Untitled - Diyanet İşleri Başkanlığı Müdürlükler

advertisement
B AŞYAZI
Rahman ve Rahim olan
Allah’ın adıyla.
“Allah’ın mescitlerini ancak Allah’a
ve ahiret gününe iman eden, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve
Allah’tan başkasından korkmayan
kimseler imar ederler. İşte doğru
yola ermişlerden olmaları umulanlar
bunlardır.” (Tevbe, 9/18.)
Cami ve mescitlerin inşa edilmesini “imar” kelimesi ile ifade eden
Kur’an-ı Kerim, İslam mabetlerinin
ancak inanmış gönüller tarafından
imar edilebileceğini bildirmiştir.
Hz. Peygamber (s.a.s.) ve sahabe
dönemlerinden günümüze kadar
cami ve mescitlerin imarı, tüm
İslam âleminde önem görmüş ve
Müslümanlar, nesiller boyu farklı kültür ve medeniyetlerin ürünü
olan mimari ve sanatsal özelliklere
sahip muhteşem camilerle yeryüzünü donatmışlardır. Yeni kurdukları
şehirlerde mescidi hayatın merkezine alan bir planlama yapmışlar; dinî
mimariye önem vererek camilerin,
mimari ve tezyinat bakımından en
güzel yapılar olmasına özen göstermişlerdir. Camiler, İslam geleneğinde
özellikle Osmanlı döneminde “külliye” kültürünün çekirdeğini oluşturmuş; bu muazzam mimari yapının hemen bitişiğine veya çevresine
eğitim ve sosyal hizmet kurumları,
hamam, misafirhane, hastane gibi
diğer unsurlar da inşa edilerek, camiye gelen insanların ihtiyaçlarının karşılandığı merkezî bir konuma sahip
olmuştur.
Estetik ve mimari özellikleri ve
güzellikleriyle yüzlerce yıldır varlığını devam ettiren Süleymaniyeler,
Selimiyeler ve daha pek çok eser,
manevi yönden dinin gücünü; biçimsel açıdan sağlamlık ve kusursuzluğu;
sanatsal açıdan da özgünlüğü yansıtan şaheserler olarak bütün insanlar nezdinde hayranlık uyandırmaya
devam etmektedir.
Ne yazık ki bu hususiyet modern
zamanlarda kaybolmaya başlamış;
talepler ve ihtiyaçlar mevcut cami
yapısıyla örtüşmemiş, bu doğrultuda özgün cami projeleri geliştirilememiştir. En basit şekliyle nüfusun
yarısı kadınlardan oluşmasına rağmen gerek abdest gerekse ibadet
mekânları açısından günümüzde inşa
edilen camilerde kadınların sorunlar
yaşaması bunun bir göstergesidir.
yetin, alçakgönüllülüğün, sadeliğin,
karşılıksız din gayretinin ve ‘Allah
güzeldir, güzelliği sever’ düsturuna
göre güzelliğin eseri olmalıdır.
Camiler, toplumun ihtiyaçları göz
önünde bulundurularak, iklim, coğrafya ve bölgesel özellikler hesaba
katılarak inşa edilmelidir.
Prof. Dr. Mehmet Görmez
Diyanet İşleri Başkanı
Diğer taraftan hızlı kentleşmenin
sebep olduğu çarpık yapılaşma cami
mimarisini de olumsuz etkilemiş, köyden kente göç süreciyle birlikte şehirlerde camikondulaşma ortaya çıkmış;
dolayısıyla şehirlerde camilerin nüfus
oranına göre dağılımı önemli bir
sorun hâline gelmiştir. Yine mimari
açıdan camilere yakışmayacak tarzda
apartman altında yapılan mescitler,
yollar üzerinde inşa edilen camiler
ve mescit adı altındaki yapılar estetik
ve mimari açıdan pek çok sorunu
beraberinde getirmiştir. Aynı şekilde
inşa edilen pek çok cami, yenilik ve
özgünlük içermediği gibi Selçuklu
ve Osmanlı dönemindeki camilerin
kötü birer kopyası olmaktan öteye de
geçememiştir. Ayrıca plân ve kütlesel
düzenleri açısından da o dönemin
tasarım ölçütlerini barındırmadığı
için oranları bozuk yapılar olarak
ortaya çıkmıştır. Kısacası günümüzde
inşa edilen camiler, sanat ve estetik yönünden çoğunlukla özgün bir
nitelik taşımadığı gibi Hz. Peygamber
döneminde olduğu gibi dinî, sosyal
ve kültürel işlevlerin tümü ile bütünleşen yapılar olmaktan son derece
uzaktır.
Mevcut sorunların üstesinden gelebilmek için günümüz cami yapılarının
mimarî, estetik, kentleşme, yapının
insan ve hayatla ilişkisi ve işlevsellik
bakımından yeniden değerlendirilmesine ve bu konuda hem toplumda
hem de cami mimarisi ile ilgili kurum
ve kuruluşlarda bir bilinç ve farkındalık oluşturulmasına ihtiyaç bulunmaktadır. Bunun için de başta bilim
adamları olmak üzere konuyla ilgisi
bulunan herkese önemli görev ve
sorumluluklar düşmektedir.
Bu doğrultuda günümüz cami
mimarisi açısından şunları söylemek
yerinde olacaktır. En başta camiler,
Hakk’ın rızasının, ihlas ve samimi-
Camiler, klasikleri kopyalamak yerine mimarlık alanındaki yeniliklere
göre inşa edilerek özgün eserler olarak ortaya konmalıdır.
Camiler inşa edilirken, şehrin ruhuna,
karakterine ve görünüşüne güzellik
katacak şekilde planlanmalıdır.
Camiler inşa edilirken israf ve lüks
harcamalardan kaçınılmalı, bakım,
hizmet ve temizliğinin kolay olacak
şekilde inşa ve imar edilmesine özen
gösterilmelidir.
Camiler engellisiyle-engelsiziyle herkesin rahat ve huzur içinde ibadetini
yapabileceği şekilde dizayn edilmelidir.
Camiler, kubbesiyle, minaresiyle ve
diğer tüm unsurlarıyla orantılı olacak
şekilde inşa edilmelidir.
Son olarak şunu ifade etmek gerekir ki, camileri imar etmek, şehirlere
devasa camiler inşa etmek demek
değildir. Camileri imar etmek, yeni,
canlı, modern, mekân, şehir ve toplumla ve de en önemlisi insanla
bütünleşen yapılar ortaya koymaktır.
Başkanlık olarak bu seneki Camiler
ve Din Görevlileri Haftasında iki
etkinliği gerçekleştirmeyi planladık.
Birincisi; “Engelsiz Cami, Engelsiz
İbadet Kampanyası.” Bununla camilerimizi yeniden gözden geçirerek
engelli kardeşlerimizin ihtiyaçlarına
göre düzenlemeyi ve bu konuda
toplumsal bir bilinç ve farkındalık
oluşturmayı hedefledik. İkincisi; 2-5
Ekim 2012 tarihleri arasında Mimar
Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi
Mimarlık Fakültesi işbirliği ile
İstanbul’da “I. Ulusal Cami Mimarisi
Sempozyumu”nu düzenleyeceğiz.
Bu sempozyumun sonunda oluşturulacak komisyon marifetiyle mevcut
camilerimiz yeniden değerlendirilecektir. Ayrıca yeni yapılacak camiler
için de proje yarışmaları gerçekleştirilecektir.
içindekiler
DİYANET AYLIK DERGİ • EYLÜL 2012 • SAYI: 261
GÜNDEM
Cami mimarisinde kültür ve medeniyet vizyonumuz... 5
5
M. Hilmi Şenalp
Şehir planlama ve cami alanları................................ 10
Yrd. Doç. Dr. Adem Erdem Erbaş
Mescid-i Nebevi'nin mimarisine dair notlar............... 14
Cami mimarisinde
kültür ve
medeniyet
vizyonumuz
Doç. Dr. Mustafa Sabri Küçükaşçı
Dün-bugün ekseninde cami tasarımına genel
bir bakış.................................................................. 18
Doç. Dr. Ömer İskender Tuluk
Mimari ve cami mimarisi üzerine düşünceler............ 22
Turgut Cansever
SÖYLEŞİ
Prof. Dr. Suphi Saatçi ile cami mimarisi
üzerine söyleşi......................................................... 25
Karşıtların
ittifakı
Abdülkerim Yatğın-Mutlu Doğan
DİN-DÜŞÜNCE-YORUM
Karşıtların ittifakı....................................................... 29
Prof. Dr. Muhammet Şevki Aydın
İslamofobiklerin Masumiyeti(!): Innocence of Muslim
Filmine Dair.............................................................. 32
Dr. Esma Yıldırım
Haccın sembolleri.................................................... 34
29
Prof. Dr. Ramazan Altıntaş
DİN VE SOSYAL HAYAT
Hayatın merkezinde fonksiyonel cami...................... 37
Prof. Dr. H. Kâmil Yılmaz
“Hz. Muhammed'in Hayatı” isimli seçmeli dersin işlenişi
ile ilgili bazı mülahazalar........................................... 40
Prof. Dr. Hüseyin Algül
AİLE
Aile yaşamında pozitiflik........................................... 44
Dr. Mustafa Koç
Aile yaşamında
pozitiflik
BİR AYET BİR YORUM
Kur’an neden bir rahmet kaynağıdır?....................... 48
44
Diyanet İşleri Başkanlığı Adına Sahibi
ve Genel Yayın Yönetmeni
Dr. Yüksel Salman
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
Dr. Faruk Görgülü
Mali İşler ve Dağıtım Sorumlusu
Mustafa Bayraktar (Dön. Ser. İşl. Müd.)
Yayın Koordinatörleri
Mustafa Bektaşoğlu
Elif Arslan
Kâmil Büyüker
Mutlu Doğan
[email protected]
Prof. Dr. İbrahim Hilmi Karslı
Son Okuma
Mustafa Bektaşoğlu
Sait Şan
Sedat Memiş
Abone İşleri
Tel : (0312) 295 71 96-97
Fax : (0312) 285 18 54
e-mail: [email protected]
Uygulama
Latif Köse
Abone Şartları
Yurt içi yıllık: 28.80 TL.
Yurt dışı yıllık: ABD, 30 ABD Doları
AB Ülkeleri, 30 Euro
Avustralya, 50 Avustralya Doları
İsveç ve Danimarka, 250 Kron
İsviçre, 45 Frank
Arşiv
Ali Duran Demircioğlu
Yönetim Merkezi
Dini Yayınlar Genel Müdürlüğü
Üniversiteler Mahallesi Dumlupınar Bulvarı
No:147/A 06800 Çankaya/ANKARA
Tel: (0312) 295 73 06 Fax: (0312) 284 72 88
Abone kaydı için, ücretin Döner
Sermaye İşletme Müdürlüğü’nün
57
Umuda yürümek
BİR HADİS BİR YORUM
İlim kendin bilmektir................................................. 50
Prof. Dr. İsmail Hakkı Ünal
DİN GÖREVLİSİNİN HATIRA DEFTERİNDEN
Hac ve değişim........................................................ 52
Hafız Abdullah
Nazırlı Efendi
Aydanur İmat
KÜLTÜR - SANAT – EDEBİYAT
Kubbenin altında kadınlara yer açmak..................... 54
Prof. Dr. Hüseyin Yılmaz
Umuda yürümek...................................................... 57
Abdulbaki İşcan
61
ÖRNEK HAYATLAR
Hafız Abdullah Nazırlı Efendi.................................... 61
Celal Sürgeç
HİKMET PENCERESİ
Simya ilmini ararken kanaati yitirmek........................ 64
Doç. Dr. Ekrem Demirli
UZMAN GÖZÜYLE
Öfke kontrolü........................................................... 66
Tuba Doğan
FIKIH KÖŞESİ
Din İşleri Yüksek Kurulundan.................................... 68
İSLAMLA YENİDEN DOĞANLAR
“Hiçbir şey bunun kadar değerli olamazdı”
Erin (Sümeyye) Fennun............................................ 70
“Hiçbir şey
bunun kadar
değerli
olamazdı”
Erin (Sümeyye)
Fennun
70
Haz. Metin Karabaşoğlu
DAĞARCIK
Din eğitiminde sevgi ve kabul dili............................. 74
Prof. Dr. Ahmet Koç
KÜRSÜDEN
Çocuk eğitimi.......................................................... 76
Dr. Bilal Esen
KİTAP TANITIMI
Yunus Emre Divanı................................................... 79
74
Vural Kaya
T.C. Ziraat Bankası Ankara - Akay şubesindeki
IBAN: TR 84000100076005994308-5001
no’lu hesabına yatırılması ve makbuzun fotokopisi ile abonenin hangi sayıdan başlayacağını bildirir bir dilekçe, mektup, yazı, faks veya
e-postanın Diyanet İşleri Başkanlığı Döner
Sermaye İşletme Müdürlüğü Üniversiteler
Mahallesi Dumlupınar Bulvarı No:147/A 06800
Çankaya/ANKARA adresine gönderilmesi
gerekir.
Yayın Türü: Aylık, Yerel, Süreli Yayın
Diyanet Aylık Dergi (Türkçe)
Temsilcilikler
Yurt içi: İl Müftülükleri, İlçe Müftülükleri
Yurt dışı: Din Hizmetleri Müşavirlikleri,
Din Hizmetleri Ataşelikleri
web: www.diyanet.gov.tr
e-mail: [email protected]
[email protected]
[email protected]
Yayınlanacak yazılarda düzeltme ve
çıkartmalar yapılabilir.
Yazıların bilimsel sorumluluğu
yazarlarına aittir.
Din eğitiminde sevgi
ve kabul dili
Tasarım - Baskı Cilt
Evren Yayıncılık ve Bas. San. Tic. AŞ
Konya Devlet Karayolu (29. km)
Evren Yayıncılık Serpmeleri
Oğulbey Kavşağı Nu.: 1
06830 Gölbaşı/ANKARA
tel.: (0.312) 615 54 54
belgeç: (0.312) 615 54 55
www.evrenyayincilik.com
Basım Yeri: ANKARA
Basım Tarihi: 25.09.2012
ISSN - 1300 - 8471
EDİTÖRDEN
Ü
zerinde yaşadığımız toprakların bizlere yüklediği en önemli sorumluluklardan biri, devraldığımız medeniyet mirasına sahip
çıkmaktır. Bu mirasın en büyük şahitlerinden biri genel anlamda mimarimiz, özel manada ise cami mimarimizdir.
Büyük bir medeniyetin mensupları
olarak bizler, yeryüzünün mescit kılınması müjdesi ile yetinmemiş, tarih
boyunca gittiğimiz her yere Allah’ın
beytini inşa etme yolunda özel bir gayret içerisinde olmuşuz. Yeryüzünün ilk
inşa edilen beyti Mescid-i Haram’dan
bu yana, ülkelere ve şehirlere göre
mimari tarz ve üslup değişse de
niyet ve karar değişmemiştir. Nasıl
ki Mescid-i Nebevi’yi inşa eden Hz.
Peygamber, o mescidin yapımına bizzat kendisi omuz verdi ise bugün de
bizler maddi, manevi ve fikrî anlamda
aynı aşk ve heyecan ile camilerimize
ve minarelerinden yükselen kutlu çağrının her yerde yankılanmasına gayret
etmekteyiz.
Hızla değişen dünya, ihtiyaç ve beklentiler doğrultusunda şekillenen
mekan ve insan tasavvurlarımız, yeni
cami modelleri konusunda bir arayışı
da beraberinde getirmiştir. Mekânın
ruhunu, özünü kaybetmeden, yüzyılların birikimi olan geleneği doğru
okuyarak ve yaşadığımız hayatın
taleplerini, zorunluluklarını göz önünde bulundurarak cami mimarimizi
gözden geçirebilmeli, yeni arayışları
ve gelişmeleri göz ardı etmemeliyiz.
Diyanet İşleri Başkanlığımız bu amaçla, üniversiteler ile işbirliği içinde
“Cami Mimarisi" sempozyumu tertip
etmiş ve bununla sözü edilen alanda
yeni ufuklar oluşturmak ve yeni arayışlar noktasında bilim insanlarının
görüşlerine başvurmak istemiştir.
Bu hayırlı çalışmaya dikkat çekmek
ve camilerimizin dinamik, günün
ihtiyaçlarına cevap veren, huşu ve
huzur merkezleri olmasına katkı sağlamak amacıyla bu sayımızda cami
konusunu ele aldık. Sahasında uzman
yazarlarımız, yıllardır suskun kalan bu
saha ile ilgili önemli katkılar sundular.
Mimar Hilmi Şenalp, "Cami mimarisinde kültür ve medeniyet vizyonumuz"a
işaret etti. Modern şehirleşme ile birlikte, şehircilik anlayışımıza dair tespit
ve değerlendirmeleri Yrd. Doç. Dr.
Adem Erdem Erbaş, “Şehir planlama
ve cami alanları” yazısında dile getirdi. Mescid-i Nebevi’nin inşa süreci ve
Osmanlı’nın yaptığı önemli katkıları
Doç. Dr. Mustafa Sabri Küçükaşçı'nın
kalemiyle huzurlarınıza getiriyoruz.
Camilerin estetiği son dönemde en
çok tartışılan konular arasında idi.
Doç. Dr. Ömer İskender'in “Dünbugün ekseninde cami tasarımına
genel bir bakış” başlıklı yazısı bu
konudaki beklentilerimize ışık tutacak
mahiyette. Yine bu sayımızda, bir vefa
örneği olarak rahmetli Mimar Turgut
Cansever’in gündemimize ilişkin bir
makalesini yayınladık. Bilge mimarımızın, mimarimizde açtığı ufuk, yolumuzu aydınlatmaya devam edecektir.
Bu sayımızda Prof. Dr. Suphi Saatçi ile
cami mimarimizin geçmişi ve geleceği üzerine gerçekleştirdiğimiz söyleşiyi de istifadenize sunuyoruz. Diğer
bölümleri, konu başlıkları ve yazarları
ile yine dolu dolu bir eylül sayısı ile
sizleri baş başa bırakıyoruz.
Gündem
M. Hilmi Şenalp
Mimar
Cami mimarisinde kültür ve
medeniyet vizyonumuz
İSLAM MİMARİSİNDE CAMİ, SADECE İNSANLARIN DEĞİL İNSANA AİT DİĞER BÜTÜN
GÜZELLİKLERİN VE SANATLARIN BİR ARAYA GETİRİLDİĞİ, YANİ “CAMİ” OLDUĞU, KUTSİ
BİR MEKÂN OLMUŞTUR.
TÜRKİYE’NİN
CAMİ MESELESİ
MÜSTAKİL BİR
KONU OLMAYIP,
AYNI ÇERÇEVE
İÇERİSİNDE
MÜTALAA
EDİLMESİ
GEREKEN,
BİR ZİNCİRİN
HALKALARI GİBİ
BİR MEDENİYET
MESELESİDİR.
250 yıllık batılılaşma maceramızın
başından bugüne kadar, toplum
olarak kendi medeniyetimize ve
değerlerimize küstük ve kendimizden şüpheye düştük. Mevcut
kültürün tahribi ve redd-i miras
gerçeği bizi içinde bulunduğumuz bugünkü noktaya getirdi.
Yeni bir cami mimarisi ihdas edebilmek için, önce sahibi ve varisi
olduğumuz kültür ve sanat mirasının değerini fark edip, geleneğin
“ne olup, ne olmadığını” -doğru
olarak- kavrayıp öğrenmemiz
gerekir. Sadece cami değil, yapılan her yeni bina ve restorasyonla
gelenek de mağdur edilerek, bin
küsur yıldır özenle kurmaya çalıştığımız şehir medeniyeti tahrip ve
perişan edilmektedir.
Türkiye’nin cami meselesi müstakil bir konu olmayıp, aynı çerçeve içerisinde mütalaa edilmesi gereken, bir zincirin halkaları
gibi bir medeniyet meselesidir.
Cami kelimesini kaldırarak yerine
"kültür, sanat, edebiyat, musikimiz, yeni meskenler, koruma ve
şehircilik anlayışımız" gibi kelimeleri koyduğumuzda verilecek
cevaplar farklılık arz etmeyecektir. Bu bakımdan meseleye etraflı
ve külli bir bakışı tercih ettik.
Türkiye’nin cami özelinde medeniyetini nasıl yeniden üretebileceği sorgulanırken, bu problemin
hususi bir reçetesi olmadığından,
"Türkiye’nin kültür politikası ne
olmalıdır, şehirleşmesinde ve
koruma stratejisinde, dünya ve
medeniyet vizyonu ne olmalıdır?"
temel sualinin cevabını vermek
gerekir.
Kendimizi tanıyor muyuz?
Sahibi ve devamı olduğumuzu
iddia ettiğimiz kültür ve medeniyet dairesini ne kadar tanıyoruz?
Kültürel derinliği ve heyecanı
tanımayan bir vizyondan yaratıcı eserler beklenemez. Bugün
dünyaya damgasını vurmak iddiasında varlığının altını çizen bir
devletin hareket noktası; kendisi, tarihî birikimi ve kültür-sanat
dünyasıdır. Kültürümüz ortalama
değil, objektif olarak da hakikaten bahası payansız, yüksek
kültür ve medeniyet vasfına sahip
orijinal bir kültürdür. Kültürde
SAYI: 261
• EYLÜL 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
5
OSMANLI-TÜRK SANATI HER DİN VE
MEŞREPTEN İNSANIN RUHUNA SICAK
GELEN BİR SANATTIR. OSMANLI ESERLERİ
HİÇBİR ZAMAN BİRBİRİNİN TAKLİDİ
OLMAYIP, HER BİRİNİN MÜSTAKİL
ŞAHSİYET VE HÜVİYETİ VARDIR.
derinliğin, mimaride incelik ve zarafetin, edebiyat ve musikide zengin ifade ve mana
derinliğinin, hat ve tezyinatta sabır ve asaletin,
hülasa sanatın her şubesinde sadelik içinde
ihtişamın numunelerini veren, orijinal kültürü
olan bir milletiz.
Vârisi olduğumuz Anadolu merkezli tecrübemizle, Selçuklu ve Osmanlı Medeniyetlerinin,
asırlardan süzülüp gelen kültür birikimleri neticesinde olgunlaşmış hayat, kültür ve
sanat anlayışımız menfi tesirlere maruz kalsa
da, mayası sağlam, İslamiyeti canıgönülden
benimseyen ve sindiren, bu semavi yüce
dini, kendi bünyesinde zahiriyle-batınıyla,
yani asli hüviyetiyle yaşayan, uygulayan, asırların tecrübesiyle bunu ispat etmiş hoşgörülü
Türkiye’nin dünyaya verebileceği çok mesaj
vardır. Bugünün kanayan bir yarası olan
Kudüs’te, Kudüs Kalesi’nin çarşı kapısı üzerine "Lailahe illallah, İbrahim Halilullah" yazdıran Kanuni bu vizyonun en mühim mesajını
vermiştir.
Osmanlı-Türk sanatı, İslam’ın bütün akli ve
6
DİYANET AYLIK DERGİ
EYLÜL 2012
• SAYI: 261
kalbi teferruatını sanatın her şubesinde kemaliyle temsil etmiş, İslam’ın âlem tasavvurunu ve kâinat idrakini dile getiren bir fıtrat
sanatıdır. Onun için Osmanlı-Türk Sanatı
her din ve meşrepten insanın ruhuna sıcak
gelen bir sanattır. Osmanlı eserleri hiçbir zaman
birbirinin taklidi
olmayıp, her birinin müstakil şahsiyet ve hüviyeti
vardır. Mazimize
ait değerleri doğru
bir şekilde okuyup
anlayarak
geleceğimiz için
bunları yeniden
tahlil etmek ve bu
yüksek medeniyet
birikiminden istifade etmek mecburiyetindeyiz.
Batılılaşma maceramız
1730’lardan başlayan batılılaşma, hayatın her
sahasına ağır ağır nüfuz etti. Yaşadığımız travmalarla idrakimizi, eşyaya bakışımızı, âlem
ve medeniyet tasavvurumuzu ve asaletimizi
kaybettik. Klasik dönem sonrasında bir cami
mimarisi geliştiremedik.
Bugün ciddiye alınabilecek bir sanat tarzı,
sadeleşmiş ve üsluplaşmış anlayıştır. Modern
yapı, modern cami tabirlerini tercih etmemekteyiz. Çünkü modernite günümüzdeki anlamı
ve hâliyle Batı medeniyetinin eşyaya bakışının, âlem idrakinin, eşyaya çarpık ontolojik
ve entelektüel yaklaşımının adıdır. Herkesin
“modernitesi” taklit değil kendi değerlerinden
hareketle, “kendine göre” olmalıdır. Klasik
Osmanlı mimarisinde ifadesini bulmuş olan
bu sadeleştirilmiş sanat dediğimiz anlayış,
nasıl bir değerler manzumesine sahip olduğumuzun en büyük delilidir. Klasik, sivil ve dinî
mimarimizin mimari unsurlarını doğru yorum
ve anlayışlarla üsluplaştırıp, stilize edebilirsek, şahsiyetimizi kaybetmeden sadeleştiril-
MAZİMİZE AİT DEĞERLERİ DOĞRU
BİR ŞEKİLDE OKUYUP ANLAYARAK
GELECEĞİMİZ İÇİN BUNLARI YENİDEN
TAHLİL ETMEK VE BU YÜKSEK
MEDENİYET BİRİKİMİNDEN İSTİFADE
ETMEK MECBURİYETİNDEYİZ.
miş sanatın en güzel örneklerini verebiliriz.
Çünkü mimariden minyatüre ve ebrudan tezyinata, hat sanatına kadar uzanan klasik sanatların özünde üsluplaştırmanın, stilizasyonun
diyalektik dinamiği mevcuttur. Kültürün faklılaşması nedeniyle, "şartlar uygun değil, böyle
bina artık üretemeyiz" diye itiraz edilebilir.
Bugünün şartlarının kaçınılmaz olduğu, kendimizi istemediğimiz bir şeye teslim etmenin
doğru olmadığını bile bile, bildiğimiz bir şeyi
yapmamak için özür aramaktır.
Asli işlevi itibarıyla Müslümanlar için bir ibadethane-namaz kılınan mekân olan cami,
İslam Medeniyeti’nin merkezi ve kalbidir,
İslam İlahiyatı’nda namaz, müminin miracı olarak geçer. Hızla globalleşen dünyada,
cihanşümul bir tevhit dininin mensupları için,
günümüzde bir cami inşa edilmesi söz konusu olduğunda, hiç şüphe yok ki öncelikle
İslam geleneği ile modernite arasındaki estetik müşterekin ne olması; sonra da bu estetik
müşterekin, müminin miracı olan namazın
eda edileceği, İslam Medeniyeti’nin merkezi
ve kalbi olan camiye ne şekilde yansıması
gerektiğini tespit etmek durumundayız.
İslam sanatı nedir, nasıl ayrılır?
Cami cidarı, kubbesiyle "kâinat"ın sembolüdür. Yeryüzündeki bütün mescitler "kıble"ye
yönelmiştir. Kâinatın odak noktası Kâbe,
insanlığın ilk mabedi ve kıblesidir. Kâbe,
Hak’la ünsiyeti olması gereken "insan"a, yaratılışının gaye ve sırlarını hatırlatan, asli vatanına yabancılaşmamasını telkin eden ilahî bir
hidayet sembolüdür.
İslami vahyin tevhit inancı; manevi âlemin
dünyaya yansıtılmasında yaratılmış
şeylerin formlarını
değil, maddenin özünde
yansımasını bulan geometri ve ritimlerin, temel yapıların kullanıldığı, kemiyet
değil keyfiyet ve şahsiyet ifade eden, müşahhas
(somut) değil, mücerret
(soyut) bir sanat ortaya
koymuştur. Türk-İslam
sanatı, maddeye asalet kazandıran mücerret
(soyut) bir sanattan öte,
semavi hikmetin akisleri olarak geometrik-matematik form
ve diziler vasıtasıyla
"kesret"i
"vahdet"e
(çokluğu birliğe) nispet
eden bir sanat idrakidir.
Allah’ın ayetleri olan
kâinat ve bütün
yaratılmışlar böyle
idrak edilince, fizik,
kimya, astronomi vs.
gibi ilimler de, kutsiyet ifade eden hikmet
olmaktadır. Bundan
dolayıdır ki bir hadiste: "Hikmet, müminin yitik malıdır.
Nerede bulursa onu
alır." denilmektedir.
İnsan, görünenin derununda perdelenmiş
ilahî ilmi fark ederek
keşfedip yeni şeyler
icat eder. İslam sanatlarında
"müşahhas"
Bu
anlayış
olan, "mücerret"
İslam sanatlaolanı anlatmak içinrındaki teksif,
dir. Bunun edebiterkip,
tecyattaki
karşılığı,
rit
şuuruyla
"mecaz",
"mazüsluplaştırmamun" ve "istiare"dir.
yı (stylization)
Gerçekte temaşa
getirmiştir. Bu
edilen,
kâinatın
sebeple Türkkendisi
değil,
İslam sanatları,
ondaki
ihsaslar,
tabiatta mevcut
nakışlar, nakıştagizli geometriki öz ve hakikatiyi keşfederek,
dir. Her bir nakış,
eşyanın özünAllah’ın ayetlerinde ihtimamden bir "ayet"tir. Bu
la setredilmiş
sebeple camilerde
saklı dünyaları
kullanılan nakışve inşalarındalar, nakış-nakkaş,
ki geometriyi,
sebep-müsebbip
tecrit üslubuymünasebeti
açıla insanın idrasından tercih edilkine takdim
miştir. Bu sebeple
eder, eşyayatabiat; doğrudan
NAMAZA DAVET OLAN "EZANIN" YÜKSEK BİR
görünene, şahdeğil, işaret ve atıf- YERDE OKUNACAK OLMASI, İSLAM’IN ŞİARI OLAN
siyet ve hüvila temaşa edilir. MİNAREYE FEVKALADE GÜÇLÜ BİR MİMARİ
yete, değerler
İnsanın varlığı, var- SEMBOL VASFI KAZANDIRMAKTADIR.
üstü mana ve
lığın ve eşyanın bizmahiyet kazanzat kendisi, "Hak"
dırır. Beşerin saflaşması (ıstıfa’sı) nasıl insanve "hakikat"le, "insan" arasında hicapların
lığın burcu Hz. Muhammed Mustafa (saflaş(perdelerin) en büyüğüdür. O yüzdendir ki,
tırılmış, seçilmiş) (s.a.s.)’da kemale erdiyse,
varlığın verasına (ötesine), veranın verasına
onun getirdiği dinin medeniyetinde de eşyaya
(ötenin ötesine) işaretle, "fanilik" setredilir
bu saflaşma (ıstıfa’) ve tecrit penceresinden
(örtülür), mutlaka sonsuzluk ve "beka"ya atıfbakılmaktadır. Yüksek bir kültür ve medenita bulunulur. Nakıştan nakkaş murad olunur.
yet olan İslam Medeniyeti’nde ve sanatlarında
Eşya, göründüğü şekliyle kendi hakikatini
eşyaya bu bakış; dünya ve ahiret dengesiyle
insana göstermez. Görünüşünden soyutlanıp,
hayat ve ölüm gerçeğini doğru kavrayarak,
fani olandan tasfiye edildikten sonra temainsanlığın refahının yanında, huzur ve saadeşaya layık hâle gelir. Yaratılış gayesini bilen
tinin de fevkalade önemli olduğunun ifadeinsan için mekân, mekânsızlık âlemine açılan
sidir.
penceredir. İnsan da lamekânı (mekânsızlığı)
Yeni camilere yaklaşım nasıl olmalı?
içine almış bir mekândır. Mekân cidarın içindeki boşluk, suretteki siret, fenadaki beka
İslam’da yeryüzü mescit kabul edildiğinden,
(yokluktaki sonsuzluk) telmihidir. Hakikatte
aslında ibadet için hususi bir binaya ihtişekiller, eşya ve bütün varlık, maddenin manayaç yoktur. Ancak; Peygamber Efendimiz
sına, suretin siretine, afakın enfüsüne aynadır.
Mekke’den Medine’ye, daha doğrusu Yesrib’e
hicret ettiğinde, Yesrib onun hicretiyle Medine
Vücutta "zaman" olmaz , "an" olur. Zaman
olmuş, İslam medeniyetinin temellerinin tesis
itibari, boyutlar namütenahidir (sonsuzdur)…
8
DİYANET AYLIK DERGİ
EYLÜL 2012
• SAYI: 261
KLASİK, SİVİL VE DİNÎ MİMARİMİZİN
MİMARİ UNSURLARINI DOĞRU YORUM
VE ANLAYIŞLARLA ÜSLUPLAŞTIRIP,
STİLİZE EDEBİLİRSEK, ŞAHSİYETİMİZİ
KAYBETMEDEN SADELEŞTİRİLMİŞ
SANATIN EN GÜZEL ÖRNEKLERİNİ
VEREBİLİRİZ.
edildiği bu şehirde ilk faaliyeti, medeniyetin
merkezi olarak “mescit inşa etmek olmuştur.”
İşte bu anlayış çerçevesinde, zaman içerisinde
İslam mimarisinde cami, sadece insanların
değil insana ait diğer bütün güzelliklerin ve
sanatların bir araya getirildiği, yani “cami”
olduğu, kutsi bir mekân olmuştur. Bu anlayışladır ki bütün camilerimizde İslam sanatlarından, hat, tezyinat, çini, taş ve mermer işçiliği,
maden işleri, mukarnas, malakâri, sedefkâri
ve kündekâri gibi her biri müstakil sanat dalları ayrı ayrı temsil edilmiştir.
Namaza davet olan "ezanın" yüksek bir yerde
okunacak olması, İslam’ın şiarı olan minareye fevkalade güçlü bir mimari sembol
vasfı kazandırmaktadır. Mimari tasarımlarda
minareleri gözümüzle kaldırarak: "Bu binaya
-müslim, gayrimüslim- her insan cami der mi?"
sualinin cevabı, o binanın gerçekten iyi bir
tasarım olup olmadığının da cevabıdır.
İslam sanatlarında ahenk ve tenasüple beraber hendesi şekiller ile mukarnastaki "kesrette
vahdet, vahdette kesret"i, yani çoklukta birliği, birlikte çokluğu ifade ile bütün evrenin,
Rumi’de hayvanat âleminin, Hatayi’de nebatat
âleminin mücerretleştirildiğinin ve bu suretle
insana musahhar kılındığının her daim altının
çizildiği, -bunu şehir ölçeğine çıkardığımızda,
sokaklarıyla, meydan anlayışıyla, bahçe anlayışıyla, dinî ve sivil mimarideki kabulleriylebir medeniyet manzumesi çıkar ortaya.
Her şeklin bir sureti olduğu gibi bir de sireti,
deruni inikâsları ve intibaları vardır. İnsan
etrafından aldığı intibalar ve ihsaslarla yaşar,
hayata bu arka plandaki biçimlenmiş panjurdan bakar. Eşya ve hadisata bakışını, yaşadığı
mekânlar, ömrünü geçirdiği eşya ve şekiller
biçimlendirir.
Klasik cami–Modern cami
Bir de çok kullanıldığı için söyleyelim;
“modern cami”, “çağdaş cami” tabirlerine itirazımız var. Böyle bir ayrım ve anlayışı kasten tercih etmemekteyiz. Süleymaniye bugün
kullanılıyorsa çağdaştır. “Klasik” eskimeyen
yenidir. Mimari üslup, bir tercih meselesidir. Cami ya klasik olur veya klasiğin ruh ve
mana köküne bağlı, yorumlanmış üsluplaşmış, sadeleşmiş bir mimari tarzda olur. Bu tarz
bir camiye hiçbir zaman modern cami denemez. Modern İslam olamayacağı gibi modern
cami, modern hat vs. gibi tabir ve vasıflar da
doğru değildir. Gelenekle modernite arasında
estetik müştereklik ve temas noktaları olabilir, ancak geleneğin doğru yorumu hiçbir
zaman bu yaftalamayı hak etmez. Yeni cami
uygulamalarında soyutlamanın ıskalandığı,
geleneği kavrayamama ve tam olarak kuşatamama zafiyetiyle geleneğin mağdur edilerek ondan yeni bir kimlik icat etme gayreti
görülmektedir. Geleneği doğru kavrayamazsak, atıfları doğru yapamazsak, yanlışlarımızı
fark etmeden, atıflarla avunur ve aldanırız.
Atıf tek başına sahihlik doğurmaz, atıf yapılan şeyin sahihliğini problemli hâle getirir.
Gelenek, içinden yaşandığı zaman gelenek
olur. Gelenek; cihanşümul yani evrensel olanla mahalli olanın buluştuğu, birbirini besleyip
yeniden ürettiği anlam alanıdır. Gelenek olarak ortaya çıkan formlar, evrensel değerlerin
taşıyıcısıdır. Bugün yaşadığımız kültürel yozlaşma ve sığlaşma, değerlerimizdeki aşınma
ve çözülmenin tezahürü ve neticesidir.
Sahibi olduğumuz medeniyet mirasının değerini fark edip devamı için yeni ve doğru
sentezler aramak şarttır. Mimari, bir cemiyetin aynası ve şeklî lisanıdır. Bir cemiyette
ne zaman insani ve fıtri değerler yücelirse
veya karışıklık ve değerlerin tarifsizliği –kaosyaşanmaya başlarsa, önce mimaride en son
da musikide hemen bunun tezahürü görülür.
Kendi kendini tekrar eden ve yenilemeyen
bir kültür, yozlaşmaya ve nihayet yok olmaya
mahkûmdur.
SAYI: 261
• EYLÜL 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
9
Gündem
Yrd. Doç. Dr. Adem Erdem Erbaş
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniv.
Mimarlık Fak.
Şehir planlama ve
cami alanları
DİNÎ TESİS ALANI OLARAK CAMİ ALANI, SOSYAL VE KÜLTÜREL TESİSLER GİBİ
DEĞİŞİK AMAÇLA KULLANILMAK ÜZERE, SERGİ SALONLARI, KÜLTÜREL AKTİVİTE
ALANLARINI İÇEREN TOPLUMUN ÇEŞİTLİ KESİMLERİNDEKİ KİŞİLERİN İHTİYAÇLARINI
KARŞILAYACAK NİTELİKLERE SAHİP OLABİLİR.
Sabahın ilk ışıkları ile mahalleye yayılan ezan
sesi kulağımıza geldiğinde bu sesin arka planındaki kültürel birikimi hangimiz tam olarak
bilebilmekteyiz? Birçok şeyin bilinme imkânı
yok ama cami yapısının çoğu insanın anılarında yer etmiş farklı anlamları bulunduğu da
açıktır. Sevinç, üzüntü, keder, yaşam, ölüm,
doğum, mutluluk, huzur vb. sözcükler ancak
bir kısmını oluşturur bu anlamın. Bu yazı
ile şehir planlamada dinî tesis olarak cami
alanının düzenlenmesinde temel ilkeleri açıklamaya çalışacağım. Görülebileceği gibi toplumsal ve bireysel engin bir kültürel birikimi
yansıtan cami alanları ile olgularının tümünü
bu birkaç sayfada açıklayabilmem mümkün
değil. Dilimin döndüğünce ifade etmeye çalışacağım.
Şehir planlamada cami alanını iyi anlayabilmek için birkaç kavramı bilmek ve anlamak
gerekir. Bunlardan en önemlisi “mahalle”dir.
Mahalle kavramı ve onunla ilgili olgular
bugünkü kentsel/kırsal yaşamın ortaya koyduğu yaşam çevremizin en küçük ve en organize halini oluşturmaktadır. Aslında mahalle
kavramına değişik açılardan bakmak olasıdır.
Bu bakış kent sosyolojisi, ekonomik yapı,
idari örgütlenme açılarından olabilir. Bu bağ10
DİYANET AYLIK DERGİ
EYLÜL 2012
• SAYI: 261
Fotoğraf: Cihat Hıdır (Teşvikiye Camii-İstanbul)
lamda mahalle için değişik tanımlamalar da
yapılabilir.
Mahalle idaresi tüzel kişiliğe sahip olmamakla
birlikte organları seçimle işbaşına gelen bir
yerel yönetim birimidir. Mahallelerin kurulması, kaldırılması, birleştirilmesi, isim ve sınırlarının değiştirilmesi belediye meclisinin ve
o yerdeki idare kurulunun kararı ve valinin
onayıyla olmaktadır.
Mahalle idaresinin organları muhtar ve ihtiyar
heyeti olup; başlıca görevi mahallede oturanlara ilişkin, hukuki durumlarını belirten
bazı belgeler düzenlemektir. Mahalle birimi, anlaşılabileceği üzere tüzel bir kişilik
değildir. Ancak modern yaşamın getirdiği ve
gerektirdiği yeni şartlara göre şehircilik biliminde yeni tanımlamalar ve düzenlemeler
yapmak olasıdır. Bu nedenle mahalle kavramı
ile yaşamımıza damgasını vurmuş bazı tatları
hatırlamakta yarar var. (Eğer bu tatları yaşayamadığınızı düşünüyor ancak merak ediyorsanız size değerli hocam merhum Prof. Kemal
Ahmet Aru'nun "Türk Kenti" isimli kitabını
tavsiye edeceğim.)
Geleneksel bir mahallenin merkezini oluşturan ve cami yapısının da içinde bulunduğu
“külliye” ise bir diğer önemli konudur ve sosyo-ekonomik, kültürel birikimleri yansıtmaktadır. Yerleşme dokusunu oluşturan mahalle
sınırlarını, büyüklüklerini, çıkmaz sokaklı yerleşme düzenlerini belirleyen husus; çarşı ve
cami ilişkisidir. Mahalle sınırlarını belirleyen
hususlardan birinin camiler arasındaki mesafe
olduğunu, bunun da yürüme mesafesi yanı
sıra minareden okunan ezan sesinin duyulma
mesafesi olduğunu biliyor muydunuz?
Çarşı, pazar gibi ticaret alanları ile “Cuma
Camii” arasında sıkı bir ilişki bulunmaktadır.
Ne var ki bugünkü durum ve anlayışın geçmişten gelen bir birikimi yansıttığı unutulmamalıdır.
Bugün “Ulu Cami” yanında bir çınar altında
otururken etraftaki hareketliliğin arkasında,
şehir ile cami arasındaki ilişkinin yattığını
anlarsınız. Her caminin cuma camii olmadığını, bir mahalle düzeni içinde çevredeki yaşayanları kucakladığını düşünür, bugün bazı
belediyelerin uygulamalarında olduğu üzere
mahalle dokularının geleneksel ticari alanlarla
birlikte kaldırılarak sadece cami yapılarının
ortaya çıkarılma düşüncesini hayretle karşılarsınız. Belli bir geleneği, ritüeli çevreleriyle
birlikte yansıtan önemli alanlardır cami yapıları. Bu nedenle yakın çevresindeki yaşam ile
birlikte düşünülmelidir.
Fakat günümüzde kuşkusuz bu geleneği ve
ritüeli bozacak, anlamını zedeleyecek birtakım müdahaleler de olmaktadır. Cami minarelerine baz istasyonları yerleştirilmesi, camilerin alt katlarında marangozhane, oto tamirhane dahil olmak üzere çeşitli ticari işletmelere
izin verilmesi önemli tartışmaları da beraberinde getirmektedir. İbadet alanı olarak “ulvi”
bir mekânı simgeleyen camilerde bu gibi
müdahalelere izin verilmemesi gerekir.
SAYI: 261
• EYLÜL 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
11
Bununla birlikte dinî tesis alanı kapsamındaki
cami alanının sadece cami yapısı olarak ele
alınamayacağı, cami ile birlikte dinî gereklerin
ritüellere uygun bir şekilde yerine getirilebilmesi amacıyla, cami yapısı ile birlikte şadırvan, wc, abdesthane, cenaze namazı alanı,
oturma/dinlenme/bekleme alanı, lojman vb.
alanların da dinî tesis alanı içinde yer alması
gerekliliği unutulmamalıdır. Cami ve avlusu
bir bütün olarak düzenlenmelidir. Bu nedenle
şehir planlamada dinî tesis alanı kapsamında
cami alanlarının asgari yüzölçümlerine sahip
olması gerekir.
3194 sayılı İmar Kanunu’na 4380 sayılı Kanunla
“EK MADDE 2- (2.8.1998 tarih, 23421 sayılı
Resmi Gazete’de yayımlanmış olan 4380 sayılı
Kanun) İmar planlarının tanziminde, planlanan beldenin ve bölgenin şartları ile müstakbel ihtiyaçları göz önünde tutularak lüzumlu
cami yerleri ayrılır. İl, ilçe ve kasabalarda
müftünün izni alınmak ve imar mevzuatına
uygun olmak şartıyla cami yapılabilir. Cami
yeri, imar mevzuatına aykırı olarak başka
maksatlara tahsis edilemez.” şeklinde hüküm
eklenmiştir. Cami yerinin başka maksatla tahsis edilememesi ve bölgenin ihtiyaçlarına göre
lüzumlu yerlere cami yapılması istenilmektedir. Yine Plan Yapımına Ait Esaslara Dair
Yönetmeliğin Ek-1 tablosunda da kişi başına
0,5 m2 dinî tesis alanı öngörülmüştür.
Ancak bir taşınmazın ibadet yeri olarak ayrılabilmesi için, Plan Yapım Yönetmeliği’nin, Ek
1e maddesinde belirtilen asgari alan büyüklüklerini sağlaması gerekir.
EK – 1e
İbadet yerleri
Asgari Alan
Büyüklüğü (m2)
Küçük ibadet yeri
2.500
Orta ibadet yeri
(semt ibadet yeri)
5.000
Büyük merkez
ibadet yeri
10.000
Dinî yapılar içerisinde yer alan tüm yapılanmalar tabloda belirlenmiş olan asgari alan
kapsamında değerlendirilir.
12
DİYANET AYLIK DERGİ
EYLÜL 2012
• SAYI: 261
Bu çerçevede değerlendirildiğinde küçük ibadet yerleri için en az 2500 m2 alan büyüklüğü olması zorunluluğu bulunmaktadır. Bu
yüzölçüm değerleri yeni gelişme alanlarında
planlanacak dinî tesis alanlarını ifade etmektedir. Geleneksel dokulardaki mevcut dinî
tesisler bu değerlendirmenin dışındadır. Dinî
tesis alanı içindeki olması beklenen tüm yapılanmaların bu alan içinde yer alması beklenmektedir. Dinî tesis alanı sadece cami yapısı
ile sınırlı olmayıp, cami ile birlikte olması gereken diğer kullanımları (şadırvan, wc,
abdesthane, cenaze namazı alanı, oturma/
dinlenme/bekleme alanı, lojman vb alanları)
da kapsamaktadır.
Dinî tesis alanı olarak cami alanı, sosyal ve
kültürel tesisler gibi değişik amaçla kullanılmak üzere, sergi salonları, kültürel aktivite
alanlarını içeren toplumun çeşitli kesimlerindeki kişilerin ihtiyaçlarını karşılayacak niteliklere sahip olabilir. Bu nedenle toplu ulaşım
araçları ile ulaşılabilirlik ve otopark kolaylığı,
engelliler için ulaşım kolaylığı da tesis yeri
için aranacak kriterlerdendir.
Dinî tesis alanları, hem ibadet mekânı hem de
dünyadan ayrılan vatandaşa, toplum tarafından yapılan son merasimde bir uğurlama alanı
olarak hizmet verdiğinden, hemen her mahallenin içinde kolayca ulaşılabilecek bir alanda,
yürüyüş mesafesi içinde bulunması gerekir.
İmar planlarında konut, ticaret, sanayi vb. kullanım kararlarının yanında yeşil alan, çocuk
parkı, eğitim, sağlık, ibadet alanı ile ağaçlandırılacak alanlar sağlıklı bir çevre oluşturmak
amacıyla ayrılmakta ve nüfus yoğunluğu esas
alınarak umumi hizmet alanları ile kamu tesis
alanlarının bölge bölge dağılımı yapılmaktadır. Belli donatı alanlarının birlikte ele alınmasıyla oluşturulacak sinerji öne çıkmaktadır.
Birbiriyle ilişkili donatı alanlarının belli bir
alanda kümelenmesi ise şehir planlamada
“donatı bütünlüğü” olarak ifade edilmektedir.
Diğer taraftan genel bir planlama prensibi
olarak planlama alanında yaşayacak ve çalışacak nüfus için 500-750 metre yarıçaplı (Temel
eğitim için belirlenen azami yürüme mesafe-
si esas alınmaktadır.)
bir çevreye hizmet
verecek şekilde dinî
tesis alanları ayrılmaktadır.
Buna göre yukarıdaki
açıklamalar çerçevesinde öne çıkan ve
cami alanı ile ilgili
planlama prensipleri
şu şekildedir;
1- Müftünün izni alınmak ve imar mevzuatına uygun olmak
şartıyla cami alanlarının yer seçimi yapılmalıdır.
3- Cami alanı ile içinde bulunduğu mahalle
arasında sıkı ilişkiler bulunmaktadır. Cami ile
yakın çevresindeki yerleşme dokusu birlikte
ele alınmalıdır.
4- Cami ile birlikte onu tamamlayan başkaca yapılar da bulunmaktadır. Şadırvan, wc,
abdesthane, cenaze namazı alanı, oturma/
dinlenme/bekleme alanı, lojman vb. alanlar
da dinî tesis alanı içinde yer alabilir. Cami ve
avlusu bir ritüeli yansıtacak şekilde bütünlük
arz etmektedir.
5- İbadet duygusunu zedeleyecek nitelikte
cami minarelerine baz istasyonları yerleştirilmesi ile camilerin alt katlarında çeşitli ticari
işletmelere izin verilmemelidir.
6- Cami alanları ve ilişkili oldukları diğer
donatı alanları bir bütünlük içinde düzenlenebilirler.
Süleymaniye Camii / İstanbul
2- Cami alanları
için Plan Yapımına
Ait Esaslara Dair
Yönetmelik hükümlerince belirtilen Asgari
Alan Büyüklüğü standartlarına uyulmalıdır.
7- Cami alanları değişik amaçla kullanılmak
üzere, sergi salonları, kültürel aktivite alanlarını da içerebilir. Bu durumda toplu ulaşım
araçları ile ulaşılabilirlik ve otopark kolaylığı,
engelliler için ulaşım kolaylığı da unutulmamalıdır.
8- Cami alanları çevrede yaşayanların yürüyüş
mesafesi (yaklaşık 500-750 m yarıçaplı) içinde
olmalı ve yürüme yolları ile bütünleştirilmelidir.
Şimdi elinizdeki dergiyi bir kenara bırakın.
Birazdan okunacak ezan ile birlikte dışarı
çıkın. Her gün gittiğiniz yoldan farklı bir
biçimde mahallenizde şöyle bir dolaşın.
İçinizdeki yaşam sevinci ile etrafınıza bakın;
sokakta oynayan çocukları, bakkaldan alışveriş yapan komşularınızı, köşede kıvrılıp uyuyan kediyi ve namaz vakti yavaş yavaş camiye
doğru giden amcayı görün.
SAYI: 261
• EYLÜL 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
13
Gündem
Doç. Dr. Mustafa Sabri Küçükaşçı
Marmara Üniv. Fen Edebiyat Fak.
Mescid-i Nebevi'nin
mimarisine dair notlar
MESCİD-İ NEBEVİ'NİN TARİHİNDE EN BÜYÜK GENİŞLETME VE İMAR FAALİYETİ
1984-1994 YILLARI ARASINDA GERÇEKLEŞTİRİLDİ. MEVCUT YAPIYI DOĞU, BATI VE
KUZEYDEN KUŞATAN 82.000 M2'LİK BU İLAVEYLE, MESCİDİN ALANI 98.326 M2'YE
ULAŞTI.
İLK BİNA, TAŞ
TEMEL ÜZERİNE
TEK SIRA
KERPİÇTEN,
BİR ADAM
BOYU KADAR
YÜKSEKLİKTEKİ
ÇEVRE DUVARI
İLE KUŞATILARAK
ÜSTÜ AÇIK
BİÇİMDE 60 X
70 ZİRALIK BİR
ALANA (1022 M2)
YAPILDI.
14
DİYANET AYLIK DERGİ
İslam tarihinde bir dönüm noktası
olan Rasul-i Ekrem'in Mekke'den
Medine'ye hicretinden sonra gerçekleştirilen ilk faaliyetlerden biri,
Mescid-i Nebevi'nin (Mescid-i
Nebi) inşasıdır. Rebiulevvel ayında inşasına başlanan Mescid-i
Nebevi, şevval ayında tamamlandı.
İlk bina, taş temel üzerine tek sıra
kerpiçten, bir adam boyu kadar
yükseklikteki çevre duvarı ile
kuşatılarak üstü açık biçimde 60 x
EYLÜL 2012
• SAYI: 261
70 ziralık bir alana (1022 m2) yapıldı. Kıblesi bizzat Hz. Peygamber
tarafından Kudüs'e yönelik olarak yapılan ve üç kapısı bulunan
mescidin doğu duvarının güney
kısmına Rasul-i Ekrem'in hanımları Hz. Aişe ve Sevde için iki adet
oda yapıldı. Daha sonra sayıları dokuza çıkan bu odaların bir
kapısı mescide açılıyordu. Kıble
hicretten on altı veya on yedi
ay sonra Kudüs'ten Mekke'deki
Kâbe’ye çevrilince güneyde bulunan yeni kıble tarafına gelen kapı
kapatılarak kuzey duvarında yeni bir kapı
açıldı. Basit ve sade, ancak son derece fonksiyonel olan Mescid-i Nebevi Müslümanların
sayısının artmasıyla ihtiyaca cevap veremeyince 7. yılda (628) Hayber dönüşü yeni ilavelerle genişletildi. Hz. Osman, Rasulüllah'ın
teşvikiyle Mescid-i Nebevi'ye bitişik bazı yerleri buraya dâhil etmek amacıyla satın aldı.
Bu dönemde Mescid-i Nebevi, kıble tarafı
hariç üç tarafından genişletilerek 100 x 100
zira (yaklaşık 2433 m2) ebadında kare planlı
bir hâle getirildi. Başlangıçta üstü örtülmeyen Mescid-i Nebevi'nin kıble tarafında Hz.
Peygamber'in namaz kıldırdığı yere yağmur
ve güneşten korunmak için hurma kütüğünden altı direk üzerinde bir sundurma yapıldı.
Kıble Kâbe’ye çevrilince bu sundurma kısmen
korunarak Suffe ehlinin barındığı bir yer oldu.
Mescid-i Nebevi, Hz. Ebu Bekir döneminde
herhangi bir değişikliğe uğramadı. Ancak
Medine'nin nüfusunun giderek artması mescidin genişletilmesi ihtiyacını doğurdu. Hz.
Ömer, 17 (638) yılında çevredeki bazı evleri
mescide dâhil etmek için istimlak etti; çevre
duvarı yükseltilen ve tavan yüksekliği 11
zira olan, kapı sayısı altıya çıkarılan Mescid-i
Nebevi'nin boyutları kuzeyden güneye 140
ziraa, doğudan batıya 120 ziraa (4088 m2)
ulaştı.
Hz. Osman döneminde Mescid-i Nebevi
genişletilerek yeniden inşa edildi. Mescidin
boyutları 170 x 130 (5378 m2) veya 160 x 130
ziraa (5061,5 m2) ulaştı ve sütunların sayısı on
ikiye çıkarıldı.
Mescid-i Nebevi, bu tarihten Emevi Halifesi
Velid b. Abdülmelik zamanına kadar herhangi
bir değişikliğe uğramadı. Velid, Medine Valisi
Ömer b. Abdülaziz'den Mescid-i Nebevi'yi
genişletmesini istedi.
Abbasi halifelerinden Mehdi-Billah zamanında, sadece kuzey yönünde genişletme çalışması yapılarak yaklaşık 9309 m2'ye ulaşan
mescitteki sütun sayısı 290'a ulaştı.
Memluk Sultanı Kalavun devrinde Hz.
Peygamber'in kabri üzerine ilk defa ahşap
bir kubbe inşa edildi. Sultan Kayıtbay hücre-i
saadetin kubbesini yenileyerek mescitte bazı
düzenlemeler yaptı (881/1476). Hücre-i saadetin kubbesinin yerine daha büyük bir kubbe
ve mescidin Babüsselam tarafına iki kubbe
yapıldı. Batı duvarına bitişik Babüsselam ile
Babürrahme arasında bir medrese ve ribat
inşa edildi.
Medine Osmanlı hâkimiyetine girdikten sonra
Mescid-i Nebevi'de ilk imar faaliyeti Kanuni
SAYI: 261
• EYLÜL 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
15
Sultan Süleyman döneminde gerçekleştirildi. Ardından Sultan II. Selim, III. Murad, III.
Mehmed, I. Ahmed, IV. Murad, IV. Mehmed,
II. Mustafa, III. Ahmed, I. Mahmud, III. Osman,
I. Abdülhamid ve III. Selim zamanlarında
Mescid-i Nebevi'de bazı tamirat ve yenilikler gerçekleştirilerek buraya çeşitli hediyeler
gönderildi.
Haremeyn işlerine büyük önem veren II.
Mahmud'un emriyle 1813'te Mescid-i Nebevi'de
tamirat ve düzenlemeler için hazırlıklar başladı. Sultan Kayıtbay tarafından hücre-i saadetin
üzerine yaptırılan kubbenin yerine taştan yeni
bir kubbe yapıldı, üstü de kurşunla kaplanarak yeşile boyandı. Günümüze kadar gelen ve
Mescid-i Nebevi'nin simgesi olan bu kubbe
renginden dolayı "Kubbetü'l-hadra" adıyla
anılmaktadır.
Osmanlılar döneminde Mescid-i Nebevi'de en
büyük imar faaliyeti Sultan Abdülmecid zamanında gerçekleştirildi. Sultan Abdülmecid,
Mescid-i Nebevi'yi dört sütun üzerinde tek
kubbeli olarak yaptırmak istemiş, ancak
Ravza-i Mutahhara'daki korunması gereken
sütunlar ve Mescid-i Nebevi'nin özel durumu sebebiyle bundan vazgeçmek zorunda
kalmıştır. 1267'de (1851) başlayan çalışmalar
şeyhülharem ve bina emininin öncülüğünde
şehir ayan ve eşrafının katılımıyla 1277 (1861)
yılında bitirildi. Suudiler döneminde 1949'da
başlayıp 1955'te tamamlanan ilk genişletme
sırasında Mescid-i Nebevi 16.326 m2'lik alana
ulaştı. Mescid-i Nebevi'nin tarihinde en büyük
genişletme ve imar faaliyeti 1984-1994 yılları
arasında gerçekleştirildi. Mevcut yapıyı doğu,
batı ve kuzeyden kuşatan 82.000 m2'lik bu
ilaveyle, mescidin alanı 98.326 m2'ye ulaştı.
Mescid-i Nebevi damı ve avlusu ile aynı anda
650.000 kişinin ibadet edebileceği 400.000
m2'lik bir alana ulaştı. Minarelerin sayısı ona
çıkarıldı ve mescidin bodrum kısmı garaj olarak tasarlandı.
genişletirken hücre-i saadeti ve diğer odaları olduğu gibi bırakmışlardı. Hücre-i saadetin dışındaki diğer odalar Velid zamanındaki genişletmede mescide dâhil edilmiştir.
Mescid-i Nebevi ile ilgili bütün onarım faaliyetlerinde hücre-i saadete öncelik verilmiş,
burası, Hz. Peygamber'in minberinin bulunduğu yerle bütünleşerek mescidin en önemli
bölümü hâline gelmiştir.
Minber: Rasul-i Ekrem'in Mescid-i Nebevi'de
cemaate hitap ederken dayanması için hurma
ağacından bir kütük konulmuş, cemaatin Hz.
Peygamber'in yüzünü görememesi ve sesini
işitememesi üzerine 7 (628) veya 8. (629) yılda
ılgın ağacından 50 cm. eninde 1,25 m. uzunlukta, 1 m. yükseklikte, arkasında üç sütunu
bulunan üç basamaklı ilk minber yapılmıştır.
İlk halifeler Rasul-i Ekrem'e saygılarından
dolayı üçüncü basamağı kullanmamışlardı ve
bu basamak bir tahta parçasıyla kapatılmıştı.
Mescid-i Nebevi'nin bölümleri
Hz. Osman zamanında Rasul-i Ekrem'in minberinin üzerine bir kubbe yapılarak kumaşla örtülmüş ve basamakları abanoz ağacıyla
kaplanmıştır. Muaviye b. Ebu Süfyan devrinde minbere altı basamak ilave edilmiştir. Bu
ilk minber 654 (1256) yılındaki bir yangında
yanınca yerine Yemen Hükümdarı el-Melikü'lMuzaffer Şemseddin tarafından gönderilen
minber konulmuş (656/1258), ardından bu
minber Memluk Sultanı I. Baybars tarafından yenilenmiştir (666/1268) Memluk Sultanı
Berkuk'un 797'de gönderdiği minberi 820'de
(1417) Memluk Sultanı Şeyh el-Mahmudi
değiştirmiştir. Bu minber 886'daki (1481)
Mescid-i Nebevi yangınında hasar görerek kullanılamaz duruma gelince Medineliler tuğla ve
alçıdan yeni bir minber yaptırmış, bu minber,
Kayıtbay tarafından 888'de (1483) gönderilen
mermer minberin Mescid-i Nebevi'ye konulmasına kadar kullanılmıştır. Kayıtbay'ın minberi daha sonra Mescid-i Kuba'ya taşınarak
yerine III. Murad'ın yolladığı mermer minber
konulmuştur (998/1590).
Hücre-i saadet: Rasul-i Ekrem'in Hz. Âişe'nin
odasına defnedilmesinden sonra burası
hücre-i saadet adıyla anılmaya başlanmıştır.
Hz. Ömer ve Hz. Osman, Mescid-i Nebevi'yi
Mihrap: Başlangıçta Mescid-i Nebevi'nin
bir mihrabı yoktu. Hz. Peygamber'in namaz
kıldırdığı yer belliydi. Ömer b. Abdülaziz,
Mescid-i Nebevi'yi imar ederken ön duva-
16
DİYANET AYLIK DERGİ
EYLÜL 2012
• SAYI: 261
ra oyulmuş niş tarzında bir mihrap ilave
etmiş, bu mihrap daha sonra Rasul-i Ekrem'in
mihrabı olarak tanınmıştır. Memluk Sultanı
Kayıtbay'ın, 888'de süslettiği mihrap yüzyıllar
boyunca kullanılmış, 1984'te ise tamamen
yenilenmiştir.
Mahfil: Mescid-i Nebevi'ye İlk mahfili (maksure) Hz. Ömer'in namaz kıldırırken şehit
edilmesini dikkate alan Hz. Osman yaptırmıştır. Mescid-i Nebevi'de Rasul-i Ekrem'in minberinin kuzeyinde Bilal-i Habeşi'nin müezzinlik yaptığı yerde bulunan müezzin mahfili
"makberiyye" adıyla meşhur olmuştur.
Minare: Hz. Peygamber döneminde Mescid-i
Nebevi'nin kıble tarafında, Bilal-i Habeşi'nin
ezan okumak için üzerine iple tırmanarak çıktığı "üstüvane" denilen bir yer bulunmaktaydı.
Minarenin ilk şekli olarak düşünülebilecek
silindir biçimindeki bu yerin dışında ezan okumak için mescidin çevresindeki bazı yüksek
yerler de kullanılıyordu. Ömer b. Abdülaziz,
Mescid-i Nebevi’yi genişletirken dört köşesine 8 x 8 zira ebadındaki bir kaideye oturan
yaklaşık 26 m. yükseklikte dört minare yaptırmış, 97'de (716) Süleyman b. Abdülmelik,
güneybatı köşesindeki minareyi şerefesinin
mesken mahremiyetine zarar verdiği gerekçesiyle yıktırmıştır. Mescid-i Nebevi'nin bundan
sonra yüzyıllar boyunca üç minareli olarak
kaldığı, Medine'yi ziyaret eden İbn Cübeyr ve
Evliya Çelebi'nin kayıtlarından anlaşılmaktadır. Muhammed b. Kalavun'un 706'da (13061307) inşa ettirdiği Babüsselam minaresi IV.
Mehmed tarafından yenilenmiştir. Osmanlı
döneminde 947'de (1540) mescidin kuzeydoğusundaki minare yıkılarak yerine 4,65 x
4,65 metrelik kaide üzerinde yaklaşık 70 m.
yükseklikte Kanuni Sultan Süleyman'a nispetle Süleymaniye olarak adlandırılan üç şerefeli
bir minare inşa edilmiştir. Abdülmecid'in imarı
sırasında kuzeybatıda Mecidiye, güneybatıda
Babüsselam, batıda ise Babürrahme diye anılan minareler yapılmıştır. Mescidin Reisiyye
dışındaki minareleri tamamen Osmanlı tarzını yansıtmaktaydı. İlk Suudi genişletmesinde
Mecidiye ve Süleymaniye yerine kare kaideli,
72 m. yükseklikte iki yeni minare inşa edilmiş-
tir. Mescid-i Nebevi’nin 1994'te tamamlanan
son imarında minare sayısı ona çıkarılmıştır.
Avlu: Emevi Halifesi Velid b. Abdülmelik
dönemindeki planlamada Mescid-i Nebevi’nin
ortasında kum ve çakıl dökülmüş, iki tarafına hurma ağaçlarının dikildiği, daha sonra
"kumluk" adıyla meşhur olan üzeri açık bir
avlu bulunuyordu. Ebu Cafer el-Mansur sıcak
havalarda avlunun örtülerle gölgelendirilmesini istemiş ve ahşap direklere gerilen iplerin
üzerine konulan örtülerle gölgelenme sağlanmıştı. Mescidin sahanlığının ortasındaki araç
ve gereçlerin saklandığı yere "kubbetü'z-zeyt"
denilir. Burası Abdülmecid'in imarında ortasında havuzun yer aldığı, farklı ihtiyaçlar için
bölümlerin bulunduğu iki farklı kısım şeklinde tasarlanmıştır.
Kapılar: Mescid-i Nebevi'nin ilk inşasında
batı tarafında Babürrahme (Babüatike), doğu
tarafında Babücibril (Babüosman) ve güney
tarafında Babülcenubi adlarıyla üç kapısı
bulunuyordu. Kıblenin değişmesinden sonra
güneydeki kapı kapatılarak kuzey duvarında
bir kapı açılmıştır. Hz. Ömer zamanında kapı
sayısı altıya çıkarılmıştır. Mehdi zamanındaki
imarda doğu ve batı duvarlarında sekizer,
güney ve kuzey duvarlarında dörder olmak
üzere kapı sayısı yirmi dört olmuştur. Bu
sayı on sekiz, on dokuz veya yirmi olarak da
kaydedilmektedir. Abdülmecid zamanında bu
kapılardan, ilk dönemden kalan batı duvarının
kıble duvarına bitiştiği yerdeki Babüsselam,
batı tarafındaki Babürrahme, kuzey duvarındaki Abdülmecid'e nispetle Babülmecidi,
doğu tarafındaki Babünnisa ve Babücibril
yenilenmiş, diğerleri kapatılmıştır. Rasul-i
Ekrem, hastalığı sırasında Hz. Ebu Bekir'in
kapısı dışında mescidin avlusuna açılan bütün
kapıların kapatılmasını istediğinden bu kapı
genişletmelerde korunmuş ve mescit dışına
yer altından bir geçit konulmuştur. Geçidin
çıkışı Kayıtbay Medresesi'nin inşası esnasında
kapatılmış, geçit ise çeşitli eşyaların konulduğu küçük depolar haline getirilmiştir. İlk Suudi
genişletmesinde kapıların sayısı ona çıkarılmıştır. Günümüzde Mescid-i Nebevi’nin kırk
bir ana giriş ve çıkış noktası bulunmaktadır.
SAYI: 261
• EYLÜL 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
17
Gündem
Doç. Dr. Ömer İskender Tuluk
Karadeniz Teknik Üniv. Mimarlık Fak.
Dün-bugün ekseninde cami
tasarımına genel bir bakış
HZ. PEYGAMBER’İN TEBLİĞİ İLE ORTAYA ÇIKAN İBADET MEKÂN GEREKSİNİMİ DOĞAL
OLARAK TÜMÜYLE İŞLEVSEL GEREKÇELERLE KARŞILANMIŞTIR.
İnsanoğlunun yapılı çevre üretkenliği bağlamında mimarlık tarihinin belki de en yaygın
anıtsal yapı türünü mabetler oluşturur. Bu
yapı türü hemen her dönemde, her kültür ortamında yapı üretimindeki hünerlerin,
zevklerin, etnik ve dinî aidiyetlerin sergilendiği araçlar olmuştur. Banileri elinde ise kudret,
egemenlik ve varoluş gösterilerine dönüşmüştür. Bu nedenledir ki sadece bu yapı türü
üzerinden dahi toplumların değerlerini, tutkularını, ihtiraslarını kısacası kültürlerini anlama ve anlamlandırma olanağı vardır. Bugün,
edindiği kulaktan dolma bilgiler dışında sanat
tarihi ile hiçbir ilişkisi olmayan insanların
dahi zihninde yer tutmuş belli başlı anıtlar
arasında ağırlıklı olarak inanç yapıları vardır:
Hemen herkesin ilk bakışta tanıdığı Mısır’daki
Gize piramitleri devasa boyuttaki bir tapınak
kompleksinin çöl üstünde kalmış parçalarıdır.
Batı kaynaklı tasarım dünyası için günümüzde
hâlâ esin kaynağı olmayı sürdüren, dolayısıyla
küresel dünyada belli başlı biçimsel özellikleriyle zihinlere kazıtılmış Yunan tapınakları; turistik aktivasyonlara az çok ilgi duyan
hemen her insan için ismini bilmese de aşina
yapılar arasında sayılabilecek Roma’daki
Panteon tapınağı; Rönesans’ın öncüsü efsanevi Floransa Katedrali ilk akla gelenler ara18
DİYANET AYLIK DERGİ
EYLÜL 2012
• SAYI: 261
sında sayılabilir. Hiç şüphe yok ki İslam dünyası için de Edirne’de Selimiye, İstanbul’da
Süleymaniye ve Sultanahmet Camilerinin
böyle bir anlamı vardır ve Osmanlı mimarisi
için ayırt edici biçimsel karakterin en baskın
mimari unsurlarını söz konusu bu anıtsal
camilerin kent silueti içindeki varlıklarından
okumak olasıdır.
Ancak İslam’ın en erken dönemlerine inildikçe ibadet yapılarında bir anıtsallık arayışının
neredeyse hiç olmadığı dikkat çekicidir. Hz.
Peygamber’in tebliği ile ortaya çıkan ibadet mekân gereksinimi doğal olarak tümüyle
işlevsel gerekçelerle karşılanmıştır. Bilinen
en erken örneklerden sayılan, Akabe’de Hz.
Peygamber’e ilk biat eden Ebu Ümame Es’ad
b. Zürare’nin bir hurma kurutma yerinin etrafını duvarla çevirerek oluşturduğu mescit,
mimari anlamda bir inşadan çok basit bir
mekânsal düzenleme olarak değerlendirilebilir. 14 yılında (M. 635-36) Basra’da inşa
edilen sazdan yapılmış ilk caminin savaşa
gidileceği zaman bozulup bir yere yığıldığı
ve dönüşte tekrar kurulduğu da bilinmektedir. (A. Önkal ve N. Bozkurt, “Cami” maddesi, Türkiye
Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C. 7, 46-56, İstanbul, 1991,
Bu mütevazı örnekler bir kenara
bırakılırsa, daha büyük boyutlarıyla İslam’ın
s. 47, 49.)
ilk ibadet yapısı olarak kabul edilen, Hz.
Peygamber’in ikametgâhının da bulunduğu
Mescid-i Nebevi’de dahi bir görkemlilik arayışından söz etmek olası değildir. Mescidin
arka kısmında fakir sahabiler için ayrılan
bir bölümün de yer aldığı yaklaşık 45x45
m boyutlarındaki bu avlulu sade mescit, bir
insan boyundaki kerpiç avlu duvarları ve ibadet edenleri güneşten koruyan hurma ağacı
ve dallarından oluşturulmuş bir çardaktan
ibarettir. (Önkal, Bozkurt, a.g.m., s. 48.) Genel anlamda bu durumun Hulefayı Raşidin döneminin
ardından değiştiği söylenebilir. Gerek Emevi
ve Abbasi dönemi, gerekse erken dönemlerden itibaren Osmanlı uygulamaları bu yapı
türünün arkaik örnekleri dikkate alındığında oldukça iddialıdır. İlk İslam camilerinin
aksine, bazen ağdalı bezeme programlarıyla
aşırıya da kaçabilen böylesine gösterişli uygulamaların ortaya çıkışının temel nedeninin,
kurumsal olarak İslam’ı yüceltmek, kişisel
olarak ise buna aracılık etmek olduğu söylenebilir.
En erken dönemlerden itibaren, fethedilen
topraklarla dört bir yana yayılan İslam inancı
ve buna bağlı olarak ibadet mekân gereksiniminin cami ve mescit inşalarıyla karşılandığı
şüphesizdir. Bunun yanında Hulefayı Raşidin
dönemiyle birlikte -fetihlerin gerçekleştiriliş
biçimine göre- ele geçirilen bölgelerde bulunan mabetlerin de kısmen ya da
tümüyle cami ya da mescide
dönüştürüldüğü, bu uygulamanın sonraki dönemlere
örnek oluşturduğu bilinmektedir. (Önkal,
Osmanlı fetih geleneğinde, kentin en büyük
ibadet yapısının camiye dönüştürülmesi de,
temelde o yıllardaki bu tür uygulamaların bir
tezahürü olarak düşünülmelidir. (Buna ilişkin
Trabzon özelinde ele aldığımız kapsamlı bir değerlendirme
için: Ö. İ. Tuluk, H. İ. Düzenli, “Osmanlı’da Fetih Sonrası
Dinsel Mekânı Camileştirme Anlayışı: Trabzon Örneği (14611665)”, Trabzon Kent Mirası Yer-Yapı-Hafıza, Klasik, 93-118,
İstanbul 2010.) İslam ibadet mekânı için vazgeçilmez mimari ögeler olan mihrap, minber
ve minare eklenerek İstanbul’da St. Sophia
Kilisesi’nin Ayasofya Camii’ne dönüştürülmesi bu geleneğin en bilinen örneklerindendir.
Yapı, Bizans döneminde Ortodoks Hristiyan,
Osmanlı elinde ise İslam dünyasının dinî egemenlik sembolü olmuştur.
Tarihin pek çok döneminde çeşitli zaman dilimlerinde el değiştiren bu
tür yapılar -eğer ideolojik bir art niyet yoksaçoğunlukla egemen
toplumun dinsel sembolü olmaya devam
etmiştir. Bizans kültürünün biçimlendirdiği
İstanbul Ayasofya’sı
bu niteliğini kentin
fethinden sonra da
sürdürebilen yapılar
arasında hiç kuşkusuz
en anıtsal olanla-
Bozkurt,
a.g.m., s. 48,
Ebu Haggag Camii / Mısır
49.)
SAYI: 261
• EYLÜL 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
19
rındandır. Ancak Atina akropolündeki Parthenon Tapınağı bu bağlamda belki de en çarpıcı hikâyesi
olandır: Antikitenin çok tanrılı
inanç abidelerinin en önemlilerinden birisi olan bu tapınak, pagan
kültürüyle başlayan dinî mekân
serüvenini, Hristiyan ve İslami kültür odakları elinde de sürdürmüştür. Yapı, Justinian döneminde
(MS. 4. yy) doğu duvarına yarım
daire planlı bir apsid eklenerek
kiliseye dönüştürülmüş, 1204
yılında ise köşesine bir çan
kulesi eklenmiştir. Fatih Sultan
Mehmed’in Tırhala sancak beyi
Turahan Bey’in 1456’da şehri
ele geçirmesinin ve 1458’de
akropolün alınmasının ardından da camiye dönüştürülmüş, çan kulesinin üst bölümüne minare eklenmiştir. (K. K.
Eyüpgiller, “Atina Akropolü’nde Bir Cami”,
Arredamento Mimarlık, Sayı: 173, 118-
Venediklilerin
1687’de Atina’yı kuşatmaları
sırasında ateşlenen bir top
mermisi camiye büyük
zarar vermiş,
minaresi
dışında
tümüyle
yıkılmıştır.
121, 2004, s. 118-119.)
Osmanlı zihniyet dünyasının, etnik ve dini
aidiyet ifade aracı olarak kent kimliğinin inşasında dinî yapılara yüklediği anlamın okunduğu asıl önemli süreç ise, kentin bundan
20 yıl sonra Osmanlıların eline yeniden geçmesiyle yaşanmıştır: Kale Camii (Parthenon)
yeniden ihya edilmemiş, yıkık tapınağın platformu üzerine 1700 yılında minaresiz küçük
bir cami inşa edilmiştir. (S. Eyice, “Atina” maddesi, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C. 4, 76-79,
İstanbul, 1991, s. 77 ve M. Kiel, “Atina” maddesi, Türkiye
Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C. 4, 74-76, İstanbul 1991,
s. 75.) Antik dünyanın bu önemli yapısının varlığı üzerinden Atina kentine yüklenen başta
pagan, daha sonra ise Hristiyan kültürel kimliği, bu kez aynı yerde, ancak onun boşalttığı
alanda inşa edilen tipik bir Osmanlı camisiyle,
Osmanlı ve dolayısıyla İslami kimlik gösterisine dönüşmüştür. (Buna ilişkin daha geniş bir değerlendirme için şu çalışmamıza bakılabilir: Ö. İ. Tuluk, “Osmanlı
Kent Kimliğinin Mistik Öğeleri: Dini Yapılar ve Mezarlıklar”,
Hece, Sayı: 150/151/152, 73-87, 2009.)
İslam dünyasında, hiçbir dönemde ve coğrafyada Anadolu topraklarında olduğu biçimiyle
sistematik, özgün ve üretken bir cami inşa
sürecinin yaşanmamış olduğu iddia edilebilir. Bir başka ifadeyle bu yapı türünün
Anadolu’daki en erken örneklerinden itibaren
başta planlama olmak üzere malzeme kullanımı ve yapım teknolojisi açısından gösterdiği
gelişim ve yenilik arayışı benzersizdir. Bu
arayış sürecine, ilişkide olunan ve Anadolu
coğrafyasının kültürel çeşitliliği içerisinde yer
tutan “öteki”lerin zaman zaman mimari ve
sanatsal unsurlarını da katarak, bir başka
deyişle uygun durumlarda bu yapılardan da
yararlanarak ulaşmış olması ilgi çekicidir.
Anadolu cami geleneğinin doğuşu
bağlamında Selçuklu örneklerinin
önemi büyüktür. Sıra dışı uygulamalar bir kenarda tutulursa, çok ayaklı
ve düz damlı iddiasız dönem camilerinin, -bu yapı türünün Anadolu
dışı kökenlerinin de olduğu unutulmadan-merkezi mekânlı görkemli Osmanlı camilerine giden
20
DİYANET AYLIK DERGİ
EYLÜL 2012
• SAYI: 261
süreçte
başlangıcı İSLAM DÜNYASINDA, HİÇBİR
konu, Taksim’e ya
temsil ettiği söyle- DÖNEMDE VE COĞRAFYADA ANADOLU
da Çamlıca Tepesi’ne
nebilir.
Dönemin TOPRAKLARINDA OLDUĞU BİÇİMİYLE
inşa edilecek caminin
“ u l u c a m i l e r ” i n d e SİSTEMATİK, ÖZGÜN VE ÜRETKEN BİR
neye benzeyeceğindikkati çeken işlev- CAMİ İNŞA SÜRECİNİN YAŞANMAMIŞ
den ziyade söz konuOLDUĞU İDDİA EDİLEBİLİR.
sel sorunlar yanınsu yerlerde inşa edilip
da temsiliyet zafiyeti
edilemeyecekleridir.
de Osmanlı dönemi uygulamalarıyla büyük
Bu
sorunun
aşıldığı
ya
da gündemde hiç
oranda ortadan kalkmıştır. Özellikle Klasik
tutulmadığı daha sıradan yerler için tartışma
Dönem’in selatin camileri, içinde bulundukkonusu ise hala bir tasarım sorunu olamamışları sosyal içerikli diğer yapılarla birlikte bu
tır. Bu kez çatışma noktası, kubbenin varlığı
temsiliyet arayışının etkili biçimde ifade bulya da yokluğu üzerinedir. Mutlak örtü elemaduğu en dikkat çekici uygulamalardır. Bu algının biçimsel argümanlarını ise başta kubbe
nın kubbe olduğu muhafazakâr cami mimariolmak üzere minareler oluşturur. Osmanlı
sine karşı, bu örtü elemanının -beklentilerin
Batılılaşma Dönemi ise, bu yapı türü bağlaaksine- neredeyse sorgusuz sualsiz dışlandığı
mında temsiliyet arayışının kitle kurgusundan
biçim tercihi, iki farklı görüşün siyasal odakbezemeye kaydığı yıllardır.
ları için de çoğu zaman içinden çıkılamaz bir
Anadolu Türk mimarlık tarihinin en fazla üretiparadoksa dönüşmüştür.
len anıtsal yapı türü olan ve doğal olarak planBugün gelinen noktada, -tabiri yerindeyselama, yapım teknolojisi, malzeme kullanımı
siyasi mahalle baskılarından azade yapılan
ve bezeme açısından en derin bilgi ve deneiyi niyetli çağdaş cami denemeleri sevindirici
yim birikimi anlamına gelen cami mimarisine
olmakla birlikte, bugünkü mimarlık kamuoCumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren mesafeli
yunu söz konusu kısır tartışmaları aştığı anda
durulduğu dikkat çekicidir. Bu yapı türünün o
yıllarda Cumhuriyet ideolojisi için geri kalmış
başka sorunlar beklemektedir. Çağdaş cami
imparatorluk geçmişini çağrıştıran ve modern
mimarisi için hala esin kaynağı olabilecek
dünyada artık yeri olmayan sembollerden
imparatorluk geçmişinin anıtsal camileri diksayılmasının, dışlayıcı bu tavrın temel nedekate alındığında, bu iyi niyetli tasarım deneni olduğu söylenebilir. (Bu algıya ilişkin bir taşra
melerinin mistik atmosferden
örneği için: Ö. İ. Tuluk, “İmâret-i Hatuniye’den Atapark’a:
uzak kalması en önemlileTrabzon’da Kamusal Alan Dönüşümüne Erken Bir Tanıklık”,
rindendir. Ancak sorunun
Trabzon Kent Mirası Yer-Yapı-Hafıza, Klasik, 121-144, İstanbul
boyutu ve çözümü her ne
2010.) Bugün Türkiye Cumhuriyeti’nde çağolursa olsun umut verici
daş cami tasarımının devralınan bu düşünsel
miras çerçevesinde, karşıt görüş ve düşünceolan, bunun artık bir “tasalerin egemenlik gösteri çabaları bağlamında
rım sorunu” oluşuşekillendiğini ve başka hiçbir yapı türünde
dur.
görülmeyen spekülatif bir soruna dönüştüğünü söylemek mümkündür. Ancak ilgi çekici
olan, bu düşünsel karşılaşmaların çoğu
zaman çağdaş camilerin planlama
yaklaşımlarından çok “varlıkları”
üzerinden yürüyor olmasıdır. Bir
başka ifadeyle, tarafların uzlaşamadığı ve doğal olarak kamuoyunun çoğu zaman merak ettiği
Ulu Camii / Bergama-İzmir
SAYI: 261
• EYLÜL 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
21
Gündem
Turgut Cansever
Mimari ve cami mimarisi
üzerine düşünceler*
İNSANIN KİRLETİLMİŞ KÜLTÜREL ÇEVRESİNİN DÜZELTİLMESİ, KÜLTÜREL ÇEVRE
İÇERİSİNDE ŞARTLANARAK YETİŞEN NESİLLER TARAFINDAN DÜZELTİLMESİ GEREKTİĞİ
İÇİN BELKİ DE ASIRLAR GEREKTİRECEKTİR.
Bugün İslam âleminde mimarinin dünyada olduğundan daha
büyük bir kriz ve çöküntü yaşadığı ve bu çöküntüyü aşmanın
yolunun farklı kültürlerin giriştiği
çözüm teşebbüslerini takip etmek
olmadığı aşikârdır.
Dökme demir ve çelik yapı tekniklerini geliştiren 19. asır mühendisleri, dünyanın geleceğini değiştireceklerini, yepyeni bir dünya
inşa edeceklerini iddia ediyorlardı. Gerçekten dünya, tarihinde
görülmemiş bir değişim yaşadı.
Ancak bu değişim dünyayı cennet
yerine felakete sürükledi. Gerek
sosyo-ekonomik gerekse teknoloji alandaki dünyayı değiştirme
Bir taraftan sanat eserleri ve kültürlerin İslami niteliğinin bugün
gerçekleştirilmesi imkânının kaybedilmiş bulunması, diğer taraftan da sanatı üretenlerin yeni
çözümler geliştirmede büyük atılım ve yeteneklerinin nasıl yeniden oluşacağı, günümüzün temel
sorunlarını teşkil etmektedir.
22
DİYANET AYLIK DERGİ
19. asrın ortalarından itibaren
bütün tarihî tecrübeyi ve birikimi
inkâr ederek her şeyi yeniden
inşa etmek için gerekli imkânlara
sahip olduklarını ileri süren Batılı
mağrur devrimcilerin bütün dünyayı cennete çevirme vaatleri
defalarca sonuçsuz kalmış bulunmaktadır.
EYLÜL 2012
• SAYI: 261
Divriği Ulu Camii / Sivas
MİNARENİN İLLE
DE YÜKSEK,
DAHA YÜKSEK
YAPILMAYA
ÇALIŞILMASININ
BU KERE DE
YÜKSEKLİĞİ
BİR PUT HÂLİNE
GETİRMEK
OLDUĞUNU
ORTAYA
KOYDUK.
İslam âleminde kültürel üretimde
görülen tıkanıklık bugün İslam
dışı kültürlerde de yaşanmaktadır.
teşebbüslerinin, dikkatle bakılırsa, varlığın bir
alanına ait çözümün her şeyi “amaç”a ulaştıracağı şeklindeki kanaatten, bir tek alandaki
çözüme ilahî bir güç atfetmekten kaynaklandığı görülür.
Bu affedilmez yanılgı, mimari ile onun maddi
varlık alanına ait teknik meselelerini birbirinden ayıran 19. asır eklektisizminin kültürel
tutarsızlığı bütün dünyayı kirletti. Kendi kültür ve inanç temellerine yabancılaşan İslam
âleminde ise mimaride, Batının yaşadığına ilaveten, kendisinin üretmediği çözümleri mutlak geçerliliği olan gerçeklermiş gibi kabul
edip, bunlar karşısında kendini herhangi bir
değerlendirme yapma hakkına sahip saymayan bir tavrın da tahribatı yaşandı.
Tabiatın kendi kendini tamir etmesini ummak
mümkündür. Fakat insanın kirletilmiş kültürel
çevresinin düzeltilmesi, kültürel çevre içerisinde şartlanarak yetişen nesiller tarafından
düzeltilmesi gerektiği için belki de asırlar
gerektirecektir.
Bir edebî parçayı okur veya okumazsınız.
Musikiyi dinler veya dinlemezsiniz. Fakat
bir bina inşa ettiğiniz zaman başkaları o
bina içerisinde veya çevresinde yaşamaya
mahkûmdurlar. Dolayısıyla bu binayı tasarla-
mak veya inşa etmek mimarın üzerine başkalarına karşı büyük bir sorumluluk yükler. Bu,
dünyaya karşı sorumluluktur. Dünyayı çirkinleştirir yahut güzelleştirirsiniz. Bu sorumluluğu yerine getirmek için o binada yaşayacak
insanları, mimarları, yapımcıları bu doğrultuda yetiştirmek bütün kültür faaliyetlerinin en
üst amacıdır.
Vakarla, tedbirle, fikirle şahsiyetini geliştirecek nesiller vücuda getirebilmek için gelecek nesillere tarihlerine saygı ile bakmalarını
öğretmek ilk görevimiz olacaktır.
Çok sevdiğim bir genç arkadaşımın lütufkârlığı
sayesinde Antalya'da bir cami projesi çizdim.
Benim o projeyi çizmemden evvel imar müsaadesi alınmış olan ve dört sene kadar önce
çizilmiş bir projeyi önüme getirerek sonunda
sen yap dediler. Muhatabım, camiyi yaptıracak dernek oldu. Dernekle meseleyi görüştük. Hemen birkaç hususu gündeme getirdiler: "Karşıda Roma eseri Hadrian Kapısı var.
Biz onun karşısına kendi kültürümüzün yüceliğini gösterecek bir eser koymalıyız" dediler.
Bu kültürün yüceliği konusunun bir ölçü
sorunu olmadığını tartıştık. Sonra dernek üyeleri en iyi cami çözümünün bir merkezî kubbe
ve destek yarım kubbeleriyle ortaya çıktığını düşünüyorlardı. Böyle olmadığını onlara
anlattık. Caminin bir kurşunlu kubbeyle örtülü olması söz konusuydu. Bir kubbeyle örtülü olmasının her zaman düşünülebileceğini,
bunun zamanının teknik imkânlarından kaynaklandığını, ama aynı zamanda da kubbenin
çatıdan farklılaşmasının caminin şehir içinde
SAYI: 261
• EYLÜL 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
23
Fotoğraf: Mustafa Bektaşoğlu (Arslanhane Camii / Ankara)
bir sembol olarak okunmasını kolaylaştırdığını, ancak camide kubbeyi Sinan'ın kullandığı gibi kullanmak yerine Antalya ikliminin
havalandırmayı gerektirmesinden ötürü tepelerinin açık olmasını ve oradan ışık almasının
doğru olacağını, Konya'da buna benzer bir
örnek olduğunu ve İslam kültürü içinde temel
inancın bütün dünyayı aynı kılığa sokmamak
olduğunu konuştuk. Kültürün evrensel nitelikleri zedelenmeden mahallî ürün üretmenin
mümkün olduğunu belirttim. Kurşunun da
Antalya sıcağında örtü olarak uygun olamayacağını söyledim. Sonunda ortada kalan mesele, Hadrian Kapısı'yla caminin ilişkisi oldu. Bir
kere Hadrian Kapısı, yakın çevresiyle ilişkisi
bakımından saygı görmüş değil, tahrip edilmiş bir anıt.
Neyse, dernek üyeleri her şeye rağmen caminin çok mükemmel olmasını istiyorlardı.
Muntazam kesilmiş taşlarla yapılmış ve karşıdaki kalenin yüzeyiyle tezat oluşturan bir
cami idi istedikleri. Birkaç konuşmada bunu
çözümledik. Birincisi, karşıdaki kalenin taşları insan ölçeğinde değil, savaş ölçeğinde. Hâlbuki biz camiyi insan için yapacağız.
İslam'da mütevazı, tasarruf içinde olmak esastır. Onun için pahalı, iyi taşlarla, hatta karşıdaki kaleninkilerden daha iyi taşlarla bir cami
yapma yarışına girmek yanlıştır. Burada tam
aksine davranmak insanlar arasındaki müte24
DİYANET AYLIK DERGİ
EYLÜL 2012
• SAYI: 261
vazı ilişkileri sembolize etmek olur. Onun
için küçük, gayrı muntazam taşlarla bir cami
yapılmalıdır, dedim.
Buradan itibaren ne yapabilirdik? Mesela son
cemaat yeri, kemerlerle tasman yerine, ayak
ve kirişlerle tasman bir direklik olarak düşünüldü. Kubbelerin üzerindeki fenerler de çağdaş malzemeyi ve sözü devreye sokacak
nitelikte yapıldı. Orada bir minare var, kırk
sene kadar evvel inşa edilmiş. Cılız, tenekemsi
ifadeleri olan, muhtevadan yoksun biçimler
manzumesi olarak yapılmış. Neyse, temelleri
kazdık. Minarenin temellerini tahkim ettik,
ama yine de yaygın minare formunun bir tenkidine ihtiyaç olduğunu düşündük. Minarenin
ille de yüksek, daha yüksek yapılmaya çalışılmasının bu kere de yüksekliği bir put hâline
getirmek olduğunu ortaya koyduk. Bu da
yine gizli bir putperestliktir, dedik. Minarenin
çevresine beton dökerek ve eski minarenin
sadece merdivenlerini kullanarak Antalya'nın
mahallî mimarisiyle de tedai oluşturan yivler yapmayı düşündük. Sonra başka konular
gündeme geldi. Mesela "Daha çok pencere
olsun", "Hayır, karşı karşıya duran boş satıhlar olsun ki, satıhların yapı kalitesi bakımından farklılaşması okunaklılık kazansın." Yani
içinde bulunduğumuz çevrenin realitelerini
tartıştık. Uzlaşmak için her konuyu konuştuk.
Tavrınız böyle olunca, karşınızdakilerin tavrı
da "ille biz böyle istiyoruz" biçiminde olmuyor. Çok büyük bir karşılıklı güven oluştu,
saygı doğdu. Sonunda "sen ne istiyorsan onu
yap"a kadar geldik.
Demek ki, hiçbir ürün bir geleneğin parçasına
dönüşmeden evvelki safhasında karşı karşıya
bulunduğu gerçeklerle çok ciddi bir şekilde
ve olabildiğince derinlemesine hesaplaşmadan, onları değerlendirmeden ortaya çıkamaz.
Ancak bunu yapan birkaç neslin ürünü sonuçta geleneği ortaya çıkarabilir. Tabii, bu geleneğin de ölü kalıplar yerine ucu açık kalıplar
olması kaydıyla.
*Bu yazı, yazarın “Kubbeyi Yere Koymamak” (Haz. Mustafa
Armağan, İz yay. İst. 2002.) adlı konuşmalarının yer aldığı
kitaptan iktibas edilmiştir.
S öyleşi
Söyleşi: Abdülkerim Yatğın-Mutlu Doğan
Fotoğraf: Abdülkerim Yatğın
Prof. Dr. Suphi Saatçi ile
cami mimarisi üzerine söyleşi
Saatçi: Mimari,
insanın
hizmetinde
olan bir şeydir.
Yeryüzünde
her şey
zaten insanın
hizmetindedir.
Toplumun kültürü ve inanç yapısı ile mimarisi arasında nasıl
bir ilişki vardır?
İnsanlık tarihinin başlangıcı, musikinin, mimarinin, sanatın başlangıcı benim düşünceme göre din’dir. Yani mimari dine göre şekillenmiş,
dine göre insan yapısı şekillenmiştir. İnsan hayatından dini soyutlamak mümkün değil. Bu bakımdan hangi inançtan olursa olsun mistik
bir bağlantı vardır. Meseleye maddi kültür, fiziksel bir olay olarak
bakmak sizi çözüme götürmez, tıkanıp kalırsınız.
Mimari, insanın hizmetinde olan bir şeydir. Yeryüzünde her şey
zaten insanın hizmetindedir. İnsan da tabiatı zorlamadan, kırmadan,
ezmeden dökmeden hayatını sürdürmelidir. Dolayısıyla mimari de
tahrip etmeden şekil almalıdır. Mimari, faydacı, akılcı ve Batılı tabirle
rasyonel bir yaklaşımla insana hizmet edebilir ki doğru mimari de
odur. Dolayısıyla bizim mimariden beklediğimiz, istediğimiz illaki
çok şaşalı, lüks, insanların gözünü alan yapı değil de sade, ama
yararlı, faydacı bir form ve tasarım olmasıdır. Biz yaşayan organik
mimaride de, yani doğayla bütünleşen mimaride de bu ilkeleri birinci
SAYI: 261
• EYLÜL 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
25
derecede tutmak zorundayız. Daha doğrusu
tutmak isteyen başarıya ulaşabilir. Rahmetli
Turgut Cansever hocamızın güzel bir sözü
vardır: “Mimarın görevi dünyayı güzelleştirmektir.” Mimarın işi çirkinleştirmek değildir.
Mimar güzele, güzelliğe hizmet etmelidir.
Yaşadığımız mekândan camilere kadar
inancın etkilerini görmek mümkündür
diyebilir miyiz?
Belki bunu somut olarak, her adımda görmek
mümkündür diyemeyiz. Ancak inançsız bir
fiziksel ortam, bir mimari tasarım, çürük bir
temel üzerine bina inşa etmek gibidir ki doğru
inanç üzerine ancak doğru mekânlar inşa
edilebilir. Dolayısıyla bu açıdan biz, kendi
şahsımıza oturduğumuz mekânlarda bu işi
ciddiye almıyoruz ama özellikle dinî inancımızın temsil edildiği mabetlerimize çok büyük
bir özen göstermişizdir. Aslında o konuda da
talimat yok. Onu sade yapabilirsiniz, diyor.
Biliyorsunuz Hz. Rasul döneminde en basit
yapılar camilerdi. Bir hurma dalıyla bir gölgelik, bir sundurma, her yer Allah’ın yeridir.
"Ardullahi vasia." Bütün kâinat O’nun yeridir.
Dolayısıyla burası iyidir, mukaddestir, orası
kötüdür demek olmaz.
Farklı İslam beldelerinde farklı mimari
tarzlarını görüyoruz. Dinî yorumla farklı özgün mimari arasında bir ilinti var
mıdır? Bu anlamda özgün bir mimari
tarzı/tip oluşturulabilir mi?
Mimaride tip aramak çok doğru değil. Yani
Mısır Camisi ile Osmanlı İslam Camisi arasında fark vardır. Farklılık nereden kaynaklanıyor? Yerel malzemeden, iklim şartlarından bir de çok önemlisi yerli yapım
geleneklerinden… Her kültürün diğer kültürlerden etkilenmesi söz konusudur. Belki
İslam öncesi yapılan mabetlerin, bugün bir
kısmı ayaktadır. Onlara da saygı duyuyoruz.
Hatta Osmanlılar, Müslüman olamayanların
mabetlerine çok güzel bir koruma yöntemi
bulmuşlar. O da nedir? Kilisenin yanına bir
minare ekleyerek onu Müslüman yapmışlar ve böylece korunma aşamasına gelmiştir.
Osmanlının yaptığı rasyonel ve akıllıca yak26
DİYANET AYLIK DERGİ
EYLÜL 2012
• SAYI: 261
laşımdır. Hatta Osmanlıda büyük bir hoşgörü
var. Müslüman olmasa da inançlarına saygı
göstermiş ve korumuştur. Hatta onlara mabet
bile yapmıştır. Hatta denilir ki Osmanlı eğer
Balkanlardan gayrimüslim unsurları kaldırsaydı şimdi oralarda Müslüman nüfusa bunlar
yapılmazdı. Ancak İngiliz tarihçi Toynbee de
şunu söylüyor: Eğer Osmanlı bunu yapmasaydı, yani Müslüman dışı unsurları korumasaydı,
evrensel olamazdı. Osmanlı bunu yaptığı için
evrensel olmuş ve altı yüz yıl ayakta kalabilmiştir. Onlar da Osmanlı’ya bağlanmışlar, onu
sevmişler ve benimsemişlerdir. Bu bakımdan
Batı’nın bize karşı “barbarlardı, mabetlerimizi
yıktılar vs.” sözleri külliyen yalandır. En çok
kilise, tapınak, manastır, havra Osmanlı’da
restore edilmiş. Ama oralarda şimdilerde
minare dahi bırakmadılar, İslam’ın simgesi
diye. İşgalde de Balkanlardan İstanbul’a kadar
yoldaki bütün minareler yıkılmıştır. Sinan’ın
yapıları olan minareler, Selimiye hariç yıkılmıştır. Lüleburgaz Sokullu camiinin minareleri yıkılmıştır. Osmanlı hiçbir zaman mabet
yıkmadı. Saygı gösterdi ve onun yanına bir
minare koydu ve korumaya aldı.
Günümüz mimarisinin sorunları nelerdir? Özelde cami mimarisiyle ilgili yaşadığımız sıkıntılar sizce nereden kaynaklanıyor?
Her alanda olduğu gibi mimaride de birtakım
sorunlar yaşanmıştır. Tabii mimari ideolojiden, siyasetten soyutlanması gereken bir
alandır. Çünkü hiçbir ideoloji mimariyi etkileyemez. Etkilememesi lazım. Ben bugüne
kadar, bu komünist mimaridir, bu bir dinî
mimaridir yahut bu sosyalist anlayışla yapılmış mekândır, diye bir şey duymadım. Mekân
insanın rahat davranışına zemin hazırlayan,
orada dinlenmesine imkân sağlayan yerdir.
Dolayısıyla mimariye ideoloji yüklemek sıkıntılı olur. Ama cami mimarisi olarak bizim yaşadığımız bir sorun var. Osmanlı’nın devamı
olduğumuz için söylüyorum; zengin bir cami
mimari birikimimiz var fakat çağdaş camilerimizin, üzülerek ifade edeyim ki bu zenginliği
yansıtmadığını söylemek mümkün. Bu nereden kaynaklanıyor? Bunun çok açık yürekli-
likle tartışmasını yaparsak zannederim daha
sağlıklı bir sonuca ulaşırız. Bana kalırsa elbette
ki klasik dönem eserleri güzeldir. Ama illa ki
her şeyi klasik dönem kubbe mimarisi ile inşa
etmek de yapmak da bana göre bir bağnazlık
sayılır. Elbette kubbe Osmanlı mimarisinde
en çok kullanılan bir örtü elemanıdır. Hatta
Osmanlı mimarisi bir kubbeler mimarisidir,
denilebilir. Hatta kubbe en çok kullanılan ve
Sinan’ın elinde zirveye çıkmış bir yapı elemanıdır ki Sinan’dan sonra kubbede yapılacak
bir şey kalmamıştır. Ama ben şunu müşahede
ettim: Arap ülkelerinden, Suudi Arabistan,
Cidde, Riyad, Bahreyn, Kuveyt gibi ülkelere
ve şehirlere gittim. Çağdaş camilerinin bizlerden çok daha estetik ve güzel olduğunu gördüm. Hatta mimarlarını merak ettim sordum.
Bir kısmı Müslüman olmayan Batılı mimarlar.
Ama bir mimar Batılı da olsa İslamı inceleyerek yaklaşıyor. Nüfuz etmeye çalışıyor. Onu
anladıktan sonra daha rahat ve özgür davranabiliyor. Bizim bu kadar zengin mimarimiz
olmasına rağmen çağdaş camilerimiz iç açıcı
değil. Ama bizim en iyi cami mimarlarımızdan
olan Vedat Dalokay’ın yapısı İslamabad’da
uygulandı. Kocatepe camii için tasarladığı
mimariyi uygulayamadık. Dolayısıyla bizim
bu anlamda geri kaldığımızı söyleyebiliyoruz.
selamlar. Cami en yüksek yerdedir. Şimdi
biz yolumuzu şaşırdık. Gökdelenlerle birtakım şeyler yapılıyor. Gökdelen yapmak için
gökdelen yapılmaz, ihtiyaç var ise gökdelen
yapılır. Bir de gökdelen tarihî doku içerisinde
yapılmaz. Gelişme içinde olan uzak alanlarda
yapılabilir. İstanbul elbette modern bir şehir
olmak zorunda. İstanbul’a modern bir havaalanı lazım değil midir? Modern yapılara ihtiyaç yok mudur? Elbette vardır. Ama eskilerin
yerleştiği doku içerisinde değil, yeni alanlarda
yapılması lazımdır. Buna belediyelerimizin
özellikle dikkat etmesi lazım. Aksi takdirde
o dokularda oluşacak cami de yönünü ve
kimliğini sağlıklı bir biçimde ortaya koymayabilir. Biraz da kurumlar ve dernekler, mimarın
özgür bir yorumu varsa onu da dikkate almalı,
iyi mimarlarla cami yapmalı. Kopya ile bir
yere varılmıyor. Düşünün Sinan bile kendini
tekrarlamamış. Hiçbir planı birbirinin kopyası
değildir. Fakat biz tip proje üzerinden giderek
kendimizi kilitlemişiz.
Camiler için dar alanlar da ufku kısıtlıyor gibi ne dersiniz?
Akıllı mimar her şeye çözüm getiren
mimardır. Zaten mimarların tasarım gücünü orada görüyoruz biz. Eminönü’nde
İslam kimliği olan şehirlerde camilerin
dikkatimizi çeken özelliği camilerin o
şehrin merkezinde ve kalbi olmasıdır
Camilerin şehir mimarisindeki yerinden
bahsedebilir misiniz?
Cami yani genel tabiriyle
dinî bir merkez gelişmenin,
dokunun, mahallenin oluşmasının başlangıcı sayılır.
O cami etrafında doku oluşur ve en önemli sürükleyici unsur da bu dinî merkezdir. Dolayısıyla kentin
siluetini de etkileyen o
elemandır. Zaten Türk
kentinin üç ana özelliği
de cami, sur ve sonsuz
fon oluşturan sivil mimari,
evler. Yani âdeta camiyi
SAYI: 261
• EYLÜL 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
27
Rüstem Paşa Camii var. Rüstem Paşa adına
yapılmış. Ticari yönden büyük bir rant merkezi. Sinan ikna etmeye çalışmış ama Rüstem
Paşa oraya cami yapılmasını istemiş. Orada
ticaret zedelenecek diye akıllı adam rasyonel
çözümünü getirmiş ve camiyi yukarı almış.
Fevkani yapmış, han ve dükkânları yaşatmış.
İşte akıllı mimar bunu yapar. Hem paşayı
kırmamış, hem de ticarete zarar vermemiş.
Çağımıza uymak, mimari gelişmeleri takip
etmek zorundayız.
Bir mimarın özgün bir cami mimarisi
geliştirebilmesi için mimari teknikleri
bilmesi ve en son teknolojik yenilikleri
kullanması yeterli midir?
Değil tabii. İslam’ı ve camiyi anlaması lazım.
Bunu yapamazsa başarılı bir tasarım ortaya koyamaz diye düşünüyorum. Bir kere
bizim mimarlarımızın çoğu camiyi bilmiyor.
Klasiği hiç bilmiyor. Bana kalırsa mimarlarımızı camiye yaklaştırmamız lazım. Cami nedir?
Esprisi nedir, mihrap, minber bunların bilinmesi lazım. Bazı yerlerde mesela çok büyük
cami yapıyoruz. Mesela dolacak mı bu cami.
Bu caminin bakımı, ısıtılması, temizliği nasıl
yapılacak? Bu hep problem. Akılcı, rasyonel
olmamız lazım. Merkezde olmayan caminin
dolması mümkün değil.
Bugün minarelerinde vericilerin, altlarında market ve işyerlerinin bulunduğu camilere rastlamaktayız. Mahalle aralarında estetik kaygı taşımayan derme
çatma camiler karşımıza çıkmaktadır.
Cami mimarisinde estetik değerin öneminden bahsedebilir misiniz?
Cami o dokunun her şeyidir ve en önde
gelen yapısıdır. En estetik bir biçimde kondurmak gerekir ki o çevreye hayat versin.
Süleymaniye çevresinde bakıyorsunuz herkes
saray gibi konaklar yaptırmak zorunda kalmış.
Çünkü doku bunları çekmiş. Cami zamanla o
bölgenin, o semtin, o şehrin simgesi olur ve o
şehri ayağa kaldırır. O açıdan Süleymaniye’yi
korumak zorundayız. Bir daha Süleymaniye
yapma şansımız yok. Bir Kanuni, Sinan gelse
dahi bu şansımız yok. Batı için de böyle… Bir
28
DİYANET AYLIK DERGİ
EYLÜL 2012
• SAYI: 261
Mikelanj yok artık. O yüzden onu gözleri gibi
koruyorlar. Her toplum yaşadığı çağın rengini
alır. Mimari de yaşadığı çağın rengini almak
zorundadır.
Günümüzde özgün bir cami mimarisi
oluşturmak adına çok büyük camilerin yapıldığını görüyoruz. Büyüklük bir
yapının ihtişamı anlamına gelir mi?
Bana göre küçük olan ama gösterişli camiler
de mümkündür. Mesela Şemsi Paşa Camii.
Üsküdar’ın leb-i derya dediğimiz sahilinde
Sinan’ın en gözde eseri olarak bulunuyor.
Küçük bir külliye ama gözde bir mekân. İşte
iyi mimar iş çıkarır.
Peki hocam; bize ne oldu da geleneği
koruyamadık ya da bu köklü gelenekten
yeni şeyler üretemedik?
Mimarlık alanında özellikle cami mimarisinde
cumhuriyetin ilk dönemlerinde güzel eserler çıktı ortaya. Mesela Mimar Kemalettin’in
yaptığı Bebek Camii. Mesela Şişli Camii. Vasıf
Ege’nin yaptığı cami. O da fena değildir.
Fakat kırılma noktasında takılıp kaldık. Eskiye
benzesin derken, orada takılıp kaldık. O yüzden haddimizi bilmemiz lazım. Çağımızın
rengini, tasarımını ortaya koymamız gerekiyor. Aksi takdirde rölövesini alır Selimiye,
Süleymaniye’nin kötü bir kopyasını yaparız.
O büyük ustalar, taş yontucular, seramikçiler,
o hattatlar artık yok. Kendi çağımızın sanatını,
yorumunu, performansını ortaya koyalım.
Son soru olarak bugünün ihtiyacına
cevap verir bir cami nasıl olmalıdır?
Öncelikle caminin mekânda kapasitesi,
büyüklüğü iyi hesaplanmalı. Çevrenin gelişmesi ve inkişafına göre kapasitesi düşünülmeli. Bunu Osmanlı bizden daha iyi düşünmüş.
Süleymaniye bugün hâlâ kapasite itibarıyla
bütün insanları alabiliyor. Sultanahmet 2012
yılında hâlâ cumaları cemaatin ihtiyacını karşılayabiliyor. Bu doğru bir hesaptan kaynaklanıyor. Bizde ise camiler büyük, minareler
füze gibi. Ne kadar yüksek yaparsan o kadar
iyi görülüyor. Burada bozukluk var. Hacmi
kapasitesi iyi ayarlanmalı ve çevresiyle de
mütenasip olmalı ve zorlanmamalıdır.
D in-Düşünce-Yorum
Karşıtların ittifakı
Prof. Dr. Muhammet Şevki Aydın
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi
[email protected]
DİN EĞİTİMİ
FAALİYETLERİNİN
BİLİMSEL
YAKLAŞIMLA
DÜZENLENMESİ,
GERÇEKTE DİN
EĞİTİMİNİN KUR’AN
VE SÜNNET’LE
BAĞINI KESMEK
VEYA ZAYIFLATMAK
DEĞİL; BİLAKİS
ONLARIN AÇILIMINI
SAĞLAYARAK
TAMAMEN ONLARA
GÖRE HAREKET
ETMEKTİR.
Batı’da
aydınlanmayla
birlikte her alanda olduğu gibi eğitim alanında da
yeni yeni felsefi düşünce
ve bilimsel bilgiler üretildi; yeni teoriler geliştirildi.
Bu teoriler, insan hakkında yapılan bilimsel araştırmalarla insanı tanıyıp
eğitimini yaratılış özelliklerine uygun, onun ihtiyaç
ve beklentilerini karşılayacak biçimde düzenlemeyi
öngörüyordu. Bir başka
ifadeyle, “Kime, neyi,
niçin, ne zaman, nerede,
ne kadar ve nasıl öğretelim?” sorularının sorulup
bilimsel cevaplarının verilmesi suretiyle eğitim faaliyetlerinin düzenlenmesi
gerektiğini dile getiriyordu.
Bu çerçevede din eğitimi faaliyetlerinin de, aynı
şekilde bilimsel veriler
doğrultusunda düzenlenerek daha etkin, yapıcı
ve verimli hâle getirilmesi
düşüncesi ortaya atılınca
farklı kaygılarla buna karşı
çıkanlar oldu. Bir kısmı
din eğitimi faaliyetlerinin,
SAYI: 261
bilimsel bir yaklaşımla
düzenlenip gerçekleştirildiğinde bireyin dünyasında ve onun üzerinden toplumsal hayatta din adına
nasıl olumlu gelişmelerin
olacağını, dindarlık kalitesinin nasıl yükseleceğini
bildikleri ve ister istemez
bundan rahatsız oldukları
için karşı çıkıyorlardı.
Buna karşılık ikinciler,
kutsal metinlere ve daha
ziyade geleneksel yapıya
ve tarihe bağlılık hissiyle
din adına din eğitiminin
bilimsel yaklaşımla düzenlenmesine karşı çıkıyorlardı. Çünkü bunlar, din
eğitiminin amaçlarından
konularının ve muhtevasının ne olacağına, metotlarına, araç gereçlerine
kadar her şeyinin dinin
kaynaklarına göre olması
gerektiğini ileri sürüyor ve
bilimsel yaklaşımın bunu
engelleyeceğine, dinin
aleyhine sonuçlar doğuracağına inanıyorlardı. Bu,
aynı zamanda dinle bilim
arasında bağ kurulamayacağı anlamına gelmektedir.
• EYLÜL 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
29
Fotoğraf: Mustafa Bektaşoğlu / Konya Sırçalı Medrese
BİREYİN POTANSİYELİNİ KEŞFEDİP GELİŞMESİNİ SAĞLAYAMAYAN, ONUN ANLAM
ARAYIŞINI SÜRDÜREREK KENDİ DİNDARLIĞINI İNŞA ETMESİNE KILAVUZLUK
EDEMEYEN, ÜSTELİK DİN ADINA MUHATAPTA SEMPATİ YERİNE ANTİPATİ
UYANDIRABİLEN BU EZBERCİ DİN EĞİTİMİ, İSLAM ADINA CİDDİ BİR SORUNDUR.
Bunlar, hem dinden, dindarlığın gelişmesinden yanalar hem de hiç farkında olmadan din
eğitiminin kalitesinin yükseltilerek toplumda
etkin hâle gelmesine karşı çıkıyorlar. Din
eğitiminin bilimselleşmesine birinciler dinden
kaygılandıkları için karşı çıkarken ikinciler
dindarlıklarının gereği olarak din adına kaygılandıkları için karşı çıkıyorlar. Gerekçeleri
farklı ama eylemleri aynı.
Batı’daki bu zıtların bir benzeri, Tanzimat sonrasında bizim dünyamızda da görünür oldu.
Bu konuda bizim Batı’yı aynen taklit ettiğimiz
söylenebilir. Zira dinî ve kültürel şartlarımız
çok farklı olmasına rağmen, arada birebir
örtüşme gözleniyor.
Yaptığı rasathaneyi yıkacak kadar eğitim anlayış ve uygulamalarında gerileyen medrese,
Kâtip Çelebi gibi düşünürlerin ve âlimlerin
bütün uyarılarına rağmen kendini yenile(ye)
medi. Cumhuriyet’in ilanına doğru bunu
kabullense de iş işten geçmişti. (Bk. Aydın, 1987.)
30
DİYANET AYLIK DERGİ
EYLÜL 2012
• SAYI: 261
Cumhuriyet Dönemi’nde aydın sayılan ve seçkinlerden belli bir kesim, eğitim sistemi içinde
din eğitimine yer verilmesini istemedi. Bunlar,
din eğitiminin varlığına karşı çıkmakla kalmadı, aynı zamanda kalitesiz, etkisiz, verimsiz,
olmasını arzuladılar. Sayıca azınlıkta kalan bu
kesimin gayretleriyle öylesine bir toplumsal
atmosfer oluştu ki, ülkemizde genel eğitimin
kalitesini yükseltmek için yapılan çalışmalar,
bilimsel çabalar, din eğitimini kapsam dışında
bıraktı. Bu ülkede din eğitimi olgusu, adeta
yok sayıldı; en azından sosyolojik bir gerçeklik olarak bile görülmez oldu. Söz gelimi,
oldukça hacimli bir “Eğitim Sosyolojisi” kitabında bile, sosyolojik bir olgu olarak da olsa
din eğitimine yer verilmediğini görüyoruz.
Dinle ilim arasında bağ kurulamayacağını
düşünenler de, bu konuda onlarla bütünleştiler. Dinle, din eğitimiyle ilgilenmenin, âdeta
bilimle, bilim adamlığıyla bağdaşmayacağı
kanaati hâkim oldu. Son yıllarda görülen istisnai adımlar hesaba katılmazsa, eğitimbilimci-
ler, din eğitimiyle ilgilenmedi; din eğitimi olgusunu
bilimsel çalışmalara konu
etmediler.
DİN EĞİTİMİ FAALİYETLERİNİN
BİLİMSEL YAKLAŞIMLA
DÜZENLENMESİ, GERÇEKTE
DİN EĞİTİMİNİN KUR’AN VE
SÜNNET’LE BAĞINI KESMEK
VEYA ZAYIFLATMAK DEĞİL;
BİLAKİS ONLARIN AÇILIMINI
SAĞLAYARAK TAMAMEN
ONLARA GÖRE HAREKET
ETMEKTİR.
Sorgulayıcı düşünmenin
önünü açan (Haşr, 59/21;
Muhammed, 47/24; Nisa, 4/82.),
aklı öne çıkarıp ona çok
geniş bir alan bırakan (Enfal,
8/22.), mutlak ilim ve hikmetin sürekli peşinden koşmayı (Zümer, 39/9; Kenzü’l-Ummal, 16/112; 10/138.) ve
yaptığı her işi ihsan üzere (iyi ve güzel) yapmayı (Nahl, 16/90; İbn Hibban, Sahih, Zebaih, 13/200, H. No:
5884.) Müslümana görev olarak yükleyen İslam
adına din eğitiminin bilimselleştirilmesinden
kaygıya kapılmak anlamsızdır. Din eğitimi faaliyetlerinin bilimsel yaklaşımla düzenlenmesi,
gerçekte din eğitiminin Kur’an ve sünnetle
bağını kesmek veya zayıflatmak değil; bilakis
onların açılımını sağlayarak tamamen onlara
göre hareket etmektir. Kur’an, bir ontoloji, bir
biyoloji, bir eğitim, bir psikoloji, bir sosyoloji
kitabı değildir; bu alanlara ilişkin hazır bilgi
ve fikir paketleri sunmaz; ama genel işaretleri,
ilkeleri vermektedir. Bunların açılımını sağlayıp ayrıntılandırarak onları hayatla bütünleştirmek, uygulanabilir bilgilere dönüştürmek
insana bırakılmıştır. Bütün bunlar, ilgili alanlarda kesintisiz sürdürülecek bilimsel araştırmalarla olabilecektir.
Bilimsel verilerden yararlanmadan, mesela “hikmetle davet”, “mevıze-i hasene”, “en
güzel mücadele/tartışma” (Nahl, 16/125), “tezkîr”
(Zariyat, 51/55), “tebliğ” gibi eğitim-öğretimle
doğrudan ilgili temel Kur’ani kavramların içeriğini bile netleştiremez, gereği gibi uygulamaya yansıtamayız. Peygamber Efendimiz’in
eğitime ilişkin tavsiyelerini, söz ve uygulamalarını iyi anlayamaz, analiz edemez, dolayısıyla onları güncelleyemeyiz. Mesela çocuğun
fıtri potansiyeli, gelişimi, öğrenmesi, yaşadığı hayat/çevre hakkında bilimsel bilgilere
sahip olmayan biri, Hz. Peygamber (s.a.s.)’in,
“Kimin çocuğu varsa, onun için çocuklaşsın.”
(Kenz, 16/457.) hadisini bugün çözümleyemez,
anla(mlandıra)maz, uygulamaya koyamaz.
Çocuğun insani bir potansiyeli olduğundan habersiz,
onu istediği gibi dolduracağı boş bardak, boş bant vb.
olarak gören birinin, bunun
üstesinden gelmesi mümkün değildir. Bu nedenle,
İslami bir eğitimin teorisini
geliştirip uygulamaya koyabilmek için Müslümanların
bu alanlarda sürekli bilimsel araştırmalar yapmaları, dindarlıklarının
gereğidir. Din eğitimi faaliyetlerini, bilimsel
veriler doğrultusunda düzenlemek, Müslüman
eğitimcinin temel sorumluluğudur.
İlahiyatçı akademisyenler başta olmak üzere
din eğitimcilerinin, alan bilgilerini geliştirmek
için bilimsel verilerden şu veya bu ölçüde yararlanmaya çalışmaları, bunları kime,
nerede, ne kadar, ne ile nasıl öğretecekleri
konusunda bilimsel bir çaba içinde olmaları
gerekmektedir. Ülkemizde din eğitimi öğretmen merkezlidir, takrir yöntemi ağırlıklıdır,
hazır bilgi kalıplarını öğrencilere ezberletmeyi
nihai amaç saymaktadır. Bireyin potansiyelini keşfedip gelişmesini sağlayamayan, onun
anlam arayışını sürdürerek kendi dindarlığını
inşa etmesine kılavuzluk edemeyen, üstelik
din adına muhatapta sempati yerine antipati
uyandırabilen ezberci din eğitimi, İslam adına
ciddi bir sorundur. (Bk. Aydın, 2011.) Daha vahimi
ise, Müslüman eğitimcinin bunu fark etmemesidir.
Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından 2005 yılında Kur’an kursları ve Eğitim merkezlerinde
uygulamaya konulan yeni din eğitimi paradigması, işte bu sorunu çözmeyi amaçlamaktadır.
Kaynaklar
• Aydın, Muhammet Şevki, "Medreselerin Gerileyiş Nedenleri
Üzerine", Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı: 4,
Kayseri, 1987.
• Aydın, Muhammet Şevki, Açık Toplumda Din Eğitimi/Yeni
Paradigma İhtiyacı, Nobel Yayınları, 2011.
SAYI: 261
• EYLÜL 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
31
D in-Düşünce-Yorum
İslamofobiklerin
Masumiyeti(!):
Innocence of Muslim Filmine Dair
Dr. Esma Yıldırım
Gün geçmiyor ki Batı
Avrupa ve Amerika’da
hızla tırmanmakta olan
İslam karşıtlığı ve nefret
söylemine bir yenisi daha
eklenmesin. İslam dünyası Müslümanların kutsalını alaya alan ve hakaret
eden karikatür krizinin
şokundan sonra şimdi de
Sam Bassile takma adlı
eski bir sabıkalının, İslam
Peygamberi'ne hakaret
ve aşağılamalarla dolu
son derece provakatif
bir kısa filmiyle sarsıldı.
Film tam da yapımcılarının beklediği ve istediği
gibi Müslümanların tepkisini çekti ve özellikle Mısır,
Sudan gibi Ortadoğu ülkelerinde binlerce Müslümanı
sokaklara döktü. Ancak bu
provakasyon karşısında
verilen en sert tepki, şüphesiz, Libya’nın Bingazi
bölgesinde
Amerikan
Konsolosluğu’na
yapılan roketli saldırıydı.
Olayda, aralarında Libya
Büyükelçisi Christopher
Stevens’ın da olduğu dört
diplomatın öldürülmesi,
ŞÜPHESİZ
MÜSLÜMANLARIN
MASUMİYETİ
FİLMİ VE BENZERİ
YAPITLAR VE
YAYIMLAR,
ÖZELLİKLE
11 EYLÜL'ÜN
ARDINDAN
GİDEREK
TIRMANMAKTA
OLAN İSLAM
KARŞITLIĞININ
VE NEFRET
SÖYLEMİNİN
SOMUT
ÖRNEKLERİDİR.
32
DİYANET AYLIK DERGİ
EYLÜL 2012
• SAYI: 261
tüm dünyanın dikkatini
bu on üç dakikalık filme
odakladı. Tam da karikatür krizinde yaşandığı gibi,
Bingazi’deki trajik olayın
ardından Müslümanlara ve
kutsallarına yapılan hakaretten çok Müslümanların
ne kadar “aşırı”, “savaşçı”,
“şiddet yanlısı” ve hatta
“ifade hürriyeti ve sanat
düşmanı” olduğu tartışılmaya başlandı.
Peki 1989’da Salman Rüşdi’nin “Şeytan Ayetleri”
romanıyla ilk kez kamuoyunda ve medyada
İslam’ın ve Müslümanların
tartışılmaya başlanmasına
sebep olan olaylar zincirinin, 2005 yılında, sözde,
İslam Peygamberi’ni aşağılayıcı bir şekilde tasvir
edildiği bir dizi karikatürün Danimarkalı JyllandsPosten gazetesinde yayınlanmasıyla tırmanması,
2008’deki Fitne filmi, nihayet son olarak “Innocence
of Muslim” adlı filmle
taçlandırılması gerçekten de sadece sanat ve
ifade özgürlüğü şeklinde
karşıtlığını körükleme amaçlı
yorumlanacak kadar “masum” MÜSLÜMANLARIN
muydu? Pek tabi ki her gün bin- MASUMİYETİ İSMİYLE
bir imaj çalışmasıdır. Fakat bu
lerce roman, milyonlarca kari- VİZYONA KONAN
durumun sadece Müslümanları
katür ve yüzlerce film yayın- FİLM ASLINDA BERLİN
değil, gayrimüslimleri, sekülerlanmakta ama Müslümanlar DUVARININ YIKILDIĞI
leri ve kimliği ne olursa olsun
hiçbirine itiraz etmemektedir. VE SOĞUK SAVAŞIN
tüm insanların barış ve huzuruSONA ERDİĞİ 1989’DAN
Ancak Müslümanların rahatsız
nu tehdit edeceği aşikardır. Bir
BU YANA SALMAN
olmalarının ve dünyanın pek RUSHDİ HADİSESİYLE
başka deyişle İslam karşıtlığını
çok yerinde sokaklara dökülüp BAŞLAYAN, FİTNE
ve ırkçılık ateşini körüklemeprotesto gösterileri düzenleme- FİLMİ VE KARİKATÜR
nin, dini ve etnisitesi ne olurlerinin en başta gelen sebe- KRİZİYLE DEVAM
sa olsun herkesi içine alacak
bi, onların “kutsalına” (sac- EDEN İSLAMOFOBİK
bir yangına dönüşme tehlikered) bilinçli ve provakatif bir FİLMLER KUŞAĞININ
si vardır. Nitekim 2012 yılında
şekilde yapılan aşağılama ve SADECE BİR YENİ SON
Norveç’te 90 masum insanın
hakarettir. Rüşdi meselesi ve VERSİYONUDUR.
ölümüyle sonuçlanan Brevrick
karikatür olayında olduğu gibi
olayı, İslam karşıtlığının nasıl
Müslümanların Masumiyeti filbir nefret ve öfke cinneti meydana getirebileminde de yapılmaya çalışılan, İslam dininin
ceğini tüm dünyanın gözleri önüne seren bir
kutsal kitabı Kur’an-ı Kerim’den sonra en
trajedi olması açısından oldukça manidardır.
önemli kaynağı olan İslam Peygamberi’nin,
Müslümanların yumuşak karnı olarak görüHiç şüphesiz Batı dünyasında İslam düşmanlüp bir “test” aracı olarak hedefe alınmasıdır.
lığı ve Müslümanlara yönelik nefret söylemi
Nitekim hem Danimarkalı karikatür yayımcıyangınının büyümesine, verdikleri demeçler
ları, hem de son günlerde piyasaya sürülen
ve ırkçı söylemleriyle benzin döken Avrupalı
Müslümanların Masumiyeti adlı filmin yapımve Amerikalı aşırı sağcı siyasetçiler Brevrick
cıları yayınlarıyla amaçlananın Müslümanları
ve benzerlerine ilham kaynağı olmaktadırlar.
test etmek olduğunu itiraf etmişlerdir. (Bkz.
Son günlerde Avrupa’da, siyasilerin söylemhttp://uk.news.yahoo.com/us-anti-muslim-film-designedlerinin yanı sıra Müslümanlara yönelik akıl
enrage-112301683.html)
almaz yasaklayıcı politikaları devreye sokma
Şüphesiz Müslümanların Masumiyeti filmi ve
çabaları da dikkat çekmektedir. Şüphesiz bu
benzeri yapıtlar ve yayımlar, özellikle 11
ve benzeri olaylar, barış içinde bir arada yaşaEylül'ün ardından giderek tırmanmakta olan
ma kültürüne ciddi anlamda zararlar verme
İslam karşıtlığının ve nefret söyleminin somut
ve Müslümanların entegrasyonunu baltalayıcı
örnekleridir. Nitekim filmin yapımcılarına
süreçler olma yolundadır.
bakıldığında karşılaştığımız kadro son beş yıl
Özetle ifade edilecek olursa, Müslümanların
içerisinde İslam karşıtlığını körüklemeleri ve
bu yönde aktiviteleriyle bilinen eylemlerin
Masumiyeti ismiyle vizyona konan film aslınaktörleri olduğu görülmektedir.
da Berlin duvarının yıkıldığı ve soğuk savaşın
sona erdiği 1989’dan bu yana Salman Rushdi
Geri plandaki siyasi hesaplar ve planlar her ne
hadisesiyle başlayan, Fitne filmi ve karikaolursa olsun bu filmin ve benzerlerinin İslam
tür kriziyle devam eden İslamofobik filmler
karşıtlığını ve nefret söylemini körükledikuşağının sadece bir yeni son versiyonuği açıktır. Müslümanların kutsalının hakarete
dur. Medeniyetler İttifakı ve Diyaloğu yeriuğratan bir dille sunuluşu ve akabinde cerene Medeniyetler Çatışmasını hedefleyenlerin
yan eden olaylar nedeniyle de Müslümanları
benzeri filmleri(!) önümüzdeki günlerde de
ifade özgürlüğü karşıtı, barışçıl olmayan,
piyasaya süreceğini tahmin etmek güç değil“toleranssız” kişiler olarak dünya kamuoyundir.
da sterotipik bir şekilde sunma çabası, İslam
SAYI: 261
• EYLÜL 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
33
D in-Düşünce-Yorum
Haccın sembolleri
Prof. Dr. Ramazan Altıntaş
Şiar, sözlükte; “Bir şeyin
kendisine özgü niteliklerine kılavuzluk eden
alâmet, nişan, sembol,
parola.” anlamlarına gelir.
Çoğulu, şeair olup, bir
şeye alem kılınan, bir
şeyle alametlendirilen her
şeydir. Terim olarak şiar,
Allah tarafından vazedilen,
O’na kulluk etmeye vesile
olan, saygı gösterilmesi ve
korunması gereken belli
ibadet, işaret ve sembollerdir. Bu bağlamda dinî
şiar, hem ibadet mekânına
ve hem de ibadetin kendisine denilir. (İbn Manzur,
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi
Lisanü’l-Arab, Beyrut, h. 1300, IV,
İSLAM’IN ŞİARLARI,
DİNÎ İLKELERİN
TATBİKATININ
SOSYAL HAYATTA
GÖRÜNÜR
KILINMASININ BİR
ANLATIM BİÇİMİDİR.
BU SEBEPLE DİNİ
ŞİARLAR ARASINDA
YER ALAN HACCIN
ŞİARLARI VE
DİĞERLERİNİ
AYAKTA TUTMA
KONUSUNDA ÇABA
GÖSTERİLMELİDİR.
34
DİYANET AYLIK DERGİ
EYLÜL 2012
413.)
Her inanç sisteminin,
ona kimliğini ve kişiliğini
veren, onu diğerinden ayıran, belirgin kılan şiarları,
sembolleri ve alametleri
vardır. Çünkü dinî semboller, salt bir uygulamaya
değil, aynı zamanda dinî
yaşantıya da çağırırlar.
Dinin şiarları, ülkelerin
bayrakları, sınır taşları ve
işaretleri gibidir, görüldükleri yerin kimliğini belli
• SAYI: 261
ederler. Kur’an-ı Kerim’de
şiar kelimesi geçmemekle
birlikte Allah’a itaatin alametleri, nişaneleri manasındaki şaire kelimesinin
çoğulu olan şeair, Allah
kelimesine muzaf olarak dört yerde zikredilir. (Bakara, 2/158; Hac, 22/ 36.)
Hepsi de hac mekânları
ve bu mekânlarda yerine
getirilen hac amelleriyle
ilgilidir. “Meşairu’l-hac”
denilen bu mekânlardan
maksat, haccın beş duyu
organınca görünen, hac
ibadetinin yerine getirildiği belli kutsal yerler
ve bu yerlerde yapılan
“a’malü’l-hac”dır.
Hac
mekânları arasında; Safa
ve Merve, Meş’ar-i Haram
ve Mescid-i Haram gelir.
Buralarda sa’y, vakfe ve
tavaf gibi hac ve umre
amelleri icra edilir.
Haccın sembolleri
Haccın hem mekânları ve
hem de bu mekânlarda
yapılan ibadetler şeairdendir. Bu şeairin belli başlıları şunlardır:
Safa ve Merve
Safa ve Merve, Kâbe-i Muazzama’nın yakınında ve doğu tarafında bulunan iki küçük
tepeciğin adıdır. Kur’an’da bu iki tepenin
şeair olduğundan şöyle bahsedilir: “Şüphesiz,
Safa ile Merve Allah'ın (dininin) nişanelerindendir.” (Bakara, 2/158.) Yüce Allah bu sa'y’ı,
Hz. İbrahim’in ümmeti ve bizim için dinî bir
hüküm kılmıştır. Bu iki mekân, Hz. İbrahim
ve oğlu Hz. İsmail’in: “Bize ibadet yerlerini ve
ilkelerini (menasik) göster.” (Bakara, 2/128.) diye
dua ettiği hac ve umre ahkâmındandır. Safa
ve Merve arasında yapılan “sa’y” başlı başına
bir ibadet değildir. O, haccın ve umrenin bir
parçası olduğu zaman bir ibadettir. İşte bu
incelikten dolayı, Cenab-ı Hak, “Her kim hac
ve umre niyetiyle Kâbe'yi ziyaret eder ve onları da tavaf ederse bunda bir günah yoktur.”
(Bakara, 2/158.) buyurmak suretiyle, buna işaret
etmiştir. (Razi, Fahreddin, Mefatihu’l-Gayb, Kahire 1938,
II-IV, 176–178.)
Meş’ar-i Haram
Müzdelife, harem sınırları içinde Arafat ile
Mina arasında kalan bölgenin adıdır. Meş’ar-i
haram da buradadır. Arafat'ın "urene" vadisinin içinden başka her tarafı vakfe yeri olduğu
gibi, Müzdelife'nin de "muhassir" vadisinden
başka her tarafı vakfe yeridir. (Müslim, Hac,
310.) Kur’an-ı Kerim’de meş’ar-i haramla ilgili olarak şöyle buyrulur: “(Hac mevsiminde
ticaret yaparak) Rabbinizin lütuf ve keremini
istemekte size bir günah yoktur. Arafattan
ayrılıp (sel gibi Müzdelife’ye) akın ettiğinizde,
Meş’ar-i Haram’da Allah’ı zikredin. O’nu size
gösterdiği gibi zikredin." (Bakara, 2/198.) Bu ayette, "Meş'ar-i Haram'ın yanında" buyurulması,
muhassir vadisinin istisnasıyla Müzdelife'ye
ve meş'arin yakınında zikrin daha faziletli
olduğuna işaret edilmiştir. Gerek Arafat ve
gerekse Müzdelife vakfeleri hakkında birçok rivayet vardır. Bu cümleden olarak, Hz.
Peygamber (s.a.s.): "Hac, Arefe demektir."
(İbn Mace, Menasik, 57.) Bir başka rivayette de:
“Kim burada (Müzdelife’de), sabah namazını
kılar, sonra bizimle burada bulunur, öncesinde gece ve gündüz Arafat’ta vakfe yaparsa
haccı tamam olmuştur." (Ebu Davud, Menasik, 69.)
SAYI: 261
• EYLÜL 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
35
buyurmuşlardır. Dolayısıyla Müzdelife, dinî
bir toprak parçası olduğu için aynı zamanda
hem kendisi ve hem de orada yapılan vakfe
bir şiardır. Bu sebeple hacıların orada bulundukları sürece; vakfe yapmaları, Allah’ı zikretmeleri, namaz kılmaları, istiğfar ve tevbe
ile meşgul olmaları ve dua etmeleri onlardan
istenen ibadetlerdir.
Mescid-i Haram
İçinde Kâbe-i Muazzama’nın bulunduğu kutsal caminin adıdır. Halk arasında Harem-i
Şerif diye de adlandırılır. "Harem" denilmesi
bu camiye saygının zorunlu olması sebebiyledir Mescid-i Haram, emniyet ve güven
yeridir, oraya giren güvendedir. Yeryüzünde
ilk yapılan mescittir. (Âl-i İmran, 3/96–97.) Mescid-i
Haram’da bulunan ve Müslümanların kıblesi
olan Kâbe-i Muazzama da şeairdendir. Onu
tavaf etmek hac ve umre ibadetinin önemli
bir parçasıdır. Aynı zamanda Müslümanların
kıblesi olan Kâbe, İslam’da tevhit inancının
ve ümmet birliğinin bir sembolüdür. Onun
kutsallığı, sadece maddi yönüyle değil, asıl
Allah’ın bir meşairi olmasıyladır. (Hac, 22/ 32–33.)
Hem Mescid-i Haram, hem de orada yapılan tavaf ve kılınan namazlar şeairdendir.
Mescid-i Haram bünyesinde şeair olarak Kâbe
ile birlikte makam-ı İbrahim (Âl-i İmran, 3/97.),
hacer-i esved ve mültezeme yer alır. Bir
şiar olan hacer-i esved’i Hz. Peygamber bizzat selamlamıştır. (Buhari, Hac, 58; Müslim, Hac, 254.)
Yüce Allah Kâbe için “evim” (Bakara, 2/125.)
demek suretiyle onu kendine izafe etmiş, ayrı
bir şan ve şeref vermiştir. Önemli bir şiâr olan
Kâbe, aynı zamanda Allah’ın Yüce varlığına
işaret eden apaçık delillerin sergilendiği bir
mekân ve âlemler için mecazi manada bir
hidayet vesilesidir. (Âl-i İmran, 3/96–97.) Yine hac
ibadeti sırasında yüksek sesle söylenen ve
tamamen tevhidi konu alan “telbiye”nin haccın şiarından sayıldığı da unutulmamalıdır.
(Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 325; V, 192.)
Kurbanlıklar
Öte yandan, Kur’an-ı Kerim’de hac sırasında
kurban edilecek hayvanlar, “Allah’ın şeairi” olarak nitelendirilmiştir: “Bu böyle. Her
36
DİYANET AYLIK DERGİ
EYLÜL 2012
• SAYI: 261
kim de Allah’ın nişanelerini (kurbanlıklarını)
yüceltirse şüphesiz ki bu kalplerin takvasından (Allah’a karşı gelmekten sakınmasından)
dır.” (Hac, 22/32.) Bu ayette geçen “şeairullah”
lafzı, "Allah'a itaatin alametleri, nişaneleri"
manasınadır. Allah'a itaatin nişanesi kılınan
her şey Allah'ın şeairindendir. Nitekim Hak
Teala: “Kurbanlık büyük baş hayvanları da
sizin için Allah’ın dininin nişanelerinden kıldık. Sizin için onlarda hayır vardır. Onlar saf
saf sıralanmış dururken (kurban edeceğinizde) üzerlerine Allah’ın adını anın. Yanları
üzerlerine düşüp canları çıkınca onlardan siz
de yiyin, istemeyen fakire de istemek zorunda kalan fakire de yedirin. Şükredesiniz diye
onları böylece sizin hizmetinize verdik.” (Hac,
22/36.) buyurmuştur. Dinde, bir şeye alem
kılınan veya bir şeyle alametlendirilen her
şeye şaire denilmesi sebebiyle, Mekke'ye gönderilen kurbanlık hayvanlar da "şeair" diye
isimlendirilmişlerdir. Çünkü bu hayvanlar,
kendilerinin kurbanlık olduklarını gösteren
ve adına gerdanlık denilen alametlerle süslenmişlerdir. Her birisi Allah’a yaklaşma vesilesi,
nişanesi ve alameti sayılan bu kurban ibadetini yerine getirmek, kalplerin takvasındandır.
Sonuç
İlahi dinler, Allah’ın sembollerine saygı esasına
dayanır. Bu bağlamda, İslam dini de Allah’ın
şiarlarına saygı gösterme esası üzerine bina
edilmiştir. Kur’an-ı Kerim’de, açıkça müminler, Allah'ın şeairine hürmetsizlik etmekten
ve hürmetsizlik etmeyi hoş görmekten men
edilmişlerdir. (Maide, 5/2.) İslam’ın şiarları, dinî
ilkelerin tatbikatının sosyal hayatta görünür
kılınmasının bir anlatım biçimidir. Bu sebeple
dini şiarlar arasında yer alan haccın şiarları
ve diğerlerini ayakta tutma konusunda çaba
gösterilmelidir. Şiarların terki, zaman içinde
dinin zayıflayıp etkisizleşmesine, hatta büyük
ölçüde yok olmasına sebep olabilir. Bundan
dolayı, dinî kaynaklarda şiarların yaşatılması üzerinde hassasiyetle durulmuştur. Zira
İslam’ın varlığı, şeairin varlığıyla kaimdir. O
hâlde, dinimize yapılacak en önemli hizmet,
hayatın bütün alanlarında “dinî şiarları” ihya
etmektir.
D in ve Sosyal Hayat
Hayatın merkezinde
fonksiyonel cami
Prof. Dr. H. Kâmil Yılmaz
Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı
İslam, hayatın merkezine
mabet ve mescidi yerleştirerek cami merkezli bir
medeniyet kurmuştur. Yüce
Peygamberimiz Medine’ye
hicret sırasında Kuba’da
ilk mescidi, ardından
Medine’de Mescid-i Nebi’yi
inşa ederek önce dini ve
imanı korumayı, sonra bu
iman ikliminde toplumu
dönüştürmeyi ve yepyeni
bir tevhit ehli inşa etmeyi
hedeflemişti. Din ve imanı
korumanın başlıca üç yolu
vardır:
1- Ferdî planda dinin emirlerini tutup yasaklarından
kaçınmak,
2- Mabet, mescit ve cami
gibi müesseseler kurup toplumu dönüştürmek,
Mabetlerin manevi
imarı, cami içinde
dinî hizmetleri
yürütecek görevliler
ve camileri
dolduracak cemaat
yetiştirmektir.
Cemaati bulunan din,
manen mamurdur.
Maddi olarak her
an mabedini imar
edebilir. Ama sadece
mabedi kalmış,
cemaati tükenmiş bir
din, virandır.
3- Din ve iman konularına
ait eğitim ve öğretimi yaygınlaştırmak.
Din ve imanı korumanın müesseseler yoluyla olanına en güzel örnek camilerdir. Allah
Teala, Kur’an-ı Kerim’de: “Allah’ın mescitlerini, ancak Allah’a ve ahiret gününe iman
eden, namaz kılan ve zekât
verenler imar eder.” (Tevbe,
9/18.) buyurarak inananları
mescit ve mabet imarına;
yani müesseseler kurmaya
teşvik etmektedir.
Mabet ve mescitlerin imarı,
biri maddi, diğeri manevi
olmak üzere iki türlü olur.
Ayetin ihtiva ettiği manada
her iki anlam vardır.
Maddi imar, mabetlerin
fiziki inşası, korunup gözetilmesidir. Allah Rasulü
(s.a.s.): “Kim Allah için bir
mescit bina ederse, Allah da
onun için cennette bir köşk
bina eder.” (Buhari, Salat, 65;
Müslim, Mesacid, 24.) buyurarak
inananları mescit inşa işine
çağırmaktadır.
Mabetlerin manevi imarı,
cami içinde dinî hizmetleri yürütecek görevliler ve camileri dolduracak cemaat yetiştirmektir. Cemaati bulunan din, manen mamurdur.
Maddi olarak her an mabedini imar edebilir.
Ama sadece mabedi kalmış, cemaati tükenmiş
bir din, virandır.
SAYI: 261
• EYLÜL 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
37
Fotoğraf: Abdülbaki İşcan
ve günümüze kadar
a y a k t a
kalan camiler, İslam
mimarisinin şahikalarıdır.
Mabetler, Yüce Yaratıcı’nın adının ilan edildiği ve dinî ibadetlerin kâmil manada yaşandığı
mekânlardır. Bu yüzden Allah Teala: “Allah’ın
mescitlerinde O’nun adının anılmasını yasaklayan ve onların harap olmasına çalışandan
daha zalim kim vardır?” (Bakara, 2/114.) buyurarak bu hizmete engel olanları zalim sayar.
Camilerde ibadeti engellemek ve mabet fonksiyonuna mani olmak ne kadar büyük bir
zulümse, camilerde görev yapacak din hadimleri yetiştirmemek ve cemaat teminine gayret
göstermemek de aynı oranda bir zulümdür.
Caminin içini boşaltmak, boşaltılmasına seyirci kalmak, mabedi harap olmaya terk etmek
demektir. Nitekim içinde insanların yaşamadığı haneler, içinde insan yaşayan evlerden çok
daha çabuk yıpranır ve harap olur. Mabetler
de böyledir. Cemaatin şenlendirmediği mabet
yıkılmaya terk edilmiş demektir. Bu yüzden
ayette geçen “harap olmasına çalışan” ifadesinin içinde camiye devamla cemaat olmayan
ve cemaat bulmayan kimseler de dâhildir.
İlahî ve nebevi emirler on beş asırlık İslam coğrafyasında, İslam’ın sembolleri sayılan camilerin inşasının temel sebebi olmuştur. Doğudan
batıya, kuzeyden güneye her devirde yapılan
38
DİYANET AYLIK DERGİ
EYLÜL 2012
• SAYI: 261
A l l a h
R a s u l ü
döneminde Mescid-i
Nebi mabet
olmasının
yanı
sıra
manevi
imara yönelik pek çok
fonksiyon
icra etmişti.
Vakıa camilerin ilk inşa amacı ibadet mahalli
oluşlarıdır. Ama asr-ı saadette mescit hem eğitim ve öğretimin, hem de devlet yönetiminin
merkezi, aynı zamanda adalet tevzi yeri, sosyal ve manevi problemlerin çözüldüğü danışma mekânı, ayrıca da evi olmayan sahabilerin
barınma alanıydı. Hatta hastaların tedavi edildiği bir şifahane, askerî konuların görüşülüp stratejilerin değerlendirildiği ordugâhtı.
Yabancı heyetlerin kabul edildiği, her türlü
faaliyet ve sportif gösterilerin yapıldığı fonksiyonel bir mekândı.
Asr-ı saadette bu şekilde şahsi ve içtimai hayatın merkezi hâline gelen cami, İslam medeniyet tarihi boyunca bu fonksiyonunu sürdüre
gelmiştir. Nitekim asr-ı saadetten sonra kurulan ve gelişen eğitim öğretim kurumları medreseler, askerî eğitim alanları kışlalar, sosyal
dinî hayatın parçası hâline gelen tekke ve
zaviyeler ile ticari hayatın merkezi mesabesindeki bedesten, çarşı ve pazarlar, cami merkezli olarak gelişmiştir. Camilerin yanına açılan
imaret/aşevi ve kütüphane ile şifahaneler de
mescitlerin ne derecede hayatın merkezinde
olduğunu göstermektedir. Özellikle Selçuklu
ve Osmanlı döneminde medreseler, camilerin
etrafında topluma ışık saçan müesseseler ola-
rak örgütlenmiştir. Köyler, cami ve musalla/
namazgâh merkezli olarak kurulmuştur.
Şehirlerdeki camilerin taş yapılar olarak sağlam ve son derece estetik inşa edilmesinin
yanında, hayat mekânı sayılan evlerin ve
diğer binaların ahşap ya da topraktan yapılmış
olması, İslam tarihindeki cami merkezli medeniyet anlayışının çok önemli bir göstergesidir.
Cami merkezli medeniyet mekân öncelikli
değil, zaman öncelikli bir medeniyetin doğmasını sağlamıştır. Camilerin etrafında oluşan
sosyal yapı, hayatlarını minarelerden okunan
ezana göre düzene koymakta, yaşantılarını
onunla tanzim etmekteydi.
Günümüzde camilerin fonksiyonları, değişen
fizik mekân anlayışıyla birlikte azalmış; mabet
ve dinî eğitim-öğretim merkezi olmak üzere
aşağı yukarı iki fonksiyona raci kalmıştır.
Yaşadığımız çağda konutların apartman olarak yapılması, şehirlerdeki nüfus yoğunluğunu artırmış, şehir ve köyde yaşayan nüfus
oranları yer değiştirmiştir. Nitekim ellili yıllarda Türkiye’de şehirde yaşayan nüfus yüzde
yirmiyken günümüzde bu sayı yüzde seksenlere ulaşmıştır. Köyden şehre gelen ve şehrin
dar kalıplarına mahkûm olan aile içindeki
çocuk, genç, kadın, yaşlı, emekli ve engellilerin ev dışında sosyal ihtiyaç ve problemlerini
çözecek yeni fizik mekânlara ihtiyaç vardır.
Bugün şehirlerde yaşayan insanların camilerin
fizik mekânlarından sadece mabet ve dinî eğitim için değil, başka sosyal hizmetler için de
yararlanmaları gerekmektedir. Bu bakımdan
çocuk, genç, kadın, yaşlı, emekli ve engellilerin camilerde kullanabilecekleri farklı alan
ihtiyacı ortaya çıkmakta ve şehir mimarimizle
birlikte cami mimarisinin de fonksiyonellik ve
estetik açısından yeniden ele alınması gerekmektedir.
İnsanoğlunun temel ihtiyaçları karşılandıktan
sonra ilk hatırına gelen şey, sanat ve estetiktir.
Dolayısıyla insan yaşadığı mekânların; cami
ve eğitim merkezlerinin de estetikten nasip
almasını ister. Yetmişli-seksenli yıllarda konut
ihtiyacını estetiğine bakmadan gecekondu
Yapılması gereken caminin
hem taş ve betondan
oluşan fiziki yapısını
estetik kaygıyla yeniden
düzenlemek, hem de içini
cemaatle şenlendirip mabet
özelliğini sürdürmektir.
anlayışıyla çözmeye çalışan insanımız, mabetlerini de aynı anlayışla inşa etmek durumunda
kalmıştır.
Türkiye’nin ekonomik durumu düzelip halkın
refah düzeyi arttıkça konutlarda meydana
gelmeye başlayan estetik kaygısının mabetlerimize de yansıması kaçınılmazdır. Sanırım
camilerimizin mimarisiyle ilgili son zamanlarda ortaya çıkan tartışmalar bunun sonucudur.
İslam’ın şiarı konumunda bulunan cami,
minare ve mabetler, bulundukları coğrafyanın İslam medeniyetine ait olduğunu gösteren
simgelerdir. Ancak o coğrafyada o medeniyetin devamı, cami veya mabetlerin manevi imarıyla mümkündür. Bu yüzden bugün
mabet dikmek ve cami inşa etmek noktasında
Müslümanların gayretlerini takdir etmemek
mümkün değildir. Ancak mabet dikmeyi heykel veya bir başka sanat eseri dikmekle eşdeğer görmek ve böyle bir yarışa girmek yanlış
olur.
Camilerin maddi ve fiziki imarı, manevi imarın
da göstergesidir. Dışarıdan bakıldığı zaman
estetik değeri olmayan bir cami, mabet fonksiyonunu icra etse bile medeniyet fonksiyonunu icra edemediğinden o yörede yaşayan
insanlara bu anlamda bir özgüven veremez.
Yapılması gereken caminin hem taş ve betondan oluşan fiziki yapısını estetik kaygıyla
yeniden düzenlemek, hem de içini cemaatle
şenlendirip mabet özelliğini sürdürmektir. Bu
da camiyi, bütün fonksiyonlarını icra edecek
bir konuma taşımak ve hayatın merkezine
almakla olur.
SAYI: 261
• EYLÜL 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
39
D in ve Sosyal Hayat
“Hz. Muhammed’in
Hayatı” isimli seçmeli dersin
işlenişi ile ilgili bazı
mülahazalar
Prof. Dr. Hüseyin Algül
Emekli Öğr. Üyesi
Bilindiği gibi değerlere kalıolan “Hz. Peygamberimiz'in
tım yoluyla değil, genellikle
Hayatı” dersine dair birPeygamber
kaç soru etrafındaki mülaöğrenme yoluyla sahip oluEfendimiz, inanç,
hazalarımızı okuyucularla
ruz. İnanç, ahlak ve toplumibadet ve ahlak
ve konuya özel ilgi duyan
sal değerlerin gençliğe aktaeğitimcilerle paylaşmak istirılması titizlik ister. Çünkü
konularının
yoruz. Her şeyden evvel,
değerleri sahiplenme konuçocuklara
böyle bir dersin seçmeli
sunda çocukluk ve gençlik,
yumuşaklıkla
dersler arasında yer alması
hassas bir sosyal kategorianlatılmasını
için çaba gösteren ve bunu
dir. Bu yaşlarda insanlar,
başaranlara teşekkür borfizyolojik, ruhsal, duygusal
ister, bu hususta
cumuz vardır. Zira yapılan
ve zihinsel yönden gelişim
katı ve kaba
iyilikleri takdir ve yapanlasürecindedir; heyecanlı ve
davranılmasını
ra teşekkür, vefakârlığın bir
hareketli olup iyi ve kötü
gereğidir. Bundan sonra ilim
telkinlere açıktırlar. Genç,
yasaklardı.
adamlarına ve eğitimcilere
bu dönemde iyiye ve doğrudüşen, “Çocukların ve gençya yönlendirilmediği zaman
lerin hayatlarının bu dönemduygularına ve nefsani arzulerinde karşılaştıkları problemleri çözmede ve
larına yenik düşebilir. Dolayısıyla insan hayakişiliklerinin olumlu bir zeminde oluşup geliştının çocukluk ve gençlik aşamalarında onlarmesinde ‘Hz. Peygamberimiz'in Hayatı (litela özel olarak ilgilenmek, onların eğitiminde
ratürdeki ismiyle: Siyer-i Nebi)’ dersi acaba
özenli bir dil kullanmak ve dikkatli davranışnasıl katkı verebilir? İnsan ilişkilerini övülen
lar sergilemek gerekir.
değerler üzerine inşa etme hususunda bu ders
2012-2013 ders yılı itibarıyla ilköğretim ve lisene gibi avantajlar sağlayabilir?” gibi soruları
lere “Kur’an-ı Kerim” ve “Hz. Peygamberimiz'in
tartışarak işin başında olan yöneticilere ve
Hayatı” adıyla Siyer dersleri seçmeli olarak
öğretmenlere ışık tutmaktır. Yani nasıl bir
konulmuş olup ilk uygulama bu yıl başlayaSiyer dersi işlensin ki, yaş gruplarına göre dincaktır.
leyenler anlasınlar, öğrensinler, örnek alarak
kişiliklerinin olumlu yönde gelişmesine desBiz bu noktada seçmeli statüde konulmuş
40
DİYANET AYLIK DERGİ
EYLÜL 2012
• SAYI: 261
tek versinler ve çevre ile münasebetlerinde
doğru davranışlar geliştirebilme hususunda
destek alsınlar!
Kur’an-ı Kerim’de belirtildiğine göre Hz.
Peygamber, tüm Müslümanlar hatta tüm
insanlar için (değerler ve davranışlar açısından) en güzel örnektir. (Ahzab, 33/21.) O, en
güzel ahlakın sahibidir. (Kalem, 68/4.) Allah’ın
sevdikleri arasına girebilmemiz ve Allah’ın
mağfiretine erişebilmemiz, Peygamberimize
samimi muhabbet beslemek ve Onun yolunda yürümekten geçer. (Âl-i İmran, 3/31.) O, içimizden biridir, bizim hayrımıza düşkündür;
başarılarımız onu sevindirir, hatalı davranışlarımız ise onu üzer, o bize çok şefkatli,
çok merhametlidir. (Tevbe, 9/128.) Bu bağlamda
Yüce Allah güzel isimlerinden ikisini ümmetinin menfaatine düşkünlük anlamında Rasul-i
Ekrem Efendimize sıfat olarak vermiş ve söz
konusu iki mübarek ismini sadece onda birleştirmiştir. Yüce Allah ile birlikte ona yani
Rasulüllah (s.a.s.)’a tabi olanlar, bu dünyada
üstün bir insanlık seviyesine ulaşabilecekleri ve imrenilecek davranış ve hizmetlerde
başarılı olabilecekleri gibi öteki dünyada da
Hak Teala’nın kendilerine nimet verip ihsanda bulunduğu peygamberlerle, sıddıklarla,
şehitlerle ve salihlerle beraber olacaklardır.
(Nisa, 4/69.) Cenab-ı Hak, Peygamber Efendimizi
ve onun inanç çevresinde yer alan müminleri
mahşerde utandırmayacak, yalnız bırakmayacak, rüsva etmeyecektir. (Tahrim, 66/8.)
O hâlde Kur’an’ın zihinlerimiz, gönüllerimiz ve
ruhlarımızın önüne Sevgili Peygamberimizle
alakalı koyduğu bu değerleri bu ders münasebetiyle nasıl okuyacağız? Nasıl anlayacağız? Nasıl yorumlayacağız ve çocuklarımızıngençlerimizin gönüllerine herkesi yüreğiyle
kucaklayan, herkese huzur ve başarı yollarını gösteren, mutsuzluk ve sıkıntı getirecek her kötülükten herkesi sakındıran Aziz
Peygamberimizi nasıl sunacağız?
Belki bu noktada Sevgili Peygamberimizin
çocuklara ve gençlere bakışına, onlarla ilişkisine dair bazı temel bilgileri paylaşmamız
uygun olacaktır.
Peygamber Efendimizin verdiği müjdeye göre
çocuklar, aile ve toplum için huzur vesilesidir; çocukları sevmek, onlara şefkat, merhamet ve ilgi göstermek, onların problemlerini
çözmek, Müslümanlara cennetin kapılarını
açar, cehennemin kapılarını kapatır. Sevgili
Peygamberimiz, çocukları çok severdi, onlara önem verirdi, yanlarına giderdi, aralarına
girerdi. Selam verirdi, onlarla anlayacağı dil
ile konuşur, başlarını okşar, şakalaşır ve hediyeler verirdi. Gerektiğinde oyunlarına katılır,
duygularını paylaşır ve onlarla aynı ortamda bulunmaktan mutluluk duyardı. Zaman
zaman onları kucağına alır, mevsimin ilk meyvelerini onlara ikram eder; bunu bolluk ve
bereket sebebi sayardı. Çocukları bineğinin
terkisine alır, devesine bindirirdi. Bu nedenle
Sevgili Peygamberimiz bir yolculuğa çıktığında çocuklar onun ardından yollara düşerler,
onu uğurlarlar, dönüşünü özlemle beklerler
ve onu sevinçle karşılarlardı.
Sevgili Peygamberimiz şehit çocuklarına, bir
şekilde anneleri babaları ölmüş yetim ve
öksüzlere, yoksul aile çocuklarına ve geçimini sağlamak için yorucu işlerde çalışmaya
mecbur kalan çocuklara özel bir ilgi gösterir,
onların problemlerini çözmek için çalışır ve
ashab-ı kiramı da bu tür hizmetlere yönlendirirdi. Çocukların, güçlerine ve yaşlarına
uygun düşmeyen ağır işlerde çalışmaya zorlanmalarını da doğru bulmaz, kazanç için
çocukların sömürülmesine izin vermezdi.
Peygamber Efendimiz, inanç, ibadet ve ahlak
konularının çocuklara yumuşaklıkla anlatılmasını ister, bu hususta katı ve kaba davranılmasını yasaklardı. Kendisi de bu konularda
çok hoşgörülü davranırdı. Oruca ilk başlayan
çocuklarla bizzat ilgilenir ve vaktin kolayca geçmesine yardımcı olurdu. Peygamber
Efendimiz, camide namaz kıldırırken çocuk
ağlaması duyarsa namazı uzatmaz, kısa surelerle tamamlardı; böylece çocuk huzura erer,
annesi de rahatlardı. Namaz kılarken de
torunları Hasan ile Hüseyin ve Ümame’nin,
omzuna binmesini hoş görür, hatta çocuğun
keyfini hemen bozmamak için secdeyi uzattığı olurdu.
SAYI: 261
• EYLÜL 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
41
Özetle Sevgili Peygamberimiz çocukları çok
severdi, iyi bir şekilde yetişmelerini isterdi, kendi çocuklarına, torunlarına ve bütün
çocuklara çok şefkatli ve merhametliydi. Kız
ve erkek çocukları arasında ayırım yapmazdı,
ayırım yapılmasını da asla doğru bulmazdı.
Yoksul, hizmetçi ve kimsesiz çocukların dertlerine çözüm arardı, şehit yetimleriyle yakinen ilgilenirdi. Çocukların hatalarını tatlı dil
ve güler yüzle düzeltirdi.
Öte yandan Sevgili Peygamberimiz, gençlik
yıllarının ömür sermayesinin en iyi değerlendirilmesi gereken bir aşaması olduğunu belirtir, ihtiyarlık gelip çatmadan önce gençliğin
kıymetinin bilinmesi üzerinde önemle dururdu. Ona göre gençlere tertemiz bir inanç,
doğru bilgi, güzel ahlak ve dünyevi alanda
başarıya ulaşabileceği bir beceri kazandırılmalıdır. Gençlik aşamasını gönüllerini Allah
ve Peygamber muhabbetiyle besleyen ve her
türlü kötülükten uzaklaşarak samimi bir dindarlıkla geçirenler, dünyada da ahirette de
mutlulukla müjdelenmişlerdir.
42
DİYANET AYLIK DERGİ
EYLÜL 2012
• SAYI: 261
Gerçekten de Peygamber Efendimiz gençleri
sever, onlarla iyi ilişkiler kurar, eğitimlerine
önem verir, ahlaki olgunluğa erişmelerini sağlar, eğitip yetiştirdikten sonra onlara görev,
sorumluluk ve yetki vererek ailelerine, anababalarına, topluma ve İslam’a hizmet vermeleri ve katkı sağlamaları için fırsat verirdi.
Gençleri azarlamaz, sorularına soğukkanlılıkla cevap verirdi. Onları, anne-babalarına
saygı ve hizmete sevk eder, annelerin-babaların da evlatlarıyla ilgilenmeleri üzerinde
ısrarla dururdu. Ayrıca gençler ve yaşlılar
arasında sevgi-saygı bağının güçlü olmasını
isterdi. Gençler de Peygamber Efendimiz’in
kendilerine verdiği değeri doğru algılayarak
onun gösterdiği yolda hizmet ederlerdi.
“Sevgili Peygamberimiz’in hayatında kendilerine çok değer verdiği, çok sevdiği ve kendileriyle mükemmel ilişkiler kurup geliştirdiği
yaş gruplarına Siyer dersi nasıl anlatılmalıdır?”
sorusuna cevap olabilecek ayrıntılar bu yazının hacmini aşmaktadır. Biz bu sorunun cevabını, ilgili kurumların ve bu dersin müfredatı
ve işlenişi konusunda derdi ve düşüncesi olan
sivil kuruluşların tertipleyeceği çalıştaylara ve
gündemli toplantılara bırakarak birkaç noktaya temas etmekle yetinmek durumundayız.
Kronolojisiz tarih ve siyer olmaz, ama bu
yaş gruplarına anlatılacak konular kronolojik
ağırlıklı olmaktan ziyade yaşanmış örneklerden yola çıkılarak güncel olaylarla ilişki kurmak suretiyle zenginleştirilmelidir. Bu derslerde kronolojik bilgi, yemekteki tuz kadar
olmalı, kronoloji özetle verildikten sonra Hz.
Peygamber’in çocuklarlarla ve gençlerle bağlantılı olarak hayata dair ortaya koyduğu
örneklere muhakkak yer verilmelidir. (Burada
kastedilen örneklere nasıl ulaşılabileceğine
dair bilgiler müktesebatımız dâhilindedir. Bize
veya İlahiyat Fakültelerinde İslam Tarihi’nin
Siyer-i Nebi alanında çalışma yapan herhangi
bir hoca arkadaşımıza ulaşıldığı takdirde beklenen cevapları bulabilmek mümkün olabilir.)
Ayette yer alan örneklik meselesinin doğru
anlaşılmasının bir sonucu da budur.
Çizgi filmler izleyerek yetişen bir yaş grubundan bahsediyoruz. Dolayısıyla bu derslerde muhataplarımıza bütünüyle takriri usulde
ders vermekten (yani başından sonuna kadar
öğretmenin anlattığı bir yöntemden) -istisnalar dışında- uzak durmalı, bunun yerine
öğrencilerle dersi ilişkilendirerek, merak ve
istek uyandırmak suretiyle dersi içtenlikle
takip etmelerini ve doğru anlamalarını, hatta
sevmelerini sağlamalıyız. Öğrenciye dersi
sevdirmek esastır, bu gerçekleşmezse onun
ruhuna dersle ilgi bir şey kazandırmak kolay
olmaz. Bunun için Hz. Peygamber’in şemail
ve ahlakından bahseden kitaplardan okumalar verilebilirse öğrencinin hem dersle irtibatı
hem de derse katkısı sağlanmış olur.
Hz. Peygamber’le ilgili doğru bilgilere dayanarak iyi hazırlanmış cd ve kasetler yani göze
ve kulağa hitap eden görsel materyaller de
dersin sunumu ile ilgili malzemeler arasında
yer almalıdır. Bazen Peygamber Efendimiz’e
ait bazı bilgiler, basit bir ilahi veya şiir formuyla görsel bir elektronik sunum neticesinde
çocuk zihnine daha kolay aktarılabilir.
Mekke-Medine, Kâbe, Mina, Arafat, Hira ve
Sevr Mağarası gibi şehir, mabet (Mescid-i
Haram, Mescid-i Nebi vb.) ve kutsal
mekânların resimleri, oralarda olup bitenleri
öğrenme konusunda öğrencileri uyaracaktır.
Tabii ki bütün bunları başarması gerekenler,
öğretmenlerimizdir. En başta öğretmen arkadaşlarımız, amacına uygun bir Siyer dersini
sunabilmenin alt yapısını hazırlama konusunda istekli olmalı, bu konudaki bilgilerini yenileyerek birikimlerini zenginleştirmeli, bunun
için benzer derslere giren diğer öğretmenlerle
iletişim haalinde olmalı, sürekli görüş alışverişinde bulunmalı, bu konuda düşünen, tartışan ve yazan bilim adamlarının kitaplarına
veya yazdıkları web sitelerine başvurmalı ve
gerektiğinde bir tecrübe alışverişinin örneğini
vermelidirler.
Peygamber Efendimizin hayatından inanç,
ibadet ve ahlak değerlerinin benimsenip
yaşanmasına vesile olacak yaşanmış örneklerle üniteler desteklenmelidir. Tabii ki buna
dair örneklerin verilmesine bu yazının hacmi
izin vermemektedir. Ama ümit ediyorum ki
burada kast olunan şey, herkes tarafından
doğru olarak anlaşılmıştır.
Benim bu konudaki önerim söz konusu dersin işlenişi hususunda düşünen, konuşan,
yazan bilim ve düşünce adamlarının, bu dersin müfredatı ile alakalı sorumlulukları olan
kurumların, başkanlığını ve yönetim kurulunu
İlahiyat Fakültelerindeki İslam Tarihi Öğretim
Üyeleri’nin oluşturduğu “İslam Tarihçileri
Derneği”nin, bizzat bu dersi vermekte olan
değerli öğretmenlerimizin, konuya içtenlikle
ilgi duyan sivil kuruluşların, Kur’an kurslarındaki Siyer derslerinin muhteva ve sunumları
itibariyle bir ölçüde konunun merkezinde
yer alan Diyanet İşleri Başkanlığındaki ilgili
birimlerin meseleyi sürekli gündemde tutması, tartışması, zaman zaman toplantılarda bir
araya gelerek görüş alışverişinde bulunmasıdır. Unutmayalım ki, Türkiye’mizdeki sahada
çalışan ilim adamları ciddi bir birikime sahip
bulunmaktadırlar. Bütün mesele, bu birikimden yararlanma yollarının bulunmasıdır.
SAYI: 261
• EYLÜL 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
43
Aile
Aile yaşamında
pozitiflik
Evlenmeye hazırlanan eşlerin,
kültür, eğitim, yaş, hayata
bakış açısı ve ekonomik durum
gibi farklılıkların ileride sorun
olmaması için birbirlerini
olduğu gibi kabul etmeleri ve
mutlaka farklılıklar yerine ortak
noktaları ön plana çıkarmaları
gerekmektedir.
Aile
Dr. Mustafa Koç
Londra Din Hizmetleri Müşavirliği
[email protected]
E
vlilikte önemli olan bireylerin biyolojik değil, psikolojik
yaşlarıdır. Aynı yaşta olan eşlerden birinin çocuk karakterli, diğerinin ise olgun bir kişiliğe sahip olması mümkündür. Türk toplum yapısında, yaşla birlikte bireylerin
olgunlaştığına ilişkin bir anlayış vardır. Bu anlayış ne
tam anlamıyla doğru ne de bütünüyle yanlıştır. Yaşın
ilerlemesiyle birlikte bireyin olgunlaştığı söylenebilir,
ancak yaş olarak "büyümek", her zaman psikolojik
olgunluğu beraberinde getirmeyebilir.
Evliliklerde çoğu zaman erkeğin, kadından yaşça büyük
olması tercih edilir. Söz konusu bu durum, hem kadın
ve erkeğin biyolojisiyle ilgilidir, hem de erkeğin psikolojik olarak daha olgun olmasının evliliğin yürümesini
kolaylaştıracağının düşünülmesindendir. Buna göre,
kadın içgüdüsel olarak korunmayı ve sahiplenilmeyi;
erkek de korumayı ve sahip olmayı ister. Dolayısıyla
kadından yaşça büyük olan erkek, böyle bir ilişkiyi
daha rahat yürütebilir. Evlilikte ideal olan, yaş farkının
az olması veya erkeğin, kadından en fazla dört-beş yaş
büyük olmasıdır.
Öte yandan erkeğin, kadından yaşça çok
büyük olması da psikolojik olarak kendine göre bazı problemler ortaya çıkarabiAile içerisinde
lir. Çünkü her yaşın psikolojik ihtiyaçlaortaya çıkan sorunları
rı ve beklentileri birbirinden farklıdır.
Yaş farkı arttıkça psikolojik ihtiyaçlar ve
konuşurken, taraflar
beklentilerdeki farklılıklar da artacak ve
hataları karşılıklı olarak
bu durum evlilikte aranan ve özlenen
kabul etmeli, tartışma
uyum sürecini zorlaştıracaktır. Aslında
sürecinde üsteçıkmak için
teorik olarak böyle bir tespit yapılsa da
evlenecek
çiftler, evlilikle ilgili psikolojik
ısrarcı olunmamalıdır.
olgunluğa eriştikten sonra aralarındaki yaş
farkının çok da önemi yoktur.
SAYI: 261
• EYLÜL 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
45
Aile içi ilişkilerde pozitif yönlerin ön
planda tutulması
Sonuç olarak evlenmeye hazırlanan eşlerin,
kültür, eğitim, yaş, hayata bakış açısı ve ekonomik durum gibi farklılıkların ileride sorun
olmaması için birbirlerini olduğu gibi kabul
etmeleri ve mutlaka farklılıklar yerine ortak
noktaları ön plana çıkarmaları gerekmektedir.
Çünkü eş seçiminde insanın yüzde yüz kendisine uyan birini bulması pratikte mümkün
değildir. En uyumlu eşlerin bile sahip oldukları özellikler ardı ardına sıralansa, mutlaka
bazı eksikler bulunabilir. Dolayısıyla evlilik
macerasında yüzde yüz kendisine uyan birini arayan kişinin, büyük bir olasılıkla evlilik
trenini kaçırarak ömür boyu bekâr kalma olasılığı yüksektir.
karşı seslerini yükseltmeden anlatabilmeli ve
birbirlerinin kişiliklerini ve benliklerini zedelemeden aralarındaki problemleri çözebilmelidirler. İşte bu bağlamda evlilik sürecinde,
aile yaşamındaki farklılıklarda uzlaşmak ve
ortak noktalarda buluşmayı sağlayabilmek
için eşlere pratik kapsamda şu önerilerde
bulunulabilir:
a) Atalarımız ‘dikensiz gül olmaz’ demişlerdir.
Her şeyden önce evlilik, uzun süreli bir ortak
yaşam projesi olduğu için bazı problemlerin
yaşanması doğal kabul edilmelidir.
b) Eşler, aile içerisinde karşı karşıya kaldıkları problemleri, birbirilerine açık yüreklilikle
anlatmalıdırlar.
c) Eşler, daha çok ortak noktalarda buluşabilme adına birbirlerinden beklentilerini açık bir
şekilde dillendirebilmelidirler.
İki farklı dünyanın bir araya gelerek uzun bir
yolculuğa çıkmaları anlamına gelen evlilik, bu
yolculukta ortaya çıkan farklılıkları bir noktad) Aile yaşamında bazı tartışmaların olması
da uzlaştırma sanatı olarak da tanımlanabilir.
doğaldır. Ancak tartışma sürecinde dürüst ve
Kısacası, burada önemli olan evlenecek tarafaçık olunmalıdır. Dolayısıyla eşler kesinlikle
ların birbirlerini tamamlayarak farklılıklara
karşılıklı suçlamalardan ve kırıcı olmaktan
rağmen ortak noktalarda uzlaşabilme becerikaçınarak birbirlerini dinleyebilmelidir.
lerini gösterebilmeleridir. Dolayısıyla sağlıklı
e) Ailenin dışında kalan özellikle kaynana ve
bir evlilikte: a) Eşlerden her biri sorumlukayınpederler, mümkün oldukça bu özel tarluk ve sınırlarının farkındadır; b) Kendisiyle
tışmaların dışında tutulmalıdır.
büyük ölçüde barışıktır, c) Yalnız kalmaktan
f) Aile içerisinde ortaya çıkan bir anlaşmazkorkmaz, d) Mutluluğu kendi içinde yaşalıktan dolayı anne-babalar, çocuklayabilir. İşte böyle özelliklere sahip
rın yanında karşılıklı hakaret ve
eşler, eksikliklerini tamamlaaşağılamalardan kesinlikle
maktan çok sevgi ekseninkaçınmalıdırlar.
de bir araya gelebilirler.
Dolayısıyla bu türden
Eşler
g) Eşler, aralarındaki
birincil ilişkilere sadafarklılıkları eriterek
sıkıntılarını,
kat, hoşgörü, sevgi,
daha fazla ortak nokbirbirlerine karşı seslerini
saygı, sorumluluk ve
tada buluşabilmeledürüstlük hâkimdir.
yükseltmeden anlatabilmeli
ri için birbirlerinin
farklı görüş, yetişme
Evlilikte
ortak
ve birbirlerinin kişiliklerini
tarzı, bakış açısı ve
noktalarda buluşve benliklerini zedelemeden
mak için altın
değişik düşüncelere
aralarındaki
problemleri
öğütler
sahip olabileceğini
peşinen kabul etmeçözebilmelidirler.
Elbette ki evlilikte her
lidirler.
Dolayısıyla
zaman problemler ve
zorla birbirlerine hâkim
zorluklar olacaktır. Eşler
olamayacaklarını bilmeli
sıkıntılarını,
birbirlerine
46
DİYANET AYLIK DERGİ
EYLÜL 2012
• SAYI: 261
ve orta bir çizgiye yaklaşmaya
çalışmalıdırlar.
h) Aile içerisinde ortaya çıkan sorunları
konuşurken, taraflar hataları karşılıklı
olarak kabul etmeli, tartışma sürecinde üste çıkmak için
ısrarcı olunmamalıdır. Eşler, gerektiği
zaman özür dilemesini
bilmeli ve yanlışlarını
düzeltebilmelidirler.
bu türden yaptıkları küçük
jestler, büyük faydaları
olan sonuçlar verir.
�ki
farklı dünyanın
bir araya gelerek uzun
bir yolculuğa çıkmaları
anlamına gelen evlilik,
bu yolculukta ortaya çıkan
farklılıkları bir noktada
uzlaştırma sanatı
olarak da
tanımlanabilir.
i) Ortaya çıkan problemin
boyutu ne olursa olsun asla fiziksel şiddete başvurulmamalıdır.
j) Dini gün ve geceler ile evlilik ve doğum yıldönümleri gibi özel zaman dilimlerinde eşler
birbirleriyle hediyeleşebilmelidirler. Sonuç
olarak eşlerin birbirlerine karşı zaman zaman
k) Eşler, ev içerisinde bazen televizyonsuz günler
geçirip karşılıklı
sohbetlere ağırlık vermelidirler.
Gündelik yaşam
içerisinde
eve
giren eş güler yüzle
selamlaşmalı; diğeri
de eşini güler yüzle karşılamalıdır. Böylelikle eşler,
sıcak bir iletişime girmelidirler.
l) Özellikle aile içerisinde ortaya çıkan yaşamsal öneme sahip konuları, geciktirmeden
uygun bir zaman ve zemin bularak karşılıklı
konuşmak gerekmektedir.
SAYI: 261
• EYLÜL 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
47
Kur’an neden
bir rahmet kaynağıdır?
BİR AYET
BİR YORUM
“Kur’an müminler için gerçekten bir hidayet
rehberi ve rahmettir.” (Neml, 27/77.)
Prof. Dr. İbrahim Hilmi Karslı
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi
[email protected]
Kur’an’ı bir rahmet kaynağı olarak kabul eder ve ona
M üslümanlar
böyle inanırlar. Zaten Kur’an da kendisini böyle nitelendirmiyor
mu? Rahmet sıfatının onun temel bir karakteri olduğu da söylenebilir. Çünkü bu sıfat, birçok defa Kur’an’la ilgili olarak kullanılmaktadır. Bu durum, onun bir rahmet kaynağı oluşunun üzerinde
iyice düşünmemiz gerektiğini de bizlere hatırlatmaktadır. Bu
yazıda konunun sadece bazı yönlerine işaret edeceğiz:
Günümüz insanı, şiddet, hoşgörüsüzlük, uyuşturucu, depresyon,
aile yapısının çözülmesi vb. çeşitli problemler yaşamaktadır. Suç
oranları gittikçe artmaktadır. Bütün bunlar, insanlığın geleceği
konusundaki endişeleri gittikçe artırmaktadır.
Yaşanan bu sosyal problemler ve Kur’an’ın getirdiği prensipler
birlikte düşünüldüğünde, Kur’an vahyinin insanın saadeti açısından ne denli isabetli teklifler içerdiği daha iyi anlaşılacaktır.
Mesela ruhsal bunalım ve depresyonun, çağımızın önemli hastalıklarından biri olduğu ve önümüzdeki yıllarda kalp hastalığından sonra en tehlikeli ikinci hastalık olacağı belirtilmektedir.
Ülkemizde antidepresan ilaç kullanımının gittikçe arttığı araştırmalar tarafından ortaya konmaktadır.
Depresyonun birçok sebebinden bahsetmek mümkündür. Ancak
her hâlde en önemlisi, günümüz insanının manevi, varoluşsal bir
boşluk içerisinde bulunmasıdır. Hayatın amacı, maddi zevkleri
yaşamaya ve hazcılığa indirgenmiş; dolayısıyla anlamını kaybetmiştir. Bu dünyada bulunuş amaçları konusunda insanlara tatmin
edici bir bilgi ve bilinç verilmemektedir. Oysa insanın en önemli
özelliği, maddi ihtiyaçlarının ötesinde hayatına yüklediği anlam,
inandığı varoluşsal ülkü ve amaçlardır. Nitekim insanın, her an
bir anlam boşluğuna düşebileceği Allah Teala tarafından bilindiği
için, yaratılışın bir amaç ve hikmetinin olduğu Kur’an’da sık sık
tekrarlanır. Şu ayet bunlardan biridir: “Sizi boşuna yarattığımızı ve
bize tekrar döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?” (Mü’minun, 23/115.)
Bu soruyla insanı uyaran Kur’an, başka ayetlerde de onun Allah’a
ait olduğu, O’na kulluk için yaratıldığı ve nihayetinde O’na varacağını beyan eder. (Bakara, 2/156; Zâriyat, 51/56.) Yine Kur’an, ölüm ve
hayatın gayesinin en güzel ameller üretmek olduğunu bildirir.
(Mülk, 67/2.) Böylece insanın zihnini kemiren “Ben kimim?” “Niçin
Getirdiği
dünya görüşü
ile Kur’an,
mutsuzluk
sebeplerinden
birisi olan
başıboşluk ve
gayesizlikten
insanı kurtarır;
kimlik krizine
düşmesini
önler. Ruhunu
tatmin edip
sonsuz
kurtuluşa
ermesini
sağlayacak
ulvi bir davaya
bağlanmasını
insana
emreder.
48
DİYANET AYLIK DERGİ
EYLÜL 2012
• SAYI: 261
Kur’an, getirdiği dünya görüşü ile insan fıtratındaki bağlanma ve
sığınma duygularını tatmin etmektedir. Zaten İslam, kendi isminden de
anlaşılacağı üzere, bağlılarına Allah’a teslim olmayı emreder.
yaşıyorum?” “Nereye yönelmeliyim?” sorularına cevap vererek ona hedef ve istikameti tayin
eder. Yine insan bu şekilde bir taraftan hayır
faaliyetleri konusunda muazzam bir motivasyon kazanır. Diğer taraftan da zorluk ve sıkıntıların üstesinden gelmede cesaret ve direnç
sahibi olur.
Getirdiği dünya görüşü ile Kur’an, mutsuzluk sebeplerinden birisi olan başıboşluk ve
gayesizlikten insanı kurtarır; kimlik krizine
düşmesini önler. Ruhunu tatmin edip sonsuz
kurtuluşa ermesini sağlayacak ulvi bir davaya
bağlanmasını insana emreder. İnsanlar benimsedikleri ilahî değerler sayesinde bir kimlik
kazanır; mutlu ve huzurlu olurlar. Çünkü kimlik kargaşası yaşayan insanlar kendini güvende hissetmezken, kimlik ve davasını özümsemiş insanlar kendilerini rahat ve huzurlu hissederler. (Nevzat Tarhan, Toplum Psikolojisi, Eylül 2011,
42.) Nasıl ki insan için evi bir huzur ve sükûn
kaynağı ise (Nahl, 16/80.), aynı şekilde benimsediği dinî değer ve dünya görüşü de böyle
bir rol oynar; kişi onunla yaşadığı müddetçe
kendini güvende hisseder.
Diğer taraftan Kur’an, insanın önüne sonsuzluğa açılan bir kapı aralıyor. Böylece onu dünyaya hapsolmaktan kurtarıyor ve onu rahatlatıyor. Aslında insan dünyaya eğilimli bir
varlıktır; ancak diğer taraftan da sonsuzluklara
bakan bir yönü vardır. Nitekim Hz. İbrahim
tarafından bu dile getirilir. (En’am, 6/76.) İşte
Kur’an insandaki bu duyguyu tatmin etmeye yönelik şöyle cevap verir: “Yeryüzünde
bulunan her canlı yok olacak. Ancak azamet
ve ikram sahibi Rabbinin zatı baki kalacak.”
(Rahman, 55/26-27.) “Sizin yanınızdaki tükenir,
Allah’ın yanındaki ise bakidir.” (Nahl, 16/96.)
İnsanın ruhsal gerilim ve bunalıma düşmesinin
sebeplerinden birisi de, karşılaştığı musibetleri
anlamlandıramamasıdır. Oysa Kur’an küçük
büyük her olaya bir anlam yüklüyor; böylece
hayatı anlamlandırmamızı sağlıyor. Bu da,
insana rahatlatıcı bir çıkış yolu oluşturuyor.
Mesela bazı olayları anlamaktan aciz kalınca
onu Allah’a havale ediyor, “Bir hikmeti vardır”
diyoruz. Veya bizi sarsan bir durumla karşılaştığımızda “Şer gördüğümüzde, Allah Teala
bir hayır takdir etmiş olabilir.” diyoruz yahut
da bir imtihana tabi tutulmuş olabileceğimizi
düşünüyoruz. Böylece musibet ve felaketler karşısında kafamız, kalbimiz allak bullak
olmuyor; yılgınlığa kapılmıyoruz. Kısaca her
durumda Kur’an imdadımıza yetişiyor ve bir
çıkış yolu olduğunu bizlere gösteriyor.
Yine insan tabiatında bağlanma ve adanma
duyguları vardır. İnsan bunları doğru bir şekilde karşıladığı zaman mutlu olur. Aksi takdirde
de kendini boşlukta hisseder. Bir işe yaramadığı hissine kapılır, kendine yabancılaşır.
İşte Kur’an, getirdiği dünya görüşü ile insan
fıtratındaki bağlanma ve sığınma duygularını
tatmin etmektedir. Zaten İslam, kendi isminden de anlaşılacağı üzere, bağlılarına Allah’a
teslim olmayı emreder. Yine bu teslimiyetin,
dünya ve ahirette gerçek kurtuluşa götüreceğini şu şekilde ifade eder: “Kim etrafına hep
iyi davranarak yüzünü ve özünü Allah'a teslim
ederse o kimse, en sağlam tutamağa sarılmıştır.” (Lokman, 31/22.) Bu anlamda Kur’an, âdeta
semadan yeryüzüne sarkıtılmış ilahî bir ip
(hablullah)tir. İnsan ona sımsıkı sarıldığında,
hayatın hengâmesi içerisinde düşüp kaybolmaktan, manevi bir yok oluşa sürüklenmekten
kendisini kurtarır.
İnsanı ayakta tutan, ona yaşama şevkini veren
ümitleridir. Ümidini kaybeden insan hayata
tutunma cesaretini de kaybeder. Allah Teala’ya
inanma, insana verilebilecek en büyük müjdedir. Zaten Kur’an’ın bir özelliği de müjde oluşudur. (Nahl, 16/89.)
Yüce Yaratıcı’ya bağlı bir kimse, hayatın silleleri karşısında hiçbir zaman yaşama azmini kaybetmez. Çünkü Kur’an her sayfasında
ümit ışıkları ile insanın önünü aydınlatır, ona
güven ve cesaret verir. O bakımdan çaresiz
sineler ona yöneldiklerinde ümitle dolarak
geri dönerler. Onlar, görünürde kaybetseler
de sonsuz bir mükâfata erme ümidini hiç yitirmezler. (Hicr, 15/55-56.)
SAYI: 261
• EYLÜL 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
49
BİR HADİS
BİR YORUM
Prof. Dr. İsmail Hakkı Ünal
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi
İlim kendin bilmektir
Ebu Hüreyre (r.a.)’den rivayet edildiğine göre, Allah Rasulü (s.a.s.) şöyle buyurdu:
“Allah'ım, bana öğrettiklerinle beni faydalandır. Faydalanacağım şeyi bana öğret ve
ilmimi artır!” (Tirmizi, Deavat, 129.)
diğer varlıklardan ayıran temel özelliklerden birisi de, bilgi
İ nsanı
elde etme ve ona göre kendini geliştirme ve hayatını tanzim etme
kabiliyetidir. Bilmek ve öğrenmek aklın birer işlevidir. İnsanın
aklını kullanmasına ve düşünmesine çok önem veren Cenab-ı Hak,
bilenlerle bilmeyenlerin bir olmayacağını açıkça ifade etmiş, (Zümer,
39/9.) Allah’a karşı en derin saygıyı (huşu) ancak âlimlerin gösterebileceğini bildirmiştir. (Fatır, 35/28.) “Bilmiyorsanız bilenlere sorun.”
(Nahl, 16/43.) buyurarak, işin ehline danışmayı tavsiye etmiştir. Bilgi,
doğruya ve gerçeğe ulaşmanın en önemli aracıdır. Onun için Yüce
Allah, “Bilgin olmayan şeyin ardına düşme. Kulak, göz ve kalp
hepsi bundan sorumludur.” (İsra, 17/36.) buyurmuş, iman edenleri,
Rablerinden gelen gerçeği bilenler olarak nitelendirmiştir. (Bakara,
2/26.)
İlim, insanın, başta kendisi olmak üzere bütün varlık âlemi hakkında elde ettiği bilgilerin sistemli hâle gelmiş biçimidir. Bu bilgilerin
kaynağı akıl, beş duyu ve vahiydir. Önce beş duyumuzla elde
ettiğimiz kendimize ve dış dünyaya ait temel bilgileri aklımızla kavrayıp değerlendirerek daha ileri bir aşamaya ulaşırız. Varlık üzerinde düşünüp mukayese, muhakeme ve sorgulama yaparak
birtakım çıkarımlarda bulunuruz. Bilgi birikimi, tecrübe ve
İnsana
deneme yanılma yoluyla yeni şeyler keşfederiz. İnsanlık
faydalı ilim, kişinin
tarihi boyunca elde edilen bilgi birikimi genelde bu şekilkendisini, varlık sebebini,
de oluşmuştur. Bu, kesbî, yani kazanılan ve öğrenilen
yaratılış gayesini anlamaya ve
bilgidir. Bir de Cenab-ı Hakk’ın, elçileri yoluyla bildirnihayet Rabbini tanımaya götüren
diği, kendi varlığı ve gayp âlemindeki mevcudatla ilgili
ilimdir. Bunu sağlayacak ilim aynı
bilgiler vardır ki “haber-i sadık” dediğimiz bu bilgilerin
kaynağı ilahî olduğu için bunda kendi kesbimiz söz
zamanda insanın beden ve ruh
konusu
değildir. Burada devreye giren imandır. Allah’a
sağlığına, çevresine, toplumuna,
ve
elçilerine
inanan, onların bildirdiklerine de inanır.
doğaya ve bütün varlıklara
Bu yolla gelen bilgileri sınama ve test etme imkânımız
yarar sağlayan ilimdir.
yoktur. Mümine düşen, bu ilahî bilginin doğruluğuna
inanmak, anlamaya ve hikmetini kavramaya çalışmaktır.
50
DİYANET AYLIK DERGİ
EYLÜL 2012
• SAYI: 261
Kaynağından hareketle, Allah’ın elçileri vasıtasıyla haber verdiği, onların da teorik ve pratik
olarak açıklayıp öğrettikleri bilgiler üzerine
yoğunlaşan ilimlere dinî ilimler; insanın, akıl,
beş duyu ve tecrübeyle elde ettiği bilgilerden
oluşan ilimlere de gayridinî ya da dünyevi
ilimler denmesi bir gelenek hâlini almıştır. Bu
durumda, pozitif bilimler olarak tanımlanan
gözlem ve deneye dayalı doğal ve sosyal/
beşerî bilimler dünyevi; geleneğimizde Tefsir,
Hadis, Fıkıh, Kelam, Tasavvuf gibi isimlerle
anılan ilimler de dinî ya da İslami İlimler olarak tanımlanmaktadır. Kaynak, alan ve yöntem
açısından böyle bir ayrım doğru gibi görünse
de, dine ve dünyaya ait olan gibi düalist bir
bakış açısına ve yanlış çağrışımlara yol açtığı
için, bir mümin açısından böyle bir tasnif çok
sağlıklı görünmemektedir. Çünkü bir mümin
için, elçileri vasıtasıyla Allah’ın bildirdikleriyle,
O’nun yarattığı varlık âlemini inceleyen bilimler arasında bir mahiyet farkı yoktur. Çünkü
her şey Allah’ındır ve yarattıkları üzerinde
düşünüp taşınmak, araştırma yaparak varlık ve
kudretinin belgelerine ulaşmak da O'nun bir
emridir. Bu yüzden mümin, iman konusu olan
alanla, gözlem ve deney konusu alan arasında
bir ayrım yapmaz. Zira gözlem ve deney konusu alan yaratıcının mülküdür. Bu mülkte olanı
biteni anlamaya çalışan insan sadece amacıyla
farklılaşabilir. Örneğin, varlık âlemini mücerret
bir araştırma objesi olarak görüp onu vücuda
getireni fark etmeyen veya yok sayan bilim
insanı, sadece öğrendiklerinin ve keşfettiklerinin heyecanıyla yetinerek resmin tamamını
görmemiş olur. Resmin bir bütün olduğunu
bilen mümin ise Kur’an ayetleriyle kevnî ayetler arasında bir fark görmez. İnsanı, toplumu,
doğayı ve evreni inceleyen bütün bilimlerin,
bunları yaratanı anmaya ve anlamaya götüren
araçlar olarak son derece önemli ve gerekli
olduğuna inanır. “Dünyevi ilimleri bırakıp, biz
dinî olanlara bakalım” gibi bir yanlışın içine
düşmez. Çünkü doğru bakış açısıyla, dinî ve
dünyevi olarak ayrılan ilimlerin kendisini aynı
kapıya götürdüğünü görür.
Burada yorumlamaya çalıştığımız hadis, her
alanda olduğu gibi ilim öğrenmede de niyet ve
amacın ne kadar önemli olduğunu ortaya koymaktadır. Sevgili Peygamberimiz, bu duasıyla
Allah’tan faydalanabileceği ilim talep etmekte ve ilmini artırmasını istemektedir. Zaten
Kur’an’da da ona, “Rabbim ilmimi artır” duası
emredilmektedir. (Taha, 20/114.) Başka bir duasında da “faydasız ilimden Allah’a sığınmakta”
(Nesai, İstiaze, 21.), arkasında istifade edilecek bir
ilim bırakan kimsenin sevap hanesinin öldükten sonra da açık kalacağını bildirmektedir.
Müslümanın, öğrendiklerini diğer Müslüman
kardeşine öğretmesinin en faziletli sadaka
olduğunu bildirerek, ilmin yayılmasını teşvik
etmektedir. (İbn Mace, Mukaddime, 20.)
İnsana faydalı ilim, kişinin kendisini, varlık
sebebini, yaratılış gayesini anlamaya ve nihayet Rabbini tanımaya götüren ilimdir. Bunu
sağlayacak ilim aynı zamanda insanın beden
ve ruh sağlığına, çevresine, toplumuna, doğaya
ve bütün varlıklara yarar sağlayan ilimdir. Bu
ilmin şu veya bu isimle anılmasının, şöyle veya
böyle taksim edilmesinin bir önemi yoktur.
Önemli olan, hangi alanı seçerse seçsin, ilim
talibinin neyi amaçladığı, kendisi ve insanlık için hangi idealleri benimsediğidir. Elde
ettiği bilgiyle insanlık âlemine hangi olumlu
katkıları sağladığıdır. Öğrendiği doğruları ne
kadar özümsediğidir. Zira başkalarına iyiliği
telkin edip de kendilerini unutanları Cenab-ı
Hak uyarmaktadır. (Bakara, 2/44.) Allah Rasulü,
ilmi sadece dünyalık elde etmek veya başkalarına övünmek için tahsil edip onun değerini
düşürenleri kınamaktadır. (Ebu Davud, İlim, 12;
İbn Mace, Mukaddime, 23.) Başkasına öğüt verip de
kendisini unutanlar, “etrafını aydınlattığı halde
kendisini yakıp bitiren kandile” benzetilmiştir.
(İbn Ebi Şeybe, Musannaf, 7/182.) Sözün özü, koca
Yunus’un dediği gibi, “İlim, ilim bilmektir, ilim
kendin bilmektir / Sen kendini bilmezsin ya
nice okumaktır.” “Okumaktan mana ne, kişi
Hakk’ı bilmektir / Çün okudun bilmezsin, ha
bir kuru emektir.” dizelerinde dile getirdiği
gibi, ilim önce kişinin kendisini, sonra Hakk’ı
yani Rabbini bilmesidir. Onun için, “kendini
bilen/tanıyan Rabbini de bilir/tanır.” denilmiştir. Kendini ve Rabbini tanımadan ilim iddiasında bulunan kişinin, Cenab-ı Hakk’ın tavsifiyle,
kitap yüklü merkep (Cum’a, 62/5.) durumuna
düşmesi kaçınılmazdır.
SAYI: 261
• EYLÜL 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
51
D in görevlisinin hatıra defterinden
Aydanur İmat
Amasya İl Müftülüğü
Hacı Tevfik Efendi Kız Kur’an Kursu Öğreticisi
[email protected]
Hac ve değişim
İlk olarak göreve başladığım Kur’an kursunda eğitim ve öğretimle ilgili heyecanım yıllar
sonra bile hiç eksilmemiş, her gün artmıştır. Şartlar bazen zor, bazen kolay olsa da
Kur’an kursu öğreticiliği sorumluluk isteyen
çok önemli bir görevdir. Her yıl yeni öğrencilerle her şeyi paylaşmak, ailelerdeki değişim
ve gelişimi harekete geçirmek, dolayısıyla
toplumun dinî anlayışına ve yaşayışına katkıda bulunmak bizim için önemli bir vazifedir.
Benim için hac görevi hayatımın dönüm noktası olmuştur. İlk olarak 2009 yılında hacca gitmek nasip oldu. Her şey yeni ve ilk olduğu için
doyumsuz bir ziyaret yapmıştım. Geçtiğimiz
yıl Rabbim yine nasip etti. Başkanlığımızın
yeni uygulaması sonucu hac kafilesinde
görevlendirildim. Bu sefer diğerinden daha
farklı olarak hacılarla aynı odayı paylaşmak ve
özellikle bayanlarla birebir sıcak ilişkiler kurarak bu görevi ifa etmeye çalışmak da daha hoş
ve farklı bir duygu idi. Onlarla yaptığımız sohbetler neticesinde herkesin kendi içerisinde
ilginç ve renkli hayat tarzlarına sahip olduklarını öğrenmek beni oldukça şaşırttı. Sonuçta
onların bu kutsal mekânda olmalarının altında
yatan farklı bir özelliklerinin olduğunu ve
bunu araştırıp bulmam gerektiğini düşündüm.
Medine’de ilk Mescid-i Nebi ziyaretini unutamam. Sayılı günler çabuk geçti ve Medine’den
ayrıldık.
“Mekke’deyiz. Umremizi yaparak otelimize
yerleştik. Sabah namazından sonra hacı adayları kendi odalarında dinlenmeye çekildiler.
Erken kalkarak bayanların kaldıkları odaları
tespit edip tek tek ziyaret ettim. Herhangi bir
ihtiyaçları olup olmadığını öğrenmek, onlarla
birlikte olup neler hissettiklerini paylaşmak
istedim.
52
DİYANET AYLIK DERGİ
EYLÜL 2012
• SAYI: 261
Ziyaret sırasında bir odada problem olduğu söylendi. Otelin yeni kullanıma açılmış
olması nedeniyle inşaat kalıntılarından dolayı
kirli olduğu, lavaboların ve banyoların temizlenmemiş olduğu; Medine’deki otellere göre
zayıf kaldığı söylendi.
Emekli öğretmen olduğunu sonradan öğrendiğim bir hacı adayımız, diğerlerinin şaşkın
bakışları arasında oldukça gergin bir şekilde
konuşarak, kurumla ilgili eleştirilerde bulundu. Gerilen ortamı rahatlatmam gerekiyordu.
Sözünü kesmeden onu dinledim.
“Allah’ın sana verdiği değeri öğrenmek istersen, ne ile meşgul olduğuna bak!”
Kendisine sakin olmasını, nerede bulunduğunun bilincinde olmasını, zamanının kıymetini
bilmesini, bu beldelere gelmek için gözyaşları içinde sıra bekleyen milyonlarca insanın şu anda onun yerinde olmak için neler
verebileceklerini bir düşünmesini söyledim.
Otelden dışarı çıkmasını, insanların arasına
girerek Mekke’nin havasını teneffüs etmesini,
Beytullah’ı hayranlıkla izleyerek, cennetini
kaybetmiş Âdem misali tavaf etmesini, gözyaşları içinde yediden yetmişe dua eden, af
dileyen milyonları izlemesini, hâlâ problemler
olursa kendisine bizzat yardım edebileceğimi
ifade ederek yanından ayrıldım.
Aradan geçen iki gün içerisinde kendilerinden
hiç ses çıkmamış, oda ile ilgili problemden
dolayı da benden yardım talebinde bulunmamışlardı. Merak edip kendilerini ziyaret etmek
istedim fakat yandaki odadan onların tavafta
olduklarını öğrendim.
Birkaç gün sonra tekrar oda ziyareti sırasında
karşılaştık. Bir ihtiyaçları olup olmadığını,
geçen sürede neler yaşadıklarını öğrenmek ve
birazda sohbet etmek için uğradığımda,
konuşmalarından ilgilerinin Kâbe’ye
yöneldiğini, nasıl daha fazla ibadet edebiliriz telaşının hâkim olduğunu, otel ile
ilgili ise, dikkate değer konuşacak bir
şeyin olmadığını düşündüklerini gördüm. Odanın havası değişmiş, şikâyet
etmek yerine hizmet yarışı içinde olan,
bambaşka insanlar gelmişti. En ilgi
çekici olanı emekli öğretmen olan bu
kardeşim tavaftan artakalan zamanında,
kendi imkânları ile arayıp bulduğu kırtasiyeden satın aldığı, Kur’an Okumaya
Giriş kitabından, odasında bulunanlara Kur’an öğretimine başlamış, otelde
hasta olanların tedavileriyle ilgilenip
onları sağlık ocağına götürmüş, tavafa
gitmek isteyenleri, kendisine öğrettiğimiz gibi, müsait zamanlarında tavafa
götürmeye başlamıştı.
Dahası tavaf sırasında karşılaştığı bir
zencinin kendisine nasıl yardım ettiğini, tavaftan sonra İran'lı bir kardeşimizle birbirlerine sarılarak gözyaşları
içinde okudukları salavatı şerifeleri ve
bu arada hissettiği o tadına doyulmaz
İslam kardeşliğini yine gözyaşlarına
boğularak anlatıyordu. Zamanın nasıl
geçtiğini bile anlayamamıştık. Bu faaliyetleri onlardan dinlemek beni son
derece mutlu etmişti. İçimden kim
bilir belki de Hz. İbrahim’in duasından sende nasibini aldın diye geçirdim.
Kendilerine teşekkür ederek odadan
ayrıldım.
İç dünyamızda fırtınalar koparan, bize
mahşeri yaşatan bu ibadetin akıtmadığı
gözyaşı, yumuşatmadığı kalp yoktur.
Hac ve Umre, Müslümanın hayatında
ömürde bir kere de olsa en büyük değişimin yaşandığı dönemlerdir.
Ne mutlu ibadet şuuruna ererek affedilenlere… Rabbimden tekrar nasip
etmesini niyaz eder, hacı olan kardeşlerimizi tebrik ederim.
SAYI: 261
• EYLÜL 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
53
KÜLTÜR - SANAT - EDEBİYAT
Prof. Dr. Hüseyin Yılmaz
Cumhuriyet Üniv. İlahiyat Fak.
[email protected]
Kubbenin altında
kadınlara yer açmak
Hz. Peygamber, camide kadınların rahat edebilmeleri için bazı tedbirler almıştır.
Öncelikle camiye rahat girip çıkmaları için gerekli kolaylığın sağlanmasını
istemiştir. Daha sonra bu isteği yerine getiren Hz. Ömer, kapılardan birini
kadınlara tahsis etmiştir.
İslam toplumlarında camiler, her yaş ve seviyeden insanları bir araya getiren, onları Allah’a
kulluk bilinci ile kaynaştıran, ibadetlerin usulüne uygun olarak yerine getirilmesini ve dinî
bilgilerin öğrenilmesini sağlayan bir kurumdur.
Kurulduğu dönemden itibaren bünyesinde dinî,
idari, sosyal, kültürel ve eğitsel nitelikli pek çok
hizmetin yürütülmesine zemin teşkil eden camiler, tarih boyunca İslam medeniyetinin oluşup
gelişmesinde önemli rol oynamıştır.
alan hutbesini dinleyen bir kadın, oturduğu
yerden Nisa suresinin 20. ayetini okuyarak Hz.
Ömer’e itiraz etmiştir. Bu itirazdan sonra Hz.
Ömer görüşünde yanıldığını söyleyerek kadını
haklı bulmuştur.
Bilindiği gibi, Hz. Peygamber döneminde
genç-yaşlı, kadın-erkek bütün Müslümanlar
camiye gidiyordu. Erkekler gibi kadınlar da
Mescid-i Nebevi’de kılınan vakit, cuma ve bayram namazlarına katılıyor, orada sunulan eğitim
etkinliklerinden yararlanıyorlardı. “Kadınlarınızı
mescitlerden alıkoymayınız.” (Buhari, Nikâh 116.)
buyuran Hz. Peygamber, bu konuda yasaklama
eğiliminde olan erkekleri uyarmıştır.
Hz. Peygamber döneminde kadınlarla erkekler
camide karma değil, ayrı ayrı yerlerde oturuyorlardı. Caminin ibadet edilen kısmının (harim)
geri tarafında kadınlara özel bir bölüm ayrılmıştı. Ancak Mescid-i Nebevi’nin kadınlar kısmının günümüzdeki bazı camilerde olduğu gibi,
erkeklerin namaz kıldıkları yerden duvar ya da
perdeyle ayrıldığı konusunda herhangi bir rivayete rastlanılmamıştır. Dolayısıyla kadınların,
kendilerine ayrılan ancak arada herhangi bir
engel bulunmayan bölümde namaz kıldıkları,
hutbe, vaaz ve sohbetleri rahatlıkla dinleyip
eğitim öğretim etkinliklerine katıldıkları anlaşılmaktadır.
Kadınların camiyle yakın ilişkisi, dört halife
döneminde de devam etmiştir. Hz. Ömer ile bir
kadın arasında yaşanan ve asırlardır dilden dile
anlatılan meşhur diyalogdan da bunu anlamak
mümkündür. Rivayete göre Hz. Ömer’in evlenilecek kadına verilecek mihrin miktarını konu
Hz. Peygamber, camide kadınların rahat edebilmeleri için bazı tedbirler almıştır. Öncelikle
camiye rahat girip çıkmaları için gerekli kolaylığın sağlanmasını istemiştir. Daha sonra bu
isteği yerine getiren Hz. Ömer, kapılardan birini
kadınlara tahsis etmiştir.
54
DİYANET AYLIK DERGİ
EYLÜL 2012
• SAYI: 261
Kılınması sünnet olan
teravih namazlarında
cemaate katılmayı
gelenek hâline getiren
kadınların dinen daha
bağlayıcı bir hüküm
içeren cuma, bayram
ve vakit namazlarına
gitmemeleri önemli bir
eksikliktir.
Kadınlar camide ibadet yanında eğitim etkinliklerine de
katılırlardı. O dönemde eğitim
daha çok Hz. Peygamber’in
sunduğu dinî sohbetler şeklinde gerçekleşiyordu. Bu
sohbetlerde kadınlar sadece
dinleyici konumunda değillerdi; bazen soru sorarak,
iyice anlayamadıkları konunun açıklığa kavuşturulmasını
istiyor ve böylece cami eğitimine aktif olarak katılıyorlardı. Bu gayretlerin sonucu olarak, o dönemde dini çok iyi
bilen, erkeklerin hata ve yanlışlıklarını çekinmeden eleştirebilen, kendilerine danışılıp
istişare edilen ve insanlara yol
gösteren kadın bilginler yetişmiştir.
Fotoğraf: Burhan Çimen
Hz. Peygamber ve dört halife
dönemindeki gelenek zaman
içerisinde değişime uğramış
ve Emevilerden sonra kadınların sosyal, siyasal, ekonomik ve dinî hayattaki yeri
tekrar sorun hâline gelmiştir.
Kadınların camiye gitmelerini hoş karşılamayan anlayış,
SAYI: 261
• EYLÜL 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
55
bazı rivayetlerle temellendirilmeye çalışılmıştır.
Rivayetlerden birine göre; bazı kadınların giyim
kuşamını ve camiye giriş çıkış sırasındaki tavırlarını yadırgayan Hz. Ayşe; “Eğer Allah Rasulü
kadınların kendisinden sonra mescitlerde neler
ihdas edeceklerini bilseydi, İsrailoğulları gibi,
o da onların mescitlere girmelerini yasaklardı.”
(Buhari, Ezan, 163.) şeklinde bir serzenişte bulunmuştur.
Konuyla ilgili başka bir rivayet de Ümmü
Humeyd adındaki kadın sahabiden nakledilmektedir. Ümmü Humeyd Hz. Peygamber’e;
“Ey Allah’ın Rasulü, kocalarımız sizinle beraber
namaz kılmamıza engel oluyorlar. Oysa biz
sizinle namaz kılmayı çok istiyoruz.” (Buhari, Ezan,
163.) diye şikâyette bulununca Hz. Peygamber,
Ümmü Humeyd’e namazları evinde kılmasını
tavsiye etmiştir.
Camiye gitmek isteyen kadınlara izin verilmesini isteyen Hz. Peygamber’in yukarıdaki rivayette Ümmü Humeyd’e evde ibadet etmeyi tavsiye
etmesi bir çelişki değildir. Hz. Peygamber, kendisine gelerek kocasını şikâyet eden kadının aile
içerisindeki konumunu dikkate alarak ve ailede
huzursuzluk çıkabileceği ihtimalini göz önünde
bulundurarak böylesi bir tavsiyede bulunmuş
olabilir.
Rivayetler tarafsız bir bakış açısıyla değerlendirildiğinde kadınların camiden uzak durmalarını
gerektirecek herhangi bir hüküm bulunmadığı
hâlde, bazı bilginler, “fitneye neden olacağı”
gerekçesiyle kadınların camiye gitmelerini mekruh olarak değerlendirip hoş karşılamamışlardır.
Ülkemizde cuma, bayram ve vakit namazlarını
camide kılmayan kadınların ramazan ayında
teravih namazı için camiye gittikleri görülmektedir. Onların bu kararlarında dinden ziyade
geleneğin etkili olduğu söylenebilir. Kılınması
sünnet olan teravih namazlarında cemaate katılmayı gelenek hâline getiren kadınların dinen
daha bağlayıcı bir hüküm içeren cuma, bayram
ve vakit namazlarına gitmemeleri önemli bir
eksikliktir.
Kur’an’da ve Hz. Peygamber’in uygulamalarında kadınların camiye gelmelerini engellemeye
56
DİYANET AYLIK DERGİ
EYLÜL 2012
• SAYI: 261
yönelik herhangi bir hüküm bulunmadığına
göre, onların camiden ve cemaatten uzak durmalarına dinî hükümler dayanak gösterilemez.
Kaldı ki kadınları camiden uzak tutmak, kadın
erkek herkesi muhatap alan Kur’an’ın ve sünnetin ruhuna da aykırıdır. Öyleyse, “Kadınlarınızı
mescitlerden men etmeyiniz.” (Buhari, Nikâh, 116.)
buyuran Hz. Peygamber ve O’nu takip eden
raşit halifeler dönemindeki kadınların cemaate katılma geleneğini tekrar canlandırmak,
Müslüman toplumun faydasına olacaktır.
Günümüzde kadınların camiye devam etmelerini özendirmek amacıyla şunlar önerilebilir:
1. Dinin cinsiyet farklılığına dayalı özellikleri
kabul ettiği, ancak cinsiyet ayrımcılığını reddettiği Müslüman topluma anlatılmalıdır. Özellikle
bazı kaynaklarda yer alan kadın aleyhtarı rivayetler yeniden değerlendirilmeli ve bu rivayetlerin uydurma olanları belirtilmelidir.
2. Kadınların camilerde rahatlıkla bulunabilmelerini kolaylaştıracak bazı fiziki düzenlemeler yapılmalıdır. Camilerin üst veya alt katları
kadınlara tahsis edilip, onlar için camiye giriş
çıkış kolaylığı sağlamak üzere ayrı kapılar açılmalıdır. Yeni cami projelerinde kadın cemaat de
göz önünde bulundurulmalı, onlara has lavabolar, abdesthaneler, sosyal ve kültürel amaçlı
mekânlar oluşturulmalıdır.
3. Merkezi ve büyük camilerde kadınlara yönelik hizmet veren kadın din hizmetleri uzmanı
bulundurulmalıdır. İlgili din hizmetleri uzmanına cami bünyesinde bir büro tahsis edilebilir.
Bu büroda kitaplık, bilgisayar, internet ve telefon gibi iletişim imkânlarına yer verilmelidir.
Söz konusu uzman, kendisine gelen kadınların
dinî sorularını cevaplayarak onlara rehberlik ve
danışmanlık hizmeti sunabilir ve haftanın belli
günlerinde camide vaaz ve sohbet programları
düzenleyebilir.
4. Kadın vaiz kadrosunun bulunmadığı ilçe ve
köylere gezici kadın vaizlerin görevlendirilip
camilerde düzenlenecek vaaz ve sohbet programlarıyla eğitim imkânından yoksun kadınların
yaygın din eğitimi hizmeti almaları sağlanmalıdır.
KÜLTÜR - SANAT - EDEBİYAT
Abdulbaki İşcan
Umuda yürümek
İnsanın birçok arayışına cevap olan Safa ile Merve arasında, bazen telaşlı ve bir
o kadar da hüzünlü bir şekilde yürüyenlerin, coşku ile akan bir suyun akışına
benzeyen yakarmalara karışarak, hep birlikte dile getirilen duygularla, Yaradan’ın
merhametine doğru yol aldığını hissedersiniz.
‘Kim duyar sesimi ya Rab!’ dedi İbrahim,
Rabbinin ‘İnsanları hacca çağır.’ (Hac, 22/27.)
emrine karşılık olarak, ‘Bu ıssız ve çorak
vadide sesimi kim duyar ki.’ Sonra Rabbi
ona şöyle hitap etti: ‘Ey İbrahim, seslenmek
sana ait. Duyurmak ise bana ait.’ (İbn Ebi Şeybe,
Musannef, c. 11, s. 518.)
Âlemlere rahmet ve hidayet kaynağı olarak
kurulan ilk ev (Âl-i İmran, 3/96.) olan Kâbe’ye Hz.
İbrahim’in bu çağrıyı yapabilmesi için, anlatmanın fazlaca mümkün olmadığı bir yolculuğu gerçekleştirmesi gerekecekti, eşi Hacer ve
oğlu İsmail’le birlikte…
…
Issız çölün ortasında, Sekîne
(Allah’tan gelen yar-
dım, Rabbin hükmü karşısında kalbin itminana kavuşması,
insana benzer sureti bulunan bir çeşit rüzgâr. TDV, İ.A. Cilt
36, S. 330.)’nin
de ellerinden tuttuğu üç yolcu…
Omuzlarında su ve yiyecek taşıyan kendini
Allah’a adamış ve Allah’ın dost edindiği Hz.
İbrahim… İçinde fırtınalar kopan, ama tamamıyla teslim olmuş, Yüce yaratıcının himayesine ve merhametine emanet edilmek üzere
yola koyulmuş son peygamberin büyük anne-
si Hz. Hacer… Ve iyi huylu, güzel ahlaklı bu
kadıncağızın kucağında, babasının ciğer paresi Hz. İsmail…
Hz. İsmail’in doğumuyla Hz. Sare’nin duyguları alt üst olmuştu. Hz. Hacer’i yakınında
görmek bile artık ona ağır geliyordu. ‘Git’
dedi Hacer’e, kıskançlığın ağırlığıyla ‘Artık
sen benimle aynı şehirde bulunmayacaksın.’
(Taberi, Tarih, c.1, s. 130.) Ve Sare’yi ikna edemeyen
Hz. İbrahim, Hacer’le İsmail’i alarak yollara
düştü. Issız bir araziden ibaret olan Mekke’ye
ulaştıklarında ‘Geldik’ dedi Hz. İbrahim, ‘vatanınız artık burası.’
Ne kadar zaman yürüdüler ve yol aldılar bilinmese de en ufak bir hayat belirtisinin olmadığı
bir yeri yurt edindikleri kesindi.
Hz. İbrahim, Hz. Hacer ve Hz. İsmail’i, içi
hurma dolu bir dağarcık ve su dolu kırba ile
bir ağacın gölgesine bıraktı (Sahih-i Buhari, c. 4, s.
113.) ve geldiği yere doğru gitmek üzere yola
koyuldu.
‘Ey İbrahim! Bizi bu ıssız vadide bırakıp da
nereye gidiyorsun’ dedi Hacer. ‘Öyle bir vadi
ki ne görüşülecek bir kimse var ne de bir
SAYI: 261
• EYLÜL 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
57
şey.’ (Sahih-i Buhari, c. 4, s. 113.) İlerlemiş yaşında
kendisine çocuk veren bir kadını, gözünün
nuru çocuğuyla Allah’ın himayesine bırakan,
‘yumuşak huylu ve pek sabırlı’ (Tevbe, 9/114.)
olan Hz. İbrahim’in yüreği yanıktı. ‘Allah’ın
emri böyle’ dedi ve yoluna devam etti.
Kavurucu çöl sıcağının ve ıssızlığın hüküm
sürdüğü yerde küçük bir çocukla yalnız kalan,
hepimizin annesi Hacer, aynı zamanda tevekkülün de annesiydi.
‘Öyle ise Allah bize yeter. O bizi zayi etmez,
himayesiz bırakmaz.’ dedi.
Kuş uçmaz, kervan geçmez bir yerde şehir
kuran ve bir bakıma Kâbe’nin harcını yoğuran
Hacer, kim bilir neler hissetti küçük İsmail’le
yalnız başına kaldığında? Gece olunca üşüdü
mü, korktu mu karanlık bastığında? Suyun ve
yiyeceğin bittiği anda düşündükleri neydi,
İsmail’in susuzluktan kuruyan dudakları nasıl
kavurdu Hacer’in yüreğini?
Ama Hacer, ümidin de annesiydi.
Sonra yüksekçe bir yere, Safa tepesine çıktı.
Vadiye baktı, sağı solu her tarafı süzdü gözleri. Boşluğa, sanki dünyanın her köşesindeki
Fotoğraf: Mustafa Bektaşoğlu
Ay kaç kere battı, güneş kaç kere gökyüzüne
yükseldi bilinmese de Selem ve Semur denilen küçük dikenli ağaçların meskeni çalılık bu
yerde suyun ve yiyeceğin olmadığı belliydi.
Hacer’in dağarcığındaki hurma bitti, kırbasındaki su tükendi.
Ve sütü kesildi Hacer’in.
Ama hayat bulmak ve hayatı taşımak için
Hacer, Allah’a ısmarlanmıştı.
58
DİYANET AYLIK DERGİ
EYLÜL 2012
• SAYI: 261
bütün ıssız boşluklara dağıldı Hacer’in bakışları... Onunla beraber su aradı canlı cansız
ne varsa. Bir ses işitebilir miydi, ya da kendilerine yardım edebilecek bir insan görebilir
miydi? Ama olmadı, ne bir ses işitti, ne de bir
insan gördü.’ (Sahih-i Buhari, c. 4, s. 114.) Sonra diğerine, Merve tepesine yöneldi. İki tepe arasında vadiye geldiğinde İsmail’i görebilmek için
hızını artırdı. Bir telaş, sonra bir üzüntü hali
sardı Hacer’i. Kendisini ve çocuğunu susuz-
luktan ve ölümden kurtarması için Allah’a
yalvaran Hacer, su dedi koştu bir tepeden
diğerine…
Hacer deyince biraz düşünmeli. Kul olmanın,
insan olmanın ve teslimiyetin ağırlığını hissetmeli.
Yalnızlık, güneş kadar ağır, çöl kadar, susuzluk kadar ağırdı.
Hacer’i düşünürken susuzluğun ikna edici
gücü, çölün usandırıcı sıcaklığı bizi kendimize getirmez mi? Ya İsmail’in hıçkırıkları? Susup
dinlerseniz, işitirsiniz yalvarmalara, yakarmalara karışan İsmail’in sesini. Bu ses bir çağrıdır
aslında, Hz. İbrahim’in çağrısı gibi, Hacer’in
yürümesi, koşturması gibi. Kendi çölümüzde
çıktığımız ve her zaman bizi sarsan yolculukları aklımıza getirmemiz için bir çağrı.
Ve susuzluk, İsmail’in dudaklarında bir inleme ki Hacer’i yakmadaydı.
Her şeyin anlamının olduğu bu merkeze
gelenlerin karşılaştığı ve sa’y yaparken farkına vardıkları görünmez büyük bir güç vardır
aslında. Safa ile Merve’de karşılaşılan bu güç,
kimi zaman Hacer’in omuzlarına bindirilen
dağlar kadar ağır yük karşısında gösterdiği
dayanma direnci, kimi zaman merhamet, kimi
zaman da sabır ve tevekkül olarak gösterir
kendini.
Ve güçlü olursa kazanabileceğini biliyordu
Hacer.
Peygamber soyunun kutlu kadını Hacer’in
yüreğinde kopan fırtına nasıl anlatılır ki?
Safa ile Merve arasında biraz düşünmeli insan,
‘Allah bize yeter’ demişti Hacer, tevekkül içerisinde. ‘O bizi himayesiz bırakmaz.’
Bütün kâinat susuz kalmıştı sanki, susuzluğu
Hacer ile birlikte bütün kainat hissetmişti.
Bir damla su bulsa, İsmail’in dudaklarına
sürüverecekti. Yedi kez gidip geldi Safa ile
Merve arasında. En sonunda Merve tepesine çıktığında nihayet bir ses geldi Hacer’in
kulaklarına. ‘Sus da dinle’ dedi’ (Sahih-i Buhari, c.
SAYI: 261
• EYLÜL 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
59
4, s. 114.) kendi kendine. Sustu ve çöl rüzgârının
fısıltıları ile birlikte vadiyi dinledi. Yorgun
düşen Hacer’in bütün vücudu dikkat kesildi.
‘Allah’ım. İmdadıma yetiş’ dedi. ‘Eğer yetişmezsen ben de yanımdaki yavrum da helak
olup gideceğiz.’ (Taberi, Tarih, c.1, s. 131.) Allah
Hacer’in dileğini kabul etti ve bir su çıkardı su
bulmanın imkânsız olduğu yerde. (Sahih-i Buhari,
c. 4, s. 114.)
Ümidini kaybetmeyen Hacer, sabrın ve kararlılığın da annesiydi.
Safa ile Merve arasında Allah’ın emrini yerine
getirmek için yürüyenler hissediyordur mutlaka Hacer’in çabasını… Hacer’in o zaman
yaşadıklarını az çok tasavvur edenler anlayacaklardır bu duyguları, paylaşacaklardır muhtemelen.
Kuaykıan Dağı’nın eteğinde bir tepe Merve
ve tam karşısında Ebu Kubeys Dağı’nın altında Merve’den biraz daha yüksek Safa tepesi.
(TDV İslam Ansiklopedisi, c. 35, s. 441.) Ab-ı hayata
ulaşmak için bir arayışın başlangıç ve bitiş
noktaları gibi… Beşerî olandan ilahî olana
doğru koşmak, yürümek gibi… Cennetten
çıkıp yine cennete akan bir nehir gibi… Sa’y
esnasında Hz. İbrahim’i, Hz. Hacer’i ve Hz.
İsmail’i aklınıza getirdiğinizde Allah’ın yüce
dininin nişanelerinden olan Safa ile Merve
(Bakara, 2/158.) arasına nasıl bir dünyanın sığdığını anlarsınız. Her insan dilediğince nasiplenir bu yürüyüşten. Bir gelip gitmedir çünkü
insanın hikâyesi. Bu iki tepe arasında yaşanan
hüzünle birlikte teslimiyet, merhametle birlikte umuttur. Kâbe’yi çevreleyen sütunlar arasından baktığınızda, Safa ile Merve’den fazla bir
şey göremezsiniz aslında. Ama orada bir ana
damarın bulunduğunu bilirsiniz. Âdeta kalp
gibi yoğun ve hayati olduğunu fark ettirir size
Safa ile Merve.
İnsanın birçok arayışına cevap olan Safa ile
Merve arasında, bazen telaşlı ve bir o kadar
da hüzünlü bir şekilde yürüyenlerin, coşku ile
akan bir suyun akışına benzeyen yakarmalara
karışarak, hep birlikte dile getirilen duygularla, Yaradan’ın merhametine doğru yol aldığını
hissedersiniz. Bazen de etrafta canlı cansız
ne varsa hiçbir şeyi ve hiçbir kimseyi fark
60
DİYANET AYLIK DERGİ
EYLÜL 2012
• SAYI: 261
etmeyerek, âdeta asırlardır hayattaymış gibi,
Hz. Hacer’le beraber, kimi zaman hızlı kimi
zaman da yavaş adımlarla, kurumuş dudakları nemlendirecek, parça parça olmuş düşünce
yanıklarını söndürecek bir damla rahmet beklendiğini fark edersiniz.
Gökle yer arasıda ne varsa çölün ten rengine
büründürdüğü bu yerde tahammülü zor sıcak
altındaki İsmail’in susuzluk ateşiyle beraber,
umudun sıcaklığı ve bir o kadar da huzuru
ile kavrulur durur ne kadar hassas yürek
varsa. Ara ara rüzgârların asırlar öncesinden getirdiği rahatlatıcı serinlik hissedilse de
çoğu zaman Hz. İbrahim’in ayrılık hüznü, Hz.
Hacer’in teslimiyeti ve şefkati yaşanır. Bazen
Hz. İbrahim’in yanında bulursunuz kendinizi,
yaşadığınız an ile geçmişin birbirine karıştığını zannedersiniz. Bazen de Hz. Peygamber
döneminde olduğunuz duygusu ağır basar
bedeninizde ve ruhunuzda. Onun gül kokusuyla, ayaklarına dolaşmasın diye toparladığı
ihramıyla yakınınızda bir yerde sizinle beraber sa’y yaptığını düşünürsünüz.
Geçmişin şimdiki zaman yapıldığı bu an önünüzdeki, arkanızdaki, sağınızdaki, solunuzdaki insanların âdeta Hacer kılığına bürünerek,
zaman zaman gözyaşları eşliğinde, zaman
zaman da derin bir sessizlik içerisinde yürüyüşlerine devam ettiklerini görürsünüz. O esnada
anlarsınız ki içinde bulunduğunuz an, diriltici
bir nefes gibidir ve dünyadaki bütün nimetlerden daha değerlidir; kıymeti bilinmek ve
layıkıyla yaşanmak zorundadır. İşte o an tam
da havayı soluma vaktidir… İster dünyanın
dört bir tarafından gelen binlerce insanın arasında telaştan, yorgunluk ve susuzluktan bitap
düşmüş bir şekilde teslimiyetin heyecanını
soluyun. İster taşlarla, kayalarla çevrili çölde
kurulan kutlu şehrin, kutlu mekânının kutlu
misafirlerinin dua ve niyazlarını barındıran
havayı soluyun. Nihayetinde Hz. İbrahim’den,
Hz. Hacer’den, Hz. İsmail’den birer nefes
çekersiniz ciğerlerinize de hayat bulursunuz…
Zamandan arıtılmış zemzem yudumlarıyla birlikte…
Ve umuda yürüyün Hz. Hacer’le beraber.
Ö rnek hayatlar
Hafız Abdullah
Nazırlı Efendi
Celal Sürgeç
DİB Harput Eğitim Merkezi Müdürü
Bütün ömrünü Kur’an
eğitim ve öğretimine
vakfeden hocamızın
yüreğinde Kur’an-ı
Kerim’e ve ehl-i
Kur’an’a karşı tarifi
mümkün olmayan bir
aşk ve muhabbet vardır.
Hafız Abdullah Nazırlı, 1920 yılında Elazığ’ın Hoş
köyünde dünyaya geldi. Babası Diyarbakır’ın Hani ilçesinde İmamzadeler’den Sufi Abdülfettah Efendi’nin
oğlu Hacı Ali Efendi; annesi Elazığ’ın Hoş köyünde Çuvalcızadeler’den İbrahim Efendi’nin kızı Hatice
Hanım’dır. Hafız Abdullah Efendi, daha kundakta iken
bir hastalık sebebiyle sağ gözünü kaybeder. Dört veya
beş yaşına geldiğinde ailesiyle birlikte babasının memleketi olan Hani’ye taşınırlar. Çocukluğu ve gençliği Hani’de geçer. Burada babası Hacı Ali Efendi’den
Kur’an-ı Kerim öğrenir ve hafızlığa başlar. 12 yaşında
iken hafızlığını tamamlar ve babası tarafından Elazığ’a
getirilir. Elazığ’da Çarşı Camii İmam-Hatibi olan enişteleri merhum Hafız Mehmet Erçağ’dan tecvit, kıraat ve
makam dersleri alır. Daha sonra Hani’ye dönerek amcası
Müderris Hafız Muhammed Efendi’den ders almaya başlar. Kendisinden Arapça, tefsir ve Şafii fıkhı derslerini
okur. Bu arada kendi azim ve gayretiyle Osmanlıcayı da
öğrenir.
Hafız Abdullah Efendi, bin bir zorlukla hıfzını tamamladıktan sonra Hani, Lice ve Diyarbakır gibi şehirlerin merkezi camilerinde aşr-ı şerif ve mukabele okumaya başlar.
Edası ve sedası güzel olduğundan dikkatleri üzerine
çeker ve her geçen gün dinleyicileri çoğalır. Merhum
Celal Güzelses, Diyarbakır eşrafından ve Hacı Reşit Bey
Hocaefendi’yi sık sık dinlemeye gelenler arasındadır.
SAYI: 261
• EYLÜL 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
61
Yıl 1941… Ramazan-ı Şerifin on altısı… Hafız
Abdullah Efendi Diyarbakır’ın Ulu Camii’nde
mukabele okuyordu. 16. cüzü okuyup kürsüden indiğinde tanıdığı Hanili Hacı Reşit Efendi
ile tanımadığı sekiz-on kadar yaşlı zevatın
kendini beklediklerini ve yanlarına çağırdıklarını gördü. Bunlar Diyarbakır’ın eşrafından,
âlim ve fadıl kimselerdi… Davetlerine icabet
eder; yanlarına giderek kemali edeple diz
üstü oturur. Merhaba ve hoş sohbetten sonra
kendisine bir kâğıt uzatılır ve ‘bu sana bir
hatıra, bir hediyedir evladım… Sen mukabele
okurken yazıldı’ denilir ve okuması istenir...
Bu, Diyarbakırlı âlim, yazar ve şair Abdülgani
Bulduk Bey ile Fahri Bey tarafından Hafız
Abdullah Efendi için yazılan bir methiye idi:
Hafız-ı hoş lehçe Abdullah’a yüz bin aferin
Çünkü Kur’an okur tecvid ile tertil ile
Vakfe, vasle, medlere gayet riayet eder
Ehl-i irfan yad eder bu tarzını tebcil ile
Eyler istihsan melekler şive-i elhanını
Zannedersin feyz almış himmet’i Cibril ile
Hak nazardan saklasın avazı hub bu hafızı
Kâbe’ye gitsin, yüzün sürsün gani takbil ile
Bütün hayatını “Okudum ve okuttum” kelimeleriyle özetleyeceğimiz Hafız Abdullah Nazırlı
Hoca, amcasından aldığı bir fetva ile ilim
62
DİYANET AYLIK DERGİ
EYLÜL 2012
• SAYI: 261
uğrunda yolculuğa başlar.
Soğuk ve dondurucu bir
hava… Ve Diyarbakır’a
kadar yaya olarak süren
zorlu bir yolculuk… Daha
sonra Malatya ve Sivas
üzerinden trenle Kayseri
yolculuğu… İstanbul’un
tanınmış
kurralarından Hafız Âciz Mustafa
Râgıp Efendi’nin talebesi Kayserili Darü’l-Huffaz
Muallimi Kurra Hafız
Mahmut
Kuşculu’dan
Kur’an-ı Kerim’in on
kıraat üzere okunmasına
yönelik olan aşere dersi,
Kayseri Müftüsü Abdullah
Develioğlu’dan talim, tashih-i huruf ile şiir ve
edebiyat dersleri alır. Kayseri’de bulunduğu
yıllarda, daha derslerini bitirmeden askere
çağırılır.
Çorlu Askeri Hastanesi'nden tezkere aldıktan
sonra tekrar Kayseri’ye döner ve Kayseri’de
eğitimini tamamlayıp 1946 yılı Mayıs ayının
3’ünde icazetini alır. İcazetini aldıktan sonra
Hani’ye döner. Hani’de iken Malatya’ya davet
edilir. Bu davet üzerine Malatya’ya gelir ve
Malatya Söğütlü Camii müezzinliğine atanarak
ilk resmî görevine başlar.
Burada bir yıl kaldıktan sonra boşalan Malatya
Yeni Camii müezzinliğine naklen atanır.
Burada üç yıl kadar görev yapar. Malatya’da
iken Kangal Müftüsü Abdullah Apaydın’la
tanışır ve kızıyla evlenir.
1949 yılında Kur’an-ı Kerim öğretmeni olarak
Kangal’a atanır. Bu görevine ilaveten Kangal
Abdurrahman Paşa Camii imam-hatipliğini de
üstlenir. Burada görev yaptığı sırada kayınpederi Abdullah Apaydın hocadan sarf ve nahiv
dersleri ile Hanefi fıkhı derslerini alır. Böylece
Kangal’da kaldığı dört yıl boyunca kendisinden bir hayli faydalanır. 1953 yılında kayınpederi Abdullah Apaydın Hoca Efendi'nin
Sivas Müftülüğüne atanması sebebiyle Hafız
Abdullah Efendi de onunla birlikte Paşa Camii
imam-hatipliği ve Kur’an kursuna atanır. 1955
yılına kadar burada kalır. Sivas’ta kaldığı yıllarda Hacı Hamid Efendi’den Hanefi fıkhına
ait İbrahim Halebî’nin Mülteka el-Ebhur’unu
okur ve çok sayıda hafız yetiştirir.
Hafız Abdullah Efendi Elazığ Müftülüğünün
isteği ile Kur’an kursu öğreticisi ve Şıra
Meydanı Camii’ne tayin edilir. Bir yıl sonra
yine istek üzerine İhsaniye Camii’ne naklolunur. Yirmi yıl boyunca bu camide Kur’an
kursu öğretmeni olarak görev yapar, hafız
yetiştirir, tashih-i huruf, talim ve kıraat okutur.
Çok sayıda talebe yetiştirir ve yirmi yıl boyunca bu camide sabah cüzleri okur, on altı yıl
boyunca da hatimle teravih namazı kıldırır…
İhsaniye Camii’ndeki görevi süresince, yatsıdan sonra yetişkinlere, özellikle çalışanlara
başta Kur’an-ı Kerim olmak üzere tefsir ve
fıkıh dersleri verir. İkindiden sonra ise Arapça
sarf ve nahiv dersleri okutur. Ayrıca 19581959 yıllarında İmam-Hatip Lisesinde Kur’an-ı
Kerim derslerine girer.
Hafız Abdullah Efendi, 15.10.1975 tarihinde
emekli olunca Kubbeli Camii’nde fahri olarak
vaaz vermeye başlar. 2000 yılına kadar bu
göreve devam eder.
1976 yılında Elazığ Merkez Vaizi Cemalettin
Emiroğlu Hocaefendi’nin ilk müdürlüğünü
yaptığı Elazığ Site iş hanında açılan Diyanet
Eğitim Merkezinde Kur’an-ı Kerim kıraat ve
tecvit derslerine girer. 1994 yılında ibadete
açılan Harput Ulu Camii’nde beş yıl boyunca
yaz aylarında vaaz eder.
Yaptığı vaazları 40 ciltlik Arapça ve Osmanlıca
olarak yazdığı kitapta toplamıştır.
İlmi şahsiyeti ve eserleri
‘‘Bana bu dünyada dört şey çok sevdirildi.
Bunlar: okumak, okutmak, anlatmak ve yazmak’’ diyen Hafız Abdullah Efendi, 1975 yılında emekli olunca boş durmamış ve sürekli
yazmıştır.
Hafızlığının yanında aruz ve hece veznini
kullanarak halk ve divan tarzında manzum
eserler veren Hafız Abdullah Efendi, iman
ve güzel ahlakı telkin gayesi ile aruz ve hece
vezninde şiirler yazar. Yazdığı şiirleri GAYE
başlığı ile bir kitapta toplar. Bir gece yatmak
üzere iken, herkesin bir şeylere meftun olup
onları methettiğini düşünür, kendisine “sen
niye sevgililer sevgilisi Efendimizi methetmiyorsun?’’ diye sorar. Ve hemen kalkıp bir naat
yazar:
Ey resul-i mücteba sen rahmeti Rahman mısın?
Ey Habib-i Kibriya sen zübde-i ihsan mısın?
Ey hakikat ma’deni ey din ü iman mahzeni
Ey ilm ü irfan menbaı sen mekteb-i irfan
mısın?
Hak-i payinle semavat cilvelendi aşk ile
Sen huzur-ı rabbi izzetde duran bir can mısın?
Bu ne devlettir ki; nazlı ümmetin olmuş senin
Ben gibi mücrim olana sen şefaat-kan mısın
Hafız Abdullah Efendi hüsnühat ve musiki ile
de ilgilenir.
Bütün ömrünü Kur’an eğitim ve öğretimine vakfeden hocamızın yüreğinde Kur’an-ı
Kerim’e ve ehl-i Kur’an’a karşı tarifi mümkün
olmayan bir aşk ve muhabbet vardır. Bu aşk
ve muhabbet sebebiyledir ki, 30 yıl resmî ve
30 yıl fahri olarak hizmet etmiş, 1000 civarında hafız yetiştirmiş ve 5000 civarında insana
Kur’an-ı Kerim’i öğretmiştir.
Hafız Abdullah Hocaefendi, okumak, okutmak ve vaaz etmenin yanında yazmaya da
ayrı bir önem vermiştir. Maddi durumu müsait
olmadığı için insanların istifadesine sunulmak
üzere cami, çeşme benzeri hayratlar bırakamadığından yakınmıştır. Ancak onlar istifade
ederler ümidiyle; bir gören gözü ve bir titreyen eliyle 90 cilde baliğ kitaplar yazmıştır.
O, Kur’an ehli bir hoca, usta bir hattat, içli
bir şair, irfan ehli bir yazar ve merhametli bir
nasihatçi, şefkatli bir uyarıcıdır.
SAYI: 261
• EYLÜL 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
63
HiKMET
PENCERESi
Doç. Dr. Ekrem Demirli
İstanbul Üniv. İlahiyat Fak.
Simya ilmini ararken
kanaati yitirmek
Hayatı değiştirip
onu bir altına
dönüştürecek
olan, sihir veya
simya değil,
vaktin, sağlığın vs.
sahip olduğumuz
her şeyin kadr ü
kıymetini bilmek
demek olan
kanaattir...
Geçmiş zamanlarda insanların “simya” dedikleri bir ilmi
kullandıkları veya ona inandıkları söylenir. “İnandıkları” ile
“kullandıkları” arasında belirgin bir fark olmakla birlikte, bir
çağın kendisinden önceki çağları “mitolojiye” indirgemeyi
yeğlediği çağımızda, eski çağların neredeyse her şeyi bir
“inanç” olarak görülür. Bu itibarla çağımız anlamını bilmediği her şeyi bir “inanç” ve “mitoloji” diye tasnife eğilimlidir.
Her neyse! Geçmiş çağlarda “simya” denilen bir ilme veya
sanata inanma yaygın bir inançtı. Bu “eski çağlar” tabiri ne
kadar eskiye gider, bilinmez, ancak 18. asır düşünürü İsmail
Hakkı Bursevi, hocası Osman Fazlı İlahi’nin –Kıbrıs’ta metfundur- simya ilmini bildiğini aktardığına göre, çok eskiye
gitmeye de gerek yoktur. Bilhassa Anadolu coğrafyası söz
konusu olunca, “simya” ilmi için çok eski bir zamandan söz
etmediğimizi hatırda tutmalıyız. Simya ilmi aslında kimya
ilmi demektir. Bazı araştırmacılar bunların arasına bir ayrım
koymak istemişse de literatürde simya kimya demektir. Daha
doğrusu günümüzde yanlışlıkla “simya” diyerek büyülü bir
sanata çevirdiğimiz şey, aslında eskilerin fizik, matematik,
gök bilimi gibi tabiat bilimleri içerisinde yer verdikleri kimya
ilmiydi. Nitekim İslam ilimlerinde bu kapsamdaki literatür
“kimya” tabiriyle zikredilir. Bu literatür içinde en çok bilinenlerinden birisi İmam Gazali’nin kimya-i saadet isimli kitabıdır.
Bu adla başka kitaplar da bulunduğu kadar bazen kimya-i
saadet kitapların içerisinde bölüm başlığı olarak da kullanılmıştır. İbnü’l-Arabî’nin ölümsüz eseri Fütuhat-ı Mekkiyye’nin
en önemli bablarından birisinin başlığı budur: kimya-i saadet!
Bütün bu kullanımlarda kelime sürekli kimya şeklinde yazılır.
Kimya ilmi değişmenin ilmi olarak tanımlanır. Müslüman
düşünürler kimya-i saadet tabirini açıklamak üzere “kimya
ilmi tabiatta değişmenin mümkün olduğu ilkesine dayanır”
derler. Tabiatta değişme vardır, madenler birbirine dönüşür, bileşimler oluşur, ayrışmalar ortaya çıkar vs. Bu itibarla
tabiat âlemi bir başkalaşma ve değişme âlemidir. Kimya ise
bu değişmeyi bilmek, bilhassa değişmenin yönünü kontrol
64
DİYANET AYLIK DERGİ
EYLÜL 2012
• SAYI: 261
etmek ilmi demektir. “Madenler için altına
dönüşmek” diye ifade edilen şey, kimya ilminin maksadı olarak ifade edilmiştir. Başka
bir ifadeyle kimya ilmi, her şeyi altına çevirmek için öğrenilen ve kullanılan bir ilimdir.
Gerçekten de böyle bir şey mümkün müydü?
Bilmiyoruz. Hatta eski kitaplarda bu konudaki
açıklamaları görsek bile çağımızda biz böyle
bir değişime inanmayabiliriz. Zaten buna inanmak veya inanmamak da çok önemli değildir.
Mesele İslam ahlakçılarının buradan çıkardıkları sonuçlardır: Kimyacılar –veya simyacılarmadenler üzerinde düşünüp dursunlar, kanaatimce bu konuyu günümüz için de anlamlı
kılan, İslam ahlakçılarının buradan çıkarttıkları
neticedir. Daha doğrusu ahlak ilmini bir simya
veya kimya olarak görüp onu saadet kimyası
diye nitelemeleri günümüz bakımından da
son derece önemli ve geçerli bir neticedir. Bu
noktada onlar ahlak ile kimya arasında tam
bir mutabakat kurmuşlar, birinin kavramlarıyla yöntemlerini ötekine taşımak istemişler,
buradan inandırıcı ve kesin bir ilim çıkartmak
istemişlerdir.
Kimya ilmi, Müslüman düşünürlerin anlattığı
kadarıyla, şöyle bir varlık anlayışına sahiptir:
Madenler arasında en değerlisi altındır. Altın
madeni kemali temsil eder ve her madenin
yüzü bu kemale dönmüştür. Başka bir açıdan her cevher/aslında altındır. Fakat cisimler âleminde ortaya çıkarken karşılaştığı bir
takım olumsuzluklar nedeniyle altınlık vasfını
yitirmiş, mesela kurşun olmuş, mesela bakır
olmuş, en iyi ihtimalle de altına en yakın olan
gümüş olmuştur. Her hâlükârda altın olamamış, kemale erememiştir. Bundan daha önemlisi altın olmak isteği kendisinden gitmemiştir.
Yani her maden hâl diliyle altına dönüşmek
ister. Bu son yorum bilhassa İbnü’l-Arabî tarafından daha dikkatli bir şekilde tahlil edilir ve
insana uygulanır: Her insan hangi durumda ve
hâlde olursa olsun aslında kazaya uğramış bir
altındır. Her insan kemali fıtraten talep eder
ve herkes kemale âşıktır. İnsan hakkındaki bu
iyimser düşünce de günümüzde İslam tefekkürünün dayanacağı ana ilkelerden birisi olarak
yeniden yorumlanmayı beklemektedir. Kısaca
tabiat hakkındaki bilgimiz bize altın olmayı,
kemali ve her şeyin altınla ilişkisi hakkında bir
bilgi vermiştir. Müslüman ahlakçılar buradan
ahlak bahsine geçerek bir kıyas yapmışlar
ve şunu ileri sürmüşlerdir: İnsan fıtrat gereği
kemali ister. Onun talep ettiği kemal ise tam ve
kâmil insan olmaktır. Tam insan olmak ahlaki
vasıfların kemale ermesiyle mümkündür. Bu
bağlamda özellikle sufiler, ahlaktaki her eksikliği bir madenle anlatarak eksik ahlakın kemale, yani altına dönüştürülmesinden söz etmişlerdir. Mesela cimrilik madenler arasında –söz
gelimi- bir kurşundur. Onun altına dönmesi
cömertliği kazanmak demektir. Bakır –söz gelimi- hırstır, kanaat ise bakırın altına dönmesidir.
Korkaklık başka bir madendir, cesaret onun
altına dönmesidir. İffetsizlik başka bir maden,
iffet ise onun altına ve kemale dönmesidir vs.
Bütün ahlaki vasıfları böyle ele alarak “değişimden” bilhassa da değişmenin kemale doğru
olmasından –çünkü değişmesinin aşağı doğru
olması da mümkündür- söz etmişlerdir. Başka
bir ifadeyle insanlar tabii arzularının etkisiyle
madenleri değiştirmeyi isterken sufiler maden
mesabesindeki ahlakı dönüştürmeyi istemişler,
insanı altına çevirmek peşinde olmuşlardır.
Sufiler “ben değişmem” ilkesini asla kabul
etmemişlerdir. Onlara göre insanın anlamlarından birisi “kalp”, yani değişme demektir.
Yazımızın başında yer verdiğimiz hikâyenin
günümüzde çok daha önemli anlaşılması
lazımdır. Çünkü insanlar günümüzde geçmişe
göre daha derin bir arayışla hayatlarını büsbütün değiştirmek istiyor. Hiç kimse bulunduğu
hâlden memnun değil, “İnsan hâlinden memnun olmayan varlıktır.” tanımı en çok çağımız
insanına uygun düşüyor. Pek çok insan hayatını bir anda değiştirebilecek, kimya diliyle
söylersek, onu altına çevirebilecek bir “sihir”
peşindeyken pek azı bu arayış esnasında
neye sahip olduğunu fark edebiliyor. Dervişin
sözünden anlarız ki, insan sahip olduğunu
bilmez ve kanaat etmezse-ki kanaat değerini
bilmek demektir- neyi elde edeceği hakkında
da fikri olamaz. Öyleyse dervişin şu sözünü
her daim yeniden hatırlamak lazımdır: Hayatı
değiştirip onu bir altına dönüştürecek olan,
sihir veya simya değil, vaktin, sağlığın vs. sahip
olduğumuz her şeyin kadr ü kıymetini bilmek
demek olan kanaattir...
SAYI: 261
• EYLÜL 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
65
UZMAN
GÖZÜYLE
Tuba Doğan / Psikolog
Öfke kontrolü
Öfke kontrolü yeteneğine sahip olmak hayatımızın her alanında bizlere kolay iletişim
kurma, çevremizi doğru algılama ve muhataplarımız tarafından doğru anlaşılma
fırsatı verir.
Öfke aşırı hoşnutsuzluk,
hiddet, kızgınlık ve düşmanlık gibi duygusal tepkiler olarak tanımlanan bir
histir. Hepimiz bazen geçici bir sıkıntının dışa
vurumu olarak bu duyguyu hissederiz. Öfke
hissinin son derece normal ve insani olduğunu ifade etmek yerinde olacaktır. Ancak bu
hissin kontrolümüzden çıkması durumunda
iş yerimizde, kişisel ilişkilerimizde ve özel
hayatımızda yıkıcı sonuçlar doğurduğu bir
gerçektir. İşte bu noktada öfkemizin sağlıklı
bir şekilde yönlendirilmesinin gerekliliği hem
psikolojik hem de sosyolojik açıdan bir kez
daha ortaya çıkmaktadır. Öfke kontrolü yeteneğine sahip olmak hayatımızın her alanında
bizlere kolay iletişim kurma, çevremizi doğru
algılama ve muhataplarımız tarafından doğru
anlaşılma fırsatı verir. Elbette bizi çileden
çıkaran olayları ve insanları engelleyemeyiz
fakat tepkilerimizi kontrol etmeyi ve yönlendirmeyi öğrenebiliriz.
Öfke hissinin her bir insanda farklı bir şekilde
tezahür ettiğini görmekteyiz. Bazı insanlar
öfkelerini çok daha çabuk ve yoğun bir şekilde gösterirken, bazı insanlar da öfkelerini dikkat çekici yollarla göstermemelerine rağmen
devamlı sinirli ve huysuz yapıya sahiptirler.
Çabuk öfkelenen insanların çevrelerindeki
insanları incittikleri için sosyal hayatta içe
kapanık, yalnız ve fiziksel anlamda da hasta
olduklarını gözlemlemekteyiz. Psikologlar
66
DİYANET AYLIK DERGİ
EYLÜL 2012
• SAYI: 261
çabuk öfkelenen insanların hayal kırıklıklarına
karşı toleranslarının az
olduğu, en ufak bir hata
veya haksız bir durum karşısında çileden
çıkmaya hazır oldukları konusunda hem fikirdirler. Bu denli öfkenin genetik veya fiziksel
sebepleri mevcuttur. Bazı çocukların sinirli,
kolay kızan, alıngan ve huysuz bir bebeklik
dönemi geçirmeleri genetik öfkeye bir kanıt
teşkil etmektedir. Öfkeye sebep olan başka
bir faktör ise sosyokültürel yapıdır. Örneğin
öfkeyle nasıl başa çıkacağımızı ya da onu
nasıl yapıcı bir hale getireceğimizi öğrenmek
yerine, aşırı öfke, depresyon ya da ankisyete gibi rahatsızlıklarımızı gizlemek ihtiyacını
hissediyoruz. Diğer yandan öfke üzerinde
yapılan psikolojik araştırmalar, aile hayatının
öfke hissinin aşırıya kaçmasında önemli bir
rol oynadığını göstermektedir. Kolay öfkelenen veya öfkelerini anormal bir şekilde dışa
vuran insanlar genellikle karışık, duygusal
iletişimden yoksun ve yıkıcı aile yapılarından
gelmektedir. Öfkeye sebep olarak gösterilen
diğer nedenler arasında haksızlığa uğrama,
hayal kırıklığı, fiziksel ve psikolojik taciz (şiddet), tehdit, engelleme ve saldırıya uğrama
sayılabilir.
Öfke hissinin bastırılmasından ziyade sakinleştirilmesi elbette yapıcı bir metottur. Bastırılan
ve kontrol edilemeyen öfkenin bireylerde baş
ağrısı, mide rahatsızlığı, düzensiz kan basıncı
ve sinir sistemi problemlerinin yanı sıra stres,
gerginlik ve kaygı gibi sorunları da beraberinde getirmektedir. Yapılan bilimsel çalışmalar
öfke kontrolü için bazı etkili teknikler ortaya
koymuştur:
Yüz yıkamak
Öfkelendiğimiz yerde yüzümüzü yıkama
imkânımız varsa hiç zaman kaybetmeden
yüzümüzü yıkamamız öfkemizi azaltıp rahatlamamızı sağlayacak en etkili tekniktir.
Fiziksel konumu değiştirmek
Öfke anında bulunduğumuz fiziksel konumu
değiştirmek öfke kontrolü hususunda kullanabileceğimiz diğer bir tekniktir. Şayet öfke
anında ayakta bulunuyorsak oturmamız veya
uzanmamız, sakinleşmemiz için bize yardımcı
olacaktır.
Rahatlama metotlarını uygulamak
Rahatlama teknikleri öfke gibi istenmeyen
her duyguyu kontrol etmek için kullanılır. Bu
teknikler bazı aşamalar içermektedir. Örneğin
ciğerlerinizden değil de diyaframdan alıp verdiğiniz nefes size rahatlama hissi verecektir.
Nefes alıp verirken kendi kendimize rahatla
telkinlerinde bulunmak, teskin edici sözler
söylemek ve kaslarımızı rahatlatıcı egzersizler
yapmak rahatlama adımlarından bazılarıdır.
Bulunulan ortamı değiştirmek
Bazen bulunduğumuz ortamda gelişen olaylar
öfke ve şiddet hissimizi tetikler. Bu durumda problemler veya sorumluluklar üzerimize
biniyormuş hissine kapılırız. Böyle zamanlarda atılacak ilk adım kendimize mola verip
bulunduğumuz ortamı bir süre için terk etmek
olacaktır.
Mantıklı olmak ve mizah kullanmak
Karşılaştığımız olaylara mantıkla yaklaşmanın ve mizahın öfkeyi yendiği bir gerçektir.
Öfkelenmemize sebep olan durum hakkında
birkaç dakika durup düşünmek ve mantıksal
çözümlemeler getirmek öfkemizi dizginleyecektir. Zihnimizi ele geçirmeye çalışan “Her
şey bitti.”, “Bunu hak etmedim.” , “Zaten hep
benim başıma gelir.” gibi olumsuz düşün-
celer yerine, “Şu an öfkelenmem sorunun
çözümünde bana hiçbir katkı sağlamayacak.”
şeklinde kendimize yapacağımız telkin öfke
kontrolümüzde iplerin her zaman bizim elimizde olmasını sağlayacaktır. Öfkelendiğimiz
kişi ya da durum karşısında gülüp geçmek,
üçüncü bir şahıs olarak kendimizi, yaşadığımız olayı ve muhatabımızı değerlendirmek
suretiyle öfkelenmemize sebep olan olayın
aslında çok da önemli olmadığının bilincine
varmamızı sağlayacaktır.
Öfkeli insan iletişim hâlindeyken hemen
sonuca ulaşma çabası içerisindedir. Yanlış
sonuç doğuracak fevri tepkiler yüzünden
muzdarip olduğunu ise ancak öfkesi geçtikten sonra anlamaktadır. Kendimizi hararetli
bir tartışmanın ortasında bulduğumuzda yapmamız gereken ilk şey yavaşlamak ve vereceğimiz cevapları düşünmektir. Aklımıza gelen
ilk şeyleri söylediğimizde sonunda pişman
olduğumuz birçok olaya şahit olmuşuzdur.
Ayrıca karşımızdakini sonuna kadar dinlemek hem iletişim anında muhatabımıza vereceğimiz cevapları düşünmemiz için zaman
kazanmamıza hem de sağlıklı bir iletişimin
kapılarını aralamamıza imkân sağlayacaktır.
Bize yöneltilen eleştirileri kişilik alanımıza
yapılmış bir saldırı olarak değerlendirmek
ön yargılı bir davranış olacaktır. Böyle bir
durumda eleştirilerin haklılık payının da olabileceğini aklımızdan çıkarmamalıyız. Aynı
zamanda muhatabımızın eleştirilerini ifade
ederken eğitim ve kültür düzeyinden kaynaklanan nedenlerle bizi yanlış anlamış olabileceğini dikkate alarak onu sakin bir ses tonuyla
ikna etme yolunu tercih etmeliyiz. Her insanın
eğitim seviyesi ve sahip olduğu kelime hazinesi farklı olduğu için insanların meramını
ifade ederken yanlış kelime seçimi iletişimde
sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu noktada yapmamız gereken, karşımızdaki kişinin
kullanmış olduğu yersiz ve yanlış kelimelere
takılıp öfkelenmek yerine onun kastettiği ifadeyi anlamaya çalışmak olmalıdır. Algımızı ve
yorumlama yeteneğimizi yanlış yönlendiren
öfke hissini kontrol altına tutma bilincine
ulaştığımızda daha sağlıklı iletişim ve zihin
süzgecine sahip olduğumuzu göreceğiz.
SAYI: 261
• EYLÜL 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
67
FIKIH
KÖŞESİ
DİN İŞLERİ YÜKSEK
KURULUNDAN
Borçlanarak hacca gitmek doğru
mudur?
Bir Müslümanın hac ibadetiyle yükümlü olması için sağlık ve servet yönünden haccetme
imkânına sahip, hür, akıllı ve buluğ çağına
erişmiş olması gerekir. Bu itibarla maddi yönden haccetme imkânına sahip olmayan kişilerin borçlanarak hacca gitmeleri gerekmez.
Ancak, borçlanarak hacca gitmeleri halinde,
hac ibadeti geçerli olur ve kendilerinden hac
sorumluluğu da düşer.
Diğer taraftan, haccın farz olması için gerekli
şartları taşıdığı hâlde, hac mevsiminde hazır
parası bulunmayan ve borç aldığı takdirde
bunu daha sonra ödeme gücüne sahip olan
kişilerin, bu görevi bir an önce ifa etmeleri
için, borç alarak hacca gitmeleri uygun olur.
Haram yolla elde edilen kazançla
yapılan hac geçerli midir?
İslam dini kişilerin meşru işlerle uğraşmalarını
ve geçimlerini helal yollardan elde etmelerini ister. Buna rağmen gayrimeşru yolla bir
kazanç elde edilmiş ve bu kazancın sahibi
belli ise, bunun sahibine iade edilmesi; belli
değil ise, karşılığında sevap beklenmeksizin
yoksullara veya hayır kurumlarına verilerek
elden çıkarılması gerekir.
Bu itibarla, gayrimeşru yolla elde edilen para
ile hac etmek uygun değildir. Asıl olan, ibadetlerin helal parayla yapılmasıdır. Bununla
birlikte haram parayla hacca giden kişinin
haccı sahih olup, üzerinden hac yükümlülüğü
kalkmış olur. Ancak, gayrimeşru kazancın
sorumluluğundan kurtulmak için, bu malı
yoksullara veya hayır kurumlarına vererek
elden çıkarması ve bir daha işlememek üzere
tövbe etmesi gerekir.
Özel hâli sebebiyle umresini yapamayan kadın, doğrudan Arafat’a çıkabilir mi?
Hanefi mezhebine göre, temettu haccı yapmak üzere umre ihramına girdikten sonra
âdet gördüğü için umre tavafını yapamayan
ve Arafat’a çıkma zamanına kadar temizlenemeyen kadınlar, umre ihramını iptal ederler.
Arafat’a çıkarken hac için ihrama girerler.
Bu şekilde hareket eden kadınlar, ifrat haccı
yapmış oldukları için şükür kurbanı kesmeleri
gerekmez. Hacdan sonra iptal ettikleri umreyi
kaza ederler. Bundan dolayı da ceza kurbanı
olarak bir küçükbaş hayvan keserler.
Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.)’in Veda
Haccı’nda Hz. Âişe Mekke’ye vardıktan sonra
umreyi yapmadan âdet oldu. Hac zamanına kadar da temizlenemeyeceği için Hz.
Peygamber, umre ihramını iptal etmesini ve
Arafat’a çıkılacağında hac için ihrama girmesini söyledi. Hz. Âişe’ye hacdan sonra yapamadığı umreyi kaza ettirip bir de kurban kestirdi.
(Buhari, Hayız, 1.)
Şafii, Maliki ve Hanbeli mezheplerine göre bu
durumdaki bir kadın, umresini iptal etmez,
kıran haccına niyet eder ve vakfesini yapmak
üzere Arafat’a gider. Arafat dönüşünde hac
ve umre niyetiyle bir tavaf ve bir sa’y yapar.
Ayrıca kıran haccı için kurban keser.
Hac ibadetinin ifası için nisap miktarı mala sahip olma şartı var mıdır?
Bir insana haccın farz olması için zekât verecek konuma gelmesi şart değildir. Borcu ve aile
fertlerinin her türlü ihtiyacı dışında hacca gidip gelecek kadar parası, malı, mülkü ve imkânı
bulunan kimseye, haccın farz olması için gerekli olan diğer şartları da taşıyorsa hac farz olur. Bir
sahabinin, “Hac yapmayı farz kılan şey nedir?” şeklindeki sorusuna Hz. Peygamber (s.a.s.), “Azık
ve binit.” cevabını vermiştir. (Tirmizi, Hac, 4.) Dolayısıyla bir kimsenin asli ihtiyaçları varsa borcu ve
bakmakla yükümlü olduğu insanların nafakası dışında hacca gidip geleceği sürede kendisine
yetecek kadar yeme, içme ve barınma giderleriyle yol parasına sahip olması durumunda kendisine hac yapmak farz olur. Ayrıca nisap miktarı mala sahip olması gerekmez.
68
DİYANET AYLIK DERGİ
EYLÜL 2012
• SAYI: 261
İhramsız olarak Mekke’ye girmenin
hükmü nedir?
Hanefi mezhebine göre ne maksatla olursa
olsun, Şafii mezhebine göre ise hac veya umre
yapmak amacıyla Harem bölgesine girmek
isteyen kişinin, mikat’tan ihramlı geçmesi
gerekir. Hac veya umreye giderken sebebi ne
olursa olsun ihrama girmeksizin mikat sınırından geçen kişi, henüz hac menasikinden
birine başlamadan önce geri dönüp afakiler
için olan bir mikat mahallinden ihrama girerek tekrar içeri girerse bir ceza gerekmez. Geri
dönmezse, bulunduğu yerden ihrama girer,
bir koyun veya keçi kurban eder. Buna ceza
hedyi denir. Bu tür kurbanlar Harem sınırları
içinde kesilmek kaydıyla, Kurban Bayramı
günlerinde kesilebileceği gibi diğer günlerde
de kesilebilir.
İhramdan çıkacak konuma gelen bir
kimseyi ihramlılık hali devam eden
kişi tıraş edebilir mi?
Hac veya umrede ihramdan çıkacak duruma
gelen bir kimse kendisi tıraş olup ihramdan çıkmadan, ihramlı ya da ihramsız başka
birisini tıraş edebilir ve bundan dolayı bir
ceza gerekmez. Fakat ihramda olan ve henüz
menasikini bitirmeyen kimsenin, ister ihramlı
olsun, ister ihramsız, başka birini tıraş etmesi
caiz değildir. Tıraş ederse -tıraş edilen kimsenin emriyle olsun olmasın- tıraş edene sadaka, tıraş edilen ihramlıya ise küçükbaş hayvan
kurban etmesi gerekir. Şafii, Hanbeli ve Maliki
mezheplerine göre ihramlıyken tıraş olan bir
kişi, dem; üç gün oruç ve altı fakire sadaka
vermekten birisini seçmekte muhayyerdir.
İhramdan çıkma aşamasına geldiği
hâlde tıraş olmadan elbise giyen kişiye ne gerekir?
İhramdan çıkmak için saç tıraşı olmak gerekir.
İhramdan çıkma aşamasına geldiği hâlde tıraş
olmadan elbise giyen kişi ihram yasağı işlemiş
olur. Eğer elbise giymesi bir gündüz veya bir
gece devam etmişse dem; giyim süresi bir gün
veya bir geceden az olursa bir fitre miktarı
sadaka vermek gerekir.
Şafii mezhebine göre ise, muhayyerlik haklarından yararlanıp; ceza olarak bir dem (koyun
İhramlının saç kremi vb. şeyleri kullanmasının hükmü nedir?
İhramlı kimsenin vücuduna, saç, sakal
gibi bir uzvunun tamamına, süslenmek
ya da güzel görünmek için krem, yağ,
jöle, saç kremi, biryantin sürmesi ya da
kına, saç boyası ve benzeri şeylerle boyaması durumunda kendisine dem (koyun
veya keçi); bir uzvun tamamına değil de
bir kısmına bunu uygulaması hâlinde de
bir fitre miktarı sadaka vermesi gerekir.
Şafii mezhebine göre ise, kına için herhangi bir ceza gerekmezse de diğerleri
için ceza gerekir ve bu durumdaki kişi
muhayyerlik haklarından yararlanarak
dem (koyun veya keçi kesme); üç gün
oruç tutma veya altı fitre miktarı sadaka
verme cezalarından herhangi birini tercih edebilir.
Tedavi için sürülen ilaç, merhem veya
kokusuz krem ve yağlar için ise bir şey
gerekmez.
veya keçi kesme), üç gün oruç tutma veya altı
fitre miktarı sadaka verme seçeneklerinden
birini tercih edebilir.
Hacda kurban kesmeden önce tıraş
olana ceza gerekir mi?
Hacda Akabe cemresine taş atmak, kurban
kesmek ve tıraş olmak arasında sırayı gözetmenin hükmü imamlar arasında ihtilaflıdır. Bu
sıraya uymak, Ebu Yusuf ve Muhammed ile
diğer mezhep imamlarına göre sünnettir. Bu
sıraya uyulmaması hâlinde herhangi bir ceza
gerekmez. Günümüzdeki zorluklar dikkate
alındığında bu görüşle amel etmenin uygun
olacağı söylenebilir. Ebu Hanife’ye göre ise
bu tertibe uyulması vaciptir, bu tertibin terki,
dem gerektirir.
Namaz kılınması mekruh olan vakitlerde tavaf yapılabilir mi?
Namaz kılmanın mekruh olduğu vakitlerde
tavaf yapılabilir, bunun hiçbir sakıncası yoktur. Ancak Hanefilere göre bu tavafın namazını söz konusu vakitte kılmak mekruhtur.
SAYI: 261
• EYLÜL 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
69
İSLAMLA
YENiDEN DOĞANLAR
“Hiçbir şey bunun kadar değerli olamazdı”
Erin (Sümeyye)
Fennun
Haz. Metin Karabaşoğlu
1991’de üniversitede iken ihtida etti.
ABD’li.
Elhamdülillah, yedi yıl önce Müslüman oldum.
İslam’ı ilk olarak üniversiteye devam ederken
bir Müslüman arkadaşımdan öğrendim.
Üniversite öncesinde, iyi bir lisede okuduğum sıralarda, Kur’an’ın bir Yahudi kitabı,
Müslümanların ise puta tapan paganlar olduğuna inanarak işin içinden kurtulmayı becermiştim. Yeni bir dine dair bir şeyler öğrenmekle hiç de ilgilenmiyordum. Din dâhil her
şeyin en iyisinin bizde olduğu gibi etnosantrik bir bakış açısı edinmiştim. Hristiyanlığın
mükemmel olmadığını biliyordum, fakat var
olan dinlerin en iyisi olduğuna inanıyordum.
Uzun zaman, Kitab-ı Mukaddes’in Allah kelamını içerdiği hâlde, bu kelamı kayıt altına alan
beşerlerin sözünü de ihtiva ettiği görüşünü
taşıdım. Kitab-ı Mukaddes’i tam anlamıyla
Allah kelamı diye bilseydim, hayatımda onu
hep el üstünde tutardım. Ne var ki gerçekten acayip ve çirkin birtakım pasajlarla karşılaşmıştım. İsa’nın bizim günahlarımız için
kendini feda etmeye mecbur olduğu, çünkü
70
DİYANET AYLIK DERGİ
EYLÜL 2012
• SAYI: 261
kendi kendimize başımızı kurtaramayacağımız, kendimize yardım edemeyeceğimiz, zira
‘bedenin zayıf olduğu’ söylenir. Aynı şekilde, Teslis nosyonu da kafamı karıştırıyordu.
Rabbimin nasıl bir değil de üç olduğunu
anlamaya çalıştım; olmadı. Yeryüzünü yaratan
biri, günahlarımız için kendi kanını akıtan biri
ve bir de Ruhu’l-Kuds meselesi vardı; yine
de onların hepsi bir ve aynı idi. Allah’a dua
ederken, zihnimde, bulutların üstünde duran,
etekleri sarkan geniş bir cübbeye bürünmüş
bilge bir ihtiyar imgesi canlanırdı kesinlikle.
İsa’ya dua ettiğimde uzun altın rengi saçları,
sakalı ve mavi gözleri olan genç bir beyaz
adam resmederdim hayalimde. Ruhu’l-Kuds’e
gelince, ancak, ne diye var olduğundan emin
olmadığım belli belirsiz bir varlık tahayyül
edebiliyordum. Gerçekten tek bir Allah’a dua
ediyormuşum gibi yaşamadım. Sıkışık ve zor
bir durumla karşı karşıya kaldığımda, otomatik olarak doğrudan Allah’a yalvardığımı fark
etmiştim. Fıtratımı izleyerek, doğruca Allah’a
yönelmenin en iyi yol olduğunu öğrendim
böylece.
İslam’ı araştırmaya ve incelemeye başladığımda, doğrudan doğruya Allah’a dua etme noktasında bir problemim yoktu; bu, yapılacak
doğal bir şey gibi geliyordu bana. Bununla
birlikte, İsa’ya sırtımı dönmekten korktum ve
bu konuyu derinlemesine tefekkür için bir
hayli zaman harcadım. Hakikati araştırmak
üzere, Hristiyan tarihini incelemeye başladım.
Hristiyanlığın tarihini inceledikçe, İsa’nın tanrılaştırılması vakıası ile onun kendini bizim
için kurban ettiği akidesinin; mitolojik öyküleriyle birçok paralellik taşıdığını gördüm.
Henüz lisede iken, Hristiyan düşüncesi hakkında belirli müşkiller belirmeye başlamıştı.
İki şey canımı fena halde sıkıyordu. İlki Eski
ve Yeni Ahit’lerdeki materyaller arasındaki
direkt tenakuzlar idi. On Emir’i Allah’ın her
zaman açık bir biçimde uymamızı istediği
dosdoğru ve basit kurallar olarak düşünmüştüm. Ancak, Allah’a bir ortak izafe ederek
İsa’ya ibadet etmek, ilk emri tam anlamıyla
ve bütünüyle bozuyordu. Sonra, tövbe meselesi vardı. Eski Ahit’te, insanların günahları
için tövbe etmeleri söylenir; fakat Yeni Ahit’te
artık bu gerekmemektedir—zira İsa insanların
günahları için kendini feda ve kurban etmiştir.
Velhasıl, (Hristiyan akidesindeki bu kaotik
durum yüzünden) gerçekten kimin tanrı olduğunu bile anlayamadım. İsa ayrı bir tanrı değil
de yalnızca gerçekten Allah’ın bir parçası
idiyse, o zaman, kendini kime karşı kurban
etti? Ve Getsemani Kapısında (Bkz. “O zaman
İsa onlarla beraber Getsemani denilen bir
yere gelerek, şakirtlerine dedi: ‘Ben şuraya
gidip dua edinceye kadar siz burada oturun.’”
(Matta, Bâb: 26: 36.) Kime dua ediyordu? Yok, eğer
İsa mahiyet itibarıyla Allah’tan ayrı idiyse, o
takdirde, Eski Ahit’in öğretileriyle doğrudan
çelişki içinde kalarak, monoteizm alanının
(tevhit dairesinin) dışına çıkmıyor muydular?
Bu öylesine kafa karıştırıcı bir durum idi ki,
bunu düşünmemeyi tercih ettim ve kendi
dinimi anlayamayacağım gerçeğine adam
akıllı içerlemeye başladım.
Üniversitede iken ileride kocam olacak kişiyle
din eksenli bir görüşmeye girişince, bu nokta
tekrar geldi çattı. Bana Teslisi kendisine izah
etmemi istemişti. Bunu ona anlatma yönünde birkaç başarısız teşebbüste bulundum.
Sonra da, bu yükün altından kalkamamış
bir hâletiruhiye içinde ellerim yana düştü.
Bunu açıklayamayacağımı, çünkü ‘bir din
âlimi olmadığımı’ ileri sürdüm. O, sakin bir
biçimde, “Dininin esasını anlaman için âlim
olman mı gerekiyor?” karşılığını verdi. Eyvah!
İşte bu, beni gerçekten yaraladı; ama hakikat
bazen yaralar.
Bu noktaya kadar, gerçekten kime dua ve ibadet ediyor olduğumu derinlemesine düşünmek için lâzım gelen bir sürü zihinsel akrobasiden dolayı yorgun düşmüştüm. İstemeye
istemeye, onun Allah’ın birliğinden; Allah’ın
fikrini değiştirmediğinden (Eski Ahit’te tevhitten söz ederken Yeni Ahit’te teslise dönmediğinden), ancak insanlığa yönelik mesajını
Hz. Muhammed (s.a.s.)’in risaletiyle tamamladığından söz edişini dinledim. Getirdiği
açıklama makul ve anlamlıydı; bunu itiraf
etmem gerekiyordu. Allah asırlar boyu insanlığa birbirini takiben peygamberler göndermişti, çünkü insanlar haktan aşikâr derecede
sapmışlardı ve doğru yola kılavuzlanmaya
ihtiyaçları vardı.
Bu noktada dahi, ona, bana dini hakkında
bir şeyler anlatabileceğini söyledim. “Fakat”
dedim, “Beni dinine döndürmeye kalkışma.
Çünkü bunu asla yapmayacağım.” “Hayır.”
dedi, “Yalnızca sana nereden geldiğimi anlatmak istiyorum. Ki, bir Müslüman olarak benim
görevim, bunu sana anlatmak.”
Ve şüphesiz, beni hidayete o sevk etmedi;
bilakis, Allah beni hakikatine hidayet etti.
Elhamdülillah!
Aynı zaman zarfında, bir arkadaşım bana bir
kitapçıda bulduğu İngilizce bir Kur’an ‘tercümesi’ verdi. Arkadaşım bu kitabın bir Iraklı
Yahudi tarafından esasında insanların Kur’an’ı
anlamalarına yardımcı olmak için değil, bilakis onları İslam’dan uzaklaştırmak amacıyla
yazılmış olduğunu kesinlikle bilmiyordu. Bu
kitap kafamı çok karıştırdı. Kitabı bitirdim
ve Müslüman arkadaşıma sormak istediğim
bütün pasajları işaretledim.
SAYI: 261
• EYLÜL 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
71
Müslüman arkadaşım o ara memleketine gitmişti. Döndüğünde, onu elimde kitap, sorularımla karşıladım. Bana Kur’an olduğu ileri
sürülen tercümeyi anlatmak yerine, sabırla
ayetlerin gerçek anlamı ve onların vahyedildiği şartlar, yani ayetlerin iniş sebepleri noktasında beni bilgilendirdi. Benim için, okuyacağım güzel bir Kur’an meali buldu.
Onu okudum. Tek başıma oturup bu meali
okuyuşum, hatalar arayışım ve sorgulayışım hâlâ hatırımda. Onu daha da okudukça, bu kitabın ancak tek bir kaynağa,
Allah’a ait olabileceğine ikna olmuş hale
geldim. Allah’ın rahmetine ve O’nun, şirk
72
DİYANET AYLIK DERGİ
EYLÜL 2012
• SAYI: 261
hariç, bütün günahları affetmeyi murad ettiğine dair ayetleri okuyordum ki, ağlamaya başladım. Ruhumun derinliğinden kopup gelen
hıçkırıklar içinde ağladım. Geçmişte sergilediğim cahillikten dolayı ve de en sonunda
hakikati bulmuş olmanın sevinciyle ağladım.
Tamamen, ebediyen değiştiğimi fark ettim.
Kur’an’daki, Kitab-ı Mukaddes’ten alınmadığı
aşikâr olan bilimsel bilgiler karşısında hayrete
kapıldım. Üniversitede mikrobiyoloji tahsili
görüyordum ve bilhassa embriyolojik sürecin Kur’an’daki tarifinden ve buna mümasil
birçok şeyden derinden derine etkilendim.
Bir kere bu kitabın gerçekten Allah’tan geldi-
ğinden emin olunca, artık İslam’ı dinim olarak kabul etmem gerektiği kararına ulaştım.
Bunun kolay olmayacağını biliyordum, ama
hiçbir şey bunun kadar değerli olamazdı.
Müslüman olmanın ilk ve en önemli adımının
“La ilahe illallah Muhammedün rasulüllah”
ikrarı, yani “Allah’tan başka ibadet edilmeye
layık hiçbir ilah yoktur ve Muhammed O’nun
elçisidir” diye inanmak olduğunu öğrendim.
İsa’nın haktan saptıklarını göstermek ve onları tekrar Allah’ın yoluna döndürmek üzere
Yahudilere peygamber olarak gönderildiğini
anladıktan sonra, yalnızca Allah’a ibadet etme
anlayışıyla ilgili hiçbir müşkilim kalmadı.
Fakat Muhammed’in kim olduğunu bilmiyordum ve onun yolundan gitmenin gerçekten
ne anlama geldiğini anlamamıştım. Şu son
yedi yıl boyunca Muhammed aleyhisselatü
vesselamın hayatını anlama ve değerlendirme yolunda bana yardımcı olan herkesten
Allah razı olsun. Allah’ın onu insanlık için
bir örnek (usve-i hasene) olarak gönderdiğini
öğrendim. Hepimizin gündelik hayatlarımızda takip ve taklit edeceğimiz bir örnek. O,
davranışlarıyla, Kur’an’ın nasıl yaşanacağını
gösteriyordu.
Onun bize öğrettiği şekilde yaşamaya hidayet
etsin Rabbim hepimizi…
SAYI: 261
• EYLÜL 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
73
DAĞARCIK
Prof. Dr. Ahmet Koç
Marmara Üniv. İlahiyat Fak.
Din eğitiminde sevgi ve
kabul dili
Sevdiğimiz kişilerden etkilenir, sevdiğimiz
kişilerin değer verdikleri şeylere değer veririz.
Sevdiğimiz kişilerle özdeşim kurarak onlar
gibi olma, onların tutum ve davranışlarını
benimseme eğilimi gösteririz.
Bu açıdan bakıldığında din eğitimcisinin,
hedef kitlesi tarafından sevilen biri olması son
derece önemlidir. Çünkü anne, baba, öğretmen ve din görevlisi gibi kişilerin, dini öğretirken kendilerini muhataplarına sevdirmeleri,
öğretim konusu edecekleri şeyleri de sevdirmeleri anlamına gelmektedir. Çocuklar anne
babalarını, öğrenciler öğretmenlerini, cemaat
din görevlilerini severse verdikleri mesajları
önemserler ve bu mesajlara uygun tutum ve
davranış geliştirmeye gayret ederler.
Din eğitimcisinin muhatabı
tarafından sevilmesi önemlidir ama sevilmek için de
sevmek gerekir. Sevmek,
sevilene ilgi göstermek, ona
değer vermektir. Sevilenin
ihtiyaçlarına duyarlı olmak
ve onları karşılamaya hazır
olmaktır. Hz. Ali’nin bildirdiğine göre Hz. Peygamber,
birlikte olduğu kimselerin
seviyelerine göre davranır,
her biriyle yakından ilgilenirdi. Çevresindekilere öyle-
74
DİYANET AYLIK DERGİ
EYLÜL 2012
sine candan davranırdı ki, onunla bir arada
bulunan kimselerin hepsi de, onun yanında
en değerli kişinin kendisi olduğunu düşünür,
onu yakın bir dost olarak görürdü.
Her insan, beşer olarak diğer bütün insanlarla birtakım ortak özelliklere sahip olduğu
gibi birey olarak da duyguları, yetenekleri,
zaafları, ihtirasları, idealleri, beklentileri vb.
yönünden yegânedir, kendine özgüdür. Bu
yüzden bireyin yansıttığı kişiliği ‘kabul dili’ ile
karşılamak etkili iletişimin ön şartıdır.
Kabul dili, karşımızdaki kişiyi olduğu gibi görmeye, tanımaya ve anlamaya çalışmak ve ona
olumlu duygularla yaklaşmak anlamına gelir.
Birini içten gelerek kabul edip bu durumu
ona hissettirdiğimizde, yardımcı olma duygularımız harekete geçecektir.
Olduğu gibi kabul edildiğini
Din eğitiminde
hisseden kişi de, bulundusabır, hoşgörü,
ğu noktadan hareket ederek
güven, paylaşma
nasıl değişeceğini ve gelişebileceğini düşünmeye başve rehberlik
layacaktır. Böylece ‘kabul
edici denetime
dili’ insanları iletişime açadayalı sevgi
cak, hislerini ve düşüncelemerkezli
rini rahatça paylaşmalarını
sağlayacaktır.
yaklaşımlar
ve kabul dili
önemsenmelidir.
• SAYI: 261
Allah, Hz. Peygamber’den
insanların kusurlarını güzel-
Tamamen denetimden uzak aşırı serbest
tutumlar kadar, aşırı müdahaleci, baskıcı,
korku ve kaygı verici ya da aşırı korumacı
tutumlardan da kaçınılmalıdır. Bilhassa
çocuk sevdiği, saygı duyduğu hiçbir varlıkla
korkutulmamalı, dinî motifler, bir korku
unsuru olarak kullanılmamalıdır.
likle ve olgunlukla karşılamasını, yumuşak
ve hoşgörülü davranmasını ve inananlara kol
kanat germesini istemektedir. Din eğitiminde hedefimiz, imkânsızı mümkün, mümkünü
kolay, kolayı da zarif ve zevkli yapmanın yollarını aramak olmalıdır. Bunun için kırmadan,
incitmeden, soğutmadan sevgi ve merhametle
muhataplarımıza doğru dinî bilgiler ve doğru
davranışlar kazandırmak durumundayız.
Böylesine zor ve meşakkatli bir görevi yerine
getirirken insanların eziyetlerine tahammül
göstermek, olumsuzluklar karşısında dengeyi
kaybetmemek, yumuşak ve zarif olabilmek
kolay değildir. Bu, ancak Allah’ın rahmetiyle
mümkündür. “Ve (Ey Peygamber) senin onlara yumuşak davranman, Allah'ın rahmetinin
bir eseriydi. Zira eğer onlara karşı kırıcı ve sert
olsaydın, doğrusu senden koparlardı, çevrenden dağılıp giderlerdi. Artık onları bağışla ve
affedilmeleri için dua et...” (Âl-i İmran, 3/159.)
Din eğitimcileri bu hususu daima hatırda
tutmalıdır. Şu hadisler de konunun önemine dikkat çekmektedir: “Yumuşak davranamayan kimse, bütün hayırlardan mahrum
kalır.” (Müslim, Birr, 74.) Eğitimde olumsuzu değil
olumluyu, yanlışı değil doğruyu, çirkini değil
güzeli görmek ve pekiştirmek esas olmalıdır.
Muhatabımızın beğenmediğimiz ve eleştirdiğimiz yönleri olabilir. Bunu ona kabul ettirmenin ve onda değişiklik meydana getirme-
nin yolu, o kişinin olumlu özelliklerini fark
etmek ve bu özellikleri öne çıkararak ona
yaklaşmaktır.
Din eğitiminde sabır, hoşgörü, güven, paylaşma ve rehberlik edici denetime dayalı sevgi
merkezli yaklaşımlar ve kabul dili önemsenmelidir. Sürekli ceza vermeye alışan kişiler, çocuğun olumlu davranışlarını gözden
kaçırırlar. Bu durumda da çocuğun kendini
algılama biçimi değişir. Sürekli başarısızlıkları
üzerinde durulan ve olumlu davranışlarına
dikkat edilmeyen çocuk kendine güveni ve
saygıyı yitirmeye başlar. Ayrıca ceza, bir davranışın yanlış olduğunu gösterse de onun
doğrusunun ne olduğunu öğretmez. Neyin
yanlış olduğunu gösteren ama doğru davranışa işaret etmeyen uygulamaların da eğitimsel
değeri düşüktür.
Sonuç olarak, tamamen denetimden uzak
aşırı serbest tutumlar kadar, aşırı müdahaleci,
baskıcı, korku ve kaygı verici ya da aşırı korumacı tutumlardan da kaçınılmalıdır. Bilhassa
çocuk sevdiği, saygı duyduğu hiçbir varlıkla korkutulmamalı, dinî motifler, bir korku
unsuru olarak kullanılmamalıdır. Doğru olan;
güven verici müsamahakâr tutumlardır. Böyle
bir tutumda kabul edilen ve edilmeyen davranışların sınırları bellidir ve bu sınırlar içerisinde çocuğun kendini ifade etme ve söz hakkı
vardır, sevgi ve teşvik görür.
SAYI: 261
• EYLÜL 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
75
KÜRSÜDEN
Konu:
Çocuk eğitimi
Dr. Bilal Esen
Din İşleri Yüksek Kurulu Uzmanı
I. Plan
a) İslam’a göre çocuk eğitiminin önemi
b) Çocuk kimdir? Çocuk eğitiminin özelliği nedir?
c) Çocukların hayata hazırlanması ve dinî eğitimi
d) Çocuk eğitiminde işbirliği
II. İşleniş
Başlarken, çocuk eğitiminin önemini gösteren naslardan kısa örnekler verilip fıtrata vurgu yapılır. Çağımızda eğitimin nasıl daha önemli
hâle geldiğine dair durum tespiti yapan bir-iki örnek verilip merak
uyandırılır. Ardından çocuk kavramından ne anlamamız gerektiği
ve çocuk eğitiminin genç ve yetişkin eğitiminden farkı izah edilir.
Çocuğun beden, duygu ve zihin gelişimine yönelik yapılması gerekenlere değinildikten sonra, hayata hazırlanması ve meslek eğitiminin önemi, hangi yaşta nasıl bir din eğitimi verilebileceği, prensipler
düzeyinde anlatılır. Arada, Hz. Lokman’ın oğluna öğütleri gibi bir
hikâye ile zenginlik kazandırılabilir. Ayet ve hadislerin açıklanmasında, birkaç tefsir ve şerhten istifade edilmesi tercih edilmelidir.
Çocuk eğitiminde aile, okul ve çevrenin uyum içinde olması gerektiği vurgulanıp, salih evlatlar hakkındaki dinî müjdeler ve dualarla
vaaz bitirilir.
III. Özet sunum
Hz Peygamber (s.a.s.), arkasında salih evlat bırakanları müjdelerken
diğer taraftan Kur’an-ı Kerim, çocuklarına tavsiyelerde
bulunan ve neslinin hayırlı olması için dua eden
peygamberlerin hikâyelerini aktarmaktadır. İyi
bir insan ancak iyi bir eğitimle yetiştirilebilir.
Günümüzde maddi ve manevi dünyamızda yaşanan tahribat, nesillerimizi tehdit
etmektedir. TÜİK 2010 istatistiklerine
göre, alkol kullanan gençlerin %
18.6’sının, tütün kullanan gençlerin ise % 34’ünün ilk denemesi
on dört yaşından öncedir. Bakara
suresi 204. ayetinde, yaldızlı sözlerle kendilerine hayran bırakan bazı
kimselerin, insanların “ürünlerini”
ve “nesillerini” bozmaya kalkıştıkları uyarısı yapılması da, çocuk eğitiminin ciddiyetine işaret etmektedir.
İslam dinine göre buluğ yaşından küçükler, Birleşmiş Milletler
Çocuk Hakları Sözleşmesine göre
on sekiz yaşından küçükler, çocuk
sayılmaktadır. Çocuk sadece üzerinde hükmedilecek bir varlık değil,
hakları bulunan bir ferttir. Çocuk;
korunması, eğitilmesi ve geliştirilmesi gereken bir emanettir. Fıtrat
itibarıyla tertemiz yaratılan çocuk
telkine müsait olup hayra da şerre
de meyillidir. Sırasıyla anne-babalar, eğitimciler ve çevredekiler
olmak üzere kademe kademe herkes çocuğun eğitiminden sorumludur.
Çocuğun duygusal gelişiminin
zihinsel gelişiminden önce olduğu; duyduklarını değil, gördüklerini
ve yaşadıklarını daha iyi öğrendiği bilinmektedir. Bilgi öğretimi ve
davranış eğitimi, çocuğun yaşı ve
zihinsel yeterliliğiyle uyumlu olmalı, ferdî farklılıklar dikkate alınmalı,
başkalarıyla kıyaslanarak yaşıtlarının yaptığı her şey çocuktan beklenmemelidir.
Çocuk bilhassa anne şefkatinden
mahrum edilmemelidir. Nitekim
dinimizde çocuğun nesebi babaya bağlı olmakla birlikte belli bir
yaşa kadar, annenin terbiyesinde
kalması (hidane) esastır. Çocuğun,
telkin edilen değerleri ve davranış
modellerini benimsemesi, kendisini yetiştirenleri sevmesi ve onlara
güvenmesiyle mümkündür. Çocuk
eğitimi ancak sevgiyle başarılabilir.
Hz. Peygamber’in çocuklara selam
vermesi, onların hatırını sorması,
başlarını okşaması gibi örnekler
bu bakımdan değerlidir. Büyükler,
çocuklara zaman ayırmalı, örnek
olmalı, daima doğru ve tutarlı bilgiler vermeli, onların düzeyine inmeli, onları eğitici oyunlara yönlendirmeli, hoşgörülü olmalı, hoşgörüde
ölçüyü iyi ayarlayarak vurdumduymazlığa düşmemelidirler.
Çocuğun en mükemmel şekilde
yetişmesi, ihtiyaç duyduğu bütün
insani ve ahlaki faziletleri, sosyal
kural ve davranışları, dinî inanç ve
değerleri, helal-haram duyarlılığını,
mahremiyet ölçülerini öğrenmesi
ve yaşaması, ruh ve beden bakımından sağlıklı, bilgili ve ayrıca
meslek sahibi olabilmesi için bütün
sorumluların, imkânlarını seferber
etmeleri gerekir.
Çocukların cinsiyet duygularının
sağlıklı yönlendirilmesine, yaşları
ilerledikçe kız ve erkek farklılığını
yansıtacak şekilde giyinmelerine,
kendi cinsiyetlerine uygun oyunlar
oynamalarına hassasiyet gösterilmelidir. Hz. Peygamber, 10 yaşına
geldiklerinde çocukların yataklarının ayrılmasını istemiştir.
Çocuk eğitiminde Hz. Lokman
(a.s.)’ın oğluna tavsiyeleri önemlidir. Bu tavsiyeler, tevhit ve kulluk
bilinci, ebeveyne hürmet, vicdan
muhasebesi, toplumsal duyarlılık
ve insanlara karşı alçakgönüllü
olma, insanları etrafından kaçıracak davranışlardan uzak durma gibi
hususları içermektedir. Hadislerde
ise, çocuğa yedi yaşında namazın
öğretilmesi tavsiye edilmektedir.
Allah’ın varlığı ve ölüm gibi konularda çocuklara verilecek bilgiler
seviyelerine uygun olmalıdır.
IV. Konu ile ilgili bazı ayetler
“… O, (senin yanından) ayrılınca
yeryüzünde bozgunculuk yapmaya, ekini ve nesli yok etmeye çalıSAYI: 261
• EYLÜL 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
77
şır.” (Bakara, 2/204-205.)
“Hani Lokman oğluna öğüt vererek
şöyle demişti:…” (Lokman, 31/13-19.)
“Henüz ergenlik çağına gelmemiş
olanlar yanınıza gelmek için sizden
üç vakitte izin alsınlar...” (Nur, 24/59.)
Diğer ayetler; Bakara, 1/128, 133;
A‘raf, 7/189-190; İbrahim, 14/35;
Ta-Ha, 20/132; Teğabün, 64/15;
Tahrim, 66/6; Tur, 52/21-28.
V. Konu ile ilgili bazı hadisler
“Hiçbir anne baba, çocuğuna güzel
terbiyeden daha üstün bir hediye
vermiş olamaz.” (Tirmizi, Birr, 33.)
“Bakmakla yükümlü olduğu kişileri
sefil bırakması, kişiye günah olarak
yeter.” (Ebu Davud, Zekât, 45.)
“Hepiniz çobansınız ve hepiniz
gözetiminiz altında bulunanlardan
sorumlusunuz…" (Buhari, Cuma, 11.)
Enes b. Malik (r.a.): “Hz.
Peygamber’e on sene hizmet ettim.
Bir kez bile bana ‘Öf! Neden böyle
yaptın?’ demedi, ‘Şöyle yapsaydın
ya!’ da demedi.” (Buhari, Edeb, 39.)
Diğer hadisler; Buhari, Edep, 81;
Fezailü’s-Sahabe, 22; Müslim,
Selam, 15; Ebu Davud, Edeb, 120;
İbn Mace, Edeb, 3.
VI. Konu ile ilgili bazı hikmetli
sözler
“Terbiyenin aslı ve esası, çocukları
kötü arkadaşlarından korumaktır.”
(Gazali)
“Eğitimde öğrencilere ve özellikle küçük çocuklara sert davranmak son derece zararlıdır; heves ve
neşeyi yok eder, tembelliğe sevk
eder, ikiyüzlü tavır takınmaya ve
yalana sürükler, hile ve aldatmacayı
öğretir.” (İbn Haldun)
“Küçüklükte öğrenmek taşa nakşetmek gibi, yetişkinlikte öğrenmek suya yazı yazmak gibidir.”
(Anonim)
78
DİYANET AYLIK DERGİ
EYLÜL 2012
• SAYI: 261
“Yavru kuş, yuvada gördüğünü
yapar.” (Atasözü)
“Duyarsam unuturum, görürsem
hatırlarım, yaparsam öğrenirim.”
(Anonim)
VII. Verilebilecek mesajlar
Çocuğun eğitimi, hayata hazırlanması ve dinî eğitimini kapsamaktadır. Anne-babalar çocuk eğitiminde hem öğretici hem de öğrenen
konumundadırlar. Çocuk eğitiminde, anne-baba, dede-nine gibi aile
içindeki bireylerin uyumu yanında, okul ve çevrenin de uyumlu olması, birinin başlattığı olumlu hareketi diğerinin bozmaması
gerekir. Ailelerin ve eğitimcilerin;
çocuk psikolojisi, gelişim psikolojisi ve eğitim-öğretim metotları alanlarında uzmanlara ve yayınlarına
başvurmasının faydası inkâr edilemez. Vatandaşlarımız, korunmaya muhtaç ve engelli çocuklara da
duyarlı olmalı, eğitim alabilmeleri
için onları ilgili sosyal kurumlara
yönlendirmeye, çeşitli imkânlardan
ailelerini haberdar etmeye çalışmalıdırlar.
VIII. Yararlanılabilecek diğer
bazı kaynaklar
• Komisyon, İslam’da Aile ve Çocuk
Terbiyesi I-II (İslam’da Aile ve Çocuk
Terbiyesi Sempozyumu, 1993, 1994, Şanlıurfa),
İstanbul 2005.
• İ. Hakan Karataş, “Hayırlı
Evlat İçin 5 Önemli Eğitim Şart”,
13.07.2008 tarihli Zaman Gazetesi.
• DİA, “Çocuk” ve “Talim ve
Terbiye” maddeleri.
• Halit Ertuğrul, Ailede ve Okulda
Çocuk Eğitimi, İstanbul 2010.
• Mehmet Emin Ay, Ailede ve
Okulda İdeal Din Eğitimi, İstanbul
2006.
• Sefa Saygılı, Çocuk Psikolojisi
(0-7 yaş), İstanbul 2007.
Vural Kaya
YUNUS EMRE DİVANI
İşleri Başkanlığı Yunus Emre Divanı'nı prestij
D iyanet
baskıyla okurlarına sundu. Eseri yayına hazırlayan Dr.
Mustafa Tatçı Bey. Diyanet İşleri Başkanlığı daha önce de
Mehmet Akif Ersoy'un "Safahat"ını okurlarına sunmuştu.
Dr. Mustafa Tatçı Bey’in nefis önsöz, girizgâh ve Yunus
Emre biyografilerinin de eserin büyük bir kısmında yer
alışı esere verilen emeğin ağırlığını salık vermektedir.
Tatçı, Yunus Emre Divanı'nı bizimle buluştururken dikkat
ettiği en önemli unsur eserdeki dili güncelleştirme endişesini bertaraf ederek okuru klasikleşmiş, gelenekselleşmiş
sanatsal algıyı da örselemeden yeninin ve yeni zamanların
da algısını meczetmesi ve eserdeki dün bugün buluşmasının zarifçe işlenmesi olmuştur.
ALLAH’IN İRADESİ
KARŞISINDA BİR
MÜTEFEKKİRİN BİR
ERENİN BİR ŞAİRİN PÜR
DİKKAT VE MÜHEYYA
DURUŞUDUR YUNUS
EMRE'NİN DURUŞU.
ONUN MAKAMI. ONUN
RUHANİYETİ VE HER
ŞEYİ...
Yunus Emre hiç şüphesiz Türkçemizin en büyük mimarıdır. O bizim Türkçe dedemizdir. Türkçemizin dinî referanslarla birlik olup dili âdeta itikadi bağlamda inşa eden
ve büyüklüğüne bu yönüyle daha da bir büyüklük katmış
pirimizdir Yunus Emre. Hiç şüphesiz bu büyüklüğünün
gereği Yunus Emre üstadımızın dil ile din değerleri bağlamında kurduğu akrabalığı her zaman en mühim bir endişe
olarak algılamamız da bizim yegâne ödevimiz olacaktır.
Yunus Emre bir derviştir, dil üstadıdır, kendi dilinin en
büyük mimarıdır, çağını her yönüyle okuyan ve yüzyıllar
sonrasına mesaj ve iletilerini aktarabilmiş bir Anadolu erenidir... Yunus Emre’miz her şeydir her şeyimizdir, kabul;
fakat en mühimi dilinin incelikli ustası oluşuyla dininin
değersel büyüğü olması arasında kurduğu örnek köprüdür. Bu tablodur Yunus Emre’mizi yüzyıllardır bize sevdiren ve bizi kendisine borçlu hissettiren şey. Bu büyük
değer bugün okurunu şekilsel ve niteliksel bağlamda da
selamlıyor. Selamlamaya da devam edecek.
Elimizdeki mezkûr eserin birinci baskısı İstanbul 2012
tarihli. Edebî Eserler dizininin 21. eseri olarak yayınlanmış. Kitap 448 sayfadan müteşekkil. Eserin son bölümSAYI: 261
• EYLÜL 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
79
lerinde muhteşem bir kaynakça ve
geniş çaplı bir de âdeta Yunus
Emre Divanı sözlüğü yer almaktadır. Yunus Emre'den seçme dizeler
ve bu dizelerin dizinleri gibi iş ve
gayretler eserin şümullü ve büyük
emekli olduğunun ipuçlarını vermektedir bize.
YUNUS EMRE
DİVANI DÖNE DÖNE
OKUNMASI GEREKEN
VE HER AN YENİ
UFKİ DEĞERLERLE
KARŞILAŞILABİLECEK
BİR UMMANDIR.
OKU VE AGÂH OL EY
OKUR DER ÂDETA
DİVAN.
"Kogıl bu dünyâ bezeğin bu dünyâ
yel durur hayâl" dizeleri sadece bir
şair hassasiyetinden doğmaz Yunus
Emre'de. Dünyanın vazgeçilemez olduğu
ve dünyevileşmenin zirvelerde gezindiği şu
yaşadığımız modern zamanların aksine dilde
bu denli büyük bir mimar olmasına karşın
onun dil ile dinî hassasiyet algısını içe içe
meczedişi, bu dilsellikle dinselliği kaynaştırıp buradan hareketle bir algı, bir değer üretimi sunumu Yunus'u büyüklerin de büyüğü
yapmağa yeter umdelerdendir. Dünya boş,
uğraşı alanı olarak insan soyunun seçtiği
menfez bir hayal, bir yel, bir anlık duyuş,
bir lahza bakış olup geçecektir. Esas kalıcı
ve ardına düşülmesi elzem olan şey ya da
değerler manzumesi çok daha başkalardan
yahut ötelerdendir, der âdeta.
Mekân bağlılığı, mekânsal bağımlılık, eşyaya bağlılık Yunus Emre'nin mücavir alanına
hiç ama hiç girmemiş yaban, yabansı kavram ve sözlerdir. "Teferrüc eyleyü vardım
sabâhın sinleri gördüm." buyurur. Bir sabah
bir büyük ferahlama bir ufkilikle gezip dolaşmağa çıktığınız dünyanız o en an-ı demadem
olduğunuz an yani bir de bakarsınız ki karşınıza çıkmış bir mezarla sizi öteleri düşünmeye ve öteleri idrake sevk edebilir. Yahut da
ötelerden bir an yaşamışsınızdır da şimdiki
yaşadığınız anın kıymeti harbiyesi bu zamanın kıymetliliğine göre azalmıştır. Aklı başına
80
DİYANET AYLIK DERGİ
EYLÜL 2012
• SAYI: 261
gelmeğe yüz tutmuştur
insan soyunun bu vesilelerle... Görüldüğü gibi
Yunus Emre bir anlamla
değil birkaç anlamı vermek ve söz sanatlarını
deruni biçimde bize ulaştırmak konusunda da pirdir, pirimizdir... Dünyayı
sevilebilecek miktarda ve
ölçüde değerlendirerek
ne dünyayı ne kendini incitmesi dünya ile
arasındaki dikkatli ünsiyet her biri ila-yı kelimetullah icabıdır. Allah’ın iradesi karşısında
bir mütefekkirin bir erenin bir şairin pür dikkat ve müheyya duruşudur Yunus Emre'nin
duruşu. Onun makamı. Onun ruhaniyeti ve
her şeyi...
Pirin sade, sağlam, dopdolu tarif ve önerileri
var insanlığa yönelik olarak. O lafazanlığa
bulaşmadan yapar bunu. Ve fakat zorun eleğinden geçirerek söylediği söz kolay fakat
kolaycı söz değildir. Aksine bu sadelikle
paha biçilemez kıymet elde etmiştir. Eşitliğe,
insan kıymetinin yüksek ahlaki değerle eş
oluşuna, adalete, hakkaniyete vurgusu yüksektir Yunus Emre'mizin. "Bir kez gönül
yıkdın ise bu kıldığın namaz değil / Yetmiş
iki millet dahi elin yüzün yumaz değil" diyen
pirin maksadı da maksada matuf hâlleri de
aşikârdır. Bu sözden dersleri gerektiğinde
çıkarıp almak erbabı söz ile cenab-ı insanın
övünmesiz ödevidir şüphesiz.
Yunus Emre Divanı döne döne okunması
gereken ve her an yeni ufki değerlerle karşılaşılabilecek bir ummandır. Oku ve agâh ol
ey okur der âdeta divan. Yunus Emre’mizin
ruhaniyetine binlerce saygı, hürmet ve dua
ile...
Download