etme, bir başka ifadeyle,
öncesinde bir şey olmaksızın meydana getirme olması dolayısıyla, yaratma
kelimesi, “ana madde olmadan, yoktan yaratma veya yokluktan varlık alanına
çıkarma” anlamında kullanılmıştır.
Yine;
“Allah insanı, pişmiş çamura benzeyen bir balçıktan yarattı.”(Rahman, 55/14);
“O, insanı bir kan pıhtısından yarattı.”(Alak, 96/2).
ayetlerinde “var olan bir şeyden veya bir ana maddeden başka bir şey meydana
getirme anlamında”;
“Yaratanların en güzeli olan Allah pek yücedir.”(Mü’minun 23/14).
ayetinde de “ölçüp biçmek, şekillendirmek ve takdir etmek” anlamlarında
kullanılmıştır. Dolayısıyla yaratma (halk) kelimesi Kur’an-ı Kerim’de,“bir şeyi
güzelce ölçüp biçmek, takdir etmek; daha önce var olan bir şeyden yeni bir şey
meydana getirmek ve öncesinde herhangi bir madde, örnek, asıl olmaksızın yoktan
var etmek” gibi üç farklı anlamda kullanılmıştır.
“İbdâ” kelimesi Kur’an-ı Kerim’de kullanılmamıştır. Ancak aynı kökten gelen
“bedi” kelimesi iki ayette “göklerin ve yerin yoktan var edeni (bedi’)” anlamında
Allah’a isnat edilmiştir:
“O, göklerin ve yerin yoktan var edenidir.” (Bakara, 2/117; En’am, 6/101)
Söz konusu ayetlerdeki “bedi’” kelimesi, tefsirlerde, hem kendinden önce
örnek olacak ve benzerlik ifade edecek kanun, şekil, numune denecek hiçbir şey
yokken, eşsiz ve benzersiz olarak meydana getiren, hem de öncesinde herhangi bir
madde olmadan maddesiz olarak yoktan yaratan anlamında açıklanmıştır. Bu
durumda Kur’an-ı Kerim’de “bedi’” kelimesi, birisi herhangi bir örneği, modeli, eşi
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
ve benzeri olmaksızın var eden diğeri ise, hiçten, hiçbir şeysiz veya yoktan yaratan
anlamında olmak üzere iki farklı anlamda kullanılmıştır.
Yoktan Yaratma: Allah’ın hür iradesi, bilgisi ve tekvin sıfatıyla âlemi yoktan,
öncesinde hiçbir şey olmaksızın yaratmış olduğu görüşüdür. Bu yaratma işi bir
tertip ve düzen çerçevesinde zaman içinde olmuştur. Bu noktada bazı Mu’tezile
kelamcıları ile başta Gazalî olmak üzere Ehl-i Sünnet kelamcıları arasında
yaratmanın “lâ min şey” (bir şeyden değil, yoktan, hiçten) den mi, yoksa “min lâ
şey” (bir şey değilden, hiçbir şeyden, şey olmayandan) den mi olduğu noktasında
tartışma çıkmıştır. Mu’tezile kelamcıları, “yok” kelimesine Aristoteles anlamında
şekilsiz bir ilk madde (heyûla) anlamı verdikleri için âlemin “min lâ şey”den
yaratılmış olduğu görüşünü benimsemişlerdir. Âlem yok iken Allah tarafından var
edilmiştir. Gazalî ve Ehl-i Sünnet kelamcıları ise “yok” kelimesine “şey”
denemeyeceğine itiraz etmişler ve âlemin “lâ min şey”den olduğunu iddia
etmişlerdir.
“Min lâ şey” demek, bir şeydendir; fakat o şey belli, belirli, önemli, anılmaya
değer ve sınırlı bir şey değildir, demektir. Dolayısıyla da “min lâ şey” tabiri hiçbir,
tam ve mutlak yokluktan yaratılmayı ifade etmemektedir. Zaten gerek felsefede,
gerekse de kelamda somut, mutlak yokluktan yaratmayı (ex nihilo) ifade etmek için
“min lâ şey” ifadesi değil de, genellikle “lâ min şey” ve “mâ min şey” ifadeleri
kullanılmaktadır.
Sudûr Nazariyesi: Farabî ve İbn Sina gibi İslam düşünürleri Tanrı ile Tanrı’nın
dışındaki varlıklar arasındaki yaratma ilişkisini Yeniplatonculuğun kurucusu Plotinos
tarafından ileri sürülen sudûr veya taşma nazariyesi ile açıklamışlardır. Farabî’nin
sudûr nazariyesi üç temel prensibe dayanmaktadır:

Varlık, zaruri ve mümkün diye iki sınıfa ayrılır.

Allah için düşünmek, ibda ve feyz etmek demektir.

Bir’den yalnız bir çıkar.
Farabî âlemin meydana gelişini bu üç prensip çerçevesinde şu şekilde
açıklamaktadır: İlk varlık olan Tanrı’dan kendi zatını düşünmesi ve bilmesi
sonucunda, “Birden ancak bir çıkar.” ilkesi gereğince, ikinci varlık olan İlk Akıl sudur
etmiştir. Bu akıl Allah’a nispetle zorunlu, kendi özü itibarıyla mümkün bir varlıktır.
Sayı itibarıyla bir olmakla birlikte özü itibarıyla çoktur. İlk varlıkta aynı zamanda bil
kuvve çokluk da bulunmaktadır. İlk aklın ilk varlığı (Tanrı’yı) düşünmesi veya
bilmesinden ikinci akıl, kendisinin zorunlu varlığa bağlı olarak zorunlu olduğunu
düşünmesinden birinci göğün nefsi ve kendi özünü akl etmesi sebebiyle de en uzak
gök (birinci sema) meydana gelir. Bu sudur birbiri ardınca onuncu akla ve sırasıyla,
onlara tekabül eden Zühal (Satürn), Müşteri (Jüpiter), Merih (Mars), Güneş, Zühre
(Venüs), Ütarid (Merkür) ve Ay Küresi meydana gelinceye kadar devam eder. Faal
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
akıl olan onuncu akıl ile kozmik akıllar silsilesi ve semavi küreler dizisi tamamlanır.
Faal akıl, ay altı âlemindeki her türlü oluş ve bozuluşun ilkesidir. Faal akıl, dinde
Cebrail denen varlıktır.
Semavi bölgenin altında ay-altı âlem uzanır. Ay-altı âlemde gelişme, ay-üstü
âleme göre tersine dönmüş olup, noksandan daha mükemmele, basitten
karmaşığa doğrudur. En aşağı seviyede ilk madde yer alır. Onu sırasıyla dört unsur su, hava, toprak, ateş, madenler, bitkiler, hayvanlar ve insan takip eder. (Aydın,
2000: 164-169)
İslam düşünürlerinin kabul ettikleri sudur veya feyz nazariyesi şekil olarak
Plotinus’un fikirlerine benzemekte ise de aralarında önemli farklar vardır. Örneğin
Plotinos’un sudur nazariyesinde varlıkların Tanrı’dan sudurunda Tanrı’nın irade ve
ihtiyarı söz konusu değildi. Âlem ilk varlığın iradesi ve bilgisi olmadan ondan
taşarak oluşmuştur. Farabî’ye göre, Tanrı’nın bilgisi ve rızası olmaksızın sudur
meydana gelmez.
Gazalî ve İbn Rüşd gibi İslam düşünürleri sudur nazariyesini eleştirmişlerdir.
İbn Rüşd, Kur’an-ı Kerim’de böyle bir nazariyeye yol açacak herhangi bir delil
olmadığı; bu nazariyenin Allah’ın yaratıcılığına gölge düşürdüğü; “Bir’den yalnız bir
çıkar.” sözünün bir faraziye olup yanlış olduğu; çokluğun ya matematiksel ya da
sıfati olacağı, hâlbuki sudur nazariyesini savunanların ikinci akıldan sonra her iki
çokluktan da bahsettikleri gibi gerekçelerle sudur nazariyesini eleştirmiştir.
AHLAK PROBLEMİ
Ahlakın Tanımı
İslam Düşüncesi’nde ahlak değişik şekillerde tanımlanmıştır. Neredeyse her
düşünür kendine özgü bir ahlak tanımı ortaya koymuştur. Örneğin Gazalî ahlakı;
Ahlâk problemi ile ilgili
örnek videoyu izleyiniz.
“Fikri bir zorlama olmaksızın fiillerin ortaya çıkmasını sağlayan, nefiste yerleşik
olan bir meleke veya yetkinlik” (Gazalî, 1302: III, 49)
olarak tanımlamıştır.
Ancak insanın korkunca yüzünün sararması, utanınca kızarması ve
hastalanınca ateşinin artması gibi nefisten her çıkan eylem ahlakı
ilgilendirmemekte veya insanın her yaptığı davranış ahlaka konu olmamaktadır. Bir
davranışın ahlak açısından değerlendirmeye tabi tutulabilmesi için üç temel
özelliğinin olması gerekir:
İnsanın yapmış olduğu
her davranış ahlaka
konu olmaz.

Ruhta yerleşmiş olmak

Düşünüp taşınma olmaksızın kolaylıkla meydana gelmek
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri

Seçme özgürlüğü ve irade ile yapılmak
Ahlak felsefesi veya etik ise;
“Yaşanan ahlak üzerine düşünmek; ahlaki olanın özünü ve temellerini, insanın
davranışları
ile ilgili
problemleri,
iyinin düzeydeki
ne olduğunu
ve insanın
neyi yapabileceğini
Başka
bir ifadeyle,
kişisel
ve toplumsal
ahlaki
davranışlarla
ilgili sorunları
soruşturan
felsefe
dalıdır.”
(Bolay,
1999:
6)
ele alıp inceleyen, ahlak öğretilerini irdeleyip sınıflandıran, aralarındaki benzerlik
ve farklılıkları ortaya koyan felsefe disiplinidir.
Filozofların Ahlak Anlayışları
İslam filozofları, Yunan filozoflarının ahlaki terimlerle ilgili önemli gördükleri
tarif ve tasnifleri benimsemişler ve onlardan hareketle temeli Kur’an ve sünnete
dayanan İslam ahlakını sistemli bir şekilde açıklamaya çalışmışlardır.
İslam filozoflarının ahlak anlayışlarını verirken Ebu Bekir er-Razî ile
başlayacağız. Çünkü her ne kadar ilk İslam filozofu olarak kabul edilen Kindî,
ahlakla ilgili risaleler yazmışsa da, üzüntü konusunu ele alan Üzüntüden Kurtulma
Yolları/el-Hîle li def’il-ahzân isimli risalesi hariç hiçbirisi günümüze ulaşmamıştır.
Günümüze ulaşan ilk müstakil ahlak eserinin Ruh Sağlığı/et-Tıbbu’r-rûhânî yazarı
Ebu Bekir er-Razî olmaktadır.
Ebu Bekir er-Razî
İslam Orta Çağı’nda ahlak felsefesinin teşekkülüne damgasını vurarak
görmezlikten gelinemeyecek izler bırakmış olan Ebu Bekir er-Razî, ahlaki açıdan
ilginç bir karakter olarak karşımıza çıkmaktadır. Razî, akla dayanan mutlulukçu bir
ahlak anlayışına sahiptir.
Günümüze ulaşan ilk
ahlak eseri et-Tıbbu’rRuhani’dir.
Razî’ye göre, insani nefsin birbirinin karşıtı olan akıl ve heva diye iki temel
kuvveti vardır. Cömertlik, adalet ve itidal gibi bütün erdemler akıl kuvvetinden;
haset, cimrilik, kendini beğenme ve yalan söylemek gibi her türlü kötü eylem de
heva kuvvetinden kaynaklanmaktadır. Heva ile akıl arasındaki ilişkide akla öncelik
tanınarak heva akla tabii kılınmalıdır. Çünkü heva aklı istikametinden saptırdığı,
doğru karar vermesini engellediği için ahlakın gayesi olan mutluluğa ancak, akıl ve
irade vasıtasıyla hevayı kontrol altına almak suretiyle ulaşılabilir.
Ebu Bekir er-Razî’ye göre haz, elem ve acı verenin kendi tabii hâlinden (ilk
hal) çıkardığı bir şeyi tekrar bu hâle iade etmesidir. “Elem/ezâ” ise, tabiî halden
çıkış olmaktır. Ancak her tabii hâle dönme haz meydana getirmediği gibi, her tabii
hâlden çıkış da elem meydana getirmez. Her hazdan önce mutlaka bir elem
bulunur ve sürekli haz veren bir hâl yoktur.
Farabî
İslam Felsefesi’nin diğer alanlarında olduğu gibi ahlak sahasında da
sistemleşme Farabî sayesinde olmuştur. Farabî’nin ahlak felsefesinin temelini
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
eğitim ve iyi davranışlar, son hedefini de başka bir şeye araç olmayıp doğrudan
doğruya amaç olan mutluluk oluşturmaktadır. İnsan mutlu olmak için yaratılmıştır
ve sınırlı da olsa bu mutluluğu tek başına gerçekleştirme güç ve imkânına sahiptir.
Gerçek ve en yüksek mutluluk ne servette, ne maddi hazda, ne de güçtedir. Gerçek
mutluluk insan aklının faal akılla irtibat kurması ve evrensel bilgiyle
aydınlanmasıdır. Böyle bir mutluluğa ancak peygamberler ile filozoflar ulaşabilir.
Her insan iyilik ve kötülüğe eşit yatkınlıkta yaratılmıştır. Psikolojik olarak her
insanda fazilet ya da rezilet denilen birtakım meleke ve istidatlar bulunur. İnsan,
doğuştan getirdiği özelliklerinden sorumlu değildir. Bu özellik ve yatkınlıklarını
fazilete dönüştürmediği için sorumludur. Ahlak tamamen kesbidir.
Haz, maddi ve manevi olmak üzere iki kısma ayrılır. Sebebi süreklilik arz eden
haz ve elem sürekli olur. Sebebi ortadan kalkan haz veya elem de ortadan kalkar.
Haz ahlaki bir gaye olamaz.
İbn Miskeveyh
İbn Miskeveyh İslam düşünürleri içerisinde ahlak filozofu olarak tanınan bir
düşünürdür. Ahlaka dair en önemli eseri, Ahlakı Olgunlaştırma olarak Türkçeye
tercüme edilmiş olan Tehzibu’l-ahlak’tır. Ahlak anlayışında özellikle Platon,
Aristoteles ve Galen’in etkisinde kalmış olup Gazalî’den Osmanlı düşünürü
Kınalızade Ali’ye varıncaya kadar birçok İslam düşünürünü etkilemiştir.
İbn Miskeveyh’in ahlak anlayışı mutluluk ahlakıdır. Mutluluk, bayağı
lezzetlerden farklı bir lezzettir. Mutluluğu amaçlamak ve bu amaç için gerekli olan
ahlaki hayata yönelmek sadece insana has bir durumdur. Akli ve ahlaki erdemler
sayesinde kişi aralarında hiçbir perde kalmayacak şekilde Allah’a yaklaşabilir. En
yüksek mutluluk ve ahlakın en yüksek amacı da budur. Bu mutluluğa ulaşmış olan
insan, hiçbir harici sıkıntı ve beladan etkilenmez.
Ahlakın doğuştan olduğu, dolayısıyla da değişmeyeceği görüşünü kabul
etmemektedir. İnsan, eğitim ve öğretimle hızlı veya yavaş da olsa ahlaki değişmeye
yatkın bir tabiatta yaratılmıştır.
Gazalî
Gazalî nassa dayanan gelenekçi ahlak ile felsefi ve tasavvufi ahlakı birbirine
yaklaştırmış, hatta birleştirmiştir. Gazalî’nin ahlak anlayışı antiütilitarist (faydacı
olmayan) ahlak anlayışıdır.
Gazalî irade hürriyeti konusunda, bütün Eş’arîler gibi, Mu’tezile ve Cebriyye’yi
eleştirmiştir. Ona göre Allah, kulların fiillerinin yaratıcısıdır. Yalnız bu durum, insanın
kendi gücü ile fiillerini kazanmış olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz. Çünkü prensip
olarak kulda, kudret ve seçme hürriyeti denilen nitelikleri de Allah yaratmıştır. İşte
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
insan bu güç ve hürriyet sayesinde kendi fiillerini seçer ve yapar. Böylece fiil kulun
kesbi olur.
Gazalî’ye göre iyilik ve kötülük gibi ahlaki değerler fiilin kendisinde değil,
yöneldiği gayededir. Ancak bu gaye dünyevi değil, uhrevidir ve ancak nübüvvet
nuru ile bilinebilir.
Kelamcıların Ahlak Anlayışları
Eş’arîyye
Ebu’l-Hasen el-Eş’arî (ö. 260/875), insan fiillerini “zorunlu” ve “kazanılmış”
olmak üzere iki kısma ayırmaktadır. Her iki tür fiili de Allah yaratmıştır. İnsanın
kazanılmış fiillerinin Allah tarafından yaratılmış olduğunu “Her şeyi yaratan
Allah’tır.”(Rad, 16), “Sizi ve yaptıklarınızı Allah yaratmıştır.” (Saffat, 96) ayetleriyle
temellendirmiştir. Zorunlu fiiller tamamen insanın gücü dışında meydana
gelmektedir. Dolayısıyla da insan zorunlu olarak yaptığı bir fiilden dolayı ahlaken
sorumlu tutulamaz. İnsanda yaratılmış bir güç ile meydana gelen kazanılmış
fiillerde iki fail bulunmaktadır. Birisi o fiili hakikati üzere yaratan Allah, diğeri de söz
konusu fiili kazanan (kesb eden), yani yapan insandır. Dolayısıyla da insanoğlu
kazanılmış türden bir fiilde bulunmak istediği zaman Allah “o fiili kazanma” ve
“yapma gücünü” insanda yaratmaktadır. Zaten insanın ahlaki sorumluluğu da
kendisindeki yaratılmış olan kazanma gücünden dolayıdır.
Eş’arîlere göre iyilik, kötülük ve adalet gibi ilkelerin Allah’ın iradesinden
bağımsız, objektif ahlaki değerleri yoktur. Çünkü insan davranışları ontolojik
manada ahlaken tarafsızdırlar. İyi ve kötü gibi ahlaki kavramlara muhteva
kazandıran Allah’ın emir ve yasaklarıdır. Dolayısıyla da Allah tarafından emredilen
davranışlar ahlaken iyi, yasaklananlar da ahlaken kötüdür. İlahi buyruklarla
belirlenen ahlaki değerlerin bilgisi ise, ancak vahiyle elde edilir. Akıl vahiyden
bağımsız olarak ahlaki değerleri kavrayamaz. (Bayraktar, 1999: 220-221; Kılıç,
1992: 105-107)
Maturidiyye
Ebu Mansur Muhammed el-Maturidî (ö. 333/944), ahlaki sorumluluk ve
yükümlülüğün temellendirilmesinde Eş’arî’ye, ahlaki değerler konusunda ise
Mu’tezile’ye daha yakın durmaktadır.
Yaratılması açısından insan fiillerinin Allah’a mı, yoksa insana mı ait olduğu
hususunda Maturidî, beşerî fiillerin bir yönden Allah’a, bir yönden de insana ait
olduğunu ileri sürmektedir. İnsanın fiilleri yaratma yönünden Allah’a kesb
yönünden ise insana aittir. Fiillerin Allah tarafından yaratılmış olduğu gerçeği, o
fiilleri eyleme geçirmek hususunda insana herhangi bir zorunluluk yüklemez. İnsan
yaratılan fiillerden dilediğini yapıp yapmamakta hürdür.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
Maturidî, eşyayı kendinde iyi veya kötü olanlar (adalet ve doğruluk gibi) ile
sonuçlarına ve ihtiyaca göre iyi veya kötü olanlar (hayvanların kurban edilmesinin
iyi olması) olmak üzere iki kısma ayırmaktadır. İyilik ve kötülük gibi ahlaki değerler,
ontolojik manada objektiftirler. İnsan davranışları iyi ve kötü olması açısından;
bizzat iyi olanlar, bizzat kötü olanlar ve bu ikisi arasında bulunanlar olmak üzere üç
kısma ayrılırlar. İlk ikisinin bilgisine vahiyden bağımsız olarak akılla sahip olurken,
üçüncüsünün bilgisine ancak vahiyle sahip olunur.
İnsan akıl ile faydalı olanları zararlılardan, kirliyi temizden, iyiyi kötüden ayırt
eder. Ancak insanın gerek ruhi gerekse fiziki şartları, aklın doğru karar vermesine
engel olabilmektedir. Bu gibi durumlarda insanlara doğruyu göstermek üzere
Allah’ın peygamber göndermesine ihtiyaç vardır.
Maturidî’ye göre iyiliği ve kötülüğü Allah’ın emretmesi ve yasaklamasıyla
bilinen ahlaki fiiller de vardır. Bunlar, aklın herhangi bir cihetten zorunluluk veya
imkânsızlık yükleyemediği, hem iyiliği, hem de kötülüğü aklen mümkün olan
fiillerdir. Buradaki iyilik ve kötülük bir ihtiyaca ve sonuca göredir. Hayvanların
kurban edilmelerinin iyiliği böyledir.(Bayraktar, 1999: 222-223: Kılıç, 1992: 119124)
Mu’tezile
Mu’tezile ekolünün üzerinde ittifak ettiği beş esastan ahlak felsefesi
açısından en önemlisi “adalet” prensibidir. Bu prensibe göre Allah, adil olup
insanlara zulmetmez. Allah’ın ahirette insanları adil bir şekilde ödüllendirip
cezalandırabilmesi için, insanın dünyada iyi ve kötü davranışlar arasında tercih
yapabilme gücüne sahip olması gerekir. İnsan davranışları üzerinde ilahî bir
müdahale söz konusu değildir. Çünkü ilahî irade ile gerçekleşen bir davranıştan
insanın sorumlu tutulması, Allah’ın adaleti ile bağdaşmaz, zulüm olur. Dolayısıyla
da Allah’ın adaletinin gerçekleşmesi, insanın hiçbir baskı olmaksızın eylemlerine
bizzat kendisinin karar vererek yapmasına bağlıdır. İnsanın fiillerinin yaratıcısı Allah
değil, insanın kendisidir. Ancak insana fiillerini yaratacak güç Allah tarafından
verilmiştir. Bundan dolayı da insan yapmış olduğu fiillerden dolayı Allah’a karşı
sorumludur.
Mu’tezile’ye göre iyilik, kötülük ve adalet gibi ahlaki değerler, Allah’ın
iradesinden bağımsız, gerçek bir varoluşa sahiptirler. Bu gibi özellikler vahiyden
önce fiillerde ontolojik olarak bulunmaktadır. Allah’ın bir şeyi yasaklamış olması,
yasaklanan şeyin kötülüğüne, emretmesi ise emredilen şeyin iyiliğine delalet eder.
Yoksa birinin iyiliğini, diğerinin kötülüğünü zorunlu yapmaz. (Kılıç, 1992: 91-95;
Bayraktar, 1999: 220)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
NÜBÜVVET PROBLEMİ
Nübüvvet, farklı tanımları yapılmakla birlikte, genelde şu şekilde ifade
edilmektedir:
“Allah’ın insanları bilgilendirmek ve buyruklarını iletmek üzere seçtiği bir grup
insana vahiyler indirip elçilik görevi vermesidir.”
Farabî ve İbn Sina gibi İslam filozoflarına göre ise nübüvvet;
“Öğretme ve öğrenme vasıtalarına başvurmadan bilgi algılama gücüne sahip
olmaktır.”
İslamî bir konuyu incelerken, ona ışık tutabilecek en önemli kaynak şüphesiz
ki Kur'an-ı Kerim'dir.
Kur’an’da Nübüvvet Öğretisi
İslami bir konuyu
incelerken, ona ışık
tutabilecek en önemli
kaynak Kur'an-ı
Kerim'dir.
Kur'an-ı Kerim incelendiğinde, insanlık tarihinin başlangıcından günümüze
kadar dinsiz bir toplumun bulunmadığı, insanları ilahî hakikatlerden haberdar
edecek ilahî olanla bağlantılı olan uyarıcıların ve yol göstericilerin tarihin bütün
dönemlerinde var olduğu görülmektedir. Kur'an'da nübüvvet felsefesinin dayanağı
olarak kabul edebileceğimiz şu ayet, peygamberliğin ve insanlık tarihinin
başlangıcını özetlemektedir:
“İnsanlar bir tek ümmet idi. Sonra Allah, müjdeleyici ve uyarıcı olarak
peygamberleri gönderdi. İnsanlar arasında, anlaşmazlığa düştükleri hususlarda
hüküm vermeleri için, onlarla beraber hak yolu gösteren kitapları da gönderdi.
Ancak kendilerine kitap verilenler, apaçık deliller geldikten sonra, aralarındaki
kıskançlıktan ötürü dinde anlaşmazlığa düştüler. Bunun üzerine Allah iman
edenlere, üzerinde ihtilafa düştükleri gerçeği izniyle gösterdi. Allah dilediğini
doğru yola iletir.” (Bakara 2/213)
İlk nebi Hz. Adem, ilk
resul Hz. Nuh’dur.
Bu ayette de görüldüğü üzere insanlar başlangıçta hak din üzere, bir ümmet
halinde, aralarında dinî kurallara muhtaç bırakacak ayrılıkların bulunmadığı bir
dönem geçirmiştir. Hz. Adem ise onlara, ubudiyyet ve uluhiyet gibi hususları
öğreten bir peygamber olarak gönderilmiş bir nebidir. Ancak daha sonra Allah, her
millete iman edip iyi davrananları müjdeleyen, inkâr edip kötü davrananları uyaran
ardarda nebiler ve resuller göndermiş, onlarla birlikte ihtilafa düştükleri konularda
hüküm vermek için gerçekleri içeren ve doğruya ileten kitaplar indirmiştir (el-
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
Bakara 2/213; Yunus 10/47; el-Müminûn 23/44; Fâtır 35/24). Dolayısıyla ilk nebi
Hz. Adem iken ilk resul Hz. Nuh’dur.
Nübüvvetin hedefi, insanlar arasındaki anlaşmazlıkları ortadan kaldırmak,
onlara Allah'ı tanıtmak, şeytanın zararlarına karşı onları uyarmak, insanları iyiliğe
teşvik etmek ve kendi kapasitelerini aşan konuları onlara bildirmektir.
Kelamcılara Göre Nübüvvet
Peygamberlik müessesesinin mevcudiyeti konusunda kelam ekolleri arasında
genel ilkelerde herhangi bir ihtilaf yoktur. Fakat detaylara inildiğinde ehl-i sünnet
kelamcıları ile Mu’tezile kelamcıları arasında farklı görüşlerin olduğu
görülmektedir. “İnsanlık tarihinde peygamberlik fiilen gerçekleşmiş ve
peygamberimizle sona ermiştir.” ilkesi, kelam tarihindeki aşırı fırkaların dışında
ortak kabul görmüştür.
Eş’arîyye
İmam Eş’arî ve onun takipçilerine göre peygamber göndermek Allah'ın bir
fiilidir ve diğer fiillerinde olduğu gibi zorunluluk ifade etmez. Allah'ın insanlara
peygamberler göndermesi aklen mümkün olduğu gibi, göndermemesi de
mümkündür. Allah'ın insanlara nebiler ve resuller göndermesi bir lütuf ve ihsandır;
göndermemesi ise bir zaaf ve noksanlık değildir.
Eş'arîler’e göre insan aklı, şeriat’ın gelmesinden önce Allah'ı bilebilir, ancak
bu bilme beraberinde bir sorumluluğu getirmez. Allah'ı bilmeyi ancak nakil zorunlu
kılar. Bu, Allah'ın “Biz peygamber göndermedikçe azap etmeyiz.” (İsra 17/15)
ayetinden hareket edilerek varılan bir sonuçtur.
Allah dilerse tüm insanlığa sadece bir resul gönderir, dilerse her kavme ayrı
ayrı resul gönderir. Peygamberlik, kesbî değildir ve Allah dilediğini bu makam ile
şereflendirir. Nitekim Cenab-ı Allah “O, dilediğine hikmeti verir.” (Bakara 2/269)
ayetinde nübüvvetin Allah vergisi olduğunu vurgulamıştır.
Eş'arîler, “Senden önce erkeklerden başkasını resûl göndermedik.” (Yusuf
12/109) ayetine dayanarak kadınlardan nebiler gönderildiğini, fakat resuller
gönderilmediğini belirtmektedir (Yavuz, tsz: 77-86).
Maturidiyye
Maturidiler nübüvvet konusunda Mu’tezile ile Eş’arîyye arasında Mu‘tezile’ye
daha yakın bir çizgide yer almışlardır. Bu çerçevede ele aldıkları nübüvveti aklen
mümkün, insanların ona ihtiyaç duymaları dolayısıyla Allah’ın hikmeti açısından ise
vacip kabul etmişlerdir. Allah’ın, ilahî mesajlarını insanlara ulaştıran peygamberler
göndermesini Allah’ın bir lütfu olarak kabul etmişlerdir. Eğer Allah, emir ve
yasaklar türünden ilahî teklifleri koymamış olsaydı, insanlar devamlı olarak hayatta
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
kalmaya ve nefislerinin arzu ettikleri şeyler peşinde koşmaya kalkışırlardı. Böylece
aralarında itişip kakışma meydana gelir ve birbirleriyle çatışmaya girerlerdi.
İmam Maturidi, peygamberlerin varlığını tespit eden en önemli delilin
mucize olduğunu kabul etmekle birlikte peygamberleri öncelikle kendi varlıklarıyla
delillendiriyor. Onların peygamber olarak gönderilmeleri, en büyük delildir.
Realiteleri nübüvvetlerini ispat eder. Bundan sonra peygamberlerin varlığını tespit
eden en önemli delil, mucizelerdir. Mucize olmadan peygamberin sözünü kabul
etmek zorunluluğu yoktur.
Maturidî’ler Eş'arî’lerin aksine, risaletin hak dine davet amacıyla ortaya
atılmayı, mücadele etmeyi gerektirmesinden hareketle, erkek olmayı
peygamberliğin şartlarından kabul ederler (Yavuz, tsz: 87-93).
Mu’tezile
Mu’tezile, diğer bazı görüşleri gibi, nübüvvet doktrinini de “adalet”
prensibine oturtmaktadır. Ona göre nübüvvet, insanların hayrına olduğu, onların
mutluluğunu gözettiği, Allah’ın insanlara lütfunun tecellisinin bir sonucu olduğu
için, "İnsan için en faydalı ve aslah olanı yaratmak Allah'a vaciptir." prensibinden
hareketle Allah'a vaciptir. Bunun aksini düşünmek Allah'a zulüm isnat etmek olur
ki, bu, adalet prensibiyle çelişir.
Mu’tezile'nin nübüvveti aklen vacip kabul etmesi, genel prensiplerinden olan
"adalet” prensibiyle yakından ilgilidir. Vacip olarak gördükleri nübüvveti direkt
olarak mucizeye bağlamazlar. Mucizeyi Allah'ın bir fiili ve onun emriyle gerçekleşen
bir harika kabul ederek peygamberi tamamen mucizenin dışında tutmaktadırlar.
Peygamberlerin bizzat kendi doğrulukları, mucizeye ihtiyaç göstermeden onlara
iman etmeyi zorunlu kılar.
Sufiyye’ye Göre Nübüvvet
Tasavvuf düşüncesinde nübüvvet konusunda akla ilk gelen isim, Muhiddin
İbnü'l-Arabî (ö. 1162/1240)'dir. İbnü'l-Arabî, nübüvveti iki kısımda mütalaa
etmekte ve yaptığı yorumları bu çerçevede temellendirmektedir. Birincisi Allah'ın,
seçkin kullarından nebi konumunda olanların elde ettiği nübüvvet ki, buna
nübüvvet-i âmme veya nübüvvet-i velâye denir. İkincisi ise, Peygamberimizin vefatı
ile sona ermiş olan nübüvvet-i hâsse veya teşrii nübüvvet’tir. Nübüvvetin sona eren
kısmı budur. Kelamcıların nübüvvetin kesbî olmadığını söylemeleri de nübüvvetin
bu kısmıyla ilgilidir.
İbnü'l-Arabî’nin düşünce sisteminde önemli bir yere sahip olan nübüvvetvelayet karşılaştırması çoğu kez yanlış anlaşılmış ve bu sebeple de İbnü'l-Arabî
küfürle itham edilmiştir. Ona göre nebilerin şahsında bulunan velayet,
nübüvvetten üstündür. Peygamberler kendilerinde bulunan velayet özelliğinden
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
devamlı surette istifade ederler. Ancak bu, velinin nebiden ve resulden üstün
olduğu anlamına gelmemektedir. Yapmış olduğu karşılaştırma velayet ile nübüvvet
arasındadır. Velayet vasfı nübüvvet vasfından daha üstündür. Peygamberlerde
velayet vasfı da bulunduğu için fiilen onların veliden üstün olduğunu kabul etmiş
oluyor. Herhangi bir şahısta hem velayet hem de nübüvvet özelliğinin birlikte
bulunması durumunda velayet sıfatı, nübüvvet sıfatından daha üstün olmaktadır.
Sufiyye nübüvvet konusunu izah ederken "nefs"ten hareket eder. Nefs,
soyut ve makul dünyanın, fizik ötesi âlemin bir işaretidir. Kendi türünden olan
bilgileri anlayabilir. Bunun yolu ise, bedenî ve nefsani isteklerden kurtulmaktan
geçer. İnsan, zahirî olan hissî meşguliyetlerden riyazet ve mücahede yoluyla
kurtulunca gaybi bilgileri bilebilir.
Sûfiyye'nin nübüvvete yaklaşımı İbn Teymiyye tarafından eleştirilmiştir
(Yavuz, tsz: 94-107).
Filozoflara Göre Nübüvvet
İslam dünyasında şüphe ve inkâr cereyanlarının dalgalanmaya başlamasıyla
nübüvvet düşüncesi de bu hareketlerden etkilenmiş, bu cereyanlara karşı onları
savunma ve kendi düşünce temellerine uygun bir biçimde izah etme çabası hızla
çoğalmaya başlamıştır.
Farabî
İslam felsefesinde nübüvvet problemini ilk olarak ele alan filozof Farabî (ö.
339/950)’dir. Nübüvvet teorisi, Farabî’nin sisteminde en yüksek mevkiye ulaşmıştır.
Zira din ile felsefeyi uzlaştırma çabaları bilgi problemi üzerinde yoğunlaşır. Bu
açıdan söz konusu uzlaştırma çabaları, İslam'ın temel bilgi kaynağı olan vahiy
konusunda çeşitli spekülasyonların yapılmasına neden olmuştur. Farabî, nübüvveti
psikolojik açıdan açıklıyor ve onu âlem–i arz (dünya) ile âlem-i sema (ulvî âlem)
arasında ittisal vasıtalarından biri yapıyor. Vahyi bilgiyi Medine-i Fadıla başkanı için
gerekli görüyor.
Ona göre erdemli devlet başkanında bulunması gereken şartlardan biri de
nübüvvet şartıdır. Erdemli devlet başkanının, vahiy ve ilhamın dayanağı olan faal
akıl'la bağlantı kuracak bir konuma ulaşan kimse olması gerekir. İnsan bu dereceye
ulaşmak suretiyle Rabbi ile arasında bağlantı noktasına varır. Faal akıl'la bağlantı
kurma düşünce/teemmül ve muhayyile yoluyla gerçekleşir. Muhayyilenin felekler
âlemine yükselerek “faal akıl”la irtibat kurmasıyla nübüvvet, peygamberlik
gerçekleşir. Bu irtibat kurma işi gece olabileceği gibi gündüz de olabilir. Dolayısıyla
da peygamberin en önemli ayırıcı vasfı, uykuda ve uyanık iken “faal akıl”la temas
kurabilen muhayyile gücüne sahip olmasıdır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
İbn Sina
İbn Sina (ö. 428/1037), birçok konuda olduğu gibi, nübüvvet meselesinde de
Farabî'yi takip etmiş, nübüvveti psikolojik açıdan izah etmeye çalışmıştır.
Nübüvveti izah ederken faal akıl'dan hareket etmekte, nefs-i natıka olan insanın bu
özelliğini akıllar nazariyesi temeline oturtmaktadır. Ancak İbn Sina nübüvvet
konusunda nasslara daha çok yaklaşan bir yorum ortaya koymuştur.
O, insanın yaradılışı gereği toplumsal bir varlık olduğunu, hayatın devamı ve
bekası için başkalarına ihtiyaç duyduğunu, birinin güç yetiremediği şeylere
diğerlerinin güç yetirebileceğini, yardımlaşma ve dayanışma suretiyle birbirlerini
tamamladıklarını temel ilke edinerek bu noktada peygamberliğe ve ilahî kanunlara
ihtiyaç duyulduğunu ortaya koymaya çalışır. Beraberce toplumsal hayatı
sürdürmek zorunda olan insanlar, karşılıklı ilişkilerini düzenleyecek adalet
kurallarına muhtaçtırlar. Bu adalet kuralları ancak peygamberler ve onların
bildirdiği kaideler çerçevesinde tesis edilir.
İbn Sina’ya göre nübüvvetin önemli fonksiyonlarından biri sosyal barışı temin
etmek olmakla birlikte, diğer bir önemli fonksiyonu da dünya ve ahiret saadetinin
temin edilmesi için ibadetlerin insanlığa bildirilmesi ve tanıtılmasıdır (Yavuz, tsz:
109-116).
Nübüvvete Yapılan İtirazlar
Nübüvveti inkâr
edenlerin temel
hareket noktaları
akıldır.
İslam düşüncesinde nübüvveti kabul edip gerekli olduğunu savunan
düşünürler olduğu gibi, Berahime gibi, nübüvveti reddedenler de vardır. Bazı
kaynaklar İbn Ravendî (ö.245/910) ile Ebu Bekir er-Razî (ö. 313/925) gibi
düşünürlerin de nübüvveti reddettiğini belirtmektedir. Ancak bu konu tartışmalıdır.
Çünkü son zamanlarda yapılmış olan çeşitli çalışmalar her iki düşünürün de
nübüvveti reddetmeyip kabul ettiğini, reddedenlere karşı nübüvveti savunduğunu
ve bu noktada bir yanlış anlamanın olduğunu belirtmektedir. Bunlara ilaveten
kaynaklarda Sümeniyye, İbahiyye ve Sabiîler'in de nübüvveti inkâr eden
görüşlerinin bulunduğu ifade edilmektedir.
Peygamberliği inkâr edenler veya onu muhal görenlerin temel hareket
noktaları akıldır. Akıldan hareketle ortaya konmuş olan bu itirazları dört grupta
değerlendirmek mümkündür:

Peygamberlerin Allah tarafından gönderildiğinin tespitinin imkânsız
olduğu şeklindeki metafizik itiraz

Bilginin yegâne kaynağının akıl olduğu ve bütün bilgileri elde etmek
için aklın yeterli olduğu şeklindeki akli itiraz
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Özet
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri

İnsanlar arasındaki savaşların ve anlaşmazlıkların dinden
kaynaklandığı kabulünden hareketle insanlık barışı açısından yapılan
amelî itiraz

İslam âlimlerinin nübüvvete delil olarak gösterdikleri mucizenin
delaletinin imkânsızlığından hareketle yapılan itiraz (Yavuz, tsz: 148162).
• İslam kültür ve medeniyetinin etkisiyle oluşmuş olan İslam
Düşüncesi'nin bilgi, varlık, değer, din-felsefe ilişkisi, nübüvvet, Tanrı
ve Tanrı-âlem ilişkisi gibi birçok problemi vardır.
•İslam düşünürleri bilgiyi ifade etmek için “ilim” ve “marifet”
kelimelerini kullanmışlardır. Kelamcılar bilginin ilahî ve beşerî bilgiye
uygun düşebilecek bir tanımını bulmaya çalışmışlar, İslam filozofları
ise bilgiyi bir tür kavrama işlemi olarak ele almışlardır. Bilginin akıl ve
duyular şeklindeki iki temel kaynağına kelamcılar haberi, filozoflar
sezgiyi (hads), mutasavvıflar ise ilhamı ilave etmişlerdir.
•Varlık konusunda Aristoteles’ten hareket etmiş olan İslam filozofları,
özellikle şu üç soruyu cevaplandırmaya çalışmışlardır: “Var” ya da
“mevcut” dediğimiz şey nedir? Tümeller gerçek bir varlığa sahip
midir? Var etme ya da yaratma eylemi nasıl meydana gelmiştir? İslâm
düşünürleri varlığın tanımının yapılamayacağı, zihin ve zihin dışı diye
iki temel sahasının olduğu, bir de zorunlu varlık ve mümkün varlık
şeklinde iki kısma ayrıldığı konularında ittifak etmişlerdir. Zorunlu
varlıktan mümkün varlığın nasıl meydana geldiği hususunda ise görüş
ayrılığına düşmüşlerdir.
•İslam düşünürleri mutlulukçu bir ahlak anlayışına sahiptirler. Ahlak
konusunda ruhta yerleşmiş olmak, düşünüp taşınmadan yapılmış
olmak ve özgürce yapılmış olmak gibi üç özelliğe önem vermişlerdir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Ödev
Etkileşimli Alıştırmalar
Alıştırmalar
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
• Öğrendiklerinizi etkileşimli alıştırmalarla
pekiştirebiirsiniz
• İslam düşüncesinde doğru bilginin imkânını
tartışınız.
Ödev gönderimi
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
DEĞERLENDİRME SORULARI
Değerlendirme
sorularını etkileşimli
olarak
cevaplandırabilirsiniz
1. Aşağıdakilerden hangisi İslam düşünürlerinin kabul ettiği bilgi
kaynaklarından biri değildir?
a) Duyu
b) Akıl
c) Haber
d) Sezgi
e) Sadık rüya
2. İslam düşünce tarihinde ilimlerle ilgili sınıflamayı kim yapmıştır?
a) Aristoteles
b) Hz. Peygamber
c) Hz. Ömer
d) Farabî
e) Harizmî
3. Mahiyeti varlığının aynı olan ve zatı varlığını gerektiren varlık kategorisi
aşağıdakilerden hangisidir?
a) Mümtenî varlık
b) Nefsî varlık
c) Vacib varlık
d) Farz varlık
e) Mümkün varlık
4.
“İyilik” ve “kötülük” gibi ahlaki değerlerin fiilin kendisinde değil, yöneldiği
gayede olduğu görüşünü savunan İslam düşünürü aşağıdakilerden
hangisidir?
a) Farabî
b) Gazalî
c) İbn Sina
d) Eş’arî
e) Maturidî
5. Aşağıdakilerden hangisi, "İnsan için faydalı olanı yaratmak Allah'a vaciptir."
prensibinden hareketle nübüvvetin Allah için vacip olduğunu
savunmaktadır?
a) Eş’arî
b) Maturidî
c) Gazalî
d) Mutezile
e) Sufiyye
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
6. İnsana ait olan aklın en yüksek derecesi aşağıdakilerden hangisidir?
a) Bilkuvve akıl
b) Bilmeleke akıl
c) Müstefad akıl
d) Bilfiil akıl
e) Heyulanî akıl
7. Günümüze ulaşan ilk müstakil ahlak eserini yazan İslam düşünürü kimdir?
a) Farâbî
b) Kindî
c) Ebu Bekir er-Razî
d) İbn Sinâ
e) İbn Miskeveyh
8. Kur’an-ı Kerim’e göre ilk resul kimdir?
a) Hz. Adem
b) Hz. Musa
c) Hz. Davut
d) Hz. İsa
e) Hz. Nuh
9. Aşağıdakilerden hangisi, iyilik, kötülük ve adalet gibi ahlaki değerlerin
Allah’ın iradesinden bağımsız, gerçek bir varoluşa sahip olduğu ve vahiyden
önce fiillerde ontolojik olarak bulunduğu görüşünü savunmaktadır?
a) Eş’arî
b) Mu’tezile
c) Maturidî
d) Gazalî
e) Farâbî
10. Aşağıdakilerden hangisi nübüvvetin hedeflerinden biri değildir?
a) Anlaşmazlıkları ortadan kaldırmak
b) Allah'ı tanıtmak
c) İnsanları şeytanın zararlarına karşı uyarmak
d) İnsanlara kapasitelerini aşan konularda bilgi vermek
e) İnsanları dünyada meslek sahibi kılmak
Cevap Anahtarı
1.E, 2.D, 3.C, 4.B, 5.D, 6.C, 7.C, 8.E, 9.B, 10.E
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
Akbulut, Ahmet. (1992). Nübüvvet Meselesi Üzerine, Ankara.
Arslan, Ahmet. (1994). Felsefeye Giriş, İstanbul, Vadi Yayınları.
Atay, Hüseyin. (1974). Farabî ve İbn Sina’ya Göre Yaratma, Ankara, AÜİF Yayınları.
Aydın, İbrahim Hakkı. (2000). Farabî’de Metafizik Düşünce, İstanbul, Bil Yayınları.
Aydın, İbrahim Hakkı. (2003). Farabî’de Bilgi Teorisi, İstanbul, Ötüken.
Aydın, Mehmet. (1999). “Ahlak-İslam Felsefesi”, İstanbul, TDV İslam Ansiklopedisi.
Bayraktar, Mehmet. (1985). İslam’da Bilim ve Teknoloji Tarihi, Ankara, Türkiye
Diyanet Vakfı Yayınları.
Bayraktar, Mehmet. (1999). İslam Düşünce Tarihi, Eskişehir, Anadolu Üniversitesi
Yayınları.
Bolay, Süleyman Hayri. (1999). Felsefî Doktrinler ve Terimler Sözlüğü, Ankara,
Akçağ Yayınları.
Çağrıcı, Mustafa. (1989). İslam Düşüncesinde Ahlak, İstanbul, İFAV.
Dağ, Mehmet. (1991). “İslam Felsefesinin Bazı Temel Sorunları Üzerinde
Düşünceler”, Samsun, OMÜİFD, sy. 5.
Gazalî. (1302). İhya-u Ulumi’d-Din, Mısır.
Karaman, Hüseyin. (2004). Ebu Bekir er-Razî’nin Ahlak Felsefesi, İstanbul, İz
Yayıncılık.
Karaman, Hüseyin. (2005/2). “Ebu Bekir er-Razî’ye Göre Yaratma”, Atatürk
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, sy. 23.
Karaman, Hüseyin. (2010). İslam Felsefesi Tarihi, Rize, STS Kitap Kırtasiye.
Karlığa, Bekir. (1986). “Vücud” md. İslam Ansiklopedisi, İstanbu, MEB. Yayınları.
Kaya, Mahmut. (1984). “Mahiyet ve Varlık Konusunda İbn Rüşd’ün İbn Sina’yı
Eleştirmesi”, İbn Sina Doğumunun Bininci Yılına Armağan (içinde), Ankara, TTK
Yayanı.
Kılıç, Recep. (1992). Ahlakın Dini Temeli, Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları.
Kutluer, İlhan. (1989). İslam Felsefesi Tarihinde Ahlak İlminin Teşekkülü, İstanbul,
Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Doktora Tezi.
Özcan, Hanifi. (1993). Mutüridî’de Bilgi Problemi, İstanbul, İFAV Yayınları.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
Uludağ, Süleyman. (1994). İslam Düşüncesinin Yapısı, İstanbul, Dergâh Yayınları.
Ülken, Hilmi Ziya. (1995). İslam Düşüncesi, İstanbul, Ülken Yayınları.
Yavuz, Salih Sabri. (ts.). İslam Düşüncesinde Nübüvvet, İstanbul, İnsan Yayınları.
Yavuz, Yusuf Şevki. ve diğr. (1998). İslam’da İnanç Esasları, İstanbul.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
• Hayatı ve Eserleri
• Felsefi Düşüncesi
• Felsefi Ekoller Sınıflandırması
• İlimler Sınıflaması
• Bilgi Felsefesi ve Şüpheci Metot
• Akıl-Din Münasebeti
• Mantık Anlayışı
• Siyaset ve Ahlak Anlayışı
• Psikoloji Anlayışı
• Nedensellik Tenkiti
• İslam Meşşaî Felsefesinin Tenkidi
• Tehafüt Geleneği
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
GAZALÎ ve FELSEFEYE
YÖNELTİLEN ELEŞTİRİLER
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• Gazalî'nin hayatını, eserlerini,
• İlimler tasnifini, şüpheci
metodunu,
• Felsefi düşüncesini,
• Felsefe -din ilişkisini,
• Gazalî'nin felsefe eleştirisini,
• Tehâfüt geleneğine etkilerini
değerlendirebileceksiniz.
İSLAM DÜŞÜNCESİ
TARİHİ
Prof. Dr. Kemal SÖZEN
Yrd. Doç. Dr. Necdet DURAK
ÜNİTE
8
Gazalî ve Felsefeye Yöneltilen Eleştiriler
GAZALÎ (H. 450–503/M. 1058–1111)
Gazâli’nin yaşadığı H. V./M. XI. yüzyıl İslam kültür ve medeniyetinin felsefi,
ilmî, dinî ve siyasi bakımdan İslam Düşüncesi’nin zirveye ulaştığı bir dönemdir. Bu
dönemde İslam dininin getirdiği kültür atmosferi içerisinde gelişen ve sistemleşen
felsefe, kelam ve tasavvufun yetkin eserleri ortaya konulmuş; kimya, astronomi,
matematik, tıp gibi müspet ilimlerde daha önce hiçbir medeniyetin ulaşamadığı bir
seviye yakalanmıştır.
Böyle bir üst medeniyet ortamının getirdiği atmosfer içersinde yetişen Gazalî,
sadece bir mutasavvıf, kelamcı, fıkıhçı olarak değil; dönemin kendine kadar gelişen
felsefe geleneğini temelden sorgulayan bir düşünürdür. Bütün bu sahaları kuşatan
ve kendinden sonraki İslam medeniyetinin kültürel gelişimini etkileyen eserleriyle
geniş bir bilgi ve düşünce birikimini ve yorumunu ortaya koymaktadır. Bu yönüyle
Gazalî, kendisinin ihmal edilerek İslam felsefe ve kültürünün anlaşılamayacağı bir
kuşatıcılığa sahiptir.
Hayatı ve Eserleri
Gazalî’nin hayatı ile ilgili
örnek videoyu izleyiniz.
Gazalî, sadece bir
mutasavvıf, kelamcı,
fıkıhçı olarak değil;
dönemin kendine kadar
gelişen felsefe
geleneğini temelden
sorgulayan bir
düşünürdür.
Gazalî İran’ın Horasan bölgesinde, Tus’ta (bugünkü Meşhed) 450 (1058)
yılında dünyaya geldi. Bundan dolayı bazı eserlerde doğduğu kasabaya nispetle etTusî künyesiyle de anılmaktadır. Tam adı Muhammed bin Muhammed bin
Muhammed bin Ahmed’dir. Batı dillerinde ismi Algazel’dir. Künyesi Ebu Hâmid,
lakabı Hüccetü’l-İslam ve Zeynü’d-din’dir. İslam dünyasında Gazalî’ye verilen
Hüccettü’l-İslam (İslam’ın Delili), Zeynü’d-din (Dinin Süsü), Müceddid (Dinîn
Yenileyicisi) gibi sıfatlar düşünürün İslam kültüründeki saygın yerini göstermektedir.
(Sözen, 2000, s. 400) Ebu Hamid, babasının mesleğine (gazzal: yün eğirici, iplikçi)
nispetle Gazalî nisbesiyle meşhurdur. Onun en yaygın olarak kullanılan künyesi Ebu
Hâmid, (Hâmid’in babası) olmasına rağmen, kaynaklar onun bu isimde bir oğlunun
bulunduğundan bahsetmezler. İsminin sonuna bazı kaynaklarda eş-Şâf´î künyesi de
eklenir. Gazalî, yalnız döneminin değil, bütün İslam düşüncesi tarihinin en önde
gelen düşünürlerindendir. Fıkıhta Şafii, kelamda Eş’ariyye ekolünü benimsemiş
olan Gazalî, ömrünün sonlarını tasavvufi bir hayat içersinde geçirmiştir.
Gazalî, dönemin eğitim geleneği doğrultusunda okuma yazma, Kur’an-ı
Kerîm’in ezberlenmesi, matematik, dil bilgisi gibi alanlarda eğitim görmüştür. Daha
sonra Tus’ta Ahmed b. Muhammed er-Razkânî’den fıkıh dersleri almış, beş yıl
boyunca Cürcan şehrinde Ebü’I-Kâsım İsmail b. Mes’ade el-İsmâilî’den bütün fıkıh
eserlerini şerhleri ve haşiyeleriyle öğrenmiş ve hadis ilmindeki bilgisini
geliştirmiştir. Gazalî, daha sonra eğitimini daha üst seviyede devam ettirmek
maksadıyla 1077 yılında dönemin ilim merkezlerinden biri olarak öne çıkan Nîşâbur
şehrine giderek buradaki Nizamiye Medresesine girmiştir. Burada hocası dönemin
tanınmış bir kelam âlimi olan İmamü’l-Haremeyn el-Cüveynî’dir. Kaynakların ifade
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Gazalî ve Felsefeye Yöneltilen Eleştiriler
Gazalî, olağanüstü zekâ
ve hafızaya sahip bir
öğrencidir. Fıkıh, hadis,
akaid, gramer mantık,
kelam ve felsefe gibi
ilim dallarında kendisini
iyi yetiştirmiştir.
Gazalî’nin Eserleri ile
ilgili örnek videoyu
izleyiniz.
Gazalî’nin kelam, fıkıh,
felsefe, tasavvuf gibi
eserleri içersindeki
farklı üslup özellikleri
eserlerin konusu ve
hitap ettiği kesime
yönelik olarak tercih
edilen dil ve anlatım
özelliklerinin
göstergesidir.
ettiğine göre Gazalî, olağanüstü zekâ ve hafızaya sahip bir öğrencidir. Nişabur’da
yukarıda zikredilen disiplinlerin yanı sıra mantık, kelam ve felsefe gibi alanlarda da
kendisini geliştirmiştir. Bu dönemde daha ileri dönemde onun hayatını derinden
etkileyen, tasavvufi kişiliğinin oluşmasına tesir eden Kuşeyrî’nin öğrencilerinden
Farmedî’den tasavvufa dair dersler almıştır.
Gazalî, Cüveynî’nin ölüm tarihi olan 478/1085 yılından sonra Nişabur’dan
ayrılarak, dönemin veziri Nizâmülmülk ile tanışmıştır. Gazalî, altı yıl süren bu
dönem içerisinde 484/1091 tarihinde vezir tarafından Bağdat Nizamiye Medresesi
müderrisliğine tayin edilir. Böylelikle siyasi otoritenin desteğini alarak yeni
görevine başlayan düşünür dört yıl süren bu süreç içerisinde pek çok öğrenci
yetiştirmiş, eserler kaleme almıştır.
Gazalî bu dönemde felsefe ve filozoflar üzerinde incelemelerde bulunmuş,
Bâtıni hareketi köklü bir eleştiriye tabi tutmuştur. Gazalî’nin el-Munkız’da
bildirdiğine göre Bâtınilik, felsefe ve tasavvuf üzerindeki incelemelerinin kendisini
ulaştırdığı sonuçlar, onun hayat çizgisinde bir kırılma ortaya çıkarır ve düşünür zihnî
ve ruhi bir bunalım geçirir. (Gazalî, 1978, s. 71–73) Gazalî, yaşadığı bu hâl
nedeniyle, 1095 yılında, kendi ifadesiyle mal ve mülkü reddederek, Bağdat’tan
ayrılmıştır. O, Bağdat’tan ayrılırken sufiliğin en doğru yol olduğuna karar vermiş
bulunmaktadır. Söylediklerine bakılırsa, İhyâ’ü ulûmi’d-dîn adlı eserini bu anılan
olaydan sonra kaleme almaya başlamıştır. Otobiyografik nitelikteki eserinden
anladığımıza göre, yaklaşık on yıl devam eden münzevi bir hayat neticesinde
Gazalî, Nizamülmülk’ün halefi Fahru’l-Mülk (öl. 1106)’ün tedrise dönmesi
hususundaki kesin çağrısı üzerine 1105 yılında Nişabur’da tekrar dersler vermeye
başlamıştır. Burada bir müddet ders veren Gazalî, tekrar memleketi Tus’a
dönmüştür. Evinin yanında bir tekke ile medrese yaptıran Gazalî, burada ilmî
faaliyetlerde bulunmuştur. Onun hayatının son dönemlerinde Tus’ta öğrencileriyle
ilgilendiği ve tasavvufî irşat faaliyetlerinde bulunduğu görülmektedir. Gazalî, 1111
yılında Tus’ta vefat etmiştir. Cenazesi Taberan semtine defnedilmiştir. (Sözen,
2000, s. 401)
Gazalî, ansiklopedik diye tanımlanabilecek çok yönlü düşünürlerden biridir.
Üzerinde eser kaleme almadığı hemen hemen hiçbir İslami disiplin
bulunmamaktadır. Gazalî, bu açıdan hiçbir İslam düşünürüyle kıyaslanamayacak
kadar döneminin her ilim dalında ve hemen hemen her problemi üzerinde eserler
kaleme almıştır. Günümüze ulaşan eserlerinin sadece başlıkları bile bu durumu
ifade eder. Yaşadığı asırdan itibaren hem İslam hem de Batı dünyasında
görüşleriyle büyük yankı uyandıran düşünür için en önemli kaynak, kendi hayatını
ve felsefi öğretisini bize ana çizgileriyle sunan el-Munkızu-mine’d-dalâl’dır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Gazalî ve Felsefeye Yöneltilen Eleştiriler
Mütefekkirin önemli bazı eserlerini şöyle sıralayabiliriz:
Fıkıh: el-Menhûl fi’l-usûl, el-Basît fi’l-fürû, el-Vasît, el-Vecîz, el-Fetâvâ, elMüstesfâ fî ilmi’l-uşûl, Hulâsatü’l-Muhtasar ve nikâvetü’l-mu’tasar, Gayetü’l-gavr fî
dirâyeti’d-devr, et-Ta’lîka ü fürû’i’l-mezheb, Me’âhizü’l-hilâf, Tehzîbü’l-usûl.
Mantık: Mi’yârü’l-ilm, Mihakkü’n-nazar fî ‘ilmi’l-mantık, Şifâ’ü’l-galîl, elKıstâsü’l-müstakim, Lübâbü’n-nazar, Tahşînü’l-me’âhiz, el-Mebâdî ve’l-ğâyât.
Kelam: Fedâ’ihu’l-Bâtıniyye, el-İktisâd fi’l-itikad, el-Maksadü’l-esnâ,
Faysalü’t-tefrika beyne’l-İslam ve’z-zendaka, el-Kânûnü’l-külli fi’t-te’vîl, erRisâletü’l-Va’zıyye, ed-Düretü’l-fâhire, İlcâmü’l-avâm an ilmi’l-kelam, Kavâ’idü’l’akâ’id, Hüccetü’l-hak, Mufassılü’l-hilâf, ed-Dercü’l-merküm bi’l-cedâvil, el-Menhûl
ü ‘ilmi’l-cedel.
Felsefe: Makâsıdü’l-felâsife, Tehâfütü’l-felâsife, el-Madnûnü’l-kebîr, elMadnûn bih alâ ehlih, er-Risâletü’l-Ledünniyye, Mişkâtü’l-envâr, el-Munkızumine’d-dalâl.
Tasavvuf-Ahlak: Mîzânü’l-’amel, İhyâ’ü ulûmi’d-dîn, Bidâye-tü’1-hidâye,
Cevâhirü’l-Kur’ân, Kimyâyı Sa’âdet, Eyyühe’l-veled, Nasîhatü’l-mülûk, el-İmlâ alâ
müşkilâti’l-İhyâ, Sırrü’l-’âlemîn, Minhâcü’l-âbidîn. (Karlığa, 1996, s. 518-524)
FELSEFİ DÜŞÜNCESİ
1- Felsefi Ekoller Sınıflandırması
Gazalî, otobiyografik eseri el-Munkiz mine’d-dalâl’de epistemolojik ve
metodolojik olarak hakikati arayanlar olarak nitelendirdiği döneminin fikir
hareketlerini kelam âlimleri, Bâtıniler, filozoflar ve sufiler olmak üzere dört kısımda
değerlendirir. (Gazalî, 1978, s. 44) Gazalî, bu gurupları ciddi bir eleştiriye tabi
tutmakta, insanı hakikate ulaştıracak bilginin ve yöntemin hangisinde
bulunduğunun tespit ve tahliline girişmektedir. Bu ilimleri birer birer ele alarak
ayrıntılı olarak değerlendirmektedir.
Gazalî, döneminin fikir
hareketlerini kelam
âlimleri, Bâtıniler,
filozoflar ve sufiler
olmak üzere dört
kısımda değerlendirir.
a) Bâtıniler
Bâtıni hareket hicri V. yüzyılda siyasi sahada Fatımî Devleti (910-1171) ve
Hasan Sabbah (öl. 1124)’ın terör faaliyetleriyle İslam dünyasında büyük tahribata
neden olmuştur. Bağdat'ta Nizamülmülk tarafından kurulan ve 1091’de Gazalî’nin
başına getirildiği Nizamiye Medresesi, devlet himayesi ile büyük ilim merkezi
olarak, Bâtıni görüşlere karşı ehli sünnet görüşlerini koruma ve müdafaa etme
görevini yerine getirmekteydi. Gazalî, dönemin halifesi Mustazhır Billah (öl. 1118)
tarafından, Bâtınilerin düşüncelerini reddeden eserler yazmakla görevlendirilmiş,
böylece tartışmaların içinde aktif bir görevde yerini almış olur. Gazalî, askerî
planda sürdürülen mücadeleye hâmisi ve dostu Nizamülmülk'ün Bâtıniler
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Gazalî ve Felsefeye Yöneltilen Eleştiriler
tarafından öldürülmesine rağmen kalemi ile katılmış, Fedâ’ihu’l-Bâtıniyye başta
olmak üzere çeşitli eserler kaleme almıştır. Munkız'da bu konuda yazdığı eserlerin
bir listesini vermektedir. Gazalî’nin bu konudaki ayırdedici vasfı, Bâtıni hareketin
temel itikadi görüşlerini kaynaklarından alarak ortaya koyması, İslam dininin temel
prensiplerini ortadan kaldıran uygulamalarından ve aşırı tevillerinden örnekler
vererek onların Kur'an'ı tekzip edip küfre yönelen bir inanç sistemi olduğunu
delilleriyle belirtmesidir.
b) Kelamcılar
Gazalî, kelam ilminin
halka öğretilmesinin
faydalı olmayacağı
anlayışındadır.
Gazalî, Munkız'da kelam ekolü mensuplarını sünnet ehlinin akidesini
muhafaza ve bunu bidat ehlinin tehlikesinden korumada gösterdiği başarı için över.
Düşünürümüze göre, kelam ilmi gelişim süreci içerisinde ortaya koyduğu
çalışmalarla ilk dönem üzerinde yoğunlaştığı ehli sünnet akidelerini müdafaa gibi
konuların yanı sıra felsefenin konuları olarak değerlendirilen eşyanın hakikatlerini,
cevherlerini, arazları ve bunların hususiyetlerini araştırmaya yönelmiştir. Fakat
kelam ilminin temel maksadı bu olmadığından asli gayelerinden uzak düşmüşlerdir.
Munkız'da, kelam ilminin halkın ihtilaflarındaki müphem tarafları, karanlıkları
tamamen izale edecek bir netice ortaya koyamadığını bu görüşlerin kendisini tam
olarak tatmin etmediğini belirtir. (Gazalî, 1978, s. 46)
İslam dünyasında ilk defa felsefi metodolojiye dayalı kelam eserleri Gazalî
tarafından kaleme almıştır. O, bu sahada Eş'arî ekolünün en büyük temsilcisidir. İbn
Haldun'a göre mantık metotlarını esas alarak kelam ilmine dair eser kaleme alan ilk
düşünür Gâzâlî’dir. Ona göre kelam tarihi, Gâzâlî öncesi ve sonrası diye iki kısımda
incelenir. Bu açıdan Gazalî ile birlikte, kelam ilminde Mutezile ile başlayıp Eş'arî,
Matüridî ve Bakıllanî gibi ehli sünnet kelamcıları ile yetkinlik kazanan klasik
mütekaddimîn dönemi tamamlanıp, felsefe ve mantığa ağırlık veren müteahhirin
dönemine geçilmiştir.
Gazalî, mantığın İslami ilimlerle mezcedilerek, İslami bir terminoloji ile kelam
ilmi içinde yer almasını sağlamıştır. Bu açıdan onun kelam tarihindeki en önemli
özelliği metodolojik yenilik getirmiş olmasıdır. Gazalî sonrası kelam eserlerinin ana
karakteristik vasıflarından biri de felsefi konuların ağırlıklı olarak yer almasıdır.
Gazalî’nin kelam ilmiyle ilgili önemli görüşlerinden biri de kelam ilminin önemli,
öğrenilmesi farz-ı kifaye bir ilim olmasına rağmen bu ilmi herkese öğretmenin
doğru olmadığı anlayışıdır. Müfekkir, kelamın özellikle halka öğretilmesinin faydalı
olmayacağı görüşündedir. İnsanları dört gruba ayırarak, halk için mücerret tasdik
ve kabulün yeterli olduğunu belirtir. Onların inançlarının sarsılmaması için kelam
ilminden uzak tutulmasını tavsiye eder. Gazali'nin kelam ilminde açtığı tenkitçi, aklî
ve psikolojik çığır kendisinden sonraki düşünürler tarafından da sürdürülmüştür.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Gazalî ve Felsefeye Yöneltilen Eleştiriler
c) Felsefeciler (Felasife)
Gazalî, fırkalarının çokluğuna ve mezheplerin çeşitliliğine rağmen, filozofları
üç kategoriye ayırmaktadır:
1) Dehriyyun (Materyalistler)
2) Tabiiyyun (Tabiatçılar)
3) İlahiyyun (Metafizikçiler)
Felsefe ile uğraşanları
Materyalistler,
Tabiatçılar.
Metafizikçiler olmak
üzere üç ana başlık
altında toplayan Gazalî
bu ekollerin tamamını
eleştirir.
Gazalî, bu ekollerin tamamını eleştirir. Birinci grupta yer alan materyalist
(Dehriyûn) filozofların kâinatı idare eden ve her şeye muktedir olan bir yaratıcının
varlığını inkâr ettiklerini, âlemin kendi kendine var olup bu şekilde süregeldiğini
iddia ettiklerini belirtir. Gazalî bu düşünürleri zındıklar (zenâdika) olarak adlandırır.
İkinci grupta yer alan tabiatçı (tabiiyun) filozofların ise çalışmalarını tabiat âlemini,
hayvan ve bitkileri incelemek üzere yoğunlaştırdıklarını belirtir. Gazalî, bu
çalışmaların aslında insanı Allah’ın mevcudiyetini itirafa zorlayan bir yönü olmasına
rağmen bu grupta yer alan düşünürler akla ziyadesiyle güvenmenin ortaya çıkardığı
bir mizac neticesinde ahireti, cenneti, cehennemi, kıyameti ve hesab gününü inkâr
ederek, şehevi arzulara yöneldiklerini belirtir. Gazalî’nin bu tasnifinde üçüncü
grupta İlahiyyun (Metafizikçiler) olarak adlandırdığı filozoflar yer almaktadır.
Müfekkirimiz, Antik Yunan filozoflarından başlayarak İslam filozoflarını ve felsefe
içerisinde yer alan bütün disiplinleri incelemektedir. Gazalî, bütün bu
değerlendirmelerinde İslam filozoflarından hiçbirinin, Aristoteles’in felsefi
öğretisini Farabî, İbn Sina gibi doğru nakletmediğini de belirtir. (Gazalî, 1978, s. 50)
Düşünürümüz, Aristoteles’i ve onun felsefe geleneğini İslam dünyasında sürdüren
başta Farabî ve İbn Sina olmak üzere Meşşaî ekolünü, diğer bir ifadeyle felsefeyi
eleştirmek için Tehâfütul-felâsife adlı eserini kaleme almıştır.
d) Mutasavvıflar
Gazalî, İslam dünyasında kendi dönemine kadar gelişen tasavvuf ilmine ve
sufi hayat anlayışına yeni bir yön kazandırmıştır. Bu alana yönelik tereddütleri
ortadan kaldırmış, ona meşruiyet kazandırarak yaygınlaşmasında etkili olmuştur.
O, el-Munkız’da şüphelerden kurtuluşunu akli delillere değil, Allah’ın kalbine attığı
bir nur ile olduğunu ifade etmiştir. Gazalî, bu nurun birçok bilgilerin anahtarı
olduğunu belirtmiştir. Bunu Kur’an’dan bazı ayetlerle desteklemesiyle
çocukluğundan beri var olan sufi yaklaşımlar kırklı yaşlarında belirginleşmiştir.
Hayatının son dönemini ise gerçeği bulduğunu ifade ettiği bu doğrultuda
sürdürmüştür. Gazalî, sufilerin zevk ve dinî tecrübe metotlarını benimsemekle
beraber yanlış hükme varanları, bu yolda aşırıya kaçanları da tenkit etmiştir.
(Gazalî, 1978, s. 46) Düşünürün gerek hayatı, gerekse eserleri onun büyük bir sufi
düşünür olduğunun göstergesidir. Başta İhya olmak üzere pek çok eserinde inanç,
ibadet ve ahlaki değerleri tasavvufi bir perspektiften ele almış, Mişkâtü'l-envâr’da
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Gazalî ve Felsefeye Yöneltilen Eleştiriler
olduğu gibi ruh, nefs gibi kavramları bu doğrultuda yorumlamıştır. Gazalî, aklî
kıyaslar yerine psikolojik tecrübeyi öne çıkarmış, dinî ilimlerin ihyasının ancak
tasavvufi bir zemininde gerçekleşebileceğine inanmıştır. Bu yaklaşımını ifade
edecek bir din felsefesi meydana getirmiştir.
2- İlimler Sınıflaması
Gazalî ilimleri ikiye ayırır:
a)
Şer’î (dine dair) ilimler: Bunlar usul, yani kelam ve furû (amelî) ilimler olup
kendi içinde fıkıh ve ahlak olmak üzere ikiye ayrılır.
b)
Akli ilimler (Şer’î olmayan ilimler): Gazalî, Makâsıdü’l-felâsife’de bunların
matematik (riyazi) ve mantık, tabiat bilimleri (tabiiyat) ve metafizik (İlahiyat) gibi
ilimleri kapsadığını söyler. O, el-Munkız’da bu ilimleri Farabî’yi takip ederek riyazî
ilimleri (matematik), mantıki ilimler, tabii ilimler, metafizik bilimler, Siyasi ilimler ve
ahlaki ilimler şeklinde tasnif eder. Benzer bir tasnif İhyâ’da da yer almaktadır.
3- Bilgi Felsefesi ve Şüpheci Metot
Ders anlatım videosunu
izleyiniz
Gazalî doğru bilginin
imkânı sorusunda,
şüphe krizi içerisine
düşmüştür. Gazalî’ye
göre şüphe insanı
gerçeğe ulaştıracak
bir yol ve yöntemdir.
Doğruluğu ya sübjektif veya objektif olarak denetlenmiş ve dinde apaçık
ifadesini bulmuş her türlü veri Gazalî’ye göre bilgidir. Bilgi, aklın eşyayı kavraması
sonucu elde ettiği bir soyutlamadır. Düşünürümüz doğru bilginin imkânı
sorusunda, şüphe krizi içerisine düşmüştür. Fakat amacı gerçekten doğru bilginin
imkânlarına kavuşmak olduğu için felsefede metodik şüphe olarak adlandırılan bu
şüphe insanı gerçeğe ulaştıracak bir yol ve yöntemdir. Bu metot bilindiği gibi daha
sonra Descartes (ö. 1650) tarafından da kullanılmıştır. Gazalî’ye göre doğru bilginin
ilk şartı şüphedir. Müfekkirimiz, öncelikle bizi çelişkili hükümlere götüren zekâdan,
algı yanılmalarına yol açan duyulardan şüphe eder. Duyuları ve aklı bilgi kaynağı
olarak kabul etmekle beraber, bu bilgilerin kesinliğine güvenemez. Aklın ilkeleri de
kesinlik arz etmediği için, bunun ötesinde bir kesinlik arar. Gazalî’ye göre şüphe,
düşünmenin, gerçeği aramanın, körlük ve dalalete düşmenin önüne geçmenin
yoludur. O, el-Munkız’da ifade ettiğine göre sistemli şüpheciliği, eşyanın geçek
mahiyetinin ne olduğunu sorması ve bu hususta kesin bilgiye ulaşma arayışıyla
başlamıştır. (Gazalî, 1978, s. 39)
Gazalî’de şüphe bir bilgi sorunudur. Ontolojik bir şüphe değildir. Bilginin elde
edilişi ve değeri ile ilgili bir konudur. Gazalî’ye göre; şüphe hakikate götürür.
Dolayısıyla müfekkirimizin şüphesi onu yakınî bilgiye ve imana ulaştırmıştır.
Gazali’nin ifadelerinden anlaşılmaktadır ki, onun bu şüphelerden kurtulması aklî bir
delil yardımıyla değil Allah’ın kalbine attığı bir nur ile olmuştur. Bu nur kendi
ifadesiyle birçok bilginin anahtarıdır. (Gazalî, 1978, s. 39)
Gazalî bilgi teorisini kısa fakat sistematik olarak özetlediği el-Munkız'da akıl
ve duyuları felsefi açıdan tenkit etmiştir. Müfekkirimize göre, insanın var olma
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Gazalî ve Felsefeye Yöneltilen Eleştiriler
gayesi Allah’ı bilmektir ve bu bilmenin ilk aşaması insanın sahip olduğu bilgi aletleri
olan duyular ve idrâkler ile gerçekleşmektedir. Bu açıdan gerçek ve yakînî bilginin
ilk aşamasını kendisinden şüphe edilmeyen ve eşyayı bize olduğu gibi veren, duyu
organları ile kazanılan bilgiler oluşturmaktadır. Düşünürümüz bunları “mahsusat”
ve “zaruriyat” veya kısaca “bedihî” bilgiler olarak adlandırılır. (Gazalî, 1978, s. 40–
41) Onun epistemoloji anlayışına göre beş duyu, akıl ve kalb insanın bilgi
kuvvetleridir. Fakat algı, duyular ve akıl sınırlı bir güce sahiptir. Bundan dolayı
doğru bilginin imkânında her zaman yanılgıya düşebilir. Gazalî’ye göre bilmek
temel bilgilere dayanarak, öncelikle eşyayı beş duyu ile algılamak, sonra akılla idrâk
etmek, daha sonra duyuların ve aklın verilerini tecrübe etmektir. Bu tecrübe içsel
bir tecrübedir ve yeri kalptir. Düşünürümüze göre insan kalbinin bir bilgi vasıtası
hâline gelebilmesi için kalbin manevi kötülüklerden arındırılması, ruhun bedenî
arzulardan uzaklaştırması gereklidir. Bunun gerçekleşmesine yönelik olarak
tasavvufta bazı metotlar kullanılmaktadır. Gazalî’ye göre kalb gözü ile görme
mertebesine ulaşabilen insanlar hem fizik âlemin hem de onun ötesinde metafizik
âlemin bilgisini doğrudan elde edebilirler.
4- Akıl-Din Münasebeti
Gazalî, bilgilerin insanı
terbiye edici, yani
ahlaki yaşantısına
katkıda bulunmasını
öne çıkarır.
Aklı, insanı hayvandan ayırt eden bir fenomen olarak kabul eden Gazalî
İhya’nın üçüncü cildinde onu iki anlamda kullanarak bunlardan birincisinin eşyanın
hakikatini bilmeyi sağlayan akıl olduğunu ve kalbde bulunan “ilim” sıfatından ibaret
bir nitelik taşıdığını belirtir. İkinci olarak akıl ile ilimler ifade edilmektedir ki, o
zaman kalbin kendisi olur. Gazalî, el-İktisâd adlı eserinde birçok hakikatleri insan
akıl sayesinde öğrenmesine rağmen onun gücünün de bir sınırı bulunduğunu,
bütün sırları açıklayamadığını belirtmektedir. Akıl bizlere fenomenleri, yani
nesnelerin dış yüzlerini vermekte, ama nesnelerin hakikatlerini, numenleri
bilmemizde bir faydası olmamaktadır. Gazalî’ye göre akıl; matematik, astronomi,
mantık gibi sahalarda insanlara güvenilir olduğu hâlde; metafizik sahada güvenilir
değildir. Bundan dolayı ancak şeriat (din) ile kılavuzluk yapabilir. Şeriat da ancak
akıl ile anlaşılıp ortaya konulabilir. (Taylan, 1989., s. 175)
Gazalî, akıl ile şeriat arasındaki ilişkiyi Mişkâtu’l-envâr’da göz ile ışık
arasındaki ilişkiye benzeterek açıklamaya çalışır. Ona göre, hikmetin en büyüğü
Allah’ın Kitabı Kur’an’dır. Göz için güneş ışığı ne ise, akıl için de Kur’an odur. Buna
göre gözün eşyayı görmesi ancak güneş ışığı ile mümkün olduğu gibi, aklın
hakikatleri idrâk etmesi de ancak Kur’an ayetleri ile mümkündür. Gazalî ‘ye göre
akıl, ancak din (şeriat) ile kılavuzluk yapabilir. Şeriat da ancak akıl ile anlaşılıp
ortaya konulabilir. Akıl ile şeriat bir bina ile bu binanın temeline benzetilmektedir.
Müfekkire göre, doğruluğundan şüphe edilemeyen bilgiler, sadece dinî
bilgilerdir. Bu türden bilgiler aklın doğruluğu ve yanlışlığı hakkında hiçbir
araştırmaya girmeden kabul ettiği, apaçık bilgilerdir. Gazalî, dinî bilgiden öncelikle
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Gazalî ve Felsefeye Yöneltilen Eleştiriler
Kur’an-ı Kerim ve hadislerde geçen bilgileri anlamaktadır. Bu bağlamda Gazalî, elİktisad gibi eserlerinde Allah'ın varlığını ispat için klasik hudûs delilini kullanmasına
rağmen İhyâ ve Cevâhirü’l-Kur’ân, İlcâm gibi eserlerinde onun asıl önem verdiği
delil, gaye ve nizam delilidir. Düşünür kendi incelemelerine göre Kur'an'da Allah'ın
mevcudiyetine 500 kadar ayet işaret etmektedir. Müfekkire göre kelam ekolünün
önem verdiği hudûsa dayalı deliller insanları tatmin etmemektedir. Gazalî bilgilerin
insanı terbiye edici, yani ahlaki yaşantısına katkıda bulunmasını öne çıkarır, bu
olmadığı müddetçe bilginin bireye ve topluma fayda sağlamayacağını düşünür.
Gazalî, bilgi bakımından insanı, bütünlüğü içinde kavrayıp tanıtmaya çalışmıştır.
(Taylan, 1989, s. 168)
5- Mantık
Ders anlatım videosunu
izleyiniz
Gazalî, fıkıh usulünün
en önemli
eserlerinden biri olan
el-Müstasfâ'da
mantık bilmeyenin
ilmine asla
güvenilemeyeceğini
belirtir.
İslam dünyasında daha önce sadece felsefenin bir disiplini olarak görülen
mantık ilmini ilk defa Gazalî İslami ilimlerle meczeder. Gazalî, İbn Sina'dan aldığı
Aristoteles’in formel mantığının dinle ilişkisi bağlamında ret veya kabul gibi bir
ilişkisinin olmadığını belirterek mantığın sadece bir alet işlevi gördüğünü vurgular.
Mantık, tutarlı akıl yürütmenin şartlarını ve kurallarını, önermenin unsurlarını,
kıyas yollarını, burhan için gerekli olan öncüllerin şartlarını, doğru tanımı, kısaca
doğru düşünmenin yöntemini ortaya koymaktadır. Müfekkirimiz, bu ilimi inkâr
edenlerin hem aklından hem de dininden şüphe duyulacağını belirtmektedir.
Mantık, bütün ilimler için bir mizan, bir miyar, bir mihakk (ölçüt) tır. O, fıkıh
usulünün en önemli eserlerinden biri olan el-Müstasfâ'da mantık bilmeyenin
ilmine asla güvenilemeyeceğini özellikle belirterek, İslam dünyasında metodoloji
anlayışında önemli bir değişim ortaya koymuştur.
Gazalî ile birlikte mantık, içtihadın şartlarından biri haline gelmiş ve
öğrenilmesi Müslümanlar üzerine farz-ı kifâye olan bir ilim sayılmıştır. Gazalî,
Tehâfütü'l-felâsife gibi pek çok eserinde mantığın bir yöntem olarak nasıl
kullanılacağını örneklerle ortaya koymuştur. Mi’yârü’l-ilm, Mihakkü’n-nazar gibi
mantık üzerine kaleme aldığı eserlerinde, el-Müstasfâ gibi mantık dışındaki
kitaplarında geleneksel mantık terimlerinin yanı sıra fıkıh ve kelamda meşhur ve
maruf olan terimleri kullanmayı tercih etmiştir. Ayrıca İslami terminojiye uygun
yeni terimler üretmiş, fıkhi ve kelami örneklerle konuyu işlemiş ve bu disiplinin
daha geniş bir kitle tarafından kullanılıp benimsenmesine zemin hazırlamıştır. Dinî
ilimlere mantığın girmesiyle bu ilimlerde sistemleşme başlamış, terminoloji
oturmuş, ikna etme ve kendi fikrini hâkim kılma gayreti, yerini akli istidlallere
bırakmıştır. Bu anlayış mantığın kullanılma yöntemi açısından mütekaddimin,
müteahirin ayrımını ortadan kaldırmıştır. Böylelikle Aristoteles’in mantık geleneği
yaygınlık kazanmış, İslam metodoloji ve eğitim sistemine dâhil olmuştur. Fakat
Gazalî’nin bu tutumu İslam dünyasında skolastisizmi güçlendirmiştir. (Taylan, 2006,
s. 265) Bu bağlamda temelini Aristoteles mantığının oluşturduğu Ebherî’nin
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Gazalî ve Felsefeye Yöneltilen Eleştiriler
İsagoci’si ve Kazvinî’nin bu esere yazdığı şerh olan eş-Şemsiyye’si medreselerimizde
yüzyıllar boyunca okutulmuştur.
6- Siyaset
Gazalî’nin ahlak
anlayışının genel
karakteristiği, diğer
ehl-i sünnet âlimleri
gibi anti-ütilitarist
olmasıdır.
Gazalî, başta Nasîhatü’l-mülûk olmak üzere, İhyâ, Kimyâ-yı Sa’âdet, el-İktisâd
fi’l-itikad gibi eserlerinde siyaset konusundaki görüşlerini ortaya koymuştur.
Siyasetin insan hayatı için önemini gören düşünür, onun lüzumu üzerinde ısrarla
durmuştur. Gazalî, siyaset-ahlak birlikteliğine önem vermiş, iyi bir siyasi teşkilatın
kişiyi ahiret hayatına hazırlayan, siyasi kargaşalıkların ise aksine insanı Allah’a
yönelmekten alıkoyan bir durum olduğunu belirtmektedir. Gazalî’ye göre devlet,
insan için gerekli bir kurumdur. İnsan, toplumsal bir canlıdır ve hayatını tek başına
ikame etmekten acizdir. İnsanların bir arada yaşamasının düzene kavuşturulması,
kuralsızlığın önüne geçilmesi için hukuk sistemi ve hükümet gereklidir. Gazalî’ye
göre devletin zirvesinde bulunan hükümdar altısı yaradılıştan, dördü sonradan
kazanılan on vasfı kendinde toplamalıdır. Gazalî, siyaset anlayışında hükümdarlık
ve adalet ilişkisine büyük önem vermektedir. Hükümdar adil olduğu takdirde
yeryüzünde Allah’ın vekilidir. Bundan dolayı Allah’ın ve Peygamber’inin emirlerini
hiçbir zaman hatırından çıkarmamalıdır. Müellif bu bağlamda adil bir idarecinin
adaleti tesis için yapması gerekenler üzerinde ayrıntılı olarak durmaktadır. Bu idari
kurallar genellikle ahlaki bir perspektif içersinde yorumlanmıştır. (Taylan, 2006, s.
289-290)
7- Ahlak
Gazalî’nin ahlakta
kendisine temel aldığı
kaynak Kur’an ve
sünnettir. O, İslam
dininin özünün
ahlakta
düğümlendiğine
inanır.
Gazalî’ye göre ahlak ilmi, temelde nefsin sıfatlarını, ahlak çeşitlerini, nefsin
sıfatlarını ve bunların terbiye ile ıslah çarelerini incelemektedir. Düşünüre göre,
filozofların bu konulardaki görüşlerinin kaynağını sufiler teşkil etmektedirler.
Gazalî’ye göre filozoflar, sufilerin bu sözlerini almışlar ve kendi batıl sözlerini
güzelleştirip kabul ettirmek için kendilerinkilerle karıştırmışlardır. (Gazalî, 1978, s.
56) Gazalî, İslam’ın özünün ahlakta düğümlendiğine inanır. Gazalî’nin ahlakta
kendisine temel aldığı ilk kaynağı Kur’an ve sünnettir. Gazalî’nin kaleme aldığı en
önemli ahlak eseri İhyâ’ü ulûmi’d-dîn’dir. Bu eser, özel olarak ahlak sahasında
yazılmış bir kitap olmayıp ahlakın yanı sıra tasavvuf, kelam ve fıkıh konularını da
ihtiva etmektedir. Bunun yanı sıra, diğer pek çok eserlerinde yeri geldikçe ahlak
meselelerine değinmektedir.
Gazalî’ye göre en yüksek ahlaki ideal olan ma’rifettullah ancak temizlenmiş
kalplerde yer bulacaktır. Gazalî’nin ahlak anlayışının genel karakteristiği, diğer ehl-i
sünnet âlimleri gibi anti-ütilitarist olmasıdır. Bu dünyada kazanılacak olan faydaları
ahlakın gayesi olarak görmez. Gazalî İhyâ’nın birinci cildinde adalet, doğruluk,
cesaret, gibi erdemlerin yanı sıra şükür, sabır, yardımlaşma, tövbe ile kıskançlıktan
ve kinden sakınmayı da belirtmektedir. İhyâ’nın ikinci cildinde, en başta gelen
erdemlerin zevklerden uzaklaşma, yoksulluk ve sabır olduğunu belirtir. Gazalî’ye
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Gazalî ve Felsefeye Yöneltilen Eleştiriler
göre, en yüksek erdem Allah’ın birlik ve tek olduğu (tevhid) bilgisine dayanan güven
(tevekkül)dir. Allah’tan gelen hidayeti tüm erdemlerin elde edilmesinde temel şart
olarak görür. O, ahlaksızlıktan ahlaka, kötüden iyiye ve yanlıştan doğruya geçişin
ifadesi için vardır. Gazalî, bu ayrılıklar net bir şekilde görülmedikçe, herhangi bir
iyilik yapmayı ve kötülükten kaçınmayı mümkün görmez. (Şeyh, 1990, s. 258)
Gazalî’ye göre insanın fiilleri tek başlarına ele alındığında onların iyiliğinden veya
kötülüğünden söz edemeyiz. Onların iyilik ve kötülüğü, fiillerin kendisinde değil,
yöneldiği gaye veya sonuçla bağlantılıdır. Ona göre insan eylemlerinin yöneldiği
gaye uhrevi bir gaye olmalıdır. Vahiyden kaynağını almadıkça, bir ahlakta mutlak
hayır ve mutlak şerden bahsedilemez. Gazalî, bununla felsefi ahlak teorilerinin
kaynağının dine dayandırılması gerekliliğine işaret etmektedir. Mutluluğu elde
etmede üç temel şart olarak gördüğü fayda, lezzet ve güzellik ideallerinin ve en
yüksek mutluluğun, en mükemmel hâliyle ahirette elde edileceğini düşünmektedir.
Bunun yanı sıra, mutluluğun bu dünyada da elde edilmesi büsbütün imkânsız
değildir. Ona göre bu mutluluk, insanın duyular ile kavradığı âlemin yanı sıra, aşkın
âlem hakkında edineceği bilgi ile aşağı arzular karşısındaki hürriyetinin kendisine
sağladığı yetkinlikten duyduğu sevinçtir.(Çağrıcı, 1989, s. 157–160)
8- Psikoloji
Gazalî, nedenselliği
ontolojik ve
epistemolojik açıdan
eleştirmiş ve
nedenselliğin zorunlu
bir ilke olmadığını
ifade etmiştir.
Gazalî’nin psikolojisi onun ruh anlayışı ile ilgilidir. Gazalî’ye göre canlılar için
üç çeşit ruhtan söz edilebilir: İnsani, nebati ve hayvani ruh. İnsani ruh diğer iki ruhi
gücün bütün niteliklerine sahip olmakla birlikte akıl, yani düşünme gücü ile
onlardan ayrılmaktadır. Gazalî, insanı bir akıl varlığı olarak değerlendirir. Düşünen
nefs (en-nefsu’n-nâtıka) olarak adlandırılan insani ruhun bilici gücü (el-kuvvetü’lâlime) ve yapıcı gücü (el-kuvvetü’l-âmile) bulunmaktadır. Gazalî İhyâ' nın üçüncü
cildinde insanı belirleyen dört temel kavram olarak akıl, ruh, nefs ve kalb üzerinde
durmakta ve bunların aynı anlama geldiğini belirtmektedir. Ona göre akıl, eşyanın
hakikatini bildiren ve yeri kalb olan “ilim” sıfatından ibarettir. Gazalî’ye göre kalb,
maddî anlamda sadece bir organ iken, manevi anlamda "Rabbani-ruhani latif bir
unsur" olup insanın asıl bilen ve tanıyan melekesidir. Ruh, tıbbi ifadesiyle,
insandaki canlılık fonksiyonu sağlayan unsur iken diğer anlamıyla Kur'an'da
belirtildiği üzere bir "emr-i rabbani"dir. İnsan sahip olduğu ruhi özellikleriyle iki
âlem arasında bulunan bir canlıdır. Gazalî Mişkâtü'l-envâr'da nur diye adlandırdığı
bilgi türlerini incelerken Kur'an'ın ifadesiyle "nur üstüne nur" şeklinde tanımladığı
sezgisel bilgilerin insanın kalp gözünün açılmasıyla kazanılacağını belirtir. Gazalî’ye
göre bu kalb bir nur; ışıktır ve onun sayesinde şüpheden kurtularak "ilme'l-yakîn" e
ulaşmıştır. İnsan bu durumda kalbe doğan bilgilerle doğrudan, vasıtasız ilham
bilgisine ulaşır. Gazali’nin bu kalbi bilgi, diğer bir ifadeyle mükaşefe yoluna daha
sonraki dönemlerde çeşitli itirazlar yapılmıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Gazalî ve Felsefeye Yöneltilen Eleştiriler
9- Nedenselliğin Tenkidi
Gazalî’nin öğretileri içerisinde en çok yankı uyandıranlardan biri de
nedensellik doktrinine karşı ortaya koyduğu eleştirileri olmuştur. Gerçi Gazalî
öncesinde Bakıllanî gibi bazı Eş’arî kelamcıları da nedensellik öğretisini eleştirerek
karşı çıkmışlardır. Nitekim Gazalî de Mi’yârü’l-ilm gibi eserlerinde yer yer buna
işaret etmektedir. Fakat Gazalî İslam düşünce tarihinde Antik Yunan Felsefesi’nden
kaynağını alan nedensellik anlayışını mantıki bir yaklaşımla sistematik olarak
eleştiren ilk düşünürdür.
Gazzali tali nedenlere
bağlanıp kalmak
yerine asil failin,
Allah’ın bilinmesini
istemektedir.
Gazalî Tehâfütü’l-felâsife’de alışkanlık eseri olarak, sebep diye inanılan şey
ile müsebbeb diye inanılan şey arasını birleştirmenin zaruri olmadığına işaret
etmektedir. Müellife göre, bunların her ikisi ayrı şeylerdir. Birinin varlığı için,
diğerinin varlığı zorunlu olmadığı gibi, birinin yokluğu diğerinin yokluğu için zorunlu
değildir. Aydınlığın olması için güneşin doğması zaruri olmayıp bu husus Allah’ın
daha önceki takdirinden dolayıdır. Gazalî’ye göre filozoflar bunu reddetmektedir.
Düşünüre göre pamuğun ateşe değdiği andaki yanmasında yanma fiilinin faili ateş
değil, Allah’tır. Dolayısıyla Gazalî’ye göre insan, olayların ard arda vuku
bulmasından, ona kazandırdığı bir alışkanlığın neticesinde bu tür bir zorunluluk
düşüncesine saplanıp kalmaktadır. Oysa ona göre böyle bir zorunluluk ne duyularla
ne de akli yöntemlerle kanıtlanabilir. Gazalî’ye göre ateşin yanmanın faili, ekmeğin
doymanın faili, ilacın sağlığın faili olduğunu iddia edenler hataya düşmüşlerdir.
İbrahim Peygamber’in ateşe düştüğü hâlde yanmayışı örneğinde olduğu gibi,
yanmanın yaratılmamasından da söz edilebilir. (Gazalî, 2005, 161-162) Tabiatta yer
alan bütün varlıklar ve olaylar arasındaki ilişkiler tabiatında içerisinde var olan bir
zorunluluk eseri olmayıp Allah’ın irade ve takdiri neticesindeki yaratmasının bir
sonucudur. Onun dışında herhangi bir şeyin fail ve sebep olması söz konusu
değildir. İnsan sadece alışkanlıklarının esiri olarak böyle bir düşünceye sahip
olmaktadır. Bu yaklaşıma göre Gazalî filozofların öne sürdükleri tabiata içkin
zorunlu nedensellik ilkesine karşılık ilâhî illiyet anlayışını benimsemektedir. Gazalî,
tali nedenlere bağlanıp kalmak yerine asil failin, Allah’ın bilinmesini istemektedir.
10- İslam Meşşaî Felsefesi’nin Tenkidi
Ders anlatım videosunu
izleyiniz
Gazalî, İslam düşünce tarihinde ilk defa Aristocu-Yeni Eflatuncu felsefe
geleneğini inceleme ve İslami ölçüler ışığında eleştirme çabasına girişen
düşünürdür. Tehâfütü’l-felâsife adlı eserin temel iddiası, ilahiyat sahasındaki
meselelerin çözümünde aklın yetersizliğinden dolayı dinî açıklamaları kabul
etmenin gerekli olduğudur. Eserde kullanılan “tehâfüt” kelimesinin “tutarsızlık”,
“yıkılış”, “çelişki” ve “itiraz etmek” gibi anlamları müellifin filozoflara yönelttiği
eleştirinin sadece yöntemini değil, amacını da belirtmektedir.
“Tehâfütü’l-felâsife tutarlı bir düşünceye dayanmadan kurmuş oldukları fikir yapılarından
dolayı filozofların veya onların fikirlerinin birbiri arkasından yıkılıp düşmesi manasını
tazammun etmektedir.” (Türker, 1956, s. 10–11)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Gazalî ve Felsefeye Yöneltilen Eleştiriler
Tehâfüt kelimesinin
“tutarsızlık”, “yıkılış”,
“çelişki” ve “itiraz
etmek” gibi anlamlara
gelmektedir.
Gazalî’nin eleştirileri
Farabî ve İbn Sina ile
gelişen felsefe
geleneğinin ilmî
otoritesini
kaybetmesine neden
olmuştur.
Gazalî, amacının belli bir doktrini savunmak yerine, filozofların
sistemlerindeki yanlışlıkların açıklığa kavuşturulması, tutarsızlıklarını gösteren
delilerin ortaya konulması olduğunu söyler. (Gazalî, 2005, s. 3) Gazalî, eleştirinin bir
sınırı olması gerektiğini yoksa her ekolü (mezhebi) her görüşü eleştirmenin insan
için mümkün olmadığını, bu açıdan İslam dini ile ilgili bir taaruz ve tenakuz teşkil
eden bir durum olmadıkça eleştiri ve tekfirden kaçınmak gerektiğini belirtir.
Müellife göre tekfirde tehlike vardır, sükûtta yoktur. (Gazalî, 1972, s. 43)
Tehâfüt, ele aldığı konular ve yöntem itibarıyla klasik bir kelam eseri
olmaktan ziyade felsefi bir eser olarak kaleme alınmıştır. Eser bu açıdan İslam
felsefesine önemli bir katkı sağlamaktadır. Gazalî, İslam filozoflarının sistemindekimantıksal tutarsızlıkları ortaya koymak suretiyle Farabî ve İbn Sina ile gelişen
felsefe geleneğinin ilmi otoritesini kaybetmesine neden olmuştur. Gazalî,
filozofların ilahiyat meselelerinin çözümüne dair ileri sürdükleri spekülatif
iddialarının kesin kanıtlara dayanmadığını felsefi bir yöntemle ortaya koymaktadır.
Tehâfütü’l-felâsife’de dikkat çeken yönlerden biri de ilahiyat konusunda filozoflar
akılcı yaklaşımlarından dolayı eleştirilirken bu eleştirinin yine aklî yöntemlerle
yapılması, dinî sahada aklın yerini çizerken akıl üstü olmakla akla aykırı olmak
arasında ayırım ortaya koymasıdır. Ayrıca vurgulanmalıdır ki Gazalî filozofların
bütün görüşlerine karşı topyekûn bir karşı çıkma içersinde değildir.(Gazalî, 2005, s.
181)
Problem temelde akılla vahyin karşı karşıya getirilmesinden
kaynaklanmaktadır. İslam dünyasında Gazalî öncesi genelde felsefeye, özel olarak
ise mantığa karşı takınılan olumsuz tavrın temelinde de, bu ilimlerin çeviriler
yoluyla yabancı kültür çevrelerinden aktarılması ve “ulûm-u dâhile” diye
adlandırılan bu ilimlere karşı bir yabancılık ve tedirginliğin bulunmasıdır. (Taylan,
1996, s. 44) Bu açıdan yapılan tartışmalar bir bakıma İslami bilgilerle dışarıdan
gelme bilgiler, yerli kültürle yabancı kültür arasındaki çatışmadan
kaynaklanmaktadır. Gazalî, el-Munkız’da ifade ettiğine göre hakka ulaşmış ile
batılda kalmış olanı, sünnete göre hareket edenle bidatte bulunanı ayırmak için her
ekolün, mezhebin sırlarını keşf etmek çabasına girişmişti. Bu açıdan düşünürümüz
Tehâfütü’l-felâsife’yi iki yıl süren belli bir alt yapı oluşturduktan sonra kaleme
almıştır. Bu ön hazırlık safhasında Meşşaî felsefenin doğru ve objektif bir tanıtımı
mahiyetindeki Makasıdu’l-felâsife’yi kaleme almıştır.
“…bir ilimde, o sahadaki en âlim kimsenin seviyesine gelip de onu aşacak derece de vâkıf
olmayan kimse, herhangi bir bozukluğa muttali olamaz. İnsan ancak bu şartlar altında
iddia ettiği eksikliklerde haklı olabilir. Ben İslam âlimleri içinde inayet ve himmetini buna
teksif etmiş olan birini görmedim…Anladım ki, mezhebi anlamadan ve künhüne varmadan
reddetmek karanlığa taş atmaktır.” (Gazalî, 1978, s. 47, 2002, s. 35)
Gazalî, Makâsıdü’l-felâsife’den kısa bir süre sonra muhtemelen 1095’te
tamamladığı ünlü eseri Tehâfütü’l-felâsife, İslam filozoflarının görüşlerini İslam
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Gazalî ve Felsefeye Yöneltilen Eleştiriler
inançları açısından eleştirmiştir. Tehâfütü’l-felâsife’nin etkisi tüm kelamcıların
etkisinden daha yaygın olmuştur. Düşünürümüzün bu eseri özellikle Aristotelesci
Meşşaî felsefe geleneğini ve genel olarak felsefeyi İslam dünyasında gözden
düşürmüştür. İslam dünyasında filozofların tesis etmeye çalıştığı din ile felsefe,
diğer bir ifadeyle vahiy-akıl arasındaki ilişkiler bu dönem sonrasında kesin bir ayrım
göstermiştir.
Gazalî, Tehâfütü’l-felâsife ve el-Munkız’da İslam filozoflarının ilahiyyat ve
metafiziğe ilişkin konulardaki görüşlerinden dolayı küfür ve bidat içerisinde
olduklarını ifade etmektedir. Düşünürün bu yaklaşımı felsefenin bundan sonraki
gelişimini derinden etkilemiştir. Gazalî’ye göre filozoflar, bu meselelerde bütün
Müslümanların inançlarına muhalefet etmişlerdir. Bu açıdan buradaki “küfür”
kavramının, dinî anlamda mı kullanıldığı, yoksa filozofların geleneğe aykırı düşünce
ve zihniyetleriyle sosyolojik bir anlam da Müslüman toplumun genel görüşlerinin
dışına mı çıkmış olduklarının kastedildiği sorulabilir.
Tehâfütü’l-Felâsife’de, Farabî’nin ve İbn Sina’nın naklettiği şekliyle Yunan
Felsefesi’ni hedef alan Gazalî, onları yirmi meseleden dolayı tenkit ve reddeder.
Onların üç meselede küfre girdiklerini, diğer on yedi meselede ise sapıklığa
düştüklerini belirtir. Dikkat edilirse, Gazalî tenkitlerini filozofların fizik ve mantık
alanındaki görüşlerine değil; metafizik, özellikle de ilahiyat bölümüne yöneltmiştir.
Ancak bu tenkitlerin hedefi felsefe değil, filozoflar olmasına rağmen, felsefi
düşünüş daha sonraki dönemde bundan büyük çapta etkilenmiştir. Ayrıca
vurgulanması gerekir ki, tenkit, felsefenin doğasında bulunan bir husus olup, felsefi
bir yöntemdir.
Gazalî’nin filozofları tekfir ettiği üç esas mesele şunlardır:
a)
Âlemin Kıdemi Meselesi:
Gazalî’nin Tehafüt’te filozofların din dışına çıktığını belirttiği birinci mesele,
âlemin kadim olması şeklindeki görüşleridir. Düşünüre göre filozofların, “Bütün
cevherler kadimdir.” sözleri âlemin ezelden beri var olduğu düşüncesini ifade
etmektedir. Gazalî, âlemin kıdemi konusunda filozofların dört delilini ele alır ve
bunları cevaplandırır. Ayrıca âlemin hudusunu ispat için deliler getirir. Problemin
temelinde Farabî ve İbn Sinagibi Meşşaî geleneğine bağlı İslam filozoflarının Yunan
Felsefesi’ndeki âlemin ezelîliği ve ebedîliği fikrini, İslam’ın yaratılmış âlem fikri ile
uzlaştırmayı sudur teorisine dayandırmaları yatmaktadır.
Gazalî’ye göre filozofların öne sürdüğü, “kadim olandan hâdis’in çıkmasının
imkânsızlığı” kabulünün arkasında, kendisinden âlemin sudur etmediği bir ezelin
varlığının kabul edilmesi durumunda âlemin ondan sudur etmeyişi, varlığını
yeğleyen bir yeğleyicinin (müreccih) bulunmayıp, âlemin varlığının sırf imkân
hâlinde bulunması gibi bir durumun doğacağı inancı bulunmaktadır. Aksine, eğer
âlem hâdis olursa bir yeğleyicinin (müreccih) varlığını kabul etmek gerekirdi ki, o
zaman bu yeğleyiciyi, iradeyi meydana getirenin kim olduğu, âlemin niçin şimdi
hâdis olup daha önce hadis olmadığı gibi sorular akla gelebilecektir. Bundan dolayı
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Gazalî ve Felsefeye Yöneltilen Eleştiriler
âlemin niçin var olduğundan önce var olmadığı, âlemi yaratmada niçin belli bir an
tercih edilmiştir; alet veya kudret yahut amaç ya da tabiat olmadığından mı? Bu
durumda ilk iradenin var olmasını gerektirecek bir başka iradeye gereksinim
duyulması gibi pek çok sorun gündeme gelmektedir. (Gazalî, 2005, s. 16)
Anlaşılacağı üzere bu mesele filozofların görüşlerini dayandırmakta oldukları
iki temel kavramdan kaynaklanmaktadır: İrade ve zaman. Bu iki kavram âlemin
kıdemi probleminin temel dayanağını oluşturmaktadır. Gazalî’ye göre âlem ezelî bir
irade ile yaratılmıştır. O irade, âlem meydana geldiği anda onun var olmasını,
yokluğun varabileceği sınıra kadar varmasını, ondan itibaren varlığın başlamasını
gerektirmiş; ondan önce varoluş irade edilmediğinden meydana gelmeyip var
olduğu anda ezelî iradeyle murat edildiği için meydana gelmiştir.”
Gazalî, filozofları
yirmi meseleden
dolayı tenkit ve
reddeder. Onların üç
meselede küfre
girdiklerini, diğer on
yedi meselede ise
sapıklığa düştüklerini
belirtir.
Gazalî tenkitlerini
filozofların fizik ve
mantık alanındaki
görüşlerine değil,
metafizik, özellikle de
ilâhiyat bölümüne
yöneltmiştir.
“’Âlem Allah’tan sonra, Allah ise âlemden öncedir.’ diyen kimse bununla Allah’ın zaman
bakımından değil, zat bakımından önceliğini kastetmiş olmalıdır. Bu tıpkı, zaman
bakımından birlikte var olmaları mümkün iken tabiatı gereği birin ikiden önce gelişine,
şahsın hareketinin, kendisini izleyen gölgenin hareketinden...önce gelişinde olduğu gibi,
sebebin sebepliden önce gelişine benzer.” (Gazalî, 2005, s. 31–32)
Gazalî’ye göre Allah âlem ve zamandan öncedir. Allah vardı ve âlem yoktu,
sonra Allah yine vardı ve O’nunla birlikte âlem de var oldu. Bu anlamda bir zatın
varlığı diğerinin yokluğu vurgulanmaktadır. Cismin ve zamanın ezelîliğini
savunanlar müfekkire göre hayal ve vehim içerisindedirler. Hayal gücü bir varsayım
olarak bunu mümkün görse de saf ve berrak akıl kendisinden önce hiçbir şey
bulunmayan bir ilk var olanı kavrar. Oysa hayal gücü her sonlu cismi bir başka
cisimle veya bir hava gibi bir mekân ile birlikte kavradığı için metafizik (gâib) olanı
kavramada yetersizdir.
Gazalî, Farabî ve İbn Sina gibi filozoflar tarafından temellendirilen sudurcu
kozmolojik yapıya şiddetli eleştiriler yöneltmiştir. O, özellikle Yeni Eflatunculuğa
dayanan bu teorinin, indî akıl yürütme üzerine kurulu olan spekülasyonlar
olduğunu söyler. Onun bu teoriye eleştirilerinin iki ana ayak üzerine oturtulduğu
gözlenmektedir. Birincisi, çokluğun ve kâinattaki düzenin filozoflarca yapılan
açıklamaları bağlamında ortaya koyduğu delillerin geçersiz olduğu; ikincisi ise
Allah’ın mutlak birliğinin korunmasında başarısız bulunduklarıdır. Ne var ki onlar
âlemin ezelîliği fikri ile yaratmayı uzlaştırmak için, sudurcu temellere dayalı bir
sistem geliştirmeye çalışmışlardır. Düşünürümüz, filozofların ilahiyat alanına ilişkin
çeşitli görüşlerinin, herhangi bir bilgi değeri taşımayan, zan ve tahminlere dayalı
görüşler olduğunu ileri sürerek, tenkitlerini bu yönde yoğunlaştırmıştır. Zira bu
alanda aklın yetersiz, dolayısıyla yetkisiz oluşu söz konusudur. Zira akıl, bu
konularda birbirinden farklı, dahası birbirine aykırı modeller oluşturmaktadır. Bu
bakımdan Gazalî, Farabî ve İbn Sina gibi filozofların ilahiyat sahasına giren bazı
konular üzerinde ileri sürdükleri tezlerin İslam öğretisi ile belli noktalarda
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Gazalî ve Felsefeye Yöneltilen Eleştiriler
çeliştiğinin ortaya konulmasının yanı sıra, aklın transandantal alana ilişkin
konularda yetersizliğinin açıkça ortaya konulmasını hedeflemektedir.
b)
Allah’ın Küllileri Bilip Cüzileri Bilmemesi Meselesi:
Meşşaî geleneğine bağlı filozoflar, Allah cü’iyatı bildiği, fakat bu bilmenin
bizim cüziyat hakkındaki bilgimiz gibi olmadığı görüşündedirler. Dolayısıyla
problemin temelinde Allah’ın bilmesi ile insan bilmesi arasındaki ayrımı ortaya
koyma kaygısı bulunmaktadır. Bu konuda İbn Sina, Allah’ın küllileri bildiğini,
cüz’ileri ise doğrudan değil onları külliler aracılığıyla bildiğini bazı eserlerinde kısaca
ifade etmiştir. Fakat aynı İbn Sina pek çok eserinde Allah’ın bilgisinin hem küllileri
hem de cüzileri bildiğini belirtmektedir. Benzer şekilde Farabî de Allah’ın bütün
yetkin sıfatların sahibi olarak âlemdeki en küçük şeyin bilgisinin bile ondan gizli
kalamayacağını ifade etmiştir. Farabî’nin, Fususu’l-Hikem adlı eserinde O’nun her
şeyi bilmesi zatının sıfatı olarak vurgulanmaktadır. Gazalî bu konuda özellikle
Meşşaî ekol mensuplarının bağlı olduğu sudur doktrinini esas alarak böyle bir
durumda Allah’ın bilgisinin sadece külli kanunlarla sınırlandırıldığını ifade etmiş ve
bundan dolayı filozofları tekfir etmiştir.
Gazalî, filozofların savunduğu sudurcu âlem görüşüne göre âlemdeki her
şeyin, O’nun her şeyi bilmesi sebebiyle sudur ettiğinin ifade edildiğini belirtir.
Böylece âlem, düzenini O’nun ilminden kaynaklanan, bir taşma ile kazanmıştır.
Filozoflara göre varlık kazanan her var oluşun sebebi onun her şeyi bilmesidir. Bu
bilgi O’nun zâtıyla ayniyet göstermektedir. Her şeyi bilmesi bilgi ile zatının
birlikteliğini ifade etmektedir. Aksi halde varoluş meydana gelmezdi. Gazalî
eleştirilerini tam bu noktada yoğunlaştırmaktadır. Müfekkire göre bir şeyin failden
çıkışı ile failin kendisinden çıkan şeyi bilmesi görüşü filozoflarca kabul edilse bile bu
onların bu görüşünü haklı çıkarmamaktadır. (Gazalî, 2005, s. 125 vd.) Çünkü
Farabî’ye göre “İlk Varlık”tan ilk sudur eden şey “ilk akıl” dır. Onlarca Allah’ın fiili
basit bir akıl olan ilk sebepliden ibaret tek bir şey olduğuna göre Allah’ın sadece ilk
sebepliyi bilmesi gerekir. İlk sebepte yine sadece kendisinden sudur edeni
bilmektedir. Çünkü bu kâinat onlara göre, Allah’tan aşama aşama oluşmuştur.
Gazalî’ye göre Müslümanlar Allah tarafından her şeyin, hem külliler hem de
cüzîlerin doğrudan bilindiği fikrine dayanırlar. Ona göre yapılması gereken ya
filozofların yaptığı gibi hataya düşmek ya da bu felsefeyi terk ederek âlemin irade
ile sonradan yaratıldığını kabul etmektir.
Gazalî, filozofların
Haşrin beden ile birlikte
olmayacağını, ahiret
hayatının sadece ruhani
olacağını iddia
ettiklerini söyleyerek
tekfir etmektedir.
c)
Haşrin Cismani Olup-Olmayacağı Meselesi:
Gazalî, filozofların haşrin (öldükten sonra dirilmenin) beden ile birlikte
olmayacağını, ruhun bedenle birleşmeyeceğini, ahiret hayatının sadece ruhani
olacağını iddia ettiklerini söyleyerek tekfir etmektedir. Müfekkire göre bu küfürdür.
Bilindiği gibi Farabî’nin eserlerine baktığımızda onun ölümden sonraki hayat
hakkında açık bir ifadesi bulunmamaktadır. Cismani haşrı inkâr gibi bir konu
geçmemekle birlikte eserlerinde ahiret ile ilgili ruhi bahislere yer vermesi söz
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Gazalî ve Felsefeye Yöneltilen Eleştiriler
Ders anlatım videosunu
izleyiniz
Gazzalî’nin, Meşşaî
felsefeyi Tehâfütü’lfelâsife’de tenkidi ve
İbn Rüşd’ün bu
eleştirilere Tehâfütü’lTehâfüt ile cevap
vermesiyle İslam
düşüncesinde, XII.
yüzyıldan itibaren
tehâfüt geleneği
başlamıştır.
konusudur. İbn Sina’nın ahiret konusunda bazı eserlerinde yer verdiği mecazi bazı
yorumlardan bu çıkarılabilse de onda da açıkça cismani haşrın inkârı söz konusu
değildir. Gazalî, bu eleştirisini genel ifadelerle, bir esere veya filozofa atfetmeden
gerçekleştirmektedir. Gazalî’ye göre filozofların cesetlerin dirilişini, ruhların
bedene dönüşünü, maddi ateşin, cennet ve cennet nimetleri gibi insanlara vaat
edilen şeylerin varlığını inkâr etmeleri, bu gibi şeyleri halka anlatmak için kullanılan
birer sembol olduğunu iddia etmeleri bütün Müslümanların inançlarına aykırı
düşmektedir. (Gazalî, 2005, s. 207)
Gazalî bu üç meselede filozofların kesinlikle apaçık küfre düşüldüğünü
belirterek bu görüşlerin İslam’la hiçbir şekilde bağdaşmadığını vurgulamaktadır.
(Gazalî, 2005, s. 225) Bu üç mesele dışında kalan konuları ise şu şekilde ifade
edebiliriz. Filozofların Allah’ın varlığını ispat etmek için getirdikleri deliller
yetersizdir. Dolayısıyla Allah’ın varlığını ispat etmekten acizdirler. Filozoflar,
Allah’ın birliğini, mürekkep olmadığını, mutlak mahiyetsiz olduğunu ispat
edemezler. Allah’ın sıfatlarını inkâr ederek, O’nun zatı, cins ve fasla ayrılamadığı
için tarif edilemez demeleri hatadır. Allah mahiyetsiz bir varlıktır demekle yanlışa
düşmüşlerdir. Allah’ın kendi zâtını bildiğini ispatlayamazlar. Filozoflar âlemin bir
sebebi ve yaratıcısı bulunduğunu ispatlayamazlar. Metafizik olayların genel
kanunlara ve âdete aykırı olarak meydana gelemeyeceğini inkâr etmeleri yanlıştır.
Gazalî’nin bütün bu tenkitlerinde Farabî ve İbn Sina’nın şahsında Yunan
Felsefesi’ni hedef aldığı söylenebilir. Zira o direkt olarak felsefeyi değil, filozofların
dış kaynaklı görüşlerinin tenkidini esas almış gözükmektedir. Bu açıdan meseleye
yaklaşıldığında, onun genelde felsefeye düşman olmadığı da söylenebilir. Felsefi
düşünüşün, onun Meşşaî filozofların bazı metafizik görüşlerine yöneltmiş olduğu
sistematik tenkitlerden hareketle, kendinden sonraki dönemlerde kendisinin
felsefeyi reddeden bir tavır sergilediği şeklindeki değerlendirmeler neticesinde,
kendinden sonra büyük bir itibar kaybına uğradığı iddia ediliyorsa da, bu sübjektif
bir değerlendirme olur. Zira İslam dünyasında felsefeye karşı Gazalî adına
reddiyecilik yapılmıştır. Bu bağlamda ona bir suç yüklenecekse, onun tek suçunun
tenkitleriyle yanlış anlaşılmalara ve hatalı değerlendirmelere yol açmış olduğu
söylenebilir. Tehâfütü’l-felâsife’nin İslam düşüncesi tarihinde iki yönlü etkisi
olduğunu söylemek mümkündür. Bunlardan birincisi felsefeye karşı olan
yönelmenin kaygı ile karşılanması, diğeri ise Aristoteles geleneğinde şekillenen
formel mantıkla ilgili çalışmaların dinî ilimlere temel olmasıdır.
11- Tehâfüt Geleneği
Gazalî’nin kaleme aldığı Tehâfütü’l-felâsife, İslam kültür hayatında, felsefi
açıdan sistemli bir tenkit metodu özelliğini taşıyan eserler arasında, ilk sırada yer
almaktadır. Bu özelliğinden dolayı hem kendi döneminde hem daha sonrasında
büyük bir ilgiyle karşılanmıştır. Bu ilgi daha sonraki asırlarda Türk-İslam kültür
dünyasında bir tehâfüt geleneğinin oluşmasına zemin hazırlamıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Gazalî ve Felsefeye Yöneltilen Eleştiriler
Meşşaî ekole mensup, din-felsefe uzlaşısı anlayışını öne çıkaran bir düşünür olan
İbn Rüşd (öl. 1198), Tehâfütü’t-Tehâfüt (Tutarsızlığın Tutarsızlığı) adlı eserinde
Gazalî’nin tenkitlerine cevap vermiştir. Gazalî’nin tenkitleri ve İbn Rüşd’ün bu
tenkitlere cevabı, İslam düşüncesinde tehâfüt geleneğinin oluşumuna yol açmıştır.
Tehâfüt tartışmalarının, Gazalî sonrası yaşanan felsefi inkırazın yeniden canlandırılması
amacına yönelik olduğu da söylenebilir. Zira tehâfüt niteliği taşıyan eserlerde tartışılan
meseleler, özü dikkate alındığında birer felsefi düşünce özelliği taşımaktadır.
Tehâfütlerde ele alınan meseleler genel olarak Tanrı-âlem ilişkisi, Tanrı ile ilgili
meseleler ve tabiata ilişkin problemlerdir. Türk-İslam kültür dünyasında tehâfütlerin
kaleme alınmasının başlıca nedenlerini şu şekilde sıralayabiliriz:
 Başta Fatih Sultan Mehmet olmak üzere devlet yöneticilerinin akli ve felsefi
ilimlere olan ilgisi; bilim, düşünce ve kültür alanlarında canlılık sağlanmasına
yönelik olarak serbest düşünceye imkân tanımaları ve bilimsel tartışmalara yer
vermeleri,
 Fikrî alandaki dinamizmin yeniden canlandırılıp devam ettirilmesi arzusu ile
düşünce alanında tenkitçi ortamın hazırlanmasını sağlayarak, taklitten uzak
orijinal fikirler ileri sürülerek çözümlerinin üretilmesi amacıyla felsefe ve kelam
arasında ortak olan temel problemleri bilimsel seviyede tartışma isteği,
 Gazalî ve İbn Rüşd’ün Tehâfüt’lerinin incelenip karşılaştırma yapılmak suretiyle
din-felsefe ilişkisinin incelenmesi ve değerlendirilmesi. (Sözen, 2005, s. 5-6)
Gazalî’nin İslam
dünyasında başlatmış
olduğu tehâfüt
tartışması, her ne
kadar yeni bir
paradigmaya yol
açsada felsefi düşünce
açısından bir zenginlik
olduğu söylenebilir.
Gazalî ile başlayan tehâfüt geleneği, Osmanlı Türk düşüncesinde de devam
etmiştir. İlmî çalışmalara meraklı olan Fatih Sultan Mehmed, kelamcılar ve
filozoflar arasındaki meseleleri muhakeme ve mukayese amacıyla döneminin
tanınmış birer âlimi olan Hocazade (ö. 1488) ve Aluaddin Ali Tusî (ö. 1483)'den
tehâfütler konusunda birer eser kaleme almalarını istemiştir. Devrin hükümdarının
bu isteği üzerine Hocazade eserini dört ayda, Ali Tusi ise altı ayda tamamlar.
Hocazade'nin Tehâfütü, konuyu ele alışı açısından Gazalî’nin Tehâfütü’nün bir şerhi
olarak tanımlanmaktadır. Ali Tusi'nin ez-Zahîra olarak tanınan Tehâfüt’ü ise konuya
yaklaşımı açısından İbni Rüşd’ün yanında yer aldığı kanaatini uyandırmaktadır. Bu
tehâfütlerin mukayesesinde Hocazade'nin eseri daha üstün kabul edilir. Fatih
Sultan Mehmet, her iki müellife onar bin dirhem verirken Hocazade'ye ilave olarak
bir at hediye eder. Bu aynı zamanda o günün ilim adamlarının ve idarenin
temayülünün Gazalî’nin yanında yer aldığının göstergesidir.
Klasik Dönem Osmanlı bilginleri, Gazalî ile başlayan Tehâfüt yazımını devam
ettirmişlerdir. Bu nitelikteki eserlerde kelami-felsefi problemleri tartışmışlardır. Bu
bağlamda yukarıda zikrettiğimiz Hocazade (ö. 1488)’nin Tehâfütü’l-Felâsife’si ve
Alaaddin Ali Tusî (ö. 1483)’nin Kitâbu’z-Zuhr’u dışında İbn Kemal (ö. 1534)’in
Tehâfüt Haşiyesi, Muhyiddin Muhammed Karabağî (ö. 1535/36)’nin Ta’lika alâ
Şerhi Tehâfüti’l-Felâsife li-Hocazade adlı eseri, kaynaklarda haklarında yeterince
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Gazalî ve Felsefeye Yöneltilen Eleştiriler
bilgi bulunmayan Said b. Abdullah b. Hüseyin b. Hibetullah b. Hasan er-Ravendî’nin
Tehâfüt’ü, Necmeddin Ali b. Ömer el-Kazvinî (ö. 1503)’ye ait Tehâfüt, Yahya b. Ali
Nasûh el-Kostantinî Nev’î Efendi (ö. 1599)’nin Hocazade’nin Tehâfüt’üne yazdığı
haşiye, Abdu’l-Vahhab b. Abdurrahman b. Ali el-Amasyavî Müeyyedzade (ö.
1563)’nin Tehâfüt’ü, Mestcizade Abdullah Efendi (ö. 1736)’nin el-Mesâlik fi’lHilâfiyat beyne’l-Mütekellimîn ve’l-Hukema (Kelamcılarla Filozoflar Arasındaki
İhtilâf Konuları) adlı eserleri bu geleneğin bir devamı niteliğindedir. Bütün bu
tehâfütler yanında varlığından haberdar olmadığımız, ancak yapılacak araştırmalar
sonucunda ortaya çıkabilecek eserlerin de bulunabileceğini belirtmek
durumundayız. (Sözen, 2005, s. 4-5)
Netice olarak, felsefi bir düşünce hareketi olarak da değerlendirebileceğimiz
tehâfüt geleneği, genelde Türk-İslam dünyasında felsefi düşünüş tarzının devamını
sağlamada etkili olmuştur.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Özet
Gazalî ve Felsefeye Yöneltilen Eleştiriler
•Gazalî, ansiklopedik diye tanımlanabilecek çok yönlü düşünürlerden
biridir. Üzerinde kalem oynatmadığı hemen hemen hiçbir İslami
disiplin bulunmamaktadır. Bu açıdan Gazalî hiçbir İslam düşünürüyle
kıyaslanamayacak biçimde döneminin her ilim dalında ve hemen
hemen her problemi üzerine eserler kaleme almıştır. Gazalî, felsefe
ve filozoflar üzerinde araştırmalar yapmış, Bâtıni hareketi köklü bir
eleştiriye tabi tutmuştur.
•Gazalî ilimleri ikiye ayırır: Bunlardan birincisi kelam, fıkıh ve ahlak
gibi ilimleri içine alan şeri İlimlerdir. İkincisi ise riyazi ve mantık, tabii
ilimler ve metafizik gibi ilimleri kapsayan akli ilimlerdir.
•Gazalî’ye göre şüphe, insanı gerçeğe ulaştıracak bir yol, yöntemdir.
Bu açıdan şüphe; düşünmenin, gerçeği aramanın körlük ve dalalete
düşmenin önüne geçmenin yoludur.
•Gazalî’ye göre akıl; matematik, astronomi, mantık gibi sahalarda
insanlara güvenilir olduğu hâlde, metafizik sahada güvenilir değildir.
Bundan dolayı ancak şeriat (din) ile kılavuzluk yapabilir. Şeriat da
ancak akıl ile anlaşılıp ortaya konulabilir.
•Gazzâlî, İslam’ın özünün ahlakta düğümlendiğine inanır. Gazalî’nin
ahlakta kendisine temel aldığı ilk kaynağı Kur’an ve sünnettir.
•Gazalî’nin öğretisi içerisinde en çok yankı uyandıran görüşlerinden
biri nedensellik doktrinine karşı ortaya koyduğu eleştirileri olmuştur.
Gazalî, nedenselliği epistemolojik açıdan da eleştirmiş ve
nedenselliğin aslında zorunlu bir ilke olmadığını ifade etmiştir.
•Gazzâlî Tehâfütü’l-felâsife adlı eseriyle İslam düşünce tarihinde ilk
defa Aristocu-Yeni Eflatuncu İslam felsefesini inceleme ve eleştirme
çabasına girişen düşünürdür.
•Gazalî’ye göre filozoflar doğrudan ya da dolaylı olarak dinî
hükümlerle alakası bulunan yirmi meselede hata etmişlerdir. Bu
hata ettikleri yirmi meseleden üçünde tekfir edilmeleri; on
yedisinde de bidate düştükleri kabul edilmelidir.
•Gazalî’nin filozofların din dışına çıktığını belirttiği ve tekfir ettiği üç
esas mesele şunlardır: Birincisi filozofların âlemin kadim olması
şeklindeki görüşleridir. İkincisi filozofların Allah'ın küllileri bilip
cüzileri bilmediği şeklindeki iddiaları. Sonuncusu ise filozofların
haşrin (öldükten sonra dirilmenin) bedenle birlikte olmayacağını,
yani insanın öldükten sonra bedeni ile birileşmeyip sadece ruhani
olarak var olunacağını iddia etmeleridir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Ödev gönderimi
Ödev
Etkileşimli Alıştırmalar
Alıştırmalar
Gazalî ve Felsefeye Yöneltilen Eleştiriler
• Öğrendiklerinizi etkileşimli alıştırmalarla
pekiştirebiirsiniz
• Gazalî'nin felsefe anlayışını kendi eserlerinden
okuyarak 200 kelimeyi aşmayacak şekilde
özetleyiniz ve hazırladığınız belgeyi göndermek için
yandaki ödev gönderme linkini kullanınız.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
Gazalî ve Felsefeye Yöneltilen Eleştiriler
DEĞERLENDİRME SORULARI
Değerlendirme
sorularını etkileşimli
olarak
cevaplandırabilirsiniz
1. Gazalî, İslam ahlak düşüncesini bütün yönleriyle kapsayacak genişlikte bir
bilgi ve düşünce zenginliğine sahiptir. Gazalî’nin ahlakta kendisine esas aldığı
temel kaynak aşağıdakilerden hangisidir?
a) Filozofların görüşleri
b) Kelamcıların sözleri
c) Kur’an ve Sünnet
d) Ödev ahlakı
e) Sezgi
2. Gazalî, otobiyografik eseri el-Munkiz mine’d-dalâl’de epistemolojik ve
metodolojik olarak hakikati arayanlar olarak nitelendirdiği döneminin fikir
hareketlerini değerlendirmektedir.
Aşağıdaki düşünce ekollerinden hangisi Gazalî’nin bu tasnifi içersinde
değerlendirilmez?
a) Bâtıniler
b) Felsefeciler (Felasife)
c) Kelamcılar
d) Sufiler
e) Fıkıh Âlimleri
3. Gazalî’ye göre fiillerimiz kendiliğinden ne iyi ne de kötüdür. İyilik ve kötülük,
fiilin kendisinde değil yöneldiği amaç ya da sonuçtadır. Bu gaye dünyevi
olamaz; çünkü insanların dünyevi gayeleri muhteliftir ve onlar bu gayelere
ahlak dışı yollardan da ulaşabilmektedirler. Şu hâlde ahlakın gayesi uhrevi
olmalıdır.
Yukarıda bir eylemin ahlaklı olması hangisine bağlanmıştır?
a) Dünyevi değerleri göz ardı etmeden gerçekleştirilmesi
b) İnsan eylemlerinin gayesinin ancak akılla bilinip yapılmasına
c) İnsanın iyi ve kötü hakkındaki bilinç düzeyinin yükseltilmesine
d) Kaynağını vahiyden alıp, marifetullaha yönelmesine
e) Aklı genel geçer otorite kılınmasına
4. Aşağıdaki disiplinlerden hangisi Gazalî’nin ilimler tasnifi içersinde yer almaz?
a. Dinî ilimler
b. Mantıki ilimler
c. Siyasi ilimler
d. Tabii ilimler
e. Ahlaki İlimler
5. Aşağıdakilerden hangisi Gazalî’nin filozofların en çok hataya düştüklerini
belirttiği meselelerin yer aldığı felsefi disiplindir?
a) Siyaset
b) Metafizik
c) Mantık
d) Ahlak
e) Tabii ilimler
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
Gazalî ve Felsefeye Yöneltilen Eleştiriler
6. Gazalî doğru bilginin imkânı sorusunda, şüphe krizi içerisine düşmüştür. Ona
göre doğru bilginin ilk şartı şüphedir. Gazalî’ye göre şüphe, insanı gerçeğe
ulaştıracak bir yol, yöntemdir. Gazalî’nin amacı gerçekten doğru bilginin
imkânlarına kavuşmak olduğu için, felsefede “metodik şüphe” denilen bu
metot bilindiği gibi daha sonra Descartes tarafından da ele alınmıştır.
Bu parçada, şüphe ile ilgili olarak aşağıdakilerden hangisi vurgulanmaktadır?
a) Yapılan hatalardan alınan derslerle sürekli geliştiği
b) Kesin bilgiye ulaşmanın en etkili yöntemi olduğu
c) Soyut verilerden yola çıkarak somut sonuçlara ulaşma çabasını
d) Yalnızca özgür ve bağımsız bir ortamda gelişebileceği
e) Bütün soruların cevaplanabileceği varsayımına dayandığı
7. Aşağıdakilerden hangisi Gazalî’nin kaleme aldığı eserler içerisinde yer almaz?
a) Makâsıdü’l-Felâsife
b) Kimyâ-yı Sa’âdet
c) Fususu’l-Hikem
d) İhyâ’ü Ulûmi’d-dîn
e) Tehâfütü’l-Felâsife
8. Filozoflar iddia edebilir ki, yanmanın faili sadece ateştir. Ateş kendi tabiatı
itibarıyla faildir, ihtiyari olarak değil. Dolayısıyla yanmaya elverişli bir yere
düştükten sonra onun kendi tabiatında yer etmiş olan yakma fiiline engel
olması mümkün değildir. Biz ise bunu inkâr etmekteyiz. Aksine diyoruz ki:
pamukta kararmayı yaratarak, cüzlerini ayırarak veya onu yanık kül hâline
getirerek yanma fiilinin faili Allah Teala’dır.
Gazalî yukarıda yer alan ifadeleriyle filozofların hangi görüşünü eleştirmektedir?
a) Mantık
b) Nedensellik
c) Tehâfüt
d) Kıyas
e) Cismani Haşr
9. Aşağıdakilerden hangisi Gazalî’nin filozofları tekfir ettiği üç esas mesele
içerisinde yer almaz?
a) Âlemin kadim olduğunu savunmaları
b) Haşrın bedenle birlikte olmayacağını söylemeleri
c) Bütün cevherler kadimdir, görüşü savunmaları
d) Allah’ın varlığını ispat etmekten aciz olmaları
e) Allah’ın küllileri bilip cüzileri bilmediğini iddia etmeleri
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
Gazalî ve Felsefeye Yöneltilen Eleştiriler
10. Gazalî ile başlayan tehâfüt geleneği, Osmanlı Türk düşüncesinde de devam
etmiştir. Klasik Dönem Osmanlı bilginleri, Gazalî ile başlayan tehâfüt yazımını
devam ettirmişler, bu nitelikteki eserlerde kelami-felsefi problemleri
tartışmışlardır. Aşağıdakilerden hangisi tehâfüt geleneği içerisinde eser
kaleme alan düşünürlerden biri değildir?
a) Gazalî
b) İbn Rüşd
c) Alaaddin Ali Tusî
d) İbn Kemal
e) Farabî
Cevap Anahtarı
1.C, 2.E, 3.D, 4.A, 5.B, 6.B, 7.C, 8.B, 9.D, 10.E
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
Gazalî ve Felsefeye Yöneltilen Eleştiriler
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
Aynî, Mehmet Ali, İslam Düşüncesinin Zirvesi Gazalî, İnsan Yayınları, İstanbul 2011.
Aydınlı, Yaşar, “Gazalî’nin İlim ve Düşünce Dünyası”, İslami Araştırmalar, Gazalî Özel
Sayısı, Cilt: 13, Sayı: 3-4, ss. 265-2281, Ankara 2000.
Bayrakdar, Mehmet, İslam Felsefesine Giriş, Ankara, 1988.
Bolay, Süleyman Hayri, Aristo Metafiziği İle Gazalî Metafiziği'nin Karşılaştırılması,
İstanbul 1993.
Bolay, Süleyman Hayri, “Klâsik Dönem Osmanlı Düşüncesi ve Osmanlı’da Tehafüt
Tutkusu”, Yeni Türkiye, Osmanlı Özel Sayısı III (Düşünce ve Bilim), S. 33, Ankara 2000.
Çağrıcı, Mustafa, “Gazalî”, TDV. İslam Ansiklopedisi, c. 13, ss. 489-505, İstanbul
1996.
Çağrıcı, Mustafa, Gazalî’ye Göre İslam Ahlakı, Ensar Neşriyat, İstanbul 1982.
Çapak, İbrahim, Gazalî’nin Mantık Anlayışı, Elis Yayınları, Ankara 2005.
Cihan, A. Kamil, İbn Sina ve Gazalî’de Bilgi Problemi, İnsan Yayınları, İstanbul 1998.
Çubukçu, İ. Ağah, Gazalî ve Şüphecilik, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul İstanbul 1996.
Durak, Nejdet., “Türk-İslam Felsefesinin XII. Ve XIX. Yüzyıllarında Epistemolojik
Paradigması”, S.D.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, Yıl.1997, S.4, s.209-242, Isparta
1999
Gazalî, Tehâfütü’l-felâsife (nşr. Gerard Gihamy), Dâru’l-Fikri’l-Lübnanî, Beyrut 1993;
Türkçe terc., İmâm Gazalî’nin Tehâfütü’l-Felâsife (Filozofların Tutarsızlığı) Çev. Bekir
Karlığa, Çağrı Yayınları, İstanbul 1981.; Filozofların Tutarsızlığı, Çev. Mahmut KayaHüseyin Sarıoğlu, Klasik Yayınları, İstanbul 2005.
Gazalî, Makâsıdu’l-felâsife (nşr. Muhyiddin Sabri el-Kürdî), Matbaatu’s-Saade,
Kahire 1331 (h.); Türkçe terc, Felsefenin Temel İlkeleri, Çev. Cemalettin Erdemci,
Vadi Yayınları, Ankara 2002.; Felsefenin Temel İlkeleri (Makasıd el-Felasife), Çev.
Cemalettin Erdemci, Ankara 2002.
Gazalî, el-Munkız mine’d-Dalâl (Dalateten Hidayete), İnceleme notlar ve Arapça
metinle beraber), Çev. Ahmet Suphi Furat, İstanbul 1978.
Gazalî, İhyâu ulûmi’d-dîn, Kahire 1332, Türkçe Terc, İhyâu ulûmi’d-dîn, Çev. Ahmet
Serdaroğlu, İstanbul 2004.
Gazalî, el-İktisad fi’l-İtikad, nşr. İ.A. Çubukçu-H. Atay, Ankara 1962; Türkçe Terc.,
İtikad'da Orta Yol (al-iktisad fi'l-itikad), çev: Kemal Işık, Ankara 1971.
Gazalî, Fadâihu’l-Bâtıniyye/el-Muztazhiri, nşr. A. Bedevî, Kahire 1964; Türkçe Terc.,
Bâtıniliğin İçyüzü, Çev. Avni İlhan, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 1993.
Gazali, İslamda Müsamaha (Faysalü’t Tefrika), Çev. S.Uludağ, İstanbul 1972.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
Gazalî ve Felsefeye Yöneltilen Eleştiriler
Gazalî, Kimya-yı Saâdet, Çev. Ali Arslan, İstanbul 2004.
Gazalî, el-Mustasfâ, İslam Hukuku Metodolojisi, Terc. Yunus Apaydın, Klasik
Yayınları, İstanbul 2006.
Gazalî, Mi’yaru’l-ilm, nşr. Süleyman Dünya, Kahire 1961.
Gazalî, Düşünme Konuşma ve Söz Üzerine, (el-Me’arifu’l-Akliye), Çev. A. Kamil
Cihan, İstanbul 2002.
İbn Haldun, Mukaddime, Çev.Zakir Kadirî Ugan, İstanbul 1970.
İbn Rüşd, Tehâfütü’t-tehâfüt, C. I-II (thk. Süleyman Dünya), Dâru’l-Maarif, Kahire
1968; Türkçe terc., Tehâfüt et-Tehâfüt (Tutarsızlığın Tutarsızlığı), (trc. Kemal IşıkMehmet Dağ), OMÜ Yayınları, Samsun 1986.
Karlığa, H. Bekir; "Gazalî nin Eserleri", TDVİA., c. 13. İstanbul 1996.
Kutluer, İlhan, “Gazalî’nin Felsefi Serüveni”, İslami Araştırmalar, Gazalî Özel Sayısı,
Cilt: 13, Sayı: 3-4, ss. 255-263, Ankara 2000.
Orman, Sabri, “Gazalî’nin Hayatı ve Eserleri”, İslami Araştırmalar, Gazalî Özel Sayısı,
Cilt: 13, Sayı: 3-4, ss. 237-248, Ankara 2000.
Sözen, Kemal, İbn Kemal’de Metafizik, Fakülte Kitabevi, Isparta 2001.
Sözen, Kemal, “Klâsik Dönem Osmanlı Bilginlerinin Felsefeye Karşı Tutumu”, SDÜ
İlâhiyat Fakültesi Dergisi, S. 14, Isparta 2005.
Sözen, Kemal, “Gazalî’nin Sudur Teorisini Eleştirisi”, İslamî Araştırmalar, Gazalî Özel
Sayısı, C. 13, Sayı: 3-4, ss. 400-409, Ankara 200,
Şeyh, M.Said “Gazali”, (çev. Mustafa Armağan). İslam Düşüncesi Tarihi, c. II.
(editör: M.M. Şerif), İnsan Yayınları, İstanbul 1990.
Taylan, Necip, Gazalî’nin Düşünce Sisteminin Temelleri, İstanbul 1989.
Taylan, Necip, Anahatlarıyla İslam Felsefesi, İstanbul 2006.
Türker, Mubahat, Üç Tehâfüt Bakımından Felsefe ve Din Münasebeti, TTK Basımevi,
Ankara 1956.
Uludağ, Süleyman, “Bir Düşünür Olarak Gazalî”, İslamî Araştırmalar, Gazalî Özel
Sayısı, C. 13, Sayı: 3-4, ss. 249-254, Ankara 2000.
Yazıcıoğlu, M. Said, İslam Düşüncesinin Tarihsel Gelişimi, Akçağ Yayınları, Ankara 2001.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
26
İÇİNDEKİLER
• Giriş
• Endülüs'te Siyasi Yapı
• Endülüs'te İlmî ve Kültürel
Hayat
• Endülüs ve İslam Felsefesi
• İbn Bacce
• İbn Tufeyl
• İbn Rüşd
HEDEFLER
ENDÜLÜS’TE İSLAM DÜŞÜNCESİ
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• Endülüs'ün ilmî ve kültürel
yapısını kavrayabilecek,
• Endülüs'te sanat ve mimarinin
gelişimini öğrenebilecek,
• Endülüs'te gelişen bilim dalları
ve önemli düşünürleri
tanıyabilecek,
• Endülüs'te felsefi bilimler ile bu
alandaki çalışmaları
kavrayabileceksiniz.
İSLAM DÜŞÜNCE
TARİHİ
Doç. Dr. Eyüp BEKİRYAZICI
ÜNİTE
9
Endülüs’te İslam Düşüncesi
GİRİŞ
Endülüs; bir devletin, bir medeniyetin, tarihte eşine az rastlanılan bir zaferin
yurdudur ve aynı zamanda bir yenilginin, insanlığa karşı tarihte işlenen en utanç
verici kıyımın adıdır. Bununla birlikte Avrupa’yı medeniyetle buluşturan bir
aydınlığın da müjdesidir.
İslam’ı ön yargılarıyla tanıtma hevesinde olan bir kısım batılı oryantalistler
(dinî ve ilmî çevreler) özellikle İspanya’nın Müslümanlarca feth edilme sebeplerini
iki maddede toplamışlardır. Bunlardan birincisi, başka dinlerden olan insanların
kılıç zoruyla İslam dinine sokulmak istenmesi; ikincisi ise Müslümanların başka
ülkelerin zenginliklerini sömürmeye, ganimet elde etmeye olan düşkünlükleridir.
Gerçekle uzaktan yakından bir alakası olmayan bu görüşler maalesef kilise
tarafından da desteklenerek, Batı’lı ilim çevrelerinde kabul görmüş, ilmî eserlerde
yer almıştır.
İslam’ın fetih ruhunu bilen herkesin asla kabul edemeyeceği yukarıdaki
görüşlerin aksine İspanya’nın fethinde rol oynayan temel nedenler ise, bir
araştırmacımızın eserinde çok açık olarak ele aldığı şu sebeplere dayanmaktadır.
a) Siyasi neden: İslam Devleti’nin sınırlarının genişletilmesi, nüfuz alanının
artırılması
b) Feth edilen ülkelerde adil bir düzen kurulması isteği
c) İslam’ın duyurulup yayılmasının sağlanması
d) Stratejik olarak bu bölgenin fethinin gerekli olması
e) İklimsel ve iktisadi faktörlerin bu fethi zorunlu hâle getirmesi
f)
İspanya’nın dâhili durumunun bu fethe davet çıkarması. (Özdemir, 1994)
Bütün bu değerlendirmeler ışığında şunu idafe etmeliyiz ki, Endülüs
yetişdirdiği önemli bilim adamlarıyla, burada gelişen ve tüm Avrupa’ya
buradan da dünyaya yayılan ilim ve sanat dallarıyla günümüz medeniyetinin
elde edilmesine katkı veren bir medeniyet merkezi olmuştur. Sanıyoruz
bugün insanlık İbn Bacce, İbn Tufeyl, İbn Rüşd ve İbn Arabî gibi Endülüs’te
yetişmiş bilim adamlarına çok şey borçludur.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Endülüs’te İslam Düşüncesi
ENDÜLÜS’TE SİYASİ YAPI
Emevi Devleti’nin Kuzey Afrika valisi Musa b. Nusayr Şam’daki halife Velid b.
Abdulmelik’e (705-715) bölgenin jeopolitik önemi ve içinde bulunduğu müsait
koşulları bildirerek fetih için izin alır ve 710 yılında harekete geçer. 711 senesinde
İslam’ın büyük fatihlerinden Tarık b. Ziyad’ı yedi bin kişilik bir ordu ile İspanya’ya
gönderir.
Tarık b. Ziyad ile Musa b. Nusayr’ın iki koldan yürüttüğü fetih hareketleri
sonuncu, yaklaşık kırk yıl sonra bağımsız bir devlet hâline gelecek olan Endülüs
Emevilerinin kuruluşuna (756) zemin hazırlayan Valilikler Dönemi başlamış olur.
(Özdemir, 1994)
Tarihçiler, Endülüs’ü Müslümanların hakimiyeti boyunca siyasi açıdan şu
dönemlere ayırmışlardır.
a)Valiler Dönemi 714-756
b) Endülüs Emevileri Dönemi 756-1031
c) Muluku’t-Tavaif Dönemi 1031-1090
d) Murabıtlar Dönemi 1090-1147
e) Muvahhidler Dönemi 1147-1248
f) Gırnata Sultanlığı Dönemi 1231-1492
Endülüs’te İlim ve Kültür Hayatı:
Endülüs’ün fethi ile birlikte Müslümanlar hilafet merkezinden çok uzak bir
yerde oluşturdukları bu yeni yerleşim alanlarında hiç vakit kaybetmeden İslami
ilimleri tesis etmişlerdir.
Müslümanlığın genel bir prensibi olarak eğitimin amacını dünya ve ahiret
mutluluğunu elde etmek olarak algılayan Endülüslü yönetici ve teba, gerek eğitim
kurumları gerekse muallimler ve diğer eğitimcilerle bu hedefi gerçekleştirmek için
gerekli müesseseleşmeyi hızla tamamlamaya yönelmişlerdir.
Batı medeniyetinin
temellerinde
Endülüs’ün ilmî ve
kültürel katkıları vardır
Eğitim programlarında öncelik dinî ilimlere verilmiş, bu bağlamda tefsir,
kıraat, hadis, fıkıh, kelam ve tasavvuf gibi ilimler öğretilmeye başlanmıştır. Bunların
yanında pozitif bilimlere de özellikle, felsefe-mantık, tarih-coğrafya, tıp-eczacılık,
astronomi-matematik, botanik-zooloji alanlarında eğitim verilmiş bunun yanısıra
oldukça nitelikli bilim adamları ve onların kalemlerinden çıkan şaheserlerin
oluşmasına da imkân sağlanmıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Endülüs’te İslam Düşüncesi
Endülüs’te yürütülen ilmî faaliyetler bu yarımada ile sınırlı kalmamış,
Barselona gibi şehirlerin her türlü yeniliğe açık olan Fransa’yla entelektüel iletişimi,
İslam bilim ve düşüncesinin Avrupa’da yayılmasına da zemin hazırlamıştır.
(Butterworth-Kessel, İslam Bilim ve Felsefesinin Avrupa’ya Girişi)
Ayrıca hem İslam âlemi hem de Batı için çok önemli sayılacak edebî
eserlerle, mimari, resim, heykel ve musiki gibi branşlarda önemli sanatsal
faaliyetler de icra edilmiştir.
Yukarıda sayılan ilim dallarında çalışan ve Endülüs’te İslam medeniyetinin
şekillenmesine önemli katkıları olan bazı ilim adamlarını eserleriyle birlikte şu
şekilde ele alabiliriz.
Endülüs İslam mimarisi
Avrupalı sanatkârlar için
esin kaynağı olmuştur.
Tefsir:
Bakî b. Mahled (ö. 886) “et-Tefsiru’l-Kebîr”
Mekkî b. Ebî Talib (ö. 1045): “el-Hidaye”
Muhammed b. Ahmed el-Kurtubî (ö. 1273) “el-Cami’u li Ahkâmi’l-Kur’an”
(Kurtubi Tefsiri)
Hadis:
Hadis ilmi alanında da Endülüs’te değerli ilim adamları yetişmiştir. Bunlar
arasında Kasım b. Esbağ (ö. 951), İbnu’l-Kûtiyye (ö. 977) ve İbn Abdilberr (ö. 1070)i
sayabiliriz. Bu dönemde yazılan önemli eserlere örnek olarak da Kasım b. Esbag’ın
“Kitab fî Hadisi Malik b. Enes”i ile Kadı İyad’ın “el-İlma fî Usuli İlmi’l-Hadis” i ile
Rusatî’nin “el-İ’lam” ını zikredebiliriz.
Fıkıh:
Endülüs’te fıkıh, yani İslam hukuku daha ziyade Malikiliğe endeksli olarak
gelişmiştir. Buranın fethi ve Doğu’dan buraya gelen ilk Müslüman âlimlere bağlı
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Endülüs’te İslam Düşüncesi
olarak böyle bir durum oluşmuştur. Bu nedenle İmam Malik’in “Muvatta”sı ve
onun şerhleri etrafında bir fıkıh anlayışı şekillenmiştir.
İmam Malik’in fıkıh anlayışını burada güçlendiren âlimlerden bir kaçını şu
şekilde sıralayabiliriz. İsa b. Dinar (ö. 827), Yahya b. Yahya el-Leysî (ö.849), İbn
Habib (ö. 852).
Bu âlimlerden İsab. Dinar’ın on iki ciltlik “el-Hidaye” isimli eseri oldukça
önemlidir. Bu ilim dalında mezhepler arası karşılaştırmalı bir hukuk eseri olarak ele
alabileceğimiz ünlü filozof İbn Rüşd’ün “Bidâyetu’l-Müctehidîn” isimli eserini de
zikretmeliyiz.
Endülüs’te fıkıhtan bahsederken dikkat çekilmesi gereken en önemli
isimlerden biri de İbn Hazm’dır. O burada Zahirîliğin en önemli temsilcisidir. Hatta
onun ismi bu ekolun kurucusu Davud ez-Zahirî’yi bile gölgelemiştir. Zahirîlik
mezhebini bir anlamda sistemleştiren isim olarak da ele alabileceğimiz İbn Hazm’ın
fıkıh alanında keleme aldığı “el-İhkâm fi Usuli’l-Ahkam” ve “el-Muhallası”nı
zikredebiliriz.
Kelam ve Tasavvuf:
Endülüs’te İmam Malik’in fıkıh anlayışı etrafında şekillenen selefî yaklaşımda
kelama çok sıcak bakılmamış, bu sebeple de kelam ilminin bu bölgede önemli bir
gelişimi söz konusu olmamıştır. Burada sadece Şia’nın, bir kısım Haricî ve
Mutezililerin kısmi faaliyetlerinden bahsedebiliriz.
Tasavvuf ilmine yönelme ise kelama göre daha fazla hoşgörü ile karşılanmış
bunun neticesinde İbn Arabî gibi İslam Düşüncesi’nin önemli bir şahsiyetinin
yetişmesine imkân sağlanmıştır.
İbn Arabî de kaleme almış olduğu “Futuhatu’l-Mekkiyye”, “Fususu’l-Hikem”,
“Risaletu’l-Kuds”, “el-Bulga”, gibi eserlerle bu alanda önemli bir miras bırakmıştır.
Endülüs, Selefiliğin bir
merkezi olarak da
bilinir.
Endülüste İbn Arabî’nin düşüncelerini devam ettiren sufiler arasında İbn
Seb’in (ö.1270) ve İbn Abbad er-Rundî’yi (ö.1389)de hatırlatmalıyız.
Yukarıda ifade ettiğimiz ilimlerin dışında özellikle pozitif bilimler ile dil ve
edebiyat alanında da Endülüs’te önemli çalışmalar yapılmış, şaheserler
oluşturulmuştur. Bu nedenle Endülüs’ün ilim tarihini incelemek isteyenler
coğrafya, tarih, tıp, eczacılık, astronomi, matematik, zooloji, botanik başta olmak
üzere daha pek çok alanda dünya bilimine önemli katkılar vermiş bilim adamlarıyla
karşılaşacaktır. Bu âlimleri ele alacak olursak astronom el-Bitrûcî ve ez-Zerkâlî,
matematikçi el-Mecritî, botanikçi Muhammed b. Malik; tabib ve eczacılar arasında
ez-Zehrâvi, Ebu Mervan b. Zühr ve İbnu’l-Baytar, tarihçi ve coğrafyacılar arasında
da Ahmed er-Razî, Muhammed el-Varrak ve İbn Cübeyrî sayabiliriz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Endülüs’te İslam Düşüncesi
Endülüslü âlimler, İslam kültür hayatı ile ilgili eserleri başta olmak üzere
pozitif ve felsefi bilimler alanlarında Antik Dönem eserlerini İspanya’ya getirmiş
olmasalardı, zamanın Latin dünyasının bunlardan haberi olmayacağının ileri süren
pek çok oryantalist vardır. (Butterworth-Kessel, 2001)Bu da bize Avrupa’daki
Rönesans ve Reform hareketlerinde Müslümanların payı hakkında bir fikir
vermektedir.
Endülüs’te Sanat:
İber yarımadası Müslümanlarca feth edilmeden önce ileri bir medeniyete
sahip bir coğrafya değildi. Müslümanların burayı ele geçirmesiyle birlikte ilim ve
kültür alanında olduğu kadar sanat eserleriyle de Endülüs, dünyanın belli başlı
medeniyet merkezlerinden biri olarak tarihe geçmiştir. Örneğin Kurtuba şehri
Müslümanlar buraya gelmeden önce çok bilinen bir yer değildi, ama fetihle birlikte
özellikle İslam medeniyetinin Bağdat ve İstanbul’dan sonra üçüncü şehri hâline
gelmiştir. Müslümanların imar çalışmalarıyla bu şehir 113 bin evi, 21 dış mahallesi,
70 kütüphanesi ve iki binin üzerindeki cami ve mescidi, bir o kadar da han ve
hamamı, muhteşem saray ve konakları ile dünyanın gıpta ettiği bir şehir hâline
gelmiştir. (Özdemir, 1997)
“El-Hamra” milyonlarca
ziyeretciyi hala kendine
hayran etmektedir.
Sadece Kurtuba değil, İşbiliye, Maleka, Meriyye, Batalyevs, Tuleytula,
Sarakusta, Daniye, Gırnata, Belensiye gibi birçok Endülüs şehri de bu imar
çalışmalarından nasibini almıştır. Bu şehirlerde icra edilen sanatsal faaliyetler ve
oluşturulan sanat eserleri sadece İslam sanatı için değil dünya sanatı için de büyük
öneme sahip olmuştur. Bu bölgenin mimarları âdeta bir estetik medeniyeti
oluşturmuşlar ve İslam motiflerini kullanacak dünya sanatının gelişmesine model
oluşturan eşsiz sanat şaheserlerine imza atmıştırlar.
Mimari alanın önemli eserleri olarak Kurtuba Ulu Camii, Toledo’daki Babu
Merdum Camii, Kurtuba yakınlarında inşa edilen “Medinetu’z-Zehra” şehri ile
“Medinetu’z-Zahire” şehirleri, Saragoza’daki Caferiye Sarayı, İşbiliye Ulu Camii ve
Altın Kule ile Gırnata Sultanlığı’nı dünyamıza bir armağanı olan el-Hamra Sarayı
İslam sanatının Endülüste ulaştığı zirveyi bizlere sunmaktadır. Endülüs’te hiçbir
eser kalmamış olsa bile bugün Müslüman- gayri müslim binlerce ziyaretçisi ile
İslam estetiğini bizlere tanıma imkânı sunan el-Hamra’nın dünya sanatına katkıları
herkes tarafından kabul edilmektedir.
Müslüman sanatkârların yukarıda ifade edilen mimari eserlerde yer
verdikleri resim, heykel, kabartma, tezyin, hat, ahşap işleme, seramik, çömlekçilik
çinicilik gibi el sanatları da İslam sanatının ulaştığı bu muazzam zirve hakkında bize
bir fikir vermektedir. Yine fildişi oymacılığı ile Endülüs dokumacılığı da zamanının
en güzel örneklerinin sunulduğu sanat kolları olarak dikkatimizi çekmektedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Endülüs’te İslam Düşüncesi
Endülüs İslam medeniyetinin izlerini Avrupa’ya taşıyan bir köprü de musiki
alanında olmuştur. Hem zamanın meşhur musikişinaslarının beste ve güfteleri,
hem de sanatkâr âlimlerin bu alanda kaleme aldığı eserlerin bir kısmı günümüze
kadar ulaşmıştır. Bir kısım musiki aletlerini de Avrupa, Endülüs vasıtasıyla
tanımıştır. Def, gitar, kanun bunlardan bir kaçıdır.
Bireysel Etkinlik
Röneans Dönemi
eserleri Endülüs
mimarisi
şekillendirmiştir.
“Batı Düşüncesi’nin Oluşumunda İslam’ın Rolü” eserinin yazarı ünlü düşünür
Abdurrahman Bedevi, Endülüs’te gelişen İslam sanatının özellikle mimari ve
musikide Avrupa’ya önemli etkileri olduğunu detaylı bir biçimde ortaya koymuştur.
O, İslam medeniyetinin bir ürünü olarak ortaya çıkan Endülüs İspanyol musikisinin
Avrupa içlerine Fransa ve Almanya'ya ne şekilde yayıldığını ifade ederken XIII. ve
XVI. yüzyılda Avrupa da yayılan bu musikinin günümüze uzanan etkilerinden bizi
haberdar etmektedir. Yine başta Kurtuba Cami’indeki mimari şekiller olmak üzere
birçok Endülüs eserindeki İslam medeniyetine ait izlerin, Roman ve Gotik tarzı
mimarinin şekillenmesindeki önemine atıfta bulunmuştur. Dolayısıyla bugün
Avrupa’nın birçok şehrinde turistlerin ilgisini çeken Rönesans Dönemi eserleri
şekillendiren esin kaynağının Endülüs İslam mimarisi olduğu gözden uzak
tutulmamalıdır.
• Endülüs'teki kültürel ve sanatsal etkinliklerin
medeniyet tarihindeki iz düşümlerini tartışınız.
Endülüs ve İslam Felsefesi:
İslam medeniyetinin günümüze değin süregelen muazzam birikiminin
oluşmasında Endülüs’te yetişen İslam filozoflarının önemli bir yeri vardır. İslam
düşüncesinin ele alındığı bütün eserlerde Endülüs’ün dinî, kültürel, coğrafi
atmosferinde yetişen ve bıraktıkları eserlerle düşünce dünyasına oldukça fazla etki
eden düşünürlere bu ünite biraz daha ağırlık vereceğiz.
Felsefe, bu topraklarda fetih hareketleriyle birlikte önem verilen bir ilim dalı
olmamıştır. Felsefe Doğu’daki İslam devletleri göz önüne alındığında buralarda
neredeyse felsefe gelişme dönemini tamamlamak üzereyken Endülüslü âlimlerin
bu alana ilgisi başlamıştır, denilebilir. Şüphesiz bu gecikmenin en önemli
sebeplerinden biri Endülüs’te fetihle birlikte hâkim olan selefi yaklaşımdır. Bu
bölgede akli ilimlere karşı katı bir tutum izlenmiş, bunda etkili olan Malikî-Zahirî
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Endülüs’te İslam Düşüncesi
anlayış, felsefenin gelişmesine müsaade etmemiştir. Doğu’daki felsefi anlayışın
buraya yansımasını önleyen diğer bir etkende Batı’da kurulan bu devletin
Doğu’dan her yönden bağımsız hareket etme politikası ve Doğu’yla bu manada
ilişkilerini mümkün mertebe en alt seviyede tutmaya çalışma hedefidir.
X. yüzyıla kadar Batı’da yükselen İslam medeniyetinin Doğu ile münasebeti
çok sınırlı olmuş, ancak iki bölge arasında başlayan seyahatler bu sınırların ortadan
kalkmasında önemli rol oynamıştır.
İbn Bacce, İbn Tufeyl,
İbn Rüşd ile Endülüs,
felsefi ilimlerde altın
çağını yaşamıştır.
Bu seyahatlerin devlet adamları tarafından da desteklenmesiyle iki bölgenin
ilim alanında sıkı bir iş birliği imkânına kavuştuğunu ifade edebiliriz. Özellikle II.
Hakem’in (ö. 976) emriyle Doğu’da yazılan bütün kitapların kopyalanıp Endülüs’e
getirilmesi faaliyeti sonucu oluşturulan kütüphanedeki eserlerin sayısının 400.000
ulaştığı kaydedilmiştir. Ancak bu eserler içinde henüz felsefi eserlere yeterli
derecede yer verilemediğini de ifade etmeliyiz. Zira bu dönemde dindar bir filozof
olarak kabul edilen Gazalî’nin eserleri bile Kurtuba meydanında zararlı görülerek
yakılmaktadır.
Ancak X. yüzyılın
yıkılmaya başlanmıştır.
Meslemetu’l-Mecritî’nin
girmiştir. Bunu Sicistanî
kısım eserleri izlemiştir.
sonlarına doğru felsefeye karşı oluşan bu menfi tutum
Bu sıralarda Endülüs’ün ilk büyük kimyacısı sayılan
(ö. 1007) gayretleri ile İhvan-ı Safa Risaleleri Endülüs’e
ekolünün mantık kitapları ile Farabî ve İbn Sina’nın bir
Felsefi eserlerin Endülüs’e girişinde emeği olan diğer bir düşünür de
Muhammed b. Abdullah b. Meserre’dir. İbn Meserre, Doğu’ya seyahat etmiş,
burada mutezile kelamı ve Şiilikle ilgili birçok öğretiyi elde etmiş, sahte
Empedokles’çilik başta olmak üzere Yeni Eflatun’cu felsefenin Endülüs’e naklinde
önemli rol oynamıştır. (Bayrakdar, 1997:92.)
Endülüs’te gelişen İslam medeniyeti Avrupa başta olmak üzere dünyadaki
fikir hareketlerinin şekillenmesinde önemli bir paya sahip olmuştur. Kuzeybatı
Afrika ile Güneybatı Avrupa’da hâkim olan Müslümanların (İspanya, Portekiz,
kısmen İtalya ve Fransa’da, yine Fas ve Tunus bölgelerinde) birçok şehirde tesis
ettikleri ilim ve kültür hizmetleri tıpkı sanat ve mimaride olduğu gibi Rönesans’ın
doğuşuna zemin hazırlayan çok değerli bir birikimin oluşmasına imkân tanımıştır.
Yukarıda ifade ettiğimiz Endülüs tarihindeki bilim faaliyetlerini içeren
dönemleri ana hatlarıyla şu şekilde tespit edebilir ve bu dönemler içerisinde felsefi
faaliyetlerin yoğunlaştığı dönemi belirleyebiliriz.
a)Birinci Dönem: İbn Bacce Öncesi Bilim Hayatı: Bu dönem, selefi anlayışın
din bilimlerini ön plana çıkardığı, müspet bilimlerin ancak matematik ve tıp
alanlarıyla gündemde olduğu bir dönemdir. Felsefi ilimlerin henüz pek gündeme
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Endülüs’te İslam Düşüncesi
alınmadığı bu devirde felsefe adına ancak mantık ilmine yer verilmiş, bu anlamda
sonraki dönemler için felsefeye az da olsa bir zemin oluşturulmaya gayret
edilmiştir.
b) İkinci Dönem: Altın Devir: Bu dönem, Endülüs’te felsefi ilimlerin en parlak
dönemidir. Endülüs tarihinin üç büyük düşünürü olan İbn Bacce, İbn Tufeyl ve İbn
Rüşd’ün yaşadığı zaman dilimini içeren bu dönemde Endülüs âdeta dünyanın felsefi
ilimler bakımından bir cazibe merkezi olmuştur. Bu dönemde telif edilen felsefi
eserler ve birçok dilden yapılan çeviriler ile özellikle Aristoteles gibi Antik Yunan ‘ın
büyük filozofunun eserlerine yapılan şerhler bütün ilim dünyasında bir dönüşüme
vesile olmuştur.
c) Üçüncü Dönem: İbn Rüşd sonrası: Endülüs’te her alanda olduğu gibi bilim
alanında da geriye dönüşün başladığı dönemi ifade eder. Dolayısıyla özelikle felsefi
ilimler alanında bu dönemde orijinal eserler verilmemiş, ancak önceki dönemde
yazılan eserler şerh edilmiştir. Bu dönemin felsefesi geçmiş dönemleri tekrarlayan
bir taklit felsefesidir, denilebilir.
Görüldüğü gibi bu ünite açısından bizim üzerinde durmamız gereken asıl
dönem, ikinci dönemdir. Burada yetişen üç büyük filozof ve düşüncelerine kısaca
yer vermemiz faydalı olcaktır:
1- İbn Bacce:
İbn Bacce/Avampace (ö. 1138) İslam dünyasının yetiştirdiği önemli
düşünürlerden biridir. İbn Bacce’nin içinde yetiştiği ortam, bir iflozof için yeterince
elverişli olmasa da felsefi literatür bakımından tatmin edici bir düzeyde idi. Bu
bağlamda o bir taraftan Platon ve Aristoteles gibi Antik Yunan filozoflarının, diğer
yandan Doğulu büyük İslam filozoflarının eserlerine tamamen, kısmen ya da
şerhleri vasıtasıyla ulaşabilme imkânına sahip olmuştur.
İbn Bacce hem Batı’nın hem de Doğu’nun felsefi birikiminden istifade ederek
felsefesini onlardan elde ettiği ilkeler üzerine temellendirmiştir. Bu manada o,
Aristoteles’in İslam kültür çevrelerinde bilinen bütün eserlerine ulaştığı gibi
Platon’un, Devlet, Phaidon, Symposium vb. diyalogları ile İskender Afrodisi, Galen
ve Hipokrat’ın bir kısım eserlerine de muhtemelen ulaşmıştı.
İslam filozofları arasında İbn Bacce’nin eserlerinde ismine en fazla yer verdiği
ve etkilendiği filozof ise Farabî olmuştur. O Farabî’nin “Şerh Nikomahya”, “Fi’lVahde”, “K. El-Mille”, “Uyun el-Mesail”, “Meani’l-Akl” isimli eserlerinden
bahsetmiş, isim vermeden diğer bir kısım eserlerinden de alıntılar yapmıştır. O İbn
Sina’dan bahsetmemiş olsa da onun da bir kısım eserlerini görmüş olması ihtimal
dâhilindedir. Yine İbn Bacce eserlerinde ayet ve hadislerin yanı sıra İslam
kültürünün bir diğer unsuru olan şiire de yer vermiştir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Endülüs’te İslam Düşüncesi
İbn Bacce, Endülüsteki
ilk Meşşaî filozoftur.
İslam dünyasında Aristoteles’i Doğu’daki meslektaşlarına oranla daha iyi
tanıyan ve yorumlayan bir düşünür olarak İbn Bacce bu yönde İbn Rüşd’e de esin
kaynağı olmuştur. Bir Aristo şarihi olarak İbn Bacce’nin İbn Rüşd’e olumlu
katkılarından bahsetmeliyiz.
İbn Bacce’nin Endülüs’te felsefi düşünceye önemli bir katkısı istikrarlı bir
ortam sağlayarak kendinden sonra İbn Tufeyl, İbn Rüşd ve Musa b. Meymun gibi
düşünürlere rahat bir zemin hazırlamasıdır.
İbn Bacce’nin Meşşaî bir filozof olarak değerlendirilmesi yanında,
“Felsefesinin özü nedir?” sorusuna verilecek açık yanıt, “insan” olacaktır. Zira o
“Tedbir el-Mütevahhid” isimli ana eserinde “Acaba kötü bir toplumda yaşamak
zorunda kalan iyi bir insan, mutluysa mutluluğunu koruyabilmek, değilse mutlu
olabilmek için nasıl bir yol izlemelidir?” sorusuna yanıt arar. Bütün araştırmasını bu
soruya bağlayan müellifin temel sorunu, insan olarak ön plana çıkmaktadır.
(Aydınlı, 1997:17)
İbn Bacce’nin felsefi yönü ile ilgili yapılan çalışmalarda Farabî ve İbn Sina
yoluyla Aristo Felsefesi’ne ilgi duyduğundan bahsedilerek onun Aristo’nun bazı
eserleri üzerine şerhler yazdığı ifade edilmiştir. Onun Endülüs’te Aristo’yu ilk
tanıtan kimse olduğuna dikkat çekilmiştir.
Felsefi düşünceleri irdelendiğinde, İbn Bacce’nin saf Aristoculuktan ziyade,
Farabî’nin yolunu izlemiş olduğu da ön plana çıkarılmıştır. Bu açıdan ilgi duyduğu
ilim dalları, yaşayış tarzı ve bilimsel formasyon bakımından da yine Farabî’ye
benzetilmiştir. Dolayısıyla metafizik ve ahlak gibi konularda onun Farabî’nin tesiri
altında felsefe yaptığı belirtilmiştir. Bu anlamda Farabî’nin iyi bir şarihi ve izleyicisi
olmuştur.
Eserleri:
1- Kitab Tedbir el-Mütevahhid
2-Risale el-Veda
3- İttisal el-Akl bi’l-İnsanî
4- el- Vukuf ale’l-Akl el-Faal
5- Fi’l-Gaye el –İnsaniyye
6- el-ilm el-Medenî
7-Kitab en-Nefs
İbn Bacce’nin bnuların dışında birçok eseri bulunmaktadır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Endülüs’te İslam Düşüncesi
2-İbn Tufeyl:
Tam adı Ebu Bekr Muhammed b. Abdulmelik b. Tufeyl el-Kaysî’dir. Gırnata
yakınlarında Cadiz’de 500/1106’da doğmuş, Merakeş’te 581/1185 yılında vefat
etmiştir. Gırnata’da Emir Ebu Yakup Yusuf’un vezirliğini yapmıştır. Devlet ricali
nazarındaki itibarı sayesinde İbn Rüşd’ü Murabıtî hükümdarı ile tanıştırmış. Bu
vesileyle onun Aristo eserlerini şerh etmesinde rol oynamıştır.
Felsefi Görüşleri:
Hayy b. Yekzan
romanıyla alanındaki
(Robinson Crusoe dâhil)
bütün eserlere öncülük
eden ilk düşünür İbn
Tufeyl’dir
Endülüs’te işrak felsefesi ile meşgul olan bir düşünce adamı olarak
tanınmıştır. Diğer filozoflara göre daha az kitap yazan daha ziyade düşünme ile
meşgul olan bir çizgi sürdürmüştür. O, Yunan bilimi ile Doğu hikmetini birleştirerek
yeni bir dünya görüşü oluşturma gayretinde olmuştur. Fertlerin kendilerini iyi
yetiştirmelerinin toplumun düzen ve istikrarı için gerekli olduğu üzerinde
durmuştur.
Onun gümünüze ulaşan ve pek çok dile çevrilen meşhur eseri Hayy b. Yekzan
ya da diğer isimiyle Esraru Hikmeti’l-Meşrikiyye’dir.
İbn Tufeyl bu çalışması ile akıl, vahiy, sezgi arasındaki dengeye dikkatimizi
çekmiştir. Hiçbir dış etkiye maruz bırakılmayan, yani saflığını koruyarak doğaya
yönelen aklın vahyin bildirdiği hakikatlere ulaşabileceğini dikkatimizi çekmeye
çalışmıştır. Dolayısıyla insan aklını bozan, ifsat eden şeyin, nefis, şehvet, duygular
ve ihtiraslar olduğunu belirtmek istemiştir. Oysa fıtrata uygun davrananların bu
bozulmadan kendilerini koruyabileceklerine işaret etmiştir.
Onun şaheseri Hayy. b. Yekzan’daki baş aktör Hayy, kimsesiz ve ıssız bir
adada tek başına kendisi, doğa ve onu var eden güçle ilgili tefekkürünü
sürdürürken aklı ile ulaştığı hakikatler bir peygamberin vahyine muhatap insanın
ulaştığı hakikatlerle örtüşmüştür. Bu bize akıl-vahiy, din ve bilim arasındaki uyumu
da gösteren bir çalışma niteliğindedir.
İbn Tufeyl, Hayy ibn Yakzan eserinde ortaya koyduğu düşüncelerinde büyük
ölçüde çoğu zaman tenkit ettiği Gazalî’nin fikirlerini yansıtmıştır. Yine bu eserde
onun tenkit ettiği Farabî ve ibn Sina’nın izlerini görmek de mümkündür. Ancak o bu
iki filozofun Aristocu ve Eflatuncu etkilerinden ziyade, kurmaya çalıştıkları “Doğu
felsefesi” yönlerinden etkilenmiştir. Onun bu eserine bir alt başlık olarak
“Hikmetu’l-İşrak” adını vermiş olması tıpkı İbn Sina gibi bir meşrıkî hikmet peşinde
olduğunun da bir işaretidir. Bu anlayışla onun vermek istediği mesaj şudur: Hem
Yüce Yaratıcı’nın hem de tüm varlıkların gerçek bilgisine sadece duyularla veya
cismanî bir güç ya da organ vasıtasıyla değil, insan varlığının hakikatini teşkil eden
ruh veya nefis temizliğiyle ulaşılabilmek mümkündür. Ancak bu düşünceyi ortaya
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Endülüs’te İslam Düşüncesi
koyarken o, Gazalî ve Sühreverdî’den farklı olarak herhangi bir dinî öğretiyi bile
rehber olarak takip etmeyi önemsememiş, tabiatın rehberliğini yeterli görmüştür.
Buna göre insan, tabiatı ve tabii olayları seyretmekle hakikate ulaşabilecektir.
İbn Tufeyl’in bu eseri bütün Orta Çağ’ın en dikkat çekici eseri olarak takdim
edilmiş ve neredeyse bütün Batı dillerine çevrilmiş, kendisinden sonra bu alanda
yazılan aynı türden eserlerin esin kaynağı olarak önemini hep korumuştur.
Bütün bunlara dayanarak şu neticeye işaret edebiliriz ki, İbn Tufeyl, Meşşaî
anlayıştan farklı olarak yeni bir anlayışı, natüralist bir tasavvuf ya da işrakiliği
benimsemiştir. Böylece o Gazalî’inin tasavvufundan, İbn Sina’nın rasyonel
işrakiliğinden, Sühreverdî’nin irrasyonel işrakiliğinden farklı bir işrakiliği
benimsemiştir. O bu düşüncelerini ifade ederken, felsefe ile dinin veya akıl ile
vahyin gerçeğe ulaşmada aynı gaye ve uyum içinde olduğunu göstermek istemiştir.
(Bayrakdar, 1997:99)
3-İbn Rüşd/Averroes
Bu ders kapsamında farklı ünitelerde İbn Rüşd ile ilgili değişik bilgilere yer
vereceğiz Bu sebeple bu ünitede çok kapsamlı bir İbn Rüşd tahliline girişmeyeceğiz.
Ancak hem Endülüs’ün hem de bütün İslam felsefesi tarihinin en önemli Aristoteles
şarihi ve takipçisi filozofun İbn Rüşd olmasından dolayı ona daha geniş bir yer
vereceğiz.
Hayatı ve Eserleri:
Ebu’l-Velid Muhammed ibn Ahmed ibn Rüşd 520/1126 yılında Kurtuba
şehrinde doğmuş ve 595/1198 yılında ise Merakeş’te vefat edip oraya defn
edilmiştir. Ancak vefatından üç ay sonra naaşı Kurtuba’ya, buradaki İbn Abbas
mezarlığındaki aile kabristanlığına nakledilmiştir.
Bütün dünya
Aristoteles’i İbn
Rüşd’den öğrenmiştir.
İbn Rüşd’ün ailesi eğitime oldukça önem veren ve idari yapı içerisinde görev
alan bireylerden oluşuyordu. Babası kadılık, dedesi Kurtuba Kadı’l-Kudatlık
görevlerini yerine getirmişti. Dolayısıyle onun eğitimine de gereken önem verilmiş,
genç yaşlarında fıkıh, kelam, tıp, riyaziyat ve felsefe eğitimlerini tamamlama şansı
bulmuştur. O, temel dinî ilimleri babasında tahsil etmiş, Ebu Muhammed Rızk’tan
fıkıh, Ebu’l-Kasım İbn Beşküvâl’dan hadis ve usul-i fıkıh okumuş, Ebu Cafer İbn
Harun et-Tercalî ve Belensiyeli Ebu Mervan İbn Cüryul’den tıp, hikmet ve
matematik öğrenimi almıştır. Endülüs’teki geleneğe uygun olarak Malik b. Enes’in
Muvatta’sını da ezberlemiştir.
İbn Rüşd’ün felsefi alandaki gelişimine İbn Tufeyl’in önemli katkıları
olmuştur. Zira onu Halife Ebu Yakup Yusuf ile tanıştıran İbn Tufeyl’dir. Halife,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Endülüs’te İslam Düşüncesi
döneminin en entelektüel kişilerinden biriydi. O, felsefeyle ilgiliydi ve Aristoteles’in
eserlerinin şerh edilmesini arzuluyordu. Bu konuda en yakınındaki düşünür İbn
Tufeyl’den yardım istemiş, o da bu işi kendisinden daha güzel bir şekilde
başarabilecek kişi olarak İbn Rüşd’ü halifeye önermiştir.
İbn Rüşd, halife tarafından kendisine teklif edilen şerh görevini kabul etmiş
ve bu işte son derece başarılı olmuştur. Bunun neticesi halife tarafından İşbiliyye
kadılığı görevine getirilmiş ve Aristoteles’in eserlerine yaptığı şerhlerle ilim
dünyasında ulaşılamaz bir yer edinmiştir. Yine bu görevi yerine getirmekle hem
İslam dünyasında Aristoteles’i en iyi anlayan düşünür olmuş hem de onu Batı’ya
tanıtan isim olarak haklı bir başarıya ulaşmıştır.
İbn Rüşd, “şarih” ünvanını almasını sağlayan şerh çalışmalarında
Aristoteles’in eserlerine üç tür şerh yazmıştır. Bunlar büyük, orta ve küçük
şerhlerdir. Büyük şerhleri tefsir, küçük şerhleri ise telhis ismiyle anılmıştır. Bu
şerhlerin incelenmesiyle İbn Rüşd’ün felsefi anlayışının ortaya çıkarışması
mümkündür.
İbn Rüşd’ün bu şerhlerinin orijinal Arapçalarından daha ziyade Latince ve
İbranice tercümeleri yaygınlık kazanmıştır. Zira bu dillerdeki eserler özellikle
Batı’da elden ele dolaştırılıp incelenirken Arapça orijinalleri ya yakılmış ya da
felsefeye olan düşmanlık ve ilgisizlik sebebiyle yasaklanmıştır. Hele hele
Rönesans’la birlikte Avrupa İbn Rüşd’ün ön gördüğü ilmî metodu benimseyip onun
eserlerine yönelirken, İslam dünyasında felsefe mistik ve dinî ilimler uğruna kurban
edilmeye başlanmıştı. Bu nedenlerden dolayı İbn Rüşd, İslam dünyasından çok
daha fazla ilgiyi Batı’da bulmuştur.
İbn Rüşd’ün Aristoteles’in birçok eserine yaptığı şerhlerin yanında telif etmiş
olduğu önemli eserlerinden bir kaçı da şunlardır.
Faslu’l-Makâl fî ma Beyn’el-Hikme ve’ş-Şeria mine’l-İttisal;
ed-Damime;
el-Keşf an Menâhici’l-Edille fî Akâidi’l-Mille;
Tehâfütü’t-Tehâfüti’l-Felâsife
Bunlara ilaveten Batı’da en az İbn Sina’nın “el-Kanun”u kadar meşhur
olmuş tıp külliyatından da bahsedilebilir.
Felsefi Anlayışı:
İbn Rüşd’e göre felsefe
yapmak dinin emridir.
Onun özellikle Gazalî (ö. 1111)’nin Tehâfüt’üne karşı yazdığı “Tehâfütü’tTehâfüt” isimli eserindeki fikirleri, hem İslam Düşüncesi’nin gelişmesi hem de
düşünürlerin ufkunun açılması bakımından fevkalade yararlı olmuştur.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Endülüs’te İslam Düşüncesi
İbn Rüşd, felsefi sistemini din-felsefe ekseninde kurmuştur. Bu şekilde
davranmasında hiç şüphe yok ki, yaşadığı döneme kadar şekillenen felsefi miras ve
içinde bulunduğu şartlar etkili olmuştur. Zira Gazalî’nin filozofları tekfirinden sonra
felsefeye karşı olumsuz bir atmosfer oluşmuştu. Felsefi eyleme yeniden önem
verilmesi için bir çaba gerekliydi. Diyebiliriz ki, düşünürümüz bu sorumluluğu büyük
ölçüde yerine getirmiştir. Onun yaşadığı dönemde filozoflar öylesine zor
durumdaydılar ki, el-Ehvanî’nin naklettiğine göre onlar, açıkça felsefi fikirlerini
reddetmedikleri sürece öldürülmeleri bile söz konusu olmaktaydı. Bu nedenle
filozoflar kendilerini ve fikirlerini savunmak zorundaydılar. Sanıyoruz ki, bu şartlar
İbn Rüşd’ün - dinî referansa fazlaca yer veren- felsefi metodunun oluşmasında
etkili olmuştur.
İbn Rüşd, Tehafüt isimli
eserinde hem Gazalî’yi
hem de İbn Sina’yı
eleştirmiştir.
İbn Rüşd, hem kendinden önceki felsefi görüşleri eleştirmekle hem kendine
has görüşler ortaya atıp ve değerlendirmelerde bulunmakla, hem de din-felsefe
ilişkisine kendinden öncekilere nazaran müsamahakâr bir boyut kazandırmakla
İslam düşüncesi tarihinde haklı bir yer edinmiştir. Felsefe ve din arasındaki uyum
doğal olarak, İslam Felsefesi’nin en fazla önemsenen problemi olmuştur. İbn
Rüşd’ün bu probleme getirdiği çözüm ise tatmin edicidir. Çağımızda böyle bir
meselenin bu kadar dikkat çekip çekmeyeceği kuşkuludur. Fakat VI. – XII. yy.da bu
konu gerçekten hayati önemi haizdi. Çünkü filozoflar küfür, yani dinsizlikle
suçlanıyorlardı. Nitekim Gazalî de Tehâfüt’ünde filozofları küfürle itham etmişti.
İşte İbn Rüşd, bu sebeplerle felsefi düşüncenin geleceğinde son derece etkili olacak
yeni bir felsefi yöntem geliştirir. Bu yöntemle de döneminde felsefenin
savunuculuğunu üstlenir. Daha da önemlisi tekfir edilme korkusuyla filozofların
felsefeden soğutulmasına son vermeye çalışır.
Düşünürümüz felsefeyi de bu paralelde tanımlamıştır. Ona göre felsefe, “var
olanları inceleyip değerlendirmek ve varlıkların Sani’e (Tanrı’ya) delaletini
araştırmaktır.” Bu tarif gereğince de o, İslam’a göre felsefe yapmanın vacip ya da
mendub olduğu görüşüne ulaşır.
İbn Rüşd Faslu’l-Makâl’inde felsefenin gerekliliğini Kuran’dan seçtiği
ayetlerle temellendirmektedir. Ona göre Kur’an,
“ Ey basiret sahipleri, ibret alın.” (Haşr, 59/3); “Göklerin ve yerin melekutuna ve
Allah’ın yarattığı şeylere bakmazlar mı.” (Araf, 7/184) ; “Ve onlar göklerin ve
yerin yaratılışını düşünürler.” (Al-i İmran, 3/191),
Ayetleri ile insanları “ibret alma” “bakma” “düşünme” gibi eylemlere yani
felsefe yapmaya yöneltmektedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Endülüs’te İslam Düşüncesi
İbn Rüşd bu tür görüşlerini Faslü’l-Ma kâl fî ma Beyne’l-Hikme ve’ş-Şeria’
mine’l-İttisal isimli eserinde ifade etmektedir. O bu eserinde, daha önce de
belirttiğimiz gibi, felsefenin din tarafından nasıl emredildiğini ele alır. İbn Rüşd
eserinde bu probleme bir filozof olmaktan ziyade bir fakih olarak yaklaşır. Konuyu
Kur’an ve sünnet açısından temellendirmeye çalışır. Daha sonra akıl-vahiy, bir
başka ifadeyle felsefe ile din arasındaki var gibi gösterilmeye çalışılan çatışmayı ve
çelişmeyi izaha yönelir. Bekir Karlığa’nın tespitiyle “Her ne kadar din ile felsefe tek
olan hakikatin birer ifade vasıtası iseler de, onu anlayıp yorumlama durumunda
olan insanların bilgi ve görgü kapasiteleri farklı olduğu için zaman zaman hakikatin
bu iki cephesi arasında farklılıklar göze çarpabilir. Öyleyse gerek din, gerekse
felsefe açısından insan kapasitesinin durumunu gözden geçirmek gerekir. İbn
Rüşd’e göre insanlar tasdik konusunda farklı tabiatlara sahiptirler. Kimisi burhan
ile, kimisi diyalektik sözlerle, kimisi de hitabi sözlerle tasdik eder. Bu sebeple İslam
dini insanları bu üç yolla tasdike davet etmektedir.” İbn Rüşd’e göre insanlardaki
anlayışlar farklı olduğu gibi nasslarda da farklılıklar mevcuttur. Bu farklılıkları
gidermek için de te’vil ve kıyas gerekir. Bu da bizi felsefeye götürür.
Bireysel Etkinlik
İbn Rüşd’ün kelami ve felsefi fikirlerinin doğru anlaşılması için en önemli
kaynak şüphesiz en büyük felsefi-kelami eserlerden biri olan Tehâfütü’tTehâfüt’üdür. Muhtemelen 1180’de yazılan bu eser İbn Rüşd’ün olgun
düşüncesinin özetidir. Eser Gazalî’nin Grek-İslam felsefesini tenkidine sistematik bir
reddiye niteliğindedir.
• Endülüs'teki İslam filozoflarının Rönesans ve
Reform hareketlerine etkilerini tartışınız.
İbn Rüşd bu eserinde Eşariler, Selef, Mu’tezile gibi zamanın itikadi-kelami
ekollerinin uğraştığı birçok problemin çözümünde realist ve rasyonalist bir
yaklaşım sergiler. İbn Rüşd fikirlerinin yanlış anlaşılacağını düşünerek ya selefî
metodu takiple meselenin zahirî bir izahını yapar ya da “bu meselenin te’vilini ve
esas anlamını Allah’tan başkası bilmez.”, demek suretiyle agnostik bir tavır sergiler.
Onun sistemi bu nevi konuşma tarzına ve tavır almalara oldukça müsaittir. Halka
ayrı; zeki, kabiliyetli ve dürüst âlimlere başka türlü hitap etmeyi bir prensip hâline
getirmesinden dolayı onun gerçek fikrinin hangisi olduğunu anlamak bazen bir
hayli zorlaşır. Bilhassa onun umumi kanaatlerini bilmeyenler kendisini tamamen
yanlış anlayabilirler. Halka karşı imancı, aydınlara karşı akılcı ve gerçekçi bir tavır
takınmayı vazgeçilmez bir kaide hâline getirmiş olan İbn Rüşd, esasen kendisinin bu
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Endülüs’te İslam Düşüncesi
şekilde anlaşılmasından şikâyetçi değildir. Onun yöntemi insanları problemlerle
karşı karşıya getirmek değil, bilakis mutluluklarını sağlayacak çözümler üretmek
esasına dayanır.
İbn Rüşd, Aristoteles’in
bütün eserlerini şerh
etmiştir.
İbn Rüşd, din ve akıl
arasında var olduğu
söylenen uzlaşmazlığı
kaldırmayı
hedeflemiştir.
İbn Rüşd tevil konusunda hem İbn Sina’yı (ö. 1036) hem de muhalifi Gazalî’yi
tenkit eder. Ona göre bilhassa Gazalî tevil edilmemesi gereken nassları halka tevil
etmek suretiyle dine ve ilme zarar vermiştir. İbn Sina ise, kısmen nassları, kısmen
de felsefeyi tevil ederek şeriatla hikmeti (din-felsefe) bütünleştirmek istemiştir.
Fakat İbn Rüşd bu yüzden İbn Sina’ya sert eleştiriler getirmiş, yaptığı tevillerin
anlamsız olduğunu ifade etmiş, hatta İbn Sina’yı felsefeyle kelam arasında bir
yerde görmüş, daha doğrusu onu tam anlamıyla bir filozof saymamıştır.
Ancak şunu da belirtmeliyiz ki, Gazalî’nin Tehâfüt’teki eleştirilerini
değerlendirirken, onun bu eserin yazımı esnasında karşı karşıya bulunduğu
sosyolojik ve psikolojik ortamı da göz önüne almamız gerekir. O, bu eserin
yazımında son derece dikkatli davranmış ve Gazalî’yi aynı dikkati göstermediğinden
dolayı eleştirmiştir. Özellikle Allah’ın sıfatlarını konu edindiği bölümde bir
genelleme yaparak şu tespitte bulunmuştur: “Bence bütün bunlar dinin sınırlarını
aşmak ve dinin emretmediği şeyleri araştırmak demektir. Çünkü insan gücü bu
konuda yetersizdir. Aslında dinin söz söylemediği bilimlerden her birinin
araştırılması ve aklî incelemenin ulaştırdığı sonuçların şeri inançlar olarak halka
açıklanması gerekmez. Çünkü böyle bir şeyden son derece büyük karışıklıklar doğar.
Dolayısıyla dinin söz söylemediği hususlarda söz söylememek gerekir. Herkes de
bilir ki, insan aklı bu türlü konuları incelemekte yetersiz olup, dinin açıklamış olduğu
öğretilerin dışına çıkamaz.” Bu düşünceler bize İbn Rüşd’ün hareket noktasını
belirleme imkânı sunmaktadır. Ona göre tartışılacak konu dinin tartışılmasına izin
verdiği alanlarda olmalıdır. Sorumluluk sahibi bir araştırmacı bu konularla
ilgileniyorsa onun dinin sınırlarını aşması doğru olmaz, dolayısıyla da Gazalî, dinî
itikat açısından da haddi aşmıştır. İbn Rüşd de kendi yöntemine aykırı bulduğu bu
noktada onu eleştirmiştir. Kanaatimizce İbn Rüşd, Gazalî’yi eleştirirken, kendisi de
yeterince toleranslı olamayarak onu eleştirdiği haddi aşma hatasına düşmüştür.
Aslında bu, felsefenin en problemli alanlarından biriyle uğraşan bir filozofun
kaçamayacağı zorunluluktur. Dolayısıyla bu sorun sebebiyle, “hakikat
arayıcılarının” birbirlerini tenkit etmeleri gayet doğal karşılanmalıdır. Ancak bu
noktada fikir ileri sürenler dikkatli olmalı, en azından farklı düşünenlere azami
müsamahayı göstermelidirler. Yine de İbn Rüşd’ün bu noktada iyi bir örnek
olduğunu söyleyebiliriz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Tartışma forumu
Tartışma
Endülüs’te İslam Düşüncesi
• İbn Rüşd, din ile felsefe arasındaki uzlaşmanın
sağlanmasında başarılı olmuş mudur?Konuyu gerekçeleri
ile forumda tartışabilirsiniz.
İbn Rüşd, felsefeyi “dinin ikiz kardeşi ya da birbirlerini tabiatları gereği seven
iki arkadaş” gibi görmüştür. Dolayısıyla onun gayreti bu gerçeği halka bildirmek, ön
yargıları gidermek, halkı felsefeye karşı ısındırmak yönünde olmuştur. İbn Rüşd’ün
felsefi görüşlerinin merkezinde “akıl - vahiy” arasında var kabul edilen çatışmayı
ortadan kaldırmak yer alır. Zaten bu zorunluluğu İbn Rüşd, Tehâfütü’t-Tehâfüt’ün
girişinde eserini yazma sebebini açıklarken ortaya koymaktadır. Bu sebep,
Gazalî’nin tenkitlerine cevap verirken ”burhan” derecesinde kanıt kullanma
zaruretidir. Ancak o, bu delili sırf Gazalî’ye karşı, onun fikirlerini etkisiz kılmak için
kullanmış değildir. Aynı zamanda felsefeyi sağlam bir zemine oturtabilmek ve diğer
filozofların görüşlerini de eleştirmek için bu delile müracaat etmiştir. Bizce bu,
onun felsefi fikirlerini ortaya koyarken takındığı özgün tavrının belirgin bir
görünümüdür. Ayrıca İbn Rüşd’ün bizzat Gazalî’yi eleştirirken dini delili kullanması,
Gazalî’nin geniş halk kitleleri tarafından tanınan “dinî” kimliğiyle filozoflara karşı
yaptığı eleştirilerin önüne geçilmesi açısından önem taşımaktadır. Ancak İbn
Rüşd’ün Gazalî’yi mutlak manada tenkidi söz konusu değildir. Çünkü onun isabetli
görüşlerini takdir ettiği de olmuştur. Lakin o, Gazalî’nin Tehâfüt’ündeki eleştirel
ifadelerinden duyduğu rahatsızlığı dile getirmiştir.
İbn Rüşd’ün Farabî ve İbn Sina gibi İslam filozoflarını eleştirdiği hususlardan
biri de onların Aristo metafiziğinde yer almayan konuları ona atfetmeleridir. Bu
konulardan biri de “sudur nazariyesidir”.
İbn Rüşd’e göre, sudur nazariyesi, ne Aristo’nun kendi eserlerinde ne de
onun önemli eski şarihlerinde yer almıştır. O bu konuda Gazalî’yi haklı bulur ve
sudurcu filozofları eleştirir.
İbn Rüşd’ün bu nazariye ile ilgili eleştirilerini şu şekilde ele alabiliriz:
1- Her şeyden önce Kur’an’da böyle bir nazariyeye yol açacak hiçbir işaret
yoktur. Böyle bir nazariye Allah’ın yaratıcı olmasına gölge düşürür.
2- “Bir’den her zaman bir çıkar.” sözü bir faraziyedir ve yanlıştır; Bir’den
aynı anda çokluk çıkabilir. Kâinatta sudur nazariyesinin ön gördüğü manada bir
hiyerarşi yoktur.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Endülüs’te İslam Düşüncesi
3- Çokluk, ya kemmî (matematiksel) olabilir, ya da keyfî (sıfati veya öze ait)
olabilir. Sudurcular ikinci akıl veya prensipten itibaren bunların her ikisini de kabul
eder. İkinci akıl, hem zatını hem de aynı anda başkasını idrak eder. O hâlde zatı
ikinci bir tabiata sahiptir. Bunun hangisi ilk akıldan geliyor, hangisi gelmiyor? İşte
bunlara Farabî ve İbn Sina’nın bir cevabı yoktur.
4- İbn Rüşd, Kur’an’ın yaratılışla ilgili bilgilerinden hareketle bir anlayış
ortaya koyar. Bununla da Aristo’nun görüşleriyle bağdaştırmaya çalışarak kâinatta
tek bir gücün hâkim olduğuna işaret eder. Bu ise sudur nazariyesiyle bağdaşır
değildir. (Bayrakdar, 1997: 230)
İbn Rüşd, İslam düşünce geleneğinde felsefe-din ilişkisine getirdiği köklü
yorumlarla Gazalî sonrası durgunlaşan felsefi eylemin yeniden şekillenmesinde
önemli bir rol oynamıştır. O ayrıca İslam Düşünce’si ile Batı Düşünce’si arasında bir
köprü vazifesi ifa etmiş, kendisinden sonraya güçlü bir felsefi gelenek bırakmıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Özet
Endülüs’te İslam Düşüncesi
•Endülüs'ün fethi ile burada başlatılan bilimsel faaliyetler, İslam
düşüncesinin şekillenmesine katkı sağladığı gibi, İslam sanat ve
mimarisinin Avrupa'ya yayılmasında da önemli bir paya sahip
olmuştur.
•Müslümanların Endülüs'ü feth etmeleriyle burada doğan ve gelişen
İslami bilimler kadar pozitif bilimler alanında da ortaya çıkan
düşünürler ve verilen eserler hem islam dünyasında medeniyetin
gelişmesine hem de bütün dünyada bilimsel yeniliklerin yayılmasına
önemli ölçüde hizmet etmiştir.
•Ancak bütün ilim dalları bir yana Müslümanların Endülüs'te
yetiştirmiş oldukları filozoflar ve onların eserleri, yöntemleri
Avrupa'da da benimsenerek yeni bir ilmî zihniyetin oluşmasına, daha
da önemlisi Rönesans ve Reform hareketlerinin başlamasına zemin
hazırlamıştı
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Endülüs’te İslam Düşüncesi
DEĞERLENDİRME SORULARI
Değerlendirme
sorularını etkileşimli
olarak
cevaplandırabilirsiniz
1. Aşağıdakilerden hangisi Müslümanların Endülüs’ü feth etme nedenlerinden
biri değildir?
a) İslam Devleti’nin sınırlarını ve nüfuzunu genişletme isteği
b) İslam’ın duyurulup yayılmasının sağlanması
c) İspanya’nın iç nedenlerinin fethi gerekli kılması
d) Buraların feth edilip adil bir yönetimin oluşturulma isteği
e) Müslümanların sömürü ve ganimet düşkünlüğü
2. Aşağıdaki düşünürlerden hangisi Endülüs medeniyetinde yetişmiş değildir?
a)
b)
c)
d)
e)
İbn Rüşd
İbn Bacce
İbn Tufelyl
İbn Sina
İbn Arabî
3. Aşağıdakilerden hangisi Endülüs’de hayat bulmuş bir siyasi yapıyı ifade
etmez?
a) Valiler Dönemi
b) Muluku’t-Tavaif Dönemi
c) Memluklar Dönemi
d) Murabıtlar Dönemi
e) Muvahhidler Dönemi
4. İbn Hazm aşağıdaki alanlardan hangisinde uzmanlaşmıştır?
a) Matematik
b) Fıkıh
c) Astronomi
d) Tefsir
e) Mantık
5. “Fütuhatü’l-Mekkiyye”nin yazarı ünlü Endülüslü âlim aşağıdakilerden
hangisidir?
a)
b)
c)
d)
e)
İbn Arabî
İbn Hazm
Kurtubî
İbn Bacce
Mevlana
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Endülüs’te İslam Düşüncesi
6. Aşağıdaki eşleştirmelerden hangisi yanlıştır?
a)
b)
c)
d)
e)
Astronomi-el-Bitrûcî
Matematik-el-Mecritî
Felsefe-ez-Zerkalî
Tasavvuf-İbn Arabî
Fıkıh-İbn Hazm
7. Aşağıdaki sanat eserlerinden hangisi Müslümanlarca Endülüs’te inşa
edilenlerden biri değildir?
a) Kurtuba Ulu Camii
b) Medinetu’z-Zehra
c) Caferiye Sarayı
d) el-Hamra Sarayı
e) Emevi Camii
8. Aşağıdakilerden hangisinde Endülüs Felsefe’sinin en parlak dönem filozofları
doğru olarak verilmiştir?
a) İbn Rüşd-İbn Sina- İbn Bacce
b) İbn Tufeyl-İbn Bacce-Farabî
c) İbn Bacce-İbn Arabî-İbn Rüşd
d) İbn Bacce-İbn Tufeyl-İbn Rüşd
e) İbn Rüşd-İbn Sina-Gazalî
9. Aşağıdaki eserlerden hangisi İbn Tufeyl’e aittir?
a) Hayy b. Yekzan
b) İhsau’l-Ulum
c) Şifa
d) Kanun
e) Tedbiru’l-Metevahhid
10. İbn Rüşd’ün “Faslu’l-Ma kâl” isimli eserinin temel konusu hangisidir?
a) Allah’ın ilmi
b) Din-Felsefe İlişkisi
c) Mucize ve keramet
d) Allah’ın ezelîliği.
e) Kelam problemleri
Cevap Anahtarı
1.E, 2.D, 3.C, 4.B, 5.A, 6.C, 7.E, 8.D, 9.A, 10.B
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
Endülüs’te İslam Düşüncesi
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
Aydınlı, Yaşar, (1997), İbn Bacce’nin İnsan Görüşü, İstanbul.
Bayrakdar, Mehmet (1997), İslam Felsefesine Giriş, TDVY, Ankara.
Bedevi Abdurrahman, (2002), Batı Düşüncesinin Oluşumunda İslam’ın Rolü, İz
Yayıncılık, İstanbul.
Bekir Karlığa,(1985) “İbn Rüşd, Hayatı Eserleri ve Din-Felsefe İlişkisi” (İbn Rüşd,
Faslü’l-Makal içinde), çev. Bekir Karlığa, İşaret Yayınları, İstanbul .
Charles E. Butterworth, Blake Andree Kessel, (2001) İslam Felsefesinin Avrupa’ya
Girişi, Çev. Ömer Mahir Alper, Ayışığı Kitapları, İstanbul.
el-Ehvanî, Ahmed Fuad, (1996)“İbn Rüşd”,(İslam Düşüncesi Tarihi içinde), Editör:
M. M. Şerif, Çev: İlhan Kutluer, İnsan Yay., İst.
Mehmet Özdemir, (1994) Endülüs Müslümanları (Siyasi Tarih), Ankara.
Mehmet Özdemir, (1997) Endülüs Müslümanları İlim ve Kültür Tarihi, Ankara.
Karaman, Hüseyin, (2010), İslam Felsefesi Tarihi, STS, Rize.
Cevher, Şulul,(2009) ,İbn Rüşd’ün Siyaset Felsefesi, İnsan Yayınları, İstanbul.
Hasan Şahin, İslam Felsefesi Tarihi Dersleri, (2000), İlahiyat, Ankara.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
İSLAM AKILCILIĞI
• Akıl ve İslam'daki Yeri
• Akılcılık Kavramı
• İslam Akılcılığının Doğuşu Ve
Mutezile
• İslam Felsefesi'nde Akılcılık
(Kindî, Farabî, İbn Sina, İbn
Rüşd)
• İslam Akılcılığı İle Batı Akılcılığı
Arasındaki Farklar
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• Aklın, İslam dini açısından
önemini kavrayabilecek,
• Akılcılık ve çeşitlerini
öğrenebilecek,
• İslam'da akılcılığın doğuşu
hakkında bilgi sahibi olabilecek,
• Meşşaî İslam filozoflarının
akılcılıklarının ne anlama
geldiğini açıklayabilecek,
• İslam akılcılığı ile Batı akılcılığını
birbirinden
ayırdedilebileceksiniz.
İSLAM DÜŞÜNCESİ
TARİHİ
Yrd. Doç. Dr. Nuri ADIGÜZEL
ÜNİTE
10
İslam Akılcılığı
GİRİŞ
İslam, akıl dinidir ve aklı dinin temeli yapmıştır. Bilgiye, doğruya, hakikate
ulaşabilmek için insandan aklını kullanmasını ve onu işlevsel kılmasını istemektedir.
İşlevsel olmayan akıl, İslam açısından bir öneme sahip değildir. Bu nedenle
Kur’an’da aklın yalnızca akletme, düşünme, tefekkür, tedebbür, ibret alma, bilgi
sahibi olma, araştırma gibi fiilleri zikredilmekte, isim olarak geçmemektedir. Yani
İslam insanı akletmeye ve aklının bütün işlevlerini etkin kılmaya çağırmaktadır.
İslam ilimleri içerisinde prensipleri daha ziyade nassla ve/veya nassa göre
belirlenen Kur’an; tefsir, hadis, fıkıh gibi temel İslam ilimlerinin büyük ölçüde nassa
bağlı kalması ve yöntemlerinde nassı öncelemesi kaçınılmazdır. İslami ilimlerde
problemlerini nassı kullanarak çözmeyi yöntem hâline getiren düşünürler aynı
yöntemi diğer akli disiplinlerde de görmek istediklerinden sanki İslam’da bir akıl –
nakil çatışması varmış gibi bir vehim ortaya çıkmıştır. Oysa İslam’da nassdan
kaynaklanan bir akıl-nakil çatışması yoktur.
Din ilimleri alanında uzmanlaşan bu âlimler, hakikatin akılla tespit edildiği
bazı felsefi ve teolojik konularda aklın yeteneklerinin işe yaramayacağını ve böyle
konularda aklın işlevsel kılınmasının yararsız, hatta sakıncalı olduğunu öne
sürmüşlerdir. Kur’an’da böyle bir sınırlama bulunmadığı gibi hadislerde de mutlak
bir sınırlandırmaya rastlanmamaktadır. Nitekim akıl ve nakil birbirini tamamlar ve
aralarında herhangi bir çatışma söz konusu olamaz. Bu nedenle fizik, kimya,
mantık, matematik, tarih ve felsefe gibi akli ilimlerin yöntemleri de akla dayalı
olmak durumundadır.
Tarihsel olarak akıl – nakil çatışması ile ilgili yürütülen tartışmaların siyasi,
ideolojik ve hatta ekonomik boyutlarının bulunduğu bilinmektedir. Ayrıca
hatırlamak gerekir ki, bu tartışma İslam’ın doğuşundan yaklaşık üç asır kadar önce
Hristiyanlar arasında ortaya çıkmıştır. Hristiyanlar özellikle aklın ve vahyin
doğalarının ayrı oluşu sebebiyle ikisinin uzlaşmasını mümkün görmemişler ve aklın
nakle tabi olması gerektiğini savunmuşlardır. Hristiyanlar arasında bu tartışma on
beş asır kadar devam etmiş ve dinî ve siyasi savaşlara sebep olmuştur. Bu
bağlamda, Müslümanlar arasında yaşanan akıl – nakil tartışmasının ortaya
çıkmasında İslam’ın ilk asırlarından itibaren Müslümanlarla sıkı ilişkiler içerisinde
bulunan bazı Hristiyanların da etkisinin olduğu inkâr edilemez.
Genel insanlık tarihi açısından da aklın önemi büyüktür. İnsanlık akıl
sayesinde yeryüzüne hâkim olabilmiş, akıl sayesinde büyük medeniyetler kurmuş,
bilim ve kültürler oluşturmuş, filozof ve bilim adamları yetiştirmiştir. Akla uygun
olmayan hurafe, inanç ve ön kabullerle mücadele edilmiştir. Aklın işlevlerini etkin
kılan ve aklını en etkin biçimde kullanan toplumlar medeniyetin bayraktarlığını
yapmışlardır. Siyaset, hukuk, eğitim, ahlak vb. konularda insanların sorunlarına
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
İslam Akılcılığı
çözüm öneren fikir ve düşünceler bu toplumlarda ortaya çıkmıştır. Bu nedenle
filozoflar insanı bir akıl varlığı olarak tanımlamışlar ve deli olanlara mecazi anlamda
insan denilebileceğini belirtmişlerdir. Aklın kullanılmadığı durumlarda ne ilimden,
ne düşünceden, ne de bilinçli bir inançtan söz edilebilir. Kısaca insanlık bugün sahip
olduğu birikime aklı sayesinde ulaşmıştır.
Akıl, insanın iyi ile
kötüyü doğru ile yanlışı
birbirinden ayırt
etmesini sağlar.
İnsan ve doğa bilimlerinde ya da felsefede hakikatin elde edilmesinin akılla
mümkün olduğu kabul edilmekle birlikte algı, idrak ve bilgi edinme süreçlerine
duyuların ve sezginin de dâhil olması hakikate ulaşmada aklın mı, duyunun mu,
yoksa sezginin mi daha belirleyici olduğu sorusunu doğurmuştur. Bu soruya verilen
cevaba bağlı olarak farklı görüşler öne sürülmüştür. Eski çağlardan itibaren kimi
düşünürler hakikate tecrübeyle, kimileri sezgiyle, kimileri akıl ile ulaşılabileceğini
savunmuşlardır. Konumuz olan akılcılık (rasyonalizm) bu tartışmalar sonucunda
ortaya çıkmış bir fikir akımıdır.
AKIL VE AKLIN İSLAM’DAKİ YERİ
Aklın Tarifi ve Mahiyeti
Kelamcılara göre akıl,
soyut, nurani bir
cevherdir.
Filozoflara göre akıl,
nefsin bilme ve yapma
güçlerinden meydana
gelir.
Arapçadan Türkçeye geçmiş olan akıl, dil bilimcilere göre, “ona sahip olanların
doğru yoldan ayrılmalarına engel olan güçtür.” (Cürcânî, 1985: 157). Bu tarif, akılla
ilgili halk arasında yaygın anlayışa da uygundur. Nitekim bir insan kendisine veya
çevresine zarar verecek yahut hoşa gitmeyecek bir davranışta bulunduğunda ona,
aklını neden kullanmadığı sorulur. Bu soru zımnen, aklın insanı hatadan
koruyacağına ve onun doğruya ulaşmasını sağlayacağına olan inancı
göstermektedir. Daha ziyade kelamcılar tarafından benimsenen bu anlamdaki akıl,
“iyiyi kötüden, güzeli çirkinden, doğruyu yanlıştan, ayırt etmeye yarayan ve insanı
doğruya sevkeden bir güç”tür.
Aklın mahiyeti konusunda İslam düşünürleri farklı görüşler ileri
sürmüşlerdir. Kelamcılar arasında aklı cevher kabul edenler olduğu gibi, araz
olduğunu ileri sürenler, onun insanın bir doğası ya da insanda doğuştan yaratılmış
bir tabiat olduğunu söyleyenler ya da insanın kazandığı bilgilerin toplamı olduğunu
savunanlar vardır. Maturidiliğin kurucusu İmam Maturidî (ö. 333/944), aklı tarif
etme yerine onun kıyas yapabilme yeteneğine vurgu yapmaktadır. Maturidîliğin
temsilcisi olan âlimler genel olarak aklı soyut ve nurani bir cisim ve bir cevher
olarak kabul etmişlerdir. Son devir Maturidî âlimleri ise aklın insan nefsinin bir gücü
ve bir tezahürü olduğunu benimsediklerinden filozofların görüşlerine
yaklaşmışlardır. (Yavuz, 1989:242, 245).
Aklın mahiyeti konusunda İslam filozoflarının büyük bir kısmı başta Aristo
olmak üzere eski Yunan filozoflarının görüşlerinden etkilenmişlerdir. Onlara göre
insan aklı, nefsin güçlerinden meydana gelir. Bu güçlerden birincisi bilme, ikincisi
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
İslam Akılcılığı
yapma gücüdür. İbn Sina’nın nazari akıl ve amelî akıl ayrımı buna işaret etmektedir.
Ayrıca İslam filozofları insan aklından üstün olan ve maddeyle birlikte bulunmayan
mufarık akılların varolduğunu kabul etmişlerdir. (Bolay, 1989: 238 – 242).
Aklın gerek işlevleri gerekse mahiyeti konusunda düşünürler ve filozoflar
arasında ortaya çıkan görüş farklılıkları aklın tarifinde de kendisini göstermiştir. Aklı
tarif edenler kimi zaman onun mahiyetini, kimi zaman da işlevlerini ve eylemlerini
öne çıkaran tarifler yapmışlardır. Bu tariflerden bazıları şöyledir:
“Akıl, soyut olan ve eylemlerini maddeyle birlikte gerçekleştiren bir
cevherdir. Buna ‘nefs-i natıka/konuşan nefs’ de denilir.” (Cürcanî, 1985: 157)
“Akıl, varlıkların hakikatlerini kavrayan basit bir cevherdir.” (Kindî, 1994: 57)
“Akıl, duyulur varlıkları müşahedeyle, duyulur olmayanları ise aracılarla
kavrayan soyut bir cevherdir.” (Cürcanî, 1985: 157 – 158)
“Akıl, insanı diğer varlıklardan ayıran ve kuramsal bilgilerin öğrenilmesini
sağlayan güçtür.” (Yavuz, 1989: 242)
“Akıl, ilahî hitabı anlamaya yarayan bir âlettir.” (Uludağ, 1989: 246)
Aklın birinci görevi tek
bir nesneyi zihinde
canlandırarak tasavvur
etmektir.
İnsan aklının işlevleri üzerinde de duran İslam filozoflarına göre zihnin en
önemli işlevleri tasavvur ve tasdiktir. Tasavvur, tekil nesnelerin ve anlamların bir
başına idrak edilmesidir. Tasdik ise, iki veya daha fazla tekil varlık veya anlam
arasındaki ilişkinin idrakidir. (Farabî, 2008: 1 – 4).
Klasik İslam filozoflarına göre tasdik üç yolla gerçekleşir. Bunlar:
1. Tümdengelim (Ta’lîl, dedüksiyon): Zihnin bir veya daha fazla hükümden
(öncüllerden) başka bir sonuç çıkarması yani başka bir hükme
gitmesidir. Bunun mantık kurallarına uygun olması gerekir.
Tümdengelimde, tümel olandan tikel bir sonuç çıkarılması esas
olmakla birlikte bu zorunlu değildir. Tümdengelimin en mükemmel
şekline ise kıyas denilir. (Komisyon, 1983: 12; Öner, 1986: 104)
Aklın ikinci görevi
tümdengelim,
tümevarım veya analoji
yoluyla birden fazla
nesne arasındaki ilişkiyi
tasdik etmektir.
2. Tümevarım (istikra, indüksiyon): Bir bütünün parçalarından hareketle
bütün hakkında hüküm vermektir. Başka bir ifadeyle zihnin tikel
olandan tümel olana gitmesidir. (Öner, 1986: 174)
3. Analoji (temsil, benzetme). Benzer olan iki şeyden birisi hakkında verilen
hükmü aralarındaki benzerlik sebebiyle diğeri hakkında da vermektir.
(Öner, 1986: 172-174)
Ayrıca akıl yürütme, düşünme yasaları, aklın ilkeleri veya mantık ilkeleri de
denilen bazı kanunlara göre gerçekleşir; bu kanunlar:

Özdeşlik: Bir varlık değişse bile onun doğası değişmez. O yine odur.
Örneğin demir ne kadar değiştirilirse değiştirilsin onun demir
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
İslam Akılcılığı
olmasını sağlayan doğası değişmez. (Heimsoeth, 1986: 47 – 53;
Öner,1995: 97 – 98)
Aklın yasaları: Özdeşlik,
çelişmezlik, üçüncü
halin imkânsızlığı ve
yeter sebep ilkeleridir.

Çelişmezlik: Çelişik olan iki şey birleşemez. Bir konu hakkında aynı
anda hem olumlu hem olumsuz hüküm verilemez. Örneğin Ahmet ya
öğrencidir ya da değildir. (Heimsoeth, 1986: 54 – 61; Öner,1995: 98
– 101)

Üçüncü hâlin imkânsızlığı: Bir konu hakkında verilen hükmün ya
kendisi ya da çelişiği doğrudur. Örneğin “Ahmet okuyor.” hükmünün
ya kendisi ya da çelişiği olan “Ahmet okumuyor.” doğrudur. Üçüncü
bir durum imkânsızdır. (Öner,1995: 101 – 105)

Yeter sebep ilkesi: Herşeyin varoluşunun bir sebebi vardır. Bu ilke de
kendi içerisinde ikiye ayrılır:
o
Nedensellik ilkesi: Buna göre evrende meydana gelen her
olayın bir sebebi vardır.
o
Amaçsallık ilkesi: Bu ilkeye göre her şeyin bir sonu ve
yöneldiği bir amacı vardır. (Öner,1995: 105 – 106, 110 - 115)
Sonuç olarak belirtmek gerekirse İslam düşünürlerine göre akıl, insanı diğer
varlıklardan üstün kılan, maddi varlıkların şekillerini ve onların duyularla
algılanamayan manalarını idrak eden, soyutlayabilen, kıyas yapabilen, kavramlar
oluşturabilen, bu kavramlarla düşünebilen, yargıda bulunabilen ve idrak ettiği
şekilleri ve anlamları saklayabilen bir güçtür.
Kur’an’da Akıl
Kur’an-ı Kerim akla büyük önem vermiştir. Çok sayıda ayette aklın eylemleriyle
ilgili ifadeler yer almaktadır. Bu ifadelerde akıl sözcüğü isim olarak zikredilmezken,
akıldan türemiş fiiller ile aklın eylemlerini ifade eden başka köklerden türemiş
sözcükler kullanılmıştır. En fazla vurgulanan ise, olumlu ve olumsuz şekliyle
“akletme” eylemidir.
“Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler; bu yüzden onlar akletmezler.” (Bakara,
2/171)
“İnsanlar için verdiğimiz bu misalleri ancak bilenler aklederler.” (Ankebut,
29/43)
“Böylece ayetlerimizi, akleden bir topluluk için açıklamaktayız.” (Rum,
30/28)
“Bunda, akleden bir topluluk için ayetler vardır.” (Ankebut, 29/43)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
İslam Akılcılığı
Akıl, Kur’an-ı Kerim’de çoğunlukla kalp ve duyularla birlikte zikredilmektedir.
Gözlerin, kulakların ve konuşma yetisinin yerli yerinde kullanılmaması ve böylece
insanın kalbinin de duyarsızlaşması aklı kullanmamayla ilişkilendirilmektedir.
İnsanın aklını kullanmaksızın duyularının ve duygularının peşinden gitmesi
anlamına gelen hevasına uyması yerilmektedir.
Aklın denetiminde olmayan duyular ve kalp Kur’an’a göre insana yaraşır
davranışlar üretemez. Çünkü aklı olmayan hayvanlar da duyularını ve kalplerini
kullanırlar ve davranışlarını yalnızca bu şekilde gerçekleştirirler. Oysa insan
onlardan farklı olarak akıl nimetine sahiptir. Şu ayetler bu hususu açıkça ortaya
koymaktadır:
“Onların kalpleri var ama anlamazlar, gözleri vardır ama görmezler,
kulakları vardır ama işitmezler. Bunlar hayvanlar gibi hatta daha da aşağıdırlar.
Gafil olanlar bunlardır.” (A’raf, 7/179)
“Kuşkusuz Allah nezdinde hayvanların en kötüsü aklını kullanmayan sağır
ve dilsizlerdir.” (Enfal, 8/22)
Kur’an-ı Kerim insana nakil yoluyla gelen haberlerin de akıl tarafından
denetlenmesini ve araştırılmasını istemektedir. Bu tür haberler insana yazılı veya
sözlü olarak gelmiş olabilir. Geçmiş nesillerin birikiminden oluşabileceği gibi dinin
getirdiği haberler de olabilir. Nitekim Yüce Allah bir taraftan aklı kullanmayıp
taklitle davranılmasını reddetmekte, diğer taraftan Kur’an’da yer alan hakikatler
için deliller sunmakta ve insanın çevresinde bulunan tabii âlemdeki Allah’ın
ayetlerine gönderme yapmaktadır. Şu ayetlerde olduğu gibi:
“Onlara: ‘Allah'ın indirdiğine uyun.’ denilince, ‘Hayır, atalarımızdan
gördüğümüze uyarız.’ derler; ya ataları bir şey akledemeyen ve doğru yolda
olmayan kimseler idiyseler de mi?” (Bakara, 2/170)
(Enfal, 8/22)
“Kuşkusuz göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri
peşinden gelmesinde, insanlara fayda veren şeylerle denizde yüzen gemilerde,
Allah'ın gökten indirip de ölmüş toprağı canlandırdığı suda, yeryüzüne her çeşit
canlıyı dağıtmasında, rüzgârları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen
bulutları yönlendirmesinde akleden topluluk için deliller vardır.” (Bakara, 2/164)
Sonuç olarak Kur’an’a göre aklın en temel görevi, insanın kulluğa yaraşır
davranışlarda bulunmasını sağlamaktır. İnsan akıl sahibi olması nedeniyle diğer
canlılardan farklı olarak sorumludur ve yaptıklarından dolayı sevap veya cezaya
çarptırılır. Nitekim İslam inancında, akıl çağına gelmemiş çocuk ile zihin işlevlerini
yerine getiremeyen deliler sorumlu tutulmamışlardır. Kur’an açısından insan, aklını
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
İslam Akılcılığı
kullanarak yaratılmışların en üstünü olurken, aklını kullanmaması sebebiyle
hayvanlardan daha aşağı olabilmektedir.
Hz. Peygamber’in Akılla İlgili Tutumu
Hz. Peygamber de aklın işlevleri üzerinde durmuş ve hadislerinde daha
ziyade Kur’an ayetlerini açıklayan ve onları yorumlayan beyanlarda bulunmuş, kimi
zaman da onları destekler mahiyette sözler söylemiştir.
Hz. Peygamber’in Kur’an ve sünnette açık hüküm bulunmayan bir konuda
aklın kullanılmasına izin verdiğine hatta teşvik ettiğine dair yaşanan şu olay son
derece önemlidir. Muaz b. Cebel’i Yemen’e vali olarak gönderirken Resulullah ile
Muaz arasında bir söyleşi gerçekleşir ve bu söyleşide ilk olarak Hz. Peygamber,
Muaz’a soru sorar, o da buna cevap verir. Hz. Peygamber şöyle der:
— Muaz, sana bir problem getirildiğinde neye göre hükmedeceksin?
— Allah’ın kitabına göre hükmederim.
— Allah’ın kitabında bulamazsan?
— Resulullah’ın sünneti ile hükmederim.
— Resulullah’ın sünnetinde de bulamazsan?
— Kendi düşünceme göre ictihat ederim, çekinmem.
Allah Resülü onun göğsüne vurarak şöyle buyurdu:
Aklı olmayanın dini de
yoktur.(Hz.
Muhammed)
— Elçisini, Resulullah’ın arzuladığı şekilde muvaffak kılan Allah’a
hamdolsun. (Tirmizî, 1992: Hadis No: 1327)
Görüldüğü gibi Hz. Peygamber, Muaz’ın Kitap ve sünnette yer almayan bir
problemle karşılaştığında kendi düşüncesine göre karar verecek olmasını
memnuniyetle karşılamış ve bundan dolayı Allah’a hamdetmiştir. Ona aklını
kullanma konusunda hiçbir sınırlama getirmediği gibi Muaz’ın davranışından
memnuniyet duyması aklı çalıştırmayı teşvik ettiğini göstermektedir.
Kısaca denilebilir ki, insan aklının gücü Allah tarafından belirlenmiştir.
Allah’ın emaneti tevdi ettiği ve sorumluluk yüklediği akıl bu gücü kullanan akıldır.
Kur’an buna vurgu yapmıştır. Hz. Peygamber’in hadisleri ve uygulamaları da bunu
desteklemektedir.
AKILCILIK KAVRAMI
Tarih olarak İlk Çağ’da Elea Mektebiyle birlikte başlatılsa da akılcılığın asıl
kurucusu Dekart olarak kabul edilmektedir. (Cafer, 1998-1999: 36). Dekart’tan
itibaren kazandığı anlamıyla her türlü dogmadan, hurafeden ve akıl-dışılıktan uzak
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
İslam Akılcılığı
olmak anlamındadır. Zira dogma, aklın süzgecinden geçmeksizin doğrudan
benimsenen ve bağlanılan ilke ve hükümlerdir. Akılcılığı benimseyen düşünürler
“akılcı” diye nitelendirilir. (Cevizci, 2003: 199 – 200)
Kavram olarak akılcılık, içinde birçok farklı yaklaşımı ve fikir hareketini
barındırır. Bu farklı yaklaşımlar arasında, epistemolojik, metafiziksel, bilimsel,
ahlaki, teolojik, siyasi, iktisadi vb. akılcılıktan söz edilmektedir ki, bunları şöyle
sıralayabiliriz:
İnsan, düşünerek
konuşan canlıdır.
 Epistemolojik Akılcılık: Bilgi ve bilimin temeline aklı yerleştiren akımın
adıdır. Bu düşünce mensupları insan zihninde doğuştan gelen bazı
fikirlerin ve kavramların bulunduğuna ve bilimin temelinde bunların
olduğuna inanırlar. Dolayısıyla bilim, aklın ilk ilkeleri olan “özdeşlik”,
“çelişmezlik” ve “üçüncü hâlin imkânsızlığı” gibi ilkelere ve “Tanrı”,
“zihin” ve “madde” gibi ilk kavramlara dayanır. (Cevizci, 2003: 200 –
202).
 Metafiziksel akılcılık: Bilimin temelinde yer alan akıl ile bilimin konusu
olan doğa arasındaki uyumun Tanrı tarafından sağlandığını savunan
düşünce akımıdır. Yani onlara göre zihin dışındaki varlıkları
kavrayabilmek için öncelikle doğuştan zihinde var olan aklın ilke ve
kavramlarını kavramak gerekir. Zira bunlar arasında bir uyum vardır ve
bu uyum Tanrı tarafından sağlanmıştır. Böylelikle metafiziksel akılcılık,
epistemolojik akılcılığın iddiasını baştan kabul etmiş olmaktadır.
(Cevizci, 2003: 202)
 Bilimsel akılcılık: Bilim ve düşüncenin temelinde olgu vardır fakat bu
olgunun akıl tarafından anlaşılır olması gerekir. Anlaşılır olmak ise
yalnızca şu anda anlaşılır olmayı içerir. Şimdi anlaşılır olmayan doğal
olarak açıklanamaz. Bu görüşü savunanlar, evrende kesin bir
zorunluluk olduğuna inanırlar ve ilahî iradenin ve mucizenin imkânsız
olduğunu iddia ederler. Bu nedenle daha ziyade vahye dayalı bir
sisteme karşı akla dayalı bir sistem anlamına gelir. (Ollé – Laprune,
1906: 170)
 Ahlaki akılcılık: Ahlaki değerler akıl ile belirlenir. Yani insan bir şeyin iyikötü, güzel-çirkin, doğru-yanlış olduğuna yalnızca aklıyla karar verir.
(Cevizci, 2003: 202 – 203)
Akılcılık; epistemolojik,
metafiziksel, bilimsel,
ahlaki, teolojik, siyasi,
iktisadi olarak tasnif
edilebilir.
 Teolojik akılcılık: Gerek kutsal kitapların gerekse akletmeksizin inanılan
bütün inanç konularının sırf akli yorumla açıklanabileceğini ileri sürer.
Vahiy ya da mucize olsun, aklın süzgecinden geçirilmeksizin kabul
edilmemelidir. Bunun Batı’daki temsilcileri arasında Spinoza ve Straus
bulunmaktadır. (Cevizci, 2003: 203 – 204)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
İslam Akılcılığı
 Siyasi akılcılık: Siyasetin hiçbir şekilde akıl dışı bir temele dayanmaması
gerektiğini ve yalnızca akıl tarafından yürütülmesi gerektiğini iddia
eder. (Cevizci, 2003: 204 – 205)
 İktisadi akılcılık: İnsanın bilinçli ve akıllı yani rasyonel davrandığını,
dolayısıyla devletin üretici, tüketici, tüccar gibi pazar güçlerinin önünü
açması gerektiğini böylece arz-talep dengesinin kendiliğinden
kurulacağını kabul eder. Bunu savunan sistem, günümüz dünyasında
yaygın olarak uygulanan kapitalist sistemdir. (Cevizci, 2003: 205 – 206)
Özetle bu yaklaşımların hepsi aklın önemine vurgu yapar. Ortak noktaları
dikkate alındığında genel olarak şöyle denilebilir:
“Akılcılık; evreni, evrende olup bitenleri, insanı ve insanın yaptıklarını
yalnızca aklı kullanarak açıklamaya çalışan ve bunların hakikatine yalnızca
kullanarak ulaşılabileceğini savunan düşünce akımıdır.”
Kavramın akli yani rasyonel olmak anlamında kullanılması hâlinde her
düşünür ve filozofun akılcı olduğu söylenebilir. Zira her düşünce ve iddia başkaları
tarafından kabul edilebilirlik bakımından rasyonel olmak, zorundadır. Bu nedenle
kavram olarak akılcılığı rasyonel olmak yani aklîlik ile karıştırmamak gerekir.
Nitekim her rasyonel olan için akılcıdır, denilemez. Onun sadece akli davrandığı
söylenebilir.
Sonuç olarak akılcı düşünce akımları akla, insani değer alanları olan bilim,
ahlak, siyaset, iktisat vb.nin temeli ya da ana unsuru olarak vurgu yapmaktadırlar.
Son yüzyıllardaki kullanımı düşünüldüğünde akılcılık, özellikle din, dogma, sihir,
hurafe, tutku, efsane vb. den uzak olma ve yaşamı tasarlamak için yalnızca aklı
kullanma anlamlarını da içeren son derece geniş bir kavramdır.
İSLAM AKILCILIĞININ DOĞUŞU VE MU’TEZİLE
İslam’ın ortaya çıkışından Hz. Peygamber’in vefatına kadar Müslümanlar her
türlü sorunlarının çözümünde Allah Resulü’ne başvurmaktaydılar. Fakat onun
vefatından sonra başta halife seçimi olmak üzere dinî ve siyasi çeşitli sorunlarla
karşılaştılar. Sorunlar Kur’an, sünnet ve içtihad yöntemleri kullanılarak çözülmeye
başlandı. Fakat Cemel, Sıffin savaşları ile Hz. Osman’ın şehit edilmesi akılları
karıştırmışken ilk Emevî halifesi Muaviye (ö. 60/680)’den itibaren şûrâ yerine kılıç,
yöneticiyi seçme özgürlüğü yerine veraset sistemi ve biat yerine kaba kuvvet hâkim
olmaya başladı. Müslümanların aralarındaki ihtilaflar günden güne derinleşti.
İslam fetihleri sonucu siyasi sınırlar genişledikçe sosyal düzende değişiklikler
meydana geldi. Bu sınırlar içerisine dâhil olan kültürler taşıyıcılarının zihinlerindeki
her türlü düşüncenin de İslam toplumuna girmesine vesile oldu. Tercüme
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
İslam Akılcılığı
faaliyetleri ve fethedilen yerlerde daha önce kurulmuş olan felsefe okullarının da
etkisiyle Müslümanlar kendilerini dinî, siyasi, felsefi vb. birçok tartışmanın içinde
buldu. Bu tartışmalarda aklı ilk defa gündeme getiren ve onun aktif olarak
kullanılmasını savunan dinî hareket Mutezile olmuştur. Aklın kullanılmasında
herhangi bir sınır tanımama ve aklı bilhassa felsefi alanda olabildiğince işlevsel
kılanlar ise Meşşaî İslam filozoflarıdır.
Mutezile’de Akılcılık
Genellikle Vâsıl b. Ata (ö. 131/748) ile başlatılan Mutezile hareketi, İslam
düşünce tarihinde ilk akılcı hareket olarak kabul edilir. Onlar bilgi edinme, vahyi
yorumlama, dinin doğru anlaşılması, dine yönelik itirazların cevaplandırılması gibi
konularda aklı etkin bir biçimde kullanmışlardır. (Bkz. Altıntaş, 2003: 122)
Mutezile’ye göre,
âyetlerde geçen istivâ
(oturma), yedullah
(Allah’ın eli), vechullah
(Allah’ın ayağı) gibi
tabirler kapalıdır. Kapalı
iman ise yetersizdir.
Akıl kapalı bir konuda
ikna olmayacağından
tevil gereklidir.
Mutezile’ye göre nesnelerin hakikati akıl tarafından bilinebilir. Dinî inançlar
ancak akıl tarafından idrak edilebilir. Vahiy gelmese bile nimet verene şükretmek
vaciptir. Kısaca Mutezile dinî inançlar ve akideler konusunda delil getirirken
tamamen akla dayanmıştır. (es-Sekâ, trhsz: 13)
Mutezile genel olarak Allah’ın fiillerinin akla aykırı olmayacağı, akılla uyum
içerisinde bulunacağı görüşündedir. Akıl aynı zamanda vahiyle de uyumlu
olacağından vahiy, akıl süzgecinden geçirilmelidir. İyi ve kötü Allah tarafından değil,
insan aklı tarafından belirlenir. Allah’ın kötü olanı dolayısıyla akla uygun olmayanı
emretmesi mümkün değildir. Allah’ın adalet ve hikmeti O’nun, yaratıkları için en iyi
olanı yaratmasını gerektirir. Zira Allah’ın bütün fiillerinin bir hikmeti ve amacı
vardır. (Altıntaş, 2003: 122 – 123)
Mu’tezile akıl yürütme yöntemlerinde akıl ve tecrübeye dayanır. Ayrıca eski
Yunan felsefesinden aldıkları kıyas yöntemini de farklı konulara çeşitli şekilleriyle
uygulamışlardır. (Özdemir, 2001: 182 – 185)
Özetle belirtmek gerekirse Mutezile dinî inanç ve akideleri açıklamada ve
ispatta akla dayanmıştır. Akıl ile vahyin birbiriyle çelişmeyeceğini, aralarında çelişki
görülmesi hâlinde tevil yoluyla bu çelişkinin giderilmesi gerektiğini savunmuşlardır.
Gerek dinî gerekse diğer konularda yöntem olarak aklı ve tecrübeyi temel
yapmışlar ve kıyas yöntemini kullanmışlardır. Onların akılcılığının teolojik akılcılık
ve ahlaki akılcılık olduğu söylenebilir.
İSLAM FELSEFESİ’NDE AKILCILIK
İslam Felsefesi’nde ilk İslam filozofu Kindî ile birlikte başlayan akılcılığın iki
önemli kaynağı vardır. Bunlardan birincisi doğrudan doğruya İslam dini, ikincisi eski
Yunan Felsefesi’dir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
İslam Akılcılığı
Din, insanlardan
akıllarını kullanarak
inançlarında ve
amellerinde bilinçli
olmalarını ister.
Filozofun yaptığı da
aklını tutarlı ve
sistematik bir tarzda
kullanmaktan başka bir
şey değildir.
İslam toplumu içerisinde yetişen her ilim adamı ve düşünür gibi İslam
filozofları da ilim hayatına ilk olarak Kur’an ve din ilimlerini öğrenerek
başlamışlardır. Denilebilir ki, onların zihin dünyaları Kur’ani bir temel üzerine bina
edilmiştir. Felsefenin salt akli bir disiplin olarak görülmesine rağmen onların
eserlerinde yer yer ayetleri zikretmeleri ve görüşlerini ayetlerle desteklemeleri
bundandır.
Akıllarını en ileri düzeyde kullanma çabası gösteren İslam filozofları felsefe
yapmanın bizzat Kur’an’ın bir talebi olduğu düşüncesindedirler. Zira Kur’an,
insanlardan akıllarını kullanmalarını ve taklitle davranmamalarını istemektedir.
Felsefe yapabilmek için de aklı disiplinli ve sistematik bir tarzda kullanmak gerekir.
Şu hâlde felsefe yapmanın gereği ile Kur’an’ın talebi arasında bir uyum söz
konusudur. İslam filozofları Kur’an’ın bir isteğini yerine getirmenin ibadet
olduğunu, dolayısıyla felsefe yapmanın da ibadet olarak görülmesi gerektiğini
belirtmişlerdir.
Öte yandan fetihler, felsefe okulları ve tercümeler yoluyla İslam dünyasına
giren mantık ve felsefe salt akli disiplinlerdir. Akli olmaları onların doğalarının bir
gereğidir. Mantık bir anlamda aklın aklı denetlemesidir. Felsefe ise akli olanın
sahasını, sınırlarını, prensiplerini, gayesini, yöntemini, imkânlarını, imkânsızlıklarını
vs. ortaya koyar. Diğer ilimlere yol gösterir ve ufuk açar. Bunları yaparken sürekli
olarak ürettiğini mantığın denetiminden geçirir. Dolayısıyla mantık ve felsefenin
İslam filozofları tarafından benimsenmesi, beraberinde aklın en ileri düzeyde
kullanılmasını da kaçınılmaz, hatta zorunlu kılmıştır. Dönemi itibarıyla bu
prensipleri ilke edindiği için İslam akılcılığının ikinci kaynağı Eski Yunan Felsefesi’dir.
İlk İslam Filozofu Kindî’nin Akılcılığı
İslam’da felsefi düşüncenin kendisiyle başlatıldığı ve akılla ilgili ilk eser yazan
filozof unvanını alan Kindî’nin (ö. 873) akılcılığını anlamak açısından onun öncelikle
akıl hakkındaki düşüncelerinin bilinmesi gerekir. “Risâle fi’l-Akl” adlı eserinde Kindî,
akıl ile ilgili görüşlerini eski Yunan filozoflarından Aristo ve Eflatun’a dayandırmıştır.
Ona göre akıl, varlıkların hakikatlerini idrak eden basit bir cevherdir. En temel
görevi tümel varlıkları idraktir. Akıl için en üstün idrak, Allah’ın varlığı, sıfatları ve
fiilleriyle ilgili idraktir. Çünkü O’nun idraki, insanın ve felsefenin en yüce gayesidir.
Tikeller ise akıl tarafından idrak edilmezler, yalnızca duyular tarafından algılanırlar.
Zira tikellerin sonu gelmez. (Uysal, 2004: 143 – 144)
Kindî’ye göre aklın dört çeşidi ya da dört basamağı vardır ki, bunlar insanın
bilgiyi kazanma sürecine de işaret eder:

İnsanda güç hâlinde bulunan bilkuvve akıl. Başka bir ifadeyle henüz
zihinsel bir işlem olarak ortaya çıkmamış olan akıl.

İnsanda fiil hâlinde bulunan müstefâd akıl ya da bilfiil akıl.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
İslam Akılcılığı
Felsefe, insanın gücü
ölçüsünde varlığın
hakikatini
bilmesidir.(Kindî)

Beyani veya zahir akıl. (Uysal, 2004: 144)

Sürekli fiil hâlinde bulunan faal akıl.
Kindî’ye göre insandaki idrak, soyutlama, birleştirme, ayrıştırma,
karşılaştırma gibi işlevleri gerçekleştiren bu dört akıldır. Esasen bilgiyi oluşturan
surettir, yani varlıklara ait şekillerdir. Suretin bizzat varlığın kendisinde bulunduğu
hâline maddi suret, zihne taşındığı, fakat henüz nefs tarafından kullanılmadığı
hâline bilkuvve akıl veya akledilmiş suret, nefs onunla birleşerek onu kullanabilecek
hâle getirdiğinde bilfiil akıl veya müstefâd akıl denir. Bilfiil akıl nefs tarafından iradi
olarak kullanıldığı zaman ise beyani veya zahir akıl ortaya çıkar. Faal aklın görevi ise
insanda güç hâlinde bulunan bilkuvve aklın fiil hâline geçmesini sağlamaktır. Zira
güç hâlinde bulunan bir şey, fiil hâline geçebilmek için bir sebebe ihtiyaç duyar ve
bu sebebin de fiil hâlinde bulunması gerekir. (Uysal, 2004: 144)
Duyular tarafından algılanan suretlerin idrak edilmesi, nefs ile o suretlerin
birleşmesi anlamına gelir. Kindî’nin “el-aklu’l-evvel” dediği faal akıl ise aklettiği
suretlerle birleşmez. Onda akledilen suret ile akleden birbirinden farklıdır. (Kindî,
1950: 356)
Kindî insanların, akıl sağlıklarına zarar verebilecek davranışlardan
kaçınmalarını istemektedir. Örneğin o, insanların altın elde etmek amacıyla simya
ile uğraşmalarının onların akıllarına ve çalışma arzularına zarar vereceğini
belirterek bunu doğru bulmadığını söyler. (Tavkân, 2002: 104)
İnsan aklı ve iradesini ortadan kaldıracak ya da sınırlandıracak düşünceleri de
kabul etmeyen Kindî’ye göre astrologların insanların karşılaşacakları durumlara
ilişkin söyledikleri doğru olamaz. Astrologların verdikleri haberlere güvenilmez. Zira
feleklerin, yani gezegenlerin yörüngelerinin insan nefsine bir etkide bulunmaları
mümkün değildir. Ancak yeryüzünde bazı niceliksel ve niteliksel değişikliklere yol
açabilirler. Bu ise insanın kendi davranışlarını iradi olarak aklıyla belirlemesine
engel değildir. (Tavkân, 2002: 104 – 105)
Din ile felsefe ilişkisi konusunda Kindî’nin görüşleri, Mutezile’nin akıl vahiy
ilişkisi konusundaki görüşlerine yakındır. Kindî’ye göre din ile felsefe çatışmaz.
Aksine ikisi birbiriyle uzlaşı içerisindedir. Akıl olmaksızın vahyi anlamak veya
anlatmak mümkün değildir. Sapık fikir ve inançlarla mücadele edebilmek için akla
ihtiyaç duyulur. Zira Müslüman olmayan din ve mezheplerin mensupları İslam’ı
benimsemediklerinden onlara nassla cevap vermek ikna edici olmaz. Kindî çeşitli
din ve mezheplerin görüşleriyle mücadele için bizzat kendisi de çeşitli makaleler
kaleme almıştır. (Tavkân, 2002: 105 – 107)
Kindî felsefe öğrenimi için matematik bilmeyi ön şart olarak görmektedir.
Çünkü ona göre matematik aklın işleyişini keskinleştirir. Bir anlamda o,matematiği
felsefeye giden bir köprü gibi görmektedir. (Tavkân, 2002: 107)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
İslam Akılcılığı
Sonuç olarak Kindî, ortaya koyduğu tüm görüş ve düşüncelerinde rasyonel
davranmış ve İslam’ın aklı kullanma çağrısına kulak vermiştir. Fikrî çalkantıların ve
etkileşimlerin ileri düzeyde bulunduğu bir dönemde felsefe ve mantığı İslam
kültürü içerisine bir zenginlik olarak katmıştır. Böylece o, Müslümanların ufkunun
genişlemesine de büyük katkıda bulunmuştur. Onu İslam felsefesi içerisinde
‘teolojik akılcılığın’ temsilcisi olarak görmek mümkündür.
İlk ilke, kendisiden daha
mükemmel bir varlığın
bulunmadığı,
maddeden uzak, varlığı
zatı itibarıyla zorunlu
olan akılsal bir varlıktır.
Farabî’nin Akılcılığı ve Akıl Hakkındaki Görüşleri
Birinci öğretmen Aristo’dan sonra ikinci öğretmen ünvanını alan Farabî,
mantık, fizik, metafizik, siyaset, ahlak ve müzik konularındaki çalışmalarıyla
Doğu’da ve Batı’da etki uyandırmış ünlü bir filozoftur. O felsefe sistemini, akılcılık,
bilimsel determinizm, pozitif bilgi, araştırma, deney ve gözlem üzerine kurmuştur.
Her alanda insan aklının eğitilmesi ve etkin biçimde kullanılması gereğini
vurgulamıştır. O, Eş’arî kelamcılarının aksine iyi ile kötünün akıl tarafından
bilinebileceğini savunmuştur. (Bkz. Adıvar, 1978: 464 – 466; Ulutan, 2000: 80)
Farabî’nin kendi özgün fikirleri yanında Eflatun ve Aristo’nun eserlerine
özellikle mantıkla ilgili olanlara yaptığı yorumlar oldukça önemlidir. Çünkü onun
mantığa verdiği önem İslam Düşüncesi’nin genel gidişatını etkilediği gibi onun
“Muallim-i Sani/İkinci Öğretmen” unvanını almasında da etkili olmuştur. (Adıvar,
1978: 460)
Farabî’ye göre mantık felsefenin aletidir ve doğru düşünceye ancak onunla
ulaşılabilir. İnsana doğru ile yanlışı tam olarak ayırt edebilme gücü zihin tarafından
sağlanır. Zihin gücüne ulaşmak için mantık sanatını öğrenmek gerekir. Mantık, bir
nesnenin hangi yollarla tasavvur edilebileceğini gösterdiği gibi gerçekliğe ait bir
tasavvurun nasıl tasdik edileceğini de öğretir. (Tavkan, 2002: 115)
Farabî mantığı cümle bilgisini inceleyen ilme benzetir. Bir dil için cümle bilgisi
ne ise akıl için de mantık odur. Nasıl ki cümle bilgisi cümlelerin yapısına ilişkin
kuralları veriyorsa aynı şekilde mantık da akledilenlerin yapısını ve kurallarını verir.
Şu farkla ki birincisi o dili kullanan milletin diliyle sınırlı, ikincisi evrenseldir ve tüm
milletlerin akletme ve düşünme kurallarıyla ilgilidir. (Tavkan, 2002: 116)
Farabî’nin mantığa atfettiği bu önem, onun insanı bir akıl varlığı olarak
görmesinden kaynaklanmaktadır. İnsan tüm yaşamını aklıyla tasarlar ve
tasarladığını eyleme geçirir. Ona göre insan, sonsuz mutluluğa aklı aracılığıyla
ulaşabilir. Yani insanı mutluluğa götürecek yol, mantıkla örülmüş felsefe yoludur.
(bk. Aydınlı, 2000: 87 – 91; Aydın, 2000: 183 – 187)
Akıl, insanın insan
olmasını sağlayan latif
bir varlıktır.
Farklı açılardan bakıldığında aklın altı ayrı anlamda kullanıldığını belirten
Farabî filozofların kullandığı anlamda aklın üç aşamasının bulunduğunu ve insan
aklının kemale ermesinin dördüncü bir akıl olan faal akıl yoluyla mümkün olduğunu
söyler. Bu aşamalar şöyledir:
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
İslam Akılcılığı

Heyulanî – bilkuvve akıl: Güç ve yetenek hâlindeki akıldır. Sureti ve
mahiyeti yoktur.

Bilfiil – bilmeleke akıl: Heyulanî aklın suret ve mahiyet kazanmış
hâlidir. Yani insan aklı varlıkların suretlerini soyutlayarak kazandığı
anda bilfiil akıl ortaya çıkmış olur.

Müstefad akıl: Bilfiil akıl makulleri bilgi hâline dönüştürdüğünde
müstefad akıl ortaya çıkar.

Faal akıl: Bu akıl insanda veya herhangi bir maddede bulunmayan
mufârık bir surettir. İki görevi vardır. Birincisi, bilkuvve aklın bilfiil
akla dönüşmesini sağlamak. İkincisi ise, müstefad aklın metafizik
âlemle ilişki kurmasını sağlamaktır. (Aydın, 2000: 215 – 219)
Aklın mahiyeti üzerinde de duran Farabî’ye göre en latif varlık, akıldır. İnsan
ona sahip olduğu için insandır. Algı, idrak ve düşünerek düşündüğünü ifade
edebilme onun sayesinde mümkün olur. Akıl, insan nefsinin bir parçası ve bilginin
kaynağıdır. (Uysal, 2004: 148)
Farabî başta Eski Grek Felsefesi olmak üzere felsefeyle İslam’ın
çatışmayacağını, uyum içinde bulunduklarını göstermek ister. Bu nedenle İslam’ın
imanla ilgili prensiplerini akılla ve felsefi açıklamalarla temellendirmeye çalışır.
Farabî’ye göre din ve felsefe arasında temel bir ayrılık olamaz. Çünkü her ikisi de
aynı kaynaktan, yani faal akıldan çıkmışlardır. Birbiriyle uyum içerisindedirler ve
amaç ve gayeleri aynıdır. Şayet bir çatışma olduğu görülürse bu yalnızca görünüşte
bir çatışmadır, özünde olması imkânsızdır. (Adıvar, 1978: 460; Aydınlı, 2000:161)
“el-Medînetü’l-Fâzıla” adlı eserinde Allah’ın sebebi olmayan ilk sebep
olduğu, eşi ve benzerinin bulunmadığı, her bakımdan bir ve mükemmel olduğu gibi
O’nun mutlak manada aşkınlığına vurgu yapan Farabî, böylece uluhiyet anlayışında
Kur’an’ın da tavsif ettiği bir Tanrı tasavvuru ortaya koyar. Aynı şekilde Allah’la âlem
ilişkisini de akli olarak açıklar ve bunun için akıllar teorisini ortaya atar.
Akıllar teorisinde Farabî, canlı cansız bütün varlıkların en mükemmel varlık
olan Allah tarafından yaratıldığını ve bunun bir feyezan ve taşma şeklinde
gerçekleştiğini belirtir. Fakat O’ndan taşan akıl ile sonrakilerden hiçbiri O’nun varlık
derecesine, Kemaline ve aşkınlığına sahip olamaz. Çünkü Allah, Vacip bir varlıktır ve
bu O’nun varolmamasının düşünülememesi anlamındadır. Bunu varlık – mahiyet
ayrımıyla akli bir temele oturtan filozof, Allah’ta varlık ve mahiyet ayrımı
olmadığını O’nun varlığının ve mahiyetinin bir ve aynı olduğunu söyler. Buna karşın
diğer varlıkların varlık ve mahiyetleri birbirinden ayrıdır ve birleşmeleri Allah’ın
dilemesi ve istemesine bağlıdır. Böylece Farabî hem İslam’ın uluhiyyet telakkisine
uygun hem de aklî olarak izah edilebilir bir Allah anlayışı ortaya koymuş olur.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
İslam Akılcılığı
Nübüvvet nazariyesinde de peygamberliğin akli temellerini ortaya koymaya
çalışan Farabî, peygamberliği akl-ı faal ile ilişkilendirir. Peygamberin aldığı vahiy
akl-ı faalden peygamberin müstefâd aklına akıp gelir. Fakat Farabî’nin bu konudaki
açıklamaları onun peygamber için ön gördüğü konumla ilgili bazı tartışmalara yol
açmıştır. (Bkz. Aydınlı, 2000: 147 – 153)
Kindî ve Farabî insan
aklını devre dışı bırakan
falcılığı ve astrolojiyi
reddeder.
Farabî, felsefe yapmak isteyenlerin bunu teorik olduğu kadar pratik olarak
da gerçekleştirmeyi amaç edinmeleri gerektiğini belirtir. Pratik olarak felsefe
yapmak bilgiyle olur; bilgi ise yaşanarak tamamlanır. Şu hâlde insan önce kendini,
sonra evini, daha sonra da şehrini ve ülkesini düzeltmelidir. (Farabî, 2003: 113;
Tavkan, 2002: 122)
Kindî gibi Farabî de insanların özgür iradesinin ve aklının işlevlerini sınırlayan
falcılığı ve Astrolojiyi reddetmiştir. Ona göre astrologların söyledikleri, insanı
sadece şüpheye ve zanna götürür. Bize hiçbir şekilde kesin bilgi veremezler. Bu
nedenle onların söylediklerine göre hareket edilemez. Bunlara inanmayı Farabî en
tuhaf şey olarak nitelemektedir. (Adıvar, 1978: 463)
Sonuç olarak Farabî, felsefesini oluştururken bir yandan İslam’ı kendisine
temel kaynak yapmış, diğer yandan eski Yunan filozofları Eflatun ve Aristo’dan
yararlanmıştır. O Müslüman kimliğiyle tüm felsefesini akıl ve akli ilkelere
dayandırarak âdeta İslam’ın bir akıl dini olduğunu göstermek istemiştir. Bunun için
aklın en güvenli bir tarzda, yani mantık ilminin gereklerine göre işletilmesini şart
koşmuştur. Aklın bilginin kaynağı olduğunu söylemesi ve akla verdiği önem dikkate
alındığında onun klasik akılcılığın en önemli temsilcilerinden biri olduğu
söylenebilir.
İbn Sina’da Akıl ve Akılcılık
Farabî okulu içerisinde yetişmiş en büyük İslam filozofu olan İbn Sina da tıpkı
onun gibi akılcı bir düşünce sistemi ortaya koymuştur. Onun da felsefesinin iki
temel kaynağından biri İslâm, diğeri Eski Yunan Felsefesi ve Helenistik Felsefedir.
Nitekim İbn Sina, dini, toplumda bulunması gereken vazgeçilmez ilâhi bir kurum
olarak düşünmüş ve felsefesini açıklarken kullandığı birçok kavramı Kur’an’dan
almıştır. Ayrıca Eski Yunan ve Helenistik dönemden miras olarak devraldığı felsefe
ve ilimleri daha sistematik ve didaktik bir hâle getirmiştir ki, bu nedenle “eşŞeyhü’r-Reis” ünvanıyla anılmıştır. (Bkz. Durusoy, 1999: 322)
İslam filozofları akıl
konusunda Kur’an’dan
ve Yunan felsefesinden
etkilenmişlerdir.
İbn Sina ilimleri basitten bileşik olana doğru sınıflamış ve matematikten
mantığa oradan da metafiziğe geçmiştir. O, Farabî’nin akılcılığını deneycilik ile
birleştirmiş, fakat deneyciliğini akla dayandırmıştır. Akıldan, insan nefsinin yetisi ve
güçleri olarak bahseder. Bu durumda nefs teorisi akıldan daha fazla önem kazanır.
(Sunar, 1972: 7)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
İslam Akılcılığı
İbn Sina’ya göre insan nefsi, nefs-i natıkadır. Yani düşünerek konuşabilme
yetisine sahiptir ki, bu yeti insan nefsinin en belirgin özelliğidir. Bu onu yalnızca
dünyevi canlılardan değil, aynı zamanda meleklerden de ayırır. İbn Sina’ya göre
insan nefsinin teorik ve pratik olmak üzere iki gücü vardır ki, o bunlara “akıl” adını
verir. Teorik akıl tümel hakikatlere ulaşmayı sağlarken, amelî akıl pratik alanda iyiye
ulaşmayı sağlar. (Kuşpınar, 1995: 47 – 48)
İbn Sina, Farabî’nin üç dereceye ayırdığı aklı dört dereceye ayırır. Buna
insanın metafizik âleme açılan kapısı niteliğindeki faal akıl da eklendiğinde aklın beş
derecesi ortaya çıkar. Bunlar:

Bilkuvve (heyulanî) akıl: İnsan nefsinin maddi suretleri alma yetisidir.

Bilmeleke akıl: Nefsin, bilgiyi elde etmek için ihtiyaç duyduğu ilkeleri
kazanmış hâline “bilmeleke akıl” denilir. Bu bir anlamda doğru ile
yanlışı ayırt etmeye yarayan mantık ilminin kurallarıyla donatılmış
olan akıldır. (Durusoy, 1993: 141 – 142; Kuşpınar, 1995: 54 – 55)

Bilfiil akıl: İkinci akledilirleri, yani küllî suretleri elde etmiş akıldır.

Müstefâd (kazanılmış) akıl: Akledilirleri fiilen akleden, düşünen ve
düşündüğünü de fiilen bilen akıldır.

Faal akıl: İnsan aklını kuvve hâlden fiil hâline geçiren ve daima fiil
hâlinde bulunan akıldır. İbn Sina’ya göre nasıl ki gözün görme
yeteneği güneşin ışığı aracılığıyla fiil hâline geçer ve görme
gerçekleşirse, aynı şekilde faal akıl da insan aklını kuvve hâlden fiil
hâline geçirir ve insanın hakikatin bilgisine erişmesi bu sayede
mümkün olur. (Kuşpınar, 1995: 55 – 60)
İbn Sina, zemini “soyutlama” işlemine dayanan bir bilgi felsefesi
geliştirmiştir. Bilgi edinme süreci deney ve gözlemle, yani duyuların dış dünyadaki
nesnelere ait suretleri almasıyla başlar. Bu suretlerin dâhilî güçlere aktarılması ve
daha sonra fikir kuvvesi tarafından soyutlanmasına kadar devam eder. Dâhilî
güçlerin devreye girmesinden soyutlamanın gerçekleşmesine kadar devam eden
süreç, düşünme sürecidir. Nihayet faal aklın aydınlatması sayesinde hakikatin
bilgisine ulaşılır. (Kuşpınar, 1995: 23; Durusoy, 1999: 324)
İslam filozofları aklı,
soyutlamanın çeşitli
basamakları olarak
görmektediler.
İbn Sina düşüncesinde bilgiye yalnızca akıl yoluyla ve düşünmeyle ulaşılmaz.
Bilgi sezgi yoluyla da elde edilebilir. Ayrıca sezgi yolu akıl yoluna göre daha
kestirme olduğundan filozofun sezgiye daha fazla önem verdiği söylenmektedir.
Fakat İbn Sina’ya göre düşünce de bir bakıma sezgi gibidir. Sezgiden düşünceyi
ayıran şey, düşüncenin bir süreç sonucunda ve belli bir zaman diliminde elde
edilmesidir. Sezgi ise anlık olarak ve doğrudan kazanılan bilgidir. Ona göre sezgi
bazen insan iradesi dışında gerçekleşebilirken, düşünce daima iradidir. (Durusoy,
1999: 323)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
İslam Akılcılığı
İbn Sina’nın akılcılığını sınırlandıran hatta buna ters düşen sezgi anlayışı
onun Farabî’den ve genel olarak Meşşaî felsefeden ayrıldığı en önemli noktadır.
Nitekim Farabî, Peygamber’e gelen vahyin aklın gelişmesinin belli bir kemal
düzeyine erişmesiyle elde edileceğini düşünmekte, İbn Sina ise bir anlık sezgi
yoluyla gerçekleştiğini belirtmektedir. (Kuşpınar, 1995: 150)
İbn Sina tıpkı Farabî gibi mantığa da büyük önem vermiştir. O, kavram ve
önermeler şeklinde ele alınan mantığın bu iki bölümünü kendi çağının anlayışına
uygun örneklerle geliştirmiş ve kendi sisteminde başarıyla kullanmıştır. Kendisi
incelemelerine dil ile başlasa da dilin konusunun kelimeler olduğunu, mantığın ise
kavramlarla ilgilendiğini belirtmiştir. Lafzı kavrayabilmek için tanımın önemine
vurgu yapar. Ona göre lafzın, zihindeki nesnenin gerçekliğini gösteren anlamı
“kavram”, bu anlamın dildeki ifadesi “tanım”dır. Önermelerin güvenilirliği İbn
Sina’ya göre mantıktaki beş sanata göre belirlenir. (Durusoy, 1999: 324)
Fizik ilminin değişen cisimleri konu edindiğini belirten İbn Sina, her değişimi
kuvve hâlden fiil hâline geçiş olarak görmektedir. Ona göre değişim her cismin
sahip olduğu madde ve suret aracılığıyla gerçekleşmektedir. Halk dilinde varolma
yok olma şeklinde ifade edilen oluş ve bozuluş ise maddenin bir suretten ötekine
türsel suretleri değişimli olarak kabul etmesidir. Bir oluşun gerçekleşmesi için hem
maddenin hem de suretin bulunması gerekir. İbn Sina’ya göre cismin sahip olduğu
madde ve suret aracılığıyla kuvveden fiile geçiş şeklinde gerçekleşen değişimin
yegâne ilkesi ve sebebi Tanrı’dır. (Durusoy, 1999: 324 – 325)
Cisimlerin hareketine de akli bir açıklama getirmek isteyen İbn Sina, bir
cismin doğasında varolan kendi doğal ortamına doğru hareket etme eğiliminin
hareketin en önemli sebebi olduğunu, bundan başka bir de dışarıdan gelen etki
sonucu gerçekleşen zorunlu bir hareket bulunduğunu belirtir. Ona göre bu doğal
hareket düzdür. Büyüklükleri ve doğrultuları aynı olan iki cismin birinin hızlı
diğerinin yavaş hareket etmesi ise zamanın varlığını gösterir. Kısaca her cisim
doğasında varolan eğilim nedeniyle hız, yol ve zamanla ilişkili olarak hareket eder.
(Durusoy, 1999: 325)
İbn Sina, hakikate
ulaşmada akıl kadar
sezginin de önemli
olduğunu kabul eder.
Metafizikle ilgili olarak da hem İslam’daki Allah’ın yaratıcılık vasfını
zedelemeyecek hem de Eski Yunan Felsefesi’nin çıkmazlarına düşmeyecek akli bir
izah getirmeye çalışan İbn Sina, öncelikle metafiziğin konularını varolması
bakımından varlık; varlığın genel özellikleri ve bunlar içerisinde yer alan Tanrı, akıl,
nefs ile oluş ve varlık düzeni olarak açıklar. İbn Sina’ya göre metafizik, varlığın bir
kısmını veya bir yönünü inceleyen diğer ilimlere ilkelerini verir. Örneğin fizik ilmi,
her cismin bir madde ve bir suretin birleşmesinden meydana geldiği şeklindeki ilk
bilgiyi ve ilk ilkeyi metafizikten alır. (Durusoy, 1999: 325)
İbn Sina, cismani olmayan soyut varlıkları ve insan benliğinin varlığını
ispatlamak için meşhur “uçan adam”’ örneğini verir. Ona göre insan havada asılı
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
İslam Akılcılığı
olarak dursa ve görme, dokunma, işitme vs. hiçbir duyusu olmasa bile kendi
nefsinin varlığından haberdar olur. (Kuşpınar, 1995: 44)
Yeni Eflatunculuğun etkisiyle yaratılışı açıklamak üzere Farabî tarafından
savunulan feyz ya da sudur teorisi İbn Sina tarafından da benimsemiştir. Allah’tan
O’nun kendi zatını akletmesi sonucu taşan birinci akıldan başlayarak onuncu akla
kadar metafizik âlemin yaratılışı açıklanır. Aynı zamanda gök cisimleri ile onların
nefsleri ve gök cisimlerinin üzerinde hareket ettikleri felekler de bu taşma
sürecinde ortaya çıkar. Ona göre varlığa ilişkin bilgi ile metafiziğe ilişkin bilgi,
doğrudan doğruya akıl yoluyla bilinen bir bilgidir. Aynı şekilde bu bilgilerin içeriği
ve fiilî gerçeklikleri vardır. (Durusoy, 1999: 325)
İbn Sina, ahlak felsefesinde de akılcıdır. Ona göre iyi ve kötü akıl tarafından
bilinir. Pratik akıl, teorik akıldan aldığı “âdalet iyidir, zulüm kötüdür.” gibi tümel
hakikatler doğrultusunda nefsin hayvansal ve bitkisel yetilerini yönetir ve denetim
altında tutar. Pratik akıl bunu gerçekleştirdiği ölçüde güzel ahlak ortaya çıkar ve o
ölçüde pratik akıl yetkinleşir. Mutluluk, böylece kazanılır. (Taş, 2006: 75)
Kısaca belirtmek gerekirse İbn Sina, devraldığı felsefi mirası İslam’la ters
düşmeyecek şekilde yorumlamış ve onu yeniden inşa etmiştir. Bunu yaparken
zaman zaman Kur’an’da geçen kapalı bazı kavram ve ifadeleri felsefi açıklamalarla
anlaşılır kılmaya çalışmıştır. İnsanın bilgiyi elde etmesinde duyular ve düşünme
sürecinin önemi büyük olmakla birlikte yeterli değildir. Bu sürecin tamamlanması
sezgi yoluyla olur. Bu durumda İbn Sina gerçek anlamda tecrübeci, gerçek anlamda
akılcı veya gerçek anlamda sezgici değildir. Fakat hem kısmen tecrübeci, hem
kısmen akılcı ve hem de kısmen sezgicidir. (Kuşpınar, 1995: 163)
Kısaca bilgi felsefesi açısından bakıldığında İbn Sina ne salt akılcı, ne salt sufi
ne de salt tecrübecidir. Çünkü o, gerçek bilginin insanı her iki dünyada da
mutluluğa ulaştırabilmesi için hem akla hem de ilham ve vahye dayanması
gerektiğini savunmaktadır. (Kuşpınar, 1995: 163)
Bu durumda İbn Sina’nın sezgiciliğinin yanı sıra teolojik ve metafiziksel
akılcılığın temsilcisi olduğu söylenebilir.
İbn Rüşd ve Akılcılığı
İbn Rüşd, akıl ve naklin
çatışmayacağını
çatışması hâlinde nassın
tevil edilmesi
gerektiğini savunur.
Akılcı Meşşaî İslam felsefesi geleneğinin son temsilcisi İbn Rüşd’dür. Tıpkı
selefleri gibi o da öncelikle Aristo’nun mantık eserlerine şerhler yazmış ve bağımsız
eserler kaleme almıştır. Dil ile düşünce arasındaki ilişki üzerinde duran İbn Rüşd,
dilin yöresel, düşüncenin ise evrensel olduğunu belirtmiştir. Formel mantığın
felsefe içerisinde ele alınması gerektiğini savunmuş; fıkıh, kelam ve felsefede
kullanılan ve aklın bir işlevi olan kıyas yönteminin en güvenilir şeklinin ise “burhan”
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
İslam Akılcılığı
olduğunu söylemiştir. Bu nedenle İbn Rüşd’e göre akıl yürütmede “öncülleri
meşhur olan kıyas” anlamındaki cedel yerine “öncülleri kesin delillerden olan”
burhan tercih edilmelidir. (Bkz. Karlığa, 1999: 259)
Aristo’nun mantık dışında kalan eserlerine de şerhler yazan İbn Rüşd, bu
çalışmalarında Aristo’yu kendi anladığı gibi değil, onun kendisini anlattığı gibi
anlayıp yorumlamaya çalışmıştır. O, başka filozoflarınkine oranla daha tutarlı ve
sistematik bulduğu Aristo’nun görüşlerine bütünüyle katılmaz. Yeri geldikçe ve
bilhassa İslam’ın inanç sistemine aykırı bulduğu görüşlerinde Aristo’yu eleştirir. İbn
Rüşd de Aristo gibi hakikate aklın rehberliğinde ulaşmak ister. Ancak onunla
hareket noktaları ve yaklaşım tarzları farklı olduğundan, ulaştıkları sonuçlar da
farklıdır. (Karlığa, 1999: 259)
Aristo’yu yorumlamak için yazdığı şerhlerinde İbn Rüşd, kendi inançlarıyla
çatışmadığı sürece filozofun görüşlerine itiraz etmez. Nitekim ona göre de
metafiziğin konusu varolması bakımından varolanlardır. Fakat metafiziğin en
merkezî kavramı olan Tanrı’nın sıfatları hakkında inançlarına ters düştüğü için
Aristo’nun görüşlerine katılmamaktadır. Zira İbn Rüşd’ün benimsediği âlemde her
an etkin olan Allah inancına karşın, Aristo’nun Tanrısı pasiftir. Bu yüzden o,
“Metafizik Şerhi”nde Aristo’nun câhil bir Tanrı anlayışını savunduğunu söylemiştir.
(Adıgüzel, 1996: 139)
İbn Rüşd’ün üzerinde durduğu en önemli konuların başında din-felsefe ilişkisi
gelmektedir. O bu ilişkiyi ele alırken ilk olarak, din açısından felsefe ve mantığın
serbest bırakılmış bir konu mu, sakıncalı mı yoksa emredilmiş mi olduğunu hatta bu
emrin yapma zorunluluğu içerip içermediğini tespit etmek ister. Ona göre felsefenin
yaptığı iş, varlıklar üzerinde düşünmek ve onları Allah’ın varlığına delaletleri
bakımından incelemektir. Din de insanlardan bunu istemektedir. İbn Rüşd bu
hususta şu ayetleri delil getirir:
“Ey akl sahipleri ibret alınız.” (Haşr, 59/2)
“Göklerin ve yerin hükümranlığını ve Allah’ın yarattığı şeyleri hiç
düşünmezler mi?” (A’raf, 7/185)
İbn Rüşd’e göre din ve
felsefe süt kardeş
gibidir. Aynı kaynaktan
beslenmişlerdir.
İbn Rüşd’e göre birinci ayet, akli kıyasın kullanılmasının veya hem akli hem
dinî kıyasın birlikte kullanılmasının vacip olduğunu göstermekte; ikinci ayet ise
bütün varlıklara ibret nazarıyla bakıp onlar üzerinde düşünmeyi teşvik etmektedir.
(İbn Rüşd, 1999: 64 – 65)
Bu konular üzerinde düşünüp bilgi sahibi olmanın bir üstünlük olduğunu dile
getiren İbn Rüşd, buna da Kur’an’dan delil getirir ve Hz. İbrahim’in bu bilgiyle üstün
kılındığını belirtir. Ona göre şu ayet buna işaret etmektedir:
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
İslam Akılcılığı
“Böylece yakînî ve kesin olarak inanması için İbrahim’e yerin ve göğün
hükümranlığını gösteriyorduk.” (En’âm, 6/75)
Şu hâlde İbn Rüşd’e göre din, insanlardan varlıklar üzerinde düşünmelerini,
akletmelerini ve onlar hakkında bilgi sahibi olmak üzere araştırma yapmalarını
istemektedir. (İbn Rüşd, 1999: 64)
Din ile felsefe arasında temelde bir çatışma olamayacağını, olursa bunun
tevil yoluyla giderilmesi gerektiğini savunan İbn Rüşd, hakikatin tek olduğunu, fakat
din ile felsefenin onu farklı şekillerde açıklamalarının ve ifade etmelerinin
ilkelerindeki farklılıktan kaynaklandığını söyler. Yani din ile felsefeden her birinin
hareket noktaları, yaklaşımları ve yöntemleri farklıdır. Felsefe, burhan yöntemini
kullanır; vahiy ise yerine göre burhan, cedel ve ikna yöntemlerini kullanır. (Karlığa,
1999: 259) Nitekim yüce Allah şu ayette bu üç yöntemin kullanılmasına işaret
etmektedir:
“Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle davet et; onlarla en güzel şekilde
tartış.” (Nahl, 16/125)
İbn Rüşd’e göre tevil, ayetlerdeki cedel ve ikna yöntemlerine dayanan
ifadelerin burhan yöntemine çevrilmesinden başka bir şey değildir. Fakat İbn Rüşd,
Allah’a, peygamberlere ve Ahiret Günü’ne imanda hiçbir şekilde tevile yer
olmadığını belirtir. Bunların dışında kalan hususlarda ise usulüne uygun olarak tevil
yapılabilir. (Karlığa, 1999: 259)
İbn Rüşd’ün tevil konusunda zikrettiği şartlar, Arap dilinin kurallarına riayet
edilmesi, Kur’an’ın anlam bütünlüğünün bozulmaması ve te’vilin insanların bilgi
düzeylerine göre yapılmasıdır. Ona göre tevilin amacı, nassdan farklı bir anlam
çıkarılması değildir. Tevil, öncüllerin sonuçlara, sonuçların öncüllere bağlanmasıdır
ki, bu bir çeşit ictihaddır. (Karlığa, 1999: 260)
Sonuç olarak tıpkı diğer İslam filozofları gibi İbn Rüşd’ün akılcılığının da asla
dinin karşısında yer almak ya da din ile çatışmak anlamına gelmediğini, tersine akıl
ile dinin uyumu anlamına geldiğini vurgulamak gerekir. O, akıl ile dinin birbirini
tamamladığına inanmaktadır. İkisini birbirinin alternatifi olarak görmemektedir.
İSLAM AKILCILIĞI İLE XVII. YÜZYIL SONRASI BATI
AKILCILIĞI ARASINDAKİ FARKLAR
İslam akılcılığı İslam’ın
akla verdiği öneme,
Müslümanların
devraldığı ilmî ve felsefi
birikime ve içinde
yaşadıkları toplumun
pratiğine
dayanmaktadır.
İslam akılcılığı ortaya çıkışı bakımından her şeyden önce İslam’ın akla yaptığı
vurguda meşruiyetini bulmaktadır. İkinci olarak, miras olarak devraldıkları ilmî ve
felsefi birikimin rasyonalitesinden etkilenmişler ve başta mantık alanında olmak
üzere bunu daha da ileriye götürmüşlerdir. Üçüncü olarak, ortaya çıktığı çağdaki
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
İslam Akılcılığı
İslam toplumunun dinî, siyasi, ilmî, psikolojik, kültürel vb. ihtiyaçlarının zorunlu bir
sonucudur. Bu anlamda İslam akılcılığının din ile uyumlu, insanlığın ortaya koyduğu
ortak birikime saygılı ve kendi toplumunda pratik sorunları dikkate alan bir akım
olduğu söylenebilir. Dolayısıyla İslam akılcılığı tepkisel olarak ortaya çıkmamıştır.
Batı’da bilhassa XVII. – XVIII. yüzyıllarda görülen ve etkisi sonraki yüzyıllarda
da devam eden akılcılık ise daha ziyade tepkisel bir karakter taşır. Zira bir kısım
temsilcileri tecrübeciliğe karşı aklı savunmak üzere ortaya çıkarken, diğer bir kısım
akılcılar kendilerini din karşısında konumlandırmışlardır. Zira Kilise’nin akıl
karşısındaki tutumu uzlaşmaya elverişli olmamıştır. Söz konusu bu akılcılığın en çok
dile getirilen üç niteliği bulunmaktadır. Bunlar:


Klasik Batı akılcılığı ve
İslam düşüncesindeki
akılcılık meafizik, ahlaki,
teolojik ve
epistemolojik akılcılık
olmaları bakımından
benzeşmekte, fakat
tecrübecilik ve dine
karşıt olma anlamında
birbirlerinde ayrılırlar.

XVII. ve XVIII. yüzyıllarda akılcı (rasyonalist) denildiğinde, Hristiyanlığa ve
ruhban sınıfına direnen, Kilise öğretileri karşısında kendisini onlara bağlı
hissetmeksizin hür düşünen filozoflar anlaşılmakta idi. Kilise ve yandaşları
böyle düşünenlere “mülhid” damgasını vurarak bir dönem “akılcı”
nitelemesini onlar için küçümseyici bir tarzda kullanmışlardır.
Akılcılık, âlemi açıklamada fizik ötesine hiçbir şekilde yer vermeyen bakış
açısını nitelemek üzere de kullanılmıştır. Akılcılığı bu şekilde açıklayanlar,
zaman içerisinde “insancılık” (hümanizm) ve “maddecilik” (materyalizm)
gibi kavramları akılcılığın yerine geçirmişlerdir.
Akılcılık, ‘lâik ve hür düşünceli olan’ anlamında da kullanılmıştır. Örneğin
John Stuart Mille’i çağdaş bazı yazarlar bu anlamda akılcı olarak
değerlendirmektedirler.
Görüldüğü gibi akılcılık son yüzyıllarda Batı’daki, Kilise-akıl çatışması
bağlamında anlamlandırılmıştır. Bu aynı zamanda Kilise’nin Hristiyanlara dayattığı
dogma ve hurafelere karşı olmayı da ifade etmektedir. Bu anlamda akılcılığın İslam
dünyasında da bilhassa kendisini laik olarak tanımlayan bazı kesimler tarafından
benimsenmesi, bazı dindar insanların akla ve akılcılığa kısmen ideolojik bir şekilde
karşı çıkmalarının sebepleri arasında yer almaktadır. Oysa İslam düşüncesinde
akılcılık tepkisel değil, bizzat din tarafından desteklenen ve beslenen, uzlaşmacı,
pozitif, üretken ve dinamik bir yapıya sahiptir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
Özet
İslam Akılcılığı
•Sözlükte, "Ona sahip olanların doğru yoldan sapmalarına engel olan
güç." anlamına gelen akıl, terim olarak "doğruyu yanlıştan, iyiyi
kötüden ve güzeli çirkinden ayırt etmesini sağlayan güç." demektir.
Kur’an’da kırk dokuz yerde ve fiil hâlinde geçmektedir. Hz.
Peygamber de aklın işlevsel kılınmasından övgüyle bahsetmiştir.
•Akılcılığın gerçek kurucusu olaraksa Descartes görülmektedir ki,
onunla birlikte bu kavram "her türlü dogmadan, hurafe ve akıl
dışılıktan uzak olma." anlamını kazanmıştır.
•İslam düşünürleri arasında da epistemolojik, metafiziksel, ahlaki ve
teolojik akılcılığın savunucuları bulunduğu söylenebilir.
•İslam Düşünce tarihinde aklın etkin olarak kullanılmasını savunan ilk
düşünce akımı Mutezile’dir. Nitekim onlar dinî inanç ve akidelerini
açıklamak ve kanıtlamak için akli delillere başvurmuşlardır.
•Farabî, Allah’ın varlığı ve sıfatları, âlem, Allah - âlem ilişkisi, ahlak,
siyaset ve nübüvvet gibi konularda da akılcı bir yaklaşım
sergilemiştir. Onun vahyi de akılla ilişkilendirmiş olması bazı eleştiri
ve tartışmaların doğmasına yol açmıştır.
•İbn Sina diğer Meşşaî İslam filozoflarıyla kıyaslandığında ne salt
akılcı, ne de salt sezgicidir. Düşünce sistemi içerisinde tecrübeye de
yer verse de onun tecrübeciliği akla dayandığından akılcılığı
ilerdedir. Fakat onun hem akılcı hem de sezgici olduğu söylenebilir.
•İbn Rüşd'e göre din ve felsefe arasında tam bir uyum vardır. Eğer
din ve felsefe arasında bir uyuşmazlık varsa bu durum felsefenin
doğru bilinmemesinden ve nassların doğru anlaşılmamasından
kaynaklanmaktadır.
•Orta Çağda Hristiyanlığın doğasından kaynaklanan akıl nakil
çatışması varolagelmiştir. Oysa Kur’an merkezli İslam düşünce
tarihinde akıl nakil çatışmasına pek rastlanmaz. Çünkü Kur’an'ın
bizzat kendisi aklı desteklemektedir ve insanı akli düşünmeye davet
etmektedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
İslam Akılcılığı
DEĞERLENDİRME SORULARI
1. Genel felsefe tarihinde “akılcılık” hangi tartışmadan doğmuştur?
Değerlendirme
sorularını etkileşimli
olarak
cevaplandırabilirsiniz
a) Akıl – nakil tartışmasından
b) Hakikatin kaynağına ilişkin sorgulamadan
c) Dinin akıl ile yorumlanıp yorumlanamayacağı tartışmasından
d) Aklın sınırının olup olmadığı tartışmasından
e) Aklın sorgulanmasından
2. Akıl ile nakil arasında çatışma bulunduğunu, dolayısıyla aklın nakle tabi
olması gerektiğini savunan düşünürler aşağıdakilerden hangileridir?
a) Temel İslam ilimleri alanında yetişen âlimler
b) İslam filozofları
c) Kelamcılar
d) İslam sanatlarında uzmanlaşmış olanlar
e) Mutezile ekolü mensupları
3. Aşağıdakilerden hangisi kelamcıların görüşlerinden biri değildir?
a) Akıl, bir cevherdir.
b) Akıl, bir arazdır.
c) Akıl, soyut nurani bir varlıktır.
d) Akıl, insan nefsinin bir gücü ve tezahürüdür.
e) Akıl, bileşik bir cevherdir.
4. İslam filozoflarına göre aklın en önemli işlevi aşağıdakilerden hangisidir?
a) Öğrenme
b) Ayırt etme
c) Tedebbür etme
d) Tasdik ve tasavvur etme
e) Tefekkür etme
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
İslam Akılcılığı
5. İslam filozoflarına göre tasdik hangi yollarla gerçekleşir?
a) Tümdengelim – Ta’lil – Analoji
b) Tümevarım – İstikrâ – Tümdengelim
c) Tümdengelim – Tümevarım – Analoji
d) Temsil – Ta’lil – Tümdengelim
e) İstikrâ – Tümevarım – Temsil
6. “Bir konu hakkında verilen hükmün ya kendisi ya da çelişiği doğrudur.”
tanımı hangi ilkeye aittir?
a) Özdeşlik
b) Çelişmezlik
c) Yeter sebep
d) Üçüncü hâlin imkânsızlığı
e) Nedensellik
7. Aşağıdakilerden hangisi bilimin temelinde yer alan akıl ile bilimin konusu
olan doğa arasındaki uyumun Tanrı tarafından sağlandığını savunur?
a) Epistemolojik akılcılık
b) Metafiziksel akılcılık
c) Bilimsel akılcılık
d) Teolojik akılcılık
e) Ahlaki akılcılık
8. Kutsal kitapların ve tüm inanç konularının sırf akli yorumlarla
açıklanabileceğini ileri süren akım hangisidir?
a) Ahlaki akılcılık
b) Epistemolojik akılcılık
c) Siyasi akılcılık
d) Bilimsel akılcılık
e) Teolojik akılcılık
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
İslam Akılcılığı
9. Aşağıdaki filozoflardan hangisi teolojik akılcılığın temsilcisi sayılır?
a) Spinoza
b) Platon
c) Aristoteles
d) Parmenides
e) Sokrates
10. Akılcılığın asıl kurucusu sayılan XVII. yy. filozofu aşağıdakilerden hangisidir?
a) İbn Rüşd
b) Kınalızade Ali Efendi
c) Descartes
d) Kant
e) Aristoteles
Cevap Anahtarı
1.B, 2.A, 3.E, 4.D, 5.C, 6.D, 7.B, 8.E, 9.A, 10.C
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
İslam Akılcılığı
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
Cürcanî, Ali b. Muhammed Seyyid Şerif. (1985). Kitâbu’t-Ta’rîfât, Beyrut,
Mektebetü Lübnan Yayınları.
el-Meydanî, Abdurrahman Hasan el-Habenneke. (1993). Davâbitu’l-Ma’rife,
Dımeşk, Dâru’l-Kalem Yayınları.
Farabî. (2008). Kitâbu’l-Burhân, Çev: Ömer Türker – Ömer Mahir Alper, İstanbul,
Klasik Yayınları.
Komisyon. (1983). el-Mu’cemü’l-Felsefi, Kahire, Mecma’u’l-Lügati’l-Arabiyye.
Öner, Necati. (1986). Klasik Mantık, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları.
Cevizci, Ahmet. (2003). “Akılcılık” md. İstanbul, Felsefe Ansiklopedisi Editör: Ahmet
Cevizci. S.199-205.
Urmson, J.O. – Rée(eds), J. (2005). “Akılcılık”, Çev: B.Gözkan, “Akılcılık ve Bilim”,
Çev: (K. Yerci), İstanbul, Paradigma Felsefe Sözlüğü, Edt: Ahmet Cevizci, s. 56 – 59.
Paradigma Yayıncılık.
Heimsoeth, Heinz. (1986). Felsefenin Temel Disiplinleri, Çev: Takiyettin
Mengüşoğlu, İstanbul, Remzi Kitabevi.
Öner, Necati. (1995). Felsefe Yolunda Düşünceler, İstanbul, MEB Yayınları.
Kindî. (1994). Felsefi Risaleler, Çev: Mahmut Kaya, İstanbul, İz Yayıncılık.
Uysal, Enver, (2004). “Kindî ve Farabî’de Akıl ve Nefs Kavramlarının Ahlaki İçeriği”,
Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 13/2.
Bolay, S. Hayri – Yavuz, Yusuf Şevki – Uludağ, Süleyman, (1989). “Akıl” md.
İstanbul, TDV İslam Ansiklopedisi.
Tirmizî, (1992). Sünen, İstanbul, Çağrı Yayınları.
Ca’fer, Safâ Abdüsselam, (1998 – 1999), Kırâetün li’l-Mustalahi’l-Felsefi,
İskenderiyye, Dâru’s-Sekâfeti’l-İlmiyye.
Ollé – Laprune, Léon, (1906), La Raison et Le Rationalisme, Paris, Librairie
Académique Didier.
Feyyûmî, Muhammed İbrahim, (2002), el-Mu’tezile Tekvînü’l-Akli’l-Arabî A’lam
ve’l-Efkâr, Kahire, Daru’l-Fikri’l-Arabî.
Özdemir, Metin, (2001). “Kelamî İstidlâlin Problematiği”, Cumhuriyet Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi, 5/2, ss. 175 – 201.
Kindî, Ebû Yusuf Yakub b. İshak, (1950). “Fi’l-Akl”, Resâilü'l-Kindî el-felsefiyye
içinde, ss. 353 – 358, thk. Muhammed Abdülhâdî Ebû Rîde, Mısır, Dâru’l-Fikri’lArabî.
Tavkân, Kadri Hafız, (2002). Makâmu’l-Akl inde’l-Arab, Beyrut, Dâru’l-Kuds.
Ulutan, Burhan, (1976). İslam Medeniyeti ve Akılcı Felsefe, İstanbul, Ötüken
Yayınevi.
Aydın, İbrahim Hakkı, (2000). Farabî’de Metafizik Düşünce, İstanbul, Bil Yayınları.
Farabî, (2003). “Felsefe Öğreniminden Önce Bilinmesi Gereken Konular”, İslam
Filozoflarından Felsefe Metinleri, ss. 109 – 116, Çev: Mahmut Kaya, İstanbul, Klasik.
Ulutan, Burhan, (2000). Farabî Felsefesi, İstanbul, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı
Yayını. (Yayın yılı Dış Kapak: 2000, iç kapak: 1999).
Adıvar, Abdülhak Adnan, (1978). “Farabî”, ss. 451 – 469, İslam Ansiklopedisi,
İstanbul, MEB Yayını.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
26
İslam Akılcılığı
Durusoy, Ali, (1999). “İbn Sina”, ss. 322 – 331, TDV İslam Ansiklopedisi, İstanbul.
Kuşpınar, Bilâl, (1995). İbn-i Sina’da Bilgi Teorisi, İstanbul, MEB Yayınları.
Sunar, Cavit, (1972). İslâm’da Felsefe ve Farabî II – Farabî Sonrası İslam Felsefesi,
Ankara, Ankara Üniversitesi Basımevi.
Durusoy, Ali, (1993). İbn Sina Felsefesinde İnsan ve Âlemdeki Yeri, İstanbul, M.Ü.
İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları.
Taş, Oktay,(2006). İbn Sina’nın Ahlak Felsefesinde Mutluluk, Konya, Basılmamış
Yüksek Lisans Tezi.
Karlığa, H. Bekir, (1999). “İbn Rüşd”, TDV İslâm Ansiklopedisi, C. 20, ss. 257 – 288,
İstanbul.
İbn Rüşd, (1999). Faslu’l-Makâl Felsefe Din İlişkisi, Çev: Bekir Karlığa, İstanbul,
İşaret Yayınları.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
27
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
İBN HALDUN VE MEDENİYET
TEORİSİ
• İbn Haldun’un Hayatı ve
Eserleri
• Umran İlmi
• Tarih Felsefesi
• İnsan, Toplum, Devlet ve
Siyaset Felsefeleri
• Felsefi ve Akli İlimler
• Tasavvuf Anlayışı
• Eğitim Anlayışı
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• İbn Haldun’un hayatını ve
eserlerini öğrenebilecek,
• Umran ve Umran ilmi
kavramını sosyoloji ilmi ile
karşılaştırabilecek,
• Tarih ve toplum felsefelerini
anlayabilecek,
• İbn Haldun’un felsefeye ve
diğer ilimlere yönelttiği
eleştirileri görebilecek,
• Tasavvuf ve eğitim anlayışını
öğrenebileceksiniz.
İSLAM DÜŞÜNCE
TARİHİ
Doç. Dr. Cevdet KILIÇ
ÜNİTE
11
İbn Haldun
GİRİŞ
XIV. yüzyılın büyük İslam filozofu İbn Haldun kıraat ve fıkıh âlimi, devlet
adamı, tarih felsefesinin sosyal bilimler ve özellikle sosyolojinin kurucusu olarak
tanınmıştır. İbn Haldun, düşünce tarihinde toplumsal olgu ve olayları aydınlatmaya
yönelik kendisinden önceki düşünürlerden farklı bir yöntem ortaya koymuştur.
Toplumun ve devletin doğal bir kökeni olduğunu ve doğal bir tarihsel gelişim süreci
geçirdiğini ileri sürmüştür. Bu tarihsel gelişim sürecinin de betimlemesini yaparak
bir devlet kuramı ortaya koyması nedeniyle İbn Haldun’un düşünce tarihinde
önemli bir yeri vardır. Aynı zamanda onun ekonomik görüşleri, metodolojisi, siyasal
görüşleri, toplumsal değişim anlayışı, hukukla ilgili görüşlerinin tümü ayrı ayrı
inceleme ve ilgi konusu olmuştur. Onun, İslam dünyasında düşünsel üretimin
azaldığı bir dönemde, İslam felsefesinin geleneksel yapısından ayrılarak toplumsal
ve politik sorunlara özgün bir bakış açısıyla ortaya koyduğu görüşleri, geç de olsa
İslam ve Batı dünyasında yankı bulmuştur. Özellikle “umran ilmi” dediği tarih,
devlet ve siyaset düşüncesi kendisini orijinal yapan en önemli görüşlerden biridir.
1. HAYATI
İbn Haldun, 1332 yılında Tunus’ta doğmuştur. Adı Ebu Zeyd Veliyyüddin
Abdurrahman b. Muhammed b. Muhammed b. Muhammed b. Hasen el-Hadramî
el-Mağribî et-Tunisîdir. İbn Haldun çocukluğundan olgunluk yaşına ulaşıncaya
kadar babasının gözetiminde yetişmiş, ilk bilgilerini de ondan almış ve öğrenimine
Kurân-ı Kerim’i ezberleyerek başlamıştır. Kıraat ilmini öğrenmiş ve âlimlerden Arap
dili ve edebiyatı konusunda dersler almıştır. Ayrıca Sahih-i Müslim ve el-Muvatta ile
Kütüb-i Sitte'nin diğer kitaplarının bazı bölümlerini okuyup fıkıh tahsil etmiştir. Yine
Tunus’ta fıkıh, hadis, kelam, akaid, tefsir, felsefe, mantık ve matematik gibi
ilimlerde birçok yetkin hocadan ders almıştır. Kendi döneminin ölçüleri içinde
özenli bir eğitim gören İbn Haldun, gençliğinde gidip yaşadığı başka yerlerde de
öğrenimini sürdürmüştür. İbn Haldun, Abdülmüheymin'den hadis ve siyer,
Zevavî'den kıraat, Sattî'den fıkıh, Âbilî'den fıkıh usulü, kelam, mantık, felsefe ve
matematik dersleri aldı. Fahreddin er-Râzî'nin Kelam ilmindeki usulünü
öğrenmiştir. (Fındıkoğlu, 1939: 4; Ülken, 1957: 228)
On yedi yaşında iken halkı kırıp geçiren veba salgını yüzünden anne ve
babası ile bazı hocalarını kaybeden İbn Haldun, yirmili yaşlarında ilimde şöhret ve
fazilet sahibi olması sebebiyle, Tunus sultanı Ebu İshak zamanında alamet kâtipliği
(mühürdarlık) görevine atanmıştır. İbn Haldun’un yaşadığı dönemde, Kuzey
Afrika’da bulunan İslam ülkeleri arasında siyasi ve fikri mücadeleler olmaktaydı.
Nitekim böyle bir mücadelenin sonunda ortaya çıkan savaşta Tunus sultanı Ebu
İshak yenilgiye uğrayıp öldürülünce, düşünürümüz görevini bırakmak zorunda
kalmış ve Tunus’dan ayrılarak bir daha bu şehre dönmemiştir.
Yetiştiği siyasi ve
içtimai ortam İbn
Haldûn'un ilmî
kişiliğinin oluşmasında
büyük bir öneme
sahiptir.
Kuzey Afrika ve Endülüs’teki devletler hem birbiriyle mücadele ediyor hem
de kendi içlerinde sık sık taht kavgalarına girişiyorlardı. İbn Haldun, Hayatının ilk
yirmi yılını Tunus'ta, yirmi altı yılını Cezayir, Fas ve Endülüs'te, dört yılını yine
Tunus'ta, son yirmi dört yılını da Kahire'de geçirmiştir.
İbn Haldun, Mısır’da Sultan Berkuk’un teklifi ve öğrencilerinde ricasıyla Ezher
Camisi ve Kamhiye Medresesinde dersler vermeye başlamıştır. Dil ve edebiyata
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
İbn Haldun
hâkim olan İbn Haldun’un kısa zamanda şöhreti yayılmış ve sultan tarafından
Malikî Başkadılığına getirilerek “Veliyüddin” unvanını kazanmıştır. Mısır’da sıcak bir
ilgiyle karşılaşan düşünür, burada kalmaya karar vererek ailesini de yanına
getirtmek istemiştir. Ancak ailesi Tunus’tan deniz yolculuğu ile Kahire’ye gelirken
gemi kasırgaya yakalanarak batmış ve ailenin diğer bütün bireyleri boğularak can
vermiştir. Bu olaydan büyük üzüntü duyan İbn Haldun, kadılığı bırakmaya karar
vermiştir. Bu kararı almasında bazı siyasi çekişmeler de etkili olmuştur. Özellikle
onun kazaî meseleleri kavrama ve hüküm verme tarzı Mısırlılar tarafından
eleştirilmiştir. Kadılık görevi sırasında çıkarları zedelenen ve bu yüzden kendisini
çekemeyen birtakım kimselerin şikâyetleri sebebiyle pek çok defa bu görevden
azledilmiştir. İbn Haldun, 1387 yılında aktif siyasi yaşantısını bırakarak tüm vaktini
ilme ve ibadete vermiş, daha önce niyet edip gerçekleştiremediği hac görevini
yerine getirmiştir. Hac dönüşü İbn Haldun Mısır’a geri dönmüş ve öğrencilere ders
vermeye devam etmiştir. (Fındıkoğlu, 1957: 8-10; Uludağ, 1999: 538-539)
1400 yılında Timur’un Şam’ı istila ettiği haberini alan sultanın Suriye’ye
yaptığı bir sefere de katılmıştır. Yapılan ilk savaşta Timur’un ordusu galip gelince
sultan, Mısır’daki devlet işlerinde birtakım aksamalardan endişe duyarak devletin
başında olmak amacıyla Mısır’a dönmek zorunda kalmıştır. Bu sırada İbn Haldun,
Timur’la şehrin teslim şartlarını gizlice görüşerek Şam halkının katledilmemesi ve
şehrin tahrip edilmekten kurtarılması hususunda önemli bir görevi yerine
getirmiştir. Nihayet filozofumuz 1406 yılında yetmiş dört yaşında Kahire’de vefat
etmiş ve Nasr Kapısı dışında Sufiyye Kabristanı’na defnedilmiştir. (Andıç ve Koçak,
2010: 7; İzmirli, 1997: 359; Mehdi 1991: 109)
İbn Haldun’un eserlerini inceleyerek üzerinde araştırmalar yapan ilk millet
Türklerdir. İbn Haldun, Anadolu’da Kâtip Çelebi (ö.1657) tarafından
tanıtılmıştır. Nâimâ (ö.1716), Pîrizade Mehmed (ö.1749) ve Ahmet Cevdet
Paşa (ö.1895) gibi Osmanlı tarihçilerinde İbn Haldûn’un önemli tesirleri
vardır.
İbn Haldun iyi bir
eğitim görmüş, küçük
yaştan itibaren ilim ve
fikir hayatına ilgi
duymuş, ancak
siyasetten de kendini
alamamıştır.
Batı’da ise İbn Haldun’un vefatından tam üç yüz yıl sonra Mukaddime adlı
eseri ilgi çekmeye başlamış ve hakkında araştırmalar yapılmıştır. XIX. yy. başında
Sylvestre de Sacy, Mukaddime’den bir bölüm tercüme ederek, Batı âlemine İbn
Haldun’u tanıtmıştır. Osmanlı ilim adamlarının XVI. yüzyılda ilgi göstermeye
başladıkları İbn Haldun’a Batı, ilgisini XIX. yüzyıldan itibaren yavaş yavaş belli
etmeye başlamış yani bu ilgi Osmanlıya göre çok geç ortaya çıkmıştır. Buna rağmen
İbn Haldun’u tanıma XVII. yüzyılda Fransız oryantalist Barthelemy’nin bir eseriyle
gerçekleşmiştir. XIX. ve XX. yüzyılda ise Becker ve Barnes gibi bilginler onun Batı’da
daha fazla tanınmasını sağlamışlardır.
İbn Haldun, devletin en üst kademelerine kadar yükselmiş, siyasi hırsı bazen
kendi başına iş açmış, takibata uğramasına, sürgün ve hapsedilmesine sebep
olmuştur. Sıkıntılı bazı dönemleri olmakla birlikte genellikle saray ve konaklarda
refah içinde itibarlı bir hayat sürmüştür. Merinî, Hafsî ve Abdülvadî hanedanlarının
yönetiminde bazen sultan ve emirler kadar etkili olmuş, iktidarların el
değiştirmesinde önemli roller oynamış, bu özelliğiyle hem desteğine ihtiyaç
duyulan hem de muhalefetinden korkulan bir kişi durumuna gelmiştir. Diğer
taraftan sık sık kabileler arasında dolaşarak bedevi kabile hayatını yakından
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
İbn Haldun
tanımış, fırsat buldukça da ilim ve öğretimle meşgul olmuştur. Ünlü
Mukaddime’sini böyle bir bilgi ve deney birikimiyle kaleme almıştır.
2. ESERLERİ
Kaynaklara göre İbn Haldun’un manzume, risale, İbn Rüşd (ö.1198) ve
Fahreddin Razî’nin (ö.1210) eserlerine yazdığı özetlerin yanında matematik ve
mantığa dair eserleri bulunmaktadır.
İbn Haldun'a haklı bir
şöhret kazandıran İslam
ve hatta dünya düşünce
tarihinin en özgün
eserlerinden biri
Mukaddime’dir.
İbn Haldun iyi bir eğitim
görmüş, küçük yaştan
itibaren ilim ve fikir
hayatına ilgi duymuş,
ancak siyasetten de
kendini alamamıştır..
Lübabü'l-Muhassal fi Usuli’d-Dîn. İbn Haldun'un, Fahreddin er-Razî’nin elMuhassal'ının kısaltılmış şeklidir.
Şifâ'ü's-sâ li-Tehzîbi'l-Mesâil. İbn Haldun'un bu eseri Mukaddime'den önce
1372-1374 yılları arasında Fas'ta iken yazdığı kabul edilmektedir. İbrahim eş-Şâtıbî
(ö. 790/1388), Fas âlimlerine bir mektup göndererek tasavvufa girmek isteyen bir
kişinin şeyhe bağlanmasının şart olup olmadığını sormuş. İbn Haldun da soruyu bu
eseriyle cevaplandırmıştır.
Kitâbü'l-'İber ve Dîvânü'l-Mübtede' ve'l-Haber fî Eyyâmi'l-'Arab ve'-l‘Acem
ve'l-Berber ve men-Âsarahüm min -zevi's-Sultâni'l-Ekber. İbn Haldun'un bir dünya
tarihi niteliği taşıyan bu eseri ön söz ve giriş mahiyetinde kaleme aldığı ve
"Mukaddime" adını verdiği bölümle üç kitaptan oluşan yedi ciltten meydana gelir.
Girişte tarih ilminin önemine, tarih yazımında takip edilen usullerin araştırılmasına,
tarihçilerin düştükleri hatalara, sahip oldukları asılsız kanaatlere ve bunların
sebeplerine temas etmiş, tarih ilminin kapsamlı bir tarifini yaparak kendi tarih
anlayışını ortaya koymuştur. "Beşerî Umran İlmi" adını verdiği yeni ve özgün bir
ilim dalı kurduğunu, kendisinden önce bu alanda hiç kimsenin araştırma
yapmadığını ve bu ilmi kurarken kimseden faydalanmadığını belirten İbn Haldun,
güttüğü amaç ve buna ulaşmak için izlediği yöntem hakkında da sağlıklı bilgiler
verir. Bu sebeple araştırmacılar bu girişe ayrı bir değer vermişlerdir. İbn Haldun'un
Mukaddime olarak bilinen meşhur eseri el-İber'in birinci kitabıyla bu ön söz ve
girişten meydana gelir.
el-İber'in ikinci kitabı, başlangıçtan İbn Haldun'un zamanına kadar
kavimlerin ve hanedanların, başta Araplar olmak üzere onlara komşu olan
Nabatiler, Süryaniler, Farslar, Yahudiler, eski Mısırlılar, Yunanlılar, Rumlar. Türkler
ve Franklar gibi milletlerin tarihini kapsar. Eserin Il-V. ciltlerini oluşturan bu kitapta
İbn Haldun kısaca Hz. Peygamber, Hulefâyi Raşidin, Emeviler ve Abbasiler, Doğu
İslam dünyasındaki diğer Müslüman hanedanların tarihine de yer vermiştir. İbn
Haldun, el-İber'in fazla özgün kabul edilmeyen bu bölümünü yazarken geniş ölçüde
Taberî ve Mes'udî gibi tarihçilerin verdikleri bilgileri aktarmakla yetinmiştir.
Bununla beraber bu kısımda yer yer güzel tahlillere, makul açıklamalara ve gerçekçi
yorumlara da rastlanır. (Uludağ, 1999: 542; İzmirli, 1997: 360)
Bu eserlerinin dışında ona ait olduğu bilinen birkaç eser daha bulunmaktadır.
Ölümünden bir yıl öncesine kadar olan hayatını, yaptığı seyahatleri ve kişisel
anılarını anlattığı otobiyografi niteliği taşıyan el-Ta’rif isimli eseri, Kaside-i Bürde
Şerhi, İbn Rüşd felsefesi hakkında bir risale, mantığa dair bir risale, hesap hakkında
bir risale, Merakeş sultanına yazılan bir risale, şiire dair bir risale bunlardandır.
Eserlerinde, özellikle Mukaddime’de ilmî ve siyasi hayatında edindiği tecrübelerin
etkisi görülen İbn Haldun, bu eserinde yalnızca tarihçi kişiliğini ortaya koymamış
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
İbn Haldun
aynı zamanda İslam dünyasındaki ilim ve sanatları inceleyerek eğitimle ilgili de
oldukça özgün görüşler öne sürmüştür. Bu görüşler onun eğitimci kişiliğini
yansıtmasının yanında günümüz eğitim anlayışına da katkı sağlayacak önemli
bilgiler içermektedir.
3. UMRAN İLMİ
İbn Haldun’un düşünce sistemi ve İslam düşüncesine katkısı onun en önemli
eseri olan Kitabu’l-İber’in ilk cildi temelinde değerlendirilir. Bu eser çerçevesinde
İbn Haldun’un düşünce sisteminin temelleri, bizzat ilk defa kendisinin isimlendirdiği
yeni bir ilim ve perspektif inşasına dayanmaktadır. “Umran” olarak isimlendirdiği
bu yeni ilmi, yaşadığı ortamın siyasi olaylarının da etkisi olsa gerek, meşhur eseri
Mukaddime’nin ilk kısmında ele almaktadır. (Toku, 2002: 13)
İbn Haldun'a göre umran, filozofların “İnsan tabiatı gereği medenidir.”
sözünden hareketle insanların birlikte yaşamak üzere bir araya gelmeleri ve
buna yönelik örgütlenmeler sonucu ortaya çıkan ilişki biçimlerinin toplamıdır.
Kısacası umran, toplumsal hayattan ibarettir.
Umran ilmi, İbn Haldun’a göre tarih disiplinin bir uzantısı olarak da kelam,
fıkıh, siyaset felsefesi, nasihatname gibi farklı disiplinlerden istifade edilerek
oluşturulmuştur. Umran ilmi, tarihte olup bitenleri ve toplumların başına gelenleri
ve gelecekte olabilecekleri anlama hususunda genellemeler yapılabilecek tarzda bir
bakış açısı geliştirebilmeyi kendisine görev edinmektedir. İbn Haldun filozofların
doğaya uyguladığı sebep-sonuç ilişkisini daha soyut bir düzlemde yani tarih,
toplum ve gelecek boyutunda uygular. Yani umrandan kastedilen mana, en genel
anlamıyla âlemin umranından ibaret olan insan toplumunu ve ona tabiatı gereği
arız olan hâlleri, bu hâllerin zorunlu sonuçlarından ibaret olan tarihi ve tarihin
hakikatini konu edinmektedir. Umran ilminin amacı, insanları taklitten kurtarıp
daha önce olmuş bitmiş olanla daha sonra olacak olanın anlaşılması konusunda bir
bakış açısı kazandırmaktır. İlm-i umranın tarihî rivayetlerin tashihi gibi özel bir
gayesi olmakla birlikte asıl gayesi toplumsal hayatın tabiatı ve özelliklerin
anlaşılmasının yanı sıra, geçmişte ya da şimdi insanların nasıl yaşadıkları ve
yaşadıkları toplumun yapısını belirleyen tabii unsurların neler olduğunun ampirik
olarak incelenmesidir. Yoksa siyaset felsefesinde olduğu gibi insanların nasıl
yaşamaları gerektiğiyle veya toplumun nasıl daha iyi yönetilmesi gerektiğiyle
ilgilenmek değildir. (Görgün, 1999: 543)
İbn Haldun, bu oluş ve bozuluş âleminde kalıcı olanı tesbit ederek olup
bitenin (kâinat) kendisine dayandığı esasları ortaya çıkarmak, böylece hem
geçmişin hem de geleceğin anlaşılmasını mümkün kılacak bir ilim arayışı içindedir.
Umran ilmi bir tür toplum metafiziğidir; toplumun zati arazlarını ele alması
açısından da bir anlamda ontolojidir. Bu ontolojinin, "var olmak bakımından var
olan"ı ele alan ontolojiden ayrıldığı temel husus o güne kadar metafiziğin veya
metafizikçilerin fark edemediği bir varlık alanını, tarihî toplumsal varlık alanını
inceleme konusu yapmasıdır. İbn Haldun'un asıl başarısı, tarihte olayları sebepsonuç ilişkisi içerisinde ele almak gerektiğine dayalı metodolojiye yaptığı vurguda
değil, o güne kadar farkedilmeyen tarihî toplumsal varlık alanını keşfetmesi ve
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
İbn Haldun
teorik bir çerçevede anlamlandırmaya çalışmasıdır. Bundan dolayı umran ilmini
tarihin olduğu kadar felsefenin de bir bölümü olarak görür. (İbn Haldun, 2004: 80)
İbn Haldûn umran ilmini şekillendirirken iki ayrı varlık alanını birbirinden ayırır.
Bunlardan birincisi olan "unsurlar âlemi" geleneksel anlamda metafizik ve buna
bağlı olarak da fiziğin, ikinci varlık alanı olan "havadis âlemi" ise umran ilminin
konusunu teşkil eder.
İbn Haldun'a göre her
şey ve oluş bir amaca
yöneliktir. İnsan varlık
şartları açısından
toplumsallığa,
toplumsallık asabiyete,
asabiyet de mülke
matuf olarak var olur.
Gayesini tahakkuk
ettiren varlık, varlık
sebebini yitirir ve yok
olur. Onun yerini
benzer amaçlara
yönelmiş olan yeni
varlıklar alır. Baki olan
sadece Allah'tır.
Havadis âlemi doğrudan insana bağlı ve bağımlıdır. Ancak insanla var olabilir,
aynı şekilde insan da yalnız onunla vardır. Bu iki varlık alanı arasındaki en esaslı
fark, insanın fiziki varlığı ve ferdiyeti itibarıyla birinci varlık alanına ait olması, ikinci
varlık alanının ise insanın var oluşu gereği toplumun zorunlu bir neticesi olarak
ortaya çıkması, yani insana ait olmasıdır. Havadis âlemi toplumla birlikte ortaya
çıktığı için toplumsal, zaman içerisinde olup yok olduğu için de tarihîdir, dolayısıyla
tarihî-toplumsal bir varlık alanıdır. İbn Haldun insan fiillerinin içinde gerçekleştiği
ve aynı zamanda insan fiillerinin bir neticesi olduğu için tek tek zatlardan oluşan
unsurlar âlemine karşılık havadis âleminin insan fiillerinden oluştuğunu söyler.
İbn Haldun’a göre insanların birlikte yaşamasıyla fiziki dünyada mevcut
olmayan asabiyet, mülk, devlet gibi birçok şey ortaya çıkar. Buna bağlı olarak
insanlar fıziki dünya üzerinde bazı tasarruflarda bulunarak onu kendi imkânları ve
amaçları doğrultusunda yeniden inşa ederler, umran da bu inşa neticesinde ortaya
çıkar. Ancak umran kalıcı değildir; hâlden hâle geçer. Bir insan başarısı olan umran
âlemin bir tür yeniden inşası, hatta yeni bir âlemin inşasıdır; âdeta "yeni bir
yaratma"dır. Umranın ahvalinin değişmesiyle tarihî-toplumsal varlık da değişime
uğrar. Tarihî-toplumsal varlık alanını unsurlar âleminden ayıran önemli bir özellik
onun itibari bir varlık alanı oluşudur. Bu varlık alanının asabiyet, mülk, güç gibi
temel unsurları vardır. Bu unsurların bir tür itibarlar olarak varlık kazanmaları ve bu
itibarları yitirdiklerinde yok olmaları onların mahiyetini teşkil eder. Bu itibarlarla
oluşan unsurlar, bir defa oluştuktan sonra insanlar karşısında unsurlar âlemini
teşkil eden maddi varlıklar gibi bir objektiflik kazanır ve insanlara kendilerini
zorunlu olarak kabul ettirirler. İnsanlar tarafından zorunlu biçimde teşkil edilen bu
varlık alanının unsurları zamanla insanların karşısına zorlayıcı bir güç olarak çıkar ve
onların hayatları kadar tarihî gidişi de tayin eder. Bu durum insanın var oluşunda
bulunan çok esaslı bir gerilimdir ve kendi başına bir insanlık problemidir. İbn
Haldun, tarihî-toplumsal varlık alanını keşfederken aynı zamanda bu gerilimi de göz
önüne sermektedir. (İbn Haldun, 2004: 507)
İbn Haldun'da görülen toplum metafiziği bu oluş-yok oluşun sabit ve genel
geçer kurallarını, kendi ifadesiyle "sünnetullah fî halktır veya "âdetullah"ı tesbit
etme gayretinin adıdır.
İbn Haldun’un bir bütün halinde toplumun açıklanması amacıyla kurduğu
ilm-i umranın temel problemlerini şu şekilde tespit etmek mümkündür.
1. İnsanların birbirleriyle ünsiyet ederek köy veya şehirler kurup bir arada,
yani toplum hâlinde yaşamalarının sebeplerini izah etmek.
2. Toplum hâlinde yaşayan insanların niçin bir siyasi otoriteye ihtiyaç
duyduklarının, yani devletin kuruluş sebeplerini izah etmek.
3. Bir arada yaşayan insanların geçim tarzlarından, yani ekonomik
faaliyetlerinden kaynaklanan ilişki biçimlerinin sebeplerini izah etmek.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
İbn Haldun
4. İnsanları diğer varlıklardan ayırarak seçkin bir konuma getiren ilmî
faaliyetlerin, yani eğitim-öğretimin sebeplerini izah etmek.
Görüldüğü üzere umran ilmi çerçevesinde İbn Haldun’un ele aldığı bu
hususlar günümüz sosyolojinin kurumsal yapı ve örgütlenmelerini içeren sosyal
yapıya karşılık gelmektedir. (Toku, 2002: 89)
4. TARİH FELSEFESİ
İbn Haldun tarihi, “yolu kutsal, faydası çok, gayesi şerefli bir ilim” olarak
tanımlar. (İbn Haldun, 2004: 31) Çünkü dinî ve dünyevi işlerini bir sistem haline
koymak isteyen bir insan, geçmişte yaşamış toplumların ahlaklarını, geleneklerini
ve kültürlerini, peygamberlerin hayatlarını ve verdikleri mücadeleleri ve
yöneticilerin ve hükümdarların politika ve idarelerini ancak tarih ilminden örnek
almakta ve tarihten öğrenebilmektedir. Tarih ile ilgilenen kişinin ise, yanlışlara
düşmemesi, hakikate ulaşması için farklı bir sistematiğe, değişik kaynaklara, çeşitli
ilim dallarına ve sağlam bir perspektife ihtiyacı bulunmaktadır. İbn Haldun’a göre,
tarihi olaylar ve haberler sadece nakle dayanır, toplumdaki örfler, politik prensipler
ve medeniyetin kendine özgü nitelikleri dikkate alınmazsa, tarihsel olaylara dair
rivayetlerin gerçekliğinden şüphe duyulur ve yanlışa düşülmesi ihtimal dâhilinde
olur. Çünkü tarihçilerin, tefsircilerin ve ravilerin tarihsel olayları ve hikâyeleri, bazı
temel kriterleri sunmadan, benzer veya eşitleriyle kıyaslamadan, hikmet ölçüsü ile
değerlendirmeden, varlık âleminin temel niteliklerini göz önüne almadan, gözlem
ve incelemeyi esas kabul etmeden, sadece ve sadece nakledilen (tarihsel)
haberlere itibar etmesi ve onları kabul etmesi onları yanlış yapmaya sevk etmekte,
hakikatten kopararak vehme sürüklenmelerine sebep olmaktadır. Bu, tarihçilere,
uydurma haberler ortaya çıkarmalarına da kapı aralamaktadır. Fakat İbn Haldun’a
göre tarihçiler tarafından aktarılan haberlere hemen inanılmamalı, o haberlerin
doğru olup olmadığını anlamak için onların üzerinde iyice düşünüp doğru
kıstaslarla ölçüp değerlendirme yapılmalıdır. (İbn Haldun, 2004: 58; Mahdî, 1957:
70; Rosenthall, 1971: 8-9; Husrî, 2001: 128)
İbn Haldun’da tarih, “zahiri görünüşü itibarıyla eski zamanlardan,
devletlerden ve önceki çağlarda meydana gelen olaylardan haber vermekten daha
fazla bir şey” olmadığını söylediği klasik tarih anlayışından farklılaşır. Onun gözünde
tarih ilmi, sadece olayların kaydedilip aktarılmasından ve rivayet edilmesinden
ibaret olmayıp, artık teorik ve kavramsal bir çalışmaya dönüşmüştür. Tarihin
zahirinde görünen olay ve hâllerin arkasındaki açıklayıcı derin sebeplerin tespit
edilmesi bu ilmin en önemli vazifesi olmuştur. Böylece sebeplilik ilkesi, teorik bir
çerçevede umran, umranın hâlleri, bedevi ve hadarî, asabiyye gibi özgün
kavramsallaştırmalarla tarih ve topluma titizlikle uygulanır. (İbn Haldun, 2004: 68)
İbn Haldun’a göre tarih, sadece geçmiş zaman içerisinde olan olayların dış
görünüşleriyle tasvir edip anlatmak olmamalıdır. Hâlbuki tarih aynı zamanda,
iç sebepleri bakımından; düşünmek, hakikati araştırmak ve olayların
sebeplerini bulup ortaya çıkarmaktır. Olan şeylerin ilkeleri incedir, hadiselerin
keyfiyet ve sebepleri hakkındaki bilgi derindir. İşte bunun için tarih asil ve
hikmette soylu bir ilimdir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
İbn Haldun
Bundan dolayı hikmet grubunu teşkil eden ilimlerden sayılmaya layık ve
müstahaktır. İbn Haldun’un yeni tarih anlayışına verdiği önem, ayrıca tarih
kitabının bizzat kendi isminden de anlaşılmaktadır. Bu bakımdan Mukaddime’nin
kendisine bir giriş olarak yazıldığı Kitâbu’l- ‘İber ve Divânu’l Mubteda ve’l-Haber fî
Eyyâmi’l- ‘Arab ve’l- ‘Acem ve’l-Berber ve men ‘Aşarehum min zevî’s-Sultanu’lEkber oldukça ilginçtir. Bu başlıktaki ‘iber kelimesinin dikkatlice seçilmiş olduğu
anlaşılmaktadır. İbn Haldun bu kelimeyi düşünme, akıl yürütme ve ibret
anlamlarında kullanmaktadır. Böylece ‘İber’ tarihi olaylardan onların tabiatlarına ve
sebeplerine doğru bir düşünce yolculuğu olmaktadır. (Mahdî, 1957: 70)
İbn Haldun taklitçi ve asalak tarihçiler diye bir grup tarihçiden bahseder. Bu
tip tarihçilerin olayların ve ahvalin sebeplerine dikkat etmeyip yeterince
incelemede bulunmadan saçma ve anlamsız rivayetler yapmakta olduklarını söyler.
Onlar, sebep-sonuç ilişkilerine dayalı teorik çerçeveleri olmadıkları için ve zamanın
değiştirdiği toplumun hâllerinden habersiz olup yeni nesillerin ve milletlerin
değişen âdet ve alışkanlıklarından habersiz kaldıkları için tarihi tahkiki yeterince iyi
yapamamakta ve rivayetler arasında ayıklamaya çok az başvurmaktadırlar. Bütün
bunların sonucu olarak ise bu tür tarihçilerin haberleri hata ve yanlış bilgilerle dolu
olmaktadır. Onlar ulaştıkları bütün rivayetleri doğru, yanlış, gerçek vehim ayırt
etmeksizin nakletmektedirler. Hâlbuki İbn Haldun’a göre umranın bir takım
tabiatları vardır. Haberlerin buna uygun olup olmadığı araştırılıp ayırt edilmelidir.
İbn Haldun böylece tarih anlayışını eleştirirken, umran dediği ilimle yeni bir bakış
açısı getirmektedir. Yeni tarih anlayışı ve buna bağlı olarak umran ilmi rivayet
aktarımı olmaktan ziyade akli, hikemî, yani felsefi bir disiplin olarak kurulmaktadır.
Aristocu anlayışla mukayeseli düşünüldüğünde, artık tarih ve toplum bir varlık alanı
olarak ele alınmakta, aynen doğada olduğu gibi bu varlık alanında da sebeplilik
ilkesinin işlediği, toplumun değişim doğasının bulunduğu ve bu değişim hâllerinin
bedevi-medenî, asabiyet, mülk, umran gibi teorik kavramlar etrafında
açıklanabileceği iddiası sergilenmektedir. İbn Haldun’un yaklaşımında bu değişim,
pozitivist tarih anlayışındaki gibi ilerlemeci bir evrimci çizgi izlemez. Aksine bu
değişim dairesel bir döngü şeklinde gerçekleşmektedir. Ayrıca onun yaklaşımı
Tanrı’yı dışlayan katı bir kaderci anlayışından da uzaktır
İbn Haldun, tarihî olayları bir neden–sonuç ilişkisi içinde incelemiş, toplumsal
olayları çözümlemek için tarihin bilinmesinin gerekliliği üzerine vurguda
bulunmuştur. Haldun, ulaştığı birçok yasa ile tarihe ve tarihçiliğe farklı bir
boyut kazandırmıştır.
Tarihsel malzemenin tarih gibi bir insan ürünü olduğunu ve ancak tarihsel
malzemeyi yazan insanın gelecek öngörüsü ile ne amaçladığının bilinmesiyle
geçmişin doğru bilgisinin elde edilebileceğini ileri süren İbn Haldun, sosyoloji
biliminin temellerini tarih bilimine dayandırmakta ve sosyolojik araştırmalarda
sağlıklı sonuçlara ulaşabilmek için tarihin bilinmesinin gerekli olduğunu ifade
etmektedir. Bu bağlamda değerlendirildiğinde, zamanına kadar ve döneminden
sonraki ilim adamları arasında çok ayrı ve seçkin yeriyle İbn Haldun, devlet ve tarih
felsefesi alanında ilk özgün düşüncenin ve eserlerin sahibidir.
İbn Haldun çalışmalarında tarih felsefesine ve sosyolojiye rehberlik yapacak
bir tarih teorisi sunmuştur. Tarihi, kronik tarih ve asıl tarih olarak gören İbn Haldun,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
İbn Haldun
kronik tarihi sadece “vakaların tasviri” olarak nitelendirirken, onun yalnızca edebi
değeri olduğunu ifade etmektedir. Tarihin bazı prensipler ve sebeplerin
yorumlanmasına ve muhakemesine ihtiyacı olduğunu belirten Haldun, bu noktada
tarihin hakikatinin doğmakta olduğunun altını çizmektedir. İbn Haldun’a göre tarih,
yalnız gerçek hadiselerden oluşmamaktadır; aynı zamanda bunların
gerçekleşmesini gerektiren şartların tahlili durumundadır. Bu şartların tetkiki çok
geniş olabilmekte, insan cemiyetinin bütün manzaralarını kuşatabilmektedir. İbn
Haldun’da insan cemiyeti, bütünlüğü ile ele alınmıştır. (İbn Haldun, 2004: 58)
Tarih felsefesini ampirik bir temel üzerine inşa etmeye çalışan İbn
Haldun, tarih felsefesini, tarihî olaylara ve temelinde psikoloji bulunan ve
gözlemlerinin ürünü olan bir sosyolojiye dayandırmaktadır. İdeoloji–bilim
ilişkisi bağlamında önemli bir arkeolojik örnek durumunda olan İbn
Haldun’un tarih felsefesi, mantıksal olmayan (tarihsel) olayları elemektedir.
Mantık ise, “ölçülülük ahlakını andıran bir yapma kültürü”nü anlatmaktadır.
Haldun’a göre tarihin, nesnel belirleyicileri bulunmaktadır. İnsanın hakikati,
Haldun’da, tarihî materyalist bir içerikle yorumlanmaktadır. Olaylar, nehirlerin
üzerinde akan tekneler, gemiler gibidir. Tarih, insanlığın yazgısı ile birlikte bu
bağlamın içinde akıp gitmektedir.
İbn Haldun’a göre hikâyeci tarih yanlı ve yanlıştır. Mantık ilkelerinin
eleğinden geçmeyen olaylar, yapıcı ve yazıcılarının bireysel, biraz da keyfî çabaları
sonucu objektif tarihin bir parçası hâline gelmiştir. Bunun için tarihçi, mantık dışı,
insan unsurunun kabul etmeyeceği olaylara karşı uyanık olmalıdır. Kanıtlara
dayanmayan, değişimin farkında olmayan ve neden–sonuç ilişkisi haricî gelişen
uydurma olan yaklaşımlar, Haldun’a göre tarihin sayfalarından silinmelidir. Gerçek
bir tarihçi yöntem ilkelerini kendine rehber eder ve tarihsel olaylar akıl yoluyla
değerlendirir. Böylelikle, olaylar ve niyetler arasında sağlam bir set çekilmiş olur.
(İbn Haldun, 2004: 59; 72; Görgün 1999: 545)
İktisat bilimi'nin ve tarih felsefesinin kurucusu babası olarak kabul edilen,
insanlık tarihinin ilk toplum bilimcisi ve sosyologu unvanını kazanan, sosyoloji
ilminin birçok temel prensiplerini Batılı bilim adamlarından yüzlerce yıl önce ortaya
koyan, siyaset teorisi, tarih ve sosyal psikoloji alanlarında İtalyan Makyavelli'ye,
sosyal düzenin genel esaslarında Montesque’ye, tarih felsefesi sahasında Rousseau
ve August Comte'e, devletlerin gerileyişi ve çöküşü ilkesinde İngiliz Tarihçisi
Gibbon'a ve eğitim felsefesi dalında ise William James ve Spencer'e ilham veren
metotlar geliştiren İbn Haldun genellikle sosyal olay ve olgularla ilgilenir. Bunu ise,
tarih bilimini eleştirmek ve olaylardan hareketler tarihî yasaların bilgisine ulaşmak
için yapar. Söylenti ve nakillere dayanan tarihi bilgilerin güvenilir ve gerçek
olmadığını ifade eden İbn Haldun, milletlerin peş peşe gelişim süreçlerini ifade
eden kronolojik tarih anlayışının ise hiçbir işe yaramayacağının altını çizer ve
nakilden önce gelişmenin sırrının çözülmesini ve anlaşılmasını vurgular.
Tarih ilminin zahirî ve bâtıni olmak üzere iki yönünün bulunduğunu ifade
eden İbn Haldun, insanların ve kavimlerin hâl ve durumlarının değişimini, devlet
sınırlarının gelişimini, devletlerin kuvvetlerin artması ve azalmasını, devletlerin
yeryüzünü nasıl inşa ettiklerini… vb. unsurları tarihin zahirî yönü olarak görürken,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
İbn Haldun
tarihin içinde gizlenen gerçek anlamı ise tarihin bâtıni yönü olarak resmeder ve bu
görünmeyen, gizli/bâtıni yöne, ancak sosyal olayların incelenmesi, araştırılması,
tefekkür edilmesi ve illiyet gerekçelerinin bilinmesi ile ulaşılabileceği konusunda
rehberlik eder.
4. İNSAN, DEVLET, TOPLUM VE SİYASET FELSEFESİ
a. İnsan
Eserlerinden biri olan
Mukaddimeye, bu adı
İbn Haldun
vermemiştir. el-İber'in
altı ana bölüme ayrılan
I. cildi zamanla
Mukaddime diye anılır
olmuştur. Bu birinci
kitap çok defa diğer
kitaplardan ayrı olarak
istinsah edilmiştir.
İbn Haldun, devlet ve toplum felsefesinde Platon ve Aristoteles’ten alınan
İslam felsefesinde Farabî ve İbn Sina tarafından benimsenen insanın doğal olarak
toplumsal/medenî olduğu önermesinden hareketle insanların bir araya gelmesinin
doğal bir zorunluluk olduğunu, Tanrı’nın bu suretle insanlar aracılığıyla dünyayı
bayındır durumuna getirme ve onları yeryüzünde kendisinin halifesi yapma
iradesinin yerine geldiğini ifade eder. İbn Haldun insanın toplumun oluştuğu
şartlarda oluştuğunu söyler. Ona göre her insan içinde yaşadığı toplumun bir
aynasıdır. Bundan dolayı insanın doğuştan getirdiği bazı kabiliyetleri dışında bilgi ve
ahlak olarak belirlenmiş bir tabiatından bahsedilemez. Kabiliyetleri, içinde yaşadığı
toplumsal şartlar çerçevesinde kazanan insan, iki ayrı âlemin ortasında bir yerdedir
ve onlarla müşterek bazı hususiyetlere sahiptir. Bunlardan birincisi hayvanlar,
İkincisi melekler âlemidir. Bütün farklılıklara rağmen insan bu iki âlemle de irtibat
kurabilecek özelliklere sahiptir. Onun bu iki âlemden ayrıldığı en önemli husus
irade, kasıt ve fikir gücüdür. İnsan hayvanlar âleminden fikir gücü, melekler
âleminden irade ve kasıt kuvvetiyle ayrılır. İrade ve kasıt, insanın daha önceki
tecrübelerinden oluşturduğu tasavvurları sayesinde ortaya çıkar. Bu noktada insan
iradesi ve kastının faaliyet alanı ilahî irade tarafından sınırları çizilmiş olan oluş ve
yok oluş ile kayıtlıdır. (Süngü, 2009: 12)
İbn Haldun’a göre insanın toplumsal bir varlık olması var oluşunu
sürdürmesinin de ön şartıdır. Diğer bir ifadeyle insanın var oluş iradesi bütün
zorunlulukların esasını teşkil eder. Çünkü insan tabii ihtiyaçlarını karşılamak için
başkalarına muhtaç olduğu gibi, varlığını muhafaza etmek için de başkalarının
yardımına muhtaçtır. Onun varlığını tehdit eden tehlikelerin başında vahşi
hayvanlar gelmektedir.
Fiziki güç itibarıyla bu hayvanlar karşısında zayıf olan insanın diğer canlılarda
mevcut olmayan iki özelliği vardır. Bunlar onu diğer canlılar karşısında avantajlı
kılar. Bu iki özellik, fikir ve eldir.
İnsan, elinin taşıdığı imkânları fark edip düşünme kabiliyetinin yardımıyla
geliştirip kullandığı aletler sayesinde en güçlü vahşi hayvandan daha güçlü olur.
İnsanın düşünme kabiliyeti ve elinin olması zanaatların ve ilimlerin ortaya
çıkmasının esasını teşkil eder. Zanaatların ortaya çıkıp gelişebilmesi için insan
toplumu zaruri olduğu gibi zanaatlar sayesinde elde edilen aletlerin gereği gibi
kullanılabilmesi için de insanların belirli bir düzen içinde birbirleriyle yardımlaşması
zorunludur. (İbn Haldun, 2004: 81; Görgün 1999: 546)
İnsanın yapması gereken şey, kafasını ve elini kullanarak kendini korumak
İçin faaliyette bulunmaktır. Sonuç olarak insanlar, varlıklarını sürdürmek
istiyorlarsa bir toplum içinde hemcinsleriyle beraber yaşamak zorundadırlar. Bu
sayede insan cinsi varlığını sürdürdüğü gibi, onun yaratılış amaçlarından olan
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
İbn Haldun
yeryüzünün imarı ve orada halife olması da gerçekleşmiş olmaktadır. Bu aynı
zamanda İbn Haldun'un temellendirmeye çalıştığı umran ilminin konusunu da
teşkil eder. İnsanın yeryüzünde halife olması, onun yeryüzünü imar etmesi
amacına yöneliktir. İnsan yeryüzünü mamur hâle getirince Allah'ın onu
yaratmasındaki amacın yeryüzüyle ilgili kısmı tahakkuk etmiş olur. (İbn Haldun,
2004: 79)
İbn Haldun'a göre umranın gerçekleşmesinin en önemli şartı insana ve
dolayısıyla toplumsal hayata uygun tabii bir çevrenin bulunmasıdır. Hayata
uygun tabii çevre olmadan hayatın ortaya çıkması ve devamı mümkün değildir.
Çevrenin hayata uygunluğunun derecesi ve çevrenin kendi özellikleri, umranın
ortaya çıkacağı bölgenin keyfiyeti üzerinde doğrudan etkili olur.
İşte bu etki kendini bir taraftan tabii çevrenin sağladığı imkânlar ve
dolayısıyla sınırlar olarak ortaya çıkardığı gibi, diğer taraftan çevrenin insanın ikinci
tabiatı olan karakterini tayin etmesinden dolayı da önemlidir. Bu sebeple aynı
iklimde yaşayanlar sadece fizik yönünden ve manen müşterek bir zeminde bulunmazlar; bunun ötesinde ortak karakter özelliklerine de sahip olurlar. Umran ve
umranın zorunlu ön şartı olan insan toplumu bir coğrafya ve bir iklim içinde ortaya
çıkar ve bu iklimin öngördüğü özellikleri taşır.
İbn Haldun'a göre insanların fiziki ve ahlaki özellikleriyle yaşadıkları
bölgelerdeki iklim şartları arasında doğrudan bir ilgi vardır. Çok sıcak ve çok soğuk
bölgelerde doğup yetişen insanların fizyolojik özellikleri, mesela deri ve göz
renkleri, mutedil iklimlerin hâkim olduğu yörelerdeki insanlarınkinden sırf bu
faktörler sebebiyle farklılık arz eder. İklimdeki tedrici farklılaşma kendini deri
renklerinde de göstermektedir. Sıcak yörelerde yaşayan insanlarda gözlenen
hafifmeşreplik, acelecilik ve zevke düşkünlük; mutedil yörelerde yaşayan insanların
davranışlarında ortaya çıkan hafiflik; soğuk iklimlerde yaşayan insanlarda gözlenen
dikkat ve tedbire yönelik vurgu, insanların karakter özellikleriyle yaşadıkları iklim
arasında bir ilişki olduğunu göstermektedir. Öte yandan insanın aldığı gıdalar da
benzer bir şekilde onun fiziki yapısına ve karakterine tesir eder. Mutedil iklimde
bulunan yörelerin önemli bir kısmı ziraata elverişli arazilerden oluşmaktadır.
Buralarda yerleşik hayat daha yaygındır. Hayatlarını şehir, kasaba ve köylerde
yerleşik olarak sürdüren insanların önemli bir kısmı bolluk ve refah içinde yaşadığı
için geniş beslenme imkânlarına sahiptir. Fakat şehirlerde bolluk içinde yaşayan
insanlar gereksiz hatta zararlı birçok gıda maddesini de tüketirler. Bunun
sonucunda şehirlilerin vücutları biçimsiz ve çirkin olur. Zihnî faaliyetlerinde
körelme, zekâlarında tembellik ortaya çıkar. Buna karşılık gıda çeşitleri az, hareket
zorunlulukları çok olan göçebeler zor şartlarda yaşamanın getirdiği zekâ
keskinliğine sahiptir. Şehirlerde yaşayan rahata düşkün İnsanların tahammül
güçleri zayıf olduğu için kıtlık zamanlarında ve diğer güç şartlarda çok çabuk telef
olabilmektedir. Buna karşılık zor şartlarda yaşayan göçebe insanlar meşakkate
daha dayanıklı bir vücut ve karakter yapısına sahiptirler. Bunun sebebi insan
vücudunun kendisini alışkanlıklara göre ayarlayabilme kabiliyetidir. Ancak alışkanlık
belirli bir süreci gerektirir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
İbn Haldun
İbn Haldun, umranın fiziki-coğrafi ve insani ön şartları üzerinde durduğu
bahiste peygamberlik müessesesine özel bir yer ayırmıştır. Bu husus, onun
peygamberleri ve peygamberliği beşerî umran için gerekli maddi ön şartlardan
kabul ettiği anlamına gelir.
Peygamber ve onun tebliği, umranın objektif ön şartlarından biridir.
Peygamberliğin bir esası (vahiy), bu esası tebliğ eden peygamberin vasıfları ve
kendisine verilen bazı karakter özellikleri (ismet), onu destekleyen bazı harikulade
işleri (mucize) vardır. Peygamberin toplum içinde ahlaki özellikleri yanında makbul
bir statüsünün olması da tebliğin başarıya ulaşması açısından gerekmektedir.
b. Toplum
İbn Haldun’un ele aldığı sorunlardan biri de insanoğlunun kurmuş olduğu
toplumsal yaşam biçimleridir. (İbn Haldun, 2004: 157) Bu sorun karşısında İbn
Haldun ilkel/bedevi ve gelişmiş/hadarî olmak üzere iki türlü toplumsal yaşam
biçimini/umranı birbirinden ayırır. Bu ayrım özellikle toplumsal üretimin yöneldiği
amacın farklılaşmasına dayanır. Bedevi yaşam biçimi, yaşamın sürdürülebilmesi için
gerekli olan şeylerin üretimi ile sınırlıdır. Toplumsal üretimde güç, zenginlik,
rahatlık ve boş zaman arzusuyla artı değerler arttıkça hadarî yaşam biçimine doğru
ilerler. Bu bakımdan bedevi yaşam biçimi, tarihsel açıdan hadarî yaşam biçimini
önceler. Çünkü yaşamı sürdürmek için gerekli olan şeyleri elde etmekle işe
başlamak yaşamı yetkinleştirmek için gerekli olan şeylerden önce gelir.
Bedevilik, esasen fiziki çevrenin verdiği imkânlar üzerinde insanın herhangi
bir işlem yapmadan, onunla yetinmesine dayanan bir hayat tarzıdır.
Fiziki çevrede insanın müdahalesi olmaksızın mevcut olan şeyler ise daha çok
bitki ve hayvanlarla onlardan elde edilen yiyecek, giyecek ve diğer eşyalardır.
Göçebelik, insanın mahlukat üzerinde onu değiştiren bir tasarrufta bulunmadan
ondan istifade etmesi, yaşaması için zorunlu olan ihtiyaçlarını sağlayarak hayatını
sürdürmesidir. Bundan dolayı göçebe vermeden almayı hayatının esas ilkesi hâline
getirmiştir. Bunun neticesinde göçebe, fiziki-coğrafi şartların önüne koyduğu ile
yetinmek ve bunu tükettikten sonra kendisine benzer imkânları sunan başka bir
yer aramak zorundadır. Bu anlamda göçebelik insanların birlikte yaşama
biçimlerinin ilk ve öncelikli şeklidir. Bedevilerin hayat tarzları elde ettiklerini
muhafaza ederek biriktirmeye elverişli olmadığından buldukları ile yetinirler.
Bunun temelinde ise kontrol edemedikleri bir çevreye bağımlı olarak yaşamaları ve
çevrenin kendilerine sunduğu imkânlarla sınırlı kalmaları yatmaktadır. Göçebeliğin
en belirgin özelliği zor şartlarda hayatı sürdürme mücadelesi verilmesidir.
Göçebelikle hayat mücadelesi çift yönlü olarak gerçekleşir: Yiyecek ve içecek
temini, düşmanlardan korunma. Her iki açıdan da insanların birbirlerinin desteğine
olan ihtiyacı hayati önem taşır. İnsan tabiatı, sadece yaşama ve yaşatma değil
başkalarına hâkim olma iradesine de sahiptir. Kısaca bedevilik, zorunlu olarak bir
toplumsal hayatı gerektirdiği gibi toplumsal hayat da zorunlu biçimde bir
dayanışmayı (asabiyet) gerektirir. Dayanışma da hâkimiyet iradesini ortaya koyar.
(İbn Haldun, 2004: 161)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
İbn Haldun
Hadarî/gelişmiş/yerleşik hayat tarzına gelince insanların koyduğu düzene
uyma zorunluluğu ve toplumsal iş bölümü neticesinde ortaya çıkan rahat
yaşama tarzı insanların karakterlerinde oldukça önemli farklılıklar meydana
getirir.
Bunu özellikle zalim yöneticilerin güç kullanarak insanları belli bir davranış
biçimine zorlaması söz konusu olduğunda daha açık bir şekilde görmek
mümkündür. Çünkü zorbalığa dayalı yönetimler insanların teşebbüs gücünü yok
eder. Bu şartlarda yaşayan insanlar güdülen, kendiliğinden herhangi bir teşebbüste
bulunmayan, korkak kişiler hâline gelir. Bu durum sadece bir nesilde ortaya çıkmaz;
zaman içerisinde insanlar kendi güvenliklerini başkalarına tevdi etmenin sonucu
olarak kendilerine güvenlerini de yitirir, korunmaya muhtaç kadın ve çocuklar
haline gelirler. (İbn Haldun, 2004: 166)
İbn Haldun'a göre insan tabiatı iyilik ve kötülüğe meyyaldir. Ancak insan,
dine tabi olmaz veya kötülüğe sevkeden alışkanlıklardan kaçınmaya dikkat etmezse
kötülüğe kaymaya daha elverişlidir. Bir insanın başka bir insana düşmanlıkta bulunması ve ona zulmetmesi onun karakterinin bir parçasıdır. Bu sebeple bütün
insan toplulukları birbirlerine düşmanlık ve zulüm etmelerini engelleyecek tedbirler
almışlardır. Sonuçta hadarî bir hayata geçmiş olan yerlerde hükümdarlar koydukları
kurallarla insanların birbirlerine zulmetmelerine engel olurlar. Yöneticilerin zaman
zaman yaptıkları zulümler, bütün toplum fertlerinin birbirlerine karşı yapmaları
mümkün olan zulümler dikkate alındığında istisnai bir durum arz eder. (Yıldız,
2010: 31)
c. Devletin Kuruluşu
Devletin kuruluşu bağlamında İbn Haldun’un ortaya koyduğu en temel
kavram “asabiye”dir. İbn Haldun toplumsal birliğin oluşması ve sürdürülmesini,
Arapça “tutmak, bağlı olmak” anlamına gelen “asabe” kökünden gelen bu
kavramla temellendirir. Farklı araştırmacılar tarafından “yakınlık bağı”, “topluluk
duygusu”, “dayanışma duygusu”, “ortak ruh”, “toplumsal uyuşma”, “ toplumsal
dayanışma”, “milliyetçilik fikri”, “askerî ruh” gibi karşılıklar verilen bu kavram, İbn
Haldun’un düşünce sisteminde toplumları ilkellikten uygarlığa doğru ilerleyişinin
temel güdüleyici toplumsal bağı olarak yorumlanabilir. Nitekim toplumsal ve
hukuksal düzenin kurulup sürdürülmesi olduğu kadar, ilkel toplumsal yaşam
biçiminden devlet kurmaya ve uygarlığa doğru ilerlemeye yönelten güç de
asabiyedir. Asabiye bağları sayesinde iç ve dış saldırılara karşı engel olan yasakçı,
toplumun bütününe egemen olur ki, bunun da adı devlettir. Başka bir deyişle
asabiyenin sonuç ve amacı devlet kurmaktır. Asabiyenin oluşmasını sağlayan en
temel bağ, kan bağı ya da nesep bağıdır. (İbn Haldun, 2004: 189; 465) Doğal bir bağ
olan bu bağ sayesinde insanlar kendi yakınlarının uğradıkları saldırıya karşı onları
korumak üzere harekete geçer. Bunun da en açık örneğinin nesepleri karışmamış
olan Arap bedevileri arasında olduğunu iddia eden İbn Haldun’a göre, bu bağın
zayıflamasıyla asabiyetin yok olacağını, güçlenip diğer kabilelere üstün gelerek
çeşitli soyları içine alacak derecede genişlemesiyle riyasete/başkanlığa dayalı bir
toplumsal düzen kurulacağını belirtir. Burada riyaset kavramının içeriğini İbn
Haldun daraltarak bedevi yaşam biçimine özgü bir yönetme sistemi olarak ele alır.
Nitekim Farabî’de bu kavram tüm yönetim biçimlerinde söz konusu edilmektedir.
Oysa İbn Haldun’da yerleşik yaşama geçilmesiyle, riyaset yerini
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
İbn Haldun
mülke/hükümdarlığa bırakır. Riyasetle hükümdarlık arasındaki temel ayrım, gücün
meşru kullanımında açığa çıkar. Riyasette egemenliğin güçle sürdürülmesi söz
konusu değildir. (İbn Haldun, 2004: 265) Oysa hükümdarlık, egemenliği gücün
kullanımıyla sağlar. Bu durum asabiye kavramının içeriğinde de değişikliğe yol
açacaktır. Şöyle ki, bedevi yaşam biçimine sahip olan insanlar, temel ihtiyaçlarının
ötesinde zenginlik ve genişlik elde ettiğinde yerleşik yaşama yönelirler ve böylece
kentler kurulmaya, pek çok soy ve boy tek bir yerleşim biriminde yaşamaya başlar.
İşte bu aşamada pek çok boy içerisinde asabiye bağı diğerlerinden güçlü olan boy,
devlet kurma başarısını gösterir ve tüm diğer boyları büyük bir asabiye hâline
getirir. Bu yeni asabiye sayesinde de başka boyları kendisine boyun eğdirmek ister.
Böylece gücü kendisine denk başka bir devletle karşılaşıncaya kadar bu şekilde
yayılma özelliği gösterir. Buna göre geniş bir toplumsal bütündeki farklı toplumsal
gruplar içinde asabiye bağı en güçlü olan grup, süreç içerisinde toplumsal bütünün
belirleyicisi durumuna gelmektedir. Ancak bu belirleyiciliği korumanın ve
sürdürmenin yolu kan bağının yerine başka bir bağ koymakla mümkün olacaktır.
Çünkü kan bağına dayalı asabiye, devlet kurmak, devletin sınırlarının genişlemesi
ve yeni bir uygarlığın kurulması için yeterli değildir. Eksiklikleri ortadan kaldırıp
toplumsal dayanışmayı arttıracak yeni bir güce ihtiyaç duyulur. Bu noktada
asabiye, bedevi yaşam biçiminde olduğu gibi sadece korunmaya yönelik değildir;
başka toplumlara da egemen olmasını sağlayacak bir güce sahip olma amacını
taşır. İşte, İbn Haldun’a göre bu gücü sağlayacak olan bağ, dindir. (İbn Haldun,
2004: 221; 65; 453; Yıldız, 2010: 41)
Din aracılığıyla farklı kan bağına dayalı asabiyeler arasındaki çekişmeler sona
ererek tek bir amaç etrafında birleşme olur. Amaçları bir ve hepsi için de eşit
olduğu için, amaçlarına ulaşmaları da kaçınılmaz olur. Şu da var ki, İbn Haldun,
kan bağına dayalı asabiye olmaksızın dine çağrının başarısız olacağını ekler.
Başka bir deyişle din, kan bağına dayalı asabiyesi en güçlü grup içinde
gelişir ve sonra diğer gruplara yayılır. Böylece toplumsal bütün için yeni bir
dayanışma biçimi oluşur. Bu görüşleriyle İbn Haldun bir devletin kuruluş ve
sürekliliğini sağlayan nedenin ne olduğuna yönelik araştırmasında önceliği
manevi yükseliş ya da düşüşe yükler. Bunu da asabiye ve din kavramıyla
açıklamaya çalışır.
d. Devletin Büyüme, Olgunlaşma ve Çökme Aşamaları
İbn Haldun’un ele aldığı bir diğer tarihsel-toplumsal sorun, devletlerin
kurulduktan sonra genişleyip büyümeleri ve daha sonra da çökmelerinin
doğal bir nedenselliğinin olup olmadığıdır. İbn Haldun’a göre bir devlet
kurulduktan sonra “büyüme, olgunlaşma ve yıkılma”nın doğal ve zorunlu
yasasına tabi olur. Mukaddime’de bir devletin kuruluş, yükseliş ve çöküş
aşamaları özetle şu şekilde betimlenir:
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
İbn Haldun
İlk aşama, yerleşik bir yönetimin elinden askerî üstünlükle devleti
ele geçirme, yani fetih aşamasıdır. Bu aşamada asabiye bağları oldukça
güçlüdür.
İkinci aşamada hükümdar, egemenliği sadece kendine özgü kılacak
biçimde yönetimi akrabalık ilişkilerinden soyutlama işine girişir ve gücü
tekeline alarak mutlak hükümdar olur.
Üçüncü aşama yükseliş aşaması olup ekonomik refahın arttığı ve
buna paralel olarak kültürel unsurların geliştiği aşamadır.
Dördüncü aşama istikrar ve barışın egemen olduğu, yönetimde
yenilikçi hiçbir hareketin görülmediği, eski yönetimlerin taklit edildiği ve
bundan ayrılmanın devleti yıkacağına inanıldığı aşamadır.
Son olarak çöküş aşaması ise, hükümdarın ekonomik ve toplumsal
ilişkileri kişisel arzularına, göre yönetmeye başlamasıyla birlikte devlette
iyileşmesi olanaklı olmayan hastalıkların ortaya çıkmaya başladığı ve
devletin yıkılışa geçtiği aşamadır. (İbn Haldun, 2004: 249-250)
İbn Haldun’a göre bir
devlet kurulduktan sonra
“büyüme, olgunlaşma ve
yıkılma”nın doğal ve
zorunlu yasasına tabi olur.
".
Bu son aşamada rahatlık ve savurganlık, hastalıklara ve ahlaki bozulmalara
yol açar. Toplum, ilkel yaşamın atılgan ve cesur biçimine tümüyle yabancılaşır.
Böylece dış saldırılara karşı güçsüz düşer.
Ağır vergiler ve dış saldırılara karşı güvensizlik altında ezilen toplumda
umutsuzluk yayılmaya başlar. İnsanlar uzun vadeli planlar yapmaz ve doğum oranı
düşer. Fiziksel açıdan zayıflamış ve kalabalık şehirlerde yaşayan toplumda
hastalıklar artar ve veba salgınları başlar. Böylece ekonomi çöker, paralı askerler ve
bürokraside çevrilen entrikalarla hükümdar yetkilerini kullanamaz duruma gelir.
Sonunda dışarıdan başka bir devletin ya da göçebe bir toplumun saldırısıyla
devlet yıkılır. Böylece İbn Haldun, devletin doğal ömrünü, asabiyenin güçlü olduğu
“kurucu”, asabiye bağlarının zayıfladığı “sürdürücü” ve asabiye bağlarının
kaybolduğu “yıkıcı” olmak üzere üç kuşağın ortalama 120 yıllık ömrüyle sınırlar. İbn
Haldun devletin geçirdiği bu aşamalarda her ne kadar toplumsal ve siyasi
koşullardan dolayı bir takım değişiklikler olabileceğini ifade etse de katı bir
belirlenimcilik söz konudur. Bu aşamalar döngüsel bir süreçte her devlette sürekli
tekrarlanır. (İbn Haldun, 2004: 241-242) Aynı zaman diliminde farklı devletlerde
farklı aşamalar yaşanıyor olabilir. Bir devlet kuruluyor ya da gelişiyorken bir diğeri
çöküşe geçmiş olabilir. Ancak tüm devletler için bu aşamaları geçirmek doğal ve
zorunlu bir süreçtir. Bu aşamalar arasındaki geçişi toplumsal yapıdaki doğal
güçlerle açıklayan İbn Haldun’a göre bu tarihsel süreç bir toplumsal yasadır ve
kişilerin iradesine bağlı değildir. Bu görüşleriyle İbn Haldun, Farabî’nin ilerlemeci
görüşünün karşısında yer alır. Her ne kadar Farabî de erdemli devletten sonra
ortaya çıkabileceğini düşündüğü “değişmiş”, “fasık” ve “dâlle” gibi devlet türlerine
işaret etse de, erdemli devleti toplumsal örgütlenişin en yetkin örneği olarak görür;
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
İbn Haldun
bu devlet türlerini ise birer sapma olarak niteler ve devletin doğal gelişme
sürecinin yasası olarak görmez. Bu bakımdan Farabî’de erdemli devlet, toplumsal
ilerlemenin amacı ve sonucudur. Oysa İbn Haldun’un döngüsel tarih anlayışında bu
tür bir amaç yoktur. Yine Farabî de organizmacı bir görüşe sahip olmakla birlikte
İbn Haldun’la arasında önemli bir fark vardır. Farabî toplumun örgütleniş biçiminin
organizmaya benzerliği vurgularken İbn Haldun toplumun doğal gelişim ve yıkılışını
organizmaya benzetir. ((Toku, 2002: 108; Yıldız, 2010: 43)
e. Siyaset Biçimleri/Hilafet ve Hükümdarlık
İbn Haldun’un devletlerin doğal tarihsel sürecini betimledikten sonra ele
aldığı en önemli sorun devletin ayakta kalmasını sağlayacak ve onu çöküşten
kurtaracak öğenin ne olduğudur. Bu bağlamda İbn Haldun toplumsal ve politik
sorunların çözmek ve devletin çökmekten kurtulması için çoğunluğun boyun
eğeceği kesin ve uyulması zorunlu yasalar koymanın gerekliliğini ifade eder. Bunun
da iki yolu vardır:
Birincisi, devletin ileri gelenleri, akıl ve basiret sahipleri tarafından
yasa olarak konulup topluma uygulanan “akli siyaset”tir.
Bu anlamda siyasetçi, akla dayanarak dünyevi çıkarları göz önünde
bulunduran ve kimi zaman sadece yöneticinin iyiliğini kimi zaman da yönetimin,
yani tüm toplumun iyiliğini elde etmenin yollarını araştıran kişidir.
İkincisi ise, peygambere Tanrı tarafından bildirilen yasalarla yürütülen
“şer’î siyaset”tir.
İnsanların hem bu dünya hem de ahiretleri için faydalı olan bu siyaset,
peygamberler ve sonra onların yerine geçen halifeler tarafından yürütülür. Bu iki
yönetim biçiminin hem “ortak iyi” hem de “adalet” anlayışlarının içeriğinde önemli
farklılıklar vardır. Akli siyasette ortak iyi; bedenin rahatı, korunması ve toplumsal
yaşamın sağladığı yararlardan alınan hazların sürdürülmesidir. Şer’î siyasette ise bu
amaçlar ikincildir; ortak iyi, ruhun yetkinliği ve gerçek mutluluğudur. Akli siyasette
adalet dünyevi çıkar ve hazların kazanımına dayalıdır. Şer’î siyasette ise adalet,
erdemlerin kazanımına dayalıdır. (İbn Haldun, 2004: 269)
Açık bir biçimde şer’î siyasetin akli siyasetten üstünlüğünü vurgulayan İbn
Haldun, devletin kuruluşunda en önemli etken olan asabiye kavramı
ışığında İslam tarihine yeni bir yorum getirerek Peygamber ve halifelerin
yürüttüğü şer’î siyasetten saltanata geçişi ele alır.
Bu konuda ehl-i sünnetin halifelik konusundaki yaklaşımını sürdüren İbn
Haldun, öncelikle halifelikle imamlığın aynı anlama geldiğini ifade eder. Bu da dini
korumak ve dünya işlerini şer’î siyasetle yönetmek üzere yasa koyucu olan
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
İbn Haldun
İbn Haldun’a göre felsefeyi de içine alacak
şekilde- ilimler ancak,
umranın tekâmülü ve
medeniliğin artmasıyla
gelişip çoğalabilirler.
Peygamber’in yerini almaktır. Ona imam denilmesi toplumun başında
bulunmasından; halife denilmesi ise Peygamber’in kurmuş olduğu toplumsal
düzene halef olmasından kaynaklanır. Bu tür bir halefliğin gerekliliği nedir? Bu
sorunun İbn Haldun’un düşünce sisteminde önemli bir yeri vardır. Çünkü diğer
toplumlardan farklı olarak İslam toplumu varlığını dinî ve dünyevi liderliği birlikte
yürütmüş olan Peygamber’e borçludur. Diğer toplumlarda ise dünyevi/akli bir
siyaset yürütüldüğünü gözlemleyen İbn Haldun, İslam toplumunun Peygamber’in
ölümünden sonra varlığının devam etmesinin, ancak Peygamber’in yürürlüğe
koyduğu dinî yasaların uygulamasını sürdürecek bir halifelikle ve bununla birlikte
sahip olduğu asabiye sayesinde toplumu kendisine boyun eğdirerek vergiler
toplayan, delegeler gönderen, sınırları koruyan ve genişleten bir hükümdarlıkla
sağlanabileceğinin temellendirmesini yapar. Bu bağlamda İbn Haldun asabiyenin
gereği olarak Muaviye’nin ve oğullarının, halifelik ve hükümdarlığı birlikte
şahıslarında toplamalarının meşruiyetini göstermeye çalışır. Ancak Ömer b.
Abdülaziz’den sonra halifelik makamına geçen Emevi hanedanın şer’î siyasetten
ayrılarak dünyevi amaçlara yöneldiğini ve sonunda Abbasîlerin bu makamı ele
geçirdiklerini ifade eder. Benzer durumun Abbasîlerde de Mu’tasım’ın saltanatıyla
birlikte yaşanarak, bundan sonra Arap asabiyesinin yok olduğunu belirtir. Bu
bağlamda İbn Haldun İslam Devleti’nin gelişimini üç döneme ayırır:
İlk dönemde Devlet, halifelik biçimindedir; ikinci dönemde halifelik ve
hükümdarlık birbiriyle içiçedir; üçüncü dönemde ise büsbütün hükümdarlığa
geçilmiştir. Bu konuda milliyetçi bir bakış açısına sahip olan İbn Haldun, halifelikten
hükümdarlığa geçişi de Arap asabiyetinin ortadan kalkarak yerine hükümdarlık
asabiyeti, yani Arap asabiyetine yabancı olan hükümdarlığı koruyan diğer güçlerin
türemiş olmasını gösterir. Buna ek olarak İbn Haldun, bedevi yaşam biçimine sahip
olan Arapların dünyevi/akli bir siyaset geliştirmekten uzak olduğunu belirterek
Arap devletlerinin kuruluşunda ve gelişiminde dinin merkezî konumunu teyit eder.
Ona göre Araplar ancak dinin etkisiyle ve dinî eğitimin bir sonucu olarak
doğalarında meydana gelen değişiklikten sonra dünyayı bayındır duruma getirmeye teşvik eden şer’î siyasete göre bir devlet kurup sınırlarını genişletmişlerdir.
Başka bir deyişle Arapların bedevilikten hadarîliğe geçişinde, asabiyeden sonra
gelen en önemli etken din olmuştur. (İbn Haldun, 2004: 270; 285)
Bu görüşleriyle İbn Haldun, İslam dünyasında meydana gelen
çatışmaları da öncelikle asabiye bağlarının zayıflamasına, daha sonra da
hadarî yaşam biçimine bağlar. Özellikle de bu çatışmaları halifeliğin salt
hükümdarlığa dönüştüğü aşamada meydana gelen rahatlık ve lükse düşkünlük
sonucu oluşan ahlaki ve dinsel duygulardaki zayıflamaya bağlayarak Sünni
bakış açısının halifelikle ilgili görüşlerine zarar vermeden açıklamaya çalışır.
(İbn Haldun, 2004: 285)
Şunu da belirtmek gerekir ki, yönetimi halifelik ve hükümdarlık olarak ikiye
ayırması, İbn Haldun’u fıkıhçılardan daha çok filozoflara yaklaştırır. Ancak
hükümdarlığı şer’î siyasetten bir sapma, gücün kötüye kullanılması olarak görmekle
de filozoflardan uzaklaşır. İbn Haldun’a göre hükümdarlık, ancak halifelikle
birleştiğinde geçerli bir yönetimdir. Bu bağlamda Farabî’nin kurduğu felsefe
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
İbn Haldun
geleneğinde “erdemli devlet” için öngörülen akla dayalı yönetim (es-siyâsetü’lmedeniyye), İbn Haldun tarafından, tarihsel bir gerçekliği olmadığı iddiasıyla
reddedilir. Öyle ki İbn Haldun, hükümdarlığın nasıl olması gerektiğinden daha çok,
ne olduğuyla ilgilenir. Bu bağlamda İbn Haldun’la ilgili olarak söylenebilecek husus
onun, toplumun ne olması gerektiği ile değil de, ne olduğuyla ilgilenen bir bilim
arayışı içinde olduğudur. (Yıldız, 2010: 45)
5. İLİMLER
İbn Haldun’un umran teorisini ana hatlarıyla gördükten sonra ilmin,
öğretimin ve buna bağlı olarak akli ilimleri nasıl ele aldığına geçebiliriz. O bunların
beşerÎ umranın tabiİ bir durumu olarak ortaya çıktığını belirtir. İlimler insanın
düşünen bir varlık olması sebebiyle meydana gelmektedir. İnsan, düşünme gücü
sayesinde yaşamını sürdürebilmenin ve geçimini sağlayabilmenin yollarını
bulabilmekte, bu hususta diğer insanlarla yardımlaşıp hem cinsleriyle bir araya
gelmektedir. Bu bağlamda İbn Haldun, muhtemelen zamanın yaygın anlayışına
uygun olarak, doğuşları ve devamlılıklarının sürdürülebilmesi bakımından ilimleri
bir tür sanat olarak kabul eder. İlimlerin neşet edebilmesi, gelişip ilerleyebilmesi ise
ancak umranın büyümesi ile mümkündür. Çünkü ilimler de aynen sanatlar gibi
şehirlerde gerçekleşmektedir. İnsanlar yaşamları için zorunlu ihtiyaçları tedarik
edip fazladan bir gelir elde edebildiklerinde, kemal bakımından ihtiyaç olan sanat
ve ilimlere yönelebilmektedir. İbn Haldun tek başına olmasa da felsefeyi de içine
alan bir şekilde entelektüel faaliyetlerin sürekliliğinin ekonomik gelişmeyle,
umranın büyümesiyle ve medeniliğin gelişip ilerlemesiyle yakından alakalı
olduğunun farkındadır.
İbn Haldun, umrandaki mevcut ilim çeşitlerini ele alırken, öncelikle ilmi
insanların düşünceleri ile keşfedip elde ettikleri tabii ilimler, vazedicilerden alınan
naklî ilimler diye ikiye ayırır. Birincisine felsefi ilimler de diyen İbn Haldun, ikinci
ilim türünü ise şer’i ilimler diye isimlendirmektedir. Naklî ilimleri İslam ümmetine
özgü bilimler olarak tasvir ederek, naklî ilimlerin kaynağının Allah ve Peygamber’i
tarafından insanlık için tesis edilmiş olan Kur’an, sünnet ve bunların ifade edilip
açıklanmalarıyla ilgili olan tefsir, kıraat, hadis, fıkıh, fıkıh usulü ve kelam gibi ilimler
olduğunu söylemektedir. Bu ilimlerin anlaşılması için bir başka ilim dalına daha
ihtiyaç duyulduğunu ifade eden İbn Haldun, lügat, nahiv, beyan ve edebiyat
ilmilerini bu ilimler arasında zikreder. (İbn Haldun, 2004: 609)
Akli ilimlere gelince İbn Haldun bu ilimlerin her hangi bir topluma ait
olmayan insanın yaratılışından bu yana insanlar arasında mevcut olduğunu ifade
ederek bu ilimleri “felsefe ve hikmet ilimleri” diye isimlendirir.
Bu ilimlerin de mantık ilmi, tabii ilim, ilahiyat ilmi ve matematiksel ilimler
diye dört ilmi kapsadığını söyler. Felsefe ile ilgili açıklamalarına bu ilimlerin
açılımlarını, faydasını ve eleştirisini yaptıktan sonra geçer. İnsanın düşünce
gücünün bulunması sebebiyle akli ilimlere sahip olmasının son derece doğal
olduğunu ve onların bütün insanlar için ortak olduğunu belirtir. Felsefe ve hikmet
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
İbn Haldun
olarak isimlendirilen akli ilimler evrenseldir ve umranın başlangıcından beri bu
ilimler vardır.
a. Felsefi-Akli İlimler
İbn Haldun Meşşaî filozofların taksimini takip ederek felsefi ilimleri dört ana
kısma ayırır.
a) İlki, akıl yürütme ile bilinenlerden bilinmeyenleri çıkarırken zihni yanlış
yapmaktan koruyan mantık ilmidir. Mantığın yararı şudur: Araştırma yapan kişi
hangi kavram ve sonuçların zorunlu veya arazî olduğunu bilerek araştırmasında
yanlışı doğrudan kolayca ayırır. Sonuç olarak filozof, araştırma ve düşüncelerini son
sınırına kadar kullanarak olumlu veya olumsuz evrenin gerçekliğine ve mahiyetine
ulaşır. (İbn Haldun, 2004: 701) İbn Haldun’a göre Arapça ve mantık, alet ilimleridir.
Bu ilimler asıl ilimler için araçtır. Onların ayrıntılı olarak ele alınıp uzun uzun
incelenip tartışılması ilim talebesini hedefinden uzaklaştırmaktadır. Bu alet ilimleri
gereğinden fazla işlenildiğinde araç olmaktan çıkıp amaca dönüşmektedir. Bu da
asıl amaç olan ilimlerin gerilemesine yol açabilmektedir.
b) İbn Haldun akli ilimlerin ikincisi olarak tabii bilimler veya fizik bilimlerini
zikreder. Fizik bilimleri, temel elementleri, bunlardan oluşan madenleri, bitkileri,
hayvanları, gök cisimlerini, doğal hareketleri ve kendiliğinden hareket eden hayat
(nefis) sahibi varlıkları inceler. (İbn Haldun, 2004: 705)
c) Düşünür, üçüncü olarak duyu ötesi manevi hususları inceleyen disiplini,
ilm-i ilahî, ilahiyat şeklinde isimlendirir. İbn Haldun’un burada vurguladığı şekliyle
ilm-i ilahî Aristo’nun ve nispeten de İslam Meşşaî filozoflarının metafiziğinden
farklılaşmaktadır. Aristo’nun sunduğu şekliyle metafizik yalnızca duyu ötesi, yani
oluş ve bozuluşun olmadığı ay üstü varlıkları değil, aynı zamanda fizikte kullanılan
kavram ve teorilerin de genel bir değerlendirmesi ve savunmasını içerir. Fizikte
kullanılan kavram ve teorileri incelemesiyle Aristo’nun da belirttiği gibi en genel
anlamda varlığı inceleyen bir ilim dalı olur. İbn Haldun’un burada sunmuş olduğu
yaklaşım daha ziyade İslam kelamcılarının yaklaşımına denk düşmektedir. (İbn
Haldun, 2004: 686; 709)
d) İbn Haldun son olarak nicelikleri kendisine konu edinen matematik ilimler
üzeride durur. İbn Haldun matematik ilimlerini; a) Çizgi, yüzey ve geometrik cisim
gibi sürekli nicelikleri ve bunların birbirleriyle olan ilişkilerini inceleyen geometri b)
Sayılardan ibaret olan süreksiz nicelikleri değerlendiren aritmetik c) Ses ve
nağmelerin birbirleriyle olan oranlarını sayısal olarak açıklayan musıki ve d) Gök
cisimlerinin sayısını ve hareketlerini araştıran astronomi olmak üzere dört kısma
ayrıldığını belirtir. İbn Haldun temel yedi ilmin bunlar olduğunu belirtir.
Sayılabilecek diğer ilimlerin ise bunları şubesi olduğunu söyler. Tıp, fiziğin; hesap,
feraiz ve alışveriş hesapları matematiğin; zîc ilmi, yani astronomik tablolar ilmi ve
astroloji de astronominin şubesidir. (İbn Haldun, 2004: 687-690) Astronomiyi de
matematik ilimlerden biri olarak kabul eden İbn Haldun, astronomi ilmi “sabit olan
ve belli bir yörüngede hareket eden yıldızların hareketlerini inceler ve geometrik
yollarla bu hareketlerin nasıl gerçekleştiğine bakarak yörüngelerin şekil ve
konumlarını ortaya koyar.” diye tarif etmektedir. İbn Haldun bu ilimleri, Yunan
Düşüncesi’ndeki tarihî kökenlerini ve İslam dünyasındaki serüvenlerini ele alarak
incelemiştir. (İbn Haldun, 2004: 698)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
İbn Haldun
İbn Haldun bu ilimleri zikrettikten sonra, aded ilmi, hesap sanatı, cebir ve
mukabele, muameleler, feraizden oluşan matematik bilimler; küre ve koni
şekillerine mahsus hendese, yüzey ölçümü ve optikten oluşan geometrik bilimler
ve astronomi ile onun alt dalı ve astronomik tablolar ilmi olan zic hakkında tasviri
bilgiler ve bu ilim dallarının kurucuları, önemli kitapları ve İslam dünyasındaki
önemli temsilcileri ve eserleri hakkında kısa açıklamalar sunar. Aynı tarzda tıp ve
ziraat disiplinlerini dâhil ederek fizik bilimleri hakkında da kısa bilgiler verir. Ayrıca
o açıklamalarına sihir-tılsım ve harflerin esrarı ilmini de katarak bütün bu ilimleri
felsefenin parçaları şeklinde akli ilimlerden sayar. Bunların dışında aynı yerde
mantık ve ilahiyat ilmine de özel başlıklar ayırır. İbn Haldun, tüm bu ilimleri
incelerken bir yandan da bu ilimlerin tenkidini yapmaktadır.
b. İbn Haldun’un Felsefeye Yaklaşımı ve Felsefeye Yönelttiği
Eleştiriler
İbn Haldun, Mukaddime’nin altıncı bölümünün ilk otuz babında insan
düşüncesinin oluşum sürecinden başlayıp, ilimlerin sayımını ve tanıtımını yaptıktan
sonra 30. fasılla beraber felsefe, astroloji ve simyanın eleştirisi için özel başlıklar
açar. Bu kısımda felsefeye ve filozoflara yöneltilen eleştiriler, filozofların bilgi
teorisi ile yöntemlerine, metafiziğe, kısmen fiziğe, mutluluk konusuna ve ona bağlı
olarak da nübüvvet ve ölümden sonraki saadet meselesine odaklanmaktadır.
İbn Haldun bilgi anlayışları çerçevesinde filozofların yöntemlerinin doğru ve
kesin bilgiye ulaştırmadığını ve soyutlama sürecinde oluşan zihnî sonuçlarla dış
dünya arasında büyük bir boşluk oluştuğu söyler. Ayrıca insan bilgisinin büyük
oranda duyu idrakleriyle sınırlı olduğundan, duyu ötesi varlıklar alanında bilgi
imkânımızın oldukça sınırlı kaldığını dikkatli bir şekilde vurgular. İbn Haldun,
filozofların soyutlama yöntemiyle tüm varlıkları ilk akla dayandırdıklarını ve ilk aklın
dışındaki varlıkları araştırmayı ihmal ettiklerini belirtir. Hâlbuki öğrenilecek
varlıkların listesi, ilk akla dayandırılanlardan daha geniş olup ihmal edilmemelidir.
İbn Haldun, ilahiyatçı filozoflar şeklinde isimlendirdiği Meşşaî filozofları, sadece
akılla yetinip kalmaları bakımından tabiatçı filozoflara benzetir. Çünkü tabiatçı
filozoflar da sadece duyu ile inceledikleri cisimlerin varlıklarını kabul edip cisimlerin
ötesinde Allah’ın hikmetinden hiçbir şey olmadığını iddia etmektedirler. Aynen
onlar gibi Meşşaî filozoflar da sadece ilk akılla yetinip diğer varlıkları ve nakli ihmal
etmişlerdir. (İbn Haldun, 2004: 757-758)
İbn Haldun’un mantık ilmine yönelttiği eleştirilerde mantığın konuları arasındaki
birincil ve ikincil makuller etrafındadır. Filozoflar, bilginin kaynağının duyusal idrakler
olduğunu söylemektedirler.
Bununla birlikte evrende mevcut bireysel, duyusal nesnelerden duyular
vasıtası ile alınan izlenimlerin kendi başlarına bilgiyi vermediğini düşünmektedirler.
Yine filozoflar insanda, hayvanlardan farklı olarak hayal gücü yetisi ve akıl olduğunu
ve bu vasıtalar aracılığıyla insanın nesneler dünyasından bir takım küllîler
oluşturabildiğini ve bilginin asıl konusunun veya amacının bu külliler olduğunu
söylemektedirler. Ancak filozoflar bu külliler arasında bir ayırım yapmakta, iki tip
küllî olduğunu kabul etmektedirler. Bunlardan birincisi doğrudan bireysel- duyusal
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
İbn Haldun
nesnelerden soyutlama yoluyla elde edilmiş külliler veya suretlerdir ki, bunlara
birinci dereceden makuller denilmektedir. Bu birinci dereceden makullerin
oluşmasında veya idrak edilmesinde rolü olan yeti de özel olarak hayal gücüdür.
Fakat İbn Haldun’a göre filozoflar, bu birinci dereceden makulerle yetinmeyip,
genel kavramlar arasında ilişki kurarak ve bunlar arasında ortak olduğu düşünülen
nitelikleri tespit ederek daha üst soyutlamalara başvurmaktadırlar. Böylece daha
genel bir külliye ulaşmak istemektedirler. Sonra bu elde edilen külliyi veya genel
kavramı aynı şekilde başka kavramlarla ilişkilendirerek aynı işlemi tekrar etmekte
ve böylece daha genel kavramlara, sonunda kendilerinden daha öteye bir
soyutlamanın mümkün olmadığı en yüksek cinslere, kategorilere, en genel
kavrama yani cevhere gitmektedirler. İşte bu, doğrudan doğruya bireysel - duyusal
nesnelerden elde edilmemiş olan kavramlara, ikinci dereceden makuller
denilmektedir. Bunların oluşmasında aktif olan güç ise hayal değil akıl gücüdür. İbn
Haldun’un eleştirileri bu noktada başlar. En önemlisi ilmî bilginin konusunun birinci
tür makul mü yoksa ikinci tür mü olduğudur. Ona göre doğru bilgiye ulaşmada
önemli olan birinci makullerdir. Hâlbuki filozoflar ikinci makulleri önemli sayarlar.
İbn Haldun bu noktada mantığa karşı çıkar. Ona göre her hangi bir felsefi ve ilmî
disiplin bu birinci dereceden makuller üzerinde çalışmalıdır. İkinci dereceden
makullerin ise dış dünyada karşılıkları yoktur. Zihin birinci makullerin üstünde
soyutlama yaptıkça hata yapma riski artmaktadır.
İbn Haldun’un teorik konularla uğraşan âlimlerin siyaset gibi pratik
konularda başarısız olmalarını ve sık sık hataya düşmelerini de bu noktaya
bağlamaktadır.
Onlar soyutlama yaptıkça gerçekliğin bireysel özelliklerinden kopmakta
ve hata yapmaktadırlar. İbn Haldun’a göre mantıkta kullanılan burhanlar kişiyi
kesin bilgiye ulaştıramamaktadır. Filozoflar mantıkla ulaştıkları zihnî sonuçlar ile
dış dünyadaki gerçekler arasında kesin bir uygunluk bulunduğunu
gösterememişlerdir.
Zira ulaşılan sonuçlar genel ve küllî hükümler iken, dış dünyadaki varlıklar ise
maddeleri olan somut varlıklardır. Ona göre maddede zihindeki küllî sonuçlar ile
dış dünyadaki somut varlıklar arasındaki uyuma engel olacak bir şey olabilir. Dış
dünya ile zihin arasındaki uygunluğun delili akli burhanlar değil, ancak dış duyular
olabilir.
İbn Haldun, filozofların duyularla bilgi elde edemediğimiz âlem hakkında
burhanla bilgi sahibi olabilecekleri iddiasını çok daha nahif bulur. İnsanın duyu
organlarıyla idrak olunamayan varlıklar hakkındaki bilgisi son derece sınırlıdır.
İnsan zihni ancak dış dünyadaki somut varlıklardan yola çıkarak daha soyut akli
idraklere ulaşabilmektedir. Duyu ötesi varlıklarda ise maddi idrak engellerinden
dolayı ruhani varlıkları idrak edememektedir. Bundan dolayı onlarla ilgili daha üst
soyutlamalara aklen ulaşması imkânsızdır. Sonuç olarak insanın madde ötesi alanla
ilgili burhanlara ve kesin sonuçlara ulaşması mümkün değildir. Ayrıca İbn Haldun
bu değerlendirmelerini desteklemek için Eflatun’a da atıfta bulunup onun ilahiyat
konularında ancak zanna ulaşılabileceğini söylediğini belirtir. Metafizik
tartışmalarda elimize geçecek sonuç zan olduğuna göre, bu bilimle uğraşmak son
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
İbn Haldun
derece faydasız ve gereksizdir. Filozoflar ayrıca ittisal teorisiyle metafizik alanında
elde edilen bilginin en önemli mutluluk kaynağı ve sebebi olduğunu ısrarla
belirtirler. Bu nokta ise İbn Haldun’un eleştirilerinin önemli noktalarından biri
olacaktır.
İbn Haldun mutluluk konusunda da filozoflara eleştiriler yöneltir. Mutluluk
konusu toplumsal ve siyasal imaları bakımından belki de din ile felsefe ilişkilerinin
en gözüken alanıdır.
İbn Haldun’a göre filozoflar mantıkla mutluluk arasında yakın bir
ilişki kurarlar ve mutluluğun, nefsin terbiye edilmesinin ve erdemlerle
donatılmasının yanında mantığın kullanılmasıyla varlığın kavranılmasında
olduğunu iddia ederler.
Belki de İbn Haldun için en tehlikeli durum aklın, vahiy olmaksızın
erdemli ve kötü fiilleri belirlemede tek başına yeterli ve nihai otorite
olabileceği iddiasıdır. Şeriat gelmemiş olsa bile aklın, düşünce yoluyla
yaratılış olarak övülmüş fiillere yöneleceği ve yerilmiş fiillerden kaçınacağı ve
ahiretteki mutluluk ve mutsuzluğun anlamının da bu olduğu önermesi İbn
Haldun’un şiddetle karşı çıktığı ve hezeyan olarak nitelendirdiği bir
önermedir.
Mantık, bir alet ilmi olup
hakikate ulaşma
hususunda yeterli ve
yetkin değildir.
O, bu hususu dinin varlığının kurumsal olarak tehdit edilmesi görür. Bu
yaklaşımla, felsefe ile din birbirlerinin rakibi olarak tasvir edilmişlerdir.
İbn Haldun’un felsefenin bilgi edinme aracı olan akli bilgi dışı kaynakları
açıklama gayretleri, Mukaddime’nin farklı yerlerindeki rüyayı ve nübüvveti
açıklaması bu bağlamda anlaşılabilir. İbn Haldun, Mukaddime’nin altıncı
bölümünün dördüncü faslında meleklerin bilgilerini ve bunların insanlara sadık
rüya türü idraklerle nasıl sunulduğunu izah eder. Aynı yerde filozofların burhani
akıl yürütmeleriyle bu bilgilere ulaşamayacağını ısrarla vurgular. Yine bu faslı takip
eden beşinci fasılda da peygamberlerin bilgilerini açıklar. Bütün bunlara ilaveten on
sekizinci fasılda “Rüya Tabir Etme” başlığı altında rüya konusunu ve onları
yorumlamayı ayrıntılı bir şekilde ele alır. Burada ayrıca sadık rüya ile nebevi bilgi
arasındaki ilişkiyi bir kez daha açıklar. Gerek mutluluk gerekse diğer konular
bağlamında İbn Haldun’un rüya ve nebevi bilgi hakkındaki açıklamalarını felsefi
bilgi karşıtlığında okumak anlamlı olacaktır.
İbn Haldun filozofların kullanmış olduğu mutluluk tanımlarını tek tek sunarak
bunlara dair eleştirilerini yapar. İbn Haldun’un tespit ettiği ilk mutluluk tanımı
şudur: “…Mutluluk ancak söz konusu burhanlar ile varlıkları olduğu gibi idrak
etmektir…” İbn Haldun’un eleştirisi yukarıda sunmuş olduğumuz, mantığın kesin
bilgiye ulaştırmadaki yetkinliğiyle doğrudan alakalıdır.
Bununla birlikte onun bu eleştirilerinde sufi çizgiye dayanması ilginçtir.
Mutluluğa ulaştıracak böylesi bir idrakin akıl ve düşünce ile değil, sufilerin yaptığı
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
İbn Haldun
gibi riyazet ve nefis terbiyesiyle maddi duyular perdesinin kaldırılması ve cismani
idraklerin tamamen unutulmasıyla elde edildiğini belirtir.
İbn Haldun’un nefs anlayışı sufilerin de genelde meyilli olduğu üzere
Eflatun’cudur. İnsanın cismani ve ruhani olmak üzere iki parçadan oluştuğunu,
cismani idraklerin beyin ve duyu organlarıyla; manevi idraklerin ise vasıtasız olarak
gerçekleştirdiğini bildirir. İbn Haldun’un filozoflara yönelttiği eleştirilerde bu
Eflatuncu insan anlayışı merkezî önem taşır. Filozofların “…Akli burhanlar ve deliller
bu tür idrakleri ve onlardan duyulan neşeyi meydana getirir…” şeklindeki
iddialarının geçerli olmadığını, zira burhan ve delillerin hayal, düşünce ve hafıza
gibi beynin güçlerine dayandığından, yapılması gereken şeyin beynin güçlerini
öldürmek olduğunu söyler. Bu bağlamda bu mutluluğu yakalamak için filozofların
kitaplarını incelemek ve araştırmak insanları mutluluğa ulaştırmamakta, aksine
mutluluktan uzaklaştırmaktadır.
İbn Haldun filozofların faal akılla ittisal etmeyi mutluluktan pay alma
şeklinde tanımlamalarını da eleştirir. Çünkü filozoflar faal akılla ittisali, büyük
ölçüde ilmi idrak şeklinde anlamaktadırlar. İbn Haldun’a göre ise nefsin vasıtasız ve
doğrudan idraki ancak maddi idrak perdelerinin kaldırılmasıyla mümkün olur. Bu
konumuyla da bugünün fenomenoloji çalışmalarına daha yakın durmaktadır. İbn
Haldun “…bu idrakten kaynaklanan neşe ve sevinç, ahirette vaat edilen mutluluğun
kendisidir…” şeklindeki iddiaları eleştirir. Nefsin maddi idraklerinin ötesinde bizzat
kendisinden kaynaklanan bir manevi idrak daha vardır ve nefis bundan büyük bir
sevinç de duyar. Fakat bu durum, onun ahiretteki mutlulukla aynı olduğu anlamına
gelmez, belki de ölümden sonraki lezzetlerden sadece bir tanesidir.
Açıkçası umran ilminin kurucusu, dinin tasvir etmiş olduğu ölümden sonraki
mutluluğun akli mutluluktan çok daha geniş olduğu kanaatindedir.
Kur’an’da sözü edilen mutluluk, felsefi burhanların çıkarabileceği, yahut ahlaki
dürüstlük hayatının temin edebileceği her şeyin üstündedir. Ayrıca dinin belli
amellerle ve ahlaki terbiye ile kayıtladığı bu mutluluk akli idraklerle
kavranamayacak mahiyettedir.
İbn Haldun araçsal bir yaklaşımla felsefenin doğru sonuçları kolayca
tespit etme hususunda zihni bilediğini ifade eder. Felsefe, akıl yürütmede ve
ispatlamada kişilere bir yetkinlik kazandırmaktadır. Dolayısıyla bu faydaya
ulaşmak isteyen kişi, zararlarından korunmak için önce İslami ilimleri tahsil
etmeli sonra felsefe eğitimine başlamalıdır.
6. İBN HALDUN’UN TASAVVUF ANLAYIŞI
İbn Haldun, umranda mevcut olan ilimler arasında tasavvufu da sayar.
Tasavvuf hakkında müstakil bir eseri de bulunan düşünürün Mukaddime’de açtığı
fasılda verdiği bilgiye göre tasavvufun tanımı ve menşei hususu şu şekilde dile
getirilir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
İbn Haldun
“Aslında tasavvuf ehlinin tuttukları yol, sahabe, tabiin ve ondan sonra gelen
ümmetin selefi ve büyükleri tarafından hiçbir zaman terk edilmemişti. Bu
yolun temeli ibaretlere kapanıp tamamen Allah’a yönelmek, dünyanın geçici
nimetlerinden, süs ve ziynetlerinden yüz çevirmek; insanların genelinin
yöneldikleri zevklere, lezzetlere, mal ve makama sırt çevirmek, halvet ve
ibadete çekilmek için insanlardan uzaklaşmaktır. Sahabe ve ondan sonrakiler
döneminde bu hal genel bir durumdu. Sonra hicri ikinci yüzyıldan itibaren
dünyaya ve dünya malına meyletme yaygınlaşınca ve insanlar dünya işlerine
dalınca, eskisi gibi ibadetlere yönelenlere sufi veya mutasavvıfa isimleri
verildi.”
İbn Haldun’a göre tasavvuf ve zühd yolunu tutan bir salikin/müridin tevhid
makamına ulaşıncaya kadar çeşitli manevi merhalelerden geçmesi gerekir. Bu
merhaleler onu tevhid ve marifet makamına ulaştırır. Bu yolun temel esası da
teslimiyet ve ihlastır. Bundan önce gelen ise tam bir imana sahip olmaktır. Bu yola
giren kişinin sürekli nefis muhasebesi yapması lazımdır. Kişinin yaşadığı bazı
eksiklikler ve aksaklıklar yaptığı ibadetleri ve ezkardaki eksikliklerden kaynaklanmış
olabilir.
İbn Haldun’a göre tasavvuf ehli olmayan insanlar, fıkhi şartlara riayet ederek
ihlasla ibadetlerini yerine getirmeye çalışırlarken, tasavvuf yolunda olanlar ihlasla
yaptıkları ibadetlerinde bu ibadetlerin neticesinde alacakları zevke ve hâline
odaklanmaktadırlar. Ayrıca tasavvuf ehlinin kendilerine özgü adabları ve kendi
aralarında kullandıkları dil ve terimleri vardır. Bu dil, nihayetinde şeriat ilminin
dilinin ve hükümlerinin de ikiye ayrılmasına vesile olmuştur. Birincisi fakihlere ve
fetva ehline özgü olan ibadetler, adetler ve muamelatla ilgili genel hükümler,
ikincisi ise mücahede ve nefs muhasebesine yönelen tasavvuf ehline özgüdür. Bu
alanda tasavvuf ehli manevi zevklerden, bulunduğu manevi makamdan bir üst
makama geçişin yolları ve vecd hâlleri gibi durumlardan bahsederler. İbn Haldun,
tasavvuf düşüncesini ele almada objektif bir yaklaşım sergilemiştir. “Şifau’s-Sail”
isimli eserine bakıldığında onun tasavvuf düşüncesine, tasavvufi kavramlara vâkıf,
tasavvufun iç mantığına hâkim olduğu, bilimsel bir tarzda ve tasavvuf erbabına
saygılı bir yaklaşım tarzı ile meseleleri ele aldığı görülmektedir. Tasavvufi gelişim
sürecini anlatırken özellikle nefs terbiyesinde mücahedenin önemine, bu
merhalede kişinin yaşadığı manevi hâllere keşif yoluyla elde edilen bilgilere vurgu
yapmıştır.
İbn Haldun tasavvuf eğitimi almamış olmasına rağmen tasavvufun tüm
ıstılahlarından ve gelişim süreci ile ilgili durumlardan haberdardır. Özellikle temel
tasavvufi kaynaklardan olan Muhasibî’nin”Er-Riaye”si, Kuşeyrî’nin “er-Risale”si,
Suhreverdî’nin “Avarif”i ve Gazalî’nin “İhya”sı tasavvuf konusunda İbn Haldun’un
referansları arasındadır. (İbn Haldun, 2004: 669-673)
7. İBN HALDUN’UN EĞİTİM ANLAYIŞI
İbn Haldun’un Mukaddimesi’nde eğitimle ilgili ele aldığı hususlar; genel
eğitim, öğretim yöntemleri, çocuk eğitiminde belirgin ilkeler, öğretmenlerin
nitelikleri, öğrenme, din eğitimi gibi konulardır. İbn Haldun eğitim ve öğretimi
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
İbn Haldun
toplumsal bir kurum olarak görmüş ve toplumlar için eğitimin önemi üzerinde
durmuştur. Eğitimin insanların tutum ve davranışlarında değişikliklere yol açacağını
belirten İbn Haldun, kır ve kent (bedevi ve hadarî) eğitiminin farklılaşmasından söz
etmiştir. Kentlilerin daha medeni ve sorunlar karşısında daha kavrayışlı olmalarını,
eğitimli olmalarına bağlamaktadır.
İbn Haldun'a göre eğitimin amacı, talebenin yetenekli olduğu alanda bir
meleke kazanmasını sağlamaktır. Talebenin yaşı ve zihnî kabiliyetleri
dikkate alınması gereken önemli hususlardır.
Doğuştan gelen yeteneklerle çevresel etkenlerle kazanılan yeteneklerin
birleştirilmesiyle kişinin eğitimi daha verimli hâle gelecektir. Eğitimde asıl amaç
sadece malumat vermek değil, tam bir meleke kazanılmasının sağlamaktır. Bu
mesele müteahhirin döneminde yeterince dikkate alınmamıştır.
Eğitim anlayışında İbn Haldun'un esas aldığı husus, insanın başlangıçta hiçbir
şey bilmediği, ancak zaman içerisinde tecrübi olandan başlayarak tecrit ve terkibe
doğru giden bir zihnî gelişme süreci yaşadığıdır. Eğitim, insanın zihnî gelişiminde
mevcut olan bu duruma dikkat edilerek talebenin önce kendi tecrübesiyle bildiği
şeylerden başlamalı, bilinmeyenlere daha sonra geçilmelidir. Eğitim ve öğretimde
her ilim için üç ayrı aşama uygulanmalıdır. Birinci aşamada amaç, kabiliyetini
dikkate alarak talebeyi ilmin esasına ve esas meselelerine yaklaştırmaktır. İkinci
aşamada muhtelif meseleler ve bunlarla ilgili ihtilaflar üzerinde durulur. Bu
aşamada talebeye, ilmî meseleleri halletme yöntemleri, var sayımların ve delillerin
neler olduğu ve bunların kullanılış şekilleri sonuçları ile birlikte gösterilir. Üçüncü
aşamada o ilmin halledilmiş olan meseleleri çözüm yolları ile beraber yeniden
gözden geçirilir, daha sonra çözümlenmemiş meseleler ele alınır. Böylece talebenin
o ilimle ilgili tam bir meleke kazanması sağlanır. Bu gerçekleştiği zaman talebeye
icazet verilir. Eğitim tarzı, talebelerin karakterlerine de doğrudan tesir ettiği için
oldukça önemlidir.
İbn Haldun'a göre eğitimde baskı, insanlardaki teşebbüs gücünü yok eder. Sert
ve otoriter davranışlar zararlı olduğu gibi kötü alışkanlıklara dahi itebileceği
tehlikesini doğurur, iş ve çalışma azmini kırar, yalan, korkaklık ve tembelliğe
iter.
Öte yandan çocuğu yargılama ve cezaya çarptırmanın da bir eğitimsel
yöntem olduğunu, çocuğu itaate ve çalışmaya yöneltebileceğini de göz ardı etmez.
Bunun dışında eğitim ve öğretim metotlarında İbn Haldun’un değindiği bazı önemli
noktalar da vardır. Bunlar; çocuğa duygularına hitap edecek örneklerin verilmesi,
bir konuyu iyice öğrenmeden diğerine geçilmemesi, çocuğa öğüt yerine iyi
örneklerin anlatılması, ana baba ve öğretmenin çocuğa yasak ettikleri şeyleri
kendilerinin yapmaması, eğitim öğretim amaçlı yazılan eserlerin fazlaca
kısaltılmaması gibi hususlardır.
İbn Haldun'a göre kabiliyetsiz birini bir ilim alanında yetiştirmeye çalışmak
boşuna zaman harcamaktır. Bundan dolayı öğretmenin önce talebenin kabiliyetli
olup olmadığını tesbit etmesi, daha sonra aşama aşama ilmi öğretip onu meseleleri
çözme yoluna sokmaya çalışması gerekir. (İbn Haldun, 2004: 784-790; Toku, 2002:
130)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
İbn Haldun
İbn Haldun, yetişme çağındaki çocuklara din eğitiminin gerekliliği ve önemi
üzerinde de durmuştur. Kur’an öğrenmenin kişinin kalbine iman ve inancın
yerleşip kalmasına neden olacağını, bu sebeple Kur’an ve hadislerden ezberler
yaptırılıp öğretilmesi gerekliliğini vurgular. Küçük yaşta öğretilen bu bilgiler
daha sonra öğretilecekler için bir temel oluşturacaktır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
26
Özet
İbn Haldun
•İbn Haldun toplumun ve devletin doğal bir kökeni olduğunu ve doğal
bir tarihsel gelişim süreci geçirdiğini ileri süren bir filozoftur. Buna göre
bilimler ve sanatlar insanı hayvanlardan ayıran en önemli özelliklerdir.
İnsanlar tek başlarına yaşayamazlar, toplum olarak yaşamaları bir
ihtiyaçtır. Bundan da devlet ve hükümdarlık doğmuştur.
•İbn Haldûn'da en önemli felsefi düşüncesi tarih ve toplum felsefesidir.
Onun bu konuda geliştirdiği en önemli kavram "Umran" kavramıdır.
İbn Haldun’a göre umran, insanların birlikte yaşamak üzere bir araya
gelmeleri ve buna yönelik örgütlenmeler sonucu ortaya çıkan ilişki
biçimlerinin toplamıdır. Umran ilmi, tarihte olup bitenleri ve
toplumların başına gelenleri ve gelecekte olabilecekleri anlama
hususunda genellemeler yapılabilecek tarzda bir bakış açısı
geliştirebilmeyi kendisine görev edinmektedir.
•İbn Haldun’a göre tarih faydası çok fazla ulvi amaçlar taşıyan bir
ilimdir. Tarihle ilgilenen kişinin yanlışlara düşmemesi ve hakikate
ulaşması için farklı bir sistematiğe ve değişik kaynaklara, çeşitli ilim
dallarına ve sağlam bir perspektife ihtiyacı vardır. Bunun için tarih,
sadece geçmiş zaman içerisinde olan olayların dış görünüşleriyle tasvir
edip anlatmak olmamalıdır. Tarih aynı zamanda düşünmek, hakikati
araştırmak ve olayların sebeplerini bulup ortaya çıkarmaktır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
27
İbn Haldun
Değerlendirme
sorularını
etkileşimli olarak
cevaplandırabilir
siniz
DEĞERLENDİRME SORULARI
1. Aşağıdaki eserlerden hangisi İbn Haldun’a ait değildir?
a) Lübabü’l-Muhassal
b) Şifau’s-Sail
c) Kitabu’l-İber
d) Kitabu’ş-Şifa
e) Et-Ta’rif
2I- Umran ilmi insanların nasıl yaşaması gerektiğiyle ilgilenir.
II- Umran ilmi İnsan topluluklarının birlikte yaşamak üzere bir araya gelmelerinden
doğmuştur.
III - Umran ilmi İnsan toplumlarının nasıl yönetilmesi gerektiğiyle ilgilenir.
IV - Tarihte olup bitenleri ve toplumların başına gelenleri kendisine konu edinir.
Yukardaki tanımlardan hangisi ya da hangileri umran ilmini doğru şekilde tanımlar?
a) Yalnız I
b) Yalnız II
c) I ve III
d) II-IV
e) I, II ve III
3
a)
b)
c)
d)
e)
İbn Haldun’un, yolu kutsal, faydası çok, gayesi şerefli ve ulvi amaçlar
taşıyan bir ilim olarak tanımladığı; farklı bir sistematiğe, değişik kaynaklara
ve sağlam bir perspektife ihtiyacı var, dediği ilim dalı aşağıdakilerden
hangisidir.
Fıkıh
Felsefe
Tarih
Tasavvuf
Tefsir
4- Aşağıdakilerden hangisi tarih ilmi için söylenebilir?
a) Tarihçiler tarafından nakledilen haberlere hemen inanılması ve itibar
edilmesi yanlış yapmaya sevk eder.
b) Tarih, sadece geçmiş zaman ile ilgili olayları dış görünüşleriyle tasvir edip
anlatmalıdır.
c) Tarih ilmi teorik ve kavramsal bir çalışmaya dönüştürülmeli, olay ve
hâllerin arka planının açıklayıcı derin sebeplerine bakılmalıdır.
d) Tarihçiler tarafından nakledilen bilgiler bazı kriterlerden geçirilmeli, tarihî
olaylar benzerleriyle kıyaslanmalı, sebep sonuç ilişkisi belirlenmelidir.
e) Tarih matematiksel işlemler bilimidir.
5- İbn Haldun’a göre Allah insan cinsinin yeryüzündeki varlığını hangi iki
şey ile garanti altına almıştır?
a) Dil ve el
b) Göz ve akıl
c) Fikir ve el
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
28
İbn Haldun
d) El ve ayak
e) Göz ve kulak
6- İbn Haldun’un ortaya koymuş olduğu yaşam biçimleri (umran)
aşağıdakilerden hangisidir?
a) Bedevi/hadarî
b) Hadarî/ semavi
c) Köylü/şehirli
d) Medeni/ hadarî
e) Bedevi/kırsal
7a)
b)
c)
d)
e)
Devletin kuruluşu bağlamında İbn Haldun’un ortaya koyduğu en temel
kavram aşağıdakilerden hangisidir?
Medeniyet
Asabiyet
Hükümdarlık
Hadaret
Asalet
8(I) İstikrar ve barışın egemen olduğu, yönetimde yenilikçi hiçbir hareketin
görülmediği eski yönetimlerin taklit edildiği ve bundan ayrılmanın devleti
yıkacağına inanılan aşama
(II) Hükümdarın ekonomik ve toplumsal ilişkileri kişisel arzularına göre
yönetmeye başlamasıyla birlikte devlette iyileşmesi mümkün olmayan hastalıkların
ortaya çıkmaya başladığı ve devletin yıkılışa geçtiği aşama
(III) Ekonomik refahın arttığı ve buna paralel olarak kültürel unsurların
geliştiği aşama
(IV) Yerleşik bir yönetimin elinden askerî üstünlükle devleti ele geçirme,
yani fetih aşama
(V) Hükümdarın egemenliği sadece kendine özgü kılacak biçimde yönetimi
akrabalık ilişkilerinden soyutlama işine giriştiği ve gücü tekeline aldığı aşama
Yukarıda verilen ifadeler hangi sırayla İbn Haldun’un devletin yükseliş ve
çöküş aşamalarını doğru olarak verir?.
a) IV-V-III-I-II
b) I-III-V-II-IV
c) III-II-IV-V-I
d) II-IV-III-I-V
e) I-II-III-I-V
9. İbn Haldun umran ilminin gelişmesiyle ilimlerin ve sanatların gelişeceğini
söyler. İbn Haldun’un akli ilimler diye sınıflandırdığı ilimler arasında
aşağıdaki ilimlerden hangisi yer almaz.
a) Mantık
b) Tabiat /fizik
c) Kelam
d) İlahiyat /metafizik
e) Felsefe
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
29
İbn Haldun
10. İbn Haldun’un, doğru sonuçları kolayca tespit etme hususunda zihni
bilediğini, akıl yürütmeye ve ispata yönelen kişilere yetkinlik kazandırdığını
ifade ettiği ilim aşağıdakilerden hangisidir?
a) Matematik
b) Kelam
c) Astronomi
d) Felsefe
e) Tasavvuf
CEVAP ANAHTARI
1.D, 2.D, 3.C, 4.B, 5.C, 6.A, 7.B, 8.A, 9.C, 10. D
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
30
İbn Haldun
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR
Andıç, Fuat, Andıç, Süphan, Koçak, Mustafa, İbn Haldun, Ankara 2010.
Arkan, Atilla, İslam Felsefesi Tarihi, (2010), Hafta 14, Sakarya Üniversitesi Uzaktan
Öğretim Ders Notları, Sakarya.
Arslan, Ahmet, (1997), İbn-i Haldun, Ankara Vadi yay.
Çaksu, Ali, (2002) “İbn Haldun ve Hegel’de Tarihte Nedensellik: Aristo Mirasını
Yeniden Değerlendirmek”, Divan, sa. 12.
Çaksu, Ali, (1999) Causality in History: İbn Khaldun’s and Hegel’s Transformation of
Aristotelian Causes, ISTAC, Kuala Lumpur 1999.
Fahri, Macit, (1987), İslam Felsefesi Tarihi, (terc., Kasım Turhan), İstanbul İklim yay.
Görgün, Tahsin, (1999) Diyanet İslam Ansiklopedisi, “İbn Haldun maddesi”, C. XIX,
İstanbul
Hilmi Ziya, Ziyaeddin Fahri, (1940) İbn Haldun, İstanbul.
Husrî, Sâtî, (2001) İbn Haldun üzerine araştırmalar, trc. Süleyman Uludağ, İstanbul
Dergah yay.
İbn Haldun, (2004) Mukaddime, çev.: Halil Kendir, İstanbul
İbn Haldun, (1984), Şifau’s-Sail,Tasavvufun Mahiyeti, çev.: Süleyman Uludağ,
İstanbul, dergah yay.
İzmirli, İ. Hakkı, (1997) İslam’da Felsefe Akımları, İstanbul
Mahdi, Muhsin, (1957) İbn Khaldun’s Philosophy of History, London.
Sungü, Ahmet, (2009) İbn Haldun’un Eğitim Felsefesi, SDÜSBE, Basılmamış Yüksek
Lisans Tezi, İsparta
Rosenthal, Erwin I. J., (1996) Ortaçağ'da İslam Siyaset Düşüncesi, Trc. Ali Çaksu.
İstanbul: İz yy, s. 154
Rosenthal, Franz, (1983) “Ibn Khaldun in his Time.” Journal of Asian and African
Studies 18, no. 3-4
Toku, Neşet, (2002) Ankara
Toktaş, Fatih, (2004) İslam Düşüncesinde Felsefe Eleştirileri, İstanbul Klasik yay.
Uludağ, Süleyman, (1999) “İbn Haldun” DİA., C. XIX. İstanbul
Ülken, Hilmi Ziya, (1946) İslam Düşüncesi, İstanbul, Ülken yay.
Ülken, Hilmi Ziya, (1957) İslam Felsefesi, İstanbul, Ülken yay.
Yıldız, Mustafa, İbn Haldun’un Tarihselci Devlet Kuramı, Felsefe ve Sosyal Bilimler
Dergisi, 2010 Güz, sayı 10, 25-55., www.flsfdergisi.com
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
31
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
ANADOLU’DA TASAVVUFİ
DÜŞÜNCE
• Bir Bilim ve Düşünce Merkezi
Olarak 12. ve 13. Asırlarda
Anadolu
• Anadolu'da düşünce Hayatı ve
Tasavvuf
• Anadolu'da Düşünce Hayatının
Başlıca Temsilcileri ve Literatür
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• Anadolu'daki düşünce hayatının
temel özelliklerini kavrayabilecek,
• Anadolu'daki tasavvuf
düşüncesinin tarihsel arka planını
ve genel özelliklerini
öğrenebilecek,
• Vahdet-i vücudu ve Anadolu
Düşüncesi'ndeki yerini
anlayabilecek,
• Mevlânâ, Yunus Emre ve Hacı
Bektaş-ı Velî ve düşünceleri
hakkında bilgi sahibi
olabileceksiniz.
İSLAM DÜŞÜNCESİ
TARİHİ
Doç. Dr. Ekrem DEMİRLİ
ÜNİTE
12
Anadolu’da Tasavvufî Düşünce
GİRİŞ
Anadolu’da gelişen tasavvufi düşünce, esas itibarıyla 12. 13. ve 14.
asırlarda teşekkül eden düşünce ve bilim hayatının bir devamı olarak ortaya
çıkmıştır. Anadolu’da düşünce hayatının kurucu düşünürleri, bu coğrafyayı 8.
asırdan itibaren Bağdat civarında teşekkül etmiş İslam bilim, düşünce ve siyaset
tefekkürüne eklemleyebilmiş, esas itibarıyla dar sınırlara hapsedilmiş, ihmal
görmüş bir coğrafyayı en geniş sınırlarına vardırmışlardı. Bu dönemde Anadolu,
kültürel ve siyasal olarak en geniş sınırlarına ulaşabilmiş, “Büyük Anadolu”
diyebileceğimiz yeni bir kültür coğrafyası, derin bağlarla birbirine bağlanabilmiştir.
Ardından Osmanlı ve Cumhuriyet devirlerini içerecek şekilde devam eden bu
gelenek, bu “kurucu” asra bağlı kalmıştır. Bu itibarla 12. ve 13. asırlar Anadolu’daki
bütün düşünce ve tasavvufi hareketlerin ana kaynağı olarak hatırlanmalıdır.
I. BİR BİLİM VE DÜŞÜNCE MERKEZİ OLARAK 12. VE 13.
ASIRLARDA ANADOLU
Anadolu düşünce hayatı
daha önce Bağdat’ta
teşekkül etmiş bilim ve
düşüncenin devamıdır
Fetihle birlikte başlayan bu süreçte Anadolu tarihte hiç kazanmamış olduğu
bir tefekkür derinliği kazanmış, “Büyük Anadolu” diye isimlendirebileceğimiz bir
zemin dâhilinde evrensel bilim ve kültür içerisinde merkezî bölgelerden birisine
dönmüştür. Artık Anadolu coğrafyasından söz etmek, bir yandan Kafkaslar ve onun
üzerinden Orta Asya’nın ileri bölgelerine; bir yandan Balkanlar, bir yandan Bağdat
ve Şam üzerinden İslam’ın merkezî bölgelerine doğru genişleyen bir kültür ve bilim
merkezinden söz etmek hâline gelmiştir. Tarihsel bir süreç içerisinde bakıldığında
Anadolu, bilhassa Ege Bölgesi tarihte bir kez daha bilim ve felsefe merkezi olarak
tebarüz etmişti (W.T. Jones, Batı Felsefesi Tarihi, c. I, 2 vd.). Sözü edilen dönem,
önce sofistler, ardından Sokrates-Platon ve Aristoteles ile birlikte Grek Felsefesinin
en önemli ürünlerini verdiği devirdir. Onu takip eden Helenistik devirde
Anadolu’nun düşünce üretiminin yavaşladığı dönemler olarak kabul edilmektedir.
Müslümanların fetihlerle yerleştikleri Anadolu geçmiş zamanlarına göre büyük
ölçüde harabe hâline gelmiş, eski üretken ve ihtişamlı günlerinden eser kalmamış
bir yerdi. Müslümanların bu bölgeye yerleşmeleriyle birlikte Anadolu’nun tarihteki
yeri temelli bir değişim göstermiş, coğrafya genişlemiş, kültür ve bilim alanlarında
daha üretken bir dünya ortaya çıkmış, her şeyden önemlisi evrensel kültüre değer
üretebilen bir Anadolu kültürü ve düşüncesi zuhur etmiştir. Peki, Anadolu’yu böyle
bir merkeze çeviren güç neydi?
12. ve 13. asırlar Türklerin Anadolu’ya yerleşmelerinin geniş ölçüde
tamamlanıp bu coğrafyanın Bağdat merkezinde teşekkül etmiş İslam bilim ve
siyaset anlayışının parçası hâline geldiği bir devre karşılık gelir. Aynı zamanda bu
asırlar, Haçlı Savaşları ve ardından gerçekleşecek Moğol İstilası’nın İslam
toplumuna getirdiği yıkımlara şahitlik etmiş bir asırdır. Bu itibarla Anadolu düşünce
hayatının kurucu düşünürleri, Selçuklu devri düşünce hayatını kuranlar olduğu gibi,
aynı zamanda entelektüel geleneklerini büyük ölçüde Selçuklulardan tevarüs eden
Osmanlı toplumunun düşünce hayatının kurucuları kabul edilebilir. Bu asırda
ortaya çıkan düşünce hayatı günümüze varıncaya kadar etkinliğini belirli bir ölçüde
sürdürebilmiştir.
12 ve 13. da Türkler İslam dünyasının siyasi, askeri, entelektüel serüvenine
etkin bir şekilde katılmaya başlamışlardır. Şii ve Sünni ayrışmasında Selçuklular,
Fatimî Şiiliğine karşı Bağdat merkezli Abbasî Halifeliğini desteklemişlerdi. Bu destek
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Anadolu’da Tasavvufî Düşünce
İslam toplumunun istikbalini ve gidişatını derinden etkilemiş, İslam dünyasında
hâkim düşüncenin Sünnilik olmasının önünü açmıştır. Bu bakımdan denilebilir ki
Anadolu düşünce hayatı, daha önce Bağdat’ta teşekkül etmiş bilim ve düşüncenin
devamıdır. Bağdat, bütün İslam ilimlerinin merkezi kabul edilebilir. Fıkıh, kelam, dil
bilimleri, felsefi bilimler vb. Bağdat’ta teşekkül etmişti. (Makdisi, İslam’ın Klasik
Çağlarında Din Eğitimi, s. 203 vd.). Anadolu’nun İslam coğrafyasına katılmasıyla
birlikte Bağdat’la irtibatlı başka bilim merkezleri de ortaya çıkmıştır. Yine, Konya,
Malatya, Kayseri, Sivas, Urfa vb. ikinci derecede önemli ilim merkezlerine şahit
olmaktayız. Fakat bu şehirler arasında en önemlisi Konya olmuştur. Konya
merkezinde teşekkül eden dünce hayatı, çevresindeki şehirleri de etkilemiş, geniş
bir ilim merkezi ortaya çıkmıştır. Bu devir de sadece Anadolu değil, Anadolu’yla
paralel bir şekilde, Memluklu Mısır’ında ve Azerbaycan-Maveraünnehir ve Doğu
İslam dünyasında önemli bir bilim hareketi gözlemlenmektedir. Bu bakımdan 13.
ve 14. asırlar İslam düşüncesinin çok önemli bir dönemine karşılık gelmektedir.
Bu düşünce hayatını iki merhalede ele alacağız: Birincisi bu düşüncenin ana
özellikleri, ikincisi ise önemli temsilcileri ve onların eserleri.
A. ARKA PLAN VE TARİHSEL SÜREÇ
Kurucu Asrın Ayırıcı Vasıfları: İslam Düşüncesi’nin Olgunluk
Devrinin Bir Aynası Olarak Anadolu’da Düşünce Hayatı
a. İslam Bilim ve Düşüncesinde Tedahül Devri ve Neticeleri
Anadolu’daki tefekkürün referans devri saydığımız 12. ile 13. asırlar, İslam
bilim ve düşüncesinde temel sorunların çözüldüğü bir devirdir. Müslümanlar Hz.
Peygamber’in irtihalinden sonra süratle sınırlarını batıda Kuzey Afrika üzerinden
İspanya’ya, doğuda Hindistan’a, Kuzey’de Hazar’a kadar genişletmişlerdi. Buralarda
bulunan farklı dinlere mensup insanların bir kısmı İslam’a girmiş, bir kısmı kendi
inançlarında kalmayı sürdürmüştü. Bundan sonraki iki veya üç asır boyunca en
önemli sorun, İslam’ın yayıldığı coğrafyayı aynı zamanda bilim ve düşünce
bakımından fethetmekti. Ortaya çıkan ilk büyük mesele, Grek Felsefesi ve
Helenistik Düşünce’nin tercümeler yoluyla İslam dünyasına girmesiyle birlikte, akıl
ve vahiy meselesi olarak ortaya çıkmıştı. İslam’da dinî düşünce ve bilimler evvel
emirde bu sorun etrafında gelişmişti. Müslümanlar kısa zamanda Akdeniz’deki en
önemli kültür merkezlerini ele geçirmişler, eski kültür ve bilimlerle din arasında bir
uzlaşma sağlayarak İslam Düşüncesini ortaya çıkarmışlardı. Hiç kuşkusuz bu süreç
aynı zamanda İslam dünyasında büyük krizlere de yol açmıştı. Kriz dinin anlamı,
vahyin bilgi kaynağı olarak değeri ve yorumu, akıl vahiy ilişkileri, insan özgürlüğü,
siyaset, ahlak vs. gibi hayatın bütün alanlarında pek çok tartışmanın ortaya
çıkması, demekti. En nihayetinde bu, Grek Felsefesi’nin etkisi altında gelişen
metafizik anlayış ile dinî düşünce arasında ortaya çıkan büyük krizdi. Bu kriz, esas
itibarıyla İslam kelamcıları ile filozoflar arasındaki tartışmada kendini gösterse bile
özellikle Mutezile ile Eşarî kelamı arasında ortaya çıkan başka tartışmalara da
yansımıştı. Kriz Gazalî’nin en önemli kitaplarından birini el-Munkiz, yani dalaletten
kurtaran diye isimlendirmiş, daha sonraki eserine de yazar İhya adını vermiştir. Her
iki isimlendirme de bu kriz sürecinin aşılması çabasına karşılık gelmekteydi.
Gazalî’den sonra krizin aşılması Fahreddin Razî tarafından sürdürülmüş, bu süreç
İslam bilimleri arasındaki “tedahül” süreciyle yeni bir evreye geçmişti. Bu süreçte
kelam ve felsefe arasında olduğu kadar; kelam ekolleri, tasavvuf ve felsefe
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Anadolu’da Tasavvufî Düşünce
arasında konu ve üslup benzerlikleri ortaya çıkmış, İslam bilimleri yeni bir evreye
girmişti (İbn Haldun, Mukaddime, c. II, 515-560 arası). Bu itibarla Anadolu’nun
düşünce ve irfan hayatı, tedahül devrinin, yani Razî sonrasının bir neticesi olarak
ortaya çıkmıştır.
b. Bütüncüllük ve Disiplinler Üstü Yaklaşım Arayışları
Anadolu’nun düşünce ve
irfan hayatı, tedahül
devrinin, yani GazalîFahreddin Razî
sonrasının bir neticesi
olarak ortaya çıkmıştır.
İslam dünyasında bilimlerin tarihsel gelişim seyrini en iyi anlatan
yazarlardan biri İbn Haldun’dur. İbn Haldun, tarih ve toplumsal süreçleri tahlil ettiği
umran teorisiyle bilimlerin bedavetten hadarete doğru gelişim süreçlerinde
“tedahül” sorununa bir bilim sorunu olarak dikkat çekmiş ve meseleye eleştirel bir
şekilde yaklaşmıştır. Ona göre felsefe ile kelamın konularının benzeşmesi –veya
kelamın felsefeleşmesi- Razî’yle gerçekleşmişti. İbn Haldun benzer bir gelişmenin
tasavvufta olduğunu belirtir. Bu tespit belirli bir ölçüde doğrudur. 12. asır ve
sonrasındaki düşünürleri belirli bir alana tahsis etmek zor görünür. Herhangi bir
yazar; fıkıh, kelam veya felsefe, bilhassa mantık, dil bilimleri ve tasavvufla ilgili
eserler kaleme alabilmiştir. Üstelik bu alanlar arasında ortak bir yaklaşım ortaya
çıkmıştır. Bu nedenle Anadolu’da gelişen düşünce hayatının önemli özelliklerinden
birinin bütüncüllük ve disiplinler üstü bir yaklaşım sergilemek olduğunu
belirtmeliyiz. Bu düşünürler istisnai olarak belirle alanlara tahsis edilebilirler. Bu
bütüncüllük yaklaşımı, en çok tasavvuf tarihindeki değişimde gözlemlenebilir.
c. Metafizik Düşünce ve Evrensel Bir Dil, Düşünce Arayışı
İslam filozoflarıyla kelamcılar arasındaki uzun tartışmalar neticesinde
metafizik düşünce belirli ölçüde zayıflamış olsa bile, metafizik sufiler tarafından
yeniden canlandırılmıştır. Sufiler, özellikle İbnü'l-Arabî ve takipçileri, İslam’ın
evrensellik ilkesini metafizik düşünceyle anlatmışlardır. Bu durumda onlar, Tanrı’nın
varlığı, Tanrı insan ilişkisi, ahlak, ahlakın temel ilkeleri, tabiat anlayışı, iyilik-kötülük
sorunu gibi düşüncenin temel sorunlarını evrensel bir üslupla anlatmaya
çalışmışlardır. Bu yaklaşım, vahdet-i vücud anlayışının bir neticesiydi. Başta İbnü'lArabî olmak üzere Mevlânâ, Yunus Emre ve Hacı Bektaş gibi sufilerde görülen insan
sevgisi, bütün inançlara belirli bir ölçüde hoşgörü, tabiatın Allah’ı gösteren bir delil
olarak saygı görmesi vb. düşünceler bu evrensellikle ilgilidir.
d. Tasavvuf merkezli bir düşünce hayatının gelişmesi
Anadolu’da düşünce
hayatının temelinde
tasavvuf vardır.
Bu dönem düşünce hayatının en önemli özelliklerinden biri, bilimler
arasında tasavvufun çevreden merkeze yaklaşması, tasavvufi bakış açısının bütün
bilimleri etkilemiş olmasıdır. Anadolu’nun tefekkür hayatında tasavvufun merkezî
bir yer tutması, bilimler alanındaki bu değişimden kaynaklanır. Bu durum metafizik
ilminin yeniden yorumlanmasıyla ilgilidir. İbn Sina ve Farabî gibi düşünürlerin
sistematik hâle getirdiği metafizik düşünce, Gazalî ve Fahreddin Razî gibi
düşünürlerin elinde güç kaybetmişti. Metafiziğin tekrar güç kazanması sufilerin
yorumlarıyla oldu. Özellikle Sadreddin Konevî ve talebeleri bunu sağladılar. Bunun
yanı sıra tasavvuf, özellikle kelam ve fıkhın etkisinde geliştiği devre göre daha
merkezî hâle gelmiş, özellikle İbnü'l-Arabî ve Konevî’yle birlikte de İslam
bilimlerinin merkezine yerleşmişti.
e. Düşüncenin geniş kesimlere yayılması ve tatbikilik
Yeni ifade ve anlatım biçimlerinin ve şiir, hikâye dilinin gelişmesi, İslam
Düşüncesi’nin geniş kesimlere ulaşmasını sağlamıştır. Bu durum, tarikatlar gibi
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Anadolu’da Tasavvufî Düşünce
yaygın eğitim kurumlarının ortaya çıkmasıyla ilgili görülebilir. Ancak bundan daha
önce başka bir gelişme olmuş, Şii eğitim vermesi amaçlanan el-Ezher’in
kurulmasıyla birlikte Sünni eğitimi amaçlayan Nizamiye Medreseleri kurulmuş,
bunun neticesinde bilginin geniş kesimlere ulaştırılması amaçlanmıştı. (Makdisi,
İslam’ın Klasik Çağında Beşeri İlimler, 219 vd.) Medreselerin yaygınlaşmasıyla
birlikte pek çok bilim genel tedris faaliyetinin bir parçası hâline gelmiş bu amaçla
yazılan kitapların daha teknik ve açıklanabilir bir üslupta yazılması gerekmiştir. Bu
duruma en iyi misal, sözünü ettiğimiz çağda yaşamış önemli bir felsefeci ve
mantıkçı olan Ebherî’dir. Ebherî Hidayetü’l-hikme adlı eserinde İslam filozoflarının
görüşlerini tedris edilebilir bir şekilde özetlemiştir. Bu tarz eserler için şerhler
yazılmış ve daha büyük kitaplar bu tarz eserler üzerinden takip edilebilmiştir.
Bahsettiğimiz devir aynı zamanda şerh geleneğinin başladığı bir asırdır. Bu
bakımdan başta İbn Sina’nın el-İşarat’ı üzerine yazılan ve muhakemat geleneği diye
adlandırılan şerh geleneği olmak üzere felsefede, mantıkta, tasavvufta pek çok
şerhin kaleme alınmaya başlandığı bir dönemle karşılaşırız. Bunun yanı sıra
tarikatların ve tekkelerin de İslam toplumunda yayıldığına şahit olmaktayız. Bu,
İslam dünyasında bilginin yaygınlaşmasını sağlayan çok önemli bir amildir.
Binaenaleyh bir yandan medreselerin yaygınlaşmasıyla bilimin ve öte yandan
tarikatların yaygınlaşmasıyla tasavvufi terbiyenin geniş kesimlere ulaşması, İslam
toplumunu daha sağlam bir yapıya kavuşturmuştur. Bu gelişme, bir tefekkürün
kültürel ve medeni kurumlarını inşa etmesi olarak da yorumlanabilir.
Genel özelliklerini bu şekilde dile getirdiğimiz düşünce hayatı çok önemli
temsilciler yetiştirmiştir. Bunların bir kısmını tanıtarak düşüncelerinin boyutları
hakkında bilgi verelim.
B. ANADOLU’DA DÜŞÜNCE HAYATI VE 12. ASIRDAN
SONRA TASAVVUF DÜŞÜNCESİNİN SEYRİ: OLGUNLUK
DEVRİNDE TASAVVUF
Anadolu düşünce hayatının kurucu asırları olan 12. ve 13. Asırlar,
tasavvufun tekâmül dönemine karşılık gelir. Tasavvufun gelişim sürecini
tamamlamasıyla İslam’da nazari gelenekleri temsil eden felsefe ve kelamın gelişim
süreçlerini ikmali arasında fark vardır. Felsefe ve kelam en büyük isimlerini 10 ila
11. asırlarda yetiştirmiş, mezhepler teşekkül etmiş, tasavvufun tekâmülü daha
sonraya kalmıştır. Bunun en önemli sebeplerinden biri, Gazalî öncesinde
tasavvufun kelam ile fıkıh gibi bilimlerin etkisi altında gelişmiş olmasıdır. Tasavvuf,
fıkıh, kelam geleneğinin yeni bir evreye erişmesiyle ancak müstakil bir hale
gelebilmiştir. Öte yandan tasavvuf, başından itibaren nazariyata karşı bir ameliye
olarak tezahür etmişti. Hâlbuki kelam veya felsefe gibi ilimler başından itibaren bir
nazari düşünce şeklinde gelişmişti. Bu ayrım tasavvuf ile diğer bilimlerin gelişim
seyirlerinin farklılaşmasına yol açmıştır. Gazalî öncesindeki sufi yazarların en
önemlilerinden biri olan Ebu Nasr es-Serrac bu hususa dikkat çekerek, tasavvufun
ilimler arasında yer alma sürecindeki güçlüklerine dikkat çekmiştir. Ancak dikkate
değer hususlardan biri, tasavvufta nazari temayüllerin ameli alanda ortaya çıkan
sorunlarla irtibatlı bir şekilde gerçekleşmiş olmasıdır. Tasavvuf, amel ve ahlak ilmi
şeklinde gelişirken ortaya çıkan sorunlarla birlikte felsefe ve kelamın ele aldığı
temel konuları yorumlayarak kendi nazariyesini ikmal etmiştir. 13. asır ve sonrası
bu nazariyenin evrensel bir üslupla ifade edildiği bir devirdir. Bu süreçte tasavvuf
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Anadolu’da Tasavvufî Düşünce
Tasavvufun kesin bir ilim
şeklinde ortaya
konulması, İbnü'l-Arabî,
Konevî, Davud Kayserî,
Molla Fenarî gibi
sufilerin temel hedefini
teşkil etmiş, bu sufiler,
bütün sufileri aynı
anlayışta toplamak
istemişlerdi
İbnü'l-Arabî ve Konevî’nin çabalarıyla İslam filozoflarının tanımladığı şekliyle bir
metafizik hâline gelmiştir. Tasavvuf tarihindeki bu değişim, sufilerin başından beri
büyük bir sorun olarak üzerine eğildikleri tasavvufî bilgiye miyar bulmak
meselesiyle irtibatlıdır. Cüneyd-i Bağdadî, Ebu Nasr es-Serrac, Ebu Talib el-Mekkî,
Abdülkerim el-Kuşeyrî ve Kelebazî gibi isimler, bu sorunu sünni tasavvuf anlayışıyla
çözmek istemişlerdi. Bu anlayışta tasavvuf ‘Ehl-i sünnet akide ve fıkıh ilkelerini
kabul eden bir batını fıkıh veya ahlak olarak yorumlanmıştı (Haldun, Şifaü’s-sail, s.
90 vd.). Gazalî öncesinde tasavvufun İslam bilimleri içerisinde yer alma
mücadelesinde en önemli gelişme buydu. Gazalî’nin el-Munkız’da tasavvufu
kurtarıcı bilim olarak müjdelemesi (Gazalî, el-Munkiz, 35 vd.), bu anlayışın bir
neticesiydi. Sünni tasavvufun ortaya çıkması, İslam toplumunda büyük bir uzlaşının
gerçekleşmesi demekti. Bunun neticesinde tarikatlar yaygınlaşmıştır. İbnü'l-Arabî
ve Konevî ise tasavvufa miyar bulma işini, daha evrensel bir dille yapmak
istemişlerdi (Ekrem Demirli, Bilgi ve Varlık, 29 ila 60 arası). Bunun anlamı
tasavvufun konularını, mesele ve ilkelerini tespit etmek, tasavvufu kesin bir ilim
olarak ortaya koymaktı (Konevî, Tasavvuf Metafiziği, s. 11 vd; Fatiha Tefsiri, 40 vd.).
Bir bilimi “müdevven bilim” hâline getiren şeylerden biri müntesipleri
arasındaki tutarlılıktır. Tutarlılık bir bilimde kullanılan yöntemin doğruluk
ölçütlerinden birisi olarak görülmüştür. Bu itibarla tasavvufun kesin bir ilim
şeklinde ortaya konulması, İbnü'l-Arabî, Konevî, Davud Kayserî, Molla Fenarî gibi
sufilerin temel hedefini teşkil etmiş, bütün sufileri aynı anlayışta toplamak
istemişlerdi (Kayserî, Resail, 110 vd.). Vakıa bu tasavvuf anlayışı, 12. asırdan
itibaren sufilerde -belirli farklılıklar olmakla birlikte- gözlemlenen hâkim bir bakış
açısıydı. Şimdi bu tasavvuf anlayışının bazı ana unsurlarını görelim.
a. Mevzu, Maksat, Mesele ve İlkeleri Belirlenmiş Bir İlim Olarak
Tasavvuf
Sufiler ilimlerini ilm-i ilahî veya marifettullah vb. isimlerle isimlendirmişlerdi. Bunun
anlamı, İslam filozoflarının kullandığı anlamıyla, metafizik demekti. Binaenaleyh
ister ilm-i ilahî (Konevî, Tasavvuf Metafiziği, s. 9) ister başka bir tabir kullanılsın
kast edilen metafiziktir (İbn Sina, II. Analitikler, 102 vd; Mantığa Giriş, s. 7 vd;
Farabî, Kitabü’l-Burhan, 41 vd.). Bunu en ayrıntılı şekilde ortaya koyan Konevî
olmuştu. Konevî İslam filozoflarının metafizik anlayışlarından iki önemli netice
çıkartacaktı: Birincisi evrensel bir bilim olarak metafizik ilminin imkânlarıydı.
İnsanlar başından beri zaman ve mekânla sınırlı olmayan veya kişiye göre
değişmeyen doğrunun peşindeydi. Bu itibarla metafiziğin gelişimi sofistlerin “Her
şeyin ölçüsü insandır.” anlayışlarına bir meydan okumaydı. Metafizik ilmi, insanın
göreli olmayan bilgi arayışından doğmuştu. Müslüman düşünürlerin de varmak
istediği yer burasıydı. İslam âleminde metafizik düşünce ciddi tartışmalara yol
açmış olsa bile, özellikle İbnü'l-Arabî ve Konevî bu nesnellik ilkesine büyük önem
vermişler ve her insanın ortak bilgisinin ne olabileceğini araştırmışlardır. Başka bir
ifadeyle sufiler açısından metafiziğin iddiası, İslam’ın evrensellik iddiasıyla
bağdaştırılabilecek bir iddiaydı. İbnü'l-Arabî ve Konevî’nin varmak istediği yer
burasıydı. Bunun için metafiziği yeniden yorumlamışlar, onun konu, mesele ve
ilkelerini belirlemişlerdi. Buna göre metafiziğin konusu Tanrı’nın varlığı olmalıdır
(Konevî, Tasavvuf Metafiziği, 12). Bunun anlamı Tanrı’nın varlığının bir kabul olarak
görülmesi demekti. Konevî ve takipçileri burada İbn Sina’dan ayrılır. Metafiziğin
meseleleri, Tanrı ve âlem irtibatıydı. Bu nedenle âlem hakkındaki bilgimiz ve
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Anadolu’da Tasavvufî Düşünce
özelikle âlemin bir parçasını teşkil eden nefs hakkındaki bilgimiz Tanrı hakkındaki
bilgimizin bir parçası olarak görülmüştür. Bilginin araçları ise Allah’ın isimleriydi.
İbnü'l-Arabî ve geleneğinin ilahî isimler meselesine büyük önem vermesinin sebebi
buydu. Özellikle bu amaçla esma-i hüsna şerhleri yazılmış, ilahî isimler pek çok
çalışmaya konu edinilmiştir.
b. Vahdet-i Vücud Ekseninde Bir Tasavvuf Anlayışı ve İnsan-Allah
İlişkileri
Anadolu’daki tasavvuf düşüncesi hâkim karakteri bakımından vahdet-i
vücud diye isimlendirebileceğimiz bir ana fikre sahiptir. Vahdet-i vücud kaynak
bakımından nasların metafizik yorumuyla ortaya çıkmıştır. Bu anlayışa göre
herkesin bedihî bir şekilde kabul ettiği varlık Hak’tır. Bu itibarla Hakk’a Mutlak
Varlık demek, vahdet-i vücudun kabul ettiği bir ilkedir. İkinci merhalede ise Allah
âlem irtibatı veya insan Allah irtibatı sorunu gelir. Sufiler bu sorunu “Mümkünlerin
ilahî ilimdeki sabit hakikatleri” dedikleri ayan-ı sabite teorisiyle çözmek istemişlerdi
(Ekrem Demirli, Fususu’l-Hikem Şerhi, s. 512 vd.). Ayan-ı sabite Allah’ın ilminde
sabit hakikatler demektir. Vahdet-i vücud bu iki ilkeye dayanır. Ancak buradan
hareketle özellikle şair sufiler çok zengin bir terminoloji ürettiler ve vahdet-i
vücudu hayatın bütün sorunlarında açıklayıcı bir çerçeve olarak kullandılar. Bu
itibarla Allah, Allah insan ilişkisi, âlemin Hakk’ın bir tecellisi olması, her insanın
Hakkın suretinde yaratılması vb. gibi pek çok düşünce bu çerçeveden hareket
ederek yorumlandı. Anadolu’daki düşünce hayatı, farklı üsluplarıyla, vahdet-i
vücudu işleyen sufilerin meydana getirdiği bir düşünce hayatıdır.
c. “Hz. Peygamber’in Hakikati” Düşüncesinin Gelişmesi ve
Muhammediyeler
Anadolu’daki tasavvuf
düşüncesi hâkim
karakteri bakımından
vahdet-i vücûd diye
isimlendirebileceğimiz
bir ana fikre sahiptir.
Anadolu’daki tasavvufi düşüncenin ana noktalarından birisi de peygamber
tasavvuru ekseninde gelişmiş olmasıdır. Hz. Peygamber ve ahlaki özellikleri bütün
Müslümanlar için örnek teşkil eder. Fakat vahdet-i vücudu benimseyen bir
anlayışta Hz. Peygamber, aynı zamanda insanlık hakikatine karşılık gelir. Bu
bakımdan tasavvuf düşüncesi, Allah ve Peygamber merkezli bir düşünce olarak
gelişmiştir. Bunun tabii bir neticesi de genel olarak insanın bu düşüncede ayrıcalıklı
bir yere sahip olmasıdır. Özellikle Yunus Emre, Mevlânâ gibi düşünürlerde bu
durum görülür. İnsanın merkeze alınması, sufiler tarafından dile getirilen “halkın
Hakkın tecelligahı” olması veya “halka hizmet etmek Hakk’a hizmet etmektir” gibi
ilkelerle açıklanmıştır. Burada dikkate değer husus, Hz. Peygamber’in önce bir
ahlak ilkesi, ardından ontolojik hakikat-ilke olarak tasavvufun ana konusu hâline
gelmesidir. Aslında bu süreç çok daha eskiden başlamıştır. Nitekim sufiler ilk
devirlerden itibaren Hz. Peygamber’in ezelî hakikatini anlatan hadisleri
yorumlamışlar, buradan hareketle de insanın ezelîliği hakkında bir düşünce ortaya
çıkartmışlardı. Ancak vahdet-i vücud ile birlikte bu düşünce daha ileriye taşınmıştır.
Bundan sonra Hz. Peygamber, onun ezelî hakikati düşüncesi sistematik bir şekilde
işlenmiş, Hz. Peygamber’in miracı, isimleri, özellikleri, sireti vb. ahlaki vasıfları
üzerinde ayrıntılı bir şekilde durulmuştu. Dikkate değer hususlardan biri bu
meyanda ortaya çıkan müstakil literatürdür. Bu literatür özellikle mevlid ve
Muhammediyelerle birlikte Hz. Peygamber’e adanmış şiirlerden oluşur.
Muhammediye literatürü içinde en meşhur olanı Muhammed Bican Efendi’nin
Muhammediye’si olmakla birlikte Abdülkerim Cili’nin İnsan-ı Kâmil’i ve başka
kitapları veya Konevî’nin Miftahu’l-Gayb’ı ve en nihayetinde İbnü'l-Arabî’nin
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Anadolu’da Tasavvufî Düşünce
Fususu’l-Hikem’i -adları farklı olsa bile- özünde birer Muhammediye olarak
yorumlanabilirler (Ekrem Demirli, Şerh, 257 vd.)
d. Halkı Hakkın Tecellisi Olarak Görmek ve İnsanın Eşref-i Mahlukat
Olması
Anadolu tasavvufunu ayrıcalıklı kılan hususlardan biri de âlem ve özel olarak da
insanla ilgili belirgin bir fikre sahip olmasıdır. Bu düşünce de vahdet-i vücudun
insan ve âlem yorumunun bir neticesidir. Sufiler, âlemi, özelde ise insanı Hakk’ın
tecelli ettiği bir ayna olarak kabul ederler. İbnü'l-Arabî ve takipçileri bu meyanda
pek çok kavram üretmiş, insanı “âlemin cilası ve anlamı” diye isimlendirmişlerdi.
İnsan, Allah’ın âlemi yaratmadaki maksadıdır. Maksat ancak insanla
gerçekleşmiştir. Bu yaklaşım insanı eşref-i mahlukat olarak görmek ve bütün
dikkati insanı yüceltme, ona hürmet etme, onun kabiliyetlerini geliştirmeye
adamak, demekti. Anadolu’da teşekkül eden tasavvuf, bu maksatla, insan
kabiliyetinin geliştirilmesini esas almış, bunun için pek çok sanat kolu ortaya çıkmış,
hoş görülü bir kurumsal yapı oluşturmuş, halka hizmet edecek şifahanaler,
aşhaneler vs. inşa etmiştir. Aynı zamanda tabiat da Hakk’ın bir tecellisi olarak kabul
edilmiş, tabiattaki her varlık, Hakk’ın bir işareti sayılarak himaye edilmiştir. Vahdeti vücud anlayışında bütün tabiat canlı ve akıllı sayılarak canlı bir tabiatı dinlemek
(sema’) tasavvufun bir parçası hâline gelmiştir. Özellikle Mevlevi ve Bektaşi
sema’ının arka planı bu anlayıştır. Veya Yunus Emre’nin şiirlerinde, ağaçlar, bitkiler,
madenler vs. kısaca tabiatla kurduğu diyalog, Hakkı tespih eden bu canlı tabiat
anlayışından kaynaklanır.
II. ANADOLU’DA DÜŞÜNCE HAYATININ BAŞLICA
TEMSİLCİLERİ VE LİTERATÜR
Metafizik Düşüncenin Yeniden Yorumlanması: Âlim-Hakîm
İbnü'l-Arabî ve Vahdet-i Vücud
a. Biyografi ve Düşünce
Anadolu’daki düşünce hayatının en önemli ve etkili ismi, hiç kuşkusuz,
Fütuhat ve Füsus gibi kitapların yazarı olan İbnü'l-Arabî’dir. İbnü'l-Arabî sadece bu
kitaplarıyla düşünce hayatında etkili olmamış, aynı zamanda üzerinde yazılmış olan
pek çok şerh ve benzeri çalışmayla 13. asrı sonraki dönemler için bir referans
devrine dönüştürebilmiştir. Bu itibarla başta tasavvuf anlayışı olmak üzere,
Anadolu’nun tefekkür hayatında ortaya çıkan bütün ekoller, doğrudan veya dolaylı
olarak İbnü'l-Arabî’ye dayanır. İbnü'l-Arabî’nin “Şeyh-i Ekber”, yani “en büyük
şeyh” diye anılması, onun düşünce tarihindeki bu kuruculuğundan kaynaklanır.
Tam adı Muhyiddin Muhammed b. Alî b. Muhammed el-Arabî et-Tâî el-Hâtimî olan
İbnü'l-Arabî, 1165’te (H. 560) tarihinde Endülüs’ün güneydoğusunda Mürsiye’de
doğmuştur (Addas, 313 vd.). Bizzat kendisinin verdiği bilgilerden, ailesinin bölgenin
etkin ailelerinden biri olduğu anlaşılmaktadır. Ailesinden âlimler, sufiler, yöneticiler
çıkmıştır. İbnü’l-Arabî sekiz yaşına gelinceye kadar doğduğu şehirde kalmış,
ardından Endülüs’ün başşehri İşbiliye’ye (Sevilla) göçmüş, yaklaşık olarak otuz
yaşına kadar çeşitli yerleri gezmiş olsa bile Endülüs’te kalmıştı. Otuz yaşından sonra
Kuzey Afrika üzerinden tam bir ilim seyahati şeklinde gerçekleşen bir yolculukla
Doğu İslam dünyasına göçmüştü. Hayatının önemli bir kısmını, Mekke, Şam,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Anadolu’da Tasavvufî Düşünce
İbnü'l-Arabî ve
takipçilerinin genel
düşüncesi vahdet-i
vücûd olarak kabul
edilmiş, bu gelenek
vahdet-i vücud geleneği
veya ehl-i vücud
şeklinde ifade edilmiştir.
Malatya, Halep, Konya gibi şehirlerde geçirmiş, nihayette 1238 tarihinde Şam’da
vefat etmiştir.
İbnü'l-Arabî 13. asır ve sonrasında Anadolu’daki düşünce hayatında en
fazla etkili olmuş düşünürdür. Bu itibarla İbnü'l-Arabî, yazdığı eserler bakımından
velud bir yazar kabul edilebilir. Bunların arasında hiç kuşkusuz en önemli iki eseri
Füsusu’l-Hikem ile Fütuhat’tır. İbnü'l-Arabî’nin temel düşüncesi vahiy, akıl ve
tasavvufi tecrübeden yararlanarak Tanrı ile âlem arasındaki ilişkiyi açıklamaktır
(Ekrem Demirli, İslam Metafizikçilerinde Tanrı ve İnsan, 65 vd.). Bunu yaparken
kendisine kadar gelen bütün İslam Düşüncesi’ni tahlil eder. Hatta buna insanlık
düşüncesini tahlil eder, demek de yerindedir. Ona göre insanın arayışındaki temel
saik, kemale ermek talebidir. İnsanın bütün eylemlerindeki gaye kemal talebidir.
İbnü'l-Arabî buradan hareketle insanın her türlü arayışındaki samimiyetini ve
doğruluğunu kabul eder. Bu amaçla maksat kemale ermektir ve insan için kemal
kendini bilmekle gerçekleşir. İbnü'l-Arabî bu düşüncesini açıklarken önceki
düşünürlerden bilhassa filozoflardan, kelamcılardan ve sufilerden yararlanır ve bir
metafizik tasavvur ortaya koyar. Bu metafizik tasavvurun bazı kabullerini
belirtmiştik. Onun düşüncesinin hareket ettiği ilke, Tanrı’nın varlığının her insan
tarafından kabul edilen zorunlu bir hakikat olduğudur. Bu nedenle Tanrı’nın varlığı
kanıtlanması gereken bir şey değildir (Demirli, İslam Metafiziği, 110). “Tanrı
vardır.” –ki bunu “Hak Varlıktır.” şeklinde ifade edebiliriz- önermesi, her akıl
sahibinin kabul ettiği bir hakikattir. Ancak herkes zorunlu olarak kabul ettiği şeye
farklı isimler verir. İnsanlar arasındaki ihtilaflar buradan kaynaklanır. İnsanın
yapması gereken şey, Tanrı’nın kendi isim ve sıfatları hakkında verdiği bilgilere göre
kendisi hakkındaki bilgiyi ikmal etmektir. Bu isim ve sıfatlar aynı zamanda ahlak
ilkeleri demektir. İnsan bu ahlak ilkelerine uyarak, yani tahalluk bi ahlakillah
(Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmak) sayesinde kendi kabiliyetlerini geliştirir ve kendini
tanır. İnsanın kendini tanıması ise Rabb’ini tanıması demektir. Tasavvufi tecrübe,
insanın ilahî sıfat ve ahlaka göre yaşayarak, kendi nefsi ve Allah hakkında bilgi elde
etmesinden ibarettir. Bu düşünce daha önce de bir kısmını açıkladığımız vahdet-i
vücud anlayışını ortaya çıkartır. İbnü'l-Arabî’nin düşünceleri arasından en çok
vahdet-i vücud bilinmiştir. Bu nedenle İbnü'l-Arabî ve takipçilerinin genel
düşüncesi vahdet-i vücudu olarak kabul edilmiş, bu gelenek tek bir isimle ifade
edilmek istendiğinde vahdet-i vücud geleneği veya ehl-i vücud şeklinde ifade
edilmiştir.
b. İbnü'l-Arabî’nin Anadolu Düşüncesindeki Yeri veya Bir Kitabın
Serüveni: Füsusu’l-Hikem ve Şarihleri
İbnü'l-Arabî’nin vahdet-i vücud diye bilinen düşüncesi en çok Füsusu’l-Hikem
vasıtasıyla yayılmıştır. Füsusu'l-Hikem esas itibarıyla bir metafizik kitabıdır. Kitabın
ana meselesi, Allah ve âlem-insan ilişkilerini açıklamaktır. Başka bir yönden
bakarsak, kitabın ana sorunu, Allah’ın isimlerini açıklamaktır. Bu isimler insan-ı
kâmillerde tecelli ettiği için, kitap peygamberlerde tecelli eden ilahî kemalleri
açıklama maksadı taşır. Füsusu’l-Hikem bilhassa Osmanlı devrinde çok okunmuş ve
tartışılmış bir kitaptır. Füsusu'l-Hikem düşünce ve ıstılahları açısından sonraki
tasavvuf düşüncesinin şekillenmesine tesir etmiş, aynı zamanda eserin
anlaşılmasına yardımcı olabilecek geniş bir şerh literatürünün farklı asırlarda ve
bölgelerde ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu açıdan Füsusu'l-Hikem’in İslam
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Anadolu’da Tasavvufî Düşünce
Düşünce tarihi’nde en fazla şerh edilen eserlerin başında geldiğini söylemek
mümkündür. Osman Yahya, büyük bölümü Arapça yazılmış Fusûsu'l-hikem
şerhlerinin 120’nin üzerinde olduğunu belirtmektedir. Fusûsu'l-Hikem’in ilk şarihi
olarak, aynı zamanda kitabın müellifi olan İbnü'l-Arabî'yi kabul etmek mümkündür.
Füsus’un doğru anlaşılması, İbnü'l-Arabî’nin yüzlerce eserinde ortaya koyduğu
fikirlerin kavranmasıyla mümkündür. İbnü'l-Arabî’nin ardından eserin ikinci önemli
şarihi, gerek verdiği eserlerle ve gerekse yetiştirdiği talebelerle İbnü'l-Arabî’nin
düşüncelerinin ve tasavvuf anlayışının yayılmasına büyük katkı sağlayan
mutasavvıf, Sadreddin Konevî’dir. Abdurrahman Camî, Konevî hakkında şunları
söylemektedir: “İbnü’l-Arabî’nin vahdet-i vücud meselesi hakkındaki fikirlerini
onun çalışmalarını ve fikirlerini dikkate almadan hakkıyla anlamak mümkün
değildir." Konevî’nin şerhi, el-Fükuk fi esrar-ı müstenidat-ı hikem-i füsus'tur. Füsus
üzerinde teknik anlamda ilk şerh, Konevî’nin önemli talebelerinden biri ve İbnü'lFariz'in Kasîde-i Hamriyye’sinin de şarihi olan Müeyyiddin el-Cendî tarafından
yazılmıştır. Cendî’nin eserindeki mukaddime ve şerh diye iki kısımlı tarz, sonradan
gelecek pek çok Fusus şarihinin takip edeceği bir model teşkil etmiştir. Öte yandan
Abdurrezzak b. Cemalüddin Ebi'l-Ganâim el-Kaşanî, Davud el-Kayserî, Bosnalı Balî
Efendi (ö. 960) ve asrın melami sufilerinden Abdullah Bosnavî eseri şerh eden
büyük düşünürlerden birkaç tanesidir (Ekrem Demirli, Sadreddin Konevî: Hayatı,
Eserleri ve Düşünceleri, s. 79 vd.).
Füsusu’l-Hikem ikincil bir literatür de ortaya çıkartmıştır. Özellikle Füsusu'lHikem şerhlerinin mukaddimeleri Anadolu tasavvufunun en önemli nazari
metinleridir. Bu mukaddimeler tasavvufun temel sorunlarını ele alan ve bir
anlamda Füsusu'l-Hikem’e giriş özelliğindeki risaleler olarak teorik tasavvuf
tarihinde çok önemli bir yer tutmuş ve bazen şerhlerden çok şöhret kazanmışlardır.
Füsusu'l-Hikem çeşitli tartışmalara yol açmış, bu bağlamda dönem dönem çeşitli
konuları fakih ve kelamcılar tarafından eleştirilmiş, bu eleştirilere karşı sufiler
tarafından cevaplar verilmiş ve böylece başka bir literatür alanı daha oluşmuştur.
Bu tarz risalelerin başında vahdet-i vücud veya vücud hakkındaki risaleleri gelir. Bu
gibi risalelerde kısaca vahdet-i vücudun anlamı, özellikle yanlış yorumculara karşı
İbnü'l-Arabî gibi sufilerin bu terimle tam olarak neyi kast ettikleri üzerinde
durulmuş ve bu görüşler genellikle ayet ve hadislerle desteklenmiştir. Bu vahdet-i
vücud risalelerine bazen bir ayet veya hadis yorumunu esas alan risaleleri de
eklemeliyiz. Bu bağlamda ayet ve sure tefsirleri sufilerce revaç bulmuş, ayet ve
hadis tefsirleri şeklinde başka bir literatür daha ortaya çıkmıştır. Bunlara Fusûsu'lHikem’in teknik konuları hakkında yazılan risaleleri ilave edebiliriz. Bunların
başında a'yân-ı sâbite risaleleri gelir.
Füsusu'l-Hikem şerhçiliği başka metinlerin şerhlerini de etkilemiş ve oluşan dil
ve düşünce tarzı bu metinleri de İbnü'l-Arabî gözüyle okunmasını sağlamıştır. Bu
gibi metinler arasında Mesnevi, Şeyh Bedreddin’in Varidat’ı veya Herevi’nin
Menazil’inin şerhlerini verebiliriz. Bu yorum tarzı Mesnevi şerhlerinde de ortaya
çıkmış ve özellikle Mesnevi’nin ilk on sekiz beyti üzerindeki şerhler Füsusu'l-Hikem
şerhlerindeki mukaddimeler yerini tutmuş ve teorik tasavvufun ikinci derecede
önemli metinleri ortaya çıkmıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Anadolu’da Tasavvufî Düşünce
Metafizik Düşüncenin Yeniden Yorumlanması: Sadreddin
Konevî ve Takipçileri
a. Biyografik Bilgiler ve Eserleri
Tam adı Ebu’l-Mealî Sadreddin b. Muhammed b. İshak b. Yusuf olan Konevî “Şeyh-i
Kebir”, yani “büyük şeyh” diye bilinir. Konevî 1208’de Malatya’da doğmuştur.
Babası Mecdüddin İshak önemli bir âlim, Selçukluların idari işlerinde görev alan üst
düzey bir yöneticiydi. Konevî devrinin önemli hocalarından dersler okumuş,
tasavvufi eğitiminin yanında dinî ve felsefi ilimlerde öğrenim görmüştü. İbnü'lArabî Konevî’nin doğduğu yıllarda Endülüs’ten ayrılmış, daha sonra Mekke’de
tanıştığı Mecdüddin İshak’ın davetiyle Şam, Diyarbakır ve Urfa üzerinden
Malatya’ya gelmiş, bir süre onunla beraber kalmıştı. İbnü'l-Arabî Anadolu’ya geliş
gayesini Konevî’yi yetiştirmek olarak zikreder. Bunun öncesinde ise Baba
Mecdüddin ile İbnü'l-Arabî arasında sağlam bir arkadaşlığın kurulduğunu
görmekteyiz. Konevî İbnü'l-Arabî’nin en önemli takipçisi ve yorumcusu olarak
düşünce tarihindeki yerini almış, 1273 yılında Konya’da vefat etmiştir. Düşünce
tarihinde müessir olmuş bazı eserlerle birlikte pek çok talebe yetiştirmiştir.
Bunların en önemlileri arasında Müeyyidüddin el-Cendî, Saidüddin Ferganî,
Fahreddin Irakî gibi Anadolu düşünce hayatının en etkili düşünürleri zikredilebilir
(Ekrem Demirli, Bilgi ve Varlık, 14 vd.).
b. Metafiziğin Yeniden Yorumlanması ve Bir Geleneğin Oluşması
Konevi’ye göre
metafiziğin konusu
Allah’ın varlığıdır.
Anadolu’nun düşünce hayatındaki en etkili isim İbnü'l-Arabî ile birlikte Konevî
olmuştu. Bunun başlıca nedeni bir ekolün kurucusu olmasıdır. Konevî, İslam
filozoflarının metafizik anlayışını yeniden yorumlayan ve onu özellikle tasavvuf
birikimiyle uzlaştırarak dinî düşünceyle bağdaştıran kişidir. Bunun için öncelikle
metafizik ilminin konusunu, mesele ve ilkelerini tespit eder. Konevî’ye göre
metafiziğin konusu Allah’ın varlığıdır. Bu görüş, İslam filozoflarının görüşünün bir
eleştirisidir. Onlara göre metafiziğin konusu varlıktır. Bu iki yaklaşım arasında
temelde bir ayım vardır. Bu sayede Konevî, Allah’ın varlığının kanıtlanmasını bir
sorun olarak görmez. Ona göre Allah’ın varlığı bedihî olarak kabul edilen bir
gerçektir. Metafizik ilmi, varlığı kabul edilmiş olan Tanrı’nın âlemle irtibatını ele
alır. Bu durumda metafizik ilminin ana meselesi, Tanrı âlem veya Tanrı -insan
ilişkisidir. Metafizik ilminin ilkeleri ise ilahî isimlerdir. İlahî isimler İbnü'l-Arabî ve
sonrasında tasavvufun en önemli konuları olduğu kadar aynı zamanda ilahî isimler
üzerinde yazılmış olan şerhler büyük bir literatür teşkil etmiştir. Konevî bu
metafizik tasavvurla insan, insanın âlemdeki yeri, insan ve diğer varlıkların ilişkileri,
âlemdeki varlıkların durumu vb. pek çok meseleyi ele almıştır. Bu konularda yazdığı
kitapların en önemlisi Miftahu’l-Gayb (Tasavvuf Metafiziği) adıyla bilinir. Kitabın
tam adı Miftahu’l-Gaybi ve’l-Cem’i ve Tafsiluhû’dur. Bunu “Gayb ve Cem’in
Anahtarı ve Tafsili” şeklinde tercüme etmek mümkündür. Bu kitap, Füsusu'l-Hikem
ile birlikte yeni dönem tasavvufunun etrafında şekillendiği ana metindir. Bu
bakımdan eser Anadolu Düşüncesi’nin en önemli metinlerinden birini teşkil eder.
Miftahu’l-gayb üzerindeki en önemli şerhlerden biri Molla Hamza Fenarî tarafından
yazılmıştır. Molla Fenarî’nin Konevî’nin eserini şerh etmesi, Osmanlı düşüncesinin
karakterini anlamak bakımından kayda değerdir. Çünkü Fenarî Osmanlı
medreselerinde okutulan pek çok kitabın yazarı olduğu kadar aynı zamanda en çok
tanınan yazarlardan biridir. Yine Osmanlı Düşüncesi’nin en önemli isimlerinden
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Anadolu’da Tasavvufî Düşünce
Büyük bir bilgin ve vaiz
olarak yetişen
Mevlânâ’nın etkili irşat
yöntemi, kendisini takip
eden geniş bir kitlenin
oluşmasını sağladı.
Kutbuddin Muhammed İznikî, Kutbuddinzade İznikî, Ahmed İlahî, Osman Fazlı İlahî,
Abdullah el-Kırımî, Malkoçzade Mustafa Efendi ve Abdurrahman Rahimî, Bursevî
de gibi pek çok düşünür Miftahu’l-Gayb’a şerh yazan sufilerdendir.
Konevî’nin başka bir kitabı da İ’cazü’l-Beyan fi Tefsiri Ümmi’l-Kuran (Fatiha Tefsiri)
adlı eseridir. İ’cazü’l-Beyan yazarın diğer kitaplarında ortayakoyduğu tüm görüşleri
içermesi bakımından bütün eserleri için bir “mısdak” sayılabilir. Bunun dışında
Nefehat-ı İlahîye (İlahî Nefhalar), el-Fükuk fi-Müstenidat-ı Füsusi’l-Hikem, en-Nüsus
gibi önemli eserleri vardır. Konevî’nin başka önemli bir eseri ise bugünkü İran
Azarbaycan’ında önemli bir bilimsel hareketin başlatıcı olan Nasireddin Tusî ile
mektuplaşmalarından oluşan Müraselat (Yazışmalar) isimli kitabıdır. Konevî’nin
tasavvuf-metafizik tarihindeki yeri, kitaplarının yanında, yetiştirdiği talebelerle
anlaşılır. Özellikle Müeyyidüddin Cendî, Saidüddin Ferganî, Fahreddin İrakî gibi
isimler Anadolu düşünce hayatının en önemli isimleri arasındadır.
Düşüncenin Yaygınlaşması veya Şiir, Hikâye Dilinin Öne Çıkması:
Mevlânâ Celaleddin Rumî
Mevlânâ, 1207 yılında günümüzde Afganistan sınırları içerisinde yer alan Belh’te
doğmuştur. Babası Sultanu’l-Ulemâ Bahaeddin Veled, annesi Belh hükümdarı
Rükneddin’in kızı Mümine Hatun’dur. Siyasi kargaşa ve düzensizlik sebebiyle
1212’de Belh’den ayrılan aile, Nişabur, Bağdat ve Kûfe’ye uğramış, hac görevlerini
yerine getirdikten sonra Şam, Malatya, Erzincan, Sivas ve Kayseri’den geçerek
1222’de Karaman’a gelmiştir. Yedi yıl Karaman’da kaldıktan sonra, Selçuklu
hükümdarı Alaeddin Keykubat onları Konya’ya davet etti. 1228’de Konya’ya
geldiklerinden üç sene sonra Bahaeddin Veled vefat edince talebeleri Mevlânâ’nın
çevresinde toplandılar. Büyük bir bilgin ve vaiz olarak yetişen Mevlânâ’nın etkili
irşat yöntemi kendisini takip eden geniş bir kitlenin oluşmasını sağladı. Eldeki
bilgilere göre 1244 yılında Şems-i Tebrizî ile karşılaştı ve beraberlikleri bir müddet
devam etti. Şems’in vefatının ardından Selahaddin Zerkubî ve Hüsameddin Çelebi
ile dostlukta bulunan Mevlânâ üretken bir dönemin sonunda 17 Aralık 1273’te
vefat etti. Vefat günü, Hakk’a kavuşmayı simgeleyen “Düğün Gecesi” anlamında
“Şeb-i Arûs” olarak yad edilir.
Mevlânâ’nın en önemli eseri Mesnevi-i Manevi’dir. 25.618 Farsça beyitten oluşan
eser hemen herkes tarafından kolaylıkla anlaşılabilecek bir üslupla yazılmıştır. Bir
diğer eseri, Farsça yazılan Divan- Kebir, Mevlâna’nın çeşitli konularda söylediği
40.000’i aşkın beyitten müteşekkildir. Dönemin ileri gelenlerine yazdığı 150’ye
yakın mektuptan oluşan Mektubut, pek çok ahlaki nasihatten oluşmaktadır. Oğlu
Sultan Veled veya müritlerinden biri tarafından derlenmiş olan Fîhi Mâ Fih ise
sohbet tarzında kaleme alınmıştır ve Mevlânâ’nın temel düşüncelerini
içermektedir. Sonradan derlenen bir diğer eser de çeşitli vaazlarının yer aldığı
Mecâlis-i Seb’a’dır (Mesnevi, “Gİriş”, c. I, s. 8 vd.)
Rumî, Anadolu’daki tasavvuf düşüncesi tarihinde çok etkili olmuş isimlerdendir.
Başta Mesnevi’si ve Divan’ı olmak üzere kitapları Anadolu coğrafyasından İran ve
Hindistan’a kadar İslam dünyasını birbirine bağlayan en önemli eserlerdendir. Aynı
zamanda eserleri Farsça konuşulan bölgelerde tasavvufun yaygınlaşmasında etkili
olmuşlardır.
Mevlânâ’nın en önemli eseri olan Mesnevi, erken devirlerden itibaren Anadolu’da
okunmaya başlamış, Mesnevihanlık denilen bir kurum oluşmuştur (İslam
Ansiklopedisi, Mesnevi Maddesi). Mesnevi’nin ikinci önemli özelliği, kitap üzerinde
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Anadolu’da Tasavvufî Düşünce
yazılmış pek çok şerhle ortaya çıkan literatürdür. Osmanlı Düşüncesi’ne bakarsak,
üç kitabın şerhlerinin tasavvuf düşüncesinin gelişiminde etkili olduğunu
görmekteyiz: Mesnevi de Füsusu’l-Hikem ve Miftahu’l-Gayb ile birlikte en etkili
eserlerden biriydi. Mesnevi bilhassa Mevlevi geleneğine mensup sufiler tarafından
şerh edilmiştir. En önemli şerhleri arasında Sururî’nin yazdığı Farsça şerh, Rusuhî
Ankaravî’nin şerhi, Şem’i Efendi’nin şerhi, Sarı Abdullah Efendi’nin ve Tahirü’lMevlevi ve Ahmet Avni Konuk’un şerhi sayılabilir. Bunun yanı sıra İsmail Hakkı
Bursevî, Abdullah Bosnavî, Abidin Paşa ve son devirden Şefik Can gibi bazı yazarlar
ise eseri kısmen şerh etmişlerdir.
Mevlânâ’nın Düşünceleri
Mevlânâ’nın eserlerindeki temel düşünce de Allah-insan ilişkileri olarak
yorumlanabilir. Mevlânâ, döneminin tasavvuf anlayışını eserlerinde tam olarak
yansıtır. Bu anlayışın esası Tanrı-insan ilişkisi ve buradan ortaya çıkan sorunlar
Mesnevi’de sürekli işlenmiştir. Bunların başında insan ve onun âlemdeki yeri sorunu
gelir. İnsan, tasavvuf düşüncesinde âlemin varlık maksadıdır. Bütün âlem, insan için
veya insandan dolayı var olmuş; her şey dolaylı olarak var olmuş iken, insan birincil
maksatla var edilmiştir. Bu durum insanı âlem içerisinde ayrıcalıklı yere
yerleştirirken aynı zamanda onun varlık içerisindeki sorumluluklarını ortaya
çıkartır. Mevlânâ insanın ahlaki yetkinleşme ve nefsini terbiye etme sorununu en
önemli sorun olarak görür. Bu amaçla nefsin hilelerini, nefsin nasıl terbiye
edileceğini, insan istidatları arasındaki farkları vs. son derece anlaşılır, açık
hikâyeler ve benzetmelerle ifade eder. Bu sayede tasavvufun insan anlayışını
ortaya koymayı hedefler. Bu kapsamda en çok bilinen merkezî kavramlardan biri
insanın âlemdeki yeri ile vatan ve vatan-ı asli kavramlarıdır. Bu kavramlar asıl olan
Allah ile parça olan insan arasındaki ilişkiyi bir aşk ve özlem ilişkisi şeklinde ifade
etmeyi mümkün kılar. Tasavvufta aşk kavramının öne çıkması, Tanrı -insan ilişkisini
asıl-fer ilişkisi şeklinde yorumlamalarından kaynaklanmıştır. Fer veya dal her
zaman aslına kavuşmak ister ve ona kavuşmadan ıstırabı bitmeyecektir.
Mesnevi’nin girişindeki on sekiz beyit aslında bütün bu düşüncenin bir özeti gibidir
(Mevlânâ, Mesnevi, c. I, 35) . Binaenaleyh insanın asli vatanıyla içinde var olduğu
dünyevi vatanı arasındaki karşıtlık, Mesnevi’nin temel sorunudur. İnsanın bütün
derdi bu özlemden ve gurbetten kaynaklanır. İki vatan arasındaki ilişki, aynı
zamanda iki varlık, yani Hak ile insan arasındaki ilişkinin zeminidir. Mevlânâ, Allah’ı
küllî varlık, insanı cüzi varlık sayar ve cüzi varlığın asli varlığa dönmesini varlığın
gayesi, yani kemal olarak yorumlar.
Mevlânâ’nın düşüncesini İbnü'l-Arabî ve Konevî gibi düşünürlerden ayırt eden en
önemli özellik, kullandığı anlatım dilidir. Mevlânâ Mesnevi’de görüldüğü gibi
hikâyeler ve benzetmelerden büyük ölçüde yararlanır. Bu durum onun
düşüncelerinin geniş kitlelere ulaşmasını sağlamıştır. Bu hikâyeler çok farklı
kaynaklardan derlenmiş hikâyelerdir. Ancak Mevlânâ, bunları hiçbir zaman salt bir
hikâye olarak ele almaz. Mevlânâ için her hikâye bir düşüncenin anlatılacağı bir
araç ve malzemeden ibarettir.
Türkçenin Bir Dinî Düşünce Dili Hâline Gelmesi: Yunus Emre (1240 –
1321)
Yunus Emre’nin hayatı hakkında elimizde sınırlı bilgiler bulunmaktadır. Ondan
bahseden en eski kaynaklardan hareketle Yunus Emre’nin XIII. yüzyılın ortası ile
XIV. yüzyılın ilk çeyreği arasında Orta Anadolu bölgesinde yaşadığı söylenebilir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Anadolu’da Tasavvufî Düşünce
Yunus Emre’nin
şiirlerinde dile getirdiği
düşünceler, bilhassa
Türkçe konuşanlar
arasında son derece
yaygınlaşmış, dinî
düşüncenin en temel
bahisleri anlaşılabilir,
fakat yoğun bir dille
ifade edilmiştir
1240 civarında Sivrihisar’daki Sarıköy’de doğduğu kabul edilmektedir. Eğitim hayatı
hakkında çelişkili bilgiler bulunmakla beraber, düzenli bir medrese eğitimi şeklinde
olmasa bile belli bir tahsil gördüğü kabul edilmektedir. Yunus, Anadolu’nun önde
gelen mürşitlerinden Taptuk Emre’ye intisap etmiş ve seyr u sülûk sürecinin
ardından tasavvufi eğitimini tamamlamıştır. Divan’ındaki bir beyitte Yunus, Tapduk
Emre>Barak Baba>Sarı Saltuk şeklinde bir silsileye sahip olduğunu dile getirir.
Ancak gerek Barak Baba gerekse Sarı Saltuk hakkında bu bağlantıyı açıklamaya
imkân verecek bilgiler bulunmamaktadır. Yunus’un ne zaman ve nerede vefat ettiği
de kesin olarak belirlenemese de 1320 civarında vefat ettiği düşünülmektedir.
Anadolu halkının ona gösterdiği büyük teveccühün bir göstergesi olarak Sarıköy
(Eskişehir), Karaman, Aksaray ve Kırşehir başta olmak üzere pek çok yerde
Yunus’un yattığı ileri sürülen mezarlar ya da makamlar bulunmaktadır.
Yunus Emre’nin Risaletu’n-Nushiyye ve Divan olmak üzere iki eseri bulunmaktadır.
Farsçanın edebiyat dili olarak yaygınlık kazandığı bir devirde, tasavvufi birikimini
Türkçe şiirlerle ifade eden Yunus Emre,şiirlerini hem aruz hem de hece vezniyle
kaleme almıştır. Hece vezniyle söylediği şiirler sayı itibarıyla daha fazladır. 1307’de
mesnevî tarzında kaleme aldığı tasavvufî bir nasihatname olan Risaletu’nNushiyye’de insanın yaratılışı ve davranışlarındaki zıtlıklar, akıl, akıl türleri, bilgi,
iman, ruh, nefs, kanaat, sabır, haset, cimrilik vb. pek çok konuda nasihatler yer
almaktadır. 400 civarında şiirin yer aldığı Divan ise onun sanat, düşünce ve estetik
anlayışını öğrenebildiğimiz en önemli eseri olarak kabul edilmektedir. Yunus
Emre’nin şiirlerinde dile getirdiği düşünceler, bilhassa Türkçe konuşanlar arasında
son derece yaygınlaşmış, dinî düşüncenin en temel bahisleri anlaşılabilir, fakat
yoğun bir dille ifade edilmiştir.
Yunus Emre Düşüncesi’ni, Allah sevgisi ile içinde yaşadığımız dünya ve dünyevi
hazlar arasındaki karşıtlık esası üzerine kurar. Bu düşünce zühd esaslı bir tasavvuf
anlayışının yeniden yorumlanmasıdır. İnsan hayatın ve yaşamanın anlamını ancak
Allah’ı severek bulabilir. Onun şiirlerinde temel bir insan anlayışını ortaya
koyduğunu görmekteyiz: Bu husus Türklerin Anadolu’ya gelmesiyle birlikte
kazandıkları yeni anlayış ve inançları anlamak için önemlidir. Yunus Emre,
şiirlerinde eski geleneklerdeki kahramanlık ve cesaret anlayışının yerine, dinî
düşünceden beslenen yeni bir kahramanlık ve yiğitlik anlayışı, eski aşk ve insan
ilgilerinden ayrılan yeni bir anlayışı yerleştirmiştir. Ona göre insanı insan yapan
değer, aşktır (Yunus Emre, Divan, 65). Bu düşüncesini açıklarken kullandığı
kavramlar, onun aşk ile imanı aynı anlamda kullandığını gösterir. Bu düşünce,
insanı dönüştüren bir güç olarak imanın yeniden yorumlanmasından başka bir şey
değildir. Aynı zamanda Yunus Emre, başından beri tasavvuf düşüncesinde derin
izler bırakmış, fütüvvet ve melamet anlayışından derinden etkilenmişti. Fütüvvet
anlayışının çerçevesini belirleyen şey, diğerkâmlık, fedakârlık, gönül kırmamak,
yoksulu gözetmek, isar, kerem, asalet, bağışlayıcı olmak, kısaca “mekarim-i
ahlak”tır. Yunus Emre’nin insan anlayışı, bu temel değerler üzerine inşa edilmiştir.
Yunus Emre buradan hareketle bir evren ve insan fikri geliştirmiştir. Ona göre
evrendeki her şey, Hakk’ı tespih eden bir varlıktır. Buna bağlı olarak her şey Allah’ın
tecelli ettiği bir aynadır. Bu düşünce vahdet-i vücud (Kaşanî, Tasavvuf Sözlüğü, 583)
anlayışının tabii bir neticesidir. Yunus’un şiirlerinde bu konu ayrıntılı bir şekilde
işlenir ve tabiat ile insan arasında doğrudan bir irtibat kurulur. Yunus Emre’ye göre
aşk, parçanın asla kavuşması ve bu uğurda duyulan özlemden ibarettir. Bir başka
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Anadolu’da Tasavvufî Düşünce
ifadeyle âlemdeki her şey Allah’a kavuşma özlemi içindedir. Bunun anlamı aşkın,
âlemdeki her şeye sirayet etmiş olmasıdır.
Yunus Emre, Anadolu dünşünce hayatında derin izler bırakmıştır. Öyle ki,
tekkelerde okunan ilahîlerle tasavvuf düşüncesinin geniş kesimlere ulaşmasını
sağladığı gibi bir üslup ve tarz ortaya koymuştur. Kendisinden sonra “Yunus”
mahlaslı şiir yazan kimseler ortaya çıkmış; Eşrefoğlu, Niyazi Mısrî, Aziz Mahmud
Hüdaî başta olmak üzere, pek çok sufi-şair Yunus Emre’den etkilenmiş ve onun
tarzında şiirler söylemiştir. Yunus Emre, tekke edebiyatında bir ekolün kurucusu
sayılabilir.
Hacı Bektaş-ı Velî (1209 – 1271): Dört Kapı ve Kırk Makam
Bektaşilik bilhassa
Yeniçerilik üzerinden
ordu ve fütüvvet ve
lonca kurumları gibi
derneklerle cemiyet ve
ticaret hayatında
etkilerde bulunmuş
önemli bir tarikattır.
Hacı Bektaş-ı Velî’nin Horasan’da 1209’da doğduğu kabul edilmektedir. Babası
İbrahim Sanî annesi Hatem Hatun’dur. Kaynaklardaki bilgilere göre Ahmet
Yesevî’nin halifesi Lokman Perende’ye intisap etmiş ve bir müddet sonra insanları
irşat etmesi için Anadolu’ya gönderilmiştir. Anadolu’da siyasi ve sosyal
istikrarsızlığın hâkim olduğu büyük bir buhran döneminde bugün Hacıbektaş olarak
bilinen Suluca Karaköyük’e geldikten sonra ünü büyük bir hızla yayıldı. Uzun bir
irşat döneminin ardından Hacı Bektaş-ı Velî 1271 yılında vefat etmiştir.
Kendisinden sonra Bektaşilik tarikatı Anadolu’nun pek çok yerinde yayılmaya
başladı. Bektaşilik bilhassa yeniçerilik üzerinden ordu ve fütüvvet ve lonca
kurumları gibi derneklerle cemiyet ve ticaret hayatında etkilerde bulunmuş önemli
bir tarikattır. Yapılan araştırmalara göre Hacı Bektaş-ı Velî’ye ait olduğu tahmin
edilen Velayetname, Makalat, Fevaid, Şathiyye, Hurdaname, Fatiha Tefsiri, Üssü’lHakika ve Besmele Tefsiri olmak üzere sekiz eser bulunur. Fakat bunlardan bazıları
günümüze kadar ulaşamamıştır. Velayetname, onun hayat hikâyesinin takip
edildiği eser olarak kabul edilirken; Makalat dört kapı kırk makam şeklinde
terimleştirilen tasavvuf düşüncesinin bir özeti niteliğindedir. Ahlaki öğütlerden
bahseden diğer eserleri Makalat’ın açıklamaları olarak kabul edilmiştir. Hacı
Bektaş-ı Velî’nin elimizdeki en önemli eserlerinin başında Makalat gelmektedir.
Makalat, bir seyr ü süluk kitabı olarak kabul edilebilir. Eser 12. kısımdan
müteşekkildir ve dört kapı kırk makam, diye bilinen şeriat, tarikat, hakikat ve
marifet diye isimlendirilen seyr ü sülukun merhalelerini ve bunların birbiriyle
ilişkilerini ele alır. Birinci makam, şeriattır. Şeriat, dinin temel umdelerini ve
rükünlerini içerir. Bunlar ibadetlerdir. Ardından tarikat gelir. Tarikat daha çok ahlak
üzerinde durur. Tarikatın ardından marifet ve hakikat gelir. Hacı Bektaş-ı Velî
bunları birbirlerinin yerlerini alan şeyler olarak görmez. Bunun yerine bir
benzetmeyle açıklarsak “Şeriat bir ağaç, tarikat onun dalları, marifet yaprakları ve
hakikat meyvalarıdır.” der. (Makalat, 112). Ardından şunları ekler: “Şeriat asıl,
diğerleri ferdir.” Bu düşünce Hacı Bektaş-ı Velî’nin tasavvufun temel ilkelerine bağlı
bir anlayışı sürdürdüğünü gösterir.
Dört Kapı, Kırk Makam: Şeriat,Tarikat, Marifet, Hakikat İlişkileri ve
Tasavvuf
Hacı Bektaş-ı Velî’nin temel düşüncesi “dört kapı ve kırk makam” diye
isimlendirdiği bir düşünceye dayanır. Dört makam fikri, tasavvufun İslam bilimleri
arasında yer alma mücadelesindeki bazı tartışmaları bize hatırlatabilir. Tasavvuf
tarihindeki en önemli sorun, tasavvufun hakikat diye isimlendirdiği kendi
maksadını genel Müslümanların din tasavvuru demek olan şeriat ve onun
kurallarıyla bağdaştırmaktı. En azından İslam tarihinde böyle yaklaşımlar görülmüş,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Anadolu’da Tasavvufî Düşünce
Hacı Bektaş’ın tasavvuf
anlayışı bu sınıflamayla
olduğu kadar bu tasnifin
birbiriyle ilişkisi
hakkındaki şu görüşüyle
ortaya çıkar: Biri eksik
olursa kişinin hakikate
ermesi mümkün olmaz.
ibahilik akımlarının ortaya çıkmasıyla neticelenmişti. İlk sufiler bu sorunu şeriat ile
hakikat arasında kurulan zorunlu bağla aşarak tasavvufa İslam bilimleri ve toplumu
arasında meşru bir yer aramışlardı. Yine de bu sorun bütün dönemlerinde tasavvuf
ehlinin büyük sorunu olarak kalmıştır. Hacı Bektaş’ın eserinde ana konu, bu ilişkiler
olarak görülmektedir. Bu kez mesele şeriat ve hakikat yerine dört merhalede ele
alınarak şeriat, tarikat, marifet ve hakikat şeklinde ifade edilmiştir. Bu dörtlü kendi
devrindeki pek çok düşünürde, bilhassa Yunus Emre’de karşımıza çıkmaktadır. Bu
sayının artıp eksilmesi durumu değiştirmez. Her halükarda mesele, terakki
esnasında geçilen ile ulaşılanın ilişkisi sorunudur. Aynı zamanda bu varlıktaki
mertebeler arasındaki ilişki sorunu olarak da görülebilir. Bu nedenle Hacı Bektaş-ı
Velî’nin tasavvuf anlayışını “dört kapı ve kırk makam” ilkesine dayandırmış olması,
Anadolu tasavvuf hayatını anlamak bakımından merkezî bir öneme sahiptir. Her
şeyden önce “dört” tabirinin kurucu bir sayı olduğunu belirtelim. Dört sayısı bir
yandan tabiattaki bütün terkip işlemlerinin ilkesi olan anasır-ı erbaa’ya işaret ettiği
kadar, aynı zamanda insanın terkibini ifade eden ahlat-ı erbaa (dört hılt: kara-sarı,
kan ve bağlam) ile bu dörtlü yapıya bağlı olan insan karakterleri tasnifini de içerir.
Kısaca “dört” demek esas itibarıyla âlemin üzerine kurulduğu yapı demektir. Bu
nedenle Bektaşi ve benzeri sufilerin metinlerinde dört sayısı varlık tasavvurunda
temel bir yere sahiptir.
Kapılardan ilki şeriattır ve on makamı vardır: Birinci makam iman etmek, ikincisi
ilim öğrenmektir. Hemen belirtelim ki Hacı Bektaş-ı Velî her makamdan sonra ilgili
ayetleri zikrederek düşüncesini teyit eder. Bu da onun genel tasavvuf anlayışı
hakkında sağlıklı bir bilgi vermektedir. Üçüncü makamda ise İslam’ın temel
hususlarını teşkil eden namaz kılmak, zekât vermek, hacca gitmek, gaza etmek,
cenabatten temizlenmektir. İslam’ın temel esaslarının şeriatın üçüncü makamında
zikredilmesi dikkate değerdir. Ardından dördüncü makam gelir. Dördüncü makam,
helal kazanç ve ribayı haram bilmektir. Beşincisi nikâh kılmak (evlenmek ve zinadan
uzak durmak), altıncısı hayız ve nifas vakitlerinde cima etmemektir. Yedincisi
sünnet ve cemaat ehlinden olmaktır. Sekizincisi şefkat sahibi olmak, dokuzuncusu
temiz şeyleri yemek ve giymek, onuncusu ise emr-i maruf ve nehy-ani’l-münker,
yani iyiliği emretmek ve kötülükten uzaklaştırmaktır.
Ardından tarikat makamları gelir. Bunların ilki Pir’den el alıp tövbe kılmaktır. Bu
husus tarikatın ancak bir mürşidin himayesinde ve rehberliğinde olmasını
göstermesi bakımından önemlidir. İkinci makam mürit olmak, üçüncü makam “saç
gidermek ve libas döndürmek” (traş olmak ve elbise giymek), dördüncü makam
mücahede etmek, beşinci makam hizmet eylemek, altıncı makam korkudur,
yedinci makam ümit sahibi olmaktır. Sekizinci makamda Hacı Bektaş, hırka, tespih
vs. gibi bazı tarikat araçlarını zikreder. Dokuzuncusu “sahib-i makam, sahib-i
cemiyet ve sahib-i muhabbet” olmaktır. Bu makamı anlatırken “Allah onları, onlar
da Allah’ı sever” ayetinden delil getirilir. Onuncu makam ise aşk, şevk ve safadır.
Tarikatın ardından marifet makamları gelir: Bunların ilki edeptir. İkincisi korku,
üçüncüsü perhizkarlık, dördüncüsü sabır ve kanaat, beşincisi haya, altıncısı
cömertlik, yedincisi ilim, sekizincisi miskinlik, dokuzuncusu marifet, onuncusu
kendini bilmektir. Bu bölüm “Kendini bilen Rabbini bilir.” hadisiyle ikmal edilir ve
son kısma geçilir.
Son kısımda hakikatin makamları zikredilir. Bunların ilki kendini toprak bilmektir.
Tevazu ile eş anlama gelen bu ifadenin Mevlânâ başta olmak üzere bütün sufiler
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Anadolu’da Tasavvufî Düşünce
tarafından kullanılan ortak bir benzetme olduğu malumdur. İkinci makam “yetmiş
iki milleti ayıplamamaktır.” Yunus Emre bu ilkeyi “yetmiş iki millete tek göz ile
bakmak” şeklinde ifade etmiştir. Bu durum Anadolu tefekküründeki ortak anlayışı
göstermesi bakımından dikkate değerdir. Üçüncüsü sahip olduğundan muhtacı
men etmemektir. Dördüncüsü dünyadaki her varlığın kendisinden salim ve emin
olmasıdır. Bu ilke Hz. Peygamber’in “Müslüman elinden ve dilinden başkasının
emin olduğu kimsedir.” hadisinin bütün varlığa tatbik edilmesinden ibarettir.
Beşincisi ise “Mülk sahibine yüzün sürüp yüzsuyu bulmaktır.” şeklinde ifade edilir.
Altıncısı sohbette hakikat sırlarını söylemektir. Yedincisi seyr ü süluk, sekizincisi
sırdır. Dokuzuncusu münacat iken onuncu makam Hakk’a vuslattır. Hacı Bektaş’ın
tasavvuf anlayışı bu sınıflamayla olduğu kadar bu tasnifin birbiriyle ilişkisi
hakkındaki şu görüşüyle de ortaya çıkar: Bunlardan biri eksik olursa kişinin de
hakikate ermesi mümkün olmaz, çünkü şart eksiktir. (Makalat, 19-32). Böylece Hacı
Bektaş-ı Velî, şeriat-tarikat-marifet-hakikat ilişkilerini genel tasavvuf anlayışıyla
uyumlu bir şekilde ortaya koymuş olmaktadır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Özet
Anadolu’da Tasavvufî Düşünce
•Anadolu Düşüncesi, 12. yy'dan itibaren oluşan ve zengin
kaynaklardan beslenmiş bir düşünce hayatıdır. Bu düşünce hayatı
bir yandan Selçuklu-Osmanlı tecrübesi gibi büyük bir siyaset
geleneğine kaynaklık ederken bir yandan da yüzlerce yıl geçmişi
bulunan bir kültür coğrafyasını İslam medeniyeti bünyesine
katmayı başarmıştır.
•Öte yandan Anadolu Düşüncesi, Doğu Türkistan'dan Balkanlar'a,
Mekke, Medine, Bağdat, Şam üzerinden Batı Anadolu bölgesine
kadar geniş bir coğrafyayı birbirine bağlamıştır. Bu sayede Medine
ile Bosna, Fergana-Cend ile Konya, Belh ile Kayseri, Sivas, Endülüs
ile Malatya ve en nihayetinde Bağdat ile İstanbul birbirine
bağlanmıştır.
•Anadolu Düşüncesi sadece teorik bir düşünce geleneği olmadığı
gibi teoriyi dışarda bırakan salt bir ameliye ve tecrübi gelenek de
değildir. Bu düşünce İbn Arabî ve Konevî gibi büyük düşünürlerin
ona kazandırdığı nazari bir derinliğe ve ufka sahip olduğu kadar,
Mevlânâ, Yunus Emre ve Hacı Bektaş-ı Velî gibi uygulamacı, eğitici,
şair-sufilerin kazandırdığı bir canlılık ve lirizme de sahiptir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Anadolu’da Tasavvufî Düşünce
DEĞERLENDİRME SORULARI
Değerlendirme
sorularını sistemde ilgili
ünite başlığı altında yer
alan “bölüm sonu testi”
bölümünde etkileşimli
olarak
cevaplayabilirsiniz.
1.
a)
b)
c)
d)
e)
Aşağıdakilerden hangisi İbnü'l-Arabî’nin eserinden biri değildir?
Nefehat-ı İlahiyye
Füsusu’l-Hikem
Fütuhat-ı Mekkiyye
Tedbirat-ı İlahiyye
Divan
2. Aşağıdakilerden hangisi Konevî’nin Miftah isimli eserine şerh yazmıştır?
a)
b)
c)
d)
e)
Esirüddin Ebherî
Sarı Abdullah Efendi
Malkoçzade Mustafa Kırımî
Saidüddin Ferganî
Kâtip Çelebi
3. Aşağıdakilerden hangisi vahdet-i vücud ile ilgili bir netice olarak
yorumlanamaz?
a) Tanrı, âleme ilk hareketi vermiştir.
b) Tanrı, her şeye yakındır
c) İnsan, âlemin varlık gayesidir.
d) Tanrı, âlemi bilinmek için yaratmıştır.
e) Tanrı, her yerdedir.
4. Aşağıdakilerden hangisi Hacı Bektaş-ı Velî’deki hakikat makamlarından
biridir?
a) Namaz kılmak
b) Bir Pir’e bağlanmak
c) Edep
d) Toprak olmak
e) Suya kanmak
5.
a)
b)
c)
d)
e)
Aşağıdakilerden hangisi Anadolu Düşüncesi’nin özelliklerinden biridir?
Disiplinler üstü bir yaklaşımın gelişmesi
İslam bilimlerinde tedahül
Büyük tarikatların ortaya çıkması
Vahdet-i vücud anlayışının hâkim düşünce hâline gelmesi
Keşf ve keramete dayalı olması
6.
a)
b)
c)
d)
e)
İbnü'l-Arabî’nin düşüncesi için aşağıdakilerden hangisi doğru değildir?
Tanrı’nın varlığı bedihi bir kabuldür.
Vahdet-i vücud onun sistemini anlatan bir ifadedir.
İnsan ahlaken yetkinleşerek Allah’a benzeyebilir.
Âlemde zorunlu bir nizam ve nedensellik vardır.
İbn Arabî’nin en yaygın düşüncesi vahdet-i vücuddur.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Anadolu’da Tasavvufî Düşünce
7. Şiir ve hikâye dilinin yaygınlaşmasıyla Anadolu Düşüncesi arasında
aşağıdaki ilişkilerden hangisi kurulamaz?
a) Düşüncenin geniş kesimlere ulaşması
b) Farklı insan tecrübelerine hitap edelebilmesi
c) Farklı kaynaklardan derlenen malzemenin bir maksat için yorumlanması
d) Düşüncede yüzeyselliğe yol açması
e) Halk tarafından kolayca anlaşılabilir olmaları
8. Aşağıdakilerden hangisi Anadolu tasavvuf düşüncesi üzerinde doğrudan
etkisi bulunan düşünürlerden biri değildir?
a) Saidüddin Ferganî
b) Molla Fenarî
c) İbn Rüşd
d) Abdullah Bosnavî
e) Konevî
9. Yunus Emre’nin “Dervişlik olsaydı tac ile hırka, Alırdık biz dahi otuza kırka”
mısraları hakkında aşağıda söylenenlerden hangisi doğrudur?
a) Tasavvufun güçlüğü anlatılmıştır.
b) Burada ironik bir üslup vardır.
c) Bu ifadeler tasavvufun gönül işi olduğunu gösterir
d) Yunus Emre’nin Melamilik anlayışının etkisinde olduğunu gösterir.
e) Bu ifadeler tasavvufun bir gerçeğini yansıtmaktadır.
10. Mevlânâ “sazlıktan koparılmış kamış” örneğiyle aşağıdakilerden hangisini
anlatmak ister?
a) Ney’in hikâyesini
b) Tasavvufun olgunlaşma işi olduğunu
c) Mevlevilik yolunun ilkelerini
d) Asıl-fer ilişkisiyle özlemi
e) Ney yapımını
Cevap Anahtarı
1.A, 2. C,3. A,4. D, 5. D,6. D,7. D,8. C,9. D,10. D
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Anadolu’da Tasavvufî Düşünce
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
Anadolu’da Tasavvufî Düşünce
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
Afîfî, Ebu’l-Ala, (1996), İslam’da Manevi Hayat, çev. Ekrem Demirli-Abdullah
Kartal, İz Yayıncılık.
Afîfî,(2000), İslam Düşüncesi Üzerine Makaleler, çev. Ekrem Demirli, İz yayıncılık,
İstanbul.
Cebecioğlu, Ethem, (1997),Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Rehber
yayınları, Ankara
Cendî, Müeyyedüddin, (1361),Şerh-i Füsusu'l-Hikem, tah. Celaleddin Aştiyani,
Müessese-i çab ve intişarat-ı danişgahı meşhed.
Demirli, Ekrem,(2005), Sadreddin Konevî’de bilgi ve Varlık, İz, İstanbul
Demirli, Ekrem, (2006), Fususu’l-Hikem şerhi, Kabalcı,İstanbul
Demirli, Ekrem, ,(2008), Sadreddin Konevi: Hayatı, Eserleri, Düşünceleri, İsam.
Demirli, Ekrem, ,(2008), İslam Metafiziğinde Tanrı ve İnsan, Kabalcı, İstanbul
Farabî, ,(2008), Kitabü’l-burhan, çev. Ömer Mahir Alper, Ömer Türker, Klasik.
Fenarî, Muhammed b. Hamza, ,(1412), Misbahü’l-üns (Şerh-i Miftahi’l-gayb), tah.
Muhammed Hacevi, İntişarat-ı Mevla.
Gazalî, ,(1992), el-Munkızu mine’d-dalal, tah. Mahmud Bîcev, Matbaa-i sabah,
Dımeşk
Hacı Bektaş-ı Velî, Makalat, (haz.) Prof. Dr. Esad Coşan, Seha nşr.
İbnü'l-Arabî, ,(2006), Muhyiddin, Fusûsu’l-Hikem, çev. Ekrem Demirli, Kabalcı.
İbnü'l-Arabî, Muhyiddin, (2005), Fütuhat-ı Mekkiyye, çev. Ekrem Demirli, Litera.
İbn Haldun, (1998), Mukaddime, 1-II-III, Çev. Zakir Kadiri Ugan, M. E. B. Yay.
İbn Haldun; Şifaü’s-sail, çev. Süleyman Uludağ, Dergah Yayınları, İstanbul
İbn Sina,(2006), Mantığa Giriş, çev. Ömer Türker, Litera,İstanbul.
İbn Sina, (2006), II. Analitikler, çev. Ömer Türker, Litera, İstanbul.
İbn Sina,(2004), Metafizik, I-II, çev. Ekrem Demirli-Ömer Türker, Litera, İstanbul.
Kaşânî, Abdurrezzak,(1407), Şerh-i Fusûsu’l-Hikem, Şirket-i mektebe ve matbaa-i
Mustafa el-Babî.
Kaşânî, Abdurrezzak,(2005), Tasavvuf Sözlüğü, çev. Ekrem Demirli, İz, İstanbul.
Kayserî, Davud,(1997), Risaletü’t-tasavvuf, Resail-i Davud el-Kayseri içinde, tah.
Mehmet Bayraktar, Kayseri B. Ş. Kültür Yayınları, Kayseri.
Konevî, Sadreddin, el-Fükûk fi-esrar-ı müstenidat-ı Hikemi’l-Füsus, tah.
Muhammed Hacevî, İntişarat-ı Mevla, 1413 (Füsusu'l-Hikem’in Sırları, Çev. Ekrem
Demirli, İz Yayıncılık, İstanbul, 2002).
Konevî, Sadreddin el-Müraselat beyne Sadreddin Konevî ve Nasireddin et-Tusî, tah.
G. Schubert, Şirket-i müttehide, Beyrut, 1995 (Yazışmalar, Çev. Ekrem Demirli, İz
Yayıncılık, İstanbul, 2002).
Konevî, Sadreddin İ’cazü’l-beyân fi-te’vili ümmi’l-Kur'an, tah. Abdülkadir Ahmet
Ata, Matbaa-i dar-i telif, Kahire, 1970 (Fâtiha Suresi Tefsiri, çev. Ekrem Demirli, İz
Yayıncılık, İstanbul, 2002).
Konevî, Sadreddin Miftahü gaybi’l-cem ve’l-vücud, Yazma, Süleymaniye
Kütüphanesi, Ayasofya, 1930 (Tasavvuf Metafiziği, Çev. Ekrem Demirli, İz
Yayıncılık, İstanbul, 2002)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
Anadolu’da Tasavvufî Düşünce
Kuşeyrî, Abdülkerim b. Hevazin,(1981), Letaifü’l-işarât, tah. İbrahim Besyuni, c. I,
II, III, Merkez-i tahkik-i türas, Mısır (Tasavvuf İlmine Dair: Kuşeyrî Risâlesi, çev.
Süleyman Uludağ, Dergah Yayınları, İstanbul, 1981).
Makdisî, George,(2009), İslam’ın Klasik Çağında Beşeri Bilimler, çev. Tuncay
Başoğlu, Klasik Yay.
Makdisi, George,(2009), İslam’ın Klasik Çağında Din Hukuk Eğitimi, çev. Tuncay
Başoğlu, Klasik Yay.
Jones, W. T., (2006), Klasik Düşünce, Batı Felsefesi Tarihi, c. I, çev. Hakkı Hünler,
Paradigma.
Mevlânâ Celaleddin Rumî, (2007), Mesnevi, çev. Derya Örs, Konya.
Yunus Emre,(1998), Divan, haz. Mustafa Tatçı, Akçağ, Ankara.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
İSLAM DÜŞÜNCESİ’NİN BATI
FELSEFESİNE ETKİLERİ
• İslam Düşüncesi'nin Batı'da
Tanınması ve Geçiş Yolları
• İslam Düşüncesi'nin Batı
Dünyasındaki Etkileri
• İslam Düşünürlerinin Latince ve
Diğer Dillere Tercüme Edilen Eserleri
• İslam Filozoflarının Batı Felsefesine
Etkileri
• İslam Düşünürlerinin Batı Bilimine
Katkıları
• Rönesans Sonrası Batı Medeniyeti
Ve İslam Düşüncesi
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• İslam Düşüncesi'yle Batı’nın
karşılaşma yollarını görebilecek,
• İslam Düşüncesi'nin Batı düşüncesini
hangi yollarla etkilemiş olduğunu
kavrayabilecek,
• Batılıların İslam filozoflarının hangi
eserlerini tercüme ettiklerini
anlayabilecek,
• İslam felsefesi ve biliminin Batı
felsefesi ve bilimine etkilerini
açıklayabileceksiniz.
İSLAM DÜŞÜNCESİ
TARİHİ
Prof. Dr. H. Ömer ÖZDEN
ÜNİTE
13
İSLAM DÜŞÜNCESİ’NİN BATI FELSEFESİNE ETKİLERİ
GİRİŞ
Bilindiği gibi önemli kültür ve medeniyetlerden biri de İslam kültür ve
medeniyetidir. Bu medeniyetin sınırları, Arap Yarımadası’ndan Çin’e, Anadolu’dan
Kafkasya’ya, Balkanlardan Orta Avrupa’ya ve Kuzey Afrika’dan İspanya’ya kadar
uzanmaktadır. Her medeniyetin olduğu gibi İslam medeniyetinin de, felsefeden
bilim ve tekniğe uzanan bir düşünce yapısı vardır. Bu düşünce yapısının
oluşumunda hiç şüphe yok ki İslam dinini kabul eden milletlerden her birinin az
veya çok payı bulunmaktadır.
“İslam Düşüncesi” kavramı, dinî bilimlerden felsefeye ve pozitif bilime kadar
her tür düşünceyi içine almaktadır. Ancak biz bu ünitede sadece felsefe ve bilimsel
düşünceyi değerlendirmeye çalışacağız. Zaten İslam Düşüncesi’nin önemli bir
bölümünü de İslam felsefesi ve bilimi oluşturmaktadır.
8. yy.’ın sonları ile 9. yy.’ın başlarında ortaya çıkan İslam Düşüncesi, hızla
gelişmiş, yüksek bir medeniyetin oluşmasını sağlamış ve Orta Çağ boyunca bilim
dünyasına hakim olmuş, Orta Çağ'dan sonra da yeni dönemlerin açılmasına ve
bilimin gelişmesine zemin hazırlamıştır. Bunda İslam dininin bilim ve tefekkürü
teşvik eden yapısı etkili olduğu gibi, Batı dünyasının Orta Çağ boyunca kilise
egemenliğine girmesinin ve zihniyet olarak statik bir yapıya bürünmesinin de payı
vardır. Orta Çağ boyunca Batı’da kilise sadece dinî alanda değil, aynı zamanda
siyasi, ekonomik ve bilimsel alanlarda da egemen kurumdu. Oluşturulan felsefeye
bile “Patristik Felsefe”, sonrasında da “Skolastik Felsefe” denilmekteydi. Bağımsız
bir düşünceye rastlamak zordu, bunun bir sonucu olarak da feodal devlet yapısı
ortaya çıkmıştı. Bilim alanında kayda değer bir faaliyet yoktu. Hatta bilimsel
herhangi bir girişim, kilise tarafından din adına engelleniyordu. İşte böyle bir
zamanda Batı dünyası, İslam Düşünce’si ile tanışma fırsatı buldu.
İslam Düşüncesi’nin Batılılarca Tanınması ve Geçiş Yolları
Önce Hristiyanlar
Roma’nın, sonra
filozoflar kilisenin
zulmüne uğradılar .
Felsefe tarihinin önemli dönemlerinden biri olan Helenistik Felsefe’nin
yaygın olduğu sıralarda Batı kültür dünyasında bir takım değişiklikler yaşanmaya
başlamıştı. Bir taraftan Doğu kültürüyle ilişki kurulurken bir taraftan da felsefe,
hem Doğu dinleriyle hem de monoteist bir din olan Yahudilikle ilişkilendirilerek
yeni felsefe anlayışlarının doğuşuna zemin hazırlanmaktaydı. Bu esnada Batı
dünyasında en kudretli devlet, Roma İmparatorluğuydu.
Roma İmparatorluğu sınırları içerisinde pek çok millet, farklı kültürler ve
bunun yanında paganist yani çok tanrılı bir yapıya dayalı pek çok dinî anlayşı ve
Roma İmparatorluğu’na bağlı olmaktan memnun olan Yahudiler bulunmaktaydı.
Roma İmparatorluğu’nun en güçlü zamanlarında Orta Doğu’da doğup büyüyen İsa
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
İSLAM DÜŞÜNCESİ’NİN BATI FELSEFESİNE ETKİLERİ
Peygamber, yeni bir dinin davetçiliğine başlamıştı. Bundan Yahudiler kadar
Romalılar da rahatsızlık duyuyorlar ve Hristiyan olanlara göz açtırmamaya
çalışıyorlardı. Yahudilerin şikâyeti üzerineHz. İsa çarmıha gerilerek idam edilmiş
buna mukabil, her türlü baskı ve işkenceye rağmen Hristiyanlık gizliden gizliye
yayılmaya devam etmiştir. Hristiyanlar, baskılardan dolayı Roma İmparatorluğu
içerisinde ulaşımı zor olan yerlerde veya yeraltında, yahut imparatorluğun uzak
sınırlarında manastırlar kurarak dinlerini yaygınlaştırmışlardır. Sayıları ve
etkinlikleri artınca 311 yılında İmparator Galerius Hristiyanlara yönelik zulme
resmen son vermiş ve 313 İmparator Konstantin, yayınladığı Milano Fermanı’yla
Hristiyanlığı yasal hale getirmiştir. Bu fermandan sonra daha da güçlenen
Hristiyanlık, 380 yılında İmparator Teodosyüs zamanında Roma İmparatorluğu’nun
resmî dini hâline getirilmiştir.
Hristiyanlık resmî din olarak kabul edildikten sonra Roma İmparatorluğu’nda
kilise ve din adamları etkin bir konuma gelmişlerdir. Bu zamana kadar İmparatorluk
sınırları içerisinde serbestçe faaliyet gösteren filozoflar ve okulları, Hristiyan din
adamları tarafından dışlanmaya başlamıştır. Uzun yıllar baskı altında kalan din
adamları, felsefeyle uğraşanları Hristiyanlığa muhalif olarak görerek dinsiz
saymışlar ve bu kez de filozoflar baskı altına alınmışlardır. Onlar da felsefe
yapabilmek için imparatorluğun uzak sınırlarına gitmek zorunda kalmışlar ve
buralarda yüzlerce yıl felsefe ve bilimle uğraşmışlardır.
Felsefenin ve filozofların uzaklaştırılmasından sonra imparatorlukta tam
anlamıyla bir dinî tutum ve baskı oluşmuş, her şey din adına yapılmaya veya din
adına reddedilmeye başlanmıştır. Her türlü karar, kiliseye danışılarak alınır
olmuştur. Yenilikler dine aykırı, diye reddedilmiş; hastalıkların tedavileri doktorlara
yaptırılmayarak dualara müracaat edilmiştir. Örneğin Orta Çağ’da Afrika’dan
başlayıp neredeyse bütün dünyaya yayılan veba, kilise tarafından insanlara
Tanrı’dan gelen bir ceza olarak değerlendirilerek bu cezadan kurtulmak için toplu
dualar yapılması tavsiye edilmiştir. Hastalığa çare bulmak isteyenler, Tanrı’nın
emrine karşı gelmek suçuyla yargılanmışlardır. Böylece Orta Çağ’da kiliseye bağlı
bir yapı oluşmuş ve buna karşı çıkan herkes, acımasızca cezalandırılmıştır. Bir
anlamda kilise mensupları, Hristiyanlığın ilk yıllarında kendi üzerlerindeki baskının
aynısını intikam alırcasına kendilerine karşı çıkan herkese karşı uygulamışlardır.
Batı dünyası, Orta Çağ’ın karanlıkları içinde bunalım yaşarken, semavi
dinlerin adeta çıkış merkezi olan Orta Doğu havzasında VII. yüzyıl başlarında yeni
bir din olarak bu kez İslamiyet tebliğ edilmeye başlamış ve bu yeni din hızla gelişip
yayılmıştır. Siyasi ve kültürel bakımdan sürekli büyüyen İslam medeniyeti, Hristiyan
Avrupa devletlerinin dikkatini çekmiştir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
İSLAM DÜŞÜNCESİ’NİN BATI FELSEFESİNE ETKİLERİ
İslam Düşüncesi’nin Batılılarca tanınmasının da çeşitli yolları olmuştur. Bu
yolları şöyle açıklayabiliriz:
Haçlı Seferleri,
Hristiyanlarla
Müslümanları yüz yüze
getirmişti.
1- Önce İslam dininin, sonra da İslam kültürü ve düşüncesinin Batılılarca
tanınması ilk olarak, fütuhat yoluyla olmuştur. Hz. Peygamber ve Dört Halife
zamanında başlayan fetihler, Emeviler zamanında artmış ve deniz aşırı ülkeleri de
kapsamıştır. Akdeniz çevresindeki birçok yerin fethedilmesiyle Batı Hristiyan
dünyası, ister istemez İslam kültürüyle tanışmak zorunda kalmıştır. Emevilerin
Güney İtalya ve Fransa’da kısa süreli bir fetih faaliyeti ve hakimiyetleri olmuşsa da
buralardaki Emevi varlığı uzun soluklu olmamıştır. Fakat Tarık b. Ziyad
komutasındaki Emevi ordusunun İspanya’ya çıkışıyla birlikte yeni bir devlet ve
medeniyetin de tohumları atılmış, Hristiyan Batı devletleri, bunun uzun soluklu bir
yerleşme olduğunu çok geçmeden anlamışlardır. Çünkü İspanya’da kurulan
Endülüs Emevi devleti ve burada yeşerip gelişen İslam kültür ve medeniyeti, İslam
Düşüncesi’nin Batı’da tanınmasındaki en önemli etkenlerden biri olmuştur.
2- Doğuda Abbasilerle devam eden fetihler, özellikle Türklerin Müslüman
oluşuyla daha da artmış ve Roma İmparatorluğu ile diğer Avrupa devletlerinin
topraklarının ellerinden çıkmasına neden olmuştu. Roma İmparatorluğu’nun
toprakları giderek daralıyordu. Müslümanlar, doğuda Çin, kuzeyde Anadolu, batıda
ise Kuzey Afrika yoluyla İspanya’dan Fransa’ya kadar ulaşmışlardı. Kilise bu
durumdan oldukça rahatsızdı. Bunu önlemek için çeşitli haçlı seferleri düzenlendi.
Muhtelif aralıklarla yapılan bu seferler, Doğu ile Batı’nın tanışmasına da vesile
olmuş, çoğunlukla yenilen haçlı ordularında bulunan meraklı insanlar, bu
yenilgilerin nedenlerini araştırmışlar ve üstün konumda olan Müslümanlardan
bilim öğrenmenin yollarını aramışlardır. Dolayısıyla da Haçlı Seferleri, İslam kültür
ve medeniyetinin tanınmasına vesile olmuştur.
3- Bu nedene bağlı olarak Batılıların İslam bilim ve felsefesini tanımalarının
bir başka yolu, Batılıların doğrudan İslam ülkelerine eğitim için gitmeleridir. Bunun
ilk örneğini İslamiyet’in ilk yıllarından itibaren Müslümanlarda görmüştük. Hz.
Peygamber’in Bedir Savaşı’nda esir düşen müşrikleri belli sayıda Müslüman’a
okuma-yazma öğretmesi mukabilinde serbest bırakmasının ardından Müslümanlar,
bilginin ve onun yansıması olan bilimin peşine düşmüşler ve onu gördükleri ya da
buldukları yerde almışlar, uzak diyarlara giderek bilim tahsil etmişler, dahası bu
konuda din ayırımı düşünmemişlerdi.
Bunun gibi, Batı’daki siyasi ve katı dinî çevrelerin dışındaki bilim ve felsefe
sevdalıları da Müslümanların medeniyet yolundaki ilerlemelerini gıptayla takip
etmişler ve yeni şeyler öğrenmenin peşine düşmüşlerdi. Bu bağlamda üç yıl
boyunca Endülüs'te kalarak İslam bilim, felsefe ve eğitim kurumlarını yakından
tanıma imkânı bulan Gerbert’in, II. Sylvestre adıyla papa olduktan sonraki tutumu
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
İSLAM DÜŞÜNCESİ’NİN BATI FELSEFESİNE ETKİLERİ
önemlidir. Onun teşvik ve desteğiyle İspanya, İtalya ve Güney Fransa başta olmak
üzere çeşitli Avrupa ülkelerinden birçok Hristiyan, hatta Yahudi öğrenci Müslüman
öğrencilerle birlikte felsefe, tıp, matematik ve astronomi tahsili görmek üzere başta
Endülüs olmak üzere çeşitli İslam ülkelerine giderek buralardaki medreselere
devam etmişlerdir. Bu durum, hem onların İslam bilim ve felsefesini tanımalarını
sağlamış, hem de bu yolla Latin dünyasının âdeta kaderi değişmiştir. O günün
Avrupa’sında son derece orijinal sayılan bilgilerle donanmış olan bu öğrenciler,
daha sonra kurulacak olan kendi üniversitelerinin de ilk profesör adayları
olmuşlardır.
4- İslam Düşüncesi’nin Batı’daki tanınma yollarından biri de, Arapça eserleri,
Latinceye tercüme edilmesidir. Bilim tahsilinde tercüme çok önemlidir. Batılılar,
Orta Çağ’da başlattıkları bu adetlerini bugün de devam ettirmekte ve önemli
gördükleri her eseri, yayınlanmasının hemen ardından kendi dillerine tercüme
ederek ilgilenenlerin dikkatlerine sunmaktadırlar.
Müslümanlar, Batılılara
kaybettikleri kültürlerini
armağan etmişlerdir.
5- İslam bilim ve felsefesinin hem kendi içinde gelişmesinde hem de Batı
dünyasında tanınmasındaki önemli hususlardan biri de İslam medeniyetindeki
hoşgörü anlayışıdır. İslam dünyasında uzun seneler her türlü bilimsel ve felsefi
düşünce tartışılabilmiş ve hatta bu düşünceler taraftar bulmuştur. Buna mukabil
aynı dönemlerde Batı’da bu derecede serbest bir düşünce ortamına rastlamak
zordur.
6- İslam dünyası ile Batılılar arasında yapılan siyasi, ekonomik anlaşmaların
ortaya çıkardığı kültür alış verişinde Batılılar Müslümanların biliminden
yararlanmışlardır. Bilindiği gibi ticaret, kültür aktarımında fevkalade önemlidir.
Hem dil öğrenmek hem de dil vasıtasıyla kültürel unsurların tanınması bu yolla
gerçekleşmiştir. Bu bakımdan İslam Düşüncesi’nin Avrupa’da tanınmasında
Endülüs, yani İspanya’nın çok önemli bir yeri vardır. Emevilerin İspanya’ya yerleşip
devlet ve medeniyet kurmalarından itibaren Hristiyan Avrupa’nın İslam dünyasında
öğretilen bilimlerle ilk tanışmaları, Barselona etrafında ticaret yapılan yerlerde
olmuştur.(Ülken, 1967: 304-309; Taylan, 1983;303-309)
İSLAM DÜŞÜNCESİ’NİN BATI DÜNYASINDAKİ ETKİLERİ
Roma İmparatorluğu’nda etkin konuma gelen kilise ve din adamlarının
tutumunun aksine İslamiyet’in bilimi ve düşünceyi teşvik eden, bilim ve hikmet
öğrenilmesinde din ayırımı gözetmeyen tutumu, Müslümanların kısa zamanda
bilime yönelmesine yol açmıştır. Bu teşvik edici tutumla Müslümanlar, nerede ya
da kimde bulurlarsa bilim öğrenmeye başlamışlardır. Bu yönelimlerden birinin de
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
İSLAM DÜŞÜNCESİ’NİN BATI FELSEFESİNE ETKİLERİ
Roma baskısından kaçan Yunan filozoflarının Orta Doğu veya buraya yakın yerlerde
kurdukları okullara olduğu, ilk ünitelerde belirtilmişti.
Bilindiği üzere Müslümanlar, İlk Çağ bilim ve felsefe eserlerini tercüme
ettikten sonra hızla ilerlemiş ve yüksek bir medeniyet kurmuşlardır. Tercüme
faaliyetlerini daha sağlıklı yürütebilmek için de Bağdat’ta bir Beytü’l-Hikme (bilim
akademisi) kurmuşlardı. İspanya’nın fethedilmesiyle benzer bir bilim akademisi de
Endülüs’te kuruldu ve orada da tercüme faaliyetleri devam etti. Bu tercümeler,
hem filozof ve bilim adamlarının başka dillere tercüme edilmiş eserlerinden hem
de doğrudan İlk Çağ filozoflarının Yunanca yazdıkları kendi eserlerinden
yapılıyordu. Bu şu demektir: Müslümanlar, Avrupalıların elinde bulunmayan bir İlk
Çağ kültür külliyatına sahip bulunmaktaydılar. Müslümanlar, bilim tahsilinde din ve
kültür ayırımı olamayacağı ilkesini benimsedikleri için bir yandan Yunan felsefesini
ve bilimini öğrenirken, bir taraftan da bu paganist kültürün eserlerini, eşsiz bir
hoşgörü anlayışıyla korumuşlardır.
Müslümanların, Hristiyan Avrupalılarla gerek siyasi-askerî ve gerekse ticarikültürel bakımdan karşılaşmaları, Hristiyan Batı’nın Müslümanlardan ne kadar
geriye düştüklerini görmelerini sağlamıştır. Kilisenin her türlü karşı çıkmasına
rağmen, Avrupalılardan bir bölümünün İslam eğitim-öğretim kurumlarına ilgi
göstermeleri, kendileri açısından pek çok olumlu sonuçlar doğurmuştur. Bu
sonuçları şöyle sıralayabiliriz:
1- Müslümanların İlk Çağ filozoflarının eserlerini tercüme etmeleri, Batılıların
kendi kültürel değerlerini tanımalarını sağlamıştır. İslam kültür ve medeniyetinin
koruyucu eli sayesinde Batılılar, kilisenin dinî tutumu yüzünden neredeyse hiç
tanıyamayacakları bir kültürel mirasa sahip olmuşlardır. Bu, bir anlamda onlara
unuttukları kültürel ve düşünsel değerlerin hatırlatılması anlamını da taşımaktadır.
Çünkü Orta Çağ’ın kendi içine kapalı dinî yapısı, felsefi eserlerin imha edilmesini din
adına teşvik ediyordu. Kilisenin talimatıyla çeşitli yerlerdeki yönetimler, hem eski
Yunan filozofları hakkında yazılmış olan hem de İslam filozoflarının kaleme aldıkları
eserleri buldukça yakıp imha ediyorlardı. Felsefe tahsili ve bilimsel faaliyetler
çoğunlukla gizli olarak yapılıyordu. Çünkü kilisenin halk üzerinde şiddetli bir baskısı
vardı.
2- Bilindiği gibi dünyanın en eski üniversitelerinden biri, 11. yüzyılda Selçuklu
Türkleri tarafından kurulan Nizamiye Medresesidir. Bundan sonra İslam
dünyasında medreseler giderek yaygınlaşmıştır. Bu medreselerin kendine özgü bir
mimari yapısı vardır. Bu medreseler, konferans salonu da dahil olmak üzere bir
eğitim kurumunda olması gereken bütün donanıma sahiptiler.
Batı insanı, gerek yönetim biçimi olarak feodal yapıdan, gerek dinin her
alanda hâkim güç olmasından ve bu suretle bilimsel ve felsefi faaliyetlere sınırlı
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
İSLAM DÜŞÜNCESİ’NİN BATI FELSEFESİNE ETKİLERİ
katılabilmekten, gerekse insana insanca değer verilmemesinden ve buna bağlı
olarak Engizisyonlarda yargılanmaktan rahatsızdı. İslam dünyasındaki gelişmeleri
yakından takip eden bazı Batılılarda bu huzursuzluk ve rahatsızlık daha belirgin
olup çözüm arayışları da yok değildi. Avrupa’da bulunan ve skolastik eğitim veren
okullardan, sadece orta sınıfın üzerinde bulunan kesim yararlanabiliyor, fakat
buralarda yeterli bir eğitim de verilemiyordu.
Öncelikle birçok Batı memleketinden öğrenciler, Müslümanların çeşitli
yerlerde açmış oldukları medreselerde (şimdiki üniversitelerin statüsündeki
okullar) tahsil görerek kendi ülkelerinin eğitim kurumlarına alt yapı
oluşturmuşlardır. İslam dünyasındaki medreselerde eğitim gören Hristiyan
öğrenciler, memleketlerine döndüklerinde bu medreseleri taklit ederek oralarda da
benzer okulların açılması gayretine girişmişlerdir. Bu bakımdan İslam eğitim
kurumlarında eğitim görenlerce sunulan raporlar doğrultusunda önce Napoli
Krallığında Salerno Manastır Okulu kuruldu. Avrupa’da kurulan eğitim
müesseseleri, birer üniversite olarak açılmış olup gerek mimarisi gerekse ders
müfredat programı olarak medreselerin âdeta birer kopyasıdır. Burada gramer,
rhetorique (hitabet), mantık, aritmetik, musiki, geometri ve astronomi bilimleri
öğretilmiş; bu okul vasıtasıyla İslam medreselerinden İtalya’ya Aristo’nun eserleri
ve şerhleri girmeye başlamıştır.
Katıldığı Haçlı Seferleri’nde İslam dünyasını tanıyan ve hayran kalan Sicilya
Kralı II. Frederich, bilginleri korumayı da Müslümanlardan öğrenmiştir. Bilginleri
korumasıyla tanınan II. Frederich, Napoli Manastır Okulunu kurmuş, Aristo’nun
eserlerini Arapçadan Latinceye çevirtmiş, İbn Seb’în ile felsefi mektuplaşmaya
girmiş, sarayında bilimsel ve felsefi tartışmalar yaptırarak İslam biliminin buralarda
tanınmasına vesile olmuştur. Castille ve Lyon Kralı X. Alphonse, İslam eserlerini
inceleterek astronomi cetvelleri yaptırmıştır. Bu sırada Padua, Napoli, Capua ve
Toulouse’da, daha sonra da Lyon’da yeni medreseler kurulmuştur.
İslam dünyasında okutulan bilimler, İtalya yoluyla Fransa’ya ve başka Batı
memleketlerine de girdi. 13. yüzyıl başlarında Boulogne ve Montpellier
üniversitelerinin hemen ardından 1215’de Paris Üniversitesi de faaliyete başladı.
Daha sonra aynı model üzerinde Oxford ve Köln üniversiteleri kurularak yeni ilim
İngiltere ve Almanya’ya da girmiş oldu. Artık Avrupa, İslam medeniyetinden aldığı
eğitim kurumlarını üniversiteler olarak hayata geçirmiş oluyordu.
3- İslam dünyasındaki medreselerde okuyan Batılı Hristiyan öğrenciler,
buralarda uygulanan deneysel ve tümevarımcı yöntemi, kendi
üniversitelerinetanıtmışlar; buralarda okutulmaya başlanan pozitif bilimler
sayesinde Batı dünyası tedrici bir ilerleme sürecine girmiştir. Bu üniversitelerdeki
ilk indüktiv, yani tümevarımcı yöntem uygulayıcısı Roger Bacon olmuştur.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
İSLAM DÜŞÜNCESİ’NİN BATI FELSEFESİNE ETKİLERİ
4- İslam dünyasında gerçekleştirilen dinî bilim çalışmalarının, özellikle de
kelam biliminin, Batı Hristiyan dünyasına etkileri olmuştur. Orta Çağ boyunca
Hristiyan filozoflar, hep Hristiyanlığı akıl ile izah edip edemeyeceklerini, akıl ile
iman arasında bir bağ olup olmadığını tartışıp durmuşlardır. Oysa İslam dünyasında
düşünce hareketlerinin başladığı erken dönemlerde bu konu tartışılmış, Matüridî
ve Eş’arî’nin geliştirdiği düşünceler İslam filozofları Farabî, İbni Sina, Gazalî ve İbni
Rüşd ile en olgun seviyesini bulmuştur. İşte Batılı skolastik filozoflar da
Hristiyanlığın akılla izah edilmesinin zorluğundan dolayı, bu çözüm yollarından
yararlanmak istemişlerdir. St. Thomas, bu uzlaştırma metodundan en fazla
yararlanan filozof olarak göze çarpmaktadır.
5- Kilise baskısı, her tür düşüncenin dine dayandırılmak istenmesi, eğitimden
eşit ölçülerde yararlanamamaları, Avrupalı Hristiyanların içe kapanmalarına neden
olmuş, bu konuda da yine İslam düşüncesinden fayda ummalarına yol açmıştır.
İslam dünyasındaki tasavvufi hareketler, Hristiyanlıkta gizli de olsa bulunan mistik
ruhun canlanmasına neden olmuştur. Bir Alman mistiği olarak Meister Eckehard,
tıpkı sufiler gibi içe kapanarak kilise otoritesine karşı âdeta pasif bir direnişe
geçmiştir. Bunun sonucunda ise kiliseye karşı aktif bir tepki doğmuştur.
İstanbul’un fethi,
Avrupa’nın uykudan
uyanmasını sağlamıştır.
6- İslam dünyasındaki somut gelişmeler, özellikle Türklerin İslamiyet’in
bayraktarlığını yapmaya başlamalarıyla daha da ilerlemiş ve askerî alandaki
gelişmelerle aşılamaz görünen İstanbul surları, Sultan II. Mehmet’in plan ve
projelerini kendisinin yaptığı toplarla yıkılmış ve İstanbul, bir Türk-İslam şehri
hâline gelmiştir. İstanbul’un Türkler tarafından alınması, Avrupa’nın bir Rönesans
yapmasına vesile olmuştur. İtalya’nın Floransa kentinde başlayan Rönesans
hareketi, giderek bütün Avrupa’yı sarmış ve Avrupa, İslam kültür ve medeniyeti
sayesinde yeniden yapılandırılmıştır.
7- Avrupa, yapmış olduğu bu Rönesans hareketiyle, karanlık bir çağdan çıkıp
yeniden felsefeyle tanışmış, yeni bir bilim anlayışına sahip olmuş, İlk Çağ’ın
unutulmuş değerlerini hatırlamıştır. Hristiyan Avrupa, Rönesans içinde bir
Hümanizm gerçekleştirmiş, kilisenin tutumuna isyan edip Martin Luther
öncülüğünde bir protesto hareketi başlatmış ve yeni bir mezhep olarak da
Protestanlığı kurmuştur. Fakat bütün bunlara rağmen Avrupalılar, yine de uzun
yıllar kilisenin baskıcı tutumundan kurtulamamıştır. Örneğin, bir Rönesans
düşünürü olarak Giordano Bruno, estetik panteizmi savunduğu için, Roma
meydanında diri diri yakılmıştır. Galileo Galilei, kilisenin kabul ettiği evren
görüşünün aksine olarak dünyanın kendi ekseni ve güneşin etrafında döndüğünü
söylemiş, bundan dolayı yargılanmış ve ancak bu iddiasından vazgeçtiğini beyan
ederek ölümden kurtulabilmiş ama ömür boyu da göz hapsinde tutulmuştur.
Kilisenin katı tutumu uzun yıllar devam etmiş, otuz yıl süren savaşlar yapılmış,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
İSLAM DÜŞÜNCESİ’NİN BATI FELSEFESİNE ETKİLERİ
İslam dünyasında 9.
yy.dan itibaren bilimsel
anlamda pek çok
ilerleme olmuştur.
birçok insanın canına kıyılmış, nihayet Fransız Devrimi ile bu baskılar büyük ölçüde
kalkmıştır.(Ülken, 1991: 143 vd.)
İSLAM DÜŞÜNÜRLERİNİN LATİNCE VE DİĞER DİLLERE
TERCÜME EDİLEN ESERLERİ
Bilindiği üzere İslam dünyasında yapılan -kısmen hatalı da olsa- tercüme ve
buna paralel olarak yürütülen telif çalışmalarının Antik Felsefe’nin korunması ve
sonraki çağlarda bu felsefenin yayılıp Batı düşüncesine temel dayanak olarak
seçilmesi bakımından önemi vardır.
İslam dünyasında görülen medrese modelleri, kısa zamanda İtalya, Fransa,
Almanya ve hatta İngiltere gibi önemli Avrupa memleketlerinde kurulmuş ve
buralarda İslam bilim ve felsefesine ait eserler tercüme edilmeye başlanmıştır.
Tercümeler iki aşamalı olarak yapılmıştır. Önce Avrupa’daki hem Arapça hem
Latince ve hem de diğer yerel dilleri bilen Yahudiler Sicilya, Palermo ve
İspanya’daki Tuleytula’da (Toledo) kurulan okullara getirilerek tercüme için gerekli
alt yapı hazırlanmıştır. İslam dünyasından getirtilen Arapça eserler bu mütercimler
vasıtasıyla Arapçadan Latinceye tercüme ettirilmiştir. İkinci aşamada ise 10. ve 11.
yüzyıldan itibaren Batılı aydınlar İslam dünyasının çeşitli yerlerindeki medreselere
gidip eğitim görerek Arapça öğrenmeye başlamışlar, bu vesileyle birçok eser
Latincenin yanı sıra İspanyolca ve eski Fransızcaya tercüme edilmiştir.
Latince ve diğer Avrupa dillerine tercüme edilen eserlerden bazılarını şöyle
sıralayabiliriz:
1- Kindî’nin, başta “Risale fi Mâhiyeti’l-Akl” adlı eseri olmak üzere “Fi’lCevahiri’l-Hamse”, “Risale fi Mahiyeti’n-Nevm ve’r-Rüya”, “Kitabu’t-Tuffahe” ve
diğer dört eseriyle birlikte toplam sekiz kitabı Latinceye çevrilmiştir. “Tuffahe” adlı
kitabı İbraniceye de tercüme edilmiştir.
2- Muallim-i Sani olarak bilinen Farabî, hayatının sonlarına doğru İbni
Meserre ve İbni Gabriel gibi Yahudi felsefeciler vasıtasıyla Batı’da tanınmaya
başlamıştır. “Kitabu fi’l-Hitabe”, “Kitabu fi’l-Akl”, “Kitabu İhsau’l-Ulum” la birlikte
toplam yedi eseri Latinceye çevrilen Farabî’nin, İbraniceye çevrilen eserleri
arasında da Latinceye çevrilenler ve aralarında “Uyunu’l-Mesail”, “Kitabu Kıyasi’sSagir”, “es-Siyasetü’l-Medeniyye” gibi önemli kitaplarının da bulunduğu toplam on
yedi eser bulunmaktadır.
3- eş-Şeyhu’r-Reis olarak tanınmış olan İbni Sina, kendi hayatını yazmaya
başlamış, sonra öğrencisi Cüzcanî tarafından devam ettirilmiştir. Bu sebeple İbni
Sina, İslam filozofları arasında hem Doğu’da hem Batı’da en çok tanınanlardan
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
İSLAM DÜŞÜNCESİ’NİN BATI FELSEFESİNE ETKİLERİ
biridir. Yapılan tercümelerin baş tarafına bu otobiyografi de tercüme edilerek
eklenmiş ve İbni Sina’nın şöhreti giderek yaygınlaşmıştır.
Onun Latinceye çevrilen eserleri arasında mantık, metafizik, ruh ve fizik
bölümlerinin müstakil olarak da tercüme edildiği “Kitabu’ş-Şifa”, “Necat” ve
“Kitabu’n-Nefs”, “el-Kanun fi’t-Tıb” gibi eserleri bulunmaktadır, ayrıca Fransızca ve
Süryaniceye de tercümeler yapılmıştır.
4- Ebu Bekir Zekeriyya Razî’nin, “Kitabu’l-Havi fi’t-Tıb”, “Risale fil-Hisbeti ve’lCedri” ve daha pek çok eseri bulunan Razî’nin bu iki eseri çok önemlidir. Her ikisi
de defalarca Latince ve diğer Avrupa dillerine çevrilmiştir.
5- Batı’da “Algazel” adıyla tanınan Gazalî’nin, “Makasıdu’l-Felasife”,
“Tehafütü’l-Felasife”, “Mişkatu’l-Envar”, “en-Nefsü’l-İnsanî” gibi eserleri, hem
Latinceye, hem de İbraniceye çevrilmiştir.
6- Batılılar tarafından “Avenpace” şeklinde bilinen İbni Bacce’nin, “Tedbiru’lMütevahhid” ve “Risaletü’l-Veda” kitapları Latince ve İbraniceye çevrilmiştir.
7- Latinlerin “Abubacer” ve “Aben Tofal” olarak tanıdıkları İbni Tufeyl’in,
“Hayy b. Yakzan” isimli eseri Orta Çağ’da Latince, İbranice, sonraki zamanlarda ise
İngilizce, İspanyolca, Fransızca, Almanca, Rusça gibi Batı dillerine tercüme
edilmiştir.
8- Batılıların Averroes ve daha birçok farklı benzetme isimle tanıdıkları İbni
Rüşd’ün, başta “Tehafütü’t-Tehafüt” ve “Faslu’l-Makal” gibi orijinal telif eserleri
olmak üzere Aristoteles’in eserleri üzerine yaptığı telhis, şerh tarzı çalışmalarının
tamamı Latince ve İbraniceye tercüme edilmiştir. (Bayrakdar, 1988: 282-300)
Burada isimlerinden söz etmediğimiz daha birçok İslam filozof ve bilim
adamının eserlerinin de farklı dillere çevirileri yapılmıştır. Yapılan bu tercümeler
sonucunda da İslam filozofları, pek çok konuda Batılı düşünür ve bilim adamlarını
etkilemişlerdir.
Şimdi bu İslam filozof ve bilim adamlarının, Batılı düşünür ve bilim
adamlarını hangi konularda ve nasıl etkileri üzerinde duralım.
İSLAM FİLOZOFLARININ BATI FELSEFESİNE ETKİLERİ
Kindî
Batılıların” Feylesofu’l-Arap” unvanıyla tanıdıkları Kindî’nin bilimler tasnifi,
Guillame d’Auvergne ve Albertus Magnus tarafından aynen benimsenmiştir. A.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
İSLAM DÜŞÜNCESİ’NİN BATI FELSEFESİNE ETKİLERİ
Magnus, Kindî’nin Latinceye çevrilmiş “Risale fi Mahiyeti’n-Nevm ve’r-Rüya” isimli
eserinden çok miktarda alıntı yaparak bir kitap oluşturmuştur.
Farabî
: İbni Sina, “uçan adam”
istiaresiyle Descartes’ın
varlık ve ruh anlayışına
etki etmiştir.
Birinci öğretmen (muallim-i evvel) olarak bilinen Aristoteles’ten sonraki
ikinci öğretmen (muallim-i sani) anlamında “Second Teacher” diye de tanınan ve
Batılılar tarafından Alpharabius olarak isimlendirilen Farabî, Aristoteles mantığına
ve metafiziğine ciddi katkılarda bulunmuş olduğu için Batılılar Aristoteles mantığını
Farabî ile tanımışlardır. Bilindiği gibi altı kitaptan oluşan Aristo’nun Organon isimli
eserine önce Porphyrius, İsagoji’sini eklemiş; Farabî de bu yedi bölüme yine
Aristoteles’in “Retorika”sı ile “Poetika”sını ilave ederek dokuz bölüme çıkarmıştır.
Böylece şiir ve hitabette kullanılan kavramlar, Farabî sayesinde mantık bahisleri
arasına girmiş ve mantığın müstakil bir disiplin olması, yine Farabî sayesinde
gerçekleşmiştir.
Farabî’nin “İhsau’l-Ulum” adlı bilimler tasnifiyle ilgili eseri, yakın zamanlara
kadar Batılı felsefe ve bilim tarihçilerince kullanılmıştır. Dominicus Gundissalvi’nin
“De Divisione Philosophie” adlı eseri, hemen hemen Farabî’nin İhsau’l-Ulum’unun
aynısıdır.
Farabî, varlık konusunda da Batılılara etkilerde bulunmuştur. Saint Thomas,
onun varlık tarifi ile Allah’ın varlığıyla ilgili geliştirdiği delillerini bir anlamda kendi
eseri olan “Summa Theologica”da tekrar etmiştir.
Farabî’nin bilgi ve akıl teorisiyle Albertus Magnus ve St. Thomas’ın aynı
teorileri benzerlik göstermektedir.
İbni Sina
Batı felsefesi üzerinde büyük etkileri bulunan ve Batılıların “Avicenna”
dedikleri İbni Sina, Orta Çağ felsefesini, bilgi teorisi, varlık doktrini ve fertleşme
teorisi ile tesir altına almıştır. İbni Sina, Farabî’nin varlık konusundaki düşüncelerini
daha da geliştirerek varlığı “mümkün” ve “zaruri” diye ikiye ayırması, ontolojik
bahislere yeni bir açılım getirmiştir. Özellikle İbni Sina’nın metafizikte kullandığı
anahtar terimler ve bunlarla ilgili tahlilleri, kendisinden sonra gelenleri derinden
etkilemiştir. Fransız araştırmacı Goıchon’un da dediği gibi “İbn Sina’nın Metafizik’i,
Aristo’nun Metafizik’inden yarım asır önce tanınmıştır.” Aristo’nun Metafizik’inin
son iki kitabı diğerlerinden çok daha sonra, hatta Şifa’nın tercümesinden bir asır
sonra ancak Batı’ya ulaşmıştır.
İbni Sina’nın etkisi yalnızca Orta Çağ filozofları ile sınırlı kalmamış, bu dönem
düşünürleri vasıtasıyla Yeni Çağ’da da tanınmış ve mesela Descartes üzerinde
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
İSLAM DÜŞÜNCESİ’NİN BATI FELSEFESİNE ETKİLERİ
dolaylı da olsa bir etkiye sahip olmuştur. Örneğin Descartes, ruhun bedenden ayrı
bir varlığı olduğu konusunda İbni Sina’nın “uçan adam” benzetmesinden çok
etkilenmiş ve istifade etmiştir.
18. yüzyıl İngiliz filozoflarından John Locke’un cisimlerin varlığıyla ilgili birinci
ve ikinci niteliklerden söz etmesi, İbni Sina’nın tabiat felsefesinde fiziksel
varlıklardan söz ederken metafizikle de bağlantı kurarak fiziksel varlıkların
devamlılığı veya yokluğu konusunda birinci ve ikinci kemallerden bahsetmesini
hatırlatmaktadır.
Goıchon bu konuda şunları söylüyor: “Orta Çağ düşünürlerimizden biri
üzerinde bir etüt olmasın ki, onun İbn Sina felsefesiyle irtibatları araştırılmamış
olsun. Hatta bu etütler ne kadar derinleşirse, İbn Sina’nın sadece onların rahatça
başvurdukları bir kaynak değil; aynı zamanda düşüncelerinin üstatlarından biri
olduğu da o nispette iyi görülür. O, St. Augustinus, Aristoteles, Boece ve St. Jean
Damascene’den sonra Batı’nın inanıp güvendiği çok yüksek birkaç otoriteden
biridir. Elbette o, tartışılmış ve reddedilmiştir, ama bununla beraber onun etkisi
öylesine derindir ki, eğer Batı, İbni Sina’yı tanımamış olsaydı, Batı düşüncesinin
Orta Çağda ne olacağını hiç bir şey tayin edemezdi.”
İbni Sina’ya güvenen, onu “Asil Filozof” olarak da niteleyen ve kitaplarını
ondan aldıkları bilgilerle yazan Batılı düşünürlerden bazıları şunlardır: Alexandre de
Halles, Guillaume d’Auvergne, Duns Scot, Saint Thomas, Saint Bonaventure,
Albertus Magnus, Roger Bacon.
Ayrıca hem Farabî’nin hem de İbni Sina’nın Tanrı’nın varlığı ve sıfatları
konusundaki açıklamalarından etkilenen bir Yeni Çağ filozofu olarak Spinoza’yı
görmekteyiz. Spinoza, Tanrı’nın “Zorunlu Varlık” olduğu fikrini bu iki filozoftan
aldığı gibi, sıfatların Tanrı’nın zatından ayrı düşünülemeyeceği konusunda da yine
bu iki filozoftan etkilenmiştir.
Batı’da İbni Sina o kadar etkili olmuştur ki, onun düşüncelerini takip edenler,
“Avicennisme” yani İbni Sinacılık ekolünü oluşturmuşlardır. Bunların en önemlisi de
William of Occam’dır.
Gazalî
Batılıların etkilendiği önemli bir İslam düşünürü de Ebu Hamid Gazalî’dir.
Gazalî’nin geliştirdiği nominalizm ve metodik şüphe, kendisinden Occamlı William
ve Descartes gibi filozofların etkilenmesini sağlamıştır. Bilgi kaynaklarından her
birini tecrübe ederek kesin bilgiye ulaşmaya çalışan Gazalî, sonunda sezgide karar
kılmıştır; böylece Descartes Metodu’na zemin hazırlamıştır. Onun “kalp gözü
öğretisi” Pascal’ın aynı düşünceyi geliştirip mistisizme gitmesine yol açmıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
İSLAM DÜŞÜNCESİ’NİN BATI FELSEFESİNE ETKİLERİ
Gazali, Kant’tan altı asır
önce aklı eleştirmiştir.
.
Malebranche, Gazalî’nin vesileci anlayışının etkisiyle Occasionalizm yani
“vesilecilik” felsefesini oluşturmuştur. Gazalî’nin rasyonalizme getirdiği eleştiriler,
İslam dünyasında farklı anlaşılarak felsefeden uzaklaşma sonucunu doğururken,
Batı’da kendisinden altı asır sonra yaşayan Immanuel Kant’ın eleştiri felsefesini
temellendirmiş ve Kant, tıpkı Gazalî gibi rasyonalizmi eleştirerek hakikate akılla
ulaşılamayacağını ve başka yollar aramak gerektiğini ifade etmiştir.
İsmi geçen filozoflardan başka Gazalî’den etkilenen diğer düşünürler de
şunlardır: Raymond Martinis, Alexandre Halles, Guillame d’Auvergne, Albertus
Magnus, Saint Thomas.
İbni Rüşd
İslam dünyasının Batı’da tanınan en önemli düşünürlerinden biri de kuşkusuz
İbni Rüşd’dür. Çünkü Batı, Aristo’yu, İbni Rüşd’ün tercüme ve açıklamaları
sayesinde tanıma imkânı bulmuştur. Hatta Rönesans’ın felsefi akımlarından biri
olan Aristotelizme bağlı olanlar, Aristo felsefesini anlayışlarında İbni Rüşd’e
müracaat etmiş, onun yorumlarını esas almışlardır; bu yüzden onlara aynı zamanda
İbni Rüşdcüler (Averroistler) de deniliyordu. Batı’da İbni Rüşdcülük o kadar
yaygınlaşmıştır ki, XIII. yüzyılda 1209, 1215 ve 1277 yıllarında üç kez İbni Rüşd’ün
eserleri ve okunması yasaklanmış, eserleri yakılmış ve hatta Sige de Barbant isimli
bir Averroist 1266 yılında öldürülmüş, başka bir İbni Rüşdcü olan Orvieto da ömür
boyu hapse mahkum edilmiştir.
Birçok konuda İbni Rüşd etkisine rastlanmakla birlikte en önemli etki,
Aristoteles’i yeniden hayata geçirmesi yönünden olmuştur. İbni Rüşdcü filozoflar
arasında Michel Scot, Roger Bacon, Saint Thomas ve daha birçok filozof sayılabilir.
İbni Bacce ve İbni Tufeyl
İbni Bacce, daha çok Yahudi filozoflar üzerinde etkili olmuştur. İbni Tufeyl’in
Hayy b. Yakzan isimli eseri birçok filozof ve eğitimciyi etkilemiştir. David Hume,
John Locke, Voltaire, J. J. Rousseau gibi eğitimcilerin eğitim anlayışları üzerinde
“doğal insan” görüşüyle etkili olmuş; “doğal din” anlayışıyla David Hume’a tesir
etmiş ve nihayet başta Daniel Defoe’nun Robinson Crusoe adlı romanı olmak üzere
birçok romancıya ilham vermiştir.
Batı Düşüncesi’nde 17. yüzyılda ortaya çıkan Occasionalizm, yani vesilecilik
anlayışı ve bunun temsilcileri olan Geulincx ile Malébranche’ın insanın fiilleri
konusundaki sözleri, tamamen Cebriye ekolünü hatırlatmaktadır. Bu iki filozof,
insanların tüm eylemlerinin Tanrı tarafından belirlendiğini ve insanın hiçbir
hürriyetinin bulunmadığını iddia etmektedirler ki, bu da İslam kelam ekollerinden
Cebriye’nin tutumuyla örtüşmektedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
İSLAM DÜŞÜNCESİ’NİN BATI FELSEFESİNE ETKİLERİ
Tartışma forumu
Tartışma
Görülüyor ki İslam dünyasının çeşitli vesilelerle Batı dünyasına tanıtıcı ve
buna bağlı olarak da kurucu ve geliştirici etkileri olmuştur. (Ülken, 1962: 7-17;
Aydın, 1985: 621-644)
• Rönesans, Reform gibi düşünce hareketlerinin Avrupa'da
hangi sosyal ve siyasi olaylara neden olduğunu
tartışabilirsiniz.
İSLAM DÜŞÜNÜRLERİNİN BATI BİLİMİNE KATKILARI
Diğer taraftan İslam dünyasında yetişen birçok bilim adamı da
Avrupalılardan daha önce bazı bilimsel icat ve keşiflerde bulunmuş ve bilimsel
konularda etkili olmuşlardır. Birkaç örnekle de bu bilimsel tesirlerden söz etmeye
çalışalım.
İlk katarakt ameliyatını
İbni Sina yapmıştır.
Barut, önce Doğu’da icat edilmiş, İslam medeniyeti vasıtasıyla Avrupalılarca
tanınmış ve ateşli silahlar icat edilerek bunlarda kullanılmıştır. Aynı şekilde kâğıt,
matbaa ve pusula da ilk olarak Doğu’da icat edilip kullanıldıktan sonra gerek Haçlı
Seferleri sırasında, gerekse seyyahların dikkatli gözlemleri sonucunda Batılılar
tarafından keşfedilmiş ve geliştirilmiştir. Doğu’da ve İslam dünyasında bilinen,
fakat bilimin gelişmesi yönünde faydaları tespit edilememiş olan dolayısıyla da atıl
durumda bulunan matbaa ve kâğıt, Batılılarca fark edilir edilmez eğitim ve öğretim
faaliyetlerinin hizmetine sunulmuş ve bunun Avrupa'nın kalkınmasında önemli
katkıları olmuştur. Aynı şekilde Doğu’da sadece yön tayininde kullanılan pusula da
Batılılar tarafından keşfedilince yeni kara parçalarının bulunması amacıyla
kullanılmıştır. Tarım, tıp, edebiyat, ahlak gibi alanlarda da Batı’nın İslam
medeniyetinden aldığı pek çok şey bulunmaktadır.
Söz gelimi Tıp alanında İbni Sina’nın el-Kanun fi't-Tıb isimli eseri Avrupa
dillerine 30 defadan fazla tercüme edilmiş, XVII. yüzyılın ikinci yarısına kadar çeşitli
Batı üniversitelerinde ders kitabı olarak okutulmuştur. İbni Sina, birçok cerrahi
yöntemi geliştirmiş ve ilk katarakt ameliyatını yaparak tarihe geçmiştir. El-Kanun
isimli eserinde insan anatomisini en ince teferruatına kadar çizimlerle göstermiştir.
Hastalıkların birçoğunun nedeninin gözle görülemeyen bazı kurtçuklardan
kaynaklandığını söyleyerek mikrop veya bakterilere dikkat çekmiştir. İbni Sina
anatomiyle ilgili bilgilerini bizzat kadavralar üzerindeki gözlemlerine dayanarak
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
İSLAM DÜŞÜNCESİ’NİN BATI FELSEFESİNE ETKİLERİ
yapmıştır. Onun tıbba ve insan sağlığına yapmış olduğu bu katkılardan dolayı bir
Batılı, “Tıbbı, Hipokrat icat etti. Ondan sonra Galen (Calinos) ihya etti. İslam
düşünürü Razî, Hipokrat ve Calinos’u cem etti. Fakat bütün bunlar dağınık ve
noksandı. İbni Sina ise bunların eksiklerini tamamladı.” demiştir. Orta Çağ’da elKanun fi’t-Tıbb’ın Latince bir çevirisinin kapağında İbni Sina ortada başında krallık
tacı ve sağ yanında Hipokrat, sol yanında da Galen olduğu hâlde resimlendirilmiştir.
Batılılar, Ebu Kasım Allaf b. Abbas’ın tedavi yöntemlerini uygulamışlar ve onu
Calinos’la aynı ayarda kabul etmişlerdir. Kan dolaşımından ilk kez söz eden İbni Sina
ve bunu geliştiren İbnü’n-Nefis’tir. Fakat ne yazık ki dünya, kan dolaşımını
Harvey’den öğrenmiş, bunu onun keşfi olarak tanımıştır.
Ebu Bekir Zekeriya Razî, Kitabu’l-Havî isimli eseriyle tanınmıştır. Onun bu
eseri, Continens adıyla yirmi cilt hâlinde Latinceye çevrilmiş ve yıllarca Avrupa
üniversitelerinde okutulmuştur. Kızamık ve çiçek hastalıkları hakkındaki ilk tıbbi
tetkikleri yapan, E. Zekeriyya Razî’dir. Ayrıca E. Z. Razî’nin fizik bilimiyle ilgili önemli
buluşları vardır. Işığın bir ortamdan diğer bir ortama geçerken kırıldığını ortaya
koyan, boşluktaki çekimi isbat eden Razî’dir.
Kızamık ve çiçek
hastalıklarını dünyaya
tanıtan veilk tedavi
yöntemi geliştiren
Razî’dir.
Hatta Razî, fizikte çok kullanılan tecrübe yönteminin kurucusudur.
Avrupalılar bu metottan çok faydalanmışlardır. Bu nedenle, tecrübi metodun
Avrupa veya Batı’nın bir buluşu olduğuna inanmak tamamıyla yanlıştır.... Roger
Bacon’ın bilimle ilgili kavramları, onun ünlü adaşı Fracis Bacon’ın kavramlarından
çok daha açık, seçik ve doğrudur. Ya Bacon ilim ve hikmeti nerede tahsil etti?
İspanya (Endülüs)’nın İslam üniversitelerinde! Gerçekten onun “Opus Majus” adlı
eserinin “Perspektif” (Menazır) bahsine ayrılmış olan 5. bölümü, İbni Heysem’in
“Basariyat” (Optics) adlı kitabının hemen hemen bir kopyası gibidir. Ayrıca bu kitap
İbni Hazm’ın da etkisinde kalınarak kaleme alınmıştır ve her sayfasında bunu
görmek mümkündür.
Bilimin başlangıcının şüphe olduğu hususunda ilk teoriyi Nazzam ortaya
atmış Gazalî daha buna bir açıklık getirmiştir. Bilimde gözlem ve deney metodu
oldukça önemlidir ve İslam bilim adamları, bu yöntemlerin ilk uygulayıcılarındandır.
İtalyan fizikçisi Toriçelli’den önce hava basıncını ilk defa ortaya koyan,
depremde esas sebebin merkezî sıcaklığa dayandığını ifade eden İbni Sina’dır.
Matematik, İslam âlimlerinin en çok ilgi duyduğu alanlardan biridir. İslam
dünyasının yetiştirdiği en önemli matematikçiler arasında Ebu Reyhan el-Birunî,
İbni Sina, İbnu’s-Semh, el-Kerhî ve Ebu Said es-Siczî sayılabilir. Bu matematikçiler,
tam sayılar, kesir sayılar, rasyonel sayılarla ilgilenmişler, cebir problemlerinin
matematiksel çözümünde kullanılan hata prensibini geliştirmişlerdir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
İSLAM DÜŞÜNCESİ’NİN BATI FELSEFESİNE ETKİLERİ
“Kitabu'l-Cebir ve’l-Mukabele” isimli eseriyle cebir ilminin asıl kurucusu
Harezmî’dir. “Cebir” kelimesini ilk defa bu eserinde kullanan Harezmî’den sonra
cebir, bağımsız bir matematik alanı hâline gelmiştir. Bu eserinde Harezmî birinci ve
ikinci dereceden denklemleri grafik yöntemiyle açıklamıştır. XII. yy.da Latinceye
tercüme edilen bu eser, XVI. yy. sonlarına kadar çeşitli Avrupa Üniversitelerinde
temel matematik kitabı olarak okunmuştur. Harezmî bu dönemde Avrupa’nın tek
matematik otoritesi olarak görünmektedir.
Harezmî, bu eserinde matematik yöntemini temellendirmiştir. O, burada “bir
denklemde çıkarılacak oranları bir taraftan öbür tarafa toplanılacak tarzda
aktarmaya cebir; denklemin iki tarafında birbirine benzeyen oranları karşılaştırarak
sadeleştirme yöntemine de mukabele adını vermiştir.”
Cebir ve
logaritma, Harezmî’nin
eseridir.
Bu eserde, bugün matematikte kullanılan rakam yerine x, y, z gibi harflerle
denklem oluşturup sonuca gitme yöntemi de kullanılmıştır ki, bu oldukça yeni bir
yöntemdir.
Yine Harezmî, “el-Muhtasar fi’l-Hesap” adlı eserinde, bugün kullanılan onaronar sayıp yazmak ve dokuzdan sonra bir sıfır koyarak onlar hanesi meydana
getirmekten söz eder. Batılılar bu yönteme, Harezmî’nin isminden yola çıkarak
“algorizme” adını vermişlerdir, bu terim, daha sonra “logaritma” ismine
dönüşmüştür. Ayrıca Harezmî trigonometri tabloları hazırlamış, bu tablolar
Abelardus tarafından Latinceye çevrilmiştir.
Bilindiği üzere “sıfır” ilk olarak Hint dünyasında ortaya çıkmıştır. Ancak bir işe
yaramadan âdeta sıfır değerinde kalmıştır. Harezmî, “el-Muhtasar fi’l-Hesap” adlı
eserinde, sıfırın değerini ortaya koyarak işlemlerde kullanmıştır. Avrupalılar, XII. yy.
da Latinceye çevrilen bu eser sayesinde matematik ve fen bilimlerinde büyük
kolaylıklar getiren sıfırın değerini ve kullanılmasını öğrenmişlerdir.
Astronomi konusunda İslam âlimleri çok çalışmışlar ve birçok rasathaneler
kurmuşlardır. Meşhur astronomi âlimleri arasında el-Birunî, Nasirüddin Tusî, Ömer
Hayyam, Uluğ Bey, Kadızade-i Rumî sayılabilir.
Kadızade-i Rumî, 15. yy. başlarında gökc isimlerinin kendi yörüngeleri
üzerindeki hareketlerini incelemiş, gök cisimlerinin koordinatlarını tespit etmiştir.
Tüm bunları yaparken de matematiğin en son kurallarını geliştirerek uygulamıştır.
Astronomi için gerekli olan fizik kurallarını da astronomiye ilk tatbik eden,
Kadızade-i Rumî’dir.
Yazdığı eserleriyle Batı bilim dünyasında matematik ve astronominin gerçek
bilgini olarak tanınan Kadızade, insanlığın pozitif bilimlere önem vermekle
ilerleyebileceği kanaatindedir. Yaşadığı dönemde yıldızların hareketlerinden
anlamlar çıkarma olarak anlamlandırabileceğimiz astrolojiye asla değer
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
İSLAM DÜŞÜNCESİ’NİN BATI FELSEFESİNE ETKİLERİ
vermemiştir. Bu yüzden o, Adnan Adıvar’ın dediği gibi Osmanlı Türklerinin
yetiştirdiği en önemli ve önde gelen astronomi bilginidir. O, Semerkant
Medresesinin temel direğidir. Bu medresede kendisinden sonra bilim bayrağını
taşıyacak olan pek çok astronomi âlimi yetiştirmiştir. Bunlar arasında Uluğ Bey,
Fethullah Şirvanî ve Ali Kuşçu gibi bilim adamları da vardır. Semerkant
Rasathanesinde pek çok araştırmalar yapan Kadızade, dünya bilim tarihine adı altın
harflerle yazılan bir şahsiyettir.
Bir başka astronomi bilgini de Uluğ Bey’dir. Semerkant’ta bina ettiği
rasathanede yaptığı araştırmalar, günümüz astronomi çalışmalarına ışık tutacak
niteliktedir. Bu araştırmalarının sonuçları “Zic-i Uluğ Bey” isimli kitapta
toplanmıştır. Yıldız Kataloğu anlamında olan bu eserde, kendinden önce Batlamyus
ve Nasirettin Tusî tarafından hazırlanan kataloglardaki noksanlıklara temas etmiş,
onların eksek yönlerini tamamlamış, yıldızların hareket durumlarını gözlemlerle
tespit edip koordinatlarını belirlemiştir.
Mirim Çelebi,
Kopernik’ten daha önce
Güneş merkezli evren
anlayışını ortaya
koymuştur.
Astronomi bilimine katkı sağlayan bir diğer Türk-İslam âlimi de Ali Kuşçu’dur.
“Risale fi’l-Fethiye” adlı eserinde ekliptiğin, yani güneşin yörüngesinin değerlerini
ve ölçümlerini 23 derece 30 dakika olarak belirlemiştir. Bu değerler, bugünkü
ölçüm değerlerine çok yakındır. “Hallü’l-Eşkâli’l-Kamer” ismini verdiği eserinde
ayın; dolunay, ilk dördün, son dördün, yarım ay, hilal gibi şekillerinin ölçümlerle
tanıtımını sağlamıştır.
Fatih Sultan Mehmet, pozitif bilimlerin gelişmesini sağlamak için Ali
Kuşçu’nun İstanbul’a yerleşmesini çok istemiş, o da astronomi ve matematik
konularında çağının sınırlarını aşan önemli eğitim ve öğretim faaliyetlerinde
bulunmuştur. İstanbul’da fen bilimleri konusunda çalışan bilim adamı adaylarından
olan Koca Sinan Paşa, Mirim Çelebi ve Molla Lütfi gibi yeni bilginlerin yetişmesini
de sağlamıştır. O, eserleriyle astronomi ve matematiğe yeni keşifler ve yöntemler
getirmekle kalmamış, yetiştirdiği öğrencilerinin de bilimde önderlik etmelerini
sağlamıştır. Örneğin öğrencisi Mirim Çelebi, Polonyalı astronomi bilgini
Kopernik’ten 20 yıl kadar önce Aristoteles ve Batlamyus’un yer merkezli evren
görüşünü eleştirmiş ve Güneş’in evrenin merkezi olarak düşünülmesi gerektiğini
söylemiştir. Bilindiği gibi Kopernik, heliosantrik denen, güneş merkezli evren
anlayışını keşfederek bilimin ilerlemesine önemli katkılarda bulunmuştur.
Gezegenlerin sayısının dokuz olduğunu, dünyadaki en ufak bir hareketin bile
henüz keşfedilmemiş galaksilerde fark edildiğini, atomun çok büyük bir güç
olduğunu, kontrol altına alınmazsa tahribinin çok tehlikeli olacağını yüzyıllar
öncesinden Mevlânâ ortaya koymuştur.
İslam dünyasında ziraatla ilgili çalışmalar da yapılmış ve Batılılar bunlardan
da yararlanmışlardır. Ebu Zekeriya el-Avam’ın ziraat esaslarını ortaya koyduğu
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
İSLAM DÜŞÜNCESİ’NİN BATI FELSEFESİNE ETKİLERİ
“Kitabu’l-Hulasa”sı Don Antonio Banqueri tarafından Latinceye çevrilmiş ve
buradaki kurallar uygulanmıştır.
Eczacılık, coğrafya, musiki gibi birçok konuda da Müslümanların yaptıkları
çalışmalar, Batı’ya öncülük etmiştir. Örneğin Birunî coğrafyayı ve özellikle Hint
dünyasını ilk defa inceleyen bir coğrafya bilginidir. Gazneli Mahmut ve ailesinin
maddi destekleriyle Hindistan’a bilimsel seyahatler yapan Birunî’nin, Hint insanının
yapısını, burada inanılan dinleri ve Hint yarımadasının coğrafi yapısını incelediği
“Tahkik ma li’l-Hind” isimli eseri, Hint dünyasını tanıtan bir müracaat eseri
olmuştur. Hatta denilebilir ki, dinler tarihi alanında yazılmış ilk bilimsel eserdir.
Batılılar, Hint dünyasına bilimsel amaçlarla ancak 19. yy. ın sonlarında
yönelmişlerken, bir Türk bilim adamı ve onu destekleyen bir Türk devlet adamı,
daha 11. yy. da Hint dünyasını bilimsel olarak keşfetmişlerdir.
Farabî’nin “Kitabu’l-Musiki el-Kebir” isimli musiki eseri Latinceye tercüme
edilerek nota ve sol anahtarı tanınmıştır.
XII. yy. ın sonları ve XIII. yy. ın başlarında bugünkü robot teknolojisi
diyebileceğimiz ilk otomatlar, bir Türk-İslam bilgini olan Cezerî tarafından
yapılmıştır. Değişik konularda insanların işlerini kolaylaştırabilecek tarzda otomatik
makinalar, yani robotlar geliştiren Cezerî, bunların nasıl çalıştıklarını ve ne gibi
faydaları olabileceğini kitaplarında açıklamıştır.
Cezerî’nin yaptığı makinelerinden sadece birinden söz ederek modern
mühendisliğin gelişmesine doğrudan doğruya nasıl katkıda bulunduğunu
belirtebiliriz. Su çarkı ile işleyen tulumba a) çift etki ilkesinin uygulanması b) dönme
hareketinin ileri-geri harekete çevrilmesi c) emme borusunun bilinen ilk kullanılışı
olmasından dolayı çok önemlidir. Bu otomat, buhar makinesinin ve emme basma
tulumbanın ilk örneği sayılabilir. Söz konusu makinede akan suyun çevirdiği çark
düşey düzlemde bir dişliyi, bu dişli de yatay düzlemdeki diğer bir dişliyi
döndürmektedir. Yatay dişlinin çevresine yakın bir yerde düşey bir pim
bulunmaktadır. Bu pime ortası yarık ve diğer ucu yine bir pimle sabitleştirilmiş bir
çubuk geçirilmiş ve bu çubuğa da tulumbaların piston kolları bağlanmıştır. Yatay
dişli dönünce yarık çubuk açısal bir hareket yapmakta, piston kolları da ileri geri
gidip gelerek tulumbaları çalıştırmaktadır.
Fizik, kimya, tabiat bilimlerinin yanında sosyal bilim olarak
niteleyebileceğimiz tarih, sosyoloji gibi bilimlerle de ilgilenilmiştir. Örneğin
sosyolojiyi bilimleştiren ve tarihi, bir olaylar yığını olmaktan çıkararak tarih
felsefesinin temellerini atan İbni Haldun'dur.
Orta Çağ’da Avrupa
insana değer
vermezken, Yunus
Emre, Mevlânâ gibi
Türk-İslam düşünürleri
insana yüce bir değer
vermişlerdir.
Diğer taraftan tasavvuf konusunda da önemli şahsiyetler yetiştiren İslam
dünyası, Batı mistisizmine katkılar sağlamıştır. Muhyiddin İbnü’l-Arabî, Mevlânâ,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
İSLAM DÜŞÜNCESİ’NİN BATI FELSEFESİNE ETKİLERİ
Yunus Emre, Hallac-ı Mansur gibi şahsiyetler hem mistisizmin gelişmesine hem de
hümanizmin ortaya çıkmasına katkı sağlamışlardır. Söz gelimi Dante, İlahi
Komedya’yı yazarken cennet, cehennem ve miraç gibi konularda İslam
tasavvufundan etkilenmiştir. (Özden, 1997: 53-62)
RÖNESANS SONRASI BATI MEDENİYETİ VE İSLAM
DÜŞÜNCESİ
Batı, Orta Çağ’da yakından tanıdığı Müslüman düşünürler ve bilim
adamlarının eserlerini iyi etüt ederek her sahada kendini yenilemeyi bilmiştir.
Dindeki reformasyondan siyasi alandaki yeniden şekillenmeye, edebiyat ve
sanattaki rönesanstan bilimdeki gelişmelerine kadar Batı, İslam dünyasına çok şey
borçludurlar.
Bununla birlikte Batılılar, bu gerçeği kabul etmekten kaçınmaktadırlar. Batılı
düşünür ve bilim adamlarında, İslam düşünürlerinde gördüğümüz kadirşinaslık
örneklerine nadiren rastlanmaktadır. İslam düşünürleri içinde bulundukları kültürel
yapının gereği olarak eserlerinde, istifade ettikleri bilim adamı veya filozoflardan
hem faydalandıklarını belirtmişler hem onlardan hürmet ve saygı ile söz etmişler,
hem de yeri geldikçe onları tenkit etmekten geri kalmamışlardır. O hâlde İslam
düşünürleri, Batılı fikir adamlarının düşünceleri hakkında ne mutlak kabul, ne de
mutlak ret yolunu benimsemişler, iki tarzın arasını telif ve tevil ederek uzlaştırmacı
bir usul takip etmişlerdir. Hâlbuki yukarıda verdiğimiz örneklerden de anlaşıldığı
üzere Batılı düşünürlerden büyük bir kısmı İslam dünyasındaki gelişmelerden
haberdar olduğu ve hatta istifade ettiği hâlde bunlardan hiç söz etmeksizin bütün
bulguları kendilerine ait olduğunu gösterme yolunu tercih etmişlerdir. Bu durum
bilimsel ahlaka uygun olmadığı gibi Batı medeniyetinin kaynağının tespitini de
zorlaştırmaktadır. Avrupa uygarlığının başlamasında etkili olan tecrübi metodun ve
diğer birçok bilimsel unsurun kısmen veya tamamen İslam düşünürlerinden alındığı
göz önünde bulundurulursa Batı uygarlığının İslam medeniyetine çok şey borçlu
olduğu ortaya çıkar. M. İkbal, bu durumu şöyle ifade etmektedir: “Gerçeğe bakılırsa
Avrupa, kendi bilimsel metotlarını İslam ve Müslümanlardan ödünç aldığını
kabullenmekte bir hayli geç kalmıştır. Fakat en nihayet bu gerçeği kabul etmek
zorunda kalmıştır.”
Bu bağlamda M. İkbal’in, Briffault’ın “Making of Humanity” (İnsanlığın
Oluşumu) isimli kitabından naklettiği ifadeler oldukça anlamlıdır: “Bilim, İslam
medeniyetinin çağdaş dünyaya ihsan ettiği bin bir nimetlerin en büyüğü ve en
yararlısıdır. Ancak bunun semereleri, aradan epeyce zaman geçtikten sonra
görülmüştür Müslüman Endülüs kültürünün karanlıklara gömülmesinin üstünden
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
İSLAM DÜŞÜNCESİ’NİN BATI FELSEFESİNE ETKİLERİ
uzun zaman geçtikten sonradır ki, onun doğurmuş olduğu dev, bütün gücü ve
haşmetiyle ayağa kalktı. Avrupa’yı yeniden hayata kavuşturan yalnız bilim değildi.
İslam kültür ve medeniyetinden gelen daha başka ve türlü türlü birçok tesirler,
Avrupa’nın hayatına ilk ışıkları saçtı... Gerçi Avrupa’nın kalkınmasında hiçbir aşama
yoktur ki, onda İslam kültür ve medeniyetinin kesin ve kalıcı etkisi görülmesin...
Bizim ilmimizin, Müslümanların ilmine olan minnet borcu, sadece devrim yapan
teorilerin şaşırtıcı buluşundan ibaret değildir. Bilimin, İslam kültürüne olan borcu
çok daha büyük boyuttadır. Bizzat varlığını ona borçludur.” Bir başka Batılı:
“Tarihten Müslümanları silerseniz, ilmî rönesansımız asırlarca geri kalmış olur.”
derken bilim tarihçisi George Sarton da: “İslam olmasaydı Rönesans
gerçekleşemezdi.” demektedir.
“İslam Düşüncesi
olmasaydı, Rönesans
gerçekleştirilemezdi.”
Sarton
Bütün bu açıklamalardan sonra şunları söylemek mümkündür: Gelişme ve
ilerlemede kültürel temas ve alışverişlerin önemli payı vardır. Nasıl ki Müslümanlar,
hem Doğu hem de Batı kültürlerine müracaat ederek ve onlardan bir şeyler alarak
İslam medeniyetini kurmuşsa, aynı şekilde Batı da İslam medeniyetinden ve bu
uygarlık aracılığıyla Uzak Doğu’dan birçok unsurlar almak suretiyle kendi gelişme
safhasının başlangıç noktası olan rönesansını gerçekleştirmiştir. Batılı kendi dışında
cereyan eden olaylardan işine yarayanları alırken, bunları tamamen kendi
benliğinden kaynaklanmış gibi kültürüne mal etmiştir. Daha başka bir anlatımla
Batı, İslam medeniyeti ve Doğu’dan ham madde olarak aldıklarını mamul hâle
getirerek ortaya koymuştur. Mesela Doğu kültürlerinden öğrendiği barutu, küçük
bir kabın içerisinde sıkıştırıp onu ateşleyecek mekanizma olan tüfeği icat eden Batı
insanıdır. İslam dünyası aracılığıyla tanıştığı pusulayı, uçsuz bucaksız denizlerde yön
tayin aracı olarak kullanıp bilinmeyen kıtaları keşfeden yine Batı uygarlığıdır.
Bütün bunları karanlık bir dönemden henüz çıkmış olan insanların
gerçekleştirebilmesi için başka bir şeye daha ihtiyaç vardır. Batı insanı, İslam
dünyasının ilk gelişme yıllarında Müslümanlarda mevcut olan ve büyük bir uygarlık
olma yolunu açan serbest ve bağımsız düşünebilme ve üretme mantığını ve yine o
zamanlar fazlasıyla bulunan hoşgörü anlayışını da görmüş ve onu kendi içinde
tatbik yoluna gitmiştir. Bu bir zihniyet transferidir. Batı dünyası, transfer ettiği bu
yeniden yapılanma zihniyetini o zamandan bu zamana devam ettirmektedir ve öyle
görünüyor ki, devam ettirecektir. İslam dünyası ise yakaladığı bu çok önemli
gelişme seyrini çeşitli sebeplerden dolayı devam ettirememiş, hatta diyebiliriz ki,
Batı’ya bütün olumlulukları devretmiş, Orta Çağ’ın içine kapalı statik yapılı
zihniyetine bürünmüştür.
Batı uygarlığının, Doğu dünyasının (sadece İslam dünyası değil) önüne
geçmesinde yukarıda belirtilen faktörlerin yanında, bu iki dünyanın insanlarının
yapısal özelliklerinden kaynaklanan farklılıklar da gelişme süreci ibresinin Batı
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
İSLAM DÜŞÜNCESİ’NİN BATI FELSEFESİNE ETKİLERİ
dünyası tarafında olmasını sağlamıştır. Zira Doğu insanı daha soyut düşünürken;
Batı insanı, hem düşündüklerini daha rahat bir şekilde pratiğe aktarma özelliğine
sahiptir hem de olaylara daha pragmatik açıdan yaklaşmaktadır. Sadece bilmekle
yetinmeyip bilinenleri uygulama alanına aktarmakla bilim ve teknolojide ilerleme
kaydedilebilir. Batı’nın, metot dâhil belki bir çok konuda oldukça fazla şeyler aldığı
İslam ve Doğu dünyasını, bildiklerini uygulama sahasına aktararak geride bıraktığı
kanaatine ulaşmak, yanlış bir tahmin olmasa gerektir. Aradaki mesafenin
kapanması için nelerin yapılması gerektiği konusu ayrı bir araştırmayı gerektirdiği
için burada bu hususu tartışacak değiliz.(Özden, 1997: 53-62; Özden, 1996: 225232)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
İSLAM DÜŞÜNCESİ’NİN BATI FELSEFESİNE ETKİLERİ
Etkileşimli Alıştırmalar
Alıştırmalar
Özet
•Dünyada mevcut kültür ve medeniyetler, birbirlerinden bağımsız olarak
gelişmemiş, birbirlerine etkileri ve katkıları olmuştur. Nasıl ki İlk Çağ Yunan
Felsefesi, İslam Felsefesi'nin doğuşunda ve gelişmesinde etkili olmuşsa,
İslam Felsefesi de Orta Çağ’dan itibaren Batı Düşüncesi üzerinde etkili
olmuştur. Batı dünyasının Rönesans gerçekleştirip Orta Çağ’ın
karanlıklarından kurtulmasında İslam dünyasının ve düşünce yapısının
önemli etki ve katkıları olmuştur. Dolayısıyla kültürler ve felsefeler arasında
doğal olarak etkileşimler olmaktadır. Hatta bu etkileşim kaçınılmazdır. Bilim
ve felsefenin devamlılığı için de gereklidir. Bunlar arasında hangi kültür ve
medeniyet daha metodik ve uygulamaya yönelik tutuma sahip olmuşsa
uygarlık yarışında bayrağı o taşımış ve ipi göğüslemiştir. Geçmişte uzun süre
bu bayrak taşıyıcılığı görevini, İslam dünyası ve bu medeniyet içerisinde de
Türkler yerine getirmiştir. Asrımızda ise yine uzun bir zamandan bu yana
bayrak, Batı uygarlığının elindedir. İnsanlık devam ettiği müddetçe bayrak
el değiştirecektir. Ama her zaman bildiklerini pratiğe aktarabilenler ve daha
çok çalışanlar insanlık tarihine yön vereceklerdir.
• Öğrendiklerinizi etkileşimli alıştırmalarla
pekiştirebiirsiniz
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
İSLAM DÜŞÜNCESİ’NİN BATI FELSEFESİNE ETKİLERİ
DEĞERLENDİRME SORULARI
Değerlendirme
sorularını etkileşimli
olarak
cevaplandırabilirsiniz
1. Aşağıdakilerden hangisi Orta Çağ Batı Felsefesi’nin adlarından biridir?
a) Cartesianizm
b) Patristik felsefe
c) Meşşaîlik
d) İşrakîlik
e) Dehrîlik
2. İslam düşüncesinin tüm Avrupa tarafından tanınmasında etkili olan en
önemli ülke hangisidir?
a) Almanya
b) Fransa
c) İspanya
d) İngiltere
e) Yunanistan
3. Kindî’nin İbraniceye de tercüme edilen eseri aşağıdakilerden hangisidir?
a) Risale fi Mâhiyeti’l-Akl
b) Fi’l-Cevahiri’l-Hamse
c) Risale fi Mahiyeti’n-Nevm ve’r-Rüya
d) Kitabu’t-Tuffahe
e) Kitabu’ş-Şifa
4. Aristoteles’in Retorika ve Poetika isimli kitaplarını mantık konuları arasına
alan İslam filozofu aşağıdakilerden hangisidir?
a) Farabî
b) Kindî
c) İbni Rüşd
d) İbni Sina
e) Gazalî
5. İbni Sina’nın Yeni Çağ Felsefesi’nde “uçan adam” benzetmesiyle etkilediği
filozof, aşağıdakilerden hangisidir?
a) Spinoza
b) Pascal
c) Malebranche
d) R. Bacon
e) Descartes
6. İslam kelam ekollerinden Cebriye’nin insanın fiilleri konusundaki tutumu,
hangi Batı ekolünü etkilemiştir?
a) Kartezyanizm
b) Rasyonalizm
c) Occasionalizm
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
İSLAM DÜŞÜNCESİ’NİN BATI FELSEFESİNE ETKİLERİ
d) Oryantalizm
e) Empirizm
7. İbni Rüşd’ün fikirlerini Batı’da takip edenlerin oluşturduğu akım
aşağıdakilerden hangisidir?
a) Averroizm
b) Avicennizm
c) Rasyonalizm
d) Sensualizm
e) Realizm
8. Matematiğin bir dalı olan cebir biliminin asıl kurucusu aşağıdaki İslam
düşünürlerinden hangisidir?
a) Birunî
b) Harezmî
c) Cahız
d) İbni Cabirol
e) Kindî
9. Astronomi için gerekli olan fizik kurallarını astronomiye ilk uygulayan
aşağıdakilerden hangisidir?
a) Uluğ Bey
b) Gıyaseddin Cemşid
c) Birunî
d) Kadızade-i Rumî
e) Ali Kuşcu
10. Kopernik’ten önce Aristoteles ve Batlamyus’un yer merkezli evren görüşünü
eleştirerek Güneş’in evrenin merkezi olarak düşünülmesi gerektiğini
söyleyen İslam düşünürü ve bilim adamı aşağıdakilerden hangisidir?
a) Uluğ Bey
b) Ali Kuşcu
c) Kadızade-i Rumî
d) Gıyaseddin Cemşid
e) Mirim Çelebi
Cevap Anahtarı
1.B, 2.C, 3.D 4.A, 5.E, 6.C, 7. A, 8.B, 9.D, 10.E
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
İSLAM DÜŞÜNCESİ’NİN BATI FELSEFESİNE ETKİLERİ
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
Adıvar, A. Adnan(1982). Osmanlı Türklerinde İlim, Remzi Kitabevi, İstanbul.
Adıvar, A. Adnan(1994).Tarih Boyunca İlim ve Din, Remzi Kitabevi, İstanbul.
Aydın, Mehmet(1985). “Türklerin Felsefe Kültürüne Katkıları”, Erdem Dergisi, c. I,
Sayı 3, ss. 621-644, Ankara.
Bayrakdar, Mehmet(1985). İslam’da Bilim ve Teknoloji Tarihi, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları, Ankara.
Bayrakdar, Mehmet(1988). İslam Felselesine Giriş, Ankara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Yayını, Ankara.
Danişmend, İ. Hami(1989). Batı Kaynaklarına Göre İslam Medeniyeti, Yağmur
Yayınları, İstanbul.
De Boer, T. J.(2001). İslam’da Felsefe Tarihi, Terc. Yaşar Kutluay, Anka Yayınları, 4.
Baskı, İstanbul.
Edward J. Jurji, “Arabic And Islamic Philosophy”, A History of Philosophical
Systems, Edt. Vergilius Ferm, New York, 1950, ss.168-170.
Goıchon, A. M.(1986). İbn Sina Felsefesi ve Orta Çağ Avrupasındaki Etkileri, Terc.
İsmail Yakıt, Doğuş Yayınları, İstanbul.
Gökberk, Macit(1980). Felsefe Tarihi, Remzi Kitabevi, İstanbul.
Güngör, Erol(1987). İslam Tasavvufunun Meseleleri, Ötüken Yayınları, İstanbul.
İkbâl, Muhammed(1984). İslamda Dini Düşüncenin Yeniden Doğuşu, Terc. N.
Ahmet Nasır, Birleşik Yayıncılık, İstanbul.
İzmirli, İ. Hakkı(1981). İslam Mütefekkirleri ile Garp Mütefekkirleri Arasında
Mukayese, Sadeleştiren. S. Hayri Bolay, Ankara.
Karaman, Hüseyin(2010), İslam Felsefesi Tarihi, STS Kitap, Rize.
Kayaoglu, İsmet(1987). “ İslam Medeniyetinin Batıya Etkileri”, Ankara İlahiyat
Fakültesi Dergisi, XXIX, ss. 215-221, Ankara.
Keskioğlu, Osman(1987). Müslümanların İlme ve Medeniyete Hizmetleri, Diyanet
İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara.
Nasr, Seyyid Hüseyin(1989). İslam ve İlim – İslam Medeniyetinde Akli İlimlerin
Tarihi ve Esasları, Terc. İlhan Kutluer, İnsan Yayınları, İstanbul.
O’Leary, De Lacy(2003). İslam Düşüncesi ve Tarihteki Yeri, Terc Yaşar KutluayHüseyin Yurdaydın, Pınar Yayınları, İstanbul.
Özden, H. Ömer(1988, 1990). İslam Felsefesi Tarihi Ders Notları, Atatürk
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayını, Erzurum.
Özden, H. Ömer(1996). İbni Sina-Descartes/Metafizik Bir Karşılaştırma, Dergah
Yayınları, İstanbul.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
İSLAM DÜŞÜNCESİ’NİN BATI FELSEFESİNE ETKİLERİ
Özden, H. Ömer(1997). “İslam Düşüncesinin Bilim ve Felsefenin Gelişmesindeki
Rolü”, Felsefe Dünyası, Sayı 24, ss. 53-62, Ankara.
Şerif, M. M.(1991). İslam Düşünce Tarihi, İnsan Yayınları, c. 4 (bu cilt içindeki ss.35206 arasındaki makaleler), İstanbul.
Taylan, Necip(1983). Anahatlarıyla İslam Felsefesi Kaynakları-Temsilcileri-Tesirleri,
Ensar Neşriyat, İstanbul.
Terzioglu, Arslan(1984). “İbn-i Sina’nın Tababeti ve Avrupa’ya Tesirleri”, İbn-i Sina
Doğumunun Bininci Yılı Armağanı, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek kurumu Türk
Tarih Kurumu Yayınları, Derleyen. Aydın Sayılı, ss. 41-66, Ankara.
Türkdogan, Orhan(1991). “ Bilgi Çağında Üniversitelerimiz”, Türk Yurdu, Sayı 41,
İstanbul.
Üçyiğit, Ekrem(1955). “Orta Çağ İslam Medeniyetinin Avrupa Medeniyeti Üzerine
Tesirleri”, Ankara İlâhiyat Fakültesi Dergisi, c. IV. Sayı. 1-2, ss. 31-45, Ankara.
Ülken, Hilmi Ziya(1967). İslam Felsefesi Kaynakları ve Tesirleri, Türkiye İş Bankası
Kültür Yayınları, İstanbul.
Ülken, Hilmi Ziya(1962). “İslam Felsefe ve İtikadının Garba Tesiri”, Ankara İlahiyat
Fakültesi Dergisi, c. X. s. 1-31, Ankara.
Ülken, Hilmi Ziya(1991). “İslam Düşüncesinin Batıya Etkisi”, İslam Düşüncesi Tarihi
(içinde), edt: M. M. Şerif, c. IV. ss. 143-180, İstanbul.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
26
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
ÇAĞDAŞ İSLAM DÜŞÜNÜRLERİ
• Giriş
• Cemaleddin Efganî,
Muhammed Abduh
• Seyyid Ahmet Han, Muhammed
İkbal
• Musa Carullah,Ebü’l-A’lâ
Mevdudî
• İsmail Raci Farukî,
Fazlurrahman, Muhammed
Hamidullah, Ziya Gökalp
• Hilmi Ziya Ülken
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• Çağdaş İslam Düşüncesi'ne
katkıda bulunan fikir adamlarını
öğrenebilecek,
• Çağdaş İslam Düşüncesi'nin ana
konuları hakkında bilgi sahibi
olabilecek,
• Çağdaş İslam Düşünürleri ve ele
aldıkları konular hakkında
açıklamalar ve yorumlar
yapılabileceksiniz.
İSLAM DÜŞÜNCE
TARİHİ
Prof. Dr. Bayram Ali
ÇETİNKAYA
ÜNİTE
14
Çağdaş İslam Düşünürleri
GİRİŞ
İslam Düşüncesi’nin “donma-duraklama” ve “kendisini yenileyememe”
evresinin başlangıcını, İbn Rüşd’e (1126-1198), daha iyimser bir yorumla İbn
Haldun’a (1332-1406) kadar götürmek mümkündür. Ancak İslam dünyası, gerileme
ve ilerleyememe sorununu son üç dört asırdır tüm boyutlarıyla yaşamaktadır. Bu
sorun son iki asırdır, daha derinden ve köklü olarak tartışılmakta, bunun sonucunda
“çağdaş” olarak isimlendireceğimiz düşünür ve mütefekkirler ortaya çıkmaktadır.
Bu bölümde genelde İslam coğrafyasında özel de ise Osmanlı coğrafyasındaki bazı
düşünürlerin kısa biyografileri, belirgin fikirleri ve bazı eserleri ele alınıp kısaca
değerlendirilecektir.
Osmanlı’nın “Yenileşme Dönemi”nde ilim ve fikir adamlarımız Batı Felsefesini
ve filozoflarını takip edip, Osmanlı toplumunu bu düşünce akımlarından haberdar
etmişler, hatta onları değerlendirip eleştirme tavrını dahi gösterebilmişlerdir. Onlar,
sadece Batı Felsefesi’yle sınırlı kalmamış, aynı zamanda Doğu (İslam) felsefesiyle de
daha geniş bir şekilde ilgilenmişlerdir.
Bu düşünürler ve bunların mensup olduğu fikir akımları, sadece o dönemi
etkilemekle kalmamış, Cumhuriyet Dönemi’ni, hatta günümüzü de etkilemiştir. Bu
düşünce akımlarının Türkiye’ye girmelerinden sonra tesirleri sona ermemiş;
varlıklarını günümüze kadar çeşitli siyasi ve felsefi platformlarda sürdürmeye
devam etmişlerdir.
Çağdaş İslam düşünürleri çerçevesinde şu isimler, genel özellikleriyle ele
alınacaktır: Cemaleddin Efganî, Muhammad Abduh, Seyyid Ahmet Han,
Muhammed İkbal, Musa Carullah, Ebu’l-Â’la Mevdudî, İsmail R. Farukî,
Fazlurrahman, Hamidullah, Ziya Gökalp, Abdullah Cevdet, İsmail Hakkı İzmirli, M.
Hamdi Yazır, Şemsettin Günaltay, Nurettin Topçu ve Hilmi Ziya Ülken.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Çağdaş İslam Düşünürleri
Cemaleddin Efganî
İslami araştırma, felsefe ve ilimlerde önemli bir seviyeye ulaşan Cemaleddin
Efganî (1838-1897), ilk çalışmalarını İran ve Afganistan’ta yaptı. Hindistan, Mekke,
Mısır ve İstanbul’da bulunan düşünür, 1884’te öğrenci Muhammed Abduh ile
birlikte Batı’nın sömürgeciliğine karşı Müslümanları bilinçlendirmeyi ve karşı
harekete geçirmeyi hedefleyen Arapça haftalık bir gazete olan Urvetu’l-Vuska’yı
çıkardı. Paris, Londra, İran’da siyasi ve entelektüel çalışmalar yaptı. Hayatının
sonlarında Osmanlı sultanının onu İstanbul’a davet etmesi ve 1897’deki ölümüne
kadar “süslü bir esaret” içerisinde hayatını sürdürdü (Emin, 1991/1: 281).
İslamcı düşünür olarak kabul edilen Efganî, Türk olmadığı hâlde, Türkçülüğü
tavsiye etmiştir. Türkçeye çevrilip Türk Yurdu’nda yayınlanan “Vahdet-i Cinsiye
Felsefesi” isimli makalesinde insanları birbirine başlayan iki bağa (dil birliği ve din
birliği) dikkat çekmiştir. Ona göre dil birliğinin sebatı, dinden daha devamlıdır.
Efganî’ye göre din,
milletleri meydana
getiren yegane prensip
ve insan için gerçek
mutluluk kaynağıdır.
Onun gözden düşmesine sebep olan olay ise, Darülfünûn’un açılışında yaşanmıştır.
Efganî, Hoca Tahsin’in ricasıyla Darulfünun’da bir konferans vermiş ve bu
konferansta “Peygamberlik bir zanaattır.” dedi diye jurnallenmiş ve Darulfünun da
bu olay üzerine kapatılmıştır.
Efganî, Müslümanlar arasında yaygınlık kazandırılmaya çalışılan
materyalizm propagandasına karşı koymuş ve eleştirilerde bulunmuştur.
“Materyalizme Reddiye” adıyla bir kitap yayımlamıştır. Dine yapılan hücumlar
karşısında o, dinin toplum içindeki fonksiyonunun farkındadır. Zira din ona göre
milletleri meydana getiren yegâne prensip ve insan için gerçek mutluluk
kaynağıdır.
Müslümanların “akılcılık” prensibinden yararlanmalarını isteyen Efganî’ye
göre İslam akla başvurur ve kutsal metinler aklın doğru şekilde kullanılmasından
ibarettir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Çağdaş İslam Düşünürleri
Yabancı müdahalerle mücadele içindeki Efganî için, Batılıların “klonileştirme”
adını verdikleri hususlar: “Bölüp parçalama”, “nüfusu azaltma” ve “yok etme”dir.
Bundan dolayı Müslümanların, kendilerini yabancı hâkimiyetinden kurtulabilmeleri
için, bir tek halife altında birleşmeleri gerekir. Batılıların Müslümanların ıslahına ve
uyanışının önüne set çekmeyi çalışsalar da, Müslüman coğrafyanın büyük bir
savunma ittifakı içerisine girip birleşmeleri gerekir. Bunun için de, Batı’daki
ilerlemenin teknik açıdan kavranması ve Avrupa’nın gücünün sırlarının farkında
olmak lazımdır. Dolayısıyla İslam ülkeleri birbirinden bağımsız olarak tek bir idealde
birleşmelidirler. Efganî, bu ve benzeri fikirlerini “İslam Birliği” başlığı altında
Urvetu’l-Vuska’da kaleme almıştı.
Efganî, İslam’ın ve
hükümlerinin Müslüman
ülkeler üzerine hâkim
kılınmasına katkıda
bulunmanın, bütün
Müslümanların görevi
olduğuna inanmaktadır.
Diğer taraftan Efganî, İslam’ın ve İslam kanunlarının bütün Müslüman ülkeler
üzerine hâkim kılınmasına katkıda bulunmanın, bütün Müslümanların yapmakla
mükellef oldukları görevler olduğunu düşünmektedir.
Eserleri: Er-Reddu ale’l-Dehriyyin, Makalat-ı Cemaliyye, El-Urvetu’l-Vuska
(M. Abduh’un katılımıyla), El-Kaza ve’l-Kader (Emin, 1991/1: 282-286).
Muhammed Abduh
İlk olarak Tanta’daki Ahmedî Mescidi’nde öğrenim gören Muhammed Abduh
(1849-1905), 1866 yılından itibaren Ezher’in eğitim sistemine dahil oldu. Abduh,
Ezher’in müfredat programı dışında kalan felsefe, mantık, matematik, ahlak ve
siyaset üzerinde çalıştı. Onun hem klasik İslam eserlerini farklı bir gözle
değerlendirmesine hem de Batılı eserlerden faydalanmasına Efganî sebep
olmuştur.
Efganî’ye duyduğu hayranlığı Risaletu’l-Varidat adlı ilk eserinde dile getiren
Abduh, Ezher’de din, mantık ve ahlak dersleri vermeden önce de dışarıda özel
dersler verdi. Ezher Üniversitesinin yönetiminde bulunmasıyla birlikte Abduh,
Ezher’de tarih, coğrafya, tabiat tarihi, matematik ve felsefe gibi bilimlerin müfredat
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Çağdaş İslam Düşünürleri
programlarında yer almasını sağladı. 1899 yılında Mısır Baş Müftülüğüne
getirilmesi, Abduh’un fikirlerini geniş bir alana yayma imkânı sağladı.
Batılı siyaset ve fikir adamlarıyla entelektüel tartışmalarda bulunan Abduh,
1902’de Fransa Dışişleri Bakanı Gabriel Hanotaux’un “Müslüman Sorunuyla Karşı
Karşıya” başlıklı yazısı üzerine bu bakanla fikrî münakaşaya girdi. Benzer şekilde
Abduh, El-Câmia dergisinin Hristiyan editörünün İbn Rüşd hakkında yazdığı yazıya
cevap olarak Menâr’da bir dizi makale kaleme aldı (Emin, 1991/2: 293).
Donukluğa ve durağanlığa karşı dinamizmi ve değişimi öneren Abduh, bu
çerçevede içtihadı savunmuş, taklitle savaşmaktan asla geri durmamıştır. Ona göre
bazılarının iddia ettiği gibi içtihad kapısı kapalı olmayıp, ardına kadar açıktır.
Abduh, İslam dünyasının
fikrî durgunluk, taklitçilik
ve monotonluktan
kurtuluşunu, akılcılıkta
görür.
İnsan zekâsının ve tabii aklının bir otoritenin kararı veya vahyin rehberliği
olmadan da iyi ve kötü arasındaki ayırımı yapabilecek yetenekte olduğunu düşünen
Abduh’a göre, ilkel toplumların tarihi ve çok küçük yaştaki çocukların dinin
mahiyetini kavrıyor olmaları buna işaret etmektedir.
Abduh, İslam dünyasının son üç yüzyıldaki fikrî durgunluk, taklitçilik ve
monotonluktan kurtuluşunu, akılcılıkla aşmanın mümkün olduğuna inanır. Bununla
birlikte o, ahlakta ıslahat için en önemli vasıta olarak dini görür. Abduh, ıslahata
dinî kavramlardan başlamak gerektiğini düşünmektedir.
Abduh önem verdiği tefsirini (Menâr) tamamlayamadı. Ancak bazı kısımlarını
neşretmiş olan öğrencisi Reşid Rıza, tefsiri tamamlayarak yayımladı. Abduh,
Kur’an’ı parçalar hâlinde değil, bir bütün olarak ele almak gerektiğini, yüzeydeki
farklılığın altındaki vahyi bütünlüğü ancak bu şekilde görebileceğimizi ifade
etmektedir. Tefsirinde Abduh, Kur’an’ın evrensel mesajını öne çıkarmaktadır. O,
İslam’ın tüm kültürlere, tüm zamanlara ve tüm halklara uygun evrensel bir din
Abduh, Batı’dan alınmış
yeni metotlarla,
geleneksel İslam
öğretim metotlarını
uzlaştırma çabası içinde
olmuştur.
olduğu ilkesinden hareket etmiştir. (Emin, 1991-2: 303).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Çağdaş İslam Düşünürleri
Abduh, kendi insanlarını, ıslahın kendiliğinden gerçekleşmesini beklemeyip,
topluma karşı sorumluluklarını yerine getirmeleri için ikaz etmektedir. Batılı fikirleri
ve âdetleri körü körüne taklit etmeyi bırakıp, aşamalı bir şekilde kendi kurumları
üzerine kültürlerini bina etmeye çağırmaktadır. O, dışta değil, içte gerçek bir ıslahın
inşasını arzulamaktadır. Özetle Abduh, Batı’dan alınmış yeni metotlarla geleneksel
İslam öğretim metotlarını uzlaştırma çabası içinde olmuştur.
Eserleri: Risaletü’l-Varidat, Menar Tefsiri, Risaletü’l-Tevhid, el-İslam ve’lNasraniyye maa’l-İlm ve’l-Medeniyye.
Seyyid Ahmet Han
Delhi’de seçkin bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Seyyid Ahmet Han
(1817-1898), Hint Müslümanlarının sosyal ve fikrî açıdan yeniden dirilmesini
gerçekleştirmeyi amaçlamıştır.
Seyyid Ahmet, bir yandan şüpheci ve din dışı Batılı akımlara, diğer yandan da
Batılı eğitim sistemine yönelik muhalefete şiddetle karşı çıktı. O, hedefine ulaşmak
için Muhammeden Oriental Koleji’nde çalışmalarını devam ettirdi. Kolej, kendine
özgü bir mezunlar topluluğu yetiştirdi ve ardından Aligarh, Müslüman Hindistan’ın
siyaset ve eğitim merkezi hâline dönüştü.
Seyyid, İslam’ın bilimsel araştırmalara karşı olmadığını belirterek, İslam’daki
dinî düşüncenin yeni bir sentezini ortaya koyma gayretine girişti. Bu kapsamda
İslam’ın Batı bilimleriyle birlikte öğretileceği yeni bir eğitim sisteminin kurulmasını
önerdi.
1864’te Muradabad’daki Scientific Society’i kuran Seyyid Ahmet, bu
kuruluşu tarih, siyaset, ekonomi, tarım, matematik ve diğer konularla ilgili güzel
İngilizce tercümeler yayımlayan Aligarh’ın merkezi yaptı.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Çağdaş İslam Düşünürleri
1878’de Hindistan Meclisi’nin üyeliğine seçilen Seyyid Ahmet, yaklaşık 4 yıl
burada kalarak; Kanunname hâline gelen özel bir kanun tasarısını meclise sunan ilk
Hindistan’lı oldu (Hamid, 1991: 382).
Büyük müfessirlerinin eserlerini sorgulayan Seyyid Ahmed, Kur’an’ın her
çağın ihtiyaçlarına göre yeniden anlaşılmasına ve yorumlanmasına inandı.
Yorumlarının ana vasıtası olan akılla, Seyyid Ahmet, Kur’an’ın sık sık başvurduğu
tecrübi aklı ifade eder. Buna “beşerî akıl” veya “akl-ı küllî” diyen Seyyid Ahmed’e
göre aklın temel fonksiyonu, eşyanın tabiat ve hakikati hakkında bilgi edinmektir.
Vahyi, insanın akli gelişiminin tabii bir gelişimi olarak gören Seyyid Ahmet’e
göre, en üst derecede bir akla sahip olan lider ve önderler, insan hayatının hem
dinî hem de dünyevi alanlarında görünürler ve istisnasız tümü ilahî aydınlanmaya
ve vahye ulaşırlar.
Seyyid Ahmet, nübüvvetin “vehbî” olduğunu ileri süren kelamcıları tamamen
reddeder. Ona göre peygamberlik, çiçekler ve meyveler gibi, uygun zamanı bulduğu
zaman yeşeren beşerî yetenek ve istidatlara benzer tabii ve özel bir melekedir.
Peygamber tüm vahiyleri, doğrudan Allah’tan alır. Cebrail aslında, peygamberî
Seyyid Ahmed’e göre
aklın temel fonksiyonu,
eşyanın tabiat ve
hakikati hakkında bilgi
edinmektir.
melekenin sembolik bir ifadesidir. Aslında vahiy de dışarıdan gelen bir şey değildir.
Beşerî bilinç aracılığıyla işleyen ilahî akıldır.
Seyyid Ahmet, bir kimsenin tabiat kanunları üzerinde tefekkür ederek ahlaki
hakikatlere ulaşmasını imkân dâhilinde görür. Allah’ı ilk sebep ve tabiatın yaratıcısı
olarak gören Seyyid’e göre Tanrı-âlem ilişkisi, saatçi-saat ilişkisi gibidir. Nasıl usta
makinanın özel işleyişinden, parçaları arasındaki bağlantıdan ve diğer tüm
fonksiyonlardan sorumluysa Tanrı da kâinatın yaratıcısıdır.
İslam’ın tüm kültürel mirasını yeniden ele almak ve çağdaş gelişmeler
ışığında yorumlamak gerektiğini düşünen Seyyid Ahmet, içtihat kapısının
kapandığını söyleyenlere şiddetle karşı çıkar.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Çağdaş İslam Düşünürleri
Eserleri: Tahrîr fî Usuli’t-Tefsir, Tefsirü’l-Kur’an, Hutubat-ı Ahmediyye.
Muhammed İkbal
Siyalkut’ta doğan Muhammed İkbal (1873-1938), o zamanlar İngiliz-Hindu
sisteminin yürürlükte olduğu devlet okullarından birine girer ve üniversite
öğrenimini için Lahor’da tamamlar.
İkbal, çok zengin bir edebî ve felsefi potansiyelin mirasçısı olmuştur. İslam ve
Doğu düşüncesindeki bütün güzellikleri özümsemiş bunlara, geçmiş ve çağdaş Batı
edebiyatının, felsefenin ve kültürünün bilgisini ilave etmiştir. Onun ilgi alanları dinî,
felsefeyi, sanatı, ekonomiyi, İslami yaşayışın ihyasını ve insanlığın evrensel
kardeşliğidir.
İkbal, 1908 yılında Almanya’da doktorasını tamamlamış olarak, Doğulu da,
Batılı da olmayan bir bakış tarzı edinmiş ve Avrupa’dan ülkesine dönmüştür.
Batı’nın dengesiz, tek yönlü gelişiminin ahlaktan ve maneviyattan mahrum olduğu,
Doğu’nun dindarlığının ise aldatıcı bir güç olduğu sonucuna ulaşır. İkbal’e göre Batı
İkbal, akli bilgi ile dinî
tecrübe arasında
aşılması güç bir uçurum
görmemiştir.
bilim ve teknolojik imkânlar bakımından önemli ve kıymetliydi. Bu nedenle Doğu,
fakirliği, sefaleti, diğer sorunlarını önlemek için Batı’yı öğrenip benimsemeliydi
(Abdülhakim, 1991: 405).
İnsanlığı ancak dinî bir bakış kurtarabilirdi, fakat bu da yeniden incelenmeli
ve inşa edilmeliydi. Eğer İkbal, felsefi şiirlerden başka bir şey üretmemiş olsaydı,
onun geniş kapsamlı düşüncelerini derlemek ve başlı başına bir felsefe olarak
vermek çok zor olurdu. Ancak o, bu işi İslam’da Dinî Düşüncenin Yeniden Doğuşu
adlı eserinde kendisi yapmıştır. Konferanslardan oluşan bu eser, özellikle düşünce
üzerinde yoğunlaşmaktadır.
İkbal’in görüşü bütünleyicidir; duyusal algıyı, aklı ve sezgiyi aynı gerçekliği
kavramaya yarayan değişik yollar olarak kabul etmektedir. Onun bütün felsefesi
bir “evrensel ahenk felsefesi” olarak özetlenebilir. İkbal, kendi ahenk felsefesine
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Çağdaş İslam Düşünürleri
Kur’an ayetlerinden güçlü deliller getirmektedir. Onun ideal insanı, akılla vahyi
birleştiren bir ilham ve düşünce adamıdır.
Büyük bir felsefi sistem geliştirememiş olmasına karşı İkbal’in felsefi
düşünüşü hem kapsamlı hem de derinliklidir. Şiirlerinde ve felsefi yazılarında
sunduğu geniş evrensel dinî bakış, insanlığın tümünü kuşatan bir bakıştır. O,
özgürlükçü ve dinamik bir İslam görüşüyle bütün bir İslam dünyasını ihya ve inşa
etmeye talip olmuştur.
Eserleri: İslam’da Dinî Düşüncenin Yeniden Doğuşu, Cavidname, İslam
Felsefesine Bir Katkı, Esrar ve Rumuz, Kulluk Kitabı, Esrar-ı Rumuz, Doğudan
Esintiler, Şarktan Haber.
Musa Carullah
Rostov’un Nadon şehrinde doğan Carullah, Türk dünyasına, Osmanlıya, İslam
dünyasına ve dünyanın farklı bölgelerine seyahatler yapmıştır. Onun ulaşmaya
Musa Carullah (18751949), Kazanlı bir
Müslüman Türk âlimi,
bir mütefekkiridir.
çalıştığı amaç düşünce özgürlüğü çerçevesinde, insanın aklını kullanırken bir takım
bağlardan nasıl kurtulabileceğini bütün gençlere ve insanlara anlatmaktır.
Dolayısıyla Carullah’ın odaklandığı temel sorun, İslam’da aklın hürlüğü, aklın tam
olarak kullanılması için önündeki engellerin kaldırılıp fikir özgürlüğünün sağlanması
gerektiğidir.
İslamiyet’te yalnız kalp birliğini önemseyen Carullah’a göre düşüncelerin
çeşitli ve farklı olmasında bir sakınca yoktur. Zira kalp birliği, tevhid dini olan
İslam’ın en önemli vasıflarından biridir.
Musa Carullah’ın Kazan’da, İstanbul’da, Kahire’de ve benzeri yerlerde
Müslümanları canlandırmak hedefi, onun büyük bir ideali olarak kendini
göstermiştir.
Kalp birliği, tevhid dini
olan İslam’ın en önemli
vasıflarından biridir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Çağdaş İslam Düşünürleri
Hareket noktası İslam olan Carullah’a göre İslam’ı iyi bilmek, iyi yorumlamak
ve iyi yaşamak suretiyle canlanma gerçekleşecektir. Bunun için eğitim üzerinde
yoğunlaşan Musa Carullah, hem Rusya’daki hem Osmanlı’daki hem de İslam
dünyasındaki eğitim kurumlarını, muhtevalarını, sistemlerini ve programlarını
gözden geçirerek eleştiriye tabi tuttu. Bunun sonucunda tecdid, yani yenilenme
hareketlerinin önde gelen düşünürlerinden biri hâline geldi. O, bir taraftan Rusya
Müslümanlarının büyük kongrelerine katılırken, diğer taraftan da usul-ı fıkıhtan
başlayarak İslami ilimlerde yapılması gereken metot, muhteva, öğretim ve eğitim
yeniliklerini geliştirmeye yöneldi.
Aristo mantığının durağanlığı dolayısıyla İslam dünyasının kendini
yenileyemediğine inanan Carullah, Kur’an’ın canlı aksiyon mantığının varlığına
dikkat çekti. Dinin sadece ibadetlerden ibaret olmadığını, aynı zamanda ibadetlerin
insanları ahlaki olgunluğa ulaştırması, dünyada ve toplumda verimli hâle
dönüştürmesi gerekliliğini seslendirdi (Bolay, 2007: 419).
Bakunin’in Komünizmin Elifbası eserine karşı İslam’ın Elifbası ismiyle bir eser
kaleme alan Carullah, bu kitabında hem İslam’ı 236 madde içinde geniş halk
tabakalarına anlatmış hem de komünizmi ve Marks’ı tenkit ederek bu sisteminin
Müslümanlara zarar vermesini önlemeye çalışmıştır. Kitap, Almanya’da basıldığı
hâlde komünist idare Musa Carullah’ı cezalandırmış ve aylarca hapishanede
tutmuştur. Ona yöneltilen tenkitlerden biri de; komünizmi İslam’a sokmaya çalıştığı
iddiasıdır ki, bu itham tarihî hakikatlerle bağdaşmaz.
Eserleri: Hatun, Müskirat, Hâfız Divanı Şerhi, el-Kanunu’l-Medeniyyu’l-İslami,
İlahî Rahmet ve Uluhiyet, İslam Şeriatının Esasları, Büyük Mevzularda Ufak Fikirler.
Ebü’l-A’la Mevdudî
Haydarabad-Dekken’e bağlı Evrengabad şehrinde dünyaya gelen Mevdudî
(1903-1979), 1919’da Hindistan Hilafet Hareketi’ne hem yazıları hem de
konuşmalarıyla destek verdi. Çeşitli dergilerde editörlük yapan Mevdudî, ilk kitabı
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Çağdaş İslam Düşünürleri
el-Cihad fi’l-İslam’ı 1927 yılında kaleme aldı. 1933 yılında ise hâlen Cemaat-i
İslami’nin yayın organı olan Tercümanu’l-Kur’an dergisinin editörü oldu.
Muhammed İkbal’in Doğu Pencab’daki Pathankot’a bağlı Cemalpur köyünde bir
İslam araştırma merkezi (Daru’l-İslam) kurulması amacıyla çağırdığı Mevdudî,
1937’de Haydarabad’dan ayrılarak buraya geldi. İkbal’in vefatıyla (1938) da
merkezin kurulması ve faaliyetlerinin yürütülmesi faaliyetlerini üstlenmek zorunda
kaldı. Bir yıl sonra buradan ayrılarak Lahor’a giden Mevdudî, Tercümanu’l-Kur’an’ın
1914 yılı Nisan sayısında “İyi Bir Cemaatin Gerekliliği” başlıklı bir makale yayımladı.
Makalede ileri sürdüğü fikirleri tartışmak üzere 24 Ağustos 1941 tarihinde Lahor’da
istişare toplantısına bir takım kişileri çağırdı. Davetine karşılık veren yetmiş beş
kişinin oluşumun yapısı hakkında sürdürdüğü görüşmeler akabinde adına “Cemaati İslami” dedikleri yeni bir hareket kuruldu (Birışık, 2010: 96).
1947 yılında Pakistan’a geçen Mevdudî’nin dinî-siyasi faaliyetleri daha ilk
yılında başına sıkıntılar açtı ve arkadaşlarıyla birlikte tutuklandı. 1953 yılında
Kadiyanî sorunu yüzünden tekrar hapis hayatı yaşayan düşünürümüz, 1956 yılında
Doğu Pakistan’a (Bangladeş) giderek hazırlanacak anayasanın İslami temeller
Mevdudî, Tercümanu’lKur’an’ın 1914 yılı Nisan
sayısında,“İyi Bir
Cemaatin Gerekliliği”
başlıklı bir makale
kaleme aldı.
üzere oturtulması için mitingler düzenledi ve toplantılar yapmak amacıyla ülke
sathında dolaştı.
Siyasi-içtimai faaliyetleriyle birlikte Tefhimu’l-Kur’an’da yazmaya devam
eden Mevdudî iki arkadaşıyla birlikte Kur’an’da geçen yerleri ve peygamberlerin
yaşadığı bölgeleri görmek maksadıyla 1959’da üç aylık bir süre için seyahatler
yaptı. Ömrünün son yılında tedavi için gittiği New York’ta vefat etti. Cenazesi
Lahor’da ikâmet ettiği eve defnedildi.
Eserlerindeki bilimsellik ve güncellikle birlikte tesirli konuşmaları Mevdudî’yi
kısa zamanda sadece Hint alt kıtasının değil, bütün dünyanın tanıdığı Müslüman bir
âlim haline getirdi. Onun geleneksel kültüre karşı olumlu, Batı kültür ve felsefesine
karşı ihtiyatlı tavırla ortaya attığı yenilikçilik ve ilerlemecilik düşüncesi fikir
çevrelerinde hayecan yarattı. Mevdudî, geleneksel İslam kültürü içerisinde yer alan
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Çağdaş İslam Düşünürleri
bir takım yanlış bilgi ve uygulamaları Kur’an ve sünnet doğrultusunda ıslaha
çalışmıştır.
Eserleri: Tefhimu’l-Kur’an, el-Cihad fi’l-İslam, Hicap, İslami Kanun, Kadıyanî
Meselesi, Sünnetin Anayasal Konumu, Hilafet ve Saltanat, Kur’an’a Göre Dört
Terim, Meseleler ve Çözümleri (Birışık, 2010: 99).
Farukî ve eşi Lamia, 27
Mayıs 1986’da,
Pensilvanya’da İslam
karşıtı gizli örgütlerce
şehit edilmiştir.
İsmail Raci Farukî
Filistinli köklü bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen İsmail Raci Farukî
(1921-1986), ilk ve orta eğitimini İngiliz yönetimi altındaki Saint Joseph Kolejinde
Filistin’de, yüksek öğrenimini Beyrut Amerikan Üniversitesi Felsefe Bölümünde
tamamladı. Filistin valisi olarak görev alan Farukî, İsrail’in Filistin topraklarını işgal
etmesinden sonra, hayatını ABD’de sürdürdü. Doktorasını Harvard’ta tamamlayan
Farukî, çeşitli üniversitelerde dersler verdi. Sosyal Bilimciler Teşkilatı ve Amerika
Dinler Akademisi İslami Araştırmalar Grubunu’nu kurdu. Müslüman, Yahudi ve
Hıristiyan bilim adamlarının görüşlerini tartıştıkları konferansları düzenleyerek
yöneticilik yaptı. Farukî, 27 Mayıs 1986’da, Pensilvanya’da eşi Lamia Farukî ile
birlikte, İslam karşıtı gizli örgütlerce şehit edildi (Uyanık, 2010: 132).
“Bilginin İslamileştirilmesi” kavramını ilk defa Nakip el-Attas ortaya atmış,
ancak bu kavramı sistematik hâle getirerek bilimsel araştırma modeline
dönüştüren İ. Raci Farukî olmuştur. 1970’li yılların başında İslam Düşüncesi’nin ve
metodolojisinin ıslahı üzerine dair yaptığı ilk çalışmasıyla kavramsallaştırma
faaliyetini de başlatmıştır.
İslam toplumlarındaki büyük düşünce probleminin Farukî’ye göre nedeni
modern Batılı sistemlere göre düzenlenmiş okullar ile geleneksel İslami yöntemleri
kullanan okulların aynı anda, farklı yöntemlerle faaliyet göstermeleridir. Modern
okullarda İslam’ın evrenselliği ve güncelliği yok edilmekte, gelenek ile irtibatı
koparılmaktadır. Klasik okullarda aynı durum, gelenek vasıtasıyla yapılmaktadır,
çünkü modern eğitim verileri kullanılmadığı için güncel sorunlarla ilgisi olmayan
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Çağdaş İslam Düşünürleri
fetvalar Müslümanların zihinlerini meşgul etmektedir. Yapılması gereken, İslam’ın
yasalarında mevcut olan sosyal yönü yeterince işlemek, özveri veya uzlaşma
yollarını arayarak müspet bir yaratıcı zihniyet geliştirmektir.
Farukî’ye göre, Batı’nın bilimsel metot diye evrensel kılmaya çalıştığı
yöntemle İslam toplumunu oryantalist bakış açısıyla ele alması, üstelik bunu onu
“İslami” kılan manevi unsurları soyutlayarak yapması, Müslümanlar arasında
zihniyet krizine sebep olmaktadır. İslam toplumunun kurtulması için yapılması
gereken ıslah hareketi, öncekilerin yaptığı gibi, parçacı, yani bütüne yönelik
olmayan ve sadece İslam’ın bir ya da birkaç yönüne ait bir yenileşme çalışmasıyla
olamaz. Bilgiye olan muhafazakâr ve modernist yaklaşımın parçacı olması sebebiyle
İslam toplumunun sorunlarına çözüm bulanamadığı öncülünden hareketle, üçüncü
bakış açısının gündeme getirilmesi demektir. Yeni bir fikri yapıyı inşa etmek, ancak
seçmeci ve uyarlamacı bir metotla mümkün olacaktır. Yani bilginin
İslamileştirilmesi modern düşüncenin doğru olan yönlerini, Kur’an-ı Kerim, sünnet
ve sahih geleneksel düşüncenin verileri ile birleştirerek şekillendirmek ve bir kalıba
dökmektir (Uyanık, 2010: 136).
Bilginin İslamileştirilmesi, birey ve topluma fikrî-amelî, eğitim, öğretim, bilgi
organizasyonu, yöneten-yönetilen, dünya-ahiret alanlarını kuşatan bir medeniyet
ve değerler çerçevesi sunmayı hedefleyen çalışmanın kavramsallaştırılmasından
başka bir şey değildir. Bu aklın fonksiyonelliğini dışlamadan, vahiy ışığında
geliştirilen kapsamlı bir metottur. Akıl, vahyin hedeflerini, normlarını
gerçekleştirmede bir vasıta olarak kabul görecektir. Bilginin İslamileştirilmesi,
insanlığın ulaştığı maddi ve ilmî seviyeyi, İslamiyetin normları, idealleri ışığında
eleştirel bir süzgeçten geçirerek edinmek demektir. Kısacası bu yöntem, İslami
bilgiyi modern Batı’nın dünyevi ve seküler bilgisine; modern bilgiyi de İslami
sisteme dâhil etmektedir.
Eserleri: Bilginin İslamileştirilmesi, Tevhid, İbrahimî Dinler Diyaloğu, İslam,
İslam Atlası, İslam ve Siyonizm.
Bütüncül bir ıslah
çalışması için “Bilginin
İslamileştirilmesi”
gerekir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Çağdaş İslam Düşünürleri
Fazlurrahman
Pakistan’ın kuzeybatısında bulunan Hezare şehrinde dünyaya gelen
Fazlurrahman (1919-1988) On yaşında Kur’an’ı ezberleyerek hafız oldu. Daha sonra
bir yandan babasından okumaya devam ederken, bir yandan da modern eğitime
yöneldi. Akabinde Lahor’da yüksek öğremini sürdürdü. Pencap Üniversitesinin
Arapça bölümünü bitiren Fazlurrahman, doktora eğitimini 1946’ta gittiği
İngiltere’de (Oxford) devam ettirdi. Batı’daki çeşitli üniversitelerde çalışan
Fazlurrahman, 1961 yılında Karaçi’de İslami Araştırmalar Enstitüsü Merkezine
davet edildi. Bir kitabındaki bazı ifadeleri sebebiyle Pakistan’dan ayrılarak
Amerika’ya gitti oradaki üniversitelerde çalıştı. İslam düşüncesi profesörü olarak
göreve başladığı Chicago Üniversitesinde vefatına kadar bu görevde kaldı.
Fazlurrahman, İslam’ın zamanla aldığı geleneksel şekli tenkit etmiş ve bu
sebeple Kur’an’ın görüşünü tarihin enkazı arasından çıkarıp yeniden diriltmenin
hem Müslümanlar hem de diğer insanlar için bir zorunluluk olarak görmüştür.
Fazlurrahman’ın özellikle İslam hakkında derin bilgisi bulunmayanları dikkate
alarak kaleme aldığı eseri İslam ise, Hz. Peygamber’in hayatı, Kur’an, sünnet, hadis,
fıkıh, İslam felsefesi, tasavvuf ve günümüzde İslam gibi başlıkları içermektedir.
Fazlurrahman, Müslümanların ve bütün insanlığın hayrı için, İslam
dünyasının içinde bulunduğu durumdan kurtulmasının ve çağdaşçı bir yaklaşımla
İslam’ın yeniden keşfedilmesinin gerekliliğini savunmuştur. Onun yazılarında öne
çıkan en önemli unsur, günün meselelerini çözmek üzere Kur’an’ın çağdaş bir
yorumuna duyulan ihtiyaca yaptığı vurgudur (Hatipoğlu, 2010: 121).
Değişimin gerekliliğini savunan Fazlurrahman, toplumun değişim fikrine
O, Kur’an’daki belirli
hükümlerinden
hareketle genel ilkelere
ulaşmada aklın rolünü
öne çıkarır.
kapalılığı sebebiyle geçmişin hatıralarını anarak yaşamasını ve zamanının
gerçeklerin göz ardı etmesini büyük bir problem olarak kabul etmiştir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Çağdaş İslam Düşünürleri
Fıkhî hüküm ifade etmesi açısından Kur’an ayetlerinin mutlaklığı konusunu
da ele alan Fazlurrahman, içtihada özellikle ceza hukuku ve normatif hukuk
alanında ihtiyaç duyulduğunu, Kur’an’dan hareketle ulaşılan hükümlerin genel
geçerliliğinin olmadığını, mutlak geçerliliğin sadece Kur’an’dan çıkarılan genel
ilkelerde olabileceğini savunmuştur.
Bazı fikir ve önerileri tepki çeken Fazlurrahman, bankacılık, faiz, riba, miras
hukuku, ceza hukuku, aile hukuku, nüfus planlaması, kadın hakları, zekât, namaz
vakitlerinin sayısı gibi konularda mevcut ihtiyaçları göz önünde bulundurarak ve
Kur’an’a dönerek yeni içtimai-ahlaki amaçlar doğrultusunda çözümler üretmek
gerektiğini ifade etmiştir. Ancak onun bu düşünceleri, Kur’an’ın zahirini reddetme,
İslam’ın uygulamasında Hz. Peygamber ve sonrasında ortaya çıkan tarihî tecrübe
ve birikimi kabul etmeme ve sonuçta dinde reform yapma şeklinde anlaşılmıştır.
(Hatipoğlu, 2010: 126).
Eserleri: İslam, İslam ve Çağdaşlık, Tarih Boyunca Metodoloji Sorunu, Ana
Konularıyla Kur’an, Sağlık ve Tıp.
Muhammed Hamidullah
Güney Hindistan’da Haydarabad Nizamlığı’nın başkenti Haydarabad’da
doğan Muhammed Hamidullah (1908-2002), köklü bir ilmî geleneğe sahip olarak
Osmaniye Üniversitesi Hukuk Fakültesinde eğitim gördü. Doktorasını Almanya’da
“İslam Devletler Hukukunda Tarafsızlık” konusuyla tamamladı. “İlk Dönem İslam
Diplomasi” ismiyle ikinci doktorasını Paris Üniversitesinde yaptı. Hindistan’a
döndükten sonra Osmaniye Üniversitesi Hukuk Fakültesinde çalışan Hamidullah,
yurt dışında bulunduğu bir sırada Haydarabad Nizamlığı, Hindistan güçlerince işgal
edilince (1947) Fransa’ya yerleşti. Pakistan Devleti tarafından ilk anayasa hazırlık
Hamidullah, tarih
araştırmalarında sadece
kuru bir bilgi nakli
yapmamış, aynı
zamanda ulaştığı bilgileri
tenkitçi bir bakış açısıyla
yeniden ele almıştır.
çalışmalarına katkıda bulunmak üzere özel olarak davet edildi. Çok farklı ülkelerle
birlikte Türkiye’de İstanbul, Ankara ve Atatürk Üniversitelerinde dersler verdi. 2002
tarihinde ABD’de Florida’da vefat etti (Yaşaroğlu, 2010: 145).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Çağdaş İslam Düşünürleri
İslam Peygamberi isimli eserinde Hz. Peygamber’in hayatını menkıbe
üslubundaki anlatım tarzından uzak bir şekilde, ilk elden verilere ve kaynaklara
dayanan objektif değerlendirmelerle yeniden ele almış ve günümüz
entelektüellerinin anlayacağı tarzda yazmıştır.
Hamidullah’ın belirgin özelliklerinden biri de İslami bilimlere bütüncül bir
şekilde yaklaşmış olmasıdır. Çalışmalarını uzmanlaştığı dalda yoğunlaştırmış İslami
ilimlerin farklı alanlarında inceleme ve araştırma yapmayı öncelemiştir
Muhammed Hamidullah, hukuk araştırmacısı kimliğinden kaynaklanan
özellikleriyle rasyonel yönü ağır basan, inceleme konusu olarak ele aldığı hususların
sebepleri ve bu sebeplerin ortaya çıkardığı sonuçları vurgulamaya yönelik bir
yöntem tercih etmiştir. Tarih araştırmalarında ise sadece kuru bir bilgi nakli
yapmamış aynı zamanda ulaştığı bilgileri tenkitçi bir bakış açısıyla yeniden ele
almıştır.
Eserleri: İslam Peygamberi, İslam’a Giriş, İslam Devlet İdaresi, İslam Fıkhı ve
Roma Hukuku, İslam’ın Hukuk İlmine Yardımları, İslam Anayasa Hukuku, elVesâikus’s-Siyasiyye, Hz. Peygamber’in Savaşları, Kur’an-ı Kerim Tarihi (Yaşaroğlu,
2010: 147).
Ziya Gökalp
Meşrutiyet Dönemi’nde “âdeta” başlı başına bir ekol olan
mütefekkirlerimizden biri de Ziya Gökalp’tir (1876-1924). Düşünürümüz, bu
etkinliğini Cumhuriyet ideolojisinin temellendirilmesinde de sürdürmüştür.
Gökalp’in amcası Hasip Efendi, İslam felsefesi ile meşgul olan ulema zümresinden
bir kimsedir. O, Gökalp’in İslam klasikleriyle tanışmasını sağladı. Eski Türk
kültürünün önemli merkezlerinden biri sayılan Diyarbakır’ın da bu gelişmeye kattığı
çok şey de olmuştur. Küçük Mecmuada’ki “Felsefi Vasiyetler” başlıklı yazıları her
şeyden ziyade mütefekkirimizin tuttuğu yolu ve tesir faktörlerini aydınlatacak
mahiyettedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Çağdaş İslam Düşünürleri
Ziya Gökalp, kurtuluşun ancak Türk toplumunun sosyal yapısının somut bir
şekilde ortaya konmasıyla sağlanacağını düşünüyordu. O kendisinden önce,
karmakarışık ve bağımsız bir surette ilim adamlarımıza ve mütefekkirlerimize
hâkim olan ferdiyetçiliği ortadan kaldırmaya çalışmış ve bunun için dogmatik
cemiyetçiliğe yönelmişti.
Ziya Gökalp, Türk millîyetçiliğinin ilk işlenmiş teorik formüllendirmesini
ortaya koyarken sosyolojiden, özellikle de E. Durkheim (1858-1917)’den
etkilenmiştir. Gökalp’in ortaya koydukları düşünce, sosyolojiyi bir tür felsefe ve
hatta din olarak ele almak; ahlakı, toplumsal, siyasal ve dinî sorunlar üzerinde sanki
“vahiy kudretinde” bir kaynak olarak görmek eğilimindedir.
Ziya Gökalp, Durkheim’in etkisinde kalarak toplumda başlıca iki gerçek
görmüş, bu gerçekleri akılcı ve bilimsel bir yöntemle anlatmaya çalışmıştır. Bu
gerçeklerden birisi “hars”, diğeri “medeniyet”, başka bir deyişle, biri “kültür” öteki
“uygarlık”tır. Ona göre kültür, bir ulusun malıdır. Bu nedenle de kültür, ulustan
Zira Gökalp’e göre
kültür, bir ulusun
malıdır.
ulusa değişir. Dil, ahlak, töre, güzel sanatlar, efsaneler, masallar, atasözleri, halk
oyunları gibi toplumun yarattığı değerler kültürü meydana getirir.
Ziya Gökalp’in İslamî ilimler ve müesseselerine tesiri de inkâr edilemez.
Onun etkisiyle yeni bir şeyhülislamlığa bağlı olarak eski “kelam” ilmini modern bir
teoloji (ilahiyat) olarak geliştirmek amacıyla Dâr’ül-Hikmet-i İslamiye (İslam
Felsefesi Okulu), Medresetü’l-Mütehassısin adı altında bir İslam Bilimleri Enstitüsü,
bir de Medresetü’l-Kuzât ismi altında modern kadılar yetiştirecek okullar açıldı.
Eserleri: Kızıl Elma; Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak; Yeni Hayat,
Türk Töresi, Türkçülüğün Esasları (Çetinkaya, 2000/1).
Abdullah Cevdet
Materyalizmin Türkiye’ye girişi ve gelişmesi safhalarında, bir takım yayın ve
kuruluşların faaliyetleri “modernleşme hareketi” olarak da değerlendirilmektedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Çağdaş İslam Düşünürleri
Bu çerçevede ilk modernleşme hareketi, Dr. Abdullah Cevdet (1869-1931)
tarafından gerçekleştirilmiştir. Abdullah Cevdet, İctihad adlı dergisini, önce 1903’de
Kahire’de çıkardı. Sonra İsviçre ve Viyana’ya gelerek aynı derginin yayınlanmasına
yıllarca devam etti. Abdullah Cevdet, 1908’den sonra çalışmalarını, İstanbul’da
ölümüne kadar sürdürdü. Kanunların laikleşmesi, Latin Alfabesi’nin kabulü, Batı
kıyafetlerinin alınması, kadınların hürriyeti ve Batı medeniyetine kökten giriş
fikirlerini savundu. İslamiyet aleyhinde bazı eserleri çevirmesi muhafazakâr kanadın
tepkisine neden oldu. Başlıca dayanağı, çoğunu Türkçeye çevirdiği Gustave Le
Bon’un eserleriydi. Abdullah Cevdet’in çokça etkilendiği bu Fransız sosyoloğu, onun
gibi bir tıp doktoruydu.
Dr. Abdullah Cevdet’in, hem Doğu’dan hem de Batı’dan tercümeler
yapmasını, onun Doğu kültürüyle, Batı teknoloji ve kültürünü uzlaştırıp
harmanlama (sentez) isteğinin bir yansıması olarak değerlendirmek mümkündür.
Genelde Müslümanlarla, özelde de anti-materyalistlerle (spiritüalistler)
ilişkisi iyi olmayan Abdullah Cevdet, İslam’ı bir araç olarak kullanarak yalnız Batı
kurum ve teknolojisinin getirilmesini amaçlamış; bununla birlikte İslam ulemasıyla
biyolojik materyalist düşünürlerin fikirlerini karşılaştırmak ve eşleştirmek yoluyla,
Müslümanlara İslam’ın bizzat biyolojik materyalizm olduğunu ispata gayret
etmiştir. Efganî ve Abduh’un Müslümanları emperyalizmden kurtarma ve Batı’nın
bilim ve teknikte ilerlemesinin, İslam dünyasına model olma düşünceleri Abdullah
Abdullah Cevdet
müslümanlara İslam’ın
bizzat biyolojik
materyalizm olduğunu
ispata gayret etmiştir.
Cevdet’i etkilemiştir.
Eserleri: Hadd-i Tedib, Ahmet Rıza Bey’e Açık Mektup, Kahriyat, Dimağ ve
Melekât-ı Akliye’nin Fizyolociya ve Hıfzıssıhhası, Cihan-ı İslama Dair Bir Nazar-ı
Tarih ve Felsefi, Adab-ı Muaşeret Rehberi (Çetinkaya, 2000/1).
İsmail Hakkı İzmirli
Osmanlı’nın son dönemi (Meşrutiyet) ile Cumhuriyet Dönemi neslinin önde
gelen ilim ve fikir adamlarından İsmail Hakkı İzmirli (1868-1946), İzmir’de
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Çağdaş İslam Düşünürleri
İkiçeşmelik mahallesinde dünyaya gelmiştir. İlk ve orta öğrenimini İzmir’de yapan
İsmail Hakkı, İkiçeşmelik İbtidai ve Rüşdiyesi’ni bitirmiştir. Yüksek tahsilini yapmak
amacıyla İstanbul’a gelen İsmail Hakkı Bey, 1894’te Yüksek Öğretmen Okulunu
(Dâru’l-Muallimin-i Âli) bitirir; aynı zamanda Hafız Şakir’in medresedeki derslerine
devam eder; Mülkiye, Darülfünun Edebiyat Fakültesi, Hukuk Fakültesi ve
Medresetü’l-Mütehassisinde hocalık yapar. 1933 yılında üniversite bünyesinde
aynı fakültede İslam felsefesi ordinaryüs profesörü olarak emekli olur. Ayrıca
Darulfünun’un 1933’te üniversiteye dönüştürülmesi üzerine Edebiyat Fakültesine
bağlı İslam Tetkikleri Enstitüsünde derslerini sürdürür.
Hemen hemen sosyal bilimlerin her sahasında eserler veren İzmirli İsmail
Hakkı, Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerini idrak etmiş çok yönlü bir ilim ve fikir
adamıdır. Altı dil bilen İzmirli’nin yazdığı eserlerin çoğu, alanında Türkiye’de
yazılmış ilk eserlerdir. Bununla birlikte İsmail Hakkı, İslam Felsefesi’nin sistematik
bir disiplin olarak Türkiye’deki “kurucusu” kabul edilmektedir.
İzmirli, ayrıca İslam filozofları arasında Türk olanları arayan ve İslam
Felsefesi’ndeki Türk filozoflar hakkında eser veren ilk düşünürümüzdür. Diğer
taraftan “İslam Mütefekkirleri İle Garp Mütefekkirleri Arasında Mukayese” isimli
eseri onun en orijinal eserlerinden biridir.
İzmirli, İslam Düşüncesi’nin kadim münakaşalarından birisi olan Gazalî ve İbn
Rüşd’ü değerlendirirken, saplantısız, tenkitçi, nesnel bir tavır sergilemiştir. Nitekim
İzmirli, Gazalî’yi ve “Tehâfüt”ünü savunur bir tavır gösterirken, İbn Rüşd felsefesinin
Müslümanlar arasında, Latinler nazarında olduğu gibi bir ekol niteliği
kazanamadığını düşünmektedir.
Felsefedeki metodu, objektif, eleştiriye açık ve akılcı olan İzmirli; akla
gereken önemi verirken salt akılcı (rasyonalist) bir yaklaşım da sergilemez. O, dinî
ahlakı da akıl ilkeleri üzerine temellendirmiş ve bu akıl üzerine kurulan ahlakın,
felsefi ahlaktan daha sağlam ve daha genel olduğunu savunmuştur. Aklın
prensipleri ile çatışan tüm tezleri reddeden İzmirli, aklı Çağdaş İslam Düşüncesi’nin
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Çağdaş İslam Düşünürleri
iki ayağından biri kabul etmiştir. Aklı ve akli düşünceyi İslam toplumlarını
geliştirmenin ve İslam’ı çağın argümanlarıyla ifade edebilmenin tek şartı olarak
kabul etmektedir. O, akıl ile nassın çatışmasını mümkün görmez. Bununla birlikte
nassın ancak akılla anlaşılabileceğine inanır.
İzmirli’ye göre felsefi
yol; vahiy ve reyin, his
ve tecrübenin, haber ve
rivayetin yollarını
kapsamaktadır.
Dinî, evrensel ve sosyal bir olay olarak kabul eden düşünür, dönemin
yükselen değeri olan materyalist felsefenin tesirini azaltmak için fikirdaşları gibi
dinin insan için gerekliliğini savunan yazılar yazmış, eserler vermiştir. Ona göre din
ile fen, insanın farklı ihtiyaçlarını karşılamaktadır. Dinin görevi insanın vicdanını,
mefkûresini ve emellerini geliştirmektir. Fennin gayesi ise hiçbir müdahaleye bağlı
kalmaksızın tabii olaylar ve tabiat kanunları hakkındaki bilgiyi takviye etmektir.
İsmail Hakkı, çağdaş felsefe ekollerini (materyalizm, mekanizm, pozitivizm,
dualizm, panteizm, septisizm),çoğunluğu Fransız düşünce tarihçilerinin Batı
felsefesi tarihi ile ilgili eserlerinden naklederek tanıtmıştır. Her sahayla ilgilenip
eserler telif etmesi İzmirli’ye bir “ansiklopedist” vasfı kazandırmıştır.
Eserleri: Maani-i Kur’an, Hadis Tarihi, Ahlak ve Tasavvuf Kitaplarındaki
Ahadis Hakkında, Siyer-i Celile-i Nebeviye, Tarih-i İslam, Şark Müslüman Türk Din
Alimleri, Kitabu’l-İftâ ve’l-Kaza, Usul-u Fıkıh, İlm-i Hilaf, Hikmet-i Teşrî, Yeni İlm-i
Kelâm, Gazilere Armağan, Mulahhas İlm-i Ahlak, Tasavvuf Tarihi, Tasavvuf Zaferleri
mi Mustasvıfa Sözleri mi?, Anglikan Kilisesine Cevap, Yahudi Tarihi, İlm-i Mantık,
Fenn-i Menâhic (Methodologie, Mantık), Muhtasar Felsefe-i Ûlâ, Arap Felsefesi,
Felsefe Dersleri, Felsefe-Hikmet, Felsefe-i İslamiye Tarihi-I, İslam Mütefekkirleri ile
Garp Mütefekkirleri Arasında Mukayese, Müslüman Türk Feylesofları (Çetinkaya,
2000/1)
Muhammed Hamdi Yazır
Antalya’nın Elmalılı Kazası’nda doğan Hamdi Yazır (1878- ), ilk mektebi ve
rüştiyeyi Elmalı’da bitirmiş; 1894 senesinde İstanbul’a gelerek devrin tanınmış
âlimlerinden dersler almış, akabinde Bayezıt dersiamı olarak icazet almıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Çağdaş İslam Düşünürleri
“Küçük Hamdi” lakabıyla da anılan Hamdi Yazır, 1911’de Mülkiye’de
“Ahkâm-ı Evkâf ve Arazi” dersleri okutmuş ve aynı yıllarda “Mekteb-i Kuzat”ta
(hukuk fakültesinde) fıkıh dersleri vermiştir. Cumhuriyet’in ilanı sırasında
Mütehassısin Medresesinde mantık müderrisi olarak vazife görmüştür.
Kelam ve felsefeyle de meşgul olan ve bu çalışmalarının bir sonucu olarak
felsefe ekollerine ve meselelerine yakından vakıf bulunan Hamdi Yazır, Fransız
filozofu Paul Janet’nin G. Seaille ile yazdığı “Histoire de la Philosophie” adlı eseri
(Metâlib ve Mezâhib) Türkçeye kazandırmıştır.
Terakkinin gerekliliğine inanmış bir kimse olarak Elmalılı bu kavramı şöyle
tarif eder: İlerleme, mazideki değerlerden vazgeçmek değil, onları değiştirerek ve
yeni keşiflerle daha gelişmiş kıymetlere yükseltmektir. O, toplumun huzura
kavuşmasını ilimle felsefenin, felsefe ile dinin karşılıklı emniyet altına alınmasına
bağlamaktadır. Ona göre felsefenin vardığı son nokta din felsefesidir. Bu bakımdan
felsefe, hikmet adını almış ve hakiki filozoflar hakiki hakîmler olmuştur.
Din felsefesi ile felsefe dini (Allah’ın birliği) arasında köklü bir çatışma ve
mücadele olmayıp, sadece meslek farkı olduğunu düşünmektedir. Hakiki din, akıl ile
hissin buluşma noktasına kefil olan Hakk’ın prensibidir. Yalnız akla veya yalnız
hislere bağlı olan din, insanlığın mevcut hakikatine uygun olmadığı için eksiktir ve
yaratılışa aykırıdır. Böyle tek taraflı bir dinin insanları Allah’a yükseltecek bir yol
olması mümkün değildir.
Hamdi Yazır’a göre, İslam dünyası bugün (1923) musibetlerden doğan bir
uyanışın heyecanı içindedir. Yalnız burada ilim ve dini, akıl ile hissi karşı karşıya
getirmemeli, çatlak medeniyetleri değil, insanlığa kemal vahdeti ile yapışacak ve
millî vicdanımızı kökünden kavrayacak mesut bir medeniyeti ideal edinmeliyiz.
Felsefenin vardığı son
noktanın din felsefesidir.
Müstakil düşünebilen ve felsefi meselelerden uzak kalmayan Hamdi Yazır’ın
Kur’an Tefsiri felsefe hüviyeti ağır basan bir dirayet tefsiridir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
Çağdaş İslam Düşünürleri
Eserleri: Hak Dini Kur’an Dili, Metabib ve Mezahib, İrşadü’l-Ahlaf fi
Ahkâmi’l-Evkaf (Bolay, 2007).
Şemseddin Günaltay
Şemseddin Günaltay, 1883 yılında (bugün Erzincan'a bağlı) yeni adı Kemaliye
olan Eğin'de dünyaya geldi. Günaltay, Üsküdar'da Ravza-i Terakki'de Vefa
İdadisinde okuduktan sonra Daru’l-Muallimin-i Aliye (Yüksek Muallim Mektebine)
girmiş fen kolundan mezun olmuştur. Bilimsel çalışmalar yapmak maksadıyla yurt
dışına giderek İsviçre’nin Lozan Üniversitesinde fizik alanında öğrenim görmüştür.
Yurda döndükten kısa bir süre sonra çeşitli liselerde müdürlük yapmıştır.
Darulfunun'un Edebiyat Fakültesinde dersler vermiş, sonra da İlahiyat
Fakültesi Dekanlığı’na atanmıştır. 1915'te, İttihat ve Terakki Fırkasından Ertuğrul
(Bilecik) mebusu olmuş ve bu görevini 1920'de Meclis-i Mebusan dağılıncaya kadar
sürdürmüştür.
Ankara Hükûmeti İstanbul Belediye meclis üyeliğine ve reis vekilliğine
seçilmesinin ardından Anadolu ve Rumeli Müdafaa-yı Hukuk Cemiyeti'nin İstanbul
şubesinde faaliyetlerini sürdürmüştür. Mustafa Kemal'in emriyle İstanbul
Cumhuriyet Halk Partisi teşkilatını kurmaya memur edilmiştir.
1923'te, II. Büyük Millet Meclisine Sivas Milletvekili olarak giren Günaltay,
Sivas ve ardından Erzincan milletvekilliğini 1954 yılına kadar sürdürmüştür. 15 Ocak
1949'da, Türkiye Cumhuriyeti'nin 14. Başbakanı sıfatıyla tek parti devri Halk
Partisi'nin son hükûmet başkanlığına seçilmiştir (15.1.1949-22.5.1950). 1961'de
Ankara’da vefat etmiştir.
Günaltay, 1941 yılından itibaren vefat tarihi olan 1961'e kadar Türk Tarih
Kurumu başkanlığını yapmıştır. Türk Tarih Tezi’nin geliştirilmesinde ve resmî tarih
kitaplarının yazılmasında etkin görevler almıştır. Günaltay, Batı taklitçiliği
karşısında milletin uyandırılması, Batılıların ve Batıcıların iddialarının aksine
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
Çağdaş İslam Düşünürleri
İslam'ın gelişmeye engel olmadığı, yanlış anlayışlardan kaynaklanan aksaklıklar
bulunduğu, İslam'ın ana kaynaklarından öğrenilmesi gerektiği, Türk Milleti'nin
İslam Medeniyeti'nin oluşmasında ve yerleşmesinde önemli roller üstlendiği gibi
konular üzerinde durmuştur. Türk ve İslam tarihi alanındaki çalışmaları, Cumhuriyet
Dönemi’nde daha çok Anadolu, Mezopotamya ve İran'ın İlk Çağ tarihi üzerinde
yoğunlaşmıştır.
Şemseddin Günaltay yaşamında fikir ve eylemlerinde bazı köklü
değişikliklerin ve dönüşümlerin varlığını gözlemlemek mümkündür. Bu değişim
eserlerinde, konuşmalarında ve makalelerinde açık bir şekilde gözükmektedir.
Günaltay'ın toplumsal olay ve meseleleri yerinde teşhisi ve bunlara karşı
hem siyasi, hem de ilmî çözümler üretmesi onun kendisine özgü vasıflarındandır.
Hayatını toplumun yanlış fikir ve inançlarıyla mücadele etmeye, batıl inanç ve
hurafelerin cemiyete verdiği zararları yok etmeye adamıştır. Sapık mezhep ve
tarikatların bu hurafe ve safsatalara kaynaklık ettiğini, çözüm olarak İslamiyet’in ilk
saflığına dönülmesinin gerekliliğine inanmıştır.
Günaltay, İslamlaşma, Türkleşme ve Muasırlaşma cereyanlarını birleştirmede
Ziya Gökalp'in fikirlerini benimsemiştir. O, kurtuluş yolu olarak bu üç fikir
cereyanını görmüş ve bunlardan biri diğerine feda edildiği takdirde toplumsal
gelişmenin ve çağdaş ilerlemenin gerçekleşemeyeceğine inanmıştır.
Düşünürün, içtihat konusundaki tavrı oldukça nettir. Onun düşüncesine göre
içtihat kapısı kapandığından beri İslam toplumunun terakki kapıları kapanmıştır. O
hâlde yapılması gereken ilmî bir heyetin içtihat geleneğini sürdürmesidir.
Günaltay, Batı'nın çifte standartını ortaya koyarak, onların insan hakları
konusunda hassas olduklarını, ancak bu hassasiyetlerini kendi insanları için
İçtihat kapısı
kapandığından beri,
İslam toplumunun
terakki kapıları
kapanmıştır.
istediklerini, Doğu ve İslam dünyası için her türlü zulüm ve vahşeti mübah
gördüklerini belirtmiştir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
Çağdaş İslam Düşünürleri
Günaltay'ın ilim adamlığının yanında sürdürdüğü siyasi kişiliği de yapıcı bir
konumdadır. Her zaman övgüyle bahsettiği demokratlığı ve siyasiliğiyle Türkiye
Cumhuriyeti'ni, tek parti idaresinden çok partili demokratik döneme taşımıştır.
Hazırladığı seçim kanunuyla da aşılması güç olan statükoyu ortadan kaldırmıştır. İlk
ilahiyat fakültesi ve imam hatip okullarının açılması, onun Başbakan iken
gerçekleştirdiği icraatlardandır. Hem politikacı hem de ilim adamı olarak fikir ve
basın özgürlüklerinin sürekli destekleyicileri arasında bulunmuştur. Özetle
Şemseddin Günaltay, bir bilim adamı olarak başladığı hayat serüvenini siyaset
adamı olarak tamamlamıştır.
Eserleri: Zulmetten Nura, Hurafâttan Hakikate, Maziden Atiye, Felsefe-i Ulâ
İsbât-ı Vacip ve Ruh Nazariyeleri, Tarih-i Edyân, İslam Tarihi, Mufassal Türk Tarihi,
Fennin En Son Keşfiyatından, İslamda Tarih ve Müverrihler, Müslümanlığın Çıktığı
ve Yayıldığı Zamanlarda Orta Asya'nın Umumi Vaziyeti, Türk Tarihinin İlk Devirleri
Uzak Şark (Çetinkaya, 2003/2).
Nurettin Topçu
XX. yüzyıl Türk-İslam Düşüncesi’nin önemli bir temsilcisi Nurettin Topçu
(1909-1975) İstanbul'da doğdu. Asıl adı Osman Nuri Topçu'dur. İlkokuldan sonra
Vefa İdadisinde öğrenimini sürdüren Topçu, birinci sınıfta iken babasını
kaybetmiştir. Lise tahsilini İstanbul Lisesinin Edebiyat Bölümünde pekiyi derece ile
tamamlamıştır.
Nurettin Topçu, Milli Eğitim Bakanlığının açmış olduğu imtihanı kazanarak
tahsil için Fransa’ya gider. Fransa'nın Türkiye'deki liselerin denkliğini kabul
etmemesinden dolayı buradaki eğitimine Paristeki Bordeaux Lisesinde başlamıştır.
Bu lisede özellikle üç yönden kendini göstermiştir: Biri, yazdığı ilk denemeleri üyesi
olduğu Sosyoloji Cemiyeti (L'association de La sociologie)ne gönderip onun yayın
organında yayınlaması; diğeri Hareket Felsefesi'nin kurucusu Fransız filozofu
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
Çağdaş İslam Düşünürleri
Maurice Blondel (1861-1944) ile tanışıp bu tanışıklığın mektuplaşmaya kadar varan
samimi bir diyaloga dönüşmesi ve bir diğeri de psikoloji sertifikası almış olmasıdır.
Sorbonne Üniversitesinde doktora yapan ilk Türk öğrenci olan Topçu’nun
doktora çalışması “Confirmisme et Revolte”dir. 1934 yılında Paris’te Fransızca
olarak yayınlanmış olan eser, yıllar sonra “İsyan Ahlakı” ismiyle Türkçeye de
çevrilmiştir.
Fransa’dan Türkiye’ye dönünce düşünsel açıdan bunalımlı bir dönem geçiren
Topçu, kafasındaki problemleri çözebilecek bir mürşit aramaya başlar. Her ne
kadar o dönemde Türkiye’ye hâkim olan anlayış, pozitivizm ve rasyonalizm ise de
bu durum onun birtakım metafizik soruşturmalarını tatmin etmez. Bu arayışın
sonucunda o, Türkiye’deki tasavvufi çevrelerle tanışır.
Avrupa’dan döndükten sonra Galatasaray Lisesinde felsefe öğretmenliğine
başlar. Lise müdürünün gayrimeşru olan bir isteğini geri çevirmesinden dolayı
Topçu İzmir Atatürk Lisesine tayin edilir. Topçu, İzmir’de öğretmenliğinin henüz
daha dördüncü yılında, Türk düşünce tarihinde önemli bir yeri olan “Fikir ve Sanatta
Hareket Dergisi”ni yayınlamaya başlar. Bu dergideki bir yazısından dolayı açılan
soruşturma üzerine Denizli'ye sürgün edilir. Denizli’den sonra İstanbul’a tayin
edilen Topçu, çeşitli liselerde öğretmenlik yapar. 1974 Yılında İstanbul Lisesi'nde
öğretmen iken yaş haddinden emekli olur.
Topçu’nun düşünce
sisteminin önemli bir
boyutunu “isyan ahlakı”
oluşturur.
Nurettin Topçu, Bergson’dan hareketle hazırlamış olduğu Sezginin Değeri
isimli çalışmasıyla İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde doçent unvanı almış
olmasına rağmen kendisine fakültede kadro verilmemiş ve ideolojik gerekçelerle
üniversiteye alınmamıştır. Bununla birlikte iki yıl aynı Fakülte’de Hilmi Ziya Ülken’in
kürsüsünde eylemsiz doçentlik yapmıştır.
Cumhuriyet Dönemi’nin ilk muhalif dergilerinden olan Hareket Dergisi’ni
çıkaran Nurettin Topçu, bazı fikir tarihçileri tarafından “Anadolucu” akım içinde
kabul edilmektedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
Çağdaş İslam Düşünürleri
Nurettin Topçu’nun fikir ve düşünce dünyasında “ahlak” bütün bu fikirlerinin
hem üstünde hepsinin bir tacı gibidir hem de hepsinin temelindedir. Çünkü fert ve
toplum, ahlaki varlıklardır. Böylece insani hareket ve değer dünyasının her
basamağında bulunan ahlakın kendisi ise Nurettin Topçu’ya göre bir “isyan
iradesi”dir.
Topçu’nun düşüncelerinin başlıca boyutlarından biri, Blondel, Bergson ve
Massignon’un yorumlarıyla değerlendirdiği ve esas olarak Abdülaziz Bekkine,
Hallacı Mansur, Yunus Emre ve Mevlânâ etkisi etrafında şekillenmiş olan tasavvufî
birikimidir.
Düşünce sisteminin önemli boyutlarından biri “isyan ahlakı” olan Topçu,
“isyan” kelimesiyle nizam yıkıcı ihtilal ve anarşiyi değil, iradenin kendi içinde
bulunduğu şartlara boyun eğmeyerek başkaldırmasını ifade etmektedir. Ona göre
her isyan bir harekettir, ancak her hareket bir isyan olmamaktadır. Çünkü bir
hareketin isyan hareketi olabilmesi için kendi içerisinde, başkaldırdığı nizama
karşılık, daha üstün bir nizamın iradesini taşıması gerekir.
Nurettin Topçu fikrî faaliyetlerini Türk Kültür Ocağı, Türk Milliyetçiler
Cemiyeti, Milliyetçiler Derneği, Türkiye Milliyetçiler Derneği ve Anadolu Fikir
Derneğinde sürdürmüştür. Milliyetçiler Derneğinin 1963’teki kongresinde meydana
gelen olaylar üzerine Topçu, dernekçiliği bırakır ve yakın arkadaşlarıyla birlikte
Hareket Dergisi etrafında bir fikir hayatına çekilir. Zaten onun düşünce dünyası
açısından en önemli faaliyeti Fikir ve Sanatta Hareket Dergisi’ni kurup
yayımlamasıdır. Topçu’nun benimsemiş olduğu Hareket (aksiyon) Felsefesi, dergiye
ismini de vermiştir.
Batıcı bir kültür ihtilalini gerçekleştirmeyi hedefleyen Cumhuriyet
Türkiyesi’nde Hareket Dergisi ile mistik ve ruhçu düşüncenin fikrî ve felsefi
temellerini araştırmış, Batı tarzı eğitimden geçmiş aydın Müslüman tipinin
oluşumunda önemli bir rol oynamıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
26
Çağdaş İslam Düşünürleri
Eserleri: Sosyoloji, Mantık, Felsefe, Millet Mistikleri, Ahlak Nizamı, Bergson,
Büyük Fetih, İradenin Davası, İslam ve İnsan-Mevlânâ ve Tasavvuf, İsyan Ahlakı,
Kültür ve Medeniyet, Reha, Mehmet Âkif, Taşralı, Yarınki Türkiye, Var Olmak,
Varoluş Felsefesi-Hareket Felsefesi (Karaman, 2010)
Hilmi Ziya Ülken
İstanbul’da doğan Hilmi Ziya Ülken (1908-1974), ilköğrenimini Özel Tefeyyüz
Mektebi'nde, ortaokul ve lise öğrenimini İstanbul Sultanisinde tamamladı.
Arkasından Mülkiye Mektebi'ni bitiren Hilmi Ziya, İstanbul Darülfünunu Edebiyat
Fakültesinde coğrafya asistanlığına atandı.
Felsefe Bölümünden ahlak, sosyoloji ve felsefe tarihi sertifikaları aldı. Şubat
1924'te Bursa Lisesinde coğrafya öğretmenliğine başladıysa da aynı yıl Ankara
Lisesi'nde Felsefe ve Muallim Mektebinde tarih ve coğrafya öğretmenliklerine
atandı. Çok geçmeden de öğretmenlikte ek görevli kalarak Maarif Vekâleti
Tercüme Heyeti üyeliğine seçildi. 1933 Üniversite Reformu'na kadar, Çapa Kız
Muallim Lisesi, İstanbul Erkek Lisesi, İstanbul Erkek Öğretmen Okulu, Galatasaray
ve Kabataş liselerinde öğretmenlik yaptı.
Ülken, Türk Felsefe
Cemiyetini kurmuş ve bu
derneğin yayın organı
olan Felsefe ve
İçtimaiyat
Mecmuası’nda aktif
olarak çalışmıştır.
Reformdan sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü
Türk Medeniyeti Tarihi Kürsüsü geçici kadrosuna "profesör muavini" olarak atandı
ve alanında araştırmalar yapmak üzere Berlin'e gönderildi. 1941 yılına kadar
İstanbul Üniversitesinde doçent sıfatıyla Türk Tefekkürü Tarihi dersleri veren Hilmi
Ziya, o yıl Felsefe Bölümü Başkanı Ord. Prof. Dr. Ernst von Aster ve Prof. Dr.
Şerafettin Yaltkaya'nın önerisiyle profesörlüğe yükseltildi.
İslam felsefesi, sosyoloji ve değerler felsefesi derslerini vermeye başladı.
Maarif Vekâleti 1944 yılında sosyoloji dersini kürsü hâline getirerek yönetimini ona
verdi. Ayrıca bu dönemde İstanbul Teknik Üniversitesinde sanat tarihi derslerine de
girdi. 1949'da yeni kurulan Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Sistematik Felsefe
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
27
Çağdaş İslam Düşünürleri
Kürsüsünde ek görevli olarak çalışmaya başladı. 1957'de ordinaryüs profesörlüğe
yükseltildi.
27 Mayıs 1960 müdahalesinden sonra İstanbul Üniversitesindeki görevinden
16.8.1962'de istifa ederek Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi kadrosuna geçti.
1968'de yeni kurulan Ankara Üniversitesi Eğitim Fakültesinde ek görevli olarak
Eğitim Felsefesi dersleri verdi. 1971 yılında yaş haddinden emekliye ayrıldı ise de
senato kararıyla görev süresinin uzatılması üzerine Temmuz 1973'e kadar İlahiyat
Fakültesindeki görevini sürdürmüştür.
Oldukça geniş yelpazede ve çeşitlilikte bir yayın ve mesleki örgüt hayatı olan
Hilmi Ziya Ülken, Cumhuriyet öncesinde çıkan “Mihralı” ve “Anadolu” dergilerinin
kurucuları arasındadır. Muallimler Birliği’nin çıkardığı aynı adlı dergide de
çalışmıştır. 1928'de Mehmet Servet'le birlikte Türkiye'de felsefecilerin ilk mesleki
örgütü olan Türk Felsefe Cemiyetini kurmuş ve bu derneğin yayın organı olan
Felsefe ve İçtimaiyat Mecmuası’nda aktif olarak çalışmıştır. Dernekçilik faaliyetleri
1949'da kurduğu Sosyoloji Cemiyeti ile devam ettirmiştir.
Türk Tarih Tezi'nin etkisiyle Türk kültürünün tarihî temellerinin araştırılması,
bulunması, hatta yaratılması görüş ve hedeflerinin egemen olduğu 1930'lu yıllarda
Hilmi Ziya 1933 Üniversite Reformu'ndan hemen önce iki ciltlik bir eser kaleme
almıştır. Türk Tefekkür Tarihi adlı bu kitapları gören Atatürk, Galatasaray Lisesi
Felsefe ve İçtimaiyat muallimi Hilmi Ziya'yı Ankara'ya çağırarak görüşmüş;
kendisinin yeni kurulacak üniversiteye bu konuda ders vermek için öğretim
elemanı olarak atanacağını ve ayrıca aynı konuda araştırma yapmak üzere
yurtdışına gönderileceğini bildirmişti. Yeni üniversitenin (İstanbul Üniversitesi)
Felsefe Bölümü Türk Medeniyeti Tarihi Kürsüsüne atanan Hilmi Ziya, bu alanda
araştırmalar yapmak üzere gittiği Almanya' dan döndüğünde esas kadroda Türk
Medeniyeti Tarihi Doçenti olarak görev yaparken, Üniversite içinde ve dışında
oldukça hareketti ve verimli bir yayın hayatına girişti.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
28
Çağdaş İslam Düşünürleri
1933'ten sonra Felsefe Yıllığı’nın ikinci sayısının yanısıra yalnız bir sayı
yayınlanabilen Felsefe Tercümeler Dergisinin, Felsefe Bölümü tarafından
yayınlanmasında çalıştı. Üniversite dışında ise 1938-1943 yıllan arasında İnsan
dergisini yayınladı. 1938'de bölüm başkanı olan Ernst von Aster, genel felsefe
tarihinin belirli bir alam olan İslam Felsefesi'ne özel bir önem vererek Hilmi Ziya'nın
bu dersleri vermesini sağladı.
Felsefi düşüncesinin gelişiminde oldukça farklı yaklaşımların etkisinde kalan
Hilmi Ziya, 1930'lu yılların başlarında Aşk Ahlakı ve İnsani Vatanperverlik eserleriyle
Spinoza'dan hareketle çoklukta birlik düşüncesini temellendirmeye çalışır. Bu
dönemde ruh ve bedeni, birey ve toplumu uzlaştırmaya çalışırken daha çok
psikolojizmin (ruhbilimcilik) ve natüralist (doğalcı) felsefenin etkisindedir.
1933 Reformu sonrasında Reichenbach'ın etkisiyle bilimsel felsefeye yönelir.
Viyana Okulu'nun önde gelen temsilcilerinden Moritz Schlick'ten İlim ve Felsefe'yi
tercüme eder. Yirminci Asrın Filozofları adlı eserinde Reichenbach ve yeni
pozitivizmi de tanıtan Ülken, Ülkü dergisinde yayımladığı "Feylesof ve Filolog"
başlıklı yazısında ise Alman filozofun tesirindedir.
Bu dönemde yayımladığı İnsan dergisinde materyalizme ve hatta sosyalizme
eğilim duyarken, 1948 sonrasında tam aksi görüşle Tarihî Maddeciliğe Reddiye'yi
Ülken, din adamlarının
felsefi, sosyolojik ve
psikolojik bilgilerle
donanmış olmasını ister.
yazar. Burada Hegel'den ayrılarak Platon'a dönen Ülken, Amsterdam'da toplanan
Uluslararası Felsefe Kongresi'ne sunduğu "Varlıkların İki Yüzü" başlıklı bildirisinde
ve daha sonra yayımladığı Felsefeye Giriş, Bilgi ve Değer, Varlık ve Oluş adlı
eserlerinde ontoloji, epistemoloji ve pozitivizmin indirgeyici yaklaşımı yerine
Husserl fenomenolojisinin tasvir yöntemini benimser.
Hilmi Ziya’nın Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinin gerek kurucu
heyetinde yer alması gerekse başlangıçtan itibaren burada dersler vermesi ve daha
sonra da kadrolu olarak bu Fakülteye geçmesi, Darülfünunda olduğu gibi, İslam
felsefesi ve Türk-İslam düşüncesi boyutlarında İslam felsefesi tarihi araştırmalarının
yeniden başlamasında temel etkendir. Hilmi Ziya, Fakültenin kürsüleri arasında
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
29
Çağdaş İslam Düşünürleri
İslam Felsefesi Kürsüsü'nün yer almasını sağlaması yanında, "fakülteyi ilmî bir
zihniyetle kuvvetlendirmek" amacıyla Eski ve Modern Çağ Felsefe Tarihi, Sistematik
Felsefe, Mantık ve Sosyoloji gibi derslerin müfredat programına temel dersler
olarak konulmasını sağlamıştır. O ilahiyat fakültelerinde felsefe eğitiminin
kurumsallaşması açısından da önemli bir düşünürdür.
Yirmi beş yaşlarında Boutroux’yu ve Spinoza’yı çeviren Hilmi Ziya’nın, Batı
felsefesinden okudukları onun Türk mutasavvıflarına yönelmesine sebep oldu.
Tezadın (zıtlığın) insanda ve sosyal hayattaki tezahürünü Cemiyet ve Marazî Şuur
adlı eseriyle anlatmaya çalıştı. Yine bu senelerde (1930-1935), vahdetci bir hikmet
anlayışıyla çalışmalarının genel bir planının Aşk Ahlakı’nda ifade etti.
Fichte’nin milliyetçi ve hümanist cephesinden ilham alarak yazdığı İnsani
Vatanseverlik adlı kitabında iki cepheyi birleştiren vahdetçi bir görüş ortaya koydu.
Aslında bu kitap, Hilmi Ziya’nın on yedi yaşındayken ileri sürdüğü “Anadoluculuk”
akımının bir başka ürünüydü. Kendisi daha on sekiz yaşında Anadolu dergisini
kurmuş ve on iki sayı çıkarmıştır.
1951’de geçirdiği büyük ve uzun süren bir fikrî buhranın sonucu olarak Tarihî
Maddeciliğe Reddiye’yi kaleme alan Hilmi Ziya, bu dönemde İslam Felsefesi
üzerindeki çalışmalarına ağırlık verdi. 1960 İhtilali’nden sonra Öncü gazetesinde
toprak reformu gibi günün konuları üzerinde seri makaleler yayımladı. Bu arada
gençliğinden beri üzerinde çalıştığı Varlık ve Oluş’u tamamladı.
Batı Düşüncesi’ni iyi bilen Hilmi Ziya Ülken, İslam ve Batı düşüncesinin bir
takım unsurlarıyla yeni sentezlere ulaşabileceğine inanıyordu. Felsefeyi ve
sosyolojiyi iyi bilen din âlimlerinin yetişmesini isteyen Ülken, din adamlarının felsefi,
sosyolojik ve psikolojik bilgilerle donanmış olmasını isterdi. Çünkü felsefi bilgilerle
donanmamış din adamı, dine ve dinî inançlara karşı yöneltilen hücumları yeteri
kadar cevaplandıramaz ve inandırıcı olamazdı.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
30
Çağdaş İslam Düşünürleri
Eserleri: Türk Tefekkür Tarihi, Varlık ve Oluş, İslam Felsefesi, Aşk Ahlakı,
Şeytanla Konuşmalar, Felsefeye Giriş, Bilgi ve Değer, Tarihî Maddeciliğe Reddiye,
Özet
İnsani Vatanseverlik, Yirminci Asır Filozofları (Bolay, 2007).
•İslam dünyasının, gerileme ve ilerleyememe sorunu iki asırdır
tartışılmaktadır. Bunun bir sonucu olarak “çağdaş” unvanıyla
isimlendireceğimiz düşünür ve mütefekkirler ortaya çıkmıştır. Bu bölümde
genelde İslam coğrafyasındaki özel de ise Osmanlı coğrafyasındaki bazı
düşünürlerin kısa biyografileri, belirgin fikirleri ve bazı eserleri ele alıp
kısaca değerlendirilmiştir.
•Osmanlı’nın “Yenileşme Dönemi”nde ilim ve fikir adamlarımız ve
düşünürlerimiz, Batı Felsefesi'ni ve filozoflarını takip edip, Osmanlı
toplumunu bu düşünce akımlarından haberdar etmişlerdir.
•Bu düşünürler ve bunların mensup olduğu bu fikir akımları, sadece o
dönemi etkilemekle kalmamış, Cumhuriyet Dönemini, hatta günümüzü de
etkilemiştir. Bu düşünce akımlarının Türkiye’ye girmelerinden sonra
tesirleri sona ermemiş, varlıklarını günümüze kadar çeşitli siyasi ve felsefi
platformlarda sürdüre gelmişlerdir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
31
Ödev gönderimi
Ödev
Etkileşimli Alıştırmalar
Alıştırmalar
Çağdaş İslam Düşünürleri
• Öğrendiklerinizi etkileşimli alıştırmalarla pekiştirebiirsiniz
• Çağdaş İslam Düşüncesi'nin en önemli problemleri nelerdir?
Araştırınız ve tartışınız.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
32
Çağdaş İslam Düşünürleri
DEĞERLENDİRME SORULARI
1. Aşağıdakilerden hangisi çağdaş İslam düşünürlerine göre Müslüman
coğrafyanın en önemli sorunudur?
Değerlendirme
sorularını etkileşimli
olarak
cevaplandırabilirsiniz
a) Spor
b) Eğitim
c) Sağlık
d) Ekonomi
e) İlerleme
2. İslam’ın sosyal ve siyaset alanında tekrar gündeme gelmesini savunan
(İslamcılığın) önde gelen ilk temsilcisi kimdir?
a) Gazalî
b) Ebussuud
c) Cemaleddin Efganî
d) Abdullah Cevdet
e) İbn Haldun
3. “İslam’da Dinî Düşüncenin Yeniden Doğuşu” adlı eserin sahibi Pakistanlı
mütefekkir aşağıdakilerden hangisidir?
a) Muhammed Hamidullah
b) Fazlurrahman
c) Musa Carullah
d) Muhammed İkbal
e) Mevdudî
4. Türkiye’de birçok disiplinde ilk eseri veren ve İslam Felsefesi’nin de
ülkemizdeki kurucusu olan düşünür kimdir?
a) Hacı Ârif Bey
b) Mehmet Âkif
c) İsmail Hakkı İzmirli
d) Ferid Kam
e) Mithat Paşa
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
33
Çağdaş İslam Düşünürleri
5. Hareket Felsefesi’nin/Dergisinin Türkiye’deki kurucusu ve “İsyan Ahlakı”
kitabının da yazarı olan düşünürümüzün ismi aşağıdakilerden hangisidir?
a) Mustafa Sabri
b) Elmalılı Hamdi Yazır
c) Şemseddin Günaltay
d) Hilmi Ziya Ülken
e) Nurettin Topçu
6. Ezher Üniversitesinin yönetimine geldiğinde ders programlarına matematik ve
felsefe gibi bilimleri koyan Mısır’lı düşünür kimdir?
a) Mevdudî
b) Seyyid Kutup
c) Hasan el-Benna
d) Muhammed Abduh
e) Hasan Hanefî
7. Seyyid Ahmet Han’ın gayretleriyle Hindistan’ın siyaset ve eğitim merkezi hâline
gelen kurum hangisidir?
a) Delhi
b) Aligarh
c) Beyrut
d) Tebriz
e) Taşkent
8. Hem Rusya’daki hem de İslam dünyasındaki eğitim kurumlarını, muhtevalarını,
sistemlerini ve programlarını gözden geçirerek eleştiren Kazanlı Müslüman
âlim kimdir?
a) Ziya Paşa
b) Ahmet Cevdet Paşa
c) Musa Carullah
d) Abdullah Cevdet
e) Ziya Gökalp
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
34
Çağdaş İslam Düşünürleri
9. Tefhîmu’l-Kur’an isimli çağdaş tefsiri kaleme alan Haydarabad doğumlu İslam
düşünürü aşağıdakilerden hangisidir?
a) Yusuf el-Kardavî
b) Muhammed Âbid el-Cabirî
c) Said Havva
d) Mevdudî
e) Cevdet Said
10. 1986 yılında ABD’de eşiyle birlikte şehit edilen İsmail Racî el-Farukî’nin İslami
ilimler için bilimsel araştırma modeli olarak sunduğu ve yayımladığı programın
adı nedir?
a) Gözlem
b) Bilginin İslamileştirilmesi
c) İslam ve bilim
d) İlmî Gerçekler
e) Geleneksel İlimler
Cevap Anahtarı
1.E, 2.C, 3.D, 4.C, 5.E, 6.D, 7.B, 8.C, 9.D, 10.B
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
35
Çağdaş İslam Düşünürleri
Yararlanılan ve İleri Okumalar İçin Kaynakça
Abdülhakim, Halife, “Muhammed İkbal”, İslam Düşüncesi Tarihi (ed. M. M. Şerif),
çev: Yusuf Ziya Cömert, İstanbul 1991, IV.
Alpyağıl, Recep (Derleyen), Türkiye’de Bir Felsefe Gelen-ek-i Kurmaya Çalışmak,
İstanbul 2011-2012, I-II.
Akgün, Mehmet, Materyalizmin Türkiye’ye Girişi ve İlk Etkileri, Ankara 1988.
Berkes, Niyazi, Türkiye’de Çağdaşlaşma, Ankara, 1973.
Birışık, Abdulhamit, “Seyyid Ebü’l-A’lâ Mevdudî”, Çağdaş İslam Düşünürleri (ed:
Cağfer Karadaş), II. Baskı, İstanbul 2010.
Bolay, Süleyman Hayri, “Musa Carullah ve Sempozyumu”, “Musa Carullah’ın
Bigiyev’in Çağdaş İslam Düşüncesindeki Yeri”, Türk Düşüncesinde Gezintiler, Ankara
2007.
Bolay, Süleyman Hayri, “Bir Filozof Müfessir: M. Hamdi Yazır”, Türk Düşüncesinde
Gezintiler, Ankara 2007.
“Gülseren Ülken ile Babası Ord. Prof. Hilmi Ziya Ülken Hakkında Bir Söyleşi”, “Hilmi
Ziya Ülken’in Fikrî Gelişiminden Çizgiler”, “Ord. Prof. Dr. Hilmi Ziya Ülken’in
Ardından”, “Ord. Prof. Hilmi Ziya Ülken’den Hatıralar”, Türk Düşüncesinde
Gezintiler, Ankara 2007.
Çetinkaya, Bayram Ali, İsmail Hakkı İzmirli, Hayatı, Eserleri, Görüşleri, İstanbul
2000.
Çetinkaya, Bayram Ali, Türkiye’nin Modernleşme Sürecinde Şemseddin Günaltay,
Araştırma Yayınları, Ankara 2003.
Çetinkaya, Bayram Ali, “Meşrutiyet Devri Felsefi Hayat: Akımlar, Temsilciler,
Telifler ve Tercümeler”, İslamî Araştırmalar, c: 12, sayı: 2, 1999.
Emin, Osman, “Cemaleddin Efganî”, İslam Düşüncesi Tarihi (ed. M. M. Şerif), çev:
Kerim Urtekin, İstanbul 1991, IV.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
36
Çağdaş İslam Düşünürleri
Emin, Osman, “Muhammed Abduh ve Okulu”, İslam Düşüncesi Tarihi (ed. M. M.
Şerif), çev: İhsan Durdu, İstanbul 1991, IV.
Hamid, Abdul, “Sir Seyyid Ahmed Han”, İslam Düşüncesi Tarihi (ed. M. M. Şerif),
çev: Yusuf Ziya Cömert, İstanbul 1991, IV.
İbrahim, Hatipoğlu, “Fazlurrahman”, Çağdaş İslam Düşünürleri (ed: Cağfer
Karadaş), II. Baskı, İstanbul 2010.
Karaman, Hüseyin, Nurettin Topçu’da Ahlak Felsefesi, İstanbul 2000.
Karaman, Hüseyin, Nurettin Topçu, İstanbul 2010.
Kara, İsmail, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi, II. Baskı, İstanbul 1989, II.
Korlaelçi, Murtaza, Pozitivizmin Türkiye’ye Girişi, İstanbul 1986.
Türköne, Mümtaz’er, İslamcılığın Doğuşu, İstanbul 1991.
Uyanık, Mevlüt, “İsmail Raci Farukî”, Çağdaş İslam Düşünürleri (ed: Cağfer
Karadaş), II. Baskı, İstanbul 2010.
Ülken, Hilmi Ziya, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, III. Baskı, İstanbul 1992.
Ülken, Hilmi Ziya, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, III. Baskı, İstanbul 1992
Yaşaroğlu, M. Kâmil, “Muhammed Hamidullah”, Çağdaş İslam Düşünürleri (ed:
Cağfer Karadaş), II. Baskı, İstanbul 2010.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
37
Download